Professional Documents
Culture Documents
Bilim İş Başında-John Lenihan
Bilim İş Başında-John Lenihan
TÜBİTAK
Atatürk Bulvarı No: 221 Kavaklıdere 06100 Ankara
Tel: (312) 427 33 21 Faks ()12) 427 13 36
e-posta: kitap@tubitak.gov.tr
İnternet: kitap.tubitak.gov.tr
J o h n Len i h a n
Çeviri
B ar ı ş B ıçak ç ı
Ön söz
I. Bölüm
Neden Böyle?
Donma, Gen leşme ve Ardından Sürtünme 3
İ şitilmeyen Sesler 7
Sıcak ve Soğuk 26
En İyisi İ k i Tekerleklisi 40
Bilim ve Gayda 44
Sol ve Sağ 49
II. Bölüm 53
Tarih
İ şe Yaramayan Deney 55
Uçuşun Öncüleri 62
Dalgalar 67
Rum Ateşi 71
Bilim N asıl Gerçek leşmez 75
Jodrell Bank Teleskopu 78
Zamanı Ölçmek 82
Kaza mı Kasıt m ı ? 85
Cavendish Laboratuvarı 88
III. Bölüm 95
Bilim ve Toplum
Trafik Kuralları 97
Şiir Bilim İ l işkisi 101
Haritacı Melvyn 107
Radyoaktif Serpinti ve Sağlık 11 O
Disko Sağırlığı -Aslında Hiç Var Olmamış Bir Tehlike 114
Savaşta Atom Enerjisi 1 17
Bilim ve Toplum 122
V. Bölüm 159
Dört İşlem
Sayılarla Oynamak 161
Rasgele Sayılar 165
Blaise Pascal ve Olasılık 168
H erkesin Bildiği Çarpı İşareti 173
Bilmeceler ve Paradokslar 176
Aritmetik Bilgisi 180
İnsanlar
Dehanın İ lk İşaretleri 237
Bazı Tuhaflıklar
Tanrısal Geometri 261
Bilim için pek çok şey söylenebilir: i lerleme aracı, akla d ayalı
etkinliklerin alanı, çevre ile ilgili felaketleri yaratan etken, tekno
lojinin ortağı. .. Çağımızın yenilik, refah ve iktidar ç ı lgınlığı, bilim
sel uygulama ve çalışmal arın eğlenceli olabileceğini ve bu keyfin
engin bir bilgi veya yak ı n bir ilgi olmadan da paylaşılabileceğini
u nutturuyor. Bilim, doğanın derinliğine araştırılmasıdır; insanın
doğa ile etk ileşiminin sonucu demek olan uygarlaşma aslında ke
yifli bir süreçtir.
Ancak bilim, insanların hayal gücünü, sporu n , siyasetin, ede
biyatın veya tiyatron u n harekete geçirdiği biçimde nadire n h are
kete geçirir. Bunun bir nedeni bilim adaml arın ı n kitle iletişim
araçlarından korkması ve görüşlerinin sansasyon e l bir biçimde
abartılmasını veya önemsiz şeyler gibi gösterilmesin i istememesi
dir. Çoğu bilim adamı kitle iletişim araçları n a sırt çevirmiştir.
Onları kınayamayız, ancak zaman zaman o nların dünyasına gir
mek i lgi çekicidir.
Tbe Clasgow Herald'ın editörleri, gazeteleri için haber ve ma
kaleler yazmamı isteyerek bana gazetecil i k mesleği hakkında bir
şeyler öğrenme olanağı verdiler. Bu kitaptaki denemelerin çoğu
daha önce Tbe Clasgow Herald'da yayımlanan yazılara, bir kıs
mı da Books and Bookmen için yazılan yazılara d ayanıyor. Her
iki yayın organının sahiplerine de, bu yazıların yeniden yayımlan
malarına izin verdikleri için minnettarım.
Uzun yıllardan beri The Glasgow Herald'da düzenli olarak çi
zen John Fleming bu kitap için yeni karikatürler çizdi. Nükteli ve
yalın çizimleri, konuyu sağlam bir biçimde kavradıkları için yal
nızca birer süs değildir ve çoğu zaman belirli görüşleri aktarmak
ta metinden daha başarılıdır.
Her ikimiz de metnin son haline getirilmesinde ve kitabın tasa
rımında gösterdikleri özen ve beceri için Nevil l e Hankins'e, Vale
rie Jones'a ve Terry Poole'a içten teşekkürlerimizi sunarız.
John Lenihan
II
Neden Böyle?
l. Bölüm
Neden Böyle?
3
Sağlam bir cam kap, buz ve su karışımı ile dolduruldu ve içine
bir termometre yerleştirildi. Karışımda hem buz hem de su var ol
duğu sürece, termometrenin gösterdiği sıcaklık donma noktasına
eşit olacaktı. Düzeneğin üst kısmında yer alan bir piston, biraz gö
zü pek bir biçimde aşağıya doğru itilerek kabın içindeki basınç ar
tırılıyordu. Bereket cam kap parçalanmadı, ancak termometrenin
göstergesi belirgin bir biçimde düştü. Aşırı basınç serbest bırakıldı
ğında da, termometreden okunan sıcaklık ilk değerine geri döndü.
Basınç uygulandığında donma noktasının düşmesi, suyun pek
çok tuhaf özelliğinden biridir ve donma sırasınd a meydana gelen
genleşme ile ilgilidir. Bu genleşme nedeniyle buz, sudan daha az
yoğundur. Yine bu yüzden, buzdağları uslu uslu dibe batmaz, yü
zerler. Öte yandan, buzun suyun üzerinde yüzmesi yalnızca cur
ling oyuncuları ve buz patencileri için değil, göl lerin dipten yuka
rı doğru donması halinde kışın yaşama şansları olmayan balı klar
için de çok elverişlidir.
Kış sporlarının hepsi karın ve buzun kayganl ı k özel liğinden ya
rarlanır. Bu özel l i k ancak yakın bir geçmişte tam olarak açıklana
bildi. Yüzyılın başlarında, buz patenlerinin rahat bir biçimde ha
reket etmesinin nedeninin, demir çubukların basıncının buzun
erime noktasını düşürmesi ve bu nedenle de buzun üst kısmının
erimesine yol açması olduğu i leri sürülmüştü. Böylece yüzeyde
ince bir su tabakası oluşuyor ve tabii ki bu tabaka paten geçtik
ten sonra tekrar donuyord u .
Akla yakın görünen b u açıklama yarım yüzyıl boyunca ders k i
taplarında yer aldı, oysa tamamen yanlıştı. Basit hesaplamalar,
ağır bir buz patencisinin bile erime noktasını bir derecenin onda
birinden daha fazla değiştirmediğini gösteriyor. Bununla birlikte,
hava (ve buz) sıcaklığı sıfırın çok altındayken, buz pateninin ol
d ukça kolay yapıldığını h emen herkes bilir.
Yaklaşık 40 yıl önce, Cambridge'li fizikçi Dr. F. P. Bowden (C.
P. Snow'un romanlarında Francis Getliffe olarak geçer) , kayak
yapm aya gittiği Alplerde, yoğun kar yağışı nedeniyle birkaç gün
boyunca bir dağ kul übesinde mahsur kalmış, bu sırada düşünmek
4
...kar yağışı nedeniyle mahsur kaldığı bir dağ kulübesinde
düşünmek için bol zamanı olmuştu.
5
Bowden daha sonra, sürtünmeyi azaltmak için kullanılan ka
yak mumu ve diğer maddelerl e ilgili araştırma yapmaya başladı.
PTFE (politetrafluoretilen, oldukça dayanıklı, beyaz bir plastik
madde) 'nin m umdan bile daha iyi olması gerektiği sonucuna var
dı. Bu yargı, bazen ağırlıklar k u llanılarak, bazen de hız tutkunu
i nsanlarla yapılan hız ölçüm deneyleri ile doğrulandı.
Sonuçlar oldukça ikna ediciydi . Yakl aşık 64 kg ağırlığındaki
bir kayakçı, aşağı yukarı 2 1 0 metre uzunluğun daki fazl a dik ol
mayan bir yamaçtan, geleneksel biçimde m u mlanmış kayaklarla
83 saniyede inerken, PTFE ile kaplanmış kayaklarla bu yolculuk
yalnızca 54 saniye sürüyordu. Bowden'ın b u buluşu o zamandan
bu yana kayakçılar arasında çok yaygın l aştı. Yüksek hızla iniş gi
bi bazı özel yarışlarda, u sta kayakçılar geleneksel mumlama yön
temini tercih edebilir, ancak çoğu amatör kayakçı için PTFE se
vindirici bir gelişmedir. Bunun yanı sıra, ders kitapların ı n yanl ış
olabileceğini söyleyen yen i ve farklı görüşlere kayıtsız kalınama
yacağını ve fiziğin eğlenceli olduğunu da göstermiştir.
İşitilmeyen Sesler
7
!ediği ve baston u n sapındaki lastik bir körüğü n ü flediği hava ile
öten düdüğü n ü k ul l anarak, h ayvanat bahçelerinde ve sokaklar
da öze n l i deneyle r gerçekleştird i. Ü zerinde deney yapılan h ay
van kulakları nı dikerse, büyük olasılıkla u ltrasonik sinyali du
yabil iy or demekti . Galton , e n iyilerinin kediler old uğu , köpekle
rin fena sayıl amayacağı, böceklerin ise hiç tepki vermediği so
nucuna vardı.
Titanic'in 1 9 1 2' d e batması n dan sonra, s e s d algalarıyla buz
d ağların ı saptamak için çalışmalar yapıldı. B u çalışmalar, ka
ranlıkta veya sisli h avalarda görü lemeyen büyük nesnele ri n
varlığını ortaya çıkarmak için, sesin bi r yere çarpıp geri dönme
özell iğinden yararlanıyordu. Patlama sesleri ve başka yüksek
sesler kullanılarak yapılan ilk d eneylerd e pek başarı elde edile
medi. Bunun ana nedeni, yansıyan sesin çok zayıf olması ve bir
gemide epey yüksek olan sürekli gürültüden kolayca ayırt edi
lememesiydi . 1 9 1 7 yılında Fransız fizikçi Langevin, frekansı
işitme eşiği n i n üzerinde olan bir ses k u ll a nmanın daha iyi olaca
ğını fark etti. Böyle bir ses, gem i n i n motorlarından kaynakl a
nan parazitlerden ve den izdeki çeşitli gürültülerden e tk ilenme
yecekti . K u l l andığı ses kaynağı, yıl larca Paris'teki b i r mağaza
n ı n vitrin dekorasyonun da k u llanılmış, bol miktarda bulunan
b i r k ri stal d e n elde edilen bir k uvars parçasıydı. Uygun şekilde
kesil mi ş bir k uvars parçası piezoelektrik özell iği gösterir. Yani,
k ristale belli bir doğrultuda basın ç uygulandığı nda, buna dik
b i r d oğrultuda bir elektrik s i nyali oluşur. Bunun tersi de geçer
l i d i r, kristale alte rnatif bir ger il i m uygu landığında kristal titreş
m eye başlar. Kristali n büyüklüğü, doğal titreşim frekansı uygu
l anan elektrik si nyal i n i n frekansına eşit olacak şekilde ayarla
n ırsa, titreşimler çok büyük o labi l i r ve yoğ·un bir ses dalgası ve
ya u ltrasonik dalga ü reti r. Kuvars ve benzeri birkaç madde, gü
nümüzde d e u ltrasonik ses ü retmek için kullanılıyor. Benzer
özelliklere sah i p b i r kristal, u ltrasonik bir ses dalgası ile bom
bardıman edildiği nde bir el ektrik sinyali ü re ten h assas bir mik
rofon olarak d a k u l!anılabilir.
8
U ltrasonik uygulamaların ı n pek çoğu iki olgudan yararlan ır.
İlki, ultrasonik bir ses dalgasının, iki maddeyi birbirinden ayıran
yüzeye ulaşı r ulaşmaz geri yansımasıdır. Bu etki, hem m ü hendis
likte hem de tıpta kullan ı lan kusur dedektörün ü n temelini oluştu
rur. Bir kuvars k ristali osilatöründen (alternatif akım ü reteci),
kal ı n bir metal levhaya uygulanan ultrasonik bir sinyal, normalde
levhanın içinden dosdoğru geçer. Ancak, metal levhanın içinde
bir çatlak, bir hava kabarcığı, bir cüru f (maden posası) veya baş
ka bir kusur varsa, ultrasonik sinyalin bir k ısmı geri yansır ve ve
ricinin yan ına yerleştirilen uygu n bir alıcı tarafından saptanabi lir.
Aynca, ilk ultrasonik titreşimi yolladı ktan sonra kristal, geri dö
nen yankılan toplayan bir m ikrofon olarak da k u llanılabi lir.
Kafatasının bir tarafı ndan u ltrasonik bir sinyal yollandığında,
si nyalin büyük k ısmı diğer taraftan geri yansır ve kafatası içinde
orta hattaki anatomik yapılardan gelen algılanabilir bir yankı sap
tanır. Bu test kimi zaman kaza geçiren insanlara uygulanır. Yan
kı, iki kenar arasında yan yolda beklenen şekilde oluşmazsa, cer
rah iç kanamanın beyni yerinden ittiği kuşkusuna kapılabilir. Bu
tekniğin daha karmaşık biçimi, özellikle gebelik sırası nda karın
bölgesini incelemek için kullan ılıyor.
U ltrasoniğin ikinci yararlı uygulaması da, hala tam olarak anla
şılmayan , ancak kesinlikle çok etkili olan kavitasyon işlemidir. Bir
ses dalgası art arda meydana gelen sıkışma ve genişlemelerden
oluşur. Bir sıvı, sıkışmalara kolayl ıkla dayanabilir, ancak genişle
me, yani basıncın şiddetli bir biçimde düşmesi, sıvının içinde bir
boşluk meydana gelmesine neden olur. Boşluk. buharla veya sıvı
daki çözünmüş gazın ortaya çıkışıyla hemen doldurularak küçük
bir kabarcığa dönüşür. Bu kabarcık dağı ldığında şiddetli bir şok
dalgası meydana gelir ve açık etkilere yol açabilir. İster büyük is
terse küçük olsun, mühendislikte k ullanılan parçalar, içinden u lt
rasonik bir ses dalgasın ı n geçtiği bir sıvı banyosuna batırılarak
çok iyi temizlenebilir. Kavitasyon işleminden kaynaklanan sarsın
tılar, metal yüzeylerdeki kirleri ovarak temizler ve başka herhan
gi bir biçimde kolaylıkla sağlanamayacak bir temizlik sağlar.
Kavitasyon ve onunla ilgili işlemlerden cerrah lar da, çevre do
k u lara zarar vermeden küçük bir bölgeyi yok etmeleri gerektiğin
de yararlanır.
İşitilen melodiler (şair �John Keats'in dediği gibi) tatl ıdır, an
cak işitilmeyenler daha tatlıdır. U ltrasonografi m ühendisi, gürül
tü yaptığına dair şikayetlerle hiç karşılaşmaz, oysa kimsenin işite
meyeceği seslerle pek çok yararlı şey yapabil ir .
10
Su, Su, Her Taraf Su
1 1
Deniz suyunun arıtılması çok da zor değildir. ..
12
mıtma işleminin çok pahalı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte,
deniz suyunu buharlaştırmada harcanan ısının b üyük bölüm ü,
buhar yoğu nlaşırken geri al ınır. Dolayı sıyla, daha az enerj i tüke
ten bir damıtma cihazı tasarlamak olanak lı olabilir.
Bu konuda en başarılı örnek, büyük ölçüde East Kilbride'daki
( İskoçya'da bir kent) \\'eir Westgarth Limited'in ve Glasgow
Üniversitesi profesörlerinden R.S. Silver'ın çabaları ile geliştiri
len, çok aşamalı, ani etkili damıtma yöntemidir. Bu yöntemde de
niz suyu ısıtıl ı r ve alçak basınç altı n da tutulan büyük bir kaba ak
tarılır. Suyun bir kısmı b uharlaşır ve kabın üst kısmına yerleşti
ril miş borul arın üzerinde yoğunlaşır. Yoğ·un laşma sonucu elde
edilen saf su buradan bir toplama h u nisine damlar.
Buh arın yoğunlaşması ile ortaya çıkan buharlaşma gizli ısısı,
boru ların içinden c i hazın giriş ucuna akan deniz suyu tarafından
soğurulur. İ lk kapta kalan deniz suyu, yine alçak basın ç altında
tutu l an ve yeni bir buharlaşma işleminin gerçekleştiği ikinci bir
kaba aktarılır. Bu i ki n ci kapta da tatlı s u ü reti l i r ve denizden ge
len suyun ısıtılmasına katkıda bulunulur . Bu işlem defalarca tek
rarlanır. Arıtma işlemine tabi tutulan deniz suyu gittikçe soğur,
ancak bu sudan alınan ısının büyük kısmı yeni giren suya aktarı
lır. Böylece cihaza giren suya, i l k buharlaşma aşamasının öncesin
de yalnızca küçük bir m iktarda ek ısı veril mesi gerekir.
Bu tür bir cihaz, gram başına 50 kalori h atta daha bile az bir
enerji tüketimi ile su ü retir. Gereken ısı bir n ükleer reaktörden,
elektrik ü retiminin yan ü rü n ü olarak sağlanırsa b u işlem (her şe
ye rağmen kuramsal olarak) daha çekici h al e getirilebilir. Bu, su
suz ülkeler için de çok uygun bir seçenek olabilir.
Bazı bitkilerden teselli ve i l ham damıtmasının yanı sıra, deniz
suyunu daha içilebi l ir bir hale getirmesi ile i mbik, teknoloj i nin öv
güye değer başarılarından biridir.
Diğer b i r yöntem de kaynatmak yerine basınç uygulayarak tu
zu ayı rmaktır. Uygun bir maddeden (örneğin bir hayvanın idrar
k esesinden) yapılma bir zar bir kabın içine gerilir ve zarın bir ta
rafı tuzlu suyla diğer tarafı da tatlı suyla doldurulursa, tatlı suyun
13
bir kısmı zarın içinden geçerek çözeltiye karışır. Kimyacılar bu
olguyu, suyu çözeltinin içine iten bir geçişme (ozmos) basıncı ile
açıklar. Bu deneyin başarı l ı ol ması için zarın yarı gec,·irgen olma
sı gerekir. Saf suyun be l l i bir yönde akmasına izin vermeli, ancak
çözünmüş tuzların ters yönde geçmesine engel ol malıdır.
Peki, işlemi tersine çevirmek, yani deniz suyu na basınç uygu
layarak suyun uygun bir zarın içinden diğ·er t arafa geçmesini
sağlamak olanakl ı mı? Bu olasılık yaklaşık 20 yıl önce, selüloz
asetat ın (saydam, yapay bir madde) deniz suyu !uzları için yarı
geç i rgen olduğu bulunduğunda, ciddi bir biçimde araştı rılmaya
başlandı.
İlk denemeler çok başarı lı değildi, çünkü işe yarar bir akış hızı
için gereken basınç uygulandığı nda zar parçalanıyordu. 1 960 yı
l ı na geli ndiğinde, gelişmiş zarlar k u ll anılmaya başlandı ve bu
zarların uygun bir tatlı su akı ş hızı elde etmek için gerekli olan
yü ksek basınçlara (santimetrekareye yaklaşık 80 kilogram) da
yan ması için yöntemler gel iştirildi.
Ters geçişme (işlem bu adla anılıyor) işleminde kullanılan tek
makine, deniz suyunu gereken bası nca ç ıkaran bir pompa oldu
ğundan, çok fazla enerji harcamadan tatlı su ü retebilmesi gerekir.
Tahmini enerji tüketim i gram başına altı kaloridir. Bu enerjinin,
oldukça düşük bir verimle elde edilen elektrik enerjisi biçi minde
alınması gerektiğinden; ters geçişme yöntemi uygul amada, bir
n ük leer reaktörün atık ısısını kullanan çok aşamalı , ani etkili da
mıtma işleminden daha ekonomik olmayabilir.
Kuramsal olarak, deniz suyunu dondurarak tuzu sudan ayır
mak, kaynatarak ayırmak kadar kolay olmalıdır. Aslı nda, bu ku
rama dayanan yarat ıcı bir yöntem de geliştirildi. Bu yöntemde,
tuzlu su, hava basıncının <;ok düşük bi r düzeyde tutulduğu bir
tankın içine püskürtülür. Suyun bir böl ümü, (düşük basınç nede
niyle) buharlaşırken püskürtülen suyun geri kalanı ndan ısı alır.
Böylece, ısı veren su kısmen buza dönüşür. Bu yolla oluşan buz
k ristal leri herhangi bir çözünmüş tuz içermez ve tatlı su ile "yı
kamlıktan " sonra saf su elde etmek için eritilebilir.
14
İstenmeyen tuzların elektroliz yoluyla sudan ayrışt ı rı ldığı
elekt rodiyaliz yöntemi ile de başarılı sonuçlar elde edildi. Sodyum
klorür (sofra t uz u) deniz suyunda elektriksel olarak yüklü atom
lar yani iyonlar halinde bulunur. Sodyum klorürdeki sodyum (ar
tı yüklü) ve klor (eksi yü klü) iyonları n ı n mi ktarı birbirine eşittir.
Bir tuz çözeltisi, bir elektrik kaynağı nın zıt uçlarına bağlı iki
elektrotu n (diğer bir deyişle m etalden veya karbondan yapılma
iki çu buğu n ) bulunduğu bir kaba koyulursa, artı yüklü sodyum
iyonları eksi elektrota, eksi yüklü klor iyonları da artı elektrota
doğru hareket eder. Eksi e lektrotun önüne artı yüklü iyonlar için
yarı geçirgen bir zar, artı elekrotun önüne de eksi yü klü iyonlar
için yarı geçirgen bir zar yerleştirdiğimizi farz edel i m . Sodyum ve
klor iyonları zarların içinden geçer ve iki zarın arasında çok geç
meden hiç tuz içermeyen saf su kalır. Uygulamada bu işlem çok
d aha karmaşıktır, çünkü (uygun bir maliyet için) çok sayıda zar
kullanmak gereki r, ancak çalışma i lkesi değişmez.
Su ne kadar değerl i ? Britanya'da insanlar bol su k ullanmaya
al ışıklar ve binlerce galon (bir galon yaklaşık 4,5 l itre) su için ne
redeyse yalnızca penilerle (bir peni sterlinin yüzde birid ir) i fade
edilen ücretler ödüyorlar. Bu mükemmel düzen karmaşık bir
nükleer damıt ma yöntemi il e sağhn ıyor. Güneşin nükleer enerj i
si, deniz suyunu buharlaştırıyor v e arıtılmış bir halde, yağmur
olarak geri veriyor. İ nsan yapımı projeler, kendiliğinden gerçek
leşen bu işlemle mali açıdan boy ölçüşemez ve böyle projelerin ba
şarısı da ürünün m aliyetine bağl ıdır.
Kuveyt'e kamyonlarla su taşınmasının ve galonu yaklaşık on
pe niye satıl masının üzerinden henüz çok zaman geçmedi. 1 9 70'e
gelind iğinde, l 000 galon için 1 sterlinin altında bir maliyetle, gün
de yak laşık 2 0 milyon galon su sağlayan damıtma tesisleri kurul
du. Bu, Kuveyt ve diğer bazı Ortadoğu ülkeleri için kabul edile
bilir bir maliyettir. Ancak yine de, büyük çaplı endüst riyel ve ev
sel kullanım için bir hayli yüksektir. Çok pahalı old uğu halde alı
cı bu lan özel tarımsal ü rünler dışında, tarımsal kullanım içinse hiç
uygun değild ir.
15
N ükl eer enerj i ve su teknolojisi çölleri yemyeşil yapamaz. So
run, doğanın cömertçe sunduğu pek çok şey gibi suyun da çok
dengesiz bir biçimde dağılmış olması. A ncak bu zamana dek kim
se, Tan rı 'nın çabaların ı önemli ölçüde geliştirecek gerçekçi görüş
ler ortaya koyamad ı .
16
Aynanın Diğer Tarafı
17
Bir aynanın önünde küçük bir ışık k aynağı, örneğin küçük bi r
ampul olduğunu düşü n ü n . Işık k aynağwdan aynaya doğru, ışığın
yayıldığı pek çok yönden yal nızca ikisini gösteren çizgile r (veya
ışınlar) çizin. Bu ışınların her biri geri yansıtılır. Bir aynanın
önemli özell iği, yansım an ı n simetrik olması, başka bir deyişle,
yansıtılan ışının ayna ile yaptığı açının gelen ışının ayna ile yaptı
ğı açıya eşit olmasıdır. Bu nedenle, yansıyan iki ışın (aynanın kar
şısından bakan birine) ampulün görüntüsünün oluştuğu yerden,
yan i aynan ı n arkasından bir yerden geliyorm uş gibi görünür.
Eukleides geometrisi konusunda bilgisi olanl ar için, bir şey ayna
nın ne kadar uzağ·ındaysa, görüntüsünün de ayn anın o kadar ge
risi nde olacağını açıklamak güç değildir.
Şimdi daha karmaşık bir şeyi ele alalım . Bir kağıt parçasın a bir
sözcük yazın, ayn aya doğru tutu n ve nasıl bir görü ntünün oluştu
ğuna bakı n . Sözcük tersten yazılmış gibi görün ür ve okumak ko
l ay olmaz. Bu değişik l iğin aslında ayna ile bir ilgisi yok . Ü zerine
sözcük yazdığınız kağıdı aynaya doğru tutarken 1 80° çevirdiğini
zi u n utmayın . Görüntünün ters görünmesinin nedeni budur. Da
ha önce yazdığ·ınız sözcüğü bu kez saydam bir kağıda yazın ve
kağıdı çevirmeden (sözcük size bakacak biçim d e) aynaya tutun;
aynada görünen sözcüğün yazdığınız sözcükle tıpatıp aynı oldu
ğu nu göreceksiniz.
18
Yine de, aynanın önünde kravat bağlamaya çal ışan insanlar,
aynadaki görüntüde sağ ve sol taraf yer değiştirdiği için işin zor
laştığından yak ınabilir. Gerçekte olan şey bu deği l.
Bir şey aynanın ne kadar uzağındaysa, ayn adaki görüntüsünün
de o kadar geride o ld uğunu görmüştük. Bir boy aynasının önün
de durun ve görüntünün nasıl oluştuğuna bakın. Burun, çene ve
ayak uçları (varsa kolunuzdaki saat) aynaya en yakın şeylerd i r ve
bu yüzden, ters tarafta da olsa, görüntüleri de aynaya en yakın
dır. Kulaklar ve kollar biraz d aha geridedir ve görü ntüleri de bu
nunla bağlantılı olarak aynadan daha uzakt ı r. Sol elinizi kal d ı ra
cak olursanız, aynada sol el inizin tam karşısında görünen e l de
kal k acaktır. Sağ elinizde bir yüzük varsa, yüzüğün görü ntüsü yü
züğün tam karşısındaki bir noktada görünecektir.
Öyleyse neden sağ ve sol tarafların yer değiştirdiğini düşünü
yoru z ? Aynanın kuzeye bakan bir duvarda olduğunu düşünelim .
Yüzünüz aynaya dönük d u rd uğunuzda, başınızın arkasından
burnunuzun ucuna doğTu çizilen bir çizgi k uzeyden güneye doğ
ru uzanır. Oysa aynadaki görü ntü nüzde başınızın arkası ndan
burnunuzun ucuna doğru çizilen bir çizgi güneyden kuzeye doğ-
ru uzanır.
Yansımanın yaptığı şey aslında, aynaya dik bir çizgi üzerinde
yer alan noktaların görel i konumları n ı ters çevi rmektir. Burnun
yüzü n ön tarafında bulunduğu herkesce bilindiğinden, gözlerimiz
ve beynimiz, görüntüyü, aynanın önündeki cisime karşı taraftan
bakan bir insanmış gibi algılar. İki insanın el sıkışırken birbirleri
ne sağ ellerini çaprazlama uzattığı düşünülürse bu yanılsama da
ha iyi an laşıl ı r. Oysa aynadaki görü n tü n üzle el sıkışmak isted iği
nizde bunu yapmanız gerekmez; sadece sağ elinizi kaldırmanız ve
aynaya yapıştırmanız yetecektir, görüntüdeki elin her noktada
elinizle k avuştuğunu göreceksiniz.
l'J
İnsan Döşemeye Karşı
,,, J . E . Goı·don 1968 Thc Ncw Scicrıce of'Strorıg ıHaıcria/s (Yeni Dayanıklı Malzeme
Bilimi) '(Harınondswoı·th : Pcnguin ) .
20
ye d ayanıksızdır. Bu nedenle ortaçağ m imarları, katedrallerde ve
saraylarda kullandıkları taşların sıkışmalarına, fakat asla gerilme
melerine dikkat ederlerdi. Taş köprü kemeri bu ilkenin uygulan
masına iyi bir örnektir. Kemeri ol uşturan kama şeklindeki (bir ta
rafı dar diğer tarafı geniş) taşlar, her iki yan larındaki diğer taşlar
ve üstlerindeki moloz ve toprak dolgu yol tarafından sıkıştırı lır.
Gereken sıkıştırmayı sağlamak için, Gotik katedraller çoğunluk
la payandalar tarafından desteklenmek zorundaydı; kimi zaman
sıkıştırma çok kuvvetli olurdu ve yıkılmayı önlemek için iç duvar
ların aralarına istinat kemerleri veya ters kemerler yerleştirmek
gerekirdi. Kereste gerilmeye çok dayanıklıdır, ancak aynı d aya
nık lılıkta bağlantılar yapmanın güçlüğü nedeniyle, bu malzeme
den geçmişte tam olarak yararlanı l amamıştır.
Eski Yunanlılar kemer yerine kiriş ve sütun kullanmayı tercih
ediyordu . Parthenon ve diğer Dor düzeni tapınakları aslında ah
şap yapı tekniğinin uygulandığı mermer yapılard ır. Mermer geril
m eye karşı fazl a dayanıklı olmadığından , iki sütun arasında kulla
nılan parçaların uzunluğu 2,4 metreyi nadiren aşıyordu. t\kropo
lisin girişinin ise yaklaşık 6 metre genişliği nde olması gerekiyor
d u . Mimar, mermerde açı lan oluklara çimen to i l e kalı n demir çu
buklar tutturarak bu sorunu çözmüştü. Sağlamlaştırma konusun
daki sonraki denemeler, su sızıntısı ve bunun sonucunda da meta
l i n paslanması nedeniyle çoğun l ukla başarısızlıkla sonuçlandı.
1 850'li yı l larda, betonun içine yerleştirilen demirin tehlike ya
ratacak kadar pas/anmadığı keşfedildi. Beton ne yazık ki, gerilme
ya da eğilme söz konusu olduğu nda zayıf bir malzemedir ve yan
lış yükleni rse tehlikeli biçimde çatlama olasılığı yüksektir. Bu so
runun çözümü, destek çubuklarını beton dök ü l ü rken gerilm e al
tında tutmaktır. Böylece beton s ürekli bir sıkışma altında olur.
Ön geril m e li beton l 890'da geliştirildi, ancak yaygın olarak kul
lanılmaya yeni yeni başland ı.
Küçük yapı lar iç i n kereste m ü k e m m e l b i r malzemedir. Liflerin
deki hücre duvarları, sıkışma altında oldukça kolay parçalanır.
Çivi ve vidaların başarıl ı sonuç vermesinin nedeni budur.
21
nımpımmınııımııısmııırnuıa:ııtı@ııwıı5&iJtlmwrmııtıırrmıraını!PrnJUmınıtıınırnıpJmı@M
23
bu yönteme bir örnek olarak verilebilir. Yum uşayana kadar ısıtı
l an ancak erimeyen bir cam tabakası soğuk hava püskürtülerek
soğutulur. Cam ısıyı iyi ilet mediğinden, başlangıçta tabakanın dış
kısmı iç kısmından daha fazla büzülür. Dış kısmın sertleşmesin
den sonra, iç kısım büzülmeye devam eder. Soğutma işlemi bitti
ğinde, dış kısım sıkışma altındayken iç kısım geril m e altındadır.
B u nedenle dış katman, sıradan bir cam tabakası nı çatlatacak kü
çük darbelere dayanabilir. Buna rağmen dış katmanda oluşan bir
çatlak, büyük bir hızla yayıl arak, bütün camın binlerce küçük
saydam olmayan parçaya ayrılarak kırıl masına yol açar.
Camdaki gerilme desenleri kutuplanmış (polarılmış) ışık altın
d a görünür hale gelir. Özellikle güneş ufuk çizgisine yakınken,
bulutsuz bir gökyüzünden gelen ışık kısmen kutu plan m ış oldu
ğundan, bu desenler çoğunlukla herhangi bir özel alet olmadan da
görü lebilir. Camı n soğutulm ası sırasında püskü rtülen havanın bir
otomobilin ön camında m eydana getirdiği ışık ve gölge dalgalan
malarını görmek için doğru açıyla bakmak gerekir.
Camın pek çok özelliği, kendine has fiziksel yapısı ile ilgilidir.
Metaller, atom l arı düzenli sıralar ve sütunlar halinde olan kristal
yapılı katılardır. Metallerin bu özelliği, x-ışını ile yapılan krista
lografi (kristal haldeki maddeleri inceleyen bilim d al ı ) deneyleriy
le anlaşılmıştır.
Sesin frekansı, birbirini izleyen tahtalardan gelen yansımalar
arasındak i süre, güçlendirm e i çin uygu n olacak biçimde ayarla
nırsa, bir bahçe çitinden bile kimi zaman iyi bir yankı elde edile
bilir. Benzer biçimde, bir cismi bir x-ışın ı n ı n önüne yerleştirerek
ve ışının nasıl dağıldığını gözleyerek, o cismin atomlarının düzen
lenişi konusunda bilgi alınabilir.
Camı n x-ışını ile incelenmesi atom ları n , beklendiği üzere kris
tal yapıdaki bir katının atomları gibi düzenli değil, bir sıvın ı n
atomları gibi düzensiz b i r biçimde sıralandığını ortaya koyuyor.
Cam aslında ağdalılığı (akm aya karşı direnci) çok yüksek bir sı
vıdır. Çoğu sıvı, donma noktasının birkaç derece altına kadar so
ğutulduğunda kristalleşir. Cam, az bulunur yükseklikteki ağdalı-
24
lığı nedeniyle o kadar ağır hareket eder ki , molekül ler kendilerini
kristalleşme için gereken modelde düzenleyemezler. Bu nedenle,
eriyen cam soğuduğunda, bir katı gibi görün mesine ve bu hissi
yaratmasına karşın, sıvı halin bütün özelliklerini korur.
Eritilmiş şeker biraz hızlı bir biçimde soğutulduğunda, katıla
şarak, deneysel amaçlar açısından çok yararlı bir çeşit cama (bil
diğimiz karamelaya) dönüşür. Karamelayı dikkatli bir biçimde,
yavaş yavaş eğerek ikiye katlayabili rsiniz, ancak bir çekiçle vur
duğunuzda veya bir masanı n kenarına çarptığınızda, birdenbire
kırılır. Zift ve bazı plastikler de dahil olmak üzere sert m addele
rin çoğu, aynı şekilde tepki verir. Bu tür malzemelere yavaş yavaş
gerilme uygulandığında, malzemeler gerilme uygul an an noktadan
akarak uzakl aştıkları ndan gerilmeyi azaltırlar; oysa sert bir vuru
şun yol açtığı çatlak, p l astik akışla dağıtılamayacak kadar çabuk
büyür.
Cam kimi zaman, özellikle de çok eskiyse kristall eşir; yani
atomlar kendilerini düzenli bir sıraya sokmak için bol zaman bul
muştur. Kristalleşmiş (veya yarı saydam h al e getiril miş) cam da
yanıksızdır, kristal sınırları boyunca kırılma eğilimi gösterir.
25
Sıcak ve Soğuk
26
soyut bir kavram" biçimindeydi . Kökleri ilkel teknolojide olan ve
dalları termodinamiğin gen iş sahasına giren sıcaklık kavramı söz
konusu olduğunda, bunların hepsi de oldukça akla uygundur.
Bilimin gelişmesi için hammadde oluşturan soyut kavramlar
daima gözleme dayanır. Sıcaklık kavramı (ki bu ısı ile aynı şey de
ğildir) eskiçağda da yaygın olarak biliniyordu. 2300 yıl önce Aris
toteles, bütün maddeleri n , sıcak, soğuk, nemli ve kuru sıfatları ile
tanımlanan dört farklı niteliğe değişik oranlarda sahip olduğunu
i leri sürmüştü. Simyacılar, hekimler ve filozoflar, kuramlarını sa
yılarla i fade etmek için hiçbir birim veya ölçüm sistemleri olmadı
ğı halde, bu sın ı flandırmayı pek çok açıdan yararlı bulmuşlard ı .
G al i l eo k i m i lerince termometre n in m ucidi olarak kabul edilir,
oysa 1 592 yılında tasarladığı alet bugün neredeyse hiç bilinmi
yor. Arkadaşı Benedetto Castelli'nin yıllar sonraki anlatımına
bak ı lı rsa :
Küçük bir tavuk yum urtası na benzeyen bir haznesi olan, bir
saman çöpü çapında ve yaklaşık iki karış uzunluğunda camdan
bir boru yaptı: hazneyi ellerin in içinde ısıttı ve ters çevirerek bo
ruyu su dolu bir kabın içine soktu; hazne soğudukça su borunun
içinde yükseldi. Bu, sıcaklığın ve soğukluğun derecelerini araştır
mak i ç i n kullandığı bir alettti.
27
ren i n hastalığın teşhisi ve tedavisi için yararlı b ilgiler sağlayabi le
ceğin i fark eden ilk hekimdi.
1 64 1 yılında Toscana Grandükü fI. Ferdinando, termometre
tasarımını önemli ölçüde geliştirdi . Atmosfer basıncındaki deği
şikliklerden etkilenmeyen ilk termometre olan bu alet, havanın
genişlemesi yerine bir sıvı n ı n genişlemesini kullanıyordu. Uzun,
dar bir borun u n cam haznesi renklendirilmiş alkolle dolduru l muş
ve boru nun ü st kısmı sıkı bir biçimde kapatılmıştı .
İ l k termometrelerin bazılarında, sıcaklık ve soğukluk derecele
ri ni gösteren sayılar veya işaretler bulunan ölçekler vardı. Mag
deburg' un becerikli belediye başkanı Otto von Guericke, 6 metre
uzun l uğunda göşterişli bir termometre yapmıştı. Al kol genleşir
ken veya büzülürken bir şamandırayı hareket ettiriyor, şamandı
raya bağlı bir melek figürü de, havanı n duru m u na göre, "çok sı
cak"tan " çok soğuk "a kadar sıralanan değerleri gösteriyordu .
Ferdinando'nun termometrelerinden b iri Robert Boyle'a dek
ulaştı. Boyle'un bu konudak i düşüncesi şöyleydi : " Soğuğu ölçmek
için bir ölçütü m üz yok. Bilinen araçlar havanın göreceli soğuklu
ğundan başka bir şey göstermiyor." Boyle'un bir termometre üze
rinde altı tane nokta tanı mlama çabaları pek başarılı olmadı, an
cak 1 694 yıl ında Padova Üniversitesi matematikçilerinden Carlo
Renal di ni önemli bir gelişme k aydetti. Renaldini, buzun erim e
n oktası ile suyun kaynama noktası nın ölçüt olarak kullanılması ve
aralarındaki mesafe n i n termometre üzerinde on ikiye bölünmesi
gerektiğini öne sürdü. Bu sağlam bir düşünceydi, ancak uzun yıl
l a r üzerinde duru l madı.
O n sekizinci yüzyılın başlarında, Daniel Fahrenheit i lk güveni
l i r cıvalı termometreyi yaptı. Britanyalıların gün ü müzde de kul
landığı ölçeğinde, buzun erime noktası 32 dereceye yerleştiri lmiş
ti, normal vücut sıcaklığı da 96 derecedeyd i. En üst nokta sonra
dan suyun kaynama noktası i l e 2 1 2 derece o larak belirlendi.
Tutucu Britanyalılar çoğun l ukla, k i logram, santimetre ve
Fransızlara özgü diğer terslikler gibi santigrat ölçüsünü de disip
l i nsiz Fransızları n d ü-şü n ü p bu lduğu na i nanır. Oysa, buzun erime
'.28
noktası ile suyun kaynama noktası arasında 1 00 derecelik bir sı
caklık ölçüsü düşün cesi, 1 742 yıl ı nd a İ sveçli gökbilimci Anders
Celsius tarafından önerilmişti.
Termometre basit bir alet gibi görünse de, onu tam olarak kav
rayabilmek için termodinamiğin i nceliklerin i biraz bilmek gerekir.
Çoğu i nsan Beethoven 'ın yaln ızca dört senfonisini bilir: Eorica
(kahramanlık), Beşinci, Pastoral ve Dok uzuncu Senfoniler. Ben
zer bir yan ılgı, herhangi bi r maddede, şöminede ve evrenin her
yerinde gerçekleşen bütün enerji dönüşü mlerini ele alan termodi
namik yasaları için de geçerli .
İ l k yasa hemen herkesçe bilinir. İkinci yasa, Lord Snow d a da
h i l olmak üzere, pek çok i nsan tarafı ndan bilinir ve çalışkan öğ
renciler zorlanırlarsa üçüncü yasa ile ilgili yarım sayfa yazar; fa
kat en pahalı ders kitapları bile dörd üncüsünden söz etmez. Dör
d üncü yasanın nerede saklandığı n ı açıklamadan önce, ilk üçünü
ele almamız gerekiyor. Çünkü bu üç yasa, bir veya iki sayfa önce
öğle arası filozoflarını tartışırken bıraktığımız m utlak sıfır konu
suna bir açıkl ı k getiriyor .
Yasalardan h e r biri pek ç o k değişik biçimde tanımlanabilir. Bu
tanımlardan bazıları diğerlerinden daha ayrıntılıdır. İlk yasanı n
basit bir i fadesi, enerjin in yoktan var edilemeyeceği v e yok edile
m eyeceği biçimindedir. Bu yasaya açıkça aykı rı bir olgu ile karşı
l aştıklarında bilim adamların ı n yen i bir e nerji türü uydurdukları
nı ve yasanın da ancak bu şekilde geçerliliği ni koruduğunu söyle
yen eleştirilerde doğruluk payı var. Bir kibrit çaktığınızda ısı ve
ışık biçiminde büyük miktarda enerji ü retilir. Fizikçiler kibritin
ucunun ve sapın ı n , daha açık biçim lere dönüştürülm eyi bekleyen
kimyasal enerji içerdiğini iddia ederek bun u açıklar. Kimyasal
enerjinin, tutuşmadan önceki ve sonraki toplam e nerji miktarları
birbirine eşit olacak biçimde tanım landığını söylemeye gerek yok .
Bazı işlemlerde, örneğin atom çekirdeğinin bölünmesinde, bi
lançonun her iki yanına işleme giren maddenin k ütlesin i belirten
m atematiksel bir terim eklemek gerekir. Bu yararlı ekleme, 1 905
29
yılında Einstein tarafından ünlü E=mc2 formü lü ile i fade edilerek
yapıldı. Bu formülde E, m k ütlesinden elde edilebilecek enerji
m i ktarın ı , c de ışık hızını belirtir.
Termodinamiğin ikinci yasası dikatimizi, enerjinin diğer biçim
l eri için geçerli olmayan, ısıyla ilgi l i bazı özel noktalara çeker.
Farklı sıcaklıklardaki ik i cisim temas edecek biçimde yerleştiril
diklerinde, her iki cisim de ayn ı sıcaklığa gelene kadar, sıcak ci
simden soğuk cisi m e bir ısı akışı olacağını herkes bilir. Bu süreç
pek çok öğrenci neslin i n karışıml ar yönte m i olarak bildiği deney
sel bir çalışmanın temelini oluşturu r. Temas eden iki cismin sıcak
l ıklarını n sonunda birbirine eşitl enmesi olgusunun, termodinami
ğin üç sağlam yasasının temelini oluşturduğu yakın zamana dek
anlaşılmamıştı. Uzun zamandan beri bilinen ancak yeni terfi etti
rilen bu i l ke, bu nedenle termodinadiğin sıfırıncı yasası olarak ad
landırılır.
Sıcaklık kavramı oldukça iyi bilinse de, bu sözcüğün başarılı
bir tanımını yapmak o kadar da kolay değil . Bilim adamı genellik
l e şöyle davranm aya teşvik edilir : " Bi r sözcük k ulland ığımda, bu
sözcük ne anlama gelmesin i istiyorsam o anlam a gel i r. " Bir alevin
sıcaklığı rengi ile i fade edilebilir; bir hastanı n vücut sıcaklığı he
k i m i n termometresindeki cıvanın uzun luğu ile; bir tel sarı mının
sıcaklığı da elektriksel direnci il e tanı mlanabilir. Oysa bil i m ada
m ı , belirl i maddelerin veya malzemelerin özellikleri ile böyle açık
bağlantısı olmayan tan ımlar arar. Bir cismin sıcaklığını, molekül
lerin i n ortalama k i netik enerjisi biçim inde tanı mlamak yollardan
biridir. Bir e lektri k l i su ısıtıcısı çalıştırıl dığı nda, elektrik enerjisi
ısıya dönüştürülür ve sonra da su molek ü ll eri arasında ek ki netik
enerji olarak bölüşülür. Böylece moleküller, sıvı halden tamamen
çıkmak ve b u har olarak kaçmak için gerekli e nerjiyi kazanana ka
dar, artan bir hızla hareket ederler.
Sıcak bir cisimle soğuk bir cisim temas ettiğinde, moleküller,
temas noktalarında meydana gelen çarpışmalarda enerji alışveri
şinde bulunur. Yeterli sayıda çarpışmadan sonra moleküllerin
e nerjisi eşitlenir ve iki cismin sıcaklıkları aynı değere yaklaşır.
30
Termodinamiğin sıfırıncı yasasının uygulama açısından büyük
önemi var. Aslında, bir termometre kendi sıcaklığını ölçer; hava
nın, i nsan vücudunun veya temas ettiği başka herhangi bir şeyin
sıcaklığın ı gereken h assasiyetle ölçebilmesi için, termometrenin
ısıl dengeye u laşacak kadar bekletilmesi gerekir.
Bilimsel amaçlar için en iyi sıcak l ı k ölçme araçlarından biri gaz
termometresidir. Bir kabın içine bir m iktar gaz koyulup ısıtılırsa,
gazı n basıncı artar; basınç dediğimiz şey aslında gaz molekülleri
n i n kabın duvarlarına çarpmasıdır ve sıcaklık arttıkça molekülle
rin h ızı arttığından bu çarpm a da fazl alaşır. Buna karşılık gaz so
ğutul duğunda, kaba uyguladığı bası nç azalır. Fizik laboratuva
rın da genellikle öğrencilere bir gazın değişik sıcaklıktaki basınç
ları ölçtürülür. Bir basınç sıcaklık grafiği çizild iğinde ve grafik
geriye doğru uzatıld ığında, gazın hiç basın ç uygulamayacağı sı
caklık bulu nabilir. Bütün gazlar için bu sıcaklık, m utlak sıfır ola
rak bilinen yaklaşık -273,2°C'dir. Gaz, m ümkün olan en düşük sı
caklığa ulaşmadan önce sıvıya ardından da katıya dönüşeceğin
den, grafikle belirtilen özellik elbette ki bütün üyle gerçekçi değil
dir. Yi ne de mutlak sıfır çeşitli biçim lerde tanı m lanabilir v e san
tigrat ölçeğinde hep aynı yerde yer alır.
Mutlak sıfıra nasıl u l aşabilir veya yaklaşabiliriz? Termodina
miğin i kinci yasası bize, ısının sıcak bir cisimden soğuk bir cisime
kendiliğinden akacağını, ancak "yardım edilmeden" ters yönde
akmayacağını söylüyor.
Bir çaydanlık dolusu su ocakta kaynatılabil ir, ancak çaydanlık
taki su hiçbir zaman kendiliğinden buza dönüşüp ocak alevinin
biraz daha fazla ı sı vererek yanmasını sağlamaz. Düşük sıcaklık
taki bir cisimden yüksek sıcaklıktaki bir cisime kendiliğinden bir
ısı akışı olmasa da, ek bir enerji kaynağı ile bunu gerçekleştirmek
olanaklıdır. Buzdolabının temel çalışma i lkesi budur.
Gittikçe gelişen soğutucul arla m utlak sıfıra yaklaşıl m aya çalışı
l ıyor. Diğer üç yasa gibi olgulara (veya bir biçimde güvenilir bi
l i m adamlarının açıklad ığı olgulara) d ayanan termodinamiğin
üçüncü yasası, m u tlak sıfıra yaklaşabileceğimizi ancak, uygula-
31
nan yöntem ne kadar yaratıcı olursa olsun, hiçbir zaman ulaşama
yacağımızı söylüyor.
Termodinamik, bu har makinesini açıklama çabaları ndan orta
ya çıktı, ancak bu önemli sorunun çözülmesinden sonra da dur
madı. Tersine, bilimin ve mühendisliğin her koluna yayılarak da
ha zorlaştı ve karmaşıklaştı. Hala araştırma için oldukça canlı bir
konu. Ancak, termodinamiğin beşinci yasasını bulan kişi ona uy
gun bir isim verme konusunda çok zorlanacak.
32
Çarpıcı Bir Hikaye
33
den gelen gevşek yün l i flerini sağlam bir iplik h alinde büken bir
iğ tutarak, yün eğiriyorlardı. İğ çoğunlukla kehribardan yapılı
yord u . Kehribarın durmadan hav ve toz çektiğini fark eden ka
dınlar, bu alete Harpaga (tutucu) ismini vermişlerdi. Bu sözcük
d ah a sonra İ ngilizceye de taşındı.
Bu zekice gözlemden sonra gelişme yavaş old u. Yün eğiren ka
dınlar tarafından fark edilen bu ilginç özelliği taşıyan malzem eler,
kehribarın Eski Yunancasından gel m e bir sözcük olan 'elektrikli'
sözcüğüyle adlandırı l maya başlandı . Ancak elektrik ile mıknatıs
lık birbiriyle çokça karıştırılıyord u . Aradaki farkı kavrayan bir
kaç bilginden biri de Aziz Augustinus'tu.
Sürekli e lektrik ü reten ilk makineyi, yaklaşık 300 yıl önce,
Magdeburg belediye başkanı Otta von Guericke yap m ıştı. Bu
maki ne yalnızca, elle ovuşturulduğu zaman elektriklenen, 'yakla
şık bir bebek başı büyüklüğünde' bir kükü rt topağından oluşu
yordu . Daha özenli yapılan ve bir makine ile döndürülen elektrik
topları, eğitim ve eğlence amaçlı olarak çokça k ullanıldı.
Stephen Gray, Charterhouse'da ( İngi ltere'de parasız yatılı bir
oku l ) okuyan bir öğrenciydi. Hatır hu tur yemek yemeyi ve dinsel
düşüncelere dalmayı sevmediğin den, zamanını yakınlardaki Grey
Friars School 'dan öğrencilerin yardımıyla elektrik araştırmaları
yaparak geçiriyordu . 1 730 yılının baharında, iki ipek h al at yard ı
mıyla havada asılı duran bir çocuğun ayaklarına elektrik etkisi
uygulayarak ve çocuğun yüzünden kıvılcımlar çıkartarak m üthiş
bir deney yaptı . Birkaç yıl sonra, bir Fransız diplomatı ve amatör
bir bilim adamı olan Charles Du Fay bu deneyden hareketle
önemli sonuçlara ulaştı.
Elektrik, diyordu Du Fay, akışkan bir şeydir. Metallerin için
den serbestçe akabilir, fakat başka maddeler tarafından engelle
nir. Du Fay bu maddeleri elektrikli biçiminde adlandırıyordu, bi
zimse artık yalıtkan olarak tanı mlamamız gerekiyor. Yalıtkan bir
maddenin üzerinde bir elektrik yükü ü retilirse, yük bu madde
üzerinde kalır ve durağan elektrik m eydana getirir. Elektrik yü
kü, iletken bir maddenin, örneğin bir m etalin üzerinde epey kolay
34
üretil i r, ancak bu yük genellikle iletkenin üzerinden hemen akar.
Öte yandan metal bir nesne, çevresinden d ikkatli bir biçimde ya
lıtılırsa, bir elektrik yükünü, bir kehribar parçası veya bir kükürt
topağı kadar iyi tutar.
Elektrik akışkanı, diye devam ediyordu Du Fay, ik i türlü ola
bilir. Bal m u m u ovuşturul duğunda reçinemsi e lektrik üretilirken ,
cam üzerindeki sürtünme ile de camsı elektrik ü retilebilir. Elekt
rik yükü bir cisimden diğerine ancak cisimler birbirine temas
ederse aktarılabilir. İki cisim de aynı tür elektrik akışkanı ile yük
lenmişse birbirlerini iterler, ancak cisimlerden biri camsı diğeri de
reçinemsi elektrik ile yü klü ise, cisi mler arasında bir çekim kuv
veti gözlenir.
1 747 yılında Benjamin Franklin, elektriğin yaln ızca tek bir tü
rü olduğuna dair şaşırtıcı ölçüde yenilikçi bir görüş i leri sürdü.
Camsı elektriklenme, diyordu, yalnızca bir fazlalıktır (diğer bir
deyi şle artı bir yüktür) ve reçinemsi elektriklenme de bir eksiklik
tir; bu da benzer biçimde, eksi yük olarak nitelendirilir.
Yüz elli yıl sonra, elektriğin tek bir akışkan olduğu k uramı de
ney yoluyla kesin olarak kanıtlandı. Temel birim, Franklin'in sı
nıflandırmasına göre eksi yüklü olması gereken bir parçacık olan
elektrondu.
,J. ,J. Thomson'u n 1 897 yılında elektronu keşfetmesinden kısa
bir süre önce, Baltimore'lu I- L A. Rowland, bir başka önemli de
ney daha yaptı. Ebonitten yapılma yuvarlak ve yassı bir cismin
üzerine bir elektrik yükü koydu, cismi hızla döndürdü ve yakına
yerleştirilen bir pusulanın iğnesinin saptığını gösterd i . Bu yolla
uzun süredi r kuşku duyulan bir şeyi, elektrik akımının yalnızca
el ektrik yükünün bir hareketi olduğunu kanıtladı.
On dokuzuncu yüzyılın sonuna gelindiğinde, çağlar boyunca
fi lozofların ve zanaatkarların i lgisini çeken elektrik bir m uamma
olmaktan çıkmıştı. Öte yandan, eski moda durağan elektriklenme
yirminci yüzyı lda daha da önemli olacaktı. Duru m konuya me
raklı biri tarafından şöyle dile getiriliyordu :
Maryland, MS 1 653
Kasım ayı civarında, yukarıda adı geçen eyalette görevli Binba
şı N icholas Se�all 'un eşi Bayan Susanna Sewall 'u n giydiği bütün
elbiselerin üzerinde, (ateş almış gibi) tuhaf kıvılcımlar çaktı ve bu
Hazreti Meryem yortusuna (şubat ayının ikinci gününe) kadar
sürd ü . Adı geçen Susanna, Albay John Harris, Bay Edward Bra
ines, Albay Edward Poneson gibi kişileri n yanında, birkaç elbise
sini giydi ve elbiseler sallandığı zaman kıvılcımlar çıktı ve ateşe
atıl mış defne yaprakları nın çıkardığı sese benzer bir ses çıktı. ..
36
bi rbi rlerine sürtülerek arttırılır, ancak hiçbir sürtü n m e olmadan
da elektrik yükü elde edilebil i r.
Metaller, i nşaat m alzemeleri nin çoğu ve vücudumuzun dokula
rı da dahil olmak üzere pek çok madde, elektrik akımlarının ol
dukça serbest hareket etmesine izin verir. Bu nedenle, sürtünme
veya temas yoluyla oluşabilen elektrik yükleri genellikle kısa sü
rede toprağa akar.
Yalıtkan maddeleri n üzerinde oluşan yükler hareket etmez ve
n eredeyse süresiz olarak birikebil i r. Yükün çevresindeki elektrik
alanı, yük taşıyan nesne ile en yakındaki topraklanmış i letkeni
birbirinden ayıran hava yalıtımını yenecek kadar büyük olduğun
da, sınıra ulaşılır. Bu durumda yük, çoğunlukla görü nür bir kıvıl
cımla kaybol u r. Yük bir insan ı n vücudunda ise, kıvılcı mdaki akı
ma bağlı olarak algılanabil i r bir elektrik çarpması yaşanabilir .
Yürüdüğümüz zaman zeminde ve ayakkabılarımızın tabanında
elektrik yükleri oluşur. Bir ayakkabı üzeri ndeki yük genellikle,
zemine basıldığı zaman kaybolur ve ayakkabı havaya kalktığında
da yeniden ortaya çıkar. Zemi n iyi bir yalıtkan ile, örneğin sente
tik bir halı veya başka yapay bir m alzeme ile kaplan mışsa, yük
toprağa akamaz, yürüyen kişinin derisine ve giysilerine yayılır.
Kapı kolu veya ışık anahtarı gibi topraklanmış bir nesneye doku
nulur dokunulmaz da elektrik yükü, geçişi sırasında hafif bir
çarpm a etkisi yaratarak e n kolay yoldan toprağa akar.
Pek çok durumda bu etki yalnızca rahatsız edicidir, ancak bazen
tehlikeli de olabilir. Durağan elektriğin akışı ile oluşan kıvılcım, çev
rede narkoz gazları, örneğin eter varsa, bi r patlamaya neden olabilir.
Narkoz gazların ı n patlayıcı olanları çoğunlukla günümüz cer
rahisinde kul lanılmıyor, yin e de ameliyathanelerde durağan
elektriğin birikmesin e karşı pek çok önlem uygulanır. Plastik
maddeler ve yapay kumaşlar kull anıl maz. Sedye tekerlekleri, se
ru rr. boruları ve diğer aletlerde kullanılan p lastik , oldukça iyi bir
elektrik iletkenliği olan özel ü retilmiş bir plastiktir. Böylece dura
ğan elektriğin biri kmesi engellenir. Zemin mozaik değilse, elekt
riksel özellikleri önceden i n celenmelidir.
37
Durağan yük, plastik l evha, kağıt ve sentetik kumaş üretimin
de de bir derttir. Bu m alze melerin ü retiminde kaçınılmaz olan
sürtünme, tabakaların veya iplikleri n denetlenemeyen bir biçim
de uçuşmasına yol açabilen büyük yükler m eydana getirir. Suri
yeli kadınların 3000 yıldan daha uzun zaman önce keşfettikleri gi
bi, elektrik yükü taşıyan nesneler, dokuma ü rü nlerinin görü nüşü
n ü bozabilecek derecede toz çeker. Seyrek de olsa, d urağan e lekt
riklenmenin yol açtığı kıvılcım atlaması fabrikalarda yangınlara
veya patlamalara neden olabilir.
Bu sorunla başa çıkmanın yol u , havayı iyonize etmek, yani
elektronlarla ve artı yük l ü atomlarla doldurm aktır. Durağan
elektriklenme eksi yüklüyse, yüklü yüzey havadaki artı yükleri
çeker ve nötr (yüksüz) bir elektriksel duruma geri döner. Artı
yüklü bir du rağan yük de benzer bir biçimde havadan çekilen
elektronlar tarafından ortadan kaldırılır. İyon ların ve elektronla
rın havaya verilmesi devam ettiği sürece, potansiyel bir te hlike
o lan durağan yük birikmel eri anında dağıtılır.
İyonize etme n i n basit bir yol u, uygu n bir radyoaktif k ayna
ğı elektriklenen nesnenin yan ı n a yerleştirm ektir. Kaynağı n s ü
rekli o larak yaydığı ışın ı m h avanın iyonize olm as ını sağlar v e
( u z un ö m ü r l ü bir i zotop seçi l m i şse) işlem kendi başına yıllarca
d e va m ede r.
Du rağan elektriklenme her zaman tehlikeli değildir. Örneğin,
boya damlacıklarına büyük bir elektrik yükü verilerek boya püs
kürtme işleminin verimi büyük ölçüde artırılıyor. Böylece, yükleri
nedeniyle birbirlerini iten damlacıkların yüzeye daha düzenli dağıl
maları sağlanıyor. Aynı yöntem tarı msal ilaçlamada da kullanılıyor.
Birkaç yıl boyunca İ skoçya 'da, tütsülenmiş balık üretiminde bu
yöntemin çok i lginç bir uygulaması gerçekleştirildi. Duman balı
ğı n üzerine eşit olarak dağıtılamadığından gel eneksel yöntem çok
verimli değildir. Yeni yöntemde d u man, yüksek gerilimli t e llerden
oluşan bir ızgaranın içinden ü fleniyordu. Elektriklenen d u man
parçacıkları daha sonra, elektriksel itme kuvvetinin etkisi altında
her yöne eşit olarak dağ·ıldıkları tütsüleme odasına alınıyordu .
38
Teknik açıdan bu yöntem , -romantik efsaneler ne derse desin
çoğunlukla gelişigüzel olan babadan kalma bu işlemde büyük bir
gelişmeydi . Ne yazık ki, bilimsel yöntemlerle tütsü lenmiş balıkla
rın üstün l üğünü hem bu işi yapanlara hem de tarafsız çeşnici jü
rilerine göstermek güçtü. Yin e de bazı ülkelerde, jambon, hindi
ve hatta sardalye için e lektriklenmiş duman kullanılıyor.
En İyisi İki Tekerleklisi
40
Bu soruna getirilen ilk ama pek de zekice olmayan çözüm ö n
tekerleği büyütmekti. Böylece " peni-çeyrek peni" adı verilen, ön
tekerleği büyük arka tekerliği küçük tasarım ortaya çıktı. Mo
dern bisikl et, uygun büyüklükteki tekerleklerle istenen vites bü
yüklüğüne olanak tanıyan zincirin k ullanılması ile 1 879 yılında
geliştiril d i . 1 885 yılında, Coventıy'de i m al edilen Rover marka bi
sikletin zi ncirle h areket ettirilen rulmanlı poyraları (tekerlek gö
bekleri) ve çelik borudan yapılma bir iskeleti vardı; aslında birkaç
yıl sonra eklenecek içi hava dolu lastikler dışında, günümüz bisik
letinin bütün temel parçalarına sahipti.
Bisiklet, e n verimli ulaşım aracıdır. En az enerj i tüketimi ile ha
reket eden bir mekanizma olarak, insan ve bisikletin birl eşimi, her
türlü canlıdan veya makineden daha iyi işler.
Farklı mekanizmaların verimliliklerini karşılaştırmanın en ko
l ay yolu, bir gramlık bir kütleyi bir kilometre boyunca taşırken
kullanılan enerj iyi hesaplamaktır. Normal hızla yürüyen bir in
san, bir gram ağırlık için kilometrede yaklaşık 3 jullük bir enerji
harcar. Bu değer, bir tavşanınkinden ya da bir helikopterinkin
den çok daha iyi, bir otomobilinkine neredeyse eşit, fakat bir jet
u çağınınki kadar iyi değildir.
İ nsan bir bisiklete bindiğinde enerji tüketimi, kilometrede bir
gram ağırlık için 0,6 j u le d üşer. Hareket eden hiçbir hayvan veya
makine bu değere u l aşamaz. Bir insan, yürürken tükettiği enerji
yi tüketerek, bisikletle (rüzgarın artan direnci de hesaba k atıldı
ğında) iki veya üç kat hızlı yol alabilir.
Bu etkileyici iyileşmenin nedenlerini anlamak zor deği l . Yürü
mek, engebeli arazide yol almak için iyi bir yöntemdir, ancak ol
dukça müsrifçe bir eylemdir. Ayakta hareketsiz d ururken bile,
vücudumuzu taşımak amacıyla bacak kaslarımızı gergin tutmak
için bir miktar e nerji harcarız. Yürüme sırasında, vücudun kaldı
rılıp indirilmesine olduğu kadar ayaklarla yer arasındaki sürtün
m eye de büyük miktarda enerji harcanır.
Bisiklet sürücüsü daha iyi organize olmuştur. Otu ru rken, vü
cudunun d uruşun u korumak için çok fazl a e nerji harcamaz.
41
Enerji savurganlığına yol açan hızlanma ve yavaşlamalardan sa
kınarak, bacaklarını ve ayakları n ı n eredeyse sabit bir hızla hare
ket ettirir. Sürtün m eden kaynaklanan kayıplar, ayakların yerine
tekerleklerin kullanılmasıyla büyük ölçüde azaltılır.
Dürüst olmak gereki rse, enerji üstü nlüğü göründüğü kadar
büyük değildir. İ nsan ı n kas gücünün, enerj i krizinden hiç etkilen
meyen bir nimet olduğu düşünülebilir. Oysa bu doğru değil, be
sin üretim i n de gittikçe artan miktarda yakıt k ul lanılıyor. Tarım
makinelerinin çalıştırıl ması, kimyasal g·übrelerin ve ilaçların üre
timi için enerj i gerekiyor. Yine de, bisi klet sürmek için gereken ek
yakıt tüketimi , başka herhangi bir u l aşım biçimindeki yakıt tüke
timinden çok daha az. Bir yerden bir yere gitmek söz konusu ol
duğunda, bisiklete binmek kesin likle, d ü nyadaki yakıt kaynakla
rını en az kul lanan yöntemdir.
Buhar makinesi gibi bisiklet de, bilim i n yol göstericil iği veya
bilimsel birikim olmadan d a teknoloj i ni n başarılı olabildiğine iyi
bir örnektir. Asl ı n da bisiklet, demirciler yeri ne bil i m adamları ta
rafından tasarlanmış olsaydı, belki de hiç çalışmayacaktı. Bugün
bile bisikletin olağanüstü dengesi n i açıklamak zor.
İ ngiliz ki myager Dr. David ,Jones, 1 960'l arda bu konu üzerinde
çalıştı. Sürücüsü olmayan bir bisikletin bırakıldığ·ında bir veya iki
saniye içinde yere düştüğünü gözl emled i ; oysa bisiklet itilip bırak ıl
dığında, düşene kadar hafif bir eğri çizerek 20 saniye kadar dik d u
rumda kalıyordu. Sürücülü bir bisikletin, özellikle yüksek hızlarda
çok dengeli olduğu herkesce bilinir. Dr. Jones bunun nedenini
araştırdı ve bir ya n ıt bul mak için bazı ilginç deneyler yaptı.
Akla ilk gelen yanıtlardan biri , çocukları n çevirdikleri çember
de old uğu gibi, yapısındaki dengelilikle ön tekerleğin , bir jiroskop
olarak işlev görmesidir. Peki bisiklet, arka tekerleğin i peşinden
sürükleyen bir çember m i sadece?
Dr. Jones, ön tekerleğin aksına ikinci bir tekerlek takarak bir
deney yaptı. Bu ikinci tekerlek biraz daha k ü çüktü ve yere değ
m iyordu. Bu tekedeğ·i yere değen tekerlekle aynı yönde döndü r
düğünde, sürücüsüz bisiklet hiç olmad ığı kadar dengeli oluyord u;
42
oysa jiroskop etkisini, serbest tekerleği ters yönde döndürerek
bozduğunda, bisiklet hemen d üşüyord u . Bununla birlikte, iki ön
tekerleği olan bisikletine binip sürdüğü nde, ne yöne döndürülür
se döndürülsün serbest tekerleğin hiçbir etkisi olmuyord u. O h al
de, bisikletin aslında jiroskopik kuvvetlerle dengede kalan bir
çember olduğu doğruydu , ama yalnızca sürücü süzken . . .
Normal bir şekilde sürüldüğünde b i r bisikleti dik tutan şey ne
dir? Or. Jones'un meslektaşlarından biri, dengeyi sağlayan şeyin
tekerleklerin genişliği olduğunu öne sürdü; diğer bir deyişle, bi
siklet tekerleklerinin ince birer yol silindirine benzediğini söylü
yordu. Ancak b u görüş araştınlm aya değer bulunmadı. Dr. Jones
dengesiz bisikletler yapmaya çalışarak çeşitli k uramları da incele
di, fakat yaptığı bütün bisikletler kolayca sürülebiliyord u .
Sonra b i r bilgisayar programı h azırlayarak tasarım çalışmal arı
na devam etti ve en sonunda da ö n tekerleği tutan çatalı uzatıp te
kerleği normal konu m undan on santimetre kadar öne doğru ala
rak, dengesiz bir bisiklet yapmayı başardı. Bu aracın kullanılma
sı çok zordu ve sü rücüsüz olduğunda bütünüyle dengesizdi. Bil
gisayar ayrıca, 1 879 tarihl i Lawson Güvenli Bisikleti 'ni n , ondan
sonra yapılan bütün ticari m odellerden daha dengeli olması nede
n iyle, iyi bir adlandırma olduğunu gösterdi.
Bisikletin neden bu kadar iyi çalıştığını hala bilmiyoru z . Ama
belki de girişimci bir ü ni versite bu soruya bir yanıt bulabilir.
43
Bilim ve Gayda
44
•
' ... şakıma kuşlara çok uygun bir adlandırma.'
45
... gaydayı İ ngiltere'ye ve belki de İ skoçya 'ya getiren Romalılar ...
46
çıkan sesin şiddetini ayarlayamaz. Bir kerede sadece tek bir nota
basabilir ve bir kez başladığında çaldığı parça bitene dek notayı
kesemez. Nitelikleri ancak 1 953 yılında bil i m se l olarak ifade edil
se de, nota dizisinin bir benzeri yoktur.
Bir nota dizisinin başta gelen özellikleri, seslerin perdesi ve
aralıklarıdır. Standart orkestra perdesinde la notası 440 hertztir
(veya önceki ve daha yerinde tanım lama ile söyleyecek olursak,
saniyede 440 çevrimdir) . U staları tarafından çalınan gaydanın
nota dizisinde ise l a notası 459 hertztir. A lışılmışın dışındaki bu
perde, diyapazon veya başka yardımcı aletler olmadan dünyanın
dört bir yanındaki gaydacılar tarafından elde ediliyor.
Aral ıklar da alışı lmışın dışındadır. Bildik diyatonik dizi, her bi
ri 9/8'lik frekans oranına k arşılı k gel e n ü ç majör tona, iki m inör
tona ( 1 0/9) ve iki yarım tona ( 1 611 5) sahiptir. Bütün bu sayılar
birbiriyle çarpıl d ığında ortaya şu sonuç çıkar
9' x 1 02 x 1 62
----- = 2,
8' x 92 x 1 52
47
i nceleme, gayda nota dizisin i n pentatonik (beş ses içeren) ezgiler
seslendirmek için bir oktavı bölmenin en iyi yolu olduğunu göste
rir. Klasik gayda parçalarının büyük bir kısmı beş nota içeren bir
dizide bestelenmiştir. Dizideki dokuz nota (sol=4 1 5'ten 9 1 8 'lik
yüksek oktavlı la'ya) gaydacının üç farkl ı perdede pentatonik
m üzik çalmasına olanak sağlar: sol, la ve re. Pek çok gayda ezgi
sinin ve yaygın olarak bilinen İ skoç m elodilerinin, pentatonik di
ziye büyük ölçüde yaklaşan p iyanonun siyah tuşları ile çalınabil
mesi rastlantı değildir.
Gayda müziği matematiksel olarak mükemmel olduğu kadar
(dinleyicinin azimli olmas ı gerekse de) müzikal açıdan da doyu
rucudur. Ne yazık ki çoğu insan bunun farkında değil.
48
Sol ve Sağ
49
.. . 77 yaşında (baskılara dayanamayarak) emekli olana dek ...
50
Oysa sağ kolla iş yaparken olduğu gibi, sağdan sola doğru hare
ket et mek, ağırlık merkezini vücu t m erkezinin yakınına getiri r,
böylece dengeyi kaybetme tehlikesi olmadan hareket daha büyük
bir m esafe boyu nca sürdürülebil i r.
Ağır bir yük taşımak söz konusu olduğunda sol el daha üstün
d ü r. Bir bavul sağ elde taşın dığında, ağırlık merkezi doğal olarak
daha da sağa kayar ve vücudun ters yöne doğru eğilerek eski ko
numuna geti rilmesi gerekir. Oysa yük sol elle t utulduğunda ağır
lık merkezi sola doğru, yani vücudun ortasına doğru kayar ve
denge aslında daha da güçlendirilmiş olur. Yük çok ağırsa, den
gelemek için elbette sağa doğru eğilmek gerekir. Sağ elle başka iş
ler yapabilmek için bebeğin sol kolla tutulduğu da düşün ülebilir;
fakat solak anneler de bebeklerini sol kollarında taşır.
Buchanan 1 877 yılında, ağırlık m erkezinin ayak ların tabanı ile
başın tepesi arasında, tam ortadan geçen yatay eksenin yukarısın
da mı yoksa aşağısında mı yer aldığını inceleyerek konuyu tekrar
ele aldı. Erkeklerde ağırlık merkezinin genellikle yatay eksenin
yukarısında olduğu sonucuna vardı; daha ayrıntılı hesaplamalar
bu konumun sağ el lerini kullananların yararına olduğunu göster
d i . Öte yandan, " son derece orantılı bir vücut biçi m i " bahşed ilen
kadınlarda ağı rlık merkezi, yatay eksenin tam üzerinde veya çok
yakınındadı r, bu da sol eli kullanma eğilimini büyük ölçüde artı
rır. Bu sonuç gü nü müzde yapılan çalışmalar tarafından doğTulan
madı, ancak Buchanan yine de haklı olabi l irdi; o gün lerde kadı n
ların vücut biçimleri farklıydı.
51
Tarih
i l . Bölüm
Tarih
55
Bir şeyin mekanik modelini yapana dek ...
küçük bir tahta merdiven kullanılmış. Uzun zaman önce üst ba
samağa yerleştirilen zift kütlesi, doku nulduğunda hala sert, fakat
zaman içinde lav gibi aşağıdaki basamakların ü zerine akmış.
Kelvi n 'i n deney düşkünlüğü, onun fiziğe yaklaşımının sağlam
ve zayıf yanlarını gözler önüne seriyor . 1 884 yılında Baltimore 'da
şöyle demişti:
56
ilişkin görüşüne esaslı bir meydan okumaydı. Galileo ve Newton
geleneğinden gelen Kelvin, doğadaki bütün olgular için mekanik
bir açıklama bulunabileceğine inanıyordu . Fizik konusundaki bu
yaklaşım termodinamik alan ında çok başarılı olmuştu ve Kelvin
bu yaklaşımı elektrik ve ışık konusundaki çalışmalarında da gay
retle sürdürmüştü.
Kelvi n 'den önce, ışığın dalga kuramı sağlam bir biçimde orta
ya koyulmuş ve Newton'un, bir ışık demetin i n lambadan veya
başka bir kaynaktan yayılan bir parçacık (veya zerre) akışı oldu
ğuna ilişkin görüşünün yerin i almıştı . Ancak ışık bir dalga ise
içinde yol aldığı ortam nedir; başka bir deyişle, ışık yol alırken
dalgaların hareket ettirdiği şey nedir? Deniz dalgaları suyu hare
ket ettirir; ses dalgaları ile havanın titreşimi arası nda bir ilişki var
dır ve sismik dalgalar da yerkabuğundaki sarsıntılarla ilgilidir.
Bir ışık dalgası, elbette ki h avanın veya suyun içinde yol alır, an
cak Güneş'ten gele n ışık örneğinde olduğu gibi, boşlukta da ko
layca yol alabi lir. Evrenin mekanik modelini yapabileceğine i na
nan biri için, dalgaları taşıyacak bir ortam olmadan bir ışık dalga
sı var olamazdı.
Işık dalgalarını taşıyan ortam olarak esir kavramı ortaya atıl
dı. Olağanüstü özellikleri vardı. Işık hızında -saniyede yaklaşık
300.000 km- yol alan titreşimleri taşımak için çok katı olması ge
rekiyord u . Diğer yan dan, Dünya ve gezegenler üzerinde görü
nür herhangi bir yavaşlatıcı etkisi olmadığı için son derece hafif
de olmalıydı.
Genel kanı, rengi ve kokusu olmayan, ancak her yere nüfuz
edebilen ve içinden ışık geçtiğinde h areket edebilen, pelte benze
ri bir madde olduğu şeklin deydi. Olağanüstü bir biçimde bir ara
ya gelen bu nitelikleri kanıtlaması iste nd iğinde, Kelvin meselenin
" üstesinden gelinemeyecek kadar zor olmadığı n ı " açıkladı. Sonra
da, kolay kınlan katı bir madde olduğu halde çok yavaş olsa da
bir sıvı gibi akabilen, ziftten ve ayakkabı cilasından söz etti .
Esir, diyordu Kelvin, ı şık dalgalarını n hızlı titreşimleri karşı
sında bir katı gibi, ancak diğer d uru mlarda bir sıvı gibi davranan
57
bir çeşit bal mumudur. I şık dalgalan çok yüksek frekanslı oldu
ğundan esirin tepkisini gözlem ek güç olabilir, ancak
58
daha uzun sürmelidir. Tıpkı, bir yüzücünün bir nehirde, önce
akıntı yönü n de bir kilometre sonra da akıntıya karşı bir kilomet
re yüzmesinin, nehri n akışına dik doğrultuda bi r kilometre yüzüp
geri dönmesinden daha uzun sürmesi gi bi.
İki Amerikalı, teleskopla iki ışık demetinin hareketini gösteren
parlak ve karanlık çizgilerin oluşturduğu deseni inceledi. Daha
sonra düzeneği doksan derece çevirdiler ve desenin ne kadar de
ğiştiğine baktılar.
Hiç değişmemişti. Ne kadar uğraştılarsa da herhangi bir fark
bulamadı lar. Bilim çevrelerinin kafası karış m ıştı, ancak bu uzun
sürmedi. Akla ilk gelen yanıt, esirin var olmadığıyd ı. Ne yazık ki,
o zamanın doğa felsefecileri kral çıplak hikayesinden ders alma
mışlardı ve hiç kimse deneysel bulguların dayattığı devrimci bir
kararı alm aya hazır değildi.
İ rlandalı fizikçi G. F. Fitzgerald, kon uya akl a yakın gibi görü
nen bir açıklama getirdi. Fitzgerald, esir ile atomları bir arada tu
tan elektri ksel kuvvetler arasındaki etkileşim nedeniyle, hareket
eden bir cismin boyunun, hareketin gerçekleştiği yönde bi raz kı
saldığını öne sürüyordu .
İ k i ışık dem eti arasındaki yarışta, Dünya'nın esir içindeki ha
reketiyle aynı doğrul tuda olan pist kısalmış oysa diğer pistin
uzunluğu değişmemişti. Aradaki fark, paralel yol ile karşılaştırıl
dığında dikey yolculuğun daha uzun sürmesini ve yarışın berabe
re bitmesini açıklamaya yeterdi.
Fitzgerald 'ı n kısalma kuramı, Michelson-Morley deneyinin ne
den başarılı ol madığını kesinlik l e açıklıyordu, ancak geçerliliği
uzun sürmedi. Yirminci yüzyılın başlarında, Einstein konuyu ele
alarak, Newton tarafından ortaya atılan ve bir hareketsizlik duru
mu ile düzgün doğrusal (yani sabit hızlı) bir hareket d u ru m u ara
sındaki farkı ayırt etmenin olanaksız olduğunu öne süren göreli
lik kuramının ilk biçiminden söz etti.
Sabit hızla giden bir uçağın içindeyken, uçağın hareketsiz du
ran bir bulutun yanından mı geçtiğini, yoksa hareketsiz bir uça
ğın yan ından ters yönde bir bulutun mu geçtiğini söylemek için
59
yapabileceğimiz ikna edici bir deney yoktur. Daha genelleştirerek
söylersek, mekaniğin bütün ya:saları u çakta d a yerde de aynıdır;
çay demlikten aynı hızla dök ü l ü r ve hoparlörden gelen ses aynı
ölçüde bozuktur.
Einstein, lVli chelson-Morley deneyin i Fitzgerald'ın akla yakın
kısalma ku ramını k u llanmadan geçersiz kıldı. H i ç kimse New
ton'un, laboratuvar ister hareketsiz olsun i sterse bir doğru üzerin
de sabit hızla hareket etsin , he rhangi bir mekanik deneyinin so
nucunun değişmeyeceği yargısını tartışmıyordu bile. Bununla
birlikte, Michelson ve Marley bir optik deneyin i n farklı bir sonuç
vereceğini öne sürüyordu. Einstein bunun saçma olduğunu dü
şündü. Doğanın yasaları, optik laboratuvarında da dinamik labo
ratuvarı nda da ayn ı olmalıydı ve bu nedenle esirin varlığından söz
edilemezd i .
Özel Görelilik Kuramı 'nın temelini oluşturan b u yargılar
1 905'de yayımlandı ve bu esir kuramının sonu oldu. Yine de esir,
sonraki 30 yıl boyunca ders kitaplarında tek tük görünm eye de
vam etti . Sonunda, kalorik ve flojiston (eskiden bütün yanıcı
maddelerde bulu nduğu varsayıl an ağırlıksız ve uçucu öz) kuram-
60
lan ile birlikte, geçersizliği kanıtlanana dek yararlı olmuş, şimdiy
se çoktan unutulmuş kavramların arasındaki yerini aldı.
Einstein'ın görelilik kuramı bugün bize sağduyun u n gücünü
kanıtlayan bir şey olarak görünse de, ilk ortaya atıldığında şim
şekleri üzerine çekmişti. 1 922 yılında İsveç Kraliyet Bilim le r Aka
demisi'nin E-instein 'a Nobel Fizik Ödülünü vermesi de bu d u ru
m u değiştirmedi. Hatta ödül gerekçesinde bile görelilik kuramın
dan söz etmekten kaçın mışlardı.
ı:;:,si r kuramını geçersiz kıldıktan ve bilimin yasalarına o güze
lim değişmezlik özelliğini iade ettikten sonra, Ei nstein yeni fizik
yasasının sonuçlarını dikkatle incelemeye başladı. Mekaniğin te
mel yasalarının yepyen i bir biçimde formüle edilebileceği sonucu
na vardı. Newton 'un hareket yasaları yavaş hareket eden cisimler
için tamamen doğruydu, ancak birçok durumda bir cismin hızı
arttıkça kütlesi de artıyordu .
Bu değişiklik bir tren ya d a bir otomobil için önemsizdir, oysa
bir x-ışını lambasının içinde hızlaı:ıdırılan bir elektronun kütlesi
iki katına çı kabilir. Bir cismin enerjisi arttığında k ütlesinin de ar
tacağını gösterdikten sonra Einstein, bir cismin enerjisi azalırsa
kütlesinin azalacağını kanıtlayarak çalışmalarına devam etti.
Uzun sözü n kısası, kütle ile enerji eşdeğerliydi.
Kütle ile enerj i arasındaki alışverişin m iktarı çok büyüktü ve
günümüzde hemen herkesce bilinen E=mc2 eşitliği ile ifade edi
liyordu . Bu eşitlikte E enerji, m kütle ve c de ışık h ızıdır. Günlük
dilde söyleyecek olursak, herhangi bir m addenin bir gramı
25.000.000 kilovat-saat enerjiye eşdeğerdir.
Görelilik kuramına yapılan bu ekleme, Güneş'in kesintisiz ışı
nımı konusunda bir açıklama getirerek zor bir p roblem i de çözdü.
Güneş ışınımının maddenin enerjiye yavaş a m a verimli bir biçim
de dönüşmesinin sonucu olduğunu artık biliyoruz. Aynı basit sü
reç n ükleer enerji ve atom bombası için de geçerli. Kelvin 'in
oyuncak merdiveninin basamaklarında bir tarih akıyor.
61
Uçuşun Öncüleri
Kaza, tarihçi Leslie tarafın dan daha açık biçimde anlatılm ıştı:
63
Damian bu işi uyluk kemiğini k ı rarak atlattığı için şanslıydı .
Kuşların uçuşunun gerisinde yatan aerodinamik i l ke leri anlama
m ıştı; dört yüzyıl geçene dek de kimse anlamayacaktı .
U çuşun öncüleri kuşların zahmetsiz uçuş yeteneğinin etkisi al
tında kalmışlar ve bu yüzden de, anlaşıl ı r bir biçimde, çabalarını
kanat yapma üzerinde yoğ·unlaş t ı rm ışlardı. Leonardo da Vinci ol
dukça doğru bir biçimde, k aldırma kuvvetin i n kanadı n üzerinde
ki ve altındaki hava basıncı arasındaki farka bağlı olduğunu dü
şündü. Oysa (yanılgıya d üşerek) bu etkinin, kanadı n altındaki
h avayı sıkıştıran kanat çırpma işlemi ile sağlandığına "ve bu ha
van ı n basıncının kuşu yukarı kaldırdığına" inand ı .
İ l k m ucitlerin h içbiri, yal nızca kanatlan çırpmanın uçuşu sür
dürmeye yeterli olmadığını fark etmed i . Bir kuş, tıpkı bir uçak gi
bi, havada kalmak için kaldırma kuvvetine ve ileri doğru gitmek
için de itme kuvvetine gereksin im duyar. Kaldırma kuvveti kuş
tarafından da u çak tarafı ndan da hemen hemen aynı biçimde sağ
l anır. Kanatlar ileri doğru hareket ederken hava akımı ikiye bölü
nür, bir kısmı kanat yüzeyinin altından akarken bir kısmı da üze
rinden akar.
Üstteki yol daha uzundur ve bu nedenle üst taraftan akan hava,
kanadı n altından geçen diğer yansından geri kalmamak için daha
hızlı yol almak zorundadır. Hava daha hızlı yol aldığın da daha dü
şük bir basınç uygular. Spreylerde de kullanılan bu etki, kanadın
üst yüzeyindeki hava basıncının alt yüzeye oranla daha düşük ol
masına yol açar. Bunun sonucu olarak da kanat havada kalabilir.
Kanatların üzerinden hızlı bir hava akışı sağlamak d a e lbette ki
büyük bir sorundur. Bir uçağın pervanesi, aslında dikey kaldırma
kuvvetinden çok yatay itme kuvveti sağlayan bir çeşit kanattır.
Bir kuş ise pervanenin yaptığı işi yapmak için kanatların ı n uç kıs
mına yakın geniş tüyleri kullanır.
Uçuş sırasında bu tüyler, 8 'e benzeyen bir hareket yaparak, ha
vanın yönü n ü ve basıncını hem itme hem de kaldırma kuvveti
sağlayacak biçimde ayarlamak için sürekli olarak eğilip bükülür
ler. Bu yöntem oldukça yararlıdır ve kuşa çok h assas manevralar
64
yapma olanağı sağ-lar. Ancak kesinlikle, bir pervane kanadının
dairesel hareketi kadar verim l i değildir.
Kuşlar, hareketli kanat geometrisi ve içeri çekilebilir iniş ta
kımları sorunlarını uzun zaman önce çözmüşlerdi. Ağırlıkl arını
azaltma konusunda da daha farkl ı bir yol l a önemli bir başarı elde
etmişlerd i . 2, 1 metrelik bir kanat açıklığına sah i p bir kuşun iske
leti yalnızca 1 1 3 gram ağırlığındadır. Dişleri olmadığı ve bu ne
denle de çene kemikleri ve bunlarla bağlantıl ı kasları n sayısı az
olduğu için kuşların kafası çok h afiftir. Dişlerin görevi olan öğüt
me ve karıştırma işinin büyük kısmını yapan taşlık epeyce ağırdır.
Ancak ağırlık merkezi, kanatların oluşturduğu kaldırma merkezi
nin altında olacak biçimde, gövdenin arka tarafına oldukça iyi bi
çimde yerleştiril miştir.
Bu, bir kuşun uçuş sırasında kendinden d e ngesiz old uğu anla
mına gelir, ancak dengesizl i k pek çok açıdan yararlıdır, çünkü
gövdenin daha kolay manevra yapabilmesini sağlar. Otomatik pi
lot, yani kuşun küçücük beyni etkili bir kumanda sağlar, oysa bir
u çak tasarımcısı bu tehlikeyi göze alamaz, çünkü otomatik pi lot
sistemi arızalandığında pilotun eli kolu bağlanır.
Bir kuşun motorları sadece, tohum , solucan, böcek gibi prote
ini yüksek fakat posası çok az olan süper yakıtlar kullandığı için,
oldukça veri mlidir. Kuşun sindiri m işlemi hızlıdır, bazen yal nızca
birkaç dakika sürer ve alınan besinin büyük bir kısmı vücut ağır
lığına dönüştürül ü r.
Bir kuşun kan dolaşımı da tutum l u bir biçimde düzenlenmiştir.
Tavuklar ve hindilerin sağa sola koşmaları gerektiğinden bacak
ların a oldukça fazl a kan gider. Göğüs ve kanat kaslarına giden
kan m i ktarı ise çok azdır. B u da boğazına düşkünlere, kırmızı et
ile beyaz et arasında hoş bir seçim yapm a olanağı sağlar. Akciğer
ler küçük de olsa kemiklerin içinde ve gövdenin başka yerlerinde
bulunan çeşitli hava kesecikleri ile bağlantılıdır. Böylece, bir kuş
yeterli soğutma kapasitesi elde eder ve hızlı h areket veya manev
ra için ek çaba harcamak gerektiğinde güçlendirici kompresöre
eşdeğer bir sisteme sahip olur.
65
Kuşları taklit etme arzusu ile yanı p tutuşan ortaçağ ve Röne
sans mucitleri, uçak pervanesinin öncüsü olan yel değirmeninin
akla getirdiği olanakları önemsemediler. Çocukların iyi bildiği bir
oyu ncak, üzerinde sarmal biçi m i nde bir yiv olan bir çu buğa takı
lı bir pervaneden oluşur. Pervane yukarı doğru yeteri kadar hızlı
itilecek o lursa, havalanır ve uçar. Görünüşü buna az çok benze
yen oyuncaklar on beşinci yüzyıl a ait el yazmalarında gösterili
yor, ancak uç ma denemelerinde pervane hiç gösterilmiyor, demek
ki düşü nceden tam olarak yararlanılamamış.
Leonardo bir helikopter tasarlamıştı ve yaptığı küçük bir mo
del de gerçekten uçmuş olabilir, ancak o da bu d üşüncenin peşi
ne düşmedi. Şüphesiz, doğada bu tür bir dairesel hareketin örne
ği yok ve uçma çabalarının doğanın taklit edilmesi yön ünde olma
sını doğal karşılamak gerekiyor.
İ l k mühend isler çoğunl ukla, yaptık ları deneylerin uzun vade
deki etkileri üzerine tahm i nler yürütecek kadar geniş bilgi sahibi
oluyorlardı. On yedinci yüzyılda yaşamış bir cizvit olan Frances
co da Lana, sıcak hava balonun un temel i lkesini bulmuş, ancak
başarılı olması halinde dünyada huzur kalm ayacağını düşündü
ğünden araştırmaktan vazgeçmişti.
66
Dalgalar
Bir süre önce tanınmış bir hanımdan, " Marconi'nin telsizi icat
etmesine yardımcı olan alçakgönüllü İ skoç bilim adam ı " konu
sunda bilgi isteyen bir mektup aldım .
Mektubun yazarı birkaç ipucu da vermişti. Bunlardan b ir tane
si bir denizaltı maketinin telsiz ile kumanda edildiği, High
Wycombe ( İngiltere'de bir kent) yakınlarındaki bir gölcüğe çıkı
yordu. Mucit ü lkesini terk etmişti ve l 960'lı yıl l arda öldüğüne
i nanılıyordu .
Kuşkusuz, telsizi Marconi 'den önce bulduğunu iddia edebile
cek birkaç kişi vardı. Bunlardan bazıları, önemini veya olası ya
rarlarını anlamadan telsiz ile i letişim kurmayı gerçekten başar
mıştı . Marconi'nin kendisi şunları yazıyor:
67
karşı kıyısına yakın bir yerdeki benzer iki plaka da bir alıcıya
bağlanmıştı. Denemeler oldukça başarılıydı ve bu yöntem telsiz
telgraf olarak adl an dırılabi l i rdi. Ancak mesafe birkaç kilometre
ile sınırlıydı ve düşü nce gel iştirilmedi.
Radyo dalgaları ile deney yapan ilk insan büyük olasılıkla Gal
van i'y di. 1 780 yılında Galvani, arada bir metre kadar bir mesafe
olduğu halde, bir elektrostatik ü reteçten boşalan e lektriğin ölü bir
kurbağayı sıçrattığını fark etmişti. Daha önce elektromıknatıslı
telgrafı ve elektrik motorunu icat eden, Princeton Üniversitesi
profesörleri nden J oseph Henry, 1 84 2 yılında, bir e lektrik boşal
masının on metre kadar uzakta bulunan iğneleri mıknatısladığını
buldu. Bu etkiyi, aradaki boşlu kta yol alan bir elektrik parazitine
bağladı ki bu da doğru bir açıklamayd ı. Bir elektrik boşalması iyi
bir radyo dalgası kaynağıdır ve Marconi tarafından ilk alıcılarda
d a k u ll anılmıştır.
Galvani 'den yaklaşık bir yüzyıl sonra Edison, işleyen bir man
yetik titreşim aletinin (bugün de elektrikli zillerde kullanılan tür
den bir alet) yakınındaki herhangi bir metal cisimden, titreşim
aleti ile bir bağlantısı olmadığı halde, elektrik akımı çekilebilece
ğini fark etti. Bunun nedeninin "esir ile ilgili yeni bir kuvvet" ol
duğunu düşündü. Eli h u Thomson (sonradan Thomson-Houston
Company'nin kurulmasına yardım edecek olan 1 8 yaşında bir de
l ikanlı), aynı etkiyi bir indükleme bobin i ile de gözledi.
Hem Thomson hem de Edison, bu deneylerin önemini göreme
dikleri için daha sonra pişman oldular. "O zamandan bu yana be
ni h ayrete d üşeren şey, esir ile ilgili kuvvet konusunda yaptığım
deneyleri n sonuçlarını kullanmayı düşünmeyişimdir," diye yaz
m ıştı sonradan Edison . " Kendi çalışmamdan yararlanabilseyd im,
elektrik sinyallerini kullanarak uzun mesafeli haber yollamayı
b e n bulurd u m . "
Amerikalı b i r öğretmen olan Amos Dol bear, 1 882 yılında
Londra'da yeni bir telgraf m ekanizması geliştirdi. Bir mikrofon
i çeren verici, altın kaplama bir uçurtma ile toprağa gömülmüş bir
m etal l evha arasın a bağlanıyord u . Alıcı d a teneke bir dam ile yer
68
arasına bağlanmıştı, oysa alıcı aleti herhangi bir şeye bağlamadan
sadece elde tutarak da temiz sinyaller ('Yankee Doodle' ve ' God
Save the Queen' marşları da bunların arasındaydı) d uyu l muştu.
1 879 yı lında, David H ughes, kulağında bir telefon ahizesi ol
duğu halde, Londra'da Great Portland Caddesi'nde bir aşağ·ı bir
yukarı yürüyor ve birkaç yüz m etre uzaklıktaki evinde bulunan
bir indükleme bobini tarafından ü retilen sesleri dinliyordu. Royal
Society'ni n üç üyesi bu olayı incelemiş ve H ughes'u daha ileri git
memesi için uyarmışlardı. Edison ve konuyla ilgili ilk deneyleri
yapanların bir kısmı doğa bilimleri alanında eğitim almamışlardı,
fakat Royal Society'nin üyelerinin, Hughes'un gösterisi ile 1 864
yılında Maxwel l tarafı n dan ortaya koyulan radyo dalgaları kura
mı arası nda bağlantı kurması gerekirdi.
Aslında Heinrich Hertz'in erken ölümü telgraf konusunda
önemli bir ilerlemeye yol açtı. Karl sruhe Politeknik'te p rofesör
olan H ertz, Maxwe ll'in kuramsal olarak ortaya koyduğu elektro
manyetik dalgaları laboratuvarda üretmeyi ve belli bir mesafeden
saptamayı başardığında yalnızca 30 yaşındaydı .
Hertz, 1 894 yılında daha 36'sındayken öldü. İ ngiliz fizikçi (ve
büyü meraklısı) Oliver Lodge, kendi çalışmalarını da öven bir an
ma m ektubu yazdı. Mektup yayımlandı ve o sırada 20 yaşı nda olan
Marconi'nin ilgisini çekti, böylece bu yen i dalgalarla haber yolla
m a düşüncesinin doğmasın ı sağladı. Alexander P opov da ülkesi
69
Rusya 'da aynı düşü ncenin peşindeydi ve çoğunlukla radyoyu bu
lan kişi olarak anılır.
Konuyla ilgilen en lerin baz ıları, deney ile k u ram arası ndaki
boşluğu dolduracak kadar bilgiye sahip olmayan alaylılardı. Yan
lış açıklamaları kabul ederek yanlış yollara sapmışlar, aralarından
bir tanesi de ileri gelenlerin söz ü n ü dinl emek yanılgısına d üşmüş
tü. Bu hikayeden mucitlerin çıkarması gereken bir ders var: bü
yük bir kısmınız beş para kazanamayacaksınız oysa aranızdan bi
ri belki de bir altın madeninin ü zerinde oturuyor.
70
Rum Ateşi
Birkaç yıl önce bir İ ngiliz kimyacının Rum ateşinin sırrını keş
fettiği açıklanmıştı. Bu pek o kadar da gizemli bir şey değil aslın
da ( Profesör LJ . R. Partington 1 960'da konuyla ilgili bir kitap yaz
m ıştı) , ancak şüphesiz ilginç bir hikaye.
Sindirme amaçlı silahlar -gerçekleri de h ayal ürünü olanları da
eskiçağ;da da bugünkü kadar önem liydi. Bu silahlardan bazıları,
örneğin alev makinesinin ve molotofkokteylinin ilk biçimleri çok
etki liyd i.
Yangın çıkaran ilk silah lar, çoğunlukla yakın zamanda bulun
m u ş bir şey olarak düşünü lse de, çok uzun bir süredir kullanı lan
Ortadoğu petrolüne d ayan ıyord u . I rak ve İ ran'ın bazı bölgelerin
de, petrol ün çeşitli biçimleri yeraltından sızarak yüzeye çı kar. Bin
yıldan daha uzun bir süre önce petrol İ stanbu l 'a (o dönemdeki
adıyla Konstantinopolis'e) getiriliyor ve hamamların ısıtı l m asında
kullanılıyordu .
Petrol ü rü nleri, ilk bilim kadını tarafından bulunan bir işlem
olan damıtma yoluyla elde edil iyordu. Bu kadın, Hı ristiyanl ığın
i l k dönemlerinde yaşam ış Mısırlı bi r simyac ı olan Yahudi
Mary'ydi. Mary aynca, alevle temas ettiğinde bozulan maddeleri
kaynar su içine dal dırılmış bir kap içinde pişirme yöntemini de
geliştirdi. Bu yöntem, Fransızca banyo sözcüğü ve 1V1ary isminin
birleştirilmesi ile benmari olarak anılır .
71
On ikinci yüzyılda yazıl mış ancak kaynağı daha eskiye, Eski
Yunan kaynaklarına kadar uzanan, Liber Ignium ad Com buren
dos Hostes (Düşmanları Yakmak için Ateşler) adlı kitapta, kendi
kendine tutuşan çeşitli ateş yak ıcılardan söz ediliyor. Kitaba gö
re, kükürt, bit ü m , pirit, dut suyu ve kireçten oluşan kuvvetli bir
karışım hava geçirmez kutul arda saklan mal ıydı . " Dü ş man kuv
vetlerini ateşe vermek istiyorsanız, geceleyin gizlice bu karışımı
on ların üzerine dökün. Güneş çıktığında hepsi yanacaktır."
Romalı tarih çi Livius, MÖ 1 86 yı lındaki Baküs şen liği sı rasın
d a şen liğe katılanlardan bazılarının, suya batırıldığı zaman alevler
çıkararak patlayan kükü rt ve kireçten yapıl ma m eşaleler taşıdığı
nı anlatır. On i kinci yüzyılda yaşanan bir deniz savaşını anlatan
bir Çinli tarihçi, suya çarptığı zaman alev alan, kağıt torbalar içi
ne yerleştirilmi ş kükürt ve k i reç içeren füzelerden söz eder. Bu
anlatılanlar neredeyse kesi n bir biçimde gerçekdışı şeylerdir.
Rum ateşi ise yeterince gerçekti.
R u m ateşi, yed inci yüzyılın sonlarına doğru Konstantinapo
l is 'te geliştirilmişti ve 1 453 yılında şehir Türklerin eline geçene
dek süren saldırıların püskürtülmesinde çokça kul lanılm ıştı.
72
Ru m ateşi aslında yaln ızca yanan petroldü. Ell e çalışan küçük
\'e ilkel bir pompa ile fırlatılıyordu . O çağlarda yaşamış bir vaka
nüvis "demir kalkanların gerisinden boşaltılan küçük sifonlar
dan" ve " hazırlanan ateşin bu sifonlarla düşman askerlerin i n yü
zü ne fırlatılabildiğinden" söz ediyor. Daha sonraki bir yazar, "de
niz çarpışmalarında içinden nafta fırlatılan boruya" benzeyen bir
şırı nganı n hekim likte kullanıldığını anlatıyor.
Konstantinopolis'e yaptık ları saldırı larda bi rkaç kez kavrul
du ktan sonra Araplar, R u m ateşi yapmayı öğrendiler ve alev al
maz giysilerle korunan özel n afta birlikleri oluşturdular. Arapl ar
ayrıca, benzine benzeyen ve büyük olasılıkla hammaddelerin da
mıtı l ması i l e elde edilen daha seyreltik bir akışkan olan bir "kız
gın alevli petrol" ü rettiler.
H açlı lar, pek çok k uşatma sırasında kendileri n e karşı kul lanı
lan Rum ateşi karşısında şaşkına döndüler. Psikoloj ik savaş da ol
dukça etkil iydi. Bizanslı k imyagerler, bu ateşin sırrı n ı n bir melek
tarafı ndan Bizans İ mparatoru 'na açıklandığı ve bu sırrı çözmeye
\'alışanların anında öleceği hikayesini yaymışlardı .
Anında ölecek kadar yanmayan birlikleri n , alevleri izleyen öl
d ü rücü serpintiye dayanamayacağına da yaygın bir biçimde ina
nılıyordu . Şişeler içinde fı rlatılan alevli petrol güya, büyük bir gü
rültü ve dehşet verici bir ı slık ile kaleleri yıkıyord u .
Haçlı Seferleri zamanının tari hçileri, Rum ateşinde " Doğu'da
ki pınarlardan " elde ed ilen bir sıvının kullanıldığından söz eder.
Damı tı lmış nafta (veya benzin) çok uzağa fırlatılam ıyordu, ancak
cskiçağa ait tarifler, yanıcı karışımın kükürt ve reçine ile koyul aş
t ı rıldığını, böylece daha uzun mesafelere fı rlatılabildiği n i ve hede
fe yapışabildiğini söylüyor.
Rum ateşi, oldukça küçük değişikliklerle yirminci yüzyıla ka
dar u l aşan ustaca üretilmiş bir silahtı. O dönemlerde teknoloj i bir
hayli geliştiğinden eskiçağın savaş m ühendislerinin ustalığı bizi
şaşı rtmamalı . Romalılar beton yapılar inşa ediyor, borularla su ta
şıyor ve merkezi ısıtma yapıyorlardı . Plato n 'u n , ders saatinin gel
d iğini beli rtmek için gün ağarırken bir düdük çalan, su i l e çalışan
73
alarmlı bir saati vard ı . Eski Yunanlı başka m ucitler de guguklu
saat ve takvim l i saat kullanıyorlard ı .
Simyacılar, çoğun l u kla şarlatan veya üçkağıtçı olarak görü lse
ler de, becerikli birer teknoloji uzmanlarıyd ı . Rum ateşi de, bize
hala yararlı dersler veren eskiçağ m ühendislerinin pek çok gerçek
başarı larından biriydi .
74
Bilim Nasıl Gerçekleşmez
'" Jamcs D. Watson 1 968 Thc noııhle Hclix ( Londra: Weidenfcld and Nicolson), ( İkili
Sarmal, T Ü B İTAK Popüler Bilim Kitapları, 1 993).
edecek uygun bir yol bulamam ıştı ") ; Amerikalı d üzenbaz bir ra
kip ("Cal Tech'i n ü n l ü kimyacısı Li nus Pauling İ ngiliz centi l men
liğinin sınırlamalarına tabi değildi "); sır sakl ayan bir adam ("Gö
rüntü n ü n Maurice 'e ait olması gibi acı kl ı b ir d urum la karşı karşı
yaydık. Onunla konuşmak dışında yapılacak hiçbir şey yoktu ");
ve Cavendish Laboratuvarları 'nın Deneysel Fizik Profesörü (" O
sıralarda, bu antika adaml a daha sonra yeniden ilişkim olacağı hiç
aklıma gelmemişti . . . p rofesörü m ü z DNA kısaltmasının ne anla
ma geldiğini bile bilmiyord u ") .
İkili Sarmal kitabının kapağına Lord Snow'un yazdığı övgüde,
Watson'ın ki tabı için tartışıl ması gereken bir yargıyla " Edebiyat
ta bir benzeri yok " deniyor ve şöyle devam ediliyor, " . . . yaratıcı
bilimin aslında nasıl gerçekleştiğini gözler önüne seriyor. "
Yaratıcı bilim ile, n e topl u m a b ir hizmet vermek ne de ente
lektüel m erakı d oyurmak i ç i n uğraşıl m ıyor gibi görü nüyor. Ge
rekirse h erkesi yol u n dışına i terek bir Nobel Ödü l ü kazanmak
için uğraşılıyor. Tıp Araştırmaları Konseyi 'nin gi zli rapor ları ve
özel m ektupl ar ( Pau l ing'in Cam bridge'de okuyan oğl u na yaz
dıkları), rakip laboratuvarlardaki gelişmeleri haber alm ak için
i n ceden i nceye araştırılmıştı. Ancak Cam bridge'de yapılan çalış
m a sıkı bir şekil d e koru n uyord u ("S ı r saklamak, bütün atom la
rın koordinatları tam olarak elde edilene dek bir anlam taşıyor
du . . . Pauling ikili sarmalı i l k kez Delbruck'dan d uydu . . . ondan
Li nus'a bunu söylememesini istemiştim ... n e var ki isteğ·im i göz
önünde tutmamıştı ") .
Ü niversite yayınları n ı n, W atson ' ın kitab ı n ı yayımlamaması ge
rektiğine karar verdikten sonra, Harvard Üniversitesi Rektörü ve
Senatosu, bilim adaml arı arasındaki bir tartışman ın içinde olmak
i stemediklerini açık l ad ılar. Kitabı n (yine de bereket versin k i kı
sa) edebi bir değeri olmad ığ-ı nı da ekleyebilirle rdi. Hikaye, biyo
k i mya j argonu ve öğrenci argosu ile süslenmiş ucuz fıkralar de
m eti biçiminde anlatılmıştı : " Gizlenmek işe yaramıştı çünkü şe
ker-fosfat belkemiğine dayanan m odellerle başımız beladaydı.
Onları nasıl incelersek inceleyelim, kötü kokuyorlardı . "
76
Her kitap yazarın gördüğü haliyle d ü nyanı n bir resmidir. Wat
son, hırsın, saygısızlığın ve aldatmanın hakim olduğu bi r hayal
dünyası anlatıyordu ve Batman Leonardo ya ne kadar yakınsa,
bu d ü nya da bilimin gerçek d ü nyasına o kadar yakındı. İkili Sar
mal şüphesiz, The Young Visiters ve Dclina Defaney'in yanına
çok yakışan bir edebi , tikad ı r, ancak düşünceler dünyası na ve
ya bilimin anlaşıl masına bir katkı olarak değersizdir.
77
Jodrell Bank Teleskopu
" Bcrnard Lovell 1 965 Thc Stwy of,Jodrcll lJa n /, (.Jodrell Bank'in Öyküsü) ( Londra:
Oxford Uııivcrsity Press)
78
,Jodrell Bank teleskopu .
79
rı mının kendilerinin onayı olmadan önemli ölçüde değiştirildiğini
bildirdi. Komite tarafından sorulan sorular ve Bilimsel ve Endüst
riyel Araştı rma Bakanı 'n ın yanıtlan sorun u açıklığa kavuşturd u .
80
Sonunda karışık l ı k yatıştı ve teleskopun maliyeti karşıland ı. İ l k
Sputnik'i taşıyan roketin izlen mesinden sonra, Jodrell Bank te
leskopu, Amerikalıların ve Rusların Ay 'a i nsansız uzay aracı yol
lama projelerinde yardımcı o l d u ve eser bilimsel açıdan çok de
ğerli olmasa da halktan hak ettiği övgüyü aldı.
Lovel l kitabında hak l ı olarak, teleskopun her şeye karşın kele
pir olduğunda ve daha aşağısına inşa edilemeyeceğinde ısrar edi
yor. Love l l 'ı n kendisini, mühendislik ve maliye sorunları ile şaşkı
na dönmüş, resmi görevlilerin nan körlüğü yüzünden doğru dü
rüst iş yapamamış, masum hesap hataları yüzünden mahkemeye
düşme endişesi ile takatsiz kal m ış, d ü nya işlerinden elini eteğini
çekmiş bir bilim adamı olarak gösterdiği portresi tamamen inan
dırı c ı olm asa da iyi çizilmiş. Günlüklerd"en ve o döneme ait başka
dokümanlardan bolca alıntı yapılarak ak ıcı bir dille yazılmış bu
kitap, bilim, siyaset ve bürokrasi arasındaki etkileşim üstüne dik
kat çekici bir yorum getiriyor.
81
Zamanı Ölçmek
82
Kolomb, Nladeira Adalan'na mı yoksa Asor Adaları 'na mı
yaklaştığı n ı anlayamamıştı.
8?)
di. Yaklaşık 200 yıl sonra, l saac Newton konuyla ilgili d üşünce
leri n i şöyle belirtti:
84
Kaza mı Kasıt mı?
85
şıldı), üç yüz yıldan fazla bir süre boyunca ahlakbil imciler ve doğa
bil i mciler arasında anlaşmazlıklara yol açtı. Bilim, diyor Monod,
doğanın nesnel olduğ·u önermesine dayanır; bu da demektir ki, "do
ğadaki olguları son nedenlerine, başka bir deyişle 'amaca' göre yo
rumlayarak gerçek bilgiye ulaşılamaz". Oysa can lıların oluşum u
nun v e davranışları nın belirli b i r amacı var gibi görünüyor. B u pa
radoks, diyor Monod, biyoloj inin temel problemini oluşturur.
Bu çelişkiyi çözmek için yapılan ilk girişim l eri gözden geçirdik
ten sonra Monod, araştırm acıları animist (hayvanların, şeyleri n
ve doğadaki t ü m nesneleri n bir ruh u olduğuna i nanan) veya vita
l ist (dirimselci) olarak sınıflandırır ve hepsini reddeder: Leibnitz,
Hegel, Bergson, Nlarx, Engels ve (hafif sıklet ) Tei l hard. Vitalizm
can lıların cansız şeylerden tamamen farkl ı old uğunu ve aynı fizik
veya kimya yasaları il e düzenlenmediklerini savunur. Animizm
ise, insanoğl unu en son ve en gelişmiş varlı k olarak kalıul ederek,
can l ı veya cansız, evrendeki her şeyde evrimin ve amacın etkisi
olduğunu düşünü r.
Bergson 'un canl ı varlı k ları taşlardan ayı ran elan vitaf (yaşam
atıl ı m ı ) düşüncesi; Marxistlerin, " doğanın ağır basan yararlı bir
amaç için yaratıcı bir kastı yani bir amacı olduğunu göstererek
öznel bir doğa yoru m u n u sistemleşt i rme " çabaları ve Teil hard 'ın
egemen e nerj isi: H epsi Monod 'un fel sefesin in temelini oluşturan
bilimin nesnell iğini yadsıyordu.
Kitabı nın büyük bi r bölümü, animizme biyokimyasal seçenek
sunmaya ayrıl mıştı . Artık. Monod 'un, bak t eriden insanoğ·hına ka
dar canlı varl ıkların kimyasal mekanizması nın temcide aynı oldu
ğunu savu nduğunu biliyoruz. Daha da önemlisi, değişimin biricik
kaynağı , genetik bilgi leri taşıyan n ü kleik asit yapılardaki mole
küllerin gelişigüzel bir biçimde ve t esadüfi olarak yeniden d üzen
l enmesidir. Evrim tamamen raslantısaldır. Bu idd ia, sadece üze
ri nde tart ı şılacak kuramsal bir d üşünce olarak deği l, "gözlenen ve
test edilen olgu ile uyu m l u " tek akla uygun varsayım olarak ileri
ci b i r iddiadır. Monod, bu i ddianın h i çbir zaman dcğişti rilemeyc
ceğ"i ni söylüyor.
86
Kitapta üstü kapalı da olsa din karşıtı bir tutum seziliyor. İ n sa
n ı n , Tanrı'nın i radesine ya da kendi çabaları na hiçbir şey borçlu
olmayan, yalnızca bir protein molekülünde kaza eseri meydana
gelen bir karışıklık sonucu yaratılan, "evrenin acım asız genişliği
içinde tek başına" çaresiz bir varlık olduğu n u n bilimsel i nceleme
lerle ortaya konduğu belirtiliyor.
Modern bilimin en önemli konularından bazıların a dikkat çeki
ci açıklamalar getirse de, Monod 'un kitabı aslında bilim karşıtı bir
nitelik de taşıyor. Bilimin her şeyi açıklayabilecek gibi göründü
ğü zamanlar olmuştu ve temel ilkeleri n b u l u nması ile e n karmaşık
şeyleri n birden çözüldüğü anlar da vardır.
Ancak bilimin yasaları, son parça n ı n yerleştirilmesini bekleyen
bir yapboz değildir. Bunlar, i nsanoğlu n u n deneyim i n süzgecin
den geçirerek oluşturduğu yasalardı r ve değişmez şeyle r değildir.
Genetik kod da, görelilik, radyoaktivite, e lektrik ve başka önem
li bilimsel başarılar gibi el becerisinin ve aklın eseridir, ancak son
söz değildir.
87
Cavendish Laboratuvarı
88
(ve kimi zaman da fazla yüklü olmayan) görevlerine h erhangi bir
e k yapılması konusunda isteksizlerd i . Aralarından biri, "özel ola
rak ilgilenmediği bir kon u n u n derslerine girmesinin bekleneme
yeceğin i " söylüyordu.
Gerekli değişiklik büyük ölçüde, Prens Al bert'tan sonra üni
versiteni n rektörü olan Devonshire Dükü tarafı ndan 1 86 1 yılın
da gerçekleştirildi. Bil i me ciddi bir ilgisi vardı ve on sekizinci yüz
yıl ı n ü n l ü bilim tutkunu, akrabası Saygıdeğer Henry Caven
dish'in çalışmal arın ı biliyordu.
O zamanlarda bilimle profesyonelce uğraşan hemen hemen hiç
kimse yoktu; fiziği, kimyay ı ve doğa tarihini canl ı tutanlar hekim
ler, rahipler, askerler veya yapacak başka bir şeyi olmayan zen
ginlerd i . Cavendish b u son gruptand ı . Büyükbabaları n ı n h e r iki
si de düktü ( Kent ve Devonshi re D ükleri ) ve m uazzam bir serve
ti m ü thiş bir kayıtsızlıkla idare ediyordu . Hesap bakiyesinin
80.00 0 sterlin olduğunu gören bankası birkaç yatırım önermek
üzere aradığında, " Bu sizin için sorunsa" dedi Caven dish, "para
yı sizin elinizden alayım da bir daha başım ı n etini yem eyin . " Ca
vendish, gün ü müzde de geçerliliğini koruyan ölçütler belirleye
rek, bilimsel araştırmalarda son derece hassas ölçüm yöntemleri
uygulayan i l k k işiydi . Bir biyografi yazarın ı n söylediği gibi, evre
ni "tartıl abilen, sayılabilen ve ölçülebilen bir nesneler yığın ı ola-
89
rak görüyor ve Tanrı tarafından kendisine verilen görevin, ömrü
vefa ettiği sürece, bu n esneleri tartm ak, saymak ve ölçmek oldu
ğun u düşünüyord u . "
B i r yandan Dünya'nın ağırlığını hesapladı, diğer yandan suyun
bileşimini buldu ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında geliştirilen
atom kuramını önceden h aber veren bir dizi zekice düşünce ileri
sürdü. Cavendish 1 8 1 O' da, akrabaların a bir m ilyon sterlinden faz
la bir servet bırakarak öldü; bu servetin bir kısmı görkemli sonuç
larla bilim dünyasına geri döndü.
1 87 1 yılında Cambridge Ü niversitesi bir deneysel fizik k ürsü
sü kurmaya karar verdiğinde, Devonshire Dükü bir laboratuva
r ı n inşaat ve donanım masrafını karşılamayı önerdi; maliyet 8450
sterlindi. Bir profesör aran ı rken, ü niversite ilk olarak, o dönemin
en ü nlü Britanyalı fizikçisi olan Sir William Thomson'a başvu rdu .
Thomson, başarılı bir laboratuvara v e kazançlı bir ticari d u ru m a
sahip olduğu Glasgow'dan ayrılm ak istemiyordu . Bunun üzerine,
İ skoçya'da Dumfriesshire, Middlebie arazisi sahibi James Clerk
Maxwel l 'e başvuruldu. Henüz 24 yaşındayken, Aberdeen 'de dö
nemin adı duyul m u ş iki ü niversitesinden biri olan Marischal Col
lege'da Doğa Felsefesi Profesörlüğü 'ne getirilen Maxwell için
akademik hayat yabancısı olduğu bir şey değildi. Yüksek mevki
konusunda da pek hırs l ı değildi. Cambridge Ü niversitesi' ne bağlı
Trin i ty College' da öğret i m görevlisiyken babası n a şöyle yazmıştı:
" Düzenli bir işe n e kadar çabuk girersem o kadar iyi olacak diye
düşünüyoru m . " Babasın ı n yanıtı şöyleydi, " Bir miktar maaş alır
sın, ancak ücretleri n ve öğrencileri n çok olacağını sanm ıyorum.
Öte yandan görevine başlar ve hoşnu t kal m azsan vazgeçebilirsin;
her d urumda en fazl a yarım yılın gider . "
Maxwell Aberdeen 'de sadece ü ç y ı l kaldı . İki ün iversite
1 860'da birleştirildiğinde, doğa felsefesi böl ü m ü nde yalnızca bir
profesör için yer vardı ve Maxwell ihtiyaç fazlası olarak görüldü.
Çiftliğine geri döndü, fakat kısa bir süre sonra Londra King's
College'da fizik profesörü oldu ve sağ·lı k nedenleriyle istifa edene
dek beş yıl boyun ca bu görevde kaldı.
90
1Y1axwel l 'i n çalışması neredeyse tamamen matematikseldi.
Radyo dalgalarının varlığın ı önceden b ildirdi ve ölçülmesinden
uzun zaman önce ışığın hızını hatasız hesaplad ı . 1 87 1 'de Camb
ridge'e gittiğinde, yeni l aboratuvarın esin kaynağı olan deneysel
araştırmaya yöneldi. İ nşaat işi üç yıl sürdü, bu süre içinde Max
wel l verebildiği her yerde ders verdi. 1 872'de şöyle yazıyordu :
" Doğru dürüst b i r odam bile yoktu, ilk dönem kimya; Büyü k Per
hiz zamanı botanik ve Paskalya'da da karşılaştırmalı anatom i der
si vererek, deli gibi oradan oraya koşturuyordu m . "
Bu yeni kurum genellikle Devonshire Laboratuvarı olarak bi
li niyord u . Açılış töreni sırasın da, ü n iversite ad ına konuşan R. C.
J ebb, Latince bir nutuk çekerek, D ü k 'e cömertliği için teşekkür
etti ve Laboratuvar'a Cavendish ailesinin adı n ı n verilmesini
önerdi. Dük de yine Latince il e b u öneriyi k ab u l etti. Maxwell,
laboratuvarın "bilimin bugü nkü d u ru m u nu n gerekt irdiği bütün
aletleri içerdiği n i " söyledi . Yıllar sonra haleflerinden birinin be
li rttiği gibi, "laboratuvar hiçbir zaman açıldığı zamanki durumda
olmad ı . "
Maxwell 1 879 yıl ında ölünce yerine, b ir taşra beyefe ndisi ola
rak yaşamayı bir üniversite öğretim görevlisi olarak yaşamaya
tercih eden yetenekli bir bilim tutk u n u olan Lord Rayleigh geti
rildi. Ancak bazı maddi sorunları vardı; İç Savaş sırasında ve son
rasında Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tarımsal gelişme sonu
cunda üretilen fazla buğday Britanyalı çifçilerin boy ölçüşemeye
ceği fiyatlarla Britanya'ya ihraç edilmişti . 1 884 yılına gelindiğin
de d u rum iyileşmişti ve Rayleigh, Essex'teki arazisine dönmek
için görevinden i stifa etti. Crowther'ın belirttiği gibi:
İskoçyalı bir arazi sahibi olan Maxwell ve arazi sahibi soylu bir
İ ngiliz olan Rayleigh, laboratuvar profesörlüğüne ve yönetimine
gelmek konusunda çok da istekli değillerdi. O dönemde m addi
açıdan daha iyi duru mda olsalardı bu görevi kabul etmeyebilirl e r
d i . O gün lerde bir beyefendinin bağımsızlığı, toplumsal açıdan en
şöhretl i bilimsel görevden daha önemliydi .
91
Seçmenler yeni bir profesör seçmek için toplandıklarında, ilk
tercihleri 1 87 l 'de ve 1 879'da olduğu gibi yine Wil liam Thom
son 'd ı. William Thomson h arekete geçme konusunda bu kez de
isteksizdi ve 60 yaşı nda biri olarak zaten çok yaşl ıydı. Seçil e n
aday 2 8 yaşındaki J . J . Thomson oldu.
Thomson 34 yıl boyun ca bu görevde kaldı ve 1 9 1 8 yıl ın da Tri
nity Col lege Müdürü olarak atandıktan sonra bile Laboratuvar'ı n
yönetimini b ırakmak konusunda isteksiz davrand ı.
1 884'den sonra bir süre d a h a Cavendish Laboratuvarı İ ngiliz
fiziği ni n merkezi olmaya devam etti. 1 895 yılında, başka üniver
sitelerin mezunların ı n araştırma öğrencisi o larak kabul edilmeye
başlan ması ile önemli bir değişiklik yaşand ı . Yeni düzenleme ile
ilk kabul edilen kişi Yen i Zellan da'dan Ernest Rutherford 'du.
Montreal ve l\ılanchester'da bir süre çalıştıktan sonra, 1 9 1 8 yılın
d a l aboratuvarın Thomson 'dan sonraki yöneticisi oldu.
J . J. Thomson 'ın 1 897 yıl ı nda elektronu bulması, yirminci
yüzyıl da radyo, televizyon, elektronik aletler, bilgisayar ve başka
pek çok cihazın geli ştirilmesine olanak sağladı . Halefi Rutherford
ise n ükleer çağın kapısını açtı. Cavendish Laboratuvarı'nın yöne
timine geldiğinde Rutherford, atom çekirdeğini ve atom modelini
çoktan keşfetmişti. 1 92 0 yılında nötronun varlığını tahm i n etti ve
pek çok özelliğini önceden kestirdi. D ü nyanın dört bir yanı ndan
gelen parlak öğrencilerle ekip büyüdü, ancak nötronun araştırıl
ması uzun ve düş k ı rı kl ı kl arı ile doluydu. 1 930'a geli nd iği nde,
Cambridge'deki nükleer fizik çalışmaları bir ç ı kmaza girmiş gibi
görün üyordu. Rutherford neredeyse 60'ına gelmişti; çalışma ar
kadaşlarının bir kısmı, sonucundan kuşku duyduğundan proje
den ayrıl mı ştı. Kalanlar ise, canlarını dişlerine takarak gittikçe
karmaşıklaşan deneylerle uğraşıyorlard ı .
1 932 yıl ı nda, Chadwick nötronu bulduğunda ve hemen hemen
ayn ı zamanda Cockcroft ve Walton, bir elektrik boşaltma tüpün
de ü retilen yüksek hızlı parçacıklarla bombard ı man ederek atom
çekirdeğini parçalad ığında, b u lutlar dağıl d ı . Bu deney, Einstei n
tarafın dan neredeyse 30 yıl önce tahm i n edilen kütle e nerj i dönü-
92
şümünün i l k açık kanıtıydı . Atomun enerjisinin açığa çıkmasının
temelinde, kütlenin enerjiye dönüşmesi yatar. Rutherford atom
enerjisinin kullanılmasına pek taraftar değildi ve bu düşünceyi
"ipe sapa gelmez" bir şey olarak görüyordu . 1 932 yılında gerçek
leştirilen buluşların devamı gelmedi. Rutherford 'u n bu konuda
meslektaşları ile tamamen ayn ı fikirde o lmaması bir yana, Crowt
her kitabında, Britanya'nın o dönemde gereken parayı zaten sağ
l ayamadığın ı belirtiyor. Büyük Bilim çağı başlamıştı ve B ritanya
birkaç yıl arka p landa kalacaktı.
Rutherford 1 937 yıl ında öldüğünde, Cavendish'in nükleer fizik
üzerine gereğinden fazla yoğun l aştığı ve diğer alanlardaki araştır
maları n daha yararlı olacağı düşün ülüyordu. Nükleer fizik çalış
maları Cambridge'de azalsa da savaş sonrası yıllarda ve 1 960'la
rı n sonlarına doğru diğer Britanya ü niversitelerinde arttı. Bu ça
lışmalar Bilimsel Araştırma Konseyi 'nin toplam bütçesinin yarısı
nı kullanırken, kimya, matematik, astronomi, m ühendislik, biyo
loji ve diğer fizik çalışmal arına bütçenin diğer yarısı k ald ı.
Cambridge'de, diğer alanlardaki araştırmalarda d a ö ne m li ba
şarı lar elde edildi. Yeni bir bilim dalı olan moleküler biyoloji Ca
vendish 'te başladı ve müthiş Jim Watson ve çal ı şm a arkadaşları,
genetik kod u n anahtarı olan ve bizi h ayatın kendisiyle i lgili bilim
sel bir kavrayışa yaklaştıran ikili sarmalı b urada buldu. Savaş
sonrasında yaşanan başka bir gel işme de radyoastronomiydi. Dış
uzaydan gelen radyo sinyalleri araştırılarak evrenin yeni bir hari
tası ç ı karıldı ve her şeyin n asıl başladığın a ilişkin düşüncelerimiz
b üyük ölçüde değişti.
93
Bilim ve Toplum
I I I . Bölü m
Bilim ve Toplum
Trafik Kuralları
Trafiği denetim altı nda tutabilen son insan Asur Kralı Sinahhe
riba'ydı . Başkent Ninive'deki tören yolu boyunca yerleştirdiği
renkli tabletlere şu yazı kaz ı nmıştı: " Kraliyet Yolu . Kimse yol u
kapatmasın . "
97
Britanya U laşım ve Karayolu Araştırma Laboratuvarı 'ndaki
bilim adamları bize, yaklaşık bir buçuk kilometre boyunca park
etmiş on taşıtın o luşturduğu yoğunluğun, 8 metre gen işliğinde bir
taşıt yol u n u n kullanılabilir genişliğin i 1 ,2 metre azaltacağını ve 24
k m/saatli k bir hızda trafik kapasitesini saat başına 275 yolcu taşıt
birimi k adar düşüreceğini söyleyebilir. Bu bayağı ilginç, peki ama
bu durumda ne yapmak gerekiyor? Asur Kral ı 'n ı n yanıtı basitti.
At arabasını " Beklemek Yasaktır" işaretin i n yakınına park eden
derhal idam ediliyord u .
Günümüzde, verim l i bir k u llan m a yöntem i geliştirildiğinde
yolların daha fazla trafik taşıyacak duruma getirilebileceği düşün
cesiyle, daha kibar yöntemler uygulanıyor . Bu sorun l a karşı kar
ş ıya kalan bir matematikçi, kaldırımda d u ru p geçen taşıtları izle
yerek pek bir şey elde edilemeyeceğin i hemen anlar. Yapması ge
reken şey, matematiksel bir m odel geliştirerek taşıt yolu ndaki
karmaşayı bir düzene sokmaktır.
Söz konusu model, üzeri bir sürü küçük otom obil ve p lastik
trafik polisiyl e dolu bir masa deği l . Bu, araştırmacının taşıtlar ve
sürücüler yerine daha kolay bir biçimde işlem yapabileceği kav
ramlar kullandığı soyut bir dünya. Kimi zaman bir trafi k akışı bir
borudan akan bir sıvı olarak düşünülür. Diğer bir yöntemde ta
şıtlar bir gazı n molekülleri olarak ele alınır. Bu iki yakl aşım, ma
temetiksel yaratıcıl ı k için büyük bir olanak sağlar ve sonuçlar
beklendiği kadar saçma o lmaz. Daha kolay anlaşılabilen diğer bir
çaba, trafiği, zeki sürücüler tarafından k u llanılan taşıtl arın, solla
ma veya kavşak l arla kesintiye uğramayan tek bir akışı olarak ele
alıp, basit teri m lere i ndirgemektir.
İ l k sorun, en yüksek trafik akışının gerçekleştiği hızı hesapla
maktır. Kolayca anlaşılabileceği gibi, yol boş olduğunda ve trafik
sıkıştığında hiç akış olmaz. Bu iki uç arasında bir yerde yolu n en
verimli kullan ı m ı gerçekleşir. Bütün taşıtlar mek0anik olarak de
netlenseydi çok yüksek bir akış hızı elde etmek mümkün olurdu.
Oysa insan sürücüler söz konusu olduğunda, bir taşıtın hareke
tindeki bir değişikliğe arkadaki taşıtın sürücüsü tarafından uygun
98
bir karşıl ı k verilebilmesi için küçük ama önemli bir süreye gerek
sinim vardır. Bu d a, çarpışmalara e ngel olmak için taşıtlar arasın
d a belli bir m esafe n i n korun m ası gerektiği anlamına gelir.
Deneyler bir sürücünün, 60 metreden daha uzakta ise önünde
ki taşıta dikkat etmediğini gösteriyor. Daha kısa mesafelerde sü
rücü kendi taşıtı ile önündeki taşıt ı n hızı arası ndaki fark e n az
olacak biçimde h areket eder. Takip eden sürücünün tepkisinin
çabukluğu ve fren veya gaz pedalın ı k u l l an m adaki sertliği, güven
li mesafeye karar vermesini etkileyen kişisel n iteliklerdir.
Sıradan taşıtlar ve sürücüler için bu niteliklerin ölçü lm esi e n
uygun hızın hesaplanmasına olanak sağlar. Birkaç özel d u ru m da
-örneğin bir tünelde- tahminler h assas ölçümlerl e doğrul anabilir.
Tek şeritli k al abal ık bir yolda, küçük bir tıkanıklık (örneği n
bir sürücün ü n yavaşlaması) sıra b oyunca geriye doğru iletilir ve
büyük olasılıkla bazı sürücü lerin d ur m ası na veya aniden hızını
değiştirmesine yol açar. Ö n taraftaki taşıtlar yeniden hızlandı
ğında tıkan ı k l ı k geçer, ancak gecikme n i n toplam etkisi epeyce
fazladır.
B u etki, New J ersey ile Manh attan arasın d a yoğun bir trafik
taşıyan Holland ve Lincoln tünell erin d e n soru m l u New York
Liman Başkanlığı için oldukça önemlidir. Trafik akışın ı n belli
yerlerinde birkaç saniyel i k boşluklar olduğunda, tünelde e n hız
lı akışın gerçekleştiğini gözleyen Liman Başkanlığı matematikçi
lerinden bazıları, trafik akışı boyunca planlanm ı ş boşluklar ya
ratarak daha iyi bir akışın sağlanabil eceğini ileri s ürmüştü r . B u
yapıldığında d a , öndeki taşıt h ı z ı n ı değiştirdiğinde etki geriye
doğru i leti l i r, ancak trafikte bir boşluk oluşur oluşmaz b u etki
k aybolur.
H olland tünelinde matematiksel h esap l arın ortaya koyduğu en
yüksek akış hızı saatte 1 320 taşıtt ı r. 1 3 gün süren ve hiçbir önlem
alınmadan yapılan bir ölçümde, ortalama akış h ızı saatte 1 1 76 ta
şıt olarak saptanmıştı . 1 2 süren başka bir ölçümde araştırmacılar,
her iki dakikada bir tünele giren taşıtları saydılar. İki dakika için
de tünele giren toplam taşıt sayısı 44 (saatte 1 32 0 taşıtlık bir akı-
99
şa karşılık gelir) ve daha az olduğunda hiçbir önlem alınmıyordu,
ancak iki dakika dolmadan tünele 44 taşıt girerse, süre dolana dek
trafik d u rduru l uyord u .
Bu basit yöntemle bazı durumlarda saatte yaklaşık 1 300 taşıt
lık akış hızlarına u laşıl ıyordu ve 1 2 gün l ü k test için ortalama, sa
atte 1 248 taşıttı ki bu da önemli bir ilerlemeydi .
Bu nedenle trafik görevlisi elini k al d ı rdığında hemen suratınızı
asmayın . Konuyla ilgili kitapları okumuşsa, sizi d u rd urarak aslın
da yolculuğunuzu kısaltacaktır.
1 00
Şiir Bilim İlişkisi
" W. Eastwood 1961 A Book of'Science Verse (Bilim Manzumeleri Antolojis i ) (Londra:
Macmillan).
101
lukla, Johnson 'ın ("ölçülü söz dizisi ") ve Newton 'u n ("bir çeşit
yaratıcı saçmalı k ") yaptığı tanıml arı doğrulayan türden örneklere
yer veriyor, ancak konuyla yakından i lgilenenler açısından bu do
yurucu olmayabilir. Samuel Butler'ın gelişigüzel yazılmış, 14 say
fal ı k Aydaki Fili (sonunda teleskopu n içinde bir fare olduğu or
taya çıkar) için söylenecek pek b ir şey yok . Oliver Wendell Hol
mes tarafından yap ı lan bir d iğer anaokulu şakası, Boston'lı bir he
kimin mahvoluşunu anlatmak için stetoskopun içindeki bir sineği
konu alı r ve marazi bir r u h h alinin izlerini taşır:
Bunun gibi birkaç acayip şeyi bir tarafa bırakacak olursak, an
toloj i dört değişik şiir türü içeriyor. İlk olarak Lu cretius, Dante,
Shakespeare, Milton ve Pope'un fiziksel evrenin değişik yönle ri
üzerine, Chaucer ve Ben Jonson'ın da simya üzerine yazdıkları
yer alıyor. İ kinci ve e n uzun bölüm, bilim ve m ühendisliğin esin
l ediği bazı konularla i lgili şiirler ve alıntılardan oluşuyor. Bu bö
l ü m de daha az ü n lü şairler yer alıyor. Akenside'ın Bilime İlahi ad
lı şiirinde olduğu gibi, b u şairlerin şiirlerinin bir kısmı yalnızca
güzel söz söyleme sanatı kapsam ın dadır:
McAdam Merhaba !
Merhaba, Yolcu ! Merhaba, Koca Adam !
Yeryüzündeki on binl erce engeli aşıp ayakta kalan !
1 02
McAdam 'ı
1 03
Üçüncü olarak Eastwood gül ü n ç manzum e lerden örnekler ve
riyor. B unların arasında, 1 855'ten 1 872 'y e dek Glasgow Ü niver
sitesi İnşaat Mühendisliği Böl ü m ü 'nde öğretim üyesi olarak görev
yapan Macquorn Rankine'i n Aşık Matematikçi şiiri de var:
1 04
Elle çalıştırılan araçlarla
İlerledikleri aydınlanmamış yolda;
Çinliler anlamamıştı
Piston çubuğunun yararlarını. ':'
" E.V. Knox 1 973 The Steam-givers in These Liberties (Özgürlükler, Buharcılar)
( Londra: Meth uen)
""A.T. Quiller-Couch 1 906 From a Cornish Window (Bir Cornwall Penceresinden)
( Londra: Cambridge University Press).
1 05
Artık
Gizli mesaj l ar alıyoruz
H ayal bile edemediğimiz
Uzayın derinliklerinden
Çoktan sönmüş bir yıldız anlatıyor:
Bir zamanlar ne aşk vardı ne de tanrı
Ve yapayalnızdı insanlar.':'
John Wai n 'i n elektronik beyni kendisini yapan insan ile sert
konuşur:
::: Patric Dickinson 1 960 .fodrcfl 13ank, Tlıc H'orld l Scc U odrcll Barık. Cördüğünı
Dünya) ( Lorıdra: Chatto and \\'indus) .
., ,John \Vairı 1 956 ,1 \Viml Carved on a Sil/ (Bir E�iktc Yontulan Sözcük) ( Londra:
Routledge and Paul).
1 06
Haritacı Melvyn
••c . Melvyn Howe 1 972 !Han, l',nvirnnment and /)iscasc ( İ nsan, Çevre ve Hastalık)
( Londra: David and Charles)
1 07
bir e n azından bir salgın hastalık bekliyordu ve etkili bir tedavi
yoktu . "On dokuzuncu yüzyılın sonuna dek" d iye yazıyor Howe,
"tıp adamları, salgın hastalık, ateş ve ölümcül bulaşıcı hastalıkla
rın gerçek nedenleri hakkında, Eski Yunanl ı atalarından yalnızca
biraz daha fazlasını biliyorlardı. "
Bulaşıcı hastalıkların taşıyıcısı olarak fareleri n ve böceklerin
önemi, veba ve benzeri hastalıklar denetim altına alınana dek an
laşılmasa da, çevresel etkenlerin önemi daha önceden ortaya çık
mıştı. Tudor ve Stuart dönemlerinde bile, varlıklı hal k , bulaşıcı
hastalık tehditi baş gösterdiğinde daha temiz olan kırsal bölgele
re kaçıyordu.
Sakson İ ngilteresinin hekimleri, salgın hastalıklara cin veya pe
rilerin oklarının neden olduğunu düşünüyord u . Bin yıl sonra, ko
kular, buharlar ve m iyasmalar (eskiden salgın hastalıklara yol aç
tığına i nanılan yoğun ve zehirli sis) suçlandı. Bu, kökleri St. Co
l umba'ya dek uzanan bir düşünceydi . Denizden bir bulut yüksel
diğini gören St. Columba şöyle bir tahm inde bulunmu ştu :
1 08
masından sonra, Hollanda'dan geri çağrıl an İ ngiliz askerleri de
İ skoçya'n ı n pek çok bölgesine tifü s hastalığını taşıdı.
Veba salgını 1 665 yıl ı n dan sonra Britanya'dan silindi (kimse
bunun nedenini bilmiyor) ve günümüzde de yalnızca laboratu
varda varlığını sürdürüyor. 1 962 yı lında, Porton Oown'daki
Kimyasal Savunma O, c:y Teşkilatı 'nda görevli biri veba yüzün
den öldü, bu da akıllara 1 346 yılındaki biyolojik savaşı getirdi. O
yıl veba ilk kez kıta Avrupası 'na u l aşmıştı: Kaffa (bir Hıristiyan
şehri) kuşatması sırasında H ıristiyan karşıtları, Asya'da kaptıkla
rı veba hastalığından ölenleri mancınıkla şehri savunanların ara
sına fırlatmışlardı .
Geçmişteki hastalıklardan ne öğrenebiliriz? Öncelikle, bazı ya
nıtlar bulsa da, bilimin olayları etkilemek için çok geç kalabilece
ğin i öğrenebiliriz. Ti fo, kolera ve çiçek hastalığı, bu hastalıklara
yol açan organizmaların mikroskop altında i ncelenmesinden önce
denetim altına alınmıştı. Deneyimlere dayanan çözü m ler, örneğin
aşı , daha temiz su kaynakları ve lağım pisliklerinin atılması, soru
nun üstesinden gel mişti. Öte yandan verem, 30 yıl önce etkili ilaç
lar geliştirilene dek pek azalmadı.
Tarih bize günümüzün hastalıkları i le, örneğin kanser ve kalp
krizi ile savaşma konusunda hiçbir ipucu vermiyor. Yalnızca,
bakmasını bilirsek çözümleri görebileceğimizi söylüyor.
1 09
Radyoaktif Serpinti ve Sağlık
1 948 yıl ında, genç bir kimyager olan Peter King, Washing
ton 'daki Deniz Kuvvetleri Araştırma Laboratuvarı 'nda boyanın
kimyasal özellikleri üzerine çalışıyord u.
Bir gün, bazı izotop deneylerinde kullanılan Geiger sayaçlarının
normalden daha hızlı saymaya başladığını fark etti. Bu tür şeylere,
radyoaktif maddeler kullanılan laboratuvarlarda sıkça rastlanır ve
çoğu kişi bunun araştırmaya değecek bir şey olmadığını düşünür.
Dr. King, her şiddetli yağıştan sonra sayaçların işleyişinin tu
haflaştığını düşünüyordu . Büyük olasılıkla b u düşünce doğrulan
m adı, ancak sonuçları dikkate değerdi. Çeşitli yağmu r suyu ör
nelderi incelendi ve hafif derecede radyoaktif old ukları anlaşıldı.
Bu gözlem çok önem li bir şeymiş gibi görülmeyebilir, çünkü her
yağmur, yağdı ktan sonraki bir i ki saat süresince ölçü lebilir dere
cede radyoakti ftir. Bu radyoaktivite, radyum ve toryum element
lerinin kısa ömürlü izotoplarından kaynaklanır.
Oysa Washington'da yağan yağm u r çok daha uzun bir süre
radyoaktif kalıyordu ve Dr. King bunun nedeninin, birkaç ay ön
ce Amerikalılar tarafından Büyük Okyanus 'ta gerçekleştirilen
atom bombası denemelerinin yol açtığı kirlenme olup olmadığın ı
araştırdı. Virgin Adaları 'nda sürekli yağış olduğunu v e orada ya
şayanların belirli bir sarnıcın veya fıçının ne zaman dolduruldu
ğunu genel likle hatırlayabileceğini göz ö nüne alarak, bomba de
nemelerinin yapıldığı zaman ve ondan hemen sonra yağan yağ
m u rdan biriktirilen sudan örnekler almak üzere bir asistanını
adalara gönderdi.
Bu örneklerin radyoaktif olduğu ve yalnızca nü kleer bir patla
ma sonucu ortaya çıkabilecek seryu m ve itriyum izotopları içerdi
ği ortaya çıkınca, Dr. King atom silah ları denemelerini saptamak
için ucuz ve basit bir yöntem bulduğunu anladı.
Bu bilginin önemini kavrayan ilk insandı ve hiç zaman kaybet
m eden uygulamaya geçti. O sıralarda, Ruslar'ın atom sil ah l arı ko
n usunda Amerika Birleşik Devletleri'nden çok geride olduğu dü
şü n ülüyordu . N ükleer teknoloj i alanında (bu konuda Britanya,
1 10
Kanada ve Amerika Birleşik Devletl eri'ndeki teknoloji casusla
rından çokça yardım almışlardı) geldikleri nokta tam olarak bilin
miyor veya itiraf edilmiyordu .
Gerçek bir bil i m adamı kuşkuculuğu taşıyan Dr. King bunu
öğrenmeye karar verdi. Amerika Birleşik Devletleri Deniz Kuv
vetleri 'ni, yağmur suyu örnekleri almak için kendisini her ay Ko
diak Adası ve Alaska Körfczi'ne göndermesi konusunda ikna et
ti. Geiger sayaçları oldu kça uzun bir süre hiçbir şey göstermedi,
ancak 1 949 Eylü l 'ünde bir gün "çıt" sesi çıkarmaya başladılar.
Kimyasal testler yine radyoaktif seryu mun varlığını ortaya koy
du. Birkaç gün sonra, Rusya'nın ilk nükleer denemesini yaptığı
h aberleri yayıldı - Ruslar tarafindan değil , Dr. King'in bulguların
dan hareketle Başkan Truman tarafından.
Bu tarihi deneylerle, her nükleer patlamada ortaya çıkan ve
sonradan Dünya'nın yüzeyine dağılan radyoaktif serpinti ve ka
lıntı ilk kez ölçülüyordu . İlk zamanl arda, çalışma daha çok bili
min ilgi alanındaydı ve uygulamadaki değeri çok az gibi görünü
yordu . Megatonluk silahlar henüz bilinmiyordu ve çok büyük
patlayıcı güce sah ip bombalarla hiç deneme yapılmıyordu.
1 Mart 1 954'de Bikini Atolü'nde i l k hidrojen bombasının pat
latılması ile durum birden değişti . Çok kısa bir sürede atmosferin
radyoaktif kirliliğ·i daha önceden bilinmeyen bir düzeye ulaştı .
Radyoaktif stronsiyumun yol açtığı zararın artık ciddi bir biçim
de incelenmesi gerekiyordu. Stronsiyum 90 izotopu (kimyasal ya
pısı kalsiyuma benzer), Dünya'nın üzerine çöküyor ve gıda mad
delerine (özellikle de süte) , tahıllara ve kalsiyum içeren diğer yi
yeceklere karışıyordu.
Kısa bir süre sonra uzman ların , stronsiyum 90 izotopunun yu
tulmasının olası tehlikesi konusunda güveni l ir görüşleri olmadığı
ortaya çıktı. Tartışmalar, hidroj en bombalarının patlayıcı gücü ve
gıda maddeleri ile insan dokularının Stronsiyum Birimi ( İngiliz
cesin i n kısalt ması SU) ile ölçülen kirlenme düzeyi üzerine yoğun
l aşmıştı. Bir SU, bir gram kalsiyumdaki bir mikromikrok ü rilik
bir stronsiyum 90 yoğun luğu anl amına gelir.
ııı
Amerikalıların , " Gabriel Projesi" olarak bilinen bir araştırması,
1 949 yıl ında i nsan vücudundaki stronsiyum 90 düzeyinin 1 0.000
S U 'y u geçmesine izin verilmemesi gerektiğini ortaya koydu . Da
ha sonraki bir hesaplama ise bu düzeye ancak, 40. 000 megaton
luk patlayıcı güçten daha güçlü bombalar patlatıldığında ulaşıla
cağı tahmininde bulundu. ( Bir megaton bir m i lyon tondur; hidro
jen bom basın ı n gücü genellikle TNT (trinitrotolüen) 'nin patlayı
cı gücü cinsinden ifade edilir.)
1 953 yıl ı n da, Dr. Hans Bethe, insan vücudundaki tehlikeli
stronsiyum 90 düzeyine ulaşmak için 8000 megaton u n gerektiği
ni açıklad ı . Amerikalılardan oluşan bir çalı şma grubu ayn ı yıl. izin
veri lebilir en yüksek yoğun luğun 1 OOOSU 'ya düşürü lmesi gerek
tiğini ve toplam şiddeti 25. 000 megaton olan bombaların bu düze
ye ulaşma tehl ikesi olmad an atılabileceğini belirtti.
Bir diğer uzman tan ı k Dr. W. F. Neuman, 1 957 tarihli resmi
araştırmasında, tehlikeli düzeye yılda 44 m egaton ile erişil eceğini
belirtti. Başka bir komisyon, atom çekirdeğinin bölünmesi ile or
taya ç ıkan ü rü nl erin yıl da ortalama on megatondan daha fazl a ol
maması gerektiğini söyledi. 1 95 1 yılında, A B D Atom Enerjisi Ko
misyonu'n u n biyoloji ve tıp kısmının yöneticisi, atomun bölünme
si sonucu ortaya çıkan ürünler için tehlikeli düzeyi toplam
20. 000.000 megaton olarak tahmin etti . Uzmanlar çoğunlukla bir
birleriyle anlaşamaz, ama görüş lerinde nadiren bu kadar büyük
fark olur. Bereket, bu konul arda kamu sağlığından sorumlu yet
kililer böylesine tutarsız bir tahmine ihtiyatla yaklaştılar.
Bu zamana dek D ü nya yüzeyine serpilen stronsiyum 90 izoto
pun u n ciddi bir zarara yol açmadığı düşünülebilir. Ancak dertler
den uzak durmada şansın da önemli bir etken olduğunu kabul et
mek gerekir. N ükleer silah denemelerinin doruk noktasına ulaştı
ğı l 960'larda, izleme programları i nsan kemiğindeki stronsiyum
90 yoğun luğunun, yiyeceklerimizi elde ettiğimiz bitkilerdeki yo
ğun l uğun çok altında olduğunu ortaya koydu.
Bu fark beslenme zincirindeki süreçlerden kaynaklanır. Örne
ğin bir inek otladığı çayırdan aldığı stronsiyumun büyük bir kıs-
1 12
-------�ı_,oo'""'o�o�sv TEKUKELi S1RONS IU1 90
DÜZEY i
mını yararsız olduğu için dışarı atabilir ve sadece <yo 1 O veya 20'si
ni sütüne geçirir. Bir bebek de, kalsiyum u emip stronsiyum 90'ın
yaklaşık yarısını dışarı atarak, yoğunluğu daha düşük bir düzeye
indirme yeteneğine sahiptir. Çocu klar ve yetişkinler beklenen dü
zeyin yalnızca dörtte biri yoğun l uğunda stronsiyumu vücutların
da tutar.
H ayvanların ve insanların yedikleri şeylerden stronsiyum değil
de kalsiyum emmelerinin çok belirgin bir nedeni yok. İ ki element
de sindirim sistemi tarafından aynı işleme tabi tutulsaydı, çocu k
ların kemiklerindeki radyoaktif stronsiyum yoğunluğu, gerçekte
bulunanın 1 O veya 20 katı bir d üzeye ul aşırdı. Bu düzey de tehli
keli bölgenin bir hayli içindedir. Vücut kalsiyum yerine stronsi
yum tutsaydı, sonuç daha da kötü olurdu.
İ l k hidrojen bombası atıldığında bu önemli noktalar anlaşılma
mıştı. Stronsiyum hikayesi şimdilik kapandı (Britanya'da kemik
örneklerin i n izlenmesine 1 972 yılında son verildi), oysa bundan
alınacak ders açık. Doğayı bozmak çoğunlukla i n sanoğlunun sağ
l ığını da tehlikeye atar. Bu tehlikeyi fark edene kadar da çözüm
fırsatı kaçabilir. Bir dahaki sefere b u kadar şanslı olmayabiliriz.
1 13
Disko Sağırlığı -Aslında Hiç Var Olmamış Bir
Tehlike
Daha birkaç yıl önce, bilimse l (ve hatta bilimsel olmayan) der
gil erde, diskoteklere ve benzer türde m ü zi k salon l arına sık giden
gençleri n sağırlık tehlikesi ile karşı karşıya olduğuna ilişkin yazı
lar yer almı ştı. Çoğun luğu orta yaşlı ağırbaşl ı yetk ililer, rock ve
pop mağaralarındaki işitsel tehlikeler i çin resm i uyarıl ar koyma
yı önerdi.
Tartışma bitip de sayıl ar ortaya çı ktığında, kanıt neredeyse
değersiz denecek kadar zayıftı. Yaklaşık 450 öğrenci üzerinde
yapıl an bir araştırmada, öğrencilerin Ofıı82' si işitmeleri yeteri ka
dar sağl ıklı ol madığından reddedil m işti. Geri kalan lar arasında,
düzenli olarak diskoteklere gitmeyen kontrol denekleri ile karşı
l aştırıldığında, pop müzik tutk u n l arın da 2-3 d esibellik işitme ka
yıpları old uğu ortaya ç ı ktı.
Student sınaması (istatistikte k u l l an ılan bir yöntem) n e orta
ya koyarsa koysu n , 2-3 d esibel lik bir işitm e kaybı önemli değil
dir. Lord Rutherford 'u n dediği gibi: " Deneyiniz istatistiğe gerek
duyuyorsa daha iyi bir deney tasarlamanız gerekir. "
Yine de, bir diskotekte 90- 1 00 desibell i k ses d üzeylerine ma
ruz kalmak bir zarara yol açmazken, ayn ı süre boyunca ayn ı dü
zeyde sese maruz kalan imalat sanayiinde çalışanl arın çoğun luk
l a ciddi işitme sorun ları yaşamasını anla
mak güçtür.
Dani markalı tan ınmış bir m ühendis olan
Dr. P. V. Bruel'i n yaptığı açıklama oldukça
basitti. Kısa bir süre boyunca (bir saniyenin
beşte birinden daha kısa) kulağa gelen sabit
bir gürü ltü veya sesin gerçekte o lduğundan
daha az şiddetliymiş gibi algı landığı gözle
m iyle işe başladı; sesin süresi kısaldıkça şid
deti de zayıflıyor gibi algılanıyordu.
Bunun nedeni, beynin bir karar verme
. . . imalat sanayiinde
den önce sesi incelemesi ve bazı işlemler
çal1şanların ciddi işitme
yap m asıdır. Bir ses çok k ısaysa, inceleme sorunları yaşaması. ..
1 14
Disko sağırlığı -aslında hiç var olmamı� bir teh like
tam am l anmaz. Bu nedenle yüksek şiddette ani bir ses gerçekte ol
duğundan daha az şiddetliymiş gibi algılanır, hatta işitme ile ilgi
li beyin kabuğu nda da kaydedilmeyebilir.
İ ç kulağı yüksek şiddetteki seslerden koruyan işitsel refleks
için de benzer bir etki söz konusudur. 80 desibelin üzerindeki ses
düzeylerinde, titreşimleri k ul ak zarından iç k u l ağa aktaran kulak
kemikçikleri sertleşir ve daha az etkili çalışır. Parlak ışığın karşı
sında irisin tepki göstermesine benzer bir tepkidir b u.
İşitsel refleksin tepki süresi bi r saniyede n ç o k d aha kısadır, b u
nedenle kısa süren şiddetli sesler orta k u laktan, koruyucu meka
nizmayı uyarmadan geçer. Ses d üzeyi ölçüm aletlerinin çoğu, do
ğal olarak, ku laklar gibi tepki verecek şekilde tasarlanmıştır, bu
nedenle kısa süreli dorukları kaydetmezler.
Olay artık açıklığ·a kavuştu. İ ş i t meye zarar veren şey o rtalama
ses d üzeyi değil. doruk noktalardır. Doğası gereği çoğu n lukla ani
olan fabrika veya tersane gürül tüsü, sıradan bir ses düzeyi ölçüm
aleti ile k aydedilmeyen (veya beyinde ses olarak algılanmayan)
doruk larda çok fazla enerjiye sahiptir, ancak kulak salyangozu n
da bulunan tüy biçimindeki hücrelere zarar vererek işitme kaybı
n a yol açabilir.
Diskotek gürültüsünün tehlikeli nitelikteki enerjisi oldukça dü
şüktür, çünkü doruklar yü kselteçlerin ve hoparlörlerin yetersizli
ği nedeniyle sınırlanır. Ayn ı sınırl ama, sesin büyük bi r kısmının
yükseltici cihazlardan geldiği konserler için de geçerlidir.
1 15
Dr. Bruel, işitme konusunda herhangi bir tehlike olup olmadı
ğının, hem ortalama ses d üzeyi h e m de kısa süreli doruklardaki
ses e nerjisi m iktarı ölçülerek değerl e ndiril mesi gerektiği sonucu
na vardı . Böyle bir değerlendirme ile, diskotek gürültüsü bir hay
li zararsızdır. Ama gel de bunu orta yaşlılara anlat !
1 16
Savaşta Atom Enerjisi
117
Mülteci bilim adamları konusundaki katı hükümet politikası
nedeniyle, kendi buldukları bilgiler i kul lanmalarına izin verilmi
yord u . Bu gül ü n ç durum karşısında iki bilim adamı da sabırlı
davrandı ve sonunda da teknik konu larla i lgili bir alt-komitenin
üyeliğine getirildiler.
1 94 0 yılının sonuna gelindiğinde, bomba ile i lgili çal ışmanın
büyük kısmı, yabancılar veya yakın zamanda vatandaşlığa kabul
edilen m ü lteciler tarafından tamamlan m ıştı. Bunların arasında Si
man, Rotbat, Bretscher, H alban ve Kowarski de vard ı. Çalışma
Bakanlığı 'nın bazı şüpheleri olsa da, Kurti, Kuh n , Kemmer, Fre
undlich ve Fuchs (daha sonra casusulu ktan m ah k u m edildi) pro
j eyi daha da güçlendirdi.
1 94 0 Ağustos'u nda yavaş nötronlar tarafından meydana getiri
len zincirleme bir tepkimenin enerj i ü reteceği, fakat bunun bir
bomba için yeterli miktarda olmayacağı biliniyord u. Hızlı nötron
l arla doğal u ranyumda bir zincirleme tepkime gerçekleştirmek
olanaklı görünüyordu, ancak daha altında önemli hiçbir şeyi n
gerçekleşmeyeceği kritik kütle miktarı tonlarl a ifade ediliyordu .
Nadi r b u l u nan uranyum -235 izotopu daha bol olan u ranyum-
238'den ayrılabil irse, k ritik kütle yaln ızca bir kilogram kadar ola
cak ve bom ba her durumda son derece etkil i olacaktı.
Böylece u ranyu m u n iki i zotopunun birbirinden ayrıl ması n ı n
kon u n u n c a n a l ı c ı noktası olduğu anlaş ı l d ı . Si m an v e Oxford 'da
ki m eslektaşları, 4 m i lyon sterlinlik bir başlangıç maliyeti ve yıl
da l , 5 m i lyon sterlin l i k işletme gideri olan, 1 60.000 m etre kare
lik bir alana yayıl mış bir gaz yayın ı m tesisi için gerçekçi tasarı
lar ü retti ler.
l 940'ın son una gel i nd iğinde, bomba projesinde şaşırtıcı bir ge
l işme yaşandı. I CI tarafından u ranyum metali üretil miş, pluton
yum u n bir nü kleer patlayıcı olabileceği anlaşı lmış ve nükleer si
lah ların i malatında yapılabilirlik aşamasına yaklaşılmıştı .
Bunların hepsi çok az hükümet kaynağı kullanılarak ve müthiş
bir gizlilik i çi nde yapılmıştı. 1 94 1 Şubat'ında, Bilimsel ve Sanayi
Araştırmalar Bakanı (Appleton), Maud Kom i tesi'nin faaliyetleri
118
. . . Britanyalıların Amerikalılar<lan çok daha
ileride olduğu a nlaşıldı.
1 19
konuşmada belirtiliyordu . Lord Halifax, bomba atılmadan önce,
Japonlara kayıtsız şartsız tesl i m olmaları için 48 saatlik bir süre
tanın masının olanaklı olup olmadığın ı sormuştu.
l 94 1 'de, Britanyalı ve Ameri kal ı bilim adamları n ın ortak bir
program kapsamı nda çalı şab i l m el eri bir süre için olanaklı gö
rün d ü . Savaş sonrasında yaşanabilecek siyasi sorun lar daha o
zamandan açıkça görül üyordu . Lord Cherwell u ranyum ayrış
tırma tesisleri n i n İ ngiltere'de kurulmas ı n ı istiyordu. Böyle bir
tesise sah ip olan ülkenin d iğer ülkelere isted iği koşulları kabu l
ettirebileceğin i tahm i n ediyord u. Bu rolü Amerika Birleşik Dev
letleri 'ni n oynamasını istemiyordu ve Lord Hankey de onunla
ayn ı görüşteyd i .
Kon u ile ilgili tartışmaların uzaması, i malat tesislerin i n büyük
bir kısmının Kuzey Aınerika'da kurulmasın ı öngören, Kanada ile
Amerika Birleşik Devletleri arasındaki yak ı n işbirliği politikasın ı
pekiştirdi. Pearl Harbor baskı n ından sonraki altı ay boyunca,
Amerikalıların çalışmaları büyük ölçüde hız kazandı. 1 942 yılının
büyük bir böl ü münde dostça v e etkil i i şbirl iği devam etti , ancak
projenin idaresin i ordunun .ele alınası i le o yılın sonralarına doğ
ru işbirl iği bozuld u.
B undan sonra A m e rikalılar Britanya'dan gelecek bi lgileri
beklediler, oysa kendileri proje süresince neredeyse h i ç bilgi
verme mişlerdi. " Katlanı l ması güç b i r d uru m " diyordu Sir ,Jo hn
A nderson, Başbaka n ' a yazdığı mektupta, " Başkan Roose
velt'ten vakit geçirmeden konuyla ilgilen mesini i steyebilirs in i z . "
Oysa işbirliğini yasaldayan ı n Roosevelt 'i n kendisi olduğunu
b i l miyordu .
Daha sonra, 1 94 3 yılında, "tam v e etk i l i b i r işbirl iği " amacıy
la düzenlenen Quebec Konferansı 'nda, Britanyalılar ile Ameri
k alılar u zlaştı . Britanya'nın küçük ortak olacağı k ı sa süre sonra
açıkl ığa kavuştu . Britanyalı bilim adamları Californ ia Berke
l ey'deki ve New Mexico Los Alamos 'taki ekiplere katıldılar, an
cak işin büyük bölümü Amerika Birleşik Devletleri tarafından
gerçekleştiri l d i .
1 20
Ameri kalılar, Britanyalıların var olan veya gelecekteki endüst
riyel bi rikim leri ile çal ışmaya katılm asına oldukça şiddetli bir bi
çimde karşı çıkıyordu, oysa yaln ızca bilimsel faaliyet söz konusu
olduğu nda daha az yasakçıydı /ar. Bu nedenle Britanyalılar, ilk
u ran.,y um ve plutonyum bombalarının yapımına öncül ü k eden Los
Alamos projesi konusunda çok daha fazla şey bil iyord u, oysa
u ranyum ayrıştırma çalışmaları ve Amerika Birleşik Oevletle
ri'nde i nşa edilen nükleer reaktörler konusunda pek o kadar bilgi
sahibi deği llerdi.
Ancak, l 945 'clen sonra Britanya (hem hızlı nötron reaktörü
hem ele ısıl reaktörler kul lanarak), ciddi bir nükleer enerji prog
ramı geli ştirerek ve radyoaktif izotopların endüstriyel ve t ı bbi
amaçlı kullanımı konusunda başarı l ı çalı şm alar yaparak, n ükleer
enerji alanında önde gelen bir yere sahi p oldu. Fakat nükleer
enerj i santrallarının başka ü lkelere satı l ması ile ilgili başlangıçta
yapılan tahminler gerçekleşmedi ve Britanya 'nrn öncü çabaları
hak ettiği karşı l ığı alamadı.
121
Bilim ve Toplum
1 22
(her etki için bir neden arayan) mekani k geleneği, kaynağını bü
yük ölçüde Pythagoras'tan alan doğanın geometrik olarak tanım
lanması ile uzlaştırma çabaları bir çıkmaza girmişti . Newton ha
reket düşüncesi ile, örneğin küt leçekimi konusunda, eksikliği bir
ölçüde gidermişti. Bu yeni düşünceye karşı çıkıldı çünkü esrarlı
bir yanı vardı, ancak başarı lan öylesine etkileyiciydi ki iti razlar
yavaş yavaş ortadan kayboldu.
Merton, düşüncenin geçirdiği b u değişiml erden çok bilimsel
gelişmeyi etk i l eyen topl u m sal etkenlerle i lgilidir. Ona göre bili
min ve tek noloj i n i n gelişmesi yaygı n Protestan ahlak anlayışı,
özellikle de P ü ritenlik tarafı ndan özendiri l mişti. Bunun üç nede
ni vard ı . İ l k olarak Püriten ler alın yazısı i l kesin i akı llarından çı
karmıyorlard ı . Sadece Tanrı tarafı ndan seç i lmiş kişiler günah
tan k urtu lacaktı; fakat bir i n san seç i l m i ş olup olmadığın ı nasıl
anlayab i l i rd i ? Bunun yanıtı ruhsal arın manın görün ü r kanıtı
olan h ayı r işleri yapmakta yatıyordu . Bir Katolik için hayır işle
ri çoğu nlukla bir manastıra kapan mak anlamına geliyordu; bir
Protestan içinse bu sözler, d ü nyada yararlı (çoğunlukla da ka
zançlı) faaliyetler gerçekleşti rme k anlam ına geliyo rdu. Alın ya
zısına inanmayan Protestanlığ·ın mezhepleri de, hayır işlerinde
çal ışmayı, zate n var olan iyil iği göstermekten çok, kötü l ü kten
arı n m ı ş bir ruh hal i ne u laşmanın bir yolu olarak ele alıp, aynı so
nuca varmışlardı.
Boş du rmak beraberinde gü nahkar düşünceleri, kumar düş
künlüğünü ve bedensel istekleri getirdiğinden, Püritenler çalış
mak zorundalardı . "Akl ı " diyordu Thomas Sppratt, "tek bir i nsa
nın durmadan çal ı ş ması ile hiçbir zaman tamamlanamayacak olan
ve bizim d ünyaya yararlı olmamızı sağlayan bili mle meşgul etmek
ne kadar iyidir."
İkinci olarak Püritenler, Tanrı'nın güzel liği ne e n iyi , onun eser
l er i n i n ciddi bir biçimde i ncelenm esi i le l ayık olu nabileceğine ina
nıyorlardı . Robert Boyle'a ve on yedinci yüzyıl ı n başlarında
Francis Ba.con'a ve onları n pek çok çağdaşına göre, bilim aslında
dini bir faaliyetti.
1 23
13unun yanıtı hayır işlerinde yatıyordu .
1 24
gazların sıkışması ve genleşmesi, metallerin dayanımı ve esnekli
ği ve patlamaların özellikleri gibi. doğrudan askeri önemi olma
yan bilimsel araştı rmaların önünü açtı . Bunlar teknoloji k aynaklı
bilimin ilk örnekleriydi .
On sekizinci yüzyıl boyunca, toplumsal v e ekonomik gereksi
nimler bilim ve teknolojinin gelişimini yön lendirdi. Odun sıkıntı
sının baş göstermesi köm ü r end üstrisinin gelişmesine neden oldu.
Su sıkın tısı ve arazinin uygun olmaması nedeniyle kanal sistemi
nin kullanılamadığı yerlerde, tüccarlar ve kömür madeni sahiple
ri demiryol ları inşa ettiler. Kömür m adenciliği geliştikçe, beygir
gücü ile çalışan pompaların çözemeyeceği su boşaltma sorunları
ortaya çıktı. Çözüm ilk olarak N ewcomen 'ın buhar makinesi ile
ve daha sonra da, Sndüstri Devrimi'nde çok önemli bir rol oyna
yan Watt'ın katkıları ile sağlandı.
Merton, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl lar üzerine eğil
m e z , ancak yirminci yüzyıl bilimini yakından inceler. Kullandığı
yöntem bilim adamlarının birbirleriyl e ve toplumla etkileşim bi
çimlerini incelemektir. Başka bir deyişle, bilimin sosyoloj isini in
şa etmeye çal ı şır. Merton hayatın ı buna adamıştı; bu konuda o
kadar başarıl ıydı ki, bu yeni bilim dalının araştırıl m asında ve ge
liştirilmesinde ancak birkaç bilim adamı onun d üzeyine erişebildi.
Merton, konuya bir davranış bilimci olarak yaklaşıp, bilim
adamlarının ilgi alanlarını n asıl belirlediklerini, birbirleriyl e nasıl
i l etişi m kurdukları n ı ve h iyerarşiyi nasıl ol uşturduklarını araştı
rı r. Burada üzerinde durduğu temel nokta buluşun önceliği ile
ilişkilidir. Bilimsel çalışmayı ödüllendirmenin kaba ve basit bir
yolu, yeni bir şey örneğin yeni bir atomaltı parçacığı, yeni bir bi
limsel yasa ya da doğadaki bazı olguların yeni bir açıklamasını
bulan ilk kişiye (veya daha doğrusu bulduğu ilk ilan edilen kişi
ye) , onur belgesi veya ödü l vermektir. Bil i m tarihi genellikle bir
buluşlar silsilesi olarak kaleme alındığından ilk olma hevesi şaşır
tıcı değildir.
Merton, bilim adamının bir kahraman olduğu görüşün ü n doğ
ru ol madığını ortaya koyar: Buluşların pek çoğu iki ya da daha
l '.15
fazla sayıda insan taraflndan birbirinden bağımsız (ve bazen de
neredeyse aynı zamanda) yap ıl ır. Bu, buluşların kaçınılmaz oldu
ğu ve kişilerden çok koşullar tarafından belirlendiği anlamİna mı
gel iyor? Buluşu il k yapan dışındaki herkesin çalışmaları boşa mı
gitti? Merton bu çelişkiyi, en büyük bilim adamlarının birçok bu
l u şu n parçası olduğunu göstererek çözüml er. Bizzat Lord Kelvin,
kendisine ait buluşların daha önce başkaları tarafından yapıldığı
nı son radan öğrendiğini söylemiş ve böyle 32 olaydan söz etmiş
tir. Gerçek sayı bundan daha da fazla olabi l ir. Ayrıca Kelvin 'in
buluşlarının kaçının daha sonra farkında olmadan başkaları tara
fından da yapıldığını henüz bilmiyoruz.
Gali leo, Newton, Faraday, Maxwel l ve başka pek çok dahi bi
lim adamı Kelvin ile ayn ı şeyi yaşamıştır. Ancak bu onları n lü
zumsuz olduğu ve onlar olmasaydı da gelişmelerin aynı şekilde
olacağ·ı anlamına gelmez. Dahi bir bilim adamı çok sayıda bulu
şun bir parçasıdı r çünkü çok sayıda şey bulur. Kelvin 'in ilkleri
nin çoğu ilk olarak kald ı: Söz ü n ü ettiği 32 buluşu 30 farklı bilim
adamı tarafından yapıl m ıştı, bu nlardan bazıları başka önemli bir
şey başaramamıştı. Bu neden l e (diyor Merton), büyük bir bil i m
adamı, buluşlarından bazı ları daha önceden yapıl mış olsa veya
yeniden bulu nsa da, işlevsel olarak daha önemsiz çok sayıda ada
ma d enktir.
Bilim adamı, tarihin kendisinden bir dahi olarak söz edip etme
yeceğin i bilmeden, yol una devam ediyor. Herhangi bir yeni çalış
mada önde olmak için genellikle çok çaba harcıyor. Bunu, bi lim
sel bir yayında, bir konferans programında veya varsa rakipleri
nin l aboratuvarları da dahil olmak üzere seçilmiş laboratuvarlar
arasında dağıtılan bir bültende çalışmalarını yayımlayarak ger
çekleştirebilir. Böylece, rakiplerini yarışma dışı bırakabilir. An
cak, zamana karşı yarışmanı n başka yolları da var. Bunlardan en
basiti. sadece üzerinde çalışılan kurama uygu n düşe n deneysel
gözlemleri seçmek ve yayımlamaktır. Sonunda başka insanlarca
yapılan uzun ve zor araştırmalarla k u ramın doğru luğu kanıtlanır
sa, deneysel gözlemlerini ilk yayımlayan bil i m adamının önceliği
1 26
doğrulanmış olur. Sonraki çalışmalar ileri sürülen kuramı destek
lemiyorsa, konu kısa zamanda u nutu labilir; bilimin yol u kestirme
ler ve çıkmazlarla doludur.
Bu tür bir kestirme yol u n en ünlü örneği, genetik biliminin ba
bası Gregor Mendel'dir. Mendel'i n bitki çaprazlama deneylerinin
sonuçları gerçek olamayacak kadar iyiydi. Sonuçlardaki aldatma
ca, Mendel 'in ölü m ünden uzun bir süre geçene dek fark edilme
di. Mendel 'in ilk olmakla ilgilenmemesi de zaten yeteri kadar t u
haftı; araştırmalarının çağdaşları üzerinde hiçbir etkisi yokt u .
l 882 'de saygı n a m a anlaşılmamış b i r amatör olarak öldü v e çalış
masının önemi, öne sürdüğü kuramın Almanya, Avusturya ve
Hollanda'da eşzamanl ı olarak yeniden bulun duğu 1 900 yılına dek
anlaşılmadı. Bir diğer yön te m de kuramı deney sonuçlarına uy
gun olacak biçimde değiştirmektir. Newton bu tür sahtecilik ko
nusunda bir uzmandı; ancak kullandığı diğer yöntemler genellik
le doğru olduğundan, ondan son ra gelenler hilelerini canı gönül
den bilmezden geldiler (ya da örtbas ettiler) .
1 27
Dünya,
Güneş ve Yıldızlar
J V. Böl üm
Dünya,
Gü neş ve Yıldızlar
Büyük Mıknatıs
1 940 yı lında, mari fetli b i r mucit Britanya Donanma Bakanl ı
ğı 'na, savaşı kazanmak i ç i n basit b i r yöntem öneren b i r mektup
yazdı . Düşüncesi, telgraf kabloları ile ekvator un olab il diği nce
yakınında kesintisiz b i r çember o lu ştu rmaktı. Kablonun iki ucu
bir p i l bataryası na bağlanacaktı; bu gerçekleştirild iği zaman or
taya çıkacak e lektrik akım ı Dünya' n ı n doğal manyeti k alan ını
tersi n e çevirecek, böylece d e nizlerdeki bütün manyetik mayın
ları aynı anda patlatacaktı .
Bu gözü p e k öneriyle i lg i l i ayrıntılı h e sap lamalar (anlatı
l a n l ara bak ı l ı rsa) b i l i msel o l arak i n c e l e n m e d e n ö n ce do nan
m adaki p e k ç o k ü s t d ü z ey yetk i l i tarafı n d an onaylan mıştı .
Daha sonra m u c i d i n i k i ayrı e lektriksel b i ri m siste m i n i b i rb i
r i n e karıştı rdığı ve ö n e r i s i n i gerçek leştirmek i ç i n gereken
akı m ın h i ç b i r kab l on u n taşıyamaya c ağı kadar b üy ü k olduğu
o rtaya çıktı.
ı :ı 1
1\1.anyetik mayınla m ü cadele etmede daha az gösterişli yöntem
ler başarıyla kullanıldı. Bununla birlikte, Dünya'nın m anyetik
alanını ters çevirmek o zamanki kadar saçma görü nmüyor bugü n.
Son yıllarda, Oünya'nın manyet ik ku tuplarının, birkaç m i lyon yıl
gibi kısa b i r süre içinde p e k çok k e z y e r değiştirdiğine dair kanıt
lar elde edildi.
Dünya'nın manyetik alanı, 1 60 l 'den l 603'e kadar Kraliçe 1 .
Elizabeth'in hekimliğini yapan ünlü simyacı ve tıp adamı Will iam
Gilbert tarafından bulunmuştu. Wil liam Gil bert, daha k ısa bir sü
re boyunca Kral l . J ames'e d e ayn ı hizmeti vermiş ve 1 603 yılının
Kasım ayında vebadan ölm üştü .
O dönemde denizcilerin çok iyi bildiği pusu lanın iğnesinin ha
reketine bilimsel bir açıklama ararken, dikey bir pimin üzerine
yerleştirilen mıknatıslanm ı ş bir iğn enin aşağı yukarı kuzeyi gös
terdiğini gözledi. Öte yandan iğne, dikey bir düzlemde dönecek
biçimde yatay bir pime yerleştirildiğinde, dikey eksen le bel l i bir
açı yaparak neredeyse her zaman aşağıyı yani Dünya'yı göstere
cek şekilde d urur.
Ekvator yakınlarında iğnenin dikey eksenle yaptığı açı olduk
ça k ü çüktür ve kuzeydeki enlem bölgesinde neredeyse tamamen
dik bir biçimde aşağıyı gösterebilir. Bazı bilim adamları bu çeki
min kaynağının uzayda olabileceği n i düşünm üştü. Oysa Gilbert,
sadece bir manyet i t (manyetik özelliği olan bir taş) parçası ve bir
pusula iğnesinden oluşan basit bir maketin yardımıyla gerçek
açıklamayı buldu. Manyetitin üzerinde çeşitli yerlere koyulan iğ
nenin, Dünya yüzeyin i n üzerinde hareket ettirildiğinde olduğu
gibi, çoğu zaman aşağıyı gösterdiğin i gözlemledi. Dünya'nın ken
disinin de bir m ıknatıs olduğuna karar verdi. Vardığı bu sonuç,
hala tam olarak açıklan masa da, o zamandan bu yana doğru ola
rak kabul ediliyor.
Denizcilerin pusula iğnesi coğrafi kuzeyi deği l, m anyetik kuzey
olarak bilinen biraz farklı bir yön ü gösterir. Bu iki yönü n arasın
daki fark genellikle birkaç derece kadardı r ve birkaç yıl l ı k bir sü
re i çinde oldukça fark edilebilir bir biçimde değişir.
1 32
Dünya'nın manyetik özelliklerinde meydana gelen değişiklik
ler kayaların incelenmesi ile ortaya çıkarılabil ir. Bugün yerküre
nin üzerine dağılmış kayaların çoğu, çok eski zamanlardaki vol
kan ik faaliyetleri n sonucu nda oluşmuştur. Soğuma ve katılaşma
sürecinde, demir içeren kayalar (çoğu içerir), Dünya'nın o dö
nemdeki manyetik alanının yönüne ve yoğu n luğu na bağlı olarak
kalıcı bir mıknatısl ığa sahip olurlar. Bu mıknatıslık milyon larca
yıl boyunca değişmeden varlığın ı sürdü rmüştür ve gün ü müzde
laboratuvarda ölçülebilir.
Kalıcı mıknatıslık gökyüzündeki elektriksel olayların etkisi ile
de artar. Bu ek mıknatıslık, bir saatçinin bir kol saatinin mıkna
tıslığını gidermesine benzer bir biçimde gideri lebilir. Kaya örne
ği, 50 hertzlik alternatif akımla beslenen bir bobinin içine yerleş
tirilir. Kaya önce bir yönde daha sonra diğer yönde mıknatıslanır,
bu sırada akım aşamalı olarak sıfı ra düşürülür. Akım gitgide aza
lırken kaya örneğinin mıknatıslığı da azalır ve sonunda tamamen
kaybolur. Bu temizleme yöntemiyle, kaynağı daha yakın zaman
lara dayanan istenmeyen mıknatıslık giderilirken kayanın asıl
manyetik tarihçesi değiştiri l mez.
Yirminci yüzyılın ilk yıl l arı nda, kayalardaki mıknatıs lığın öl
çülmesi ilk kez ciddi o larak ele alındığında; çok eski olmayan vol
kanik lavdan oluşan kayaların da, arkeoloj ik yerleşimlerdeki pişi
ril miş kilden meydana gelen kayalar gibi, örneklerin alındığı yer
lerdeki Dünya'nın mevcut manyetik alanıyla aşağı yukarı aynı
yönde manyetize olduğu ortaya çıktı .
Bernard Brunhes, 1 906 yılında çevre kayalardaki manyetik
alana zıt yönde mıknatıslanmış bir kaya parçası bulduğu nda, ba
zıları bunu i nanı lmaz bir şey olarak görürken bazıları da söz ko
nusu kaya parçasının bir istisna olduğunu düşündü.
Bilgi birikiminin arttığı ve daha iyi yöntemler kullanmanın ola
nak l ı olduğu l 950'li yıllarda bu konuyla yeniden ilgilenilmeye
baş landı. Fransız fizikçi Louis Neel kuramsal noktalardan hare
ketle bazı mi nerallerin, yüksek bir sıcaklıktan soğutulduklarında,
çevrelerindeki manyetik alana ters yönde mıknatıslanacağını i leri
1 33
sürdü. Bu nun hemen ardından, bir grup Japon bilim adamı, tam
da Neel'i n düşüncesini doğrulayan bir davranış sergileyen bir
volkanik kaya parçası buldu.
Bir süre, Dünya'nın manyetik alanının mı geçm işte zaman za
m an ters döndüğü, yoksa ters manyetik alana sahip kaya parçala
rının, Nee l 'i n i leri sürdüğü gibi ki myasal ve fiziksel yapıları nede
niyle mi normal yöne ters yönde bir manyetik alana sahip olduk
ları anlaşılamadı.
Bu soru henüz tam olarak yanıtlan mış değil. ancak artık Dün
ya'nın kuzey ve güney kutuplarının son dört m i lyon yıl boyunca
gerçekten birkaç defa yer değiştirmiş olabileceği düşünülüyor.
Değişik çağlara ait örnek lerin sistemli bir biçimde incelenmesi so
nucunda, yaklaşık 700.000 yaşın altındaki bütün kayaların Dün
ya'nın şimdiki manyetik alanına uygun bir yönde mıknatıslandığı
saptandı. Aynı şey, yaşı 2 , 5 i l e 3,5 m i lyon arasında olan kayaların
büyük çoğun luğu için de geçerl i . 700.000 ile 2,5 m ilyon yıl arasın
daki döneme ait kayaların çoğu ters yönde m ı k natıslanmıştı . Bu
döneme ait kayalardan, yaşı yaklaşık bir m i lyon yıl olan bir grup
ile yaşı iki milyona yaklaşan diğer bir grup, gün ümüzdekine ben
zer bir manyetik yapıya sahiptir.
Bu bulguların tek akla yak ı n açıklaması Dünya'nın m anyetik
alanının kendi kendine ters çevrildiğidir, çünkü Neel'i n tahm in
ettiği türde ender rastlanan bir ki myasal yapıya sahip olan kaya
ların, yerkürenin çeşitli bölgelerinde ayn ı anda ortaya çıkması ve
sonra tekrar yok olması için bir neden yok.
Kimse Dünya'nın manyetik alanının neden yön değiştirmesi ge
rektiğini ve hatta Dünya'nın neden bir manyetik alana sahip oldu
ğunu açı klayamıyor. Genellikle Dünya'nın çekirdeğinin b üyük
miktarda erimiş metal içerdiğine inanılır. Yavaş bir çalkalanmanın
manyetik alan yaratacak kadar elektrik akım ı m eydana getirmesi
olanaklıdır. H atta bu yıldan yıla meydana gelen küçük değişimle
ri de açıklayabilir, ancak tamamen ters çevril m eyi açı klamaz.
Çok şiddetli bir çalkalanmanın sıvıyı, güçlü elektrik akımları
meydana getirecek ve manyetik alanı ters çevirecek kadar altüst
1 34
etmesi olanaklı mıdır? Dünya sürekli bir meteorit (tam olarak ya
n ı p k ü l olmadan yeryüzüne d üşen göktaşı) bombardı manı altın
dad ı r, bazıları büyük çukurlar açmıştır, ancak bereket versin ki
bunların hepsi ıssız yerlerdedir.
Diğer bir füze grubu da tektitlerd i r. Tektitler ilk olarak Çekos
lovakya'da, daha sonra da başka pek c,,· ok yerde bulunan camsı ka
ya parçalarıdır. Karışım olarak tektitler bilinen kayalara veya vol
kanik maddelere benzemez. Bu zamana kadar kimse onları düşer
ken görmemiştir ve tektitleri açıklamak için bazı kuramlar ileri
sürü l müştür. Bazıları bunların meteorit oldu kları nı düşünürken,
bazıları da 1\y 'dan geldiklerini i leri sürmekted ir.
Avustralya ve Doğu H i ndistan 'da, h e psi de yaklaşık olarak
ayn ı döneme ait b üy ük m i ktarda tektit b u l u nm u ştur. Büyük
olasılıkla hepsi birbirine yakı n zaman larda Dü nya'ya d üş m üş
lerdi. 1 967 yılında bir grup Amerikalı jeolog ayn ı bölgede, ok
yanus yatağ·ında çok sayıda tektit b u l u n d uğunu bildird i . Tektit
sağnağının toplam ağı rlığ·ın ı n 1 50 m i lyon ton old uğu tah m in
ediliyor.
Bu m i k tarda kayan ı n çarpmasıyla D ünya çekird eğinin, m an
yeti k kutupları ters çevirmeye yetecek kadar karıştığı ileri sürü
l üyor. Bu k u ram, son zamanlarda b u l u nan tektitlerin ters yön
de m ı knatıslanmış kayaların yakı n ı nda ol ması gerçeği ile des
tek l eniyor. Belki d e söz konusu k u ram bu olgudan yola çıkıla
rak geliştiri ldi.
. ".
(!;) ' (J
• ' .!!; .
•
o • • •
.
,, . · ', <()
. tPJ · �
•
"
. @. 0.
. . . .·
eı
1 36
Vulcanus Şenliği
1 37
lümü de bu na dahil) lavla kaplanmıştır. İki nci olarak, etkin bir
yanardağ büyük m i ktarda buhar, karbondioksit, nitrojen ve pis
kokulu du man püskürtür. Üçüncü olarak da, bu uçucu maddeler
yüzeye çıkma yolları ararken ü stlerini örten kaya ları parçalayıp
kilometrelerce uzağa fırlatır.
Eski çağlarda gerçekleşen yanardağ faaliyetlerinin kalıntıları nı
incelerken j eologlar, d ü nyanı n pek çok farklı yerinde içerikleri
birbirlerine çok benzeyen ve en bol elementlerden olan silikon ve
magnezyum i çeren lav örnekleri buldular. Bu gözlemler bilim
adamlarını, volkanik maddenin, Dünya'nın derinlerinde bir yer
deki ortak bir kaynaktan geldiği son ucuna götü rd ü .
Büyük bir kısmını doğrudan gözleme olanağı ol madığından,
Dünya'nın iç yapısı ve bileşenleri hakkında kesin bir görüş orta
ya koymak oldukça zordur. Yine de, deprem dalgaları nın hızının
ve yön ünün ölçülmesiyle elde edilen kabataslak bir bilgiye sah i
biz. D ünya'nın merkezinden dışa doğru gidi ldiğinde ilk 3200 ki
lometre, çok yoğu n olan ve büyük oranda demir ve nikel içerdiği
düşünülen çekirdeği oluşturur.
Çekirdeğin sıcaklığı 3000°C'den fazladır. Bu sıcaklık her türlü
metali eritmek için yeterlidir, ancak çekirdekteki basınç öyle bü
yüktür ki madde yine de katı halde olabilir. Sonrak i yaklaşık
3000 kilometre, büyük oranda magnezyum ve demirden oluşan
m anto ad ı verilen bir katmandan m eydana gelmiştir. En dıştaki
katmanı oluşturan yerkabuğu 30 i la 50 kilometre kalınlığında ola
bilir, ancak bazı bölgelerde sadece bi rkaç kilometrelik bir kal ı n lı
ğı vard ır.
Lavın içeriği, mantonun üst katmanlarından veya yerkabuğu
n u n alt katmanlarından geldiğini akla geti rmektedir. Lavı yeryü
züne çıkaran süreç hala tartışma konusu olsa da hikaye şimdi an
latacağım ıza benzer bi r şeydir.
Yerkabuğun alt kısımlarında, mantonun dengesini bozan bazı
karışıklık lar sonucunda, bir ergimiş kayaç ve gaz kütlesi (jeolog
lar buna magma diyor) oluşur. Bu karışıklık genellikle bir deprem
olarak saptanır, ancak Dünya yüzeyi ndeki ölçüm aletlerine u laş-
1. 18
tıklarında sarsıntı dalgalarının şiddeti büyük olmayabilir. Manto
nun sıcaklığı kayaçların normal eri m e sıcaklığ·ın ın üzerindeyse de,
basınç o denli yüksektir ki hiç sıvılaşma gerçekleşmez.
Basınç, çatlama veya bazı başka parçalanmalar sonucu düşer
se, kayaç sıvı hale geçer ve mantodan kaçar kaçmaz bir magma
kütlesi oluşturur. Bu volkanik madde birikintisi, üzerini kaplayan
yerkabuğundaki bazı zayıflamalar kaçmasına izin verene dek ha
reketsiz kalabilir. Ya da, magmanın soğuma ve kristal l eşme süre
cinde kendi kendine yüzeye püsk ü rebilir. Bu süreçte, çözünmüş
gazların bir kısmı açığa çıkar ve üzerindeki yerkabuğu katmanını
yarıp geçecek kadar büyü k bir basınç oluştu rabilir.
Yanardağlar pek çok felakete yol açtı ve son 500 yıl içinde yak
laşık çeyrek milyon insan ı n ölümüne neden oldu. Ancak bazı ya
rarları da var. Etna Yanardağı 'nın eteklerindeki verim li topraklar
ve bugün İzlanda'daki evlerin yaklaşık dörtte birinin merkezi ola
rak ısıtılmasını sağlayan bol miktarda bu har, bunlara birer örnek
tir. Etkin yanardağlardan uzak durmakta yarar var, sönmüş olan
lardan ise yerk ürenin tarihine i lişkin pek çok şey öğrenebiliriz.
1 39
Güneş Saatleri Sadece Zamanı Göstermiyor
Yahuda Kralı Ahaz, 2700 yıl önce hassas bir güneş saati yap
m ıştı . Oğlu H ezekiel ölümcül bir hastalığa yakalandığında, Tan
rı, peygamberi İşaya'yı, güneş saati üzerindeki gölgeyi on derece
geriye çekip bir m ucize gerçekleştirmesi için yoll ayarak Yahuda
Kralı 'n ı sevindirmişti. Eski Ahit'in İ kinci Krallar Kitabı'nda ve
İ şaya Kitabı'nda bu m ucizeden söz edilmektedi r.
Bu olay hiçbir zaman tam olarak açık lanamadı (zaten açıklan
saydı bir m ucize o larak görmemiz zor olurdu), ancak Sir Alan
H e rbert, Sundials Old and New or Fun with the Sun':' ( Eski ve
Yeni Güneş Saatleri ya da Güneş ile Eğlence) adlı kitabında, ko
n uyla ilgi l i o larak kendine özgü muzip düşünceler ortaya attı.
Bu kitap, İ ngiliz yaz saati uygulamasının kötül üğü, birahanele
rin dekorasyon u ve okuyucuya ödünç kitap veren kütüp hanele
rin yazarlar üzerindeki zararları üzerine konu dışı sözlerle, ken
d i işini kendi gören gökyüzü m e raklı ları için bir eğitim kitabı ni
teliği ndedir.
Ahaz, iklimin uygun luğundan ve teknolojiye d uyulan saygıdan
yararlanarak, bir güneş saati yapan ilk insan l ardan biriydi. Kad
ranı günümüz ölçütlerine göre pek hassas sayılmazd ı, ancak o
günlerde birkaç dakikalı k bir hata kimsenin keyfini kaçırmıyor
du. Aslına bakarsanız, on altıncı yüzyıl a kadar, duvar ve kol saat
lerinin doğru çalışıp çalı şmadığın ı an lamak için bile bir güneş sa
ati kullanılıyordu .
Güneş saati asl ın da çok basit b i r alettir, ancak ne kadar bece
rikli bir biçimde yapılmış olursa olsun, bazı nedenler yüzünden
çok iyi bir zaman ölçer olamaz. Yine de, güneş saatini sadece kö
tü bir saat çeşidi olarak değerlendirmek yanıltıcı olur. Güneş sa
ati bundan çok daha fazla bir şeydir; her güneş saati, gezegenimiz
ile Güneş arasındaki ilişkiye dair birçok bilgi sunan, Dünya'nın
küçük bir kopyasıdır.
Bu özellik en iyi, yalnızca bir küreden oluşan biraz değişik bir
güneş saati yaparak (veya hayalinizde canlandırarak) anlaşılabi-
''' Alan Hcrbcrt 1 967 Sıındia/s O/d and Ncw or Fıın with the Sıın (London: Methucn).
1 40
Bu olay hiçbir zaman tam olarak açıklanamadı. ..
141
iğne batı rın . Kürenin üzerinde boylamlar çizili olabilir; çizili de
ğ·il se, her bir kutbun çevresine bir çem ber çizin ve bu çemberleri
24 eşit parçaya hölü n . Toplu iğnenin gölgesinin kon umu o andaki
saati gösterir. Kuzey kutbundaki topluiğne yaz boyunca ışık ala
cak, ancak kış boyu nca gölgede kalacaktır. Bu dönemde güney
kutbundaki topluiğne zamanı gösterir.
Bir güneş saati de, burada anlatılan ve üzerinde sadece bir iğ
nesi olan kürenin daha basit bir biçimidir. Bir gölge ol uşturm ak
için kullanılan çubuk (bazen güneş saatinin mili olarak adlandırı
l ır) , k ü redeki topluiğne gibi Dünya'nın eksenine paralel bir yön
de olmalıdır. Bu da, kuzey kutbundaki bir güneş saati için saat
milinin dikey olması, dönenceler arası ndaki bölgedeki bi r güneş
saatinin milinin de neredeyse yatay olması gerektiği anlamına ge
lir. Başka herhangi bir yerde, saat milinin yatayla o yerin enlem
derecesine eşit bir açı yapacak biçimde eğik olması gerekir.
Bir gü neş saati, isminden de anlaşılacağı gibi, zamanı Güneş'e
göre ölçer ve normal saatle nadiren uyu mludur. Günü müzde ar
tık yalnızca antika bir eşya veya o lağandışı bir hobi, ancak hala
bize astronomi konusunda eğ·lendirici ve yararlı dersler veriyor.
1 42
Başlangıca Dönüş
Eski Ahit 'i n ilk bölümünde yarat ı l ış bir hafta içinde tamamla
nan bir işlem olarak anlatılır: bitkiler bir günde, kuşlar ve balık
lar başka bir günde ve en sonunda da erkek (ve kadın) yaratıl mış
tı. Yaklaşık bir yüzyıl öncesine kadar bilim adamları bu öyküyü
kabul ediyor ve buhar makinesi ve elektrik akımı gibi daha haya
ti konu larla ilgilen iyorlardı.
Bugü n de bilim adamlarını Kutsal Kitabı yeniden yazmaya ça
lışmaktan alıkoyacak çok sayıda aci l soru n un old uğu d üşünülebi
lir. Bununla birlikte, Güneş'in ve gezegenlerin başlangıcı ile ilgili
kuramsal araştırma, bize miras kalan Dünya'nın kimyasal bileşi
mini anlamaya (ve belki de bu bileşimden yararlanmaya) yardım
ediyor. Ne evrenbilimcilerin ümidini kırmanın ne de kendilerin
den önceki meslektaşlarının teleskopa gösterdiği sabır ve coşkuyu
göstererek k u llandıkları bilgisayarları kapatmanın bir anlamı yok.
Dünya ve gezegenler, uzun süre önce sönmüş bir yangının ar
tıklarıdır. Bu büyük yangının kökenini ve seyrini anlamak güçtür,
çünkü bu yangını besleyen nükleer yakıtlar olağ·andışı biçimlerde
yanabilir.
Eski Ahit'i kaleme alanların hayal gücünden yoksun olan bilim
adamları , en başa kadar gitmez, uzaya dağılmış büyük bir hidro
jen kütlesinden başlarlar; kimse hidrojenin nereden geldiği konu
sunda bir yargıda bulunmaya çalışmaz. Sonra h id rojen atomları
kütleçekimi nedeniyl e birbirlerine daha fazla yaklaşır. Bu süreçte
kaybettikleri enerji ısıya dönüşür ve bu ısının aktarılması için (ısıl
ışınım dışı nda) çok fazl a olanak olmadığından, bu ilke l yıldızın sı
cakl ığı gitgide artar.
Sıcaklık birkaç m i lyon dereceye ulaştığında hidrojen yanm aya
başlar. Dört hidrojen atomu b irleşerek bir helyum atomu oluştu
rur ve büyük m iktarda e nerji açığa çı kar. Bu süreç m i lyonlarca yıl
sürer. H id rojen azaldıkça geri kalan atomlar kütleçekiminin etki
siyle birbirlerine daha çok yaklaşır ve ek bir enerji açığa çı kar. Sı
caldık yaklaşık 1 00 m ilyon dereceye u laştığında, helyum atomla
rı üçer üçer birleşerek karbon atomları oluşturur. Başka helyum
1 43
Bilim adamları en başa kadar gitmiyor ...
1 44
de 1 604 yılında ortaya çıktı. Son yıllarda uzak galaksilerde çok
sayıda başka süpernova da gözlendi.
Bu patlamalar o kadar uzakta gerçekleşir ki Dünya'dan görü
n üşleri çok görkemli değildir. Ancak böyle bir olaydan yayılan
ışığın 55 gün içinde yoğun luğunun yarısına, 1 1 O gün içinde dört
te birine düştüğü ve düşüşün bu biçimde devam ettiği anlaşıldı.
Bu çeşit bir azalma radyoaktif maddelere özgü bir şeydir ve 55
günlük yarı-ömür kaliforniyum-254 elementinin yarı-ömrüne
karşılık gelir. Bu laboratuvarda küçük miktarlarda ü retilebilen
bir izotoptur, ancak yerkabuğunda doğal olarak bulunmaz. Yine
de bu izotopun, çok sıcak bir yıldızda gerçekleşen nötron yakala
ma işleminin son ürünü olduğu düşünülmektedir. Süpernovalar
da bulunması, evrenin pek çok yerinde yıldız oluşumunun hala
devam ettiği anlamına gelir.
Benzer bir ipucu da, yıldızlardan gelen ışığın bir spektroskop
ile incelenmesi sonucu ortaya çıktı . Pek çok yıldızda teknesyum-
99 izotopunun var olduğu anlaşıldı. Bu izotop Dünya'da doğal
olarak bulunmaz, ancak bir yıldızdaki varlığı daha önce sözünü
ettiğimiz nükleer yanma işlemi ile açıklanabilir.
Yıldız oluşum süreçleri, Dünya'da uzun zaman önce sonuçlan
sa da Güneş'te hala devam ediyor. Yine de genel olarak, Dünya ve
Güneş kimyasal bileşimleri açısından pek çok benzerlik gösterir:
Bu benzerlikler Güneş ile ve zamanı n başlangıcından bu yana var
olan güneş bulutsuları ile aynı zamanda oluşan meteoritlerde de
vardır. Meteoritler Dünya'ya düştü klerinde kimyasal i ncelemeye
alınabilir. Dünya tabii ki oldukça fazla sayıda uçucu elementi ve
gazı kaybetmiştir, ancak yerkabuğun da ve okyanuslarda epeyce
bol m iktarda bulunan çeşitli kimyasal elementler, sözünü ettiğimiz
nükleer yanma süreçleri ile akla yakın bir biçimde açıklanabilir.
Bilimsel olarak yaratılışın zaman ölçeği bir haftadan çok daha
uzun ve ara aşamalar oldukça karmaşık, ancak bilim adamının
yaratılışa ilişkin öyküsü hala Tanrı 'n ı n " I şık olsu n " dediği anda
başlıyor.
145
Dünya Kadar Eski Bir Tehlike
\l
1 46
Atmosfer ... bir savaş alanıdır.
1 47
nanın dışına, toprağa bir tel çeki l melidir. . . Gökyüzüne doğrultu
lan bu çubu klar, çarpacak kadar yakınlaşmadan önce bir bulut
tan gelen elektrik ateşini sessizce çekemez mi?
Tam olarak Franklin'in belirttiği gibi çalışmasa da paratoner
çok etkilidi r. Aslında gerçekleşen şey, bulutun hemen altındaki
havanın yalıtkanl ığının kırılması ve elektriğin toprağa doğru bo
şalmaya başlamasıdır. Boşalma, e lektrik yükünü yere en yakın
buluttan alarak öyl e güçlü bir e lektrik gerilimi yaratır ki, aşağı
doğru gelen kıvılcımı karşılamak ve güç l ü bir akım için bir yol
sağlamak üzere yerden (veya daha kolayı yüksek bir nesneden)
yukarı doğru bir elektrik boşalm ası başlar.
Yukarı doğru çıkan elektrik boşalması bir paratonerden gelir
se, sonuçta gerçekleşen parıltı zararsız bir biçimde yere aktarılır.
Paratoneri olmayan bir bina söz konusu olduğun da ise akımın ya
rattığı ani ısınma taşları kırabilir ya da ahşap yapıları parampar
ça edebilir.
Gemilerin direkleri çoğunlukla bu yüzden zarar görüyordu; sa
yın lord hazretleri, Franklin'i n çubukları n ı n etkisini tartışa dur
sun, 1 843 yılına dek yüzlerce savaş gemisi kaybolmuştu. Amiral
ler hiçbir zaman ikna olmadılar, ama demir gemileri n ortaya çıkı
şı ile sorunları çözümlendi.
Yer seviyesinde, korunmak için sığınabilecek e n güvenli yerler
bir hendek (nemli olursa daha iyi olur) veya karoseri ve üstü me
tal olan bir arabanın içidir; yıl dırım akımı tekerlekler tarafından
toprağa iletilir. Hareket eden bir arabanın, yere sarkıtılan bir zin
cirle boşaltılabilen statik elektrikle dolacağı inancı yersizdir, an
cak bu da başka bir yazının konusu.
Boş inanç sadece eğitimsiz zangoçlarda ve araba sürücülerinde
yok . Kimi zaman bir paratonerin yararlı lığının, ucuna küçük bir
radyum parçası yapıştırarak büyük ölçüde artırılabileceği ileri sü
rülür. Buradaki düşünce, radyumun çevrel eyen havayı iyonize
edeceği ve elektrik akımının geçişini kolaylaştıracağı biçiminde
dir. Ne yazık ki kuram ile uygul ama uyuşmuyor; uyuşsaydı bütün
hastanelerin röntgen bölümleri harabeye dönerdi .
1 48
Bereket çelik çatkılı modern bir binanın başka bir korumaya
gereksinim i yoktur. Çatkıyı oluşturan çelikler uygun bir biçimde
birbirlerine bağlıysa ve toprağın içine giriyorsa, olabilecek en kö
tü şey kirişler üzerinden toprağa yol bulan akım nedeniy le büyük
m iktarda bina taşının zarar görmesidir. Toprak ile, örneğin yağ
m u r suyu boruları yardımıyla, bağlantısı olan metal bir çatı etkili
bir paratoner işlevi görür. Bu nedenle pek çok eski kilise, sık sık
yıldırım düştüğü halde günümüze dek ayakta kalabilmiştir.
Çatıya yerleştirile n bir televizyon ante n i çoğu nlukla yıldırım
için bir yol oluşturur ve bazen evin zarar görmesine yol açar;
ancak böyle b ir tehlike, çok fazla televizyon seyretme kten dola
yı zihinse l ve r u hsal bozuk luk teh l i kesi ile karşılaştırıldığında
fazla değildir.
149
Denizi Ekip Biçmek
150
kaplasa da, besinimizin sadece %2 'sini ü retiyor. Okyanusların
ürün verme kapasitesi neden bu kadar d üşük?
Bunun bir nedeni denizlerin çok ilkel bir yöntemle işlenmesi;
aslına bakarsanız neredeyse hiç işlenmemesi. Besinimizin %95'in
den fazlasını hayvancılıktan ve düzenli yetiştirilen bitkilerden sağ
lıyoruz; geri kalanı avcılık veya kendiliğinden büyüyen bitkilerin
toplanması yoluyla sağlanıyor. Ancak denizlerden sağladığımız
besinlerin hemen hemen tamamı avlanma yol uyla elde ediliyor.
Balık çiftçiliği ve diğer planlı üretim yöntemleri nin katkısı çok az.
Çiftçilik açısından bakıldığında balıkçılık çok ilkel bir endüst
ridir, ancak denizden fazla besin elde edilememesinin daha temel
n eden leri var. Deniz yatağı, fosfor ve nitrojen bakımından zengin
çürüyen maddeler tarafından sürekli olarak beslenen mükemmel
bir depodur. Ancak ne yazık ki, bu maddelerin çoğu yararlı ola
bilecekleri deniz yüzeyine hiçbir zaman ul aşmaz. Bu yüzden kıyı
lar daha verimlidir. Bazı etkiler sonucunda kıyıdan uzak kimi böl
gel e r de en az kıyılar kadar verimli olabilir.
Dünyanın birkaç bölgesinde -genellikle ekvatora yakın bölge
lerdeki batı kıyılarında- sürekli esen rüzgarlar ve akıntılar birle
şerek suyun yüzey tabakasın ı denizin dışına t aşır ve kimyasal açı
dan zengin olan derindeki suyu, fotosentez ve besin ü retiminin
gerçekleştiği yüzeyin yakınına getirir. Bu yukarı yükseliş, Cali
fornia, Güneybatı Afrika ve Peru kıyıları n ı n açı klarında son de
rece zengin balıkçılık sahaları yaratmıştır. Ancak bu özelliği taşı
yan toplam alan okyan usların binde birinden daha azdır.
Deniz aslında bir kiler değil, doğal bir gübre yığının üzerinde
yüzen bir çöldür. Kimi zaman okyanusların gübre kullanılarak
daha verimli hale getirilebileceği ileri s ü rülür. Bu konuda yapılan
küçük ölçekli deneylerde, k ıyıya yakın sularda şöyle böyle bir ba
şarı elde edildi. Ancak okyanusl arın büyük ölçekli bir biçimde
gübrelenmesinin maliyetinin artan av miktarı ile karşılanıp karşı
lanmayacağı kuşku l u .
Daha uzak b i r olasılık da d oğal gübreyi, taşınım (konveksiyon)
akı ntıları ü reterek yüzeye doğru hareket ettirecek bir ısı kaynağı
151
olarak denizin dibine bir nükleer reaktör yerleştirmektir. Bu iş
lem çok başarılı olabilir, ancak güçlüklerle doludur ve radyoaktif
kirlenme konusundaki genel yaklaşım düşünüldüğünde, gerçek
leştirilmesi pek olanaklı değildir.
Sorun sadece teknik güçlükler deği l . Dünyadaki balık sahala
rından günümüzde avlanan miktar, yetersiz beslenmenin temel
nedeni olan protein eksikliğinin giderilmesine önemli bir katkıda
bul unabilirdi, oysa bu amaçla kullan ı lmıyor .
Balığın tamamını kurutup öğüterek v e yağı ayrılarak e ld e edi
len balık unu tatsız bir şeydir, oysa değerli bir besin maddesidir.
Ancak yaygın bir biçimde ku l lanılmıyor. Bunun bir nedeni balık
bağırsaklarının tüketilmesine bazı itirazların olması -yine de bu
itirazlar hiçbir zaman zenginl erin ringa balığı yavrusu veya isti
ridye yemelerine engel olmadı.
Peru ve kuzey Şili sahilleri, toplam avın <Yo 1 O' undan daha faz
l asının yapıldığı d ü nyanı n en büyük balık sahasıdır. Latin Ameri
ka ü l kelerinde yetersiz beslenme sorununu azaltmak için hiçbir
tarım ürünü kullanıl maz. Japonya'da çok az tarım ürünü yiyecek
olarak kullanılır. Avrup a ve Amerika Birleşik Devletl e ri 'nde ise
tarım ü rü n leri, yoğun bir biçimde domuz ve kümes hayvanı yetiş
tirmede kullanılıyor.
ı\'odern teknolojinin en çarpıcı etkilerinden biri zengin ve yok
sul uluslar arasındak i uçurumu deri nleştirmesiydi . Açları doyur
mak pek karlı değil. İ nsanın insandan esirgediği insaniyet binler
ce insan ı n açlı ktan ölmesine yol açıyor.
1 52
Gezen Kıtalar
1 53
l ıyor: neden Afrika kıtasının batı kıyısı ile Güney Amerika kıtası
nın doğu kıyısı birbirine bu kadar uygun ?
O n dokuzuncu yüzyılda, birkaç bilim adam ı Dünya'nı n yüze
yini parçaladığını düşündükleri ve genellikle Nuh Tufanı ile i liş
kilendirdikleri felaketler üzerine kuramsal düşünceler geliştirdi.
Kıt a maketleri, bir zamanlar nasıl bir bütün oluşturmuş olabile
ceklerin i ortaya çıkarmak için bir yapboz gibi karıştırıldı. Kıtala
rın kaymasına ilişkin kapsaml ı bir kuram geliştirme girişimi i l k
olarak Alman m e teroloji uzmanı v e kaşif Al fred Wegener'd e n gel
di. Ona göre yaklaşık üç m i lyon yıl öncesine kadar Pangea adını
verdiği sadece tek bir kıta vard ı . Bir m i lyon öncesine kadar deği
şik zamanlarda parçalar kopmuş ve okyanusların aralarını dol
durmasına izin vererek birbirinden uzaklaşmıştı. Büyük bir kısmı
suyun altında bulu nan, yalnızca İ zlanda ve Asor adal arında su
yüzüne çıkan b i r sıradağ olan Orta-Atlantik Sırtı, Avrupa ve
Amerika kıtaları birbirinden ayrıldığında geride kalan kalıntının
işaretiydi . Amerika kıtasının batısındaki dağlar, k ıtasal kütleni n
batıya doğru hareke t e tm esi i l e yerkabuğun u n kıvrılması sonu
c unda oluşmuştu.
Wegener, şimdi birbirinden tamamen ayrıl mış, ancak bir za
manlar büyük olasılıkla tek parça olan bölgelerde bulunan kaya,
fosil ve hayvan örneklerindeki benzerlikler de dahil olmak üzere
pek çok kanıt topladı. Örneğin makiler yalnızca Doğu Afrika' da,
Madagaskar'da ve H i n t Okyanusu 'nun diğer kıyısındaki ülkeler
de yaşar. H i ndistan, Avustralya, Güney Amerika, Güney Afrika
ve Antartika'da bulunan değişik bir eğreltiotu türünün fosil leri,
bu kara parçaların ı n bir zamanlar b irbirine bitişik olduğunu akla
get iriyor. Wegener'i n görüşleri pek hoş karş ılanmad ı , bunun ana
nedeni jeologların kıtaları Dünya'nın katı yerkabuğu içinde yü
zerken h ayal edememeleriydi. Ayrıca jeoloji, m eteroloji, biyoloji,
denizbil i m ve hatta fizik gibi b irbirinden farklı p e k ço k bilimi bir
araya get i ren düşüncelere karşı bir güvensizlik vard ı . Bu neden
le, kıtaların kayması kuramı bilimsel olmadığı gerekçesi ile ciddi
olarak ele alı n madı .
1 54
Wegener, bili m çevrelerinin k ü ç ü m sed iği b i r yabancı olarak
l 930'da G rönland'da öldü. Çözü m bekleyen pek çok i lginç soru
olsa da Wegener'in k uramı artık gereken saygıyı görüyor ve
kimse onun görüşlerine kuşku ile yak l aş m ıyor. Genel kanı, yak
laşık 32 kilometre kal ı n l ığındaki kıtasal levhaların yılda birkaç
santi metrelik bir hızla hala hareket ettiği biçiminde. Levhaları
hareket ettiren kuvvetler artık Wegener'in zamanı ndaki gibi bir
sı r deği l : Bir buz bloğu çekiçle vurulduğunda param parça olabi
lir, oysa buzullar yavaş yavaş d ağ kenarların dan aşağı akar. Bir
parça karamela ani bir darbe ile k ı rılabilir, oysa çiğnendiğinde
esner. Kıtalar, m anto adı verilen ve yerkabuğun u n altından er
gimiş çeki rdeğin başladığı yaklaşık 3200 kilometrelik bir derin
liğe kadar uzanan bir kayaç katmanı ü zerine oturur. Mantoyu
oluşturan madde, hareket yeteri kadar yavaş o l u rsa akabili r.
U ranyu m u n ve diğer bileşenleri n radyoaktivitesi nedeniyle bu
madde sürekli o larak ısıtıldığından, tem elde filtre kahve makine
sinde m eydana gelen taşınım akımların a benzeyen akımlar taşır.
Mantodan gelen ergimiş m adde orta-okyanus ç at laklarından yu
karı doğru yükselir, kıtaların altında kenarlara yayıl ı r ve deri n
okyanus hendeklerinin içine dolar. B u nedenle asl ında k ıtalar
s ü rüklen mez, manto maddesinin hareketine bağlı olarak manto
nun üzeri nde hareket ederler.
Bu süreçlerin bazıları doğrudan gözlenebilir. İ zlanda'nın gü
n eybatısında, Orta-Atlantik Sırtı birbiri ardına m eydana gelen
lav püskürmeleri sonucu, deniz yüzeyi nin üzerine yükselmiştir.
1 963 yılında ortaya çıkan biraz daha güneydeki Surtsey adası
buna bir örnektir. Kızıl Deniz, büyük olasılıkla yeni bir okyanus
oluşu m unun işareti ni veren bir başka vol kanik faaliyet alan ıdır.
Elimizde, manto örnekleri olsaydı bu görüşlerin d oğruluğu test
edilebilirdi. Ay'daki kayalarla i lgili, k e ndi D ü nya'm ızın büyük
bir kısmını oluşturan manto ile ilgili bildiğ·im izden daha fazlası
nı biliyor olmamız ilginçtir. Elbette hiçbir delgi aleti kıtasal lev
haları n içinde 32 kilometre yol alamaz, ancak okyan us tabanın
da yerkabuğunun yanlızca yaklaşık altı kilometre kalınlığında
1 55
olduğu yerler var. Göreceli olarak daha i n ce o lan bu yerkabuğu
nu del mek için 1 958 yılında Meksika açıklarında Mohol e 'de cid
d i b ir çalışma başlatıldı, fakat l 966 yı l ı n da temelde politik so
run lar neden iyle vazgeçi l d i . Manto örnekleri eninde sonunda el
d e edi lecek ç ü n k ü bunun i ç i n gereken teknoloj i halihazırda var.
Bu arada D ünya'nın yapısı gitgide daha açık bir biçi md e öğre
n i l iyor. S u ll ivan 'ı n anlattığı yaratıcı araştırmalar, Dünya yüzeyi
nin, aşağıdan gelen sıcak p lastik manto maddesi üzerinde yer
alan yak laşık altı büyük levhadan ve birkaç küçük levhadan
o luştuğunu ortaya koyuyor. Levh al a r arası ndaki s ınırlarda dep
rem ler gerçekleşir; bunun nedeni komşu l evhaların genellikle
farklı hızlarda hareket etmesidir. Sü rtünme d i renci ile karşıla
şan h areket, gerilmelere neden olur. Bu gerilmeler deprem o l u n
ca azalır ve iki levhanı n da kendi uygun konumlarını yeniden al
maların a izin verir.
B u işlem, Cal i fornia'daki San A n d reas Fayı boyun ca, h e r za
man büy ü k ölçekli olmasa d a, d ü zenli olarak gerçek l e ş i r. Fayın
iki k e n arının arası nd aki kayma 1 90 6 yılındaki San Fransisco
d epremine yol açm ı ştır ve başka felaketle r d e beklenmektedir.
Yine de d eprem leri denetleme konusunda umut var. Fay sis
temleri, s ü rt ü nmeyi azaltmak ve büy ü k depremler yerine k ü ç ü k
sarsın tı lara yol açacak b i ç i m d e h areket etmelerini sağlamak
için, su pompalanarak yağlanabi lir. Gerilmeler, fayı n yerleşim
1 56
bölgesi o lmayan kı s ı ml arında n ü k leer patlamalar gerçekleşti re
rek de giderilebi l i r.
Yerkabuğunu oluşturan levhalar arası ndaki sınırlar ısı kaynak
l a n olarak yararlı olabilir. İ zlanda'nın Reykjavik kentindeki ko
n u tların çoğunda yüzeye çok yakın lavlar tarafı ndan ısıtı lan su
kullan ıl ıyor. Halen çeşitli ülkel erde jeotermal enerj i ile buhar el
de edil erek elektrik ü retiliyor ve d ü nya enerj i tüketim i nin kayda
değer b ir kısmı j eotermal enerjiden karşılanıyor.
Açık bir dille yazılmış ve pek çok resim l e süslenmiş olan Sulli
van 'ın kitabı, kıtalann kayması konusunun anlaşılmasının petrol,
m e tal ve elmas aramaları n a nasıl yardımcı olduğunu anlatıyor.
Böylece bilim ve teknoloji arasındaki etk ileşimi de başka bir açı
dan ortaya koyuyor. Anlattığı temel bil imsel çalışmaların büyük
bir kısmı, uzak m esafelerden depremler ile nükleer patlamaları
birbirinden ayı rt etmek veya denizaltı savaşları ile i lgili bilgi sağ
lamak amacıyla yapılan çalışmalar. Yeni bir bili m d al ı olan jeofi
zik teknolojinin hem ürünü h em d e kaynağı.
Durham Ü niversitesi 'nde b i l i m tarihi ders i veren David
Knigh t, 1 960'lı yıllarda Wegener'in görüşleri n in ayk ırı bir d ü
şünceyken b i r öğretiye dönüşmesini e l e alıyor. ':' Bil i m i n gelişim i
değ·işik biçimlerd e tari f edilebi l i r : küçük i l erlemelerin mantıklı
bir biçimde sıralan m ası, top l um un gereksin i mlerine verilen bir
yanıt veya ile rleme dön emleri ile birbirinden ayrılan bir devrim
ler dizisi. Bili msel devrim le ri n yapısı Thomas K u h n tarafı n dan
] 962 yılında doyurucu ve yetki n bir biçimde ele alı n m ı ştı . ':":'
Önemli değişiklikler, d iye yazıyor Kuhn, yeni parad igmaların or
taya ç ıkışı i l e m eydana gel ir. K uh n bu eski sözcüğe, tutarlı bir bi
l imsel araştırma geleneğine kaynaklık eden modeller ü reten ya
salar, ku ramlar, uygul am al ar ve yönte mler k ü mesi biçi minde ge
niş bir anlam yüklüyord u . Newton'un optiği -ve d inamiği- bilim
sel çaba alanlarına uzun bir süre boyun ca egemen olan paradig
malar ortaya koymuştu.
"David Knight 1 976 Tlıe Na t ure oFScience (Bilimin Doğası) ( Londra: A ndrc Deutsch).
'""Thomas Kuhn 1 962 The Sıruclure oFSôentilic Rt:vofııtions (Chicago: Chicago Uni
versity l'ress), ( 13i/imscf lJevrimlcrin Yapısı, Alan Yayı ncılık, 1 995).
1 57
Kıtasal kayma, diyor Knight, bir diğer başarılı paradigmaydı.
Kabul görmesi tah m i n edilebilir bir gelişmeden çok bir devrimdi
ve iyi ortaya koyulm uş yargı ve deneyin peşinden ayrılmayan bir
bilim adamı topluluğunun, bu yeni sentezin değerli bir araştırma
sahası tanım ladığına ansızın ikna olmasıyla gerçekleşti.
1 58
Dört İşlem
V. Bölüm
Dört İşlem
Sayılarla Oynamak
Kağıda herhangi iki sayı yaz ı n . B u i ki sayıyı toplayın ve sonu
cu üçüncü bir sayı olarak yazın . Daha sonra iki nci sayıyı üçün
c ü sayıya ekleyin ve aynı i şlemi b irkaç kez daha tek rarlayın . Or
taya çıkan sayı dizisi u zadıkça, birbi r i n i izleyen sayıların oranı
belirli bir değere gittikçe daha fazla yak l aşır. Bu değer yaklaşık
l , 6'dır (daha kesin biçimiyle l ,6 1 803398 ... ). Bu d izinin e n basit
biçimi olan,
ı. 2 , 3, 5, 8, ] 3 ...
yaklaşık 1 200 yı lı n d a, o rtaçağı n e n büyük matematikçisi, Le
o nan:lo Pisano ya d a d iğer adıyla Fibonacci tarafı nd an bilini
yordu ve genellikle onun adıyla anılıyor. Fibonacci 'nin Liber
A baci (Abaküs Ki tabı) ad l ı yapıtı, bugü n yaygın biçimde k u l
landığı m ı z Arap rakamların ı n k u l l a n ı m ı n ı savunan i l k kitaptı.
Bu d evrimci yeniliğe kadar aritmetik çetin bir işti: X I X ile
LVI I 'yi çarpmayı bir deneyi n ! Fibonacci, Avrupalı bil ginleri
161
... aritmetik çetin bir işti.
1 62
!ar ü retmek için kullanırlar. Diğerleri ise konul arını, ille de somut
bir yaratım ile bağlantılı olmayan mantığın bir dalı olarak görür
ler. Hiç değilse birkaç matematikçi de kendilerini görünürde
ö nemsiz, ancak g·erçekte oldukça esaslı bir konu olan sayıların
özelliklerini araştırmaya adamışlardır.
Birden dokuza kadar bütün rakamları kullanarak kaç tane do
kuz basamaklı sayı elde edilebilir? Elbette ki bütün olasılıkları bir
kağıda yazarak bu soruya bir yanıt vermek olanak lıdır, ancak bu
i şlem eline çabu k biri için bile yaklaşık altı ay s ürer. Problem ilk
rakamın dokuz değişik biçimde seçilebileceği göz önüne alınarak
birkaç dakika içinde çözülebilir. Bun dan sonra, i kinci rakam için
sadece sekiz, üçüncü için de yedi seçenek vard ır ve bu böyle de
vam eder. Sonuçta toplam olarak 9x8x7x6x5x4x3x2x l = 362.880
farklı dokuz basamaklı sayı yazı labil i r. Sayı kuramına giriş niteli
ğini taşıyan bir kitap':' yazan Ogi lvy ve Anderson sormaya devam
ediyorlar: Bu sayıların kaç tanesi üçe böl ünebilir? Sorunun basit
bir yanıtı var: hepsi. Yazarların açıklamasıyla bunun nedeni, ra
kamlarının toplamı ü çe bölü nebilen her sayın ı n ü çe tam olarak
bölünebilmesidir. B i rden dokuza kadar olan rakaml arın toplamı
45'tir ve bu nedenle bu dokuz rakamı içeren herhangi bir sayı
üçün tam katlarından biri olacaktır. Ogilvy ve Anderson'ın ayrın
tısıyla açıkladığı bu k u ralın ispatını an lamak zor deği l .
Ogilvy v e Anderson'ın s<ı;yılar dünyasındaki gezi ntisi pek bilin
m eyen yol larda devam e d iyor. Çözümü güç görünen problem leri
el e alırken kullanılan kestirme yolların ve diğer yönte mlerin ço
ğunun, sayıların görece basit temel özelliklerine d ayandığı göste
riliyor. Sski zamanl arın hesap dehaları ku l l andıkları yönte mlerin
açık bir anlatımını nadiren yapabiliyorlardı, ancak şüphesiz onlar
da bu çeşit yön temler kullanıyo rlardı. Ogi lvy ve Anderson 'ın be
l i rttiği gi bi, elektroni k bi lgisayarları n m u azzam hesap işlerini sı
radan bir şeymiş gibi yaptığı bir çağda, kimsenin akıldan yapıl an
olağandışı matematik hesaplan karşısmda şaşırması beklenmese
'"C.S. Ogilvy ve J. T. Anderson 1 967 r;xcursions in Numbcr Theory ( Sayı Kuramında
Gezintiler) (Londra: Oxford Uni versity Prcss).
1 63
de, yirminci yüzyılda hiçbir matematik dehasın ı n ortaya çıkma
ması dikkate değerdi r. Kitapta bu türde birkaç başarıdan söz edi
liyor ve kimi tuhaf şeylere de değin il iyor. Dünyadaki bütün kağıt
lar kullanılsa da sığmayacak Skewes sayısı bu nlardan biri.
Kitabın yazarları yalnızca tuhaf şeylerle ilgilenmiyor. Basit sa
yı dizilerinin problemler barındırdığını göstermeyi ve işinin ehli
matematikçilerin uğraştığı bu p roblemleri, konuyla ilgil i yalnızca
temel bilgisi olanlara anlatmayı da amaçlıyorlar. Bunda da son
derece başarılılar.
1 64
Rasgele Sayılar
1 4 2!51
216190
c== ='
1 65
tistiksel n esnelliği n , i nsan önyargı ve duygularına yeğ tutulması
gereken diğer pek çok araştırmada ihtiyaç duyulan rasgele sayı
lar için bir kaynak olarak yararlı olacağını ileri sürüyor.
Rasgele sayı lar el ektronik aletlerle (örneğin E RN 1 E, Electro
nic Random Number I ndicator Equipment, ödül kazanan n uma
raları belirlemede kullanıla n bir aygıt) veya basit maki nelerle el
de edilebilir. Telefon rehberi, bu iş için pek uygun değildir, çün
kü anlaşılabilir nedenlerle çok fazl a bir ve iki içerirk e n yeteri ka
dar sekiz ve dokuz i çermez. Daha u staca yapılmış tablolar bile ki
mi zaman istenilen son ucu vermeyebilir.
Ünlü istatistikçi Sir Ronald Fisher, (başka pek çok faaliyeti
arasında, tütün üreticil erine, akciğer kanserinin sigara içenler
arasında yaygın o lmasını açıklamanı n farklı yolların ı tavsiye et
mek de vardı), bir keresinde büyük bir rasgele sayı tablosu hazır
lamıştı, ancak listenin çok fazla altı rakamı içerdiğin i fark etmiş ve
dengeyi sağlamak için bir kısmını çıkarmıştı. Başka iki uzman d a
l 0 .000 adet sayıyı tablodan silmişti çünkü asistan makineyi çalış
tırdığında ortaya ç ıkan sayıları n görünü ş ü nü beğe n memişlerdi.
Eski bir havagazı sayacı n dan bir rasgel e sayı makinesi yaptığı
mızı farz edelim, ki bunu yapmak çok zor deği l . Sayacın verdiğ·i
rakaml arı kaydettiğimizde i l k sayfada art arda sıralanan dört adet
altı rakamı dizisine iki kez rastlarız. Mantık, 6666 dizisin i n , 3584
veya bir başka rakam dizisi kadar o rtaya çıkma olasılığı olduğu
nu belirtir, ancak sağduyu bize bu işte bir gariplik olduğunu söy
l er. Bu nedenle makin eye, sonuçlar kağıda dökülmeden önce dört
ya da daha fazla sayıda ayn ı rakamdan oluşan herhangi bir diziyi
iptal edecek küçük bir aygıt e kleriz.
Makine tekrar çalışmaya başlar ve okuma kolaylığı açısı ndan
dörtlü kümeler halinde basılmış dört milyon adet rasgel e rakam
dan oluşan bir kitap ü retir. Bir matematikçi kitabı satın alır ve ra
kamların hiç de rasgel e olmadığı ndan yakınır. Bin sayıdan oluşan
her kümede, aynı dört rakamdan oluşan bir sayı bulmayı bekler.
Çün kü der, 0000 ile 9999 arası nda on bin adet sayı var ve bunla
rın arası nda on tanesi (9999 gibi) ayn ı dört rakamdan oluşur.
1 66
Sayıların yeteri kadar rasgde olmasına çal ışmak.
Bu nedenle, satın ald ığı lıi r milyon adet dört rakam l ı sayı nın
arasında böyle yak laşık b i n tane sayı bulmayı umar. ancak te k bir
tane bulamaz. B u durumda kim haklı ? Matematikçi parasını geri
al mak için tüketiciyi. koruma derneğine başvurabilir.
Dr. Dutka, büyük sayılar üretme işinden emekli olmad an ön
ce n sayısını bir m i ly on rakama kadar hesaplama arzusundaydı .
Sonuçta ortaya çıkacak sayı n ı n kesi nlikle rasgcl e olmas ı gerekir,
ancak kuşku uyand ı ran olgular var. re sayısı on bin basam ağa
kadar hesaplanm ıştı; azıcık parası olan herkes daha 1 957 yıl ınd a
b u rakamları n tamamını (bol mi ktarda sözle birlikte) satın ala
biliyordu .
B u on b i n rakam , rasgelel iği denetlemek için yapılan akla uy
gun testlerden başarıyla geçm iyor. On rakamı n her birinin yakla
şık bin kez ortaya ç ı kması beklenir, ancak daha başlarda bi rbiri
ard ına sıralanan altı tane dokuz var ve bin rakamdan oluşan bir
kümenin i\'İnde 7777 dizisi ü ç kez yer alıyor. Bir milyon rakam
dan oluşan n sayısı i lginç olacak, ancak bu rasgcle sayı listesi ola
rak pek itibar görmeyecek, çünkü uzman lar n gibi insan elinin hiç
değmediği sayıları n gerçekten yeteri kadar rasgele olmadığından
korkuyor.
1 67
Blaise Pascal ve Olasılık
1 68
Eukleides'in çalışmaları doğal sonucunu veriyordu ve geomet
ride pek çok yeni alan keşfediliyordu. 1 64 0 yıl ında Pascal, 1 7 ya
şındayken, günümüzün mükemmel hesap makinelerinin öncüsü
olan ilk hesap makinesini yaptı. O yaşa geldiğinde, hayatının ge
ri kalan k ısmında peşini bırakmayacak sağlık sorunları iyice iler
lemişti. Gündüzleri hazımsızlık çekiyor, geceleri uyuyamıyordu.
H i ç d e şaşırtıcı olmayan bir biçimde insanlığın acıları ve öbür
d ü nyada bu acılardan k u rtul m a u mudu üzerine kafa yormaya
başladı . Bir gece şiddetli bir diş ağrısı çekerken, sikloit ile i lgili
bazı bilinen problemleri düşünerek oyalanacak bir şey bulmaya
çalıştı. Sikloit, bir doğru üzerinde k aymadan yuvarlanan bir
çemberin, örneğin dönen bir tekerleği n , dış kenarındaki bir nok
tan ı n h areketinin çizdiği eğridir. Galileo b u eğrinin bazı öze llik
l erini b u l mu şt u ve sezgileriyle köprülerd e kemer olarak kullanıl
masını önermişti. Bu, günümüzde mekanik yasaları tarafından
deste k lenen ve bugüne kadar yaygın bir biçimde uygulanan par
lak bir fikirdi.
Bir süre sonra, Pascal'ı n diş ağrısı geçti. Ağrısının beklenmedik
b i r şekilde di nmesini bir işaret olarak görüp, bu problem üzerine
ciddi o larak eğildi ve sekiz gün sonra n eredeyse tamamen çözdü.
Çe ktiği eziyetleri çoğunlukla edebi ç alışmal arı hafifletiyord u.
Bu ç al ı şmal ardan bize ölümsüz Düşünceler v e Taşra Mektupları
adlı yapıtları kaldı. Bilim ile ara sıra ilgilendiği halde parlak so
nuçlar elde etti. Torricelli'nin, " Doğa boşl uktan n e fret eder. " ata
sözün ü çürütmesini dikkate alarak, Rouen şehrinde hazırlanan 1 2
m etre uzunluğundaki cam tüplerin bazılarını şarapla bazılarını da
suyla doldurdu ve kayın biraderine bu tüpleri Puy de Dôme da
ğın ı n tepesine taşıttırıp i ndirtt i .
Doğa, bir dağın tepesinde boşluktan o kadar da fazla nefret et
miyor gibi görünüyordu. Bizzat Pascal, Paris'teki St. Jacques ku
lesinin daha az dikkat gerektiren yüksekl i klerinde başka deneme
ler de yaptı. Bu çalışma atmosfer basıncı nın doğasını gözler önüne
serdi ve günümüzde bütün hidrolik makinelerin temelini oluşturan
akışkan basıncı yasalarının genel olarak ifade edilmesini sağladı.
1 69
Mere Şövalyesi Antoine Gombaud bir kumarbazdı ve 1 658 yı
lında tal ihi ters gitmişti. Oldukça uzun bir süre, tek zarla dört
atışta en az bir kez altı atacağı üzerine bahse girerek alçakgönül
l ü bir h ayat sürmüştü. Gösteri dağarcığına yen i bir şeyl er ekleme
isteği ile, iki zarı sekiz kez atarak altı altı getirme şansının da yük
sek olması gerektiğine karar verdi. Birkaç deneme sonunda akıl
yürütmesinde bir yanlışlık olduğu anlaşıldı, çünkü kazandığı pa
ranın büyük bir kısmını kısa sürede kaybetmişti.
Pascal'a, kendi içinde çelişik ve kimi zaman doğru bil e olmayan
arit metiğin düştüğü bu utanı lacak durum i le ilgili olarak ö fke do
l u şikayetlerde bulundu. Pascal (günümüzde zeki bir i lkokul öğ
rencisinin pek zorlan madan kanıtlayabileceğ·i gibi) Şövalye 'nin
i l k bahsi kazanm a şansının yarı yarıyadan biraz fazla olduğunu ve
uzun vadede zengin olacağını, ancak iki zarla yapılan iki nci bah
si kazanm a şansının ise yarıdan daha az olduğunu ortaya koydu.
Mere Şövalyesi tarafından ortaya atı l an diğer bir p roblem d e
sonuçlanmamış bir şans oyununun ödülünün nasıl paylaşılacağı
i l e ilgiliydi . Bu konular üzerine yaptığı başka çalışmalar Pascal'ı,
bütün olası sonuçları bir kağıda döküp sonra da bunları sayma
dan şans ve olasılık ile ilgili soruların çözülebileceği genel bir ku
ram oluşturmaya yöneltti . Bunun için gün ü müzde Pascal üçgen i
o larak bilinen olağanüstü sayı d üzeninden yararlandı; b u düzen
çok daha önce Ömer H ayyam tarafından da biliniyordu, ancak
Hayyam bütün özelliklerin farkına varmamı ştı .
Üçgendeki her bir sayı, hemen sağ üst ve sol üstünde yer alan
sayıların toplamıdır. Bu sayıların bazı kullanışlı öze llikleri vard ı r.
2
3 3
4 6 4
5 10 10 5
1 70
j
1 1 ı 4 ô 4 ı
1 2 l 1 3 3 1
ı J 3 1 1 2 ı
1 4- 6 4 1
1 1 ı
171
kumarhane çok kazanmıştı. 1 5. siyahtan sonra, herkes parasını
kırmızıya yatırmaya başlamış, pek çoğu da artık bir kez daha si
yah gelmesinin i mkansız olduğun u düşündüğünden, ruletin her
dönüşü nden sonra koydukları parayı iki katın a çı karmıştı .
Bütün m üşterileri matematikçi bile olsa k u m arhane sahipleri
yin e iyi kazanır. Oyunun kuralları, yeteri kadar uzun bir sürede,
kasanın konan paraların % l ,35'ini almasını sağlayacak biçimde
d üzenlenmiştir (bu Monte Carlo için geçerli orandır; başka yer
lerde kasa genellikle daha fazla alır) .
Kısa vadede, tek başına bir kumarbaz, özellikle de bir dizi ba
şarısızlığı göğüsleyecek yeterli sermayesi varsa, oyun masaların
dan para kazanabilir. Ancak, kasanın herhangi bir m üşteriden da
ha fazla para birikimi vardır ve uzun vadede, 0i<ı 1 ,35'lik sabit bir
kar elde edecektir . Bu değer Monte Carlo'da kumarhanenin bil
dirdiği ödenmiş sermayeye yılda % 1 25'lik bir katkı anlamına gelir.
İstatistikçiler, sigorta istatistikleri uzmanları ve her türlü bilim
adamı Pascal 'ı n çalışmasından çokça yararlanır, ancak bu çalış
madan en çok yarar sağlayabilecek i nsan l ar ikna edilm esi en zor
i nsanlardır. Bir sü rü parasız k um arbaz varken m üşterek bahisçi
lerin karnının daima tok olmasının nedeni budur.
1 72
Herkesin Bildiği Çarpı İşareti
. . . siyah saçl ı siyah gözl ü (son derece enerjik) u fak tefek bir
adamdı. Kafası her zaman m eşgu ld ü . Toprağın üzerine çizgiler ve
şekiller çizerdi. En b üyük oğlu bana ... babasını hep üzerinde ye
leği ile durmadan çalışırken hatırladığını söyledi. Gece geç saatle
re kadar çalışıyor, on bire kadar yatağa girmiyor, kav ve çakmak
kutusunu yanına alıyordu ve karyolasının üstünde m ü rekkep
hokkası d uruyordu. Çok az uyuyord u . Kimi zaman iki ya da üç
gece hiç uyumuyor ve uğraştığı problemi çözene kadar yemekle
re katıl m ıyordu.
1 73
Çok az uyuyordu ...
1 74
işareti ilk olarak 1 6 1 8 yılı nda, J oh n Napier'in logaritma üzerine
yazdığı ki!abın ilk İ ngilizce çevirisine yapılan i mzasız (artık
Oughtred'e atfediliyor) bir eklemede yer ald ı .
Merchiston'lı Napier kendi buluşu olan logaritmayı trigonomet
riye ve dolayısıyla da denizcilik bilgisine yard ı mcı bir şey olarak
görüyordu. Oughtred l ogaritmanın başka biçimlerde nası l yararl ı
olabileceğini gösterdi. Logaritmanın, çarpm a ve böl me işlemlerin
de emek tasarrufu sağladığı nı çabucak anladı ve 1 622 yı lında sür
gülü hesap cetveli geliştirdi. Bilgisayarın bu i l k biçiminde iki loga
ritmik cetvel birbirine göre hareket ederek iki logaritmayı toplama
nın ve dolayısıyla da ilgili sayı ları (tabanları) çarpmanın çabuk ve
basit bir yolunu sağ·lıyordu . İ l k modelde daire biçiminde cetveller
kullanılmıştı. Kenarları düz olan sonraki m odel günüm üzde çok
yaygın olan sürgülü hesap cetveline daha fazla benziyordu.
Oughtred çok iyi bir öğretmendi, ancak s ü rgül ü hesap cetvel
l erinin ve diğer araçların öğrenciler tarafı n dan k ullanılmasını
doğru bulm uyordu . Aralarından biri, sürgül ü cetvel buluşunun
neden bu kadar uzun süre gizlendiğini sord uğunda, Oughtred
şöyle yanıtlamıştı :
Ası l hüner araç kullanmak değil , açıklamaktır ve işe fen ile de
ği l de araçlarla başlamak ve bu yüzden öğren cilerini hüner sahibi
insanlar yerine, sanki hokkabazlarmış gibi, birer hileci olarak ye
tiştirmek kaba öğretmen lere yakışan budalaca bir davranıştır.
1 7h
Bilmeceler ve Paradokslar
·:•T . H . O'Beirne 1 965 Puzzfcs anıl l'aradoxes (Bilmeceler ve Paradokslar) (Londra: Ox
f()rd U niversity Prcss).
1 76
... pek o kadar kutsal olmayan anlarından birinde Aziz Bede"nin
ortaya attığı da söylenir.
1 77
... ikiye bölme problemi ile ilk kez karşılaşanlar büyük olasılıkla
yaklaşık bir <«Özüme razı olmuşlardı.
1 78
rını hayretler içinde bıraktı. Bu Eukleides'in yapabileceğinden
daha iyiydi, ancak çözüm geçen yüzyıl içinde bir ilkokul öğrencisi
tarafından da bu lunabi l irdi, çünkü sadece basit düşünceler gerek
tiriyordu . Bilgisayarlar biraz daha gelişince, kimsenin (yani baş
ka bir bi lgisayasar dışında kimsenin) çözemeyeceği bir sürü çıl
d ı rtıcı bulmaca ü retecekler.
1 79
Aritmetik Bilgisi
" İşte ilginç bir öğrenci , " demişti, saygın b i r Amerikan üniversi
tesinin öğrenci işleri müdürü. Saatlerdir sapı samandan ayırmaya
uğraşan meslektaşları, öğrenci ile i lgili okul raporlarını ve öğret
menlerin değerlendirmelerini okurken m üd ü rü d inlediler: İ ngiliz
ce çok iyi, matematik yeterli, Fransızca berbat, Latince zayıf: se
yahatten hoşlanır, askerlik m esleğin i amaç edinmiş, politika i le il
gili. Bir süre düşünüp taşındıktan sonra olumsuz bir karara var
dılar ve bir sonraki adaya geçtiler. Reddettikleri kişi 1 8 yaşında
ki Winston Churchil l 'di.
Churchil l 'i üç üncü denemesinde Sandhurst'teki askeri okula
kab ul eden yetkililer, Harrow Okulu'nun ( İ ngiltere'de özel bir
ortaöğretim kurumu) müdürü kadar yüce gönüllü olmasalar da,
anlayışlı sayılırlardı. Harrow'u n müdürü, birkaç yıl önce
parantez içine aldım ' ( l ) ' . . . Bunun derin bir bilginin işareti oldu
ğunu düşünen Welldon benim Harrow'u bitirmeye hak kazandı
ğım sonucuna varmıştı . ':'
1 80
Bir süre önce bir öğretmen, eskiden öğrencilerin okumaya da
yalı çalışma ile geçer not alabildiğini, ancak yen i dersleri n sıradan
öğrencilerin aleyhine olan muhakeme gücü gerektirdiğini söyledi.
Bu şikayetler kötü bir zamanda o rtaya ç ı kmıştı, çünkü günümüz
de bil i m öğretimi yüzyılda bir kez yaşanan devrimci bir aşamaya
girdi. Buz kalorimetresi ve teğet galvonometresi, bilimin çöp ku
tusuna gönderildikten çok sonra da sınıflarda varlığın ı sürdür
müştü, oysa şimdi ders kitaplarından bile ç ıktı.
Yirmi birinci yüzyılda bir zaman gelecek, daha radikal eğitim
ciler sinkrotronların (elektro n ları çok hızlı hareket ettiren bir ay
gıt), yarı iletkenlerin ve benzeri eski moda saçmalıkların öğretim
p rogramlarında varlığını sürdürmesinden şikayet edecekler, an
cak başı sıkışık fen öğretmenlerinin yakın bir gelecekte rahatla
ması pek olanaklı görünmüyor.
Ortaöğrenim m ezuniyet sınavı için tasarlanan deneysel bir sı
nav ile ilgili bir rapora bak ıl ırsa matematikçiler daha iyi durum
da. Bu özel sınav, bütün ortaöğrenim hayatı boyunca ders kitap
larını hoşnut bir biçimde karıştıran ortalama yetenekteki öğrenci
ler için düşünülmüş. Söz konusu sınav Eukleides 'e, ikiterimli te
oremine, diferansiyel denkleme ve sınav sorularını oluşturan di
ğer bildik konulara yer vermemesiyle diğer sınavlardan kesinlik
le farklı. Dahası, sı nav kağıdı n da hiç soru yok. öğrencilere yalnız
ca 2 1 'durum ' veriliyor. Bunlardan biri, itiraf etmek gerekirse, P
noktasından Q noktasına 7 km/saat hızla yürüyüp 4 km/saat hız
la geri döne n bir adam ile ilgili, ancak geri kalan 'durumlar' uğra
şılacak problemleriyle ve küçük kutuların içine yazmaya dayanan
yanıt verme biçimiyle geçmişten hiçbir iz taşımıyor. Burada bir
Churchil l için hareket alam yok ve yanlış yanıt vermeden önce
kendisini sayfalar süren h esaplamalarla i fade etmeyi seçen öğren
ciler için bu sınav gerçekten cesaret k ı rıcı.
Aslına bakılırsa İ ngili z matematikçiler, sınavları zayıf öğrenci
lerin yanı n a bile yaklaşamayacağı kadar tuhaf ve zor yaparak, or
talama öğrencileri değerlendirme sorununu çözdüler. Bu, biraz
daha i nce düşünül erek kaçınılabil ecek acı bir ilaçtır.
181
Hanımefendi okulları n d a yazı, hesap ve coğrafya d e rsleri ve
re n ve bazı ail e lere de özel öğret m e n l ik yapan Wil l iam Butler,
on sekizinci yüzyılın sonlarında kaleme aldığı Arithmetic Qııes
tions (Aritmetik Soruları) ad l ı kitabında daha yu m uşak bir çö
züm öneriyor. Bu kitapta, akı l yürütme veya hesap yapm a h apı,
genel b i lgi ve tarihsel an latım biçimindeki reçelle bolca kaplanı
yor. Ö rneğin 40. soru toplama ve çı karma ile i lgili, oysa şöyle
baş l ıyor:
Koş u l larla i lgili biraz daha b ilgi veri ldik te n sonra, asıl m ese
l eye gel i n iyor: Şi m d i l 799 yılında olduğum uza göre İ skoçya ve
İ ngiltere birleşeli ne kadar o l m uştur. Cevap: 92 yıl.
1 82
. . . sert içkilere olan düşkünlüğünü gösterir ...
1 83
Yaşayan Dünya
il 1(
=
V I . Bölüm
Yaşayan Dünya
Sahildeki Yabancı
Britanya 'nın çeşitli sahillerini istila eden n aylo n poşetlerle i lgi
li olarak yakın bir geçmişte deniz kuvvetlerine çok sayıda şikayet
gel mişti. Çün kü söz konusu poşetlerin , Britanya karasuları ndaki
varlıkları tartışmaya açık olan nükleer denizaltılardan atıldığı dü
şünülüyord u .
Suçlu poşetler birbirinin aynı değil d i. Denizaltı gemisi perso
neli, görevini göze batmayacak biçimde yapması için gençlik çağ
larından başlayarak eğitilir. Çöpleri, m illerce yüz mesi ve kıyıya
vurması muhtemel naylon bir poşet içinde atmak bir denizaltı
personelinin yapacağı son şeydir. Yak ından incelenseydi, bu po
şetlerin çiftçilik ve inşaat ile veya ucuz, hafif ve dayanıklı torbala
rın değerinin anlaşı ldığı diğer end üstrilerden biriyle bir bağlantı
sının o lduğu ortaya çıkardı.
Pek çok çöp türü, zamanla kendi kendilerine yok olacakları
beklentisi ile atı lıyor : Teneke kutular paslanacak, kağ·ıt ve ku maş
1 87
. . . deniz kuvvetlerine çok sayıda şikayet gel mi�ti.
1 88
merlere özgü nitelikler ortaya çıkar. Polietilen, havagazında ve
doğalgazda bulunan, kimyasal formülü C L H 4 olan etilen adında
bir maddeden elde edilir ve d eğişik yöntemler kullanılarak ol
dukça kolay bir biçimde, büyük m i ktarlarda ü retilebilir.
l C l 'nın uygu ladığı işlemde, gaz yak laşık 200°C sıcaklığa ve
2000 atmosf'erlik basınca geti ril e rek eti l e n molekülle ri birleşme
ye zorlanıyordu. O zamandan bu yan a gelişti rilen işlemlerle, da
ha normal sıcaklık ve basın çlarda polimerleşme ile daha iyi özel
l ikleri olan polietilenler ü retiliyor.
Polieti len oldukça iyi bir elektriksel yalıtkandır. Pek çok ev
sel ve endü striyel k u l lanımda yararlı olan m ekanik öze l l i kl e re
sahiptir. Erimiş d u ru md ayken ağdalılığı düşüktür ve bu neden
l e ince bir tabaka hal ine getiri lebi l i r. Bu ince tabaka su geçirmez
ve yalnızca ısıtma yoluyla yüzeylere yapıştırılabi lir.
B u n e d e n l e rl e , polietilen şekerleme, gübre ve başka pek
ç o k m alın paketl e nm e s i n d e k u l l an ı l an n ay lo n poşetler i ç i n ku
s u rsuz b i r malzemedir. Ne yazık k i , p o l ietil e n poşetl e ri n hep
si ç o k dayanıklıd ı r . H u rd a olarak d eğeri yoktur ve yakıld ığın
d a h o ş o l m ayan d u m an v e gaz l a r çıkarır. Boşaltılıp atılan po
şetler küçük çocuklar v e sığırlar tarafı nd a n yutu l u rsa boğul
malarına neden olabil i r . Çöp l e rl e b e s l e n e re k kırlık bölgele ri n
temi z k al m as ı n a yardımcı o l a n canlılar i ç i n se iştah açıcı b i r
şey d eği l d i r.
Dünya'daki yaşam çevri mler halinde işleyen bir süreçti r.
Canlılar gel i r ve hammaddelerini toprağa geri vererek giderler.
Su, oksijen, karbon dioksit ve d iğer temel k i myasal maddeler
tekrar tekrar ortaya çı kar, kimi zaman canlılarda, kimi zaman d a
atmosferde, denizlerd e veya yerkab uğunda. Bu başarılı ve he
saplı düzenleme gün ü m üzde biyol oj i k çevre ile uyum l u o l mayan
maddelerin gelişt i ri lmesi ile tah ri p ediliyor.
Mi neraller, selü loz ve bitkilerin ya da h ayvanların canlı do
k u l arı, modern yaşamın gereksinimlerini sağlamak için u z u n
bir süredir, ü stelik esaslı bir değişik l i k ol maksızın kullanıl ıyor.
Kimyagerler ve mühendisler, doğada bulu nan şeylerden oldukça
1 89
farklı m addeler ü retmek için yeteneklerini k ul lanırken, belki de
gel ecekte karşı karşıya kalacağımız muazzam bir çöp atma prob
lemi yaratıyorlar.
Tam bu noktada, yeni bir b umeranga sah i p olmasına ancak alt
mış yaşındayken izin verilen ve yaşamının geri kalan kısmını eski
bumerangını elden çıkarmak için harcayan Avustralya yerlileri
nin şefini anımsamakta yarar var.
1 90
Burun Kıvrılamayacak Bir Duyu
"Zifiri karanlık, " dedi James Pigg, "ve peynir kokuyor." Avcı
James Pigg, arkadaşı Jorrocks ile bir sonraki gün avın nasıl ge
çeceğini konuşuyordu. Hava durumu ile ilgili raporu pek doğru
değildi, çünkü karanlıktan ve konyaktan kafası karışmış olarak,
dolap kapağını pencere sanıp açmış ve koku nun kimi zaman gör
me duyusundan daha keskin bir duyu olduğunu göstermişti.
Göz optik bir araç olarak olağanüstü bir işleyişe sahiptir, ancak
mikroskop ve spektrometre gibi aletler gözün gücünü aşar veya
büyük ölçüde artırır. I şık sinyal leri çok hassas yön tem lerle sapta
nabilir, kaydedilebilir ve incelenebilir, ancak benzer yöntemlerin
kokuların araştırılmasında uygulanmasına d aha yeni başlandı.
Koku almayla ilgili temel süreçleri anlamadan burnun gücüne
yaklaşan bir alet bile yapılamaz.
Evrimi süresince insan burnu, görünüşünü veya işleyiş verim
liliğini etkilemeyen değişiklikler geçirdi. Atta, köpekte ve diğer
pek çok hayvanda hava akciğerlere girip çıkarken oldukça düz
bir yol izler. İnsanda, dik duruşa geçiş ve beynin önemli ölçüde
büyümesi anatomik değişiklikleri beraberinde getirdi. Örneği n
her iki burun deliğindeki U biçimindeki kıvrı m dikkat çeken ve
güçlük yaratan bir değişikliktir. Köpek pek fazla zorlanmadan
hapşırabilir, oysa insanda dışarı püskürtülen hava dar ve kıvrım
lı çıkış yolu tarafı ndan engellenir ve ağız yoluyla dışarı çıkmak
zorunda kalır.
İ n san burn u, çirkin görünse de, akciğerlere giden havayı süze
rek temizlemek, ısıtmak ve nemlendi rmek amacıyla iyi tasarlan
mış bir mekanizmadır. Temel koku alma organı olan burnu dış
dünyadan ayıran, gözlerdeki göz merceği veya kulak lardaki ku
lak zarı benzeri bir şey yoktur. Koku alma sinirlerinin beyinle
doğrudan bağlantılı olması, i nsan evriminin ilk aşamalarında ko
ku al m a yeteneğinin ne kadar önemli olduğunun bir işaretidir.
İ nsanoğlunun varlığını sürdürmesi için artık keskin koku alma
duyusuna gereksinimi yok. Bu nedenle, böceklerin, köpekleri n ve
diğer hayvanların burnu insan burnundan genellikle daha hassas.
191
Köpeklerin burnu i nsan burnundan genellikle daha hassastır.
1 92
ve i n celeniyor. G üç l ü b ir temiz hava akımının geçtiği kapalı bir
c a m bölm e n i n içine sokulan deneğin verdiği solu k ve dışarı at
tığı diğer gazlar biriktiriliyor ve bileşe n l e ri ne ayrılıyor. Genel
likle otuz ya d a daha fazla sayıda b il eşen bulunuyor, ancak tek
bir denek için bile bileşenlerin bir araya geli ş biçimi kesinlik le
aynı deği l .
Amerika Birleşik Devletleri Kara Kuvvetleri 'nin kul landığı
"taşınabilir personel detektörü" görünmeyen bir düşmanın varlı
ğını saptamak için elektronik bir buru nd an yararlanıyor. Bir as
kerin çantası nda taşınan detektör esnek bir boru aracılığıyla bir
hava örneği alıyor ve " insanların yaydığı mikrnskopla görüleme
yecek denli küçük etkenler veya parçacık lar" belirlediğinde bir
alarm veriyor.
" Koku al mak . . . kokunun burun deliklerine ulaşmasıdır. " Dr.
Johnson'ın bu özlü tanımına bir şey eklemek zor. 200 yıl sonra bi
le koku lu bir maddeyi koklamak ile beyine i letilen koku duyusu
arasında neler olup bittiği konusunda kesin bir fikrimiz yok.
Son zamanlarda, koku almanın esrarın a bilimsel bir açıklama
getirmek amacıyla dört ciddi girişimde bulunuldu. Ortaya atılan
193
kuramların hepsi aynı başlangıç noktasını kullanıyor: Koklanan
maddenin molekülleri ile koku alma duyusunun bulunduğu bu
run içindeki küçük bölgedeki h ücreler arası ndaki etkileşim.
Kimyasal tepkimenin sorunun anahtarı olduğuna dair akla uy
gun önermeden yola çıkan ilk açıklama, parfümlerle ilgilenen bir
k i myacı olan G. M. Dyson 'ın 4 0 yılı aşkın bir süre önce yaptığı
uzun süren bir dizi deney sonucunda ortaya atılmıştı. Dyson,
k i myasal açıdan h ardal bitkisin i n tohu mlarından elde edilen bir
madde ile il işkisi olan ve fenil hardal yağı adı verilen sentetik bir
bileşiği inceleyerek başladı. Daha sonra orijinal moleküldeki çe
şitli yerlere k lor, brom, iyot ve başka atomlar ekleyerek hepsi bir
birinden biraz farklı olan bir dizi ki myasal bileşik üretti. Bu yen i
maddelerden her birinin kokusu, kimyasal yapısı i l e doğrudan b i r
ilişkisi bulunabilir umuduyla kaydedildi. Söz konusu bileşiklerin
kimyasal özel likleri de bir bağlantı bulma umuduyla incelendi.
Dyson, bu araştırmada elde ettiği bazı kısmi başarılardan tat
min olmad ı ve şu sonuca vardı: " İster tepkim e ister kimyasal yapı
incelensin, hiçbir kimyasal veri bize koku olgusunun mantıklı, ni
cel açıklamasının anahtarını vermez."
İ kinci o larak, 3 0 yıl ön ce, burundaki koku alma h ü c relerinin
k ı zılötesi ışınlar yaydığı nı ileri s ü re n tuhaf b i r k uram ortaya
atıldı (ve h e m e n sonra da geçersizliği a n l aşı ldı) . Bu k u ra m a gö
re, o anda çevrede uygun bir k i myasal madde varsa, koku alma
h ü c relerinin yaydığı bu ış ın l ar yoğun b i r biç i m de e m ilecek, bu
d a sinir uçlarını soğutarak k o k u d uyarlılığı na yo l açacaktı . Bu
önermeye temel iti raz, sinir h üc releri ile o rtamdaki h ava ara
sındaki bir ısı alışverişinin yalnızca bir sıcaklık farkı varsa ger
çekleşebileceği şeklindedir. Uygulamada, hava ile burun ayn ı
sıcakl ı kta olduğunda bile koku d uyus un un b undan etki l e n m e
diği anlaşılmıştır. Son d e rece d üşük yoğ u n l u ktaki k e s k i n koku
ların saptanabil mesini sağlayan çok küçük sıcakl ı k değişiklik
l eri nin, b urundan geçen temiz havayla bile m eydana gelebilen
ge l işigüzel sıcakl ı k değişikliklerinden nasıl ayrılabildiğini anla
mak da zord u r.
1 94
1 96 1 yı lında ortaya atılan üçüncü bir kuram, temel koku türle
rinden (örneğin kafur, eter, nane ve başka birkaç koku daha) her
birinin algılanmasının koku alma organı nın yüzeyindeki kendine
özgü şekillerdeki boş yerlerle i lgili olduğun u i leri sürüyor. Bu
yerlerin pek çoğu dairesel veya elips biçiminde çukurlar olarak
düşünülüyor, oysa bazıları büyük olasıl ıkla çok daha karmaşık .
Boş yerlerden birine uygun biçim e sah ip bir molekül düştüğünde
m olekülün kokusu algıl anır. Bir dizi sentetik kimyasal için koku
nun molekülün şekliyle bağlantılı olduğu bulgusu bu kuramı des
tekler nitelikte. Ancak bugüne dek, ne uygun şekile sah ip m ole
külün boş yere düşerek bir sinirsel itki yaratma işlemi, ne de ko
ku kaydedildikten sonra molekülün dışarı atılma mekanizması
açıklanabildi.
Yine oldukça akla yakın olan dördüncü kuram, burunda koku
alma d uyusu ile i lgil i bölgenin, bir koku alma pigmentinin varlığı
nedeniyle farklı bir kahverengi veya sarı renge sah ip olduğu göz
leminden yola çıkıyor. Bu pigment, çok gelişmiş bir koku alma
duyusu olan hayvanl arda o l du kça fazla m iktarda bulunur. Bir
cismi n rengi, cisime çarpan bir ışık demetinden oldukça kolay
enerji soğurabilen, böylece de normalden daha yüksek e nerji dü
zeylerine geçen e lektronlarla ilişkilidir. Burnun i çindeki renk li kı
sım büyük olasılıkla ışık tarafından uyarıl maz, ancak kimyasal
tepki melerden veya komşu moleküllerden soğurulan e nerji ben
zer bir etki yaratabilir.
Birkaç yıl önce, Vancouver'lı R. H . Wright, koku alma pigmen
tin in bir molekülündeki bir elektronun, uygun doğal titreşim fre
kansına sahip başka bir molekülün yakınlığı nedeniyle sıçramaya
(ve bunu yaparken de, koku alma sini rinden beyine i letilebilen
bir sinyal üretmeye) teşvik edilebileceğin i ileri sürdü. Burada sö
zü edilen etki, bir kadehi kırabilen şarkıcın ı n efsanevi hikayesin
de de anlatılan rezonanstır.
Wright'ın kuramı , ikna edici bir d izi hesap ve deney yaptığı
halde, herkesçe kabul edi l m iyor. Koku alm a pigmentinin özellik
lerini i ncelerken Wright, pigmentin A vitaminine benzer bir kim-
! 95
yasal yapıya sahip olabileceği sonucuna varmıştı. A vitamini ek
sikliği olan sıçanların koku alma d uyularını kaybetmiş gibi dav
randıkları biliniyordu . Köpeklerdeki ve ineklerdeki koku alma
organlarını inceleyen Avustralyalı iki bilim adamı, A vitamininin
veya benzer bazı maddelerin varlığına dair açık işaretler buldu.
Daha sonra, hastalık veya kaza geçirmedikleri halde koku alma
duyu su olmayan 56 kişiden ol uşan bir gruba bu vitaminden ver
diler. Deneklerin 50'sinde koku alma yeteneği kısmen veya tama
men normale döndü.
İkinci Dünya Savaşı'nm bir aşamasınd a Britanya u çaklarında
ki yeni radar donanımın ı n başarısı, pilotların gece görüş yetenek
lerini havuç yiyerek geliştirdiklerine dair söylenti çıkarılarak giz
lenmişti. A vitamini gözü n görme ile ilgili pigmentinde bulunur ve
havuçta bulunan bir maddenin yardımıyla vücutta ü retilebilir.
Daha keskin görme gücü herkese cazip gel ebilecek bir şey, oysa
çoğu i nsan doğanın onlara verdiği koku alma duyusundan büyük
olasılıkla hoşnut ve parfüm ile birlikte havuç hediye etmek şimdi
lik gerekmiyor.
1 96
Kalorileri Hesaplamak
1 97
Ancak zaman değişiyord u . Bilimsel araştı rma azmi özellikle
kimya ve fizyolojide artıyordu . Stark başarılı bir perhizin mantık
lı bir temele dayandırıl abileceğini fark eden ilk i nsanl ardan biriy
di. Vücudun çeşitli besinlere karşı verdiği tepkiyi görmek için ve
değişik, lezzetli yiyeceklerden oluşan bir beslenmenin, sağlık me
rakl ıları veya hatta uzmanlar tarafı ndan savunulan garip perhiz
lerden herhangi biri kadar sağlıklı olduğunu göstermek umuduy
la uzun bir deney dizisi planladı. Ü n l ü bir politikacının önerilerin
den etkilenmişti:
1 98
miktarı ile, doğTu orantılı olduğu n u gösterdi. Daha sonra, in san
deneklerle yapılan daha hassas deneyler, bütün sindirim, solu
num süreç leri ni n ve bedensel hareketlerin bir sonucu olarak vü
cut tarafı ndan üreti len ısı mik tarı n ı n , deneğin yediği besinin yan
ma ısısı na, yani bir ısıölçerde m ü mkün olduğu kadar verimli bir
biçimde yakılan yiyecekten elde edilen enerj i m iktarına eşit oldu
ğunu gösterdi .
V ü c u t besin i n i ç o k karmaşık bir biçimde yakar, ancak biyo
k i myasal süreçlerde veya kaslarla ve z ih in l e il gi l i faal iyetlerde
k u l l anı lan karmaşık enerj i biçimleri sonunda ısıya ind irgen i r.
Bes i n d eğerlerini ısı birimi (kalori) ile i fade edebi l m e m iz in ne
deni d e budur. Ancak bu amaçla k u llanılan kalori d eğeri. bili
m i n diğer dallarında k u l l an ılan kalori d eğerinden bin kat daha
büyüktür.
Normal bir i nsan sekiz saatlik uyku süresince yaklaşık 500 ka
lori, sekiz saatlik çalışma süresi nce 1 200 kalori (tamamen hare
ketsiz olmadığı ancak bedenen de bitkin düşmediği varsayılarak)
ve yürüme, eğlence ve sadece oturmak gibi diğer faaliyetler için
de yaklaşık 1 500 kalori tüketir.
Dolayısıyla bu kişi günde yaklaşık 3200 kalori almalıdır. Per
hiz, e lbette ki, protein, karbonhidrat, yağ, mineral ve vitam inlerin
göreceli miktarları ile ilgili başka gerekleri de yeri ne getirmelidir.
Dünya nüfusunun yarısından fazlası nitelik veya nicelik (ya da
her ikisi) açı sından yetersiz besleniyor. Oysa zengin ü l kelerde so
run oldukça farklı.
Britanya'daki i nsanların çoğu yeterli besleniyor, çünkü Willi
am Stark'ın düşündüğü gibi (ancak kanıtlayacak kadar uzun ya
şayamadı), pek çok değ·işik biçimde başarılı bir denge sağlanabi
liyor. İyi beslenen i nsan lar kalorileri hesaplamaz; zaten fazla kilo
lu değillerse bunu yapmaları da gerekmez. Bil imsel deneyler, ye
nilen besi nlerin yanma ısısını tam olarak hesaplıyor gibi görünse
de, mutlak kesinl ikte olamazlar. Laboratuvar ortamında % l 'lik
bir fark oldukça kabul edilebil i r bir hatadır, ancak normal bir in
san yılda yarım ton besin alır ve bunun %ı 1 'i 5 kilogramdır.
1 99
Kilo vermenin en basit yolu daha az yemektir. Böylece bir ya
da iki ayda fazla sıkıntı çekmeden birkaç kilo verilebilir. Ne yazık
ki çoğu i nsan vermeleri gereken k i l o miktarı 1 O veya 20 k ilo ola
na dek ciddi bir perhize başlamıyor. Bu aşamaya gelindiği nde de,
bir hekime ya da bir beslenme uzmanına başvurmaktan başka ya
pacak bir şey kalmaz. Normal ölçülerde olan lar Stephen Le
acock 'ın tavsiyesini uygulamaya devam edebilir:
''Stephen Leacock 1 9 1 0 Literary Lapses ( Edebi Yanlışlar) (Londra ve New York: The
Bodley Head and Dodd. Mead and Company).
200
Yapay ve Doğal Besin
Doğal besin ile yapay besin arasında belirgin bir fark olduğu
na dair genel bir kanı var. Bildiğiniz gibi hiçbir şey genel bir ka
nıdan daha etkili veya daha akı l dışı değildir.
Doğal besin, böcek ilaçları ve diğer yen i moda zehirlerle kirle
tilmemiş toprakta yetişen doğal bir maddedir. G übre kullanıla
caksa b unlar, atalarımız tarafı ndan da k ullanılan organi k madde
ler olmalıdır; bir çuval içindeki herhangi bir gübre, saf besin düş
kün leri için tiksindirici, pis bir kimyasal 'maddedir. İ ster pişiril
mek amacıyla isterse yumurta ü retim i için beslensin, tavu kların
çöp, mikrop, parazit ve başka yararlı şeylerle dolu doğal bir çev
rede serbestçe dolaşmasına izin verilmelidir.
Yapay besin, fabrikalarda ü retilen k i myasal gübreler, doğada
ki h aşereleri denetim altına almak için k ullanılan sprey ve toz ilaç
lar ve doğaya hiç uygun olmayan başka birçok maddenin varlığı
ile saflığını yitirmiştir. Yapay yol larla yetiştirilen tavuklara yeter
li miktarlarda temiz besin ve su dışında bir şey verilmez ve bu ta
vuklar yaşamları boyunca ılık ortamlarda tutulur.
Doğal besin düşkünleri, doğal besin lerin daha yüksek bir besin
değerine sahip olduğuna inanır. Kütüphanelerdeki ve laboratuvar
lardaki bilimsel kanıtlar da bu düşü ncelerini değiştirmez. Doğa en
iyisini bilir düşüncesine dayanan bu yaklaşım, vücuda giren diğer
201
. . . pipolarını, içine muz kabuğu koyarak içiyorlardı. ..
202
ticin içerir. " Bir mikt ar hindistancevizi baharatı alın ve iyice çiğ
neyin , " diye yazıyordu Richard Banckes 1 525 yıl ında, "bir süre
ağzınızda tutun, baharat beyi ne yükselen keyif dumanları salacak
tır; sonra ağzınızda kalan baharatı atı n ." Daha açık biçimde söyle
yecek olursak, yarım gram küçük hindist ancevizi (bir çimdikten
daha fazla deği l ) , çoğ·u n l ukla fark edilebi lir bir etkiye yol açar.
Güney Amerikalı yerlilerin kabile büyücülerinin burunlarına çek
tiği bir çay kaşığı dolusu hindistancevizi kimi zaman öldürücü
olan şiddetli sanrılara neden olur. Myristicin tehlikeli düzeylerde
olmasa da kereviz, maydanoz ve başka birkaç sebzede de bulunur.
Florida Ü niversitesi'ndeki Turunçgil Deneysel Araştırma
Merkezi 'nde görevli Dr. lvan Stewart, 1 964 yı lında limon suyun
d a synephrin olduğunu b ul d u. Synephrin v e bir dizi bi leşiği, adi
nezlenin belirtilerini azaltmak için burun spreylerinde k u llanılı
yor; nezleyi iyileştirmek için sıcak limonata içilmesi nin de dolayı
sıyla sağlam bir temeli olabi lir. Synephrin, sempatomimetik amin
ler olarak bilinen bileşikler sınıfı na aittir. Biyokimyacılar, nere
deyse her şeye böyle uzun isimler verir, DNA ve LS D gibi adı
çıkmış bileşikler i çi nse akılda kalıcı kısaltmalar kullanırlar. Sem
patom imetik amin ler, Camembert ve Stilton gibi tadı keskin pey
nirlerde oldukça bol miktarda bulunur. Bu aminler hoş olmayan
etkilere yol açabilir, ancak normalde vücuttaki monoamin oksi
daz olarak bilinen bir enzim tarafından hızla etkisiz hale geti rilir.
1 963 yı lında, bazı sakinleştirici ilaçlarla tedavi edilen hastalarda
ıstıraplı bir hastalığın baş gösterdiğine ilişkin pek çok rapor ya
yım landı. Bazı zeki hekimler hastalık nöbetlerinin peynir yeme ile
bağlantılı olduğunu fark etti. Bundan sonra durum biraz daha
açıklığa kavuştu. Söz konusu sakinleştiricilerin tamamı monoamin
oksidaz enziminin çal ışmasını engelleyen maddelerdi; bu özelliğin
ilaçların sakinleştirme etkisi ile bağlantısı tam olarak anlaşıl ma
mıştı. Hastalar bir ya da iki saat içinde hem peynir yiyip hem de
sakin leştirici ilaç aldıklarında, zehirli maddeler denetimden çıkı
yor ve hoş olmayan etkiler peşi sıra gel iyordu. Bu açıklama ile so
run çözüldü ve daha sonra çok az sayıda vakaya rastland ı.
203
Enzimler yararlı maddelerdir ve vücut onlar olmadan işleye
mez. Bazen olağandışı özellikler göste ri rler. Örneğin lima fasul
yesi ve şeftali ve kayısı çekirdeklerindeki enzim ler oldukça zarar
sız bileşikleri hidroj e n siyanü re, diğer adıyla p rü sik aside dönüş
türür. Üretilen m i ktar çoğun l uk la, yiyeceklerdeki prüsik asit
miktarı için yasal o larak belirlene n sınırl arın oldukça üstündeyse
de, bereket versin zehirleyici düzeyin altındadır.
Sıradan, gün l ü k yiyeceklerin kesinlikle iyi, besi nlerdeki i n san
yapımı kimyasal maddelerin de kötü olduğuna ilişkin yaygın ka
nıyı desteklemek güç; besin , hepsi bizim için ille de yararlı olma
yan kimyasal m addelerin bir karışımıdır.
204
Tıbbın Sesi
205
' 1 lastanın yaşı ve cinsiyeti de sözünü ettiğ·irn nuıayene
yöntemine engel d i . '
Ses ile i lgili bilinen bir olguyu h atırladım: Bir kalasın bir ucuna
k u lak dayandığında diğer ucundaki en k ü ç ü k bi r darbe bile çok
açık biçimde d uyulur.
Ses ile ilgili b u olguy u Lae n nec'in aklı na, Louvre 'un bahçe
sinde u z u n bir tahta parçası ile oynarken gördüğü çocukların
getirdiğin e dair bir h i kaye var. Esinlenmenin k aynağı n e o l u r
sa olsun bu d ü ş ü nceyi k u llanmak için hiç zaman kaybetmedi.
B irkaç kağıt parçasını yuvarlayarak bir boru yaptı, bor u n u n
b i r u c u n u hasta n ı n göğsü ne, diğer u c u n u d a k u l ağ·ına d ayad ı.
Kal p atışlarının, daha ö n c e o l d uğund a n daha açık ve belirgin
bir biçi mde d uyul d u ğu n u fark etti . Çok geçmeden kağıt boru
n u n yerini, m ucidinin 'stetoskop' ad ın ı verdiği, kayın ağacın
d a n yap ı lmı ş ve u ç l arı uygu n biçimde d üzelti l m i ş içi boş bir si
lindir aldı. Diğer hekimler bu a lete Tıbbi Boru veya Göğüs Ko
n u ştura n d iyorlard ı . H e r iki k u l ağa da ses sağlayan günümüz
d e k u l l an ı la n stetoskop türü, on dokuzuncu yüzyıld a aşama
aşama geliştirildi ve yaklaşık 60 yıl önce yaygı n o larak ku l lanıl
m aya başlandı.
Laennec ve öğrenciled, stetoskopun kalp ve akciğer ile ilgili
pek çok rahatsızlığın teşhisinde ve incelen mesindeki önemini or
taya koyarak tıp dağarcığın a önemli bir k atkıda bulundular . Son
206
. . . gastroenterologlar i,·in müzik gibidir.
yıl larda dinleme yöntemi çeşitli biç i m lerde gel i şti ril d i . Televiz
yon resim tüplerinde k u llanılan, ancak ayn ı zamanda daha ciddi
k u l lanımları da olan katot ışını, kal p seslerin i n fotoğraf' l'ilm i n i
veya kağıt üzerine sürekli olarak k aydedilmesini sağlar. Vücu
dun diğer bölü mlerinden yayılan sesler de düzenli bir biçimde
incelenebilir.
Kafatasına bir stetoskop dayandığında d uyulan titreşim ler de
i ncelenebi liyor. Bu sesler kafa k ısmında bulunan kan damarları n
dan geli r ve kimi zaman dolaşı mdaki düzensizlikleri araştı rmak
için kullanılabili r. Bir katot ışını tüpüne veya bir bant kaydedici
sine bağlanmış, sesi bir elektrik sinyaline dönüştüren elektron ik
bir stetoskop kullanmak yaygın bir yöntemdir.
Karın guruldaması, çoğu zaman bir teşhis k aynağından ziyade
bir utanç kaynağıdır. Oysa, Amerikalı ünlü fizyoloj i bilgi n i W. B.
Can non, bağırsaklardan gelen sesleri 1 905 yılında ciddi bir bi
çimde i ncelemişti. Cannon sı radan bir stetoskop kul lanmıştı, an
cak o zamandan bu yana karmaşık elektronik yöntemler gelişti
ril d i ve pek çok yeni bilgi elde edildi. Sindirim işlemi sırasında
çok çeşitli sesler üreti l ir. Bunların çoğu n u , bereket, başkaları
herhangi bir alet olmaksızın duyamaz, ancak gastroenterologlaı·
için bu sesler müzik gibidir.
207
Günüm üzde zayıf sesleri saptamak ve k aydetmek için kullanı
lan yöntemler dinlemesini bilenler için öneml i bir olanak sunuyor.
Yugoslavya'lı bir hekim yakın zamanda, boyundaki tiroid bezin
den gelen zonklamaları ve uğultuları kaydetti. Böbrek ve bağlan
tıları da ses bilimi açısından araştırılmayı bekliyor. Gürü ltüler,
sesler ve tatlı nağmelerle dolu i nsan vücudu için deneysel malze
me yokl uğu sorunu diye bir şey söz konusu deği l .
208
Beyindeki Elektrotlar
209
vücut faaliyetlerinin büyük bir bölü münün, beynin dış kısm ını
oluştu ran beyin kabuğun u n e lektriksel olarak uyarılması ile baş
latılabileceğini gösterd i.
1 874 yı lında, elektriksel uyarıların insan beyni ü zerindeki etki
l eri, Cincinnati Ü niversitesi Tıp Profesörü Dr. Robert Bartholow
tarafı ndan ilk kez araşt ırılmaya başlandı.
Bir sonraki yıl , Liverpool Ü niversitesi 'nden Richard Caton,
tavşanların ve maymunların beyin kabuğunda kendiliğfoden ü re
tilen küçük elektrik sinyallerini saptamayı başardı. Görme alanı
olarak bilinen beyin kabuğundaki belirli bir bölgenin görme du
yusu ile ilgil i olduğu daha önceden biliniyordu; Caton gözün par
lak ışığa maruz kalmasın ı n görme alanındaki elektrik ü retimini
büyük ölçüde artırdığın ı buldu. 1 929 yılında, Jena Ü niversite
si 'nden Hans Berger, kafa derisine yerleştirilen metal elektrotları
k u l lanarak insanın beyin kabuğundan gelen elek t rik sinyallerini
toplamayı başardı. Berger'in elektroansefalografının geliştiril miş
tü rleri gün ü müzde hastanelerde yaygın olarak k ullanılıyor.
Bu çalışmaların tamamı, iğne ile veya elek triksel algılama aygıt
ları ile kolaylıkla ulaşılabilen beynin dış k at manl arı ile i lgiliyd i.
Beyin, araştırmacıların kötü davranışların a çok iyi dayanıyor.
Örneğin, üzerini kaplayan kemik ve deri kaldırı ldığında hiç acı
hissetmiyor. Önemli bir hasar vermeden beynin hemen b ütün bö
l ümleri ne yerleştirilebil e n iğne biçimindeki elektrotlar pek çok
araştırmacı tarafl ndan k u llanıldı. Bu yöntemin sakıncası, kafata
sının b ir kısmı açılmış d u rumdaki hayvan ın beynini inceleyebil
mek için anestezi yapma zorunluluğudur.
Yaklaşık 40 yıl önce Zürich Ü niversitesi 'nden W. R. Hess, ka
fatasından geçerek beyin e ulaşan teller yardımıyla sürekli yerin
de tutulabilen elektrotlar yerleştirerek önemli bir ilerleme kaydet
ti. İ l k çalışmasında kedilerden yararlanmıştı ve normal faaliyetle
rini yerine getiren bilinci yerinde bir hayvan üzerinde deneysel
araştırmalar yapabilmişti. Ayn ı türde çalışmalar günüm üzde in
san deneklerle, büyük çoğunluğu Amerika Birleşik Devletle
ri ' nde olmak üzere pek çok laboratuvarda gerçekleştiril iyor.
210
, .
. ,. - � �
' - -:. ... - -
211
ğin elektronik psikiyatristleri, e n cesur yen ilikç i lerin bile kul
l an m aya tereddüt edeceği güçlere sah i p olabi lir. G ü n ümüzde
yapılan araştırmaları yak ı ndan takip edenler beyni n , k i şiliğin
yönetilmesin e direnç gösteren bir sav un m a mekan izmasın a sa
hip olduğun u ileri sürüyor. Oysa beyin yıkaman ı n yöntemleri
ve son u çları konusunda b i ldiklerimiz, bu iyimserl iğin teme lsiz
olduğunu d ü ş ü n d ü rüyor.
212
Alışkanlık Tiryakilik Olduğunda
213
Bu yeni i lacın ayrıntılı tarifi 1 57 1 yılı nda, Sevilla'lı hekim Nic
holas Monardes tarafından yapıldı ve 1 577 yılında John Framp
ton tarafından ("Yeni bulunan dünyadan sevi ndirici haberler"
başlığı altında) İ ngilizce 'ye çevrildi.
Alkol ve diğer etkili maddeler gibi tütün de k ısa süre sonra he
kimlerin denetiminden çıktı. Kral l. James bu d urumd am pek
hoşnut olmadı. Tütüne Yanıtı' nda durumu sert bir dille eleştirdi
ve sadece e leştirmekle yetinmeyip, 1 7 Ekim 1 604'de Baş Vezne
darı'na tütün ü n
214
maddenin açığa çıkmasına yol açar. Norad renalin, vücudun baş
ka bir yeri nde ü retilen ve heyecan ya da tehlike anlarında kana
karışan adrenaline çok benzer. Beyinden sal ınan orta m iktardaki
n orad renalin tansiyonu düşü rür, dikkati toplamaya yardımcı olur
ve genel olarak iyi hissedil mesini sağlar. Amfetamin - Benzedrine
olarak da bilinir- oldukça benzer etkiler yaratır. Tütün alışkan l ı k
yapan b i r m addeymiş gibi görünüyor v e tehdit ya d a i k n a yoluy
la müptelaları etkilemek kolay olmayacağ·a benziyor.
Tütün içmek ile akciğer kanseri arası ndaki ilişki tam olarak bi
linmiyor, ancak sigara tütü nünde bulunan ve farelerde deri kanse
rine yol açabildiği kanıtlanan benzopiren adl ı bir maddenin akci
ğer kanserine neden olduğuna inanılıyor. Daha güvenli bir sigara
ü retmek için kimi zaman, benzopiren ve diğer tehlikeli bileşenleri
ayıran filtrelerden yararlanı l ıyor. Bu yöntemin tamamen etkili ol
duğu söylenemez, ancak başka olasılıklar üzerinde de d uruluyor.
Yanan bir sigaranı n sıcakl ığı 840°C'y e kadar çıkabilir. Bu sı
caklıkta, görece daha az zararlı bileşenler benzopirene dönüşebi
l i r. Pipo veya puronu n daha az zararlı olması çoğunlukla tütü n ü n
yan ma sıcaklığın ı n daha düşük olmasına bağlanır. Elde sarılmış
bir sigara fabrikada ü reti l mi ş bir sigaradan biraz daha düşük bir
sıcaklıkta yanar, ancak tütün gevşek sarılırsa yanm a sıcaklığı
650"C'n i n altına kadar düşer.
Kimyasal testler ve fareler üzerinde yapılan deneyler, düşük sı
caklıkta yanan sigaraların piyasada satılanl ardan çok daha gü
venli olduğunu ortaya koymaktadır -bu h aberler belki de, savaş
veya karne ile satış zamanlarında kendi işin i kendi gören tiryaki
ler tarafı ndan kul lanılan o büyü leyici küçük makinelerin satışını
artırır, kim bilir !
215
Ot İyidir
216
------------
- - - -
--
217
Tek başına hiçbir protein kaynağı -pahalı bi r biftek bile- in sa
na gerekli olan bütün aminoasitleri içermez . Bu nedenle, günlük
p rotein gereksinimimizi çeşitli kaynaklardan elde etmemiz gere
kir: bir kısmını sebzelerden, bir kısmı n ı etten ve birazını da yu
mu rta ve sütten. Dünyadaki protein sıkıntısı d üşünüld üğünde
(besin sıkıntısının asıl anlamı da budur, ç ü n kü karbonhidrat bol
l uğu var) , hayvan ların bu kadar verimsiz birer dönü ştürücü ol
ması şanssızlıktır.
Sığı r tarafından alınan sindirilebilir proteinin sadece <Vcı 1 O'u ye
nilebilir proteine dönüştürü l ü r; ızgaralık pilicin performansı ise
bundan iki ya da üç kat daha iyidir.
Hayatın başka pek çok alanında olduğu gibi , beslenmede de
teknolojinin ası l rolü, zengin ve yoksul arasındaki farkı artı rmak
oldu. Yağlı tohu mlar besin sıkıntısı yaşanan tropik ülkelerinde
bolca yetişir ve bunlardan pek çoğu (örneğin yerfıstığı) bol mik
tarda protein içerir. Ancak yağı sıkılarak çıkarıldıktan sonra po
sası atı lır veya daha d a kötüsü, Britanya gibi fazla beslenen ülke
lerdeki domuzları ve tavu kları beslemek için kul lanılır.
Kırmızı etin üstün nitelikli bir yiyecek olduğu düşüncesi ile ne
redeyse uyutulduk. Şüphesiz çok lezzetli et yemekleri var, ancak
fiyatının yüksek olduğuna ilişkin şikayetler pek d ikkate alınmı
yor. Et olmadan d a bir süre yaşayabiliriz; bugüne kadar kimse
biftek yemedi diye ölmedi.
Kanlı Bir Hikaye
Kanın hayatın özü, hayatın damıtıl masıyla elde edilen bir sıvı ol
duğuna inanılan zamanlarda, 1 666 yıl ı nda böyle yazıyordu Pepys.
Cinnetin tedavisi, bağırsak ağrılarının gideri l mesi ve hatta evlilik
anlaşmazlıklarının çözümlenmesi için kan nakli tavsiye ediliyor, ki
mi zaman da gerçekleştiriliyordu. Sonuçlar çoğunlukla felaketti,
çünkü bu deneyi i l k yapanlar, vücudun kendinden olan ile olmaya
nı di kkatle ayırdığı nı bilmiyorlardı. Vücudun bu özelliği nedeniyle,
i ster kan, ister saldırgan mikroplar isterse bir kalp ya da bir böbrek
olsun, herhangi bir yabancı doku, büyük olasıl ıkla tahrip edilir.
Bereket reddetme süreci bazen ustalıkla e ngellenebil i r. Kan
nak illerinde temel sorun kan grupların ı n saptanmasıdır. Bu aslın
d a oldukça basit bir yöntemdir. Değişik insanları n kanlarından
alınan örnekler birbi rine karıştı rı ldığında ne olduğunu gözlemeye
dayan ı r ve Dr. Earle Hackett'c göre':', Pepys'in bilim adamı arka
daşları daha ısrarlı olsalard ı , bu yöntem bulunduğu tari hten 300
yıl önce bulunabilirdi.
Kan al ma kan naklinden daha az karmaşık, genci olarak da da
ha az tehlikeli bir işlemdi. Bir damarı kesip kan akıtmak şeytan
ları kovmanı n basit bir yoluyd u . Hastal ı klara gerçekte kötü ruh
l arın yol açmadığı anlaşıld ığında, kan alma işlemi kan toplanma
sına karşı tedavi olarak ku llanılmaya haşlandı. Başka ne yapacak
ları nı bil meyen ve ellerinde günümüzün i laçlan ya da elektronik
''' Earle Hackctt 1 973 Rfood: Tlıc Paramount flumour ( Ka n : Yüce Sıvı) ( Lonclra: .Jonat
han Cape) .
219
. . . kan gruplarının saptanması. ..
220
Bir damarı kesip kan akıtmak �cytanları kovmanın
basit bir yoluydu .
221
Denizden oksij e n ve d iğer i h tiyaçl arı n ı almak için bir iç dola
şım geliştiren diğer organizmal ar, vücut hücreleri ve dokularına
dağı l d ı . Bu gelişmiş tasarım ı n yaratıkları, gere kli ortam ı bera
berl e ri n de (dışarıda değil içleri nde) taşıdıkları i ç i n d aha hare
ketlilerdi.
Bunların bir kısmı den izi terk etti ve karada veya havada yaşa
man ı n yolunu bu ldu. Kan i l ke l okyanustan kalan bir yadigardır.
Kan serumu (hücrelerin içinde yüzdüğü saydam sıvı) , aşağı yuka
rı deniz suyuna benzeyen bir k i myasal bileşime sah iptir. Kandaki
tuzları n oranı % 1 'den bi raz daha azdır, oysa denizinki Ofcı 1 'den ol
dukça fazladı r; ancak deniz zaman içinde daha tuzlu hale gel miş
tir ve kan seru munun bileşim i. 300 m i lyon yıl önceki paleozoik
okyanusun bileşim in e yakındır.
Yaşam, 300 m i lyon yıl önce tıpkı bir melek gibi, daha doğrusu
nu söylemek gerekirse, tıpkı bir balık gibi karaya çıkmıştı.
222
İnsan ve Molekül
Bir tavuk yalnızca, bir yum urtanın başka bir yumurta üretme
sine yarar. Oxford 'lu biyolog Richard Dawkins, hayvan vücudu
nun genlerin varlığın ı sürdürmesini sağlayan bir makineden baş
ka bir şey olmadığını söyleyerek'" Butler'ın özdeyişi ni gü n ü müze
taşıdı . Genler, büyük olasılıkla yaşamın başladığı denizlerde orta
ya çıkan ve hala gelişen kalıtım birim leridir.
Butler kalıtım ı n işleyişini anlamamıştı . Aslı nda, bilimsel daya
nakları yarım yüzyı ldan az bir süre önce tamamlanana dek, doğ·al
seçilime dayanan evrim kuramı i nanç ve sezgi ile ayakta tutulan
Darwin de anlamamıştı. Çocuklar neden anne babaları na benzer?
Günümüz insanı Darwin'in sözünü ettiği insansım aymun benzeri
atalarından nasıl gelişti ? Bunlar on dokuzuncu yüzyıl biyologları
iç·in zor soru lardı.
Darwin hayvanların ve bitkilerin her neslinin, büyüklük, renk
ve daha az belirgin diğer pek çok özellikleri açısından önemli de
ğişiklikler geçirdiğin i i leri sürdü. Ayrıca bitki ve hayvan sayısının,
doğal ü retkenliklerinin kesinlikle olanak tanıyacağı gibi sınırsız
bir şekilde artmad ığı nı da dile getirdi. Bu sıradan gözlem leri bir
araya getirerek canlıl arın doğal seçil i m yoluyla evrimleştiği sonu
cuna vardı . Varlığını sürdürme m ücadelesinde bir üstü nlük sağ
layan kalı tsal özellikler devam etme eğilimi gösterir, çünkü bu
özel likleri taşıyan bireyler çiftleşme oyun unda daha şanslıdır.
Oarwin'in doğal seçi l i m yoluyla evrim düşü ncesini benimseyen
biyologlar, bu kuramdaki önemli bir zayıflığı fark etmediler. Dar
win kal ıtımı anne babaya ait öze ll iklerin bir karışımı olarak gör
d ü . Bu, örneğin değişik ten rengine sahip insanların arasındaki
çiftleşme sonuçları ile desteklenen yüzeysel bir görüştü. Yararlı
bir özel liğin her çiftleşmede yarı yarıya azalacağını ve birkaç ne
sil son ra kaybolacağı n ı ortaya koymak Fleeming ,Jenkin 'e, bi r
mühendise kaldı. Sonuç olarak, istenen özel l iklerin birbi rini izle
yen nesiller boyunca aktarıl masına dayanan doğal seçilim yoluy-
223
la evrim başarı lı olamazdı. Bu soru n u n çözümü 1 930 yılına dek
bul unamadı, oysa Darwin tartışmalarının en civcivli zamanında
önemli bir ipucu fark edilmeyi bek liyord u . Ne yazık ki ki mse ta
nınmamı ş bir dergide, tan ı n mam ış bir rahibin ismiyle çıkan bir
raporun önemini kavramad ı. 1 900 yılına gelene dek önemi anla
şılmayan Mendel 'i n çalışması, kal ıtımın, Darwi n 'in öne sü rdüğü
gibi sürekli karışımla değil , farkl ı özelliklerin aktarılması yoluyla
işlediğini gösterdi. Anne baba özellikleri arasındaki görünür uz
laşmanın nedeni sadece, çok sayıda etkenin kalıtım yoluyla akta
rıl m ası ve her birinin etkisinin küçük olmasıdır.
Bel li bir uzaklıktan bakıldığında, siyah-beyaz bir fotoğrafla
açıklı koyulu noktalarla yapıl ı p bası l mı ş bir resim ayı rt edilemez;
ancak bir büyüteç ile bakıldığında, resmi oluşturan noktalar gö
rülebilir. Kalıtım için de aynı şey geçerlidir. Konu güçlü bir mik
roskop (ve başka birkaç alet daha) gerektirir, ancak işleyişi artık
oldukça iyi biliyoruz.
Kalıtsal özellikler, vücudun her hücresinde bulunan ipliksi ya
pılar olan kromozomlarda sak lanır. İ n sanı n 46 kromozomu var.
H e r kalıtsal özellik bir k romozomu n belirli bir parçası ile ilişkili
dir; bu parçalar (veya daha doğrusu içerdikleri kimyasal yapılar)
gen lerdir. Genler, der Dawkins, evrenin efendileridir. Hayvan
(ve dolayısıyla da insan) davranışı, varlığını sürdürm e zoru nlulu
ğu üzerine kuruludur. Bu rada söz konusu olan, türlerin, toplulu
ğun veya bi reyin varlığın ı sürd ü rmesi değil, onlar için geçici bir
konaklama yerinden başka bir şey olmad ığımız genlerin varlığı nı
sürdü rmesidir. Genler, h ayatı n anahtar maddesi olan DNA'dan
(deoksiribonükleik asit) oluşmuştur. Bir DNA molekülü, kendi
sinin asl ına sadık kopyalarını ü reten bir kopyalama makinesidir.
Her bir DNA molekülü, yapı tuğlası işlevi gören daha küçük mo
leküllerden o luşan bir zincirdir. Bu tuğlalar dört çeşittir ve çok
değişik biçimlerde dizilebilir. Bir kez bir araya geldiğinde, bi r
DNA molekülü (ve dolayısıyla bir gen veya bir kromozom) ken
di kendini kopyalama özelliğine sahiptir; organizmalar böylece
büyür ve yıpranan hü crelerini yenil erler. Her bir kromozom as-
224
radyasyon veya bazı kimyasal maddeler mutasyonlara
yol açabilir.
225
\ /
c. .
226
yan bir genetik yapıya sah ip olduğundan, bu yöntem bir nesilden
bir sonrakine aktarılan özelliklerde önemli değişiklikler olmasını
sağlar. Burada önemli olan, diyor Dawkins, bir genin pek çok ne
sil boyunca varlığını sürdürebil mesidir. Bir kromozom yeniden
düzenlenmeden önce sadece bir nesil boyunca varl ığını sürdürür;
yeniden düzenlemeye tabi olan parçadan daha küçük olan bir gen
ise çok daha uzun süre varlığrnı sürd ü rür. Bütün genler varlığı nı
sürdürmez. Kazananların gelecek nesillerin kromozomlarındaki
sı nırlı sayıdaki boş yere yerleştiği bir sandalye kapmaca oyunu oy
narlar. Bu nedenle gen kendine özgül üğün temel birim idir.
Genler kendine özgü lükleri n i nasıl gösterirler? Dawkins canlı
d avranışların ı n pek çok yönü n ü ele alır, son zamanlarda geçerli
olan açıklam aları i nceler ve genlerin kendilerine özgü oluşuna da
yanan seçenek kuramlar ü retir. Önce ail e planlamasını ele alır.
İ nsan türü aşın n ü fus tehdidi ile karşı karşıyadır, çünkü doğum
oranında herhangi bir kısıtlama yap ı lmadığı halde ölüm oranı
azal mıştır. Diğer türlerde nüfus, açlık, hastalık veya yı rtıcı hay
van lar tarafı ndan dengede tutulur -ancak bu denetim ler her za
man tüm gücü n ü kullan maz, çünkü pek çok hayvan doğurabile
ceği kadar çok doğurmaz. Kimi zaman mücadele ederek bir böl
geye sah i p olmak ü remek için bir izin belgesidir ve bu yüzden za
yıf erkekler eş bulamaz. Bazı biyologlar, sığırcık kuşları n ı n ve t a
tarcıkların ü remeyi denetim altına almak için, sayarak değil fakat
ü reme sistemi ile bağlantıl ı sezgiye dayalı bir m ekanizma yardı
m ıyla, bir n ü fus sayım ı yaptıkların ı düşünüyor: biyolojik alemde
ki otomasyonun bir örneği.
Diğ·er davran ış araştırmacıları, bir dişi kuşun bir kerede yu
m urtladığı yum u rtaların sayısını, sınırlı bir besin kaynağı na sahip
bir çevrede hayatta kalacak yavru sayısını mümkün olan en üst
düzeye çıkaracak şekilde düzenlediği ne i nanıyor. Belki de, diyor
Dawkins (pek inandırıcı olmayan bir biçimde) bir kuş, çobanpüs
külü meyvelerinin bol olup olmadığına veya komşuların ı n kalaba
lık olup olmadığına bakarak, gelecek baharda besinin yeterli olup
o l mayacağını tahmin edebilir. İ şaretler olumsuzsa dişi kuş daha
227
az yumurta yu m u rtlar. Bireyler gerçekten n ü fus tahminle rine da
yanarak yum urta sayıları nı azaltıyorsa, kuşların kışın tüneklerin
de olabildiği nce çok gürültü yapması nın yararlı olacağına ilişkin
i ddiada oyu nculuk sanatının önemi de kendini gösterir. Kuşlar bu
durumda nüfusun gerçekte olduğundan daha çok olduğuna karar
verecek ve yu murtladıkları yumu rta sayısını en uygun sayının al
tına düşürecektir. Dawkins, bir bireyin çok sayıda yavruya sahi p
olmasına yol açan genlerin varlığını sürdürme eğiliminde olmadı
ğı, ç ünk ü böyle gen lere sahip h ayvanların olgunluk çağın a kadar
varlık larını sürdürm e şansları n ı n daha az olduğu sonucuna varır
ki bu da akla yakın görün m ektedir.
Dawkins'in kitabın ı n büyük kısmı k u şlar ve diğer vahşi h ay
vanlarla i lgilidir, ancak Dawkins i nsan davranışı konusunda i l
ginç görüşler de ortaya atar. E ş b u l m a savaşının her t ürde, sper
m al arın yum u rtalardan daha küçük ve çok d aha fazla sayıda ol
ması gerçeğinden kaynaklandığını ileri sürer. Bunun sonucu ola
rak, erkekler seçici ol mama eğilimindedir, çünkü çiftleşme sıra
sında harcadıkları gen etik malzeme görece azdır . Yumurtalar da
ha değ·erli kaynaklardır ve bu nedenle de dişiler eşlerini seçerken
titiz olma eğilimindedir. Dişinin ü reme sırasında yaptığı yatırım
da daha fazladır, çünkü kendi başına yaşayacak d uru m a gelene
kadar em briyon u n bütün besin gereksinim lerini karşılamak zo
rundadı r . Bu nedenlerle (ve D awk i ns'in ayrıntıları ile açıkladığı
başka nedenlerle) , erkeklerin çekici görün m eye çalışmaları, dişi
lerinse daha az dik kat çekici olmayı becerebilmeleri beklenir. Bu
davranış biçimi canlı türleri n i n büyük çoğunluğunda gözlenir,
ancak günümüz Batı toplumu kadın ları büt ü n dikkatlerini cinsel
açıdan çekici olmaya verirken, erkekler d ah a gösterişsiz ve sade
giyinirler. Dawkin s, erkeğin yaşama biçiminin gün ü müzde genle
rinden çok, büyük ölçüde kültürel etken ler tarafından bel i rlendi
ğini i fade eder.
Bu düşünceyi daha d a ileri götürerek Dawkins, insan davranı
şının 'mem ' adını verdiği kültürel iletim biri m lerinden büyük öl
çüde etkilendiğin i i leri sürer. B u nlar, düşü n celer, moda sözler,
228
modalar, t arzlar ve hatta ezgilerdir. 1Y1emler tıpkı genler gibi bir
popülasyona yayıl ı r, ancak vücuttan vücuda değil akıldan akıla.
Tanrı düşü ncesi bi r memdir, cehennem ateşi de öyle. Bu iki mem
birbirlerini destekler (tıpkı genlerin çoğu nlukla yaptığı gibi) ve
ayn ı havuzda varlıkların ı sü rdü rmek için birbirl erine yardı mcı
olurlar. Memler için kopyalama mekanizması her zaman gen le
rinki kadar hassas değildir. Bir melodi değişmeden varlığın ı sür
dürür (tabii ancak kağıda dök ü lebilirse), ancak düşünceler gir
dikleri her beyinde yeniden işlenir; aksi takdirde tari hçilere veya
edebiyat eleştirmenlerine pek iş düşmezdi. Dawkins'in bu konu
ya açık bir yanıtı yok, ancak yin e de m em lerin genlerden daha
uzun süre varl ı kları n ı sürd ü rebildiğin i i leri sü rüyor. Sokrates 'in
bugün varlığını s ü rd üren hiçbir geni olmayabilir, ancak mem dü
zeni hala güçlü. Bu, Dawkins'in söylediklerinin büyük kısmı gibi,
kışkırtıcı bir iddia. Belirli bir gen (veya bir genler topluluğu) her
zaman aynı sonucu m eydana getirir: mavi gözler, kıvırcık saçlar
veya gür bir sakal. Ancak Sokrates'in memlerinin bizim üzerimiz
deki etkisi ile, Adam Smith veya ortaçağ öğrencileri üzerindeki
etkisi aynı mıdır? Biyolojik ve k ültürel evrimi birbiriyle karşıl aş
tırmak çekici bir şeydir; Dawkins, Andre Siegfried 'ın benzer bir
konu ile i lgil i denemesinden ':' de söz edebilirdi.
Dawkins, insanlığın geleceği için memlerin gen lerden daha çok
şey sağladığı sonucuna varıyor. Temelde bencil olsak da, geleceği
hayalimizde can landırm a becerimiz, bize kültüre l evrimimizi de
n etleme olanağı verebilir: "Gen m akineleri olarak inşa edildik ve
mem makineleri olarak yetiştirildik, ancak yaratıcı ları mıza karşı
çıkma gücüne sahibiz."
"Andrc Siegfried 1 965 Ccrms aıul hleas ( Dü�üncclcr \ T Kay nakları) (Londra: Oliver
andBoyd) .
229
Dinozorların Sonu
230
ya 'nın manyetik alanının yönünün değiştiğini getirir. Bir kayanın
yaşı çeşitli jeolojik ölçütlerden yararlanarak saptanabildiği için,
bu değişikliğin tarihi de saptanabilir. En son manyetik ters dön
menin yaklaşık 700.000 yıl önce gerçekleştiği ve geçen 76 m ilyon
yıl süresince manyetik alanın aşağı yukarı 200 kez ters döndüğü
ortaya çıkmıştır.
Dü nya 'nın manyetik alanı neden zaman zaman ters dönüyor?
Hatta aslında neden bir manyetik alan var? Çekirdekte çok mik
tarda demir bulunur, ancak demir parçalarının yol açtığı manye
tizma çeşidi yüksek sıcaklıklarda kaybolur. Üstelik Dünya'nın
m anyetizması sabit değildir, çünkü manyetik kutuplar hep h are
ket halindedir. Bu nedenle, manyetizma düzensiz bir süreç sonu
c unda ortaya çıkıyor gibi görünmektedir. Dünya'nın sıvı çekirde
ği ve katı mantosu biraz farkl ı hızlarla dön üyorsa, çekirdeğin için
deki elektrik akımları bir manyetik alan olu ştu rabil ir.
Bu akım ların ve dönüşl erin nereden kaynaklan dığı n ı açıkla
m ak hala güçtür. Ditfurth, büyüklüğü ve yoğunluğu Dünya'dan
çok farklı olmayan Venüs'ün manyetik alanı o lmadığı n ı bel irtir.
Bunun neden ini de Venüs'ün hiç uydusunun olmamasına bağlar.
D ü nya'n ı n çekirdeği ile mantosun u n dönüş h ızlarındaki farklılık,
oldukça karmaşık bir yoll a, gelgi tlerin yarattığı sürtünme ve bu
n a bağlı o larak yavaşlamanı n bir sonucu olarak açıklanabilir.
Tah mine dayalı bu düşü nceler Dünya'nı n manyetik alan ı n ı n
kaynağı konusunda bazı açıklam alar getiriyor, ancak neden şim
d i ve tekrar yön değiştirmediği konusunda bir açıklama getirmi
yor. Büyük bir göktaşının Dünya'ya çarptığı n ı farz edin; bunun
geçmişte pek çok kez m eydana geldiği n i biliyoruz. Bu çarpma sı
vı çekirdeği sarsabil i rdi ve hatta dönüşünde aşağı yukarı bin yıl
lık bir kesintiye yol açabil ir ve bu kesi ntiden sonra ayn ı yönde ve
ya ters yönde tekrar dönmeye başlayabilirdi. Dünya'nın manye
tik alanının kesintiye uğradığı dönemde, Dü nya'ya u laşan kozmik
ışınl arın yoğu n l uğunda büyük artış olacaktı.
Bu değişim can l ılarda önemli değişikliklere yol açabil i rdi. Ya
şamı n bütün biçi mleri radyasyon i l e değiştirilebilir. Radyasyonun
23 1
etk ileri hemen görül mezse, daha son raki nesil lerde kendisini gös
termeyi bekleyerek, mutasyonlar biçiminde gizlenebilir. İ n sanda,
mutasyonların çoğu zararlıd ır, bitkiler ve daha basit canl ıl ar bun
dan, evrim i n yeni olanaklar sunması ile yararlanabilir. Bu gerçek
leştiğinde, yararlı m utasyonlar doğal seçi l i m yoluyla desteklenir
ve zararlı değişiklikler genellikle ortadan kal d ı rılır. Bu d üşünce
çizgisini takip ettikten sonra Ditfurth k itabında bilimin farkl ı bir
dalına yöneliyor.
Okyanus tabanı , bir zamanlar suda yüzen organizmaları n ka
l ı ntıların ı içeren çökeltilerin ü st üste yığılmış (bazen de sert kaya
oluşturacak şekilde sıkıştırıl mış) k atmanların dan oluşur. Çökelti
ler ayn ı zamanda, göktaşları n ı n parçalanması sonucu Dünya at
mosferine dağıl m ı ş demir ve başka metalleri içeren çok sayıda kü
çük parçacık da barındırır. B u parçacıkların her biri, deniz taba
nında D ünya'nın manyetik alanı yönünde yerleşmiş küçük bir
pusula iğnesidir.
Petrol aramak için geliştirilen deniz tabanı delme yöntemleri
kullan ılarak, m i lyonlarca yıl boyunca çökelmiş tortuları gösteren
dikey bir delik açmak m ümkündür. Birbiri ard ına sıralanan kat
m anların m i k roskop altında i ncelenmesi, bazı küçük organizma
türlerinin, göktaşı tozu parçacıklarının D ü nya'nın m anyetik ala
n ın da bir ters dönme olduğun u gösterdiği zaman larda ortadan
kalk tığın ı (ve görünüşe göre de soyların ın tükendiğini) ortaya
koymaktadır. Bunun nedeni, d iyor Oitfurth, O ü nya'nın manyetik
alan ı n ı n ortadan kalktığı dönem süresince, canlı ların büyük oran
da artan ve bazı durumlarda bütün türleri ortadan kaldıran rad
yasyona maruz kalmalarıdır.
B u tahm i n tartışmaya açı ktır. Kozmik radyasyon u n çok azı ok
yanus yatağına ulaşır, çünkü su tarafı ndan büyük ölçüde emilir.
D ü nya yüzeyinde bile kozmik radyasyon düzeyi , yaklaşık 9 met
re s uya denk olan atmosfer tarafı ndan kısmen engellenir. Yine de
Ditfurth, evrimin seyrinin, koz m ik radyasyondaki manyetik ters
dönmelerle i lintili artıştan (ve bunun sonucu olarak m utasyonlar
daki artıştan) büyük ölçüde etkilendiğine i nanıyor . Gel işmesini
232
Dinozorların sonu.
sürd üren bir tür ü n evrimsel gel işme için seçenek yollar sağlaya
cak sürekli bir m utasyon k aynağın a gereksinimi old uğun u söylü
yor. Ancak gelişmesin i n doruğuna u laşmış bir türe, örneğin insa
na, daha fazla mutasyon büyük olasılıkla zarar verir.
Bu bağlamda d inozorların kaderi i lgi nçtir. 30 m i lyon yıl bo
yunca, büyük, küçük, etobur, otobur, yürüyen, yüzen dinozorlar
Dünya'ya egemen oldu. Sonra, 200 m i ly on yıl önce, sayıları azal
maya başladı ve yerlerini ilk memeliler aldı. Belki de, diyor Dit
furth, sonlarını bir radyasyon patlaması h ızlandırdı.
Ditfu rth ' u n cesur iddiaları büyük olasılıkla var olan bilgilerce
doğrulanmıym, ancak kitabı okunmayı hak ediyor, çünkü bilim
sel araştırmanın bazı önemli alanlarını ilginç bir biçim de ele alıyor
ve çok tekn i k olmayan bir dille, bilimsel k uramları o luşturmada
deney ile k uramsal bilgi arasındaki etkileşimi anlatıyor.
233
İnsanlar
V I I . Böl ü m
İnsanlar
237
(nesnenin yatay düzlemdeki izdüşüm ü ) ve bir yandan goru nuş
(dikey düzlemdeki izdüşü m ü ) k u llanarak çizimle göstermesiydi.
Bu çeşit çizimler gün üm ü zde m ühendislikte ve m imaride son de
rece yaygın, ancak bu çizim leri ilk yapan Monge'du . Daha sonra
matematiğin başka konularıyla uğraşan Monge, Napoleon 'u n
1 798 yılındaki Mısır sefe ri ne (bilim sel danışman olarak) katıldı
ve İ mparator' un i h ti rası Amerika'ya yön eldiğinde de yine İ mpa
rator' un yan ında yer aldı.
Cari Friedrich Gauss, üç yaşı ndayken ev ile ilgili hesaplarda
ki hataları d üzelte rek işe başladı ve dokuz yaşı nda bir aritmetik
dizin i n toplam ı n ı n nasıl b u l unacağını keşfetti . Başka işlerle ilgi
l en m e k için kendisine zaman yaratmaya çalışan öğret men, sınıfa
l 'den l 00'e kadar bütün sayıl arı toplamalarını söylemişti. Diğer
l e ri neredeyse daha h esaplamaya bile başlamada n Gauss d oğru
cevabı yaz boz tahtası n ı n üzeri n e yaz mış ve hayretler içinde ka
lan öğretmene göstermişti. 1 + 1 00 = 1 0 1 , 2 +99 = 1 0 1 , 3 +98 = 101
olduğu n u fark etmiş ve böylece l 'den l O l 'e kadar olan bütün sa
yıl arın topl am ı n ı n basit b ir biçimde 50x l 0 1 = 5050 olduğun u
b u l muştu.
Bu hikayenin doğTuluğu ya d a yanlışl ığı bir yana, Gauss'un
sonraki başarıları apaçık ortadad ır. 1 8 yaşında, birbirinden tama
men farklı deneysel ölçümler arasından doğru olması en muhte
mel değeri elde etmek gerektiğinde bugün de yaygın olarak kul
lanılan etkili bir yöntem olan, en küçük kareler yöntemini buld u.
Gauss matematiğin h e m e n h e m e n her dalında dehasını göste
ren son kişiydi . Ancak öğrenci l i k günlerinde l isanl a da eşit dere
cede i lgileniyordu ve matematikçi ya da dilbilimci olmak konu
sunda kararsızd ı . Geometri ile ilgili önemli bir buluş yaptığ·ı 30
Mart 1 796 tarihinde kararını verdi.
Eski Yunanlılar yaln ızca cetvel ve pergel kullanarak bir eşke
nar ü çgen çizmeyi biliyorlardı. Bütün kenarları ve bütü n açıları
birbirine eşit bu tür bir şekil, matematikçiler tarafı ndan d üzgün
çokgen olarak adlandırı lır. Yal nızca eskiçağ· geometrisinin basit
araçlarını kullanarak beş, altı, sekiz veya on kenarlı düzgü n çok-
238
gen ler çizmek zor değildir. Ancak kimse bu işi yedi kenarlı bir
çokgen için yapmamıştı . Gauss bu problemin çözümü olmadığını,
ancak bunun 1 7 kenarlı bir çokgen için yapılabileceğini kanıtlad ı .
Gauss'un 1 7 kenarlı çokgen i l e ilgili buluşu ilk kez 1 8 yıl bo
yunca tuttuğu bir gü n l ü kte yer aldı. Bu günlükte üzerinde 1 46
matematiksel buluşun kısa anlatı m ların ı n yazılı olduğu yal nızca
1 9 sayfa vard ı r. Bulu şların bir kısmı son derece önemlidir, diğer
leri n i n anlaşı lması oldukça zord u r. 1 9 Temmuz 1 796'da şun lar
yazılı:
Evreka ! sayı = 11 + L1 + 11
239
Borgiaların Zehirli Sanatı
240
büyük miktarlarda cıvanın d amıtılmasını içeren simya merakını
anlatan bir not ekledi. Bu iki bilim adamı Kral 'ın cıva zehirlenme
si nden öldüğü sonucuna vardı ve hastalığına ilişkin o döneme ait
raporlarda bu varsayımı destekleyen çok sayıda kanıt buldu.
Yakın zamanda Kral Charl es'ı n saçından küçük bir parça, nöt
ron etkinleştirme analizi ile i n celendi ve milyonda yaklaşık 53 cı
va parçacığı içerdiği - normal yoğun luğun on katı- bulundu, bu da
söz konusu metale aşırı maruz kalındığını doğrulamak için yeter
liydi, ancak zehirlendiğin e ilişkin kuşkuları tamamen ortadan kal
dırmıyordu. Öte yandan bu saç teli büyük olasılıkla Kral 'ın ölü
münden birkaç yıl öncesine aitti.
Eski zamanların zehircileri, soylu marifetlerini göstermek için
teknolojinin olanaklarından yararlanan, kendilerini işlerine ada
mış zanaatkarlardı. Yaptığı işler tarihe geçen ilk zehirci, 1 384 yı
lında kimyaya b ulaşmadan önce bir halk ozanı olan Paris'li
Wondreto n 'du. Navarra Kralı Kötü Charles'ın emrine girdi ve
Fransa Kralı V I . Charles ile kraliyet k u ru l u nu n birkaç üyesini ze
hirlemekle görevlendirildi. Wondreton eczacılardan az miktarda
arsenik aldı ve kraliyet üyeleri için hazırlanan çorbaya serpmeye
çalıştı, ancak herhangi bir zarar veremeden yakalandı.
Bu olaydan iki yüzyıl sonra, Catherine de J\1edicis, Navarra 'l ı
Henry'y e, bütün sayfaları na arsenik sürülmüş bir kitap hediye et
ti. Kitabı önce Henry'nin oğlu I X. Charles okud u ve zehirin bir
kısmını sayfaları çevirmek için kullandığı ıslak parmağı yoluyla
emdi. H ai n li kten kuşkulanarak kitabı yaktı.
Catherine'in zehircisi tarafından kul l anılan karışım büyük ola
sılıkla bir İtalyan tarifine göre hazırlanmıştı. Azize Caterina Sfor
za'nın, 1 499 yılında Papa'ya yolladığı Noel mektubu, açılır açıl
maz alıcısını öldürecek biçimde tasarlanmıştı, ancak komplo za
m anında ortaya çıkarıldı.
Zehircilik sanatı, İ talya'da Borgiaların en parlak dönemlerini
sürdüğü sırada, en yüksek başarıları elde etti . Bu ailenin, modern
bilimin keşfedemediği, kolayca fark edilmeyen öldürücü bir zehi
rin sırrını bildiğine i lişkin iddianın kanıtlanması güçtür, ancak ze-
24 1
... Borgiaların en parlak dönemleri . . .
242
Yaklaşık 200 yıl öncesine kadar kimyacılar cezalandırı l manın
çok uzağındayd ılar, çünkü ölümden sonra vücuttaki arseniği sap
tamanı n güvenilir bir yol u yoktu; aslında 1 845'de başarıl ı bir de
ney gerçekleştirilene kadar da olmadı.
Artık hükümdarların doğal nedenlerle ölmesine izin veriliyor.
Ancak zehirciler modern d ü nyan ı n gelişim inde özel bir yerleri ol
d uğunu iddia edebilir. Zeki heki m ler saraylardak i ani ölümler
için sıradan açıklamalar bulmaya devam ederse, tarihin sayfaları
daha az çekici olacak.
243
Kafa Adamı
Bir şeyin mekanik modelini yapana dek kesi n likle tatmin ola
mam. Mekanik modelini yapabilirsem o şeyi anlayabil i rim .
244
diye devam ediyordu, beynin değişik bölgeleri ile bağlantılıdır. Bu
önermelerden sonra Gali , beynin bölge lerinin ilgili işlevlerini yerine
getirmedeki verimliliklerine göre geliştiğine ve bu gelişmenin kafa
tası nın şeklinin incelenmesi ile saptanabileceğine inanarak yanıldı.
Gali, beyni dikkatli bir biçimde bölgelere ayırması nedeniyle
kesinlikle saygıyı hak eden büyük bir anatomi bilginiydi. Bir bi
l i m adamı olarak, h ayvanları n beyin lerinin i nsanlarınkinden te
mel bir farklılığı olmadığını, yaln ızca kısmen farklı olduğunu
( Darwin 'den önce) gösterdi. Ayrıca, suçluların , beyinleri tarafın
dan k endilerine zorla kabul ettirilen bir yaradılışın kurbanları ol
d uğuna inanara'.<, suçbiliminin de öncüsü oldu.
Gall 'i n d üşünceleri kuramsal düşüncelerden çok doğanın göz
l e n mesine dayanan yeni bir maddeci felsefenin temelini de oluştu
racaktı. Bu olanak H erbert Spencer'ın ilgisini çekti ve sonraki fel
sefecileri de etkiledi.
Gali, aşka eğilim, yemek yemeye eğilim, saygı, dil ve başka çok
sayıda şeyin bölü ml e rini tanımlayarak beyin yapbozunu belli bir
ayrıntıyla tarif etti. O ndan sonra gelenler frenoloj iyi, kendi tapı
nakları, başrahipleri ve kutsal kitapları ile batıl bir düşkünlük ha
line getirdiler.
Bir süre önce bir sahafta rastladığım Plırenological Magazi
ne'in ( Frenoloj i Dergisi) i l k cildinde, söz konusu yöntemin
1 880'deki durumuyla ilgili eğlendirici bilgiler yer alıyor. Kafası
karışan bir m uhabir şunları yazmış:
Uzman küçümseyici bir uslupla büyük l üğün her şey demek ol
madığın ı açıklıyor ve sıkıntıya düşmüş soru sahibini n defterini
245
" . . . incelediğim adamın bir aptal. bayağı bir şahsiyet olduğunu
anlayınca çok şaşırd ı m . "
246
Doktor Livingstone
... bu büyük bir sorun değil . Royal Col lege of Surgeons Belge
si olsun olmasın , Batsvanalar'ın arasında tıbbi uygul amalar ya
pabileceği m .
247
Kabile büyücülerine saygılı ve nazik davrandı.
fetmek için daha önce gelenler sıtma nedeniyle ağır can kayıpları
vermiş, kimi zaman gelenlerin hepsi ölmüştü. Livingstone hasta
lığın nedenini bilmese de, sıtmanın görüldüğü yerlerde sivrisinek
lerin bol olduğuna ilişkin önemli bir gözlemde bulundu.
Uyguladığı tedavi cesurca ve doğruydu : y üksek dozlarda ve
sık aralıklarla kinin. Tıbbın o rtaya çıkışına kaynaklık eden bü
yülerin etkisin i d e kabul edere k ilacı şiddetli bir müshil ile karış
tırmıştı. Livingstone'un ilacı (Zambezi Uyaranı olarak da bili
n i r) ölüm oranını aşağıya çekmede çok başarılı olmuştu. Li
vingstone daha 1 85 2 'de, ateşli hastalıkların tedavisin d e termo
metre ve ıslak bez k u llanıyo rd u . Bu yöntemler o zamanın Bri
tanyası'nda bile alışılmamış şeylerdi. Ancak kimi zaman tedavi
etmeye olan hevesi bilgisini aşıyo rd u . 1 858'de bir çiçek hastalığı
salgını baş gösterdiğind e ş u nları yazdı :
Aşı maddesi virüsü elde etmek için bir i neği aşılamayı amaçlı
yorum .
248
caklık çok yüksek ve k loroform da çok uçucu . . . Bir m iktar k lora!
ve bir imbik temin edemez miyiz?
249
Elektrikli Sandalye
"ı\natomi Böl ümü üyelerinin hir katilin cesedini bu sandalyeye otu rtarak
canlandırmaya c,· alıştığı söyleniyor. "
2 !i 0
... anatomi dersi öğrencileri n i n (çoğunlukla öğretmenlerinin yardımt'ı old uğ·ıı)
gece c;alışmalanna ses c;ıkarılmıyordu .
2fı l
hocası) ve diğer meslektaşların ı n yardımıyla, cesedin üzerinde ye
ni bir gal vanik pil ile deney yapacağı d uyu lduğunda salondaki he
yecan arttı.
Büyük toplumsal reformcu ve on dokuzuncu yüzyıl Glasgow
tarihçisi Peter Mackenzie'nin d ü rüst kaleminden çıkmış olmasay
dı, ortaya ç ı kan olağanüstü manzaraya ilişkin an latılanlara inan
mak zor olacaktı.
Cesedin "izleyicilere bakacak biçimde büyük bir sandalyeye
otu rur vaziyette yerleştirildiği n i " anlatıyordu Mackenzie. Körük
lere bağlanmış ve pil gerilimi uygulanmış iki boru, Clydesdale'in
burun deliklerine yerleştiril m işti. Cesedin göğsü inip kalkmış,
kolları ve ayakları hareket etmiş ve (Mackenzie bizi temin eder
ki) sandalyeden kalkıp ayakta durmuştu.
Öğren ci lerin bir kısmı bağırmış, bir kısmı da bayı lmıştı ve "da
ha dayanıklı bir grup öğrenci, galvanik pil i n başarısına seviniyor
m u ş gibi alkışlıyord u . " Tıp fakültesi bir süre şaşkınlık içinde kal
mıştı. Daha sonra Profesör Jeffrey neşterini çıkarmış ve Matt
hew Clydesdale ikinci kez idam edilmişti.
Talep devam etse de, bu olaydan sonra yargıçlar kesip incelemek
için fakü lteye başka ceset yollamadı. Edinburgh 'da, 1 828'de yasa
lar engel olana dek, Burke ve Hare'in sunduğu hizmetten yararla
nıldı, ancak Glasgow 'da bu konudaki ilerleme daha kesintili oldu.
G lasgow Tıp Fakültesi iyi bir üne sahipti ve çok sayıda öğren
cinin i lgisini çekiyordu . Anatomi sınıfı çoğun lukla 200 kişiyi geçi
yordu, ancak kadavra konusunda bir sıkıntı yoktu: James Co
u rts'u n 1 909 yıl ında yayım l anan ü niversite tari hi kitabında sakı
narak belirttiği gibi, " İrlanda ile yapılan çok sayıda görüşme bu
nu kısmen açık l ıyord u . "
J effrey anatomi incelemelerini yasallaştırma amacı taşıyan
kampanyada önemli bir rol oynadı . Bu kampanya 1 832'de yürür
l üğe giren Anatomi Yasası ile sona erdi. Jeffrey neredeyse 58 yıl
profesörlü k yaptı (bu yalnızca, 1 76 1 'den 1 820'ye dek Doğu Dil
leri profesörlüğü yapan Patrick Cu min tarafından geçilen bir re
kord ur) ve yerini Ailen Thomson 'a bıraktı.
252
Yeni profesör, içinde çok sayıda k afatası ve iskelet olan J eff
rey'nin anatomi koleksiyonunu fakültenin satın alması için giri
şimde bulundu. Galvanik pilden hiç söz edilmiyordu, ancak o ra
hat sandalye, Thomson'ın torun u , Argyl l , Connel'li Bayan G. J .
Robertson'ın ü niversiteye verdiği son armağan olarak Anatomi
Salonu 'nda kaldı.
Clydesdale u n utulmayacak; kaçınılmaz yok oluşuna doğru git
mek için elektrik yardımıyla üzeri nden kalk tığı sandalyenin de
anatomin i n ü rkütücü tarihinde hep ayrı bir yeri olacak.
253
John Dee ve Donanma
254
...yıldız fallarından iyimser son U<,·lar \·ı kararak ...
Dee 'nin bir sayfanın kenarına d üştüğü not bir balta resmi ile
birlikte "İ K'nin kellesi uçurulacak " sözleriydi. Mary Stuart'ın
yazgısın ı yetenekli herhangi bir siyasal bilim öğrencisi de tahmin
edebilirdi, ancak diğer kehanet daha öneml i. O sı rada yeni başla
mış olan İspanyol Donanması 'nın kuruluş h azırlıkları na değini
yord u. 1 585 yılının Aralık ayında Thomas Rogers, İspanyol l i man
larında inşa edilen gemilerle i lgili haberlerle Dartmouth'da karaya
255
ayak basana kadar, Elizabeth'i n istihbarat servisinin resmi başı
Walsingham, kendi ajanlarından hiçbir şey duymamıştı . Dee'nin
iki yıl önceden bun u açıklaması geleceği görme yeteneği biçimin
de açıklanabilirdi, oysa büyük olasılıkla becerik li ve atılgan casus
l uğun bir işaretiydi.
Dee'nin, İ ngiliz deniz gücünü neredeyse yok edecek olan İspan
yolların gizli planını engellemek için harcadığı çaba daha da önem
lidir. 1 585 yılında, Prag'dayken Francesco Pucci'den (bir başka bü
yü araştırmacısı), İspanya Kralı Felipe için çalışan bir grup Fransı
zın, İ ngilizlerin gemi inşa etmesini engellemeyi amaçlayan bir görev
üstlendiklerini duydu. Fransızlar buluşma yerine "üç yıl sona erme
den ve dokuz adam gezmeye başlamadan önce" varacaklardı.
Dee hemen, meleklerle yapıl mış bi r konuşmanı n kaydıyla bir
likte Londra'ya bir haberci gönderdi. Ruhlar d ü nyasından gelen
bir ziyaretçi olan Madini uyarıyordu : "Yangın , büyük bir yangın
tehlikesi görüyorum." Dee, " Ü ç yılın ve Dokuz Adamı n önemi
nedi r ? " diye sorduğunda şu yanıtı ald ı : " Dokuz, Dean Kraliyet
Ormanı 'nı n Muhafızları. Akrep burcu mahlukları n ı n ç ıkaracağı
yangın a karşı mücadele etmek zorun dalar. "
Kraliçe'nin danışmanları kısa bir süre sonra mesaj ın şifresini
çözdü. Dean Kraliyet Ormanı donanmanın ana kereste kaynağıy
dı. Dokuz, üç yılda bir gerçekleştirdi kleri denetimleri yapmak
üzere olan ormancı heyetiydi. Düşman ajanları ormanı ateşe ver
meyi ve gemi inşa programını bozmayı amaçlıyorlardı.
Kraliyet ormanı görevlileri alarma geçirildi, İspanyol ajanlar
planlarıyla birlikte yakalandı ve tehlike önlendi. Dee, yapımı sü
ren donanmaya karşı yıldız falı tahm i nlerini psikoloj ik silah ola
rak kullanarak etkinl iğini sürdürdü ve İ spanyolların hırsı n ı n başa
rısızlıkla sonuçlanacağı nı başarıyla tahmin etti. U z un meslek ha
yatı boyunca başka pek çok başarı elde etti, ancak Prag'ta tek ba
şına gerçekleştirdiği karşı casusluk faaliyeti sonraki 007'nin başa
rıları n ı bile aşar niteli kteydi .
256
Wittgenstein'a Ders Verdim
257
di Newcastle Ün iversitesi) kütüphane görevlisi, Ludwig Witt
genstein'm kütüphanede okuma ayrıcalığından yararlanabileceği
ni belirten ve iki gen ç hekim tarafından imzalanan bir tavsiye for
mu önüne geldiğinde şaşırı p kalmıştı .
Çok geçmeden Wittgenstein araştırma biriminin bilimsel çalış
maları na da ilgi duymaya başladı. Bu anlaşılmaz bir şey değildi,
çünkü felsefeye yönelmeden önce Avusturya'd a yetenekli bi r m ü
h endis v e iyi b i r matematikçiydi.
Bir profesör, Wittgenstein 'ı çalıştığım laboratuvara getirdiğin
de v e elektronikle ilgili küçük bir problem kon usunda o n a yar
d ımcı olup olamayacağımı sorduğunda, ben de en az kütüphane
görevlisi kadar şaşırmı ştım .
" Bir paradoks buldum, " dedi fi!ozot "ve bunu anlayamıyo
ru m . " Bir yükselteç yapmak içi n uğraşıyordu ve nasıl işlediğini
incelemek için çalışmasına ara vermişti. Giriş sinyalinin elektron
lam bası n ı n ı zgarasına uygulandığını ve çıkışın elektron lambası
nın anotu ile pil arasında bir elektriksel direnç boyu nca oluştuğu
nu görmüştü. Yükseltme miktarı dire ncin büyü klüğü ne bağlıydı.
" Direnci yükselti rse m " diyordu , "daha fazla yükseltme e ld e etmez
m iyi m ? " Bunun tamamen doğru olduğunu söyledim . "O halde,
direnci sınırsız artırırsam, sınırsız yükseltme elde etmem gerekir,
h atta sonsuz - ki bu da saçma."
Söylediği şeyi n kuramsal açıdan doğru olduğu nu, ancak uygu
l an ması n ı n mümkün ol madığını anlattım . Pil geriliminin bir k ıs
mı, devredeki dire nci yenmek, böylece de anotu, elektron lamba
sının çalışması n ı sağlayacak kadar yüksek geri l i mde tutmak için
k ullanı lıyordu . Bu nedenle sonsuz yükseltme sadece sonsuz güç
lü bir pil ile sağlanabilirdi.
Çizdiğim şemaya sessizce baktı, sonra bana döndü. "Anlıyo
"
rum, dedi "Aptalın tekiyim ben, aptalın teki. "
258
Bazı Tuhaflıklar
r"
. 1
) \
V I I I . Bölüm
Bazı Tuhaflıklar
Tanrısal Geometri
Yarımada Savaşı 'ndan sonraki hemen bitecekmiş gibi görünen
barış döneminde, Kraliyet Donanması Komutanı William Smyth,
Avrupa ve Afrika'nın Akdeniz kıyılarının haritasını çıkarmakla
meşguldü. Ufukta bir İ spanyol gemisi belirdiğinde kaygılanmıştı,
ancak ziyaretçinin niyetin i n dostça olduğu anlaşıldı. İ s panyol
kaptan ayrılırken, büyük bir güm üş tabak hediye ederek iyi bir ev
sahibi olduğunu gösterdi. Smyth şaşırmıştı, ancak kendi Deniz
Almanağı'nın ciltlerinden oluşan bir takım vererek vaziyeti kur
tardı. Armağan gıcır gıcır durumdaydı, çünkü fizik, tıp ve Eski
Mısır uygarlığı konularındaki bilgisi ile ün yapmış Thomas Yo
u ng tarafı ndan hazırlanan bu Almanak o kadar yanlışla doluydu
ki, hiçbir B ritanyalı gemici ona bakmıyordu bile. İspanyollar
uzaklaştı ve bir daha d a hiç görünmediler. S myth, Fransız ve İ tal
yanların rota tablolarını kullanarak kendi sularına döndü ve bir
amiral olarak öldü.
261
Yanl ış düşü nceleri değerlendirmedeki becerisi, 26 yaşında İs
koçya Kraliyet Gökbilimcisi olan oğlu Charles Piazzi Smyth'e de
geçti . Oğul Smyth yetenekli bir gökbilimciyd i, ancak ömrünün
büyük kısmını Büyük Gize Piramidi'ni i ncelemeye harcad ı.
Yaklaşık 5000 yıl önce i nşa e d i l e n M ıs ır Piramitleri, Herodo
tos 'u n N i l I rm ağı boyunca yaptığı gezileri yazmasından beri bilim
adam larını büyülemişti . Smyth, Piramitler'in göm üt olduğun u
düşünüyordu; diğer gezgin ler i s e bunları, t a h ı l ambarları, gözle
m ev leri, sellerden korunmak için sığınaklar veya Nil'in kenarın
daki ek i lmiş alanlara çöl k u m u n u n yayıl masın ı önleyen bentler
olarak tanı mlıyord u .
Büyük Pi ramit 'i n , geçm i ş ve gelecekteki olayları i çeren özen
le kodlanmış bir m e saj olduğu d ü şü ncesi, Piramit'in boyutları
n ı n D ü nya'n ı n Güneş'ten olan u zaklığı ve Kutsal Kitap'taki za
m a n dizimi ile i lgil i old uğu n u iddia eden J o h n Wilson i l e 1 850'li
yıl larda o rtaya çıktı . 1 860 yıl ında, Londra'lı bir yayımcı olan
John Taylar, P i ramit'i n N u h Peygamber tarafından tasarlandı
ğını ve boyutların ı n , N u h 'u n gemisin i n , Tabernacul um 'u n ve
Kud üs Tapın ağı 'nın yapımında k u l lanılan k u tsal k o l boyuna
(dirsekten ortaparmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir
u z u n l u k ölçüsü) d ayandığı n ı i leri sürdü. Smyth, Taylor 'ı n dü
şüncelerini d estekledi, ancak m imarın ı n N u h Peygamber deği l ,
K u d ü s Kralı Melkised e k olduğun u düşünüyord u . 1 865 yıl ında
Gize'y e bir araştırma gezisi düzenledi ve u z u n süren ölçümler
yaptı. Ayn ı zaman d a, bir magnezyum flaşı k u l l anarak ilk kez iç
geçitlerin fotoğrafını çekti.
Smyth , Pirami t'in her bir kenarının dikey yüksekl iği ne oranı
n ı n neredeyse tam olarak 7t: sayısının yansı olduğun u fark etti. İb
ranilerin bir dairenin çevresi ile çapı arasın daki ilişkiyi bilmesi
m ü m k ü n olm adığından, Piramit'i inşa edenler Tanrı tarafından
esin lendirilmiş olmal ıydı lar. Smyth aynca, Piramit'in uzun l uğu
nun 365'e bölü nm esin i n yakl aşık 63 cm son ucunu verdiğini iddia
ediyo rdu. Bu u z u n luğ·u Kutsal Kol Boyu olarak tanımlıyord u . Bu
kol boyunun 2 0 m i lyon katının Dünya'nın eksen u z u n l uğuna eşit
262
. . . ve uzun sü ren ölc;ümlcr yaptı.
... pek çok aciz kad ın ın ve birkaç kadınsı erkeği n inandığı, baş
ka kimsenin de inan madığı bir dizi tuhaf kuru ntu
263
Yine de Smyth'in girişimi, orta Victoria döneminin büyük mü
hendisi Mcquorn Rankine'den cesaret alanlar (bunların arasında
gök bilimci Sir John Herschel de vardı) tarafından destekleniyordu:
264
Geleceğe i l i ş k i n diğer kehanetler daha b e l irs izdi, b u nların
arasında yeni bir Mesih Çağı (bunun için h azırlı k l ar l 933'te
b aş l adı) ; 1 985'te fani d ünyaya bir ö l ümsüz akını ; 2 039'da son
suzluktan b i r h aberc i n i n gel i ş i v e 2989 yıl ı n d a b i r mutluluk
d ö n e mi ni n başlangıcı da vardı. Pirami t ile ilgili daha önceki
araştırmacıların k eh anetleri k i m i zaman daha h eyecan vericiy
d i . Dünyan ı n sonu i ç i n 1 844, 1 88 1 ve 1 953 gibi kesin tarih le r
v e ri l m işti - b u i sabetsiz atışlara rağme n b u m e rak hala devam
e d iyor.
Lem esurier, geleceği gördüğü n ü kanıtlamak için Kutsal Ki
tap'a göndermeler yapar ve en sonunda Mesih Planı 'ndan söz
eder, "planın amacı ölüm ve umutsuzluk dağların ı delen bir
otoyol o luşturmak ve i nsana ö l ü m süzlüğün bereketli yaylal arı
n ı açmaktır. " Alexander Woolcott' ı n bir restorandak i 1 2 sayfa
l ı k bir m ö n üyü okuduktan sonra dediği gibi: " İtiraz edilecek
bir ş ey yok. "
Büy ük Piramit'in Çözülen Sırrı b u konuda yazıl m ı ş tek kitap
d eğil, ancak türü n ü n en yeni ve en önemli örneği. Görünürde
belli bir amaç yokken, çok fazla emek harcayıp bu edebi pira
mit kitaplarını yazdıran şey n e ? Yazma arzusu i nsana öyl e ko
l ayca gelmez. Doğru, Rossin i bir kirli çamaşır l istesini bile mü
ziğe dönü ştürebi l eceğin i söylemişti; ancak P i ramit 'in ölçümü
konusunda i l k merak l ılardan biri olan lsaac Newton daha cid
di bir konu bulamadığı için Piramit'le ilgi l e n m i ş olamazdı, asl ı n
da Smyth de öyl e .
İ n sanların eşitliğine olan inan ç ve bunun sonucu olarak da bi
lim adamlarına duyulan güvensizlik belki de daha önemli bir et
kendir. Bütün işçi temsilcileri, ü lken i n nasıl yönetileceğini Mali
ye Bakanlığı 'ndaki ekonomistlerden daha iyi bilir. Bilim adamla
rının teknolojinin gerçek veya hayali başarısızlıkları nedeniyle
suçlandıkları bir çağda, anlaşılması zor kuramların eksik tarafla
rının, doğaüstü alemle i l işkili olduğu için açıklama gerektirmeyen
halk b ilgeliği veya doğal duyular tarafından açığa çıkarılabilece
ğine inan mak hiç de zor deği l .
265
Doğaüstü şeylere duyulan saygı , kaynağın ı rastlantıları olağan
dışı bir şey olarak değerlendiren yaygın inançtan alır. Aslında,
rastlantı, özellikle sayılar dünyasında, çok yaygı ndır. 1[ sayısının
Piramit'in boyutlarında esrarengiz bi r biçimde ortaya çıkışının,
birkaç yıl önce T. E. Con nolly adında bir elektronik mühe ndisi
nin i leri sürdüğü gibi, basit bir açıklaması olabil i r. Mısırlılar uzun
mesafeler (örneğin bir p i rami d i n taban uzunluğu) boyunca taşla
rı taşımak için yuvarlama silindirl eri k u l lanmış olabilir. Bir kol
boyu uzunluğunda çapı olan bir silindir sonuçta, her dönüşte 1[
kol boyu kadar bir uzu n l u k kat eder. Bu yöntem, Piramit'in yük
sekliği ile taban uzunluğu arasındaki oranı açıklar.
Bir kalemi ve hesap makinesi olan herhangi biri kolayca esra
rengiz rastlantılar dizisi üretebil ir. Bir astronomik yıldaki gün sa
yısı (365, 242) n: sayısın ı n karesi ne bölündüğünde son u ç 37, 0'dır -
yan i santigTat cinsinden vücut sıcakl ığı. Ness Gölü 'nün ( İskoç
ya'da, içinde bir su canavarın ı n yaşadığına inanılan bir göl ) uzun
l uğu 22, 75 mil veya 40.040 yardadır, bu da orada on tane dev ol
duğunu ve Yaratılış'tan bu yana orada bulundu klarını gösterir.
H e r harfe, alfabedeki sırasın a göre bir sayı verir ve son ra da bu
sayıları Başpiskopos U ssher, Peter Lem esurier ve I nverness i lçe
si Canavarı aşkına toplarsak sonuç 666 olur ki b u da gölü n derin
liklerinin gerçekten bir yaratık -hatta belki de bir Yaratık- tara
fından işgal edildiğini kanıtlar. ..
266
Bilimsel Yeraltı Araştırması
267
... Mermet'in müthiş sarkacının hedefi sonunda Ness Gölü
Canavarı oldu.
268
Diğer bir yönteme göre, tohu m bulma şansını yakalayan kişi,
gece yarısı tohumları havaya fırlatmalıydı, tohu m altın h azinesi
nin gömüldüğü yere düşecekti.
Eğreltiotu Noel arifesinde yeşillendiği zaman başka türlü bir
mükafat kazanılır. Bu mevsimde, saatle r yine gece yarısını vurdu
ğunda, çiçeği tutabil irs� " Şeytan 'ı sana bir çanta dolusu para ver
meye zorlayabilirsin.
En iyi yeraltı araştırma çubukları kuşkusuz, sihirli Altın Dal
olan ökseotun dan yapılır. Bu ç u b u k aşağıdaki şekilde k u llanıl
m al ıdır:
269
Yeraltı araşt ırmacıların ı n hepsi doğaüstü güçleri olduğu nu id
dia etmiyor. Ge\�en 1 00 yı l süresince, genell ikle o dönemin gözde
teknolojisi ile ilişkili bilimsel bir temel oluşt u rmak için pek çok gi
rişimde bulunuldu. İlk merakl ı lar manyetizmayı ve e lektriği yar
dıma çağı rmıştı, ancak 1 920 'lere gelindiğinde ard ılları radyo dal
galarına dayanan açı klamalar getiriyordu . Daha yakın zamanlar
da, yeraltı araştırmacısın ın , bulmaya çalıştığı m addelerdeki rad
yoaktiviteden etkilendiğ·i i leri sürüldü.
Yeraltı araştırma yöntemlerinden biri, gel eneksel bil i m tarali n
darı bilinmeyen, ancak sınırsız m esafeler boyunca yol alabildiğine
ve banka soyguncularının veya gemi kazasına uğTamış denizcile
rin yerini şaşılacak bir kesin likle gösterebildiğine i nanılan 'V-ışın
l arı ' adı veri len gizemli ışınlara dayanır. Birkaç yıl önce, bu ola
ğandışı güçlere sahip bir alet, Ticaret Odası taraflndan yayım la
nan H . M . Coastguard (Sahil Muhafaza) adl ı dergide hararetle
övü lüyordu.
Ne yazık ki, yirminci yüzyıl boyunca teknoloj ideki olağandışı
ve tah m i n edil meyen il erlemeler, doğaüstül üğü n konumunu
ön emli ölçüde sarstı. Radyo ve tel evizyon yayı nları, fotoğraf ve
diğer yenilikler, hemen herkese eskinin büyücülerinin istediğin
den veya hayal ettiğinden daha fazla g ü ç verd i. Yeraltı araştırma
sı, gerçek veya sözde olayları büyücülerin sah ip olduğu, ancak
m üşterilerinde bulunmayan ve onların anl ayamadığı güçlerle
açıklamaya çalışan bir çeşit büyüd ü r.
Bu konu ile i lgili kal ı n kitapl ar yazanlar çoğ·u n l ukla, öne sür
dükleri d üşünceleri n şu ya da bu bilim adamı tarafı ndan destek
l endiğini ve bu nedenle de doğru kabul edilmesi gerektiğini iddia
eder. Bu düşünce tarzı bilimin, eleştirel değ·erlendirmeden bağ·ışık
olmayı sağlayan sihirli bir n itel iği old uğunu ima eder. Oysa bi li
m i n uygulaması h i ç de gizemli bir şey değ·ildir; belirli bir sorun ve
faaliyet kapsamında zeka ve deneyi min kullanılmasından başka
bi r şeyi içermez. Çoğu önemli konuda bilim adamları diğer insan
lardan pek az farklıdır. Kimi zaman kolay aldanırlar, kimi zaman
da mantık ile duyguyu birbirinden ayırmakta zorlanırlar.
:mı
Bilimsel Yeraltı /\raştırnıası
271
Gün Işığında Yıldızlar
272
İ l k kez 1 968 yılında yayımlanan göz ile ilgil i bir kitapta, nor
malde gün boyunca görünmeyen yıldızların açık bir maden baca
sının dibinden görülebildiği ileri sürülüyor. 1 966 yılında, ü n l ü bir
bilim adamı, akşam karanlığın ı bekleme sıkıntısını yaşamamak
için derin kuyularda çalışan Eski Yunanlı gök bilimcilerin yaratı
cılıklarından söz ediyordu . Ü n iversitelerde geniş çapta beğeni
toplayan bir ders kitabında da şöyle deniyor: "Derin bir çukurun
dibindeki bir gözlemcinin gündüz vakti yıldızları görebilmesi iyi
bilinen bir olgudur."
Saygın bir fizyolog olan Dr. Fergus Campbell, 1 960'ların son
larında, New Scien tis t'in sayfalarında bu boş inancı sorguladı ve
Aristoteles'in iddiasını doğrulamayı deneyen birinin olup olmadı
ğını sordu. Bu soruya pek karşılık verilmedi, ancak daha sonra
bir pazar gazetesinde tekrar gü ndeme gelmesi beklenen sonucu
yarattı. Bazı okuyucular bir çuku run dibinden bakıldığında yıl
dızların gün ışığında gerçekten de görül ebildiğini yazdı . Bazıları
bunu bizzat denediklerini iddia ediyor, bazıları ise ikinci el kanıt
lardan güvenle alıntı yapıyordu.
1 978'de, Country Life'ın bir yazarı, yaklaşık 1 00 yıl önce Sus
sex'deki Lancing College Kil isesi 'nin temelini kazan işçilerin öğle
vakti yıldızları gördük lerini yazdı. Bir fizikçinin kuşkulu yorum
larından sonra, hikaye açıklığa kavuştu.
Neden gün ışığında yıl dızları görmeyiz ? Bunun ana nedeni
gökyüzünün çok parlak oluşudur. Gözün parlaklıktaki bir deği
şikliği algılama yeteneği fonun aydı nlığın a bağlıdır; daha kesin bir
dille ifade etmek gerekirse, gözün saptayabi leceği ışık yoğunlu
ğundaki en küçük değişiklik fonu n parlaklığı ile doğru orantılıdır.
Karanlık bir gecede gökyüzü çok az ışık yayar ve göz bir yıldızın
meydana getirdiği küçük bir ışık artışını saptayabilir. Gündüz ise
fon çok daha kuvvetl idir ve sadece çok parlak bir yıldız, gözü n
fark edebil eceği miktarda bir artış sağlayabilir.
Yıldızlar gün ışığında bir teleskop ile görülebilir, ancak bu etki
mercekler ile ilgilidir, teleskopun borusu ile deği l . Bir yıldız görü
lecekse, gözün belirli miktarda bir ışık alması gerekir. İ ster gözde
273
ister bir teleskopta olsu n , bir mercek tarafindan toplanabilen ışık
miktarı merceğin çapına bağlıdır. Gözbebeği (merceğin ışığa ma
ruz kalan kısmı) bir santi metrenin yarısından nadiren daha fazla
bir çapa sahiptir. Çok küçük bir teleskopun objektifinin (en ön
deki merceği n i n) çapı beş santimetredir; yani gözbebeğinin ça
pından on kat daha büyük. Merceğin alan ı na bağlı olan ışık top
lama gücü de l 00 kat daha fazladır.
Teleskopun gözle bakılan ucunda da, obj ektif tarafından m ey
dana getirilen görüntüyü büyütmeye yarayan bir başka mercek
(göz merceği) bu l u n u r. Bir yıldızın görüntüsü yalnızca bir nokta
dır ve bu büyütme işleminden etkilenmez. Ancak gökyüzü parça
sından elde edilen ışık, teleskopun göz merceğinin büyütmesi so
nucunda geniş bir alana yayıl ı r. Böylece fon, teleskopla bakıldı
ğ·ı nda, çıplak gözle bakı ldığından daha az parlak görün ü r. Teles
koptaki iki merceğin ortak etkisi çıplak gözl e saptanamayan yıl
dızları görünür yapmaktır.
Bir çukur uzun bir boru olarak değerlendiri lebilir, ancak m e r
cek olmadan bir işe yaramaz. Asl ın da, bir kuyun u n dibindeki gö
receli karan lığa gözleri alışan bir gözlemci yukarı bakarken gök
yüzünü olağandışı bir biçimde aydınlık görür ve gerçekte yıldız
l arı görebi lme olasılığı yerüstündekinden daha azdır.
Bütün b u nların dışı nda, bir yıldız ancak. kuyun u n dibinden
görülebilen küçük gökyüzü parçası içinde olduğunda görülebilir
di. Britanya'da parlak yıldızların her zaman tam tepede göründü
ğü sadece birkaç yer var: biri Sutherland 'de, biri orta İ skoçya'da
ve i k i veya ü ç ü de İ ngiltere'de.
Bu noktalar 1 9 1 6 yılında, İ rlanda'nın Waterford şehrinde be
cerikli bir amatör gökbilimci olan W. F. A. Ellison tarafından sa
bırlı bir çal ışmanın sonunda bu 1 u nm uştu. Yukarıda belirtilen yer
lerde çukurlar açarak hiçbi r şey elde edilmeyeceğini (veya görül
m eyeceğini) gösterdi, çünkü gün ışığında yıldızların görüne bilir
l iği (bi r teleskopla bakmak dışında) uyd u rma bir şeydi.
Sanki bu yetmezmiş gibi EJ lison , 270 metre derinliğinde bi r çu
kura i nerek can alıcı bi r deney gerçekleştirdi. Gökyüzü n ü n ka-
274
ranlığından değil parlaklığından etkilendi. " Akyı ldız (Sirius) bu
kuyunun görüş alanı içinde olsaydı, ışığı göz kamaştırıcı aydı n l ı
ğ·ın içinde kaybolup giderd i . "
Ancak hayal gerçekten daha güçl üd ü r v e bir söylence olması
nın yam sıra ünlü pr ofesör l er t arafın dan da desteklenen b u akı\
almaz hikayenin yan l ışlığını kanı tlamak için tek başına bilimsel
açı klamalar yetmeyecek gibi görünüyor.
'275
Büyülü Hava
İ n sanların çoğu, tıp yerine b üyü ile tedavi olmayı tercih ediyor;
çünkü büyün ün genellikle daha hızlı ve her zaman daha ikna edi
ci olduğu n u düşünüyorlar. Kabile büyücüleri karmaşık büyüler
uygul uyor, çoğu n l ukla da başarılı oluyorlar. Ancak Afrika'ya git
meden de büyüden yararlanmak olanaklı.
Ozon basit b üyüye iyi bir örnek. Deniz kıyısındaki h avanın,
b u sağlık veren gaz açısın dan zengin olduğunu h e rkes bilir. S o n
yıllarda, evlerde, ha l k a açık alanlarda ve hatta kanalizasyon lar
da kullanılmak üzere ozon üreten makineler satışa sunuldu.
Ozonun, pis kokuları ve mikropl arı yok ettiği, ortamda b u nlar
yoksa, havayı tazelediği ve genellikle i n sanları dinçleştirdiği dü
şünülüyor.
Bilim adamları ve hekimler, her zamanki gibi, bu yeni düşün
celeri pek desteklem iyor. Deniz kıyısında ozon olmad ığına dikkat
çekiyorlar; gerçekten de atmosferin yere yakın bölümündeki ozon
miktarı pek fazla değil dir.
Peki o zaman o koku nedir? Oyu n bozanlar bunun ozon olma
dığını, sadece çürümüş balık ve deniz yosunu kokusu olduğunu
söylüyorlar. Ozon meraklıları da bunun doğru olabileceğini söy
l üyor ve soruyorlar: H avada yeteri kadar ozon olsaydı yararlı ol
maz mıydı ? Ne yazık ki ozon gerçekten zehirli bir gazdır ve can
lılar açısından, klordan, karbonmonoksitten veya prüsik asitten
276
daha tehlikelidir. Los Angeles'ın kirli havası ndaki temel tahriş
edici maddelerden biri ozondur.
H ayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, zatürreeye ve diğer
bulaşıcı hastalıklara karşı olan hassasiyet, çok düşük düzeylerde
ozona maruz kalınması ile önemli ölçüde artmıştı. Bu düzey kimi
zaman, piyasadaki makineler tarafından ü retilen ozon miktarın
dan daha azdı. Çok yüksek yoğun luklarda ozon gerçekten mik
ropları öldürür -ancak b u yoğunluklarda, ozon büyük olasılıkla
insanları da öldürür.
Yine pek çok i n sa n tarafı ndan hararetle önerilen daha az kuv
vetli bir büyü, eksi yüklü iyonlar tarafin dan taşınan bir büyü
dür. Elektron lar su molekülleri kümelerine katıldıklarında, eksi
yüklü iyonlar oluşur. Uzaydan gelen ışınları n, havadaki ve Dün
ya'daki radyoaktif maddelerin etkisi nedeniyle havada daim a
elektron b ul u n u r.
H avada artı yüklü iyonlar da vardır, çünkü bir elektron kaybe
den (ve böylece de artı yük kazanan) bir oksijen veya n itrojen
molekülü bir su molekülü grubuna bağlanabilir. Şehir h avası ge
nellikle santimetre küpte birkaç yüz iyon içerir. Eksi yüklü iyon
l a r Dünya yüzeyinde genellikle var olan eksi yük tarafindan itil
diğinden artı yüklü iyon lar biraz daha fazladır.
Havadaki eksi yüklü iyon yoğunluğunu artırdığı iddiası ile sa
tıl an çeşitli cihazlar var. İyonlaştırma radyoaktif bir kaynak veya
bir morötesi lamba tarafi ndan sağlanır; bazen bir vantilatör ve bir
hava filtresi de eklenir, ozon üretmesinin de cihazın artısı old uğu
iddia edilir.
Bu basit cihazlar güya kötü kokuları, mikropları ve hatta haşa
ratı öldürüyor. Çeşitli rahatsızlıklara (bunların arasında astım,
bahar nezlesi ve yüksek tan siyon da var) iyi geldiği de i leri sürü
lüyor. Bira ve peynir fabrikalarında küfün yok edilmesi, hayvan
larda görülen hastalıkların denetim altına alınması ve yanıklardan
sonraki ağrıyı azaltması da sayılan diğer yararları arasında.
Eksi yüklü iyonların genel l ikle yararlı olduğu düşünülür. Bu
iyonlar, "huzur, iyimserlik, neşe, iyi bir ruh hali ve dostça bir ha-
277
va" sağlarken, artı yüklü iyon lar "yorgunluğa, baş ağrısına, baş
dönmesine, mide bulantısına ve halsizliğe " yol açar. Oysa söyle
nenler birbirini tutmuyor. Bi r araştırmacı, salatalıkların artı yük
lü iyon uygulanması sonucunda şaşı rtıcı uzunluklara ulaştığını
ortaya koydu ve iki Ameri kalı hekim, bazı astı m hastalarının eksi
yük l ü iyonlar soludukl arında ciğerlerinden hırıltı lar çıktığın ı , oy
sa normal hava soludukları n<la böyle bir şey ol madığını belirtti.
A merika Birleşik Devletleri Gıda ve İ l aç İ daresi, 1 966 yılın
d a bir İ ngiliz m ü hendise, " Eksi yüklü iyon ü reten makinelerin
h erhangi bir tedavi edici veya sağlığa yarar l ı etkisi ol m ad ığı n ı "
bi l d i rd i .
Öte yandan, iyoni z e edilmiş havanı n rahatsızlıklarına iyi geldi
ğine ve kötü kokuları giderdiğine bayağı i nanan pek çok hoşnut
m üşteri de var. Görüşlerin ve deneyimlerin birbirinden farklı ol
masında bir tuhaflık yok. İşin asl ı, iyonlaştırıl mış havanın bazı in
sanlara iyi gelirken bazılarına iyi gelmemesi. Herkese iyi gelen bir
tedavi büyüsel değil bilimse l bir şeydir.
B u arada, iyonlar işlerine devam ediyor. Arabaların içindeki
hava ağırlaşıyor -öyleyse bitkin şoförü canlandırmak için eksi
yüklü iyon ü reteçleri yerleştirel im . Sigara içenler öksürüp tıksırı
yor -solunumlarına yardımcı olmak için iyon ları deneyelim . İyon
lar kuşkusuz bakır bil eziklerden veya arabanın altından sarkan
zincirden daha pahalı , ama öyl e pek de zararl ı değil. Ancak k uv
vetli büyüden uzak d u run; sizi rahatsız eden her ne olursa olsun,
ozonun bir yararı olmayacaktır.
278
Azalan Verim
279
yun nas ı l yukarı çıkarılabileceğini göstermişti. O halde, değirmen
b urguyu döndürürse, su yukarı taşınabilir ve tekrar kullanılabi
lirdi. Daha da ileri giderek (on altıncı yüzyılda yaşamış bir İ tal
yan hekim olan Zimara'mn önerdiği gibi), bir yel değirmenini
döndürmek içi n gereken hava akımını üretecek körükleri çalıştır
mak için ayn ı yel değirmeni k u l lanılabilirdi.
İ l k devridaim makineleri hiçbir zaman çizim masasını terk et
medi. B unların hepsi yararlı bir iş yapma amacını taşımıyordu. Su
ve rüzgar gücü ile hareket ettirilen makinelerin dışında, sadece
eğlence amaçlı pek çok tasarım vardı. Çok sayıda değişik biçimi
yapılan bir tasarım, yivlerin içinde metal topların hareket ettiği
dikey bir çark öngörüyordu . Bu çark öyle düzenlenmişti ki, çar
kın bir tarafı daima diğer tarafı ndan daha ağır oluyordu, böylece
sürekli bir dönme sağlanıyordu .
B u çeşit bir devridaim makinesi akla uygun gibi görünüyordu,
çünkü Güneş ve Ay onları hareket ettiren görünür hiçbir şey ol
madığı halde hareketlerini sürdürüyorlardı. Ancak mucitler gü
nümüzde kar bekliyorlar. Amaçsız bir hareket için kimse fazl a pa
ra vermediğinden, çabaların büyük bir kısmı belli bir amaca yö
nelik makineler üretmek için gösteriliyor. Sadece kısa bi r süre ön
ce, bir İ skoç gazetesi, arabasının üzerine bir pervane monte ede
rek, evin i n elektrik gereksinimini karşılayan ve benzin tüketimini
yarıya indiren bir şirket müdürünün başarıl arından söz etti. Bir
kaç yıl önce ayn ı gazete, teknesinin kaptan köprüsün e pervane
yerleştirerek hızda ve yakıt tasarrufunda önemli iyileştirmeler
sağlayan bir mucidi haber yaptı . 1 976 yıl ı n ı n yaz aylarında, Cali
fornia'daki bir şirket, dış güç kaynağı olmadan, suyu hidrojene
dönüştüren, böylece bedava yakıt sağlayan bir kara kutuyu sergi
ledi. D ağıtımlar durduru lana kadar hisse senetleri iyi iş yaptı. An
cak devridaim makinesi gelişmiş bir endüstriye dönüşmedi. Altın
çağın ı , İ ngiltere'de yaklaşık 600 patent hakkının onaylandığı, on
dokuzuncu yüzyıl ı n ikinci yarısında yaşadı. Bunlar, tıpkı daha
önce yapılan veya gelecekte yapılacak olan diğer bütün tasarılar
gibi, ya yanılgı ya da sahtekarl ı k olarak sınıflandırılabilir.
280
Yanı lgılar, mekaniğin temel yasasını (hiçbir şeyin karşılıksız
olmadığı nı) atl ıyor gibi görün e n proje lerdir, ancak b u n u n tek
nedeni yasanın işleyişinin mucit tarafı ndan yeteri kadar anl aşıl
mamasıdır. Sonsuza dek çalışan saatler yaratıcı yan ılgalara ör
nek o larak verilebilir. Nemli toprağa yak laşık 30 santimetre me
safe i l e göm ü le n bir karbon ve bir çinko çubuk, bir saati çalıştır
maya yetecek kadar e lektrik e nerj is i üretir. Leicester Müze
si' nde sergilenen bir saat 4 0 yıl çalıştı ve 1 9 1 4 yılında ü retime
son verilene kadar birkaç yüz tane i mal edildi. 200 yıldan daha
uzun bir süre önce Londra'lı J ames Cox, atmosfer basıncındaki
değişiklikler tarafında n çalıştırılan kullanıma elverişli bir saat
i mal etti. Bu saat, artık çalışmasa da, Victoria and Albert Müze
si 'nde sergileniyor. On sekizin ci yüzyıl m ucitleri, sıcaklık deği
şiklikleri sonucun da metal çubukların uzaması ve k ısalması ile
çalışan saati · yaptılar. Günümüzde, güneş ışığını elektrik e ner
j isine dönüştüren güneş pil leri ile çalışan saatler var.
Sonsuza dek h areket edeceği i leri sürülen b u değirme nler,
çarklar ve saatlerin hepsi de iki hata yüzün d e n başarısız oldu -
biri basit diğeri karmaşık iki hata yüzünden. Basit hata, dişlile
rin, m i llerin ve çarkların hepsinin h e r h areket ettiklerin d e bir
kaç m i lyon atom k aybettikleri ve sonu nda da aşındıkları kaçı
n ı lm az gerçeğin de yatmaktadır. Bu u z u n s ürer, a ncak devrida
im makinesi düşkünl e ri n i n iddia ettiği gibi sonsuza kadar da
sürmez.
Devridaim makinesinin ölüm çanı 1 852'de Glasgow Ü niversi
tesi Doğa Felsefesi Bölümü'nün 27 yaşındaki profesörü Will iam
Thomson (Lord Kelvin) tarafından resmi olarak çalındı. Edin
burg Kraliyet Akademisi'ne s unduğu müthiş bildiride iki temel
sonuca varıyordu :
281
Bu sonuçlara u laşırken Thomson aslında, mekanik ya da elekt
rik enerjisinin, herhangi bir kayıp olmadan başka bir biçime (ısı
ya) dönüştürülebileceğini, ancak bu işlemin tersinin ek bir enerji
kaynağı olmadan başarılamayacağını söylüyordu. Yüksek düzey
li enerj i (mekanik, elektrik, kimyasal veya nükleer) , ya sürtünme
sonucu ya da başka herhangi bir yol l a ısıya dönüştüğünde, ancak
elverişsiz bir değişim oranı ile yeniden kullanıma uygun duruma
getirilebilir. Bütün makineler yüksek düzeyl i enerjiyi ısıya (en
düşük düzeye) dönüştürdüğünden, evrendeki toplam enerji mik
tarı, nicelik olarak değişmese de, kaçın ıl maz bir biçimde, nitelik
olarak azalır. Olanaksız o lan yalnızca devridaim makinesi değil;
evren i n kendisi de karşı konulmaz bir biçimde, bütün evrenin ay
nı sıcaklıkta olduğu ve hiçbir yerde k u llanılabilir enerjinin olma
dığı n ihai sonsuz hareketsizliğe doğru gidiyor.
Elbette ki, elektrik ve daha karmaşık enerji biçimleri ü retmek
için petrolden yararlanarak bu süreçte özel ve geçici kesintiler
meydana getirebiliriz, ancak n ih ai sonuç kaçın ılmazdır. Aslında,
yaptığımız her şey sonumuzu çabuklaştırıyor. Rüzgar cömertçe
eser, ancak her yel değirmeni rüzgarın enerjisinin küçük bir bö
lümünü alır (bu enerji sonunda ısı olarak k aybolur) ve Dün
ya'nın hızını azaltır. İ lk e l elektrikli saatin ç i n k o ve karbon ç u
bukları tükenir ve sadece tam dolularken verdikleri e nerjiden
daha fazla e ne rj i tüketilerek bir k i mya fabrikasında eski h al leri
n e getirilebilirler.
Ord- Hume, bir televizyon programının yan ürünü olan ilginç
bir kitapta':', çok sayıda devridaim projesini anlatıyor ve hataları
nı açıklıyor. Ord- Hume devridaimin bilimsel olduğu görüşünü
k abul etmiyor. Konu n u n beyhudeliğinin hiçbir zaman kanıtlana
mayacağını, ancak bazı çizimlerin veya modellerin ayrıntılı ince
lemesi ile bunun saptanabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda, daha
k uramsal olarak ortaya konmadan önce devridaimi araştırmanın
aptall ı k olduğunu anlamış Leonardo da Vinci ve William Gilbert
''' Arthur W. J. O rd - H u ınc 1 977 Perpetual .Motion: 1'lıe History oFan Obscssion ( Devri
daim: Bir Saplantının Tarihi) ( Londra: Ailen and Unwin) .
282
( İ ngiliz Kraliçesi I . Elizabeth 'in hekimi) de dahil olmak üzere ba
zı bilim adamlarına haksızlık ediyor. Yine de Ord- Hume'un kita
bı hem iyi niyetli çabaların h em de amaçlı sahtekarlıkları n yarar
lı bir tutanağı niteliğinde. On dokuzuncu ve h atta yirminci yüz
yılda yapılmış sahte güç proj elerine (hepsi de gizlenmiş güç kay
naklarına dayanıyordu) ilişkin anl atımları belgelerle desteklenen
ve ahmaklığın nasıl bir şey olduğunu gösteren çalışmalar.
283
Bulanık Kristal
284
Gelecek konusunda tahm inde bulunanlar çoğunlukla fazla çe
kingendir. Yüzyılın başlarında, geleceğe ilişkin senaryolar, hap
biçi m i nde yiyeceklerden ve taşımacılık sistemi olarak yürüyen
merdivenlerden söz ediyordu. Gelecek senaristleri kimi zaman
çok iyimserdir, çoğunlukla da yanılırlar.
Zaman zaman tahminler ayrıntısıyla incelenebilecek kadar
uzun bir süre varlıklarını sürdürür. 1 936 yılında John Langdon
Davies, Geleceğin Kısa Bir Tarihi ':' adlı kitabı yazmıştı.
Demokrasinin 1 950'den önce ortadan kalkacağı nı düşünmüştü.
1 960 yılına gelmeden çalışma süresi günde ü ç saat ile sınırlanacak
tı; mezuniyet yaşı 2 1 olacaktı; enerji o kadar ucuz olacaktı ki elekt
rik neredeyse bedava dağıtalacaktı ve beslenme ve giyinmenin ma
liyeti 'hava kadar ucuz' olacaktı. 1 975'den önce aile ortadan kalka
cak ve ev ' iyi bir su tesisatına sahip bir yatakhaneye dönüşecekti .'
1 962 yılında b i r grup Amerikalı uzman, 1 975 yılında d ü nyanın
neye benzeyeceğini anlatan kalın bir kitap yazdı. Kitaptaki tah
m inler gerçekle karşıl aştırıldığında ortaya nasıl bir sonuç çıkıyor?
Gelir vergisinin toplanmasında elektroniğin etkisini önceden gö
ren bilim adamları, kurbanlarına ve muhasebecilerine büyük sı
kıntı veren ve her gü n çuvall ar dolusu çöp ü reten, Glasgow ya
kınlarındaki East Kilbride'daki Ulusal Vergi Dairesi bilgisayarı nı
zihinlerinde canlandıramasalar da, tahminlerin i n bir kısmı olduk
ça akla yakındı.
Başarısız tahmi nler de vardı. 1 970'li yıll ara gel meden, hemen
hemen bütün yabancı yayı nların ve kitapların otomatik olarak
çevrilmesin i n sıradan bir iş olacağı kesinkes i leri sürülmüştü . Bu
u mut, 1 950'lerde bir sürü insanı peşi nden sürüklemişti, ancak
1 966 yılına gel indiğinde bu düşünceden vazgeçildi. Dil, bir maki
nenin anlayamayacağı kadar karmaşık bir şey gibi görünüyor; bir
sözcüğün veya sözcük dizisinin pek çok değişik anlamı arasında
seçim yaparken kullandığımız içgüdüsel yöntem henüz manyetik
banda kaydedilemedi.
'" ,John Langdon- Davies 1 936 A Slıort llistoıy of' tlıe Future ( Londra: Routledge and
Kegan Paul).
285
Taşımacılığın, 1 50 adet sesten hızlı uçak ve 1 00 deniz mili hız
la okyanuslarda işleyen kayaklı uçar teknelerle büyük i lerlemeler
göstereceği bekleniyordu. Nükleer güç ile işleyen Savannah ge
misi bir fi lonun ilk gemisi olacaktı. Oysa sonuncusu oldu; gemi
inşaatçıları nükleer enerji kullanımını geliştirme konusunda he
vesliydi, fakat gem i sahipleri durumun mali açıdan umutsuz oldu
ğun u biliyordu. Cep televizyonları 1 978 yıl ında çıkageldi. 1 2 0 ek
ran televizyonların da 1975'ten önce ü reti lmesi bekleniyordu, oy
sa çizim masasından oturma odasın a geçmesi bayağı zaman aldı.
Geleceği düşünmenin yararı var mı? Genel olarak, buna çok
fazla aldırmıyoruz. Çevre kirl i l iği ve tütün zehirlenmesi uyarıları
nın yerinde olduğu anl aşıldı, ancak kişisel ve toplumsal davranışı
çok etkilemedi. D ü nyanın e n ü n l ü bilimsel kuruluşl arından biri
raporlarını, doğaya zarar vermeden yok olan eski moda zarflar
yerine, çevreyi kirletmeden atılamayan naylon poşetler içinde da
ğıtmaya başladı.
Geleceğe ilişkin tahminler n e redeyse her zaman yanlış o lacak,
ancak bizi bugün ü düşünmeye teşvik edebilir. Ama çoğunlukla
teşvik etmiyor, çünkü gelecek konusunda tah min yürütenler ye
teri kadar yaratıcı değil . Yeni bir Swift, yeni bir Butler veya ye
ni bir W ells toplum sa l ve teknolojik vicdanı h arekete geçirebilir
di, ancak gün ü müzde bilimkurgu ve bilim ne yazık ki aynı nite
l i kte değil.
286
Gerçek ve Kurgu
287
m acı ların pek çoğu, kendileri n i daha d ü ş ü k kaliteli içkilerle
avu tmuşlardı; ancak bu kadar ikna edici bir biçimde anlatılan
bu alkol l ü içkinin, sadece yazın sa l bi r uyd urma olduğuna inan
mak istemeyen daha azi m l i leri ilk elden kanıtlara ulaşmaya ça
lıştı. Belediye Başkanı ut angaç bir ü s l up l a d u r madan, K irk i n
t i l l oc h 'un Dugga n 's D ew d iye bir viskisi n i n o l m adığını v e olsa
bile Kirkintil loch 'da hiç b u l u namayacağını anlat mak zorunda
kalıyo rd u .
Gilpatric 'in b u i s m i gel i şigüzel m i seçtiği yoksa muzip a m a za
rarsız b i r c i n tarafı ndan m ı yön lendirildiği hala yan ı t bekleyen
bir soru, ancak İ ngiliz U l uslar Top l u l uğu 'nun hala pek çok kö
şesinde, Kirkintilloch, Glen livet, Laphroaig veya Talisker ile ay
nı tepkiyi uyandırıyor.
Kurgu i n sanın ilgisini çoğu zaman gerçekten daha fazla çeker.
Sir Wal ter Scott temel karakterlerinin büyük bir kısmı n ı hayat
tan almış, fakat onları daha soylu ve daha hain i n sanlara dönüş
türmüş, böylece daha i nandırıcı olmalarını sağlamıştı.
Ancak Scott yüzünden, Meg Merrilies hala karanlık b i r çin
genedir ve Roh Roy bir tel_evizyon yapımcıs ı n ı n hayat dokunu
şunu bekleyen H ighlan d 'l i bir h aydu ttur. Lucy Ashton da ( Lu
cia d i Lammermoor olarak m ü z ikal lerde ü ne kavuştu) bir dere
ceye kadar çok inandırıcıyd ı .
The Bride of' Lammermoo/da ( Lammermoor'lu Gelin) Scott,
düğün gecesi evleneceği adamı hançerlettiği ve birkaç gün son
ra çıldırarak öldüğü söylenen J anet Dalrymple'ın (ilk Stair Vi
kontu ' n u n kızı) hi kayesi n i k u llanmıştı. Gerçekler farklıydı, an
cak Scott'ın anlatımı Macaulay tarafından benimsendi ve saygın
bir hikayeye dönüştürü l d ü .
Scott kaynaklarını gizlemeye çalışmıyor, hatta ödünç aldığı
şeyler için, biyograf'i b i le o lsalar, açıkça teşekkür ediyordu . Bun
lar genellikle, Frank Osbaldistone veya Albay Mannering örne
ğinde old uğu gibi, övgü dolu şeylerd i , ancak zaman zaman, an
t ikacı J o nathan Oldbuck için yazdığı gibi, taşlama niteliğinde
de olabiliyord u .
288
Scott, bir avukatın ya da bir taşra beyefe n disinin hayatını ya
zarken, en azından onu yönlendirecek deneyime sahipti. Trollo
pe'nin , katedrali olan bir kasabadaki h ayatın canlı betimlemeleri
ni içeren Barchester romanları, tamamen kurguydu .
Trollope 'nin, Genel Posta İ daresi 'nde m ü fettiş olarak çalış
ması, bir akşam yürüyüşü sırasında roman l arın ı n ilkini kafasın
d a k u rduğu Sal isbury 'y e gi t m e fırsatı verdi. Thc lVarden (Yaş
lılar Evi nin Müdürü) adl ı romanı konusunu, Rochester 'deki
Cathed ral G rarn mar School 'un m ü d ü rü Robert Whiston 'ın baş
rah ip ve rahipler aleyhine açtığı d ava ile i lgili gazete haberlerin
den alıyord u.
Oysa, gerçe kçiliği herkesçe övülen rah ip karakterleri tama
men h ayaliydi. Trollope, h ayatın d a ne bir başdiyakoz (piskopo
sun bi r alt ı ndaki din görevl isi) tanımış ne d e katedrali olan bir
kasabada yaşam ıştı. Yüksek mevki sahibi karakterleri içgüdü
ile -ya da onun söylemekten çok hoşlandığı gibi, saf bir sezgi ça
bası ile- geliştiril mişti.
Gerçek ya da kurgu, edebi kişi likler genellikle yaratıcılarından
daha uzun süre yaşamazlar. Dinmeyen bir iştahla Sherlock H ol
mes'un bütün maceralarını okuyanlar, sonunda başa dönmek zo
runcla kal ı rlar; oysa televizyon söylence ve halkbilim yapıtlarına
yeni bir boyut getiriyor.
A . J . Cron i n 'in özyaşarn öy k ü s ü n d e adı geçen Tannochb
rae 'lı t u haf D r. Cam e ro n 'ı n k ü ç ü k bir sakal ı vard ı . Kahya Ja
n e ise
Dr. Finlay Tannochbrae 'de bir yıldan biraz daha uzun bir sü
re kaldı. Daha sonra Dr. Cameron zatürreeden öldü ve . . .
:Z8'J
. . . cenaze töreninde uzak bir kuzey kasabasından iki yeğen eş
leri ile birlikte ortaya ç1ktı . Kederli gibi görün üyorlard1, gerçekte
ağıldaki k urtlar gibiyd i ler. Ölen adamın hesap c üzdanı ve yatak
odasındaki dolabı d ışında hiçbir şey bu para canlısı insanlar için
kutsal değ·ildi . . . bir ay içinde muayenehanesi satı lmıştı.
290
Bilim ve Doğaüstü Olaylar
291
Son günl erde pek çok araştırmanın konusu olan t el epat i, is
mini, önce klasik bir Cam bridge öğrencisi sonra da okul m ü fet
tişi olan Myers'e borçlud u r . Telepa1 i , zoolog Sir Alister H. ardy
tarafı ndan " sı radan duyuların dışında başka yol l arla bir z i h n i n
bir başka z i h i n l e iletişimi " olarak tan ı m landı. İskam b i l kağ·ı t ları
k u l l an ılaı:ak yapılan telepati deneyleri, 1 88 1 ve 1 88 2'de fi zikçi
S i r William Barret t tarafından, Peder A. 1V1. Creery'nin kızları
nın yardı mıyl a başarı il e gerçek leştiril d i . Kızlar belki de gere
ğinden fazla zekiydi , ç ü n k ü daha sonra benzer bir deneyde h i l e
yaparken yakalanmışlardı. Sir Olive r Lodge 1 885 'de kağıt tah
m i n etmeyi test etmek i ç i n sistematik yön t emler ö nerdi v e so
n u çların matematiksel olarak n asıl değ·erlendirilebileceğini orta
ya koyd u.
Bu türde i l k deneyler, Amerikalı bir psikolog olan Profesör
,John E. Coover ve 200 öğrencisi tarafından 1 9 1 7 yılında yapıldı.
Coover bir desteden her seferinde bir kağıt çekiyor ve çektiği ka
ğıtları yanında oturan bi r öğrencisine veriyord u. Öğrenci kağıda
bakıyor ve di kkatin i kağıdın üzerinde topluyordu, bu sırada baş
ka bir odadaki bir gözlemci tahminlerde bulunuyor ve bu tahmin
ler kaydediliyordu. Diğer bir deneyde de, zar atılarak bel irlenen
i l k öğrenci bakmadan bir kağıt çekiyor, ik inci öğrenci de tahmin
de bu lunuyordu. Her ik i seriden yaklaşı k 5000 deneme yapı ldı ve
Coover iki deneyde de şans eseri oluşması beklenen düzeyin çok
üzerinde bir başarı elde edilmediğini bildirdi. Diğer i nsan lar Co
over'ın son uçlarını yeniden düzenledi ve telepatinin varlığına i liş
kin ufak bir kan ı t buldu klarını iddia ettiler.
Miss l na ,Jephson tarafından 1 924 yılında yapılan bir başka
deneyde, deneyi düzenleyen ile posta yoluyla i letişim ku ran 240
denek k u l lanıldı. Deneklerin her birinden bir desteden bir kağıt
çek meleri, bakmadan ne olduğunu tahmin etmeleri ve tahminleri
n i doğru yanıt ile birlikte yazmaları istendi. Bu deney beş kağıt
çekilene k adar sürdü ve aynı işlem beş değişik günde t ekrarlandı.
lVliss Jephson taraf!ndan i ncelenen sonuc,· lar, doğru tahmin leri n
beklenen şans oranının çok üzerinde olduğ·unu gösterdi.
Telepati ile ilgili çok oku nan bazı kitaplarda belirtildiği gibi, bu
başarılı bir deneydi. Hiçbir zaman konu olmayan bir şey de 240
deneğin büyük bir kısmının deneyleri kendi evlerinde gözetim ol
madan yap m alarıdır. Hile yapma olasılığı bu nedenle çok yüksek
tir. Bu deneyden birkaç yıl sonra yapılan daha güvenilir bir de
neyde, denekler posta yol uyla saydam olmayan zarflar içinde bir
dizi iskambil kağıdı aldı. Zarfın içindeki kağıtları tahm in ettikten
sonra, zarfları açmadan geri yolladıl ar. Herhangi bi r hileyi önle
mek için dikkatli önlemler alınmıştı. Sonuçlar tamamen olumsuz
du.
l 927 ve l 9 2 9 yıl ları arasın d a, d i n l eyiciler içinde telepati ye
teneğ·i olan l arı keşfe t m e k için B BC, R u hsal A raştırmalar Der
n eği ile işbi rliği yaptı. B u deneyler, A merika Birleşik Devletle
ri 'nde yap ılan den eylere benzediği nd e n sonuçsuz kaldı. Bu tür
bir araştı r m a için iskambil kağı d ı çok iyi b i r m alze m e deği l d ir .
24 . 000 B ri tanyalı d i n l eyici b i r kağı d ı n n e olduğunu tah m i n et
me d avet i n i kabul ettiği n d e , yaklaşık l 000 tanesi m aça asını ve
bir o k adarı da, kağıt oyun cuları tarafından " İ skoçya'nın lane
ti" ( 1 69 2 yıl ı n d ak i G le ncoe katliamında parmağı olan Lord
Stair'in armasın d ak i baklav a biç i m li dokuz işarete benzemesin
d e n dolayı b u adı aldığı sanı l m aktad ır.) o larak bilinen karo do
kuzunu seçti .
Telepati ve benzer etkiler konusundaki i lginin sonraki m erke
zi, 30 yıldan fazla bir s ü re Kuzey Carolina'daki Duke U niversite
si'nde bu konularla ilgilenen J. B. Rhine'ın çalı şmaları oldu. Rhi
ne, her birinin üzerinde beş basit işaretten biri olan 25 kağ·ıtlık
destelerden oluşan Zener kağıtlarını ku l landı. Bu basi t işaretler,
daire, kare, yı ldız, haç ve dalgalı çizgil erdi. Deneyi yapan karıştı
rılmış bir desteden kağıtları teker teker çekiyor ve denek de ya
aynı odada ya da uzak bir yerde, yaptığı tahmi n le ri kaydediyor
d u . Araştırmasının ilk yıl larında Rhine, telepati yeteneği olduğu
nu i d di a ettiği pek çok d uyarlı denekle karşılaş tı , ancak 1 940'dan
sonra böyle çok az deneğe rastladı ve ilk denekleri n büyük bir
kısmı bir süre sonra yeteneğini kaybetti.
Bilimsel yeteneğe sahip olmak bahçe işleri ile ilgili yerinde
kararlar vermek anlamına gelmez.
294
İkinci olarak, doğaüstü olayları araştıran ve Ruhsal Araştırma
lar Derneğ·i 'nde görev almış ünlü bil i m adamlarının ve felsefecile
rin listesini çıkarıyorlar. Üçüncü olarak, modern fiziğin artık sağ
duyuya bağlı olmadığını, zamanı geri çevirmek, karşıt madde ve
diğer sağduyuya aykırı konul ara bulaştığını, bu nedenle de altın
cı hissin hemen hemen bilim olduğunu i leri sürüyorlar. Dördün
cü olarak, telepati yoluyla iletişimin kısa bir süre sonra sıradan bir
şey olm ası gerektiği i leri sürülüyor, çünkü (Arthur Koestler'in
l 972 'de söylediği gibi) "bilimkurgu şaşırtıcı derecede güvenilir
bi r kahin olduğun u kanıtlad ı . "
Bu nlar sudan sebepler. Bil i m ünlü destekleyiciler veya teknik
süsler ile yapıl m az. Bilim ile bil i m olmayanı ayırt etmek için uy
gulanacak test oldukça basittir. Ne kadar ilgin ç veya garip olursa
olsun herhangi bir gözlem, bir başkası tarafl ndan tekrarlanana
kadar ilginç bir hikaye olarak kalır. Saygın bilimsel dergilerin dü
zenl i olarak saçma şeyler yayım l am asının nedeni budur. Elbette,
birkaç yıl geçmeden hiç kimse h angisini n saçma hangi sinin ger
çek makale olduğu n u bilemez, ancak zaman sonunda yanıtı verir.
Parapsikologlar, modern fiziğin kendilerine anl aşılm az geldi
ğinden şikayet ederek, çabalarının fizikçiler tarafı ndan yargılan
m asına itiraz ettikl erinde, lvan Illich'i n tıp yerine sunduğu öğre
tiyi -ve aşırıların aklı başında siyaset ve ekonomi yerine sunduğu
şeyleri- kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Yine de parapsikologlar <,;oğu nlukla, beşinci olarak, kanıt iste
meksizin kabu l edilm eyi hakkettiklerini ileri sürüyorlar. Onlara
göre, tekrar edilemediği, kanıtlanamadığı halde deneylerinin bi
limse l bilgi olarak değe rlendirilmesi gerekiyor, çünkü çalışmayı
yapan i nsanlara gerçek bilim adamları kefil oluyor. Plinius'un be
l irttiği gibi, ayakkabı tamircisi ayakkabı kalıbın a sadık kal malıdır;
bilimsel yeteneğe sahip olmak, bahçe işleri , siyaset veya din bilim
gibi kon ularda yerinde kararlar vermek anlamına gelmez.
Altıncı hissin geçerliliği elbette ki, çok basit bir biçimde ortaya
konabi lirdi . Bu sanatın bir icracısı, seçim lerin sonucunu, borsada
ki değişiklikleri veya spor karşıl aşmalarını h al ka açık ve hatasız
295
bir biçimde tahmin etseydi, bütü n tartışmalar kesilirdi. Bu türde
b i r gösteri bu zamana dek yapılmadı ve günümüzdeki çalışmalar
herhangi bir şeyi bu kadar açık bir biçimde tahmin etmiyor. Al
tıncı his t u t kunları, oyun kağ·ıtları n ı n sı rası gi bi önemsiz konular
la i lgili çok sayıda tahminde bulunuyorlar ve şan s yasaları olarak
ad landırılan yasalardan herhangi bir sapmanın doğ·aüstü olayla
rın kanıtı olduğunu ileri sürüyorlar.
Bunlar, geçmişin büyük sihirbazların ı n tenezz ül etmediği, baş
kalarını etkileme yeteneğinin işe yaramaz silahları. Nostradamus
ve diğ·erleri, sürgül ü cetveller ve tablolar olmadan doğru luğu ya
da yan lışlığ·ı kanı tl anabilecek çok sayıda kehanette bulund u . On
ların gü nümüzdeki meslektaşlarının, altıncı hissin, frenoloji, el
falcılığı ve yıldız falcılığı ile birlikte bilimin çöp kutusunda çürü
yüp gitmemesi için, aynı t ü rde bir şeyler yapmaları gerekecek.
Telepatiyi kanıtlamak için yapılan deneyle re yönelik eleşt iriler
iki grupta toplanıyor: genel eleş ti ri ve belirli deneylere getirilen
eleştiriler. Belirli araştırmalara yapılan i t i razların çeşitli biçimleri
var. Rhi ne' ın ilk deneyleri hataya karşı uygu n korumalar olma
dan yapılmışt ı . Tah m inde bulunan küçük bir masada Rhine'la
birlikte oturuyor ve kağıtların çekilmesini ve bazen her beş ·tah
minden sonra tahmi nlerin doğruluğunun kont rol edilmesini izli
yord u. Kağıt l arın arkalarındaki küçük işaretler ve başka tür ipuç
ları k ul lanılmış olabi lirdi, farkı nda olarak ya da olmayarak. Rhi
ne bu kusurları kab u l etti ve l 936'da açıklad ı : " Kelebeği tespit et
mek için önce yakalamak zorundasın il kesi ile çalışıyoruz . "
Doğal olarak yal nızca olağandışı den ey son uçları açıklanıyor
d u . Bu, H . L. Mencken 'i kızdı ran bir yöntemdi ve Mencken şi
kayetçiydi: " Profesör Rhine, kağıt tahmin ederken, dikkate de
ğer şek i l de şanslı olanların hepsini ayı rıyor ve bu dikkate değer
şan sı bu insanların gizli yetenekleri ol duğ·una ilişkin bir kanı t
olarak i le ri sürüyor . "
Britanyalı psikoloj i profesörü Mark Hansel, Britanya'da yapı
lan deneylerde elde edilen sonLI\'ların b ir kısmın ı n hile bakımın
dan t u tarlı olduğuna inanıyor. Dr. Soal ' u n deneği Bayan S tewart
tar<.Lfından sergilenen olağanüstü yetenekleri n, yüksek skorlar el
de et mek için hileye dayanan bir yöntem k u l lanıldığının açığa çık
masından sonra, 1 949 yıl ında kaybolduğ·un u iddia ediyor. Soal'un
deneylerine katıl an Gal li öğrencilerin ulaştıkları sonucun, daha
acemice hi lelere başvurmadıkları zamanlarda, yetişkenler için işi
tilmez olan yüksek frekanslı bir düdük yard ımıyla kolayca elde
edilebileceğini ileri sürüyor.
Telepatiyi doğrulamak amacıyla yap ı lan deneylere getirilen
çok sayıda genci eleştiri var. En açık olanı, altıncı hissin , deney
den soru m l u kişiler ona inanmazsa nadiren kanıtlanabileceği;
kuşku duyanların varlığının, deneğin gizli olan şeyi görme yete
neğine egemen olan hassas etkileri alt ü st ettiği söyleniyor.
Daha basit bir açıklama yapmak da olası . Stanf'ord Üniversite
si'nde yapılan bir deneyde, al tıncı hissin gerçekliğine inanan bir
araştırmacı t arafından 1 000 kağıt tah mini k aydedildi. Toplam 229
doğru yanıt vardı -200'1ük şans beklentisinden oldukça fazla. De
neyi yapana haber verilmeden, deney sırasında bi r bant kaydı
gerçekleştirildi. Bu kayıt, sadece 1 83 tane doğru tahmin yapıldı
ğ·ın ı , diğer 46'sının deneyi yapan tarafından hatalı olarak eklendi
ğini ortaya koyd u . Kayıt cihazı gizlenmeden deney tekrarlandı
ğında yalnızca iki h ata meydana geldi.
Bir başka eleştiri, parapsikologfarı n, bir s ürü g·özlem yapana
ve onları inceleyene kadar ne deneyi yaptıklarına karar verme
dikl eri yönünde. Bir dizi kağıt tahm in denemesi yüksek bir sonuç
verirse, bu daha fazla kanıta gerek olmadan telepatinin varlığını
k an ı tlar. Eğ·er sonuç düşük çıkarsa, denek negatif alt ıncı his ser
giliyor olabili r. Sonuç beklenenin bi raz üzeri ndeyse, her bir tah
mini, i lgili kart ile değil, bir önceki ya da bir sonraki i le hatta da
ha uzaktaki tah minlerle karşı laştırarak bir araştırma yap ı l ı r.
Daha esaslı bir itiraz, Ockham'lı William 'ın 600 yıl önce kul
l andığı sözcüklerle özetlenebil i r: " Daha azıyla yapılacak bir şeyi
daha fazlası ile yapmak anlamsızdır ." Bu ilke (bi raz değişik bir
i fadeyle), ortaçağ· felsefesini fazlalık lardan k u rtardığı için Oc k
ham'ın Usturası olarak adlandı rıl ı r . Tom Pai ne b u ilkeyi alt ıııcı
297
his konusuna uyarl adı. Paine şöyle soruyord u : " Doğanı n kendi
seyrinin dışına çıkması mı, yoksa bir insanın yalan söylemesi mi
daha olasıd ır ? "
B u ve benzeri kanıtlar, Minnesota Ü niversitesi 'nden D r . Gcor
ge R. Price tarafından, 1 955 yılında parapsikoloj iye karşı girişilen
esaslı bir saldırıda sunuldu. " Parapsikoloj i ve modern bilim birbi
riyle bağdaşmıyorsa" diye yazıyordu, " Neden parapsikoloji red
dedilmiyor? Bazı kişilerin yalan söylediğine veya kendi ke ndileri
n i i k na ettiklerine i lişkin varsayımın bilimin yapısına çok uygun
d üştüğün ü hepimiz biliyoruz . " Price, geçen 30 yılda yapılan ünlü
tel epati deneylerinin bi r kısmını, s uç ortakları kullanarak, hilenin
ortaya çıkarılamayacağı biçimde nasıl tekrarlayabi leceğini açıkla
yarak devam ediyord u .
Oxford'lu felsefeci G . Spencer Brown, 1 957 yılında daha esas
lı itirazlarda bulundu. Parapsikologlar, kağıt tahmini sonuçlarının
önemini daima, şans eseri ortaya çıkan sonuçlarla karşılaştırarak
açıklarlar. Beş sembolden birini taşıyan 25 kağıtla yapılan yaygın
deneyde, en olası sonuç beş doğru yanıttır. 25 kağıttan 1 O tanesi
ni doğru bi lme olasılığı (matematiksel olarak) 1 50 'de birdir. Di
ğer bir deyişle, gerçekten u z u n deney dizileri sı rasında, her 1 50
denemede bir kez böyle bir sonuç beklenebilir.
Beklenmeyen sonuçlar, kimi zaman bilimse l deneylerde de or
taya çıkar, ancak kolaylıkla bir kenara atılırlar. Bilimsel bir der
gide inanmanın güç olduğunu d üşündüğü bir şey okuyan herke
sin bir açıklama bulmak için doğaüstü etkileri yürürlüğe koyma
sına gerek yoktu r. Deneyi kendi başına, asıl araştırmacının kul
landığı yöntemi kullanarak yapabilir. Aynı sonuca ulaşı rsa ve
başka bilim adamları d a aynı sonuca ul aşırsa, konu kanıtlan ı r.
Açıklamak için yeni ku ramlara gerek duyulabilir, ancak deney
sonuçlarından kuşku duyulması gerekmez.
Parapsikolojide bu basit test yapılamaz. Kağıt tahminindeki
olağandışı sonuçlar ancak belli insanlarla belli zamanlarda elde
edilir ve bu önceden öngörülemez. Yüksek son uçlar, ilk deneyi
yapanlar tarafından bile istendiği zaman tekrar elde edilemez.
298
Dikkate değer başarılar gösteren denekler daima yeteneklerini
birkaç yıl sonra kaybetmişlerdir.
Spencer Brown'a göre bu durum son derece önemlidir. Brown,
rastlantı sonucu birbirini izleyen olayların , şans yasalarının ileri
sürdüğünden çok farkl ı diziler içerdiğini belirtiyor. Bu iddianın
doğruluğunu, istatistikçiler tarafından hazırlanan ve bilimse l de
neylerde kullanılan rasgel e sayı tablolarından örnekler vererek
kan ıtlıyor. Bu umut verici olmayan malzemede bile Brown, çok
sayıda tekrarlar, atlamalar ve ilk bakışta tamamen rasgele gibi gö
rünen başka modeller buldu.
Bu tuhaflıkların bir kısmı tabloları h azırlayanlar tarafından
fark edilmiş ve yayımlanmadan önce ortadan kaldırılmıştı, ancak
diğerleri hala duruyor. Rasgele sayılar üreten makinelerin yeteri
kadar uzun süre çalışmasına izin verilseydi, bu anormallikler or
tadan kal k acak veya yerlerini yenilerine bırakacaktı. Ru hsal araş
tırmacılar, diyor Spencer Brown, geçen 70 yılı var olmayan bir
şeyi kanıtlamaya çalışarak harcadı.
299
Yirminci yüzyılın başlarında pek çok önemli bilimsel
ifade eden Leni han, tıp, şiir, siyaset, çevre gibi birbirinden farklı
3, 7 50, 000
BiL iM IS