Professional Documents
Culture Documents
İ t h a k i Yayınları - 594
Edebiyat - 482
Polisiye
ISBN 978-975-273-409-8
1 Baskı. H a z i r a n 2 0 0 8 . İstanbul
O İthaki. 2008
Y a y ı n c ı n ı n y a z ı l ı i z n i o l m a k s ı z ı n h e r h a n g i bîr alıntu y a p ı l a m a z .
Sanat Y ö n e t m e n i : İ n c i Batuk K ü r k ç ü ğ i l
Düzelti: Esin C o ş k u n
K a p a k . I ç Baskı: İ d i l M a t b a a c ı l ı k
E m i n t a ş K a z ı m D i n ç o l S a n a y i Sitesi N o : 8 1 / 1 9
Topkapı-istanbul Tel:(0212)6746678
1
ilhakı " P e n g u e n K i t a p - K a s e t Bas Yay. Paz. Tk. Ltd. Ş i i ' n i n y a n kurulusudur.
SHERLOCK HOLMES v e
ÖLÜLERİN BİLGELİĞİ
Scanned by Nirvana13
Ç e v i r e n
Sinan O k a n
Çıkarımın dindeki kadar lüzumlu olduğu hiçbir şey yoktur.
Bir mantıkçı tarafından pozitif bir bitim haline bile getirilebilir.
Bana göre Tanrı'nın inayetinin kanıtı çiçeklerdedir.
öncelikle güç, tutkular ve besin varoluşumuz için
gerçekten gereklidir Ne var ki, bu gül birfigürandır.
Konusu ve rengi hayatın sûsûdûr, sarfı değil.
7
ra Oviedo otobüsüne adadım. Kırk dakika sonra buluşacağı
mız kafenin kapısından girdim. Juan Luis gelmişti, masada
duran büyük incil boyutunda bir pakete eliyle hafif hafif vu
rurken gülümsüyordu. Oturdum ve karşılıklı kaba espriler
yaptık. Sonra paketi bana uzattı.
iki kilodan biraz daha ağırdı ve paket kâğıdının altındaki
metal yüzey açıkça hissediliyordu. Pakedi açtığımda, olduk
ça eski ve basit kilidi bir zamanlar zorlanmış gibi görünen,
ufak ezikler ve çentiklerle dolu metal bir kutu onaya çıktı.
Üzerinde " C o x & Company. Charing Cross" yazılıydı. Biraz
altında ise daha küçük harflerle: "Dr. J o h n H. Watson". Şaş
kın halde kafamı kaldırıp J u a n Luis'e baktım. Gülümsemek-
le yetinip kutuyu açmamı işaret etti.
8
Macerası", "Sumatra'nın Dev Sıçanı" ve "Bert Stevens, Katil"
gibi başlıklara sahip, hiç yayımlanmamış Sherlock Holmes
maceralan olarak bildiğim hikâyeler. Elbette, Doktor VVat-
son'un "Sussex Vampirlerde yaptığı, "dünyanın henüz Öğ
renmeye hazır olmadığı Sumatra'dan gelen devasa sıçan ma
cerası" yorumunu da hatırlıyordum. Elimdeki kâğıtların geri
kalanı yayımlanmamış hikâyelerden (Watson'un varlığını
ima ettiği fakat hiç yayımlatmadığı Holmes hikâyeleri olarak
bazılarının başlıklarını biliyordum) oluşuyordu. S o n u n c u hi
kâye uzunluğu dolayısıyla aslında bir roman sayılırdı ve il
ginç bir şekilde başlığı yoktu.
9
kulunun fiyatını sormuş ve birinin böyle bir objeyle ilgilen
mesine fazlasıyla şaşırmış görünen dükkan sahibi de komik
bir fiyat söylemiş: On sterlin. Juan Luis parayı ödeyip, dük
kandan çıkarken heyecanını zar zor saklayabilmiş.
"İşte böyle. İlgini çekeceğini düşündüm."
İlgimi çekmek mi? Böyle bir şey için cinayet bile işlerdim.
Elyazmaları sahte bile olsa (bu olasılığı halen araştırıyorum),
orijinal elyazmalarına yakın bir değerde olmasına yetecek ka
dar eski görünüyorlardı.
"Doğum günü hediyem olarak farz et."
Kulaklarıma ınanamıyordum. Kutuyu ve içindekileri bana
vermek mi istiyordu? Evet, öyle istiyordu. Verdi de.
10
maceraları olduğunu söyleyen bizzat kendisiydi ve bunlar
dan bazısının yazımı tamamlanmış halde ortaya çıkmayı bek
liyor olması da çok muhtemeldi. Bana anlaşılmaz gelen şey,
o elyazmalarının, Londra'nın kuytu bir köşesinde, hiç tanın
mayan bir antikacı dükkanına nasıl geldiğiydi. Bu olay benim
için halen bir bilmece.
Dediğim gibi, yayımlanmamış hikâyelerden biri aşağı yu
karı bir roman uzunluğundaydı. Hikâyeye bir başlık konul
mamış olması da dikkatimi çekmişti ve o gece, uykuya boş
vererek sabaha kadar onu okudum.
Hikâyeyi okuyup bitirdiğimde, ne düşüneceğimi bileme
dim, ihtiyar Waıson. öylesine garip ve inanılmaz şeylerden
bahsediyordu ki. bunları yazdığı sıralarda bunamış olabilece
ğini bile düşündüm. Diğer taraftan, hikâye kusursuz biçimde
kaleme alınmıştı, yazarın tanık olduğunu söylediği olaylar
bazen gerçekdışı bir hal alsa da, anlatı, zihinsel faaliyetleri ge
rilemiş birinin işi değildi. Başka açılardan da İlgi çekiciydi:
Holmes'ün ölü sayıldığı Uç yıl boyunca (1891'den 1894'e ka
dar) yaptıkları; Watson'un, Holmes hikâyelerinin yazan ad
dedilen, kendisi gibi doktor ve yazar arkadaşı Arıhur C o n a n
Doyle ile arasındaki ilişkinin mahiyeti; vefakar doktorun,
yazdığı bazı hikâyelerde ima etmekle yetindiği, detayları bi
linmeyen birtakım vakaların içeriği; Doktor VVatson'un evli
liğini veya evliliklerini sarmalayan sis perdesi gibi tartışmalı
konulara açıklık getiriliyordu.
ıı
lanma göndermek oldu. Onlardan gelen cevap ortak ve teş
vik ediciydi: Tüm hikâyeleri çevirmemi, bir sunuş metni ha
zırlamamı ve hemen bir editör bulmamı öneriyorlardı.
Ben de tavsiyelerine uydum. Şimdi bana yalnızca, zama
nında benim onları okurken ve çevirirken aldığım gibi, Dok
tor VVatson'un yeni hıkâyelerinden sizlerin de keyif almasını
dilemek kalıyor.
RODOLFO MARTİNEZ
Aralık 1994
ÖLÜLERİN BİLGELİĞİ
GİRİŞ
16
korku diye anılan türde beceriksizce yazılmış abartılı hikâye
lere yer veren birçok dergi örneği getirdi. Asla hayranı olma
makla birlikte, gençliğimde Bay Poe'nun dehşetli hayal gücü
ne. Bram Stoker'ın kaleminden fışkıran kurtçuklara ilgi duy
muş olsam da hiçbir zaman bu tür hikâyelerin sadık bir oku
ru olmadım. U z u n zamandır edebiyatta huzur arıyorum, he
yecan değil; bir kitabın kapağını lamdık ve davetkar toprak
larda dolaşmak için açıyorum, beklenmedik dalgalanmalarla
dolu bir hikâyeyi keşfetmek için değil. Artık yaşlıyım ve en
büyük arzum, kalan yıllarımı huzur içinde geçirmek.
17
Sherlock Holmes ve ben XIX. asra aitiz ve sanınm okurla-
nmız da Öyle. Bu yüzden, birazdan anlatmaya koyulacağım
hikayeyle hiç kimsenin ilgilenmemesi de m ü m k ü n . Önemi
yok; yazarın, biyografin, tarihçinin ödülü kendi çalışmasıdır.
Geri kalan her şey süsten ibaret.
Londra edebiyat çevresiyle bağlarımı koparalı uzun za
man oluyor ve temsilcimin ölümüyle birlikte bu yalıtılmıştık
daha da büyüdü. Belki de bu hikâye için bir editör bulama
yacağım. Elbette benim için. tanıdığım en olağanüstü, zeki ve
cesur adamın hayatını paylaşmaktan daha büyük bir ayrıca
lık olmadığından, bu, kalemime ket vuracak değil.
18
I. B Ö L Ü M
19
bessüm ederek. "Gerçeği söylemek gerekirse, hafızanız zayıf
lıyor," dedi. "Şu Sigerson ismi size bir şeyler hatırlatmıyor
mu?"
Hafızamı yokladım. Neden sonra bir şey hatırladım, eğer
ilanı okurken uyku mahmurluğu içinde olmasaydım aklıma
derhal gelirdi. Holmes u n , ölü sayıldığı uç yılın ardından ge
ri dönmesi aşağı yukarı bir yıl önce olmuştu. Holmes'le ilk
buluşmamızda, sonradan Bos Ev Vakası" başlığıyla kaleme
aldığım, kuzeyli kâşif Sigerson kisvesi altında geçirdiği bu üç
yılda olup bitenlerin büyük bölümünü anlatmıştı.
"Doğru ya," dedim yüksek sesle, "peki, kimliğine bürün-
dügünüz bir Sigerson sahiden var mı?"
Holmes, gururu incinmiş bir halde bana soğuk bir bakış
fırlattı. Âdeti olduğu üzere, biri gururuna dokunduğunda hiç
düşünmeden edepsiz bir çocuk gibi tepki gösterirdi.
Takınabildiği kadar ağırbaşlı bir tavırla, "Sevgili Watson.
bildiğim kadarıyla bu isimde İskandinav bir kâşif hiç var olma
dı. Bu kimliği, diğer birçoğu gibi ben icat ettim ve hilemi boz
ma riskinin yanı sıra tebdili kıyafet İçin var olan birini kullana
cak kadar sorumsuz davranmam dersem, bana inanın," dedi.
Holmes. mantığını sergilerken, ben de böyle bir şeyi önce
den hesaba katmadığım için kendi kendime söyleniyordum.
Gazeteyi işaret ederek, merakla, "öyleyse?" diye sordum.
"Sorunun özü şu; eger Sigerson diye biri yoksa, nasıl olup
da şimdi Boşimanların âdetleri üzerine bir konferans vermek
için yoktan var oluyor?"
Verebileceğim bir cevap yoktu. Bu iş onun kadar benim
de merakımı uyandırmıştı. Aklımda zayıf bir ışık yanmaya
başlarken, Holmes gazeteyi aldı ve haberi tekrar gözden ge
çirmeye koyuldu.
"Konferans bu akşamüstü, saat altıda, öyle sanıyorum kı,
orada hazır bulunmaktan başka yapacak bir şey yok."
Korkumu belli ederek, "Bir tehlike olacağını düşünüyor
musunuz?" diye sordum.
"Sevgili dostum, hayatın kendisi kadar tehlikeli hiçbir şey
yoktur. Tabii, ilginç de. Başkaca bir şey diyemem."
Kahvaltımı bitirip, gazeteyi sakince okudum. İlana göre.
Sigerson Tibet'teki Dalay Lamayla konuşma şansı bulmuş
olan pek az Avrupalıdan biriydi, ayrıca Arap kılığında Mek
ke'ye gitmiş ve Kabe'deki ünlü kara iaşı incelemişti. Tüm bu
olaylar. Holmes'ün bir yıl önce kendi seyahatleri hakkında
anlattıklarıyla tamı tamına uyuşuyordu. Yani. ortada bir tesa
düf yoktu. Bu adam her kimse, Sigerson karakterini H o l
mes'ün ilgisini çekmek amacıyla kullanıyordu. Eski dostumu
bu konuda uyardım.
"Şüphesiz. Watson. Bir tuzak olması çok muhtemel. El
bette, gelmek istemezseniz sızı anlarım."
G ü c e n m e sırası şimdi bendeydi.
"Holmes, beni üzüyorsunuz. Sizi asla bir tehlikeye karşı
tek başınıza bırakmadım ve şimdi de bırakacak değilim."
Dostumun sert çehresi hemen bir tebessümle aydınlandı.
"Ben de sizden bunu beklerdim. Watson."
Daha sonra, ben edebi temsilcimin önerdiği Bay Mac-
hen'ın son kitabını okumaya daldım; Holmes ise bazı kimya
deneyleri ve keman doğaçlamalarıyla meşgul olmayı yeğledi.
O sıralarda, dostumun elinde çözülmeyi bekleyen hiçbir
vaka yoklu ve bana birçok defa sıkıldığını söylemişti. Karak
teristik özelliklerinden biri olan o kuvvetli İronisiyle. sözü
açıldığında şehirdeki suç azlığından yakınıyordu.
"Beni yanlış anlamayın, Watson." demeyi âdet edinmişti.
21
"suçlu sayısındaki artışı savunuyor değilim. Şüphesiz bu sayı
son yıllarda oldukça yükseldi. Fakat işlenen suçların niceli
ği... diyebilirim ki. niteliğiyle aynı kefeye konulamaz."
Dostumun suça bakış açısı karşısında şaşırarak. "Fakat
Holmes," dedim, "dileğinizin yerine geldiğini ve Londra'nın
becerikli, zeki ve esrarengiz suçlularla dolduğunu varsaya
lım, sız emekli olduğunuzda ne olacak?"
Holmes istifini bozmadan, bir kaşını kaldırarak:
"Size günün birinde emekli olacağımı düşündüren nedir.
Doktor?" diye sordu.
Sohbetin beklenmedik gidişatından şaşkına dönmüş bir
halde, "Şey." diyebildim, "insanoğlu nihayetinde tabiat ka
nunlarına tabidir ve her ne kadar arzu etmesek de hepimiz
ölümlü yaratı klan z."
"Sahi mi? Dostum, belki de başkaları hakkında bu denli
acele hükümler vermemek lazımdır."
Tabii ki, Holmes'ün bu sözlerini bir espri saydım. Fakat yi
ne de içimde hep bir şüphe kaldı. Elbette Holmes danışman ha
fiyeliği bıraktı, ama sonraki yıllarda, ben bu dünyadan göçmüş
ken, onun canlı adımlarla yürüdüğünü ve "ölümlü yaratıklar"
sıfatını kullanmakta gösterdiğim cüreti her hatırlayışında bariz
bir hınzırlıkla gülümsediğini hayal etmekte hiç zorlanmadım.
Neyse, bunların anlatmakta olduğum hikâyeyle bir alaka
sı yok ve bu sebeple okurdan af diliyorum. Korkarım, sonu
gelmez anılara dalmak gibi tipik yaşlılık kusurlarından kaçış
yok. İlerleyen sayfalarda bundan kaçınmaya çalışacağım, ama
becereceğime soz veremem.
Hikayemize dönersek, akşamüstü bir fayton çağırıp kon
feransın verileceği yere, Pall Mail kadar şöhretli olmayan,
hana Pall Maille ortak hiçbir özelliği bulunmayan kulübe
22
doğru yola koyulduk. İlanda, ilgilenen herkese giriş serbest
deniyordu, dolayısıyla girişte bir engelle karşılaşmayacaktık.
Altıya çeyrek kala Kulüp Antroposün kapısından girdik.
Konferansın konusu sebebiyle zayıf bir katılım, gayet eksant
rik ve pek tanınmamış konuklar bekliyorduk. Ana salona gir
diğimizde, sahte Sigerson'un konferansıyla oldukça ilgili gö
rünen büyük bir kalabalıkla karşılaşmak bizim için sürpriz
oldu.
23
pekala farkında olan Holmes de ara sıra bunu körüklerdi).
Coğu tanıdığımızın -edebi temsilcim gibi-, Holmes'ün ola
ğanüstü yetenekleri karşısında içten içe bir zayıflık duyduk
ları düşünülürse, bu pek şaşılacak bir şey değildi. Doyle'un
da. Holmes'le kekelemeden ve heyecanlanmadan birkaç keli
meden fazla konuşabildiğini görmemiştim. Fakat benim ilgi
mi çeken şey bu değildi, ö n ü n d e sonunda ünlü dedektif kar
şısında sık sık gösterilen bir tepkiydi bu. Hayır, beni merak
landıran şey, Holmes'le her karşılaştığında Doyleün gözle
rinde gördüğüm o nefret parıltısı ve beceriksizce gizlenmiş
öfkeydi. Her neyse, nezaket gereği, yanına gidip kendisini
varlığımızdan haberdar etmeliydim.
24
Bu üç kışının kapıdan girmesiyle aynı anda kalabalıktan
saygılı bir alkış dalgası geldi. Kulüp başkanı şatafatlı kostü
münün içinde biraz daha şişindi ve hafif bir baş harekeliyle
sessizlik istedi. Alkış durulduğunda konuşmasına başladı:
"Baylar, bu gece Londra'nın kültür, bilim ve sanat dünya
sından böylesine önemli şahsiyetleri bu salonda görmenin
bana verdiği mutluluğu tahmin edemezsiniz. Kulübümüz,
mütevazı olmakla birlikte, isminden anlaşıldığı üzere, en
soylu beşeri eylemlerin yüceltildiği bir mekân olagelmiştir.
Müzisyenlerin, şairlerin ve bilim adamlarının siz saygıdeğer
simalar ö n ü n d e yaptıkları konuşmaların boşa gitmediğini
düşünüyorum. Biliyorum kı şu anda üyelerimizin birçoğu
Bay Richard Francis Burton'un Şark tecrübelerini bizimle
paylaşmayı reddetmesine üzülüyor. Büyük bir gururla, bu
gün burada sizlere takdim edeceğimiz şahsın Bay Burton'dan
hiç eksiği olmadığını ve beni haksız çıkaracağından korkma
dan, içim rahat olarak bu centilmenin onun kadar uzaklara
gittiğini ve hattâ kâşif hemşerimizin ayak basmaya cesaret
edemeyeceği yerlerde de bulunduğunu söyleyebilirim. Evet.
sizlere takdim etmekten müthiş bir zevk duyduğum, cesare
tini kanıtlamış ve göründüğünden daha bilgili, olağanüstü
biri. Dalay Lama'yla konuşan ilk Avrupalı, aramızda Kabe'nin
siyah taşını gören yegane kişi ve elbette tüm kâşifler arasında
en korkusuzu ve en başarılısı. Baylar, huzurlarınızda Sıgurd
Sigerson."
25
dırdıgı fikirlerin özetini istemesi boşuna olur. Korkarım birkaç
kez uyuyakaldım ve beni sandalyeden düşmekten kurtaran
şey yalnızca Holmes'ün münasip anlarda anığı dirsekler oldu.
Yalnızca. Boşımanların. herhalde kulaklarına böcek gir
mesinden sakınmak amacıyla, yerde yan yatıp sağ dirseğe
yaslanarak, başlarını yine sag omza koyarak uyudukları hak
kında belli belirsiz bir şeyler duyduğumu hatırlıyorum. Her
halde doğrudur bu: Hiç Boşiman görmedim ve bunu kendi
gözlerimle doğrulama fırsatı bulamadım. Konuşmacının İn
giliz olmadığı açıktı; dilimizi bazısı bana tuhaf gelen vurgu
larla akıcı biçimde konuşsa da, çok hafif bir aksan yabancı ol
duğunu clevcrıyordu. Fakat elbette, eger dalavereci, dalave
resini biraz ciddiye alıyorsa, bu hafif aksan gerekliydi.
26
nu Öğrenecektim) hareketsiz kalmayı sürdürdü ve diğer adam
kendisine dönüp bir şeyler fısıldadığında da cevap vermedi.
Bu arada, konuşmacımız gırtlağını temizlemiş ve şaşkınlığı
nı atlatıp loren zamanı manastırda bulunmadığını açıklayan bir
cevap vermeye koyulmuştu; buhurdanlığı daha sonra görmüş-
mûş ve gerçek bir sanat eseriymiş falan filan, sonra da buhur
danlığın en küçük rölyefine ve telkari işlemesine varıncaya dek
detaylı bir açıklamaya girişti. Yanındaki sansın gencin yarım te
bessümü genişledi ve bakışlarına eğlenen bir parıltı yerleşti.
27
betmeden Sigerson'ün yanma döndü. Çabukça bize bir göz
anı ve hafifçe başını eğerek Holmes'ü selamladı. Holmes
onun selamına karşılık verdi ve salondan çıktık. Bir fayton
bulmamız uzun sürmedi ve hemen Baker Sokağı'na doğru
yola koyulduk.
Holmes. " N e düşünüyorsunuz. Watson?" diye sordu. Et
rafımızda tantanalı bir Londra gecesi vardı. Pall Mall'in en
gözde kulüpleri ağzına kadar doluydu, tıpkı varyete tiyatro
ları ve daha uzaklardaki bazı sokaklar gibi. Faytonlar bir yan
dan diğerine sarsıla sarsıla gidiyor, her zümreden yolcuları
karanlık buluşma yerlerine taşıyorlardı.
Holmes'ün ne kastettiğini pekala anlamıştım, ama sorusu
nu yanlış anlamış gibi yaptım ve şöyle cevapladım:
"Konferanstan bir tek kelime bile anlamadım, sorduğu
nuz buysa."
Holmes zoraki gülümseyerek:
"Bir aktör," dedi. "ve pek de iyi değil, en azından yeterin
ce iyi hazırlanmamış. Eğer bu konudan biraz anlıyorsam, ak
sanı pek İskandinav aksanı değil ve tabii bir de. Tibetli Lama
lar dostumuz Sigerson'ün tarif eniğine benzer bir buhurdan
lığı hiç kullanmadılar."
"Bir sahtekar öyleyse."
"Evet ama bunu zaten tahmin ediyorduk, değil mi? Anla
yamadığım şey. bununla ne kazanacağı. Gerçek bir şahsın kı
lığına giren bir sahtekar, mantıklı. Fakat başka bir kılığın kı
lığına giren bir sahtekar, saçma."
"Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?"
"Onunla konuşmam gerek ve aklıma bunu ayarlayacak
biri geliyor."
"Kim?"
28
"Elbette arkadaşınız Doktor Doyle. Onu tanıyor gibiydi.
Doğrusu, bizim doktor daha ilginç kişilerde tanıyor olabilir."
Belli ki konferans boyunca Doyle'ün yanında oturan ki
birli şahsı ve sürüngen görünüşlü, itaatkar delikanlıyı kaste
diyordu. Holmes, onların kim olduklarını bilir gözüküyordu,
ama o anda bana bir şey söylemeyi düşünmediği de açıklı.
"Herhalde yarın onu arayıp, ünlü kuzeyli kâşifle konuş
mak istediğimizi söylemeniz yerinde olur."
Bir saniye düşündükten sonra, "Nasıl isterseniz, Holmes,"
diye cevapladım. "Aslında hepsinden öte merakımı uyandı
ran..." biran duraksadım. Dediğim gibi, Holmes'ün bana Doy
le'ün gizemli dostları hakkında bir şey anlatmayacağı açıklı.
Bu yüzden mümkün olduğu kadar doğal davranmaya çalışa
rak lafımın ortasında konuyu değiştirdim. "Konferans boyun
ca Sigerson'ün yanında duran genç. Kim olabilir acaba?"
Bu kişiyi yalnızca gereksiz bir üstelemeden kaçınmak için
öne sürmüştüm. Asıl ilgimi çeken kişiden bahsetmemeye ka
rar verdikten sonra yapılan körleme bir atıştı bu. Hal böyley
ken, sorum karşısında Holmes'ün gözlerinin parladığını gör
düğümde ne kadar şaşırdığımı siz tahmin edin.
"Ah. mükemmel bir soru, sevgili Watson. Kesinlikle mü
kemmel."
Yol boyunca başka bir şey konuşmadık.
29
II. B O L U M
31
lanmasından sonra Doyle'un yardımlarından yararlanama
dım: O aralar Holmes hikâyeleri fena satmamakla birlikte ede
bi çalışmalarım ne bir edebiyat temsilcisine ihtiyaç duyacağım
kadar çok. ne de tatmin ediciydi. Elbette aramızdaki dostluk
ilerledi ve eşlerimin birkaç kez belirttikleri gibi hayatın mad
di yanlarına pek hakim biri olmadığımdan. Doyle'u benden
daha yetenekli olduğu bir alanda yetkili kılmaya, edebi çalış
malarımın ticari yönüyle İlgilenmesine karar verdim, dolayı
sıyla edebi temsilcim oldu. Bu durum tuhaf bir kanşıklığa se
bep olmuştu: Holmes'ün ve benim, sadece Doktor Doyle'un
kaleminden çıkmış karakterler olduğumuza inananlar azım-
sanmayacak bir sayıya ulaştı. Elbette, hikâyelerimde bundan
hiç bahsetmedim (nihayetinde beni ilgilendiren, eski dostu
mun olağanüstü zekâsından ve parlak yöntemlerinden dünya
yı haberdar etmekti), fakat Holmes birçok defa tanışma esna
sında ismini söylediğinde, belki de unlu bir hayali karakterin
kılığına bürünmüş bir aktör olduğunu düşündüklerinden,
karşısındakilerin tuhaf bir şakayla karşı karşıya kaldıklarına
inandıklarını gösteren inanmaz bakışlarıyla karşılaşmıştır.
33
"Kusuruma bakma, konudan uzaklaştım." diye ekledi,
"elbette sizin için bir görüşme ayarlarım."
"Sağol Anhur. ben de senden b u n u beklerdim."
Tekrar gülümsedi. Bu sefer biraz daha sakindi.
"Bir dostun ve üstüne üstlük en önemli müşterimin arzu
sunu nasıl reddederim? Aslında bugün onunla yemek rande
vum var ve herhalde sız de bu akşama doğru kendisiyle gö
rüşmek için yemeğe katılabilirsiniz. Sizin için uygun m u ? "
" D a h a iyisi olamaz."
Doyle başıyla onayladı. Gerginliğini üzerinden atmış gö
rünüyordu.
"Tamam öyleyse. Bu işi hallettik Şimdi söyle bana. son
zamanlarda kalemin işliyor m u ? "
Kafamın başka yerde olduğunu belli etmemeye çalışarak,
iki yeni Holmes hikâyesini tamamladığımı söyledim. Doyle
hafifçe kaşlarını çatarak:
"Farklı bir edebi türde yazmayı hiç düşünmedin mı? Sen
yetenekli binsin J o h n ve kalemini adadığın bu edebi tür. en
hafif deyimle, yavan. Biyograf sıfatıyla yetinerek yeteneğini
çarçur ediyorsun."
Bir rahatlama hissiyle hafifçe gülümsedim, zira en bildik
tartışma konulanmızdan birini açması, gerginliğinden kurtul
duğunu, yine tanıdığım Doyle olduğunu gösteriyordu. D a h a
önce de söylediğim gibi. temsilcim daha ilk günden Hol-
mes'ten tedirgin olmuştu. Daha doğrusu, birkaç sayfa önce
bahsettiğim gibi Doyle, dedektif karşısında esaslı bir paniğe
kapılıyordu: Sinirleri geriliyor, durmadan ellerini ovuşturu
yor ve bir tek tutarlı cümle kuramıyordu, onun gibi berrak ve
keskin bir zekâya sahip biri için bu gerçekten garipti. O n u n
bu tavrının sebebini hiç öğrenemedim ve Holmes biliyorsa
34
bile bana hiçbir zaman söylemedi. Fakat Doyle'da yarattığı et
kinin pekala farkında olan Holmes. onun sinirlerini daha da
bozmaktan keyif alıyordu. Holmes'ün kişiliğinin dendikle
rinde yatan çocukça bir saldırganlık dürtüsü vardı ve anlaşı
lan Doyle'da b u n u kolayca açığa çıkaran bir şey mevcuttu.
"Bu konudan daha önce de bahsetmiştik," diye cevap ver
dim. "Hayal gücüm yok denecek kadar kıt. Gerçek bir olayı
kaleme alabilirim, fakat icat etmek... Ah, işte onu beceremı-
yorum. Aslına bakarsan bu bakımdan sana gıpta ediyorum."
"Ah haydi, J o h n . kendine haksızlık ediyorsun. E m i n i m ,
bir denesen..."
Temcit pilavına dönmüş nahoş bir konuya toslamıştım.
"İnan bana, denedim. Fakat sonu hüsran oldu."
Söyleyeceği şeyin yersiz kaçıp kaçmayacağını tanıyormuş
gibi yine rahatsızca kıpırdandı. En sonunda bet bir sesle:
"Bence Holmes sizin ö n ü n ü z ü kesti, sizi kendi uydusuna
çevirdi. Kendi adınıza düşünmekten acizsiniz." dedikten
sonra, ikimizin de bildiği tıp jargonuna el atarak, "sizi bir pa
razite çevirdi," dedi.
Bariz bir soğuklukla. "Arthur." diye başladım, "söylediğim
gibi bu konuyu daha önce de tartıştık. Holmes'le ortaklığı
mın bana çok faydası dokundu. O tanıdığım en olağanüstü
adam. Aramızdaki dostluğu tehlikeye almak arzusunda de
ğilsen, b u n u iyi belle."
Kesin tavnm karşısında geri çekilip, başını sallayarak.
"Nasıl istersen." dedi.
Bu konuşmanın ardından sohbetimiz gittikçe tavsadı. N e
zaket gereği birkaç söz daha ettikten sonra vedalaşlık.
35
mundarı Holmes'e bahsettim. Belki de böyle bir şeyi tahmin
etliğinden pek üzerinde durmadı.
Saat üç sularında Doyle'dan bir telgraf aldık. Bizi saat al
tıda, konferansın verildiği kulüpte Sigerson ve sekreteriyle
birlikte akşam yemeğine davet ediyordu.
"Sekreteri mi?" diye sordum. Holmes telgrafı şömine rafı
na bırakarak. "Şüphesiz şu sansın genç. Watson. İyi, iyi, ken
disini tam anlamıyla tanıma fırsatı bulacağız." diye cevapladı.
Başkaca bir şey konuşmadık, ama yüzünde her daim ya
rım bir gülümseme bulunan bu şahsın Holmes'û fazlasıyla
meraklandırdığı belliydi. D ü n . Doyle'un yanındaki çalımlı
adama eşlik eden o dalkavuk delikanlıya karşı duyduğum
tiksintiyle öyle meşguldüm ki. sarışın gence dikkat etmemiş
tim. Fakat o genç adamda tekinsiz bir şeyler olduğu konu
sunda Holmes'le tümüyle hemfikirdim. Aslına bakılırsa, ül
kemizde bir mevsim kalmayı planlayan bir yabancının İngi
liz bir sekreter tutmasında garipsenecek bir şey yoktu. O de
likanlıda... sanırım bu daha uygun bir kelime olacak, beni
kaygılandıran şey bu değildi. Aslında beni kaygılandıran şe
yin ne olduğunu da tam olarak tarif edemiyordum. Yalnızca,
hareketlerinde hem beni rahatsız eden, hem de merakımı
celbeden bir şey olduğunu biliyordum.
36
Aradan bir buçuk saat geçmiş, henüz hiç kimse gelmemiş
ti. Başlarda masadaki sohbet gayet canlıydı. Daha önce bah
settiğim gibi Doyle. bir yandan Holmes'ün uzak akrabası
olan ünlü Profesör Challenger'ın asistan yazarıydı. Dolayısıy
la, bu tatlı kaçık bilim adamı hakkında karşılıklı ince esprile
rin yapıldığı ilk dakikalar keyifli geçti. Cok geçmeden sohbe
tin hızı kesildi ve Holmes birkaç dakika boyunca, umursa
maz görünmeye çalışan Doyle'u rahatsız eden bazı sözler sarf
etme eğilimine karşı koyamadı. Konuklarımızdan bir haber
olup olmadığını sormasını rica etmek için garsonu çağıracak
tık ki, garson kendiliğinden masamıza yanaştı.
37
rak aynı sonucu çıkarmakta pek zorlanmamıştım.
"Öyle, Holmes." diye cevapladı Lestrade. "bu sonuca nasıl
vardığınızı anlamamakla beraber, söylediğiniz doğru. Her
neyse, şu anda bunun önemi yok. Bay Sigerson kayboldu,
öldürülmüş olmasından korkuyoruz."
III. B O L U M
39
koyuldum." bir an duraksadı. "Doyle veya konukları belki il
ginç bir şeyler söyler diye umuyordum. İkinizle karşılaşınca
ne denli şaşırdığımı siz tahmin edin."
Doyle sanki yanında kimse yokmuş gibi birdenbire, "Kor
kunç bir şey!" diye bağırdı. "Berbat bir skandal çıkacak. Ber
bat. Sigerson kadar şöhretli bin böyle ortadan kaybolsun..."
Pencereden bakmaya devam eden Holmes. "Saçma," dedi.
"Sigerson kaybolmadı. Doktor."
Doyle ona hem korkmuş, hem öfkeli bir bakış fırlattı, ilk
defa. temsilcimin Holmes'e karşı düşmanlığının gerçek sebe
binin kıskançlıktan başka bir şey olup olamayacağını düşün
meye başladım. Kıskançlık fikri hepten saçmaydı. Birbirleri
nin neyini kıskanacaklardı ki? Holmes ve Doyle'un ilgi alan
ları kesinlikle çakışmıyordu ve birbirlerini kıskanacak kadar
ortak şeyleri yoktu.
Lestrade, " N e demek istiyorsunuz, Holmes?" diye sordu.
"Var olmayan biri kaybolamaz ve Sigerson da hiç var ol
madı."
Okur. Lestrade ve edebi temsilcimin yûzlerındeki hayret
ifadesini rahatlıkla hayal edebilir, bu yüzden tarif etmeme ge
rek yok. Scotland Yard müfettişi. Holmes'ten açıklama ister
ken, Doyle bir şeyler geveledi.
"Azizim Lestrade. Profesör Moriarty ile birlikte Reichen-
bach çağlayanından düştükten sonraki üç yıl boyunca herke
sin beni ölü saydığını hatırlarsınız. Bu süre zarfında ne yap
tığım hakkında bir tahmininiz var mı?"
"Bilmiyorum."
"Tahmin edeceğiniz şeyi bilmiyorsunuz öyle mi? Nefes ke
sici bir itiraf doğrusu." Lestrade yanlış anlaşıldığını söyleyip
itiraz edecekken, Holmes boş verir bir jest yaptı. "Başka bir-
40
çok şeyin yanı sıra Dalay Lamayla ve Hartum halifesıyle gö
rüştüm ve Arap kılığında Mekke'yi ziyaret ettim. Ayrıca, Va
tikan'a kabul edildim ve Papa'yla biraz lafladım. Bütün bun-
ları yaparken ismim Sigurd Sigerson'du. ünlü kuzeyli kâşif."
Yeniden arabaya çöken sessizliği bozan Lestrade oldu.
"Tamam, Sigerson'un kimliğine bürünmüşsünüz, fakat..."
Holmes başını salladı.
"Kimliğine bürünecek bir Sigerson yoktu. Lestrade; sizin
de pekala tahmin edebileceğiniz gibi. böyle bir şey yapıp
kendimi riske atacak kadar aptal değilim. O n u ben icat ettim,
ona hayat verdim ve bir yıl önce geri dönmemle de sonsuza
kadar yok oldu. En azından dun sabaha kadar öyle sanıyor
dum."
Holmes'ün Sigerson diye b i n n i n hiç var olmadığını açık
lamasından bu yana taşlaşmış gibi duran Doyle. nihayet ağ
zını açtı.
"Tanrım. Evet. Hatırlıyorum."
Lestrade ona dönerek. "Nasıl?" diye sordu.
" J o h n ' u n bana teslim ettiği son hikâye. Neydi ismi? Sahip
siz Ev miydi?" Boş Ev diye mırıldandım. "Evet. orada oku
dum. Oradan aklımda kalmış olmalı. Nasıl?.."
Sahiden de. Sherlock Holmes'ün dönüşü hakkında bir hi
kâye yazmış, fakat basımına henüz onay vermemiştim ve Al
bay Moran'm yaptıkları yüzünden çıkacak rezaletlerin ucu
Londra'nın en tanınmış ailelerine dokunacağından, aradan
on yıl geçene kadar da veremeyecektim. Şüphesiz, hikâyemi
değerlendirecek nitelikli bir eleştirmene ihtiyaç duyduğum
dan ve Doyle'ün ağzının sıkılığına güvenerek birkaç hafta ön
ce elyazmalarımı kendisine vermiştim.
Doyle'ün söylediklerini onaylarken, belki de gördüğü şe-
41
yi ilginç veya eğlenceli bulduğundan Holmes'ün güzünü
kırpmadan Doyle'u süzdüğünü fark ettim.
"Haklısınız, azizim. Kuzeyli kâşif kisvesine büründüğümû
Watsona daha once anlatmıştım ve bu bilgiyi hikâyesinde
kullanmasında garip bir taraf yok. Diğer taraftan, bu kadar
işinizin arasında Sigerson isminin dikkatinizden kaçması an
laşılabilir bir şey." Holmes'ün, "bu kadar iş" kelimelerindeki
ince alayı, benim haricimde birinin fark ettiğinden şüpheli
yim. "Yerinizde olsam aklımı bununla daha fazla meşgul et
mezdim."
42
Patronunun başına gelenler onu pek etkilememiş gibiydi, ya
rım gülümsemesi yine ağzının kıyısındaydı. Lestrade yanın
daki polise yöneldi.
"İfadesini aldınız mı. Marlowe?"
"Evet. efendim. Bay Holmes odayı şimdi mi inceleyecek?"
Lestrade. Holmes'ün yeteneklerini bilmesine ve onlardan
birçok kez faydalanmasına rağmen, emrindeki bir memurun,
resmi sıfatı olmayan birine böylesine hayranlık duymasını
uygunsuz bulduğundan olsa gerek kaşlarını çanı. Elbette
Lestrade ünlü dedektifin inanılmaz yeteneğine ve yöntemle
rine yıldan yıla daha fazla saygı duymaya başlamıştı, ama yi
ne de Scotland Yard'ın işlerine burnunu sokan bir amatör
karşısında kaygılanan resmi görevli tavrının arada sırada bas
kın çıkmasını engelleyemiyordu; çoğu vakada o amatörü ça
ğıran bizzat kendisi de olsa.
43
"Görünüşe göre pencere içenden kapatılmış. Sürgüler
sağlam, değil mi?"
Sahiden de öyle görünüyorlardı, "Evet," dedim.
"Hayır, değil. Pencere açık. Bakın." Sürgüyü kaldırmadan
pencereyi açtı. "Sürgülere bir daha bakın. Kesilmişler ama
uzaktan sağlam gözüküyorlar. Evet. çok zekice."
Pencereden sarktı. Bir sıra sarmaşık iç avludan bulundu
ğumuz kata doğru yükseliyordu.
"Gayet açık." dedi. "hiç şüphe yok ki buradan çıkmış. Sar
maşığa bakın, bazı dallan kopmuş. Bir de kan lekeleri var."
"Ya Sigerson?" diye sordum.
Holmes'ün bir kaşı kalktı. Holmes'ü, bir süredir böylesi
ne keyif aldığı bir şey olmadığını bilecek kadar tanıyordum.
Suç "kalitesi"nin artması konusundaki dileği yerme gelmişti.
"Bir ceset mı anyonsunuz, Watson?" dedi. "bulamazsınız.
D ü n kâşifimizi kötü aktör diye nitelemiştim ama tahmin et
tiğimden kabiliyetli çıktı. Evet. bunların hepsini o tezgahla
dı. Kavga çıkmış izlenimi vermek için mobilyaları devirdi,
yeterli miktarda kanayacak ama hayati tehlike yaratmayacak
şekilde kendini yaraladı ve sonra da hazırlamış olduğu kaçış
yolunu kullanarak pencereden çıkıp avluya atladı. Şüphesiz,
polis gelmeden otelden çıkmıştır."
Bir şey söylemedim. Holmes elbette haklıydı. O anda.
Lestrade yüzünde donuk bir ifadeyle kapıdan girdi.
"Bir şey buldunuz mu?"
Holmes pencereyi işaret etli ve kesilmiş sürgülerden bah
setti.
Polis müfettişi, Holmes'ün vardığı sonuçları bir adım ileri
götürmeye ve çıkan sonucu kendine mâl etmeye çabalayarak.
"Anlıyorum." dedi. Holmes'le birlikte, kafasındaki düşünce-
44
leri neredeyse bütün saydamlığıyla görebiliyorduk. " G ö r ü
nen o ki, katil son derece hazırlıklıydı. Pencereden girdi, ta
bii bunu önceden ayarlamıştır. Belki de bana bahsettiğiniz şu
konferansın gerçekleştiği gün. niye olmasın; Sigerson ve yar
dımcısının uzun sûre ortalıkta olmayacağını biliyordu ve ha
zırlanmak için yeterli zamanı vardı. Kimbilir niyeti ne? Hır
sızlık, cinayet, şantaj? Bildiğimiz tek şey, Sigerson'la kavgaya
tutuştuğu ve bu dövüş sırasında birinin öldüğü. Sebebini bil
miyoruz, ama yakında anlarız. H e n ü z bilemediğim bir sebep
ten cesedi yanında götürmeye karar verdi, ki bundan da çok
güçlü bin olduğu fikrine geliyoruz, sırtında bir cesetle şu du
vardan aşağı inmek hafife alınacak bir iş değil. Bu da bize. ce
sedi saklamak ve kimsenin bulamayacağı bir yere taşımak
için dışarıda bekleyen en az bir suç ortağı olduğunu işaret
ediyor. Karmaşık bir vaka, siz ne dersiniz Holmes?"
45
TeM hakkı d
Lestrade. bir an söylenenleri tanıyormuş gibi göründü.
"Elbette, elbette. Fakat başka olasılıkları da dikkate alma
lıyız. Fazladan önlem almanın bir zararı dokunmaz."
Lestrade odadan çıkarken. Holmes neredeyse duyamaya
cağım kadar alçak bir sesle:
"Bu adamın zekâsı bazen beni şaşırtıyor, neredeyse bir ço-
cuğunki kadar," dedi.
Marlowe ve Sigerson'ün yardımcısının bizi beklediği diğer
odaya girerken sessizce güldüm. Holmes. Sigerson'ün sekre
teriyle konuşma fırsatını kaçırmadı:
"Henüz tanışlınlmadık, bayım."
Sesi de yüz ifadesi gibi mesafeli ve nazikti. Fakat bu ada
mı herkesten iyi tanıdığıma inanıyordum ve onda biraz ken
dine güvensizlik ve bakışlarında bir şüphe görüyordum.
"Gerekli değil. Ü n l ü Sherlock Holmes'ü kim tanımaz?"
dedi ve bana dönerek başını hafifçe eğdi. "Elbetıe siz de Dok
tor Watson olmalısınız. Sizlerle tanışmak benim için bir
onurdur, beyler. Shamael Adamson hizmetinizde."
Elini uzattı, sıktım; tokalaşması kısa ve güçlüydü, avuç İçi
biraz olsun terlememiştı. Holmes, gözlerinde kuşkucu bir
parıltıyla onu süzüyordu. Nihayet o da genç sekreterin elini
sıktı.
"Korkarım size bazı sorular sormam gerekecek, müfettiş
için bir sakıncası yoksa tabii."
"Elbette yok. Holmes. Bildiğiniz gibi, yapacağınız her tür
lü yardım için size minnettar kalırız."
Lestrade şimdi, bu meselenin ç ö z ü m ü n ü n dedektifin
önünü açmakla m ü m k ü n olacağına inanıyordu. Holmes'e
yağ çekmesinin tek sebebi buydu. Holmes ona cevap verme
zahmetine katlanmadan, doğrudan Adamson'a yöneldi:
46
"Siz, kısmen de olsa, olayın görgü tanığısınız değil mi?"
"Sayılır." dedi ve omzuyla işaret ederek, "odam hemen
yan tarafta ve ortak salondaki diğer kapı Bay Sigerson'unkine
açılıyor. Sizlerle birlikte geçireceğim akşam yemeğine katıl
mak Üzere giyiniyordum ki, zor duyulan ama oldukça tuhaf
gürültüler duydum, itiraf edeyim ki başta pek önemseme
dim. Fakat gürültü tekrarlandı, ben de meraklandım. Sanki
çok ağır bir şeyin yere düşüp kırılmasına benzer bir sesti.
Akabinde bir çığlık duydum sanıyorum. Emin olamadım, o
yüzden koridora çıktım. Çığlığı tekrar duyduğumda. Bay Si
gerson'un odasından geldiğini fark ettim. Odama d ö n ü p , bu
salona geçtim. Bay Sigerson'un kapısı kilitliydi. Bir çığlık da
ha duyunca kapıyı açmaya çalıştım, ama nafile. Sonra bir ses
sizlik oldu. Kapıyı kırmaya çalıştım ve iki üç denemeden
sonra açmayı başardım. Odayı gördüğünüz halde buldum."
47
düşüncenin aklımdan geçtiğin inkar edemem. Beni anlama
lısınız Doktor Doyle. yaptığım iş bazen başkaları hakkında
en olmayacak şeyleri düşünmeyi şan koşar."
Doyle başını sallayarak anladığını Delinmesine rağmen
kafası başka yerde gibiydi. Lestrade'ın özürlenne kulak as
mayan Holmes. sorgulamayı sürdürdü.
"Bay Adamson, söyler misiniz. Bay Sigerson'ün hizmetine
gireli ne kadar oldu?"
"Aşağı yukarı iki ay. İngiltere'ye geldiğinden beri. Sekre
ter aranıyor ilanını gördüm. Önceki işverenim Yeni Dünya'ya
göç etmeye karar verdi ve ben de işsiz kaldım, ilanı görünce
başvurdum, Bay Sigerson'la görüştüm ve ışı aldım."
"Bu zaman zarfında olağandışı bir şey fark ettiniz mı?"
"Hayır. Yabancı birinin kendine has özellikleri hariç elbet
te." Gülümsemesi genişledi. "Şu Iskandinavlar ilginç millet
doğrusu."
Aniden sözünü kestim:
" Ö l ü m ü n d e n pek etkilenmiş görünmüyorsunuz."
Holmes bana baktı, şaşırmıştı ama sorumun yersiz oldu
ğunu düşünüyora benzemiyordu.
Adamson cevap vermeden birkaç saniye duraksadı.
"Aslına bakarsanız, etkilenmediğimi itiraf etmeliyim. Ma-
aşımdaki düşüşten etkileneceğim muhakkak, ama Bay Siger
son ve ben pek yakın değildik. Biz ingilizler pek sıcakkanlı
olmamakla tanınırız, ama görünen o ki kuzeyliler de bizden
aşağı kalmıyor, ilişkimiz bütünüyle iş ilişkisiydı."
Adamson konuşurken Holmes piposunu dolduruyordu.
Ağzına kadar doldurdu ve genci süzmeyi bırakmadan ağır ha
reketlerle yaktı. Yüzünde daha önce pek nadir gördüğüm tu
haf bir ifade vardı, sanki tümden yeni bir türle karşı karşıya
48
kalmış ve hakkında ne düşüneceğim bilemiyormuş gibiydi.
"işvereninizin söylediği kişi olduğuna İnandınız mı?" diye
sordu sonunda.
Holmes'ün sorusu Adamson'ı gerçekten şaşırtmış görünü
yordu.
"Yani onun bir sahtekar olduğunu mu söylüyorsunuz? Bu
mümkün değil. Kuzeyli bir kâşif kılığına girmeye kim zah
met eder ki?"
Holmes'e yan yan bakarak, tüm samimiyeliyle bu fikri gü
lünç bulduğunu söyledi. Kendinden emindi.
"Ayrıca, bana gösterdikleri... Bakın, burada olmalı."
Küçük bir dolaba yanaştı, kapağını açıp bazı fotoğraflar
çıkardı.
• Kendiniz bakın."
Holmes fotoğrafları aldı ve teker teker bakmaya başladı.
Aniden bir kahkaha patlattı.
" N e oldu?" diye sordu Lestrade.
"Sanırım bu fotoğrafları herkese göstermiştir."
Fotoğrafları görünce dalgınlığından sıyrılan Doyle. "Doğ
ru," diye atıldı, "bana da birkaç kez göstermişti."
Holmes sözlerine devam etti:
Sigerson'un, iriyarı. doğu tarzı gösterişli kıyafetler giymiş,
kısa gri sakallı bir adamla birlikte gözüktüğü fotoğrafı bize
göstererek, "Elbette, şu da Hartum Halifesi kılığına girmiş bi
ri," dedi. Kimseden yorum gelmedi. "Halife gibi, Müsluman-
larca kutsal sayılan bir adamın fotoğraf çektireceğine, onun
la bu kadar rahat poz vereceğine inanır mısınız? Bu. Islamın
insan suretini taklit etmeye karşı olan temel kurallarından bi
rini çiğnemek demektir."
Holmes, baktığı fotoğrafları Lesırade'e uzattı.
49
"Eğer bu sizi ikna etmediyse, Sigerson'un, -gerçek Siger-
s o n ' u n - Times'ta yayımlanan röportajını hatırlamanız yeterli
olacaktır," dedi Holmes gülümseyerek. "Halife yalnızca hıya
rı değil, dahası kendi başına yerinden kıpırdayamayacak ka
dar şişmandı. Başka kanıt ister misiniz?" Büyüteciyle fotoğ
raflardan birini inceledi. "Halifenin sol elinde parlayan yüzü
ğe dikkat edin. Simdi de D alay Lama'nın Budisılerin dua
ederken girdikleri pozda kavuşturduğu ellerine bakın. Tanı
dık bir şey görüyor musunuz?"
50
umumiyetle yapacağı gibi sahte kâşifin malzemelerini ve kı
yafetlerini incelemek İstememesini garipsemiştim, fakat şüp
hesiz, kafasında çoktan bir teori oluşturmuştu ve resmi poli
sin yapacağı rutin incelemenin yeterli olacağına inanıyordu.
Ara sıra gülümsüyor ve bana. sanki farkına varmadığım örtü
lü bir şakayı fark ettirmek istermiş gibi kaçamak bakışlar atı
yordu.
Eve vardığımızda. "Eee, Waison. dünya şüphesiz ilginç
bir yer. Bir hileyi kopya eden sahtekar, ilginç değil mi? Ya
söylediği kişi olduğunu kanıtlamak için uydurma fotoğraflar
çektirme zahmetine girmesine ne demeli?"
"Fakat amacı ne?" diye sordum. "Ya şu anı kayboluşu ni-
yer
"Elbette bu her şeyden önemli. Amacı? Kesinlikle benî
kendine çekmekti, o n u n bir sahtekar olduğundan başka kim
şüphelenebilirdi ki? Ortadan kaybolmasına gelince, itiraf ede
yim ki bu aklımı biraz karıştırdı. Şüphesiz, dünkü konferans
ta beni tanımış olacak. Belki de paniğe kapıldı ve kaçtı, ama
zannetmem. Hayır, tüm bu olan bitende gördüğümüzden faz
lası var. Mükemmel, evet. mükemmel. Bir yıl önce yaşayanla
rın dünyasına döndüğümden beri çaba harcamama değecek
bir vakaya rastlamamıştım. Hatırlarsınız. Watson. neredeyse
dikkate değmeyecek kadar önemsiz bir iki vaka sadece."
Aslında "bir iki vakadan" fazlası vardı ve bazıları dikkate
değmez değildi, ama bir şey söylememeyi tercih enim.
"Şüphesiz, bu... bu defaki çok farklı. Tuzak yemlendi, av
başlıyor."
Aniden durdu. Şömineye dayandı, ince ve kemikli elleri
nin arasına aldığı yüzünde karanlık bir ifade vardı. Aniden
aklına bir şey gelmiş gibi kendi kendine mırıldandı:
51
"Belki de. evet. belki de... Ama hayır, böyle olduğunu dü
şünmek için henüz çok erken."
Bu merak uyandırıcı sözlerin ardından izin istedi ve oda
sına çekildi.
52
IV. BOLUM
ESRARENGİZ MESAJ
53
"izin verin, anlatacağınız şeyi tahmin edeyim. Topraktaki
izler iki adamın bırakacağı kadar derin değil."
"Tastamam," dedi Lestrade. Holmes'ûn sözlerini duyunca
neredeyse sandalyeden fırlayacağını söylesem abartmış ol
mam. "Fakat sız izleri incelemediniz bile."
"Gerekli değil, müfettiş. Aslında gayet basil. O odada söz
de Sigerson haricinde hiç kimse yoktu: Ötesi bizim için ha
zırlanmış bir sahneydi." dedi Holmes üstüne basarak. "Evet,
doğru, şüphesiz genç Marlowe polislikle yükselecek."
Lestrade. rahatsız bir şekilde, sandalyesine tekrar oturdu.
Holmes. tanıştıkları yıllar boyunca kendisine asla benzer bir
Ovgû yöneltmemişıi.
Kendini toparlamaya çabalayarak:
"Hepsi bu değil," dedi. "Sigerson'un eşyaları arasında ba
vullarından birinin astarına saklanmış bazı belgeler bulduk,
ilki önemsiz bir mektuptu veya en azından öyle görünüyor
du. Gerisiyse... korkarım anlamsız."
Bir tomar mektup gösterdi. Holmes de ağır ağır okumaya
başladı, ikinci mektuba geçtiğinde, ilkini bana uzattı. Dakti
loda yazılmış kısa bir mektuptu bu:
54
lacak çalışmaların zaman içerisinde büyük bir öneme sa
hip olacağına güvenim tam.
Şöhretiniz, beni bu yazılan kopyalayıp size gönder
meye yöneltti. Araştırmanızda bol şans dilerim.
Saygılarımla,
WINFIELD SCOTT LOVECRAFT
55
madan başka bir şey olamaz. Amerikan yerlileri hiçbir zaman
rün kullanmadı."
"Ya öyle ya da Keli alalarımızın göç yollan kimsenin aklı
na gelmeyecek kadar uzağa. Ceneviz açık denizlerine dek
uzanıyor. Bunların Avrupa rûnleri olduğuna en ufak şüphe
yok. Dolayısıyla, sözde yazıtlardan bahsedilmesi yanıltmaca -
dan başka bir şey değil. Ve dostumuz Lestrade'in "anlamsız"
olduğunu söylediği bu mektuplar belki o kadar da anlamsız
değildir. Buradan yola çıkarsak. Bay Lovecraft'ın. tabii bu
isimde biri mevcutsa, dostumuz Sigersona şifreli bir mesaj
gönderdiğini varsaymak pek güç değil. Her bir rünün Latin
alfabesinde bir harfe karşılık geldiğini farz edersek isabetli
olur. mesaj da yeterince uzun olduğundan, daha önce Dans
Eden Adamlar vakasında kullandığım yöntemle mesajı deşif
re etmekte en ufak zorluk çekmeyiz."
56
ne çocuk oyuncağı gibi gelmesine rağmen, onu samimi bir
heyecan duymaktan alıkoymuyordu.
Birkaç dakika geçmemişti ki Holmes. "Evet. bir bakalım."
diye başladı. "Noktaya benzeyen karakterler, bizim söylenen
ler doğru anlaşılsın diye aralarına boşluk koymamız gibi. ke
limeleri birbirinden ayırmak için koyulmuş hiç şüphesiz. El
bette. ( F ) karakteri, tıpkı mesajdaki gibi dilimizde en sık kul
lanılan harf olan "a" harfine denk düşüyor. Şu tek başına kul
lanılan harf yalnızca " O " olabilir. Fonetiği ortografiye yeğle
yip, karakterlerden gayet akıllıca tasarruf ederek, bu harften
hem " o " ile " ö " seslerini temsil etmek için yararlanılmış ola
bileceğine dikkatinizi çekerim, " o " ile başlayan şu üç harfli
kelime de muhtemelen "ona" veya " o n u " . Her halükarda "n"
harfini b u l m u ş oluyoruz ve buradaki son karakter "a" harfi
olarak kabul ettiğimiz ( F ) olmadığına göre, bu "u" olmalı.
" E " harfi de aşağı yukarı "a" kadar sık kullanılan bir harf ve
(fi) karakterinin de mesajda sıkça tekrarlandığını görüyoruz.
Şu halde, b u n u n "e" olduğunu şimdilik varsayabilir ve devam
edebiliriz. Mesajda üç defa iki harfli bir kelimenin tek başına
kullanıldığını görüyoruz ve sonu şimdilik "e" olduğunu var
saydığımız karakterle biliyor. Öyleyse b u n u n bağlaç olan
"ve" olduğunu düşünebilir miyiz? Herhalde, evet. Artık me
sajı deşifre etmek için ilk adımı atabilir ve belki de başka bir
harfi tahmin edebiliriz, kesinleşen her bir harfle birlikte bir
deneme yapıp, sonuca bakarız.
Pekalâa, sanırım anık bazı kelimeleri deşifre etmeye yete
cek malzeme elde ediyoruz. Su "*ıONfcA"nın da "sonra" ke
limesi olduğunu düşünmek çok mu cüretkar bir t a h m i n
olur? Bence olmaz. Böylece iki yeni harf daha bulmuş olduk;
"s" ve V. Tabii, bu "s" harfinin, " o - ö " veya "ı-i"ye benzer şe
kilde, biraz önce de söylediğim gibi. karakterden tasarruf et
mek amacıyla "ş" yerine de kullanılıyor olması çok m u h t e
mel. Devam edelim. Yalnızca bir harfini bilmediğimiz "o (.)
ana" kelimesindeki eksik harfin yerini doldurmak çok kolay,
yani kelimemiz "olana". Böylece " 1 " harfini de bulmuş olduk.
Bulduğumuz her harf bize yenilerini kazandırıyor; şu "ola<
ak" ve "sonsu Ha" kelimelerini tamamlamak için herhalde faz
la çaba sarf etmeye gerek yok. Bana göre mesaj hemen hemen
çözüldü. Yine de daha açık görebilmeniz için tekrar genel bir
düzenleme yapalım:
Dostlarım, gördüğünüz gibi metni deşifre ettik sayılır, ge
ri kalan birkaç harfi de kolaylıkla tahmin edebiliriz. Nihayet,
elde ettiğimiz metin...
Hızla yazdı ve kafasını kaldırıp bize baktı. Yüzünde bir
hayal kırıklığı ifadesi vardı.
"Gerçekten zeki biriyle karşı karşıyayız. Metni çözmeyi
başardım, fakat rünlerin alımda yeni bir şifreyle karşılaştım.
Ç ö z m e k imkansız değilse de korkarım çok daha zor olacak."
Deşifre ettiği metni yüksek sesle bize okumaya başladı:
'"Doğru. Tehlike geçti. Prens tahttan çekildi ve bu kez ya
lan söylemiyor. Şafak şimdi altın olacak ve ölülerin bilgeliği
ne ulaşıp, onu elde etme şansı bulacaksın. Tersyüz olmuş
dünyaya varacak olana doğru marşa geçeceksin ve sonra o
bana gelecek. Yanında bilgeliği taşıdığından emin ol. Khemi
Kardeşliği sana sonsuza kadar minnettar katacak." M e m i n as
lında olmadığından noktalamalar bana ait. Elbette metni böl
mek bana daha mantıklı geldi. Şimdi söyleyin, ne düşünü
yorsunuz?"
60
sormadan, pasaklı teğmen Wiggins'e buraya gelmesi için me
saj gönderdiğimi söyleyeyim. Neredeyse varmak üzeredir."
Tam o sırada merdivenden çıkan ayak seslerini ve Bayan
H u d s o n ' u n öfkeli sesini duyduk. Birkaç saniye sonra kapı açıl
dı ve üstü başı pislik içinde, hırpani bir yeniyetme odamıza
daldı. Wiggins'ti bu. Holmes'ûn banz bir ironiyle. "Baker So-
kağı'nın başıbozuk kuvvetleri" diye bahsettiği ve okurun şüp
hesiz hatırlayacağı gibi eski dostuma birkaç kez büyük yar
dımları d o k u n m u ş gençlerden oluşan sahici bir ordunun başı.
Son yıllarda onlarla pek az ilişkim olmuştu ve aradan ge
çen sürede Wiggins on altı, on yedi yaşlarında yakışıklı bir
delikanlıya dönüşmüştü. H o l m e s ' û n bana anlattığına göre (ki
çok geçmeden anlattıklarının doğruluğuna şahit olacaktım).
Wiggins, yeni üyelerle genişleyen çetesini, sanki resmi bir
dedektiflik bürosu veya ordu bölügüymüşçesine demir yum
rukla yönetiyordu.
O öğleden sonra Baker Sokağı'ndaki odada Wiggins'in gö
rüntüsü beni şaşırtmasa da hoş değildi. Yüzünün bir yanın
daki yaralar onu çirkinleştiriyordu. ama neyse ki hızla iyile-
şiyorlardı.
Birkaç ay önce. Holmes'ûn detaylarını bana anlatmaya gö
nüllü olmadığı bir vakayı soruştururken. Limehouse diye bi
linen bir afyon batakhanesine yapılan bir baskında eski dos
t u m a ve polise eşlik ettiğim sırada, bitkin, yaralı, bakışları
donuklaşmış bir halde bu gençle karşılaşmıştım. Sonradan,
zavallı genci bu kadar kötü yaralayanın kim olduğunu sor
m u ş t u m ( H o l m e s esrarengiz bir şekilde "bir şeytan" diye ce
vaplamıştı soruyu) ve yaralarını temizleyip, m ü m k ü n merte
be tedavi ederken tüylerimin diken diken olmasını da engel
leyememiştim. Elbette hayatım boyunca birçok darp izi ve
"1
yaralanma gördüm: Fakat gençlere zulmedilmesi bana hâlâ
dokunur.
Yaralarını sararken, Wiggins arada bir "mandarin" dediği
bir yaratık hakkında rastgele sayıklıyordu. O anda merakımı
bastırmıştım, zira o sırada en önemli şey gencin sağlığı ve bir
an önce o berbat batakhaneden çıkarılmasıydı. Holmes'ten
öğrendiğim kadarıyla (daha önce de söylediğim gibi detayla
rı bana hiç anlatmasa da) Wiggins, Başıbozukların iki üye
siyle birlikte, merkezinde doğulu esrarengiz bir doktorun
b u l u n d u ğ u , iki şairin etrafında dönen garip bir entrikaya da
hil olmuştu. Delikanlının böyle yaralanmasının sorumlusu
da işte o doktordu.
62
"Uğratmayacağız. Bay H o l m e s . "
"Öyle umarım. Şunları da al: telgraf için bozukluk, bu da
göndereceğin yazı. Bugün gönderilmeli. Şimdi işe koyulun.
Bizzat bana bilgi vereceksin veya beni bulamazsan Doktor
Watson'a. Haydi bakalım."
Wiggins bir an duraksadı ve bana utangaç bir bakış atlı.
Holmes, "Evet? Başka bir şey mi lazım?" diye sordu.
Delikanlı nihayet boğuk bir sesle:
" D o k t o r Watson'a teşekkür etmek istiyordum," dedi. "Be
ni tedav... neyse, neden bahsettiğimi anladınız zaten."
H o l m e s . olan bitenle hiç ilgilenmiyormuş gibi omuz silk-
ti. D o s t u m u n , empatiden ve başkalannın ihtiyaçlarını kavra
maktan yoksun tavrı karşısında neredeyse agzımdam kötü
bir söz çıkacaktı. Fakat o an önemli olan Wiggins'ıi.
"Lafını etmeye değmez." dedim. "Yaraların gayet tatmin
kar bir şekilde iyileştiğini görmek beni sevindirdi."
Wiggins, "Sayenizde," diye cevapladı.
Holmes, gözlerinin ö n ü n d e cereyan eden ve kesinlikle il
gilenmediği bu sahne karşısında sabırsızlanarak piposunu
yaktı.
Bu arada, delikanlıya yaklaştım ve y ü z ü n ü n yaralı tarafına
yakından baktım. Yaralar mükemmelce kapanmış olsa da
Wiggins soluk ve gergin yara izlerini daima taşıyacaktı, yine
de bence yara izlerine rağmen delikanlının yüzü yakışıklılı
ğından bir şey kaybetmemişti. Hattâ biraz kabaca bir yorum
olsa da. İzlerin çekiciliğini antırdıgı bile söylenebilirdi. Elbet
te, b u n u dert edecek olan Wiggins'tı. ben değil.
Muayenemi bitirdim.
"Evel. m ü k e m m e l c e kapanmışlar," dedim.
Wiggins sessizce başıyla onaylamakla yetindi. Sonra, dön-
63
du ve merdivenlerden inmeye koyuldu, ben de delikanlının
hislerine karşı sergilediği umursamaz tavır dolayısıyla payla
mak için Holmes'e yöneldim.
Holmes lafı ağzımdan alarak, "Ben düşündüğünüz gibi bir
canavar değilim. Watson," dedi. "Ama Wiggins'in iyileşmesini
istiyorsak, durumuna ne kadar az ilgi gösterirsek o kadar iyi."
Söylediklerine tamamıyla katılmasam da karşılığında söy
leyecek bir şey bulamadım.
Holmes'ûn. karşılarında başka bir yetişkin olsa küstah ve
kibirli tavırlar sergileyecek olan bu yeniyetmeler ûzerindeki
etkisi beni hep şaşırtmıştı. Şüphesiz hepsi eski dostuma hay
randı ve tüm emirlerine sanki çok yüksek bir otoriteden ge
liyormuş gibi kayıtsız şartsız itaat ediyorlardı. Holmes'ûn
davranışı, yanı Wıggins'ın yüzünde dikkati çeken bir şey
yokmuş gibi numara yapması, onun ve diğer Başıbozukların
dedektifin sözlerini sanki sözsüz bir yasaymışçasına kabul
lendikleri dikkate alındığında, delikanlı için yararlı olabilirdi.
Zamanla Sherlock Holmes'ûn bu gençlerle ilişkisinin san
dığımdan daha derin olduğunu anlayacaktım, dedektif onla
rın eğitimlerine bir fon tahsis etmişti. Bunları yazdığım sıra
da. Wıggıns -farklı bir isimle- Sherlock Holmes'ûn kendisi
ne öğrettiği yöntemleri kullanarak elde ettiği başarılarla her
kesi hayran bırakan yüksek rütbeli bir Scotland Yard görev
lisi olarak tanınmakta. Korkarım dostumun mükemmeliyet
tutkusu, aslında tezcanlı bir mizacı olsa da ona miras kaldı ve
Wiggins, yaşadığı yegane başarısızlık için kendi kendini yiyip
bitirecek kadar mükemmeliyetçi biri olup çıktı.
Holmes. konuşmamızı sonlandırarak, "Pekala Watson. ar
tık Bayan Hudson'un yaptığı leziz yemeklerin tadına bakabi
liriz." dedi.
64
V. B O L U M
65
kişilerin rol aldığı vakalara dair notlar almıştım. Şüphesiz bu
vakaların hiçbiri, şu an içinde bulunduğumuz olayın dostu
ma verdiği o garip heyecanla kıyaslanacak bir etki yaratma
mıştı. Sahiden de bu vaka. bunca zamandır Holmesle birlik
te karşılaştığım her şeyden tümüyle farklıydı.
Tabiri caizse, dostumun kendini bu kadar kaptırdığını
uzun süredir görmemiştim: Gözlen parlıyor, yerinde duramı
yor, sık sık keyfinden çatlayacakmış gibi oluyor, sanki büyü
leyici bir bulmacanın son kelimesini de bulmuş veya dünya
nın en karmaşık labirentine ilk adımlarım atmış biri gibi gö
rünüyordu. O zamanlarda, bugün psikiyatri diye bilinen şey.
el yordamıyla yapılan deneyler ve çokça hurafeden ibaret ye
ni bir alandı. Freud ve takipçileri bu alanı gerçek bir bilim
konumuna taşıdı, elbette henüz alınacak çok yol olmasına
rağmen zamanla bu bilimin son derece yararlı ve taşıdığı öne
min keşfiyle birlikle, bir o kadar tehlikeli bir alan olacağına
şüphem yok. Günümüz psikiyaıristlerinin. o soğuk görünü
şü, o sonsuz egoizmi, çocuksu denebilecek ani tepkileri, sa
dık ve sevecen gerçek kişiliğini gösterdiği kısa ama yoğun an-
larıyla Holmes 'unki gibi bir kişilik karşısında hayranlık duya-
caklanndan eminim. Eger Freud, Holmes'ü tanısaydı, nasıl sı -
nıflandınrdı diye kendi kendime hep sormuşumdur. İşın as
lı, kendime sorup durduğum soru. dostumun ele avuca sığ
maz kişiliği, tüm Avusturyalı psikiyatristlerin bizleri nitele
mek amacıyla kullandıkları kişilik kategorilerine muhtemelen
kolay kolay sığmayacağından, Freud'ün onu herhangi bir şe
kilde sınıflandırmayı başarıp başaramayacağıydı.
66
sapmamak giderek zorlaşıyor. Bugünlerde pek moda olduğu
üzere, mantığı ve olay örgüsünü dikkate değmez önemsiz un
surlar gibi gören o korkunç romancılardan biri olarak görül
mek istemem. O yüzden, artık hikâyemize dönelim.
Saat dûn buçuğa doğru kapı çalındı. Bayan Hudson kapı
yı açtı ve gelen kişiyle bir iki laf eni. ardından konuğumuz
merdivenlerden çıktı. Kapı açıldı ve içeri kısa boyu, zayıflığı,
sade ama şık giyimi ve ölçülü hareketleriyle hemen tanıdığı
mız gazeteci Isadora Persano girdi. Sağ elinde, kendisine en
az muhabirliği kadar şöhret kazandıran eskrimciliğnin işare
ti olan. içindeki oyukta uzun bir kılıç gizlenmiş bastonunu
gevşekçe tutuyordu. Tiz sesiyle bizi selamladı ve apaçık giz
lemeye çabalayarak, sesiyle, görünüşüyle ve labıi en çok da.
bir erkekten çok bir kadına yakışacak tuhaf ismiyle alay etme
cüreti göstermemiz ihtimaline karşı bize meydan okuyan bir
bakış attı.
67
lay Lamayla yaptığı görüşme sayesinde hemen Un kazandı.
Daha sonra Hindistan'a uzandı, en önde gelen bazı Brahman -
larla ve ermişlerle görüştü. Bununla da yetinmedi. Arap dün
yasına girmeye cüret etti. Mekke'deki kara taşı inceledi ve
Hartum Halifesi'yle birkaç kelime etmeyi başardı. Nihayetin
de, batıya döndü ve eğer kaynaklarım yanılmıyorsa, Vati
kan'a girmeyi ve Papaya takdim edilmeyi de becerdi. Sonra
aniden ortadan kayboldu. Bu bir buçuk yıl hakkında hiçbir
bilgi yok. Kaynaklarım. Motpellier laboratuvarlannda bir sü
re bulunan ve katran üretimiyle ilgili bazı konulan araştıran
aynı isimde birinden bahsettiler. Fakat hiç kuşkusuz başka
bir isim kullanıyordu. Her neyse, aşağı yukarı on bir ay önce
Londra'da ortaya çıktı, bu defa Afrikalı Boşimanlann âdetle
rini incelemekle olduğunu açıklıyordu. Elbette, kara kıtadan
gelip limanlarımıza varan hiçbir geminin yolcu listesinde is
mi geçmiyordu. Şu halde. Avrupa'ya uğrayarak buraya gelen
gemilerden birine binmiş olmalı, fakat Kanal'ı geçen bu ge
milerde de yüzünü bilen yok. Başka bir deyişle, geçen yıl İn
giltere'ye giren bu isimde biri yok."
68
"Sanırım hayır, bunun sızı en ufak bir şekilde şaşırtmadı
ğını görüyorum. İki yıla yakın bir süre. söylediğim gibi. Si
gerson hakkında kardeşiniz tarafından yayılan söylentiler
herkesin kulağına geldi ve yayıldığı süratle de unutuldu. Siz
on bir ay önce tekrar ortaya çıktınız ve aynı tarihlerde. Sigurd
Sigerson olduğu varsayılan bin Londra'ya geldi. Bundan bir
netice çıkarmak, sızın de hep dediğiniz gibi. gayet basit. Si
gerson kimliğim sız yarattınız ve ölmüş numarası yapmak
için kullandınız. Fakat bir yıl önce ingiltere'ye gelen, daha
doğrusu son bir yıl içinde ülkeye girdiğinden emin olduğum
kuzeyli kâşif, siz değildiniz, onun sizinle en ufak bir alakası
yoktu ve cüretkar bir tahminde bulunursam. Kulüp Anıro-
pos'te Boşimanlar üzerine vereceği konferansın ilanını göre
ne dek varlığından bile habersizdiniz."
69
yetenekli ve tanınmış edebi sımalardan bazılarının üyeleri ara
sında oluşuyla ve bunun kadar... nasıl diyeyim... zararsız ol
mayan başka bazı özellikleriyle One çıkan bir tarikat bu. Ko
nuyu araştırırken, dostumuz Sigerson'un da onlarla bağlantı
sı olduğunu, kendisini (hangisi olduğunu henüz öğrenemedi -
gim) benzer bir kardeşliğin üyesi olarak tanıttığını ve tarika
tın Büyük Üstadıy'la dostluk kurduğunu öğrendim. Bu Büyük
Üstat, yani Bay Malhers son derece merak uyandıran biri. gri
hücrelen kendisini tarikat hiyerarşisinin üst basamaklarına
yerleştirecek ve göz önünde olmaktan kaçınmasını sağlayacak
kadar iyi çalışıyor. Şüphesiz sizin de bildiğiniz gibi. Mathers,
Doktor Woodman ve bir süre öncesine kadar tarikatın Büyük
Üstadı sıfatını taşıyan, ama aslında göz boyayan bir kukladan
ibaret olan ve zekâsı ihtirasıyla orantısız Wılliam Wynn West-
cott'la birlikte Altın Şafakin kurucuları arasındaydı. Hibene
Wılliam Westcott. Woodman gibi Mathers için de zaman za
man faydalı olmuştu: Nihayetinde, halkın tepkisini veya ka
nunun demir yumruğunu göğüslemesi için öne çıkaracak bir
kuklanızın olması her zaman iyidir. Bu sebepten, dört yıl ön
ce Paris'le. Mathersin göz önüne çıkıp, Altın Safakin kontro
lünü fiilen ele geçirmeye çalışması -ve kısa sürede bunu ba
şarması- benim için sürpriz oldu. Dediğim gibi, dört yıl ön
ceydi, yanı 1891'de, okühisi çevrelerde kaygı yaratan bir söy
lentinin de aynı yıl duyulmaya başladığını söylersem, herhal
de şaşırmazsınız Bay Holmes, yoksa şaşınr mısınız?"
Holmes'ûn bir kaşı kalktı.
70
hers'ın tarikat içindeki iktidarı giderek pekişti, öyle ki kendi
sine muhalefet eden herkes ya susturuldu veya kovuldu.
Olanlar gayet garğp. zira söylediğim gibi, Mathers sahne ışık
lan altında olmaktan hoşlanan bin değil, dolayısıyla bu şekil
de hareket etmeye mecbur bırakılmış olduğunu düşünüyo
rum. Aslında, kontrolü eline alma fikrinin kendisine ait oldu
ğundan bile emin değilim."
"Ve siz de, eskiden Wesıcon'un olduğu gibi, şimdi de
Mathersin kukla olduğundan şüpheleniyorsunuz."
"Hayır, Bay Holmes. o kadar ilen gitmedim. Mathersin
kişiliği, böyle bir şeyi düşündürtmeyecek kadar güçlüdür. El
bette, dışarıdan birinin Mathersi... manipule etmek demeye
lim de etkilediğini söylememe izin verirseniz iş değişir; me
sela Altın Şafak üyesi olmayan, daha da ilginci. Mathers dört
yıl önce öne çıktığında henüz çocuk sayılacak yaşta olan bi
rinin ."
Holmes, "Eğer sözünü ettiğimiz kişi Bay Crowİey ise. o
kadar da şaşıma bir şey değil." dedi.
Persano bunu doğruladı, fakat araya girildiği için sabırsız
lanarak dudaklarını ısırdığını fark enim.
"Elbette. Dediğim gibi, tarikat üyesi olmamasına rağmen
köpekbalıkları gibi Maıhersin etrafında dolaşıyor ve sonun
da Altın Safakin kontrolünü ele geçirir veya en azından cü
retkar bir darbeyle bu yönde bir girişimde bulunursa hiç şaş
mam. Genç Bay Crowley. cüretimi affedin, neredeyse sizin
kadar olağandışı biri. Sizin kadar esrarengiz. Her neyse, bun
lar pek de önemli sayılmaz, daha doğrusu, buraya gelme se
bebimle pek alakası yok, Bay Holmes."
Dedektif, Persano'ya şüpheyle baktı. Gazeteci, istifini boz
madan konuşmaya devam etti:
71
"Anlayacağınız gibi. hayalını, biz Avrupalılar onlara pençe
mizi geçirelim ve sahip oldukları zenginlikleri. Bay Maıhersin
fiyakalı ifadesiyle "potansiyellerini" sömürelim diye yeni top
raklar keşfetmeye adamış Sigerson gibi bir kaşifin hangi amaçlarla o
Vardığım sonuçlan da şimdi sizlerle paylaşıyorum baylar."
72
Persano'nun dar omuzlarından hafif bir titreme geçti.
"Belki de anık öyle değildir, Bay Holmes," dedi.
Ardından, tek söz etmeden odadan çıktı. Holmes'e dönüp
kült hareketlerle ilgitenÜtğim nwıtUöttMtoekktn dateeato^nyoBiçttece Sigerson'un geçmişi:
"Sigerson'un bu tarikatla ilgisi olduğunu sahiden biliyor
muydunuz?"
"Elbette. Watson. ilk kez konferansta şüphelenmişlim.
Doktor Doyle bir larafa, bizzat sız şüphelerimi doğrulama ne
zaketini gösterdiniz."
"Ben mı? Anlamadım."
"Dostum, size sık sık baktığınızı ama görmediğinizi söy
lüyorum. Dün Doktor Doyle sizinle konuşurken ne dedi? Si-
gerson'la bazı ortak olağandışı zevkleri olduğunu söylemedi
mi? Sigerson'un bir sahtekar olduğunu öğrendiğinde kendi
kendine ne mınldandı? Aptallık. Nasıl bu kadar aptal olabil
dik? Samuel'in bilmesi gerekirdi.' Sahtekar olduğundan hiç
şüphelenmeden Sıgerson'u aralarına alan tarikat üyelerinden
değilse kimden bahsediyordu? Elbette Samuel de. Bay Persa-
no'nun dikkat çektiği üzere Samuel Uddeil Mathers'tan baş-
kası degıl ve konferansla Doktor Doyleün etrafında pervane
olurken, arka planda kalmaya özen gösterip gizlice dolaplar
çeviren şahsın da Bay Crowley olduğu muhakkak."
73
unda asırlardır var olduğuna göre belki de ikinci kurucula
rından biri demeliyim) bilebilmemin sebebi de bu. Başta la-
rikatın görünürdeki başı Westcott'tu, fakat Mathers 1891'de
Paris'le, Bois de Boulogne'da bazı esrarengiz "güçlerle" doğ
rudan ilişkiye geçtiğini ve onların kendisine birtakım sırlar
ve yetenekler aktardığını iddia etti."
Kaşlarının şüpheci bir şekilde havaya kalkmış olduğunu
gören Holmes gülümsedi.
"Evet. Watson. tüm bunların size gülünç geldiğini biliyo
rum. Fakat sizi temin ederim ki bunları ciddiye alan pek çok
kışı var ve bu kişilerin sayısı giderek artıyor. Buna entelektü
el tabakanın önde gelenleri de dahil. Neyse. Mathers yete
neklerinin kendisine Ustun bir kudret tarafından bahsedildi
ğini öne sürerek Altın Şafakin liderliğinin yalnızca kendisine
emanet edildiğini iddia etti. Westcott'ün tarikata üyeliği sü
rüyor, ama çok geçmeden üyelikten ayrılacağını veya atılaca
ğını zannediyorum. Doktor Woodman da öldüğünden, Mat
hersin yükselişi karşısında durabilecek sözUnü etmeye değer
bin kalmadı. Crowley'e gelince... Bu dikkat çekici delikanlı
hakkında söylenecek çok şey var. Henüz yirmi yaşını geçme
mesine rağmen ismi. duymayı bilen kulaklarda çınlamaya
başladı. Cambridge'e girmesinin yalnızca gelgeç bir heves ol
duğunu sanıyorum. Hayır, ihtirası onu farklı yerlere taşıya
caktır. Bana öyle geliyor ki, bu delikanlının Maıhersin gölge
lerden çıkma ve Altın Şafakin izleyeceği yolu bizzat belirle
me kararında etkili olduğu konusunda, Maıhersin cemiyet
içerisinde geçirdiği on altı yıllık süre boyunca böyle bir hare
kete kalkışmadığını da dikkate alırsak. Persano gayet haklı
Mathersia ilişkisinin mahiyetini bilemiyorum, fakat delikan
lının kendi çıkarlarını gözetmediğine inanmak zor. Genç ve
74
kabiliyetli Bay Crowley'in bir iki yıl içinde akıl hocasının ye
rine cemiydin liderliğine oynadığını görürsek şaşırmam."
Holmes'ûn dediği gibi, tüm bunlar bana gülünç geliyor
du. Doyle gibi akılcı biri böyle enııpüiien işlere bulaşsın,
inanmak zordu. Fakat sonraki yıllarda Doyle'un kişiliğinde
saklı usdışılığı daha iyi anlayacaktım; oğlunun ölümü. Doy-
le'u onunla öte dünyadan iletişim kurma fikrine saplanmış
bir çılgına; ve periler alemini fotografiamak gibi abuk sabuk
niyetlen bir tarafa, kerameti kendinden menkul, dolandıncı
olduğu besbelli bir medyumun ateşli savunucusuna çevir
mişti. Elbette O anda. Holmes'ûn söyledikleri karşısında sa
dece hayretimi ifade edecek kadar şey biliyordum.
75
nularla ilgilenmemi gerektiriyor. Biraz düşünürseniz, gizli bir
cemiyetin, bir suç örgütü için mükemmel bir paravan olaca
ğını anlarsınız. Şu ana dek Altın Şafakin böyle bir durumda
olduğunu gösteren bir şey yok, fakat kesin sonuca ulaşmak
için araştırmam gerek." dedi.
Konuşulanları sindirmeye çalışırken birkaç dakika sessiz
kaldım. Aniden aklıma bir fikir geldi.
"Persano, birkaç defa 1891 yılından bahsetti. Siz de Maı
hersin tarikatın kontrolünü ele geçirdiğini anlatırken aynı ta
rihi verdiniz. Aynı zamanda, bu sizin Moriarty'mn örgütünü
de çökerttiğiniz yıl."
Holmes şevkle söylediklerimi doğruladı.
"Aferin. Watson. G ü n ü n birinde iyi bir dedektif olacağını
za dair ümidimi koruyorum. Gerçekten de. profesörün orga
nizasyonunu bütünüyle tanımaya çalışarak geçirdiğim aylar
da, farklı alanlardaki faaliyetlerini incelemekle de meşgul ol
muştum. Okültizm konusunu da düşünmekle birlikte o dö
nem peşinde olduğum şeyle pek alakası olmadığından üze
rinde durmadım, ama bu arada bazı bilgiler de elde etmiş ol
dum ve gördüğünüz gibi hepten faydasız çıkmadılar."
Holmes'ûn iltifatından aldığım keyfi saklamaya çalışarak,
sözlenne katıldığımı belirttim. Sonra birden aklıma, gideceği
sırada Persano'ya ettiği sözler geldi.
'"ölülerin bilgeliği' ile ne kastettiniz? D ü n çözdüğümüz
şifreli mesajda da geçiyordu, değil mi?"
"Öyle, Watson. Ve kastettiğim şey. bizimle açık yürekli
likle konuşması için Doktor Doyle'u ziyaret etme vakti gel
miş olduğu. Siz onun alışkanlıklarını bilirsiniz. Bizi şimdi ka
bul eder mı sizce?"
Saatime baktım, beşi çeyrek geçiyordu.
76
"Biraz vakitsiz: Anhur çay saatini geçtikten sonra kimseyi
ağırlamaktan hoşlanmaz. Ama gerçekten önemliyse, sorun
olacağını zannetmem."
"Önemli. Haydi Watson. işe koyulalım."
77
VI. B O L U M
MEÇHUL KİTAP
78
lı Doktor, kendisine Sherlock Holmes'ûn kolay kolay çanta
ya girecek bir keklik olmadığını söyleyin."
Doyle sanki birdenbire terlemeye başladı.
'Ben... neden bahsettiğinizi bilmiyorum."
"Altın Şafak'a üyeliğinizden bahsediyorum, tabu ki."
Doyle'un kahkahası sahteliği hemen anlaşılacak kadar gü
rültülüydü. İtiraf edeyim ki, o ana dek Holmes'ûn bana an
lattıklarının hepsim doğru kabul etmemiştim. Fakat Doy
le'un suçlamalar karşısındaki tepkisi, bana Holmes'ûn çıka
rımlarına inanmaktan başka çare bırakmamıştı.
"Ben gizli bir cemiyete mi üyeymişim? Tanrı aşkına. Hol
mes. gülünç olmayın."
"Lütfen. Doktor Doyle. benimle oyun oynamayın. Zeka
ma hakaret edilmesinden hoşlanmam. Dostunuz Stoker ve şu
garip İrlandalı şair gibi siz de Altın Şafak müridisiniz. Nasıl
olduğunu bilmiyorum, ama Sigerson sizlere ulaştı ve kurucu
nuz vasıtasıyla, cemiyetinizin bir süredir iyi ilişkiler içinde
olduğu Mısırlı Masonların üyesi olduğunu söyledi. Adetleri
ve sembolleri biliyordu, böylece ona kapılarınızı açtınız ve
içinizden biri olarak kabul ettiniz. Aynı zamanda bundan gu
rur duyduğunuzu da tahmin ederim. Altın Şafak, yalnızca in
giltere'nin en parlak ve üretken kalemlerini degıl. dünyaca
ünlü kâşifleri ve araştırmacıları da cezbediyor. Ne âlâ. değil
mi? Sigerson'un Büyük Üstadınızla sağlam bir dostluk kur
duğunu ve kitapla fazlasıyla ilgilendiğini İlave edebilirim."
7 9
olsun. Abdul Yasar Al-Hazrid tarafından yazılan, Arapça A(-
Azıf, Latince Necronomicon veya en tanınan İsmiyle Kayıp
Ruhlar Kitabı diye bilinen kitaptan bahsediyorum. Daha faz
la bilgi ister misiniz?"
"Bu çok gülünç bir iddia. Holmes. Böyle bir kitabın var
olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını bilirsiniz; bahset
tiğiniz şey, asırlar boyu kulaktan kulağa yayılmış saçma sa
pan bir söylentiden ibaret." Doyle konuşurken direncini top
lamaya başlamıştı. "Kitabın hayalı olmadığını farz etsek bile.
onu nasıl ele geçirmiş olabiliriz ki?"
"öncelikle, 'biz' diye konuşmanızın Altın Şafakla bağlan
tınız olduğunu dolaylı olarak kabul ettiğiniz anlamına geldi
ğine dikkatinizi çekerim. Kitabı nasıl ele geçirdiğiniz konu
suna gelince, sizlere kurucunuzdan. Doktor John Dee'den
miras kaldığını biliyorum. Bir Muhafız'dan diğerine geçerek
bugüne geldiğim varsayıyorum." dedi ve elini kaldırarak, "ve
sakın Altın Şafak'ın yeni bir örgüt olduğunu iddia etmeye
kalkmayın. İsmi geçen asırlar boyunca değişmiş olabilir, ama
hedeflerinin aynı kaldığına eminim."
Doyle'un soluğu, hakim olamadığı bir hıntııya dönüş
müştü. Kalbinden endişe etmeye başlamıştım. Güçlükle ya
vaş yavaş sakinleşti. Koltuğundan kalktı, bir an sendeler gibi
oldu ve sanki hangi yöne gideceğine karar vermeye çabalar-
mışçasına telaşlı ve tereddütlü bir halde odayı arşınlamaya
başladı. Nihayet durdu. Derin bir ıç çekti, tekrar oturdu ve
Holmes'ûn yüzüne bakmaktan sakınarak konuşmaya başladı'.
"Görüyorum ki inkar etmek faydasız. Nasıl anladığınızı
bilmiyorum, ama John'un hikayelerinden ne şeytanı bir zeka
nız olduğunu biliyorum. Fakat anık bunun önemi yok. Eğer
gerekirse bu konuşma dahil her şeyi inkar edeceğimi de he-
80
saba katın... Neyse, söylediklerinizin hepsi doğru. Bizden ne
istiyorsunuz?"
Zafer anında. Holmes alçakgönüllü olmayı yeğledi, istedi
ğini elde etmişti, şimdi yaraları sarmanın tam zamanıydı.
"Size yardım etmekten başka bir şey istemiyorum. Eğer
doğru anladıysam. Sigerson'un gayesi kitabı ele geçirmek ve
büyük ihtimalle sözde kâşifimizin kendi Ülkesi olan Birleşik
Devletlere götürmek. Sizlerin okült pratikleriyle ilgilenmiyo
rum, fakat Sigerson'un kitabı elde etmek adına her şeyi yapa
bileceğine inanmak İçin kendimce sebeplerim var. Tüm bu
olan biten yüzünden meydana gelebilecek ölümleri engelle
mek istiyorum. İkimiz de biliyoruz ki, adamımız kitabı bir tek
maksatla İstiyor. Bana elinizden gelen bütün yardımı yapma
nız hem sizin, hem de cemiyetinizin yararına olur. Doktor."
Doyle bunu yaparken korkunç gayret sarf ediyormuş gibi
Holmes'ûn sözlerine katıldığını belimi.
"Anlaştık. Bana ne istediğinizi söyleyin."
"Büyük Üstadınız Bay Maihersla görüşmek istiyorum. As
lında görüşmek istediğim kışı kitabın Muhafızi, ama işleri sı
rayla halletmek daha iyi. Usûlleri ve nezaketi gözetmiş oluruz."
"Hemen şimdi mi?"
"Mümkün olan en kısa sürede."
Doyle birkaç saniye düşündü ve ardından şevkle kabul etti.
"Pekala. Anlaştık. Bugün biraz zor. ama akşam yemeğin
den sonra Bay Mathersi görmeye çalışacağım, bunu hallede
bilirim herhalde. Ve yarın sabah da size Muhafızımızla bir
görüşme ayarlamaya çalışacağım. Bu sizi tatmin eder mi?"
"Elbette. Tamam o halde. Doktor Doyle. sizi daha fazla
meşgul etmeyelim. Baker Sokağı'na dönelim. Watson."
Doyle'u ardımızda bırakarak evden çıktık. Giderken, ka-
81
İm bir sigara yakıp, hafifçe titreyen dudaklarına sıkıştıran,
yıkılmış siluetini gördüm.
Arabayla eve dönerken Holmes'e. "Butun bunları nereden
biliyordunuz?" diye sordum.
"Mesaj. Watson. kısmen çözdüğüm şifreli mesaj. Adamı
mızı yakalamamızı sağlayacak anahtar hiç şüphesiz o mesaj
da. Mektubu benim bulabileceğim bir yere bırakması hatay
dı. Dürüst olmak gerekirse, biraz şaşırtıcı bir hata; zira başka
her yönden dostumuz müthiş dikkatli biri. Hımm. bu üze
rinde titizlikle durulması gereken bir konu. Fakat ilk bakışta
bir şey gayet belirgindi: 'şafak artık altın olacak', dostunuz
Dokıor Doyle'un cemiyetine açık bir göndermeydi. Adamı
mızın cemiyetle bağlantı kurmaktaki maksadı 'ölülerin bilge-
ligj'ni ele geçirmekti. Bu da yalnızca, üç yüz yıl önce bizzat
cemiyetin kurucusu tarafından Altın Şafak a miras bırakılan
Al-Azij olabilirdi."
8.
kaçmak için kullanacağı yoldan bahsediliyor. Şimdilik bunu
bilemiyorum, fakat endişelenmeyin, öğreneceğim."
Bundan hiç şüphem yoktu. Daha önce de pek çok kez
dostumun elinde elle tutulur bir ipucu olmaksızın işe koyu
lup sonuca ulaştığını görmüştüm. Baker Sokağı'na varmak
üzereyken bir şey hatırladım.
"Ya prensin tahttan feragat ettiği ve bu defa yalan söyle
mediğine dair sözler? Onu da çözdünüz mü?"
Gözlerinin derinliklerinde bir anlık bir parıltı yanıp sön
dü. Bana söylemesi gerektiğinden emin değilmiş gibi birkaç
saniye sessiz kaldı.
"Watson. işte şimdi doğru yere parmak bastınız. Bu kısmı
Çözdüm mü? Belki de. Söylenenlere inanıyor muyum? işte bu
ayrı konu."
Tam ne demek istediğini sormak üzereyken, 221 B'nin
önünde bizi bekleyen biri olduğunu fark ettim. Sigerson'un
otelinde tanıştığımız genç polis Marlowe'du bu. Biz arabadan
inerken. "Bay Holmes. Doktor Watson. Sizleri bekliyordum."
dedi. "Beni müfettiş Lestrade yolladı. Nehirde Sigerson'a ait
olması muhtemel bir ceset bulundu."
8 3
VII. B O L U M
K İ M L İ K VAKASI
84
Bu üstü kapalı sözlerden sonra şapkasını taktı, bize veda
edip dışarı çıktı.
Cesedi henüz kaldırmamışlardı, pek temiz sayılmayacak
bir örtüyle üzeri örtülmüş halde ameliyat masasında yatıyor
du. Yanındaki masada bir giysi yığını ve cesedin üzerinden
çıkan şahsi eşyaları duruyordu. Holmes bu masaya yaklaştı.
"Teşhis edildi mi?"
Giderek keyiflenen Lestrade. "En ufak bir kuşku yok. Hol
mes," diye cevapladı. "Bay Adamsoni çağırdık ve o da bunlann
Sigerson'un kaybolduğu gece üzerindeki kıyafetle aynı olduğu
nu doğruladı. Ayrıca, yüzükler, saat ve cüzdan da ona ait."
" H ı m m , ilginç. Bakın. Watson."
Uzun parmaklarında ortasına bir yeşim taşı kakılmış bir
yüzük vardı. Taşın üzerinde bir bokböceği kabartması görü
lüyordu. Holmes'ûn Mısırlı farmasonlar hakkında anlattıkla
rını hatırlayınca aradaki bağlantıyı kurmak zor olmadı, içim
den açıkgözlülüğüme gülerken, Holmes yüzüğü masaya bıra
kıp, cesedin üzerindeki ortuyu açtı.
Gözlerimin önüne şenlen manzara feciydi. Eski bir askeri
cenah olarak her türlü yaraya rastlamıştım, ayrıca Sherlock
Holmes'le uzun süreli ortaklığımız boyunca hemen hemen
her şeye hazırlıklı olmayı öğrenmiştim, fakat yine de önüm
deki manzara karşısında ürpermeden edemedim. Ceset sol
gundu, örselenmişti ve atardamar boyunca açılmış uzunla
masına bir kesik hemen göze çarpıyordu. Fakat cesedin en
dikkat çekici yen yüzüydu: Kurumuş, kanlı bir hamur yığı
nına benziyordu ve bir insan yüzü öldüğü bile zor anlaşılı
yordu. Kendisini başkalarından ayıran yüz hatları silinmişti.
Holmes. serinkanlılığını hiç bozmadan, bir zamanlar bir
insan suratı olan bu kuıleyi inceledi.
85
"Tek el ateş edilmiş. Şüphesiz bir tüfekle ve çok kısa me
safeden. Barut yanıkları açıkça görülüyor. Muhtemelen nam
lusu kesik bir tüfek. Sizin de hatırlayacağınız gibi. Watson.
Kuzey Amerika'da çok yaygın bir usûldür."
Eski dostum, aşağı yukarı altı yıl önceki, işe Moriarty'nin
de karışmış olduğunu süratle ortaya çıkardığı Birlstone vaka
sını kastediyordu.
Holmes cesedi çevirdi ve aynı dikkatle sırtını da inceledi.
Nihayet incelemesini tamamlayıp bize döndü.
"Suda bir günden fazla kalmamış. Bana göre. Times Neh
rine bu sabah veya olsa olsa dûn gece atılmış olabilir."
"Evet. Doktorda aynı şeyi söyledi."
"Ve elbette yüzdeki yaralar öldürüldükten sonra açılmış.
Diğer türlü, adli tabip ölüm sebebinin kan kaybı olduğunu
söylemezdi. Bu size bir anlam ifade ediyor mu. Lestrade?"
"Elbette. Katil, ceset bulunduğunda Sigerson olduğunun
anlaşılmasını İstememiş."
Holmes hafifçe gülümsedi.
"Beni şaşırtıyorsunuz. Lestrade. Ara sıra sizde esaslı deha
kıvılcımları görülüyor."
Holmes'ûn sözlerindeki ince alayı anlamayan müfettişin
koltuklan kabardı.
"Fakat ne yazık ki bu olayda yanlış yönde ilerliyorsunuz.
Katilin cesedi teşhis etmemizi istemediği açık. fakat sizin de
diğiniz şekilde değil. Eğer cesedi Sigerson olarak teşhis etme
mizi istemiyor olsaydı, giysileri veya hiç olmazsa saat. cüzdan
ve yüzük gibi bize ipucu sağlayacak eşyaları yok etmesi gere
kirdi. Sizce de öyle değil mi?"
"Eee. öyleyse... şüphesiz cinayet anlık öfke sonucu işlen
di ve katil de bu detayları atladı."
86
"Hayır, Lestrade. Adamımız soğukkanlılığı bir an bile el
den bırakmayan bin. Bu cinayet de onun soğukkanlılığına iyi
bir örnek. Maktulün yüzü son derece tanınmaz hale getiril
miş, ki biz bu adamın Sigerson olmadığını anlamayalım."
"Fakat her şey birbirine uyuyor. Holmes. Otel odasındaki
kan izlerini açıklayan aşın kanamalı yara dahil."
"Otelde böyle yaralanmış birinden akacak kadar kan yok
tu. Marlowe'un aldığı ayak izlerinin kalıplarını karşılaştırırsa-
nız. o odada iki kişi olmadığı sonucuna kolayca varırsınız
Hayır, bakın olanları size anlatayım. Lestrade. Sigerson her
şeyi kendi tezgahladı; mobilyaları devirip, pencereden kaçtı.
Sonra, kendine bir kurban seçti, onu öldürüp yüzünü tanın
maz hale gelirdi, kıyafetlerini ona giydirdi ve cesedi Times'a
attı. Tıpkı korktuğum ve engellemeye çalıştığım gibi."
87
"Şefinizle aranızı bozma ihtimali olsa dahi. bana bir iyilik
te bulunur m u y d u n u z . Marlowe?"
G e n ç polis bir an bile duraksamadı.
"İsteklerinizi emir sayarım, efendim."
"Sizin veya emrinizdeki adamlardan birinin Bay Adam-
son'ı izlemesi iyi olurdu."
Marlowe'un bu istek karşısında şaşırdığı, gozlenni kırpış
tırmasından belliydi.
"Sigerson'un sekreterini mi? Olaya karışmış olabileceğine
mi inanıyorsunuz?"
" H e n ü z böyle bir şeye inanmak için erken, fakat yine de
tüm olasılıkları düşünelim."
"Bunu yapacağım. Bay H o l m e s . Bana güvenebilirsiniz."
Vedalaşıp arabaya binerken. H o l m e s . Marlowe'un tutu
m u n u övdü.
"Evet. gelecek vaat eden bir delikanlı."
Ç o k geçmeden eve vardık.
" E h , iyi geceler. Watson."
"Size de."
Aklıma gelen bir şey yüzünden birden duraksadım. Aslın
da bütün gün aklımı meşgul eden bir konuydu bu. ama eski
dostuma söyleme fırsatı bulamamıştım.
" H o l m e s , korkarım yarın sizinle gelemeyeceğim, ilgilen
mem gereken kişisel işler var."
Bana yabancı ve hafif bir husumet taşıyan bir bakış anı. D a
ha önce de birçok defa belirtiğim gibi. sarsılmaz mantığına ve
soğuk tavırlarına rağmen Holmes'ün davranışlarında çocuksu
bir yan mevcuıtu ve edebi çalışmalarım hakkında konuşurken
birçok kez hissettiğim gibi. birinin kendi meselelerini H o l
mes'ün kilerden daha önemli addetmesine tahammülü yoktu.
88
" N e d e n bahsediyorsunuz?" diye sordu.
Biraz ü z g ü n bir halde. "Bildiğiniz gibi. yarın Mart'm biri
ve..."
Birden yüzünde utanmış bir ifade belirdi.
"Aman T a n r ı m . Watson, özür dilerim. Bazen bir duvar
kadar hissiz oluyorum. Bu işe dalınca, eşinizin ölüm yıldönü
m ü n ü u n u t t u m . Beni affedin, dostum. Tabii ki yarın b e n i m
le gelmemenizi anlarım, söylemeye bile gerek yok."
89
VIII. BOLUM
SEMSİYE VE SAHİBİ
3
90
Şefkatli, zeki, kültürlü, b e n i m ve Sherlock Holmes'ün kapris
lerine sonsuz t a h a m m ü l gösteren bir kadındı. Benim gibi dü
zensiz bir hayan olan yaşı geçkin bir bekar için Mary'nin ne
ifade ettiğini sizlere anlatacak kelimeleri b u l m a m imkânsız.
O d ö n e m d e , d ö n ü ş ü n ü n ardından. Bos Ev Vakası'yla bir
likte Sherlock H o l m e s hikâyelerini yeniden kaleme almaya
başladığımda, dulluğumdan bahsetmeyi uygun b u l m a d ı m ,
Özel hayatıma dair detayların okurun ilgisini çekeceğini san
m ı y o r d u m , diğer taraftan acım henüz çok tazeydi. Bu yüzden
tekrar Baker Sokağı'na taşınmama ve bir d ö n e m sürekli bah
settiğim eşimin birdenbire hikâyelerimden kaybolmasına şa
şıran pek çok kişi oldu. Zamanla bu şaşkınlık abartılı yorum
lara dönüştü: Gittikçe deli saçmasına d ö n e n varsayımlar ve
dedikodular aldı yürüdü.
92
bekleyerek geçirdim. Hattâ ona bir telgraf bile çektim, ama
evinde yoklu. Hareketsizlikten ne kadar nefret elliğimi bilir
siniz, Waison. bir esrarı çözerken y a n yolda kalmaktan daha
da çok nefret ederim. Bu beni öldürüyor. Edebi temsilciniz
veya Mathers'ın aracılığı olmadan. Muhafız'ın evine kendim
gitmeyi düşünüyorum."
93
"Bu d ü n gönderdiğiniz telgrafın cevabı m ı ? "
"Evet. Telgrafı Boston polisine göndermiştim. Bay Wınfı-
eld Scott Lovecrafı'ın eşgalini ve şu anda b u l u n d u ğ u yen öğ
renmek istiyordum. G ö r d ü ğ ü n ü z gibi. ortadan kaybolalı iki
yıl o l m u ş ve eşgali. saç rengi ve sakal dışında, dostumuz Si-
gerson'un tarifine m ü k e m m e l bir şekilde uyuyor."
94
lıktı düşünen birinin yapmayacağı kadar saçma bir şey bu. Bu
sayede, binleri mesajı ele geçirip, şifreyi çözmeyi başarırsa,
yani tam da bizim yapağımız gibi. Lovecraft ve Sigerson'un
aynı kişi olduğundan hiç şüphelenmeyecekti. Muhtemel bir
soruşturma, Sigerson'un ingiltere'de. Lovecraft'm da Ameri
ka'da bulunduğu varsayımıyla yanlış yolda ilerleyecekti ve so
nuçta ikisinin de izine rastlanmayacaktı; en azından arandık
ları ülkede. Anlamıyor musunuz? Ç o k açık değil mi? Bin bu
şifreli talimatları Lovecraft'a verdi, cemiyette üstü olan b i n ,
b u n d a n en ufak bir şüphe duymuyorum. Lovecraft bunları
yok etmiş olmalıydı, nihayetinde çok karmaşık veya hatırlan
ması o kadar da zor bir mesaj değil. Onları saklamaya karar
verdiği açık. Fakat hangi sebeple? Bir iki varsayımda bulun
mak mümkünse de tam olarak bilmiyoruz. Mesela, rûnlerle
yazılmış mesaj veya talimatlar diyelim, mektup sahibinin M ı
sırlı farmasonların başka bir üyesi, bir kardeş olduğunu ka
nıtlamaya yarayan bir pasaport işlevi görüyor olabilir."
"Evet, m ü m k ü n . "
95
" D a h a ö n c e d e p e k ç o k kez söylediğim gibi. Watson. ze
kâ sadece sürekli gayret g ö s t e r m e k t e n ibarettir. Ne k a d a r
önemsiz görünürse görünsün araştırmadık nokta bırakma
mak yani. Sadece bir tek yol gerçeğe çıkar, fakat g e n e l d e o
yolu b u l m a k İ ç i n b ü t ü n yanlış y o l l a r d a n geçilir. Artık d o s t u
m u z Sigerson'un asıl kimliği h a k k ı n d a p e k az ş ü p h e m var.
Ş ü p h e s i z bu bizi ç ö z ü m e p e k fazla yaklaştırmıyor. Bu sabah
Wiggins geldi ve ne k e n d i s i , ne de B a ş ı b o z u k l a r d a n başkası
en ufak bir ize rastlamamış. Bu a d a m . kılık değiştirme k o n u
s u n d a e n a z b e n i m kadar yetenekli o l m a l ı . "
H o l m e s m e m n u n bir ifadeyle b a n a d ö n d ü .
" A h . W a ı s o n , d ü n d e söyledim v e şimdi d e t e k r a r l ı y o r u m :
G ü n ü n b i r i n d e s i z d e n bir dedektif ç ı k a r m a k u m u d u m u h a
len k a y b e t m e d i m . C a n alıcı noktaya p a r m a k b a s m a k gibi şa
şırtıcı bir yeteneğiniz var. Evet, Bay A d a m s o n ' ı n bu olayda
p e k k ü ç ü k hır rolü var ve s o n u n d a b u n u da açığa çıkaraca
ğ ı m . Elbette o n u y a k ı n d a n i z l e m e n i n gereksiz o l d u ğ u n u d ü
ş ü n d ü ğ ü m d o ğ r u : O yalnızca bir seyirciden, bir t a n ı k t a n iba
ret v e sanırım t ü m o l a n l a r d a parmağı o l d u ğ u n a i n a n m a k i ç i n
bir sebep yok. Yine de t ü m ü y l e k e n d i h a l i n e b ı r a k m a y ı da
düşünmüyorum. M a r l o w e ' d a n . A d a m s o n ' ı izlemesini d e b u
96
y ü z d e n isledim. Elbette Başıbozuklarım d a h a etkili olurlardı,
a m a A d a m s o n ' d a n sürpriz bir hareket b e k l e m i y o r u m . Tabii,
eğer b e k l e s e y d i m , yine sürpriz o l m a z d ı , " d e d i ironik bir gü
l ü m s e m e y l e , "şu M a r l o w e akıllı bir g e n ç . fakat k o r k a r ı m p o
lis kuvvetlerinde yeteneği heba o l u y o r . "
Ö ğ l e yemeği vakti gelmişti. Sabah a ç ı k olan hava yavaş ya
vaş b u l u t l a n m a y a başlamıştı ve bir fırtına yaklaşıyora b e n z i
yordu.
"Yok o l d u ğ u n a i n a n d ı ğ ı n ı z güçler."
D o y l e ' u n gözleri faltaşı gibi açıldı.
" B u n u da mı biliyorsunuz? Sizin b i l m e d i ğ i n i z bir şey y o k
mu?"
" S a n d ı ğ ı n ı z d a n ç o k d a h a fazla, D o k t o r . Eğer bahsettiğiniz
güçler harekete geçmişse, yapabileceğim p e k fazla şey yok.
Yine d e bildiklerinizi a n l a t ı n , bize yaran d o k u n a c a k s o m u t
bir şeyler var mı b a k a l ı m . "
"Tabii ki. H o l m e s . Böylece k o n u y a t ü m ü y l e vakıf olursu
nuz."
97
H e y e c a n ı n a rağmen D o y l e bu sözleri lam bir k e n d i n d e n
h o ş n u t l u k l a söylemişti. Bu da, D o y l e ' d a düşmanlığını körük
leyen hissin, H o l m e s ' ü n parlak zekâsına d u y d u ğ u kıskançlık
olduğu fikrimi pekiştirdi. Elbette, b u g ü n d ü ş ü n d ü ğ ü m d e bu
açıklama b a n a pek t a t m i n edici gelmiyor.
"Bay P h i l l i m o r e ' u n hizmetçileriyle ve şoförüyle k o n u ş t u m
ve gayet olağandışı bir şey o l d u ğ u n u ö ğ r e n d i m . Bu sabah sa
at o n a d o ğ r u Bay Phillimore kulübe gitmek üzere evinden
çıkmış. D ü n akşam n e b e n n e Bay M a t h e r s kendisine ulaşa
m a y ı n c a , b e n de kendisini orada b u l m a y ı u m m u ş t u m . Sa
b a h , hava biraz bulutluysa da hâlâ yeterince açık o l d u ğ u n d a n
şemsiyesini almamış. Fakat arabaya bineceği sırada fikrini
değiştirmiş. Şoföre, gidip şemsiyesini alacağını, biraz bekle
mesini söylemiş. Şoför o n u n , evin etrafını çevreleyen sık ça
lılıkların ardında gözden k a y b o l d u ğ u n u g ö r m ü ş . Beklemiş,
beklemiş, fakat Bay Phillimore g ö r û n m e m i ş . S o n u n d a eve gi
rip, hizmetçilere sormuş. H i z m e t ç i l e r şaşırmış, zira Bay P h i l
limore eve hiç d ö n m e m i ş , ne ön ne de arka k a p ı d a n eve gi
ren o l m u ş . K e n d i s i n d e n hiç iz y o k m u ş . H a y d i , şimdi siz ba
n a b u n u n nasıl o l d u ğ u n u açıklayın."
H o l m e s o n u d u y m a m ı ş gibiydi. P e n c e r e d e n b a k a r k e n dü
şüncelerini toparlamakla meşguldü. A n i d e n , y ü z ü n d e kaygı
lı bir ifadeyle bize baktı.
" H a y d i , kaybedecek z a m a n yok! Sağanak b a ş l a m a d a n ö n
ce Phillimore'un evine varmalıyız. Ç a b u k , z a m a n ı m ı z yok!"
Kimyasal çözeltilerle d o l u masasını araştırıp, alçı torbası
nı ve m a l z e m e çantasını b u l d u . D o y l e nefes nefese kalmış bir
halde dışarı çıktık ve ü ç ü m ü z ü b i r d e n alacak bir C a d i l l a c
B r o u g h a m bulmayı başardık. Phillimore. şehir dışında,
L o n d r a ' n ı n seçkin k o n u t l a r ı n ı n b u l u n d u ğ u bir banliyöde ya-
98
şıyordu ve evi de diğerlerinden o l d u k ç a uzaktaydı. Saat ikiye
doğru oraya vardık. Hava kararmaya başlamıştı ve sağanağın
öfkesini üzerimize boşaltması artık an meselesiydi.
"Lütfen b u n u yalnız h a l l e t m e m e izin verin. Ç i m i n üzerin
de zaten gereğinden fazla ayak izi vardır."
A r a b a d a n indi ve evi çevreleyen çalılıkların a r d ı n d a kay
b o l d u . D o y l e ' u n dosdoğru gözlerime b a k m a k t a n kaçındığı
beş rahatsız dakika geçti. Son günlerde aramızda oluşan gü
vensizliğin farkında olarak, sessizce birbirimizi g ö r m e z d e n
geliyor ve sık sık H o l m e s ' ü n g ö z d e n kaybolduğu y ö n e doğru
bakıyorduk. Ç o k g e ç m e d e n H o l m e s g ö r ü n d ü v e yanına git
m e m i z i işaret elli.
99
ağaca bakın. Kabuğu yer yer sıyrılmış. Bay Phillimore sıçra
yıp, dalı yakaladı. Ardından yine sıçrayıp, buraya, çimenlerin
daha sık olduğu yere duştu. Barız bir iz bırakmamış, fakat
dikkatle İncelenirse, izler b u r a d a n devam ediyor, bu kez evin
diğer tarafına, caddeye açılan arka k a p ı p yöneliyor.
100
b u n u kendi çıkardığı kalıpla karşılaştırdı ve yüzünde bir za
fer ifadesi belirdi.
"Bakın. T o p u k iç kısımdan aşınmış, kare burunlu, taban
d a n dikişli. Bu izler aynı adama ait. Sigerson'un, Phillimo
re'un kılığına girerken, hiç şüphesiz kurbanınkilerden daha
rahat olan kendi ayakkabılarına kıyamadığı gayet açık."
101
nm çözülmesinin yakın olduğunu söyleyin. Tabii parmakla
rımızın arasından kaçması da bir ihtimal. Dostumuz kılık de
ğiştirme konusunda gayet yetenekli, İngiltere'den kitapla bir
likte nasıl kaçacağım bir an önce çözemezsem, kendisini bir
daha asla yakalayamayabiliriz. Her neyse, burada yapmamız
gereken başka bir şey kalmadı, iyi günler."
102
"Yine de fark etmez. Er veya geç..." Birden, b e n i m varlığı
mın farkına yeni varmış gibi durdu. "Eve dönelim. İkindi
kahvaltısı vakti geçmiş olsa da. Bayan H u d s o n ' u n bize kuv
vetimizi tazeleyecek biraz yiyecek ayırdığını u m a r ı m . "
Yanılmamıştı. Eve vardığımızda, ev sahibemizin hazırladı
ğı mükellef bir kahvaltı sofrası bizi bekliyordu. Hayatımda
o n d a n daha cömert bir kadın görmedim ve Holmes'le birlik
te Baker Sokağı'nda yaşadığımız yıllar boyunca, bir kez olsun
d o s t u m u n tuhaf huylarından yakındığını da hatırlamıyorum.
H a t t â H o l m e s birkaç yıl sonra Sussex'e taşınmaya karar ver
diğinde. Bayan H u d s o n da o n u n l a birlikte gitti ve dedektifin
rahatını sağlamaya devam etti. O n u son kez. Birinci D ü n y a
Savaşı arifesinde g ö r d ü ğ ü m d e , b a n a Sussex'ıeki hayat hoş ve
sakın geçse de bazı şeylerin hasretini çektiğini söylemişti.
103
IX. BOLUM
YASAK KİTABIN TARİHÇESİ
104
Yine d e . fazlasıyla ilgimi çeken bir şey vardı. Bütün bu
olanların odak noktası olan ve daha d ü n e kadar ismini bile
duymadığım şu kitap hakkında bir şeyler öğrenmek için ya
nıp tutuşuyordum. Bu yüzden, yemeğin ardından Holmes'e
bu konuyu sormaktan kendimi alamadım.
105
landı. Matbaanın İcadıyla, bin XV. yüzyılda Almanya'da, di
ğeri XVII. yüzyılda İspanya'da olmak üzere iki farklı baskısı
onaya çıktı. Ayrıca, 1550 civarında, İtalya'da Yunanca baskı
sı yapıldı, ama bu baskı ardında en ufak bir iz bırakmadan
kayboldu. Bir sûre sonra, muhtemelen İspanyolca bir elyaz
ması sayesinde. Doktor J o h n Dee'nin kitaptan haberi oldu,
o n u n Necronomicon veya ölü isimler Kitabı başlığıyla İngiliz-
ceye çevirdiği kitap 1571'de basıldı. D ü n y a n ı n her tarafında
ki dini otoriteler kitabı yasaklamaya ve yok etmeye çalıştı, fa
kat başarılı olamadılar. Bilinmeyen başka kopyaları olabilece
ği ihtimalini de göz ardı etmemekle birlikle, batı dünyasında
varlığı bilinen üç kopyası mevcut: Bin Birleşik Devletler'deki
Harvard Üniversitesinde, diğeri İspanya'da ve üçüncüsü de
ingiltere'de; Canterbury Başpiskoposunun kitabı aforoz et
mesiyle birlikte ortadan kaybolan matbu baskı değil. J o h n
Dee'nin orijinal elyazmasının la kendisi. Bildiğim kadarıyla,
kitabın kısa tarihi böyle, Watson."
106
mek için okyanus aşmasına gerek yok," dedim.
"Hafızanız mükemmel, dostum. D ü n y a n ı n farklı yerlerine
dağılmış olan nüshaların arasındaki eksiksiz tek nüsha Dok
tor Dee'ninki, yüz yıldır hiç kimsenin kitabı bire bir görme
diğim de hesaba katarsak, en azından yaygın kanı böyle."
" T a m a m ama yine de bir kitap etrafında bu kadar gürültü
kopmasının sebebini anlamış değilim."
"Sorunuzdan şüpheciliğiniz belli oluyor, sevgili dostum,
inanın, sızı anlıyorum: Akılcı bir yaratık sıfatıyla, aynı man
tığı paylaşmayanlar olması sizi huzursuz ediyor. Aslında, aşa
ğı yukarı dört yıl öncesine kadar, bu durum tümüyle tersiy
di, en azından konu hakkında bilgili çevrelerde. Bilmeyenler
için Al Azıf Hayali bir kitap, aptallar için iktidara giden kes
tirme yoldur. Hakkında gerçeklen bilgisi olanlar içinse tehli
keli bir mirastır. Kitap çok sıkı korunur ve ona ulaşabilen
pek az kişi de kitaba danışmakta gönülsüzdür. İlgi değjl, kor
ku uyandıran bir kitaptır. Fakat bir şey değişti. Okûlt çevre
lerde bir süredir, kitap hakkındaki düşüncelerin değiştiği
söyleniyor. Kitap anık tehlike değil, iktidar kaynağı."
107
dünyada Sherlock H o l m e s û sasınacak pek fazla şey yoktu.
"Neyle ilgili?"
"Sahte Sigerson'un. bu kılığa sızın dikkatinizi çekmek
amacıyla b ü r ü n d u g ü n û söylemiştiniz. Tek amacının kitabı
çalmak olduğu varsayımınız doğruysa, sizin dikkatinizi çek
miş olması yalnızca beklenmedik bir sonuçtan ibaret."
108
d u . Şöyle dediğim d u y d u m : "lika nigileglib ndıcıgnalşab.
u c u n o s liged." Sözleri sanki büyü yapıyormuş gibi birkaç kez
tekrarladı. Apansız üzerimize yağmur boşandı; yazmakta ol
duğum kitap mahvolarak yapış yapış bir hamura d ö n d ü .
O anda u y a n d ı m . Birkaç dakika gözlerim açık d u r d u m ,
fakat sonra uyku galip geldi. Bu defa kâbus görmedim.
İlginç olan. ertesi sabah kalktığımda, Holmes'ün rüyamda
tekrarladığı anlamsız sözleri hâlâ hatırlıyordum.
109
X. BOLUM
DOKTOR WATSON İŞBAŞINDA
110
söyleyerek Altın Şafak'a ulaşmıştı. Büyük Üstat Bay Mathers
ve kitabın Muhafiz'ı James Phıllimore'la dostluk kurarak ce
miyetin mirasının, yani ben de dahil sıradan insanlar tarafın
dan hiç bilinmeyen, okûlt çevrelerdeyse müthiş şöhretli olan
Necronomıcon un saklandığı yeri öğrenmişti.
111
sini. birçok defa "beceriksiz" ve " h a n l a r diye nitelediği poli
sin eline bırakmıştı. Holmes, mesajda geçen, prensin tahttan
çekildiğine dair sözleri deşifre etmişti, ama bu cümleyi de bi
re bir aldığını sanmıyordum. Bildiğim kadarıyla. Avrupa sa
raylarından birinde tahttan feragat etmiş bir prens yoktu.
Muhtemelen bu cümle de ("ölülerin bilgeliği" ve "Khemi kar
deşliği" gibi) Holmes'ün çözdüğü, ama henüz benimle pay
laşmak istemediği başka bir anahtar sözdü. Holmes'ün bu tu
lumuna alışmıştım gerçi, ama geçen bunca yıla rağmen bildi
ği bir şeyi b e n d e n saklaması her defasında bana acı veriyor
du. Elbette Holmes bu konularda tanışacak biri değildi, ya
radılışını ve tavırlarını değiştirmesini önermek faydasızdı;
Holmes'ü olduğu gibi kabul eder veya etmezdiniz; başkaca
bir seçenek yoktu.
112
veya tüm kitapların en ünlüsü olduğu anlaşılan kitabın tarih
çesini bir nefeste anlatacak kadar bilgili çıkıyordu. Holmes'ün.
bütün bu bilgileri M o n a n y ' n i n suç örgütünü araşırırken öğ
rendiği açıklaması da beni tümüyle ikna etmemişti. M e r h u m
profesörün suç örgütünün okült çevrelerle ilgisini kanıtlamak
amacıyla bu alanda tahkikat yapmış olması akla yakın olsa da,
b u n u n onu Altın Safak'ın içinde olup bitenler veya karıştığı iş
ler hakkında uzman yapması muhtemel değildi.
113
gayretkeşligiyle ele aldığını söylediğimde yatıştı ve o cûssede
biri için alışılmadık bir süratte basamaktan ikişer ikişer indi
ğini gördüm.
Ne yediğimin farkına bile varmadan öğle yemeğimi ye
dim, beynim arı kovanı gibi çalışmaya devam ediyordu, aklı
ma gelen her fikir bir öncekinden daha mantıksızdı ve esrarı
çözmeye çalıştıkça daha da karmasıklaşıyor gibiydi.
Sonunda, gönülsüzce de olsa şu sonuca vardım: ö l ü sa
yıldığı üç yıl boyunca Holmes'ün yaptıkları, detaylarım tah
min edemediğim bir şekilde, şu an iz üstünde olduğu vakay
la bağlantılıydı. Sonra aniden, sanki bir ışık yanmışçasma.
Isadora Persano'yla yaptığımız görüşmeyi. Holmes'ün Siger-
son kişiliğine bürünerek gerçekleştirdiği yolculuklar hakkın
daki ilk dedikoduların Dıyojen Kulüp'ten yayıldığını söyledi
ğini hatırladım. Kulübün kurucu üyelerinden biri Mycroft
Holmes'tü.
114
fin kardeşi salona girdi, onu son görüşümden bu yana biraz
daha şişmanlamıştı.
"Ah. Doktor Waıson. sizi görmek ne zevk. Yanılmıyorsam
önemli bir şey olmalı, yoksa evinizden böyle alelacele çık
mazdınız."
G ö r ü n ü ş ü m ü kontrol edip. ayakkabılarımdan birinin
bağcığının neredeyse çözülmüş olduğunu fark edene dek. bu
sonuca nasıl vardığını anlayamadım.
"Evet. önemli."
"Ve b u n u n kardeşimin yapmanızı rica etliği bir iş olmadı
ğını da görüyorum. Söylememe müsaade ederseniz, sizin bu
rada bulunduğunuzdan habersiz, derdim."
"Doğru, fakat bunu nasıl..."
"Yüz İfadelerini okumak ilginç bir şey. İfadeniz gizlenmiş
bir avcınınkine benziyor. Eh. arkasından habersiz işler çevir
diğiniz kışı de en İyi dostunuzdan başka kim olabilir ki? Ney
se, oturun, birer bardak brendi içelim."
Açıkçası. Mycroft olağanüstü bir adamdı, dedektiflik sez
gileri de, daha iyi değilse, en az kardeşininki kadar iyiydi.
D o s t u m u n müthiş yeteneklerine tanık olarak geçirdiğim
bunca yıldan sonra buna inanmak benim için zor olsa da,
bizzat Holmes birkaç defa Mycrofı'un kendisinden daha ye
tenekli olduğunu söylemişti.
115
Mycroft'ün, şimdilerde Gizli Servis diye anılan kuruluşun bir
üyesi (Acaba, yegane üyesi miydi? Cevaplanması zor bir soru)
olduğunu apaçık görüyorum.
"Bilmem. Holmes ve b e n i m şu sıralar ince bir ip üzerinde
yürüdüğümüzü biliyor m u s u n u z , ve ben şimdi..."
"Aslında Sherlock'la d ö n ü ş ü n d e n beri neredeyse hiç gö
rüşemedik. Bir saniye bekleyin. D o k t o r . "
Ben ağır ağır brendimi yudumlarken, bir yığın eski gaze
teyle d ö n d ü ve yığını hızla taradı.
"Anlıyorum," dedi, tekrar karşıma otururken. "Elbette,
sahte Sigerson ve o n u n Altın Şafakla ilişkisini araştınyor ol
malısınız. İlginç bir k o n u . Sizi buraya getiren nedir?"
Gazetelerin gelişigüzel verdikleri bilgilerden yararlanarak
bu sonuca ulaşmış olması, Mycroft H o l m e s ' ü n muazzam ka
biliyetinin yeni bir kanıtıydı.
"Bu vakanın ardında yatanların göründüğünden daha de
rin olduğuna i n a n m a k için kendimce sebeplerim var. H o l
mes. belki kendi de farkında olmadan, olu sanıldığı zaman
zarfında bu vakaya dahil oldu. Hafızam beni yanıltmıyorsa,
siz sırrı bilen yegane kişisiniz ve belki de bana bir şeyler söy
leyebilirsiniz."
Mycroft H o l m e s şaşırmış gibiydi, sanki her hareketi ö n c e
den bilinen ve pek akıllı olmayan bir maskot beklenmedik
zekilikte bir şey yapmıştı, istifini hiç b o z m a d a n , boğazını te
mizleyerek konuşmaya başladı
" i n a n ı n , çok ü z g ü n ü m . D o k t o r Watson. Kardeşimin başa
rılarını k o n u aldığınız hikâyelerden keyif almışımdır ve hep
sızın gibi onurlu, sıcakkanlı ve af buyurun, naif biriyle ilişki
sinin Sherlock'ün soğuk kişiliğinin değişmesinde katkısı ol
duğunu d ü ş ü n m ü ş ü m d ü r . Fakat bu konuda dudaklarım
116
mühürlü. Bu. verebileceğim bir sır değil. Eğer Sherlock bil
diklerini paylaşmak istemediyse. b e n i m de o n u n bu kararına
u y m a m gerekir. Gerçeklen ü z g ü n ü m . Doktor."
Başka bir keskin zekânın daha beni alelade bir yardımcı
addetmesi yüzünden uğradığım hayal kırıklığını saklamaya
çalıştım. Brendimi bitirdim. Mycroft Holmes'le birkaç ö n e m
siz lakırdı ettik ve kendisiyle vedalaştım.
117
Telgraf elimde, şöminenin karşısındaki kolluğa o t u r d u m
ve saatlerin geçmesini beklemeye başladım. H o l m e s görün
medi. Öylece uyuyakalmış olmalıyım.
118
XI. BOLUM
BİLİMİN TANIMLAYAMADIĞI
SOLUCAN
119
zen verip, kemiklerim hâlâ sızlarken, kahvaltı için yanma
oturdum.
"Bir şey öğrenebildiniz m i ? "
"Hiçbir şey, sevgili dostum, hiçin de hiçi."
Fakat, sesindeki keyifli tını sözlerini yalanlıyordu. Pastır
ma ve yumurtalara iştahla saldırdı ve bir taraftan lokmasını
çiğneyerek:
"Bütün bir gün boşa gitti veya nereden baktığınıza bağlı
olarak, gitmedi," dedi. " D o s t u m u z Lovecraft'ı ararken en az
üç defa kılık değiştirdim ve Londra'daki t ü m otellere, pansi
yonlara ve restoranlara girdim. Hiçbir şey çıkmadı, hiç. San
ki yer yarılıp içine girmiş, sanki ingiltere'de hiç b u l u n m a m ı ş
gibi. elbette Mart "m ü ç ü n d e olduğumuzu hesaba katarsak sa
hiden gitmiş olması da m ü m k ü n . Yine de. içimde adamımı
zın halen şehirde olduğuna dair bir his var. Sonuçsuz kalan
araştırmalarım sırasında yanlış yolda ilerlediğimi anladım.
120
b u c a k o k u d u ve kahvaltısını bitirmeden ayağa fırlayıp, par-
desûsünü ve kumaş başlığını kapıp, kapıya yöneldi.
"Haydi, Watson, ne bekliyorsunuz? Ç o k geç kalmış olabi
liriz."
Bir araba çevirdik, H o l m e s arabacıya, atlan hızlı sürüp, on
beş dakikada Carlton'a yetişmemizi sağladığı takdirde cömert
bir bahşiş alacağını vaat etti. Şansımıza, sabahın o saatinde
Londra terk edilmiş gibiydi ve on üç dakika sonra otelin
ö n ü n d e indik. H o l m e s antreyi bir solukta geçti, asansörün
ö n ü n d e uyuklayan resepsiyon görevlilerinin ö n ü n d e n süzü
lerek basamakları ikişer ikişer çıkmaya koyuldu. Elimden ge
len süratte ben de o n u takıp ettim ve soluk soluğa kalmış bir
halde 112 numaralı odanın kapısına ulaştım. H o l m e s neza
keti bir tarafa bırakarak kapıyı yumrukladı, a m a içenden c e
vap gelmedi.
"Girelim."
Bu saatte panjurlar inikti ve oda kısmen karanlıktı. H o l
mes kapıyı kapatıp ışığı açtı ve kararlı adımlarla yatak odası
na doğru yürüdü. A n i d e n d u r d u ğ u n u fark edince, baktığı ye
re d ö n d ü m .
Yerde Isadora Persano'dan geriye kalanlar diyebileceğim,
kendi ismini bile hatırlaması m ü m k ü n olmayan b i n boylu
boyunca yatıyordu. Soluklan düzensizdi ve gözlen derin bir
boşluğa sahiplenmişti.
121
Sağ elinde, kapağı yan açık. fosforlu bir ışıltı yayan bir
kutu vardı. Açılıp kapanan dudaklarının arasından anlaşıl
maz bir söz geveliyordu.
Holmes egılıp. kulağını gazetecinin ağzına doğru yaklaş
tırdı. Ben de o n u taklit ettim ve Persano'nun fısıldadığı şeyi
duyabildim:
"Ejdercenk... Ejdercenk..."
Bu üç hece bana bir şey ifade etmiyordu, fakat Holmes gi
derek a n a n bir ilgiyle dinlemeyi sürdürdü. N e d e n bilmem,
ama genç adamın elindeki yan açık kibrit kutusu ilgimi daha
fazla çekmişti. Biraz daha yakından baktım. K u t u n u n içinde
küçük, beyazımsı, neredeyse süt renginde bir şey titreşerek
harekeı ediyordu. Faltaşı gibi açılmış gözlerle, dudaksız bîr
ağıza. zeki, kurnaz, hatta şeytani diye niteleyebileceğim hip
notize edici bakışlara sahip bir çift gözüyle sanki y ü z ü m ü in
celeyen solucana benzer bu kımıldanan yaratığa bakakaldım.
Birdenbire etrafımdaki odanın silikleşmeye başladığı, her şe
yin karardığı ve giderek daha süratli d ö n d ü ğ ü hissine kapıl
dım.
122
h olsa yaşadığı duygusal patlamadan ötürü pişmanlık duyar,
belki de utanırdı. Holmes ise bu tür hislerini göstermez, ba
sit bir jestle biraz önceki ifadesini (karşısındakine, gördüğü
ifadeyi hayal ettiğini düşündürecek kadar etkili biçimde) yü
zünden siliverirdi.
123
birkaç soru daha sordular, emirlerine amade olduğumuza
kanaat getirmelerinin ardından otelden ayrıldık. Arabaya bi
nerken Doyle un dünkü ziyaretini hatırladım. Holmes'e söy
lediğimde pek ilgilenmiş görünmedi.
"Evet. mantıklı." diye mırıldandı sadece.
Baker Sokağı'na dönüş yolunda kendimi tuhaf bir şekilde
heyecanlı hissediyordum. D ü n k ü davranışım ve Diyojen Ku-
lüp'teki beyhude çabalarım aklıma geliyordu. Holmes'ıen
şüphe eniğim için utanıyordum, fakat aynı zamanda benden
gizledikleri yüzünden hissettiğim İç sıkıntısına da engel ola-
mıyordum. Ne zaman yüzüne baksam kafasını başka tarafa
çeviriyor, rahat bir tavırla piposunu içerek sessizliğini koru
yordu. N e d e n sonra gazetecinin odasında bana kötü bir şey
olduğunu sandığında, yüzündeki ifade aklıma geldi ve bu
olağanüstü adamdan şüphe ettiğim için kendimi ayıpladım.
124
de kökeninin aynı o l d u ğ u n u göz ö n ü n e alırsak, burada üstü
kapalı biçimde mart ayının ima edildiğini d ü ş ü n m e k mantık
lı olmaz mı? D o s t u m u z Sigerson. Phillimore. Lovecraft'ın ve
ya ne isim veriyorsanız işte, h e n ü z öğrenemedigim bir yolla
m a n ayı içinde buradan ayrılacağını t a h m i n etmek çocuk
oyuncağı. Kesin tarihi h e n ü z bilmiyorum, bu yüzden çoktan
gitmiş olması da m ü m k ü n d ü r , dedim. Elbette buradan ayrıl
mak için tek seçeneği var: o da gemi; zira neyse ki veya ma
alesef ingiltere hâlâ bir ada ve sadece deniz yoluyla gidilebi
lir. Tabii, "tersyüz olmuş dünyaya varacak olan" şeyin kim
veya ne olduğunu bilmediğimden, gemiye bindi m i . yoksa
binecek mi bilemiyoruz."
125
hiç böyle bir... solucan cinsi d u y m a d ı m . Fakat kimbilir?"
O sırada Baker Sokağı'na vardık. Merdivenleri çıkarken.
H o l m e s beni süzmeye devam ediyordu. Odamıza vardığımız
da aldırmaz bir tavırla:
" D ü n akşamüstü evde değildiniz sanının," dedi.
" D o ğ r u . " dedim heyecanlanarak.
"Sandalyeye fırlatılmış ceketiniz, canınızı sıkan bir şey ol
duğunu bas bas bağırıyordu zaten. Kardeşimle konuştuğu
n u z u söylersem pek isabetsiz bir t a h m i n d e b u l u n m u ş o l m a m
herhalde."
Gözlerine bakmaya cesaret edemeden, "Evet, H o l m e s , "
diye cevapladım.
Şöminenin önündeki sandalyeye oturdu.
"Anlıyorum. T a h m i n etmeliydim. Beni sürekli şaşırtıyor
sunuz, Watson. Ne z a m a n tepkilerinizi şaşmaz bir isabetle
önceden tahmin edebileceğimi düşünsem, beklenmedik bir
hareketle beni hayrete düşürüyorsunuz. Belki de b u . kaina
tın bana. inanmaktan hoşlandığım gibi. her şeyin akılla ölçü
lebilir olmadığını ve z a m a n akıp gittikçe elden kaçırdığım
daha fazla şey olduğunu anlatma yoludur."
126
doldururken gülümsedi. " Z a m a n ı geldiğinde size her şeyi
açıklayacağım. Watson, söz veriyorum. Bana güvenin."
"Daima güvendim."
"Ama bazen şüpheye düşüyorsunuz, değil mi? Şüphe et
meyen insan olamaz elbette. Fakat korkarım, yemekten son
ra sizi yine yalnız bırakacağım. Söylediğim gibi, artık elimiz
de yeni bir ipucu var. Şimdilik, talihsiz dostumuz Persa
n o ' n u n notlarına bir göz atalım."
127
mayı planladığını biliyorum. Bunu bana müthiş bir soğuk
kanlılıkla söyledi: Ejdercenk. Ne kadar basit, elbette. Ayrılır
ken bana bir kibrit kutusu uzattı ve. 'İçimdekini ilginç bula
caksınız.' dedi.
'Otele geldim ve kutuyu açtım. Yalnızca birkaç saniye bak
tığımı sanıyordum, ama kendime geldiğimde hava kararmıştı.
Kapağı h e m e n kapadım, ama çok geç kalmıştım. U m a r ı m ça
buk gelirler. D a h a fazla direnlemeyeceğim. Bu notlan yazıp,
kutuyu yeniden açacağım. O n u tekrar görmeliyim, bir kez da
ha görmeliyim. Ejdercenk. tabii ya. kaçacak. Umarım Holmes
onu bulur. C u b - C u b kuşuna dikkat et! Dayanamıyorum. O n u
yeniden görmeliyim.' Son cümle neredeyse deli saçması. Kor
kanın b u n d a n daha başka bir şey elde edemeyeceğiz."
Güçlükle yutkundum.
"Ben..."
"Elbette, eğer birkaç dakika daha bakmış olsaydınız genç
gazeteciyle aynı sonu paylaşacaktınız. Fakat anık b u n d a n şi
kayet etmenize gerek kalmadı." Defterin sırtıyla hafifçe dizi
ne vurdu. " H ı m m . 'İşıklar söndüğünde bana yaklaştı." Süphe-
lenmi doğruluyor bu. Fakat, bu Ejdercenk ne olabilir? Bu ke
lime bana hepten yabancı değil."
128
Sabahın geri kalanını düşüncelere dalmış bir halde geçir
di, Öğle yemeği vakti geldiğinde, yemeğini bir makine gibi
yedi ve ardından odasına çekildi. Geri geldiğinde tamamen
farklı bir adam olmuştu: on santim uzun, al yanaklı ve üze
rine tam oturmayan bir frak giymiş bir adam.
129
XII. BÖLÜM
VARYETE TİYATROSU
130
H o l m e s içeride beni bekliyordu, açıkçası onu böyle içeri
almalarına şaşırdım. M a n c i n i . işçileri ve alt tabakaya m e n s u p
olanları görebileceğiniz bir yer değildi. Müşterilerin H o l
mes'ün kıyafetine attığı bakışlardan burada pek de hoş karşı
lanmadığı anlaşılıyordu. Kendimi biraz rahatsız hissederek
yanına o t u r d u m .
131
"Belki evet, belki hayır." Saate bir gözaltı, "iyisi mı biz yo
la koyulalım, ikinci b ö l ü m birazdan başlar ve sizin de oyunu
kümesten izlemek zorunda kalmanızı istemem."
Böylece, on beş dakika sonra dostumun alçakgönüllü kı
yafetinin o n a m a mükemmelen uyduğu, küçük bir varyete ti
yatrosuna geldik. Kendimi buraya yabancı hissettim ve ancak
o zaman Holmes'ün neden fazla şık giyinmemi istemediğini
anladım. Neyse ki etrafta az çok benim gibi giyinmiş birkaç
kişi görülüyordu, işçiler, hizmetçiler ve alt tabakadan başka
insanlardan oluşan bir okyanusta küçük adacıklar gibiydik.
132
Kadınsı ve gür bir ses. " G i r i n . " dedi.
içen girdik ve gösteriyi sonlandıran kadınla yüz yüze gel
dik.
Holmes. kendi adıma gülünç bulduğum şövalyevari bir
jestle. "İyi akşamlar. Bayan Pebbles. Gösterinizden ötürü sizi
kutlamak istemiştim sadece." dedi.
"Bu bir şey değil, yalnızca şarkı söylüyorum, sız beni za
manında görecektiniz."
Holmes hafif bir tebessümle. "Aslında gördüm." dedi. "Siz
olağanüstü bir aktristiniz ve bu tiyatro müsveddesinde yete
neğinizin harcandığına İnanıyorum, özellikle Sigurd Siger
son ve J a m e s Phillimore yorumlarınız hankulade. Bu sonun
cusuna bizzat şahit olamadım, fakat bana m ü k e m m e l oldu
ğunuz söylendi."
133
"Bunu da mı tahmin ediyorsunuz?"
"Ben t a h m i n etmem. Akıl yürütürüm. Etkili yöntemlerimi
d a h a zayıf olanlarla değiştirmeye kalksaydı m aptalhk etmiş
olurdum."
"Kadın" o m u z silkti.
" T a m a m , t a m a m , akıl y ü r ü t t ü n ü z , farz eniniz, m u h a k e m e
eniniz, sonuç çıkardınız, nasıl isterseniz. T a m bana anlatıldı
ğı gibi birisiniz." Bu son sözleri bariz bir öfkeyle söylemişti.
" N e bilmek istiyorsunuz?"
"Pek fazla şey değil. Necronomicon nerede ve İngiltere'den
çıkmak için kullanmayı d ü ş ü n d ü ğ ü n ü z geminin ismi n e ? "
Beni huzursuz eden bir gülümsemeyle, "Ah. demek he
nüz ismini öğrenemediniz. Bay Persano'yla konuşmadınız
m ı ? " diye sordu.
" O n u bulduğumuzda pek bir şey söyleyecek halde değil
di. Fakat bu, sizin için sürpriz bir haber olmasa gerek."
"Değil, bunu zaten biliyordum. Yazık oldu." Parlak kırmı
zıya boyalı, u z u n tırnaklı parmaklarıyla içki şişesini kavradı.
"Bir yudum alır mısınız, beyler? H a y ı r mı? O halde, sağlığını
za."
Şişeden büyük bir y u d u m aldı. S o n r a şişenin ağzım avu-
cuyla silip, bize baktı. O l a n bilen her şey adamı (kadım da
diyebilirim) son derece eğlendiriyor gibiydi. Ardından,
önemli bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi dudaklarım
büzdü.
134
bana en azından o n u n baktığını söylüyor. Tekrar b a k m a k is
lemez miydiniz? Bende bir tane daha var. D o k t o r . "
O t u r d u ğ u m yerde şiddetle sarsıldım. Holmes'ün elinin
a r k a d a n o m z u m u tuttuğunu hissettim ve bu temasın, sanki
gerçek dünyayla bağımı koruyan hır çıpaymışçasına çok ra
hatlatıcı bir etkisi oldu.
"Bizimle oyun oynamayan. Bay Lovecraft. Beraberinizde
birden fazla dhoie getirme riskim aldığınızdan şüpheliyim."
" H e r şeyi de biliyorsunuz, h a ? E h , size o büyüleyici yara
tığı gösteremediğime göre. sizin için başka ne yapabiürim,
beyler?"
"Kitabı verir ve teslim olun."
"Ah, tabu ya. tahmin etmeliydim. Fakat kitabın şu anda
elimde olmadığım söylemekten hicap duyuyorum. Teslim ol
maya gelince, korkarım planlarım arasında böyle bir şey
yok."
"Bay Lovecraft." H o l m e s ' ü n , kadın gibi konuşan, kadın gi
bi davranan ve dolayısıyla benim bîr kadın olarak g ö r d ü ğ ü m
birine böyle diklenmesi bir an için b a n a uygunsuz g ö r ü n d ü .
"Ya buradan bizimle kendi isteğinizle güzel güzel çıkarsınız
veya baygın olarak. S e ç i n . "
"Watson. hayır!"
135
hareket etti, daha ne o l d u ğ u n u anlamadan sağ kolumu yaka
ladı ve arkaya kıvırdı, boğazımda usturanın soğuk ve rahat
sız edici temasını hissettim. Sonra kulağımın dibinde fısılda
yan sesini d u y d u m .
"Söylediğim gibi. Bay Holmes, planlarım arasında teslim
olmak yok. O d a d a n çıkın, lam iki adım ö n ü m d e n yürüyün.
Ve siz. Doktor Watson. bir şey yapmaya kalkışmayın, gırtla
ğınızı kesmek zorunda kalmaktan hiç hoşlanmam."
136
parmağımı oynatmaya fırsat bulamadan kendimi kaldırıma
serilmiş buldum. Arkamdan yaklaşan ayak seslen duydum,
birkaç saniye sonra Holmes yanımda bitti ve kendime gelme
me yardım etti.
" ö z ü r dilerim. Holmes. benim hatamdı."
Fakat Holmes olup bitenden pek etkilenmiş görünmüyor
du.
"Önemli değil. Watson. İyisiniz ve şu an Önemli olan lek
şey de bu."
"Bir an İçin gerçekten kaygılandım. Arabadan atmadan
önce beni öldüreceğini düşündüm."
Holmes başıyla reddetti.
"Hayır, böyle bir şey yapmayacak kadar akıllı. Her halü
karda, sizin kılınıza zarar verirse, cehennemin t ü m güçlen
karşıma çıksa bile elimden kurtulamayacağını biliyor olmalı."
Ardından, yersiz bir duygusal patlama yaşamış biri gibi söy
lediğinden utanmış göründü. "Böyle kurnaz bir adam karşı
sında sizi daha iyi korumalıydım."
137
yakalama fırsatını kaçırmıştı. Elbette. H o l m e s . sanki bu olay
kaçınılmaz bir şeymiş, ikimiz de kader kurbanı olmuşuz gibi
veya sanki bu. doğanın kötü bir oyunuymuş. u m u l m a d ı k bir
fırtına veya kimsenin hesaba katmadığı bir kasırgaymış gibi
olanları önemsemez görünüyordu. Başka şeylerin yanı sıra,
Holmes'ün tabiatındaki en olağanüstü özelliklerden biriydi
bu: fiyaskolar için üzülmekle hiç z a m a n yitirmez; t ü m kuv
vetini bir sonraki hamleyi planlamak için kullanırdı.
138
övgü karşısında kolluklarım kabanrdı, fakat o anda hâlâ yap
tığım hatanın etkisindeydim. "Evet, şüphesiz Doktor da bize
yardıma istekli olacaktır. Siz o n u n âdetlerini bilirsiniz, Wat-
son, bu saatte uyumuş m u d u r ? "
Saatime baktım.
139
XIII. BÖLÜM
EJDERCENK
140
Doyle kafa salladı.
" N e siz. ne bir başkası b u n u bilebilir. Fakat Necronomı-
con'un yanlış ellere geçmesi halinde meydana geleceği söyle
nen korkunç olay. hepimizi içine alacak kadar büyük olacak
tır. Bugüne kadar kitap, sadece o n u kullananlar için tehlike
kaynağıydı, ama artık o h ü k ü m sürmüyorsa... Yok, hayır, bu
nu d ü ş ü n m e k bile istemiyorum."
141
yecek kadar da değerli bir şey o . "
"Korkarım Watson haklı. Tecrübelerim bana bir sırrın as
la sır olarak kalmayacağını Öğretti. Niyetinizden kuşkulandı
ğımı söylersem alınmayan. Doktor Doyle, en azından cemiye
tinizin Büyük Üstat'ının niyetinden. Sizin samimiyetinizden
kuşku duymuyorum, fakat kaderin bir cilvesiyle, kaybedece
ği bir şey olmadan kullanma fırsatını b u l d u ğ u n d a Samuel
Liddell Mathers gibi birinin böylesine kudretli bir aracı kul
lanmayacağına inanmakta zorlanıyorum."
142
"Altın Şafak'ı mı kastediyorsunuz? İşinize yarayacağından
şüpheliyim H o l m e s . ama okultizm hakkında bildiğim her
şeyi sizinle paylaşmak b o y n u m u n borcudur. Yine de, bilme
diğiniz veya tahmin edemediğiniz bir şeyi açığa çıkaracağım
d a n şüpheliyim." Doyle'un sesinde gizleyemediği bir kin var
dı.
143
Pişindiydi, kayrak tirsukeleler
Donenip delgilendiler otgelde
Mızhydılar tarazlı gubibikler
Donguzlarsa nezgilendi*
144
bileyim. Aa. evci. daha sizinle tanışmadan ünce bu kitabı
okudum, Watson. Kelime oyunları, mantık bulmacaları, za
rifçe örülmüş, satranca benzer kurgusuyla hoş saatler geçir
dim. Sonra, hayatımı adadığım iş için faydasız olduğuna ka
naat getirdim, aklımdan çıkarıp attım. Ta ki bu güne kadar.
Doktor Doyle, size cidden borçlandım. Bunun vakayı çözme
mizde müthiş yardımı olacak. Rahip Dodgson'un şen fantezi
lerim bana yeniden hatırlattığınız için de size ayrıca minnet -
larım. Şu yanınızda duran Times'a bir saniye bakabilir mi
yim? Teşekkürler."
145
bir dedektif olacaksınız. Şimdiden dostumuz Lestrade'ı ç o k
geride bıraktınız."
Başkaca bir şey d e m e d e n , köşeli yüzünde tatmin o l m u ş
bir ifadeyle oturdu. Ç o k geçmeden Baker Sokağı, 221 B'ye
vardık ve odalanmıza çıktık. H e m e n yattım, ama uykuya dal
m a m vakit aldı. Kapan kurulmuştu!
Adamımız kapana kısılmıştı ve bu defa kaçamayacaktı,
b u n u gurur meselesi yapmıştım; H o l m e s bu defa d o s t u n u n
beceriksizliği yüzünden zaferinin elinden kayıp gittiğini gör
meyecekti. Uykuya dalmadan önce bu hususta kendi kendi
me söz verdim.
146
XIV. BÖLÜM
PROFESÖRÜN GÖLGESİ
147
mıştım. a m a yanıldım. G e l e n Marlowe'du.
"İyi günler D o k t o r Waison. Sherlock H o l m e s ' ü görmek ıs
lıyordum."
"Maalesef evde yok. Erkenden çıktı, dönmesi de u z u n sü
rer herhalde."
Buna canı sıkılmış gibiydi.
" T ü h . İ p u c u peşinde elbette. D u r u m şu ki. elimde sağlam
bir bilgi var..."
"Bana söylerseniz, d ö n d ü ğ ü n d e bizzat kendim Holmes'e
iletirim."
Birkaç saniye tereddüt eniklen sonra, " M a d e m öyle, zevk
le Doktor Watson." dedi.
Oturmasını söylediğimde bir an tereddüt etti. Holmes'ün
kutsal mekânında b u l u n m a k g ö z ü n ü korkuluyor gibiydi.
Son yıllarda eski d o s t u m u n şöhreti öylesine artmıştı ki. nere
deyse efsanevi bir karaktere dönüşmüştü. Bugün bile. bu say
falan yazarken, o n u n isminin deyimleştiğini hayranlıkla fark
ediyorum. Zekâsı ortalamanın üzerinde olan veya olağanüs
tü bir açıkgözlülük gösteren birine. "Sen gerçek bir H o l -
mes'sün" deniliyor. Bu yüzden, genç ve uyanık polisin, b ü
yük dedektife hayranlık duyması ve çevresindeki mobilyalar
da, eşyalarda o n u n güçlü kişiliğinin izlerini araması pek de
garipsenecek bir şey değildi. Neyse. Marlowe s o n u n d a olur
du ve küçük bir not deften çıkardı. Eteğindekileri dökmeye
başlamadan, içecek bir şey isteyip istemediğini sordum.
148
"Bugün çalışmıyorum ve bazı ilginç şeyler keşfettiğimden,
buraya gelip Holmes'ü bunlardan haberdar etme fırsatı bul
d u m ; ve sizi de tabii."
G e n ç polise şevklendirmek için, "Anlatın haydi." dedim
ve kâğıt kalem alıp karşısına olurdum.
"Ah. onlara gerek olmayacak. Doktor Watson. Bay H o l
mes'ün işine yarayacağını düşünürseniz, not defterimi bura
da bırakabilirim "
G e n ç adam boğazını temizleyip, bulduklarını anlatmaya
başladı.
"Elbette bu bilgileri üstlerime ilettim. Ben her şeyden ön
ce bir Scotland Yard görevlisiyim ve böyle bir d u r u m d a yap
mam gerekenler gayet açık. Fakat korkarım Bay Lesırade
bunları pek ilginç bulmadı."
Pek şaşırmamıştım buna. Lestrade. bunca yıldır H o l
mes'ün yöntemlerini inceleme şansı bulmuş olmasına rağ
men bazen korkunç derecede miyop oluyordu.
"Neyse. Bay Holmes'ün beni Sigerson'un sekreteri Adam-
son'ı izlemekle görevlendirdiğini biliyorsunuz. İki adamı bu
işe koştum ve bizzat ben de işten fırsat buldukça izleme göre
vini sürdürdüm. Sonuç hep olumsuz, hattâ cesaret kinciydi.
Adamson otelden ayrılmadı. Kimse kendisini görmeye gelme
di, kimseyle konuşmadı ve yalnızca akşam yemeği için yemek
salonuna inmeye tenezzül ettiğinde görüldü. Hattâ orada bile
tek başına, yemek siparişi vermek dışında kimseyle tek kelime
etmeden yemeğini yiyordu. Diğer öğünleri odasında halledi
yordu. Adamlarıma izlemeye devam etmelerini söylemekle
birlikle, bu şekilde pek bir şey öğrenemeyeceğimiz izlenimine
kapılmıştım. Bu yüzden ben de esrarlı Bay Adamson'm geçmi
şini araştırmaya koyuldum, inanın, bu hiç de kolay olmadı."
149
Holmes'ün bu delikanlıda gördüğü şeyin ne olduğunu an
lamıştım. Gayretkeşliği, işlek ve hep içtikte duran zekâsı onu
daha yukarılara taşıyacaktı. Birkaç yıl sonra Yard'dan ayrıla
cak, karısıyla birlikle Amerika'ya göç ederek batı kıyısındaki
Los Angeles'a yerleşecekti. Buradaki polis teşkilatına katılıp
hak etliği kariyere kavuşacaktı. Arada sırada Holmes'e yaza
caktı, ama neden sonra izini kaybedecektik. Sadece babası gi
bi dedektif olmak isleyen bir oğlu olduğunu, polis kuvvetle
rine katılıp ayrıldığım duyacaktık, ama dedektif olma tutku
sunu koruyup korumadığını öğrenemeyecektik.
"Bilmiyorum, Marlowe."
G e n ç polisin yüzünden kurnaz bir tebessüm geçti.
'Tavsiyesi üzerine işe alındığı kışı, üniversitenin matema
tik profesorüymuş. Öyle sanıyorum kı ismi size pek yabancı
gelmez."
150
"Öyle m ı ? " dedim, biraz sıkılarak.
"Öyle, Doktor. İşe alınmasını sağlayan kişi, Profesör M o -
nany'ymış."
Moriarıy! Bu isim kafamın içinde uğursuzca yankılandı.
Holmes'ün nisan sonlarında evime gelip, havalı tüfeklere dair
endişelerini açıkladığı günü hâlâ hatırlıyorum ve hayatım b o
yunca da hatırlayacağım. Bu vaka. görünüşte eski d o s t u m u n
ölümüyle sonuçlanmıştı. Bu adı adamın peşinde Avrupa'nın
yansını dolaşmıştık ve takibimiz, Moriarty ve Holmes'ün Re-
ichenbach'ta ölümleriyle son bulmuştu. Fakat H o l m e s , bu
olaydan üç yıl sonra hâlâ hayattaydı. Eğer b i r i Reichen-
bach'tan sağ kurtulabildiyse. neden diğeri de kurtulmasın?
151
kürsüsünü bıraktı ve Londra'ya yerleşti. Elbette. Moriarty gi
bi birinin o n u neden tavsiye ettiği sorusu aklımı kurcalıyor."
"Haklısınız."
"Anlıyorsunuz ya. Doktor. Yard'ın arşivlerinden profesö
rü araştırdım ve tüyler ürpertici şeyler b u l d u m . Başında bu
lunduğu şebeke uzun zaman polisin başını ağrıttı. Bay H o l
mes tarafından maskesi düşürülmemiş olsaydı. ışın sonu
kimbilir nereye varacaktı. A d a m s o n ve M o n a n y ' n i n karşılaş
ması bir tesadüften ibarettir belki de, ç ü n k ü Adamson'ın.
profesörün örgütünde yer almadığından e m i n i m . Neyse, öğ
renebildiklerim bu kadar."
152
matematikçi, ama aslında hırslı ve zalim bin. Kurduğu suç
ağı öyle karmaşıktı ki. Yard çözmekte yetersiz kalmıştı. Yaka
yı ele verdiği suç öyle önemsizdi ki, kimse farkına bile var
mazdı. Bir kişi hariç.
153
le M o n a n y ' n i n parmağı olduğunu görmeyi başarmıştı. Elbet
te. Bırlstone trajedisinden bahsediyorum. Holmes, bu kor
kunç vakaya, profesörün örgütü içinde. Porlock takma ismini
kullanan ve gönderdiği mesaj sayesinde Birlstone'da çıkacak
olayları engellemeyi başardığımız bir muhbir vasıtasıyla kanş-
mıştı. Bildiğim kadarıyla. Holmes, Porlock'u şahsen ne gör¬
müş, ne de konuşmuştu, tabii asıl ismini de bilmiyordu. H o l -
mes'ün muhbirle bağlantısı bir iki nottan ve karşılığında gön¬
derdiği bir miktar paradan ibaretti. Adamson, Porlock olabilir
miydi? N e d e n olmasın? Bütün taşlar yerine oturuyordu.
154
mayacaktım; Lovecrafı beni tekrar galil avlayamayacak, Sher-
lock Holmes'ün planları benîm yüzümden altüst olmayacak
tı. Tabancayı kabanımın cebine koydum ve beni beklerken
yerinde duramayan Wıggins'in yanına döndüm.
Simdi, her şey birer hatıraya dönüşmüşken, o gece beni
bekleyen genç ve kavgacı Wiggins'le. sonradan Sherlock Hol
mes'ün mirasını devralacak olan şöhretli polisi kıyaslayınca,
ünlü dedektifle hiç karşılaşmasaydı delikanlının nasıl bir ha
yatı olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Belki, yüzünden
yaralanmış olmazdı, fakat o zamanlar kendi sınıfından çoğu
gencin başına geldiği gibi yetişkinliğe erişmeden ölüp gitme
si de muhtemeldi veya bir fabrikada sabah akşam üç kuruşa
çalışıp, şuurunu alkol buhurunda kaybederek veya kimbilir,
belki de yeraltı dünyasının şeflerinden birinin maşası olarak
ömür tüketirdi.
155
ikilisi, basında da heyecan yarattığı gibi. başta yıllardır bu va
kaya dair ipuçları peşinde koşan Wiggins olmak üzere, her
kes için esrarını koruyor. Kariyerindeki bu yegane leke yü
z ü n d e n kendisine işkence ettiğini ve ne Önceki, ne de sonra
ki başarılarının onu yatıştırmadığını da biliyorum.
Yine konudan ayrılıp, bitmek bilmeyen bir gevezeliğe dal
dığımdan zavallı Wiggins'i bekletiyorum. Bu yüzden bu ko
nuyu burada bırakıp, o mart akşamı olanlara donelim.
156
XV. BOLUM
AVCILARIN BEKLEYİŞİ
3
157
İyi, iyi. her şey sona ermeden ona ihtiyacımız olabilir. Ben de
dostumuz Lestrade'e bildiklerimi anlatıyordum. Siz geldiği
nizde, lam da bu sabah Alice aramak için kollan sıvadığımı
söylüyordum, çabalarımın boşa çıktığını da eklemeliyim tabii.
Evet, sevgili dostum, bu isimde büyük tonajlı bir gemi mevcut
değil. Kontrol eltim. Hattâ ipucunu yanlış yorumlamış olabi
leceğimi bile düşünmeye başlamıştım. Tersyüz olmuş dünya
ya gelecek olan' sözü, bizi Alice ismine götürdü ve bu da bir
gemi olmalıydı. En azından. Bay Verne'ın fantezilerindeki
uçan vasıtalar gökyüzünde sürekli dolaşmaya başlayana dek,
bu adadan tek çıkış yolu denizden olacak. Neyse ki, olan bi
tenden haberdar olan ve gayet sağlam iş çıkaran genç teğ
m e n Wiggns'e ulaştım. O ve Başıbozukları her yere girip, her
kesi sorguladılar ve nihayet doğru cevabı bulmayı başardılar."
"öyleyse, bir Alice var mı?"
158
lanmadan bizim kurtarma teknesiyle bile yarışabilir. Neyse,
konuya dönelim. Sonunda. Bay Greatfeei'ın. belirsiz bir ta
rihte kanalı geçmek üzere içinde b u l u n d u ğ u m u z ay boyunca
limanda beklemek için bir Amerikalıyla anlaştığını ve bu
adamın kendisine bir şifre verdiğini öğrendim. Bizim deniz
k u r d u n u n m a n ayı boyunca beklemesini garantiye almak
için de depozit olarak hatırı sayılır miktarda dolan cömertçe
ödemiş. D ü n akşamüstü b i n Greatfeet'e yanaşıp, şifreyi söy
lemiş ve yarın şafakla birlikle harekete hazır olması talimatı
nı vermiş, inanın, b ü t ü n o sarhoş zırvalan arasından bu bil
gilen ayıklamak kolay iş değildi.Watson," dedi ve gülümse
yerek, "ama daha zor mücadelelerden alnımın akıyla çıktım,"
diye ekledi. "Yani sorunuza cevabım şöyle: Kaçak dostumuz
Bay Lovecraft't henüz bulamadım, fakat yann sabah o n u en
selemezsek, bana da Sherlock H o l m e s demesinler."
159
S o n u n d a , " H ı m m . Zeki ve girişken bir delikanlı. O n u ter
fi ettirmek iyi olabilir. Lestrade." dedi. Lestrade iskemlesinde
rahatsızca kıpırdandı. "Çıkardığı sonuçlar da gayet ilginç."
Holmes'e. pek şaşırmış görünmediğini söyledim.
"Şaşırmadım, Watson. Bunları t a h m i n ettiğimden değil,
yalnızca esrarengiz Bay Adamson hakkında d ü ş ü n d ü k ç e da
ha az şey beni şaşırtır oldu. Lovecraft'ı yakaladığımızda,
o n u n l a bu k o n u d a ilginç bir sohbet edebiliriz."
Adamson'ın. Porlock ismiyle tanıdığı kişi olabileceğine
dair şüphelerimden de bahsettim.
"Harikulade. Watson. gittikçe ilerliyorsunuz. Lestrade,
g ü n ü n birinde dedektifliği bırakırsam, l ü z u m gördüğünüzde
dostum Watson'a danışabil irsiniz. Neredeyse t a m bir dedek
tif olup çıktı. Evet. Watson d ü ş ü n d ü ğ ü n ü z şey m ü m k ü n . F a
kat A d a m s o n ' ı n m e r h u m Profesör Moriarty'nin örgülünü
canlandırmaya çalıştığından şüpheliyim. H e r neyse, bu ko
nuyu sonraya bırakalım."
160
Small ve o n u n küçük vahşisinin, şimdi takıp etliğimiz ada
m ı n yansı kadar bile tehlikeli olmadığı gibi bir İzlenim edin
miştim
Saatler ağır ağır ilerledi. Lestrade suskundu. H o l m e s de
pek konuşmuyordu. Rutubetli bir geceydi, brendinin verdiği
sıcaklığa rağmen soğuk iliklerimize işliyordu. Şafak vakti gi
derek yaklaşıyordu ve nihayet ufukta tan kızıllığının denize
vuran hafif parıltısını gördük. H o l m e s . ateşçimize kazam ısıt
maya başlamasını söyledi. Ardından d ü r b ü n ü n ü çıkarıp,
u z u n süre etrafı taradı.
161
halde daha ilende buluşacaklar," diye cevapladı.
"Olabilir, izleyelim. U z a k t a n ve fark ettirmeden, adamı
mızı ü r k ü t ü p kaçırmak istemeyiz."
P a l a m a n ç ö z ü p , iskeleden çıktık ve açık sabah göğü altın
da takibe koyulduk.
Havada elle tutulur bir gerilim vardı.
162
XVI. BOLUM
ALICE'İN FİRARI
163
Lestrade, "Bizi fark etti m i ? " diye sordu.
"Öyle görünüyor. Biraz hızlanalım."
H o l m e s . başı öne eğik, bir süre düşünceli durdu.
Aniden, "Kahretsin!" diye bağırdı. "Bir avuç acemiymişiz
gibi bizimle dalga geçmesine izin verdik, sanki hepten ah-
makmışız gibi. Lovecraft o sandala binmeyecek, zaten san
dalda."
"Ama..."
"Başka türlü olamaz, Lestrade. O a d a m Greatfeet değil.
Lovecraft. Beni enayi gibi luzaga düşürdü. Ateşçi, t a m yol!"
Sandal çoktan kotraya yanaşmıştı v denizci güverteye tır
manıyordu. Teknemizin motoru hızlanırken gürledi. Alice
demir aldı ve yavaşça manevra yapmaya başladı. Aramızda
bir iki yüz metre vardı. Bandan hafif bir rüzgar esiyordu ve
kotra bu rüzgardan faydalanarak açık denize yöneldi. T e k n e
miz de hızını almıştı ve aradaki mesafeyi giderek kapatıyor
d u . O n u yakalamamız an meselesiydi. Yelkenini s o n u n a ka
dar şişirecek bir kasırga çıksaydı bile aç bir köpekbalığı gibi
sulan yaran polis teknesinden kaçamazdı O y u n sona ermek
üzereydi. Hayal kırıklığına benzer bir hisse kapıldım: Final
fazla kolay olmuştu.
164
Ateşçinin cevabı. "Son hızdayız, efendim." oldu.
Aradaki mesafeyi kapatıyorduk. Kotraya elli metreden az
bir mesafe kalmıştı. Z a m a n ilerliyor, bulutsuz gökyüzünde
marnlar çığlık çığlığa, daireler çizerek uçuyordu. Yirmi beş
metre. Birden kotranın kıçında bir siluet göründü. Bizden ta
rafa bağırdığım duyduk.
165
Sis, açıkça genişliyordu, sanki canlıydı ve ö n ü m ü z d e k i
tekneyi parmaklarıyla sarıyordu. Birazdan o n u t a m a m e n yu
tacaktı. Sise girmemize birkaç metre kala, m ü t h i ş bir şaşkın
lıkla, sanki bir d u m a n b u l u t u y m u ş gibi birden dağılmaya
başladığına şahit olduk. Bir dakika içinde tümüyle yok ol
muştu. Alice de o n u n l a beraber gitmişti. Açık denizdeydik,
görüşümüz her yönde millerce uzağı görebilecek kadar açık
tı, fakat kotradan hiç iz yoktu, b u h a r olup uçmuştu. Lestra
de ve ben şaşkın şaşkın birbirimize baktık. H o l m e s , âdeti ol
madığı üzere, yüksek sesle bir küfür savurdu.
166
sedini bulmak u z u n sürmedi, oradan pek uzakla değildi.
Lestrade ne yapacağım bilemiyordu. Elinde, çözülmemiş iki
cinayet, bir kayıp ve bir hırsızlık vakası mevcuttu ve Holmes
olanları açıklayacak olsa bile önada kamı yoktu. Bir de, tüm
bunlara sebep olan kişi, denizin ortasında hiçlikten peydan
olan bir sis bulutunun içinde kaybolmuştu. Scotland Yard, dos
yanın üzerine bir sünger çekse şaşmamak lazımdı, çektiler de.
167
Bu kavramsal tenis maçı. Holmes'ün, muhatabının kendi
seviyesinde olmadığına karar vermesiyle sona erdi. Dostu
m u n akıllıca sözleri karşısında Bay Mathers. inanarak söyle
me erdemini bile gösteremediği basmakalıp ve bayağı laflara
sarılıyordu.
I6fl
bir kâğıt çekti ve yüksek sesle okumaya başladı: "Bay Shama-
el Adamson, bu akşamüstü, saat dört buçukta kendisini ka
bul ederseniz büyük onur duyar."
" E h . Watson. O n u aramaya çalışmamız bile gerekmedi. Bi
ze kendi ayağıyla geliyor. Başarısızlığımızı öğrenmiş olmalı"
Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım.
"Ama, nasıl?"
"Şüphesiz kendi usûlleri vardır. Tedirginliğinizi yüzünüz
den okuyabiliyorum, sevgili dostum. Sizden biraz daha sab
retmenizi rica ediyorum. Bu akşamüstü bir taşla iki kuş vu
racağız. Haberdar olmadığınız her şeyi size anlatacağım ve
Bay Adamson'm amaçlarını ve bu olaydaki rolünü açığa ka
vuşturacağız."
Bu soz içime su serpmişti. İkimizin de açlıktan midesi ka
zmıyordu. Bayan H u d s o n ' u n hazırladığı geç kahvaltıyı tek söz
etmeden midemize indirdik. Ne Holmes'ün ne de benim ha
leti nahiyemiz sohbet açmaya uygun değildi. Birlikle geçirdi
ğimiz bunca yıl içerisinde, büyük dedektifin bazı başarısızlık
larına şahit olmuştum, fakat hiçbiri böyle değildi: Her şey çö
züldü zannederken suçlunun elinden kaçtığı, buhar olup u ç
tuğu hiç olmamıştı. Aslında. Sherlock H o l m e s başarısız ol
muş değildi; esrarı çözmüş, bulmacanın lûm parçalarını yeri
ne yerleştirmişti ve Lovecraft'm sırra kadem basması, nasılını
henüz bana açıklamadığı, g ü c ü n ü n ötesinde bir şeydi. T ü m
bu olan bitende çarpık bir şeyler olduğunu sezinliyordum,
sanki şeylerin doğal düzeni apansız altüst olmuş gibiydi.
169
XVII. BOLUM
BAY SHAMAEL ADAMSON
171
gi duymuştu. Birkaç yıl ö n c e beni Trafalgar Oteli'ndeki oda
sına çağırmıştı. Okult çevrelerdeki bir tanıdığından son dere
ce kaygı verici bir söylenti duymuştu. Son derece kudretli ve
nüfuzlu bir prens, tahtından feragat etmişti. Bu varsayımı çok
ilginç b u l d u m : Dürüst olmak gerekirse, b e n i m için pek öne
mi olmasa da. hem estetik h e m de elik açıdan ilginç gelmiş
ti. Söylentiyi duymamın üzerinden pek u z u n süre geçmemiş
ti ki. Profesör Moriarty'yle son defa kozlarımızı paylaşma fır
satı b u l d u k ve çekişmemiz esnasında öldüğüm sanıldı. D ü n
yanın b u n a inanması, bir süreliğine de olsa işime geldi. H a
yatta olduğumu sadece Mycroft biliyordu. Bana yardımcı ol
d u , varlığımı saklamak için gerekenleri temin etti ve karşılı
ğında, benden bir ricada b u l u n d u . Söyleminin doğru o l u p
olmadığını araştırmamı isliyordu. H h , neden olmasın? Pratik
te bir sonuç alınmayacak olsa da. söylenenler çok ılgımı çek
mişti. Mycroft'la birlikte kâşif Sigerson karakterini yarattık ve
bu kisve allında dünyanın yansım dolaştım. Tibet'in ücra bir
yerindeki Lhassa'ya gittim ve Dalay Lama'yla görüştüm. Söy
lentiyi biliyor ve ciddiye alıyordu, ama bu o n u pek endişe
lendirmiyordu. Bana söylediği, "Kozmik düzenin dengesi ka
rışmayacak," oldu. Hindistan'a gidip, en tanınmış erenlerden
bazılarıyla konuştum, onlar da Dalay Lama'nın görüşünü
paylaşıyorlardı. O r a d a n İran'a geçtim. Arap alemine karışa
rak Mekke'ye kadar gitmeyi başardım. Bu seyahat sırasında
Filistin'e uğrayarak söylentiye harfi harfine inanan ve dünya
n ı n sonuna hazırlanan bazı Batıniye mezhebi uzmanlarıyla
da görüştüm; elbette b u n d a şaşıracak bir şey yok. yaşlı Yahu
di mistikler öteden ben dünyanın sonuna hazırlanır durur.
172
mıştı. Islami kıyafetlerimi ç ı k a n p , batıya d ö n d ü m . Wat-
son'un bildiği üzere Vatikan, mavi lal taş vakasından dolayı
bana borçluydu, bu yüzden Papa'yla görüşmem sağlandı.
Ç o k ince bir adamdı; söylentiyi ne doğruladı, ne de yalanla
dı; tek kelime etmeksizin söylentiye inandığını ve fazlasıyla
endişeli olduğunu anlamamı sağladı. Anık Sigerson kimliği
nin bana faydası kalmamıştı ben de bir tarafa bıraktım. Fran
sa'da, Montpellier'deki bir laboratuvarda. sonradan fazlasıyla
yararlandığım katranla ilgili deneyler yapılıyordu. Bir süre
orada kaldım, ardından, m e r h u m Moriarty mn bir günlüğü
ne baş yardımcısı olan Albay Sebastian Moran'ın maskesini
düşürmek için. anlaşılan tam vaktinde Londra'ya d ö n d ü m .
Mycroft'a öğrendiklerimi aktardım ve bu k o n u üzerinde da
ha fazla d u r m a d ı m . Z a m a n akıp gitti ve söylenti olsun olma
sın, okültist çevrelerde göze çarpan bir değişiklik olmadı."
173
dora Persano'dan bahsediyorum. Lovecraft. kıskanılacak bir
soğukkanlılıkla davrandı. Yalnız bu da değil, Persano'ya. tek
rarlamaktan alıkoyamadığı, ingiltere'den kaçışına dair tek ke
limelik bir ipucu da verdi; lewis Carroll'ün Alice'ine gönder¬
me yaptığı "Ejdercenk". Sonra da. bir kibrit kutusu teslim
edip. içindekini ilginç bulacağını belimi. Kutuda, birçok fark¬
lı isme sahip, fakat en bilinen ismi ahde olan ve kendisine bel¬
li bir süre bakan birini tümüyle delirtmek gibi bir özelliğe ha¬
iz, esrarengiz ve iğrenç bir yaratık vardı. Amerika'daki Mısır
farmasonları bu yaratıkları üretip, tehlikeli görevlerde rol alan
önemli üyelerine bunlardan birer iane verir. Şüphesiz, eğer
yakalanacak olurlarsa konuşmalarını engellemek amacıyla.
Bir kibrit kutusundan kim şüphelenir. Yakalanan bir ajanın
tek yapması gereken, kutuyu açıp. İçine bakmaktır; o şeytani
gözlerin çekimine kapılınca, aklı dipsiz uçurumlarda kaybo¬
lur, kimse de ağzından laf alamaz. Tabii, bu Lovecraft'ın işine
pek yaramadı, çünkü Persano'yu bulduğumuzda anahtar ke¬
limeyi bize tekrarlayacak kadar aklı yerindeydi: "Ejdercenk"
Bu sayede, Alice isminde bir gemi aramayı akıl etmek pek zor
olmadı. Büyük tonajlı bir gemi arayışıyla yola çıkıp. Allce'in
yalnızca bir kotra olduğunu görünce, önce hata yaptığımı san¬
dım. Fakat sonra Fransa'ya geçeceğini tahmin etlim. Bir kez
Fransa'ya girince. Amerika'ya geçmesi gayet kolaydı. Böylece
tekneyi bulduk, bir sis bulutu yoktan var olup, onu tümüyle
yuttuğunda avımızı sonlandırmak üzereydik. Sis dağıldığın¬
da, tekneden de hiç iz kalmamıştı. Sanırım hepsi bu."
175
-Nasıl olur?"
"Bakın, eğer Lovecraft'ın niyeti yalnızca Necronomiconu
ele geçirmek olsaydı, niye Sigerson kılığına girsin kı? İnanın,
bu detay kafamı kurcalıyor. Kuzeyli kâşifin kılığına girmenin
ona görevinde faydası olmazdı, aksine, bu sahtekarlık yüzün¬
den olaya dahil olmam işini zorlaştırırdı. Lovecraft'ın benim
dikkatimi çekmek gibi bir derdi yoktu. Bu çok anlamsız. Do¬
layısıyla, beni bu işe karıştırmak isteyen o değil; Sigerson is¬
miyle dikkatimi çekeceğini bilen bin. Lovecraft'a yakın bin.
ve tabii ona Sigerson kılığına bürünmesini öneren bin."
"Yani. ben."
"Oyle sanıyorum ki. Lovecraft'la İngiltere'ye gelişinden
önce tanıştınız. Belki de Fransa'da. Belki de. neden olmasın,
Bois de Boulogne'da, tam da Crowley'nın Mathers'a öne çı¬
kıp. Altın Şafak'ın kontrolünü ele geçirmesini önerdiği gün
tanıştınız ve yakında gerçekleşecek olayları uzaktan idare
edebilmek için sızı sekreteri olarak tanıtmasını söylediniz."
Bu, Holmes'ün bana birkaç gün önce söylediği bir şeyi pe¬
kiştirdi. Dostum bu son sözlere itibar etmeyerek, sadece so¬
rusunu sordu:
"Karşılığında sız ne yapımız?"
"Karşılığında mı?"
176
"Sizi temin ederim ki. Mathers beni fazla endişelendirmi
yor. Diyebiliriz kı o... tarih kitaplarında gülünç bir dipnot
olarak kalmaya mahkum, tıpkı tarikatı gibi. Ama..."
"Ama muhtemelen Alexander Crowley için aynı şeyi söy
leyemeyiz."
Adamson gülümsedi.
"Doğru söylediniz. Bay Holmes, muhtemelen onun için
aynı şeyi söyleyemeyiz. Kitabi kullanarak bana bir zarar vere
bileceğinden degıl. Onu kullanarak eski krallığıma giren kişi
nahoş bir sürprizle karşılaşacak ve sınırlarının göründüğü
kadar korumasız olmadığını anlayacaktır. Fakat Necronomi-
con'âa başka şeylerden de bahsediliyor, yanlış ellere geçerse
bu dünyayı şu anki sakinleri için dayanılmaz ölçüde... nasıl
söylemeli... rahatsız bir yere çevirebilecek şeylerden. Ben de
bir süre burada yaşamayı düşündüğümden, yaşanabilecek
hoş bir yer olarak kalmasını tercih ederim. Bay Mathers'ın
hırsı ve planlan şimdilik yalnızca gülünç ve belki Bay Ale-
xander (hayır, o kendisine Aleister denmesini yeğler) Crow-
ley için de böyle söyleyebilirdik, fakat Crowley. vâsisinin ak
sine, uygun araçları eline geçirdiği takdirde son derece tehli
keli birine dönüşebilecek kudret ve ihtirasa sahip. Akıl hoca
sını bunca zaman yönlendirmeyi becermesi b u n u n sağlam
bir delili. Benim, mevkiimden... evet. böyle diyelim, çekili
şim hakkındaki söylentileri duymuştu ve Necronomkon'un
eksiksiz bir kopyasını nerede bulacağını da biliyordu. O za
manlar henüz yeniyetmelik döneminde olmasına rağmen
planlarını müthiş bir beceriyle uyguladı: Altın Şafak'ın üç ku
rucusu arasında hangisinin kendi amaçlarına daha yatkın ol
duğunu derhal anladı ve onu uzun bir süre ustalıkla yönlen
dirmeyi bildi. Kitabı ele geçirmesi... Eee. hiç kimse için iyi ol-
178
mazdı diyebiliriz. Samuel Liddell Mathers ve Altın Şafak'ın
tarih kitaplarında gülünç bir dipnot olarak kalmaya mahkum
olduğunu söylemiştim, ben karışmasaydım da bu değişmeye¬
cekti, ama Bay Crowley İçin aynı şeyi söyleyemeyiz. Düzelti¬
yorum, son haftalarda olanlardan sonra pekala söyleriz."
179
-Nedir o?"
"Herkesçe bilinen ve muhtemelen asıl isminiz olan isim
değil. A d a m s o n . yanı Adem'in oğlu. N e d e n ? "
"Bunu kişisel bir espri olarak kabul edin, Bay Holmes,
kendi kendime güldüğüm bîr saka "
"Anlıyorum."
"Elbette. A d e m ismi lütfunu kaybettiğim... üstümle İlgili,
isteklerine yalnızca bir kez karsı geldim, o da. bizim yerimi
ze... Neyse, siz b u n l a n zaten biliyorsunuz."
"Öyle sanırım."
Mislerim y ü z ü m d e n okunuyor olmalıydı ki, Adamson ba
na d ö n ü p geniş bir gülümsemeyle baktı.
"Evet. Doktor Watson. tahmin etliğiniz gibi söylentilerde-
ki tahtından vazgeçen prens benim. Tıpkı Bay Holmes'ün
çoktandır bildiği veya en azından kuşkulandığı gibi."
"Doğru. Fakat tahtınızdan neden çekildiğinizi anlayama
dım."
"Açıklaması güç. Kısaca, sebebin yorgunluk olduğunu söy
leyebilirim, ama sizlerin asla anlayamayacağı türden bir yor
gunluk. Dediğim gibi, üstüme yalnızca bir kez itaatsizlik el
tim, hizmete adanmış ve fedakarlıklarla geçen b ü t ü n hayatım
boyunca sadece bir defa ona karşı çıktım. Ve bunca zamandır
affedilmediğime göre, b u n d a n sonra da asla affedilmeyeceği
mi biliyorum. Ç ü n k ü , isyanım bile öngörülen ve arzu edilen
bir şeydi ve krallığım bile o böyle istediği için hükümranlığım
altında. Anık yeni. Bay H o l m e s . bir kukla olmaktan bezdim,
ipleri gördüm ve kestim. Affedilmeyeceğimi biliyorum, ama
a n ı k af dilemiyorum da. affa ihtiyacım yok. O krallığa da ih
tiyacım yok İkisinden de vazgeçtim. Hayatım boyunca ilk de
fa tümüyle yalnızım. Tek başıma. İnsan ırkına karşı hiçbir
180
düşmanlık beslemiyorum Aslında hiç beslemedim, sizler da
ima b u n u n aksine inansanız bile. Krallığımın yöneticisiydim,
o kadar, ışının ehli bir yönetici elbette, eğer beni bununla suç-
layacaksanız. kabul, fakat hiç kimseyi krallık sınırını geçip,
orada yasaması için asla zorlamadım: Krallığın tüm sakinleri,
aksine inansalar da. kendi istekleriyle oradalar. Dürüst olmam
gerekirse, insanoğluyla hiçbir zaman dost veya düşman ola
cak kadar ilgilenmedim. Şimdiye kadar."
181
SONSÖZ
183
Sonunda başarısızlığa uğramış olmasından kaynaklanma
dığına emin olmakla birlikle (başka kim o n u n kadar ilerleye
bilirdi ki?), Holmes, uzun süre bu olaydaki rolünün açıklan
masına karşı çıktı; ben de. bu vakaya kıyasla, oynadığı rolün
daha zayıf olduğu başka hikâyeleri yayımlattım. Diğer taraf
tan, arkadaşım Arthur C o n a n Doyle'un ismini böyle nahoş
bir olaya karıştırmayı da arzu etmiyordum. D a h a önce de
açıkladığım gibi, eski edebi temsilcimin ölümüyle, bu hikâ
yeyi yayımlamamaya karar verme sebeplerimden ikincisi or
tadan kalktı. Holmes'e gelince. Howard Philips Lovecraft'ın
kurgu kisvesi altında yazdığı, fakat yalnızca o eski kitaba eri-
şebilen birinin haberdar olabileceği bilgilerin yer aldığı tüy
ler ürpertici hikâyelerini okuyunca, tereddüt etmeden asıl hi
kâyeyi yayımlamama izin verdi. Yazarın soy ismi de. bir ilk
bahar sabahı Sherlock H o l m e s ' ü n parmaklarının arasından
kaçıp giden Lovecraft'la bir akrabalık haline işaret ediyordu
(Oğlu mu, yeğeni mi? Bilmiyorum).
184
olabilir? ben bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.
Bu olaylardan bugüne dek hiç bahsetmemiş olmakla bir
likte, daha önce de söylediğim gibi, başka hikâyelerde olan
lara gönderme yapmanın ayartıcılığına karşı koyamadım.
Okuyucular. "Thor Köprüsü Vakası"nda. Holmes'ün çöze
mediği üç olaydan bahsettiğimi hatırlayacaklardır. Bunların
ilki. bir sabah şemsiyesini almak için bahçe kapısından eve
yürürken iz bırakmadan ortadan kaybolan Bay James Philli
more'un başına gelenlerdi. Diğeri, bir kibrit kutusunun için
deki, bilimin bilmediği bir solucan yüzünden tümüyle aklını
kaçıran Isadora Persano'nunki ve sonuncusu da, güneşli bir
bahar sabahı bir sis b u l u t u n u n içine dalan ve bir daha da
kimsenin görmediği Alice isimli bir kotraya ne olduğuydu. O
vakitler, istemeden, sanki Holmes bu gizleri çözmekle başa
rısız olmuş gibi olumsuz bir izlenim oluşturmuştum. Elbetıc.
Thames Nehri'nde bulunan yüzü parçalanmış cesedin James
Phillimore'a ait olduğu kanıtlanamadı, fakat ne benim ne de
Holmes'ün bu konuda en ufak bir şüphesi var. Kibrit kutu
sundaki solucanı bilim tanımlayamamış olabilir, ama H o l
mes'ün tammlayamadığmı hiç söylemedim. Alice e gelince,
dünyadaki hiç kimse onun kaybolmasını engelleyemezdi. Bu
hikâye, okurlarımın merakını nihayet gidermiştir diye u m u
yorum.
185
ORMANIN ÖTESİNDEKİ
TOPRAKLARDAN
I
DOKTOR JOHN H. WATSON'UN
HİKÂYESİ
ı
Sherlock Holmes okuduğu gazeteyi öfkeyle fırlatıp, bana
dönerek şöyle dedi:
"İnanılmaz. Aptallığın ulaşabildiği seviye inanılmaz. Saç
ma sapan bir şeyi papağan gibi tekrarlayacak çok sayıda kişi
bul ve bir süre sonra bütün dünya o saçmalığı sarsılmaz bir
doğru olarak bellesin."
"Neden bahsettiğinizi anlamadım."
Holmes eğilip yerdeki gazeteyi aldı ve bana manşeti işaret
etti. "Değişime hazırız" deniyordu manşette, "Bu yeni yüzyıl
da insanoğlunu neler bekliyor?"
"Rezalet, değil mı?"
"Siz öyle diyorsanız, dostum, fakat korkarım ki..."
189
"Nasıl? Siz de mi bu saçma hataya düştünüz? Yeni yüzyıl-
mış!" diye söylendi. "Hangi yüzyıldan bahsediyor bunlar?
Gelecek yıl hâlâ 1900'lerde olacağımızı anlamıyorlar mı?"
"Fakat, sevgili Holmes, zaten 1900'deyiz demek istediniz
herhalde."
"Watson, benim ne zaman söylemek istediğimden farklı
bir şey söylediğimi gördünüz?"
Böyle bir şey yaptığını hiç görmediğimi itiraf ettim.
"Güzel öyleyse, 'hâlâ' dedim, çünkü söylemek istediğim
tam da buydu. XX. yüzyılın, 190Tin 1 Ocak gününe gelene
dek başlamayacağı apaçık değil mi?
"Şaka ediyorsunuz."
"Elbette etmiyorum. Fakat isterseniz bunu tartışalım, zira
ikna olmuşa benzemiyorsunuz. Söyleyin, milattan önce iki
yılından sonra hangi yıl geliyordu?"
"Bir."
"Ya ondan sonra?"
"Eee... Milattan sonra bir herhalde."
"Elbette. Yani, milattan sonraki ilk on yıllık bölüm, birin
ci yıldan onuncu yıla kadar; ikinci on yıllık bölüm, on birden
yirmiye kadar sürdü, öyle değil mi?" Başımla onayladım. "Ay
nı mantıktan hareketle, birinci asrın birinci ve yüzüncü yıllar
arasını, ikinci asrın da yüz bir ve iki yüzüncü yıllar arasını
kapsadığını söylememiz gerekir. Peki şimdi söyleyin bana,
XIX. yüzyıl hangi yıllar arasını kapsıyor?"
"Tabii ki... 1801 ile 1900." Hayretle donakaldım. "Tan
rım, haklısınız Holmes, XX. yüzyılın ilk yılı 1901 olacak, biz
halen XIX. yüzyıldayız."
"Öyle, sevgili dostum, öyle. Elbette bütün gazeteler söz
birliği etmiş gibi hiç sektirmeden yeni yüzyıla gireceğimizi
190
yazıyor. Sizce de insanı çileden çıkaran bir şey değil mi bu?"
Konuyla fazla ilgilenmesem'de, onayladım. Bana göre, ba
sit ve işlenmesi mümkün bir hataydı. Fakat Holmes'ün
önünde bu tür yorumlarımı dillendirmemeye dikkat ediyor
dum. Holmes'ün ve dünyanın geri kalanının aynı şeyleri her
zaman farklı algıladıklarını keşfedeli yıllar olmuştu.
Tartışmanın ardından Holmes'ün öfkesi (biri kendisine
hak verdiğinde hep olduğu gibi) yatışmıştı ve geri kalan sa
bah saatlerini piposunu içip, polisiye hikâyeler okuyarak ge
çirdi. Öğle yemeğinden hemen önce, homurdanarak kitabı
bir tarafa bıraktı.
"Berbat. Bazen kendi kendime en ufak bir yazma kabiliye
ti olmayanların yazı yazmasına neden izin verdiklerini soru
yorum. Ara sıra, bilimsel makaleler yerine dramatik hikâyeler
yazmaya yöneldiğiniz için sizi suçladığım oldu, Watson, ama
en azından, olayları daima doğru bir tarzla yansıtacağınıza gü
venebilirim," dedi ve hoşnutsuzlukla kitabı gösterdi. "Oysa
burada, tüm karakterleri ilk göründüklerinde dikkatle incele
yen biri, daha suç işlenmeden suçluyu bulup çıkarabilir." De
rin bir iç geçirerek, "Ah, bazen Profesör Moriarty'nin Reichen-
bach'tan düşmemiş olmasını dileyecek hale geliyorum."
Son günlerde aynı yakınmayı farklı kelimelerle sık sık du
yar olmuştum. Üzerinde çalıştığı son olayı çözmek, kendi
sözleriyle, "çocuk oyuncağı"ydı ve gösterdiği gayrete bile
I
192
mes'ün bu tarz yorumlarına alışkındı, hemen kendine çeki
düzen verip, kaldığı yerden devam etti.
"Öyle. Dün gece, dediğiniz gibi, vakitsiz bir saatte yata
ğımdan fırladım. Çağrı, Merkez Büro'dan geliyordu." Saygılı
bir tonla, "Hem de Büronun en tepesinden," diye ekledi ve
şişinerek, "bizzat bakanla konuştum," dedi. "Konuyu bana
anlattıktan sonra sızı bulmamı istedi."
"Peki bu arada ne oldu?"
"Anlamadım?"
"Anladığım kadarıyla beni bulmanız sizden dün gece is
tenmiş, bugün öğlen değil."
"Ah, şimdi anladım. Evet, ama sizi görmeden önce olayı
biraz araştırmak istedim. Sizin ilgilenmenizi gerektirecek bir
olay olmayabilirdi ve istediğim son şey saçma bir konu yü
zünden size rahatsızlık vermektir."
Holmes, gülmesini zorlukla bastırdı. Lestrade'in asıl niye
tini hemen anlamıştı: Eski dostumu karıştırmadan olayı çö-
zebilseydi, daha iyi olacaktı. Özellikle de kendisi için.
"Burada olmanızdan, olan bitenin saçma sapan bir şey ol
madığını anlıyorum."
"Korkarım değil. Bay Holmes, birçok ölüme şahit oldum,
ama bu kadar tuhafını hiç görmemiştim. Otopside de hazır
bulundum, ama hâlâ ne düşüneceğimi bilemiyorum. Cesedin
damarlarındaki bütün kan çekilmişti, ama en ufak bir yarası
veya kanaması yoktu. Adli tıp da benim kadar şaşkın."
"Benim de durumum pek farklı değil, Lestrade."
"Ah, Tanrım, haklısınız, şu Yunan gibi, neydi ismi, hah,
Vergilius gibi her şeyi ortasından anlatmaya başladım." içim
den, "Homeros" diye düzelttim. "Kusura bakmayın, hâlâ ger
ginim. Doktor, bana bir içki vermeniz mümkün mü acaba?"
193
'Elbette," dedim. "Brendi?"
"Evet, biraz brendi çok iyi olur."
Lestrade, Holmes'le konuşmaya devam ederken, ben de
içkileri hazırlamaya koyuldum.
"Dün akşam sularında, Lord Robert Saville vefat etti. Bel
ki ismini duymuşsunuzdur."
"Evet, duydum. Diplomatik görevliydi." Lestrade doğrula
dı. "Hafızam beni yanıltmıyorsa, genç, hareketli, hayat dolu
biriydi."
Lestrade, cevap vermeden önce, uzattığım kadehi aldı ve
büyükçe bir yudum içti.
"Öyle, bu sebeplerden de ölümü çok garip. Geçen üç gün
içerisinde, sonunda hepten tükenmiş bir hale gelinceye kadar
giderek zayıflamış. Yanında bulunan doktorlar korkuya kapıl
mışlar, inanılması imkânsız bir hızla kan kaybediyormuş ve
dediğim gibi, harici veya dahili hiçbir kanaması veya yarası
yokmuş. Ayrınca..." Bir an duraksadı. "Bunun hastalıktan kay
naklanıp kaynaklanmadığından emin değilim, fakat sürekli bi
rinin kendisini öldürmekte olduğunu söyleyip duruyormuş."
"Herhangi bir isim söylemiş mi?"
4
"Hayır, söylediği: o beni öldürüyor, beni öldürüyor'dan
ibaretmiş."
"Can çekiştiği sıralarda bizim için bir ipucu sayılabilecek
başka bir şey söylemiş olabilir mi?"
"Zannetmem. Çoğu zaman sayıklar haldeymiş." Lestrade
cebinden not defterini çıkardı. "Doktorlar ve uşaklar şöyle
şeyler mırıldandığını duymuşlar: 'Gidiyorum, derhal; evet
efendim, hepsi önümde titreyecek, yeryüzündeki hizmetkâ
rınız ve prensiniz olacağım' ve 'o' dediği kişi, artık her kim
se, kendisini öldürüyordu."
194
"Anlıyorum, ilginç. Sayın bakan tam olarak benden ne is
tiyor?"
"Lord Saville'in ölümünün doğal sebeplere dayanıp da
yanmadığını öğrenmek ve eğer dayanmıyorsa, bunun sorum
lusunu bilmek istiyor. Her şey gizli kalmalı, zaten bu yüzden
sizi istedi: Bir polis soruşturması ortalığı ayağa kaldırır ve
muhtemel bir katili ürkütür. Dışarıdan biri ipuçlarını çok da
ha sessiz takip edebilir."
Holmes iskemlesinden kalktı. "Anlıyorum. Tamam o hal
de, Lestrade, vakayı üstleneceğim. Otopside hazır bulundu
ğunuz ve doktorlarla hizmetçileri sorguladığınız için sizden
olayla ilgili notlarınızı rica edeceğim. Beni büyük zahmetten
kurtarmış olacaksınız."
Yağcı Lestrade, "Elbette, Bay Holmes," diye cevapladı.
"Bulduğum her şeyi sizinle paylaşacağıma güvenebilirsiniz."
Holmes'e notları uzattı.
Holmes defteri aldı ve dikkatlice, ağır ağır sayfaları karış-
tırmaya başladı. Okumayı bitirdiğinde, defteri polise geri
verdi.
"Âlâ. Büyük beceri göstermişsiniz."
Övgüyü duyan Lestrade hindi gibi kabardı; adamcağız
Holmes'ün övgülerinin altında yatan ince alayı hiç fark ede
miyordu.
"Hemen bugün araştırmaya başlayacağım ve bir sonuç çı
kardığımda sizi haberdar edeceğim. Benim çalışma yöntemi
mi bilirsiniz."
Böylece, bir iki kelime daha edildikten sonra Lestrade ay-
rıldı. Aradan birkaç saat geçmeden kendimizi bir karabasa
nın içinde bulacaktık. Aynı gece, birkaç gün geçene dek far
kına varamayacak olsak da, Holmes'ün sonradan olağanüstü
195
zekâsıyla tahlil edeceği, O'nun (size ismini söylemeyeceğim)
kendisi ve lanetli soyunun hayatta kalması için tasarladığı
şeytani ve korkunç planın keşfini sağlayacak bir olay meyda
na gelecekti.
196
yol açacak hiçbir anemi türü yoktu. Düşünüp durdum ama
boşuna.
Akşamüstü, Holmes, sert yüzünde bir gülümsemeyle
döndü. Beni selamlayıp odasına gitti ve birkaç dakika sonra,
girdiği kılıktan kurtulmuş olarak koltuğuna yerleşip sakin sa
kin pipo tüttürmeye koyuldu.
"Bir şey var mı?" diye sordum.
"İlginç, gayet ilginç."
"Sahi mi?"
"Evet, Lestrade hiçbir detayı atlamamış. Bunca yıldır bir
şeyler öğrenmiş demek ki. Şu ana dek öğrendiklerim tamı ta
mına Lestrade'in anlattıklarıyla uyuşuyor. Not defterine yaz
madığı pek az şey sahiden de önemsiz şeyler. Bir doktor ola
rak söyleyin, Watson, Lord Saville'in ölümü hakkında ne dü
şünüyorsunuz?"
u
Ben de Lestrade ve adli tıp doktoru kadar şaşkınım. Bu
tür sonuçlara yol açacak hiçbir hastalık bilmiyorum."
"Evet, ben de size katılıyorum. Bir şey var, ama... hayır,
bu çok saçma."
Düşünceli bir halde sessizce oturdu, ben de kendisine çok
saçma gelen fikri sormak istemedim. Holmes'ün böyle sus
kun kaldığı anlarda, kendi kendine bu durumdan çıkana ka
dar onu rahat bırakmak en iyisiydi. Bu yüzden, hikâyem üze
rinde çalışmaya niyetlendim, fakat pek başarılı olamadım.
Olayı kafamdan atamıyordum. Birkaç saat sonra, nihayet
Holmes, uykudan uyanır gibi kafasını kaldırdı ve bana döne
rek, "Hiç. Bu olayda tümüyle karanlıktayım, iyi bir uyku çe
kip, yeni gün neler getirecek bakalım. İyi geceler," dedi ve
yatmaya gitti, ben de birkaç dakika sonra aynısını yaptım.
197
3
198
cuk, katatoniye benzer bir halde bulunduğundan dola
yı konuşamıyor; fakat doktorlar bu durumun çocuğun
zayıf düşmesinden kaynaklandığını ve zamanla düzele
ceğini açıkladılar, ismi bilinmiyor ve son zamanlarda
hiç kimse kayıp çocuk ihbarında bulunmamış.
Uzunca bir süre Holmes bir şey söylemedi. Sanki bir şeyi
gözden kaçırmış gibi, habere bakakalmıştı.
"Aslında olayla ilgisi yok," dedim. "Yalnızca çocuğun ya
nında bulunduğu mezarın ismi ilgimi çekti."
Holmes beni duymuyor gibiydi. Gazeteyi bırakıp, kahval
tıya oturdu. Kafasının başka yerde olduğu açıktı. Kurulmuş
gibi yemeğini yerken, bir şey ararmış gibi pencereden dışarı
bakıyordu. "Olamaz," diye mırıldandığını duydum ve aniden
sandalyesinden kalkıp, "Gitmeliyim," dedi.
Bir şey söylemek için ağzımı açmaya fırsat kalmadan, Hol
mes çoktan çıkmıştı. O anda kafasının fikirlerle kaynadığını
ve bunlardan birinin onu tokat yemiş gibi çarptığını bilecek
kadar kendisini tanıyordum, şüphelerini doğrulayana veya
bir yana bırakana kadar rahat edemeyecekti.
Birkaç saat sonra döndüğünde, yüzü hararetle yanıyordu.
Daha önce hiç görmediğim kadar heyecanlı ve öfkeliydi. Eve
girince ilk yaptığı şey, benden özür dilemek oldu.
"Sabahki beklenmedik çıkışım için beni affedin, korkarım
temel görgü kurallarını unuttum."
Önemli olmadığını söyledim ve nereye gittiğini sordum.
"Hastahaneye ve mezarlığa gittim. Watson, kör birinin
doktorluk yapması mümkün mü sizce?"
Konunun nereye varacağını tahmin edemeden, "Zannet
miyorum," diye cevapladım.
199
"Yani, aksi bir durum sizi şaşırtır. Eh, şüphesiz Santa Cruz
Hastahanesi'ndeki doktorlar kör, yoksa çocuğun yaralarında-
ki olağandışılığı görürlerdi."
"Anlamadım."
"Çok basit. Kan kaybının sebebinin boynundaki çizikler
olmadığı gayet açık. O yaralar yüzeysel ve çabuk iyileşecek
türden. Fakat hiç kimse, kesiklerin kısmen gizlediği boynun
daki iki izi fark etmemiş."
"Bu izler neye benziyor?"
"iki deliğe. Kenarları etrafındaki deriden daha soluk renk
te ve kolay iyileşmeyecek iki delik." Aniden konuyu değiştir
di. "Ayrıca zavallı çocuk bunca kan kaybettiyse, nereye kay
boldu bu kan? Mezarlıkta hiçbir şey yok. Çocuğun boynun
daki çiziklere sebep olan dikenli çalıdaki birkaç damla hariç,
kandan hiç iz yok."
"Temizlenmiş olamaz mı?"
"Olabilir, ama olmamış. Bekçiyle konuştum: bizzat kendi
si oradaki kanı temizlemeye hazırlanmış, ama çocuğu buldu
ğu yere vardığında temizlenecek bir şey olmadığını görmüş.
Çok saçma, imkânsız."
Holmes, bastığı zeminin sağlamlığına güvenmeyen bir ba
let gibi odada volta atmaya koyuldu. Beni de endişe sarmaya
başlamıştı. Dostumun sözlerinin altında yatan imayı düşün
meye cesaret edemiyordum: Böyle bir ihtimali bir an bile cid
diye almak çok gülünç (ve korkutucu) olurdu. Fakat boğazı
ma da soğuk bir yumru oturmuştu.
"Şimdi ne yapacaksınız?" diye sormayı becerdim.
"Ne yapacağız demelisiniz, sevgili dostum, ne yapacağız.
Çünkü şu andan itibaren yardımınıza ihtiyacım olacak."
Başından beri duymayı beklediğim cümle buydu ve he-
200
men sakinleştim: Tüm kaygılarım bir anda uçup gitti ve ken
dimi çok iyi hissettim. Dürtülmüş gibi yerimden kalkıp, "Da
ima yardımıma güvenebileceğinizi bilirsiniz, Holmes," de
dim.
Dostum, hem müstehzi hem de sevecenlik içeren belirsiz
gülüşüyle baktı.
"Sagolun, ben de sizden bunu beklerdim. Şu anda yapa
bileceğimiz bir şey yok," pencereden dışarı bir göz attı, "ama
birazdan akşam olacak. O zaman siz ve ben mezarlığa gidip,
Savillelerin aile kabristanını ziyaret edeceğiz."
Korkuyla ağzım açık kaldı. Holmes'ün aklında ne vardı?
Bana söylemeye çalıştığı şey neydi?
"inanın, bu çok gerekli. Eğer şüphelerimde yanılıyorsam,
ki umarım yanılıyorumdur, küçük keşif gezimizden kimsenin
haberi olmaz, ama eğer haklıysam, Tanrı hepimizi korusun."
Cevap vermedim. Bir an için aklıma bir kuşku düştü, ama
bu fikri hemen bir kenara bıraktım. Saçma, olmayacak bir
şeydi bu.
Çok geçmeden karanlık bastı ve Holmes'le birlikte mezar
lığa doğru yola koyulduk. Yol boyunca ikimiz de konuşma
dık, Holmes'ün nüktedanlığı da kaybolmuşa benziyordu.
Mezarlığa vardığımızda, Holmes ana kapıyı ve Savillelerin
kabristanının kapısını açmakta zorlanmadı. Her yanı bayat
bir koku ve sis basmıştı. Çoğu gayet eski ve tozla kaplı bir
çok tabut vardı. Aralarında en yeni ve temiz gözükeni şüphe
siz Lord Robert Saville'e ait olandı. Holmes ona doğru ilerle
di ve kapağını kaldırdı. Tabutun içine baktığında öylece ka
lakaldı. Uzun süren birlikteliğimiz boyunca benim gibi Hol
mes de fazlasıyla ceset görmüştü, bu yüzden onu böylesine
etkileyen manzaranın ne olduğunu tahmin edemiyordum.
201
Tabuta yanaşıp, içine bir göz attım. Tabut boştu.
"Bu da ne böyle? Niye biri Lord Saville'in cesedini çalmak
istesin ki?" diye sordum hayretle.
Holmes, "Kimse cesedini çalmadı," diye fısıldadı, "çalınan
şey, onun ruhu." Tabutun kapağını kapatıp, "Gidelim," dedi.
Mozoleden çıktık. Bir kısmım olan biteni anlamaya başla
sa da, hâlâ kendi kendime Holmes'ün, Lord Saville'in ruhuy
la ilgili sözleriyle ne demek istediğini soruyordum. Birlikte
geçirdiğimiz bunca yıl boyunca dini veya ruhani konularla il
gili pek az şey söylemişti. Neden bilmem, söylediği sözler be
ni endişelendirmiş ve korkutmuştu.
Mezarların arasından çıkışa doğru yürüdük. Apansız, bi
raz önümüzde karanlık bir siluet belirdi; bir an bize baktı ve
bizden tarafa gelmeye başladı: sanki yürüyerek ilerlemiyor,
daha çok havada süzülüyor gibiydi. Sis ve karanlık yüzünden
öyle zannettiğimi, siluetin bekçiye ait olduğunu düşündüm,
fakat aniden Holmes'ün bağırdığını duydum:
"Kaçın, Watson, ruhunuzu korumak için kaçın. Şu anda
onunla yüzleşemeyiz. Ne aptalım! Kaçın!"
Ben de, ne olduğunu anlamadan, Holmes'ün sesindeki
heyecan ve korkuyu (evet, ilk kez sesinde korku olduğunu
hissetmiştim) duyunca, sanki arkamdan şeytanın ta kendisi
kovalıyormuş gibi kaçtım. Mezarlıktan çıkıp, evleri birbiri ar
dına geride bırakarak koşmaya devam ettik. Nihayet, Holmes
durup arkaya baktı ve:
"Bizi takip etmiyor," dedi.
Konuşamayacak kadar korkmuş ve şaşkındım. Soluk solu
ğa kalmış bir halde araba bulduk ve Baker Sokağı'na döndük.
Lestrade bizi bekliyordu.
202
4
203
bozulmuştu, yüzünde ve sesinde karakteristik niteliği olan o
soğuk mantığından eser yoktu. O anda, gözüme, kovalanıp
köşeye kıstırılmış bir adam gibi gözüktü.
Holmes, sözlerinin etkisi buna bağlıymış gibi kuvvetle diş
lerini sıkarak, "Otopsi odasına ister canlı ister ölü girin, ora
dan yalnızca cesediniz çıkar," dedi. "Sizce de öyle değil mi?"
"Tanrım, haklısınız."
Kaygılanma sırası şimdi Lestrade'e gelmişti. Duvarın ya
nındaki iskemleye yığılı verdi.
Bitmek bilmez bir süre boyunca (tabii, aslında sadece bir
kaç saniye süren) sessizlik, canlı ve aç bir hayvan gibi orta
mıza çöreklendi. Sanki etrafımızdaki her şey parçalanıyor-
muş gibi gerçekdışı bir his tüm benliğimi sarmıştı.
Her kelimeyi müthiş bir gayretle telaffuz ederek, "Anlamı
yorum, Holmes," demeyi becerdim.
Şaşırarak, ürkek bir tebessümün dedektifin yüzünü ay
dınlattığını gördüm.
"Dostum, böyle bir şeyi anlamamanız mantıklı."
Holmes'ün yavaş yavaş sakinleştiğini, bereket versin ki
yeniden Lestrade ve benim tanıdığımız o metodik ve sistema
tik varlığa dönüştüğünü anladım. Fakat hâlâ sesindeki bit
kinlik ve daha önce Holmes'te hiç şahit olmadığım bir yenil-
mışlik hali de hissediliyordu.
"Kimse bunu anlamakla yükümlü değildir. Eğer gerçek
ten mantığın hüküm sürdüğü bir dünyada yaşasaydık, böyle
bir şeyin mümkün olmaması gerekirdi."
Gözle görülemeyek bir hızla alışıldık ifadesine bürünüverdi.
O çok iyi bildiğim avcı pırıltısı gözlerine yerleşti ve yenilgiden
çok uzakta olduğumuzu anladım. Hayır, Holmes yenilgiyi ka
bullenmediği sürece, ben de teslim bayrağını çekmeyecektim.
204
"Henüz geç kalmış değiliz," dedi. "Onu durdurabiliriz.
Evet, yapabiliriz, daha önce olduğu gibi, biz de en az onu da
ha önce yakalayanlar kadar kararlı ve becerikliyiz. Bana olan
biteni anlatın, Lestrade."
Müfettiş kafasını kaldırdı. Bir anlığına, ne nerede bulun
duğunu, ne de yanındakilerin kim olduğunu hatırlıyormuş
gibi duraksadı. Gözlerini kırpıştırdı, bir rüyadan uyanmaya
çalışıyordu sanki. Başlarda, gerekli kelimeleri bulup da ko
nuşamayacak gibiydi.
Nihayet, neredeyse fısıltıyla, "Onu karısı görmüş," dedi.
Konuştukça açılmaya başlamıştı. "Kocasının çalışma odasın
dan gelen gürültüler duymuş ve ne olduğunu anlamak için
aşağı inmiş. Arkadan, Lord Saville'in evraklarını karıştıran bi
rini görmüş. Kapının açıldığını duyup döndüğünde, onun
kocası olduğunu anlamış. Görünüşü garipmiş, uyurgezere
benziyormuş ve ağzında geniş, kızıl bir leke varmış. Karısını
görünce uykudan uyanır gibi davranmış. Gülümseyerek onu
çağırmış. Leydi Saville o tebessümün tüylerini diken diken
ettiğini söylüyor: sinsi, şehvetli ve şeytaniymiş. Kendisine bir
çeşit açlıkla bakıyormuş. Aniden yüz ifadesi değişmiş ve pa
niğe kapılmış bir halde, 'Hayır, sen değil, sen değil, bunu sa
na yapamam,' diye fısıldayarak, pencereden atlamış. Hizmet
çiler zavallı kadını yerde baygın yatarken bulmuşlar."
Holmes, elleri çenesinde, müfettişin ağzından çıkan en
ufak detay bile hayati önemdeymişçesine, dikkatle Lestrade'ı
dinliyordu.
"Kanştırdığı evraklar nelermış?"
"Ben... bilmiyorum." Lestrade, yorgunluğunu belli eden
bir jestle küçük not defterine baktı. "Yere saçılmış birçok kâ
ğıt varmış, Lord Saville," bir an duraksadı, "veya her kimse
205
evrakları almak için saklandıkları ufak kasayı muhtemelen
yere çalmış. Masanın üzerinde de bakanlık antetli boş kâğıt
lar varmış. Hepsi bu."
Dostumun ağzından anlaşılmaz bir fısıltı çıktı.
"Yerdeki kâğıtların önemli bir tarafı var mıydı?"
"Hayır. Yalnızca günlük evrak."
Holmes piposunu temizledikten sonra doldurdu ve bir
yandan piposunu yakarken, kısık sesle, "Hımm. Boş kâğıtlar.
Neden boş kâğıtlar?" diye sordu.
Lestrade'in de, benim de verecek cevabımız yoktu. Hol
mes, başı bir duman bulutu içinde kaybolmuş, bize bakma
dan piposunu içiyordu. Bana öyle geldi ki, soluduğumuz ha
vada, içimizi karartan, görünmez bir şey vardı. Holmes tek
kelime etmeden piposunu içmeyi sürdürdü, Lestrade şömi
neye dalıp gitmişti ve ben de sessizliği bozmaya cesaret ede
meden, iskemlemde rahatsızca kıpırdanıp durdum.
Holmes birden koltuğundan kalktı ve bana hitaben, "Ba
yan Hudson o eski sandalyeyi attı mı?" diye sordu.
Ne cevap vereceğimi bilemedim, soru beni şaşırtmıştı.
"Herhalde atmamıştır."
"Hemen dönerim."
Lestrade'le alık alık bakıştığımızı fark etmeden odadan
çıktı ve çok geçmeden elinde aşınmış ve ateşten kararmış bir
sandalye bacağıyla döndü. Diğer elinde de, görmesem de
odaya yayılan kokudan sarımsak olduğunu çıkardığım bir
şey vardı.
"Bunlar iş görür." dedi. "Görmek zorunda. Şimdi geriye
şafağı beklemek kalıyor."
Sonra kimya laboratuvarına kapanıp, tan vaktine kadar
çalıştı. Arada sırada alçak sesle şarkı mırıldanıyor ve gülüyor,
206
fakat hemen ardından gülümsemesi öfke dolu bir hareketle
silinip gidiyordu. Lestrade de benim gibi tek kelime etmeden
izlemekle yetiniyordu. Holmes ise bize gözucuyla bile bak
mıyordu. Lestrade hiçbir zaman hayal gücü kuvvetli biri ol
mamıştı, fakat sanırım inanmaya cesaret edemese de Hol
mes'ün sözlerinin altında yatan şeyi ucundan kıyısından kav
ramaya başlamıştı.
Bana gelince, ne diyebilirim ki. Sağduyum, dostumun gi
riştiği hazırlıklarla işaret ettiği ihtimale isyan ediyordu. Elbet
te, yıllardır Holmes'e, onun sezgilerine, algılama biçimine,
mantığına ve fikirlerine güvenmenin getirişi olarak ikinci bir
tabiatım oluşmuştu ve bu yüzden onun sezgileri yerine önce
kendiminkilerden şüphe etmeyi âdet edinmiştim. Birlikte, ra
hatlıkla "olağandışı", hattâ "inanılmaz" diye nitelendirilebile
cek bazı olaylara karışmıştık ve onların açığa kavuşmasını bü
yük ölçüde, en grotesk, en karmaşık ve akla hayale gelmez
şeyleri bile ele alırken olan biteni tutarlı ve tatmin edici bir şe
kilde açıklayabilen Holmes'ün keskin zekâsına borçluyduk.
Fakat, bir bağ sarımsak ve aşınmış bir tahta parçasıyla il
gili "tatmin edici" açıklama ne olabilirdi ki? Bir çeşniden ve
şöminede yakılacak bir şey olmaktan öte bir anlam taşımayan
iki nesneden müteşekkil bir evreni nasıl "tatmin edici" diye
tanımlayabilirdim?
Nihayet şafak attı. Pencereden havanın aydınlandığını gö
ren Holmes kimyevi bileşimleri bir tarafa bıraktı ve, "Gide
lim," dedi.
Sessizce evden çıktık. Elimdeki doktor çantasında sandalye
bacağı ve ağır bir tokmak bulunuyordu, Holmes'e bu tuhaf
şeyleri neden taşıdığını sormaya cesaret edemedim. Eğer kork
tuğum cevabı vermezse, aptal durumuna düşecektim, fakat
207
asıl korktuğum, şüphelerimi doğrulayacak bir cevap vermesiy
di. Bir süre aradıktan sonra nihayet bir araba bulduk. Arabaya
bineceğimiz sırada Lestrade, Holmes'e, "Çalışma yönteminizi
biliyorum ve şimdiye kadar buna saygı gösterdim, fakat Tann
aşkına, şu anda ne yaptığımızı söylemezseniz çatlayacağım."
Lestrade, hislerime daha iyi tercüman olamazdı. Holmes
cevap vermeden önce uzun süre ikimize baktı.
Başını sallayarak, "Hayır, size henüz bir şey söyleyemem,"
dedi. "Nasıl olsa bana inanmayacak ve aklımı kaçırdığımı dü
şüneceksiniz. Ben bile kendi aklımdan şüphe ediyorum. Bu
nu kendi gözlerinizle görmelisiniz. Zaten artık az kaldı."
Caddede, bir gazeteci çocuk son havadisleri sayıp dökü
yordu. Holmes arabayı durdurup, çocuktan bir gazete satın al
dı ve yerine oturup, heyecanla sayfalan karıştırmaya koyuldu.
"Ne arıyorsunuz?" diye sordum.
"Bilmiyorum," diye cevapladı. "Bilseydim aramazdım...
İşte!"
Garip bir haberi işaret ediyordu: iki gün önce (tüylerim
ürpererek, çocuğun Saville kabristanının yanında bulunduğu
gün diye hatırladım) Buchingham Sarayı ahırının kapısını bi
ri çalmıştı. Ahır sorumlusu kapıya bakınca, düzgün görünüş
lü bir adam içeri girmek için izin istemişti. Uyandırıldığı için
sinirlenen ahır sorumlusu da adamı sert bir tavırla kovmuş,
adam da daha fazla ısrar etmeden gitmişti.
"Şimdi de bu düzgün görünüşlü şahsın tarifini okuyun."
Gazetede, "Uzun boylu, sağlıklı, soylu görünümlü, büyük
siyah bıyıklı, sivri burunlu ve mavi gözlü" deniyordu.
"Sizce bu tarif kime uyuyor?"
Lestrade, "Lord Saville," dedi.
"Kesinlikle, içeri giremedi. Elbette, içeriden biri davet et-
208
mediği takdirde giremezler." Holmes, bütün bunları, bizim
yanında olduğumuzun farkında değilmiş gibi fısıltıyla söyle
mişti. "Bakanlık antetli kâğıtlara da bu yüzden ihtiyacı vardı.
Tanrım, planı başarılı olsaydı, korkunç olurdu."
"Ne planı? Lord Saville'in planı ne?"
"Lord Saville, daha doğrusu, bir zamanlar Lord Saville
olan kişi, bu korkunç oyunda bir piyondan, bir kukladan
fazla bir şey değil. Hayır, bizim asıl düşmanımız diğeri."
Mezarlığa vardık. Lestrade bekçiyi çagırıp, Savillelerin kab
ristanını açmasını emretti. Bekçi emri yerine getirdi ve kapı
henüz yan yanya açılmışken, sıvışıp gitti. Holmes, mezarlara
doğru inmeye koyuldu, Lestrade ve ben de onu takip ettik.
Dün gece zaten keşfettiğimiz gibi, Lord Saville'in bedeninin ta
butunda olmaması dışında Holmes'ün orada başka ne bulma
yı umduğunu (aklımın bir tarafı korkutucu ve garip şüpheler
le dolu olmasına rağmen) bilmiyordum ve sanırım Lestrade de
aynı şekilde düşünüyordu. Ne var ki, Holmes'ün gözlerindeki
kararlı ifade karşısında bir şey söylemeye cesaret edemedik.
Lord Saville'in tabutu başında durduk ve Holmes kapağı
kaldırdı.
Oradaydı. Derin bir uykuda gibiydi, yanaklarına renk gel
mişti ve gayet canlı görünüyordu. Dudaklarının etrafında,
yalnızca kurumuş kan olabilecek morumsu bir leke vardı.
"Bu mümkün değil," diye fısıldadım." Kim böyle..."
Lestrade bize yan yan bakıp, elini mezarında yatan ada
mın omzuna koydu.
Onu sarsarak, "Uyanın, Lord Saville, uyanın," dedi.
"Faydasız. O ölü."
"Ölü mü? Tanrı aşkına, bu mümkün değil, görmüyor mu
sunuz? Görünüşüne bir bakın."
209
II
DOKTOR JOHN SEYYARDIN
GÜNLÜĞÜ
19 Aralık 1899
Bu şüphesiz garip bir yılbaşı olacak, İngiltere'den ve be
nimkilerden uzakta. Küçük Abraham'ı Mina ve Jonathan'a
emanet ettim. Ruth'un yokluğunda yaptıkları gibi, benim yok
luğumda da oğlana iyi bakacaklardır. Onsuz iki yıl. ingiltere'yi
arkamda bıraktığım için kendimi hüzünlü hissediyorum, ama
bu fırsatı hayatta kaçırmazdım. Dünyanın en ünlü nöropata-
loglan kongrede hazır bulunacak ve Doktor Freud da orada
olacak. İnanılmaz bir adam: Bilinçaltıyla ilgili teorileri hiç kuş
kusuz zihinsel sorunların tedavisinde devrim yaratacak.
Gemi bir saat önce hareket etti ve bu günlüğü, Mina ve Jo-
nathan'ın bana hediye ettikleri Underwood'la yazıyorum. Bu-
212
nu bana sekiz yıl önce verdiler. Küçük Quincey artık her şe
yiyle bir erkek. Zamanın akıp gidişi kadar yaşlandığımızı bi
ze hatırlatan başka bir şey yok. Artık hiçbirimiz umutsuz bir
sürek avında Avrupa'nın yarısını boydan boya kateden genç
ler değiliz; elbette bunu tekrar yapmamız gerekse, hiçbirimiz
tereddüt etmeyiz.
Fonografımı getirmek isterdim, ama öylesine nazik bir
aletin yolculukta zarar görmeyeceğinden emin değildim.
Dikte etmekten aldığım keyfi kesinlikle almasam da, yine de
iyi bir yardımcı olan daktiloyla yazmaya zamanla alıştım.
22 Aralık
Bükreş çok ilginç bir şehir. Elbette bu, şehri ilk ziyaretim
değil. Başka bir vesileyle burada bulunmuştum (daha doğrusu
bulunmuştuk). Neredeyse on bir yıl olmuş, fakat anılar canlı
lığını koruyor. Bugün biraz gezeceğim. Transilvanya'dan geçe
cek tren gelinceye kadar. Şatonun hâlâ ayakta olup olmadığı
nı merak ediyorum. Evet, ayaktadır elbette, niye olmasın ki?
Bundan kaçınamıyorum. Oraya dönmek, tekrar ziyaret
etmek ve zamanın o hayaletımsi harabelere etkisini görmek
istiyorum. Belki yaparım.
23 Aralık
Şüphesiz olağandışı biri. Yahudi kökeni görünümüne
yansıyor: ne akıl, tartışmaları idare etmesini nasıl da biliyor.
Aklındaki Occam'ın usturası daha önce hiç görmediğim ka
dar keskin. Bu sabah Oppenhelmer karşısında ağzı açık kal
dı, hiç kimse savlarını çürütmeyi beceremedi. Parlak bir ze
kâ ve güçlü bir şahsiyet. Bu adam nöropatalojiyi kökten de
ğiştirecek, eminim.
213
25 Aralık
Dün akşam Freud beni yemeğe davet etti. Kont'un olay
daki rolünden bahsetmemekle birlikte ona Renfield vakasın
dan bahsetmenin cazibesine karşı koyamadım. Gayet ilginç
buldu. Bir yaşamın başka bir yaşamı beslemesi fikrini içerdi
ğinden Renfield teorisi çok ilgisini çekti: Sineklerin örümcek
leri, örümceklerin kuşları, kuşların kediyi, kedinin de onu
beslemesi. Bana, mantıklı ve sistematik bir şeyin çılgınlığa
dönüşebilmesinin inanılmaz olduğunu söyledi. Öldüğünü
duyunca üzüldü. Gelecek yıl İngiltere'ye gidip, onunla gö
rüşmeyi düşünüyormuş.
Bugün noel arifesi, Bükreş'e kar yağıyor. Beyaza bürünen
kent çok güzel, ama İngiltere'yi özlüyorum.
27 Aralık
Kongre can sıkıcıydı. Freud Viyana'ya döndü ve onun gi
dişiyle birlikte, bu ihtiyar mumyalar arasındaki tek göz alıcı
renk de kayboldu. Sanırım ben de gideceğim. Hava biraz
ısındı ve ben de bundan şatoyu ziyaret ederek faydalanaca
ğım. Merakım dayanılmaz bir hal aldı ve şatonun yakınların-
da, Soara denen bir kente kadar giden yeni bir tren hattı ol
duğunu söylüyorlar. Oradan bir araba kiralayıp, Dracula'nın
şatosuna (tekrar mı demeli?) varmak bir saatten fazla sürmez.
ismini yazmanın bariz biçimde arındırıcı bir etkisi var.
Onu ismiyle arımayalı yıllar oldu ve bu isimden pervasızca
bahsettiğim pek az kişi bu yüzden çok acı çekti. Keşke Van
Helsing yanımda olsaydı. Belki dönüş yolunda Amsterdam'a
uğrayıp, onu ziyaret ederim. Onu üç yıldır görmüyorum.
Oraya gittim, içeri girdim, bakındım, döndüm ve hâlâ ne
düşüneceğimi bilemiyorum. Soara'ya akşamüstü dörtte var-
214
dım ve bir araba kiralamaya uğraştım. Gideceğim yeri duyan
ahali tersleşti ve benimle ilgilenmeyi reddetti. Sonunda beni
şatoya götürecek kadar cesur (veya belki gayet tamahkar, zi
ra benden aldığı ücret dudak uçuklatacak miktardaydı) biri
ni buldum. Elbette harabeye dönmüş binanın yakınına git
meyi reddetti, şatoya kalan son birkaç yüz metrelik mesafeyi
yürümek zorunda kaldım.
Buradaki ahalinin batıl inançları inanılmaz. Kont öleli on
yıldan fazla oluyor ve hâlâ şatoya gitme fikrinden bile irkili-
yorlar. Yine de onları gayet iyi anlıyorum; harabelerin görü
nüşü insana korku veriyor ve elbette geceleri biraz daha ür
kütücü.
Beraberimde getirdiğim pilli fener sayesinde aradığım şe
yi, yani Van Helsing'in (Tanrı onu korusun) üç vampirin işi
ni bitirdiği odayı bulmakta zorlanmadım. Tozla kaplı tabut
ları hâlâ oradaydı. Biraz ilende kontun tabutunu da gördüm;
kapağı açıktı. Tabuta el sürülmemişti, toz bile tutmamıştı;
yerine yerleştirildiği günkü gibi temiz ve lekesizdi.
Odanın diğer ucunda yarı aralık bir kapı vardı. Aslında
orada daha fazla kalmayı düşünmüyordum, göreceğimi gör
müştüm. Bükreş treni saat on birde kalkıyordu ve kaçırmak
istemiyordum. Elbette, bir kez daha merakım galip geldi ve
o kapıdan girdim. Küçük bir odada başka bir tabut vardı, içi
(Tanrıya şükür) boştu. Bu, beni daha da meraklandırdı. Van
Helsing şatodayken beşinci bir tabuttan bahsetmemişti. Bel
ki de girdiğim kapı o zamanlar kapalıydı. Fakat eğer öyleyse,
onu kim açmış olabilirdi ki?
Zamanım azdı ve orada daha fazla oyalanamazdım. Şato
dan ayrılıp, korkmuş köylünün beni beklediği yere doğru yü
rüdüm. (Her zamanki gibi rötar yapan) trene vaktinde yetiş-
215
tim ve Bükreş'teki otelime dönüp, kahvaltıyı yakaladım. Bu ül
kedeki yemekler lezzetliydi lezzetli olmasına, ama keşke her
şeye biber koyma âdetleri olmasa, uyuşmuş bir dille kalakalı
yorsunuz. Bir de susuzlukla tabii. Burada ne kadar su içtiğimi
bilmiyorum, ama herhalde son üç yılda içtiğimden fazladır.
O boş tabut beni kaygılandırmıştı. Fakat herhalde bunun
arkasında garip bir şey yoktu. Muhtemelen bir fırtına veya
cüretkar bir köylü, oda kapısının kilidini kırmıştı ve ben gel
diğimde kapının açık olma sebebi de buydu. Görünüş itiba-
riyfe, tabut oldukça eskiydi. Belki de Kont ara sıra yatağını
değiştirmekten hoşlanıyordu. O tabutu düşünmek kaygıları
mı gidermemişti. Aslında kaygılanacak bir şey de yoktu, şu
veya bu şekilde Kont'un öldüğünü gözlerimle görmüştüm.
Geri dönmesi imkânsızdı.
30 Aralık
Dün yazdığım son kelimeler bir kehanete dönüştü. O dön
dü! Burada. Onu aynı sabah kaldığım otelde gördüm. Yemek
salonundan çıktım ve yanımdan geçti. Varlığımı fark etmedi
bile. Eskisi gibi görünmüyordu, daha gençti, saçları sarıya ça
lan daha açık bir renkteydi, yüz hatları tamamıyla farklıydı, fa
kat gözleri... o şeytani gözler... Bu o, o olduğundan eminim.
Resepsiyon görevlisine yanımdan geçen adamı sordum.
"Ah, Baron Vladimir Pokol," dedi. "Otelimizde birkaç gün
kaldı. Yakında gidiyor."
"Nereye gittiğini biliyor musunuz?"
"Bilmiyorum efendim."
işte bu kadar. Bu o. Dördüncü tabut onun yatağıydı, gün
boyu dinlendiği yeni yatağı. En ufak şüphem yok. Yüz hatla
rı farklı olabilir, ama gözleri değil. O gözler, başka kimsenin-
216
kilerle karıştırılamaz. Onu kalesinde kıstırdığımız zaman at
tığı o nefret dolu zafer bakışını hâlâ hatırlıyorum. Karanlık
çökmek üzereydi ve yaklaşan zaferini seziyordu. O gözleri
asla unutamam.
daha sonra
Sakinleşmeliyim. O olamaz. O gün gözlerini gördüm,
evet, ama onun öldüğünü de gördüm, onu öldürdüğümüzde
yüzüne yansıyan huzuru da gördüm. O olamaz. O öldü.
Geceyi, kaleye yaptığım ziyareti ve boş tabutu düşünerek
geçirmiş olmamın sinirlerimi bozduğu muhakkak. Öyle ol
malı. O öldü.
31 Aralık
Yılın son günü ve bunca zamandır geçirdiklerimin en kor
kuncu. Bu sabah, sokakta birinin ölüsünü bulmuşlar. Yüzü
bembeyazmış, bütün kanı çekilmişmiş ve görünür bir yarası
yokmuş. Çılgına dönen bir kalabalık cesedin etrafına üşüş
müş. Kalbine bir kazık saplayıp, kafasını kesmişler ve ağzını
sarımsakla doldurmuşlar. Bu tür durumlarda hep görüldüğü
üzere, polis ancak bu dehşet verici ayin sona erdiğinde gö
zükmüş ve kalabalığı dağıtmaktan başka bir şey yapmamış.
Resepsiyonistin, fakir mahalle sakinlerinin aptalca batıl
itikatları hakkında küçümser bir yorum katarak anlattıkları
bundan ibaretti. Yine de gözlerinde korku vardı. Yarası ol
maksızın vücudundaki bütün kan çekilmiş biri. Şüphesiz,
vampirin bıraktığı izler kurbanın ölümüyle kaybolmuş olma
lıydı. Akşamüstü çıkıp, bir haç ve bir salkım sarımsak aldım
ve penceremdeki kepenklere astım. Korkuyorum.
217
daha sonra
Çok düşündüm, bu benim görevim. Eger boşlarsam, bun
dan kaçarsam, Quincey Morris'in mezarında ters döneceğini
biliyorum. Şimdiden bağırıp çağırdığını, boşuna mı öldüğünü
sorduğunu duyar gibiyim. Şu anda istasyona gidiyorum, So-
ara'ya giden ilk trene bineceğim. Şatoya gitmeli, olanları,
onun yaşayıp yaşamadığını kendi gözlerimle görmeliyim.
Umarım yanılmışımdır. Umarım hepsi, yöre sakinlerinin batıl
itikatlarından kaynaklanan korkunç bir olaydan ibaret kalır.
Fakat hiç sanmıyorum. Düşündükçe, her şeyin gerçek ol
duğuna, bu sabah ölen adamın bir vampirin kurbanı olduğu
na daha fazla inanıyorum. Herhangi bir vampirin değil,
onun. Dracula'nın kurbanı. O hayatta ve geri döndü, geri
döndü, Tanrım. Gözleri, o gözler... Karanlıkta birer kor gibi,
alev alev yanıyorlar.
Bu benim görevim. Şatoya gitmeliyim.
2 Ocak
Bunları Amsterdam'a giden trende yazıyorum. Şimdiye
kadar dün olanlan yazmaya (hattâ hatırlamaya bile) cesaret
edemedim.
Evet, o Dracula, artık eminim. Yaşıyor. Daha doğrusu öl
memiş.
Soara'da kimse bana arabasını kiralamaya yanaşmadı ve
şatoya kadar yürüyerek çıktım. Korkudan ölecektim. Biraz
teselli bulduğum haç boynumda asılıydı, ama yine de kork
maktan kendimi alamadım.
Şatoya vardığımda şafağa az kalmamıştı. İçeri girdim, dör
düncü tabutun bulunduğu salonu kolayca buldum. Hâlâ
boştu. Elbette hava henüz karanlıktı ve hâlâ dışarıda olabilir-
218
di. Tabutun yakınında taştan bir sunak vardı ve onun arkası
na gizlenerek şafağı beklemeye koyuldum.
Uyumuş olmalıyım. Kanat çırpılmasına benzer bir sesle
uyandım. Gözlerimi açık tutup izledim: Gelmişti, yavaşça in
san biçimine giren karanlık bir siluet gördüm. Tabuta yaklaş
tı ve birden durdu. Etrafı kokladığını duydum ve nefesimi
tuttum. O an tenime binlerce iğne batıyor gibiydi. Sonra ta
butuna uzandığını duydum. Duvardaki bir çatlaktan sızan
sabah güneşi adamakıllı yükselinceye kadar hareket etmeye
cesaret edemedim.
Sunağın arkasından çıktım. Oradaydı. Ne canlı ne ölü
olan, bir sonraki gece çökene kadar dinleniyordu, uzun kö-
pekdişlerinde kan lekeleri vardı, gözkapakları, arasından
gözlerindeki kızıl ışıltıyı gösterecek kadar aralıktı. Sanırım
şatodan kaçarken çığlık attım. Sahiden bilmiyorum, oradan
nasıl kaçtığıma dair bir şey hatırlamıyorum. Kasabaya varıp,
Bükreş'e giden ilk trene atladığımı hatırlıyorum, ama ondan
önce ne yaptığıma gelince hafızam bomboş. Yalnızca tarifsiz
bir korku ve heyecanın pençesine düştüğümü biliyorum. Ay
nı gün bavulumu topladım ve Paris üzerinden Amsterdama
giden trene yer ayırttım.
Şimdi buradayım, trende. Akşam oluyor. Ve korkuyo
rum. O yaşıyor. Bütün yaptıklarımıza rağmen hâlâ hayatta ve
bu beni korkutuyor. Başka türlü davranmalıydım, keskin uç
lu bir şey bulup yüreğine saplamalı, kafasını kesmeliydim,
başka bir şey yapmalıydım, ne olursa. Ama yapamadım. Kor
ku beni felç etti ve yalnızca kaçmayı düşünebildim.
Tanrı yardımcımız olsun. Yaşıyor. Başka türlü davranma
lıydım.
219
2
3 Ocak
Bir adamın yalnızca varlığının bile böylesine sakinleştirici
bir etkisi olması ne tuhaf. Van Helsingİ görmeye gittim ve
bütün korkularım kayboldu. Bir bakışıyla karşısındakini ra
hatlatmayı biliyor.
Penceremden Amsterdam'ın büyük kısmını görüyorum:
Venedik usûlü inşa edilmiş güzel bir şehir, ama kent sakinle
rinin bu fikir karşısında burunlarından soluduklarını duy
muştum. Aslında bunu pek de garip bulmuyorum. Amster-
dam'ı Venedik'e yeğlerim; daha misafirperver ve daha yaşa
nası bir yer. Venedik, su üzerinde bir anıtmezardan başka bir
şey değil. Amsterdam ise bir şehir.
Van Helsing telgraf çekmek için dışarı çıktı, ben de fırsat
tan istifade günlüğümü yazmaya devam ediyorum.
Şehre bu sabah vardım ve evini bulmak güç olmadı. Tam
hayal ettiğim gibiydi: ufak, gözden uzak, sade. Beni görünce
şaşırdı. Geçen yıllar üzerinde iz bırakmış, yaşlanmıştı. Geniş
omuzları, onu son görüşümden bu yana biraz daha çökmüş
tü, ama gözlerindeki önsezili pırıltı hiç azalmamıştı.
Neredeyse hoşgeldin demesine fırsat bırakmadan, ona
son bir iki haftada olanları başım dönerek anlattım. Sonra da
bayıldım.
Ayıldığımda, yaşlı üstadımın kırışık yüzündeki endişe ifa
desiyle bana baktığı bir kanepede yatıyordum. Kendime gel
diğimi gören Van Helsing bana bir kadeh brendi verip, ağır
yudumlarla içirdi. Kanımın damarlarımda yeniden akmaya
başladığını hissettim ve hikâyeyi, bu defa biraz daha derli top
lu biçimde ve sorduğu soruları cevaplayarak tekrar anlattım.
220
Konuşmamı bitirdiğimde, "İmkânsız. Her açıdan imkân
sız," dedi. "Jack, dostum, biz onun öldüğünü gördük. Ruhu
nu huzura kavuşturduk, hiç şüphem yok."
Bir şey demedim.
"Olamaz," diye tekrarladı.
Ardından sanki bir daha hiç çıkmayacakmış gibi görün
düğü derin bir sessizliğe gömülerek düşünmeye koyuldu.
Sonunda ayağa kalkıp şöyle dedi:
"Bunu öğrenmenin bir tek yolu var. Arminius. Böyle bir
şeyin mümkün olup olmadığını söyleyebilecek tek kişi o. Bu
rada bekle, Jack, hemen dönerim."
Ceketini kapıp, dışarı fırladı. Biraz daha sakinleşmiştim,
salonun bir köşesinde daktilo durduğunu gördüm ve şu an
da günlüğümü daktiloya çekiyorum.
Kapı açıldı. Van Helsing döndü.
daha sonra
Van Helsing döndükten sonra pek konuşmadık. Dinlen
memde ısrar etti ve telgrafına cevap alana kadar yapacak bir
şey olmadığını söyledi.
Van Helsıng'in çektiği telgrafta yazanları buraya geçiriyorum:
7 Ocak
Van Helsing'in (aradan geçen o berbat denecek kadar ha
reketsiz günlerde Van Helsing'e hakkında sorular sorup dur-
221
mama rağmen hiçbir şey ögrenemediğim) esrarengiz dostu
Arminıus'un mektubu geldi. Mektubu okurken yaşlı dostu
mun yüzünde beliren sıkıntılı ifade, maalesef gördüklerimin
gerçekliğine dair en ufak bir şüphe bile bırakmadı. Dracula
hayatta. Belki de, ölmedi demek daha doğru olur.
Van Helsing mektubu okuduktan sonra, bana hiçbir şey
anlatmaksızın, mektubu o kendine özgü şekilde Ingilizceye
tercüme etmeye koyuldu. Bitirince, çeviriyi bana uzattı (yü
zü bembeyaz olmuştu) ve onu okuduğum süre boyunca göz
lerini benden ayırmadı.
Ne diyebilirim. Akıp giden kelimelerden korkmadım. Sa
nırım korkunun ötesine geçmiştim. Fakat, karanlık ve soğuk
bir boşluktan uzanan kararmış tırnakların bağırsaklarımı
deştiği hissinden kurtulamadım. Başkaca bir yorum yapma
mak en iyisi. Mektubun kendi, anlatmak istediklerimi daha
iyi ifade edecektir:
Sevgi/i dostum, küçük de olsa bir ihtimal var. Bazı doğu ina
nışlarına göre, bir nosferatu ölümsüzlük özelliğini, görünüşte ru
hu huzura kavuşturulmuş olsa da koruyabilir. Evet, kalbine ka
zık saplansa da, kafası kesilse ve ağzına sarımsak doldurulsa
da, nosferatu ölümü alt edecek bir yol bulabilir, karanlık ve la
netli ruhu için bir mahfaza işlevi gören bedeni yok edilse bile deh
şet verici varlığını sürdürebilir.
Sevgili Van Helsing, şu ana dek yalnızca, kurbanlarını dö
nüştürmek suretiyle dünyaya daha fazla vampir getirerek onun
lanetli soyunu devam ettiren vampirlerin kurduğu sisteme tanık
oldun. Ama dahası var. Yaşayan ölüler yalnızca soylarını de
ğil, kendi varlıklarını da sürdürebilir. Kurbanını ısırıp, ölü
müne bir adım kalana dek kanını emebilir, ama kurbanın o son
222
adımı atmasına izin vermeyebilirler. Böylece kurban, tüm ha
yati faaliyetlerinin ölümüne yavaşladığı ama durmadığı derin
bir komaya girer. Ruhu bedenini terk ettiğindeyse, elbette o beden,
vampirin o anki vücudunun yok edilmesi halinde kullanabileceği
boş bir kabuğa dönüşmüş olur.
Dehşet verici, değil mi? Vampir için de tehlikeli ve risklidir,
çünkü bedenini öyle her istediğinde değiştiremez ve bu yüzden de
tek kozunu saklamak ister, başka seçeneği kalmadıkça, içinde bu
lunduğu bedenin yok edilmesine ve diğer bedene geçmeye zorlan
masına güle oynaya izin veremez. Yalnızca şajak vakti ve gece
saatlerinde (bu belirli süreler içinde, dünya henüz gerçeklik ka
zanmamış veya gerçekliğini kaybetmek üzeredir) karanlık ve fe
sat ruhunu yeni kabuğuna sokabilir. Maalesef, siz Dracula'yı
tam da gece çökmek üzereyken öldürdünüz
Evet, Vladimir Pokol, Dracula'nın ta kendisi. Araştırmama
bile lüzum kalmadı. Bu yaratığın dünyada yürümek için seçtiği
ismi görmem kafi geldi. Vladimir, hayattayken taşıdığı kendi is
mi: Vladimir Dracul. Ve Pokol, nosferatu anlamına gelir.
Maalesef artık Bükreş'te değil. Ajanlarımdan öğrendiğim ka
darıyla, bu isme kayıtlı bir parti sandık, birkaç gün önce ingil
tere'ye doğru yola çıkan Karanlık Yıldız adlı bir gemiye yüklen
miş. Bu buharlı bir gemi, rüzgara ve akıntılara bağımlı olma
dığından menzile süratle ulaşacaktır.
Şatoya gidecek ve Dracula'nın yedekte başka bedenler tutma
dığından emin olacağım ve eğer tutuyorsa, onları kullanılmaz
hale getireceğim, ingiltere'ye gitmelisin. Çok dikkatli ol. Dracula
orada bir kez bulundu ve o zamanlar ne mekânı ne insanları ta
nıyordu, elindeki kudretle oynayan ve henüz öğrenme aşamasın
da tehlikeli bir çocuktu. Şimdi öğrenmiş durumda. Çok daha kur
nazca hareket edecektir.
223
Tanrı yardımcımız olsun.
12 Ocak
Dover. Beyaz duvarlar ve martıların çığlıkları. Nihayet ev
deyim. Elbette, bunun keyfini pek çıkaramıyorum. Gemiden
iner inmez, Van Helsing bölge gazetesinin bürosuna gitti ve
yarım saat boyunca son birkaç günün haberlerini inceledi.
Sonunda aradığı haberi buldu. Yakın zamanda ölen birinin
mezarı başında kanı çekilmiş bir çocuk bulunmuştu. Hemen
Londra'ya doğru yola koyulduk.
Akşam olurken Londra'ya vardık. Küçük Abraham olma
dan ev ne kadar soğuk ve boş gözüküyor. Elbette, Jonathan
ve Mina'nın yanında olması daha iyi, onu her türlü tehlike
den başka kimsenin yapamayacağı kadar iyi koruyacaklardır.
Van Helsing'le birlikte şafağı bekliyoruz. Sonra mezarlığa
gidecek ve Lord Saville'in mezarını açacağız.
13 Ocak, gece
Savillelerin aile kabristanında bizi bekleyen sürprizi hiç
kimse tahmin edemezdi. Son notumda söylediğim gibi, Van
Helsing'le birlikte şafak vakti evden çıktık. Bir araba bulmak
224
zor olmadı ve yarım saat sonra, mezarlığın kapısı önündey-
dik. Van Helsing'in taşıdığı çantada yapacağımız iş için gere
ken malzeme vardı. Yaptığımız işin ortasında biri bizi yaka
larsa olacakları düşünmek bile tüylerimi ürpertiyordu. Man
şetleri gözümde canlandırabiliyordum: "Ünlü psikiyatr delir
di ve yaşlı profesörle birlikte mezar soygunculuğuna başla
dı." Her ne kadar komik de olsa, bunca yıl akli dengesi bo
zuk hastalarla uğraşma sonucu, ben de kendimi onların du
rumuna düşmüş bulabilirdim. O vakit, dövünmelerime, ba
ğırışlarıma, uyarılarıma kim inanırdı ki? İngiltere'deki akli
dengesi tedavi edilemeyecek derecede bozuk binlerce kişiden
biri olacaktım. Teknolojinin çılgınca ilerlediği bu çağ insan
ları delirtiyora benziyordu.
Fakat, ne olursa olsun yapmamız gereken şey belliydi. Bir
vampirin kaçmasına izin vermenin yaratacağı tehlike, kendi
ni dar bir odada, sırtında deli gömleğiyle bulmaktan çok da
ha büyüktü. İssız mezarlıkta dolanırken, kasvetli düşüncele
rimden Van Helsinge bahsetmemeyi uygun gördüm.
Benzer bir görünüşe ve görkeme sahip çok sayıda mezar
lık arasında geçirdiğimiz uzun dakikaların ardından, nihayet
Saville kabristanını bulduk. Londra varoşlarında, paçavralar
içindeki kadınlar ve çocuklar birkaç kuruş için dilenirken,
bazılarının nihai evlerini güzelleştirmek için harcadıkları pa
rayı düşününce öfkelenmekten kendimi alamadım.
Kabristanın kapısı açıktı ve içeriden gelen bazı sesler duy
duk. Şaşırarak Van Helsing'le bakıştık. İçeride ne oluyordu
acaba? Oradan ayrılıp, daha iyi bir fırsat çıkıncaya kadar bek
lememizi önermek üzereydim, ama bu fikrime katiyetle ka
tılmayacağından emin olduğum üstadım mozoleden içeri gir
di. Bir an tereddüt ettikten sonra ben de peşinden yürüdüm.
225
içeride üç kişi vardı. İkisinin yüzlerinden, herhalde be
nimkine benzeyen bir korku ifadesi okunuyordu. Uzun boy
lu, köşeli bir suratı ve kararlı bakışları olan üçüncüsünün
elinde uyduruk bir kazık vardı ve onu, önündeki açık tabut
ta yatan cesede saplamak üzereydi.
Bizi görünce durdu. Uzunca bir süre üçü de bize bakakal-
dı. Sonunda, elinde kazık olan, kendinden emin, kararlı ve
bariz bir ironinin sezildiği bir sesle:
"Yanılmıyorsam, Profesör Van Helsing," dedi.
Yaşlı üstadım gülümseyerek, başıyla hafifçe onayladı.
"Evet, benim. Siz de, Sherlock Holmes olmalısınız, haklı
mıyım?"
Van Helsing elini uzattı. Adam da, yüzünde geniş bir te
bessümle, biraz kendini beğenmiş bir tavırla kendine uzatı
lan eli sıktı. Ardından, "Zannediyorum ki bizimkiyle aynı se
bepten burada bulunuyorsunuz," dedi.
Van Helsing, "Bizi buraya başka ne getirebilir?" dedi.
Bu sırada, ben de diğer iki adam da henüz tek lakırdı bi
le etmemiştik. Sanki bu buluşma önceden kararlaştırılmış ve
farkında olmadığımız güçler bu sıradışı iki adamın karşılaş
ması için gayret sarf etmiş gibiydi. Geri kalanımızın, böylesi
bir karşılaşma karşısında şaşkınca dikilmekten başka yapaca-
cak bir şeyi yoktu.
"İzin verirseniz, size dostum Doktor Watson ve Scotland
Yard'dan müfettiş Lestrade'i tanıtmak istiyorum. Sanırım si
zin yanınızdaki centilmen de, ünlü psikiyatr Doktor Seward."
Böylece, mezarlığın ortasında tanışma faslına geçildi, açık
duran tabutun üzerinden tokalaşmayı komik bulan da olmadı.
Sonra Van Helsing bir taraftan ceketini çıkartarak, "Ge
cikmeden yerine getirilmesi gereken bir görevimiz var," dedi.
226
III
AV
(DOKTOR WATSON'UN HİKÂYESİ
ve DOKTOR JOHN SEVVARD'IN
GÜNLÜĞÜNDEN)
ı
Doktor Watson'un hikâyesi
Son günlerde peşimi bırakmayan gerçekdışılık hissi, Lord
Saville'in mezarı başında Van Helsing ve Seward'la karşılaş
mamızın ardından elle tutulur bir hal aldı. Okura, çok uzun
zaman önce okuduğu ve tümüyle kurgusal saydığı bir kitap
taki karakterlerle tanıştığını gözünde canlandırmasını tavsiye
ederim. İnsan, kendi aklından şüphe edebilir.
(Bunda ironik bir taraf da yok değil. Edebi çalışmalarım
sebebiyle, bizzat Holmes ve şahsım da giderek hayalı karak
terlere dönüşüyoruz ve hattâ ben bile, halkın büyük çoğun-
228
luğunun başka bir yazarın, kimbilir, belki de temsilcim Art-
hur Doyle'un hayal gücünden doğduğumuza inandığına iyi
den iyiye ikna olmuş durumdayım.)
Sanırım Holmes un, içinde bulunduğu o durumdan güç
lükle çıkardığı Lestrade'm şok geçirmesine sebep olan mezar
lıktaki karşılaşma benim aklımı kaçırmadığıma inanmamı
sağladı. Holmes ve benim son günlerde yaşadığımız dehşetin
varlığını kabul eden başka kişilerin de bulunması, hattâ o
dehşetle yüzleşmeye hazır olmaları bana ilaç gibi geldi. On
lardan birinin, benim gibi tıp doktoru olmasıysa kendimi
toplamamda bir parça daha etkili oldu. Doktor Seward, hiç
şüphesiz olağanüstü cesur bir adam.
O geceki karşılaşmayı büyük bir sabırsızlıkla bekliyor-
muş, eh, sonunda da hayal kırıklığına uğramadı. Seward,
günlüğünü beraberinde getirmişti ve Baker Sokağı'na gelmek
üzere evden çıkmalarıyla sonlanan bazı kısımları bize okudu.
En azından, artık tümüyle kaybolduğuna inandığı bir
korkuya nasıl kapıldığını söylediğinde, ona sempati duymak
tan kendimi alamadım.
Lestrade sarsılmıştı, ama yavaş yavaş olan biteni kabullen
meye başlamıştı. Holmes'le birlikte, üstlerini olanlardan ha
berdar etmemesi ve bütün araştırmayı kendi adımıza yürüte
ceğimiz konusunda kendisini ikna ettik.
Bana gelince, söyleyecek pek bir şey yok. Her ne kadar
aksini umut etmiş olsam da, bir kez daha Holmes haklı çık
mıştı. Birlikte geçirdiğimiz bunca yıl içerisinde ilk defa yanıl
mış olmasını dilemiştim.
Holmes piposunu doldurduktan sonra, "Eh, fazla vakti
miz yok," dedi. "Lord Savılle'in başına gelenlerin arkasında
ki, artık onun öldüğünü fark etmiş ve planlarını değiştirmiş-
229
tir. Bu yüzden, ne kadar hızlı olursak o kadar iyi."
Van Helsing, "Haklısınız, dostum, size böyle diyebilirim
değil mi?" dedi ve cevap beklemeden devam etti. "Dracu
la'nın bu defa Londra'ya gelmekteki amacını bilmiyorum,
ama bunu vakit geçirmeden öğrenmek zorundayız. Her şey
buna bağlı."
"Sanırım bu konuda size yardımım dokunabilir."
Bütün bakışlar şaşkınlıkla Holmes'e döndü. Bu açıklama
yı uzun zamandır beklediğim için hafifçe gülümsedim. Hol-
mes hafifçe doğruldu ve bir kaşını kaldırarak:
"Aslında gayet basit. Yanılırsam beni düzeltin, Doktor Van
Helsing. Şimdi size anlatacaklarımın temeli, sizin ve dostu
nuzun getirdiği belgelerde yatıyor, bu yüzden bir hata yapar
sam, onu hiç kimse sizden daha iyi düzeltemez."
"Elbette, dostum, elbette."
"Vampirler, kaderleri yalnızlık olan bir tür (elbette onları
tür diye tanımlamak yerindeyse). Bu türün en büyük üstün
lüğü ve yine en büyük zayıflığı da bu. Yalnız olmak zorunda,
zira hayatta kalması buna bağlı. Bir vampirlik salgını başlatıp,
sıradan insanların dikkatini çekme riskini göze alamaz. Bu
sebepten, sadece planlarını uygulamak için gerekli veya fay
dalı olan kişilere saldırıyor. Bu şekilde hareket ederek, nere
deyse hiç göze batmadan, yüzyıllardır varlığını sürdürmeyi
başardı."
"Belki daha da fazla."
Holmes, Van Helsing'in söylediğini onayladı.
"Evet, belki daha fazla. Şu halde, yalnızlık onun karakte
rinde var: en büyük gücü ve en zayıf noktası. Yaşamını tek
başına sürdürmeye, kimseye bağlı olmamaya alışık ve hep
böyle hareket etti. Şimdiye kadar."
230
"Ne demek istiyorsunuz?"
"Londra'ya daha önceki gelişinde karşısına sizler çıktınız.
O yalnızdı, modern dünyaya yeni ayak basmıştı, kudretliydi,
ama bu dünyayı tanımıyordu: Sizler sayıca üstündünüz, ken
dinizin ve sevdiklerinizin hayatı için savaşıyordunuz. Onu
kaçmaya zorlayıp, son anda öldürdünüz. Ne yazık ki, ölümü
ebedi olmadı. Bu tecrübeden bir şey öğrendi ve öğrendiğini
uygulamak için geri döndü. Yalnız olmanın sakıncalarını an
ladı. Müttefiklere ihtiyacı var ve eğer onları bulamazsa, yara
tır."
"Fakat Holmes, siz kendiniz az önce dediniz ki..."
"Evet, Watson, bir vampirlik salgını başlatma riskini göze
alamaz. Bu yüzden, müttefikleri az sayıda ve seçkin kişiler
olacaktır. Korunmaya ihtiyaç duyduğu için, kendisine bunu
sağlayabilecek kimselere sahip olmayı deneyecektir."
Vakit ilerledikçe sinirleri daha da gerilen Lestrade, "Tanrı
aşkına, Holmes, her şeyi açıkça anlatın," dedi.
"Kusura bakmayın, dostlarım. Vardığım sonuçlan daha
çarpıcı kılmak için onlara biraz esrar katmak gibi bir eğili
mim var, ama bu olayda biraz uygunsuz kaçmış olabilir. Yü
rüttüğüm akla dikkat ederseniz, düşmanımızın planının hem
çok basit, hem de zekice olduğunu hemen anlayacaksınız.
Doğruyu söylemek gerekirse, bu denli keskin bir zekâyla pek
az karşılaştım; hattâ merhum Profesör Moriarty'den bile ek
siği olduğunu söyleyemem. Ah, beni affedin, yine konudan
aynldım."
Bacak bacak üstüne atıp, çenesini çaprazladığı ellerine da
yadı.
"Dracula'nın ilk saldırdığı kişi, bakanlıkta önemli bir
mevkide bulunan Lord Robert Saville'di. Peki sonra ne oldu?
231
Bir vampire dönüşmüş olan Lord Saville, saraya girmeye ça
lıştı. Ahır sorumlusu girmesine izin vermeyince, ayrıldı. Ha
yattayken kendisine ait olduğundan, girmek için izne ihtiyaç
duymadığı evine gitti ve bakanlık antetli kâgıtlan ele geçir
meye çalıştı. Şüphesiz, Buckingham'a çağrılmış gibi davrana
cak, nöbetçiler de davet edildini gösteren belge sebebiyle içe
ri girmesine hiç güçlük çıkarmadan izin vereceklerdir."
"Ama, ne yapmak?.." derken, duraladım. Holmes'ün var
sayımı düşünülemeyecek kadar korkunçtu. Holmes, korkulu
bakışlarımı yakaladı ve hafifçe onayladı.
"Ortada değil mi? Başarılı olmak için korunmaya ihtiyacı
var. Başka kim onu İngiliz kraliyet ailesinden daha iyi koru
yabilir ki? Planlarının başarıya ulaşması için vampire dönüş
türeceği bir aile. Sonra, neden sadece ingiltere'yle yetinsin ki?
Niye başka ülkelerin politikacılarını, devlet başkanlarını ve
krallarını vampirleştirmesin? Böyle güçlü müttefiklere sahip
olunca karşısına çıkmaya kim cesaret edebilir? Dostlarım,
eğer bunlar gerçekleşirse insan ırkına ne olacak dersiniz? Li
derlerimiz, aynı zamanda yıkımımızı hazırlayan kişiler ola
caklar; eğer o kazanırsa artık insan olmayacağız."
Holmes'ün söylediklerinde ciddi olduğunun farkınday-
dım, ama böyle bir şeyi düşünmesi bile korkunçtu. Lestrade
ve Sevvard'ın da benimle aynı halde olduklarını gördüm. Van
Helsing ise, sanki Holmes'ün sözleri kaçınılmaz bir rota çiz-
mişçesine, söylenenleri sükunetle kabullenmiş görünüyordu.
"Hayır, bu imkânsız, korkunç, insanlıkdışı," dedim.
"Belki de, ama tek mantıklı açıklama bu. Bir düşünün,
Watson."
Öyle yaptım. Duşünmemeye çalıştım, ama düşündüm.
Her zamanki gibi, Holmes haklıydı.
232
Van Helsing'in birdenbire sandalyesinden fırlamasıyla,
daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Neredeyse Holmesun
üzerine atlayarak, taşkınca ona birkaç kez sarıldı. Yaptığı ha
reketten memnuniyetsizliğimi açık eden bir jest yapmaktan
kendimi alıkoyamadım. Yaptığını aptalca ve gereksiz bul
muştum. Dracula'yı ilk seferinde durduran, bu gülünç ölçü
de coşkulu adamcağız mıydı? Etrafıma baktım, Seward gü-
lümsüyordu, ama gülüşünde alay değil, belki biraz nostalji
vardı. Van Helsing'in coşkulu kucaklamalarından kurtulan
Holmes, sakince piposunu içiyordu. Lestrade ise hâlâ olanla-
n tümüyle kabul etmekten aciz, kıpırtısız oturuyordu.
"Kesinlikle haklısınız, Holmes, dostum," dedi Van Hel-
sing. "Ne zekâ! Ne kavrayış! Keşke o canavarla ilk karşılaş
mamızda da yanımızda olsaydınız!"
Dostum, her ne kadar saklamaya çalışsa da, Hollanda-
h'nın övgülerinden oldukça memnun kalmış bir halde, "Ga
yet basit biçimde bir dizi sonuç çıkarmaktan fazlasını yapma
dığıma sizi temin ederim," dedi. "Eh, vakit azalıyor. Size ne
düşündüğümü söyleyeyim. Bu gece yola çıkacağız. İki gruba
ayrılmamız daha iyi olur. Bir grup, saraya gidecek ve Dracu-
la'nın içeri girmeye kalkışması ihtimaline karşı girişleri gözet
leyecek. Diğer grup, Karanlık Yıldızın ingiltere'ye varıp var
madığını öğrenecek ve vampirin izini sürecek: Unutmayın,
sadece ne yapacağını ve ne yapmayı düşündüğünü değil, şu
ana kadar ne yaptığını ve nasıl yaptığını da öğrenmemiz ge
rekli. Bana göre gruplar şöyle olmalı: Doktor Van Helsing,
Lestrade ve dostum Watson saraya gidecek. Doktor Seward
ve ben de İngiltere'ye gelişinden başlayarak Dracula'nın yap
tıklarını öğreneceğiz. Ne düşünüyorsunuz?"
Sandalyemde kıpırdanıp, Hoimes'e baktım. Bakışlarımda-
233
ki suçlayıcı ifadeyi fark eden Holmes gülümseyerek, "İnanın
bana, sevgili dostum, sizi bir kenara atmıyorum. Her iki
grupta da, daha önce onunla karşılaşmış tecrübeli birinin bu
lunması zaruri. Van Helsing'le, benimle beraberken olduğu
nuzdan daha güvende olacaksınız.
Bir şey söylemedim. Holmes kararını vermişti ve onunla
tartışmak boşuna olurdu. Plana itiraz eden kimse olmadı.
"Pekala. Hazırlanıp çıkalım. Fazla vaktimiz yok."
234
Van Helsing saf tutku, içgüdü ve öfke. Holmes ise aklın ete
kemiğe bürünmüş halı. Kendi kendime, böyle biri hiç âşık ol
muş mudur, diye soruyorum. Freud onunla tanışmış olsaydı
çalışmaları için ilginç bir konu teşkil edeceğine hiç şüphe yok.
Neyse, bunu bir tarafa bırakalım. Arabanın camından li
man bölgesine yaklaştığımızı görüyorum. Bu kâgıtları cüzda
nımda saklayacağım. Kimbilir, bir daha yazmaya ne zaman
fırsat bulacağım.
235
üçe böldük. Benim payıma ahırlar düştü ve boynumda bir sı
ra sarımsak ve bir haçla yakındaki gölgelerde gizlendim.
Van Helsing yanımızdan ayrılmadan önce, "Onun karşı
sında çok dikkatli olun," diye uyardı. "Özellikle gözlerinden
sakının. İradesi çok güçlüdür. Eğer onu görürseniz, hattâ
gördüğünüzden emin olmasanız ve yalnızca varlığını hisset
seniz bile, düdüğü çalıp, diğerlerine haber verin. Mümkün
olduğu kadar çabuk orada olacağım ve gerekeni yapacağım."
Lestrade'le birlikte onayladık, sonra dağılıp, izleme işine
koyulduk.
Âdetim olduğu üzere, belli bir süre boyunca büyük heye
can yaşadığımda hissettiğim yorgunluk bastırmıştı ve giderek
üzerime daha fazla ağırlık çöktüğünü hissettim, karşı koyma
ya çalışsam da direnemeyecek gibiydim. Kafamı kaldıramı-
yordum. Birdenbire endişeyle gözlerimi açtım ve hemen ar
dından sakinleştim. Yalnızca birkaç saniye uyuklamış olma
lıyım, o kadar kısa sürede de bir şey olacağı yoktu.
Aniden sarayın ön tarafından gelen sesler duydum. Ahır
sorumlusunun sesini ayırt edebildim, ne dediğini anlamıyor-
dum, ama sesi öfkeliydi. Başka bir ses daha vardı; alçak, na
zik ve kudretli birinin sesi. Ahır sorumlusunun sesi birden
kesildi ve onu yeniden duyduğumda, duygusuz, mekanik bir
şekilde konuşuyordu.
Daha fazla beklemedim. Saklandığım yerden çıkıp, bir
yandan düdüğü çalarak koşmaya başladım. Ahır sorumlusu
nun sabitleşmiş gözlerle, "Efendi" dediğini duydum. Önün
de, sırtı bana dönük halde, sarışın, uzun boylu ve zarif giyim
li bir adam duruyordu.
Ahır sorumlusunun ağzından, "Elbette geçebilir..." sözle
ri döküldü.
236
Bütün gücümle, hiç düşünmeden, "Hayır!" diye bağırdım.
Belki bilinçaltım ne yaptığını biliyordu, belki de tamamen
tesadüftü, ama bağırmam işe yaradı. Ahır sorumlusu girdiği
hipnozdan çıktı ve müthiş bir korkuyla karşısında duran
adama baktı. Tam o an yanına vardım. Kabanımın cebindeki
metal haçı kuvvetle kavradım.
Sarışın adam bana döndü, asil ve abartılı tavırları aristok
rat kökenini ortaya koyuyordu ve bir an, bunun ne kadar gü
lünç bir fikir olduğunu düşündüm, o adam vampir olamaz
dı. Vampir diye bir şey yoktu, bu yalnızca yaygın bir batıl
inançtı ve hepimiz bu saçma sapan toplu yanılsamaya kendi
mizi kaptırmıştık.
Sonra, gözlerini gördüm. Kızıl, derin, karanlıktı. Çılgınca
bir süratle dönen iki kızıl boşluğa benziyorlardı. Haçı tutan
elimin gevşediğini ve bütün irademin uçup gittiğini hisset
tim. O gözlerin sahibini memnun etmekten başka hiçbir ar
zum yoktu.
"Sizi tanımıyorum, bayım," dedi. Sesi yumuşak ve sakindi,
ayrıca öylesine otoriterdi ki, derhal ona hizmet etmek, sonsu
za dek kölesi olmak arzusuyla yanıp tutuştum. "Size bir zarar
vermedim. Peki, neden planlarımı bozmaya çalışıyorsunuz?"
Cevap vermedim. Verecek bir cevabım yoktu. Yalnızca,
beni yavaş yavaş içine çeken o dipsiz gözlerine bakarak ora
da dikilmeye devam ettim. İçimde giderek derinleşen bir
boşluk vardı ve azar azar içine çekiliyordum. Kötü değildi,
aksine, tarifsiz ve hoş bir halsizlik nazikçe ama sağlam bir şe
kilde yer ediyor gibiydi. Ağzını açtı ve uzun dişlerini gör
düm. Soluğundaki çürümüşlük kokusunu aldım. Görünü
şünden öylesine büyülenmiştim ki, en ufak bir tiksinti hisset
medim.
237
"Boynunuza sarımsak astığınızı görüyorum. Onları çıkarır
mısınız?"
Elbette, neden çıkarmayacakmışım, diye aklımdan geçir
dim. Aslında kendi kendime, bu kadar kötü kokan bir şeyi
nasıl boynumda taşıyacak kadar aptal olabildiğimi soruyor
dum. Ahır sorumlusunun bir an yeniden hareketsizleştikten
sonra onu benim kadar büyüleyici bulduğunu belli belirsiz
fark ederek, boynumdakileri çıkarmaya başladım.
Metalik bir panltı aniden kızıl gözlerle arama girdi ve so
ğuk, keskin bir şey zihnimde bir delik açtı. Rahatsız bir hal
de, neredeyse acı çekerek gözlerimi kırpıştırdım ve Van Hel-
sing'in elindeki haçı yukarı kaldırdığını gördüm.
Yavaşça büyünün etkisinden çıkarken, hipnozcum, "Sen!"
diye gürledi. "Sen olamazsın! Lanet olasıca ihtiyar! Ne zaman
çürüyecek senin kemiklerin?"
Van Helsing, "Seninkiler toza dönmeden değil," diye ce
vapladı.
Lestrade'in de bir elinde haç, diğerinde altıpatlarla bize
doğru koştuğunu gördüm. Araya girmeden önce, Van Hel
sing bir el işaretiyle onu durdurdu. Elindeki haçı Dracula'ya
(evet, artık ona böyle diyebiliyordum) doğrultup, uygun bi
çimde davet edilmediği için henüz giremediği saraydan geri
sürdü.
"Sana ve tüm dostlarına lanet olsun!"
"Buradaki tek lanetli sensin, Kazıklı Voyvoda. Kraliyet ai
lesi senin pençene düşmeyecek."
Dracula'nın yüzünden bir şaşkınlık ifadesi geçti.
"Nasıl...?"
"Yalnız değilim, nosjeratu... Bu defa senin işini ebediyen
bitireceğiz."
238
"Göreceğiz," dedi Dracula.
Apansız kesif ve leş kokulu bir sis girdabının içinde kay
boldu. Arkamızdan gelen gürültüye döndüğümüzde, bir fare
sürüsünün ayaklayarak karanlığa karıştığına şahit olduk.
Van Helsing iç çekip, elindeki haçı aşağı indirdi ve omuz
ları çökmüş halde bir an durdu.
"Artık bunun için fazlasıyla yaşlıyım," dedi. "Fazlasıyla."
İlk defa gözüme gülünç görünmedi ve yalnızca bir haç ve
iradesiyle Dracula'nın karşısına çıkacak kadar cesur bu ada
ma hayranlık duydum.
"Saray bugünlük kurtuldu. Şafağa az kaldı. Önümüzdeki
geceden önce onu bulmamız lazım. Aksi halde, er veya geç,
içeri girmenin bir yolunu bulacaktır."
Aynı fikirde olduğumu belirttim.
"Baker Sokagı'na dönüp, dostumuz Holmes'ü bekleye
lim."
239
Karanlık Yıldız, İngiltere'ye Lord Saville'in ölümünden
birkaç gün önce varmış. Güvertesinde, aristokrat görünüşlü,
sarışın bir adam varmış ve gemi şafak vakti limana demirle
mesine rağmen akşam olana dek karaya ayak basmamış. Bu
bilgi, yolcunun kimliği hakkında en ufak kuşkuya yer bırak
mamıştı. Beraberindeki yükün (görünüşe göre toprakla dolu
birkaç büyük sandık) teslim edileceği adresi bıraktıktan son
ra limandaki ara sokaklarda gözden kaybolmuş. Bekçi, Dra-
cula'nın verdiği adresi bilmiyordu, ama bilebilecek birinin is
mini verdi.
Bekçinin yanından ayrıldıktan sonra Holmes, "Sizden bir
şey rica edeceğim, Doktor," dedi. "Konuşmayı bana bırakın.
Siz bir şey söylemeyin."
Sessizce kabul ettim. Sade görünüşlü evi bulduk ve Hol
mes sabırsızca kapıyı dövmeye başladı. Birkaç dakika sonra,
asık suratlı bir adam kapıyı açtı.
Holmes, "Tanrı aşkına!" diye neredeyse isterik bir şekilde
bağırdı. "Hâlâ burada mısınız? Haydi yahu, bizi götürmen la
zım."
Adam yarı uykulu bir halde, ne cevap vereceğini bileme
di. Holmes, adamın kendini toplamasına fırsat vermeden,
anlaşılması imkânsız (patronun, hemen giyinip, bizi bir yere
götürmesi gerektiği haricinde ben bile hikâyeyi takip edeme
miştim) bir hikâye uyduruverdi. Ama bu uydurma hikâye ih
tiyacımız olan şeyi elde etmemizi sağladı: Adam sandıkların
nakledildiği adresi verdi.
Asık suratlı ev sahibi, "Eğer istiyorsanız kendi başınıza gi
debilirsiniz." dedi. "Ben sizi hiçbir yere götürmeyi düşünmü
yorum. Özellikle de bu saatte."
Holmes ısrar edecek gibi göründü, ama adam kapıyı ka-
240
pattı. Dedektif birkaç dakika, evin ışığı sönene dek bekledi.
Sonra, yüzünde bir gülümsemeyle bana döndü.
"Eh, tamamdır, gidelim," dedi.
O anda neler döndüğünü anladım: Holmes'ün ısrarcılığı
ve kapıyı vakitsiz çalışı sebebiyle bizden bir önce kurtulmak
isteyen adam, bize hem adresi vermiş, hem de oraya gitmek
teki gönülsüzlüğü Holmes'ün o adresin aradığımız yer oldu
ğundan emin olmasını sağlamıştı.
Yarım saat içinde, vampirlerce terk edildiğini sandığımız
ve Dracula'nın sandıklarını depolaması için gayet elverişli bir
yer olan, Londra'nın biraz dışındaki harap bir eve doğru ara
bayla yola koyulmuştuk.
Sabahın ikisinde, sarayda olup bitenlerden habersiz, eve
vardık. Holmes kilidi açmakta hiç zorlanmadı ve içeri girdik.
Evin içi tam bir harabeydi. Toz, örümcek ağları, nem...
Duvarlar, dokunsak yıkılacak gibiydi ve mobilyalar uzun za
man önce toza dönüşmüştü. Mahzene inen merdiveni bul
duk ve aşağı indik. Holmes beraberinde getirdiği pilli feneri
yakmıştı.
Sandıklar oradaydı. Liman bekçisi altı tane olduklarını
söylemişti. Sahiden de altı taneydi. Bu kadar şanslı olduğu
muza inanamıyordum. Görünüşe göre, bu defa varlığının tü
müyle gizli kalacağını hesap eden Dracula başka sığınak ara
ma zahmetine katlanmamıştı. Bir kez daha, hayattayken insan
olsa da, gerçekte tümüyle bir hayvan gibi hareket ettiğini, avı
için gerekli olandan ötesini düşünmeyen bir yırtıcı olduğunu
düşünmekten kendimi alamadım. Çabalasa bile resmin tama
mını göremiyordu: Gözden kaçırdığı unsurlar vardı.
Dracula, Londra'ya ikinci kez geliyordu. Dünyayı tanıyan
biri olarak, planını kurmak için yıllar harcamıştı. Yine de, alter-
241
natif bir sığınak bulmak gibi çok önemli bir detayı atlamıştı.
Holmes, "Sandıkları işe yaramaz hale getirmeliyiz," dedi.
Buna hazırdım. Ayrılmadan önce Van Helsing bana ufak
metal bir kutu vermişti. Açtım ve içindekini gördüğümde se
vindim: Üç parça kutsal ekmek Holmes'ün fenerinin ışığında
beyaz beyaz parladı.
Büyük bir dikkatle ekmekleri ufaladık ve her bir sandığa
paylaştırarak, kapaklarını kapadık. İşimiz bittiğinde, sorar
bir ifadeyle Holmes'e baktım.
"Bekleyeceğiz," dedi. "Er veya geç gelecektir."
Vaktin geçmesini bekleyerek mahzenin bir köşesine otur
duk, gece ağır ağır ilerledi. Saatler sonra, mahzen tavanındaki
döşemelerden ufacık bir ışık huzmesi sızdı. Holmes'e baktım.
"Sabah oluyor," dedi.
"Fazla gecikmez. Gündüzler onun için elverişsiz, dinlen
mek için gelecektir."
Holmes'ün sözlerini doğrulamak istercesine, kapının açıl
dığını duyduk. Üstümüzde ayak sesleri geziniyordu. Mahzen
kapısı gıcırdadı ve çürümüş merdivenlerden biri indi. Mah
zene adım atar atmaz durdu. Kafasını saga sola çevirip, tıpkı
koku almaya çalışan bir hayvanınkine benzer garip bir ses çı
kardı.
Soğuk ama içe işleyen güçlü bir sesle, "Burada olduğunu
zu biliyorum," dedi. "Çıkın, lütfen."
Holmes ona doğru bir adım attı. Ben de, titreyerek onu ta
kip ettim.
"Kim..? Ah, sizi tanıyorum Doktor Seward, ama yanınız
daki beyle tanışma onuruna erişmedim."
"ismim Sherlock Holmes, Kont Vladimir Dracul."
"Şu dedektif mi?"
242
ikisi, sanki ben orada değilmişim gibi hayatım üzerinden
pazarlık ederken, elimi yavaşça ceketimin cebine kaydırdım.
"Daha büyük düşündüğünüzü sanıyordum."
"istediğim gibi düşünürüm. Ben kendi kendimin efendi-
siyim bayım ve canım nasıl isterse öyle yaparım. Küçük de
dektif, sen kim oluyorsun da bana ne düşünüp ne düşünme
mem gerektiğini söylüyorsun? Sizler yoluma çıkan rahatsız
lık verici engellerden başka bir şey değilsiniz. Ve ben engel
lerle tartışmam: Onları ya bir kenara kaldırıp atarım veya pa
ramparça ederim."
O anda, elime değen metalin rahatlatıcı temasını hisset
tim. Haçı sıkıca kavrayıp, cebimden çıkardım. Dracula ko
nuşmaya devam ediyordu.
"Ayaklarıma kapanıp, sefil hayatlarınızı bağışlamam için
yalvarmanıza izin veriyorum, o zaman hayatlarınızı bağışla
yabilirim. Veya belki bağışlamam. Küçük düşmenizden ala
cağım o cimri haz, hayatta kalmanızın bana vereceği rahatsız
lığa değmez."
Haçı görür görmez sesi kesildi ve o hain suratındaki kibirli
ifade uçup gitti. Gırtlağından asla bir insana ait olmayacak bir
feryat çıktı. Boğazımı saran ellerin gevşediğini hissettim ve
kendimi kurtardım. Haçı bırakmamayı başararak yere düştüm.
Dracula, "Pekala!" diye uludu. "Pekala! istediğiniz buysa,
öyle olsun!"
Kalkmaya çabaladım, ama kıpırdayamadım. Nosfera-
tu'nun yüzü gazap ve hayal kırıklığından yapılmış bir maske
ye dönmüştü. Bize olan nefreti sanki etten kemikten ve bi
linçli bir varlık gibiydi.
"Van Helsing ve sen son kez karşıma çıktınız. Bunu öde
yeceksiniz! Yaşayacaksınız, ama ölmüş olmayı yeğleyeceksi-
244
niz! Size ait olanlar benim olacak! Sana gelince, dedektif, sa
na gelince..."
Konuşmaya olan ilgisini birdenbire kaybetmiş gibi merdi
venlere doğru koşmaya başladı. Bir gölgenin üzerimden atla
yıp, onun peşinden gittiğini hissettim. Ayak sesleri duydum,
ardından sokak kapısı açıldı. Ağır ağır eklemlerimin kontro
lünü kazanıp, ayağa kalktım. Mahzenden çıktım. Holmes de
o anda başını sallayarak eve girdi.
"Faydasız. Onu bekleyen bir araba varmış. Bizden kaçma
yı becerdi."
"Peki nereye gidiyor?"
Holmes, bana söyleyip söylememe konusunda tereddüt-
lüymüş gibi bir an beni süzdü.
Sonra, "Sussex'e," dedi.
"Nasıl..?" Birden sustum.
Jonathan ve Mina, Sussex'te yaşıyordu. "Size ait olanlar be
nim olacak!" demişti. Tanrım, küçük Abraham da oradaydı.
"Olamaz! Oğlum..." Bir anda dizlerimin bağı çözüldü, iki
güçlü kol beni tuttu. Kafamı kaldırdım. "Holmes, oğlum... "
"Sakin olun. Oraya gideceğiz."
Şimdi oraya gidiyoruz. Ok yaydan çıktı. Umarım zama
nında yetişebiliriz.
245
"Mina ve Jonathanın peşinde!" diye bağırdı ve yere yığıldı.
Endişelenerek, onu muayene ettim. Neyse ki, sinir bozuk
luğundan kaynaklanan aşırı düşük tansiyon haricinde bir şe
yi yoktu. Bir kadeh brendi verdik ve biraz sakinleşince, Hol-
mes olanları anlattı.
"Giderken, bizimkilerin onun olacağını söyledi. Bugüne
kadar Watson veya benimle pek bir alışverişi olmadığından,
bu söz, siz ikinize yönelikmiş gibi görünüyor," dedi, Sevvard
ve Van Helsing'i işaret ederek. "Ve ailelerimiz olmadığı için
(en azından Doktor'un bir oğlu olduğunu öğrenene kadar
böyle düşünüyordum) Dracula'nın kastettiği kişiler yalnızca
Jonathan ve Mina olabilir, ki Doktor Van Helsing'in dün ba
na söylediğine göre Sussex'te yaşıyorlar."
"O halde ne bekliyoruz?" dedi Lestrade, "Hemen gidelim."
"Sakin olun, dostum, acele etmeyin. Ondan önce Sussex'e
varamayız, bu bir gerçek, bu yüzden ilk yapmamız gereken
dostlarımızı yaklaşan tehlikeye karşı uyarmak. Telefonları
var mı?"
Sevvard, "Evet," dedi ve cüzdanından çıkardığı bir kâğıdı
Holmes'e uzattı, "işte."
"Onlarla ikinizden birinin konuşması daha iyi olur. Beni
tanımıyorlar ve şüphesiz bana inanmayacaklardır."
Giriş katına inmemiz gerekiyordu. Holmes her zamanki
garipliğiyle, kaldığımız kata telefon yerleştirilmesini isteme
mişti; dış dünyanın hayatına yeteri kadar sızdığı, bir de sesi
ni duymaya ihtiyacı olmadığı gibi bir şey söylediğini hatırlı
yorum.
Neyse ki Bayan Hudson'un dairesinde bir telefonu vardı
ve kullanmamıza izin verdi. Van Helsing ahizeyi alıp, numa
rayı çevirdi. Konuşması kısa ve özdü, Hollandalı ve eski dost-
246
lan arasında coşkulu bir sohbete zaman yoktu. Bu ışı de bi
tirince, saat beşte, Sussex'e ilk kalkan trene binmek için Vik-
torya istasyonuna doğru yola koyulduk.
Saat altıya kadar Sussex'e tren yoktu. Katlanılmaz bir on
beş dakikalık rötarla hareket ettik ve eğer tahminlerimiz doğ
ruysa, Harkerların evine gece yarısı varacaktık.
Trende, Seward günlüğünü düzeltirken, geri kalanımız da
elimizden geldiğince aklımızı meşgul etmeye uğraştık. Lest-
rade hiç konuşmuyordu. Şüphesiz, tüm bu olanlar ona fazla
gelmişti. Hayretle müfettişe şefkat duyduğumu fark ettim.
Kibirli, budala ve hayal gücü kıt biriydi, ama aynı zamanda
yıllar boyunca azimli ve sadık bir arkadaş olmuştu ve Hol
mes'e duyduğu saygı ve hayranlık zamanla artmıştı. Bu his
lerle dolu olarak, dostça kolunu tutmaktan kendimi alama
dım. Lestrade bana bakıp, acı acı gülümsedi.
"Sagolun, Doktor."
"Lafı olmaz."
Holmes ve Van Helsing canlı bir şekilde tartışıyor, dostu
mun kullandığı deyimle, bilgi alışverişi yapıyorlardı.
Zaman çıldırtıcı bir yavaşlıkta akıyordu. Nihayet istasyo
na vardık. Bizi Harkerların evine götürecek bir araba orada
bekliyordu. Korku ve umutla dolu olarak, umarım vaktinde
yetişiriz diye düşündüğümü hatırlıyorum. Doktor Seward'ın
da aynı şeyleri hissettiğini anlamak için ona bakmama bile
gerek yoktu.
Eve vardığımızda üzerimizde bulutlu bir gece vardı. Har
kerların yuvası hoş bir kır eviydi, gösterişli değil ama gayet
sıcaktı. Kapıda bizi bizzat Harker ve eşi karşıladı. Gergin ol-
malarına rağmen konuksever davrandılar.
Jonathan Harker, "Bay Holmes, Doktor Watson, sizlerle
247
tanışmak gerçek bir zevk. Keşke daha iyi şartlarda tanışmış
olsaydık," dedi.
Sonra Doktor Seward'a döndü ve ikisi hararetle kucaklaş
tılar. Van Helsing de Mina Harker'ı babacan bir tavırla öptü.
Eve girdik ve Harker bir yandan yaptıklarını anlatırken
geç bir akşam yemeği yedik.
"Gerekli tüm önlemleri aldık. Evdeki bütün girişler sarım
sak tozuyla sıvanmış durumda ve tüm kapı ve pencerelere sa
rımsak demetleri asılı."
"Hayran olunacak bir sağduyu, Bay Harker," dedi Holmes
piposunu yakarken, "bu kadar kısa sürede bunca önlem al
mak için sıkı çalışmış olmalısınız."
"Pek değil." Üzgünce gülümsedi ve yüzü bir an karardı.
"Evimde çok geniş çaplı önlemler alalı uzun zaman oluyor."
Holmes sessiz kaldı. Seward, üst katta uyuyan oğlunu
görmek istediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Çok geçme
den Bayan Harker da odasına çekildi ve dördümüz strateji
mizi planlamaya koyulduk.
Şüphesiz, Dracula, eve girmek amacıyla içeriden birini et
kileyerek kendisini davet ettirmeye çalışacaktı. Holmes erte
si günün tamamında nöbet tutmayı önerdi.
"Bu işe ne kadar az kişi kanşırsa o kadar iyi," dedi. "Biz
ler daha önce kontu durdurduk ve onu nasıl durduracağımı
zı biliyoruz. Riskleri çoğaltmanın anlamı yok."
Herkes onayladı, Holmes ve Van Helsing'in kurduğu planı
izleyerek, evi bölüştük. Gün ışığında vampirin gücü zayıflı
yordu, fakat gündüz eve girmesi ve karanlık basıncaya kadar
bir köşede saklanması mümkündü, ihtiyatı bir an bile elden
bırakamazdık. En ufak bir dikkatsizlik ölümcül olabilirdi.
Holmes, "Önümüzde gergin günler olduğunun farkında-
2 4 8 l
yım," dedi. "Fakat bunun çok uzun sürmeyeceğini sanıyo
rum. Bildiğim kadarıyla Dracula oldukça sabırsız. Dün gece
planlarını iki defa bozduk ve intikam almak için sabırsızlanı
yordun Ne olursa olsun, birkaç gün içinde her şey bitmiş
olacak."
Biraz daha konuştuk ve odalarımıza çekilme vaktinin gel
diğine karar verdik. Holmes biraz pipo içmek ve nöbet tut
mak için salonda kalmak istediğini belirtti.
Odama çıkmadan önce onu son gördüğümde, ağzının ke
narında kavisli piposu, uzun parmaklarını çaprazlamış, kol
tuğunda arkaya yaslanmış halde duruyordu.
249
Tamamen uyanarak, sırtıma bir sabahlık geçirdim ve ho
le çıktım. Holmes'ün, ışığı yanan bir odaya girdiğini ucu ucu
na gördüm. Harker ve eşi, önden yürüyen Van Helsing'i izli
yordu.
Koşmaya başladım ve kâbuslardan fırlamış bir sahneyle
karşılaşmaya hazırlanarak eşiği geçtim.
Doktor Seward'ın oğluna ait olduğu anlaşılan odadan bir
kasırga geçmiş gibiydi.
Mobilyalar, tabiat kuvvetlerinden biri tüm öfkesini onlara
kusmuş gibi parçalanmış, tersyüz olmuştu. Holmes, duvara
yaslanmış duran Seward'a, kendini toplaması için bir yudum
brendi içirmeye çalışıyordu.
"Ne oldu?" diye sordu.
Seward güçlükle doğrularak, "Ben... uyudum," dedi.
"Abe'in yataktan kalktığını ve pencereden sarımsakları çıkar
dığını hatırlıyorum. Birine içeri girmesini söylüyordu. Son
ra... karmaşa, delilik. Nasıl hayatta kaldığımı bilmiyorum."
Aniden duraladı ve etrafına bakındı. Telaşla, "Abe nere
de?" diye sordu, "Pencere!"
Durdurmaya fırsat kalmadan, açık pencereden sarkarak
çıktı ve çatıya doğru güçlükle tırmanmaya başladı.
Holmes ev sahibimize dönerek, "Tavan arası?" diye sordu.
Sesi, ortada bir felaket yokmuş gibi lakayttı.
Harker, odadan çıkarken, "Beni izleyin," dedi.
Peşinden gittik. Tek bir söz söylemiyorduk, zira yüz ifade
lerimiz her şeyi açıklıyordu. Hepimiz birer aptaldık, kendimi
ze (fazla) güvenmiştik ve Dracula da fırsatı iyi kullanmıştı.
"Benim hatam," dedi Harker birden. "Abe bütün hafta gö
rünmez arkadaşından bahsetti ve buna dikkat etmedim, şu
çocuksu oyunlardan biri sandım."
250
Sessizce anladığımı belirttim. Dracula ufaklığa yaklaşmış
ve kendisini davet etmesi için onu hipnotize etmişti. Bu şey
tani yaratık sandığımızdan çok daha kurnazdı. Bir yandan
Buckingham'a girmek için Londra'da entrikalar çevirirken,
diğer yandan gizlice ikinci bir plan uygulayacak kadar bece
rikliydi. Belki de hedefi daima intikam olmuştu ve kraliyet
ailesini vampire dönüştürme planı acımasız bir şaşırtmaca
dan başka bir şey değildi. Böyle çarpık bir zihinden neler
geçtiğini kim bilebilir ki?
Tavan arasına ulaştık ve Holmes, Harker'ın yardımıyla ça
tı penceresini açtı. Pencerenin önüne toplandığımızda, kor
kuyla, yalnızca birkaç metre uzağımızda cereyan eden olaya
şahit olduk. Seward çatıya çıkmış, bir koluyla ufaklığı tutan
Dracula'nın önünü kesmeye çabalıyordu. Talihsiz çocuk,
transtaymış gibi boş gözlerle, hareketsiz duruyordu. Holmes
pencereden çatıya atlayıp, sanki Hyde Park'ın ortasındaymış
gibi kaypak zeminde koşmaya başladı.
"Çok geç," dedi vampir. "Kanını içtim ve artık o benim.
Hepinizin olacağı gibi!"
Holmes'ün arkasından çatıya adım attığım anda, Se-
ward'ın delirmiş gibi Dracula'ya doğru hamle yaptığını gör
düm. Nosjeratu, onu bir böceğe fiske atarmış gibi bir yana fır
lattı ve Doktor bahçeye düştü. Bedeninin yere çarparken çı
kardığı boğuk sesi duyduk.
Van Helsıng arkamdan, "Lanet olsun!" diye bağırdı.
Holmes, o şeytani yaratığın üzerine gitmeye devam eder
ken bize, "Van Helsing, Watson olduğunuz yerde kalın. Ben
icabına bakarım," dedi.
Dışarıda uğursuz bir manzara vardı. Dolunay çıkmıştı ve
çatının tepesindeki üç silueti ölgün bir ışıkla aydınlatıyordu.
251
Dracula, hâlâ transtaki çocuğu bırakmadan, "Benim icabı
ma bakmayı nasıl umarsın, aptal?" dedi. "Gitmeme engel ola
mayacaksın."
"Peki nereye? Londra'daki sığınağınız artık işinize yara
maz. Transilvanya'ya da dönemezsiniz. Gelgit sona erene dek
Kanal'ı geçemezsiniz. Ben de sizi orada bekliyor olacağım."
'Başka sığınaklarım da var. Gece benim sığınağım."
Kendime, o hipnotize edici gözlerden sakınmam gerekti
ğini hatırlattım. Holmes vampire biraz daha yaklaştı.
"Beni yendiğinizi mi sanıyorsunuz? Hepinize sahip olaca
ğım ve bana, efendi diye hitap edeceksiniz. Size gelince de
dektif, sizin için özel bir şey düşüneceğim."
"Bu asla olmayacak."
"Haçınız nerede? Nerede düşmanın o gülünç sembolü?"
Birden, müthiş bir korkuyla, Holmes un elinde haç olma
dığını fark ettim. Aklından ne geçiyordu ki? Bulundukları ye
re hamle ettim. Holmes'ün o alçak mahlukla silahsız olarak
mücadele etmesine müsaade edemezdim. Yerinden oynamış
bir kiremite takılarak, bir an dengemi kaybettim. Sonra biri
beni tuttu.
Van Helsing'di. "Çok geç, dostum Watson," dedi, "Onun
la tek başına karşılaşmak zorunda."
Haklıydı. Holmes ve Dracula artık birbirlerine çok yakın
lardı ve olacakları engellemek için oraya vaktinde ulaşmak
imkânsızdı.
"Haça ihtiyacım yok. Aklım yeterli bir silah."
"Ha, ha, ha, ha! Aklın bir işe yaramaz, seni zavallı. Tek si
lah güçtür. Benimle boy ölçüşecek kudretin var mı? Hıh, hiç
sanmam."
"Elveda, Vlad Dracul."
252
Aniden, Holmes'ün kol yeninden bir şey fırladı, ince ve
sivri uçlu bir şeyin, sanki yayla fırlatılmış gibi Dracula'nın
göğsüne saplandığını gördüm. Vampir, oğlanı aşağı fırlattı.
Holmes ise, hiç zorlanmadan insanüstü bir hızla hareket ede
rek çatının saçağından düşmek üzere olan çocuğu yakaladı.
Dracula göğsündeki kazığa hayretle gözlerini dikmişti. Kafa
sını kaldırdığında karşısında Holmes u gördü. Gözleri, bana
artık pek hipnotize edici gibi gözükmüyordu, içlerinde daha
çok korku ve ızdırap vardı.
"Seni..! Seni! Lanet olsun sana!"
"Huzur içinde yat, Vlad Dracul."
Dracula son bir gayretle Holmes'e saldırmaya çalıştı, ama
gücü tükenmişti, yığılıp kaldı. Çatıdan yuvarlandı ve daha
saçağa ulaşmadan rüzgarın savurduğu bir toz bulutundan
ibaret kaldı ve arkasında kötü bir koku ağır ağır geceye ka-
nştı.
Holmes, çocuğu sıkıca tutarak, pencereye kadar geldi ve
ufaklığı bize uzattı. Ardından kendisi de içeri girdi.
"Nasıl... ama... nasıl?" diye sordum hayranlıkla.
Holmes'ün yüzünde geniş bir gülümseme oluştu.
"Dostum, baritsu tekniklerini bilen birini asla hafife alma
yın. Bir vampirin kalbine kazık saplamakta olduğu kadar Re-
ichenbaclVtan düşerken de işe yanyor."
"Peki, artık bitti mi?"
"Bu defa bitti mi diye soruyorsunuz yani. Kimbilir? Şüphe
siz, biz üzerimize düşeni yaptık ve artık rahatlayabiliriz. Eğer
günün birinde geri dönerse, karşısına başkaları çıkacaktır."
"Tanrı yardımcıları olsun, Holmes."
253
Bork'un casusluk ağını dağıttığı zaman, son konuşmamızda
bana söylediği şeyin doğrulandığını gördüm: Evet, şüphesiz
doğudan soğuk ve zalim bir rüzgar esiyor ve birçoğumuz bu
rüzgarla ölecek. Holmes'ün bu korkunç savaşı engellemek
için bütün gücüyle sarf ettiği gayretler başarısız oldu. Avrupa
üzerine dehşet tekrar çökecek. Bugüne kadar olanlar yetmi
yor mu? Cevap olumsuz gibi görünüyor. Asla yetmiyor.
Dracula da, tıpkı şimdiki gibi bir savaş ve yıkım, kan ve
ölüm çağında doğdu. Kendime, bu zalim savaş esnasında kaç
Dracula doğacak diye soruyorum. Bu savaşta kaç Van Hel-
sing, kaç Holmes ölecek?
Hikâyemi bu sözlerle bitirmeyi düşünmüştüm, fakat bu
pek kötümser bir son. En azından Dracula'yı alt ettik. Bedeli
yüksek oldu, ama sanırım buna değerdi. Önemli olan da bu.
255
DÜZENBAZ KATİL MACERASI
257
gan taraf olmuş, klasik bir ağabey rolü herhalde."
Anlatma şevki sürsün diye başımı salladım.
"Bu anlattıklarımın olayla ilgisi var mı bilmiyorum, ama
Bay Holmes'e nakletmeniz için mümkün olduğunca fazla bil
gi vermeye çalışıyorum. Eğer açıklamalarım karmaşıksa, lüt
fen beni affedin. Tanışmamızdan bir yıl sonra Rose'la nişan
landık ve beni evinde yemeğe davet etti. On iki aylık bekle
yiş belki size uzun gelmiş olabilir, ama ben bu tür konuları
ağırdan almaktan hoşlanırım. Gönül işlerinde aceleci davran
mak ciddi bir hata olabilir."
Sözlerine katılmamı bekliyormuş gibi bana baktı. Belirsiz
bir jest yapıp, devam etmesini işaret ettim.
"Ağabeyi ve benim pek kanımız uyuşmadı. Herhalde bu
normal. Aramızın kötü olduğunu veya tartıştığımızı söyle
mek istemiyorum. Yalnızca, aramızda bir gerginlik vardı.
Açıklaması güç. Evlenirse, Rose'u kaybedeceğinden korkuyor
diye düşündüm... yani... evlenseydi... demek istedim."
Uzunca bir süre suskun kaldı.
"Üç hafta önce, ne olduğunu kesin olarak bilmiyorum,
ama Aloysius ve Rose'un arasındaki ilişki giderek kötüleşti.
Rose, ona her zamanki gibi, eee... uygun bir tabir mi bilmem,
boyun eğiyordu. Küçük kız kardeş şefkatiyle. Başka türlü
açıklayamıyorum. Ama Aloysius giderek daha soğuk, daha
mesafeli ve ayrıca daha despotça davranıyordu. Bir keresinde,
Rose'un yokluğundan faydalanarak, ona ne olduğunu sor
dum. Bir an samimi davranacak gibi oldu, ama bir anda fikri
ni değiştirdi ve bana yalnızca, 'Aileden olmayan birine anlatıl
mayacak kadar mahrem şeyler vardır,' dedi. Israr etmeye ni
yetlendim ama, 'Lütfen, Rose'dan ayrılmanız herkes için daha
iyi olur,' diye ekledi. Bu laf karşısında ağzım açık kaldı ve
259
uzunca bir süre konuşmayı sürdüremedim. Şaşkınlığımı üze
rimden attıgımdaysa, Rose dönmüştü ve bu konuda konuşma
fırsatı bulamadım. Sonra... dün... olanlar oldu. Aloysius öğlen
bire doğru eve dönmüş. Mobilya ihracatıyla uğraşır ve işleri
fena değildir. Aralarında ne geçtiğini bilmiyorum, ama birkaç
dakika sonra, ben eve geldiğimde, korkunç bir manzarayla
karşılaştım. Tek hizmetçileri Bayan Stepples yardım çığlıkları
atarak dışarı uğradı. Giriş basamaklarını bir hamlede çıkıp,
eve girdim. Aloysius, Rose'a hakaretler yağdırıp, dövüyordu.
Kendinde değil gibiydi, delirmişti. Onu zapt etmeye çalıştım,
ama bana da saldırdı. O anda insana değil, gözünü kan bürü
müş bir canavara benziyordu. Ya o söyledikleri: 'Fahişe, ser
seri, soysuz. Orada ne yapıyordun? Ne yapıyordun? Seni öl
düreceğim, Tanrı şahidim olsun, seni öldüreceğim! Rezillikle
rinle bu evin onuruna leke süremeyeceksin!' İşte buna benzer
zırvalar, bir kadına yöneltilebilecek en zalimce hakaretler. Za
vallı Rose yüzü yara bere içinde ağlayarak yerde yatıyordu.
Evin önünden geçerken gürültüyü duyan bir devriye polisi
içeri girdi. İkimizin kontrol altına aldığı Aloysius yavaş yavaş
sakinleşiyora benziyordu. Bu yüzden polis de, ben de biraz
gevşedik. Onu hâlâ tutuyorduk, ama korkarım bu yeterli gel
medi. Aniden, sanki içine şeytan girmiş gibi, halen yerde ya
tan Rose'un üzerine atılıp, tekrar vurmaya başladı. Güçlükle
yeniden zapt ettik ve polis, etrafın sakinleşmesi için onu kara
kola götürmeye karar verdi. Ben, Rose'un yanında kalmak is
tiyordum, ama gözyaşlarını akıtmasını engelleyen yegane şey
benim varlığımdı. Sonunda, onu Bayan Stepplesa emanet et
meye karar verdim ve hata ettim. Onun yanında kalsaydım...
Ama böyle düşünmek bir işe yaramaz, hem faydasız, hem de
acı veriyor. Nereden bilirdim... Karakola gitmeyi aklımdan
260
geçirdim, ama o anda Aloysius'u görmeye tahammül edeme
yecektim, bu yüzden evime gittim. Bir buçuk saat sonra ka
pım çalındı. Gelen polisti. Rose'un öldüğünü söyledi. Ben ay
rıldıktan sonra, harap olan sinirlerini yatıştırmak için çay ha
zırlamış ve bir yudum alır almaz kusarak yere yığılmış. Onu
görmeye gitmedim, cesedini görmek istemedim, onu dükka
nımdan içeri girdiği zaman pencerelerden süzülen ışıkla yıka
nan ince ve zarif siluetiyle, güler yüzlü, utangaç ve tabii hayat
tayken hatırlamak istedim. Ah Tanrım, ah Tanrım, Tanrım..."
Aniden, hıçkırıklarla kesilen bir ağlama sağanağına tutul
du. Elimden, ona şefkatle bakıp, sakinleşmesini beklemekten
başka bir şey gelmedi. Gözyaşları başladığı gibi birden kesil
di ve kahverengi gözlerinden açıkça okunan sessiz bir soruy
la bana baktı.
"Bay Copper, inanın, Sherlock Holmes'ün bu olayla ilgi
lenmesi için elimden geleni yapacağım. Size söz veriyorum."
Bu, onu sakinleştirdi. Holmes'e iletmem için başka bilgi
ler de verdikten sonra, yanımdan ayrıldı..Pencereden uzak
laşmasını izledim: Kasım ayının puslu havasında, yıkılmış ve
kederli bir adam.
261
gülerdi, fakat herkesin bildiği gibi, ben Holmes değilim.
263
den geçirdim. Eski dostum beni her zaman sonuç çıkarmak
ta zayıf olmakla suçlamakla birlikte, birçok vesileyle gözlem
kabiliyetimin kuvvetli olduğunu belirtmişti, bu yüzden
önemli bir şeyi gözden kaçırmayacağımdan emindim. Salon
da anormal bir şeye rastlamadım, böylece dikkatimi, talihsiz
kadının ölümüne sebep olduğuna inandığım şekerlikte yo
ğunlaştırdım.
Lestrade, "Analiz için şekerden numune aldık," dedi. "As
lında ona bile gerek yoktu: cesedin ağzındaki acıbadem ko
kusundan öğreneceğimizi öğrendik."
"Siyanür," dedim alçak sesle.
"Öyle, Doktor. İncelemenizi bitirdiyseniz, kurbanın ağa
beyini çağıracağım. Bize anlatacaklarını ilginç bulacaksınız."
"Elbette."
Aloysius Constable uzun boylu, geniş omuzlu, gürbüz ve
kısık bakışlı biriydi, otuz beş yaşlarındaydı ve gür siyah saç
ları hafifçe aklaşmaya başlamıştı. Bize kapıyı açan üniformalı
polis içeri aldığında, kuşkulu gözlerle bize bir baktı, ardın
dan davet beklemeden yanımıza oturdu.
Lestrade, "Ortağıma bu sabah karakolda bize anlattıkları
nızı tekrarlamanızı rica ediyorum," dedi.
Belirsiz bir hareketle onayladım.
"Aşağı yukarı üç hafta önce işyerimde bir mektup aldım.
Üzerinde ne gönderici ismi, ne de posta damgası vardı. Ayrı
ca imzasızdı. Mektupta kız kardeşim Rose'un..."
Nefes almakta zorlanıyormış gibi durdu. Sonra derin bir
soluk alıp, devam etti.
"Rose'un onurunu sorguluyordu. Söylememe bile gerek
yok, bu beni kızdırdı, elbette tahmin ettiğiniz gibi yazılanla
rın tek kelimesine bile inanmadım, ama korkunç bir şaka ad-
264
dedip geçemezdim de. Bu yüzden, günün birinde kim oldu
ğunu öğrenme fırsatı bulursam, onu yazan kişiye bu cüreti
nin bedelini ödetmeye yemin ederek mektubu sakladım. İki
gün sonra, yine imzasız ve damgasız bir mektup daha geldi.
El yazısı aynıydı. Bana, kız kardeşimin... mektuptaki tabirle,
'ikili yaşamı' üzerine detaylı bilgiler veriyordu. İlk mektupta
yer almayan bir detay olmasaydı bu mektubu da önemseme
yecektim. Bu ikincisinde, bundan bir buçuk ay önce, tam
olarak 15 Ekim gecesi, Rose'un... kötü şöhretli bir mahalleye
gittiği söyleniyordu ve orada yaptıklarına dair, şu anda size
tekrarlayamayacağım kadar adi tasvirler mevcuttu. Dikkatimi
çeken şey, bahsedilen gece kız kardeşimin sahiden de evde
olmamasıydı. Başta, sözlüsü Bay Copper'la randevusu olabi
leceğini düşündüm, ama bir iki gün sonra kendisine bunu
sorduğumda, o gece görüşmediklerini öğrendim, inanın, bir
karara varmadan önce bu konuyu aklımda uzun uzun evirip
çevirdim. Sonunda, daha fazla sabredemeyerek bir arabaya
atlayıp, mektupta bahsedilen adrese yollandım. Civar sakin
lerine sorular sordum. Bir an için, tüm bunların zavallı Ro-
se'a karşı kurulmuş bir tuzak olduğunu düşündüm, fakat
onu gördüğünü söyleyen bunca insan yanılıyor olamazdı. Bu
pek olası değildi, zarif bir kadın böyle bir mahalleden fark e-
dilmeden geçemezdi. Küstah tavırlı, buruşuk bir ihtiyar, Ro
se'un sokakta bir süre dolandıktan sonra ne idügü belirsiz bir
evin önünde durup, kapıyı çaldığını söyledi. Kapı açılmış,
Rose içeri girip, orada yarım saat kadar kalmış. Evi buldum.
Kapıyı, berduş kılıklı, pis biri açtı. Kardeşim hakkında sor
duklarıma cevap vermeyi reddetti. Bu beni kızdırdı ve korka
rım biraz kabalaştım, bu bir hataydı, çünkü kabalaşmam sa
dece küstahlığını artırmaya yaradı. En nihayet, bir kahkaha
265
patlatıp, kapıyı suratıma kapattı; ve kendimi gülünç ve rahat
sız hissederek sokağın ortasında kalakaldım. Işyerime dön
düm. Ertesi günün sabahını zor ettim, içimdeki öfke giderek
kabardı, ta ki... Dün öğlene dek sabredebildim, isimsiz muh
birim haklı görünüyordu, haklı olmalıydı, tüm kanıtlar bunu
gösteriyordu. Rose... yoldan çıkmıştı. Eve döndüm. O sıra
larda yabani bir hayvana dönmüştüm, aklımı kullanamaya
cak haldeydim. Gerisini biliyorsunuz."
Bu ilginç hikâyenin ardından, kendisine gönderilen imza
sız mektupları bize uzattı. Lestrade ile birlikte dikkatle ince
ledik. Mektuplar, kaba, handiyse hakaretamiz bir üslupla ya
zılmıştı ve içerikleri, Bay Constable'ın söyledikleriyle örtüşü-
yordu; kullandığı üslubun ve daha mürekkebi kurumadan
kâğıdın ellenmesiyle oluşmuşa benzeyen lekelerin işaret etti
ği üzere, mektupların yazarı şüphesiz alt tabakaya mensup
biriydi.
Lestrade, muhtemel kanıtlar bulmak amacıyla evi aramak
için Constable'dan izin istedi, Constable da gönülsüzce razı
oldu. Merhumenin odasına gelinceye kadar önemli bir şeye
rastlamadık. Orada, dibinde gizli bir bölme olduğu kolayca
anlaşılan ufak bir mücevher kutusunun içinde iki mektup
bulduk. Bu mektupları, Aloysius Constable'a gelenlerle karşı
laştırmaya bile lüzum görmedim. Bunlan yazan kesinlikle ay
nı kişiydi. Burada okura mektupların içeriğinden bahsetme
yeceğim. Yalnızca, eğer Bayan Rose sözlüsünün salı akşamla
rı ne yaptığını öğrenmek istiyorsa, Whitechapel'den pek uzak
olmayan belli bir adrese bakmasının yeterli olacağının söylen
diğini belirtmekle yetineceğim. Şüphesiz, talihsiz kızın görül
düğü ve ağabeyinin sonradan bulduğu yer orasıydı.
Dediğim gibi, adres, Whitechapel yakınlarında kötü şöh-
266
retli bir mahalledeydi ve bu bana, birkaç yıl önce orada ger
çekleşen bazı olayları hatırlattı. Bahsettiğim olaylar, ünlü Ka-
nndeşen'in kurbanı olan Martha Turner, Mary Ann Nichols,
Annie Chapman ve diğer birçoğunun ölümleriydi. Holmes ve
ben o vakitler vakayı ele almış ve bu kadınların neden katle
dildiklerine dair inanılmaz keşiflerde bulunmuştuk. Bugün
dahi, keşfettiğimiz şeylerin açıklanması halinde çıkacak reza
letin büyüklüğü sebebiyle, şüphesiz, Holmes'le birlikte karış
tığımız en korkunç ve sıradışı vakalardan biri olan bu olay
hakkında dudaklarım mühürlüdür.
Ben bu düşünceler arasında kaybolmuşken, Lestrade,
Constable'ı çağırdı ve bulduğumuz mektupları gösterdi. Mek
tupları okuyan adamın rengi gözle görülür bir şekilde soldu.
Gözlerinden yaşlar süzüldü, anlaşılmaz bir şeyler söylenip,
sendeleyerek odayı terk etti. Dokunaklı bir görüntüydü, şim
di kız kardeşine tümüyle haksız yere saldırdığını anlamıştı.
Lestrade, mektuplarda bahsedilen salı kaçamakları hak
kında Copper'a birkaç soru sormaya ve ardından bahsedilen
adrese gitmeye karar verdi. Kendisiyle birlikte gitmek istiyor
dum, ama öğle yemeği vakti gelmişti ve ögleüzeri kabul ede
ceğim bazı hastalarım vardı.
Lestrade'den, araştırmalarının sonuçlarını bana bildirme
sini ve mümkünse, adli tabip otopsiyi bitirdiğinde hazırlana
cak olan otopsi raporunun bir nüshasını rica ettim.
"Elbette, Doktor," diye cevap verdi. "Umarım Bay Holmes
de çok geçmeden avda bize katılır."
Ben de öyle umduğumu söyledim. Ardından ona veda
edip, caddeye çıktım. Bir iki dakika sonra bir araba çevirip,
eve döndüm.
267
Aynı günün akşamı, Holmes'e gönderilmek üzere, adli tıp
raporunun bir özeti ve Copper'ın Lestrade'e yaptığı açıklama
ların yer aldığı bir raporla birlikte uzun bir mektup ve bir
telgraf metni yazdım. Telgraf metni çok kısaydı:
268
dı. Lestrade, birtakım güçlüklerin ardından, eve girmeyi ve
Rose buraya geldiğinde kendisiyle konuşan kadına ulaşmayı
başarmıştı. Polisin karşısında olmak kadının rahatını bozma
mış ve Lestrade'in sorularına tereddütsüz cevaplar vermişti.
Evet, küçükhanım oraya gelmişti. Copper veya benzer isimde
birini tanıyıp tanımadığını öğrenmek istemişti. Hayır, öyle bi
riyle hiç tanışmamıştı, ona da böyle söylemişti ve kendisine
yalan söylenebilmesini tasavvur edemeyecek biri gibi görünen
küçükhanım da, oradan yüzünde bir gülücükle ayrılmıştı.
Bu açıklama, bildiklerimize önemli bir şey eklemiyordu,
ama yine de mektubuma kattım; Holmes, beni, başkalarının
hiçbir ipucu göremedikleri bir şeyden hayret verici sonuçlar
çıkarmaya alıştırmıştı ve Holmes'ün, ne kadar önemsiz gözü
kürse gözüksün, en ufak bir detaydan bile hayati bir bilgi çıka
rabileceğini bilirdim. Mektubu tamam edip, yatağıma gittim.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra, postaneye gitmek üzere
hazırlanırken kapı çalındı. Kapıyı açtığımda, hayretle karşım-
dakinin, Baker Sokağındaki evden taşınmamdan sonra Hol
mes'ün kurye olarak kullandığı delikanlı, Billy olduğunu gör
düm.
"İyi günler, Doktor. Beni Bay Holmes gönderdi."
"Vay canına, Billy, aklımdan geçenleri okumuş gibisin.
Bende gönderilecek bir mektup ve bir de telgraf var."
Delikanlı gülümsedi.
"Bu sabah biz de Bay Holmes'ten bir mesaj aldık. Postanızı
göndermekle bizzat meşgul olmamı istiyor, Doktor Watson."
Yüzü mutluluktan ışıldıyordu. "Yine iş başında, değil mi?"
"Ben de öyle umarım, Billy, ben de," dedim gülümseyerek.
Ona mektubu ve telgraf metnini verdim ve delikanlı he
men yola koyuldu.
269
Sakin bir sabahtı, yegane hastalıkları ihtiyarlık olan, teda
visi mümkün olmayan bir iki hastam vardı sadece. Akşama
doğru Lestrade uğradı.
"Holmes'ten bir haber var mı?" diye sordu.
"Sayılır," diye cevapladım ve Billy'den bahsettim.
"Vakayla ilgilendiğini gösterir. Fevkalade. Siz ne durum
dasınız, Doktor?
"İşin aslı, tümüyle karanlıktayım."
Keyifli bir ateşle ısınan salonda oturduk. Lestrade sigara
sını tüttürerek şömineye bakarken düşünceli görünüyordu.
"Bir teorim var. Belki duymak istersiniz."
"Lütfen."
"Neredeyse zavallı kadının intihar ettiğine inanmak üze
reyim."
"Nasıl?" diye sordum, sahiden şaşırarak. Bu düşünce aklı
mın ucundan bile geçmemişti.
"Basit, Doktor. Bir düşünün. Sözlüsünün sürekli olarak
kötü şöhretli bir eve gittiğini öğreniyor. Bu talihsiz kadın
hakkında bana anlatılanlar doğruysa, çok hassas biriymiş.
Böyle bir haber onu derinden etkilemiş olmalı. Dahası, çok
bağlı olduğu ağabeyi, onun hafifmeşrep olduğuna inanıyor
ve onu handiyse öldürmeye kalkıyor. Çaresizliğe kapılıp, ca
nına kıyıyor. Ne dersiniz?"
Lestrade onay beklentisiyle bana bakıyordu. Gülme iste
ğimi güçlükle bastırabildim. Teorisine dair benden onay bek
lemesi, ama bugüne dek böyle bir şeyi Holmes'ten hiç iste
memesi bana çelişkili görünmüştü. Fakat elbette, eski dos
tum bu tür olaylardan elini eteğini çektiğinden beri neredey
se mitik bir figüre, her dedektifin ilham aldığı birine dönüş
müştü. Holmes'ün bizzat karşısında bulunmamanın verdiği
270
rahatlıkla (şüphesiz, Holmes'ün varlığı Lestrade'in kendisini
beceriksiz ve değersiz hissetmesine sebep oluyordu), artık
ona karşı hayranlığını dışa vurabiliyordu. Benim fikrimi sor
ması da, dolaylı yoldan, bu saygının ifadesiydi.
"Bilmiyorum," dedim. "Bu... diğer kadınla siz konuştu
nuz. Bay Copper diye birini tanımadığını söylediğinde Bayan
Constable'ın kendisine inandığını söylüyor. Bayan Constable
evden gülümseyerek çıktı, diyor."
"Öyle söylüyor, evet, peki doğru mu söylüyor? Açıkçası,
dostumuz Copper'ın salı günleri yaptığı şu esrarengiz geziler
bana oldukça şüpheli görünüyor."
Copper'ın söyledikleri beni de ikna etmemişti. Fakat şu
intihar teorisini bile inanılmaz bulduğumu söyledim.
"Söylediğinize göre, canına kıymaya karar vermesi ve ka
rarını uygulaması arasında bir saatlik bir süre var. Bu kadar
kısa sürede siyanürü nasıl ele geçirebilir ki?"
"Evet, tabii teorimin bazı zayıf yanları var. Fakat Hol
mes'ün dediği gibi, tüm parçalar birbirine uyuyor."
Duraladı ve söyleyeceği şey için güç topluyormuş gibi de
rin bir nefes aldı.
"Onu özlediğimizi söylemekten gocunmuyorum, Doktor
Watson. Yardımı çok işimize yarardı."
Buna söylenecek sözüm yoktu. Lestrade birkaç dakika da
ha benimle oturdu, sonra paltosuna sarınarak soğuk kasım
akşamına çıktı.
271
OLAYA KARIŞAN HERKESİN EL YAZISI ÖRNEĞİ
NE İHTİYACIM VAR. İMZASIZ MEKTUPLARDAN Bİ
RİNE DE. HOLMES
272
anlatımını istediğini ona da söyleyebilirdim, fakat neden bil
mem, bu fikri hevesle karşılayacağını sanmıyordum. Arabacı
ya ücretini öderken hâlâ aklıma daha iyi bir fikir gelmemişti.
Merdiveni çıkıp, kapıyı çaldım. Birkaç dakika sonra kapı
yı Bayan Stepples açtı. Bay Constable'ı görmek istediğimi
söyledim.
"Henüz eve gelmedi, efendim," dedi. "Siz, geçen gün ge
len polislerden biri değil misiniz?"
Cevap vermeye fırsat kalmadan arkamda bir gürültü oldu.
Döndüğümde, birkaç metre uzakta, Constable'ın eli kolu ki
tapla dolu biriyle çarpışmış olduğunu ve kitapların yere sa
çıldığını gördüm. Biri lanet okudu ve her ikisi de kitapları
toplamak için eğildi. Constable iki eliyle birden topladığı ki
tapları sahibine iade etti. O anda adamın yüzünü gördüm!
Bir iki saat önce Copper'ın dükkanında kitap soran adamdı
bu. Burada ne işi vardı? Olayla bir ilgisi olabilir miydi? Böy
le bir anda yerden bitmesi pek tesadüfe benzemiyordu. El
bette, bir şey yapmaya kalmadan, adam kitaplarıyla birlikte
gözden kayboldu, bu sırada Constable da yanıma gelmişti.
"İyi günler," dedim. "Ben..."
"Kim olduğunuzu biliyorum, Doktor Watson. Müfettiş
Lestrade geçen gün söylemişti." Konuşması nazikti, ama se
sinde keskin bir tını vardı. "Ne istemiştiniz?"
"Niyetim sizi rahatsız etmek değil, inanın."
"Artık hiçbir şey beni rahatsız edemez. Buyurun."
Eve girdik. Copper için kullandığım bahaneyi tekrarla
dım. Sahiden de bu fikir onu hiç heyecanlandırmadı.
"Meraklı bir hafiyenin polisten iyisini becereceğinden
kuşkuluyum, ama isteğinizi yerine getirmekte beis görmüyo
rum. Biraz beklerseniz, yazarım."
273
"Teşekkürler." Birden aklıma bir fıkır geldi. "Bayan Stepp-
les'la biraz konuşabilir miyim?"
"Nasıl isterseniz, Doktor."
Constable kâğıt kalem alıp, yazmaya başlarken, salondan
çıktım. Bayan Stepples mutfaktaydı, elli yedi yaşındaki, tom
bul ve yüzünden iyilik okunan bu hanım tüm sorularımı te
reddütsüz cevapladı. Söylediklerinin hepsi bildiğim şeylerdi.
içimden açıkgözlülüğüme sevinerek, "Bunları yazılı ola
rak verebilir misiniz?" diye sordum.
"Tabii, ama..."
"imlânız için endişelenmeyin."
Yarım saat sonra, olayda ismi geçen iki kişinin daha el ya
zısını almış olarak evden ayrıldım. Araba çağırırken aklıma
bir düşünce takıldı. Holmes, benden olaya karışan herkesin
el yazısı örneğini istemişti ve birini atlamıştım. Kurbanın el
yazısı elimde yoktu. Constableların evine dönüp, kız karde
şinin yazdığı bir şeyi istemem mümkün değildi, çaresiz, ara
baya atlayıp, oradan uzaklaştım.
Holmes'ün asıl niyetinin, bir ihtimal, kurbanın el yazısını,
imzasız mektuplardakiyle karşılaştırmak olduğunu düşün
meden edemedim. Fakat niye öyle söylememişti ki? Bu man
tıksızdı. Holmes'ün istediği sahiden buysa, mektubundaki
ağzı sıkılığın sebebi neydi? Neden bana, ilgilendiği yegane el
yazısının Rose Constable'ınki olduğunu doğrudan belirtme
mişti? Yine de eski dostumun teatral üslubuna alışıktım ve
bu sis perdesi de tam ona göreydi.
Eve vardığımda olanlardan halen bir sonuç çıkaramamış
tım. Eşim yemeği hazırlamış beni bekliyordu, ama pek iştah
lı değildim. Aklımda birbiri ardına varsayımlar üretiyordum
ve giderek her biri bir öncekinden daha anlamsız hale geli-
274
yordu. Holmes'e yönelik bir kötü söz dilimin ucuna geldi.
Neden saklambaç oynamayı bırakıp, Londra'ya gelmiyordu?
Kitapçıdaki adamı hatırladım. Bu vakayla nasıl bir ilgisi var
dı? Zihnimde uçuşan parçalar, bir anda yerli yerine oturur gi
bi oldu: İmzasız mektupların yazan ve belki de zavallı Rose'un
katili o adamdı. Her şey gün gibi açıktı. O mektupları yazma
sebebi fevkalade basitti: Rose Constable'ı zor durumda bıraka
cak ve ağabeyini o kadar kızdıracaktı ki, Rose'u öldürmeye ni
yetlenmesine kimse şaşırmayacaktı. Böylece talihsiz kadın siya
nürle zehirlendiğinde, tüm şüpheler Aloysius Constable üze
rinde toplanacaktı. Fakat Aloysius Constable'ın gazabını ve
kendini kaybederek kız kardeşine saldırmasını hesaba katma
mıştı. Hal böyle olunca, planı suya düşmüştü ve şimdi, izlerini
örtmeye çalışarak etrafta dolaşıyordu. Fakat, kimdi o, Constab-
lelarla nasıl bir ilişkisi vardı, neden Rose'un ölmesini istemişti?
Bunları bilmiyordum, ama öğrenecek birini tanıyordum.
Yerimde duramayarak, çalışma odama gittim ve düşünce
lerimi kâğıda döktüm. Akşam, Scotland Yard'dan bir görevli
gelip, Lestrade'in ertesi gün benimle görüşmek istediğini bil
dirdi. Teorimi yazmayı bitirip, Billy'i çağırdım ve Holmes'e
iletilecek raporu teslim ettim. Sonra da yatmaya gittim.
Elbette fazla uyuyamadım. Önce kitapçıda gördüğüm,
sonra da Constable'la çarpışan adamın görüntüsü aklımdan
çıkmıyordu.
275
"Çok yazık, çok yazık, ilginç bir şey oldu. Bu sabah Bayan
Carston beni aradı." Rose Constable'ın görüştüğü hafifmeş
rep kadındı bu. "Öyle anlaşılıyor ki, dün akşamüstü çalıştığı
yerin çevresinde biri dolaşıyormuş."
"Kim?"
"Bilmiyoruz, fakat elimizde adamın tarifi var. Şişman, ga
ga burunlu, ak saçlı, çerçevesiz gözlük takan biri."
"Bu o!"
Lestrade doğruldu.
"Evet, o adamı dün gördüm, iki kez." Ardından iki karşı
laşmayı da anlattım.
"Haklısınız, Doktor, haklısınız, bu o adam. Olay karma-
şıklaşıyor, siz ne dersiniz?"
"Şüphesiz."
"O adam bir şey biliyor, bu gayet açık." Lestrade'in bu ifa
deyi kullanması karşısında gülümsemeden edemedim. "Şu
esrarengiz mektupların yazarı ondan başkası olamaz. Adam
hikâyeye fazlasıyla karışmış olmalı, sizce de öyle değil mi?"
Başımla onayladım. Lestrade'e kendi teorimi anlatmak
üzereydim ki, tevazum beni engelledi.
"Kuvvetle muhtemeldir," demekle yetindim.
"Evet, şüphesiz." Lestrade kendini bu fikre iyice kaptır
mıştı. Gözleri heyecanla parlıyordu. "Ressamlarımızdan biri
ne bu adamın tarifini verebilir misiniz?"
"Elbette."
"Mükemmel. Resmi çoğaltıp, tüm memurlara dağıtırız.
Onu yakalayacağız, şüpheniz olmasın." Tekrar gülümsedi ve
hindi gibi şişinerek, "Holmes'ün yardımı olmadan da fena iş
başarmıyoruz, değil mi?"
Lestrade'in coşkusu bulaşıcıydı, ben de keyiflenmiştim.
276
Beni yemeğe davet etti, fakat reddettim ve Scotland Yard res
samının, esrarengiz adama oldukça benzeyen bir resim çiz
mesine yardım ettikten sonra Kensington'a döndüm.
277
İhtiyatla, evet, dedim.
"Öyleyse bir düşünelim. O mektuplar ne işe yaradı? Ba
yan Constable'ı şüpheli bir mahalleye göndermeye ve ağabe
yini bu ziyaretten haberdar etmeye. Peki hangi amaçla? Çok
basit, Bay Constable bu işe o kadar kızacaktı ki, kız kardeşi
öldüğünde herkes onun sorumlu olduğunu düşünecekti. Bu
adam bu maksatla eve girdi (nasıl girdiğini öğreneceğiz) ve
şekere siyanür kattı. Fakat, Bay Constable'ın kız kardeşinin
üzerine yürüyeceğini hesaba katmamıştı. Planını bozan da bu
olmalı." Dönüp, tutukluyla yüz yüze geldi. "Öyle değil mi?"
Adam polislerin arasında kıpırdandı ve titrek bir sesle:
"Doğru, her şeyi itiraf edeceğim. Ama tek bir isteğim var."
"Söyleyin."
"Rose Constable'ın ağabeyinin ve sözlüsünün de orada
hazır bulunmasını istiyorum."
Lestrade tutuklamadan dolayı öylesine memnundu ki, bu
tuhaf isteğe itiraz etmedi. Scotland Yard'a doğru yola koyul
duk ve Copper ve Constable'ı getirmek için iki görevli gönde
rildi. Arabada, bir gün önce Lestrade'e teorimden bahsetme
diğim için içimden kendime söylendim. Gözüme önemsiz gö
rünmüştü ve artık açıkgözlülügünden dolayı müfettişi tebrik
etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Şüphesiz, Holmes'le
birlikte geçirdiği yıllar boyunca bir şeyler öğrenmişti.
278
"Haydi, haydi, bizi daha fazla oyalamayın, itiraf edeceği
nizi söylemiştiniz."
"Lütfen, imzasız mektupları görebilir miyim?"
"Pekala, ama bu sadece sizin zararınıza."
Mektupları dolabından çıkarıp, elleri titreyen tutukluya
verdi.
"Şu el yazısına bakın. Bunun bir solak tarafından yazıldı
ğına hiç kuşku yok."
Copper'a kaçamak bir bakış attım. Huzursuzca sandalye
sinde kıpırdandı. Memnuniyeti giderek azalan Lestrade, "Bu
sonucu neye dayandırıyorsunuz?" diye sordu.
"Bir şeyin sağ elle mi, yoksa sol elle mi yazıldığını göste
ren bazı ipuçları mevcuttur. Konunun uzmanı olmadan da
kendi gözlerinizle doğrulayabilesiniz diye size bunlardan en
basitini söyleyeceğim. Mürekkep lekeleri. Solak biri yazı ya
zarken, eğer dikkat etmezse, sol eli yazılmış olan satırların
üzerinden geçer ve mürekkebi dağıtır. Bu apaçık ortada."
"Evet, tamam, kabul. Suçlu bir solak. Siz de solaksınız de
ğil mi?"
"Hayır, değilim, fakat Bay Constable öyle."
Constable itiraz edecekmiş gibi ağzını açmıştı ki, ben atıl
dım:
"Bu doğru değil. Sag eliyle yazdığını bizzat gördüm."
"Size inanıyorum, Doktor. Fakat birinin yazmak için sag
elini kullanıyor olması, diğer eliyle de yazamayacağı anlamı
na gelmez."
"Saçma," dedi Constable.
"Kız kardeşinizi öldürdünüz, çünkü başka bir adamla ev
li olması fikrine, birinin ona sokulması, hattâ parmağını sür
mesi düşüncesine bile tahammül edemiyordunuz. Bu sizi de-
279
li ediyordu. Eğer size ait olmayacaksa (ve kız kardeşiniz ol
duğundan sizin olamazdı da), başka kimseye de ait olmaya
caktı:'
Constable'ın yüzü kızarmıştı, dişlerini gıcırdatıyordu ve
yumruğunu sıkmaktan elleri bembeyaz kesilmişti. Kafası ka
rışmıştı; ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu.
"Whitechapel civarında oldukça tanınan bir simasınız,
bayım, daha doğrusu, sarı bir peruk ve takma sakalla olduk
ça tanınıyorsunuz. Ve şu... eee... hizmetinden istifade ettiği
niz küçükhanım, kendisine daima Rose demekte ısrar ettiği
nizi kesinlikle söyleyecektir. Unutmadan, kız kardeşinizin
görüştüğü kişi, aynı küçükhanım."
Constable'ın gırtlağından boğuk bir homurtu çıktı, is
kemlesinden fırlayıp, tutuklunun üzerine yürüdü. Elbette
ona dokunamadı bile. Sıçrayışının (bunu başka türlü tanım-
layamayacağım) ortasında, vurulmuş gibi durdu ve yere yı
ğıldı. Vücudu korkutucu bir şekilde sarsılıyor ve hıçkırarak
ağlıyordu. Izdıraplı bir sesle, yalnızca, "Onu seviyordum,"
dediğini duyabildik. "Onu seviyordum. Ve şimdi o gitti! Git
ti!" diye haykırdı. "Buna katlanamam, katlanamam."
Sonra söylediklerini anlayamadık. Lestrade, bir soru sora
cak kadar şaşkınlığından sıyrılmayı becerdi.
"Yani, doğru mu? Kardeşinizi öldürdünüz mü?"
"Anlamıyor musunuz?" dedi Constable ona bakarak. "Ev
lenecekti. Beni terk edecekti. Buna izin veremezdim."
Bu acıklı sahneden ne kadar az bahsedersek, o kadar iyi.
Lestrade'in emri üzerine iki polis Constable'a kelepçe taktı.
Copper çok geçmeden çıkıp gitti. Constable'ın, sevdiği kadı
nı öldürdüğünü itiraf ettiğinde bile hiç tepki göstermemişti.
Muhtemelen hiçbir şey hissedemeyecek kadar sersemle-
280
miş, uyuşmuştu; olanlar düşünüldüğünde, onun adına böy-
lesinin daha iyi olduğunu düşündüm. Acıyla baş etmesi da
ha kolay olacaktı. Lestrade ve ben, bu tuhaf ihtiyarla yalnız
kalmıştık.
"İnanılmaz," dedi Lestrade. "Aklımın ucundan bile geç
mezdi."
"Her şey gayet açıktı, sevgili dostlarım."
Bu Holmes'ün sesiydi ve iskemlesinde oturan şişman ada
mın dolgun dudakları arasından geliyordu. Tombul ihtiyar,
peruğunu, makyajını ve sahte göbeğini çıkardığında artık
tombul ihtiyar değildi.
"Bu gece beni yakalayarak mükemmel bir iş başardınız,
Lestrade. Tabii siz de, Watson, tahmin ettiğimden çok daha
kurnazsınız. Sizleri tebrik etmeliyim, gerçekten."
"Buraya ilk mektubunuzu aldıktan sonraki gün geldim,
Watson. Vaka fazlasıyla ilgimi çekmişti, bu yüzden kendimi
an kovanımdan azat edip, araştırmalarımı sonraya bıraktım.
Daha ilk anda şüphelendiğim bir şey vardı: Aynı gün içinde,
aynı kişinin iki kez öldürülmeye çalışılması. Bu nadir rastlanı
lan bir şey. Kimse o talihsiz kadından böyle bir şeye kalkışa
cak kadar nefret edemezdi. Öyleyse, onu öldürmeye çalışan
iki kişi mi vardı? Hayır, bu da olmayacak bir şeydi. Bir kişi ol
malıydı. Bu yüzden, baştan ben ağabeyinden şüphelendim.'*
"Peki ya hepimizin kandığı o kılık?"
"Basit ama gerekli bir kurnazlık, Watson. Constable'ı göz
lenmeden gözlemek istedim ve korkarım, son zamanlarda
Sherlock Holmes ismi fazlasıyla tanınıyor."
"Constable'ın her iki elini de kullanabildiğini nasıl fark et
tiniz?"
"Bu derhal çözülebilecek bir şeydi. Hepimiz bir şeyleri en
281
çok kullandığımız elimizle yapmaya eğilimliyiz. Sol elini kul
lanmaya alışmış biri yerden bir şey alacaksa sol elini, sag eli
ni kullanmaya alışkın biri de sağını kullanacaktır."
"Kitaplar!"
"Kesinlikle, Watson: Bay Constable'la çarpışıp, kitaplar
yere saçıldığında, onları toplamak için her iki elini de kullan
dı. Sadece bu da değil. Kendisini izlediğim birkaç gün bo
yunca iki elini de aynı maharetle kullandığını fark ettim. Bu
radan yola çıkarak, olaya karışan herkesin el yazısı örneğini
ve mektuplardan birini görmem gerekti. Aslında tek ihtiya
cım olan Constable'ın el yazısıydı. Bakın. El yazıları farklı,
ama harf karakterlerinde birçok ortak nitelik mevcut. Aynca,
mektuplardan biri sol, diğeri sag elini kullanan biri tarafın
dan yazılmıştı. Her şey gayet açıktı. Bu konuda uzman olma
yan birinin bu sonuca ulaşamayacağının farkındayım. Fakat,
takip etmeyi hiç düşünmediğiniz daha bariz bir ipucu vardı:
Otopsi."
Lestrade, "Otopsiden nasıl bir ipucu çıkıyor ki?" diye sordu.
"Apaçık değil mi? Sizler de, benim gibi, Constable'ı gör
dünüz. Sağlıklı bir adam, fiziksel yapısı fevkalade, bir hattâ
iki rakiple girişeceği bir kavgadan fazla hırpalanmadan çıka
bilir. Kız kardeşine saldırdığında, ciddi bir yaralanma sayıl
mayacak bir iki çürükten fazla hasar veremez mi diyorsunuz?
Ne bir kırık, ne bir yara. Böylesi bir fiziğe sahip biri kendini
kaybederek birine vurduğunda, ciddi bir zarar vermemesi
pek mümkün değildir. Fakat kız kardeşinin ciddi bir yarası
yoktu, gayet tabii, çünkü Bayan Constable'ı hastahaneye gö
türmek gerekseydi, sonradan siyanürle zehirlendiğinde, Aly-
sius Constable çoktan karakoldan salıverilmiş ve planının za
manlaması bozulmuş olacaktı. Dahası da var. Biraz aklı olan
282
hangi katil, öldürmek istediği kişiden başkasına da zarar ver
mesi muhtemel bir yöntem seçmeye cüret eder? Elbette, ze-
hiri içecek olan kişinin sadece ve sadece kurbanı olduğunu
bilen bir katil. Ya mektuplar? Yazılanlar nasıl bu kadar kesin
olabilir? Dediğim gibi her şey gayet açıktı. Katil, kurbanın ta
nımadığı biri değildi. Tam tersine."
"Eh, sanırım her şeyi anladım. Bir tek şey hariç: Bu akşam
evimin önünde ne yapıyordunuz?"
Holmes gülümsedi.
"Ah, Watson, işte orada beni faka bastırdınız. Beklediğim
son şey, Scotland Yard'ın yansının üzerime çullanmasıydı.
Aslında, sizi ziyaret etmek için uygun bir vakit olup olmadı
ğına karar vermeye çalışıyordum. Bana seçme şansı tanıma
dınız, sevgili dostum."
Saatine göz attı.
"Geç oluyor. Islah edilmiş arılar hakkındaki araştırmaları
ma devam etmek istiyorsam, yarım saat içinde Victory istas
yonunda olmalıyım. Bu arada, Watson, arıların, tabiatta var
olan üç cinsiyetli başka bir türe en çok benzeyen yaratıklar
olduğunu biliyor muydunuz?"
Aşağı yukarı otuz dakika sonra, Holmes istasyonun kala
balığı içinde gözden kayboldu. Londra'ya bir sonraki dönüşü
yedi yıldan önce olmayacaktı.
283
ÇEVİRİ HAKKINDA BAZI NOTLAR
284
rar sağlayacaktır. Fakat, geniş kitlelere ulaşması hedeflenen
bu baskıda, hiç dipnot vermemeyi uygun gördüm. Belki, son
raki genişletilmiş baskılarda dipnotlar gerekli görülebilir. Böy
le bir durum söz konusu olduğunda, okurun, tüm gerekli
açıklamaları metne koyacağım konusunda bana güvenebile
ceğine söz veriyorum. O zamana kadar, can alıcı sorulan ce
vaplama işini okuduğunuz bu paragraflar üstlenecek.
izninizle, daha önce çevrilmiş örnekleri bulunan, geniş
kitlelerce bilinen bir seriye ait bir metnin çevirisinin karma
şık bir iş olduğunu belirterek başlamak istiyorum. Genelde,
önceki çevirmenlerin de aynı sorunlarla karşılaştığı ve bunla-
rın üstesinden geldiği varsayımıyla, onların açtıkları yolu ta
kip etmenin yeterli olacağı addedilir. Fakat bir çevirmen, ön
ceki çevirilerde belli ifadelerin yanlış çevrildiğini düşünüyor
sa, ne yapmalıdır? Okurun aklını karıştırmak pahasına ken
di çevirisini kabul ettirme yolunu mu seçmeli veya aslına iha
net ettiğini bildiği halde okurdan kabul görmüş olan metnin
hatalarını tekrarlamalı mıdır?
Doktor Watson'un öykülerini Ispanyolcaya çevirirken bu
sorunla pek karşılaşmadım ve tümcelerin "Holmes külliyatı
na uygun" biçimde çevrilmesinde önemli bir sorun yaşama
dım. Yine de, oldukça çetin ve uzun süre kararsızlık yaşama
ma neden olan bir şey vardı: Hitap biçimi.
Biraz düşünürsek, Holmes ve Watson'un birbirlerine
"sen" diye hitap etmeleri çok mantıklı: uzun yıllardır yakın
dost olmaları bir tarafa, aynı zamanda bu süre zarfında bir
likte birçok macera, tehlike, heyecan ve sırrı paylaşmışlıkları
var. Aslında, Doktor Seward'ın günlüğünde belirttiği gibi,
onların ilişkisi bir arkadaşlıktan çok bir evlilik ilişkisine (ta
biri caizse, bekarların evliliği) benzer. Hal böyleyken birbir-
285
limenin oluşturduğu bir kelime oyunu bulmak imkânsız gi
biydi. Bu yüzden, okuyucunun kaynak metinde bir sözcük
oyunu olduğunu fark etmesi için parantez içinde Ingilizcesi-
ni vermeyi yeğledim. Bu çözüm hiç hoşuma gitmese de (de
diğim gibi, çevirmenin her zaman görünmez olması gerekti
ğini düşünüyorum) dipnot koymak gibi başka çözümler kar
şısında daha yeğlenebilir olduğuna karar verdim.
Tabii, kaynak metindeki eski Cermen ve iskandinav harf
leriyle yazılmış mesajı deşifre etme aşaması oldukça farklıy
dı: Holmes, ispanyolca değil ingilizce yazılmış bir metin üze
rinde çalışmaktaydı. Kitabı, (bir kez daha) açıklamalar ve
dipnotlarla doldurmaktansa, mesajın ispanyolca çevirisini
kullanmayı yeğleyerek Holmes'ün, orijinaline mümkün mer
tebe benzeyen bir süreçle mesajı deşifre etmesini sağladım.
Holmes'ü, mesajı Ingilizceden deşifre etmeye mecbur etmek
ve okura metnin çözülmüş halini İspanyolca açıklamak bana
hem uygunsuz, hem de tembelce geldi.
ilgilenenler için orijinal metni aşağıya aldım:
It is tnıe. Danger is över. The Prince has abdicated, and this ön
ce he is not lying. The dawn vvill be golden novv and you shall ha-
\e (he chance to approach (he msdom oj the dead and take it.
You shall march on she vvho reaches the reversed world, and then
she vvill come to me. Make sure she carries the uisdom uith her
The Khemi Brotherhood will be always gratejul to you.
287
buydu. Van Helsing sanki Felemenkçe düşünüp ingilizce ko
nuşuyor ve aklından geçenleri o anda çeviriyor gibiydi. İs
panyolca çeviride bunu gözeterek, anlaşılır ve kulağa gülünç
gelmeyen bir sonuç elde etmek için ilginç bir mücadeleye gi
riştim.
Lewis Carroll'un "Jabbervvocky" adlı şiirini çevirmeden
bıraktığım için okurdan beni affetmesini diliyorum. Bu şiirin
gücünün (her şeyden öte öykü içindeki öneminin), anlamın
dan çok şaşırtıcı tınısında yattığına inanıyorum. Elbette aynı
etkiyi Ispanyolcada da yaratmaya çalışabilirdim, fakat Jaime
de Ojeda'nın yaptığı çeviriyi aşmam pek mümkün değildi. İl
gilenenler için Ojeda'nın çevirisini aşağıya alıyorum:
Kronoloji ve Referanslar
288
lig''dir (giriş bölümünde 1931'de yazıldığı söyleniyor). Oriji
nal metin bu sonuçlara varmaya yetecek kadar ipucu içeriyor.
Bu kronolojinin tutarlılığı, Watsonun "Ormanın Ötesin
deki Topraklardan" başlıklı öyküde; "Ölülerin Bilgeliği"nde
gerçekleşen olaylara kesinlikle deginmemesiyle pekişiyor ve
Holmes ile Watson'un doğaüstü bir olayla karşı karşıya kal-
dıkları ilk vakanın bu olduğuna bir kez daha ikna oluyoruz.
Mantıktan ödün vermezsek: Doktor henüz yazmadığı bir öy
küye atıfta bulunamazdı ve Doktor'un, o zamanki bakış açısı
dikkate alındığında "Ölülerin Bilgelig''ni asla kâğıda dökme
yeceğine karar vermiş olması mümkündür. "Ölülerin Bilgeli-
gi''ndeki olaylara dair Watson'un daha önce yayımlanmış ça
lışmalarında verdiği tek ipucu, "Thor Köprüsü"nde Isadora
Persano, James Phillimore ve Altce'e atıfta bulunmasıdır, fakat
Doktor bu üç unsurdan sanki farklı birer vakanın parçalany-
mış gibi bahseder. Bana göre, Watson bu öyküyü anlatmayı
kafasına koymuştu ve onu bu öyküyü anlatmaktan alıkoyan
şey sadece önsözde kendisinin de açıkladığı sebeplerdi.
Doktor'un, "Dalavereci Katil Macerası"nda Karındeşen Jack
ve Whitechapel cinayetlerine kısaca atıfta bulunması da ilginç
bir durum. Holmes un bu olayı araştırdığım söylemekle yetin
diğinden, ünlü dedektif bu olayı çözümledi mi, yoksa bu da
ender başansızlıklarından biri olarak mı kaldı, bilemiyoruz.
Watson'un konuyu daha açık bir şekilde anlatmamış olması
üzücü, fakat ketumca söyledikleri, Stephen Knight tarafından
onaya atılan, edebi ve sanatsal karşılığını da çok başarılı biçim
de Moore ve Campbell'ın "Cehennemden Gelen" adlı grafik ro
manında bulan, kraliyet hekimi teorisini doğrular nitelikte.
Doktor Watson, "Ölülerin Bilgeliği" öyküsünün VIII. bölü
münün girişinde, dünyanın her köşesinden Holmes hayranla-
289
rının merakını celbeden bir muammayı (bizleri tam anlamıy
la tatmin etmese de) çok daha cömert bir şekilde aydınlatıyor.
Doktor VVatson'un evliliklerini çevreleyen esrar perdesin
den bahsediyorum. Öykülerinde, eşine belli belirsiz değinme
si can sıkıcı, özellikle de, bir taraftan açıkça ifade etmeksizin
hayatına birden fazla kadının girdiğinden bahsederken, diğer
taraftan da bu evlilikler arasında (ki bu elimizdeki tek açık ve
net ifade) bekar yaşadığı belli bir süre olduğuna dair bir izle
nim vermesi. Bu bölümün başındaki sözleri sayesinde VVat
son'un Mary Morstan'dan boşandığını, birkaç yıl sonra onun
la yeniden evlendiğini ve bunun VVatson'un son evliliği oldu
ğunu anlıyoruz. Holmes araştırmacıları yıllarca bahsi geçen
kadının Lady Frances Carfax mı yoksa Violet de Merville mi
olduğu üzerine tahmin yürütüp durdular. Nihayet, bu kişi
nin, Watson'un, evliliklerinden birkaç yıl önce tanıştığı Violet
Hunter olduğu anlaşılıyor. Çözülemeyen esrarsa, VVatson'un
evliliklerinin kesin sayısı. Bu sayının en az iki olduğundan
eminiz ve "Ölülerin Bilgelig''nde ikinci bir evliliğin varlığı
doğrulanmakta; bazı araştırmacılar, Mary Morstan'la yaptığı
evlilikten önce VVatson'un başından bir başka evlilik geçtiğin
de ısrar etseler de varsayımlarında bazı tutarsızlıklar mevcut.
"Ölülerin Bilgelig''nde doğrulanması oldukça zor birçok
farklı bilgi veriliyor: Ünlü yazarın babası Winfield Scott Lo-
vecraft'ın hayatında ingiltere'ye ayak basıp basmadığı bilin
miyor, dolayısıyla 1895 yılında adayı ziyareti de doğrulana
bilir bir bilgi değil. Elbette, tersi de öyle: Akıl hastahanesine
yatırıldığı 1893 yılı ve 1898'deki ölümü arasındaki yaşantısı
hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bir de, gerçekten İngiltere'ye
gittiğinden emin olsak bile, acaba sahiden Watson'un öykü
de resmettiği gibi kurnaz, zeki ve merhametsiz biri miydi?
290
Tanıkların anlattığı gibi, Lovecraft'ın, son yıllarını frengi yü
zünden delirmiş ve vahşileşmiş bir halde geçirdiği doğru mu?
Belki de gerçek gözümüzün önünde; Doktor'un bize anlattık-
larının doğru olduğuna, yanı Lovecraft'ın hiçbir zaman aklı
bir sorun yaşamadığına, herhangi bir zührevi hastalığa yaka
lanmadığına vs. inanırsak, Winfıeld Scott Lovecraft'ın Mısır
farmason cemiyetindeki üstlerinden aldığı talimatlar doğrul
tusunda hareket ettiği varsayımını doğru kabul edebiliriz.
Akıl hastahanesine yatırılmasından sonra beş yıl süreyle orta
dan kaybolması da bu teoriyi destekliyor.
Doktor, nasıl olup da Necronomicon'un, Winfield Lovec
raft'ın Mısır farmasonluğundaki üstlerinin değil de oğlunun
eline geçtiğini açıklamıyor (hattâ öyküde kendisinin de bil
mediğini söylüyor).
Bundan ilginç ve karanlık bir hikâye çıkabilir, ama H.P.
Lovecraft'ın, edebi yapıtlarının büyük bir kısmına ilham kay
nağı olan kitabın elinde olduğunun hiç farkına varmaması
pek olası değil. Aleister (veya Alıstair) Crowley'in anlatılan
olaylara karıştığı, doğrulanması daha da güç bir bilgi. Crow-
ley, Altın Şafak'a 1898 yılında girdi ve bilindiği kadarıyla
okültizmle tanışması 1896'da gerçekleşti. Bununla beraber
Watson, Crowley'in, 1895te değil 1891 gibi daha önceki bir
tarihte okültist bir cemiyetle bağlantılı olduğunu ve Altın Şa
fak ın kurucularından Samuel Mathers'la mahiveti bilinmeven
bir ilişkisi bulunduğunu ileri sürüyor. Tabii, Crowley'nin ya
şam öyküsünü kaleme alan hiçbir yazarda böyle bir bilgi yok.
(Uzun süre herkesin Holmes öykülerinin yazarı olarak ka
bul ettiği) Arthur Conan Doyle ve Doktor Watson arasındaki
ilişki, okuduğunuz metin içinde herhangi bir şüphe veya tah
mine yer bırakmayacak kadar açıkça anlatılır. Doyle, Wat-
291
rih Vakası" adlı bu metin, görünüşe bakılırsa VVatson'un hiç
bitirmediği bir öykünün girişi.
Tamamlanmamış olması yüzünden bu birkaç sayfayı ne
"Ölülerin Bılgeligi"ne, "Ormanın Ötesindeki Topraklardan"a,
ne de "Düzenbaz Katil Macerası" öykülerine eklemek iste
dim. Fakat aynı zamanda bu küçük parça o kadar ilgimi çek
mişti ki, onu yayımlamadan bırakmaya da gönlüm el vermi
yordu. Okurun mesaisine değecek bir parçaydı bu. Ama na
sıl yayımlanacaktı?
Editörüm Bay Prado'nun tavsiyesine uymanın iyi bir çö
züm olacağını düşündüm. Bu ilginç Holmes fragmanını her
hangi bir kitabın içinde ayrı bir bölüm olarak kullanmaktan-
sa, tam da tüm öykülerin bitmiş olduğunu sanan okurları şa
şırtarak çevirmenin notlarının içine katmayı yeğledim:
293
likle size rahatsızlık vermek değil ve ziyaretimin çocukça bir
sebebe dayandığını düşünmenizi islemem."
"Elbette, Bay Borges. Oturmaz mısınız?"
"Teşekkürler."
Resmi ve ciddi bir tavırla sandalyenin ucuna ilişti. Göz-
lerinde hâlâ sanki etrafındakileri tümüyle görmekte zorla
nan bir adamın garip bakışları vardı.
"Bir hayrandan daha rahatsız edici bir şey yoktur, Dok
tor Watson, bu yüzden sizden bir imza istemek gibi yersiz
bir davranışta bulunmayacağım. Fakat, cüretimi mazur gö
rürseniz. Bay Eccles'la ilgili vaka hakkındaki gerçekleri bana
açıklamanızı umut ediyordum."
Söyledikleri sahiden dikkatimi çekmişti. Bir okurun yaz
dığım Holmes öykülerini tümden hayali sanması ilk kez ol
muyordu elbette, fakat bu gencin özellikle VVisteria Köşkü
macerasıyla ilgilenmesi dikkate değer olduğunu gösteriyordu.
"Neden özellikle bu vaka? diye sordum. Elindeki dergi
yi işaret ederek, "Mesela, neden Mazarin taşıyla ilgili gerçe
ği sormuyorsunuz7"
Ben hafifçe gülümserken, o katlanmış dergiyi açtı.
"Elbette bu da yerinde bir soru olabilir. Doktor," dedi,
"en azından bu öyküyü neden üçüncü şahısta anlattığınız
sorulabilir. Hiç şüphesiz bu edebi bir heves olarak açıklana
bilir ve bir yazarın yapmak istediği şeyi yapmak için başka
bir sebebe ihtiyacı yoktur."
Biraz telaşlanarak, "Pekala" dedim. "Ya başka bir öykü,
Bruce-Parlington'un planlan mesela?"
"Bu sorunun cevabını siz de benim kadar iyi biliyorsu
nuz. O öyküde veya Bay Holmes'un biyografi sıfatıyla kale
me aldığınız diğer öykülerde hata sayacağım bir şey yok. El
bette VVisteria Köşkü vakası hariç."
Sandalyemde rahatsızca kıpırdandım. Bu akla hayale
gelmez bir iddiaydı. Bir okur, öykülerimi tümüyle gerçek
294
veya hayali addedebilirdi; fakat hepsini gerçek sayıp, içle
rinden birinin uydurma olduğu sonucuna varmasının iler
tutar yanı yoktu. Yoktu, ama gerçeğe de tehlikeli bir şekilde
yaklaşmıştı.
İstifimi bozmamaya çalıştım, ama pek de başarılı olama
dım. Benim yüzüm, özellikle Holmes karşısında daima açık
bir kitap gibi kolayca okunabilir olmuştur. Saatime bir göz
atıp delikanlıya baktım ve hiç ilgilenmemiş gibi yaparak:
"Pek fazla zamanım yok. Fakat niye başka herhangi bir
öykünün değil de illa bu öykünün uydurma olduğunu dü
şündüğünüzü öğrenmek isterim."
"Doktor VVatson, inanın, niyetim sizin veya arkadaşınız
Bay Holmes'ün özel yaşamına girmek değil. Fakat merak be
nim en büyük kusurum ve merakımı gidermeden rahat ede
mem. Beni bu fikre yönelten ilk ipucu, olayın (tabii sahiden
böyle bir olay olduysa) başlangıcı olarak verdiğiniz tarih.
Bay Holmes'ün 1892 Man'ında bir vaka üzerinde olduğuna
kimse inanmaz ve sizin bu tarihte onunla birlikte olduğu
nuz ise daha bile inanılmaz. Herkesin malumu olan bir şeyi
size anımsatmam gerektiğini sanmıyorum."
Genç Borges haklıydı. "Son Vaka"da anlattığım gibi,
Holmes'ün 1891 senesinde öldüğü kabul edilmiş ve 1894'e
kadar ondan haber alınmamıştı. Dolayısıyla, onun <ölü-
mü>nden bir yıl sonrasına, <diriliş>inden iki yıl öncesine
rastlayan bir tarihte birlikte bir vakayı soruşturmamız müm
kün değildi. Tabii, benim cevabım hazırdı.
"Yalnızca bir basım hatası, sevgili delikanlı. Başka bir şey
değil. Korkarım, buraya kadar boşuna zahmet ettiniz."
Ziyaretçim eve girdiğinden beri ilk kez gülümsedi. Tu
haf bir gülümsemeydi bu, dudaklarıyla gülümserken, gözle
rindeki bakış hiç değişmemişti. Bu gencin karşısında geçen
her dakika kendimi biraz daha rahatsız hissediyordum.
"Öncelikle, benim için neredeyse bir fetiş olan merakımı
295
bağışlayın, ama sizinle konuşmak istemem boşa değildi. Ka
ba görünmek istemem, fakat açıklamanızı çürütmek zorun
dayım. Bakın, temsilcinizle konuştum."
Bu çok anlamsızdı. Doyle, onun işine yarayacak ne söy
lemiş olabilirdi ki?
"Bay Doyle bana son derece ilginç bir şey anlattı. Basım
hatası ihtimali benim de gözümden kaçmadı. Dahası, Bay
Doyle'la konuşurken buna da değindik. Doktor Doyle bana
manüskrileri sizden aldığında, bu kronolojik uyuşmazlığı
hemen fark ettiğini söyledi. Sizinle görüşmüş, siz de ona
açıklayamayacağınız sebeplerden Man 1892 tarihinin degiş-
tinlmemesi gerektiğini söylemişsiniz."
Evet, bunu hatırlamıştım. Doyle'un bu olayı unutacağı
na güvenmiştim.
296
re önemsiz) öyküsünün sistematik bir çözümlemesi de bize
konu hakkında en ufak bir ipucu bile vermiyor.
Fakat, birkaç paragraf önceki parçada daha da ilginç olan
şey, Watson'un ziyaretçisi: Arjantinli dahi yazar Jorge Luis
Borges'in ta kendisi. Bahsedilen görüşmenin gerçekleştiği ta
rihte (Watson'un "Mazarin Taşı Macerasını henüz yayımla
mış olduğuna dikkat edersek, bu buluşmanın 1921 yılında
gerçekleştiğini kolayca çıkarınz) Borges Avrupa'da, tam ola
rak İsviçre'de bulunuyordu. Arjantinli yazar, Bioy Casares iş
birliğiyle yazdığı hikâyelerden de bildiğimiz gibi, polisiye tü
rüne düşkündür.
Şaşırtıcı olan, Borges'in hiçbir röportajında veya otobiyog
rafik anlatılarında Doktor Watson'la tanıştığından bahsetme
mesi. Belki de karıştıkları macera, bundan bir daha asla bah-
setmemeye karar verdirecek kadar uğursuz veya olağanüstü
bir şeydi? Watson'un öyküyü yarıda bırakma sebebi bu ola
bilir. Diğer yandan, eğer bunun Borges'in hayatında gerçek
leşen tek "gizli buluşma" olmadığını göz önüne alırsak, Wat-
son'la tanıştığından bahsetmemesi o kadar da şaşırtıcı değil.
Isaac R. Martinson'un şimdiden klasikleşmiş yapıtı "Aynı Ge
cenin Çocuklarında bahsedildiği gibi (Kenbeo Kenmaro adlı
kriptobibliyografya çalışmalarına yer veren bir dergide ya
yımlanmıştır) Arjantinli yazar, 1925'te Hovvard Phillips Lo-
vecraft'la tanışmıştı ve dolayısıyla, Lovecraft'ın fantastik ya
pıtlarına ilham kaynağı olan Necronomicoria göz atma imkâ
nı da bulmuş olabilir. Görüldüğü üzere, "Ölülerin Bilgeli-
gi"nde anlatılan olaylar, uzun ve karmaşık bir tarihin (önem
li fakat ayrıntılı olmayan) bir bölümüdür.
Elbette, bu fragman yanıtlandığından daha fazla soruyu
ortaya çıkarıyor (ve bunlara hiç cevap vermiyor) ve okuyucu-
297
ya bariz bir hayal kırıklığı yaşatıyor. Yine de, bana gün ışığı
na çıkarmaya değecek kadar ilginç göründü.
298
Bu şüphecileri inandırmak için yapacak pek bir şey yok.
Yalnızca orijinal elyazmalarının bir süredir, tanınmış bir Hol-
mes hayranları birliği olan Kızılsaçlılar Cemiyeti'nin elinde
olduğunu ve onları görmek isteyen herkese yardıma hazır ol
duklarını söyleyebilirim. Eski metalik kutu halen bende ve
incelemek isteyenlere seve seve gösteririm.
Gerçek hikâyenin hangisi olduğuna gelince, ister bir arka
daşım Londra'da bulmuş olsun, ister göndereni belirsiz bir
paketle elime geçmiş olsun, çok önemli değil, kutunun elime
geçtiği gerçeğini değiştirmez. Okur istediği hikâyeyi seçmek
te özgür.
Söylemek istediğim diğer bir şey de. Marin'ın romanının
girişinde söyledikleri üzerine: "Ormanın Ötesindeki Toprak
lardan" adlı öyküyü bana ait bir edebi çalışma saymaktaki ıs
rarının sebebini bilmiyorum: Bunu esrarengiz bir şaka olarak
görüyorum.
Elbette, "Ormanın Ötesindeki Topraklardan", "Ölülerin
Bilgeliği'nden önce bir fantastik edebiyat seçkisinde, benim
imzamla yayımlandı. Burada yalnızca tecrübesizliğim ve öy
künün alışılmadık teması sebebiyle yaptığım çevirinin Hol-
mes hayranları tarafından bir kandırmaca olarak görülmesin
den korktuğumu açıklamakla yetineceğim.
Öyküye yönelik muhtemel olumsuz tepkilerin Dr. Wat-
son'a değil de bana yönelmesini tercih ettim ve diğer yandan,
bu öykünün yayımlanması, bana, yeni Sherlock Holmes öy
küleri için hazır olup olmadığını anlamak için okurun nabzı
nı tutma fırsatı sağladı. "Ormanın Ötesindeki Topraklardan"ı
bu kitaba dahil ederek hem temelsiz bir iddiayı, hem de bir
yanlış anlamayı ortadan kaldırdığımı sanıyorum.
299
Rafael Marin'in sabnna ve cömertliğine sığınarak, kitabı
nın giriş bölümünden bir alıntıyla bitiriyorum. Onun sözleri
bana buraya alınacak kadar önemli, aydınlatıcı ve güçlü gö
züküyor:
300
TEŞEKKÜRLER
301
Bay Spock'ının ataları arasına girmesinden sorumlu olan ki
şidir), Robert Lee Hall'a (bana, Holmes ruhuna sadık kalma
yı ve ayrıca, yaratıcısının Holmes'ü hiç yürütmediği yollarda
yürütmeyi öğrettiği için) ve tabii, W.S. Gould, onun yazdığı
Holmes biyografisi tüm Holmes meraklıları için vazgeçilmez
bir kitap.
Asesinato por decreto filminde Sherlock Holmes'ü canlan
dıran Kanadalı aktör Christopher Plummer'a çok şey borçlu
yum. Yıllar önce filmi ilk gördüğümde Plummer, Holmes ro
lüne mükemmelen oturmuştu ve ne Basil Rathbone ve Peter
Cushingin klasik yorumlan, ne de yenilerden Jeremy Brett'in
yorumu fikrimi değiştirmedi. Holmes'ü gözümde daima
Plummer'ın fiziksel görünümü ve tavırlarıyla, hattâ dedekti
fe kattığı kişisel özelliklerle canlandırıyorum. Eğer benim
Sherlock Holmes'ümün olması gerektiği kadar soğuk ve ki
birli olmadığını, bazı hallerde fazlasıyla duygusal davrandığı
nı düşünen biri varsa, açıklaması bu olabilir.
Dostum Rafael Marin'e de teşekkür etmeliyim. Mükem
mel romanı Basit, Sevgili Chaplin (tüm Holmes hayranlarını
mutlu etmişti) on yılın ardından bu kitabın yazılmasında,
düzeltilmesinde ve yayımlanabilmesinde büyük katkı sağla
dı. Ayrıca, yapıtından bir paragrafı alıntılamama izin verdiği
için de teşekkürler.
Susana Garcia ve Natalia Cervera bu kitaptaki İngilizce
metinleri, özellikle de Holmes'ün çevirdiği <orijınal> mesajı
kontrol etme nezaketini gösterdiler. Yine de, herhangi bir
muhtemel hatanın sorumluluğu tümüyle bana ait, kesinlikle
onlara değil. Özellikle, Natalia'nın sözcüğün Ispanyolcada
doğru yazılışının böyle olmadığı konusundaki ısrarlarına rağ
men <Khemı> yazdığımı belirtmek istiyorum.
302
Gabriel Bermudez'in bazı detaylar konusunda çok değer
li yardımları oldu; Holmes, "Watson ve Doyle'un bindikleri at
arabasının türü (üç kişinin pek zor sığacağı hansom yerine
bir brougham'a biniyorlar), Hartum Halifesı'nin görünüşü
nün doğruluğu veya Phillimore'un cesedindeki yaranın doğ
ru damarda olması gibi. Gabriel birinci sınıf bir bilimkurgu
yazan -ve gerçek bir XIX. yüzyıl Anglosaksonları uzmanı-
olmasının yanı sıra, iyi bir dost ve "Ölülerin Bilgeliği''nin ilk
taslağı karşısında sergilediği coşkuyla, doğru yolda olduğu
mu ve daha da önemlisi, kişisel bir kapris peşinde koşmadı
ğımı gösteren kişidir.
Sherlock Holmes ve Ölülerin Bilgeligi'nin ilk versiyonunu
1995 Asturias Roman Ödülüne layık gören Dolores Medio
Vakfı'na teşekkür etmezsem nankörlük etmiş olurum.
Son olarak, Luis G. Pradoya teşekkür etmek istiyorum.
"Ölülerin Bilgeligi"ni yeniden basmakla ilgilenmesi, bana ro
manımın hâlâ canlı olduğunu ve ondan keyif alınabileceğini
gösterdi.
R O D O L F O MARTÎNEZ
Gijon, Ekim 2003
303
İÇİNDEKİLER
İlk Baskı İçin Önsöz 7
ÖLÜLERİN BİLGELİĞİ
Giriş 15
I. Bölüm Var Olmayan Kâşif 19
I I . Bölüm Bir Randevu ve Akşam Yemeği 30
III. Bölüm Sahtekar Öldürüldü mü? 39
IV. Bölüm Esrarengiz Mesaj 53
V. Bölüm Gazeteci ve Kılıç Ustası 65
VI. Bölüm Meçhul Kitap 78
VII. Bölüm Kimlik Vakası 84
VIII. Bölüm Şemsiye ve Sahibi 90
IX. Bölüm Yasak Kitabın Tarihçesi 104
X. Bölüm Doktor VVatson İşbaşında 110
XI. Bölüm Bilimin Tanımlayamadığı Solucan 119
XII. Bölüm Varyete Tiyatrosu 130
XIII. Bölüm Ejdercenk 140
XIV. Bölüm Profesörün Gölgesi 147
XV. Bölüm Avcılann Bekleyişi 157
XVI. Bölüm Alice'in Firan 163
XVII. Bölüm Bay Shamael Adamson 170
Sonsöz 183