You are on page 1of 292

Rodolfo Martinez

(Candas. Asturya. 1965) Türleri karıştırmayı sevmesi, ilk göze


çarpan alamet-i farikası. Birçok kez roman, kısa roman ve öykü
dallarında Ignotus ödülü kazandı, anlatılan İspanya'da yayımlanan
hemen hemen tüm fantastik edebiyat dergilerinde yer aldı ve çoğu
antolojilere seçilip Fransızcaya çevrildi. Yayımlanan ilk romanı, la
Sonrisa del Gato (1995. Kedi Tebessümü), siber-punk. casusluk ve
uzay operası türlerinin karışımıydı. Jierra def Nadieı Jormungand
(1996. Sahipsiz Toprak; Jormungand) ve Sherlock Holmes ve ölüle­
rin Bilgeligi'nin (Asturya Ödülü, 1996) ilk versiyonu olan Holmes-
yen pasişle daha geniş bir kitleye ulaştı. Sonralan El Abîsmo Te De-
vuelve la Mirada yi* (1999. Bakışını Karşılayan Boşluk) içinde fan­
tastik öğelere de yer veren psikolojik-gerilim türünün topraklama
girdi ve FJ Sııeno del Rey Rojo'yla (2004. Kızıl Kralın Rüyası) sıber-
punk türüne geri döndü.
Rodolfo Manine;

Sherlock H o l m e s ve ölülerin Bilgeliği

Özgün Adı: Sherlock Holmes y la Sahiduria de los Muenos

İ t h a k i Yayınları - 594

Edebiyat - 482

Polisiye

ISBN 978-975-273-409-8

1 Baskı. H a z i r a n 2 0 0 8 . İstanbul

O Türkçe Çeviri: Sinan O k a n . 2007

O İthaki. 2008

© Rodolfo M a r t i n e z . 1996. 2004

Bu kitabın hakları Anotoalit T e l i f Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Y a y ı n c ı n ı n y a z ı l ı i z n i o l m a k s ı z ı n h e r h a n g i bîr alıntu y a p ı l a m a z .

Sanat Y ö n e t m e n i : İ n c i Batuk K ü r k ç ü ğ i l

Redaksiyon: Sine Ergün

Düzelti: Esin C o ş k u n

Sayfa D ü z e n i v e Baskıya H a z ı r l ı k : Yeşim Ercan Aydın

K a p a k . I ç Baskı: İ d i l M a t b a a c ı l ı k

E m i n t a ş K a z ı m D i n ç o l S a n a y i Sitesi N o : 8 1 / 1 9

Topkapı-istanbul Tel:(0212)6746678

1
ilhakı " P e n g u e n K i t a p - K a s e t Bas Yay. Paz. Tk. Ltd. Ş i i ' n i n y a n kurulusudur.

M ü h ü r d a r c a d ç llter E r t ü z ü n S o k . 4/6 34710 K a d ı k ö y istanbul

Tel: (0216) 330 9 3 0 8 - 3 4 8 3 6 9 7 Faks: ( 0 2 1 6 ) 4 4 9 9 8 3 4

i t h a k £ i t h a k i . c o m . t r - w w» ithaki.com.tr - www ilknokta.com


Rodolfo Martinez

SHERLOCK HOLMES v e
ÖLÜLERİN BİLGELİĞİ

Scanned by Nirvana13

Ç e v i r e n

Sinan O k a n
Çıkarımın dindeki kadar lüzumlu olduğu hiçbir şey yoktur.
Bir mantıkçı tarafından pozitif bir bitim haline bile getirilebilir.
Bana göre Tanrı'nın inayetinin kanıtı çiçeklerdedir.
öncelikle güç, tutkular ve besin varoluşumuz için
gerçekten gereklidir Ne var ki, bu gül birfigürandır.
Konusu ve rengi hayatın sûsûdûr, sarfı değil.

Sherlock Holmes "Kayıp Antlaşma"


İLK B A S K I İÇİN Ö N S Ö Z
3

1993 yılı Nisan'ında. arkadaşım J u a n Luis Montousse. is­


panyolca öğrenmek üzere Instiıuto Cervames'le anlaşarak
Londra'ya taşındı. Bir süre sonra kendisinden bir kart aldım;
arka yüzünde Big Ben'in günbatımında çekilmiş bir resmi
bulunan kartın ön yüzünde haziran sonunda İspanya'ya dön¬
meyi umduğunu haber veriyordu. Bir de benim için küçük
bir sürprizi olduğunu. Söz konusu sürprizin ya Tolkien'in bir
yapıtının ingilizce baskısı veya daha önce Juan Luis'e sevdi¬
ğimi söylediğim Watchmeriin orijinal baskısı olabileceğini
düşündüm.

Temmuz'un ikisinde Juan Luis beni aradı. İspanya'ya


dönmüştü ve birkaç hafta kalacaktı. Ertesi gün Ovıedo'da bu¬
luşmak üzere anlaştık, telefonu kapatmadan önce bana
"surpnz"ı hakkında merak uyandıran şeyler söyledi.
Ertesi gün geldi çattı, öğlene doğru yemek yedikten son-

7
ra Oviedo otobüsüne adadım. Kırk dakika sonra buluşacağı­
mız kafenin kapısından girdim. Juan Luis gelmişti, masada
duran büyük incil boyutunda bir pakete eliyle hafif hafif vu­
rurken gülümsüyordu. Oturdum ve karşılıklı kaba espriler
yaptık. Sonra paketi bana uzattı.
iki kilodan biraz daha ağırdı ve paket kâğıdının altındaki
metal yüzey açıkça hissediliyordu. Pakedi açtığımda, olduk­
ça eski ve basit kilidi bir zamanlar zorlanmış gibi görünen,
ufak ezikler ve çentiklerle dolu metal bir kutu onaya çıktı.
Üzerinde " C o x & Company. Charing Cross" yazılıydı. Biraz
altında ise daha küçük harflerle: "Dr. J o h n H. Watson". Şaş­
kın halde kafamı kaldırıp J u a n Luis'e baktım. Gülümsemek-
le yetinip kutuyu açmamı işaret etti.

Açtım. İçinde ingilizce kaleme alınmış ve yapraklan eski­


likten sararmış, elyazması bir iki yüz sayfa vardı. El yazısı sık
olmasına rağmen oldukça okunaklıydı ve ne anlatıldığını an­
lamakta hiç zorlanmadım. İkinci paragrafa geçtiğimde hâlâ
ne düşüneceğimi bilemiyordum. Üslubu çok tanıdık, isimler
sanki birçok kez okumuşum gibi bilindikti. Sonra sahiden de
elimdeki hikâyeyi önceden okumuş olduğumu fark ettim.
Elimdeki. Doktor Watson'un "Son Vaka" isimli hikâyesinin
orijinaliydi veya öyle görünüyordu ve mükemmelen hatırla­
dığım butun detaylar mevcuttu: Morıariy. semt papazı kılı-
gındaki Holmes, Reichenbach çağlayanından düşüş...

"Bu bir çeşit şaka mı?" diye sordum.


"Değil."
Okumaya devam etlim. Bildiğim başka hikâyelerin elyaz-
maları da mevcuttu. Sonra bunlar sona eriyor, el yazısı ve üs­
lup değişmeksizin. isimlerini daha önce duymuş olsam da
hiç okumadığım bir dizi hikaye başlıyordu. "Düzenbaz Katıl

8
Macerası", "Sumatra'nın Dev Sıçanı" ve "Bert Stevens, Katil"
gibi başlıklara sahip, hiç yayımlanmamış Sherlock Holmes
maceralan olarak bildiğim hikâyeler. Elbette, Doktor VVat-
son'un "Sussex Vampirlerde yaptığı, "dünyanın henüz Öğ­
renmeye hazır olmadığı Sumatra'dan gelen devasa sıçan ma­
cerası" yorumunu da hatırlıyordum. Elimdeki kâğıtların geri
kalanı yayımlanmamış hikâyelerden (Watson'un varlığını
ima ettiği fakat hiç yayımlatmadığı Holmes hikâyeleri olarak
bazılarının başlıklarını biliyordum) oluşuyordu. S o n u n c u hi­
kâye uzunluğu dolayısıyla aslında bir roman sayılırdı ve il­
ginç bir şekilde başlığı yoktu.

Bu arada J u a n Luis yüzünde geniş bir gülümseme ve göz­


lerinde neşeli bir parıltıyla beni süzüyordu. Elyazmalarını in­
celemeyi bitirdim ve o kaçınılmaz soruyu sordum:
"Bunu nereden buldun?"
Soho civarında, küçük bir antikacıda bulduğunu söyledi.
Bir öğle vakti, Juan Luis enstitüdeki odasında kullanabilece­
ği pahada hafif, kâğıtların uçmasını engelleyecek ağır. hoş bir
obje ararken girmişti o dükkana. Aradığı şeyi buldu mu hiç
bilmiyorum. Fakat o arayış sırasında kutunun karşısına çıkı-
verdiğini biliyorum. Başta, kulunun üzerinde yazan şey ona
bir anlam ifade eimemiş. Ö n ü n d e sonunda. Watson yaygın
bir soyadı ve aradan birkaç dakika geçene dek T . D . (Tıp
Doktoru) başharfleriyle. Sherlock Holmes'ü ölümsüzleştiren
Doktor Watson arasında bağlamı kuramamış, kutuyu bir ta­
rafa bırakıp, dükkanda gezinmeye devam etmiş. K u l u n u n
önemini fark ettiğindeyse. kendi sözleriyle, "eşekten düşmü­
şe d ö n ü p " , kutuyu bıraktığı yere koşmuş ve içine bir göz at­
mış. "Holmes". "Suçun Napolyon'u". "Profesör Moriarıy" gi­
bi kelimeler derhal gözüne çarpmış. D ü k k a n sahibini çağırıp.

9
kulunun fiyatını sormuş ve birinin böyle bir objeyle ilgilen­
mesine fazlasıyla şaşırmış görünen dükkan sahibi de komik
bir fiyat söylemiş: On sterlin. Juan Luis parayı ödeyip, dük­
kandan çıkarken heyecanını zar zor saklayabilmiş.
"İşte böyle. İlgini çekeceğini düşündüm."
İlgimi çekmek mi? Böyle bir şey için cinayet bile işlerdim.
Elyazmaları sahte bile olsa (bu olasılığı halen araştırıyorum),
orijinal elyazmalarına yakın bir değerde olmasına yetecek ka­
dar eski görünüyorlardı.
"Doğum günü hediyem olarak farz et."
Kulaklarıma ınanamıyordum. Kutuyu ve içindekileri bana
vermek mi istiyordu? Evet, öyle istiyordu. Verdi de.

Aynı gece eve döndüğümde, ilk iş kütüphanemden için­


de Watson'un orijinal elyazmasından bazı sayfaların tıpkıba­
sımının yer aldığı. Ailen & Unwin'ın 1978'de yayımladığı
Sign of Four'un (Dörtlerin Yemini) baskısını çıkardım. Uzman
bir kalıgraf değilim, ama elimdeki kutuda bulunan sayfalar­
daki o sık el yazısının sahibinin, ikinci Sherlock Holmes ro­
manını kaleme alan şahısla aynı kişi olduğunu anlamakla hiç
zorlanmadım. El yazısının, tıp doktoru. Northumberland Pi­
yadeleri 5. Alay'da ikinci cerrah sıfatıyla bulunan, Afganistan
Savaşı gazisi. İngiltere'ye döndükten sonra Baker Sokağı 221
B'de ikamet eden, Sherlock Holmes'ün dostu ve biyografi ya­
zan J o h n H. Watson'a; özel dedektiflerin en eksantriğini ve
en parlak zekâlısını kalemiyle ölümsüzleştiren adama ait ol­
duğuna dair hiç şüphem kalmamıştı.

ilk şaşkınlığı üzerimden atınca. Doktor VVatson'un yayım­


lanmamış elyazmalarının varlığı bana o kadar da garip gö­
rünmedi. Ö n ü n d e sonunda, yayımlanmamış bazı Holmes

10
maceraları olduğunu söyleyen bizzat kendisiydi ve bunlar­
dan bazısının yazımı tamamlanmış halde ortaya çıkmayı bek­
liyor olması da çok muhtemeldi. Bana anlaşılmaz gelen şey,
o elyazmalarının, Londra'nın kuytu bir köşesinde, hiç tanın­
mayan bir antikacı dükkanına nasıl geldiğiydi. Bu olay benim
için halen bir bilmece.
Dediğim gibi, yayımlanmamış hikâyelerden biri aşağı yu­
karı bir roman uzunluğundaydı. Hikâyeye bir başlık konul­
mamış olması da dikkatimi çekmişti ve o gece, uykuya boş
vererek sabaha kadar onu okudum.
Hikâyeyi okuyup bitirdiğimde, ne düşüneceğimi bileme­
dim, ihtiyar Waıson. öylesine garip ve inanılmaz şeylerden
bahsediyordu ki. bunları yazdığı sıralarda bunamış olabilece­
ğini bile düşündüm. Diğer taraftan, hikâye kusursuz biçimde
kaleme alınmıştı, yazarın tanık olduğunu söylediği olaylar
bazen gerçekdışı bir hal alsa da, anlatı, zihinsel faaliyetleri ge­
rilemiş birinin işi değildi. Başka açılardan da İlgi çekiciydi:
Holmes'ün ölü sayıldığı Uç yıl boyunca (1891'den 1894'e ka­
dar) yaptıkları; Watson'un, Holmes hikâyelerinin yazan ad­
dedilen, kendisi gibi doktor ve yazar arkadaşı Arıhur C o n a n
Doyle ile arasındaki ilişkinin mahiyeti; vefakar doktorun,
yazdığı bazı hikâyelerde ima etmekle yetindiği, detayları bi­
linmeyen birtakım vakaların içeriği; Doktor VVatson'un evli­
liğini veya evliliklerini sarmalayan sis perdesi gibi tartışmalı
konulara açıklık getiriliyordu.

T ü m bu sebeplerden, elyazmalarını Ispanyolcaya çevir­


menin cazibesine karşı duramadım. İlk hikâyenin çevirisini
bir aydan kısa bir sûrede tamamladım ve ilk yaptığım şey,
metni çoğaltarak. Carlos Dlaz Maroto. Javıer Cuevas.Jose* Lu­
is Gonzâles ve Gabriel Bermûdez gibi Holmes meraklısı dost-

ıı
lanma göndermek oldu. Onlardan gelen cevap ortak ve teş­
vik ediciydi: Tüm hikâyeleri çevirmemi, bir sunuş metni ha­
zırlamamı ve hemen bir editör bulmamı öneriyorlardı.
Ben de tavsiyelerine uydum. Şimdi bana yalnızca, zama­
nında benim onları okurken ve çevirirken aldığım gibi, Dok­
tor VVatson'un yeni hıkâyelerinden sizlerin de keyif almasını
dilemek kalıyor.
RODOLFO MARTİNEZ
Aralık 1994
ÖLÜLERİN BİLGELİĞİ
GİRİŞ

Bugüne dek. Holmes'le birlikte 1895 Marı'ında karıştığı­


mız vakayı anlatmak konusunda tereddütlüydüm. Bunun se­
bebi, maalesef olaya karışan ve hem edebi temsilcim, hem de
arkadaşım olan kişiye duyduğum saygı ve tanınmış ismini le­
kelemek istemeyişimdir. Elbette, böylesi bir engel bir süredir
ortadan kalkmış vaziyette, zira kendisi birkaç yıl önce. olan­
ca nezaketiyle, hikâyeyi anlatmam için yazılı izin vermiş ol­
masına rağmen, bu vakanın kaleme alınması ve yayımlanma­
sı konusundaki isteksizliğinden, olanlara dair hassasiyetini
koruduğunu hissettim. Elbette, yaklaşık bir yıl önceki vefatı
sebebiyle, kendisinin ismine kara çalınması ve muhtemel bir
skandal için artık kaygılanmaya gerek kalmadığı söylenebilir.
Ayrıca, geçen asrın sonlarında, mensubu olduğu cemiyete
benzer topluluklara bugünkünden farklı bir gözle bakıldığı
da hesaba katılmalıdır. Bu donemin inançlı şahsiyetleri, bu
tur bir cemiyeti Viktorya döneminin entelektüel ve sanatçı şı-
marıklıklanndan biri olarak görebilir. Fakat bence doğruluk­
tan uzak bir yargıdır bu. Bay Marhers ve takipçilerinin, men­
sup oldukları cemiyeti geniş bir alana yaymaktaki başarılı
gayretlerini saygıdeğer bir çaba olarak görmesem de, b u n u n
dönemin ruhunu doğru biçimde resmetmek için kaydadeger
bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum.
Elbette beni sessiz kalmaya zorlayan tek sebep bu değil.
Bay Sherlock Holmes'le uzun sûren beraberliğimiz boyunca,
olağandışı, garip ve hattâ inanılması güç olaylara karışmış ol­
mama rağmen esrarengiz bir vakanın dünyaya dair genel ka-
nılanmızı (kanılanmızın doğrulanması bazen çok garip ve
çarpık şekillerde olsa bile) sarstığına pek fazla şahit olmadık.
Aslında, bu olayları yazıya dökerken, bu çağın insanının on­
ları seksenlik bir ihtiyarın hezeyanları olarak görmesinden
korkuyorum. Elbette anlatacaklarımın doğruluğuna kefilim,
olanları gayet iyi hatırlıyorum, ama hatırlamasaydım da kefil
olurdum. Hafızam artık zayıf olabilir, ama anlatacağım vaka­
lara dair, zamanında aldığım son derece detaylı notlar mev­
cut (hattâ şu anda bunları yazarken önümde duruyorlar) ve
daha yakın zamanda olan şeyler hafızamda hızla eriyip gider­
ken, geçen asırda meydana gelmiş olayların hatıraları gayet
somut ve berrak. T ü m bu söylediklerime rağmen, gelecek
sayfalarda okuyacağınız görünüşte önemsiz ama bazı can alı­
cı noktalan açığa kavuşturacak olan bu vaka haricinde kale­
mimin sessizliğini sürdürmesi çok muhtemel.

Birkaç ay önce. aramızda sıkı dostluk bağlan olan genç bir


doktor (ordu doktorluğundan ayrılıp Kensington'a yerleşti­
ğimde danışmanlığımdan yararlanmıştı) Birleşik Devletler'de
geçirdiği bir tatil dönüşü, ucuz kâğıda basılmış ve doğaüstü

16
korku diye anılan türde beceriksizce yazılmış abartılı hikâye­
lere yer veren birçok dergi örneği getirdi. Asla hayranı olma­
makla birlikte, gençliğimde Bay Poe'nun dehşetli hayal gücü­
ne. Bram Stoker'ın kaleminden fışkıran kurtçuklara ilgi duy­
muş olsam da hiçbir zaman bu tür hikâyelerin sadık bir oku­
ru olmadım. U z u n zamandır edebiyatta huzur arıyorum, he­
yecan değil; bir kitabın kapağını lamdık ve davetkar toprak­
larda dolaşmak için açıyorum, beklenmedik dalgalanmalarla
dolu bir hikâyeyi keşfetmek için değil. Artık yaşlıyım ve en
büyük arzum, kalan yıllarımı huzur içinde geçirmek.

Fakat o saçmasapan dergide yayımlanan hikâyelerin bi­


rinde yalnızca bir tek yoldan edinilebilecek bazı bilgilere
rastladım. Yazar, olayları kurgusal bir havaya sokmuştu, ama
bu, 1895 Şubat'ında başlayan olayların sonucunu ürpererek
hatırlamamı engellemedi. Yazarın ismi ne bana, ne de Sus-
sex'ıeki evine hikâyenin bir kopyasını gönderdiğim Holmes'e
hepten yabancıydı. Holmes'ün cevabi telgrafı alışılmış kısa­
lıkla ve amiraneydi. Aradan geçen yılların o kendine has üs­
lubunu veya atılganlığını azaltmadığını belli eden bir mek­
tupla, "Öyle sanıyorum ki, dünyanın bunu öğrenme vakti
geldi. Watson," diyordu. Evet. ben de vaktinin geldiğini dü­
şünüyorum.

Böylece. 1931 yılının Mayıs ayında, geride bırakmayı,


unutmayı, geçmişe dönmemeyi ne kadar istesem de, belki de
benim kalemimden çıkacak son Sherlock Holmes macerası
olacak hikâyeye başlıyorum. Şüphesiz bu çağ bizimkine hiç
mi hiç benzemiyor: Faytonlar Londra caddelerinden kaybol­
du, uçaklar ve zeplinler gökyüzünde cirit atıyor, korkunç bir
savaş kapıda ve dünya, içinde bana tanıdık gelen hiçbir şey
kalmayacak şekilde değişti.

17
Sherlock Holmes ve ben XIX. asra aitiz ve sanınm okurla-
nmız da Öyle. Bu yüzden, birazdan anlatmaya koyulacağım
hikayeyle hiç kimsenin ilgilenmemesi de m ü m k ü n . Önemi
yok; yazarın, biyografin, tarihçinin ödülü kendi çalışmasıdır.
Geri kalan her şey süsten ibaret.
Londra edebiyat çevresiyle bağlarımı koparalı uzun za­
man oluyor ve temsilcimin ölümüyle birlikte bu yalıtılmıştık
daha da büyüdü. Belki de bu hikâye için bir editör bulama­
yacağım. Elbette benim için. tanıdığım en olağanüstü, zeki ve
cesur adamın hayatını paylaşmaktan daha büyük bir ayrıca­
lık olmadığından, bu, kalemime ket vuracak değil.

DOKTOR JOHN H. WATSON


(Northumberland 5. Piyade Alayı'ndan)
Londra. Mayıs 1931

18
I. B Ö L Ü M

VAR OLMAYAN KÂŞİF


3

O sabah kalktığımda, Holmes uzunca bir süredir ayaktay­


dı. Salon masasındaki kahvaltısını yarım bırakmış, kolunun
altında katlanmış bir gazete ve yüzünde o tanıdık keskin ve
sert ifadesiyle pencere pervazına dayanmış duruyordu.
Kahvaltıya otururken, "Neler oluyor, Holmes?" diye sor­
dum.
Pencereden uzaklaşıp gazeteyi bana uzatarak, "Bunu ben
de bilmek isterdim, Watson," diye cevapladı, "üçüncü sayfa,
ikinci sütun."
Kızarmış ekmeğime tereyağı sürerken. Holmes'ün bana
gösterdiği habere bir göz attım. Birkaç aydan beri Londra'da
yaşayan kuzeyli kâşif Sıgurd Sigerson'un Afrika'daki Boşıman
kabilesinin gelenekleri üzerine vereceği konferansın duyuru-
suydu. Bana eski dostumun dikkatini çekecek özellikle bir
konu gibi görünmemişti; bunu ona söylediğimde. Holmes te-

19
bessüm ederek. "Gerçeği söylemek gerekirse, hafızanız zayıf­
lıyor," dedi. "Şu Sigerson ismi size bir şeyler hatırlatmıyor
mu?"
Hafızamı yokladım. Neden sonra bir şey hatırladım, eğer
ilanı okurken uyku mahmurluğu içinde olmasaydım aklıma
derhal gelirdi. Holmes u n , ölü sayıldığı uç yılın ardından ge­
ri dönmesi aşağı yukarı bir yıl önce olmuştu. Holmes'le ilk
buluşmamızda, sonradan Bos Ev Vakası" başlığıyla kaleme
aldığım, kuzeyli kâşif Sigerson kisvesi altında geçirdiği bu üç
yılda olup bitenlerin büyük bölümünü anlatmıştı.
"Doğru ya," dedim yüksek sesle, "peki, kimliğine bürün-
dügünüz bir Sigerson sahiden var mı?"
Holmes, gururu incinmiş bir halde bana soğuk bir bakış
fırlattı. Âdeti olduğu üzere, biri gururuna dokunduğunda hiç
düşünmeden edepsiz bir çocuk gibi tepki gösterirdi.
Takınabildiği kadar ağırbaşlı bir tavırla, "Sevgili Watson.
bildiğim kadarıyla bu isimde İskandinav bir kâşif hiç var olma­
dı. Bu kimliği, diğer birçoğu gibi ben icat ettim ve hilemi boz­
ma riskinin yanı sıra tebdili kıyafet İçin var olan birini kullana­
cak kadar sorumsuz davranmam dersem, bana inanın," dedi.
Holmes. mantığını sergilerken, ben de böyle bir şeyi önce­
den hesaba katmadığım için kendi kendime söyleniyordum.
Gazeteyi işaret ederek, merakla, "öyleyse?" diye sordum.
"Sorunun özü şu; eger Sigerson diye biri yoksa, nasıl olup
da şimdi Boşimanların âdetleri üzerine bir konferans vermek
için yoktan var oluyor?"
Verebileceğim bir cevap yoktu. Bu iş onun kadar benim
de merakımı uyandırmıştı. Aklımda zayıf bir ışık yanmaya
başlarken, Holmes gazeteyi aldı ve haberi tekrar gözden ge­
çirmeye koyuldu.
"Konferans bu akşamüstü, saat altıda, öyle sanıyorum kı,
orada hazır bulunmaktan başka yapacak bir şey yok."
Korkumu belli ederek, "Bir tehlike olacağını düşünüyor
musunuz?" diye sordum.
"Sevgili dostum, hayatın kendisi kadar tehlikeli hiçbir şey
yoktur. Tabii, ilginç de. Başkaca bir şey diyemem."
Kahvaltımı bitirip, gazeteyi sakince okudum. İlana göre.
Sigerson Tibet'teki Dalay Lamayla konuşma şansı bulmuş
olan pek az Avrupalıdan biriydi, ayrıca Arap kılığında Mek­
ke'ye gitmiş ve Kabe'deki ünlü kara iaşı incelemişti. Tüm bu
olaylar. Holmes'ün bir yıl önce kendi seyahatleri hakkında
anlattıklarıyla tamı tamına uyuşuyordu. Yani. ortada bir tesa­
düf yoktu. Bu adam her kimse, Sigerson karakterini H o l ­
mes'ün ilgisini çekmek amacıyla kullanıyordu. Eski dostumu
bu konuda uyardım.
"Şüphesiz. Watson. Bir tuzak olması çok muhtemel. El­
bette, gelmek istemezseniz sızı anlarım."
G ü c e n m e sırası şimdi bendeydi.
"Holmes, beni üzüyorsunuz. Sizi asla bir tehlikeye karşı
tek başınıza bırakmadım ve şimdi de bırakacak değilim."
Dostumun sert çehresi hemen bir tebessümle aydınlandı.
"Ben de sizden bunu beklerdim. Watson."
Daha sonra, ben edebi temsilcimin önerdiği Bay Mac-
hen'ın son kitabını okumaya daldım; Holmes ise bazı kimya
deneyleri ve keman doğaçlamalarıyla meşgul olmayı yeğledi.
O sıralarda, dostumun elinde çözülmeyi bekleyen hiçbir
vaka yoklu ve bana birçok defa sıkıldığını söylemişti. Karak­
teristik özelliklerinden biri olan o kuvvetli İronisiyle. sözü
açıldığında şehirdeki suç azlığından yakınıyordu.
"Beni yanlış anlamayın, Watson." demeyi âdet edinmişti.

21
"suçlu sayısındaki artışı savunuyor değilim. Şüphesiz bu sayı
son yıllarda oldukça yükseldi. Fakat işlenen suçların niceli­
ği... diyebilirim ki. niteliğiyle aynı kefeye konulamaz."
Dostumun suça bakış açısı karşısında şaşırarak. "Fakat
Holmes," dedim, "dileğinizin yerine geldiğini ve Londra'nın
becerikli, zeki ve esrarengiz suçlularla dolduğunu varsaya­
lım, sız emekli olduğunuzda ne olacak?"
Holmes istifini bozmadan, bir kaşını kaldırarak:
"Size günün birinde emekli olacağımı düşündüren nedir.
Doktor?" diye sordu.
Sohbetin beklenmedik gidişatından şaşkına dönmüş bir
halde, "Şey." diyebildim, "insanoğlu nihayetinde tabiat ka­
nunlarına tabidir ve her ne kadar arzu etmesek de hepimiz
ölümlü yaratı klan z."
"Sahi mi? Dostum, belki de başkaları hakkında bu denli
acele hükümler vermemek lazımdır."
Tabii ki, Holmes'ün bu sözlerini bir espri saydım. Fakat yi­
ne de içimde hep bir şüphe kaldı. Elbette Holmes danışman ha­
fiyeliği bıraktı, ama sonraki yıllarda, ben bu dünyadan göçmüş­
ken, onun canlı adımlarla yürüdüğünü ve "ölümlü yaratıklar"
sıfatını kullanmakta gösterdiğim cüreti her hatırlayışında bariz
bir hınzırlıkla gülümsediğini hayal etmekte hiç zorlanmadım.
Neyse, bunların anlatmakta olduğum hikâyeyle bir alaka­
sı yok ve bu sebeple okurdan af diliyorum. Korkarım, sonu
gelmez anılara dalmak gibi tipik yaşlılık kusurlarından kaçış
yok. İlerleyen sayfalarda bundan kaçınmaya çalışacağım, ama
becereceğime soz veremem.
Hikayemize dönersek, akşamüstü bir fayton çağırıp kon­
feransın verileceği yere, Pall Mail kadar şöhretli olmayan,
hana Pall Maille ortak hiçbir özelliği bulunmayan kulübe

22
doğru yola koyulduk. İlanda, ilgilenen herkese giriş serbest
deniyordu, dolayısıyla girişte bir engelle karşılaşmayacaktık.
Altıya çeyrek kala Kulüp Antroposün kapısından girdik.
Konferansın konusu sebebiyle zayıf bir katılım, gayet eksant­
rik ve pek tanınmamış konuklar bekliyorduk. Ana salona gir­
diğimizde, sahte Sigerson'un konferansıyla oldukça ilgili gö­
rünen büyük bir kalabalıkla karşılaşmak bizim için sürpriz
oldu.

Londra edebiyat çevresinden bazı tanıdık simalar gördük,


ahbaplığım olmasa da topluluğun ilen gelenlerini uzaktan ta­
nıyordum. İnce ve zarif fügürüyle kalabalığın içinde bile göze
çarpan ve en az kendisi kadar şöhretli kişilere eşlik eden ün­
lü gazeteci Isadora Persano'yu fark ettim. Holmes'e tam bun­
dan bahsedecektim ki. bana dönerek:
"Bakın şu işe, Watson. Yanılmıyorsam edebi temsilciniz
de burada." dedi.
İşaret ettiği yere kafamı çevirdiğimde, o boylu poslu yapı­
sıyla sadece Arthur C o n a n Doyle'a ait olabilecek bir sırt gör­
düm. Orta yaşlı, geniş omuzlu ve etrafındakilere sanki hepsi
o n u n kölesiymiş gibi yukarıdan bakan biriyle konuşuyordu.
O n u n biraz arkasında, bir hizmetkâr gibi silik bir tavır takın­
mış, sert bakışlı, içgüdüsel bir şekilde bana daha ilk görüşte
itici gelen bir genç vardı. Tavırlarına, yalnızca şöyle bir bak­
tığımda bile beni rahatsız eden. sürüngenimsi. içten pazarlık­
lı ve düzenbazca bir şey sinmişti
Holmes, beni daldığım düşüncelerden çıkararak, gözle­
rinde hafif bir ışıltıyla, "Bay Doyle'u selamlamayacak mısınız,
Doktor?" diye sordu.
Gülümsemekten kendimi alamadım. Arthur Doyle, Hol-
mes'ün önünde müthiş bir tedirginliğe kapılırdı (ve b u n u n

23
pekala farkında olan Holmes de ara sıra bunu körüklerdi).
Coğu tanıdığımızın -edebi temsilcim gibi-, Holmes'ün ola­
ğanüstü yetenekleri karşısında içten içe bir zayıflık duyduk­
ları düşünülürse, bu pek şaşılacak bir şey değildi. Doyle'un
da. Holmes'le kekelemeden ve heyecanlanmadan birkaç keli­
meden fazla konuşabildiğini görmemiştim. Fakat benim ilgi­
mi çeken şey bu değildi, ö n ü n d e sonunda ünlü dedektif kar­
şısında sık sık gösterilen bir tepkiydi bu. Hayır, beni merak­
landıran şey, Holmes'le her karşılaştığında Doyleün gözle­
rinde gördüğüm o nefret parıltısı ve beceriksizce gizlenmiş
öfkeydi. Her neyse, nezaket gereği, yanına gidip kendisini
varlığımızdan haberdar etmeliydim.

Ne var ki, Doyle'la selamlaşmayı sonraya bırakmak zo­


runda kaldım. Zira. tam o anda salonun yan kapısı açıldı ve
içeri üç kişi girdi. İlki, ellisini biraz geçkin, abartılı bir zera-
fetle giyinmiş, hindi gibi şişinen. kulübün başkanı veya sek­
reterinden başkası olamayacak biriydi. Arthur Doyle'la ko­
nuşmakla olan adama bir göz attı ve kararsız bir hareket yap­
tıktan sonra diğer ikisinin yanında yürümeye devam eni. D i ­
ğeri, uzun boylu ve yapılıydı, keskin yüz hatlarına sahipti,
açık tenli ve koyu sarı saçlıydı, ayrıca küçük bir keçi sakalı.
İki de mavi ve fıldır fıldır dönen gözü vardı; bir an sonra ne
olacağından emin değilmiş gibi duruyordu. Holmes'le ben­
zerliği (bariz fiziksel farklılıklara rağmen) ilk bakışta göze
çarpıyordu. Bu, sözümona Sigerson olmalıydı.,Grubun so­
nunda, otuz yaşından fazla göstermeyen -belki otuzuna bile
varmamıştı- genç bir adam geliyordu, kuzeyli kâşiften biraz
daha kısaydı ve beyaza çalan san saçlan vardı. H ü z ü n ve
alaycılıkla karışık yarım bir tebessüm ağzının sol tarafına sa-
bitlenmış gibiydi.

24
Bu üç kışının kapıdan girmesiyle aynı anda kalabalıktan
saygılı bir alkış dalgası geldi. Kulüp başkanı şatafatlı kostü­
münün içinde biraz daha şişindi ve hafif bir baş harekeliyle
sessizlik istedi. Alkış durulduğunda konuşmasına başladı:
"Baylar, bu gece Londra'nın kültür, bilim ve sanat dünya­
sından böylesine önemli şahsiyetleri bu salonda görmenin
bana verdiği mutluluğu tahmin edemezsiniz. Kulübümüz,
mütevazı olmakla birlikte, isminden anlaşıldığı üzere, en
soylu beşeri eylemlerin yüceltildiği bir mekân olagelmiştir.
Müzisyenlerin, şairlerin ve bilim adamlarının siz saygıdeğer
simalar ö n ü n d e yaptıkları konuşmaların boşa gitmediğini
düşünüyorum. Biliyorum kı şu anda üyelerimizin birçoğu
Bay Richard Francis Burton'un Şark tecrübelerini bizimle
paylaşmayı reddetmesine üzülüyor. Büyük bir gururla, bu­
gün burada sizlere takdim edeceğimiz şahsın Bay Burton'dan
hiç eksiği olmadığını ve beni haksız çıkaracağından korkma­
dan, içim rahat olarak bu centilmenin onun kadar uzaklara
gittiğini ve hattâ kâşif hemşerimizin ayak basmaya cesaret
edemeyeceği yerlerde de bulunduğunu söyleyebilirim. Evet.
sizlere takdim etmekten müthiş bir zevk duyduğum, cesare­
tini kanıtlamış ve göründüğünden daha bilgili, olağanüstü
biri. Dalay Lama'yla konuşan ilk Avrupalı, aramızda Kabe'nin
siyah taşını gören yegane kişi ve elbette tüm kâşifler arasında
en korkusuzu ve en başarılısı. Baylar, huzurlarınızda Sıgurd
Sigerson."

Yeni bir alkış salvosu ve sahte kâşif başını hafifçe eğerek


birkaç adım öne çıktı. Daha sonra herkes oturdu ve Boşanan­
ların âdetleri hakkındaki konferans başladı.
Okurun benden o adamın bir saate yakın bir süre boyun­
ca tumturaklı konuşması ve abartılı jestleriyle üzenmize yag-

25
dırdıgı fikirlerin özetini istemesi boşuna olur. Korkarım birkaç
kez uyuyakaldım ve beni sandalyeden düşmekten kurtaran
şey yalnızca Holmes'ün münasip anlarda anığı dirsekler oldu.
Yalnızca. Boşımanların. herhalde kulaklarına böcek gir­
mesinden sakınmak amacıyla, yerde yan yatıp sağ dirseğe
yaslanarak, başlarını yine sag omza koyarak uyudukları hak­
kında belli belirsiz bir şeyler duyduğumu hatırlıyorum. Her­
halde doğrudur bu: Hiç Boşiman görmedim ve bunu kendi
gözlerimle doğrulama fırsatı bulamadım. Konuşmacının İn­
giliz olmadığı açıktı; dilimizi bazısı bana tuhaf gelen vurgu­
larla akıcı biçimde konuşsa da, çok hafif bir aksan yabancı ol­
duğunu clevcrıyordu. Fakat elbette, eger dalavereci, dalave­
resini biraz ciddiye alıyorsa, bu hafif aksan gerekliydi.

Konferansın bitiminde, pek az anlaşılabilen sorulardan ve


daha da az anlaşılan cevaplardan oluşan kısa bir tur başladı.
Holmes, beni de şaşırtarak, birdenbire ayağa kalktı ve net bir
sesle konuştu:
"Bay Sigerson. şüphesiz daha önce Tibet'e yaptığınız seya­
hatlerde, manastırın büyük buhurdanlığının keşişlerce salla­
narak baş döndürücü bir hıza ulaştığı Lamaların ünlü töreni­
ne katılmışsınızdır. Zahmet olmazsa, bu törenin tarifini duy­
mak isterim."
Kalabalık içinde bir yüzün bizden tarafa döndüğünü ve
aniden korkuyla suratını buruşturduğunu gördüm. Elbette, o
anda apaçık titremekte olan devasa mors bıyığıyla kolayca ta­
nınan Doktor Doyle'du bu. Holmes'ün kendisini tanıyacağı en­
dişesiyle hemen önüne döndü. Kendisine eşlik eden adam ka­
fasını çevınp. tedirginlik ve ilgiyle dolu bakışlannı birkaç sani­
ye dostuma dikti. O n u n yanındaki sürüngen görünümlü genç
(sonradan onun henüz yirmisini aşmamış bir delikanlı oldugu-

26
nu Öğrenecektim) hareketsiz kalmayı sürdürdü ve diğer adam
kendisine dönüp bir şeyler fısıldadığında da cevap vermedi.
Bu arada, konuşmacımız gırtlağını temizlemiş ve şaşkınlığı­
nı atlatıp loren zamanı manastırda bulunmadığını açıklayan bir
cevap vermeye koyulmuştu; buhurdanlığı daha sonra görmüş-
mûş ve gerçek bir sanat eseriymiş falan filan, sonra da buhur­
danlığın en küçük rölyefine ve telkari işlemesine varıncaya dek
detaylı bir açıklamaya girişti. Yanındaki sansın gencin yarım te­
bessümü genişledi ve bakışlarına eğlenen bir parıltı yerleşti.

Ç o k geçmeden konferans sona erdi ve kulüp sekreteri


(veya başkanı, bunu hiç öğrenemedim) yapmacık ve ukalaca
bir teşekkür konuşmasıyla bize veda etti ve sahneden inerek
Doktor Doyle'ün refakatçisine doğru yürüdü. Edebi temsil­
cim Doktor Doyle'ün da aralarında bulunduğu birkaç kişinin
konuşmak için Sıgersonün çevresini aldığını gördüm. Ne ya­
pacağımızı öğrenmek amacıyla sessizce Holmes'e baktım.
Dostum omuz silkti ve kulüpten ayrılmamızı işaret etti. Ani­
den hareketi yanda kesildi ve birkaç saniye tümüyle donup
kaldı, kısılmış gözleri sabit bir noktaya takılmış ve yüz hatla -
n konsantrasyondan gerilmişti.
Bakışlarını takip ettim. Sahte Sigerson'a eşlik eden sansın
genç. beni gece boyunca huzursuz eden oğlana yaklaştı ve
hep o yanm gülümsemesiyle, sanki hafif felçliymiş gibi ağzı­
nın sol yanını büzerek birkaç cümle söyledi. Muhatabı söyle­
diği şeye pek olumlu bir tepki göstermedi, birkaç saniye bo­
yunca patlamanın eşiğindeymiş gibi göründü, ama sansın
gencin şansına, boş verip. Doktor Doyle'a eşlik eden kibirli
adamın yanına dönmeyi yeğledi. Tavırları itaatkar olduğun­
dan bir uşağa şimdi daha çok benziyordu.
Sansın genç yalnız kalmıştı ve yarım tebessümünü kay-

27
betmeden Sigerson'ün yanma döndü. Çabukça bize bir göz
anı ve hafifçe başını eğerek Holmes'ü selamladı. Holmes
onun selamına karşılık verdi ve salondan çıktık. Bir fayton
bulmamız uzun sürmedi ve hemen Baker Sokağı'na doğru
yola koyulduk.
Holmes. " N e düşünüyorsunuz. Watson?" diye sordu. Et­
rafımızda tantanalı bir Londra gecesi vardı. Pall Mall'in en
gözde kulüpleri ağzına kadar doluydu, tıpkı varyete tiyatro­
ları ve daha uzaklardaki bazı sokaklar gibi. Faytonlar bir yan­
dan diğerine sarsıla sarsıla gidiyor, her zümreden yolcuları
karanlık buluşma yerlerine taşıyorlardı.
Holmes'ün ne kastettiğini pekala anlamıştım, ama sorusu­
nu yanlış anlamış gibi yaptım ve şöyle cevapladım:
"Konferanstan bir tek kelime bile anlamadım, sorduğu­
nuz buysa."
Holmes zoraki gülümseyerek:
"Bir aktör," dedi. "ve pek de iyi değil, en azından yeterin­
ce iyi hazırlanmamış. Eğer bu konudan biraz anlıyorsam, ak­
sanı pek İskandinav aksanı değil ve tabii bir de. Tibetli Lama­
lar dostumuz Sigerson'ün tarif eniğine benzer bir buhurdan­
lığı hiç kullanmadılar."
"Bir sahtekar öyleyse."
"Evet ama bunu zaten tahmin ediyorduk, değil mi? Anla­
yamadığım şey. bununla ne kazanacağı. Gerçek bir şahsın kı­
lığına giren bir sahtekar, mantıklı. Fakat başka bir kılığın kı­
lığına giren bir sahtekar, saçma."
"Peki şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?"
"Onunla konuşmam gerek ve aklıma bunu ayarlayacak
biri geliyor."
"Kim?"

28
"Elbette arkadaşınız Doktor Doyle. Onu tanıyor gibiydi.
Doğrusu, bizim doktor daha ilginç kişilerde tanıyor olabilir."
Belli ki konferans boyunca Doyle'ün yanında oturan ki­
birli şahsı ve sürüngen görünüşlü, itaatkar delikanlıyı kaste­
diyordu. Holmes, onların kim olduklarını bilir gözüküyordu,
ama o anda bana bir şey söylemeyi düşünmediği de açıklı.
"Herhalde yarın onu arayıp, ünlü kuzeyli kâşifle konuş­
mak istediğimizi söylemeniz yerinde olur."
Bir saniye düşündükten sonra, "Nasıl isterseniz, Holmes,"
diye cevapladım. "Aslında hepsinden öte merakımı uyandı­
ran..." biran duraksadım. Dediğim gibi, Holmes'ün bana Doy­
le'ün gizemli dostları hakkında bir şey anlatmayacağı açıklı.
Bu yüzden mümkün olduğu kadar doğal davranmaya çalışa­
rak lafımın ortasında konuyu değiştirdim. "Konferans boyun­
ca Sigerson'ün yanında duran genç. Kim olabilir acaba?"
Bu kişiyi yalnızca gereksiz bir üstelemeden kaçınmak için
öne sürmüştüm. Asıl ilgimi çeken kişiden bahsetmemeye ka­
rar verdikten sonra yapılan körleme bir atıştı bu. Hal böyley­
ken, sorum karşısında Holmes'ün gözlerinin parladığını gör­
düğümde ne kadar şaşırdığımı siz tahmin edin.
"Ah. mükemmel bir soru, sevgili Watson. Kesinlikle mü­
kemmel."
Yol boyunca başka bir şey konuşmadık.

29
II. B O L U M

BİR RANDEVU VE AKSAM YEMEĞİ

Ertesi gün bir fayton çağırdım ve Holmes'ün benden rica


ettiği gibi Doktor Doyle'un evine gittim. İki katlı, sade ama
zarif bir binaydı bu, gerçi hiç şüphesiz edebi temsilcim sıfa­
tıyla ve Profesör Challenger'ın kısa hikâyelerinin ve mükem­
mel tarihi romanlarından bazılarının vakanüvisi olarak isin­
den elde ettiği bol kazanç sayesinde çok daha pahalı ve şaşa­
alı bir yerde de oturması m ü m k ü n d ü .
Hizmetçi bana kapıyı açtı ve kanımı verdikten sonra beni
salona aldı. Ç o k geçmeden (birçok alanda) meslektaşım ve
temsilcim olan kişi içeri girdi. Etli butlu gövdesini, çalışırken
evde giymeyi âdet edindiği koyu renkli ipek bir smokin ce­
keti örtüyordu. Doyle mahremiyetine düşkün bir adamdı,
sonradan tarihçilerin "viktoryen karakter" diye tanımlayacak­
ları türde biri; eğer konuğu başka biri olsaydı şüphesiz bü­
yük bir ciddiyetle giyinirdi, ama biz birbirimizi uzun zaman-
30
dır tanıyorduk ve ben. karşısında kendisine rahat ve teklifsiz
davranma lüksünü tanıdığı pek az kişiden biriydim.
Selamına karşılık verir ve birbirimize nezaket gereği ilti­
fatlarda bulunurken. Doyle'u karşıma çıkaran ilginç talihi
düşünmeden edemedim. Çok geçmeden Holmes'le tanışaca­
ğım sırada, sonradan Kızıl Dosya başlığını alacak olan elyaz­
malarımı tamamlamış, bir editör ararken tesadüfen Doyle a
rastlamıştım. O sıralarda Doyle da, Sir Waher Scoıt'ın tarihi
romanlarına oldukça benzer çizgideki Micah Clarbe'ı henüz
yayımlamıştı ve Londra'nın entelektüel çevrelerinde edindiği
Şöhretinin keyfini sürüyordu. Benim astım olarak doktorluk
yaptığı dönemden kendisini hatırlıyordum ve o da beni çok
iyi hatırlamış gibiydi.

Elyazmalarımı okumayı kabul etti ve ondan sadece övgüy­


le bahsetmek inceliğini göstermekle kalmadı, aynı zamanda
basılması için uğraşacağına da söz verdi. Doğrusu, iş bu ka­
darla da kalmadı. Hikâyemin. Jefferson Hope'un M o r m o n
topluluğu içindeyken başından geçenleri anlattığım ikinci
kısmının büyük b ö l ü m ü n ü düzelten ve yeniden yazan da oy­
du. Dahası, benim seçtiğim pek iddiasız başlığın yerine, niha­
yet kitap basıldığı zamanki başlığı öneren de ta kendisiydi:
Karışık Yumak. Bu sebeplerden, kitabın kapağında ikinci ya­
zar olarak geçer. Birkaç yıl sonra başka bir roman için yeni­
den işbirliğine giriştik: "Dehşet Vadisinin ikinci bölümünde,
nöbeti tekrardan devralarak "Kurnaz" Edwards'ın kömür işçi­
leri arasında başından geçenleri büyük bir ustalıkla anlattı ve
o sayfalara, itiraf etmeliyim ki benim yazdıklarımı gölgede bı­
rakan bir gerçeklik hissi ve renk kattı.

Daha sonra Sherlock Holmes'ün Maceraları başlığı altında


toplayacağım hikâyelerin Strand Magazin sayfalarında yayım-

31
lanmasından sonra Doyle'un yardımlarından yararlanama­
dım: O aralar Holmes hikâyeleri fena satmamakla birlikte ede­
bi çalışmalarım ne bir edebiyat temsilcisine ihtiyaç duyacağım
kadar çok. ne de tatmin ediciydi. Elbette aramızdaki dostluk
ilerledi ve eşlerimin birkaç kez belirttikleri gibi hayatın mad­
di yanlarına pek hakim biri olmadığımdan. Doyle'u benden
daha yetenekli olduğu bir alanda yetkili kılmaya, edebi çalış­
malarımın ticari yönüyle İlgilenmesine karar verdim, dolayı­
sıyla edebi temsilcim oldu. Bu durum tuhaf bir kanşıklığa se­
bep olmuştu: Holmes'ün ve benim, sadece Doktor Doyle'un
kaleminden çıkmış karakterler olduğumuza inananlar azım-
sanmayacak bir sayıya ulaştı. Elbette, hikâyelerimde bundan
hiç bahsetmedim (nihayetinde beni ilgilendiren, eski dostu­
mun olağanüstü zekâsından ve parlak yöntemlerinden dünya­
yı haberdar etmekti), fakat Holmes birçok defa tanışma esna­
sında ismini söylediğinde, belki de unlu bir hayali karakterin
kılığına bürünmüş bir aktör olduğunu düşündüklerinden,
karşısındakilerin tuhaf bir şakayla karşı karşıya kaldıklarına
inandıklarını gösteren inanmaz bakışlarıyla karşılaşmıştır.

Ah, ama yine konudan uzaklaştım, hikâyemize dönmemi­


zin vakti geldi. Hal hatır sorma faslı sona erince. Doyle ziya­
retimin sebebini sorarak. "Yoksa tezgahında Holmes'ün yeni
maceraları mı var?" diye tahmin yürüttü. Dedektifin ismini
telaffuz ederken sesi hafifçe titremişti.
"Aslında geliş sebebim bununla ilgili değil. Bilmem, kâşif
Sigerson'ün dünkü konferansında bizi gördün mü?"
"Elbette. Zehir hafiyemizin Sigerson'a bir soru sorduğunu
da hatırlıyorum "
"Doğru. Holmes onunla tanışmak istiyor. Anladığım ka­
darıyla senin de kendisiyle bir ahbaplığın var..."
Doyle, görünmez bir şeyi kovalıyormuş gibi bir jest yaptı.
"Aslını sorarsan, yok. Nasıl desem... bazı ortak ve olağan­
dışı meşgalelerimiz var. Bunun dışında pek bir ahbaplığımız
olduğunu söyleyemem."
Doyle'ün bu umursamaz tavrına şaşırmıştım; Sigerson'la
ilişkisini hepten reddetmeden, onunla olan ilişkisinde yolun­
da gitmeyen bir şeyler olduğunu ve aralarındaki mesafeyi
vurgulamak ister gibiydi. Bunu aklımın bir köşesine yazıp,
daha sonra Holmes'e bahsetmeye karar verdim. İlginç bir şey
çıkabilirdi.
"Şüphesiz." dedim. "Holmes ve ben. bize onunla bir gö­
rüşme ayarlayabilirsen sana çok müteşekkir kalırız. Holmes
bu şahıstan gerçekten etkilendi."
Doyle. sandalyesinde rahat edemiyormuş gibi duruşunu
değiştirdi.
"Etkilendi demek? Ne kadar ilginç," dedi sonunda, söyle­
diklerine uymayan bir sesle. "Bay Sigerson'un. isviçre'de ölen
şu matematik profesörü gibi azılı bir suçlu olduğunu düşün-
müyordur herhalde. Neydi onun ismi? Moretti mi. öyle bir
Şey?"
"Moriarty." diye düzelttim.
"Ah, tabii ya. şimdi hatırladım. Etkilendi, diyorsun. İl­
ginç. Kendi kendime birinin ünlü dedektifimizi etkilemesi
için nasıl bir özelliği olması gerektiğini soruyorum. Sigerson
bana hep çok silik bin gibi gelmiştir. Tabii bizim bilmediği­
miz gizli bir kabiliydi olabilir."
Gülümsedi, tebessümü bariz bir şekilde gergindi. Doy­
le'ün söylediklerine şaşırdığımı inkar edemem: Bana göre
Doyle'ün Sigerson'la ilişkisi hakkında anlattıktan akla yatkın
değildi.

33
"Kusuruma bakma, konudan uzaklaştım." diye ekledi,
"elbette sizin için bir görüşme ayarlarım."
"Sağol Anhur. ben de senden b u n u beklerdim."
Tekrar gülümsedi. Bu sefer biraz daha sakindi.
"Bir dostun ve üstüne üstlük en önemli müşterimin arzu­
sunu nasıl reddederim? Aslında bugün onunla yemek rande­
vum var ve herhalde sız de bu akşama doğru kendisiyle gö­
rüşmek için yemeğe katılabilirsiniz. Sizin için uygun m u ? "
" D a h a iyisi olamaz."
Doyle başıyla onayladı. Gerginliğini üzerinden atmış gö­
rünüyordu.
"Tamam öyleyse. Bu işi hallettik Şimdi söyle bana. son
zamanlarda kalemin işliyor m u ? "
Kafamın başka yerde olduğunu belli etmemeye çalışarak,
iki yeni Holmes hikâyesini tamamladığımı söyledim. Doyle
hafifçe kaşlarını çatarak:
"Farklı bir edebi türde yazmayı hiç düşünmedin mı? Sen
yetenekli binsin J o h n ve kalemini adadığın bu edebi tür. en
hafif deyimle, yavan. Biyograf sıfatıyla yetinerek yeteneğini
çarçur ediyorsun."
Bir rahatlama hissiyle hafifçe gülümsedim, zira en bildik
tartışma konulanmızdan birini açması, gerginliğinden kurtul­
duğunu, yine tanıdığım Doyle olduğunu gösteriyordu. D a h a
önce de söylediğim gibi. temsilcim daha ilk günden Hol-
mes'ten tedirgin olmuştu. Daha doğrusu, birkaç sayfa önce
bahsettiğim gibi Doyle, dedektif karşısında esaslı bir paniğe
kapılıyordu: Sinirleri geriliyor, durmadan ellerini ovuşturu­
yor ve bir tek tutarlı cümle kuramıyordu, onun gibi berrak ve
keskin bir zekâya sahip biri için bu gerçekten garipti. O n u n
bu tavrının sebebini hiç öğrenemedim ve Holmes biliyorsa

34
bile bana hiçbir zaman söylemedi. Fakat Doyle'da yarattığı et­
kinin pekala farkında olan Holmes. onun sinirlerini daha da
bozmaktan keyif alıyordu. Holmes'ün kişiliğinin dendikle­
rinde yatan çocukça bir saldırganlık dürtüsü vardı ve anlaşı­
lan Doyle'da b u n u kolayca açığa çıkaran bir şey mevcuttu.
"Bu konudan daha önce de bahsetmiştik," diye cevap ver­
dim. "Hayal gücüm yok denecek kadar kıt. Gerçek bir olayı
kaleme alabilirim, fakat icat etmek... Ah, işte onu beceremı-
yorum. Aslına bakarsan bu bakımdan sana gıpta ediyorum."
"Ah haydi, J o h n . kendine haksızlık ediyorsun. E m i n i m ,
bir denesen..."
Temcit pilavına dönmüş nahoş bir konuya toslamıştım.
"İnan bana, denedim. Fakat sonu hüsran oldu."
Söyleyeceği şeyin yersiz kaçıp kaçmayacağını tanıyormuş
gibi yine rahatsızca kıpırdandı. En sonunda bet bir sesle:
"Bence Holmes sizin ö n ü n ü z ü kesti, sizi kendi uydusuna
çevirdi. Kendi adınıza düşünmekten acizsiniz." dedikten
sonra, ikimizin de bildiği tıp jargonuna el atarak, "sizi bir pa­
razite çevirdi," dedi.
Bariz bir soğuklukla. "Arthur." diye başladım, "söylediğim
gibi bu konuyu daha önce de tartıştık. Holmes'le ortaklığı­
mın bana çok faydası dokundu. O tanıdığım en olağanüstü
adam. Aramızdaki dostluğu tehlikeye almak arzusunda de­
ğilsen, b u n u iyi belle."
Kesin tavnm karşısında geri çekilip, başını sallayarak.
"Nasıl istersen." dedi.
Bu konuşmanın ardından sohbetimiz gittikçe tavsadı. N e ­
zaket gereği birkaç söz daha ettikten sonra vedalaşlık.

Baker Sokağı'na döndüğümde temsilcimin garip tutu-

35
mundarı Holmes'e bahsettim. Belki de böyle bir şeyi tahmin
etliğinden pek üzerinde durmadı.
Saat üç sularında Doyle'dan bir telgraf aldık. Bizi saat al­
tıda, konferansın verildiği kulüpte Sigerson ve sekreteriyle
birlikte akşam yemeğine davet ediyordu.
"Sekreteri mi?" diye sordum. Holmes telgrafı şömine rafı­
na bırakarak. "Şüphesiz şu sansın genç. Watson. İyi, iyi, ken­
disini tam anlamıyla tanıma fırsatı bulacağız." diye cevapladı.
Başkaca bir şey konuşmadık, ama yüzünde her daim ya­
rım bir gülümseme bulunan bu şahsın Holmes'û fazlasıyla
meraklandırdığı belliydi. D ü n . Doyle'un yanındaki çalımlı
adama eşlik eden o dalkavuk delikanlıya karşı duyduğum
tiksintiyle öyle meşguldüm ki. sarışın gence dikkat etmemiş­
tim. Fakat o genç adamda tekinsiz bir şeyler olduğu konu­
sunda Holmes'le tümüyle hemfikirdim. Aslına bakılırsa, ül­
kemizde bir mevsim kalmayı planlayan bir yabancının İngi­
liz bir sekreter tutmasında garipsenecek bir şey yoktu. O de­
likanlıda... sanırım bu daha uygun bir kelime olacak, beni
kaygılandıran şey bu değildi. Aslında beni kaygılandıran şe­
yin ne olduğunu da tam olarak tarif edemiyordum. Yalnızca,
hareketlerinde hem beni rahatsız eden, hem de merakımı
celbeden bir şey olduğunu biliyordum.

Akşamüstü beş buçukta titizlikle giyinmiş olarak caddeye


çıkıp bir fayton çağırdık. Kulüp Antropos'a vardığımızda Big
Ben saat altıyı gösteriyordu. Doyle gelmiş, gür bıyıklarının al­
tından çıkan kalın purosuyla bizi bekliyordu. Sigerson ve
sekreterinden iz yoktu.
Birkaç dakika bekledik, gelen giden olmayınca kulübe
vardıklarında bizi bulacaklarını varsayarak yemek salonuna
geçmeye karar verdik.

36
Aradan bir buçuk saat geçmiş, henüz hiç kimse gelmemiş­
ti. Başlarda masadaki sohbet gayet canlıydı. Daha önce bah­
settiğim gibi Doyle. bir yandan Holmes'ün uzak akrabası
olan ünlü Profesör Challenger'ın asistan yazarıydı. Dolayısıy­
la, bu tatlı kaçık bilim adamı hakkında karşılıklı ince esprile­
rin yapıldığı ilk dakikalar keyifli geçti. Cok geçmeden sohbe­
tin hızı kesildi ve Holmes birkaç dakika boyunca, umursa­
maz görünmeye çalışan Doyle'u rahatsız eden bazı sözler sarf
etme eğilimine karşı koyamadı. Konuklarımızdan bir haber
olup olmadığını sormasını rica etmek için garsonu çağıracak­
tık ki, garson kendiliğinden masamıza yanaştı.

"Doktor Doyle, girişte sızı görmek isteyen bir centilmen


var."
Garsonun "centilmen" kelimesini telaffuz ediş tarzından,
bu kelimenin gelen konuğu tarif etmek için pek de uygun bir
kelime olmadığını anlamıştık. Doyle izin istedi ve salondan
ayrıldı. C ö k geçmeden yanında ona boylu, dalgın yüzlü bir
gelinciğe benzeyen, Scotland Yard'dan eski dostumuz müfet­
tiş Lestrade ile döndü.
"Bay Holmes. Doktor Watson." diyerek bizi selamladı,
"pek şaşırtıcı olmasa da sizinle burada karşılaşmayı beklemi­
yordum."
" N e oldu. Lestrade? Sizi evinizden böyle alelacele çıkaran
olay önemli olsa gerek."
Lestrade. ü ç ü m ü z ü n ortak çalıştığı çok sayıda vaka sıra­
sında eski dostumun kabiliyetlerini pekala öğrenmiş olması­
na rağmen. Holmes'ün bu yorumuna şaşırmıştı. Büyük de­
dektifin de ara sıra belirttiği gibi. ben de pek kurnaz biri sa­
yılmamama rağmen, müfettişin üzerindeki kıyafetin savruk­
luğuna ve elbette ayağındaki pabuçların eş olmamasına baka-

37
rak aynı sonucu çıkarmakta pek zorlanmamıştım.
"Öyle, Holmes." diye cevapladı Lestrade. "bu sonuca nasıl
vardığınızı anlamamakla beraber, söylediğiniz doğru. Her
neyse, şu anda bunun önemi yok. Bay Sigerson kayboldu,
öldürülmüş olmasından korkuyoruz."
III. B O L U M

SAHTEKAR ÖLDÜRÜLDÜ MÜ?

Sigerson'un kaldığı otele giderken kimse önemli bir laf et­


medi. Doyle giderek daha garip davranıyordu: Zaten acayip
bir olaya karışmışken, bir de Holmes'ün karşısında olması
gerginliğini daha da arttınyordu. Lestrade. bildiği her şeyi
(böş oda, kan izleri, devrilmiş mobilyalar) bize kulüpte anlat­
mıştı ve o anda sessizdi. Holmes. düşüncelere dalmış, pence­
reden dışarı bakmakla yetiniyordu. Bense durumdan biraz
rahatsız olarak, bir sohbet konusu bulmak için boş yere ça­
balıyordum. Nihayet, Lesırade'e hitaben:
"Kulüpte olacağımızı nereden biliyordunuz, müfettiş?" di­
ye sordum.
Müfettiş, dudaklarım ıslatarak. "Aslında bilmiyordum.
Doktor Watson." diye cevap verdi. "Sekreteri, Bay Siger­
son'un Doktor Doyle ve başka iki beyle birlikte akşam yeme­
ği randevusu olduğunu söyledi. Ben de kulübe doğru yola

39
koyuldum." bir an duraksadı. "Doyle veya konukları belki il­
ginç bir şeyler söyler diye umuyordum. İkinizle karşılaşınca
ne denli şaşırdığımı siz tahmin edin."
Doyle sanki yanında kimse yokmuş gibi birdenbire, "Kor­
kunç bir şey!" diye bağırdı. "Berbat bir skandal çıkacak. Ber­
bat. Sigerson kadar şöhretli bin böyle ortadan kaybolsun..."
Pencereden bakmaya devam eden Holmes. "Saçma," dedi.
"Sigerson kaybolmadı. Doktor."
Doyle ona hem korkmuş, hem öfkeli bir bakış fırlattı, ilk
defa. temsilcimin Holmes'e karşı düşmanlığının gerçek sebe­
binin kıskançlıktan başka bir şey olup olamayacağını düşün­
meye başladım. Kıskançlık fikri hepten saçmaydı. Birbirleri­
nin neyini kıskanacaklardı ki? Holmes ve Doyle'un ilgi alan­
ları kesinlikle çakışmıyordu ve birbirlerini kıskanacak kadar
ortak şeyleri yoktu.
Lestrade, " N e demek istiyorsunuz, Holmes?" diye sordu.
"Var olmayan biri kaybolamaz ve Sigerson da hiç var ol­
madı."
Okur. Lestrade ve edebi temsilcimin yûzlerındeki hayret
ifadesini rahatlıkla hayal edebilir, bu yüzden tarif etmeme ge­
rek yok. Scotland Yard müfettişi. Holmes'ten açıklama ister­
ken, Doyle bir şeyler geveledi.
"Azizim Lestrade. Profesör Moriarty ile birlikte Reichen-
bach çağlayanından düştükten sonraki üç yıl boyunca herke­
sin beni ölü saydığını hatırlarsınız. Bu süre zarfında ne yap­
tığım hakkında bir tahmininiz var mı?"
"Bilmiyorum."
"Tahmin edeceğiniz şeyi bilmiyorsunuz öyle mi? Nefes ke­
sici bir itiraf doğrusu." Lestrade yanlış anlaşıldığını söyleyip
itiraz edecekken, Holmes boş verir bir jest yaptı. "Başka bir-

40
çok şeyin yanı sıra Dalay Lamayla ve Hartum halifesıyle gö­
rüştüm ve Arap kılığında Mekke'yi ziyaret ettim. Ayrıca, Va­
tikan'a kabul edildim ve Papa'yla biraz lafladım. Bütün bun-
ları yaparken ismim Sigurd Sigerson'du. ünlü kuzeyli kâşif."
Yeniden arabaya çöken sessizliği bozan Lestrade oldu.
"Tamam, Sigerson'un kimliğine bürünmüşsünüz, fakat..."
Holmes başını salladı.
"Kimliğine bürünecek bir Sigerson yoktu. Lestrade; sizin
de pekala tahmin edebileceğiniz gibi. böyle bir şey yapıp
kendimi riske atacak kadar aptal değilim. O n u ben icat ettim,
ona hayat verdim ve bir yıl önce geri dönmemle de sonsuza
kadar yok oldu. En azından dun sabaha kadar öyle sanıyor­
dum."
Holmes'ün Sigerson diye b i n n i n hiç var olmadığını açık­
lamasından bu yana taşlaşmış gibi duran Doyle. nihayet ağ­
zını açtı.
"Tanrım. Evet. Hatırlıyorum."
Lestrade ona dönerek. "Nasıl?" diye sordu.
" J o h n ' u n bana teslim ettiği son hikâye. Neydi ismi? Sahip­
siz Ev miydi?" Boş Ev diye mırıldandım. "Evet. orada oku­
dum. Oradan aklımda kalmış olmalı. Nasıl?.."
Sahiden de. Sherlock Holmes'ün dönüşü hakkında bir hi­
kâye yazmış, fakat basımına henüz onay vermemiştim ve Al­
bay Moran'm yaptıkları yüzünden çıkacak rezaletlerin ucu
Londra'nın en tanınmış ailelerine dokunacağından, aradan
on yıl geçene kadar da veremeyecektim. Şüphesiz, hikâyemi
değerlendirecek nitelikli bir eleştirmene ihtiyaç duyduğum­
dan ve Doyle'ün ağzının sıkılığına güvenerek birkaç hafta ön­
ce elyazmalarımı kendisine vermiştim.
Doyle'ün söylediklerini onaylarken, belki de gördüğü şe-

41
yi ilginç veya eğlenceli bulduğundan Holmes'ün güzünü
kırpmadan Doyle'u süzdüğünü fark ettim.
"Haklısınız, azizim. Kuzeyli kâşif kisvesine büründüğümû
Watsona daha once anlatmıştım ve bu bilgiyi hikâyesinde
kullanmasında garip bir taraf yok. Diğer taraftan, bu kadar
işinizin arasında Sigerson isminin dikkatinizden kaçması an­
laşılabilir bir şey." Holmes'ün, "bu kadar iş" kelimelerindeki
ince alayı, benim haricimde birinin fark ettiğinden şüpheli­
yim. "Yerinizde olsam aklımı bununla daha fazla meşgul et­
mezdim."

Fakat bu sözler Doyle'u sakinleştireceği yerde daha da te­


dirgin etti. Kalın purosunu delirmiş gibi çiğnemeye başladı,
geniş alnını ter basmıştı.
"Aptallık," diye mırıldandı, "nasıl bu kadar aptal olabil­
dik? Samuel'in bilmesi gerekirdi..."
Sanki yalnız olmadığını o anda fark etmiş gibi birdenbire
sustu. Holmes'ün gözlerinde bir dikkat parıltısı belirmişti.
Temsilcimin heyecanlı suratını dikkatle incelemeyi sürdür­
mekle birlikte tek kelime etmedi.
Çok geçmeden Sigerson'ün (asıl ismini bilmediğimiz dik­
kate alınırsa, ondan başka hangi isimle bahsedebilirim ki?)
sekreteriyle birlikte kaldığı otele vardık. Pek lüks olmasa da
kaliteli bir mekândı burası. En azından orta gelirli birinin ça­
tısı altında kalabileceği bir yer.
D ö r d ü m ü z , şüphelilerin muhtemel giriş çıkışını denetle­
yen çok sayıda üniformalı polisle kuşatılmış halde içeri gir­
dik, ilk kata çıktık ve sahte kâşif ve sekreterinin kaldığı kori­
dorun sonundaki odalara geldik.
Sekreter, tanımadığım ama Holmes'û içtenlikle selamla­
yan bir Scotland Yard görevlisiyle birlikte bizi bekliyordu.

42
Patronunun başına gelenler onu pek etkilememiş gibiydi, ya­
rım gülümsemesi yine ağzının kıyısındaydı. Lestrade yanın­
daki polise yöneldi.
"İfadesini aldınız mı. Marlowe?"
"Evet. efendim. Bay Holmes odayı şimdi mi inceleyecek?"
Lestrade. Holmes'ün yeteneklerini bilmesine ve onlardan
birçok kez faydalanmasına rağmen, emrindeki bir memurun,
resmi sıfatı olmayan birine böylesine hayranlık duymasını
uygunsuz bulduğundan olsa gerek kaşlarını çanı. Elbette
Lestrade ünlü dedektifin inanılmaz yeteneğine ve yöntemle­
rine yıldan yıla daha fazla saygı duymaya başlamıştı, ama yi­
ne de Scotland Yard'ın işlerine burnunu sokan bir amatör
karşısında kaygılanan resmi görevli tavrının arada sırada bas­
kın çıkmasını engelleyemiyordu; çoğu vakada o amatörü ça­
ğıran bizzat kendisi de olsa.

Zayıf bir sesle, "Eğer kendisi arzu ederse." dedi.


Polisin aklından geçenleri gayet iyi bildiğini saklamaya te­
nezzül bile etmeyen Holmes, acı bir gülümsemeyle, "Büyük
zevkle," diye cevapladı.
Olayın gerçekleştiği odaya girdik. Mobilyalar tersyüz ol­
muş, bazılan kınlmıştı ve yerde kan lekeleri vardı. Pencere­
ler kapalıydı, ama kan lekeleri iç avluya bakan bu pencere­
lerden birine doğru gidiyordu.
Büyüteciyle izleri inceleyen Holmes, İ l g i n ç , " diye mırıl­
dandı, "çok ilginç."
Kan lekelerini incelemeyi bitirince pencereye yaklaştı.
Pencere kolunu tutup bıraktı ve sonra hafif bir zafer nidası
çıkardı.
" Ç o k zekîce, Watson. bakın."
Gösterdiği yere baktım.

43
"Görünüşe göre pencere içenden kapatılmış. Sürgüler
sağlam, değil mi?"
Sahiden de öyle görünüyorlardı, "Evet," dedim.
"Hayır, değil. Pencere açık. Bakın." Sürgüyü kaldırmadan
pencereyi açtı. "Sürgülere bir daha bakın. Kesilmişler ama
uzaktan sağlam gözüküyorlar. Evet. çok zekice."
Pencereden sarktı. Bir sıra sarmaşık iç avludan bulundu­
ğumuz kata doğru yükseliyordu.
"Gayet açık." dedi. "hiç şüphe yok ki buradan çıkmış. Sar­
maşığa bakın, bazı dallan kopmuş. Bir de kan lekeleri var."
"Ya Sigerson?" diye sordum.
Holmes'ün bir kaşı kalktı. Holmes'ü, bir süredir böylesi­
ne keyif aldığı bir şey olmadığını bilecek kadar tanıyordum.
Suç "kalitesi"nin artması konusundaki dileği yerme gelmişti.
"Bir ceset mı anyonsunuz, Watson?" dedi. "bulamazsınız.
D ü n kâşifimizi kötü aktör diye nitelemiştim ama tahmin et­
tiğimden kabiliyetli çıktı. Evet. bunların hepsini o tezgahla­
dı. Kavga çıkmış izlenimi vermek için mobilyaları devirdi,
yeterli miktarda kanayacak ama hayati tehlike yaratmayacak
şekilde kendini yaraladı ve sonra da hazırlamış olduğu kaçış
yolunu kullanarak pencereden çıkıp avluya atladı. Şüphesiz,
polis gelmeden otelden çıkmıştır."
Bir şey söylemedim. Holmes elbette haklıydı. O anda.
Lestrade yüzünde donuk bir ifadeyle kapıdan girdi.
"Bir şey buldunuz mu?"
Holmes pencereyi işaret etli ve kesilmiş sürgülerden bah­
setti.
Polis müfettişi, Holmes'ün vardığı sonuçları bir adım ileri
götürmeye ve çıkan sonucu kendine mâl etmeye çabalayarak.
"Anlıyorum." dedi. Holmes'le birlikte, kafasındaki düşünce-

44
leri neredeyse bütün saydamlığıyla görebiliyorduk. " G ö r ü ­
nen o ki, katil son derece hazırlıklıydı. Pencereden girdi, ta­
bii bunu önceden ayarlamıştır. Belki de bana bahsettiğiniz şu
konferansın gerçekleştiği gün. niye olmasın; Sigerson ve yar­
dımcısının uzun sûre ortalıkta olmayacağını biliyordu ve ha­
zırlanmak için yeterli zamanı vardı. Kimbilir niyeti ne? Hır­
sızlık, cinayet, şantaj? Bildiğimiz tek şey, Sigerson'la kavgaya
tutuştuğu ve bu dövüş sırasında birinin öldüğü. Sebebini bil­
miyoruz, ama yakında anlarız. H e n ü z bilemediğim bir sebep­
ten cesedi yanında götürmeye karar verdi, ki bundan da çok
güçlü bin olduğu fikrine geliyoruz, sırtında bir cesetle şu du­
vardan aşağı inmek hafife alınacak bir iş değil. Bu da bize. ce­
sedi saklamak ve kimsenin bulamayacağı bir yere taşımak
için dışarıda bekleyen en az bir suç ortağı olduğunu işaret
ediyor. Karmaşık bir vaka, siz ne dersiniz Holmes?"

Eski dostum, müfettişin söylediklennden tümüyle farklı


şeyleri kastederek, "Ona ne şüphe. Lestrade, ona ne şüphe,"
dedi.
Lestrade'in yüzünde şaşkın bir ifade belirdi.
"Bir saniye. Eğer asıl Sigerson sizseniz ve bu adam sadece
bir sahtekarsa..."
"Evet?"
"Katil sizi tanıyan biridir. Sizin peşinizde, Holmes, bu se­
fil dalaverecinin değil. Demek istediğim..."
"Sevgili Lestrade, sizin ne demek istediğinizi daima önce­
den bilirim. Katilin, benim Sigerson kimliğiyle dolaştığım va­
kitler tanıştığım bin olduğunu ve bir sebepten ölmemi iste­
diğini düşünüyorsunuz muhtemelen. Fakat sahte Siger­
son'un ne kadar süredir bu dolabı çevirdiğini bilmiyoruz.
Kendi düşmanlarını edinmiş olması da çok m ü m k ü n . "

45

TeM hakkı d
Lestrade. bir an söylenenleri tanıyormuş gibi göründü.
"Elbette, elbette. Fakat başka olasılıkları da dikkate alma­
lıyız. Fazladan önlem almanın bir zararı dokunmaz."
Lestrade odadan çıkarken. Holmes neredeyse duyamaya­
cağım kadar alçak bir sesle:
"Bu adamın zekâsı bazen beni şaşırtıyor, neredeyse bir ço-
cuğunki kadar," dedi.
Marlowe ve Sigerson'ün yardımcısının bizi beklediği diğer
odaya girerken sessizce güldüm. Holmes. Sigerson'ün sekre­
teriyle konuşma fırsatını kaçırmadı:
"Henüz tanışlınlmadık, bayım."
Sesi de yüz ifadesi gibi mesafeli ve nazikti. Fakat bu ada­
mı herkesten iyi tanıdığıma inanıyordum ve onda biraz ken­
dine güvensizlik ve bakışlarında bir şüphe görüyordum.
"Gerekli değil. Ü n l ü Sherlock Holmes'ü kim tanımaz?"
dedi ve bana dönerek başını hafifçe eğdi. "Elbetıe siz de Dok­
tor Watson olmalısınız. Sizlerle tanışmak benim için bir
onurdur, beyler. Shamael Adamson hizmetinizde."
Elini uzattı, sıktım; tokalaşması kısa ve güçlüydü, avuç İçi
biraz olsun terlememiştı. Holmes, gözlerinde kuşkucu bir
parıltıyla onu süzüyordu. Nihayet o da genç sekreterin elini
sıktı.
"Korkarım size bazı sorular sormam gerekecek, müfettiş
için bir sakıncası yoksa tabii."
"Elbette yok. Holmes. Bildiğiniz gibi, yapacağınız her tür­
lü yardım için size minnettar kalırız."
Lestrade şimdi, bu meselenin ç ö z ü m ü n ü n dedektifin
önünü açmakla m ü m k ü n olacağına inanıyordu. Holmes'e
yağ çekmesinin tek sebebi buydu. Holmes ona cevap verme
zahmetine katlanmadan, doğrudan Adamson'a yöneldi:

46
"Siz, kısmen de olsa, olayın görgü tanığısınız değil mi?"
"Sayılır." dedi ve omzuyla işaret ederek, "odam hemen
yan tarafta ve ortak salondaki diğer kapı Bay Sigerson'unkine
açılıyor. Sizlerle birlikte geçireceğim akşam yemeğine katıl­
mak Üzere giyiniyordum ki, zor duyulan ama oldukça tuhaf
gürültüler duydum, itiraf edeyim ki başta pek önemseme­
dim. Fakat gürültü tekrarlandı, ben de meraklandım. Sanki
çok ağır bir şeyin yere düşüp kırılmasına benzer bir sesti.
Akabinde bir çığlık duydum sanıyorum. Emin olamadım, o
yüzden koridora çıktım. Çığlığı tekrar duyduğumda. Bay Si­
gerson'un odasından geldiğini fark ettim. Odama d ö n ü p , bu
salona geçtim. Bay Sigerson'un kapısı kilitliydi. Bir çığlık da­
ha duyunca kapıyı açmaya çalıştım, ama nafile. Sonra bir ses­
sizlik oldu. Kapıyı kırmaya çalıştım ve iki üç denemeden
sonra açmayı başardım. Odayı gördüğünüz halde buldum."

"Bir şeye dokundunuz mu?"


Adamson birkaç saniye tereddüt etti.
' E m i n değilim. Muhtemelen evet. özellikle kanı gördü­
ğüm andan itibaren pek net düşünemedim, içeri girdim ve
odayı araştırdım, ama patronumdan bir iz bulamadım, böy­
lece lobiyi aradım ve Scotland Yard'a haber vermelerini rica
ettim. Ç o k geçmeden de müfettiş Lestrade geldi. Doktor
Doyle'la randevumuz olduğunu söylediğimde, kulübe gitme­
ye karar verdi."
Holmes, Lestrade'e döndü.
"Bizim iyi kalpli doktoru şüpheli addedip, suç işlendiği sı­
rada başka yerde olduğunu doğrulamak mı istediniz?" Sesi
eğlenirmiş gibiydi.
Lestrade utanmış görünüyordu.
"Şey... elbette en ufak bir dayanağı olmamakla birlikte bu

47
düşüncenin aklımdan geçtiğin inkar edemem. Beni anlama­
lısınız Doktor Doyle. yaptığım iş bazen başkaları hakkında
en olmayacak şeyleri düşünmeyi şan koşar."
Doyle başını sallayarak anladığını Delinmesine rağmen
kafası başka yerde gibiydi. Lestrade'ın özürlenne kulak as­
mayan Holmes. sorgulamayı sürdürdü.
"Bay Adamson, söyler misiniz. Bay Sigerson'ün hizmetine
gireli ne kadar oldu?"
"Aşağı yukarı iki ay. İngiltere'ye geldiğinden beri. Sekre­
ter aranıyor ilanını gördüm. Önceki işverenim Yeni Dünya'ya
göç etmeye karar verdi ve ben de işsiz kaldım, ilanı görünce
başvurdum, Bay Sigerson'la görüştüm ve ışı aldım."
"Bu zaman zarfında olağandışı bir şey fark ettiniz mı?"
"Hayır. Yabancı birinin kendine has özellikleri hariç elbet­
te." Gülümsemesi genişledi. "Şu Iskandinavlar ilginç millet
doğrusu."
Aniden sözünü kestim:
" Ö l ü m ü n d e n pek etkilenmiş görünmüyorsunuz."
Holmes bana baktı, şaşırmıştı ama sorumun yersiz oldu­
ğunu düşünüyora benzemiyordu.
Adamson cevap vermeden birkaç saniye duraksadı.
"Aslına bakarsanız, etkilenmediğimi itiraf etmeliyim. Ma-
aşımdaki düşüşten etkileneceğim muhakkak, ama Bay Siger­
son ve ben pek yakın değildik. Biz ingilizler pek sıcakkanlı
olmamakla tanınırız, ama görünen o ki kuzeyliler de bizden
aşağı kalmıyor, ilişkimiz bütünüyle iş ilişkisiydı."
Adamson konuşurken Holmes piposunu dolduruyordu.
Ağzına kadar doldurdu ve genci süzmeyi bırakmadan ağır ha­
reketlerle yaktı. Yüzünde daha önce pek nadir gördüğüm tu­
haf bir ifade vardı, sanki tümden yeni bir türle karşı karşıya

48
kalmış ve hakkında ne düşüneceğim bilemiyormuş gibiydi.
"işvereninizin söylediği kişi olduğuna İnandınız mı?" diye
sordu sonunda.
Holmes'ün sorusu Adamson'ı gerçekten şaşırtmış görünü­
yordu.
"Yani onun bir sahtekar olduğunu mu söylüyorsunuz? Bu
mümkün değil. Kuzeyli bir kâşif kılığına girmeye kim zah­
met eder ki?"
Holmes'e yan yan bakarak, tüm samimiyeliyle bu fikri gü­
lünç bulduğunu söyledi. Kendinden emindi.
"Ayrıca, bana gösterdikleri... Bakın, burada olmalı."
Küçük bir dolaba yanaştı, kapağını açıp bazı fotoğraflar
çıkardı.
• Kendiniz bakın."
Holmes fotoğrafları aldı ve teker teker bakmaya başladı.
Aniden bir kahkaha patlattı.
" N e oldu?" diye sordu Lestrade.
"Sanırım bu fotoğrafları herkese göstermiştir."
Fotoğrafları görünce dalgınlığından sıyrılan Doyle. "Doğ­
ru," diye atıldı, "bana da birkaç kez göstermişti."
Holmes sözlerine devam etti:
Sigerson'un, iriyarı. doğu tarzı gösterişli kıyafetler giymiş,
kısa gri sakallı bir adamla birlikte gözüktüğü fotoğrafı bize
göstererek, "Elbette, şu da Hartum Halifesi kılığına girmiş bi­
ri," dedi. Kimseden yorum gelmedi. "Halife gibi, Müsluman-
larca kutsal sayılan bir adamın fotoğraf çektireceğine, onun­
la bu kadar rahat poz vereceğine inanır mısınız? Bu. Islamın
insan suretini taklit etmeye karşı olan temel kurallarından bi­
rini çiğnemek demektir."
Holmes, baktığı fotoğrafları Lesırade'e uzattı.

49
"Eğer bu sizi ikna etmediyse, Sigerson'un, -gerçek Siger-
s o n ' u n - Times'ta yayımlanan röportajını hatırlamanız yeterli
olacaktır," dedi Holmes gülümseyerek. "Halife yalnızca hıya­
rı değil, dahası kendi başına yerinden kıpırdayamayacak ka­
dar şişmandı. Başka kanıt ister misiniz?" Büyüteciyle fotoğ­
raflardan birini inceledi. "Halifenin sol elinde parlayan yüzü­
ğe dikkat edin. Simdi de D alay Lama'nın Budisılerin dua
ederken girdikleri pozda kavuşturduğu ellerine bakın. Tanı­
dık bir şey görüyor musunuz?"

Adamson bir göz attı ve istemeye istemeye:


"Aynı yüzük." dedi.
"Bu, hep düşündüğüm bir şeyi kanıtlıyor: Ne kadar bü­
yük veya küçük olursa olsun, dikkatle üzerine gidildiğinde
anlaşılmayacak bir yalan yok. Ç o k ilginç."
Lestrade fotoğrafları bana uzattı, ben de bir göz attım. La­
ma ve Halifenin olduğu ilk iki fotoğrafın ardından Siger­
son'un Brahman gibi giyinmiş biriyle fotoğrafı geliyordu,
başka birinde cüsseli bir zenciyle ve bir başkasında da şüp­
hesiz kıyafeti Çinlilerinkine benzetilmiş biriyle görülüyordu.
Diğer fotoğraflarda da hep aynı yüz vardı. Fotoğrafları Adam-
son'a iade etlim, biteviye tebessümü tik kez kaybolmuştu.
"Öyleyse, bu kadar zaman bir sahtekar için mi çalışıyor­
dum yanı?"
"Korkarım öyle. Bay Adamson. Hiç olmazsa size ödediği
paraların sahte olmadığını umarım."
"Hayır, değildi. En azından kabul etmeyen kimse olmadı."
O akşam yapılacak başka bir şey yoktu. Holmes, birkaç
dakika daha Lestrade ile konuştu ve Sigerson'un kişisel eşya­
ları arasında bulunan tüm belgeleri inceleme izni istedi. Ta­
lebi kabul edildi ve Baker Sokağına döndük. Holmes'ûn

50
umumiyetle yapacağı gibi sahte kâşifin malzemelerini ve kı­
yafetlerini incelemek İstememesini garipsemiştim, fakat şüp­
hesiz, kafasında çoktan bir teori oluşturmuştu ve resmi poli­
sin yapacağı rutin incelemenin yeterli olacağına inanıyordu.
Ara sıra gülümsüyor ve bana. sanki farkına varmadığım örtü­
lü bir şakayı fark ettirmek istermiş gibi kaçamak bakışlar atı­
yordu.
Eve vardığımızda. "Eee, Waison. dünya şüphesiz ilginç
bir yer. Bir hileyi kopya eden sahtekar, ilginç değil mi? Ya
söylediği kişi olduğunu kanıtlamak için uydurma fotoğraflar
çektirme zahmetine girmesine ne demeli?"
"Fakat amacı ne?" diye sordum. "Ya şu anı kayboluşu ni-
yer
"Elbette bu her şeyden önemli. Amacı? Kesinlikle benî
kendine çekmekti, o n u n bir sahtekar olduğundan başka kim
şüphelenebilirdi ki? Ortadan kaybolmasına gelince, itiraf ede­
yim ki bu aklımı biraz karıştırdı. Şüphesiz, dünkü konferans­
ta beni tanımış olacak. Belki de paniğe kapıldı ve kaçtı, ama
zannetmem. Hayır, tüm bu olan bitende gördüğümüzden faz­
lası var. Mükemmel, evet. mükemmel. Bir yıl önce yaşayanla­
rın dünyasına döndüğümden beri çaba harcamama değecek
bir vakaya rastlamamıştım. Hatırlarsınız. Watson. neredeyse
dikkate değmeyecek kadar önemsiz bir iki vaka sadece."
Aslında "bir iki vakadan" fazlası vardı ve bazıları dikkate
değmez değildi, ama bir şey söylememeyi tercih enim.
"Şüphesiz, bu... bu defaki çok farklı. Tuzak yemlendi, av
başlıyor."
Aniden durdu. Şömineye dayandı, ince ve kemikli elleri­
nin arasına aldığı yüzünde karanlık bir ifade vardı. Aniden
aklına bir şey gelmiş gibi kendi kendine mırıldandı:

51
"Belki de. evet. belki de... Ama hayır, böyle olduğunu dü­
şünmek için henüz çok erken."
Bu merak uyandırıcı sözlerin ardından izin istedi ve oda­
sına çekildi.

52
IV. BOLUM

ESRARENGİZ MESAJ

Ertesi sabah. Holmes'ûn beklediği gibi Lestrade teşrif etti.


Soruşturmasının batağa saplanmasından hiç m e m n u n değil­
di ve b u n u açıkça belli etti.
Birlikte ettiğimiz kahvaltının üzerine sigara ikram eder­
ken:
"Herhalde, dün sizlerle tanıştırdığım genci. Marlowe'u ha­
tırlarsınız." dedi.
Holmes başını salladı.
"Uyanık bir genç ve şu teori üretme hevesinden konulur­
sa muhtemelen Yard'da ust makamlara gelir," diye devam et­
ti Lestrade. "Neyse, dün siz gittikten sonra ona otelin iç avlu­
suna gitmesini ve gizemli katilimizin bıraktığı ayak izlerinin
kalıbını çıkarması söyledim. Vardığı sonuçlar... nasıl de­
sem... şaşırtıcıydı."
Holmes hafifçe gülümsedi ve alaycı bir tonlamayla:

53
"izin verin, anlatacağınız şeyi tahmin edeyim. Topraktaki
izler iki adamın bırakacağı kadar derin değil."
"Tastamam," dedi Lestrade. Holmes'ûn sözlerini duyunca
neredeyse sandalyeden fırlayacağını söylesem abartmış ol­
mam. "Fakat sız izleri incelemediniz bile."
"Gerekli değil, müfettiş. Aslında gayet basil. O odada söz­
de Sigerson haricinde hiç kimse yoktu: Ötesi bizim için ha­
zırlanmış bir sahneydi." dedi Holmes üstüne basarak. "Evet,
doğru, şüphesiz genç Marlowe polislikle yükselecek."
Lestrade. rahatsız bir şekilde, sandalyesine tekrar oturdu.
Holmes. tanıştıkları yıllar boyunca kendisine asla benzer bir
Ovgû yöneltmemişıi.
Kendini toparlamaya çabalayarak:
"Hepsi bu değil," dedi. "Sigerson'un eşyaları arasında ba­
vullarından birinin astarına saklanmış bazı belgeler bulduk,
ilki önemsiz bir mektuptu veya en azından öyle görünüyor­
du. Gerisiyse... korkarım anlamsız."
Bir tomar mektup gösterdi. Holmes de ağır ağır okumaya
başladı, ikinci mektuba geçtiğinde, ilkini bana uzattı. Dakti­
loda yazılmış kısa bir mektuptu bu:

Providence. Rhode fsland


20 Aralık 1894

Değerli Bay Sigerson,


Ekteki sayfaların fevkalade önemli olduğunu anlayaca­
ğınızdan eminim. Sizin gibi dünyanın yansım dolaşıp,
kesiflerde bulunmuş biri bunları çok ilgi çekici bulacaktır.
Yakın zamanda kent dışındaki eski bir yerli mezarlı­
ğında keşfedilen yazıtın birebir kopyası. Üzerinde yapı-

54
lacak çalışmaların zaman içerisinde büyük bir öneme sa­
hip olacağına güvenim tam.
Şöhretiniz, beni bu yazılan kopyalayıp size gönder­
meye yöneltti. Araştırmanızda bol şans dilerim.

Saygılarımla,
WINFIELD SCOTT LOVECRAFT

Okumayı bitirdiğinde Holmes bir sûre diğer kâğıtları ka-


nştırdı. Nihayet, kemikli eliyle son kâğıdı bana uzattı ve di­
ğerlerinin sonuna yerleştirdim. Mektubun yazıldığı kâğıtla
aynı en ve boydaki ûç sayfa, okur için aşağıya aldığım büyük­
çe yazılmış karakterlerle doluydu.

Söyle bir göz altım. Uzman paleograf değilim elbette, fa­


kat bu harfleri tanımakta hiç zorlanmamıştım.
"Üstüme iyilik... Bunlar rûn. Holmes."
"Mükemmel. Watson. gayet güzel. Peki bu ne anlama ge­
lir?"
"Yerli mezarlığında bulunduğu farz edilen yazıtlar uydur-

55
madan başka bir şey olamaz. Amerikan yerlileri hiçbir zaman
rün kullanmadı."
"Ya öyle ya da Keli alalarımızın göç yollan kimsenin aklı­
na gelmeyecek kadar uzağa. Ceneviz açık denizlerine dek
uzanıyor. Bunların Avrupa rûnleri olduğuna en ufak şüphe
yok. Dolayısıyla, sözde yazıtlardan bahsedilmesi yanıltmaca -
dan başka bir şey değil. Ve dostumuz Lestrade'in "anlamsız"
olduğunu söylediği bu mektuplar belki o kadar da anlamsız
değildir. Buradan yola çıkarsak. Bay Lovecraft'ın. tabii bu
isimde biri mevcutsa, dostumuz Sigersona şifreli bir mesaj
gönderdiğini varsaymak pek güç değil. Her bir rünün Latin
alfabesinde bir harfe karşılık geldiğini farz edersek isabetli
olur. mesaj da yeterince uzun olduğundan, daha önce Dans
Eden Adamlar vakasında kullandığım yöntemle mesajı deşif­
re etmekte en ufak zorluk çekmeyiz."

H o l m e s . şimdilerde hikâyelediğim, altı ay boyunca birlik­


te çözmeye çalıştığımız bir vakayı kastediyordu. Her şey rek­
lam tabelalarında farklı pozlarda adamların görüldüğü birta­
kım basit resimlerle başlamıştı ve Holmes. adamların verdiği
pozların aslında şifreli birer mesaj olduklarını fark etmişti.
Her poz bir harfi temsil ediyordu. Şifreleri hemen deşifre et­
meye koyulmuş, ama talihsizlik esen korkunç bir trajedi
meydana gelmeden sonuç alamamıştı.

Ben o vakanın detaylarını düşünürken, dostum da kâğıt


kalem alıp. yavaş yavaş mesajın sırrını ortaya çıkarmaya baş­
lamıştı. Lestrade hayretle izliyordu. Sanırım müfettiş. H o l -
mes'ü. mesajın değişik varyasyonlarını peş peşe denerken,
yüzü neredeyse çocuksu denebilecek bir ifadeyle aydınlan­
mış bir halde hiç görmemişti. Sahiden de eski dosıum bilme­
celer karşısında bir çocuk gibi davranırdı. Bu defaki kendisi-

56
ne çocuk oyuncağı gibi gelmesine rağmen, onu samimi bir
heyecan duymaktan alıkoymuyordu.
Birkaç dakika geçmemişti ki Holmes. "Evet. bir bakalım."
diye başladı. "Noktaya benzeyen karakterler, bizim söylenen­
ler doğru anlaşılsın diye aralarına boşluk koymamız gibi. ke­
limeleri birbirinden ayırmak için koyulmuş hiç şüphesiz. El­
bette. ( F ) karakteri, tıpkı mesajdaki gibi dilimizde en sık kul­
lanılan harf olan "a" harfine denk düşüyor. Şu tek başına kul­
lanılan harf yalnızca " O " olabilir. Fonetiği ortografiye yeğle­
yip, karakterlerden gayet akıllıca tasarruf ederek, bu harften
hem " o " ile " ö " seslerini temsil etmek için yararlanılmış ola­
bileceğine dikkatinizi çekerim, " o " ile başlayan şu üç harfli
kelime de muhtemelen "ona" veya " o n u " . Her halükarda "n"
harfini b u l m u ş oluyoruz ve buradaki son karakter "a" harfi
olarak kabul ettiğimiz ( F ) olmadığına göre, bu "u" olmalı.
" E " harfi de aşağı yukarı "a" kadar sık kullanılan bir harf ve
(fi) karakterinin de mesajda sıkça tekrarlandığını görüyoruz.
Şu halde, b u n u n "e" olduğunu şimdilik varsayabilir ve devam
edebiliriz. Mesajda üç defa iki harfli bir kelimenin tek başına
kullanıldığını görüyoruz ve sonu şimdilik "e" olduğunu var­
saydığımız karakterle biliyor. Öyleyse b u n u n bağlaç olan
"ve" olduğunu düşünebilir miyiz? Herhalde, evet. Artık me­
sajı deşifre etmek için ilk adımı atabilir ve belki de başka bir
harfi tahmin edebiliriz, kesinleşen her bir harfle birlikte bir
deneme yapıp, sonuca bakarız.
Pekalâa, sanırım anık bazı kelimeleri deşifre etmeye yete­
cek malzeme elde ediyoruz. Su "*ıONfcA"nın da "sonra" ke­
limesi olduğunu düşünmek çok mu cüretkar bir t a h m i n
olur? Bence olmaz. Böylece iki yeni harf daha bulmuş olduk;
"s" ve V. Tabii, bu "s" harfinin, " o - ö " veya "ı-i"ye benzer şe­
kilde, biraz önce de söylediğim gibi. karakterden tasarruf et­
mek amacıyla "ş" yerine de kullanılıyor olması çok m u h t e ­
mel. Devam edelim. Yalnızca bir harfini bilmediğimiz "o (.)
ana" kelimesindeki eksik harfin yerini doldurmak çok kolay,
yani kelimemiz "olana". Böylece " 1 " harfini de bulmuş olduk.
Bulduğumuz her harf bize yenilerini kazandırıyor; şu "ola<
ak" ve "sonsu Ha" kelimelerini tamamlamak için herhalde faz­
la çaba sarf etmeye gerek yok. Bana göre mesaj hemen hemen
çözüldü. Yine de daha açık görebilmeniz için tekrar genel bir
düzenleme yapalım:
Dostlarım, gördüğünüz gibi metni deşifre ettik sayılır, ge­
ri kalan birkaç harfi de kolaylıkla tahmin edebiliriz. Nihayet,
elde ettiğimiz metin...
Hızla yazdı ve kafasını kaldırıp bize baktı. Yüzünde bir
hayal kırıklığı ifadesi vardı.
"Gerçekten zeki biriyle karşı karşıyayız. Metni çözmeyi
başardım, fakat rünlerin alımda yeni bir şifreyle karşılaştım.
Ç ö z m e k imkansız değilse de korkarım çok daha zor olacak."
Deşifre ettiği metni yüksek sesle bize okumaya başladı:
'"Doğru. Tehlike geçti. Prens tahttan çekildi ve bu kez ya­
lan söylemiyor. Şafak şimdi altın olacak ve ölülerin bilgeliği­
ne ulaşıp, onu elde etme şansı bulacaksın. Tersyüz olmuş
dünyaya varacak olana doğru marşa geçeceksin ve sonra o
bana gelecek. Yanında bilgeliği taşıdığından emin ol. Khemi
Kardeşliği sana sonsuza kadar minnettar katacak." M e m i n as­
lında olmadığından noktalamalar bana ait. Elbette metni böl­
mek bana daha mantıklı geldi. Şimdi söyleyin, ne düşünü­
yorsunuz?"

Lestrade. "Anlaşılmaz sözler." dedi


Çaresizce Lestrade'e katıldığımı belirttim.
"Öyle görünüyor." dedi Holmes. "Şüphesiz, daha derin bir
inceleme bize başka ipuçları verebilir. H ı m m . üzerinde biraz
düşünmeliyim. Asosyal gözükmek istemem dostlarım, ama
siz benim yöntemlerime aşinasınız. Vvatson. Sanırım odama
kapanacak ve u z u n c a bir süre ciğerlerimi zehirleyeceğim."

H o l m e s başka söze ihtiyaç d u y m a d a n odasına yöneldi. Pi­


posunu aldı ve hep yanında taşıdığı Iran işi keseden tütün çı­
kardı. Piposu ve kısmen çözülmüş mesajla beraber odasına
girdi ve bütün sabah b u r n u n u bile dışarı çıkarmadı.

Ü n l ü dedektifi daha önce de bu halde görmüş olan Lest­


rade. ondan daha fazla bilgi koparmaya çalışmanın boşunalı-
gını bildiğinden vakit geçirmeden izin istedi. Sabahın geri
kalanını. Doyle'un haftalar önce önerdiği M a c h e n ' i n bir kita­
bını boş yere okumaya çabalayarak tek başıma geçirdim.

Etrafımızı saran olağandışı olaylar zinciriyle ilgili düşün­


celer aklımı meşgul ediyordu. Yalnızca H o l m e s ' û n , öldüğü
hikayesini sürdürmek amacıyla uydurduğu, gerçekte hiç var
olmamış birinin kisvesine b ü r ü n e n bir a d a m . Birleşik Devlet -
ler'de yaşayan biriyle esrarengiz ilişkisinin mahiyeti neydi?
N e d e n kendi ö l ü m ü n ü ve ortadan kayboluşunu tezgahlamış­
tı? T ü m bunlar ne anlama geliyordu? Niyetleri neydi?

Saat birde H o l m e s . insana içeride nefes almanın imkânsız


olduğunu düşündürecek kadar yoğun bir d u m a n b u l u t u n u n
salındığı odasının kapısını açtı.

"Şimdilik bir şey çıkmadı," dedi. "Şüphesiz o mesajda müt­


hiş tanıdık gelen bir şeyler var. Evet, müthiş tanıdık bir şeyler.
Kafamı bir sure başka şeylerle meşgul edip, bu işten uzaklaş-
tırsam iyi olacak. Öğleden sonra tekrar denerim. Bu arada,
dostumuz Sıgerson'ü arama işinden de geri kalmayalım. Siz

60
sormadan, pasaklı teğmen Wiggins'e buraya gelmesi için me­
saj gönderdiğimi söyleyeyim. Neredeyse varmak üzeredir."
Tam o sırada merdivenden çıkan ayak seslerini ve Bayan
H u d s o n ' u n öfkeli sesini duyduk. Birkaç saniye sonra kapı açıl­
dı ve üstü başı pislik içinde, hırpani bir yeniyetme odamıza
daldı. Wiggins'ti bu. Holmes'ûn banz bir ironiyle. "Baker So-
kağı'nın başıbozuk kuvvetleri" diye bahsettiği ve okurun şüp­
hesiz hatırlayacağı gibi eski dostuma birkaç kez büyük yar­
dımları d o k u n m u ş gençlerden oluşan sahici bir ordunun başı.
Son yıllarda onlarla pek az ilişkim olmuştu ve aradan ge­
çen sürede Wiggins on altı, on yedi yaşlarında yakışıklı bir
delikanlıya dönüşmüştü. H o l m e s ' û n bana anlattığına göre (ki
çok geçmeden anlattıklarının doğruluğuna şahit olacaktım).
Wiggins, yeni üyelerle genişleyen çetesini, sanki resmi bir
dedektiflik bürosu veya ordu bölügüymüşçesine demir yum­
rukla yönetiyordu.
O öğleden sonra Baker Sokağı'ndaki odada Wiggins'in gö­
rüntüsü beni şaşırtmasa da hoş değildi. Yüzünün bir yanın­
daki yaralar onu çirkinleştiriyordu. ama neyse ki hızla iyile-
şiyorlardı.
Birkaç ay önce. Holmes'ûn detaylarını bana anlatmaya gö­
nüllü olmadığı bir vakayı soruştururken. Limehouse diye bi­
linen bir afyon batakhanesine yapılan bir baskında eski dos­
t u m a ve polise eşlik ettiğim sırada, bitkin, yaralı, bakışları
donuklaşmış bir halde bu gençle karşılaşmıştım. Sonradan,
zavallı genci bu kadar kötü yaralayanın kim olduğunu sor­
m u ş t u m ( H o l m e s esrarengiz bir şekilde "bir şeytan" diye ce­
vaplamıştı soruyu) ve yaralarını temizleyip, m ü m k ü n merte­
be tedavi ederken tüylerimin diken diken olmasını da engel­
leyememiştim. Elbette hayatım boyunca birçok darp izi ve

"1
yaralanma gördüm: Fakat gençlere zulmedilmesi bana hâlâ
dokunur.
Yaralarını sararken, Wiggins arada bir "mandarin" dediği
bir yaratık hakkında rastgele sayıklıyordu. O anda merakımı
bastırmıştım, zira o sırada en önemli şey gencin sağlığı ve bir
an önce o berbat batakhaneden çıkarılmasıydı. Holmes'ten
öğrendiğim kadarıyla (daha önce de söylediğim gibi detayla­
rı bana hiç anlatmasa da) Wiggins, Başıbozukların iki üye­
siyle birlikte, merkezinde doğulu esrarengiz bir doktorun
b u l u n d u ğ u , iki şairin etrafında dönen garip bir entrikaya da­
hil olmuştu. Delikanlının böyle yaralanmasının sorumlusu
da işte o doktordu.

Yüzünün bir tarafı hiçbir zaman tam düzelmeyecek olsa


da yaralanıl iyileştiğini görmek beni sevindirdi, ciddi sayıla­
bilecek fiziksel bir rahatsızlık kalmayacaktı. Elbette asıl yara­
ların Wıggins'ın zihninde olduğunun da farkındaydım ve de­
likanlının yaralarından kaynaklanan ruhsal sıkıntılarla baş
edip edemeyeceğini kendi kendime sorup duruyordum.

Wıggıns hafifçe başını eğerek beni selamladı ve gözlerin­


de daha önce hiç görmediğim bir huzursuzluk parıltısı oldu­
ğunu fark etlim. H o l m e s , ne Wıggıns'ın bakışının, ne de ya­
ralarının en ufak önemi yokmuş gibi hemen konuya girdi:

"Wiggins, bu günlük ücretin. Diğerlerine her zamanki şe­


kilde dağıt. Bu da, arayacağınız adamın eşgali. U n u t m a y ı n ,
sakalını kesmiş, saçını kısaltmış olabilir, daha u z u n . daha kı­
sa, daha şişman veya daha zayıf görünebilir. Sizlere görünü­
şün ardındakileri görmeyi öğrettim, o yüzden beni hayal kı­
rıklığına uğratmayın."

Wıggıns kirli elleriyle. Holmes'ûn bizzat çizdiği karaka­


lem resmi aldı.

62
"Uğratmayacağız. Bay H o l m e s . "
"Öyle umarım. Şunları da al: telgraf için bozukluk, bu da
göndereceğin yazı. Bugün gönderilmeli. Şimdi işe koyulun.
Bizzat bana bilgi vereceksin veya beni bulamazsan Doktor
Watson'a. Haydi bakalım."
Wiggins bir an duraksadı ve bana utangaç bir bakış atlı.
Holmes, "Evet? Başka bir şey mi lazım?" diye sordu.
Delikanlı nihayet boğuk bir sesle:
" D o k t o r Watson'a teşekkür etmek istiyordum," dedi. "Be­
ni tedav... neyse, neden bahsettiğimi anladınız zaten."
H o l m e s . olan bitenle hiç ilgilenmiyormuş gibi omuz silk-
ti. D o s t u m u n , empatiden ve başkalannın ihtiyaçlarını kavra­
maktan yoksun tavrı karşısında neredeyse agzımdam kötü
bir söz çıkacaktı. Fakat o an önemli olan Wiggins'ıi.
"Lafını etmeye değmez." dedim. "Yaraların gayet tatmin­
kar bir şekilde iyileştiğini görmek beni sevindirdi."
Wiggins, "Sayenizde," diye cevapladı.
Holmes, gözlerinin ö n ü n d e cereyan eden ve kesinlikle il­
gilenmediği bu sahne karşısında sabırsızlanarak piposunu
yaktı.
Bu arada, delikanlıya yaklaştım ve y ü z ü n ü n yaralı tarafına
yakından baktım. Yaralar mükemmelce kapanmış olsa da
Wiggins soluk ve gergin yara izlerini daima taşıyacaktı, yine
de bence yara izlerine rağmen delikanlının yüzü yakışıklılı­
ğından bir şey kaybetmemişti. Hattâ biraz kabaca bir yorum
olsa da. İzlerin çekiciliğini antırdıgı bile söylenebilirdi. Elbet­
te, b u n u dert edecek olan Wiggins'tı. ben değil.
Muayenemi bitirdim.
"Evel. m ü k e m m e l c e kapanmışlar," dedim.
Wiggins sessizce başıyla onaylamakla yetindi. Sonra, dön-

63
du ve merdivenlerden inmeye koyuldu, ben de delikanlının
hislerine karşı sergilediği umursamaz tavır dolayısıyla payla­
mak için Holmes'e yöneldim.
Holmes lafı ağzımdan alarak, "Ben düşündüğünüz gibi bir
canavar değilim. Watson," dedi. "Ama Wiggins'in iyileşmesini
istiyorsak, durumuna ne kadar az ilgi gösterirsek o kadar iyi."
Söylediklerine tamamıyla katılmasam da karşılığında söy­
leyecek bir şey bulamadım.
Holmes'ûn. karşılarında başka bir yetişkin olsa küstah ve
kibirli tavırlar sergileyecek olan bu yeniyetmeler ûzerindeki
etkisi beni hep şaşırtmıştı. Şüphesiz hepsi eski dostuma hay­
randı ve tüm emirlerine sanki çok yüksek bir otoriteden ge­
liyormuş gibi kayıtsız şartsız itaat ediyorlardı. Holmes'ûn
davranışı, yanı Wıggins'ın yüzünde dikkati çeken bir şey
yokmuş gibi numara yapması, onun ve diğer Başıbozukların
dedektifin sözlerini sanki sözsüz bir yasaymışçasına kabul­
lendikleri dikkate alındığında, delikanlı için yararlı olabilirdi.
Zamanla Sherlock Holmes'ûn bu gençlerle ilişkisinin san­
dığımdan daha derin olduğunu anlayacaktım, dedektif onla­
rın eğitimlerine bir fon tahsis etmişti. Bunları yazdığım sıra­
da. Wıggıns -farklı bir isimle- Sherlock Holmes'ûn kendisi­
ne öğrettiği yöntemleri kullanarak elde ettiği başarılarla her­
kesi hayran bırakan yüksek rütbeli bir Scotland Yard görev­
lisi olarak tanınmakta. Korkarım dostumun mükemmeliyet
tutkusu, aslında tezcanlı bir mizacı olsa da ona miras kaldı ve
Wiggins, yaşadığı yegane başarısızlık için kendi kendini yiyip
bitirecek kadar mükemmeliyetçi biri olup çıktı.
Holmes. konuşmamızı sonlandırarak, "Pekala Watson. ar­
tık Bayan Hudson'un yaptığı leziz yemeklerin tadına bakabi­
liriz." dedi.

64
V. B O L U M

GAZETECİ VE KILIÇ USTASI

Yemeğin ardından Holmes kimyasal bir çözelti üzerinde


çalışmaya koyuldu. Yanlış hatırlamıyorsam bir tür anestezık-
tı bu. Kötü kokulu birtakım çözeltileri kanştınrken alçak ses­
le mırıldanıyor ve dünyadan tümüyle soyutlanmış görünü­
yordu. Hibene, bu önemsiz işle uğraşırken, o inanılmaz aklı­
nın karıştığımız esrarı çözmekle meşgul olduğundan emin­
dim. Bu arada ben de kılık değiştirme etrafında dönen başka
vakaları hatırlamaya çalışıyordum: Bunların arasında belki de
en ilginci ve korkutucusu, sonunda önemsiz bir olay olduğu
ortaya çıksa da. "Bir Kimlik Vakası"nda da bahsettiğim büyük
dudaklı adam vakasıydı. Diğer yandan. Holmes'ûn geçmişte
üzerinde çalıştığı ve aralarında bugün bile detaylarından bah­
setmeye çekindiğim Smiıh-Monimer'ın mirası veya önceki
yılın sonlarında karıştığımız Nomvoodlu inşaatçı entrikala­
rında olduğu gibi. kendi olum senaryolarını sahneye koyan

65
kişilerin rol aldığı vakalara dair notlar almıştım. Şüphesiz bu
vakaların hiçbiri, şu an içinde bulunduğumuz olayın dostu­
ma verdiği o garip heyecanla kıyaslanacak bir etki yaratma­
mıştı. Sahiden de bu vaka. bunca zamandır Holmesle birlik­
te karşılaştığım her şeyden tümüyle farklıydı.
Tabiri caizse, dostumun kendini bu kadar kaptırdığını
uzun süredir görmemiştim: Gözlen parlıyor, yerinde duramı­
yor, sık sık keyfinden çatlayacakmış gibi oluyor, sanki büyü­
leyici bir bulmacanın son kelimesini de bulmuş veya dünya­
nın en karmaşık labirentine ilk adımlarım atmış biri gibi gö­
rünüyordu. O zamanlarda, bugün psikiyatri diye bilinen şey.
el yordamıyla yapılan deneyler ve çokça hurafeden ibaret ye­
ni bir alandı. Freud ve takipçileri bu alanı gerçek bir bilim
konumuna taşıdı, elbette henüz alınacak çok yol olmasına
rağmen zamanla bu bilimin son derece yararlı ve taşıdığı öne­
min keşfiyle birlikle, bir o kadar tehlikeli bir alan olacağına
şüphem yok. Günümüz psikiyaıristlerinin. o soğuk görünü­
şü, o sonsuz egoizmi, çocuksu denebilecek ani tepkileri, sa­
dık ve sevecen gerçek kişiliğini gösterdiği kısa ama yoğun an-
larıyla Holmes 'unki gibi bir kişilik karşısında hayranlık duya-
caklanndan eminim. Eger Freud, Holmes'ü tanısaydı, nasıl sı -
nıflandınrdı diye kendi kendime hep sormuşumdur. İşın as­
lı, kendime sorup durduğum soru. dostumun ele avuca sığ­
maz kişiliği, tüm Avusturyalı psikiyatristlerin bizleri nitele­
mek amacıyla kullandıkları kişilik kategorilerine muhtemelen
kolay kolay sığmayacağından, Freud'ün onu herhangi bir şe­
kilde sınıflandırmayı başarıp başaramayacağıydı.

Ah. görüyorum ki geçen yıllar bana kotu bir oyun oynamış.


Her zaman doğrudan ve özlü yazan bin olmuşumdur, fakat bir
hikâyeyi naklederken zihnimi yoğunlaştırmak ve konudan

66
sapmamak giderek zorlaşıyor. Bugünlerde pek moda olduğu
üzere, mantığı ve olay örgüsünü dikkate değmez önemsiz un­
surlar gibi gören o korkunç romancılardan biri olarak görül­
mek istemem. O yüzden, artık hikâyemize dönelim.
Saat dûn buçuğa doğru kapı çalındı. Bayan Hudson kapı­
yı açtı ve gelen kişiyle bir iki laf eni. ardından konuğumuz
merdivenlerden çıktı. Kapı açıldı ve içeri kısa boyu, zayıflığı,
sade ama şık giyimi ve ölçülü hareketleriyle hemen tanıdığı­
mız gazeteci Isadora Persano girdi. Sağ elinde, kendisine en
az muhabirliği kadar şöhret kazandıran eskrimciliğnin işare­
ti olan. içindeki oyukta uzun bir kılıç gizlenmiş bastonunu
gevşekçe tutuyordu. Tiz sesiyle bizi selamladı ve apaçık giz­
lemeye çabalayarak, sesiyle, görünüşüyle ve labıi en çok da.
bir erkekten çok bir kadına yakışacak tuhaf ismiyle alay etme
cüreti göstermemiz ihtimaline karşı bize meydan okuyan bir
bakış attı.

Bir iki giriş cümlesinin ardından. "Bay Sigerson'un kaybo­


luşunu araştırıyorsunuz zannediyorum." dedi.
Holmes, kendisine oturacak bir yer gösterirken, bunu
doğruladı
"Öyle, Bay Persano. Görüyorum ki sız de konuyla ilgileni­
yorsunuz."
Gazeteci oturdu ve yüzünden isteksiz bir gülümseme geçti.
"Şüphesiz beni konferansla gördünüz. Konuyla ilgilenme­
min başlıca sebebi. Sigerson diye birinin hiç var olmamış ol­
ması."
Holmes. ellerini kavuşturup, çenesine dayayarak arkasına
yaslandı.
"Devam edin, lütfen."
"Sigurd Sigerson don yıl önce aniden onaya çıktı ve Da-

67
lay Lamayla yaptığı görüşme sayesinde hemen Un kazandı.
Daha sonra Hindistan'a uzandı, en önde gelen bazı Brahman -
larla ve ermişlerle görüştü. Bununla da yetinmedi. Arap dün­
yasına girmeye cüret etti. Mekke'deki kara taşı inceledi ve
Hartum Halifesi'yle birkaç kelime etmeyi başardı. Nihayetin­
de, batıya döndü ve eğer kaynaklarım yanılmıyorsa, Vati­
kan'a girmeyi ve Papaya takdim edilmeyi de becerdi. Sonra
aniden ortadan kayboldu. Bu bir buçuk yıl hakkında hiçbir
bilgi yok. Kaynaklarım. Motpellier laboratuvarlannda bir sü­
re bulunan ve katran üretimiyle ilgili bazı konulan araştıran
aynı isimde birinden bahsettiler. Fakat hiç kuşkusuz başka
bir isim kullanıyordu. Her neyse, aşağı yukarı on bir ay önce
Londra'da ortaya çıktı, bu defa Afrikalı Boşimanlann âdetle­
rini incelemekle olduğunu açıklıyordu. Elbette, kara kıtadan
gelip limanlarımıza varan hiçbir geminin yolcu listesinde is­
mi geçmiyordu. Şu halde. Avrupa'ya uğrayarak buraya gelen
gemilerden birine binmiş olmalı, fakat Kanal'ı geçen bu ge­
milerde de yüzünü bilen yok. Başka bir deyişle, geçen yıl İn­
giltere'ye giren bu isimde biri yok."

"Butun bunlar çok İlginç, ama Sigerson'un bir sahtekar ol­


duğunu kanıtlamaz."
Persano alaycı bir tebessüm attı.
"Bundan çok daha fazlası var, Bay Holmes ve siz de bunu
çok iyi biliyorsunuz Sözde kâşif hakkında ilk söylentiler, si­
zin sözde ölümünüzden altı ay sonra kentimizde duyulmaya
başladı. Bilmem, bu söylentilerin, bizzat Mycrofı Holmes'ûn
kurucu üyesi olduğu Pall Maildeki Dıyojen isimli pek bilin­
meyen bir kulüpten yayıldığını duymak sizi şaşırtır mı?"
Persano'nun ağırbaşlılığı söylediklerini doğrular nitelik­
teydi, ama bıyık altından gülüyor gibiydi.

68
"Sanırım hayır, bunun sızı en ufak bir şekilde şaşırtmadı­
ğını görüyorum. İki yıla yakın bir süre. söylediğim gibi. Si­
gerson hakkında kardeşiniz tarafından yayılan söylentiler
herkesin kulağına geldi ve yayıldığı süratle de unutuldu. Siz
on bir ay önce tekrar ortaya çıktınız ve aynı tarihlerde. Sigurd
Sigerson olduğu varsayılan bin Londra'ya geldi. Bundan bir
netice çıkarmak, sızın de hep dediğiniz gibi. gayet basit. Si­
gerson kimliğim sız yarattınız ve ölmüş numarası yapmak
için kullandınız. Fakat bir yıl önce ingiltere'ye gelen, daha
doğrusu son bir yıl içinde ülkeye girdiğinden emin olduğum
kuzeyli kâşif, siz değildiniz, onun sizinle en ufak bir alakası
yoktu ve cüretkar bir tahminde bulunursam. Kulüp Anıro-
pos'te Boşimanlar üzerine vereceği konferansın ilanını göre­
ne dek varlığından bile habersizdiniz."

Holmes, Persano'ya apaçık bir hayranlık hissiyle bakıyor­


du. Ben de vardığı sonuçlann isabetliliği karşısında şaşırmış­
tım. Bu genç gazetecinin ününü duymuşluğum vardı ve kış­
kırtıcı makalelerinden bazılarını okuma fırsatı bulmuştum,
fakat kişiliği ve zekâsı, çocuksu görünüşüne ve yapmacık ta-
vırlanna rağmen, duyduklarımı fersah fersah aşıyordu.
"Söylediğiniz gibi Bay Persano. çıkarımlarınız çok basit.
Artık kayıp kâşifimizle neden bu kadar ilgilendiğinizi söyler­
seniz, bana büyük bir iyilik etmiş olursunuz."
Persano tekrar gülümsedi ve cavap vermeden önce tütün
ve kâğıt çıkanp sigara sarmaya koyuldu. Aşın uzun başpar­
mak tırnağıyla bir kibrit yaktı ve bariz bir keyifle duman sa­
lıverdikten sonra konuşmaya başladı.
"Son zamanlarda bir dizi olayı araştırıyorum ve sonuca
ulaşamamakla birlikle bu olaylar beni bazı gizli tarikatlarla,
özellikle de Altın Şafak ismindekiyle ilgilenmeye şevketti. En

69
yetenekli ve tanınmış edebi sımalardan bazılarının üyeleri ara­
sında oluşuyla ve bunun kadar... nasıl diyeyim... zararsız ol­
mayan başka bazı özellikleriyle One çıkan bir tarikat bu. Ko­
nuyu araştırırken, dostumuz Sigerson'un da onlarla bağlantı­
sı olduğunu, kendisini (hangisi olduğunu henüz öğrenemedi -
gim) benzer bir kardeşliğin üyesi olarak tanıttığını ve tarika­
tın Büyük Üstadıy'la dostluk kurduğunu öğrendim. Bu Büyük
Üstat, yani Bay Malhers son derece merak uyandıran biri. gri
hücrelen kendisini tarikat hiyerarşisinin üst basamaklarına
yerleştirecek ve göz önünde olmaktan kaçınmasını sağlayacak
kadar iyi çalışıyor. Şüphesiz sizin de bildiğiniz gibi. Mathers,
Doktor Woodman ve bir süre öncesine kadar tarikatın Büyük
Üstadı sıfatını taşıyan, ama aslında göz boyayan bir kukladan
ibaret olan ve zekâsı ihtirasıyla orantısız Wılliam Wynn West-
cott'la birlikte Altın Şafakin kurucuları arasındaydı. Hibene
Wılliam Westcott. Woodman gibi Mathers için de zaman za­
man faydalı olmuştu: Nihayetinde, halkın tepkisini veya ka­
nunun demir yumruğunu göğüslemesi için öne çıkaracak bir
kuklanızın olması her zaman iyidir. Bu sebepten, dört yıl ön­
ce Paris'le. Mathersin göz önüne çıkıp, Altın Safakin kontro­
lünü fiilen ele geçirmeye çalışması -ve kısa sürede bunu ba­
şarması- benim için sürpriz oldu. Dediğim gibi, dört yıl ön­
ceydi, yanı 1891'de, okühisi çevrelerde kaygı yaratan bir söy­
lentinin de aynı yıl duyulmaya başladığını söylersem, herhal­
de şaşırmazsınız Bay Holmes, yoksa şaşınr mısınız?"
Holmes'ûn bir kaşı kalktı.

"5u ana dek söylediğiniz hiçbir şey beni sasınmadı. Bay


Persano."
Gazeteci gülümsedi.
"Elbette, başka türlü olamazdı zaten. Son aylarda Mat-

70
hers'ın tarikat içindeki iktidarı giderek pekişti, öyle ki kendi­
sine muhalefet eden herkes ya susturuldu veya kovuldu.
Olanlar gayet garğp. zira söylediğim gibi, Mathers sahne ışık­
lan altında olmaktan hoşlanan bin değil, dolayısıyla bu şekil­
de hareket etmeye mecbur bırakılmış olduğunu düşünüyo­
rum. Aslında, kontrolü eline alma fikrinin kendisine ait oldu­
ğundan bile emin değilim."
"Ve siz de, eskiden Wesıcon'un olduğu gibi, şimdi de
Mathersin kukla olduğundan şüpheleniyorsunuz."
"Hayır, Bay Holmes. o kadar ilen gitmedim. Mathersin
kişiliği, böyle bir şeyi düşündürtmeyecek kadar güçlüdür. El­
bette, dışarıdan birinin Mathersi... manipule etmek demeye­
lim de etkilediğini söylememe izin verirseniz iş değişir; me­
sela Altın Şafak üyesi olmayan, daha da ilginci. Mathers dört
yıl önce öne çıktığında henüz çocuk sayılacak yaşta olan bi­
rinin ."
Holmes, "Eğer sözünü ettiğimiz kişi Bay Crowİey ise. o
kadar da şaşıma bir şey değil." dedi.
Persano bunu doğruladı, fakat araya girildiği için sabırsız­
lanarak dudaklarını ısırdığını fark enim.
"Elbette. Dediğim gibi, tarikat üyesi olmamasına rağmen
köpekbalıkları gibi Maıhersin etrafında dolaşıyor ve sonun­
da Altın Safakin kontrolünü ele geçirir veya en azından cü­
retkar bir darbeyle bu yönde bir girişimde bulunursa hiç şaş­
mam. Genç Bay Crowley. cüretimi affedin, neredeyse sizin
kadar olağandışı biri. Sizin kadar esrarengiz. Her neyse, bun­
lar pek de önemli sayılmaz, daha doğrusu, buraya gelme se­
bebimle pek alakası yok, Bay Holmes."
Dedektif, Persano'ya şüpheyle baktı. Gazeteci, istifini boz­
madan konuşmaya devam etti:

71
"Anlayacağınız gibi. hayalını, biz Avrupalılar onlara pençe­
mizi geçirelim ve sahip oldukları zenginlikleri. Bay Maıhersin
fiyakalı ifadesiyle "potansiyellerini" sömürelim diye yeni top­
raklar keşfetmeye adamış Sigerson gibi bir kaşifin hangi amaçlarla o
Vardığım sonuçlan da şimdi sizlerle paylaşıyorum baylar."

"Şüphe yok ki gayet keskin bir zekânız var. Bay Persano."


dedi dostum. "Fakat bize her şeyi anlatmanızı tavsiye edece­
ğim."
Gazeteci alınmış görünüyordu, bastonunun sapını kavra­
yan elleri seğirdi.
"Neden bahsettiğinizi bilmiyorum." dedi soğukça.
"Sevgili delikanlı, eğer buraya karşılığında hiçbir şey ver­
meden benden bilgi almak maksadıyla geldiyseniz. fazlasıyla
hayalperest birisiniz demektir. Sigerson'un Altın Şafakla ilgi­
si benim için sır değil. Eger araştırmanızda size yardımcı ol­
mamı istiyorsanız bana biraz daha fazlasını anlatmalısınız."

Persano. sandalyesinde doğrularak, sinirli bir jestle sigarasının

"Araştırmalanmda yardımcı olmak mı? Burada size doğru


yönü işaret edecek olan kışı benim, dedektifler dedektif). Bay
Sherlock Holmes. Ama başkalarının yardımını kabul etmeye­
cek kadar kibirli olduğunuzu görüyorum."
"Sahi mı? Ben de sızın için aynısını söyleyecektim."
"Bu konuşmaya sürdürmek anık faydasız zannederim. İyi
günler, baylar."
Kapıya yönelmişken Holmes'ûn sesi onu durdurdu.
"Bay Persano, hatırlatmak isterim ki ölülerin bilgeliğini
aramak tehlikeli ıştır."

72
Persano'nun dar omuzlarından hafif bir titreme geçti.
"Belki de anık öyle değildir, Bay Holmes," dedi.
Ardından, tek söz etmeden odadan çıktı. Holmes'e dönüp
kült hareketlerle ilgitenÜtğim nwıtUöttMtoekktn dateeato^nyoBiçttece Sigerson'un geçmişi:
"Sigerson'un bu tarikatla ilgisi olduğunu sahiden biliyor
muydunuz?"
"Elbette. Watson. ilk kez konferansta şüphelenmişlim.
Doktor Doyle bir larafa, bizzat sız şüphelerimi doğrulama ne­
zaketini gösterdiniz."
"Ben mı? Anlamadım."
"Dostum, size sık sık baktığınızı ama görmediğinizi söy­
lüyorum. Dün Doktor Doyle sizinle konuşurken ne dedi? Si-
gerson'la bazı ortak olağandışı zevkleri olduğunu söylemedi
mi? Sigerson'un bir sahtekar olduğunu öğrendiğinde kendi
kendine ne mınldandı? Aptallık. Nasıl bu kadar aptal olabil­
dik? Samuel'in bilmesi gerekirdi.' Sahtekar olduğundan hiç
şüphelenmeden Sıgerson'u aralarına alan tarikat üyelerinden
değilse kimden bahsediyordu? Elbette Samuel de. Bay Persa-
no'nun dikkat çektiği üzere Samuel Uddeil Mathers'tan baş-
kası degıl ve konferansla Doktor Doyleün etrafında pervane
olurken, arka planda kalmaya özen gösterip gizlice dolaplar
çeviren şahsın da Bay Crowley olduğu muhakkak."

"İtiraf etmeliyim ki bu isimlerden hiçbin bana tanıdık gel­


miyor."
Holmes omuz silkti.
"Tahmin ederim. Watson. Bay Maıhersin kötü şöhreti
son dönemlerde ansa da, henüz okültist çevrelerden dışarı
pek taşmış değil. Onun. eski bir mason olan William Wynn
Westcott ve Doktor Woodmania birlikte Altın Şafakin kuru-
cularından bin olduğunu (aslında tarikat şu veya bu isim al-

73
unda asırlardır var olduğuna göre belki de ikinci kurucula­
rından biri demeliyim) bilebilmemin sebebi de bu. Başta la-
rikatın görünürdeki başı Westcott'tu, fakat Mathers 1891'de
Paris'le, Bois de Boulogne'da bazı esrarengiz "güçlerle" doğ­
rudan ilişkiye geçtiğini ve onların kendisine birtakım sırlar
ve yetenekler aktardığını iddia etti."
Kaşlarının şüpheci bir şekilde havaya kalkmış olduğunu
gören Holmes gülümsedi.
"Evet. Watson. tüm bunların size gülünç geldiğini biliyo­
rum. Fakat sizi temin ederim ki bunları ciddiye alan pek çok
kışı var ve bu kişilerin sayısı giderek artıyor. Buna entelektü­
el tabakanın önde gelenleri de dahil. Neyse. Mathers yete­
neklerinin kendisine Ustun bir kudret tarafından bahsedildi­
ğini öne sürerek Altın Şafakin liderliğinin yalnızca kendisine
emanet edildiğini iddia etti. Westcott'ün tarikata üyeliği sü­
rüyor, ama çok geçmeden üyelikten ayrılacağını veya atılaca­
ğını zannediyorum. Doktor Woodman da öldüğünden, Mat­
hersin yükselişi karşısında durabilecek sözUnü etmeye değer
bin kalmadı. Crowley'e gelince... Bu dikkat çekici delikanlı
hakkında söylenecek çok şey var. Henüz yirmi yaşını geçme­
mesine rağmen ismi. duymayı bilen kulaklarda çınlamaya
başladı. Cambridge'e girmesinin yalnızca gelgeç bir heves ol­
duğunu sanıyorum. Hayır, ihtirası onu farklı yerlere taşıya­
caktır. Bana öyle geliyor ki, bu delikanlının Maıhersin gölge­
lerden çıkma ve Altın Şafakin izleyeceği yolu bizzat belirle­
me kararında etkili olduğu konusunda, Maıhersin cemiyet
içerisinde geçirdiği on altı yıllık süre boyunca böyle bir hare­
kete kalkışmadığını da dikkate alırsak. Persano gayet haklı
Mathersia ilişkisinin mahiyetini bilemiyorum, fakat delikan­
lının kendi çıkarlarını gözetmediğine inanmak zor. Genç ve

74
kabiliyetli Bay Crowley'in bir iki yıl içinde akıl hocasının ye­
rine cemiydin liderliğine oynadığını görürsek şaşırmam."
Holmes'ûn dediği gibi, tüm bunlar bana gülünç geliyor­
du. Doyle gibi akılcı biri böyle enııpüiien işlere bulaşsın,
inanmak zordu. Fakat sonraki yıllarda Doyle'un kişiliğinde
saklı usdışılığı daha iyi anlayacaktım; oğlunun ölümü. Doy-
le'u onunla öte dünyadan iletişim kurma fikrine saplanmış
bir çılgına; ve periler alemini fotografiamak gibi abuk sabuk
niyetlen bir tarafa, kerameti kendinden menkul, dolandıncı
olduğu besbelli bir medyumun ateşli savunucusuna çevir­
mişti. Elbette O anda. Holmes'ûn söyledikleri karşısında sa­
dece hayretimi ifade edecek kadar şey biliyordum.

"Doyle... gizli bir cemiyet üyesi mi?" diye sordum.


"Söylediğim gibi. Watson. entelektüel sınıftan çoğu kişi
İçin moda haline gelmiş bir uğraş bu. Yeats, son zamanlarda
elinizden düşürmediğiniz şu Machen. Sıoker... Hepsi. Altın
Şafak Üyesi. Edebi temsilciniz de onlara dahil, bana inanın.
Bir süredir bundan şüpheleniyordum zaten."
Bunu Holmes söylediği için büyük ihtimalle doğruydu.
Yine de kabul etmekle zorlanıyordum. Bu daha çok çocukla­
ra, hizmetçi kızlara ve arabacılara uygun bir uğraştı, mantık­
lı ve aydın kimselere değil.
"İnanması güç."
Holmes bana sempatiyle baktı, sonra omuzlarını silkli.
"Kanıtlar kesin, Watson."
"Siz böyle açıkça ifade ettiğiniz için bunu kabul ederim el­
bette. Fakat aslında bu konularla ilgileniyor olmanız beni şa­
şırttı, Holmes."
Dedektif, sözlerim karşısında eğlenerek, "Sevgili dostum,
bildiğiniz gibi danışman hafiye görevim bazen çok farklı ko-

75
nularla ilgilenmemi gerektiriyor. Biraz düşünürseniz, gizli bir
cemiyetin, bir suç örgütü için mükemmel bir paravan olaca­
ğını anlarsınız. Şu ana dek Altın Şafakin böyle bir durumda
olduğunu gösteren bir şey yok, fakat kesin sonuca ulaşmak
için araştırmam gerek." dedi.
Konuşulanları sindirmeye çalışırken birkaç dakika sessiz
kaldım. Aniden aklıma bir fikir geldi.
"Persano, birkaç defa 1891 yılından bahsetti. Siz de Maı­
hersin tarikatın kontrolünü ele geçirdiğini anlatırken aynı ta­
rihi verdiniz. Aynı zamanda, bu sizin Moriarty'mn örgütünü
de çökerttiğiniz yıl."
Holmes şevkle söylediklerimi doğruladı.
"Aferin. Watson. G ü n ü n birinde iyi bir dedektif olacağını­
za dair ümidimi koruyorum. Gerçekten de. profesörün orga­
nizasyonunu bütünüyle tanımaya çalışarak geçirdiğim aylar­
da, farklı alanlardaki faaliyetlerini incelemekle de meşgul ol­
muştum. Okültizm konusunu da düşünmekle birlikte o dö­
nem peşinde olduğum şeyle pek alakası olmadığından üze­
rinde durmadım, ama bu arada bazı bilgiler de elde etmiş ol­
dum ve gördüğünüz gibi hepten faydasız çıkmadılar."
Holmes'ûn iltifatından aldığım keyfi saklamaya çalışarak,
sözlenne katıldığımı belirttim. Sonra birden aklıma, gideceği
sırada Persano'ya ettiği sözler geldi.
'"ölülerin bilgeliği' ile ne kastettiniz? D ü n çözdüğümüz
şifreli mesajda da geçiyordu, değil mi?"
"Öyle, Watson. Ve kastettiğim şey. bizimle açık yürekli­
likle konuşması için Doktor Doyle'u ziyaret etme vakti gel­
miş olduğu. Siz onun alışkanlıklarını bilirsiniz. Bizi şimdi ka­
bul eder mı sizce?"
Saatime baktım, beşi çeyrek geçiyordu.

76
"Biraz vakitsiz: Anhur çay saatini geçtikten sonra kimseyi
ağırlamaktan hoşlanmaz. Ama gerçekten önemliyse, sorun
olacağını zannetmem."
"Önemli. Haydi Watson. işe koyulalım."

77
VI. B O L U M

MEÇHUL KİTAP

Hizmetçisi bizi buyur ettiğinde. Doktor Doyle manüskri-


lerinden birine (sonradan bunun büyük romanı Beyaz Birlik
olduğunu anlayacaktım) gömülmüş çalışıyordu. Beni gördü­
ğünde gülümsedi ve Holmes'ü gördüğünde tebessümünü ko­
rumaya uğraştı. Tokalaştık. bize puro ve brendi ikram etti.
hafta akşam yemeğine kalmayı arzu edip etmediğimizi sora­
cak kadar nazik davrandı. Fakat Holmes fazla zaman yitirme­
di ve saldırısını aniden başlattı.
"Görüyorum ki. bize karşı dikkatli olmanız ve bizden ala­
bileceğiniz tüm bilgiyi almanız için üstlerinizden gerekli tali­
matları almışsınız. Hiç şaşırmadım: Bay Mathers gerektiğinde
bir eylem adamı olmayı bildiğini vc beklenmedik olaylar kar­
şısında gerekli tepkileri verecek reflekslere sahip olduğunu
önceden kanıtlamıştı. Bu yüzden, talimatlarının detaylı ve
dikkatlice hazırlanmış olduğundan şüphe etmiyorum. Sevgi-

78
lı Doktor, kendisine Sherlock Holmes'ûn kolay kolay çanta­
ya girecek bir keklik olmadığını söyleyin."
Doyle sanki birdenbire terlemeye başladı.
'Ben... neden bahsettiğinizi bilmiyorum."
"Altın Şafak'a üyeliğinizden bahsediyorum, tabu ki."
Doyle'un kahkahası sahteliği hemen anlaşılacak kadar gü­
rültülüydü. İtiraf edeyim ki, o ana dek Holmes'ûn bana an­
lattıklarının hepsim doğru kabul etmemiştim. Fakat Doy­
le'un suçlamalar karşısındaki tepkisi, bana Holmes'ûn çıka­
rımlarına inanmaktan başka çare bırakmamıştı.
"Ben gizli bir cemiyete mi üyeymişim? Tanrı aşkına. Hol­
mes. gülünç olmayın."
"Lütfen. Doktor Doyle. benimle oyun oynamayın. Zeka­
ma hakaret edilmesinden hoşlanmam. Dostunuz Stoker ve şu
garip İrlandalı şair gibi siz de Altın Şafak müridisiniz. Nasıl
olduğunu bilmiyorum, ama Sigerson sizlere ulaştı ve kurucu­
nuz vasıtasıyla, cemiyetinizin bir süredir iyi ilişkiler içinde
olduğu Mısırlı Masonların üyesi olduğunu söyledi. Adetleri
ve sembolleri biliyordu, böylece ona kapılarınızı açtınız ve
içinizden biri olarak kabul ettiniz. Aynı zamanda bundan gu­
rur duyduğunuzu da tahmin ederim. Altın Şafak, yalnızca in­
giltere'nin en parlak ve üretken kalemlerini degıl. dünyaca
ünlü kâşifleri ve araştırmacıları da cezbediyor. Ne âlâ. değil
mi? Sigerson'un Büyük Üstadınızla sağlam bir dostluk kur­
duğunu ve kitapla fazlasıyla ilgilendiğini İlave edebilirim."

Doyle cebinden bir mendil çıkarıp, artık yüzünden dam­


lamaya başlayan terini sildi. Zorlukla yutkunmayı becerdi ve
nihayet konuştu.
"Kitap mı? Neden bahsettiğinizi bilm..."
"Herhalde bütün ışı bana yaptıracaksınız. Doktor, öyle

7 9
olsun. Abdul Yasar Al-Hazrid tarafından yazılan, Arapça A(-
Azıf, Latince Necronomicon veya en tanınan İsmiyle Kayıp
Ruhlar Kitabı diye bilinen kitaptan bahsediyorum. Daha faz­
la bilgi ister misiniz?"
"Bu çok gülünç bir iddia. Holmes. Böyle bir kitabın var
olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını bilirsiniz; bahset­
tiğiniz şey, asırlar boyu kulaktan kulağa yayılmış saçma sa­
pan bir söylentiden ibaret." Doyle konuşurken direncini top­
lamaya başlamıştı. "Kitabın hayalı olmadığını farz etsek bile.
onu nasıl ele geçirmiş olabiliriz ki?"
"öncelikle, 'biz' diye konuşmanızın Altın Şafakla bağlan­
tınız olduğunu dolaylı olarak kabul ettiğiniz anlamına geldi­
ğine dikkatinizi çekerim. Kitabı nasıl ele geçirdiğiniz konu­
suna gelince, sizlere kurucunuzdan. Doktor John Dee'den
miras kaldığını biliyorum. Bir Muhafız'dan diğerine geçerek
bugüne geldiğim varsayıyorum." dedi ve elini kaldırarak, "ve
sakın Altın Şafak'ın yeni bir örgüt olduğunu iddia etmeye
kalkmayın. İsmi geçen asırlar boyunca değişmiş olabilir, ama
hedeflerinin aynı kaldığına eminim."
Doyle'un soluğu, hakim olamadığı bir hıntııya dönüş­
müştü. Kalbinden endişe etmeye başlamıştım. Güçlükle ya­
vaş yavaş sakinleşti. Koltuğundan kalktı, bir an sendeler gibi
oldu ve sanki hangi yöne gideceğine karar vermeye çabalar-
mışçasına telaşlı ve tereddütlü bir halde odayı arşınlamaya
başladı. Nihayet durdu. Derin bir ıç çekti, tekrar oturdu ve
Holmes'ûn yüzüne bakmaktan sakınarak konuşmaya başladı'.
"Görüyorum ki inkar etmek faydasız. Nasıl anladığınızı
bilmiyorum, ama John'un hikayelerinden ne şeytanı bir zeka­
nız olduğunu biliyorum. Fakat anık bunun önemi yok. Eğer
gerekirse bu konuşma dahil her şeyi inkar edeceğimi de he-

80
saba katın... Neyse, söylediklerinizin hepsi doğru. Bizden ne
istiyorsunuz?"
Zafer anında. Holmes alçakgönüllü olmayı yeğledi, istedi­
ğini elde etmişti, şimdi yaraları sarmanın tam zamanıydı.
"Size yardım etmekten başka bir şey istemiyorum. Eğer
doğru anladıysam. Sigerson'un gayesi kitabı ele geçirmek ve
büyük ihtimalle sözde kâşifimizin kendi Ülkesi olan Birleşik
Devletlere götürmek. Sizlerin okült pratikleriyle ilgilenmiyo­
rum, fakat Sigerson'un kitabı elde etmek adına her şeyi yapa­
bileceğine inanmak İçin kendimce sebeplerim var. Tüm bu
olan biten yüzünden meydana gelebilecek ölümleri engelle­
mek istiyorum. İkimiz de biliyoruz ki, adamımız kitabı bir tek
maksatla İstiyor. Bana elinizden gelen bütün yardımı yapma­
nız hem sizin, hem de cemiyetinizin yararına olur. Doktor."
Doyle bunu yaparken korkunç gayret sarf ediyormuş gibi
Holmes'ûn sözlerine katıldığını belimi.
"Anlaştık. Bana ne istediğinizi söyleyin."
"Büyük Üstadınız Bay Maihersla görüşmek istiyorum. As­
lında görüşmek istediğim kışı kitabın Muhafızi, ama işleri sı­
rayla halletmek daha iyi. Usûlleri ve nezaketi gözetmiş oluruz."
"Hemen şimdi mi?"
"Mümkün olan en kısa sürede."
Doyle birkaç saniye düşündü ve ardından şevkle kabul etti.
"Pekala. Anlaştık. Bugün biraz zor. ama akşam yemeğin­
den sonra Bay Mathersi görmeye çalışacağım, bunu hallede­
bilirim herhalde. Ve yarın sabah da size Muhafızımızla bir
görüşme ayarlamaya çalışacağım. Bu sizi tatmin eder mi?"
"Elbette. Tamam o halde. Doktor Doyle. sizi daha fazla
meşgul etmeyelim. Baker Sokağı'na dönelim. Watson."
Doyle'u ardımızda bırakarak evden çıktık. Giderken, ka-

81
İm bir sigara yakıp, hafifçe titreyen dudaklarına sıkıştıran,
yıkılmış siluetini gördüm.
Arabayla eve dönerken Holmes'e. "Butun bunları nereden
biliyordunuz?" diye sordum.
"Mesaj. Watson. kısmen çözdüğüm şifreli mesaj. Adamı­
mızı yakalamamızı sağlayacak anahtar hiç şüphesiz o mesaj­
da. Mektubu benim bulabileceğim bir yere bırakması hatay­
dı. Dürüst olmak gerekirse, biraz şaşırtıcı bir hata; zira başka
her yönden dostumuz müthiş dikkatli biri. Hımm. bu üze­
rinde titizlikle durulması gereken bir konu. Fakat ilk bakışta
bir şey gayet belirgindi: 'şafak artık altın olacak', dostunuz
Dokıor Doyle'un cemiyetine açık bir göndermeydi. Adamı­
mızın cemiyetle bağlantı kurmaktaki maksadı 'ölülerin bilge-
ligj'ni ele geçirmekti. Bu da yalnızca, üç yüz yıl önce bizzat
cemiyetin kurucusu tarafından Altın Şafak a miras bırakılan
Al-Azij olabilirdi."

"John Dee mi? Kraliçe F Isabelin astrologu mu?"


"Ta kendisi. Watson. Mesajın sonunda. 'Khemi kardeşli­
ğinin' sonsuza dek minnettar kalacağı söyleniyordu. Bu kar­
deşlik sadece başka bir tarikat olabilirdi ve Mısır'ın pek çok
isminden biri olan 'Khemi' de, derhal aklıma geleneksel ma­
sonluktan ayrılarak, belli mistik ve okult öğretilere yönelme­
si sayesinde son yıllarda özellikle Birleşik Devletler'de gayet
popüler olan Mısırlı farmasonları getirdi. Buna, Altın Şafakin
ikinci kurucularından Westcott'un da bir mason olduğunu
eklersek, birtakım sonuçlara varmak gayet kolay."

"Öyleyse mesajın anlamını çözdünüz."


"Henüz değil. Hâlâ şu. dostumuzun, tersyüz edilmiş dün­
yaya varacak olana doğru marşa geçeceğine dair gönderme
var. Şüphesiz. Sigerson'un kitabı ele geçirince ingiltere'den

8.
kaçmak için kullanacağı yoldan bahsediliyor. Şimdilik bunu
bilemiyorum, fakat endişelenmeyin, öğreneceğim."
Bundan hiç şüphem yoktu. Daha önce de pek çok kez
dostumun elinde elle tutulur bir ipucu olmaksızın işe koyu­
lup sonuca ulaştığını görmüştüm. Baker Sokağı'na varmak
üzereyken bir şey hatırladım.
"Ya prensin tahttan feragat ettiği ve bu defa yalan söyle­
mediğine dair sözler? Onu da çözdünüz mü?"
Gözlerinin derinliklerinde bir anlık bir parıltı yanıp sön­
dü. Bana söylemesi gerektiğinden emin değilmiş gibi birkaç
saniye sessiz kaldı.
"Watson. işte şimdi doğru yere parmak bastınız. Bu kısmı
Çözdüm mü? Belki de. Söylenenlere inanıyor muyum? işte bu
ayrı konu."
Tam ne demek istediğini sormak üzereyken, 221 B'nin
önünde bizi bekleyen biri olduğunu fark ettim. Sigerson'un
otelinde tanıştığımız genç polis Marlowe'du bu. Biz arabadan
inerken. "Bay Holmes. Doktor Watson. Sizleri bekliyordum."
dedi. "Beni müfettiş Lestrade yolladı. Nehirde Sigerson'a ait
olması muhtemel bir ceset bulundu."

8 3
VII. B O L U M

K İ M L İ K VAKASI

Lestrade morgda bizi bekliyordu. Ciddi ve düşünceli gö­


rünüyordu, ama bakışlarında gizlemeyi beceremediği bir za­
fer ışıltısı vardı. Bizi görünce kendine hakim olamadı.
"Öyle görünüyor ki. bu defa siz ve Marlowe yanıldınız,
Holmes. Sigerson o odada öldürüldü ve katil, cesedi yanına
aldı. Bahçedeki ayak izlerinin çok belirgin olmasının şüphe­
siz başka bir açıklaması olmalı."
"Mümkündür. Lestrade. Hiç kimse haladan muaf değil­
dir. Cesedi görebilir miyim?"
Müfettiş. Holmes'in isteğini kabul etil ve morga girdik. Hol­
mes. çıkmaya hazırlanan adli tabibi alıkoyup, ona kısaca birkaç
soru sordu. Ölüm sebebi, el bileğindeki atardamarda uzunla­
masına açılmış bir kesikten kaynaklanan aşın kan kaybıydı.
Doktor. Holmese. "Ama en ilginci bu değil." dedi. "Zaten
kendiniz göreceksiniz."

84
Bu üstü kapalı sözlerden sonra şapkasını taktı, bize veda
edip dışarı çıktı.
Cesedi henüz kaldırmamışlardı, pek temiz sayılmayacak
bir örtüyle üzeri örtülmüş halde ameliyat masasında yatıyor­
du. Yanındaki masada bir giysi yığını ve cesedin üzerinden
çıkan şahsi eşyaları duruyordu. Holmes bu masaya yaklaştı.
"Teşhis edildi mi?"
Giderek keyiflenen Lestrade. "En ufak bir kuşku yok. Hol­
mes," diye cevapladı. "Bay Adamsoni çağırdık ve o da bunlann
Sigerson'un kaybolduğu gece üzerindeki kıyafetle aynı olduğu­
nu doğruladı. Ayrıca, yüzükler, saat ve cüzdan da ona ait."
" H ı m m , ilginç. Bakın. Watson."
Uzun parmaklarında ortasına bir yeşim taşı kakılmış bir
yüzük vardı. Taşın üzerinde bir bokböceği kabartması görü­
lüyordu. Holmes'ûn Mısırlı farmasonlar hakkında anlattıkla­
rını hatırlayınca aradaki bağlantıyı kurmak zor olmadı, içim­
den açıkgözlülüğüme gülerken, Holmes yüzüğü masaya bıra­
kıp, cesedin üzerindeki ortuyu açtı.
Gözlerimin önüne şenlen manzara feciydi. Eski bir askeri
cenah olarak her türlü yaraya rastlamıştım, ayrıca Sherlock
Holmes'le uzun süreli ortaklığımız boyunca hemen hemen
her şeye hazırlıklı olmayı öğrenmiştim, fakat yine de önüm­
deki manzara karşısında ürpermeden edemedim. Ceset sol­
gundu, örselenmişti ve atardamar boyunca açılmış uzunla­
masına bir kesik hemen göze çarpıyordu. Fakat cesedin en
dikkat çekici yen yüzüydu: Kurumuş, kanlı bir hamur yığı­
nına benziyordu ve bir insan yüzü öldüğü bile zor anlaşılı­
yordu. Kendisini başkalarından ayıran yüz hatları silinmişti.
Holmes. serinkanlılığını hiç bozmadan, bir zamanlar bir
insan suratı olan bu kuıleyi inceledi.

85
"Tek el ateş edilmiş. Şüphesiz bir tüfekle ve çok kısa me­
safeden. Barut yanıkları açıkça görülüyor. Muhtemelen nam­
lusu kesik bir tüfek. Sizin de hatırlayacağınız gibi. Watson.
Kuzey Amerika'da çok yaygın bir usûldür."
Eski dostum, aşağı yukarı altı yıl önceki, işe Moriarty'nin
de karışmış olduğunu süratle ortaya çıkardığı Birlstone vaka­
sını kastediyordu.
Holmes cesedi çevirdi ve aynı dikkatle sırtını da inceledi.
Nihayet incelemesini tamamlayıp bize döndü.
"Suda bir günden fazla kalmamış. Bana göre. Times Neh­
rine bu sabah veya olsa olsa dûn gece atılmış olabilir."
"Evet. Doktorda aynı şeyi söyledi."
"Ve elbette yüzdeki yaralar öldürüldükten sonra açılmış.
Diğer türlü, adli tabip ölüm sebebinin kan kaybı olduğunu
söylemezdi. Bu size bir anlam ifade ediyor mu. Lestrade?"
"Elbette. Katil, ceset bulunduğunda Sigerson olduğunun
anlaşılmasını İstememiş."
Holmes hafifçe gülümsedi.
"Beni şaşırtıyorsunuz. Lestrade. Ara sıra sizde esaslı deha
kıvılcımları görülüyor."
Holmes'ûn sözlerindeki ince alayı anlamayan müfettişin
koltuklan kabardı.
"Fakat ne yazık ki bu olayda yanlış yönde ilerliyorsunuz.
Katilin cesedi teşhis etmemizi istemediği açık. fakat sizin de­
diğiniz şekilde değil. Eğer cesedi Sigerson olarak teşhis etme­
mizi istemiyor olsaydı, giysileri veya hiç olmazsa saat. cüzdan
ve yüzük gibi bize ipucu sağlayacak eşyaları yok etmesi gere­
kirdi. Sizce de öyle değil mi?"
"Eee. öyleyse... şüphesiz cinayet anlık öfke sonucu işlen­
di ve katil de bu detayları atladı."

86
"Hayır, Lestrade. Adamımız soğukkanlılığı bir an bile el­
den bırakmayan bin. Bu cinayet de onun soğukkanlılığına iyi
bir örnek. Maktulün yüzü son derece tanınmaz hale getiril­
miş, ki biz bu adamın Sigerson olmadığını anlamayalım."
"Fakat her şey birbirine uyuyor. Holmes. Otel odasındaki
kan izlerini açıklayan aşın kanamalı yara dahil."
"Otelde böyle yaralanmış birinden akacak kadar kan yok­
tu. Marlowe'un aldığı ayak izlerinin kalıplarını karşılaştırırsa-
nız. o odada iki kişi olmadığı sonucuna kolayca varırsınız
Hayır, bakın olanları size anlatayım. Lestrade. Sigerson her
şeyi kendi tezgahladı; mobilyaları devirip, pencereden kaçtı.
Sonra, kendine bir kurban seçti, onu öldürüp yüzünü tanın­
maz hale gelirdi, kıyafetlerini ona giydirdi ve cesedi Times'a
attı. Tıpkı korktuğum ve engellemeye çalıştığım gibi."

Lestrade inanmaz bir şekilde kafasını salladı.


"Haydi Holmes. kurduğunuz fanteziler bana aşın gibi ge­
liyor."
Holmes gayet soğuk bir sesle. "Ben asla fantezi kurmam.
Lestrade. sizin bunu pekala bilmeniz gerekir." dedi. 'Neyse,
burada yapılacak başka bir şey kalmadı. Neredeyse akşam ol­
du ve yann bizi yorucu bir gün bekliyor, iyi akşamlar, bay­
lar."
Caddeye çıkıp bir araba çevirdik. Tam binmek üzereyken
birinin hızlı adımlarla yaklaştığını duyduk. Gelen genç Mar-
lowe'du.
"Bay Holmes." dedi soluk soluğa. "Yalnızca size, çıkardı­
ğınız sonuçlara katıldığımı ve sizinle çalışmanın gerçek bir
zevk olduğunu söylemek istemiştim, efendim. İyi akşamlar."
Holmes kendisine seslendiğinde, arkasını donup gitmek
üzereydi.

87
"Şefinizle aranızı bozma ihtimali olsa dahi. bana bir iyilik­
te bulunur m u y d u n u z . Marlowe?"
G e n ç polis bir an bile duraksamadı.
"İsteklerinizi emir sayarım, efendim."
"Sizin veya emrinizdeki adamlardan birinin Bay Adam-
son'ı izlemesi iyi olurdu."
Marlowe'un bu istek karşısında şaşırdığı, gozlenni kırpış­
tırmasından belliydi.
"Sigerson'un sekreterini mi? Olaya karışmış olabileceğine
mi inanıyorsunuz?"
" H e n ü z böyle bir şeye inanmak için erken, fakat yine de
tüm olasılıkları düşünelim."
"Bunu yapacağım. Bay H o l m e s . Bana güvenebilirsiniz."
Vedalaşıp arabaya binerken. H o l m e s . Marlowe'un tutu­
m u n u övdü.
"Evet. gelecek vaat eden bir delikanlı."
Ç o k geçmeden eve vardık.
" E h , iyi geceler. Watson."
"Size de."
Aklıma gelen bir şey yüzünden birden duraksadım. Aslın­
da bütün gün aklımı meşgul eden bir konuydu bu. ama eski
dostuma söyleme fırsatı bulamamıştım.
" H o l m e s , korkarım yarın sizinle gelemeyeceğim, ilgilen­
mem gereken kişisel işler var."
Bana yabancı ve hafif bir husumet taşıyan bir bakış anı. D a ­
ha önce de birçok defa belirtiğim gibi. sarsılmaz mantığına ve
soğuk tavırlarına rağmen Holmes'ün davranışlarında çocuksu
bir yan mevcuıtu ve edebi çalışmalarım hakkında konuşurken
birçok kez hissettiğim gibi. birinin kendi meselelerini H o l ­
mes'ün kilerden daha önemli addetmesine tahammülü yoktu.

88
" N e d e n bahsediyorsunuz?" diye sordu.
Biraz ü z g ü n bir halde. "Bildiğiniz gibi. yarın Mart'm biri
ve..."
Birden yüzünde utanmış bir ifade belirdi.
"Aman T a n r ı m . Watson, özür dilerim. Bazen bir duvar
kadar hissiz oluyorum. Bu işe dalınca, eşinizin ölüm yıldönü­
m ü n ü u n u t t u m . Beni affedin, dostum. Tabii ki yarın b e n i m ­
le gelmemenizi anlarım, söylemeye bile gerek yok."

Aniden, yıldırım çarpmış gibi durdu.


"Bir Mart!" diye bağırdı. " M a n . Niye daha ü n c e düşüne­
medim? Tabii ya. tabii ya. D ü ş ü n d ü ğ ü m ü z d e n daha az za­
man var."
Benim varlığımı tamamıyla u n u t m u ş görünüyordu. Ak­
lından ne geçtiğini sormama firsat kalmadan, odasına çekil­
mişti bile. O m u z silkip, kendi odama yöneldim ve o gece pek
fazla uyuyamadım.

89
VIII. BOLUM
SEMSİYE VE SAHİBİ
3

1891 yılında. Sherlock Holmes. o zamanlar İnandığım


üzere, bir daha dönmemecesine hayatımdan çıkmıştı. Okur­
lar. Holmes'ün, Profesör Moriarty'yle mücadelesini ve Reic-
henbach çağlayanından ö l ü m c ü l düşüşlerini anlattığım Son
Vaka isimli hikayeden, o d ö n e m çektiğim acıyı hatırlayacak­
lardır, iki yıl sonra başka bir trajediyle yeniden sarsılacaktım.
Londra'da baş gösteren bir grip salgını eşimi de benden al­
mıştı. Sevdiğim kadınla tanışmama vesile olan Holmes'ün
kayboluşu gibi, bu olay da beni kedere boğdu. 1893 yılının 1
Mart'ında Mary ruhunu teslim etti ve ben yapayalnız kaldım.

D a h a sonra fark edeceğim gibi. tamamen yalnız kalma­


mıştım, zira eşimin ö l ü m ü n d e n bir yıl sonra H o l m e s tekrar
hayatıma girdi ve o d ö n e m hissettiğim mutluluk herkesin
malumudur. Fakat elbette, bu mutluluk b ü t ü n ruhumla sev­
diğim bir kadını kaybetmenin verdiği acıyı unutturamazdı:

90
Şefkatli, zeki, kültürlü, b e n i m ve Sherlock Holmes'ün kapris­
lerine sonsuz t a h a m m ü l gösteren bir kadındı. Benim gibi dü­
zensiz bir hayan olan yaşı geçkin bir bekar için Mary'nin ne
ifade ettiğini sizlere anlatacak kelimeleri b u l m a m imkânsız.
O d ö n e m d e , d ö n ü ş ü n ü n ardından. Bos Ev Vakası'yla bir­
likte Sherlock H o l m e s hikâyelerini yeniden kaleme almaya
başladığımda, dulluğumdan bahsetmeyi uygun b u l m a d ı m ,
Özel hayatıma dair detayların okurun ilgisini çekeceğini san­
m ı y o r d u m , diğer taraftan acım henüz çok tazeydi. Bu yüzden
tekrar Baker Sokağı'na taşınmama ve bir d ö n e m sürekli bah­
settiğim eşimin birdenbire hikâyelerimden kaybolmasına şa­
şıran pek çok kişi oldu. Zamanla bu şaşkınlık abartılı yorum­
lara dönüştü: Gittikçe deli saçmasına d ö n e n varsayımlar ve
dedikodular aldı yürüdü.

Artık bunlara bir son vermenin vakti geldi. Bu yüzden


şimdi. 1895 yılında meydana gelmiş otayları anlatırken, ara­
d a n yıllar geçmiş ve ikinci evliliğim, elbette hatıralanmı değil
ama acımı unutturmuşken, nihayet bu konuyu açığa kavuş­
turuyorum.

ikinci eşime gelince, onunla tekrar karşılaşmam ve evlilik


karan almamız başlı başına bir romanı hak ediyor. "Tekrar
karşılaşma" diyorum, ç ü n k ü kendisini ilk kez 1889 yılı ilk­
baharında. Kayın Ağaçları başlığıyla anlattığım olayda yardı­
mını istemek amacıyla H o l m e s ' ü n odasına girerken görmüş­
t ü m . O hayranlık uyandırıcı, kestane saçlı, çilli genç kadının
on uç yıl sonra eşim olacağı aklımdan bile geçmezdi. O k u r u n
hatırlayacağı gibi Violet Hunter'dan bahsediyorum. Dediğim
gibi. tekrar karşılaşmamızın hikâyesi çok uzun. Fakat korka­
rım, sadık okurlarım şimdilik bu kadarıyla yetinmek zorun­
dalar. Yalnızca, kendisiyle yeniden karşılaşmamıza vesile
olan vakanın diğerlerinden hiç de aşağı kalmadığını ekleye­
bilirim: Bu vaka sırasında. Abergaveny'nın dehşetli entrikala­
rı ve görünüşle çözülmesi imkânsız bir cinayet, Sherlock
H o l m e s ' ü n inanılmaz gözlem ve sonuç çıkarma yeteneğine
meydan okuyordu. Bir gün bu hikâyeyi hakkını vererek an­
latmayı u m u y o r u m .

Hikâyemize dönersek, o 1 M a n ' t a , Holmes'ten önce kalk­


tım, kahvaltı etmeden evden çıktım ve Londra Katolik m e ­
zarlığına gitmek için bir faytona bindim. T ü m sabahımı.
Mary'nin mezarı başında, tanışmamızı ve beraber geçirdiği­
miz yılları anarak geçirdim. Babasının ö l ü m ü karşısında gös­
terdiği metaneti veya sonradan Dörtlerin Yemini isimli hikâye­
m i n çekirdeğini oluşturacak olan Sholto kardeşlerin korkunç
entrikasını hiç unutmayacağım. Tabii, iki heyecanlı çocuk gi­
bi tek kelime etmeden ellerimizin birleştiği, ikimize de mut­
luluk veren o eşsiz ve değerli anı da asla u n u t a m a m . Arlık o
yanımda değil, fakat o n u n hatırası kalbimde hâlâ taze ve bi­
çare yüreğim damarlarıma kan pompaladığı müddetçe hatı­
rasını yaşatmaya devam edeceğim.

İki buçuğa doğru mezarlıktan ayrıldım ve itiraf edeyim ki.


H o l m e s ' ü n Büyük Üstatla görüşmesinden edineceği yeni bil­
gileri merak ederek Baker Sokağı'na d ö n d ü m
H o l m e s ' U , sert hatlı yüzünde aksı bir ifadeyle salonu
adımlarken b u l d u m .
" N e oldu. sevgili dostum?" diye sordum. "Görüşmeniz
beklenen meyveleri verdi m i ? "
Voltasına ara verdi ve yüzüme baktı.
"Meyve verecek bir görüşme olmadı, Waıson."
"Nasıl?"
" T ü m sabahı beyhude yere arkadaşınız Doyle'dan haber

92
bekleyerek geçirdim. Hattâ ona bir telgraf bile çektim, ama
evinde yoklu. Hareketsizlikten ne kadar nefret elliğimi bilir­
siniz, Waison. bir esrarı çözerken y a n yolda kalmaktan daha
da çok nefret ederim. Bu beni öldürüyor. Edebi temsilciniz
veya Mathers'ın aracılığı olmadan. Muhafız'ın evine kendim
gitmeyi düşünüyorum."

"Öyleyse, kim olduğunu biliyorsunuz?"


"Tanrım, Watson, beni şaşırtmaktan hiç vazgeçmiyorsu­
nuz. Bu ilginç cemiyet hakkında bunca şey bilip, ö n d e gelen
yöneticilerini tanımadığıma inanıyor m u s u n u z sahiden? M u ­
hafız, antikacı J a m e s Phillimore'dan başkası değil."
Bu isim, t ü m Londralılar gibi bana da tanıdık gelmişti.
Bay P h i l i m o r e sıradışı bir şöhrete sahipti ve hayatını, sonsuz
değilse de fazlasıyla geniş servetini azar azar harcayarak, b ü ­
t ü n İngiltere'de merak ve hayranlık uyandıran antikalar top­
lamakla geçirmişti. Nev-i şahsına münhasır kişiliği dikkate
alındığında, okûlist bir cemiyetin yalnızca sıradan bir üyesi
değil, ileri gelenlerinden bin olması pek şaşırtıcı değildi.
O anda kapı çalındı. G e l e n çocuk. Holmes'ebir telgraf ge­
tirmişti. H o l m e s çocuğa bahşişini verip, kâğıtta yazanları sü­
ratle okudu.
" E h , görünüşe göre en azından bazı şeyler işe yarıyor. Şu­
nu okuyun, Watson."
Uzattığı kâğıdı aldım.

W1NFIELD SCOTT LOVECRAET. ESMER, BİR


SEKSEN. SERT HATLI. KOYU RENK BİYİKLİ.
1893TE BOSTON'DA AKIL HASTAHANESINE YATI­
RILDI. AVUKAT ALBERT A. BAKERTN VESAYETİ
ALTINDA. SU ANKİ YERİ BİLİNMİYOR.

93
"Bu d ü n gönderdiğiniz telgrafın cevabı m ı ? "
"Evet. Telgrafı Boston polisine göndermiştim. Bay Wınfı-
eld Scott Lovecrafı'ın eşgalini ve şu anda b u l u n d u ğ u yen öğ­
renmek istiyordum. G ö r d ü ğ ü n ü z gibi. ortadan kaybolalı iki
yıl o l m u ş ve eşgali. saç rengi ve sakal dışında, dostumuz Si-
gerson'un tarifine m ü k e m m e l bir şekilde uyuyor."

Herhalde şaşkınlığım y ü z ü m d e n okunuyordu.


"Anlamadım. Eğer dediğiniz gibiyse. Lovecraft kendisine
bir mektup yazdı. Dahası, siz b u n u zaten biliyordunuz, yok­
sa, o telgrafı göndermezdiniz. Bu nasıl m ü m k ü n olabilir?"

"Bilmiyordum. Watson, ama yine de hesaba katılması ge­


reken bir olasılıktı, gerçi siz b e n i m alışkanlıklarımı gayet iyi
bilirsiniz. Senaryodan tümüyle çıkarmak l ü z u m u yoksa
m ü m k ü n görünen hiçbir olasılığı elemem. Bu defaki ipucu­
nu, aramama gerek kalmadan bizzat Sigerson verdi. Aksanı­
nı hatırlıyor m u s u n u z . Watson. k o n u ş m a tarzını? D a h a ilk
a n d a dikkatimi çekmişti, ingiliz olmadığı kesindi, fakat aynı
z a m a n d a , her ne kadar gizlemeye çalışsa da dilimizi anadili
gibi konuşuyordu Bu bilgiyle ve şahsi eşyaları arasındaki.
Amerikalı birinden gelmiş bir m e k t u p birleşince, b u n u n
araştırmaya değecek bir şey olduğuna karar verdim. E h . gör­
d ü ğ ü n ü z gibi en azından b u n u n meyvelerini aldık."

Başımı salladım, yerine oturmayan bir şey vardı.


Sersemlemiş bir halde. "Kusura bakmayın a m a b a n a hiç
mantıklı gelmiyor. H o l m e s . " dedim. "Şifreli mesajın içeriği,
öyle görünüyor ki İngiltere'de yapması gerekenlere dair tali­
matlar. Kendisine talimat yollamasının nasıl bir mantığı ola­
bilir ki? Ç o k saçma."
Holmes güldü.
"Elbette saçma. Watson, meselenin özü de bu zaten. Sag-

94
lıktı düşünen birinin yapmayacağı kadar saçma bir şey bu. Bu
sayede, binleri mesajı ele geçirip, şifreyi çözmeyi başarırsa,
yani tam da bizim yapağımız gibi. Lovecraft ve Sigerson'un
aynı kişi olduğundan hiç şüphelenmeyecekti. Muhtemel bir
soruşturma, Sigerson'un ingiltere'de. Lovecraft'm da Ameri­
ka'da bulunduğu varsayımıyla yanlış yolda ilerleyecekti ve so­
nuçta ikisinin de izine rastlanmayacaktı; en azından arandık­
ları ülkede. Anlamıyor musunuz? Ç o k açık değil mi? Bin bu
şifreli talimatları Lovecraft'a verdi, cemiyette üstü olan b i n ,
b u n d a n en ufak bir şüphe duymuyorum. Lovecraft bunları
yok etmiş olmalıydı, nihayetinde çok karmaşık veya hatırlan­
ması o kadar da zor bir mesaj değil. Onları saklamaya karar
verdiği açık. Fakat hangi sebeple? Bir iki varsayımda bulun­
mak mümkünse de tam olarak bilmiyoruz. Mesela, rûnlerle
yazılmış mesaj veya talimatlar diyelim, mektup sahibinin M ı ­
sırlı farmasonların başka bir üyesi, bir kardeş olduğunu ka­
nıtlamaya yarayan bir pasaport işlevi görüyor olabilir."
"Evet, m ü m k ü n . "

"Neyse, mektup yok edilmeyince iki uçlu bir kılıca d ö ­


nüşmüş oldu: Faydalı olmakla birlikte, okumaması gereken
birinin onu eline geçirmesi ve (elbette deşifre ederek) oku­
yup, d o s t u m u z u n görevini öğrenmesi gibi bir tehlike de ya­
ralıyordu. Bu yüzden, adamımız mesajı zararsız göstermek
niyetiyle yerli mezarlığında keşfedilen yazıtlar hakkındaki
notu yazdı. Fakat bu ek mektubu, talimatları veren üstünün
ismiyle imzalayamazdı, zira mektup yanlış ellere düşerse, üs­
tünü de ele vermiş olacaktı. Bir takma ısım uydurabilirdi,
ama hayır, bu dahice denebilecek bir yanıltma harekeliyle,
kendi ismini kutlandı. Ç o k zekice, anlamıyor musunuz?"

Sersemlemiş halde sessizce onayladım.

95
" D a h a ö n c e d e p e k ç o k kez söylediğim gibi. Watson. ze­
kâ sadece sürekli gayret g ö s t e r m e k t e n ibarettir. Ne k a d a r
önemsiz görünürse görünsün araştırmadık nokta bırakma­
mak yani. Sadece bir tek yol gerçeğe çıkar, fakat g e n e l d e o
yolu b u l m a k İ ç i n b ü t ü n yanlış y o l l a r d a n geçilir. Artık d o s t u ­
m u z Sigerson'un asıl kimliği h a k k ı n d a p e k az ş ü p h e m var.
Ş ü p h e s i z bu bizi ç ö z ü m e p e k fazla yaklaştırmıyor. Bu sabah
Wiggins geldi ve ne k e n d i s i , ne de B a ş ı b o z u k l a r d a n başkası
en ufak bir ize rastlamamış. Bu a d a m . kılık değiştirme k o n u ­
s u n d a e n a z b e n i m kadar yetenekli o l m a l ı . "

H o l m e s p e n c e r e d e n dışarı b a k a r k e n , b e n kafam karışmış


h a l d e o t u r d u m . S o n g ü n l e r d e kafamı k u r c a l a y a n bir şey var­
dı ve o a n d a b u n u açıkça s o r m a fırsatı b u l d u m .
"Söyleyin. H o l m e s . Bay A d a m s o n ' ı i z l e m e görevini n e d e n
Başıbozuklarınıza v e r m e d i n i z d e b u n u Yard'dan istediniz?"
d e d i m v e a r d ı n d a n k e n d i k e n d i m e k o n u ş u r m u ş gibi, "Belki
d e A d a m s o n ' ı n t ü m b u o l u p b i t e n d e hiçbir rolü o l m a d ı ğ ı n ı
d ü ş ü n d ü ğ ü n ü z d e n , polisi y o l u n u z d a n ç e k m e y e çalışıyordu­
n u z . " diye e k l e d i m .

H o l m e s m e m n u n bir ifadeyle b a n a d ö n d ü .
" A h . W a ı s o n , d ü n d e söyledim v e şimdi d e t e k r a r l ı y o r u m :
G ü n ü n b i r i n d e s i z d e n bir dedektif ç ı k a r m a k u m u d u m u h a ­
len k a y b e t m e d i m . C a n alıcı noktaya p a r m a k b a s m a k gibi şa­
şırtıcı bir yeteneğiniz var. Evet, Bay A d a m s o n ' ı n bu olayda
p e k k ü ç ü k hır rolü var ve s o n u n d a b u n u da açığa çıkaraca­
ğ ı m . Elbette o n u y a k ı n d a n i z l e m e n i n gereksiz o l d u ğ u n u d ü ­
ş ü n d ü ğ ü m d o ğ r u : O yalnızca bir seyirciden, bir t a n ı k t a n iba­
ret v e sanırım t ü m o l a n l a r d a parmağı o l d u ğ u n a i n a n m a k i ç i n
bir sebep yok. Yine de t ü m ü y l e k e n d i h a l i n e b ı r a k m a y ı da
düşünmüyorum. M a r l o w e ' d a n . A d a m s o n ' ı izlemesini d e b u

96
y ü z d e n isledim. Elbette Başıbozuklarım d a h a etkili olurlardı,
a m a A d a m s o n ' d a n sürpriz bir hareket b e k l e m i y o r u m . Tabii,
eğer b e k l e s e y d i m , yine sürpriz o l m a z d ı , " d e d i ironik bir gü­
l ü m s e m e y l e , "şu M a r l o w e akıllı bir g e n ç . fakat k o r k a r ı m p o ­
lis kuvvetlerinde yeteneği heba o l u y o r . "
Ö ğ l e yemeği vakti gelmişti. Sabah a ç ı k olan hava yavaş ya­
vaş b u l u t l a n m a y a başlamıştı ve bir fırtına yaklaşıyora b e n z i ­
yordu.

Biri çeyrek geçe zil ç a l d ı . K a p ı n ı n açıldığını ve soluk solu­


ğa kalmış iriyan birinin m e r d i v e n l e r d e n çıktığını d u y d u k .
D o y l e o d a y a girer g i r m e z . " N i h a y e t . " d e d i H o l m e s . " N e
o l d u . D o k t o r Doyle? B ü t ü n sabah evinizde y o k t u n u z . "
" Ö y l e . Bay H o l m e s . n e o l d u ğ u n u kesin olarak b i l m i y o ­
r u m , fakat y a r d ı m ı n ı z a ç o k ihtiyacım var. Bay P h i l l i m o r e . . . "
"Yani. Muhafızınız."
"Tanrım, sizden bir şey s a k l a m a k i m k â n s ı z . Evet. Bay
P h i l l i m o r e . . . ortadan kayboldu. S a n k i bu d ü n y a d a hiç yaşa­
m a m ı ş gibi a r d ı n d a h i ç i z b ı r a k m a d a n d u m a n o l u p u ç t u .
K o r k a r ı m . . . k o r k a r ı m , bazı güçler harekete geçerek..." Karar­
sızca d u r a k s a d ı .

"Yok o l d u ğ u n a i n a n d ı ğ ı n ı z güçler."
D o y l e ' u n gözleri faltaşı gibi açıldı.
" B u n u da mı biliyorsunuz? Sizin b i l m e d i ğ i n i z bir şey y o k
mu?"
" S a n d ı ğ ı n ı z d a n ç o k d a h a fazla, D o k t o r . Eğer bahsettiğiniz
güçler harekete geçmişse, yapabileceğim p e k fazla şey yok.
Yine d e bildiklerinizi a n l a t ı n , bize yaran d o k u n a c a k s o m u t
bir şeyler var mı b a k a l ı m . "
"Tabii ki. H o l m e s . Böylece k o n u y a t ü m ü y l e vakıf olursu­
nuz."

97
H e y e c a n ı n a rağmen D o y l e bu sözleri lam bir k e n d i n d e n
h o ş n u t l u k l a söylemişti. Bu da, D o y l e ' d a düşmanlığını körük­
leyen hissin, H o l m e s ' ü n parlak zekâsına d u y d u ğ u kıskançlık
olduğu fikrimi pekiştirdi. Elbette, b u g ü n d ü ş ü n d ü ğ ü m d e bu
açıklama b a n a pek t a t m i n edici gelmiyor.
"Bay P h i l l i m o r e ' u n hizmetçileriyle ve şoförüyle k o n u ş t u m
ve gayet olağandışı bir şey o l d u ğ u n u ö ğ r e n d i m . Bu sabah sa­
at o n a d o ğ r u Bay Phillimore kulübe gitmek üzere evinden
çıkmış. D ü n akşam n e b e n n e Bay M a t h e r s kendisine ulaşa­
m a y ı n c a , b e n de kendisini orada b u l m a y ı u m m u ş t u m . Sa­
b a h , hava biraz bulutluysa da hâlâ yeterince açık o l d u ğ u n d a n
şemsiyesini almamış. Fakat arabaya bineceği sırada fikrini
değiştirmiş. Şoföre, gidip şemsiyesini alacağını, biraz bekle­
mesini söylemiş. Şoför o n u n , evin etrafını çevreleyen sık ça­
lılıkların ardında gözden k a y b o l d u ğ u n u g ö r m ü ş . Beklemiş,
beklemiş, fakat Bay Phillimore g ö r û n m e m i ş . S o n u n d a eve gi­
rip, hizmetçilere sormuş. H i z m e t ç i l e r şaşırmış, zira Bay P h i l ­
limore eve hiç d ö n m e m i ş , ne ön ne de arka k a p ı d a n eve gi­
ren o l m u ş . K e n d i s i n d e n hiç iz y o k m u ş . H a y d i , şimdi siz ba­
n a b u n u n nasıl o l d u ğ u n u açıklayın."

H o l m e s o n u d u y m a m ı ş gibiydi. P e n c e r e d e n b a k a r k e n dü­
şüncelerini toparlamakla meşguldü. A n i d e n , y ü z ü n d e kaygı­
lı bir ifadeyle bize baktı.
" H a y d i , kaybedecek z a m a n yok! Sağanak b a ş l a m a d a n ö n ­
ce Phillimore'un evine varmalıyız. Ç a b u k , z a m a n ı m ı z yok!"
Kimyasal çözeltilerle d o l u masasını araştırıp, alçı torbası­
nı ve m a l z e m e çantasını b u l d u . D o y l e nefes nefese kalmış bir
halde dışarı çıktık ve ü ç ü m ü z ü b i r d e n alacak bir C a d i l l a c
B r o u g h a m bulmayı başardık. Phillimore. şehir dışında,
L o n d r a ' n ı n seçkin k o n u t l a r ı n ı n b u l u n d u ğ u bir banliyöde ya-

98
şıyordu ve evi de diğerlerinden o l d u k ç a uzaktaydı. Saat ikiye
doğru oraya vardık. Hava kararmaya başlamıştı ve sağanağın
öfkesini üzerimize boşaltması artık an meselesiydi.
"Lütfen b u n u yalnız h a l l e t m e m e izin verin. Ç i m i n üzerin­
de zaten gereğinden fazla ayak izi vardır."
A r a b a d a n indi ve evi çevreleyen çalılıkların a r d ı n d a kay­
b o l d u . D o y l e ' u n dosdoğru gözlerime b a k m a k t a n kaçındığı
beş rahatsız dakika geçti. Son günlerde aramızda oluşan gü­
vensizliğin farkında olarak, sessizce birbirimizi g ö r m e z d e n
geliyor ve sık sık H o l m e s ' ü n g ö z d e n kaybolduğu y ö n e doğru
bakıyorduk. Ç o k g e ç m e d e n H o l m e s g ö r ü n d ü v e yanına git­
m e m i z i işaret elli.

"Bakın. Şimdi n e d e n yağmur bastırmadan ö n c e yetişmek


istediğimi anlayacaksınız. Bunlar, kolayca görülebildiği üze­
re ayak izlen. D o k t o r . Şansımıza, Bay Phillimore'un dışında
kimse bu sabah b u r a d a n geçmemiş. Dikkat edin. şu izler ev­
d e n çıkıyor ve arabaya yöneliyorlar. G e l e l i m ilginç olanına.
Ç i t i geçer geçmez izler sonlanıyor veya en a z ı n d a n öyle görü­
n ü y o r . Sizin de şahit o l d u ğ u n u z gibi izlerin kaybolduğu yer
son derece enteresan: ne evden, ne dışarıdan görülebiliyor.
Kaybolmak için m ü k e m m e l bir yer diyebiliriz. D o s t u m u z u n
evden arabaya doğru giden ayak izlerini d a h a dikkatli incele­
yelim. G a r i p bîr şey fark etliniz mi? T o p u k izi. a y a k u c u n d a n
d a h a belirgin. Sizce bu ne a n l a m a geliyor? G a y e t basit; evden
çıktı, arabaya geldi ve arkasını d ö n d ü , bu noktaya varıncaya
dek d a h a önce bıraktığı ayak izlerine basarak g e n geri yürü­
d ü . Buradaki izlerin diğerlerinden d a h a derin o l d u ğ u açık. ki
bu da bir süre b u r a d a d u r d u ğ u n a işaret ediyor. Ayak izinin
sağ sınırına b a k ı n , kafa karıştırıcı bir şey b u , sanki sıçramış
gibi g ö r ü n ü y o r ve b e n c e sahiden de sıçradı. Yol kenarındaki

99
ağaca bakın. Kabuğu yer yer sıyrılmış. Bay Phillimore sıçra­
yıp, dalı yakaladı. Ardından yine sıçrayıp, buraya, çimenlerin
daha sık olduğu yere duştu. Barız bir iz bırakmamış, fakat
dikkatle İncelenirse, izler b u r a d a n devam ediyor, bu kez evin
diğer tarafına, caddeye açılan arka k a p ı p yöneliyor.

D o y l e . "Fakat, böyle bir şeyi neden yapsın?" diye sordu.


"ilginç bir sora. Doktor. Öyle sanıyorum ki. ayak izlerin­
d e n çıkardığım kalıp kuruduğunda merakımızı giderebilece­
ğiz. Hattâ şimdiye kurumuştur sanırım. H a h , tamam işte. Ar­
tık Scotland Yard'a gidip, şu genç ve açıkgöz polisin birkaç
gün önce çıkardığı diğer kalıpla karşılaştıralım."

Atılıp, " D ü ş ü n d ü ğ ü m şeyi mi kastediyorsunuz?" diye sor­


dum.
Holmes gülümsedi.
"Sevgili Watson. düşüncelerinizi sık sık t a h m i n etmeyi
basarsam da. aklınızı o k u m a m m ü m k ü n değil. Eğer bu sabah
kaybolan Bay Phillimore'un d o s t u m u z Sıgerson'un la kendi­
si o l d u ğ u n u düşünüyorsanız, o halde cevabım evet, düşün­
d ü ğ ü n ü z şeyi kastediyorum. Haydi, arabaya dönelim."
T a m o sırada fırtına patladı ve bardaktan boşanırcasma
yağmur yağmaya başladı. Hızla arabaya bindik ve dönüş yo­
lu boyunca kimse önemli bir şey demese d e . söze dökülme­
yen soruların ağırlığı havada hissediliyordu. S o n u n d a Scot­
land Yard'a vardık ve arabayı gönderdik. Vakit kaybetmeden,
H o l m e s ' û neşeyle karşılayan genç Marlowe'u bulduk.

"Benden istediğiniz gibi adamı izledim." dedi. "Su ana dek


şüpheli bir harekette b u l u n m a d ı ve kimseyle temasa geçme­
di. Halen Sigerson'un kiralamış olduğu odada kalıyor."
H o l m e s o n u tebrik etti ve otel avlusunda çıkarmış olduğu
kalıbı görmek istedi. Talebi h e m e n yen ne getirildi. H o l m e s

100
b u n u kendi çıkardığı kalıpla karşılaştırdı ve yüzünde bir za­
fer ifadesi belirdi.
"Bakın. T o p u k iç kısımdan aşınmış, kare burunlu, taban­
d a n dikişli. Bu izler aynı adama ait. Sigerson'un, Phillimo­
re'un kılığına girerken, hiç şüphesiz kurbanınkilerden daha
rahat olan kendi ayakkabılarına kıyamadığı gayet açık."

Doyle. "Kurban mı?" diye sordu.


" D o k t o r Doyle, korkarım Bay J a m e s Phillimore damarla­
rında bir damla bile kan kalmamış ve yüzü t a n ı n m a z halde
Scotland Yard morgunda yatıyor. Sigerson'un bu s u ç u n u bel­
ki de asla kanıtlayamayacağız."

Doyle'un hayreti suratından okunuyordu, itiraf edeyim ki.


Holmes'ün kafasından geçenleri ben de tam anlayamamıştım.
Doyle. "Anlamıyorum," dedi.
"Aslında t ü m olanlar dikkate alındığında b u n u n bir öne­
mi yok. Sigerson. kaçırılma numarasıyla ortadan kaybolmak
için bu numaraya başvurdu. Kendisinden hiç şüphelenme­
yen Phillimore'a yaklaştı, öldürdü ve kendi giysilerini o n a
giydirdi, ceset bir an önce b u l u n s u n ve kayıp kuzeyli kâşif
olarak teşhis edilsin diye de yüzünü tanınmaz hale getirip,
cesedi nehre attı. Sonra Phillimore'un kılığına girdi ve ama­
cına ulaşmak için hazır bekledi. Amacına ulaştığında. Philli­
more kılığında dolaşmanın artık bir faydası kalmadığından,
etkili olduğu kadar dramatik bir gösteriyle o n d a n kurtuldu.
Fakat herkese göre, Phillimore hiçbir iz bırakmadan, sanki
bir iblis onu almış gibi ortadan kaybolmuş durumda."

H o l m e s bu sözleri, tedirgin bir şekilde bakışlarını kaçıran


Doyle'a bakarak söyledi.
"Amaçlan çarpık olsa da. şüphesiz bu adam bir dâhi. Mar-
l o w . yardımınız için size m i n n e t a r ı m estrade'e bu vaka-

101
nm çözülmesinin yakın olduğunu söyleyin. Tabii parmakla­
rımızın arasından kaçması da bir ihtimal. Dostumuz kılık de­
ğiştirme konusunda gayet yetenekli, İngiltere'den kitapla bir­
likte nasıl kaçacağım bir an önce çözemezsem, kendisini bir
daha asla yakalayamayabiliriz. Her neyse, burada yapmamız
gereken başka bir şey kalmadı, iyi günler."

Ü ç ü m ü z karakoldan çıktık. Hava açıyormuş gibi görünse


de yağmur durmamıştı. Yoğun ve koyu renkli fırtına bulutla­
rı güneyden yavaş yavaş Londra'ya yaklaşıyordu. Doyle. bir­
denbire yumruk yemiş gibi durdu.

"Kitap? Siz bir kılaptan mı bahsettiniz. Holmes?"


"Bunu size dûn de söyledim. Doktor Doyle. Sigerson. in­
giltere'ye Al Azjfi ele geçirmek için geldi ve sanırım amacına
da ulaştı."
"Bu korkunç, korkunç. Bundan emin olmalıyım."
Heyecandan eli ayağına dolaşarak bir araba çağırdı ve
caddenin ilerisinde gözden kayboldu.
"Korkarım, dostumuz d ü n öğle vakti James Phillimore ol­
duğunu söyleyen birinin Kulüp Antropos'e gittiğini öğrenecek
Korkarım, kulüpte muhafaza edilen bir kitabın artık orada ol­
madığım da. Bir şeyden eminim, Watson, Kulüp Antropos. Al­
tın Şafak'ın karargahı, daha doğrusu. Londra'ya dağılmış ve
görünüşte zararsız birçok merkezinden biri. Kesin olan başka
bir şey de. sevgili dostum, Bay Mathers'ın gayet öngörülü biri
olduğu: İşını yapması için piyonlarından birini -bu olayda, bu
kişi dostunuz Doktor D o y l e - gönderip, kendisi daima rahat
edebileceği arka planda kalıyor. Bu t u t u m . Persano'nun bize
o n u n hakkında anlattıklarına uymakla birlikle, cemiyet lider­
liğini ele geçirme kararını daha da garip bir hale sokuyor. Böy­
le bir şeye girişmek için çok Önemli bir sebebi olmalı.

102
"Yine de fark etmez. Er veya geç..." Birden, b e n i m varlığı­
mın farkına yeni varmış gibi durdu. "Eve dönelim. İkindi
kahvaltısı vakti geçmiş olsa da. Bayan H u d s o n ' u n bize kuv­
vetimizi tazeleyecek biraz yiyecek ayırdığını u m a r ı m . "
Yanılmamıştı. Eve vardığımızda, ev sahibemizin hazırladı­
ğı mükellef bir kahvaltı sofrası bizi bekliyordu. Hayatımda
o n d a n daha cömert bir kadın görmedim ve Holmes'le birlik­
te Baker Sokağı'nda yaşadığımız yıllar boyunca, bir kez olsun
d o s t u m u n tuhaf huylarından yakındığını da hatırlamıyorum.
H a t t â H o l m e s birkaç yıl sonra Sussex'e taşınmaya karar ver­
diğinde. Bayan H u d s o n da o n u n l a birlikte gitti ve dedektifin
rahatını sağlamaya devam etti. O n u son kez. Birinci D ü n y a
Savaşı arifesinde g ö r d ü ğ ü m d e , b a n a Sussex'ıeki hayat hoş ve
sakın geçse de bazı şeylerin hasretini çektiğini söylemişti.

" H e r şeyden çok. D o k t o r . " diyordu, "o vakitsiz gelen ziya­


retçileri özlüyorum."

103
IX. BOLUM
YASAK KİTABIN TARİHÇESİ

G ü n ü n gen kalanında sağanak daha da şiddetlendi, akşa­


müstü Londra'ya Uç bej adım öteyi görmenizi engelleyen bir
perde inmiş gibiydi. Doyle'dan bir haber yoktu, fakat H o l ­
mes. o n u n Kulüp Antropos'e gittiğinde göreceklerinin varsa­
yımlarına ters düşmeyeceğinden emindi. Fırsattan istifade
yeniden kimya deneylerine dalmıştı, fakat elde ettiği sonuç­
lar o n u m e m n u n etmemiş gibiydi, zira akşam yemeğinden
h e m e n ö n c e homurdanarak çalışmayı bırakmıştı. Bense akşa-
m ü s t ü n ü Machen'i okumaya çalışarak geçirdim, ama aslında
o olağandışı konuyu kafamda evirip çevirmeden duramıyor-
d u m . Bazı bilmecemsi açıklamalarından da anlaşıldığı üzere,
Holmes'ün bildiği ve bana söylemediği bazı şeyler olduğu­
nun farkındaydım. Elbette, d o s t u m u n teatral karakterini bil­
diğimden, t ü m ipuçlarını sağlam kazığa bağlamadan bildik­
lerim bana açıklamayacağının da farkındaydım.

104
Yine d e . fazlasıyla ilgimi çeken bir şey vardı. Bütün bu
olanların odak noktası olan ve daha d ü n e kadar ismini bile
duymadığım şu kitap hakkında bir şeyler öğrenmek için ya­
nıp tutuşuyordum. Bu yüzden, yemeğin ardından Holmes'e
bu konuyu sormaktan kendimi alamadım.

"Sevgili Watson, Al Azı/i hiç duymamış olmanızı garipse­


miyorum. Varlığını dünyada pek az kişi bilir ve onların çoğu
da kitabı, asırlar boyu kulaktan kulağa geçerek abanılmış,
değersiz bir efsane addeder, tıpkı dostunuz Doktor Doyle'un
bizi inandırmak islediği gibi. Yıllar boyunca bu kitap hakkın­
da öğrendiklerimi size anlatayım. Yedi yüzlü yıllarda, birçok
hikâyede Deli Şair diye anılan Abdul Yasar Al-Hazrid ismin­
de bir Arap tarafından yazıldı. Bu isim zamanla batılılaşarak
Belaçar veya Abdelasar'a dönüştü. Babasının öğrettiği İslam
inancı, annesinin gizlice bağlı olduğu antik Mısır kültleri ka­
dar tatmin etmediğinden olsa gerek, kendisini gizemlere, bi­
linmeyeni öğrenmeye adadı. Zamanla, ademoğlundan önce
yaşayan zeki varlıkların dünyamızı bir savaş alanı olarak kul­
lanmış olduklarını varsayan ilginç bir teori oluşturdu. Aslın­
da. Maharabûta'ys veya ilkel kültürlerin epik-dini şiirlerine,
sagalarına aşinaysanız. bu size pek de orijinal gelmeyecektir.
Bu inanışı temel alarak Al ^z;/başlıklı bir kitap yazdı. Ban
dillerine tercümesi zor bir başlık, fakat kabaca: "Şeytanın F ı ­
sıltısı" diye çevirilebilir. D a h a sonra kitap Yunancaya tercüme
edildi. T a m olarak, Konstantinapolis'te. Theodorus Philetas.
Nccronomicon ismiyle birkaç inananın elinde dolaşan çeviriyi
yaptı. Patrik Miguel çok geçmeden kitabı yasakladı ve kitabın
t ü m kopyalarını yok etmeye çalışır, bu çabanın boşa gittiğini
biliyoruz, zira O l a u s Wormius I228'de kitabı Latinceye çe­
virdi. Kitap bu defa da. Papa IX. Gregorio tarafından yasak-

105
landı. Matbaanın İcadıyla, bin XV. yüzyılda Almanya'da, di­
ğeri XVII. yüzyılda İspanya'da olmak üzere iki farklı baskısı
onaya çıktı. Ayrıca, 1550 civarında, İtalya'da Yunanca baskı­
sı yapıldı, ama bu baskı ardında en ufak bir iz bırakmadan
kayboldu. Bir sûre sonra, muhtemelen İspanyolca bir elyaz­
ması sayesinde. Doktor J o h n Dee'nin kitaptan haberi oldu,
o n u n Necronomicon veya ölü isimler Kitabı başlığıyla İngiliz-
ceye çevirdiği kitap 1571'de basıldı. D ü n y a n ı n her tarafında­
ki dini otoriteler kitabı yasaklamaya ve yok etmeye çalıştı, fa­
kat başarılı olamadılar. Bilinmeyen başka kopyaları olabilece­
ği ihtimalini de göz ardı etmemekle birlikle, batı dünyasında
varlığı bilinen üç kopyası mevcut: Bin Birleşik Devletler'deki
Harvard Üniversitesinde, diğeri İspanya'da ve üçüncüsü de
ingiltere'de; Canterbury Başpiskoposunun kitabı aforoz et­
mesiyle birlikte ortadan kaybolan matbu baskı değil. J o h n
Dee'nin orijinal elyazmasının la kendisi. Bildiğim kadarıyla,
kitabın kısa tarihi böyle, Watson."

Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Benim gibi bir Katoliğe.


binlerinin cinlerden, gulyabanilerden ve başka dehşeı venci
hayali şeylerden bahseden eski bir elyazmasımn ardından
koşması saçma geliyordu. D a h a çok Bay B u n o n ' u n işlek hayal
g ü c ü n ü n ürünü veya Arap kültürünün ciddiye alınması ge­
rektiğini kavrayamamış şu kâşiflerin işi gibiydi. Bu kitap bel­
ki de, bu defa gizemin değil de dehşetin ağır bastığı çarpık bir
Binbir Gece Masalları çeşitlemesiydi. Holmes'e. "Fakat, kitabı
ele geçirmek için neden Londra'ya geldi ki? Eğer hafızam be­
ni yanıltmıyorsa, kitabın bir kopyasının b u l u n d u ğ u n u söyle­
diğiniz Harvard. Massachussets'e pek de uzak olmayan R h o -
de Island bölgesinde. Ayrıca, uzak bile olsa. hiç olmazsa ülke
sınırlan içinde ve dostumuzun kitabın bir nüshasını ele geçir-

106
mek için okyanus aşmasına gerek yok," dedim.
"Hafızanız mükemmel, dostum. D ü n y a n ı n farklı yerlerine
dağılmış olan nüshaların arasındaki eksiksiz tek nüsha Dok­
tor Dee'ninki, yüz yıldır hiç kimsenin kitabı bire bir görme­
diğim de hesaba katarsak, en azından yaygın kanı böyle."
" T a m a m ama yine de bir kitap etrafında bu kadar gürültü
kopmasının sebebini anlamış değilim."
"Sorunuzdan şüpheciliğiniz belli oluyor, sevgili dostum,
inanın, sızı anlıyorum: Akılcı bir yaratık sıfatıyla, aynı man­
tığı paylaşmayanlar olması sizi huzursuz ediyor. Aslında, aşa­
ğı yukarı dört yıl öncesine kadar, bu durum tümüyle tersiy­
di, en azından konu hakkında bilgili çevrelerde. Bilmeyenler
için Al Azıf Hayali bir kitap, aptallar için iktidara giden kes­
tirme yoldur. Hakkında gerçeklen bilgisi olanlar içinse tehli­
keli bir mirastır. Kitap çok sıkı korunur ve ona ulaşabilen
pek az kişi de kitaba danışmakta gönülsüzdür. İlgi değjl, kor­
ku uyandıran bir kitaptır. Fakat bir şey değişti. Okûlt çevre­
lerde bir süredir, kitap hakkındaki düşüncelerin değiştiği
söyleniyor. Kitap anık tehlike değil, iktidar kaynağı."

Bu söylentinin detaylarını öğrenmeye can atıyordum, ama


Holmes'ün yüz ifadesi bunu henüz bana anlatmaya hazır ol­
madığını açıkça göstermekteydi.
Bir u m u l . "Bu söylentiyi tam anlamadım." dedim.
"Tahmin ediyorum, Watson. Bu vaka sona ermeden size
her şeyi açıklayacağıma söz veriyorum."
Böylesi bir söz gerekli değildi elbette. Sherlock Holmes. ona
duyduğum güveni hiç boşa çıkarmamıştı ve bu defa da çıkar­
mayacağından emindim. Kafamı başka bir soru kurcalıyordu.
"Fikrinizi değiştirdiğinizi görüyorum," dedim.
Bu sorunun onu şaşırtması beni çok m e m n u n etmişti. Şu

107
dünyada Sherlock H o l m e s û sasınacak pek fazla şey yoktu.
"Neyle ilgili?"
"Sahte Sigerson'un. bu kılığa sızın dikkatinizi çekmek
amacıyla b ü r ü n d u g ü n û söylemiştiniz. Tek amacının kitabı
çalmak olduğu varsayımınız doğruysa, sizin dikkatinizi çek­
miş olması yalnızca beklenmedik bir sonuçtan ibaret."

"Evet. öyle görünüyor, değil m i ? " Bu sözleri kafası başka


yerdeymiş gibi söylemişti. "Şimdi, uyumadan önce birkaç da­
kika müziğe ve çoktan hak ettiğimiz bir molaya ne dersiniz?"
Sevinçle kabul ettim ve H o l m e s , bana alegrelerve melodik
panisyonların r u h u m u okşayan iniş çıkışlarından oluşan bir
yan iv. saat hediye etti. Müzik kulağımın gayet sıradan oldu­
ğ u n u biliyorum, bu yüzden bildik temalan mı icra ettiğini,
yoksa doğaçlama mı çaldığını söyleyemem: Yalnızca, hissede­
bilen her canlı gibi müzik beni cezbeder. yüreğimde garip
yankılar, ara sıra hüzünlü ve h e p fevkalade kuvvetli hisler
oluşturur. Elbette bir parçayı diğerinden ayın etmek, ismini
hatırlamak, bestecisini bulmak benim için çok zor. Ne olursa
olsun, duyduğum şey beni neşelendirmeye yetmişti. Ardın­
d a n birbirimize iyi geceler dileyip, odalarımıza çekildik. H o l -
mes'ün müziğiyle huzur b u l m u ş olan r u h u m sayesinde nere­
deyse başımı yastığa koyar koymaz uykuya daldım.

Rüyamda, bir Arap halifesiydim ve sayfalan insan yüzle­


rinden oluşan bir kitap yazıyordum. Apansız şafak attı ve
o d a m a saframsı altın bir ışık doldu. Karanlıktan, bir sürü
parmaklı bir pençe ve Samuel Liddell Maıhers'in yüzünü ta­
kınmış, bana küçümsemeyle bakan bir yaratık çıktı, bir taraf­
tan da alçıdan ayak izleri yağdıran şemsiyeyle beni tehdit edi­
yordu. Bir kahkaha d u y d u m . H o l m e s ' ü b u . frak giymişti ve
üzeri müthiş büyüklükte mücevherle kaplı bir sank takıyor-

108
d u . Şöyle dediğim d u y d u m : "lika nigileglib ndıcıgnalşab.
u c u n o s liged." Sözleri sanki büyü yapıyormuş gibi birkaç kez
tekrarladı. Apansız üzerimize yağmur boşandı; yazmakta ol­
duğum kitap mahvolarak yapış yapış bir hamura d ö n d ü .
O anda u y a n d ı m . Birkaç dakika gözlerim açık d u r d u m ,
fakat sonra uyku galip geldi. Bu defa kâbus görmedim.
İlginç olan. ertesi sabah kalktığımda, Holmes'ün rüyamda
tekrarladığı anlamsız sözleri hâlâ hatırlıyordum.

109
X. BOLUM
DOKTOR WATSON İŞBAŞINDA

Ertesi sabah uyandığımda Holmes çoktan çıkmıştı. Masa­


da, kahvaltının yanında. Holmes'ün kendine özgü itinalı el
yazısıyla, belirsizlikten sıkıldığını ve kokuyu bizzat takıp
edeceğini bildiren kısa bir not vardı. N o t , "Başıbozuklarımın
başaramadığını belki ben başarırım." diye bitiyordu. Bu yüz­
den. Holmes'ün Londra caddelerinde, kendisini herkesten iyi
tanıyan b e n i m bile tanıyamayacağım halde tebdili kıyafet d o ­
laştığını tahmin e t m e m güç olmadı.

Kahvaltıdan sonraki saatleri, yine bu vakayla ilgili farklı


birtakım sorulan kafamda evirip çevirerek geçirdim. Son
günlerdeki gelişmeleri doğru anlamışsam. sözde Sigerson
(Yani Holmes'e göre. şifreli mesajla kafası saçma sapan şey­
lerle daha da dolan Lovecraft) kuzeyli kâşif kimliğine bürü­
nerek yaklaşık bir yıl ö n c e ingiltere'ye gelmişti. Belki de ger­
çekten dahil olduğu Mısırlı farmasonların üyesi olduğunu

110
söyleyerek Altın Şafak'a ulaşmıştı. Büyük Üstat Bay Mathers
ve kitabın Muhafiz'ı James Phıllimore'la dostluk kurarak ce­
miyetin mirasının, yani ben de dahil sıradan insanlar tarafın­
dan hiç bilinmeyen, okûlt çevrelerdeyse müthiş şöhretli olan
Necronomıcon un saklandığı yeri öğrenmişti.

Burada birkaç ihtimal vardı. Bana göre en muhtemeli, kon­


ferans esnasında Holmes tarafından fark edildiğini anlayınca
planını hızlandırmaya karar vermiş olmasıydı: Kendisini öl­
müş gösterip. Phillimore'u öldürmüş ve o n u n yerine geçmiş­
ti. Böylece cemiyetin merkezi olan. şu kötü şöhretli kitabın
saklandığı Kulüp Antropos'e girmekte hiç zorluk çekmedi.

Fakat yine de t ü m bu varsayıma uymayan bir şey vardı.


Eğer Lovcraft. Altın Şafakla irtibata geçmek istemişse. Siger-
son kimliğine başvurmak zorunda değildi. Bilakis böyle bir
kılık değiştirme gınşımı bir hataydı, zira b u n u n er veya geç
Sherlock Holmes'ün dikkatini çekeceği apaçıktı. Meğer ki,
Lovecraft Sigerson'un, Holmes'ün icat ettiği bir kimlik oldu­
ğundan habersiz olsun ve Sigerson'u gerçek bin sansın. Fa­
kat öyle bile olsa, bu sefer başka bir tehlike söz konusuydu;
bu kez gerçek Sigerson sahtekarın maskesini düşürebilirdi.
Saçmaydı bu. D ü ş ü n d ü k ç e , Lovecrafı'ın bu ismi kullanmak­
taki yegane amacının Holmes'ün dikkatini çekmek olduğuna
daha fazla inanıyordum. Fakat niyeıi neydi? Giriştiği şey. za­
ten tehlikeliydi ve ne kadar çok dikkat çekerse, tehlike de o
kadar artardı, ingiltere'nin en ünlü dedektifini peşine salmak
akıllıca bir iş değildi.

Ne kadar fazla akıl yürütürsem, olay o kadar karmaşıkla-


şıyordu. Bir de Adamson denen ve H o l m e s kadar b e n i m de
dikkatimi çeken şu sekreter vardı. Elbette H o l m e s onun l ü m
bu olanlarda en küçük bir rolü y o k m u ş gibi. o n u n izlenme-

111
sini. birçok defa "beceriksiz" ve " h a n l a r diye nitelediği poli­
sin eline bırakmıştı. Holmes, mesajda geçen, prensin tahttan
çekildiğine dair sözleri deşifre etmişti, ama bu cümleyi de bi­
re bir aldığını sanmıyordum. Bildiğim kadarıyla. Avrupa sa­
raylarından birinde tahttan feragat etmiş bir prens yoktu.
Muhtemelen bu cümle de ("ölülerin bilgeliği" ve "Khemi kar­
deşliği" gibi) Holmes'ün çözdüğü, ama henüz benimle pay­
laşmak istemediği başka bir anahtar sözdü. Holmes'ün bu tu­
lumuna alışmıştım gerçi, ama geçen bunca yıla rağmen bildi­
ği bir şeyi b e n d e n saklaması her defasında bana acı veriyor­
du. Elbette Holmes bu konularda tanışacak biri değildi, ya­
radılışını ve tavırlarını değiştirmesini önermek faydasızdı;
Holmes'ü olduğu gibi kabul eder veya etmezdiniz; başkaca
bir seçenek yoktu.

Bu bir tarafa, sözde yasak bir kitap etrafında dönen ve


okült güçler hakkındaki gizli bilgilerle dolu bu entrika bana
gülünç geliyordu. Holmes'ün üstlendiği diğer vakalara da
benzemiyordu; gizemli güçlerin ışın içine karışmış gibi gö­
ründüğü yegane vaka (Burada, Lord Robert Saville'in karıştı­
ğı vakanın, bu olaydan birkaç yıl sonra gerçekleştiğini belirt­
meliyim). Baskerville ailesinin lanetiydi, ki o vakanın sonun­
da da bir mirası ele geçirmek gibi gayet dünyevi niyetlerle dü­
zenlenmiş kurnazca bir kumpas olduğu ortaya çıkmıştı. Ayrı­
ca Holmes, o güne kadar okültizme karşı en ufak bir ilgi bes­
lediğine dair bir ipucu vermemişti. Elbette, macera türünde
eserleri iştahla okurdu, ama bunlar hep suçla ilgili kitaplardı.

Arthur M a c h e n . Bram Stokerveya Edgar Allan Poe gibi ya­


zarların eserleri onu sıkardı ve gonk romanı tahammül edil­
mez ölçüde budalaca bulurdu. Fakat birdenbire bu vakada.
Altın Şafak üyelerinin neredeyse pabuç numaralarını bilecek

112
veya tüm kitapların en ünlüsü olduğu anlaşılan kitabın tarih­
çesini bir nefeste anlatacak kadar bilgili çıkıyordu. Holmes'ün.
bütün bu bilgileri M o n a n y ' n i n suç örgütünü araşırırken öğ­
rendiği açıklaması da beni tümüyle ikna etmemişti. M e r h u m
profesörün suç örgütünün okült çevrelerle ilgisini kanıtlamak
amacıyla bu alanda tahkikat yapmış olması akla yakın olsa da,
b u n u n onu Altın Safak'ın içinde olup bitenler veya karıştığı iş­
ler hakkında uzman yapması muhtemel değildi.

Birden aklıma Sigerson karakterine bürünerek yaptığı ge­


zileri anlatışı geldi: Tibet'e gidişi ve Dalay Lama'yla konuşma­
sı. Mekke'ye gidip Hartum Halifesı'yle görüşmesi ve nihayet
Vatikan'da kabul edilip Papa'yla fıkır alışverişinde bulunma­
sı. Okült ve dini konulara bu anı ilginin sebebi neydi? H o l ­
mes'ü otuz yıldan fazla bir süredir tanıyordum ve son günle­
re kadar bu yönünü hiç bilmiyordum.

Bu işin anahtarı 1891 yılı gibiydi: Holmes'ün Sigerson ki­


şiliğine ilk kez büründüğü ve Bay Mathers'ın Altın Safak'm
kontrolünü ele geçirme planını uygulamaya başladığı yıl. Ve
Holmes, d û n gece, b u n d a n d ö n yıl önce (yine 1891'de) okül-
tistlerin, ünlü kitaba bakış açılarını değiştiren bir söylentinin
ortalıkta dolaşmaya başladığını söyleyerek bana yeni bir bil­
gi vermişti. Evet. gayet açıktı: M o n a n y ' n i n ö l ü m ü n d e n he­
men önce. Holmes'ü okült alemle ve efsaneleriyle ilgilenme­
ye yönelten bir şey olmuştu. Eski dostum ne derse desin, bu­
nun profesör ve onun suç örgütüyle ilgisi yoktu,

Arthur C o n a n Doyle'un beklenmedik sabah ziyaretiyle


düşüncelerim yarıda kesildi. Baker Sokağı'nda ancak N'ecro-
nomicon'un çalınmış olduğunu ve Altın Şafak mensuplarının
kitabı bulması için Holmes'ü tuımak istediklerini söyleyecek
kadar kaldı ve ardından çıkıp gitti. D o s t u m u n konuyu t ü m

113
gayretkeşligiyle ele aldığını söylediğimde yatıştı ve o cûssede
biri için alışılmadık bir süratte basamaktan ikişer ikişer indi­
ğini gördüm.
Ne yediğimin farkına bile varmadan öğle yemeğimi ye­
dim, beynim arı kovanı gibi çalışmaya devam ediyordu, aklı­
ma gelen her fikir bir öncekinden daha mantıksızdı ve esrarı
çözmeye çalıştıkça daha da karmasıklaşıyor gibiydi.
Sonunda, gönülsüzce de olsa şu sonuca vardım: ö l ü sa­
yıldığı üç yıl boyunca Holmes'ün yaptıkları, detaylarım tah­
min edemediğim bir şekilde, şu an iz üstünde olduğu vakay­
la bağlantılıydı. Sonra aniden, sanki bir ışık yanmışçasma.
Isadora Persano'yla yaptığımız görüşmeyi. Holmes'ün Siger-
son kişiliğine bürünerek gerçekleştirdiği yolculuklar hakkın­
daki ilk dedikoduların Dıyojen Kulüp'ten yayıldığını söyledi­
ğini hatırladım. Kulübün kurucu üyelerinden biri Mycroft
Holmes'tü.

Heyecanıma yenilerek, saate baktım. D ö n buçuğa geliyor­


du ve Holmes hâlâ dönmemişti. Daha fazla bekleyemeyecek-
tim. Mycroft Holmes'ün. beşe çeyrek kala. bir saat kadar da­
kik, sekize yirmi kalaya dek. akşamüstünü geçirmek üzere
kulübünün kapısından gireceğini biliyordum. Kendime çeki­
düzen verip, hızla giyindim ve dışarı çıktım. H e m e n bir araba
çevirdim ve PalI M a l l a çıkan Regent Circus'a doğru yola ko­
yulduk ve Hotel Carlton'dan pek uzak olmayan Sı. James'e
vardık. Arabacıya ücretini ödedim ve üyelerin birbirleriyle ko­
nuşmasının yasak olduğu ve buna yeltenenlerin üyelikten atıl­
dığı. Londra'nın en sıradışı kulübünün kapısından girdim.

Ö n c e d e n bildiğim, üye olmayan konukların kabul edildi­


ği salona yöneldim ve kapı görevlilerine Mycroft Holmes'ü
görmek istediğimi bildirdim. Ç o k geçmeden büyük dedekti-

114
fin kardeşi salona girdi, onu son görüşümden bu yana biraz
daha şişmanlamıştı.
"Ah. Doktor Waıson. sizi görmek ne zevk. Yanılmıyorsam
önemli bir şey olmalı, yoksa evinizden böyle alelacele çık­
mazdınız."
G ö r ü n ü ş ü m ü kontrol edip. ayakkabılarımdan birinin
bağcığının neredeyse çözülmüş olduğunu fark edene dek. bu
sonuca nasıl vardığını anlayamadım.

"Evet. önemli."
"Ve b u n u n kardeşimin yapmanızı rica etliği bir iş olmadı­
ğını da görüyorum. Söylememe müsaade ederseniz, sizin bu­
rada bulunduğunuzdan habersiz, derdim."
"Doğru, fakat bunu nasıl..."
"Yüz İfadelerini okumak ilginç bir şey. İfadeniz gizlenmiş
bir avcınınkine benziyor. Eh. arkasından habersiz işler çevir­
diğiniz kışı de en İyi dostunuzdan başka kim olabilir ki? Ney­
se, oturun, birer bardak brendi içelim."
Açıkçası. Mycroft olağanüstü bir adamdı, dedektiflik sez­
gileri de, daha iyi değilse, en az kardeşininki kadar iyiydi.
D o s t u m u n müthiş yeteneklerine tanık olarak geçirdiğim
bunca yıldan sonra buna inanmak benim için zor olsa da,
bizzat Holmes birkaç defa Mycrofı'un kendisinden daha ye­
tenekli olduğunu söylemişti.

Elbette, Holmes, kardeşinin, "ingiliz hûkümeti"nin ta ken­


disi olduğunu açıkladığında, buna pek inanmamıştım. Aynı
yılın kasım ayında, Bruce-Parlingion denizaltısımn planlan
konusunda oynadığı rol. Mycrofı'un hiç şüphesiz, bildiği ve
sakladıklarıyla, Britanya İmparatorluğu'nun temellerini sarsa­
cak kadar yüksek düzeyde bin olduğunu bana kanıtlayacaktı.
O zamanlar b u n u bilmiyordum, ama bugün baktığım yerden,

115
Mycroft'ün, şimdilerde Gizli Servis diye anılan kuruluşun bir
üyesi (Acaba, yegane üyesi miydi? Cevaplanması zor bir soru)
olduğunu apaçık görüyorum.
"Bilmem. Holmes ve b e n i m şu sıralar ince bir ip üzerinde
yürüdüğümüzü biliyor m u s u n u z , ve ben şimdi..."
"Aslında Sherlock'la d ö n ü ş ü n d e n beri neredeyse hiç gö­
rüşemedik. Bir saniye bekleyin. D o k t o r . "
Ben ağır ağır brendimi yudumlarken, bir yığın eski gaze­
teyle d ö n d ü ve yığını hızla taradı.
"Anlıyorum," dedi, tekrar karşıma otururken. "Elbette,
sahte Sigerson ve o n u n Altın Şafakla ilişkisini araştınyor ol­
malısınız. İlginç bir k o n u . Sizi buraya getiren nedir?"
Gazetelerin gelişigüzel verdikleri bilgilerden yararlanarak
bu sonuca ulaşmış olması, Mycroft H o l m e s ' ü n muazzam ka­
biliyetinin yeni bir kanıtıydı.
"Bu vakanın ardında yatanların göründüğünden daha de­
rin olduğuna i n a n m a k için kendimce sebeplerim var. H o l ­
mes. belki kendi de farkında olmadan, olu sanıldığı zaman
zarfında bu vakaya dahil oldu. Hafızam beni yanıltmıyorsa,
siz sırrı bilen yegane kişisiniz ve belki de bana bir şeyler söy­
leyebilirsiniz."
Mycroft H o l m e s şaşırmış gibiydi, sanki her hareketi ö n c e ­
den bilinen ve pek akıllı olmayan bir maskot beklenmedik
zekilikte bir şey yapmıştı, istifini hiç b o z m a d a n , boğazını te­
mizleyerek konuşmaya başladı
" i n a n ı n , çok ü z g ü n ü m . D o k t o r Watson. Kardeşimin başa­
rılarını k o n u aldığınız hikâyelerden keyif almışımdır ve hep
sızın gibi onurlu, sıcakkanlı ve af buyurun, naif biriyle ilişki­
sinin Sherlock'ün soğuk kişiliğinin değişmesinde katkısı ol­
duğunu d ü ş ü n m ü ş ü m d ü r . Fakat bu konuda dudaklarım

116
mühürlü. Bu. verebileceğim bir sır değil. Eğer Sherlock bil­
diklerini paylaşmak istemediyse. b e n i m de o n u n bu kararına
u y m a m gerekir. Gerçeklen ü z g ü n ü m . Doktor."
Başka bir keskin zekânın daha beni alelade bir yardımcı
addetmesi yüzünden uğradığım hayal kırıklığını saklamaya
çalıştım. Brendimi bitirdim. Mycroft Holmes'le birkaç ö n e m ­
siz lakırdı ettik ve kendisiyle vedalaştım.

Dışarıda hava iyiden iyiye kararmıştı. Kış sona eriyordu,


b a h a r n gelmesine az bir süre kalmıştı ve az bulutlu gökte yıl­
dızlar hafif hafif parlıyordu. Hava pek soğuk değildi ve eski
savaş yaram beni çok rahatsız etmediğinden eve yürüyerek
d ö n m e y e karar verdim.

Baker Sokağı'na vardığımda, Holmes h e n ü z dönmemişti.


Şöminenin üzerindeki rafta, muhtemelen ev sahibemiz Bayan
H u d s o n ' u n bırakmış olduğu bir telgraf vardı. N o r m a l d e .
Holmes'e gönderilmiş bir telgrafı asla a ç m a m , fakat b u n u n
acil bir şey olabileceğini düşünmüştüm, diğer taraftan
Mycroft Holmes'le yaptığım başarısız görüşme keyfimi kaçır­
mıştı. Bu ruh haliyle, zarfı açıp. içindeki kısa n o t u o k u d u m .

Carlton 'dayım. Oda numarası 112. Onu yakaladım. Sizi


bekliyorum.
Persano

İnanılmaz, Carlton'un ö n ü n d e n geçerek eve dönerken, şu


açıkgöz gazetecinin o otelin bir odasında bizi beklediği aklı­
mın u c u n d a n bile geçmemişti. Tekrar dışarı çıkıp, buluşma­
ya tek başına gitmeyi aklımdan geçirdim. Fakat sonra, bu
genç gazeteci gibi benden kat kat akıllı birinden pek bir şey
öğrenemeyeceğimi fark etlim.

117
Telgraf elimde, şöminenin karşısındaki kolluğa o t u r d u m
ve saatlerin geçmesini beklemeye başladım. H o l m e s görün­
medi. Öylece uyuyakalmış olmalıyım.

118
XI. BOLUM
BİLİMİN TANIMLAYAMADIĞI
SOLUCAN

Biri beni gözlüyormuş gibi huzursuz bir hisle uyandım.


Gözlerimi açlığımda, yorgun ve alkolden kızarmış bir yüzün
beni meraklı gözlerle izlediğim gördüm.
Holmes içkili dudaklarının arasından yüksek sesle. " H a d i .
hadi. Watson," dedi. "Yaşlandıkça alışkanlıklarınız tuhaflaşı-
yor."
U y k u sersemi, ne diyeceğimi bilemedim. U z u n sure göz­
lerimi kırpıştırdıktan sonra ağrıyan eklemlerimi açmak için
gerindim. Vücudumda ağrımayan yer yoktu.
" H o l m e s ! " dedim. "Nihayet d ö n d ü n ü z . "
"Evet. ve görünüşe göre sizi rahatsız u y k u n u z d a n uyan­
dırmak için tam zamanında gelmişim."
Bir taraftan ıslak bir süngerle girdiği kılıktan kalan son iz­
leri silerken neşeli bir sesle konuşuyordu. K e n d i m e çekidü-

119
zen verip, kemiklerim hâlâ sızlarken, kahvaltı için yanma
oturdum.
"Bir şey öğrenebildiniz m i ? "
"Hiçbir şey, sevgili dostum, hiçin de hiçi."
Fakat, sesindeki keyifli tını sözlerini yalanlıyordu. Pastır­
ma ve yumurtalara iştahla saldırdı ve bir taraftan lokmasını
çiğneyerek:
"Bütün bir gün boşa gitti veya nereden baktığınıza bağlı
olarak, gitmedi," dedi. " D o s t u m u z Lovecraft'ı ararken en az
üç defa kılık değiştirdim ve Londra'daki t ü m otellere, pansi­
yonlara ve restoranlara girdim. Hiçbir şey çıkmadı, hiç. San­
ki yer yarılıp içine girmiş, sanki ingiltere'de hiç b u l u n m a m ı ş
gibi. elbette Mart "m ü ç ü n d e olduğumuzu hesaba katarsak sa­
hiden gitmiş olması da m ü m k ü n . Yine de. içimde adamımı­
zın halen şehirde olduğuna dair bir his var. Sonuçsuz kalan
araştırmalarım sırasında yanlış yolda ilerlediğimi anladım.

Peşinde olduğumuz kişi bir oda kiralayıp, içinde çürüye­


cek biri degıl. Hayır, içgüdülerim bana bir eylem adamıyla
karşı karşıya olduğumuzu söylüyor ve eğer şüphelerimde
haklıysam..."
"Aman T a n r ı m ! " diye haykırdım, "Telgraf)"
Holmes şaşkınlıkla baktı.
' N e telgrafı? Tablada bir şey yoktu."
"Yok, ç ü n k ü bende. D ü n gece geldi. Elimde telgrafla uyu­
muş olmalıyım."
Sandalyeden kalkıp, şömineye yöneldim. Uyuyakaldığım
için şöminedeki küllerin arasına düşmüştü. Neyse ki, d ü n
gece hava sıcak olduğundan şömineyi yakmak gerekmemiş-
ti. Aksi halde, bu önemli mesaj şimdiye çoktan kul olmuştu.
Buruşmuş olan kâğıdı düzledim ve Holmes'e uzattım. C a -

120
b u c a k o k u d u ve kahvaltısını bitirmeden ayağa fırlayıp, par-
desûsünü ve kumaş başlığını kapıp, kapıya yöneldi.
"Haydi, Watson, ne bekliyorsunuz? Ç o k geç kalmış olabi­
liriz."
Bir araba çevirdik, H o l m e s arabacıya, atlan hızlı sürüp, on
beş dakikada Carlton'a yetişmemizi sağladığı takdirde cömert
bir bahşiş alacağını vaat etti. Şansımıza, sabahın o saatinde
Londra terk edilmiş gibiydi ve on üç dakika sonra otelin
ö n ü n d e indik. H o l m e s antreyi bir solukta geçti, asansörün
ö n ü n d e uyuklayan resepsiyon görevlilerinin ö n ü n d e n süzü­
lerek basamakları ikişer ikişer çıkmaya koyuldu. Elimden ge­
len süratte ben de o n u takıp ettim ve soluk soluğa kalmış bir
halde 112 numaralı odanın kapısına ulaştım. H o l m e s neza­
keti bir tarafa bırakarak kapıyı yumrukladı, a m a içenden c e ­
vap gelmedi.

"Watson. gelen olursa diye erketeye geçin."


Ben. arkam kapıya d ö n ü k , asansörü ve merdiveni kollar­
ken, H o l m e s çantasından m a y m u n c u k olduğuna neredeyse
e m i n olduğum bir şey çıkardı. H o l m e s ' ü n kilidi birkaç sani­
ye ustaca kurcaladığını ve nihayet kapının açıldığını belli
eden tıkırtıyı d u y d u m .

"Girelim."
Bu saatte panjurlar inikti ve oda kısmen karanlıktı. H o l ­
mes kapıyı kapatıp ışığı açtı ve kararlı adımlarla yatak odası­
na doğru yürüdü. A n i d e n d u r d u ğ u n u fark edince, baktığı ye­
re d ö n d ü m .
Yerde Isadora Persano'dan geriye kalanlar diyebileceğim,
kendi ismini bile hatırlaması m ü m k ü n olmayan b i n boylu
boyunca yatıyordu. Soluklan düzensizdi ve gözlen derin bir
boşluğa sahiplenmişti.

121
Sağ elinde, kapağı yan açık. fosforlu bir ışıltı yayan bir
kutu vardı. Açılıp kapanan dudaklarının arasından anlaşıl­
maz bir söz geveliyordu.
Holmes egılıp. kulağını gazetecinin ağzına doğru yaklaş­
tırdı. Ben de o n u taklit ettim ve Persano'nun fısıldadığı şeyi
duyabildim:
"Ejdercenk... Ejdercenk..."
Bu üç hece bana bir şey ifade etmiyordu, fakat Holmes gi­
derek a n a n bir ilgiyle dinlemeyi sürdürdü. N e d e n bilmem,
ama genç adamın elindeki yan açık kibrit kutusu ilgimi daha
fazla çekmişti. Biraz daha yakından baktım. K u t u n u n içinde
küçük, beyazımsı, neredeyse süt renginde bir şey titreşerek
harekeı ediyordu. Faltaşı gibi açılmış gözlerle, dudaksız bîr
ağıza. zeki, kurnaz, hatta şeytani diye niteleyebileceğim hip­
notize edici bakışlara sahip bir çift gözüyle sanki y ü z ü m ü in­
celeyen solucana benzer bu kımıldanan yaratığa bakakaldım.
Birdenbire etrafımdaki odanın silikleşmeye başladığı, her şe­
yin karardığı ve giderek daha süratli d ö n d ü ğ ü hissine kapıl­
dım.

N e d e n sonra yüreğim ağzımda kendime geldiğimde, yer­


de uzanmış yatıyordum ve Holmes'ün k u t u n u n ve içindeki
korkunç şeyin üzerinde öfkeyle tepindigini görerek, gözleri­
mi kırpıştırdım. Telaşla yaptığı işi bitirip bana d ö n d ü , her
çizgisini ezbere bildiğim o k e t u m ve sert' yüzünde korku ve
endişe okunuyordu.

"İyi misiniz, Watson? Bana iyi olduğunuzu söyleyin. Tan-


n m . yalvarırım Size bir şey olursa kendimi asla af..."
"Gayet iyi durumdayım. Holmes."
O anda yüzünde bir rahatlama ifadesi belirdi ve bir an
sonra yüzü o alışıldık soğuk ifadesine bürünüverdi. Başka bi-

122
h olsa yaşadığı duygusal patlamadan ötürü pişmanlık duyar,
belki de utanırdı. Holmes ise bu tür hislerini göstermez, ba­
sit bir jestle biraz önceki ifadesini (karşısındakine, gördüğü
ifadeyi hayal ettiğini düşündürecek kadar etkili biçimde) yü­
zünden siliverirdi.

" O n a yaklaşmanıza izin vermekle aptallık ettim. Odaya


girdiğimde ilk yaptığım şey, kutuyu ve içindeki iğrenç şeyi
ezmek olmalıydı. Neyse ki. başınıza ciddi bir şey gelmedi."
Kendimi toparlayarak, "Ya Persano?" dedim.
"Sız bir doktorsunuz. Watson. Sanırım o n u n için yapacak
bir şey yok. Tamamıyla delirmiş."
Persano'nun üzerine eğildim. Holmes'ün haklı o l d u ğ u n u
anlamak için u z u n uzadıya muayene e t m e m gerekmiyordu.
Gözleri boş boş bakıyor ve y a n açık ağzından çenesine salya
akıyordu. Artık o tuhaf kelimeyi gevelemiyordu.
Holmes resepsiyonu aradı ve polis çağırmalarını nca etti.
Polisi beklerken Holmes k u t u n u n varlığına dair b ü t ü n izleri
yok etti ve süratle ama titiz bir şekilde oda kaydını ve gaze­
tecinin şahsi eşyalarım inceledi. Sonunda, gazetecinin ceke­
tinde not defterini buldu.
'Polisten kanıt saklamaktan nefrel ederim. Fakat korka­
rım bu durumda yapılacak en iyi şey bu. Baker Sokağı'na
d ö n d ü ğ ü m ü z d e göz atarız."
" H o l m e s . neydi... o şey ne olabilir?*
"Şimdilik bir solucan diyelim, Watson. bilimin henüz ta­
nımlamadığı bir solucan."
Başka bir şey demeye kalmadan polis geldi. Holmes. Per-
sano'nun bize burada buluşmak istediğini bildiren bir telgraf
gönderdiğini, geldiğimizde kapıyı açık, gazeteciyi de gördük­
leri halde b u l d u ğ u m u z u anlattı. Bize. kısaca cevapladığımız

123
birkaç soru daha sordular, emirlerine amade olduğumuza
kanaat getirmelerinin ardından otelden ayrıldık. Arabaya bi­
nerken Doyle un dünkü ziyaretini hatırladım. Holmes'e söy­
lediğimde pek ilgilenmiş görünmedi.
"Evet. mantıklı." diye mırıldandı sadece.
Baker Sokağı'na dönüş yolunda kendimi tuhaf bir şekilde
heyecanlı hissediyordum. D ü n k ü davranışım ve Diyojen Ku-
lüp'teki beyhude çabalarım aklıma geliyordu. Holmes'ıen
şüphe eniğim için utanıyordum, fakat aynı zamanda benden
gizledikleri yüzünden hissettiğim İç sıkıntısına da engel ola-
mıyordum. Ne zaman yüzüne baksam kafasını başka tarafa
çeviriyor, rahat bir tavırla piposunu içerek sessizliğini koru­
yordu. N e d e n sonra gazetecinin odasında bana kötü bir şey
olduğunu sandığında, yüzündeki ifade aklıma geldi ve bu
olağanüstü adamdan şüphe ettiğim için kendimi ayıpladım.

Holmes'ün kahvaltı esnasında söylediği bir laf aklıma ge­


lince bu düşüncelerden h e m e n sıyrıldım; peşinde olduğu­
m u z kişinin İngiltere'yi anık terk etmiş olması gerektiğini, zi­
ra Mart'm üçüne geldiğimizi söylemişti. Bununla ne demek
istediğini sordum.
"Gayet basit, Watson, gayet basit. Mesajı hatırladınız mı?
D ö n ü p dolaşıp ona geliyoruz: 'tersyüz olmuş dünyaya doğru
marşa geçeceksin'; bu son bölümde neden veya kimden bah­
sedildiğini bilmiyorum, fakat ilk kısmın anlamı bana göre
şimdi gayet açık. D ü ş ü n ü n . Watson. 'marşa geçeceksin', as­
ken çevreler dışında nadiren kullanılan bir ful bu ve gelecek
zamanda kullanılması ise daha da enderdir.

Daha çok, "geleceksin", "gideceksin", "varacaksın", "kaça­


caksın", hattâ "hareket edeceksin" deriz, fakat "marşa geçe­
ceksin" en hafif deyişle garip bir kelime seçimi. İki kelimenin

124
de kökeninin aynı o l d u ğ u n u göz ö n ü n e alırsak, burada üstü
kapalı biçimde mart ayının ima edildiğini d ü ş ü n m e k mantık­
lı olmaz mı? D o s t u m u z Sigerson. Phillimore. Lovecraft'ın ve­
ya ne isim veriyorsanız işte, h e n ü z öğrenemedigim bir yolla
m a n ayı içinde buradan ayrılacağını t a h m i n etmek çocuk
oyuncağı. Kesin tarihi h e n ü z bilmiyorum, bu yüzden çoktan
gitmiş olması da m ü m k ü n d ü r , dedim. Elbette buradan ayrıl­
mak için tek seçeneği var: o da gemi; zira neyse ki veya ma­
alesef ingiltere hâlâ bir ada ve sadece deniz yoluyla gidilebi­
lir. Tabii, "tersyüz olmuş dünyaya varacak olan" şeyin kim
veya ne olduğunu bilmediğimden, gemiye bindi m i . yoksa
binecek mi bilemiyoruz."

"Sanırım limanlan kontrol ettiriyorsunuz."


Piposundan derin bir nefes çekerek. "Elbette. Waıson. Ba­
şıbozuklarım gece g ü n d ü z nöbette. G e r ç i şehirdeki aramala-
n n d a n sonuç çıkmadığına göre limanda şanslarının yaver gi­
deceğini z a n n e t m e m , " dedi. "Hayır, sanırım adamımızın ne­
rede saklandığını biliyorum: Mecburen değiştirdiği kılığın
göze batmayacağı bir yerde. Fakat şu a n d a b e n i m asıl merak
ettiğim şey, Persano'nun odasına girdiğimizde sayıkladığı ke­
lime."

" E n ufak bir anlamı yok gibiydi."


"Belki de yoktur, fakat ben 'Ejdercenk'e benzer bir şey ya­
kaladım ve bir sebepten bu tuhaf kelime bana çok lamdık ge­
liyor."
"Evet. ben de benzer bir şey d u y d u m . Bu şeyin ismi ola­
maz mı... solucanın?"
Sherlock H o l m e s u z u n ve içten bir kahkaha patlattı.
"Hayır, bu fikri o kadar mantıksız bulmasam da sanmıyo­
rum, ilginç, çok ilginç." Bir an duraksadı. "Hayır. Watson.

125
hiç böyle bir... solucan cinsi d u y m a d ı m . Fakat kimbilir?"
O sırada Baker Sokağı'na vardık. Merdivenleri çıkarken.
H o l m e s beni süzmeye devam ediyordu. Odamıza vardığımız­
da aldırmaz bir tavırla:
" D ü n akşamüstü evde değildiniz sanının," dedi.
" D o ğ r u . " dedim heyecanlanarak.
"Sandalyeye fırlatılmış ceketiniz, canınızı sıkan bir şey ol­
duğunu bas bas bağırıyordu zaten. Kardeşimle konuştuğu­
n u z u söylersem pek isabetsiz bir t a h m i n d e b u l u n m u ş o l m a m
herhalde."
Gözlerine bakmaya cesaret edemeden, "Evet, H o l m e s , "
diye cevapladım.
Şöminenin önündeki sandalyeye oturdu.
"Anlıyorum. T a h m i n etmeliydim. Beni sürekli şaşırtıyor­
sunuz, Watson. Ne z a m a n tepkilerinizi şaşmaz bir isabetle
önceden tahmin edebileceğimi düşünsem, beklenmedik bir
hareketle beni hayrete düşürüyorsunuz. Belki de b u . kaina­
tın bana. inanmaktan hoşlandığım gibi. her şeyin akılla ölçü­
lebilir olmadığını ve z a m a n akıp gittikçe elden kaçırdığım
daha fazla şey olduğunu anlatma yoludur."

G ü l ü m s e d i , gülüşünde beklenmedik bir sıcaklık vardı.


Ben de gülümsemeden edemedim.
"öyleyse, güya öldüğüm sırada araştırdığım konuyla bu
vaka arasında bir bağlantı olduğunu d ü ş ü n d ü n ü z . Mycroft'u
görmek istemenizin tek sebebi de. o d ö n e m b e n i m hayatta
olduğumu bilen yegane kişi o l d u ğ u n d a n , araştırmalarımın
asıl sebebini de bileceğini düşünmeniz."
"Öyle."
"Bazen beni hayrete düşürecek kadar açıkgöz oluyorsu­
n u z ve b u n d a n memnuniyet duyuyorum." Piposunu tekrar

126
doldururken gülümsedi. " Z a m a n ı geldiğinde size her şeyi
açıklayacağım. Watson, söz veriyorum. Bana güvenin."
"Daima güvendim."
"Ama bazen şüpheye düşüyorsunuz, değil mi? Şüphe et­
meyen insan olamaz elbette. Fakat korkarım, yemekten son­
ra sizi yine yalnız bırakacağım. Söylediğim gibi, artık elimiz­
de yeni bir ipucu var. Şimdilik, talihsiz dostumuz Persa­
n o ' n u n notlarına bir göz atalım."

Gergin hareketlerle not defterini açtı ve yüksek sesle oku­


maya koyuldu.
"Bakalım. Üç Şubat. Konuyla ilgili bir şey yok. Hayır... iş­
te burada. Beş Şubat. 'Altın Şafakla alakalı biri. i p u c u n u ta­
kip et.' Altı Şubat: 'Sigerson bir sahtekar.' Etkileyici, yalnızca
bir günde. Sekiz Şubat: 'Kaynak Dıyojen Kulüp. Mycroft Hol­
mes.' On iki Şubat'a kadar bir şey yok: 'Sherlock H o l m e s = S i -
gerson. Bağlantı doğru m u ? ' On ü ç ü n e geçiyoruz: 'Sigerson,
Mısır farmason kisvesinde. Hedefi, hiç şüphesiz Necronomi-
con.' Bu gencin etkileyici bir zekası varmış, keşke iş işten geç­
meden bana güvenmiş olsaydı. Ama artık ona olanlar için d ö ­
vünmek faydasız. Devam edelim. Konferans g ü n ü n e kadar
önemli bir not yok. ' H o l m e s konferansta. Sigerson'u hareke­
te geçirecek mi?' Ertesi gün: 'Sigerson. Phillimore'u öldürdü.
Yerine geçti, izle.' Aym gün, daha sonra: 'Baker Sokağı. Bilgi
almalı.'Neyse, burada tıkandığını biliyoruz. Geçelim. Sonra­
ki not d ü n yazılmış: ' O n u n l a karşılaştım. İşıklar söndüğünde
bana yaklaştı.' Geri kalan sayfalar boş... Hayır, bekleyin, so­
nunda bir İki satır var. Yazısı değişmiş, şüphesiz bunları ya­
zarken fazlasıyla heyecanlıydı. 'Baker Sokağı'na telgraf yolla­
dım U m a r ı m ellerine vaktinde ulaşır ve bana yardım ederler.
O n u gördüm ve onunla konuştum. İngiltere'den nasıl kaç-

127
mayı planladığını biliyorum. Bunu bana müthiş bir soğuk­
kanlılıkla söyledi: Ejdercenk. Ne kadar basit, elbette. Ayrılır­
ken bana bir kibrit kutusu uzattı ve. 'İçimdekini ilginç bula­
caksınız.' dedi.
'Otele geldim ve kutuyu açtım. Yalnızca birkaç saniye bak­
tığımı sanıyordum, ama kendime geldiğimde hava kararmıştı.
Kapağı h e m e n kapadım, ama çok geç kalmıştım. U m a r ı m ça­
buk gelirler. D a h a fazla direnlemeyeceğim. Bu notlan yazıp,
kutuyu yeniden açacağım. O n u tekrar görmeliyim, bir kez da­
ha görmeliyim. Ejdercenk. tabii ya. kaçacak. Umarım Holmes
onu bulur. C u b - C u b kuşuna dikkat et! Dayanamıyorum. O n u
yeniden görmeliyim.' Son cümle neredeyse deli saçması. Kor­
kanın b u n d a n daha başka bir şey elde edemeyeceğiz."

"Ben hiçbir şey anlamadım. Holmes."


"Bana gayet basit göründü. Adamımızla görüştü ve sizin
de duyduğunuz gibi, adamımız da o n a . şu garip 'Ejdercenk'
kelimesiyle İngiltere'den nasıl çıkacağına dair bir ipucu ver­
di. Sonra da kıbnt kutusunu Persano'ya teslim etti. Şeytani.
Elbette, k u t u n u n içindeki şeye bir kez bakınca aklını yitire­
ceğini biliyordu ve böylece, kaçış planını açık etmiş olması
marazi bir şakadan ibaret kalacaktı. Lovecraft'ın kutuya bak­
ma arzusuna karşı koyacak, çelik gibi bir iradesi olsa gerek."

Güçlükle yutkundum.
"Ben..."
"Elbette, eğer birkaç dakika daha bakmış olsaydınız genç
gazeteciyle aynı sonu paylaşacaktınız. Fakat anık b u n d a n şi­
kayet etmenize gerek kalmadı." Defterin sırtıyla hafifçe dizi­
ne vurdu. " H ı m m . 'İşıklar söndüğünde bana yaklaştı." Süphe-
lenmi doğruluyor bu. Fakat, bu Ejdercenk ne olabilir? Bu ke­
lime bana hepten yabancı değil."

128
Sabahın geri kalanını düşüncelere dalmış bir halde geçir­
di, Öğle yemeği vakti geldiğinde, yemeğini bir makine gibi
yedi ve ardından odasına çekildi. Geri geldiğinde tamamen
farklı bir adam olmuştu: on santim uzun, al yanaklı ve üze­
rine tam oturmayan bir frak giymiş bir adam.

"İşte oldu, Watson. Karşınızda, Muhteşem J o h n s o n ; bu


öğleden sonrasını Londra'nın her karışını dolaşıp, iş arayarak
geçirecek olan, gelmiş geçmiş en büyük sihirbaz. Veya öyle
bir şey işte."
Ardından bana göz kırptı ve dışarı yollandı.

129
XII. BÖLÜM
VARYETE TİYATROSU

Bütün akşamüstü Holmes'ten hiç haber çıkmadı. Sihirbaz


kılığıyla varyete tiyatrolarına girip çıktığını ve o keskin göz­
leriyle işe yarar bir şey öğrenmeye çalıştığını hayal ettim. Fa­
kat ne? En ufak fikrim yoktu.
Saat altıda. Holmes'ün birçok defa ulak olarak kullandığı
Billy, Holmes'ten mesaj getirdi. Yedi buçukta. Holmes ve be­
nim birçok kez gittiğimiz Mancini'de akşam yemeği randevu­
su veriyordu. Ayrıca benden fazla şık giyinmememi istiyor­
du, bu isteğine şaşırmıştım, ama istediğini yapmaktan başka
çıkar yol da bulamadım. Holmes. istediği küçük detaylar
hakkında kendisine muhalefet edildiğinde sahiden rahatsız
edici olabiliyordu.

Evden çıkıp bir araba çevirdim Parlamento binasını geçip.


Whitehall'u arkamızda bıraktık ve Trafalgar Meydanına yönel­
dik. Kısa sürede Jermyn Sokağına vardık ve restorana girdim.

130
H o l m e s içeride beni bekliyordu, açıkçası onu böyle içeri
almalarına şaşırdım. M a n c i n i . işçileri ve alt tabakaya m e n s u p
olanları görebileceğiniz bir yer değildi. Müşterilerin H o l ­
mes'ün kıyafetine attığı bakışlardan burada pek de hoş karşı­
lanmadığı anlaşılıyordu. Kendimi biraz rahatsız hissederek
yanına o t u r d u m .

H o l m e s elindeki m ö n ü n ü n üzerinden bana bakıp, bir ka­


şını kaldırdı.
" G ö r ü n ü ş . Watson. görünüş." dedi. "Buraya yüzlerce defa
geldik ve her seferinde gayet güzel muamele gördük. En ni­
hayet tanıyana kadar garsonun beni dışarı çıkarmak İstediği­
ne inanır mısınız?"
Buna i n a n m a n ı n pek de güç olmadığını söyledim.
"Anlıyorum." Kıyafetimi eleştirel bir havayla inceliyordu.
"Gideceğimiz yere uyacak kadar iyi giyinmemişsiniz. yine de
bize aşırı saygısız davranmayacaklarını u m u y o r u m . "
Söylediklerinden alınmıştım. Elbette Beau Brummel gibi
giyindiğim veya giydiklerimin smokine benzediği söylenene-
mezdi. fakat kıyafetim ince bir zevkle dikilmişti ve kumaşı
mükemmeldi.
"Neyse. Yemek yiyelim. Kurt gibi açım."
Ben pek iştahım olmadığından bir çay ve bir iki bisküviy­
le idare ederken. Holmes. Falstaffı doyuracak büyüklükte ta­
baklan silip süpürdü.
Nihayet yemeğini bitirip, hoşnutlukla piposunu yaktığın­
da:
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
"Bir varyete tiyatrosuna elbette."
"Öyleyse, adamınızı b u l d u n u z m u ? "
Gözlerinden haylaz bir ışıltı geçil.

131
"Belki evet, belki hayır." Saate bir gözaltı, "iyisi mı biz yo­
la koyulalım, ikinci b ö l ü m birazdan başlar ve sizin de oyunu
kümesten izlemek zorunda kalmanızı istemem."
Böylece, on beş dakika sonra dostumun alçakgönüllü kı­
yafetinin o n a m a mükemmelen uyduğu, küçük bir varyete ti­
yatrosuna geldik. Kendimi buraya yabancı hissettim ve ancak
o zaman Holmes'ün neden fazla şık giyinmemi istemediğini
anladım. Neyse ki etrafta az çok benim gibi giyinmiş birkaç
kişi görülüyordu, işçiler, hizmetçiler ve alt tabakadan başka
insanlardan oluşan bir okyanusta küçük adacıklar gibiydik.

Gösteri hemen başladı ve tamamından keyif aldığımı söy­


lersem yalan olur. Holmes daha incelikli gösterilere alıştırmış-
tı ve o anda sahnede olan bitenin St. James Hall'da Madam N e -
ruda veya Sarasate'nin konserleriyle hiç alakası yoktu. Cockney
aksanlı birçok komedyen, sinsi ve çift anlamlı esprilerle halk­
tan alkış alıyordu. Sihirbazlar, jonglörler ve şarkıcılar vardı.
Varyete sanatçıları, tiyatro personeli ve seyircilerin arasında
Holmes ile benim peşinde olduğumuz adama benzeyen birini
bulmak için olanca gayretimi sarf ettim, ama boşunaydı. Ona
benzer tek bir yüz bile yoktu. Nihayet, kırklarında, korkunç
bir kadın olan Bayan Pebbles'm kan sesiyle söylendiğinden
pek de ilham verici olmayan iki şarkıyla gösteri sona erdi.

Sahne ışıkları karardı ve seyirciler dışarı çıkmaya başladı.


Holmes beklememi işaret elti ve tiyatro binası neredeyse tü­
müyle boşaldığında, kulis girişine yöneldi.
Girişimizi engelleyen olmadı, içendeki yaygara sağır edi­
ciydi, aktörler makyajlarını siliyor, sihirbazlar eşyalarını kal­
dırıyor ve koristler elbise değiştiriyordu. Holmes. kulisin so­
nuna doğru ilerledi ve aradığı odayı bulmuş olmalı ki kapıyı
hafifçe tıklattı.

132
Kadınsı ve gür bir ses. " G i r i n . " dedi.
içen girdik ve gösteriyi sonlandıran kadınla yüz yüze gel­
dik.
Holmes. kendi adıma gülünç bulduğum şövalyevari bir
jestle. "İyi akşamlar. Bayan Pebbles. Gösterinizden ötürü sizi
kutlamak istemiştim sadece." dedi.
"Bu bir şey değil, yalnızca şarkı söylüyorum, sız beni za­
manında görecektiniz."
Holmes hafif bir tebessümle. "Aslında gördüm." dedi. "Siz
olağanüstü bir aktristiniz ve bu tiyatro müsveddesinde yete­
neğinizin harcandığına İnanıyorum, özellikle Sigurd Siger­
son ve J a m e s Phillimore yorumlarınız hankulade. Bu sonun­
cusuna bizzat şahit olamadım, fakat bana m ü k e m m e l oldu­
ğunuz söylendi."

Holmes'ün ağzından çıkanlara İnanamıyordum, fakat el­


bette yüzünde ahlaksız hayatının izlerini taşıyan kadın söyle­
nenleri pekala anlamıştı. Holmes'ü iş ararmış gibi Londra ti­
yatrolarım dolaşmaya sevkeden fikrin ne olduğunu ancak o
zaman anladım. Şüphesiz. Lovecraft'ın kılık değiştirmek ve
başka birinin yerine geçmekle inanılmaz bir kabiliyeti vardı.
Öyleyse, saklanmak için gösteri dünyasından daha iyi bir yer
olabilir miydi? Aklımda bu düşünceler dolaşırken. "Bayan
Pebbles" tatsızca gülümsedi:

"Bana da sizin, takibinden kurtulunması zor bir tazı oldu­


ğunuz söylenmişti. Bay Sherlock Holmes. O t u r u n lütfen, siz
de, Bay Watson."
Holmes karşısına, ben de yanına, biraz daha yakınma
olurduk.
" E h . Bay Lovecrafı. sanırım a n ı k dürüst olmanın vakti
geldi."

133
"Bunu da mı tahmin ediyorsunuz?"
"Ben t a h m i n etmem. Akıl yürütürüm. Etkili yöntemlerimi
d a h a zayıf olanlarla değiştirmeye kalksaydı m aptalhk etmiş
olurdum."
"Kadın" o m u z silkti.
" T a m a m , t a m a m , akıl y ü r ü t t ü n ü z , farz eniniz, m u h a k e m e
eniniz, sonuç çıkardınız, nasıl isterseniz. T a m bana anlatıldı­
ğı gibi birisiniz." Bu son sözleri bariz bir öfkeyle söylemişti.
" N e bilmek istiyorsunuz?"
"Pek fazla şey değil. Necronomicon nerede ve İngiltere'den
çıkmak için kullanmayı d ü ş ü n d ü ğ ü n ü z geminin ismi n e ? "
Beni huzursuz eden bir gülümsemeyle, "Ah. demek he­
nüz ismini öğrenemediniz. Bay Persano'yla konuşmadınız
m ı ? " diye sordu.
" O n u bulduğumuzda pek bir şey söyleyecek halde değil­
di. Fakat bu, sizin için sürpriz bir haber olmasa gerek."
"Değil, bunu zaten biliyordum. Yazık oldu." Parlak kırmı­
zıya boyalı, u z u n tırnaklı parmaklarıyla içki şişesini kavradı.
"Bir yudum alır mısınız, beyler? H a y ı r mı? O halde, sağlığını­
za."
Şişeden büyük bir y u d u m aldı. S o n r a şişenin ağzım avu-
cuyla silip, bize baktı. O l a n bilen her şey adamı (kadım da
diyebilirim) son derece eğlendiriyor gibiydi. Ardından,
önemli bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi dudaklarım
büzdü.

"Bu a r a d a . Bay Persano'ya bir armağan vermiştim."


"O a r m a ğ a n yok edildi. Kazara tabii."
Ayağa kalktı.
"Ve sizler o n a bir kez bile bakmadınız, öyle m i ? " Bakışla­
rı birden aydınlandı. " D o k t o r VVatson'un yüzündeki İfade.

134
bana en azından o n u n baktığını söylüyor. Tekrar b a k m a k is­
lemez miydiniz? Bende bir tane daha var. D o k t o r . "
O t u r d u ğ u m yerde şiddetle sarsıldım. Holmes'ün elinin
a r k a d a n o m z u m u tuttuğunu hissettim ve bu temasın, sanki
gerçek dünyayla bağımı koruyan hır çıpaymışçasına çok ra­
hatlatıcı bir etkisi oldu.
"Bizimle oyun oynamayan. Bay Lovecraft. Beraberinizde
birden fazla dhoie getirme riskim aldığınızdan şüpheliyim."
" H e r şeyi de biliyorsunuz, h a ? E h , size o büyüleyici yara­
tığı gösteremediğime göre. sizin için başka ne yapabiürim,
beyler?"
"Kitabı verir ve teslim olun."
"Ah, tabu ya. tahmin etmeliydim. Fakat kitabın şu anda
elimde olmadığım söylemekten hicap duyuyorum. Teslim ol­
maya gelince, korkarım planlarım arasında böyle bir şey
yok."
"Bay Lovecraft." H o l m e s ' ü n , kadın gibi konuşan, kadın gi­
bi davranan ve dolayısıyla benim bîr kadın olarak g ö r d ü ğ ü m
birine böyle diklenmesi bir an için b a n a uygunsuz g ö r ü n d ü .
"Ya buradan bizimle kendi isteğinizle güzel güzel çıkarsınız
veya baygın olarak. S e ç i n . "

" B a n a fazla seçenek bırakmıyorsunuz."


Şişeyi tekrar kavradı. Ağzına götürürken elleri titriyordu.
Şüphesiz kapana kısıldığının farkındaydı: İngiltere'nin en iş­
lek zekâsı o n u yakalamıştı ve bu defa ne aklı. ne de safsata-
lanyla bu işten sıyrılamayacaku. Aniden şişe elinden kaydı ve
kırıldı. Tuzla buz olan c a m l a r d a n korunmak için hemen eğil­
dim ve o anda H o l m e s ' ü n bağırışını duydum.

"Watson. hayır!"

Ç o k geç kalmıştım Kadın hızla ve şeytanı bir kurnazlıkla

135
hareket etti, daha ne o l d u ğ u n u anlamadan sağ kolumu yaka­
ladı ve arkaya kıvırdı, boğazımda usturanın soğuk ve rahat­
sız edici temasını hissettim. Sonra kulağımın dibinde fısılda­
yan sesini d u y d u m .
"Söylediğim gibi. Bay Holmes, planlarım arasında teslim
olmak yok. O d a d a n çıkın, lam iki adım ö n ü m d e n yürüyün.
Ve siz. Doktor Watson. bir şey yapmaya kalkışmayın, gırtla­
ğınızı kesmek zorunda kalmaktan hiç hoşlanmam."

istesem de bir şey yapamazdım zaten. Beni öyle bir yaka­


lamıştı ki, zor nefes alıp. hareket edebiliyordum. H o l m e s sü­
rekli beni ve Lovecraft "i kollayarak yürüyüp, koridora çıktı.
Tiyatronun arka kapısından karanlık ve kotu kokan bir ara
sokağa çıktık.
"Bana bir fayton çağırın. Bay H o l m e s . "
O saatlerde çok işlek olan ana caddeye vardık. Lovec-
raft'ın bana uyguladığı kuvveti değiştirdiğini hissettim, ama
b u n u n bana bir faydası yoktu: Hâlâ az önceki kadar sıkı tu­
tuyordu, tek fark oradan tesadüfen geçen birinin neler d ö n ­
düğünü anlamayacak olmasıydı.
H o l m e s bir faytona işaret edip durdurdu.
"Aferin. Orada durun, atların yanında. Doktor, siz araba­
ya binin."
Dediğini yaptım. Arabacıya. C h a r i n g Cross tarafına gitme­
sini söyledi, birkaç saniye sonra Holmes'ün tümüyle hareket­
siz, giderek küçülen figürünü gördüm. H e n ü z İki yüz metre
gitmemiştik ki. Lovecraft'ın sesini d u y d u m . Bu defa tama­
mıyla bir erkek sesiydi.
"İyi aksamlar. Doktor."
Yolun sonuna geldiğimi ve bu şeytani a d a m ı n gırtlağımı
keseceğini sandım O n u n yerine, arabanın kapısı açıldı ve

136
parmağımı oynatmaya fırsat bulamadan kendimi kaldırıma
serilmiş buldum. Arkamdan yaklaşan ayak seslen duydum,
birkaç saniye sonra Holmes yanımda bitti ve kendime gelme­
me yardım etti.
" ö z ü r dilerim. Holmes. benim hatamdı."
Fakat Holmes olup bitenden pek etkilenmiş görünmüyor­
du.
"Önemli değil. Watson. İyisiniz ve şu an Önemli olan lek
şey de bu."
"Bir an İçin gerçekten kaygılandım. Arabadan atmadan
önce beni öldüreceğini düşündüm."
Holmes başıyla reddetti.
"Hayır, böyle bir şey yapmayacak kadar akıllı. Her halü­
karda, sizin kılınıza zarar verirse, cehennemin t ü m güçlen
karşıma çıksa bile elimden kurtulamayacağını biliyor olmalı."
Ardından, yersiz bir duygusal patlama yaşamış biri gibi söy­
lediğinden utanmış göründü. "Böyle kurnaz bir adam karşı­
sında sizi daha iyi korumalıydım."

"Adam mı, kadın mı?"


"Kadın rolü yapmayı fevkalade iyi becermesine rağmen
bir erkek elbette." Holmes'ün sesinde hayranlık seziliyordu.
"Neyse, burada yapacak bir işimiz kalmadı, kuş uçtu gitti, en
azından şimdilik. Arabanın numarasını aldım, ama pek bir
işe yarayacağını sanmam. En azından girdiği kılık sayısını bir
eksilttik, korkarım Bayan Pebbles berbat şarkılarıyla bir daha
halkı eğlendiremeyecek. Haydi gidelim, Watson."

Bir araba bulmamız pek zor olmadı ve Londra gecesinde


yola koyulduk. Kıyafetlerim kırlı ve yırtıktı, biraz ağrım var­
dı, fakat bu ağrı fiziksel olmaktan çok zihinseldi. Holmes be­
nim beceriksizliğim ve düşüncesizliğim yüzünden suçluyu

137
yakalama fırsatını kaçırmıştı. Elbette. H o l m e s . sanki bu olay
kaçınılmaz bir şeymiş, ikimiz de kader kurbanı olmuşuz gibi
veya sanki bu. doğanın kötü bir oyunuymuş. u m u l m a d ı k bir
fırtına veya kimsenin hesaba katmadığı bir kasırgaymış gibi
olanları önemsemez görünüyordu. Başka şeylerin yanı sıra,
Holmes'ün tabiatındaki en olağanüstü özelliklerden biriydi
bu: fiyaskolar için üzülmekle hiç z a m a n yitirmez; t ü m kuv­
vetini bir sonraki hamleyi planlamak için kullanırdı.

C h a n n g Cross istasyonuna vardığımızda Lovecraft'ın ka­


çışını sağlayan arabacıyı bulmamız u z u n sürmedi. Adam
müthiş öfkeliydi. H o l m e s birkaç şilin marifetiyle adamı sa-
kinleştirdi ve öfkesinin sebebini öğrendik: C h a r i n g Cross'a
vardığında yolcu irisin diye kapıyı açmış, fakat içende kimse
olmadığını görmüştü. Kuş, yolculuk sırasında uçmuştu. O n a
veda edip, kendi arabamıza d ö n d ü k .

"Lovecrafı'ın, Persano'ya kaçışı hakkında bir i p u c u n u , bi­


ze bir şey söyleyemeden ö n c e aklını kaçıracağına inanarak
vermiş olduğunu da hesaba katın, Watson. Bu yüzden, şu Ej­
dercenk kelimesi hayati ö n e m taşıyor ve bir an ö n c e b u n u n
ne anlama geldiğini bulmamız lazım."
Son birkaç saattir aklımda d ö n ü p duran tuhaf bir şey var­
dı ve aniden bir fikir tomurcuklanıverdi. Sebep olduğum
olaydan ötürü ve tabii fikrimin işe yaramaz olabileceği kor­
kusuyla biraz çekinerek:

"Bir fikrim var. H o l m e s , " dedim.


"Duyalım öyleyse, sevgili dostum."
"öyle sanıyorum ki bu kadar nadir kullanılan bir kelime
sadece ıkı kaynaktan geliyor olabilir. Edebi veya mistik. Her
iki halde de Doktor Doyle'un bize yardımı dokunabilir."
" H ı m m . Fena fikir değil. Watson." Başka zaman olsa. bu

138
övgü karşısında kolluklarım kabanrdı, fakat o anda hâlâ yap­
tığım hatanın etkisindeydim. "Evet, şüphesiz Doktor da bize
yardıma istekli olacaktır. Siz o n u n âdetlerini bilirsiniz, Wat-
son, bu saatte uyumuş m u d u r ? "
Saatime baktım.

"Pek sanmam. Muhtemelen yazılan üzerinde çalışıyor­


dun"
" T a m a m . Doktor Doyle'un evine öyleyse."

139
XIII. BÖLÜM
EJDERCENK

Kapıyı bizzat Doyle açtı. Ailesi ve hizmetçileri evde yoktu


ve tam da tahmin ettiğim gibi, gayreti edebi faaliyetlerine yö­
nelik olmasa da. çalışmaktaydı. Bize söylediğine göre, t ü m
akşamüstünü vaka hakkında d ü ş ü n ü p , elindeki bilgileri in­
celeyerek geçirmiş"
"Bizler kitabın koruyucularından fazla bir şey değiliz.
Kendi çıkarımıza kullanmak için değil, hiç kimse kullanma­
sın diye, bana inanın. Biz. ucuz gazetelerin yakıştırdığı veya
halkın sandığı kadar aptal değiliz. N e d e n bahsettiğimi anla­
dığınızdan e m i n i m . Holmes. Okültist dünyada bir süredir ki­
tabı... dürüst olmak gerekirse, doğru olduğunu söyleyemeye­
ceğim bir şekilde kullanacak olan kişinin müthiş bir kudrete
sahip olacağı yolunda söylentiler dolaşıyor."

"Evet. o söylentilerden haberdarım. Fakat bunların doğru


olup olmadığı konusunda karar verebilecek konumda değilim."

140
Doyle kafa salladı.
" N e siz. ne bir başkası b u n u bilebilir. Fakat Necronomı-
con'un yanlış ellere geçmesi halinde meydana geleceği söyle­
nen korkunç olay. hepimizi içine alacak kadar büyük olacak­
tır. Bugüne kadar kitap, sadece o n u kullananlar için tehlike
kaynağıydı, ama artık o h ü k ü m sürmüyorsa... Yok, hayır, bu­
nu d ü ş ü n m e k bile istemiyorum."

Holmes sessiz kaldı. Bana gelince, söylenenlerden nere­


deyse tek kelime anlamamıştım. Holmes dikkatle odayı ince­
lemeye başladı, birazdan büyütecini çıkarıp, eşyaları incele­
yeceğinden e m i n d i m ve yantlmadım. Sonra gözlen bir an
için kül tablasına takıldı ve dikkatle kokladı. sonra sakince,
"Evet." dedi. "Tnchnıpoli t ü t ü n ü , çok özgün bir harman. D i ­
yebilirim ki. Bay Mathers'la karşılaşmamamız bir mucize."

Doyle inkara yellenmedi.


"Sız gelmeden az önce çıktı. Bu talihsiz olay yüzünden ne
denli tedirgin olduğunu takdir edersiniz."
"Elbette. Bir gün kullanmak İçin uygun bir fırsat çıkar
umuduyla öyle bir gücü avucunda tutmak ve son anda hayal­
lerinin yıkıldığını görmek, hem de Yeni Dünya'dan gelen ne
idügü belirsiz biri tarafından."

" H o l m e s . size kitabı kullanmak gibi bir niyetimizin olma­


dığını, yalnızca kötü ellere düşmesine engel olduğumuzu
söyledim."
"Öyleyse, neden kitabı yok etmediniz?" diye sordum.
Aslında, biraz önce de dediğim gibi, sohbet esnasındaki
çoğu imayı anlamıyordum. Fakat eğer kitap tehlikeliyse. ki
herhalde öyleydi, ç ö z ü m yollarından biri de o n u yok etmek­
ti elbette
" O l m a z . J o h n . kullanması çok tehlikeli, ama yok edilme-

141
yecek kadar da değerli bir şey o . "
"Korkarım Watson haklı. Tecrübelerim bana bir sırrın as­
la sır olarak kalmayacağını Öğretti. Niyetinizden kuşkulandı­
ğımı söylersem alınmayan. Doktor Doyle, en azından cemiye­
tinizin Büyük Üstat'ının niyetinden. Sizin samimiyetinizden
kuşku duymuyorum, fakat kaderin bir cilvesiyle, kaybedece­
ği bir şey olmadan kullanma fırsatını b u l d u ğ u n d a Samuel
Liddell Mathers gibi birinin böylesine kudretli bir aracı kul­
lanmayacağına inanmakta zorlanıyorum."

"Neye isterseniz inanmakta Özgürsünüz, Holmes. Sizi dü­


şüncenizden caydıramam elbette. Her neyse, bu sohbet faz­
lasıyla kuramsal bir hale geldi zaten."
Söylenen her kelime Doyle'u daha da sıkıyordu. Aslında,
Holmes'ün şüphesini belirtmesi üzerine gücenmiş rolü yap­
maya bile tenezzül etmemesi beni şaşırtmıştı.
"Kitap anık bizde değil ve şu anki sahibinin amacını sanı­
rım hepimiz açıkça biliyoruz."
Ben pek öyle açıkça bilmiyordum, ama b u n u belirtmeme­
ye karar verdim.
"Sözüme İnanın, Doktor. Bunu önlemek insanoğlunun
elindeyse, hırsız amacına ulaşamayacaktır."
Doyle, H o l m e s ' ü n vaadinden pek etkilenmişti.
"Elbette, b u n u n için yardımınıza ihtiyacımız var."
Bu söz o n u hazırlıksız yakalamıştı. Gözlerini kırpıştırıp,
ne dediğini anlamamış gibi Holmes'e baktı
"Benim yardımıma mı? Başka nasıl yardım edebilirim kı?
Bildiğim her şeyi anlattım size."
"Aslında, Doktor, konu hakkında bildiğinize inandığınız
her şeyi anlattınız, ona şüphe yok Fakat, bildiğinizin farkın­
da olmadığınız, işimize yarayacak başka bilgiler de var sizde."

142
"Altın Şafak'ı mı kastediyorsunuz? İşinize yarayacağından
şüpheliyim H o l m e s . ama okultizm hakkında bildiğim her
şeyi sizinle paylaşmak b o y n u m u n borcudur. Yine de, bilme­
diğiniz veya tahmin edemediğiniz bir şeyi açığa çıkaracağım­
d a n şüpheliyim." Doyle'un sesinde gizleyemediği bir kin var­
dı.

"Okült veya edebi malumatınızı kastediyordum."


Doyle bir kez daha hayretle Holmes'e baktı.
" N e demek istiyorsunuz?"
"Elimizde adamımızın İngiltere'den nasıl kaçacağını ç ö z ­
m e m i z e yarayacak bir anahtar kelime okluğuna inanıyorum
ve bu kelimenin kaynağı. Watson'un işaret ettiği gibi. mistik
veya edebi olabilir. Bu ikialandan birine, yahut ikisine de ait
olabilecek kadar garip bir kelime."

"Tamam öyleyse, neymiş o kelime?"


"Ejdercenk."
O akşam ilk defa Holmes'ün ettiği bir söz Doyle'u çarp­
mıştı. Gözleri şaşkınlıkla faltaşı gibi açılmıştı.
"Şaka mı ediyorsunuz?" diye sordu, "Bu. nasıl bir şeyin
anahtarı olabilir?"
"Şu halde kelime size de tanıdık geldi?"
"Tanrım, elbette. Benimle dalga mı geçiyorsunuz. H o l ­
mes. siz ciddi mısınız? Hayır, benimle alay etmiyorsunuz,
yüce tanrım!"
Kalkıp, muazzam kütüphanesine doğru şeyimi. Bir kitap
aldı ve oturup, aradığı sayfayı bulana dek sayfalan karıştırdı,
"işte. t a m a m . Hazır mısınız?"
Cevap beklemeden, neredeyse anlaşılmaz bir parçayı okumaya koyuldu.

143
Pişindiydi, kayrak tirsukeleler
Donenip delgilendiler otgelde
Mızhydılar tarazlı gubibikler
Donguzlarsa nezgilendi*

Ejdercenk'ten sakınasın ey oğul


Keskindir dişlen, pençesi yam an
Cub cub kuşugörürusen işin duman}
Hele gaddaryakvakvaktan kaç kurtul*

"Buna benzer daha birçok ifade var, fakat bu kadarı kafi


herhalde."
Sherlock H o l m e s , gözleri faltaşı gibi açılmış ve yüzünde
handiyse çocuksu bir ifadeyle, yerinden kalkarak, "Elbette
Doktor, bu kadarı yetişir," dedi. 'Kitabı alabilir miyim?"
Doyle kitabı uzattı, H o l m e s fısıldar gibi başlığı o k u d u .
"Aynanın İçinden ve Alice'm Orada Buldukları. Evet. o. Bay
Dodgson'un büyüleyici aklı. Ah, Watson. biraz önce Sher­
lock Holmes'ün de alt edilmez olmadığına şahit o l d u n u z , iş­
te size günün birinde okurlarınıza anlatacağınız bir hata. Yıl­
lar sonra bu günü, Sherlock Holmes'ün dünyanın güneş et­
rafında d ö n ü p dönmediği konusunda tümüyle cahil olduğu­
nu fark ettiğiniz gün olarak hatırlayacaksınız. Size dediğim
gibi. hafıza uçsuz bucaksız bir tavan arası ve gereksiz şeyler­
le doldurduğunuzda faydalı bilgilere yer kalmıyor. Bu yüz­
d e n , hafızamda değersiz addettiğim bir şeye rastlarsam, der­
hal o n u unutmaya gayret etmek gibi bir alışkanlık kazandım.
Alice'i okumanın g ü n ü n birinde işime yarayacağını nereden

1) Aynanın İçinden. Ctv. TomrtsUyar. Can Yay. 1. Basını. 2001. (ç.n.)


2) AllŞ Harikalar Ülkesinde, Çev. Nihal Ycginobah, Engin Yay 2. Basını,
1996. (ç.n.)

144
bileyim. Aa. evci. daha sizinle tanışmadan ünce bu kitabı
okudum, Watson. Kelime oyunları, mantık bulmacaları, za­
rifçe örülmüş, satranca benzer kurgusuyla hoş saatler geçir­
dim. Sonra, hayatımı adadığım iş için faydasız olduğuna ka­
naat getirdim, aklımdan çıkarıp attım. Ta ki bu güne kadar.
Doktor Doyle, size cidden borçlandım. Bunun vakayı çözme­
mizde müthiş yardımı olacak. Rahip Dodgson'un şen fantezi­
lerim bana yeniden hatırlattığınız için de size ayrıca minnet -
larım. Şu yanınızda duran Times'a bir saniye bakabilir mi­
yim? Teşekkürler."

Holmes. Doyle ve benim şaşkın bakışlarımız allında gaze­


teye süratle göz gezdirdi. Doyle, bakışlarını soru sorar gibi üze­
rime dikmişti, ama yapabildiğim tek şey omuz silkmek oldu.
"İyi, henüz geç kalmış değiliz. Haydi gidelim, Watson. eve
d ö n m e vakti geldi. Yarın bizi yorucu bir gün bekliyor."
Bizi kapıya kadar geçiren Doyle serseme dönmüştü, biz
arabaya binene dek bekledi. Soru sormaya can atsa da çeki­
niyordu. Vedalaştık. bakışlarımla onu sakinleştirmeye çalış­
tım, ama pek başarılı olduğumu söyleyemem.
Çok geçmeden, Baker Sokağı yolunda Holmes'e. "Vakayı
çözdünüz öyle mi?" diye sordum.
G ü l d ü . O n u n böyle güldüğünü pek görmemiştim; ma­
sum, kaygısız ve pûrneşe bir gülüştü bu.
"Elbette, sevgili Watson. Alice! Tersyüz olmuş dünyaya
varacak olan Alice. Lovecraft, ingiltere'den bu isimde bir ge­
miyle kaçmayı planlıyor.*
"Tabii ya! Bu yüzden Times'a bakmak istediniz, bugün ve­
ya yarın Alice isminde bir geminin demir alıp almayacağını
kontrol etmek için."
"Kesinlikle, Watson, kesinlikle Öyle. Sonunda birinci sınıf

145
bir dedektif olacaksınız. Şimdiden dostumuz Lestrade'ı ç o k
geride bıraktınız."
Başkaca bir şey d e m e d e n , köşeli yüzünde tatmin o l m u ş
bir ifadeyle oturdu. Ç o k geçmeden Baker Sokağı, 221 B'ye
vardık ve odalanmıza çıktık. H e m e n yattım, ama uykuya dal­
m a m vakit aldı. Kapan kurulmuştu!
Adamımız kapana kısılmıştı ve bu defa kaçamayacaktı,
b u n u gurur meselesi yapmıştım; H o l m e s bu defa d o s t u n u n
beceriksizliği yüzünden zaferinin elinden kayıp gittiğini gör­
meyecekti. Uykuya dalmadan önce bu hususta kendi kendi­
me söz verdim.

O gece kâbus görmedim, en azından hatırlamıyorum.


O n u n yerine kafa karıştıran görüntüler vardı, fakat dinlenmiş
bir halde uyandığımı biliyorum ve b u n c a yıl sonra t a m ola­
rak aynı hissi duymasam da. o rüyayı düşünmek bana son
derece keyif veriyor.
Bir fırtına çıktığını hatırlıyorum, ama ben güvenli bir yer­
deydim. Ve şu sürüngen tavırlı Crowlcy d e , asla tümüyle ışı­
ğa ç ı k m a d a n , karanlık köşelerde sürünmekte ısrar ediyordu.
İçki içiliyordu ve komik bir şapka giyen bir büyücü cockney
aksanıyla ve detone bir sesle şarkı söylüyordu. Biri gırtlağıma
bıçak dayıyor, ama b e n yalnızca "Ejdercenk" diye bağırıp,
kahkahalara boğuluyordum.

Apansız tok. yüksek ve kesintili bir ses duyuyorduk. Her­


kes d ö n ü p bakıyordu ve sahne ö n ü n d e , temsilimizi hararet­
le alkışlayan Holmes'ü görüyorduk.
Düşlerin çoğu gibi saçmaydı elbette. Fakat rüyadaki bu
delice taraf garip bir biçimde rahatlatıcıydı. En azından, erte­
si sabah uyanıp, gördüğüm rüyayı hatırladığımda b e n i m his­
settiğim buydu.

146
XIV. BÖLÜM
PROFESÖRÜN GÖLGESİ

Ertesi sabah. Holmes dışarı çıkmak için hazırlanmaya baş­


ladı. Eşlik etmeyi önerdim, fakat şimdilik yanında bulunma­
mın şart olmadığını ve yalnız giderse daha rahat iz süreceği­
ni söyleyerek reddetti. Hayal kırıklığımı yüzümden okumuş
olacak ki. hemen ardından. "Endişelenmeyin. Watson. Bu
vakanın çözülmesi için size ihtiyacım olacağından emmim.
Vefakar BosweU'ım olmadan ben ne yaparım?" dedi.

Sade bir kahvaltının ardından Holmes çıktı. Hava geçmiş


günlere nazaran güzeldi. G ö k t e hâlâ bulut vardı, fakat pırıl
pırıl bir havanın çok bekletmeyeceğine dair işaretler de görü­
lüyordu. Pencereden o kendine özgü siluetinin uzaklaşması­
nı seyrettim; yanılmıyorsam. Doğu Yakasına, liman bölgesi­
ne yönelmişti.
Aşağı yukarı uç saat sonra kapı çalındı. Soruşturmanın ne
aşamada olduğunu öğrenmek isleyen Doyle'un geldiğini san-

147
mıştım. a m a yanıldım. G e l e n Marlowe'du.
"İyi günler D o k t o r Waison. Sherlock H o l m e s ' ü görmek ıs­
lıyordum."
"Maalesef evde yok. Erkenden çıktı, dönmesi de u z u n sü­
rer herhalde."
Buna canı sıkılmış gibiydi.
" T ü h . İ p u c u peşinde elbette. D u r u m şu ki. elimde sağlam
bir bilgi var..."
"Bana söylerseniz, d ö n d ü ğ ü n d e bizzat kendim Holmes'e
iletirim."
Birkaç saniye tereddüt eniklen sonra, " M a d e m öyle, zevk­
le Doktor Watson." dedi.
Oturmasını söylediğimde bir an tereddüt etti. Holmes'ün
kutsal mekânında b u l u n m a k g ö z ü n ü korkuluyor gibiydi.
Son yıllarda eski d o s t u m u n şöhreti öylesine artmıştı ki. nere­
deyse efsanevi bir karaktere dönüşmüştü. Bugün bile. bu say­
falan yazarken, o n u n isminin deyimleştiğini hayranlıkla fark
ediyorum. Zekâsı ortalamanın üzerinde olan veya olağanüs­
tü bir açıkgözlülük gösteren birine. "Sen gerçek bir H o l -
mes'sün" deniliyor. Bu yüzden, genç ve uyanık polisin, b ü ­
yük dedektife hayranlık duyması ve çevresindeki mobilyalar­
da, eşyalarda o n u n güçlü kişiliğinin izlerini araması pek de
garipsenecek bir şey değildi. Neyse. Marlowe s o n u n d a olur­
du ve küçük bir not deften çıkardı. Eteğindekileri dökmeye
başlamadan, içecek bir şey isteyip istemediğini sordum.

"Hayır, teşekkürler, D o k t o r . Eşimin hazırladığı mükellef


kahvaltıyla tıka basa doluyum. Beni iyi beslemek şansını her
zaman bulamıyor ve b u l d u ğ u n d a da fırsatı kaçırmıyor."
Şimdi yüzünde bir tebessüm vardı ve çok d a h a genç gö­
rünüyordu.

148
"Bugün çalışmıyorum ve bazı ilginç şeyler keşfettiğimden,
buraya gelip Holmes'ü bunlardan haberdar etme fırsatı bul­
d u m ; ve sizi de tabii."
G e n ç polise şevklendirmek için, "Anlatın haydi." dedim
ve kâğıt kalem alıp karşısına olurdum.
"Ah. onlara gerek olmayacak. Doktor Watson. Bay H o l ­
mes'ün işine yarayacağını düşünürseniz, not defterimi bura­
da bırakabilirim "
G e n ç adam boğazını temizleyip, bulduklarını anlatmaya
başladı.
"Elbette bu bilgileri üstlerime ilettim. Ben her şeyden ön­
ce bir Scotland Yard görevlisiyim ve böyle bir d u r u m d a yap­
mam gerekenler gayet açık. Fakat korkarım Bay Lesırade
bunları pek ilginç bulmadı."
Pek şaşırmamıştım buna. Lestrade. bunca yıldır H o l ­
mes'ün yöntemlerini inceleme şansı bulmuş olmasına rağ­
men bazen korkunç derecede miyop oluyordu.
"Neyse. Bay Holmes'ün beni Sigerson'un sekreteri Adam-
son'ı izlemekle görevlendirdiğini biliyorsunuz. İki adamı bu
işe koştum ve bizzat ben de işten fırsat buldukça izleme göre­
vini sürdürdüm. Sonuç hep olumsuz, hattâ cesaret kinciydi.
Adamson otelden ayrılmadı. Kimse kendisini görmeye gelme­
di, kimseyle konuşmadı ve yalnızca akşam yemeği için yemek
salonuna inmeye tenezzül ettiğinde görüldü. Hattâ orada bile
tek başına, yemek siparişi vermek dışında kimseyle tek kelime
etmeden yemeğini yiyordu. Diğer öğünleri odasında halledi­
yordu. Adamlarıma izlemeye devam etmelerini söylemekle
birlikle, bu şekilde pek bir şey öğrenemeyeceğimiz izlenimine
kapılmıştım. Bu yüzden ben de esrarlı Bay Adamson'm geçmi­
şini araştırmaya koyuldum, inanın, bu hiç de kolay olmadı."

149
Holmes'ün bu delikanlıda gördüğü şeyin ne olduğunu an­
lamıştım. Gayretkeşliği, işlek ve hep içtikte duran zekâsı onu
daha yukarılara taşıyacaktı. Birkaç yıl sonra Yard'dan ayrıla­
cak, karısıyla birlikle Amerika'ya göç ederek batı kıyısındaki
Los Angeles'a yerleşecekti. Buradaki polis teşkilatına katılıp
hak etliği kariyere kavuşacaktı. Arada sırada Holmes'e yaza­
caktı, ama neden sonra izini kaybedecektik. Sadece babası gi­
bi dedektif olmak isleyen bir oğlu olduğunu, polis kuvvetle­
rine katılıp ayrıldığım duyacaktık, ama dedektif olma tutku­
sunu koruyup korumadığını öğrenemeyecektik.

Fakat o sabah, gelecekte kendisini nelerin beklediğinden


habersiz olarak karşımda oturmuş, topladığı bilgileri sırasıy­
la bana aktarmakla meşguldü
"Nihayet bazı şeyler buldum. Adamson. bana söylediğine
göre yirmi yıl önce Londra'da doğmuş. Ama inanın, bakmadık
tek bir kayıt bırakmadım. Shamael Adamson ismi geçen hiç­
bir doğum belgesi yok. Öyleyse bu takma bir isim, değil mi?
Belki, belki de burada doğmadı, anık nasıl derseniz. Bilmiyo­
rum. Dahası. 1890 yılma dek hakkında hiçbir kayıl yok. Ü l ­
kede birçok üniversite mevcut, ama bağlantı kurduklarımın
hiçbirisine bu isimde bir öğrenci kaydolmamıştı. Dediğim gi­
bi, 1890a kadar kendisinden hiç iz yok. Muhasebeci sıfatıyla
iş arayan biri olarak birden Londra'da bitmiş. Aynı yılın son­
larında. Leeds Üniversitesi'nin hesap ve fmans b ö l ü m ü n d e işe
alınmış. O n u işe alan kimmiş biliyor musunuz. Doktor?"

"Bilmiyorum, Marlowe."
G e n ç polisin yüzünden kurnaz bir tebessüm geçti.
'Tavsiyesi üzerine işe alındığı kışı, üniversitenin matema­
tik profesorüymuş. Öyle sanıyorum kı ismi size pek yabancı
gelmez."

150
"Öyle m ı ? " dedim, biraz sıkılarak.
"Öyle, Doktor. İşe alınmasını sağlayan kişi, Profesör M o -
nany'ymış."
Moriarıy! Bu isim kafamın içinde uğursuzca yankılandı.
Holmes'ün nisan sonlarında evime gelip, havalı tüfeklere dair
endişelerini açıkladığı günü hâlâ hatırlıyorum ve hayatım b o ­
yunca da hatırlayacağım. Bu vaka. görünüşte eski d o s t u m u n
ölümüyle sonuçlanmıştı. Bu adı adamın peşinde Avrupa'nın
yansını dolaşmıştık ve takibimiz, Moriarty ve Holmes'ün Re-
ichenbach'ta ölümleriyle son bulmuştu. Fakat H o l m e s , bu
olaydan üç yıl sonra hâlâ hayattaydı. Eğer b i r i Reichen-
bach'tan sağ kurtulabildiyse. neden diğeri de kurtulmasın?

'İyi misiniz. Doktor Watson?"


K e n d i m e gelerek, "Gayet iyiyim. Marlowe." diyebildim.
"Aşağı yukarı, bulduklarım bu kadar. Gerisi pek ilginç d e ­
ğil. Üniversitenin adamımızla yaptığı kontratın süresi 92'de
dolmuş ve A d a m s o n da. o sırada ComvvaU'da yaşayan ve bir
yıl sonra Birleşik Devletlere yerleşecek olan eksantrik milyo­
ner Zachary Jones'un özel sekreten ve muhasebecisi sıfatıyla
İşe başlamış. Anladığım kadarıyla J o n e s , Adamson'a kendi­
siyle birlikte Yeni Dünya'ya gelip, işine devam etmesini öner­
di, a m a A d a m s o n reddetti. Ç o k geçmeden dc ingiltere'den
ayrıldı. Aradan geçen zamanda ne yaptığım bilmiyorum, a m a
94'te geri d ö n d ü . Sonra, kendisinin de söylediği gibi, Siger­
son o n u sekreteri olarak t u n u . G e ç m i ş i n d e karanlık bir şey
yok. Doktor. Üniversitede çalıştığı süre içinde ismi hiçbir
skandala karışmamış ve dahası, işten ayrılırken aldığı refe­
ranslar m ü k e m m e l m i ş . Bir d e , bildiğim kadarıyla, Profesör
M o n a n y ' y i şahsen hiç görmedi, en azından üniversite için
çalışmaya başladıktan sonra. Bildiğiniz gibi, profesör aynı yıl

151
kürsüsünü bıraktı ve Londra'ya yerleşti. Elbette. Moriarty gi­
bi birinin o n u neden tavsiye ettiği sorusu aklımı kurcalıyor."
"Haklısınız."
"Anlıyorsunuz ya. Doktor. Yard'ın arşivlerinden profesö­
rü araştırdım ve tüyler ürpertici şeyler b u l d u m . Başında bu­
lunduğu şebeke uzun zaman polisin başını ağrıttı. Bay H o l ­
mes tarafından maskesi düşürülmemiş olsaydı. ışın sonu
kimbilir nereye varacaktı. A d a m s o n ve M o n a n y ' n i n karşılaş­
ması bir tesadüften ibarettir belki de, ç ü n k ü Adamson'ın.
profesörün örgütünde yer almadığından e m i n i m . Neyse, öğ­
renebildiklerim bu kadar."

"Marlowe, size çok müteşekkirim ve Holmes'ün de aynı


hisleri paylaşacağından e m i n i m . M ü k e m m e l bir iş başar di­
niz."
Ayağa kalkıp, notlan bana uzatırken. "Sağolun Doktor,
ama bana sorarsanız yalnızca görevimi yapımı," dedi. "Ney­
se, daha fazla zamanınızı almayayım. Buyrun, bunlar detaylı
araştırma notlarım. U m a r ı m Bay H o l m e s ' ü n işine yarar. H o ş -
çakalın."
Yalnız kalınca fazla beklemeden Marlowe'un not deflerim
açıp satır satır okumaya koyuldum. Sözlü olarak anlattıkları­
n ı n haricinde fazla bir şey yoktu, fakat her somut bilgi, da­
yandığı kanıtların aranacağı yen belirtecek biçimde akıllıca
numaralanmıştı. Defteri kapatıp, arkama yaslandım.

Morianty. diye d ü ş ü n d ü m yeniden. Holmes'ün deyimiyle,


Suçun N a p o l y o n u ; uzun boylu, ç ö k ü k o m u z l u , yaşlı kafasın­
da tuhaf hırsları olan bir adamdı. O n u yalnızca bir kez. belli
belirsiz görmüştüm: bindiğimiz tren istasyondan ayrılırken,
y u m r u ğ u n u sallar halde, o zamanlar sonsuza dek arkamızda
bıraktığımızı sandığım bir siluet. G ö r ü n ü ş t e muhterem bir

152
matematikçi, ama aslında hırslı ve zalim bin. Kurduğu suç
ağı öyle karmaşıktı ki. Yard çözmekte yetersiz kalmıştı. Yaka­
yı ele verdiği suç öyle önemsizdi ki, kimse farkına bile var­
mazdı. Bir kişi hariç.

1891'de (dönüp dolaşıp o yıla geliyoruz) Holmes. profe­


sörü yakalayıp, maskesini düşürmeyi ve örgülü dağıtmayı
başarmıştı. Maalesef, Moriarty polisin elinden kurtulmuş ve
Reichenbach'ta sonlanacak olan bir kovalamaca başlamıştı.
Biraz önceki fikir yeniden aklıma geldi: Eğer Holmes çağla­
yandan görünüşte ölümcül bir şekilde düşüp sağ kalmayı ba-
sardıysa, neden düşmanı da aynı şeyi beceremesin? Üç yıl
önce döndüğünde, bu olay hakkında anlattıklarım hatırlama­
ya çalıştım. "Kaçış yolunu kestiğimde, profesör, korkunç bir
çığlık atarak, delirmiş bir halde tepinmeye başladı. Bir anda
dengesini kaybedip, uçuruma yuvarlandı. Havada döne döne
düştüğünü gördüm. Hızla bir kaya çıkıntısına çarptı ve olan­
ca şiddetiyle sulara gömüldü." T ü m bunlara rağmen ölmemiş
olması m ü m k ü n müydü? Hayır. Holmes onun düştüğünü
görmüştü ve hiç kimse böyle bir düşüşten kurtulamazdı, im­
kânsızdı bu. Moriarty ölmüştü, ölmüş olmalıydı.

Fakat Adamson hikâyesinin bununla ilgisi yoktu. Ya, onun


profesörle muhtemel işbirliği, geçmişte Holmes'ün gözünden
kaçacak kadar iyi gizlenmişse ve iş yerel polise kaldığında, ör­
güt üyelerinin çoğunluğunun tutuklandığını görüp kaçmışsa?
örgütte üst düzey bir k o n u m d a bulunuyor olabilirdi, belki de
şimdi örgütü tekrar kurmayı ve başına geçmeyi planlıyordu.
Albay Sebastian Moran'm karıştığı benzer bir vaka. hattâ da­
hası da mevcuttu. Seksenli yıllarda. Holmes ve benim çözme­
ye çalıştığımız. Kuzey Amerika kökenli gizli bir örgütün inti­
kamına benzeyen bir olay gerçekleşmişti, fakat Holmes. bu iş-

153
le M o n a n y ' n i n parmağı olduğunu görmeyi başarmıştı. Elbet­
te. Bırlstone trajedisinden bahsediyorum. Holmes, bu kor­
kunç vakaya, profesörün örgütü içinde. Porlock takma ismini
kullanan ve gönderdiği mesaj sayesinde Birlstone'da çıkacak
olayları engellemeyi başardığımız bir muhbir vasıtasıyla kanş-
mıştı. Bildiğim kadarıyla. Holmes, Porlock'u şahsen ne gör¬
müş, ne de konuşmuştu, tabii asıl ismini de bilmiyordu. H o l -
mes'ün muhbirle bağlantısı bir iki nottan ve karşılığında gön¬
derdiği bir miktar paradan ibaretti. Adamson, Porlock olabilir
miydi? N e d e n olmasın? Bütün taşlar yerine oturuyordu.

K e n d i m d e n gayet hoşnuttum ve vardığım sonuçlan pay¬


laşmak istediğimden, Marlowe'un gitmiş olmasına neredeyse
üzüldüm. Şüphesiz. Sherlock Holmes'ün yanında geçirdiğim
yıllar boşa geçmemişti. Sonuç çıkarma kabiliyetim onunkiy-
le boy ölçüşemezdi. ama yine de işe yarıyordu. Geriye, vardı¬
ğım sonuçları anlatmak için Holmes'ün dönmesini beklemek
kalıyordu.

Saatler geçti ama dostumdan ses seda yoktu, ikindi vakti


geldi geçti ve yavaş yavaş karanlık çökmeye başladı. Sokak
kapısı hafifçe çalındığında akşam yemeğine oturmak üzerey¬
dim.
G e l e n Wiggins'ti. Baker Sokağı Başıbozuklarının teğmeni.
"İyi akşamlar. Doktor Watson." Yemeğe oturmak üzere
o l d u ğ u m u görerek, "Vakitsiz geldiğim için özür dilerim. ama
Bay H o l m e s hemen gelmenizi rica etti. Sizi bekliyor."
Yemeğimi sofrada bırakıp, giyinmeye başladım. Avın he¬
yecanı damarlarımda akmaya başlamıştı. Neredeyse elle tutu¬
lacak kadar somut bir şekilde, o y u n u n sona ermek üzere ol¬
duğunu seziyordum. O d a m a girip, şıfonyer çekmecesimdeki
emektar altıpatlarımı çıkardım. Bu defa hazırlıksız yakalan-

154
mayacaktım; Lovecrafı beni tekrar galil avlayamayacak, Sher-
lock Holmes'ün planları benîm yüzümden altüst olmayacak­
tı. Tabancayı kabanımın cebine koydum ve beni beklerken
yerinde duramayan Wıggins'in yanına döndüm.
Simdi, her şey birer hatıraya dönüşmüşken, o gece beni
bekleyen genç ve kavgacı Wiggins'le. sonradan Sherlock Hol­
mes'ün mirasını devralacak olan şöhretli polisi kıyaslayınca,
ünlü dedektifle hiç karşılaşmasaydı delikanlının nasıl bir ha­
yatı olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Belki, yüzünden
yaralanmış olmazdı, fakat o zamanlar kendi sınıfından çoğu
gencin başına geldiği gibi yetişkinliğe erişmeden ölüp gitme­
si de muhtemeldi veya bir fabrikada sabah akşam üç kuruşa
çalışıp, şuurunu alkol buhurunda kaybederek veya kimbilir,
belki de yeraltı dünyasının şeflerinden birinin maşası olarak
ömür tüketirdi.

Holmes'ün delikanlının hayatındaki etkisi belirleyici bir


rol oynamıştı ve bazen kendi kendime Holmes'ün bunu sa­
dece iyilik olsun diye yapıp yapmadığını soruyorum. Elbette,
bugün Wiggins (gerçek ismini yazmasam da. okurlarımızın
kimden bahsettiğimi anladıklarından eminim) halk tarafın­
dan sevilen, başarıdan başarıya koşan, İngiliz suç dünyasın­
da korkulan ve herkesçe Holmes'ün vârisi sayılan bin.
Elbette dışarıdan bakan biri için gıpta edilecek bir hayatı
var.
Yine de, söylediğim gibi Wiggıns, Holmes'ün mükemmel­
lik saplantısını devralmış olsa da. eski dostumun başansızlık
karşısında metanetle durma özelliğine sahip değil. Wiggins'le
yıllardır konuşma fırsatı bulamamış olsam da. çözdüğü bir
sürü olaya karşılık başansız olduğu bir tek vakanın hâla uy­
kularını kaçırdığını iyi biliyorum. Zalim ve esrarengiz Suç

155
ikilisi, basında da heyecan yarattığı gibi. başta yıllardır bu va­
kaya dair ipuçları peşinde koşan Wiggins olmak üzere, her­
kes için esrarını koruyor. Kariyerindeki bu yegane leke yü­
z ü n d e n kendisine işkence ettiğini ve ne Önceki, ne de sonra­
ki başarılarının onu yatıştırmadığını da biliyorum.
Yine konudan ayrılıp, bitmek bilmeyen bir gevezeliğe dal­
dığımdan zavallı Wiggins'i bekletiyorum. Bu yüzden bu ko­
nuyu burada bırakıp, o mart akşamı olanlara donelim.

Delikanlıya. " T a m a m . Ben hazırım." dedim.


Bir araba bizi bekliyordu. Çılgınca bir süratle yola koyul­
duk ve rekor sayılacak bir sürede liman bölgesine vardık.
Wıggms arabacıya ücretini ödedi. Gideceğimiz yere ulaşınca­
ya kadar karanlık, labirentimsi sokaklarda taban teptik, so­
n u n d a tabelasmdaki tuhaf ismiyle dikkat çeken meyhaneye,
Dişsiz Balina'ya vardık. İçeri girip, meyhanenin hengamesi
arasında kendimize yol açtık. Dipteki masada Sherlock H o l ­
mes'ün tanıdık siluetini seçtim. Yalnız değildi. Yanında Lest-
rade vardı.

156
XV. BOLUM
AVCILARIN BEKLEYİŞİ
3

Heyecanlanarak. " O n u b u l d u n u z m u . Holmes?" diye sor­


dum.
"Aslında hayır. Watson. biraz soluklandığınızda her şeyi
anlatırım. Sagol, Wiggins. Herkese çok iyi iş çıkardıklarını
söyle, özellikle sana çok borçluyum."
Delikanlının yüzünden bir gülümseme geçti (O aşağılık
Çinli doktor yüzünü yaraladığından beri. belki de ilk kez gü-
lümsediğini görüyordum), bize veda etli ve o saatlerde tıklım
tıkış olan meyhaneden çıktı. Kızarmış balığın keskin kokusu
her yen dolduruyor ve mutfaktan yükselen kesif d u m a n , tü­
tün kokularıyla karışıp meyhanenin havasını nefes alınmaya­
cak hale getiriyordu. Lestrade b u r n u n u tutarken, Holmes hiç
de rahatsız görünmüyordu.

"Ee, Watson. kabanınızın cebindeki şu şişkinliğin ordudan


kalma altıpatlarınız olduğunu varsaymak m ü m k ü n mü acaba?

157
İyi, iyi. her şey sona ermeden ona ihtiyacımız olabilir. Ben de
dostumuz Lestrade'e bildiklerimi anlatıyordum. Siz geldiği­
nizde, lam da bu sabah Alice aramak için kollan sıvadığımı
söylüyordum, çabalarımın boşa çıktığını da eklemeliyim tabii.
Evet, sevgili dostum, bu isimde büyük tonajlı bir gemi mevcut
değil. Kontrol eltim. Hattâ ipucunu yanlış yorumlamış olabi­
leceğimi bile düşünmeye başlamıştım. Tersyüz olmuş dünya­
ya gelecek olan' sözü, bizi Alice ismine götürdü ve bu da bir
gemi olmalıydı. En azından. Bay Verne'ın fantezilerindeki
uçan vasıtalar gökyüzünde sürekli dolaşmaya başlayana dek,
bu adadan tek çıkış yolu denizden olacak. Neyse ki, olan bi­
tenden haberdar olan ve gayet sağlam iş çıkaran genç teğ­
m e n Wiggns'e ulaştım. O ve Başıbozukları her yere girip, her­
kesi sorguladılar ve nihayet doğru cevabı bulmayı başardılar."
"öyleyse, bir Alice var mı?"

"Var. ama büyük tonajlı bir gemi değil. Wıggins, b a n a bu


akşamüstü son anda haber verdi. Sadece bir kotra."
"Fakat bu..."
" G ü l ü n ç mü diyeceksiniz? öyle. Kimsenin baştan kıça
u z u n l u ğ u otuz ayağı geçmeyen bir tekneyle Atlantik Okya-
nusu'nu aşmaya cüret edeceğini zannetmiyorum. Fakat ba­
zen önyargılarımız bizi körleştirir. Alice okyanusu aşamasa
da, kanalı geçip, adamımızı Fransa kıyılarına çıkarabilir. Bu
gayet basit. Neyse, bilgiyi alınca asıl amacımı gizleyerek kot­
ranın sahibine yaklaştım. Hayatımda gördüğüm en agzıbo-
zuk adamdı ve yıllardır derisine bir damla su değmedigine
yemin edebilirim... tabii gırtlağına da. C o n r a d Grealfeet ( K o -
caayak) gibi kendine has bir ismi var. bu o n u n lakabı m ı .
yoksa soyadımı bilmiyorum: Şüphesiz, ayak niyetine kullan­
dığı o koca küreklerle su üstünde yürüyebilir, hatla pek zor-

158
lanmadan bizim kurtarma teknesiyle bile yarışabilir. Neyse,
konuya dönelim. Sonunda. Bay Greatfeei'ın. belirsiz bir ta­
rihte kanalı geçmek üzere içinde b u l u n d u ğ u m u z ay boyunca
limanda beklemek için bir Amerikalıyla anlaştığını ve bu
adamın kendisine bir şifre verdiğini öğrendim. Bizim deniz
k u r d u n u n m a n ayı boyunca beklemesini garantiye almak
için de depozit olarak hatırı sayılır miktarda dolan cömertçe
ödemiş. D ü n akşamüstü b i n Greatfeet'e yanaşıp, şifreyi söy­
lemiş ve yarın şafakla birlikle harekete hazır olması talimatı­
nı vermiş, inanın, b ü t ü n o sarhoş zırvalan arasından bu bil­
gilen ayıklamak kolay iş değildi.Watson," dedi ve gülümse­
yerek, "ama daha zor mücadelelerden alnımın akıyla çıktım,"
diye ekledi. "Yani sorunuza cevabım şöyle: Kaçak dostumuz
Bay Lovecraft't henüz bulamadım, fakat yann sabah o n u en­
selemezsek, bana da Sherlock H o l m e s demesinler."

"Ama niye d ü n , hattâ bu sabah yakalamadınız?"


" Ç ü n k ü Lovecraft o kotraya binmeden önce Necronoml-
con'u sakladığı yere gitmek zorunda, onu vaktinden önce or­
taya çıkarmayacaktır. E h . belki siz bilmiyorsunuz, ama b ü t ü n
gün bir şey yemedim ve liman bölgesi spesiyaliteleryle mide­
mi tehlikeye almaya hazırım. Bana eşlik eder misiniz, beyler?"

Yemek alçakgönüllü olmakla birlikte, korktuğumun aksi­


ne gayet lezzetliydi ve birkaç kupa biranın da yardımıyla mi­
demize pek güzel olurdu. Yemeğin ardından sigaralarımızı
yakıp, keyifle arkamıza yaslandık. Meyhanenin hengamesi
oldukça azalmıştı ve geri kalanlar, kapanış saatine kadar bir
yere ayrılmayan meyhanenin müdavimleriydi.
Bu sakin havadan faydalanarak. Holmes'e. Marlowe'un zi­
yaretinden ve araştırma sonuçlarından bahsettim. Holmes.
genç polisin bulgularını keyifle dinliyordu.

159
S o n u n d a , " H ı m m . Zeki ve girişken bir delikanlı. O n u ter­
fi ettirmek iyi olabilir. Lestrade." dedi. Lestrade iskemlesinde
rahatsızca kıpırdandı. "Çıkardığı sonuçlar da gayet ilginç."
Holmes'e. pek şaşırmış görünmediğini söyledim.
"Şaşırmadım, Watson. Bunları t a h m i n ettiğimden değil,
yalnızca esrarengiz Bay Adamson hakkında d ü ş ü n d ü k ç e da­
ha az şey beni şaşırtır oldu. Lovecraft'ı yakaladığımızda,
o n u n l a bu k o n u d a ilginç bir sohbet edebiliriz."
Adamson'ın. Porlock ismiyle tanıdığı kişi olabileceğine
dair şüphelerimden de bahsettim.
"Harikulade. Watson. gittikçe ilerliyorsunuz. Lestrade,
g ü n ü n birinde dedektifliği bırakırsam, l ü z u m gördüğünüzde
dostum Watson'a danışabil irsiniz. Neredeyse t a m bir dedek­
tif olup çıktı. Evet. Watson d ü ş ü n d ü ğ ü n ü z şey m ü m k ü n . F a ­
kat A d a m s o n ' ı n m e r h u m Profesör Moriarty'nin örgülünü
canlandırmaya çalıştığından şüpheliyim. H e r neyse, bu ko­
nuyu sonraya bırakalım."

G e c e ilerlemişti ve meyhane kapılarını kapatmaya hazırla­


nıyordu. H o l m e s ' ü n tavsiyesiyle, mataralarımızı brendiyle
doldurduk ve m e y h a n e d e n çıktık. Yakındaki bir iskelede,
buharlı bir polis teknesi bizi beklemekteydi. Lestrade bir p o ­
lis selamı verdi ve hepimiz, ö n ü m ü z d e k i u z u n geceyi geçir­
mek için yerleştik."

H o l m e s bana. "Bakın." dedi. " D o s t u m u z Greaffeet orada."


İki yüz metre uzaktaki, etrafında birkaç sandal b u l u n a n
bir iskeleyi İşaret ediyordu.
"Ortaya çıkıp. Alice'e ulaşmak için sandala bindiklerinde,
önlerini kesip, yakalayacağız."
Karanlıktaki o bekleyiş, b a n a yedi yıl önceki benzer bir
olayı hatırlatmıştı. Şanlar pek farklı değildi, ama J o n a t h a n

160
Small ve o n u n küçük vahşisinin, şimdi takıp etliğimiz ada­
m ı n yansı kadar bile tehlikeli olmadığı gibi bir İzlenim edin­
miştim
Saatler ağır ağır ilerledi. Lestrade suskundu. H o l m e s de
pek konuşmuyordu. Rutubetli bir geceydi, brendinin verdiği
sıcaklığa rağmen soğuk iliklerimize işliyordu. Şafak vakti gi­
derek yaklaşıyordu ve nihayet ufukta tan kızıllığının denize
vuran hafif parıltısını gördük. H o l m e s . ateşçimize kazam ısıt­
maya başlamasını söyledi. Ardından d ü r b ü n ü n ü çıkarıp,
u z u n süre etrafı taradı.

"Şimdilik bir şey yok." diye mırıldandı. " G ü n ü n ışımasını


bekliyorlar herhalde."
Ç o k geçmeden hava aydınlandı. Bulutsuz, pırıl pırıl bir
gök yavaş yavaş yüzünü gösteriyordu. H o l m e s dürbünle bak­
maya devam ediyordu, a m a bir şey olduğu yoktu. D o n m u ş
v ü c u d u m u biraz ısıtmak için brendiden bir y u d u m daha al­
d ı m . G e c e n i n nemi savaştan kalma yarama işlemişti, fena sız­
lıyordu. Lestrade de benim gibi yapıp, matarasından büyük­
çe bir y u d u m aldı. H o l m e s ise hiç rahatsız olmamış gibiydi.
T ü m duyulan avına yönelmişti. V ü c u d u n u n ihtiyaçları o a n ­
da hiç u m u r u n d a değildi. A n i d e n , heyecanla seslendi.

"İste deniz kurdu geliyor. H a z ı r olun. Hayret, tek başına


geliyor. Lovecraft'tan iz yok."
Holmes'ün baktığı yöne kafamı çevirdiğimde, topallayan
bir siluetin sandallardan birine atlayıp, iskeleye bağlayan ha­
ladan ç ö z d ü ğ ü n ü gördüm Fazla bekletmeden T h a m e s üze­
rinde ağır aksak yola koyuldu. H o l m e s ' ü n y ü z ü bir an İçin
karardı.
"Anlamıyorum, adamımız nerede?"

H o l m e s ile aynı endişeleri paylaşmayan lestrade. " H e r -

161
halde daha ilende buluşacaklar," diye cevapladı.
"Olabilir, izleyelim. U z a k t a n ve fark ettirmeden, adamı­
mızı ü r k ü t ü p kaçırmak istemeyiz."
P a l a m a n ç ö z ü p , iskeleden çıktık ve açık sabah göğü altın­
da takibe koyulduk.
Havada elle tutulur bir gerilim vardı.

162
XVI. BOLUM
ALICE'İN FİRARI

Sandal, Greatfeet'in sakın a m a kuvvetli kürek çekişiyle


ağır ağır ilerliyordu. G ü n e ş yükselmeye başlamıştı. G e c e n i n
soğuğu ve n e m i güneşle birlikte kayboluyordu, ilkbahar yak­
laşıyordu, uzaklarda bir martı insansı çığlığını koyverdi.
Takibimizin beşinci dakikasında H o l m e s . "Bu h o ş u m a
gitmiyor." diye m ı n l d a d ı . "Lovecraft nerede? H i ç h o ş u m a git­
miyor. Watson. az soma Alice'e varmış olacak ve yolcusunu
almak için kıyıya yanaşmaya niyeti y o k m u ş gibi görünüyor."

"Ya t ü m bunlar bir hileyse? Belki de Alice'le kaçmayı hiç


planlamadı."
"O da m ü m k ü n . A m a yok, olamaz. H e r şey birbirine uyu­
yor."
Uzakta, Greatfeet'in yöneldiği kotramn silueti görünmeye
başladı. Sandal iki yüz metre ö n ü m ü z d e y d i . Denizci birden­
bire küreklere asılıp, hızını arttırdı.

163
Lestrade, "Bizi fark etti m i ? " diye sordu.
"Öyle görünüyor. Biraz hızlanalım."
H o l m e s . başı öne eğik, bir süre düşünceli durdu.
Aniden, "Kahretsin!" diye bağırdı. "Bir avuç acemiymişiz
gibi bizimle dalga geçmesine izin verdik, sanki hepten ah-
makmışız gibi. Lovecraft o sandala binmeyecek, zaten san­
dalda."
"Ama..."
"Başka türlü olamaz, Lestrade. O a d a m Greatfeet değil.
Lovecraft. Beni enayi gibi luzaga düşürdü. Ateşçi, t a m yol!"
Sandal çoktan kotraya yanaşmıştı v denizci güverteye tır­
manıyordu. Teknemizin motoru hızlanırken gürledi. Alice
demir aldı ve yavaşça manevra yapmaya başladı. Aramızda
bir iki yüz metre vardı. Bandan hafif bir rüzgar esiyordu ve
kotra bu rüzgardan faydalanarak açık denize yöneldi. T e k n e ­
miz de hızını almıştı ve aradaki mesafeyi giderek kapatıyor­
d u . O n u yakalamamız an meselesiydi. Yelkenini s o n u n a ka­
dar şişirecek bir kasırga çıksaydı bile aç bir köpekbalığı gibi
sulan yaran polis teknesinden kaçamazdı O y u n sona ermek
üzereydi. Hayal kırıklığına benzer bir hisse kapıldım: Final
fazla kolay olmuştu.

H o l m e s . " Ç o k akıllı," dedi. " O n u limanda bekleyeceğimi­


zi t a h m i n ediyordu ve kendisini görene kadar harekete geç­
meyeceğimizi, Greatfeet'e dokunmayacağımızı biliyordu. Bu
yüzden o n u n yerine geçti."
Kotranın yelkenini şişiren esinti şiddetlenince, bir an ara­
mızdaki mesafe anar gibi oldu Alice birazdan İngiltere'yi
Fransa'dan ayıran kanala girecekti.
Gittikçe sinirlenerek. "Lanet olsun!" diye bağırdım. "Bu
alet daha hızlı gidemez m ı ' "

164
Ateşçinin cevabı. "Son hızdayız, efendim." oldu.
Aradaki mesafeyi kapatıyorduk. Kotraya elli metreden az
bir mesafe kalmıştı. Z a m a n ilerliyor, bulutsuz gökyüzünde
marnlar çığlık çığlığa, daireler çizerek uçuyordu. Yirmi beş
metre. Birden kotranın kıçında bir siluet göründü. Bizden ta­
rafa bağırdığım duyduk.

"Görüşmek üzere. Bay Sherlock Holmes! Sizinle tanışmak


gerçek bir zevkli! Gelecek sefere iyi şanslar!"
O m u z u n d a . içindekinim ağırlığıyla biçimsizleşmiş yandan
askılı bir çama asılıydı. Ç a n t a n ı n içinde Necronomicon'dan
başka şey olamazdı.
Lestrade. "Delirmiş herhalde," dedi. " H â l â bizden kaçabi­
leceğini sanıyor."
Bu gerçeklen gülünçtü, Alice\e aramızda yirmi metreden
az bir mesafe vardı ve kotra rüzgarı arkasına alarak sabit hız­
da yol alıyor olsa da bizim hızımızla baş etmesi m ü m k ü n de­
ğildi. Aniden yanımdan bir bağırış yükseldi.
"Çabuk, Watson. tabancanız, vurun onu!"
Bunları söyleyen Sherlock Holmes'ıü. Hayretle yüzüne
baktım. Adamımızı yakalamaya az kalmışken bu ani hırsının
sebebi neydi ki? Bu garip davranışının sebebini soramadan,
Holmes alıldı:

"Hadi be adam. vaktimiz kalmadı."


İlendeki bir şeyi işaret ediyordu. Başta, ne olduğunu an­
lamadım, sonra Alice'in ö n ü n d e birdenbire beyaz bir sis oluş­
maya başladığını fark ettim. Bir iki saniye sonra sise dalacak­
tı. Yine de bunda endişelenecek bir şey görmedim: Sis takibi
güçleştirebilirdi, ama hepten de engelleyemezdi ya.
H o l m e s . "Artık çokgeç." diye mırıldandı, sesi ölgün bir fı­
sıltıya dönüşmüştü.

165
Sis, açıkça genişliyordu, sanki canlıydı ve ö n ü m ü z d e k i
tekneyi parmaklarıyla sarıyordu. Birazdan o n u t a m a m e n yu­
tacaktı. Sise girmemize birkaç metre kala, m ü t h i ş bir şaşkın­
lıkla, sanki bir d u m a n b u l u t u y m u ş gibi birden dağılmaya
başladığına şahit olduk. Bir dakika içinde tümüyle yok ol­
muştu. Alice de o n u n l a beraber gitmişti. Açık denizdeydik,
görüşümüz her yönde millerce uzağı görebilecek kadar açık­
tı, fakat kotradan hiç iz yoktu, b u h a r olup uçmuştu. Lestra­
de ve ben şaşkın şaşkın birbirimize baktık. H o l m e s , âdeti ol­
madığı üzere, yüksek sesle bir küfür savurdu.

" E h . Watson. hikâyelerinizden birine bu vaka>T da en bü­


yük başansızlıklanmdan b i n olarak ekleyebilirsiniz. Son a n ­
da çuvalladık."
O l a n bilenden hiçbir şey anlamamıştım.
"Fakat. Alice nereye gitti? Bu şekilde gözden kaybolması
imkânsız, bu kadar kısa sürede batmış da olamaz."
"Nereye gitti, öyle mi? Bana inanmayacağınızı biliyorum.
Watson, a m a tam şu anda Amerika'da bir limanda demirliyor
olması pek muhtemeldir."
Bir şey demedim, a m a Lestrade'le inanmaz gözlerle bakıştık.
"Birçok kez, imkânsız olanı elerseniz geriye kalan ihtimal
ne kadar olanaksız görünürse görünsün doğrudur, dediğimi
duymuşsunuzdur, Watson. Peki ya imkânsız olanı eleyemi-
yorsanız?"
Sessizliğimi k o r u d u m . Dedektifin sözlerine katılmam
m ü m k ü n değildi, b u n u n düşüncesi bile saçmaydı. Orada ya­
pacak bir şeyimiz kalmamıştı: Alice yok olmuş, yapacağını
yapmıştı, kesin olan şey adamı elimizden kaçırdığımızdı. G e ­
ri d ö n ü p , Thames'a girdik. Lovecrafı'ın Greatfeet kılığında
sandalla aynldığı iskeleye demirledik. G e r ç e k Greatfeet'in ce-

166
sedini bulmak u z u n sürmedi, oradan pek uzakla değildi.
Lestrade ne yapacağım bilemiyordu. Elinde, çözülmemiş iki
cinayet, bir kayıp ve bir hırsızlık vakası mevcuttu ve Holmes
olanları açıklayacak olsa bile önada kamı yoktu. Bir de, tüm
bunlara sebep olan kişi, denizin ortasında hiçlikten peydan
olan bir sis bulutunun içinde kaybolmuştu. Scotland Yard, dos­
yanın üzerine bir sünger çekse şaşmamak lazımdı, çektiler de.

Baker Sokağı'na dönerken. Holmes'le birlikte Doyle'a uğ­


radık. Temsilcimin evinde Bay Mathers ve ayrılmaz eşlikçi-
siyle karşılaşmak benim için sürpriz olmadı. Kurumlu beye­
fendi. Doyle'un sedirlerinden birine yayılmış, bir yandan ağır
ağır Trichinipoli t ü l ü n ü içerken, bir yandan da kuşkulu göz­
lerle bizi süzüyordu. Crowley ise, Mathers'm arkasında, kı­
pmışız ve görünüşte sarsılmaz bir halde ayakta durmaktaydı.

H o l m e s , "Bay Mathers," dedi. "bunun ne kadar beklenme­


dik bir tesadüf olduğunu anlatamam."
"Zihni açık olan biri için bu hayatta hiçbir şey beklenme­
dik değildir. Bay Holmes. Hayat kitabımız, yüce kudretler ta­
rafından uzun zaman önce yazılmıştır. Eğer satır aralarını
okuyabilirseniz. sürpriz diye bir şey yoktur."
Holmes kısaca omuz silkti.
" N e kadar sıkıcı."
"Belki küçük zihinler için. Bilgelik asla sıkıcı olamaz."
"Elbette haklısınız. Yine de kendi kendime acaba bilgelik­
le sade bilgiyi karıştıyor olabilir misiniz diye soruyorum."
Doyle ve ben bu sözlü çekişmeyi ağzımız açık izliyorduk.
Holmes ve Mathers, u z u n süredir birinin diğeri hakkında
atıp tuttuğunu duyan ve ilk karşılaşmada, öfkeyle söylentile­
rin doğru olup olmadığını anlamaya çalışan iki düşman ko­
mutana benziyorlardı.

167
Bu kavramsal tenis maçı. Holmes'ün, muhatabının kendi
seviyesinde olmadığına karar vermesiyle sona erdi. Dostu­
m u n akıllıca sözleri karşısında Bay Mathers. inanarak söyle­
me erdemini bile gösteremediği basmakalıp ve bayağı laflara
sarılıyordu.

Böylece. Holmes sözlü eskrimi bir yana bırakıp, olanları


anlatmaya koyuldu. Temsilcimin suratından çelişkili hisler
okunuyordu. Kitabın gen alınamamış olması onu dehşete
düşürmüştü, fakat diğer taraftan Holmes'ün başarısızlığına
sevindiği de gayet açıktı. Holmes'ün olan biteni anlattığı tüm
bu süre boyunca Mathers'm yüzü ifadesizdi. Yanındaki gen­
ce gelince... onun yüzünden bir şey okuduğumu söylersem
yalan olur. Yüzündeki ifade bir şey yansıtmadığından değil,
aksine, ifadesine yansıyan hislen tarif edemediğimden bir şey
diyemiyordum Kulağa garip geldiğini biliyorum, ama korka-
nm daha iyi açıklamam olanaksız.

Doyle'un evinde pek uzun kalmadık. Holmes. Doyle ve


Mathers'la vedalaştı. ben de yapabildiğim kadanyla onu tak­
lit eltim. Kapının önüne gelmiştik ki, Holmes d ö n ü p , tek ke­
lime etmeden uzunca bir süre Mathers'm yanındaki genci
süzdü. Sonra yalnızca:
"Hoşçakalm. Bay Crowley," dedi.
Delikanlının yüzünden fark edilmeyecek kadar uçucu bir
gülümseme geçti ve âdet olandan biraz daha hafifçe başını
eğdi. neredeyse metalik bir şekilde çınlayan duygusuz bir
sesle:
"Görüşmek üzere. Bay Holmes." diye cevapladı.
Evden ayrıldık. Arabamız bizi bekliyordu ve Holmes'le
yıllardır paylaştığımız odalara doğru yola koyulduk.
Eve girişte. Holmes gelen telgrafların konulduğu tabladan

I6fl
bir kâğıt çekti ve yüksek sesle okumaya başladı: "Bay Shama-
el Adamson, bu akşamüstü, saat dört buçukta kendisini ka­
bul ederseniz büyük onur duyar."
" E h . Watson. O n u aramaya çalışmamız bile gerekmedi. Bi­
ze kendi ayağıyla geliyor. Başarısızlığımızı öğrenmiş olmalı"
Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım.
"Ama, nasıl?"
"Şüphesiz kendi usûlleri vardır. Tedirginliğinizi yüzünüz­
den okuyabiliyorum, sevgili dostum. Sizden biraz daha sab­
retmenizi rica ediyorum. Bu akşamüstü bir taşla iki kuş vu­
racağız. Haberdar olmadığınız her şeyi size anlatacağım ve
Bay Adamson'm amaçlarını ve bu olaydaki rolünü açığa ka­
vuşturacağız."
Bu soz içime su serpmişti. İkimizin de açlıktan midesi ka­
zmıyordu. Bayan H u d s o n ' u n hazırladığı geç kahvaltıyı tek söz
etmeden midemize indirdik. Ne Holmes'ün ne de benim ha­
leti nahiyemiz sohbet açmaya uygun değildi. Birlikle geçirdi­
ğimiz bunca yıl içerisinde, büyük dedektifin bazı başarısızlık­
larına şahit olmuştum, fakat hiçbiri böyle değildi: Her şey çö­
züldü zannederken suçlunun elinden kaçtığı, buhar olup u ç ­
tuğu hiç olmamıştı. Aslında. Sherlock H o l m e s başarısız ol­
muş değildi; esrarı çözmüş, bulmacanın lûm parçalarını yeri­
ne yerleştirmişti ve Lovecraft'm sırra kadem basması, nasılını
henüz bana açıklamadığı, g ü c ü n ü n ötesinde bir şeydi. T ü m
bu olan bitende çarpık bir şeyler olduğunu sezinliyordum,
sanki şeylerin doğal düzeni apansız altüst olmuş gibiydi.

Vakit ilerlemişti. Holmes'le birlikte yine sessizce öğle ye­


meğimizi yedik. Akşamüstü geldi çanı.
Tam d ö n buçukta, kapıdaki küçük çan çaldı. Ziyaretçi­
miz gelmişti.

169
XVII. BOLUM
BAY SHAMAEL ADAMSON

Ağzının kıyısında bir g ö r ü n ü p bir kaybolan d o n u k gü-


lümsemesiyle içen girdi ve sarı saçlı basıyla bizi selamladı.
"Tünaydın. Bay H o l m e s . Doktor Watson. Sizleri yeniden
görmek bir zevk."
" O n u r duyduk, Bay Adamson. Herhalde oturup bizimle
birer sigara içersiniz."
" Ç o k sevinirim."
"Güzel. Muhtemelen sizin de bildiğiniz gibi, üzerinde çalıştı­
ğım vaka sonuçlandı, ki bu benim için pek hoş bir son olmadı."
"Bunu duyduğuma ü z ü l d ü m . "
'Siz geldiğinizde lam da Watson a vakanın detaylarını anlat­
mak üzereydim. Eski dostumun günün birinde her şeyi okur-
lanna anlatarak ölümsüzleştirmeye karar vereceğinden eminim
ve kullanacağı bilgiler m ü m k ü n olduğu kadar doğru olsun is­
terim. Bu yüzden, sizin de burada bulunmanıza m e m n u n u m .
Sizin bu olayda oynadığınız rol herkesçe bilinmiyor."
"Anlıyorum. Başlayalım öyleyse. Anlatacaklarınızı dinle­
mekten memnuniyet duyarım."
"Âlâ." Holmes konuşmaya devam etmeden önce piposu­
nu yakıp, bir iki derin nefes çekti. " H e r şey. en azından be­
nim bu olaydaki rolüm, dört veya beş yıl önce başladı. Aslın­
da benim değil, ağabeyim Mycroft'un rolü demeliyim. Açık­
ça söylemeliyim ki. her zaman gayet şüpheci biri olmuşum­
dur ve her ne kadar işim bazen beni bildiğimiz dünyanın öte-
siyle ilgilenmeye yönelişe de, mistik veya okültle ilgili konu­
lara öteden ben mesafeli ve ihtiyatlı yaklaşırım. Elbette, ağa­
beyim benden biraz farklı. Dostum Watson'a da birçok kez
dediğim gibi -bana inanmamakta ısrar etse de, kı bu inceliği
için ona teşekkür etmeliyim- ağabeyim Mycroft, benimle
benzer zihinsel yeteneklere ve tümdengelimci d ü ş ü n m e ka­
biliyetine sahiptir, yalnız, benden daha üstündür.

öyle ki, belli soruların üstesinden gelmek için akla gü­


venmeyecek kadar üstündür. Bu sızı sasınmasın; ö n ü n d e so­
n u n d a , akıl, sınırlı bir vasıtadan fazla bir şey değildir. Mantı­
ğınıza ne kadar fazla hakim olursanız, sınırlarının da o kadar
çok farkına varırsınız. Mycroft un d u r u m u da böyleydi. Ben,
elbette, daha pratik mizaçlıyım ve belki de daha sınırlı bir
alanda geziniyorum, evet. daha çok akılla ilişkim faydacılık
temelinde ve daha uzak topraklara ayak basmakla hiç ilgilen­
medim. Zira o topraklar benim çalışma alanıma girmiyordu.
Bir sûre öncesine kadar."

Son cümleyi, sanki rahatsız edici fakat görmezden gelin­


mesi m ü m k ü n olmayan bir gerçeği kabullenirmiş gibi gönül­
süzce söylemişti.
"Mycroft her zaman bilinmez kabul edilen şeylere karşı il-

171
gi duymuştu. Birkaç yıl ö n c e beni Trafalgar Oteli'ndeki oda­
sına çağırmıştı. Okult çevrelerdeki bir tanıdığından son dere­
ce kaygı verici bir söylenti duymuştu. Son derece kudretli ve
nüfuzlu bir prens, tahtından feragat etmişti. Bu varsayımı çok
ilginç b u l d u m : Dürüst olmak gerekirse, b e n i m için pek öne­
mi olmasa da. hem estetik h e m de elik açıdan ilginç gelmiş­
ti. Söylentiyi duymamın üzerinden pek u z u n süre geçmemiş­
ti ki. Profesör Moriarty'yle son defa kozlarımızı paylaşma fır­
satı b u l d u k ve çekişmemiz esnasında öldüğüm sanıldı. D ü n ­
yanın b u n a inanması, bir süreliğine de olsa işime geldi. H a ­
yatta olduğumu sadece Mycroft biliyordu. Bana yardımcı ol­
d u , varlığımı saklamak için gerekenleri temin etti ve karşılı­
ğında, benden bir ricada b u l u n d u . Söyleminin doğru o l u p
olmadığını araştırmamı isliyordu. H h , neden olmasın? Pratik­
te bir sonuç alınmayacak olsa da. söylenenler çok ılgımı çek­
mişti. Mycroft'la birlikte kâşif Sigerson karakterini yarattık ve
bu kisve allında dünyanın yansım dolaştım. Tibet'in ücra bir
yerindeki Lhassa'ya gittim ve Dalay Lama'yla görüştüm. Söy­
lentiyi biliyor ve ciddiye alıyordu, ama bu o n u pek endişe­
lendirmiyordu. Bana söylediği, "Kozmik düzenin dengesi ka­
rışmayacak," oldu. Hindistan'a gidip, en tanınmış erenlerden
bazılarıyla konuştum, onlar da Dalay Lama'nın görüşünü
paylaşıyorlardı. O r a d a n İran'a geçtim. Arap alemine karışa­
rak Mekke'ye kadar gitmeyi başardım. Bu seyahat sırasında
Filistin'e uğrayarak söylentiye harfi harfine inanan ve dünya­
n ı n sonuna hazırlanan bazı Batıniye mezhebi uzmanlarıyla
da görüştüm; elbette b u n d a şaşıracak bir şey yok. yaşlı Yahu­
di mistikler öteden ben dünyanın sonuna hazırlanır durur.

Mekke'de, söylenti, bizzat konuştuğum ve söylentiye ina­


nır görünen H a r t u m Halifesi de dahil her köse başına ulaş-

172
mıştı. Islami kıyafetlerimi ç ı k a n p , batıya d ö n d ü m . Wat-
son'un bildiği üzere Vatikan, mavi lal taş vakasından dolayı
bana borçluydu, bu yüzden Papa'yla görüşmem sağlandı.
Ç o k ince bir adamdı; söylentiyi ne doğruladı, ne de yalanla­
dı; tek kelime etmeksizin söylentiye inandığını ve fazlasıyla
endişeli olduğunu anlamamı sağladı. Anık Sigerson kimliği­
nin bana faydası kalmamıştı ben de bir tarafa bıraktım. Fran­
sa'da, Montpellier'deki bir laboratuvarda. sonradan fazlasıyla
yararlandığım katranla ilgili deneyler yapılıyordu. Bir süre
orada kaldım, ardından, m e r h u m Moriarty mn bir günlüğü­
ne baş yardımcısı olan Albay Sebastian Moran'ın maskesini
düşürmek için. anlaşılan tam vaktinde Londra'ya d ö n d ü m .
Mycroft'a öğrendiklerimi aktardım ve bu k o n u üzerinde da­
ha fazla d u r m a d ı m . Z a m a n akıp gitti ve söylenti olsun olma­
sın, okültist çevrelerde göze çarpan bir değişiklik olmadı."

Dramatik bir etki yaratmak için. önceden planlamış oldu­


ğ u n u bildiğim bir mola vererek piposunu kontrol etti.
" N e d e n sonra, gazetede Sigerson'un Boşananlar üzerine
vereceği konferansın ilanıyla karşılaştım. Bu çok anlamsızdı,
zira Sigerson diye biri hiç var olmamıştı. Aklıma ilk gelen, bu
sahtekarlığın benim dikkatimi çekmek amacıyla düzenlen­
miş bir dolap olduğuydu. Fakat sonraki olaylar beni, tümüyl-
yok saymasam da bu fikri bir kenara bırakmaya zorladı. Si­
gerson'un, daha doğrusu Winfield Scott Lovecraft'ın asıl ni­
yeti oldukça farklıydı. Mısır farmasonluğu, özellikle de Birle­
şik Devletler'deki kolu. prensin tahııan vazgeçtiği söylentisi­
ni duymuştu, ayrıca Necronomkonun tehlikeli bir kitap oldu­
ğu kadar bir kudret kaynağı olduğunu da biliyordu. O güne
kadar, bahsettiğim krallığın kontrolünü ele geçirmek amacıy­
la kitabı kullanmak isleyenler başarısızlığa uğramıştı: Krallı-

173
dora Persano'dan bahsediyorum. Lovecraft. kıskanılacak bir
soğukkanlılıkla davrandı. Yalnız bu da değil, Persano'ya. tek­
rarlamaktan alıkoyamadığı, ingiltere'den kaçışına dair tek ke­
limelik bir ipucu da verdi; lewis Carroll'ün Alice'ine gönder¬
me yaptığı "Ejdercenk". Sonra da. bir kibrit kutusu teslim
edip. içindekini ilginç bulacağını belimi. Kutuda, birçok fark¬
lı isme sahip, fakat en bilinen ismi ahde olan ve kendisine bel¬
li bir süre bakan birini tümüyle delirtmek gibi bir özelliğe ha¬
iz, esrarengiz ve iğrenç bir yaratık vardı. Amerika'daki Mısır
farmasonları bu yaratıkları üretip, tehlikeli görevlerde rol alan
önemli üyelerine bunlardan birer iane verir. Şüphesiz, eğer
yakalanacak olurlarsa konuşmalarını engellemek amacıyla.
Bir kibrit kutusundan kim şüphelenir. Yakalanan bir ajanın
tek yapması gereken, kutuyu açıp. İçine bakmaktır; o şeytani
gözlerin çekimine kapılınca, aklı dipsiz uçurumlarda kaybo¬
lur, kimse de ağzından laf alamaz. Tabii, bu Lovecraft'ın işine
pek yaramadı, çünkü Persano'yu bulduğumuzda anahtar ke¬
limeyi bize tekrarlayacak kadar aklı yerindeydi: "Ejdercenk"
Bu sayede, Alice isminde bir gemi aramayı akıl etmek pek zor
olmadı. Büyük tonajlı bir gemi arayışıyla yola çıkıp. Allce'in
yalnızca bir kotra olduğunu görünce, önce hata yaptığımı san¬
dım. Fakat sonra Fransa'ya geçeceğini tahmin etlim. Bir kez
Fransa'ya girince. Amerika'ya geçmesi gayet kolaydı. Böylece
tekneyi bulduk, bir sis bulutu yoktan var olup, onu tümüyle
yuttuğunda avımızı sonlandırmak üzereydik. Sis dağıldığın¬
da, tekneden de hiç iz kalmamıştı. Sanırım hepsi bu."

Adamson yeni bir sigara yakarken. " Ç o k etkilendim. Bay


Holmes. Takdire şayan bir zekânız var," dedi.
"Tabii bu kez çuvalladım. Sizin yüzünüzden. Bay Adam-
son."

175
-Nasıl olur?"
"Bakın, eğer Lovecraft'ın niyeti yalnızca Necronomiconu
ele geçirmek olsaydı, niye Sigerson kılığına girsin kı? İnanın,
bu detay kafamı kurcalıyor. Kuzeyli kâşifin kılığına girmenin
ona görevinde faydası olmazdı, aksine, bu sahtekarlık yüzün¬
den olaya dahil olmam işini zorlaştırırdı. Lovecraft'ın benim
dikkatimi çekmek gibi bir derdi yoktu. Bu çok anlamsız. Do¬
layısıyla, beni bu işe karıştırmak isteyen o değil; Sigerson is¬
miyle dikkatimi çekeceğini bilen bin. Lovecraft'a yakın bin.
ve tabii ona Sigerson kılığına bürünmesini öneren bin."

"Yani. ben."
"Oyle sanıyorum ki. Lovecraft'la İngiltere'ye gelişinden
önce tanıştınız. Belki de Fransa'da. Belki de. neden olmasın,
Bois de Boulogne'da, tam da Crowley'nın Mathers'a öne çı¬
kıp. Altın Şafak'ın kontrolünü ele geçirmesini önerdiği gün
tanıştınız ve yakında gerçekleşecek olayları uzaktan idare
edebilmek için sızı sekreteri olarak tanıtmasını söylediniz."

"Doğru, Bay Holmes. Lovecraft'ın Necronomiconu. ele ge¬


çirmesini islemek için kendimce sebeplerim vardı ve küçük
imanızdan Paris'te olanları bildiğinizi sanıyorum, fakat aynı
zamanda sizi iş başında görmek de ıslıyordum. Lovecraft'a,
Sigerson kılığına girmesini ben önerdim, ayrıca yolunuz üze¬
rine bazı ipuçları bırakmasının da iyi olacağını anlattım. Öok
barız dcgıl. ama doğru ellerde işe yarar ipuçları. Sizin elleri¬
nizde."

Bu, Holmes'ün bana birkaç gün önce söylediği bir şeyi pe¬
kiştirdi. Dostum bu son sözlere itibar etmeyerek, sadece so¬
rusunu sordu:
"Karşılığında sız ne yapımız?"
"Karşılığında mı?"

176
"Sizi temin ederim ki. Mathers beni fazla endişelendirmi­
yor. Diyebiliriz kı o... tarih kitaplarında gülünç bir dipnot
olarak kalmaya mahkum, tıpkı tarikatı gibi. Ama..."
"Ama muhtemelen Alexander Crowley için aynı şeyi söy­
leyemeyiz."
Adamson gülümsedi.
"Doğru söylediniz. Bay Holmes, muhtemelen onun için
aynı şeyi söyleyemeyiz. Kitabi kullanarak bana bir zarar vere­
bileceğinden degıl. Onu kullanarak eski krallığıma giren kişi
nahoş bir sürprizle karşılaşacak ve sınırlarının göründüğü
kadar korumasız olmadığını anlayacaktır. Fakat Necronomi-
con'âa başka şeylerden de bahsediliyor, yanlış ellere geçerse
bu dünyayı şu anki sakinleri için dayanılmaz ölçüde... nasıl
söylemeli... rahatsız bir yere çevirebilecek şeylerden. Ben de
bir süre burada yaşamayı düşündüğümden, yaşanabilecek
hoş bir yer olarak kalmasını tercih ederim. Bay Mathers'ın
hırsı ve planlan şimdilik yalnızca gülünç ve belki Bay Ale-
xander (hayır, o kendisine Aleister denmesini yeğler) Crow-
ley için de böyle söyleyebilirdik, fakat Crowley. vâsisinin ak­
sine, uygun araçları eline geçirdiği takdirde son derece tehli­
keli birine dönüşebilecek kudret ve ihtirasa sahip. Akıl hoca­
sını bunca zaman yönlendirmeyi becermesi b u n u n sağlam
bir delili. Benim, mevkiimden... evet. böyle diyelim, çekili­
şim hakkındaki söylentileri duymuştu ve Necronomkon'un
eksiksiz bir kopyasını nerede bulacağını da biliyordu. O za­
manlar henüz yeniyetmelik döneminde olmasına rağmen
planlarını müthiş bir beceriyle uyguladı: Altın Şafak'ın üç ku­
rucusu arasında hangisinin kendi amaçlarına daha yatkın ol­
duğunu derhal anladı ve onu uzun bir süre ustalıkla yönlen­
dirmeyi bildi. Kitabı ele geçirmesi... Eee. hiç kimse için iyi ol-

178
mazdı diyebiliriz. Samuel Liddell Mathers ve Altın Şafak'ın
tarih kitaplarında gülünç bir dipnot olarak kalmaya mahkum
olduğunu söylemiştim, ben karışmasaydım da bu değişmeye¬
cekti, ama Bay Crowley İçin aynı şeyi söyleyemeyiz. Düzelti¬
yorum, son haftalarda olanlardan sonra pekala söyleriz."

"Peki kitap Lovecraft'ın elinde güvende olacak mı?"


"Gayet tabii. Bay Holmes. Size bunu açıklayamam. fakat
kitabın nihayet fazla zarar veremeyeceği bir yere gittiğine ve
orada kalacağına sizi temin ederim. Bu işle bizzat ilgilenece¬
ğim. Ayrıca, yazarının bile aklına gelmeyen bir şekilde, sade¬
ce estetik açıdan faydalı olması ihtimali de mevcut."

"Anlıyorum. Sanırım bu konuda sözünüze güvenmekten


başka çarem yok. Bir de. beni iş başında görmeyi bu denli
çok istemenizin sebebini merak ediyorum."
"Ah. sanırım b u n u n cevabını gayet iyi biliyorsunuz. Bildi¬
ğim kadarıyla alçakgönüllülük asla kusurlarınızdan biri ol¬
madı. Size hayranım. Bay Sherlock Holmes. Tanıdığım onca
insan içinde, en kendine özgü ve dikkate değer olanı sizsi¬
niz."

Holmes iltifatın üzerinde durmadı. Soğuk ve ölçülü bir


sesle;
"öyleyse, beni iş başında görmek amacıyla başka olaylar¬
da da parmağınız olduğunu varsayabilir miyiz?"
"Sanıyorum, Profesör Monarty'ye yardım eniğimi ima
ediyorsunuz. Evet, kısmen haklısınız. Fakat profesörü tanı¬
mak istememin sebebi büyük ölçüde kendi kişiliğiydi. O da,
kendi çarpık tarzıyla kayda değer biriydi diyelim."
Holmes başıyla onayladı ve birkaç saniye sessiz kaldı. Ne¬
den sonra. "Dikkatimi çeken bir başka şey de isminizle ilgi¬
li." dedi.

179
-Nedir o?"
"Herkesçe bilinen ve muhtemelen asıl isminiz olan isim
değil. A d a m s o n . yanı Adem'in oğlu. N e d e n ? "
"Bunu kişisel bir espri olarak kabul edin, Bay Holmes,
kendi kendime güldüğüm bîr saka "
"Anlıyorum."
"Elbette. A d e m ismi lütfunu kaybettiğim... üstümle İlgili,
isteklerine yalnızca bir kez karsı geldim, o da. bizim yerimi­
ze... Neyse, siz b u n l a n zaten biliyorsunuz."
"Öyle sanırım."
Mislerim y ü z ü m d e n okunuyor olmalıydı ki, Adamson ba­
na d ö n ü p geniş bir gülümsemeyle baktı.
"Evet. Doktor Watson. tahmin etliğiniz gibi söylentilerde-
ki tahtından vazgeçen prens benim. Tıpkı Bay Holmes'ün
çoktandır bildiği veya en azından kuşkulandığı gibi."
"Doğru. Fakat tahtınızdan neden çekildiğinizi anlayama­
dım."
"Açıklaması güç. Kısaca, sebebin yorgunluk olduğunu söy­
leyebilirim, ama sizlerin asla anlayamayacağı türden bir yor­
gunluk. Dediğim gibi, üstüme yalnızca bir kez itaatsizlik el­
tim, hizmete adanmış ve fedakarlıklarla geçen b ü t ü n hayatım
boyunca sadece bir defa ona karşı çıktım. Ve bunca zamandır
affedilmediğime göre, b u n d a n sonra da asla affedilmeyeceği­
mi biliyorum. Ç ü n k ü , isyanım bile öngörülen ve arzu edilen
bir şeydi ve krallığım bile o böyle istediği için hükümranlığım
altında. Anık yeni. Bay H o l m e s . bir kukla olmaktan bezdim,
ipleri gördüm ve kestim. Affedilmeyeceğimi biliyorum, ama
a n ı k af dilemiyorum da. affa ihtiyacım yok. O krallığa da ih­
tiyacım yok İkisinden de vazgeçtim. Hayatım boyunca ilk de­
fa tümüyle yalnızım. Tek başıma. İnsan ırkına karşı hiçbir

180
düşmanlık beslemiyorum Aslında hiç beslemedim, sizler da­
ima b u n u n aksine inansanız bile. Krallığımın yöneticisiydim,
o kadar, ışının ehli bir yönetici elbette, eğer beni bununla suç-
layacaksanız. kabul, fakat hiç kimseyi krallık sınırını geçip,
orada yasaması için asla zorlamadım: Krallığın tüm sakinleri,
aksine inansalar da. kendi istekleriyle oradalar. Dürüst olmam
gerekirse, insanoğluyla hiçbir zaman dost veya düşman ola­
cak kadar ilgilenmedim. Şimdiye kadar."

Adamson koltuğundan kalktı ve sigarasını söndürdü.


Şapkasını ve eldivenlerini alıp, başıyla bizi selamladı.
"Sanırım bilmek istediklerinizi anlattım. Bay Holmes. en
azından anlatabileceğim kadarını. Bu işten başarıyla çıkmanı­
zı engellediğim için özür dilerim, ama Lovecraft'la bir anlaş­
mam vardı ve hakkımda söylenenlerin tersine, verdiğim sözle­
ri tutmaya özen gösteririm. U m a r ı m bana garez duymazsınız."

"Size karşı hiçbir garezim yok. Bay Adamson. Söyledikle­


rinizden Swedenborg'un haklı olduğunu anlıyorum."
"Evet. haklıydı. Bunca zaman, başka herkes önyargıları
yüzünden körleşmişken, tek bir adamın gerçeği keşfetmiş ol­
ması ilginç. Sanırım, insanoğlunun tabiatı böyle. İyi günler,
baylar."
Son bir gülümsemeyle yanımızdan ayrıldı. U z u n c a bir su­
re ne ben konuşlum, ne de Holmes. Nihayet, ağzımı açacak
kuvveti bulduğumda yalnızca, "Holmes. o, o..." diyebildim.
" H i ç şüphe yok. Watson. hiç şüphe yok."
"Ama. krallığına ne olacak, kim yönelecek, ne..?"
"Yerinizde olsam endişelenmezdim. G ü ç l ü biri başa geçe­
cek: belki bir kaos dönemi yaşanacak ve sonunda eski astla­
rından biri yeni hükümdar olacak. Bildiğiniz üzere, her şey
aynı kalsın diye bir şeyler değişmek zorundadır."

181
SONSÖZ

Shamael Adamson'dan bir daha hiç haber almadık. Belki,


krallığına dönmemeye kararlı olarak, farklı bir takma isimle
buralarda yaşıyordur. tabii eğer gerçeklen iddia ettiği kişiyse.
Alice'm kayboluşu onu doğrular gibi görünüyor, ama kimbilir?
Hattâ belki bilmemek daha İyidir. Bu olaydan çıkan en açık
ders. insanın bazı şeyleri bilmemesinin, veya hiç olmazsa bazı
şeylerden tümüyle emin olmamasının daha iyi olduğu.

Daha önce de belirttiğim gibi, Scotland Yard olayın üzeri­


ne bir sünger çekti. Gazeteler, lsadora Persano'nun anlaşıl­
maz bir şekilde delirmesinden ve James Phillimore'un iz bı­
rakmadan kayboluşundan bahsettiler, fakat kısa sürede eski
dedikodular yerlerini yenilerine bırakıp u n u t u l d u . Ne Philli­
more'un. ne de Persano'nun, başlarına gelenleri açığa kavuş­
turmakla ilgilenecek akrabaları mevcuttu. Greatfeet'e gelince,
ihtiyar bir ayyaşın kayboluşuna kimse üzülmedi.

183
Sonunda başarısızlığa uğramış olmasından kaynaklanma­
dığına emin olmakla birlikle (başka kim o n u n kadar ilerleye­
bilirdi ki?), Holmes, uzun süre bu olaydaki rolünün açıklan­
masına karşı çıktı; ben de. bu vakaya kıyasla, oynadığı rolün
daha zayıf olduğu başka hikâyeleri yayımlattım. Diğer taraf­
tan, arkadaşım Arthur C o n a n Doyle'un ismini böyle nahoş
bir olaya karıştırmayı da arzu etmiyordum. D a h a önce de
açıkladığım gibi, eski edebi temsilcimin ölümüyle, bu hikâ­
yeyi yayımlamamaya karar verme sebeplerimden ikincisi or­
tadan kalktı. Holmes'e gelince. Howard Philips Lovecraft'ın
kurgu kisvesi altında yazdığı, fakat yalnızca o eski kitaba eri-
şebilen birinin haberdar olabileceği bilgilerin yer aldığı tüy­
ler ürpertici hikâyelerini okuyunca, tereddüt etmeden asıl hi­
kâyeyi yayımlamama izin verdi. Yazarın soy ismi de. bir ilk­
bahar sabahı Sherlock H o l m e s ' ü n parmaklarının arasından
kaçıp giden Lovecraft'la bir akrabalık haline işaret ediyordu
(Oğlu mu, yeğeni mi? Bilmiyorum).

Aleister Crowley birkaç yıl sonra Allın Şafak'a kabul edil­


di, fakat buradan kovulup, kendi tarikatını kurmakla gecik­
medi. Adamson'm dediği gibi. dünya o n u , yalnızca gülünç ve
epey kötü şöhretli bir şahsiyet olarak tanıdı. Hollyvvood'un
sahte dünyasında nüfuzlu biri olduğunu duydum, ama yarat­
tığı etki onunla sınırlı kaldı.

Okült çevreler, uzun yıllar boyunca birilerinin Necronomı-


con'daki bilgiyi kullanarak Adamson'm terk eııigi krallığı ele
geçireceği ve böylelikle düzeni sarsacağı korkusuyla yaşadı. El­
bette, yıllar geçti ve hiçbir şey olmadı; yani görünüşe göre. za­
man. Holmes'ün her şey aynı kalsın diye bir şeylerin değişmek
zorunda olduğu veya Dalay Lama'nm dengenin bozulmayaca­
ğı inancını haklı çıkardı. Böyle şeyleri kim bilebilir, kim emin

184
olabilir? ben bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.
Bu olaylardan bugüne dek hiç bahsetmemiş olmakla bir­
likte, daha önce de söylediğim gibi, başka hikâyelerde olan­
lara gönderme yapmanın ayartıcılığına karşı koyamadım.
Okuyucular. "Thor Köprüsü Vakası"nda. Holmes'ün çöze­
mediği üç olaydan bahsettiğimi hatırlayacaklardır. Bunların
ilki. bir sabah şemsiyesini almak için bahçe kapısından eve
yürürken iz bırakmadan ortadan kaybolan Bay James Philli­
more'un başına gelenlerdi. Diğeri, bir kibrit kutusunun için­
deki, bilimin bilmediği bir solucan yüzünden tümüyle aklını
kaçıran Isadora Persano'nunki ve sonuncusu da, güneşli bir
bahar sabahı bir sis b u l u t u n u n içine dalan ve bir daha da
kimsenin görmediği Alice isimli bir kotraya ne olduğuydu. O
vakitler, istemeden, sanki Holmes bu gizleri çözmekle başa­
rısız olmuş gibi olumsuz bir izlenim oluşturmuştum. Elbetıc.
Thames Nehri'nde bulunan yüzü parçalanmış cesedin James
Phillimore'a ait olduğu kanıtlanamadı, fakat ne benim ne de
Holmes'ün bu konuda en ufak bir şüphesi var. Kibrit kutu­
sundaki solucanı bilim tanımlayamamış olabilir, ama H o l ­
mes'ün tammlayamadığmı hiç söylemedim. Alice e gelince,
dünyadaki hiç kimse onun kaybolmasını engelleyemezdi. Bu
hikâye, okurlarımın merakını nihayet gidermiştir diye u m u ­
yorum.

Bu sayfalan okuyanlar ne düşünecekler bilmiyorum. Bu


hikâyeyi inanılmaz bulacak, akla yatkın olmadığını düşüne­
cek pek çok kişi olacaktır, tıpkı zamanında benim de düşün­
düğüm gibi. Olanları çarpıtmadan veya saklamadan, yalnız­
ca gördüklerimi, ilk elden şahit olduklarımı anlatmaya çalış­
tım. Holmes ve benim duyduklarımızın, gördüklerimizin
gerçek olup olmadığını takdir etmek size kalıyor.

185
ORMANIN ÖTESİNDEKİ
TOPRAKLARDAN
I
DOKTOR JOHN H. WATSON'UN
HİKÂYESİ

ı
Sherlock Holmes okuduğu gazeteyi öfkeyle fırlatıp, bana
dönerek şöyle dedi:
"İnanılmaz. Aptallığın ulaşabildiği seviye inanılmaz. Saç­
ma sapan bir şeyi papağan gibi tekrarlayacak çok sayıda kişi
bul ve bir süre sonra bütün dünya o saçmalığı sarsılmaz bir
doğru olarak bellesin."
"Neden bahsettiğinizi anlamadım."
Holmes eğilip yerdeki gazeteyi aldı ve bana manşeti işaret
etti. "Değişime hazırız" deniyordu manşette, "Bu yeni yüzyıl­
da insanoğlunu neler bekliyor?"
"Rezalet, değil mı?"
"Siz öyle diyorsanız, dostum, fakat korkarım ki..."

189
"Nasıl? Siz de mi bu saçma hataya düştünüz? Yeni yüzyıl-
mış!" diye söylendi. "Hangi yüzyıldan bahsediyor bunlar?
Gelecek yıl hâlâ 1900'lerde olacağımızı anlamıyorlar mı?"
"Fakat, sevgili Holmes, zaten 1900'deyiz demek istediniz
herhalde."
"Watson, benim ne zaman söylemek istediğimden farklı
bir şey söylediğimi gördünüz?"
Böyle bir şey yaptığını hiç görmediğimi itiraf ettim.
"Güzel öyleyse, 'hâlâ' dedim, çünkü söylemek istediğim
tam da buydu. XX. yüzyılın, 190Tin 1 Ocak gününe gelene
dek başlamayacağı apaçık değil mi?
"Şaka ediyorsunuz."
"Elbette etmiyorum. Fakat isterseniz bunu tartışalım, zira
ikna olmuşa benzemiyorsunuz. Söyleyin, milattan önce iki
yılından sonra hangi yıl geliyordu?"
"Bir."
"Ya ondan sonra?"
"Eee... Milattan sonra bir herhalde."
"Elbette. Yani, milattan sonraki ilk on yıllık bölüm, birin­
ci yıldan onuncu yıla kadar; ikinci on yıllık bölüm, on birden
yirmiye kadar sürdü, öyle değil mi?" Başımla onayladım. "Ay­
nı mantıktan hareketle, birinci asrın birinci ve yüzüncü yıllar
arasını, ikinci asrın da yüz bir ve iki yüzüncü yıllar arasını
kapsadığını söylememiz gerekir. Peki şimdi söyleyin bana,
XIX. yüzyıl hangi yıllar arasını kapsıyor?"
"Tabii ki... 1801 ile 1900." Hayretle donakaldım. "Tan­
rım, haklısınız Holmes, XX. yüzyılın ilk yılı 1901 olacak, biz
halen XIX. yüzyıldayız."
"Öyle, sevgili dostum, öyle. Elbette bütün gazeteler söz
birliği etmiş gibi hiç sektirmeden yeni yüzyıla gireceğimizi

190
yazıyor. Sizce de insanı çileden çıkaran bir şey değil mi bu?"
Konuyla fazla ilgilenmesem'de, onayladım. Bana göre, ba­
sit ve işlenmesi mümkün bir hataydı. Fakat Holmes'ün
önünde bu tür yorumlarımı dillendirmemeye dikkat ediyor­
dum. Holmes'ün ve dünyanın geri kalanının aynı şeyleri her
zaman farklı algıladıklarını keşfedeli yıllar olmuştu.
Tartışmanın ardından Holmes'ün öfkesi (biri kendisine
hak verdiğinde hep olduğu gibi) yatışmıştı ve geri kalan sa­
bah saatlerini piposunu içip, polisiye hikâyeler okuyarak ge­
çirdi. Öğle yemeğinden hemen önce, homurdanarak kitabı
bir tarafa bıraktı.
"Berbat. Bazen kendi kendime en ufak bir yazma kabiliye­
ti olmayanların yazı yazmasına neden izin verdiklerini soru­
yorum. Ara sıra, bilimsel makaleler yerine dramatik hikâyeler
yazmaya yöneldiğiniz için sizi suçladığım oldu, Watson, ama
en azından, olayları daima doğru bir tarzla yansıtacağınıza gü­
venebilirim," dedi ve hoşnutsuzlukla kitabı gösterdi. "Oysa
burada, tüm karakterleri ilk göründüklerinde dikkatle incele­
yen biri, daha suç işlenmeden suçluyu bulup çıkarabilir." De­
rin bir iç geçirerek, "Ah, bazen Profesör Moriarty'nin Reichen-
bach'tan düşmemiş olmasını dileyecek hale geliyorum."
Son günlerde aynı yakınmayı farklı kelimelerle sık sık du­
yar olmuştum. Üzerinde çalıştığı son olayı çözmek, kendi
sözleriyle, "çocuk oyuncağı"ydı ve gösterdiği gayrete bile
I

değmiyordu. Bir an için yıllar evvel terk ettiği kokain alışkan­


lığına döneceğinden korktum (böbürlenmek gibi olmasın,
alışkanlıktan kurtuluşu büyük ölçüde benim çabalarımla ger­
çekleşmişti).
Eğer Holmes, bu lafları ederken kısa süre sonra yaşayaca­
ğımız korkunç ve inanılmaz olayları tahmin edebilseydi, sa-
191
nırım sıkıntıdan patlamayı tercih ederdi. Zira bir iki saat son­
ra, kendi gözlerimle görmesem kesinlikle inanmayacağım bir
olaya karışacaktık.
Her şey öğle yemeğinden hemen sonra başladı (daha doğ­
rusu, hikâyenin başlangıcı çok uzun zaman öncesine dayandı­
ğından, bizim konuyla ilgimiz demeliyim). Holmes, liman böl­
gesinden bir külhanbeyi kılığına girerek, kendi deyimiyle "ka­
fasını meşgul edecek bir şey" bulmak üzere kenti dolaşmaya
hazırlanıyordu ki müfettiş Lestrade geldi, ilk gördüğünde dos­
tumu tanıyamadı ve Holmes, bu dürüst ama açıkgöz olmaktan
uzak müfettişle biraz eğlenmeden duramadı. Nihayet oyundan
sıkılıp Lestrade'e kimliğini açık ettiğinde, müfettiş yüzünde
şaşkınlık ve öfke karışımı bir ifadeyle öylece kalakaldı.
"Bay Holmes, fevkalade önemli bir konu sebebiyle sizi gör­
meye geldim, buna karşılık yaptığınız şey hiç hoş değil," dedi.
"Bütün samimiyetimle özür dilerim, Lestrade. Son zaman­
larda hayat o kadar sakin ki kendimi biraz eğlenceden alıko­
yamadım. Sizi gücendirdiysem affedin. Buraya bana danış­
mak için mi geldiniz?"
"Öyle, Bay Holmes."
"Gördüğüm kadarıyla, konu sahiden de önemli, yoksa
böyle vakitsiz bir saatte yatağınızdan çıkmazdınız."
Lestrade şaşırarak sustu. Elbette, Holmes'le uzun birlikte­
liğimiz sırasında onun gözlem tekniğinin bazı temel esasları­
nı öğrenme fırsatı bulmuştum ve dostumun bu sonucu mü­
fettişin kıyafetlerinin genel dağınıklığına, yanaklarından
açıkça anlaşılan sakal tıraşı ihtiyacına, şiş gözlerine ve (otu­
rup, bacak bacak üstüne attığında fark ettiğim ve bu dikka­
timden dolayı kendimi kutladığım) çoraplarının tekini ters
giymiş olmasına bakarak çıkardığını anladım. Lestrade, Hol-

192
mes'ün bu tarz yorumlarına alışkındı, hemen kendine çeki­
düzen verip, kaldığı yerden devam etti.
"Öyle. Dün gece, dediğiniz gibi, vakitsiz bir saatte yata­
ğımdan fırladım. Çağrı, Merkez Büro'dan geliyordu." Saygılı
bir tonla, "Hem de Büronun en tepesinden," diye ekledi ve
şişinerek, "bizzat bakanla konuştum," dedi. "Konuyu bana
anlattıktan sonra sızı bulmamı istedi."
"Peki bu arada ne oldu?"
"Anlamadım?"
"Anladığım kadarıyla beni bulmanız sizden dün gece is­
tenmiş, bugün öğlen değil."
"Ah, şimdi anladım. Evet, ama sizi görmeden önce olayı
biraz araştırmak istedim. Sizin ilgilenmenizi gerektirecek bir
olay olmayabilirdi ve istediğim son şey saçma bir konu yü­
zünden size rahatsızlık vermektir."
Holmes, gülmesini zorlukla bastırdı. Lestrade'in asıl niye­
tini hemen anlamıştı: Eski dostumu karıştırmadan olayı çö-
zebilseydi, daha iyi olacaktı. Özellikle de kendisi için.
"Burada olmanızdan, olan bitenin saçma sapan bir şey ol­
madığını anlıyorum."
"Korkarım değil. Bay Holmes, birçok ölüme şahit oldum,
ama bu kadar tuhafını hiç görmemiştim. Otopside de hazır
bulundum, ama hâlâ ne düşüneceğimi bilemiyorum. Cesedin
damarlarındaki bütün kan çekilmişti, ama en ufak bir yarası
veya kanaması yoktu. Adli tıp da benim kadar şaşkın."
"Benim de durumum pek farklı değil, Lestrade."
"Ah, Tanrım, haklısınız, şu Yunan gibi, neydi ismi, hah,
Vergilius gibi her şeyi ortasından anlatmaya başladım." içim­
den, "Homeros" diye düzelttim. "Kusura bakmayın, hâlâ ger­
ginim. Doktor, bana bir içki vermeniz mümkün mü acaba?"

193
'Elbette," dedim. "Brendi?"
"Evet, biraz brendi çok iyi olur."
Lestrade, Holmes'le konuşmaya devam ederken, ben de
içkileri hazırlamaya koyuldum.
"Dün akşam sularında, Lord Robert Saville vefat etti. Bel­
ki ismini duymuşsunuzdur."
"Evet, duydum. Diplomatik görevliydi." Lestrade doğrula­
dı. "Hafızam beni yanıltmıyorsa, genç, hareketli, hayat dolu
biriydi."
Lestrade, cevap vermeden önce, uzattığım kadehi aldı ve
büyükçe bir yudum içti.
"Öyle, bu sebeplerden de ölümü çok garip. Geçen üç gün
içerisinde, sonunda hepten tükenmiş bir hale gelinceye kadar
giderek zayıflamış. Yanında bulunan doktorlar korkuya kapıl­
mışlar, inanılması imkânsız bir hızla kan kaybediyormuş ve
dediğim gibi, harici veya dahili hiçbir kanaması veya yarası
yokmuş. Ayrınca..." Bir an duraksadı. "Bunun hastalıktan kay­
naklanıp kaynaklanmadığından emin değilim, fakat sürekli bi­
rinin kendisini öldürmekte olduğunu söyleyip duruyormuş."
"Herhangi bir isim söylemiş mi?"
4
"Hayır, söylediği: o beni öldürüyor, beni öldürüyor'dan
ibaretmiş."
"Can çekiştiği sıralarda bizim için bir ipucu sayılabilecek
başka bir şey söylemiş olabilir mi?"
"Zannetmem. Çoğu zaman sayıklar haldeymiş." Lestrade
cebinden not defterini çıkardı. "Doktorlar ve uşaklar şöyle
şeyler mırıldandığını duymuşlar: 'Gidiyorum, derhal; evet
efendim, hepsi önümde titreyecek, yeryüzündeki hizmetkâ­
rınız ve prensiniz olacağım' ve 'o' dediği kişi, artık her kim­
se, kendisini öldürüyordu."

194
"Anlıyorum, ilginç. Sayın bakan tam olarak benden ne is­
tiyor?"
"Lord Saville'in ölümünün doğal sebeplere dayanıp da­
yanmadığını öğrenmek ve eğer dayanmıyorsa, bunun sorum­
lusunu bilmek istiyor. Her şey gizli kalmalı, zaten bu yüzden
sizi istedi: Bir polis soruşturması ortalığı ayağa kaldırır ve
muhtemel bir katili ürkütür. Dışarıdan biri ipuçlarını çok da­
ha sessiz takip edebilir."
Holmes iskemlesinden kalktı. "Anlıyorum. Tamam o hal­
de, Lestrade, vakayı üstleneceğim. Otopside hazır bulundu­
ğunuz ve doktorlarla hizmetçileri sorguladığınız için sizden
olayla ilgili notlarınızı rica edeceğim. Beni büyük zahmetten
kurtarmış olacaksınız."
Yağcı Lestrade, "Elbette, Bay Holmes," diye cevapladı.
"Bulduğum her şeyi sizinle paylaşacağıma güvenebilirsiniz."
Holmes'e notları uzattı.
Holmes defteri aldı ve dikkatlice, ağır ağır sayfaları karış-
tırmaya başladı. Okumayı bitirdiğinde, defteri polise geri
verdi.
"Âlâ. Büyük beceri göstermişsiniz."
Övgüyü duyan Lestrade hindi gibi kabardı; adamcağız
Holmes'ün övgülerinin altında yatan ince alayı hiç fark ede­
miyordu.
"Hemen bugün araştırmaya başlayacağım ve bir sonuç çı­
kardığımda sizi haberdar edeceğim. Benim çalışma yöntemi­
mi bilirsiniz."
Böylece, bir iki kelime daha edildikten sonra Lestrade ay-
rıldı. Aradan birkaç saat geçmeden kendimizi bir karabasa­
nın içinde bulacaktık. Aynı gece, birkaç gün geçene dek far­
kına varamayacak olsak da, Holmes'ün sonradan olağanüstü

195
zekâsıyla tahlil edeceği, O'nun (size ismini söylemeyeceğim)
kendisi ve lanetli soyunun hayatta kalması için tasarladığı
şeytani ve korkunç planın keşfini sağlayacak bir olay meyda­
na gelecekti.

Lestrade çıkar çıkmaz, Holmes odasına gitti. Birkaç daki­


ka sonra döndüğünde, külhani bir arabacıya dönüşmüştü.
Bana bir an bakıp, şöyle dedi:
"Eh, görelim bakalım dostumuz Lestrade görevini nasıl
yapmış. Aldığı notlar beni şaşırttı: Bu defa bariz biçimde gö­
rünen şeyleri atlamamış."
Kendisine eşlik etmeyi önerdim ama reddetti.
"Hayır, dostum, şimdilik sızın gelmeniz gerekmiyor," de­
di ve ardından, sanki biraz da alaylı bir tebessümle, "ayrıca
sanatsal çalışmalarınızı bölmeyi hiç istemem. Hoşçakalın,"
diye ekledi.
Holmes edebi çalışmalarımı yarıda kesmek istemediğini
söylemişti, fakat yalnız kalınca çalışmayı büsbütün bıraktım.
Lestrade'in önümüze koyduğu olaydan başka bir şeye yoğun-
laşamıyordum. Lord Robert Saville'in garip ölümü hakkında
ne düşüneceğimi bilmiyordum: Eğer ölüm, harici bir yara­
dan kaynaklanıyorsa, o kadar kan, iz bırakmadan nasıl kay­
bedilirdi? ilk bakışta fark edilmesi mümkün olmayacak kü­
çüklükte yaralar bulunması mümkündü, fakat yaralar kü­
çükse kan kaybı da az olurdu ve ayrıca, otopsi gibi detaylı bir
incelemede en ufak sıyrık bile mutlaka keşfedilirdi. Eğer bir
hastalık söz konusuysa, hangisi? Tıp tecrübeme göre, Lestra­
de'in söylediği kadar kısa bir süre içinde, böylesi sonuçlara

196
yol açacak hiçbir anemi türü yoktu. Düşünüp durdum ama
boşuna.
Akşamüstü, Holmes, sert yüzünde bir gülümsemeyle
döndü. Beni selamlayıp odasına gitti ve birkaç dakika sonra,
girdiği kılıktan kurtulmuş olarak koltuğuna yerleşip sakin sa­
kin pipo tüttürmeye koyuldu.
"Bir şey var mı?" diye sordum.
"İlginç, gayet ilginç."
"Sahi mi?"
"Evet, Lestrade hiçbir detayı atlamamış. Bunca yıldır bir
şeyler öğrenmiş demek ki. Şu ana dek öğrendiklerim tamı ta­
mına Lestrade'in anlattıklarıyla uyuşuyor. Not defterine yaz­
madığı pek az şey sahiden de önemsiz şeyler. Bir doktor ola­
rak söyleyin, Watson, Lord Saville'in ölümü hakkında ne dü­
şünüyorsunuz?"
u
Ben de Lestrade ve adli tıp doktoru kadar şaşkınım. Bu
tür sonuçlara yol açacak hiçbir hastalık bilmiyorum."
"Evet, ben de size katılıyorum. Bir şey var, ama... hayır,
bu çok saçma."
Düşünceli bir halde sessizce oturdu, ben de kendisine çok
saçma gelen fikri sormak istemedim. Holmes'ün böyle sus­
kun kaldığı anlarda, kendi kendine bu durumdan çıkana ka­
dar onu rahat bırakmak en iyisiydi. Bu yüzden, hikâyem üze­
rinde çalışmaya niyetlendim, fakat pek başarılı olamadım.
Olayı kafamdan atamıyordum. Birkaç saat sonra, nihayet
Holmes, uykudan uyanır gibi kafasını kaldırdı ve bana döne­
rek, "Hiç. Bu olayda tümüyle karanlıktayım, iyi bir uyku çe­
kip, yeni gün neler getirecek bakalım. İyi geceler," dedi ve
yatmaya gitti, ben de birkaç dakika sonra aynısını yaptım.

197
3

Genelde, ben uyandığımda Holmes saatlerdir ayakta olur­


du. O gün, yanımda Times'la kahvaltıya otururken, o hâlâ
uyuyordu. Lestrade'in gelişinin üzerinden iki gün geçmişti ve
Lord Saville'in ölüm sebebine dair en ufak bir gelişme yoktu.
Birden, gazetenin iç sayfalarındaki haberlerden birine gözüm
takıldı ve haberi şaşkınlıkla tekrar tekrar okudum; Hol­
mes'ün araştırdığı vakayla hiç ilgisi yoktu, ama neden bil­
mem, beni ürpertmişti. O sırada Holmes de kalkmıştı ve ha­
limi görerek sordu:
"Ne oldu, Watson?"
Gazeteyi uzatıp, haberi işaret ederek, "Kendiniz görün,"
dedim.
Holmes gazeteyi alıp, haberi yüksek sesle okumaya başladı.

Şafaktan az önce, mezarlık bekçisi duyduğu ağlama


sesi üzerine Savillelerin (bildiğiniz gibi Lord Robert Sa-
ville yakın zamanda vefat etmişti) aile kabristanına yö­
neldi. Oraya vardığında, beş yaşlarında, beti benzi at­
mış ve ağlayarak boğazını tutan bir çocuğa rastladı.
Bekçinin ilk aklına gelen bunun çocukça bir şaka oldu­
ğuydu, ama çocuğun yüzünü görür görmez fikrini de­
ğiştirdi. Söylediğimiz gibi, çocuk son derece bitkindi ve
kendisini evine götürüp polisi arayan iyi kalpli adamın
kollarına yığılı verdi. Polis, çocuğu Santa Cruz Hastaha-
nesi'ne nakletti. Doktorlarla görüşen muhabirlerimiz,
çocuğun boynunun çiziklerle dolu olduğunu ve çok
kan kaybettiğini, bitkinliğinin ve geçirdiği baygınlığın
sebebinin kesinlikle buna bağlı olduğunu bildirdi. Ço-

198
cuk, katatoniye benzer bir halde bulunduğundan dola­
yı konuşamıyor; fakat doktorlar bu durumun çocuğun
zayıf düşmesinden kaynaklandığını ve zamanla düzele­
ceğini açıkladılar, ismi bilinmiyor ve son zamanlarda
hiç kimse kayıp çocuk ihbarında bulunmamış.

Uzunca bir süre Holmes bir şey söylemedi. Sanki bir şeyi
gözden kaçırmış gibi, habere bakakalmıştı.
"Aslında olayla ilgisi yok," dedim. "Yalnızca çocuğun ya­
nında bulunduğu mezarın ismi ilgimi çekti."
Holmes beni duymuyor gibiydi. Gazeteyi bırakıp, kahval­
tıya oturdu. Kafasının başka yerde olduğu açıktı. Kurulmuş
gibi yemeğini yerken, bir şey ararmış gibi pencereden dışarı
bakıyordu. "Olamaz," diye mırıldandığını duydum ve aniden
sandalyesinden kalkıp, "Gitmeliyim," dedi.
Bir şey söylemek için ağzımı açmaya fırsat kalmadan, Hol­
mes çoktan çıkmıştı. O anda kafasının fikirlerle kaynadığını
ve bunlardan birinin onu tokat yemiş gibi çarptığını bilecek
kadar kendisini tanıyordum, şüphelerini doğrulayana veya
bir yana bırakana kadar rahat edemeyecekti.
Birkaç saat sonra döndüğünde, yüzü hararetle yanıyordu.
Daha önce hiç görmediğim kadar heyecanlı ve öfkeliydi. Eve
girince ilk yaptığı şey, benden özür dilemek oldu.
"Sabahki beklenmedik çıkışım için beni affedin, korkarım
temel görgü kurallarını unuttum."
Önemli olmadığını söyledim ve nereye gittiğini sordum.
"Hastahaneye ve mezarlığa gittim. Watson, kör birinin
doktorluk yapması mümkün mü sizce?"
Konunun nereye varacağını tahmin edemeden, "Zannet­
miyorum," diye cevapladım.

199
"Yani, aksi bir durum sizi şaşırtır. Eh, şüphesiz Santa Cruz
Hastahanesi'ndeki doktorlar kör, yoksa çocuğun yaralarında-
ki olağandışılığı görürlerdi."
"Anlamadım."
"Çok basit. Kan kaybının sebebinin boynundaki çizikler
olmadığı gayet açık. O yaralar yüzeysel ve çabuk iyileşecek
türden. Fakat hiç kimse, kesiklerin kısmen gizlediği boynun­
daki iki izi fark etmemiş."
"Bu izler neye benziyor?"
"iki deliğe. Kenarları etrafındaki deriden daha soluk renk­
te ve kolay iyileşmeyecek iki delik." Aniden konuyu değiştir­
di. "Ayrıca zavallı çocuk bunca kan kaybettiyse, nereye kay­
boldu bu kan? Mezarlıkta hiçbir şey yok. Çocuğun boynun­
daki çiziklere sebep olan dikenli çalıdaki birkaç damla hariç,
kandan hiç iz yok."
"Temizlenmiş olamaz mı?"
"Olabilir, ama olmamış. Bekçiyle konuştum: bizzat kendi­
si oradaki kanı temizlemeye hazırlanmış, ama çocuğu buldu­
ğu yere vardığında temizlenecek bir şey olmadığını görmüş.
Çok saçma, imkânsız."
Holmes, bastığı zeminin sağlamlığına güvenmeyen bir ba­
let gibi odada volta atmaya koyuldu. Beni de endişe sarmaya
başlamıştı. Dostumun sözlerinin altında yatan imayı düşün­
meye cesaret edemiyordum: Böyle bir ihtimali bir an bile cid­
diye almak çok gülünç (ve korkutucu) olurdu. Fakat boğazı­
ma da soğuk bir yumru oturmuştu.
"Şimdi ne yapacaksınız?" diye sormayı becerdim.
"Ne yapacağız demelisiniz, sevgili dostum, ne yapacağız.
Çünkü şu andan itibaren yardımınıza ihtiyacım olacak."
Başından beri duymayı beklediğim cümle buydu ve he-

200
men sakinleştim: Tüm kaygılarım bir anda uçup gitti ve ken­
dimi çok iyi hissettim. Dürtülmüş gibi yerimden kalkıp, "Da­
ima yardımıma güvenebileceğinizi bilirsiniz, Holmes," de­
dim.
Dostum, hem müstehzi hem de sevecenlik içeren belirsiz
gülüşüyle baktı.
"Sagolun, ben de sizden bunu beklerdim. Şu anda yapa­
bileceğimiz bir şey yok," pencereden dışarı bir göz attı, "ama
birazdan akşam olacak. O zaman siz ve ben mezarlığa gidip,
Savillelerin aile kabristanını ziyaret edeceğiz."
Korkuyla ağzım açık kaldı. Holmes'ün aklında ne vardı?
Bana söylemeye çalıştığı şey neydi?
"inanın, bu çok gerekli. Eğer şüphelerimde yanılıyorsam,
ki umarım yanılıyorumdur, küçük keşif gezimizden kimsenin
haberi olmaz, ama eğer haklıysam, Tanrı hepimizi korusun."
Cevap vermedim. Bir an için aklıma bir kuşku düştü, ama
bu fikri hemen bir kenara bıraktım. Saçma, olmayacak bir
şeydi bu.
Çok geçmeden karanlık bastı ve Holmes'le birlikte mezar­
lığa doğru yola koyulduk. Yol boyunca ikimiz de konuşma­
dık, Holmes'ün nüktedanlığı da kaybolmuşa benziyordu.
Mezarlığa vardığımızda, Holmes ana kapıyı ve Savillelerin
kabristanının kapısını açmakta zorlanmadı. Her yanı bayat
bir koku ve sis basmıştı. Çoğu gayet eski ve tozla kaplı bir­
çok tabut vardı. Aralarında en yeni ve temiz gözükeni şüphe­
siz Lord Robert Saville'e ait olandı. Holmes ona doğru ilerle­
di ve kapağını kaldırdı. Tabutun içine baktığında öylece ka­
lakaldı. Uzun süren birlikteliğimiz boyunca benim gibi Hol­
mes de fazlasıyla ceset görmüştü, bu yüzden onu böylesine
etkileyen manzaranın ne olduğunu tahmin edemiyordum.

201
Tabuta yanaşıp, içine bir göz attım. Tabut boştu.
"Bu da ne böyle? Niye biri Lord Saville'in cesedini çalmak
istesin ki?" diye sordum hayretle.
Holmes, "Kimse cesedini çalmadı," diye fısıldadı, "çalınan
şey, onun ruhu." Tabutun kapağını kapatıp, "Gidelim," dedi.
Mozoleden çıktık. Bir kısmım olan biteni anlamaya başla­
sa da, hâlâ kendi kendime Holmes'ün, Lord Saville'in ruhuy­
la ilgili sözleriyle ne demek istediğini soruyordum. Birlikte
geçirdiğimiz bunca yıl boyunca dini veya ruhani konularla il­
gili pek az şey söylemişti. Neden bilmem, söylediği sözler be­
ni endişelendirmiş ve korkutmuştu.
Mezarların arasından çıkışa doğru yürüdük. Apansız, bi­
raz önümüzde karanlık bir siluet belirdi; bir an bize baktı ve
bizden tarafa gelmeye başladı: sanki yürüyerek ilerlemiyor,
daha çok havada süzülüyor gibiydi. Sis ve karanlık yüzünden
öyle zannettiğimi, siluetin bekçiye ait olduğunu düşündüm,
fakat aniden Holmes'ün bağırdığını duydum:
"Kaçın, Watson, ruhunuzu korumak için kaçın. Şu anda
onunla yüzleşemeyiz. Ne aptalım! Kaçın!"
Ben de, ne olduğunu anlamadan, Holmes'ün sesindeki
heyecan ve korkuyu (evet, ilk kez sesinde korku olduğunu
hissetmiştim) duyunca, sanki arkamdan şeytanın ta kendisi
kovalıyormuş gibi kaçtım. Mezarlıktan çıkıp, evleri birbiri ar­
dına geride bırakarak koşmaya devam ettik. Nihayet, Holmes
durup arkaya baktı ve:
"Bizi takip etmiyor," dedi.
Konuşamayacak kadar korkmuş ve şaşkındım. Soluk solu­
ğa kalmış bir halde araba bulduk ve Baker Sokağı'na döndük.
Lestrade bizi bekliyordu.

202
4

Lestrade, daha kapıdan girmeden, "Holmes, bu gece neler


olduğunu anlatınca bana inanmayacaksınız," diye başladı.
Holmes, "Eğer bana, birinin Lord Saville'i canlı gördüğü­
nü söyleyecekseniz, emin olun, hiç şaşırmayacağım," diye ce­
vap verdi.
Omuzlan çökmüş bir halde koltuğa yığıldı. Onu hiç böy­
lesine bitkin görmemiştim, sadece fiziksel yorgunluktan bah­
setmiyorum: Sanki üzerine garip bir zihinsel rehavet çök­
müştü. Korkarak, kendimin de aynı durumda olup olmadı­
ğını anlamaya çalıştım.
Lestrade, "Nasıl... nasıl?" diye geveliyordu. "Biraz önce
bakanlaydım, haberin henüz duyulmadığını biliyorum. Sizin
bilmenize imkân..."
Holmes sanki onu duymuyormuş gibi hiç cevap vermedi.
Onun yerine ben konuştum:
"Mezarlıktan geliyoruz. Lord Saville'in cesedi tabutunda
değildi."
"Öyleyse, böyle bir şeyden kuşkulanmıştınız?"
Holmes kafasını kaldırıp, Lestrade'e baktı. "Yalnızca bir
sezgi, ama bu kadar korkunç bir şey olacağı aklımın ucundan
bile geçmedi."
"Korkunç mu? Öldü zannedilen birinin hayatta olması ni­
ye korkunç olsun kı? Bence bu habere sevinmeliyiz."
"Rica ediyorum, Lestrade, eğer çok zahmet olmayacaksa,
bir kez olsun beyninizi kullanın."
Lestrade, Holmes'ün sözleri karşısında yumruk yemiş gi­
bi sendeledi. Bana gelince, Holmes'ün bu tepkisi beni bam­
başka bir açıdan kaygılandırmıştı: Holmes'ün sinirleri hepten

203
bozulmuştu, yüzünde ve sesinde karakteristik niteliği olan o
soğuk mantığından eser yoktu. O anda, gözüme, kovalanıp
köşeye kıstırılmış bir adam gibi gözüktü.
Holmes, sözlerinin etkisi buna bağlıymış gibi kuvvetle diş­
lerini sıkarak, "Otopsi odasına ister canlı ister ölü girin, ora­
dan yalnızca cesediniz çıkar," dedi. "Sizce de öyle değil mi?"
"Tanrım, haklısınız."
Kaygılanma sırası şimdi Lestrade'e gelmişti. Duvarın ya­
nındaki iskemleye yığılı verdi.
Bitmek bilmez bir süre boyunca (tabii, aslında sadece bir­
kaç saniye süren) sessizlik, canlı ve aç bir hayvan gibi orta­
mıza çöreklendi. Sanki etrafımızdaki her şey parçalanıyor-
muş gibi gerçekdışı bir his tüm benliğimi sarmıştı.
Her kelimeyi müthiş bir gayretle telaffuz ederek, "Anlamı­
yorum, Holmes," demeyi becerdim.
Şaşırarak, ürkek bir tebessümün dedektifin yüzünü ay­
dınlattığını gördüm.
"Dostum, böyle bir şeyi anlamamanız mantıklı."
Holmes'ün yavaş yavaş sakinleştiğini, bereket versin ki
yeniden Lestrade ve benim tanıdığımız o metodik ve sistema­
tik varlığa dönüştüğünü anladım. Fakat hâlâ sesindeki bit­
kinlik ve daha önce Holmes'te hiç şahit olmadığım bir yenil-
mışlik hali de hissediliyordu.
"Kimse bunu anlamakla yükümlü değildir. Eğer gerçek­
ten mantığın hüküm sürdüğü bir dünyada yaşasaydık, böyle
bir şeyin mümkün olmaması gerekirdi."
Gözle görülemeyek bir hızla alışıldık ifadesine bürünüverdi.
O çok iyi bildiğim avcı pırıltısı gözlerine yerleşti ve yenilgiden
çok uzakta olduğumuzu anladım. Hayır, Holmes yenilgiyi ka­
bullenmediği sürece, ben de teslim bayrağını çekmeyecektim.

204
"Henüz geç kalmış değiliz," dedi. "Onu durdurabiliriz.
Evet, yapabiliriz, daha önce olduğu gibi, biz de en az onu da­
ha önce yakalayanlar kadar kararlı ve becerikliyiz. Bana olan
biteni anlatın, Lestrade."
Müfettiş kafasını kaldırdı. Bir anlığına, ne nerede bulun­
duğunu, ne de yanındakilerin kim olduğunu hatırlıyormuş
gibi duraksadı. Gözlerini kırpıştırdı, bir rüyadan uyanmaya
çalışıyordu sanki. Başlarda, gerekli kelimeleri bulup da ko­
nuşamayacak gibiydi.
Nihayet, neredeyse fısıltıyla, "Onu karısı görmüş," dedi.
Konuştukça açılmaya başlamıştı. "Kocasının çalışma odasın­
dan gelen gürültüler duymuş ve ne olduğunu anlamak için
aşağı inmiş. Arkadan, Lord Saville'in evraklarını karıştıran bi­
rini görmüş. Kapının açıldığını duyup döndüğünde, onun
kocası olduğunu anlamış. Görünüşü garipmiş, uyurgezere
benziyormuş ve ağzında geniş, kızıl bir leke varmış. Karısını
görünce uykudan uyanır gibi davranmış. Gülümseyerek onu
çağırmış. Leydi Saville o tebessümün tüylerini diken diken
ettiğini söylüyor: sinsi, şehvetli ve şeytaniymiş. Kendisine bir
çeşit açlıkla bakıyormuş. Aniden yüz ifadesi değişmiş ve pa­
niğe kapılmış bir halde, 'Hayır, sen değil, sen değil, bunu sa­
na yapamam,' diye fısıldayarak, pencereden atlamış. Hizmet­
çiler zavallı kadını yerde baygın yatarken bulmuşlar."
Holmes, elleri çenesinde, müfettişin ağzından çıkan en
ufak detay bile hayati önemdeymişçesine, dikkatle Lestrade'ı
dinliyordu.
"Kanştırdığı evraklar nelermış?"
"Ben... bilmiyorum." Lestrade, yorgunluğunu belli eden
bir jestle küçük not defterine baktı. "Yere saçılmış birçok kâ­
ğıt varmış, Lord Saville," bir an duraksadı, "veya her kimse

205
evrakları almak için saklandıkları ufak kasayı muhtemelen
yere çalmış. Masanın üzerinde de bakanlık antetli boş kâğıt­
lar varmış. Hepsi bu."
Dostumun ağzından anlaşılmaz bir fısıltı çıktı.
"Yerdeki kâğıtların önemli bir tarafı var mıydı?"
"Hayır. Yalnızca günlük evrak."
Holmes piposunu temizledikten sonra doldurdu ve bir
yandan piposunu yakarken, kısık sesle, "Hımm. Boş kâğıtlar.
Neden boş kâğıtlar?" diye sordu.
Lestrade'in de, benim de verecek cevabımız yoktu. Hol­
mes, başı bir duman bulutu içinde kaybolmuş, bize bakma­
dan piposunu içiyordu. Bana öyle geldi ki, soluduğumuz ha­
vada, içimizi karartan, görünmez bir şey vardı. Holmes tek
kelime etmeden piposunu içmeyi sürdürdü, Lestrade şömi­
neye dalıp gitmişti ve ben de sessizliği bozmaya cesaret ede­
meden, iskemlemde rahatsızca kıpırdanıp durdum.
Holmes birden koltuğundan kalktı ve bana hitaben, "Ba­
yan Hudson o eski sandalyeyi attı mı?" diye sordu.
Ne cevap vereceğimi bilemedim, soru beni şaşırtmıştı.
"Herhalde atmamıştır."
"Hemen dönerim."
Lestrade'le alık alık bakıştığımızı fark etmeden odadan
çıktı ve çok geçmeden elinde aşınmış ve ateşten kararmış bir
sandalye bacağıyla döndü. Diğer elinde de, görmesem de
odaya yayılan kokudan sarımsak olduğunu çıkardığım bir
şey vardı.
"Bunlar iş görür." dedi. "Görmek zorunda. Şimdi geriye
şafağı beklemek kalıyor."
Sonra kimya laboratuvarına kapanıp, tan vaktine kadar
çalıştı. Arada sırada alçak sesle şarkı mırıldanıyor ve gülüyor,

206
fakat hemen ardından gülümsemesi öfke dolu bir hareketle
silinip gidiyordu. Lestrade de benim gibi tek kelime etmeden
izlemekle yetiniyordu. Holmes ise bize gözucuyla bile bak­
mıyordu. Lestrade hiçbir zaman hayal gücü kuvvetli biri ol­
mamıştı, fakat sanırım inanmaya cesaret edemese de Hol­
mes'ün sözlerinin altında yatan şeyi ucundan kıyısından kav­
ramaya başlamıştı.
Bana gelince, ne diyebilirim ki. Sağduyum, dostumun gi­
riştiği hazırlıklarla işaret ettiği ihtimale isyan ediyordu. Elbet­
te, yıllardır Holmes'e, onun sezgilerine, algılama biçimine,
mantığına ve fikirlerine güvenmenin getirişi olarak ikinci bir
tabiatım oluşmuştu ve bu yüzden onun sezgileri yerine önce
kendiminkilerden şüphe etmeyi âdet edinmiştim. Birlikte, ra­
hatlıkla "olağandışı", hattâ "inanılmaz" diye nitelendirilebile­
cek bazı olaylara karışmıştık ve onların açığa kavuşmasını bü­
yük ölçüde, en grotesk, en karmaşık ve akla hayale gelmez
şeyleri bile ele alırken olan biteni tutarlı ve tatmin edici bir şe­
kilde açıklayabilen Holmes'ün keskin zekâsına borçluyduk.
Fakat, bir bağ sarımsak ve aşınmış bir tahta parçasıyla il­
gili "tatmin edici" açıklama ne olabilirdi ki? Bir çeşniden ve
şöminede yakılacak bir şey olmaktan öte bir anlam taşımayan
iki nesneden müteşekkil bir evreni nasıl "tatmin edici" diye
tanımlayabilirdim?
Nihayet şafak attı. Pencereden havanın aydınlandığını gö­
ren Holmes kimyevi bileşimleri bir tarafa bıraktı ve, "Gide­
lim," dedi.
Sessizce evden çıktık. Elimdeki doktor çantasında sandalye
bacağı ve ağır bir tokmak bulunuyordu, Holmes'e bu tuhaf
şeyleri neden taşıdığını sormaya cesaret edemedim. Eğer kork­
tuğum cevabı vermezse, aptal durumuna düşecektim, fakat

207
asıl korktuğum, şüphelerimi doğrulayacak bir cevap vermesiy­
di. Bir süre aradıktan sonra nihayet bir araba bulduk. Arabaya
bineceğimiz sırada Lestrade, Holmes'e, "Çalışma yönteminizi
biliyorum ve şimdiye kadar buna saygı gösterdim, fakat Tann
aşkına, şu anda ne yaptığımızı söylemezseniz çatlayacağım."
Lestrade, hislerime daha iyi tercüman olamazdı. Holmes
cevap vermeden önce uzun süre ikimize baktı.
Başını sallayarak, "Hayır, size henüz bir şey söyleyemem,"
dedi. "Nasıl olsa bana inanmayacak ve aklımı kaçırdığımı dü­
şüneceksiniz. Ben bile kendi aklımdan şüphe ediyorum. Bu­
nu kendi gözlerinizle görmelisiniz. Zaten artık az kaldı."
Caddede, bir gazeteci çocuk son havadisleri sayıp dökü­
yordu. Holmes arabayı durdurup, çocuktan bir gazete satın al­
dı ve yerine oturup, heyecanla sayfalan karıştırmaya koyuldu.
"Ne arıyorsunuz?" diye sordum.
"Bilmiyorum," diye cevapladı. "Bilseydim aramazdım...
İşte!"
Garip bir haberi işaret ediyordu: iki gün önce (tüylerim
ürpererek, çocuğun Saville kabristanının yanında bulunduğu
gün diye hatırladım) Buchingham Sarayı ahırının kapısını bi­
ri çalmıştı. Ahır sorumlusu kapıya bakınca, düzgün görünüş­
lü bir adam içeri girmek için izin istemişti. Uyandırıldığı için
sinirlenen ahır sorumlusu da adamı sert bir tavırla kovmuş,
adam da daha fazla ısrar etmeden gitmişti.
"Şimdi de bu düzgün görünüşlü şahsın tarifini okuyun."
Gazetede, "Uzun boylu, sağlıklı, soylu görünümlü, büyük
siyah bıyıklı, sivri burunlu ve mavi gözlü" deniyordu.
"Sizce bu tarif kime uyuyor?"
Lestrade, "Lord Saville," dedi.
"Kesinlikle, içeri giremedi. Elbette, içeriden biri davet et-

208
mediği takdirde giremezler." Holmes, bütün bunları, bizim
yanında olduğumuzun farkında değilmiş gibi fısıltıyla söyle­
mişti. "Bakanlık antetli kâğıtlara da bu yüzden ihtiyacı vardı.
Tanrım, planı başarılı olsaydı, korkunç olurdu."
"Ne planı? Lord Saville'in planı ne?"
"Lord Saville, daha doğrusu, bir zamanlar Lord Saville
olan kişi, bu korkunç oyunda bir piyondan, bir kukladan
fazla bir şey değil. Hayır, bizim asıl düşmanımız diğeri."
Mezarlığa vardık. Lestrade bekçiyi çagırıp, Savillelerin kab­
ristanını açmasını emretti. Bekçi emri yerine getirdi ve kapı
henüz yan yanya açılmışken, sıvışıp gitti. Holmes, mezarlara
doğru inmeye koyuldu, Lestrade ve ben de onu takip ettik.
Dün gece zaten keşfettiğimiz gibi, Lord Saville'in bedeninin ta­
butunda olmaması dışında Holmes'ün orada başka ne bulma­
yı umduğunu (aklımın bir tarafı korkutucu ve garip şüpheler­
le dolu olmasına rağmen) bilmiyordum ve sanırım Lestrade de
aynı şekilde düşünüyordu. Ne var ki, Holmes'ün gözlerindeki
kararlı ifade karşısında bir şey söylemeye cesaret edemedik.
Lord Saville'in tabutu başında durduk ve Holmes kapağı
kaldırdı.
Oradaydı. Derin bir uykuda gibiydi, yanaklarına renk gel­
mişti ve gayet canlı görünüyordu. Dudaklarının etrafında,
yalnızca kurumuş kan olabilecek morumsu bir leke vardı.
"Bu mümkün değil," diye fısıldadım." Kim böyle..."
Lestrade bize yan yan bakıp, elini mezarında yatan ada­
mın omzuna koydu.
Onu sarsarak, "Uyanın, Lord Saville, uyanın," dedi.
"Faydasız. O ölü."
"Ölü mü? Tanrı aşkına, bu mümkün değil, görmüyor mu­
sunuz? Görünüşüne bir bakın."

209
II
DOKTOR JOHN SEYYARDIN
GÜNLÜĞÜ

19 Aralık 1899
Bu şüphesiz garip bir yılbaşı olacak, İngiltere'den ve be­
nimkilerden uzakta. Küçük Abraham'ı Mina ve Jonathan'a
emanet ettim. Ruth'un yokluğunda yaptıkları gibi, benim yok­
luğumda da oğlana iyi bakacaklardır. Onsuz iki yıl. ingiltere'yi
arkamda bıraktığım için kendimi hüzünlü hissediyorum, ama
bu fırsatı hayatta kaçırmazdım. Dünyanın en ünlü nöropata-
loglan kongrede hazır bulunacak ve Doktor Freud da orada
olacak. İnanılmaz bir adam: Bilinçaltıyla ilgili teorileri hiç kuş­
kusuz zihinsel sorunların tedavisinde devrim yaratacak.
Gemi bir saat önce hareket etti ve bu günlüğü, Mina ve Jo-
nathan'ın bana hediye ettikleri Underwood'la yazıyorum. Bu-

212
nu bana sekiz yıl önce verdiler. Küçük Quincey artık her şe­
yiyle bir erkek. Zamanın akıp gidişi kadar yaşlandığımızı bi­
ze hatırlatan başka bir şey yok. Artık hiçbirimiz umutsuz bir
sürek avında Avrupa'nın yarısını boydan boya kateden genç­
ler değiliz; elbette bunu tekrar yapmamız gerekse, hiçbirimiz
tereddüt etmeyiz.
Fonografımı getirmek isterdim, ama öylesine nazik bir
aletin yolculukta zarar görmeyeceğinden emin değildim.
Dikte etmekten aldığım keyfi kesinlikle almasam da, yine de
iyi bir yardımcı olan daktiloyla yazmaya zamanla alıştım.

22 Aralık
Bükreş çok ilginç bir şehir. Elbette bu, şehri ilk ziyaretim
değil. Başka bir vesileyle burada bulunmuştum (daha doğrusu
bulunmuştuk). Neredeyse on bir yıl olmuş, fakat anılar canlı­
lığını koruyor. Bugün biraz gezeceğim. Transilvanya'dan geçe­
cek tren gelinceye kadar. Şatonun hâlâ ayakta olup olmadığı­
nı merak ediyorum. Evet, ayaktadır elbette, niye olmasın ki?
Bundan kaçınamıyorum. Oraya dönmek, tekrar ziyaret
etmek ve zamanın o hayaletımsi harabelere etkisini görmek
istiyorum. Belki yaparım.

23 Aralık
Şüphesiz olağandışı biri. Yahudi kökeni görünümüne
yansıyor: ne akıl, tartışmaları idare etmesini nasıl da biliyor.
Aklındaki Occam'ın usturası daha önce hiç görmediğim ka­
dar keskin. Bu sabah Oppenhelmer karşısında ağzı açık kal­
dı, hiç kimse savlarını çürütmeyi beceremedi. Parlak bir ze­
kâ ve güçlü bir şahsiyet. Bu adam nöropatalojiyi kökten de­
ğiştirecek, eminim.

213
25 Aralık
Dün akşam Freud beni yemeğe davet etti. Kont'un olay­
daki rolünden bahsetmemekle birlikte ona Renfield vakasın­
dan bahsetmenin cazibesine karşı koyamadım. Gayet ilginç
buldu. Bir yaşamın başka bir yaşamı beslemesi fikrini içerdi­
ğinden Renfield teorisi çok ilgisini çekti: Sineklerin örümcek­
leri, örümceklerin kuşları, kuşların kediyi, kedinin de onu
beslemesi. Bana, mantıklı ve sistematik bir şeyin çılgınlığa
dönüşebilmesinin inanılmaz olduğunu söyledi. Öldüğünü
duyunca üzüldü. Gelecek yıl İngiltere'ye gidip, onunla gö­
rüşmeyi düşünüyormuş.
Bugün noel arifesi, Bükreş'e kar yağıyor. Beyaza bürünen
kent çok güzel, ama İngiltere'yi özlüyorum.

27 Aralık
Kongre can sıkıcıydı. Freud Viyana'ya döndü ve onun gi­
dişiyle birlikte, bu ihtiyar mumyalar arasındaki tek göz alıcı
renk de kayboldu. Sanırım ben de gideceğim. Hava biraz
ısındı ve ben de bundan şatoyu ziyaret ederek faydalanaca­
ğım. Merakım dayanılmaz bir hal aldı ve şatonun yakınların-
da, Soara denen bir kente kadar giden yeni bir tren hattı ol­
duğunu söylüyorlar. Oradan bir araba kiralayıp, Dracula'nın
şatosuna (tekrar mı demeli?) varmak bir saatten fazla sürmez.
ismini yazmanın bariz biçimde arındırıcı bir etkisi var.
Onu ismiyle arımayalı yıllar oldu ve bu isimden pervasızca
bahsettiğim pek az kişi bu yüzden çok acı çekti. Keşke Van
Helsing yanımda olsaydı. Belki dönüş yolunda Amsterdam'a
uğrayıp, onu ziyaret ederim. Onu üç yıldır görmüyorum.
Oraya gittim, içeri girdim, bakındım, döndüm ve hâlâ ne
düşüneceğimi bilemiyorum. Soara'ya akşamüstü dörtte var-

214
dım ve bir araba kiralamaya uğraştım. Gideceğim yeri duyan
ahali tersleşti ve benimle ilgilenmeyi reddetti. Sonunda beni
şatoya götürecek kadar cesur (veya belki gayet tamahkar, zi­
ra benden aldığı ücret dudak uçuklatacak miktardaydı) biri­
ni buldum. Elbette harabeye dönmüş binanın yakınına git­
meyi reddetti, şatoya kalan son birkaç yüz metrelik mesafeyi
yürümek zorunda kaldım.
Buradaki ahalinin batıl inançları inanılmaz. Kont öleli on
yıldan fazla oluyor ve hâlâ şatoya gitme fikrinden bile irkili-
yorlar. Yine de onları gayet iyi anlıyorum; harabelerin görü­
nüşü insana korku veriyor ve elbette geceleri biraz daha ür­
kütücü.
Beraberimde getirdiğim pilli fener sayesinde aradığım şe­
yi, yani Van Helsing'in (Tanrı onu korusun) üç vampirin işi­
ni bitirdiği odayı bulmakta zorlanmadım. Tozla kaplı tabut­
ları hâlâ oradaydı. Biraz ilende kontun tabutunu da gördüm;
kapağı açıktı. Tabuta el sürülmemişti, toz bile tutmamıştı;
yerine yerleştirildiği günkü gibi temiz ve lekesizdi.
Odanın diğer ucunda yarı aralık bir kapı vardı. Aslında
orada daha fazla kalmayı düşünmüyordum, göreceğimi gör­
müştüm. Bükreş treni saat on birde kalkıyordu ve kaçırmak
istemiyordum. Elbette, bir kez daha merakım galip geldi ve
o kapıdan girdim. Küçük bir odada başka bir tabut vardı, içi
(Tanrıya şükür) boştu. Bu, beni daha da meraklandırdı. Van
Helsing şatodayken beşinci bir tabuttan bahsetmemişti. Bel­
ki de girdiğim kapı o zamanlar kapalıydı. Fakat eğer öyleyse,
onu kim açmış olabilirdi ki?
Zamanım azdı ve orada daha fazla oyalanamazdım. Şato­
dan ayrılıp, korkmuş köylünün beni beklediği yere doğru yü­
rüdüm. (Her zamanki gibi rötar yapan) trene vaktinde yetiş-

215
tim ve Bükreş'teki otelime dönüp, kahvaltıyı yakaladım. Bu ül­
kedeki yemekler lezzetliydi lezzetli olmasına, ama keşke her
şeye biber koyma âdetleri olmasa, uyuşmuş bir dille kalakalı­
yorsunuz. Bir de susuzlukla tabii. Burada ne kadar su içtiğimi
bilmiyorum, ama herhalde son üç yılda içtiğimden fazladır.
O boş tabut beni kaygılandırmıştı. Fakat herhalde bunun
arkasında garip bir şey yoktu. Muhtemelen bir fırtına veya
cüretkar bir köylü, oda kapısının kilidini kırmıştı ve ben gel­
diğimde kapının açık olma sebebi de buydu. Görünüş itiba-
riyfe, tabut oldukça eskiydi. Belki de Kont ara sıra yatağını
değiştirmekten hoşlanıyordu. O tabutu düşünmek kaygıları­
mı gidermemişti. Aslında kaygılanacak bir şey de yoktu, şu
veya bu şekilde Kont'un öldüğünü gözlerimle görmüştüm.
Geri dönmesi imkânsızdı.

30 Aralık
Dün yazdığım son kelimeler bir kehanete dönüştü. O dön­
dü! Burada. Onu aynı sabah kaldığım otelde gördüm. Yemek
salonundan çıktım ve yanımdan geçti. Varlığımı fark etmedi
bile. Eskisi gibi görünmüyordu, daha gençti, saçları sarıya ça­
lan daha açık bir renkteydi, yüz hatları tamamıyla farklıydı, fa­
kat gözleri... o şeytani gözler... Bu o, o olduğundan eminim.
Resepsiyon görevlisine yanımdan geçen adamı sordum.
"Ah, Baron Vladimir Pokol," dedi. "Otelimizde birkaç gün
kaldı. Yakında gidiyor."
"Nereye gittiğini biliyor musunuz?"
"Bilmiyorum efendim."
işte bu kadar. Bu o. Dördüncü tabut onun yatağıydı, gün
boyu dinlendiği yeni yatağı. En ufak şüphem yok. Yüz hatla­
rı farklı olabilir, ama gözleri değil. O gözler, başka kimsenin-

216
kilerle karıştırılamaz. Onu kalesinde kıstırdığımız zaman at­
tığı o nefret dolu zafer bakışını hâlâ hatırlıyorum. Karanlık
çökmek üzereydi ve yaklaşan zaferini seziyordu. O gözleri
asla unutamam.

daha sonra
Sakinleşmeliyim. O olamaz. O gün gözlerini gördüm,
evet, ama onun öldüğünü de gördüm, onu öldürdüğümüzde
yüzüne yansıyan huzuru da gördüm. O olamaz. O öldü.
Geceyi, kaleye yaptığım ziyareti ve boş tabutu düşünerek
geçirmiş olmamın sinirlerimi bozduğu muhakkak. Öyle ol­
malı. O öldü.

31 Aralık
Yılın son günü ve bunca zamandır geçirdiklerimin en kor­
kuncu. Bu sabah, sokakta birinin ölüsünü bulmuşlar. Yüzü
bembeyazmış, bütün kanı çekilmişmiş ve görünür bir yarası
yokmuş. Çılgına dönen bir kalabalık cesedin etrafına üşüş­
müş. Kalbine bir kazık saplayıp, kafasını kesmişler ve ağzını
sarımsakla doldurmuşlar. Bu tür durumlarda hep görüldüğü
üzere, polis ancak bu dehşet verici ayin sona erdiğinde gö­
zükmüş ve kalabalığı dağıtmaktan başka bir şey yapmamış.
Resepsiyonistin, fakir mahalle sakinlerinin aptalca batıl
itikatları hakkında küçümser bir yorum katarak anlattıkları
bundan ibaretti. Yine de gözlerinde korku vardı. Yarası ol­
maksızın vücudundaki bütün kan çekilmiş biri. Şüphesiz,
vampirin bıraktığı izler kurbanın ölümüyle kaybolmuş olma­
lıydı. Akşamüstü çıkıp, bir haç ve bir salkım sarımsak aldım
ve penceremdeki kepenklere astım. Korkuyorum.

217
daha sonra
Çok düşündüm, bu benim görevim. Eger boşlarsam, bun­
dan kaçarsam, Quincey Morris'in mezarında ters döneceğini
biliyorum. Şimdiden bağırıp çağırdığını, boşuna mı öldüğünü
sorduğunu duyar gibiyim. Şu anda istasyona gidiyorum, So-
ara'ya giden ilk trene bineceğim. Şatoya gitmeli, olanları,
onun yaşayıp yaşamadığını kendi gözlerimle görmeliyim.
Umarım yanılmışımdır. Umarım hepsi, yöre sakinlerinin batıl
itikatlarından kaynaklanan korkunç bir olaydan ibaret kalır.
Fakat hiç sanmıyorum. Düşündükçe, her şeyin gerçek ol­
duğuna, bu sabah ölen adamın bir vampirin kurbanı olduğu­
na daha fazla inanıyorum. Herhangi bir vampirin değil,
onun. Dracula'nın kurbanı. O hayatta ve geri döndü, geri
döndü, Tanrım. Gözleri, o gözler... Karanlıkta birer kor gibi,
alev alev yanıyorlar.
Bu benim görevim. Şatoya gitmeliyim.

2 Ocak
Bunları Amsterdam'a giden trende yazıyorum. Şimdiye
kadar dün olanlan yazmaya (hattâ hatırlamaya bile) cesaret
edemedim.
Evet, o Dracula, artık eminim. Yaşıyor. Daha doğrusu öl­
memiş.
Soara'da kimse bana arabasını kiralamaya yanaşmadı ve
şatoya kadar yürüyerek çıktım. Korkudan ölecektim. Biraz
teselli bulduğum haç boynumda asılıydı, ama yine de kork­
maktan kendimi alamadım.
Şatoya vardığımda şafağa az kalmamıştı. İçeri girdim, dör­
düncü tabutun bulunduğu salonu kolayca buldum. Hâlâ
boştu. Elbette hava henüz karanlıktı ve hâlâ dışarıda olabilir-

218
di. Tabutun yakınında taştan bir sunak vardı ve onun arkası­
na gizlenerek şafağı beklemeye koyuldum.
Uyumuş olmalıyım. Kanat çırpılmasına benzer bir sesle
uyandım. Gözlerimi açık tutup izledim: Gelmişti, yavaşça in­
san biçimine giren karanlık bir siluet gördüm. Tabuta yaklaş­
tı ve birden durdu. Etrafı kokladığını duydum ve nefesimi
tuttum. O an tenime binlerce iğne batıyor gibiydi. Sonra ta­
butuna uzandığını duydum. Duvardaki bir çatlaktan sızan
sabah güneşi adamakıllı yükselinceye kadar hareket etmeye
cesaret edemedim.
Sunağın arkasından çıktım. Oradaydı. Ne canlı ne ölü
olan, bir sonraki gece çökene kadar dinleniyordu, uzun kö-
pekdişlerinde kan lekeleri vardı, gözkapakları, arasından
gözlerindeki kızıl ışıltıyı gösterecek kadar aralıktı. Sanırım
şatodan kaçarken çığlık attım. Sahiden bilmiyorum, oradan
nasıl kaçtığıma dair bir şey hatırlamıyorum. Kasabaya varıp,
Bükreş'e giden ilk trene atladığımı hatırlıyorum, ama ondan
önce ne yaptığıma gelince hafızam bomboş. Yalnızca tarifsiz
bir korku ve heyecanın pençesine düştüğümü biliyorum. Ay­
nı gün bavulumu topladım ve Paris üzerinden Amsterdama
giden trene yer ayırttım.
Şimdi buradayım, trende. Akşam oluyor. Ve korkuyo­
rum. O yaşıyor. Bütün yaptıklarımıza rağmen hâlâ hayatta ve
bu beni korkutuyor. Başka türlü davranmalıydım, keskin uç­
lu bir şey bulup yüreğine saplamalı, kafasını kesmeliydim,
başka bir şey yapmalıydım, ne olursa. Ama yapamadım. Kor­
ku beni felç etti ve yalnızca kaçmayı düşünebildim.
Tanrı yardımcımız olsun. Yaşıyor. Başka türlü davranma­
lıydım.

219
2

3 Ocak
Bir adamın yalnızca varlığının bile böylesine sakinleştirici
bir etkisi olması ne tuhaf. Van Helsingİ görmeye gittim ve
bütün korkularım kayboldu. Bir bakışıyla karşısındakini ra­
hatlatmayı biliyor.
Penceremden Amsterdam'ın büyük kısmını görüyorum:
Venedik usûlü inşa edilmiş güzel bir şehir, ama kent sakinle­
rinin bu fikir karşısında burunlarından soluduklarını duy­
muştum. Aslında bunu pek de garip bulmuyorum. Amster-
dam'ı Venedik'e yeğlerim; daha misafirperver ve daha yaşa­
nası bir yer. Venedik, su üzerinde bir anıtmezardan başka bir
şey değil. Amsterdam ise bir şehir.
Van Helsing telgraf çekmek için dışarı çıktı, ben de fırsat­
tan istifade günlüğümü yazmaya devam ediyorum.
Şehre bu sabah vardım ve evini bulmak güç olmadı. Tam
hayal ettiğim gibiydi: ufak, gözden uzak, sade. Beni görünce
şaşırdı. Geçen yıllar üzerinde iz bırakmış, yaşlanmıştı. Geniş
omuzları, onu son görüşümden bu yana biraz daha çökmüş­
tü, ama gözlerindeki önsezili pırıltı hiç azalmamıştı.
Neredeyse hoşgeldin demesine fırsat bırakmadan, ona
son bir iki haftada olanları başım dönerek anlattım. Sonra da
bayıldım.
Ayıldığımda, yaşlı üstadımın kırışık yüzündeki endişe ifa­
desiyle bana baktığı bir kanepede yatıyordum. Kendime gel­
diğimi gören Van Helsing bana bir kadeh brendi verip, ağır
yudumlarla içirdi. Kanımın damarlarımda yeniden akmaya
başladığını hissettim ve hikâyeyi, bu defa biraz daha derli top­
lu biçimde ve sorduğu soruları cevaplayarak tekrar anlattım.

220
Konuşmamı bitirdiğimde, "İmkânsız. Her açıdan imkân­
sız," dedi. "Jack, dostum, biz onun öldüğünü gördük. Ruhu­
nu huzura kavuşturduk, hiç şüphem yok."
Bir şey demedim.
"Olamaz," diye tekrarladı.
Ardından sanki bir daha hiç çıkmayacakmış gibi görün­
düğü derin bir sessizliğe gömülerek düşünmeye koyuldu.
Sonunda ayağa kalkıp şöyle dedi:
"Bunu öğrenmenin bir tek yolu var. Arminius. Böyle bir
şeyin mümkün olup olmadığını söyleyebilecek tek kişi o. Bu­
rada bekle, Jack, hemen dönerim."
Ceketini kapıp, dışarı fırladı. Biraz daha sakinleşmiştim,
salonun bir köşesinde daktilo durduğunu gördüm ve şu an­
da günlüğümü daktiloya çekiyorum.
Kapı açıldı. Van Helsing döndü.

daha sonra
Van Helsing döndükten sonra pek konuşmadık. Dinlen­
memde ısrar etti ve telgrafına cevap alana kadar yapacak bir
şey olmadığını söyledi.
Van Helsıng'in çektiği telgrafta yazanları buraya geçiriyorum:

M. DEGîL. MYI İZLEMEYİN. KAFASI KESİLDİK­


TEN SONRA. KONT VLADIM1R POKOL'U ARAŞTI­
RIN. YERİNİ OGRENIN. VAN HELSİNG.

7 Ocak
Van Helsing'in (aradan geçen o berbat denecek kadar ha­
reketsiz günlerde Van Helsing'e hakkında sorular sorup dur-

221
mama rağmen hiçbir şey ögrenemediğim) esrarengiz dostu
Arminıus'un mektubu geldi. Mektubu okurken yaşlı dostu­
mun yüzünde beliren sıkıntılı ifade, maalesef gördüklerimin
gerçekliğine dair en ufak bir şüphe bile bırakmadı. Dracula
hayatta. Belki de, ölmedi demek daha doğru olur.
Van Helsing mektubu okuduktan sonra, bana hiçbir şey
anlatmaksızın, mektubu o kendine özgü şekilde Ingilizceye
tercüme etmeye koyuldu. Bitirince, çeviriyi bana uzattı (yü­
zü bembeyaz olmuştu) ve onu okuduğum süre boyunca göz­
lerini benden ayırmadı.
Ne diyebilirim. Akıp giden kelimelerden korkmadım. Sa­
nırım korkunun ötesine geçmiştim. Fakat, karanlık ve soğuk
bir boşluktan uzanan kararmış tırnakların bağırsaklarımı
deştiği hissinden kurtulamadım. Başkaca bir yorum yapma­
mak en iyisi. Mektubun kendi, anlatmak istediklerimi daha
iyi ifade edecektir:

Sevgi/i dostum, küçük de olsa bir ihtimal var. Bazı doğu ina­
nışlarına göre, bir nosferatu ölümsüzlük özelliğini, görünüşte ru­
hu huzura kavuşturulmuş olsa da koruyabilir. Evet, kalbine ka­
zık saplansa da, kafası kesilse ve ağzına sarımsak doldurulsa
da, nosferatu ölümü alt edecek bir yol bulabilir, karanlık ve la­
netli ruhu için bir mahfaza işlevi gören bedeni yok edilse bile deh­
şet verici varlığını sürdürebilir.
Sevgili Van Helsing, şu ana dek yalnızca, kurbanlarını dö­
nüştürmek suretiyle dünyaya daha fazla vampir getirerek onun
lanetli soyunu devam ettiren vampirlerin kurduğu sisteme tanık
oldun. Ama dahası var. Yaşayan ölüler yalnızca soylarını de­
ğil, kendi varlıklarını da sürdürebilir. Kurbanını ısırıp, ölü­
müne bir adım kalana dek kanını emebilir, ama kurbanın o son

222
adımı atmasına izin vermeyebilirler. Böylece kurban, tüm ha­
yati faaliyetlerinin ölümüne yavaşladığı ama durmadığı derin
bir komaya girer. Ruhu bedenini terk ettiğindeyse, elbette o beden,
vampirin o anki vücudunun yok edilmesi halinde kullanabileceği
boş bir kabuğa dönüşmüş olur.
Dehşet verici, değil mi? Vampir için de tehlikeli ve risklidir,
çünkü bedenini öyle her istediğinde değiştiremez ve bu yüzden de
tek kozunu saklamak ister, başka seçeneği kalmadıkça, içinde bu­
lunduğu bedenin yok edilmesine ve diğer bedene geçmeye zorlan­
masına güle oynaya izin veremez. Yalnızca şajak vakti ve gece
saatlerinde (bu belirli süreler içinde, dünya henüz gerçeklik ka­
zanmamış veya gerçekliğini kaybetmek üzeredir) karanlık ve fe­
sat ruhunu yeni kabuğuna sokabilir. Maalesef, siz Dracula'yı
tam da gece çökmek üzereyken öldürdünüz
Evet, Vladimir Pokol, Dracula'nın ta kendisi. Araştırmama
bile lüzum kalmadı. Bu yaratığın dünyada yürümek için seçtiği
ismi görmem kafi geldi. Vladimir, hayattayken taşıdığı kendi is­
mi: Vladimir Dracul. Ve Pokol, nosferatu anlamına gelir.
Maalesef artık Bükreş'te değil. Ajanlarımdan öğrendiğim ka­
darıyla, bu isme kayıtlı bir parti sandık, birkaç gün önce ingil­
tere'ye doğru yola çıkan Karanlık Yıldız adlı bir gemiye yüklen­
miş. Bu buharlı bir gemi, rüzgara ve akıntılara bağımlı olma­
dığından menzile süratle ulaşacaktır.
Şatoya gidecek ve Dracula'nın yedekte başka bedenler tutma­
dığından emin olacağım ve eğer tutuyorsa, onları kullanılmaz
hale getireceğim, ingiltere'ye gitmelisin. Çok dikkatli ol. Dracula
orada bir kez bulundu ve o zamanlar ne mekânı ne insanları ta­
nıyordu, elindeki kudretle oynayan ve henüz öğrenme aşamasın­
da tehlikeli bir çocuktu. Şimdi öğrenmiş durumda. Çok daha kur­
nazca hareket edecektir.

223
Tanrı yardımcımız olsun.

Van Helsing, mektubun yanı sıra, bu gece İngiltere'ye ha­


reket edecek bir gemiye iki bilet ve çekmiş olduğu başka bir
telgrafı gösterdi. Telgrafta, Mina ve Jonathan'ı Dracula'nın
dönüşü hakkında uyarıyor ve tetikte olmalarını istiyordu.
Bu gece eve dönüyorum. Beklediğimden çok farklı bir dö­
nüş.

12 Ocak
Dover. Beyaz duvarlar ve martıların çığlıkları. Nihayet ev­
deyim. Elbette, bunun keyfini pek çıkaramıyorum. Gemiden
iner inmez, Van Helsing bölge gazetesinin bürosuna gitti ve
yarım saat boyunca son birkaç günün haberlerini inceledi.
Sonunda aradığı haberi buldu. Yakın zamanda ölen birinin
mezarı başında kanı çekilmiş bir çocuk bulunmuştu. Hemen
Londra'ya doğru yola koyulduk.
Akşam olurken Londra'ya vardık. Küçük Abraham olma­
dan ev ne kadar soğuk ve boş gözüküyor. Elbette, Jonathan
ve Mina'nın yanında olması daha iyi, onu her türlü tehlike­
den başka kimsenin yapamayacağı kadar iyi koruyacaklardır.
Van Helsing'le birlikte şafağı bekliyoruz. Sonra mezarlığa
gidecek ve Lord Saville'in mezarını açacağız.

13 Ocak, gece
Savillelerin aile kabristanında bizi bekleyen sürprizi hiç
kimse tahmin edemezdi. Son notumda söylediğim gibi, Van
Helsing'le birlikte şafak vakti evden çıktık. Bir araba bulmak

224
zor olmadı ve yarım saat sonra, mezarlığın kapısı önündey-
dik. Van Helsing'in taşıdığı çantada yapacağımız iş için gere­
ken malzeme vardı. Yaptığımız işin ortasında biri bizi yaka­
larsa olacakları düşünmek bile tüylerimi ürpertiyordu. Man­
şetleri gözümde canlandırabiliyordum: "Ünlü psikiyatr delir­
di ve yaşlı profesörle birlikte mezar soygunculuğuna başla­
dı." Her ne kadar komik de olsa, bunca yıl akli dengesi bo­
zuk hastalarla uğraşma sonucu, ben de kendimi onların du­
rumuna düşmüş bulabilirdim. O vakit, dövünmelerime, ba­
ğırışlarıma, uyarılarıma kim inanırdı ki? İngiltere'deki akli
dengesi tedavi edilemeyecek derecede bozuk binlerce kişiden
biri olacaktım. Teknolojinin çılgınca ilerlediği bu çağ insan­
ları delirtiyora benziyordu.
Fakat, ne olursa olsun yapmamız gereken şey belliydi. Bir
vampirin kaçmasına izin vermenin yaratacağı tehlike, kendi­
ni dar bir odada, sırtında deli gömleğiyle bulmaktan çok da­
ha büyüktü. İssız mezarlıkta dolanırken, kasvetli düşüncele­
rimden Van Helsinge bahsetmemeyi uygun gördüm.
Benzer bir görünüşe ve görkeme sahip çok sayıda mezar­
lık arasında geçirdiğimiz uzun dakikaların ardından, nihayet
Saville kabristanını bulduk. Londra varoşlarında, paçavralar
içindeki kadınlar ve çocuklar birkaç kuruş için dilenirken,
bazılarının nihai evlerini güzelleştirmek için harcadıkları pa­
rayı düşününce öfkelenmekten kendimi alamadım.
Kabristanın kapısı açıktı ve içeriden gelen bazı sesler duy­
duk. Şaşırarak Van Helsing'le bakıştık. İçeride ne oluyordu
acaba? Oradan ayrılıp, daha iyi bir fırsat çıkıncaya kadar bek­
lememizi önermek üzereydim, ama bu fikrime katiyetle ka­
tılmayacağından emin olduğum üstadım mozoleden içeri gir­
di. Bir an tereddüt ettikten sonra ben de peşinden yürüdüm.

225
içeride üç kişi vardı. İkisinin yüzlerinden, herhalde be­
nimkine benzeyen bir korku ifadesi okunuyordu. Uzun boy­
lu, köşeli bir suratı ve kararlı bakışları olan üçüncüsünün
elinde uyduruk bir kazık vardı ve onu, önündeki açık tabut­
ta yatan cesede saplamak üzereydi.
Bizi görünce durdu. Uzunca bir süre üçü de bize bakakal-
dı. Sonunda, elinde kazık olan, kendinden emin, kararlı ve
bariz bir ironinin sezildiği bir sesle:
"Yanılmıyorsam, Profesör Van Helsing," dedi.
Yaşlı üstadım gülümseyerek, başıyla hafifçe onayladı.
"Evet, benim. Siz de, Sherlock Holmes olmalısınız, haklı
mıyım?"
Van Helsing elini uzattı. Adam da, yüzünde geniş bir te­
bessümle, biraz kendini beğenmiş bir tavırla kendine uzatı­
lan eli sıktı. Ardından, "Zannediyorum ki bizimkiyle aynı se­
bepten burada bulunuyorsunuz," dedi.
Van Helsing, "Bizi buraya başka ne getirebilir?" dedi.
Bu sırada, ben de diğer iki adam da henüz tek lakırdı bi­
le etmemiştik. Sanki bu buluşma önceden kararlaştırılmış ve
farkında olmadığımız güçler bu sıradışı iki adamın karşılaş­
ması için gayret sarf etmiş gibiydi. Geri kalanımızın, böylesi
bir karşılaşma karşısında şaşkınca dikilmekten başka yapaca-
cak bir şeyi yoktu.
"İzin verirseniz, size dostum Doktor Watson ve Scotland
Yard'dan müfettiş Lestrade'i tanıtmak istiyorum. Sanırım si­
zin yanınızdaki centilmen de, ünlü psikiyatr Doktor Seward."
Böylece, mezarlığın ortasında tanışma faslına geçildi, açık
duran tabutun üzerinden tokalaşmayı komik bulan da olmadı.
Sonra Van Helsing bir taraftan ceketini çıkartarak, "Ge­
cikmeden yerine getirilmesi gereken bir görevimiz var," dedi.

226
III
AV
(DOKTOR WATSON'UN HİKÂYESİ
ve DOKTOR JOHN SEVVARD'IN
GÜNLÜĞÜNDEN)

ı
Doktor Watson'un hikâyesi
Son günlerde peşimi bırakmayan gerçekdışılık hissi, Lord
Saville'in mezarı başında Van Helsing ve Seward'la karşılaş­
mamızın ardından elle tutulur bir hal aldı. Okura, çok uzun
zaman önce okuduğu ve tümüyle kurgusal saydığı bir kitap­
taki karakterlerle tanıştığını gözünde canlandırmasını tavsiye
ederim. İnsan, kendi aklından şüphe edebilir.
(Bunda ironik bir taraf da yok değil. Edebi çalışmalarım
sebebiyle, bizzat Holmes ve şahsım da giderek hayalı karak­
terlere dönüşüyoruz ve hattâ ben bile, halkın büyük çoğun-

228
luğunun başka bir yazarın, kimbilir, belki de temsilcim Art-
hur Doyle'un hayal gücünden doğduğumuza inandığına iyi­
den iyiye ikna olmuş durumdayım.)
Sanırım Holmes un, içinde bulunduğu o durumdan güç­
lükle çıkardığı Lestrade'm şok geçirmesine sebep olan mezar­
lıktaki karşılaşma benim aklımı kaçırmadığıma inanmamı
sağladı. Holmes ve benim son günlerde yaşadığımız dehşetin
varlığını kabul eden başka kişilerin de bulunması, hattâ o
dehşetle yüzleşmeye hazır olmaları bana ilaç gibi geldi. On­
lardan birinin, benim gibi tıp doktoru olmasıysa kendimi
toplamamda bir parça daha etkili oldu. Doktor Seward, hiç
şüphesiz olağanüstü cesur bir adam.
O geceki karşılaşmayı büyük bir sabırsızlıkla bekliyor-
muş, eh, sonunda da hayal kırıklığına uğramadı. Seward,
günlüğünü beraberinde getirmişti ve Baker Sokağı'na gelmek
üzere evden çıkmalarıyla sonlanan bazı kısımları bize okudu.
En azından, artık tümüyle kaybolduğuna inandığı bir
korkuya nasıl kapıldığını söylediğinde, ona sempati duymak­
tan kendimi alamadım.
Lestrade sarsılmıştı, ama yavaş yavaş olan biteni kabullen­
meye başlamıştı. Holmes'le birlikte, üstlerini olanlardan ha­
berdar etmemesi ve bütün araştırmayı kendi adımıza yürüte­
ceğimiz konusunda kendisini ikna ettik.
Bana gelince, söyleyecek pek bir şey yok. Her ne kadar
aksini umut etmiş olsam da, bir kez daha Holmes haklı çık­
mıştı. Birlikte geçirdiğimiz bunca yıl içerisinde ilk defa yanıl­
mış olmasını dilemiştim.
Holmes piposunu doldurduktan sonra, "Eh, fazla vakti­
miz yok," dedi. "Lord Savılle'in başına gelenlerin arkasında­
ki, artık onun öldüğünü fark etmiş ve planlarını değiştirmiş-

229
tir. Bu yüzden, ne kadar hızlı olursak o kadar iyi."
Van Helsing, "Haklısınız, dostum, size böyle diyebilirim
değil mi?" dedi ve cevap beklemeden devam etti. "Dracu­
la'nın bu defa Londra'ya gelmekteki amacını bilmiyorum,
ama bunu vakit geçirmeden öğrenmek zorundayız. Her şey
buna bağlı."
"Sanırım bu konuda size yardımım dokunabilir."
Bütün bakışlar şaşkınlıkla Holmes'e döndü. Bu açıklama­
yı uzun zamandır beklediğim için hafifçe gülümsedim. Hol-
mes hafifçe doğruldu ve bir kaşını kaldırarak:
"Aslında gayet basit. Yanılırsam beni düzeltin, Doktor Van
Helsing. Şimdi size anlatacaklarımın temeli, sizin ve dostu­
nuzun getirdiği belgelerde yatıyor, bu yüzden bir hata yapar­
sam, onu hiç kimse sizden daha iyi düzeltemez."
"Elbette, dostum, elbette."
"Vampirler, kaderleri yalnızlık olan bir tür (elbette onları
tür diye tanımlamak yerindeyse). Bu türün en büyük üstün­
lüğü ve yine en büyük zayıflığı da bu. Yalnız olmak zorunda,
zira hayatta kalması buna bağlı. Bir vampirlik salgını başlatıp,
sıradan insanların dikkatini çekme riskini göze alamaz. Bu
sebepten, sadece planlarını uygulamak için gerekli veya fay­
dalı olan kişilere saldırıyor. Bu şekilde hareket ederek, nere­
deyse hiç göze batmadan, yüzyıllardır varlığını sürdürmeyi
başardı."
"Belki daha da fazla."
Holmes, Van Helsing'in söylediğini onayladı.
"Evet, belki daha fazla. Şu halde, yalnızlık onun karakte­
rinde var: en büyük gücü ve en zayıf noktası. Yaşamını tek
başına sürdürmeye, kimseye bağlı olmamaya alışık ve hep
böyle hareket etti. Şimdiye kadar."

230
"Ne demek istiyorsunuz?"
"Londra'ya daha önceki gelişinde karşısına sizler çıktınız.
O yalnızdı, modern dünyaya yeni ayak basmıştı, kudretliydi,
ama bu dünyayı tanımıyordu: Sizler sayıca üstündünüz, ken­
dinizin ve sevdiklerinizin hayatı için savaşıyordunuz. Onu
kaçmaya zorlayıp, son anda öldürdünüz. Ne yazık ki, ölümü
ebedi olmadı. Bu tecrübeden bir şey öğrendi ve öğrendiğini
uygulamak için geri döndü. Yalnız olmanın sakıncalarını an­
ladı. Müttefiklere ihtiyacı var ve eğer onları bulamazsa, yara­
tır."
"Fakat Holmes, siz kendiniz az önce dediniz ki..."
"Evet, Watson, bir vampirlik salgını başlatma riskini göze
alamaz. Bu yüzden, müttefikleri az sayıda ve seçkin kişiler
olacaktır. Korunmaya ihtiyaç duyduğu için, kendisine bunu
sağlayabilecek kimselere sahip olmayı deneyecektir."
Vakit ilerledikçe sinirleri daha da gerilen Lestrade, "Tanrı
aşkına, Holmes, her şeyi açıkça anlatın," dedi.
"Kusura bakmayın, dostlarım. Vardığım sonuçlan daha
çarpıcı kılmak için onlara biraz esrar katmak gibi bir eğili­
mim var, ama bu olayda biraz uygunsuz kaçmış olabilir. Yü­
rüttüğüm akla dikkat ederseniz, düşmanımızın planının hem
çok basit, hem de zekice olduğunu hemen anlayacaksınız.
Doğruyu söylemek gerekirse, bu denli keskin bir zekâyla pek
az karşılaştım; hattâ merhum Profesör Moriarty'den bile ek­
siği olduğunu söyleyemem. Ah, beni affedin, yine konudan
aynldım."
Bacak bacak üstüne atıp, çenesini çaprazladığı ellerine da­
yadı.
"Dracula'nın ilk saldırdığı kişi, bakanlıkta önemli bir
mevkide bulunan Lord Robert Saville'di. Peki sonra ne oldu?

231
Bir vampire dönüşmüş olan Lord Saville, saraya girmeye ça­
lıştı. Ahır sorumlusu girmesine izin vermeyince, ayrıldı. Ha­
yattayken kendisine ait olduğundan, girmek için izne ihtiyaç
duymadığı evine gitti ve bakanlık antetli kâgıtlan ele geçir­
meye çalıştı. Şüphesiz, Buckingham'a çağrılmış gibi davrana­
cak, nöbetçiler de davet edildini gösteren belge sebebiyle içe­
ri girmesine hiç güçlük çıkarmadan izin vereceklerdir."
"Ama, ne yapmak?.." derken, duraladım. Holmes'ün var­
sayımı düşünülemeyecek kadar korkunçtu. Holmes, korkulu
bakışlarımı yakaladı ve hafifçe onayladı.
"Ortada değil mi? Başarılı olmak için korunmaya ihtiyacı
var. Başka kim onu İngiliz kraliyet ailesinden daha iyi koru­
yabilir ki? Planlarının başarıya ulaşması için vampire dönüş­
türeceği bir aile. Sonra, neden sadece ingiltere'yle yetinsin ki?
Niye başka ülkelerin politikacılarını, devlet başkanlarını ve
krallarını vampirleştirmesin? Böyle güçlü müttefiklere sahip
olunca karşısına çıkmaya kim cesaret edebilir? Dostlarım,
eğer bunlar gerçekleşirse insan ırkına ne olacak dersiniz? Li­
derlerimiz, aynı zamanda yıkımımızı hazırlayan kişiler ola­
caklar; eğer o kazanırsa artık insan olmayacağız."
Holmes'ün söylediklerinde ciddi olduğunun farkınday-
dım, ama böyle bir şeyi düşünmesi bile korkunçtu. Lestrade
ve Sevvard'ın da benimle aynı halde olduklarını gördüm. Van
Helsing ise, sanki Holmes'ün sözleri kaçınılmaz bir rota çiz-
mişçesine, söylenenleri sükunetle kabullenmiş görünüyordu.
"Hayır, bu imkânsız, korkunç, insanlıkdışı," dedim.
"Belki de, ama tek mantıklı açıklama bu. Bir düşünün,
Watson."
Öyle yaptım. Duşünmemeye çalıştım, ama düşündüm.
Her zamanki gibi, Holmes haklıydı.

232
Van Helsing'in birdenbire sandalyesinden fırlamasıyla,
daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Neredeyse Holmesun
üzerine atlayarak, taşkınca ona birkaç kez sarıldı. Yaptığı ha­
reketten memnuniyetsizliğimi açık eden bir jest yapmaktan
kendimi alıkoyamadım. Yaptığını aptalca ve gereksiz bul­
muştum. Dracula'yı ilk seferinde durduran, bu gülünç ölçü­
de coşkulu adamcağız mıydı? Etrafıma baktım, Seward gü-
lümsüyordu, ama gülüşünde alay değil, belki biraz nostalji
vardı. Van Helsing'in coşkulu kucaklamalarından kurtulan
Holmes, sakince piposunu içiyordu. Lestrade ise hâlâ olanla-
n tümüyle kabul etmekten aciz, kıpırtısız oturuyordu.
"Kesinlikle haklısınız, Holmes, dostum," dedi Van Hel-
sing. "Ne zekâ! Ne kavrayış! Keşke o canavarla ilk karşılaş­
mamızda da yanımızda olsaydınız!"
Dostum, her ne kadar saklamaya çalışsa da, Hollanda-
h'nın övgülerinden oldukça memnun kalmış bir halde, "Ga­
yet basit biçimde bir dizi sonuç çıkarmaktan fazlasını yapma­
dığıma sizi temin ederim," dedi. "Eh, vakit azalıyor. Size ne
düşündüğümü söyleyeyim. Bu gece yola çıkacağız. İki gruba
ayrılmamız daha iyi olur. Bir grup, saraya gidecek ve Dracu-
la'nın içeri girmeye kalkışması ihtimaline karşı girişleri gözet­
leyecek. Diğer grup, Karanlık Yıldızın ingiltere'ye varıp var­
madığını öğrenecek ve vampirin izini sürecek: Unutmayın,
sadece ne yapacağını ve ne yapmayı düşündüğünü değil, şu
ana kadar ne yaptığını ve nasıl yaptığını da öğrenmemiz ge­
rekli. Bana göre gruplar şöyle olmalı: Doktor Van Helsing,
Lestrade ve dostum Watson saraya gidecek. Doktor Seward
ve ben de İngiltere'ye gelişinden başlayarak Dracula'nın yap­
tıklarını öğreneceğiz. Ne düşünüyorsunuz?"
Sandalyemde kıpırdanıp, Hoimes'e baktım. Bakışlarımda-

233
ki suçlayıcı ifadeyi fark eden Holmes gülümseyerek, "İnanın
bana, sevgili dostum, sizi bir kenara atmıyorum. Her iki
grupta da, daha önce onunla karşılaşmış tecrübeli birinin bu­
lunması zaruri. Van Helsing'le, benimle beraberken olduğu­
nuzdan daha güvende olacaksınız.
Bir şey söylemedim. Holmes kararını vermişti ve onunla
tartışmak boşuna olurdu. Plana itiraz eden kimse olmadı.
"Pekala. Hazırlanıp çıkalım. Fazla vaktimiz yok."

Doktor Seward'ın günlüğü, 14 Ocak


Bunca zamandan sonra yeniden elde yazmak ilginç bir
his. Günlük tutmaya bir süre ara vermeyi düşünüyordum,
ama Baker Sokağı'ndaki evden çıkarken Doktor Watson bu­
na devam etmemi istedi.
"Daha sonra herkese faydası dokunabilir," diyordu.
Onu avutmak için isteğini kabul ettim. Zavallı adam. Hol-
mes'ten ayrı kalacak olması onu sahiden yaraladı. Uzun yıl­
lardır beraberler, durumları, içinde tensel ilişki olmayan bir
tür evlilik sayılabilir. İkisi arasındaki bağ kopmayacak kadar
sıkı. Tıpkı yıllardır süren bir evlilikte olduğu gibi, aralarında-
ki ilişki, imalar, yan yan bakışlar ve telaffuz edilmeden anla­
şılan cümlelerle dolu.
Şu anda, arabayla Karanlık Yıldızı kiralayan gemicilik şir­
ketine doğru gidiyoruz. Holmes, transa girmiş gibi hiç konuş­
muyor, okuduğum kadarıyla, arapsaçına dönmüş şeyleri çöz­
meye çalıştığında bunu sık sık yapıyor. Çok ilginç bir adam
ve açıkçası, Van Helsing'in tam zıddı. Elbette her ikisi de ola­
ğanüstü zeki, fakat karakterleri ancak bu kadar zıt olabilir.

234
Van Helsing saf tutku, içgüdü ve öfke. Holmes ise aklın ete
kemiğe bürünmüş halı. Kendi kendime, böyle biri hiç âşık ol­
muş mudur, diye soruyorum. Freud onunla tanışmış olsaydı
çalışmaları için ilginç bir konu teşkil edeceğine hiç şüphe yok.
Neyse, bunu bir tarafa bırakalım. Arabanın camından li­
man bölgesine yaklaştığımızı görüyorum. Bu kâgıtları cüzda­
nımda saklayacağım. Kimbilir, bir daha yazmaya ne zaman
fırsat bulacağım.

Doktor Watson'un hikâyesi


Lestrade yavaş yavaş dalgınlığından sıyrılıyor. Hareket
onu uyuşukluğundan çıkardı ve tekrar o bildiğimiz biraz saf,
kaygılı ve inatçı müfettiş oldu. Şüphesiz, gözlerine yerleşen o
amansız bakış bir daha kaybolmayacak.
Baker Sokağı'ndan ayrılmamızdan yarım saat sonra saraya
vardık. Lord Robert Saville içeri ahırların bulunduğu bölüm­
den girmeye çalışmıştı ve Dracula'nın da orada şansını dene­
mesi mümkündü. Lord Saville'in, saraya kabulünü sağlaya­
cak herhangi bir kâğıt ele geçiremediğine inanıyorduk, bu
yüzden, Holmes'ün söylediğine (ve Van Helsing'in coşkuyla
onayladığına) göre, Dracula'nın, nöbetçilerle karşı karşıya
kalarak kendini tehlikeye atmaktansa, ahır sorumlusunu hip­
notize ederek içeri girmeyi denemesi daha muhtemeldi.
Saraya varır varmaz, Lestrade, Scotland Yard kimliğini
göstererek, ahır sorumlusunu sorguya çekti. Son birkaç gece­
dir (Lord Saville hariç) kimse içeri girmeye çalışmamıştı. Bu
kendi halinde adamı uykusuna kaldığı yerden devam etsin
diye rahat bıraktık ve dışarıyı gözlemeye karar verdik.
Dracula'nın ne taraftan geleceğinden emin olmadığımız­
dan, Van Helsing'in önerisi üzerine, izleyeceğimiz bölgeyi

235
üçe böldük. Benim payıma ahırlar düştü ve boynumda bir sı­
ra sarımsak ve bir haçla yakındaki gölgelerde gizlendim.
Van Helsing yanımızdan ayrılmadan önce, "Onun karşı­
sında çok dikkatli olun," diye uyardı. "Özellikle gözlerinden
sakının. İradesi çok güçlüdür. Eğer onu görürseniz, hattâ
gördüğünüzden emin olmasanız ve yalnızca varlığını hisset­
seniz bile, düdüğü çalıp, diğerlerine haber verin. Mümkün
olduğu kadar çabuk orada olacağım ve gerekeni yapacağım."
Lestrade'le birlikte onayladık, sonra dağılıp, izleme işine
koyulduk.
Âdetim olduğu üzere, belli bir süre boyunca büyük heye­
can yaşadığımda hissettiğim yorgunluk bastırmıştı ve giderek
üzerime daha fazla ağırlık çöktüğünü hissettim, karşı koyma­
ya çalışsam da direnemeyecek gibiydim. Kafamı kaldıramı-
yordum. Birdenbire endişeyle gözlerimi açtım ve hemen ar­
dından sakinleştim. Yalnızca birkaç saniye uyuklamış olma­
lıyım, o kadar kısa sürede de bir şey olacağı yoktu.
Aniden sarayın ön tarafından gelen sesler duydum. Ahır
sorumlusunun sesini ayırt edebildim, ne dediğini anlamıyor-
dum, ama sesi öfkeliydi. Başka bir ses daha vardı; alçak, na­
zik ve kudretli birinin sesi. Ahır sorumlusunun sesi birden
kesildi ve onu yeniden duyduğumda, duygusuz, mekanik bir
şekilde konuşuyordu.
Daha fazla beklemedim. Saklandığım yerden çıkıp, bir
yandan düdüğü çalarak koşmaya başladım. Ahır sorumlusu­
nun sabitleşmiş gözlerle, "Efendi" dediğini duydum. Önün­
de, sırtı bana dönük halde, sarışın, uzun boylu ve zarif giyim­
li bir adam duruyordu.
Ahır sorumlusunun ağzından, "Elbette geçebilir..." sözle­
ri döküldü.

236
Bütün gücümle, hiç düşünmeden, "Hayır!" diye bağırdım.
Belki bilinçaltım ne yaptığını biliyordu, belki de tamamen
tesadüftü, ama bağırmam işe yaradı. Ahır sorumlusu girdiği
hipnozdan çıktı ve müthiş bir korkuyla karşısında duran
adama baktı. Tam o an yanına vardım. Kabanımın cebindeki
metal haçı kuvvetle kavradım.
Sarışın adam bana döndü, asil ve abartılı tavırları aristok­
rat kökenini ortaya koyuyordu ve bir an, bunun ne kadar gü­
lünç bir fikir olduğunu düşündüm, o adam vampir olamaz­
dı. Vampir diye bir şey yoktu, bu yalnızca yaygın bir batıl
inançtı ve hepimiz bu saçma sapan toplu yanılsamaya kendi­
mizi kaptırmıştık.
Sonra, gözlerini gördüm. Kızıl, derin, karanlıktı. Çılgınca
bir süratle dönen iki kızıl boşluğa benziyorlardı. Haçı tutan
elimin gevşediğini ve bütün irademin uçup gittiğini hisset­
tim. O gözlerin sahibini memnun etmekten başka hiçbir ar­
zum yoktu.
"Sizi tanımıyorum, bayım," dedi. Sesi yumuşak ve sakindi,
ayrıca öylesine otoriterdi ki, derhal ona hizmet etmek, sonsu­
za dek kölesi olmak arzusuyla yanıp tutuştum. "Size bir zarar
vermedim. Peki, neden planlarımı bozmaya çalışıyorsunuz?"
Cevap vermedim. Verecek bir cevabım yoktu. Yalnızca,
beni yavaş yavaş içine çeken o dipsiz gözlerine bakarak ora­
da dikilmeye devam ettim. İçimde giderek derinleşen bir
boşluk vardı ve azar azar içine çekiliyordum. Kötü değildi,
aksine, tarifsiz ve hoş bir halsizlik nazikçe ama sağlam bir şe­
kilde yer ediyor gibiydi. Ağzını açtı ve uzun dişlerini gör­
düm. Soluğundaki çürümüşlük kokusunu aldım. Görünü­
şünden öylesine büyülenmiştim ki, en ufak bir tiksinti hisset­
medim.

237
"Boynunuza sarımsak astığınızı görüyorum. Onları çıkarır
mısınız?"
Elbette, neden çıkarmayacakmışım, diye aklımdan geçir­
dim. Aslında kendi kendime, bu kadar kötü kokan bir şeyi
nasıl boynumda taşıyacak kadar aptal olabildiğimi soruyor­
dum. Ahır sorumlusunun bir an yeniden hareketsizleştikten
sonra onu benim kadar büyüleyici bulduğunu belli belirsiz
fark ederek, boynumdakileri çıkarmaya başladım.
Metalik bir panltı aniden kızıl gözlerle arama girdi ve so­
ğuk, keskin bir şey zihnimde bir delik açtı. Rahatsız bir hal­
de, neredeyse acı çekerek gözlerimi kırpıştırdım ve Van Hel-
sing'in elindeki haçı yukarı kaldırdığını gördüm.
Yavaşça büyünün etkisinden çıkarken, hipnozcum, "Sen!"
diye gürledi. "Sen olamazsın! Lanet olasıca ihtiyar! Ne zaman
çürüyecek senin kemiklerin?"
Van Helsing, "Seninkiler toza dönmeden değil," diye ce­
vapladı.
Lestrade'in de bir elinde haç, diğerinde altıpatlarla bize
doğru koştuğunu gördüm. Araya girmeden önce, Van Hel­
sing bir el işaretiyle onu durdurdu. Elindeki haçı Dracula'ya
(evet, artık ona böyle diyebiliyordum) doğrultup, uygun bi­
çimde davet edilmediği için henüz giremediği saraydan geri
sürdü.
"Sana ve tüm dostlarına lanet olsun!"
"Buradaki tek lanetli sensin, Kazıklı Voyvoda. Kraliyet ai­
lesi senin pençene düşmeyecek."
Dracula'nın yüzünden bir şaşkınlık ifadesi geçti.
"Nasıl...?"
"Yalnız değilim, nosjeratu... Bu defa senin işini ebediyen
bitireceğiz."

238
"Göreceğiz," dedi Dracula.
Apansız kesif ve leş kokulu bir sis girdabının içinde kay­
boldu. Arkamızdan gelen gürültüye döndüğümüzde, bir fare
sürüsünün ayaklayarak karanlığa karıştığına şahit olduk.
Van Helsing iç çekip, elindeki haçı aşağı indirdi ve omuz­
ları çökmüş halde bir an durdu.
"Artık bunun için fazlasıyla yaşlıyım," dedi. "Fazlasıyla."
İlk defa gözüme gülünç görünmedi ve yalnızca bir haç ve
iradesiyle Dracula'nın karşısına çıkacak kadar cesur bu ada­
ma hayranlık duydum.
"Saray bugünlük kurtuldu. Şafağa az kaldı. Önümüzdeki
geceden önce onu bulmamız lazım. Aksi halde, er veya geç,
içeri girmenin bir yolunu bulacaktır."
Aynı fikirde olduğumu belirttim.
"Baker Sokagı'na dönüp, dostumuz Holmes'ü bekleye­
lim."

Doktor Seward'ın günlüğü, 15 Ocak


Sussex'e varmamıza az kaldı. Umarım vaktinde yetişiriz.
Jonathan. Mina. Küçük Quincey. Abe, benim küçük Abe'im.
Hepsi büyük tehlikede.
Ah, olanları atladım. Liman bölgesine vardığımızda saat
sabahın biriydi. Neyse ki o saatte bile doklarda birileri olur­
du. Holmes bekçiyle uzun uzadıya konuştu ve sonunda
azimli bir ifadeyle barakadan çıktı. Bekçiyi sorgulamaktaki
yeteneğine, adamı yalnızca ihtiyaç duyduğu bilgileri vermeye
mecbur bırakmasına hayranlık duydum. Müthiş. Holmes
hakkında okuduğum her şey doğru olmalı.

239
Karanlık Yıldız, İngiltere'ye Lord Saville'in ölümünden
birkaç gün önce varmış. Güvertesinde, aristokrat görünüşlü,
sarışın bir adam varmış ve gemi şafak vakti limana demirle­
mesine rağmen akşam olana dek karaya ayak basmamış. Bu
bilgi, yolcunun kimliği hakkında en ufak kuşkuya yer bırak­
mamıştı. Beraberindeki yükün (görünüşe göre toprakla dolu
birkaç büyük sandık) teslim edileceği adresi bıraktıktan son­
ra limandaki ara sokaklarda gözden kaybolmuş. Bekçi, Dra-
cula'nın verdiği adresi bilmiyordu, ama bilebilecek birinin is­
mini verdi.
Bekçinin yanından ayrıldıktan sonra Holmes, "Sizden bir
şey rica edeceğim, Doktor," dedi. "Konuşmayı bana bırakın.
Siz bir şey söylemeyin."
Sessizce kabul ettim. Sade görünüşlü evi bulduk ve Hol­
mes sabırsızca kapıyı dövmeye başladı. Birkaç dakika sonra,
asık suratlı bir adam kapıyı açtı.
Holmes, "Tanrı aşkına!" diye neredeyse isterik bir şekilde
bağırdı. "Hâlâ burada mısınız? Haydi yahu, bizi götürmen la­
zım."
Adam yarı uykulu bir halde, ne cevap vereceğini bileme­
di. Holmes, adamın kendini toplamasına fırsat vermeden,
anlaşılması imkânsız (patronun, hemen giyinip, bizi bir yere
götürmesi gerektiği haricinde ben bile hikâyeyi takip edeme­
miştim) bir hikâye uyduruverdi. Ama bu uydurma hikâye ih­
tiyacımız olan şeyi elde etmemizi sağladı: Adam sandıkların
nakledildiği adresi verdi.
Asık suratlı ev sahibi, "Eğer istiyorsanız kendi başınıza gi­
debilirsiniz." dedi. "Ben sizi hiçbir yere götürmeyi düşünmü­
yorum. Özellikle de bu saatte."
Holmes ısrar edecek gibi göründü, ama adam kapıyı ka-

240
pattı. Dedektif birkaç dakika, evin ışığı sönene dek bekledi.
Sonra, yüzünde bir gülümsemeyle bana döndü.
"Eh, tamamdır, gidelim," dedi.
O anda neler döndüğünü anladım: Holmes'ün ısrarcılığı
ve kapıyı vakitsiz çalışı sebebiyle bizden bir önce kurtulmak
isteyen adam, bize hem adresi vermiş, hem de oraya gitmek­
teki gönülsüzlüğü Holmes'ün o adresin aradığımız yer oldu­
ğundan emin olmasını sağlamıştı.
Yarım saat içinde, vampirlerce terk edildiğini sandığımız
ve Dracula'nın sandıklarını depolaması için gayet elverişli bir
yer olan, Londra'nın biraz dışındaki harap bir eve doğru ara­
bayla yola koyulmuştuk.
Sabahın ikisinde, sarayda olup bitenlerden habersiz, eve
vardık. Holmes kilidi açmakta hiç zorlanmadı ve içeri girdik.
Evin içi tam bir harabeydi. Toz, örümcek ağları, nem...
Duvarlar, dokunsak yıkılacak gibiydi ve mobilyalar uzun za­
man önce toza dönüşmüştü. Mahzene inen merdiveni bul­
duk ve aşağı indik. Holmes beraberinde getirdiği pilli feneri
yakmıştı.
Sandıklar oradaydı. Liman bekçisi altı tane olduklarını
söylemişti. Sahiden de altı taneydi. Bu kadar şanslı olduğu­
muza inanamıyordum. Görünüşe göre, bu defa varlığının tü­
müyle gizli kalacağını hesap eden Dracula başka sığınak ara­
ma zahmetine katlanmamıştı. Bir kez daha, hayattayken insan
olsa da, gerçekte tümüyle bir hayvan gibi hareket ettiğini, avı
için gerekli olandan ötesini düşünmeyen bir yırtıcı olduğunu
düşünmekten kendimi alamadım. Çabalasa bile resmin tama­
mını göremiyordu: Gözden kaçırdığı unsurlar vardı.
Dracula, Londra'ya ikinci kez geliyordu. Dünyayı tanıyan
biri olarak, planını kurmak için yıllar harcamıştı. Yine de, alter-

241
natif bir sığınak bulmak gibi çok önemli bir detayı atlamıştı.
Holmes, "Sandıkları işe yaramaz hale getirmeliyiz," dedi.
Buna hazırdım. Ayrılmadan önce Van Helsing bana ufak
metal bir kutu vermişti. Açtım ve içindekini gördüğümde se­
vindim: Üç parça kutsal ekmek Holmes'ün fenerinin ışığında
beyaz beyaz parladı.
Büyük bir dikkatle ekmekleri ufaladık ve her bir sandığa
paylaştırarak, kapaklarını kapadık. İşimiz bittiğinde, sorar
bir ifadeyle Holmes'e baktım.
"Bekleyeceğiz," dedi. "Er veya geç gelecektir."
Vaktin geçmesini bekleyerek mahzenin bir köşesine otur­
duk, gece ağır ağır ilerledi. Saatler sonra, mahzen tavanındaki
döşemelerden ufacık bir ışık huzmesi sızdı. Holmes'e baktım.
"Sabah oluyor," dedi.
"Fazla gecikmez. Gündüzler onun için elverişsiz, dinlen­
mek için gelecektir."
Holmes'ün sözlerini doğrulamak istercesine, kapının açıl­
dığını duyduk. Üstümüzde ayak sesleri geziniyordu. Mahzen
kapısı gıcırdadı ve çürümüş merdivenlerden biri indi. Mah­
zene adım atar atmaz durdu. Kafasını saga sola çevirip, tıpkı
koku almaya çalışan bir hayvanınkine benzer garip bir ses çı­
kardı.
Soğuk ama içe işleyen güçlü bir sesle, "Burada olduğunu­
zu biliyorum," dedi. "Çıkın, lütfen."
Holmes ona doğru bir adım attı. Ben de, titreyerek onu ta­
kip ettim.
"Kim..? Ah, sizi tanıyorum Doktor Seward, ama yanınız­
daki beyle tanışma onuruna erişmedim."
"ismim Sherlock Holmes, Kont Vladimir Dracul."
"Şu dedektif mi?"

242
ikisi, sanki ben orada değilmişim gibi hayatım üzerinden
pazarlık ederken, elimi yavaşça ceketimin cebine kaydırdım.
"Daha büyük düşündüğünüzü sanıyordum."
"istediğim gibi düşünürüm. Ben kendi kendimin efendi-
siyim bayım ve canım nasıl isterse öyle yaparım. Küçük de­
dektif, sen kim oluyorsun da bana ne düşünüp ne düşünme­
mem gerektiğini söylüyorsun? Sizler yoluma çıkan rahatsız­
lık verici engellerden başka bir şey değilsiniz. Ve ben engel­
lerle tartışmam: Onları ya bir kenara kaldırıp atarım veya pa­
ramparça ederim."
O anda, elime değen metalin rahatlatıcı temasını hisset­
tim. Haçı sıkıca kavrayıp, cebimden çıkardım. Dracula ko­
nuşmaya devam ediyordu.
"Ayaklarıma kapanıp, sefil hayatlarınızı bağışlamam için
yalvarmanıza izin veriyorum, o zaman hayatlarınızı bağışla­
yabilirim. Veya belki bağışlamam. Küçük düşmenizden ala­
cağım o cimri haz, hayatta kalmanızın bana vereceği rahatsız­
lığa değmez."
Haçı görür görmez sesi kesildi ve o hain suratındaki kibirli
ifade uçup gitti. Gırtlağından asla bir insana ait olmayacak bir
feryat çıktı. Boğazımı saran ellerin gevşediğini hissettim ve
kendimi kurtardım. Haçı bırakmamayı başararak yere düştüm.
Dracula, "Pekala!" diye uludu. "Pekala! istediğiniz buysa,
öyle olsun!"
Kalkmaya çabaladım, ama kıpırdayamadım. Nosfera-
tu'nun yüzü gazap ve hayal kırıklığından yapılmış bir maske­
ye dönmüştü. Bize olan nefreti sanki etten kemikten ve bi­
linçli bir varlık gibiydi.
"Van Helsing ve sen son kez karşıma çıktınız. Bunu öde­
yeceksiniz! Yaşayacaksınız, ama ölmüş olmayı yeğleyeceksi-

244
niz! Size ait olanlar benim olacak! Sana gelince, dedektif, sa­
na gelince..."
Konuşmaya olan ilgisini birdenbire kaybetmiş gibi merdi­
venlere doğru koşmaya başladı. Bir gölgenin üzerimden atla­
yıp, onun peşinden gittiğini hissettim. Ayak sesleri duydum,
ardından sokak kapısı açıldı. Ağır ağır eklemlerimin kontro­
lünü kazanıp, ayağa kalktım. Mahzenden çıktım. Holmes de
o anda başını sallayarak eve girdi.
"Faydasız. Onu bekleyen bir araba varmış. Bizden kaçma­
yı becerdi."
"Peki nereye gidiyor?"
Holmes, bana söyleyip söylememe konusunda tereddüt-
lüymüş gibi bir an beni süzdü.
Sonra, "Sussex'e," dedi.
"Nasıl..?" Birden sustum.
Jonathan ve Mina, Sussex'te yaşıyordu. "Size ait olanlar be­
nim olacak!" demişti. Tanrım, küçük Abraham da oradaydı.
"Olamaz! Oğlum..." Bir anda dizlerimin bağı çözüldü, iki
güçlü kol beni tuttu. Kafamı kaldırdım. "Holmes, oğlum... "
"Sakin olun. Oraya gideceğiz."
Şimdi oraya gidiyoruz. Ok yaydan çıktı. Umarım zama­
nında yetişebiliriz.

Doktor Watson'un hikâyesi


Holmes ve Seward, Baker Sokağına bizden bir saat sonra
geldi. Doktor Seward'ın yüzü kâğıt gibi bembeyazdı ve göz­
leri yuvalarından fırlayacak gibiydi. Val Helsing'i görür gör­
mez ona koştu.

245
"Mina ve Jonathanın peşinde!" diye bağırdı ve yere yığıldı.
Endişelenerek, onu muayene ettim. Neyse ki, sinir bozuk­
luğundan kaynaklanan aşırı düşük tansiyon haricinde bir şe­
yi yoktu. Bir kadeh brendi verdik ve biraz sakinleşince, Hol-
mes olanları anlattı.
"Giderken, bizimkilerin onun olacağını söyledi. Bugüne
kadar Watson veya benimle pek bir alışverişi olmadığından,
bu söz, siz ikinize yönelikmiş gibi görünüyor," dedi, Sevvard
ve Van Helsing'i işaret ederek. "Ve ailelerimiz olmadığı için
(en azından Doktor'un bir oğlu olduğunu öğrenene kadar
böyle düşünüyordum) Dracula'nın kastettiği kişiler yalnızca
Jonathan ve Mina olabilir, ki Doktor Van Helsing'in dün ba­
na söylediğine göre Sussex'te yaşıyorlar."
"O halde ne bekliyoruz?" dedi Lestrade, "Hemen gidelim."
"Sakin olun, dostum, acele etmeyin. Ondan önce Sussex'e
varamayız, bu bir gerçek, bu yüzden ilk yapmamız gereken
dostlarımızı yaklaşan tehlikeye karşı uyarmak. Telefonları
var mı?"
Sevvard, "Evet," dedi ve cüzdanından çıkardığı bir kâğıdı
Holmes'e uzattı, "işte."
"Onlarla ikinizden birinin konuşması daha iyi olur. Beni
tanımıyorlar ve şüphesiz bana inanmayacaklardır."
Giriş katına inmemiz gerekiyordu. Holmes her zamanki
garipliğiyle, kaldığımız kata telefon yerleştirilmesini isteme­
mişti; dış dünyanın hayatına yeteri kadar sızdığı, bir de sesi­
ni duymaya ihtiyacı olmadığı gibi bir şey söylediğini hatırlı­
yorum.
Neyse ki Bayan Hudson'un dairesinde bir telefonu vardı
ve kullanmamıza izin verdi. Van Helsing ahizeyi alıp, numa­
rayı çevirdi. Konuşması kısa ve özdü, Hollandalı ve eski dost-

246
lan arasında coşkulu bir sohbete zaman yoktu. Bu ışı de bi­
tirince, saat beşte, Sussex'e ilk kalkan trene binmek için Vik-
torya istasyonuna doğru yola koyulduk.
Saat altıya kadar Sussex'e tren yoktu. Katlanılmaz bir on
beş dakikalık rötarla hareket ettik ve eğer tahminlerimiz doğ­
ruysa, Harkerların evine gece yarısı varacaktık.
Trende, Seward günlüğünü düzeltirken, geri kalanımız da
elimizden geldiğince aklımızı meşgul etmeye uğraştık. Lest-
rade hiç konuşmuyordu. Şüphesiz, tüm bu olanlar ona fazla
gelmişti. Hayretle müfettişe şefkat duyduğumu fark ettim.
Kibirli, budala ve hayal gücü kıt biriydi, ama aynı zamanda
yıllar boyunca azimli ve sadık bir arkadaş olmuştu ve Hol­
mes'e duyduğu saygı ve hayranlık zamanla artmıştı. Bu his­
lerle dolu olarak, dostça kolunu tutmaktan kendimi alama­
dım. Lestrade bana bakıp, acı acı gülümsedi.
"Sagolun, Doktor."
"Lafı olmaz."
Holmes ve Van Helsing canlı bir şekilde tartışıyor, dostu­
mun kullandığı deyimle, bilgi alışverişi yapıyorlardı.
Zaman çıldırtıcı bir yavaşlıkta akıyordu. Nihayet istasyo­
na vardık. Bizi Harkerların evine götürecek bir araba orada
bekliyordu. Korku ve umutla dolu olarak, umarım vaktinde
yetişiriz diye düşündüğümü hatırlıyorum. Doktor Seward'ın
da aynı şeyleri hissettiğini anlamak için ona bakmama bile
gerek yoktu.
Eve vardığımızda üzerimizde bulutlu bir gece vardı. Har­
kerların yuvası hoş bir kır eviydi, gösterişli değil ama gayet
sıcaktı. Kapıda bizi bizzat Harker ve eşi karşıladı. Gergin ol-
malarına rağmen konuksever davrandılar.
Jonathan Harker, "Bay Holmes, Doktor Watson, sizlerle

247
tanışmak gerçek bir zevk. Keşke daha iyi şartlarda tanışmış
olsaydık," dedi.
Sonra Doktor Seward'a döndü ve ikisi hararetle kucaklaş­
tılar. Van Helsing de Mina Harker'ı babacan bir tavırla öptü.
Eve girdik ve Harker bir yandan yaptıklarını anlatırken
geç bir akşam yemeği yedik.
"Gerekli tüm önlemleri aldık. Evdeki bütün girişler sarım­
sak tozuyla sıvanmış durumda ve tüm kapı ve pencerelere sa­
rımsak demetleri asılı."
"Hayran olunacak bir sağduyu, Bay Harker," dedi Holmes
piposunu yakarken, "bu kadar kısa sürede bunca önlem al­
mak için sıkı çalışmış olmalısınız."
"Pek değil." Üzgünce gülümsedi ve yüzü bir an karardı.
"Evimde çok geniş çaplı önlemler alalı uzun zaman oluyor."
Holmes sessiz kaldı. Seward, üst katta uyuyan oğlunu
görmek istediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Çok geçme­
den Bayan Harker da odasına çekildi ve dördümüz strateji­
mizi planlamaya koyulduk.
Şüphesiz, Dracula, eve girmek amacıyla içeriden birini et­
kileyerek kendisini davet ettirmeye çalışacaktı. Holmes erte­
si günün tamamında nöbet tutmayı önerdi.
"Bu işe ne kadar az kişi kanşırsa o kadar iyi," dedi. "Biz­
ler daha önce kontu durdurduk ve onu nasıl durduracağımı­
zı biliyoruz. Riskleri çoğaltmanın anlamı yok."
Herkes onayladı, Holmes ve Van Helsing'in kurduğu planı
izleyerek, evi bölüştük. Gün ışığında vampirin gücü zayıflı­
yordu, fakat gündüz eve girmesi ve karanlık basıncaya kadar
bir köşede saklanması mümkündü, ihtiyatı bir an bile elden
bırakamazdık. En ufak bir dikkatsizlik ölümcül olabilirdi.
Holmes, "Önümüzde gergin günler olduğunun farkında-

2 4 8 l
yım," dedi. "Fakat bunun çok uzun sürmeyeceğini sanıyo­
rum. Bildiğim kadarıyla Dracula oldukça sabırsız. Dün gece
planlarını iki defa bozduk ve intikam almak için sabırsızlanı­
yordun Ne olursa olsun, birkaç gün içinde her şey bitmiş
olacak."
Biraz daha konuştuk ve odalarımıza çekilme vaktinin gel­
diğine karar verdik. Holmes biraz pipo içmek ve nöbet tut­
mak için salonda kalmak istediğini belirtti.
Odama çıkmadan önce onu son gördüğümde, ağzının ke­
narında kavisli piposu, uzun parmaklarını çaprazlamış, kol­
tuğunda arkaya yaslanmış halde duruyordu.

Doktor Seward'ın günlüğü, 16 Ocak


Ben el fenerinin solgun ışığında bu satırları yazarken küçük
Abe yanımda mışıl mışıl uyuyor. Onun tatlı yüzünü tekrar gö­
receğimden şüphe etmeye başlamıştım. Tanrı'ya şükür, o iyi.
Şafağa az kaldı ve iliklerime işleyen berbat bir soğuk var.
Kalemi zor tutuyorum. Çok yorgunum, çok uykum var.
Pencerede bir şey var. Hayır. Sadece bir hayal. Aptallık.
Her şey iyi gidecek. Küçük Abe gayet iyi ve Holmes ile Van
Helsing yanımızdayken başarısız olmamız imkânsız. Yazma­
ya son versem iyi olacak. Bir önceki cümleyi bile okuyacak
takatim yok.

Doktor Watson'un hikâyesi


Tahta kırılmasına benzer bir ses duydum. Uyku sersemi
yataktan kalktım ve başka gürültüler de duydum. Bir kapı
açıldı. Biri merdivenlerden çıkıyordu.

249
Tamamen uyanarak, sırtıma bir sabahlık geçirdim ve ho­
le çıktım. Holmes'ün, ışığı yanan bir odaya girdiğini ucu ucu­
na gördüm. Harker ve eşi, önden yürüyen Van Helsing'i izli­
yordu.
Koşmaya başladım ve kâbuslardan fırlamış bir sahneyle
karşılaşmaya hazırlanarak eşiği geçtim.
Doktor Seward'ın oğluna ait olduğu anlaşılan odadan bir
kasırga geçmiş gibiydi.
Mobilyalar, tabiat kuvvetlerinden biri tüm öfkesini onlara
kusmuş gibi parçalanmış, tersyüz olmuştu. Holmes, duvara
yaslanmış duran Seward'a, kendini toplaması için bir yudum
brendi içirmeye çalışıyordu.
"Ne oldu?" diye sordu.
Seward güçlükle doğrularak, "Ben... uyudum," dedi.
"Abe'in yataktan kalktığını ve pencereden sarımsakları çıkar­
dığını hatırlıyorum. Birine içeri girmesini söylüyordu. Son­
ra... karmaşa, delilik. Nasıl hayatta kaldığımı bilmiyorum."
Aniden duraladı ve etrafına bakındı. Telaşla, "Abe nere­
de?" diye sordu, "Pencere!"
Durdurmaya fırsat kalmadan, açık pencereden sarkarak
çıktı ve çatıya doğru güçlükle tırmanmaya başladı.
Holmes ev sahibimize dönerek, "Tavan arası?" diye sordu.
Sesi, ortada bir felaket yokmuş gibi lakayttı.
Harker, odadan çıkarken, "Beni izleyin," dedi.
Peşinden gittik. Tek bir söz söylemiyorduk, zira yüz ifade­
lerimiz her şeyi açıklıyordu. Hepimiz birer aptaldık, kendimi­
ze (fazla) güvenmiştik ve Dracula da fırsatı iyi kullanmıştı.
"Benim hatam," dedi Harker birden. "Abe bütün hafta gö­
rünmez arkadaşından bahsetti ve buna dikkat etmedim, şu
çocuksu oyunlardan biri sandım."

250
Sessizce anladığımı belirttim. Dracula ufaklığa yaklaşmış
ve kendisini davet etmesi için onu hipnotize etmişti. Bu şey­
tani yaratık sandığımızdan çok daha kurnazdı. Bir yandan
Buckingham'a girmek için Londra'da entrikalar çevirirken,
diğer yandan gizlice ikinci bir plan uygulayacak kadar bece­
rikliydi. Belki de hedefi daima intikam olmuştu ve kraliyet
ailesini vampire dönüştürme planı acımasız bir şaşırtmaca­
dan başka bir şey değildi. Böyle çarpık bir zihinden neler
geçtiğini kim bilebilir ki?
Tavan arasına ulaştık ve Holmes, Harker'ın yardımıyla ça­
tı penceresini açtı. Pencerenin önüne toplandığımızda, kor­
kuyla, yalnızca birkaç metre uzağımızda cereyan eden olaya
şahit olduk. Seward çatıya çıkmış, bir koluyla ufaklığı tutan
Dracula'nın önünü kesmeye çabalıyordu. Talihsiz çocuk,
transtaymış gibi boş gözlerle, hareketsiz duruyordu. Holmes
pencereden çatıya atlayıp, sanki Hyde Park'ın ortasındaymış
gibi kaypak zeminde koşmaya başladı.
"Çok geç," dedi vampir. "Kanını içtim ve artık o benim.
Hepinizin olacağı gibi!"
Holmes'ün arkasından çatıya adım attığım anda, Se-
ward'ın delirmiş gibi Dracula'ya doğru hamle yaptığını gör­
düm. Nosjeratu, onu bir böceğe fiske atarmış gibi bir yana fır­
lattı ve Doktor bahçeye düştü. Bedeninin yere çarparken çı­
kardığı boğuk sesi duyduk.
Van Helsıng arkamdan, "Lanet olsun!" diye bağırdı.
Holmes, o şeytani yaratığın üzerine gitmeye devam eder­
ken bize, "Van Helsing, Watson olduğunuz yerde kalın. Ben
icabına bakarım," dedi.
Dışarıda uğursuz bir manzara vardı. Dolunay çıkmıştı ve
çatının tepesindeki üç silueti ölgün bir ışıkla aydınlatıyordu.

251
Dracula, hâlâ transtaki çocuğu bırakmadan, "Benim icabı­
ma bakmayı nasıl umarsın, aptal?" dedi. "Gitmeme engel ola­
mayacaksın."
"Peki nereye? Londra'daki sığınağınız artık işinize yara­
maz. Transilvanya'ya da dönemezsiniz. Gelgit sona erene dek
Kanal'ı geçemezsiniz. Ben de sizi orada bekliyor olacağım."
'Başka sığınaklarım da var. Gece benim sığınağım."
Kendime, o hipnotize edici gözlerden sakınmam gerekti­
ğini hatırlattım. Holmes vampire biraz daha yaklaştı.
"Beni yendiğinizi mi sanıyorsunuz? Hepinize sahip olaca­
ğım ve bana, efendi diye hitap edeceksiniz. Size gelince de­
dektif, sizin için özel bir şey düşüneceğim."
"Bu asla olmayacak."
"Haçınız nerede? Nerede düşmanın o gülünç sembolü?"
Birden, müthiş bir korkuyla, Holmes un elinde haç olma­
dığını fark ettim. Aklından ne geçiyordu ki? Bulundukları ye­
re hamle ettim. Holmes'ün o alçak mahlukla silahsız olarak
mücadele etmesine müsaade edemezdim. Yerinden oynamış
bir kiremite takılarak, bir an dengemi kaybettim. Sonra biri
beni tuttu.
Van Helsing'di. "Çok geç, dostum Watson," dedi, "Onun­
la tek başına karşılaşmak zorunda."
Haklıydı. Holmes ve Dracula artık birbirlerine çok yakın­
lardı ve olacakları engellemek için oraya vaktinde ulaşmak
imkânsızdı.
"Haça ihtiyacım yok. Aklım yeterli bir silah."
"Ha, ha, ha, ha! Aklın bir işe yaramaz, seni zavallı. Tek si­
lah güçtür. Benimle boy ölçüşecek kudretin var mı? Hıh, hiç
sanmam."
"Elveda, Vlad Dracul."

252
Aniden, Holmes'ün kol yeninden bir şey fırladı, ince ve
sivri uçlu bir şeyin, sanki yayla fırlatılmış gibi Dracula'nın
göğsüne saplandığını gördüm. Vampir, oğlanı aşağı fırlattı.
Holmes ise, hiç zorlanmadan insanüstü bir hızla hareket ede­
rek çatının saçağından düşmek üzere olan çocuğu yakaladı.
Dracula göğsündeki kazığa hayretle gözlerini dikmişti. Kafa­
sını kaldırdığında karşısında Holmes u gördü. Gözleri, bana
artık pek hipnotize edici gibi gözükmüyordu, içlerinde daha
çok korku ve ızdırap vardı.
"Seni..! Seni! Lanet olsun sana!"
"Huzur içinde yat, Vlad Dracul."
Dracula son bir gayretle Holmes'e saldırmaya çalıştı, ama
gücü tükenmişti, yığılıp kaldı. Çatıdan yuvarlandı ve daha
saçağa ulaşmadan rüzgarın savurduğu bir toz bulutundan
ibaret kaldı ve arkasında kötü bir koku ağır ağır geceye ka-
nştı.
Holmes, çocuğu sıkıca tutarak, pencereye kadar geldi ve
ufaklığı bize uzattı. Ardından kendisi de içeri girdi.
"Nasıl... ama... nasıl?" diye sordum hayranlıkla.
Holmes'ün yüzünde geniş bir gülümseme oluştu.
"Dostum, baritsu tekniklerini bilen birini asla hafife alma­
yın. Bir vampirin kalbine kazık saplamakta olduğu kadar Re-
ichenbaclVtan düşerken de işe yanyor."
"Peki, artık bitti mi?"
"Bu defa bitti mi diye soruyorsunuz yani. Kimbilir? Şüphe­
siz, biz üzerimize düşeni yaptık ve artık rahatlayabiliriz. Eğer
günün birinde geri dönerse, karşısına başkaları çıkacaktır."
"Tanrı yardımcıları olsun, Holmes."

253
Bork'un casusluk ağını dağıttığı zaman, son konuşmamızda
bana söylediği şeyin doğrulandığını gördüm: Evet, şüphesiz
doğudan soğuk ve zalim bir rüzgar esiyor ve birçoğumuz bu
rüzgarla ölecek. Holmes'ün bu korkunç savaşı engellemek
için bütün gücüyle sarf ettiği gayretler başarısız oldu. Avrupa
üzerine dehşet tekrar çökecek. Bugüne kadar olanlar yetmi­
yor mu? Cevap olumsuz gibi görünüyor. Asla yetmiyor.
Dracula da, tıpkı şimdiki gibi bir savaş ve yıkım, kan ve
ölüm çağında doğdu. Kendime, bu zalim savaş esnasında kaç
Dracula doğacak diye soruyorum. Bu savaşta kaç Van Hel-
sing, kaç Holmes ölecek?
Hikâyemi bu sözlerle bitirmeyi düşünmüştüm, fakat bu
pek kötümser bir son. En azından Dracula'yı alt ettik. Bedeli
yüksek oldu, ama sanırım buna değerdi. Önemli olan da bu.

255
DÜZENBAZ KATİL MACERASI

Masanın üzerindeki tablada duran kartta yazanlar bende


hiçbir çağrışım yaratmamıştı. Üzerinde, "John Copper. Ki­
tapçı. Queen Anne Sokağı no: 134" yazıyordu. Kart, Holmes
için, gönderenin tüm hayatını öğrenebileceği açık bir kitap
işlevi görebilirdi muhtemelen, ama ben sadece bir doktor­
dum ve karttan tek anladığım, kitapçılık yapan komşum Bay
John Copper'in beni görmek istediğiydi.
"Hay hay," dedim eşime, "buyursun."
Çok geçmeden çalışma odama, uzun boylu, kestane saçlı
ve gür bıyıklı, otuzlarına yakın ve heyecanlı olduğu açıkça
görülen komşum girdi. Masamın önünde durup, hiçbir giriş
yapmadan konuya daldı:
"Bana yardım etmelisiniz, efendim. Onun katili adaletten
kaçmamalı."
Aniden hareketinin aşırılığını fark etmiş olacak ki, boğuk
bir ses çıkarıp, izin ister gibi sandalyeye baktı. Oturmasını
256
işaret ettim.
"Lütfen. Bay Holmes u çağırmaksınız."
Kapıdan girdiği andan itibaren istemesinden korktuğum
şey de buydu. Bana bu taleple gelen ne ilk, ne de elbette son
kişiydi. Yapabileceğim bir şey yoktu, üzüntüyle başımı salla­
yarak reddettim:
"Bay Holmes emekli oldu. Artık soruşturma üstlenmiyor."
Yumruk yemiş gibi sarsıldı ve sandalyesine çöktü. Endişe­
lenerek yerimden kalktım ve ona bir kadeh brendi ikram et­
tim. Yerime otururken, neredeyse bir yudumda kadehin di­
bini buldu.
"Onun katili serbest kalmamalı, Doktor. Tanıdığım en iyi
kalpli kadının hayatını söndüren kişi cezasız kalmamalı."
"Polis..." diyecek oldum.
"Ah, evet, polis," dedi acı acı. "Bütün gün uğraşıyorlar.
Evet, soruşturacaklar tabii, ama bu onlar için ellerindeki bir­
çok dosyadan biri sadece. Fakat Sherlock Holmes... Evet,
evet, söylediğinizi duydum, Doktor, emekli oldu, artık soruş­
turma üstlenmiyor. Özür dilerim." Kalktı. "Buraya gelmekle
hata ettim. Rahatsızlık verdiğim için üzgünüm."
Arkasını dönüp gidiyordu ki, kederli, yıkılmış görünü­
şünden mi bilmem, durmasını söyledim. Holmes'ün yanın-
dayken çok daha üzücü şeylere şahit olmuştum, fakat, do-
kunsalar ağlayacak birinin görüntüsü hâlâ içimi sızlatıyordu.
"Bekleyin lütfen. Bay Holmes'ün olayı soruşturacağına söz
veremem. Fakat, olanları bana anlatırsanız, ben de kendisine
bildiririm ve kararı kendi verir."
Birdenbire yüzü ışıldadı.
"Bunu yapar mısınız? Doktor, hayatım boyunca size borç­
lu kalacağım."

257
gan taraf olmuş, klasik bir ağabey rolü herhalde."
Anlatma şevki sürsün diye başımı salladım.
"Bu anlattıklarımın olayla ilgisi var mı bilmiyorum, ama
Bay Holmes'e nakletmeniz için mümkün olduğunca fazla bil­
gi vermeye çalışıyorum. Eğer açıklamalarım karmaşıksa, lüt­
fen beni affedin. Tanışmamızdan bir yıl sonra Rose'la nişan­
landık ve beni evinde yemeğe davet etti. On iki aylık bekle­
yiş belki size uzun gelmiş olabilir, ama ben bu tür konuları
ağırdan almaktan hoşlanırım. Gönül işlerinde aceleci davran­
mak ciddi bir hata olabilir."
Sözlerine katılmamı bekliyormuş gibi bana baktı. Belirsiz
bir jest yapıp, devam etmesini işaret ettim.
"Ağabeyi ve benim pek kanımız uyuşmadı. Herhalde bu
normal. Aramızın kötü olduğunu veya tartıştığımızı söyle­
mek istemiyorum. Yalnızca, aramızda bir gerginlik vardı.
Açıklaması güç. Evlenirse, Rose'u kaybedeceğinden korkuyor
diye düşündüm... yani... evlenseydi... demek istedim."
Uzunca bir süre suskun kaldı.
"Üç hafta önce, ne olduğunu kesin olarak bilmiyorum,
ama Aloysius ve Rose'un arasındaki ilişki giderek kötüleşti.
Rose, ona her zamanki gibi, eee... uygun bir tabir mi bilmem,
boyun eğiyordu. Küçük kız kardeş şefkatiyle. Başka türlü
açıklayamıyorum. Ama Aloysius giderek daha soğuk, daha
mesafeli ve ayrıca daha despotça davranıyordu. Bir keresinde,
Rose'un yokluğundan faydalanarak, ona ne olduğunu sor­
dum. Bir an samimi davranacak gibi oldu, ama bir anda fikri­
ni değiştirdi ve bana yalnızca, 'Aileden olmayan birine anlatıl­
mayacak kadar mahrem şeyler vardır,' dedi. Israr etmeye ni­
yetlendim ama, 'Lütfen, Rose'dan ayrılmanız herkes için daha
iyi olur,' diye ekledi. Bu laf karşısında ağzım açık kaldı ve

259
uzunca bir süre konuşmayı sürdüremedim. Şaşkınlığımı üze­
rimden attıgımdaysa, Rose dönmüştü ve bu konuda konuşma
fırsatı bulamadım. Sonra... dün... olanlar oldu. Aloysius öğlen
bire doğru eve dönmüş. Mobilya ihracatıyla uğraşır ve işleri
fena değildir. Aralarında ne geçtiğini bilmiyorum, ama birkaç
dakika sonra, ben eve geldiğimde, korkunç bir manzarayla
karşılaştım. Tek hizmetçileri Bayan Stepples yardım çığlıkları
atarak dışarı uğradı. Giriş basamaklarını bir hamlede çıkıp,
eve girdim. Aloysius, Rose'a hakaretler yağdırıp, dövüyordu.
Kendinde değil gibiydi, delirmişti. Onu zapt etmeye çalıştım,
ama bana da saldırdı. O anda insana değil, gözünü kan bürü­
müş bir canavara benziyordu. Ya o söyledikleri: 'Fahişe, ser­
seri, soysuz. Orada ne yapıyordun? Ne yapıyordun? Seni öl­
düreceğim, Tanrı şahidim olsun, seni öldüreceğim! Rezillikle­
rinle bu evin onuruna leke süremeyeceksin!' İşte buna benzer
zırvalar, bir kadına yöneltilebilecek en zalimce hakaretler. Za­
vallı Rose yüzü yara bere içinde ağlayarak yerde yatıyordu.
Evin önünden geçerken gürültüyü duyan bir devriye polisi
içeri girdi. İkimizin kontrol altına aldığı Aloysius yavaş yavaş
sakinleşiyora benziyordu. Bu yüzden polis de, ben de biraz
gevşedik. Onu hâlâ tutuyorduk, ama korkarım bu yeterli gel­
medi. Aniden, sanki içine şeytan girmiş gibi, halen yerde ya­
tan Rose'un üzerine atılıp, tekrar vurmaya başladı. Güçlükle
yeniden zapt ettik ve polis, etrafın sakinleşmesi için onu kara­
kola götürmeye karar verdi. Ben, Rose'un yanında kalmak is­
tiyordum, ama gözyaşlarını akıtmasını engelleyen yegane şey
benim varlığımdı. Sonunda, onu Bayan Stepplesa emanet et­
meye karar verdim ve hata ettim. Onun yanında kalsaydım...
Ama böyle düşünmek bir işe yaramaz, hem faydasız, hem de
acı veriyor. Nereden bilirdim... Karakola gitmeyi aklımdan

260
geçirdim, ama o anda Aloysius'u görmeye tahammül edeme­
yecektim, bu yüzden evime gittim. Bir buçuk saat sonra ka­
pım çalındı. Gelen polisti. Rose'un öldüğünü söyledi. Ben ay­
rıldıktan sonra, harap olan sinirlerini yatıştırmak için çay ha­
zırlamış ve bir yudum alır almaz kusarak yere yığılmış. Onu
görmeye gitmedim, cesedini görmek istemedim, onu dükka­
nımdan içeri girdiği zaman pencerelerden süzülen ışıkla yıka­
nan ince ve zarif siluetiyle, güler yüzlü, utangaç ve tabii hayat­
tayken hatırlamak istedim. Ah Tanrım, ah Tanrım, Tanrım..."
Aniden, hıçkırıklarla kesilen bir ağlama sağanağına tutul­
du. Elimden, ona şefkatle bakıp, sakinleşmesini beklemekten
başka bir şey gelmedi. Gözyaşları başladığı gibi birden kesil­
di ve kahverengi gözlerinden açıkça okunan sessiz bir soruy­
la bana baktı.
"Bay Copper, inanın, Sherlock Holmes'ün bu olayla ilgi­
lenmesi için elimden geleni yapacağım. Size söz veriyorum."
Bu, onu sakinleştirdi. Holmes'e iletmem için başka bilgi­
ler de verdikten sonra, yanımdan ayrıldı..Pencereden uzak­
laşmasını izledim: Kasım ayının puslu havasında, yıkılmış ve
kederli bir adam.

Eski dostuma olayın detaylarını mümkün olduğunca dü­


zenli bir şekilde anlatan bir mektup yazdıktan sonra, akşa­
müstü beşe doğru evden çıktım. Postaneye gidip, mektubu,
yolda olduğunu bildiren bir telgrafla birlikte Holmes'e posta­
ladım. Sonra da eve döndüm. Şimdilik elimden gelen buydu.
Ertesi sabah, telgrafıma cevap geldi.

AYRINTILARI BEKLİYORUM. KRALİÇE ARININ


KLONLANMASINI ARAŞTIRIYORUM BIRAKMAM

261
gülerdi, fakat herkesin bildiği gibi, ben Holmes değilim.

"Doktor Watson! Sizi burada görmek ne mutluluk."


Lestrade beni gördüğüne sevinmişti ve hattâ ziyaret sebe­
bimi açıklayınca daha da sevindi.
"Öyleyse yaşlı tilki yine iz üstünde. Bay Holmes'ün şu ara­
lar burada bulunması hiç fena olmazdı. O gittiğinden ben,
sanki suç miktarı iki katına çıkmış gibi."
"Ee, şimdilik vakayı uzaktan takip edecek."
"Elbette, elbette, Doktor. Fakat bize yardım eli uzatması
için kendisini-ikna edeceğinizden hiç şüphem yok. Bu sabah
bahsettiğiniz vaka çok ilginç. Ve tabii aynı zamanda nahoş.
Böylesine saygıdeğer bir genç hanımın bu şekilde ölmesi...
Tabii, o kadar saygıdeğer olmaması da mümkün."
"Anlamadım."
"Tahmin etmiştim." Gülümsedi. "Ee, Doktor, teklifime ne
diyorsunuz? Vakayı birlikte araştıracak mıyız? Holmes duru­
ma el koyana kadar elbette."
Teklifinin bana mükemmelen uyduğunu söyledim. Vakit
geçirmeden, beraberce Scotland Yard'dan çıktık ve suçun iş­
lendiği yere gittik. Müşterimin (ondan böyle bahsetmekten
kaçınamıyordum) belirttiği gibi, geniş olmakla birlikte gayet
sade bir evdi. Lestrade zili çaldı. Kapıyı açan üniformalı po­
lis, Lestrade'i tanıyınca bizi hemen içeri aldı ve trajedinin ger­
çekleştiği yemek salonuna geçtik. Ceset kaldırılmış ve otopsi
için morga götürülmüştü, fakat Lestrade diğer her şeyin ola­
yın gerçekleştiği andaki gibi bırakıldığına beni temin etti. Yi­
ne de, Bayan Constable'ın ağabeyinin cinnet geçirirken dağıt­
tığı mobilyalar tekrar yerli yerine konmuştu.
Gözlemlerimi Holmes'e iletmek üzere, odayı kısaca göz-

263
den geçirdim. Eski dostum beni her zaman sonuç çıkarmak­
ta zayıf olmakla suçlamakla birlikte, birçok vesileyle gözlem
kabiliyetimin kuvvetli olduğunu belirtmişti, bu yüzden
önemli bir şeyi gözden kaçırmayacağımdan emindim. Salon­
da anormal bir şeye rastlamadım, böylece dikkatimi, talihsiz
kadının ölümüne sebep olduğuna inandığım şekerlikte yo­
ğunlaştırdım.
Lestrade, "Analiz için şekerden numune aldık," dedi. "As­
lında ona bile gerek yoktu: cesedin ağzındaki acıbadem ko­
kusundan öğreneceğimizi öğrendik."
"Siyanür," dedim alçak sesle.
"Öyle, Doktor. İncelemenizi bitirdiyseniz, kurbanın ağa­
beyini çağıracağım. Bize anlatacaklarını ilginç bulacaksınız."
"Elbette."
Aloysius Constable uzun boylu, geniş omuzlu, gürbüz ve
kısık bakışlı biriydi, otuz beş yaşlarındaydı ve gür siyah saç­
ları hafifçe aklaşmaya başlamıştı. Bize kapıyı açan üniformalı
polis içeri aldığında, kuşkulu gözlerle bize bir baktı, ardın­
dan davet beklemeden yanımıza oturdu.
Lestrade, "Ortağıma bu sabah karakolda bize anlattıkları­
nızı tekrarlamanızı rica ediyorum," dedi.
Belirsiz bir hareketle onayladım.
"Aşağı yukarı üç hafta önce işyerimde bir mektup aldım.
Üzerinde ne gönderici ismi, ne de posta damgası vardı. Ayrı­
ca imzasızdı. Mektupta kız kardeşim Rose'un..."
Nefes almakta zorlanıyormış gibi durdu. Sonra derin bir
soluk alıp, devam etti.
"Rose'un onurunu sorguluyordu. Söylememe bile gerek
yok, bu beni kızdırdı, elbette tahmin ettiğiniz gibi yazılanla­
rın tek kelimesine bile inanmadım, ama korkunç bir şaka ad-

264
dedip geçemezdim de. Bu yüzden, günün birinde kim oldu­
ğunu öğrenme fırsatı bulursam, onu yazan kişiye bu cüreti­
nin bedelini ödetmeye yemin ederek mektubu sakladım. İki
gün sonra, yine imzasız ve damgasız bir mektup daha geldi.
El yazısı aynıydı. Bana, kız kardeşimin... mektuptaki tabirle,
'ikili yaşamı' üzerine detaylı bilgiler veriyordu. İlk mektupta
yer almayan bir detay olmasaydı bu mektubu da önemseme­
yecektim. Bu ikincisinde, bundan bir buçuk ay önce, tam
olarak 15 Ekim gecesi, Rose'un... kötü şöhretli bir mahalleye
gittiği söyleniyordu ve orada yaptıklarına dair, şu anda size
tekrarlayamayacağım kadar adi tasvirler mevcuttu. Dikkatimi
çeken şey, bahsedilen gece kız kardeşimin sahiden de evde
olmamasıydı. Başta, sözlüsü Bay Copper'la randevusu olabi­
leceğini düşündüm, ama bir iki gün sonra kendisine bunu
sorduğumda, o gece görüşmediklerini öğrendim, inanın, bir
karara varmadan önce bu konuyu aklımda uzun uzun evirip
çevirdim. Sonunda, daha fazla sabredemeyerek bir arabaya
atlayıp, mektupta bahsedilen adrese yollandım. Civar sakin­
lerine sorular sordum. Bir an için, tüm bunların zavallı Ro-
se'a karşı kurulmuş bir tuzak olduğunu düşündüm, fakat
onu gördüğünü söyleyen bunca insan yanılıyor olamazdı. Bu
pek olası değildi, zarif bir kadın böyle bir mahalleden fark e-
dilmeden geçemezdi. Küstah tavırlı, buruşuk bir ihtiyar, Ro­
se'un sokakta bir süre dolandıktan sonra ne idügü belirsiz bir
evin önünde durup, kapıyı çaldığını söyledi. Kapı açılmış,
Rose içeri girip, orada yarım saat kadar kalmış. Evi buldum.
Kapıyı, berduş kılıklı, pis biri açtı. Kardeşim hakkında sor­
duklarıma cevap vermeyi reddetti. Bu beni kızdırdı ve korka­
rım biraz kabalaştım, bu bir hataydı, çünkü kabalaşmam sa­
dece küstahlığını artırmaya yaradı. En nihayet, bir kahkaha

265
patlatıp, kapıyı suratıma kapattı; ve kendimi gülünç ve rahat­
sız hissederek sokağın ortasında kalakaldım. Işyerime dön­
düm. Ertesi günün sabahını zor ettim, içimdeki öfke giderek
kabardı, ta ki... Dün öğlene dek sabredebildim, isimsiz muh­
birim haklı görünüyordu, haklı olmalıydı, tüm kanıtlar bunu
gösteriyordu. Rose... yoldan çıkmıştı. Eve döndüm. O sıra­
larda yabani bir hayvana dönmüştüm, aklımı kullanamaya­
cak haldeydim. Gerisini biliyorsunuz."
Bu ilginç hikâyenin ardından, kendisine gönderilen imza­
sız mektupları bize uzattı. Lestrade ile birlikte dikkatle ince­
ledik. Mektuplar, kaba, handiyse hakaretamiz bir üslupla ya­
zılmıştı ve içerikleri, Bay Constable'ın söyledikleriyle örtüşü-
yordu; kullandığı üslubun ve daha mürekkebi kurumadan
kâğıdın ellenmesiyle oluşmuşa benzeyen lekelerin işaret etti­
ği üzere, mektupların yazarı şüphesiz alt tabakaya mensup
biriydi.
Lestrade, muhtemel kanıtlar bulmak amacıyla evi aramak
için Constable'dan izin istedi, Constable da gönülsüzce razı
oldu. Merhumenin odasına gelinceye kadar önemli bir şeye
rastlamadık. Orada, dibinde gizli bir bölme olduğu kolayca
anlaşılan ufak bir mücevher kutusunun içinde iki mektup
bulduk. Bu mektupları, Aloysius Constable'a gelenlerle karşı­
laştırmaya bile lüzum görmedim. Bunlan yazan kesinlikle ay­
nı kişiydi. Burada okura mektupların içeriğinden bahsetme­
yeceğim. Yalnızca, eğer Bayan Rose sözlüsünün salı akşamla­
rı ne yaptığını öğrenmek istiyorsa, Whitechapel'den pek uzak
olmayan belli bir adrese bakmasının yeterli olacağının söylen­
diğini belirtmekle yetineceğim. Şüphesiz, talihsiz kızın görül­
düğü ve ağabeyinin sonradan bulduğu yer orasıydı.
Dediğim gibi, adres, Whitechapel yakınlarında kötü şöh-

266
retli bir mahalledeydi ve bu bana, birkaç yıl önce orada ger­
çekleşen bazı olayları hatırlattı. Bahsettiğim olaylar, ünlü Ka-
nndeşen'in kurbanı olan Martha Turner, Mary Ann Nichols,
Annie Chapman ve diğer birçoğunun ölümleriydi. Holmes ve
ben o vakitler vakayı ele almış ve bu kadınların neden katle­
dildiklerine dair inanılmaz keşiflerde bulunmuştuk. Bugün
dahi, keşfettiğimiz şeylerin açıklanması halinde çıkacak reza­
letin büyüklüğü sebebiyle, şüphesiz, Holmes'le birlikte karış­
tığımız en korkunç ve sıradışı vakalardan biri olan bu olay
hakkında dudaklarım mühürlüdür.
Ben bu düşünceler arasında kaybolmuşken, Lestrade,
Constable'ı çağırdı ve bulduğumuz mektupları gösterdi. Mek­
tupları okuyan adamın rengi gözle görülür bir şekilde soldu.
Gözlerinden yaşlar süzüldü, anlaşılmaz bir şeyler söylenip,
sendeleyerek odayı terk etti. Dokunaklı bir görüntüydü, şim­
di kız kardeşine tümüyle haksız yere saldırdığını anlamıştı.
Lestrade, mektuplarda bahsedilen salı kaçamakları hak­
kında Copper'a birkaç soru sormaya ve ardından bahsedilen
adrese gitmeye karar verdi. Kendisiyle birlikte gitmek istiyor­
dum, ama öğle yemeği vakti gelmişti ve ögleüzeri kabul ede­
ceğim bazı hastalarım vardı.
Lestrade'den, araştırmalarının sonuçlarını bana bildirme­
sini ve mümkünse, adli tabip otopsiyi bitirdiğinde hazırlana­
cak olan otopsi raporunun bir nüshasını rica ettim.
"Elbette, Doktor," diye cevap verdi. "Umarım Bay Holmes
de çok geçmeden avda bize katılır."
Ben de öyle umduğumu söyledim. Ardından ona veda
edip, caddeye çıktım. Bir iki dakika sonra bir araba çevirip,
eve döndüm.

267
Aynı günün akşamı, Holmes'e gönderilmek üzere, adli tıp
raporunun bir özeti ve Copper'ın Lestrade'e yaptığı açıklama­
ların yer aldığı bir raporla birlikte uzun bir mektup ve bir
telgraf metni yazdım. Telgraf metni çok kısaydı:

SIZE İHTİYAÇ VAR. BİR AN Ü N C E GELİN. WATSON

Kendisini özlediğimi belirten birkaç söz eklemeyi aklım­


dan geçirdim, fakat Holmes'ün böyle duygusal taşkınlıklara
ne kadar soğuk yaklaştığını biliyordum ve ayrıca, böyle bir
şey söylemek bir nevi duygusal şantaj olarak algılanabilirdi.
Bu yüzden, telgrafı bu iki cümleyle sınırladım ve gönderdi­
ğim olay özetinin Holmes'ün Sussex'ten ayrılmasına yetecek
kadar cezbedici olduğunu umut ettim.
Adli tıp raporu yeni bir şey söylemiyordu: Talihsiz Ro­
se'un yüzü ve vücudu morluk ve çürüklerle doluydu, fakat
ciddi bir yaralanma yoktu. Ölüm sebebi, çayına attığı şeker­
de bulunan siyanürdü. Lestrade ve Copper arasındaki görüş­
meden de önemli bir şey çıkmamıştı. Salı akşamları nişanlı-
sıyla hiç buluşmadığı doğruydu, fakat başka biriyle buluş-
muşluğu da yoktu. O akşamı kendine, kendi deyimiyle 'mah­
remiyetine' ayırarak, kafasında belli bir şey olmaksızın yal­
nızca Londra'da dolaşıyordu. Bu açıklama bana pek ikna edi­
ci gelmemişti (Lestrade'in de ikna olmadığına şüphem yok),
ama Holmes'e yazdığım özette kişisel izlenimlerimden bah-
setmemeye çok dikkat ettim, elimden geldiği kadar tarafsız
ve titiz biçimde hazırlamaya çalıştım.
Özetle, Lestrade'in Whitechapel civarında yaptığı soruş­
turmalardan da bahsettim. Rose Constable'ın gittiği ve sonra­
dan ağabeyinin suratına kapı çarpılan evin kötü bir ünü var-

268
dı. Lestrade, birtakım güçlüklerin ardından, eve girmeyi ve
Rose buraya geldiğinde kendisiyle konuşan kadına ulaşmayı
başarmıştı. Polisin karşısında olmak kadının rahatını bozma­
mış ve Lestrade'in sorularına tereddütsüz cevaplar vermişti.
Evet, küçükhanım oraya gelmişti. Copper veya benzer isimde
birini tanıyıp tanımadığını öğrenmek istemişti. Hayır, öyle bi­
riyle hiç tanışmamıştı, ona da böyle söylemişti ve kendisine
yalan söylenebilmesini tasavvur edemeyecek biri gibi görünen
küçükhanım da, oradan yüzünde bir gülücükle ayrılmıştı.
Bu açıklama, bildiklerimize önemli bir şey eklemiyordu,
ama yine de mektubuma kattım; Holmes, beni, başkalarının
hiçbir ipucu göremedikleri bir şeyden hayret verici sonuçlar
çıkarmaya alıştırmıştı ve Holmes'ün, ne kadar önemsiz gözü­
kürse gözüksün, en ufak bir detaydan bile hayati bir bilgi çıka­
rabileceğini bilirdim. Mektubu tamam edip, yatağıma gittim.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra, postaneye gitmek üzere
hazırlanırken kapı çalındı. Kapıyı açtığımda, hayretle karşım-
dakinin, Baker Sokağındaki evden taşınmamdan sonra Hol­
mes'ün kurye olarak kullandığı delikanlı, Billy olduğunu gör­
düm.
"İyi günler, Doktor. Beni Bay Holmes gönderdi."
"Vay canına, Billy, aklımdan geçenleri okumuş gibisin.
Bende gönderilecek bir mektup ve bir de telgraf var."
Delikanlı gülümsedi.
"Bu sabah biz de Bay Holmes'ten bir mesaj aldık. Postanızı
göndermekle bizzat meşgul olmamı istiyor, Doktor Watson."
Yüzü mutluluktan ışıldıyordu. "Yine iş başında, değil mi?"
"Ben de öyle umarım, Billy, ben de," dedim gülümseyerek.
Ona mektubu ve telgraf metnini verdim ve delikanlı he­
men yola koyuldu.

269
Sakin bir sabahtı, yegane hastalıkları ihtiyarlık olan, teda­
visi mümkün olmayan bir iki hastam vardı sadece. Akşama
doğru Lestrade uğradı.
"Holmes'ten bir haber var mı?" diye sordu.
"Sayılır," diye cevapladım ve Billy'den bahsettim.
"Vakayla ilgilendiğini gösterir. Fevkalade. Siz ne durum­
dasınız, Doktor?
"İşin aslı, tümüyle karanlıktayım."
Keyifli bir ateşle ısınan salonda oturduk. Lestrade sigara­
sını tüttürerek şömineye bakarken düşünceli görünüyordu.
"Bir teorim var. Belki duymak istersiniz."
"Lütfen."
"Neredeyse zavallı kadının intihar ettiğine inanmak üze­
reyim."
"Nasıl?" diye sordum, sahiden şaşırarak. Bu düşünce aklı­
mın ucundan bile geçmemişti.
"Basit, Doktor. Bir düşünün. Sözlüsünün sürekli olarak
kötü şöhretli bir eve gittiğini öğreniyor. Bu talihsiz kadın
hakkında bana anlatılanlar doğruysa, çok hassas biriymiş.
Böyle bir haber onu derinden etkilemiş olmalı. Dahası, çok
bağlı olduğu ağabeyi, onun hafifmeşrep olduğuna inanıyor
ve onu handiyse öldürmeye kalkıyor. Çaresizliğe kapılıp, ca­
nına kıyıyor. Ne dersiniz?"
Lestrade onay beklentisiyle bana bakıyordu. Gülme iste­
ğimi güçlükle bastırabildim. Teorisine dair benden onay bek­
lemesi, ama bugüne dek böyle bir şeyi Holmes'ten hiç iste­
memesi bana çelişkili görünmüştü. Fakat elbette, eski dos­
tum bu tür olaylardan elini eteğini çektiğinden beri neredey­
se mitik bir figüre, her dedektifin ilham aldığı birine dönüş­
müştü. Holmes'ün bizzat karşısında bulunmamanın verdiği

270
rahatlıkla (şüphesiz, Holmes'ün varlığı Lestrade'in kendisini
beceriksiz ve değersiz hissetmesine sebep oluyordu), artık
ona karşı hayranlığını dışa vurabiliyordu. Benim fikrimi sor­
ması da, dolaylı yoldan, bu saygının ifadesiydi.
"Bilmiyorum," dedim. "Bu... diğer kadınla siz konuştu­
nuz. Bay Copper diye birini tanımadığını söylediğinde Bayan
Constable'ın kendisine inandığını söylüyor. Bayan Constable
evden gülümseyerek çıktı, diyor."
"Öyle söylüyor, evet, peki doğru mu söylüyor? Açıkçası,
dostumuz Copper'ın salı günleri yaptığı şu esrarengiz geziler
bana oldukça şüpheli görünüyor."
Copper'ın söyledikleri beni de ikna etmemişti. Fakat şu
intihar teorisini bile inanılmaz bulduğumu söyledim.
"Söylediğinize göre, canına kıymaya karar vermesi ve ka­
rarını uygulaması arasında bir saatlik bir süre var. Bu kadar
kısa sürede siyanürü nasıl ele geçirebilir ki?"
"Evet, tabii teorimin bazı zayıf yanları var. Fakat Hol­
mes'ün dediği gibi, tüm parçalar birbirine uyuyor."
Duraladı ve söyleyeceği şey için güç topluyormuş gibi de­
rin bir nefes aldı.
"Onu özlediğimizi söylemekten gocunmuyorum, Doktor
Watson. Yardımı çok işimize yarardı."
Buna söylenecek sözüm yoktu. Lestrade birkaç dakika da­
ha benimle oturdu, sonra paltosuna sarınarak soğuk kasım
akşamına çıktı.

Aradan iki gün geçmişti ve ikinci günün akşamına dek


Holmes'ten haber gelmedi. Bılly'nin beklentili bir tebessüm­
le getirdiği telgraf gayet kısaydı ve şöyle diyordu:

271
OLAYA KARIŞAN HERKESİN EL YAZISI ÖRNEĞİ­
NE İHTİYACIM VAR. İMZASIZ MEKTUPLARDAN Bİ­
RİNE DE. HOLMES

Başka bir şey eklememişti, Londra'ya gelmeyi düşündü­


ğüne dair tek söz yoktu. Billy'e bahşiş verip yolladım, itiraf
etmeliyim ki üzülmüştüm. O gece hafif ve rahatsız bir uyku
uyudum.
Sabah, Copper'ın kitapçı dükkanına gittim. Holmes'ün,
olayın ilk elden anlatılmasına ihtiyaç duyduğu bahanesiyle,
üç aşağı beş yukarı evime geldiğinde anlatmış olduğu hikâye­
yi tekrarlayan iki sayfayla, el yazısını elde etmeyi başardım. Bu
arada solak olduğunu da fark ettim. Tüm solaklar gibi, kale­
mi o pozisyonda yazı yazılmasının imkânsız olduğunu düşün­
dürtecek bir şekilde tutuyordu. El yazısı temiz ve akıcıydı.
Kitapçıdan çıkarken, içeri tombul bir adam girdi ve kulak
tırmalayan bir sesle Copper'dan çinçilla türleri hakkında bir
kitap istedi. İçine kapanmış olan Copper zavallıyı oldukça
ters bir tavırla cevapladı. O ilgi çekici adam, yanında durdu­
ğum kapıya yönelirken, genç kuşağın terbiyesi hakkında söy­
lendi ve benden herhangi bir karşılık beklemeden, dışarı çık­
tı ve uzaklaştı.
Eve dönüp, Scotland Yarda telefon ettim. Lestrade'le bir­
kaç dakika konuştum, Whitechapel'da Bayan Constable'ın
konuştuğu kadının el yazısını ve imzasız mektupların birini
bana teslim edeceğine söz verdi. Geriye sadece Constable'a
gidip, el yazısını almak kalıyordu.
Constableların evine giderken, arabada, merhumenin ağa­
beyine en uygun yaklaşımın ne olabileceğini düşündüm. Cop-
per'a söylediğimin aynısını, yani Holmes'ün olayın ilk elden

272
anlatımını istediğini ona da söyleyebilirdim, fakat neden bil­
mem, bu fikri hevesle karşılayacağını sanmıyordum. Arabacı­
ya ücretini öderken hâlâ aklıma daha iyi bir fikir gelmemişti.
Merdiveni çıkıp, kapıyı çaldım. Birkaç dakika sonra kapı­
yı Bayan Stepples açtı. Bay Constable'ı görmek istediğimi
söyledim.
"Henüz eve gelmedi, efendim," dedi. "Siz, geçen gün ge­
len polislerden biri değil misiniz?"
Cevap vermeye fırsat kalmadan arkamda bir gürültü oldu.
Döndüğümde, birkaç metre uzakta, Constable'ın eli kolu ki­
tapla dolu biriyle çarpışmış olduğunu ve kitapların yere sa­
çıldığını gördüm. Biri lanet okudu ve her ikisi de kitapları
toplamak için eğildi. Constable iki eliyle birden topladığı ki­
tapları sahibine iade etti. O anda adamın yüzünü gördüm!
Bir iki saat önce Copper'ın dükkanında kitap soran adamdı
bu. Burada ne işi vardı? Olayla bir ilgisi olabilir miydi? Böy­
le bir anda yerden bitmesi pek tesadüfe benzemiyordu. El­
bette, bir şey yapmaya kalmadan, adam kitaplarıyla birlikte
gözden kayboldu, bu sırada Constable da yanıma gelmişti.
"İyi günler," dedim. "Ben..."
"Kim olduğunuzu biliyorum, Doktor Watson. Müfettiş
Lestrade geçen gün söylemişti." Konuşması nazikti, ama se­
sinde keskin bir tını vardı. "Ne istemiştiniz?"
"Niyetim sizi rahatsız etmek değil, inanın."
"Artık hiçbir şey beni rahatsız edemez. Buyurun."
Eve girdik. Copper için kullandığım bahaneyi tekrarla­
dım. Sahiden de bu fikir onu hiç heyecanlandırmadı.
"Meraklı bir hafiyenin polisten iyisini becereceğinden
kuşkuluyum, ama isteğinizi yerine getirmekte beis görmüyo­
rum. Biraz beklerseniz, yazarım."

273
"Teşekkürler." Birden aklıma bir fıkır geldi. "Bayan Stepp-
les'la biraz konuşabilir miyim?"
"Nasıl isterseniz, Doktor."
Constable kâğıt kalem alıp, yazmaya başlarken, salondan
çıktım. Bayan Stepples mutfaktaydı, elli yedi yaşındaki, tom­
bul ve yüzünden iyilik okunan bu hanım tüm sorularımı te­
reddütsüz cevapladı. Söylediklerinin hepsi bildiğim şeylerdi.
içimden açıkgözlülüğüme sevinerek, "Bunları yazılı ola­
rak verebilir misiniz?" diye sordum.
"Tabii, ama..."
"imlânız için endişelenmeyin."
Yarım saat sonra, olayda ismi geçen iki kişinin daha el ya­
zısını almış olarak evden ayrıldım. Araba çağırırken aklıma
bir düşünce takıldı. Holmes, benden olaya karışan herkesin
el yazısı örneğini istemişti ve birini atlamıştım. Kurbanın el
yazısı elimde yoktu. Constableların evine dönüp, kız karde­
şinin yazdığı bir şeyi istemem mümkün değildi, çaresiz, ara­
baya atlayıp, oradan uzaklaştım.
Holmes'ün asıl niyetinin, bir ihtimal, kurbanın el yazısını,
imzasız mektuplardakiyle karşılaştırmak olduğunu düşün­
meden edemedim. Fakat niye öyle söylememişti ki? Bu man­
tıksızdı. Holmes'ün istediği sahiden buysa, mektubundaki
ağzı sıkılığın sebebi neydi? Neden bana, ilgilendiği yegane el
yazısının Rose Constable'ınki olduğunu doğrudan belirtme­
mişti? Yine de eski dostumun teatral üslubuna alışıktım ve
bu sis perdesi de tam ona göreydi.
Eve vardığımda olanlardan halen bir sonuç çıkaramamış­
tım. Eşim yemeği hazırlamış beni bekliyordu, ama pek iştah­
lı değildim. Aklımda birbiri ardına varsayımlar üretiyordum
ve giderek her biri bir öncekinden daha anlamsız hale geli-

274
yordu. Holmes'e yönelik bir kötü söz dilimin ucuna geldi.
Neden saklambaç oynamayı bırakıp, Londra'ya gelmiyordu?
Kitapçıdaki adamı hatırladım. Bu vakayla nasıl bir ilgisi var­
dı? Zihnimde uçuşan parçalar, bir anda yerli yerine oturur gi­
bi oldu: İmzasız mektupların yazan ve belki de zavallı Rose'un
katili o adamdı. Her şey gün gibi açıktı. O mektupları yazma
sebebi fevkalade basitti: Rose Constable'ı zor durumda bıraka­
cak ve ağabeyini o kadar kızdıracaktı ki, Rose'u öldürmeye ni­
yetlenmesine kimse şaşırmayacaktı. Böylece talihsiz kadın siya­
nürle zehirlendiğinde, tüm şüpheler Aloysius Constable üze­
rinde toplanacaktı. Fakat Aloysius Constable'ın gazabını ve
kendini kaybederek kız kardeşine saldırmasını hesaba katma­
mıştı. Hal böyle olunca, planı suya düşmüştü ve şimdi, izlerini
örtmeye çalışarak etrafta dolaşıyordu. Fakat, kimdi o, Constab-
lelarla nasıl bir ilişkisi vardı, neden Rose'un ölmesini istemişti?
Bunları bilmiyordum, ama öğrenecek birini tanıyordum.
Yerimde duramayarak, çalışma odama gittim ve düşünce­
lerimi kâğıda döktüm. Akşam, Scotland Yard'dan bir görevli
gelip, Lestrade'in ertesi gün benimle görüşmek istediğini bil­
dirdi. Teorimi yazmayı bitirip, Billy'i çağırdım ve Holmes'e
iletilecek raporu teslim ettim. Sonra da yatmaya gittim.
Elbette fazla uyuyamadım. Önce kitapçıda gördüğüm,
sonra da Constable'la çarpışan adamın görüntüsü aklımdan
çıkmıyordu.

"Girin, Doktor Watson. Sizi gördüğüme sevindim. Yeni


havadisler var."
Lestrade'in karşısındaki iskemleye oturdum.
"Bu arada, dostumuzun yokluğu sürüyor mu?"
"Korkarım evet."

275
"Çok yazık, çok yazık, ilginç bir şey oldu. Bu sabah Bayan
Carston beni aradı." Rose Constable'ın görüştüğü hafifmeş­
rep kadındı bu. "Öyle anlaşılıyor ki, dün akşamüstü çalıştığı
yerin çevresinde biri dolaşıyormuş."
"Kim?"
"Bilmiyoruz, fakat elimizde adamın tarifi var. Şişman, ga­
ga burunlu, ak saçlı, çerçevesiz gözlük takan biri."
"Bu o!"
Lestrade doğruldu.
"Evet, o adamı dün gördüm, iki kez." Ardından iki karşı­
laşmayı da anlattım.
"Haklısınız, Doktor, haklısınız, bu o adam. Olay karma-
şıklaşıyor, siz ne dersiniz?"
"Şüphesiz."
"O adam bir şey biliyor, bu gayet açık." Lestrade'in bu ifa­
deyi kullanması karşısında gülümsemeden edemedim. "Şu
esrarengiz mektupların yazarı ondan başkası olamaz. Adam
hikâyeye fazlasıyla karışmış olmalı, sizce de öyle değil mi?"
Başımla onayladım. Lestrade'e kendi teorimi anlatmak
üzereydim ki, tevazum beni engelledi.
"Kuvvetle muhtemeldir," demekle yetindim.
"Evet, şüphesiz." Lestrade kendini bu fikre iyice kaptır­
mıştı. Gözleri heyecanla parlıyordu. "Ressamlarımızdan biri­
ne bu adamın tarifini verebilir misiniz?"
"Elbette."
"Mükemmel. Resmi çoğaltıp, tüm memurlara dağıtırız.
Onu yakalayacağız, şüpheniz olmasın." Tekrar gülümsedi ve
hindi gibi şişinerek, "Holmes'ün yardımı olmadan da fena iş
başarmıyoruz, değil mi?"
Lestrade'in coşkusu bulaşıcıydı, ben de keyiflenmiştim.

276
Beni yemeğe davet etti, fakat reddettim ve Scotland Yard res­
samının, esrarengiz adama oldukça benzeyen bir resim çiz­
mesine yardım ettikten sonra Kensington'a döndüm.

Bütün akşamüstü konuyu kafamda evirip çevirdim ve dü­


şündükçe, bu korkunç olaya uyan yegane teorinin benimkisi
olduğuna daha fazla ikna oldum. Holmes'ten hiçbir haber
yoktu ve bu da beni rahatsız ediyordu. Sussex'teki evine tele­
fon bağlatmasını engelleyen telefon nefretine lanet etmekten
kendimi alamadım. Holmes'le doğrudan konuşma fırsatım ol­
saydı, onu derhal gelmeye ikna edebileceğimden şüphem
yoktu. Tabii, olmayacak bir şey için dövünmek faydasızdı.
Öfkeli ve üzüntülü bir halde salonda volta atmaya başla­
dım. Pencereye kadar gitmiş, geri dönmek üzereydim ki birden
durdum. Bu olamazdı. Sakince, ölçülü hareketlerle gidip oda­
nın ışığını söndürdüm. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Tedbirli
bir şekilde pencereye yaklaştım ve gizlice dışan baktım. Bu oy­
du, hiç şüphem kalmamıştı. Talih onu avucuma bırakmıştı.
Scotland Yard'ı aradım ve aradıkları bir şüphelinin evimin
önünde olduğunu bildirdim. Ardından, karanlıkta oturup
beklemeye koyuldum. Fazla beklemem gerekmedi. Bir araba
sesi. Kovalamaca. Bağırışlar. Tekrar sessizlik
Kalkıp, dışarı çıktım. Üniformalı iki polis adamı kelepçe­
leyip, koluna girmişti ve mutluluktan uçan Lestrade de onla­
rın önüne düşmüştü.
"Onu yakaladık, Doktor, yakaladık! Katili tutukladık!
"Emin misiniz?" diye sordum, kuşkumu belli etmemeye
çalışarak.
"Elbette. Başka nasıl olabilir kı? Mektupları o yazdı. Bun­
da hemfikiriz, değil mi?"

277
İhtiyatla, evet, dedim.
"Öyleyse bir düşünelim. O mektuplar ne işe yaradı? Ba­
yan Constable'ı şüpheli bir mahalleye göndermeye ve ağabe­
yini bu ziyaretten haberdar etmeye. Peki hangi amaçla? Çok
basit, Bay Constable bu işe o kadar kızacaktı ki, kız kardeşi
öldüğünde herkes onun sorumlu olduğunu düşünecekti. Bu
adam bu maksatla eve girdi (nasıl girdiğini öğreneceğiz) ve
şekere siyanür kattı. Fakat, Bay Constable'ın kız kardeşinin
üzerine yürüyeceğini hesaba katmamıştı. Planını bozan da bu
olmalı." Dönüp, tutukluyla yüz yüze geldi. "Öyle değil mi?"
Adam polislerin arasında kıpırdandı ve titrek bir sesle:
"Doğru, her şeyi itiraf edeceğim. Ama tek bir isteğim var."
"Söyleyin."
"Rose Constable'ın ağabeyinin ve sözlüsünün de orada
hazır bulunmasını istiyorum."
Lestrade tutuklamadan dolayı öylesine memnundu ki, bu
tuhaf isteğe itiraz etmedi. Scotland Yard'a doğru yola koyul­
duk ve Copper ve Constable'ı getirmek için iki görevli gönde­
rildi. Arabada, bir gün önce Lestrade'e teorimden bahsetme­
diğim için içimden kendime söylendim. Gözüme önemsiz gö­
rünmüştü ve artık açıkgözlülügünden dolayı müfettişi tebrik
etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Şüphesiz, Holmes'le
birlikte geçirdiği yıllar boyunca bir şeyler öğrenmişti.

Manzara gayet ilginçti. Constable, Copper, Lestrade ve


ben, müfettişin bürosunda, adamın yaşlı, kırmızı suratını dik­
katle süzerken, o da bize çerçevesiz gözlükleriyle bakıyordu.
"Bu suçu işleyebilecek yalnızca bir kişi var, müfettiş," de­
di tutuklu. "Ve o, sizin de belirttiğiniz gibi, mektupları yazan
kişinin ta kendisi. Mektupları görebilir miyim?"

278
"Haydi, haydi, bizi daha fazla oyalamayın, itiraf edeceği­
nizi söylemiştiniz."
"Lütfen, imzasız mektupları görebilir miyim?"
"Pekala, ama bu sadece sizin zararınıza."
Mektupları dolabından çıkarıp, elleri titreyen tutukluya
verdi.
"Şu el yazısına bakın. Bunun bir solak tarafından yazıldı­
ğına hiç kuşku yok."
Copper'a kaçamak bir bakış attım. Huzursuzca sandalye­
sinde kıpırdandı. Memnuniyeti giderek azalan Lestrade, "Bu
sonucu neye dayandırıyorsunuz?" diye sordu.
"Bir şeyin sağ elle mi, yoksa sol elle mi yazıldığını göste­
ren bazı ipuçları mevcuttur. Konunun uzmanı olmadan da
kendi gözlerinizle doğrulayabilesiniz diye size bunlardan en
basitini söyleyeceğim. Mürekkep lekeleri. Solak biri yazı ya­
zarken, eğer dikkat etmezse, sol eli yazılmış olan satırların
üzerinden geçer ve mürekkebi dağıtır. Bu apaçık ortada."
"Evet, tamam, kabul. Suçlu bir solak. Siz de solaksınız de­
ğil mi?"
"Hayır, değilim, fakat Bay Constable öyle."
Constable itiraz edecekmiş gibi ağzını açmıştı ki, ben atıl­
dım:
"Bu doğru değil. Sag eliyle yazdığını bizzat gördüm."
"Size inanıyorum, Doktor. Fakat birinin yazmak için sag
elini kullanıyor olması, diğer eliyle de yazamayacağı anlamı­
na gelmez."
"Saçma," dedi Constable.
"Kız kardeşinizi öldürdünüz, çünkü başka bir adamla ev­
li olması fikrine, birinin ona sokulması, hattâ parmağını sür­
mesi düşüncesine bile tahammül edemiyordunuz. Bu sizi de-

279
li ediyordu. Eğer size ait olmayacaksa (ve kız kardeşiniz ol­
duğundan sizin olamazdı da), başka kimseye de ait olmaya­
caktı:'
Constable'ın yüzü kızarmıştı, dişlerini gıcırdatıyordu ve
yumruğunu sıkmaktan elleri bembeyaz kesilmişti. Kafası ka­
rışmıştı; ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyordu.
"Whitechapel civarında oldukça tanınan bir simasınız,
bayım, daha doğrusu, sarı bir peruk ve takma sakalla olduk­
ça tanınıyorsunuz. Ve şu... eee... hizmetinden istifade ettiği­
niz küçükhanım, kendisine daima Rose demekte ısrar ettiği­
nizi kesinlikle söyleyecektir. Unutmadan, kız kardeşinizin
görüştüğü kişi, aynı küçükhanım."
Constable'ın gırtlağından boğuk bir homurtu çıktı, is­
kemlesinden fırlayıp, tutuklunun üzerine yürüdü. Elbette
ona dokunamadı bile. Sıçrayışının (bunu başka türlü tanım-
layamayacağım) ortasında, vurulmuş gibi durdu ve yere yı­
ğıldı. Vücudu korkutucu bir şekilde sarsılıyor ve hıçkırarak
ağlıyordu. Izdıraplı bir sesle, yalnızca, "Onu seviyordum,"
dediğini duyabildik. "Onu seviyordum. Ve şimdi o gitti! Git­
ti!" diye haykırdı. "Buna katlanamam, katlanamam."
Sonra söylediklerini anlayamadık. Lestrade, bir soru sora­
cak kadar şaşkınlığından sıyrılmayı becerdi.
"Yani, doğru mu? Kardeşinizi öldürdünüz mü?"
"Anlamıyor musunuz?" dedi Constable ona bakarak. "Ev­
lenecekti. Beni terk edecekti. Buna izin veremezdim."
Bu acıklı sahneden ne kadar az bahsedersek, o kadar iyi.
Lestrade'in emri üzerine iki polis Constable'a kelepçe taktı.
Copper çok geçmeden çıkıp gitti. Constable'ın, sevdiği kadı­
nı öldürdüğünü itiraf ettiğinde bile hiç tepki göstermemişti.
Muhtemelen hiçbir şey hissedemeyecek kadar sersemle-

280
miş, uyuşmuştu; olanlar düşünüldüğünde, onun adına böy-
lesinin daha iyi olduğunu düşündüm. Acıyla baş etmesi da­
ha kolay olacaktı. Lestrade ve ben, bu tuhaf ihtiyarla yalnız
kalmıştık.
"İnanılmaz," dedi Lestrade. "Aklımın ucundan bile geç­
mezdi."
"Her şey gayet açıktı, sevgili dostlarım."
Bu Holmes'ün sesiydi ve iskemlesinde oturan şişman ada­
mın dolgun dudakları arasından geliyordu. Tombul ihtiyar,
peruğunu, makyajını ve sahte göbeğini çıkardığında artık
tombul ihtiyar değildi.
"Bu gece beni yakalayarak mükemmel bir iş başardınız,
Lestrade. Tabii siz de, Watson, tahmin ettiğimden çok daha
kurnazsınız. Sizleri tebrik etmeliyim, gerçekten."
"Buraya ilk mektubunuzu aldıktan sonraki gün geldim,
Watson. Vaka fazlasıyla ilgimi çekmişti, bu yüzden kendimi
an kovanımdan azat edip, araştırmalarımı sonraya bıraktım.
Daha ilk anda şüphelendiğim bir şey vardı: Aynı gün içinde,
aynı kişinin iki kez öldürülmeye çalışılması. Bu nadir rastlanı­
lan bir şey. Kimse o talihsiz kadından böyle bir şeye kalkışa­
cak kadar nefret edemezdi. Öyleyse, onu öldürmeye çalışan
iki kişi mi vardı? Hayır, bu da olmayacak bir şeydi. Bir kişi ol­
malıydı. Bu yüzden, baştan ben ağabeyinden şüphelendim.'*
"Peki ya hepimizin kandığı o kılık?"
"Basit ama gerekli bir kurnazlık, Watson. Constable'ı göz­
lenmeden gözlemek istedim ve korkarım, son zamanlarda
Sherlock Holmes ismi fazlasıyla tanınıyor."
"Constable'ın her iki elini de kullanabildiğini nasıl fark et­
tiniz?"
"Bu derhal çözülebilecek bir şeydi. Hepimiz bir şeyleri en

281
çok kullandığımız elimizle yapmaya eğilimliyiz. Sol elini kul­
lanmaya alışmış biri yerden bir şey alacaksa sol elini, sag eli­
ni kullanmaya alışkın biri de sağını kullanacaktır."
"Kitaplar!"
"Kesinlikle, Watson: Bay Constable'la çarpışıp, kitaplar
yere saçıldığında, onları toplamak için her iki elini de kullan­
dı. Sadece bu da değil. Kendisini izlediğim birkaç gün bo­
yunca iki elini de aynı maharetle kullandığını fark ettim. Bu­
radan yola çıkarak, olaya karışan herkesin el yazısı örneğini
ve mektuplardan birini görmem gerekti. Aslında tek ihtiya­
cım olan Constable'ın el yazısıydı. Bakın. El yazıları farklı,
ama harf karakterlerinde birçok ortak nitelik mevcut. Aynca,
mektuplardan biri sol, diğeri sag elini kullanan biri tarafın­
dan yazılmıştı. Her şey gayet açıktı. Bu konuda uzman olma­
yan birinin bu sonuca ulaşamayacağının farkındayım. Fakat,
takip etmeyi hiç düşünmediğiniz daha bariz bir ipucu vardı:
Otopsi."
Lestrade, "Otopsiden nasıl bir ipucu çıkıyor ki?" diye sordu.
"Apaçık değil mi? Sizler de, benim gibi, Constable'ı gör­
dünüz. Sağlıklı bir adam, fiziksel yapısı fevkalade, bir hattâ
iki rakiple girişeceği bir kavgadan fazla hırpalanmadan çıka­
bilir. Kız kardeşine saldırdığında, ciddi bir yaralanma sayıl­
mayacak bir iki çürükten fazla hasar veremez mi diyorsunuz?
Ne bir kırık, ne bir yara. Böylesi bir fiziğe sahip biri kendini
kaybederek birine vurduğunda, ciddi bir zarar vermemesi
pek mümkün değildir. Fakat kız kardeşinin ciddi bir yarası
yoktu, gayet tabii, çünkü Bayan Constable'ı hastahaneye gö­
türmek gerekseydi, sonradan siyanürle zehirlendiğinde, Aly-
sius Constable çoktan karakoldan salıverilmiş ve planının za­
manlaması bozulmuş olacaktı. Dahası da var. Biraz aklı olan

282
hangi katil, öldürmek istediği kişiden başkasına da zarar ver­
mesi muhtemel bir yöntem seçmeye cüret eder? Elbette, ze-
hiri içecek olan kişinin sadece ve sadece kurbanı olduğunu
bilen bir katil. Ya mektuplar? Yazılanlar nasıl bu kadar kesin
olabilir? Dediğim gibi her şey gayet açıktı. Katil, kurbanın ta­
nımadığı biri değildi. Tam tersine."
"Eh, sanırım her şeyi anladım. Bir tek şey hariç: Bu akşam
evimin önünde ne yapıyordunuz?"
Holmes gülümsedi.
"Ah, Watson, işte orada beni faka bastırdınız. Beklediğim
son şey, Scotland Yard'ın yansının üzerime çullanmasıydı.
Aslında, sizi ziyaret etmek için uygun bir vakit olup olmadı­
ğına karar vermeye çalışıyordum. Bana seçme şansı tanıma­
dınız, sevgili dostum."
Saatine göz attı.
"Geç oluyor. Islah edilmiş arılar hakkındaki araştırmaları­
ma devam etmek istiyorsam, yarım saat içinde Victory istas­
yonunda olmalıyım. Bu arada, Watson, arıların, tabiatta var
olan üç cinsiyetli başka bir türe en çok benzeyen yaratıklar
olduğunu biliyor muydunuz?"
Aşağı yukarı otuz dakika sonra, Holmes istasyonun kala­
balığı içinde gözden kayboldu. Londra'ya bir sonraki dönüşü
yedi yıldan önce olmayacaktı.

283
ÇEVİRİ HAKKINDA BAZI NOTLAR

Başka çare kalmadıkça, çevirmenin sayfayı dipnotlarla dol­


durması taraftan değilim: Dipnotlar, tüm kurgusal yapıtlar
(veya buradaki gibi, kurgusal yapıtların üslup ve tekniklerini
kullanarak yazılmış gerçeğe dayanan bir öykü) için gerekli
olan bilinmezlikten doğan gerilim hissini dağıtarak, okurun,
bence görünmez olması gereken çevirmenin varlığını fark et­
mesine sebep olurlar. Bu yüzden, Doktor Watson'un üç öykü­
sünden oluşan bu çeviri boyunca, okur ne bir dipnotla, ne de
Doktor'un sesine doğrudan bir müdahaleyle karşılaşacaktır.
Bu, metin boyunca bana birtakım sorunlar yaşattı. Holmes
külliyatına aşina olan bir okur, Watson'un dönemin güncel
olaylarıyla ilgili göndermelerde bulunmayı sevdiğini bilir ve
elbette Doktorun bazı yorumlarına dair açıklayıcı notlar veril­
mesi, bu yorumların diğer Holmes yapıtlarıyla veya o dönem­
de maydana gelen birtakım olaylarla ilişkilendiıilmesinde ya-

284
rar sağlayacaktır. Fakat, geniş kitlelere ulaşması hedeflenen
bu baskıda, hiç dipnot vermemeyi uygun gördüm. Belki, son­
raki genişletilmiş baskılarda dipnotlar gerekli görülebilir. Böy­
le bir durum söz konusu olduğunda, okurun, tüm gerekli
açıklamaları metne koyacağım konusunda bana güvenebile­
ceğine söz veriyorum. O zamana kadar, can alıcı sorulan ce­
vaplama işini okuduğunuz bu paragraflar üstlenecek.
izninizle, daha önce çevrilmiş örnekleri bulunan, geniş
kitlelerce bilinen bir seriye ait bir metnin çevirisinin karma­
şık bir iş olduğunu belirterek başlamak istiyorum. Genelde,
önceki çevirmenlerin de aynı sorunlarla karşılaştığı ve bunla-
rın üstesinden geldiği varsayımıyla, onların açtıkları yolu ta­
kip etmenin yeterli olacağı addedilir. Fakat bir çevirmen, ön­
ceki çevirilerde belli ifadelerin yanlış çevrildiğini düşünüyor­
sa, ne yapmalıdır? Okurun aklını karıştırmak pahasına ken­
di çevirisini kabul ettirme yolunu mu seçmeli veya aslına iha­
net ettiğini bildiği halde okurdan kabul görmüş olan metnin
hatalarını tekrarlamalı mıdır?
Doktor Watson'un öykülerini Ispanyolcaya çevirirken bu
sorunla pek karşılaşmadım ve tümcelerin "Holmes külliyatı­
na uygun" biçimde çevrilmesinde önemli bir sorun yaşama­
dım. Yine de, oldukça çetin ve uzun süre kararsızlık yaşama­
ma neden olan bir şey vardı: Hitap biçimi.
Biraz düşünürsek, Holmes ve Watson'un birbirlerine
"sen" diye hitap etmeleri çok mantıklı: uzun yıllardır yakın
dost olmaları bir tarafa, aynı zamanda bu süre zarfında bir­
likte birçok macera, tehlike, heyecan ve sırrı paylaşmışlıkları
var. Aslında, Doktor Seward'ın günlüğünde belirttiği gibi,
onların ilişkisi bir arkadaşlıktan çok bir evlilik ilişkisine (ta­
biri caizse, bekarların evliliği) benzer. Hal böyleyken birbir-

285
limenin oluşturduğu bir kelime oyunu bulmak imkânsız gi­
biydi. Bu yüzden, okuyucunun kaynak metinde bir sözcük
oyunu olduğunu fark etmesi için parantez içinde Ingilizcesi-
ni vermeyi yeğledim. Bu çözüm hiç hoşuma gitmese de (de­
diğim gibi, çevirmenin her zaman görünmez olması gerekti­
ğini düşünüyorum) dipnot koymak gibi başka çözümler kar­
şısında daha yeğlenebilir olduğuna karar verdim.
Tabii, kaynak metindeki eski Cermen ve iskandinav harf­
leriyle yazılmış mesajı deşifre etme aşaması oldukça farklıy­
dı: Holmes, ispanyolca değil ingilizce yazılmış bir metin üze­
rinde çalışmaktaydı. Kitabı, (bir kez daha) açıklamalar ve
dipnotlarla doldurmaktansa, mesajın ispanyolca çevirisini
kullanmayı yeğleyerek Holmes'ün, orijinaline mümkün mer­
tebe benzeyen bir süreçle mesajı deşifre etmesini sağladım.
Holmes'ü, mesajı Ingilizceden deşifre etmeye mecbur etmek
ve okura metnin çözülmüş halini İspanyolca açıklamak bana
hem uygunsuz, hem de tembelce geldi.
ilgilenenler için orijinal metni aşağıya aldım:

It is tnıe. Danger is över. The Prince has abdicated, and this ön­
ce he is not lying. The dawn vvill be golden novv and you shall ha-
\e (he chance to approach (he msdom oj the dead and take it.
You shall march on she vvho reaches the reversed world, and then
she vvill come to me. Make sure she carries the uisdom uith her
The Khemi Brotherhood will be always gratejul to you.

Diğer bir zorluksa, Abraham Van Helsing'in İngilizce ko­


nuşurken kurduğu kendine has tuhaf ve devrik cümleleri Is-
panyolcaya çevirmekti. Bu sanki kötü bir çeviri yapmak için
çabalamaya benziyordu ve sahiden de yapmaya çalıştığım

287
buydu. Van Helsing sanki Felemenkçe düşünüp ingilizce ko­
nuşuyor ve aklından geçenleri o anda çeviriyor gibiydi. İs­
panyolca çeviride bunu gözeterek, anlaşılır ve kulağa gülünç
gelmeyen bir sonuç elde etmek için ilginç bir mücadeleye gi­
riştim.
Lewis Carroll'un "Jabbervvocky" adlı şiirini çevirmeden
bıraktığım için okurdan beni affetmesini diliyorum. Bu şiirin
gücünün (her şeyden öte öykü içindeki öneminin), anlamın­
dan çok şaşırtıcı tınısında yattığına inanıyorum. Elbette aynı
etkiyi Ispanyolcada da yaratmaya çalışabilirdim, fakat Jaime
de Ojeda'nın yaptığı çeviriyi aşmam pek mümkün değildi. İl­
gilenenler için Ojeda'nın çevirisini aşağıya alıyorum:

Brillcıba, bnımeando negro, el sol; I ağıliscosos ğiroscaban los l\-


mazones I banerrando por las vâparas lejanas; I mimosos se
fnıncian los borogobios I mientras el momio rantas mıırgijlaba.
\Cuidate del Galimatozo, hijo mio\ I \Guârdale de los dientes que
triluran Iy de las zarpas que desgarrcınl I \ Cuidate del pĞjaro
Jubo-Juboy I qııe no te agarre el Jrumioso Zamarrajo\

Kronoloji ve Referanslar

Bu baskıda mevcut olan üç öyküyü gerçekleştikleri tarih­


lere göre sıraladım, yani yazıldıkları tarih yerine meydana gel­
dikleri tarihlere göre (tam olarak 1895, 1900 ve 1907) diz­
dim. Doktor VVatson'un kaleme aldığı sırayla, ilk öykü "Or­
manın Ötesindeki Topraklardan" (Birinci Dünya Savaşı'nın
patlak verdiği yıllara denk düşen 1914'te yazılmış), ikincisi
"Dalavereci Katil Macerası" (savaşın bitiminden hemen sonra­
ki bir tarihte kaleme alınmış) ve sonuncusu, "Ölülerin Bilge -

288
lig''dir (giriş bölümünde 1931'de yazıldığı söyleniyor). Oriji­
nal metin bu sonuçlara varmaya yetecek kadar ipucu içeriyor.
Bu kronolojinin tutarlılığı, Watsonun "Ormanın Ötesin­
deki Topraklardan" başlıklı öyküde; "Ölülerin Bilgeliği"nde
gerçekleşen olaylara kesinlikle deginmemesiyle pekişiyor ve
Holmes ile Watson'un doğaüstü bir olayla karşı karşıya kal-
dıkları ilk vakanın bu olduğuna bir kez daha ikna oluyoruz.
Mantıktan ödün vermezsek: Doktor henüz yazmadığı bir öy­
küye atıfta bulunamazdı ve Doktor'un, o zamanki bakış açısı
dikkate alındığında "Ölülerin Bilgelig''ni asla kâğıda dökme­
yeceğine karar vermiş olması mümkündür. "Ölülerin Bilgeli-
gi''ndeki olaylara dair Watson'un daha önce yayımlanmış ça­
lışmalarında verdiği tek ipucu, "Thor Köprüsü"nde Isadora
Persano, James Phillimore ve Altce'e atıfta bulunmasıdır, fakat
Doktor bu üç unsurdan sanki farklı birer vakanın parçalany-
mış gibi bahseder. Bana göre, Watson bu öyküyü anlatmayı
kafasına koymuştu ve onu bu öyküyü anlatmaktan alıkoyan
şey sadece önsözde kendisinin de açıkladığı sebeplerdi.
Doktor'un, "Dalavereci Katil Macerası"nda Karındeşen Jack
ve Whitechapel cinayetlerine kısaca atıfta bulunması da ilginç
bir durum. Holmes un bu olayı araştırdığım söylemekle yetin­
diğinden, ünlü dedektif bu olayı çözümledi mi, yoksa bu da
ender başansızlıklarından biri olarak mı kaldı, bilemiyoruz.
Watson'un konuyu daha açık bir şekilde anlatmamış olması
üzücü, fakat ketumca söyledikleri, Stephen Knight tarafından
onaya atılan, edebi ve sanatsal karşılığını da çok başarılı biçim­
de Moore ve Campbell'ın "Cehennemden Gelen" adlı grafik ro­
manında bulan, kraliyet hekimi teorisini doğrular nitelikte.
Doktor Watson, "Ölülerin Bilgeliği" öyküsünün VIII. bölü­
münün girişinde, dünyanın her köşesinden Holmes hayranla-

289
rının merakını celbeden bir muammayı (bizleri tam anlamıy­
la tatmin etmese de) çok daha cömert bir şekilde aydınlatıyor.
Doktor VVatson'un evliliklerini çevreleyen esrar perdesin­
den bahsediyorum. Öykülerinde, eşine belli belirsiz değinme­
si can sıkıcı, özellikle de, bir taraftan açıkça ifade etmeksizin
hayatına birden fazla kadının girdiğinden bahsederken, diğer
taraftan da bu evlilikler arasında (ki bu elimizdeki tek açık ve
net ifade) bekar yaşadığı belli bir süre olduğuna dair bir izle­
nim vermesi. Bu bölümün başındaki sözleri sayesinde VVat­
son'un Mary Morstan'dan boşandığını, birkaç yıl sonra onun­
la yeniden evlendiğini ve bunun VVatson'un son evliliği oldu­
ğunu anlıyoruz. Holmes araştırmacıları yıllarca bahsi geçen
kadının Lady Frances Carfax mı yoksa Violet de Merville mi
olduğu üzerine tahmin yürütüp durdular. Nihayet, bu kişi­
nin, Watson'un, evliliklerinden birkaç yıl önce tanıştığı Violet
Hunter olduğu anlaşılıyor. Çözülemeyen esrarsa, VVatson'un
evliliklerinin kesin sayısı. Bu sayının en az iki olduğundan
eminiz ve "Ölülerin Bilgelig''nde ikinci bir evliliğin varlığı
doğrulanmakta; bazı araştırmacılar, Mary Morstan'la yaptığı
evlilikten önce VVatson'un başından bir başka evlilik geçtiğin­
de ısrar etseler de varsayımlarında bazı tutarsızlıklar mevcut.
"Ölülerin Bilgelig''nde doğrulanması oldukça zor birçok
farklı bilgi veriliyor: Ünlü yazarın babası Winfield Scott Lo-
vecraft'ın hayatında ingiltere'ye ayak basıp basmadığı bilin­
miyor, dolayısıyla 1895 yılında adayı ziyareti de doğrulana­
bilir bir bilgi değil. Elbette, tersi de öyle: Akıl hastahanesine
yatırıldığı 1893 yılı ve 1898'deki ölümü arasındaki yaşantısı
hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bir de, gerçekten İngiltere'ye
gittiğinden emin olsak bile, acaba sahiden Watson'un öykü­
de resmettiği gibi kurnaz, zeki ve merhametsiz biri miydi?

290
Tanıkların anlattığı gibi, Lovecraft'ın, son yıllarını frengi yü­
zünden delirmiş ve vahşileşmiş bir halde geçirdiği doğru mu?
Belki de gerçek gözümüzün önünde; Doktor'un bize anlattık-
larının doğru olduğuna, yanı Lovecraft'ın hiçbir zaman aklı
bir sorun yaşamadığına, herhangi bir zührevi hastalığa yaka­
lanmadığına vs. inanırsak, Winfıeld Scott Lovecraft'ın Mısır
farmason cemiyetindeki üstlerinden aldığı talimatlar doğrul­
tusunda hareket ettiği varsayımını doğru kabul edebiliriz.
Akıl hastahanesine yatırılmasından sonra beş yıl süreyle orta­
dan kaybolması da bu teoriyi destekliyor.
Doktor, nasıl olup da Necronomicon'un, Winfield Lovec­
raft'ın Mısır farmasonluğundaki üstlerinin değil de oğlunun
eline geçtiğini açıklamıyor (hattâ öyküde kendisinin de bil­
mediğini söylüyor).
Bundan ilginç ve karanlık bir hikâye çıkabilir, ama H.P.
Lovecraft'ın, edebi yapıtlarının büyük bir kısmına ilham kay­
nağı olan kitabın elinde olduğunun hiç farkına varmaması
pek olası değil. Aleister (veya Alıstair) Crowley'in anlatılan
olaylara karıştığı, doğrulanması daha da güç bir bilgi. Crow-
ley, Altın Şafak'a 1898 yılında girdi ve bilindiği kadarıyla
okültizmle tanışması 1896'da gerçekleşti. Bununla beraber
Watson, Crowley'in, 1895te değil 1891 gibi daha önceki bir
tarihte okültist bir cemiyetle bağlantılı olduğunu ve Altın Şa­
fak ın kurucularından Samuel Mathers'la mahiveti bilinmeven
bir ilişkisi bulunduğunu ileri sürüyor. Tabii, Crowley'nin ya­
şam öyküsünü kaleme alan hiçbir yazarda böyle bir bilgi yok.
(Uzun süre herkesin Holmes öykülerinin yazarı olarak ka­
bul ettiği) Arthur Conan Doyle ve Doktor Watson arasındaki
ilişki, okuduğunuz metin içinde herhangi bir şüphe veya tah­
mine yer bırakmayacak kadar açıkça anlatılır. Doyle, Wat-

291
rih Vakası" adlı bu metin, görünüşe bakılırsa VVatson'un hiç
bitirmediği bir öykünün girişi.
Tamamlanmamış olması yüzünden bu birkaç sayfayı ne
"Ölülerin Bılgeligi"ne, "Ormanın Ötesindeki Topraklardan"a,
ne de "Düzenbaz Katil Macerası" öykülerine eklemek iste­
dim. Fakat aynı zamanda bu küçük parça o kadar ilgimi çek­
mişti ki, onu yayımlamadan bırakmaya da gönlüm el vermi­
yordu. Okurun mesaisine değecek bir parçaydı bu. Ama na­
sıl yayımlanacaktı?
Editörüm Bay Prado'nun tavsiyesine uymanın iyi bir çö­
züm olacağını düşündüm. Bu ilginç Holmes fragmanını her­
hangi bir kitabın içinde ayrı bir bölüm olarak kullanmaktan-
sa, tam da tüm öykülerin bitmiş olduğunu sanan okurları şa­
şırtarak çevirmenin notlarının içine katmayı yeğledim:

Eşimin getirdiği, beklenmedik bir konuğum olduğunu


haber veren not, kibar olduğu kadar da ilginçti. <Bay Bor-
ges> diye başlıyordu, <Bay John Scott Eccles'la ilgili sıradışı
tecrübeniz hakkında Doktor Watson'la görüşmeyi arzu
eder>. Wisteria Köşkü vakası uzunca bir süredir aklıma bi­
le gelmiyordu ve birinin bu vakayı hatırlaması elbette ilgimi
çekmişti. Eşime kendisini içeri almasını söyledim ve çalışma
masamın arkasına geçerek konuğumu beklemeye başladım.
Yirmili yaşlarda, geniş alınlı, siyah saçları arkaya taran­
mış genç bir adamdı. Düş ve merak arasında gezinen bakış-
ları içeri girer girmez dikkatimi çekti. Elinde, yazdığım bir
Holmes öyküsünün de yer aldığı Strand Magazininin yeni
sayısı olduğunu gördüm.
Mükemmel olmakla birlikte, soyadını gördüğümde dü­
şünmüş olduğum gibi, yabancı kökenli olduğunu doğrula­
yan bir ingilizceyle, "Doktor Watson," dedi, "niyetim kesin-

293
likle size rahatsızlık vermek değil ve ziyaretimin çocukça bir
sebebe dayandığını düşünmenizi islemem."
"Elbette, Bay Borges. Oturmaz mısınız?"
"Teşekkürler."
Resmi ve ciddi bir tavırla sandalyenin ucuna ilişti. Göz-
lerinde hâlâ sanki etrafındakileri tümüyle görmekte zorla­
nan bir adamın garip bakışları vardı.
"Bir hayrandan daha rahatsız edici bir şey yoktur, Dok­
tor Watson, bu yüzden sizden bir imza istemek gibi yersiz
bir davranışta bulunmayacağım. Fakat, cüretimi mazur gö­
rürseniz. Bay Eccles'la ilgili vaka hakkındaki gerçekleri bana
açıklamanızı umut ediyordum."
Söyledikleri sahiden dikkatimi çekmişti. Bir okurun yaz­
dığım Holmes öykülerini tümden hayali sanması ilk kez ol­
muyordu elbette, fakat bu gencin özellikle VVisteria Köşkü
macerasıyla ilgilenmesi dikkate değer olduğunu gösteriyordu.
"Neden özellikle bu vaka? diye sordum. Elindeki dergi­
yi işaret ederek, "Mesela, neden Mazarin taşıyla ilgili gerçe­
ği sormuyorsunuz7"
Ben hafifçe gülümserken, o katlanmış dergiyi açtı.
"Elbette bu da yerinde bir soru olabilir. Doktor," dedi,
"en azından bu öyküyü neden üçüncü şahısta anlattığınız
sorulabilir. Hiç şüphesiz bu edebi bir heves olarak açıklana­
bilir ve bir yazarın yapmak istediği şeyi yapmak için başka
bir sebebe ihtiyacı yoktur."
Biraz telaşlanarak, "Pekala" dedim. "Ya başka bir öykü,
Bruce-Parlington'un planlan mesela?"
"Bu sorunun cevabını siz de benim kadar iyi biliyorsu­
nuz. O öyküde veya Bay Holmes'un biyografi sıfatıyla kale­
me aldığınız diğer öykülerde hata sayacağım bir şey yok. El­
bette VVisteria Köşkü vakası hariç."
Sandalyemde rahatsızca kıpırdandım. Bu akla hayale
gelmez bir iddiaydı. Bir okur, öykülerimi tümüyle gerçek

294
veya hayali addedebilirdi; fakat hepsini gerçek sayıp, içle­
rinden birinin uydurma olduğu sonucuna varmasının iler
tutar yanı yoktu. Yoktu, ama gerçeğe de tehlikeli bir şekilde
yaklaşmıştı.
İstifimi bozmamaya çalıştım, ama pek de başarılı olama­
dım. Benim yüzüm, özellikle Holmes karşısında daima açık
bir kitap gibi kolayca okunabilir olmuştur. Saatime bir göz
atıp delikanlıya baktım ve hiç ilgilenmemiş gibi yaparak:
"Pek fazla zamanım yok. Fakat niye başka herhangi bir
öykünün değil de illa bu öykünün uydurma olduğunu dü­
şündüğünüzü öğrenmek isterim."
"Doktor VVatson, inanın, niyetim sizin veya arkadaşınız
Bay Holmes'ün özel yaşamına girmek değil. Fakat merak be­
nim en büyük kusurum ve merakımı gidermeden rahat ede­
mem. Beni bu fikre yönelten ilk ipucu, olayın (tabii sahiden
böyle bir olay olduysa) başlangıcı olarak verdiğiniz tarih.
Bay Holmes'ün 1892 Man'ında bir vaka üzerinde olduğuna
kimse inanmaz ve sizin bu tarihte onunla birlikte olduğu­
nuz ise daha bile inanılmaz. Herkesin malumu olan bir şeyi
size anımsatmam gerektiğini sanmıyorum."
Genç Borges haklıydı. "Son Vaka"da anlattığım gibi,
Holmes'ün 1891 senesinde öldüğü kabul edilmiş ve 1894'e
kadar ondan haber alınmamıştı. Dolayısıyla, onun <ölü-
mü>nden bir yıl sonrasına, <diriliş>inden iki yıl öncesine
rastlayan bir tarihte birlikte bir vakayı soruşturmamız müm­
kün değildi. Tabii, benim cevabım hazırdı.
"Yalnızca bir basım hatası, sevgili delikanlı. Başka bir şey
değil. Korkarım, buraya kadar boşuna zahmet ettiniz."
Ziyaretçim eve girdiğinden beri ilk kez gülümsedi. Tu­
haf bir gülümsemeydi bu, dudaklarıyla gülümserken, gözle­
rindeki bakış hiç değişmemişti. Bu gencin karşısında geçen
her dakika kendimi biraz daha rahatsız hissediyordum.
"Öncelikle, benim için neredeyse bir fetiş olan merakımı

295
bağışlayın, ama sizinle konuşmak istemem boşa değildi. Ka­
ba görünmek istemem, fakat açıklamanızı çürütmek zorun­
dayım. Bakın, temsilcinizle konuştum."
Bu çok anlamsızdı. Doyle, onun işine yarayacak ne söy­
lemiş olabilirdi ki?
"Bay Doyle bana son derece ilginç bir şey anlattı. Basım
hatası ihtimali benim de gözümden kaçmadı. Dahası, Bay
Doyle'la konuşurken buna da değindik. Doktor Doyle bana
manüskrileri sizden aldığında, bu kronolojik uyuşmazlığı
hemen fark ettiğini söyledi. Sizinle görüşmüş, siz de ona
açıklayamayacağınız sebeplerden Man 1892 tarihinin degiş-
tinlmemesi gerektiğini söylemişsiniz."
Evet, bunu hatırlamıştım. Doyle'un bu olayı unutacağı­
na güvenmiştim.

Öykü böyle sonlanıyor. Watson'un öyküyü neden ta­


mamlamadığını bilmiyoruz: Öyküyü tamamlamasını engelle­
yen durumdan şikayetçi miydi? Kimbilir?
Yine de, bu kısacık metin bazı ilginç bilgiler içeriyor. Ön­
celikle, her ne kadar yazan Watson olsa da, Wisteria Köşkü
macerası uydurma bir öykü gibi görünüyor. Metni yayımla­
maya karar vermemi sağlayan somut sebep de bu oldu. Başka
meraklıların da fark ettiği gibi, olaylar 1892 yılında Holmes'ün
herkes tarafından ölü kabul edildiği bir tarihte gelişiyor, fakat
şimdiye dek (Doktor'un orijinal elyazmasının bulunamaması
sebebiyle) bu tarihleme bir basım hatası sayılmaktaydı.
Artık öyle olmadığını biliyoruz. Bilmediğimiz bir sebep­
ten anlatıda bu tarihin geçmesi gerekliydi.
Bu tarih, kim olduğunu bilmediğimiz birine yönelik bir
anahtar, bir tür şifre ya da esrarengiz bir ipucu olabilir mi?
Cevaplar hâlâ bizden saklı ve Watson'un bu (diğerlerine gö-

296
re önemsiz) öyküsünün sistematik bir çözümlemesi de bize
konu hakkında en ufak bir ipucu bile vermiyor.
Fakat, birkaç paragraf önceki parçada daha da ilginç olan
şey, Watson'un ziyaretçisi: Arjantinli dahi yazar Jorge Luis
Borges'in ta kendisi. Bahsedilen görüşmenin gerçekleştiği ta­
rihte (Watson'un "Mazarin Taşı Macerasını henüz yayımla­
mış olduğuna dikkat edersek, bu buluşmanın 1921 yılında
gerçekleştiğini kolayca çıkarınz) Borges Avrupa'da, tam ola­
rak İsviçre'de bulunuyordu. Arjantinli yazar, Bioy Casares iş­
birliğiyle yazdığı hikâyelerden de bildiğimiz gibi, polisiye tü­
rüne düşkündür.
Şaşırtıcı olan, Borges'in hiçbir röportajında veya otobiyog­
rafik anlatılarında Doktor Watson'la tanıştığından bahsetme­
mesi. Belki de karıştıkları macera, bundan bir daha asla bah-
setmemeye karar verdirecek kadar uğursuz veya olağanüstü
bir şeydi? Watson'un öyküyü yarıda bırakma sebebi bu ola­
bilir. Diğer yandan, eğer bunun Borges'in hayatında gerçek­
leşen tek "gizli buluşma" olmadığını göz önüne alırsak, Wat-
son'la tanıştığından bahsetmemesi o kadar da şaşırtıcı değil.
Isaac R. Martinson'un şimdiden klasikleşmiş yapıtı "Aynı Ge­
cenin Çocuklarında bahsedildiği gibi (Kenbeo Kenmaro adlı
kriptobibliyografya çalışmalarına yer veren bir dergide ya­
yımlanmıştır) Arjantinli yazar, 1925'te Hovvard Phillips Lo-
vecraft'la tanışmıştı ve dolayısıyla, Lovecraft'ın fantastik ya­
pıtlarına ilham kaynağı olan Necronomicoria göz atma imkâ­
nı da bulmuş olabilir. Görüldüğü üzere, "Ölülerin Bilgeli-
gi"nde anlatılan olaylar, uzun ve karmaşık bir tarihin (önem­
li fakat ayrıntılı olmayan) bir bölümüdür.
Elbette, bu fragman yanıtlandığından daha fazla soruyu
ortaya çıkarıyor (ve bunlara hiç cevap vermiyor) ve okuyucu-

297
ya bariz bir hayal kırıklığı yaşatıyor. Yine de, bana gün ışığı­
na çıkarmaya değecek kadar ilginç göründü.

iki Versiyon ve Bir Düzeltme

ilk sayfalarda okumuş olduğunuz gibi, kitabın bu ilk ba­


sımı, o zamanlar Londra Cervantes Enstitüsü'nde İspanyolca
öğretmenliği yapan eski dostum Juan Luis Montousse aracı­
lığıyla, Doktor Watson'un elyazmalarının elime nasıl geçtiği­
ni açıklayan bir giriş yazısıyla başlıyor: Elyazmalarını küçük
bir antikacıda bularak doğum günümde bana armağan eden
oydu.
Bununla beraber, Rafael Marin, yakın tarihli romanı, "Ba­
sit, Sevgili Chaplin"de konuya dair çok daha farklı bir hikâ­
ye ileri sürer. Marine göre elyazmaları, göndereni belli olma­
yan bir postayla elime ulaşmıştır ve bu Holmes öykülerinin
yanında bir de anahtar gelmiştir. Ben bu anahtarı kullanama-
mış olsam da, Marin bunu işlevsel bir obje olarak düşünmek­
tedir. İşte bu ikinci versiyonda, anahtar ve metal kutu değil­
se de orijinal elyazmaları ortadan kaybolur. Evimde zorla gi­
rildiğine dair hiçbir iz yoktur, ama elyazmaları sanki buhar
olup uçmuştur.
Okurun hangi hikâyenin doğru olduğunu sorması, benim
anlattığım versiyonun mu, yoksa daha sonra Marin'in tatlı
Fransız kenti Nantes'de bir akşamüstü kendisine anlattığımı
söylediği versiyonun mu gerçek olduğunu bilmek istemesi
olası. Hattâ, niye olmasın, belki de bu Sherlock Holmes öy­
külerini bizzat benim yazdığımı ve onların Dr. Watson'a ait
olduklarını iddia etmemin bir kandırmaca veya ticari bir
<reklam> girişimi olduğunu bile düşünebilirler.

298
Bu şüphecileri inandırmak için yapacak pek bir şey yok.
Yalnızca orijinal elyazmalarının bir süredir, tanınmış bir Hol-
mes hayranları birliği olan Kızılsaçlılar Cemiyeti'nin elinde
olduğunu ve onları görmek isteyen herkese yardıma hazır ol­
duklarını söyleyebilirim. Eski metalik kutu halen bende ve
incelemek isteyenlere seve seve gösteririm.
Gerçek hikâyenin hangisi olduğuna gelince, ister bir arka­
daşım Londra'da bulmuş olsun, ister göndereni belirsiz bir
paketle elime geçmiş olsun, çok önemli değil, kutunun elime
geçtiği gerçeğini değiştirmez. Okur istediği hikâyeyi seçmek­
te özgür.
Söylemek istediğim diğer bir şey de. Marin'ın romanının
girişinde söyledikleri üzerine: "Ormanın Ötesindeki Toprak­
lardan" adlı öyküyü bana ait bir edebi çalışma saymaktaki ıs­
rarının sebebini bilmiyorum: Bunu esrarengiz bir şaka olarak
görüyorum.
Elbette, "Ormanın Ötesindeki Topraklardan", "Ölülerin
Bilgeliği'nden önce bir fantastik edebiyat seçkisinde, benim
imzamla yayımlandı. Burada yalnızca tecrübesizliğim ve öy­
künün alışılmadık teması sebebiyle yaptığım çevirinin Hol-
mes hayranları tarafından bir kandırmaca olarak görülmesin­
den korktuğumu açıklamakla yetineceğim.
Öyküye yönelik muhtemel olumsuz tepkilerin Dr. Wat-
son'a değil de bana yönelmesini tercih ettim ve diğer yandan,
bu öykünün yayımlanması, bana, yeni Sherlock Holmes öy­
küleri için hazır olup olmadığını anlamak için okurun nabzı­
nı tutma fırsatı sağladı. "Ormanın Ötesindeki Topraklardan"ı
bu kitaba dahil ederek hem temelsiz bir iddiayı, hem de bir
yanlış anlamayı ortadan kaldırdığımı sanıyorum.

299
Rafael Marin'in sabnna ve cömertliğine sığınarak, kitabı­
nın giriş bölümünden bir alıntıyla bitiriyorum. Onun sözleri
bana buraya alınacak kadar önemli, aydınlatıcı ve güçlü gö­
züküyor:

Sherlock Holmes'ün hayali biri olmadığını, olağanüstü


bir insan olduğunu, büyüklüğü yüzünden hayali biri adde­
dilen bir efsane olduğunu bilen veya kabullenebilen çok az
insan vardır. Belki Rodolfo Maninez'in de dahil olduğu Ba­
ker Sokağı'nın Başıbozukları bunu çok iyi bilir ve gizli bir
cemiyet olarak kendilerini bugün dahi, biyografi ve dostu
Doktor Watson'un zamanında yayımlamadığı Sherlock Hol­
mes öykülerini yayımlamaya vakfetmişlerdir. Dünyanın ge­
ri kalanı, Sherlock Holmes'ün ve onun ayrılmaz dostunun,
peri masallarına meraklı başka bir doktorun, kayıp dünya-
ların en önde gelenini tanımış olan Sir Arthur Conan Doy-
le'un hayal gücünden çıktığına inanır.

Sevgili okurlar, görünen o ki biz (sizler ve ben) Marin'in


bahsettiği azınlıktanız.

300
TEŞEKKÜRLER

Elbette ilk teşekkür etmem gereken kişi, son iki yüzyılın


en güçlü ve ilginç popüler hayali karakterini yaratan Arthur
Conan Doyle. Elinizde tuttuğunuz bu kitabın vebali onun
boynuna: Tiryakilik yaratacak kadar büyüleyici bir kahraman
yarattığı ve bir dönemi o kadar iyi yansıttığı için. Doyle'un,
Sherlock Holmes öykülerini pek önemli saymayarak, edebi
çalışmalannın odağına tarihsel romanları alması bana daima
çelişkili gelmiştir. Çünkü Holmes öykülerinde yaptığı tam da
buydu: Tarihsel kurgu. Ama bunun farkına varmamıştı. De­
dektifin karşılaştığı sorunların ve eksantrik bir kişiliği ete ke­
miğe büründürmenin ötesinde, bugün bize kalan, İngiliz ya­
kın tarihinin kişisel ama unutulmaz bir resmidir.
Holmes <kanonu>nun tamamlanmasından sonra gelen
diğer Holmes hayranı yazarlara da minnet borçluyum. Özel­
likle Nicholas Meyer'e (kendisi, Holmes'ün Uzay Yolu'nun

301
Bay Spock'ının ataları arasına girmesinden sorumlu olan ki­
şidir), Robert Lee Hall'a (bana, Holmes ruhuna sadık kalma­
yı ve ayrıca, yaratıcısının Holmes'ü hiç yürütmediği yollarda
yürütmeyi öğrettiği için) ve tabii, W.S. Gould, onun yazdığı
Holmes biyografisi tüm Holmes meraklıları için vazgeçilmez
bir kitap.
Asesinato por decreto filminde Sherlock Holmes'ü canlan­
dıran Kanadalı aktör Christopher Plummer'a çok şey borçlu­
yum. Yıllar önce filmi ilk gördüğümde Plummer, Holmes ro­
lüne mükemmelen oturmuştu ve ne Basil Rathbone ve Peter
Cushingin klasik yorumlan, ne de yenilerden Jeremy Brett'in
yorumu fikrimi değiştirmedi. Holmes'ü gözümde daima
Plummer'ın fiziksel görünümü ve tavırlarıyla, hattâ dedekti­
fe kattığı kişisel özelliklerle canlandırıyorum. Eğer benim
Sherlock Holmes'ümün olması gerektiği kadar soğuk ve ki­
birli olmadığını, bazı hallerde fazlasıyla duygusal davrandığı­
nı düşünen biri varsa, açıklaması bu olabilir.
Dostum Rafael Marin'e de teşekkür etmeliyim. Mükem­
mel romanı Basit, Sevgili Chaplin (tüm Holmes hayranlarını
mutlu etmişti) on yılın ardından bu kitabın yazılmasında,
düzeltilmesinde ve yayımlanabilmesinde büyük katkı sağla­
dı. Ayrıca, yapıtından bir paragrafı alıntılamama izin verdiği
için de teşekkürler.
Susana Garcia ve Natalia Cervera bu kitaptaki İngilizce
metinleri, özellikle de Holmes'ün çevirdiği <orijınal> mesajı
kontrol etme nezaketini gösterdiler. Yine de, herhangi bir
muhtemel hatanın sorumluluğu tümüyle bana ait, kesinlikle
onlara değil. Özellikle, Natalia'nın sözcüğün Ispanyolcada
doğru yazılışının böyle olmadığı konusundaki ısrarlarına rağ­
men <Khemı> yazdığımı belirtmek istiyorum.

302
Gabriel Bermudez'in bazı detaylar konusunda çok değer­
li yardımları oldu; Holmes, "Watson ve Doyle'un bindikleri at
arabasının türü (üç kişinin pek zor sığacağı hansom yerine
bir brougham'a biniyorlar), Hartum Halifesı'nin görünüşü­
nün doğruluğu veya Phillimore'un cesedindeki yaranın doğ­
ru damarda olması gibi. Gabriel birinci sınıf bir bilimkurgu
yazan -ve gerçek bir XIX. yüzyıl Anglosaksonları uzmanı-
olmasının yanı sıra, iyi bir dost ve "Ölülerin Bilgeliği''nin ilk
taslağı karşısında sergilediği coşkuyla, doğru yolda olduğu­
mu ve daha da önemlisi, kişisel bir kapris peşinde koşmadı­
ğımı gösteren kişidir.
Sherlock Holmes ve Ölülerin Bilgeligi'nin ilk versiyonunu
1995 Asturias Roman Ödülüne layık gören Dolores Medio
Vakfı'na teşekkür etmezsem nankörlük etmiş olurum.
Son olarak, Luis G. Pradoya teşekkür etmek istiyorum.
"Ölülerin Bilgeligi"ni yeniden basmakla ilgilenmesi, bana ro­
manımın hâlâ canlı olduğunu ve ondan keyif alınabileceğini
gösterdi.

R O D O L F O MARTÎNEZ
Gijon, Ekim 2003

303
İÇİNDEKİLER
İlk Baskı İçin Önsöz 7

ÖLÜLERİN BİLGELİĞİ

Giriş 15
I. Bölüm Var Olmayan Kâşif 19
I I . Bölüm Bir Randevu ve Akşam Yemeği 30
III. Bölüm Sahtekar Öldürüldü mü? 39
IV. Bölüm Esrarengiz Mesaj 53
V. Bölüm Gazeteci ve Kılıç Ustası 65
VI. Bölüm Meçhul Kitap 78
VII. Bölüm Kimlik Vakası 84
VIII. Bölüm Şemsiye ve Sahibi 90
IX. Bölüm Yasak Kitabın Tarihçesi 104
X. Bölüm Doktor VVatson İşbaşında 110
XI. Bölüm Bilimin Tanımlayamadığı Solucan 119
XII. Bölüm Varyete Tiyatrosu 130
XIII. Bölüm Ejdercenk 140
XIV. Bölüm Profesörün Gölgesi 147
XV. Bölüm Avcılann Bekleyişi 157
XVI. Bölüm Alice'in Firan 163
XVII. Bölüm Bay Shamael Adamson 170
Sonsöz 183

ORMANIN ÖTESİNDEKİ TOPRAKLARDAN

I. Doktor John H. VVatson'un Öyküsü 189


II. Doktor John Sevvard'ın Günlüğü 212
III. Av (Doktor VVatson'un Öyküsü ve Doktor John Sevvard'ın
Günlüğünden) 228
Sonsöz 254
Düzenbaz Katıl Macerası 256
Çeviri Üzerine Bazı Notlar 284
Teşekkürler 301

You might also like