You are on page 1of 310

TtiBİTAK Popüler Bilim Kitapları 113

Bilim İş Başında/ Science in Action


John Lenihan
Resimleyen: John B. Fleıning

Çeviri: Barış Bıçakçı


Türkçe metnin bilimsel danışmanı: Prof. Dr. Osman Kadiroğlu

«;ı 1990 ]. Lenihan


İngilizce orijinali, Institute of Physics Publishing Ltd.
(Dirac House, Temple Back, Bristol BSI 6NX. İngiltere)
tarafından ilk kez 1979 yılında yayımlanmıştır.

©Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, 1998


Türkçe yayın hakları Kesim Ajans aracılığı ile alınmıştır

TÜBİTA K Popüler Bilim Kitapları 'nın seçimi ve de/!,erlendirilmesi


TÜBİTAK Yayın Komisvonu tarafından yapılmaktadır.

ISBN 975 - 403 - 169 - X

İlk basımı Ekim 1999'da yapılan


Bilim İş Başında
bugüne kadar 15.000 adet basılmıştır.

7. Basım Mart 2001 (2500 adet)

Yayın Yönetmeni: Sedat Sezgen


Grafik T asarım: Cemal Töngür
Teknik Hazırlık: Yılmaz Özben
Uygulama: Seval Özgül

TÜBİTAK
Atatürk Bulvarı No: 221 Kavaklıdere 06100 Ankara
Tel: (312) 427 33 21 Faks ()12) 427 13 36
e-posta: kitap@tubitak.gov.tr
İnternet: kitap.tubitak.gov.tr

Nurol Matbaacılık - Ankara


Bilim İş Başında

J o h n Len i h a n

Çeviri

B ar ı ş B ıçak ç ı

TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLAR!


İçindekiler

Ön söz

I. Bölüm
Neden Böyle?
Donma, Gen leşme ve Ardından Sürtünme 3

İ şitilmeyen Sesler 7

Su, Su Her Taraf Su 11

Aynanın Diğer Tarafı 17

İ nsan Döşemeye Karşı 20

Sıcak ve Soğuk 26

Çarpıcı Bir Hikaye 33

En İyisi İ k i Tekerleklisi 40

Bilim ve Gayda 44

Sol ve Sağ 49

II. Bölüm 53
Tarih
İ şe Yaramayan Deney 55
Uçuşun Öncüleri 62
Dalgalar 67
Rum Ateşi 71
Bilim N asıl Gerçek leşmez 75
Jodrell Bank Teleskopu 78
Zamanı Ölçmek 82
Kaza mı Kasıt m ı ? 85
Cavendish Laboratuvarı 88

III. Bölüm 95
Bilim ve Toplum
Trafik Kuralları 97
Şiir Bilim İ l işkisi 101
Haritacı Melvyn 107
Radyoaktif Serpinti ve Sağlık 11 O
Disko Sağırlığı -Aslında Hiç Var Olmamış Bir Tehlike 114
Savaşta Atom Enerjisi 1 17
Bilim ve Toplum 122

IV. Bölüm 129

Dünya, Güneş ve Yıldızlar


Büyük Mıknatıs 131
Vulcanus Şenliği 137
Güneş Saatleri Sadece Zamanı Göstermiyor 140
Başlangıca Dönüş 143
D ü nya Kadar Eski Bir Tehlike 146
Denizi Ekip Biçmek 150
Gezen Kıtalar 153

V. Bölüm 159
Dört İşlem
Sayılarla Oynamak 161
Rasgele Sayılar 165
Blaise Pascal ve Olasılık 168
H erkesin Bildiği Çarpı İşareti 173
Bilmeceler ve Paradokslar 176
Aritmetik Bilgisi 180

VI. Bölüm 185


Yaşayan Dünya
Sahildeki Yabancı 187
Burun Kıvrılamayacak Bir Duyu 19 1
Kalorileri Hesaplamak 197
Yapay ve Doğal Besin 20 1
Tıbbın Sesi 205
Beyindeki Elektrotlar 209
Alışkanlık Tiryakilik Olduğunda 213
Ot İyidir 216
Kanlı Bir Hikaye 219
İnsan ve Molekül 223
Dinozorların Sonu 230
Yii. Bölüm 235

İnsanlar
Dehanın İ lk İşaretleri 237

Borgiaların Zehirli Sanatı 240

Kafa Adamı 244

Doktor Livingstone 247

Elektrikli Sandalye 250

John Dee ve Donanma 254

Wittgenstein'a Ders Verdim 257

VIII. Bölüm 259

Bazı Tuhaflıklar
Tanrısal Geometri 261

Bilimsel Yeraltı A raştırması 267

Gün I şığında Yıldızlar 272

Büyülü H ava 276

Azalan Verim 279

Bulanık Kristal 284

Gerçek ve Kurgu 287

Bilim ve Doğaüstü Olaylar 291


Ön söz

Bilim için pek çok şey söylenebilir: i lerleme aracı, akla d ayalı
etkinliklerin alanı, çevre ile ilgili felaketleri yaratan etken, tekno­
lojinin ortağı. .. Çağımızın yenilik, refah ve iktidar ç ı lgınlığı, bilim­
sel uygulama ve çalışmal arın eğlenceli olabileceğini ve bu keyfin
engin bir bilgi veya yak ı n bir ilgi olmadan da paylaşılabileceğini
u nutturuyor. Bilim, doğanın derinliğine araştırılmasıdır; insanın
doğa ile etk ileşiminin sonucu demek olan uygarlaşma aslında ke­
yifli bir süreçtir.
Ancak bilim, insanların hayal gücünü, sporu n , siyasetin, ede­
biyatın veya tiyatron u n harekete geçirdiği biçimde nadire n h are­
kete geçirir. Bunun bir nedeni bilim adaml arın ı n kitle iletişim
araçlarından korkması ve görüşlerinin sansasyon e l bir biçimde
abartılmasını veya önemsiz şeyler gibi gösterilmesin i istememesi­
dir. Çoğu bilim adamı kitle iletişim araçları n a sırt çevirmiştir.
Onları kınayamayız, ancak zaman zaman o nların dünyasına gir­
mek i lgi çekicidir.
Tbe Clasgow Herald'ın editörleri, gazeteleri için haber ve ma­
kaleler yazmamı isteyerek bana gazetecil i k mesleği hakkında bir
şeyler öğrenme olanağı verdiler. Bu kitaptaki denemelerin çoğu
daha önce Tbe Clasgow Herald'da yayımlanan yazılara, bir kıs­
mı da Books and Bookmen için yazılan yazılara d ayanıyor. Her
iki yayın organının sahiplerine de, bu yazıların yeniden yayımlan­
malarına izin verdikleri için minnettarım.
Uzun yıllardan beri The Glasgow Herald'da düzenli olarak çi­
zen John Fleming bu kitap için yeni karikatürler çizdi. Nükteli ve
yalın çizimleri, konuyu sağlam bir biçimde kavradıkları için yal­
nızca birer süs değildir ve çoğu zaman belirli görüşleri aktarmak­
ta metinden daha başarılıdır.
Her ikimiz de metnin son haline getirilmesinde ve kitabın tasa­
rımında gösterdikleri özen ve beceri için Nevil l e Hankins'e, Vale­
rie Jones'a ve Terry Poole'a içten teşekkürlerimizi sunarız.

John Lenihan

II
Neden Böyle?
l. Bölüm

Neden Böyle?

Donma, Genleşme ve Ardından Sürtünme


Strathc lyde Ü niversitesi'nin Andersonların yeri olarak adlan­
dırıldığı günlerde, p rofesörlerinin birçoğu Thomson soyadı taşıdı­
ğından, Glasgow Ü n iversitesi'ne de bazen şaka yollu Thomsonla­
rın yeri deniyordu . 1 848-9 öğretim döneminde, William Thomson
(geleceğin Lord Kelvin 'i ) ve babası da dahil olmak üzere beş
Thomson vardı.
Wil liam'ın kardeşi J ames o günlerde henüz mühendislik profe­
sörü olmamıştı, ancak ü niversitedeki özel araştırmalarını sürdü­
rüyordu. Kış aylarında, ısı ile ilgili bazı kuramlar geliştirdi ve ba­
sıncın artmasının suyun donma noktasını düşüreceği sonucuna
vardı. Donma noktasını 1 °C değiştirmek için, bir santimetrekare­
ye yaklaşık 200 kilograml ı k bir kuvvet uygulamak gerektiğinden,
söz konusu etki çok belirgin değildi. Ancak o zamanlar Doğa Fel­
sefesi Profesörü olan Wil liam, b u hesapların doğru olup olmadı­
ğın ı anlamak için bazı deneyler yaptı.

3
Sağlam bir cam kap, buz ve su karışımı ile dolduruldu ve içine
bir termometre yerleştirildi. Karışımda hem buz hem de su var ol­
duğu sürece, termometrenin gösterdiği sıcaklık donma noktasına
eşit olacaktı. Düzeneğin üst kısmında yer alan bir piston, biraz gö­
zü pek bir biçimde aşağıya doğru itilerek kabın içindeki basınç ar­
tırılıyordu. Bereket cam kap parçalanmadı, ancak termometrenin
göstergesi belirgin bir biçimde düştü. Aşırı basınç serbest bırakıldı­
ğında da, termometreden okunan sıcaklık ilk değerine geri döndü.
Basınç uygulandığında donma noktasının düşmesi, suyun pek
çok tuhaf özelliğinden biridir ve donma sırasınd a meydana gelen
genleşme ile ilgilidir. Bu genleşme nedeniyle buz, sudan daha az
yoğundur. Yine bu yüzden, buzdağları uslu uslu dibe batmaz, yü­
zerler. Öte yandan, buzun suyun üzerinde yüzmesi yalnızca cur­
ling oyuncuları ve buz patencileri için değil, göl lerin dipten yuka­
rı doğru donması halinde kışın yaşama şansları olmayan balı klar
için de çok elverişlidir.
Kış sporlarının hepsi karın ve buzun kayganl ı k özel liğinden ya­
rarlanır. Bu özel l i k ancak yakın bir geçmişte tam olarak açıklana­
bildi. Yüzyılın başlarında, buz patenlerinin rahat bir biçimde ha­
reket etmesinin nedeninin, demir çubukların basıncının buzun
erime noktasını düşürmesi ve bu nedenle de buzun üst kısmının
erimesine yol açması olduğu i leri sürülmüştü. Böylece yüzeyde
ince bir su tabakası oluşuyor ve tabii ki bu tabaka paten geçtik­
ten sonra tekrar donuyord u .
Akla yakın görünen b u açıklama yarım yüzyıl boyunca ders k i­
taplarında yer aldı, oysa tamamen yanlıştı. Basit hesaplamalar,
ağır bir buz patencisinin bile erime noktasını bir derecenin onda
birinden daha fazla değiştirmediğini gösteriyor. Bununla birlikte,
hava (ve buz) sıcaklığı sıfırın çok altındayken, buz pateninin ol­
d ukça kolay yapıldığını h emen herkes bilir.
Yaklaşık 40 yıl önce, Cambridge'li fizikçi Dr. F. P. Bowden (C.
P. Snow'un romanlarında Francis Getliffe olarak geçer) , kayak
yapm aya gittiği Alplerde, yoğun kar yağışı nedeniyle birkaç gün
boyunca bir dağ kul übesinde mahsur kalmış, bu sırada düşünmek

4
...kar yağışı nedeniyle mahsur kaldığı bir dağ kulübesinde
düşünmek için bol zamanı olmuştu.

için de bol zamanı olmuştu . Onu dağ kulübesine getiren kayaklar,


-20°C'de çok rahat kaymışlardı, oysa bir fil bile bu sıcaklıktaki
buzu eritecek kadar basın ç yaratamazdı.
Bowden, ders kitaplarının yanlış olduğu ve kayakların kar üze­
rindeki rahat hareketin i n, sürtünmeden kaynaklanan ısının oluş­
turduğu ince bir su tabakası ile i lgili olması gerektiği sonucuna
vardı. B u ndan sonra, iş ile tatili birleştirdi ve bir d izi yaratıcı de­
ney yaparak Alplerde uzun süre kaldı.
Bu çalışma, bilim ve endüstride ilgi çekici uygulamalara öncü­
lük eden sürtünme ve yağlama konuları (günümüzde bu konular
triboloji adı verilen bir bilim dalınca i nceleniyor) üzerine geniş bir
araştırma yapılmasına neden oldu.
Kayakların kaymasının neden i gerçekten altlarındaki ince su
tabakası ise, karın kolayca erimediği çok düşük sıcaklıklarda, sür­
tünmenin artması gerekir. Bowden 'ın deneyleri gerçekten de böy­
le olduğun u ve çok soğuk karın (yaklaşık -60°C) üzerindeki sür­
tünmenin kuru kum üzerin deki sürtünmeye neredeyse eşit oldu­
ğunu gösterdi. Bu, kutup k aşiflerin i n hiç de yabancısı olduğu bir
şey değildi, belki de Kaptan Scott ve arkadaşları güney kutbun­
dan dönerken yaşamlarını bu nedenle yitirmişlerdi.

5
Bowden daha sonra, sürtünmeyi azaltmak için kullanılan ka­
yak mumu ve diğer maddelerl e ilgili araştırma yapmaya başladı.
PTFE (politetrafluoretilen, oldukça dayanıklı, beyaz bir plastik
madde) 'nin m umdan bile daha iyi olması gerektiği sonucuna var­
dı. Bu yargı, bazen ağırlıklar k u llanılarak, bazen de hız tutkunu
i nsanlarla yapılan hız ölçüm deneyleri ile doğrulandı.
Sonuçlar oldukça ikna ediciydi . Yakl aşık 64 kg ağırlığındaki
bir kayakçı, aşağı yukarı 2 1 0 metre uzunluğun daki fazl a dik ol­
mayan bir yamaçtan, geleneksel biçimde m u mlanmış kayaklarla
83 saniyede inerken, PTFE ile kaplanmış kayaklarla bu yolculuk
yalnızca 54 saniye sürüyordu. Bowden'ın b u buluşu o zamandan
bu yana kayakçılar arasında çok yaygın l aştı. Yüksek hızla iniş gi­
bi bazı özel yarışlarda, u sta kayakçılar geleneksel mumlama yön­
temini tercih edebilir, ancak çoğu amatör kayakçı için PTFE se­
vindirici bir gelişmedir. Bunun yanı sıra, ders kitapların ı n yanl ış
olabileceğini söyleyen yen i ve farklı görüşlere kayıtsız kalınama­
yacağını ve fiziğin eğlenceli olduğunu da göstermiştir.
İşitilmeyen Sesler

Bundan yaklaşık 40 yıl önce, sıcak b i r öğ·leden sonra, Durham


Üniversitesi Senatosu, öğTetim programını ve bil im sel derece ile
ilgili kuralları uyk udan ağı rlaşmış bir halde görüşü rken, sonradan
Canterbur:y Başpiskoposu olan İ lahiyat Profesörü Canon A. M.
Ramsey'in beklenmedik itirazı herkesi kendi ne getirdi .
Ramsey'in iti raz ettiği şey süpersonik (ses ü stü) dalgalarla ile il­
gili bir dersti. Kafası karışan bilim adam ları soru nun ne olduğ·unu
sordu lar. Ramsey bi lgece bir edayla yanıtladı, " Bu uygun bir söz­
cük değil. Doğru ifade h i per-akustiktir. " Bu yen i i fade, ü niversi­
ten i n akademik takvimlerine geçmediğ·i gibi sözlüklere de girme­
di. Sü personik ifadesi ise, gü nümüzün al ışılmş abartma eğil i m i n­
den payına düşeni alarak ultrason i k (işitim ötesi) hal i ne geldi.
İ nsan k ulağı tarafı ndan algılanamayacak kadar yüksek fre­
kanstaki seslerle ilgilenen bu teknoloj i ni n , tı pta ve endüstride
pek çok ilginç kullan ı m ı var. B u konuyla i l k kez, Viktorya dö­
n e m i n i n ciddi biyologlarından Francis Galton ilgi l e n d i . Yakla­
şık bir yüzyıl önce, çoğu i n san için 1 5.000 hertz c ivarı nda olan
i ş i t m e eşiği n i n çok üzerinde frekanslarda oldukça iyi ses ü reten,
pirinçten küçük bir d ü d ü k yaptı. Galton, bir basto n u n i ç i n e giz-

...en iyisi kedilerdi...

7
!ediği ve baston u n sapındaki lastik bir körüğü n ü flediği hava ile
öten düdüğü n ü k ul l anarak, h ayvanat bahçelerinde ve sokaklar­
da öze n l i deneyle r gerçekleştird i. Ü zerinde deney yapılan h ay­
van kulakları nı dikerse, büyük olasılıkla u ltrasonik sinyali du­
yabil iy or demekti . Galton , e n iyilerinin kediler old uğu , köpekle­
rin fena sayıl amayacağı, böceklerin ise hiç tepki vermediği so­
nucuna vardı.
Titanic'in 1 9 1 2' d e batması n dan sonra, s e s d algalarıyla buz­
d ağların ı saptamak için çalışmalar yapıldı. B u çalışmalar, ka­
ranlıkta veya sisli h avalarda görü lemeyen büyük nesnele ri n
varlığını ortaya çıkarmak için, sesin bi r yere çarpıp geri dönme
özell iğinden yararlanıyordu. Patlama sesleri ve başka yüksek
sesler kullanılarak yapılan ilk d eneylerd e pek başarı elde edile­
medi. Bunun ana nedeni, yansıyan sesin çok zayıf olması ve bir
gemide epey yüksek olan sürekli gürültüden kolayca ayırt edi­
lememesiydi . 1 9 1 7 yılında Fransız fizikçi Langevin, frekansı
işitme eşiği n i n üzerinde olan bir ses k u ll a nmanın daha iyi olaca­
ğını fark etti. Böyle bir ses, gem i n i n motorlarından kaynakl a­
nan parazitlerden ve den izdeki çeşitli gürültülerden e tk ilenme­
yecekti . K u l l andığı ses kaynağı, yıl larca Paris'teki b i r mağaza­
n ı n vitrin dekorasyonun da k u llanılmış, bol miktarda bulunan
b i r k ri stal d e n elde edilen bir k uvars parçasıydı. Uygun şekilde
kesil mi ş bir k uvars parçası piezoelektrik özell iği gösterir. Yani,
k ristale belli bir doğrultuda basın ç uygulandığı nda, buna dik
b i r d oğrultuda bir elektrik s i nyali oluşur. Bunun tersi de geçer­
l i d i r, kristale alte rnatif bir ger il i m uygu landığında kristal titreş­
m eye başlar. Kristali n büyüklüğü, doğal titreşim frekansı uygu­
l anan elektrik si nyal i n i n frekansına eşit olacak şekilde ayarla­
n ırsa, titreşimler çok büyük o labi l i r ve yoğ·un bir ses dalgası ve­
ya u ltrasonik dalga ü reti r. Kuvars ve benzeri birkaç madde, gü­
nümüzde d e u ltrasonik ses ü retmek için kullanılıyor. Benzer
özelliklere sah i p b i r kristal, u ltrasonik bir ses dalgası ile bom­
bardıman edildiği nde bir el ektrik sinyali ü re ten h assas bir mik ­
rofon olarak d a k u l!anılabilir.

8
U ltrasonik uygulamaların ı n pek çoğu iki olgudan yararlan ır.
İlki, ultrasonik bir ses dalgasının, iki maddeyi birbirinden ayıran
yüzeye ulaşı r ulaşmaz geri yansımasıdır. Bu etki, hem m ü hendis­
likte hem de tıpta kullan ı lan kusur dedektörün ü n temelini oluştu­
rur. Bir kuvars k ristali osilatöründen (alternatif akım ü reteci),
kal ı n bir metal levhaya uygulanan ultrasonik bir sinyal, normalde
levhanın içinden dosdoğru geçer. Ancak, metal levhanın içinde
bir çatlak, bir hava kabarcığı, bir cüru f (maden posası) veya baş­
ka bir kusur varsa, ultrasonik sinyalin bir k ısmı geri yansır ve ve­
ricinin yan ına yerleştirilen uygu n bir alıcı tarafından saptanabi lir.
Aynca, ilk ultrasonik titreşimi yolladı ktan sonra kristal, geri dö­
nen yankılan toplayan bir m ikrofon olarak da k u llanılabi lir.
Kafatasının bir tarafı ndan u ltrasonik bir sinyal yollandığında,
si nyalin büyük k ısmı diğer taraftan geri yansır ve kafatası içinde
orta hattaki anatomik yapılardan gelen algılanabilir bir yankı sap­
tanır. Bu test kimi zaman kaza geçiren insanlara uygulanır. Yan­
kı, iki kenar arasında yan yolda beklenen şekilde oluşmazsa, cer­
rah iç kanamanın beyni yerinden ittiği kuşkusuna kapılabilir. Bu
tekniğin daha karmaşık biçimi, özellikle gebelik sırası nda karın
bölgesini incelemek için kullan ılıyor.
U ltrasoniğin ikinci yararlı uygulaması da, hala tam olarak anla­
şılmayan , ancak kesinlikle çok etkili olan kavitasyon işlemidir. Bir
ses dalgası art arda meydana gelen sıkışma ve genişlemelerden
oluşur. Bir sıvı, sıkışmalara kolayl ıkla dayanabilir, ancak genişle­
me, yani basıncın şiddetli bir biçimde düşmesi, sıvının içinde bir
boşluk meydana gelmesine neden olur. Boşluk. buharla veya sıvı­
daki çözünmüş gazın ortaya çıkışıyla hemen doldurularak küçük
bir kabarcığa dönüşür. Bu kabarcık dağı ldığında şiddetli bir şok
dalgası meydana gelir ve açık etkilere yol açabilir. İster büyük is­
terse küçük olsun, mühendislikte k ullanılan parçalar, içinden u lt­
rasonik bir ses dalgasın ı n geçtiği bir sıvı banyosuna batırılarak
çok iyi temizlenebilir. Kavitasyon işleminden kaynaklanan sarsın­
tılar, metal yüzeylerdeki kirleri ovarak temizler ve başka herhan­
gi bir biçimde kolaylıkla sağlanamayacak bir temizlik sağlar.
Kavitasyon ve onunla ilgili işlemlerden cerrah lar da, çevre do­
k u lara zarar vermeden küçük bir bölgeyi yok etmeleri gerektiğin­
de yararlanır.
İşitilen melodiler (şair �John Keats'in dediği gibi) tatl ıdır, an­
cak işitilmeyenler daha tatlıdır. U ltrasonografi m ühendisi, gürül­
tü yaptığına dair şikayetlerle hiç karşılaşmaz, oysa kimsenin işite­
meyeceği seslerle pek çok yararlı şey yapabil ir .

10
Su, Su, Her Taraf Su

. . . ama içmek için bir damla bile yok . Eskiçağ denizcilerinin bu


şikayeti, yağı şların evlerde kullanmak için yeterli su kaynağı sağ­
l adığı ve fazlasının alkollü içki ü reti m inde k u ll anıldığı B ritanya
için geçerli olmasa da, dünyan ı n diğer bölgelerinde hala epeyce
yüksek sesle dile geti ri l iyor.
Eskiçağda şehirler, kullanıl abilir bir su kaynağının bulund uğu
yerlerde kuruluyordu . Art ı k daha u st aca planlanıyorlar ve çoğun­
lukla su kaynaklarının uzağında kuruluyorlar. Belki de suyu taşı­
mak insanları t aşımaktan daha kolay, ancak su gereksinimimiz
hızla artıyor ve su sıkıntısı günümüzde, d ü nyanı n pek çok bölge­
sinde ekonomik büyümeyi sınırl ayan en önemli etken.
Dünya yüzeyinin büyük kısmını kaplayan su ne yazı k ki içilemi­
yor. Küçük bir hayvan (bir çöl faresi) ile yapılan bir deneyde, hay­
van deniz suyu içmek zorunda bırakılmış ve zarar görmeden hayat­
ta kalmıştı. Oysa insan bunu başaramaz. Birazcık deniz suyu iç­
mek sağlığa zarar vermeyebilir, ancak sürekli deniz suyu içen biri
kısa sürede su kaybından ölür. Böbrekler böyle yoğun bir çözelti
ile baş edemez. İdrarı seyrelterek vücuttan atılabilecek duruma ge­
tirmek için, vücudun diğer organlarından su alınması gerekir .

. . . Britanya için ge<,·erli olmasa da ...

1 1
Deniz suyunun arıtılması çok da zor değildir. ..

Deniz suyunun arıtılması k u ramsal olarak çok da zor değildir,


ancak uygulamada sınırlı bir başarı elde edilmiştir. Suyun tuzdan
arınd ı rılması içi n b el l i bir miktarda enerji gerekir. Bu e nerji, de­
niz suyun daki tuzların çözünme ısısından az olmamalıdır. Normal
tuz (veya başka herhangi bir madde) suyun içinde çözündüğü n ­
de, dışarıya küçük miktarda b i r ısı verilir. N e yapılırsa yapılsın,
ayn ı m iktarda ısı geri veril meden tuzu sudan ayırmak olanaklı de­
ğildir. Deniz suyu için çözün m e ı sısı, gram başın a bir kalorinin
yaklaşık üçte ikisidir. (Burada kalori, bir gram suyun ısısını bir
santigrat derece yükseltmek için gereken ısı m iktarı anlamında­
dır. Bin kat daha büyük olan, besinlerin kalori değeri ile karıştı­
rılmamalıdır.) Deniz suyu bu kadar enerji harcanarak arıtılabil ­
seydi sorun kolayca çözüm lenirdi. Ne yazık k i uygulamada, bu işi
çok daha fazla enerji kull an m adan yapmanın etkili bir yolu yok .
Deniz suyunu arıtm anın yol larından biri damıtmak, yani kay­
natmak ve yabancı maddelerd e n arınan buharı yoğun laştırarak
saf su elde etmektir. Yaklaşık 400 yıl önce, Sir Richard Hawkins,
Amerika kıtasına yaptığı yolculuk sırasında içme suyu sağlamak
için, acemice yapılmış bir imbik kullanmıştı. Bu har çağın a gelin­
diğinde gemi m ü hendisleri daha gelişmiş cihazlar yapmaya başla­
dılar. Günümüzün büyük gemilerinde de genel likle d am ıtma do­
nanımı bulunur.
Suyu buharlaştırmak için büyük miktarda enerji (bir gram su
için yaklaşık 540 kalori) gerekir ve büyük çaplı k u l lanım için da-

12
mıtma işleminin çok pahalı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte,
deniz suyunu buharlaştırmada harcanan ısının b üyük bölüm ü,
buhar yoğu nlaşırken geri al ınır. Dolayı sıyla, daha az enerj i tüke­
ten bir damıtma cihazı tasarlamak olanak lı olabilir.
Bu konuda en başarılı örnek, büyük ölçüde East Kilbride'daki
( İskoçya'da bir kent) \\'eir Westgarth Limited'in ve Glasgow
Üniversitesi profesörlerinden R.S. Silver'ın çabaları ile geliştiri­
len, çok aşamalı, ani etkili damıtma yöntemidir. Bu yöntemde de­
niz suyu ısıtıl ı r ve alçak basınç altı n da tutulan büyük bir kaba ak­
tarılır. Suyun bir kısmı b uharlaşır ve kabın üst kısmına yerleşti­
ril miş borul arın üzerinde yoğunlaşır. Yoğ·un laşma sonucu elde
edilen saf su buradan bir toplama h u nisine damlar.
Buh arın yoğunlaşması ile ortaya çıkan buharlaşma gizli ısısı,
boru ların içinden c i hazın giriş ucuna akan deniz suyu tarafından
soğurulur. İ lk kapta kalan deniz suyu, yine alçak basın ç altında
tutu l an ve yeni bir buharlaşma işleminin gerçekleştiği ikinci bir
kaba aktarılır. Bu i ki n ci kapta da tatlı s u ü reti l i r ve denizden ge­
len suyun ısıtılmasına katkıda bulunulur . Bu işlem defalarca tek­
rarlanır. Arıtma işlemine tabi tutulan deniz suyu gittikçe soğur,
ancak bu sudan alınan ısının büyük kısmı yeni giren suya aktarı­
lır. Böylece cihaza giren suya, i l k buharlaşma aşamasının öncesin­
de yalnızca küçük bir m iktarda ek ısı veril mesi gerekir.
Bu tür bir cihaz, gram başına 50 kalori h atta daha bile az bir
enerji tüketimi ile su ü retir. Gereken ısı bir n ükleer reaktörden,
elektrik ü retiminin yan ü rü n ü olarak sağlanırsa b u işlem (her şe­
ye rağmen kuramsal olarak) daha çekici h al e getirilebilir. Bu, su­
suz ülkeler için de çok uygun bir seçenek olabilir.
Bazı bitkilerden teselli ve i l ham damıtmasının yanı sıra, deniz
suyunu daha içilebi l ir bir hale getirmesi ile i mbik, teknoloj i nin öv­
güye değer başarılarından biridir.
Diğer b i r yöntem de kaynatmak yerine basınç uygulayarak tu­
zu ayı rmaktır. Uygun bir maddeden (örneğin bir hayvanın idrar
k esesinden) yapılma bir zar bir kabın içine gerilir ve zarın bir ta­
rafı tuzlu suyla diğer tarafı da tatlı suyla doldurulursa, tatlı suyun

13
bir kısmı zarın içinden geçerek çözeltiye karışır. Kimyacılar bu
olguyu, suyu çözeltinin içine iten bir geçişme (ozmos) basıncı ile
açıklar. Bu deneyin başarı l ı ol ması için zarın yarı gec,·irgen olma­
sı gerekir. Saf suyun be l l i bir yönde akmasına izin vermeli, ancak
çözünmüş tuzların ters yönde geçmesine engel ol malıdır.
Peki, işlemi tersine çevirmek, yani deniz suyu na basınç uygu­
layarak suyun uygun bir zarın içinden diğ·er t arafa geçmesini
sağlamak olanakl ı mı? Bu olasılık yaklaşık 20 yıl önce, selüloz
asetat ın (saydam, yapay bir madde) deniz suyu !uzları için yarı
geç i rgen olduğu bulunduğunda, ciddi bir biçimde araştı rılmaya
başlandı.
İlk denemeler çok başarı lı değildi, çünkü işe yarar bir akış hızı
için gereken basınç uygulandığı nda zar parçalanıyordu. 1 960 yı­
l ı na geli ndiğinde, gelişmiş zarlar k u ll anılmaya başlandı ve bu
zarların uygun bir tatlı su akı ş hızı elde etmek için gerekli olan
yü ksek basınçlara (santimetrekareye yaklaşık 80 kilogram) da­
yan ması için yöntemler gel iştirildi.
Ters geçişme (işlem bu adla anılıyor) işleminde kullanılan tek
makine, deniz suyunu gereken bası nca ç ıkaran bir pompa oldu­
ğundan, çok fazla enerji harcamadan tatlı su ü retebilmesi gerekir.
Tahmini enerji tüketim i gram başına altı kaloridir. Bu enerjinin,
oldukça düşük bir verimle elde edilen elektrik enerjisi biçi minde
alınması gerektiğinden; ters geçişme yöntemi uygul amada, bir
n ük leer reaktörün atık ısısını kullanan çok aşamalı , ani etkili da­
mıtma işleminden daha ekonomik olmayabilir.
Kuramsal olarak, deniz suyunu dondurarak tuzu sudan ayır­
mak, kaynatarak ayırmak kadar kolay olmalıdır. Aslı nda, bu ku­
rama dayanan yarat ıcı bir yöntem de geliştirildi. Bu yöntemde,
tuzlu su, hava basıncının <;ok düşük bi r düzeyde tutulduğu bir
tankın içine püskürtülür. Suyun bir böl ümü, (düşük basınç nede­
niyle) buharlaşırken püskürtülen suyun geri kalanı ndan ısı alır.
Böylece, ısı veren su kısmen buza dönüşür. Bu yolla oluşan buz
k ristal leri herhangi bir çözünmüş tuz içermez ve tatlı su ile "yı­
kamlıktan " sonra saf su elde etmek için eritilebilir.

14
İstenmeyen tuzların elektroliz yoluyla sudan ayrışt ı rı ldığı
elekt rodiyaliz yöntemi ile de başarılı sonuçlar elde edildi. Sodyum
klorür (sofra t uz u) deniz suyunda elektriksel olarak yüklü atom­
lar yani iyonlar halinde bulunur. Sodyum klorürdeki sodyum (ar­
tı yüklü) ve klor (eksi yü klü) iyonları n ı n mi ktarı birbirine eşittir.
Bir tuz çözeltisi, bir elektrik kaynağı nın zıt uçlarına bağlı iki
elektrotu n (diğer bir deyişle m etalden veya karbondan yapılma
iki çu buğu n ) bulunduğu bir kaba koyulursa, artı yüklü sodyum
iyonları eksi elektrota, eksi yüklü klor iyonları da artı elektrota
doğru hareket eder. Eksi e lektrotun önüne artı yüklü iyonlar için
yarı geçirgen bir zar, artı elekrotun önüne de eksi yü klü iyonlar
için yarı geçirgen bir zar yerleştirdiğimizi farz edel i m . Sodyum ve
klor iyonları zarların içinden geçer ve iki zarın arasında çok geç­
meden hiç tuz içermeyen saf su kalır. Uygulamada bu işlem çok
d aha karmaşıktır, çünkü (uygun bir maliyet için) çok sayıda zar
kullanmak gereki r, ancak çalışma i lkesi değişmez.
Su ne kadar değerl i ? Britanya'da insanlar bol su k ullanmaya
al ışıklar ve binlerce galon (bir galon yaklaşık 4,5 l itre) su için ne­
redeyse yalnızca penilerle (bir peni sterlinin yüzde birid ir) i fade
edilen ücretler ödüyorlar. Bu mükemmel düzen karmaşık bir
nükleer damıt ma yöntemi il e sağhn ıyor. Güneşin nükleer enerj i ­
si, deniz suyunu buharlaştırıyor v e arıtılmış bir halde, yağmur
olarak geri veriyor. İ nsan yapımı projeler, kendiliğinden gerçek­
leşen bu işlemle mali açıdan boy ölçüşemez ve böyle projelerin ba­
şarısı da ürünün m aliyetine bağl ıdır.
Kuveyt'e kamyonlarla su taşınmasının ve galonu yaklaşık on
pe niye satıl masının üzerinden henüz çok zaman geçmedi. 1 9 70'e
gelind iğinde, l 000 galon için 1 sterlinin altında bir maliyetle, gün­
de yak laşık 2 0 milyon galon su sağlayan damıtma tesisleri kurul­
du. Bu, Kuveyt ve diğer bazı Ortadoğu ülkeleri için kabul edile­
bilir bir maliyettir. Ancak yine de, büyük çaplı endüst riyel ve ev­
sel kullanım için bir hayli yüksektir. Çok pahalı old uğu halde alı­
cı bu lan özel tarımsal ü rünler dışında, tarımsal kullanım içinse hiç
uygun değild ir.

15
N ükl eer enerj i ve su teknolojisi çölleri yemyeşil yapamaz. So­
run, doğanın cömertçe sunduğu pek çok şey gibi suyun da çok
dengesiz bir biçimde dağılmış olması. A ncak bu zamana dek kim­
se, Tan rı 'nın çabaların ı önemli ölçüde geliştirecek gerçekçi görüş­
ler ortaya koyamad ı .

16
Aynanın Diğer Tarafı

A nlatılanlara bakılırsa, fen bi lgisi öğretmenleri nin, örnekleri n i


gün l ük hayattan değil de ders kitapları ndan ald ığı o geçmiş kötü
günlerde, aynada elde edilen ters görüntü, derslerde ve sınavlar­
da çokça üzerinde d urul an bi r konuymuş.
Sınavlarda öğre ncilerden, bir nesnenin sol tarafının, aynada
nasıl sağ tarafı gibi göründüğün ü açıklam aları isteniyormuş. As­
lında bu soruya yıl l ar boyu nca çeşitli yanıtlar veri l mişti ve konuy­
l a i lgilenenlerin çoğu, soru n u n barındırdığı mantık dışı şeylere
kafa yormamıştı.
Optik yasalarının yatay ve dikey doğrultuda değişmeyeceğin i
kabul etmek akla yakın b i r şey olduğundan, zeki bir çocuk çıkıp,
aynadaki görüntü n ü n neden baş aşağı ol madığın ı da sorabi l i rdi
pekala. Sadece birkaç cüretkar ders kitabı, ayn ada elde edilen
ters görü ntün ü n bir aldan ma olduğu n u kabu l etmeye yanaştı, oy­
sa kuşaklar boyunca öğrencilere bunun gerçek olduğu öğretildi.
Bu aldan mayı ortadan kaldırmak için aynadaki görüntü ile ne
demek istediğimizi düşünmemiz gerekiyor. Işık sert bir yüzeye,
örneğin bir duvara çarptığın da, büyük bir kısmı soğurulur (ve so­
n unda da ısıya dön üştürülür), geri kalanı ise, belir li bi r doğrultu­
da olmasa da, yansıtılır. Çok parlak bir yüzey, örneğin bir ayna
i se, ışığın çok az bir kısmını soğurur ve geri kalanını yansıtır.
Yansıma, duvarla karşılaştırıldığında daha düzenlidir.

Aynanın diğer tarafı.

17
Bir aynanın önünde küçük bir ışık k aynağı, örneğin küçük bi r
ampul olduğunu düşü n ü n . Işık k aynağwdan aynaya doğru, ışığın
yayıldığı pek çok yönden yal nızca ikisini gösteren çizgile r (veya
ışınlar) çizin. Bu ışınların her biri geri yansıtılır. Bir aynanın
önemli özell iği, yansım an ı n simetrik olması, başka bir deyişle,
yansıtılan ışının ayna ile yaptığı açının gelen ışının ayna ile yaptı­
ğı açıya eşit olmasıdır. Bu nedenle, yansıyan iki ışın (aynanın kar­
şısından bakan birine) ampulün görüntüsünün oluştuğu yerden,
yan i aynan ı n arkasından bir yerden geliyorm uş gibi görünür.
Eukleides geometrisi konusunda bilgisi olanl ar için, bir şey ayna­
nın ne kadar uzağ·ındaysa, görüntüsünün de ayn anın o kadar ge­
risi nde olacağını açıklamak güç değildir.
Şimdi daha karmaşık bir şeyi ele alalım . Bir kağıt parçasın a bir
sözcük yazın, ayn aya doğru tutu n ve nasıl bir görü ntünün oluştu­
ğuna bakı n . Sözcük tersten yazılmış gibi görün ür ve okumak ko­
l ay olmaz. Bu değişik l iğin aslında ayna ile bir ilgisi yok . Ü zerine
sözcük yazdığınız kağıdı aynaya doğru tutarken 1 80° çevirdiğini­
zi u n utmayın . Görüntünün ters görünmesinin nedeni budur. Da­
ha önce yazdığ·ınız sözcüğü bu kez saydam bir kağıda yazın ve
kağıdı çevirmeden (sözcük size bakacak biçim d e) aynaya tutun;
aynada görünen sözcüğün yazdığınız sözcükle tıpatıp aynı oldu­
ğu nu göreceksiniz.

B i r �ey aynanın ne kadar uzağındaysa görüntüsü de aynanın


o kadar gerisindedir.

18
Yine de, aynanın önünde kravat bağlamaya çal ışan insanlar,
aynadaki görüntüde sağ ve sol taraf yer değiştirdiği için işin zor­
laştığından yak ınabilir. Gerçekte olan şey bu deği l.
Bir şey aynanın ne kadar uzağındaysa, ayn adaki görüntüsünün
de o kadar geride o ld uğunu görmüştük. Bir boy aynasının önün­
de durun ve görüntünün nasıl oluştuğuna bakın. Burun, çene ve
ayak uçları (varsa kolunuzdaki saat) aynaya en yakın şeylerd i r ve
bu yüzden, ters tarafta da olsa, görüntüleri de aynaya en yakın­
dır. Kulaklar ve kollar biraz d aha geridedir ve görü ntüleri de bu­
nunla bağlantılı olarak aynadan daha uzakt ı r. Sol elinizi kal d ı ra­
cak olursanız, aynada sol el inizin tam karşısında görünen e l de
kal k acaktır. Sağ elinizde bir yüzük varsa, yüzüğün görü ntüsü yü­
züğün tam karşısındaki bir noktada görünecektir.
Öyleyse neden sağ ve sol tarafların yer değiştirdiğini düşünü­
yoru z ? Aynanın kuzeye bakan bir duvarda olduğunu düşünelim .
Yüzünüz aynaya dönük d u rd uğunuzda, başınızın arkasından
burnunuzun ucuna doğTu çizilen bir çizgi k uzeyden güneye doğ­
ru uzanır. Oysa aynadaki görü ntü nüzde başınızın arkası ndan
burnunuzun ucuna doğru çizilen bir çizgi güneyden kuzeye doğ-
ru uzanır.
Yansımanın yaptığı şey aslında, aynaya dik bir çizgi üzerinde
yer alan noktaların görel i konumları n ı ters çevi rmektir. Burnun
yüzü n ön tarafında bulunduğu herkesce bilindiğinden, gözlerimiz
ve beynimiz, görüntüyü, aynanın önündeki cisime karşı taraftan
bakan bir insanmış gibi algılar. İki insanın el sıkışırken birbirleri­
ne sağ ellerini çaprazlama uzattığı düşünülürse bu yanılsama da­
ha iyi an laşıl ı r. Oysa aynadaki görü n tü n üzle el sıkışmak isted iği­
nizde bunu yapmanız gerekmez; sadece sağ elinizi kaldırmanız ve
aynaya yapıştırmanız yetecektir, görüntüdeki elin her noktada
elinizle k avuştuğunu göreceksiniz.

l'J
İnsan Döşemeye Karşı

Neden döşemenin içinden aşağı düşmüyoruz ? Bu ciddi soru­


n u n araştırılması, bilim, m ühendislik ve tarih ile ilgili pek çok il­
ginç konuya yol gösterdi. ':'
Hikaye 1 687 yılında, lsaac Newton 'un, etki ve tepkinin birbiri­
ne eşit ve zıt yön l ü olduğun u i leri sürmesi ile başlıyor. 76 kg ağır­
l ığındaki bir insanın tahta bir döşemenin üzerinde durduğunu dü­
şünelim; bu i nsan bastığı yere yaklaşık 745 nevtonluk bir kuvvet
uygular. Kahramanımızın alt kata düşmemesinin nedeni, döşeme­
nin de tam tamına aynı kuvveti, ayak tabanlarına, yukarı doğru
uygulamasıdır. Peki neden döşeme böyle saldırgan davranıyor?
Bir tahta parçasının normalde insanları sağa sola itme veya fark
edilebilir herhangi bir basın ç uygulama gibi bir becerisi yoktur.
Newton 'u n ü n l ü yasasındaki tepki kuvveti, kuramsal olarak
bütün maddelerin elastik olmasına, d iğer bir deyişle tamamen ka­
tı (esnemez) olmamasına dayan ıyor. Herhangi bir malzemeye uy­
gulanan bir yük, bir biçim değişikliğine neden olur. Malzeme bu­
na doğal esnekliği ile karşı koyar. Ü zerine yük uygulanan nesne­
yi, yükten önceki durumuna dönmeye yönelten tepki kuvveti, bi­
ç i m değişikliğinin büyüklüğüne bağlıdır. Döşeme tahtaları, tepki
kuvveti yükü n uygul adığı kuvvete eşit olana dek esner.
Sabit yapılar, çok küçük biçim değişikliklerinde büyük tepki
kuvvetleri verebilen m alzemelerden yapılmalıdır. Bir duvara yas­
landığınızda, duvar ancak bir santimetren i n birkaç m ilyonda biri
kadar sıkışır. Oysa örneğin Forth Road Köprüsü 'nü n (İskoçya'da
Forth Körfezi üzerindeki bir köprü) çelik halatları, köprü nün ve
taşıt trafiğin i n yük ü n ü taşırken, sürekli olarak geril iyor ve normal
uzunluklarının (yaklaşık 3 km) 3 metre üzerine çıkıyor.
Yapılar, üretildikleri malzemeler sıkışma (örneğin döşeme tah­
taları) veya geril m e (örneğin köprü n ü n çelik halatları) altında
olacak biçimde tasarlanabilir. Yaygın olarak kullanılan i nşaat
malzemelerinden biri olan taş, sıkışmaya dayanıklı ancak gerilme-

,,, J . E . Goı·don 1968 Thc Ncw Scicrıce of'Strorıg ıHaıcria/s (Yeni Dayanıklı Malzeme
Bilimi) '(Harınondswoı·th : Pcnguin ) .

20
ye d ayanıksızdır. Bu nedenle ortaçağ m imarları, katedrallerde ve
saraylarda kullandıkları taşların sıkışmalarına, fakat asla gerilme­
melerine dikkat ederlerdi. Taş köprü kemeri bu ilkenin uygulan­
masına iyi bir örnektir. Kemeri ol uşturan kama şeklindeki (bir ta­
rafı dar diğer tarafı geniş) taşlar, her iki yan larındaki diğer taşlar
ve üstlerindeki moloz ve toprak dolgu yol tarafından sıkıştırı lır.
Gereken sıkıştırmayı sağlamak için, Gotik katedraller çoğunluk­
la payandalar tarafından desteklenmek zorundaydı; kimi zaman
sıkıştırma çok kuvvetli olurdu ve yıkılmayı önlemek için iç duvar­
ların aralarına istinat kemerleri veya ters kemerler yerleştirmek
gerekirdi. Kereste gerilmeye çok dayanıklıdır, ancak aynı d aya­
nık lılıkta bağlantılar yapmanın güçlüğü nedeniyle, bu malzeme­
den geçmişte tam olarak yararlanı l amamıştır.
Eski Yunanlılar kemer yerine kiriş ve sütun kullanmayı tercih
ediyordu . Parthenon ve diğer Dor düzeni tapınakları aslında ah­
şap yapı tekniğinin uygulandığı mermer yapılard ır. Mermer geril ­
m eye karşı fazl a dayanıklı olmadığından , iki sütun arasında kulla­
nılan parçaların uzunluğu 2,4 metreyi nadiren aşıyordu. t\kropo­
lisin girişinin ise yaklaşık 6 metre genişliği nde olması gerekiyor­
d u . Mimar, mermerde açı lan oluklara çimen to i l e kalı n demir çu­
buklar tutturarak bu sorunu çözmüştü. Sağlamlaştırma konusun­
daki sonraki denemeler, su sızıntısı ve bunun sonucunda da meta­
l i n paslanması nedeniyle çoğun l ukla başarısızlıkla sonuçlandı.
1 850'li yı l larda, betonun içine yerleştirilen demirin tehlike ya­
ratacak kadar pas/anmadığı keşfedildi. Beton ne yazık ki, gerilme
ya da eğilme söz konusu olduğu nda zayıf bir malzemedir ve yan­
lış yükleni rse tehlikeli biçimde çatlama olasılığı yüksektir. Bu so­
runun çözümü, destek çubuklarını beton dök ü l ü rken gerilm e al­
tında tutmaktır. Böylece beton s ürekli bir sıkışma altında olur.
Ön geril m e li beton l 890'da geliştirildi, ancak yaygın olarak kul­
lanılmaya yeni yeni başland ı.
Küçük yapı lar iç i n kereste m ü k e m m e l b i r malzemedir. Liflerin­
deki hücre duvarları, sıkışma altında oldukça kolay parçalanır.
Çivi ve vidaların başarıl ı sonuç vermesinin nedeni budur.

21
nımpımmınııımııısmııırnuıa:ııtı@ııwıı5&iJtlmwrmııtıırrmıraını!PrnJUmınıtıınırnıpJmı@M

Eski Yunanlılar ... kiriş ve sütun kullanmayı tercih ediyordu.

Büyük yapılarda tasarımcı, yapıya etki eden bütün sıkışma ve


geril m e kuvvetlerini her zaman kesin olarak tahm in edemez. De­
mir, çelik ve betonarme hem sıkışmaya hem de gerilmeye daya­
nıklı olduklarından çok yararlı malzemelerdir. Ancak ne yazık
ki, k ı rı l m a veya parçalan ma dirençleri, basit ve güven i lir hesap­
l arın ortaya koyduğu değerlerin epey altı ndadır. Örneğin kimi
zaman çeliğin gerçek dayanıklıl ığı kuramsal değerin ancak
0/tı l O'udur. Diğer pek çok yaygın malzeme için söz konusu değer
% 1 'den daha azdır. Aradaki bu fark, ince tel h aline getirilmiş bir
malzemenin topak h alinde olduğu ndan kat kat daha d ayanıklı ol­
m ası ile açıklanabil ir. Cam bir çubuğu n gerildiğini düşünelim;
geri l m e santimetre kareye 1 7 k N 'a u laştığında çubuk kırı lır, oysa
çok ince bir cam lifi bu gerilmenin yaklaşık l 00 katı fazl asına da­
yanabilir. Bu konudaki çalışmaların öncülerinden biri olan A. A.
Griffiths, yakl aşık 60 yı l önce, en son noktada, tek bir atom zin­
cirinin ya hesaplamalarla ortaya koyu lan dayanıkl ılığı gösterme­
si veya hiçbir dayanıklılık göstermemesi gerektiği için, ince lifle­
rin büyük dayanıklılığı n ı n o kadar da gizemli bi r şey olmadığına
d i k kat çekti. Asıl soru daha kal ı n malzemelerin neden bu kadar
zayıf olduğudur.
Bir inçin (2,54cm) binde birinden daha ince bir cam lif, hangi
d ayanıklılık testleri uygulanırsa uygulansın, çelik kadar dayanı k­
lıdır. Bunun nedeni ne ince olması ne de cam olmasıdır. Asıl ne­
den pürüzsüz olmasıdır.
... büyük bir gerilme uygulanma<lığı sürece.

Çoğu m alzemenin dayanı ksızlığının nedeni, yapısındaki çatlak­


lar ve bu çatlakların gerilme altında hızla yayı l masıdır. Bir tuğla­
nın içi hava boşlu kları ile dol udur ve benzer şekilde dökme demir,
ne kadar dikkat edilirse edilsin, hava boşlukları ile aynı etkiyi ya­
ratan pek çok grafit damarı barındırır. Bazı malzemelerde çatlak­
lar atom boyutunda olabilir.
Yapısındaki çatlaklar giderilebilirse her türlü madde çok daya­
nıklı olabilir. Çıplak gözle bakıldığ·ında üzerinde hiçbir çatlak gö­
rülmeyen bir m alzeme mikroskopla incelendiğinde birçok çatlağa
rastlanır. Kuvvet uygulandığında i nce lifler, biçimlerini koruyup
yırtıl maz, genellikle eğilirler. Yüzeyi i nce bir lif kadar esnek hale
g·etirilebilseydi, kalın bir cam çubuk da lif kadar d ayanık l ı olurd u.
Kırı lgan bir malzemenin, örneğin camın m ekanik özellikleri,
büyük bir gerilme uygulanmadığı sürece oldukça iyidir. Bir şarap
kadehi veya bir ayna, ciddi bir hasarı yoksa sonsuza dek d ayanır.
Oysa yere düşürdüğünüzde, yüzeylerinde bul u nan küçük çatlak­
ların genişleyip patlarcasına yayıl masıyla param parça olurlar.
Yine de, çekme geril mesi yerine sıkışma gerilmesi altında tutu­
l arak k ı rı lgan m alzemelerden yararlanıl abilir. Modern otomobil ­
lerin ö n camlarında yaygı n olarak kullan ıl an sertleşti rilmiş cam

23
bu yönteme bir örnek olarak verilebilir. Yum uşayana kadar ısıtı­
l an ancak erimeyen bir cam tabakası soğuk hava püskürtülerek
soğutulur. Cam ısıyı iyi ilet mediğinden, başlangıçta tabakanın dış
kısmı iç kısmından daha fazla büzülür. Dış kısmın sertleşmesin­
den sonra, iç kısım büzülmeye devam eder. Soğutma işlemi bitti­
ğinde, dış kısım sıkışma altındayken iç kısım geril m e altındadır.
B u nedenle dış katman, sıradan bir cam tabakası nı çatlatacak kü­
çük darbelere dayanabilir. Buna rağmen dış katmanda oluşan bir
çatlak, büyük bir hızla yayıl arak, bütün camın binlerce küçük
saydam olmayan parçaya ayrılarak kırıl masına yol açar.
Camdaki gerilme desenleri kutuplanmış (polarılmış) ışık altın­
d a görünür hale gelir. Özellikle güneş ufuk çizgisine yakınken,
bulutsuz bir gökyüzünden gelen ışık kısmen kutu plan m ış oldu­
ğundan, bu desenler çoğunlukla herhangi bir özel alet olmadan da
görü lebilir. Camı n soğutulm ası sırasında püskü rtülen havanın bir
otomobilin ön camında m eydana getirdiği ışık ve gölge dalgalan­
malarını görmek için doğru açıyla bakmak gerekir.
Camın pek çok özelliği, kendine has fiziksel yapısı ile ilgilidir.
Metaller, atom l arı düzenli sıralar ve sütunlar halinde olan kristal
yapılı katılardır. Metallerin bu özelliği, x-ışını ile yapılan krista­
lografi (kristal haldeki maddeleri inceleyen bilim d al ı ) deneyleriy­
le anlaşılmıştır.
Sesin frekansı, birbirini izleyen tahtalardan gelen yansımalar
arasındak i süre, güçlendirm e i çin uygu n olacak biçimde ayarla­
nırsa, bir bahçe çitinden bile kimi zaman iyi bir yankı elde edile­
bilir. Benzer biçimde, bir cismi bir x-ışın ı n ı n önüne yerleştirerek
ve ışının nasıl dağıldığını gözleyerek, o cismin atomlarının düzen­
lenişi konusunda bilgi alınabilir.
Camı n x-ışını ile incelenmesi atom ları n , beklendiği üzere kris­
tal yapıdaki bir katının atomları gibi düzenli değil, bir sıvın ı n
atomları gibi düzensiz b i r biçimde sıralandığını ortaya koyuyor.
Cam aslında ağdalılığı (akm aya karşı direnci) çok yüksek bir sı­
vıdır. Çoğu sıvı, donma noktasının birkaç derece altına kadar so­
ğutulduğunda kristalleşir. Cam, az bulunur yükseklikteki ağdalı-

24
lığı nedeniyle o kadar ağır hareket eder ki , molekül ler kendilerini
kristalleşme için gereken modelde düzenleyemezler. Bu nedenle,
eriyen cam soğuduğunda, bir katı gibi görün mesine ve bu hissi
yaratmasına karşın, sıvı halin bütün özelliklerini korur.
Eritilmiş şeker biraz hızlı bir biçimde soğutulduğunda, katıla­
şarak, deneysel amaçlar açısından çok yararlı bir çeşit cama (bil­
diğimiz karamelaya) dönüşür. Karamelayı dikkatli bir biçimde,
yavaş yavaş eğerek ikiye katlayabili rsiniz, ancak bir çekiçle vur­
duğunuzda veya bir masanı n kenarına çarptığınızda, birdenbire
kırılır. Zift ve bazı plastikler de dahil olmak üzere sert m addele­
rin çoğu, aynı şekilde tepki verir. Bu tür malzemelere yavaş yavaş
gerilme uygulandığında, malzemeler gerilme uygul an an noktadan
akarak uzakl aştıkları ndan gerilmeyi azaltırlar; oysa sert bir vuru­
şun yol açtığı çatlak, p l astik akışla dağıtılamayacak kadar çabuk
büyür.
Cam kimi zaman, özellikle de çok eskiyse kristall eşir; yani
atomlar kendilerini düzenli bir sıraya sokmak için bol zaman bul­
muştur. Kristalleşmiş (veya yarı saydam h al e getiril miş) cam da­
yanıksızdır, kristal sınırları boyunca kırılma eğilimi gösterir.

25
Sıcak ve Soğuk

Talleyrand, anlaml ı bir sohbet yapacak kadar yakından tanı­


madığı biriyle karşılaştığında, konuşmaya "Nerede o eski gün­
l er ? " sorusuyla başlarmış. Bu soru ile birlikte hatıralar ve şikayet­
ler ortaya döküldüğünden, karşısındaki kişiyi tanım a fırsatı yaka­
lar ve sohbetin koyulaşması için sağlam bir temel oluştururmuş.
Fizikçi ve romancı Lord Snow da, bu iki farklı kimlik arasında
gidip gelirken değişik yöntemler gelişti rmişti . Akşam yemeğ-inde
yanında oturan kişiye k ibarca dön üp soruyordu : "Termodinami­
ğin ikinci yasası ile i lgili neler biliyorsunu z ? " Son günlerde, (bel­
k i genç hanımların bilimsel konularda daha b i lgili hale gel m esi,
ancak büyük olasıl ı kla da ev sahibelerinin daha kurnaz olmaları
nedeniyle) bu soruyu n ü kleik asitlerle ilgili bir soruyla değiştir­
mesi tembih ediliyor.
Termodinamik, seçkin toplulukl arın dışında da sohbet açmak
için işe yarar bir konu olmaya devam ediyor. Geçen gün bir grup
felsefeci, öğle yemeği ile öğ·leden sonraki topl antı arasında kavhe
içip dinlenirken bu konu yi ne ortaya çıktı. Felsefecilerden biri
m utlak sı fı r sıcaklığının bir açıklam ası olup olmad ığını sordu. İ h­
tiyatlı bir meslektaşı, öncelikle sıcaklığın tanım lanıp tanımlana­
mayacağın ı sorarak karşılık verdi. Bir çırpıda önerilen tanı mların
birkaçı "Isı ölçüsü ", " Moleküllerin kinetik enerjisi" ve "Yaln ızca

Termodinamiğin ikinci yasası hakkında ne biliyorsunuz?

26
soyut bir kavram" biçimindeydi . Kökleri ilkel teknolojide olan ve
dalları termodinamiğin gen iş sahasına giren sıcaklık kavramı söz
konusu olduğunda, bunların hepsi de oldukça akla uygundur.
Bilimin gelişmesi için hammadde oluşturan soyut kavramlar
daima gözleme dayanır. Sıcaklık kavramı (ki bu ısı ile aynı şey de­
ğildir) eskiçağda da yaygın olarak biliniyordu. 2300 yıl önce Aris­
toteles, bütün maddeleri n , sıcak, soğuk, nemli ve kuru sıfatları ile
tanımlanan dört farklı niteliğe değişik oranlarda sahip olduğunu
i leri sürmüştü. Simyacılar, hekimler ve filozoflar, kuramlarını sa­
yılarla i fade etmek için hiçbir birim veya ölçüm sistemleri olmadı­
ğı halde, bu sın ı flandırmayı pek çok açıdan yararlı bulmuşlard ı .
G al i l eo k i m i lerince termometre n in m ucidi olarak kabul edilir,
oysa 1 592 yılında tasarladığı alet bugün neredeyse hiç bilinmi­
yor. Arkadaşı Benedetto Castelli'nin yıllar sonraki anlatımına
bak ı lı rsa :

Küçük bir tavuk yum urtası na benzeyen bir haznesi olan, bir
saman çöpü çapında ve yaklaşık iki karış uzunluğunda camdan
bir boru yaptı: hazneyi ellerin in içinde ısıttı ve ters çevirerek bo­
ruyu su dolu bir kabın içine soktu; hazne soğudukça su borunun
içinde yükseldi. Bu, sıcaklığın ve soğukluğun derecelerini araştır­
mak i ç i n kullandığı bir alettti.

Galileo'nun sıcaklık d eğişiklik göstergesi, havanı n ısındığı


zaman genleşmesi, soğud uğu zaman da büzülmesi gözle m ine
d ayanıyord u .
S u , modern b i r termometredeki cıva gibi davranmıyordu, yal­
nızca cam hazne içindeki havanın genişlemesini ve büzülmesin i
gösterme işine yarıyordu. Önceden ısıtma, s u düzeyindeki deği­
şikliği kolayca görülebilecek hale getirmek için uygulanan bir
yöntemdi.
Büyük olasılıkla, termometreyi işe yarar bir hale getiren i l k ki­
şi, 1 6 1 2 'den 1 624 'e dek Padova Ü niversitesi'nde tıp profesörü
olan Sanctori us'tur. O, bir hastanı n ateşini ölçen ve bir termomet-

27
ren i n hastalığın teşhisi ve tedavisi için yararlı b ilgiler sağlayabi le­
ceğin i fark eden ilk hekimdi.
1 64 1 yılında Toscana Grandükü fI. Ferdinando, termometre
tasarımını önemli ölçüde geliştirdi . Atmosfer basıncındaki deği­
şikliklerden etkilenmeyen ilk termometre olan bu alet, havanın
genişlemesi yerine bir sıvı n ı n genişlemesini kullanıyordu. Uzun,
dar bir borun u n cam haznesi renklendirilmiş alkolle dolduru l muş
ve boru nun ü st kısmı sıkı bir biçimde kapatılmıştı .
İ l k termometrelerin bazılarında, sıcaklık ve soğukluk derecele­
ri ni gösteren sayılar veya işaretler bulunan ölçekler vardı. Mag­
deburg' un becerikli belediye başkanı Otto von Guericke, 6 metre
uzun l uğunda göşterişli bir termometre yapmıştı. Al kol genleşir­
ken veya büzülürken bir şamandırayı hareket ettiriyor, şamandı­
raya bağlı bir melek figürü de, havanı n duru m u na göre, "çok sı­
cak"tan " çok soğuk "a kadar sıralanan değerleri gösteriyordu .
Ferdinando'nun termometrelerinden b iri Robert Boyle'a dek
ulaştı. Boyle'un bu konudak i düşüncesi şöyleydi : " Soğuğu ölçmek
için bir ölçütü m üz yok. Bilinen araçlar havanın göreceli soğuklu­
ğundan başka bir şey göstermiyor." Boyle'un bir termometre üze­
rinde altı tane nokta tanı mlama çabaları pek başarılı olmadı, an­
cak 1 694 yıl ında Padova Üniversitesi matematikçilerinden Carlo
Renal di ni önemli bir gelişme k aydetti. Renaldini, buzun erim e
n oktası ile suyun kaynama noktası nın ölçüt olarak kullanılması ve
aralarındaki mesafe n i n termometre üzerinde on ikiye bölünmesi
gerektiğini öne sürdü. Bu sağlam bir düşünceydi, ancak uzun yıl­
l a r üzerinde duru l madı.
O n sekizinci yüzyılın başlarında, Daniel Fahrenheit i lk güveni­
l i r cıvalı termometreyi yaptı. Britanyalıların gün ü müzde de kul­
landığı ölçeğinde, buzun erime noktası 32 dereceye yerleştiri lmiş­
ti, normal vücut sıcaklığı da 96 derecedeyd i. En üst nokta sonra­
dan suyun kaynama noktası i l e 2 1 2 derece o larak belirlendi.
Tutucu Britanyalılar çoğun l ukla, k i logram, santimetre ve
Fransızlara özgü diğer terslikler gibi santigrat ölçüsünü de disip­
l i nsiz Fransızları n d ü-şü n ü p bu lduğu na i nanır. Oysa, buzun erime

'.28
noktası ile suyun kaynama noktası arasında 1 00 derecelik bir sı­
caklık ölçüsü düşün cesi, 1 742 yıl ı nd a İ sveçli gökbilimci Anders
Celsius tarafından önerilmişti.
Termometre basit bir alet gibi görünse de, onu tam olarak kav­
rayabilmek için termodinamiğin i nceliklerin i biraz bilmek gerekir.

Çoğu i nsan Beethoven 'ın yaln ızca dört senfonisini bilir: Eorica
(kahramanlık), Beşinci, Pastoral ve Dok uzuncu Senfoniler. Ben­
zer bir yan ılgı, herhangi bi r maddede, şöminede ve evrenin her
yerinde gerçekleşen bütün enerji dönüşü mlerini ele alan termodi­
namik yasaları için de geçerli .
İ l k yasa hemen herkesçe bilinir. İkinci yasa, Lord Snow d a da­
h i l olmak üzere, pek çok i nsan tarafı ndan bilinir ve çalışkan öğ­
renciler zorlanırlarsa üçüncü yasa ile ilgili yarım sayfa yazar; fa­
kat en pahalı ders kitapları bile dörd üncüsünden söz etmez. Dör­
d üncü yasanın nerede saklandığı n ı açıklamadan önce, ilk üçünü
ele almamız gerekiyor. Çünkü bu üç yasa, bir veya iki sayfa önce
öğle arası filozoflarını tartışırken bıraktığımız m utlak sıfır konu­
suna bir açıkl ı k getiriyor .
Yasalardan h e r biri pek ç o k değişik biçimde tanımlanabilir. Bu
tanımlardan bazıları diğerlerinden daha ayrıntılıdır. İlk yasanı n
basit bir i fadesi, enerjin in yoktan var edilemeyeceği v e yok edile­
m eyeceği biçimindedir. Bu yasaya açıkça aykı rı bir olgu ile karşı­
l aştıklarında bilim adamların ı n yen i bir e nerji türü uydurdukları­
nı ve yasanın da ancak bu şekilde geçerliliği ni koruduğunu söyle­
yen eleştirilerde doğruluk payı var. Bir kibrit çaktığınızda ısı ve
ışık biçiminde büyük miktarda enerji ü retilir. Fizikçiler kibritin
ucunun ve sapın ı n , daha açık biçim lere dönüştürülm eyi bekleyen
kimyasal enerji içerdiğini iddia ederek bun u açıklar. Kimyasal
enerjinin, tutuşmadan önceki ve sonraki toplam e nerji miktarları
birbirine eşit olacak biçimde tanım landığını söylemeye gerek yok .
Bazı işlemlerde, örneğin atom çekirdeğinin bölünmesinde, bi­
lançonun her iki yanına işleme giren maddenin k ütlesin i belirten
m atematiksel bir terim eklemek gerekir. Bu yararlı ekleme, 1 905

29
yılında Einstein tarafından ünlü E=mc2 formü lü ile i fade edilerek
yapıldı. Bu formülde E, m k ütlesinden elde edilebilecek enerji
m i ktarın ı , c de ışık hızını belirtir.
Termodinamiğin ikinci yasası dikatimizi, enerjinin diğer biçim­
l eri için geçerli olmayan, ısıyla ilgi l i bazı özel noktalara çeker.
Farklı sıcaklıklardaki ik i cisim temas edecek biçimde yerleştiril­
diklerinde, her iki cisim de ayn ı sıcaklığa gelene kadar, sıcak ci­
simden soğuk cisi m e bir ısı akışı olacağını herkes bilir. Bu süreç
pek çok öğrenci neslin i n karışıml ar yönte m i olarak bildiği deney­
sel bir çalışmanın temelini oluşturu r. Temas eden iki cismin sıcak­
l ıklarını n sonunda birbirine eşitl enmesi olgusunun, termodinami­
ğin üç sağlam yasasının temelini oluşturduğu yakın zamana dek
anlaşılmamıştı. Uzun zamandan beri bilinen ancak yeni terfi etti­
rilen bu i l ke, bu nedenle termodinadiğin sıfırıncı yasası olarak ad­
landırılır.
Sıcaklık kavramı oldukça iyi bilinse de, bu sözcüğün başarılı
bir tanımını yapmak o kadar da kolay değil . Bilim adamı genellik­
l e şöyle davranm aya teşvik edilir : " Bi r sözcük k ulland ığımda, bu
sözcük ne anlama gelmesin i istiyorsam o anlam a gel i r. " Bir alevin
sıcaklığı rengi ile i fade edilebilir; bir hastanı n vücut sıcaklığı he­
k i m i n termometresindeki cıvanın uzun luğu ile; bir tel sarı mının
sıcaklığı da elektriksel direnci il e tanı mlanabilir. Oysa bil i m ada­
m ı , belirl i maddelerin veya malzemelerin özellikleri ile böyle açık
bağlantısı olmayan tan ımlar arar. Bir cismin sıcaklığını, molekül­
lerin i n ortalama k i netik enerjisi biçim inde tanı mlamak yollardan
biridir. Bir e lektri k l i su ısıtıcısı çalıştırıl dığı nda, elektrik enerjisi
ısıya dönüştürülür ve sonra da su molek ü ll eri arasında ek ki netik
enerji olarak bölüşülür. Böylece moleküller, sıvı halden tamamen
çıkmak ve b u har olarak kaçmak için gerekli e nerjiyi kazanana ka­
dar, artan bir hızla hareket ederler.
Sıcak bir cisimle soğuk bir cisim temas ettiğinde, moleküller,
temas noktalarında meydana gelen çarpışmalarda enerji alışveri­
şinde bulunur. Yeterli sayıda çarpışmadan sonra moleküllerin
e nerjisi eşitlenir ve iki cismin sıcaklıkları aynı değere yaklaşır.

30
Termodinamiğin sıfırıncı yasasının uygulama açısından büyük
önemi var. Aslında, bir termometre kendi sıcaklığını ölçer; hava­
nın, i nsan vücudunun veya temas ettiği başka herhangi bir şeyin
sıcaklığın ı gereken h assasiyetle ölçebilmesi için, termometrenin
ısıl dengeye u laşacak kadar bekletilmesi gerekir.
Bilimsel amaçlar için en iyi sıcak l ı k ölçme araçlarından biri gaz
termometresidir. Bir kabın içine bir m iktar gaz koyulup ısıtılırsa,
gazı n basıncı artar; basınç dediğimiz şey aslında gaz molekülleri­
n i n kabın duvarlarına çarpmasıdır ve sıcaklık arttıkça molekülle­
rin h ızı arttığından bu çarpm a da fazl alaşır. Buna karşılık gaz so­
ğutul duğunda, kaba uyguladığı bası nç azalır. Fizik laboratuva­
rın da genellikle öğrencilere bir gazın değişik sıcaklıktaki basınç­
ları ölçtürülür. Bir basınç sıcaklık grafiği çizild iğinde ve grafik
geriye doğru uzatıld ığında, gazın hiç basın ç uygulamayacağı sı­
caklık bulu nabilir. Bütün gazlar için bu sıcaklık, m utlak sıfır ola­
rak bilinen yaklaşık -273,2°C'dir. Gaz, m ümkün olan en düşük sı­
caklığa ulaşmadan önce sıvıya ardından da katıya dönüşeceğin­
den, grafikle belirtilen özellik elbette ki bütün üyle gerçekçi değil­
dir. Yi ne de mutlak sıfır çeşitli biçim lerde tanı m lanabilir v e san­
tigrat ölçeğinde hep aynı yerde yer alır.
Mutlak sıfıra nasıl u l aşabilir veya yaklaşabiliriz? Termodina­
miğin i kinci yasası bize, ısının sıcak bir cisimden soğuk bir cisime
kendiliğinden akacağını, ancak "yardım edilmeden" ters yönde
akmayacağını söylüyor.
Bir çaydanlık dolusu su ocakta kaynatılabil ir, ancak çaydanlık­
taki su hiçbir zaman kendiliğinden buza dönüşüp ocak alevinin
biraz daha fazla ı sı vererek yanmasını sağlamaz. Düşük sıcaklık­
taki bir cisimden yüksek sıcaklıktaki bir cisime kendiliğinden bir
ısı akışı olmasa da, ek bir enerji kaynağı ile bunu gerçekleştirmek
olanaklıdır. Buzdolabının temel çalışma i lkesi budur.
Gittikçe gelişen soğutucul arla m utlak sıfıra yaklaşıl m aya çalışı­
l ıyor. Diğer üç yasa gibi olgulara (veya bir biçimde güvenilir bi­
l i m adamlarının açıklad ığı olgulara) d ayanan termodinamiğin
üçüncü yasası, m u tlak sıfıra yaklaşabileceğimizi ancak, uygula-

31
nan yöntem ne kadar yaratıcı olursa olsun, hiçbir zaman ulaşama­
yacağımızı söylüyor.
Termodinamik, bu har makinesini açıklama çabaları ndan orta­
ya çıktı, ancak bu önemli sorunun çözülmesinden sonra da dur­
madı. Tersine, bilimin ve mühendisliğin her koluna yayılarak da­
ha zorlaştı ve karmaşıklaştı. Hala araştırma için oldukça canlı bir
konu. Ancak, termodinamiğin beşinci yasasını bulan kişi ona uy­
gun bir isim verme konusunda çok zorlanacak.

32
Çarpıcı Bir Hikaye

Londra'daki Amerikan Büyükelçiliği 'nin yakınlarında, sakin


bir sokakta, sı cak hava, ateşe dayanıklı kapılar ve duvardan du­
vara sentetik halı lar gibi, teknolojinin insan hayatını kolaylaştırı­
cı pek çok örneğini sunan m odern bir otel var. Müşteriler elleriy­
le veya anahtarlarıyla kapı kilidine dokunduğunda, bu hoş orta­
mın hesaba katıl mayan bir özel l iği ile karşılaşıyorlar: e lektrik
çarpması.
Bu sorun, çoğun lukla yün , pamuk gibi doğal malzemeleri n kul­
lanıld ığı ve neml i bir iklimin hüküm sürdüğü Britanya 'da pek
yaygın değil, ancak sorunun kökleri e lektrik biliminin başlangıcı­
na dek uzanıyor.
Otel müşterilerini zıplatan çarpılmalara durağan elek trik ne­
den oluyor. Fabrikalar ve elektrik santrallarının olmadığı günler­
de, e lektrik ü retimi, daha çok doğa felsefecilerinin i lgi alanına gi­
ren epey tehlikeli bir işti. Elektrik biliminin ilk öğrencileri, 3000
yıldan daha uzun bir süre önce Suriye 'de yaşamış k adınlardı. Sol
elleri nde işlenmemiş yün sarı lı bir öreke, sağ e llerinde de öreke-

... müşteriler elleriyle veya anahtarlarıyla kapı kilidine


dokunduğunda çarpılıyorlar.

33
den gelen gevşek yün l i flerini sağlam bir iplik h alinde büken bir
iğ tutarak, yün eğiriyorlardı. İğ çoğunlukla kehribardan yapılı­
yord u . Kehribarın durmadan hav ve toz çektiğini fark eden ka­
dınlar, bu alete Harpaga (tutucu) ismini vermişlerdi. Bu sözcük
d ah a sonra İ ngilizceye de taşındı.
Bu zekice gözlemden sonra gelişme yavaş old u. Yün eğiren ka­
dınlar tarafından fark edilen bu ilginç özelliği taşıyan malzem eler,
kehribarın Eski Yunancasından gel m e bir sözcük olan 'elektrikli'
sözcüğüyle adlandırı l maya başlandı . Ancak elektrik ile mıknatıs­
lık birbiriyle çokça karıştırılıyord u . Aradaki farkı kavrayan bir­
kaç bilginden biri de Aziz Augustinus'tu.
Sürekli e lektrik ü reten ilk makineyi, yaklaşık 300 yıl önce,
Magdeburg belediye başkanı Otta von Guericke yap m ıştı. Bu
maki ne yalnızca, elle ovuşturulduğu zaman elektriklenen, 'yakla­
şık bir bebek başı büyüklüğünde' bir kükü rt topağından oluşu­
yordu . Daha özenli yapılan ve bir makine ile döndürülen elektrik
topları, eğitim ve eğlence amaçlı olarak çokça k ullanıldı.
Stephen Gray, Charterhouse'da ( İngi ltere'de parasız yatılı bir
oku l ) okuyan bir öğrenciydi. Hatır hu tur yemek yemeyi ve dinsel
düşüncelere dalmayı sevmediğin den, zamanını yakınlardaki Grey
Friars School 'dan öğrencilerin yardımıyla elektrik araştırmaları
yaparak geçiriyordu . 1 730 yılının baharında, iki ipek h al at yard ı­
mıyla havada asılı duran bir çocuğun ayaklarına elektrik etkisi
uygulayarak ve çocuğun yüzünden kıvılcımlar çıkartarak m üthiş
bir deney yaptı . Birkaç yıl sonra, bir Fransız diplomatı ve amatör
bir bilim adamı olan Charles Du Fay bu deneyden hareketle
önemli sonuçlara ulaştı.
Elektrik, diyordu Du Fay, akışkan bir şeydir. Metallerin için­
den serbestçe akabilir, fakat başka maddeler tarafından engelle­
nir. Du Fay bu maddeleri elektrikli biçiminde adlandırıyordu, bi­
zimse artık yalıtkan olarak tanı mlamamız gerekiyor. Yalıtkan bir
maddenin üzerinde bir elektrik yükü ü retilirse, yük bu madde
üzerinde kalır ve durağan elektrik m eydana getirir. Elektrik yü­
kü, iletken bir maddenin, örneğin bir m etalin üzerinde epey kolay

34
üretil i r, ancak bu yük genellikle iletkenin üzerinden hemen akar.
Öte yandan metal bir nesne, çevresinden d ikkatli bir biçimde ya­
lıtılırsa, bir elektrik yükünü, bir kehribar parçası veya bir kükürt
topağı kadar iyi tutar.
Elektrik akışkanı, diye devam ediyordu Du Fay, ik i türlü ola­
bilir. Bal m u m u ovuşturul duğunda reçinemsi e lektrik üretilirken ,
cam üzerindeki sürtünme ile de camsı elektrik ü retilebilir. Elekt­
rik yükü bir cisimden diğerine ancak cisimler birbirine temas
ederse aktarılabilir. İki cisim de aynı tür elektrik akışkanı ile yük­
lenmişse birbirlerini iterler, ancak cisimlerden biri camsı diğeri de
reçinemsi elektrik ile yü klü ise, cisi mler arasında bir çekim kuv­
veti gözlenir.
1 747 yılında Benjamin Franklin, elektriğin yaln ızca tek bir tü­
rü olduğuna dair şaşırtıcı ölçüde yenilikçi bir görüş i leri sürdü.
Camsı elektriklenme, diyordu, yalnızca bir fazlalıktır (diğer bir
deyi şle artı bir yüktür) ve reçinemsi elektriklenme de bir eksiklik­
tir; bu da benzer biçimde, eksi yük olarak nitelendirilir.
Yüz elli yıl sonra, elektriğin tek bir akışkan olduğu k uramı de­
ney yoluyla kesin olarak kanıtlandı. Temel birim, Franklin'in sı­
nıflandırmasına göre eksi yüklü olması gereken bir parçacık olan
elektrondu.
,J. ,J. Thomson'u n 1 897 yılında elektronu keşfetmesinden kısa
bir süre önce, Baltimore'lu I- L A. Rowland, bir başka önemli de­
ney daha yaptı. Ebonitten yapılma yuvarlak ve yassı bir cismin
üzerine bir elektrik yükü koydu, cismi hızla döndürdü ve yakına
yerleştirilen bir pusulanın iğnesinin saptığını gösterd i . Bu yolla
uzun süredi r kuşku duyulan bir şeyi, elektrik akımının yalnızca
el ektrik yükünün bir hareketi olduğunu kanıtladı.
On dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde, çağlar boyunca
fi lozofların ve zanaatkarların i lgisini çeken elektrik bir m uamma
olmaktan çıkmıştı. Öte yandan, eski moda durağan elektriklenme
yirminci yüzyı lda daha da önemli olacaktı. Duru m konuya me­
raklı biri tarafından şöyle dile getiriliyordu :
Maryland, MS 1 653
Kasım ayı civarında, yukarıda adı geçen eyalette görevli Binba­
şı N icholas Se�all 'un eşi Bayan Susanna Sewall 'u n giydiği bütün
elbiselerin üzerinde, (ateş almış gibi) tuhaf kıvılcımlar çaktı ve bu
Hazreti Meryem yortusuna (şubat ayının ikinci gününe) kadar
sürd ü . Adı geçen Susanna, Albay John Harris, Bay Edward Bra­
ines, Albay Edward Poneson gibi kişileri n yanında, birkaç elbise­
sini giydi ve elbiseler sallandığı zaman kıvılcımlar çıktı ve ateşe
atıl mış defne yaprakları nın çıkardığı sese benzer bir ses çıktı. ..

... tuhaf kıvılcımlar çaktı. ..

Bayan Sewall d urağan elektriğin ilk kurbanlarından biriydi.


Yine de bu çileli du rumu centil m en dostlarını eğlendirmek gibi iyi
bir amaç için kul l an masını bildi. Sonraki seansların birinde iç
etekliğini kız kardeşi Bayan Oigges ile değişti v e parıltılı bir gös­
teri daha sunarken Yeni Dünya'd aki ilk elektrik deneyin i de ger­
çekleştirmiş oldu .
Günümüzde yaygın olarak k u llanılan malzemelerle durağan
elektrik ü retmek m ü m k ü n . Örneğin , iç çamaşırları çıkartılırken
veya saç taranırken bile e lektrik kıvılcımları ü retilebi l i r. Mary­
land 'in i l k sakinlerini bu kadar çok şaşırtan şey aslında iki sürece
d ayanıyor. Bu süreçlerin ilki, iki katı m adde birbirleriyle temas
edip ayrıldığında, neredeyse her zaman elektrik yüklerinin oluş­
masıdır. Elektri k l e n m e çoğun l u k l a maddeler ayrıl m adan önce

36
bi rbi rlerine sürtülerek arttırılır, ancak hiçbir sürtü n m e olmadan
da elektrik yükü elde edilebil i r.
Metaller, i nşaat m alzemeleri nin çoğu ve vücudumuzun dokula­
rı da dahil olmak üzere pek çok madde, elektrik akımlarının ol­
dukça serbest hareket etmesine izin verir. Bu nedenle, sürtünme
veya temas yoluyla oluşabilen elektrik yükleri genellikle kısa sü­
rede toprağa akar.
Yalıtkan maddeleri n üzerinde oluşan yükler hareket etmez ve
n eredeyse süresiz olarak birikebil i r. Yükün çevresindeki elektrik
alanı, yük taşıyan nesne ile en yakındaki topraklanmış i letkeni
birbirinden ayıran hava yalıtımını yenecek kadar büyük olduğun­
da, sınıra ulaşılır. Bu durumda yük, çoğunlukla görü nür bir kıvıl­
cımla kaybol u r. Yük bir insan ı n vücudunda ise, kıvılcı mdaki akı­
ma bağlı olarak algılanabil i r bir elektrik çarpması yaşanabilir .
Yürüdüğümüz zaman zeminde ve ayakkabılarımızın tabanında
elektrik yükleri oluşur. Bir ayakkabı üzeri ndeki yük genellikle,
zemine basıldığı zaman kaybolur ve ayakkabı havaya kalktığında
da yeniden ortaya çıkar. Zemi n iyi bir yalıtkan ile, örneğin sente­
tik bir halı veya başka yapay bir m alzeme ile kaplan mışsa, yük
toprağa akamaz, yürüyen kişinin derisine ve giysilerine yayılır.
Kapı kolu veya ışık anahtarı gibi topraklanmış bir nesneye doku­
nulur dokunulmaz da elektrik yükü, geçişi sırasında hafif bir
çarpm a etkisi yaratarak e n kolay yoldan toprağa akar.
Pek çok durumda bu etki yalnızca rahatsız edicidir, ancak bazen
tehlikeli de olabilir. Durağan elektriğin akışı ile oluşan kıvılcım, çev­
rede narkoz gazları, örneğin eter varsa, bi r patlamaya neden olabilir.
Narkoz gazların ı n patlayıcı olanları çoğunlukla günümüz cer­
rahisinde kul lanılmıyor, yin e de ameliyathanelerde durağan
elektriğin birikmesin e karşı pek çok önlem uygulanır. Plastik
maddeler ve yapay kumaşlar kull anıl maz. Sedye tekerlekleri, se­
ru rr. boruları ve diğer aletlerde kullanılan p lastik , oldukça iyi bir
elektrik iletkenliği olan özel ü retilmiş bir plastiktir. Böylece dura­
ğan elektriğin biri kmesi engellenir. Zemin mozaik değilse, elekt­
riksel özellikleri önceden i n celenmelidir.

37
Durağan yük, plastik l evha, kağıt ve sentetik kumaş üretimin­
de de bir derttir. Bu m alze melerin ü retiminde kaçınılmaz olan
sürtünme, tabakaların veya iplikleri n denetlenemeyen bir biçim­
de uçuşmasına yol açabilen büyük yükler m eydana getirir. Suri­
yeli kadınların 3000 yıldan daha uzun zaman önce keşfettikleri gi­
bi, elektrik yükü taşıyan nesneler, dokuma ü rü nlerinin görü nüşü­
n ü bozabilecek derecede toz çeker. Seyrek de olsa, d urağan e lekt­
riklenmenin yol açtığı kıvılcım atlaması fabrikalarda yangınlara
veya patlamalara neden olabilir.
Bu sorunla başa çıkmanın yol u , havayı iyonize etmek, yani
elektronlarla ve artı yük l ü atomlarla doldurm aktır. Durağan
elektriklenme eksi yüklüyse, yüklü yüzey havadaki artı yükleri
çeker ve nötr (yüksüz) bir elektriksel duruma geri döner. Artı
yüklü bir du rağan yük de benzer bir biçimde havadan çekilen
elektronlar tarafından ortadan kaldırılır. İyon ların ve elektronla­
rın havaya verilmesi devam ettiği sürece, potansiyel bir te hlike
o lan durağan yük birikmel eri anında dağıtılır.
İyonize etme n i n basit bir yol u, uygu n bir radyoaktif k ayna­
ğı elektriklenen nesnenin yan ı n a yerleştirm ektir. Kaynağı n s ü­
rekli o larak yaydığı ışın ı m h avanın iyonize olm as ını sağlar v e
( u z un ö m ü r l ü bir i zotop seçi l m i şse) işlem kendi başına yıllarca
d e va m ede r.
Du rağan elektriklenme her zaman tehlikeli değildir. Örneğin,
boya damlacıklarına büyük bir elektrik yükü verilerek boya püs­
kürtme işleminin verimi büyük ölçüde artırılıyor. Böylece, yükleri
nedeniyle birbirlerini iten damlacıkların yüzeye daha düzenli dağıl­
maları sağlanıyor. Aynı yöntem tarı msal ilaçlamada da kullanılıyor.
Birkaç yıl boyunca İ skoçya 'da, tütsülenmiş balık üretiminde bu
yöntemin çok i lginç bir uygulaması gerçekleştirildi. Duman balı­
ğı n üzerine eşit olarak dağıtılamadığından gel eneksel yöntem çok
verimli değildir. Yeni yöntemde d u man, yüksek gerilimli t e llerden
oluşan bir ızgaranın içinden ü fleniyordu. Elektriklenen d u man
parçacıkları daha sonra, elektriksel itme kuvvetinin etkisi altında
her yöne eşit olarak dağ·ıldıkları tütsüleme odasına alınıyordu .

38
Teknik açıdan bu yöntem , -romantik efsaneler ne derse desin­
çoğunlukla gelişigüzel olan babadan kalma bu işlemde büyük bir
gelişmeydi . Ne yazık ki, bilimsel yöntemlerle tütsü lenmiş balıkla­
rın üstün l üğünü hem bu işi yapanlara hem de tarafsız çeşnici jü­
rilerine göstermek güçtü. Yin e de bazı ülkelerde, jambon, hindi
ve hatta sardalye için e lektriklenmiş duman kullanılıyor.
En İyisi İki Tekerleklisi

Motorlu taşıtlar yakıtsızlıktan kıvrand ıkça bisiklet yollara geri


dönüyor. Esas çekiciliğini, biftek ve şarap, balık ve kızarmış pa­
tates veya sürücünün hoşlandığı başka bir yakı tla çalışabil m esin­
den alsa da, bisiklet ayn ı zamanda bir teknoloji ş aheseri dir. Bisik­
letin olağanüstü özelliklerinden bazıları yen i yeni anl aşılmaya
başlandı ve bir kısmı da hala tam olarak anlaşıl madı.
Tekerlek büyük olasılıkla bundan 5 0 0 0 yıl ö nce icat edilmişti,
ancak gerekli malzemeler ve yöntemler daha ö nceden var olduğu
halde, on dokuzuncu yüzyılın neredeyse ortalarına dek uygu n bir
i nsan taşıma mekanizması geliştirilemedi. Bisik letin tartışmasız
mucidi Dumfriesshire'lı ( İskoçya'da bir bölge) demirci Kirkpat­
rick Macmillan 'ın pedalla çevrilen i ki-tekerlekl isi, ilk kez 1 839 yı­
l ı n da yollara düştü .
Bu makine ticari olarak çok başarılı olmadı, oysa velosipet
( Fransa'da 1 863 yılında imal edildi) çok yaygınlaştı. Pedallar
doğrudan ön tekerlekleri döndürüyordu . Bu nedenle, pedalların
tam bir dönüşü sürü cüyü tekerleğin çevre u z u nluğuna eşit bir
mesafe kadar hareket ettiriyordu; bu d a mak u l bir hıza ulaşmak
için sürü c ü n ü n çılgın gibi pedal çevirmek zorun d a olduğu anlamı­
na geliyordu. Söz konusu makine, gün ü müzün diliyle söyleyecek
olursak, tek vitesliyd i .

... en verimli ulaşım aracıdır.

40
Bu soruna getirilen ilk ama pek de zekice olmayan çözüm ö n
tekerleği büyütmekti. Böylece " peni-çeyrek peni" adı verilen, ön
tekerleği büyük arka tekerliği küçük tasarım ortaya çıktı. Mo­
dern bisikl et, uygun büyüklükteki tekerleklerle istenen vites bü­
yüklüğüne olanak tanıyan zincirin k ullanılması ile 1 879 yılında
geliştiril d i . 1 885 yılında, Coventıy'de i m al edilen Rover marka bi­
sikletin zi ncirle h areket ettirilen rulmanlı poyraları (tekerlek gö­
bekleri) ve çelik borudan yapılma bir iskeleti vardı; aslında birkaç
yıl sonra eklenecek içi hava dolu lastikler dışında, günümüz bisik­
letinin bütün temel parçalarına sahipti.
Bisiklet, e n verimli ulaşım aracıdır. En az enerj i tüketimi ile ha­
reket eden bir mekanizma olarak, insan ve bisikletin birl eşimi, her
türlü canlıdan veya makineden daha iyi işler.
Farklı mekanizmaların verimliliklerini karşılaştırmanın en ko­
l ay yolu, bir gramlık bir kütleyi bir kilometre boyunca taşırken
kullanılan enerj iyi hesaplamaktır. Normal hızla yürüyen bir in­
san, bir gram ağırlık için kilometrede yaklaşık 3 jullük bir enerji
harcar. Bu değer, bir tavşanınkinden ya da bir helikopterinkin­
den çok daha iyi, bir otomobilinkine neredeyse eşit, fakat bir jet
u çağınınki kadar iyi değildir.
İ nsan bir bisiklete bindiğinde enerji tüketimi, kilometrede bir
gram ağırlık için 0,6 j u le d üşer. Hareket eden hiçbir hayvan veya
makine bu değere u l aşamaz. Bir insan, yürürken tükettiği enerji­
yi tüketerek, bisikletle (rüzgarın artan direnci de hesaba k atıldı­
ğında) iki veya üç kat hızlı yol alabilir.
Bu etkileyici iyileşmenin nedenlerini anlamak zor deği l . Yürü­
mek, engebeli arazide yol almak için iyi bir yöntemdir, ancak ol­
dukça müsrifçe bir eylemdir. Ayakta hareketsiz d ururken bile,
vücudumuzu taşımak amacıyla bacak kaslarımızı gergin tutmak
için bir miktar e nerji harcarız. Yürüme sırasında, vücudun kaldı­
rılıp indirilmesine olduğu kadar ayaklarla yer arasındaki sürtün­
m eye de büyük miktarda enerji harcanır.
Bisiklet sürücüsü daha iyi organize olmuştur. Otu ru rken, vü­
cudunun d uruşun u korumak için çok fazl a e nerji harcamaz.

41
Enerji savurganlığına yol açan hızlanma ve yavaşlamalardan sa­
kınarak, bacaklarını ve ayakları n ı n eredeyse sabit bir hızla hare­
ket ettirir. Sürtün m eden kaynaklanan kayıplar, ayakların yerine
tekerleklerin kullanılmasıyla büyük ölçüde azaltılır.
Dürüst olmak gereki rse, enerji üstü nlüğü göründüğü kadar
büyük değildir. İ nsan ı n kas gücünün, enerj i krizinden hiç etkilen­
meyen bir nimet olduğu düşünülebilir. Oysa bu doğru değil, be­
sin üretim i n de gittikçe artan miktarda yakıt k ul lanılıyor. Tarım
makinelerinin çalıştırıl ması, kimyasal g·übrelerin ve ilaçların üre­
timi için enerj i gerekiyor. Yine de, bisi klet sürmek için gereken ek
yakıt tüketimi , başka herhangi bir u l aşım biçimindeki yakıt tüke­
timinden çok daha az. Bir yerden bir yere gitmek söz konusu ol­
duğunda, bisiklete binmek kesin likle, d ü nyadaki yakıt kaynakla­
rını en az kul lanan yöntemdir.
Buhar makinesi gibi bisiklet de, bilim i n yol göstericil iği veya
bilimsel birikim olmadan d a teknoloj i ni n başarılı olabildiğine iyi
bir örnektir. Asl ı n da bisiklet, demirciler yeri ne bil i m adamları ta­
rafından tasarlanmış olsaydı, belki de hiç çalışmayacaktı. Bugün
bile bisikletin olağanüstü dengesi n i açıklamak zor.
İ ngiliz ki myager Dr. David ,Jones, 1 960'l arda bu konu üzerinde
çalıştı. Sürücüsü olmayan bir bisikletin bırakıldığ·ında bir veya iki
saniye içinde yere düştüğünü gözl emled i ; oysa bisiklet itilip bırak ıl­
dığında, düşene kadar hafif bir eğri çizerek 20 saniye kadar dik d u­
rumda kalıyordu. Sürücülü bir bisikletin, özellikle yüksek hızlarda
çok dengeli olduğu herkesce bilinir. Dr. Jones bunun nedenini
araştırdı ve bir ya n ıt bul mak için bazı ilginç deneyler yaptı.
Akla ilk gelen yanıtlardan biri , çocukları n çevirdikleri çember­
de old uğu gibi, yapısındaki dengelilikle ön tekerleğin , bir jiroskop
olarak işlev görmesidir. Peki bisiklet, arka tekerleğin i peşinden
sürükleyen bir çember m i sadece?
Dr. Jones, ön tekerleğin aksına ikinci bir tekerlek takarak bir
deney yaptı. Bu ikinci tekerlek biraz daha k ü çüktü ve yere değ­
m iyordu. Bu tekedeğ·i yere değen tekerlekle aynı yönde döndü r­
düğünde, sürücüsüz bisiklet hiç olmad ığı kadar dengeli oluyord u;

42
oysa jiroskop etkisini, serbest tekerleği ters yönde döndürerek
bozduğunda, bisiklet hemen d üşüyord u . Bununla birlikte, iki ön
tekerleği olan bisikletine binip sürdüğü nde, ne yöne döndürülür­
se döndürülsün serbest tekerleğin hiçbir etkisi olmuyord u. O h al ­
de, bisikletin aslında jiroskopik kuvvetlerle dengede kalan bir
çember olduğu doğruydu , ama yalnızca sürücü süzken . . .
Normal bir şekilde sürüldüğünde b i r bisikleti dik tutan şey ne­
dir? Or. Jones'un meslektaşlarından biri, dengeyi sağlayan şeyin
tekerleklerin genişliği olduğunu öne sürdü; diğer bir deyişle, bi­
siklet tekerleklerinin ince birer yol silindirine benzediğini söylü­
yordu. Ancak b u görüş araştınlm aya değer bulunmadı. Dr. Jones
dengesiz bisikletler yapmaya çalışarak çeşitli k uramları da incele­
di, fakat yaptığı bütün bisikletler kolayca sürülebiliyord u .
Sonra b i r bilgisayar programı h azırlayarak tasarım çalışmal arı­
na devam etti ve en sonunda da ö n tekerleği tutan çatalı uzatıp te­
kerleği normal konu m undan on santimetre kadar öne doğru ala­
rak, dengesiz bir bisiklet yapmayı başardı. Bu aracın kullanılma­
sı çok zordu ve sü rücüsüz olduğunda bütünüyle dengesizdi. Bil­
gisayar ayrıca, 1 879 tarihl i Lawson Güvenli Bisikleti 'ni n , ondan
sonra yapılan bütün ticari m odellerden daha dengeli olması nede­
n iyle, iyi bir adlandırma olduğunu gösterdi.
Bisikletin neden bu kadar iyi çalıştığını hala bilmiyoru z . Ama
belki de girişimci bir ü ni versite bu soruya bir yanıt bulabilir.

43
Bilim ve Gayda

Gayda günümüzde neredeyse hiç k u llanılmıyor. Bu alete artık


yalnızca dilencilerde ve İ ngiltere, İ skoçya ve İ rlanda'nın yerli h al­
kında rastlanıyor.
Leipzig Üniversitesi profesörlerinden Dr. H ugo Riemann,
1 895 tarihl i Müzik Sözlüğü 'ne gayda maddesin i yazarken konuy­
la ilgili yeterli bilgisi olmasa da, çok ü n lü bir m üzikologtu.
Riemann, bu konudaki bilgisizliğin ve algılama eksikliğinin tek
örneği değildi. Çağdaşların ı n bir kısmı, gaydayı yeteri kadar bili­
yorlardı, ancak müziği nin farkl ı niteliğinden rahatsız olmuşlar ve
fazla yaratıcı olmayan besteciler ve icracılar tarafı ndan tercih edi­
len diyatonik diziye (notalar arasında sabit aralıklar bulunan ve 8
notadan oluşan dizi) uygun hale getirilmesi ile büyük bir gelişme
kaydedileceğini öne sürm üşlerdi.
1 879 yıl ında Dr. W. H . Stone, gaydacının fazla notalar ekleye­
rek süsleme yapmasının, gaydanın nota dizisindeki eksiklikleri
gizlemek amacını taşıdığını belirtti.

. . . b u süslemeler, şakım a olarak adlandırılıyordu; bu da, kimi


zaman dillerini yarmak yoluyla eğitilip yetiştirilene dek diyatoni k
diziye tamamen aykırı bir biçim d e öten kuşlara çok uygun bir ad­
landırmaydı .

1 94 0 yıl ında, Glasgow Ü niversitesi 'nden O r . G. E. Allan, gay­


danı n nota dizisi ile ilgi li uzun bir araştırmanın sonuçlarını açık­
ladı ve diyatonik dizide notalar seslendirmek için gaydanın yeni­
den tasarlanması gerektiğini öne sürdü .

. . . şimdiki biçiminin yol açtığı n ota dizisindeki ahenksizlik orta­


dan kaldırılacak olursa, müzikle ilgilenen insanların d uyduğu ra­
hatsızlık da ortadan kalkar, bununla birlikte müziğe yatkın olma­
yan dinl eyiciler değişikliği fark etmez.

Bu önerinin, yabancıların daha iyisini bilmedikleri için anlaşıl­


ması güç konuştu k l arına i lişkin geleneksel inanışl a yakından ilgi-

44


' ... şakıma kuşlara çok uygun bir adlandırma.'

si var. Gaydaya ahenkli olmadığı için itiraz eden insanların genel­


likle, Arap, Hi nt veya Çin müziği konusunda da, aynı nedenle
benzer şikayetleri vardır. H erkesin bildiği gibi, aşin a olduğumuz
şeylerden hoşlanırız.
Ceol mor, yani İskoç ezgisi, yüzyıl l arca süre n hor görme, ilgi­
sizlik ve kuşkucul uğa rağme n varlığını sürdürdü, çünkü İ skoç­
ya'nın Highland bölgesinde gayda ve onu çalanlar, bütün değişim
baskılarına karşı direndiler.
Bununla bi rlikte, gayda sadece İ skoçlara özgü değildir ve bel­
k i de İ skoçya'da ortaya çıkmadan çok daha önce başka yerlerde
bi liniyordu . Bu konudaki en eski tari h l i kanıt olan, millattan ön­
ce on üçüncü yüzyıla ait bir Hitit yontusu biraz kuşku uyandırsa
da, gaydayı İ ngiltere 'ye ve belki de İ skoçya'ya getiren Romalıla­
rın onun güzel sesine aşina olduğundan kuşku yok. Romalı tarih­
çi Suetonius'a göre Neron da gayda çalıyord u.
Roma İ mparatorluğu 'nun altın çağı sırasında v e sonrasında
Avrupa'nın pek çok bölgesinde birçok gayda çeşidi ortaya çıkmış­
tı, ancak ortaçağın son bulması ile gaydaya olan bu i lgi, İ skoç­
ya'nı n H ighland bölgesi dışında azal d ı .
H ighland gaydasın ı n varlığı n ı sürdürmesi ve Fransa, Kuzey
Amerika, H i ndistan ve Pakistan 'da (bu ülkenin bağımsızlığını

45
... gaydayı İ ngiltere'ye ve belki de İ skoçya 'ya getiren Romalılar ...

i lan etmesinden sonra hükü metin ilk uygulamalarından biri, ulu­


sal marşın uygun bir düzenlemesini sipariş etmesiydi) hala coş­
kuyla çalın ması, üç nedene bağlanabilir.
Nedenlerden i l ki , ortaçağın İ skoçya'da daha uzun sürmesiydi .
Evler sadece birer barınaktı ve günlük faaliyetlerin büyük b i r kıs­
mı, hi çbir müzi k aletin i n gayda kadar bütü n leşemeyeceği açık ha­
vada gerçekleşiyord u . İ ki ncisi, Highland bölgesinde yaşayanla­
rın, kapalı yerlerde kullanmaya uygu n daha küçük ve sade gay­
dalar yaparak bu m irası korumalarıydı. Highland gaydasının var­
lığın ı sürdürmesinin ve sonunda da yaygınlık kazanmasının üçün­
cü nedeni, gayda i le çalınan İ skoç ezgisinin, yani gaydanın klasik
müziğinin farklı bir niteliğe sahip olmasıdır.
Gayda m ü ziği n i n çeşitli türleri var. Bandolar tarafından sık­
lıkla çalınan marşlar ve dans ezgileri ceol beag ya d a küçük mü­
zik olarak adlandırı l ır . Ancak İ skoç h ayatını ve tari hini damıtan
ve u l u s u n övün ç kaynağı olan şey ceof mor'd ur. Bu ezgi i l e diğer
gayda ezgileri arasında, bir sonat i l e bir pop şarkısı arasındaki
farka benzer bir fark vardır. İ skoç ezgisini b i rkaç sözcükle an­
latmak olanaksızdır. B u m üziği, basit bir teman ı n süslenmesi bi­
çiminde görmek, Shakespeare'i n b i r oyu n u n u beş p e rdeye bö­
l ü n m ü ş bir konuşmalar toplamı olarak tarif etmekten daha fark­
lı d eğil d ir.
Alışık olmayan lara, yani d ü nyadaki insanların çoğuna, gayda
m üziği garip gel i r. Bun u n çeşitli n edenleri var. Gaydacı, aletten

46
çıkan sesin şiddetini ayarlayamaz. Bir kerede sadece tek bir nota
basabilir ve bir kez başladığında çaldığı parça bitene dek notayı
kesemez. Nitelikleri ancak 1 953 yılında bil i m se l olarak ifade edil­
se de, nota dizisinin bir benzeri yoktur.
Bir nota dizisinin başta gelen özellikleri, seslerin perdesi ve
aralıklarıdır. Standart orkestra perdesinde la notası 440 hertztir
(veya önceki ve daha yerinde tanım lama ile söyleyecek olursak,
saniyede 440 çevrimdir) . U staları tarafından çalınan gaydanın
nota dizisinde ise l a notası 459 hertztir. A lışılmışın dışındaki bu
perde, diyapazon veya başka yardımcı aletler olmadan dünyanın
dört bir yanındaki gaydacılar tarafından elde ediliyor.
Aral ıklar da alışı lmışın dışındadır. Bildik diyatonik dizi, her bi­
ri 9/8'lik frekans oranına k arşılı k gel e n ü ç majör tona, iki m inör
tona ( 1 0/9) ve iki yarım tona ( 1 611 5) sahiptir. Bütün bu sayılar
birbiriyle çarpıl d ığında ortaya şu sonuç çıkar

9' x 1 02 x 1 62
----- = 2,
8' x 92 x 1 52

k i bu da bir oktava karşıl ı k gelir.


Daha çok dik açıl ı ü çgen virtüözü olarak tanınan Pythagoras,
ayn ı zamanda öne m li bir m üzik bilginiydi. H oşa giden seslerin
küçük sayıların oranları ile ifade edilebilen ses aralıklarına sahip
olduğun u biliyordu . Ama bunun n edenini bilmiyordu -biz de bil­
m iyoruz. Bir oktav (2 : 1 ) kulağa hoş gel i r ve diğer basit oranlar da
k u l ağı tırmal amaz.
Gaydanın nota dizisi dört minör ton, bir majör ton kul lanır ve
hiç yarım ton kullanmaz. Yarım tonlar yerine, her biri bir yarım
tona ( 1 61 1 5) karşıl ı k gelen, bir majör ve bir m inör ton arasındaki
fark kadar artırılmış 27/25 'l ik (başka bir deyişle 9/8- 1 0/9 =8 1 /80;
1 6/ 1 5x8 1 /80=27/25) iki aral ık buluruz. 27/25'lik aralık, Eski Yu­
nanlı ların matematik hesaplarında ortaya çıkan ancak bugü n baş­
ka herhangi bir dizide rastlanmayan büyük bir aralıktır. Do ile re
notaları ve fa ile sol notaları arasındaki iki aralık gaydanın nota
dizisine kendine özgü niteliğini kazandırır. Basit bir matematiksel

47
i nceleme, gayda nota dizisin i n pentatonik (beş ses içeren) ezgiler
seslendirmek için bir oktavı bölmenin en iyi yolu olduğunu göste­
rir. Klasik gayda parçalarının büyük bir kısmı beş nota içeren bir
dizide bestelenmiştir. Dizideki dokuz nota (sol=4 1 5'ten 9 1 8 'lik
yüksek oktavlı la'ya) gaydacının üç farkl ı perdede pentatonik
m üzik çalmasına olanak sağlar: sol, la ve re. Pek çok gayda ezgi­
sinin ve yaygın olarak bilinen İ skoç m elodilerinin, pentatonik di­
ziye büyük ölçüde yaklaşan p iyanonun siyah tuşları ile çalınabil­
mesi rastlantı değildir.
Gayda müziği matematiksel olarak mükemmel olduğu kadar
(dinleyicinin azimli olmas ı gerekse de) müzikal açıdan da doyu­
rucudur. Ne yazık ki çoğu insan bunun farkında değil.

48
Sol ve Sağ

G e çenl erd e, A m e rikalı b i r çocuk psikoloj isi p ro fesörü, çoğu


a nn e n i n b e beğini sol k o lun da tuttuğu n u açık l ad ı . Bu sonuca,
u z u n araştırmal ardan v e sanat gal eril er i n i gezdikten s o n ra
u laşmıştı. P rofesör bulguların ı alçakgö n ü l l ü b i r biçimde " d a­
h a ö n ce bilimsel eserlerde yer almamış doğa i l e ilgili gözle m ­
l e r " olarak d eğerlendiriyordu. B u olguyu açık l a m a çabası,
Scien ti fic A m e rican d e rgisinde, bilinçaltı algılama, i nsanlar
a rası ilişkiler ve bebeğin a n n esinin kalp atışlarını işitme gerek­
sinimi i l e ilgili başka d ü ş ü n celerin tartışıldığı h areketli yazış­
m al a ra yol açtı .
Çalışmal arını New York'ta sürdüren biri olarak araştırmacıyı,
daha az popüler olan Avrupa yayınları nı izlemediği için eleştir­
mek zor. Kütüp hanede biraz araştırma yapmış olsaydı, Dr. And­
rew Buchanan'ı n daha 1 862'de, konu ile ilgil i parlak yorumları­
nın yer aldığı, G lasgow Felsefe Derneği Toplantı Tutanak ları 'na
ulaşabilirdi.
B uchanan öğrenimini Glasgow Ü niversitesi'nde yaptı ve
1 839'da, fizyoloji, patoloji ve tedavi bilgisin i içeren bir tıp dalı
olan İ laç Kuramı kürsüsüne p rofesör olarak atandı. O günlerde
k ü rsü profesörle rine bugün gösterilen saygı gösterilmediğinden,
zor günler geçirdi. B u sıfatı taşıyanlar, h ü k ü met tarafından üni­
versiteye zorla kabul ettirilen davetsiz misafirler gibi görülüyor­
du. Krallıktan veya ü niversiteden h içbir ücret almadıklarından
özel iş yaparak geçinmek zorundayd ılar ve geçimlerini ancak
sağlayabi 1 iyor lard ı .
Buchanan, 77 yaşında (baskılara dayanamayarak) emekli ola­
na dek, hem öğretim görevlisi hem de Kraliyet Hastanesi baş cer­
rahı olarak çok yoğun çalış mıştı. Glasgow Üniversitesi tarihçisi
Coutts, bu konudaki düşün cesi ni nazik bir biçimde şöyle belirti­
yordu : "görevinin sonu n a doğru, yol un sonu n a gelmiş biri olarak
yaşının etkilerinden tamamen uzak duramıyordu", oysa bilimsel
yazılan ve Ü niversite Senatosu 'n a karşı söz l ü saldırılarına bakı­
lacak olursa, ihtiyar profesör hala formundaydı.

49
.. . 77 yaşında (baskılara dayanamayarak) emekli olana dek ...

Sol ve sağ konusund aki ilk i ncelemesinde, çoğu i nsanı n n eden


d ikkat gerektiren veya karmaşık işler için sağ ellerini, bir şeyleri
taşı rken ya da bir bebeği tutarken de sol ellerini kullandıklarını
açıkladı.
Sağ elin daha fazla kullanıldığı için daha güçlü olduğunu ileri
sürüyordu. Peki ama daha fazla kullanılmasının nedeni nedir?
Çünkü vücudun ağırlık m erkezi ortada değil hissedilir ölçüde
sağdadır. Vücut aşağı yukarı simetrik de olsa, epeyce ağır bir or­
gan olan karaciğer sağ tarafta yer alır ve genellikle sol tarafta ol­
duğu zannedilen ancak neredeyse merkezde yer alan kalp tarafı n­
d an dengelenemez. İ şitilebilir kalp atışları kalbin üst kısmın dan
k aynaklanır. Üst kısım sola yatık durumdadır, oysa kalbin geri
kalan kısmı sağa doğru uzanır.
Vücudun ağırlık m erkezinin sağa doğru kaymış olmasının bazı
i lginç sonuçları var. Kollar ve gövde soldan sağa doğru hareket
ederse, ağırlık merkezi biraz daha sağa doğru kayar ve vücudun
dengesi bozulur. (Ayakta dengeli durabil memiz için , ağırlık m e r­
kezimizden geçen dikey çizginin zemine, iki ayağımızın sınırladı­
ğı aralık içinde ulaşması gereki r. Tek ayağın üzerinde dengede
d urmak güç, bazen de i mkansızdır: bir bacağınızı ve kolunuzu bir
duvara iyice yaslayıp diğer bacağınızı kaldırmayı bir deneyin.)

50
Oysa sağ kolla iş yaparken olduğu gibi, sağdan sola doğru hare­
ket et mek, ağırlık merkezini vücu t m erkezinin yakınına getiri r,
böylece dengeyi kaybetme tehlikesi olmadan hareket daha büyük
bir m esafe boyu nca sürdürülebil i r.
Ağır bir yük taşımak söz konusu olduğunda sol el daha üstün­
d ü r. Bir bavul sağ elde taşın dığında, ağırlık merkezi doğal olarak
daha da sağa kayar ve vücudun ters yöne doğru eğilerek eski ko­
numuna geti rilmesi gerekir. Oysa yük sol elle t utulduğunda ağır­
lık merkezi sola doğru, yani vücudun ortasına doğru kayar ve
denge aslında daha da güçlendirilmiş olur. Yük çok ağırsa, den­
gelemek için elbette sağa doğru eğilmek gerekir. Sağ elle başka iş­
ler yapabilmek için bebeğin sol kolla tutulduğu da düşün ülebilir;
fakat solak anneler de bebeklerini sol kollarında taşır.
Buchanan 1 877 yılında, ağırlık m erkezinin ayak ların tabanı ile
başın tepesi arasında, tam ortadan geçen yatay eksenin yukarısın­
da mı yoksa aşağısında mı yer aldığını inceleyerek konuyu tekrar
ele aldı. Erkeklerde ağırlık merkezinin genellikle yatay eksenin
yukarısında olduğu sonucuna vardı; daha ayrıntılı hesaplamalar
bu konumun sağ el lerini kullananların yararına olduğunu göster­
d i . Öte yandan, " son derece orantılı bir vücut biçi m i " bahşed ilen
kadınlarda ağı rlık merkezi, yatay eksenin tam üzerinde veya çok
yakınındadı r, bu da sol eli kullanma eğilimini büyük ölçüde artı­
rır. Bu sonuç gü nü müzde yapılan çalışmalar tarafından doğTulan­
madı, ancak Buchanan yine de haklı olabi l irdi; o gün lerde kadı n­
ların vücut biçimleri farklıydı.

51
Tarih
i l . Bölüm

Tarih

İşe Yaramayan Deney


1 945 yıl ında, radar ve nükleer teknoloj i kon uların da başarıl ı
çalışmalar yapmış bilim adamlarının katılmasıyla, G lasgow Üni­
versitesi doğa bilimleri bölüm ünde bazı değişiklikle r yaşandı. Bö­
lüm, 1 846'dan 1 899'a dek p rofesörl ü k yapan Lord Kelvin'in etki­
sinin izlerini taşıyordu.
Bölümdeki odaların tekrar düzenlenmesiyle bu büyük adamın
çok sayıda yadigarı gün ışığına çıktı . Bazıları pek değerli şeyler
değildi. Örneğin, bulanık bir sıvı ile doldurulmuş uzun bir U-bo­
ru bulunmuştu ve bunun uzun zaman önce Kelvin tarafından baş­
latılan, sıvıl arın akışkanlığı ile i lgil i bir deneyde k ullanıldığı söy­
l eniyordu. P rofesör P . I . Dee güya şöyle demişti, "Bir hafta daha
bekleyeceğiz, o zamana dek deney sonuçlanmazsa vazgeçeceğiz."
Bu hikayenin doğru olup olmadığı bir tarafa, benzer bir deney
yaklaşık b ir yüzyıl ı aşıp günümüze kadar u l aştı. Üniversitede ha­
la görülebilen bu deneyde, yaklaşık 50 santimetre yüksekliğinde

55
Bir şeyin mekanik modelini yapana dek ...

küçük bir tahta merdiven kullanılmış. Uzun zaman önce üst ba­
samağa yerleştirilen zift kütlesi, doku nulduğunda hala sert, fakat
zaman içinde lav gibi aşağıdaki basamakların ü zerine akmış.
Kelvi n 'i n deney düşkünlüğü, onun fiziğe yaklaşımının sağlam
ve zayıf yanlarını gözler önüne seriyor . 1 884 yılında Baltimore 'da
şöyle demişti:

' Fizikte belli bir konuyu kavrayıp kavrayamadığımızı n ' ölçüsü


bana göre 'Onun mekanik bir modelini yap ı p yapamadığımızd ı r. '

Baltimore'da verdiği d erslerde bi r s ü re sonra ayn ı konuya


döndü :

B i r şeyin mekanik bir modelini yapana dek kesinlikle tatmin


olamam. Mekani k modelini yapabilirsem o şeyi anlayabilirim.
Mekanik bir model yapamadığım sürece anlayamam ve elektro­
m anyetizma kuramını kabul edemeyişimin nedeni de budur.

James Clerk Maxwell tarafindan geli ştirilen, ışığın d a bir


elektromanyetik dalga olduğuna dair · kuram, Kelvin 'i n evrene

56
ilişkin görüşüne esaslı bir meydan okumaydı. Galileo ve Newton
geleneğinden gelen Kelvin, doğadaki bütün olgular için mekanik
bir açıklama bulunabileceğine inanıyordu . Fizik konusundaki bu
yaklaşım termodinamik alan ında çok başarılı olmuştu ve Kelvin
bu yaklaşımı elektrik ve ışık konusundaki çalışmalarında da gay­
retle sürdürmüştü.
Kelvi n 'den önce, ışığın dalga kuramı sağlam bir biçimde orta­
ya koyulmuş ve Newton'un, bir ışık demetin i n lambadan veya
başka bir kaynaktan yayılan bir parçacık (veya zerre) akışı oldu­
ğuna ilişkin görüşünün yerin i almıştı . Ancak ışık bir dalga ise
içinde yol aldığı ortam nedir; başka bir deyişle, ışık yol alırken
dalgaların hareket ettirdiği şey nedir? Deniz dalgaları suyu hare­
ket ettirir; ses dalgaları ile havanın titreşimi arası nda bir ilişki var­
dır ve sismik dalgalar da yerkabuğundaki sarsıntılarla ilgilidir.
Bir ışık dalgası, elbette ki h avanın veya suyun içinde yol alır, an­
cak Güneş'ten gele n ışık örneğinde olduğu gibi, boşlukta da ko­
layca yol alabi lir. Evrenin mekanik modelini yapabileceğine i na­
nan biri için, dalgaları taşıyacak bir ortam olmadan bir ışık dalga­
sı var olamazdı.
Işık dalgalarını taşıyan ortam olarak esir kavramı ortaya atıl­
dı. Olağanüstü özellikleri vardı. Işık hızında -saniyede yaklaşık
300.000 km- yol alan titreşimleri taşımak için çok katı olması ge­
rekiyord u . Diğer yan dan, Dünya ve gezegenler üzerinde görü­
nür herhangi bir yavaşlatıcı etkisi olmadığı için son derece hafif
de olmalıydı.
Genel kanı, rengi ve kokusu olmayan, ancak her yere nüfuz
edebilen ve içinden ışık geçtiğinde h areket edebilen, pelte benze­
ri bir madde olduğu şeklin deydi. Olağanüstü bir biçimde bir ara­
ya gelen bu nitelikleri kanıtlaması iste nd iğinde, Kelvin meselenin
" üstesinden gelinemeyecek kadar zor olmadığı n ı " açıkladı. Sonra
da, kolay kınlan katı bir madde olduğu halde çok yavaş olsa da
bir sıvı gibi akabilen, ziftten ve ayakkabı cilasından söz etti .
Esir, diyordu Kelvin, ı şık dalgalarını n hızlı titreşimleri karşı­
sında bir katı gibi, ancak diğer d uru mlarda bir sıvı gibi davranan

57
bir çeşit bal mumudur. I şık dalgalan çok yüksek frekanslı oldu­
ğundan esirin tepkisini gözlem ek güç olabilir, ancak

. . . her şeye rağmen ayakkabı cilasından daha gizem l i bir şey


deği ldir.

Esirin m utlak şekilde hareketsiz bir durumda olması gerektiği


de açıktı. Güneş sisteminde sürtünmenin olmaması bir tarafa (ge­
zegenler kütleçekimi yasalarına bütünüyle uyar), esirdeki her­
hangi bir karı şıklık, Ay bir yıldızın yakınından geçerken yıldız­
dan gel e n ışıkta meydana gelen değişiklikler yoluyla saptanabilir­
di. Asl ına bakılırsa, Ay yıldızı tamamen engelleyene dek hiçbir
değişiklik de olmaz.
B u kadar önemli o l masın a karşın esir, varlığı hiçbir zaman sap­
tanamayacak bir şey gibi görünüyordu . Ancak, 1 887 yılında A. A.
Michelson ve E. W. Morley adl ı i k i Amerikalı fizikçi tarafından
yapılan u staca bir deney bu konuda bazı u mutlar verdi.
Dünya, Gü neş çevresindeki yörüngesin de saniyede yaklaşık 32
kilometrelik bir hızla yol alır. İçinde ışık dalgalarının yol aldığı
esir ise hareketsiz kalır. Bu nedenle, Dünya ile aynı yönde yol
alan bir ışık demeti, ters yönde yol alan bir ı şı k demetinden daha
hızlı olmalıdır. Tıpkı bir yüzücün ü n dalgayı arkasına aldığında,
dalgaya karşı yüzdüğünden daha hızlı yüzmesi gibi. Michelson ve
Morley'in hassas deneyi, bu etkiyi bir ışık dem eti için gösterecek
ve böylece de ele geçmez esirin gerçekten var olduğunu kanıtla­
yacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak deneyin sonucu şaşırtıcıydı.
Kullandıkları alet bir girişimölçer, başka bir deyişle, iki ışık de­
meti için bir yarış pistiydi . İlk ışık demeti, bir aynaya doğru yol­
lanıyor ve yansıyıp başlangıç noktasına geri dönüyordu. Bu sıra­
da yaklaşık 1 2 m etrelik bir mesafe kat ediyordu. Diğer ışık d e me­
ti ise aynı yolu ilkine dik açı yapan bir doğrultuda kat ediyordu.
İlk ışık demeti Dünya'nın Güneş yörüngesindeki hareketi ile
ayn ı yönde gönderilirse, başlangıç noktasına dönmesi, bu yöne
dik bir doğrultuda gönderilen ikinci ışık demetine oranla biraz

58
daha uzun sürmelidir. Tıpkı, bir yüzücünün bir nehirde, önce
akıntı yönü n de bir kilometre sonra da akıntıya karşı bir kilomet­
re yüzmesinin, nehri n akışına dik doğrultuda bi r kilometre yüzüp
geri dönmesinden daha uzun sürmesi gi bi.
İki Amerikalı, teleskopla iki ışık demetinin hareketini gösteren
parlak ve karanlık çizgilerin oluşturduğu deseni inceledi. Daha
sonra düzeneği doksan derece çevirdiler ve desenin ne kadar de­
ğiştiğine baktılar.
Hiç değişmemişti. Ne kadar uğraştılarsa da herhangi bir fark
bulamadı lar. Bilim çevrelerinin kafası karış m ıştı, ancak bu uzun
sürmedi. Akla ilk gelen yanıt, esirin var olmadığıyd ı. Ne yazık ki,
o zamanın doğa felsefecileri kral çıplak hikayesinden ders alma­
mışlardı ve hiç kimse deneysel bulguların dayattığı devrimci bir
kararı alm aya hazır değildi.
İ rlandalı fizikçi G. F. Fitzgerald, kon uya akl a yakın gibi görü­
nen bir açıklama getirdi. Fitzgerald, esir ile atomları bir arada tu­
tan elektri ksel kuvvetler arasındaki etkileşim nedeniyle, hareket
eden bir cismin boyunun, hareketin gerçekleştiği yönde bi raz kı­
saldığını öne sürüyordu .
İ k i ışık dem eti arasındaki yarışta, Dünya'nın esir içindeki ha­
reketiyle aynı doğrul tuda olan pist kısalmış oysa diğer pistin
uzunluğu değişmemişti. Aradaki fark, paralel yol ile karşılaştırıl­
dığında dikey yolculuğun daha uzun sürmesini ve yarışın berabe­
re bitmesini açıklamaya yeterdi.
Fitzgerald 'ı n kısalma kuramı, Michelson-Morley deneyinin ne­
den başarılı ol madığını kesinlik l e açıklıyordu, ancak geçerliliği
uzun sürmedi. Yirminci yüzyılın başlarında, Einstein konuyu ele
alarak, Newton tarafından ortaya atılan ve bir hareketsizlik duru­
mu ile düzgün doğrusal (yani sabit hızlı) bir hareket d u ru m u ara­
sındaki farkı ayırt etmenin olanaksız olduğunu öne süren göreli­
lik kuramının ilk biçiminden söz etti.
Sabit hızla giden bir uçağın içindeyken, uçağın hareketsiz du­
ran bir bulutun yanından mı geçtiğini, yoksa hareketsiz bir uça­
ğın yan ından ters yönde bir bulutun mu geçtiğini söylemek için

59
yapabileceğimiz ikna edici bir deney yoktur. Daha genelleştirerek
söylersek, mekaniğin bütün ya:saları u çakta d a yerde de aynıdır;
çay demlikten aynı hızla dök ü l ü r ve hoparlörden gelen ses aynı
ölçüde bozuktur.
Einstein, lVli chelson-Morley deneyin i Fitzgerald'ın akla yakın
kısalma ku ramını k u llanmadan geçersiz kıldı. H i ç kimse New­
ton'un, laboratuvar ister hareketsiz olsun i sterse bir doğru üzerin­
de sabit hızla hareket etsin , he rhangi bir mekanik deneyinin so­
nucunun değişmeyeceği yargısını tartışmıyordu bile. Bununla
birlikte, Michelson ve Marley bir optik deneyin i n farklı bir sonuç
vereceğini öne sürüyordu. Einstein bunun saçma olduğunu dü­
şündü. Doğanın yasaları, optik laboratuvarında da dinamik labo­
ratuvarı nda da ayn ı olmalıydı ve bu nedenle esirin varlığından söz
edilemezd i .
Özel Görelilik Kuramı 'nın temelini oluşturan b u yargılar
1 905'de yayımlandı ve bu esir kuramının sonu oldu. Yine de esir,
sonraki 30 yıl boyunca ders kitaplarında tek tük görünm eye de­
vam etti . Sonunda, kalorik ve flojiston (eskiden bütün yanıcı
maddelerde bulu nduğu varsayıl an ağırlıksız ve uçucu öz) kuram-

1 905"de yayımlanan bu yargılar esir kuramı nın sonu oldu.

60
lan ile birlikte, geçersizliği kanıtlanana dek yararlı olmuş, şimdiy­
se çoktan unutulmuş kavramların arasındaki yerini aldı.
Einstein'ın görelilik kuramı bugün bize sağduyun u n gücünü
kanıtlayan bir şey olarak görünse de, ilk ortaya atıldığında şim­
şekleri üzerine çekmişti. 1 922 yılında İsveç Kraliyet Bilim le r Aka­
demisi'nin E-instein 'a Nobel Fizik Ödülünü vermesi de bu d u ru­
m u değiştirmedi. Hatta ödül gerekçesinde bile görelilik kuramın­
dan söz etmekten kaçın mışlardı.
ı:;:,si r kuramını geçersiz kıldıktan ve bilimin yasalarına o güze­
lim değişmezlik özelliğini iade ettikten sonra, Ei nstein yeni fizik
yasasının sonuçlarını dikkatle incelemeye başladı. Mekaniğin te­
mel yasalarının yepyen i bir biçimde formüle edilebileceği sonucu­
na vardı. Newton 'un hareket yasaları yavaş hareket eden cisimler
için tamamen doğruydu, ancak birçok durumda bir cismin hızı
arttıkça kütlesi de artıyordu .
Bu değişiklik bir tren ya d a bir otomobil için önemsizdir, oysa
bir x-ışını lambasının içinde hızlaı:ıdırılan bir elektronun kütlesi
iki katına çı kabilir. Bir cismin enerjisi arttığında k ütlesinin de ar­
tacağını gösterdikten sonra Einstein, bir cismin enerjisi azalırsa
kütlesinin azalacağını kanıtlayarak çalışmalarına devam etti.
Uzun sözü n kısası, kütle ile enerji eşdeğerliydi.
Kütle ile enerj i arasındaki alışverişin m iktarı çok büyüktü ve
günümüzde hemen herkesce bilinen E=mc2 eşitliği ile ifade edi­
liyordu . Bu eşitlikte E enerji, m kütle ve c de ışık h ızıdır. Günlük
dilde söyleyecek olursak, herhangi bir m addenin bir gramı
25.000.000 kilovat-saat enerjiye eşdeğerdir.
Görelilik kuramına yapılan bu ekleme, Güneş'in kesintisiz ışı­
nımı konusunda bir açıklama getirerek zor bir p roblem i de çözdü.
Güneş ışınımının maddenin enerjiye yavaş a m a verimli bir biçim­
de dönüşmesinin sonucu olduğunu artık biliyoruz. Aynı basit sü­
reç n ükleer enerji ve atom bombası için de geçerli. Kelvin 'in
oyuncak merdiveninin basamaklarında bir tarih akıyor.

61
Uçuşun Öncüleri

İlk bilimkurgu yazarlarının esin kaynağı olan havada uçma dü­


şüncesi, 1 783 yılında Montgolfier kardeşlerin başarısından önce
birkaç yüzyıl boyunca mühendisleri ve şarlatanları da özendirmişti.
Sıcak hava balonu için gereke n bütün teknoloj i , ilk uçuşun ger­
çekleştiği tarihten yüz yıl öncesin de de vardı. Aslında, daha on
beşinci yüzyılda yolcu taşıyan bir balon yapmak için ciddi bir gi­
rişimde bulunulmuştu.
Tasarımcının (ünü uzun süreli olmayan bir İ talyan), balonu ye­
teri kadar büyük yapmaması nedeniyle bu deney başarısızlıkla so­
n uçlandı . Fizik ve k imyanın henüz pozitif birer bilim olmadığı
günlerde, sözde pilotum uz, sıcak hava ile soğuk h ava arasındaki
yoğunluk farkının oldukça küçük olduğunu kavrayamamıştı. On
sekizinci yüzyılda bile tasarım c ı lar, asıl önemli konu olan duma­
n ı n sıcaklığı yerine bileşenleri üzerine kafa yoruyordu. Montgol­
fier kardeşler, kağıt, yün ve samanda karar kılmadan önce, eski
ayakkabılar ve büyük et parçaları da dahil olmak üzere çeşitli ya­
nıcı maddeler denemişlerdi.
İlk mucitlerin asıl ilgisini çeken şey i nsan gücüyle uçmaktı. Tek­
n i k yaklaşımları burada da yanlıştı. İ nsan ı n yalnızca kas gücüyle
uzun süre havada kalamayacağını d üşünmekte az çok haklıydılar.
Bugün bile bu neredeyse i mkansızdır. Yukarı doğru yükselme so­
runu bir uçurumun veya bir kulenin tepesine çıkılarak çözülüyor­
du, ancak uçuş neredeyse her zaman felaketle sonuçlanıyordu .

... başarısızlığını bir kuyruk eklernedeki kararsızlığına bağlıyordu.


On birinci yüzyılda yaşam ı ş bir Benedikten keşiş olan Malmes­
bury'li Eilmer'ın, bacaklarının k ı rı lması na yol açan sert bir inişten
önce, 1 80 m etrede n fazla uçtuğu güvenilir kaynaklarda yer alı­
yordu . Malmesbury'li Eilmer, olağanüstü bir sezgiyle, kanatların ı
tamamlayacak bir kuyruk eklemed iği için uçuşun dengesiz oldu­
ğunu kavramıştı.
Tungland Başrahibi John Damian, 27 Eyl ül 1 507'de velinime­
ti İskoç Kralı IV. James'e simyanın gücünü göstermek için ken­
disini Stirling ( İ skoçya'da bir kent) Kalesi 'nin burçlarından aşağı
bıraktığında, Paris'e dek hiç durmadan uçacağı n ı umuyord u.
Damian'ın uçuş aracı, hiç de şaşırtıcı olmayan b ir biçimde, bir
kuşun kanatları örnek al ı narak yapılmıştı, ancak William Dun­
bar' ın hicivli bir şiirinde anlattığı gibi pek verimli işlememişti:

H ızla ç ırptı parlak kanatların ı


Boşunaydı çabası, hemen boyladı yeri
Çamura battı baştan aşağı
Süzüldü çamurun içinde tıpkı bir kuş gibi

Kaza, tarihçi Leslie tarafın dan daha açık biçimde anlatılm ıştı:

Stirling'in kale duvarından uçtu ancak hemen yere düştü ve


uyluk kemiğini kırdı .

....John Damian kendisini Stirling Kalesi 'nin burçlarından


aşağı bıraktığında ...

63
Damian bu işi uyluk kemiğini k ı rarak atlattığı için şanslıydı .
Kuşların uçuşunun gerisinde yatan aerodinamik i l ke leri anlama­
m ıştı; dört yüzyıl geçene dek de kimse anlamayacaktı .
U çuşun öncüleri kuşların zahmetsiz uçuş yeteneğinin etkisi al­
tında kalmışlar ve bu yüzden de, anlaşıl ı r bir biçimde, çabalarını
kanat yapma üzerinde yoğ·unlaş t ı rm ışlardı. Leonardo da Vinci ol­
dukça doğru bir biçimde, k aldırma kuvvetin i n kanadı n üzerinde­
ki ve altındaki hava basıncı arasındaki farka bağlı olduğunu dü­
şündü. Oysa (yanılgıya d üşerek) bu etkinin, kanadı n altındaki
h avayı sıkıştıran kanat çırpma işlemi ile sağlandığına "ve bu ha­
van ı n basıncının kuşu yukarı kaldırdığına" inand ı .
İ l k m ucitlerin h içbiri, yal nızca kanatlan çırpmanın uçuşu sür­
dürmeye yeterli olmadığını fark etmed i . Bir kuş, tıpkı bir uçak gi­
bi, havada kalmak için kaldırma kuvvetine ve ileri doğru gitmek
için de itme kuvvetine gereksin im duyar. Kaldırma kuvveti kuş
tarafından da u çak tarafı ndan da hemen hemen aynı biçimde sağ­
l anır. Kanatlar ileri doğru hareket ederken hava akımı ikiye bölü­
nür, bir kısmı kanat yüzeyinin altından akarken bir kısmı da üze­
rinden akar.
Üstteki yol daha uzundur ve bu nedenle üst taraftan akan hava,
kanadı n altından geçen diğer yansından geri kalmamak için daha
hızlı yol almak zorundadır. Hava daha hızlı yol aldığın da daha dü­
şük bir basınç uygular. Spreylerde de kullanılan bu etki, kanadın
üst yüzeyindeki hava basıncının alt yüzeye oranla daha düşük ol­
masına yol açar. Bunun sonucu olarak da kanat havada kalabilir.
Kanatların üzerinden hızlı bir hava akışı sağlamak d a e lbette ki
büyük bir sorundur. Bir uçağın pervanesi, aslında dikey kaldırma
kuvvetinden çok yatay itme kuvveti sağlayan bir çeşit kanattır.
Bir kuş ise pervanenin yaptığı işi yapmak için kanatların ı n uç kıs­
mına yakın geniş tüyleri kullanır.
Uçuş sırasında bu tüyler, 8 'e benzeyen bir hareket yaparak, ha­
vanın yönü n ü ve basıncını hem itme hem de kaldırma kuvveti
sağlayacak biçimde ayarlamak için sürekli olarak eğilip bükülür­
ler. Bu yöntem oldukça yararlıdır ve kuşa çok h assas manevralar

64
yapma olanağı sağ-lar. Ancak kesinlikle, bir pervane kanadının
dairesel hareketi kadar verim l i değildir.
Kuşlar, hareketli kanat geometrisi ve içeri çekilebilir iniş ta­
kımları sorunlarını uzun zaman önce çözmüşlerdi. Ağırlıkl arını
azaltma konusunda da daha farkl ı bir yol l a önemli bir başarı elde
etmişlerd i . 2, 1 metrelik bir kanat açıklığına sah i p bir kuşun iske­
leti yalnızca 1 1 3 gram ağırlığındadır. Dişleri olmadığı ve bu ne­
denle de çene kemikleri ve bunlarla bağlantıl ı kasları n sayısı az
olduğu için kuşların kafası çok h afiftir. Dişlerin görevi olan öğüt­
me ve karıştırma işinin büyük kısmını yapan taşlık epeyce ağırdır.
Ancak ağırlık merkezi, kanatların oluşturduğu kaldırma merkezi­
nin altında olacak biçimde, gövdenin arka tarafına oldukça iyi bi­
çimde yerleştiril miştir.
Bu, bir kuşun uçuş sırasında kendinden d e ngesiz old uğu anla­
mına gelir, ancak dengesizl i k pek çok açıdan yararlıdır, çünkü
gövdenin daha kolay manevra yapabilmesini sağlar. Otomatik pi­
lot, yani kuşun küçücük beyni etkili bir kumanda sağlar, oysa bir
u çak tasarımcısı bu tehlikeyi göze alamaz, çünkü otomatik pi lot
sistemi arızalandığında pilotun eli kolu bağlanır.
Bir kuşun motorları sadece, tohum , solucan, böcek gibi prote­
ini yüksek fakat posası çok az olan süper yakıtlar kullandığı için,
oldukça veri mlidir. Kuşun sindiri m işlemi hızlıdır, bazen yal nızca
birkaç dakika sürer ve alınan besinin büyük bir kısmı vücut ağır­
lığına dönüştürül ü r.
Bir kuşun kan dolaşımı da tutum l u bir biçimde düzenlenmiştir.
Tavuklar ve hindilerin sağa sola koşmaları gerektiğinden bacak­
ların a oldukça fazl a kan gider. Göğüs ve kanat kaslarına giden
kan m i ktarı ise çok azdır. B u da boğazına düşkünlere, kırmızı et
ile beyaz et arasında hoş bir seçim yapm a olanağı sağlar. Akciğer­
ler küçük de olsa kemiklerin içinde ve gövdenin başka yerlerinde
bulunan çeşitli hava kesecikleri ile bağlantılıdır. Böylece, bir kuş
yeterli soğutma kapasitesi elde eder ve hızlı h areket veya manev­
ra için ek çaba harcamak gerektiğinde güçlendirici kompresöre
eşdeğer bir sisteme sahip olur.

65
Kuşları taklit etme arzusu ile yanı p tutuşan ortaçağ ve Röne­
sans mucitleri, uçak pervanesinin öncüsü olan yel değirmeninin
akla getirdiği olanakları önemsemediler. Çocukların iyi bildiği bir
oyu ncak, üzerinde sarmal biçi m i nde bir yiv olan bir çu buğa takı­
lı bir pervaneden oluşur. Pervane yukarı doğru yeteri kadar hızlı
itilecek o lursa, havalanır ve uçar. Görünüşü buna az çok benze­
yen oyuncaklar on beşinci yüzyıl a ait el yazmalarında gösterili­
yor, ancak uç ma denemelerinde pervane hiç gösterilmiyor, demek
ki düşü nceden tam olarak yararlanılamamış.
Leonardo bir helikopter tasarlamıştı ve yaptığı küçük bir mo­
del de gerçekten uçmuş olabilir, ancak o da bu d üşüncenin peşi­
ne düşmedi. Şüphesiz, doğada bu tür bir dairesel hareketin örne­
ği yok ve uçma çabalarının doğanın taklit edilmesi yön ünde olma­
sını doğal karşılamak gerekiyor.
İ l k mühend isler çoğunl ukla, yaptık ları deneylerin uzun vade­
deki etkileri üzerine tahm i nler yürütecek kadar geniş bilgi sahibi
oluyorlardı. On yedinci yüzyılda yaşamış bir cizvit olan Frances­
co da Lana, sıcak hava balonun un temel i lkesini bulmuş, ancak
başarılı olması halinde dünyada huzur kalm ayacağını düşündü­
ğünden araştırmaktan vazgeçmişti.

66
Dalgalar

Bir süre önce tanınmış bir hanımdan, " Marconi'nin telsizi icat
etmesine yardımcı olan alçakgönüllü İ skoç bilim adam ı " konu­
sunda bilgi isteyen bir mektup aldım .
Mektubun yazarı birkaç ipucu da vermişti. Bunlardan b ir tane­
si bir denizaltı maketinin telsiz ile kumanda edildiği, High
Wycombe ( İngiltere'de bir kent) yakınlarındaki bir gölcüğe çıkı­
yordu. Mucit ü lkesini terk etmişti ve l 960'lı yıl l arda öldüğüne
i nanılıyordu .
Kuşkusuz, telsizi Marconi 'den önce bulduğunu iddia edebile­
cek birkaç kişi vardı. Bunlardan bazıları, önemini veya olası ya­
rarlarını anlamadan telsiz ile i letişim kurmayı gerçekten başar­
mıştı . Marconi'nin kendisi şunları yazıyor:

. . . uzun mesafeli telsiz telgrafın mümkün o lduğuna bütün üyle


inanan ilk insan olduğundan , James Bowman Lin dsay adı gele­
cek kuşaklara taşınmalıdır.

Lindsay. St. Andrews Ü niversitesi 'nde eğitim gördü . İnsanın


ortaya çıkış zamanı ve yerini belirl emek amacıyla, 50 dil üzerine
yapılan dilbilimsel bir araştırma olan Pentecontaglossal Dicti­
onaıy veya e lektrik deneyleri ile meşgul olmadığı zamanlarda
Dundee Üniversitesi 'nde ders veriyordu . 1 845 yıl ında, Atlantik
Okyan usu boyunca uzanacak bir kablo i l e i lgili bir tasarıyı halkın
bilgisine sundu ve 1 853 yılında d a Dundee Advertiser gazetesi
Lin dsay'i n

. . . suyun altından geçen bir kablo o lm adan d ünyanın dört bir


yanına anında bilgi aktarılabileceğini bulduğunu

bi ldirdi. Lindsay'in düşü ncesi, suyun kendisini bir iletken olarak


kullan maktı. Verici, birbi rleri n de n birkaç yüz metre uzakta ola­
cak biçimde suyun içine batırılmış iki büyük plakaya bağlı bir
telgraf anahtarından ve bir pilden olu şuyordu. Tay l rm ağı 'nın

67
karşı kıyısına yakın bir yerdeki benzer iki plaka da bir alıcıya
bağlanmıştı. Denemeler oldukça başarılıydı ve bu yöntem telsiz
telgraf olarak adl an dırılabi l i rdi. Ancak mesafe birkaç kilometre
ile sınırlıydı ve düşü nce gel iştirilmedi.
Radyo dalgaları ile deney yapan ilk insan büyük olasılıkla Gal­
van i'y di. 1 780 yılında Galvani, arada bir metre kadar bir mesafe
olduğu halde, bir elektrostatik ü reteçten boşalan e lektriğin ölü bir
kurbağayı sıçrattığını fark etmişti. Daha önce elektromıknatıslı
telgrafı ve elektrik motorunu icat eden, Princeton Üniversitesi
profesörleri nden J oseph Henry, 1 84 2 yılında, bir e lektrik boşal­
masının on metre kadar uzakta bulunan iğneleri mıknatısladığını
buldu. Bu etkiyi, aradaki boşlu kta yol alan bir elektrik parazitine
bağladı ki bu da doğru bir açıklamayd ı. Bir elektrik boşalması iyi
bir radyo dalgası kaynağıdır ve Marconi tarafından ilk alıcılarda
d a k u ll anılmıştır.
Galvani 'den yaklaşık bir yüzyıl sonra Edison, işleyen bir man­
yetik titreşim aletinin (bugün de elektrikli zillerde kullanılan tür­
den bir alet) yakınındaki herhangi bir metal cisimden, titreşim
aleti ile bir bağlantısı olmadığı halde, elektrik akımı çekilebilece­
ğini fark etti. Bunun nedeninin "esir ile ilgili yeni bir kuvvet" ol­
duğunu düşündü. Eli h u Thomson (sonradan Thomson-Houston
Company'nin kurulmasına yardım edecek olan 1 8 yaşında bir de­
l ikanlı), aynı etkiyi bir indükleme bobin i ile de gözledi.
Hem Thomson hem de Edison, bu deneylerin önemini göreme­
dikleri için daha sonra pişman oldular. "O zamandan bu yana be­
ni h ayrete d üşeren şey, esir ile ilgili kuvvet konusunda yaptığım
deneyleri n sonuçlarını kullanmayı düşünmeyişimdir," diye yaz­
m ıştı sonradan Edison . " Kendi çalışmamdan yararlanabilseyd im,
elektrik sinyallerini kullanarak uzun mesafeli haber yollamayı
b e n bulurd u m . "
Amerikalı b i r öğretmen olan Amos Dol bear, 1 882 yılında
Londra'da yeni bir telgraf m ekanizması geliştirdi. Bir mikrofon
i çeren verici, altın kaplama bir uçurtma ile toprağa gömülmüş bir
m etal l evha arasın a bağlanıyord u . Alıcı d a teneke bir dam ile yer

68
arasına bağlanmıştı, oysa alıcı aleti herhangi bir şeye bağlamadan
sadece elde tutarak da temiz sinyaller ('Yankee Doodle' ve ' God
Save the Queen' marşları da bunların arasındaydı) d uyu l muştu.
1 879 yı lında, David H ughes, kulağında bir telefon ahizesi ol­
duğu halde, Londra'da Great Portland Caddesi'nde bir aşağ·ı bir
yukarı yürüyor ve birkaç yüz m etre uzaklıktaki evinde bulunan
bir indükleme bobini tarafından ü retilen sesleri dinliyordu. Royal
Society'ni n üç üyesi bu olayı incelemiş ve H ughes'u daha ileri git­
memesi için uyarmışlardı. Edison ve konuyla ilgili ilk deneyleri
yapanların bir kısmı doğa bilimleri alanında eğitim almamışlardı,
fakat Royal Society'nin üyelerinin, Hughes'un gösterisi ile 1 864
yılında Maxwel l tarafı n dan ortaya koyulan radyo dalgaları kura­
mı arası nda bağlantı kurması gerekirdi.
Aslında Heinrich Hertz'in erken ölümü telgraf konusunda
önemli bir ilerlemeye yol açtı. Karl sruhe Politeknik'te p rofesör
olan H ertz, Maxwe ll'in kuramsal olarak ortaya koyduğu elektro­
manyetik dalgaları laboratuvarda üretmeyi ve belli bir mesafeden
saptamayı başardığında yalnızca 30 yaşındaydı .
Hertz, 1 894 yılında daha 36'sındayken öldü. İ ngiliz fizikçi (ve
büyü meraklısı) Oliver Lodge, kendi çalışmalarını da öven bir an­
ma m ektubu yazdı. Mektup yayımlandı ve o sırada 20 yaşı nda olan
Marconi'nin ilgisini çekti, böylece bu yen i dalgalarla haber yolla­
m a düşüncesinin doğmasın ı sağladı. Alexander P opov da ülkesi

Royal Society'nin üç üyesi ... daha ileri gitmemesi için uyarmıştı.

69
Rusya 'da aynı düşü ncenin peşindeydi ve çoğunlukla radyoyu bu­
lan kişi olarak anılır.
Konuyla ilgilen en lerin baz ıları, deney ile k u ram arası ndaki
boşluğu dolduracak kadar bilgiye sahip olmayan alaylılardı. Yan­
lış açıklamaları kabul ederek yanlış yollara sapmışlar, aralarından
bir tanesi de ileri gelenlerin söz ü n ü dinl emek yanılgısına d üşmüş­
tü. Bu hikayeden mucitlerin çıkarması gereken bir ders var: bü­
yük bir kısmınız beş para kazanamayacaksınız oysa aranızdan bi­
ri belki de bir altın madeninin ü zerinde oturuyor.

70
Rum Ateşi

Birkaç yıl önce bir İ ngiliz kimyacının Rum ateşinin sırrını keş­
fettiği açıklanmıştı. Bu pek o kadar da gizemli bir şey değil aslın­
da ( Profesör LJ . R. Partington 1 960'da konuyla ilgili bir kitap yaz­
m ıştı) , ancak şüphesiz ilginç bir hikaye.
Sindirme amaçlı silahlar -gerçekleri de h ayal ürünü olanları da­
eskiçağ;da da bugünkü kadar önem liydi. Bu silahlardan bazıları,
örneğin alev makinesinin ve molotofkokteylinin ilk biçimleri çok
etki liyd i.
Yangın çıkaran ilk silah lar, çoğunlukla yakın zamanda bulun­
m u ş bir şey olarak düşünü lse de, çok uzun bir süredir kullanı lan
Ortadoğu petrolüne d ayan ıyord u . I rak ve İ ran'ın bazı bölgelerin­
de, petrol ün çeşitli biçimleri yeraltından sızarak yüzeye çı kar. Bin
yıldan daha uzun bir süre önce petrol İ stanbu l 'a (o dönemdeki
adıyla Konstantinopolis'e) getiriliyor ve hamamların ısıtı l m asında
kullanılıyordu .
Petrol ü rü nleri, ilk bilim kadını tarafından bulunan bir işlem
olan damıtma yoluyla elde edil iyordu. Bu kadın, Hı ristiyanl ığın
i l k dönemlerinde yaşam ış Mısırlı bi r simyac ı olan Yahudi
Mary'ydi. Mary aynca, alevle temas ettiğinde bozulan maddeleri
kaynar su içine dal dırılmış bir kap içinde pişirme yöntemini de
geliştirdi. Bu yöntem, Fransızca banyo sözcüğü ve 1V1ary isminin
birleştirilmesi ile benmari olarak anılır .

. . . hanı petrol getiriliyor ve hamamların ısıtılmasında kullanılıyordu.

71
On ikinci yüzyılda yazıl mış ancak kaynağı daha eskiye, Eski
Yunan kaynaklarına kadar uzanan, Liber Ignium ad Com buren­
dos Hostes (Düşmanları Yakmak için Ateşler) adlı kitapta, kendi
kendine tutuşan çeşitli ateş yak ıcılardan söz ediliyor. Kitaba gö­
re, kükürt, bit ü m , pirit, dut suyu ve kireçten oluşan kuvvetli bir
karışım hava geçirmez kutul arda saklan mal ıydı . " Dü ş man kuv­
vetlerini ateşe vermek istiyorsanız, geceleyin gizlice bu karışımı
on ların üzerine dökün. Güneş çıktığında hepsi yanacaktır."
Romalı tarih çi Livius, MÖ 1 86 yı lındaki Baküs şen liği sı rasın­
d a şen liğe katılanlardan bazılarının, suya batırıldığı zaman alevler
çıkararak patlayan kükü rt ve kireçten yapıl ma m eşaleler taşıdığı­
nı anlatır. On i kinci yüzyılda yaşanan bir deniz savaşını anlatan
bir Çinli tarihçi, suya çarptığı zaman alev alan, kağıt torbalar içi­
ne yerleştirilmi ş kükürt ve k i reç içeren füzelerden söz eder. Bu
anlatılanlar neredeyse kesi n bir biçimde gerçekdışı şeylerdir.
Rum ateşi ise yeterince gerçekti.
R u m ateşi, yed inci yüzyılın sonlarına doğru Konstantinapo­
l is 'te geliştirilmişti ve 1 453 yılında şehir Türklerin eline geçene
dek süren saldırıların püskürtülmesinde çokça kul lanılm ıştı.

... sır bir melek tarallndan Rizans İ mparatorn 'na açıklandı.

72
Ru m ateşi aslında yaln ızca yanan petroldü. Ell e çalışan küçük
\'e ilkel bir pompa ile fırlatılıyordu . O çağlarda yaşamış bir vaka­
nüvis "demir kalkanların gerisinden boşaltılan küçük sifonlar­
dan" ve " hazırlanan ateşin bu sifonlarla düşman askerlerin i n yü­
zü ne fırlatılabildiğinden" söz ediyor. Daha sonraki bir yazar, "de­
niz çarpışmalarında içinden nafta fırlatılan boruya" benzeyen bir
şırı nganı n hekim likte kullanıldığını anlatıyor.
Konstantinopolis'e yaptık ları saldırı larda bi rkaç kez kavrul­
du ktan sonra Araplar, R u m ateşi yapmayı öğrendiler ve alev al­
maz giysilerle korunan özel n afta birlikleri oluşturdular. Arapl ar
ayrıca, benzine benzeyen ve büyük olasılıkla hammaddelerin da­
mıtı l ması i l e elde edilen daha seyreltik bir akışkan olan bir "kız­
gın alevli petrol" ü rettiler.
H açlı lar, pek çok k uşatma sırasında kendileri n e karşı kul lanı­
lan Rum ateşi karşısında şaşkına döndüler. Psikoloj ik savaş da ol­
dukça etkil iydi. Bizanslı k imyagerler, bu ateşin sırrı n ı n bir melek
tarafı ndan Bizans İ mparatoru 'na açıklandığı ve bu sırrı çözmeye
\'alışanların anında öleceği hikayesini yaymışlardı .
Anında ölecek kadar yanmayan birlikleri n , alevleri izleyen öl­
d ü rücü serpintiye dayanamayacağına da yaygın bir biçimde ina­
nılıyordu . Şişeler içinde fı rlatılan alevli petrol güya, büyük bir gü­
rültü ve dehşet verici bir ı slık ile kaleleri yıkıyord u .
Haçlı Seferleri zamanının tari hçileri, Rum ateşinde " Doğu'da­
ki pınarlardan " elde ed ilen bir sıvının kullanıldığından söz eder.
Damı tı lmış nafta (veya benzin) çok uzağa fırlatılam ıyordu, ancak
cskiçağa ait tarifler, yanıcı karışımın kükürt ve reçine ile koyul aş­
t ı rıldığını, böylece daha uzun mesafelere fı rlatılabildiği n i ve hede­
fe yapışabildiğini söylüyor.
Rum ateşi, oldukça küçük değişikliklerle yirminci yüzyıla ka­
dar u l aşan ustaca üretilmiş bir silahtı. O dönemlerde teknoloj i bir
hayli geliştiğinden eskiçağın savaş m ühendislerinin ustalığı bizi
şaşı rtmamalı . Romalılar beton yapılar inşa ediyor, borularla su ta­
şıyor ve merkezi ısıtma yapıyorlardı . Plato n 'u n , ders saatinin gel­
d iğini beli rtmek için gün ağarırken bir düdük çalan, su i l e çalışan

73
alarmlı bir saati vard ı . Eski Yunanlı başka m ucitler de guguklu
saat ve takvim l i saat kullanıyorlard ı .
Simyacılar, çoğun l u kla şarlatan veya üçkağıtçı olarak görü lse­
ler de, becerikli birer teknoloji uzmanlarıyd ı . Rum ateşi de, bize
hala yararlı dersler veren eskiçağ m ühendislerinin pek çok gerçek
başarı larından biriydi .

74
Bilim Nasıl Gerçekleşmez

O N A, kalıtım ile i lgili önemli bilgiler barı ndıran ve bir bakıma


hayatın sırlarını içeren bir maddedir.
DNA moleküllerinin karmaşık bir yapısı var ve bu yapı, uzun
zamandır kullanılan x-ışını ile inceleme yöntemleriyl e yıllarca i n­
celendi. 1 950'lerin başında Londra King's College'da, Maurice
Wi lkins ve Rosinald Frankl i n 'i n elde ettiği görüntüler sarmal bir
yapı izlenimini veriyordu . Bu daha sonra, Cambridge Cavendish
Laboratuvarı'nda çalışan James D. Watson ve Francis Crick tara­
fından ustaca tasarlanmış ve ikna edici bir yöntemle doğru land ı.
Doğrucu Jim Watson (lakap eski bir iş arkadaşı tarafından ta­
kılmıştı), bu önemli olaydan hareketle, iyilerin çok iyi kötü lerin
<;· ok kötü olduğu, belirsizlik ve casuslarla dolu hareketli bir hika­
ye yazmıştı . ''
İyi adam bir taneydi, o da Dr. Watson'ın kendisiyd i, oysa kö­
tüler çeşit çeşitti: birlikte çalıştığ·ı kişi (" Francis Crick'in alçakgö­
n ü l l ü o lduğu zamanı hatırlamam . . . 35 yıldır d urmadan konuşu­
yor ve daha ortaya neredeyse değerli hiçbir şey çıkmad ı ") ; en
öne m li yardım cısı ("Şüphesiz Rosy'nin gitmesi veya haddinin bil­
dirilmesi gerkiyordu ... ne yazık ki Maurice, Rosy'yi kapı dışarı

Doğrucu .Jim Watson . . . iyilerin çok iyi kötülerin çok kötü


olduğu bir hikaye yazmıştı.

'" Jamcs D. Watson 1 968 Thc noııhle Hclix ( Londra: Weidenfcld and Nicolson), ( İkili
Sarmal, T Ü B İTAK Popüler Bilim Kitapları, 1 993).
edecek uygun bir yol bulamam ıştı ") ; Amerikalı d üzenbaz bir ra­
kip ("Cal Tech'i n ü n l ü kimyacısı Li nus Pauling İ ngiliz centi l men­
liğinin sınırlamalarına tabi değildi "); sır sakl ayan bir adam ("Gö­
rüntü n ü n Maurice 'e ait olması gibi acı kl ı b ir d urum la karşı karşı­
yaydık. Onunla konuşmak dışında yapılacak hiçbir şey yoktu ");
ve Cavendish Laboratuvarları 'nın Deneysel Fizik Profesörü (" O
sıralarda, bu antika adaml a daha sonra yeniden ilişkim olacağı hiç
aklıma gelmemişti . . . p rofesörü m ü z DNA kısaltmasının ne anla­
ma geldiğini bile bilmiyord u ") .
İkili Sarmal kitabının kapağına Lord Snow'un yazdığı övgüde,
Watson'ın ki tabı için tartışıl ması gereken bir yargıyla " Edebiyat­
ta bir benzeri yok " deniyor ve şöyle devam ediliyor, " . . . yaratıcı
bilimin aslında nasıl gerçekleştiğini gözler önüne seriyor. "
Yaratıcı bilim ile, n e topl u m a b ir hizmet vermek ne de ente­
lektüel m erakı d oyurmak i ç i n uğraşıl m ıyor gibi görü nüyor. Ge­
rekirse h erkesi yol u n dışına i terek bir Nobel Ödü l ü kazanmak
için uğraşılıyor. Tıp Araştırmaları Konseyi 'nin gi zli rapor ları ve
özel m ektupl ar ( Pau l ing'in Cam bridge'de okuyan oğl u na yaz­
dıkları), rakip laboratuvarlardaki gelişmeleri haber alm ak için
i n ceden i nceye araştırılmıştı. Ancak Cam bridge'de yapılan çalış­
m a sıkı bir şekil d e koru n uyord u ("S ı r saklamak, bütün atom la­
rın koordinatları tam olarak elde edilene dek bir anlam taşıyor­
du . . . Pauling ikili sarmalı i l k kez Delbruck'dan d uydu . . . ondan
Li nus'a bunu söylememesini istemiştim ... n e var ki isteğ·im i göz
önünde tutmamıştı ") .
Ü niversite yayınları n ı n, W atson ' ın kitab ı n ı yayımlamaması ge­
rektiğine karar verdikten sonra, Harvard Üniversitesi Rektörü ve
Senatosu, bilim adaml arı arasındaki bir tartışman ın içinde olmak
i stemediklerini açık l ad ılar. Kitabı n (yine de bereket versin k i kı­
sa) edebi bir değeri olmad ığ-ı nı da ekleyebilirle rdi. Hikaye, biyo­
k i mya j argonu ve öğrenci argosu ile süslenmiş ucuz fıkralar de­
m eti biçiminde anlatılmıştı : " Gizlenmek işe yaramıştı çünkü şe­
ker-fosfat belkemiğine dayanan m odellerle başımız beladaydı.
Onları nasıl incelersek inceleyelim, kötü kokuyorlardı . "

76
Her kitap yazarın gördüğü haliyle d ü nyanı n bir resmidir. Wat­
son, hırsın, saygısızlığın ve aldatmanın hakim olduğu bi r hayal
dünyası anlatıyordu ve Batman Leonardo ya ne kadar yakınsa,
bu d ü nya da bilimin gerçek d ü nyasına o kadar yakındı. İkili Sar­
mal şüphesiz, The Young Visiters ve Dclina Defaney'in yanına
çok yakışan bir edebi , tikad ı r, ancak düşünceler dünyası na ve­
ya bilimin anlaşıl masına bir katkı olarak değersizdir.

77
Jodrell Bank Teleskopu

J od re\l Bank radyot el eskopunun hemen h e rkesçe bilinen öy­


küsü, Britanyal ı bilim adamları n ı n cesareti nin bir simgesi haline
gel d i . Teknik açıdan süphesiz önemli bir başarıydı : verici veya
alı cı anten için bir yansıtıcı işlevi gören çeli kten yapılma çanağın
çapı yaklaşık 76 m etred i r, üstelik uzaydaki herhangi bir noktaya
elektriksel olarak yönlendirilebilir.
Bilimsel açıdan bakıldığında, Jodrel l Barık teleskopu, Camb­
ridge'deki daha hassas bir donanıma sahip 1V1ullard Radyoastro­
nomi Cözleınevi tarafından gölgede bırakılmıştı. Sir Berrıard Lo­
vell 'ı rı öyküsünün ':' odak noktasında i se, idari aksaklıklar ve bun­
ları n yol açtığı siyasi etkiler yer alıyord u.
J odrell Bank projesi, gerekli izin al ınmadan büyük miktarlar­
d a para harcandığı için ters gitmişti. Lovell 'ın 1 949 yılındaki ilk
tahmini o lan 50.000 sterlin, tasarım d a h a ayrıntılı olarak ele alın­
dığı nda çabucak aşıldı ve maliyet l 952 'nin Mart ayında 335.000
sterline u laştı. Bu maliyetin Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma
Bakan lığı ve Nuffield Vakfı tarafı ndan yap ılan bağışlarla karşıla­
nacağı bildirildi.
İ nşaata başlandıktan sonra hiç de şaşı rtıcı olmayan bir biçimde
m aliyetler artmaya devam etti. Daha önce hiç kimse böyle bir ma­
kine yapmam ıştı. Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Bakanlığı 'na
güvenilir hesaplar olarak sunulduğu halde, maliyet hesaplarının
büyük bir kısmının kaba v e ç ok iyi mser tahmin lere dayandığı or­
taya çıktı. İ nşaatın gecikm esi nedeniyle sabırsı zlanan Lovel l . ma­
l iyeti önemli ölçüde artıran ancak p rojeyi finanse eden kuruluşla­
ra bildirilmeyen tasarım değişiklikl eri önerdi veya bu tür değişik­
l ik leri kabul etti.
Sonraki sorunları n ana nedeni fazla harcamalar değildi. U çak,
füze ve askeri birlikler için, kamunun ve resm i kuruluşların bilgi­
si dışında düzenli olarak büyük miktarlarda kamuya ait paralar
harcanıyord u . Ne yazı k ki, Lovel l yanlış bir proje için ve yanl ı ş

" Bcrnard Lovell 1 965 Thc Stwy of,Jodrcll lJa n /, (.Jodrell Bank'in Öyküsü) ( Londra:
Oxford Uııivcrsity Press)

78
,Jodrell Bank teleskopu .

bir zamanda fazla harcama yapmıştı. Radyoteleskopun maliyeti


sonunda 650.000 sterline u laştı . Fazl a harcamaların bir kısmı bir
bağış kampanyası ile bir kısmı da Lord Nuffield tarafından karşı­
landı, ancak geri kalanın vergi mükelleflerinin cebinden çıkması
gerekiyord u .
Ü niversitelerin mali denetimden muaf tutulmaların ı zaten kuş­
kuyla karşılayan Kam u Hesapl arı Komitesi, J od rell Bank çalış­
masını incelerken çelişkil i kararlar alm ış ve n eredeyse küçük
düşmüştü.
Soruşturmalar, birkaç yıldır dedikodu h alinde dolaşan kaygı
ve şüpheleri açık seçik bir h al e getirdi ve ü niversiteleri, hesap
defterlerini Baş Sayman ve Denetçi'nin incelenmesine açmak zo­
runda bıraktı.
Love l l 'i n maliyet ile i lgil i sıkıntılarının çeşitli nedenleri vardı ,
ancak Kam u Hesapları Komitesi özel likle 1 952 yıl ında teleskop
tasarım ında yapılan önemli bir değişiklikle ilgi liydi. Bu tarihte,
Samanyolu 'ndan gelm esi beklenen ayı rt edilebilir radyo sinyal le­
rin i n , daha önce verim l i bir çalışma için saptanan sınırın altında
bir dalga boyunda old uğu anlaşılmıştı. Bu yeni duruma uyu m
sağlamak için, 76 metrelik çanağın yansıtıcı yüzeyini meydana ge­
ti ren ve yaklaşık 5 san timetrelik karelerden oluşan tel örgü n ü n
yekpare bir plaka ile değiştiril mesi gerekiyordu.
1 955 Ekim'inde, bağışları toplayan Manchester Ü niversitesi,
Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Bakanlığı'na teleskopun tasa-

79
rı mının kendilerinin onayı olmadan önemli ölçüde değiştirildiğini
bildirdi. Komite tarafından sorulan sorular ve Bilimsel ve Endüst­
riyel Araştı rma Bakanı 'n ın yanıtlan sorun u açıklığa kavuşturd u .

Soru: Bu b i r ü niversite projesi ise, üniversiteni n onayını alma­


dan tasarı m ı kim değiştirdi, mühendis m i yoksa Profesör
Lovell m ı ?
Yanıt: H ayır, üniversite n in onayı ol madan tasarı m ı değiştiren
hiç kuşkusuz m ü h endislik danışmanıydı .
Soru: Bunu ki mseye danı şmadan kendi başı na m ı yaptı ?
Yanıt: Evet.
Soru: Ve bunun maliyeti önemli ölçüde artıracağını da kimse­
ye bildirm edi?
Yanıt: Evet.

Komite, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, danışman mühen­


dis (Dr. H . C. H usband) tarafindan izin alınmadan yapı lan deği­
şikliklerin, maliyetin artmasına önemli ölçüde katkıda bulund uğu­
nu açıkladı. H usband çok kızmıştı ve Lovel l 'dan The Times gaze­
tesine, doğru olmadığın ı bildiği bu iddiaları yalanlayan bir mektup
yazmasını istedi . Lovell ona yardım edebileceğini düşünmüyord u:

K a mu Hesaplan Komitesi raporu n u n gizli bir belge olduğu n u


v e Rektör Yardımcısı'nın izni ol madan hareket etmemin m ü mk ün
olmadığını söyledim. Rektör Yardımc ı s ı da tatildeydi . . .

Bunun üzerine H usband, Bilimsel v e Endüstriyel Araştırma


Bakan lığı 'na, bakanl ığın kanıtları i nceleyerek anlama zahm etine
girmediği gerçekleri anlatan bir mektup yazdı. Kamu Hesaplan
Komitesi konuyu tekrar ele aldı ve kararını değ·iştirdi :

Komitenin son toplantısında sunulan kanıtın önemli ölçüde kusur­


lu ve yanıltıcı olduğu ve bil imsel ve teknık konularda danışmanlar ile
üniversite profesörü arasında üst düzeyde bir işbirliği olduğ·u açıktır.

80
Sonunda karışık l ı k yatıştı ve teleskopun maliyeti karşıland ı. İ l k
Sputnik'i taşıyan roketin izlen mesinden sonra, Jodrell Bank te­
leskopu, Amerikalıların ve Rusların Ay 'a i nsansız uzay aracı yol ­
lama projelerinde yardımcı o l d u ve eser bilimsel açıdan çok de­
ğerli olmasa da halktan hak ettiği övgüyü aldı.
Lovel l kitabında hak l ı olarak, teleskopun her şeye karşın kele­
pir olduğunda ve daha aşağısına inşa edilemeyeceğinde ısrar edi­
yor. Love l l 'ı n kendisini, mühendislik ve maliye sorunları ile şaşkı­
na dönmüş, resmi görevlilerin nan körlüğü yüzünden doğru dü­
rüst iş yapamamış, masum hesap hataları yüzünden mahkemeye
düşme endişesi ile takatsiz kal m ış, d ü nya işlerinden elini eteğini
çekmiş bir bilim adamı olarak gösterdiği portresi tamamen inan­
dırı c ı olm asa da iyi çizilmiş. Günlüklerd"en ve o döneme ait başka
dokümanlardan bolca alıntı yapılarak ak ıcı bir dille yazılmış bu
kitap, bilim, siyaset ve bürokrasi arasındaki etkileşim üstüne dik­
kat çekici bir yorum getiriyor.

81
Zamanı Ölçmek

Bil i m , Britanya'da hala, akademisyenlerin uğraştığı bir şey ve


yarar ya da kazanç sağlayan teknolojinin kaynağı olarak görü lü­
yor. Bize bir hızlandırıcı, bir bilgisayar, b ir laboratuvar verin (di­
yor bilim adamları) , sonunda yararlarını göreceksi n iz; bize ne ol­
d uğunu sormayı n sadece para verin ve bilimin verdiği sözü tuta­
cağından kuşku duymayı n.
Son yı llarda bazı pahalı girişimler sonuçsuz kalsa da, s imyac ı­
l arın tariflerinin ç ağımıza uyarlanmış biçimi olan bu tutum hala
revaçta. Bu şaşırtıcı bir şey, çünkü pek çok bilim dal ı, gün l ü k iş­
leri ni yapan insanları n tekd üze faaliyetleri ile ilgili soru n l arın çö­
zümü olan teknolojiden doğd u .
Günümüzde en m uğlak bilimlerden biri olan astronomi, büyük
ölçüde tek bir sorundan yola çıkarak gelişti: denizcilerin denizde­
ki konumlarını bilm e leri gerekiyordu . Greenwich 'teki Kraliyet
Gözlemevi ve Kraliyet Astronomi Dairesi bu sorunu çözmek
amacıyla kuruldu. Ayn ı sorun Newton'un, m odern bilimin temel
taşı olan kütleçekimi ku ramı ile ilgil i çalışması na da esin kaynağı
o l muştu .
Kıyıya yakın seferler için ayrıntılı deniz h aritaları ve keskin
gözler gerekir, oysa okyanu s ta durum farklıdır. Kara gözden kay­
bolduktan sonra, gemici bulun duğu yeri ancak enlem ve boylamı­
nı b i liyorsa belirleyebilir. Basit araçlar, yıldızlara ilişkin biraz bil­
gi ve bir astronomi tabl oları kitabı i l e enlemin hesaplanması pek
de zor değildir. Chaucer, eskiden yıldızların u fuk hattından yük­
sekliğini ölçmede k u llanılan bir alet olan u sturlabın iyi bir tarifini
verir. Canterbury Öyküleri 'nde de bir kaptandan söz edilir:

Bütün gökyüzünü avcunun içi gibi bilirdi


Gotland 'dan Finistere Burnu 'n a kadar.

İ l k denizciler, okyanustaki yerleri ni, l i mandan ayrıldıktan son­


ra geminin hızının ve yönünün sürekli olarak tahmi n edilmesine
dayanan parakete yöntemiyle bulmaya çal ışı rlardı. Parakete, kü-

82
Kolomb, Nladeira Adalan'na mı yoksa Asor Adaları 'na mı
yaklaştığı n ı anlayamamıştı.

peşteden denize atıl an bir tahta parçasıydı; geminin uzunluğu bi­


lindiğinde, pareketeyi geride bırakana kadar geçen zamandan hız
hesaplanabi lirdi . Bu işlemdeki hatalar m uazzamdı. Bi r yolculuk
sırasında Kolomb, Madeira Adalan 'na m ı yoksa Asor Adaları 'na
mı yaklaştığın ı anlayamamı ştı .
Boylamı n ölçülmesi aslında zamanın ölçül mesi an lam ına gelir.
Dü nya, 24 saatte 360" döndüğünden, her 1 5 derecelik boylamda
zaman bir saat değişir. Bütün Britanya Krallığ·ı 'nda ayn ı saatin
geçerli olması sadece gelenek yüzündendir ( 1 880 yılında çıkarı lan
bir yasa ile de desteklenmiştir) . On dokuzuncu yüzyılın ortaları­
na doğru, Birmingham hala Londra'dan sekiz dakika geri, Yar­
mouth ise sekiz daki ka ileriydi. Posta arabası gü nlerinde bu fark­
lar çok önemli değ·ildi, ancak daha hızlı ulaşım araçlarının gel işti­
ril mesi ile çok sakıncalı olmaya başladı ; Posta İ daresi ve demiryo­
lu şi rketleri değişikliği desteklediler.
Bir denizci kendi yerel saatini kolaylıkla bulabilir. Örneğin
Güneş (kuzey yarı mküredeki biri için) öğleyin tam güneydedir.
O anda kendi limanında saat in kaçı gösterdiğini bilirse, boylam­
daki farkı kolaylıkla hesaplayabi lir. Günümüzde denizcilerin tel­
sizleri zaman sinyal leri veriyor, oysa 400 yıl önce sorunun çözü­
mü daha zord u . 1 530'da, Flaman gökbil i ınci Ge ınma Frizi us, ge­
milerde, denize açıldıkları limandaki saati kaydeden hassas bir sa­
at bu lunması gerektiğ"ini ileri sürd ü . Düşünce basil ama iyimser-

8?)
di. Yaklaşık 200 yıl sonra, l saac Newton konuyla ilgili d üşünce­
leri n i şöyle belirtti:

Geminin hareketi, sıcaklık ve nemdeki değişiklikler i le farklı


boylamlardaki farkl ı kütleçekimi nedeniyle, böyle bir saat henüz
yapıl madı.

H assas saatlerden yoksun denizciler ve bilim adamları gözleri­


ni gökyüzüne çevirdiler. Güneş, Ay ve yıldızlar, kadranı gökyüzü
olan göksel bir saat oluşturur. Ne yazık ki, bu gök cisimlerinin
hareketleri karmaşıktır ve önceden kestirmek kolay değildir. An­
cak, Ay'ın ve yıldızların hareketi Dünya'daki belli bir yerden (ör­
neğin Greenwich'ten) hesaplanabilirse, sorun çözülür. Bir deniz­
ci, belirli yıldızların Ay'a göre konumlarını gözleyebilir, yerel sa­
ati kaydedebilir ve Denizci Almanağı'n dan yıldızların ne zaman
Greenwich 'ten göründ ükleri konumlara geleceğini bulur. Za­
mandaki fark kolaylıkla boylamdaki farka çevri lebilir.
Büyük gökbilimcilerin çoğu ( Galileo ve Newton da dahil)
Ay'ın gelecekteki hareketini önceden kestirmeye çalıştı ve pek de
başarılı olamadı . Bazı hük ümetler boylamı n bulunması sorununa
bir çözüm getireceklere ödül vaat etmişti. En yüksek ödül (20.000
sterlin) Britanya H ükümeti tarafından teklif edilmiş ve sonund a
d a ç ok gönülsüz b i r biçimde ödenmişti .
Çözü m , denizcilerden ya d a gökbilimcilerden değ·il, şaşırtıcı öl­
çüde hassas saatler imal eden Yorkshi re'lı bir marangoz olan
John Harrison 'dan gelmişti. 1 76 1 yılında yaptığı en hassas kro­
nometresi köstekli b i r saatten daha büyük değildi ve zamanı gün­
de bir saniyenin onda biri bir hassasiyetle gösteriyord u. Ne yazık
ki mucidin öd ülünü al ması için u z u n süre beklemesi gerekti; Kral
I I I . George 1 772 yılın da konuya m üdahale edene kadar da öden­
medi. Denizci Almanağı ilk kez 1 767'de yayımlanmaya başlandı
ve o tarihten sonra da denizciliğin temel sorunu çözülmüş old u .

84
Kaza mı Kasıt mı?

İ nsanoğlu ki myasal bir makine m i, yoksa bizzat insanların or­


taya koyduğu b i l i m yasaların ı hiçe sayan ilkeler ve kuvvetler ta­
rafı ndan mı idare ediliyor? Evrim tamamen rastlantısal m ı, yoksa
evrenin oluşumunda var olan temel b i r özelliğin ifadesi m i ?

Evrim tamamen rastlantısal ını '!

B u sorular yeni değil, ancak her bilim adamı kuşağı, yeni b u ­


l uşların v e ortaya atılan d üşü ncelerin, geçmişin yanlış yorum ları­
nı ve önyargılarını gidererek gerçeği ortaya çıkaracağından emin
bir biçimde bu sorul arı sil baştan ele alıyor.
J acques Monod ':' kısa ama özlü b i r
biçimde, gün ü müzde h e r şeyi b i l m e so­
rumlul uğ·unu fizikçilerden alan biyo­
kimyacıların görüşlerini aktarıyor. Şu
soruyu sorarak başl ıyor: Yaşam nedir?
Can l ılar çoğalabiliyorlar, hatasız bir
kodlama ve yapı ve işlev ile ilgili olduk­
ça karmaşık bilgilerin aktarıl m asını ge­
rektiren bir işlem bu.
Bu değişmeyen kopyalama özelliği
(daha sonra evrim leşerek değiştiği anla-

Jacques Monod 1 972 Clıance and Necessi�v ( Londra: Col l i ııs).


( l<astlanıı ve Zorıınlıılıık, Dost Kitabevi Yayı nları, 1 997)

85
şıldı), üç yüz yıldan fazla bir süre boyunca ahlakbil imciler ve doğa
bil i mciler arasında anlaşmazlıklara yol açtı. Bilim, diyor Monod,
doğanın nesnel olduğ·u önermesine dayanır; bu da demektir ki, "do­
ğadaki olguları son nedenlerine, başka bir deyişle 'amaca' göre yo­
rumlayarak gerçek bilgiye ulaşılamaz". Oysa can lıların oluşum u ­
nun v e davranışları nın belirli b i r amacı var gibi görünüyor. B u pa­
radoks, diyor Monod, biyoloj inin temel problemini oluşturur.
Bu çelişkiyi çözmek için yapılan ilk girişim l eri gözden geçirdik­
ten sonra Monod, araştırm acıları animist (hayvanların, şeyleri n
ve doğadaki t ü m nesneleri n bir ruh u olduğuna i nanan) veya vita­
l ist (dirimselci) olarak sınıflandırır ve hepsini reddeder: Leibnitz,
Hegel, Bergson, Nlarx, Engels ve (hafif sıklet ) Tei l hard. Vitalizm
can lıların cansız şeylerden tamamen farkl ı old uğunu ve aynı fizik
veya kimya yasaları il e düzenlenmediklerini savunur. Animizm
ise, insanoğl unu en son ve en gelişmiş varlı k olarak kalıul ederek,
can l ı veya cansız, evrendeki her şeyde evrimin ve amacın etkisi
olduğunu düşünü r.
Bergson 'un canl ı varlı k ları taşlardan ayı ran elan vitaf (yaşam
atıl ı m ı ) düşüncesi; Marxistlerin, " doğanın ağır basan yararlı bir
amaç için yaratıcı bir kastı yani bir amacı olduğunu göstererek
öznel bir doğa yoru m u n u sistemleşt i rme " çabaları ve Teil hard 'ın
egemen e nerj isi: H epsi Monod 'un fel sefesin in temelini oluşturan
bilimin nesnell iğini yadsıyordu.
Kitabı nın büyük bi r bölümü, animizme biyokimyasal seçenek
sunmaya ayrıl mıştı . Artık. Monod 'un, bak t eriden insanoğ·hına ka­
dar canlı varl ıkların kimyasal mekanizması nın temcide aynı oldu­
ğunu savu nduğunu biliyoruz. Daha da önemlisi, değişimin biricik
kaynağı , genetik bilgi leri taşıyan n ü kleik asit yapılardaki mole­
küllerin gelişigüzel bir biçimde ve t esadüfi olarak yeniden d üzen­
l enmesidir. Evrim tamamen raslantısaldır. Bu idd ia, sadece üze­
ri nde tart ı şılacak kuramsal bir d üşünce olarak deği l, "gözlenen ve
test edilen olgu ile uyu m l u " tek akla uygun varsayım olarak ileri ­
ci b i r iddiadır. Monod, bu i ddianın h i çbir zaman dcğişti rilemeyc­
ceğ"i ni söylüyor.

86
Kitapta üstü kapalı da olsa din karşıtı bir tutum seziliyor. İ n sa­
n ı n , Tanrı'nın i radesine ya da kendi çabaları na hiçbir şey borçlu
olmayan, yalnızca bir protein molekülünde kaza eseri meydana
gelen bir karışıklık sonucu yaratılan, "evrenin acım asız genişliği
içinde tek başına" çaresiz bir varlık olduğu n u n bilimsel i nceleme­
lerle ortaya konduğu belirtiliyor.
Modern bilimin en önemli konularından bazıların a dikkat çeki­
ci açıklamalar getirse de, Monod 'un kitabı aslında bilim karşıtı bir
nitelik de taşıyor. Bilimin her şeyi açıklayabilecek gibi göründü­
ğü zamanlar olmuştu ve temel ilkeleri n b u l u nması ile e n karmaşık
şeyleri n birden çözüldüğü anlar da vardır.
Ancak bilimin yasaları, son parça n ı n yerleştirilmesini bekleyen
bir yapboz değildir. Bunlar, i nsanoğlu n u n deneyim i n süzgecin­
den geçirerek oluşturduğu yasalardı r ve değişmez şeyle r değildir.
Genetik kod da, görelilik, radyoaktivite, e lektrik ve başka önem­
li bilimsel başarılar gibi el becerisinin ve aklın eseridir, ancak son
söz değildir.

87
Cavendish Laboratuvarı

Britanya'n ı n bilim alanı ndaki en büyük eseri 1 00 yaşını aştı.


Cavendish Laboratuvarı (Cambridge Üniversitesi 'nde bir labora­
tuvar) 1 874 yılında kapılarını açtığın da, İ ngiliz bilimi pek iyi du­
rumda değildi ve bu durum hiçbir yerde Cam bridge'de olduğu
kadar dikkati çekmiyordu. Açıldığından bu yana Cavendish La­
boratuvarı, genellikle basit araçlarla başarılan bir dizi etkileyici
buluş sonucunda, fizik d ü nyası n da -ve kimi zaman da bütün bi­
lim d ü nyasında- en önde gele n kurumlardan biri oldu. Elektro­
nik, J. J. Thomson'ın elektronu bulmasıyla Cambridge'de doğdu.
N ü kleer e nerji çağı, Rutherford ve arkadaşları tarafı ndan Caven­
dish 'te yapılan ve atom enerjisi ile nükleer silahların geliştirilme­
sinde önemli bir etken olan nötronun bulunmasını d a kapsayan
çalışmaların üzerinde yükseldi. Daha sonra Laboratuvar, radyo­
astronomi ve moleküler biyoloji alanında önemli gelişmeler k ay­
detti. Moleküler biyolojideki gelişmeler ikili sarmal ve genetik ko­
d u n bulunmasına yol açtı.
Cambridge Ü niversitesi'nin, Isaac Newton'ın yol açtığı ku­
ramsal sarsıntıya ayak uydu rması uzun zaman aldı. Newton 'dan
1 50 yıl sonra bile, ü ni versite hala Öncellikle Anglikan rah ip le ri­
nin eğitim yeriydi; Newton d a buraya başlangıçta bu amaç için
gelmişti. J. G . Crowther'in Cavendish Laboratuvarı'nın tarihini
anlatırken dediği gibi'�, "Newton'un çalışmaları fazlasıyla takdir
ediliyor, ancak daha çok i lahiyatçıların Kutsal Kitabı öğretmesi
gibi öğretiliyordu. " Öte yandan bu sırada başka bir ü niversitede
yeni düşünceler filizlen iyordu. Glasgow Ü niversitesi'nde Willi­
am Thompson (geleceğin Lord Kelvin 'i) , 1 85 0 'lerde fiziği dene­
ye d ayalı bir konu olarak öğretmeye başlamıştı; aynı yaklaşım
1 860'lı yıllarda, Berlin, Oxford ve Manchester Üniversiteleri 'nde
d e benimsendi. 1 85 1 yılında Cambridge Üniversitesi'nde doğa
bilimleri bitirme sınavı koyulmuştu, ancak fizik hala matematiğin
bir dalı olarak öğretiliyordu. O zamanki p rofesörler geleneksel
� J .G. Crowther 1 974 The Cavendish Laboratory 1 874- 1 974 (Cavendish Laboratuvarı
1 8 74 - 1 974) (Londra:Macmillan)

88
(ve kimi zaman da fazla yüklü olmayan) görevlerine h erhangi bir
e k yapılması konusunda isteksizlerd i . Aralarından biri, "özel ola­
rak ilgilenmediği bir kon u n u n derslerine girmesinin bekleneme­
yeceğin i " söylüyordu.
Gerekli değişiklik büyük ölçüde, Prens Al bert'tan sonra üni­
versiteni n rektörü olan Devonshire Dükü tarafı ndan 1 86 1 yılın­
da gerçekleştirildi. Bil i me ciddi bir ilgisi vardı ve on sekizinci yüz­
yıl ı n ü n l ü bilim tutkunu, akrabası Saygıdeğer Henry Caven­
dish'in çalışmal arın ı biliyordu.
O zamanlarda bilimle profesyonelce uğraşan hemen hemen hiç
kimse yoktu; fiziği, kimyay ı ve doğa tarihini canl ı tutanlar hekim­
ler, rahipler, askerler veya yapacak başka bir şeyi olmayan zen­
ginlerd i . Cavendish b u son gruptand ı . Büyükbabaları n ı n h e r iki­
si de düktü ( Kent ve Devonshi re D ükleri ) ve m uazzam bir serve­
ti m ü thiş bir kayıtsızlıkla idare ediyordu . Hesap bakiyesinin
80.00 0 sterlin olduğunu gören bankası birkaç yatırım önermek
üzere aradığında, " Bu sizin için sorunsa" dedi Caven dish, "para­
yı sizin elinizden alayım da bir daha başım ı n etini yem eyin . " Ca­
vendish, gün ü müzde de geçerliliğini koruyan ölçütler belirleye­
rek, bilimsel araştırmalarda son derece hassas ölçüm yöntemleri
uygulayan i l k k işiydi . Bir biyografi yazarın ı n söylediği gibi, evre­
ni "tartıl abilen, sayılabilen ve ölçülebilen bir nesneler yığın ı ola-

"tartılabilen, sayılabilen ve ölçülebilen bir nesneleı· yığını"

89
rak görüyor ve Tanrı tarafından kendisine verilen görevin, ömrü
vefa ettiği sürece, bu n esneleri tartm ak, saymak ve ölçmek oldu­
ğun u düşünüyord u . "
B i r yandan Dünya'nın ağırlığını hesapladı, diğer yandan suyun
bileşimini buldu ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında geliştirilen
atom kuramını önceden h aber veren bir dizi zekice düşünce ileri
sürdü. Cavendish 1 8 1 O' da, akrabaların a bir m ilyon sterlinden faz­
la bir servet bırakarak öldü; bu servetin bir kısmı görkemli sonuç­
larla bilim dünyasına geri döndü.
1 87 1 yılında Cambridge Ü niversitesi bir deneysel fizik k ürsü­
sü kurmaya karar verdiğinde, Devonshire Dükü bir laboratuva­
r ı n inşaat ve donanım masrafını karşılamayı önerdi; maliyet 8450
sterlindi. Bir profesör aran ı rken, ü niversite ilk olarak, o dönemin
en ü nlü Britanyalı fizikçisi olan Sir William Thomson'a başvu rdu .
Thomson, başarılı bir laboratuvara v e kazançlı bir ticari d u ru m a
sahip olduğu Glasgow'dan ayrılm ak istemiyordu . Bunun üzerine,
İ skoçya'da Dumfriesshire, Middlebie arazisi sahibi James Clerk
Maxwel l 'e başvuruldu. Henüz 24 yaşındayken, Aberdeen 'de dö­
nemin adı duyul m u ş iki ü niversitesinden biri olan Marischal Col­
lege'da Doğa Felsefesi Profesörlüğü 'ne getirilen Maxwell için
akademik hayat yabancısı olduğu bir şey değildi. Yüksek mevki
konusunda da pek hırs l ı değildi. Cambridge Ü niversitesi' ne bağlı
Trin i ty College' da öğret i m görevlisiyken babası n a şöyle yazmıştı:
" Düzenli bir işe n e kadar çabuk girersem o kadar iyi olacak diye
düşünüyoru m . " Babasın ı n yanıtı şöyleydi, " Bir miktar maaş alır­
sın, ancak ücretleri n ve öğrencileri n çok olacağını sanm ıyorum.
Öte yandan görevine başlar ve hoşnu t kal m azsan vazgeçebilirsin;
her d urumda en fazl a yarım yılın gider . "
Maxwell Aberdeen 'de sadece ü ç y ı l kaldı . İki ün iversite
1 860'da birleştirildiğinde, doğa felsefesi böl ü m ü nde yalnızca bir
profesör için yer vardı ve Maxwell ihtiyaç fazlası olarak görüldü.
Çiftliğine geri döndü, fakat kısa bir süre sonra Londra King's
College'da fizik profesörü oldu ve sağ·lı k nedenleriyle istifa edene
dek beş yıl boyun ca bu görevde kaldı.

90
1Y1axwel l 'i n çalışması neredeyse tamamen matematikseldi.
Radyo dalgalarının varlığın ı önceden b ildirdi ve ölçülmesinden
uzun zaman önce ışığın hızını hatasız hesaplad ı . 1 87 1 'de Camb­
ridge'e gittiğinde, yeni l aboratuvarın esin kaynağı olan deneysel
araştırmaya yöneldi. İ nşaat işi üç yıl sürdü, bu süre içinde Max­
wel l verebildiği her yerde ders verdi. 1 872'de şöyle yazıyordu :
" Doğru dürüst b i r odam bile yoktu, ilk dönem kimya; Büyü k Per­
hiz zamanı botanik ve Paskalya'da da karşılaştırmalı anatom i der­
si vererek, deli gibi oradan oraya koşturuyordu m . "
Bu yeni kurum genellikle Devonshire Laboratuvarı olarak bi­
li niyord u . Açılış töreni sırasın da, ü n iversite ad ına konuşan R. C.
J ebb, Latince bir nutuk çekerek, D ü k 'e cömertliği için teşekkür
etti ve Laboratuvar'a Cavendish ailesinin adı n ı n verilmesini
önerdi. Dük de yine Latince il e b u öneriyi k ab u l etti. Maxwell,
laboratuvarın "bilimin bugü nkü d u ru m u nu n gerekt irdiği bütün
aletleri içerdiği n i " söyledi . Yıllar sonra haleflerinden birinin be­
li rttiği gibi, "laboratuvar hiçbir zaman açıldığı zamanki durumda
olmad ı . "
Maxwell 1 879 yıl ında ölünce yerine, b ir taşra beyefe ndisi ola­
rak yaşamayı bir üniversite öğretim görevlisi olarak yaşamaya
tercih eden yetenekli bir bilim tutk u n u olan Lord Rayleigh geti­
rildi. Ancak bazı maddi sorunları vardı; İç Savaş sırasında ve son­
rasında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tarımsal gelişme sonu­
cunda üretilen fazla buğday Britanyalı çifçilerin boy ölçüşemeye­
ceği fiyatlarla Britanya'ya ihraç edilmişti . 1 884 yılına gelindiğin­
de d u rum iyileşmişti ve Rayleigh, Essex'teki arazisine dönmek
için görevinden i stifa etti. Crowther'ın belirttiği gibi:

İskoçyalı bir arazi sahibi olan Maxwell ve arazi sahibi soylu bir
İ ngiliz olan Rayleigh, laboratuvar profesörlüğüne ve yönetimine
gelmek konusunda çok da istekli değillerdi. O dönemde m addi
açıdan daha iyi duru mda olsalardı bu görevi kabul etmeyebilirl e r­
d i . O gün lerde bir beyefendinin bağımsızlığı, toplumsal açıdan en
şöhretl i bilimsel görevden daha önemliydi .

91
Seçmenler yeni bir profesör seçmek için toplandıklarında, ilk
tercihleri 1 87 l 'de ve 1 879'da olduğu gibi yine Wil liam Thom­
son 'd ı. William Thomson h arekete geçme konusunda bu kez de
isteksizdi ve 60 yaşı nda biri olarak zaten çok yaşl ıydı. Seçil e n
aday 2 8 yaşındaki J . J . Thomson oldu.
Thomson 34 yıl boyun ca bu görevde kaldı ve 1 9 1 8 yıl ın da Tri­
nity Col lege Müdürü olarak atandıktan sonra bile Laboratuvar'ı n
yönetimini b ırakmak konusunda isteksiz davrand ı.
1 884'den sonra bir süre d a h a Cavendish Laboratuvarı İ ngiliz
fiziği ni n merkezi olmaya devam etti. 1 895 yılında, başka üniver­
sitelerin mezunların ı n araştırma öğrencisi o larak kabul edilmeye
başlan ması ile önemli bir değişiklik yaşand ı . Yeni düzenleme ile
ilk kabul edilen kişi Yen i Zellan da'dan Ernest Rutherford 'du.
Montreal ve l\ılanchester'da bir süre çalıştıktan sonra, 1 9 1 8 yılın­
d a l aboratuvarın Thomson 'dan sonraki yöneticisi oldu.
J . J. Thomson 'ın 1 897 yıl ı nda elektronu bulması, yirminci
yüzyıl da radyo, televizyon, elektronik aletler, bilgisayar ve başka
pek çok cihazın geli ştirilmesine olanak sağladı . Halefi Rutherford
ise n ükleer çağın kapısını açtı. Cavendish Laboratuvarı'nın yöne­
timine geldiğinde Rutherford, atom çekirdeğini ve atom modelini
çoktan keşfetmişti. 1 92 0 yılında nötronun varlığını tahm i n etti ve
pek çok özelliğini önceden kestirdi. D ü nyanın dört bir yanı ndan
gelen parlak öğrencilerle ekip büyüdü, ancak nötronun araştırıl­
ması uzun ve düş k ı rı kl ı kl arı ile doluydu. 1 930'a geli nd iği nde,
Cambridge'deki nükleer fizik çalışmaları bir ç ı kmaza girmiş gibi
görün üyordu. Rutherford neredeyse 60'ına gelmişti; çalışma ar­
kadaşlarının bir kısmı, sonucundan kuşku duyduğundan proje­
den ayrıl mı ştı. Kalanlar ise, canlarını dişlerine takarak gittikçe
karmaşıklaşan deneylerle uğraşıyorlard ı .
1 932 yıl ı nda, Chadwick nötronu bulduğunda ve hemen hemen
ayn ı zamanda Cockcroft ve Walton, bir elektrik boşaltma tüpün­
de ü retilen yüksek hızlı parçacıklarla bombard ı man ederek atom
çekirdeğini parçalad ığında, b u lutlar dağıl d ı . Bu deney, Einstei n
tarafın dan neredeyse 30 yıl önce tahm i n edilen kütle e nerj i dönü-

92
şümünün i l k açık kanıtıydı . Atomun enerjisinin açığa çıkmasının
temelinde, kütlenin enerjiye dönüşmesi yatar. Rutherford atom
enerjisinin kullanılmasına pek taraftar değildi ve bu düşünceyi
"ipe sapa gelmez" bir şey olarak görüyordu . 1 932 yılında gerçek­
leştirilen buluşların devamı gelmedi. Rutherford 'u n bu konuda
meslektaşları ile tamamen ayn ı fikirde o lmaması bir yana, Crowt­
her kitabında, Britanya'nın o dönemde gereken parayı zaten sağ­
l ayamadığın ı belirtiyor. Büyük Bilim çağı başlamıştı ve B ritanya
birkaç yıl arka p landa kalacaktı.
Rutherford 1 937 yıl ında öldüğünde, Cavendish'in nükleer fizik
üzerine gereğinden fazla yoğun l aştığı ve diğer alanlardaki araştır­
maları n daha yararlı olacağı düşün ülüyordu. Nükleer fizik çalış­
maları Cambridge'de azalsa da savaş sonrası yıllarda ve 1 960'la­
rı n sonlarına doğru diğer Britanya ü niversitelerinde arttı. Bu ça­
lışmalar Bilimsel Araştırma Konseyi 'nin toplam bütçesinin yarısı­
nı kullanırken, kimya, matematik, astronomi, m ühendislik, biyo­
loji ve diğer fizik çalışmal arına bütçenin diğer yarısı k ald ı.
Cambridge'de, diğer alanlardaki araştırmalarda d a ö ne m li ba­
şarı lar elde edildi. Yeni bir bilim dalı olan moleküler biyoloji Ca­
vendish 'te başladı ve müthiş Jim Watson ve çal ı şm a arkadaşları,
genetik kod u n anahtarı olan ve bizi h ayatın kendisiyle i lgili bilim­
sel bir kavrayışa yaklaştıran ikili sarmalı b urada buldu. Savaş
sonrasında yaşanan başka bir gel işme de radyoastronomiydi. Dış
uzaydan gelen radyo sinyalleri araştırılarak evrenin yeni bir hari­
tası ç ı karıldı ve her şeyin n asıl başladığın a ilişkin düşüncelerimiz
b üyük ölçüde değişti.

93
Bilim ve Toplum
I I I . Bölü m

Bilim ve Toplum

Trafik Kuralları
Trafiği denetim altı nda tutabilen son insan Asur Kralı Sinahhe­
riba'ydı . Başkent Ninive'deki tören yolu boyunca yerleştirdiği
renkli tabletlere şu yazı kaz ı nmıştı: " Kraliyet Yolu . Kimse yol u
kapatmasın . "

... trafiği denetim altında tutabiliyordu.

97
Britanya U laşım ve Karayolu Araştırma Laboratuvarı 'ndaki
bilim adamları bize, yaklaşık bir buçuk kilometre boyunca park
etmiş on taşıtın o luşturduğu yoğunluğun, 8 metre gen işliğinde bir
taşıt yol u n u n kullanılabilir genişliğin i 1 ,2 metre azaltacağını ve 24
k m/saatli k bir hızda trafik kapasitesini saat başına 275 yolcu taşıt
birimi k adar düşüreceğini söyleyebilir. Bu bayağı ilginç, peki ama
bu durumda ne yapmak gerekiyor? Asur Kral ı 'n ı n yanıtı basitti.
At arabasını " Beklemek Yasaktır" işaretin i n yakınına park eden
derhal idam ediliyord u .
Günümüzde, verim l i bir k u llan m a yöntem i geliştirildiğinde
yolların daha fazla trafik taşıyacak duruma getirilebileceği düşün­
cesiyle, daha kibar yöntemler uygulanıyor . Bu sorun l a karşı kar­
ş ıya kalan bir matematikçi, kaldırımda d u ru p geçen taşıtları izle­
yerek pek bir şey elde edilemeyeceğin i hemen anlar. Yapması ge­
reken şey, matematiksel bir m odel geliştirerek taşıt yolu ndaki
karmaşayı bir düzene sokmaktır.
Söz konusu model, üzeri bir sürü küçük otom obil ve p lastik
trafik polisiyl e dolu bir masa deği l . Bu, araştırmacının taşıtlar ve
sürücüler yerine daha kolay bir biçimde işlem yapabileceği kav­
ramlar kullandığı soyut bir dünya. Kimi zaman bir trafi k akışı bir
borudan akan bir sıvı olarak düşünülür. Diğer bir yöntemde ta­
şıtlar bir gazı n molekülleri olarak ele alınır. Bu iki yakl aşım, ma­
temetiksel yaratıcıl ı k için büyük bir olanak sağlar ve sonuçlar
beklendiği kadar saçma o lmaz. Daha kolay anlaşılabilen diğer bir
çaba, trafiği, zeki sürücüler tarafından k u llanılan taşıtl arın, solla­
ma veya kavşak l arla kesintiye uğramayan tek bir akışı olarak ele
alıp, basit teri m lere i ndirgemektir.
İ l k sorun, en yüksek trafik akışının gerçekleştiği hızı hesapla­
maktır. Kolayca anlaşılabileceği gibi, yol boş olduğunda ve trafik
sıkıştığında hiç akış olmaz. Bu iki uç arasında bir yerde yolu n en
verimli kullan ı m ı gerçekleşir. Bütün taşıtlar mek0anik olarak de­
netlenseydi çok yüksek bir akış hızı elde etmek mümkün olurdu.
Oysa insan sürücüler söz konusu olduğunda, bir taşıtın hareke­
tindeki bir değişikliğe arkadaki taşıtın sürücüsü tarafından uygun

98
bir karşıl ı k verilebilmesi için küçük ama önemli bir süreye gerek­
sinim vardır. Bu d a, çarpışmalara e ngel olmak için taşıtlar arasın­
d a belli bir m esafe n i n korun m ası gerektiği anlamına gelir.
Deneyler bir sürücünün, 60 metreden daha uzakta ise önünde­
ki taşıta dikkat etmediğini gösteriyor. Daha kısa mesafelerde sü­
rücü kendi taşıtı ile önündeki taşıt ı n hızı arası ndaki fark e n az
olacak biçimde h areket eder. Takip eden sürücünün tepkisinin
çabukluğu ve fren veya gaz pedalın ı k u l l an m adaki sertliği, güven­
li mesafeye karar vermesini etkileyen kişisel n iteliklerdir.
Sıradan taşıtlar ve sürücüler için bu niteliklerin ölçü lm esi e n
uygun hızın hesaplanmasına olanak sağlar. Birkaç özel d u ru m da
-örneğin bir tünelde- tahminler h assas ölçümlerl e doğrul anabilir.
Tek şeritli k al abal ık bir yolda, küçük bir tıkanıklık (örneği n
bir sürücün ü n yavaşlaması) sıra b oyunca geriye doğru iletilir ve
büyük olasılıkla bazı sürücü lerin d ur m ası na veya aniden hızını
değiştirmesine yol açar. Ö n taraftaki taşıtlar yeniden hızlandı­
ğında tıkan ı k l ı k geçer, ancak gecikme n i n toplam etkisi epeyce
fazladır.
B u etki, New J ersey ile Manh attan arasın d a yoğun bir trafik
taşıyan Holland ve Lincoln tünell erin d e n soru m l u New York
Liman Başkanlığı için oldukça önemlidir. Trafik akışın ı n belli
yerlerinde birkaç saniyel i k boşluklar olduğunda, tünelde e n hız­
lı akışın gerçekleştiğini gözleyen Liman Başkanlığı matematikçi­
lerinden bazıları, trafik akışı boyunca planlanm ı ş boşluklar ya­
ratarak daha iyi bir akışın sağlanabil eceğini ileri s ürmüştü r . B u
yapıldığında d a , öndeki taşıt h ı z ı n ı değiştirdiğinde etki geriye
doğru i leti l i r, ancak trafikte bir boşluk oluşur oluşmaz b u etki
k aybolur.
H olland tünelinde matematiksel h esap l arın ortaya koyduğu en
yüksek akış hızı saatte 1 320 taşıtt ı r. 1 3 gün süren ve hiçbir önlem
alınmadan yapılan bir ölçümde, ortalama akış h ızı saatte 1 1 76 ta­
şıt olarak saptanmıştı . 1 2 süren başka bir ölçümde araştırmacılar,
her iki dakikada bir tünele giren taşıtları saydılar. İki dakika için­
de tünele giren toplam taşıt sayısı 44 (saatte 1 32 0 taşıtlık bir akı-

99
şa karşılık gelir) ve daha az olduğunda hiçbir önlem alınmıyordu,
ancak iki dakika dolmadan tünele 44 taşıt girerse, süre dolana dek
trafik d u rduru l uyord u .
Bu basit yöntemle bazı durumlarda saatte yaklaşık 1 300 taşıt­
lık akış hızlarına u laşıl ıyordu ve 1 2 gün l ü k test için ortalama, sa­
atte 1 248 taşıttı ki bu da önemli bir ilerlemeydi .
Bu nedenle trafik görevlisi elini k al d ı rdığında hemen suratınızı
asmayın . Konuyla ilgili kitapları okumuşsa, sizi d u rd urarak aslın­
da yolculuğunuzu kısaltacaktır.

1 00
Şiir Bilim İlişkisi

İ k i profesyonel bisikletçi b i r k ı r yol u n da gayretle pedal çevir­


m e k tedir. " Neredeyi z ? " diye sorar biri. " Bi l m iyoru m , " der öte­
ki, "başını kaldırma sırası sende. " Çoğu i nsan bu hikayeyi mo­
dern bilimin b ir özeti olarak kabul eder. Buna karşı çıkıldığın­
da, bu eleştiri nin genel anlamda bil i m den çok, kendi konu ları
üzerine aşırı yoğunlaşmal ar ı nedeniyle dış dünya ile bağlan tı l a­
rını kaybeden tek tek b i l i m adamları için geçerli olduğu n u ka­
b u l ederler.
Bugün bilim şüphesiz uzmanların işi, ancak günlük yaşam ile
bilim arasındaki uçurum u k oruyan başka etkenler de var.
Dryden, Wren ve Newton, Royal Society'nin ( Britanya'nın en
eski bilim derneği) ilk zamanlarında çalı şm alar yaparken, bilim
de sanat da ayn ı dili kullan ıyordu. Günüm ü zde de, şairler ve bi­
lim adamları, kon uyla ilgili özel bilgi ve deneyi mi olmayan insan­
larla iletişim k u rmanın zor olduğu soyut bir d ü nyada çalışıyor.
Bronowski'nin, Eastwood 'un antolojisindeki�' son denemede
söylediği gibi, aradaki uçurum "sanatı ve bilimi, uğraş dışı biri
ile bilim adamı n ı ortak bir kavrayışta tek başına birleştirebile­
cek bir evrensel d il" ile kapatılabilir m i ? Suçun b üyük kısmını,
u z m anl ı k alanı nı anlaşılır k ı l m ak işini zor veya tatsı z b ul arak
kendisini soru n u n bu o lm ad ığına inandıra n bil i m adamın a m ı
yüklemeli? Çoğum u z, bilimin t ad ı n ı ç ıkarmak için gerek en azı­
cık çabayı göstermeyecek kadar tem be l m iyiz yoksa?
Eastwood bu soruları "deneyi m le ri n düzene koyul ması ve ha­
yal gücün ü n çok önemli o lm as ı açısı ndan bakıl dı ğı n da, şair ve
bilim adam ı n ı n birbirinden farksız olduğu" görüşünden h are­
ketle ayd ı nlatıyor. Şiir h ayat ile ilgili olduğundan, bilim ve tek­
nolojiden de söz etmelidir. Bu doğru a m a örneklerine p ek s ı k
rastl an m ıyor.
l\ntolojiyi hazırlayan tarımdan tıbba kadar geniş bir alanda do­
laşıyor. Şiir ile nazı m ı n aynı şey olduğunu kabul ederek çoğun-

" W. Eastwood 1961 A Book of'Science Verse (Bilim Manzumeleri Antolojis i ) (Londra:
Macmillan).

101
lukla, Johnson 'ın ("ölçülü söz dizisi ") ve Newton 'u n ("bir çeşit
yaratıcı saçmalı k ") yaptığı tanıml arı doğrulayan türden örneklere
yer veriyor, ancak konuyla yakından i lgilenenler açısından bu do­
yurucu olmayabilir. Samuel Butler'ın gelişigüzel yazılmış, 14 say­
fal ı k Aydaki Fili (sonunda teleskopu n içinde bir fare olduğu or­
taya çıkar) için söylenecek pek b ir şey yok . Oliver Wendell Hol­
mes tarafından yap ı lan bir d iğer anaokulu şakası, Boston'lı bir he­
kimin mahvoluşunu anlatmak için stetoskopun içindeki bir sineği
konu alı r ve marazi bir r u h h alinin izlerini taşır:

Başını salladı; -hastalık ciddi­


Korkarım ki yakında öleceksiniz;
Sizden ricam, küçük bir otopsi,
Geride kalanları sevindireceksiniz.

Bunun gibi birkaç acayip şeyi bir tarafa bırakacak olursak, an­
toloj i dört değişik şiir türü içeriyor. İlk olarak Lu cretius, Dante,
Shakespeare, Milton ve Pope'un fiziksel evrenin değişik yönle ri
üzerine, Chaucer ve Ben Jonson'ın da simya üzerine yazdıkları
yer alıyor. İ kinci ve e n uzun bölüm, bilim ve m ühendisliğin esin­
l ediği bazı konularla i lgili şiirler ve alıntılardan oluşuyor. Bu bö­
l ü m de daha az ü n lü şairler yer alıyor. Akenside'ın Bilime İlahi ad­
lı şiirinde olduğu gibi, b u şairlerin şiirlerinin bir kısmı yalnızca
güzel söz söyleme sanatı kapsam ın dadır:

Bili m ! güzel, coşkun bir ışınsın sen


Zihnin aydınlık gündüzünden gelen . . .

Keats'in arkadaşı John Reynolds'ın yazdığı, McAdam a Met­


hiye adl ı şiir bundan daha da isabetsiz bir seçim :

McAdam Merhaba !
Merhaba, Yolcu ! Merhaba, Koca Adam !
Yeryüzündeki on binl erce engeli aşıp ayakta kalan !

1 02
McAdam 'ı

İyil iği koyulaştı ran !


Gran it ve yiyecek dağıtan !

biçiminde öven sonraki dizeler McGonagal l 'ı n üslubuna daha da


yakın, ancak belki de bu alışılmamış methiye bir parodi olarak ta­
sarlanm ıştı.
Şiir sanatı, d iyor Wordsworth, bütünüyle bilimin çehresine sa­
hip ateşli bir ruhtur. 1 833 yılında Buharb Gemiler, V{yadükler ve
Dem iryolları 'nı yazarken de benzer bir düşünceyi dile getiriyor:

Ne kadar bozsa da sizin varlığınız


Doğa'nın güzelliğini, engel olamazsınız
Aklın geleceği görme becerisine
Bu beceri gösterebil i r ru hunuzu size.

1 844 yılı nda, Kendal ve Winderemere demiryolu planlandığın­


da Wordsworth düşüncesini değiştirmiştir:

Bu düşüncesiz sal d ı rı dan


Nasibini almam ış tek bir köşe kalm ayacak m ı ?

" Uğraştı durdu, <l\'ılarla v e harmonik orantılada


ispat ctınck için kadının k u s u rs u z oranlarını ve eğrilerini."

1 03
Üçüncü olarak Eastwood gül ü n ç manzum e lerden örnekler ve­
riyor. B unların arasında, 1 855'ten 1 872 'y e dek Glasgow Ü niver­
sitesi İnşaat Mühendisliği Böl ü m ü 'nde öğretim üyesi olarak görev
yapan Macquorn Rankine'i n Aşık Matematikçi şiiri de var:

Genç, çekici ve tatlı bir hanıma


Delice aşık oldu bir matematikçi
Uğraştı durdu, açılarla ve harmonik orantılarla
İ spat etmek için kadının kusursuz oranlarını ve eğrilerini.

Matematikçi denklemleri başarıyla çözer, ancak kadın son di­


zede bir süvari ile kaçar. Antolojiyi hazırlayanın araştırmaları,
kendilerini şiirle i fade eden birkaç bilim adamından örnekler ve­
rerek yararlı bir biçimde derinleşebilird i .
Whewell, 1 8 1 9 yılında yayım lanan Elementary Treatises on
Mecbanics (Mekanik Bil i m i Üzerine Temel Yazılar) adlı kitabın­
da farkında olmadan böyle bir şey yap mıştı:

Öyleyse hiçbir kuvvet, ne kadar büyük olursa olsun,


bir ipi bu kadar düzgün bir biçimde
yatay bir çizgi boyunca
tamamen düz olacak şekilde geremez.

James Watt, E.V. Knox'un, Alfred N oyes tarzının m uzip bir


parodisi olan Bubarcılar adlı şiirinde görün ü r:

O büyük bir makine ustasıydı, o James Watt'tı


Ve " Buhar" diye sayıklayıp çalışırken bile
Yorucu saatleri cazip kılmak için şarkılar yazardı
Ve say fayı bölerdi küçük nota çizgileriyle-
Eski Çin 'de, uzak Çin 'de
Batı ışığı görmeden önce,
Filozoflar buhar ı yoğunlaştırmanın
Verimli bir yolu n u bulamamışlardı.

1 04
Elle çalıştırılan araçlarla
İlerledikleri aydınlanmamış yolda;
Çinliler anlamamıştı
Piston çubuğunun yararlarını. ':'

Quiller-Couch bir sayfa boyunca güzel bir üslupla Eukle­


ides 'ten söz eder:

Kral Dunfermline kentinde dinleniyor


Mor renkli şarabını içerken;
" Düz bir çizginin üzerine
Kim çizecek bana bir eşkenar üçge n ? " '' ''

Cambridge tarafından davet edilen Sir Patrick Spens, "şu


k ıskanç Sir Hughie" ile başı belaya girmeden önce istenen ya­
pıyı kurar. Her ikisi de çatışmada ölür.

Haydi ama, Kralımız çok yaşa şarkısını söyleyelim !


Düşmanları onu bekliyor
Çünkü onun küçük üçgeni var,
Tanımlanması gereken !

Antolojinin sonunda, modern şairlerin bilim ve teknoloji­


nin egemenliği altındaki bir çevreye nasıl tepki gösterdiğine
yer veriliyor. Eastwood'un seçtiği şairlere bakılırsa, modern
şairler tepkilerin i çok açık biçimde göstermiyorlar. C. Day
Lewis, Parer ve M c lntosh 'un 1 92 0 yıl ında Avustralya'ya
yaptıkları destansı uçuşu anlatıyor. Stephen Spender, Bir
Havaalanının Çevresinde adlı şiirde derin düşüncelere dalı­
yor. Patric Dickinson ise Jodrell Bank teleskopu ile ilgili
şunları yazıyor:

" E.V. Knox 1 973 The Steam-givers in These Liberties (Özgürlükler, Buharcılar)
( Londra: Meth uen)
""A.T. Quiller-Couch 1 906 From a Cornish Window (Bir Cornwall Penceresinden)
( Londra: Cambridge University Press).

1 05
Artık
Gizli mesaj l ar alıyoruz
H ayal bile edemediğimiz
Uzayın derinliklerinden
Çoktan sönmüş bir yıldız anlatıyor:
Bir zamanlar ne aşk vardı ne de tanrı
Ve yapayalnızdı insanlar.':'

John Wai n 'i n elektronik beyni kendisini yapan insan ile sert
konuşur:

Bana senin bir parçan olduğumu söylüyorsun.


Yalan söylüyorsu n ,
Ben
Kendimim. Beni yapm a nedeni n ,
yanl ıştı.
Kesinlik istedin: sayıl ar,
şemalar.
Oysa kesi n l i k gerçeğin bir parçasıdır,
Gerçeğin parçası, ama onun kutsal
gövdesi deği l.
Şimdi sana gerçeğin bir tane olduğun u
öğretmeli miyim ,
Bütü nlüğü n ü n sabit b i r merkezde
toplandığı n ı ? ':":'

Sanatı ve bilimi birleştirecek ortak dil hiç bu kadar uzakta görün­


memişti, ancak bu dilin peşine düşmek eğitici ve eğlendirici olabilir.

::: Patric Dickinson 1 960 .fodrcfl 13ank, Tlıc H'orld l Scc U odrcll Barık. Cördüğünı
Dünya) ( Lorıdra: Chatto and \\'indus) .
., ,John \Vairı 1 956 ,1 \Viml Carved on a Sil/ (Bir E�iktc Yontulan Sözcük) ( Londra:
Routledge and Paul).

1 06
Haritacı Melvyn

Şairin dediği gibi biyografi insanlarla coğrafya ise haritalarla il­


gilidir. Yaratıcı bir d üşünce olan ve Bo'tı rnemouth'ın Bootle'dan
daha sağlıklı bir yer olduğu düşüncesini doğrulayan ölümcül has­
tal ı k atlası ile ü nlü Profesör Melvyn l-Iowe, hastalık ile çevre ara­
sındaki i lişkiyi konu alan i lginç bir çalışma':' ile coğrafyanı n kap­
sam ı nı genişletti.

... Bournemout h 'un Bootle'dan daha sağlıklı bir yer


olduğu düşüncesi ...

Profesör Howe genelde, geçmişte yaşanan salgın hastalıklar ile


i lgileniyor, oysa kitabı günümüz ve gelecek için alınacak dersler­
le dolu. Geçen 1 00 yıl ve öze llikle de geçen 30 yıl içinde, artan de­
netim ve bilgi birikimi sonucunda, veba, tifüs, kolera, çiçek has­
talığı, verem ve difteri gibi öldürücü hastalıkların Britanya'dan
gerçekten silinmesiyle kamu sağlığında önemli bir devrim gerçek­
l eştirildi. Bu hastalıkların önceki on yüzyıl boyunca insanoğlunu
kırıp geçirmesinin önü alınamamıştı . Norman döneminde (on bi­
rinci yüzyıl) ortalama insan ömrü yak l aşık 30 yıl d ı ; on dokuzun­
cu yüzyıl ı n başlarında bu ndan sadece biraz fazla, gün üm üzde i se
yaklaşık 70 yıldır.
Yakın zamana dek pek çok i nsan çocukken ölüyordu ; 1 887 yı­
l ı nda Glasgow'da kaydedilen ölümlerin yarısı on yaşından küçük
çocukların ölümüydü . H ayatta kalmayı başaranları her on yılda

••c . Melvyn Howe 1 972 !Han, l',nvirnnment and /)iscasc ( İ nsan, Çevre ve Hastalık)
( Londra: David and Charles)

1 07
bir e n azından bir salgın hastalık bekliyordu ve etkili bir tedavi
yoktu . "On dokuzuncu yüzyılın sonuna dek" d iye yazıyor Howe,
"tıp adamları, salgın hastalık, ateş ve ölümcül bulaşıcı hastalıkla­
rın gerçek nedenleri hakkında, Eski Yunanl ı atalarından yalnızca
biraz daha fazlasını biliyorlardı. "
Bulaşıcı hastalıkların taşıyıcısı olarak fareleri n ve böceklerin
önemi, veba ve benzeri hastalıklar denetim altına alınana dek an­
laşılmasa da, çevresel etkenlerin önemi daha önceden ortaya çık­
mıştı. Tudor ve Stuart dönemlerinde bile, varlıklı hal k , bulaşıcı
hastalık tehditi baş gösterdiğinde daha temiz olan kırsal bölgele­
re kaçıyordu.
Sakson İ ngilteresinin hekimleri, salgın hastalıklara cin veya pe­
rilerin oklarının neden olduğunu düşünüyord u . Bin yıl sonra, ko­
kular, buharlar ve m iyasmalar (eskiden salgın hastalıklara yol aç­
tığına i nanılan yoğun ve zehirli sis) suçlandı. Bu, kökleri St. Co­
l umba'ya dek uzanan bir düşünceydi . Denizden bir bulut yüksel­
diğini gören St. Columba şöyle bir tahm inde bulunmu ştu :

Bu bulut i nsanlara ve sığırlara çok zarar verecek . . . Akşam sa­


atlerin de i ltihaplı feci çıbanlara yol açacak ölümcü l bir yağmur
boşanacak.

Colu m ba'nın yaşam öykü s ü n ü yazan Adamnan, manastırların


hastalığa karşı korunduğun u i leri sürmüştü, oysa salgın hasta­
l ı kların misyonerler tarafı n dan yayıldığına i l işkin kanıtlar var.
664 yılında başlayan veba salgını pek çok tecrit edilmiş manastı­
rı da ziyaret etmişti; 672'de toplanan H e rtford Kilise Meclisi, ke­
şişlerin " Ke ltler gib i " bir manastırdan d iğerin e seyahat etmeleri­
ni yasaklamıştı.
Bu uyarı dikkate alınmadı ve gezgin ler veba yaymaya devam
etti. 1 349 yılında Büyük Veba Salgını henüz İ skoç topraklarına
girmemişti ve " İngiliz'i n iğrenç ölüm ü " hakkında halinden hoşnut
yorumlar yapılıyordu . Ancak ü lkelerine geri dönen bir akı ncı
gru bun vebayı getirmesiyle n ü fusun üçte biri öldü. 1 745 ayaklan-

1 08
masından sonra, Hollanda'dan geri çağrıl an İ ngiliz askerleri de
İ skoçya'n ı n pek çok bölgesine tifü s hastalığını taşıdı.
Veba salgını 1 665 yıl ı n dan sonra Britanya'dan silindi (kimse
bunun nedenini bilmiyor) ve günümüzde de yalnızca laboratu­
varda varlığını sürdürüyor. 1 962 yı lında, Porton Oown'daki
Kimyasal Savunma O, c:y Teşkilatı 'nda görevli biri veba yüzün­
den öldü, bu da akıllara 1 346 yılındaki biyolojik savaşı getirdi. O
yıl veba ilk kez kıta Avrupası 'na u l aşmıştı: Kaffa (bir Hıristiyan
şehri) kuşatması sırasında H ıristiyan karşıtları, Asya'da kaptıkla­
rı veba hastalığından ölenleri mancınıkla şehri savunanların ara­
sına fırlatmışlardı .
Geçmişteki hastalıklardan ne öğrenebiliriz? Öncelikle, bazı ya­
nıtlar bulsa da, bilimin olayları etkilemek için çok geç kalabilece­
ğin i öğrenebiliriz. Ti fo, kolera ve çiçek hastalığı, bu hastalıklara
yol açan organizmaların mikroskop altında i ncelenmesinden önce
denetim altına alınmıştı. Deneyimlere dayanan çözü m ler, örneğin
aşı , daha temiz su kaynakları ve lağım pisliklerinin atılması, soru­
nun üstesinden gel mişti. Öte yandan verem, 30 yıl önce etkili ilaç­
lar geliştirilene dek pek azalmadı.
Tarih bize günümüzün hastalıkları i le, örneğin kanser ve kalp
krizi ile savaşma konusunda hiçbir ipucu vermiyor. Yalnızca,
bakmasını bilirsek çözümleri görebileceğimizi söylüyor.

1 09
Radyoaktif Serpinti ve Sağlık

1 948 yıl ında, genç bir kimyager olan Peter King, Washing­
ton 'daki Deniz Kuvvetleri Araştırma Laboratuvarı 'nda boyanın
kimyasal özellikleri üzerine çalışıyord u.
Bir gün, bazı izotop deneylerinde kullanılan Geiger sayaçlarının
normalden daha hızlı saymaya başladığını fark etti. Bu tür şeylere,
radyoaktif maddeler kullanılan laboratuvarlarda sıkça rastlanır ve
çoğu kişi bunun araştırmaya değecek bir şey olmadığını düşünür.
Dr. King, her şiddetli yağıştan sonra sayaçların işleyişinin tu­
haflaştığını düşünüyordu . Büyük olasılıkla b u düşünce doğrulan­
m adı, ancak sonuçları dikkate değerdi. Çeşitli yağmu r suyu ör­
nelderi incelendi ve hafif derecede radyoaktif old ukları anlaşıldı.
Bu gözlem çok önem li bir şeymiş gibi görülmeyebilir, çünkü her
yağmur, yağdı ktan sonraki bir i ki saat süresince ölçü lebilir dere­
cede radyoakti ftir. Bu radyoaktivite, radyum ve toryum element­
lerinin kısa ömürlü izotoplarından kaynaklanır.
Oysa Washington'da yağan yağm u r çok daha uzun bir süre
radyoaktif kalıyordu ve Dr. King bunun nedeninin, birkaç ay ön­
ce Amerikalılar tarafından Büyük Okyanus 'ta gerçekleştirilen
atom bombası denemelerinin yol açtığı kirlenme olup olmadığın ı
araştırdı. Virgin Adaları 'nda sürekli yağış olduğunu v e orada ya­
şayanların belirli bir sarnıcın veya fıçının ne zaman dolduruldu­
ğunu genel likle hatırlayabileceğini göz ö nüne alarak, bomba de­
nemelerinin yapıldığı zaman ve ondan hemen sonra yağan yağ­
m u rdan biriktirilen sudan örnekler almak üzere bir asistanını
adalara gönderdi.
Bu örneklerin radyoaktif olduğu ve yalnızca nü kleer bir patla­
ma sonucu ortaya çıkabilecek seryu m ve itriyum izotopları içerdi­
ği ortaya çıkınca, Dr. King atom silah ları denemelerini saptamak
için ucuz ve basit bir yöntem bulduğunu anladı.
Bu bilginin önemini kavrayan ilk insandı ve hiç zaman kaybet­
m eden uygulamaya geçti. O sıralarda, Ruslar'ın atom sil ah l arı ko­
n usunda Amerika Birleşik Devletleri'nden çok geride olduğu dü­
şü n ülüyordu . N ükleer teknoloj i alanında (bu konuda Britanya,

1 10
Kanada ve Amerika Birleşik Devletl eri'ndeki teknoloji casusla­
rından çokça yardım almışlardı) geldikleri nokta tam olarak bilin­
miyor veya itiraf edilmiyordu .
Gerçek bir bil i m adamı kuşkuculuğu taşıyan Dr. King bunu
öğrenmeye karar verdi. Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuv­
vetleri 'ni, yağmur suyu örnekleri almak için kendisini her ay Ko­
diak Adası ve Alaska Körfczi'ne göndermesi konusunda ikna et­
ti. Geiger sayaçları oldu kça uzun bir süre hiçbir şey göstermedi,
ancak 1 949 Eylü l 'ünde bir gün "çıt" sesi çıkarmaya başladılar.
Kimyasal testler yine radyoaktif seryu mun varlığını ortaya koy­
du. Birkaç gün sonra, Rusya'nın ilk nükleer denemesini yaptığı
h aberleri yayıldı - Ruslar tarafindan değil , Dr. King'in bulguların­
dan hareketle Başkan Truman tarafından.
Bu tarihi deneylerle, her nükleer patlamada ortaya çıkan ve
sonradan Dünya'nın yüzeyine dağılan radyoaktif serpinti ve ka­
lıntı ilk kez ölçülüyordu . İlk zamanl arda, çalışma daha çok bili­
min ilgi alanındaydı ve uygulamadaki değeri çok az gibi görünü­
yordu . Megatonluk silahlar henüz bilinmiyordu ve çok büyük
patlayıcı güce sah ip bombalarla hiç deneme yapılmıyordu.
1 Mart 1 954'de Bikini Atolü'nde i l k hidrojen bombasının pat­
latılması ile durum birden değişti . Çok kısa bir sürede atmosferin
radyoaktif kirliliğ·i daha önceden bilinmeyen bir düzeye ulaştı .
Radyoaktif stronsiyumun yol açtığı zararın artık ciddi bir biçim­
de incelenmesi gerekiyordu. Stronsiyum 90 izotopu (kimyasal ya­
pısı kalsiyuma benzer), Dünya'nın üzerine çöküyor ve gıda mad­
delerine (özellikle de süte) , tahıllara ve kalsiyum içeren diğer yi­
yeceklere karışıyordu.
Kısa bir süre sonra uzman ların , stronsiyum 90 izotopunun yu­
tulmasının olası tehlikesi konusunda güveni l ir görüşleri olmadığı
ortaya çıktı. Tartışmalar, hidroj en bombalarının patlayıcı gücü ve
gıda maddeleri ile insan dokularının Stronsiyum Birimi ( İngiliz­
cesin i n kısalt ması SU) ile ölçülen kirlenme düzeyi üzerine yoğun­
l aşmıştı. Bir SU, bir gram kalsiyumdaki bir mikromikrok ü rilik
bir stronsiyum 90 yoğun luğu anl amına gelir.

ııı
Amerikalıların , " Gabriel Projesi" olarak bilinen bir araştırması,
1 949 yıl ında i nsan vücudundaki stronsiyum 90 düzeyinin 1 0.000
S U 'y u geçmesine izin verilmemesi gerektiğini ortaya koydu . Da­
ha sonraki bir hesaplama ise bu düzeye ancak, 40. 000 megaton­
luk patlayıcı güçten daha güçlü bombalar patlatıldığında ulaşıla­
cağı tahmininde bulundu. ( Bir megaton bir m i lyon tondur; hidro­
jen bom basın ı n gücü genellikle TNT (trinitrotolüen) 'nin patlayı­
cı gücü cinsinden ifade edilir.)
1 953 yıl ı n da, Dr. Hans Bethe, insan vücudundaki tehlikeli
stronsiyum 90 düzeyine ulaşmak için 8000 megaton u n gerektiği­
ni açıklad ı . Amerikalılardan oluşan bir çalı şma grubu ayn ı yıl. izin
veri lebilir en yüksek yoğun luğun 1 OOOSU 'ya düşürü lmesi gerek­
tiğini ve toplam şiddeti 25. 000 megaton olan bombaların bu düze­
ye ulaşma tehl ikesi olmad an atılabileceğini belirtti.
Bir diğer uzman tan ı k Dr. W. F. Neuman, 1 957 tarihli resmi
araştırmasında, tehlikeli düzeye yılda 44 m egaton ile erişil eceğini
belirtti. Başka bir komisyon, atom çekirdeğinin bölünmesi ile or­
taya ç ıkan ü rü nl erin yıl da ortalama on megatondan daha fazl a ol­
maması gerektiğini söyledi. 1 95 1 yılında, A B D Atom Enerjisi Ko­
misyonu'n u n biyoloji ve tıp kısmının yöneticisi, atomun bölünme­
si sonucu ortaya çıkan ürünler için tehlikeli düzeyi toplam
20. 000.000 megaton olarak tahmin etti . Uzmanlar çoğunlukla bir­
birleriyle anlaşamaz, ama görüş lerinde nadiren bu kadar büyük
fark olur. Bereket, bu konul arda kamu sağlığından sorumlu yet­
kililer böylesine tutarsız bir tahmine ihtiyatla yaklaştılar.
Bu zamana dek D ü nya yüzeyine serpilen stronsiyum 90 izoto­
pun u n ciddi bir zarara yol açmadığı düşünülebilir. Ancak dertler­
den uzak durmada şansın da önemli bir etken olduğunu kabul et­
mek gerekir. N ükleer silah denemelerinin doruk noktasına ulaştı­
ğı l 960'larda, izleme programları i nsan kemiğindeki stronsiyum
90 yoğun luğunun, yiyeceklerimizi elde ettiğimiz bitkilerdeki yo­
ğun l uğun çok altında olduğunu ortaya koydu.
Bu fark beslenme zincirindeki süreçlerden kaynaklanır. Örne­
ğin bir inek otladığı çayırdan aldığı stronsiyumun büyük bir kıs-

1 12
-------�ı_,oo'""'o�o�sv TEKUKELi S1RONS IU1 90
DÜZEY i

Uzmanlar çoğunlukla birbirleriyle anlaşamaz ...

mını yararsız olduğu için dışarı atabilir ve sadece <yo 1 O veya 20'si­
ni sütüne geçirir. Bir bebek de, kalsiyum u emip stronsiyum 90'ın
yaklaşık yarısını dışarı atarak, yoğunluğu daha düşük bir düzeye
indirme yeteneğine sahiptir. Çocu klar ve yetişkinler beklenen dü­
zeyin yalnızca dörtte biri yoğun l uğunda stronsiyumu vücutların­
da tutar.
H ayvanların ve insanların yedikleri şeylerden stronsiyum değil
de kalsiyum emmelerinin çok belirgin bir nedeni yok. İ ki element
de sindirim sistemi tarafından aynı işleme tabi tutulsaydı, çocu k­
ların kemiklerindeki radyoaktif stronsiyum yoğunluğu, gerçekte
bulunanın 1 O veya 20 katı bir d üzeye ul aşırdı. Bu düzey de tehli­
keli bölgenin bir hayli içindedir. Vücut kalsiyum yerine stronsi­
yum tutsaydı, sonuç daha da kötü olurdu.
İ l k hidrojen bombası atıldığında bu önemli noktalar anlaşılma­
mıştı. Stronsiyum hikayesi şimdilik kapandı (Britanya'da kemik
örneklerin i n izlenmesine 1 972 yılında son verildi), oysa bundan
alınacak ders açık. Doğayı bozmak çoğunlukla i n sanoğlunun sağ­
l ığını da tehlikeye atar. Bu tehlikeyi fark edene kadar da çözüm
fırsatı kaçabilir. Bir dahaki sefere b u kadar şanslı olmayabiliriz.

1 13
Disko Sağırlığı -Aslında Hiç Var Olmamış Bir
Tehlike
Daha birkaç yıl önce, bilimse l (ve hatta bilimsel olmayan) der­
gil erde, diskoteklere ve benzer türde m ü zi k salon l arına sık giden
gençleri n sağırlık tehlikesi ile karşı karşıya olduğuna ilişkin yazı­
lar yer almı ştı. Çoğun luğu orta yaşlı ağırbaşl ı yetk ililer, rock ve
pop mağaralarındaki işitsel tehlikeler i çin resm i uyarıl ar koyma­
yı önerdi.
Tartışma bitip de sayıl ar ortaya çı ktığında, kanıt neredeyse
değersiz denecek kadar zayıftı. Yaklaşık 450 öğrenci üzerinde
yapıl an bir araştırmada, öğrencilerin Ofıı82' si işitmeleri yeteri ka­
dar sağl ıklı ol madığından reddedil m işti. Geri kalan lar arasında,
düzenli olarak diskoteklere gitmeyen kontrol denekleri ile karşı­
l aştırıldığında, pop müzik tutk u n l arın da 2-3 d esibellik işitme ka­
yıpları old uğu ortaya ç ı ktı.
Student sınaması (istatistikte k u l l an ılan bir yöntem) n e orta­
ya koyarsa koysu n , 2-3 d esibel lik bir işitm e kaybı önemli değil­
dir. Lord Rutherford 'u n dediği gibi: " Deneyiniz istatistiğe gerek
duyuyorsa daha iyi bir deney tasarlamanız gerekir. "
Yine de, bir diskotekte 90- 1 00 desibell i k ses d üzeylerine ma­
ruz kalmak bir zarara yol açmazken, ayn ı süre boyunca ayn ı dü­
zeyde sese maruz kalan imalat sanayiinde çalışanl arın çoğun luk­
l a ciddi işitme sorun ları yaşamasını anla­
mak güçtür.
Dani markalı tan ınmış bir m ühendis olan
Dr. P. V. Bruel'i n yaptığı açıklama oldukça
basitti. Kısa bir süre boyunca (bir saniyenin
beşte birinden daha kısa) kulağa gelen sabit
bir gürü ltü veya sesin gerçekte o lduğundan
daha az şiddetliymiş gibi algı landığı gözle­
m iyle işe başladı; sesin süresi kısaldıkça şid­
deti de zayıflıyor gibi algılanıyordu.
Bunun nedeni, beynin bir karar verme­
. . . imalat sanayiinde
den önce sesi incelemesi ve bazı işlemler
çal1şanların ciddi işitme
yap m asıdır. Bir ses çok k ısaysa, inceleme sorunları yaşaması. ..

1 14
Disko sağırlığı -aslında hiç var olmamı� bir teh like

tam am l anmaz. Bu nedenle yüksek şiddette ani bir ses gerçekte ol­
duğundan daha az şiddetliymiş gibi algılanır, hatta işitme ile ilgi­
li beyin kabuğu nda da kaydedilmeyebilir.
İ ç kulağı yüksek şiddetteki seslerden koruyan işitsel refleks
için de benzer bir etki söz konusudur. 80 desibelin üzerindeki ses
düzeylerinde, titreşimleri k ul ak zarından iç k u l ağa aktaran kulak
kemikçikleri sertleşir ve daha az etkili çalışır. Parlak ışığın karşı­
sında irisin tepki göstermesine benzer bir tepkidir b u.
İşitsel refleksin tepki süresi bi r saniyede n ç o k d aha kısadır, b u
nedenle kısa süren şiddetli sesler orta k u laktan, koruyucu meka­
nizmayı uyarmadan geçer. Ses d üzeyi ölçüm aletlerinin çoğu, do­
ğal olarak, ku laklar gibi tepki verecek şekilde tasarlanmıştır, bu
nedenle kısa süreli dorukları kaydetmezler.
Olay artık açıklığ·a kavuştu. İ ş i t meye zarar veren şey o rtalama
ses d üzeyi değil. doruk noktalardır. Doğası gereği çoğu n lukla ani
olan fabrika veya tersane gürül tüsü, sıradan bir ses düzeyi ölçüm
aleti ile k aydedilmeyen (veya beyinde ses olarak algılanmayan)
doruk larda çok fazla enerjiye sahiptir, ancak kulak salyangozu n ­
da bulunan tüy biçimindeki hücrelere zarar vererek işitme kaybı­
n a yol açabilir.
Diskotek gürültüsünün tehlikeli nitelikteki enerjisi oldukça dü­
şüktür, çünkü doruklar yü kselteçlerin ve hoparlörlerin yetersizli­
ği nedeniyle sınırlanır. Ayn ı sınırl ama, sesin büyük bi r kısmının
yükseltici cihazlardan geldiği konserler için de geçerlidir.

1 15
Dr. Bruel, işitme konusunda herhangi bir tehlike olup olmadı­
ğının, hem ortalama ses d üzeyi h e m de kısa süreli doruklardaki
ses e nerjisi m iktarı ölçülerek değerl e ndiril mesi gerektiği sonucu­
na vardı . Böyle bir değerlendirme ile, diskotek gürültüsü bir hay­
li zararsızdır. Ama gel de bunu orta yaşlılara anlat !

1 16
Savaşta Atom Enerjisi

Günümüzün patlayıcıları kadar iyi olabil i r, ancak tahrip gücü


daha yüksek bir patlayıcı üretmek pek olanaklı görün m üyor .

Winston Churchill, 1 939 Ağustos'u nda, Havacılık Bakanı


Kingsley Wood'a, henüz laboratuvarlarda ve popüler basında tar­
tışılan atom bombası hakkında böyl e yazıyordu . P rofesör Linde­
mann 'ın (sonraları Lord Cherwell olarak anılacaktır) görüş lerine
dayanan Churchill'in b u yargısı, eldeki kanıtlarla da uyu mluydu .
Birkaç ay sonra Otto Frisch, 1 939 yılının Yıllık Kimya Geliş­
m e Raporu'nda, bir "süper bomba" imal etmenin tamame n ola­
naksız olmasa da, çok pahalı olacağını ve tahrip gücün ü n de tah­
m i n edilenden daha az olacağını yazıyordu .
Çekirdek bölünmesinin bulunması, pek çok yanlış ipucu v e ka­
çırı l mış fırsat ile dolu karmakarışık bir öyk ü olsa da, öykünün
kahramanın ı n Frisch olduğu söylenebilir. Frisch, hiç k uş k u yok
ki, bölünme sözcüğün ü uranyum atomunun parçalanmasını an­
latmak için kullanmıştı ve görüşlerinin deneylerle doğrulanması
için gereken basit cihazları kurmadan önce, bu işlemde açığa çı­
kan enerjiyi şaşılacak bir hassasiyetle hesaplamıştı.
Bölü n me üzerine makalesini yazdıktan sonra Frisch, düşünce­
lerin i gözden geçirdi ve kısa zaman sonra bom banı n gerçekten
yapılabileceğine ikna oldu. R. E. Peierls i l e birlikte, atom bomba­
sının kuramsal temelini ortaya koyan, i mal etmek için gereken uy­
gulamaları ana hatları i l e belirten ve etkileri konusunda tahminde
bulunan üç sayfalı k bir rapor hazırladı .
B i lim tarihinin e n önemli belgelerinden biri olan bu rapor, kısa
bir süre sonra h ü kümetin bilimse l danışmanlarına ulaştı ve uran­
yum bombası konusu ndaki ilgiyi yeniden canlandırdı. 1 940 Ni­
san'ına gelindiğinde, projeyi yönlendirmek üzere Maud Komitesi
kuruldu. Bu komitede Cockcroft ve Blackett gibi bazı ü n l ü kişi­
ler de vardı, ancak komitenin kurulmasına esin kaynağı olan iki
kişi yoktu. Peierls İ ngiliz vatandaşlığına daha yen i geçmişti,
Frisch ise resmi olarak d üşman bir yabancıydı.

117
Mülteci bilim adamları konusundaki katı hükümet politikası
nedeniyle, kendi buldukları bilgiler i kul lanmalarına izin verilmi­
yord u . Bu gül ü n ç durum karşısında iki bilim adamı da sabırlı
davrandı ve sonunda da teknik konu larla i lgili bir alt-komitenin
üyeliğine getirildiler.
1 94 0 yılının sonuna gelindiğinde, bomba ile i lgili çal ışmanın
büyük kısmı, yabancılar veya yakın zamanda vatandaşlığa kabul
edilen m ü lteciler tarafından tamamlan m ıştı. Bunların arasında Si­
man, Rotbat, Bretscher, H alban ve Kowarski de vard ı. Çalışma
Bakanlığı 'nın bazı şüpheleri olsa da, Kurti, Kuh n , Kemmer, Fre­
undlich ve Fuchs (daha sonra casusulu ktan m ah k u m edildi) pro­
j eyi daha da güçlendirdi.
1 94 0 Ağustos'u nda yavaş nötronlar tarafından meydana getiri­
len zincirleme bir tepkimenin enerj i ü reteceği, fakat bunun bir
bomba için yeterli miktarda olmayacağı biliniyord u. Hızlı nötron­
l arla doğal u ranyumda bir zincirleme tepkime gerçekleştirmek
olanaklı görünüyordu, ancak daha altında önemli hiçbir şeyi n
gerçekleşmeyeceği kritik kütle miktarı tonlarl a ifade ediliyordu .
Nadi r b u l u nan uranyum -235 izotopu daha bol olan u ranyum-
238'den ayrılabil irse, k ritik kütle yaln ızca bir kilogram kadar ola­
cak ve bom ba her durumda son derece etkil i olacaktı.
Böylece u ranyu m u n iki i zotopunun birbirinden ayrıl ması n ı n
kon u n u n c a n a l ı c ı noktası olduğu anlaş ı l d ı . Si m an v e Oxford 'da­
ki m eslektaşları, 4 m i lyon sterlinlik bir başlangıç maliyeti ve yıl­
da l , 5 m i lyon sterlin l i k işletme gideri olan, 1 60.000 m etre kare­
lik bir alana yayıl mış bir gaz yayın ı m tesisi için gerçekçi tasarı­
lar ü retti ler.
l 940'ın son una gel i nd iğinde, bomba projesinde şaşırtıcı bir ge­
l işme yaşandı. I CI tarafından u ranyum metali üretil miş, pluton­
yum u n bir nü kleer patlayıcı olabileceği anlaşı lmış ve nükleer si­
lah ların i malatında yapılabilirlik aşamasına yaklaşılmıştı .
Bunların hepsi çok az hükümet kaynağı kullanılarak ve müthiş
bir gizlilik i çi nde yapılmıştı. 1 94 1 Şubat'ında, Bilimsel ve Sanayi
Araştırmalar Bakanı (Appleton), Maud Kom i tesi'nin faaliyetleri

118
. . . Britanyalıların Amerikalılar<lan çok daha
ileride olduğu a nlaşıldı.

konusunda fazla bir şey bilmiyord u . Kabinenin Bilimse l Danış­


manlık Komitesi Başkanı Lord Hankey ise Maud'un varlığından
bile habersizdi.
Nükleer silahlar üzerine çalışan Britanyalı ve Amerikalı bilim
adamları arasında savaş sırasındaki ilk bağlantılar, Sir Henry Ti­
zard ve J . D . Cockcroft'un Washington'a giden bir heyete baş­
kanlık etmeleriyle, 1 94 0 yılının sonuna doğru kuruldu. Amerika­
l ıların yaptığı çalışmalar heyete hiçbir şey gizlenmeden anlatıldı
ve Britanyalıların çok daha ileride o lduğu anlaşıldı. Yine de, pro­
jeyi Britanya'da sonuçlandırmak konusunda kuşkular vardı. Ma­
liyet önemli bir etkendi, ancak işgücü sorunları, malzeme sıkıntı­
ları ve hava saldırısı teh likesi de tartışılmaz etkenlerdi ve Britan­
ya liderliği Amerika Birleşik Devletleri 'ne devretti.
Bunun yanı sıra bazı ahlaki kuşkular da vardı. Bunlardan bir
tanesi, Washington'daki Britanya Merkezi Bilimsel Dairesi'nin o
sıralardaki yöneticisi olan Dr. (sonradan Sir) Charles Darwin 'i n
1 94 1 yılında kaleme aldığı b i r mektupta belirtilmişti. Söz konusu
mektupta Darwin, bomba yapılabilirse, ABD Başkanı ile Britan­
ya Başbakanı 'nın, Berlin 'in ve çevresindeki yerlerin bu bomba
kullanılarak tamamen yok edilmesine izin verip vermeyeceklerini
soruyordu.
Bir başka endişe de, dönemin A B D Büyükelçisi olan Lord Ha­
lifax ile ABD Savaş Bakanı Henry Stimson arasında geçen bir

1 19
konuşmada belirtiliyordu . Lord Halifax, bomba atılmadan önce,
Japonlara kayıtsız şartsız tesl i m olmaları için 48 saatlik bir süre
tanın masının olanaklı olup olmadığın ı sormuştu.
l 94 1 'de, Britanyalı ve Ameri kal ı bilim adamları n ın ortak bir
program kapsamı nda çalı şab i l m el eri bir süre için olanaklı gö­
rün d ü . Savaş sonrasında yaşanabilecek siyasi sorun lar daha o
zamandan açıkça görül üyordu . Lord Cherwell u ranyum ayrış­
tırma tesisleri n i n İ ngiltere'de kurulmas ı n ı istiyordu. Böyle bir
tesise sah ip olan ülkenin d iğer ülkelere isted iği koşulları kabu l
ettirebileceğin i tahm i n ediyord u. Bu rolü Amerika Birleşik Dev­
letleri 'ni n oynamasını istemiyordu ve Lord Hankey de onunla
ayn ı görüşteyd i .
Kon u ile ilgili tartışmaların uzaması, i malat tesislerin i n büyük
bir kısmının Kuzey Aınerika'da kurulmasın ı öngören, Kanada ile
Amerika Birleşik Devletleri arasındaki yak ı n işbirliği politikasın ı
pekiştirdi. Pearl Harbor baskı n ından sonraki altı ay boyunca,
Amerikalıların çalışmaları büyük ölçüde hız kazandı. 1 942 yılının
büyük bir böl ü münde dostça v e etkil i i şbirl iği devam etti , ancak
projenin idaresin i ordunun .ele alınası i le o yılın sonralarına doğ­
ru işbirl iği bozuld u.
B undan sonra A m e rikalılar Britanya'dan gelecek bi lgileri
beklediler, oysa kendileri proje süresince neredeyse h i ç bilgi
verme mişlerdi. " Katlanı l ması güç b i r d uru m " diyordu Sir ,Jo hn
A nderson, Başbaka n ' a yazdığı mektupta, " Başkan Roose­
velt'ten vakit geçirmeden konuyla ilgilen mesini i steyebilirs in i z . "
Oysa işbirliğini yasaldayan ı n Roosevelt 'i n kendisi olduğunu
b i l miyordu .
Daha sonra, 1 94 3 yılında, "tam v e etk i l i b i r işbirl iği " amacıy­
la düzenlenen Quebec Konferansı 'nda, Britanyalılar ile Ameri­
k alılar u zlaştı . Britanya'nın küçük ortak olacağı k ı sa süre sonra
açıkl ığa kavuştu . Britanyalı bilim adamları Californ ia Berke­
l ey'deki ve New Mexico Los Alamos 'taki ekiplere katıldılar, an­
cak işin büyük bölümü Amerika Birleşik Devletleri tarafından
gerçekleştiri l d i .

1 20
Ameri kalılar, Britanyalıların var olan veya gelecekteki endüst­
riyel bi rikim leri ile çal ışmaya katılm asına oldukça şiddetli bir bi­
çimde karşı çıkıyordu, oysa yaln ızca bilimsel faaliyet söz konusu
olduğu nda daha az yasakçıydı /ar. Bu nedenle Britanyalılar, ilk
u ran.,y um ve plutonyum bombalarının yapımına öncül ü k eden Los
Alamos projesi konusunda çok daha fazla şey bil iyord u, oysa
u ranyum ayrıştırma çalışmaları ve Amerika Birleşik Oevletle­
ri'nde i nşa edilen nükleer reaktörler konusunda pek o kadar bilgi
sahibi deği llerdi.
Ancak, l 945 'clen sonra Britanya (hem hızlı nötron reaktörü
hem ele ısıl reaktörler kul lanarak), ciddi bir nükleer enerji prog­
ramı geli ştirerek ve radyoaktif izotopların endüstriyel ve t ı bbi
amaçlı kullanımı konusunda başarı l ı çalı şm alar yaparak, n ükleer
enerji alanında önde gelen bir yere sahi p oldu. Fakat nükleer
enerj i santrallarının başka ü lkelere satı l ması ile ilgili başlangıçta
yapılan tahminler gerçekleşmedi ve Britanya 'nrn öncü çabaları
hak ettiği karşı l ığı alamadı.

121
Bilim ve Toplum

Bilim adamının çalışmasına neden olan şey nedir? O bi lme ye­


tisinin bir kahramanı mı yoksa yalnızca var olan kü ltürel ve tek­
nolojik ortamın bir i mgesi m i ? Bil i m hiç kuşku yok ki zihinsel bir
faaliyettir. Soyut düşünceler ve kavramlarla ilgilenir, bunları mo­
deller yapmak için kul lanır. Yaptığı modelleri deney yardım ıyla
gerçekle karşıl aştırabilir. Bilim adamı çalı şmasına başladığında ve
laboratuvara girdiğinde teknolojinin yardımına gerek duyar. Bi­
lim, gün ü m üzün diliyle söyleyecek olursak, yazılımdır; teknoloj i
ise donanım.
Teknoloj i , malzeme ve el becerisi açısı ndan çok sayıda in sana
gerek duyduğundan kaçınılm az bir biçimde toplum ile bağlantı­
lıdır. Bi lim, m evcut toplum sal yapıdan bağımsız, kendine yeter­
li bir faaliyet olarak görülebilir, ancak bu görüşe gün ü m ü zde
pek değer verilmiyor. Matematiğin sadece sayıların özellikleri
ile ilgilenen u zak kollarından bazıları felsefenin ilgi alanına giri­
yor, ancak bilimin n eredeyse diğer bütü n kolları top l u m la uzlaş­
mış durumda.
Bu sürecin araştırıl masına -ve aslında tanınması na- Col u m bia
Ü niversitesi 'nden Robert K. Merton öncülük etti . Merton'ı n 22
denemesinin hoş bir toplamı olan The Sociology oFSciencc':' ( Bi­
lim Sosyolojisi) adlı kitabı n geçen 40 yıl içinde birçok kez baskı­
sı yapıldı.
Merton'ın ilk önemli çalışması Science, Technofogy a n d Soci­
ery in Seventeenth Cen tury England ( 1 7. Yüzyıl İ ngilteresi'nde
Bilim, Teknoloji ve Toplum) adl ı kitabıd ır. Modern bi limin baş­
langıcını ve dolaylı bir biçimde de olsa m odern tarihin başlangıcı­
n ı da işaret ettiği için, seçilen yüzyıl önemlidir.
On yedi nci yüzyıl , ( lsaac N ewton 'ın önderliğinde) m atem ati ­
ğin soru m l u l uğu yüklendiği, felsefeye dayal ı akı l yürütmenin ye­
rini hesaplama ve ölçüme b ıraktığı ve doğa araştı rmasında anl a­
tımın yeri ni çözümlemenin aldığı bir dönemdi. Newton 'dan ön­
ce de matematikçiler vardı (özel likle Galileo ve Descartes) , ancak
" Robert K. ı'v1erton 1 973 Th e Sociologv of"Scicnce (Chicago: U nivcrsity ol" Chicago Press)

1 22
(her etki için bir neden arayan) mekani k geleneği, kaynağını bü­
yük ölçüde Pythagoras'tan alan doğanın geometrik olarak tanım­
lanması ile uzlaştırma çabaları bir çıkmaza girmişti . Newton ha­
reket düşüncesi ile, örneğin küt leçekimi konusunda, eksikliği bir
ölçüde gidermişti. Bu yeni düşünceye karşı çıkıldı çünkü esrarlı
bir yanı vardı, ancak başarı lan öylesine etkileyiciydi ki iti razlar
yavaş yavaş ortadan kayboldu.
Merton, düşüncenin geçirdiği b u değişiml erden çok bilimsel
gelişmeyi etk i l eyen topl u m sal etkenlerle i lgilidir. Ona göre bili­
min ve tek noloj i n i n gelişmesi yaygı n Protestan ahlak anlayışı,
özellikle de P ü ritenlik tarafı ndan özendiri l mişti. Bunun üç nede­
ni vard ı . İ l k olarak Püriten ler alın yazısı i l kesin i akı llarından çı­
karmıyorlard ı . Sadece Tanrı tarafı ndan seç i lmiş kişiler günah­
tan k urtu lacaktı; fakat bir i n san seç i l m i ş olup olmadığın ı nasıl
anlayab i l i rd i ? Bunun yanıtı ruhsal arın manın görün ü r kanıtı
olan h ayı r işleri yapmakta yatıyordu . Bir Katolik için hayır işle­
ri çoğu nlukla bir manastıra kapan mak anlamına geliyordu; bir
Protestan içinse bu sözler, d ü nyada yararlı (çoğunlukla da ka­
zançlı) faaliyetler gerçekleşti rme k anlam ına geliyo rdu. Alın ya­
zısına inanmayan Protestanlığ·ın mezhepleri de, hayır işlerinde
çal ışmayı, zate n var olan iyil iği göstermekten çok, kötü l ü kten
arı n m ı ş bir ruh hal i ne u laşmanın bir yolu olarak ele alıp, aynı so­
nuca varmışlardı.
Boş du rmak beraberinde gü nahkar düşünceleri, kumar düş­
künlüğünü ve bedensel istekleri getirdiğinden, Püritenler çalış­
mak zorundalardı . "Akl ı " diyordu Thomas Sppratt, "tek bir i nsa­
nın durmadan çal ı ş ması ile hiçbir zaman tamamlanamayacak olan
ve bizim d ünyaya yararlı olmamızı sağlayan bili mle meşgul etmek
ne kadar iyidir."
İkinci olarak Püritenler, Tanrı'nın güzel liği ne e n iyi , onun eser­
l er i n i n ciddi bir biçimde i ncelenm esi i le l ayık olu nabileceğine ina­
nıyorlardı . Robert Boyle'a ve on yedinci yüzyıl ı n başlarında
Francis Ba.con'a ve onları n pek çok çağdaşına göre, bilim aslında
dini bir faaliyetti.

1 23
13unun yanıtı hayır işlerinde yatıyordu .

Üçüncü olarak da, insanoğlunun dünyada sahip olduğu şeyle­


rin, doğanın denetimine veya doğadan yararlanılmasına izin ve­
ren icatlarla artırılabileceği ileri sürülüyordu (ki bu da çok önce­
den kanıtlan mıştı) . Dünyanı n en önemli bilim akademisi olan Ro­
yal Society'nin bugün de geçerli olan yönetmeliği, üyelerin çalış­
m alarını, "deneylerin gücü ve doğa bilimleri ve beşeri bilimler
yardımıyla Tanrı 'nın görkemini ve i nsan soyunun üstünlüğünü
artıracak " biçimde yönlend irmesini emreder.
Merton, Royal Society'nin kurucularının ve i l k üyelerinin top­
l umsal kökenlerini incelemişti. Dini eğilimleri bilinen ler arasında
büyük çoğu n l uğu Püritenler oluşturuyordu. Aynı etki bilimin
Amerika'da da yerleşmesine yardımcı olmuştu. H arvard Colle­
ge'ın kurucuları Kalvenciliğin etkisi altındaydı ; burada ve New
England'daki başka okullarda Püriten rahipler bilimin gelişmesi­
ni özendirmişti.
Esin kaynağı dini i nançlar olsa da yeni bilim İ ngiltere'de hızla
dünyevi sorunların çözümü için kullan ı lmaya başlandı. On yedin­
ci yüzyıl bir savaşlar ve devrimler yüzyıl ıydı. Kılıç ve kargıların
yerini ateşli silahlara bırakm ası ve topun önemli bir silah olması
ile de askeri teknoloj ide hızlı bir değişimin yaşandığı bir yüzyıl ol­
du. Merton'ın ayrın tı l ı bir incelemede ortaya koyduğu gi bi, Royal
Society, barutun iyileştiri l m esi, mermilerin ve top güllelerinin
uçuş mesafesi, silah ların geri tepmesi ve metallerin k alıba döküle­
rek biçim lendi rilmesi konularıyla yakından i lgiliydi. Bu çalışma,

1 24
gazların sıkışması ve genleşmesi, metallerin dayanımı ve esnekli­
ği ve patlamaların özellikleri gibi. doğrudan askeri önemi olma­
yan bilimsel araştı rmaların önünü açtı . Bunlar teknoloji k aynaklı
bilimin ilk örnekleriydi .
On sekizinci yüzyıl boyunca, toplumsal v e ekonomik gereksi­
nimler bilim ve teknolojinin gelişimini yön lendirdi. Odun sıkıntı­
sının baş göstermesi köm ü r end üstrisinin gelişmesine neden oldu.
Su sıkın tısı ve arazinin uygun olmaması nedeniyle kanal sistemi­
nin kullanılamadığı yerlerde, tüccarlar ve kömür madeni sahiple­
ri demiryol ları inşa ettiler. Kömür m adenciliği geliştikçe, beygir
gücü ile çalışan pompaların çözemeyeceği su boşaltma sorunları
ortaya çıktı. Çözüm ilk olarak N ewcomen 'ın buhar makinesi ile
ve daha sonra da, Sndüstri Devrimi'nde çok önemli bir rol oyna­
yan Watt'ın katkıları ile sağlandı.
Merton, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl lar üzerine eğil­
m e z , ancak yirminci yüzyıl bilimini yakından inceler. Kullandığı
yöntem bilim adamlarının birbirleriyl e ve toplumla etkileşim bi­
çimlerini incelemektir. Başka bir deyişle, bilimin sosyoloj isini in­
şa etmeye çal ı şır. Merton hayatın ı buna adamıştı; bu konuda o
kadar başarıl ıydı ki, bu yeni bilim dalının araştırıl m asında ve ge­
liştirilmesinde ancak birkaç bilim adamı onun d üzeyine erişebildi.
Merton, konuya bir davranış bilimci olarak yaklaşıp, bilim
adamlarının ilgi alanlarını n asıl belirlediklerini, birbirleriyl e nasıl
i l etişi m kurdukları n ı ve h iyerarşiyi nasıl ol uşturduklarını araştı­
rı r. Burada üzerinde durduğu temel nokta buluşun önceliği ile
ilişkilidir. Bilimsel çalışmayı ödüllendirmenin kaba ve basit bir
yolu, yeni bir şey örneğin yeni bir atomaltı parçacığı, yeni bir bi­
limsel yasa ya da doğadaki bazı olguların yeni bir açıklamasını
bulan ilk kişiye (veya daha doğrusu bulduğu ilk ilan edilen kişi­
ye) , onur belgesi veya ödü l vermektir. Bil i m tarihi genellikle bir
buluşlar silsilesi olarak kaleme alındığından ilk olma hevesi şaşır­
tıcı değildir.
Merton, bilim adamının bir kahraman olduğu görüşün ü n doğ­
ru ol madığını ortaya koyar: Buluşların pek çoğu iki ya da daha

l '.15
fazla sayıda insan taraflndan birbirinden bağımsız (ve bazen de
neredeyse aynı zamanda) yap ıl ır. Bu, buluşların kaçınılmaz oldu­
ğu ve kişilerden çok koşullar tarafından belirlendiği anlamİna mı
gel iyor? Buluşu il k yapan dışındaki herkesin çalışmaları boşa mı
gitti? Merton bu çelişkiyi, en büyük bilim adamlarının birçok bu­
l u şu n parçası olduğunu göstererek çözüml er. Bizzat Lord Kelvin,
kendisine ait buluşların daha önce başkaları tarafından yapıldığı­
nı son radan öğrendiğini söylemiş ve böyle 32 olaydan söz etmiş­
tir. Gerçek sayı bundan daha da fazla olabi l ir. Ayrıca Kelvin 'in
buluşlarının kaçının daha sonra farkında olmadan başkaları tara­
fından da yapıldığını henüz bilmiyoruz.
Gali leo, Newton, Faraday, Maxwel l ve başka pek çok dahi bi­
lim adamı Kelvin ile ayn ı şeyi yaşamıştır. Ancak bu onları n lü­
zumsuz olduğu ve onlar olmasaydı da gelişmelerin aynı şekilde
olacağ·ı anlamına gelmez. Dahi bir bilim adamı çok sayıda bulu­
şun bir parçasıdı r çünkü çok sayıda şey bulur. Kelvin 'in ilkleri­
nin çoğu ilk olarak kald ı: Söz ü n ü ettiği 32 buluşu 30 farklı bilim
adamı tarafından yapıl m ıştı, bu nlardan bazıları başka önemli bir
şey başaramamıştı. Bu neden l e (diyor Merton), büyük bir bil i m
adamı, buluşlarından bazı ları daha önceden yapıl mış olsa veya
yeniden bulu nsa da, işlevsel olarak daha önemsiz çok sayıda ada­
ma d enktir.
Bilim adamı, tarihin kendisinden bir dahi olarak söz edip etme­
yeceğin i bilmeden, yol una devam ediyor. Herhangi bir yeni çalış­
mada önde olmak için genellikle çok çaba harcıyor. Bunu, bi lim­
sel bir yayında, bir konferans programında veya varsa rakipleri­
nin l aboratuvarları da dahil olmak üzere seçilmiş laboratuvarlar
arasında dağıtılan bir bültende çalışmalarını yayımlayarak ger­
çekleştirebilir. Böylece, rakiplerini yarışma dışı bırakabilir. An­
cak, zamana karşı yarışmanı n başka yolları da var. Bunlardan en
basiti. sadece üzerinde çalışılan kurama uygu n düşe n deneysel
gözlemleri seçmek ve yayımlamaktır. Sonunda başka insanlarca
yapılan uzun ve zor araştırmalarla k u ramın doğru luğu kanıtlanır­
sa, deneysel gözlemlerini ilk yayımlayan bil i m adamının önceliği

1 26
doğrulanmış olur. Sonraki çalışmalar ileri sürülen kuramı destek­
lemiyorsa, konu kısa zamanda u nutu labilir; bilimin yol u kestirme­
ler ve çıkmazlarla doludur.
Bu tür bir kestirme yol u n en ünlü örneği, genetik biliminin ba­
bası Gregor Mendel'dir. Mendel'i n bitki çaprazlama deneylerinin
sonuçları gerçek olamayacak kadar iyiydi. Sonuçlardaki aldatma­
ca, Mendel 'in ölü m ünden uzun bir süre geçene dek fark edilme­
di. Mendel 'in ilk olmakla ilgilenmemesi de zaten yeteri kadar t u ­
haftı; araştırmalarının çağdaşları üzerinde hiçbir etkisi yokt u .
l 882 'de saygı n a m a anlaşılmamış b i r amatör olarak öldü v e çalış­
masının önemi, öne sürdüğü kuramın Almanya, Avusturya ve
Hollanda'da eşzamanl ı olarak yeniden bulun duğu 1 900 yılına dek
anlaşılmadı. Bir diğer yön te m de kuramı deney sonuçlarına uy­
gun olacak biçimde değiştirmektir. Newton bu tür sahtecilik ko­
nusunda bir uzmandı; ancak kullandığı diğer yöntemler genellik­
le doğru olduğundan, ondan son ra gelenler hilelerini canı gönül­
den bilmezden geldiler (ya da örtbas ettiler) .

1 27
Dünya,

Güneş ve Yıldızlar
J V. Böl üm

Dünya,
Gü neş ve Yıldızlar

Büyük Mıknatıs
1 940 yı lında, mari fetli b i r mucit Britanya Donanma Bakanl ı ­
ğı 'na, savaşı kazanmak i ç i n basit b i r yöntem öneren b i r mektup
yazdı . Düşüncesi, telgraf kabloları ile ekvator un olab il diği nce
yakınında kesintisiz b i r çember o lu ştu rmaktı. Kablonun iki ucu
bir p i l bataryası na bağlanacaktı; bu gerçekleştirild iği zaman or­
taya çıkacak e lektrik akım ı Dünya' n ı n doğal manyeti k alan ını
tersi n e çevirecek, böylece d e nizlerdeki bütün manyetik mayın ­
ları aynı anda patlatacaktı .
Bu gözü p e k öneriyle i lg i l i ayrıntılı h e sap lamalar (anlatı­
l a n l ara bak ı l ı rsa) b i l i msel o l arak i n c e l e n m e d e n ö n ce do nan ­
m adaki p e k ç o k ü s t d ü z ey yetk i l i tarafı n d an onaylan mıştı .
Daha sonra m u c i d i n i k i ayrı e lektriksel b i ri m siste m i n i b i rb i ­
r i n e karıştı rdığı ve ö n e r i s i n i gerçek leştirmek i ç i n gereken
akı m ın h i ç b i r kab l on u n taşıyamaya c ağı kadar b üy ü k olduğu
o rtaya çıktı.

ı :ı 1
1\1.anyetik mayınla m ü cadele etmede daha az gösterişli yöntem­
ler başarıyla kullanıldı. Bununla birlikte, Dünya'nın m anyetik
alanını ters çevirmek o zamanki kadar saçma görü nmüyor bugü n.
Son yıllarda, Oünya'nın manyet ik ku tuplarının, birkaç m i lyon yıl
gibi kısa b i r süre içinde p e k çok k e z y e r değiştirdiğine dair kanıt­
lar elde edildi.
Dünya'nın manyetik alanı, 1 60 l 'den l 603'e kadar Kraliçe 1 .
Elizabeth'in hekimliğini yapan ünlü simyacı ve tıp adamı Will iam
Gilbert tarafından bulunmuştu. Wil liam Gil bert, daha k ısa bir sü­
re boyunca Kral l . J ames'e d e ayn ı hizmeti vermiş ve 1 603 yılının
Kasım ayında vebadan ölm üştü .
O dönemde denizcilerin çok iyi bildiği pusu lanın iğnesinin ha­
reketine bilimsel bir açıklama ararken, dikey bir pimin üzerine
yerleştirilen mıknatıslanm ı ş bir iğn enin aşağı yukarı kuzeyi gös­
terdiğini gözledi. Öte yandan iğne, dikey bir düzlemde dönecek
biçimde yatay bir pime yerleştirildiğinde, dikey eksen le bel l i bir
açı yaparak neredeyse her zaman aşağıyı yani Dünya'yı göstere­
cek şekilde d urur.
Ekvator yakınlarında iğnenin dikey eksenle yaptığı açı olduk­
ça k ü çüktür ve kuzeydeki enlem bölgesinde neredeyse tamamen
dik bir biçimde aşağıyı gösterebilir. Bazı bilim adamları bu çeki­
min kaynağının uzayda olabileceği n i düşünm üştü. Oysa Gilbert,
sadece bir manyet i t (manyetik özelliği olan bir taş) parçası ve bir
pusula iğnesinden oluşan basit bir maketin yardımıyla gerçek
açıklamayı buldu. Manyetitin üzerinde çeşitli yerlere koyulan iğ­
nenin, Dünya yüzeyin i n üzerinde hareket ettirildiğinde olduğu
gibi, çoğu zaman aşağıyı gösterdiğin i gözlemledi. Dünya'nın ken­
disinin de bir m ıknatıs olduğuna karar verdi. Vardığı bu sonuç,
hala tam olarak açıklan masa da, o zamandan bu yana doğru ola­
rak kabul ediliyor.
Denizcilerin pusula iğnesi coğrafi kuzeyi deği l, m anyetik kuzey
olarak bilinen biraz farklı bir yön ü gösterir. Bu iki yönü n arasın­
daki fark genellikle birkaç derece kadardı r ve birkaç yıl l ı k bir sü­
re i çinde oldukça fark edilebilir bir biçimde değişir.

1 32
Dünya'nın manyetik özelliklerinde meydana gelen değişiklik­
ler kayaların incelenmesi ile ortaya çıkarılabil ir. Bugün yerküre­
nin üzerine dağılmış kayaların çoğu, çok eski zamanlardaki vol­
kan ik faaliyetleri n sonucu nda oluşmuştur. Soğuma ve katılaşma
sürecinde, demir içeren kayalar (çoğu içerir), Dünya'nın o dö­
nemdeki manyetik alanının yönüne ve yoğu n luğu na bağlı olarak
kalıcı bir mıknatısl ığa sahip olurlar. Bu mıknatıslık milyon larca
yıl boyunca değişmeden varlığın ı sürdü rmüştür ve gün ü müzde
laboratuvarda ölçülebilir.
Kalıcı mıknatıslık gökyüzündeki elektriksel olayların etkisi ile
de artar. Bu ek mıknatıslık, bir saatçinin bir kol saatinin mıkna­
tıslığını gidermesine benzer bir biçimde gideri lebilir. Kaya örne­
ği, 50 hertzlik alternatif akımla beslenen bir bobinin içine yerleş­
tirilir. Kaya önce bir yönde daha sonra diğer yönde mıknatıslanır,
bu sırada akım aşamalı olarak sıfı ra düşürülür. Akım gitgide aza­
lırken kaya örneğinin mıknatıslığı da azalır ve sonunda tamamen
kaybolur. Bu temizleme yöntemiyle, kaynağı daha yakın zaman­
lara dayanan istenmeyen mıknatıslık giderilirken kayanın asıl
manyetik tarihçesi değiştiri l mez.
Yirminci yüzyılın ilk yıl l arı nda, kayalardaki mıknatıs lığın öl­
çülmesi ilk kez ciddi o larak ele alındığında; çok eski olmayan vol­
kanik lavdan oluşan kayaların da, arkeoloj ik yerleşimlerdeki pişi­
ril miş kilden meydana gelen kayalar gibi, örneklerin alındığı yer­
lerdeki Dünya'nın mevcut manyetik alanıyla aşağı yukarı aynı
yönde manyetize olduğu ortaya çıktı .
Bernard Brunhes, 1 906 yılında çevre kayalardaki manyetik
alana zıt yönde mıknatıslanmış bir kaya parçası bulduğu nda, ba­
zıları bunu i nanı lmaz bir şey olarak görürken bazıları da söz ko­
nusu kaya parçasının bir istisna olduğunu düşündü.
Bilgi birikiminin arttığı ve daha iyi yöntemler kullanmanın ola­
nak l ı olduğu l 950'li yıllarda bu konuyla yeniden ilgilenilmeye
baş landı. Fransız fizikçi Louis Neel kuramsal noktalardan hare­
ketle bazı mi nerallerin, yüksek bir sıcaklıktan soğutulduklarında,
çevrelerindeki manyetik alana ters yönde mıknatıslanacağını i leri

1 33
sürdü. Bu nun hemen ardından, bir grup Japon bilim adamı, tam
da Neel'i n düşüncesini doğrulayan bir davranış sergileyen bir
volkanik kaya parçası buldu.
Bir süre, Dünya'nın manyetik alanının mı geçm işte zaman za­
m an ters döndüğü, yoksa ters manyetik alana sahip kaya parçala­
rının, Nee l 'i n i leri sürdüğü gibi ki myasal ve fiziksel yapıları nede­
niyle mi normal yöne ters yönde bir manyetik alana sahip olduk­
ları anlaşılamadı.
Bu soru henüz tam olarak yanıtlan mış değil. ancak artık Dün­
ya'nın kuzey ve güney kutuplarının son dört m i lyon yıl boyunca
gerçekten birkaç defa yer değiştirmiş olabileceği düşünülüyor.
Değişik çağlara ait örnek lerin sistemli bir biçimde incelenmesi so­
nucunda, yaklaşık 700.000 yaşın altındaki bütün kayaların Dün­
ya'nın şimdiki manyetik alanına uygun bir yönde mıknatıslandığı
saptandı. Aynı şey, yaşı 2 , 5 i l e 3,5 m i lyon arasında olan kayaların
büyük çoğun luğu için de geçerl i . 700.000 ile 2,5 m ilyon yıl arasın­
daki döneme ait kayaların çoğu ters yönde m ı k natıslanmıştı . Bu
döneme ait kayalardan, yaşı yaklaşık bir m i lyon yıl olan bir grup
ile yaşı iki milyona yaklaşan diğer bir grup, gün ümüzdekine ben­
zer bir manyetik yapıya sahiptir.
Bu bulguların tek akla yak ı n açıklaması Dünya'nın m anyetik
alanının kendi kendine ters çevrildiğidir, çünkü Neel'i n tahm in
ettiği türde ender rastlanan bir ki myasal yapıya sahip olan kaya­
ların, yerkürenin çeşitli bölgelerinde ayn ı anda ortaya çıkması ve
sonra tekrar yok olması için bir neden yok.
Kimse Dünya'nın manyetik alanının neden yön değiştirmesi ge­
rektiğini ve hatta Dünya'nın neden bir manyetik alana sahip oldu­
ğunu açı klayamıyor. Genellikle Dünya'nın çekirdeğinin b üyük
miktarda erimiş metal içerdiğine inanılır. Yavaş bir çalkalanmanın
manyetik alan yaratacak kadar elektrik akım ı m eydana getirmesi
olanaklıdır. H atta bu yıldan yıla meydana gelen küçük değişimle­
ri de açıklayabilir, ancak tamamen ters çevril m eyi açı klamaz.
Çok şiddetli bir çalkalanmanın sıvıyı, güçlü elektrik akımları
meydana getirecek ve manyetik alanı ters çevirecek kadar altüst

1 34
etmesi olanaklı mıdır? Dünya sürekli bir meteorit (tam olarak ya­
n ı p k ü l olmadan yeryüzüne d üşen göktaşı) bombardı manı altın­
dad ı r, bazıları büyük çukurlar açmıştır, ancak bereket versin ki
bunların hepsi ıssız yerlerdedir.
Diğer bir füze grubu da tektitlerd i r. Tektitler ilk olarak Çekos­
lovakya'da, daha sonra da başka pek c,,· ok yerde bulunan camsı ka­
ya parçalarıdır. Karışım olarak tektitler bilinen kayalara veya vol­
kanik maddelere benzemez. Bu zamana kadar kimse onları düşer­
ken görmemiştir ve tektitleri açıklamak için bazı kuramlar ileri
sürü l müştür. Bazıları bunların meteorit oldu kları nı düşünürken,
bazıları da 1\y 'dan geldiklerini i leri sürmekted ir.
Avustralya ve Doğu H i ndistan 'da, h e psi de yaklaşık olarak
ayn ı döneme ait b üy ük m i ktarda tektit b u l u nm u ştur. Büyük
olasılıkla hepsi birbirine yakı n zaman larda Dü nya'ya d üş m üş­
lerdi. 1 967 yılında bir grup Amerikalı jeolog ayn ı bölgede, ok­
yanus yatağ·ında çok sayıda tektit b u l u n d uğunu bildird i . Tektit
sağnağının toplam ağı rlığ·ın ı n 1 50 m i lyon ton old uğu tah m in
ediliyor.
Bu m i k tarda kayan ı n çarpmasıyla D ünya çekird eğinin, m an­
yeti k kutupları ters çevirmeye yetecek kadar karıştığı ileri sürü­
l üyor. Bu k u ram, son zamanlarda b u l u nan tektitlerin ters yön­
de m ı knatıslanmış kayaların yakı n ı nda ol ması gerçeği ile des­
tek l eniyor. Belki d e söz konusu k u ram bu olgudan yola çıkıla­
rak geliştiri ldi.

. ".
(!;) ' (J
• ' .!!; .

o • • •

.
,, . · ', <()
. tPJ · �

"
. @. 0.
. . . .·

Diğer bir füze grubu da tektitlcrdir.


Dünya'nın manyetik kutupları tekrar yer değiştirirse her şeyi
anlayacağız. Rota saptarken artık manyetik pusula kullanılmı­
yor, ancak D ünya'nın manyetik kutupların ın tersine çevri l mesi,
uzaydan gelen ışınlara karşı yararlandığımız korumanın bir bö­
l ü m ü n ü (hiç deği l se geçici olarak) ortadan kaldıracak. Aslında
büyük bir ene rj iye sahip atomaltı parçacıklar olan bu ışınların
yön ü , manyetik alan tarafından b üyük ölçüde değiştirilir. Böyle­
ce, aksi takdirde maruz kalacağımız zararlı ışınım dozlarından
korunmuş oluruz.
Dünya'n ı n manyetik alanı tersine döndüğü zamanlarda evrim
sürecinde önemli deği şiklikler olduğuna dair b irkaç kanıt var.
Buna radyasyon da yol açmış olabilir. Manyetik serpinti, bizim
için gizemini koruyan pek çok şeyden biri. Daha fazl a araştırma
yapılana kadar, bunun gelecek nesil ler için ciddi bir teh like olup
olmadığını bil emeyeceğiz.

1 36
Vulcanus Şenliği

Günümüzde pek nalbant kalmadı. Atın ve at arabasının kulla­


nımının azalmasından sonra da varlığını sürdürenler, her 25
Ağustos'ta büyük olasılıkla hiçbir şey olmamış gibi işlerini yapma­
ya devam ediyorlar. Çünkü, çok uzun zaman önce bu günün Ro­
malılar tarafından, nalbantlık zanaatının kurucusunu onurlandır­
mak için düzenlenen Vulcanus Şenliği 'ne ayrıl dığını bilmiyorlar.
Ateş Tanrısı Vulcanus'un demirci ocağı Sicilya'da Etna Yanar­
dağı'nın altındaydı ve her biri kanallarla bir yanardağına bağla­
nan başka pek çok şubesi vardı. Eskiçağ i nsanları, anlamadıkları
şeyleri süslemek için gösterişli destanları kullandılar. Bugün ce­
haletimizi bilimle süslüyoruz ve kimi zaman da oldukça akla ya­
kın bir hikaye üretmeyi başarabiliyoruz.
Bilimin çözmeye uğraştığı bazı sorular zordur, çünkü kimsenin
hiçbir zaman görmeyeceği şeylerle, örneğin atomlarla ilgilidir.
Öte yandan yanardağlar görünür ve çok sayıdadır. Yaklaşık 500
etkin (veya uykuda) ve binlerce sönmüş yanardağ var. Calton
H i l l ve Castl e Rock gibi uzantıları olan Edinburgh'daki Arthur's
Seat tepesi de sönmüş bir yanardağdır.
Sönmemiş yanardağlar ü ç çeşit madde püsk ü rtür. Bunlardan
birincisi lav veya erimiş kayadır. Yanardağ püskürmeleri, ilkçağ­
l arda bugün olduğundan çok daha şiddetliydi ; b u nedenle Dün­
ya'nın dış katm anının büyük bir bölümü ( İskoçya'n ı n büyük bö-

Ateş Tanrısı Vulcanus'un demirci ocağı Etna Yanardağı'nın


altındaydı. ..

1 37
lümü de bu na dahil) lavla kaplanmıştır. İki nci olarak, etkin bir
yanardağ büyük m i ktarda buhar, karbondioksit, nitrojen ve pis
kokulu du man püskürtür. Üçüncü olarak da, bu uçucu maddeler
yüzeye çıkma yolları ararken ü stlerini örten kaya ları parçalayıp
kilometrelerce uzağa fırlatır.
Eski çağlarda gerçekleşen yanardağ faaliyetlerinin kalıntıları nı
incelerken j eologlar, d ü nyanı n pek çok farklı yerinde içerikleri
birbirlerine çok benzeyen ve en bol elementlerden olan silikon ve
magnezyum i çeren lav örnekleri buldular. Bu gözlemler bilim
adamlarını, volkanik maddenin, Dünya'nın derinlerinde bir yer­
deki ortak bir kaynaktan geldiği son ucuna götü rd ü .
Büyük bir kısmını doğrudan gözleme olanağı ol madığından,
Dünya'nın iç yapısı ve bileşenleri hakkında kesin bir görüş orta­
ya koymak oldukça zordur. Yine de, deprem dalgaları nın hızının
ve yön ünün ölçülmesiyle elde edilen kabataslak bir bilgiye sah i­
biz. D ünya'nın merkezinden dışa doğru gidi ldiğinde ilk 3200 ki­
lometre, çok yoğu n olan ve büyük oranda demir ve nikel içerdiği
düşünülen çekirdeği oluşturur.
Çekirdeğin sıcaklığı 3000°C'den fazladır. Bu sıcaklık her türlü
metali eritmek için yeterlidir, ancak çekirdekteki basınç öyle bü­
yüktür ki madde yine de katı halde olabilir. Sonrak i yaklaşık
3000 kilometre, büyük oranda magnezyum ve demirden oluşan
m anto ad ı verilen bir katmandan m eydana gelmiştir. En dıştaki
katmanı oluşturan yerkabuğu 30 i la 50 kilometre kalınlığında ola­
bilir, ancak bazı bölgelerde sadece bi rkaç kilometrelik bir kal ı n lı­
ğı vard ır.
Lavın içeriği, mantonun üst katmanlarından veya yerkabuğu­
n u n alt katmanlarından geldiğini akla geti rmektedir. Lavı yeryü­
züne çıkaran süreç hala tartışma konusu olsa da hikaye şimdi an­
latacağım ıza benzer bi r şeydir.
Yerkabuğun alt kısımlarında, mantonun dengesini bozan bazı
karışıklık lar sonucunda, bir ergimiş kayaç ve gaz kütlesi (jeolog­
lar buna magma diyor) oluşur. Bu karışıklık genellikle bir deprem
olarak saptanır, ancak Dünya yüzeyi ndeki ölçüm aletlerine u laş-

1. 18
tıklarında sarsıntı dalgalarının şiddeti büyük olmayabilir. Manto­
nun sıcaklığı kayaçların normal eri m e sıcaklığ·ın ın üzerindeyse de,
basınç o denli yüksektir ki hiç sıvılaşma gerçekleşmez.
Basınç, çatlama veya bazı başka parçalanmalar sonucu düşer­
se, kayaç sıvı hale geçer ve mantodan kaçar kaçmaz bir magma
kütlesi oluşturur. Bu volkanik madde birikintisi, üzerini kaplayan
yerkabuğundaki bazı zayıflamalar kaçmasına izin verene dek ha­
reketsiz kalabilir. Ya da, magmanın soğuma ve kristal l eşme süre­
cinde kendi kendine yüzeye püsk ü rebilir. Bu süreçte, çözünmüş
gazların bir kısmı açığa çıkar ve üzerindeki yerkabuğu katmanını
yarıp geçecek kadar büyü k bir basınç oluştu rabilir.
Yanardağlar pek çok felakete yol açtı ve son 500 yıl içinde yak­
laşık çeyrek milyon insan ı n ölümüne neden oldu. Ancak bazı ya­
rarları da var. Etna Yanardağı 'nın eteklerindeki verim li topraklar
ve bugün İzlanda'daki evlerin yaklaşık dörtte birinin merkezi ola­
rak ısıtılmasını sağlayan bol miktarda bu har, bunlara birer örnek­
tir. Etkin yanardağlardan uzak durmakta yarar var, sönmüş olan­
lardan ise yerk ürenin tarihine i lişkin pek çok şey öğrenebiliriz.

1 39
Güneş Saatleri Sadece Zamanı Göstermiyor

Yahuda Kralı Ahaz, 2700 yıl önce hassas bir güneş saati yap­
m ıştı . Oğlu H ezekiel ölümcül bir hastalığa yakalandığında, Tan­
rı, peygamberi İşaya'yı, güneş saati üzerindeki gölgeyi on derece
geriye çekip bir m ucize gerçekleştirmesi için yoll ayarak Yahuda
Kralı 'n ı sevindirmişti. Eski Ahit'in İ kinci Krallar Kitabı'nda ve
İ şaya Kitabı'nda bu m ucizeden söz edilmektedi r.
Bu olay hiçbir zaman tam olarak açık lanamadı (zaten açıklan­
saydı bir m ucize o larak görmemiz zor olurdu), ancak Sir Alan
H e rbert, Sundials Old and New or Fun with the Sun':' ( Eski ve
Yeni Güneş Saatleri ya da Güneş ile Eğlence) adlı kitabında, ko­
n uyla ilgi l i o larak kendine özgü muzip düşünceler ortaya attı.
Bu kitap, İ ngiliz yaz saati uygulamasının kötül üğü, birahanele­
rin dekorasyon u ve okuyucuya ödünç kitap veren kütüp hanele­
rin yazarlar üzerindeki zararları üzerine konu dışı sözlerle, ken­
d i işini kendi gören gökyüzü m e raklı ları için bir eğitim kitabı ni­
teliği ndedir.
Ahaz, iklimin uygun luğundan ve teknolojiye d uyulan saygıdan
yararlanarak, bir güneş saati yapan ilk insan l ardan biriydi. Kad­
ranı günümüz ölçütlerine göre pek hassas sayılmazd ı, ancak o
günlerde birkaç dakikalı k bir hata kimsenin keyfini kaçırmıyor­
du. Aslına bakarsanız, on altıncı yüzyıl a kadar, duvar ve kol saat­
lerinin doğru çalışıp çalı şmadığın ı an lamak için bile bir güneş sa­
ati kullanılıyordu .
Güneş saati asl ın da çok basit b i r alettir, ancak ne kadar bece­
rikli bir biçimde yapılmış olursa olsun, bazı nedenler yüzünden
çok iyi bir zaman ölçer olamaz. Yine de, güneş saatini sadece kö­
tü bir saat çeşidi olarak değerlendirmek yanıltıcı olur. Güneş sa­
ati bundan çok daha fazla bir şeydir; her güneş saati, gezegenimiz
ile Güneş arasındaki ilişkiye dair birçok bilgi sunan, Dünya'nın
küçük bir kopyasıdır.
Bu özellik en iyi, yalnızca bir küreden oluşan biraz değişik bir
güneş saati yaparak (veya hayalinizde canlandırarak) anlaşılabi-
''' Alan Hcrbcrt 1 967 Sıındia/s O/d and Ncw or Fıın with the Sıın (London: Methucn).

1 40
Bu olay hiçbir zaman tam olarak açıklanamadı. ..

lir. Makul ölçülerde (çapı e n az on beş santimetre) bir yerküre


model i ile çalışmak ve eğer desteği her yönde dönmesine izin ver­
miyorsa desteğinden çıkarıp, uygun büyük lükte yuvarlak bir ka­
bın içine yerleştirmek en iyisidir.
Şimdi küreyi, ekseni (kuzey ve güney kutuplarından geçen çiz­
gi), kuzey-güney düzleminde olacak şekilde döndürün. Kuzey-gü­
ney düzlemini belirlemek için büyük ölçekli bir haritadan veya bir
pusuladan yararlanabilirsiniz, ancak manyetik kuzey ile coğrafi
kuzey arasında gerekli düzeltmeyi yapmayı unutmayın. Küre daha
sonra, bulunduğunuz yerden geçen boylam çizgisi kuzey-güney
düzleminde yer alana kadar, kendi ekseni etrafında döndürülmeli­
dir. (Boylam çizgileri kuzey ve güney kutuplarından geçen çem­
berlerdir. ) Son olarak. konum unuzu haritanın üzerinde gösteren
nokta üste gelene kadar küreyi doğu-batı ekseninde döndürün. Bu
ayarlamalar yapıldığında, kürenin merkezinden uzayın en yüksek
noktasına (başucu noktası ya da zenit olarak bilinir) uzanan bir
çizgi haritada kendi konumunuzu gösteren noktadan geçecektir.
Küre tabii ki açık havaya çıkarı lmalıdır. Hava güneşliyken kü­
renin yarısı aydınlanmış olur, tıpkı Dünya'n ı n o sırada gün ışığı­
nın tadını çıkaran yarısı gibi. Diğ·er yarısı ise gölgede kalır. Gü­
neş gökyüzünde hareket ettikçe -ve yıl ı n m evsimleri boyunca- kü­
çük kürenin aydınlık ve karanlık yarıları da buna göre değişir.
Zamanı göstermesi için kürenin üzerine, biri kuzey kutu ba di­
ğeri de güney kutuba olmak üzere, eksen ile aynı yönde iki toplu-

141
iğne batı rın . Kürenin üzerinde boylamlar çizili olabilir; çizili de­
ğ·il se, her bir kutbun çevresine bir çem ber çizin ve bu çemberleri
24 eşit parçaya hölü n . Toplu iğnenin gölgesinin kon umu o andaki
saati gösterir. Kuzey kutbundaki topluiğne yaz boyunca ışık ala­
cak, ancak kış boyu nca gölgede kalacaktır. Bu dönemde güney
kutbundaki topluiğne zamanı gösterir.
Bir güneş saati de, burada anlatılan ve üzerinde sadece bir iğ­
nesi olan kürenin daha basit bir biçimidir. Bir gölge ol uşturm ak
için kullanılan çubuk (bazen güneş saatinin mili olarak adlandırı­
l ır) , k ü redeki topluiğne gibi Dünya'nın eksenine paralel bir yön­
de olmalıdır. Bu da, kuzey kutbundaki bir güneş saati için saat
milinin dikey olması, dönenceler arası ndaki bölgedeki bi r güneş
saatinin milinin de neredeyse yatay olması gerektiği anlamına ge­
lir. Başka herhangi bir yerde, saat milinin yatayla o yerin enlem
derecesine eşit bir açı yapacak biçimde eğik olması gerekir.
Bir gü neş saati, isminden de anlaşılacağı gibi, zamanı Güneş'e
göre ölçer ve normal saatle nadiren uyu mludur. Günü müzde ar­
tık yalnızca antika bir eşya veya o lağandışı bir hobi, ancak hala
bize astronomi konusunda eğ·lendirici ve yararlı dersler veriyor.

(Bu yazının başında anlatılan hikayedeki mu cizeye Herbert'ın


getirdiği açıklamada, İ şaya'nın gizlice saat milinin eğimini değiş­
tirdiği söyleniyor. Bu pek i nandırıcı değil, ancak kimse bu tuhaf
olay için daha iyi bir açıklama getiremedi.)

1 42
Başlangıca Dönüş

Eski Ahit 'i n ilk bölümünde yarat ı l ış bir hafta içinde tamamla­
nan bir işlem olarak anlatılır: bitkiler bir günde, kuşlar ve balık­
lar başka bir günde ve en sonunda da erkek (ve kadın) yaratıl mış­
tı. Yaklaşık bir yüzyıl öncesine kadar bilim adamları bu öyküyü
kabul ediyor ve buhar makinesi ve elektrik akımı gibi daha haya­
ti konu larla ilgilen iyorlardı.
Bugü n de bilim adamlarını Kutsal Kitabı yeniden yazmaya ça­
lışmaktan alıkoyacak çok sayıda aci l soru n un old uğu d üşünülebi­
lir. Bununla birlikte, Güneş'in ve gezegenlerin başlangıcı ile ilgili
kuramsal araştırma, bize miras kalan Dünya'nın kimyasal bileşi­
mini anlamaya (ve belki de bu bileşimden yararlanmaya) yardım
ediyor. Ne evrenbilimcilerin ümidini kırmanın ne de kendilerin­
den önceki meslektaşlarının teleskopa gösterdiği sabır ve coşkuyu
göstererek k u llandıkları bilgisayarları kapatmanın bir anlamı yok.
Dünya ve gezegenler, uzun süre önce sönmüş bir yangının ar­
tıklarıdır. Bu büyük yangının kökenini ve seyrini anlamak güçtür,
çünkü bu yangını besleyen nükleer yakıtlar olağ·andışı biçimlerde
yanabilir.
Eski Ahit'i kaleme alanların hayal gücünden yoksun olan bilim
adamları , en başa kadar gitmez, uzaya dağılmış büyük bir hidro­
jen kütlesinden başlarlar; kimse hidrojenin nereden geldiği konu­
sunda bir yargıda bulunmaya çalışmaz. Sonra h id rojen atomları
kütleçekimi nedeniyl e birbirlerine daha fazla yaklaşır. Bu süreçte
kaybettikleri enerji ısıya dönüşür ve bu ısının aktarılması için (ısıl
ışınım dışı nda) çok fazl a olanak olmadığından, bu ilke l yıldızın sı­
cakl ığı gitgide artar.
Sıcaklık birkaç m i lyon dereceye ulaştığında hidrojen yanm aya
başlar. Dört hidrojen atomu b irleşerek bir helyum atomu oluştu­
rur ve büyük m iktarda e nerji açığa çı kar. Bu süreç m i lyonlarca yıl
sürer. H id rojen azaldıkça geri kalan atomlar kütleçekiminin etki­
siyle birbirlerine daha çok yaklaşır ve ek bir enerji açığa çı kar. Sı­
caldık yaklaşık 1 00 m ilyon dereceye u laştığında, helyum atomla­
rı üçer üçer birleşerek karbon atomları oluşturur. Başka helyum

1 43
Bilim adamları en başa kadar gitmiyor ...

atomları da eklenerek oksijeni ve kalsiyuma kadar bir d izi başka


elementi meydana getirir.
Bu aşamaya gelindiğinde sıcaklık yaklaşık bir milyar dereceye
kadar yükselmiş ve bir dizi başka süreç başlamıştı. Geri kalan kim­
yasal elementlerin çoğu, nötronların arka arkaya eklenmeleri sonu­
cunda oluştu. Bu işlem günümüzde, bir nükleer reaktörde radyo­
aktif izotopların üretiminde daha küçük bir ölçekte kullanılıyor.
Yıldızın sıcaklığı yaklaşık 5 m i lyar dereceye ulaştığında nükleer
yangın çok şiddetlenir ve yıldızdaki bütün maddeler sonunda bü­
tün atomlar içinde en kararlısı olan demir atomunun izotoplarına
dön üşene dek, çeşitli biçimlerde patlayan büyük m iktarda kararsız
izotop ortaya çıkar. Küçük bir gezegen, örneğin Güneş söz konu­
su olduğunda, bu işlem çok yavaş gerçekleşir. Hidrojen tamamen
tüketildiğinde (şimdiye kadar sadece küçük bir böl ümü kullanılmış
duru mda), Güneş de soğuyarak bir demir yığınına dönüşecek.
Büyük bir yıldız için, söz konusu nü kleer tepkimeler öyle şid­
detli olabil i r ki çekirdek sadece birkaç dakika içinde demire dö­
nüşebilir. Bu büyük değişiklik şiddetli bir patlamaya yol açar ve
yıldız bundan sonra bir süpernova olarak bilinir. Patlamanın
ürünleri uzaya fırlar ve yeni yıldızların oluşmasına neden olabilir.
Teleskoplarımızla kolayca gözleyebildiğimiz Samanyol u'nda
ü ç tane süpernova gözlendi. Biri l 054 yılında ortaya çıktı ve Çin­
l i gökbilimcileri tarafından kaydedildi, i ki ncisi 1 572 ve üçüncüsü

1 44
de 1 604 yılında ortaya çıktı. Son yıllarda uzak galaksilerde çok
sayıda başka süpernova da gözlendi.
Bu patlamalar o kadar uzakta gerçekleşir ki Dünya'dan görü­
n üşleri çok görkemli değildir. Ancak böyle bir olaydan yayılan
ışığın 55 gün içinde yoğun luğunun yarısına, 1 1 O gün içinde dört­
te birine düştüğü ve düşüşün bu biçimde devam ettiği anlaşıldı.
Bu çeşit bir azalma radyoaktif maddelere özgü bir şeydir ve 55
günlük yarı-ömür kaliforniyum-254 elementinin yarı-ömrüne
karşılık gelir. Bu laboratuvarda küçük miktarlarda ü retilebilen
bir izotoptur, ancak yerkabuğunda doğal olarak bulunmaz. Yine
de bu izotopun, çok sıcak bir yıldızda gerçekleşen nötron yakala­
ma işleminin son ürünü olduğu düşünülmektedir. Süpernovalar­
da bulunması, evrenin pek çok yerinde yıldız oluşumunun hala
devam ettiği anlamına gelir.
Benzer bir ipucu da, yıldızlardan gelen ışığın bir spektroskop
ile incelenmesi sonucu ortaya çıktı . Pek çok yıldızda teknesyum-
99 izotopunun var olduğu anlaşıldı. Bu izotop Dünya'da doğal
olarak bulunmaz, ancak bir yıldızdaki varlığı daha önce sözünü
ettiğimiz nükleer yanma işlemi ile açıklanabilir.
Yıldız oluşum süreçleri, Dünya'da uzun zaman önce sonuçlan­
sa da Güneş'te hala devam ediyor. Yine de genel olarak, Dünya ve
Güneş kimyasal bileşimleri açısından pek çok benzerlik gösterir:
Bu benzerlikler Güneş ile ve zamanı n başlangıcından bu yana var
olan güneş bulutsuları ile aynı zamanda oluşan meteoritlerde de
vardır. Meteoritler Dünya'ya düştü klerinde kimyasal i ncelemeye
alınabilir. Dünya tabii ki oldukça fazla sayıda uçucu elementi ve
gazı kaybetmiştir, ancak yerkabuğun da ve okyanuslarda epeyce
bol m iktarda bulunan çeşitli kimyasal elementler, sözünü ettiğimiz
nükleer yanma süreçleri ile akla yakın bir biçimde açıklanabilir.
Bilimsel olarak yaratılışın zaman ölçeği bir haftadan çok daha
uzun ve ara aşamalar oldukça karmaşık, ancak bilim adamının
yaratılışa ilişkin öyküsü hala Tanrı 'n ı n " I şık olsu n " dediği anda
başlıyor.

145
Dünya Kadar Eski Bir Tehlike

Atmosfer meleklerle şeytanların savaş alanıdır ... çevresine in­


sanoğlunun alçak tavanlı evlerini toplayarak göğe yükselen kilise
k u leleri, çanlar çaldığrnda, koruyucu kanatlarını civcivlerinin
üzerine kapayan tavuğa benzer; çünkü tonl arca k utsanmış metal
şeytanları püskürtür ve firtı nalar ile yıldırımları d urdurur.

Aquino'lu Tommaso'nun önerdiği korunma planı Avustur­


ya'nın çeşitli bölgelerinde, kurgunun gerçekten daha şaşırtıcı ol­
d uğunu göstererek, yirmi nci yüzyıla k adar varlığını sürdürdü.
Yak l aşık 200 yıl öncesine kadar geçerli olan bu korunma planı
nedeniyle pek çok k i lise yıl dırımla yerle bir oldu ve binlerce zan­
goç elektrik çarpması sonucu öldü.
Daha güven l i korunma yöntemleri için yıl d ırımın doğasını n da­
ha iyi anlaşılması gerekecekti . Anaksimandros, "kalın bir bulutun
içine hapsolmuş rüzgarın h afifliği n edeniyle öne doğru şiddetli bir
biçimde firladığını " yazar ve başka bazı tahminler de kaynağı be­
li rsiz gazların kendiliğinden patlamasından söz eder. Statik elekt­
ri k, on sekizinci yüzyılda beyefendilerin laboratuvarlarında ve
hanımefendilerin toplantıların d a popüler bir konu olmaya başla-

\l

... kurgu gcn,·ektcn daha şaşırtıcıdır.

1 46
Atmosfer ... bir savaş alanıdır.

yınca, bazı araştırmacılar elektrostatik jeneratörlerinden çıkan kı­


vılcımlarla zaman zaman gökyüzünü aydı n latan şi mşek parıltı ları
arasındak i benzerliği fark etti.
Benjamin Franklin bu düşü nceyi sınadı ve bir uçurtmanın yard ı­
mıyla yı ldırımın bir buluttan elektrik boşalması olduğunu gösterdi.
Yıldırım ge nellikle bir bulut ile yer arasında meydana gelir, an­
cak iki bulut arasında da, parlak ışıklar çıkaran elektrik boşalma­
sı gerçek leşebilir. Bir bul utun tabanı eksi yüklüdür. Bulut hare­
ket ettikçe, yeryüzünde artı yü klü b ir e lektriksel bir gölge de bu­
lutu takip eder. Bulut yüksek bir binanın üzerinden geçerse, artı
yük doğal olarak binanın üst kısmına yükselir ve bulut ile bina
arası ndaki havanın yal ıtımı kırı labi l i r.
Yıldırım diğer bütün elektrik akımları gibi, her zaman toprak
hattına en kolay yol u -bu örnekte en kısa olanı- bulur. Kilise ku­
lelerinin, ağaçların, çadırların ve golf sopalarını yukarı doğru kal­
d ı ran golf'ç ülerin tehlikeye açık ol maların ı n nedeni budur.
Yıld ırıma karşı korunma konusunda akla uygun ilk yöntem
Franklin tarafından önerildi. Franklin 1 750'de şunları öneriyordu

. . . büyük binaların en yüksek kısımlarına, bir iğne gibi sivrileş­


t i ri l miş dik demir çubuklar yerleştirilmeli ve paslanmayı önlemek
için çubuklar altınla kaplanmalı ve bu çubukların tabanından bi-

1 47
nanın dışına, toprağa bir tel çeki l melidir. . . Gökyüzüne doğrultu­
lan bu çubu klar, çarpacak kadar yakınlaşmadan önce bir bulut­
tan gelen elektrik ateşini sessizce çekemez mi?
Tam olarak Franklin'in belirttiği gibi çalışmasa da paratoner
çok etkilidi r. Aslında gerçekleşen şey, bulutun hemen altındaki
havanın yalıtkanl ığının kırılması ve elektriğin toprağa doğru bo­
şalmaya başlamasıdır. Boşalma, e lektrik yükünü yere en yakın
buluttan alarak öyl e güçlü bir e lektrik gerilimi yaratır ki, aşağı
doğru gelen kıvılcımı karşılamak ve güç l ü bir akım için bir yol
sağlamak üzere yerden (veya daha kolayı yüksek bir nesneden)
yukarı doğru bir elektrik boşalm ası başlar.
Yukarı doğru çıkan elektrik boşalması bir paratonerden gelir­
se, sonuçta gerçekleşen parıltı zararsız bir biçimde yere aktarılır.
Paratoneri olmayan bir bina söz konusu olduğun da ise akımın ya­
rattığı ani ısınma taşları kırabilir ya da ahşap yapıları parampar­
ça edebilir.
Gemilerin direkleri çoğunlukla bu yüzden zarar görüyordu; sa­
yın lord hazretleri, Franklin'i n çubukları n ı n etkisini tartışa dur­
sun, 1 843 yılına dek yüzlerce savaş gemisi kaybolmuştu. Amiral­
ler hiçbir zaman ikna olmadılar, ama demir gemileri n ortaya çıkı­
şı ile sorunları çözümlendi.
Yer seviyesinde, korunmak için sığınabilecek e n güvenli yerler
bir hendek (nemli olursa daha iyi olur) veya karoseri ve üstü me­
tal olan bir arabanın içidir; yıl dırım akımı tekerlekler tarafından
toprağa iletilir. Hareket eden bir arabanın, yere sarkıtılan bir zin­
cirle boşaltılabilen statik elektrikle dolacağı inancı yersizdir, an­
cak bu da başka bir yazının konusu.
Boş inanç sadece eğitimsiz zangoçlarda ve araba sürücülerinde
yok . Kimi zaman bir paratonerin yararlı lığının, ucuna küçük bir
radyum parçası yapıştırarak büyük ölçüde artırılabileceği ileri sü­
rülür. Buradaki düşünce, radyumun çevrel eyen havayı iyonize
edeceği ve elektrik akımının geçişini kolaylaştıracağı biçiminde­
dir. Ne yazık ki kuram ile uygul ama uyuşmuyor; uyuşsaydı bütün
hastanelerin röntgen bölümleri harabeye dönerdi .

1 48
Bereket çelik çatkılı modern bir binanın başka bir korumaya
gereksinim i yoktur. Çatkıyı oluşturan çelikler uygun bir biçimde
birbirlerine bağlıysa ve toprağın içine giriyorsa, olabilecek en kö­
tü şey kirişler üzerinden toprağa yol bulan akım nedeniy le büyük
m iktarda bina taşının zarar görmesidir. Toprak ile, örneğin yağ­
m u r suyu boruları yardımıyla, bağlantısı olan metal bir çatı etkili
bir paratoner işlevi görür. Bu nedenle pek çok eski kilise, sık sık
yıldırım düştüğü halde günümüze dek ayakta kalabilmiştir.
Çatıya yerleştirile n bir televizyon ante n i çoğu nlukla yıldırım
için bir yol oluşturur ve bazen evin zarar görmesine yol açar;
ancak böyle b ir tehlike, çok fazla televizyon seyretme kten dola­
yı zihinse l ve r u hsal bozuk luk teh l i kesi ile karşılaştırıldığında
fazla değildir.

149
Denizi Ekip Biçmek

Üç kere tekrarlanan bir şeyin doğru olduğu söylenir. Bu ne­


denle, insanoğl u n u n üçte ikisinin yetersi z beslendiğinden ki mse
kuşku d uymuyor.
Lord Boyd Orr'un 1 950 yıl ı nda ortaya koyduğu özgün düşün­
ce sayısal bir hataya dayanıyord u , ancak o dönemde yeni emekli
olduğu Gıda ve Tarım Örgütü ( FAO), The Economist dergisin­
de ifade edildiği gibi. hala " dünyada yeteri kadar besin ol madığı­
nı kanıtlamaya kendini adamı ş kal ıcı bir kuruluştu . " Örgüt daha
sonra d ü nyanı n yarısın ı n yetersiz beslendiğini açıklayarak bu iç
karartıcı görüntüyü biraz olsun yumuşattı.
Bu iddiları destekleyen kanıt bulmak zordu ve hatta FAO' nun
hesaplamalarında Britanyal ılann ve Fransızları n ortalama besini­
ni yetersiz beslenme sının olarak aldığı nı açıldamasıyla, sonunda
iddialar inandırıcılığını da yitirdi. Milyonlarca insan, iyi beslenen
u zmanlardan ol uşan bir komisyonun o naylamayacağı biçimde
beslenip sağlıklı yaşasa da, dünyanın büyük böl ümünde yetersiz
beslenme soru nu olduğu kuşku götürmez.
Denizlerin bizi düştüğümüz bu zor d u rumdan kurtaracağına
ve yerkürenin büyük bir kısmını kaplayan bu besleyici çorbanın ,
birazcık destekle, hepimize yetecek kadar besin ü retebileceğine
dair yaygın bir i nanış var. İ l k bakışta bu n u n gerçekleşme şans ı
var gibi görünüyor. Denizler yerk ü renin yak laşık dörtte üçünü

Denizler b i z i düştüğü m ü z bu z o r d u rumdan k urtaracak .

150
kaplasa da, besinimizin sadece %2 'sini ü retiyor. Okyanusların
ürün verme kapasitesi neden bu kadar d üşük?
Bunun bir nedeni denizlerin çok ilkel bir yöntemle işlenmesi;
aslına bakarsanız neredeyse hiç işlenmemesi. Besinimizin %95'in­
den fazlasını hayvancılıktan ve düzenli yetiştirilen bitkilerden sağ­
lıyoruz; geri kalanı avcılık veya kendiliğinden büyüyen bitkilerin
toplanması yoluyla sağlanıyor. Ancak denizlerden sağladığımız
besinlerin hemen hemen tamamı avlanma yol uyla elde ediliyor.
Balık çiftçiliği ve diğer planlı üretim yöntemleri nin katkısı çok az.
Çiftçilik açısından bakıldığında balıkçılık çok ilkel bir endüst­
ridir, ancak denizden fazla besin elde edilememesinin daha temel
n eden leri var. Deniz yatağı, fosfor ve nitrojen bakımından zengin
çürüyen maddeler tarafından sürekli olarak beslenen mükemmel
bir depodur. Ancak ne yazık ki, bu maddelerin çoğu yararlı ola­
bilecekleri deniz yüzeyine hiçbir zaman ul aşmaz. Bu yüzden kıyı­
lar daha verimlidir. Bazı etkiler sonucunda kıyıdan uzak kimi böl­
gel e r de en az kıyılar kadar verimli olabilir.
Dünyanın birkaç bölgesinde -genellikle ekvatora yakın bölge­
lerdeki batı kıyılarında- sürekli esen rüzgarlar ve akıntılar birle­
şerek suyun yüzey tabakasın ı denizin dışına t aşır ve kimyasal açı­
dan zengin olan derindeki suyu, fotosentez ve besin ü retiminin
gerçekleştiği yüzeyin yakınına getirir. Bu yukarı yükseliş, Cali­
fornia, Güneybatı Afrika ve Peru kıyıları n ı n açı klarında son de­
rece zengin balıkçılık sahaları yaratmıştır. Ancak bu özelliği taşı­
yan toplam alan okyan usların binde birinden daha azdır.
Deniz aslında bir kiler değil, doğal bir gübre yığının üzerinde
yüzen bir çöldür. Kimi zaman okyanusların gübre kullanılarak
daha verimli hale getirilebileceği ileri s ü rülür. Bu konuda yapılan
küçük ölçekli deneylerde, k ıyıya yakın sularda şöyle böyle bir ba­
şarı elde edildi. Ancak okyanusl arın büyük ölçekli bir biçimde
gübrelenmesinin maliyetinin artan av miktarı ile karşılanıp karşı­
lanmayacağı kuşku l u .
Daha uzak b i r olasılık da d oğal gübreyi, taşınım (konveksiyon)
akı ntıları ü reterek yüzeye doğru hareket ettirecek bir ısı kaynağı

151
olarak denizin dibine bir nükleer reaktör yerleştirmektir. Bu iş­
lem çok başarılı olabilir, ancak güçlüklerle doludur ve radyoaktif
kirlenme konusundaki genel yaklaşım düşünüldüğünde, gerçek­
leştirilmesi pek olanaklı değildir.
Sorun sadece teknik güçlükler deği l . Dünyadaki balık sahala­
rından günümüzde avlanan miktar, yetersiz beslenmenin temel
nedeni olan protein eksikliğinin giderilmesine önemli bir katkıda
bul unabilirdi, oysa bu amaçla kullan ı lmıyor .
Balığın tamamını kurutup öğüterek v e yağı ayrılarak e ld e edi­
len balık unu tatsız bir şeydir, oysa değerli bir besin maddesidir.
Ancak yaygın bir biçimde ku l lanılmıyor. Bunun bir nedeni balık
bağırsaklarının tüketilmesine bazı itirazların olması -yine de bu
itirazlar hiçbir zaman zenginl erin ringa balığı yavrusu veya isti­
ridye yemelerine engel olmadı.
Peru ve kuzey Şili sahilleri, toplam avın <Yo 1 O' undan daha faz­
l asının yapıldığı d ü nyanı n en büyük balık sahasıdır. Latin Ameri­
ka ü l kelerinde yetersiz beslenme sorununu azaltmak için hiçbir
tarım ürünü kullanıl maz. Japonya'da çok az tarım ürünü yiyecek
olarak kullanılır. Avrup a ve Amerika Birleşik Devletl e ri 'nde ise
tarım ü rü n leri, yoğun bir biçimde domuz ve kümes hayvanı yetiş­
tirmede kullanılıyor.
ı\'odern teknolojinin en çarpıcı etkilerinden biri zengin ve yok­
sul uluslar arasındak i uçurumu deri nleştirmesiydi . Açları doyur­
mak pek karlı değil. İ nsanın insandan esirgediği insaniyet binler­
ce insan ı n açlı ktan ölmesine yol açıyor.

1 52
Gezen Kıtalar

Denizdeki yeşil adaların birinde


Şimdi l oş mercanların sardığı
Kıvançla, görkemle ve debdebeyle
Yükselirdi eski Atlantis'in sarayları. ':'

Masefield sulara gömülmüş bir kıta söylencesinden esinlenen


pek çok şairden biriydi. Kendisinden son ra gelen bütün anlatım­
ların temeli olan Platon 'un anlatımı hayal ü rünüdür, ancak gü nü­
m üzde, Atlantis söyl en cesinde doğrul u k payı var gibi görünüyor.
Girit adasının kuzeyinde yer alan Thera adası, su geçirmez çi­
mento yapımında kullanılan kal ın volkanik kül tabakalarına sahip­
tir. Süveyş Kanalı 'nın yapımında gerekli olan bu maddeyi elde et­
mek için adada yapılan kazılar bir şehri ortaya çıkardı. Daha son­
ra yapılan araştırmalar bu şehri n, Pompei ile aynı dönemden Mi­
nos uygarlığına ait bir şehir olduğu n u gösterdi; Platon kutsal boğa
kü ltünü Atlantisliler!e i lgili görüyordu . Deniz tabanındaki kül ta­
bakaları, MÖ yaklaşık 1 450 yılında, ( 1 883'de Endonezya'daki
Krakatoa Yanardağı 'nın patlamasından yaklaşık dört kat güçlü)
bir volkanik patlamanın gerçekleştiğini gösteriyor. Kül bulutları,
depremler ve denizde oluşan deprem dalgaları Ege Adaları'ndaki
şehirleri yıktı, büyükbaş hayvanları telef etti ve Minos uygarlığının
sonunu hazırladı. Atlantik Okyanusu'nun derinlikliklerine gömü­
len bir kara parçası vardı, ancak ( Platon'un Atlantis söylencesinde
olduğu gibi) bu bir günde hatta bir m i lyon yılda olmamıştı. Söz ko­
n usu kara parçası, denizin üzerinde yalnızca küçük bir adacık ola­
rak görünen Rockall Bank'ti. Sualtındaki kısımdan alınan kaya ör­
neklerinin çoğu granitti, bu da Rockall Bank'in volkanik bir yapı
değil batmış bir kıtasal kaya levhası olduğun u gösteriyordu.
Sullivan 'ın kalın ama kolay okunan kitabı ':":' Dünya'nın yapısı­
na ve tarihine ilişkin pek çok i lginç soruyu ele alıyor. İşe herhan­
gi bir dünya haritasına bakıldığın da sorulabilecek bir soruyla baş­
''' ,John Masefield Collected Poems (Toplu Şiirleri) ( 1 9,32, Londra: Hcincman n), John

Maseficld'in edebi miras1nın temsilcisi olan Yazarlar [)erneği'nin izniyle alıntılanmıştır.


'"'Walter Sullivan 1 977 Contincnts in JWotion ( Hareket Eden Kıtalar) ( Londra: Macınillan).

1 53
l ıyor: neden Afrika kıtasının batı kıyısı ile Güney Amerika kıtası­
nın doğu kıyısı birbirine bu kadar uygun ?
O n dokuzuncu yüzyılda, birkaç bilim adam ı Dünya'nı n yüze­
yini parçaladığını düşündükleri ve genellikle Nuh Tufanı ile i liş­
kilendirdikleri felaketler üzerine kuramsal düşünceler geliştirdi.
Kıt a maketleri, bir zamanlar nasıl bir bütün oluşturmuş olabile­
ceklerin i ortaya çıkarmak için bir yapboz gibi karıştırıldı. Kıtala­
rın kaymasına ilişkin kapsaml ı bir kuram geliştirme girişimi i l k
olarak Alman m e teroloji uzmanı v e kaşif Al fred Wegener'd e n gel­
di. Ona göre yaklaşık üç m i lyon yıl öncesine kadar Pangea adını
verdiği sadece tek bir kıta vard ı . Bir m i lyon öncesine kadar deği­
şik zamanlarda parçalar kopmuş ve okyanusların aralarını dol­
durmasına izin vererek birbirinden uzaklaşmıştı. Büyük bir kısmı
suyun altında bulu nan, yalnızca İ zlanda ve Asor adal arında su
yüzüne çıkan b i r sıradağ olan Orta-Atlantik Sırtı, Avrupa ve
Amerika kıtaları birbirinden ayrıldığında geride kalan kalıntının
işaretiydi . Amerika kıtasının batısındaki dağlar, k ıtasal kütleni n
batıya doğru hareke t e tm esi i l e yerkabuğun u n kıvrılması sonu­
c unda oluşmuştu.
Wegener, şimdi birbirinden tamamen ayrıl mış, ancak bir za­
manlar büyük olasılıkla tek parça olan bölgelerde bulunan kaya,
fosil ve hayvan örneklerindeki benzerlikler de dahil olmak üzere
pek çok kanıt topladı. Örneğin makiler yalnızca Doğu Afrika' da,
Madagaskar'da ve H i n t Okyanusu 'nun diğer kıyısındaki ülkeler­
de yaşar. H i ndistan, Avustralya, Güney Amerika, Güney Afrika
ve Antartika'da bulunan değişik bir eğreltiotu türünün fosil leri,
bu kara parçaların ı n bir zamanlar b irbirine bitişik olduğunu akla
get iriyor. Wegener'i n görüşleri pek hoş karş ılanmad ı , bunun ana
nedeni jeologların kıtaları Dünya'nın katı yerkabuğu içinde yü­
zerken h ayal edememeleriydi. Ayrıca jeoloji, m eteroloji, biyoloji,
denizbil i m ve hatta fizik gibi b irbirinden farklı p e k ço k bilimi bir
araya get i ren düşüncelere karşı bir güvensizlik vard ı . Bu neden­
le, kıtaların kayması kuramı bilimsel olmadığı gerekçesi ile ciddi
olarak ele alı n madı .

1 54
Wegener, bili m çevrelerinin k ü ç ü m sed iği b i r yabancı olarak
l 930'da G rönland'da öldü. Çözü m bekleyen pek çok i lginç soru
olsa da Wegener'in k uramı artık gereken saygıyı görüyor ve
kimse onun görüşlerine kuşku ile yak l aş m ıyor. Genel kanı, yak­
laşık 32 kilometre kal ı n l ığındaki kıtasal levhaların yılda birkaç
santi metrelik bir hızla hala hareket ettiği biçiminde. Levhaları
hareket ettiren kuvvetler artık Wegener'in zamanı ndaki gibi bir
sı r deği l : Bir buz bloğu çekiçle vurulduğunda param parça olabi­
lir, oysa buzullar yavaş yavaş d ağ kenarların dan aşağı akar. Bir
parça karamela ani bir darbe ile k ı rılabilir, oysa çiğnendiğinde
esner. Kıtalar, m anto adı verilen ve yerkabuğun u n altından er­
gimiş çeki rdeğin başladığı yaklaşık 3200 kilometrelik bir derin­
liğe kadar uzanan bir kayaç katmanı ü zerine oturur. Mantoyu
oluşturan madde, hareket yeteri kadar yavaş o l u rsa akabili r.
U ranyu m u n ve diğer bileşenleri n radyoaktivitesi nedeniyle bu
madde sürekli o larak ısıtıldığından, tem elde filtre kahve makine­
sinde m eydana gelen taşınım akımların a benzeyen akımlar taşır.
Mantodan gelen ergimiş m adde orta-okyanus ç at laklarından yu­
karı doğru yükselir, kıtaların altında kenarlara yayıl ı r ve deri n
okyanus hendeklerinin içine dolar. B u nedenle asl ında k ıtalar
s ü rüklen mez, manto maddesinin hareketine bağlı olarak manto­
nun üzeri nde hareket ederler.
Bu süreçlerin bazıları doğrudan gözlenebilir. İ zlanda'nın gü­
n eybatısında, Orta-Atlantik Sırtı birbiri ardına m eydana gelen
lav püskürmeleri sonucu, deniz yüzeyi nin üzerine yükselmiştir.
1 963 yılında ortaya çıkan biraz daha güneydeki Surtsey adası
buna bir örnektir. Kızıl Deniz, büyük olasılıkla yeni bir okyanus
oluşu m unun işareti ni veren bir başka vol kanik faaliyet alan ıdır.
Elimizde, manto örnekleri olsaydı bu görüşlerin d oğruluğu test
edilebilirdi. Ay'daki kayalarla i lgili, k e ndi D ü nya'm ızın büyük
bir kısmını oluşturan manto ile ilgili bildiğ·im izden daha fazlası­
nı biliyor olmamız ilginçtir. Elbette hiçbir delgi aleti kıtasal lev­
haları n içinde 32 kilometre yol alamaz, ancak okyan us tabanın­
da yerkabuğunun yanlızca yaklaşık altı kilometre kalınlığında

1 55
olduğu yerler var. Göreceli olarak daha i n ce o lan bu yerkabuğu­
nu del mek için 1 958 yılında Meksika açıklarında Mohol e 'de cid­
d i b ir çalışma başlatıldı, fakat l 966 yı l ı n da temelde politik so­
run lar neden iyle vazgeçi l d i . Manto örnekleri eninde sonunda el­
d e edi lecek ç ü n k ü bunun i ç i n gereken teknoloj i halihazırda var.
Bu arada D ünya'nın yapısı gitgide daha açık bir biçi md e öğre­
n i l iyor. S u ll ivan 'ı n anlattığı yaratıcı araştırmalar, Dünya yüzeyi­
nin, aşağıdan gelen sıcak p lastik manto maddesi üzerinde yer
alan yak laşık altı büyük levhadan ve birkaç küçük levhadan
o luştuğunu ortaya koyuyor. Levh al a r arası ndaki s ınırlarda dep­
rem ler gerçekleşir; bunun nedeni komşu l evhaların genellikle
farklı hızlarda hareket etmesidir. Sü rtünme d i renci ile karşıla­
şan h areket, gerilmelere neden olur. Bu gerilmeler deprem o l u n­
ca azalır ve iki levhanı n da kendi uygun konumlarını yeniden al­
maların a izin verir.
B u işlem, Cal i fornia'daki San A n d reas Fayı boyun ca, h e r za­
man büy ü k ölçekli olmasa d a, d ü zenli olarak gerçek l e ş i r. Fayın
iki k e n arının arası nd aki kayma 1 90 6 yılındaki San Fransisco
d epremine yol açm ı ştır ve başka felaketle r d e beklenmektedir.
Yine de d eprem leri denetleme konusunda umut var. Fay sis­
temleri, s ü rt ü nmeyi azaltmak ve büy ü k depremler yerine k ü ç ü k
sarsın tı lara yol açacak b i ç i m d e h areket etmelerini sağlamak
için, su pompalanarak yağlanabi lir. Gerilmeler, fayı n yerleşim

B u işlem ... düzenli olarak gerçekleşir.

1 56
bölgesi o lmayan kı s ı ml arında n ü k leer patlamalar gerçekleşti re­
rek de giderilebi l i r.
Yerkabuğunu oluşturan levhalar arası ndaki sınırlar ısı kaynak ­
l a n olarak yararlı olabilir. İ zlanda'nın Reykjavik kentindeki ko­
n u tların çoğunda yüzeye çok yakın lavlar tarafı ndan ısıtı lan su
kullan ıl ıyor. Halen çeşitli ülkel erde jeotermal enerj i ile buhar el­
de edil erek elektrik ü retiliyor ve d ü nya enerj i tüketim i nin kayda
değer b ir kısmı j eotermal enerjiden karşılanıyor.
Açık bir dille yazılmış ve pek çok resim l e süslenmiş olan Sulli­
van 'ın kitabı, kıtalann kayması konusunun anlaşılmasının petrol,
m e tal ve elmas aramaları n a nasıl yardımcı olduğunu anlatıyor.
Böylece bilim ve teknoloji arasındaki etk ileşimi de başka bir açı­
dan ortaya koyuyor. Anlattığı temel bil imsel çalışmaların büyük
bir kısmı, uzak m esafelerden depremler ile nükleer patlamaları
birbirinden ayı rt etmek veya denizaltı savaşları ile i lgili bilgi sağ­
lamak amacıyla yapılan çalışmalar. Yeni bir bili m d al ı olan jeofi­
zik teknolojinin hem ürünü h em d e kaynağı.
Durham Ü niversitesi 'nde b i l i m tarihi ders i veren David
Knigh t, 1 960'lı yıllarda Wegener'in görüşleri n in ayk ırı bir d ü ­
şünceyken b i r öğretiye dönüşmesini e l e alıyor. ':' Bil i m i n gelişim i
değ·işik biçimlerd e tari f edilebi l i r : küçük i l erlemelerin mantıklı
bir biçimde sıralan m ası, top l um un gereksin i mlerine verilen bir
yanıt veya ile rleme dön emleri ile birbirinden ayrılan bir devrim ­
ler dizisi. Bili msel devrim le ri n yapısı Thomas K u h n tarafı n dan
] 962 yılında doyurucu ve yetki n bir biçimde ele alı n m ı ştı . ':":'
Önemli değişiklikler, d iye yazıyor Kuhn, yeni parad igmaların or­
taya ç ıkışı i l e m eydana gel ir. K uh n bu eski sözcüğe, tutarlı bir bi­
l imsel araştırma geleneğine kaynaklık eden modeller ü reten ya­
salar, ku ramlar, uygul am al ar ve yönte mler k ü mesi biçi minde ge­
niş bir anlam yüklüyord u . Newton'un optiği -ve d inamiği- bilim­
sel çaba alanlarına uzun bir süre boyun ca egemen olan paradig­
malar ortaya koymuştu.
"David Knight 1 976 Tlıe Na t ure oFScience (Bilimin Doğası) ( Londra: A ndrc Deutsch).
'""Thomas Kuhn 1 962 The Sıruclure oFSôentilic Rt:vofııtions (Chicago: Chicago Uni­
versity l'ress), ( 13i/imscf lJevrimlcrin Yapısı, Alan Yayı ncılık, 1 995).

1 57
Kıtasal kayma, diyor Knight, bir diğer başarılı paradigmaydı.
Kabul görmesi tah m i n edilebilir bir gelişmeden çok bir devrimdi
ve iyi ortaya koyulm uş yargı ve deneyin peşinden ayrılmayan bir
bilim adamı topluluğunun, bu yeni sentezin değerli bir araştırma
sahası tanım ladığına ansızın ikna olmasıyla gerçekleşti.

1 58
Dört İşlem
V. Bölüm

Dört İşlem

Sayılarla Oynamak
Kağıda herhangi iki sayı yaz ı n . B u i ki sayıyı toplayın ve sonu­
cu üçüncü bir sayı olarak yazın . Daha sonra iki nci sayıyı üçün­
c ü sayıya ekleyin ve aynı i şlemi b irkaç kez daha tek rarlayın . Or­
taya çıkan sayı dizisi u zadıkça, birbi r i n i izleyen sayıların oranı
belirli bir değere gittikçe daha fazla yak l aşır. Bu değer yaklaşık
l , 6'dır (daha kesin biçimiyle l ,6 1 803398 ... ). Bu d izinin e n basit
biçimi olan,
ı. 2 , 3, 5, 8, ] 3 ...
yaklaşık 1 200 yı lı n d a, o rtaçağı n e n büyük matematikçisi, Le­
o nan:lo Pisano ya d a d iğer adıyla Fibonacci tarafı nd an bilini­
yordu ve genellikle onun adıyla anılıyor. Fibonacci 'nin Liber
A baci (Abaküs Ki tabı) ad l ı yapıtı, bugü n yaygın biçimde k u l ­
landığı m ı z Arap rakamların ı n k u l l a n ı m ı n ı savunan i l k kitaptı.
Bu d evrimci yeniliğe kadar aritmetik çetin bir işti: X I X ile
LVI I 'yi çarpmayı bir deneyi n ! Fibonacci, Avrupalı bil ginleri

161
... aritmetik çetin bir işti.

H i n t ve !\rap düşüncesi ile tanıştırdı ve cebir çalışmalarının te­


mellerini att ı .
Yaklaşık l , 6 1 8 olan Fibonacci sayısı bazı tu haf özelliklere sa­
hiptir. Bu sayıya F d iyelim, bu durumda aşağıdaki eşitlikleri doğ­
rulamak hiç de zor olmayacaktır
F- 1 = 1 /F
ve
F+ l =P
F sayısının güzel sanatlarla uğraşanlara, m imarlara ve mühen­
dislere ilginç gelen özellikl e ri var. Bu sayı kimi zaman Altın Kesim
veya İ lahi Oran diye adlandırılır. Kenarlarının oranı F olan bir
dikdörtgen çizilir ve bu dikdörtgenden, kenar uzunluğu dikdört­
genin k ısa kenarına eşit bir kare ç ı karılırsa, geri kalan dikdörtge­
nin kenarlarının oranı da ayn ı olacaktır ve bu işlem sonsuza dek
s ü rd ü rü lebilir. Bu oranın göze de hoş geldiği söylenir ve araların­
da Salvador Dali'nin de olduğu birkaç ressam tarafından kullanıl­
mıştır. Beklenmedik bi r biçimde bu sayı nın ağaçların dallarının
büyümesi ve bitki gövdesinin çevresinde yaprakların düzenlenişi
ile de ilgili olduğu ortaya çıktı. Söz konusu dizinin yeni özellikle­
rini tanımlayan ayrıntılı matematik incelemelerinin yer aldığı üç
aylık bir yayın organı çıkaran bir Fibonacci Derneği bile var.
Bazı matematikçiler kendilerini yararlı etkiqliklere adamıştır.
Sembolleri ve soyut düşünceleri, gerçeğfo m odellerini yapmak ve
bilim veya mühendislikte uygulama açısından değeri o lan sonuç-

1 62
!ar ü retmek için kullanırlar. Diğerleri ise konul arını, ille de somut
bir yaratım ile bağlantılı olmayan mantığın bir dalı olarak görür­
ler. Hiç değilse birkaç matematikçi de kendilerini görünürde
ö nemsiz, ancak g·erçekte oldukça esaslı bir konu olan sayıların
özelliklerini araştırmaya adamışlardır.
Birden dokuza kadar bütün rakamları kullanarak kaç tane do­
kuz basamaklı sayı elde edilebilir? Elbette ki bütün olasılıkları bir
kağıda yazarak bu soruya bir yanıt vermek olanak lıdır, ancak bu
i şlem eline çabu k biri için bile yaklaşık altı ay s ürer. Problem ilk
rakamın dokuz değişik biçimde seçilebileceği göz önüne alınarak
birkaç dakika içinde çözülebilir. Bun dan sonra, i kinci rakam için
sadece sekiz, üçüncü için de yedi seçenek vard ır ve bu böyle de­
vam eder. Sonuçta toplam olarak 9x8x7x6x5x4x3x2x l = 362.880
farklı dokuz basamaklı sayı yazı labil i r. Sayı kuramına giriş niteli­
ğini taşıyan bir kitap':' yazan Ogi lvy ve Anderson sormaya devam
ediyorlar: Bu sayıların kaç tanesi üçe böl ünebilir? Sorunun basit
bir yanıtı var: hepsi. Yazarların açıklamasıyla bunun nedeni, ra­
kamlarının toplamı ü çe bölü nebilen her sayın ı n ü çe tam olarak
bölünebilmesidir. B i rden dokuza kadar olan rakaml arın toplamı
45'tir ve bu nedenle bu dokuz rakamı içeren herhangi bir sayı
üçün tam katlarından biri olacaktır. Ogilvy ve Anderson'ın ayrın­
tısıyla açıkladığı bu k u ralın ispatını an lamak zor deği l .
Ogilvy v e Anderson'ın s<ı;yılar dünyasındaki gezi ntisi pek bilin­
m eyen yol larda devam e d iyor. Çözümü güç görünen problem leri
el e alırken kullanılan kestirme yolların ve diğer yönte mlerin ço­
ğunun, sayıların görece basit temel özelliklerine d ayandığı göste­
riliyor. Sski zamanl arın hesap dehaları ku l l andıkları yönte mlerin
açık bir anlatımını nadiren yapabiliyorlardı, ancak şüphesiz onlar
da bu çeşit yön temler kullanıyo rlardı. Ogi lvy ve Anderson 'ın be­
l i rttiği gi bi, elektroni k bi lgisayarları n m u azzam hesap işlerini sı­
radan bir şeymiş gibi yaptığı bir çağda, kimsenin akıldan yapıl an
olağandışı matematik hesaplan karşısmda şaşırması beklenmese
'"C.S. Ogilvy ve J. T. Anderson 1 967 r;xcursions in Numbcr Theory ( Sayı Kuramında
Gezintiler) (Londra: Oxford Uni versity Prcss).

1 63
de, yirminci yüzyılda hiçbir matematik dehasın ı n ortaya çıkma­
ması dikkate değerdi r. Kitapta bu türde birkaç başarıdan söz edi­
liyor ve kimi tuhaf şeylere de değin il iyor. Dünyadaki bütün kağıt­
lar kullanılsa da sığmayacak Skewes sayısı bu nlardan biri.
Kitabın yazarları yalnızca tuhaf şeylerle ilgilenmiyor. Basit sa­
yı dizilerinin problemler barındırdığını göstermeyi ve işinin ehli
matematikçilerin uğraştığı bu p roblemleri, konuyla ilgil i yalnızca
temel bilgisi olanlara anlatmayı da amaçlıyorlar. Bunda da son
derece başarılılar.

1 64
Rasgele Sayılar

Geçenlerde Bilimsel Araştı rma Konseyi 'nden 250.000 sterli nl i k


b i r katkı alan b i r fizik profesörü (türünün şüphe götürmez d ü ­
rüstlüğü i le) ödenek almaya hak kazanan deneylerin uygulama
açısından hiçbir yaran olmadığını dile geti rdi .
Profesörün yargısı ister onur isterse alçakgönüllülü kle açıklan­
sın, sadece basılı söz hiçbir şey göstermez. Yine de bilimsel ku­
rumlar bu düşün ceyi takdir eder ve b unda da h aklılar çünkü tek
başına bilim yararsızdır. Çoğunlukla bilime esin kaynağı olan ve­
ya eşlik eden (ve bazen de bilimin sonucu olarak gelişen) tekno­
l oj i ise başka bir yazının konusudur.
Şüphesiz yararsızlığın da dereceleri var ve eli açık bir destek­
leyici bile bu konuda kuşku duymaya i tilebilir. Başlan sıkıştığın­
da bilim adamları, çalışmal arının birileri için -özel koşul larda ve
küçük çapta- yararlı olduğunu kabu l ederler.
Columbia Ü n iversitesi'nin matematikçilerinden Dr. Jacques
Dutka, 2'nin karekökünü bir m i lyon basamağa kadar hesaplamak
için bir bilgisayar k u llanmıştı -aslında bir m i lyon seksen iki basa­
mak, belki de düğmeyi kapatmada gecikti. Uygulama açısından,
kimsenin bu sayıyı ü ç ya da dört basamaktan daha fazl ası ile bil­
m esine gerek yoktur. Ancak Dutka bulduğu bi r milyon basamak­
lık yanıtın, yeni ilaç veya k i myasal gübre denemelerinde ve ista-

1 4 2!51
216190
c== ='

Rasgele sayılar elektronik aletler veya basit makinelerle


elde edilebilir.

1 65
tistiksel n esnelliği n , i nsan önyargı ve duygularına yeğ tutulması
gereken diğer pek çok araştırmada ihtiyaç duyulan rasgele sayı­
lar için bir kaynak olarak yararlı olacağını ileri sürüyor.
Rasgele sayı lar el ektronik aletlerle (örneğin E RN 1 E, Electro­
nic Random Number I ndicator Equipment, ödül kazanan n uma­
raları belirlemede kullanıla n bir aygıt) veya basit maki nelerle el­
de edilebilir. Telefon rehberi, bu iş için pek uygun değildir, çün­
kü anlaşılabilir nedenlerle çok fazl a bir ve iki içerirk e n yeteri ka­
dar sekiz ve dokuz i çermez. Daha u staca yapılmış tablolar bile ki­
mi zaman istenilen son ucu vermeyebilir.
Ünlü istatistikçi Sir Ronald Fisher, (başka pek çok faaliyeti
arasında, tütün üreticil erine, akciğer kanserinin sigara içenler
arasında yaygın o lmasını açıklamanı n farklı yolların ı tavsiye et­
mek de vardı), bir keresinde büyük bir rasgele sayı tablosu hazır­
lamıştı, ancak listenin çok fazla altı rakamı içerdiğin i fark etmiş ve
dengeyi sağlamak için bir kısmını çıkarmıştı. Başka iki uzman d a
l 0 .000 adet sayıyı tablodan silmişti çünkü asistan makineyi çalış­
tırdığında ortaya ç ıkan sayıları n görünü ş ü nü beğe n memişlerdi.
Eski bir havagazı sayacı n dan bir rasgel e sayı makinesi yaptığı­
mızı farz edelim, ki bunu yapmak çok zor deği l . Sayacın verdiğ·i
rakaml arı kaydettiğimizde i l k sayfada art arda sıralanan dört adet
altı rakamı dizisine iki kez rastlarız. Mantık, 6666 dizisin i n , 3584
veya bir başka rakam dizisi kadar o rtaya çıkma olasılığı olduğu­
nu belirtir, ancak sağduyu bize bu işte bir gariplik olduğunu söy­
l er. Bu nedenle makin eye, sonuçlar kağıda dökülmeden önce dört
ya da daha fazla sayıda ayn ı rakamdan oluşan herhangi bir diziyi
iptal edecek küçük bir aygıt e kleriz.
Makine tekrar çalışmaya başlar ve okuma kolaylığı açısı ndan
dörtlü kümeler halinde basılmış dört milyon adet rasgel e rakam­
dan oluşan bir kitap ü retir. Bir matematikçi kitabı satın alır ve ra­
kamların hiç de rasgel e olmadığı ndan yakınır. Bin sayıdan oluşan
her kümede, aynı dört rakamdan oluşan bir sayı bulmayı bekler.
Çün kü der, 0000 ile 9999 arası nda on bin adet sayı var ve bunla­
rın arası nda on tanesi (9999 gibi) ayn ı dört rakamdan oluşur.

1 66
Sayıların yeteri kadar rasgde olmasına çal ışmak.

Bu nedenle, satın ald ığı lıi r milyon adet dört rakam l ı sayı nın
arasında böyle yak laşık b i n tane sayı bulmayı umar. ancak te k bir
tane bulamaz. B u durumda kim haklı ? Matematikçi parasını geri
al mak için tüketiciyi. koruma derneğine başvurabilir.
Dr. Dutka, büyük sayılar üretme işinden emekli olmad an ön­
ce n sayısını bir m i ly on rakama kadar hesaplama arzusundaydı .
Sonuçta ortaya çıkacak sayı n ı n kesi nlikle rasgcl e olmas ı gerekir,
ancak kuşku uyand ı ran olgular var. re sayısı on bin basam ağa
kadar hesaplanm ıştı; azıcık parası olan herkes daha 1 957 yıl ınd a
b u rakamları n tamamını (bol mi ktarda sözle birlikte) satın ala­
biliyordu .
B u on b i n rakam , rasgelel iği denetlemek için yapılan akla uy­
gun testlerden başarıyla geçm iyor. On rakamı n her birinin yakla­
şık bin kez ortaya ç ı kması beklenir, ancak daha başlarda bi rbiri
ard ına sıralanan altı tane dokuz var ve bin rakamdan oluşan bir
kümenin i\'İnde 7777 dizisi ü ç kez yer alıyor. Bir milyon rakam­
dan oluşan n sayısı i lginç olacak, ancak bu rasgcle sayı listesi ola­
rak pek itibar görmeyecek, çünkü uzman lar n gibi insan elinin hiç
değmediği sayıları n gerçekten yeteri kadar rasgele olmadığından
korkuyor.

1 67
Blaise Pascal ve Olasılık

K u m ar g ü n ü n birind e koruyucu azizi olacak kadar saygı n bir


şey olu rsa, b u aziz büyük olasılıkla Blaise Pascal olur.
Tarih e d i n b i l i m c i ve fil oz o f o larak geçse de B laise Pascal 'ın
e n i lginç çalışması bil i m ve matematik alanındayd ı. Bu çalış­
m ay l a olası l ı k ilk k e z i ncelendi ve e n d üstri, tıp, tarım v e pek
ç o k araştır m a d al ı n d a gitgid e yaygın l aş a n uygulamal arı olan
s o nu ç lara y o l açtı. Ancak b u nl arın d eğeri k u marbazlar tara­
fı n d an yeteri kadar a nlaşıl m ad ı . Anlaşıl s ay dı , m üşterek bahis­
ç i l e r ve sp or toto d ü z e nleye n l er bu d u ru md a n hiç de h o ş n u t
o l m ayacaktı .
Pascal dahi b ir çocuktu . Oğl u n u n okulda çok fazla çalıştırıl­
masını istem eyen babası özel öğretmenler tutmuş, ancak oğlu ­
n u n eğitim i n i d i l öğren m eyle sınırl am ıştı. Matematiğin çok teh­
l i ke l i olduğunu d ü şü n üyo rd u . Bu kısıtlama Pascal 'ın m erakını
kamçıladı ve kendi kendine m atemati k l e i lgile nm eye başladı.
1 2 yaşında, üçgen biçiminde bir kağıt kesti . Bu kağıt üçgenin
ü ç kenarını, üç köşe taban çizgisinde ayn ı n oktada buluşacak bi­
çimde katlayarak üç açının toplamının 1 80 dereceye eşit olduğu­
nu gösterdi. Bu gösterim matematikçiler tarafından kesi n bir ka­
nıt olarak kabul edilmeyecekti, ancak dikkate değer bir yaratıcı­
lığın işaretiydi .

Blaise Pascal büyük olasılıkla kumarbazların azizi olur.

1 68
Eukleides'in çalışmaları doğal sonucunu veriyordu ve geomet­
ride pek çok yeni alan keşfediliyordu. 1 64 0 yıl ında Pascal, 1 7 ya­
şındayken, günümüzün mükemmel hesap makinelerinin öncüsü
olan ilk hesap makinesini yaptı. O yaşa geldiğinde, hayatının ge­
ri kalan k ısmında peşini bırakmayacak sağlık sorunları iyice iler­
lemişti. Gündüzleri hazımsızlık çekiyor, geceleri uyuyamıyordu.
H i ç d e şaşırtıcı olmayan bir biçimde insanlığın acıları ve öbür
d ü nyada bu acılardan k u rtul m a u mudu üzerine kafa yormaya
başladı . Bir gece şiddetli bir diş ağrısı çekerken, sikloit ile i lgili
bazı bilinen problemleri düşünerek oyalanacak bir şey bulmaya
çalıştı. Sikloit, bir doğru üzerinde k aymadan yuvarlanan bir
çemberin, örneğin dönen bir tekerleği n , dış kenarındaki bir nok­
tan ı n h areketinin çizdiği eğridir. Galileo b u eğrinin bazı öze llik­
l erini b u l mu şt u ve sezgileriyle köprülerd e kemer olarak kullanıl­
masını önermişti. Bu, günümüzde mekanik yasaları tarafından
deste k lenen ve bugüne kadar yaygın bir biçimde uygulanan par­
lak bir fikirdi.
Bir süre sonra, Pascal'ı n diş ağrısı geçti. Ağrısının beklenmedik
b i r şekilde di nmesini bir işaret olarak görüp, bu problem üzerine
ciddi o larak eğildi ve sekiz gün sonra n eredeyse tamamen çözdü.
Çe ktiği eziyetleri çoğunlukla edebi ç alışmal arı hafifletiyord u.
Bu ç al ı şmal ardan bize ölümsüz Düşünceler v e Taşra Mektupları
adlı yapıtları kaldı. Bilim ile ara sıra ilgilendiği halde parlak so­
nuçlar elde etti. Torricelli'nin, " Doğa boşl uktan n e fret eder. " ata­
sözün ü çürütmesini dikkate alarak, Rouen şehrinde hazırlanan 1 2
m etre uzunluğundaki cam tüplerin bazılarını şarapla bazılarını da
suyla doldurdu ve kayın biraderine bu tüpleri Puy de Dôme da­
ğın ı n tepesine taşıttırıp i ndirtt i .
Doğa, bir dağın tepesinde boşluktan o kadar da fazla nefret et­
miyor gibi görünüyordu. Bizzat Pascal, Paris'teki St. Jacques ku­
lesinin daha az dikkat gerektiren yüksekl i klerinde başka deneme­
ler de yaptı. Bu çalışma atmosfer basıncı nın doğasını gözler önüne
serdi ve günümüzde bütün hidrolik makinelerin temelini oluşturan
akışkan basıncı yasalarının genel olarak ifade edilmesini sağladı.

1 69
Mere Şövalyesi Antoine Gombaud bir kumarbazdı ve 1 658 yı­
lında tal ihi ters gitmişti. Oldukça uzun bir süre, tek zarla dört
atışta en az bir kez altı atacağı üzerine bahse girerek alçakgönül­
l ü bir h ayat sürmüştü. Gösteri dağarcığına yen i bir şeyl er ekleme
isteği ile, iki zarı sekiz kez atarak altı altı getirme şansının da yük­
sek olması gerektiğine karar verdi. Birkaç deneme sonunda akıl
yürütmesinde bir yanlışlık olduğu anlaşıldı, çünkü kazandığı pa­
ranın büyük bir kısmını kısa sürede kaybetmişti.
Pascal'a, kendi içinde çelişik ve kimi zaman doğru bil e olmayan
arit metiğin düştüğü bu utanı lacak durum i le ilgili olarak ö fke do­
l u şikayetlerde bulundu. Pascal (günümüzde zeki bir i lkokul öğ­
rencisinin pek zorlan madan kanıtlayabileceğ·i gibi) Şövalye 'nin
i l k bahsi kazanm a şansının yarı yarıyadan biraz fazla olduğunu ve
uzun vadede zengin olacağını, ancak iki zarla yapılan iki nci bah­
si kazanm a şansının ise yarıdan daha az olduğunu ortaya koydu.
Mere Şövalyesi tarafından ortaya atı l an diğer bir p roblem d e
sonuçlanmamış bir şans oyununun ödülünün nasıl paylaşılacağı
i l e ilgiliydi . Bu konular üzerine yaptığı başka çalışmalar Pascal'ı,
bütün olası sonuçları bir kağıda döküp sonra da bunları sayma­
dan şans ve olasılık ile ilgili soruların çözülebileceği genel bir ku­
ram oluşturmaya yöneltti . Bunun için gün ü müzde Pascal üçgen i
o larak bilinen olağanüstü sayı d üzeninden yararlandı; b u düzen
çok daha önce Ömer H ayyam tarafından da biliniyordu, ancak
Hayyam bütün özelliklerin farkına varmamı ştı .
Üçgendeki her bir sayı, hemen sağ üst ve sol üstünde yer alan
sayıların toplamıdır. Bu sayıların bazı kullanışlı öze llikleri vard ı r.

2
3 3
4 6 4
5 10 10 5

1 70
j
1 1 ı 4 ô 4 ı
1 2 l 1 3 3 1
ı J 3 1 1 2 ı
1 4- 6 4 1
1 1 ı

l3riç oynayanların i l k birkaç satırı akıllarında tutmaları gerekir.

Briç oyuncularının, kağıtları n dağılımını tahm in edebilmeleri için


bu ü çgenin ilk birkaç satırını akılları n da tutmaları gerekir. Örne­
ğin belirli bir takımdaki dört kağıdın önemli olduğunu varsaya­
l ı m ; karşımızdaki iki oyuncunun e l leri konusunda da hiçbir ipucu
olmasın . Pascal üçgeninin beşinci satın özet halinde, bu dört ka­
ğıdın dağılım olasılık larını verir. Bunlar, soldan sağa: 0-4 (olasılık
1 / 1 6) ; 1 -3 (4/ 1 6) ; 2-2 (6/ 1 6) ; 3- 1 (4/1 6) ; ve 4-0 ( l / 1 6) 'dır.
Başka bir deyişle, kağıtların 2-2 eşit dağılması olasılığı on altı­
da altı, iki e l arasında eşit olmayan bir biçimde dağıl m a olasılığı
da on altıda ondur. Briçin m atematiksel k uramı n a ilişkin kitaplar­
da bulunabilecek hassas olasılıklar biraz farklıdır, ancak uygula­
ma açısından üçgenin verdiği sonuçlar yeteri kadar iyidir.
Olasılık k uramı sağduyun u n matematiksel eşdeğeridir, ancak
pek çok insan kendisinin daha iyisini bildiğini düşünür. Özellikle
kum arbazların, ortalamaların yasası olarak bilinen babadan kal­
ma düşünceye saf bir inancı vardır. Rulette arka arkaya birkaç
kez siyah gelirse, bir sonrakinde paranızı kırmızıya yatırın derler.
Aslında, kaç kere siyah gelmiş olursa olsun, kırmızı g·elm e şansı
hep yarı yarıyadır (tabii çarkı n her zaman olduğu gibi hilesiz ol­
duğunu farz edersek ) .
Monte Carlo'da 1 8 Ağustos 1 9 1 3'de arka arkaya 26 kez siyah
geldiğinde müşterilerden hiçbiri çok fazla kazanamamıştı, oysa

171
kumarhane çok kazanmıştı. 1 5. siyahtan sonra, herkes parasını
kırmızıya yatırmaya başlamış, pek çoğu da artık bir kez daha si­
yah gelmesinin i mkansız olduğun u düşündüğünden, ruletin her
dönüşü nden sonra koydukları parayı iki katın a çı karmıştı .
Bütün m üşterileri matematikçi bile olsa k u m arhane sahipleri
yin e iyi kazanır. Oyunun kuralları, yeteri kadar uzun bir sürede,
kasanın konan paraların % l ,35'ini almasını sağlayacak biçimde
d üzenlenmiştir (bu Monte Carlo için geçerli orandır; başka yer­
lerde kasa genellikle daha fazla alır) .
Kısa vadede, tek başına bir kumarbaz, özellikle de bir dizi ba­
şarısızlığı göğüsleyecek yeterli sermayesi varsa, oyun masaların­
dan para kazanabilir. Ancak, kasanın herhangi bir m üşteriden da­
ha fazla para birikimi vardır ve uzun vadede, 0i<ı 1 ,35'lik sabit bir
kar elde edecektir . Bu değer Monte Carlo'da kumarhanenin bil­
dirdiği ödenmiş sermayeye yılda % 1 25'lik bir katkı anlamına gelir.
İstatistikçiler, sigorta istatistikleri uzmanları ve her türlü bilim
adamı Pascal 'ı n çalışmasından çokça yararlanır, ancak bu çalış­
madan en çok yarar sağlayabilecek i nsan l ar ikna edilm esi en zor
i nsanlardır. Bir sü rü parasız k um arbaz varken m üşterek bahisçi­
lerin karnının daima tok olmasının nedeni budur.

1 72
Herkesin Bildiği Çarpı İşareti

Çarpı işaretini matematik kitaplarına koyan adam öleli 300 yıl ­


dan fazla oluyor. N e zaman b i r öğrenci 2X2=4 yazsa, Avrupa'nın
önde gele n m atematikçilerinden biri olan Surrey ili Albury bölge
papazı William Oughtred tarafı nd an ilk kez önerilen çarpı m işa­
retini kullanmış olur. (Matematik tarihini bilmeyen dizgiciler ki­
m i zaman x harfini kull anır, oysa asıl simge bir çarpıdır.)
Oughtred babasının pantler ( Dr. J oh nson'ın sözlüğünde bu
sözcük "büyük bir ailenin geçimini sağlayan devlet memuru" bi­
çim i n de açıklanıyor) olarak görev yaptığı Eton College'da doğdu
\'e öğrenim gördü. Ü niversite öğrencisi olarak üç yıl geçirdikten
ve King's College'da sekiz yıl öğretim üyeliği yaptıktan sonra,
�urrey. Shalford'ın kilise papazlığı için 1 603 yılında Cambrid­
gc ten ayrıldı. 1 6 1 O yıl ı nda Alburyye gidene dek, buradaki göre­
vini sürdürdü. John Aubrey'ye göre

. . . siyah saçl ı siyah gözl ü (son derece enerjik) u fak tefek bir
adamdı. Kafası her zaman m eşgu ld ü . Toprağın üzerine çizgiler ve
şekiller çizerdi. En b üyük oğlu bana ... babasını hep üzerinde ye­
leği ile durmadan çalışırken hatırladığını söyledi. Gece geç saatle­
re kadar çalışıyor, on bire kadar yatağa girmiyor, kav ve çakmak
kutusunu yanına alıyordu ve karyolasının üstünde m ü rekkep
hokkası d uruyordu. Çok az uyuyord u . Kimi zaman iki ya da üç
gece hiç uyumuyor ve uğraştığı problemi çözene kadar yemekle­
re katıl m ıyordu.

Soyutlama ve yoğun laşma konusunda benzer yöntemler o za­


m a n ı n matematikçileri tarafı ndan da uygu lanıyord u , ancak
Oughtred gibi bir amatör söz konusu olduğunda bunlar i nsana
şaşırtıcı geliyor. Mesleğine harcadığı çabanın d aha fazlasını hobi­
si için harcamış gibi görün üyor.
Çevre bölgelerdeki papazlar, "vaazları n ı n pek değerli olmad ı­
ğın ı ; bu nun nedeninin de hiçbir zaman çalışmam ası, akl ını tama­
men m atematiğe vermesi olduğu n u ; ancak görevin e son veri l m e

1 73
Çok az uyuyordu ...

tehlikesi i le karşı karşıya kalınca, dinbilim çalışmalarına başladı­


ğını ve (anlatı lanlara bakıl ı rsa) yaşının i lerlemesine rağmen fev­
kalade iyi vaazlar verdiğini" söyl üyorlardı.
Oughtred'in yirmili yaşlarının başındayken kaleme aldığı (an­
cak çok uzun yıll ar sonra basılan) ilk m atematik çalışmaları, ta­
şınabil i r saatlerin ortaya çıkışından önceki günlerde önemli alet­
ler olan güneş saatleri n i n yapım ı ile i lgiliyd i . ("Ve sonra kesesin­
den bir saat çıkard ı , " As You Like it fi ( Beğendiğiniz Gibi i l) ,
vii . ) . İ l k önemli çal ı ş m ası, arkadaşları n ın v e öğrencilerinin (bun­
ları n arasında Ch ristopher Wren de vardı) yoğu n baskılarından
sonra 1 63 1 yılında yayım lanan Clavis Ma thematicaeya da " Ma­
tematik Anahtarı"ydı. Bu son derece önemli b i r yapıttı ve 30 yıl
kadar sonra ü niversite eğiti m i alan Newto n 'u etkil eyen kitaplar­
dan b iriyd i .
Yapıtın i k i açıdan değ·eri vardı. İ lk olarak, o gü nlerde z o r ko­
nular o lan aritm etiğin ve cebirin kısa, açık bir özetini veriyordu.
İkinci olarak, Oughtred, matem atiksel nicelikleri ve işlem leri be­
l i rtmek için geçerli simgelere gereksinim olduğunu anlamıştı . Bu
simgelerden 1 50 tanesin i ortaya k oydu ve bugün sadece çarpım
işareti herkesçe bilinse de, bu simgelerin bazıları ölümünden son­
ra çok uzun bir süre boyunca yaygın olarak kullanıldı. Çarpım

1 74
işareti ilk olarak 1 6 1 8 yılı nda, J oh n Napier'in logaritma üzerine
yazdığı ki!abın ilk İ ngilizce çevirisine yapılan i mzasız (artık
Oughtred'e atfediliyor) bir eklemede yer ald ı .
Merchiston'lı Napier kendi buluşu olan logaritmayı trigonomet­
riye ve dolayısıyla da denizcilik bilgisine yard ı mcı bir şey olarak
görüyordu. Oughtred l ogaritmanın başka biçimlerde nası l yararl ı
olabileceğini gösterdi. Logaritmanın, çarpm a ve böl me işlemlerin­
de emek tasarrufu sağladığı nı çabucak anladı ve 1 622 yı lında sür­
gülü hesap cetveli geliştirdi. Bilgisayarın bu i l k biçiminde iki loga­
ritmik cetvel birbirine göre hareket ederek iki logaritmayı toplama­
nın ve dolayısıyla da ilgili sayı ları (tabanları) çarpmanın çabuk ve
basit bir yolunu sağ·lıyordu . İ l k modelde daire biçiminde cetveller
kullanılmıştı. Kenarları düz olan sonraki m odel günüm üzde çok
yaygın olan sürgülü hesap cetveline daha fazla benziyordu.
Oughtred çok iyi bir öğretmendi, ancak s ü rgül ü hesap cetvel­
l erinin ve diğer araçların öğrenciler tarafı n dan k ullanılmasını
doğru bulm uyordu . Aralarından biri, sürgül ü cetvel buluşunun
neden bu kadar uzun süre gizlendiğini sord uğunda, Oughtred
şöyle yanıtlamıştı :

Ası l hüner araç kullanmak değil , açıklamaktır ve işe fen ile de­
ği l de araçlarla başlamak ve bu yüzden öğren cilerini hüner sahibi
insanlar yerine, sanki hokkabazlarmış gibi, birer hileci olarak ye­
tiştirmek kaba öğretmen lere yakışan budalaca bir davranıştır.

Mühendisler ve bilim adam ları sürgü l ü cetvel yerine daha akı l ­


lıca hileler yapan hesap m akineleri kullanıyor olsa d a, bu tartışma
gün üm üzde de devam ediyor.
Oughtred 1 660 yılında 86 yaşındayken ö l d ü . Anlatılanlara ba­
kılırsa, Kral 1 1. Charles'ın tahta çıktığını duyunca, krala bağlılığı­
na kadeh kaldırmak için bir bardak beyaz şarap istemiş ve yoğun
heyecana dayanamayarak ölmüştü. 1 1 . Charles'ın tahta çıkış tari­
hinin 29 Mayıs olduğu ve Oughtred'in de l 3 H aziran'da öldüğü
düşünülürse, kutlamalar gerçekten müt hiş o l malıydı.

1 7h
Bilmeceler ve Paradokslar

İ skoç matematikçilerin çabaları hiçbir zaman ciddiye alınmadı.


Logaritmayı bulan Merchisto n 'l ı John Napier, simyaya d a ilgi
duymuştu, ancak bunun dışında tam bir bilim adamıydı. John
Aubrey, Cambridge Geometri Profesörü 'nün, "logaritma tablola­
rı hazırlamak ü zere Marcheston 'lı saygıdeğer Lord Napier ile gö­
rüş alışverişinde bulunmak için İskoçya'ya gidişini" anlatır.
Edinburgh 'taki buluşmalarında h azır bulunan bi r başka tarih­
çi, " Bay Briggs'i lordunun odasına getirdiğini, iki adamın burada
birbirlerine hayranlıkla bakarak neredeyse on beş dakika tek bir
söz söylemeden d u rduğu n u " belirtir .
1870 'den 1 875'e dek The Glasgow Herald'ın editörü, sonra da
30 yıl boyunca matematik profesörü olarak görev yapan, Glas­
gow Ü niversitesi mezunlarından William J ack, bilimsel görüşle­
ri ni herkesin anlayacağı biçimde i fade edebiliyordu. Yakın bir
geçmişte, Edi nburg Ü niversitesi P rofesörü A .C. Aitken de, belle­
ğin ve kıvrak zekanın hızlı bir hesap makinesi olabildiğinin şaşır­
tıcı örneklerini verdi.
Genel olarak. matematik alanında çalışmak İ s koçya'da ciddi
bir iştir, ancak Glasgow Ü niversitesi'nden T. H. O'Beirne, okul­
da öğrendiği matematikten fazlasını bilmeyenler için bile dört iş­
lemin eğl e nceli olduğunu göstermek için yıl l arın ı h arcadı. ':'
İ lginç problemleri n bazıları eskiçağa veya önemsiz kaynaklara
d ayanır. Bir nehri sadece iki kişi taşıyabilen bir kayıkla geçmeye
çalışan üç istekli erkeğin ve on ların hafifmeşrep eşlerinin ıstırabı­
nı anlatan küçük öykü , i l k olarak 1 6 1 2 yılında basılsa da hala pi­
yasada bulunan Fransızca bir toplamada yer alıyor. Bu çetin so­
ruyu, pek o kadar kutsal olmayan anlarından birinde Aziz Be­
de'nin ortaya attığı da söylenir ve bir başka İ ngiliz din adamı olan
Alcuin tarafından öğrencisi İ mparator Charlemagne 'yi teşvik et­
mek için de kullanılmıştır. O'Beirne bu problemin, misyonerler
ve yamyam lar, kurtlar ve köpekler, keçiler ve lahanalar ile olan

·:•T . H . O'Beirne 1 965 Puzzfcs anıl l'aradoxes (Bilmeceler ve Paradokslar) (Londra: Ox­
f()rd U niversity Prcss).

1 76
... pek o kadar kutsal olmayan anlarından birinde Aziz Bede"nin
ortaya attığı da söylenir.

bütün çeşitlemelerin i i nceliyor. Yanıtlar hep daha karmaşık olu­


yor, sonunda Blackpool'daki ( İ ngiltere 'de bir kıyı şeh ri) binalar­
da kullanılan ışıklandırmalara çok benzeyen büyük şekiller orta­
ya çıkıyor. Yamyamların dikk atini başka yöne çekmek için mızı­
ka çalmak veya keçileri aldatmak için p l astik bir lahana bulun­
durmak gibi çözüm ler, e lbette ki kabul edi lmiyor.
İ kinci Dünya Savaşı sırasında, 1 2 madeni para bulmacasını
çözmek için büyük bir bilimsel çaba harcanmıştı. Bu bulmacada,
bir düzine madeni para bir terazide sadece üç defa tartılarak. han­
gi madeni paranın sahte olduğu ve normalden daha mı ağır yok­
sa daha mı hafif olduğu bulunmaya çalışılır. Isırmaktan veya sert
bir yere vurup çıkan sesi din lemekten daha özenli olmayan gele­
neksel yöntemlere tenezzül etmeden, her iki taraftan bilim adam­
ları görevlerine zarar vermek pahasına bu bulmaca ile boğuştu.
Çözümler matematik ile ilgili yayınlarda yayımlan madan önce,
1 945 yılında silahlar zor da olsa susmuştu. Günümüzde sahte ma­
deni parayı bulma p roblemi, 1 20 adet madeni para için beş tar­
tımda ayrıntılı çözümler sunulmasıyla tamamen çözüldü ve çok
daha olağandışı deneme yöntemleri için genel kurallar geliştirildi.
Sekiz litre l ik bir fıçıdaki birayı, sadece ü ç litrelik ve beş litrelik
iki testi kul lanarak ikiye bölme p roblemi ile ilk kez karşılaşanlar

1 77
... ikiye bölme problemi ile ilk kez karşılaşanlar büyük olasılıkla
yaklaşık bir <«Özüme razı olmuşlardı.

büyük olasılıkla yaklaşık bir çözüme razı olmuşlardı . Matematik­


sel açıdan kesin bir sonuca ulaşmak ise karmaşık bir iştir.
Gerçek bir matematikçi hiçbir zaman boş durmaz. O ' Beir­
ne'nin araştırmaları ndan biri bir Noel kutlaması nda başlamıştı:
" Bir çiftçi l 00 hayvandan oluşan bir sürüyü l 00 sterline satıyor.
İ neğin tanesi 5 sterlin, koyunun 1 sterlin, domuzunki ise beş pe­
nidir. Sürüde her h ayvandan kaçar tane vardı r? " Sorunun yanı­
tı pek de zor değil ( 19 inek, bir koyun ve 80 domuz), ancak bu
bulmacanın şaşırtıcı derecede uzun bir tarihi var. Dokuzuncu
yü zyıl d a yaşayan Ebu Kami l , okuyucuları n a üç çeşit kümes hay­
vanından l 00 tane almaları için l 00 lira veriyord u : beş li raya ör­
dek, bir li raya tavuk, bir l i ranın yirmide birine de civciv. Ondan
üç yüzyıl önce, Çin l i k atipler, h orozlar tavuklar ve piliçlerle meş­
gulken, Hintli öğretmenl er kazları, turnaları ve tavus kuşlarını
tercih ediyord u .
Ebu Kamil, " Okumuşa, cahile ç o k i lginç, alışılmamış v e çekici
geldiği dört bir yanda k anıtlanmış bir problem biliyoru m . " diye­
rek çevresine bir grup dinleyici top lamıştı. Aynı vaat O 'Beir­
ne'nin okuyucularına da verilebilirdi, ancak o zamandan bu yana
çok şey değişti .
Bilgisayar bir süre önce, Pons Asinorum (bir ikizkenar üçgenin
taban açılarıyla ilgili şaşı rtıcı bir önerme) için tamamen yeni bir
kanıtı yaklaşık altı satırda ortaya koyarak Eukleides savu nucula-

1 78
rını hayretler içinde bıraktı. Bu Eukleides'in yapabileceğinden
daha iyiydi, ancak çözüm geçen yüzyıl içinde bir ilkokul öğrencisi
tarafından da bu lunabi l irdi, çünkü sadece basit düşünceler gerek­
tiriyordu . Bilgisayarlar biraz daha gelişince, kimsenin (yani baş­
ka bir bi lgisayasar dışında kimsenin) çözemeyeceği bir sürü çıl­
d ı rtıcı bulmaca ü retecekler.

1 79
Aritmetik Bilgisi

" İşte ilginç bir öğrenci , " demişti, saygın b i r Amerikan üniversi­
tesinin öğrenci işleri müdürü. Saatlerdir sapı samandan ayırmaya
uğraşan meslektaşları, öğrenci ile i lgili okul raporlarını ve öğret­
menlerin değerlendirmelerini okurken m üd ü rü d inlediler: İ ngiliz­
ce çok iyi, matematik yeterli, Fransızca berbat, Latince zayıf: se­
yahatten hoşlanır, askerlik m esleğin i amaç edinmiş, politika i le il­
gili. Bir süre düşünüp taşındıktan sonra olumsuz bir karara var­
dılar ve bir sonraki adaya geçtiler. Reddettikleri kişi 1 8 yaşında­
ki Winston Churchil l 'di.
Churchil l 'i üç üncü denemesinde Sandhurst'teki askeri okula
kab ul eden yetkililer, Harrow Okulu'nun ( İ ngiltere'de özel bir
ortaöğretim kurumu) müdürü kadar yüce gönüllü olmasalar da,
anlayışlı sayılırlardı. Harrow'u n müdürü, birkaç yıl önce

. . . Lati nce çeviri alıştırmam ın hoşgörülü bir değerlendirm esini


yapm ıştı. .. Adımı sayfanın üst tarafına yazm ıştı m . Sorun u n nu­
marasını da yazmıştım ' 1 ' Çokça düşündükten sonra numarayı
.

parantez içine aldım ' ( l ) ' . . . Bunun derin bir bilginin işareti oldu­
ğunu düşünen Welldon benim Harrow'u bitirmeye hak kazandı­
ğım sonucuna varmıştı . ':'

H er ahmak bir Churchill 'e dönüşmez, ancak kimse ortalama


bir öğrenciyi çok yıpratmak istemez ve güçlükleri yenmede ona
yardımcı olm ak için çok çaba harcanır. Ancak, sınavların hala
çok zor olduğu düşünülüyor. İ skoçya Eğitim Enstitüsü'ne son za­
manlarda, İskoç Eğitim Diploması bilim sı navlarının zorluğunun
her yıl arttığı ile ilgili şikayetler gelm eye başladı. Bilim adamı or­
dusunun rahatını sağlayan ve gitgide karmaşıklaşan bilimsel faali­
yetleri gerçekleştirmeleri için onları hızlandırıcılar, bilgisayarlar
ve elektron mikroskopları ile donatan vergi mükellefleri sorun
başka olsayd ı şikayet edebilirlerdi, oysa bu duru m u n ceremesini
öğretmenler çekiyor ve sınavlar konusunda öğrencilerine nasıl
yardımcı olacaklarını düşün üyorlar.
'"Winston Churchill l 947 lı(v Ear{y Life (Gençlik Yıllarım) ( Londra: Odhams Press).

1 80
Bir süre önce bir öğretmen, eskiden öğrencilerin okumaya da­
yalı çalışma ile geçer not alabildiğini, ancak yen i dersleri n sıradan
öğrencilerin aleyhine olan muhakeme gücü gerektirdiğini söyledi.
Bu şikayetler kötü bir zamanda o rtaya ç ı kmıştı, çünkü günümüz­
de bil i m öğretimi yüzyılda bir kez yaşanan devrimci bir aşamaya
girdi. Buz kalorimetresi ve teğet galvonometresi, bilimin çöp ku­
tusuna gönderildikten çok sonra da sınıflarda varlığın ı sürdür­
müştü, oysa şimdi ders kitaplarından bile ç ıktı.
Yirmi birinci yüzyılda bir zaman gelecek, daha radikal eğitim­
ciler sinkrotronların (elektro n ları çok hızlı hareket ettiren bir ay­
gıt), yarı iletkenlerin ve benzeri eski moda saçmalıkların öğretim
p rogramlarında varlığını sürdürmesinden şikayet edecekler, an­
cak başı sıkışık fen öğretmenlerinin yakın bir gelecekte rahatla­
ması pek olanaklı görünmüyor.
Ortaöğrenim m ezuniyet sınavı için tasarlanan deneysel bir sı­
nav ile ilgili bir rapora bak ıl ırsa matematikçiler daha iyi durum­
da. Bu özel sınav, bütün ortaöğrenim hayatı boyunca ders kitap­
larını hoşnut bir biçimde karıştıran ortalama yetenekteki öğrenci­
ler için düşünülmüş. Söz konusu sınav Eukleides 'e, ikiterimli te­
oremine, diferansiyel denkleme ve sınav sorularını oluşturan di­
ğer bildik konulara yer vermemesiyle diğer sınavlardan kesinlik­
le farklı. Dahası, sı nav kağıdı n da hiç soru yok. öğrencilere yalnız­
ca 2 1 'durum ' veriliyor. Bunlardan biri, itiraf etmek gerekirse, P
noktasından Q noktasına 7 km/saat hızla yürüyüp 4 km/saat hız­
la geri döne n bir adam ile ilgili, ancak geri kalan 'durumlar' uğra­
şılacak problemleriyle ve küçük kutuların içine yazmaya dayanan
yanıt verme biçimiyle geçmişten hiçbir iz taşımıyor. Burada bir
Churchil l için hareket alam yok ve yanlış yanıt vermeden önce
kendisini sayfalar süren h esaplamalarla i fade etmeyi seçen öğren­
ciler için bu sınav gerçekten cesaret k ı rıcı.
Aslına bakılırsa İ ngili z matematikçiler, sınavları zayıf öğrenci­
lerin yanı n a bile yaklaşamayacağı kadar tuhaf ve zor yaparak, or­
talama öğrencileri değerlendirme sorununu çözdüler. Bu, biraz
daha i nce düşünül erek kaçınılabil ecek acı bir ilaçtır.

181
Hanımefendi okulları n d a yazı, hesap ve coğrafya d e rsleri ve­
re n ve bazı ail e lere de özel öğret m e n l ik yapan Wil l iam Butler,
on sekizinci yüzyılın sonlarında kaleme aldığı Arithmetic Qııes­
tions (Aritmetik Soruları) ad l ı kitabında daha yu m uşak bir çö­
züm öneriyor. Bu kitapta, akı l yürütme veya hesap yapm a h apı,
genel b i lgi ve tarihsel an latım biçimindeki reçelle bolca kaplanı­
yor. Ö rneğin 40. soru toplama ve çı karma ile i lgili, oysa şöyle
baş l ıyor:

İ ngilte re ve İ skoçya'nın b i rleşmesi. İ s koçya'nın eski adı Ka­


ledonya'y dı . Kaledonya Kralı V I . �J ames, K raliçe Elizabeth 'i n
ö l ü m ü üzerine İ ngil iz tahtın a geçti; böylece i k i k rallığın birleş­
m e s ü reci l 603'te başlamış oldu.

Öğretmen 1 707 yılında parlamentoların birleşmesini ele ala­


rak devam e diyor:

B u birleşme beraberinde pek çok sorun ve bazı e ntrikalar da


getirdi ve söylendiğin e göre, İ sk oçya'daki yönetici l e re 2 0 . 000
sterl i n d e n fazla para dağıtıldı.

Koş u l larla i lgili biraz daha b ilgi veri ldik te n sonra, asıl m ese­
l eye gel i n iyor: Şi m d i l 799 yılında olduğum uza göre İ skoçya ve
İ ngiltere birleşeli ne kadar o l m uştur. Cevap: 92 yıl.

Çalışkan öğrenci kısa b ir s ü re son ra, d arı ile i lg ili hesaplara


geçerek toplamayı v e çıkarmayı iyice öğren i r ('Özel l ikle tatlı l a­
rımızda k u l l andığı m ı z bir tahıl . . . çok iyi b i r terletici . . . kilosu
6 � peni olduğuna göre 58 � kilo d arı kaç penid i r ? ') v e yaln ızca
e rd e m i n gerçek soylu l u k olduğu n u d i l e getirmek için kısa b i r
a r a ver i l i r (86. soru ) . M ax i m i l ian, D r . Knott ve Thomson gibi
şairlerden alıntılar yapılarak desteklenen b u önerme Pope'un
ü n l ü d izelerinde şöyle özetlenir:

1 82
. . . sert içkilere olan düşkünlüğünü gösterir ...

İnsanı i nsan yapan değeri ve değersizliğidir.


Gerisi neredeyse kösele ve çuhadan ibarettir. Çuha rahi p cüp­
pelerinin yapıldığı bir kumaştır. Metresi 5 sterli n 3 � peni olan çu­
han ı n 65 � metresinin fiyatı nedir?
Genellikle kadınlara yönelik yazsa da Butler çekingen biri değildi.
Süt tanımı ('Ünlü bir sıvı') çok sayıda anatomik ayrıntı ve çocuk he­
kimi tavsiyesi ile desteklenir. İ rlanda viskisi le İ skoç viskisi arasında
bir ayrım yapmayarak, sert içki lere olan düşkünlüğünü gösterir, an­
cak diğer alkoll ü içkiler konusunda ayrıntılı tavsiyelerde bulunur:

Lübnan şarabı. Hofea bu şarabın çok hoş koktuğunu söyler. Bö­


lüm xiv kısım 7 ... Bu şarabın iki büyük fıçısı (bir fıçı 52,5 galon
=238,5 litre) kaç galon, quart (4 quart= 1 galon) ve pint (2 pint= l qu­
art) eder?

Günümüzün matematikçileri sı nava giren öğrencilerin hepsini


korkutup kaçırmayı başarsalardı, oturup Butler'ın kitabının yeni
bir baskısını hazırlamaları gerekirdi, belki de böylece tekrar işleri­
ne geri dönebil irlerdi .

1 83
Yaşayan Dünya

il 1(
=
V I . Bölüm

Yaşayan Dünya

Sahildeki Yabancı
Britanya 'nın çeşitli sahillerini istila eden n aylo n poşetlerle i lgi­
li olarak yakın bir geçmişte deniz kuvvetlerine çok sayıda şikayet
gel mişti. Çün kü söz konusu poşetlerin , Britanya karasuları ndaki
varlıkları tartışmaya açık olan nükleer denizaltılardan atıldığı dü­
şünülüyord u .
Suçlu poşetler birbirinin aynı değil d i. Denizaltı gemisi perso­
neli, görevini göze batmayacak biçimde yapması için gençlik çağ­
larından başlayarak eğitilir. Çöpleri, m illerce yüz mesi ve kıyıya
vurması muhtemel naylon bir poşet içinde atmak bir denizaltı
personelinin yapacağı son şeydir. Yak ından incelenseydi, bu po­
şetlerin çiftçilik ve inşaat ile veya ucuz, hafif ve dayanıklı torbala­
rın değerinin anlaşı ldığı diğer end üstrilerden biriyle bir bağlantı­
sının o lduğu ortaya çıkardı.
Pek çok çöp türü, zamanla kendi kendilerine yok olacakları
beklentisi ile atı lıyor : Teneke kutular paslanacak, kağ·ıt ve ku maş

1 87
. . . deniz kuvvetlerine çok sayıda şikayet gel mi�ti.

selülozda yaşayabilen m arifetli bakterilerin yardımıyla yavaş ya­


vaş çü reyecek.
Dört dönümlük ağaçl ık bir alan yı lda bir tona yakın yaprak dö­
ker, oysa toprak seviyesi fark edilecek kadar yükselmez. Yaprak­
lar ancak yağmur yağana kadar bozul madan kalabilir, yağm urdan
sonra, bakterilerin, mantarların ve diğer mikroorganizmaların sal­
dırısına uğrarlar. Çürüme işlemini sümüklüböceklerin, salyangoz­
ları n, yer solucanlarının ve böceklerin faaliyetleri hızlandırır. Ölü
yapraklar çok geçmeden h umusa dönüşür. H umus toprağın yüze­
yinde bulunur ve yeni ağaç ve bitki nesil l erinin yetişmesine yar­
dımcı olur. İ nce dallar veya dü şen ağaç gövdeleri bile aynı verim­
l i işlemden geçer. Kı nkanatlılar ve diğer böcekler ağaca hücum
ederek daha küçük canlılar için tüneller açarlar; bu can lılar da se­
lülozu ve ağacın diğer bileşenlerini yer veya toz haline getirir.
Polietilen I CI tarafından Britanya'da geliştirildi ve ilk olarak
1 938 yılında az miktarda üretildi. Bu madde diğer pek çok plas­
tik gibi çok sayıda küçük ve görece basit molekülün birbiri ne
bağlanması (teknik terimle söylersek polimerleşmesi) ile m eyda­
na geliyor.
Temel maddeler çok büyük moleküller oluşturacak biçimde,
genellikle uzun zincirler halinde yeniden düzenlendiğinde, poli-

1 88
merlere özgü nitelikler ortaya çıkar. Polietilen, havagazında ve
doğalgazda bulunan, kimyasal formülü C L H 4 olan etilen adında
bir maddeden elde edilir ve d eğişik yöntemler kullanılarak ol­
dukça kolay bir biçimde, büyük m i ktarlarda ü retilebilir.
l C l 'nın uygu ladığı işlemde, gaz yak laşık 200°C sıcaklığa ve
2000 atmosf'erlik basınca geti ril e rek eti l e n molekülle ri birleşme­
ye zorlanıyordu. O zamandan bu yan a gelişti rilen işlemlerle, da­
ha normal sıcaklık ve basın çlarda polimerleşme ile daha iyi özel­
l ikleri olan polietilenler ü retiliyor.
Polieti len oldukça iyi bir elektriksel yalıtkandır. Pek çok ev­
sel ve endü striyel k u l lanımda yararlı olan m ekanik öze l l i kl e re
sahiptir. Erimiş d u ru md ayken ağdalılığı düşüktür ve bu neden­
l e ince bir tabaka hal ine getiri lebi l i r. Bu ince tabaka su geçirmez
ve yalnızca ısıtma yoluyla yüzeylere yapıştırılabi lir.
B u n e d e n l e rl e , polietilen şekerleme, gübre ve başka pek
ç o k m alın paketl e nm e s i n d e k u l l an ı l an n ay lo n poşetler i ç i n ku­
s u rsuz b i r malzemedir. Ne yazık k i , p o l ietil e n poşetl e ri n hep­
si ç o k dayanıklıd ı r . H u rd a olarak d eğeri yoktur ve yakıld ığın ­
d a h o ş o l m ayan d u m an v e gaz l a r çıkarır. Boşaltılıp atılan po­
şetler küçük çocuklar v e sığırlar tarafı nd a n yutu l u rsa boğul­
malarına neden olabil i r . Çöp l e rl e b e s l e n e re k kırlık bölgele ri n
temi z k al m as ı n a yardımcı o l a n canlılar i ç i n se iştah açıcı b i r
şey d eği l d i r.
Dünya'daki yaşam çevri mler halinde işleyen bir süreçti r.
Canlılar gel i r ve hammaddelerini toprağa geri vererek giderler.
Su, oksijen, karbon dioksit ve d iğer temel k i myasal maddeler
tekrar tekrar ortaya çı kar, kimi zaman canlılarda, kimi zaman d a
atmosferde, denizlerd e veya yerkab uğunda. Bu başarılı ve he ­
saplı düzenleme gün ü m üzde biyol oj i k çevre ile uyum l u o l mayan
maddelerin gelişt i ri lmesi ile tah ri p ediliyor.
Mi neraller, selü loz ve bitkilerin ya da h ayvanların canlı do­
k u l arı, modern yaşamın gereksinimlerini sağlamak için u z u n
bir süredir, ü stelik esaslı bir değişik l i k ol maksızın kullanıl ıyor.
Kimyagerler ve mühendisler, doğada bulu nan şeylerden oldukça

1 89
farklı m addeler ü retmek için yeteneklerini k ul lanırken, belki de
gel ecekte karşı karşıya kalacağımız muazzam bir çöp atma prob­
lemi yaratıyorlar.
Tam bu noktada, yeni bir b umeranga sah i p olmasına ancak alt­
mış yaşındayken izin verilen ve yaşamının geri kalan kısmını eski
bumerangını elden çıkarmak için harcayan Avustralya yerlileri­
nin şefini anımsamakta yarar var.

1 90
Burun Kıvrılamayacak Bir Duyu

"Zifiri karanlık, " dedi James Pigg, "ve peynir kokuyor." Avcı
James Pigg, arkadaşı Jorrocks ile bir sonraki gün avın nasıl ge­
çeceğini konuşuyordu. Hava durumu ile ilgili raporu pek doğru
değildi, çünkü karanlıktan ve konyaktan kafası karışmış olarak,
dolap kapağını pencere sanıp açmış ve koku nun kimi zaman gör­
me duyusundan daha keskin bir duyu olduğunu göstermişti.
Göz optik bir araç olarak olağanüstü bir işleyişe sahiptir, ancak
mikroskop ve spektrometre gibi aletler gözün gücünü aşar veya
büyük ölçüde artırır. I şık sinyal leri çok hassas yön tem lerle sapta­
nabilir, kaydedilebilir ve incelenebilir, ancak benzer yöntemlerin
kokuların araştırılmasında uygulanmasına d aha yeni başlandı.
Koku almayla ilgili temel süreçleri anlamadan burnun gücüne
yaklaşan bir alet bile yapılamaz.
Evrimi süresince insan burnu, görünüşünü veya işleyiş verim­
liliğini etkilemeyen değişiklikler geçirdi. Atta, köpekte ve diğer
pek çok hayvanda hava akciğerlere girip çıkarken oldukça düz
bir yol izler. İnsanda, dik duruşa geçiş ve beynin önemli ölçüde
büyümesi anatomik değişiklikleri beraberinde getirdi. Örneği n
her iki burun deliğindeki U biçimindeki kıvrı m dikkat çeken ve
güçlük yaratan bir değişikliktir. Köpek pek fazla zorlanmadan
hapşırabilir, oysa insanda dışarı püskürtülen hava dar ve kıvrım­
lı çıkış yolu tarafı ndan engellenir ve ağız yoluyla dışarı çıkmak
zorunda kalır.
İ n san burn u, çirkin görünse de, akciğerlere giden havayı süze­
rek temizlemek, ısıtmak ve nemlendi rmek amacıyla iyi tasarlan­
mış bir mekanizmadır. Temel koku alma organı olan burnu dış
dünyadan ayıran, gözlerdeki göz merceği veya kulak lardaki ku­
lak zarı benzeri bir şey yoktur. Koku alma sinirlerinin beyinle
doğrudan bağlantılı olması, i nsan evriminin ilk aşamalarında ko­
ku al m a yeteneğinin ne kadar önemli olduğunun bir işaretidir.
İ nsanoğlunun varlığını sürdürmesi için artık keskin koku alma
duyusuna gereksinimi yok. Bu nedenle, böceklerin, köpekleri n ve
diğer hayvanların burnu insan burnundan genellikle daha hassas.

191
Köpeklerin burnu i nsan burnundan genellikle daha hassastır.

Deneyler, çeşitli güzel kokulu maddelerin saptanabildiği algıla­


ma eşiğinin köpeklerde insan larda olduğundan daima daha düşük
olduğunu gösterdi . Daha ayrıntılı araştı rmalar, bazı ki myasal
maddelere karşı bir köpeğin bir insana oranla yaklaşık bin kat da­
ha duyarlı olduğunu ortaya koydu, pek çok madde içinse köpeğin
algı eşiği, bir mi lyon kez daha düşük. Bir köpeğin burnu, belli
maddelere, örneğin uyuşturucu ilaçlara karşı neredeyse bütün in­
san yapımı aletlerden ç o k daha duyarlı.
Köpek binlerce kez üstün olmasına karşın, büyük olası lıkla bi­
zim aldığımız kokuyu alıyor ve bunu yaparken de oldu kça benzer
bir mekanizma kullan ıyor. Köpeğin b urnu havanı n serbestçe gir­
mesine olanak tanıyacak bir biçime sahip ve beyni büyük olasılık­
la kendisine ulaşan sinyalleri değerlendirme konusunda (en azın­
d a n deneyim l i olduğu i ç in ) daha yetenekli. Duyarl ılık milyon kez
daha iyi old uğuna göre, köpek insanda h i ç bulun mayan yetenek­
leri kullanıyor olabilir. Koku alma mekanizması nın köpekte daha
geniş bir koku aralığını kapsadığını veya belirli m addelerin insa­
nın rekabet edemeyeceği bir biçimde saptanmasına olanak verdi­
ğini söyleyerek bu d u rumu daha iyi açıklayabi lirdik. Oysa bu
kurgularda, asıl konu, yani bir köpek ya da bir insanda koku al­
m a işlemi nin nasıl gerçekleştiği konusu gözden kaçırılıyor.
Son zamanlarda yapılan deneylerde, bir kokunun bileşe n l e ri ­
ni belirlemek v e ö l ç m e k i çin d uyarlı analiz aletleri kullanılıyor.
Deneylerden birin d e insan vücudundan çıkan gazlar toplan ıyor

1 92
ve i n celeniyor. G üç l ü b ir temiz hava akımının geçtiği kapalı bir
c a m bölm e n i n içine sokulan deneğin verdiği solu k ve dışarı at­
tığı diğer gazlar biriktiriliyor ve bileşe n l e ri ne ayrılıyor. Genel­
likle otuz ya d a daha fazla sayıda b il eşen bulunuyor, ancak tek
bir denek için bile bileşenlerin bir araya geli ş biçimi kesinlik le
aynı deği l .
Amerika Birleşik Devletleri Kara Kuvvetleri 'nin kul landığı
"taşınabilir personel detektörü" görünmeyen bir düşmanın varlı­
ğını saptamak için elektronik bir buru nd an yararlanıyor. Bir as­
kerin çantası nda taşınan detektör esnek bir boru aracılığıyla bir
hava örneği alıyor ve " insanların yaydığı mikrnskopla görüleme­
yecek denli küçük etkenler veya parçacık lar" belirlediğinde bir
alarm veriyor.
" Koku al mak . . . kokunun burun deliklerine ulaşmasıdır. " Dr.
Johnson'ın bu özlü tanımına bir şey eklemek zor. 200 yıl sonra bi­
le koku lu bir maddeyi koklamak ile beyine i letilen koku duyusu
arasında neler olup bittiği konusunda kesin bir fikrimiz yok.
Son zamanlarda, koku almanın esrarın a bilimsel bir açıklama
getirmek amacıyla dört ciddi girişimde bulunuldu. Ortaya atılan

... görünmeyen bir düşmanın varlığını saptamak için elektronik bir


burundan yararlanıyor.

193
kuramların hepsi aynı başlangıç noktasını kullanıyor: Koklanan
maddenin molekülleri ile koku alma duyusunun bulunduğu bu­
run içindeki küçük bölgedeki h ücreler arası ndaki etkileşim.
Kimyasal tepkimenin sorunun anahtarı olduğuna dair akla uy­
gun önermeden yola çıkan ilk açıklama, parfümlerle ilgilenen bir
k i myacı olan G. M. Dyson 'ın 4 0 yılı aşkın bir süre önce yaptığı
uzun süren bir dizi deney sonucunda ortaya atılmıştı. Dyson,
k i myasal açıdan h ardal bitkisin i n tohu mlarından elde edilen bir
madde ile il işkisi olan ve fenil hardal yağı adı verilen sentetik bir
bileşiği inceleyerek başladı. Daha sonra orijinal moleküldeki çe­
şitli yerlere k lor, brom, iyot ve başka atomlar ekleyerek hepsi bir­
birinden biraz farklı olan bir dizi ki myasal bileşik üretti. Bu yen i
maddelerden her birinin kokusu, kimyasal yapısı i l e doğrudan b i r
ilişkisi bulunabilir umuduyla kaydedildi. Söz konusu bileşiklerin
kimyasal özel likleri de bir bağlantı bulma umuduyla incelendi.
Dyson, bu araştırmada elde ettiği bazı kısmi başarılardan tat­
min olmad ı ve şu sonuca vardı: " İster tepkim e ister kimyasal yapı
incelensin, hiçbir kimyasal veri bize koku olgusunun mantıklı, ni­
cel açıklamasının anahtarını vermez."
İ kinci o larak, 3 0 yıl ön ce, burundaki koku alma h ü c relerinin
k ı zılötesi ışınlar yaydığı nı ileri s ü re n tuhaf b i r k uram ortaya
atıldı (ve h e m e n sonra da geçersizliği a n l aşı ldı) . Bu k u ra m a gö­
re, o anda çevrede uygun bir k i myasal madde varsa, koku alma
h ü c relerinin yaydığı bu ış ın l ar yoğun b i r biç i m de e m ilecek, bu
d a sinir uçlarını soğutarak k o k u d uyarlılığı na yo l açacaktı . Bu
önermeye temel iti raz, sinir h üc releri ile o rtamdaki h ava ara­
sındaki bir ısı alışverişinin yalnızca bir sıcaklık farkı varsa ger­
çekleşebileceği şeklindedir. Uygulamada, hava ile burun ayn ı
sıcakl ı kta olduğunda bile koku d uyus un un b undan etki l e n m e ­
diği anlaşılmıştır. Son d e rece d üşük yoğ u n l u ktaki k e s k i n koku­
ların saptanabil mesini sağlayan çok küçük sıcakl ı k değişiklik­
l eri nin, b urundan geçen temiz havayla bile m eydana gelebilen
ge l işigüzel sıcakl ı k değişikliklerinden nasıl ayrılabildiğini anla­
mak da zord u r.

1 94
1 96 1 yı lında ortaya atılan üçüncü bir kuram, temel koku türle­
rinden (örneğin kafur, eter, nane ve başka birkaç koku daha) her
birinin algılanmasının koku alma organı nın yüzeyindeki kendine
özgü şekillerdeki boş yerlerle i lgili olduğun u i leri sürüyor. Bu
yerlerin pek çoğu dairesel veya elips biçiminde çukurlar olarak
düşünülüyor, oysa bazıları büyük olasıl ıkla çok daha karmaşık .
Boş yerlerden birine uygun biçim e sah ip bir molekül düştüğünde
m olekülün kokusu algıl anır. Bir dizi sentetik kimyasal için koku­
nun molekülün şekliyle bağlantılı olduğu bulgusu bu kuramı des­
tekler nitelikte. Ancak bugüne dek, ne uygun şekile sah ip m ole­
külün boş yere düşerek bir sinirsel itki yaratma işlemi, ne de ko­
ku kaydedildikten sonra molekülün dışarı atılma mekanizması
açıklanabildi.
Yine oldukça akla yakın olan dördüncü kuram, burunda koku
alma d uyusu ile i lgil i bölgenin, bir koku alma pigmentinin varlığı
nedeniyle farklı bir kahverengi veya sarı renge sah ip olduğu göz­
leminden yola çıkıyor. Bu pigment, çok gelişmiş bir koku alma
duyusu olan hayvanl arda o l du kça fazla m iktarda bulunur. Bir
cismi n rengi, cisime çarpan bir ışık demetinden oldukça kolay
enerji soğurabilen, böylece de normalden daha yüksek e nerji dü­
zeylerine geçen e lektronlarla ilişkilidir. Burnun i çindeki renk li kı­
sım büyük olasılıkla ışık tarafından uyarıl maz, ancak kimyasal
tepki melerden veya komşu moleküllerden soğurulan e nerji ben­
zer bir etki yaratabilir.
Birkaç yıl önce, Vancouver'lı R. H . Wright, koku alma pigmen­
tin in bir molekülündeki bir elektronun, uygun doğal titreşim fre­
kansına sahip başka bir molekülün yakınlığı nedeniyle sıçramaya
(ve bunu yaparken de, koku alma sini rinden beyine i letilebilen
bir sinyal üretmeye) teşvik edilebileceğin i ileri sürdü. Burada sö­
zü edilen etki, bir kadehi kırabilen şarkıcın ı n efsanevi hikayesin­
de de anlatılan rezonanstır.
Wright'ın kuramı , ikna edici bir d izi hesap ve deney yaptığı
halde, herkesçe kabul edi l m iyor. Koku alm a pigmentinin özellik­
lerini i ncelerken Wright, pigmentin A vitaminine benzer bir kim-

! 95
yasal yapıya sahip olabileceği sonucuna varmıştı. A vitamini ek­
sikliği olan sıçanların koku alma d uyularını kaybetmiş gibi dav­
randıkları biliniyordu . Köpeklerdeki ve ineklerdeki koku alma
organlarını inceleyen Avustralyalı iki bilim adamı, A vitamininin
veya benzer bazı maddelerin varlığına dair açık işaretler buldu.
Daha sonra, hastalık veya kaza geçirmedikleri halde koku alma
duyu su olmayan 56 kişiden ol uşan bir gruba bu vitaminden ver­
diler. Deneklerin 50'sinde koku alma yeteneği kısmen veya tama­
men normale döndü.
İkinci Dünya Savaşı'nm bir aşamasınd a Britanya u çaklarında­
ki yeni radar donanımın ı n başarısı, pilotların gece görüş yetenek­
lerini havuç yiyerek geliştirdiklerine dair söylenti çıkarılarak giz­
lenmişti. A vitamini gözü n görme ile ilgili pigmentinde bulunur ve
havuçta bulunan bir maddenin yardımıyla vücutta ü retilebilir.
Daha keskin görme gücü herkese cazip gel ebilecek bir şey, oysa
çoğu i nsan doğanın onlara verdiği koku alma duyusundan büyük
olasılıkla hoşnut ve parfüm ile birlikte havuç hediye etmek şimdi­
lik gerekmiyor.

1 96
Kalorileri Hesaplamak

. . . H oşa giden ve değişken bir perhizin, daha sıkı ve bell i be­


sinlere d ayanan bir perhiz kadar sağlığa yardımcı old uğun u de­
n eylerle kanıtlayabi lirsem m ü thiş bir sevin ç yaşayacağım ı itiraf'
ediyoru m .

William Stark beslenmeyi bilimsel olarak ele alan i l k bi lim ada­


m ıydı . 1 740 yılında Birmingham 'da doğdu, 1 758 yılında Glasgow
Ü niversitesi'nden master derecesiyle mezun oldu ve 1 767'de Lei­
den Ü niversitesi 'nden tıp doktoru ü nvanını almadan önce Edin­
b u rg ve Londra'da tıpla ilgili çalışmalar yaptı. Beslenme ve sindi­
rim konu larında boş inan çların ve çok eski zamanlardan kalma
bilgilerin egemen olduğu bir çağda yaşıyordu.
Yiyecek maddeleri nin, sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve nem l ilik
özellikleri ile bağlantılı olarak hava, toprak, ateş ve su temel öğe­
lerinden meydana gel diği düşünülüyord u . Bir i nsanın mizacı
iyimser, sakin, sinirli veya melankolik olabilirdi ve yediği yiyecek­
ler de buna uygun olarak seçilmeliydi.

Yiyecek maddelerinin temel öğelerden meydana


geldiği düşünülüyordu.

1 97
Ancak zaman değişiyord u . Bilimsel araştı rma azmi özellikle
kimya ve fizyolojide artıyordu . Stark başarılı bir perhizin mantık­
lı bir temele dayandırıl abileceğini fark eden ilk i nsanl ardan biriy­
di. Vücudun çeşitli besinlere karşı verdiği tepkiyi görmek için ve
değişik, lezzetli yiyeceklerden oluşan bir beslenmenin, sağlık me­
rakl ıları veya hatta uzmanlar tarafı ndan savunulan garip perhiz­
lerden herhangi biri kadar sağlıklı olduğunu göstermek umuduy­
la uzun bir deney dizisi planladı. Ü n l ü bir politikacının önerilerin­
den etkilenmişti:

Philadelphia'da yaşayan Dr. B. Franklin bana, bir basımevi iş­


çisiyken haftada 4,5 kilogram ekmek yiyerek iki hafta boyunca
sadece ekmek ve su ile beslendiğini ve bu beslenme ile kendisini
dinç ve sağlı klı hissettiğini söyledi.

Stark on hafta boyunca azıcık şeker ile birlikte ekmek ve su ile


beslenerek yaşamayı denedi. Bu deneyin sonuna gel indiğinde
kendini oldukça hasta hissediyordu ve iskorbüt hastalığına yaka­
lanmıştı. Süt ve et i çeren daha cömert bir perhize geçti ve sağlığı­
nı yeniden kazandı. Sadece, un, yağ ve sudan oluşan bir lapa ile
beslendiği bir aydan sonra, yağlı ve yağsız etin etkilerini araştır­
maya başladı ve 1 770 Şubat'ında ölene dek bal, ekmek ve Ches­
hire peynirinden oluşa n bir perhizi sürdürdü.
Stark. düşünceleri çağının ilerisinde olan cesu r bir adamdı. Bir
sonraki yüzyılda yaşasaydı, deneylerini hayvan lar üzerinde ya­
pardı ve daha uzun süre yaşardı . 1 770 yılında, beslenmenin bilim­
sel bilgisine erişilmek üzereydi. 1 79 0'a gelindiğinde, Lavoisier ve
Laplace'ın deneyleri, solunum ve sindiri m işlemlerinin temelde
yanma işlemine benzediğini ortaya koydu : Oksitlenmeyi destek­
lemek için içeri hava alınıyor ve artık madde olarak su ve karbon­
dioksit d ışarı atı l ıyordu.
Fransızlar, (bir ısıöl çerin içinde yaşayan) bir kobayın ü rettiği
ısı miktarının, hayvan ı n dışarı verdiği karbondioksit mi ktarı ile,
başka bir deyişle, vücutta karbondiokside dönüştürülen karbon

1 98
miktarı ile, doğTu orantılı olduğu n u gösterdi. Daha sonra, in san
deneklerle yapılan daha hassas deneyler, bütün sindirim, solu­
num süreç leri ni n ve bedensel hareketlerin bir sonucu olarak vü­
cut tarafı ndan üreti len ısı mik tarı n ı n , deneğin yediği besinin yan­
ma ısısı na, yani bir ısıölçerde m ü mkün olduğu kadar verimli bir
biçimde yakılan yiyecekten elde edilen enerj i m iktarına eşit oldu­
ğunu gösterdi .
V ü c u t besin i n i ç o k karmaşık bir biçimde yakar, ancak biyo­
k i myasal süreçlerde veya kaslarla ve z ih in l e il gi l i faal iyetlerde
k u l l anı lan karmaşık enerj i biçimleri sonunda ısıya ind irgen i r.
Bes i n d eğerlerini ısı birimi (kalori) ile i fade edebi l m e m iz in ne­
deni d e budur. Ancak bu amaçla k u llanılan kalori d eğeri. bili­
m i n diğer dallarında k u l l an ılan kalori d eğerinden bin kat daha
büyüktür.
Normal bir i nsan sekiz saatlik uyku süresince yaklaşık 500 ka­
lori, sekiz saatlik çalışma süresi nce 1 200 kalori (tamamen hare­
ketsiz olmadığı ancak bedenen de bitkin düşmediği varsayılarak)
ve yürüme, eğlence ve sadece oturmak gibi diğer faaliyetler için
de yaklaşık 1 500 kalori tüketir.
Dolayısıyla bu kişi günde yaklaşık 3200 kalori almalıdır. Per­
hiz, e lbette ki, protein, karbonhidrat, yağ, mineral ve vitam inlerin
göreceli miktarları ile ilgili başka gerekleri de yeri ne getirmelidir.
Dünya nüfusunun yarısından fazlası nitelik veya nicelik (ya da
her ikisi) açı sından yetersiz besleniyor. Oysa zengin ü l kelerde so­
run oldukça farklı.
Britanya'daki i nsanların çoğu yeterli besleniyor, çünkü Willi­
am Stark'ın düşündüğü gibi (ancak kanıtlayacak kadar uzun ya­
şayamadı), pek çok değ·işik biçimde başarılı bir denge sağlanabi­
liyor. İyi beslenen i nsan lar kalorileri hesaplamaz; zaten fazla kilo­
lu değillerse bunu yapmaları da gerekmez. Bil imsel deneyler, ye­
nilen besi nlerin yanma ısısını tam olarak hesaplıyor gibi görünse
de, mutlak kesinl ikte olamazlar. Laboratuvar ortamında % l 'lik
bir fark oldukça kabul edilebil i r bir hatadır, ancak normal bir in­
san yılda yarım ton besin alır ve bunun %ı 1 'i 5 kilogramdır.

1 99
Kilo vermenin en basit yolu daha az yemektir. Böylece bir ya
da iki ayda fazla sıkıntı çekmeden birkaç kilo verilebilir. Ne yazık
ki çoğu i nsan vermeleri gereken k i l o miktarı 1 O veya 20 k ilo ola­
na dek ciddi bir perhize başlamıyor. Bu aşamaya gelindiği nde de,
bir hekime ya da bir beslenme uzmanına başvurmaktan başka ya­
pacak bir şey kalmaz. Normal ölçülerde olan lar Stephen Le­
acock 'ın tavsiyesini uygulamaya devam edebilir:

Azottan hoşlanıyorsanız, gidip size bir şişe dolusu azot ve içme­


niz için de bir kamış verecek bir eczacı bu l u n . Vücudu n uzun ge­
reksinim duyduğu her şeyi yiyeceklerinizden karşılayabileceğini­
zi düşünmeyin . Sıradan yiyeceklerde hiç azot, fosfor ya da albü­
min bulunmaz. Herhangi bir görgül ü evde bütün bu maddeler, yi­
yecek masaya getirilmeden önce yıkanırken, m utfak lavabosun a
boca edilir.,;,

''Stephen Leacock 1 9 1 0 Literary Lapses ( Edebi Yanlışlar) (Londra ve New York: The
Bodley Head and Dodd. Mead and Company).

200
Yapay ve Doğal Besin

Doğal besin ile yapay besin arasında belirgin bir fark olduğu­
na dair genel bir kanı var. Bildiğiniz gibi hiçbir şey genel bir ka­
nıdan daha etkili veya daha akı l dışı değildir.
Doğal besin, böcek ilaçları ve diğer yen i moda zehirlerle kirle­
tilmemiş toprakta yetişen doğal bir maddedir. G übre kullanıla­
caksa b unlar, atalarımız tarafı ndan da k ullanılan organi k madde­
ler olmalıdır; bir çuval içindeki herhangi bir gübre, saf besin düş­
kün leri için tiksindirici, pis bir kimyasal 'maddedir. İ ster pişiril­
mek amacıyla isterse yumurta ü retim i için beslensin, tavu kların
çöp, mikrop, parazit ve başka yararlı şeylerle dolu doğal bir çev­
rede serbestçe dolaşmasına izin verilmelidir.
Yapay besin, fabrikalarda ü retilen k i myasal gübreler, doğada­
ki h aşereleri denetim altına almak için k ullanılan sprey ve toz ilaç­
lar ve doğaya hiç uygun olmayan başka birçok maddenin varlığı
ile saflığını yitirmiştir. Yapay yol larla yetiştirilen tavuklara yeter­
li miktarlarda temiz besin ve su dışında bir şey verilmez ve bu ta­
vuklar yaşamları boyunca ılık ortamlarda tutulur.
Doğal besin düşkünleri, doğal besin lerin daha yüksek bir besin
değerine sahip olduğuna inanır. Kütüphanelerdeki ve laboratuvar­
lardaki bilimsel kanıtlar da bu düşü ncelerini değiştirmez. Doğa en
iyisini bilir düşüncesine dayanan bu yaklaşım, vücuda giren diğer

... doğal besinle yapay besin arasında belirgin bir fark...

201
. . . pipolarını, içine muz kabuğu koyarak içiyorlardı. ..

maddeleri de kapsar. Proteinler, karbonhidratlar ve benzeri şeyler


asl ı nda, i lkelerine bağlı çifçiler tarafından yetiştiri l i rse, kimyasal
madde deği l di r. Vitamin ler herkes için yararl ıdır, glikoz güçlendi­
ril miş bir şeker çeşididir ve aspirin baş ağrısını, adi nezleyi ve sı­
nıflandırılmayan ağrı veya acıyı gidermede temel bir yardımcıdır.
Bun ların dışındaki kimyasal maddelerin çoğu halk tarafından, ol­
sa olsa tehlikeli tıbbi maddel eri çağrıştıran bir sözcük olan ilaç ola­
rak sını flandırılır. Ancak daha çok da bağımlılığın ve küçültücü
şeylerin aracısı niteliğini taşıyan zararlı maddeler olarak görülür.
Bi l i m adamı için söz konusu fark o kadar da keskin deği l . Pek
çok yararlı ilaç, bitki veya hayvan dokularından elde edi len doğal
ürünlerdir. Öte yandan, yediğimiz yiyeceklerin çoğu, başka ko­
şullarda haklı olarak zehir diye sınıflandırılacak kimyasal madde­
ler içerir.
1 632 yılında bir bakkalda ilk m uz satışa sunulduğunda, eczacı­
lar bu ye ni m eyvenin büyük olasılıkla zehirli bir ilaç olduğunu ve
kon u n u n uzmanı kişilerin denetim inde satıl ması gerektiğini iddia
ederek yoğun şikayetlerde bulunmuşl ardı . Daha yakın bir geç­
m i şte, San Francisco'lu h i ppiler pipolarını, içine muz kabuğ·u ko­
yarak içiyodardı, ancak hala uyuştu rucu bileşenlerin varlığına
i l işkin inandırıcı bir kanıt yoktu.
Oysa küçük hindistancevizi (ve bu bitkiden elde edilen baha­
rat), önemli m iktarda, sanrılara yol açan güçlü bir ilaç olan myris-

202
ticin içerir. " Bir mikt ar hindistancevizi baharatı alın ve iyice çiğ­
neyin , " diye yazıyordu Richard Banckes 1 525 yıl ında, "bir süre
ağzınızda tutun, baharat beyi ne yükselen keyif dumanları salacak­
tır; sonra ağzınızda kalan baharatı atı n ." Daha açık biçimde söyle­
yecek olursak, yarım gram küçük hindist ancevizi (bir çimdikten
daha fazla deği l ) , çoğ·u n l ukla fark edilebi lir bir etkiye yol açar.
Güney Amerikalı yerlilerin kabile büyücülerinin burunlarına çek­
tiği bir çay kaşığı dolusu hindistancevizi kimi zaman öldürücü
olan şiddetli sanrılara neden olur. Myristicin tehlikeli düzeylerde
olmasa da kereviz, maydanoz ve başka birkaç sebzede de bulunur.
Florida Ü niversitesi'ndeki Turunçgil Deneysel Araştırma
Merkezi 'nde görevli Dr. lvan Stewart, 1 964 yı lında limon suyun­
d a synephrin olduğunu b ul d u. Synephrin v e bir dizi bi leşiği, adi
nezlenin belirtilerini azaltmak için burun spreylerinde k u llanılı­
yor; nezleyi iyileştirmek için sıcak limonata içilmesi nin de dolayı­
sıyla sağlam bir temeli olabi lir. Synephrin, sempatomimetik amin­
ler olarak bilinen bileşikler sınıfı na aittir. Biyokimyacılar, nere­
deyse her şeye böyle uzun isimler verir, DNA ve LS D gibi adı
çıkmış bileşikler i çi nse akılda kalıcı kısaltmalar kullanırlar. Sem­
patom imetik amin ler, Camembert ve Stilton gibi tadı keskin pey­
nirlerde oldukça bol miktarda bulunur. Bu aminler hoş olmayan
etkilere yol açabilir, ancak normalde vücuttaki monoamin oksi­
daz olarak bilinen bir enzim tarafından hızla etkisiz hale geti rilir.
1 963 yı lında, bazı sakinleştirici ilaçlarla tedavi edilen hastalarda
ıstıraplı bir hastalığın baş gösterdiğine ilişkin pek çok rapor ya­
yım landı. Bazı zeki hekimler hastalık nöbetlerinin peynir yeme ile
bağlantılı olduğunu fark etti. Bundan sonra durum biraz daha
açıklığa kavuştu. Söz konusu sakinleştiricilerin tamamı monoamin
oksidaz enziminin çal ışmasını engelleyen maddelerdi; bu özelliğin
ilaçların sakinleştirme etkisi ile bağlantısı tam olarak anlaşıl ma­
mıştı. Hastalar bir ya da iki saat içinde hem peynir yiyip hem de
sakin leştirici ilaç aldıklarında, zehirli maddeler denetimden çıkı­
yor ve hoş olmayan etkiler peşi sıra gel iyordu. Bu açıklama ile so­
run çözüldü ve daha sonra çok az sayıda vakaya rastland ı.

203
Enzimler yararlı maddelerdir ve vücut onlar olmadan işleye­
mez. Bazen olağandışı özellikler göste ri rler. Örneğin lima fasul­
yesi ve şeftali ve kayısı çekirdeklerindeki enzim ler oldukça zarar­
sız bileşikleri hidroj e n siyanü re, diğer adıyla p rü sik aside dönüş­
türür. Üretilen m i ktar çoğun l uk la, yiyeceklerdeki prüsik asit
miktarı için yasal o larak belirlene n sınırl arın oldukça üstündeyse
de, bereket versin zehirleyici düzeyin altındadır.
Sıradan, gün l ü k yiyeceklerin kesinlikle iyi, besi nlerdeki i n san
yapımı kimyasal maddelerin de kötü olduğuna ilişkin yaygın ka­
nıyı desteklemek güç; besin , hepsi bizim için ille de yararlı olma­
yan kimyasal m addelerin bir karışımıdır.

204
Tıbbın Sesi

Buluşlar ve icatlar nadiren doğru zamanda ya p ı l ır. Vücut sı­


caklığı nı ölçen ilk termometre aşağı yukarı 1 600 yıl ı nda yapıl­
mıştı, ancak alet, on dokuzuncu yüzylın ortaların a dek tıpta dü­
zenli olarak k u l lanılmadı. Kısa bir borusu ve hastanın vücut sı­
caklık değerin i ağızdc. · ç ı karıldıktan sonra bile göstermesini
sağlayan dar bir kısmı olan m odern termometre, bir yüzyıl dan
biraz daha eski .
Radyoaktif izotoplar 3 0 y ı l önce k u l lanılabilir miktarlarda elde
edildi, ancak bilimde, endüstride ve tıpta geçen yarım yüzyıl için­
de bu izotoplardan hiçbir zaman tam olarak yararlanılmadı.
Röntgen ışınları, daha önce gerçekleştirilmesi zor bir b u luşa ör­
nektir (çünkü gerekli teknoloj i gelişti rilm emişti), ancak göründ ü­
ğü kadarıyla, nasıl k u llanılacağını tam olarak bilenler tarafından
derh al kullanıma sok ul muştu.
Steteskop geçen 2000 yıl içinde h erhangi bir zaman icat edile­
bilirdi, çünkü basit bir teknolojinin çok eskiden beri var olan bir
tıbbi gereksinimi karşılayacak şekilde uyarlanmasın dan ibaretti.
Tıp biliminin babası Hippokrates vücudun içinden yayılan sesle­
rin teşhis edilebilir b üyük l ü kte olduğunu biliyordu . Önerdiği bir
yöntem hastayı omuzlarından tutup sallamak ve çıkan sesleri din­
lemekti. Daha nazik bir inceleme yöntemi de göğüse kulağı daya­
mak ve kap atışların ı dinlemekti.
Dr. Rene-Theophile-Hyacinthe Laennec, 1 50 yıldan daha
uzun bir süre önce, Paris'teki Necker Hastanesi'nin hekimlerin­
den biriydi . B u ünl ü hastane hala yerli yerinde; Fransızların, tıp­
kı Britanyalılar gibi, eski hastaneler ile bir soru nları yok. kullan­
maya devam ediyorlar. Laennec, 'göğüs dinleme' konusundaki
deneyimlerini anlatırken şunları yazıyor:

1 8 1 6 yıl ı nda, bir kalp hastalığın ı n genel belirtilerini gösteren


genç bir k ad ın geld i . Toplu bi r vüc uda sahip old uğu için de av­
cu dayayıp vurma yöntemi iyi sonuçlar vermeyecekti. Hastanın
yaşı ve cinsiyeti de sözünü ettiğim muayene yöntemine engeldi.

205
' 1 lastanın yaşı ve cinsiyeti de sözünü ettiğ·irn nuıayene
yöntemine engel d i . '

Ses ile i lgili bilinen bir olguyu h atırladım: Bir kalasın bir ucuna
k u lak dayandığında diğer ucundaki en k ü ç ü k bi r darbe bile çok
açık biçimde d uyulur.

Ses ile ilgili b u olguy u Lae n nec'in aklı na, Louvre 'un bahçe­
sinde u z u n bir tahta parçası ile oynarken gördüğü çocukların
getirdiğin e dair bir h i kaye var. Esinlenmenin k aynağı n e o l u r­
sa olsun bu d ü ş ü nceyi k u llanmak için hiç zaman kaybetmedi.
B irkaç kağıt parçasını yuvarlayarak bir boru yaptı, bor u n u n
b i r u c u n u hasta n ı n göğsü ne, diğer u c u n u d a k u l ağ·ına d ayad ı.
Kal p atışlarının, daha ö n c e o l d uğund a n daha açık ve belirgin
bir biçi mde d uyul d u ğu n u fark etti . Çok geçmeden kağıt boru ­
n u n yerini, m ucidinin 'stetoskop' ad ın ı verdiği, kayın ağacın­
d a n yap ı lmı ş ve u ç l arı uygu n biçimde d üzelti l m i ş içi boş bir si­
lindir aldı. Diğer hekimler bu a lete Tıbbi Boru veya Göğüs Ko­
n u ştura n d iyorlard ı . H e r iki k u l ağa da ses sağlayan günümüz­
d e k u l l an ı la n stetoskop türü, on dokuzuncu yüzyıld a aşama
aşama geliştirildi ve yaklaşık 60 yıl önce yaygı n o larak ku l lanıl­
m aya başlandı.
Laennec ve öğrenciled, stetoskopun kalp ve akciğer ile ilgili
pek çok rahatsızlığın teşhisinde ve incelen mesindeki önemini or­
taya koyarak tıp dağarcığın a önemli bir k atkıda bulundular . Son

206
. . . gastroenterologlar i,·in müzik gibidir.

yıl larda dinleme yöntemi çeşitli biç i m lerde gel i şti ril d i . Televiz­
yon resim tüplerinde k u llanılan, ancak ayn ı zamanda daha ciddi
k u l lanımları da olan katot ışını, kal p seslerin i n fotoğraf' l'ilm i n i
veya kağıt üzerine sürekli olarak k aydedilmesini sağlar. Vücu­
dun diğer bölü mlerinden yayılan sesler de düzenli bir biçimde
incelenebilir.
Kafatasına bir stetoskop dayandığında d uyulan titreşim ler de
i ncelenebi liyor. Bu sesler kafa k ısmında bulunan kan damarları n­
dan geli r ve kimi zaman dolaşı mdaki düzensizlikleri araştı rmak
için kullanılabili r. Bir katot ışını tüpüne veya bir bant kaydedici­
sine bağlanmış, sesi bir elektrik sinyaline dönüştüren elektron ik
bir stetoskop kullanmak yaygın bir yöntemdir.
Karın guruldaması, çoğu zaman bir teşhis k aynağından ziyade
bir utanç kaynağıdır. Oysa, Amerikalı ünlü fizyoloj i bilgi n i W. B.
Can non, bağırsaklardan gelen sesleri 1 905 yılında ciddi bir bi­
çimde i ncelemişti. Cannon sı radan bir stetoskop kul lanmıştı, an­
cak o zamandan bu yana karmaşık elektronik yöntemler gelişti­
ril d i ve pek çok yeni bilgi elde edildi. Sindirim işlemi sırasında
çok çeşitli sesler üreti l ir. Bunların çoğu n u , bereket, başkaları
herhangi bir alet olmaksızın duyamaz, ancak gastroenterologlaı·
için bu sesler müzik gibidir.

207
Günüm üzde zayıf sesleri saptamak ve k aydetmek için kullanı­
lan yöntemler dinlemesini bilenler için öneml i bir olanak sunuyor.
Yugoslavya'lı bir hekim yakın zamanda, boyundaki tiroid bezin­
den gelen zonklamaları ve uğultuları kaydetti. Böbrek ve bağlan­
tıları da ses bilimi açısından araştırılmayı bekliyor. Gürü ltüler,
sesler ve tatlı nağmelerle dolu i nsan vücudu için deneysel malze­
me yokl uğu sorunu diye bir şey söz konusu deği l .

208
Beyindeki Elektrotlar

Or. Jose Oelgado arenan ı n ortas ında d uruyord u. Rakibi yeri


eşeledi, öfkeli hınltılar çıkardı, kafasını eğdi ve sald ırdı .
Dr. Delgado elinde tuttuğu küçük siyah kutunun üzerindeki
bir düğmeye bastı. Boğa bir anda sarsıldı ve kayarak d urd u. Bir­
kaç saniye sonra yeniden saldı rdığında, aynı olağandışı yöntemle
durduruldu. Or. Delgado'nun eli ndeki kutu, boğanın beynine
yerleştirilen küçük bir elektronik alete sinyaller yollayan bir rad­
yo vericisiydi.
Dr. Oelgado Yale Ü niversitesi T ıp Fakültesi'nde profesör o ld u
v e arenalarda b ir daha hiç boy göstermedi, ancak modern elekt­
ronik yöntemlerin fizyoloji ve psikolojinin temel sorun ların a uy­
gulanmasını da i çeren şaşırtıcı ve önemli deneyler yaptı.
Vücu d u n çeşitli işlevlerinin beynin bell i bölgeleri ile bağlantıl ı
olduğuna ilişkin düşü nce eskidir ve otopsi bu lgularıyla destekle­
nen klinik gözlemlere dayanır. Beynin eksiksiz bir haritasın ı n çı­
karılması Fritsch ve H itzig'in 1 870 yılında Berl i n 'de yaptığı çalış­
malarla başladı. Fritsch ve H itzig'in yöntemi, canl ı bir köpeğin
kafatasından dışarı çıkarıl mış beyninin çeşitli bölgelerine zayıf
elektrik şokları uygulamaktı. Vücudun sağ tarafı ndaki kasların
beynin sol tarafi, sol tarafı ndaki kasların da sağ tarafi ile kuman­
da e di ldiğine i nanan önceki araştırmacıların önsezilerinin veya
tahminlerinin doğruluğu n u ortaya koydu lar. Çalışmaları ayrıca,

... sarsıldı ve kayarak durdu.

209
vücut faaliyetlerinin büyük bir bölü münün, beynin dış kısm ını
oluştu ran beyin kabuğun u n e lektriksel olarak uyarılması ile baş­
latılabileceğini gösterd i.
1 874 yı lında, elektriksel uyarıların insan beyni ü zerindeki etki­
l eri, Cincinnati Ü niversitesi Tıp Profesörü Dr. Robert Bartholow
tarafı ndan ilk kez araşt ırılmaya başlandı.
Bir sonraki yıl , Liverpool Ü niversitesi 'nden Richard Caton,
tavşanların ve maymunların beyin kabuğunda kendiliğfoden ü re­
tilen küçük elektrik sinyallerini saptamayı başardı. Görme alanı
olarak bilinen beyin kabuğundaki belirli bir bölgenin görme du­
yusu ile ilgil i olduğu daha önceden biliniyordu; Caton gözün par­
lak ışığa maruz kalmasın ı n görme alanındaki elektrik ü retimini
büyük ölçüde artırdığın ı buldu. 1 929 yılında, Jena Ü niversite­
si 'nden Hans Berger, kafa derisine yerleştirilen metal elektrotları
k u l lanarak insanın beyin kabuğundan gelen elek t rik sinyallerini
toplamayı başardı. Berger'in elektroansefalografının geliştiril miş
tü rleri gün ü müzde hastanelerde yaygın olarak k ullanılıyor.
Bu çalışmaların tamamı, iğne ile veya elek triksel algılama aygıt­
ları ile kolaylıkla ulaşılabilen beynin dış k at manl arı ile i lgiliyd i.
Beyin, araştırmacıların kötü davranışların a çok iyi dayanıyor.
Örneğin, üzerini kaplayan kemik ve deri kaldırı ldığında hiç acı
hissetmiyor. Önemli bir hasar vermeden beynin hemen b ütün bö­
l ümleri ne yerleştirilebil e n iğne biçimindeki elektrotlar pek çok
araştırmacı tarafl ndan k u llanıldı. Bu yöntemin sakıncası, kafata­
sının b ir kısmı açılmış d u rumdaki hayvan ın beynini inceleyebil­
mek için anestezi yapma zorunluluğudur.
Yaklaşık 40 yıl önce Zürich Ü niversitesi 'nden W. R. Hess, ka­
fatasından geçerek beyin e ulaşan teller yardımıyla sürekli yerin­
de tutulabilen elektrotlar yerleştirerek önemli bir ilerleme kaydet­
ti. İ l k çalışmasında kedilerden yararlanmıştı ve normal faaliyetle­
rini yerine getiren bilinci yerinde bir hayvan üzerinde deneysel
araştırmalar yapabilmişti. Ayn ı türde çalışmalar günüm üzde in­
san deneklerle, büyük çoğunluğu Amerika Birleşik Devletle­
ri ' nde olmak üzere pek çok laboratuvarda gerçekleştiril iyor.

210
, .
. ,. - � �
' - -:. ... - -

Beyin ara�tı rınacılann kötü davranışlarına iyi dayanıyor.

Birkaç yıl önce, Ameri ka'daki tan ınmış bir tı p fakültesi n i n


n ö rologları na yardı m eden orta yaşı geçmiş bir adamla -cezası
e rtelenmiş bir katil- konuşuyord u m . Şapkası n ı çıkardığında ka­
fası n ı n üst kısmında, elek tron i k aletlerde çokça rastlanan iki
adet 50 pimli soket olduğunu görd ü m . Kafatasının içinde, anes­
tezi altındayken takılmış ve beynin i ncelenecek noktalarına has­
sas bir biçimde yerleşti rilmiş 1 00 tane p latin elektrot vardı . Sağ­
lığı tamamen yeri nde olan ve ü l ke içinde istediği yere serbestçe
giden bu tuhaf denek, nörologlar ve psikiyatristlerden oluşan
bir ekibe, beynin bütün temel d uygularla ilgi l i bölgelerinin ay­
rı n t ı l ı bir h aritasın ı çıkarmak konusunda yardım ediyordu . Da­
ha yakı n b i r zamanda, ayn ı türd e bir çalışma bellek, tan siyonun
düzenlenmesi ve benzeri pek çok işlevin araştırılabilmesi için
genişletildi.
Beyin i l e ilgi li bu e lektriksel çalışmalar yal nızca faydasız bir
m e rak d eği l . Bazı araştırmacılar, akıl h astalık l arın ı n teşh i sinde
-ve hatta tedavisinde- başarılı olacaklarına i nanıyor. Dr. Delga­
d o 'nun arenadaki zaferini anımsayanlar, top lumsal yaşama ay­
kırı davranı şların biyolojik tem e l ine i l işkin daha fazl a bilgi elde
etmeyi u m uyorlar. Bu noktada görü n ü m biraz teh likeli b i r hal
alıyor. Davranışlar elektriksel yollarla d e netlenebilirse, gelece-

211
ğin elektronik psikiyatristleri, e n cesur yen ilikç i lerin bile kul­
l an m aya tereddüt edeceği güçlere sah i p olabi lir. G ü n ümüzde
yapılan araştırmaları yak ı ndan takip edenler beyni n , k i şiliğin
yönetilmesin e direnç gösteren bir sav un m a mekan izmasın a sa­
hip olduğun u ileri sürüyor. Oysa beyin yıkaman ı n yöntemleri
ve son u çları konusunda b i ldiklerimiz, bu iyimserl iğin teme lsiz
olduğunu d ü ş ü n d ü rüyor.

212
Alışkanlık Tiryakilik Olduğunda

Jean Nicot yaklaşık 400 yıl önce, Fransa'nın Portekiz Büyü­


kelçisi'y di. Ü lkesine gönderdiği raporlarda, gezileri sırasında
rastladığı ve Amerikan yerlileri tarafı ndan çokça kullanılan bir
ottan hayranlıkla söz ediyordu. Onun onuru na bu bitkiye Nicoti­
ana (nikotin) adı verildi.
Fransız Kraliçesi Catherine de Medici çok geçmeden enfiye
bağımlısı olsa da, Avrupa'ya i lk getirilen n ikotin çeşidi genellikle
pipolarda kullanılıyord u . Soğuğa dayanıklı olan ve Nicotiana ta­
bacum adı verilen bir diğer tür ise, sigaralarda ve purolarda kul­
lanılan tütün ü n ana kaynağı oldu .
Tütün i l k olarak tedavi edici özellikleri nedeniyle önemsenmiş­
ti. Nicot bazı olağanüstü sonuçlardan söz ediyord u:

. . . sözü edilen elçiliğin ahçılarından biri büyük bir kıyma bıçağı


ile başparmağını neredeyse koparmıştı, adı geçen beyefendinin
evin i n kahyası, sözü edilen Nicotiane'den buldu ve bununla beş
ya da altı kez pansuman yaptı ve sonunda adam iyileşti.

Catherine de Medici çok geçmeden enfiye bağımlısı oldu.

213
Bu yeni i lacın ayrıntılı tarifi 1 57 1 yılı nda, Sevilla'lı hekim Nic­
holas Monardes tarafından yapıldı ve 1 577 yılında John Framp­
ton tarafından ("Yeni bulunan dünyadan sevi ndirici haberler"
başlığı altında) İ ngilizce 'ye çevrildi.
Alkol ve diğer etkili maddeler gibi tütün de k ısa süre sonra he­
kimlerin denetiminden çıktı. Kral l. James bu d urumd am pek
hoşnut olmadı. Tütüne Yanıtı' nda durumu sert bir dille eleştirdi
ve sadece e leştirmekle yetinmeyip, 1 7 Ekim 1 604'de Baş Vezne­
darı'na tütün ü n

. . .yoksul v e a l t tabakadan, huzuru bozan v e disiplinsiz in sanlar


tarafından aşırı derecede alındığına

ilişkin bir mektup yazdı. Bu nedenle ithalat vergisinin pound


(0,45 kg) başına 2 pensten 6 şilin 8 pense çıkarı l ması tali matın ı
verdi. Kralı n tütü n e iti razı temelde duygusaldı. Tütün içmenin za­
rarları n ı n daha akılcı bir biçimde tan ımlanması için uzun zaman
geçmesi gerekti. Hoş etkilerine ise ancak yakın zamanda bilimse l
açıklama getirildi.
Tütü n içmenin akciğer kanseriyle ve kalp ile akciğerleri etkile­
yen diğer hastalıklarla ilişkisi günüm üzde açıkça ortaya kondu.
Çoğu n l uğun kabul ettiği bu görüşe doğaldır k i itiraz edenler de
var. Daha da ilginci, uzman görüşlerine ve resmi tavsiyelere ald ı r­
madan milyonlarca insan tütün içmeye devam ediyor. Öldürücü
hastalı k tehlikesini göze aldıklarına göre, tütü n ü n bazı yararları
olduğu n u düşünüyor o l malılar.
Tütü n ü n hoşa giden etkileri, önemli bir bileşeni olan n ikoti n ile
bağlantılıdır. Nikotinin özelliklerinden bazıları iyi biliniyor ve ko­
l ayca ka nıtlanabiliyor. Örneğin çoğu in sanda, tek bir sigara iç­
mek kalpleri n i n dakikada on kez daha fazla atmasına ve el sıcak­
lıkları nı n birkaç derece düşmesine yol açıyor.
Zihin üzerindeki etkisi daha karmaşık. Tütü n içildiği nde, çiğ­
nendiğinde veya buruna çekildiğinde beyin e oldukça kolay u laşır.
Beyine girdiğinde, sinir h ücreleri nde ü retilen noradrenal in adlı

214
maddenin açığa çıkmasına yol açar. Norad renalin, vücudun baş­
ka bir yeri nde ü retilen ve heyecan ya da tehlike anlarında kana
karışan adrenaline çok benzer. Beyinden sal ınan orta m iktardaki
n orad renalin tansiyonu düşü rür, dikkati toplamaya yardımcı olur
ve genel olarak iyi hissedil mesini sağlar. Amfetamin - Benzedrine
olarak da bilinir- oldukça benzer etkiler yaratır. Tütün alışkan l ı k
yapan b i r m addeymiş gibi görünüyor v e tehdit ya d a i k n a yoluy­
la müptelaları etkilemek kolay olmayacağ·a benziyor.
Tütün içmek ile akciğer kanseri arası ndaki ilişki tam olarak bi­
linmiyor, ancak sigara tütü nünde bulunan ve farelerde deri kanse­
rine yol açabildiği kanıtlanan benzopiren adl ı bir maddenin akci­
ğer kanserine neden olduğuna inanılıyor. Daha güvenli bir sigara
ü retmek için kimi zaman, benzopiren ve diğer tehlikeli bileşenleri
ayıran filtrelerden yararlanı l ıyor. Bu yöntemin tamamen etkili ol­
duğu söylenemez, ancak başka olasılıklar üzerinde de d uruluyor.
Yanan bir sigaranı n sıcakl ığı 840°C'y e kadar çıkabilir. Bu sı­
caklıkta, görece daha az zararlı bileşenler benzopirene dönüşebi­
l i r. Pipo veya puronu n daha az zararlı olması çoğunlukla tütü n ü n
yan ma sıcaklığın ı n daha düşük olmasına bağlanır. Elde sarılmış
bir sigara fabrikada ü reti l mi ş bir sigaradan biraz daha düşük bir
sıcaklıkta yanar, ancak tütün gevşek sarılırsa yanm a sıcaklığı
650"C'n i n altına kadar düşer.
Kimyasal testler ve fareler üzerinde yapılan deneyler, düşük sı­
caklıkta yanan sigaraların piyasada satılanl ardan çok daha gü­
venli olduğunu ortaya koymaktadır -bu h aberler belki de, savaş
veya karne ile satış zamanlarında kendi işin i kendi gören tiryaki­
ler tarafı ndan kul lanılan o büyü leyici küçük makinelerin satışını
artırır, kim bilir !

215
Ot İyidir

Neden ete gereksinim d uyuyoru z ? Bu n u n temel nedeni bitki


olmayışımız ve (beslenme açısından) çok verim siz hayvanlar ol-
mamız.
Bir keresinde öğrencilerden biri d u ru m u çok güzel özetlemişti .
Gençlere takıl mak için başvurduğumuz o beylik sorulardan biri­
ni sormuş ve öğren ciden göz ile fotoğraf makinesini karşılaştırma­
sını istemişti k. " Kesinlikle karşılaştırılamaz , " diye yanıt vermişti.
" Fotoğraf maki nesi tenekeden yapılmıştır, göz ise ette n . "
Ne yazık k i , insanlar da dahil bütün hayvanlar, vücutlarını ge­
liştirmek ve korumak için gereken p rotein açısından tamamen
bitkilere bağımlıdır. En değersiz yabani ot bile hiçbir kimyager in
taklit edemeyeceği kimyasal işlemleri gerçekleştirir. Yeşil b ir bit­
ki güneş ışığını, suyu, karbondioksiti ve toprakta veya tohumlar­
da bulunan basit kimyasal maddeleri alır ve bunlardan karbon­
hidratlar (kabaca söyleyecek olursak nişasta, şeker ve yağ) ve
proteinler ü retir.
Bitki de çok verim l i değildir. Güneş enerjisinin ancak yarısı be­
sin ü reti mi n de kullanılır. Geri kalan ı n ı n büyük kısmı soğurulma­
dan yapraklardan geri yansır. Bilimin, bu israf konusunda yapa­
bileceği hiçbir şey yok. Aslında kaybedilen bir şey de yok, çünkü
bitkiler ışığı yansıtmasaydı kapkara görün ü rl erdi.
Genelde ekinler, karbonhidrat ve protei n ü retirken Üzerlerine
d üşen Güneş enerjisinin % l 'i n i kullanır. Babil kralı Nabukadne­
zar (yeri gel mişken, ayn ı zamanda iyi bir çiftçiydi) , genelde yap­
rak proteini ile beslenirdi, oysa biz genellikle, p rotein tohumlara
veya köklere inene kadar bitkin i n büyüm eye devam etmesine izin
veriyoruz.
Un ve patates nişastalı besinler olarak bilinir ve bu nedenle de
şişmanlatıcı şeyler olarak görülürler, oysa aynı zamanda yararlı
miktarlarda protein de içerirler. Genelde buğday ürünleriyle besle­
nen insanlar, iyi beslenen bir Avrupal ı 'ya oranla üç kat daha fazla
protein alır. Ancak yi ne de yetersiz beslenme sorun u ile karşı kar­
şıya kalırlar, çünkü bazı proteinler diğerlerinden daha besleyicidir.

216
------------

- - - -
--

. . . bir sokak lambasını aydııılatmaya yetecek kadar metan


gazı üretilir.

Yün , kıl ve boynuz gibi en yaygın proteinler besin olarak ya­


rarsızdır. Yaprak proteinleri karı şımından yararlı yiyecekle r elde
edilebil i r, ancak b u neredeyse hiç denenmemiştir. İ nsanlar, içer­
dikleri selüloz miktarı nedeniyle yaprakları doğal hallerinde ko­
layca sindiremez.
Oldukça basit bir k i myasal fabrika olan i nsan midesi, selüloz
ile başa çıkamaz. Öte yandan sığırların (kimi zaman kapasitesi
225 l i treye ulaşan) daha fazl a sayıda ve daha büyük m idelerinde
selülozu karbonhidrata dönüştürebilen bakteriler bulunur. Bu iş­
lem sırasın da bir sokak lambasın ı aydınlatmaya yetecek kadar
metan gazı üretilir.
Besleyici nitelikteki bitkiler genellikle h ayvanl arı besler, bunun
bir nedeni nazik sindirim sistemlerimizin selülozu parçalayama­
m asıdır. Daha önemli olan bir diğer neden de, asıl gereksinim
d uyduğu muz şeyi n proteinler değil proteinleri meydana geti re n
daha basit m addeler olan aminoasitler olmasıdır.
Yaklaşık 2 0 aminoasit çeşidi var ve i nsan makinesi hepsine ge­
reksinim d uyar. Vücudun dokuları b u nlardan yakl aşık bir d üzi­
nesini (diğer aminoasitleri tekrar düzenleyerek veya daha küçük
molekülleri bir araya getirerek) ü retebilir, ancak geri kalan sekiz
tanesi doğrudan bitkilerden veya ikinci elden o bitkileri yiyen
h ayvanlardan sağlanm ak zorundadır.

217
Tek başına hiçbir protein kaynağı -pahalı bi r biftek bile- in sa­
na gerekli olan bütün aminoasitleri içermez . Bu nedenle, günlük
p rotein gereksinimimizi çeşitli kaynaklardan elde etmemiz gere­
kir: bir kısmını sebzelerden, bir kısmı n ı etten ve birazını da yu­
mu rta ve sütten. Dünyadaki protein sıkıntısı d üşünüld üğünde
(besin sıkıntısının asıl anlamı da budur, ç ü n kü karbonhidrat bol­
l uğu var) , hayvan ların bu kadar verimsiz birer dönü ştürücü ol­
ması şanssızlıktır.
Sığı r tarafından alınan sindirilebilir proteinin sadece <Vcı 1 O'u ye­
nilebilir proteine dönüştürü l ü r; ızgaralık pilicin performansı ise
bundan iki ya da üç kat daha iyidir.
Hayatın başka pek çok alanında olduğu gibi , beslenmede de
teknolojinin ası l rolü, zengin ve yoksul arasındaki farkı artı rmak
oldu. Yağlı tohu mlar besin sıkıntısı yaşanan tropik ülkelerinde
bolca yetişir ve bunlardan pek çoğu (örneğin yerfıstığı) bol mik­
tarda protein içerir. Ancak yağı sıkılarak çıkarıldıktan sonra po­
sası atı lır veya daha d a kötüsü, Britanya gibi fazla beslenen ülke­
lerdeki domuzları ve tavu kları beslemek için kul lanılır.
Kırmızı etin üstün nitelikli bir yiyecek olduğu düşüncesi ile ne­
redeyse uyutulduk. Şüphesiz çok lezzetli et yemekleri var, ancak
fiyatının yüksek olduğuna ilişkin şikayetler pek d ikkate alınmı­
yor. Et olmadan d a bir süre yaşayabiliriz; bugüne kadar kimse
biftek yemedi diye ölmedi.
Kanlı Bir Hikaye

Gresham College 'ın bu geceki toplantısında Dr. Croone bana,


bir köpeği n kan ı n ı n bir başka köpeğin vücuduna aktarıldığı tatsız
bir deneyden söz etti. . . bu deney, bir Quaker'ın ( Protestan gele­
neklerine bağlı dini bir topl u l uğun üyesin e veri l e n ad) kanını bir
başpiskoposa aktarma ve benzeri şeylerle i lgil i pek çok tatsız iste­
ğin de önünü açabilir; ancak Dr. Croone'un dediği gibi, gerekti­
ğinde, iyi duru mdaki bir vücuttan kan alı narak kötü kanı ıslah et­
mek yoluyla insan sağlığın a çok yararlı olabi lir.

Kanın hayatın özü, hayatın damıtıl masıyla elde edilen bir sıvı ol­
duğuna inanılan zamanlarda, 1 666 yıl ı nda böyle yazıyordu Pepys.
Cinnetin tedavisi, bağırsak ağrılarının gideri l mesi ve hatta evlilik
anlaşmazlıklarının çözümlenmesi için kan nakli tavsiye ediliyor, ki­
mi zaman da gerçekleştiriliyordu. Sonuçlar çoğunlukla felaketti,
çünkü bu deneyi i l k yapanlar, vücudun kendinden olan ile olmaya­
nı di kkatle ayırdığı nı bilmiyorlardı. Vücudun bu özelliği nedeniyle,
i ster kan, ister saldırgan mikroplar isterse bir kalp ya da bir böbrek
olsun, herhangi bir yabancı doku, büyük olasıl ıkla tahrip edilir.
Bereket reddetme süreci bazen ustalıkla e ngellenebil i r. Kan
nak illerinde temel sorun kan grupların ı n saptanmasıdır. Bu aslın­
d a oldukça basit bir yöntemdir. Değişik insanları n kanlarından
alınan örnekler birbi rine karıştı rı ldığında ne olduğunu gözlemeye
dayan ı r ve Dr. Earle Hackett'c göre':', Pepys'in bilim adamı arka­
daşları daha ısrarlı olsalard ı , bu yöntem bulunduğu tari hten 300
yıl önce bulunabilirdi.
Kan al ma kan naklinden daha az karmaşık, genci olarak da da­
ha az tehlikeli bir işlemdi. Bir damarı kesip kan akıtmak şeytan ­
ları kovmanı n basit bir yoluyd u . Hastal ı klara gerçekte kötü ruh­
l arın yol açmadığı anlaşıld ığında, kan alma işlemi kan toplanma­
sına karşı tedavi olarak ku llanılmaya haşlandı. Başka ne yapacak­
ları nı bil meyen ve ellerinde günümüzün i laçlan ya da elektronik

''' Earle Hackctt 1 973 Rfood: Tlıc Paramount flumour ( Ka n : Yüce Sıvı) ( Lonclra: .Jonat­
han Cape) .

219
. . . kan gruplarının saptanması. ..

tedavi yöntemleri olmayan eski zaman hekimleri de bu yöntem i


uygulamaya devam etti. Sağlıklı bir insan yaklaşık yarım litrelik
bir kan kaybından pek etkilenmez (kan alma günüm üzde bazı
hastalıkların tedavisinde hala kullanılıyor) , ancak George Was­
h ington, İ ngiltere Kralı I I . Charles ve başka bazı tan ınmış kişiler,
damarları neredeyse boşalmış du rumdayken son nefesleri n i ver­
meden önce çok acı çekmişlerd i .
E, n eski hekimler bile vücutta ç o k fazla kan olmadığ·ın ı fark et­
miş o lm al ı , ancak kan dolaşımı keşfedilene kadar uzun bi r süre
geçti. 1 800 yıl önce İ talya ve Türkiye ' de hek imlik yapan Gale nos,
kan ı n karaciğerde (besin lerden) taze olarak ü retildiğini ve daha
sonra, tıpkı Akdeniz ü lkelerindeki kuru toprağın suyu emmesi gi­
bi, aç dokular tarafından emil diğini düşünüyordu .
Hayvan ların incelenmek için kesilmesi oldukça yaygındı ve
gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olabil irdi, ancak Eski Yunanlılar
deneyde, kuramda olduk ları kadar iyi değil lerdi. Sonunda gerçe­
ği keşfeden Harvey bile bir hastanın nabzın ı ciddi olarak hiçbir
zaman ölçmemiş gibi görünüyor. 1 628 yılında "Yarım saat süre­
since , " d iye yazıyor, "kalp bin kezden fazla, bazen de iki, ü ç ve
hatta dört bin kez atar. "
Dr. Hackett (Avustralya'da çalışan İ rlan dalı bir patolog) , bilim
ve tıp ile olduğu kadar, halkbi l i m ve batıl inançlarla da ciddi ve
eğlenceli bir biçimde i lgileniyor. Hackett, Kastilyalı soyluların,
asil kanlarını ( İngilizcesi blue blood-mavi kan) kalıtı m yol uyla el-

220
Bir damarı kesip kan akıtmak �cytanları kovmanın
basit bir yoluydu .

de ettiklerini iddia edere k bir söylence başlattıklarını anlatıyor.


Asl ında hepimizin damarlarındaki kan mavi msidi r (elinizin dış ta­
rafında bunu kolayca görebili rsiniz), ancak soyl u ların derileri taş­
ralı lara oranla daha ince ve parlaktır.
Asya'da yetişen bir ağaçtan sızan reçineye ejderha kanı adı ve­
rilir; et parçası morarmış bir göz için hiçbir işe yaramaz ve bir atın
nabzı dakikada sadece 20 veya 30 atar. Robespierre -Cariyle ta­
rafından 'the seagreen l ncorrupti ble' (aç ık mavim si yeşil namus­
lu) olarak anı lı r- belki de demir eksikliği nedeniyle kansızlığ·a ya­
kalanmıştı (oysa Macbeth'teki soluk benizli deli yal n ızcca kork­
m uştu); doğrudan kalbe gittiğin e inanılan bir damar nedeniyle,
söz yüzüğü sol elin üçüncü parmağına takılır. .. Dr. Hackett'in ki­
tabı böyle pek çok i lgin ç hikaye ve gözlemle dolu.
En ilginç olanı kanın gerçek hikayesi. Yaşam denizde, yani her
yanı besinle dolu ve ı sıtma veya soğu tma gerekliliği olmayan mü­
kemmel bir ortamda başladı . Ancak, sadece çok küçük bir yaratık,
dış yüzeyinden oksijen ve diğer besinl erin içeri girmesi ile kendi
kendini besleyebili rdi, bu neden le, yaşam daha karmaşıklaştıkça,
bazı organizmalar (örneğin süngerler), denizin besin getirerek ve
atıkları taşıyarak, içinden akabileceği sayısız delik geliştirdi.

221
Denizden oksij e n ve d iğer i h tiyaçl arı n ı almak için bir iç dola­
şım geliştiren diğer organizmal ar, vücut hücreleri ve dokularına
dağı l d ı . Bu gelişmiş tasarım ı n yaratıkları, gere kli ortam ı bera­
berl e ri n de (dışarıda değil içleri nde) taşıdıkları i ç i n d aha hare­
ketlilerdi.
Bunların bir kısmı den izi terk etti ve karada veya havada yaşa­
man ı n yolunu bu ldu. Kan i l ke l okyanustan kalan bir yadigardır.
Kan serumu (hücrelerin içinde yüzdüğü saydam sıvı) , aşağı yuka­
rı deniz suyuna benzeyen bir k i myasal bileşime sah iptir. Kandaki
tuzları n oranı % 1 'den bi raz daha azdır, oysa denizinki Ofcı 1 'den ol­
dukça fazladı r; ancak deniz zaman içinde daha tuzlu hale gel miş­
tir ve kan seru munun bileşim i. 300 m i lyon yıl önceki paleozoik
okyanusun bileşim in e yakındır.
Yaşam, 300 m i lyon yıl önce tıpkı bir melek gibi, daha doğrusu­
nu söylemek gerekirse, tıpkı bir balık gibi karaya çıkmıştı.

222
İnsan ve Molekül

Bir tavuk yalnızca, bir yum urtanın başka bir yumurta üretme­
sine yarar. Oxford 'lu biyolog Richard Dawkins, hayvan vücudu­
nun genlerin varlığın ı sürdürmesini sağlayan bir makineden baş­
ka bir şey olmadığını söyleyerek'" Butler'ın özdeyişi ni gü n ü müze
taşıdı . Genler, büyük olasılıkla yaşamın başladığı denizlerde orta­
ya çıkan ve hala gelişen kalıtım birim leridir.
Butler kalıtım ı n işleyişini anlamamıştı . Aslı nda, bilimsel daya­
nakları yarım yüzyı ldan az bir süre önce tamamlanana dek, doğ·al
seçilime dayanan evrim kuramı i nanç ve sezgi ile ayakta tutulan
Darwin de anlamamıştı. Çocuklar neden anne babaları na benzer?
Günümüz insanı Darwin'in sözünü ettiği insansım aymun benzeri
atalarından nasıl gelişti ? Bunlar on dokuzuncu yüzyıl biyologları
iç·in zor soru lardı.
Darwin hayvanların ve bitkilerin her neslinin, büyüklük, renk
ve daha az belirgin diğer pek çok özellikleri açısından önemli de­
ğişiklikler geçirdiğin i i leri sürdü. Ayrıca bitki ve hayvan sayısının,
doğal ü retkenliklerinin kesinlikle olanak tanıyacağı gibi sınırsız
bir şekilde artmad ığı nı da dile getirdi. Bu sıradan gözlem leri bir
araya getirerek canlıl arın doğal seçil i m yoluyla evrimleştiği sonu­
cuna vardı . Varlığını sürdürme m ücadelesinde bir üstü nlük sağ­
layan kalı tsal özellikler devam etme eğilimi gösterir, çünkü bu
özel likleri taşıyan bireyler çiftleşme oyun unda daha şanslıdır.
Oarwin'in doğal seçi l i m yoluyla evrim düşü ncesini benimseyen
biyologlar, bu kuramdaki önemli bir zayıflığı fark etmediler. Dar­
win kal ıtımı anne babaya ait öze ll iklerin bir karışımı olarak gör­
d ü . Bu, örneğin değişik ten rengine sahip insanların arasındaki
çiftleşme sonuçları ile desteklenen yüzeysel bir görüştü. Yararlı
bir özel liğin her çiftleşmede yarı yarıya azalacağını ve birkaç ne­
sil son ra kaybolacağı n ı ortaya koymak Fleeming ,Jenkin 'e, bi r
mühendise kaldı. Sonuç olarak, istenen özel l iklerin birbi rini izle­
yen nesiller boyunca aktarıl masına dayanan doğal seçilim yoluy-

Gene ( Londra: Oxf'ord Üniversity Press), ( Gen


''Ric hard Dawkins 1 976 '/' he Se/fish
Bencildir, T Ü B İTAK Popüler Bilim K i t a p lan, 1 995).

223
la evrim başarı lı olamazdı. Bu soru n u n çözümü 1 930 yılına dek
bul unamadı, oysa Darwin tartışmalarının en civcivli zamanında
önemli bir ipucu fark edilmeyi bek liyord u . Ne yazık ki ki mse ta­
nınmamı ş bir dergide, tan ı n mam ış bir rahibin ismiyle çıkan bir
raporun önemini kavramad ı. 1 900 yılına gelene dek önemi anla­
şılmayan Mendel 'i n çalışması, kal ıtımın, Darwi n 'in öne sü rdüğü
gibi sürekli karışımla değil , farkl ı özelliklerin aktarılması yoluyla
işlediğini gösterdi. Anne baba özellikleri arasındaki görünür uz­
laşmanın nedeni sadece, çok sayıda etkenin kalıtım yoluyla akta­
rıl m ası ve her birinin etkisinin küçük olmasıdır.
Bel li bir uzaklıktan bakıldığında, siyah-beyaz bir fotoğrafla
açıklı koyulu noktalarla yapıl ı p bası l mı ş bir resim ayı rt edilemez;
ancak bir büyüteç ile bakıldığında, resmi oluşturan noktalar gö­
rülebilir. Kalıtım için de aynı şey geçerlidir. Konu güçlü bir mik­
roskop (ve başka birkaç alet daha) gerektirir, ancak işleyişi artık
oldukça iyi biliyoruz.
Kalıtsal özellikler, vücudun her hücresinde bulunan ipliksi ya­
pılar olan kromozomlarda sak lanır. İ n sanı n 46 kromozomu var.
H e r kalıtsal özellik bir k romozomu n belirli bir parçası ile ilişkili­
dir; bu parçalar (veya daha doğrusu içerdikleri kimyasal yapılar)
gen lerdir. Genler, der Dawkins, evrenin efendileridir. Hayvan
(ve dolayısıyla da insan) davranışı, varlığını sürdürm e zoru nlulu­
ğu üzerine kuruludur. Bu rada söz konusu olan, türlerin, toplulu­
ğun veya bi reyin varlığın ı sürd ü rmesi değil, onlar için geçici bir
konaklama yerinden başka bir şey olmad ığımız genlerin varlığı nı
sürdü rmesidir. Genler, h ayatı n anahtar maddesi olan DNA'dan
(deoksiribonükleik asit) oluşmuştur. Bir DNA molekülü, kendi­
sinin asl ına sadık kopyalarını ü reten bir kopyalama makinesidir.
Her bir DNA molekülü, yapı tuğlası işlevi gören daha küçük mo­
leküllerden o luşan bir zincirdir. Bu tuğlalar dört çeşittir ve çok
değişik biçimlerde dizilebilir. Bir kez bir araya geldiğinde, bi r
DNA molekülü (ve dolayısıyla bir gen veya bir kromozom) ken­
di kendini kopyalama özelliğine sahiptir; organizmalar böylece
büyür ve yıpranan hü crelerini yenil erler. Her bir kromozom as-

224
radyasyon veya bazı kimyasal maddeler mutasyonlara
yol açabilir.

l ı nda, sadece kopyalama talimatlarını değil, ait olduğu vücudun


yapısı nın ve işlevi nin eksiksiz tan ı mının bir bölümünü de içeren
kodlan m ış bir bilgidir. Bir p lan ve bir kopyalama makinesi tek ba­
şına bir yapı oluşturm az; ancak ONA molekülleri hücrelerde bu­
l unan maddelerden p rotei n ü reti lmesinden de soru m l udur. Vücu­
dun yapısal m alzemelerinin çoğun luğun u (örneğin deri, kas ve
kan hücrelerini), hayatta kalmamızı sağlayan enerjiyi vermek için
sindirilmiş besi nlerin kimyasal işlemini d üzenleyen enzimlerle
birlikte proteinler oluşturur.
Evrim sadece kopyalama işlemi değildir. Bütün gen ler kendile­
rini ası llarına sad ı k kalarak kopyalasalardı, doğal seçilim için ge­
reken değişkenl i k havu zu yenilenmezdi. Yirminci yüzyılın başın­
dan bu yana, kal ıtım malzemesinin çoğunlukla kendiliğinden de­
ğiştiği biliniyor. Mutasyon adı verilen bu değişikliklere radyasyon
veya bazı k imyasal maddeleri n yol açabileceği keşfedildi. Bu, i n ­
sanın k e n d i genetik yapısını, büyük bir olasılıkla kötü yönde de­
ğiştirme gücüne sahip olduğunu gösteren i lk kanıttı.
Kendiliğinden mutasyonlar der Oawkins, kopyalama hataları­
dır. ONA çoğaltıcısı mükemmel değildir, ancak gen makinesi, iyi­
leşmeye yol açan değişikliklerden yararlanarak ve zararlı olan de­
ğişiklikleri de aşama aşama ortadan kaldırarak, hatalarla baş ede­
bilir. Bu, yine de, doğal toplulu klarda gerçekleşen bir şeydir. Uy­
gar i nsan topluluklarında, böyle hatalar bu kadar kolay önlenemez.

225
\ /
c. .

D N A çoğaltıcısı m ü kemmel değildir ...

Basit ve kabul gören temel çalışmayı yaptıktan sonra Dawkins,


canlıları ' uzun ömürlü genlerin kısa süreli ittifakı sonucu üretil e n
bir yaşam sürdürme makinesi' olarak e l e alan m odelini geliştirir.
Hayat kısadır, ancak birbirin i izleyen her bir nesilde değişiklikler
geçiren gen ler neredeyse ölümsüzdür. Bu düşünce Dawkins'i ş u
soruyu incelemeye iter: Üremenin amacı n e d ir ? Şü phesiz genle­
rin varlığını sürdü rmesi için can l ı ların geliştirdiği karmaşık ü re­
m e yöntemlerine i htiyacı yoktur. Dişi yaprak. bitleri, erkek yap­
rak biti olmadan, her biri anneleri n i n bütün genlerinin kopyaları­
nı içeren yavrular ü retebilir. Bazı basit organizmalar ikiye bölü ­
nerek ü reyebilir v e bazı bitkiler de kökleri nden filiz vererek ço­
ğalabilir. İ n sanda (diğer h ayvanlarda ve pek çok bitkide olduğu
gibi ) , bu işlem daha karmaşıktır. İ nsan vücud u ndaki hücrelerin
çoğu 46 kromozoma sah iptir -anneden ve babadan 2 3 'er tane. Bu
hücrelerden biri bölünd üğünde, kromozomlar da kopyalanır. An­
cak eşey hücreleri, her biri bir kısmı anne bir kısmı da baba kro­
mozomları ndan gelen genlerin bir karışım ı olan sadece 23 kromo­
zom ü retmek için değişik bir yöntemle böl ü nü r. Döllenme sırasın­
da, sperma hücresin i n kromozomları, yeni bir bi reyin bütün özel­
l i klerini içeren yeni bi r 46'lık grup oluşturmak için yumurta hüc­
resinin k romozomları ile birl eşir.
Bu dolam baçlı yöntemi n neden en iyisi olduğu na ilişkin aç ık ne­
denler yok. Yine de, her bir sperma ve yumurta hücresi eşi ol ma-

226
yan bir genetik yapıya sah ip olduğundan, bu yöntem bir nesilden
bir sonrakine aktarılan özelliklerde önemli değişiklikler olmasını
sağlar. Burada önemli olan, diyor Dawkins, bir genin pek çok ne­
sil boyunca varlığını sürdürebil mesidir. Bir kromozom yeniden
düzenlenmeden önce sadece bir nesil boyunca varl ığını sürdürür;
yeniden düzenlemeye tabi olan parçadan daha küçük olan bir gen
ise çok daha uzun süre varlığrnı sürd ü rür. Bütün genler varlığı nı
sürdürmez. Kazananların gelecek nesillerin kromozomlarındaki
sı nırlı sayıdaki boş yere yerleştiği bir sandalye kapmaca oyunu oy­
narlar. Bu nedenle gen kendine özgül üğün temel birim idir.
Genler kendine özgü lükleri n i nasıl gösterirler? Dawkins canlı
d avranışların ı n pek çok yönü n ü ele alır, son zamanlarda geçerli
olan açıklam aları i nceler ve genlerin kendilerine özgü oluşuna da­
yanan seçenek kuramlar ü retir. Önce ail e planlamasını ele alır.
İ nsan türü aşın n ü fus tehdidi ile karşı karşıyadır, çünkü doğum
oranında herhangi bir kısıtlama yap ı lmadığı halde ölüm oranı
azal mıştır. Diğer türlerde nüfus, açlık, hastalık veya yı rtıcı hay­
van lar tarafı ndan dengede tutulur -ancak bu denetim ler her za­
man tüm gücü n ü kullan maz, çünkü pek çok hayvan doğurabile­
ceği kadar çok doğurmaz. Kimi zaman mücadele ederek bir böl­
geye sah i p olmak ü remek için bir izin belgesidir ve bu yüzden za­
yıf erkekler eş bulamaz. Bazı biyologlar, sığırcık kuşları n ı n ve t a­
tarcıkların ü remeyi denetim altına almak için, sayarak değil fakat
ü reme sistemi ile bağlantıl ı sezgiye dayalı bir m ekanizma yardı­
m ıyla, bir n ü fus sayım ı yaptıkların ı düşünüyor: biyolojik alemde­
ki otomasyonun bir örneği.
Diğ·er davran ış araştırmacıları, bir dişi kuşun bir kerede yu­
m urtladığı yum u rtaların sayısını, sınırlı bir besin kaynağı na sahip
bir çevrede hayatta kalacak yavru sayısını mümkün olan en üst
düzeye çıkaracak şekilde düzenlediği ne i nanıyor. Belki de, diyor
Dawkins (pek inandırıcı olmayan bir biçimde) bir kuş, çobanpüs­
külü meyvelerinin bol olup olmadığına veya komşuların ı n kalaba­
lık olup olmadığına bakarak, gelecek baharda besinin yeterli olup
o l mayacağını tahmin edebilir. İ şaretler olumsuzsa dişi kuş daha

227
az yumurta yu m u rtlar. Bireyler gerçekten n ü fus tahminle rine da­
yanarak yum urta sayıları nı azaltıyorsa, kuşların kışın tüneklerin­
de olabildiği nce çok gürültü yapması nın yararlı olacağına ilişkin
i ddiada oyu nculuk sanatının önemi de kendini gösterir. Kuşlar bu
durumda nüfusun gerçekte olduğundan daha çok olduğuna karar
verecek ve yu murtladıkları yumu rta sayısını en uygun sayının al­
tına düşürecektir. Dawkins, bir bireyin çok sayıda yavruya sahi p
olmasına yol açan genlerin varlığını sürdürme eğiliminde olmadı­
ğı, ç ünk ü böyle gen lere sahip h ayvanların olgunluk çağın a kadar
varlık larını sürdürm e şansları n ı n daha az olduğu sonucuna varır
ki bu da akla yakın görün m ektedir.
Dawkins'in kitabın ı n büyük kısmı k u şlar ve diğer vahşi h ay­
vanlarla i lgilidir, ancak Dawkins i nsan davranışı konusunda i l ­
ginç görüşler de ortaya atar. E ş b u l m a savaşının her t ürde, sper­
m al arın yum u rtalardan daha küçük ve çok d aha fazla sayıda ol­
ması gerçeğinden kaynaklandığını ileri sürer. Bunun sonucu ola­
rak, erkekler seçici ol mama eğilimindedir, çünkü çiftleşme sıra­
sında harcadıkları gen etik malzeme görece azdır . Yumurtalar da­
ha değ·erli kaynaklardır ve bu nedenle de dişiler eşlerini seçerken
titiz olma eğilimindedir. Dişinin ü reme sırasında yaptığı yatırım
da daha fazladır, çünkü kendi başına yaşayacak d uru m a gelene
kadar em briyon u n bütün besin gereksinim lerini karşılamak zo­
rundadı r . Bu nedenlerle (ve D awk i ns'in ayrıntıları ile açıkladığı
başka nedenlerle) , erkeklerin çekici görün m eye çalışmaları, dişi­
lerinse daha az dik kat çekici olmayı becerebilmeleri beklenir. Bu
davranış biçimi canlı türleri n i n büyük çoğunluğunda gözlenir,
ancak günümüz Batı toplumu kadın ları büt ü n dikkatlerini cinsel
açıdan çekici olmaya verirken, erkekler d ah a gösterişsiz ve sade
giyinirler. Dawkin s, erkeğin yaşama biçiminin gün ü müzde genle­
rinden çok, büyük ölçüde kültürel etken ler tarafından bel i rlendi­
ğini i fade eder.
Bu düşünceyi daha d a ileri götürerek Dawkins, insan davranı­
şının 'mem ' adını verdiği kültürel iletim biri m lerinden büyük öl­
çüde etkilendiğin i i leri sürer. B u nlar, düşü n celer, moda sözler,

228
modalar, t arzlar ve hatta ezgilerdir. 1Y1emler tıpkı genler gibi bir
popülasyona yayıl ı r, ancak vücuttan vücuda değil akıldan akıla.
Tanrı düşü ncesi bi r memdir, cehennem ateşi de öyle. Bu iki mem
birbirlerini destekler (tıpkı genlerin çoğu nlukla yaptığı gibi) ve
ayn ı havuzda varlıkların ı sü rdü rmek için birbirl erine yardı mcı
olurlar. Memler için kopyalama mekanizması her zaman gen le­
rinki kadar hassas değildir. Bir melodi değişmeden varlığın ı sür­
dürür (tabii ancak kağıda dök ü lebilirse), ancak düşünceler gir­
dikleri her beyinde yeniden işlenir; aksi takdirde tari hçilere veya
edebiyat eleştirmenlerine pek iş düşmezdi. Dawkins'in bu konu­
ya açık bir yanıtı yok, ancak yin e de m em lerin genlerden daha
uzun süre varl ı kları n ı sürd ü rebildiğin i i leri sü rüyor. Sokrates 'in
bugün varlığını s ü rd üren hiçbir geni olmayabilir, ancak mem dü­
zeni hala güçlü. Bu, Dawkins'in söylediklerinin büyük kısmı gibi,
kışkırtıcı bir iddia. Belirli bir gen (veya bir genler topluluğu) her
zaman aynı sonucu m eydana getirir: mavi gözler, kıvırcık saçlar
veya gür bir sakal. Ancak Sokrates'in memlerinin bizim üzerimiz­
deki etkisi ile, Adam Smith veya ortaçağ öğrencileri üzerindeki
etkisi aynı mıdır? Biyolojik ve k ültürel evrimi birbiriyle karşıl aş­
tırmak çekici bir şeydir; Dawkins, Andre Siegfried 'ın benzer bir
konu ile i lgil i denemesinden ':' de söz edebilirdi.
Dawkins, insanlığın geleceği için memlerin gen lerden daha çok
şey sağladığı sonucuna varıyor. Temelde bencil olsak da, geleceği
hayalimizde can landırm a becerimiz, bize kültüre l evrimimizi de­
n etleme olanağı verebilir: "Gen m akineleri olarak inşa edildik ve
mem makineleri olarak yetiştirildik, ancak yaratıcı ları mıza karşı
çıkma gücüne sahibiz."

"Andrc Siegfried 1 965 Ccrms aıul hleas ( Dü�üncclcr \ T Kay nakları) (Londra: Oliver
andBoyd) .

229
Dinozorların Sonu

Alınan psikiyatrist Ditfurth ':' Dünya'nın bir ada olmadığını


söylüyor. Uzay araştırmaları ve laboratuvarlarda yürütülen çalış­
malar, evrenin geri kalanı ile ilgili pek çok bilgi ed inmem izi sağ­
ladı. Profesör Ditfurth kendine özgü gösterişliliği ile, astronomi­
nin geçen on yıl içinde, önceki dört yüzyıla göre daha fazla ilerle­
diğin i iddia ediyor. Bu cesur iddia ilginç bir hikaye yaratmak he­
vesi ile ortaya atılıyor.
Ay, diye devam ediyor Ditfu rth, sadece soğu k bir taş parçası
değildir. Dünya'daki yaşam ı n gelişiminden büyük ölçüde sorum­
l udur. Doğruluğuna inanılm ası güç olan bu ilişkinin anahtarı
manyetizmadır. Eski çağların mıknatıs taşı ve denizcilerin pusu­
laları n ı n iğnesi D ünya'nın manyetik alanı tarafi ndan hareket etti­
rilir. Kabaca söyleyecek ol u rsak, Dünya, dönme ekseni boyunca
bir mıknatıs çubuğu varmış ve bu çubuğun kutupları (başka bir
deyişle m anyetik etki merkezleri ) her iki ucundaymış gibi hareket
eder. Manyetik kuzey kutbu Kuzey Kutup Bölgesi'nde, coğrafi
kuzey kutbun u n yüzlerce kilometre uzağındadır ve her yıl birkaç
kilometre yer değiştirir.
Rota görevlilerine yol gösterm enin yanı sıra, Dünya'nın man­
yetik alan ı , Güneş'ten kozmik ışıma olarak gelen ve engellenmez­
se istenmeyen radyasyon d üzeylerine yol açan atom parçacıkları­
n ı n bir bölümünün yönü n ü değiştirir.
Yaklaşık 70 yı l önce, Dünya'nın m anyetizmasının eski çağlar­
da ters çevrildiği bulundu. Bu beklenm edik değişikliğin açıklama­
sı, yakın geçmişleri ne olursa olsun, içerdikl e ri demirin üzerinde
soğum aları sırasında olu şan manyetik parmak izini koruyan ka­
yalarda gizlidir. Aradan geçen süre içinde kayaları n yeri değ·işme­
diyse, artık manyetizmal arı, Dünya'nın manyetik alanının kayala­
rın soğuduğu dönemdeki yönünü gösterir.
Bazı kayalar Dünya'nın günümüzde sahip olduğu manyetik
alanın yönüne ters yönde mıknatıslanm ıştır, bu da akla Dün-
''' lioirnar Von Ditfurth 1 975 Ch;fdrcn of'the Uııİversc (Evrenin Çoc ukları) (Londra:
Ailen and Unwin).

230
ya 'nın manyetik alanının yönünün değiştiğini getirir. Bir kayanın
yaşı çeşitli jeolojik ölçütlerden yararlanarak saptanabildiği için,
bu değişikliğin tarihi de saptanabilir. En son manyetik ters dön­
menin yaklaşık 700.000 yıl önce gerçekleştiği ve geçen 76 m ilyon
yıl süresince manyetik alanın aşağı yukarı 200 kez ters döndüğü
ortaya çıkmıştır.
Dü nya 'nın manyetik alanı neden zaman zaman ters dönüyor?
Hatta aslında neden bir manyetik alan var? Çekirdekte çok mik­
tarda demir bulunur, ancak demir parçalarının yol açtığı manye­
tizma çeşidi yüksek sıcaklıklarda kaybolur. Üstelik Dünya'nın
m anyetizması sabit değildir, çünkü manyetik kutuplar hep h are­
ket halindedir. Bu nedenle, manyetizma düzensiz bir süreç sonu­
c unda ortaya çıkıyor gibi görünmektedir. Dünya'nın sıvı çekirde­
ği ve katı mantosu biraz farkl ı hızlarla dön üyorsa, çekirdeğin için­
deki elektrik akımları bir manyetik alan olu ştu rabil ir.
Bu akım ların ve dönüşl erin nereden kaynaklan dığı n ı açıkla­
m ak hala güçtür. Ditfurth, büyüklüğü ve yoğunluğu Dünya'dan
çok farklı olmayan Venüs'ün manyetik alanı o lmadığı n ı bel irtir.
Bunun neden ini de Venüs'ün hiç uydusunun olmamasına bağlar.
D ü nya'n ı n çekirdeği ile mantosun u n dönüş h ızlarındaki farklılık,
oldukça karmaşık bir yoll a, gelgi tlerin yarattığı sürtünme ve bu­
n a bağlı o larak yavaşlamanı n bir sonucu olarak açıklanabilir.
Tah mine dayalı bu düşü nceler Dünya'nı n manyetik alan ı n ı n
kaynağı konusunda bazı açıklam alar getiriyor, ancak neden şim­
d i ve tekrar yön değiştirmediği konusunda bir açıklama getirmi­
yor. Büyük bir göktaşının Dünya'ya çarptığı n ı farz edin; bunun
geçmişte pek çok kez m eydana geldiği n i biliyoruz. Bu çarpma sı­
vı çekirdeği sarsabil i rdi ve hatta dönüşünde aşağı yukarı bin yıl­
lık bir kesintiye yol açabil ir ve bu kesi ntiden sonra ayn ı yönde ve­
ya ters yönde tekrar dönmeye başlayabilirdi. Dünya'nın manye­
tik alanının kesintiye uğradığı dönemde, Dü nya'ya u laşan kozmik
ışınl arın yoğu n l uğunda büyük artış olacaktı.
Bu değişim can l ılarda önemli değişikliklere yol açabil i rdi. Ya­
şamı n bütün biçi mleri radyasyon i l e değiştirilebilir. Radyasyonun

23 1
etk ileri hemen görül mezse, daha son raki nesil lerde kendisini gös­
termeyi bekleyerek, mutasyonlar biçiminde gizlenebilir. İ n sanda,
mutasyonların çoğu zararlıd ır, bitkiler ve daha basit canl ıl ar bun­
dan, evrim i n yeni olanaklar sunması ile yararlanabilir. Bu gerçek­
leştiğinde, yararlı m utasyonlar doğal seçi l i m yoluyla desteklenir
ve zararlı değişiklikler genellikle ortadan kal d ı rılır. Bu d üşünce
çizgisini takip ettikten sonra Ditfurth k itabında bilimin farkl ı bir
dalına yöneliyor.
Okyanus tabanı , bir zamanlar suda yüzen organizmaları n ka­
l ı ntıların ı içeren çökeltilerin ü st üste yığılmış (bazen de sert kaya
oluşturacak şekilde sıkıştırıl mış) k atmanların dan oluşur. Çökelti­
ler ayn ı zamanda, göktaşları n ı n parçalanması sonucu Dünya at­
mosferine dağıl m ı ş demir ve başka metalleri içeren çok sayıda kü­
çük parçacık da barındırır. B u parçacıkların her biri, deniz taba­
nında D ünya'nın manyetik alanı yönünde yerleşmiş küçük bir
pusula iğnesidir.
Petrol aramak için geliştirilen deniz tabanı delme yöntemleri
kullan ılarak, m i lyonlarca yıl boyunca çökelmiş tortuları gösteren
dikey bir delik açmak m ümkündür. Birbiri ard ına sıralanan kat­
m anların m i k roskop altında i ncelenmesi, bazı küçük organizma
türlerinin, göktaşı tozu parçacıklarının D ü nya'nın m anyetik ala­
n ın da bir ters dönme olduğun u gösterdiği zaman larda ortadan
kalk tığın ı (ve görünüşe göre de soyların ın tükendiğini) ortaya
koymaktadır. Bunun nedeni, d iyor Oitfurth, O ü nya'nın manyetik
alan ı n ı n ortadan kalktığı dönem süresince, canlı ların büyük oran­
da artan ve bazı durumlarda bütün türleri ortadan kaldıran rad­
yasyona maruz kalmalarıdır.
B u tahm i n tartışmaya açı ktır. Kozmik radyasyon u n çok azı ok­
yanus yatağına ulaşır, çünkü su tarafı ndan büyük ölçüde emilir.
D ü nya yüzeyinde bile kozmik radyasyon düzeyi , yaklaşık 9 met­
re s uya denk olan atmosfer tarafı ndan kısmen engellenir. Yine de
Ditfurth, evrimin seyrinin, koz m ik radyasyondaki manyetik ters
dönmelerle i lintili artıştan (ve bunun sonucu olarak m utasyonlar­
daki artıştan) büyük ölçüde etkilendiğine i nanıyor . Gel işmesini

232
Dinozorların sonu.

sürd üren bir tür ü n evrimsel gel işme için seçenek yollar sağlaya­
cak sürekli bir m utasyon k aynağın a gereksinimi old uğun u söylü­
yor. Ancak gelişmesin i n doruğuna u laşmış bir türe, örneğin insa­
na, daha fazla mutasyon büyük olasılıkla zarar verir.
Bu bağlamda d inozorların kaderi i lgi nçtir. 30 m i lyon yıl bo­
yunca, büyük, küçük, etobur, otobur, yürüyen, yüzen dinozorlar
Dünya'ya egemen oldu. Sonra, 200 m i ly on yıl önce, sayıları azal­
maya başladı ve yerlerini ilk memeliler aldı. Belki de, diyor Dit­
furth, sonlarını bir radyasyon patlaması h ızlandırdı.
Ditfu rth ' u n cesur iddiaları büyük olasılıkla var olan bilgilerce
doğrulanmıym, ancak kitabı okunmayı hak ediyor, çünkü bilim­
sel araştırmanın bazı önemli alanlarını ilginç bir biçim de ele alıyor
ve çok tekn i k olmayan bir dille, bilimsel k uramları o luşturmada
deney ile k uramsal bilgi arasındaki etkileşimi anlatıyor.

233
İnsanlar
V I I . Böl ü m

İnsanlar

Dehanın İlk İşaretleri


Harvey M . Friedman geçenlerde, daha 1 9 yaşındayken, Cali­
fornia'dak i Stanford Ü n i ve rs itesi ' n i n Matematiksel Mantık
Yardımcı Doçenti oldu . Atama raporunda olağanü stü bir matema­
tik yeteneğine sahip olduğu da yazılıydı ki bun u belirtmek gerek­
siz görülebilir. Friedman 'ın başarısı olağandışıdır, yin e de pek çok
matematikçi erken bir yaşta dehanı n i l k işaretlerini göstermiştir.
1 762 yıl ında Gaspard Monge, 1 6 yaşındayken Lyon 'daki bir
yüksekokulda Fizik Profesörlüğü'ne atan mıştı. Ard ı ndan çok
geçmeden askeri akademiye gitti ve kendini i stihkam kuramına
adad ı . Askerlik sanatının bu kol u n u n amacı, düşman ı n doğrudan
ateşinden korunmak için siperler ve başka engeller tasarlamaktı.
Bu konuya matematiksel açıdan yaklaşarak Monge, uygula­
m ada büyük değer taşıyan ve 1 794 yıl ı n a dek askeri sır olarak
saklanan yeni yönteml e r geliştirdi. Çözdüğü en önemli sorun , üç
boyutlu nesneleri düz bir kağıt ü zerinde, basit b ir üstten görün ü ş

237
(nesnenin yatay düzlemdeki izdüşüm ü ) ve bir yandan goru nuş
(dikey düzlemdeki izdüşü m ü ) k u llanarak çizimle göstermesiydi.
Bu çeşit çizimler gün üm ü zde m ühendislikte ve m imaride son de­
rece yaygın, ancak bu çizim leri ilk yapan Monge'du . Daha sonra
matematiğin başka konularıyla uğraşan Monge, Napoleon 'u n
1 798 yılındaki Mısır sefe ri ne (bilim sel danışman olarak) katıldı
ve İ mparator' un i h ti rası Amerika'ya yön eldiğinde de yine İ mpa­
rator' un yan ında yer aldı.
Cari Friedrich Gauss, üç yaşı ndayken ev ile ilgili hesaplarda­
ki hataları d üzelte rek işe başladı ve dokuz yaşı nda bir aritmetik
dizin i n toplam ı n ı n nasıl b u l unacağını keşfetti . Başka işlerle ilgi­
l en m e k için kendisine zaman yaratmaya çalışan öğret men, sınıfa
l 'den l 00'e kadar bütün sayıl arı toplamalarını söylemişti. Diğer­
l e ri neredeyse daha h esaplamaya bile başlamada n Gauss d oğru
cevabı yaz boz tahtası n ı n üzeri n e yaz mış ve hayretler içinde ka­
lan öğretmene göstermişti. 1 + 1 00 = 1 0 1 , 2 +99 = 1 0 1 , 3 +98 = 101
olduğu n u fark etmiş ve böylece l 'den l O l 'e kadar olan bütün sa­
yıl arın topl am ı n ı n basit b ir biçimde 50x l 0 1 = 5050 olduğun u
b u l muştu.
Bu hikayenin doğTuluğu ya d a yanlışl ığı bir yana, Gauss'un
sonraki başarıları apaçık ortadad ır. 1 8 yaşında, birbirinden tama­
men farklı deneysel ölçümler arasından doğru olması en muhte­
mel değeri elde etmek gerektiğinde bugün de yaygın olarak kul­
lanılan etkili bir yöntem olan, en küçük kareler yöntemini buld u.
Gauss matematiğin h e m e n h e m e n her dalında dehasını göste­
ren son kişiydi . Ancak öğrenci l i k günlerinde l isanl a da eşit dere­
cede i lgileniyordu ve matematikçi ya da dilbilimci olmak konu­
sunda kararsızd ı . Geometri ile ilgili önemli bir buluş yaptığ·ı 30
Mart 1 796 tarihinde kararını verdi.
Eski Yunanlılar yaln ızca cetvel ve pergel kullanarak bir eşke­
nar ü çgen çizmeyi biliyorlardı. Bütün kenarları ve bütü n açıları
birbirine eşit bu tür bir şekil, matematikçiler tarafı ndan d üzgün
çokgen olarak adlandırı lır. Yal nızca eskiçağ· geometrisinin basit
araçlarını kullanarak beş, altı, sekiz veya on kenarlı düzgü n çok-

238
gen ler çizmek zor değildir. Ancak kimse bu işi yedi kenarlı bir
çokgen için yapmamıştı . Gauss bu problemin çözümü olmadığını,
ancak bunun 1 7 kenarlı bir çokgen için yapılabileceğini kanıtlad ı .
Gauss'un 1 7 kenarlı çokgen i l e ilgili buluşu ilk kez 1 8 yıl bo­
yunca tuttuğu bir gü n l ü kte yer aldı. Bu günlükte üzerinde 1 46
matematiksel buluşun kısa anlatı m ların ı n yazılı olduğu yal nızca
1 9 sayfa vard ı r. Bulu şların bir kısmı son derece önemlidir, diğer­
leri n i n anlaşı lması oldukça zord u r. 1 9 Temmuz 1 796'da şun lar
yazılı:

Evreka ! sayı = 11 + L1 + 11

Burada Gauss'un söylediği bütün pozitif sayıların üç adet üç­


gen sayı nın toplamı olarak i fade edilebileceğidir. Bir kağıt parça­
sı üzerindeki üç nokta bir üçgeni n köşelerini gösterir. Benzer bi­
çimde, altı nokta ile (ilki bir, ikincisi i ki, üçüncüsü de üç nokta
içeren ü ç satır halinde düzenlendiğinde) veya dört noktalı bir çiz­
gin i n tabanı oluşturd uğu bir düzen lemede on nokta ile de bir üç­
gen tanımlanabil i r. 3, 6 ve 1 O sayıları ü çgen sayılar olarak adlan­
dırılır ve sonraki sayı lar 1 5, 2 1 , 28 olacak biçimde, dizi sonsuza
dek devam eder. Düzenlilik açısından matematikçiler listenin ba­
şına O ve 1 'i de ekler. Herhangi bir tam sayının üç tane üçgen sa­
yı nın toplanması ile elde edilebileceğini an lamak zor deği ldir. Ör­
neğin, 7 = 3+3+ 1 ve 1 6 = 1 0+6+0.
Elbette ki yaşlı matematik dehaları da vardı. Al bay R.E.B.
Crompton 1 l indistan 'daki ayaklanmada savaşmış ve sonra da
kendi adını taşıyan ünlü elektrik şirketin i kurmuştu . Oldukça ün­
lü bir mühendisti ve pek çok kez Royal Society'nin üyeliğfoe öne­
rilmişti . Öneri sahipleri her seferi nde geri çevrildikleri halde ıs­
rarla önermeye devam ettiler ve sonunda Crompton 1 933 yı lında
87 yaşındayken üyeliğe seçildi. Uzun süre ertelenen bu onur bo­
şa gitmedi, <,' ünkü albay doksan beşine kadar yaşadı .

239
Borgiaların Zehirli Sanatı

Toksikologlar, pek çok İ ngiliz hükümdarın asl ında zehirl enme­


diğine, günümüz hekimleri tarafı ndan keşfedilen bir hastalık olan
porfiriden öldüklerine ilişkin (birkaç yıl önce Britislı Medicaf Jo­
urnaf'da yer alan) iddiaya kuşkuyla ve öfkeyle karşıl ı k verecekler.
U zaktan teşhis konusu elbette ki yeni değil. Bu yöntem sıradan
ölümlülerden çok tarihi kişiliklere uygu l an ıyor, çünkü eski çağla­
rın hekimleri (tıpkı daha yakın zamanların d adıları gibi), kraliyet
ailesine yaptıkları hizmetlerle ilgili küçük hikayeleri kaydederek
gün ü m üz için pek çok kanıt sağladı lar.
Kral 1 1 . Charles'a son hastalığı sırasın da 1 4 hekim bakmıştı.
Kral 'ın hastalığının n e olduğu konusunda kendi aralarında anla­
şamasalar da, uyguladıkları tedavi o kadar kuvvetliydi ki (Maca­
u l ay'e göre) hekim lerden biri " Kraliçeye meslektaşların ı n Kral'ı
öldüreceğine dair söz vermişti . "
Kral 'ın ö l ü m haberi d uyurul u r d uyurul maz zehirlendiğine iliş­
kin söylentiler yayıldı ve "halk tarafından sayısız mantıksız hi ka­
ye anlatıld ı ve bu hikayel ere i nanıldı . " U z u n yıllar sonra ortaya çı­
kan yeni kanıtlar Kral'ın zehirlendiğini ancak bunun kasıtlı olma­
dığını gösterdi.
1 96 1 yıl ı n da Amerikalı iki bilim adamı , ( K ral tarafından
1 660'da k u rulan) Londra Royal Soceity'nin kayıtların a Kral 'ın

.. kendi aralarında anlaşamadılar ...

240
büyük miktarlarda cıvanın d amıtılmasını içeren simya merakını
anlatan bir not ekledi. Bu iki bilim adamı Kral 'ın cıva zehirlenme­
si nden öldüğü sonucuna vardı ve hastalığına ilişkin o döneme ait
raporlarda bu varsayımı destekleyen çok sayıda kanıt buldu.
Yakın zamanda Kral Charl es'ı n saçından küçük bir parça, nöt­
ron etkinleştirme analizi ile i n celendi ve milyonda yaklaşık 53 cı­
va parçacığı içerdiği - normal yoğun luğun on katı- bulundu, bu da
söz konusu metale aşırı maruz kalındığını doğrulamak için yeter­
liydi, ancak zehirlendiğin e ilişkin kuşkuları tamamen ortadan kal­
dırmıyordu. Öte yandan bu saç teli büyük olasılıkla Kral 'ın ölü­
münden birkaç yıl öncesine aitti.
Eski zamanların zehircileri, soylu marifetlerini göstermek için
teknolojinin olanaklarından yararlanan, kendilerini işlerine ada­
mış zanaatkarlardı. Yaptığı işler tarihe geçen ilk zehirci, 1 384 yı­
lında kimyaya b ulaşmadan önce bir halk ozanı olan Paris'li
Wondreto n 'du. Navarra Kralı Kötü Charles'ın emrine girdi ve
Fransa Kralı V I . Charles ile kraliyet k u ru l u nu n birkaç üyesini ze­
hirlemekle görevlendirildi. Wondreton eczacılardan az miktarda
arsenik aldı ve kraliyet üyeleri için hazırlanan çorbaya serpmeye
çalıştı, ancak herhangi bir zarar veremeden yakalandı.
Bu olaydan iki yüzyıl sonra, Catherine de J\1edicis, Navarra 'l ı
Henry'y e, bütün sayfaları na arsenik sürülmüş bir kitap hediye et­
ti. Kitabı önce Henry'nin oğlu I X. Charles okud u ve zehirin bir
kısmını sayfaları çevirmek için kullandığı ıslak parmağı yoluyla
emdi. H ai n li kten kuşkulanarak kitabı yaktı.
Catherine'in zehircisi tarafından kul l anılan karışım büyük ola­
sılıkla bir İtalyan tarifine göre hazırlanmıştı. Azize Caterina Sfor­
za'nın, 1 499 yılında Papa'ya yolladığı Noel mektubu, açılır açıl­
maz alıcısını öldürecek biçimde tasarlanmıştı, ancak komplo za­
m anında ortaya çıkarıldı.
Zehircilik sanatı, İ talya'da Borgiaların en parlak dönemlerini
sürdüğü sırada, en yüksek başarıları elde etti . Bu ailenin, modern
bilimin keşfedemediği, kolayca fark edilmeyen öldürücü bir zehi­
rin sırrını bildiğine i lişkin iddianın kanıtlanması güçtür, ancak ze-

24 1
... Borgiaların en parlak dönemleri . . .

hirlenme on altıncı yüzyıl Romasın ı n soyl u lar ve rahipler sınıfı


açısından ciddi bir tehlikeydi.
İ sviçreli Rönesans tari h çisi J acob Burckhardt, herhangi bir
tabağı n veya k ade h i n içindeki şeylere karışabil e n , tadı fark e d i l ­
m eyen bir tozdan söz ediyord u . B u m adde b üyük olasıl ı k la,
1 00 0 yıldan daha u z u n zaman önce Arap s i myacı Cabir bin
H ayya n (veya Latin cesi ile Geber) tarafın d an b ulu nan beyaz
arsenikti (arsenik oksit) . Bu madde tatsız ve kokusuzd ur ve öl­
d ürücü dozu çok fazla yer kaplamaz. Beyaz arsen i k Borgialar
için biçilmiş k aftandı . Rodrigo Borgia ( Lucrezia'nın babası),
gün ü m üze kadar u laşan bir hikayeye göre, b i r misafiri için ha­
zırladığı zehiri, beceriksiz veya hain biı· h iz m e tç i n i n m arifetiyle
içerek ölmüştü.
Yasaların Akdeniz ü lkelerinden daha katı old uğu İngiltere'de
bi le arsenik tercih edilen bir cinayet aracı olmuştu. Wriothesley'in
1 542 yılına ait tarihsel kaydında bir zehircinin yazgısından söz
ed ilir:

Bu yıl Mart'ın l 7'sin d e, bi rlikte yaşadığı evdeki üç kişiyi zehir­


leyen Margaret Davis adı ndaki bir genç kız Smithfiel d 'de ceza­
lan d ı rıldı .

242
Yaklaşık 200 yıl öncesine kadar kimyacılar cezalandırı l manın
çok uzağındayd ılar, çünkü ölümden sonra vücuttaki arseniği sap­
tamanı n güvenilir bir yol u yoktu; aslında 1 845'de başarıl ı bir de­
ney gerçekleştirilene kadar da olmadı.
Artık hükümdarların doğal nedenlerle ölmesine izin veriliyor.
Ancak zehirciler modern d ü nyan ı n gelişim inde özel bir yerleri ol­
d uğunu iddia edebilir. Zeki heki m ler saraylardak i ani ölümler
için sıradan açıklamalar bulmaya devam ederse, tarihin sayfaları
daha az çekici olacak.

243
Kafa Adamı

Bir şeyin mekanik modelini yapana dek kesi n likle tatmin ola­
mam. Mekanik modelini yapabilirsem o şeyi anlayabil i rim .

Yaklaşık b ir asır önce Baltimore'da d i l e getirilen Lord Kel­


vin'in (o sırada yal nızca Sir W il liam Thomson) bu itirafı, saf ku­
rama karşı uygulamadan gelme kimselerin gösterdiği d i renci des­
teklemek için sıkça alıntılanır. Kelvin yanında, som u n lar, cıvata­
lar ve yedek parçalarla dolu bir çanta i l e dolaşmıyordu; o model­
l eri ni zihninde k uruyordu -veya belki de, tren yolculukları ve ak­
şam yemeği toplantılarında doldurd uğu ünlü yeş il not defterlerin
birine kaydediyordu.
Bili m adamları yaklaşık 400 yıldır, hekimlerse daha da uzun za­
mandır model yapıyor. En iyi model ler daima en son teknoloj iye da­
yanan modellerdir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında göz, kesin
bir biçimde, bir teleskop olarak tanımlanmıştı, ancak sonradan da­
ha çok bir fotoğraf makinesine benzediği anlaşıldı. Beyin bir za­
manlar bir telefon santralıydı, şimdiyse bir bilgisayar. En ilginç mo­
dellerin bir kısmı 200 yıldan daha uzun zaman önce, Newton ve Ga­
l ileo'nun yeni mekanik kuram ının heyecanla karşılandığı dönemde
yapıldı. O günlerin biyomühendisleri kaslarda yaylar, kemiklerde
kaldıraçlar, akciğerlerde körükler ve dişlerde makaslar gördü ler;
günüm üzde torunları daha karmaşık ama her zaman daha yararlı
olmayan modeller yapmak için bilgisayarlar kullanıyorlar.
Çoğu nlukla alaya alınan ama hala ortadan kalkmayan bir za­
manların gözde bir modeli, beyni bir yapboz olarak düşünüyordu .
Frenoloji düşkünlüğü i l e ilişkili olması nedeniyle, b u modele gü­
n ü m üzde genel olarak itibar edil m iyor, ancak modelin az da olsa
doğru tarafları var.
Frenoloji, yaklaşık 1 50 yıl önce ölen Franz Josef Gali adındaki
bir Alman hekimi n çalışmaları ile başladı. Gall 'in dört önermesi var­
dı, günümüzde bunların ikisinin doğrul uğundan şüphe edilmiyor.
Beyin, diyordu, ak lın merkezidir -veya her durumda aklın dış dün­
ya ile iletişim kurma aracıdır. Değişik zihinsel işlevler ve nitelikler,

244
diye devam ediyordu, beynin değişik bölgeleri ile bağlantılıdır. Bu
önermelerden sonra Gali , beynin bölge lerinin ilgili işlevlerini yerine
getirmedeki verimliliklerine göre geliştiğine ve bu gelişmenin kafa­
tası nın şeklinin incelenmesi ile saptanabileceğine inanarak yanıldı.
Gali, beyni dikkatli bir biçimde bölgelere ayırması nedeniyle
kesinlikle saygıyı hak eden büyük bir anatomi bilginiydi. Bir bi­
l i m adamı olarak, h ayvanları n beyin lerinin i nsanlarınkinden te­
mel bir farklılığı olmadığını, yaln ızca kısmen farklı olduğunu
( Darwin 'den önce) gösterdi. Ayrıca, suçluların , beyinleri tarafın­
dan k endilerine zorla kabul ettirilen bir yaradılışın kurbanları ol­
d uğuna inanara'.<, suçbiliminin de öncüsü oldu.
Gall 'i n d üşünceleri kuramsal düşüncelerden çok doğanın göz­
l e n mesine dayanan yeni bir maddeci felsefenin temelini de oluştu­
racaktı. Bu olanak H erbert Spencer'ın ilgisini çekti ve sonraki fel ­
sefecileri de etkiledi.
Gali, aşka eğilim, yemek yemeye eğilim, saygı, dil ve başka çok
sayıda şeyin bölü ml e rini tanımlayarak beyin yapbozunu belli bir
ayrıntıyla tarif etti. O ndan sonra gelenler frenoloj iyi, kendi tapı­
nakları, başrahipleri ve kutsal kitapları ile batıl bir düşkünlük ha­
line getirdiler.
Bir süre önce bir sahafta rastladığım Plırenological Magazi­
ne'in ( Frenoloj i Dergisi) i l k cildinde, söz konusu yöntemin
1 880'deki durumuyla ilgili eğlendirici bilgiler yer alıyor. Kafası
karışan bir m uhabir şunları yazmış:

Yakın geçmişteki bir muayenede, olağanüstü iyi gelişmiş bir


beyin buldum , ahlak i l e ilgili bölge m ü kemmel görün üyordu , akıl
çok iyi ve sosyal organlar iyi, iyi dengelenmiş bir yaradılış ve can­
lı mizaç . . . ancak ince lediğim adam ın bir aptal, bayağı bir şahsiyet
olduğu n u anlayınca çok şaşı rdım . . . Kolayca fark edilen bu k ural­
dışılığı açıklayabil i r misiniz?

Uzman küçümseyici bir uslupla büyük l üğün her şey demek ol­
madığın ı açıklıyor ve sıkıntıya düşmüş soru sahibini n defterini

245
" . . . incelediğim adamın bir aptal. bayağı bir şahsiyet olduğunu
anlayınca çok şaşırd ı m . "

anlamsız bir meslek argosu yağmuru il e d ürüyordu : "yapının sağ­


lığı , n iteliği ve dokusu eşit derecede önemlidir. "
Ayn ı konu ile ilgil i olarak " İ skoç Kraliyet Yüksek Yargı Kuru ­
l u "nda verilen önemli bir karar var. 1 832 'de ölen Wil liam Hen­
derson, frenoloj i biliminin i lerlemesi için 5000 sterlin bırakmıştı.
1 879'da, yeğenlerinden ikisi frenolojinin bir bilim olmadığı gerek­
çesiyle mal varlığın ı n geri kalanını da talep etti . Ancak mahkeme
aleyhlerine karar verdi ve bilime i lişkin bu hoşgörülü yaklaşım
temyizde de o naylandı. Frenolojiyi , antropoloji ve anatomi ile
bağdaştırmayı deneyen Henderson Dersleri 1 92 0'lere kadar de­
vam etti.
Frenoloj i öldü, ancak gün ü müzün nörologları hala, görme ve
işitme gibi oldukça belirgin bir biçimde belli bir bölgeye toplan­
mış çeşitli işlevleri ile beynin haritalarını çıkarıyorlar, böylece de
Gall'in düşünceleri n in doğruluğu n u teyit ediyorlar.

246
Doktor Livingstone

Livingstone Afrika'ya bir m isyoner olarak gitmişti, ancak kısa


bir süre sonra bir kaşif ve sonunda da yasal endüstriyi ve ticareti
özendiren kolonileşme düzeninin kurulması yoluyla köle t icareti­
ni ortadan kaldırmaya kendini adamış bir reformcu oldu. Livings­
tone'un bu uğraşlarındaki başarıları (ve başarısızlıkları) bir he­
kim olarak yaptığı çalışmalarca gölgelendi.
1 836 yılında Genel Tıp Kuru l u yoktu, ancak Livingstone'un
eğitimi biyokimya, bakteriyoloji veya anestezi öncesi gü nler için
yeterliydi . Glasgow'daki Andersonlar'ın Ün iversitesi'nde iki kış
boyunca derslere devam etti ve (bir yıllık bir i l ahiyat eğitiminden
son ra) Londra'daki Charing Cross H astanesi 'nde bi r yıl daha ge­
çird i . Dönem sonu sınavlarının ücretlerini ödemeye gücü yetme­
di ve bu duru m u kabullenerek şöyle dedi:

... bu büyük bir sorun değil . Royal Col lege of Surgeons Belge­
si olsun olmasın , Batsvanalar'ın arasında tıbbi uygul amalar ya­
pabileceği m .

Londra Misyoner Derneği bir yeterlik belgesi olması gerektiğini


düşündüğünden, Livingstone kısa süre liğine Glasgow'a geri döndü
(burada ücretler daha düşüktü) ve Faculty of Physicians and Sur­
geons ( Hekimler ve Operatörler Fakültesi) İ zin Belgesi'ni aldı.
Livingstone etkileyici bir vaiz değildi, ancak tıp uygulamaları­
nın papazlık mesleği n i n önemli bir parçası olduğunu gördü ve kı­
sa sürede bir heki m olarak haklı bir ün kazand ı. Orta Afrika'ya
giden tıp bilgisine sah i p i l k m isyonerdi ve görevin i i nsan sevgisi
ve bi l im sel araştırma azm i il e yerine geti rd i . Kabile büyücülerine
saygıl ı ve nazik davrandı. O nların ilaçlarını kendi üzerinde dene­
di ve yardımcı olacak önerilerde bulundu, ancak bunu hiçbir za­
man kabiledeki hastaların önünde yapmadı.
M i syonerler merkezinin alışılmış çalışma düzeni içinde d ur du­
rak bilmeden çalışıyordu ve tıp alanındaki becerisi nedeniyle ka­
tılma olanağı bulduğu keşif gezilerinden hoşnuttu. Afrika'yı keş-

247
Kabile büyücülerine saygılı ve nazik davrandı.

fetmek için daha önce gelenler sıtma nedeniyle ağır can kayıpları
vermiş, kimi zaman gelenlerin hepsi ölmüştü. Livingstone hasta­
lığın nedenini bilmese de, sıtmanın görüldüğü yerlerde sivrisinek­
lerin bol olduğuna ilişkin önemli bir gözlemde bulundu.
Uyguladığı tedavi cesurca ve doğruydu : y üksek dozlarda ve
sık aralıklarla kinin. Tıbbın o rtaya çıkışına kaynaklık eden bü­
yülerin etkisin i d e kabul edere k ilacı şiddetli bir müshil ile karış­
tırmıştı. Livingstone'un ilacı (Zambezi Uyaranı olarak da bili­
n i r) ölüm oranını aşağıya çekmede çok başarılı olmuştu. Li­
vingstone daha 1 85 2 'de, ateşli hastalıkların tedavisin d e termo­
metre ve ıslak bez k u llanıyo rd u . Bu yöntemler o zamanın Bri­
tanyası'nda bile alışılmamış şeylerdi. Ancak kimi zaman tedavi
etmeye olan hevesi bilgisini aşıyo rd u . 1 858'de bir çiçek hastalığı
salgını baş gösterdiğind e ş u nları yazdı :

Aşı maddesi virüsü elde etmek için bir i neği aşılamayı amaçlı­
yorum .

Daha sonra n e yapacağı konusunda emin deği ldi, ancak aşıla­


ma tutmadı ve deney yarıda kaldı. 1 849'da Simpson'ı n Edi n­
burg'daki çalışmasını okuduktan sonra şöyle yazıyordu :

Bir miktar kloroforma sahip olmayı çok isterdim . . . iğreti bir


imbik ile biraz elde etmeyi denemeliydim belki, ancak burada sı-

248
caklık çok yüksek ve k loroform da çok uçucu . . . Bir m iktar k lora!
ve bir imbik temin edemez miyiz?

Diğer bütün büyük kaşifler gibi Livingston e da tuhaf biriydi,


ancak merakın ı n ve dik kafalılığı n ı n birleşimi onu (geleneklere
aykı rı da olsa) başarılı bir hekim yaptı . Aslında, tıp alanındaki
çalışmaları Afrika'n ı n kapıları n ı n açı l m asına önemli bir katkıda
bulundu.

249
Elektrikli Sandalye

Glasgow Ü niversitesi, eski öğrencilerinin ve on ların geride bı­


raktıkları eşlerinin cömcrtliğf od e n bir hayli faydalanıyor. Düzen­
li bir biçimde ü niversiteye u laşan kitaplar, resimler, elyazmaları
ve cüppeler, arşivleri, galerileri, kütüphaneleri ve törenlerde ser­
gilenen elbise dolaplarını zengi n leştiriyor. Senato'nun son yıl lık
raporunda belirtilen armağan içi nse farklı bir sergi mekanının bu­
lunması gerekecek. Raporda şöyle deniyor:

. . . Old College'a ait bir sandalye; Anatomi Bölümü üyelerinin


bir katilin cesedini bu sandalyeye oturtarak galvanizleme yoluyla
canlandırmaya çalıştığı söyleniyor.

G lasgow Tıp Fakültesi'nde, B u rk e ve Hare ( l 820'li yıllarda


k u rbanların ı öldürd ükten son ra cesetlerini bilimsel araştırma ya­
pan bir anatomi bilginine satan katil ler) ile iş yapacak türden ye­
n iden can landırmacılar hiç desteklenm edi, ancak anatomi dersi
öğrencilerinin (çoğun lukla öğretmenlerinin yardımcı olduğu) gc-

"ı\natomi Böl ümü üyelerinin hir katilin cesedini bu sandalyeye otu rtarak
canlandırmaya c,· alıştığı söyleniyor. "

2 !i 0
... anatomi dersi öğrencileri n i n (çoğunlukla öğretmenlerinin yardımt'ı old uğ·ıı)
gece c;alışmalanna ses c;ıkarılmıyordu .

ce çalışmalarına da s e s çıkarı l m ıyord u . 1 8 1 4 yı lında, Granville


Sharp Pattison (anatom i bölü m ü n ü n bir okutmanı) , Andrew
Russel l (cerrahlık bölü m ü n ü n bir okutmanı) ve iki öğrenci
" Ramshorn Churchyard 'dan bir ceset çalm a ağı r suçuyla" yargı­
landı. Aklandılar, ancak yargı laman ı n adil ol madığı kuşkusu var­
dı ve Pattison ülkeyi h e m e n terk ederek Amerika Birleşik Dev­
l etleri' ne gitti.
Anatomicilerin suç kapsamına giren faaliyetlerinin böylece en­
gellendiği söylenebil ir, ancak bil i m beklenmedik bir yerden yar­
dım aldı. Lanarkshire 'lı bir madenci olan Matthew Clydesdale,
1 8 1 8 yı l ı n ı n Ağ·ustos ayında kazma ile yaşlı bir adamı öldürd ü.
Mahkemesinde Yüksek Hakim Ku rul u ,

. . .idam gü nüne kadar sadece ekmek v e suyla beslenmesine ve


idam edildikten sonra da cesedinin, Glasgow Sulh Mahkemesi
görevl ileri tarafından, herkesin izleyebileceği biçimde kesilip par­
çalara ayrıl ması için, Glasgow Üniversitesi Anatomi Profesörü
Dr. James J effrey'e teslim edilmesine karar verdi.

4 Kasım 1 8 1 8'de katilin cesedi askerler ve polis memurları n ı n


eşliğinde High Strect'deki O l d College'a taşındı. Anatomi Salonu
kalabalıktı ve Profesör �Jeffrey'nin, Andrew U re'un (bir kimya

2fı l
hocası) ve diğer meslektaşların ı n yardımıyla, cesedin üzerinde ye­
ni bir gal vanik pil ile deney yapacağı d uyu lduğunda salondaki he­
yecan arttı.
Büyük toplumsal reformcu ve on dokuzuncu yüzyıl Glasgow
tarihçisi Peter Mackenzie'nin d ü rüst kaleminden çıkmış olmasay­
dı, ortaya ç ı kan olağanüstü manzaraya ilişkin an latılanlara inan­
mak zor olacaktı.
Cesedin "izleyicilere bakacak biçimde büyük bir sandalyeye
otu rur vaziyette yerleştirildiği n i " anlatıyordu Mackenzie. Körük­
lere bağlanmış ve pil gerilimi uygulanmış iki boru, Clydesdale'in
burun deliklerine yerleştiril m işti. Cesedin göğsü inip kalkmış,
kolları ve ayakları hareket etmiş ve (Mackenzie bizi temin eder
ki) sandalyeden kalkıp ayakta durmuştu.
Öğren ci lerin bir kısmı bağırmış, bir kısmı da bayı lmıştı ve "da­
ha dayanıklı bir grup öğrenci, galvanik pil i n başarısına seviniyor­
m u ş gibi alkışlıyord u . " Tıp fakültesi bir süre şaşkınlık içinde kal­
mıştı. Daha sonra Profesör Jeffrey neşterini çıkarmış ve Matt­
hew Clydesdale ikinci kez idam edilmişti.
Talep devam etse de, bu olaydan sonra yargıçlar kesip incelemek
için fakü lteye başka ceset yollamadı. Edinburgh 'da, 1 828'de yasa­
lar engel olana dek, Burke ve Hare'in sunduğu hizmetten yararla­
nıldı, ancak Glasgow 'da bu konudaki ilerleme daha kesintili oldu.
G lasgow Tıp Fakültesi iyi bir üne sahipti ve çok sayıda öğren­
cinin i lgisini çekiyordu . Anatomi sınıfı çoğun lukla 200 kişiyi geçi­
yordu, ancak kadavra konusunda bir sıkıntı yoktu: James Co­
u rts'u n 1 909 yıl ında yayım l anan ü niversite tari hi kitabında sakı­
narak belirttiği gibi, " İrlanda ile yapılan çok sayıda görüşme bu­
nu kısmen açık l ıyord u . "
J effrey anatomi incelemelerini yasallaştırma amacı taşıyan
kampanyada önemli bir rol oynadı . Bu kampanya 1 832'de yürür­
l üğe giren Anatomi Yasası ile sona erdi. Jeffrey neredeyse 58 yıl
profesörlü k yaptı (bu yalnızca, 1 76 1 'den 1 820'ye dek Doğu Dil­
leri profesörlüğü yapan Patrick Cu min tarafından geçilen bir re­
kord ur) ve yerini Ailen Thomson 'a bıraktı.

252
Yeni profesör, içinde çok sayıda k afatası ve iskelet olan J eff­
rey'nin anatomi koleksiyonunu fakültenin satın alması için giri­
şimde bulundu. Galvanik pilden hiç söz edilmiyordu, ancak o ra­
hat sandalye, Thomson'ın torun u , Argyl l , Connel'li Bayan G. J .
Robertson'ın ü niversiteye verdiği son armağan olarak Anatomi
Salonu 'nda kaldı.
Clydesdale u n utulmayacak; kaçınılmaz yok oluşuna doğru git­
mek için elektrik yardımıyla üzeri nden kalk tığı sandalyenin de
anatomin i n ü rkütücü tarihinde hep ayrı bir yeri olacak.

253
John Dee ve Donanma

lan Fleming'in James Bond'u yaratmasından çok önce Ajan


007 gizli görevlerde k u l lanıl ıyordu. İ l k büyük casus, Elizabeth
dönemi si myacısı ve yıldız falcısı Dr. John Dee, çoğu n lukla şar­
latan olarak görüldü, ancak artık askeri istihbaratı n cesaret iste­
yen bazı önemli işlerini başarmış biri olarak tan ı n ıyor.':'
1 52 7 yılında doğan ve Cambridge'de eğitim gören Dee, Trinity
College'da Yunanca dersi verdi ve Aristophanes'in bir oyununun
sahnelenmesinde ustaca tasarladığı gösterişli sahne efektleri ne­
deniyle başlangıçta bir sihirbaz olarak ü n lendi.
1 . Elizabeth 1 558'de tahta ç ıktığında, (yıldız fallarından iyim­
ser sonuçlar çıkararak bir önceki h ük ü mdarın döneminde Eliza­
beth'i cesaretlendiren) Dee, taç giyme töreni için uğurlu bir gün
saptamakla görevlendirildi. Yeni Kraliçe halkın kendisini kabul
edeceğinden emin değildi, ancak her şey yolu nda gitti ve Dee 'nin
etkileme gücü böylece onaylanmış oldu.
Kral içe ona " Gözüm kulağı m " biçi m i nde hitap ediyordu ve
Dee 'nin ambleminin iki halkasında bu ü nvan kullanılıyordu. 7 ra­
kam ı n ı n büyülü özellikleri vardı ve büyülü d ü nya ile yakınlığ·ı
özellikle belirtmek için kullan ı l m ıştı.
Bu birleşim Dee 'nin yöntemini tam olarak anlatıyord u. Krali­
çe'nin ilgisini çekecek şeyleri onun adına izliyordu ve hazırladığı
istihbarat raporları daima meleklerle yapılan konuşmalar veya
ruhlar dünyasından gel e n diğer haberler olarak gösteriliyord u.
Dee, puslu bir cam küreye veya parlatıl mış b ir madenköm ü rü
parçasına baktığında geleceği görüyordu. Ruhlar kimi zaman cam
kürede görünüyor, ancak çoğunlukla odada beli riyorlardı. Ruh ları
çağ·ıran kendinden geçtiğfoden, gelen haberler ancak iki kişilik bir
ekip tarafından kaydedilebiliyordu. Dee, haberlerin yardımcısı ka­
hin Edward Kelley tarafından kağıda geçirildiğini iddia ediyordu.
Ancak düşüncelerinin ve kehanetlerinin bir kısmı büyük olasılıkla

::: Richard Dcacon 1 9h8 Jolın Dec ( Londra: ı'\lu llcr).


!'eter , J . French 1 972 John Dee: Thc \Vorlcl of'an lôliz<1 i>cıhan ı'1agııs (,Jolın Dcc:
lliı· ��l izabeth Dönemi llüyüdisü n ü n Dünyası) (Londra: Rou tlt'dge and Kcgan l'a u l ) .

254
...yıldız fallarından iyimser son U<,·lar \·ı kararak ...

bilinçli bir şeki lde hazırlanıyor ve haberlerin zamanı ndan önce


açıklanmasını engellemek, inandırıcılığı sağlamak veya olası hata­
lara karşı bahaneler bulmak için esrarlı bir hava katılıyordu.
5 Mayıs 1 583'de meleklere soruldu:

Dün salonumda benimle birlikte akşam yemeğinde otururken


E. K'nin görüşüne sunulan kehanetle i lgil i olarak ... Yani, o koca­
man denizi ve hemen arkası ndan çok sayıda gemiyi ve bir kadının
elinin uzun boylu kara bir adam tarafından kesilmesini nasıl yo­
rumlamamız gerekiyor?

Yanıtı melek U riel verdi:

İ lki, bu ülkenin refahına karşı yabancı güçlerin kısa bir süre


sonra sald ırıya geçmek üzere hazırlandıklarına işaret eder, diğeri
i se İskoçya Kraliçesi 'nin çok geçmeden öleceğfoi gösterir.

Dee 'nin bir sayfanın kenarına d üştüğü not bir balta resmi ile
birlikte "İ K'nin kellesi uçurulacak " sözleriydi. Mary Stuart'ın
yazgısın ı yetenekli herhangi bir siyasal bilim öğrencisi de tahmin
edebilirdi, ancak diğer kehanet daha öneml i. O sı rada yeni başla­
mış olan İspanyol Donanması 'nın kuruluş h azırlıkları na değini­
yord u. 1 585 yılının Aralık ayında Thomas Rogers, İspanyol l i man­
larında inşa edilen gemilerle i lgili haberlerle Dartmouth'da karaya

255
ayak basana kadar, Elizabeth'i n istihbarat servisinin resmi başı
Walsingham, kendi ajanlarından hiçbir şey duymamıştı . Dee'nin
iki yıl önceden bun u açıklaması geleceği görme yeteneği biçimin­
de açıklanabilirdi, oysa büyük olasılıkla becerik li ve atılgan casus­
l uğun bir işaretiydi.
Dee'nin, İ ngiliz deniz gücünü neredeyse yok edecek olan İspan­
yolların gizli planını engellemek için harcadığı çaba daha da önem­
lidir. 1 585 yılında, Prag'dayken Francesco Pucci'den (bir başka bü­
yü araştırmacısı), İspanya Kralı Felipe için çalışan bir grup Fransı­
zın, İ ngilizlerin gemi inşa etmesini engellemeyi amaçlayan bir görev
üstlendiklerini duydu. Fransızlar buluşma yerine "üç yıl sona erme­
den ve dokuz adam gezmeye başlamadan önce" varacaklardı.
Dee hemen, meleklerle yapıl mış bi r konuşmanı n kaydıyla bir­
likte Londra'ya bir haberci gönderdi. Ruhlar d ü nyasından gelen
bir ziyaretçi olan Madini uyarıyordu : "Yangın , büyük bir yangın
tehlikesi görüyorum." Dee, " Ü ç yılın ve Dokuz Adamı n önemi
nedi r ? " diye sorduğunda şu yanıtı ald ı : " Dokuz, Dean Kraliyet
Ormanı 'nı n Muhafızları. Akrep burcu mahlukları n ı n ç ıkaracağı
yangın a karşı mücadele etmek zorun dalar. "
Kraliçe'nin danışmanları kısa bir süre sonra mesaj ın şifresini
çözdü. Dean Kraliyet Ormanı donanmanın ana kereste kaynağıy­
dı. Dokuz, üç yılda bir gerçekleştirdi kleri denetimleri yapmak
üzere olan ormancı heyetiydi. Düşman ajanları ormanı ateşe ver­
meyi ve gemi inşa programını bozmayı amaçlıyorlardı.
Kraliyet ormanı görevlileri alarma geçirildi, İspanyol ajanlar
planlarıyla birlikte yakalandı ve tehlike önlendi. Dee, yapımı sü­
ren donanmaya karşı yıldız falı tahm i nlerini psikoloj ik silah ola­
rak kullanarak etkinl iğini sürdürdü ve İ spanyolların hırsı n ı n başa­
rısızlıkla sonuçlanacağı nı başarıyla tahmin etti. U z un meslek ha­
yatı boyunca başka pek çok başarı elde etti, ancak Prag'ta tek ba­
şına gerçekleştirdiği karşı casusluk faaliyeti sonraki 007'nin başa­
rıları n ı bile aşar niteli kteydi .

256
Wittgenstein'a Ders Verdim

. . . Çok uzun sürmedi ama ilginç bir deneyimdi ve bu arada ben


de bir şeyler öğrendim.
Yirminci yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan Wittgenstein,
1 939 yılında Cambridge'de Felsefe Profesörlüğü 'ne getirildi. Savaş
sırasında değil felsefe öğretmek, d üşünmenin bile güç olduğunu
anladı ve Londra'daki Guy's Hastanesi'nde hademelik yapmaya
başladı. Kendisi ne daha uygun bir iş seçmesi gerektiği yoll u bü­
tün önerileri reddetti, ancak sonunda ayn ı h astanedeki bir Tıbbi
Araştırma Konseyi biri m ine laboratuvar görevl isi olarak geçmeye
ikna edildi. Söz konusu birim travmaları araştırmak üzere kurul­
muş, ancak savaş tahmin edilen fe lakete yol açmayınca işe yara­
maz hale gelmişti. Bir s ü re sonra ekip, tersanelerde ve kömür ma­
denlerindeki kazalarda yaralanan larla i lgilenmek üzere Newcast­
le'a taşındı.
Wittgen stein sade yaşam biçimini koruyarak ekip ile birlikte
gitti. Eski öğrencilerinin ve filozof arkadaşların ı n kalacak yer
önerilerini kibarca geri çevirdi ve sert bir yatağa, tahta bir sandal­
yeye ve çıplak bir zemine razı oldu. Kendine özgü alçakgönüllü­
ğü başka biçimlerde de o rtaya çıkıyordu: King's Col lege'ın (şim-

... ancak uygulanmasının mümkün olmadığını anlattım.

257
di Newcastle Ün iversitesi) kütüphane görevlisi, Ludwig Witt­
genstein'm kütüphanede okuma ayrıcalığından yararlanabileceği­
ni belirten ve iki gen ç hekim tarafından imzalanan bir tavsiye for­
mu önüne geldiğinde şaşırı p kalmıştı .
Çok geçmeden Wittgenstein araştırma biriminin bilimsel çalış­
maları na da ilgi duymaya başladı. Bu anlaşılmaz bir şey değildi,
çünkü felsefeye yönelmeden önce Avusturya'd a yetenekli bi r m ü ­
h endis v e iyi b i r matematikçiydi.
Bir profesör, Wittgenstein 'ı çalıştığım laboratuvara getirdiğin ­
de v e elektronikle ilgili küçük bir problem kon usunda o n a yar­
d ımcı olup olamayacağımı sorduğunda, ben de en az kütüphane
görevlisi kadar şaşırmı ştım .
" Bir paradoks buldum, " dedi fi!ozot "ve bunu anlayamıyo­
ru m . " Bir yükselteç yapmak içi n uğraşıyordu ve nasıl işlediğini
incelemek için çalışmasına ara vermişti. Giriş sinyalinin elektron
lam bası n ı n ı zgarasına uygulandığını ve çıkışın elektron lambası­
nın anotu ile pil arasında bir elektriksel direnç boyu nca oluştuğu­
nu görmüştü. Yükseltme miktarı dire ncin büyü klüğü ne bağlıydı.
" Direnci yükselti rse m " diyordu , "daha fazla yükseltme e ld e etmez
m iyi m ? " Bunun tamamen doğru olduğunu söyledim . "O halde,
direnci sınırsız artırırsam, sınırsız yükseltme elde etmem gerekir,
h atta sonsuz - ki bu da saçma."
Söylediği şeyi n kuramsal açıdan doğru olduğu nu, ancak uygu­
l an ması n ı n mümkün ol madığını anlattım . Pil geriliminin bir k ıs­
mı, devredeki dire nci yenmek, böylece de anotu, elektron lamba­
sının çalışması n ı sağlayacak kadar yüksek geri l i mde tutmak için
k ullanı lıyordu . Bu nedenle sonsuz yükseltme sadece sonsuz güç­
lü bir pil ile sağlanabilirdi.
Çizdiğim şemaya sessizce baktı, sonra bana döndü. "Anlıyo­
"
rum, dedi "Aptalın tekiyim ben, aptalın teki. "

258
Bazı Tuhaflıklar

r"
. 1
) \
V I I I . Bölüm

Bazı Tuhaflıklar

Tanrısal Geometri
Yarımada Savaşı 'ndan sonraki hemen bitecekmiş gibi görünen
barış döneminde, Kraliyet Donanması Komutanı William Smyth,
Avrupa ve Afrika'nın Akdeniz kıyılarının haritasını çıkarmakla
meşguldü. Ufukta bir İ spanyol gemisi belirdiğinde kaygılanmıştı,
ancak ziyaretçinin niyetin i n dostça olduğu anlaşıldı. İ s panyol
kaptan ayrılırken, büyük bir güm üş tabak hediye ederek iyi bir ev
sahibi olduğunu gösterdi. Smyth şaşırmıştı, ancak kendi Deniz
Almanağı'nın ciltlerinden oluşan bir takım vererek vaziyeti kur­
tardı. Armağan gıcır gıcır durumdaydı, çünkü fizik, tıp ve Eski
Mısır uygarlığı konularındaki bilgisi ile ün yapmış Thomas Yo­
u ng tarafı ndan hazırlanan bu Almanak o kadar yanlışla doluydu
ki, hiçbir B ritanyalı gemici ona bakmıyordu bile. İspanyollar
uzaklaştı ve bir daha d a hiç görünmediler. S myth, Fransız ve İ tal­
yanların rota tablolarını kullanarak kendi sularına döndü ve bir
amiral olarak öldü.

261
Yanl ış düşü nceleri değerlendirmedeki becerisi, 26 yaşında İs­
koçya Kraliyet Gökbilimcisi olan oğlu Charles Piazzi Smyth'e de
geçti . Oğul Smyth yetenekli bir gökbilimciyd i, ancak ömrünün
büyük kısmını Büyük Gize Piramidi'ni i ncelemeye harcad ı.
Yaklaşık 5000 yıl önce i nşa e d i l e n M ıs ır Piramitleri, Herodo­
tos 'u n N i l I rm ağı boyunca yaptığı gezileri yazmasından beri bilim
adam larını büyülemişti . Smyth, Piramitler'in göm üt olduğun u
düşünüyordu; diğer gezgin ler i s e bunları, t a h ı l ambarları, gözle­
m ev leri, sellerden korunmak için sığınaklar veya Nil'in kenarın­
daki ek i lmiş alanlara çöl k u m u n u n yayıl masın ı önleyen bentler
olarak tanı mlıyord u .
Büyük Pi ramit 'i n , geçm i ş ve gelecekteki olayları i çeren özen­
le kodlanmış bir m e saj olduğu d ü şü ncesi, Piramit'in boyutları­
n ı n D ü nya'n ı n Güneş'ten olan u zaklığı ve Kutsal Kitap'taki za­
m a n dizimi ile i lgil i old uğu n u iddia eden J o h n Wilson i l e 1 850'li
yıl larda o rtaya çıktı . 1 860 yıl ında, Londra'lı bir yayımcı olan
John Taylar, P i ramit'i n N u h Peygamber tarafından tasarlandı­
ğını ve boyutların ı n , N u h 'u n gemisin i n , Tabernacul um 'u n ve
Kud üs Tapın ağı 'nın yapımında k u l lanılan k u tsal k o l boyuna
(dirsekten ortaparmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir
u z u n l u k ölçüsü) d ayandığı n ı i leri sürdü. Smyth, Taylor 'ı n dü­
şüncelerini d estekledi, ancak m imarın ı n N u h Peygamber deği l ,
K u d ü s Kralı Melkised e k olduğun u düşünüyord u . 1 865 yıl ında
Gize'y e bir araştırma gezisi düzenledi ve u z u n süren ölçümler
yaptı. Ayn ı zaman d a, bir magnezyum flaşı k u l l anarak ilk kez iç
geçitlerin fotoğrafını çekti.
Smyth , Pirami t'in her bir kenarının dikey yüksekl iği ne oranı­
n ı n neredeyse tam olarak 7t: sayısının yansı olduğun u fark etti. İb­
ranilerin bir dairenin çevresi ile çapı arasın daki ilişkiyi bilmesi
m ü m k ü n olm adığından, Piramit'i inşa edenler Tanrı tarafından
esin lendirilmiş olmal ıydı lar. Smyth aynca, Piramit'in uzun l uğu­
nun 365'e bölü nm esin i n yakl aşık 63 cm son ucunu verdiğini iddia
ediyo rdu. Bu u z u n luğ·u Kutsal Kol Boyu olarak tanımlıyord u . Bu
kol boyunun 2 0 m i lyon katının Dünya'nın eksen u z u n l uğuna eşit

262
. . . ve uzun sü ren ölc;ümlcr yaptı.

olduğunu ve Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin Piram it'in


yüksekliğinin bir milyar katı old uğun u hesapladı. İşini sevmeye
başlayan Smyth, diğer boyutların, Dünya'nın yoğun luğu, Yarat ı­
lış ve Tu fan tarihi ve yeni bir sıcaklık derecelendirmesi ile bağlan­
tısın ı gösterdi. Dahası, Britanya'da ku l lanılan inç ölçüsü de kol
boyu ile ilgiliydi ve daha o gün lerde savun u l maya başlanan met­
rik sisteme geçil memeliydi.
Smyth 'in m odası geçmiş birimleri çokça eleştirildi, özellikle de
Sir James You ng Simpson tarafı ndan. Bu öncü anestezist ve
amatör arkeolog, 1 868 'deki bir toplantıda Smyth'in kuramlarını

... pek çok aciz kad ın ın ve birkaç kadınsı erkeği n inandığı, baş­
ka kimsenin de inan madığı bir dizi tuhaf kuru ntu

olarak tan ı mlayarak, Edi nburg Royal Society üyelerini kahkaha­


larla güldürdü. Simpson, şapkası nın kenar uzunluğu n u n Dün­
ya'nın ekseninin yirmi m i lyonda biri olduğunu açı klayarak devam
etti. Smyth bu eleştirilere şöyle karşılık verdi:

Sözde ölçüm, Sir I saac Newto n 'ı n saptadığı gibi M u sa Pey­


gamber'in k utsal kol boyu yeri n e şapka ile gerçekleştiri l miştir;
yaklaşım ciddiyetten tamamen uzaktır, ü stelik geniş, eğitimli bir
dinleyici topl u l uğu tarafından da sevinçle karşılanm ı ş gibi gö­
rünmektedir.

263
Yine de Smyth'in girişimi, orta Victoria döneminin büyük mü­
hendisi Mcquorn Rankine'den cesaret alanlar (bunların arasında
gök bilimci Sir John Herschel de vardı) tarafından destekleniyordu:

Bazıları milimetrelerden söz ediyor, bazıları kilogramlardan,


Ve bazıları da desilitreden bira yudumların ı ölçmek için;
Fakat ben Britanyalı bir işçiyim,
Okula gidemeyecek kadar yaşlıyım :
Bu yüzden l ibre i l e yerim ve kuart i l e içerim,
Ve ü ç ayakl ı k cetvelimle çalışırım.

Rankine şakacıydı , oysa H erschel ve onun destekçileri ciddiy­


diler. Sonunda itirazları baskın geldi ve Britanya ondal ı k para sis­
temini benimsemek ve metrik sisteme geçişe bir başlangıç yap­
mak için bir yüzyıl daha beklemek zorunda kal d ı .
Smyth'in yöntemi -Piramit'in boyutların ı kronolojiye, geçmişe
ve geleceğe çevirmek -pek çok m üridi tarafı ndan uygulandı ve ge­
liştirildi. Peter Lemesurier bunların en sonuncusuydu ve şüphesiz
en gayretlilerden biriydi . Bir h ayli kalın olan kitabı':' Piramit'in bo­
yutlarının ve malzemesinin şifreli bir mesaj içerdiği iddiası ile baş­
lar. Kireçtaşı maddesel dünyanın işleyişini simgeler; granit sonsuz­
l uğu i fade eder; havalandırma bacaları ölümlülükten kaçışı simge­
ler; bir yıl kimi zaman bir inç ile, kimi zaman da bir inçin beşte bi­
riyle gösterilir; 35,76 inç yeniden d ünyaya gelme anlamındadı r;
37,995 inç ölümü ifade eder ve diğer çeşitli uzunluklar veya sayılar
mükemmellik, yetişkinlik, şiddetli ceza ve benzeri şeylerle ilgilidir.
Piramit'in çevresinde ve içinde bu özenle h azırlanmış şifre ile
dolaşan Lemesurier, piramidi i nşa edenler tarafından u staca giz­
lenen kehanetleri n, matbaanı n bulun ması, Luther'i yasadışı i lan
eden Oiet Worms fermanı, 1 767 yılında Amerika'n ı n çaya vergi
koyması, Fransız Devrimi, Marx'ın Komünist Manifestosu ve
1 9 1 4- 1 8 arasındaki savaş ile nasıl doğr ulandığın ı gösterir.

''Peteı- Lemesurier 1 97 7 Tlıe Grea t Pyramid Decoded ( Büyük Piramit'in Çözülen


Sırrı) (Lon<lra: Compton Russell).

264
Geleceğe i l i ş k i n diğer kehanetler daha b e l irs izdi, b u nların
arasında yeni bir Mesih Çağı (bunun için h azırlı k l ar l 933'te
b aş l adı) ; 1 985'te fani d ünyaya bir ö l ümsüz akını ; 2 039'da son­
suzluktan b i r h aberc i n i n gel i ş i v e 2989 yıl ı n d a b i r mutluluk
d ö n e mi ni n başlangıcı da vardı. Pirami t ile ilgili daha önceki
araştırmacıların k eh anetleri k i m i zaman daha h eyecan vericiy­
d i . Dünyan ı n sonu i ç i n 1 844, 1 88 1 ve 1 953 gibi kesin tarih le r
v e ri l m işti - b u i sabetsiz atışlara rağme n b u m e rak hala devam
e d iyor.
Lem esurier, geleceği gördüğü n ü kanıtlamak için Kutsal Ki­
tap'a göndermeler yapar ve en sonunda Mesih Planı 'ndan söz
eder, "planın amacı ölüm ve umutsuzluk dağların ı delen bir
otoyol o luşturmak ve i nsana ö l ü m süzlüğün bereketli yaylal arı­
n ı açmaktır. " Alexander Woolcott' ı n bir restorandak i 1 2 sayfa­
l ı k bir m ö n üyü okuduktan sonra dediği gibi: " İtiraz edilecek
bir ş ey yok. "
Büy ük Piramit'in Çözülen Sırrı b u konuda yazıl m ı ş tek kitap
d eğil, ancak türü n ü n en yeni ve en önemli örneği. Görünürde
belli bir amaç yokken, çok fazla emek harcayıp bu edebi pira­
mit kitaplarını yazdıran şey n e ? Yazma arzusu i nsana öyl e ko­
l ayca gelmez. Doğru, Rossin i bir kirli çamaşır l istesini bile mü­
ziğe dönü ştürebi l eceğin i söylemişti; ancak P i ramit 'in ölçümü
konusunda i l k merak l ılardan biri olan lsaac Newton daha cid­
di bir konu bulamadığı için Piramit'le ilgi l e n m i ş olamazdı, asl ı n ­
da Smyth de öyl e .
İ n sanların eşitliğine olan inan ç ve bunun sonucu olarak da bi­
lim adamlarına duyulan güvensizlik belki de daha önemli bir et­
kendir. Bütün işçi temsilcileri, ü lken i n nasıl yönetileceğini Mali­
ye Bakanlığı 'ndaki ekonomistlerden daha iyi bilir. Bilim adamla­
rının teknolojinin gerçek veya hayali başarısızlıkları nedeniyle
suçlandıkları bir çağda, anlaşılması zor kuramların eksik tarafla­
rının, doğaüstü alemle i l işkili olduğu için açıklama gerektirmeyen
halk b ilgeliği veya doğal duyular tarafından açığa çıkarılabilece­
ğine inan mak hiç de zor deği l .

265
Doğaüstü şeylere duyulan saygı , kaynağın ı rastlantıları olağan­
dışı bir şey olarak değerlendiren yaygın inançtan alır. Aslında,
rastlantı, özellikle sayılar dünyasında, çok yaygı ndır. 1[ sayısının
Piramit'in boyutlarında esrarengiz bi r biçimde ortaya çıkışının,
birkaç yıl önce T. E. Con nolly adında bir elektronik mühe ndisi­
nin i leri sürdüğü gibi, basit bir açıklaması olabil i r. Mısırlılar uzun
mesafeler (örneğin bir p i rami d i n taban uzunluğu) boyunca taşla­
rı taşımak için yuvarlama silindirl eri k u l lanmış olabilir. Bir kol
boyu uzunluğunda çapı olan bir silindir sonuçta, her dönüşte 1[

kol boyu kadar bir uzu n l u k kat eder. Bu yöntem, Piramit'in yük­
sekliği ile taban uzunluğu arasındaki oranı açıklar.
Bir kalemi ve hesap makinesi olan herhangi biri kolayca esra­
rengiz rastlantılar dizisi üretebil ir. Bir astronomik yıldaki gün sa­
yısı (365, 242) n: sayısın ı n karesi ne bölündüğünde son u ç 37, 0'dır -
yan i santigTat cinsinden vücut sıcakl ığı. Ness Gölü 'nün ( İskoç­
ya'da, içinde bir su canavarın ı n yaşadığına inanılan bir göl ) uzun­
l uğu 22, 75 mil veya 40.040 yardadır, bu da orada on tane dev ol­
duğunu ve Yaratılış'tan bu yana orada bulundu klarını gösterir.
H e r harfe, alfabedeki sırasın a göre bir sayı verir ve son ra da bu
sayıları Başpiskopos U ssher, Peter Lem esurier ve I nverness i lçe­
si Canavarı aşkına toplarsak sonuç 666 olur ki b u da gölü n derin­
liklerinin gerçekten bir yaratık -hatta belki de bir Yaratık- tara­
fından işgal edildiğini kanıtlar. ..

266
Bilimsel Yeraltı Araştırması

Asdic (Anti-Submarine Detect ion lnvestigation Com mittee'nin


baş harflerinden oluşan kısal t ma, bir denizaltı arama cihazı) ve ci­
haza yerleştiri lmiş gizli bir silah bile Ness Gölü canavarın ı serin
sığın ağından çıkmaya ikna edemedi. Her yıl. otel sah iplerine ve
yol devriyelerine, göl k ıyısının bir kez daha hevesli doğ·a tarihi öğ­
rencilerinin ak ınına uğrayacağın ı önceden haber vermek için, ca­
navar (guguk kuşunun ilk ötüşünden sonra, fakat ilk tu ristin ge­
lişinden önce) birkaç kez şöyle bir görün ü p kaybol u r.
Geçenlerde, dikkatli bir canavar avcısı daha önceki girişim leri
i nceledikten sonra, doğrudan sal d ı rmanın pek başarı l ı olamaya­
cağı sonucuna vardı. Bu nedenle çalışmal arı nı düşmanın haber­
leşme yöntem i üzerin e yoğun l aştırdı . Canavarın göl e başka bir
yerden, yeraltındaki bir akarsuyu k u llanarak geldiğini -ve kova­
lama tehlikeli bir hal alınca ayn ı yoldan kaçabildiği ni- varsayarak
eski çağ-larda yeraltın daki akarsuları arayanların yöntemini kul­
land ı . Bu zamana kadar başarı lı olamadı.
Gizli bir akarsuyu bulmak, su veya daha cazip diğer maddeler
tarafından ü retilen radyasyonu algı layan duyarlı ci hazlarla zor
bir iş değildir. Cenevre yakın ı nda yaşayan Rahip Mermet, bir ye­
raltı akarsuyunun, bir pınarı n , bir petrol kaynağının veya göm ül­
müş bir hazinenin yerini uzun bi r m esafeden saptayabil iyordu ve
(hayranl arına bakı l ırsa) tah m i n lerinde pek yanı l m ıyord u.
Mermet, metal bir zincire bağlı özel bir alaşımdan yapılmış b ir
sarkaç kullanıyordu. Alaşım bir h al ka biçimindeydi v e radyasyo­
n u n daha kolay saptanabi l mesi için aranan malzemenin bir örne­
ği alaşımın içine yerleştirilebiliyord u . Duyarl ı e llerde sarkaç, ders
kitapları nda yazıldığı gibi her iki yana doğru eşit m esafeler kat
ederek salınmaz, bunun yerine karmaşık bir biçi mde sal ı nıp dö­
nerek işinin ehli araştırmacı lara arad ıkları şeyi n yerin i gösterir.
Araştırma yerine gitmek olanaklı değilse, bir harita veya fotoğraf
yardımcı olacaktır. Yeraltı akarsuları n ı bulmada elde ettiği önem­
li başarı lardan sonra Rah ip. Perigord bölgesindeki yermantarları­
nın, korul u k lardaki yabani tavşanları n , yırtıcı kartalların ve kayıp

267
... Mermet'in müthiş sarkacının hedefi sonunda Ness Gölü
Canavarı oldu.

i neklerin yerinin saptanması için sarkaç k ul lanımını geliştirdi.


Tahmin edilebileceği gibi, Mermet'nin müthiş sarkacın ı n hedefi
sonunda Ness Gölü canavarı oldu.
Rahip Mermet'nin sarkacı, eski çağlardaki yeraltı suyu bulma
hünerinin, kimilerince "esas nedenleri saptama bilimi" o larak ta­
nımlanan modern elektromanyetik araştırma uygulamasına dönüş­
mesini sağlayan değişikliklerden biridir. Nükleer fizikçiler, elekt­
ron hareketlerini gösteren cihazları ile oyalanırken ve biyokimya­
cılar gitgide daha karmaşık nükleik asit molekül modelleri yapar­
ken, yeraltı suyu araştırmacıları, temel bilgiler edinmeye çalışarak
ve hak ettikleri karşılığı bekleyerek belirsizlik içinde çalışıyor.
Yeraltı araştırmaları için e lbette ki sadece sarkaç ve çubuk kul­
lanılmıyor. En olağanüstü araçlardan biri, yalnızca yılın en uzun
ve e n kısa günlerinde yeşillenen akıl almaz eğreltiotu tohumudur.
Bu tohum yeraltındaki hazineleri ortaya çıkarma özell iğine sahip­
tir, Sir J ames Frazer bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

Her kim bu tohuma sahipse ve her kim yıl ı n en uzun gününün


arifesinde elinde tohumla b i r dağa tırmanırsa, bir altı n damarı bu­
lur veya yeryüzünün mavimtırak bir alevle parlayan hazinelerini
görür. �'
� A.P. Watt Ltd 'nin izniyle alıntı yapılmıştır.

268
Diğer bir yönteme göre, tohu m bulma şansını yakalayan kişi,
gece yarısı tohumları havaya fırlatmalıydı, tohu m altın h azinesi­
nin gömüldüğü yere düşecekti.
Eğreltiotu Noel arifesinde yeşillendiği zaman başka türlü bir
mükafat kazanılır. Bu mevsimde, saatle r yine gece yarısını vurdu­
ğunda, çiçeği tutabil irs� " Şeytan 'ı sana bir çanta dolusu para ver­
meye zorlayabilirsin.
En iyi yeraltı araştırma çubukları kuşkusuz, sihirli Altın Dal
olan ökseotun dan yapılır. Bu ç u b u k aşağıdaki şekilde k u llanıl­
m al ıdır:

Hazine arayıcısı güneşin batışından sonra çubuğu yere koyar


ve hazinenin tam üzerinde du rduğunda çubuk canlıymış gibi ha­
reket etmeye başlar. ':'

Ne yazık k i günümüzün korsanları ve soyguncuları ganimetle­


rini, araştırma çubuğu n u n u l aşamayacağı İ sviçre bankalarında
saklıyorlar. Yine de yeraltı araştırmacıları h ü nerlerini çağa uy­
d urmaya çalışıyor.

... hü nerlerini �·ağa uydurmaya <;alışıyorlar.

" A.P. Watt Ltd"nin izniyle alıntı yapılmıştır.

269
Yeraltı araşt ırmacıların ı n hepsi doğaüstü güçleri olduğu nu id­
dia etmiyor. Ge\�en 1 00 yı l süresince, genell ikle o dönemin gözde
teknolojisi ile ilişkili bilimsel bir temel oluşt u rmak için pek çok gi­
rişimde bulunuldu. İlk merakl ı lar manyetizmayı ve e lektriği yar­
dıma çağı rmıştı, ancak 1 920 'lere gelindiğinde ard ılları radyo dal­
galarına dayanan açı klamalar getiriyordu . Daha yakın zamanlar­
da, yeraltı araştırmacısın ın , bulmaya çalıştığı m addelerdeki rad­
yoaktiviteden etkilendiğ·i i leri sürüldü.
Yeraltı araştırma yöntemlerinden biri, gel eneksel bil i m tarali n­
darı bilinmeyen, ancak sınırsız m esafeler boyunca yol alabildiğine
ve banka soyguncularının veya gemi kazasına uğTamış denizcile­
rin yerini şaşılacak bir kesin likle gösterebildiğine i nanılan 'V-ışın­
l arı ' adı veri len gizemli ışınlara dayanır. Birkaç yıl önce, bu ola­
ğandışı güçlere sahip bir alet, Ticaret Odası taraflndan yayım la­
nan H . M . Coastguard (Sahil Muhafaza) adl ı dergide hararetle
övü lüyordu.
Ne yazık ki, yirminci yüzyıl boyunca teknoloj ideki olağandışı
ve tah m i n edil meyen il erlemeler, doğaüstül üğü n konumunu
ön emli ölçüde sarstı. Radyo ve tel evizyon yayı nları, fotoğraf ve
diğer yenilikler, hemen herkese eskinin büyücülerinin istediğin­
den veya hayal ettiğinden daha fazla g ü ç verd i. Yeraltı araştırma­
sı, gerçek veya sözde olayları büyücülerin sah ip olduğu, ancak
m üşterilerinde bulunmayan ve onların anl ayamadığı güçlerle
açıklamaya çalışan bir çeşit büyüd ü r.
Bu konu ile i lgili kal ı n kitapl ar yazanlar çoğ·u n l ukla, öne sür­
dükleri d üşünceleri n şu ya da bu bilim adamı tarafı ndan destek­
l endiğini ve bu nedenle de doğru kabul edilmesi gerektiğini iddia
eder. Bu düşünce tarzı bilimin, eleştirel değ·erlendirmeden bağ·ışık
olmayı sağlayan sihirli bir n itel iği old uğunu ima eder. Oysa bi li­
m i n uygulaması h i ç de gizemli bir şey değ·ildir; belirli bir sorun ve
faaliyet kapsamında zeka ve deneyi min kullanılmasından başka
bi r şeyi içermez. Çoğu önemli konuda bilim adamları diğer insan­
lardan pek az farklıdır. Kimi zaman kolay aldanırlar, kimi zaman
da mantık ile duyguyu birbirinden ayırmakta zorlanırlar.

:mı
Bilimsel Yeraltı /\raştırnıası

Yeraltı araştı rmacılığı için bir açıklama var m ı ? Bir haritanın


üzerinde bir sarkaç sallayarak uzaktan çalışanları bir kenara ko­
yacak olursak, yeraltında su arayanların dü rüstlüğünden veya iç­
ten liğinden kuşku d uymanın bir anlamı yok. Kend ilerini hiçbir
zaman, tamamen denetlenen bilimsel değerlendirmeye tabi tut­
madıkları bir gerçek, ancak elde ettikleri başarılar yalnızca üçka­
ğıtçılıkla açıklanamaz. Bir yeraltı araştırmacısı tamamen k urak
bir bölgede su bulamaz, ancak ı l ı man iklimin hüküm sürdüğü pek
çok bölgede, yüzeyden çok da uzak olmayan derinliklerde bol
m iktarda su vardır ve bu nedenle nerede kuyu açılırsa açı lsın uy­
gun bir derinlikte su bulma şansı yüksektir.
Araştırma çubuğ·unu yeraltı araştı rmacısının kasların ı n hareket
ettirdiğ·i de tartışılmaz. Çoğu nlukla, yöre ile i lgili bilgilere veya
genel deneyim lere dayanan j eolojik ipuçlarını k ullanır ve farkın­
da olmadan bunları kas hareketleri n e dönüştü rür. Bu işlem, se­
yircinin elini tutarak veya kimi zaman da küçücük ve bilinçdışı
kas tepki l erini gözl eyerek gizlenmiş bir nesneyi bu labilen sahne
sihirbazlarının iyi bildiği bir şeydir.
Yeraltında su arayanların çoğu, bunun için para veren leri hoş­
nut eden bir hizmet sunan dürüst zanaatkarlardır. İ şlerini yapma
biçimlerinde gizemli veya doğaüstü bir şey yoktur.

271
Gün Işığında Yıldızlar

Olgunun, görme gücü yoluyla öğrencinin üzerinde daha güçlü


bir etki yarattığı, ona daha güvenle i nandığı söylenebilir. Bense
bunun doğru olamayacağını söylüyorum . Öğrenci, büyük olası­
lıkla olgunlaşmış bir bilgiye, takdir edilen bir yeteneğe ve lekesiz
bir kişiliğe sahip bir rahip olan danışman öğretmeninin söyledik­
lerine inanmıyorsa, duyduğu kuşku mantıksızdır ve kanıtları de­
ğerlendirme yeteneğine olan gereksinimi açı kça ortaya koyar.

Cambridge'li büyük matematikçi lsaac Todhunter, bilimi bir


zamanlar Aritoteles için yeterli olan fel sefi bir çalışma olarak de­
ğil de, deney yardımıyla öğretme konusundaki "aptalca" bir öne­
riye itiraz ediyordu .
Todhunter'ın bir yüzyıl önceki şikayetinden bu yana kanıtları
değerlen dirme yeteneğimizi önemli ölçüde geliştirdik. Bugün ço­
ğu kişi, olgun ve lekesiz rahiplere, deney yapsalar bile i nanmayı
reddediyor.
Bu sorunun kökleri birçok açıdan Eski Yunan'a dek uzanıyor.
Aristoteles bir kuyun u n veya çukurun dibindeki bir gözlemcinin
gün ışığında yıldızları görebileceği n i söylemişti. Bu iddianın saç­
malığı, masabaşında basit bir m antık yürüterek (dürüst olmak ge­
rekirse Aristoteles'in buna olanağı yoktu) ve basit bir deneyle
gösterilebilir. Ancak efsane hala sürüyor.

Gün ışığında yıldızlar.

272
İ l k kez 1 968 yılında yayımlanan göz ile ilgil i bir kitapta, nor­
malde gün boyunca görünmeyen yıldızların açık bir maden baca­
sının dibinden görülebildiği ileri sürülüyor. 1 966 yılında, ü n l ü bir
bilim adamı, akşam karanlığın ı bekleme sıkıntısını yaşamamak
için derin kuyularda çalışan Eski Yunanlı gök bilimcilerin yaratı­
cılıklarından söz ediyordu . Ü n iversitelerde geniş çapta beğeni
toplayan bir ders kitabında da şöyle deniyor: "Derin bir çukurun
dibindeki bir gözlemcinin gündüz vakti yıldızları görebilmesi iyi
bilinen bir olgudur."
Saygın bir fizyolog olan Dr. Fergus Campbell, 1 960'ların son­
larında, New Scien tis t'in sayfalarında bu boş inancı sorguladı ve
Aristoteles'in iddiasını doğrulamayı deneyen birinin olup olmadı­
ğını sordu. Bu soruya pek karşılık verilmedi, ancak daha sonra
bir pazar gazetesinde tekrar gü ndeme gelmesi beklenen sonucu
yarattı. Bazı okuyucular bir çuku run dibinden bakıldığında yıl­
dızların gün ışığında gerçekten de görül ebildiğini yazdı . Bazıları
bunu bizzat denediklerini iddia ediyor, bazıları ise ikinci el kanıt­
lardan güvenle alıntı yapıyordu.
1 978'de, Country Life'ın bir yazarı, yaklaşık 1 00 yıl önce Sus­
sex'deki Lancing College Kil isesi 'nin temelini kazan işçilerin öğle
vakti yıldızları gördük lerini yazdı. Bir fizikçinin kuşkulu yorum­
larından sonra, hikaye açıklığa kavuştu.
Neden gün ışığında yıl dızları görmeyiz ? Bunun ana nedeni
gökyüzünün çok parlak oluşudur. Gözün parlaklıktaki bir deği­
şikliği algılama yeteneği fonun aydı nlığın a bağlıdır; daha kesin bir
dille ifade etmek gerekirse, gözün saptayabi leceği ışık yoğunlu­
ğundaki en küçük değişiklik fonu n parlaklığı ile doğru orantılıdır.
Karanlık bir gecede gökyüzü çok az ışık yayar ve göz bir yıldızın
meydana getirdiği küçük bir ışık artışını saptayabilir. Gündüz ise
fon çok daha kuvvetl idir ve sadece çok parlak bir yıldız, gözü n
fark edebil eceği miktarda bir artış sağlayabilir.
Yıldızlar gün ışığında bir teleskop ile görülebilir, ancak bu etki
mercekler ile ilgilidir, teleskopun borusu ile deği l . Bir yıldız görü­
lecekse, gözün belirli miktarda bir ışık alması gerekir. İ ster gözde

273
ister bir teleskopta olsu n , bir mercek tarafindan toplanabilen ışık
miktarı merceğin çapına bağlıdır. Gözbebeği (merceğin ışığa ma­
ruz kalan kısmı) bir santi metrenin yarısından nadiren daha fazla
bir çapa sahiptir. Çok küçük bir teleskopun objektifinin (en ön­
deki merceği n i n) çapı beş santimetredir; yani gözbebeğinin ça­
pından on kat daha büyük. Merceğin alan ı na bağlı olan ışık top­
lama gücü de l 00 kat daha fazladır.
Teleskopun gözle bakılan ucunda da, obj ektif tarafından m ey­
dana getirilen görüntüyü büyütmeye yarayan bir başka mercek
(göz merceği) bu l u n u r. Bir yıldızın görüntüsü yalnızca bir nokta­
dır ve bu büyütme işleminden etkilenmez. Ancak gökyüzü parça­
sından elde edilen ışık, teleskopun göz merceğinin büyütmesi so­
nucunda geniş bir alana yayıl ı r. Böylece fon, teleskopla bakıldı­
ğ·ı nda, çıplak gözle bakı ldığından daha az parlak görün ü r. Teles­
koptaki iki merceğin ortak etkisi çıplak gözl e saptanamayan yıl ­
dızları görünür yapmaktır.
Bir çukur uzun bir boru olarak değerlendiri lebilir, ancak m e r­
cek olmadan bir işe yaramaz. Asl ın da, bir kuyun u n dibindeki gö­
receli karan lığa gözleri alışan bir gözlemci yukarı bakarken gök­
yüzünü olağandışı bir biçimde aydınlık görür ve gerçekte yıldız­
l arı görebi lme olasılığı yerüstündekinden daha azdır.
Bütün b u nların dışı nda, bir yıldız ancak. kuyun u n dibinden
görülebilen küçük gökyüzü parçası içinde olduğunda görülebilir­
di. Britanya'da parlak yıldızların her zaman tam tepede göründü­
ğü sadece birkaç yer var: biri Sutherland 'de, biri orta İ skoçya'da
ve i k i veya ü ç ü de İ ngiltere'de.
Bu noktalar 1 9 1 6 yılında, İ rlanda'nın Waterford şehrinde be­
cerikli bir amatör gökbilimci olan W. F. A. Ellison tarafından sa­
bırlı bir çal ışmanın sonunda bu 1 u nm uştu. Yukarıda belirtilen yer­
lerde çukurlar açarak hiçbi r şey elde edilmeyeceğini (veya görül­
m eyeceğini) gösterdi, çünkü gün ışığında yıldızların görüne bilir­
l iği (bi r teleskopla bakmak dışında) uyd u rma bir şeydi.
Sanki bu yetmezmiş gibi EJ lison , 270 metre derinliğinde bi r çu­
kura i nerek can alıcı bi r deney gerçekleştirdi. Gökyüzü n ü n ka-

274
ranlığından değil parlaklığından etkilendi. " Akyı ldız (Sirius) bu
kuyunun görüş alanı içinde olsaydı, ışığı göz kamaştırıcı aydı n l ı ­
ğ·ın içinde kaybolup giderd i . "
Ancak hayal gerçekten daha güçl üd ü r v e bir söylence olması­
nın yam sıra ünlü pr ofesör l er t arafın dan da desteklenen b u akı\
almaz hikayenin yan l ışlığını kanı tlamak için tek başına bilimsel
açı klamalar yetmeyecek gibi görünüyor.

'275
Büyülü Hava

İ n sanların çoğu, tıp yerine b üyü ile tedavi olmayı tercih ediyor;
çünkü büyün ün genellikle daha hızlı ve her zaman daha ikna edi­
ci olduğu n u düşünüyorlar. Kabile büyücüleri karmaşık büyüler
uygul uyor, çoğu n l ukla da başarılı oluyorlar. Ancak Afrika'ya git­
meden de büyüden yararlanmak olanaklı.
Ozon basit b üyüye iyi bir örnek. Deniz kıyısındaki h avanın,
b u sağlık veren gaz açısın dan zengin olduğunu h e rkes bilir. S o n
yıllarda, evlerde, ha l k a açık alanlarda ve hatta kanalizasyon lar­
da kullanılmak üzere ozon üreten makineler satışa sunuldu.
Ozonun, pis kokuları ve mikropl arı yok ettiği, ortamda b u nlar
yoksa, havayı tazelediği ve genellikle i n sanları dinçleştirdiği dü­
şünülüyor.
Bilim adamları ve hekimler, her zamanki gibi, bu yeni düşün­
celeri pek desteklem iyor. Deniz kıyısında ozon olmad ığına dikkat
çekiyorlar; gerçekten de atmosferin yere yakın bölümündeki ozon
miktarı pek fazla değil dir.
Peki o zaman o koku nedir? Oyu n bozanlar bunun ozon olma­
dığını, sadece çürümüş balık ve deniz yosunu kokusu olduğunu
söylüyorlar. Ozon meraklıları da bunun doğru olabileceğini söy­
l üyor ve soruyorlar: H avada yeteri kadar ozon olsaydı yararlı ol­
maz mıydı ? Ne yazık ki ozon gerçekten zehirli bir gazdır ve can­
lılar açısından, klordan, karbonmonoksitten veya prüsik asitten

İ nsanların çoğu büyü ile tedavi olmayı tercih ediyor.

276
daha tehlikelidir. Los Angeles'ın kirli havası ndaki temel tahriş
edici maddelerden biri ozondur.
H ayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, zatürreeye ve diğer
bulaşıcı hastalıklara karşı olan hassasiyet, çok düşük düzeylerde
ozona maruz kalınması ile önemli ölçüde artmıştı. Bu düzey kimi
zaman, piyasadaki makineler tarafından ü retilen ozon miktarın­
dan daha azdı. Çok yüksek yoğun luklarda ozon gerçekten mik­
ropları öldürür -ancak b u yoğunluklarda, ozon büyük olasılıkla
insanları da öldürür.
Yine pek çok i n sa n tarafı ndan hararetle önerilen daha az kuv­
vetli bir büyü, eksi yüklü iyonlar tarafin dan taşınan bir büyü­
dür. Elektron lar su molekülleri kümelerine katıldıklarında, eksi
yüklü iyonlar oluşur. Uzaydan gelen ışınları n, havadaki ve Dün­
ya'daki radyoaktif maddelerin etkisi nedeniyle havada daim a
elektron b ul u n u r.
H avada artı yüklü iyonlar da vardır, çünkü bir elektron kaybe­
den (ve böylece de artı yük kazanan) bir oksijen veya n itrojen
molekülü bir su molekülü grubuna bağlanabilir. Şehir h avası ge­
nellikle santimetre küpte birkaç yüz iyon içerir. Eksi yüklü iyon ­
l a r Dünya yüzeyinde genellikle var olan eksi yük tarafindan itil­
diğinden artı yüklü iyon lar biraz daha fazladır.
Havadaki eksi yüklü iyon yoğunluğunu artırdığı iddiası ile sa­
tıl an çeşitli cihazlar var. İyonlaştırma radyoaktif bir kaynak veya
bir morötesi lamba tarafi ndan sağlanır; bazen bir vantilatör ve bir
hava filtresi de eklenir, ozon üretmesinin de cihazın artısı old uğu
iddia edilir.
Bu basit cihazlar güya kötü kokuları, mikropları ve hatta haşa­
ratı öldürüyor. Çeşitli rahatsızlıklara (bunların arasında astım,
bahar nezlesi ve yüksek tan siyon da var) iyi geldiği de i leri sürü­
lüyor. Bira ve peynir fabrikalarında küfün yok edilmesi, hayvan­
larda görülen hastalıkların denetim altına alınması ve yanıklardan
sonraki ağrıyı azaltması da sayılan diğer yararları arasında.
Eksi yüklü iyonların genel l ikle yararlı olduğu düşünülür. Bu
iyonlar, "huzur, iyimserlik, neşe, iyi bir ruh hali ve dostça bir ha-

277
va" sağlarken, artı yüklü iyon lar "yorgunluğa, baş ağrısına, baş
dönmesine, mide bulantısına ve halsizliğe " yol açar. Oysa söyle­
nenler birbirini tutmuyor. Bi r araştırmacı, salatalıkların artı yük­
lü iyon uygulanması sonucunda şaşı rtıcı uzunluklara ulaştığını
ortaya koydu ve iki Ameri kalı hekim, bazı astı m hastalarının eksi
yük l ü iyonlar soludukl arında ciğerlerinden hırıltı lar çıktığın ı , oy­
sa normal hava soludukları n<la böyle bir şey ol madığını belirtti.
A merika Birleşik Devletleri Gıda ve İ l aç İ daresi, 1 966 yılın­
d a bir İ ngiliz m ü hendise, " Eksi yüklü iyon ü reten makinelerin
h erhangi bir tedavi edici veya sağlığa yarar l ı etkisi ol m ad ığı n ı "
bi l d i rd i .
Öte yandan, iyoni z e edilmiş havanı n rahatsızlıklarına iyi geldi­
ğine ve kötü kokuları giderdiğine bayağı i nanan pek çok hoşnut
m üşteri de var. Görüşlerin ve deneyimlerin birbirinden farklı ol­
masında bir tuhaflık yok. İşin asl ı, iyonlaştırıl mış havanın bazı in­
sanlara iyi gelirken bazılarına iyi gelmemesi. Herkese iyi gelen bir
tedavi büyüsel değil bilimse l bir şeydir.
B u arada, iyonlar işlerine devam ediyor. Arabaların içindeki
hava ağırlaşıyor -öyleyse bitkin şoförü canlandırmak için eksi
yüklü iyon ü reteçleri yerleştirel im . Sigara içenler öksürüp tıksırı­
yor -solunumlarına yardımcı olmak için iyon ları deneyelim . İyon­
lar kuşkusuz bakır bil eziklerden veya arabanın altından sarkan
zincirden daha pahalı , ama öyl e pek de zararl ı değil. Ancak k uv­
vetli büyüden uzak d u run; sizi rahatsız eden her ne olursa olsun,
ozonun bir yararı olmayacaktır.

278
Azalan Verim

Devridaim makinesi bir zamanlar, daireyi karelere ayırmak,


bir açıyı üç eşit parçaya bölmek, altın taşı (eskiden çeşitli metal­
leri altına çevirecek güce sahip olduğu varsayılan hayali bir mad­
de) ve her şeyi eriten b ir sıvı il e birlikte b ilimsel deliliklerin ara­
sında önemli bir yere sahip. Nükleer mühendisler metalleri dö­
nüştürmeyi başardı, ancak simyacıların hayal ettiği biçimde ka­
zançlı ölçeklerde deği l . Her şeyi eriten sıvı sudur. Yeniden doğuş,
bitkilerin veya hayvanların küllerinden yeniden canlan ması çağı­
mızdak i karşılığını, sonunda tekrar h ayata dönecekleri umudun u
taşıyan zenginlerin cesetlerini bırakabildikleri derin donduruculu
morglarda buluyor. Oysa devridaim makinesi artık çok ilginç bir
şey değil . Günümüzün ortak yanlışları -altıncı his, U FO'l ar, ka­
şık eğmek ve bitkilerle konuşmak- zihni canlandırıcı şeyler değil ,
çünkü sadece aklı ertelemeyi talep ediyor.
Dai renin karelere bölünmesi eskiçağın zanaatıydı (Arkhime­
des bu problemle uğraşmıştı), ancak devridaim makinesi, Röne­
sans mühendisleri n i n makineler ve mekanizmalar üzerine düşün­
meye başladığı 500 yıl öncesine kadar i lgi çekmedi. Değirmenci­
nin su çarkı, nehir aktığı süı·ece kesintisiz dönüyordu, fakat ku­
rak bir mevsimde tahıl nasıl öğütü lebilirdi ? Bir kazan dolusu su,
değirmeni ancak kısa bir süre iç in döndürürdü. Arkhimedes MÖ
üçüncü yüzyılda, bir boru içinde dönen b ir burgu aracılığı ile su-

Günümüzün ortak yanlışları ... bitkilerle konuşmak...

279
yun nas ı l yukarı çıkarılabileceğini göstermişti. O halde, değirmen
b urguyu döndürürse, su yukarı taşınabilir ve tekrar kullanılabi­
lirdi. Daha da ileri giderek (on altıncı yüzyılda yaşamış bir İ tal­
yan hekim olan Zimara'mn önerdiği gibi), bir yel değirmenini
döndürmek içi n gereken hava akımını üretecek körükleri çalıştır­
mak için ayn ı yel değirmeni k u l lanılabilirdi.
İ l k devridaim makineleri hiçbir zaman çizim masasını terk et­
medi. B unların hepsi yararlı bir iş yapma amacını taşımıyordu. Su
ve rüzgar gücü ile hareket ettirilen makinelerin dışında, sadece
eğlence amaçlı pek çok tasarım vardı. Çok sayıda değişik biçimi
yapılan bir tasarım, yivlerin içinde metal topların hareket ettiği
dikey bir çark öngörüyordu . Bu çark öyle düzenlenmişti ki, çar­
kın bir tarafı daima diğer tarafı ndan daha ağır oluyordu, böylece
sürekli bir dönme sağlanıyordu .
B u çeşit bir devridaim makinesi akla uygun gibi görünüyordu,
çünkü Güneş ve Ay onları hareket ettiren görünür hiçbir şey ol­
madığı halde hareketlerini sürdürüyorlardı. Ancak mucitler gü­
nümüzde kar bekliyorlar. Amaçsız bir hareket için kimse fazl a pa­
ra vermediğinden, çabaların büyük bir kısmı belli bir amaca yö­
nelik makineler üretmek için gösteriliyor. Sadece kısa bi r süre ön­
ce, bir İ skoç gazetesi, arabasının üzerine bir pervane monte ede­
rek, evin i n elektrik gereksinimini karşılayan ve benzin tüketimini
yarıya indiren bir şirket müdürünün başarıl arından söz etti. Bir­
kaç yıl önce ayn ı gazete, teknesinin kaptan köprüsün e pervane
yerleştirerek hızda ve yakıt tasarrufunda önemli iyileştirmeler
sağlayan bir mucidi haber yaptı . 1 976 yıl ı n ı n yaz aylarında, Cali­
fornia'daki bir şirket, dış güç kaynağı olmadan, suyu hidrojene
dönüştüren, böylece bedava yakıt sağlayan bir kara kutuyu sergi­
ledi. D ağıtımlar durduru lana kadar hisse senetleri iyi iş yaptı. An­
cak devridaim makinesi gelişmiş bir endüstriye dönüşmedi. Altın
çağın ı , İ ngiltere'de yaklaşık 600 patent hakkının onaylandığı, on
dokuzuncu yüzyıl ı n ikinci yarısında yaşadı. Bunlar, tıpkı daha
önce yapılan veya gelecekte yapılacak olan diğer bütün tasarılar
gibi, ya yanılgı ya da sahtekarl ı k olarak sınıflandırılabilir.

280
Yanı lgılar, mekaniğin temel yasasını (hiçbir şeyin karşılıksız
olmadığı nı) atl ıyor gibi görün e n proje lerdir, ancak b u n u n tek
nedeni yasanın işleyişinin mucit tarafı ndan yeteri kadar anl aşıl­
mamasıdır. Sonsuza dek çalışan saatler yaratıcı yan ılgalara ör­
nek o larak verilebilir. Nemli toprağa yak laşık 30 santimetre me­
safe i l e göm ü le n bir karbon ve bir çinko çubuk, bir saati çalıştır­
maya yetecek kadar e lektrik e nerj is i üretir. Leicester Müze­
si' nde sergilenen bir saat 4 0 yıl çalıştı ve 1 9 1 4 yılında ü retime
son verilene kadar birkaç yüz tane i mal edildi. 200 yıldan daha
uzun bir süre önce Londra'lı J ames Cox, atmosfer basıncındaki
değişiklikler tarafında n çalıştırılan kullanıma elverişli bir saat
i mal etti. Bu saat, artık çalışmasa da, Victoria and Albert Müze­
si 'nde sergileniyor. On sekizin ci yüzyıl m ucitleri, sıcaklık deği­
şiklikleri sonucun da metal çubukların uzaması ve k ısalması ile
çalışan saati · yaptılar. Günümüzde, güneş ışığını elektrik e ner­
j isine dönüştüren güneş pil leri ile çalışan saatler var.
Sonsuza dek h areket edeceği i leri sürülen b u değirme nler,
çarklar ve saatlerin hepsi de iki hata yüzün d e n başarısız oldu -
biri basit diğeri karmaşık iki hata yüzünden. Basit hata, dişlile­
rin, m i llerin ve çarkların hepsinin h e r h areket ettiklerin d e bir­
kaç m i lyon atom k aybettikleri ve sonu nda da aşındıkları kaçı­
n ı lm az gerçeğin de yatmaktadır. Bu u z u n s ürer, a ncak devrida­
im makinesi düşkünl e ri n i n iddia ettiği gibi sonsuza kadar da
sürmez.
Devridaim makinesinin ölüm çanı 1 852'de Glasgow Ü niversi­
tesi Doğa Felsefesi Bölümü'nün 27 yaşındaki profesörü Will iam
Thomson (Lord Kelvin) tarafından resmi olarak çalındı. Edin­
burg Kraliyet Akademisi'ne s unduğu müthiş bildiride iki temel
sonuca varıyordu :

1 . Halihazırda m addi dünyada mekanik enerjinin kaybolması


yön ü nde genel bir eğil im vardır.
2. Bu kayıptan daha fazlası verilmediği sürece mekanik enerji­
n i n geri kazanılması i mkansızdır. ..

281
Bu sonuçlara u laşırken Thomson aslında, mekanik ya da elekt­
rik enerjisinin, herhangi bir kayıp olmadan başka bir biçime (ısı­
ya) dönüştürülebileceğini, ancak bu işlemin tersinin ek bir enerji
kaynağı olmadan başarılamayacağını söylüyordu. Yüksek düzey­
li enerj i (mekanik, elektrik, kimyasal veya nükleer) , ya sürtünme
sonucu ya da başka herhangi bir yol l a ısıya dönüştüğünde, ancak
elverişsiz bir değişim oranı ile yeniden kullanıma uygun duruma
getirilebilir. Bütün makineler yüksek düzeyl i enerjiyi ısıya (en
düşük düzeye) dönüştürdüğünden, evrendeki toplam enerji mik­
tarı, nicelik olarak değişmese de, kaçın ıl maz bir biçimde, nitelik
olarak azalır. Olanaksız o lan yalnızca devridaim makinesi değil;
evren i n kendisi de karşı konulmaz bir biçimde, bütün evrenin ay­
nı sıcaklıkta olduğu ve hiçbir yerde k u llanılabilir enerjinin olma­
dığı n ihai sonsuz hareketsizliğe doğru gidiyor.
Elbette ki, elektrik ve daha karmaşık enerji biçimleri ü retmek
için petrolden yararlanarak bu süreçte özel ve geçici kesintiler
meydana getirebiliriz, ancak n ih ai sonuç kaçın ılmazdır. Aslında,
yaptığımız her şey sonumuzu çabuklaştırıyor. Rüzgar cömertçe
eser, ancak her yel değirmeni rüzgarın enerjisinin küçük bir bö­
lümünü alır (bu enerji sonunda ısı olarak k aybolur) ve Dün­
ya'nın hızını azaltır. İ lk e l elektrikli saatin ç i n k o ve karbon ç u ­
bukları tükenir ve sadece tam dolularken verdikleri e nerjiden
daha fazla e ne rj i tüketilerek bir k i mya fabrikasında eski h al leri­
n e getirilebilirler.
Ord- Hume, bir televizyon programının yan ürünü olan ilginç
bir kitapta':', çok sayıda devridaim projesini anlatıyor ve hataları­
nı açıklıyor. Ord- Hume devridaimin bilimsel olduğu görüşünü
k abul etmiyor. Konu n u n beyhudeliğinin hiçbir zaman kanıtlana­
mayacağını, ancak bazı çizimlerin veya modellerin ayrıntılı ince­
lemesi ile bunun saptanabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda, daha
k uramsal olarak ortaya konmadan önce devridaimi araştırmanın
aptall ı k olduğunu anlamış Leonardo da Vinci ve William Gilbert

''' Arthur W. J. O rd - H u ınc 1 977 Perpetual .Motion: 1'lıe History oFan Obscssion ( Devri­
daim: Bir Saplantının Tarihi) ( Londra: Ailen and Unwin) .

282
( İ ngiliz Kraliçesi I . Elizabeth 'in hekimi) de dahil olmak üzere ba­
zı bilim adamlarına haksızlık ediyor. Yine de Ord- Hume'un kita­
bı hem iyi niyetli çabaların h em de amaçlı sahtekarlıkları n yarar­
lı bir tutanağı niteliğinde. On dokuzuncu ve h atta yirminci yüz­
yılda yapılmış sahte güç proj elerine (hepsi de gizlenmiş güç kay­
naklarına dayanıyordu) ilişkin anl atımları belgelerle desteklenen
ve ahmaklığın nasıl bir şey olduğunu gösteren çalışmalar.

283
Bulanık Kristal

l 945'den sonra bir araya gelen ve kendilerine Gelecek Savaş­


ların Askerleri adını veren bir grup gen ç Amerikalı, henüz hayat­
ta ve sağlıklıyken, gelecekte katılacakları savaşların karşı lığını al­
mak istediklerini (örneğin konut hakkı ve ücretsiz ü niversite eği­
timi) söylüyorlardı.
Amatör tarihçiler son zamanlar d a, tarih i önceden yazmanın,
o l m asın ı bekl e mekten daha eğlenceli o l duğun u keşfetti . Şimdi­
den b ir 2 000 y ılı K o misyonu, b i r Gelecek Enstitüsü, bir D ü n ­
ya Geleceği D erneği ve geleceği tah m i n e adan m ı ş pek ç o k der­
gi var.
Bütün bunlar, falcı yanıldığında, ki genellikle yanı lır, kimsenin
itiraz etmediğin i n anlaşılmasıyla ortaya çıktı. Bilim adamları bile
tahminlerinde çoğunlukl a kaderleriyle baş başa kalı rlar. Lord
Kelvin, 1 896 yılında (Albay Baden- Powe l l'a) şöyle yazıyordu:
" Balon dışında bir araçla havada yolculuk yapılabileceğine hiç
inanmıyor u m . " Ünlü Amerikalı gökbilimci Simon Newcomb, bir­
kaç yıl sonra şunları söyledi: "Bilinen maddelerin, bilinen makine
biçimlerin i n ve bilinen kuvvet biçimlerinin hiçbir olanaklı birleşi­
mi, insanın uzun mesafeler boyunca uçacağı kullanışlı bir makine­
de bir araya getirilemez." 1 956 yıl ında, yeni atanan Kraliyet Gök­
bili mcisi 'nin uzay yolcul uğunu "zırva, tamamen zırva" biçiminde
değerlendi rmesi daha dün gibi.

" ... havada yolculuk yapılabileceğine hiç inanmıyorum."

284
Gelecek konusunda tahm inde bulunanlar çoğunlukla fazla çe­
kingendir. Yüzyılın başlarında, geleceğe ilişkin senaryolar, hap
biçi m i nde yiyeceklerden ve taşımacılık sistemi olarak yürüyen
merdivenlerden söz ediyordu. Gelecek senaristleri kimi zaman
çok iyimserdir, çoğunlukla da yanılırlar.
Zaman zaman tahminler ayrıntısıyla incelenebilecek kadar
uzun bir süre varlıklarını sürdürür. 1 936 yılında John Langdon­
Davies, Geleceğin Kısa Bir Tarihi ':' adlı kitabı yazmıştı.
Demokrasinin 1 950'den önce ortadan kalkacağı nı düşünmüştü.
1 960 yılına gelmeden çalışma süresi günde ü ç saat ile sınırlanacak­
tı; mezuniyet yaşı 2 1 olacaktı; enerji o kadar ucuz olacaktı ki elekt­
rik neredeyse bedava dağıtalacaktı ve beslenme ve giyinmenin ma­
liyeti 'hava kadar ucuz' olacaktı. 1 975'den önce aile ortadan kalka­
cak ve ev ' iyi bir su tesisatına sahip bir yatakhaneye dönüşecekti .'
1 962 yılında b i r grup Amerikalı uzman, 1 975 yılında d ü nyanın
neye benzeyeceğini anlatan kalın bir kitap yazdı. Kitaptaki tah­
m inler gerçekle karşıl aştırıldığında ortaya nasıl bir sonuç çıkıyor?
Gelir vergisinin toplanmasında elektroniğin etkisini önceden gö­
ren bilim adamları, kurbanlarına ve muhasebecilerine büyük sı­
kıntı veren ve her gü n çuvall ar dolusu çöp ü reten, Glasgow ya­
kınlarındaki East Kilbride'daki Ulusal Vergi Dairesi bilgisayarı nı
zihinlerinde canlandıramasalar da, tahminlerin i n bir kısmı olduk­
ça akla yakındı.
Başarısız tahmi nler de vardı. 1 970'li yıll ara gel meden, hemen
hemen bütün yabancı yayı nların ve kitapların otomatik olarak
çevrilmesin i n sıradan bir iş olacağı kesinkes i leri sürülmüştü . Bu
u mut, 1 950'lerde bir sürü insanı peşi nden sürüklemişti, ancak
1 966 yılına gel indiğinde bu düşünceden vazgeçildi. Dil, bir maki­
nenin anlayamayacağı kadar karmaşık bir şey gibi görünüyor; bir
sözcüğün veya sözcük dizisinin pek çok değişik anlamı arasında
seçim yaparken kullandığımız içgüdüsel yöntem henüz manyetik
banda kaydedilemedi.

'" ,John Langdon- Davies 1 936 A Slıort llistoıy of' tlıe Future ( Londra: Routledge and
Kegan Paul).

285
Taşımacılığın, 1 50 adet sesten hızlı uçak ve 1 00 deniz mili hız­
la okyanuslarda işleyen kayaklı uçar teknelerle büyük i lerlemeler
göstereceği bekleniyordu. Nükleer güç ile işleyen Savannah ge­
misi bir fi lonun ilk gemisi olacaktı. Oysa sonuncusu oldu; gemi
inşaatçıları nükleer enerji kullanımını geliştirme konusunda he­
vesliydi, fakat gem i sahipleri durumun mali açıdan umutsuz oldu­
ğun u biliyordu. Cep televizyonları 1 978 yıl ında çıkageldi. 1 2 0 ek­
ran televizyonların da 1975'ten önce ü reti lmesi bekleniyordu, oy­
sa çizim masasından oturma odasın a geçmesi bayağı zaman aldı.
Geleceği düşünmenin yararı var mı? Genel olarak, buna çok
fazla aldırmıyoruz. Çevre kirl i l iği ve tütün zehirlenmesi uyarıları­
nın yerinde olduğu anl aşıldı, ancak kişisel ve toplumsal davranışı
çok etkilemedi. D ü nyanın e n ü n l ü bilimsel kuruluşl arından biri
raporlarını, doğaya zarar vermeden yok olan eski moda zarflar
yerine, çevreyi kirletmeden atılamayan naylon poşetler içinde da­
ğıtmaya başladı.
Geleceğe ilişkin tahminler n e redeyse her zaman yanlış o lacak,
ancak bizi bugün ü düşünmeye teşvik edebilir. Ama çoğunlukla
teşvik etmiyor, çünkü gelecek konusunda tah min yürütenler ye­
teri kadar yaratıcı değil . Yeni bir Swift, yeni bir Butler veya ye­
ni bir W ells toplum sa l ve teknolojik vicdanı h arekete geçirebilir­
di, ancak gün ü müzde bilimkurgu ve bilim ne yazık ki aynı nite­
l i kte değil.

286
Gerçek ve Kurgu

İskoçya, Kirkintilloch 'da 1 928'den l 969'a dek alkollü içecekle­


rin satışı (şehi rde yaşayan ların oylarıyla) yasaklanmıştı. Böylece
şehir halkı, daha önce k urgusal olarak tadını çıkardığı ü n ü ger­
çekten yakaladı.
İ ki d ü nya savaşı arasındaki yıl larda, Beled iye Başkanı ve Ka­
saba Sicil Memuru, d ü nyanın dört bir yanından, Kirkinti l ­
loch'un D uggan 's D e w adlı viskisini ayrın tılı olarak i ncelemek
için gerekli bilgiler - h atta örnekler- isteyen mektup lar aldı . Vis­
k i leri n en iyisi olan bu viski, Glencannon ve diğer cesur denizci­
lerin maceralarını anlatan heyecanlı hi kayeler yazan Guy Gil­
patric'i n buluşuyd u .
Duggan 's Dew bu denizcilerin sadece en gözde avuntuları ve
uyarıcıları değildi, aynı zamanda, d üşmanları sakinleştiren, bü­
rokratik engellerin kolayca aşılmasını sağlayan ve gergin görüş­
meleri hoş içkili toplantılara çeviren mucizevi bir gücü vardı; yal­
nızca Temel Reis'in durmadan başvurduğu ıspanak konservele­
rinde bulunabilecek bir güç.
G il p at ric'in h ik aye l e ri n i okuy an l a r b i rkaç s ayfa sonra g üç lü
b i r susuzluk hissediyor v e b u müthiş içkiyi elde etmek için ace­
le ediyorlard ı . H intli tüccarlara, Avustralyalı barme n lere ve
A fri kalı d ük ka n s ah i p l e r i n e b aş v u r u p b i l gi alamayan araştır-

.. Kirkintilloch'un Duggan's Dew adlı viskisini ayrıntılı olarak


i ncelemek için gerekli bilgiler hatta örnekler ...

287
m acı ların pek çoğu, kendileri n i daha d ü ş ü k kaliteli içkilerle
avu tmuşlardı; ancak bu kadar ikna edici bir biçimde anlatılan
bu alkol l ü içkinin, sadece yazın sa l bi r uyd urma olduğuna inan­
mak istemeyen daha azi m l i leri ilk elden kanıtlara ulaşmaya ça­
lıştı. Belediye Başkanı ut angaç bir ü s l up l a d u r madan, K irk i n ­
t i l l oc h 'un Dugga n 's D ew d iye bir viskisi n i n o l m adığını v e olsa
bile Kirkintil loch 'da hiç b u l u namayacağını anlat mak zorunda
kalıyo rd u .
Gilpatric 'in b u i s m i gel i şigüzel m i seçtiği yoksa muzip a m a za­
rarsız b i r c i n tarafı ndan m ı yön lendirildiği hala yan ı t bekleyen
bir soru, ancak İ ngiliz U l uslar Top l u l uğu 'nun hala pek çok kö­
şesinde, Kirkintilloch, Glen livet, Laphroaig veya Talisker ile ay­
nı tepkiyi uyandırıyor.
Kurgu i n sanın ilgisini çoğu zaman gerçekten daha fazla çeker.
Sir Wal ter Scott temel karakterlerinin büyük bir kısmı n ı hayat­
tan almış, fakat onları daha soylu ve daha hain i n sanlara dönüş­
türmüş, böylece daha i nandırıcı olmalarını sağlamıştı.
Ancak Scott yüzünden, Meg Merrilies hala karanlık b i r çin­
genedir ve Roh Roy bir tel_evizyon yapımcıs ı n ı n hayat dokunu­
şunu bekleyen H ighlan d 'l i bir h aydu ttur. Lucy Ashton da ( Lu ­
cia d i Lammermoor olarak m ü z ikal lerde ü ne kavuştu) bir dere­
ceye kadar çok inandırıcıyd ı .
The Bride of' Lammermoo/da ( Lammermoor'lu Gelin) Scott,
düğün gecesi evleneceği adamı hançerlettiği ve birkaç gün son­
ra çıldırarak öldüğü söylenen J anet Dalrymple'ın (ilk Stair Vi­
kontu ' n u n kızı) hi kayesi n i k u llanmıştı. Gerçekler farklıydı, an­
cak Scott'ın anlatımı Macaulay tarafından benimsendi ve saygın
bir hikayeye dönüştürü l d ü .
Scott kaynaklarını gizlemeye çalışmıyor, hatta ödünç aldığı
şeyler için, biyograf'i b i le o lsalar, açıkça teşekkür ediyordu . Bun­
lar genellikle, Frank Osbaldistone veya Albay Mannering örne­
ğinde old uğu gibi, övgü dolu şeylerd i , ancak zaman zaman, an­
t ikacı J o nathan Oldbuck için yazdığı gibi, taşlama niteliğinde
de olabiliyord u .

288
Scott, bir avukatın ya da bir taşra beyefe n disinin hayatını ya­
zarken, en azından onu yönlendirecek deneyime sahipti. Trollo­
pe'nin , katedrali olan bir kasabadaki h ayatın canlı betimlemeleri­
ni içeren Barchester romanları, tamamen kurguydu .
Trollope 'nin, Genel Posta İ daresi 'nde m ü fettiş olarak çalış­
ması, bir akşam yürüyüşü sırasında roman l arın ı n ilkini kafasın­
d a k u rduğu Sal isbury 'y e gi t m e fırsatı verdi. Thc lVarden (Yaş­
lılar Evi nin Müdürü) adl ı romanı konusunu, Rochester 'deki
Cathed ral G rarn mar School 'un m ü d ü rü Robert Whiston 'ın baş­
rah ip ve rahipler aleyhine açtığı d ava ile i lgili gazete haberlerin­
den alıyord u.
Oysa, gerçe kçiliği herkesçe övülen rah ip karakterleri tama­
men h ayaliydi. Trollope, h ayatın d a ne bir başdiyakoz (piskopo­
sun bi r alt ı ndaki din görevl isi) tanımış ne d e katedrali olan bir
kasabada yaşam ıştı. Yüksek mevki sahibi karakterleri içgüdü
ile -ya da onun söylemekten çok hoşlandığı gibi, saf bir sezgi ça­
bası ile- geliştiril mişti.
Gerçek ya da kurgu, edebi kişi likler genellikle yaratıcılarından
daha uzun süre yaşamazlar. Dinmeyen bir iştahla Sherlock H ol­
mes'un bütün maceralarını okuyanlar, sonunda başa dönmek zo­
runcla kal ı rlar; oysa televizyon söylence ve halkbilim yapıtlarına
yeni bir boyut getiriyor.
A . J . Cron i n 'in özyaşarn öy k ü s ü n d e adı geçen Tannochb­
rae 'lı t u haf D r. Cam e ro n 'ı n k ü ç ü k bir sakal ı vard ı . Kahya Ja­
n e ise

. . . hep siyahlar giyinen zayıf, oldukça yaşlı bir kadındı. .. Saçları


sıkıca bağlanm ıştı, tertemiz görünüyordu ve kasvetli yüzü nde oto­
ritenin damgası, apaçık gönülsüz bir insan sevgisi ile birleşmişti. "

Dr. Finlay Tannochbrae 'de bir yıldan biraz daha uzun bir sü­
re kaldı. Daha sonra Dr. Cameron zatürreeden öldü ve . . .

J\ . • J . Crnnin l 'JS I J\dvcnturcs in Two \\ 'orlds ( İ k i D ü nyada Serüvenler)


( l .ondra: Victor Collanc z ) .

:Z8'J
. . . cenaze töreninde uzak bir kuzey kasabasından iki yeğen eş­
leri ile birlikte ortaya ç1ktı . Kederli gibi görün üyorlard1, gerçekte
ağıldaki k urtlar gibiyd i ler. Ölen adamın hesap c üzdanı ve yatak
odasındaki dolabı d ışında hiçbir şey bu para canlısı insanlar için
kutsal değ·ildi . . . bir ay içinde muayenehanesi satı lmıştı.

Ancak radyonun ve televizyonun sihirli dokun uşu Janet'e çe­


kicilik, Dr. Camero n 'a da ölümsüzlük veriyor.

290
Bilim ve Doğaüstü Olaylar

Suriye Kralı, düşmanlarına bilgi sızdığından kuşkulanıyordu.


" Bana göstermeyecek misiniz? " diye sordu emrindekilere "Hangi­
miz İsrail Kralı için çalışıyoruz ? " " Hiçbiri miz, efendim , " diye ya­
nıt verdi içlerinden biri, "ancak Elişa, yani İ s rai l l i peygam ber, si­
zin yatak odanızda Lmuştuğunuz şeyleri İ s rail Kralı'na söylü­
yor . " Eski Ahit'in İ kinci Kral lar Kitabı 'nda (6.bölüm) anlatılan
bu bilgi alışverişi, telepati veya altıncı his olarak bilinen bir hüne­
rin varlığına dair ilk iddialardan biri.
Altıncı hissin bilimsel araştırma yöntemleri kullan ılarak araştı­
rılması gerektiğine ilişkin düşünce yaklaşık yüz yıl önce yaygı n­
laştı ve 1 882 'de Ruhsal Araştırmalar Derneği 'nin kurulması na yol
açtı. 1 870'li yıl l arda fizikçi Lord Rayleigh ve sonradan başbakan
olan A.J . Balfour, Cambridge'de, doğaüstü olayları inceleyen,
pek başarılı olmayan bir ekibin üyeleriydi . Derneğin çalışmaları­
na i lgi duyan diğer bilim adamları nın arasında Sir Wil liam Cro­
okes ve Sir Oliver Lodge da vardı. Eski üyelerden üçü, Gurney,
Myers ve Sidgwick, kendilerinden sonra gelen üyelerle, çoğun­
lukla medyumların yardımı ile i letilen yazınsal bilmeceler biçi­
mindeki uzun mesajlar yoluyla bağlantı kuruyorlardı.

" . . . Peygamber Elişa . . . yatak odanızda konuştuğunuz şeyleri


İ srail Kralı 'na söylüyor. "

291
Son günl erde pek çok araştırmanın konusu olan t el epat i, is­
mini, önce klasik bir Cam bridge öğrencisi sonra da okul m ü fet­
tişi olan Myers'e borçlud u r . Telepa1 i , zoolog Sir Alister H. ardy
tarafı ndan " sı radan duyuların dışında başka yol l arla bir z i h n i n
bir başka z i h i n l e iletişimi " olarak tan ı m landı. İskam b i l kağ·ı t ları
k u l l an ılaı:ak yapılan telepati deneyleri, 1 88 1 ve 1 88 2'de fi zikçi
S i r William Barret t tarafından, Peder A. 1V1. Creery'nin kızları­
nın yardı mıyl a başarı il e gerçek leştiril d i . Kızlar belki de gere­
ğinden fazla zekiydi , ç ü n k ü daha sonra benzer bir deneyde h i l e
yaparken yakalanmışlardı. Sir Olive r Lodge 1 885 'de kağıt tah ­
m i n etmeyi test etmek i ç i n sistematik yön t emler ö nerdi v e so­
n u çların matematiksel olarak n asıl değ·erlendirilebileceğini orta­
ya koyd u.
Bu türde i l k deneyler, Amerikalı bir psikolog olan Profesör
,John E. Coover ve 200 öğrencisi tarafından 1 9 1 7 yılında yapıldı.
Coover bir desteden her seferinde bir kağıt çekiyor ve çektiği ka­
ğıtları yanında oturan bi r öğrencisine veriyord u. Öğrenci kağıda
bakıyor ve di kkatin i kağıdın üzerinde topluyordu, bu sırada baş­
ka bir odadaki bir gözlemci tahminlerde bulunuyor ve bu tahmin­
ler kaydediliyordu. Diğer bir deneyde de, zar atılarak bel irlenen
i l k öğrenci bakmadan bir kağıt çekiyor, ik inci öğrenci de tahmin­
de bu lunuyordu. Her ik i seriden yaklaşı k 5000 deneme yapı ldı ve
Coover iki deneyde de şans eseri oluşması beklenen düzeyin çok
üzerinde bir başarı elde edilmediğini bildirdi. Diğer i nsan lar Co­
over'ın son uçlarını yeniden düzenledi ve telepatinin varlığına i liş­
kin ufak bir kan ı t buldu klarını iddia ettiler.
Miss l na ,Jephson tarafından 1 924 yılında yapılan bir başka
deneyde, deneyi düzenleyen ile posta yoluyla i letişim ku ran 240
denek k u l lanıldı. Deneklerin her birinden bir desteden bir kağıt
çek meleri, bakmadan ne olduğunu tahmin etmeleri ve tahminleri­
n i doğru yanıt ile birlikte yazmaları istendi. Bu deney beş kağıt
çekilene k adar sürdü ve aynı işlem beş değişik günde t ekrarlandı.
lVliss Jephson taraf!ndan i ncelenen sonuc,· lar, doğru tahmin leri n
beklenen şans oranının çok üzerinde olduğ·unu gösterdi.
Telepati ile ilgili çok oku nan bazı kitaplarda belirtildiği gibi, bu
başarılı bir deneydi. Hiçbir zaman konu olmayan bir şey de 240
deneğin büyük bir kısmının deneyleri kendi evlerinde gözetim ol­
madan yap m alarıdır. Hile yapma olasılığı bu nedenle çok yüksek­
tir. Bu deneyden birkaç yıl sonra yapılan daha güvenilir bir de­
neyde, denekler posta yol uyla saydam olmayan zarflar içinde bir
dizi iskambil kağıdı aldı. Zarfın içindeki kağıtları tahm in ettikten
sonra, zarfları açmadan geri yolladıl ar. Herhangi bi r hileyi önle­
mek için dikkatli önlemler alınmıştı. Sonuçlar tamamen olumsuz­
du.
l 927 ve l 9 2 9 yıl ları arasın d a, d i n l eyiciler içinde telepati ye­
teneğ·i olan l arı keşfe t m e k için B BC, R u hsal A raştırmalar Der­
n eği ile işbi rliği yaptı. B u deneyler, A merika Birleşik Devletle­
ri 'nde yap ılan den eylere benzediği nd e n sonuçsuz kaldı. Bu tür
bir araştı r m a için iskambil kağı d ı çok iyi b i r m alze m e deği l d ir .
24 . 000 B ri tanyalı d i n l eyici b i r kağı d ı n n e olduğunu tah m i n et­
me d avet i n i kabul ettiği n d e , yaklaşık l 000 tanesi m aça asını ve
bir o k adarı da, kağıt oyun cuları tarafından " İ skoçya'nın lane­
ti" ( 1 69 2 yıl ı n d ak i G le ncoe katliamında parmağı olan Lord
Stair'in armasın d ak i baklav a biç i m li dokuz işarete benzemesin­
d e n dolayı b u adı aldığı sanı l m aktad ır.) o larak bilinen karo do­
kuzunu seçti .
Telepati ve benzer etkiler konusundaki i lginin sonraki m erke­
zi, 30 yıldan fazla bir s ü re Kuzey Carolina'daki Duke U niversite­
si'nde bu konularla ilgilenen J. B. Rhine'ın çalı şmaları oldu. Rhi­
ne, her birinin üzerinde beş basit işaretten biri olan 25 kağ·ıtlık
destelerden oluşan Zener kağıtlarını ku l landı. Bu basi t işaretler,
daire, kare, yı ldız, haç ve dalgalı çizgil erdi. Deneyi yapan karıştı­
rılmış bir desteden kağıtları teker teker çekiyor ve denek de ya
aynı odada ya da uzak bir yerde, yaptığı tahmi n le ri kaydediyor­
d u . Araştırmasının ilk yıl larında Rhine, telepati yeteneği olduğu­
nu i d di a ettiği pek çok d uyarlı denekle karşılaş tı , ancak 1 940'dan
sonra böyle çok az deneğe rastladı ve ilk denekleri n büyük bir
kısmı bir süre sonra yeteneğini kaybetti.
Bilimsel yeteneğe sahip olmak bahçe işleri ile ilgili yerinde
kararlar vermek anlamına gelmez.

İ ngiltere'de Lond ralı m atemati kçi Dr. S. G. Soal, Rhine'ın


d eneyleri üzerine uzun b i r araştırma yaptı ve Zener kağıtlarını
veya Üzerlerinde beş değişik h ayv an ı n r e n k l i resimleri bulunan
başka kağıtları k u l lanarak, B ritanyalı deneklerle çeşitli deney­
l e r gerçek leştirdi. Soal, Rhine'ın iddialarına daha başından kuş­
kuyla yaklaşmış ve buna uygun olarak kendi deneylerinde ha­
taya veya aldatmaya karşı pek çok önlem tasarlamıştı. Birl ikte
çalıştığı en başarı lı kişi, 37.000 tahminde, % 2 0 'lik bir şans bek­
l entisi ile karşılaştır ıldığın d a, yakl aşık %25'lik ortalama b i r so­
n u ç elde eden Gloria Stewart'tı. Stewart'ın yeteneği 1 94 9 'd a
azal d ı ve b i r d ah a d a eskisi gibi olmadı. 1 95 0 'l i yıllarda D r . So­
al, iki Gal l i öğrenci ile bir dizi deneme gerçekl eşti rdi . Doğru
tahm i n lerde b üyük m iktarda para ile ö d ü llendirilen öğrenciler
olağanü stü b ir başarı sağladılar, ancak bazı deneylerde hile ya­
parken yakalandılar .
Telepati konusunda deney yapanlar uğraşlarını desteklemek
için beş iddia ortaya atıyor. İlk o larak, modern bilim adaml arı­
nın, elektronik cihazlar, örneğin rasgele sayı ü reteçleri k u llana­
rak, yaptıkları araştır maların bilimselliğini daha d a artı rdıkları­
nı söylüyorlar.

294
İkinci olarak, doğaüstü olayları araştıran ve Ruhsal Araştırma­
lar Derneğ·i 'nde görev almış ünlü bil i m adamlarının ve felsefecile­
rin listesini çıkarıyorlar. Üçüncü olarak, modern fiziğin artık sağ­
duyuya bağlı olmadığını, zamanı geri çevirmek, karşıt madde ve
diğer sağduyuya aykırı konul ara bulaştığını, bu nedenle de altın­
cı hissin hemen hemen bilim olduğunu i leri sürüyorlar. Dördün­
cü olarak, telepati yoluyla iletişimin kısa bir süre sonra sıradan bir
şey olm ası gerektiği i leri sürülüyor, çünkü (Arthur Koestler'in
l 972 'de söylediği gibi) "bilimkurgu şaşırtıcı derecede güvenilir
bi r kahin olduğun u kanıtlad ı . "
Bu nlar sudan sebepler. Bil i m ünlü destekleyiciler veya teknik
süsler ile yapıl m az. Bilim ile bil i m olmayanı ayırt etmek için uy­
gulanacak test oldukça basittir. Ne kadar ilgin ç veya garip olursa
olsun herhangi bir gözlem, bir başkası tarafl ndan tekrarlanana
kadar ilginç bir hikaye olarak kalır. Saygın bilimsel dergilerin dü­
zenl i olarak saçma şeyler yayım l am asının nedeni budur. Elbette,
birkaç yıl geçmeden hiç kimse h angisini n saçma hangi sinin ger­
çek makale olduğu n u bilemez, ancak zaman sonunda yanıtı verir.
Parapsikologlar, modern fiziğin kendilerine anl aşılm az geldi­
ğinden şikayet ederek, çabalarının fizikçiler tarafı ndan yargılan­
m asına itiraz ettikl erinde, lvan Illich'i n tıp yerine sunduğu öğre­
tiyi -ve aşırıların aklı başında siyaset ve ekonomi yerine sunduğu
şeyleri- kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Yine de parapsikologlar <,;oğu nlukla, beşinci olarak, kanıt iste­
meksizin kabu l edilm eyi hakkettiklerini ileri sürüyorlar. Onlara
göre, tekrar edilemediği, kanıtlanamadığı halde deneylerinin bi­
limse l bilgi olarak değe rlendirilmesi gerekiyor, çünkü çalışmayı
yapan i nsanlara gerçek bilim adamları kefil oluyor. Plinius'un be­
l irttiği gibi, ayakkabı tamircisi ayakkabı kalıbın a sadık kal malıdır;
bilimsel yeteneğe sahip olmak, bahçe işleri , siyaset veya din bilim
gibi kon ularda yerinde kararlar vermek anlamına gelmez.
Altıncı hissin geçerliliği elbette ki, çok basit bir biçimde ortaya
konabi lirdi . Bu sanatın bir icracısı, seçim lerin sonucunu, borsada­
ki değişiklikleri veya spor karşıl aşmalarını h al ka açık ve hatasız

295
bir biçimde tahmin etseydi, bütü n tartışmalar kesilirdi. Bu türde
b i r gösteri bu zamana dek yapılmadı ve günümüzdeki çalışmalar
herhangi bir şeyi bu kadar açık bir biçimde tahmin etmiyor. Al­
tıncı his t u t kunları, oyun kağ·ıtları n ı n sı rası gi bi önemsiz konular­
la i lgili çok sayıda tahminde bulunuyorlar ve şan s yasaları olarak
ad landırılan yasalardan herhangi bir sapmanın doğ·aüstü olayla­
rın kanıtı olduğunu ileri sürüyorlar.
Bunlar, geçmişin büyük sihirbazların ı n tenezz ül etmediği, baş­
kalarını etkileme yeteneğinin işe yaramaz silahları. Nostradamus
ve diğ·erleri, sürgül ü cetveller ve tablolar olmadan doğru luğu ya
da yan lışlığ·ı kanı tl anabilecek çok sayıda kehanette bulund u . On­
ların gü nümüzdeki meslektaşlarının, altıncı hissin, frenoloji, el
falcılığı ve yıldız falcılığı ile birlikte bilimin çöp kutusunda çürü­
yüp gitmemesi için, aynı t ü rde bir şeyler yapmaları gerekecek.
Telepatiyi kanıtlamak için yapılan deneyle re yönelik eleşt iriler
iki grupta toplanıyor: genel eleş ti ri ve belirli deneylere getirilen
eleştiriler. Belirli araştırmalara yapılan i t i razların çeşitli biçimleri
var. Rhi ne' ın ilk deneyleri hataya karşı uygu n korumalar olma­
dan yapılmışt ı . Tah m inde bulunan küçük bir masada Rhine'la
birlikte oturuyor ve kağıtların çekilmesini ve bazen her beş ·tah­
minden sonra tahmi nlerin doğruluğunun kont rol edilmesini izli­
yord u. Kağıt l arın arkalarındaki küçük işaretler ve başka tür ipuç­
ları k ul lanılmış olabi lirdi, farkı nda olarak ya da olmayarak. Rhi­
ne bu kusurları kab u l etti ve l 936'da açıklad ı : " Kelebeği tespit et­
mek için önce yakalamak zorundasın il kesi ile çalışıyoruz . "
Doğal olarak yal nızca olağandışı den ey son uçları açıklanıyor­
d u . Bu, H . L. Mencken 'i kızdı ran bir yöntemdi ve Mencken şi­
kayetçiydi: " Profesör Rhine, kağıt tahmin ederken, dikkate de­
ğer şek i l de şanslı olanların hepsini ayı rıyor ve bu dikkate değer
şan sı bu insanların gizli yetenekleri ol duğ·una ilişkin bir kanı t
olarak i le ri sürüyor . "
Britanyalı psikoloj i profesörü Mark Hansel, Britanya'da yapı­
lan deneylerde elde edilen sonLI\'ların b ir kısmın ı n hile bakımın­
dan t u tarlı olduğuna inanıyor. Dr. Soal ' u n deneği Bayan S tewart
tar<.Lfından sergilenen olağanüstü yetenekleri n, yüksek skorlar el­
de et mek için hileye dayanan bir yöntem k u l lanıldığının açığa çık­
masından sonra, 1 949 yıl ında kaybolduğ·un u iddia ediyor. Soal'un
deneylerine katıl an Gal li öğrencilerin ulaştıkları sonucun, daha
acemice hi lelere başvurmadıkları zamanlarda, yetişkenler için işi­
tilmez olan yüksek frekanslı bir düdük yard ımıyla kolayca elde
edilebileceğini ileri sürüyor.
Telepatiyi doğrulamak amacıyla yap ı lan deneylere getirilen
çok sayıda genci eleştiri var. En açık olanı, altıncı hissin , deney­
den soru m l u kişiler ona inanmazsa nadiren kanıtlanabileceği;
kuşku duyanların varlığının, deneğin gizli olan şeyi görme yete­
neğine egemen olan hassas etkileri alt ü st ettiği söyleniyor.
Daha basit bir açıklama yapmak da olası . Stanf'ord Üniversite­
si'nde yapılan bir deneyde, al tıncı hissin gerçekliğine inanan bir
araştırmacı t arafından 1 000 kağıt tah mini k aydedildi. Toplam 229
doğru yanıt vardı -200'1ük şans beklentisinden oldukça fazla. De­
neyi yapana haber verilmeden, deney sırasında bi r bant kaydı
gerçekleştirildi. Bu kayıt, sadece 1 83 tane doğru tahmin yapıldı­
ğ·ın ı , diğer 46'sının deneyi yapan tarafından hatalı olarak eklendi­
ğini ortaya koyd u . Kayıt cihazı gizlenmeden deney tekrarlandı­
ğında yalnızca iki h ata meydana geldi.
Bir başka eleştiri, parapsikologfarı n, bir s ürü g·özlem yapana
ve onları inceleyene kadar ne deneyi yaptıklarına karar verme­
dikl eri yönünde. Bir dizi kağıt tahm in denemesi yüksek bir sonuç
verirse, bu daha fazla kanıta gerek olmadan telepatinin varlığını
k an ı tlar. Eğ·er sonuç düşük çıkarsa, denek negatif alt ıncı his ser­
giliyor olabili r. Sonuç beklenenin bi raz üzeri ndeyse, her bir tah­
mini, i lgili kart ile değil, bir önceki ya da bir sonraki i le hatta da­
ha uzaktaki tah minlerle karşı laştırarak bir araştırma yap ı l ı r.
Daha esaslı bir itiraz, Ockham'lı William 'ın 600 yıl önce kul­
l andığı sözcüklerle özetlenebil i r: " Daha azıyla yapılacak bir şeyi
daha fazlası ile yapmak anlamsızdır ." Bu ilke (bi raz değişik bir
i fadeyle), ortaçağ· felsefesini fazlalık lardan k u rtardığı için Oc k ­
ham'ın Usturası olarak adlandı rıl ı r . Tom Pai ne b u ilkeyi alt ıııcı

297
his konusuna uyarl adı. Paine şöyle soruyord u : " Doğanı n kendi
seyrinin dışına çıkması mı, yoksa bir insanın yalan söylemesi mi
daha olasıd ır ? "
B u ve benzeri kanıtlar, Minnesota Ü niversitesi 'nden D r . Gcor­
ge R. Price tarafından, 1 955 yılında parapsikoloj iye karşı girişilen
esaslı bir saldırıda sunuldu. " Parapsikoloj i ve modern bilim birbi­
riyle bağdaşmıyorsa" diye yazıyordu, " Neden parapsikoloji red­
dedilmiyor? Bazı kişilerin yalan söylediğine veya kendi ke ndileri­
n i i k na ettiklerine i lişkin varsayımın bilimin yapısına çok uygun
d üştüğün ü hepimiz biliyoruz . " Price, geçen 30 yılda yapılan ünlü
tel epati deneylerinin bi r kısmını, s uç ortakları kullanarak, hilenin
ortaya çıkarılamayacağı biçimde nasıl tekrarlayabi leceğini açıkla­
yarak devam ediyord u .
Oxford'lu felsefeci G . Spencer Brown, 1 957 yılında daha esas­
lı itirazlarda bulundu. Parapsikologlar, kağıt tahmini sonuçlarının
önemini daima, şans eseri ortaya çıkan sonuçlarla karşılaştırarak
açıklarlar. Beş sembolden birini taşıyan 25 kağıtla yapılan yaygın
deneyde, en olası sonuç beş doğru yanıttır. 25 kağıttan 1 O tanesi­
ni doğru bi lme olasılığı (matematiksel olarak) 1 50 'de birdir. Di­
ğer bir deyişle, gerçekten u z u n deney dizileri sı rasında, her 1 50
denemede bir kez böyle bir sonuç beklenebilir.
Beklenmeyen sonuçlar, kimi zaman bilimse l deneylerde de or­
taya çıkar, ancak kolaylıkla bir kenara atılırlar. Bilimsel bir der­
gide inanmanın güç olduğunu d üşündüğü bir şey okuyan herke­
sin bir açıklama bulmak için doğaüstü etkileri yürürlüğe koyma­
sına gerek yoktu r. Deneyi kendi başına, asıl araştırmacının kul­
landığı yöntemi kullanarak yapabilir. Aynı sonuca ulaşı rsa ve
başka bilim adamları d a aynı sonuca ul aşırsa, konu kanıtlan ı r.
Açıklamak için yeni ku ramlara gerek duyulabilir, ancak deney
sonuçlarından kuşku duyulması gerekmez.
Parapsikolojide bu basit test yapılamaz. Kağıt tahminindeki
olağandışı sonuçlar ancak belli insanlarla belli zamanlarda elde
edilir ve bu önceden öngörülemez. Yüksek son uçlar, ilk deneyi
yapanlar tarafından bile istendiği zaman tekrar elde edilemez.

298
Dikkate değer başarılar gösteren denekler daima yeteneklerini
birkaç yıl sonra kaybetmişlerdir.
Spencer Brown'a göre bu durum son derece önemlidir. Brown,
rastlantı sonucu birbirini izleyen olayların , şans yasalarının ileri
sürdüğünden çok farkl ı diziler içerdiğini belirtiyor. Bu iddianın
doğruluğunu, istatistikçiler tarafından hazırlanan ve bilimse l de­
neylerde kullanılan rasgel e sayı tablolarından örnekler vererek
kan ıtlıyor. Bu umut verici olmayan malzemede bile Brown, çok
sayıda tekrarlar, atlamalar ve ilk bakışta tamamen rasgele gibi gö­
rünen başka modeller buldu.
Bu tuhaflıkların bir kısmı tabloları h azırlayanlar tarafından
fark edilmiş ve yayımlanmadan önce ortadan kaldırılmıştı, ancak
diğerleri hala duruyor. Rasgele sayılar üreten makinelerin yeteri
kadar uzun süre çalışmasına izin verilseydi, bu anormallikler or­
tadan kal k acak veya yerlerini yenilerine bırakacaktı. Ru hsal araş­
tırmacılar, diyor Spencer Brown, geçen 70 yılı var olmayan bir
şeyi kanıtlamaya çalışarak harcadı.

299
Yirminci yüzyılın başlarında pek çok önemli bilimsel

araştırmanın merkezi haline gelen Glasgow Üniversitesi'nin

fizik profesörlerinden John Lenihan (1 918- 1993) , Bilim İş

Başında'da bilim ve teknoloji üzerine yazdığı yazıları bir araya

getiriyor. Bilimin, doğanın derinliğine araştırılması olduğunu

ifade eden Leni han, tıp, şiir, siyaset, çevre gibi birbirinden farklı

alanlarda bilimin günlük hayatımızı nasıl etkilediğini kolay

anlaşılır bir düle okura aktarıyor. Popüler bilim yazarlığının

nasıl olması gerektiği konusunda önemli ipuçları veren elinizdeki

kitabın, bilimin coşkusunu oku rlarıyla paylaşan, gerçek anlamda

popüler bir bilim kitabı olduğu düşüncesindeyiz.

3, 7 50, 000
BiL iM IS

Fiyatı: 11 (KDV DAHİL)


BAS I NDA
-C i L TS i Z
JOH N LE
N I H AN
1 0 3 472 8

111 1111111 1111111111 11111111ııııı


1 0 347 28
Basılı fiyatından farklı satılamaz
000 0 00

You might also like