Professional Documents
Culture Documents
ULUSLARARASI
VIII. KLÂSİK TÜRK EDEBİYATI
SEMPOZYUMU
DİCLE ÜNİVERSİTESİ
BİLİMSEL ARAŞTIRMA
PROJELERİ BİRİMİ
T.C. DİYARBAKIR VALİLİĞİ KÜLTÜR SANAT YAYINLARI: 15
Hüseyin AKSOY
Genel Koordinatör
Ahmet DALKIRAN
(Diyarbakır Vali Yardımcısı)
Proje Ekibi
Güldan ÖZGÜN
Mesut YAVUZ
Pınar GÜRHAN KILIÇ
Yeşim SERT ÖZKUL
Zafer LAÇİN
www.diyarbakir.gov.tr
www.diyarbakirkulturturizm.org
www.diyarbakircazibe.com
ISBN:978-605-149-633-7
KASIM 2014
II
TAKDİM
Asırlardan beri medeniyetler beşiği olan Diyarbakır, sadece tarihi ve coğrafyasıyla değil il-
miyle kültürüyle de vazgeçilmez bir kent olmuştur. Tarihte önemli ilim merkezlerinden biri
olan bu şehir, pek çok alanda bilim, kültür ve sanat insanı yetiştirmiştir. Şehirde yaşayan ve
yetişen büyük şair ve yazarlar, Türk edebiyatına kazandırdıkları önemli eserlerle, bu şehrin
eski tarihlerden beri önemli edebiyat muhitlerinden biri olduğunu göstermiştir.
İsmini hafızalara kazımış olan Alî Emîrî, Sezai Karakoç, Cahit Sıtkı Tarancı, , Ziya Gökalp,
Orhan Asena, Esma Ocak, Ahmet Arif geçmişin tanığı günümüz Türk Edebiyatının önem-
li isimlerinden sadece birkaçıdır.
Edebiyatçı kimliği ön planda olan ilim adamı, yazma eser koleksiyoncusu, tezkireci ve hat-
tat gibi birçok kimliğe sahip olan Alî Emîrî, Diyarbakır’ın edebiyat dünyasına kazandırdığı
önemli ve ender şahsiyetlerden biridir. Okumaya karşı duyduğu bitmek bilmez açlığının
kendisini karış karış gezdirdiği sahaların birinde, Kaşgarlı Mahmut’un Araplara Türkçe
öğretmek için kaleme aldığı ilk Türkçe sözlük olan Divan-ı Lügat-ü Türk’ün orijinal nü-
shasını bulmuş ve Türkçenin geliştirilmesi konusunda çığır açıcı çalışmaların önünü
açmıştır.
Küçük yaştan itibaren okumaya ve araştırmaya büyük ilgisi bulunan Alî Emîrî, kitap satın
aldığında duyduğu sevincini şu şekilde dile getirmiştir: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yem-
eği içmeği unuttum... Bu kitabı, sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli
ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”demiştir. Bütün hayatını kitaplara, okuma-
ya ve araştırmaya adamış olan Alî Emîrî, kitap okuma ve araştırma merakının yanı sıra
birçok eser de bırakmıştır.
Okudukça ve araştırdıkça içindeki öğrenme açlığı daha da kamçılanan Alî Emîrî, Millet
Kütüphanesi’nin kurulmasına öncülük ederek kendisi gibi öğrenmeyi ve okumayı seven
üretken nesiller yetiştirilmesine katkı sunmuştur. Basın tarihimizin önemli çalışmalarından
olan Osmanlı Tarih ve Edebiyat Dergisi’nin yanında, altı sayısı yayımlanan ve memleketi
Diyarbakır’ın eski adını taşıyan Amid-i Sevda isimli gazetenin çıkarılmasında öncülük et-
miştir. Bir taratan Osmanlı toplumuna geçmişine sahip çıkması gerektiği yönünde me-
sajlar içeren çalışmalar yaparken, öte yandan da dünyadaki bilimsel gelişmeleri yakından
izlemiştir.
Alî Emîrî Efendi’nin edebiyat dünyamıza sunduğu önemli katkılardan ötürü bir vefa borcu
olarak adına düzenlenen sempozyum bildirilerini içeren bu kitabı okuyucuların beğenisine
sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Umut ediyoruz ki bu kitap Alî Emîrî’yi daha yakından tanımak isteyenlere bir pencere
açacaktır. Hayatını okumaya, araştırmaya ve eserler bırakmaya adamış önemli bir edebi-
yatçının bize bıraktığı önemli mirasa armağan ettiğimiz kitabımızın , Diyarbakır Kültür
Sanat Yayınları olarak edebiyat dünyamıza hayırlı olmasını dilerim.
Hüseyin AKSOY
Diyarbakır Valisi
III
ÖNSÖZ
Ülkemizde edebiyat araştırmalarına ilmî düzeyde artan teveccühün arkasında Klâsik
Türk Edebiyatı sahası çalışmalarının önemli katkıları olmuş ve olmaktadır. 2005
yılında kurulan Erciyes Üniversitesi Klâsik Türk Edebiyatı Topluluğu da bu sahadaki
faaliyetleriyle dikkatleri çekmiş, başta sahanın uzmanları olmak üzere ilgili kişi ve
kurumların takdirini kazanmıştır. Erbâbının malumu olduğu üzere Klâsik Türk
Edebiyatı sahasının kıymetli şahsiyetlerine ithaf edilen ve her biri bu alanın belli başlı
konularını akademik platformda tartışma amacıyla plânlanmış olan sempozyum
dizisinin ilk üçü meyvesini vermiş ve “I. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu (Prof. Dr.
Tunca Kortantamer Hatırasına), Kayseri 2009; II. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu
(Prof. Dr. İsmail Ünver Adına), Kayseri 2010; III. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu
(Prof. Dr. Cem Dilçin Adına), Kayseri 2011” adlarıyla yayınlanmıştı.
Elinizdeki bu eser de Klâsik Türk Edebiyatı Topluluğu’nun ulusal ve uluslararası
düzeydeki sekizinci faaliyeti ve dördüncü yayını olup Diyarbakır’ın en meşhur
simalarından merhum Alî Emîrî hatırasına Dicle Üniversitesi ile ortaklaşa düzenlenen
VIII. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun tebliğler kitabıdır.
Anadolu tarihinin her döneminde bir kültür ve edebiyat merkezi olmayı başarmış kadîm
şehir Diyarbakır, klâsik kaynaklarımıza göre sayısı yüzleri aşan şâir ve sanatkârıyla
müstakil edebî geleneğe sahip olan yegâne şehirlerden biridir. Bu şehrin bağrından
çıkan devlet adamı, mutasavvıf, âlim şâirler tüm Osmanlı coğrafyasına yayılıp ilim,
tasavvuf, kültür ve sanatın gelişmesine katkıda bulunmuştur. O şahsiyetlerden biri de
Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarını idrâk
eden Alî Emîrî Efendi (1857-1924)’dir.
Alî Emîrî daha ziyade Dîvânü Lugâti’t-Türk gibi bir şaheseri ilim ve irfân dünyasına
kazandırması ile şöhret bulmuş, ancak şâir, tezkireci, ilim adamı, yazma eser
koleksiyoncusu ve Millet Kütüphanesi’nin kurucu müdürü gibi vasılarıyla da son
yüzyıla damgasını vurmuş önemli bir şahsiyettir. Onun hatırasını yâd etmek üzere
tertiplenmiş olan bu sempozyumda merhûm Alî Emîrî’nin çalışma alanları başta
olmak üzere Klâsik Türk Edebiyatı sahasının bugünkü durumu, belli başlı meseleleri
ve Diyarbakır’da Dîvân edebiyatı geleneği ile ilgili 40 tebliğ sunulmuş olup bu eserde
37’sine yer verilmiştir. Eserde sempozyum programı, açılış konuşmaları, tebliğ
metinleri, değerlendirme oturumu konuşmaları gibi sempozyumla ilgili evrakın tümü
yer almaktadır.
Bu kitabın yayınlanması vesilesiyle
Sempozyum kitabının yayınlanması konusunda himayelerini ve desteklerini
esirgemeyen Diyarbakır valimiz Sayın Hüseyin AKSOY’a; bu kitabın yayınlanması
fikrimize desteklerini sunan eski Diyarbakır Valimiz (hâlen merkez valisi) Sayın
Mustafa KIRAÇ’a, Kitabın basım işlemlerinde her türlü kolaylığı sağlayan Diyarbakır
Vali Yardımcımız Sayın Ahmet DALKIRAN’a;
IV
Sempozyumu bizzat teşrif ederek tebliğler kitabının yayınlanması sözünü veren eski
Diyarbakır Valisi hâlen İzmir Valisi- Sayın Mustafa TOPRAK’a ve her aşamadaki
katkılarından dolayı vali yardımcımız Sayın Mustafa CAN’a;
Sempozyuma ev sahipliği yapıp tüm süreci ilgiyle takip eden Dicle Üniversitesi Rektörü
Sayın Prof. Dr. Ayşegül Jale SARAÇ’a; sempozyumun diğer ortak kurumu olan Erciyes
Üniversitesi’nin sayın rektörü Prof. Dr. H. Fahrettin KELEŞTEMUR’a;
Sempozyumun gerçekleşmesi için teşvik ve desteklerini gördüğümüz Dicle Üniversitesi
Rektör Yardımcısı Sayın Prof. Dr. Sabri EYİGÜN’e; sempozyuma katkı sağlayan Dicle
Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinatörlüğü’ne ve birim koordinatörü
Sayın Prof. Dr. Hamdi TEMEL’e;
Sempozyum Düzenleme Kurulu ile Bilim ve Değerlendirme Kurulu’nun değerli
üyelerine; sempozyuma tebliğleriyle iştirâk eden muhterem bilim adamlarına;
sempozyumun gerçekleşmesinde emeği geçen Dicle Üniversitesi, Ziya Gökalp Eğitim
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İdris KADIOĞLU’na; Edebiyat Fakültesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Kemal TİMUR’a, Türk Dili ve Edebiyatı araştırma
görevlileri Şeyda ATİLA, Feyza İSLAMOĞLU, Erdal BOZDAĞ ve Abdulhakim
TUĞLUK’a, görevli bölüm öğrencilerine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz.
Diyarbakır 2014
Yayına Hazırlayanlar
V
İÇİNDEKİLER
TAKDİM..............................................................................................................................................iii
ÖNSÖZ ................................................................................................................................................iv
İÇİNDEKİLER ...................................................................................................................................vi
SEMPOZYUM PROGRAMI ..........................................................................................................ix
ALÎ EMÎRÎ EFENDİ HAKKINDA ..............................................................................................xvi
AÇILIŞ KONUŞMALARI..............................................................................................................xix
SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ.................................................................................................. xxviii
AKÇAY, Gülçiçek
Diyarbakırlı Halîlî ve Kasîde-i Pend-nâmesî ................................................................................. 1
APAYDIN, Özden
Hamdî’nin “Yusuf u Züleyha Mesnevisi” ve Nazan Bekiroğlu’nun
“Yûsuf İle Züleyha” Adlı Eserini Olay Örgüsü Açısından Bir Karşılaştırma Denemesi ....15
ATİLA, Mustafa
Klâsik Türk Edebiyatı Sahasının E-Kaynakları ...........................................................................29
BAŞTÜRK, Sadettin
Ali Emîrî Efendi’nin Sicil Kaydı
(Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl Komisyonu Deterlerine Göre) ...........................................57
BEKTAŞ, Ekrem
Diyarbakır Şiir Meclislerinde Urfalı Nâbî ....................................................................................65
BİLGİN, Emrah
www.yazmalar.gov.tr Adlı İnternet Sitesinde Kimi Tarama Problemleri...............................71
ÇEÇEN, Halil
Cevahirü’l-Mülûk’a Göre Fatih ......................................................................................................79
ÇELTİK, Halil
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında Excel Kullanımı ..................................................................111
ÇINAR, Bekir
Gencîne-i Râz Mesnevisinde Şiir, Şair ve Kâtiple İlgili Değerlendirmeler .........................125
DAĞLAR, Abdülkadir
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in Kaynakları ve
Kültür Tarihine Kaynaklığı ...........................................................................................................137
DİNÇER, Zeynep
Klasik Türk Edebiyatında Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice ve Sırrî Râhile Hanım .......................................................151
KARASİOĞLU-DOĞANER, Elif
Diyarbakırlı Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin Tevrat Eksenli İncelenmesi ....163
EREN, Aysun
Alî Emîrî’yi Okumak ......................................................................................................................169
GÜZELOĞLU, Hanzade
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker
Mesnevîsi (Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma) .....................................................193
KADIOĞLU, İdris
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler..........................................................................................219
KILIÇ, Atabey
Diyarbakırlı Ahmed-i Mürşidî’nin Pend-nâme Adlı Mesnevîsi ve
Neşri Üzerine Notlar .....................................................................................................................287
KILIÇ, Zülküf
Klâsik Türk Şiirinde Klâsik Olmayan Mevzular .......................................................................297
VII
MERMUTLU, Mehmet Sait
Ezhâr-ı Hakîkatda Dinî Tema.......................................................................................................307
NAZİK, Sıtkı
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin Mukayeseli Yöntemle Şerhi ...............................317
OKTAY, Adnan
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır...............................................................................335
ÖZÇELİK, Sadettin
Süheyl ü Nev-Bahâr Üzerine Düzeltmeler.................................................................................351
ÖZMEN, Abdulsamet
Bayburtlu Za’ifî’nin Ahbârü’l-‘iber’inde Müstensihlerin İstinsâh ve Vezin Tasarruları ..363
ÖZSARI, Mustafa
Şeyh Vasfî’nin Farsça’dan Çevirileri Üzerinde Bazı Dikkatler................................................375
SARIÇİÇEK, Ramazan
Ali Emîrî’ye Göre II. Bâyezîd (Adlî)’in Şiiri ...............................................................................379
ŞAHİN, Oğuzhan
Biyograik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler........................................................385
TANYILDIZ, Ahmet
Akrabalık Yönüyle Diyarbakırlı Dîvân Şairleri .........................................................................401
TİMUR, Kemal
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşini Tiyatroya Dökenan Bir Kadın Yazar: Esma Ocak .........411
UZUN, Şerife
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi’nde Ayet ve Hadis İktibasları ....................433
ÜSTÜNER, Kaplan
Divan Şairi Na’im ve Gülzâr-ı Na’im Mesnevisi........................................................................447
YAKIT, İsmail
Ali Emîrî Efendi’nin Tarih Düşürme Sanatındaki Yeri ...........................................................457
YOLDAŞ, Kazım
Nef ’î ve Şeyhülislâm Yahyâ’nın Sâkî-Nâme’leri Arasında Bir Karşılaştırma.......................467
IX
Doç. Dr. Halil ÇEÇEN
“Cevâhirü’l-Mülûk’a Göre Fâtih”
X
IV. OTURUM 16.40-17.40 (D SALONU)
Başkan: Prof. Dr. İsmail YAKIT
Zeynep DİNÇER
“Klâsik Türk Edebiyatındaki Şâirelerin Şiirlerinde Mahlas ve Diyarbakırlı İki Kadın Şâir: İfet
Hatice ve Sırrı Hanım”
Tartışma
18.30 AKŞAM YEMEĞİ
Tartışma
17.40-18.00 ARA
18.00-18.30 DEĞERLENDİRME OTURUMU
19.00 AKŞAM YEMEĞİ XIII
BİLİM VE DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Hüseyin AKKAYA (Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. İsmail Hakkı AKSOYAK (Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Hatice AYNUR (İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi)
Prof. Dr. Süleyman ÇALDAK (Adıyaman Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. İ. Çetin DERDİYOK (Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. İlhan GENÇ (Düzce Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Osman HORATA (Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Mustafa İSEN (T.C. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri)
Prof. Dr. Hasan KAVRUK (İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi)
Prof. Dr. Atabey KILIÇ (Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Filiz KILIÇ (Nevşehir Üniversitesi Rektörü)
Prof. Dr. Mine MENGİ (Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi - Emekli)
Prof. Dr. Cihan OKUYUCU (Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Kazım YOLDAŞ (Bingöl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Fatma Sabiha KUTLAR-OĞUZ (Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Ziya AVŞAR (Niğde Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. Kemal TİMUR (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Doç. Dr. Rıdvan CANIM (Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi)
Doç. Dr. Halil ÇEÇEN (Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi)
Doç. Dr. Bekir ÇINAR (Niğde Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Doç. Dr. Mehmet KIRBIYIK (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi)
Doç. Dr. Bahir SELÇUK (Adıyaman Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Doç. Dr. İbrahim Halil TUĞLUK (Adıyaman Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Doç. Dr. Gencay ZAVOTÇU (Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Yrd. Doç. Dr. M. Malik BANKIR (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Yrd. Doç. Dr. Müjgan ÇAKIR (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Yrd. Doç. Dr. Ramazan SARIÇİÇEK (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
XIV
DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. Atabey KILIÇ (Başkan) (Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. İsmail Hakkı AKSOYAK (Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Prof. Dr. İdris KADIOĞLU (Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi)
Doç. Dr. Ahmet TANYILDIZ (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Yrd. Doç. Dr. Turgut KOÇOĞLU (Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan ŞAHİN (Bartın Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi)
Öğr. Gör. Dr. Abdülkadir DAĞLAR (Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
Okt. Mustafa Uğurlu ARSLAN (Dicle Üniversitesi Rektörlük Türk Dili Bölümü)
Arş. Gör. Mustafa ATİLA (Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi)
XV
ALÎ EMÎRÎ EFENDİ HAKKINDA
Çocukluğu ve Yetişmesi:
Ali Emîrî Efendi, hayatını ilme ve ilmi eserlere adayan, ömrü boyunca devlete yaptığı hizmet
karşılığında kazandığı paranın büyük bir bölümü ile binlerce kitap alan ve bu kitapları da yine
Millet Kütüphanesi adı altında bir kütüphane kurarak milletine hediye eden Edebiyat Tarihçisi, şair,
kütüphaneci gibi vasıları bünyesinde barındıran müstesna bir şahsiyettir.
Emîrî Efendi, H.1274 (1857) yılında Diyarbakır’da doğdu. Doğum tarihi gün ay ve yıl olarak
tespit edilememektedir.Şairin kendisi de Tezkire-i Şuarâ-yı Amid adlı eserinde doğum tarihini sadece
yıl olarak şu şekilde kaydetmiştir: Velâdet-i âcizânem 1274 sene-i hicriyyesindedir” Babası Mehmet
Şerif Efendi Diyarbakır’ın ünlü şairlerinden Mehmet Emîri Çelebi’nin torunlarından biridir.
Ali Emîrî, ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. O dünyaya geldiğinde, altmış yaşını
geçmiş olan babası Mehmet Şerif Efendi Diyarbakır-Bağdat arasında kervan işleten geniş çapta ticaretle
uğraşan zengin bir kimseydi.
Eğitimi:
İlim öğrenmeyi hayat felsefesi haline getiren Ali Emîrî Efendi, ilk öğrenim hayatına Diyarbakır’da
bulunan Sülûkiye Medresesi Sıbyân mektebinde başladı. Bir süre hocası Fethullah Feyzi Efendi’den ve
diğer birçok müderristen ders aldı.
Ali Emîrî Efendi aldığı bu eğitimlerin dışında büyük amcası Mehmed Şaban Kâmi Efendi’den
belâğat, gramer, meâni,mantık,daha yüksek ilimlerin öğrenilmesine yarayan alet ilimlerini öğrendi ve
eski yazıyı güzel yazacak şekilde hat dersleri aldı. Daha sonra Siirt sancağına bağlı Sirvan’da ikâmet
eden dayısı Abdulfettah Fethi Efendi’nin yanına giderek, orada çeşitli eserleri tetkik edip, Kürt dilini
konuşmayı öğrendi.
Daha sonra Diyarbakır’a gelerek Mehmed Şaban Kami Efendi’nin yanında altı yıldan daha fazla
öğrenimini devam ettirdi. Arapça Avâmil ve İzhâr okudu. Hz.Ali’nin kelâm-ı kibar’ını ezberledi.
Memuriyet Hayatı:
Ali Emîrî Efendi çevresindeki devlet büyüklerinin teveccühü ile kendisi pek istemese de yurdun
çeşitli yerlerinde otuz yıllık bir memurluk hayatı geçirmiştir. Ali Emîrî Efendi, divanında memuriyet
hayatının 30 yıl devam ettiğini ve bu zaman içersinde güzel bir şöhret elde ettiğini şu beyitle ifade
etmektedir.
Otuz yıldır bütün hizmetlerimde
Güzel bir sît ü şöhret etdim ibkâ
Alî Emîrî Efendi’nin memur olarak çalıştığı ya da çeşitli vesilelerle bulunduğu yerler:
1.Mardin Tahrirat Kalemi Katipliği ( 1878 )
2.Hey’et-i Islahiye Müsevvidliği ( 1878 )
3.Abidin Paşa ile birlikte Elazığ (1878 )
4.Abidin Paşa ile Sivas
5.Abidin Paşa ile Selanik ( 1880 )
6.Abidin Paşa ile Atina ( 1881 öncesi )
7.Ankara Vilâyeti Merkez Sancağı A’şar Müdüriyeti ( 1880)
XVI 8.İçel Sancağı A’şar Müdüriyeti ( 1881)
9.Kozan A’şar Müdürlüğü ( 1882 )
10.Adana Vilâyeti Merkez Sancağı A’şar Müdürlüğü ( 1885)
11.Adana A’şar Nezâreti Başkatipliği ( 1887 )
12.A’şar idarelerinin kaldırılması üzerine İstanbul’a gelir. ( 1888)
13.Yanya Vilâyeti Leskovik Sancağı Muhasebeciliği ( 1888)
14.Kırşehir Muhasebeciliği ( 1889 )
15.Trablusşam Sancağı Muhasebeciliği ( 1896 )
16.Elazığ Vilâyeti Deterdarlığı ( 1897 )
17.Erzurum Deterdarlığı ( 1897 )
18.Yanya ve İşkodra Maliye Müfettişliği.( 1898 )
19.Tâif ( 1899 )
20.Yemen Vilâyeti Teslimiyye Müfettişliği ( 1901 )
Bunların dışında Ali Emîrî Efendi emekliliğinden sonra da çeşitli kurumlarda görevler almıştır: “
Millî Tetebbular Encümeni riyasetinde ve Tarih-i Osmanî Encümeni âzâlığında bulunmuş ve kıymettar
vesikalar ihda ve tab’ ettirmek suretiyle millî tarihimize hizmet etmiştir. Tasnif-i Vesâik-i Tarihiye
Encümeni’ne başkanlık etmiştir. Âsâr-ı İslâmiye ve Milliye Encümeni başkanlığı yapmıştır. Gayri resmi
olarak İstanbul başbakanlık arşivinde ve Vakılar Nezareti’nde çalışmıştır. 1916’dan vefatına kadar da
kendi kurduğu Millet Kütüphanesi’nde müdürlük yapmış ve 23 Ocak 1924 yılında İstanbul’da vefat
etmiştir.
Edebi Kişiliği ve Şairliği:
Yaşadığı döneminde Osmanlı toplumunda seçkin ve kültürlü bir insan olmanın temel kuralının
kaliteli şiirler yazabilmekten geçtiğini iyi bilen Emîrî Efendi henüz çocuk denilebilecek yaşta şiire merak
sarmıştır. Kaynaklar, Emîrî Efendi’nin güçlü bir şair olmadığı hususunda hemfikirdirler. Ancak o,
gerçekten güçlü bir hafızaya sahip olan, hafızasında binlerce şiir bulunduran ve kendisi de sür’atle yazan
velud bir şairdir. Bundan dolayı Emîrî Efendi’nin divanında zaman zaman vezin kusurları kendisini
hissettirir. Emîrî Efendi şiirlerinde klasik şiir geleneğini devam ettirdiği kadar yeni şiirin etkisiyle
de şiirinde vatan, millet, kitap sevgisi gibi konuların yanı sıra telgraf, tayyare, gazete gibi konuları
da işlemiştir. Bununla birlikte oldukça fazla şairin şiirinin hafızasında bulunması Emîrî Efendi’nin
şiirlerine de etki etmiş, Fuzûlî ve Nedim gibi şairlerin şiirlerinin etkisi kendisini hissettirmiştir.
Eserleri
1. Abâü’l-akvâm (Kayıp eserlerindendir.)
2. Cevâhirü’l-mülûk. (Millet Ktp. A.E Manzum 1079/1)
3. Dîvân. (Millet Ktp. A.E Manzum 37)
4. Dîvân. (Millet Ktp. A.E Manzum 38)
5. Mirâtü’l-fevâid. (Millet Ktp. A.E Tarih 750)
6. Durûb-i emsâl.., (Millet Ktp. A.E Edebiyat 282)
7. Durûb-i emsâl (Millet Ktp. A.E Edebiyat 283)
8. Durûb-i emsâl (Millet Ktp. A.E Edebiyat 284)
9. Esâmî-i Şuârâ-i Âmid. (Millet Ktp. A.E Tarih 781/1)
10. Ezhâr-ı Hakîkat. (Millet Ktp. A.E Şeriye 651)
11. İşkodra Vilâyeti Osmanlı Şairleri. (Millet Ktp. A.E Tarih 1190)
12. Levâmi‘ü’l-hamîdiyye. (Millet Ktp. A.E Manzum 1081)
XVII
13.Mardin Mülûk-i Artukiyye Tarihi. Kâtip Ferdî müstear adı ile neşr edilmiştir. İstanbul, 1331 H.,
Kader Mtb., 725
14. Mir’âtü’l-fevâ’id Mukaddimesi. (Millet Ktp. A.E Edebiyat 562)
15. Nizâmü’d-düvel. (Kayıp eserlerindendir.)
16. Osmanlı Şâirleri. (Kayıp eserlerindendir. )
17. Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmûası. (32 sayı çıkmıştır.) (Millet Ktp. Gzm 571-573) İstanbul,
1334-1336 R.
18. Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi (Millet Ktp. A.E Tarih 1247)
19. Sevdâ-yı Âmid Mecmûası (6 sayı neşrolunmuştur.) (Millet Ktp. Gzm 570) Diyarbekir, 1324-
1335 R.
20. Tezkire-i Şuârâ-i Âmîd. (Millet Ktp. A.E Tarih 782)
21. Yemen Hâtırâtı. (Millet Ktp. A.E Tarih 653)
22. Yanya Şâirleri. (Millet Ktp. A.E Manzum 1190)
XVIII
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Sayın Valim, Sayın Rektörüm, Rektör yardımcılarım, dekanlarım, kıymetli hocalarım, çok kıymetli
büyüklerim, kıymetli akademisyen arkadaşlarım, öğretim üyesi arkadaşlarım ve çok sevgili öğrenci
arkadaşlarım!
VIII. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun ilk yedisi Kayseri, Antalya ve Mardin şehirlerinde
gerçekleştirildi. Özellikle Diyarbakır’ı seçmemizin bir ma’nası var. Bu sene nisan ayında burayı ziyaret
ettiğimizde çok büyük zevk aldık, feyz aldık. Kıymetli hocamız, rektörümüz Ayşegül Jale Hanım’ın ısrarı,
teklifi ve kabulü üzerine burada da bir sempozyum yapılmasını düşündük. Lütularıyla, ihsanlarıyla,
inâyetleriyle inşallah gerçekleşmiş olacak. Tabi Diyarbakır Valiliği’nin çok büyük katkıları ve destekleri var.
Minnettar olduğumuzu da ayrıca zikretmemiz lazım.
Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumlarının birincisini Kayseri’de gerçekleştirmiştik. Ve bendenizin de
hocası merhum Prof. Dr. Tunca Kortantamer adına ithaf etmiştik. Üzerimde çok büyük emeği olan bir insan.
Ege Üniversitesi’nin hocalarından Almanya’da doktora yapmış ve sahanın demir kılıçlarından veya keskin
kılıçlarından kabul edilen bir insan. Bir vefa borcu olduğunu düşünerek gerçekleştirdik. İlk sempozyumun
açılış konuşmasında ‘gönül ister ki bu bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz diye devam etsin, gelenek haline
gelsin’ diye söyledik. Cenabı Hak bu isteği kabul etmiş görünüyor ki arka arkaya sempozyumlar düzenledik.
Bunların ilk üçünün bildiriler kitabını da basmak nasip oldu. Erciyes Üniversitesi’nin kıymetli rektörleri
Cengiz Utaş Bey ve Fahrettin KELEŞTEMUR hocaların lüfutlarıyla basıldı. VI. Sempozyumun da bildiriler
kitabı aşağı yukarı hazır. O da Allah nasip ederse basılacak. V. Sempozyum bildirileri de toplandı. Mardin
Üniversitesi himayesinde, Serdar Bedîi Omay Bey’in lütularıyla yapılmıştı. İnşallah altı ve yedinin çalışmaları
da devam ediyor. Bu sempozyumun bildirilerinin basılabileceğini bunun için imkanlarının bulunguğunu
sevgili öğrencim Ahmet Tanyıldız söyledi.
Alî Emîrî Efendi Hazretleri kültürümüz için son derece önem arz eden bir şahıs. Yüksek lisans ve
doktora tezleri hazırlarken İstanbul’a gittiğimde mutlaka uğradığım kütüphanelerdendir; kurduğu, yaşattığı,
içerisine kitaplar doldurduğu kütüphane. Aslında 18. yüzyılın çok önemli şahsiyetlerinden Feyzullah Efendi
adına yapılmış bir medrese içerisinde bina edilmiş. 1703 vak’asında şehit edilmiş veya parça parça edilmiş bir
şeyhülislam. Onun da hayat hikayesi aslında bir romana veya bir filme konu edilebilir diye düşünüyorum.
Alî Emîrî, Dîvânu Lûgâti’t-Türk’ü bulması ile şöhret kazanan bir zattır malumunuz. Diyarbakırlı bir
bilim adamı. Diyarbakırlı bir kütüphaneci olması Diyarbakır için gerçekten ne kadar övünülecek olsa
o kadar azdır diye düşündüğüm bir husus. Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid isimli eserini bu sempozyum için
şöyle böyle gözden geçirdim ve sunmaya çalışacağım tebliğ için de bir maddesine baktım. Hakikaten gıpta
edilecek bir lisanı, hayran kalınacak bir üslubu var. Ahmed-i Mürşidî Hazretleri’ni anlatmış. O kadar sağlam,
o kadar oturmuş, o kadar işlenmiş bir dili bize taşıyor ki hürmetle tekrar eğildim huzurunda. Ve Diyarbakırlı,
bizden birisi olmasından dolayı yeniden gurur duydum. Bir hüznümü de paylaşmak isterim müsadenizle.
Dün Alî Emîrî Hazretleri’nin bahsettiği mezarlığa gittik ve Ahmed-i Mürşidî Hazretleri’nin kabrini görelim,
görebilir miyiz, diye dolaştık; bulduk da. Onun anlattığı hikâyeler yeniden gözümün önünde canlandı.
Fakat mezarlığın perişan halini görünce üzüldüm. İçler acısı. Çünkü karman çorman, ağaçlar, otlar, kağıtlar,
şunlar bunlar... Bu kadar güzel bir kültür şehrinin yakışır şekilde korunması ve herhalde gelecek nesillere
aktarılması gerekir diye düşünüyorum.
Görev gereği ve biraz da zevken yurtdışına çıkan bir insanım. En son Balkanları gezdim. Dubrovnik,
Mostar, Saraybosna, Tiran vs. bütün Balkanları. Henüz yeni ayağa kalkan ya da yeni parçalanmış ve bu
parçalanmışlığın acılarını atlatmaya çalışan ülkeler çoğu. Mesela Arnavutluk Komünist sistemin etkisinden
kurtulmaya çalışıyor. Fakat bizim çok geri kaldığımız, belki çok başarısız olduğumuz bir husustaki başarıları
XIX
beni açıkçası hem utandırdı, hem de memnun etti, itiraf edeyim. Mostar’ı, Saraybosna’yı, Dubrovnik’i,
Tiran’ı ve diğer isimlerini sayamayacağım mesela Üsküp’ü görünce çok şaşırdım. Çünkü tarihi eserlerin
neredeyse hepsi olduğu gibi kalmış, korunmuş. Sanki bir düğmeye basılmış, 13. , 15. , 18. yüzyıldan kalmış
ve insanlar yaşıyor, turist kaynıyor. Bizim Diyarbakır’ımızda bilmem kaç kilometre uzunluğunda surlardan
bahsediyoruz. Acaba bu surların şehrin silüetini oluşturmanın haricinde nasıl bir katkısı var düşünüyor
muyuz bilmiyorum. Dubrovnik dağın ağzında su ile denizin birleştiği bir şehir. Küçücük bir şehir.
Diyarbakır surlarının herhalde onda biri kadar ancak surları vardır. Kalenin içerisinde üç yüz, beş yüz tane
tarihi bina var. 1993-1995 savaşında bunların önemli bir kısmı Sırp topçular tarafından yıkılmış. Yeniden
ayağa kaldırılmış. Sonbahar olmasına rağmen turist kaynıyor ve sadece surlarını gezmek için kişi başı on
euro veya on beş euro para alıyorlar. Surların üzerine çıkıyorsunuz. Kendi ayaklarınızla şöyle gezip iç kaleyi
seyrediyorsunuz, şehri seyrediyorsunuz, denizi seyrediyorsunuz, on ya da on beş euro. Bir Kayserili olarak
şöyle baktım, yani on dakikada en az iki yüz, üç yüz kişi geçiyor. İki yüz, üç yüz kişi ne yapar? En az iki bin,
üç bin euro yapar. Diyarbakır’ı düşünecek olursanız eğer bu kadar büyük, bu kadar geniş, Dicle manzarası,
iç manzarası, dış manzarası! Yani işsizlik diyoruz, sıkıntı diyoruz, başka başka problemlerimiz var. Acaba
neden ele alınmaz, neden düzeltilmez, neden insanların rahatlıkla gezebileceği, dolaşabileceği, huzur
bulacağı, kafelerinde, kafeteryalarında oturabileceği güzel mekânlar oluşturmazlar? Neden turizm gibi hiçbir
zararı olmayan, yan etkisi olmayan bir sektörle insanlar, beldeler huzurlu kılınmaz veya zenginleştirilmez?
Ben üzülüyorum hakikaten. Bu bizim devlet olarak, millet olarak, aydınlar olarak önemli veballerimizden
birisidir zannediyorum. Bu anlamda bütün Diyarbakırlıların en üstten, en aşağı bütün insanların önemli
veballerinin olduğunu düşünüyorum.
Dün mezarlığı görünce emin olun yüreğim sızladı. Yani bu konuda Diyarbakırlıya, Diyarbakılılara, tabi
bütün ülke insanlarına önemli görevler düşüyor. Ben Kayseriliyim. Kayseri’de çok ciddi bir imar faaliyeti
var. Belediye yapıyor, yıkıyor, ayağa kaldırılıyor ama gerçekten çoğu eser korundu, ayakta, temiz, sağı solu
bakımlı. Gittiğiniz zaman kullanabiliyorsunuz, oturabiliyorsunuz. Bir kısmını kültür merkezi yaptı, belediye
veya vakıf. Daha da iyi olmasını beklerim. Onun için lütfen imkanınız varsa, özellikle genç arkadaşlarıma
söylüyorum. Yurdışına gitmeyi deneyin, görün ve aramızda ne kadar büyük fark var, biz neleri kaybediyoruz,
neleri kaçırıyoruz ve geleceğe bırakmamız gereken mirasa nasıl davranıyoruz, nasıl hoyratça davranıyoruz
görmeye çalışınız. Onu arz etmek istiyorum.
Diyarbakır muazzam bir şehir. Diyarbakır gibi bir şehir Avrupa’nın herhangi bir şehrinde mesela
İtalya’da, Fransa’da bulunsaydı emin olun kültür merkezi olurdu. Emin olun yılda herhalde sekiz, on milyon
insan sadece keyfine gezmeye gelirdi. Venedik diye küçücük bir şehir var. Gidip gören var mı bilmiyorum.
Suyun üzerinde kazıklara kurulmuş, oturtulmuş. Yazın gittiğiniz zaman kokusundan gezemiyorsunuz.
Burnunuzun direği kırılıyor. Şehre girmek para, şehirden çıkmak para. Her yer canlı, olduğu gibi duruyor.
El işleri korunmuş. Kâğıt yapan, cilt yapan, camla bir şeyler uğraşan, küçük heykelcikler yapan. Ne yeseniz,
ne içseniz para para... Kaç milyar euro sadece turizmden kazandıklarını biliyoruz. Bu konuda özellikle
gençlere çok büyük görevler düştüğünü zannediyorum, korumak, kollamak ve geleceğe dair bir şeyleri
hesaplamak açısından. Yani Erzurumlu iki üç amca Amerikan askerlerini görünce Ramazan günü ellerinde
içecek, yiyecek bir şeyler: “Ula cavur dininizin kıymetini bilin” diye şöyle bir bakmış yaz günü yutkunarak.
Onun için şunu söylemek istiyorum müslüman kardeşlerim, Diyarbakırlı kardeşlerim, şehrinizin kıymetini
bilin. Bu kadar varlıklı, hem yeraltıyla hem yerüstüyle bu kadar zengin bir şehir çok zor bulunur. Hem
Türkiye’de hem Avrupa’da, hem de dünyada çok zor bulunur. Sadece Şevket Beysanoğlu’nun kitabına bakın
kaç yüz tane bilim adamından, meşhurdan, sanatkârdan bahsediyor. Alî Emîrî’nin eserine bakın ne kadar
çok insan var ve biz bunları tanımıyoruz. Dün mezarlıkta görevliye sordum: “Bu kimdir biliyor musun?”
diye. “Vallah bilmiyorum, siz biliyor musunuz?” dedi. Ya işte şudur şudur, o kadar. Bu kadar şöhretli
insanların, bilmiyorum bizden soracakları vardır herhalde, öbür tarafa geçtikleri zaman biz ne yaptık,
ne ettik. Herhangi bir Avrupa şehrine gittiğiniz zaman bu şehrin azizi şudur diyorlar. Azizi ne, bu şehri
koruyan kişi. Onun heykeli var, onun bir şeyi var, şuyu var, buyu var, küçük küçük minyatürlerini satıyorlar;
işte buzdolabına yapıştıracağınız bir şeyler yapmışlar, şudur budur ve hala hürmet ediyorlar. Acaba bizim
XX
hürmetsizliğimizin altında ne var? Onu oturup uzun uzun, etralıca düşünmemiz lazım. Şu an içinde
bulunduğumuz, yaşadığımız şehir her şeyiyle, ülke her şeyiyle geleceğe bırakmamız gereken bir miras,
bir emanet. Bunun şuurunda olmamız lazım. Bizim hoyratça tüketeceğimiz, harcayacağımız, dilediğimizi
yapabileceğimiz mekânlar değil. Bunun şuurunda olmamız gerektiğini zannediyorum.
Sempozyumumuz için birkaç cümle müsadenizle arz edeyim, daha fazla uzatmadan. Elli civarında
bilim adamı Türkiye’nin çeşitli merkezlerinden, üniversitelerinden geliyor; İç Anadolu’dan, Doğu’dan,
Batı’dan, her taratan. Önemli tebliğler sunulacak. Bu tebliğlerin dinlendiği zaman fayda arz edeceğini
zannediyorum. Özellikle basıldığı zaman çok faydalı olacağını düşünüyorum. Bu hususta kıymetli
rektörümüzün himmetlerini her zaman beklediğimizi, valiliğimizin desteklerini her zaman beklediğimizi
belirtmeliyim.
Bu sempozyumun çok önemli bir eksiğini ve belki yapılması gereken bir hususu da arz etmem
gerekir. Aslında üzerinde çalışmayı düşündüğüm bir kişiydi; bir tebliğle gelmeyi düşündüğüm bir kişiydi
Diyarbakırlı Saîd Paşa. Saîd Paşa ile ilgili hiçbir tebliğ çıkmadı. Artık talepte de bulunamazdık ama belki bu
bir yeni sempozyum için kapı olur, onun adına düzenlenecek bir sempozyum. Çünkü Türk edebiyatı için,
Türk belagatı için yani retoriği için, iyi ve doğru yazma kuralları sanatı vesairesi için Saîd Paşa, Mizânü’l-
Edeb’i ile muazzam bir kaynaktır. Yeni Türk edebiyatı cephesini söylemiyorum. Onun eserini Ege’de talebe
iken okuduğumda; rahmetli hocamızın derslerinde gerçekten hayranlık uyandıracak kadar güzeldir. Hem
Batı’yı bilir, hem Doğu’yu bilir, nerede durması gerektiğinin de farkında olur. Bir insanın, bir bilimadamının
eseri olarak gerçekten dikkat çekiyor. Keşke onunla ilgili bir tebliğ olsaydı, bunu isterdim.
Bir de talebimi sizlere arz etmek isterim, kıymetli hocalarımın ve büyüklerimin önünde. Diyarbakır’ın
önemli şahsiyetlerinin; kültür, ilim, devlet, sanat adamlarının eserlerinin Diyarbakır Kitaplığı diye mesela
bir isim altında yeniden yayınlanmasını ama bilimsel usullerle; şahsî değil, rast gele değil, oradan buradan,
yalan yanlış, eksik gedik değil. Bilimsel usullerle yeniden yayınlanmasını, şöyle eli yüzü düzgün bir şekilde
toplumumuza, edebiyatımıza kazandırılmasını can u gönülden isterim. Bu da önemli bir eksiktir herhalde,
boynumuzun borcudur.
Sempozyumun düzenlenmesinde az önce de zikretmeye çalıştım. Kıymetli valiliğimizin, muhterem
valimizin, sevgili rektör hocamızın, rektör yardımcılarımızın, genel sekreterimizin, Edebiyat Fakültesi
dekanlığının ve öğretim elemanı arkadaşlarımızın özellikle Kemal Timur hocanın, Ahmet Tanyıldız
hocanın ve sevgili asistan arkadaşlarımızın çok çok önemli hizmetleri var. İdris Bey’in çok önemli hizmetleri,
katkıları var. Onlar olmasa böyle bir sempozyum imkânsızdı, yapılamazdı, gerçekleştirilemezdi. Ve tabiî
perde arkasında bulunan gizli kahramanlarımız, sevgili öğrencilerimiz olmasa olmazdı herhalde. Onların
hepsine minnet borçluyuz. İnşallah faydalı olur Diyarbakır için, edebiyatımız için, kültürümüz için hayırlı
bir hizmet olarak anılır. Teşekkür ediyorum, minnettarım.
XXI
Prof. Dr. Ayşegül Jale SARAÇ (Dicle Üniversitesi Rektörü)
Sayın Vali yardımcım, değerli konuklar, basınımızın değerli mensupları bu güzel sempozyuma
hepiniz hoş geldiniz diyerek başlamak istiyorum. Uluslararası VIII. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’na
hoşgeldiniz.
Kıymetli misafirler, dil ve edebiyat toplumların kültürel yaşamında en önemli dinamikleridir.
Medeniyetlerin ilerlemesi ve kültürel mirasın aktarımında dil ve edebiyat esastır. Bu bağlamda üniversite
olarak bu sempozyuma ev sahipliği yapmak bizler için çok önemli ve çok anlamlı. Bu sempozyumun
Diyarbakır’ımızın müstesna değerlerinden biri olan Alî Emîrî Efendi anısına yapılması da bizler için ayrı
bir önem taşımakta. Araştırmacı yazar Şevket Beysanoğlu’nun “Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları” adlı
üç ciltlik eserine baktığımızda bu kadîm şehrin beş yüz altmışı aşkın fikir ve sanat adamı yetiştirdiğini
görüyoruz. Osmanlı şehirleri arasında nüfuslarına oranla en fazla şair yetiştiren birkaç şehirden biri olan
Diyarbakır, Şair Sırrı Hanım, Refî, Halil, Hâmi, Süleyman Nazif, Saîd Paşa, Cahit Sıtkı Tarancı, Sezai
Karakoç, Faik Ali Ozansoy, Hamid Aytaç, Ahmed-i Mürşidî, Adnan Binyazar, Hatice İfet Hanım, Fuat
Edip Baksı ve daha yüzlerce mümtaz şahsiyeti bağrından çıkarmıştır. İlimizin ve ülkemizin sahip çıkmayı
kendine düstur edinen Dicle Üniversitemiz, uluslararası, ulusal ve yerel bazda yüzlerce bilimsel, sanatsal ve
kültürel etkinlik gerçekleştirmiştir. Klâsik Türk Edebiyatı’nın köşe taşlarından biri olan Alî Emîrî Efendi
hatırasına düzenlenen bu sempozyum da bunlardan biridir.
Toplumların izinden yürüdüğü insanlar vardır. Bu insanlar sadece yaşadıkları zaman sürecinde değil
ölümlerinden sonra da eserleriyle, yaptıkları güzel ve hayırlı işlerle yâd edilirler. Yaşadığı dönemde hem
eserleri hem de araştırmacı kişiliği ve kitaplara olan düşkünlüğüyle tanınan Alî Emîrî Efendi de bunlardan
biridir. Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lûgâti’t-Türk isimli muazzam eseri bugün tüm dünyada bilinen,
hakkında kitap ve makale yazılan, üzerinde tartışmalar yapılan bir eser olup bu büyük eseri; kitap aşığı, ilim
ve kültür sevdalısı olan Alî Emîrî Efendi bizlere, kültür hayatına kazandırmıştır. Alî Emîrî Efendi hayatına
baktığımızda çok yönlü karakterinin en öne çıkan özelliğinin kitaplara olan aşırı düşkünlüğü olduğunu
görürüz. 1916 yılında büyük fedakarlıklarla topladığı eserlerini bir kütüphanede bir araya getirmiş ve
“Bu kitapları milletim için topladım ve milletime vakfediyorum” sözleriyle kütüphanesinin adını Millet
Kütüphanesi koymuştur. Öğrenme ve okuma konusunda topluma rehberlik eden böyle bir şahsiyeti daha
iyi tanıma ve gençlerimize tanıtmada bu sempozyumun inşallah bir vesile olacağına inanıyoruz. Alî Emîrî
Efendi sevdiği insanı nitelerken, “Gül yaprağıdır saha-i Kur›ân arasında” diyecek kadar hassas ve ince bir
üslüba; “Merdane kelâm etmelidir merd-i sühan-dân” diyecek kadar cesur; “Sultân-ı nazmım, Şehr-i Âmid
taht-gâhımdır” diyecek kadar da doğduğu yere sadık bir şahsiyettir. Milletinin kültür mirasının korunmasında
büyük hassasiyet gösteren, her türlü maddiyatı elinin tersiyle iten Alî Emîrî Efendi, hayatını ilme, halkın kültür
seviyesini yükseltmeye adamış bir aydındır. Vefatı üzerine Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı beyit onu belki
de en güzel anlatan sözlerdir: “Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin. Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin”
Bu sempozyum vesilesiyle Emîrî Efendi’yi bir kez daha rahmetle anıyoruz. Sempozyumun
düzenlenmesinde emeği geçen başta Diyarbakır Valiliği, Erciyes Üniversitesi ve Dicle Üniversitesi’nin tüm
elemanlarına, burada herkesi tek tek saymam mümkün olmayabilir bu nedenle unutmuş olabiliriz, tüm
emeği geçenlere yürekten teşekkürlerimi, minnet hislerimi sunuyorum. Bu sempozyumun hayırlara vesile
olmasını temenni ediyorum. Bu arada sayın vali yardımcımız ve sayın değerli Atabey Hocamızın burada
üzerinde durduğu, vurguladığı bir hususu ben de tekrar gündeme getirmek istiyorum. Diyarbakırlılar
bilirler, öğrencilerimiz ve tüm basın da bilir; rektörlüğe atandığımdan beri üzerinde en çok durduğum
konuların başında Diyarbakır’ın güzelliklerini, hazine niteliğindeki potansiyelini ortaya çıkarmak gelmekte.
Diyarbakırımız öyle bir hazine ki tüm dünyada belki de örneği rastlanmayacak özelliğe sahip bir şehir burası.
Biraz önce surlardan bahsetti sayın hocamız. Surlarımız dünyada tek diyebileceğimiz bir özelliğe sahip.
Uzunluk olarak Çin Seddi’nden sonra ikinci dense de o bir sed; burada ise burçlarla bezenmiş bir kaleden
XXII bahsediyoruz. Burada özellikle kitabeleriyle geçmişe tanıklık eden bir açık hava müzesi gibi, kütüphanesi
gibi adlandırabileceğimiz surlarımızdır söz konusu edilen ve Sayın Cumhurbaşkanımızın korunmasına
alınmıştır; fakat bizim esas gönlümüzün arzu ettiği surlarımız dışında manevi potansiyelinin, birikiminin
inşallah koruma altına alınması. Bu gerek cumhurbaşkanımız gerek tüm halkımız tarafından, ülkemiz
tarafından, korunmaya alınacak gerçek bir hazineyi biz barındırıyoruz; belki bunun farkında dahi değiliz.
Bu hazinenin içerisinde biraz önce söylediğim gibi dünyada eşi bulunmayacak bir potansiyel gizli.
Yahudiler için Diyarbakır kutsal kent olarak kabul ediliyor. Hristiyanlar için kutsal kent kabul ediliyor ve
Müslümanlar için kutsal kent kabul edilebilecek özelliklere sahip. Kesin belgeleriyle ortaya konulmuş olan
yedi hatta son zamanlarda sekizincinin de belgelerinin çıktığı söylenen yedi peygamber kabrini bağrında
saklıyor. Beş yüz kırkın üzerinde sahabe saklıyor. Mekke, Medine’den sonra üçüncü sahabe şehri burası. Ulu
Cami’miz beşinci Harem-i Şerif ve bunun dışında sayısız mabedler, camiler, kiliseler, havralar, medreseler ve
sayısız doku içerisinde barındırıyor. Biz böyle bir kültürden, böyle bir güzellikten gelen bir şehirde yaşıyoruz.
Diyarbakır otuz üç medeniyete ev sahipliği yapmış bir medeniyet şehri. İlk tahılın yetiştirildiği, bir
üzümün hasat edildiği, Osmanlı devrinde gül yetiştiricilik merkezi olarak ki biz bunu yine Valilikle ortaklı
olarak “Gül Şehri Diyarbakır Sempozyumu” olarak geçtiğimiz yıl içerisinde çok dolu dolu bir programda
gündeme getirdik. Yine çinicilikte çok ileri, altın, gümüş, bakır işlemeciliğinde çok ileri, yine özellikle biraz
önce söylediğimiz kültür turizmi açısından şairleriyle, fikir adamlarıyla, yazarlarıyla tüm dünyada çok
önemli bir yere sahip. Yine doğa turizmi açısından son derece önemli. Burada mağaralardan tutun da doğal
güzellikler, kuşlara varıncaya kadar kuş cenneti diyebileceğimiz bir şehirde yaşıyoruz. Şu an Tarım Bakanlığı
ile ortak bir belgesel üniversitemiz tarafından hazırlanıyor. Türkiye’deki dört yüz küsur kuş türünün iki
yüz küsuru Diyarbakırımızda. Diyarbakır’ın saymakla bitmeyecek güzellikleri var. Ben burada sözü daha
fazla uzatmak istemiyorum. Aslında vaktimiz olsaydı belki bir Diyarbakır sunumu yapılsa iyi olacaktı
ama sanırım program çok yüklü; fakat yine değerli misafirlerimiz arzu ederse biz uygun bir zamanda
Diyarbakır’ın şu anda bir tadımlık olarak bahsettiğimiz güzelliklerinin çok daha fazlasını bir sunum olarak
da gerçekleştirebiliriz.
Ben tekrar teşekkür ediyorum ve tüm gençlerimize de buradan şunu söylemek istiyorum. Diyarbakır’ın
bu güzelliklerine bizler sahip çıkmalı, bizler onları yaşamalı, yaşatmalı ve tüm dünyaya tanıtmalıyız. Biraz
önce sayın hocamızın ifade ettiği tarzda işsizlik ve pek çok sorunu tek başına çözebilecek bir sektör söz
konusu: turizm. Ve bunun tek bir kolu dahi inanç turizmi ya da doğa turizmi ya da kültür turizmi bile
Diyarbakır’la beraber belki elli Diyarbakır’ın işsizlik sorununu çözebilecek bir potansiyele sahip olarak şu
gün elimizde. Bizim bunu özellikle tüm dünyaya tanıtmamız gerekiyor. Eğer biz bunu başarabilirsek bir
Mardin örneği, bir Urfa örneği ya da bir başka yerin örneğinin çok daha ötesine geçebileceğiz. İnşallah hep
beraber elele verip Diyarbakır’ı sahiplenmemiz yeterli olacaktır. Bizler yönetime geldiğimizden beri gerek
valilik gerek diğer kurumlarla bu konuda bir farkındalık oluşturmaya çalışıyoruz ve buna devam edeceğiz.
İnşallah hep beraber elele verirsek bunu gerçekleştirmemek için de hiçbir engelimiz olmayacak. Tekrar
saygılar sunuyorum, teşekkürler.
XXIII
Zafer ENGİN (Diyarbakır Vali Yardımcısı)
Sayın Rektörüm, çok kıymetli düzenleme komitesi başkanım, Erciyes Üniversitesi’nden gelen
misafirlerimiz, değerli Türkiye’mizin değişik bölgelerinden, değişik üniversitelerinden gelen bilim adamları,
akademisyenler, Dicle Üniversitemizin değerli öğretim üyeleri, kıymetli misafirler, çok değerli öğrenciler
kıymetli basın mensupları.
Aslında bugün burada sayın valimiz bulunacaktı. Ama ben hatırlatayım 15 Kasım 1937’de Mustafa
Kemal Atatürk’ün Diyarbakır ziyareti var. Temsili olarak bugün onu karşılamakta bulunuyorlar. Buraya da
bizi gönderdiler, selamlarını ilettiler, selamlarımı iletin dediler. Ben Sayın Valimize ‘‘Sayın valim, Alî Emîrî
Efendi ile ilgili bu işin uzmanlarının önünde biz ne söyleyebiliriz?’’ diye söyledim. Şimdi bakınca hakikaten
salon edebiyat hususunda, Alî Emîrî hususunda mutlaka ki bizlerden çok daha fazla bilgiye sahipler. Ancak
onu biz bu işi bilen insanlara bırakacağız.
Ben öncelikle hepinize hoş geldiniz diyorum. Bu etkinliği gerçekleştiren Sayın rektörümüze çok teşekkür
ediyorum. Valiliğimizin bu bildirilerin basımı hususunda gereken yardımı, kolaylığı sağlayacağını zaten
biliyorum; ama şu bir vakıadır, gerçektir ki sayın hocamız da biraz önce ifade ettiler; Diyarbakır gerçekten
çok güzel bir şehir. Biz burada mülkî idareci olarak bulunuyoruz, insanlara hizmet için, sizlere hizmet için
varız; gayemiz o, amacımız o, mesleğimizin amacı o. Biz bile gelmeden önce Diyarbakır’ı tam anlamıyla
bilemiyorduk. Diyarbakır surlar şehri, Diyarbakır Dicle gibi çok bereketli toprakları sulayan bir nehre sahip,
Diyarbakır sahabeler şehri, Diyarbakır peygamber mezarlarının, makamlarının olduğu bir şehir, Diyarbakır
tarihin, kültürün, medeniyetin, ilk yerleşimlerin oturduğu, yerleştiği bir şehir. Tıpkı toprağının bereketi
gibi insan zenginliklerini medeniyetimize, kültürümüze, ilmimize, yolumuza aydınlık tutacak çok değerli
insanlara sahip. Bugün bir tanesini, sadece Alî Emîrî Efendi’yi burada anacağız, onu tanıyacağız, geçmişten
onun aldığı ışığı geleceğe yansıtacağız, yolumuzu aydınlatacağız. Çünkü zenginliklerimiz geçmişten geleceğe
uzanacaktır. Biz de bunların üzerine koyacağız.
Sayın hocam Avrupa’daki gezdiği kentlerdeki tarih bilincinden, oradaki kültürün sahiplenilmesinden
bahsettiler. Diyarbakır için belki olumsuz bir algı gözüküyor ama aslında burada güzel çalışmalar da var.
Surların restorasyonu, Suriçi’nin kentsel dönüşümü, sanat sokağının oluşturulması, Diyarbakır’ın önemli
değerleri olan Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Gökalp’in evlerinin müze evlerine dönüştürülmesi, bakımları,
restorasyonlarının yapılması gibi hususlarda hayli güzel çalışmalar yapılıyor. Ama öyle gözüküyor ki bu
görünmüyor veya bir şekilde anlatılamıyor veya algılanamıyor. Belki bunun üzerinde biraz durarak yapılan
bu güzel çalışmaların daha iyi anlatılmasını ve sahiplenilmesini sağlamak gerekir. Çünkü Diyarbakır’ın on
bin yıllık ortalama geçmişi olduğu biliniyor. Çeşitli kültürlerin, medeniyetlerin burada yaşadığı, medeniyete
katkılar sunduğu biliniyor. Biz mevcut dönemin sahipleri olarak; onlara saygı ve bu değerleri geleceğe taşıma
anlamında üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeliyiz diye düşünüyorum. Bu etkinliği bugün burada
düzenleyen başta sayın rektörümüze, üniversitemizin değerli öğretim üyeleri ve öğrencilerine, çalışanlarına,
Erciyes Üniversitesi’nin değerli hocalarına, kıymetli öğrencilerine, tüm çalışanlarına valiliğimiz adına çok
teşekkür ediyorum. Bu çalışmanın amacına ulaşmasını temenni ediyorum. Alî Emîrî Efendi’yi rahmetle
anıyorum. İnşallah Diyarbakır’ımıza, ülkemize, edebiyat yaşamımıza faydalı bir çalışma olur diyorum,
hepinizi saygıyla selamlıyorum.
XXIV
Melek GENÇBOYACI (Millet Kütüphanesi Müdürü)
Sayın Valim, Sayın Rektörüm, Sayın hocalar, Sevgili öğrenciler ben de hepinize hoşgeldiniz diyorum.
Bugün gerçekten benim için unutulmayacak günlerden biri. Kendini kitaplara, kitaplarında milletine
vakfeden Alî Emîrî Efendi’nin “Şehr-i Amid tahtgahımdır” dediği, benim de uzun yıllardır gelmek istediğim,
bir türlü nasip olmayan Diyarbakır’a gelerek onun adına düzenlenmiş bu sempozyuma katılmak ve bu
konuşmayı yapmak hem Millet Kütüphanesi müdürü, hem de Alî Emîrî Efendi ve onun gibi değerlerinin
isimlerinin yaşatılması için çaba gösteren bir insan olarak gerçekten çok özel bir gün.
Alî Emîrî Efendi hakkında gerçekten anlatmak istediğim çok şey var; ama biraz önce de anlatıldı,
bugün ve iki boyunca sempozyumlarda da anlatılacak. Ben sizlere bu konuşmamda Alî Emîrî Efendi’nin
Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesi’nde bu kütüphane kurma serüvenini ve Diyarbakırlı, Diyarbakır’la ilgili
eserlerinden bahsetmek istiyorum.
Alî Emîrî Efendi’nin hayatı, yaşamı ve milletine duyduğu derin sevgi ve bağlılığa bir göz atacak
olduğumuzda doğum yeri olan Diyarbakır’dan İstanbul’a kadar gelen hayat serüveninde altmış yedi ömrüne
çok şey sığdırdığını görüyoruz. Çocukluğundan kitap okumaya ve toplamaya başlamış, çalışma hayatı
memuriyetle geçmiş, Osmanlı coğrafyasında gittiği her bölgeden kitap toplamış, parası yetmediği veya
sahibi satmadığı için alamadığı kitapları istinsah etmiş, bir kitaba ulaşmak için tayinini bile çıkartarak o
kitaba ulaşmış sıradışı bir kişiliğe sahipti. Çok sevdiği kitaplarla daha çok meşgul olmak için 1908 yılında
emekli olarak İstanbul’a gelmişti.
Ali Emiri Efendi’nin kütüphane kurmasının milletine karşı duyduğu büyük saygı ve sevgi, bir diğer
sebebi ise eski bir lâyihada yer alan güzel bir teklifin onda bıraktığı tesirdir. Söz konusu lâyiha Hicrî 1287’de
(M.1871) Tahir Münif Paşa tarafından Maarif Meclisi Başkanlığında bulunduğu sırada, yani paşa unvanını
almadan kaleme alınmıştır. Lâyihada, İstanbul’da devrin ihtiyaçlarını karşılayacak, Doğu ve Batı kitaplarını
da ihtiva eden bir “Millet Kütüphanesi” kurulması lüzumu belirtiliyor ve bu maksatla Çemberlitaş’taki yanık
Elçiler Hanı arsasına büyük bir bina inşa edilmesi teklif olunuyordu. Ancak bu teklif hayata geçirilmemiş ve
sadece yazıda kalmıştı. Bu nedenledir ki Ali Emîrî Efendi kurduğu kütüphaneye Millet Kütüphanesi adını
verirken bir kenarda unutulmuş olan bu eski lâyıhayı da hatırlamış ve bu fikri gerçekleştirmek istemiştir.
Millet Kütüphanesi’ni kurmasında Şeyhülislam Hayri Efendi’den büyük bir yardım görür Alî Emîrî Efendi.
Bu kütüphane kurma sürecinde kendi çıkarttığı tarih ve edebiyat dergileri ve kendi yayını Osmanlı Tarih ve
Edebiyat Mecmuası’nda uzun uzun anlatır.
Kütüphane kurması için önce Yerebatan’da bir yer bulunur ama Emîrî beğenmez çünkü çok müşkil-
pesend bir kişi. Aklında Ayasofya’daki Şehit Ali Paşa Kütüphanesi vardır. Şeyhülislam Hayri Efendi ile
görüşmesi sonucunda kütüphane kurması için bu kütüphanelerden de başka birçok vakıf binası daha
olduğunu öğrenir. Feyzullah Efendi, Amcazade Hüseyin Paşa ve Damat İbrahim Paşa Medreseleri bunlardan
birkaçıdır. Emîrî önce Şehid Ali Paşa Kütüphanesini seçer. Ancak bu kütüphanenin tamire muhtaç olması,
savaş sebebiylede bu tamirin ve savaşın ne zaman biteceği belli olmadığı için bu sevdasından vazgeçer.
Sonunda o yıllarda harap durumda olan ve belediye tarafından yerine meydan yapılması kararlaştırılan ama
Fransız elçisinin eşi tarafından mani olunan ve tamir ettirilmeye başlanılan Feyzullah Efendi Medresesi’ni
seçer.
Alî Emîrî Efendi, 17 Nisan 1916 yılında Feyzullah Efendi Medresesi’nde Millet Kütüphanesi’ni
kurar. Bu eşsiz kütüphanesinde başta Türk dilinin ve kültürünün temel kitabı olan Kaşgarlı Mahmud’un
Dîvânu Lûgâti›t-Türk adlı eseri olmak üzere çok kıymetli padişah divanları, tezhipli, minyatürlü tek nüsha
nadir eserler, kendi telif ve istinsah ettiği eserleri, Diyarbakır’la ilgili biyograi ve tezkire türünde yazdığı
eserler mevcuttur. Ayrıca yine onun bağışladığı Cumhuriyet öncesi gazete ve mecmua koleksiyonu da
bulunmaktadır. Kısaca Türk-İslam dünyasının dil, edebiyat, tarih, coğrafya, tıp, sanat ve pozitif ilimlerle
ilgili paha biçilmeyen şu an otuz bine yakın eser bulunmaktadır. Bir araştırma ve ihtisas kütüphanesidir.
XXV
Kütüphanede kitaplar konularına göre: Alî Emîrî Tarih, Alî Emîrî Manzum, Alî Emîrî Coğrafya gibi içinde
ayrı ayrı koleksiyonlar açılmıştır.
Bütün ısrarlara rağmen kütüphanesine kendi ismini vermeyen Alî Emîrî Efendi’nin istediği de oldu.
Başta Türk dilinin ve kültürünün temel kitabı olan Dîvânu Lûgâti’t-Türk olmak üzere baha biçilmeyecek bu
eserlerle dolu kütüphanesinin ismi her zaman kendi isminin önüne geçti. Yahya Kemal’in güzel bir deyişiyle:
“Yekpâre nûr olan bu kütüphâne-î neis/Yekpâre servetiydi bu âlemde kendisinin”. Evet yegâne servetiydi ve
bu serveti kolay kazanılmamıştı. Dişinden, tırnağından arttırarak, birçok zorluğa göğüs gererek ve diyar
diyar dolaşarak.
Alî Emîrî Efendi’nin ismi bildiğiniz gibi sadece İstanbul’da Millet Kütüphanesi’nin arka sokağında yer
alıyordu ve doğduğu yer olan Diyarbakır’da, burada bir ilkokulda ve sanıyorum bir Anadolu Lisesinde.
Bunun dışında başka bir yerde yer almıyordu. Millet Kütüphanesi’nin müdürü olup onun oturduğu odada
görev yapmaya başladıktan sonra ve bu eserlerine vakıf olmam, araştırmam gün geçtikçe arttıktan sonra
hayranlığım ve saygım, sevgim her geçen gün artmaya başladı ve bu Alî Emîrî Efendi’nin ismini, bizlere
bıraktığı bu kültür mirasını korumak ve yaşatmak için şimdiye kadar yirmiye yakın makale yayınladım,
sempozyumlar, yurtiçi, yurtdışı sergiler düzenledim ama onun isminin kalıcı olması için yaklaşık beş yıl
önce onun adına bir kültür merkezi kurma fikri uyandı. Fatih Belediye Başkanı, kendisi de Diyarbakırlı
olan Sayın Mustafa Demir’in yanına gittim yaklaşık beş yıl önce ve bu dileğimden bahsettim: ‘‘ Başkanım,
Alî Emîrî’nin isminin bir kütüphanenin yanında bir arsa ve bir iki yer var, burada bir kültür merkezi kurabilir
miyiz? ’’ diye sorduğumda o da hemen kabul etti ama bu hemen yakın tarata olursa uzun süreceğini
ama Vatan Caddesi’nde bir kültür merkezi inşasına başlanıldığını ve berabere harekete geçersek bu fikri
gerçekleştirebileceğimizi söyledi. İki yıl gibi bir sürede Mustafa Demir ve Hasan Süver belediye başkan
yardımcısı ve bizim bakanlığımızın desteğiyle 2009 yılında Vatan Caddesi’nde Alî Emîrî Kültür Merkezi
açıldı. Buradan gerçekten tekrar kendilerine teşekkür ediyorum.
Bu kültür merkezi çalışmaları sürerken Millet Kütüphanesi 1999 depreminde ağır hasar almıştı, kitaplar
Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeydi. Uzun yıllar restorasyon çalışmaları sürmüş, çeşitli evrak, belgeler
kolilerde kalmıştı. Bir müddet sonra bir koli içinde Alî Emîrî Efendi’nin daha önce hiçbir literatürde
geçmeyen, kayıp eserler arasında da bulunmayan bir eserini bulduk. Bu eser 1075-1143 yıllarında yaşamış
Türk asıllı ilim adamı olan Zemanşehri’nin Enmûzec adlı eserinin Emîrî tarafından tercümesi idi; ama
biraz önce de dediğim gibi bu tercümeden şimdiye kadar kimsenin haberi bulunmamaktaydı; fakat bu
tercümesinin son beş yaprağı eksik, sanıyorum Alî Emîrî tam ömrünün son zamanlarında bunu yazmaya
başlamış ve beş sayfasını tamamlamaya ömrü yetmemiştir.
Bunun dışında bildiğiniz gibi Diyarbakır, Anadolu’nun fethedilen ilk merkezlerinden biridir. Türk-İslam
medeniyeti için taşıdığı önem ve ayrıca coğrafi özellikleri ile de ayrı bir önem taşımış, bütün bu özellikler
şehri siyaset, ekonomi, kültür ve sanat merkezlerinden biri haline getirmiştir, çok önemli şahsiyetler
yetişmiştir. Alî Emîrî Efendi’nin bu paragrafımı kendi eserlerimle bağdaştıracak olursak on dokuz (19)
yaşında “Mir’atü’l-fevaid”, yirmi bir (21) yaşında Diyarbakır’da yetişen meşhur kişilerin alfabetik sırayla
biyografilerini bir araya getirerek yazdığı “Mir’atü’l-fevâid ” ve bu eserin şairler kısmının muhtasarı olan
“Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmid” en önemlileridir.
Emîrî Efendi, daha küçük yaşlarda şiir ezberlerken altıncı göbekte; dedesi Mehmed Emîrî Çelebi’nin
şiirlerini okumaktadır. Ve orada; Diyarbakır’da pek çok şair olduğundan bahsedildiğini görür ve hatta
bazılarının isimlerinin zikredildiğini görünce kimlikleri hakkında meraklanır. Bizzat dedesinin şiirlerinde,
dedesi ile aynı dönemde yaşamış olan; Ümnî, Edîb, Âgâh, Çâker, Hâşim, Hâmî, Hamdî, Şûrî, Şehdî, İzzetî,
Fâmî, Kâmî, Lebîb, Mücîb, Nisbetî, Nusretî, Vâlî ve Yüsrî gibi şairlerden bahsedildiğini görür.
Buradan yola çıkan Emîrî Efendi, eserlerinde sadece kendi zamanında değil önceden yaşamış olanları
da biraz araştırır ve epeyce çok şair olduğunu görür; fakat bu şairler hakkındaki bilgileri nasıl bulabileceğini
bilemez. Babasının, amcasının ve dönemin ileri gelenlerinin kendisine yardım edebileceklerini ifade
XXVI etmeleri üzerine bu şairler hakkında araştırma yapıp bir kitap telif etmeye karar verir. Ancak kendisine
yardım sözü verenlerden beklediği yardımları alamaz, verilen bilgiler sınırlıdır. Mesela bir şair hakkında, bu
büyüklerin verdiği bilgi, sadece “O şair Diyarbakırlıdır” demekten ibaretti, fakat bu bilgiler Emîrî’ye yetmez.
Emîrî, bir kişinin nerede ne zaman doğduğu, eserlerinin ve şiirlerinin ne olduğu, nerede öldüğü, mezarının
nerede olduğu, halen yaşayan çocuğu ya da torunu olup olmadığı gibi konularda hiçbir bilgi bulamaz.
Emîrî, Yavuz Sultan Selim’in Diyarbakır’a girmesinden sonra başlayıp gününe gelinceye kadar yaşamış
bütün şairlerin hayat hikâyelerini yazmaya başlar. Halkın elinde bulunan yazılı belgeleri, kitapları toplamaya
çalışır, Dersaâdet’ten kitaplar getirtir, ileri yaşlardaki kişilerle bu konularda sohbete gider, bütün belge ve
kitapları sabahlara kadar okumaya çalışır. Daha sonra da kütüphane kayıtlarımızda “Diyarbakırlı a‘yânın
menâkib ve tercüme-i hâli” diye geçmekte olan Mirâtü’l-Fevâid’i yazar. Ali Emîrî Efendi yazdığı bu eserler
sayesinde Diyarbakırlı olan, Diyarbakır’da doğan, yaşayan, yetişen bilginleri, şeyhleri, şairleri unutulmaktan
kurtarmayı amaçlamış; uzun bir süre şehrin mezarlıklarını dolaşarak ve seksen-doksan yaşlarındaki kişilerle
konuşarak topladığı bilgileri üç yıllık bir çalışmayla büyük bir esere dönüştürmüştür.
Ali Emîrî Efendi’nin biraz önce bahsettiğim Mir’âtü’l-Fevâid Mukaddimesi ve Mir’âtü’l-Fevaid’i
Kültür ve Turizm Bakanlığı’mız (iki yıl önce Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı kuruldu, Millet
Kütüphanesi’nin de bağlı olduğu) tıpkıbasımı ile beraber Latinize ederek yayıma hazır hale getirdi. Aslında
çok çaba sarfedildi bu sempozyuma yetişmesi için ama sanıyorum bir ay içinde ilim aleminin istifadesine
sunulacak.
Her yıl 23 Ocakta Alî Emîrî Millet Kütüphanesi’nde veya adına kurduğumuz Alî Emîrî Kültür
Merkezi’nde ölüm yıldönümünde anma toplantıları yapıyoruz. Sanıyorum bu toplantıda da ilim aleminin
istifadesine sunulacak.
Ayrıca Alî Emîrî Efendi büyük bir özveriyle kütüphanesine ve kültür hazinemize Diyarbakırlı şairlere
ait divanları toplamıştır. Râşid, Rızâ ve Lüzûmî, Saîd Paşa, Azmî, Şerîfî ve Vâlî divanları ile Şûhî, Şeyh-zâde
İbrâhim, Emîrî, Nigâhî, Lebîb, Sırrî Hanım divanlarını ya asıllarını toplamış veya kendi el yazısıyla istinsah
ederek kazandırmıştır.
Diyarbakırlı bu yirmiye yakın şairin divanları tıpkı basımı ve tercümesi ile birlikte yine Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı’mız tarafından programa alındı. Yine hemşehriniz bu, Diyarbakırlı
Uludağ Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Bedri Mermutlu editörlüğünde 2013 yılından itibaren peyderpey
bakanlığımız tarafından inşallah yayımlanmaya başlayacaktır. Alî Emîrî Efendi ayrıca kendi çıkarttığı
Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nda diğer önemli şahsiyetlerle birlikte vazifesi gittiği yerlerde önemli
kişilerin biyografilerini de yazmıştır. Hatta Tiran’a gittiği zaman Tiranlı Hatice Hanım’ın biyografisine de yer
vermiştir. Dergisinde kadına özel bir yer ayırmış, kadının eğitilmesi konusunda her zaman taratar olmuştur.
Türkiye’deki meşhur hanımların biyografilerinin yazılması gerektiğine dikkat çekerek kadınların da
soyağacının hazırlanması gerektiğini savunmuştur. Görüldüğü gibi Ali Emîrî Efendinin, çeşitli alanlardaki
yazarlığı içerisinde biyografi yazarlığı da önemli bir yer alır.
Diyarbakır’dan İstanbula kadar gelen hayat serüveninde Meşrutiyet’in son yıllarında yaşamış,
Cumhuriyet’in kuruluşuna şahit olmuş ölümüne kadar yani 1924 yılına kadar kütüphanesinin müdürlüğünü
yapmıştır. Ali Emîrî Efendi’nin ölümü üzerine birçok meşhur edebiyatçı ve şair yazı yazmıştır. Ancak onu en
iyi anlatan, ebedileştiren şiir, şüphesiz biraz önce de rektörümüzün de okuduğu: “Muhtâc isen füyûzuna eslâf
pendinin/Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin” diyen Yahya Kemal’in gazelidir.
Bu sempozyumun hazırlanmasında emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum, iyi bir sempozyum
geçirmeyi temenni ediyorum.
XXVII
SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Diyarbakırlı Halîlî ve
Kasîde-i Pend-nâmesî
Okt. Gülçiçek AKÇAY
Trakya Üniversitesi Rektörlük, Edirne
gulcicekkorkut@hotmail.com
ÖZET
Türk edebiyatının yüksek inkişafa varmak üzere hareketle Kasîde-i Pend-nâme adlı 98 beyitlik
ilerlemeye başladığı 15. yüzyılda, bu yükselişten kasidesini tanıtmak olacaktır. Tüm bu saydığımız
hissesini almakta olan Diyarbakır, çok sayıda meşhur unsurlara ilave olarak Türk edebiyatında önemli bir
ve edebî şahsiyeti yetiştiren bir kültür merkezi tür olarak yer alan pend-nâmeler hakkında yapılacak
haline gelmiştir. Hem şair, hem de şeyh kimliğiyle hatırlatmalar da eserin ruhunu kavramamızda etkili
edebiyat ve din sahasında şöhret bulan Halîlî de olacaktır.
bu topraklardan beslenen şahsiyetlerdendir. Bu
çalışmanın amacı Halîlî’nin hayatı, edebi ortamı, Anahtar Kelimeler: Pend-nâme, Kasîde,
edebi vasıları ve eserlerinin verdiği işaretlerden Diyarbakır, Halîlî
Gülçiçek AKÇAY
Giriş
Farsça bir sözcük olan pend “öğüt, nasihat”1; pend-nâme ise, “öğüt ve tavsiye edici kitap ve mektup”2
anlamlarına gelmektedir. Pend-nâme edebiyatta bir tür adı olarak kullanılmaktadır. Pend-nâmeler, doğruyu,
güzeli, olması gerekeni anlatarak insanları hayra yönlendirmek; yanlışı, çirkini, kaçınılması gerekeni
göstererek onları kötülüklerden sakındırmak için tercih edilen en önemli türlerden biridir.
“Pend-nâmelerde çizilen insan modelinin sınırları, büyük ölçüde İslam dininin kuralları doğrultusunda
belirlenmiştir. Âyet ve hadislerden hareketle mükemmel insanın (insan-ı kâmil) oluşturulması amaçlanmıştır.
Bu tür eserlerde, iman ve İslam’ın şartlarından toplumsal kurallara kadar pek çok konu ele alınmakta;
bireysel ve toplumsal huzurun sağlanması için gerekli bilgiler şairin gözlem ve deneyimleriyle okuyucuya
sunulmaktadır.”3
Pend-nâme yazıcılığı İran’da eski bir tarihe sahiptir ve Sasaniler zamanında oldukça revaçtadır. Özellikle
Erdeşir Babekan ve vekillerine nispet edilen öğütler büyük yankı bulmuştur. Ama Fars dilinde yazılan Pend-
nâme-i Gazâlî (1311’de Tahran’da basılmıştır) İslami döneme ait görünüşte en eski pend-nâme metnidir. Fars
dili ve edebiyatında Nuşirevan’a nispet edilen pend-nâmeden son asrın müellifi Habibullah Nevbaht’ınkine
kadar yazılmış ve basılmış birçok pend-nâme vardır. Bunların büyük çoğunluğu İran, Mısır; Avrupa ve
Özellikle Hindistan’da basılmıştır. Bunlardan en ünlüsü de Şeyh Feridüddin Attâr’a nispet edilenidir. 4
“İslami Türk edebiyatından başlangıçtan itibaren öğüt verici kitapların yazıldığı görülmektedir. Yusuf Has
Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eseri manzum nasihat-nâme türünün ilk örneği olarak kabul edilebilir.”5Mahmut
Kaplan “Hayriye-i Nâbî” adlı eserinde manzum nasihat-nâme türünde Osmanlı sahasında yazılmış kırk
üç adet eserin tanıtımını yaparken göremediği başka benzer eserlerin de olabileceği hakkında ihtiyat notu
düşmüştür.6
XV. yüzyıl edebiyat tarihimiz için önemli bir dönemdir. Bu dönemde edebiyatımız artık kuruluş
dönemini tamamlama merhalesine gelmiş ve klasik bir edebiyat hüviyetine bürünmeye başlamıştır. Bu
yüzyılda yazılan eserlere bakıldığında hem sayı hem de nitelik yönünden eserlerde kayda değer artış ve
gelişmelerin olduğu görülmektedir. Daha önceki asırlara nazaran bu asırda yazılan eserlerin dili dönemin
başlarında sadeyse de yüzyılın ikinci yarısından itibaren dil üzerinde Farsçanın etkisi belirgin olarak
hissedilmektedir.
HALÎLÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
1407-8 dolaylarında Diyarbakır’da doğan Halîlî çok genç yaşta İznik’e yerleşmiş ve burada ilim tahsil
etmeye başlamıştır. 465/ 66 yılında İstanbul’u ziyaret etmiş bir yıl sonra İznik’e tekrar döndüğünde bir
dergâhta şeyhlik yapmaya başlamış ve 1485-86 yılında orada ölmüştür.
Halîlî, devrinin Ahmed Paşa, Şeyhî, Necatî gibi ön planda yer alan bir şair olmamakla beraber çağdaşları
arasında şöhreti yayılmış şairlerdendir. Ölümünden sonra tertip olunan şiir mecmualarında birçok
manzumesine yer verilmesi bu şöhretinin ne kadar yaygın olduğunu gösterir.7
Şevket Beysanoğlu “Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları” adlı eserinde bu Halîlî’nin şiirlerinin
hemşehrisi Seyyid Nesîmî’nin tesirinde olduğunu tespit etmiştir. “Nesîmî’nin şiirleriyle aynı kafiyede
şiirlerinin mevcudiyeti ve hatta onun bir gazelinin kafiye ve redilerini aynen sırasıyla tekrarlayarak yazdığı
1 Ferheng-i Ziya: Farsça- Türkçe Lügat, MEB yayınları, İstanbul, 1996, C. 1, s.500
2 James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992, s. 445.
3 Ferdi Kiremitçi, Muhammed Şerifî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eğitim Anlayışı ve “Pend-i Gülistan” Adlı Eseri (İnceleme-Tenkitli Metin),
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Orta Öğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Ana Bilim Dalı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Erzurum
2009, S.1
4 Silvestre de Sacy, Pend-nâme, Şeyh Feridüddin Muhammed Attar Nişâbûri, Betahsis ve Tahşiye, Tercüme: Ruh Bahşan. İntişarat-ı Esamir, 1373. s.9
5 Mahmut Kaplan, Hayriye-i Nâbî, AKM, Ankara 2008, s.
2 6 Kaplan, age. s.12
7 Şevket Beysanoğlu “Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları”, Diyarbakır’ı Tanıtma Derneği Neşriyatı No.6, Biyograi ve Edebiyat Takımı-1,
İstanbul 1957, s. 34
Diyarbakırlı Halîlî ve Kasîde-i Pend-nâmesî
şiir bu temayülün şuurlu olduğunu anlatır.”8 Beysanoğlu’ya göre Halîlî de kendisinden sonra gelen Habîbî,
Fuzûlî, Şeyh Ahmed Hayâlî, Câmî, İbrahîm Hafîd Paşa gibi şairler üzerinde müessir olmuştur.
Hâlîlî’nin en meşhur eseri Firkat-nâme’sidir.9 Tezkirelere göre henüz çâr-ebrû bir civanken geldiği
İznik’te on dört yaşında bir şuha âşık olup onun visali hatırasıyla okuma yazma sevdasından vazgeçen
Halîlî, hasbihalini Firkat-nâme/Firak-nâme adını verdiği bir mesnevisinde dile getirdi.10 Aruzun “mefâ’îlün
mefâ’îlün fa’ûlün” kalıbıyla yazılan ve 1000 kadar beyitten meydana gelen eserin konusu hakkında İslam
Ansiklopedisi’nde şunlar aktarılmıştır: “İznik’te gezerken bedestende gördüğü bir güzele âşık olması üzerine
sıkıntılı bir duruma düştüğünü anlatan şair, bundan kurtulmak için İstanbul’a gider. Fakat sevgilisinden
aşkının samimiyetine inandığını belirten bir mektup alınca geri döner. Önce şairi şekatle karşılayan sevgilisi
daha sonra gözden kaybolur ve rüzgâra seslenerek içini döken şaire sahrada bir ışık halinde kendini gösterir.
Eserde ayrıca aralara serpiştirilmiş aruzun değişik kalıplarında iki kaside, bir murabba, bir muhammes,
bir terci-i bend ve yirmi altı gazel yer almaktadır. Özellikle gazeller, vezin ve şeklin verdiği monotonluğu
kırması yanında olay örgüsünün gelişmesi sırasında gerilimli sahneleri en iyi şekilde ifade eder.”11
Ali Emirî eserin yazılış amacıyla ilgili verilen bu bilgilerin yanlış olduğu görüşündedir. “Zîrâ Emîrî’ye
göre Halîlî, İznik’e gençlik yıllarında değil, daha sonra gitmiş ve bunu Firkat-nâme’sinde beyan etmiştir.
Ayrıca onun mâşuku mecâzî değil, hakîkî’dir.”12
Halîlî’nin bugün elimizde bulunmayan bir Divan tertip etmiş olduğunu şu beyitten anlayabiliriz:
Râh-ı ışkında Halîlî, ne belâ çektiğini
Nazar etsen bilesin deter-i dîvânımızda13
Çeşitli mecmualarda manzumeleri bir divan teşkil edecek kadar çoktur. Bu mecmualar şunlarıdır:
Câmi’ü’l-me’ânî, Hacı Kemal’in Câmi’un-nezâ’ir’i- Edirneli Nazmî’nin Mecmâ’un-nezâ’ir’i- Peşteli Hisâlî’nin
Matâli’ün-nezâ’ir’i. 14
KASîDE-İ PEND-NÂME
Bu bildiride tek nüshasını Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu A 1808/1 numarada, Eş’âr adıyla
kayıtlı olarak bulduğumuz Kaside-i Pend-nâme adlı kasidesi tanıtmaya çalışacağız. Elimizdeki yazmanın
ismi okunmamakla beraber, içinde farklı şairlere ait şiirler bulunması hasebiyle bunun bir şiir mecmuası
olduğunu söylemek mümkündür.
Şekil Özellikleri
Remel bahrinin fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbıyla yazılan kaside 98 beyittir. Elimizdeki eserin
tek nüsha olması sebebiyle tashih edilmiş farklı bir nüshayla karşılaştırma imkânımız olmadığından
okuyamadığımız ya da anlamlandıramadığımız beyitlerin okunuşunu vermeye çalışmaktan imtina ettik.
Bunun yerine yazımızın sonunda metninin aslını vermekle iktifa edeceğiz. Bu bildiride kasidenin 61 beyti
incelemeye dâhil edilmiştir.
Kafiyesi âr sesiyle oluşmuş olan kasidede şair kafiye kelimesi bulmakta zaman zaman zorlanmıştır. Bu
yüzden de bulduğu kelimelerin mısraya mana kazandırmaktan çok bir zorlama olduğu görülmüştür. Söz
gelimi aşağıdaki beyitte yer alan “çenâr” kelimesinin beyte kazandırdığı mana anlaşılamamıştır:
Ferr [ü] himmet kârvânı râh-ı arş olmuşdurur
İran’ın adaletiyle nam salmış hükümdarı Nūşirevān’ın ismi metinde Arapça bir terkipmiş gibi Nūşü’r-
revān ; نوش الروانkülâh-pûş terkibi kūlāh-pūş كواه پوش, karanlık anlamına gelen tār kelimesi ‘dar’
manasındaki tār طارşeklinde yazılmıştır.
Eski Anadolu Türkçesinin imla hususiyetlerinden biri olan izafet kesrelerinin bazı kelimelerin sonunda
“yā” ىharfi ile gösterilmesi de bu eserde de zaman zaman karşımıza çıkan bir husustur.
Dil ve Üslup Özellikleri
Eserde Halîlî’nin yaşadığı yüzyıl bakımından eski Anadolu Türkçesinin özellikleri yanı sıra yetiştiği
muhit bakımından da Azeri Türkçesine yakınlık görülmektedir. Özellikle “iyi, güzel” anlamındaki “yahşı”
kelimesinin çokça kullanılması, vasıta halini ifade eden olan “ile” edatının “ilen” olarak kullanılması bizi bu
sonuca götürmüştür:
Cân kulagun tutdı bir bir nüktedân-ı âşıkân
Söyle ey dil sâdıkâne neylemekdür yahşı kâr (b. 2)
Haşr ü neşri kim ki inkâr eyler ise dinlesün
İki şâhiddür ana fasl-ı hazânilen bahâr (b. 17)
Fars kültürüne de yakın bir muhitte yetişmiş olmak hasebiyle Farsça kelime ve terkiplerin çokça
kullanılmasının yanı sıra “mîr-i men” örneğinde olduğu gibi Farsça zamirlerin bile terkibe girebildikleri
görülmektedir:
Haşr(i) inkâr eylemezsen adle yüz tut mîr-i men
Çünki ikrâr eyler isen itme zulmi zînhâr (b. 18)
Kürtçe kelimelerin şiirlerde yer alması Klasik Osmanlı edebiyatında az da olsa şahit olunan bir
durumdur. İncelediğimiz bu kasidesinde satır aralarına dikkatli bir göz ile bakıldığında Halîlî’nin Kürtçe
bildiğini de tespit edilebilir. Söz gelimi “ateş” anlamına gelen ve klasik Osmanlı Türkçesinde değil, sadece
Kürtçede bulunan “âr” kelimesi kafiye kullanıldığı görülmüştür. Beyitte şair yaşlı olan kişinin de aşk ateşi
ile yanabileceğini, ateş almakta kuru olanın taze olandan daha elverişli olduğu hakikati ile ispatlamaya
çalışmıştır:
Aşk odı yakmaz beni pîrüm diyü yâs itme kim
Nâra düşse huşk terden yahşidür tutmakda âr (b.59)
Eser kaside türünde olmasına ve genel temayülde bu türün dilinin diğer şiir türlerinden daha ağır
olmasına rağmen Kaside-i Pend-nâme ele aldığı konu ve işleniş maksadı itibariyle sade sayılabilecek bir dille
kaleme alınmıştır.
Muhatabın dikkatini çekmek amacıyla çokça “ey bahtiyâr”, “ey nûr-ı ayn” gibi hitaplara başvurulmuş
olması, senli benli konuşma edasıyla oluşturulan cümleler, halkın dilinde cari deyimler seslenilen kitlenin
evsafını tespit açısından önemli hususlardır.
Eserde “yüz çevirmek”, “yüzler üzre yeri olmak”, “dil vermek”, “dünyayı dar etmek” gibi bugün de
4 kullanımda olan deyimler kadar “çeşme mıh dikmek”, “gâv önünde gevher nisâr etmek” gibi deyim lezzetinde
özgün söyleyişler de görmek mümkündür. Ayrıca “tarlıganmak”, tekyelenmek” gibi arkaik kelimelerin
Diyarbakırlı Halîlî ve Kasîde-i Pend-nâmesî
6 Adalet aynı zamanda yöneticilerin sahip olduğu hasletlerden biri olmalıdır. Yaşamının sonunda
kedisinden bir iz bırakmak isteyen padişahın adaletinden başka bir yadigârı olmayacaktır. Nuşirevân mümin
Diyarbakırlı Halîlî ve Kasîde-i Pend-nâmesî
olmadığı halde çağlar boyunda adaleti ile namı yürümüş bir hükümdarken mümin olduğu iddiasındaki bir
padişahın mutlak surette adaletiyle tanınması gerekir.
Ger sonunda yâdigâr istersen ey şeh âdil ol
Olmaya adl eylemekden özge ön son yâdigâr (b. 20)
Yahşı nâmı zindedür Nuşirevân’un adlile
Sen revâ mı olmayasın mü’min iken nâm-dâr (b. 22)
Mâsivâ’ya meyletmek
Allah’tan başkasına meyletmek gizli şirktir. Seyrün ila’llah (Mevlâ’yı bulma yolu) halinde olan birinin
“fena” olabilmesi (Mevlâ’da kendinden geçme yolu), “terk-i mâsivâ” ile olur ancak. Bu hakikati şair şu şekilde
dile getirmiştir:
Bildiler meyl-i sivâ şirk-i hafîdür sâlikân
Bu sebebden itdiler râh-ı fenâyı ihtiyâr (b. 16)
Allah korkusu
“Allah bize şahdamarımızdan daha yakındır.” Bizi her zaman ve her yerde görüp gözetmekte,
yaptıklarımızı bilmektedir. Yerde ve göklerde O’na hiçbir şey saklı değildir. Hiç kimsenin göremeyeceği
kapalı ve tenha yerlerde yaptıklarımızı görür, söylediklerimizi işitir. Hatta içimizden geçenleri bile bilir.
Bir gün yaptıklarımızdan bizi sorguya çekecektir. İyi iş yapanları ödüllendirecek, kötülük işleyenleri ise
cezalandıracaktır. O’nun katında, dünyada yaptıklarımızın hesabını verirken hiçbir şeyi gizlememiz mümkün
olmayacaktır. Allah’a böyle inanan kimse, elbette O’ndan korkar ve O’na derin bir saygı duyar. Allah’tan
korkmak demek, O’nun emirlerine uyup yasaklarından sakınmak demektir. Ancak Allah korkusu ile dinde
sabitkadem olur insan. Zira ağaçlar bile rüzgârdan korkusu sayesinde olduğu yerde sabit kalabilmişlerdir.
Kahr-ı Hak’dan havf idersen dînde ol sâbit-kadem
Çünki eşcâr oldı yirde havf-ı bâddan pâydâr (b. 17)
Nefisle mücadele
Hakla batıl arasındaki farkı idrak edebilmesi için Allah insanoğluna akıl vermiştir. Salik tasavvuf yoluna
girer ve mürşidinin rehberliğinde nefis terbiyesine başlar. Nefis dünyevi nimetlerin heva ve hevesiyle esasen
akla muhalitir. Şair aklın nurunun hak olanı örten kâfir nefsin terbiyesini Hz. Ali’nin zülfikarının kâfirin
üstüne inmesi şeklinde tasavvur etmiştir.
Hakk u bâtıl arasın fark eyle nûr-ı aklile
Nefs-i kâfir üzre her dem sal Alî-veş zü’l-fe(k)âr (b.21)
Dünyevi zevklerden kâm almak maksadında olanlar hiçbir zaman maksatlarına erişemezler. Zira
insanoğlu tatminsizdir. Bu sebeple dünyadan hiçbir beklentisi olmamak lazım gelir.
Kâmrânlık isteyen kes olmadı maksûd-res
Nâ-murâd ol kim olasın kâmrân u kâmdâr (b. 13)
Tevazu
“Tevâzû; yüzü yerde olma ve alçakgönüllülük mânâlarına gelir ki, tekebbürün zıddıdır. Onu; insanın
Hak karşısında gerçek yerinin şuurunda olup, ona göre davranması ve halk arasındaki durumunu da bu
anlayış zâviyesinden değerlendirip, kendini insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul
etmesi şeklinde yorumlayabiliriz. ” 15 7
15 Lale Bahtiyar, Sui, Çev. Mehmed Temelli,İz Yay., İstanbul- 2006, s. 32.
Gülçiçek AKÇAY
Mütevazı olan, padişah bile olsa bendesine hor bakmaz. Akıbetinin toprakla bir olmak olduğunun
idrakindedir.
Bende-i ütâdeye şâhum diyü hor bakma kim
Hâkilen yeksân olur âhir gedâ vü şehriyâr (b.25)
İki âlemin ilmini taşıyan bir âlim de olsa mütevazıya yakışan kendini en akılsız kişiden bile küçük
görmektir:
Her ne denlü ehl-i ilm ü dü fünûn olsan dahi
Kendüni her (b)î-hıredden kem şumâr ol kem şumâr (b.69)
Gönül Kırmama
Gönül, yaralanmaması, kırılmaması gereken manevi cevherdir. Müminin kalbi Cenab-ı Allah’ın
nazargâhıdır. İnsanın gönlü âlemi aksettiren bir aynadır. Pırıl pırıl olması gereken bu ayna çeşitli sebeplerle
kir ve pas tutar; bu sebeplerden biri de kalp kırmaktır. Başkasının kalbini kıranın –bu kalp karıncaya ya
da sineğe ait olsa dahi- gönül aynasına “gubar” erişir. Zulüm cihetinden ve şeriata muhalif olarak kalpleri
yaralamak ilahi hikmet ve adalet gereği zalime dönüp onu cezalandırır.
Mûr-ı miskîn u mekes gönlün dahi incitme kim
İrmesün âyine-i âlem-nümân üzre gubâr (b.26)
Sabır
Bu dünyada Allah’a kulluk edenlerin nafakası kan ve derttir. Rahat ve ferah bir hayatı isteyenler bela ve
musibetlere sabır gösteremedikleri için akıbet kederle hemhal olurlar. Belalara sabretmek, nimete şükretmek
gibidir. Hakikat ehline göre bela, nimettir. Şaire göre de bela her taratan sel gibi gelse de onu sanki bir
katreymiş gibi algılayıp içmek gerekir. Dünyada belaya, inkisara duçar olmamış hiçbir varlık yoktur. Lazım
gelen bunları birer nimet gibi algılayıp sabır göstermektir:
Her tarafdan nâzil olsa üstüne seyl-i belâ
Tarlıganma katre-veş nûş eyleyüp misl-i bihâr (b.28)
İnkisâr irse dil-i âşutene sabr eyle kim
Devr elinden câm-ı Cemşîd[e] iribdür inkisâr (b.30)
Fakr
Fakirlik, yoksulluk, muhtaç bulunduğu şeylere sahip olamama manalarına gelen fakr; erbabınca
kalben bütün varlıktan vazgeçip, sadece ve sadece kul ve Allah münasebeti içinde bulunma ve yalnız Allah’a
muhtaç olma, varlığa karşı ihtiyaç alakalarından kurtulma şuuruyla yaşamaya denir.
İrfan sahibi kişi, bekası olmayan bu dünyaya güvenmez, dünyevi varlıkla övünmez. Sadece Allah’a
duyduğu ihtiyaç onun itihar vesilesidir. Hz. Muhammed’in “Fakirlik övüncümdür” hadisinin manasını
şairin şu ifadesinde de görmek mümkündür.
Bu bekâsız müstenedle mâlile fahr eyleme
Ârifisen meskenetlen fakrilen kıl itihâr (b. 33)
Zineti Terk
Kişinin iç dünyası harap ve viranken dışını süslemek, güzel bir yüze, göze güzel görünen her şeye talip
olmak, dünyaya ait süs ve zinetlere rağbet etmek pend-nâmelerde tenkit edilen başka bir konudur. Dünyevi
8 zinetler hiçbir faydası olmayan yalancı süslerdir. Bu süs bazen güzel bir yüz olarak, bazen kılık kıyafet, bazen
de üzerinde yatılan yatak döşektir. Bütün bunlar bekasızdır.
Diyarbakırlı Halîlî ve Kasîde-i Pend-nâmesî
Şair dini sadece şekil tarafıyla ele alıp öğreten kişileri tenkit ederken onların sahip oldukları zinetle
itihar edişlerini ele almıştır. Ona göre bu, rüyada altından yapılmış kıyafet giydiğini görüp övünmek kadar
akıl dışıdır. Kendi özünü ayıplı görüp süslü giysilerin arkasına saklanmak da öyledir; zira ecel geldiğinde
tüm süsleri yırtar atar ve insan utandığı çıplaklığıyla gözler önüne serilir.
Hocanın zînetle fahri gör neye benzer didüm
Düşde mülis giydi bir zerrîn libâs-ı müste’âr (b.34)
Aybını bin kez libâs-ı fahrilen etsen disâr
Keşf ider dest-i ecel üryân olursun şerm-sâr (b. 10)
Ecel kadehi, zengin fakir demeden kimsenin süsüne bakmadan daima devredecektir.
Hep bu bezm içre berâber devr ider câm-ı ecel
Fark olınmazsın külâh-pûş ol gerekse tâc-dâr (b. 11)
Süslenmek mert olana yakışmaz, kadınlara özgü bir hafilik olduğu niçin utanç vericidir.
Zîver ü zînetle gerçi hoca bilmez fahr ider
Zeyn-i zenden merd olanlar itdiler gayetle âr (b. 35)
İrfan sahibi kişi dünyanın ışıltılı nimetlerine itibar etmez. Çünkü insanın bu dünyadan hâsıl edeceği en
süslü kıyafeti kefeni, en gösterişli meskeni de mezar olacaktır.
Neylesün dânâ müzeyyen kasr u fâhir câmeyi
Çün libâs âhir kefen olur ana mesken mezâr (b. 9)
Kanaat
“Kanaat çalışıp çabalayarak bütün cehdini sarf ettikten sonra eline geçene razı olmaktır. Bütün kâinat
her gün başka tecelliye mazhardır. Sen de onların içindesin. O gün, o an Hak’tan neye mazhar oldunsa, ona
teşekkür etmek hakiki kanaattir.”16
Şaire göre dünya köhne bir bağdır. Bu bağın yaprağına meyvesine kayıtlanmamak gerekir. Arif için
bunlar dikenlerle dolu tuzaklardır.
Köhne bâğun berg ü bârına mukayyed düşme kim
Ârif-i bî-kayda vardı hârdur her berg [ü] bâr (b.39)
Tevekkül
Tevekkül kederde ve sevinçte Allah’a tevfiz-i umur etmek, her durumda O’ndan medet ummak, O’na
temenna ederek halktan ümidi kesmektir. Razık olan Allah her canlının rızkına kefil olmuştur. Kul, çıplak
ve aç kalacağı zannıyla O’ndan ümidi kesmemeli, tevekkül etmelidir:
Gel tevekkül eyle sanma kalasın üryân ve aç
Rızkuna itdi tekefül Râzık-ı Perverdigâr (b.43)
Cömertlik
Cömertlik, malını mülkünü şeriatın rıza gösterdiği yollara göre harcamak demektir.
Esasen mülk Allah’ındır. Şaire göre de Allah’ın ihsanına nail olmak için kendisine ödünç olarak verilen
malın infak edilmesi gerekir.
Her neye mâlik isen yolında bezl eyle anun 9
16 Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi Yay. İstanbul, 2001, s. 116
Gülçiçek AKÇAY
SONUÇ
15.yüzyıl, Osmanlı Devletinin birçok alanda geliştiği bir yüzyıldır. Bu yüzyılın siyasal, sosyal ve kültürel
anlamda ruhunu oluşturan etkenler arasında en büyük pay, bu dönemde kaleme alınmış eserlere, ortaya
konmuş sanatsal ürünlere; dolayısıyla da bunları ortaya koyan sanatçılara aittir. Çok sayıda edebî şahsiyetin
yetiştiği bu yüzyılda, Diyarbakır’da da aynı paralellikte bir gelişme görülmüştür. Halîlî’de bu yüzyılda
Diyarbakır’da yaşayan şairlerimizdendir.
Eserinde döneminin ve muhitinin dil özellikleri yanında insanı İslamî kıstaslara göre iyiye, doğruya
ve hayra yönlendirmede edebi eserleri vasıta kılmak için en münasip türlerden biri olan pend-nâme
türünü seçen Halîlî, eseri oluştururken adet olduğu üzere hem tasavvufun hem de İslami ve sosyal ahlâkın
enstrümanlarından yararlanarak muhatabının tekâmülünde hisse sahibi olmayı amaçlamıştır. Tüm bu
yönleriyle bildirimize konu edindiğimiz bu eserle Halîlî’nin Pend-nâme türünün başarılı sayılabilecek bir
örneğini verdiğini görmekteyiz.
KAYNAKÇA
ADAK Abdurrahman, Ali Emiri’nin Gözüyle Diyarbakırlı Şairler, Kent Işıkları, İstanbul 2012.
Beyanî Mustafa Bin Carullah, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Hz: İbrahim Kutluk, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1997.
BEYSANOĞLU Şevket, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Diyarbakır’ı Tanıtma Derneği
Neşriyatı No.6, Biyografi ve Edebiyat Takımı-1, İstanbul 1957.
Ferheng-i Ziya: Farsça- Türkçe Lügat, MEB yayınları, İstanbul, 1996, C. 1.
İSEN Mustafa, Künhü’l-Ahbar’ın Tezkire Kısmı, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Sayı: 93, Tezkireler
Kısmı- Sayı: 2, Ankara 1994.
Latîfî Tezkiresi, Akçağ Yayınları, Ankara 1999.
KAPLAN Mahmut, Hayriye-i Nâbî, AKM, Ankara 2008.
Kınalı-zade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-şuarâ, 1. Cilt, Hz: İbrahim Kutluk, Türk Tarih Kurumu, Ankara
1989.
12 KİREMİTÇİ Ferdi, Muhammed Şerifî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eğitim Anlayışı ve “Pend-i Gülistan” Adlı
Eseri (İnceleme-Tenkitli Metin), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Orta Öğretim Sosyal Alanlar
Diyarbakırlı Halîlî ve Kasîde-i Pend-nâmesî
13
Gülçiçek AKÇAY
14
Hamdî’nin “Yusuf u Züleyha
Mesnevisi” ve Nazan Bekiroğlu’nun
“Yûsuf İle Züleyha” Adlı Eserini
Olay Örgüsü Açısından
Bir Karşılaştırma Denemesi
Okt. Özden APAYDIN
Başkent Üniversitesi Dil Araştırma ve Uygulama Merkezi
oapaydin@baskent.edu.tr
ÖZET
Kaynak bakımından iki kutsal kitap olan bu hikâyeyi, esas kaynak olması itibariyle Kur’an-ı
Kur’an-ı Kerim ve Tevrat’a dayanan Yûsuf ile Kerim’den yola çıkarak klasik edebiyat ve modern
Züleyha hikâyesi, edebî sahada yüzyıllardan beri Türk edebiyatı çerçevesinde değerlendirerek
sözlü ve yazılı olarak anlatılarak günümüze kadar karşılaştırmalı bir inceleme yapmayı amaçlamıştır.
gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “kıssaların en güzeli” İncelemede, Klasik Türk edebiyatı örneği olarak
olarak adlandırıldığından “Ahsenü’l-Kısas” olarak seçilen Hamdullah Hamdi’nin Yûsuf u Züleyha
da bilinen anlatı, esasında Hz. Yusuf ’un hayatını adlı mesnevisi ile günümüz yazarlarından Nazan
konu edinmektedir. Bir peygamberin hayatı olarak Bekiroğlu’nun yazdığı Yûsuf İle Züleyha eseri, olay
değerlendirebileceğimiz hikaye, Allah aşkının örgüsü bakımından karşılaştırarak, bu iki eser
yanı sıra, Züleyha’nın dahil olmasıyla birlikte
arasındaki benzerlikler ve varsa farklılıklar tespit
beşerî aşkı da içeren bir hüviyete bürünmüştür. Bu
edilmeye çalışılacaktır.
nedenledir ki yüzyıllardan beri Yusuf İle Züleyha
olarak adlandırılarak manzum veya mensur pek Anahtar Kelimeler: Mesnevi, Yusuf u Züleyha,
çok eserde konu olarak işlenmiştir. Bu çalışma, işte Hamdî, Nazan Bekiroğlu
Özden APAYDIN
Giriş
Bir İbrâni menkıbesi olan Yûsuf ile Züleyha hikâyesi, Tevrat’ta ve Kur’an-ı Kerim’de yer alır.
Tevrat’ın “Tekvin” bölümünde, Kur’an-ı Kerim’de ise 111 ayetten oluşan Yûsuf Sûresi’nde geçer. Hikâye,
surenin 3. ayetinde “Biz, bu Kur’an’ı sana vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” (3. Ayet)1
buyrulduğundan “Ahsenü’l Kısas” adıyla anılmıştır. Hikâye, Arap edebiyatında İmam Gazali’nin
Bahrü’l-Mahabbe adlı eserinden itibaren gerek tefsirlere gerekse mensur, manzum pek çok edebî esere
konu olmuştur. Yine hem İran edebiyatında hem de diğer İslâm edebiyatlarında mesnevî nazım şekliyle
ilk kaleme alan şair Firdevsî-i Tûsî’dir. İran edebiyatında en önemli Yûsuf ile Züleyha konulu eser, Molla
Câmî’nin Yûsuf ile Züleyha adlı eseridir. Türk edebiyatında ise bu konuya yer veren ilk telif eser, hece vezni
ve dörtlüklerle yazılan Ali’nin Kıssa-i Yûsuf adlı metnidir.2
Edebiyatımızda 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Kemalpaşazâde, Celilî, Gubarî ve Köprülüzâde Es’ad Paşa3
gibi birçok şairin kaleme aldığı kıssalar içinde Hamdî’nin eserinin Türkçe mesneviler arasında en iyisi olduğu
hakkında şüphe yoktur4. Şairin okuyup çok beğendiği Câmî’den esinlendiği hatta eserini kaleme alırken
büyük ölçüde ondan faydalandığı söylense de Hamdî’nin Yûsuf u Züleyha’sı, Fuzûli’nin Leylâ vü Mecnun’u
tarafından aşılıncaya kadar Türkçe romantik mesnevi alanında elli yıllık bir süre zarfında kaydedilen en büyük
başarı olma vasfını sürdürmüştür.5
Yûsuf İle Züleyha, sadece İran ve İslâm kültüründe edebî eserlerin yaratılmasına kaynak oluşturmamış
hatta özellikle Batı’da Ortaçağ’dan itibaren şairlere, ressamlara ve bestekârlara ilham vermiştir.6 Böylesine çok
yönlü bir hikayenin etki alanının genişliği oldukça olağandır. “Kıskançlık, itira, ilahi aşkın yanı sıra tutkulu
bir beşeri aşk, kuyuya atılma, senelerce zindanda kalma gibi ilginç olaylar, güzellik, sabır, inanç, adaletin
yerini bulması ve mutlu son” olmak üzere bir hikâyeyi etkili kılabilecek birçok unsuru içinde barındıran
bir zenginliğe sahip olması, kıssanın değişik kültürlerde anlatılan/okunan bir anlatı olarak günümüze dek
gelmesini sağlamıştır.
Hem alışılmışın dışında bir aşk hikâyesi hem de bir peygamber kıssası olarak özellikle Doğu edebiyatında
yerini alan Yûsuf İle Züleyha, bugün bile birçok eserde karşımıza çıkmaktadır. Son yılların en önemli
yazarlarından biri olan Nazan Bekiroğlu ise 2001 yılında yayımlanan eseri ile bu hikâyeyi modern tarzda
yeniden kurma çabasına gitmiştir.
Yusuf Kıssası
Yukarıda da bahsedildiği gibi Kur’an-ı Kerim’in Yûsuf Suresi’nde anlatılan Yûsuf kıssasının edebî sahada
Arap, İran ve Türk şair/yazarlarca birçok örneği verilmiştir. Türk edebiyatında gerek yazılı gerekse sözlü
bir şekilde yüzyıllardır anlatılan hikâye, etkisini günümüzde de sürdürmekte ve işlenmektedir. Şüphesiz ki
edebiyatta konudan ziyade, onun nasıl anlatıldığı önemlidir. Bu açıdan bakıldığında birbirinden çok uzak
zaman dilimlerinde yazılmış iki Yûsuf İle Züleyha hikâyesinin oldukça farklı unsurlar içerdiğini önceden
tahmin etmek zor olmayacaktır. Nazan Bekiroğlu, eserin başındaki “Söz Başı” bölümünde bu konunun
altını çizer: “Her Yûsuf u Züleyha” bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu da öyle. Ayna aynı, kitap farklı.” (s.
16)7 Yazar, diğer mesnevilerle kendi eserinin buluştuğu noktayı ayna’nın aynılığında görmektedir. Nitekim
kıssanın Kur’an-ı Kerim’de geçmesi eserlerin azından olay örgüsü bakımından ortaklıklar göstermesini
kaçınılmaz kılmaktadır.
Yâkup peygamberin, sonradan kendisi gibi peygamber olacak oğlu Yûsuf ’a duyduğu sevgi, kardeşlerinin
1 *Okt.; Başkent Üniversitesi Dil Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankara, oapaydin@baskent.edu.tr
Kıssa hakkındaki bilgiler, Kur’an-ı Kerim (Hazırlayan: Hayrat Neşriyat, Yûsuf Suresi, İstanbul, 2009)’den alınacaktır.
2 Nurullah Çetin, Yeni Türk Şairinin Yusuf ile Züleyha Hikâyesi Duyarlılığı, Hece Yayınları, Ankara, 2004, s. 15.
3 İsmail Ünver, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı, Mesnevi, , S. 415, 416, 417, Eylül, 1986, s. 460.
4 E.j. Wilkinson Gibb, A History Of Otoman Poetry (Osmanlı Şiir Tarihi) (I-II), Akçağ Yayınları, Tercüme: Ali Çavuşoğlu, Ankara, s. 390.
5 Gibb, a.g.e., s. 391.
6 Celal Settari, Zülayhâ’nın Aşk Derdi, İnsan Yayınları, İstanbul, 2010, s. 14-15.
16 7 Eserden yapılan alıntılar, Nazan Bekiroğlu, Yûsuf ile Züleyha –Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün-, Timaş Yayınları, İstanbul, 2001 künyeli
kitaptan yapılacaktır.
Hamdî’nin “Yusuf u Züleyha Mesnevisi” ve Nazan Bekiroğlu’nun
“Yûsuf İle Züleyha” Adlı Eserini Olay Örgüsü Açısından
Bir Karşılaştırma Denemesi
ise onu kıskanmaları ve kıskançlığın getirdiği düşmanlıkla Yûsuf ’u kuyuya atmaları, Yûsuf ’un kervancılar
tarafından kuyudan çıkartılıp köle olarak Mısır’a satılması, Züleyha’nın itirası sonucunda zindana düşmesi
ve buradan rüyaları doğru bir şekilde yorumlaması sayesinde kurtulması… hikâyenin bilinen taralarıdır.
Başka bir deyişle Kur’an-ı Kerim’de anlatılan yönleriyle mesnevilerin ortak noktası bu olaylar zinciridir.
Çalışmamızın esas kısmını oluşturan ise Nazan Bekiroğlu’nun ‘modern mesnevi’ diye adlandırabileceğimiz
eseri ile Hamdî’nin mesnevisinin Kur’an-ı Kerim’de anlatılan haliyle ne kadar özdeş olduğunu tespit etmek
ya da varsa farklılıklarını ortaya çıkarmak ve her iki hikâyeyi mukayese etmektir. Bu bakımdan öncelikle
hikâyenin Kur’an’daki biçimiyle olay örgüsüne bir göz atalım:
Hz. Yâkup’un on iki oğlundan biri olan Yûsuf, bir gece rüyasında on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine
secde ettiğini görür ve bunu babasına anlatır. Hz. Yâkup, Yûsuf ’a bu rüyayı kardeşlerine anlatmaması
gerektiğini, zira kendisine haset ederek bir tuzak kurabileceklerini söyler fakat Yûsuf ve öz kardeşi olan
Bünyamin’in babaları nazarında daha kıymetli olduğunu düşünen kardeşleri, bir plan yaparak Yûsuf ’u
öldürmeye karar verirler. Yalnız, içlerinden Yehûda : “Yûsuf u öldürmeyin, onu kuyunun dibine bırakın da
geçen kafilenin biri onu bulup alsın; eğer gerçekten ona bir şey yapacak kimseler iseniz bari böyle yapın!” ( 10.
Ayet) der. Yehûda’nın kuyuya atma önerisine sıcak bakarak kararlarını bu yönde değiştirip Yâkup’tan Yûsuf ’la
beraber gezmeye gitmek için izin isterler. Babaları ise kurdun kapmasından endişe ettiğini söyleyerek
Yûsuf ’u vermek istemez fakat oğulları o kadar ısrarcıdır ki sonunda teklilerini kabul etmek zorunda kalır.
Tıpkı planladıkları gibi Yûsuf ’u kuyuya atan kardeşleri yatsı vakti ağlayarak Yâkup’a, onu kurdun yediğini
söylerler ve kanıt olarak da Yûsuf ’un kanlı gömleğini gösterirler. Bunun üzerine Yâkup “Hayır, nefisleriniz
sizi aldatıp kötü bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır.” (18. Ayet) diyerek yıllarca sürecek
evlat hasretini sabırla göğüslemeye karar verir. Bu arada yoldan geçen bir kafilenin sucusu, kuyuya saldığı
kovadan çıkan güzel çocuğu satılması için kafileye teslim eder.
Yûsuf, birkaç dirhem karşılığında Mısır’ın vezirine köle olarak satılır. Vezir ise yeni kölesini karısına8
emanet ederek ona iyi bakmasını tembihler. Ancak Yûsuf büyüdüğü zaman vezirin karısı onu
arzulayarak “Haydi gel!” (23. Ayet) der. Yûsuf ise bu davete olumsuz cevap vererek kapıya yönelir fakat
kadın Yûsuf ’un gömleğini arkadan yırtar. Çıktıkları esnada ise vezirle karşılaşırlar ve kadın, vezire
kendi yaptığı davranışı Yûsuf yapmış gibi anlatarak cezalandırılmasını ister. Yûsuf ’un buna itiraz etmesi
üzerine o sırada vezirin yanında bulunan bir akrabası, gömleğin önden yırtılması durumunda kadının,
arkadan yırtılması durumunda erkeğin yalan söylediğini anlayabileceklerini söyler. Gömleğin arkadan
yırtıldığını gören vezir, Yûsuf ’a bu olaydan kimseye bahsetmemesini isteyerek karısına günahlarından
dolayı mağfiret dilemesi gerektiğini söyler. Bu olay şehirde duyulur ve vezirin karısı diğer kadınlarca
ayıplanır. Bunu duyan kadın onları davet ederek önlerine meyveler koyar ve ellerine keskin bir bıçak
verir. Kadınlar meyveleri soymaya başladıklarında ise Yûsuf ’a içeri girmesini söyler. Kadınlar hayran
kaldıkları bu güzellik karşısında “Hâşâ! Allah için, bu bir insan değildir! Bu, ancak çok şereli bir
melektir!” (31. Ayet) derler. Bunun üzerine kadın onlara, Yûsuf ’un çok ifetli olup kendisini reddettiğini
ancak istediği şeyi yapmaması durumunda onu zindana attıracağını söyler. Yûsuf ise zindana atılmayı
tercih ederek kendisini bu davetin çirkinliğinden koruması için Allah’a dua eder. Allah, onun duasını
kabul eder ve Yûsuf suçsuzluğu bilindiği halde zindana atılır. Onunla birlikte zindana giren iki genç
bir gece rüya görürler ve bunu Yûsuf ’a anlatırlar. O da Allah’ın kendisine öğrettiği rüya ilmi sayesinde
görülenleri yorumlayarak birinin kurtulup tekrar işine döneceğini, diğerinin ise idam edileceğini haber
verir ve kurtulacağını düşündüğü kişiye, “Efendinin yanında beni an!” (42. Ayet) der fakat Firavn’ın
şarapçısı zindandan çıktığında bu sözü unutur ve Yûsuf yıllarca tutsak olarak kalır.
Bir gün Firavn bir rüya görür fakat hiç kimse bu rüyayı tabir edemez. Bunun üzerine şarapçı
Yûsuf ’u hatırlar ve efendisine zindanda rüya yorumlayan birinin olduğunu söyler. Yûsuf ’un rüyayı
güzel yorumlaması üzerine Firavn onun zindandan çıkarılarak huzuruna getirilmesini söyler. Yûsuf,
zindandan hemen çıkmayarak önce şehirdeki kadınlara ellerini neden kestiklerinin sorulmasını ister. 17
8 Züleyha adı Kur’an’da geçmediği için biz de kıssanın Kur’an’daki anlatımını verirken isim kullanmamaya dikkat edilmiştir.
Özden APAYDIN
Firavn, kadınlara bu soruyu sorduğunda onlar da Yûsuf ’un suçsuz olduğunu, vezirin karısının onu
istediğini söylerler. Kendisine itira atıldığı anlaşılan Yûsuf, zindandan çıkarak Firavn’a kendisini
hazinelerin başına getirirse rüyasında gördüğü kıtlığı aşabileceğini söyler. Bunun üzerine Firavn onu,
hazinelerin başına getirir. Bir zaman sonra kıtlıktan dolayı Yûsuf ’un kardeşleri Mısır’ın Azizi’nden
zâhire istemek için Mısır’a gelirler. Yûsuf onları tanır ancak ağabeyleri kardeşlerini tanımaz. Yûsuf,
öz kardeşi Bünyamin’i görmek istediğinden onlara kişi başına zâhire verdiğini ve bu nedenle baba
bir kardeşlerini de getirmelerini ister ve gizlice sermaye9lerini yüklerinin içine koyar. Eve gidince
sermayelerinin geri konulduğunu fark eden kardeşler babalarına Bünyamin’i de götürürlerse böylesine
cömert bir Aziz’in kendilerine daha çok yiyecek verebileceklerini söylerler. Yâkup ilk önce göndermek
istemezse de oğullarından, Bünyamin’i geri getireceklerine dair söz aldıktan sonra ikna olur ve onu da
kardeşleriyle beraber Mısır’a yollar. Yûsuf, Bünyamin’i gördüğünde onun öz kardeşi olduğunu söyler ve
kardeşini yanında tutmak için bir plan yapar. Bünyamin’e de bu planını anlatarak korkmamasını söyler.
Kardeşlerine Melik’in su kabının kayıp olduğu söylenir ve kap aranıldığında Bünyamin’in yükünden
çıkar. Bunun üzerine Bünyamin, Melik’in kanunlarına göre hırsız olarak Mısır’da alıkonulur. İçlerinden
birisi babalarına bir söz verdiklerini ve kendisinin Bünyamin’le kalacağını söyler. Diğerleri evlerine
dönüp olanları babalarına anlatsalar da Yâkup onlara inanmaz ve üzüntüsünden iki gözü de kör
olur. Oğullarını Yûsuf ile Bünyamin’den bir haber almak için tekrar gönderir. Mısır’a gelen kardeşler,
Yûsuf ’tan tekrar erzak isteyerek Bünyamin’i de serbest bırakmasını talep ederler. Bunun üzerine Yûsuf
gerçeği açıklar ve gömleğini vererek babasının yüzüne sürdüklerinde yeniden göreceğini söyler. Nihayet
hep beraber Mısır’a giderler ve Yûsuf ana-babasını kendi tahtına oturtur. O esnada kardeşleri Yûsuf ’a
secde ederler ve Yûsuf babasına dönerek “Rabbim rüyamı gerçek kıldı.” (100. Ayet) der ve kıssa burada
son bulur.
Hamdî’nin Kaleminden Kıssa
Hamdullah Çelebi, İslam edebiyatında geleneksel bir konu olarak işlenen ve Türk edebiyatında
da yüzyıllarca en popüler aşk mesnevileri arasında yer alan Yûsuf u Züleyha yazarıdır. Hamdi’nin birçok
eseri olmakla birlikte asıl ününü, yüzyıllardır çokça işlenen ve Türk şiirine umumiyetle romantik mesneviler
sınıfında yer alan Yûsuf u Züleyha adlı eseriyle sağlamıştır.10 Şair, babasının ölümünden sonra kardeşleri
tarafından horlanması ile kendisi ve Yûsuf peygamber arasında benzerlik kurduğunu dile getirmektedir.
Eserini de bu nedenle kaleme aldığını belirten Hamdî, hikâyeye -mesnevi nazım şeklinin bir gereği olarak-
beş beyitlik bir besmele manzumesi ile başlamıştır. Giriş bölümünde ise dört halife için dört ayrı na’t yer
alır. 340 beyitlik eserin devamında ise “Matla’-ı Dâsitân-ı Yûsuf Aleyhi’s-selam” başlığıyla hikâyeye giriş
yapılır. Bu bölümlerden sonra mesnevi Hz. İbrahim’in anlatılması ile devam eder. İshâk ve İsmail’den sonra
Hz. Yâkup’un hikayesine geçilir. Hamdî, daha sonra Yâkup’un eşi Leyyâ’dan ve ondan olan çocuklarından
bahseder. Rivâyet olduğunun altını çizerek Leyyâ’dan altı oğlunun doğduğunu söyler ve adlarını şöyle
verir: Şem’ûn, Yehûdâ, Riyâlün, Yeşcer, Lâvî ve Rubil. Ayrıca Deyne adlı bir kızı bulunduğunu da belirtir.
Hikâyenin devamında Yâkup’un diğer eşlerinden ve çocuklarından bahseder. Daha sonra Râhil’in Yûsuf ’a
hamile kaldığını söyler ve sınanmasının daha o zamandan başladığını hissettirerek Yûsuf ’un iki yaşında
yetim kaldığına da vurgu yapar.
Hamdî’nin eserinin başlangıcını Hz. İbrahim’e dayandırarak sırayla Yâkup peygambere getirmesi ve
buradan Yûsuf peygamberin başına gelenleri anlatmaya başlaması, mesneviyi olukça genişletmiştir. Ayrıca,
eserdeki olay örgüsünün oldukça kalabalık bir şahıs kadrosu ile desteklenmiş olması da hayli ilginçtir.
Hamdî’nin eserini Bekiroğlu’nun hikâyesinden ayıran en önemli unsur da budur. Hamdî, hikâye içine
bilinen karakterlerden başka o kadar çok kişi yerleştirir ve her birine olay örgüsü içerisinde öyle roller
biçer ki hikâye, adeta manzum bir roman havasına bürünür. Bunun en iyi göstergesi şairin olayı anlatmaya
Yûsuf peygamberin doğumuyla başlamasıdır. Yûsuf, daha iki yaşındayken annesi ölür ve bakımı için
18 9 Kur’an-ı Kerim’de geçen ifadelere sâdık kalınmıştır.
10 E.j. Wilkinson Gibb, a.g.e., s. 386.
Hamdî’nin “Yusuf u Züleyha Mesnevisi” ve Nazan Bekiroğlu’nun
“Yûsuf İle Züleyha” Adlı Eserini Olay Örgüsü Açısından
Bir Karşılaştırma Denemesi
babası tarafından kız kardeşi Eynâs’a verilir. Yûsuf ’a çok iyi bakan Eynâs, Yâkup oğlunu almaya geldiğinde
çocuğu babasına vermek istemez. Daha sonra Yûsuf ’un birçok şeyi babasından öğrendiğinin altını çizen
şair, Yûsuf ’un güzelliğini uzun uzadıya anlatır.On iki yaşına geldiğinde meşhur rüyasını gören Yûsuf,
kalktığında babasına anlatır. Yâkup, oğlunun rüyasını tabir ederek, ay ve güneşin anne-babası, on bir yıldızın
ise kardeşleri olduğunu söyler ve bunu kardeşlerine anlatmaması gerektiğinin sıkı sıkı tembih eder. Eserin
bundan sonraki bölümü de Kur’an-ı Kerim’deki kıssanın olay zincirini takip eder. Yûsuf kardeşleri tarafından
kuyuya atılır, esir olup Mısır’da azize satılır. Hamdî hikâyede önce Yûsuf ’un hayatını, daha sonra “Matla’-ı
Dâstân-ı Züleyhâ” başlığıyla Züleyha’nınkini anlatır. Şairin, Yûsuf ’a olan aşkını anlatırken Züleyha’nın
duygularına da önem vermesi dikkat çekicidir. Olaylar, mesnevide yine bilindik bir şekilde devam eder;
Yûsuf ile Züleyha evlenirler. Fakat kıssa, Yûsuf ile babasının kavuşmasıyla bitirilirken, mesnevide Yûsuf ’un
ölümüyle son bulur.
Bekiroğlu ise eserini, bu hikâyenin en önemli noktası olan “rüya” ile başlatır ve olaylar bundan sonraki
seyrinde verilir. Eserde bir başka önemli rüya da Züleyha’nın Yûsuf ’u gördüğü rüyadır. Fakat onu, Mısır’ın
azizi zannedip evlenmesi “Züleyha’nın Yanılgısı” bölümünde anlatılır. Rüya motifi, mesnevide Yûsuf ’un ve
Züleyha’nın dışındaki karakterlerde de görülür. Yûsuf ’u kuyudan alıp köle olarak satacak olan Mâlik, bunu
yıllar evvel rüyasında görür. Ayrıca, Mesnevi’de Kur’an-ı Kerim’de peygamberler dışında bir kişinin adı geçer
o da Yehûda’dır. Hamdî, eserinde Yehûda’nın yanı sıra Yûsuf ’un diğer kardeşlerine de ad verir ve diyaloglarda
onları da konuşturur. Bunlardan Şem’un öldürülmesini, Rûbil dinlerine göre hareket etmeleri gerektiğini
belirterek onu uzak bir mağaraya bırakmalarını ve nihayet Yehûda, bir kuyuya bırakmalarını söyler. Yûsuf ’u
alan kervanın başında ise Dımışk vardır. Dımışk oraya varınca onu ya kul ya oğul olarak kabul edeceklerini
söyler. Söz konusu bir peygamber hayatı olunca hikâye içinde kutsal varlıkları da bir kurgu karakteri olarak
görmek mümkün olmaktadır. Bunlardan en önemlisi kuyuda Yûsuf peygambere çeşitli öğütler veren, onu
teskin edecek şeyler söyleyen Cebrail’dir. Melekler ise ona bir şey olmasın diye dua ederler. Bekiroğlu’nda
yalnızca, “Korkma, biz buradayız.” nidâsından söz edilir. Korkma, nidâsı Bekiroğlu’nun eserinde ikinci defa
zindanda söylenir.
İki eser arasında olay örgüsü bakımından genel bir ortaklık görülse de şüphesiz iki sanatkârın hikâyeyi
ele alış biçimi farklıdır. Örneğin; Yûsuf ’un suçsuz olduğunu gösterecek fikri ortaya atan kişi, Hamdî’de
masumiyet, günahsızlık ile özdeşleştirilen bir bebek olurken, Bekiroğlu’nda Potifar’ın yanında bulunan bir
bilgedir. Bunun dışında Hamdî, aşk’ı yalnızca Züleyha üzerinden anlatmaz. Mesnevi’de ikisinin de henüz
birbirini görmeden âşık oldukları belirtilir. Oysa Bekiroğlu, Yûsuf ile Züleyha’nın ilk karşılaşmasında:
“Hasılı bu ilk bakışta kimse birbirini tanımadı.” (s. 71) demektedir.
Hem Peygamber Hem Mâşuk: Yusuf
Yûsuf kıssasının Kur’an-ı Kerim’de anlatılan şekli yukarıdaki gibidir. Olay örgüsü yönünden baktığımızda
iki eserin de aşağı yukarı bu çizgiyi takip ettiğini söyleyebiliriz. Ancak Hamdî’nin mesnevisinde hikâye,
Yûsuf ve Yâkup peygamberler merkeze alınarak ve anlatılırken, Nazan Bekiroğlu, vakaları daha çok aşk
ekseninde döndürür. Eserde, Yûsuf ’tan ziyade Züleyha’nın aşkı anlatılıyor gibidir. Züleyha, burada iki
aşk merkezindedir. Önce Yûsuf ’a karşı duyduğu ve daha çok mecâzi ve tensel bir aşk, hatta tutku olarak
nitelendirebileceğimiz yoğun bir duygu vardır. Daha sonra, Yûsuf’un Rabbi’ne yönelen samimi bir aşk ile
hikâyedeki yerini alır. Bekiroğlu, dildeki kadın duyarlılığı ile Züleyha’nın iç dünyasına girmemizi sağlamakta
ve hikâyede bugüne kadar yapılmamış olanı yaparak, onun Yûsuf ’un aşkını yaşarken kendi içinde de nasıl bir
mücadele verdiğini görmekteyiz. Zira bazı yorumcularca Züleyha, “zevk düşkünü, isterik bir kadın”11 olarak
nitelendirilmekte, köle olarak satın aldığı oğlu yaştaki bir çocukla zina yapmak isteyen ve arzusunu elde
edemeyince ona itira atacak alçaklığı gösteren bir kadın olarak değerlendirilmektedir.
Hikâyedeki rolü düşünüldüğünde, bunun belki biraz aşırı olmakla birlikte çok da haksız bir
yorum olarak görülmeyeceği ortadadır ancak Bekiroğlu’nun Züleyha’nın yaptıklarını mâşuk’una karşı
duyduğu yoğun aşka bağlaması ve sonrasında gerçek bir pişmanlığın pençesine düşerek buradan ilahî 19
11 Settâri, a.g.e., s. 50.
Özden APAYDIN
aşka yönelmesi, suçunu itiraf etmesi, tövbe etmesi ile birlikte Yûsuf ’tan af dilemesi ve nihayetinde bir
peygamber eşi olarak hikâyedeki yerinin son bulması, onu aklamaktadır. Ayrıca bu durum, günahtan
sonraki samimi nedâmetin ödüllendirilmiş olması bakımından da önemlidir. Özellikle de Züleyha’yı
“kuruntulu, fitneci, hilekâr, düzenbaz ve yalancı bir kadın tiplemesi”12 olarak nitelendirilmesini acımasız
kılmaktadır. Çünkü bir kul olarak Züleyhâ’nın sınavı da budur. Züleyha, Yûsuf ’un güzelliği karşısında
ellerini kesen kadınlara, kendisinin her gün bu güzellikle sınandığının da altını çizmektedir.
“Züleyha’nın Gelecek Zamanlara Seslenmesi” adlı bölümde Leylâ, Aslı, Şirin gibi sözlü geleneğin
kadın hikâye kişilerine seslenmekte ve bu şekilde onlardan farkını ortaya koymaktadır ve
“…
hanım hanımcık, durağan,
ve çaresiz
ve lekesiz
bütün hikâye kahramanları.
adım adınızla birlikte anılsa da,
dağlar ve ırmaklar arasında,
gökler ve yer arasında olduğu kadar mesafe olacak adımla adınız arasında.
siz, yazgınızla ifetli,
çaba harcamayacaksınız eteğinizdeki çamuru akıtmaya.
ben yazgımı yükleneceğim önce
sonra yazgımdan ifet çıkaracağım.
bu yüzden Yûsuf ’un arka tarafından yırtılan gömleğinden
Züleyha’nın önden yırtık eteğine kadar uzanacak yolum, adım adım,
aşk benim hakkım.”(s.83)
diyerek aşk’ı hak etmek için ancak kendisi gibi bir sınavdan geçilmesi gerektiğinin altını çizmektedir.
Yûsuf ise baştan beri bir ifet timsalidir. Züleyha kendisini çağırdığında Rabbine dua eder ve istememeyi
istemeyi diler. Duasının kabul olması ile günaha girmekten kurtulur. Hikâyenin bu kısmı Kur’an-ı Kerim’deki
haliyle örtüşür çünkü Yûsuf ’un da Züleyha’yı arzuladığı kıssa içinde geçmektedir.
Züleyha’nın sınavı, Yûsuf peygamberin güzelliği, her iki eserde de hem kadınlar üzerinden hem de diğer
insanları etkilemesi bakımından sıkça yer alır. Güzellik kavramı, bu hikâyeden itibaren Yûsuf peygamber
ile özdeşleşmiştir. Ancak mesnevide buna daha fazla vurgu yapılır. “Dâstân-ı Bâzıga” bölümünde kibirli,
gururlu Bâzıga’nın Yûsuf ’a olan aşkı anlatılır. Mesnevide, bu aşkla özünü bulan kişi, Bekiroğlu’nun eserindeki
gibi yalnızca Züleyha değildir.
Bekiroğlu’nun Yûsuf İle Züleyha’sı
Nazan Bekiroğlu’nun ise Yûsuf ile Züleyha öyküsünü daha önceden ele alınmamış bir örgü içinde okura
sunmakla birlikte klasik mesnevilerde gördüğümüz yapıya uyduğunu da görmekteyiz. Belli bir konuyu
işleyen, bağımsız bir kitap olarak yazılmış mesnevilerin planları, genellikle birbirine benzer. Bu genel planda
üç bölüm vardır:
20
12 Settâri, a.g.e., s. 53.
Hamdî’nin “Yusuf u Züleyha Mesnevisi” ve Nazan Bekiroğlu’nun
“Yûsuf İle Züleyha” Adlı Eserini Olay Örgüsü Açısından
Bir Karşılaştırma Denemesi
Giriş bölümü
Konunun işlendiği bölüm
Bitiş bölümü13
Bekiroğlu da hikâyeye ‘Söz Başı’ bölümünde ‘Bismihû’ diyerek başlar ve Allah’ı överek her şeyin ona ait
olduğunu dile getirir. Bitişi ise klasik mesnevilerde olduğu gibi ancak biraz farklı olarak ‘Yûsuf ’un Duası’
başlığıyla yapar. Konunun işlendiği kısım ise olayların ana çerçevesi bakımından Kur’an’da geçen hikâyeyle
aynı olsa da birçok farklılığı da içinde barındırmaktadır. Dört bölümden oluşan eserin bir diğer farklılığı da
yazarın Züleyha’nın duygularına oldukça geniş bir bakış açısıyla ışık tutmuş olmasıdır. Onun duygularını,
çektiği sıkıntıları adım adım en ince noktasına kadar veren yazar, bunu yapmanın yani Züleyha’ya biraz
ışık tutmanın okuru Yûsuf ’a yaklaştırdığını söyler.14 Eserin ilgi çeken bir başka yanı da son hikâye olarak,
Firavn’ın hikâyesinin anlatılmasıdır. Yazar, bu bölümde daha önce denenmemiş bir bakış açısını bu defa
Firavn’a yöneltir ve onu alışılmış/klasik anlatının dışında karakterize eder.
Her ne kadar Bekiroğlu’nun olay örgüsü bakımından kıssanın asıl şekline riayet ettiğini söylemiş
olsak da bazı küçük farklılıklar olduğunu da yukarıda belirtmiştik. Örneğin; Yûsuf ’un zindana
atılması kıssada Yûsuf ’un Züleyha’dan kurtulmak için Allah’a dua etmesi sonucunda gerçekleşmiştir.
Oysa hikâyede, Yûsuf ’un hemen olay sonrası zindana konulduğu söylenmektedir. Bundan başka,
Mısırlı kadınların Züleyha’yı ayıplaması üzerine, Züleyha’nın onlara kendi haklılığını bildirmek
amacıyla saraya davet ettiği misafirlerinin eline bıçak verip Yûsuf ’u içeri çağırması, Yusuf ’un zindana
atılmasından öncedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Züleyha, “Yemin olsun ki ona emrettiğimi yapmazsa,
mutlaka zindana atılacak ve mutlaka küçük düşenlerden olacaktır.” (33. Ayet) demektedir. Oysa hikâyede
olay sırası bu şekilde verilmemiştir. Hikâyede, Mısırlı kadınların elini kesmelerinden sonra Züleyha,
Yûsuf ’u günaha davet etmiştir.
İki eser arasında olay örgüsü bakımından çok fazla bir farklılık olmamakla birlikte, Hamdî‘nin
vakaları daha ayrıntılı bir biçimde aktardığını söyleyebiliriz. Mesnevide Yakup ile Yûsuf ’un hem bir
baba-oğul hem de iki peygamber olarak ilişkilerinin daha yoğun bir biçimde verildiğini görmekteyiz.
Bekiroğlu ise her ne kadar bir bütün halinde olayları aktarsa da eserini daha çok bir aşk hikâyesi olarak
kaleme almıştır. Bundan başka iki hikâye arasında isim ve kişi farklılıkları hemen dikkati çeker. Büyük
bir fark olarak Züleyhâ’nın kocasının adının Hamdî’de Kıtfir, Bekiroğlu’nda Tevrat’taki gibi Potifar
olarak geçtiğini belirtmek gerekir. Ayrıca Potifar, genç, yakışıklı, güçlü iken Kıtfir yaşlı ve çirkindir.
Yukarıda da vurguladığımız gibi Bekiroğlu, eserine hem kıssada hem de mesnevide olmayan
“ayna, kurt, rüzgar ve firavn” gibi kişiler de eklemiştir. Yûsuf kıssası, bir hikâyede iki itiranın yer aldığı
bir kıssadır. Bu nedenle, suç isnat edilenlerin aklandığı bir hikâye olarak da bakabileceğimiz kıssa
da Yûsuf ’un dışında onu öldürmekle suçlanan kurt da masum olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.
Asıl hikâyede, Yûsuf ’u kuyuya atan kardeşlerinin babalarına onu bir kurdun yediğini söylemeleriyle
gündeme gelen ‘kurt’, bu hikâyede konuşturulur ve adeta hakkı teslim edilerek aklanmaya çalışılır.
Yazar, ‘Kurdun Utancı’ bölümünde, kurda insan vasıları kazandırarak onun kirlenen adını temize
çıkarmasını sağlamaya çalışır. Kişiselleştirilen diğer varlıklar ise ‘kuyu’, ‘rüzgar’ ve ‘ayna’dır. Kuyu, Yûsuf ’u
misafir ettiği için sevinirken, bir bedevinin Yûsuf ’a hediye ettiği ayna ise kendisine bakan o olduğu için
şaşılası bir bahta sahip olduğunu söyler ve Yûsuf ’un ona bir daha bakacağından emin olamadığı için
mahzunluğunu dile getirir. Rüzgar da eserde Züleyha tarafından yırtılan Yûsuf ’un gömleğinin ibret
için dışarı asılmasıyla olaya dahil olur ve hikâyede gömleği avutmakla görevlendirilir.
13 Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı, Mesnevi, İsmail Ünver, S. 415, 416, 417, Eylül, 1986, s. 432. 21
14 Suavi Kemal Yazgıç, Yûsuf ile Züleyha, Yeni Şafak, 2000. (www.nazanbekiroğlu.com)
Özden APAYDIN
Olay örgüsü bakımından her iki eserde görülen genel bir ortaklığın yanı sıra Yûsuf ’un üç
gömleğinin mesnevide de Bekiroğlu’nun hikâyesinde de geçtiğini belirtmek gerekir. Hatta Nazan
Bekiroğlu, Züleyha tarafından yırtılan gömlek üzerinde özellikle durarak, rüzgar tarafından teselli
edildiğini anlatır. Ayrıca olay örgüsüne metinlerarası ilişkiden yönteminden yararlanılarak günümüz
şiirlerinden örnekler de verilmiştir. Yûsuf’un elleri bir nar çiçeğini ezebilir mi benim Yûsuf’um?” (s. 76)
cümlesi okura Sezai Karakoç’un Mona Roza adlı şiirindeki:
“Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi”15
mısralarını hatırlatmaktadır.
SONUÇ
Yusuf İle Züleyha hikâyesinin klasik bir örneği olarak Hamdî’nin mesnevisi ile modern bir eser olan
Nazan Bekiroğlu’nun hikayesini mukayese etmeye çalıştık. Daha önce de söylediğimiz gibi Bekiroğlu’nun
eserini modern bir mesnevi gibi oluşturduğu anlaşılmaktadır. Hamdî’nin ise klasik mesnevi çizgisi dahilinde
kıssayı asıl biçimine uygun olarak yazdığını fakat gerek olay örgüsü gerekse şahıs kadrosunun zenginliği ile
zamanının ötesinde bir eser vücuda getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Kıssanın ana merkezi olan “rüya” ve destekleyici kavramlar olarak “kardeş kıskançlığı, arzu, aşk, Yûsuf
açısından ‘Rabb’e itaat’, Züleyha için ‘Rabb’i bulma’, güzellik, sabır, adalet”in her iki eserde de ele alındığını
görmekteyiz.
Bekiroğlu’nda, hikâye kişilerinin şiirsel söylemlerinin daha çok yakın zamana aitmiş gibi anlaşılması,
eserin günümüze ait olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında eserin daha önce de
belirttiğimiz gibi, asırlardır bilinen bir kıssanın postmodern şekli olduğunu söylemek mümkündür. Sonuç
olarak her iki hikAyenin de içerdikleri farklılıklara rağmen olay örgüsü bakımından kıssanın Kur’an-ı
Kerim’de geçen ana çerçevesine sadık kaldığı söylenebilir.
KAYNAKÇA
BEKİROĞLU, Nazan, Yûsuf ile Züleyha –Kalbin Üzerinde Titreyen Hüzün-, Timaş Yayınları, İstanbul,
2001.
ÇETİN, Nurullah, Yeni Türk Şairinin Yûsuf ile Züleyha Hikayesi Duyarlılığı, Hece Yayınları, Ankara,
2004.
KARAKOÇ, Sezai, Şiirler IX Mona Roza, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1998.
KARTAL, Ahmet, Câmi’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı ile Hamdullâh Hamdî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sının
Mukayesi, Diriözler Armağanı, Bizim Büro Basımevi, Ankara, 2003.
Kur’an-ı Kerim, Hazırlayan: Hayrat Neşriyat, Yûsuf Suresi, İstanbul, 2009.
SETTARİ, Celal, Zülayhâ’nın Aşk Derdi, İnsan Yayınları, İstanbul, 2010, s. 14-15.
ÜNVER, İsmail, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı, Mesnevi, S. 415, 416, 417, Eylül, 1986.
YAZGIÇ, Suavi Kemal, Yûsuf ile Züleyha, Yeni Şafak, 2000, (www.nazanbekiroğlu.com), Erişim Tarihi:
03/09/2012.
22 15 Sezai Karakoç, Şiirler IX Mona Roza, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1998, s. 15.
Ali Emîrî Efendi’nin
Dîvânı Üzerine
Okt. Mustafa Uğurlu ARSLAN
Dicle Üniversitesi Rektörlük Türk Dili Bölümü, Diyarbakır
mustafaugurlum@gmail.com
ÖZET
Ali Emîrî Efendi, Osmanlı İmparatorluğunun Efendi, oldukça fazla şiir yazması ile edebiyat tari-
meşrutiyet yıllarında yaşamış ve Cumhuriyetin ku- himizde velud bir şair olarak karşımıza çıkmaktadır.
ruluş dönemine şahitlik etmiş, bulunduğu konum Onun dîvânı incelendiğinde şairin hayat felsefesi,
itibariyle de devrin sosyal ve siyasal yapısını yakın- edebi kişiliği, devrinin sosyal ve siyasal yansımaları
dan takip etme fırsatı bulmuş; şair, edebiyat tarih- açıkça görülebilmektedir.
çisi, kütüphaneci, gazeteci gibi vasıları bünyesinde
Bu bildiride Ali Emîrî Efendi’nin dîvanından
barındıran müstesna bir şahsiyettir. Üçü dîvan ol-
hareketle onun edebi kişiliği, dil ve üslup özellikleri
mak üzere pek çok tarihî ve edebî esere imza atmış-
ve devrin dîvâna yansımaları ele alınacaktır.
tır. Dîvan Edebiyatı’nın son kuşak şairlerinden biri
olarak kabul edilen ve edebiyat tarihçileri tarafından Anahtar Kelimeler: Dîvan, Ali Emîrî, Gazel,
pek büyük bir şair olarak kabul edilmeyen Emîrî Kaside, Şekil, Muhteva
Mustafa Uğurlu ARSLAN
Asırlardan beri büyük ve dahi insanların beşiği olan Anadolu nice büyük şahsiyetler yetiştirmiştir. Bu
engin şahsiyetlerin bir kısmı zaman içerisinde keşfedilmiş ve hak ettiği yere oturtulmuş; bazılarının değeri
ise aradan yıllar geçtikten sonra ancak idrak edilebilmiştir. Bu büyük şahsiyetler daima düşünen, planlayan,
yıllardan beri yıkageldiğimiz ya da kıymetsiz addettiğimiz ruh ve mana heykellerimizi yeniden ikame etme
hareketini temsil eden düşünce ve aksiyon insanlarıdır. Hiç şüphesiz bunlardan birisi de Türk Tarihi ve
Türk edebiyatı tarihi araştırırcısı, şair, yazar, gazeteci ve kütüphaneci gibi vasıları bünyesinde barındıran
müstesna bir şahsiyet Ali Emîrî Efendi’dir.
Daha çocuk denilebilecek yaşlarda şiire merak saran Ali Emîrî Efendi, o yıllarda Sultan V.Murad için
yazmış olduğu bir kaside ile şuara zümresi içersinde ciddi bir yankı uyandırmıştır. “Öyle ki culûsiyeyi O’nun
yazmış olmayacağı, ancak büyük ceddi Mehmet Emîrî Çelebi’den almış ve kendisine mal etmiş olduğu, yani
başka bir anlamda çalmış olabileceği ileri sürülmüştür.” 1
Emîrî Efendi’nin üç dîvânı bulunmaktadır. Bunlardan biri Millet Kütüphanesi AEM 37’de kayıtlı,144
varaktır. İkincisi, Millet Kütüphanesi AEM 39’da kayıtlı,450 varaktır.Üçüncüsü ise bu tebliğde ele almaya
çalıştığımız Millet Kütüphanesi Ali Emîrî manzum 38’de kayıtlı olan müellif hattı ve 85 varaktan oluşan Ali
Emîrî Efendi dîvânıdır.Tebliğimizde söz konusu dîvânın şekil ve muhteva özellikleri belli başlıklar altında
ifade edilmeye çalışılacaktır.
A.Divanın Şekil Özellikleri
Dîvan, on bir farklı aruz kalıbı ile yazılmış ve içersinde tevhid, münâcât,na’t, kaside, tarih, gazel ve
tahmisler bulunmaktadır.Bu nazım şekilleri ve türlerini oluşturan beyit sayısı 2493 ve bend sayısı 292 dir.
24 1 Kemal Çelik, Bir Kitap Dostu Ali Emîrî Efendi, Mor Yayınları,Ankara,2007, s.65
Ali Emîrî Efendi’nin Dîvânı Üzerine
Şairin divanında yer yer vezin aksaklıklarına rastlandığı da görülür.Bu aksaklıklar bazen zihala,
imâleyle ya da kasrla giderilmeye çalışılmış; bazen de vezne uydurmak için şair istediği kelimeyi bulamamış
ve beyitte geçen bu kısımları boş bırakmıştır.
B.Muhteva Özellikleri
1. Dini Unsurlar: Emîrî Efendi yaşamı boyunca dini vecibelerini yerine getirme konusunda hassasiyet
gösteren müttakî bir müslümandır. Divandaki hemen hemen bütün türlerde dini motilere yer verir ve başta
peygamber ve ehl-i beyt olmak üzere dört halife için ayrı ayrı kasideler yazmıştır. Dîvanda 18 yerde Kur’an-ı
Kerimden iktibaslar yapılmış ve Hz. Adem, Davud, Harun, Musa, İsa gibi peygamberlere çeşitli telmihler
yolu ile sıkça yer verilmiştir. Hz. Peygambere olan sevginden dolayı Emîrî mahlasını kullanmaktan bile
çekindiğini ifade etmekte ve Emîrî’deki mim harfini sin harfi ile değiştirerek Esîrî haline dönüştürmeyi yani
Hz.Peygamberin kölesi olmayı tercih etmektedir.
Nâmıma artık Emîrî söylemek haddim değil
Mîmi sîn etdim esîrim yâ Habîb-i Kibriyâ 2
2.Dîvanda Adı Geçen Edebi Şahsiyetler: Emîrî Efendi dîvanında gazellerine tahmis yaptığı şairleri
ismen zikreder. Bu şairlerin çoğu Diyarbakırlı şairlerdir ve bir kısmı onun yakın akrabalarıdır. Bu şairlerden
bazıları şunlardır: Dedesi Mehmed Emîrî, amcası Şaban Kâmî, Vehbî, Diyarbakırlı şair Sırrı Hanım, İfet
Hanım, Süleyman Nazif, Diyarbakırlı Küfrizâde Sabrî, Diyarbakırlı Avnî ( Ali Avnî olarak bilinir.)
3. Dîvanda Adı Geçen Padişahlar: Emîrî Efendi Osmanlıya ve Osmanlı Sultanlarına karşı derin bir sevgi
beslemektedir. Bunu hem nazmında hem nesrinde kendisi açıkça beyan etmektedir. Özellikle dîvanında “
Şehen-şâh-ı kerem, Hâkân-ı cem-sîmâ, Tâc-dâr-ı pür-kerem, şehen-şeh-i müşkil-küşâ” şeklindeki hitaplar
ve onun yazmış olduğu Cevâhirü’l-mülûk eseri bunun en açık ifadesidir.
Kerîmâ şehriyârâ Husrevâ şâhâ felek-kadrâ
Ey ol sultan ki ben etmem tasavvur zâtıña hemtâ3
4. Emîrî Dîvanında Aşk: Dîvan edebiyatında estetik bir sistem içersinde zengin teşbih ve tasvirlerle
tarif edilen ve sürekli peşinden koşulan sevgili, Emîrî Efendi divanında zaman zaman kendisinden hesap
sorulan, yer yer haddini bilmesi gereken bir tip olarak kendini bulur.
Meh-pâreler de âdet ü erkânı bilmeli
Öğretmemiş o vâlide-i bî-zekâ sana
Hüsnün geçince ben alırım senden intikâm
Nahvet düşer bana o zamâñ ilticâ sana4
Emîrî Efendiye göre gerçek aşk, içersine şehvetin karıştırılmadığı aşktır. O bunu dîvanında şu şekilde
dile getirir.
O âşık kim safâ-yı aşkına şehvet karışdırmaz
Felâket-hâne-i mahşerde serbâz olur peydâ5
Dîvanın bütününe bakıldığında Allah aşkı, peygamber aşkı, kitap aşkı, sevgiliye duyulan aşk gibi hem
uhrevi hem de beşeri aşkların dîvanda yoğun bir şekilde işlendiği görülmektedir.
2 Dîvan, 32 a
3 Dîvan, 11 b
4 Dîvan, 49 b 25
5 Dîvan ,38 b
Mustafa Uğurlu ARSLAN
5.Kitap Sevgisi:
Ömrünü kitaplarına kitaplarını da milletine adayan büyük bilge Ali Emîrî Efendi, belki de bu gün
adından çok zikredilmesini hayatını adadığı kitaplarına borçludur. Tevfikoğlu onun kitap sevgisini şu
şekilde ifade eder: “Ali Emîrî Efendi’nin ihtiras derecesine varan tek merakı kitaptı. Son nefesine kadar bu
ihtirasla yaşamış, yoksulluklarını, kederlerini, kırgınlıklarını eski kitapların yıpranmış ciltlerinde, sararmış
yapraklarında unutmuştur. Birçoğu el yazması binlerce eser, gözünden bile kıskanarak muhafaza ettiği
sevgilileriydi. Dünyasının ufukları onlarla ağarıyor ve onlarla kararıyordu.”6
Gerçekten de Emîrî Efendi’nin divanına da bu kitap aşkı her haliyle yansımıştır. O nereye giderse gitsin
kitapları da hep yanındadır.
Gülşene gitsemde yanımda berâberdir kitâb
Uykuyâ varsam da dersim gösterir rü´yâ baña7
ifadesi onlarca örnek beyitten sadece bir tanesidir.
Emîrî Efendi divanında Nevâdir’ül-âsâr dediği ve kendisi için büyük önem arz eden onlardan çokça
istifade ettiği kitapların bazılarından şu beyitlerde bahseder.
Kırâat eyleriz İbn-i Esîri geceler gâhî
Gehî vermekteyiz Hâkâniye birlikte çok manâ
Hele Mes’ûdi bî-hem ibn-i Haldun gibi târihler
Bize olmakdadır dâim gıdâ- yı rûh-ı ten- pîrâ
Harîri ibn-i Fâriz Mes’nevi-i Mânendi çok âlî
Kitaplar dem-be-dem olmakda yârân-ı safâ-bahşâ8
Özellikle şu beyitinden, Emîrî Efendi’nin kitap aşkının dünyadaki tüm beşeri aşklardan öte bir aşk
olduğunu açıkça anlayabiliyoruz.
Dilber-i nev-hatta bakmam var iken hatt-ı sutur
Yâr-ı canımdır Habîb-i nazenînimdir kitap9
“Kitabın satırları dururken gençliğe yeni adım atmış bir güzel karşıma çıksa da bakmam.Çünkü kitap
benim nazlı bir sevgilim ve canımdır”
6.Hayata Bakışı: Hayatla sürekli iç içe olan devletin önemli kademelerinde çeşitli görevlerde bulunan
ve Anadolu’nun pek çok şehrini dolaşan Emîrî Efendi’nin şiirlerinden onun hayata dair bakış açısını da
okuyabilmekteyiz. O kâinata bir kitap nazarı ile bakmakta ve kâinattan yaratıcısını soran bir seyyah gibi
hayatı ve varlıkları sorgulamaktadır.
Kimdir şu âfitâbı eden merkez-i ziyâ
Kimdir şu mâhı eyleyen âyîne-i dücâ
Olmuş nasıl vücud-pezîr iş bu mümkinât
Kimdir şu kâinâtı bedî’î eden binâ10
şeklinde devam eden sorularına ilerleyen beyitlerde yine kendisi cevap vermektedir.
6 Muhtar Tevikoğlu, Ali Emîrî Efendi, Türk Kültürü, T.K.A.E., Yıl 8, S.88, Ankara,1970, s.246
7 Dîvan, 10 b
26 8 Dîvan, 21 a
9 Cihan okuyucu,Gazel Bahçesi,Sütun Yayınları,İzmir,2006,s.188
10 Dîvan, 1 a
Ali Emîrî Efendi’nin Dîvânı Üzerine
11 Dîvan 2 a
12 Dîvan, 30 b
13 Dîvan, 62 a 27
14 Dîvan 62 a
15 Dîvan, 12 a
Mustafa Uğurlu ARSLAN
KAYNAKÇA
ÇELİK Kemal, Bir kitap dostu Ali Emîrî Efendi, Mor Yayınları,Ankara,2007.
EMÎRÎ Ali, Dîvan, Millet Kütüphanesi, AEM 38
TEVFİKOĞLU Muhtar , Ali Emîrî Efendi, Türk Kültürü, T.K.A.E., Yıl 8, S.88, Ankara,1970, s.246
OKUYUCU Cihan,Gazel Bahçesi,Sütun Yayınları,İzmir,2006
28
16 Dîvan 14 a
17 Dîvan, 1 b
Klâsik Türk Edebiyatı
Sahasının E-Kaynakları
Arş. Gör. Mustafa ATİLA
Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
matila20@hotmail.com
ÖZET
İletişimin yeni yöntemlerle giderek sırasında temel başvuru alanları haline gelmiştir.
hızlanması ve gelişen teknoloji, her iş alanında Bu bildiride elektronik veri kaynaklarının
ciddi yeniliklere ve değişikliklere yol açtığı gibi Klâsik Türk Edebiyatı çalışmalarındaki katkıları
akademik çalışmalar sırasında da araştırmacılara üzerinde durulmuş, bu saha ile ilgili e-kaynakların
büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bilgi kaynaklarının listesi hazırlanarak araştırmacıların istifadesine
basılı ortamdan elektronik ortama taşınması ile sunulmuştur.
birlikte e-kütüphaneler, e-dergiler, e-tezler ve diğer Anahtar Kelimeler: Klâsik Türk Edebiyatı, bilgi
veritabanları gibi oluşumlar yapılan araştırmalar kaynakları, elektronik kaynaklar.
Mustafa ATİLA
Giriş
Günümüzde gelişen teknoloji, insan yaşamı üzerinde giderek egemenlik kurmakta; herkesin yaşamını
belli bir ölçüde, doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemektedir. İletişimin yeni yöntemlerle giderek hızlanması
ve internet teknolojisinin bu denli önemli bir konuma gelmesi, günlük yaşamdan bilimsel çalışmalara
uzanan bir çerçevede internet ağını bilgiye ulaşmanın en etkili ve hızlı yollarından biri haline getirmiştir.
Bilginin ortaya konulması ve transferi noktasında geliştirilen mekanizmalar sayesinde bilgi paylaşımı çok
kolay bir hale gelmiş; zaman ve emek kayıpları en aza indirgenmiştir.
Son dönemde basılı yayınların elde edilmesinde ortaya çıkan ekonomik yüklerin bir hayli fazlalaşması
ve yayınlanan eser sayısının artması elektronik bilgi kaynaklarının önemini arttıran sebeplerden biridir.
“Bir bilgisayara bağlanan çevre birimleri kullanılarak, bir cd-rom sürücü veya uzaktan internet gibi bir ağa
bağlanılarak, bilgisayar üzerinde işletilen ve okunan veri ve/veya bilgisayar program(ları)ndan ibaret materyal
olduğu ve bu kategoriye, elektronik metinler, bibliyografik veritabanları, yazılım uygulamaları ve benzerleri”1
(Bahşişoğlu; 2006, 118) şeklinde tanımlanan e-kaynaklar; hazırlanışı, kullanımı, içeriği ve biçimi açısından
farklı özelliklerde olabilmekte ve zaman zaman farklı terimlerle ifade edilebilmektedir. En yaygın e-kaynak
türleri arasında; çevrimiçi veritabanları, elektronik sözlükler, elektronik ansiklopediler, elektronik tezler,
elektronik dergiler, elektronik kitaplar, elektronik arşivler, elektronik yayınevleri ve elektronik kütüphaneler
sayılabilir.
30
1 Reitz, J. M. ‘Electronic resources’ ODLIS Online Dictionary for Library and Information Science. Bağlantı: http://www.abc-clio.com/ODLIS/
odlis_e.aspx (ET. 29.11.2012)
Klâsik Türk Edebiyatı Sahasının E-Kaynakları
32 Tarih, edebiyat ve İslâmî ilimlerle ilgili Osmanlıca risâlelerden oluşan bir veritabanıdır. Bu veritabanı
üzerinden 2.400 civarında risâlenin tam metinlerine PDF olarak ulaşılabilmektedir.
Klâsik Türk Edebiyatı Sahasının E-Kaynakları
36
Klâsik Türk Edebiyatı Sahasının E-Kaynakları
http://www.aku.edu.tr/web/Sayfa.
Afyon Kocatepe Üni. Sosyal Sosyal Alanlar/
aspx?ID=57JQM25NDAU94232AQ101 (E.T.
Bilimler Dergisi Açık Erişim
10.12.2012).
Atatürk Üniversitesi Sosyal Sosyal Alanlar/ http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/SBED
Bilimler Enstitüsü Dergisi Açık Erişim (E.T. 10.12.2012).
40
Klâsik Türk Edebiyatı Sahasının E-Kaynakları
http://sosyalbilimler.cukurova.edu.tr/doc.
Çukurova Üniversitesi Sosyal Sosyal Alanlar/
asp?fid=207&bolum=ed
Bilimler Dergisi Açık Erişim
(E.T. 10.12.2012).
http://www.e-sosder.
Elektronik Sosyal Bilimler Sosyal Alanlar/
com/?sayfa=dergilist&bolum=
Dergisi Açık Erişim
Edebiyat&aranan=2 (E.T. 10.12.2012).
Halk Bilimi ve
http://www.millifolklor.com/tr/
Milli Folklor Kültürü ağırlıklı bir
(E.T. 10.12.2012).
dergidir.
Bağlantı: http://www.unitedamericanmuslim.org/osmanlica_kitaplar/OsmanliTurkcesiSozlugu.pdf
(E.T. 10.12.2012).
Osmanlıca Lügat Programı
Bağlantı: http://katilimsiz.asia/tags/osmanl%FDca+lugat+32+bit/ (E.T. 10.12.2012).
Osmanlıca Sözlük
Bağlantı: http://nlp.ceng.fatih.edu.tr/aruz/index.php?Dictionary1 (E.T. 10.12.2012).
Osmanlıca-Türkçe Sözlük
Bağlantı: http://www.osmanlicaturkce.com/ (E.T. 10.12.2012).
Osmanlıca-Türkçe Sözlük
Bağlantı: http://www.sozluk.net/ (E.T. 10.12.2012).
Ötüken Osmanlıca Sözlük
Bağlantı: http://www.otukensozluk.com/ (E.T. 10.12.2012).
TDK Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü
Bağlantı: http://tdkterim.gov.tr/atasoz/ (E.T. 10.12.2012).
TDK Bilim ve Sanat Terimleri Ana Sözlüğü
Bağlantı: http://www.tdkterim.gov.tr/ (E.T. 10.12.2012).
TDK Büyük Türkçe Sözlük
Bağlantı: http://tdkterim.gov.tr/bts/ (E.T. 10.12.2012).
TDK Güncel Türkçe Sözlük
Bağlantı: http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_gts&view=gts&Itemid=71 (E.T. 10.12.2012).
TDK Tarama Sözlüğü
Bağlantı: http://www.tdkterim.gov.tr/tarama/ (E.T. 10.12.2012).
TDK Türk Lehçeleri Sözlüğü
Bağlantı: http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_lehceler&view=lehceler (E.T. 10.12.2012).
Trunçgil Osmanlıca Türkçe Lügat Programı
Bağlantı: http://www.inndir.com/Truncgil-Osmanlica-Turkce-Lugat-45885p.html (E.T. 10.12.2012).
Türkçe-Arapça Sözlük (GigaDict Online Sözlük Sitesi)
Bağlantı: http://gigadict.com/cgi-bin/T/dicTAr.cgi (E.T. 10.12.2012).
Türkçe-Farsça Çeviri
Bağlantı: http://imtranslator.net/translation/turkish/to-persian/translation/ (E.T. 10.12.2012).
Türkçe-Farsça Sözlük (GigaDict Online Sözlük Sitesi)
Bağlantı: http://gigadict.com/cgi-bin/T/dicTFa.cgi (E.T. 10.12.2012).
Diğer Bazı Programlar
Vezin, Şiir, Sözlük V eritabanı (Fatih Üniversitesi)
Fatih Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı ile Bilgisayar Mühendisliği Bölümleri tarafından
ortaklaşa hazırlanan ve Tübitak tarafından desteklenen “Arûz Vezninin Bilgisayarla Çözümlenmesi” isimli
42 proje neticesinde oluşturulan veritabanı Klâsik Türk Edebiyatı sahası için önemli bir kaynaktır. Sitede vezin
çözümlemesi yapan bir sistemin yanı sıra şiir ve sözlük veritabanları da bulunmaktadır.
Klâsik Türk Edebiyatı Sahasının E-Kaynakları
SONUÇ
Bilişim teknolojilerinde ortaya çıkan yenilikler ve gelişmeler diğer alanlarda olduğu gibi Klâsik Türk
Edebiyatı sahası çalışmalarını da yakından ilgilendirmektedir. Saha araştırmacılarının bu teknolojileri
yakından tanıması ve kullanım becerilerini geliştirmesi yapılan araştırmaların nitelik ve nicelik bakımından
daha iyi bir hale gelmesini sağlayacak, aynı oranda zaman ve emek kayıplarını bir hayli azaltacaktır.
Klâsik Türk Edebiyatı sahasını ilgilendiren makale, kitap, tez, proje ve bildiri tarzı yayınlar ile devam
etmekte olan çalışma bilgilerinin yer aldığı bazı husûsî internet arşivleri bulunmasına rağmen çalışma
alanlarının tümünü içinde barındıran merkezî nitelikteki bir bilgi sisteminin şimdiye kadar hazırlanmamış
olması alanın önemli eksikliklerinden biridir. Bu noktada kitap, makale, tez gibi saha araştırmalarının
geneline yer veren, devam etmekte olan çalışmaların künye bilgilerini kapsayan ve bu alana yeni
giren araştırmacılara yol gösteren Osmanlı Edebiyatı Çalışmaları Bibliyografyası Veritabanı tarzındaki
veritabanlarının hazırlanması zorunlu gözükmektedir. Buna yönelik çalışmaların yapılması neticesinde
literatür taramaları hızlanacak, yapılan araştırmaların takibi ve bilgiye erişilmesi daha da kolaylaşacak ve tek
bir merkezde toplanan saha verileri böylece herkesin kullanımına açılabilecektir.
Yazma eser kütüphanelerinde yer alan Klâsik Türk Edebiyatı’yla ilgili metinlerin dijital ortama
aktarılması çalışmaları son derece önemlidir. Bu eserlerin tamamı elektronik ortama aktarıldığında saha
için büyük bir dijital eser kütüphanesi kurulmuş olacaktır. Yine bu eserlere makale, tez, kitap vb. yayınları
içine alan merkezî bir veritabanından ulaşım sağlanması araştırmacılara ciddî kolaylıklar sağlayacaktır. Bu
noktada İnternet Archive ve Hathi Trust gibi çevrimiçi bazı veritabanları ile Michigan Üniversitesi, Chicago
Üniversitesi kütüphaneleri tarzındaki merkezlerin kurmuş olduğu dijital kütüphane sistemleri Osmanlıca
eserler ile birlikte akademik nitelikteki yayınlara aynı anda ulaşım kolaylığı sağlaması yönüyle örnek teşkil
etmektedirler.
Elektronik bilgi kaynakları sunmuş olduğu imkanlar yönüyle son derece değerlidir. Ancak bu
kaynakların kullanımı sırasında verilerin doğru olup olmadığına dikkat edilmeli, kullanılan bilgiler titiz bir
şekilde ele alınmalıdır.
Çalışma esnâsında bazı akademik kitaplarla birlikte özellikle roman ve deneme tarzı yayınları ihtiva
eden birçok internet sitesi ile karşılaşılmıştır. Kitapların dijital ortama aktarılması sırasında telif haklarına
dikkat edildiğinden emin olamadığımız kimi elektorik kaynaklar çalışmaya dâhil edilmemiştir.
KAYNAKÇA
BAHŞİŞOĞLU, H. K. (2006), E-Kaynaklar Kullanımının Akademik Çalışmalara Sağladığı Kolaylıklar, Bilgi
Teknolojileri Kongresi IV Akademik Bilişim 2006, s. 118-122, Denizli: Pamukkale Üniversitesi. 9-11 Şubat
2006,
YAZAR, İlyas, “Klâsik Türk Edebiyatı Çalışmalarında Bilişim Teknolojisinden Yararlanma ve E-Kütüphane
Uygulamaları”, Turkish Studies–Türkoloji Araştırmaları, Volume 2/3, Summer 2007, s. 572-584.
44 Reitz, J. M. “Electronic Resources” ODLIS Online Dictionary for Library and Information Science.
Bağlantı: http://www.abc-clio.com/ODLIS/odlis_e.aspx (E.T: 29.11.2012)
Nazîre Mecmûlarının Metin
Neşrindeki Önemi:
Bilinmeyen Gazeller ve Pervâne
Bey Mecmûası Örneği
Yrd. Doç.Dr. Savaşkan Cem BAHADIR
İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Bölümü, İstanbul
sacemb@hotmail.com
ÖZET
Nazire mecmûaları, içerisinde bulundurdukları adlı nazire mecmûası kısaca tanıtılacaktır. Bu
yüzlerce şair ve binlerce şiirle Klasik edebiyatımız mecmûanın şahsımız tarafından çalışılan otuz
için bir kaynak niteliği arz etmektedir. Hazırlanan varaklık bölümü kaynak olarak kullanılacaktır.
çalışmanın ilk bölümünde nazire mecmualarında Bu kaynağın kullanılma amacı, içerisinde mevcut
bulunan ama şairlerin yayımlanmış divanlarında olan ve yayımlanmış divanlarda yer almayan şiir
yer almayan şiirlerinden bahsedilecektir. Ardından örneklerinin tespit edilmiş olmasıdır. Bu durum
divanların neşredilmesi sırasında yapılan metin metin neşrinde mecmûaların değerini göstermekte
kurma çalışmalarına rağmen eksik kalan şiirlerin ve içlerinde bilinmeyen gazellerin olduğunu
gün ışığına çıkarılmasında nazire mecmûalarının ispat etmektedir. Çalışmamız bu vesileyle nazire
önemi örneklerle açıklanmaya çalışılacaktır. mecmûalarının metin neşrindeki önemini bir kez
Çalışmanın ikinci bölümünde ise tek nüshası daha vurgulamayı amaçlamaktadır.
Topkapı Sarayı Bağdat Köşkü Kütüphanesinde
Anahtar Kelimeler: Pervâne Bey, Mecmûa,
B.406 numarada kayıtlı bulunan ve Pervâne Bey
Yayımlanmamış gazeller, Metin neşri
Mecmûası olarak bilinen “Mecmû‘atü’n-Nezâ’ir”
Savaşkan Cem BAHADIR
Giriş
Nazîre sözlüklerde; “1. Örnek, karşılık. 2.ed. bir şairin manzum eserine (çok zaman gazeline) başka bir
şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer”,1 “1.Bir şeye benzemek üzere yapılmış şey,
örnek, misal, karşılık. 2. Bir şairin bir şiirini taklîden söylenilen şiir.”2 anlamlarına gelmektedir. Edebî olarak
nazîre; bir şairin beğenilen bir şiirine aynı vezin, konu ve kafiyede benzer şiir yazmak olarak tanımlanabilir.
Mecmûa ise; Arapça bir kelime olup cem‘ kökünden gelmektedir. Kelimenin müennesi mecmûa; “toplanmış,
toplanıp biriktirilmiş, bir araya getirilmiş şey; top, tüm, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi, seçilmiş
yazılardan meydana getirilmiş kitap” demektir. Klasik edebiyat terimi olarak da deter, türlü konuların bir
araya getirildiği yazıları içine alan kitap, şiir deteri anlamlarında kullanılmıştır.3 Nazîre mecmûası ise;
şairlerin birbirlerinin şiirlerine yazdıkları nazîrelerin toplandığı deterler olarak izah edilmektedir.
Klasik Türk şiirinin “meşk etme, egzersiz yapma üzerine kurulu”4 olduğu düşünülürse nazîre kültürünün
ve nazîre mecmûalarının, dönemin edebiyatı içindeki rolü daha iyi anlaşılabilir. İşte nazîrelerin meydana
getirdiği bu edebî etkinin günden güne artması, yazılan/söylenen nazîrelerin toplanma ihtiyacı gündeme
getirmiş ve neticede nazîre mecmûaları oluşturulmaya başlanmıştır. Eldeki bilgilere göre nazîre mecmûalarının
ilk örneği 1437 yılında derlenen, Ömer b. Mezid’e ait olan ve Mustafa Canbolat tarafından yayına hazırlanan
Mecmû’atü’n-Nezâ’ir’dir. Bu eseri Eğridirli Hacı Kemal’in derlediği ve Yasemin Morkoç(Ertek)’un üzerinde
doktora çalışması yaptığı 1513 tarihli Câmi’u’-n-Nezâ’ir takip etmiştir. Bu eserlerin akabinde Edirneli
Nazmi’nin 1524 yılında derlediği ve M. Fatih Köksal tarafından üzerinde doktora çalışması yapılan
Mecmâ’u’n-Nezâ’ir ve Pervâne b. Abdullah tarafından 1560 yılında derlenen Mecmûat’ün-Nezâ’ir isimli
hacimli nazîre mecmûaları gelir ki bu eserler ve kütüphanelerde bulunan yüzlerce nazîre mecmûası da
bu derlemelerin edebiyat içindeki önemini anlatmaktadır. Günümüzde de nazîre mecmûalarının önemi
anlaşılmış ve birçok üniversitede yüksek lisans ve doktora tezi olarak araştırılmaya başlanmıştır.5
Nazîre mecmûaları, günümüz araştırmacılarına çeşitli faydalar sağlamaktadır. Bu faydaları Yaşar
Aydemir şu şekilde sıralamıştır:
1. Mecmûalar, içindeki şiir ve şairler ile dönemin edebî zevkini ve şairin okunurluğunu anlatırlar.
2. Edebiyat tarihinin birinci derece kaynakları olan tezkirelerde bulunmayan birçok şair, şiir, tür ve
belgede de mecmûalar tarihi kaynak durumundadır.
3. Bugün üslup çalışmalarının önemli bir bölümünü teşkil eden bazı kavramların, unsurların;
sevgilinin güzellik unsurları gibi, farklı şairlerden örneklerle mecmûalarda yer almaktadır.
4. Şairin edebî kişiliğinin tespitinde de mecmûaların katkısı büyüktür. Nazîre mecmûalarında mevcut
şiirlerden şairin kimlerden etkilendiği kimlere nazîre yazdığı gibi sorulara cevap bulunmaktadır.6
Mecmûaların bu pratik faydalarının yanı sıra doğrudan metin teşkilinde de önemi büyüktür. Elimizde
divanı bulunmamasına karşın Helakî7, Amrî8, Çâkerî9, Behiştî10 gibi şairlerin divanları mecmûalar taranarak
oluşturulmuş ve edebiyatımıza kazandırılmıştır.
Nazîre mecmûalarının metin neşrindeki bir başka yararı da elimizde divanı olan şairlerin bilinmeyen/
yayımlanmamış şiirleri ihtiva etmeleridir. Çalışmada dikkati çekmek istediğimiz ve mecmûaların önemli
addettiğimiz bir yararı da budur. Nazîre mecmûlarında mevcut bazı şiirler, divanı neşredilmiş olmasına
1 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, 1999.
2 Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2002.
3 Günay Kut, “Mecmûalar”, Dergâh Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. VI, İstanbul, 1986, s. 170.
4 Cemal Kurnaz, “Osmanlı Şair Okulu”, Journal of Turkish Studies, TUBA, 27/1, Harvard, 2003.
5 Bahsi geçen çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kamil Ali Gıynaş, “Şiir Mecmûaları Hakkında Yapılan Çalışmalar Bibliyografyası”, Selçuk
Üniversitesi Edb. Fak. Dergisi, S. 25, s. 245-260, 2011.
6 Yaşar Aydemir, “Metin Neşrinde Mecmûaların Rolü ve Karşılaşılan Problemler”, Turkish Studies/ Türkoloji Araştırmaları, V.2/3, s. 122-137,
Summer, 2007.
7 Mehmed Çavuşoğlu, Helakî Divan, Tenkidli Basım, İstanbul Üniversitesi Edb. Fak. Yayınları, İstanbul, 1982.
46 8 Mehmed Çavuşoğlu, Amrî Divan, Tenkidli Basım, İstanbul Üniversitesi Edb. Fak. Yayınları, İstanbul, 1979.
9 Hatice Aynur, Çâkerî Divanı, Scala Yayınları, İstanbul, 1999.
10 Yaşar Aydemir, Behişti Divanı, M.E.B. Yayınları, Ankara, 2000.
Nazîre Mecmûlarının Metin Neşrindeki Önemi:
Bilinmeyen Gazeller ve Pervâne Bey Mecmûası Örneği
rağmen yayımlanmış divanların içinde yer almamaktadır. Bunların çeşitli sebepleri olabilir. Bu sebeplerin
en başında metin oluşturulurken şaire ait görülemeyen nüshaların olması, şairin divan tertibinden sonra
şiir yazması, en güzel şiirlerini divanına alması gibi durumlar gelmektedir.11 Bu sebepler ne olursa olsun
edebiyat araştırmacılarının elinde, nazîre mecmûalarında bulunan ve şaire ait olduğu noktasında –
mecmûadaki diğer şiirlerin yayımlanmış olan divanda bulunması hasebiyle- şüpheye yer bırakmayan şiirler
bulunmaktadır. Hatta bu şiirler sadece nazîre mecmûalarında değil üç-dört divanın toplanarak oluşturduğu
divan mecmûalarında bile mevcuttur.12 Tarafımızdan hazırlanan çalışmada Hayalî Bey’e ait 24 adet gazel bir
divanlar mecmûasında bulunmuştur.
Üzerinde çalışma yapılmış nazîre mecmûalarında bulunan, fakat yayımlanmış divanlarda yer almayan
şiirlere bakıldığında elimize şu rakamlar geçmektedir.
Yaşar Aydemir, Behiştî Divanı için iki ana nüshadan bahsetmekte ve bunların içinde toplam 331
şiir mevcut olduğunu söylemektedir. Kendisi bu nüshalarla yetinmemiş ve 1500 mecmûa tarayarak 117
mecmûada, Behiştî’ye ait 332 şiir daha tespit ederek divanı toplam 663 şiirle yayımlamıştır.13 Bu durum
mecmûalarda yer alan Behiştî şiirlerinin divan nüshalarındaki şiirlerden çok olduğunu göstermektedir.
Aynı şekilde Hocam Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç’ın, İbn-i Kemâl Divanı’nı yeniden neşretme çalışmaları
sırasında Pervâne Bey Mecmûası’nı taradığı ve ellinin üzerinde şiiri çalışmasına eklediğini bilmekteyiz.
Yayımlanmamış şiirlerle ilgili son örnek M. Fatih Köksal’ın üzerinde çalıştığı Mecmâ’u’n- Nezâ’ir’de
bulunmaktadır. Bu mecmûada Muhibbî’ye ait 68, İbn-i Kemâl’e ait 21, Cem Sultana ait 8, Zatî’ye ait 6, Hayalî
Bey’e ait 4, Ahmet Paşa, Mesihî ve Kemâl-i Zerd’e ait ikişer, Meâlî ve Vasfî’ye ait birer gazelin yayımlanmış
olan divanlarda bulunmadığı tespit edilmiştir.14 Pervane Bey Mecmûası üzerinde yapılan çalışmalar henüz
tam anlamıyla neticelenmediği için bu mecmûada yer alan kaç tane yayımlanmamış gazel olduğunu
bilememekteyiz. Bununla birlikte Pervane Bey Mecmûası’nda yer alıp yayımlanmış divanlarda yer almayan
Bâkî ve Muhibbî gazelleri ile ilgili henüz yayımlanmamış olan makale çalışmamızda Bâkî’ye ait 45 Muhibbî’ye
ait 85 adet gazele ulaşılmıştır. Bu çalışmaların da en kısa zamanda ilim âlemine sunulması hedelenmektedir.
Kütüphanelerde mevcut yüzlerce mecmûa içinde binlerce bilinmeyen şiirin olduğu düşünülürse metin
neşrinde nazîre mecmûalarının önemi bir kez daha anlaşılır ve araştırılmalarına önem verilir kanaatindeyiz.
Özetle; nazîre mecmûalarında yer alan ve yayımlanmış divanlarda olmayan şiirlerin araştırılıp tespit
edilmesi ve edebiyat dünyasına kazandırılması gerekmektedir. Mecmûalarla ilgili makalelerde de bu tür
araştırmaların yapılması gerektiğinden bahsedilmektedir.
Pervâne Bey Mecmûası
Pervâne Bey Mecmûası; Pervâne b. Abdullah tarafından 1560 yılında derlenmiştir. Tam adı Mecmûa’tü’n-
Nezâ’ir olan eser içinde 520’den fazla şairi sekiz bine yakın şiiri barındırmaktadır. Eser 14. yüzyıl sonundan
yazıldığı döneme kadar yaklaşık iki buçuk asırlık bir dönemin şiir zevkini bizlere yansıtmaktadır. Bu eserin
bilinen tek nüshası Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat Köşkü 406 numarada kayıtlı bulunmaktadır. Oldukça
hacimli olan eser 627 varaktan oluşmaktadır. Eserin baştan bir ya da iki varağı noksan durumdadır. Pervâne
Bey Mecmûası; nesih hatla, altın cetvelli sayfalara Mehmed b. Ramazan tarafından I. Ahmet devrinde
istinsah edilmiştir.
Eserin içinde yer alan şiirler kafiye ve redilerine göre “elif ” harfinden başlayarak sıralanmıştır. Eserde,
cetvellenmiş sayfaların iç bölümünde kendisine nazîre yazılan şiir ve ondan sonra şiire yazılan nazireler yer
almaktadır. Sayfanın bitmesi durumunda ise şiirler haşiye bölümünde devam etmektedir.
Kendisine nazîre yazılan şiirler “Zatî fermâyed”, “Ezân Zatî” gibi başlıklarla birbirinden ayrılmıştır.
Şiirlerin vezinleri kendisine nazîre yazılan ilk şiirin başlığında verilmiş ve eğer vezin geçişi varsa “Nev’-i
âher der bahr-i fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün” şeklinde belirtilmiş ya da “Nev’-i âher der-bahr-i mezbur”
gibi başlıklarla okuyucu bilgilendirilmiştir. Mecmûanın tamamında yer alan nazîreler dışında eserde “Nev’-i
Diger” başlığıyla sıradanlığı bozmak için farklı kafiye ve redite şiirlere de yer verildiği görülmektedir.
Eserdeki nazîreler toplanırken tarihî bir sıra gözetilmemiş, farklı zaman dilimlerinde yaşayan şairlerin
şiirleri de tanzîr edilen şiirin etrafına yazılmıştır.
Pervâne Bey Mecmûası üzerine Marmara Üniversitesi’nde 2001- 2006 yılları arasında 23 adet yüksek
lisans tezi yaptırılmıştır. Bu yüksek lisans tezlerinden 30 varaklık bölüm tarafımızdan çalışılmıştır.
Şahsımın hazırladığı yüksek lisans tezinde (261a-291a varakları arası) 127 şaire ait 387 gazel
transkripsiyonlu metin haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu çalışma esnasında Pervâne Bey Mecmûası’nda
olup şairlerin yayımlanmış divanlarında bulunmayan 11 adet şiir tespit edilmiştir. Hazırlanan çalışmada
Ahmet Paşa, Behiştî, Helâkî, Medhî ve Mesîhî’ye ait birer, Muhibbî, İbn-i Kemâl ve Zatî’ye ait ikişer gazel
bulunmaktadır. Bu gazelleri aşağıda sıralayarak sunumu bitirmek istiyorum.
115
Ahmed Paşa (Nev‘-i Diger)
Mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün
+ - - - /+ - - - /+ - - - /+ - - -
48
15 277b
Nazîre Mecmûlarının Metin Neşrindeki Önemi:
Bilinmeyen Gazeller ve Pervâne Bey Mecmûası Örneği
218
Nazîre-i Behiştî
Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün
- + - - /- + - - /- + - - / - + -
Sîm ü zer kesbî degüldür nakd-i dünyâdan garaz
Varunı vir dürr-i vuslatdur bu deryâdan garaz
319
Nazîre-i Helâkî
Mef ‘ûlü/ fâ‘ilâtün/ mef ‘ûlü/ fâ‘ilâtün
--+/-+--/--+/-+--
16 Metinde vezin eksikliği olduğu için bu bölüm tarafımızca eklenerek tamir edilmiştir.
17 Vezin aksamaktadır. 49
18 290a
19 289a
Savaşkan Cem BAHADIR
420
Medhî (Nev‘-i Diger)
Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün
- + - - /- + - - /- + - - / - + -
Bülbül itdi gülşeninde bir gül-i handân beni
Nev bahâr-ı hüsnine karşu kılup nâlân beni
521
Nazîre-i Mesîhî
Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün
- + - - /- + - - /- + - - / - + -
Ben ........................................22 ‘anber baglamış
50 20 274a
21 274a
22 Bu bölüm yazının iç içe girmesi sebebiyle okunamamıştır.
Nazîre Mecmûlarının Metin Neşrindeki Önemi:
Bilinmeyen Gazeller ve Pervâne Bey Mecmûası Örneği
623
Nazîre-i Pâdişâh-ı ‘Âlem-penâh
Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün
- + - - /- + - - /- + - - / - + -
‘Âşık olmak dostlar ‘âlemde müşkil-kâr imiş
Şimdi bildüm âh kim didüklerince var imiş
724
Ve Lehü Kezâ (Muhibbî)
Mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün
+ - - - /+ - - - /+ - - - /+ - - -
Geh akar dilde yaşum gâh ider âhum ‘ıyân âteş
Harâb eyler bu şehri bir zamân su bir zamân âteş 51
23 272a
24 282a
Savaşkan Cem BAHADIR
825
Ve Lehü Kezâ (Zatî)
Mef ‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün
--+/-+-+/+--+/-+-
Dest-i sühan gibi yine ebr oldı sîm-pâş
Virsün aña kerîm cihânda ziyâde yaş
926
Ve Lehü Kezâ (Zatî)
Mef ‘ûlü/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ fe‘ûlün
--+/+--+/+--+/+--
Hicrüñde gözüm gibi bulunmaz baña yoldaş
Kim bile yetür bile turur bile döker yaş
25 270b
52 26 278a
Nazîre Mecmûlarının Metin Neşrindeki Önemi:
Bilinmeyen Gazeller ve Pervâne Bey Mecmûası Örneği
1027
Nazîre-i Kemâl Paşa-zâde
Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün
- + - - /- + - - /- + - - / - + -
Tâli‘üm yâr olmadı kim yâre olam hem-nefes
Geçdi ‘ömrüm hasret ile kaldı bâkî bir nefes
1128
Nazîre-i Kemâl Paşa-zâde
Mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün
+ - - - /+ - - - /+ - - - /+ - - -
Cemâlüñ cismüme saldı eyâ mihr-i cihân âteş
27 263a
28 281b
53
Savaşkan Cem BAHADIR
SONUÇ
Nazire mecmûaları yukarıda anlatıldığı üzere yüzlerce bilinmeyen şiiri içlerinde barındırmaktadır. Son
zamanlarda nazire mecmûaları üzerinde yapılan araştırmalar neticesinde bu şiirler gün yüzüne çıkmayı
başarmıştır. Hazırlanan bu çalışma, metin neşri aşamasında şairlerin bilinmeyen şiirlerine ulaşabilmek
için nazire mecmûalarının taranmasının gerektiğini bir kez daha vurgulamayı amaçlamıştır. Nazire
mecmûaları taranarak ortaya çıkarılan şiirlerin sadece makale sayfalarında kalmaması gerekmektedir. Bu
amaçla yayımlanmış olan divanların yeni basımlarında şairlere ait şiirlerin divanlara eklenerek okuyuculara
ulaşması gerektiği düşünülmektedir.
KAYNAKÇA
Ak, Coşkun: Muhibbî Divanı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara, (1987)
Aydemir, Yaşar : “Metin Neşrinde Mecmûaların Rolü ve Karşılaşılan Problemler”, Turkish Studies/ Türkoloji
Araştırmaları, V.2/3, s. 122-137, Summer, 2007.
Aydemir, Yaşar: Behişti Divanı, M.E.B. Yayınları, Ankara, 2000.
Aynur, Hatice: Çâkerî Divanı, Scala Yayınları, İstanbul, 1999.
Bahadır, Savaşkan Cem: “Hayâlî Bey’in Bilinmeyen Gazelleri”
Bahadır, Savaşkan Cem: Pervane Beg Mecmu’atü’n- Nezair (261a-291a) Transkripsiyonlu, Edisyon Kritikli
Metin, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü 2006.
Çavuşoğlu Mehmed: Amrî Divan, Tenkidli Basım, İstanbul Üniversitesi Edb. Fak. Yayınları, İstanbul, 1979.
Çavuşoğlu, Mehmed: Helakî Divan, Tenkidli Basım, İstanbul Üniversitesi Edb. Fak. Yayınları, İstanbul, 1982.
Çavuşoğlu, Mehmet-Tanyeri, M. Ali : Zatî Dîvanı C.III, İ.Ü. Edb. Fak. Yayınları, İstanbul, 1987.
Devellioğlu, Ferit: Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, 1999.
Gıynaş, Kamil Ali: “Şiir Mecmûaları Hakkında Yapılan Çalışmalar Bibliyografyası”, Selçuk
Üniversitesi Edb. Fak. Dergisi, S. 25, s. 245-260, 2011.
54
Köksal, M. Fatih “Biyografik Kaynak Olarak Şiir Mecmûaları ve Kastamonulu İshâk-zâde Fevzî Mecmûası”
Nazîre Mecmûlarının Metin Neşrindeki Önemi:
Bilinmeyen Gazeller ve Pervâne Bey Mecmûası Örneği
Kurnaz, Cemal: “Osmanlı Şair Okulu”, Journal of Turkish Studies, TUBA, 27/1, Harvard, 2003.
Kut, Günay: “Mecmûalar”, Dergâh Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. VI, İstanbul, 1986, s. 170.
Pervâne b. Abdullah: Mecmûa’tü’n-Nezâ’ir, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat Köşkü nmr: 406.
Sami, Şemseddin: Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İsanbul, 2002.
Tarlan, Ali Nihat: Zatî Divanı C. I-II, İ.Ü.E.F. Yay., İstanbul, 1970.
55
Ali Emîrî Efendi’nin Sicil Kaydı
(Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl
Komisyonu Defterlerine Göre)
Doç. Dr. Sadettin BAŞTÜRK
Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Diyarbakır
sadettinbasturk@hotmail..com
ÖZET
Kuvvetli bir vatan sevgisine sahip Osmanlı memuru olarak çeşitli kademelerde görev ifa etmiştir.
aydını olan Ali Emîrî Efendi Diyarbekirli olup Osmanlı Devleti ise Ali Emîrî’nin memuriyet
1857-1924 yılları arasında yaşamıştır. Kaşgarlı yıllarının geçtiği XIX. asrın ikinci yarısında devlet
Mahmud’un “Dîvân-ı Lügâti’t-Türk” isimli kıymetli hizmetindeki memurlara dair bilgileri 1879 tarihinde
eserini bularak ilim aleminin hizmetine sunmasının kurduğu Sicill-i Ahval Komisyonu’nca kaydetmeye
yanısıra oluşturduğu kendi kütüphanesini milletimin başlamıştır. Bu makalede Sicill-i Ahval Komisyonu
kütüphanesidir diyerek milletine bağışlayan bir ilim kayıtlarına göre Osmanlının bir memuru olarak
adamıdır. İlim alemine kazandırdığı bir çok eserin Ali Emîrî Efendi hakkındaki bilgilere ilk defa yer
yanısıra kendisi de birçok eser telif etmiş, mecmua, verilecek olup Ali Emîrî Efendi’nin hayatına dair bir
dergi çıkarmış, çeşitli dergilerde ilmi makaleler
resmi belge günışığına çıkarılmış olacaktır.
yazmıştır. Ali Emîrî Efendi, tarihe mâlolmuş bir
kişilik olmasının dışında 1877’den 1909 yılına Anahtar Kelimeler: Ali Emîrî Efendi, Osmanlı
kadar 30 yılı aşkın bir süre Osmanlı Devleti’nin bir İmparatorluğu, Sicill-i Ahval Defterleri
Sadettin BAŞTÜRK
Giriş
Bu bildirinin amacı tarihşinas şahsiyet olan Ali Emîrî Efendi’nin biyograisini1 oluşturmak olmayıp
önemli bir Osmanlı aydınının biyograisine resmi bir belgenin gün ışığına çıkarılması suretiyle sahih bir
katkıda bulunmaktır. Bahsolunan resmi belge ise Osmanlı Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahval Komisyonu
Defterleri’nden 10 numaralı defterin 659-660 sahifelerindeki Sicill-i Ahval Komisyonu’nun Ali Emîrî
Efendi hakkında düştüğü kayıtlardır.
Bu vesika tarih metodolojisi açısından tenkide tabi tutulduğunda şunlar söylenebilir. Vesika resmi bir
belge niteliğindedir. Vesika yazılma biçimi olarak rikʻa yazı stiliyle yazılmış olup 5 ayrı kalemden çıktığı
anlaşılmaktadır ki bu da şu kanaati doğurmaktadır. Ali Emîrî Efendi hakkındaki bu kayıtlar 5 farklı zamanda
yazılmış olup muhtemelen 5 farklı kişi tarafından düşülmuştür. Bu tür bir resmi vesikanın niçin, neden, ne
amaçla ve nerede hazırlandığı hususu ise aşağıda ifade edilmiştir. Belgeyi içerik itibariyle incelediğimizde
ise; Ali Emîrî Efendi’nin ailesi, hangi tarihte doğduğu, aldığı eğitim hakkında kısa bir bilgiye yer verildikten
sonra memuriyet hayatı bütün deyayıyla kaydedilmiştir. Memuriyet hayatı boyunca hangi vazifeleri nerede
ne kadar sürelerle ifa ettiği, bu görevleri süresince ne kadar maaş aldığı, ifa ettiği görevinin nasıl ve neden
sona erdiği, memuriyet süreci boyunca aldığı taltiler ve tenziller, ne kadar servete sahip olduğu gibi hususlar
hem Rûmî hem de Hicrî tarihle gün be gün kayıtlıdır.
Sicill-i Ahvâl Komisyonu ve Defterleri
Osmanlı Devlet teşkilatında görev alan memurlara ait, vazifeleri süresince hâl tercümelerine konu olan,
özel hâller veya memuriyet esnasındaki hâller, tarihi seyr, ahlâk ve gidişat gibi durumların, resmi belgelerin
kaydedildiği defterlerin tescili işlemine Sicill-i Ahvâl, meydana gelen defterlere de Sicill-i Umumî Defterleri
adı verilmiştir. Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun kurulup çalışmaya başladığı 1879 tarihine gelinceye kadar
Osmanlı Devletinde vazifelilerin sicillerini bir defterde toplayan büro hizmetlerine rastlanmamaktaydı.
“Sicill-i Ahvâl Komisyonu” ile başlayan sicil çalışmaları; H. 1314/ M. 1896’da bu komisyonun lağvı ile
yerine kurulan “Memurîn-i Mülkiye Komisyonu”nca hiçbir daireye bağlı olmadan yürütülmüştür. H.
1326/M. 1908 yılında II. Meşrutiyeti müteakip Memurîni Mülkiye Komisyonu kaldırılarak “Sicill-i Ahvâl
İdâresi” adı altında yeniden, fakat Dahiliye Nezâreti teşkilatı içinde teşekkül ettirilmiş, böylece ayrı bir daire
kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam eden Dahiliye Nezâreti Memurîn ve Sicilli Ahvâl
İdâresi’nin tescil işlemleri, bu defterlere zeyl olacak şekilde ilave edilmiş, Memurîn-i Muamelât Dosyaları
hâlinde tanzim edilerek saklanmıştır. Sicill-i Ahvâl Komisyonu’nun kurulmasından itibaren mülkî ve adlî
memurlardan 1909 yılına kadar süren bir zaman dilimi içinde 92.000 memurun sicil kayıtları 201 defterde
toplanmıştır. Sicill-i Ahvâl Defterleri’nde tercüme-i hâl sahiplerinin ismi, mahlâsı veya künyesi, babası
memurînden ise memuriyetinin rütbesi, marûf zevattan ise hangi sülaleye mensup olduğu, göreve başlayışları,
tahsil durumları, liyakat ve ehliyet dereceleri, varsa azl, tayin ve muhakemeleri, gayrı müslim tebeadan ise,
milliyeti kaydedilmiştir. 1866-1922 yılları arasına ait 201 adet sicil defteri mevcuttur. Memur adlarına göre
alfabetik olarak tanzim edilmiş 17 cilt ihrist vardır.2 Bu defterlerin 10 numarayla kayıtlı olanınn 659-660’ıncı
sahifelerindeki kayıtlar Ali Emîrî Efendi’ye ait olup transkribe edilerek aşağıda aynen verilmiştir.
Metnin transkripsyonunda Rûmî tarihlerde yıl belirtilirken (ör; 1301 yılı 301 olarak kaydedildiğinden)
metindeki yılın önüne 1 rakamı bin yılını ifade etmesi amacıyla (1) şeklinde italik olarak konulmuştur.
Ayrıca metindeki Rûmî ve Hicrî yıllar Milâdî tarihe dönüştürülerek parantez içerisinde verilmiştir. Belgenin
transkripsyonu aşağıdadır.
1 Ali Emîrî Efendi’nin biyograisine dair şu kaynaklarda, bu makalede ele aldığımız belge dışında, bilgiler mevcuttur
bakılabilir. Ali Emîrî Efendi, Tezkîre-i Şuârâ-i Amid I, İstanbul 1328, s. 65-98; İbnü’l-emin Mahmud Kemal, Son Asır
Türk Şairleri I, İstanbul 1930, s. 298-301; Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, (Çev. C. Üçok), s. 437-
439; Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları II, İstanbul 1959, s. 139-142; Muhtar Tevikoğlu, Ali
Emîrî Efendi, Ankara 1989; M. Serhan Tayşi, “Ali Emîrî Efendi”, TDVİA, C. II, s.390-391; Ahmed Reik; “Ali Emîrî
58 Efendi-Hayat ve Âsârı”, TOEM, 1/78 (1340), s. 45-51; Ali Aksakal, “Ölümünün 60. Yılında Kitap Dostu Ali Emîrî
Efendi”, TK, XXII/250 (1984), s. 25-28.
2 Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başk. Yay. İstanbul 2000, s. 275-276.
Ali Emîrî Efendi’nin Sicil Kaydı
(Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl Komisyonu Deterlerine Göre)
Efend-i mûmaileyhe ehliyet ve liyakatına mebnî (1)309 senesi Cemaziyye’l-ahiresinin vürûdunda (Ocak
1892) Rütbe-i Salise tevcihiyle 5. rütbeden Mecîdî Nişânı ihsan buyrulmuşdur.
Efendi-i mûmaileyh muhasebe-i celile-i hazret-i hilafet-penâhîden bâ-hatt-ı te’lif eylediği Levâmiʻü’l-
Hamîd nâm kitabdan dolayı (1)310 senesi Şehr-i Muharremü’l-Haramının 17’sinde (11 Ağustos 1892
Perşembe) Gümüş Liyâkat Madalyası ihsan buyrulmuşdur.
Mûmaileyh Kırşehri Kasabası kenarında Kazanlık muhacirleri iskânında ikdâm-ı gayretinden mebni
sene-i merkûme Zilka‘desinin 28’inde (13 Haziran 1893 Salı) 4. rütbeden Nişan ve Nişân-ı Mecîdî ihsan
buyrulmuşdur.
Mûmaileyh hıdemât-ı mahdûmesine mebnî (1)311 senesi Rebiʻü’l-evvelinin 5’inde (16 Eylül 1893
Cumartesi) 4 rütbeden Nişân-i Âlî-i Osmânî ihsan buyrulmuşdur.
Mûmaileyeh vazife-i meʻmuriyetini hüsn-i îfâ eylemekde olmasına mebni sene-i merkûme Şehr-i
Zilkaʻdesinin 4’de (9 Mayıs 1894 Çarşamba) teriʻan Rütbe-i Sâniye Sınıf-ı Sanîsi tevcih buyrulmuşdur.
Mûmaileyh 1312 senesi Şehr-i Rebiü’l-evvelinin 27’sinde (28 Eylül 1894 Cuma) fî 15 Eylül sene (1)310
(27 Eylül 1894 Perşembe) 2300 kuruş ma‘aşla Tarblusşam Sancağı muhasebeciliğine nakl edilmişdir.
Mûmaileyh erbâb-ı rüşdîden bulunması cihetiyle (1)313 senesi şehr-i Muharremü’l-Haramının 8’inde (1
Temmuz 1895 Pazartesi) 19 Haziran sene 1311-(1 Temmuz 1895 Pazartesi) 3600 guruş ma‘aş ve rütbesinin
Sânîye-i Sınıf-ı Mütemayiz’ine teriʻiyle Maʻmuretü’l-aziz Vilayeti Defterdarlığı’na nakl buyrulmuşdur.
Erzurum Vilayeti Defterdarı’nın tebdîli lâzım gelmiş ve mûmaileyhin istikâmet ve hüsn-i ahvâli mücerreb
bulunduğu Erzurum valisi devletlü Raʻuf Paşa hazretleri tarafından işʻâr edilmesine mebnî (1)313 senesi
Şehr-i Rebiʻülahirinin 29’unda (17 Aralık 1895 Salı) 7 Teşrin-i evvel sene 311-(19 Ekim 1895 Cumartesi)
5400 guruş ma‘aş ve cibâyet sûretiyle vilayet-i müşarünileyha defterdarlığına nakl buyrulmuşdur.
Mûmaileyh 7500 kuruş ma‘aşla Yanya ve İşkodra vilayetleri maliye müfettişliğine nakl-i me’muriyet
eylemesine mebnî 1314 senesi Muharreminin 10’unda (21 Haziran 1896 Pazar) 10 Haziran sene 1312
(22 Haziran 1896 Pazartesi) Erzurum’dan inikâk ve Şehr-i Rebiʻü’l-evvelinin 4’ünde (13 Ağustos 1896
Perşembe) 1 Ağustos sene 1312 (13 Ağustos 1896 Perşembe) mezkûr müfettişlikde vazifesine mübâşeret
eylediği muhasebe-i umûmiye-i maliyenin 2 Teşrin-i sânî sene 1313 (14 Kasım 1897 Pazar) tarihli
ilmühaberinden anlaşıldığı maliye sicill-i ahval sabıkasının 19 Ağustos sene 1313 (31 Ağustos 1897 Salı)
tarihiyle vukûʻat cetvelinde gösterilmişdir.
Mûmaileyh vezâif-i meʻmuriyeti hüsn-i ibkâ eylemesine mebnî 1315 senesi Zilkaʻdesinin 11’inde (3
Nisan 1898 Pazar) teriʻan Rütbe-i Evvel-i Sınıf-ı Sânisine taʻyin buyrulmuşdur.
Yemen ve Luhye mülhâkatının umûr-ı maliyesi muhtâc-ı ıslah ve tensîk olmasıyla oraya daimi bir maliye
müfettişinin ta‘yinine müşeref-sadır olan irâde-i seniyye-i hazret-i padişâhî iktizâ-i ilmiyesine bulunduğuna
melceʻdir.
Mûmaileyhin ehliyet ve kifayetini zikr olunan müfettişliğe tayini hakkında maliye nezaretinden vakiʻ
olan işʻâr ve me’muriyet-i mülkîye komisyonunca verilen karar üzerine ve bi’l-ibtidân şeref-sâdır olan
irade-i seniyye-i hazret-i âlem-penâhî mûcibince 1317 senesi Zilhiccesinin 2’sinde (3 Nisan 1900 Salı) 20
Mart sene 1316-(2 Nisan 1900 Pazartesi) 10.000 guruş ma‘aş ve nezaret dairesinde mazbata iʻtâ edilmek
üzere zikr olunan Yemen Vilayeti’nin müfettişliğine tayin kılınmışdır.
Mûmaileyh vezâif-i me’muriyetinin hüsn-i ilga eylemesini 1318 senesi Cemaziyye’l-ahirinin 27’sinde
(22 Ekim 1900 Pazartesi) tebdîlen 2. dereceden Mecîdi nişan ve nişânı ihsan buyrulmuşdur.
Mûmaileyhin Hıtâ-i Yemânî’de geşt ü güzâ ile ibkâ-i me’muriyetiyle mevcûdı gayr-i müşkil olduğundan
bahsle tenzilini istidʻâ eylemiş ve ehliyet ü kifayetinde hazinece masrafı bulunmuş olduğuna nazaran Haleb
60 Vilayeti Defterdarlığı’na tahvili hakkında nezaret-i müşarünileyhâdan vakîʻ olan işʻâr üzerine meʻmurin-i
mülkiye komisyonunca cereyân eden müzakerede bir reʻy tarafından mûmaileyh 1316 senesi Martında zikr
Ali Emîrî Efendi’nin Sicil Kaydı
(Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl Komisyonu Deterlerine Göre)
olunan Yemen maliye müfettişliğine tayin olduğu halde 7 aydan berü mahall-i me’muriyetine gitmeyüb
kendü beyan-ı mazeretiyle tahvîlini istidʻâ eylemiş şayet kabul olamayacağından kendüsinin mahall-i
me’muriyetine âzamî ve kendi başı halinde azli derbeyân olunmuş ise de mûmaileyhin şimdiye kadar
me’muriyet-i cedîdesine azîmet idememesi mazeret-i kusûriyesinden neşʻet edüb iktidar ve kifayeti suret-i
işʻârdan anlaşıldığına ve tercüme-i halinde maniʻ-i istihdam bir kayda tesadüf idilemediğine binaen tasdîk-i
me’muriyetine ekseriyetle virilen karar ve bi’l-istizân-ı şeref-sâdır olan irâde-i seniyye-i hazret-i hilâfet-
penâhi mûcebince sene-i merkûme Recebin 27’sinde 7 Teşrîn-i sânî sene (1)316 (20 Kasım 1900 Salı) 4500
guruş ma‘aşla zikr olunan Haleb Vilayeti Defterdarlığı’na nakl edilmişdir.
Mûmaileyhin 1 Teşrin-i evvel sene (1)310 tarihinden (13 Ekim 1894 Cumartesi) 20 Haziran sene 311
(2 Temmuz 1895 Salı) tarihine kadar mukaddema bulunduğu Trablusşam Sancağı muhasebeciliğinden
dolayı emvâl-i umûmiye-i emîriyeden ve masarıf ve menâfî-i iʻânesinden bir gûne zimmet ve açığı
olmadığı muhasebe-i umûmiye-i maliyenin 14 Teşrîn-i sânî sene (1)314 (26 Kasım 1898 Cumartesi) tarihli
ilmühaberine atfen şube-i mezkûrenin 19 Kanun-ı evvel sene (1)314 (31 Aralık 1898 Cumartesi) tarihli
vukû‘at cetvelinde bildirilmişdir.
Mûmaileyhin Kırşehri muhasebeciliği müddet-i idaresince emvâl-i emîriyyeden ve tekâʻüd sandığı
aidatıyla masârıf ve menâiʻ-i teahhüd iʻanesinden bir gûne zimmet ve açığı olmadığı muhasebe-i umûmiye-i
maliyeden virilan ilmühaberden anlaşılacağı şube-i mezkûrenin 5 Mart sene (1)323 (18 Mart 1907 Pazartesi)
tarihli vukû‘at pusulasında gösterilmişdir.
Mûmaileyhin muhtâc-ı tedavi olduğundan bahisle vâkiʻ olan işʻârat-ı mükerreresi üzerine kendüsine
meʻzûniyet iʻtâ olunmuş ve mezkûr defterdarlıkda derkâr olan ehemmiyete mebnî vekaleten idare-i umûriye
üzere diğeri iʻzâm kılnmış ise de mahall-i meʻmûriyete azîmet itmemekde olduğu ve vekâlete tayin olunan
zâtın da defterdarlık veza’iini hüsn-i ifâya ikdâm eylediği cihetle asaleten tayine daire-i maliye nezâretinden
ve vukuʻ bulan işʻâr ve bi’l-istiʻzân-ı şeref-sâdır olan irâde-i seniyye mûcibince (1)309 senesi Cemaziye’l-
ahirinin 4’ünde (5 Ocak 1892 Salı) 4 Eylül sene (1)317 (17 Eylül 1901 Salı) inisâl etmişdir.
Mûmaileyh nezâret-i müşarünileyhânın işʻarı üzerine bi’l-ibtidan şeref-sâdır olan irâde-i seniyye
mûcibince (1)323 senesi Saferinin 17’sinde (23 Nisan 1905 Pazar) 9 Nisan sene 321-(22 Nisan 1905
Cumartesi) 4500 guruş ma‘aşla maliye komisyon idaresi müdürlüğüne ta‘yin kılınmışdır.
Mûmaileyhin mezkûr müdiriyetde vazifesine mübâşeret itmeden Yemen Heyʻet-i Teftişiyesine meʻmuren
Yemen’e azîmet itdiği cihetle iki defʻa avdet eylediği zaman münasib bir meʻmuriyete tayin olunmak üzere
müdiriyetimiz mezbûreye diğerinden taʻyinine mebnî sene-i merkûme Şa‘banının 13’ünde (13 Ekim 1905
Cuma) 29 Eylül sene 321-(12 Ekim 1905 Perşembe) inisâl eylediği mezkûr mezbûr müdiriyetden ma‘aş
aldığı ve (1)323 senesi Rebiʻü’l-evvelinin 7’sinden (12 Mayıs 1905 Cuma) 29 Nisan sene 321-(12 Mayıs 1905
Cuma) üç yüz yirmi dört senesi (1324-1905) Cemaziyye’l-ahiresinin 13’üne (4 Ağustos 1906 Cumartesi)
kadar 22 Temmuz sene (1)322 (4 Ağustos 1906 Cumartesi) Yemen heyʻet-i teftîşiyesi azametinden 10.000
guruş ma‘aşla îfâ-i vazife iderek Hudeyde Kathânesi etibbâsı tarafından verilen raporla müʻeb-i âvârız-ı
vücûdiyesinden dolayı bil’-istiğfa inisal eylediği ve muʻaşeret-i meʻhûzesinden yüzde beş ve bir tekâʻüdiyye
ve aʻmâde ve dilsiz ve muʻaffâ-i askeriye ve harbiye ikramiyesi ve Hicaz demiryolu tarikânı ve virgüi şahsi
tamamen tevkîf olunduğu ve bu me’muriyet esnasında iken müşâhid olan asar-ı sadâkat ve hüsn-i hıdmeti
cihetiyle uhdesine (1)323 senesi Şevvalinin 27’sinde (25 Aralık 1905 Pazartesi) Altun Liyakat Madalyası
ihsan buyrulduğu Hudeyde Sancağı meclis idaresinin 10 Ağustos sene (1)322 (23 Ağustos 1906 Perşembe)
tarihli mazbatasıyla mezkûr mezbûr berât-ı hümayunı suret-i masralarından şayan olduğu 5 ve 23 Mart sene
(1)323 (18 Mart 5 Nisan 1907) tarhli vukûʻat pusulalarında muharrerdir.
Mûmaileyh (1)325 senesi Şevvalinin 17’sinde (23 Kasım 1907 Cumartesi) 10 Teşrîn-i sânî sene (1)323
(23 Kasım 1907 Cumartesi) 5000 guruşa maʻzûliyet ma‘aşı tahsis edildiği 28 Kanûn-ı sânî sene (1)324 (10
Şubat 1909 Çarşamba) tarihli vukûʻat pusulasıyla bildirilmişdir.
Mûmaileyhin mukaddemâ Kırşehri Sancağı muhasebeciliğinde iken 27 Mart sene (1)325 tarihinden 61
(9 Nisan 1909 Cuma) 29 Mart (1)305 tarihiden (10 Nisan 1889 Çarşamba) 29 Mart sene (1)305 (10 Nisan
Sadettin BAŞTÜRK
1889 Çarşamba) ve 15 Nisan sene (1)305 (27 Nisan 1889 Cumartesi) tarihinden 19 Haziran sene (1)306
(1 Mayıs 1890 Perşembe) tarihine kadar 874 guruş 30 para hums ma‘aş ve 5 Ağustos sene (1)306 (17
Ağustos 1890 Pazar) tarihinden 11 Eylül sene (1)306 (23 Eylül 1890 Salı) ve 19 Ağustos sene (1)307
(31 Ağustos 1891 Pazartesi) tarihinden 10 Eylül sene (1)307 (22 Eylül 1891 Salı) ve 23 Haziran sene
(1)308 (5 Temmuz 1892 Salı) tarihinden 14 Temmuz sene (1)308 (26 Temmuz 1892 Salı) tarihine kadar
fahri olarak ve 6 Ağustos sene (1)308 (18 Ağustos 1892 Perşembe) tarihinden 16 Ağustos sene (1)308 (28
Ağustos 1892 Pazar) tarihine kadar kezalik hums ma‘aşla ve 5 Teşrin-i evvel sene (1)308 (17 Ekim 1892
Pazartesi) tarihinden 4 Teşrin-i evvel sene-i mezbûr (16 Ekim 1892 Pazar) ve 5 Kanun-ı evvel sene (1)308
(17 Aralık 1892) tarihinden tamamen Kanûn-ı sanî sene (1)308 (13 Ocak 1893 Cuma) tarihine kadar bilâ-
ma‘aş sekiz defʻa liva-i mezkûr mutasarrılığına vekâletde ve Maʻmuretü’l-aziz vilayet defterdarlığında
iken 21 Eylül sene (1)311 (3 Ekim 1895 Perşembe) tarihinden 2 Teşrin-i sânî sene (1)311 (14 Kasım 1895
Perşembe) tarihine kadar 3000 guruş hums ma‘aşla vilayet-i mezkûre valilik vekâletinde bulunarak umûr-ı
mesalih-i umûmiyeyi rüʻyet ve tesviyeye bezl-i mesaʻi ile mazhar-ı teşterû-i umûmi olduğu ve 4 Eylül
sene (1)311 (16 Eylül 1895 Pazartesi) tarihinden 2 Teşrîn-i sânî sene (1)311 (14 Kasım 1895 Perşembe)
tarihine kadar mezkûr Maʻmuretü’l-aziz vilayeti defterdarlığı zamân-ı idaresinden dolayı tahsilat ve
sariyat-ı umûmiyeden ve mülki ve askeri ve maʻzûliyet ve musabiye-i mülkîye iʻane sandıkları aidatından
tevfîkât-ı saireden ve maʻârif ve menâiʻ hisse-i iʻâneleriyle ve tapu ve nüfus hasılatından ve 20 Teşrîn-i
sânî sene (1)311 (2 Aralık 1895 Pazartesi) tarihinden 19 Haziran sene (1)312 (1 Temmuz 1896 Çarşamba)
tarihine kadar Erzurum Vilayeti defterdarlığı zaman-ı idaresinden dolayı yüzde beş ve bir tekaʻüdiyye
ve harbiye ikramiyesi vesair aidatla emvâl-i saireden ve 3 Kanun-ı evvel sene (1)316 (16 Aralık 1900
Pazar) tarihinden meʻzûnen inikakı olan 12 Nisan sene (1)317 (25 Nisan 1901 Perşembe) tarihine kadar
Haleb Vilayeti Defterdarlığından dolayı emvâl-i emîriyeden ve yüzde beş ve bir tekaʻüdiyyeden ve maʻârif
ve naiʻa hisseleri ve menaiʻi hisseleri ve harbiye ikramiyesi ve yol ve saʻir aidat ve emvâleden berî-i
elzem bulunduğu ve iffet ve istikametle mansıf-ı müncezât-ı meʻmuriyetden olduğu ve mülga itmiş idare-i
maliyece icra kılınan imtihanda birinci sınıfdan meʻmuriyetine layık yevmiye görükmekle 19 Kanun-ı sânî
sene (1)301 (1 Aralık 1885 Salı) tarihli inhâ-i benâmiyi aldığı Maʻmuretü’l-aziz ve Erzurum ve Haleb
vilayetleriyle Kırşehir Sancağı meclis idarelerinin 4 Teşrîn-i sânî sene (1)311 (16 Kasım 1895 Cumartesi)
ve 20 Haziran sene (1)322 (3 Temmuz 1906 Salı) ve 12 Mayıs sene (1)317 (25 Mayıs 1901 Cumartesi)
ve 2 Eylül sene (1)308 (14 Eylül 1892 Çarşamba) ve 4 Nisan sene (1)309 (16 Nisan 1893 Pazar) tarihli
mazbatalarıyla ol bâbdaki inhâ-i benâm suret-i masrûfasından anlaşıldığı 12 Teşrin-i sânî sene (1)325 (25
Kasım 1909 Perşembe) tarihli vukûʻat pusulasında görülmekle tebdil kılındı.
SONUÇ
Tam metni transkribe edilerek yukarıda verilmiş olan kayıttan anlaşılacağı üzere Ali Emîrî Efendi 13
Mart 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’nde memuriyet hayatına başlamış ve 25 Kasım 1909 tarihine kadar
Osmanlı Devletini Avrupa, Anadolu ve Arap Yarımadası’ndaki topraklarında birçok görev ifa etmiştir.
Memuriyeti döneminde zaman zaman boşta kalmışsa da 10.000 kuruş maaşlık görevler uhdesine tevdi
edildiği görülmektedir. Devlete sadakatle hizmetinden dolayı Altın Liyakat madalyası ve 5. dereceden
başlamak üzere 2. dereceye kadar çıkarılmış olan Mecîdî Nişânı ile taltif edilmiştir. Yine Osmanlı kalem
erbabından üstün hizmetleri olanlara ihsan edilen Sânîye-i Sınıf-ı Mütemayiz’liği ve Rütbe-i Sâniye Sınıf-ı
Sanîsi rütbelerininin tevdi edildiği anlaşılmaktadır. Binaenaleyh Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi4 isimli
eserinde bizzat yer verdiği “Benim nazarımda vatan aynıyla insan, insan aynıyla vatandır. Vatan olmazsa
insan olmaz, insan bulunmazsa vatan bulunmaz”5 bu ifadeden de anlaşılcağı üzere Ali Emîrî Efendi
Osmanlının kıymetli bir memuru vatanına ve milletine hizmeti şiar edinmiş bir insandır.
62
4 Ali Emîrî Efendi, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi, (Haz. K. Z. Taş-S. Baştürk-S. Sarı), Ankara 2005.
5 Ali Emîrî Efendi, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi, s. 75.
Ali Emîrî Efendi’nin Sicil Kaydı
(Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahvâl Komisyonu Deterlerine Göre)
KAYNAKÇA
BOA. DH.SAİD, 0010, s. 659-660.
Ahmed Reik, “Ali Emîrî Efendi-Hayat ve Âsârı”, TOEM, 1/78 (1340), s. 45-51.
AKSAKAL Ali, “Ölümünün 60. Yılında Kitap Dostu Ali Emîrî Efendi”, TK, XXII/250 (1984), s. 25-28.
Ali Emîrî Efendi, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi, (Haz. K. Z. Taş-S. Baştürk-S. Sarı), Ankara 2005.
Ali Emîrî Efendi, Tezkîre-i Şuârâ-i Amid I, İstanbul 1328.
BABINGER Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, (Çev. C. Üçok), Ankara 2000.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları,
İstanbul 2000.
BEYSANOĞLU Şevket, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları II, İstanbul 1959.
İbnü’l-Emin Mahmud Kemal, Son Asır Türk Şairleri I, İstanbul 1930.
TAYŞI M. Serhan, “Ali Emîrî Efendi”, TDVİA, C. II, s. 390-391.
TEVFIKOĞLU Muhtar, Ali Emîrî Efendi, Ankara 1989.
63
Diyarbakır Şiir Meclislerinde
Urfalı Nâbî
Doç. Dr. Ekrem BEKTAŞ
Harran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Şanlıurfa
ekrembek13@yahoo.com
ÖZET
XVII. yüzyıl Klâsik Türk edebiyatının önemli Şu’arâ-i Âmid adlı eserinde Nâbî’nin birçok kez
temsilcilerinden biri de Nâbî’dir. Nâbî ve eserleri Diyarbakır’a gittiği yazılmaktadır. Bu bildiride,
üzerine kitap, makale ve bildiri düzeyinde bir hayli Tezkire-i Şu’arâ-yı Âmid adlı eserde verilen bilgilerden
çalışma hazırlanmıştır. Kitap olarak hazırlanan bu hareketle Nâbî’nin Diyarbakır’daki şiir meclislerine
çalışmaların çoğu, Nâbî’nin çocukluk ve gençlik katılıp katılmadığı hususu tartışılacak ve söz konusu
yıllarına dair bilgilerin çok sınırlı olduğu hususunda
eserde verilen bilgiler değerlendirilecektir.
birleşir. Bu çalışmalarda, Nâbî’nin -gerek öğrenim
gerekse ziyaret için- Diyarbakır’a gittiği konusunda Anahtar Kelimeler: Diyarbakır, Nâbî, Şiir
hiçbir bilgi bulunmazken Alî Emîrî’nin Tezkire-i Meclisi.
Ekrem BEKTAŞ
bir dipnotta verir: “‘Alâ’üddîn Sâbit Efendi 1119 senesinde Âmid kadılıgına nasb ve ta’yîn olunmuşdur. Bu
sırada vâkı’ olan da’vet üzerine Nâbî Efendi son def’a olarak Diyarbekir’e gelmiş idi.”7
Ali Emirî’nin bu ifadeleri, daha önce söylediklerini hem te’yit etmekte hem de Nâbî’nin Diyarbakır
kadılığına 1119H/1707-8M yılında atanan Bosnalı Sâbit’in daveti üzerine onu ziyaret etmek üzere son kez
Diyarbakır’a gittiği kesinlik kazanmaktadır. Ancak burada verilen 1119H/1707-8M tarihine de ihtiyatla
yaklaşmak gerek. Çünkü bu tarihte Nâbî İstanbul’dan Haleb’e gitmiş ve hâlâ Halep’te yaşamaktadır. Acaba
Nâbî İstanbul’a gitmeden önce Halep’ten Diyarbakır’a Bosnalı Sâbit Efendi’yi ziyaret etmeye mi gitti? Bu
konuda da maalesef bir bilgiye sahip değiliz.
Ali Emirî’nin, Âgâh maddesindeki bir dipnotta anlattığı Nâbî’nin 1119/1707-8 yılında Diyarbakır
kadılığına atanan Sâbit Efendiyi ziyaret etmek üzere son defa Diyarbakır’a geldiği görüşünü destekleyen
bir bilgi Çâkerî maddesinde geçmektedir. Çâkerî maddesinde anlatılanlara göre Nâbî, daha önce verilen
tarihten bir yıl sonra yani 1120/1708-9 yılında, şair dostları tarafından Diyarbakır’a davet edilmiş bağlarda,
bahçelerde ve köşklerde düzenlenen meclislerde safa sürülmüş ve Nâbî, tertip edilen bu ziyafetlerden çok
memnun kalmıştır. Ali Emirî’nin bu konudaki ifadesi şöyledir: “1120 senesinde melikü’ş-şu’arâ Nâbî-i nükte-
dân yârân-ı memleket tarafından vâki’ olan da’vet üzerine şehrimize gelerek pek çok müşâ’are ve musâhabetler
vukû’ bulmuş. Bâğlar bâğçeler kasırlarda zevk ü safâ edildikden başka bostân mevsimine kadar bırakılmayıp
bostân mevsim-i ferah-zâsı dahı bu zevk ü safâ ile geçişdirilerek Nâbî merhûm pek ziyâde memnun kalmış idi.”8
Ali Emirî, yine aynı maddede, Nâbî hakkında verdiği bilgilerin kaynağı hususunda da malumat verir.
Emirî, Sülûkiyye Mektebinde Fethullah Feyzi Efendi’den ders aldığı sırada Gülşenî-zâde Hacı Hâfız Sâlih
Ağa merhumun kayınpederi Ali Ağa’nın mektebe gelip uzun uzun oturduğunu, eskiler hakkında güzel
latifeler anlattığını; kendisinin de onu şevkle dinlediğini şöyle anlatır: “…Benim kemâl-i iştiyâk ile dinledigime
memnûn olurdu. Bir gün gülerek dedi ki “Oğlum artık ömrümün son günleridir. Tevelleddüm 1173 senesinde
olduğu cihetle şimdi yüz on yaşındayım. Nâbî merhûm 1120 hududunda şehrimize med’uvven geldiği zamân
o müdebdeb ziyâfetlere yetişen ba’zı ihtiyârlara yetişdim. Vâlî vüzerâ-yı izâmdan Recep Paşa kâdı şu’arâ-yı be-
nâmdan Sâbit imiş. Gerek anlar tarafından ve gerek eşrâf ve hânedân-ı memleket cânibinden büyük ziyâfetler
icrâ olunmuş.
İlk ziyâfet-i şebânede şehrimizin muğanniyan ve hânendegâna bir hürmet-i mahsûsa olmak üzere kâfe-i
eş’ârı cenâb-ı Nâbî’nin âsârından okumağı kararlaşdırmışlar. Meşâyih ve fuzalâdan olup fenn-i musîkînin
‘ilmî ve ‘amelisine vâkıf olan zevât-ı nâdire dahı iştirâk buyurmuşlar.
Sıra icrâ-yı nağamât-ı +ruh-efzâya gelince ibtidâ ser-âmed-i hânendegân Zer-ger Ahmed Verdî Çelebi-i
Âmidî makâm-ı Hicâzda usûl-ı zencîrde Nâbî-i nükte-dânın şu gazel-i nefîsini gâyet latîf bir suretde okumuş
Seni tebrîde benden olsa â’dâ ittifâk üzre
Ne bâküm var hulûs elbette ğâlibdir nifâk üzre
68 9 Age, s. 125-126
10 Age, s. 128.
11 Age, s. 128.
Diyarbakır Şiir Meclislerinde Urfalı Nâbî
esnâ-yı tahsîlde cenâb-ı Ümnî’nin yâr-ı vefâdârı olan Nâbî-i nüktedân Der-sa’adete gelerek dâmâd-ı şehriyârî
vezîr-i sânî musâhib Mustafa Paşa gibi bir zâta mektûbcu ba‛dehû kedhudâ olmuş iken bu gibi büyük yaradılan
zâtlardaki fıtrât-ı ezeliye-i hamiyyet icâbınca ıslâhâta kıyâm ve isrâfâtın önünü almağa ikdâm eylemesi mûcib-i
idbârı olmuş…”12
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Nâbî, İstanbul’a gitmeden önce ilim tahsil etmek için Diyarbakır’a
gitmiş ve şair Ümnî ile orada dost olmuştur. Bu bilgiyi destekleyen bir ifade de Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmid adlı
eserdeki Nihânî (ö.1705) maddesinde geçmektedir. “Nâbî Efendi evâ’il-i hâlinde tahsîl-i ‘ilm içün Diyârbekir’e
gelerek bu zâta misâfir olmuştur.”13
Görüldüğü gibi söz konusu Tezkire’de, Nâbî’nin Diyarbakır’daki tahsili ve şiir meclisleriyle olan ilişkisi
hakkında hayli bilgi bulunmaktadır.
Oysa Nâbî hakkında bilgi veren gerek eski14 ve gerekse yeni kaynaklarda, Nâbî’nin tahsil için Diyarbakır’a
gittiği, oradaki şiir meclislerine katılıp dost edindiği veya Sâbit’i ziyaret etmek üzere Diyarbakır’a gittiği
hususunda hiçbir bilgi bulunmaz. O halde Ali Emirî’nin yukarıda üzerinde durduğumuz bilgilerini nasıl
karşılamak gerek. Gerçekten de Nâbî Diyarbakır’a ilim öğrenmeye gitti mi? Nâbî Diyarbakır’daki şiir
meclislerine katılmış mıdır? Katılmışsa hangi şairlerle görüşüp dost olmuştur? Ya da Ali Emirî’nin Nâbî
hakkında bu anlattıkları mesnedsiz midir? gibi sorularla karşı karşıyayız. Bu soruları cevaplamadan önce
Nâbî ve eserleri üzerine hazırlanan çalışmalara bakmakta fayda mülahaza ediyoruz.
Nâbî ve eserleri üzerine yapılan çalışmaların çoğu, Nâbî’nin hemşehrileri olan araştırmacılar tarafından
hazırlanmıştır. Nâbî biyografisi yazan eski Türk edebiyatı araştırmacısı Prof.Dr. Abdulkadir Karahan,
Nâbî’nin çocukluk ve gençlik yılları hakkında şunları söyler: “Nâbî’nin çocukluğu, ilk gençlik yılları hakkında
esaslı bir bilgimiz olduğunu söyleyemeyiz. Fakat doğum yerinde kuvvetli bir öğretim ve eğitime tâbi tutulduğunu,
Arapça ve Farsçayı sağlam ve kurallarına uygun şekilde öğrendiğini-yanılmış olmadığımıza güvenerek- rahatça
kaydedebiliriz.”15
Nâbî’nin hayatını, eserlerine göre teferruatlı bir şekilde inceleyen Prof. Dr. Meserret Diriöz de Nâbî’nin
Diyarbakır’a gittiğinden hiç söz etmez ve yirmi dört yaşına kadar Urfa’da kaldığını ifade eder: “…Nâbî yirmi
dört yaşına gelinceye kadar Urfa’da kalmış, her türlü ilmi orada öğrenmiş; on üç yaşında orada şiire başlamış
ve istidadını orada geliştirmiştir.”16
Nâbî’nin Hayriyye’sini yayımlayan Prof.Dr. Mahmut Kaplan da bu konuda şunları yazar: “İlimle
tanınmış kültürlü bir aileden gelen Nâbî’nin öğrenimini Urfa’da yaptığı bilinmekte ise de hangi medresede
okuduğu ve kimlerden ders gördüğü tesbit edilebilmiş değildir. Aynı şekilde şairin ilk gençlik yıllarını nasıl
geçirdiği hakkında da bilgi mevcut değildir.”17
Nâbî ve Divânı üzerine çalışmalarını teksif eden bir diğer Urfalı araştırmacı da Prof.Dr. Ali Fuat
Bilkan’dır. Bilkan, “Nâbî’nin Sanat Çevresi ve Sanatçı Dostları” isimli yazısında Nâbî’nin şair dostları olarak
12 Age, s. 40.
13 Galip Güner-Nurhan Güler, Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmid, Ankara, 2003, s. 59; İdris Kadıoğlu, Diyarbekir Encümen-i
Dânişi’nin Üstad Şairi Âgâh ve Devrindeki Şairler Üzerindeki Etkisi, Dicle Üni. SBE Elektronik Dergisi (DÜSBED),
Yıl-2, S. 4 Kasım 2010, s. 38.
14 Nâbî hakkında bilgi veren eski kaynakların başında Safâyî ve Sâlim tezkireleri ile Şeyhi Mehmed Efendi’nin Vekayiu’l-
Fudalâ’sı gelir. Bk. Şeyhi Mehmed Efendi, Şakaik-i Nu’maniye ve Zeyilleri Vekayiu’l-Fudalâ (Haz. Doç.Dr. Abdulkadir
Özcan), Çağrı Yayınları, İstanbul 1989,s. 472-475; Mustafa Safayî Efendi, Tezkire-i Safâyî, (Haz. Doç.Dr. Pervin Çapan),
AKM, Ankara 2005, s. 628-644; Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz. Prof.Dr. Adnan İnce) AKM, Ankara 2005, s.
630-636.
15 Abdulkadir Karahan, Nâbî, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987, s. 4. 69
16 Meserret Diriöz, Eserlerine Göre Nâbî, Fey Vakfı, İstanbul 1994, s. 33.
17 Mahmut Kaplan, Hayriye-i Nâbî, AKM, Ankara 1995, s. 28.
Ekrem BEKTAŞ
Manisalı Birrî, Silahdâr İbrahim Paşa, Hevâyî, Osman-zâde Tâ’ib, Na’îmâ, Sâbit, Na’tî Beg, Musâhip Mustafa
Paşa ve Abdurrahman Paşa’yı sayar ve Ali Emirî’nin Tezkiresi’nde sözünü ettiği Nâbî’nin Diyarbakırlı şair
dostlarından hiç bahsetmez.18 Bir başka çalışmasında da Bilkan, Nâbî için şunları söyler: “Nabî’nin Urfa’daki
hayatı ve gençlik dönemi hakkında çok fazla bilgimiz bulunmamaktadır. Gençliğinde ciddi bir eğitim aldığı
sanılan şairin, Yakup Kalfa adındaki bir Kadirî şeyhine bağlı olduğu rivayet edilir.”19
Nâbî ve Nâbî’nin şiir ekolü üzerine bir doktora tezi hazırlayan Hüseyin Yorulmaz da yukarıda
söylenenleri tekrar eder: “Nâbî Urfa’da doğmuş, orada büyümüş, çocukluk ve ilk gençlik yılları bu toprakların
sıcak ikliminde geçmiştir. Urfa’daki yaşantısı ve ailesi hakkında yeterli bir bilgiye sahip değiliz.”20
Görüldüğü gibi Nâbî hakkında hazırlanan hiçbir çalışmada, Nâbî’nin Diyarbakır’a ilim öğrenmek
için gittiği, oradaki şiir meclislerine katıldığı ve şair dostlar edindiğinden bahsedilmez. Oysa Ali Emirî’nin
verdiği bilgilerin yabana atılmaması gereken bilgiler olduğunu düşünüyoruz. Kanaatimizce Nâbî, hem
İstanbul’a gitmeden önce, yani gençlik yıllarında tahsil görmek için Diyarbakır’a gitmiş, orada şair Ümnî
ile arkadaş olmuş, Seyyid Yahyâ-yı Âmidî’den müzik derslerini almış hem de yirmi beş yıl gibi uzun bir süre
Halep’te kaldığı yıllarda dostu Bosnalı Sâbit’in Diyarbekir kadılığı atanmasıyla onu ziyaret etmiş ve oradaki
şiir meclislerinde bulunmuştur.21
KAYNAKÇA
Alî Emîrî, Tezkire-i Şu’arâ-i Âmid, Matba’a-i Âmidî, Der-sa’âdet 1328.
Bilkan, Ali Fuat, Nâbî Hikmet-Şair-Tarih, Akçağ, Ankara 1998.
Bilkan, Nâbî Hayatı Sanatı ve Eserleri, Akçağ, Ankara 2010.
Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellileri, Bizim Büro Basımevi, Ankara 2010.
Diriöz, Meserret, Eserlerine Göre Nâbî, Fey Vakfı, İstanbul 1994.
Güner, Galip –Güner, Nurhan, Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmid, Ankara 2003
Kadıoğlu, İdris, Diyarbekir Encümen-i Dânişi’nin Üstad Şairi Âgâh ve Devrindeki Şairler Üzerindeki Etkisi,
Dicle Üniversitesi SBE Elektronik Dergisi (DÜSBED), Yıl-2, S. 4 Kasım 2010, s. 35-45.
Kaplan, Mahmut, Hayriye-i Nâbî, AKM Yayınları, Ankara 1995.
Mustafa Safayî Efendi, Tezkire-i Safâyî, (Haz. Doç. Dr. Pervin Çapan), AKM Yayınları, Ankara 2005.
Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz. Prof. Dr. Adnan İnce) AKM Yayınları, Ankara 2005.
Şeyhi Mehmed Efendi, Şakaik-i Nu’maniye ve Zeyilleri Vekayiu’l-Fudalâ (Haz. Doç.Dr. Abdulkadir Özcan),
Çağrı Yayınları, İstanbul 1989.
Yorulmaz, Hüseyin, Urfalı Nâbî, Şule Yayınları, İstanbul 1998.
ÖZET
Edebiyat, tarih, din, dil, felsefe, coğrafya gibi hakkında bilgi sahibi olabilmektedir. Sistemdeki
sosyal bilimler ve astroloji, hendese, cebir gibi görüntülü eser sayısı ise henüz 80.579’dir. Eserlere
fen bilimleri vb. çeşitli alanlarda yazılmış olan el ulaşabilmek içinse öncelikle “basit tarama” ya da
yazması eserler teknolojinin gelişmesi ile dijital “katalog tarama” bağlantılarından tarama yapmak
ortama aktarılmış, bu sayede araştırmacılar klâsik gerekmektedir. Ancak örneğin bir eser ya da bir
dönemde yazılmış eserlere kolaylıkla erişme tür adının farklı şekillerde sisteme kaydedilmesi
imkânı bulmuşlardır. El yazması eserlerin bilhassa nedeniyle ulaşmak istenen sonuca net bir şekilde
bulundukları yerler olan İstanbul, Ankara gibi erişilememekte ve tarama bağlantısına aranmak
önemli merkezlere uzak olan ve bu şehirlerde istenen her ne ise bu ifade ya da adın farklı
bulunan kütüphanelere gitme imkânı bulamayan şekillerinin de yazılarak aranması gerekmektedir.
araştırmacılar için internete aktarılmış metinler Gerçekte bu durum bizleri daha önce de tartışılan
büyük önem arz etmektedirler. Bugün www. imlâ problemine götürmektedir.
yazmalar.gov.tr internet adresindeki eserlere Anahtar Kelimeler: www.yazmalar.gov.
ulaşmak isteyen bir araştırmacı, sistemdeki toplam tr, Yazma eserler, Katalog, tarama, E-kütüphane,
208.561 esere erişebilmekte ve mevcut eserler İnternet.
Emrah BİLGİN
Günümüze kadar ülkemizde kimi kuruluşlar tarafından yazma eserlerin daha modern ve güvenilir
koşullar altında hizmete sunulmasına yönelik çeşitli projeler yürütülmüştür. Projelerin öncelikli amacı,
yazma eserlerin kataloglanması, bakımının yapılması, güvenli koşullarda saklanması, dijitalleştirilmesi ve
web aracılığıyla bilim dünyasının hizmetine sunulması olmuştur. Ancak bu çalışmalar çoğunlukla yüksek
miktarda yazma esere sahip bilgi merkezleri tarafından hayata geçirilebilmiştir.1
Klâsik Türk Edebiyatı araştırmalarında bilişim teknolojileri uygulamalarının en önemli göstergelerinden
biri de e-kütüphâne çalışmalarıdır. Bilişim dünyasındaki gelişmelere paralel olarak şekillenen e-kütüphâne
kolay tanımıyla elektronik ortamda kullanıcıya sunulan bilgi hizmetlerini içermektedir. Bu hizmetler, en basit
olarak text formatında olabileceği gibi elektronik ortamda kullanılan çeşitli protokol ve yazılımlar ile bunları
kullanan bilgisayarlar sayesinde izlenebilen metin, resim, film ve sesleri barındıran dijital materyallerdir.
Bu noktada yazma eser kütüphâneleri, bilgisayar destekli geliştirilen çalışmalarla araştırmacılara önemli
kolaylıklar sağlamaktadır. Gelinen noktada yapılan çalışmalar, öncelikle katalogların, son yıllarda da
yazmaların dijital ortama aktarılması, web tabanlı ya da paket programlardan oluşan elektronik veri
tabanları uygulamalarını içermektedir.2
Yazma eserlerin dijital ortamda görüntülenmesi, eserin mikrofilm ortamından çok daha kaliteli
biçimde kullanıcıya sunulmasını sağlamıştır. Özel ortamlarda gerçekleştirilen dijital görüntüleme tekniği ile
eserlerin cilt, tezhip, minyatür ve ebru gibi sanat özelliklerinin korunması yanında bunların sanal ortamda
kullanılmasını da mümkün kılmaktadır. Dijital teknoloji kullanımının en önemli yararı, kuşkusuz yazma
eserlerin yıpranmasını da ortadan kaldırmak olmuştur.3
Mehmet Emin Küçük, yazma eserlere ilişkin sorunları beş ana grup altında toplamış ve bu problemleri;
Örgütlenme sorunu
Kataloglama sorunu
Personel sorunu
Hizmete sunma ve yararlanma sorunu
Bakım ve restorasyon sorunu
1 Hüseyin Odabaş, Osmanlı Yazma Eserleri ve Türkiye’de Yazma Eser Kütüphaneciliği, Bilig, S 56, 2011, s. 144.
2 İlyas Yazar, “Klâsik Türk Edebiyatı Çalışmalarında Bilişim Teknolojisinden Yararlanma ve E-Kütüphâne Uygulamaları”,
72 Journal of Turkish Studies - International Periodical fort the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
www.turkishstudies.net, (Ed. Doç. Dr. Atabey KILIÇ, Arş. Gör. Sibel ÜST) Volume 2/3, Summer 2007, p. 578.
3 Yazar, a.g.m., s. 579.
www.yazmalar.gov.tr
Adlı İnternet Sitesinde Kimi Tarama Problemleri
şeklinde sıraladıktan sonra bu maddelere eserlerin günümüz Türkçesine kazandırılması ile hat, tezhib,
cilt ve kağıtçılık gibi yazma sanatlarının yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması sorunlarını da eklemiştir.4
www.yazmalar.gov.tr adresi üzerinden hizmet veren proje, Kütüphâneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü
ile Milli Kütüphâne arşivindeki eserleri kapsamaktadır. Türkiye Yazmaları Katalogu olarak görülen çalışma,
yazma eserlere ait künye bilgilerini içeren katalog kayıtlarını kullanıcıya web tabanlı sunması ve yazmanın
birebir dijital görüntüsüne şartları sağladıktan sonra yine web tabanlı ulaşılabilmesi yönlerinden değer
taşımaktadır. Böylelikle kütüphâneye ulaşım, eseri temin etme, görme, mikro filmini elde etme ve baskısını
yaptırma gibi geçmişte yaşanan pek çok güçlük ortadan kaldırılmış, hem zaman olarak hem de ekonomik
olarak önemli kazanç elde edilmiştir.5
www.yazmalar.gov.tr adresinde sitede görülen istatistiğe göre şu an sistemde görünen toplam eser
sayısı 208.561 ve görüntülü eser sayısı ise 80.579 olarak gösterilmiştir. Mevcut teknoloji kullanılarak bu
eserlerin tamamının siteye yerleştirilebilmesi, araştırmacılar için büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Ancak
yazma eserlerin dijital ortama aktarılmasında ne şekilde bir yol izlenebileceği de önemlidir. Şu an ki mevcut
sistemde önemli düzeltmelerin yapılması gerektiği görülmektedir. Bu noktada ise yapılan ya da yapılacak
çalışmanın herkes tarafından kabul edilebilecek ve her kütüphanede uygulanabilecek ortak bir yöntemi
olmalıdır.
Araştırmacılara çok önemli bir hizmet olarak sunulan bu sisteme yönelik kimi tarama problemleri
ile tarama problemleri dışında görülen kimi sorunlara dair kimi çözüm önerilerini şu şekilde sıralamak
mümkündür:
İlk olarak kütüphaneler arasında standartlaşmanın sağlanması ve yazma eser kütüphaneciliğinin tek
çatı altında birleştirilmesi gerekir.
Yazma eser kütüphanelerine alanında uzman kütüphaneciler atanmalıdır. Ancak içinde bulunduğumuz
dönemde sadece kütüphanecilik bilgisine sahip olmak yeterli değildir. Bunun yanında teknolojik araç bilgisi
ile bu araçları etkili bir biçimde kullanabilme yeteneğine de sahip olmak gerekir.
1935 yılında İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu Başkanı M. Cevdet İnançalp tarafından
hazırlanan raporda bu durumu şöyle belirtmektedir:
Bu köklü meseleler halledilmedikçe ve kütüphanecilik gibi, hocalığın çok üstünde olan ve çünkü
tarihçileri, edebiyatçıları, felsefecileri, fencileri ve binaenaleyh hocaları yetiştirecek en birinci vasıta olan
kütüphanelerimizin tasnif kadrosuna bir ilk mektep haysiyeti kadar haysiyet verilmedikçe ne türlü metottan
bahsedilirse edilsin hükmü üç gündür.6
Yazma eserler birbirinden çok farklılık ve hususiyetlerle ayrıldıkları, matbu kitaplar gibi her yerde ve
her zaman bulunabilen standart kitaplar olmadıkları ve adetleri de kaide olarak az bulunduğu için onların
uzunca tanıtımı ve tavsifi gerekmektedir. Böylece eserin bir nevi fotoğrafı verilmiş olmakta; bir başka yerde
ve zamanda görülecek benzer bir yazmanın elimizde tavsifi bulunan diğer nüsha ile aynı olup olmadığı
sadece tavsife bakılarak tahkik edilme imkânı sağlanmış bulunmaktadır.7 El yazması ya da matbu eserlerin
belirlenmesinde doldurulan bir tespit fişi vardır. Eserlerin katalog fişlerinin hazırlanması ve demirbaş kitap
kayıt deterlerine kaydedilmesi işlemleri, tesbit fişlerinden yararlanılarak kolaylıkla yapılır. Bu şablon birçok
önemli bilgiyi ihtiva eder.
Kütüphanenin bulunduğu il, ilçe adı
Kütüphane adı ve koleksiyon adı
4 Mehmet Emin Küçük, Türkiye’de Yazma Eserler Sorunu ve Çözüm Önerileri, Türk Kütüphaneciliği 13 (1), 1999, s. 42.
5 Yazar, a.g.m., s. 581-582.
6 M. Cevdet İnançalp, “Yazmaların Tasnii Hakkında Rapor”, İnternet Adresi: http://tk.kutuphaneci.org.tr/index.php/tk/
article/viewFile/60/119, s. 192. 73
7 Yusuf Ziyâ Kavakçı, İslâm Araştırmalarında Usûl, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991, s. 67.
Emrah BİLGİN
Müellif
Kitap adı
Eserin dili
Eserin cilt sayısı
Eserin telif ya da tercüme tarihi
Eserin yaprak sayısı
Eserin ölçüsü
Bir sayfada bulunan satır sayısı
Eserin kaç sütun halinde yazıldığı
Hattın cinsi
Eserdeki tezhip ve tezhibin cinsi
Eserin cildinin cinsi
Kitabın fiyatı
Eserin nereden, ne suretle ve hangi tarihte geldiği
Yazmanın tasnif numarası
Kitabın bulunduğu önceki koleksiyonda taşıdığı numara
Yazma ile ilgili açıklamalar8
İster matbu, isterse yazma eser olsun aynı şablon uygulanır ve her eser için yazar, eser ve konuya göre üç
fiş hazırlanır. Şablonda görüleceği üzre kitabın fiyatı, tasnif numarası, eski kayıt gibi bilgiler kitabın demirbaş
yönüyle ve kütüphanenin kurumsal mükellefiyetiyle ilgilidir. Ancak diğer taratan bunlar dahi klâsik
edebiyat metinlerinin nüsha tespitinde değerlendirilebilecek hususlardır.9 O halde kataloglar, eserlerin her
türlü özelliklerini içerecek şekilde oluşturulmalı, yüzeysel bilgi verilmesi yerine ayrıntılı bilgi verilmelidir.
Tarama yapıldıktan sonra tespit edilen birçok metinde esere ait kimi özelliklerin belirtilmediği, hatta kimi
metinlerde yukarıda mezkûr bilgilerin yer almadığı görülmektedir.
Eski harli yazma eserlerdeki bahsi geçen tarama problemlerinin nedenlerinden biri de henüz metinlerin
araştırmacılar tarafından aynı imlâ kurallarına bağlı kalınarak aktarılmamasıdır. Metinler incelendiğinde
araştırmacıların farklı yöntemler kullandığı görülür ki bu farklılıkların ortadan kalkması için disiplinler
arası işbirliği de göz ardı edilmemelidir.
Eser tavsilerinde ortak bir metot oluşturulmalı ve bütün eserler bir şekilde tavsif edilmelidir. Tarama
problemlerinin görünmesinde en önemli etkenlerden biri, eser tavsilerinin bir tutarlılık göstermemesidir.
Bir yapının sıkıntılı yönlerini en iyi bilen, o sistemi kullananlar olduğundan yapılacak olan çalışmalar
araştırmacılardan bilgi alınarak yapılmalı ve araştırmacılar da mevcut sistemler üzerine önerilerde
bulunmalıdır.
Kimi zaman yapılan taramada ulaşılmak istenen eserden çok daha başka sonuçlarla da karşılaşılmaktadır.
Aranan ifadenin herhangi bir eser içerisinde yer alan bir kasidenin başlığı ya da bir tür adını mı taşıdığı
yoksa bir esere ad olarak mı verildiği hususunda da problemler vardır. Eğer eser içerisinde bir bölümün ya
8 Ayrıntılı bilgi için bkz. Dursun Kaya; Niyazi Ünver, “İslamî Yazmaların Tarihçesi”, http://www.yazmalar.gov.tr/
elyazmaciligimiz_tr.php
74 9 Selami Ece, Klasik Türk Edebiyatı Araştırma Yöntemleri, Fenomen Yayınları, Erzurum 2007, s. 139.
www.yazmalar.gov.tr
Adlı İnternet Sitesinde Kimi Tarama Problemleri
da bir tür başlığının adı olup olmadığını araştırmak isteniyorsa, kimi programlarda da görülen “İçerikte
Ara” gibi bir ifade “Katalog Tarama” butonuna basıldığında açılan kısımlara eklenebilir ve bu sayede tarama
yapıldığında aranan eser adının dışında başka eser adlarının da sonuç olarak görünmesi sorunu çözülebilir.
Aranan ifade eser bilgilerinde görülen notlar kısmında arandığından “İçerikte Ara” yerine “Notlarda Ara”
gibi bir ifade de eklenebilir.
Veysî’ye ait olan “Hâbnâme” adlı eser üzerinde çalışmak isteyen bir araştırmacı, “Basit Tarama” ya da
“Katalog Tarama” butonunu tıklayarak tarama yaptığında “Habname” yazdığı zaman 10 nüshaya, “Hab-
name” şeklinde araya çizgi koyarak yazdığında ise 25 nüshaya ulaşmış olur. Fakat bu nüshaların tamamı
ayrı nüshalardır. Diğer bir deyişle iki ifade ile yapılan taramanın neticesinde erişilen bütün nüshalar farklı
farklı nüshalardır. Eser adlarının dışında yazar adlarında da aynı sorun karşımıza çıkabilmektedir. Örneğin
aynı yazar; Hoca-zâde Abd en-Nâsır, Hvâce-zâde Abd en-Nasîr b. Abd-Allâh Akşehrî, Hocâ-zâde Abdunnâsr
b. Abdullah Âkşehrî ve Hoca-zâde Abd en-Nasîr b. Abd-Allâh Akşehrî şekillerinde gösterilebilmektedir ve bu
şekilde hem eser hem de yazar adı ile ilgili çok sayıda örnek vermek mümkündür.
Bir başka örnek olarak 16. asırda yazılmış mensur bir nasihatnâme olan Abdülkerim Bin Mehmed’in
Nesâyihü’l-Ebrâr adlı eserinin nüshalarına bakıldığında şu farklı şekillerde kaydedildiği görülür:10
Risâle-i Nesâyihü’l-Ebrâr ve Makâlat-ı Müceddid
Nesâyihü’l-Ebrâr
Nasâyihü’l-Ebrâr
Risâle-i Nasâyihü’l-Ebrâr
Nasâ’ihü’l-Ebrâr
Nesâ’ihü’l-Ebrâr
Nesâyihü’l-Ebrar
Görüldüğü üzere eser adını kullanarak tarama yapacak bir araştırmacı, eserin nüshalarını bulabilmek
için zikredilen ifadelerin tamamı ile tarama yapmak zorundadır.
Yazar ve eser adının farklı şekillerde okunmasının dışında kimi zaman yanlış okunarak ya da sisteme
yanlış girilerek kaydedildiği görülmektedir. Örneğin; 47 Hk 235/1 arşiv numarası ile kayıtlı “Keştü’l-Esrâr”
adıyla sisteme girilen eserin adının biraz dikkat edilirse “Keşfü’l-Esrâr” olduğu görülür. “Keşfü’l-Esrâr”
şeklinde tarama yapıldığında bu hata, bahsi geçen esere ulaşılamamasına neden olacaktır. Bu şekilde yapılan
yanlışlıkların da yapılacak olan yeni çalışmalarda düzeltilmesi gerekir.
Eser ve yazar adı yazılışlarındaki hataların bir nedeni de günümüz Türkçesinde imlânın tam olarak
oturmamış olmasıdır. Örneğin; şairlerin şiirlerini topladıkları eser anlamında dîvân, dîvan, divân, divan,
dìvän kelimeleri günümüz araştırmacıların çalışmalarında farklı şekillerde görülür.11 Sistemde kayıtlı olan
eserlerde de bu farklılık göze çarpmaktadır.
Tasnilerde terminolojik sorunlar da vardır ve bu sorunlar yalnızca eser ve yazar adlarında değil notlar
kısmında verilen özelliklerde de gözlemlenmektedir. Mesela eser üzerine verilen notlar kısmındaki “Yazı
Türü” kimi metinlerde “Arap Neshi” kimi metinlerde ise “Arap-Nesih” şeklinde görülmektedir. Bu durumda
“Katalog Tarama” butonu üzerinden açılan pencerede “Yazı Türü” seçeneğine “Arap Neshi” yazarak tarama
yapan bir araştırmacı “Arap-Nesih” ifadesiyle kayıt altına alınmış eserlere ulaşamayacaktır.
10 Ayrıntılı bilgi için bkz. Ramazan Ekinci, “16. Asırda Yazılmış Mensur Bir Nasihat-Nâme Abdülkerim Bin Mehmed’in
Nesâyihü’l-Ebrâr’ı”, Turkish Studies - International Periodical For he Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic Volume 7/2 Spring 2012, p. 425-426.
11 Ayrıntılı bilgi için bkz. Bekir Çınar, Klâsik Türk Edebiyatı Alanında Yayımlanmış Bazı Eserlerin İsimlerindeki Yazım
Farklılıkları, “Klâsik Türk Edebiyatı Alanında Yayımlanmış Bazı Eserlerin İsimlerindeki Yazım Farklılıkları”, Turkish 75
Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 3/6 Fall 2008, p.
173-185.
Emrah BİLGİN
Tarama yapıldığında çıkan bazı metinler, kimi zaman indirilen metinle birbirini tutmayabilmektedir.
Örneğin; “Şeyh Şa’bân-ı Velî” ismiyle tarama yapıldığında, şeyhe ait olduğu düşünülen 06 Mil Yz A 576712
ve 06 Mil Yz A 5748/213 arşiv numaraları ile kayıtlı iki mevlid metninin sitede gösterilen mevlid metni ile
“indir” butonuna tıklanıldığında bilgisayara inen metinden farklı olduğu görülmektedir.14 Ancak buradaki
bir başka problem, yaşanan aksaklığın ilgililere birkaç kez iletilmesine rağmen sorunun çözümüne dair
herhangi bir adım atılmamış olmasıdır.
Eserler çözünürlüğü yüksek dosyalar şeklinde dijital ortama aktarılmalıdır. Henüz dijital ortama
aktarılmamış metinlerin yanında daha önce taranarak aktarılmış; ancak çözünürlüğü çok düşük seviyede
olan metinlerin de tespit edilerek yeniden taranması ve sisteme aktarılması gereklidir.
Tarama problemlerinin dışında belirtilebilecek farklı bir husus, klâsik edebiyat metinlerinin görsellik
bakımından kişi üzerinde yarattığı etkileyiciliği, site anasayfasının sağlayamamasıdır. Bunun için öncelikle
anasayfa arayüzünün eski harli yazma eserlerin görselliğinin de gözönünde bulundurulması ile değiştirilmesi
ve butonların daha estetik bir hale getirilmesi gerekmektedir.
Merkezlere uzak yerleşim birimlerinde kalan araştırmacılar için internet aracılığı ile tesis edilen böyle
bir sistemin büyük bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Zira İstanbul’a uzak olan bir araştırmacı, her
zaman bu şehre giderek metinleri inceleme fırsatı bulamamaktadır. Bu durum, merkezî kütüphanelere
ulaşma imkânı olmayan araştırmacılar için bahsi geçen sistemin önemini daha da artırmaktadır. Bu
yazıyla belirtilmek istenen de mevcut sistemi kötülemek değil; sadece bu sorunlara tekrar dikkat çekmek
ve çözüm önerileri sunmaktır. Araştırmacıların eserlere ulaşımını kolaylaştırmak, yapılacak çalışmaların
daha hızlı bir şekilde ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Bu nedenle üzerinde tartışma açılan siteye daha
çok yatırım yapılmalı ve zikredilen sorunlar ile diğer araştırmacıların da dile getirebileceği problemler yine
araştırmacılardan görüş alınarak çözüme kavuşturulmalıdır.
KAYNAKÇA
ÇINAR Bekir, “Klâsik Türk Edebiyatı Alanında Yayımlanmış Bazı Eserlerin İsimlerindeki Yazım Farklılıkları”,
Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 3/6 Fall 2008, p. 173-185.
ECE Selami, Klasik Türk Edebiyatı Araştırma Yöntemleri, Fenomen Yayınları, Erzurum 2007.
EKİNCİ Ramazan, “Diyarbakırlı Re’fet ve Mevlidi”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
S 1, 2011, s. 187-220.
EKİNCİ Ramazan, “16. Asırda Yazılmış Mensur Bir Nasihat-Nâme Abdülkerim Bin Mehmed’in Nesâyihü’l-
Ebrâr’ı”, Turkish Studies - International Periodical For he Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic Volume 7/2 Spring 2012, p. 423-441.
İNANÇALP M. Cevdet, “Yazmaların Tasnii Hakkında Rapor”, http://tk.kutuphaneci.org.tr/index.php/tk/
article/viewFile/60/119, s. 187-199.
KAVAKÇI Yusuf Ziyâ; İslâm Araştırmalarında Usûl, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991.
KAYA Dursun; ÜNVER, Niyazi; “İslamî Yazmaların Tarihçesi”, http://www.yazmalar.gov.tr/
elyazmaciligimiz_tr.php
12 http://www.yazmalar.gov.tr/detay_goster.php?k=132181
13 http://www.yazmalar.gov.tr/detay_goster.php?k=132234
14 Ayrıca bu numaradan indirilen metinde iki farklı eser mevcut olup her ikisi de Şeyh Şa’bân-ı Velî’ye ait değildir. Mevlitler,
Diyarbakırlı Kâmî ve Diyarbakırlı Re’fet’e aittir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ramazan Ekinci, “Diyarbakırlı Re’fet ve Mevlidi”,
76
Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S 1, 2011, s. 187-220.
www.yazmalar.gov.tr
Adlı İnternet Sitesinde Kimi Tarama Problemleri
KÜÇÜK Mehmet Emin, Türkiye’de Yazma Eserler Sorunu ve Çözüm Önerileri, Türk Kütüphaneciliği 13 (1),
1999, s. 40-49.
ODABAŞ Hüseyin, Osmanlı Yazma Eserleri ve Türkiye’de Yazma Eser Kütüphaneciliği, Bilig, S 56, 2011, s.
143-164.
YAZAR İlyas, “Klâsik Türk Edebiyatı Çalışmalarında Bilişim Teknolojisinden Yararlanma ve E-Kütüphâne
Uygulamaları”, Journal of Turkish Studies - International Periodical fort the Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, www.turkishstudies.net, (Ed. Doç. Dr. Atabey KILIÇ, Arş. Gör. Sibel ÜST)
Volume 2/3, Summer 2007, p. 573-585.
77
Cevahirü’l-Mülûk’a Göre Fatih
Doç. Dr. Halil ÇEÇEN
Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü, Diyarbakır
halilcecen21@gmail.com
Halil ÇEÇEN
Diyarbakır; tarihi geçmişi, mimari yapılarıyla önemli bir şehirdir. Bu şehir; ilim, fikir, sanat ve edebiyat
alanında yetiştirdiği büyük şahsiyetlerle de dikkat çeken müstesna bir yerdir. Şehrin yetiştirdiği önemli
simalardan biri de şair ve fikir adamı Ali Emîrî Efendi’dir. Emirî tarih, edebiyat, edebiyat tarihi, şiir yanında
yayıncılık, kütüphanecilik alanındaki gayretli, başarılı çalışmalarıyla bu şehrin medar-ı itiharı olmuştur.
Âlim ve şâirliğinin yanı sıra kitap meraklısı olan Ali Emirî Efendi’nin kitap koleksiyonu, bir kütüphane
oluşturacak kadar geniştir. Nitekim kendisi Millet Kütüphanesine on binlerce kitap bağışlayarak
kütüphanenin “Ali Emirî” bölümünü oluşturmuştur. Bu kitaplar arasında büyük bir şaheser olan Divanu
Lugati’t-Türk de vardır.
Yirminci yüzyılın Önemli tezkirelerinden olan “Tezkire-i Şu’ara-i Amid” adlı eseriyle şöhret kazanan ve
mürettep divanı olan Ali Emirî Efendi’nin en önemli eserlerinden biri de “Cevahirü’l-Mülûk”tur.
Ali Emirî, Cevahirü’l-mülûk1 (CM)’ta bütün şair padişahların şiirlerini tahmis eden Ali Emirî,
padişahların divanlarından seçtiği bazı şiirleri tahmis ederken, Fatih’e ayrı bir değer vererek, onun bütün
şiirlerini tahmis (veya tesdis) etmiştir.2
Ali Emiri, şiirlerini tahmis etmeden önce, eserin mensur ve manzum mukaddimesinde, şiirlerini tahmis
ettiği şair padişahlar hakkında geniş değerlendirmelerde bulunmuştur.
Emirî, Fatih ile ilgili değerlendirmesinde, Fatih’in ilmî ve askerî dehasına, şairliğine, bilime verilen değere
işaret eder ve her fırsatta İstanbul’un fatihi olduğuna vurgu yaparak kendisini över. Bu, Fatih’in şairliğinin
ikinci plana atıldığı anlamına gelmez. Emirî’nin Fatih’in şiirlerini tahmis ederken, başlık kısmına “ebü’l-feth”
diye başlaması, bu olaya verdiği önemi gösterir. Bir mısrada da;
Hazret-i Sultân Mehammed Hân ebu’l-feth-i be-nâm (CM, s.30)
diyerek onun fetihle anılan bir padişah olduğuna işaret eder.
Ali Emirinin mukaddimedeki Fatih ile ilgili mensur değerlendirmesi şöyledir:
“Ez-cümle hânedân-ı celîl-i Osmânînün selâtîn-i meşhûresi meyânında fezâ’il-i ilmiye vü askeriye
ve irfân u zekâ ile mümtâz ve lâsiyyemâ üdebâ vü şu’arâyı zîr-i himâye-i mehâme-i şâhânelerine alarak
bizzat yetiştirmeğe himmetle ser-firaz olan Hazret-i Fâtih gibi bir sultân-ı ekmelün kütüb-i edebiye ve
tarihiyede tahassüsât-ı celîle-i şâ’irâneleri hemân birkaç parçadan ‘ibâret olup sultân-ı müşârün ileyhün
hiçbir kütüphânede ve hiçbir kütüb-i nefîse meraklıları nezdinde dîvân-ı hümâyûnları bulunmadığı hâlde
taşralarda vâki‘ olan taharriyât-ı medîdenün iktirân eylediği tevfîkât-ı Rabbâniyeden olarak Erzurum’da
Sultan-ı müşârün ileyh hazretleriyle Kânûnî Sultân Süleymân Hân hazretlerine kadar ahlâf-ı fezâ’il-ittisâf-ı
mülûkânelerinün hurûf-ı hecâ tertibi üzre bir hayli âsâr-ı nâdire-i mülûkânelerini muhtevî ve Yavuz Sultân
Selim Hân ve Kânûnî Sultân Süleymân Hân hazerâtınun tugrâ-yı garrâlarıyla muvaşşah bir kitâb-ı nefîsü’l-
enfes-i mülûkı ele geçmiş ve bunun tatbîkât ve îzâhâtıyla tamâm-ı divân-ı hümâyûn-ı Fâtih de elde edilmiştir.”
Emirî mukaddimedeki Fatih ile ilgili manzum kısımda da Fatih’in askeri ve ilmi yönlerine değinerek
onu iktidar sahibi, büyük fatih, belagatli söyleyişi ve divanı olan, mazmun tahtının ve nazım âleminin sultanı
olarak över:
Fâtih’teki iktidâr-ı bâhir
Âyîne-i peykerinde zâhir
İstanbul (Kostantin)’u fethettiği için “ebü’l-feth” lakabıyla anılan mutlu padişahı bütün dünya
kıskanmaktadır.
Hazret-i Sultân Muhammed’dir şeh-i mes‘ûd olan
Şöhret-i bü’l-feth ile dünyâlara mahsûd olan (CM, s.33)
81
Halil ÇEÇEN
Sezâr ve Erdeşîr gibi büyük şahsiyetlere ders verecek kadar harp tekniğini bildiğini söyler. “ni‘me’l-emîr”
diyerek de, fetihle ilgili hadis-i şerife telmihte bulunur.3
Başka bir bendinde Fatih’i büyük kahraman olan Neriman’a teşbih eder:
Emirî, Fatih gibi büyük bir şahsiyeti övmeyi kendine görev sayar:
82
Cevahirü’l-Mülûk’a Göre Fatih
Fatih’in erken ölümü, fetih hedelerini yarıda bırakmıştır. Emirî’ye göre; Fatih o sene ölmemiş olsaydı
Roma’yı da fethedecekti.
Fetihleriyle meşhur olduğu kadar, “Avnî” mahlasıyla şiir yazan büyük bir edip ve şairdir.
Hazret-i Hân Muhammed’dir ebü’l-feth-i edîb
Ced-be-ced pâdişeh-i a‘zam-ı taht-ı pür-zîb
sözleriyle şairliğini över. Gerçi şair saki ve şaraptan bahseder; ancak hangi sakiyi, hangi şarabı, hangi
bülbül ve gülü, hangi hazan ve baharı kastettiğini herkes anlamaz. Bunu sadece uyanık olan ariler anlar.
Emirî, bu sözlerle Fatih’in şiirlerinin derin manalar taşıdığına işaret eder:
Gerçi bahs-ı sâki vü sahbâ eder ol tâcdâr
Hangi sâkî hangi sahbâdır murâd-ı şehriyâr
Hangi bülbül hangi gül hangi hazân hangi bahâr
Fehm eder bu sırrı ancak ‘ârifân-ı hûşyâr (CM, s.41)
Fatih Sultan Mehmet, nükteli sözler söyleyen, kahraman, faziletli, gazi, aynı zamanda adaletli bir
padişahtır:
O belagat ikliminde bir cevher gibi ortaya çıkmış, fesahat âleminde de bir yıldız gibi parlamıştır:
Emirî;
Emirî; Fatih’i Hz. Ali’ye, sözlerini ise Ali’nin kılıcı Zülfikâr’a benzetir:
Fatih’in şiirlerinden, sevgililerinin gayr-ı müslim olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Beyoğlu
semtini almadan önce;
diyerek o semte karşı olan özlemini dile getirmek için bu nazmı söylediğini belirten Emirî, bunun da,
sonunda Allah tarafından ihsan edildiğini yazar.
Fatih, şair ve âlim kişiliğinin yanında takva sahibi bir kişiliğe sahiptir. Emirî onun için veli ifadesini
kullanır:
Emirî;
beytini delil göstererek, aşkın Fatih’i deli ettiğini, ancak, bu delilikten memnun olduğunu dile getirir:
Herkesin sığınıp itihar ettiği Fatih, Allah’ın âleme rahmet olarak gönderdiği bir şahsiyettir:
Ali Emirî, İstanbul’un fethiyle ilgili hadis-i şerifi hatırlatarak Peygamber’in Fatih’i ululadığını, onun
övgüsüne mazhar olan soyu yüksek bir padişah olduğunu söyler:
Hz. Peygamber’in verdiği müjdenin feyzine nail olma aşkıyla büyük fethi gerçekleştirmiştir:
Fatih cömert bir padişahtır. Dağ kadar gam olsa da, cömertliği yanında, bir zerre gibi kalır. Ancak o
haksızlık yapılmasına da karşıdır ve Emirî’nin deyimiyle bir yudum haksızlık bir deniz gibi olur:
Ülkeler fetheden Sultan Mehmet, kudret hazinesinin gece parlayan yakutu ve Allah’ın yeryüzündeki 85
gölgesidir.
Halil ÇEÇEN
Emirî; “Sultanlar Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” hadisine temas ederek, Fatih’in bu yolda atalarının
itiharına nail olduğunu yazar:
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür kaidesince, Fatih’in sözleri de sözlerin büyüğüdür. Emirî, Fatih’in
ahlakının güzelliğini de zikretmeden geçememiştir:
Aslana benzetilen Fatih, hakikat dünyasında çölleri ve dağları dolaşmakta, bir şarap dilencisi olarak
rintlik yolunda inciler saçmaktadır. Ali Emirî Fatih’in rintçe şiirler yazdığını ve aşk kahramanları olan
Mecnun ve Ferhat gibi aşk çöllerine düştüğünü söyler:
Fatih’in gazellerinde, rintçe unsurlar yanında tasavvufî unsurlar da mevcut olup okuyana zevk
vermektedir;
Bazen ilahi aşkını saklamadan, açık bir şekilde dile getirdiğini görmek de mümkündür:
Divanda hükümdarlığı yansıtan beyitler de vardır. Emirî, bu konuya açıklık getirdiğini söylediği bir
beytini de örnek göstererek şöyle der:
Fatih, zamanın akıp geçtiğini, dolayısıyla, fani olan bu dünyanın rahat yeri olmadığını söyler. Emirî de,
şairin bu görüşünü tesdis ettiği şu beytine dayanarak dile getirir:
Emirî, divanı bitirirken, “onun içiminin sonunda misk vardır”4 (K. 83/26) mealindeki ayete işaret
ederek, divanını tahmis ve tesdis edip güzel bir şekilde bitirdiğini söyler;
ÖZET
Günümüzde birçok alan için bilgisayar kelime işlemcilerdir. Günümüzde kelime işlemci
kullanımı neredeyse zaruri hâle gelmiştir. uygulamalarında farklı alfabe kullanımı, dizin
Akademik alandaki çalışmalarda da bilgisayar hazırlama gibi işler kolaylıkla yapılabilmektedir.
teknolojisinden faydalanılmaktadır; zira dil ve Resim programları, yazma metnin tıpkıbasımını
edebiyat araştırmalarında bilgisayar teknolojisi oluştururken faydalı olabilir. İnternet uygulamaları
bazı kolaylıklar getirmiştir. Eski Türk Edebiyatı ise alanla ilgili bibliyografya, katalog ve yazma eser
araştırmalarında ise bilgisayar ve internet veritabanlarına ulaşmamızı sağlar.
uygulamalarından istifade edilmektedir. Ancak söz
konusu uygulamaların bir kısmı etkin bir şekilde Anahtar Kelimeler: Eski Türk Edebiyatı,
kullanılmamaktadır. Eski Türk Edebiyatı alanında Bilgisayar, Kelime, İşlemciler, Resim Programları,
araştırmacıların en çok kullandığı uygulamalar Elektronik Kaynaklar
Mehmet Korkut ÇEÇEN
Bilgisayar teknolojisi, günlük hayattaki işlerden bilimsel çalışmalara kadar birçok alanda fayda ve
kolaylık sağlar. Sosyal bilimlerde genellikle yazı, resim, tablolama, veri tabanı gibi uygulamalar kullanılır.
İnternet ise haberleşmeye imkân vermesi yanında bilgiye ulaşmayı sağlar. Eski Türk Edebiyatı alanındaki
akademik araştırmalarda, özellikle kelime işlemci (yazı) programlarından istifade edilmektedir. Kelime
işlemcilere ilave olarak tablolama, resim işleme gibi diğer uygulamalar ve internet uygulamalarının etkin bir
şekilde kullanılması Eski Türk Edebiyatı alanındaki akademik çalışmaları kolaylaştıracaktır. Bu çalışmada,
ofis uygulamaları ile elektronik kaynakların araştırmacılar için sunduğu imkânlar ve bu imkânların etkin bir
şekilde kullanımına dair bazı düşünceler ifade edilecektir.
1. KELİME İŞLEMCİLER
Eski Türk Edebiyatı araştırmalarında, kelime işlemciler yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Önceden
kelime işlemcilerin bazı eksikleri bulunmakla birlikte gelişen teknoloji ile bu eksikler giderilmeye çalışılmıştır.
Pratik kullanım için komutlar oluşturulmuş ve bu komutların ikonları bilgisayar ekranından rahatlıkla
ulaşılır hâle getirilmiştir. Eski Türk Edebiyatı araştırmalarında kelime işlemcilerin etkin kullanımına dair
bazı hususiyetler şu şekilde sıralanabilir:
a. Farklı Alfabelerin Kullanımı
Eskiden kelime işlemcilerde Latin alfabesi ile Arap alfabesinin aynı program içinde kullanımı mümkün
değilken ya da ek programlar ile düzensiz bir şekilde kullanım sağlanırken şu an Latin, Arap alfabesi yanında
yazısı değişik başka alfabeler de sağlıklı bir şekilde kullanılabilmektedir1:
Eski Türk Edebiyatı اسكى تورك ادبياتى
b. Transkripsiyon Fontu
Transkripsiyon fontu metin neşri çalışmalarında kullanılmaktadır. Ancak, yeterli miktarda
transkripsiyon fontu bulunmamaktadır. Piyasada bulunabilen eski transkripsiyon fontları bazı eksiklikleri
bulunan, ibtidaî ve standart olmayan fontlardır. Tez ve makalelerde genellikle “Times New Roman” ve
“Arial” fontunun kullanılması istenmektedir. Bu paralelde yaygın olarak transkripsiyon için kullanılan
“Times Turkish Transcription” fontu “Times New Roman” benzeridir; ancak italik (eğik) yazı kullanımında
“Times New Roman” fontu gibi dolgun olmadığından fazla eğik gibi durmaktadır. Ayrıca estetik görüntü
açısından “Times New Roman” kadar başarılı değildir.
Times New Roman - Times Turkish Transcription
Buna rağmen “Times Turkish Transcription” standartlara uyması ve bilgisayar sistemleriyle uyumlu
olması bakımından iyi bir fonttur. Ancak tez ve kitap yazımında kullanabilecek farklı transkripsiyon
fontlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun için Font Maker, Font Manager gibi programlardan istifade
edebiliriz veya teknik destek alabiliriz.
c. Dizin
Metin neşri, metin tahlili gibi bilimsel çalışmalarda dizinin bulunması çok önemlidir. Çalışmada geçen
1 Windows tabanlı sistemlerde Arap alfabesinin kullanımını etkinleştirmek için “Denetim Masası”ndan “Tarih, Saat, Dil
ve Bölgesel Seçenekler”e girilecek; çıkan pencerede “Başka dil ekleyin” sekmesine girilecek ve böylece “Bölge ve Dil
Seçenekleri” penceresine ulaşılacaktır. Burada “Ek dil desteği” sekmesindeki “Karmaşık komut dosyası ve (Tay Dili
dahil) sağdan sola dillerin dosyaları yüklensin” ifadeleri bulunan kutucuk üzerine tıklanarak “Ek Dil Desteği Yükle”
penceresi ekrana gelecektir. “Tamam” butonuna basılmak suretiyle işlem başlatılırken, Windows sistem CD’si de
bilgisayarda takılı olmalıdır. Gerekli dosyaların yüklenmesinin ardından bilgisayar yeniden açıldığında, yazı yazılabilen
bütün programlarda yeni yüklenen alfabeler kullanılır hâle gelir. Sözü edilen işlemle bütün sağdan sola yazılan diller
sisteme dahil edilmiş olur, ancak bundan sonra, dil çubuğunun ayarlar sekmesinden “Ekle” butonuna basılması ile yeni
diller (Arapça, Farsça vb.) seçilerek, bu dillerin çubukta gösterilmesi sağlanır. Ülkemizde Windows sisteminin kullanımı
90 yaygın olduğundan sadece bu sisteme dair bilgiler verilmiştir. Macintosh işletim sistemlerinde çalışan gelişmiş kelime
işlemciler ise Windows sisteminden çok daha önce çoklu dil desteği vermekteydi.
Eski Türk Edebiyatı Alanında Bilgisayar Teknolojisinin
Kullanımına Dair Bazı Düşünceler
bir sözcüğü veya kavramı ancak dizin yardımıyla kolaylıkla bulabilmekteyiz. Dizin olmadığı taktirde eserin
baştan sona okunması gerekir ki bu hem zaman hem de emek açısından kayıp olacaktır. Ayrıca, Eski Türk
Edebiyatı alanındaki araştırmacılar zaten Arap harli metinleri orijinalinden okuyabilmektedir. Dolayısıyla
dizin eklemek suretiyle çalışma daha bilimsel hâle getirilecek ve araştırmacılara kolaylık sağlanacaktır.
Dizin birkaç şekilde olabilir. Tam dizin: Bütün söz varlığının dizinde yer almasıdır. Böylece edîbin
bütün söz varlığı ortaya çıkarılmış olur.
Sistematik dizin: Özel adlar, yer adları, eser adları ve kavramların ayrı başlıklar hâlinde dizinlerinin
yapılması.
Tahlilî dizin: Eski Türk Edebiyatı incelemelerine yönelik belirli kavramların belirli başlıklar altında
toplanıp dizin hâline getirilmesi. Örneğin “insan” başlığı altında “sevgili” alt başlığı ve bu alt başlık altında
“sevgilinin güzellik unsurları” başlığının bulunması. Bu alt başlık içerisinde ise kaş, göz ve bunlara ait farklı
sözcüklerin sayfa numaralarını vermek suretiyle dizin yapılabilir.
Eski Türk Edebiyatı çalışmalarındaki dizinlerde söz varlığının anlaşılması ve üslup çalışmaları açısından
bir sözcük ve bu sözcüğe ait tamlamalar aslî şekilleriyle alınmalı, tamlamalar bölünmemelidir. Örneğin,
Bakî Divanı’nın dizinini oluşturacak olsaydık, “bûy” sözcüğü altında “bûy-ı hulk, bûy-ı gül, bûy-ı müşgîn-i
zülf, bûy-ı bahûr-ı Meryem, bûy-ı dil-âvîz, bûy-ı cûd u canber, bûy-ı zülf-i dil-rübâ” gibi tamlamalar yer
alırdı.
Windows Ofice’in kelime işlemcisi Word’ün “Başvurular” sekmesinde “Dizin Ekle” butonuna
basınca açılan percerede yer alan “Girdi İşaretle” ile metin içinden seçilen kelimeler dizine eklenir. Kelime
işlemcilerde bulunan dizin hizmeti dışında da müstakil dizin programlarından istifade edilebilir.
Dizin ne zaman yapılmalı? Çalışmanın tamamlanmasından sonra hazırlanan dizinden sonra çalışmaya
yapılacak olan herhangi bir ekleme neticesinde sayfaların kayma ihtimali vardır. Böyle bir kayma olursa
dizindeki herhangi bir sözcüğün sayfa numarası da eski sayfa sırasına göre olacaktır ve bu sözcük dizinin
gösterdiği sayfada yer almayabilir. Bu ihtimalleri göz önüne alarak dizin, çalışma tam olarak bittiğinde
yapılmalıdır.
d. Eski Harli Metinlerin Tıpkıbasımı
Yazma ve matbu eserlerin tıpkıbasımı zaman zaman yapılmaktadır. Eski Türk Edebiyatı alanında
yapılan çalışmalarda, yazma ve matbu eserlerin çalışmanın sonuna eklendiği olur. Bu metinler okunabilir
olmalıdır. Aşağıda, bir yazmanın üç sayfası yan yana getirilerek oluşturulan tıpkıbasımın bir sayfası örnek
olarak gösterilmiştir:
91
Mehmet Korkut ÇEÇEN
Bu örnekte görüleceği üzere orijinal metin oldukça küçük ve okumaya elverişli değildir. Bunun yerine
bir yaprak, hatta tek bir sayfanın, çalışmanın bir sayfasında yer alması metnin okunaklı olması ve metinden
istifade edilmesi açısından yerinde olacaktır.
Bazı yazma eserlerin rengi açık kahve tonda olabilir. Böyle bir metnin siyah beyaz yazıcıdan
çıkarılması veya tek renkle matbaada basılmasında yazmanın rengi koyu gri renkte olacak ve çok okunaklı
olmayacaktır. Aşağıda Riyazî Tezkiresi’nden koyu renkli bir yaprak görülmektedir:
92 Basit bir resim programıyla yapılacak olan küçük bir işlemle zemin rengi açık renkli hâle getirilebilir.
Eski Türk Edebiyatı Alanında Bilgisayar Teknolojisinin
Kullanımına Dair Bazı Düşünceler
Örneğin yukarıdaki resim, Microsot Ofice Picture Manager programında açıldığında, program ekranında
yer alan “Otomatik Düzelt” butonuna basmak suretiyle resmin zemin rengi açık hâle getirilebilir.
Genel olarak bu işlem basit bir resim programındaki “parlaklık ve karşıtlık” ayarlarıyla düzeltilebilir.
Örneğin Picture Manager’da “Resimleri Düzenle” bölümünden “parlaklık ve karşıtlık” seçilerek “Orta Ton”
ayarlarından zemin rengi istenilen oranda açık veya koyu hâle getirilebilir.
Şu örnek ise İbrahim Hâlet Bey Divanı’nın son yaprağıdır:
93
Soldaki sayfa cilde denk geldiğinden koyu renktedir ve yazıcıdan koyu renkte çıkacaktır. Resim
Mehmet Korkut ÇEÇEN
programındaki kırpma komutuyla soldaki sayfa ortadan kaldırılabilir ya da paint programıyla koyu renkli
kısımlar silinebilir:
dosya olarak YÖK Ulusal Tez Merkezi veritabanına eklenmektedir. YÖK bir süre önce, 2006 yılından önce
hazırlanmış olan tezlerin genel ulaşıma açılabilmesi için üniversitelere ulaşım izni formu göndermiştir.
Bilimsel çalışmaların ulaşılabilir olması gerektiğinden dosya erişimi izninin verilmesine özen gösterilmelidir.
Kültür Bakanlığı e-kitap projesi de Eski Türk Edebiyatı araştırmalarına kaynak teşkil etmektedir.
Metin bankası projesi Eski Türk Edebiyatı için önemli bir çalışmadır. Şairlerin veya yazarların eserlerinin
elektronik ortama aktarılması bilimsel araştırmalar için oldukça faydalıdır. Bu proje “metinambarı” adıyla
geliştirilmeye devam etmektedir. Bu projedeki dosyalar word dosyası hâlindedir ve tarama yapmaya
müsaittir.
Ancak Metin Bankası Projesi ve ileride yapılacak olan başka projelerde metin neşri dosyalarının orijinal
hâliyle pdf dosyasına dönüştürülmesi teşvik edilmelidir. Pdf dosyası olarak kaydedilen çalışmalar, yapılacak
araştırmaları kolay hâle gelecektir. Orijinal çalışmanın pdf dosyasına dönüşmesi ile çalışmadan kaynak
göstermek de mümkün olacaktır.
b. Bibliyografya ve Kataloglar
Elektronik ortamdaki bibliyografya ve kataloglar öncelikle CD ortamında taranabilir veritabanı hâlinde
oluşturulmuştur. Bu tarzdaki ilk çalışmaları Kültür Bakanlığı hazırlatmıştır:
Millî Kütüphane Eski Harli Basma Eserler Bibliyografyası 1584-1986
Cumhuriyet Dönemi Makaleler Bibliyografyası
Türkiye Yazmaları Toplu Kataloğu (TÜYATOK) (CD 1-2-3)
2004 yılından itibaren başta TÜYATOK, İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Kataloğu,
Millî Kütüphane Yazma Eserleri olmak üzere, yurt içi ve yurt dışı yazma eser ihtiva eden kütüphanelerin
katalogları www.yazmalar.gov.tr sitesinde veritabanı hâline getirilmiştir. Sözü edilen sitede eser ve yazar/şair
adı taranabildiği gibi bazı metinler telif ücretini ödemek suretiyle kaydedilebilmektedir.
Resmî ve özel kütüphanelerin internet ortamındaki katalogları da geliştirilmeye devam etmektedir. Bazı
kütüphanelerin internet adresleri şu şekildedir:
Millî Kütüphane, www.mkutup.gov.tr
Millî Kütüphane Başkanlığı Süreli Yayınlar Bilgi Sistemi, http://sureli.mkutup.gov.tr
Beyazıt Devlet Kütüphanesi, www.beyazitkutup.gov.tr (Hakkı Tarık Us Süreli Yayınlar Kataloğu dahil)
Türk Dil Kurumu, www.tdk.gov.tr
Türk Tarih Kurumu, www.ttk.gov.tr
Bunlardan başka nadir eser ihtiva eden yerli ve yabancı kütüphanelerin internet üzerindeki sayfalarından
katalog taraması yapılabilmektedir.
Prof.Dr. Hatice Aynur’un hazırlamış olduğu Eski Türk Edebiyatı Bibliyografyası’nın alanımıza büyük
katkısı olmuştur. Bu zahmetli çalışma bir süredir www.osmanliedebiyati.com sitesinde hizmet vermektedir.
İlgili sitede Eski Türk Edebiyatı’na dair literatür taraması kolaylıkla yapılabilmektedir. Alanla ilgili yeni
yayınlar düzenli olarak sözü edilen siteye kaydedilmesiyle bibliyografya etkin bir şekilde kullanılacaktır.
c. Sözlükler
Türk Dil Kurumu çok uzun bir çalışma sonucunda “Büyük Türkçe Sözlük” projesini www.tdk.gov.tr
adresine taşıdı. Bu çok faydalı çalışma sessiz bir devrim niteliğindedir. Kurum tarafından hazırlanmış olan
birçok sözlük elektronik ortamda taranabilir vaziyete getirilmiştir. http://tdkterim.gov.tr/bts/ adresinden
de ulaşılabilen sözlükte tarama sözlüğü, derleme sözlüğü ve farklı disiplinlere ait sözlükler aynı anda 95
taranabilmektedir.
Mehmet Korkut ÇEÇEN
Osmanlı Türkçesi sözlüklerinin elektronik ortama aktarılması ise henüz amatör olarak devam
etmektedir. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Lügat’i, Mehmet Kanar’ın Osmanlı Türkçesi Sözlüğü
amatör çabalarla pdf hâline getirilmiştir. Redhouse ve Steingass gibi ihtisasa yönelik sözlükler ise resim
olarak elektronik ortama alınmıştır; ama resim dosyalarında karakter tanıma özelliği bulunmadığından
anılan sözlüklerin kullanımı zorluklar taşımaktadır. İhtisasa yönelik sözlüklerin pdf hâline getirilmesi
faydalı olacaktır. Ancak bu tür çabalar amatör mahiyette olacaktır. Türk Dil Kurumu, Osmanlı Türkçesi
sözlüklerini, kendi sözlük veritabanına aktarabilirse, bu çalışma bilim dünyası için büyük bir hizmet olur.
Öncelikle kurum tarafından yayınlanan Osmanlı Türkçesine dair sözlüklerin elektronik ortama aktarılması
ile işe başlanabilir.
SONUÇ
Eski Türk Edebiyatı araştırmalarında bilgisayar ve internet uygulamalarından istifade edilmesi, alana
ilişkin çalışmalara kolaylıklar getirecek ve büyük katkılar sağlayacaktır. Bu nedenle alanla ilgili elektronik
kaynakların ve internet uygulamalarının tanınması gerekmektedir.
Bazı uygulamalar bilgisayar işletmenliği bilgisini gerektirebilir. Bunun için bilgisayar uygulamalarını
kullanmaya başlamak tecrübe kazanmak için atılan ilk adım olabilir. Dil ve edebiyat araştırmalarında
bilgisayar teknolojisini kullanmaya yönelik lisans son sınıf veya yüksek lisans programlarında “Bilgisayar
Destekli Dil ve Edebiyat Araştırmaları” dersi konulabilir ve bu hususta teknik programlardan destek
alınabilir. Ayrıca akademisyenlerin dil ve edebiyat araştırmalarında bilgisayar kullanımına yönelik çalıştay
ve seminerler düzenlenebilir.
96
Ali Emirî Efendi’nin
Âmid-i Sevda Mecmuası
Arş. Gör. Seher ERDOĞAN ÇELTİK
Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı, Ankara
sseherdogan@yahoo.com
ÖZET
Türk edebiyatına ve kültürüne önemli katkıları için çıkarılmış izlenimi verir. Diyarbakır ile ilgili
olan Ali Emirî Efendi, toplam üç adet süreli yayın yazılara ve çoğunluğu Diyarbakırlı olan şair, yazar
çıkarmıştır. Bunlar “Osmanlı Tarih ve Edebiyat vb. önemli şahısların yazılarına yer verilmesi bunun
Mecmuası”, “Tarih ve Edebiyat Mecmuası” ve kanıtıdır.
“Âmid-i Sevda”dır. Osmanlı Tarih ve Edebiyat ile
Bu çalışmada Ali Emirî Efendi’nin Âmid-i
Tarih ve Edebiyat Mecmuaları birbirinin devamı
Sevda adıyla çıkardığı mecmuası incelenecektir.
niteliğindedir. Bu iki dergide daha çok edebiyat ve
tarihle ilgili yazılara yer verilmiştir. Âmid-i Sevda ise Anahtar Kelimeler: Ali Emirî Efendi, Âmid-i
memleketi Diyarbakır’a olan vefa borcunu ödemek Sevda, Türk edebiyatı, Diyarbakır, Şiir, Tarih, Dergi
Seher ERDOĞAN ÇELTİK
Giriş
Ali Emirî Efendi, Türk kültür tarihine büyük hizmetleri olmuş bir aydındır. Gerek kütüphanesi
gerek Divanu Lügati’t-Türk’ü bulması ve gerek Kitâbü Câmi’i Envâ’i’l-edebi’l-fârisî’yi tanıtmasıyla ilkleri
başarmıştır. Bütün ömrünü ilme ve kitaplarına adamıştır.
Ali Emirî Efendi memleketinde, zengin bir kültür atmosferi içinde yetişmiştir. Edebiyatın yüzünü
yenileşmeye döndüğü bir dönemde yaşasa da yetiştiği kültürel atmosferin etkisiyle geleneğin izlerini
sürmeye devam etmiştir. Yayınladığı dergilerde bu atmosferi yaşatmaya çalışır. Dergileri edebî bir okul
olarak görmüş, dergi sayfalarını nazirelere açmıştır.
Ali Emirî vatan ve milletine faydalı olmak için dergiler çıkarır. Bunlardan ikisi Osmanlı Tarih ve Edebiyat
Mecmuası, Tarih ve Edebiyat Mecmuası’dır. Söz konusu iki dergi tarafımızdan daha önce incelenmiştir
(Erdoğan Çeltik 2007). Bunlarda daha çok tarih ve edebiyatla ilgili konular üzerinde durur; çok sayıda
şiir ile bu şiirlere yapılan nazireler yayımlanır. Çıkardığı bir diğer dergi ise Âmid-i Sevda’dır. Bu dergiyi ise
memleketini faydalı olmak, Diyarbakır tarihi ve kültürünü araştırmak için çıkarmıştır.
Bu çalışmada Âmid-i Sevda dergisi çeşitli yönlerden tanıtılacak, onun edebiyatımıza katkıları tespit
edilmeye çalışılacaktır.
Derginin Yapısı
Âmid-i Sevda, Ali Emirî Efendi’nin çıkardığı küçük bir dergidir. İmtiyaz sahibi ve müdürü Şükrü-i
Âmidî’dir.
Altı sayı çıkan dergi toplam 96 sayfadır. Her sayı bir forma; yani 16 sayfadır. Sayılar birbirinin devamı
şeklinde numaralandırılmıştır, ilk sayı 1 ile başlamış son sayısının son sayfası 96 ile bitmiştir.
Dergi yayın hayatına 7 Şubat 1324 (20 Şubat 1909)’te başlar. 7 Mayıs 1325 (20 Mayıs 1909)’te yayınlanan
altıncı sayı ile yayın hayatından çekilir. Âmid-i Sevda, «Her on beş günde bir neşrolunur ilmi, fenni, ictimâi,
edebi gazetedir.» ibaresi ile yayınlanır. Derginin çıkış tarihleri şunlardır: Birinci sayı 7 Şubat 1324, ikinci sayı
23 Şubat 1324, üçüncü sayı 10 Mart 1325, dördüncü sayı 26 Mart 1325, beşinci sayı 16 Nisan 1325 ve altıncı
sayı 7 Mayıs 1325’te yayımlanır.
Derginin nüshası 50 para olup aboneliğin Osmanlı sınırları içindeki memleketler için seneliği yarım, altı
aylığı bir çeyrek Osmanlı parasıdır. Ecnebi memleketler için posta ücretinin ilave edileceği bildirilmektedir.
İlan ücreti satır başına 60 para olarak belirlenmiştir.
“Vatan ve milletin menafi’ine hâdim ve mesleğimize muvâfık âsâr maal- memnuniye kabul” edilecek,
yayınlanmayan eserlerin iadesi yapılmayacaktır.
Derginin kapanması ile ilgili herhangi bir yazı ya da bilgiye rastlanmaz. Altıncı sayının Sultan
Selim Han-ı Evvel Hazretleri başlıklı yazısının sonuna “mâbâdi var” ibaresi konulmuş olsa da başka sayı
çıkmamıştır. Zaten derginin ilk sayılardaki düzeninin son iki sayıda bozulmaya başladığı, özellikle son iki
sayıda bir sıkıntı olduğu görülür. Daha önceki sayılarda edebiyat başlığı altında yer alan şiir ve nazireler
yerini sadece nesir yazılarına bırakır.
Derginin adı, Şükrü Bey’in Âmid adına imtiyazını alması neticesinde Âmid-i Sevda olarak belirlenir. Ali
Emirî Efendi, Şükrü Bey’in Âmid isminde ısrarının sebebini şöyle açıklarken derginin kapsamı hakkında
da bilgi verir:
“İşte Şükrü Bey biraderimizin gazetelerini Âmid nam tevsîm etmesindeki birçok fevâidden başka
binlerce meşâhir-i fuzalâmızın namlarını ihya eylemek gibi bir hamiyeti de ifa ediyorlar ki bilhassa vatan
namına şayan-ı takdirdir. Âmid şehri dört yüz seneden beri Diyarbekir şehrinin merkezi ve Diyarbakır ise
kadim coğrafya kitaplarında hududu gösterildiği üzere Elcezire ve Kürdistan kıtalarının aksâm-ı cesîmesini
şâmil ve hatta Ebubekir Behram-ı Dımışkî’nin Coğrafya-yı Kebîr kitab-ı muteberine nazaran Basra
Körfezi’ne kadar vâsıl olduğundan artık Âmid’imizin vaktiyle cevelangâh-ı medeniyet olan nasıl bir kıta-i
mübarekenin ahval ve âsâr ve sanayî ve meşâhirinden bahsedeceği vâreste-i tafsîldir.” (1/2-3)
Ali Emirî Efendi, bir toplumun köklerini bilmesi, araştırması gerektiğini savunur. Dergiyi buna
hasretmiş gibidir. Âmid tarihine ve Âmid’de doğan ve Âmid’e hizmet eden âlim ve fâzıllar gibi önemli ve
tarihî şahsiyetler hakkında tafsilatlı bilgilere dergide çokça yer verilir:
“İşte memleketimizi ta’mîk ve ensâbımızı tedkik ve ahlakımızı ıslah edecek olursak mefâhir-i kadîme-i
vazifemizle her zaman itihar edebiliriz.
Biz vatanımızı kemal-i hüsn-i niyetle îmâra gayret ve hususiyetle bunun mevkûf-ı münevveri olan
ahlakımızı ıslah için sarf-ı nakdîne-i gayret etmezsek o eslâf-ı nâciyyenin ahlâfıyız diye itihar edemeyiz zira
(Kâle yâ Nûh innehü leyse min-ehlike innehü amelün gayr-i sâlih) nas-ı celîli bu müddeâyı kesmiş atmıştır.
Âmid şehrinin bu münasebetle Âmid Gazete’sinin râbıta-i hakîkiyesi yalnız Diyarbakır ve Elcezire ve
Kürdistan kıtalarından da ibaret değildir.
Silsile-i ensâbımızı ta’mîk eyledikçe görüyoruz ki Hindistan’dan, İran’dan, Yemen’den, Dersaadet’ten
ve memâlik-i Osmâniye’nin umum şehirlerinden Âmid şehrine birçok meşâhir gelerek tavattun etmiş ve
Âmid’den de o memleketlere birçok fuzalâ azîmet ederek oralarda şehrimize mensup birçok silsileler zuhûra
gelmiştir.
Gazetemiz bu cihetlere de silsile-i revâbıtını irâe edecektir.” (1/ 5)
Böyle bir derginin çıkarılmasına vesile olan Şükrü Bey’e teşekkür eden yazar edip, kalem erbaplarından
dergi için yazılar ve yardımlar beklediğini ifade etmektedir:
“İşte bu kıta-i kadîmenin merkezi bulunan bir memleket namına gazete zuhûruna bâdi olan Şükrü Bey
kardeşimize borçlu olduğumuz teşekkürâtı ifâ ile beraber gerek Âmid gerek Elcezire ve gerek Kürdistan
kıtalarının bugünkü günde mevcut ve meşhur olan üdebâ ve hutebâ ve fuzalâsının mensur ve manzum
nâfi’eserlerine ve gerek yukarıda silsile-i revâbıtını beyan eylediğimiz umum üdebâ-yı cihan-ı ihvânımız
tevhîd-i insaniyet ve tevsîk-i revâbıt-ı hukuk ve muhabbet hususundaki ekâr ve hakîmânelerine Şükrü
Bey biraderimiz Âmid ceridesinin her sahifesini güşâde ve âmâde bulundurduğundan birçok erbâb-ı
kalemin bizimle hem-âhenk-i hamiyet ve hakikat olmak hususundaki muavenet ve himmetlerini dirîg
buyurmayacaklarını ümid ederim.” (s. 6)
Şiir
Dergide müstakil olarak toplam 53 şiir yayınlanmıştır. Ayrıca “Âmid Şehrinde Vaktiyle Bir Milyon Kırk
Bin Cilt Kitabı Havi Cesim Bir Kütüphane” (3/33-39) ve “Vatan Muhabbeti, Sa’y ve Gayret, İlm” (4/ 49-55)
makalelerin sonunda Ali Emirî’nin kendine ait birer gazeli vardır. Bunlar da ilave edilirse şiir sayısı 55’e
ulaşır. Yayınlanan şiirlerin tümü Divan şiiri tarzında kaleme alınmıştır. Genelde bir gazel yayınlanmış ve
devamında da bu gazele yapılan nazirelere yer verilmiştir.
Şiirlerin 51 tanesi gazel şekliyle yazılmış olup 42 tanesi naziredir. Kanuni Sultan Süleyman ve Bergamalı
Cevdet’e ait olmak üzere iki tane tahmis vardır. Bursalı Eşref Paşa’nın bir tarih kıtası ve Ali Emirî’nin de bir 99
tarih kasidesi vardır.
Seher ERDOĞAN ÇELTİK
Dergide yayınlanan şiirlerde kullanılan vezinler ve kaç kez kullanıldığı şu şekilde tablolaştırılabilir:
Fâilâtün mefâilün fa’lün 18
Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilâtün 17
Mefâîlün mefâîlün mefâîlün 14
Fâilâtün fâilatün fâilün 2
Fâilâtün mefâilün mefâilün fa’lün 1
Mef ’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 2
Mef ’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 1
“Âmid Şehrinde Vaktiyle Bir Milyon Kırk Bin Cilt Kitabı Havi Cesim Bir Kütüphane” (3/33-39) ve
“Vatan Muhabbeti, Sa’y ve Gayret, İlm” (4/ 49-55) adlı makalelerin sonunda yer alan Ali Emirî Efendi’ye ait
gazeller hikemî tarzdadır.
Dergide yayınlanan şiirlerden 45 tanesi âşıkâne, üçü hiciv, ikisi tasavvufî ve biri de hamasi içeriklidir.
Şair Kadrosu
Dergide 37 şairin şiirine yer verilmiştir. 9 tane ile en çok yayınlanan şiir Ali Emîrî’nin kendisine aittir.
Üç şiirle ikinci sırayı Bayezid Cami-i Şerifi mücîzlerinden Bergamalı Cevdet alır. Daha sonra ikişer şiirle
Ahkar-ı Mekkî, Debreli Mehmet Besim, Fâik Reşâd, Süleyman Nazif ve Şükrî-i Âmidî gelmektedir. Bu
şairlerden 13 tanesi Diyarbakırlıdır.
Dergide şiirleri yayınlanan şairleri, şiir sayılarıyla beraber alfabetik olarak şöyle sıralamak mümkündür:
Ali Emirî (9)
Adıyamanlı Rif ’at Baba
Ahkar-ı Mekkî (2)
Avnî-i Âmidî Esbak Müdür-i Evrâk-ı Vilayet-i Diyarbakır
Bayezid Cami-i Şerifi mücîzlerinden Bergamalı Cevdet (3)
Bursalı Eşref Paşa
Davut Paşa İdadisi ve Toptaşı Rüştiye-i Askeriyesi muallimlerinden A. İhyaeddin (2)
Debre-i Bâlâlı Mehmet Besim (2)
Fâik Reşâd (2)
Fatih Sultan Mehmet
Abdülfettah Fethi-i Âmidî
Fethullah Feyzi-i Âmidî (Muallim)
Florinalı Nazım
Hâkî
Halîl Edîb
Hayâlî-i Âmidî
İbnü’l-emin Mahmut Kemal
100 Kânûnî Sultan Süleyman Han
Mehmet Şaban-ı Kâmi-i Âmidî Efendi
Ali Emirî Efendi’nin Âmid-i Sevda Mecmuası
Mithat Cemâl
Muallim Cûdî
Mürsel-zade Sabri-i Âmidî-i Âsârî-zade
Nâhid
Reşit Âkif Paşa
Sıdkı-i Âmidî (Muallim-i Sıbyan)
Süleyman Nazif (2)
Süleymaniye Cami-i Şerifi mücîzlerinden Hüsnî
Şükrî-i Âmidî (2)
Tahir Selam Bey
Tâlib-i Âmid-zâde İbrahim Edhem
Üsküdarlı Tal’at
Gülşenî-zade Vâsıf-ı Âmidî
Yahyâ
Yahyâ Hâki
Yenişehir Fenerli Avni Bey
Yenişehir Fenerli Hüseyin Hâşim
Zihnî-i Âmidî (2)
Nesir
Nesir hâlinde toplam 31 yazı karşımıza çıkmaktadır. Bu yazıların büyük çoğunluğu Ali Emirî Efendi’nin
kendi yazılarından oluşmaktadır. Kendisinin dergide 12 yazısı yayınlanmıştır. Ali Emirî Efendi’nin
yazılarından başka Fâik Reşat, Ahmet Tevhit Beylerin de birer yazısı yer alır. Kanuni Sultan Süleyman’ın
Şeyhülislam Ebusuud Efendi’ye yazdığı bir mektup, Mükliye Risalesinden alınan Taşra Memurlarının Hâl
ve Mevkii başlıklı bir yazı, Memleketimizce Bir Ziya’ül-elim ve Teessüf-i Azîm başlığıyla Diyarbakır mebusu
Pirinççi-zade Ârif Efendi’nin ölümünü haber veren bir yazı, Sultan Mehmet Han-ı Hâmis Hazretlerinin
bi’l-yümni ve’l-celâl Taht-ı Âlî Baht-ı Osmaniye Cülûs-ı Mes’adet-i Me’nûs-ı Hümayunları başlıklı yazı, bir
“Teşekkür” yazısı ve duyuru mahiyetinde olan küçük yazılar yer alır.
Âmid-i Sevda’daki nesirler tasnif edilirse; Edebî Yazılar, Tarihî Yazılar, Duyuru Yazıları, Diğer Yazılar
gibi alt başlıklar altında değerlendirmek mümkündür.
Edebî Yazılar
Âmid-i Sevda’da toplam 13 adet edebî yazı yayınlanmıştır. Bunları kendi içinde aşağıdaki gibi alt
başlıklara ayırarak incelemek mümkündür:
matla söyleyip hemen devamında bunu bir gazele çevirmesi ve Şaban Kâmi Efendi’ye hediye etmesi anlatılır.
Şaban Kâmi Efendi’nin bu gazele bir nazire yazması, o dönemde Âmid’de istiğna rediiyle yazılan
nazirelerin varlığı ve şairlerin birbirleriyle çokça söyleşmesinden söz edilir:
“Şehrimizde vaktiyle yetişen Halilî, Ülfetî, Tılî, Humarî, Hâmî, Vâlî, Seyyit Mehmet Emirî, Âgâh,
Hâsım, Hamdi, Lebib, Emnî, Muhib, Çâker, Fâmî gibi meşahir-i şuarâmızın nezâir sûretiyle yekdiğeriyle
söyleştikleri eserler pek kesîrdir.” (1/13).
Kitaplar
Ali Emirî Efendi için kitaplar hayattaki her şeyden daha kıymetlidir. O bir kitabı bulmak, görmek
için vatan topraklarını bir baştan diğer başa gezmiştir, diyebiliriz. Kıymetli eserlerimizin kaybolmasından,
kitaplarımıza ve kütüphanelerimize yabancılar kadar kıymet verilmemesinden duyduğu üzüntüyü her
fırsatta dile getirmiştir. Onun bu hassasiyeti Divanu Lügati’t-türk gibi büyük bir eseri Türk dünyasına
kazandırmıştır.
Derginin ikinci sayısında Âmid’de kurulan devasa kütüpheneyi anlatmak için kaleme aldığı yazısında
da İngilizlerin Yakut Hamavî’nin Mu’cemü’l-üdebâ adlı eserini tercümeye başladıklarını, bizim ise bu tarz
önemli eserlere lakayt kalmamıza üzüldüğünü belirtir (2/ 33-39).
Ahmet Tevhit Bey’in “Müttehîzân-ı Müdekkikîn-i Osmaniye’den Ahmet Tevhit Beyefendi tarafından
ihdâ buyrulmuştur” notuyla yayımlanan “Edebiyat-ı Arabiye’de Elkâb” başlığı altında tercüme ettiği, Arap
edebiyatındaki lakaplardan söz eden yazısı da derginin kitaplara verdiği önemi göstermesi açısından önem
arz eder. (4/ 57-59).
Ali Emirî Efendi, yazının başına Ahmet Tevhit’in kendisine gönderdiği şu notu da eklemiştir:
“Ahiren vefat eden Fransız müsteşrıkîninden Barbie de Minar tarafından Jurnal Adriyatik’te neşredilen
ve ba’de kitap şeklinde de tab olunan Edebiyat-ı Arabiyede Elkâb’ı tercümeye başladım. Risalenize derce
şâyeste görülürse tercümelerimi peyderpey takdim ederim. Ahmet Tevhit (4/ 57).
Yazının başında tercüme edilen eserin özeti yapılmıştır. Burada müellifin eseri vücuda getirirken takip
ettiği yöntem konusunda şunlar kaydedilmektedir:
“Müellif buyuruyor ki pek az müstesnââtıyla eserimden alem ve künyeleri hariç bıraktım. «(4/ 57).
Ahmet Tevfik yazının başında Barbie de Minar’ın eserinin özetini verdiğini belirtir. Bu özet birkaç
paragratan oluşmaktadır.
Makalenin devamında Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-zünûn’da Avrupa kütüphanelerinde olmayan üç eserden
bahsettiği belirtilmektedir. Bu eserler; Ebu Câfer Muhammed bin Habîbü’l-Bağdadî’nin Elkâbü’l-kabâil,
Ebubekir Ahmed bin Abdurrahman eş-Şirazî’nin Elkâbü’l-rüvâh, Şehabettin Ahmed bin Ali el-Askalânî’nin
Elkâbü’l-rüvâh adlı eserleridir.
Ahmet Tevfik sadece tercüme ile yetinmemiş bu konuda Türkçe yazılan kitaplar hakkında bilgi sahibi
olanlardan da dergi kanalıyla malumat istemiştir:
“Elkâba dair lisân-ı Osmanî’de yazılmış eserler olmalıdır; bunlarla salefü’z-zikr beş kitap ve risaleden
maâda Arabî ve Farisi lisanlarında elkâba dair yazılmış âsârı bilenler var ise ilan etmeleri niyaz olunur.” (4/
57).
Makalede Ebleh, Şakirdoğlu, İbnü’l-harîta, İbnü’l-hıyartîn, İbnü’l-hayyât (Terzioğlu), İbnü’r-rûmi
(Rumoğlu), İbnü’l-zerka (Mavi gözlü karının oğlu), İbnü’l-sakît (Söylemez oğlu) lakaplı kişiler hakkında
kısa bilgi verilmekte, müellifin yaptığı bazı hatalar düzeltilmektedir.
102 Yazının sonunda “mâbâdi var” ibaresi yer alsa da bu yazının devamına dergi sayfalarında rastlanmamıştır.
“Âmid Şehrinin Akkoyunlular Zamanındaki Şiir ve İnşa ve Evzân ve Aruzuna Bir Nümûne” (5/67-74)
Ali Emirî Efendi’nin Âmid-i Sevda Mecmuası
başlıklı yazı, Gelibolulu Sürûrî’ye ait Bahrü’l-menâfî’nin Türk edebiyatında şiir, edebiyat ve vezin konusunda
bilinen en eski eser olarak kabul edildiğini söylenmektedir. Ali Emirî Efendi, kendi kütüphanesinde bulunan
Ahmed el-Berdahıyü’l-âmidî’nin kaleme aldığı Kitâbü Câmi’i Envâ’i’l-edebi’l-fârisî adlı eserin bu bilgiyi
çürüttüğünü ifade eder. Bahrü’l-menâfî’den yarım asır erken kaleme alınan eser, Akkoyunlular zamanında
Âmid’de yazılmıştır. Kitabın yayın tarihi 907’dir. Miladi tarihle 1502’ye denk gelmektedir. Eser hakkında
Kemal Eraslan ve Kazım Yetiş’in çalışmaları aydınlatıcı mahiyettedir. (Eraslan 1986, Yetiş 2000: 285-343,
Beysanoğlu 1987, Çalışkan 2011: 111; Çalık 2008: 22).
Kitabın edebî değeri şöyle ifade edilmektedir:
“Bu kitabın kıymettarlığı da Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin Âmid şehrini feth ü teshîr
buyurmalarından on dört sene mukaddem yazılmış olmasıdır ki şehr-i mezkûrun o tarihten daha evvelki
Türkçesiyle edebiyât-ı Osmaniye’nin duhûlünden sonra hâsıl olan farka bir mikyâs olduğundan lisanımıza
pek büyük taallük ve münasebeti vardır.” (5/67)
Kitap beş kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım Farsça sözlüklerin Türkçeye tercümesini kapsar.
Mukaddimesi Farsça kaleme alınmıştır. Osmanlı Türkçesi ve Akkoyunlular zamanında kullanılan Türkçenin
imla özelliklerindeki benzerliği ortaya koyması açısından önem taşır.
“Lisan-ı Türkçemizin şîve-i atîkası ve imlâsı hakkında bu kitaptan edinilecek istifadenin derecâtı kâbil-i
tarif olmadığı gibi münderecâtındaki tenevvü o zamandaki aksâm-ı maârifede birer nümûnedir. Şurası
gariptir ki Akkoyunlular zamanındaki lisan ve imlâ ve selîka-i kitâbetin, o zamanki edebiyat-ı Osmaniyeden
farkı yok gibidir.” (5/ 68)
Ali Emirî, kelime imlasına dokunmaksızın vezin ve aruzdan bahseden beşinci kısmından bazı parçaları
seçerek yayınlamayı uygun görmüştür. Eraslan ve Beysanoğlu da bu bölümün önemine dikkat çekmişlerdir
(Eraslan 1986, Beysanoğlu 1987). Kazım Yetiş ise bu bölümü bir bütün olarak yayınlamıştır (Yetiş 2000:
285-343).
Böylesine mühim bir eseri bilim dünyasına kazandırması, mevcut bilimsel bilgilerin yenilenmesini
sağlaması açısından derginin önemi büyüktür.
Hâl Tercümeleri/Biyografiler
Dergide hal tercümesi başlığı altında iki yazının yer aldığı görülmektedir: “Terâcim-i Ahvâl Kuyumcu
Usta Ahmet Çelebi-i Âmidî” (2/21-25) ve “Ârif-i Billâh Âgâh Semerkandî Hazretlerinin Tercüme-i Hâli”
(5/74-80). Bu makaleler; Kuyumcu Ahmet Çelebi ve Âgâh Semerkandî’nin biyografilerini içermektedir.
Ahmet Çelebi’nin hayat hikâyesinin yanında, ölümüne düşülen tarih ve Âmid’e yazılan mektuplarda
Ahmet Çelebi’nin nasıl tanındığına dair bilgiler dikkat çeker. Yazıda Diyarbakır’daki cevahirciler ve
kuyumcular çarşısı ve yapılışı hakkında bilgiler verilir. Diyarbakır valileri hakkında da bilgiler yer almaktadır.
Bu makalenin dipnotunda Behram ve İskender Paşalar hakkında izahat verileceği söylense de derginin diğer
sayılarında böyle bir şey yayınlanmamıştır (2/21-25).
Makalede bazı bilgi eksiklikleri tamamlanmış ve yanlışlıkları düzeltilmiştir. Buna göre; Âgâh
Semerkandî’nin biyografisinde dikkati çeken noktalardan birisi onun şair Nabi ile olan dostluğudur. Bu
dostluğa İdris Kadıoğlu da yer vermiştir (Kadıoğlu 2010: 37-38). Ondan tezkirelerde çok az söz edildiği,
söz edilen tezkirelerde ölüm tarihi için yazılan tarihlerin hiçbirisinin ölüm tarihini tam tutmadığı ifade
edilmektedir. Salim Tezkiresi’nde Kadirî mahlasını kullandığı gösterilse de bunun doğruluğunun şüpheli
olduğu vurgulanmaktadır. Ancak Salim Tezkiresinde Âgah’ın Kadirî mahlasını kullandığına dair bilgi
bulunmamaktadır (İnce 2005: 220-221).
Türkçe divanının iki nüshası Ali Emirî’nin kütüphanesinde mevcut olup bunlardan birinin Girit’te
istinsah edildiği belirtilmektedir.
103
Ali Emirî, Âgâh Semerkandî’nin Farisi divanını henüz bulamadığını, bazı mecmualarda Türkçe ve Farsça
Seher ERDOĞAN ÇELTİK
gazellerine tesadüf ettiğini, Farsça gazellerin Türkçe divanda bulunmaması sebebiyle Farisi bir divanının da
olması gerektiği hükmüne ulaşmıştır.
Dergide “tercüme-i hal” başlığı altında olmasa da bazı şahısların hayatları hakkında bilgi veren yazılar
da yer almıştır. Mehmet Tahir Selam Bey başlıklı yazıda Mehmet Tahir Selam Bey’in biyografisi verilmiştir
(3/40-43).
“Evâil Hâlinde Fakir İken Ticaret ve Ziraate İkdam ile Âmid Şehrinin Eâzım-ı Ağniyâsından Olan
Sahib-i Camîi Melek Ahmet Paşa” başlıklı yazıda ise Melek Ahmet Paşa’nın biyografisine yer verilir. Bu
yazıda Melek Ahmet Paşa’nın ölümü hakkında bazı kaynaklarda verilen bilgilerin yanlışlığı tashih edilmiştir.
Ayrıca onun yaptırdığı cami Diyarbekir salnamelerinde Diyarbekir valisi ve daha sonra sadrazam olan
Abaza Silahtar Melek Ahmet Paşa adına gösterilmiştir. Hâlbuki camiyi yaptıran Melek Ahmet Paşa valilik
yapmamıştır. Makalede Melek Ahmet Paşa Camii’nin iç ve dış mimari yapısı da ayrıntılarıyla betimlenmiştir
(6/81-88).
“Memleketimizce Bir Ziyâ’-ı Elîm ve Teessüf-i Azîm” adıyla yayınlanan yazı Diyarbakır mebusu Pirinççi-
zade Ârif Efendi’nin kalp krizi sebebiyle vefatı üzerine kaleme alınmıştır. Ârif Efendi’nin hayatı hakkında
bilgi verilmiş, vatana ve millete yaptığı faydalı işler anlatılmış ve ailesine başsağlığı ve sabır dilenmiştir (3/
39).
“Sultan Selim Han-ı Evvel Hazretleri” başlıklı yazı hal tercümesinden ziyade Sultan Selim’in vasılarını
öven ve onun şiir bilgisi hakkında malumat veren bir makale olarak değerlendirilebilir. Bu yazıda, bazı
kaynaklardaki Sultan Selim’in Türkçe şiir yazmadığı ve Türkçeye önem vermediği şeklindeki bilgi yanlışlığını
tashih için kaleme alınmıştır. Makalede Sultan Selim’in padişah ve sanatçı kişiliği, üdebaya verdiği kıymet
ifade edilir. Arapça ve Farsçaya vâkıf olması, bu dillerde yazdığı şiirlerin örnek teşkil etmesi, ayrıca Türkçe
şiirler kaleme almasının yanında Çağatayca, Tatarca gibi lehçelerde de şiirlerinin bulunduğu dile getirilmiştir
(6/ 88-96).
Sultan Selim ile Şah İsmail ve Kansu Gavri arasında devlet bazındaki çekişmesinin edebî sahaya nasıl
yansıdığı şiirlerden örneklerle gösterilmektedir. Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ve Kansu Gavrî’den üstün
olduğunu ispat için kaleme aldığı şiirlerindeki başarıya dikkat çekilir. Sultan Selim’in bu maksatla Farsça ve
Arapça şiirler ve divan tertip etmesi ve mahareti dile getirilmektedir. Aynı şekilde Şah İsmail ve Kansu Gavri
de Türkçe şiirler yazarak Sultan Selim’le rekabet etmek istemişlerdir. Bu makalede bazı bilgi eksiklikleri
tamamlanmış ve bilinen bazı yanlışlıklar düzeltilmiştir.
Anekdot
“Nâci-i Merhûma Ait Bir Vak’a” başlıklı Fâik Âli tarafından kaleme alınan anekdotta, Muallim Naci’nin
“istizah” yerine yanlışlıkla “istintak” yazması sebebiyle kalemden istifası hakkındaki tevatürün aydınlatıldığı
görülür. (4/55-56)
Mektup
Kanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin Şeyhülislam Ebusuud Efendi’ye Tahrir Buyurdukları Name-i
Hümayun başlıklı mektupta Kanuni Sultan Süleyman, Ebusuud Efendi’nin hal ve hatırını sormuş, iyi
dileklerini ifade etmiş ve ordunun muvafakiyetini haber vermiştir. (3/39).
Tuz Ekmek Hakkı
Yediğimiz bir lokmanın ne zahmetlerle soframıza geldiğini anlatan yazar, tuz ekmek hakkı konusunda da
bizi bilgilendirir. Tuz ekmek hakkı denilen anlayışın nasıl oluştuğundan ve bu konuda bilinen menkıbelerden
söz eder. (2/17-21)
Tarihî Yazılar
104 “Bir Lokma” başlıklı yazıda Nizamülmülk zamanında iki âlim arasında geçen menkıbe ve haydut Leys
Ali Emirî Efendi’nin Âmid-i Sevda Mecmuası
Safar’ın tuz ekmek hakkı sebebiyle çaldıklarını iadesi ve evlatlarının Hindistan ve Irak arasındaki topraklarda
hâkim olup bir devlet kurmaları anlatılır (2/ 17-21).
“Âmid Şehrinde Vaktiyle Bir Milyon Kırk Bin Cilt Kitabı Havi Cesim Bir Kütüphane” başlıklı yazıda
Eyyubiler ve Artuklular ile Âmid tarihi hakkında aydınlatıcı bilgilere ulaşılmaktadır (3/33-39).
“Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri Tarafından Âmid Şehrinin Sûret-i Feth ve Teshîri” (1/12), “Âmid
Şehrinin Sûret-i Feth ü Teshîri” (2/ 26-27), “Âmid Şehrinin Sûret-i Feth ü Teshîri Makalesinden Mâbâd” (4/
59- 61) başlıklı makalede Yavuz Sultan Selim’in Âmid şehrini fethetme süreci anlatılmıştır. Makale birinci,
ikinci ve dördüncü sayılarda parça parça yayınlanmıştır.
Makaleye göre; Diyarbakır, Uzun Hasan’ın torunu olan Elvend Han’ın ölümü üzerine Muslu ve Emir
Çelebi’nin eline geçer. Şah İsmail, Emir Çelebi’nin kardeşinin yanına gittiği sırada bu toprakları kendi
ülkesine katar. Buraya eniştesi Usancaluoğlu Mehmet Han’ı tayin eder. Halk bu yönetimi istemez. Şah İsmail
kuvvetleri burada baskı ile hâkimiyet kurar. Çaldıran Savaşı’ndan sonra halk Osmanlı topraklarına katılmayı
arzu edince Âmid, Şah İsmail’in emri üzerine komutanları tarafından iki yıl gibi uzun bir süre sıkı abluka
altında tutulur. Abluka sırasında Diyarbakır, Elcezire ve civarındaki Kürt beyleri ve ablukayı kaldırmak için
yardım etmekten çekinmemiş ve Osmanlının güvenini kazanmıştır. Melik Halil Eyyûbî, Emir Şerefüddin,
Emir Davut, Ali Beğ, Abdül Beğ, İzzeddin Şîrzâde, Emir Melik, Abbas gibi isimler kuşatmada yardımlarını
esirgemeyen beylerdendir.
Bu kuşatma İdris-i Bitlisî’nin Zeyl-i Heşt Behişt isimli eserinden alıntılar yapılarak anlatılır (1/6-12).
Yiğit Hacı Ahmet Ağa’nın bu kuşatma sırasında gösterdiği yiğitlikler dillere destan olmuştur (2/26-27).
Âmid’in Osmanlı topraklarına katılması üzerine Yavuz Sultan Selim’in halka buyurduğu ihsanları şöyle
ifade edilmektedir:
“Ahalinin bu hamiyet ve metanet ve fedakârlığı Yavuz Sultan Selim Han gibi bir padişah-ı zî-şan
tarafından ziyadesiyle takdîr ve tahsîn edilmiş ve hanedân ve gaziyân ve sâir ahali-i hamiyetmendâna
nevâziş ve telettüfât-ı kesîre icrâ ve icab edenlere samur kürkler ve giranbaha hil’atler ilbas ve iksâ ve tımar
ve mukata’ât gibi malikâneler ihsan ve i’tâ olunmuş.” (4/61).
“Âmid Şehrinin Sûret-i Feth ü Teshîri” başlıklı makale Aziz Aşan tarafından yayınlanmıştır (Aşan 2012:
263-288).
“Sultan Mehmet han-ı Hâmis Hazretlerinin bi’l-yümni ve’l-celâl Taht-ı Âlî Baht-ı Osmaniye Cülûs-ı
Mes’adet-i Me’nûs-ı Hümayunları” başlıklı yazıda 5. Mehmet’in tahta çıkışının tüm ülkede ve Âmid’de
yaratığı sevinçten söz edilir (5/ 65-66).
Duyuru Yazıları
Duyuru yazıları, kendi içinde dört başlık altında değerlendirilebilir:
İlk gruba giren yazılarda Ali Emirî Efendi, bir sonraki sayıda hangi şiirlerin yayınlanacağını matla
beytini vererek okuyucuya duyurur. Bu yazılar, dergiye yayınlanması için şiir göndermek isteyenlere duyuru
mahiyetinde kaleme alınmıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in “benim” redili gazelinin yayınlanacağı müjdesi verildikten sonra, aynı vezin ve
kafiyede tanzim edilmiş gazellerin gönderilmesi durumunda dergide yayınlanacağı ifade edilmiştir (1/16).
Mehmet Tahir Selam Bey’in,
“Gül gibi pür-tarâvet olmuşsun
Renk ü bûdan ibâret olmuşsun” (2/32)
105
Seher ERDOĞAN ÇELTİK
Âgâh Semerkandî’nin,
Kerem-rû menzil-i maksûda irer çok sürmez
Sûz-ı dilden haber aldık bu sefer çok sürmez (3/48)
Yavuz Sultan Selim’in,
Benim şol dilber-i ra’na yanağı gül iz’arımdır
Enîsim munîsim yârim azîzim gam-güsârımdır (5/80)
matlalı gazellerinin bir sonraki sayılarda yayınlanacağının müjdesi verilmiştir.
İkinci gruptakileri “Tashih” yazıları oluşturmaktadır. Yazar; dergide yayınlanan şiir ve nesirlerde yapılan
yazım yanlışlarının düzeltmelerini, daha sonraki sayıların son sayfasında verir. Tashih başlığı altında yer
alan bu yazılarda İbnülemin M. Kemal ve Muallim Cûdî Efendi’nin nazîrelerindeki yazım yanlışları tashih
edilmektedir (4/64). Aynı şekilde 49, 53 ve 60. sayfalarda yanlış yazılan kelimelerin doğruları verilmiştir
(5/80).
Üçüncü gruptaki yazılar; «İtizâr» başlığı altında yayınlanır. Bunlar, daha önceden söz verilip yapılamaması
ya da gönderilen şiirlerden bazılarının yayınlanamaması gibi birtakım eksiklik ve aksaklıklardan dolayı özür
mahiyetinde kaleme ve derginin son sayfasında yer alan yazılardır. (2/32), (4/64), (5/80).
Dördüncü grupta ise “Âmid” başlığı altında dergi adına yazılan kısa değerlendirmeler yer alır. Reşit
Âkif Paşa’nın bir gazelinin dergide yayınlanmasının ardından böylesine önemli bir şahsiyete dergide yer
verilmesinden duyulan gurur bir cümle ile ifade edilmiştir. (3/40). Bir diğer yazıda ise Muallim Naci’nin
yaptığı bir yazım yanlışının olası sebepleri kısaca izah edilmiştir (4/ 56-57).
Teşekkür
Dergide bir de teşekkür yazısı yayınlanmıştır. Bu yazıda Ali Emirî Efendi dergi adına dostlarına desteği
için teşekkür eder ve onlar için iyi niyetlerde bulunur.
“Gazetemizin intişarını tebrik ve devam-ı muvafakiyetini temenni gibi lutf ve refîk-nüvâzı göstermiş
olan rüfekâ-yı kirâmımıza arz-ı teşekkür eder ve cümlesinin meâli-i ekâr-ı ümmeti tenvir ve terakki-i vatan
ve memleket hususundaki muvafakiyetlerine dua eyleriz.” (2/26).
İstibdat
Ali Emirî Efendi, istibdadın pek çok kalem erbabını susturduğuna, ülkede yoksulluğa, huzursuzluğa ve
güvensizliğe sebep olduğuna, Meşrutiyet’in ilanından sonra bu aksaklıkların giderileceğine inanır.
İstibdat’ın pek çok kalem erbabını susturduğunu, herkesin hürriyeti beklediğini belirterek şöyle der:
“Devr-i istibdat, ki sihr-i süliyanesiyle bütün erbâb-ı irfan ve zekânın numüne-i mucizat-ı kudret olan
kalemlerini kırmış, lisanlarını ebkem etmiş, kitaplarını nâr-ı lehîb-i nemrudâneye yakmış.
Cihan hürriyet ve onun bedayi’-i behişt-i âsârından bulunan gülistan-ı fazileti birer harabezâr-ı hiçâhiçe
döndürmüş idi.
Hangi bir sahib-i kalemin kudreti olabilirdi, ki ma’ali-i umûr-ı medeniyete hâdim, ciddi olacak şekil ve
heyette bir ceride neşrini lisana almaya cüret edebilsin?
Bazı mücahidîn-i hürriyetin âmâl-i zâtiyelerinden müberra olarak hamiyyeten ve vicdanen saha-i
ceberruta dökmek istedikleri kanlarının safvetine mukâfâten kudret-i Rabbaniye celal perdesinden cemal
sahasına nakl-i cilve-i inayet ederek erbab-ı hamiyetin ıyd-ı ruhu ve erbab-ı ismetin temaşagâh-ı vicdanı
olan şahid-i nazenin-i hürriyet ref ’-i nikâb eyledi.
106
Ali Emirî Efendi’nin Âmid-i Sevda Mecmuası
Erbab-ı irfan ve zekâmız şu neşve-i tecelli-i feyzafeyz ile cihanı mecbur-ı tahsin edecek bir sûrette ilan-ı
serbesti-i kemâlât eylemeye başladılar.” (1/1-2).
Ali Emirî, yaşadığı toprakların güzelliğinin farkında olmayan açgözlü ve riyakâr insanlardan duyduğu
rahatsızlığı dile getirir. Bu durumun sebebi olarak istibdadı görür:
“Vâkıa bu haller devr-i istibdâdın yılan gibi kamçısı, dinamit gibi kuvve-i icrâiyesi idi.” (s. 4)
Meşrutiyet’in ilanından duyulan sevinç derginin sayfaslarına şöyle yansımıştır:
“İşte mülkümüzde âitâb-ı meşrutiyet ve hürriyet, ihtişâm-ı tâmıyla tulû etti..” (2/ 20)
Diyarbakır
Ali Emirî Efendi memleketi Diyarbakır’a çok düşkündür, ona olan vefa borcunu çeşitli şekillerde ödemek
ister. Memleketinin büyük ve önemli isimlerini araştırmak ve ortaya çıkarmak, Âmid-i Sevda’yı çıkarmak
da onun vefa borcunun bir nevi tezahürüdür. Dergide Âmid hakkında bir makale yayınlamıştır. Bu yazıda
Âmid’in tarih boyunca pek çok medeniyete beşik olduğunu, tarihî ve stratejik bir önemi bulunduğunu ifade
eder. Bazı hal tercümelerinde de dolaylı olarak Âmid hakkında bilgilere ulaşmak da mümkündür.
Âmid’in çok eski tarihlerden beri yerleşim sahası olması, büyük isimler yetiştirmesi, öenmli şahsiyetlerin
burayı kendilerine mesken seçmesi ve Âmid’in bir ilim ve irfan yuvası hâline gelmesi anlatılır. Şimdilerde
Âmid isminin tarihi ve ilmi kıymetinin unutulmasından duyulan üzüntü dile getirilir:
“Âmid şehri ki ba’de’t-tûfân beşeriyetin mehd-i zuhuru olan Diyarbakır ve El-cezire kıtalarının en kadim
ve bugünkü günde mâmur bir şehri ve devlet-i Osmaniyenin mühim vilayetlerinden birinin de merkezidir.
Ezmine-i tarihiyenin tayininden beri bu şehr-i kadimden zuhur eden fuzalâ, tarih ve edebiyat
kitaplarında Âmidî diye mezkûrdur.
Kadîmen o kıta-i mübârekenin, o ibtidâ-yı feth-i Osmaniyândan itibaren dahi o vilâyâtın nâm-ı umumisi
olan Diyarbekir tabiri bir iki asırdan beri Âmid şehrine ism-i hâs olmaya başlamış ve şu son zamanlarda ise
o şehr-i kadimden zuhur eden o üdebâ ve fuzalâ vesair-i meşâhire Diyarbekirli denilmek taammum ederek
artık Âmid ismi külliyen ferâmûş olmaya yüz tutmuştur.” (1/2).
Yazar Âmid ve çevresinin birçok unsur ve kavimin bir araya gelmesi, birbirleriyle birader olmasıyla
oluştuğunu, bunun farkına varıp birlikte hareket etmek gerektiğini ifade eder.
“O kıta-i vâsiada Arap, Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Keldâni, Asurî, Süryani gibi birçok anâsır ve akvâm
mevcut olduğundan cümle-i beşer, hakikatte yekdiğeriyle birader olan bu akvâm-ı kadîmeyi bir nokta-i
ittihad-ı hürriyete cem etmeye çalışacaktır, ahalimizin zekâ-yı fıtrîleri malumdur. Memurlarımız da bu
nokta-i hakikatte gösterecekleri ma’âli-i meslek üzerine acaba o kıta-i mübârekeden devlet ve memleketimiz
için ne menfaatler ne servetler ne san’atler saha-ârâ-yı zuhur olmaz?”
Anlaşıldığı kadarıyla derginin yayınlandığı dönemlerde Diyarbakır ve çevresinde emniyet ve asayiş ve
refah düzeyi konusunda birtakım sıkıntılar yaşanmaktadır. Âmid başlığıyla yayınlanan yazıda Diyarbakır
ve Elcezire’nin emniyet ve aşayişi sağlanırsa ve buralar ihya ve imar edilirse devlet için olan faydası yüz
milyonlarla ölçüleceği belirtilmektedir. Halkın dağda bayırda şekavet ve zaruretle hayatını sürdürdüğünü
söyleyen Ali Emiri, halkın her bir ferdinin devlet, millet ve medeniyet için büyük faydalar sağlamasının
kaçınılmaz olduğunu, bunun ispatı olarak geçmişteki soy sopa (ensâb-ı kabâîl) bakılması gerektiğini söyler:
“Şu adama ne demeli ki bir zevk-i muvakkit veya bir fâni-i hayat için ebnâ-yı cinsin yani kardeşlerinin mal
ve can ve ırz ve namusuna bi-gayr-i hakkın tecavüz eder! Şüphe etmem ki bu gibiler insanların yekdiğeriyle
kardeş olduklarını ve âbâ ve ecdâdının bir noktaya vâsıl olduğunu bilmeyen ve düşünmeyen gâillerdir.
Diyarbakır ve Elcezire kıtasını zulm-i istibdâd hakikaten dilhûn bir hâle getirmiştir.
107
Seher ERDOĞAN ÇELTİK
Cennet ırmakları nâmıyla mâruf olan o koca Dicle ve Fırat ırmakları zâlim ve gâfil insanlarla hem-
âhenk-i cereyân olarak güya ki mazlumların gözyaşından hâsıl olmuş gibi o münbit sahrâları seylâbe-i
hücûmlarıyla harabe-zâra çeviriyorlar.” (1/ 3)
“İşte memleketimizi ta’mîk ve ensâbımızı tedkik ve ahlakımızı ıslah edecek olursak mefâhir-i kadîme-i
vazifemizle her zaman itihar edebiliriz.
Biz vatanımızı kemal-i hüsn-i niyetle îmâra gayret ve hususiyetle bunun mevkûf-ı münevveri olan
ahlakımızı ıslah için sarf-ı nakdîne-i gayret etmezsek o eslâf-ı nâciyyenin ahlâfıyız diye itihar edemeyiz zira
(Kâle yâ Nûh innehü leyse min-ehlike innehü amelün gayr-i sâlih) nas-ı celîli bu müddeâyı kesmiş atmıştır.”
(1/ 5)
Kürdistan, Elcezire ve Âmid şehirlerinin bir zamanlar ticaret, ziraat ve sanayide ne kadar ileri gittiğini
belirten yazar, şimdi ise fakir ve perişan bir halde olmasına üzülür. Bu fakirliğin bir sebebi olarak istibdadın
kimseye göz açtırmamasını görür. Bundan sonra artık bu topraklarda yaşayan insanların çalışıp tekrar eskisi
gibi zenginleşmesi gerektiğini, ifade eder.
“… şimdiden sonra Elcezire ve Kürdistan kıtasında bulunan ahaliden velev birisi olsun sanat ve ticaret
ve felâhate çalışmayıp da fakir ve aç kalırsa vatanına pek büyük hıyanet ve ihanet etmiş olur.” (1/ 19)
Gençlere Nasihat
Ali Emirî, gençlere tembellik etmemeleri, vakitlerini boşa harcamamaları gerektiği yolunda tavsiyelerde
bulunur. Domino, kahvelerde geçen boş zaman geceleri sefahat âlemleri onun serzenişte bulunduğu
konulardır. Buralarda ömürlerini tüketen gençler için üzüntülerini dile getirir. (2/20-21).
Özellikle gençlerin kıymetli eserlerimiz, kitaplarımız konusunda daha hassas olması gerektiğini ifade
eden Ali Emirî Efendi, milletimizin gelişmesi, ilerlemesi için çalışmak gerektiğine değinir. (2/ 33-39).
Çocuk ve gençlerin çalışması ilim tahsil etmeleri gerektiğini tarihten önemli şahsiyetlerin hayatlarından
örnekler vererek tembih eder. İlim tahsili ve çalışma konusunda Kur’an ve hadislerden de örnek vermiştir.
(4/49-55)
Vatan Anlayışı
Ali Emirî, insanın vatan konusundaki hassasiyetini dile getiren “Vatan Muhabbeti, Sa’y ve Gayret, İlm”
başlıklı yazıda vatan anlayışını şöyle belirtmiştir:
“Benim nazarımda vatan aynıyla insan, insan aynıyla vatandır; vatan olmazsa insan olmaz, insan
bulunmazsa vatan bulunmaz.” (4/ 50).
Ali Emirî imparatorluğun dağılıp yeni bir devletin temellerinin atıldığı döneme tanık olmuştur. Osmanlı
devletinin zayılamasına ve dağılma sürecine girmesine çok üzülür. Yayınladığı dergilerde bu soruna
kendince çözüm önerileri üretmiştir. Ona göre; devletin eski ihtişamlı günlerine dönmesi için herkesin azim
ve gayretle çok çalışması gerekir:
“Milletin ikbâl-i istikbâli ahalimizin terakkiyât-ı ilmiyesine ve terakkiyât-ı ilmiye ise dinî, fennî, edebî
kütüb-i âliyyenin sırfına kadr ü vakit ile tâlim ve tevaggulüne vâbestedir.
Görülüyor ki sefalet, saadet ile kizb, sıdk ile rüşvet, istikâmet ile nifak, ittihâd ile hub-ı nefs, hub-ı vatan
ile hülâsetü’l-hülâsa, cehl, ilm ile hiçbir zaman ve mekânda mukâbele ve mukâvemet edemiyor.” (4/ 54)
Ali Emirî, ilim ve fende ilerlemek için sa’y ve ikdamın ne kadar gerekli olduğuna vurgu yapar. Ayrıca
gençlerin okuma ve araştırma alışkanlıklarının geliştirilmesini ister. Kütüphanelerde karşılaştığı ecnebilerdeki
araştırma merakı ve okuma sevdasını gelişme ve ilerlemensin pırıltıları olarak kabul eder (4/ 49-55).
108
Ali Emirî Efendi’nin Âmid-i Sevda Mecmuası
Diğer Yazılar
Mülkiye Risalesinden özetlenerek alınan “Taşra Memurlarının Hâl ve Mevkii” başlıklı yazıda, taşradaki
idare memurlarının karşılaşacakları sıkıntılar örneklerle anlatılır. (2/20-21).
İçindekiler kısmında Ali Emirî tarafından «Âmid ve Diyarbakır ve Elcezire ve Kürdistan Hakkında
Bir Makale» başlığıyla kaleme alınan bir yazı görünse de iç sayfalarda makalenin adı sadece «Âmid» olarak
geçmektedir. Bu yazı Âmid’in eski kaynaklardaki sınırlarından, stratejik öneminden, zamanla Âmid isminin
unutulmasından duyulan üzüntüden, bu topraklarda yetişmiş ve yaşamış önemli âlim ve fâzıllardan ve
İslam medeniyetine büyük katkıları olan Muhyiddin Arabî, Ebu Temmam-ı Tâi, Buhteri gibi isimlerin bu
topraklardan yetişmesinden bahseder (1/1-6).
Âmid Şehrinde Vaktiyle Bir Milyon Kırk Bin Cilt Kitabı Havi Cesim Bir Kütüphane (3/33-39) başlıklı
yazıda Âmid’de kurulan bir milyon kırk bin ciltlik kitaptan oluşan bir kütüphaneden söz edilmektedir.
Kütüphanenin nerede kurulduğu, bu kadar çok kitabın nasıl bir araya geldiği, Yusuf Selahattin Eyyubi,
Kadı Abdürrahim el-fâzıl ve İmâdeddin Kâtibü›l-ısfahâni gibi önemli kimselerin kütüphaneyi ziyareti
anlatılmaktadır.
Kütüphanedeki kitapların toplanmasıyla ilgili olarak Ebû Nasr Ahmet bin Yusuf Menâzi’nin gittiği
yerlerde kitap topladığı, istinsah ettirip getirdiği ve kütüphaneye vakfettiği kaydedilmektedir. Bazı müellif
ve hayır sahipleri de bağışta bulunmuşlardır. Yazar, Ebu Şame gibi bazı kimselerce kütüphane hakkında
eserlerinde kaydedilen hususları alıntılayarak bilgilendirmelerde bulunmuştur. Kütüphanedeki kitap sayısı
Artuklular döneminde de artış göstermiştir.
Kütüphanenin Büyük Tatar felaketinde nasıl yok olduğu “Ebu’l-fedâ-i Eyyubî, İbn Halekân” gibi
kaynaklardan yapılan alıntılarla anlatılır.
Makalede bu cesim kütüphaneden başka Âmid ve çevresinde bulunan diğer kütüphaneler hakkında
da bilgiler verilmiştir. Âmid’de Alyenal Kütüphanesi, Mardin Hasankeyfi Miyâfârikîn şehirlerindeki
kütüphaneler, Ebû Nasr Ahmet tarafından Miyâfârıkîn’de yaptırılan hastane ve kütüphane bunlar arasındadır.
Miyâfârıkîn’de yapılan hastane ve kütüphanesi hakkında daha sonraki sayılarda ayrıntılı bir yazı yazacağını
dipnotta belirtse de bu yazı dergide yer almamıştır.
SONUÇ
Amid-i Sevda altı sayı yayınlanmış, her sayı bir forma olmak üzere 96 sayfalık bir hacme ulaşmıştır.
Dergi 7 Şubat 1324 (20 Şubat 1909) - 7 Mayıs 1325 (20 Mayıs 1909) tarihleri arasında sadece dört ay gibi kısa
bir süre yayınlanmıştır.
Dergide toplam 86 yazı yer almaktadır. Bunların 52 tanesi şiir, 34 tanesi ise nesir yazısıdır. Nesir yazıları
tarih, edebiyat ve diğer yazılar olarak tasnif edilerek değerlendirilmiştir. Şiirlerden 41 tanesi naziredir. Bu
yekûn dergideki nazire geleneğini sürdürme gayretine dikkat çekmiştir.
Derginin Ahmed el-Berdahıyü’l-âmidî’nin Kitâbü Câmi’i Envâ’i’l-edebi’l-fârisî eserini tanıtıp gün
ışığına çıkarması açısından önem taşımaktadır.
Dergi Türk tarihi ve Diyarbakır tarihini aydınlatıcı bilgileri de ortaya çıkarmıştır. Dergide bilinen bazı
bilgi yanlışlıkları da düzeltilmiştir. Dergi nesep ilmine de katkıda bulunmuştur. Dergi, edebiyat tarih, kültür
ve Diyarbakır›la ilgili çalışmalara kaynaklık edecek bilgiler ihtiva etmektedir.
109
Seher ERDOĞAN ÇELTİK
KAYNAKÇA
Ali Emirî Efendi, Âmid-i Sevda, Matbaa-i Âmidî, Sayı 1-6, (7 Şubat 1324-7 Mayıs 1325).
AŞAN, Aziz (2012): “Âmid Şehrinin Sûret-i Feth ve Teshîri», e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-
sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: VII, Nisan 2012.
BEYSANOĞLU, Şevket (1987): Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
Yayını.
ÇALIK, Gülşah (2008): Yeni Bir Edebiyat Nazariyesi Getirme Çabası: Tedrisât-ı Edebiye, Trakya Üniversitesi
SBE, Yüksek Lisans Tezi, Edirne.
ÇALIŞKAN, Adem (2011): «Edebiyat Teorisi Üzerine 2: Yöntemleri, Kaynakları ve Tarihçesi», Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 4 Sayı: 16, Kış 2011.
ERASLAN, Kemal (1986): “Eski Bir Belâgat Kitabı”, Birinci Millî Türkoloji Kongresi, (6-9 Şubat 1978),
İstanbul.
ERDOĞAN ÇELTİK, Seher (2007): Ali Emirî’nin Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası Üzerine Bir İnceleme,
Gazi Ü., SBE, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
İNCE, Adnan (2005): Sâlim Efendi - Tezkiretü’ş-şuarâ, AKM Yayını, Ankara.
KADIOĞLU, İdris (2010): “Diyarbekir ‘Encümen-i Dânişi’nin Üstad Şairi Âgâh ve Devrindeki Şairler
Üzerindeki Etkisi”, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Elektronik Dergisi; Yıl 2, Sayı 4, Diyarbakır.
YETİŞ, Kâzım (2000): “XVI. Yüzyıl Başında Yazılmış Bir Kavâid-i Şiiriyye Risâlesi”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Sayı 29, İstanbul.
110
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında
Excel Kullanımı
Doç. Dr. Halil ÇELTİK
Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı, Ankara
halilceltik@yahoo.com
ÖZET
Günümüzde, her alanda olduğu gibi edebiyat metin üzerinde nasıl inceleme ve araştırmalar
araştırmalarında da bilgisayardan faydalanmak yapılabileceği örneklendirilecektir. Ayrıca, Excel’deki
gerekir. Oysa edebiyat araştırma ve incelemelerinde bir metin üzerinde çok amaçlı fişleme ve veri toplama
bilgisayar kullanımı, genellikle kelime işlem işlemlerinin nasıl gerçekleştirilebileceği ve bunların
programı (Word) seviyesinde kalmaktadır. Word ortamında nasıl metne dönüştürülebileceği
Özellikle fişleme yöntemi, grafik, veritabanı ve tablo gibi teknik hususlar üzerinde durulacaktır.
uygulamalarında Excel programı pek çok kolaylık Yapılan uygulama ve verilen örnekler, söz
sağlar. Veritabanı programları ileri düzey bilgisayar konusu programların PC’deki 2007 sürümüne
becerisini zorunlu kılarken Excel’de bu işlemler göredir. Macintosh ile diğer sürümlerde menülerin
daha kolay yapılabilmektedir. yeri ve işlem basamakları değişebilir.
Burada, bir edebî eserin, meselâ bir divanın, Anahtar Kelimeler: Türk Dili ve Edebiyatı,
Excel programına nasıl yüklenebileceği ve bu Bilgisayar, Excel, Word, Veritabanı
Halil ÇELTİK
Giriş
Herhangi bir şairin bütün şiirleri üzerinde bir üslûp incelemesi, belirli bir konu hakkındaki düşüncelerinin
belirlenmesi; en fazla veya az kullandığı kelimeler veya kullandığı aynı kelimenin hangi anlamlarda, hangi
kelimelerle birlikte kullanıldığı gibi konularda bir araştırma yapılabilir. Şairin kelime kadrosu, insan, tabiat,
eşya gibi ana başlıklar; gül, lale, menekşe, sümbül şeklinde alt başlıklar hâlinde ortaya konabileceği gibi;
şairin gurbet, ölüm, sevgi, aşk vb. konularındaki düşünceleri tespit edilebilir.
Böyle bir çalışmada, eser baştan sona okunarak fişlenir. Bazı fişlerin içeriği bakımından birkaç defa
yazılıp ayrı ayrı bölümlere konulması gerekir. İncelenen eserin hacmi ve araştırılan konuya göre binlerce fiş
ortaya çıkabilir. Bu kadar fişin hazırlanıp değerlendirilmesi elbette uzun bir zaman alacaktır.
Şekilde görüldüğü gibi, Word araç çubuğunun “giriş” menüsündeki “paragraf ” bölümünde yer alan
ve bir “q” harfini andıran “göster/gizle” seçeneği tıklanabilir. Buna göre, paragraf tuşuna basılıp satırbaşı
yapıldığında, paragraf sonlarında “q” (bul/değiştirde kısa yol simgesi ^p), “tab veya sekme karakteri”
girilen yerde ok işareti “→” (bul/değiştirde kısa yol simgesi ^t), karakterler arasındaki boşluklarda biraz
üstte yer alan bir nokta vb. basılmayan işaretler, şöyle görünecektir:
Bu işaretler, metnin neresinde kaç boşluk, kaç paragraf veya tab/sekme karakterlerinin kullanıldığını
ve metnin tutarlı bir biçimde standart yazımının gerçekleşip gerçekleşmediğini gösterir. Eğer metin
Word ortamında doğru işlenirse daha sonra Excel programına taşınması kolay olacaktır.
112 Metin gazel/kaside, mesnevi biçimindeyse, yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, her bir beyit iki
paragratan oluşur. Word’ün bul/değiştir (Ctrl+H) penceresi yardımıyla beyitler hızlı bir şeklide tek
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında Excel Kullanımı
paragralık metinlere dönüştürülebilir. Böylece her bir beyit ayrı bir paragraf olur. Eğer bu mensur
metinse, her bir cümle veya amaca göre her bir kelime bir paragrafa dönüştürülebilir.
Metnin özeliklerine göre bul/değiştir seçeneğinin kullanımında farklılıklar olacaktır. Meselâ
yukarıdaki gazelde, beytin ilk satırına beyit numarası verilip tab (→) tıklandıktan sonra mısra yazılmış
ve satır sonunda paragraf yapılmıştır. İkinci mısra yine bir tab tuşundan sonra devam etmiştir.
Buna göre, beyitleri tek satıra dönüştürmek için bul/değiştir penceresindeki özellikler seçeneğinden
aranan kısmına, paragraf (^p) ve tab (^t) komutları; değiştir kısmına da metinde kullanmayan “#, &” gibi
bir karakter girilip tümünü değiştir seçilebilir.
Bu işlem sonunda her bir beyit, kaynak ve tabdan sonra beyit olmak üzere, aşağıdaki gibi tek paragralık
metne dönüşür:
Rıdvan G 47/1 Nergisün şâhına kasd itmiş sabâ&Kör elinden sehl ola almak asâ
Rıdvan G 47/2 Her nefes râhun gubârından senün&Gözlerüm umar ki bula tûtiyâ
Rıdvan G 47/3 Gül arûsın getürem diyü ele&Yire saçar su gibi sîmin hevâ
Metin, yukarıda sıralanan işlemlerden sonra veritabanı oluşturmak üzere Excel programına taşınmaya
hazırdır. Metin seçilip kopyalanarak Excel dosyasına yapıştırılır. Örnekteki metin iki sütunlu tabloya
dönüşecektir. İlk sütunda beyitlerin numarası, ikinci sütunda ise beyitlerin metni yer alacaktır. Kes/yapıştır
komutuyla numara ve beyitlerin yeri değiştirilebilir:
113
Halil ÇELTİK
Metnin Word’deki yazımında tutarsızlıklar varsa (beyitlere birden fazla tab verilmesi, yanlış yerde
paragraf girilmesi, satırlar arasında gereksiz boşlukların bulunması vb.) metnin Excel’deki düzeninde
aksaklıklar oluşacaktır. Bunların ya Word ya da Excel dosyasında gözden geçirilerek düzenlenmesi gerekir.
Bu sebeple metnin Word’deki yazımı son derece tutarlı ve düzenli olmalıdır.
114
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında Excel Kullanımı
Bu simgeye tıklanarak açılan penceredeki seçenekler yardımıyla Excel’deki divan veya farklı
veritabanlarında kelime, konu, tema taranabilir. Meselâ şairin divanındaki çiçekler tespit edilebilir. İçinde
gül geçen, gülle birlikte sümbül ya da bülbül geçen veya gül geçip de bülbül geçmeyen beyitler yanında,
özellikle redif araştırmasında, gül veya lâle ile biten beyitler gibi değişik veriler derlenebilir. Bunun için “filtre”
penceresindeki “içerir” “içermez”, “ile başlar” “ve”, “veya” gibi seçeneklerden uygun olanlar seçilmelidir:
Tercihler belirlenip aranacak kelimeler girildikten sonra tamam tuşuna basıldığında, sadece istenilen
bilgilerin yer aldığı satırlar görünüp diğerleri gizlenecektir.
115
Halil ÇELTİK
Bulunan veriler seçilerek kopyalanıp inceleme metninin yazılacağı Word dosyasına taşınabilir. Word’e
yapıştırılan Excel metni, iki sütunlu bir tablodur:
Nergisün şâhına kasd itmiş sabâ&Kör elinden sehl ola almak asâ Rıdvan G 47/1
Gül arûsın getürem diyü ele &Yire saçar su gibi sîmin hevâ Rıdvan G 47/3
Word’deki bu tablo seçilip “düzen” menüsündeki “tabloyu metne dönüştür” “sekmeler” seçeneğiyle
normal metne dönüştürülebilir.
Gerekirse, bul/değiştir penceresinden tablarla beyit ortasındaki farklı işaretler, paragraf komutuna
dönüştürülüp metin aşağıdaki gibi düzenlenebilir. Bu, Word dosyasını Excel’e dönüştürme öncesi yapılan
işlemin tersine benzer.
Nergisün şâhına kasd itmiş sabâ
Kör elinden sehl ola almak asâ
Rıdvan G 47/1
Veritabanı Örnekleri
Excel’deki veritabanının içeriği, çok farklı amaçlar için zenginleştirilerek kullanılabilir. Şu veritabanı, bir
divandaki şiirlerin nazım şekilleri, vezinleri, uzunlukları, mahlasın yeri, kafiye harfi, redifi, dili ve şiir türü
gibi konularda bilgiler sunmaktadır. Bu başlıklardan biri seçilerek divanda hangi tür ve şekilde ne kadar
şiir bulunduğu; hangi şekil veya türlerde hangi vezinlerin tercih edildiği tespit edilip gerekirse grafiklerle
desteklenebilir.
116
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında Excel Kullanımı
Bir divan metni, örnekteki gibi edebî sanatları, vezinleri veya başka konular bakımından fişlenebilir.
Bu veritabanı hem şairin edebî sanat tercihlerini ortaya koyar hem de edebî sanatların öğretiminde örnek
tespitini kolaylaştırır. Aynı metin üzerinde çok çeşitli yönlerden fişleme ve taramalar da yapılabilir.
Bu veritabanında ilk sütuna kelimeler yazılıp bunların cümle içinde isim, fiil, sıfat, zarf vb. kullanım
çeşitleri; Türkçe, Arapça, Farsça oluşları gibi değişik konularda taramaların yapılabileceği veritabanları
hazırlanabilir.
Şu örnekte, Eski Türk Edebiyatı alanında yapılan tezler, hazırlayanın soyadına göre sıralanmıştır. Bu
veritabanında sıralama düzeni değiştirilebileceği gibi divan, tezkire veya belirli bir konudaki bilgiler de
derlenebilir.
Şu örnekte Rumeli şairleri mahlas sırasına göre çeşitli açılardan işlenerek biyograi amaçlı bir veritabanı
hazırlanmıştır. Sıralama ölçütü ölüm tarihi, meslek vb. şeklinde değiştirilebilir veya belirli ölçütlere uyan
şairler tespit edilebilir. 117
Halil ÇELTİK
Şu örnekte şairler, mahlas sırasına göre tek sütunda toplanmıştır. Filtre seçeneğindeki ayrıntılar
yardımıyla şu şehirde doğanlar, şu yıllar arasında yaşayanlar, şu konuda eser verenler şeklinde çok amaçlı
taramalar yapılabilir. Ancak daha sağlıklı ve hızlı sonuçlar için bu verilerin yukarıdaki gibi sütunlara
bölünmesinde fayda vardır.
Verilerin Sıralanması
Excel programında karışık bir şekilde yazılan bilgilerin metinse A’dan Z’ye (Z’den A’ya da mümkün)
alfabetik; rakamsa azdan çoğa veya çoktan aza doğru sıralaması yapılabilir.
Pek çok kaynağın kullanıldığı bir çalışmada karışık olarak yazılan bibliyografik künyelerin veya bir
şairin, bir yazarın herhangi bir eserinde kullandığı kelimelerin alfabetik sıraya konulması istenildiğinde,
Excel’de alt alta satırlar hâlinde yazılan on birlerce satırlık veri (programın eski sürümünde 67000 satır sınırı
vardı; bu kaldırıldı) hızlıca sıralanabilir.
118
Word dosyasındaki nesir veya nazım bir metninde, her kelimeden sonra bir boşluk olduğu için,
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında Excel Kullanımı
ilgili metin seçildikten sonra bul/değiştir penceresinde aranan değere boşluk, yeni değere de paragraf
seçeneği girilip değiştirme işlemi onaylanır. Böylece metindeki kelimeler alt alta dizilir. Bu kelime sayısı
hacimli olduğunda Word’de sıralanamayacağı ve Excel’de başka işlemler de yapılabileceği için metni Excel’e
taşımak gerekir. Excel’de bir sütuna yapıştırılan metin seçildikten sonra veri menüsündeki sırala seçeneği
tıklandığında, bu metin ne kadar uzun olursa olsun, bilgisayarın belleğine ve hızına göre değişen sürelerde,
metnin tamamı alfabetik sıraya girer.
İşlem sonunda sadece benzersiz kelimeler görünür; bunların diğer verilerden ayrılabilmesi için farklı bir
renk veya bold, italik gibi değişik bir biçim uygulanır.
Daha sonra veri menüsündeki “filtre” seçeneği tıklanarak bütün verilerin görünmesi sağlanır. Bu
durumda benzer veriler normal metin biçiminde görünürken tekrar eden her bir kelimenin ilk örneği
kırmızı, bold veya italik hangi biçim uygulanmışsa o şekle uygun görünür.
Bul/değiştir penceresi açılır. Aranan değer için sağdaki “biçim” penceresi açılarak “hücreden biçim seçin”
komutuna tıklanır ve daha sonra Excel’deki veri sütunundan biçim uygulanmayan kelimelerin bulunduğu
bir hücreye tıklanıp silinecek biçim belirlenir. Verilerin bulunduğu kelime sütunu seçildikten sonra değiştir
120 bölümü boş bırakılarak “tümünü değiştir” komutu tıklanır.
Dil ve Edebiyat Araştırmalarında Excel Kullanımı
İşlem sonrası, soldaki sütunda tekrarlanmayan veriler, sağ sütunda da bunların “1” olarak girilen
değerleri kalır.
Tekrarları silinen bu metin kısa ise tablo hâlinde kopyalanıp Word’e taşınır. Word’e yapıştırılan tablo
seçilip “düzen” menüsünden “tabloyu metne dönüştür” penceresinde “sekmeler” seçeneği işaretlenerek
“tamam” komutuna basılır. Eğer bu metin yüzlerce, binlerce kelimeden oluşan hacimli bir dosya ise, tablo
hâlinde kopyalayıp Word’e taşımak ve tekrar metne dönüştürmek zaman alacaktır. Bu sebeple Excel’deki
“farklı kaydet” penceresinden “metin (sekmeyle ayrılmış)” seçeneği işaretlenip Excel dosyasının metin
dosyası biçiminde kopyası kaydedilir. Bu dosya “birlikte aç” seçeneğiyle Word dosyası biçiminde açılabilir.
Dosya “salt okunur” biçimde açılırsa, işlem yapmak için Word biçiminde kopyası alınmalıdır. Dosyanın
Word’deki görünümü, giriş menüsündeki göster/gizle seçeneği açıldığında, aşağıdaki gibi olur:
Metin üzerinde görüldüğü gibi veriden sonra bir tab karakteri ve “1” rakamı vardır. Rakamdan sonraki
satır başında ya yeni bir kelime ya da sekme karakterinden sonra yine “1” rakamı vardır. Bu metin ne kadar 121
uzun olursa olsun, aynı düzende devam edecektir. Bul/değiştir penceresi açılarak aranan kısmına sırasıyla
Halil ÇELTİK
«1 rakamı, paragraf ve tab karakteri» («1^p^t”), yeni değer kısmına ise “1+” karakterleri girilerek tümünü
değiştir komutu seçilirse, boş satırlardaki rakamlar ilgili verinin sağına tab karakterinden sonra 1+1+1…
şeklinde tekrar sayısı kadar sıralanır.
Metnin sağındaki tab karakterinden sonra tekrar sayısı kadar görünen 1+1 rakamlarının toplamlarını
almak için, bul/değiştir penceresi tekrar açılır. Aranan değer kısmına tab karakteri (^t), yeni değer kısmına
ise tab karakteriyle birlikte eşittir işareti (^t=) girilip tümünü değiştir seçilir. İşlem sonrası satır başında
veriler, verilerden sonra bir tab karakteri ve eşittir işareti ortaya çıkar.
Bu metin kopyalanıp Excel’e yapıştırıldığında iki sütunlu bir tabloya dönüşür. İlk sütunda veriler, ikinci
sütunda ise bunların tekrar sayıları görünür. Bu alfabetik liste, sayı sütunu seçilerek azdan çoğa veya çoktan
aza doğru sıraya konabilir.
Grafik oluşunca, tasarım kısmından graiğin hangi verileri içereceği, yüzdelik dilimlerinin bulunup
bulunmayacağı, renk düzeni gibi ayarlar yapılandırılabilir. Metindeki değerler değiştiğinde grafik kendisini
güncelleyecektir. Hazırlanan grafik kopyalanarak Word dosyasına eklenebilir.
Sonuç
Veriler önce Word’de düzenlenip sonra Excel’e aktarılabileceği gibi, doğrudan Excel’e de kaydedilebilir.
İncelenecek metnin hacmine, türüne, yapılacak araştırmanın amaç ve kapsamına, kullanılan programın
adıyla sürümüne ve bilgisayarın PC veya Macintosh olmasına göre işlem basamaklarında ve menü
isimlerinde birtakım farklılıklar olabilir.
Metnin yapısını hızlı biçimde değiştirme veya programlar arası metin aktarımının temeli, metnin tutarlı
yazım ve biçim özellikleri taşımasına ve “bul/değiştir” penceresindeki seçeneklerin, öncelikle Word’de,
amaca uygun biçimde seçilip kullanılmasına dayanır. Excel’de ise daha çok sıralama ve filtre veya bazı
sürümlerdeki adıyla süzme seçeneğinin araştırma amacına uygun ve etkili kullanımı söz konusudur. Ayrıca
Excel dosyasının tablo ve grafik özellikleri de araştırmanın görsel boyutunu zenginleştirecektir.
KAYNAKÇA
Çeltik, Halil (2010): «Biyografik Çalışmalarda Bilgisayarın Yeri», Mustafa İsen Adına Uluslararası Klasik Türk
Edebiyatında Biyografi Sempozyum Bildirileri, (6-8 Mayıs 2010), Nevşehir Üniversitesi; AKM Yayınları,
Ankara 2011, s. 223-231.
Cox, Joyce vd. (2008): Bilgisayar Kurs Kitabı (Vista ve Ofice 2007), Çev.: Duygu Kayadelen vd., Arkadaş Yayınları,
123
Ankara.
Gencîne-i Râz Mesnevisinde
Şiir, Şair ve Kâtiple İlgili
Değerlendirmeler
Doç. Dr. Bekir ÇINAR
Niğde Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Niğde
bcinar67@gmail.com
ÖZET
Yahya Bey, XVI. yüzyılın en büyük mesnevi şiir telakkisinin yerleşmesinde önemli katkıları
sanatkârından olup divan ve hamse sahibi bir olduğu söylenebilir. Yahya Bey kırk makale
şairdir. Fakat o, asıl şöhretini mesnevileri (hamsesi) şeklinde tanzim ettiği eserinin otuz beşinci
ile kazanmıştır. Bu çalışmada Taşlıcalı Yahya makalesini bu konuya ayırmıştır. Bu bildiride
Bey’in hamsesini oluşturan mesnevilerinden biri onun şiir, şair ve kâtiple ilgili görüşleri örneklerle
olan Gencîne-i Râz’ında şiir, şair ve kâtiple ilgili işlenmiştir.
değerlendirmeler işlenmiştir. Klasik Türk şairleri
şiirin teorisi fazla uğraşmamışlardır. Şairin bu Anahtar kelimeler: Gencîne-i Râz, Taşlıcalı
konudaki görüşlerinin klasik Türk edebiyatının Yahya, Poetika
Bekir ÇINAR
Giriş
Klasik Türk edebiyatı şairleri, daha çok şiirle ürün verdiğinden, şiirin teorisiyle fazla uğraşmamışlardır.
Bu sahada yeterli düzeyde poetika yazılmamış olmakla birlikte, bazı divanların ön sözlerinde ve tezkirelerin
giriş kısımlarında şiir ve şairle ilgili değerlendirmeler vardır. Tezkirecilerden Latîfî ve Âşık Çelebi bu konuda
geniş bilgi veren tezkirecilerimizdir. 17. yy. tezkirelerindeki şiir ve şairle ilgili değerlendirmeler ise Latîfî
ve Âşık Çelebi’nin görüşlerinin tekrarı gibidir.1 Lamiî Divanı’nın ön sözünde şiir ve şairle ilgili geniş bir
değerlendirme mevcuttur. Ayrıca Fuzulî’nin şiir hakkındaki görüşleri ve kâtipler hakkındaki kıtası; Şeyh
Gâlip’in kendi şiiri için “Bir başka lisân tekellüm ettim” ve Nef ’î’nin “Levh-i mahfuz-ı sühandır dil-i pâk-i
Nefî” şeklinde sözlerinde şairlikle ilgili değerlendirmeler vardır. Yahya Bey’in şiir şair ve kâtiple ilgili
değerlendirmeleri mesnevisinin bir bölümündedir.
16. yüzyıl divan şiirinin klasik hâlini aldığı bir yüzyıldır. Yahya Bey, 16. yüzyılın önemli mesnevi
şairlerindendir. Divan şiirinin şiir ve şair telakkisinin yerleşmesinde, onun şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin
önemli katkıları olduğu söylenebilir. Gencîne-i Râz mesnevisinde şiir, şair ve kâtiple ilgili değerlendirmelere
geçmeden önce Taşlıcalı Yahya ve Gencîne-i Râz hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz.
1.Taşlıcalı Yahya2
Yahya Bey, XVI. yüzyılın en büyük mesnevi sanatkârından olup, divan ve hamse sahibi bir şairdir.
Fakat o, asıl şöhretini mesnevileri (hamsesi) ile kazanmıştır. Divan ve mesnevilerinde kullandığı üslûp,
onun yeniçeriliğin verdiği ruh ile oldukça cesur bir karaktere sahip olduğunu göstermektedir. Divan’ı ve
mesnevilerinde zengin bir hayal, kuvvetli bir tasvir gücü ve mahallî özelliklerin bulunması, günümüzde
onun şiirlerini daha da değerli kılmakta ve bazı şiirlerini tarihî bir vesika hüviyetine yükseltmektedir. Onun
şairliği, devrin önemli biyografi yazarları tarafından da övülmektedir.
“Yahya Bey, Türkçeyi çok iyi öğrenmiş aslen Arnavut olduğu halde bilhassa İstanbul Türkçesinin kudretli
şairi olmuştur. Fakat onun ne bu benimsediği dil, ne Müslüman oluşu, ne de Osmanlı topluluğu içinde elde
ettiği zengin kültür, gördüğü itibar ve yükseldiği mevkiler, bu şaire Arnavut aslını unutturamamıştır.”3
Yahya Bey’in sanatında “kuvvetli bir müşahede ve tasvire dayanan şiirlerinde, bir hayli mahalli özellik
ve tespitlerin bulunması bugün için onların ehemmiyetini birer belge olarak da artırmaktadır.”4 Bilhassa
divanında denizcilik, musiki, askerî, yazı vs. terimlerle; yiyecek ve giyeceklerle; âdet, deyim ve atasözleriyle;
renklerle, yiyecek ve giyeceklerle özellikle siyah-beyaz tezadıyla veya daha çok beyazla alakalı bir hayli
malzemeyle karşılaşmak mümkündür.5
Edebiyatımızda, “Necâtî Bey’de başlayıp, Zâtî’de mümessilliği devam eden Türkçe düşünmek ve
Türkçenin inceliklerini çeşitli edebî sanatlarda şiirleştirmek gayreti, Zâtî’nin çevresinde bulunan şairlerden
biri olan Yahya Bey’de müstesna bir tatbikatçı bulmuştur.”6
1 Geniş bilgi için bk., Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, LM Yay., İstanbul 2004.
2 Taşlıcalı Yahya ve Gencîne-i Râz konusunda geniş bilgi için bk., Bekir Çınar, Taşlıcalı Yahya Gencîne-i Râz İnceleme
Metin-İndeks, Erciyes Üni. SBE (Yayımlanmamış) Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 1995. Ayrıca eser üzerinde Taşlıcalı
Yahya Bey Gencîne-i Râz İnceleme Tenkitli Metin adlı çalışmamız olup eser basım aşamasındadır. Tenkitli metin
çalışmamız, Niğde Üniversitesi BAB biriminin 2010/2 numaralı kararı ile desteklenmiştir. Bu tebliğdeki bazı bilgiler ve
metin kısımları belirtilen iki çalışmamızdan alınmıştır.
3 Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi., C.I, ME Basımevi İstanbul 1987, s. 598.
4 Âmil Çelebioğlu, Kanunî Sultân Süleymân Devri Türk Edebiyatı, MEB Yay., İstanbul 1994, s. 80.
5 Cemal Kurnaz, “İki Renkli Tablo: Yahya Bey’in Bir Gazeli”, Türk Kültürü Dergisi, S. 250, Ankara 1984, ss. 115-117. Bu
konuda Ayrıca bk. Pervin Çapan, “Yahyâ Bey Dîvânı’nda Estetik ve Kültürel Bir Değer Olarak Giyim Kuşam ve Renk
126 Unsurları”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Sayı 3, İstanbul 2000, ss. 169-198.
6 ÇAVUŞOĞLU, Mehmet, “Yahya Bey”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., C. XIII, İstanbul 1986, s. 345.
Gencîne-i Râz Mesnevisinde
Şiir, Şair ve Kâtiple İlgili Değerlendirmeler
2. Gencîne-i Râz7
Gencîne- Râz, Taşlıcalı (Dukaginzade) Yahya Bey’in hamsesini oluşturan en önemli mesnevisidir.
Gencîne-i Râz, Nizâmî’nin Mahzenü’l-esrâr, Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrâr mesnevileri ve Sâdî’nin Bostan ve
Gülistan’ı gibi, dinî hikâyelerden teşekkül etmiştir.8 Yahya bu eseri, Hz. Peygamber’i rüyasında görmesi
üzerine yazmıştır. Agâh Sırrı Levend’e9 göre bu eser, şairin birinci mesnevisi olup, Câmî’nin Sübhatü’l-
Ebrâr’ına naziredir. O da 40 makale’den toplanmıştır. Her makaleden sonra “hikâyet” başlıklı bir manzume
gelir. Eserin telif tarihi, şair tarafından eserin sonunda, “hâmûş”[ خاموش947(1540-1541)] kelimesiyle
belirtilmiştir. Hamse içinde telif tarihi belirtilen tek eser budur. Bizim tespitlerimize göre bu eser, şairin
üçüncü mesnevisidir. Eser Kanunî’ye sunulmuştur. İstanbul Kütüphaneleri Yazma Hamseler Kataloğu’nda10
eserin 32 yazma nüshası olduğu belirtilmektedir.
Latîfî’ye11 göre Yahya Bey’in nasihat telkin eden Gencîne-i Râz’ı ve Nâz u Niyâz’ı tamamen öğretici
eserlerdir. Gencîne-i Râz, yer yer hayli sade ve halk diline yakın bir lisanla yazılmıştır. Makaleler aşk, namaz,
gizli zikir, mecaz yoluyla hakikati arama, şeytan, tevazu, ilim, tembellik, kanaat, sabır, edep ve haya, gönül
kırmak, rüşvet almak vb. mevzulardan; bu arada cömertlikten, şiir ve şairden, cennet ve cehennemden
bahsetmektedir. Her mevzuya bir makale ayrılmış ve her makale ile ilgili bir hikâye anlatılmıştır. Şair, bu
mesnevîsini kendi ifadesiyle bir ayda yazdığını belirtmektedir:
Bu makâlât-ı sa’âdet-encâm
Oldı noksân-ile bir ayda tamâm (3051)
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâmesi’nin Pendnâme-i peder-i büzürgvâr başlığı altında babasının nasihatlerini
anlatırken babasının kendine verdiği önemli birkaç kitap arasında Gencîne-i Râz’ın da bulunduğunu
belirtmektedir.12 Bu husus, Gencîne-i Râz’ın, yazıldığı dönemde olduğu kadar, daha sonraki dönemlerde de
sevildiğini ve okunduğunu göstermektedir. Eser, bizim tespitlerimize göre 3051 beyittir.
Yahya Bey’e göre şairler, nebilerin hayırlı birer evladı gibidir ve en güzel söz söyleyenlerdir. Şiir ise
mutlaka güzel söylenmelidir. Bu tarz bir şiir, ya naat ya da tevhit olup arşa çıkar:
Şi’rdür âdeme bahşâyış-ı Hak
Cedd ü cehd-ile bilinmez bu sebak
Yahya Bey’in şairle ilgili görüşleri, Lamiî’nin görüşleriyle paralellik arz eder. Lamiî’ye göre de şair, 129
“Görünenin ötesine geçebilen, mutlak ve değişmez güzelliği fark eden ve bunları açıklayan kişidir. Ona göre
Bekir ÇINAR
şair, ‘üst âlemi’ göstermelidir. Şair normal insanlardan farklıdır. Ne anlatırlarsa anlatsınlar, hakikatte bunlar
Cemâl-i Mutlak’ın vassâlarıdır.”14
4.b.Şairde olmasını İstemediği Özellikler
Yahya Bey’e göre şairler mecazda kalmamalı, hakikati aramalıdır. Aksi hâlde âlemin felaketi olur. Şaire
göre bu kişiler cahildir. Başkalarını bir kasideyle öven şaire lütula bakılmamalıdır. Şairler dünya ehillerinden
lütuf ummamalı, onların kapılarını “it” gibi makam kılmamalı, bir iki altın ve gümüşe tamah edip, eşeği
övüp göğe çıkarmamalı, “olur olamaz tekeyi aslan” yapmamalıdır. Şairlerin “câhil bir kimseyi ehl-i kemâl diye
övmeleri, eşeğin kuyruğuna inciler bağlamaları” gibidir. Eğer bir şair bunları yaparsa, mahşerde o kaside şaire
ejder olur. Şairler, fakirlik içinde olurlarsa hasis insanlara muhtaç olmazlar
Şâ’ir-i şi’r-i mecâz kim olur
Dâ’imâ nekbeti-i ‘âlem olur
Yahya Bey’in bu görüşleri, tezkire yazarı Latîfî’nin görüşleriyle büyük oranda uyuşmaktadır. Latîfî, ilmi
olmayanların şiir yazmaması, cahillerin övgüsüne aldırmaması, kendini anlatmaya kalkışmaması ve şiirden
anlaması gibi hususlara dikkat çekmektedir. Ayrıca Latîfî, şairleri adi hırsızlar, mana hırsızları, mukallitler,
tercümeciler, manadan mana çıkaranlar gibi kısımlara ayırmaktadır.16
5 Kâtiple İlgili Değerlendirmeler
Yahya Bey’in kâtiple ilgili değerlendirmeleri eserin “Hâtimetü’l-kitâb” bölümündedir. Şair bu
14 Cihan Okuyucu, age., s. 67.
130 * [Yalancılara Allah lanet etsin. (beddua)]
15 Bk., Cihan Okuyucu, age., s. 71.
Gencîne-i Râz Mesnevisinde
Şiir, Şair ve Kâtiple İlgili Değerlendirmeler
bölümde eserinin müstensihine -eserinin başına gelecek olanı önceden sezmiş olacak ki- önemli uyarılarda
bulunmaktadır. Yahya Bey, müstensihten eserindeki harlerin noktalarını yerli yerinde koymasını, yazısını
sanki güzel bir sevgili gibi “hüsn-i hat” ile yazmasını istemektedir. Yahya Bey’in, müstensihten en önemli
isteklerinden birisi de, salih kişilerin gönlü gibi yazısının temiz ve hatasız olmasıdır.
3010 Rahmet ol kâtibe olsun ki ‘ayân
Noktalardan koya ol yolda nişân
Yahya Bey, yanlış yazan kâtibin, mutlaka hatasını düzeltmesi gerektiğini söylemektedir. Bunu yapmayan
kâtipler, ahmak ve cahildir. Kâtibin yazacağı kaleme ve yazılarının şekline kadar güzel tasvirler yapmaktadır.
Kâtiplerin kaleminin kamışı uygunsuzsa onların yazdığı harler de uygusuz olacaktır. Onların yazacağı
harler, birbirinden uzak; satırları sanki bozguna uğramış asker gibi olur. “Kaf ” harfi “Kûh-ı Elbirz”e, “kâf ”ı
ihtiyar bir bunağa döner. “Mim”i gürz-i girân, “ye”si eğri kemân gibi olur. Bu kişiler, beyitlerin satırlarına
“karasinek gibi” fazla noktalar koyarak onu harap ederler.
Bu kâtipler için Yahya Bey ağır beddular etmektedir: Başı ayın harfi gibi ikiye ayrılsın! Bu idraksiz kişiler,
elem ve derde gark olsun! Kendi şehrinden avare olup kimse derdine çare bulamasın!
Yahya Bey’in bu görüşleri, Fuzûlî’nin kötü yazan kâtip için söylediği kıtayı hatırlatmaktadır. Ancak
Yahya Bey, bu konudaki görüşlerini daha ayrıntılı anlatmıştır.
İrsün ol kâtibe bin derd-i sarîh
Yazduğı yanlışı itmezse sahîh
132
Gencîne-i Râz Mesnevisinde
Şiir, Şair ve Kâtiple İlgili Değerlendirmeler
SONUÇ
Yahya Bey’in şair ve şiir hakkındaki görüşleri devrin şiir ve şair telakkisine uygundur. Yahya Bey’e göre
şiir, Hakk’ın ihsanıdır, atadan öğrenilerek bilinmez. Bu sırrı ise herkes keşfedemez. Şiir mutlaka hem ahenk
ve mânâ bakımından güzel söylenmelidir.
Şair, Hakk’ın hikmetini halka açıklayan, Kudretullah’ı tasvir eden âlim birisidir. Bunlar keşif ve keramet
ehlidirler. Makamları çok yücedir. Dünya nimetlerine yabancıdırlar. Sultanlara baş eğmez ve kanaat
sahibidirler. Şairler, mecazda kalmayıp hakikati aramalı, dünya ehillerinden lütuf beklememeli, menfaati
için başkalarını övmemelidirler.
Yahya Bey’e göre kâtipler, öncelikle hüsn ü hat ile yazmalı, yazdığı yazıda hata olmamalı varsa da
düzeltmelidir. Kâtipler, harlerin noktalarını yerli yerine koymalı, harleri ve satırları uygun aralıklarla
yazmalı, harleri bozguna uğramış asker gibi olmamalıdır.
Şiirini çalanlar (hırsız şairler) için ise ağır beddular etmektedir: Bir kısım şairler tamah ve hırsa kapılıp,
şiirlerime “el uzunluğu” yaparlarsa yani çalarlarsa, “başı aşağı kaf gibi” gelerek felakete uğrasın! Gözü nergis
gibi nursuz, yeri mezar, ömrü ise az olsun… gibi sözlerle bu kişileri yerden yere vurmaktadır.
Klasik Türk edebiyatının şiir ve şair telakkisini anlamak, bu dönem eserlerinin layıkıyla tetkik edilmesini
zaruri kılmaktadır. Yahya Bey’in şiirlerinde bu tür çalışmalara kaynaklık edecek zengin bir malzeme vardır.
KAYNAKÇA
BANARLI Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.I, ME Basımevi, İstanbul 1987.
BİLGEGİL M. Kaya, Cehennem Meyvası, Salkımsöğüt Yay., İstanbul 2009.
Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellileri, C. II, Bizim Büro Yay., Ankara 2000.
CANIM Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-Şuara ve Tabsıratu’n-nüzemâ, AKM Yay. Ankara 2000.
ÇAĞLAYAN Bünyamin, Taşlıcalı Yahya Divanında Maddi Kültür, (Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi,
Ankara 1990.
ÇAPAN Pervin, “Yahya Bey Divanı’nda Estetik ve Kültürel Bir Değer Olarak Giyim Kuşam ve Renk
Unsurları”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S. 3, İstanbul 2000, ss. 169-198.
ÇAVUŞOĞLU Mehmet, Yahya Bey Dîvan Tenkitli Basım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,
İstanbul 1977.
ÇAVUŞOĞLU Mehmet, “Yahya Bey”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., C. XIII, İstanbul 1986.
ÇAVUŞOĞLU Mehmet, Yahya Bey ve Divanından Örnekler, İstanbul 1993.
ÇAVUŞOĞLU Mehmet, Yahya Bey Yûsuf ve Zelîha, İstanbul 1979.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmet, “16. Yüzyılda Dîvan Edebiyatı -Dîvan Edebiyatında Şiir Kavramı-” Osmanlı Divan
Şiiri Üzerine Metinler (hzl., Mehmet Kalpaklı), YKY, İstanbul 1999.
ÇELEBİOĞLU Âmil, Kanunî Sultân Süleymân Devri Türk Edebiyatı, MEB Yay., İstanbul 1994.
ÇINAR Bekir, Taşlıcalı Yahya Gencîne-i Râz, Erciyes Üni. SBE, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri
1995.
DEVELLİĞOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1992.
DİLÇİN Cem, Yeni Tarama Sözlüğü, TDK Yay., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara1983.
Dukaginzade Yahyâ, Hamse-i Yahya, Millet Ktp., AE Manzum, Nu: 986/5, 132-166 yk. 133
Dukaginzade Yahyâ, Hamse-i Yahya, Tokat İl Halk Ktp., 60 hk.,1/1, Milli Ktp., DVD Nu: 1698.
Bekir ÇINAR
Evliyâ Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, II. Kitap, Topkapı Sarayı Kütüphanesi
Bağdat 304 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu Dizini, hzl., Zekeriya Kurşun-Seyit Ali Kahraman
- Yücel Dağlı YK Yay., I. Baskı, İstanbul 1998.
GIBB E.J. Wilkinson, Osmanlı Şiir Tarihi A History of Ottoman Poetry, c. III-V, (tercüme: Ali Çavuşoğlu),
Akçağ Yay., Ankara 1999.
İSEN Mustafa, Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, AKM Yay., Ankara 1994.
İSEN Mustafa, Sehî Bey Tekiresi Heşt Behişt, Akçağ Yay., Ankara 1998.
İSEN Mustafa, Latîfî Tekiresi, Akçağ Yay., Ankara 1999.
İSEN Mustafa-vd., Şair Tezkireleri, [Dr. Halûk İpekten], Grafiker Yay., Ankara 2002.
İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Kataloğu, hzl. MEB Kütüphaneler Genel Müdürlüğü Tasnif
Komisyonu, ME Basımevi, İstanbul 1967.
KAYA İ. Güven, Dukaginzade Taşlıcalı Yahya Bey’in Sanatı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi, Kosova
Üniversitesi, Priştine 1985.
KAYA İ. Güven , “Dukaginoğulları ve Dukaginzade Yahya Bey”, Divan Edebiyatı ve Toplum, Donkişot Yay.,
İstanbul 2006.
KAYA İ. Güven , “Dukaginzade Taşlıcalı Yahya Bey’in Şiirlerinde Cinsellik”, Journal of Turkish Studies Fahir
İz Armağanı) , C. XIV, Cambridge1990 , ss. 273-281.
KILIÇ Filiz, 17. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ Yay., Ankara 1998.
KILIÇ Filiz, Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ İnceleme-Metin, C.2, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul
2010.
KÖKSAL M. Fatih, “Tahkiyeli Bir Eser Olarak Taşlıcalı Yahya’nın Şâh u Gedâ Mesnevisi”, Klasik Türk Şiiri
Araştırmaları, Ankara 2005, ss. 29-68.
KURNAZ Cemal, “İki Renkli Tablo: Yahya Bey’in Bir Gazeli”, Türk Kültürü Dergisi, S. 250, Ankara 1984, ss.
115-117.
KUTLUK İbrahim, Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şuarâ, C. II, TTK Yay., Ankara 1989.
KUTLUK İbrahim, Beyâni Mustafa Bin Cârullah Tezkiretü’ş-şuarâ, TTK Yay., Ankara 1997.
Latîfî Tezkire-i Latîfî, Der Saadet-İkdam Matbaası, İstanbul 1314.
LEVEND Agâh Sırrı, Türk Edebiyatı Tarihi, TTK Yay., Ankara 1988.
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî IV, İstanbul 1308.
Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. V, (hzl., Nuri Akbayar-Seyit Ali Kahraman), Türk Tarih Vakfı Yay.,
İstanbul 1996.
Muallim Nâci, Esâmî, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul 1308.
Muallim Nâci, Osmanlı Şairleri, hzl., Cemal Kurnaz, MEB Yay., İstanbul 1995.
MERMER Ahmet, “Taşlıcalı Yahya Bey’in Kendi Şiiri Üzerine Düşünce ve Değerlendirmesi”, Selçuk
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi I, Konya 1987, ss. 227-234.
OKUYUCU Cihan, Divan Edebiyatı Estetiği, LM Yay., İstanbul 2004.
RİYÂZÎ Tezkire, Nuruosmaniye Ktp. 3724, 148 yk., 476.
134
Gencîne-i Râz Mesnevisinde
Şiir, Şair ve Kâtiple İlgili Değerlendirmeler
SARIÇİÇEK Ramazan, Taşlıcalı Yahya Gencîne-i Râz İnceleme-Metin (Yayımlanmamış YL Tezi), İnönü
Üni., SBE, Malatya 1991.
SOLMAZ Süleyman, Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı (İnceleme-Metin), AKMB Yay., Ankara 2005.
SUNGURHAN-EYDURAN Aysun, Beyânî Tezkiretü’ş-Şu’arâ, KB Yay., Ankara 2008. www.kulturturizm.
gov.tr (ET: 20.11.2010).
SUNGURHAN-EYDURAN Aysun, Kınalızade Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-Şu’arâ, KB Yay., Ankara 2009.
www.kulturturizm.gov.tr (ET: 20.11.2010).
Şemsettin Sâmî, Kâmûs-ı Türkî, Enderun Yayınları, İstanbul 1989.
TOLASA Harun, “Klasik Türk Edebiyatımızda Divan Önsöz (Dibace)leri, Lamiî Divanı Önsözü ve (Buna
Göre) Divan Şiiri Sanat Görüşü”, Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler (hzl., Mehmet Kalpaklı), YKY,
İstanbul 1999, ss. 229-243.
TUMAN Mehmed Nail, Tuhfe-i Nâilî, hzl. Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatçı, Bizim Büro Yay., Ankara 2001.
Türk Dünyası Ortak Edebiyatı: Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, C.VIII, Ankara 2007.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. IV, Dergah Yay., İstanbul 1981.
ÜZGÖR Tahir, Türkçe Divan Dîbâceleri, KB Yay., Ankara 1990.
YAKAR Halil İbrahim, Taşlıcalı Yahya Bey’in Eserlerinde İstanbul, (Yüksek Lisans Tezi), Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 1996.
135
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in
Kaynakları
ve Kültür Tarihine Kaynaklığı
Öğr. Gör. Dr. Abdülkadir DAĞLAR
Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Kayseri
adaglar@erciyes.edu.tr
ÖZET
İslâm Türk kültür târihinin en önemli toplamış, eserin elif-zâ harleri arasındaki 79
biyografi yazarlarından biri olan Ali Emîrî Efendi şâirin hâl tercümesinden oluşan ilk cildini 1328
aynı zamanda Türk edebiyatı târihinde şuarâ yılında bastırmıştır. Bu yazı çerçevesinde, eserin
tezkireciliğinin son temsilcisi kabul edilebilir. bu neşrinden hareketle Ali Emîrî’nin istifâde ettiği
Anadolu şuarâ tezkirelerinin merkez İstanbul olmak kaynaklar ve kaynakları değerlendirme usûlü
üzere Osmanlı coğrafyasının genelini ele aldıklarını, üzerinde örnekler ışığında bir inceleme yapılacak,
taşradaki şehirlerin özel edebî muhîtlerindeki çoğu
eserin Türk kültür ve edebiyat târihine hangi
şâiri farketmeyerek haklarında bilgi vermediklerini
yönlerden kaynak teşkil ettiği üzerinde durulacaktır.
düşünen Ali Emîrî, içinde yetiştiği kendi kültür ve
edebiyat muhîti olan Diyarbakır (Âmid) şehrinin Anahtar Kelimeler: Ali Emîrî, Tezkire,
şâirlerini Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid isimli kitabında Diyarbakır, Âmid, Kaynak
Abdülkadir DAĞLAR
Ayn konu çerçevesinde yazlan şerhler, târih kitaplar, tezkireler gibi doğrudan ilmî tasnife
girmeyen geleneksel Türkçe eserlerin atf yapma ve kaynak gösterme husûsunda modern araştrma
dünyasna göre daha sistemsiz ve gelişigüzel bir görüntü arz ettiği, ilgililerin mâlûmudur. Söz konusu
dâirelerde eserlerin, yazm târihleri açsndan sralar tâkip edilerek yaplan titiz okumalarnda bazen
çok özel bilgilerin, yorumlarn, cümlelerin, kendisinden önce yazlan kitaptan/kitaplardan -kimi zaman
yanlşlaryla- kaynak belirtilmeden aynen alntlandğ zaman zaman tesbit edilebilmektedir.
Baz tezkireler de kendilerine örnek aldklar tezkirelerin muhtasar olarak bazen küçük birkaç
ekleme ile yazlmşlardr ki Beyânî Mustafa Cârullâh’n “Tezkiretü’ş-Şu’arâ”s (Knal-zâde Hasan
Çelebi’nin “Tezkiretü’ş-Şu’arâs”nn muhtasar), Mansûrî-zâde Mustafa Mucîb’in (Kemâlî-yi Âmidî)
“Tezkire-yi Mucîb”i (Zehrimâr-zâde Rzâ’nn “Tezkire-yi Rzâ”snn muhtasar), Kemiksiz-zâde
Mustafa Safvet’in “Nuhbetü’l-Âsâr fîFevâ’idi’l-Eş’âr” (Safâyî’nin “Tezkiretü’ş-Şu’arâs”nn
muhtasar), Alî Enver’in “Semâ’-hâne-yi Edeb”i (Esrâr Dede’nin “Tezkire-yi Şu’arâ-y
Mevleviyye”sinin muhtasar) örnek verilebilir.1 Bu muhtasar tezkireler ilim dünyasna yaptklar
katklar açsndan pek bir önem ve ciddiyet taşmayan çalşmalardr. Bu istisnâlar dşnda kalan
orijinal tezkireler Türk biyograficiliğine şk tutan eserler olarak edebiyat târihi içindeki yerlerini
almşlardr.
Tezkire geleneğinin de bitmeye yüz tuttuğu 18. yüzyl sonlar ile 19. yüzyl başlarnda Ali
Emîrî’nin hazrladğ Tezkire-yi Şu’arâ-y Âmid ise kaynaklar mukâyese ve tenkit etmedeki titiz
üslûbu, Türk edebiyatnda sadece bir şehrin şâirlerine hasredilmiş tezkirelerin en hacimlisi olma
özelliği ile dikkat çekmektedir. Eserin elif-bâ tertibine göre “Harf-i zâ”ya kadarki ksm birinci cilt
olarak 1328 ylnda dört adet bastrlmştr.2
Ali Emîrî, “Mukaddeme”den önce “İfâde-yi Mahsûsa” başlğ altnda, Tezkire-yi Şu’arâ-y
Âmid ismiyle muhtasar hâle getirdiği (s. 3) Mir’ât- Fevâ’id isimli eserinin telifine dâir şu
açklamalarda bulunmuştur:
“Yazø ki şimdiye øadar yazlan otuz øadar úO§mänl teŸäkir-i şuúaräs úumùmì
´ùretiyle yazlmş olup bir viläyete veyä bir memlekete ma∆´ù´ teŸäkir-i şuúarä
yazlmamşdr.
Memleketimden henùz ∆ärice çømadm ävän- cevänìde idi ki mu≠älaúa eyledigim
teŸäkir-i şuúaräda masøa≠- reõsim olan Diyär-Bekr (Ámid) şehrinden evvel ü ä∆r
®uhùr eden birçoø úO§mänl şuúaräsnè esämì vü a≈väli yazlmad ve yazlanlarè
da ek§eri yaèlş ve ayr- muväfø ´ùretde bulunduu ve bir øsmnè masøa≠-
re’sleri hìç gösterilmedigi veyä başøa memleketlere nisbet edildigi görülmesi üzerine
Diyär-Bekr (Ámid) şehri şuúaräsna ve bu miyändaki säõir hünerveräna ma∆´ù´ bir
teŸkire yazmaø ärzùsu ≈ä´l oldu.” (s. 2)
Ali Emîrî’nin bu ifâdelerinden de anlaşlacağ üzere eserin telif sebebi bizzat kaynaklar
meselesidir ki eseri yazdran sâik kendinden önceki kaynaklarn Diyarbakr kültür ve edebî muhîti için
tam anlamyla kaynaklk edemediği düşüncesidir.
Şuarâ tezkirelerinde yer almayan onlarca şâire ait terceme-i hâllerin ele alndğ bu kymetli
eser, Ali Emîrî’nin Diyarbakr’n edebî kültürüne, şiir ve şâire verdiği ehemmiyet bakmndan dikkat
çekmenin ötesinde, ilmî vukûfiyetini, hâfzasnda tuttuğu şiir/beyit miktarn ve kaynak eserlere dâir
müktesebâtn da yanstmaktadr. Eserde kitâbî ve şifâhî pek çok kaynak kullanlmş, bu kaynaklar çok
ciddî bir tenkit süzgecinden geçirilerek mukâyeseye tâbi tutulmuştur. Aşağda Tezkire-yi Şu’arâ-y
Âmid’in kaynaklar ile Ali Emîrî’nin bu kaynaklar değerlendirme üslûbuna dâir baz örnekler
verilecektir.3
A. Kitâbî Kaynaklar
138 1
Mustafa İsen-Filiz Klç-İ. Hakk Aksoyak-Aysun Eyduran, Şair Tezkireleri, Grafiker, Ankara 2002.
2
Ali Emîrî, Tezkire-yi Şu’arâ-y Âmid, Birinci Cild, Matba’a-y Âmidî, İstanbul 1328 (Eserin iç kapağnda târih 1327 olarak
verilmiştir.). Bu neşrin genel bir tantm için bkz. Mehmet Arslan, “Ali Emîrî ve Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid”, Osmanl
Makaleleri, s. 129-152.
ş Ş ş ş
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in Kaynakları
ve Kültür Tarihine Kaynaklığı
(...) Ve keŸälik ≈älä Diyär-Bekr ≈avälìsi ∆a≠≠ä≠- benämlarnè ikmäl-i ∆u≠ù≠ eden
tilmìŸäta icäzet verdikleri e§näda øräõat olunan silsile-nämelerde mu≈arrer olan
úibäre şöylecedir
El-meõŸùn min~äf® Bulaø Ágäh- Semerøandì” (s. 24)
2. Şuarâ Tezkireleri
Ali Emîrî’nin eserin bu ilk cildinde atfta bulunduğu şuarâ tezkireleri şunlardr:
a. Ahdî-yi Bağdâdî, “Gülşen-i Şu’arâ”
b. Âkif-i Enderûnî, “Mir’ât- Şi’r”
c. Âşk Çelebi, “Meşâ’irü’ş-Şu’arâ”
d. Esrâr Dede, “Tezkire-yi Şu’arâ-y Mevleviyye”
e. Fatîn Dâvud, “Hâtimetü’l-Eş’âr”
h. Kâf-zâde Fâ’izî, “Zübdetü’l-Eş’âr”
. Latîfî, “Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsratu’n-Nuzamâ”
j. Knal-zâde Hasan Çelebi, “Tezkiretü’ş-Şu’arâ”
k. Râmiz Hüseyin, “Âdâb- Zurafâ”
l. Riyâzî Mehmed, “Riyâzu’ş-Şu’arâ”
m. Safâyî Mustafa, “Nuhbetü’l-Âsâr minFevâyidi’l-Eş’âr”
n. Sâlim Mehmed Emîn, “Tezkiretü’ş-Şu’arâ”
o. Sehî Beg, “Heşt Bihişt”
p. Şefkat Seyyid Abdülfettâh, “Tezkire-yi Şefkat”
r. Tevfik Mehmed (Çaylak), “Kâfile-yi Şu’arâ”
Ali Emîrî şâirlerin hâl tercümelerini şuarâ tezkirelerinin tümünü tenkit ederek vermiştir ki
Cemîlî mahlâsl şâirin hâl tercümesinde bu durum açkça görülmektedir:
“Edirneli Sehì Çelebi TeŸkire-yi Şuúaräsnda Türkmändr diyär- şarødan gelmişdir
ve La≠ìfì ve ~asan Çelebiler de TeŸkirelerinde Türkistän şäúirlerindendir diyerek
nereli olduunu göstermiyorlar ise de İstanbul øä¬ìs æäf-zäde Fäõi◊ì Efendi
Zübdetü’l-Eşúärnda ve fä◊l- şehìr Kätib Çelebi Keşfü’®-ßunùnda Ámidì olduunu
ve mufa´´al Dìvän- Eşúär meşhùdlar bulunduunu ta´rì≈ buyuruyorlar.
La≠ìfì, Çaatayca olan eşúär ≈aøønda
Neväyìnüè üç cild Dìvännda olan eşúärna øäfiyeberøäfiye na®ìre dimişdür. Ammä
mücerred vezn ü øäfiyede na®ìredür. ™anúat u ∆ayälde ve le≠äfet-i maøälde degül
diyor.
Ammä Sehì Çelebi seläset-i ≠abìúat hüviyyet-i Ÿätiyyesi ≈aøønda şu sözleri yazyor:
Viläyet-i Rùma geleli ∆ayli zemän olmşdur. `oş-≠abú úäşø-meşreb väfir eşúära mälik
eşúär úäşøäne ve güftär merdäne çoø levendlik itmiş läõubälì kimsedür. Egerçi
úulùm- müktesebeden çendän behremend degül läkin cevdet-i ≠abúla ne deèlü
gerekse úale’l-fevr şiúr dimege øädir azel-gùløda mähir şäúirdür.
úO§mänlca ve Çaatayca man®ùrumuz olaraø ta≈rìr olunan şu ebyät- seläset-edäs
bize her ≈älde Sehì Çelebiyi ≈aøl gösteriyor. (...)” (s. 154)
Eserinin genelinden, tezkire müelliflerinin çoğunun devlet merkezi İstanbul’a oldukça uzak bir
memleket olan Diyarbakr ve civar şâirlerinden hiç bahsetmemeleri veya hakkyla bilgi vermemelerini
eleştiren Ali Emîrî’nin bu bölge şâirleri için bilhassa Ahdî’nin “Gülşen-i Şu’arâ”sn kaynak olarak
gördüğü anlaşlmaktadr.
Diyarbakr (Civâr- Rakka Eyâleti) valisi Ahmed Paşa’nn hâl tercümesinde tezkirecilerden
yalnzca Ahdî’nin ondan bahsettiğini belirtilmiştir:
“Kendisi bir şäúir-i mähir ve ä§är ke§ìr olduu ≈älde arìbdür ki úa´rnda teõlìf olunan
140 úÁşø Çelebi ~asan Çelebi Riyä◊ì Çelebi TeŸkireleriniè hìç birinde näm u ä§är
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in Kaynakları
ve Kültür Tarihine Kaynaklığı
Ali Emîrî zaman zaman ele aldğ şâirlerin dîvânlarnda yer almayan şiirlerinin baz
mecmûalarda bulunabildiğini ifâde etmektedir; Âgâh’n hâl tercümesinde de onun dîvânlarnda
göremediği pek çok şiirine baz mecmûalarda, üstelik kendi el yazsyla, rastladğn belirtmiştir:
“Türkì Dìvän ayr- ma≠bùúdur. Nüs∆as ke§ìr ü mütedävildir. 2120 beyti ≈ävìdir. Şu
øadar ki baú◊ mecmùúalarda ∆a≠≠- destiyle görülen ä§ärè bir ∆aylìsi Dìvännda
görülmüyor.
Färsì Dìvän henüz meşhùdumuz olmamş ise de mecmùúalarda kendi ∆a≠≠- nefìsiyle
mu≈arrer bir ∆ayli Färsì azelleri görülmüşdür.” (s. 32)
Ali Emîrî şâirlerin hâl tercümelerini yazarken şiir mecmûalarndan da ciddî anlamda istifâde
etmiştir. Örneğin, Gülşenî-zâde Seyyid Mehmed Hâletî’nin, Lemezât- Hulviyye’de bile yer almayan
ölüm târihine (989 / 1581-82) yalnzca bir şiir mecmûasnda Uyûnî’ye ait bir târih manzûmesinden
ulaşmştr:
“Leme®ät tamämyla terceme-yi ≈älinden ∆aber veriyor. Läkin tärì∆-i vefätn ta´rì≈
etmiyor. Bir müddet de tärì∆-i irti≈älini ta≈arrì etdim. Mu≠älaúa eyledigim
mecmùúalarè birinde vefätna däõir şäúir úUyùnìniè sälifü’l-beyän tärì∆ini buldum.
Terceme-yi ≈äl-i úärifäneleri işte bu ´ùretle te®ähür eyledi.” (s. 182)
Halîfe mahlâsl şâirin memleketine dâir Ahdî Tezkiresi’nde yer alan bilgilerden ziyâde Ali
Emîrî’nin elindeki bir şiir mecmûasndaki ibâre güvenilir bulunmuştur:
“úAhdì-yi Badädì TeŸkiresinde
Välid-i ercmend úazìzlerinüè a´l- päkìzeleri Tebrìzden ise de läkin kendüleri Ámidde
tevellüd ü tava≠≠un idüp ora şuúaräsndan taúdäd
olunduunu beyän ediyor. ~älbuki nezdimizde mevcùd bulunan äyet nefìs bir
mecmùúada müşärun-ileyhiè azel ü ebyät bäläsna `alìfe-yi ~asankeyfì ta≈rìr
olunmasna ve şu mecmùúa-y øymetdär ise cenäb- `alìfeniè zemän- ≈ayätnda
yazlmş bulunmasna na®aran pederiniè ~asankeyfden olmas mürecca≈dr.” (s. 269)
Ali Emîrî eserinde tezkireciliği yönünden fazla dikkate almadğ Mucîb Kemâlî-yi Âmidî’nin
şiir mecmûasndan ise çokça söz etmiştir; Ümnî’nin hâl tercümesinde, Mucîb’in, mecmûasn
hazrlarken Ümnî’den istifâde edişini şöyle ifâde etmiştir:
“Şäm øä¬ìs iken 1139 senesinde vefät eden Man´ùrì-zäde Mucìb Kemälì Efendi gibi
bir fä◊l yazd Mecmùúa-y Nefìsede edebiyyät- Íräniyyeniè ´aff- evvelìn-i
beläatnda bulunan baú◊- eúä◊m- şuúaränè pek øymetdär ve mu∆ayyel
münte∆abät- äsärn ta≈rìr eyledikden ´oèra bir øsmnè zìrine
Naøl şud ez∆a≠≠- Ümnì sene 1102
úibäresini ta≈rìr ediyor.” (s. 47)
Ali Emîrî’nin, Râmiş-i Âmidî’nin hâl tercümesinde geçen
“Şäm u Şehbä øä¬ìs äti’t-terceme Man´ùrì-zäde Mu´≠afå Mucìb Kemälì Efendi
≈a◊retleri gibi bir fä◊l- mu≈terem Ümnì, Ágäh, cedd-i cämiúu’l-≈urùf Emìrì, øä¬ì-y
Ámid Cezmì, Nihänì, Välì gibi meşähìr-i şuúarä-y memleketine müräcaúatla Mecmùú-
y Nefìsesine ∆a≠≠- destleriyle azeller yazdrd ´rada bu Ÿäta da∆ müräcaúat
ederek beş azel yazdrmş ve zemännè şäyän- ≈urmet şuúaräsndan olduu bunuèla
da mü§bet bulunmuş iken bu Ÿät da∆ gerek zemännda ve gerek daha ´oèralar
yazlan teŸäkir-i şuúarämzè hìç birisine dä∆il olamayan ricäl-i mensiyyedendir. Şu
azel ∆a≠≠- destiyle olan ä§är- úaliyyelerinden ta≈rìr olunur.” (s. 378)
cümleleri Mucîb’in şiir mecmûasnn baz şâirlerin kendi el yazlar ile gazel örneklerini bulundurmas
açsndan önemli olduğunu ortaya koymaktadr.
Ayrca yine bu ifâdeler, şiir mecmûas tertip eden şahslarn mecmûa defterlerine
144 muhîtlerindeki şâirlere hatra kabilinden el yazlar ile kendi şiirlerini yazdrmalar şeklindeki bir
uygulamay (belki geleneği) göstermesi bakmndan da dikkat çekicidir.
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in Kaynakları
ve Kültür Tarihine Kaynaklığı
Ali Emîrî’nin atfta bulunduğu mecmûalardan bir ksm şahsî kütüphânesinde bulunmaktadr,
yeri geldiğinde bu durumu belirtmiştir; meselâ, Emîrî Mehmed’in şiirlerinin nazîrelerini verdiği
esnâda onun
“Revnaø- ≈üsni şeb-i ∆a≠≠- siyeh-fämdadur
Şemúüè efzun-ter olan şuúlesi aøşamdadur” (s. 60)
beytine Birrî-yi Manisavî’nin nazîresi olan
“Cünbiş-i dil e§er-i ∆a≠≠- siyeh-fämdadur
Düzd-i gencìne-i va´luè işi aøşamdadur” (s. 60)
beyti için düştüğü dipnotta şu ifâdeler yer almaktadr ki şiirlerin münâzara ilişkisini göstermesi
açsndan da önemlidir:
“Manisal Birrì-i yi Mevlevìniè ∆a≠≠- destiyle nezdimizde mevcùd olan Mecmùúada
ceddimiz Emìrìniè azeli mu≈arrer olduu gibi kendi azeliniè bäläsna da na®ìresi
olduunu øayd eylemişdir. Şu ne®äõir te´ädüfì olmayp yä muväcehe yä mu∆äbere
´ùretiyle vuøùúa geldigini bu da i§bät ediyor.” (s. 60)
7. Diğer Yazl Kaynaklar
Ali Emîrî şâirlerin biyografileri ve şiirleriyle alâkal temel kaynaklarn yannda lüzûmunda çok
farkl kaynaklara da mürâcaat etmiştir ki tesbit edilebilenler şunlardr:
a. Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddîn, “Terceme-yi Mektûbât- İmâm- Rabbânî”
b. Nâbî Yûsuf, “Münşe’ât- Nâbî”
c. Nâbî Yûsuf, “Tuhfetü’l-Haremeyn”
d. Mehmed Emîn Hatîb el-‘Umerî, “Merâti’u’l-Ahdâk ve Mesâdihu’l-A’mâk”
e. Lugat- Âmidî (?) (Manzûm)
f. Risâle-yi ‘İlm-i Edvâr (?) (Safiyyüddîn-i Urmevî, “Kitâbu’l-Edvâr”)
g. Nâmk Kemâl’in Bir Mektubu (Na’îm-i Âmidî’ye)
h. Alî Şîr Nevâyî, “Garâyibü’s-Sgar”, “Nevâdirü’ş-Şebâb”, “Bedâyi’u’l-Vasat”, “Fevâyidü’l-
Kiber”
Ali Emîrî bu yazl kaynaklarn dşnda zaman zaman verdiği mâlûmâtn ve şiir örneklerinin
tafsilât için kendi eseri Mir’ât- Fevâ’id’e göndermede bulunmuştur,
“Mu≈aøøaø müşärun-ileyh Şey∆ A≈med `ayälì ≈a◊retleriniè menäøb- celìle ve
kerämät- úaliyyeleri Menäøb- Gülşenì ve Leme®ät- ~ulvì gibi kütüb-i nefìsede
´a≈ìfe-pìrä-y taf´ìl ise de teŸkiremiziè bundan ziyäde taf´ìläta ta≈ammülü yoødur.
Daha ziyäde taf´ìlät Mirõät- Feväõidimizdedir.” (s. 308-309)
“Bundan ziyäde münä®ara taf´ìlät Mirõät- Feväõidimizdedir.” (s. 31)
örneklerinde olduğu gibi.
Humârî’nin hâl tercümesinde, onun hakknda Ahdî dşndaki şuarâ tezkirelerinde bilgi
bulunmadğn belirten Ali Emîrî, Ahdî Tezkiresi’nde ise snrl bilgiden sonra, Âmid şehrinin şiir
mecmûalarnn Humârî’nin şiirleriyle dolu olduğu hâlde örnek olarak sadece üç beyit verilmesini
eleştirmiştir. Humârî’nin şiirlerine verilen gazel örneklerinden birinde geçen
“Kebäb ey dil belä bezminde gördüm øalb-i úäşøveş
Mu∆älif devr ilinden bir dem ièler bir zemän alar” (s. 296)
beytine dâir dipnotta Ali Emîrî’nin vermiş olduğu şu bilgi onun kaynaklar okumadaki dikkat ve
titizliğini göstermektedir:
“æäõili gösterilmeksizin Näbìniè meşhùr Tu≈fetü’l-~aremeyninde münderic olan şu
beyt `umärì-yi Ámidìniè işte bu azeli erkänndandr.” (s. 296)
B. Şifâhî Kaynaklar
Diyarbakr kültür muhîti ile edebî mahfillerinin içinden ve içinde bir şahs olan Ali Emîrî’nin, 145
bizzât tandğ/tanştğ şâirlerin hâl tercümelerinde kaynak ismi zikr etmediği dikkat çekmektedir.
Abdülkadir DAĞLAR
Benzeri durum, Ali Emîrî’nin yaş itibaryla hayatlarna yetişemediği ama muhît içinden onlar tanyan
baz yaşllar tarafndan haklarnda mümkün olan tüm teferruâtyla mâlûmat aldğ, şâirlerin hâl
tercümelerinde de açkça görülmektedir.
Ali Emîrî bu durumu eserinin İfâde-yi Mahsûsa bölümünde şöyle ifâde etmiştir:
“Ícäb eden kitäblar tetebbuú eyledikden başøa eyyäm- münäsibede bir seneden
ziyäde şehriè mezärlølarn ≠olaşmaø ve memleketiè seksen ≠oøsan yaşlarndaki
i∆tiyärlarna müräcaúat eylemek ve gece gündüz üç sene çalşmaø ´ùretiyle bièbeşyüz
´a≈ìfeden mütecäviz Mirõät- Feväõid ismiyle bir e§er meydäna getirmiş idim.” (s. 2)
Ali Emîrî Mir’ât- Fevâ’id adl eserini 1296 ylnda tamamlamştr. Bu târihte Âbidîn Paşa’nn
emrinde yaz işleri memuru olarak önce beş ay Ergani, Ma’mûretü’l-‘Azîz, Harput, Sivas’ta ve daha
sonra da onalt yla yakn Selânik’te görev yapmş, Diyarbakr’a ancak Ma’mûretü’l-‘Azîz
defterdârlğna atandktan sonra 1313 Muharrem aynda -onbeş günlüğüne- tekrar gelebilmiştir. Ali
Emîrî’nin tezkirenin ayn bölümünde bu durum üzerine sarfetmiş olduğu
“Ne görsem Mirõät- Feväõidiè ´oè bir iki úa´rlø zamänna úäõid øsm- mühimminiè
meõ∆aŸ- mücessemi olan memleket i∆tiyärlarnè cümlesi ∆¥äbgäh- ebedìlerine
çekilmiş ve meräød- mübärekeleri üzerinde çiçekler açmş.
Ol vaøt aèladm ki ben şu kitäbè ta≈rìrini beş on sene daha ´oèraya braømş olsa
idim o yegäne meõ∆aŸ- mücessemleri äyib edecekdim.” (s. 3)
cümleleri dikkat çekicidir.
Ali Emîrî’nin Câzib Halîl, Hilmî, Hayâlî gibi kendi dönemi ve Hadîdî gibi kendinden önceki
yakn dönemi şâirler hakknda kitâbî kaynaklarda yer almayan bilgi ve yorumlar şifâhî kaynaklardan
toplayp vermesi Tezkire’sine baz şâirlerin hâl tercümeleri için yegâne kaynak olma özelliği
sağlamştr.
Ali Emîrî’nin şifâhî kaynaklarndan bazlarnn isimleri, hattâ bazlar da râvî zinciriyle birlikte
verilmektedir. En sk geçen şifâhî kaynaklar arasnda amcas ve hocas Şa’bân Kâmî Efendi ve
babasn zikretmektedir. Ali Emîrî’den önce yaşamş olup onun tanyamadğ şâirlerin hâl
tercümelerinde kaynak vermemesi o dönem Diyarbakr’n ihtiyâr kültür adamlarndan onlar hakknda
öğrendiklerini terkib etmesinden ve ilgili herkes tarafndan bilinen mâlûmât aktarmasndan olsa
gerektir.
Hadîdî’nin hâl tercümesinde Ali Emîrî babasndan onun şemâili, yaşayş, hâl ve hareketleri
hakknda şu bilgileri aktarmştr:
“Peder-i ekremim buyururlar ki ~adìdì ma≈allemizde säkin uzun boylu bir Ÿät idi.
Gündüzleri dükkännda demirci øyäfetinde olduu ≈älde geceleri temiz libäslar
giyer, başna aabänì ´arø ´arar ´arn øaşlarnè üstüne indirirdi. Gündüzleri
äteşler içinde mehìb görülen o şekl ü sìmä geceleri le≠äfete inøläb eder, ®arìfäne bir
şekl alrd. Biraz eèlüce olduundan hìç olmazsa günde bir tencere pilävè altndan
girer üstünden çøard. Hele øş mevsiminde øulaøl ≠ar∆ana çorbasyla pek äşnä idi.
Tu≈af ≈ikäyeler söylerdi. Ekäbir-i memleket ´≠lä≈ät- úacìbesiyle eglenirdi. ~adìdì
ile gece ´o≈bet ve ◊yäfetlerinde birleşebilmek içün birøaç gün evvel daúvet edilmesi
läzm idi. Öyle yaplmazsa ele girmez nevbet gelmezdi. ~ä◊r bulunduu ◊yäfetlerde
øuzu ≠oldurmas meydäna gelirse demirleri nerm eden o ähenìn bäzùlaryla öyle bir
≈amle-yi şìräne gösterirdi ki kendisini o ≈älde görenler meydän- ◊yäfetiè bir
Rüstem-i dästän øyäs ederlerdi. Baølava, börek gibi näzük ve ince e≠úmeye øarş
yüregi pek raøìø idi. A´lä ≠ayanamazd. Kimseye buyuruè demeden tebsileri siler
süpürürdü.” (s. 212-213)
Âgâh- Âmidî’nin sûret ve sîreti hakknda Ali Emîrî’ye ulaşan şifâhî bilgiler râvî zinciriyle
birlikte verilmiştir:
“Mafùr müşärun-ileyhiè orta boylu väsiú cebheli seyrek li≈yeli parlaø gözlü nùränì
146 yüzlü ≠atl ´o≈betli äyet beşùş ta≠yìb-i øulùba säúì bir úärif-i velì-sìret olduunu
üstäd- ekremimiz Şaúbän Kämì Efendi ≈a◊retleri üstädlar ∆a≠≠ä≠- şehìr Me≈med
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in Kaynakları
ve Kültür Tarihine Kaynaklığı
Dervìş Efendiden anlar da kendileriniè üstäd ve cenäb- Ágähè tilmìz-i ∆ä´´ ∆a≠≠ä≠-
bìna®ìr Ádem Efendiden naøl u riväyet ederler. Cenäb- Ágäh ile aramzda yüzellibeş
senelik bir mesäfe olduu ≈älde Me≈med Dervìş ve Ádem Efendiler saúädet-i ≠ùl-i
úömre näõil olduølar cihetle lehu’l-≈amd e§nä-y ta≈rìr-i teŸkiremizde yetmişalt
yaşnda, ber≈ayät olan üstäd- ekremimiz arasndaki silsile-yi icäzet yalèz iki väs≠a
ile Ágäha vä´l oluyor.” (s. 23-24)
Ali Emîrî, ecdâdndan Emîrî Mehmed’in hâl tercümesinde onun şemâili ve ahlâkn râvî zinciri
ile birlikte şu şekilde aktarmştr:
“TeŸkiremiziè e§nä-y ta≈rìrinde seksen yaşnda olduølar ≈älde lehu’l-≈amd
ber≈ayät olan bulunan pederimiz pederlerinden onlar da pederimiziè ceddi Süleymän
Çelebiden riväyet ederler. Süleymän Çelebi mer≈ùm demiş ki, ceddim Seyyid
Me≈med Emìrì ≈a◊retlerine yetişdim øämeti uzunca, kemikleri iriye mäyil, orta
azl, mutavass≠ burunlu, çatø øaşl, gözleri büyük, cebhesi geniş, güzel sìmäl,
mu´ä≈abeti äyet sevimli idi.” (s. 50)
Ali Emîrî’nin, Tezkire’sini yazdğ târih ile Ahmed-i Mürşidî’nin ölüm târihi arasnda
yüzyirmi senelik bir zaman olmakla beraber, -kaynak şahslar belirtilmeden- onu görenleri gören
yaşllardan naklen onun sûret, sîret ve yaşants hakknda şu bilgiler verilmiştir:
“Mafùr müşärun-ileyh ile işbu TeŸkiremiziè zamän- ta≈rìri arasnda 120 senelik bir
mesäfe olduundan şehrimizde o Ÿät- úälì-øadre vä´l olan kimse øalmamşdr ancak
müşärun-ileyhi idräk edenlere vä´l olan pìrän- rùzgärmz mevcùddur. Müşärun-
ileyh orta boylu, müdevver çehreli, ´yäm u ´alaväta ziyädesiyle müdävim, äyet
mütevä◊ú, ≈alìm, kerìm bir Ÿät olduunu naøl u riväyet iderler. `änesi ve úäõilesi
malzemesini bi’Ÿ-Ÿät kendileri a∆Ÿ u iştirä ederek ∆änesine getirirdi.” (s. 6)
Örneklerden de görüleceği üzere, aktarlan şifâhî nakil ve rivâyetler genelde şâirlerin fizikî
görünüşleri, ahlâklar ve yaşantlar hakkndadr ki şâirlerin portrelerini verdikleri için önemlidir.
C. Şâirlerin Mezarlar
Ali Emîrî ele aldğ şahslarn, mümkünse, mezarlarn mutlakâ ziyâret etmiş, şahslarn
medfun bulunduklar yerleri bizzat tespit ederek, varsa, mezar taş kitabelerini değerlendirmiştir:
Ali Emîrî’nin Es’ad Muhlis Paşa’nn hâl tercümesinde aktardğ mezar taş kitâbesindeki
beyitler de Paşa’nn 1267 ylnda, yetmişi aşkn bir yaşta öldüğünü göstermektedir:
“Şu iki beyt lev≈a-y mezärnda ma∆dùmlar Nu´ret Begiè mu≈arrer olan man®ùme-
yi tärì∆iyyesindendir
Yetmişi sinni tecävüz edicek Ámidde
İrciúì emri gelip eyledi úazm-i úuøbä
Dedi tärì∆ini Nu´ret ederek ~aøøa niyäz
Ki ola øa´r- cinan merkez-i Esúad Päşä” (s. 14)
İskender Paşa’nn mezar yeriyle alâkal Hadîkatü’l-Cevâmi’de Ayvansarâyî’nin
“Der-saúädetde æaèlcada väøú cämiú-i şerìf dìger İskender Paşanè ise de cämiú
itti´älindeki mekteb ve medrese bu Ÿätè olduu ve cämiúiè ≈avälìsinde üç ≠araf
pencereli türbe-yi ma∆´ù´a derùnunda medfùn olan bu iki İskender Paşanè biri olup
faøa≠ Çerkes İskender Paşa İstanbulda vefät etmiş olduundan müşärun-ileyhiè
olmas úaøla daha ziyäde øarìb bulunduu” (s.17)
yorumlarna Ali Emîrî kabristan bizzat yerinde ziyâret ederek ilgili dipnotta şu şekilde katkda
bulunmuştur:
“æaèlcaya giderek türbe-yi ma∆´ù´ay ziyäret eyledik fi’l-≈aøìøa cämiú-i meŸkùr
≈avlìsinde deèize nä®r türbe-yi ma∆´ù´ada mevcùd olan iki øabriè birisinde äzì
İskender Paşa dìgerinde olu A≈med Paşa yazldr tärì∆-i raøamìleri yoødur. Şu 147
Abdülkadir DAĞLAR
øadar ki, A≈med Paşa’nn Raøøa välìsi iken vefät eyledigi ba≈§inde mürùr etmişdir.”
(s. 17)
Ali Emîrî’nin mezar yerleri ile ilgili tam bir tesbit olarak vermiş olduğu bu bilgiler bilhassa
günümüz için daha da önem kazanmştr; zîrâ mezarlarn bir ksm ya yklma ya da taşnmalarndan
dolay günümüzde maalesef bahsedilen yerlerinde bulunmamaktadr. Örneğin Ali Emîrî’nin
“Merøad-i nùr- mehb≠lar Æaøaps ∆äricinde -Gel Beni Gör- näm ma≈aldeki sedd
üstünde säbøu’t-terceme Ágäh- Semerøandì ≈a◊retleriniè ve säõir baú◊- fu◊alä-y
Ámidiyyùnuè meräød- úälìleri civärndadr. Bu mu≈arrir-i ≈aøìr ≠arafndan defeúät
ile ziyäret olunmuştur.” (s. 257)
ifâdeleriyle anlattğ ve birçok defa ziyaret ettiği Hamîdî Abdülhamîd Efendi’nin (Ali Emîrî’nin
amcas ve hocas Şa’bân Kâmî Efendi’nin hocas) mezar günümüzde, tarifi edilen yerde
bulunmamaktadr.
Ali Emîrî, mezar ziyâretleri srasnda kimi zaman duygusallaşmş, haklarnda biyografik bilgi
verdiği şahslardan bahsedip onlarn hâl tercümelerini yazabilmek için onlarla mânevî anlamda bir bağ
kurarak feyizlenmeye çalşmş, bir nevi rûhâniyetlerinden izin ve istimdâd talep etmiştir. Ali Emîrî
Mehmed Emîn-i Tokatî’nin hâl tercümesinde ise onun mezar taş kitâbesinde Müstakîm-zâde’ye ait
olan vefât târihi manzûmesine yer verdikten sonra dipnotta onun kabrini ziyâret edişini bir anekdotla
anlatmştr:
“Kütüb-∆äne-yi úumùmì birinci ≈äf®- kütüb-i fä◊l Toøatl ~äf® Ta≈sìn Efendi ile
gidip úaraba ile çømaø øäbil olmayan fìl yoøuşuna ≠rmandø. Cenäb- Şey∆iè
merøad-i münevverini ziyäretle müşerref olduø. La≠ìf mürtefìú ´afä-där bir mevøúda
unùde-yi ∆äk-i ra≈metdir. Merøad-i mübäreki demir parmaøløla mu≈ä≠ bulunuyor.
Ayaø ucunda perverde-yi fuyù◊ät úO§mänl müõellifleriniè medär- ifti∆är
Müstaøìm-zäde Süleymän Saúdü’d-dìn Efendi ≈a◊retleri vedìúa-y mevøú-
münferi§dir. Şu iki merøad-i úälìniè içindeki Ÿätlarè büyüklügünü ta´avvur ederek
ra≈met-∆¥än olduø andan øabristänè itti´älinde bulunan ™ouøøuyu Cämiú ve
Medresesini ziyäret etdik. Cenäb- Şey∆iè ibtidä bu medresede ta≈´ìl-i úulùm ve bu
cämiú-i şerìfde úibädet etdigini düşünüp neşõemend-i Ÿevø olaraø úavdet etdik.” (s.
103)
D. Şiir Örnekleri
1. Hâl Tercümeleri Bulunan Şâirlerin Kendi Şiirleri
Hâl tercümelerinde şâirlerin, gerek dîvânlarndan ve gerekse çeşitli mecmûalardan
alntlanarak, örnek şiirlerine (beyitler/msrâlar) ve varsa mesnevîlerinden örnek beyitlere yer
verilmektedir.
2. Hâl Tercümeleri Bulunan Şâirlerin Müşâare ve Münâzaralarna Örnekler
Ali Emîrî eserinin Mukaddeme bölümündeki
“Şuúarämzè úälem-i edebiyyäta ∆dmetleri ve ∆u´ù´uyla deõb-i øadìm-i şuúarä
vechile yek-dìgeriyle müşäúare vü münä®arada pek büyük mahäretleri olduundan
derc olunan ne®äyir numùneleri ∆aylice taf´ìlät mùcib olmuş ise de memleketiè
≈ayät- edebiyyesine taúalluø eylediginden derc olunmalar ◊arùrì görülmüşdür.” (s.
4)
cümleleriyle, Diyarbakr edebî muhîtinin canllğn, hareketliliğini göstermesi açsndan sras
geldikçe müşâare ve münâzara geleneğinin örneklerine yer verildiğini bildirmiştir. Ali Emîrî, ele aldğ
şâirin ilgili beytini/beyitlerini münâzara geleneğinde kronolojik bir sraya yerleştirerek şâirin
etkilendiği ve etkilediği şâirler dünyasna şk tutmaktadr. Tezkire bu özelliği açsndan bir nazîre
mecmûas görünümü arz etmektedir ki ona konuyla ilgili kaynak eser olma niteliği katmştr.
Ali Emîrî zaman zaman örnek olarak aldğ şiir/beyitlerin ilgili şâirlerin matbû dîvânlarnda
148 bulunmadğn beyân etmiştir. Emîrî Mehmed’e ait beyitlerin nazîrelerini verdiği esnâda Hâmî-yi
Âmidî’nin
Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’in Kaynakları
ve Kültür Tarihine Kaynaklığı
SONUÇ
İfâde-yi Mahsûsa ksmnda Anadolu tezkirelerinin Osmanl Devleti snrlar içinde tüm
bölgelerin şâirlerine yönelik olduğunu ifâde eden Ali Emîrî’nin, eserini küçük ölçekte sadece bir
şehrin şâirlerini daha tafsilâtl ele alma niyetiyle kaleme aldğ anlaşlmaktadr. “İşkodra Vilâyeti
Osmanl Şâirleri”4 adnda bir eseri bulunan, “Yanya Vilâyeti Osmanl Şâirleri” ve “Teselya Osmanl
Şâirleri” başlkl çalşmalar bulunduğu rivâyet edilen5 Ali Emîrî, Tezkire-yi Şu’arâ-y Âmid ile
kendinden sonra hazrlanan şehir şâirlerinin biyografilerine yönelik birçok çalşmaya6 ilham kaynağ
olmuştur.
4
Hakan T. Karateke, İşkodra Şairleri ve Ali Emirî’nin Diğer Eserleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1995.
5
Hakan Karateke, age; Mehmet Arslan, agm, s. 152.
149
6
Mehmet Arslan, agm, s. 129-130.
Abdülkadir DAĞLAR
Ali Emîrî telif sebebinde diğer tezkirelere yönelik dile getirdiği eksiklikleri, boşluklar
Tezkire’sinde büyük oranda doldurmuş, önceki kaynaklarda şâirlerin hâl tercümeleri hakkndaki
yanlşlklar önemli ölçüde bertaraf etmiştir. Tezkire-yi Şu’arâ-y Âmid hacmi, muhtevâs, usûl ve
üslûbu ile özenle hazrlanmş ciddî bir şuarâ tezkiresi olarak Diyarbakr edebî muhîti için çok önemli
bir kaynak olma husûsiyetini taşmaktadr. Hakkyla ve ilmî usûlünce neşrinin gerçekleştirilmesi
elzemdir.
KAYNAKÇA
Ali Emîrî, Tezkire-yi Şu’arâ-y Âmid, Birinci Cild, Matba’a-y Âmidî, İstanbul 1328.
ARSLAN, Mehmet, “Ali Emîrî ve Tezkire-i Şu‘arâ-i Âmid”, Osmanl Makaleleri, s. 129-152.
İSEN, Mustafa (Filiz Klç - İ. Hakk Aksoyak - Aysun Eyduran), Şair Tezkireleri, Grafiker,
Ankara 2002.
KARATEKE, Hakan T., İşkodra Şairleri ve Ali Emirî’nin Diğer Eserleri, Enderun Kitabevi,
İstanbul 1995.
150
Klasik Türk Edebiyatında
Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice
ve Sırrî Râhile Hanım
Arş. Gör. Zeynep DİNÇER
Ordu Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Ordu
zeynepdincer1984@mynet.com
ÖZET
Klasik Türk Edebiyatı geleneğinde bir şair ya erkek şairlerin mahlas kullanıyor olması, klasik şiir
da şairenin mahlas seçimi, şiir yazma sürecinin ilk sanatının dikkat çekici bir tarafıdır. Bu bildiride
ve belki de en önemli basamağını oluşturmaktadır. kadın şairlerin mahlas karşısındaki tutumları ele
Siyasi, sosyal, kültürel dinsel, psikolojik ve hatta alınacak, özelde ise Diyarbakırlı iki kız kardeş İfet
ekonomik nedenlerden bağımsız olarak seçilmeyen Hatice ile Sırrî Râhile Hanım üzerinde durulacaktır.
mahlaslar, yeni bir kimlikle özgür bir alanda yeniden
var olma imkânı tanımaktadır. Ancak kadın şairlerin Anahtar Kelimeler: Klâsik Türk Edebiyatı,
bu geleneğin içinde çok yer almamaları, daha çok Şaireler, Şiir, Gelenek, Mahlas
Zeynep DİNÇER
Arapça kaynaklı olan ve sözlük anlamı “kurtulacak veya sığınılacak yer” biçiminde tanımlanan mahlas;
terim olarak “şiirde asıl adın dışında kullanılan ikinci ad veya lakap”1 anlamıyla kullanılmaktadır. Tarihi,
İslam öncesi zamanlara dek uzanan mahlas, şiirde taç beyit veya mahlas beyiti adı verilen bölümlerde yer
almaktadır.
Mahlas kullanma ihtiyacının arkasında farklı birçok neden yatmaktadır. Mesela kendilerini yaratıcı
karşısında kul, yönetici karşısında teba veya köle olarak gördükleri için şairler, gerçek ad kullanımının
saygısız bir tutum olabileceğini düşünmüşlerdir (Kalpaklı, 2001:254). Ya da aynı adlı diğer şairlerden
farklılaşma arzusu, ortaya çıkan şiiri sahiplenme ve tanınma, bilinme güdüsü de insanları akılda kalıcı bir
başka ad kullanmaya teşvik etmiştir (Kaya, 2003: 2-3). Bir yoruma göre ise şairin mahlas kullanma isteği,
kendini rahatça övebilmesi içindir: “…Şair kendi mahlasını zikrederken genellikle şiiri yazanın mahlasın
sahibinden başkasıymış havası vermektedir. Kendi mahlasına seslenme nidasıyla hitap ederek sanki mahlas
sahibinin dışında başka bir kişi izlenimi uyandırmaktadır. Bunun sebebi ise şairin bir başkası tarafından
övülüyormuş izlenimini vermektir.” (Kurmuş, 2008: 2-3). Bu düşünce kabul edilebilir olmakla birlikte aksini
de gözden uzak tutmamak gerekir. Çünkü kişi, birtakım kaygılarla gerçek kimliğini gizlemek arzusunda da
olabilir. Böylece daha rahat eleştirilerde bulunacak, birçok hayal dünyasında gezinecek veya asıl kimliği ile
ulaşamayacağı kimselerin yakınına ulaşabilecektir.
Bir başkası tarafından verilen veya şairin bizzat kendisi tarafından seçilen mahlaslara bakıldığında
alınan adda pek çok etkenin göz önünde bulundurulduğu görülmektedir. Örneğin şairin doğup büyüdüğü
yer (Rûmî, Gülşehrî ); mesleği (Kâtibî, Nakşî, Şehdî); intisap ettiği grup (Ca’ferî, Gülşenî); psikolojik
durumu (Fevrî, Gamî, Neşâtî); tabiata yakınlığı (Bahrî, Şemsî, Âbî) veya adı mahlas seçiminde etkilidir
(Akün, 1994: 395-396). Bazen seçilen bir mahlas, daimi olmamış; şair ya da şairi ikna eden kişilerin etkisiyle
birtakım değişikliklere uğrayabilmiştir. Bunda onun zamanla bir gruba intisap etmesi, mahlasının başka
şairlerce kullanılır hâle gelmesi, mahlasın imlasından kaynaklı sıkıntılar yaşanması, bir başkasının tavsiyesi,
hayatından ve yaşından kaynaklanan değişiklikler, zamanla beğenmekten vazgeçmesi, birkaç mahlas birden
kullanmak istemesi gibi sebepler rol oynamaktadır.2
Klasik Türk Edebiyatında kadın şairlerin sayısı erkeklere oranla yok denecek kadar azdır. Bunun
da şüphesiz birçok farklı sebebi bulunmaktadır. Öncelikle dönemin zihniyeti ve şartları kadın şairlerin
yetişmesine çok sıcak bakmamıştır. Çünkü Osmanlı döneminin kadını saklı tutulan, saklı değerleri ile
kıymet kazanan, düşüncesinden ve eylemlerinden çok ifetiyle öne çıkması beklenen bir varlık olmuştur.
Mesela Zeynep Hatun için Latîfî Tezkiresinde geçen “günahsız, bakire, namus timsali bir kız” tanımlaması
bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir:
“Ol duhter-i saâdet-mâye ve Meryem-i ismet-pâye cümle-i beytü’l-arûsa ve nigârhâne-i kenâr u bûsa
dâhil ü vâsıl olmayup bu âleme dûşîze ve muhaddere-i pâkize geldi gitti.” (Ertek Morkoç, 2011: 224)
Kadın şairlerin durumuyla ilgili bir başka ayrıntı ise daha çok yüksek statülü, soylu ailelere mensup
olmalarıdır. Bu, imkânlardan yoksun bir kadının şairlik isteğini zorlayan bir olgu anlamına da gelmektedir.
Nitekim bu durumda olan bazıları, gizlice şiir yazmalarına rağmen çeşitli engellemelerle karşılaşmış;
eserlerini günümüze ulaştıramamışlardır.
Şiir yazabilme imkânı elde etmiş kadınlara bakıldığında kendilerine beşeri aşktan çok ilahi aşkı konu
ettikleri görülmektedir. Ancak bu yöneliş, onların kendi isteklerinden midir, yoksa toplumsal baskıdan
kaçma çabalarından mıdır bilinmez. Zira “şiir yazan, aşka düşen bir kadına iyi gözle bakılamayacağı
muhakkaktır (!) Aşk, ‘erkeklere yakışır, aşkı erkekler bilir.” (İspirli, 2007: 12).
Kadın şairlerle ilgili tartışmalı olan bir konu da onların erkek duyarlılığı ile şiir yazıp yazmadıklarıdır.
Kemal Sılay konuyla ilgili olarak bir kadının sözü edilen gelenekte kadın yönünü yansıtmadaki imkânsızlığını
1 Kelime, Tahirü’l-Mevlevî, Kamus-ı Türkî, Osmanlıca-Türkçe Sözlük ve Lügat-i Nâcî’de benzer biçimde ele alınmıştır.
152 2 Daha geniş bilgi için bkz. Kurtoğlu, Orhan (2006), “Divan Şiirinde Mahlas Değiştiren ve Birden çok Mahlas Kullanan
Şairler”, Bilig, S:38, s.71-91.
Klasik Türk Edebiyatında Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice ve Sırrî Râhile Hanım
savunmaktadır (Sılay, 2010: 203-210). Serhan İspirli de şu sözleri ile kadınların, kadın duyarlılığı ile şiir
yazamadıklarını ifade etmektedir: “Kadın divan şairlerimizle ilgili bir eksiklik, şiirlerinde kadın ruhunu
aksettirememeleri, aksettirmede güçlük çekmeleridir. Bunda sosyal şartların etkisi vardır; ancak toplumun
çizdiği belli bir edebiyat geleneği içerisinde erkekçe şiirler söylemeleri de güç olur.” (İspirli, 2007: 13). Zehra
Toska ise bu görüşlere karşıt bir fikir olarak kadın şairlerin erkek ağzından şiir yazdıkları hükmünü
reddetmektedir (Toska, 2007: 673-681).
Şairelerin genel özellikleri değerlendirildiğinde ise bazı ortak nitelikler dikkati çekmektedir. Öncelikle
sosyal statü ve refah düzeyi bakımından çoğunun vali, kadı, kazasker, şeyhülislâm veya paşa ailelerine
mensup olduğu bilinmektedir. Mesela Zeynep Hatun bir kadının, Sıtkî ve Leylâ kazaskerin, Fıtnat
şeyhülislâmın, Münîre sadrazamın, Trabzonlu Fıtnat bir valinin kızıdır. Dolayısıyla bu ailelere mensup
olmak, beraberinde mürefeh bir hayatı da getirmiş, şaireler özel koşullarda dönemin en iyi hocalarından
sanat, ilim ve dinî eğitimler alarak yetişmiş; Arapça ve Farsça gibi dönemin önemli dillerine vakıf olmuş,
böylece akranlarından oldukça ileri duruma gelmişlerdir. Ancak aileden gelen bu şanslı konumları evlilik
hayatlarına yansımamış; ya bir süre sonra eşlerinden ayrılmışlar, ya mutsuz bir evlilik sürdürmüşlerdir.
Bir kısmı da hiç evlenmemeyi tercih etmiştir. Mesela duygularını diğer şairelerden daha rahat bir şekilde
ifade eden Mihrî Hatun’un hiç evlenmediği belirtilmektedir (İspirli, 2007: 41). Trabzonlu Fıtnat Hanım’ın
derdi ise çok kıskanç bir eşe sahip olmasıdır. Hatta uzun kirpiklerinin gözlerine letafet veriyor diye kocası
tarafından kestirilmesi, edebiyatımızda sıkça konu edilmiştir (Ertek Morkoç, 2011: 230).
Kadın şairlerin yetiştikleri yerlere bakıldığında ise İstanbul, Trabzon Amasya gibi belli başlı kültür
şehirleri göze çarpmaktadır. Bunun dışında bazılarının Mevlevî (Leylâ), Kadirî (Sırrî) veya Nakşî (Âdile
Sultan) gibi belli gruplara mensup olduğu görülmektedir. Birden fazla gruba intisabı olanlar da vardır.
Nakibü’l-
Fıtnat Babası Şeyhülislam Eşrâf, Rumeli
10 ?-1780 Divan İstanbul
Zübeyde İshakzâde Mehmed Efendi Kazaskeri Derviş
Mehmed
Babası Beylikçi Muhib Mîrî Âlemzâde
11 Safvet ?-1837 Divançe İstanbul
Efendi Rıfat Bey
Babası Cidde Valisi
12 Nesibâ ?-1844 Divan İstanbul Şerefpaşazâde Said Sîret
Bey
Babası Kazasker
13 Leylâ Hanım ?-1847 Divan İstanbul
Moralızâde Hamid Bey
Divançesi, Babası Zıddıoğullarından
14 Fasiha 1809-1862 Kilis
Hammamnâme Mehmed Efendi
15 Şeref Hanım 1809-1876? Divan İstanbul Babası Mehmed Nebîl
Azmizâde Hâfız
16 İfet Hatice ?-1860 Diyarbakır Babası Ahmed Bey
Mehmed Efendi
Tâhirağazâde
Sırrî Râhile
17 1814-1877 Divan Diyarbakır Babası Ahmed Bey Bekir, Yusuf
Hanım
Kâmil Paşa
Pek çok romanı I.Abdülhâmid’in
Fatma Âliye
18 1862-1936 vardır: Muhâdârât, İstanbul Babası Tarihçi Cevdet Paşa yaverlerinden
Hanım
Ref ’et, Enîn… Yüzbaşı Fâik
Kerbela
Münîre Babası Sadrazam Mehmed
19 1825-1903 Mutasarrıfı Ali
Hanım Derviş Paşa
Rıza Paşa
Sadrazam M.Ali
20 Âdile Sultan 1826-1899 Divan İstanbul Babası II.Mahmud
Paşa
Maide
Babası Mîr-i Liva Bekir Zabıta Meclis-i
21 (Hasibe) 1830?-1881 Divançe
Paşa Reisi Âtıf Bey
Hanım
Saniye Babası Kâtipzâde Emin Tuzcuzâde Sırrı
22 1836-1905 Divan(yanmış) Trabzon
Hanım Efendi Efendi
Hadiyü’l-cinân, Babası Keşkekzâde Hacı Mehmed
23 Kâmile 1839-1921 Balıkesir
Mirâciye Mehmed Efendi Efendi
Arapçe ve Türkçe Babası İsmail Paşazâde
24 Âişe İsmet 1840-1902 Kahire
Divanlar Timur
Babası Hazinedârzâde Bahriye Nezareti
25 Fıtnat Hanım 1842-1911 Divan Osman Paşa’nın Kethüdası Mektupçusu
Ahmed Paşa Mehmed Ali Bey
1.Eşi:Dersaadet
Küttabı Mehmed
Hersek- Mehdî Efendi
26 Habîbe 1845-1890 Babası Hersekli Ali Paşa
İstanbul 2.Eşi: Konya
Deterdarı
Numan Efendi
Lügât-i Fârisiye,
1845-1898- Babası Müneccimbaşı
27 Nâkıye Zavallı Çocuk’un İstanbul
99 Osman Sâib Efendi
Farsça Tercümesi
Şerîfe Zibâ Babası Şeyh Mehmed Zâid
154 28 ?-1902 İstanbul
Hanım Efendi
Klasik Türk Edebiyatında Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice ve Sırrî Râhile Hanım
Manisalı
Babası Turgutlulu
Tevhîde Veznedâr
29 1847-1902 Divan Manisa Limoncuzâde Fehîm
Hanım Çakmak
Efendi
Hüseyin Efendi
Le Harem
30 Leylâ Saz 1850-1936 İmperial, Solmuş Babası Doktor İsmail Paşa Giritli Sırrı Paşa
Çiçekler
31 İfet Hanım 1854-1912 İstanbul Babası İbrahim Necip Bey
Bazı Şiirleri: Efsûs, Eşinden
32 Nigâr Hanım 1862-1918 İstanbul Babası Macar Osman Paşa
Nirân… Ayrılmıştır.
Cevriye Banu
33 1863-1916 Divanı Yakılmıştır Çankırı Babası Gazi Bey
Hanım
34 Seher Hanım ?
35 FatmaServet ? Birkaç beyitlik Şiiri
Keçecizâde Fuad
Babası Müverrih
36 Mihrünnisâ 1864-1943 Paşa’nın Torunu
Hayrullah Efendi
Hikmet Bey
Seniye Tanzimat Şeyhülislam Aşir
37
Hanım Dönemi Efendinin torunu
Babası Kırşehir
Cemile Tanzimat
38 Mutasarrıfının biraderi
Hanım Dönemi
Said Efendi
Halep Ceza Reisi
Mün’im Şah Yahut Babası Şatırzâde Ahmed
39 Mâhşâh 1864-1933 Trabzon Mehmed Hamid
Zafer Bey
Efendi
Dahiliye
Fatma
Babası saray görevlisi Hacı Müsteşarı
40 Makbule 1865-1898 Ma’kes-i Hayâl İstanbul
İbrahim Efendi Mehmed Fuad
Leman
Bey
1.Eşi: Yemen
Valisi İ.Hakkı
Babası Hacı Davud Han
41 Nüzhet ?-1925 Divan Paşa,
soyundan Hakkı Paşa
2.Eşi: Muallim
Ali Bey
İhsan Raif Babası Vezir Köse Raif Şahabettin
42 1877-1926 Gözyaşları Beyrut-Paris
Hanım Paşa Süleyman
Bir Deste
Babası Belediye Kantar
43 Yaşar Nezihe 1882-1935 Menekşe-
İdaresi Hademelerinden
Feryatlarım
Şükûfe Nihal Çeşitli şiir ve Babası Miralay Ahmed
44 1896-1973 İstanbul
Başar romanları vardır Bey
Tarihçi
Rabia Hatun’un
45 Rabia Hatun 20.yy İsmail Hâmi
Şiirleri
Danişmend
46 Ârife Hanım ?
Babası Baharzâde Raşid Zaptiye Meclis-i
47 Ferîde Hanım 1837-1903 Kastamonu
Efendi Azası Raif Efendi
Yukarıdaki tabloda3 15.yy.dan başlayarak 20.yy’a kadar sayısı elliyi bulan şaire bulunmaktadır. Ancak
155
3 Yukarıdaki Tablo için bkz. İspirli, Serhan (2007) Kadın Divan Şairleri ve Geleneğin Uzantısı, Ankara: Salkımsöğüt
Yayınları.
Zeynep DİNÇER
bu şairelerin hepsi yalnızca divan şiiri tarzında eserler ortaya koymamış; özellikle Batılılaşmanın etkisiyle
öğrenilen yeni bazı edebi türlerde (roman, hikâye ve tiyatro gibi) de eserler vermişlerdir. Dolayısıyla adı
geçen şaireler yalnız Klasik Türk Edebiyatı geleneği içerisinde değerlendirilmemeli, bazıları geçiş dönemine
dahil edilmelidir. Tabloda dikkati çeken bir başka husus, şairelerin birçoğunun divanının ya da başka bir
eserinin olmayışıdır. Mevcut tezkirelerde, antoloji ya da ansiklopedi türü eserlerde de bu durum açıkça
görülmekte; şairenin eseri bir yana kendisi hakkında da kimi zaman sınırlı miktarda bilgiler yer almaktadır.
Şairelerdeki mahlas kullanımına bakıldığında ise ya kendi adlarını doğrudan mahlas olarak kullandıkları
ya da bir erkeğin adını mahlas olarak seçtikleri görülmektedir. Niçin kendi adlarının dışında farklı bir
mahlas kullanmamışlardır ya da neden karşı cinse dair adlar kullanmışlardır? Bu sorulara net yanıtları
bilinemese de bunu bilinçli bir yöntem olarak uyguladıkları; erkek adı alan şairelerin, toplumun baskısından
uzaklaşmak için bu yolu seçtikleri varsayılabilir. Kendi adını mahlas olarak seçen şairelerin ise gizlenmemek
için özel bir çaba sarf ettikleri, toplumda kendilerini şair kimliği ile var ederek, öncü olmak istedikleri fikrine
varılabilir. Zaten toplumun yüksek kesimlerine mensup olmaları da, herkesin eleştirisine de kolayca imkân
tanımamaktadır.
Aşağıdaki veriler, bu konuda dikkat çekici bazı örneklerdir:
Zeyneb Hatun: Asıl adı Zeyneb olan şaire yine aynı adı mahlas olarak kullanmıştır.
Zeyneb ko meyli zînet-i dünyâya zen gibi
Merd-âne var sâde dil olup terk-i zîver it (Gibb, 1998: 384)
Mihrî Hatun: Osmanlı Müellileri’nde asıl adının ve mahlasının Mihrî Hatun olduğu belirtilirken
Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz’de asıl adının Mihrünnisa ya da Fahrünnisa olduğu söylenmektedir.
Şimdi bir hâldeyiz kim eylenen düşmenine
Dir ki Mihrî gibi sen dâhi siyeh-kâr olasın (Gibb, 1998: 381)
Ayşe Hubbâ Hanım: Asıl adı Ayşe olan Hubbâ Hanım’dır.
Tûtî Kadın: Asıl adı Tûtî’dir.
Hilâf-ı cins ile ünsiyyet-i üstüvâr olmaz
Gurâb Tûtîye Tûtî gurâba meyil etmez (İspirli, 2007: 55)
Nisâyî:
Bu Nisâyî derd-mend feryâd idüp kan ağladı
Derd-i hasretden anun cismindeki cân ağladı
Yidi kat gökte melekler yirde insân ağladı
Bî-terahhum şâh-ı âlem n’itdi Sultân Mustafâ (Çavuşoğlu, 1978: 408)
Afife Kadın:
Afife Sultân bunu böyle söyledi
İnip aşkın deryâsın boyladı
Tacını tahtını virân eyledi
Bana hayf değil mi der Sultân Mehmed (İspirli, 2007: 64)
Sıdkî: Asıl adının Ümmetullah olduğu belirtilmektedir.
156
Kâmetî-zâde Efendi idicek azm-i cinân
Klasik Türk Edebiyatında Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice ve Sırrî Râhile Hanım
158 4 Bu bölümdeki beyit örnekleri için bkz. İspirli, Serhan (2007) Kadın Divan Şairleri ve Geleneğin Uzantısı, Ankara:
Salkımsöğüt Yayınları.
Klasik Türk Edebiyatında Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice ve Sırrî Râhile Hanım
SONUÇ
Klasik Türk Edebiyatında kadın şairler, mahlas kullanma geleneğinin dışında yer almış ve çoğunlukla
kendi adlarını olduğu gibi kullanmışlardır. İçlerinden yalnızca ikisi farklı bir ad seçmiştir; bunlar da erkek
adıdır.
Eldeki bilgilerin yetersizliği dolayısıyla kimi şairelerin hayatı ve eserleri hakkında kesin bilgiler
bulunmamaktadır. Dolayısıyla kayda geçmemiş kişiler bu tespitin dışındadır. Diyarbakırlı iki kız kardeş
Sırrî Râhile ve İfet Hatice de kendi adlarını olduğu gibi şiirlerinde kullanmışlardır. Ancak onların farklılığı;
merkezde değil taşrada yetişmeleri ve üst sınıtan bir aileye mensup olmamalarıdır. Dolayısıyla içinde
bulundukları koşullara göre bu ikisinin şaire olarak varlıklarını devam ettirebilmiş olmaları da ayrıca dikkat
160 çekici bir olgudur.
Klasik Türk Edebiyatında Şairelerin Mahlas Kullanımı ve
Diyarbakırlı İki Şaire: İfet Hatice ve Sırrî Râhile Hanım
KAYNAKLAR
AKÜN Ömer Faruk, Fıtnat Hanım, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi C.13, İstanbul, 1996.
ARSLAN Mehmet, Şeref Hanım Divanı, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2002.
----------------------,Leylâ Hanım Divanı, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2003.
----------------------,Mihrî Hatun Divânı, Amasya Valiliği Yayınları, Ankara, 2007.
BEKİROĞLU Nazan, Osmanlıda Kadın Şairler, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, C.9, 1999.
BERAT Açıl, Sırrî Râhile Hanım ve Divanı, Boğaziçi Üniversitesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul 2005.
ÇAVUŞOĞLU Mehmed, 16. Yüzyılda Yaşamış Bir Kadın Şair Nisâyî, Tarih Enstitüsü Dergisi, S.9, 1978,
s.405-416.
ÇETİNKAYA Ülkü, Divan Edebiyatında Kadına Genel Bakış, Turkish Studies, Volume 3/4 Summer, 2008,
s.283-328.
ERTEK MORKOÇ Yasemin, Klasik Türk Edebiyatında Kadın Şairlere Bir Bakış, Sosyal Bilimler Dergisi, C.9-
Sayı:2, 2011, s.223-235.
GEMİCİ Sabiha, Mihrî Hatun Divanı: Karşılaştırmalı Metin, Cümle Yapısı ve Cümle Türleri, Uludağ
Üniversitesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Balıkesir1990.
GENÇ İlhan, Mahlâsnâme ve Kaside İlişkisi Üzerine Bir Mukayese, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.VI-
Sayı:2, İzmir, 2006, s.317-331.
GİBB E.J, (Çev.Ali Çavuşoğlu) Osmanlı Şiir Tarihi, C.I-II., Akçağ Yayınları, Ankara, 1998.
İSEN Mustafa, Latîfî Tezkiresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.
İSPİRLİ Serhan Alkan, Kadın Divan Şairleri ve Geleneğin Uzantısı, Salkımsöğüt Yayınları, Ankara, 2007.
KALPAKLI Mehmet, Divan Şiirinde Mahlas Üzerine, Kitaplık, 45: 254-259.
KAYA Doğan, Âşık Edebiyatında Mahlas Alma Geleneği, Âşık Edebiyatına Giriş, Bişkek, s.39-46.
KOÇAK Aynur, Âdile Sultan Divanı: İnceleme-Transkripsiyonlu Metin, Afyon Kocatepe Üniversitesi,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Afyon, 1996.
KURMUŞ Cengiz Veli, Nedim’in Gazellerindeki Mahlas Beyitlerinin Şiir ve Şair Üzerine Düşündürdükleri,
İstanbul Kültür Üniversitesi, Bildiriler, İstanbul, 2008.
KURTOĞLU Orhan “Divan Şiirinde Mahlas Değiştiren ve Birden çok Mahlas Kullanan Şairler”, Bilig,
Sayı:38, 2006, s.71-91.
PAKALIN Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.I., İstanbul, 1983.
SILAY Kemal, Erkeğin Ağzından Söylenen Gazel: Osmanlı Kadın Şairler ve Ataerkilliğin Gücü, Modernleşmenin
Eşiğinde Osmanlı Kadınları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İkinci Basım, İstanbul, 2010, s.203-204, 210.
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, İstanbul, 1901.
Tahirü’l-Mevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul, 1973.
TOSKA Zehra, Divan Şiirinde Kadın Şairlerin Sesi, Türk Edebiyatı Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 2007, s.672-682.
URAZ Murat, Resimli Kadın Şair ve Muharrirlerimiz, İstanbul Nümune Matbaası, 1941, s.84. 161
Diyarbakırlı Ahmedî’nin Yûsuf u
Züleyhâ Mesnevîsi’nin
Tevrat Eksenli İncelenmesi
Arş. Gör. Elif KARASİOĞLU DOĞANER
Mardin Artuklu Üniv. Hacı Ahmet Bölünmez Edb. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Mardin
ekarasioglu@gmail.com
ÖZET
Kur’ân-ı Kerîm’de “Ahsenü’l-Kasas” Diyarbakırlı Ahmedî tarafından kaleme alınan
olarak nitelendirilen Yûsuf Sûresi, Klâsik Türk Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin üç bölümünün
Edebiyatı sahasında kaleme alınan Yûsuf u (Hazret-i Yûsuf’un Kardaşları Mısır’a Tahıl İçün
Züleyhâ mesnevîlerine kaynaklık etmiştir. Fakat Geldükleridür”, “Hazret-i İbn-i Yâmen’i Kardaşına
mesnevîlerin hacimli eserler olması münasebeti Getürdükleridür” ve “Hazret-i Ya’kûb ‘Aleyhi’s-Selâm
ile müelliler, ayrıntıya başvurmak istediklerinde Nâme-yi İbn Yâmen’i İstedigidür) muhtelif Tevrat’la
hadiselerin soyut bir şekilde anlatıldığı Kur’ân’dan olan münasebetleri aktarılmaya çalışılacaktır.
ziyade Tevrat başta olmak üzere diğer kutsal Anahtar Kelimeler: Yûsuf u Züleyhâ
kitaplara başvururlar. Çalışmamızda 18. Yüzyılda Mesnevîleri, Kutsal Kitaplar, Tevrat
Elif KARASİOĞLU DOĞANER
Giriş:
Klâsik Türk Edebiyatı metinlerinde başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere Tevrat ve İncil gibi diğer kutsal
kitaplara pek çok gönderme yapılmış ve onlar söz konusu metinlere kaynaklık etmiştir.
Kitab-ı Mukaddes’in1 Tekvin bölümünde ayrıntılı olarak işlenen2 ve Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel kıssası
olup, “Ahsenü’l-Kasas”3 olarak vasılandırılan Yûsuf Kıssası4 dinî ve beşerî yönüyle Klâsik Türk Edebiyatı
sahasında kaleme alınan Yûsuf u Züleyhâ mesnevîlerine ana kaynak olmuştur.
“Müslüman şark edebiyatlarının (Arap, Fars, Türk edebiyatları) bu mevzudaki muhtelif versiyonlarında
–ki onların büyük kısmı birer şâheserdir- müelliler, geniş muhayyile kabiliyetlerini, yaratıcı ruhlarını, tarifsiz
inanış ve itikatlarını, şahsî ahlâk prensiplerini ve güzellik tasvirlerini kullanmayı bilmişlerdir.”5 Tespitinden
yola çıkarak kaleme alınan Yûsuf u Züleyhâ mesnevîlerinin benzer bir hüviyete sahip olduklarını söylemenin
yanında İslam coğrafyasında yazılan bu eserlerin ana çerçeveleri her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm olsa da hacimli
eserler olması münasebetleri ile tafsilata yer vermek istediklerinde başvurulan kaynakların başında Tevrat’ın
ya da İsrâiliyyat’ın gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Zira “Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük özelliği veciz ve mu’cîz
oluşudur. Asıl kaynak itibariyle ilâhî vasfa mâlik Tevrat ve İncil’deki bazı konulara Kur’an’da da temas edilir.
Ama Kur’ân’ın temas ettiği şeyler bazen son derece kısadır. Tafsîlattan uzaktır. Kur’ân, temas ettiği kıssa ve
olayların cüz’iyyâtına inmez. Ekser ahvalde yer ve zaman tayin etmez. Gâye tarihî vak’a anlatmak değil,
ibret dersi vermektir. Buna karşılık, özde müşterek olan kıssalar Tevrat ve İncil’de yerine göre son derece
uzun ve tafsilatlıdır.”6 Hâl böyle olunca tahkiyeli eserler olan mesnevîlerde müellilerin yerine göre ayrıntıya
girerlerken başvurdukları kaynaklar arasında Tevrat’ın gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin Tevrat Eksenli İncelenmesi
Bu çalışmada, konusunu kutsal kitaplardan, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’den almış dînî ve anonim
hikâyelerimizden olan Yûsuf u Züleyhâ mesnevîlerinden, 18. yüzyılda, Diyarbakırlı Ahmedî (öl. H. 1174/M.
1761) tarafından yazılan Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin7 üç bölümününde (Hazret-i Yûsuf’un Kardaşları
Mısır’a Tahıl İçün Geldükleridür”, “Hazret-i İbn-i Yâmen’i Kardaşına Getürdükleridür” ve “Hazret-i Ya’kûb
‘Aleyhi’s-Selâm Nâme-yi İbn Yâmen’i İstedigidür) geçen olayların, kişi ve yer adlarının birçoğunun mevcut
Tevrat’ta anlatılanlar ile çok benzediği ortaya konulmuştur. Aynı zamanda tespit edilen bu benzerliklerin
sadece mevcut Tevrat metninde bulunduğunu ispat etmek amacıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki Yûsuf Sûresinin
meâli8 ve tefsiri9 ile de bir mukayese yapılması kaçınılmaz olmuştur.
Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ isimli mesnevîsinde, Hz. Yûsuf Mısır’a padişah olduktan sonra yedi yıl
kıtlığın olmasının ardından Ken’ân diyarındaki kardeşlerinin tahıl almak için Mısır’a geldiklerinin anlatıldığı
bölümde geçen “Ken’ân ili” ifadesi Kur’ân-ı Kerîm’de geçmemesine rağmen mevcut Tevrat’ta defalarca
geçmesi dikkat çekici bir noktadır:
1 Bkz: Kitab-ı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Yayınları, İstanbul 2010, s.38-55.
2 “Bu hikâye, eski İbrânî edebiyatının ölmez eseri olan Tevrat’ta da çok güzel işlenmiş ve zamanımıza kadar değerini kaybetmemiştir. Bütünü
İncil’de işlenmemişse de, ancak bazı epizotları alınmıştır. Bu üç ayrı versiyondan en güzeli Kur’an’daki “Ahsenü’l-Kasas” adı altında yazılan
Kıssa-i Yûsuf’tur. Birbirine komşu olan İbrâbîler ve Müslümanlar arasındaki düşmenlığın tesiri ile olacak ki, Kur’ân’daki hikâye Tevrat ve
İncil’dekinden daha güzel olarak meydana gelmiştir.” (Hâlide Cemil Dolu, Yûsuf Hikâyesi Hakkında Birkaç Söz ve Bazı Türkçe Nüshalar,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C 4, S 4, 1952 s.420-445 )
3 “… Diğer peygamber kıssaları, siyak münasebetiyle, değişik üsluplarla, farklı sûrelerde ele alındıkları halde, Yûsuf Kıssası yalnız bu sûrede,
ama Kur’ân’ın en tafsilatlı kıssası olarak zikredilmiştir.” (Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, Deine Yayınları, İzmir
2008 s.234.)
4 “Kur’ân’da, bu kıssa, sadece bir peygamberin başından geçen dramatik bir macera olarak sunulmaz; aynı zamanda, insan psikolojisini,
toplumların teamüllerini, geleneklerini ve genel olarak tüm beşerî davranışları sergilemek sûretiyle okuyucuyu aktif olarak metinle
ilişkilendirmeye, anlatılanlarla empati kurarak kendisini değerlendirmeye yöneltir.” (Melike Gökcan Türkdoğan, Klasik Türk Edebiyatında
Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîleri Üzerine Mukayeseli Bir Çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2011 s.III.)
5 Hâlide Cemil Dolu, Yûsuf Hikâyesi Hakkında Birkaç Söz ve Bazı Türkçe Nüshalar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Dergisi, C 4, S 4, 1952 s.420-445.
6 Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Beyan Yayınları, İstanbul 2012, s. 74.
7 İdris Kadıoğlu, Diyarbakırlı Ahmedî Yûsuf u Züleyhâ (İnceleme-Metin-Dizin-Sözlük), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009,
s.43-75.
164 8 Ayrıntılı bilgi için bkz: Prof. Dr. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, Deine Yayınları, İzmir 2008, s. 234-248.
9 Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili Tefsiri, Feza Matbaacılık, İstanbul 1994, C 5, s.27-108.
Seyyid Kutub, Fî Zılâl-il Kur’ân, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, C.6, s.195-330.
Diyarbakırlı Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin
Tevrat Eksenli İncelenmesi
Hz. Yûsuf yıllar sonra Mısır’da İbn Yâmen’i karşısında gördüğünde çok sevinir fakat hemen kendi
kimliğini ona açıklamaz. Kardeşini, kendi oğlu olan Efrâyim’in evine göndererek orada misafir ettirir ve
hikâye buradan itibaren çözülmeye başlar. Diyarbakırlı Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsinde geçen
Hz. Yûsuf ’un oğullarının adı Tevrat’taki ile örtüşür:
Ben seni virdüm müsâfir ogluma
İletin mihmân idin Efrâyim’e [b.2029]
“… Ve Yahuda ona yaklaşıp dedi: Aman efendim, rica ederim, kulun bir söz söylesin de efendim dinlesin;
ve kuluna karşı öken alevlenmesin; çünkü sen de Firavun gibisin… Ve şimdi babam kulunun yanına vardığım
zaman, çocuk bizimle beraber olmazsa, onun canı çocuğun canına bağlı olduğundan, çocuğun bizimle beraber
olmadığını görünce, olur ki ölür, ve kulların babamın ak saçını ölüler diyarına kederle indirirler. Çünkü kulun
babama çocuk için keil olup dedim: Onu sana getirmezsem, ebediyen babama karşı suçlu olayım… Çünkü
çocuk benimle beraber olmazsa, nasıl babama gideyim, ve babama gelecek fenalığı göreyim?” [Tekvin Bâb:
44 (18-34)]
166
Diyarbakırlı Ahmedî’nin Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîsi’nin
Tevrat Eksenli İncelenmesi
SONUÇ
18.Yüzyılda, Diyarbakırlı Ahmedî tarafından kaleme alınan Yûsuf u Züleyhâ mesnevîsi kutsal kaynakları
bakımından incelenmeye çalışılmıştır. İslam coğrafyasında yazılmış bir eser olmasına rağmen sadece
Kur’ân-ı Kerîm’den beslenmeyerek Tevrat’a göndermeler yapması dikkat çekici bir özelliktir. Diğer nazım
türlerine göre hacimli eserler sayılabilecek mesnevîlerde tahkiye etmenin gerektirdiği şekilde ayrıntıya
girmek adına müellilerin başvuru kaynakları arasında Kur’ân yanında Tevrat’ın gelmesi kaçınılmaz
olmuştur. Çünkü Kur’ân’da geçen olayların son derece soyut bir şekilde anlatılmasına rağmen özde müşterek
olan kıssalar, Tevrat ve İncil’de yerine göre son derece uzun ve tafsilatlı anlatılmıştır. Söz konusu mesnevînin
incelediğimiz bölümlerinde geçen olay, kişi ve yer adlarının birçoğunun sadece Tevrat’ta geçmesi de bu
durumu doğrulamaktadır.
KAYNAKÇA
AYDEMİR Abdullah, Tefsirde İsrâiliyyat, Beyan Yayınları, İstanbul 2012.
DOLU Hâlide Cemil, Yûsuf Hikâyesi Hakkında Birkaç Söz ve Bazı Türkçe Nüshalar, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C 4, S 4, 1952, s.420-445.
KADIOĞLU İdris, Diyarbakırlı Ahmedî -Yûsuf u Züleyhâ- (İnceleme-Metin-Dizin-Sözlük), Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009.
KİTAB-I MUKADDES (Eski ve Yeni Ahit) Kitab-ı Mukaddes Şirketi Yayınları, İstanbul 2010.
SEYYİD KUTUB, Fî Zılâl-il Kur’ân, (Çeviri: Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Lütfullah Bender)
Dünya Yayıncılık, C 6, İstanbul 1991.
TÜRKDOĞAN Melike Gökcan, Klasik Türk Edebiyatında Yûsuf u Züleyhâ Mesnevîleri Üzerine Mukayeseli
Bir Çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2011.
YAZIR Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili Tefsiri, (Sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam, Yrd. Doç. Dr.
Emin Işık, Dr. Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel, Mahmut Özakkaş) C.5, Feza Matbaacılık, İstanbul
1994.
YILDIRIM Suat, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, Define Yayınları, İzmir 2008.
167
Alî Emîrî’yi Okumak
ÖZET
Türk milletinin görkemli tarihinin ve zevk-i yazmaya değer veren entelektüel tipleri gibi,
seliminin rengin bir nişanesi olan Klasik Türk milletinin kültür mirasına -varlığıyla- hizmet eden,
Edebiyatı, şiir ve inşa cevherleri üzerinde akan mühim bir simadır.
ve gerçekten hayale, basitten ideale doğru ağan
Alî Emîrî Hatırasına düzenlenen VIII. Klasik
bir kültür menbaıdır. Tavsifi, en az tarifi kadar
Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun açılış konuşması
zengin olan bu edebiyat, bir taratan pek çok
olarak hazırlanan bu çalışma, Alî Emîrî Efendi’nin
mümessil ile değerlenirken diğer taratan Klasik
hayatı, şahsiyeti, sanatı, eserleri hakkında malumat
Türk Edebiyatı’nı bir ilim olarak değerlendiren
vermek ve bazı tespitlerimizi derli toplu zikretmek
ehliyetli ve hikmetli meraklılar yetiştirmiştir. İşte
lüzumunun bir ürünü olarak ortaya konmuştur.
bu edebiyatın hem meraklısı hem sevdalısı hem de
yetkin bir araştırmacısı olarak karşımıza çıkan Alî Anahtar Kelimeler: Alî Emîrî, Kitap, Okumak,
Emîrî Efendi; eskinin ilme, tahsile, tetkike, okumaya, Yazmak.
Aysun EREN
Giriş
Kökü, mâzide ve aksi, atide olan mehabetli bir edebiyatın
münşileri -klasik Türk şairleri ve nasirleri- bu edebiyatın
cismine ruh nehederken bu neslin son asır müteakipleri, hem
geleneğe uygun eserler vermek suretiyle hem de geleneğin -bir
bakıma- ilmini yapmak üzere, pek çok yazınsal mahsul ortaya
koymuşlardır. Bu teamülün sıra dışı mümessillerinden olan Alî
Emîrî Efendi de üstatlarının edebiyatına vefa göstermek gayesi
ve edebî zevkini tatmin etmek bahanesiyle Türk kültürüne ve
edebiyatına ziyadesiyle hizmet eden hünerver ve vatanperver bir
kimsedir.
Bu gün, vefatından 88 yıl sonra O’nu, -çok sevdiği/hizmet
ettiği- Klasik Türk Edebiyatı’na dair tertip edilen bir sempozyum
vesilesi ile doğduğu Âmid’de, Diyarbakır’da anmak, kadirşinaslık
gereğinin de ötesinde, bir vazifedir. Zira dünden bugüne pek çok
araştırmacının ve yayıncının;
Alî Emîrî’nin yazdığı eserler sayesinde tez, makale, bildiri gibi
ilmî çalışmalar ortaya koyduğu;
O’nun karakterinden hareketle kitap, belgesel, piyes gibi
popüler ürünler meydana getirdiği;
Hâlihazırda nice bilim insanının -Alî Emîrî’nin kurduğu ve
önemli kısmı O’nun topladığı kitaplardan oluşan- Fatih Millet
Kütüphanesi’ndeki eserlerden istifade ettiği;
Uzun süre kayıp olan Dîvânü Lügati’t-Türk’ün keşfine ve neşrine vesile olduğu düşünülürse,
Emîrî’ye hak ettiği değeri verme ve hakkını teslim etme lüzumu hâsıl olacaktır. Binaenaleyh Alî Emîrî
Hatırasına tertip edilen Uluslararası VIII. Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun açılış tebliği olarak
hazırladığımız bu çalışma, Alî Emîrî’nin “hayatı, şahsiyeti, eserleri” hakkında umumi/derli toplu bilgi vermek
ve bazı tespitlerimizi dile getirmek gayesiyle ortaya konmuştur.
Hayatı
Son asrın ilmî ve irfânî cephesinin değerli çehrelerinden
olan Alî Emîrî’nin yaşamını, otobiyografisinden ve hakkında
yapılan biyografik çalışmalardan hareketle “doğumu, ailesi,
çocukluğu ve tahsil yılları, çalışma hayatı ve memuriyeti,
fizikî özellikleri, vefatı” başlıkları altında incelemek
yerinde olacaktır.
Doğumu
Sene 1857 (h. 1274)1. Yer, Diyâr-ı Bekîr. Hak’tan hâsıl
olunca emir, Emîrî dünyaya gelir.
Ailesi
Babası Mehmed Şerif Efendi, annesi Emîrî’ye pek düşkün,
170
1 “Velâdet-i âcizânem 1274 sene-i hicriyyesindedir (Hayber, 1996: 79).
Alî Emîrî’yi Okumak
mübarek bir hanımefendidir. Altmış yaşını geçkin bir babanın ve bu babaya göre çok daha genç bir annenin
son evladı olarak dünyaya gelen Alî Emîrî, hem baba cihetinden meşhur ve maruf hem ana cihetinden
aydın ve saygın bir ailenin üyesidir; zira o, Emîrîzâdelerden Alî Emîrî’dir. Hz. Peygamber’in soyundan gelen
babasının dedesi, Diyarbakır’ın ünlü kadim şuarasından Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi’dir. Kendi silsilesini
izhar ettiği beratlardan birinden hareketle, Alî Emîrî’nin kısa şeceresini Tablo 1’de sunuyoruz2.
Tablo 1: Alî Emîrî’nin Soy Ağacı.
Dedesi Mehmed Emîrî Çelebi’nin nesebini, 27. göbekten Hz. Hüseyin’e dayandırarak seyyid olduğunu
iddia eden Alî Emîrî’nin anne tarafından soyu da oldukça münevver kimselerle müzeyyendir. Mesela Alî
Emîrî çocuk yaşlarda iken dayılarından Abdülfettah Fethi, Siirt/Şirvan kaymakamlığında, Abdülkerim Abdi
Efendi de Mardin sancağı tahrirat ve rüsûmat müdürlüklerinde bulunmaktadır. Ancak ilk tahsil yıllarını bu
dayılarının yanında geçiren Emîrî’nin üzerinde, aile efradı içinde en müessir olan ise büyük amcası Şaban
Kâmî Efendi’dir (Hayber, 1996: 79-80).
Bağdat ile Diyarbakır arasında ticaret kervanlarıyla uğraşan babasının, Emîrî’yi çok sevdiği halde
pek yüz vermediği, çok ciddi bir adam olduğu fakat ölürken bile “Emîrî… Emîrî…” diyerek üç gün can
çekiştiği, Alî Emîrî’nin ifadeleriyle sabittir (Tevfikoğlu, 1989:1). Annesine karşı daha hassas bir tabiatı olan
Emîrî, evlenmeyişini dahi olur da belki annesine karşı bir kusur işler diye validesine duyduğu sadakate
bağlamaktadır. Fakat Alî Emîrî’nin o çok sevdiği ve sadakatle bağlı olduğu annesi, koltuğunun altından
çıkan bir çıban sebebiyle babası gibi 84 yaşında vefat edince (İnal, 1999: 456-457) hayatındaki tek kadın da
artık hayatta olmaz.
171
2 Beratın transkripsiyonlu metni için bk. : Gençboyacı, 2012:228-229.
Aysun EREN
Alî Emîrî’nin çocukluğu, akranlarına göre oldukça farklı tenemmüv etmiştir. Tahsile önem veren mizacı,
Emîrî’yi, çocukluğun gereği olan oyun ve eğlenceden berî kılmıştır. Kendi hal tercümesine de yer verdiği
Tezkire-i Şu‘arâ-yı Âmid’de bu durumu “Lu‘biyâta merakım yok idi. Üstâdımızla teferrüce gittiğimiz zaman
çocuklar oyunla meşgul olurlar, ben bir tarafa çekilir kitap mütalâa ederdim.” (Hayber, 1996: 80) şeklinde ifade
ederken divanındaki:
Lu‘b ile zevk ü safâ etmekdedir etfâl-i şehr
Ben ise tahsîl ile etmekdeyim zevk ü safâ (Arslan, 2008:157)
Alî Emîrî, ilköğrenimine ailesi tarafından vakfedilen Sülûkiyye Camii yanındaki Sülûkiyye Mescid-i
172 Şerîfi Mektebi’nde (Sıbyan Mektebi) başlamıştır. Emîrî’nin bu ilk tahsil yıllarını, feyz aldığı hocalarını ve ilgi
alanlarını okuyucunun kolaylıkla istifade edebilmesi için, aşağıdaki tabloda sunuyoruz.
Alî Emîrî’yi Okumak
tamamen ezberlediğini de (Hayber, 1996: 79) yine kendi ifadeleriyle kaydetmiştir. Ve Alî Emîrî, çocukluk
yıllarını geçirdiği Diyarbakır-Siirt-Mardin üçgeninde; hat sanatından telgraf fennine, tarihten edebiyata
kadar farklı alanlara gösterdiği tecessüsle yetkinlik alanlarını çeşitlendirmeye muvafak olmuştur.
Telgrahane günlerindeki macerasını saymazsak Alî Emîrî’nin memuriyet adımları Abidin Paşa’nın
himayesinde Harput’tan başlamıştır: Harput, Sivas, Selanik, Kozan, Adana, Leskovik, Kırşehir, Trablusşam,
Elazığ, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep, Yemen… Anadolu’dan Balkanlara, Orta Doğu’dan Arap yarımadasına
pek çok diyarda bıraktığı adımlar ve buralardan topladığı kitaplarla Alî Emîrî, “okumak aşkının” yürüyen
kütüphanesini kurmuştur.
Ömrünün bu uzun soluklu dönemini de yine okuyucunun kolaylıkla faydalanabilmesi için, aşağıdaki
tabloda sunuyoruz.
Tablo 3: Alî Emîrî ’nin Çalışma Hayatı ve Memuriyetleri
TARİH YER MEMURİYETİ
Diyarbakır 300 kuruş maaşlı bu göreve atanmasına dair resmi yazı almış fakat Said Paşa buna
1878
Telgrahanesi muvafakat vermediğinden göreve başlamamıştır.
Sait Paşa, Emîrî’yi yanından ayırmak istemediği için onu “tahrirat kalemi katibi”
Mardin Tahrirat olarak vazifelendirmiştir.
1878 Kalemi Maaşı 150 kuruş’tur.
Buradaki görevinden 1878’de istifa ederek Diyarbakır’a döner.
Harput, Abidin Paşa’nın himayesi ile “Hey’et-i İslâhiye müsevvidi” olarak memuriyete bu
1878-1880 Sivas, itibarla başlamıştır.
Selanik, Atina Maaşı 500 kuruştur.
1880 Ankara Ankara Merkez Sancağı A’şar Müdüriyeti
174
3 Rütbe-i ûlâ: Mülkiye’de bir pâye olup resmî unvanı “saadetlü efendim hazretleri”dir (Devellioğlu, 2008: 1119).
Alî Emîrî’yi Okumak
Alî Emîrî, Yemen’deki Hudeyde Sancağı hastanesinden aldığı rapor doğrultusunda kendi isteğiyle emekli
olmuştur (Yeşilyurt 2007: 26). Ve Rumeli, Anadolu, Arabistan kıtalarında on beş vilayette vali ve mutasarrıf
vekâletleri, çeşitli şehirlerde deterdarlık, Rumeli Maliye Müfettişliği, muhasebecilik gibi memuriyetlerde
birçok tecrübe geçiren Emîrî, emekliliğinden sonra da Millî Tetebbular Encümeni riyasetinde ve Tarih-i
Osmânî Encümeni âzâlığında bulunmuş, Tasnif-i Vesâik-i Tarihiye Encümeni başkanlığı yapmış, gayr-ı
resmî olarak İstanbul başbakanlık arşivi ve Vakılar Nezaretinde çalışmış, Âsâr-ı İslâmiye ve Milliye
Encümeni reisliği görevini ifa etmiştir (Tevfikoğlu 1989: 14).
Tarih 1907. Ve Emîrî’nin yaşı elli. Emîrî, bu tarihte, otuz yıllık devlet hizmetinden sonra, 5000 kuruş maaşlı
vazifesinden kendi arzusuyla ayrılmış ve 2600 kuruşluk emekli maaşıyla İstanbul’u kucaklamıştır. Ancak
tüm bunlar, hem çok sevdiği kitapları ile daha çok meşgul olabilmek hem de heybesinde biriktirdiklerini,
milletinin istifadesine sunmak adınadır.
“Bir meslek sahibi olmak isteseydim kitapçı olurdum” (Arslan, 2008: 24) diyen Alî Emîrî’nin yaklaşık
yirmi şehirde memuriyet icabı bulunması, O’nu, İstanbul’da Millet Kütüphanesi’nin odalarında gezinmek ve
burada kitaplarıyla ilgilenmek kadar bahtiyar etmemiştir. 175
Aysun EREN
Fizikî Özellikleri
Alî Emîrî, ömrü boyunca hiç fotoğraf çektirmemiş ve herhangi bir fotoğraf çizdirmemiştir. Bu bakımdan
fiziksel özellikleri hakkında en önemli görsel başvuru kaynağı, Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in -onun
ölümünden epey sonra- yaptığı portredir. Emîrî’nin görüntüsünü yazınsal olarak ifade eden bazı eserlerdeki
tasvirler ise şöyledir:
Yarı aklaşmış uzunca bir sakal bırakırdı. Yüzüne bir defa bile ustura değdirmemiştir. Boynu kısa fakat
iri yarı bir vücuda sahip, kara gözlük yerine sürekli pertavsız kullanan, zeki ve keskin bakışlı, göz çukurları
derin, alnı geniş ve hafifçe çıkık, burun yapısı kemerli, yüz hatları düzgün, çehresi ve her haliyle ilk bakışta
ilim adamı görüntüsü veren biriydi (Çelik, 1988: 31).
Tanıyanların en çok tasvir ettiği, bilhassa fesi ve daha çok sesiydi. Zira bağıra bağıra konuşan bu iri yarı
adamdan çıkan incecik sesi ve vücudun bir parçasıymış gibi başından hiç çıkarmadığı fesi ile Emîrî, her
haliyle tezatların adamıydı.
Umumiyetle siyah papyon takan Ali Emîrî, ihtiyaç duyduğunda gözlük yerine de büyüteç kullanmıştır
(Tevfikoğlu, 1989: 25).
Vefatı
Ömrünün her ânını bir define bulma heyecanıyla geçiren Alî
Emîrî, bu heyecanların tatlı yorgunluğuyla 67 yaşında Hakk’a vasıl
olmuştur.
Felç veya beyin kanaması gibi bir hal sebebiyle vefatından iki
üç gün önce Şişli Fransız Hastanesi’ne kaldırılan Alî Emîrî, burada
23 Ocak 1924 tarihinde Perşembe sabaha karşı vefat etmiştir (Çelik,
1988: 27).
176
Alî Emîrî’yi Okumak
Emîrî’nin na’şı, önce Gedikpaşa’daki evine getirilmiş, buradan milletinin omuzlarında kabristana doğru
götürülürken Millet Kütüphanesi’nin önünde hürmeten bir süre bekletilmiştir. Ve içlerinde Son Halife
Abdülmecid’in de bulunduğu seçkin ve kalabalık bir cemaatin huzurunda cenaze namazı kılınarak -vasiyeti
gereğince- Fatih’in komşusu olarak ebedi istirahatgahına uğurlanmıştır (Tevfikoğlu, 1989: 21).
ŞAHSİYETİ
Hakkında yazılanlardan, O’nu tanıyanların anlattıklarından ve daha ziyade kendi yaşam tarzından
anlaşıldığına göre Alî Emîrî, “nev’i şahsına münhasır” denilen özel insanlardandır. Onu özel kılan bu
hususiyetleri daha anlaşılır kılabilmek için Alî Emîrî ’nin şahsiyetini “mizacı, edebi şahsiyeti, kütüphaneciliği”
alt başlıklarının altında maddeler halinde değerlendirebiliriz4:
177
4 Bu bölümün bilgi zemininin hazırlanmasında “Muhtar Tevikoğlu, Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989.” künyeli
eserden istifade edilmiştir.
Aysun EREN
Mizacı
Alî Emîrî, çocukluğunu umumî anlamdaki çocuk imajının dışında yaşamıştır. Yaşıtlarının oyunla
meşgul olduğu bir çağda O, kitap okumak ve mezar şahidelerinin, eski kitabelerin yazılarını çözmekle zevk
bulduğunu dile getirmiştir.
Annesine karşı aşırı sevgisi, hiç evlenmemesi, yüzüne hiç ustura değdirmemesi, hiç fotoğraf
çektirmemesi, Beyoğlu, Tokatlıyan, Tepebahçe ve Adalar mevkiine hiç gitmemesi O’nun hakkındaki ilginç
detaylardandır.
Alî Emîrî, Müslüman bir birey olmanın gereklerinin farkında olarak rakı, şarap gibi haram içkilere
ağzını sürmemiş ve sigara, enfiye, nargile, kahve gibi alışkanlıklar edinmemiştir.
Aniden ökelenip aşırı tepkiler vermesine rağmen çevresinin gözünde Emîrî; kin tutmayan, yerine göre
tok sözlü, demine göre kalender meşrep, bazen keyili, çoğu zaman huzursuz, fakat daha ziyade, samimi,
hoşsohbet, nazik, mültefit ve nüktedan bir portre çizmiştir.
Emîrî’nin en kızdığı şeyler; bin bir zahmetle topladığı kitaplarının iyi kullanılmaması, tarih, edebiyat,
sanat, biyografi ve bibliyografi sahalarında yapılan fahiş hatalar, bilgisizlik ile dikkatsizlikten kaynaklanan
178 yanlış okumalar olmuştur.
Eleştirilmeye pek fazla tahammülü olmayan Alî Emîrî, henüz 16 yaşında iken V. Murad’ın cülusuna
Alî Emîrî’yi Okumak
yazdığı kasidenin intihal olduğunu iddia edenlere karşı bir kaside daha yazarak kendisini savunmak zorunda
kaldığı için, hayatının sonraki dönemlerinde de en ufak bir tenkitte hemen savunma psikolojisine girmiş
ve haksız muahezeleri kabullenememiştir. Hatta aleyhinde tenkitte bulunan bazı kişilere ve muarızlarına
cevap vermek için Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nı çıkararak keskin dili ve kalemiyle taarruzda
bulunmaktan çekinmemiştir.
İfrat ve tefritle yoğrulmuş mizacı, vakur ve mağrur tavrıyla Alî Emîrî, mübalağalı duyguların, zapt
edilmez heyecanların menbaı, kökleşmiş tutkuların, derin sevgilerin ve büyük aşkların adamı olarak
tanınmış ve hakkındaki biyografilerde de böyle tanıtılmıştır (Tevfikoğlu, 1989: 27).
179
Aysun EREN
17 Nisan 1916 tarihinde kurulan ve Alî Emîrî ’nin 8800 yazma, 7200 basma eserden oluşan 16.000 ciltlik
kitap bağışladığı Millet Kütüphanesi, İstanbul Fatih’te Bâyezid Meydanı’nı Edirnekapı’ya bağlayan ana
caddenin sol tarafında Şeyhü’l-İslâm Feyzullah Efendi Medresesi’nde bulunmaktadır.
Dokuz yaşında hâsıl olan kitap merakını Emîrî, “Diyâr-ı Bekir’de bundan beş-altı yüz sene evvel
tamam 1.040.000 cildi havi bir kütüphane bulunduğunu pederim ve akrabalarım bana hikâye ederlerdi.”
(Tevikoğlu 1989: 58) cümlesi ile açıklamaktadır. Ve o günden sonra Emîrî, bu kadarını toplamaya muvaffak
olamasa da karınca misali safını belli ederek ve bu yolda azmederek döneminin şartlarına göre cesim bir
kütüphane kurmayı başarmıştır. Hem de Tevik Muhtaroğlu’nun ifadesiyle;“…bin bir derde ve mihnete
sırf bu vefâdâr sevgililer için sabrederek, satın aldığı kitaplara maaşından paralar keserek, nadide bir
eserin peşinden diyar diyar gezerek… Ev ev, dükkân dükkân dolaşarak, hatta bazen şehirlerarası uzun
mesafeleri göze alıp nadide kitaplar arayarak, bulduklarını satın alarak, hatta parası yetmediği veya sahibi
vermediğinde bin bir güçlükle eseri baştan sona istinsah etmeye kalkarak... (Tevikoğlu, 1989: 51)
“Hâfız-ı Kütüb, Kütüphane Müdürü” gibi sıfatları tercih etmeyen Alî Emîrî, üzerine “Millet
Kütüphanesi Nazırı” unvanını kazıttığı bir mühür kullanmıştır. Fakat kendi kendine bağışladığı bu unvan,
O’nun yardımsever karakterine gölge düşürmemiştir ve O, kütüphanesinden yararlanmak isteyenlere,
kendisinden herhangi bir konuda malumat bekleyenlere bizzat yardımcı olma fedakarlığını göstermiştir.
Aşka, âşıka ve maşuka dair şiirlerin söylendiği, herkesin kendi meşrebince manzumeler yazdığı bir
çağda Emîrî, kitaba olan aşkını divanında da işleyerek ve “kitap” redili bir manzume yazarak ziyadesiyle
duyurmuştur.
…
Âşıkan ma‘şûk-ı gûnâgûna rabt-ı kalb eder
Ehl-i aşkım ben de ma‘şûk-i güzînimdir kitâb
…
Hikmet anda ma‘rifet anda hakikat andadır
Hâsılı sermâye-i dünyâ vü dinimdir kitâb (Tevfikoğlu, 1989:104)
“Şayet bir meslek sahibi olmayı düşünseydim, şüphesiz kitapçı olurdum.” diyecek kadar kitap aşığı olan
Emîrî’nin yegâne serveti (Tevfikoğlu, 1989: 51), en büyük eseri ve O’nun kitaba olan düşkünlüğünün en
mühim neticesi, işte bu şaheser Millet Kütüphanesi idi:
Yekpâre nûr olan bu kütüphane-i nefîs
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin (Yahya Kemal Beyatlı)
Edebî Şahsiyeti
Tarihten hal tercümesine, şiirden musikiye, kitabiyattan hat sanatına, pozitif ilimlerden telsiz telgraf
fennine dek; sınırları, hayal dünyası kadar geniş bir saha hâkimiyeti olan Alî Emîrî, atmış yedi senelik
ömründe bir yandan topladığı kitaplarla kendini yetiştirmiş diğer yandan kırka yakın eser vücuda getirme
kabiliyeti göstermiştir.
Eserlerinde “Emîrî, Alî Emîrî, Alî Emîrî-i Âmidî, Kâtip Ferdi” imzalarını kullanmıştır.
Dini hassasiyetleri yüksek bir şahsiyet olarak Alî Emîrî; divanına Cenab-ı Hakk’ı anarak başlamak; Hz.
Peygamber, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Fatıma için yazdığı manzumeleri sıralamak; muhtelif yerlerde
peygamberlerden Hz. Âdem, Hz. Süleyman, Hz. Davud, Hz. Harun, Hz. Musa, Hz. İsa’yı zikretmek ve
bazı ayet/hadis iktibaslarına şiirlerinde yer vermek suretiyle edebî anlayışına da samimi bir mümin portresi
180 aksettirmiştir. Hatta o kadar ki Hz. Peygamber için söylediği şiirler bir divan dolduracak ölçüdedir.
Alî Emîrî’yi Okumak
Emîrî’nin tarihe ilgisi, meraktan önce, şuurlu bir sevgiden kaynaklanmaktadır. Tarih hassasiyetinden
hareketle Alî Emîrî’de fazlasıyla temerküz eden Osmanlı Hanedanlığı’na muhabbet ve Fatih Sultan Mehmet’e
ihtiram, onun ecdat sevgisi olarak başta divanı “Nizamü’d-düvel, Mevahibü’s-sülûk, Levâmîü’l-Hamidiyye,
Vesaikü’l-âsâr, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin Türkî Eş’arı Tahmisatı, Câm-ı Cem Âyin (Silsilenâme-i
Osmânî), Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası” gibi diğer eserlerine de yansımıştır. Bununla birlikte
tarihteki diğer büyüklerin tercüme-i halleriyle de uğraşan Emîrî, ne kadar İslam hükümdarı varsa, ne kadar
büyük âlim, meşayih, Osmanlı şairi varsa hepsinin tercüme-i hâlini öğrenmiştir.
Anne, baba, akraba, ecdat sevgisi ve bunlara eserlerinde de yer vermesi, Alî Emîrî ’nin ailesine duyduğu
saygının ve bağlılığın aksi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mahfuzatı zengin olan Emîrî, sürekli okumuş, okuduklarını unutmamış, hatta lügat ve beyit ezberlemek
için özel çaba sarf etmiştir. Bunun yanında tarihî vakaları ince ayrıntılarıyla hafızasına yerleştirmiş, yüzlerce
kişinin hal tercümesini, hatta soy kütüğünü, binlerce kitabın adını, künyesini ve muhtevasını ezberine
almıştır. Meselâ beş yüzden fazla şairin toplam 4005 beytini ihtiva eden Nevadirü’l-âsâr’ı henüz dokuz
yaşında ezberlemiştir.
Alî Emîrî, çocukluk yıllarında aldığı tahsilde, o dönemin medreselerinde temel müessir kabul edilen
Hâfız, Sâdî ve Mevlânâ’yı okuyarak edebî alt yapısını oluşturmuştur. Diğer taratan okuduğu pek çok kitap
sayesinde, “yazmak” tecrübesini geliştirmiş, adeta her çiçekten bir bal almak suretiyle yeni tatta ve renkte
eserler meydana getirebilmiştir.
Mevlânâ’nın aşkından, Süleyman Çelebi’nin Mevlîd-i Şerîfi’nden, Fuzûlî’nin şairlik vasfından, Nef ‘î’nin
üslubundan, Nedîm’in coşkun söyleyişinden aldığı ilhamla şiirler söyleyen Emîrî, toplumsal meselelere
değinmeyi ihmal etmemiş, deyim ve atasözleri ile süslediği üslubunu, vecize niteliğinde ifadelerle
zenginleştirmiştir.
Alî Emîrî’nin memuriyete dahi “şiir” kapısından girdiği hatırlanır ve verdiği edebî eserlerde en çok şiire
hâkimiyeti göz önünde bulundurulursa, onun edebî çehresini en çok yansıtanın “şiir” olduğu görülecektir.
Şiirlerinde konuşur gibi rahatça söyleyen Emîrî, Sadeddin Nüzhet ve İbnülemin’e göre; şiir söylemekte
velut bir nazımlıktan öteye geçmemiş, divan şiiri geleneğini şiirine yansıtırken ve mazmunları kullanırken
bayağılığa düşmemiş ancak manzumelerinde bariz bir hususiyet ya da orijinallik göstermemiştir (İnal,
1999:466; Ergun 1944:1254). Nesir dili, ağdalı ve üslubu da tutuk olarak değerlendirilen Alî Emîrî, tüm
tenkitlere rağmen, şiirini övmüş ve kendisini “Şairlerin Emîrî” olarak değerli görmüştür (Tevikoğlu 1989:
44). 181
Aysun EREN
ESERLERİ
İsmi, “âlim, arif, şâir, nâsir, bibloyoil, bibloyoman, tarihçi, kütüphaneci, müsevvid, deterdar, memur,
müdür, kitap kurdu, kitap yurdu” gibi pek çok sıfat ile tavsif edilen Emîrî, bu unvanları; şiirden tarihe,
musikiden hal tercümesine, hat sanatından telgraf fennine kadar çeşitli alanlara dair verdiği eserler vesilesiyle
almıştır. Aşağıdaki tablolar, Alî Emîrî ’nin eserleri hakkında öz bilgi vermek gayesiyle hazırlanmıştır5.
182
5 Tabloların hazırlanmasında istifade edilen kaynaklar için bk.:İnal, 1999. 454; Ergun, 1944:1254; Çelik, 1988:38- 49;
Tevikoğlu, 1989:85-93, Arslan, 2008: 52-59, Gençboyacı, 2012: 220-221.
Alî Emîrî’yi Okumak
1894’te yazılmıştır.
Millet Kütüphanesi, Alî Emîrî, Manzum, nu:
Sultan II. Abdülhamit’e ithaf ettiği bazı
1080/1081.
Levâmîü’l- kasideleri ihtiva etmektedir.
Âlem Matbaası, İstanbul, H.1312, (M.1896
Hamidiyye Eser, padişah tarafından gümüş liyakat
)/H.1328 ( M.1912 ).
madalyasına layık görülmüş ve bir kısmı altın
yaldızlı olarak bastırılmıştır.
Osman Gazi’nin oğlu Alâeddin Paşa’dan
Mevahibü’s-sülûk itibaren on üç şehzadenin şiirleri ve bunlara
yazılan nazireleri ihtiva eder.
Eser, kayıptır.
Osmanlı şairlerinin nazirelerinden ve bazı
şairlerin eserlerinden örnek beyitler alıp
Vesaikü’l-âsâr
yayınlamaya başladığı eserdir.
16 ciltlik bir tezkire olan eser, kayıptır.
Yanya Vilâyeti Leskovik Sancağı
Millet Kütüphanesi, Alî Emîrî, Manzum, nu: 1190. Muhasebeciliği (1888) ile Yanya ve İşkodra
Yanya Şairleri
Maliye Müfettişliği görevlerinde iken kaleme
aldığı eserdir.
Yavuz Sultan
Selim Han
Yavuz Sultan Selim’in Türkçe şiirlerinin
Hazretleri’nin
tahmisidir.
Türkî Eş’arı
Şahanelerinin
Tahmisatı
184
Alî Emîrî’yi Okumak
SONUÇ YERİNE
Elestten ebede uzanan yolculuğunda insanın tahvili veya tahrifidir, ölüm. Kimine göre sonu ve kimine
göre başlangıcı, ömrün. Ölümü, ömrün hasat vakti bilen Âdemoğlu, bu dünyada kalıcı eserler bırakarak
ruhundaki ebediyet duygusunu tatmin etmek istediğinde, o vakit, gök kubbede salınan pek çok seda erişir
yüreğimize. İşte böyle insanlardan olmak üzere; hatırı sayılır bir sedaya talip olarak sürdüğü ömür seyrini,
bir zaman sonra, hayırla yâd edilmek bekasına malik olarak bitiren Alî Emîrî Efendi, bugün pek çok cihetten
alakaya layık ve hizmetleri adedince iltifata şayan bir kimsedir.
Alî Emîrî’den geriye kalan pek çok maddi ve manevi mirası, umumi malumat verdiğimiz bu yazının
hudutları içinde sıralayarak sınırlandırmaya kalkmak, elbette haksızlık olacaktır. Ancak kültür tarihimizin
mühim bir siması olarak bunca insan arasında O’nu özel kılan bazı özellikleri ve Emîrî’nin vasiyeti
addedeceğimiz bazı dileklerini, netice maddeleri halinde sunmayı gerekli buluyoruz:
o gün için yaklaşık 8800’ü yazma, 7200’ü basma, 16.000 eseri havi bu kütüphane, bugün pek çok ihtisas
alanından araştırmacının faydalandığı bir kültür merkezidir.
Bir milletin dilinin mazisini ifşa ve istikbalini ihya edecek kudrette bir lügat olan ve Türkçe’nin bilinen
en eski sözlüğü konumunda bulunan Dîvânü Lügati’t-Türk; bugünün dil, halkiyat ve harsiyat araştırmaları
için en önemli başvuru kaynaklarındandır. İşte bu kıymetli eserin keşinde ve neşrinde gösterdiği çaba ile
Alî Emîrî, en az Dîvânü Lügati’t-Türk kadar kayda ve kıymete değer bir kültür varlığımızdır. Diğer taraftan,
bu eserden başka bir mirası olmasaydı bile, tek başına Dîvânü Lügati’t-Türk, Alî Emîrî’nin milletine bir
hazine bağışladığı gerçeğini değiştirmezdi. Zira “Bu eser, bir kitap değil; Türkistan ülkesinin kendisi” idi.
Atmış yedi senelik ömrünün sermayesi, ilminin ve hünerinin semeresi olan; şiirden tarihe, musikiden
hal tercümesine, hat sanatından telgraf fennine kadar çeşitli alanlara dair telif, neşir ve istinsah ettiği yaklaşık
kırk eserini Emîrî, üstün tecrübelerinin ve birikimlerinin hasılatı olarak ortaya koymuş ve bunları günümüz
araştırmacılarının istifadesine sunmuştur. Ve bu eserler, “tez, kitap, makale, bildiri, deneme” niteliğinde
yayınlanarak pek çok kişinin tahsiline değer ve tetkiklerine derece katmıştır. Bu katkıların devamı için Alî
Emîrî hakkında yapılan çalışmaların künyesini, bilhassa bundan sonraki araştırmalarda kolaylık sağlaması
gayesiyle, aşağıdaki tabloda takdim ediyoruz.
Tablo 7: Alî Emîrî Bibliyografyası
ALTINAY Ahmet Refik, Ali Emîrî Efendi (1274-1342) Hayatı ve Âsârı, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, Yıl 14, S.1, 1.
Kânunusânî 1340.
AKSAKAL Ali, Ölümünün 60. Yılında Kitap Dostu Ali Emîrî Efendi, Türk Kültür Dergisi, Yıl XXII, S.250, Şubat 1984.
Ana Britanica, “Ali Emîrî”, Fasikül 7, 1986, s. 385-386.
ARSLAN Mustafa Uğurlu, Ali Emîrî Efendi ve Divanı, Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008.
BABİNGER Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 435, Ankara 1982, s. 437-
439.
BEYATLI Yahya Kemal, Ali Emîrî’ye Gazel, Eski Şiirin Rüzgâriyle, Yahya Kemal Külliyatı 2, Baha Matbaası, İstanbul 1962,
s. 59-60.
BEYATLI Yahya Kemal, Edebiyata Dair, Yahya Kemal Külliyatı, Baha Matbaası, İstanbul 1971, s. 32-33.
BEYSANOĞLU Şevket, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Işıl Matbaası, C.II, İstanbul 1960, s. 139-174.
BEYSANOĞLU Şevket, “Ali Emîrî Efendi’yi Anarken”, Ziya Gökalp Dergisi, Neyir Matbaası, C. 6, S. 33, Ankara
Ocak-Mart 1984, s. 3-12, 95-96.
BİLGE Rifat (Kilisli Muallim), “Bildiklerim (Divanu Lugati’t-Türk ve Emîrî Efendi)”, Yeni Sabah Gazetesi, 30 Eylül, 4,
7, 11, 14, 18 Ekim 1945.
ÇELİK Kemal, Ali Emîrî Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri 1857-1924, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1988.
ÇELİK Kemal, Bir Kitap Dostu Ali Emîrî, Mor Yayınları, Ankara 2007.
EMİR Ali Haydar, “Ali Emîrî Efendi’nin Vefatı Dolayısıyla Enterasan Hâtıralar”, Vakit Gazetesi, 28 Kânunu sânî 1340.
ERDOĞAN Seher, Ali Emîrî’nin Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası Üzerine Bir İnceleme, Gazi Üniversitesi Yüksek
Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007.
ERER Tekin, Kitap Aşkı, Son Havadis Gazetesi, 1 Nisan 1970.
ERGUN Sadedddin Nüzhet, “Emîr, Ali”, Türk Şairleri, Raşit Bütün Matbaası, C. I, İstanbul 1944, s. 1251-1256.
ESEN Muzaffer, “Ali Emîrî”, İstanbul Ansiklopedisi, Nurgök Matbaası, C.II, İstanbul 1959, s. 659-662.
GENÇBOYACI Melek, “Ali Emîrî Efendi ve Divanu Lugati’t-Türk”, 2. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Bilgi Şöleni
Bildirileri: Kaşgarlı Mahmud ve Dönemi (28-30 Mayıs 2008), Ankara 2009, s. 251-260.
GENÇBOYACI Melek, “Ali Emîrî Efendi ve Divanü Lugati’t-Türk”, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, C. XCVI, S.
683, Ankara 2008, s. 542-552.
186
Alî Emîrî’yi Okumak
GENÇBOYACI Melek, “Ali Emîrî’nin Kütüphanesinden Fatih ve Dönemi” Kültür (Üç Aylık Dergi), Yıl: 2008, S: 11,
s. 118-121.
GENÇBOYACI Melek, “Cumhuriyetten Günümüze Millet Kütüphanesi”, Millet Yazma Eser Kütüphanesi’nden Bir
Seçme Ali Emîrî Efendi ve Dünyası: Fermanlar, Beratlar, Hatlar, Kitaplar, Pera Müzesi Yayınları, İstanbul 2010, s. 45-53.
GENÇBOYACI Melek, “Osmanlı’dan Günümüze Kadar Gelen İhtisas Kütüphaneleri ve Millet Yazma Eser
Kütüphanesi”, KAYHAM Kent Hafıza Merkezleri: Kent İhtisas Kütüphaneleri, Kent Arşivleri ve Kent Müzeleri
Sempozyumu (26-27 Mart 2010 Erciyes Üniversitesi) Bildiriler ve Tartışmalar Kitabı, Detay Yayıncılık, Ankara 2010, s.
196-221.
GENÇBOYACI Melek, “Ali Emîrî Efendi ve Kütüphanesi”, BDK Kültür Sanat Edebiyat ve Kütüphane Bülteni, Yıl: 1,
S. 4, İstanbul 2010.
GENÇBOYACI Melek, “Millet Yazma Eser Kütüphanesinde Bulunan Ali Emîrî’nin Telif ve İstinsah Ettiği Tezkirelerden
Örnekler”, Prof. Dr. Mustafa İSEN Adına Uluslararası Klasik Türk Edebiyatında Biyograi Sempozyum Bildirileri
(Nevşehir, 6-8 Mayıs 2010), Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 2011, s. 303-314.
GENÇBOYACI Melek, “Diyarbakır’dan İstanbul’a Ali Emîrî Efendi”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi –www.e-
sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: VII, Nisan 2012.
GÖVSA Alaettin, “Ali Emîrî”, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, Yedigün Yayınları, s.35.
GÜNER Galip-GÜNER Nurhan, Esâmi-i Şu‘arâ-yı Âmid, Anıl Matbaa ve Ciltevi, Ankara 2003.
HAYBER Kasım, Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Kayseri 1996.
İNAL İbnülemin Mahmud Kemal, “Emîrî Efendi”, Son Asır Türk Şairleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları:203, C.I, Ankara 1999, s. 453-471.
İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi, “Ali Emîrî”, Tercüman Gazetesi Kültür Yayınları, C.II, İstanbul. 1983, s. 646-
648.
KARATEKE Hakan, İşkodra Şairleri ve Ali Emîrî’nin Diğer Eserleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1995.
KUNTAY Mithat Cemal, “Kitap Sevenler”, Her Ay Dergisi, Yıl 1, S.3, İstanbul 1937, s. 117-122.
MERMUTLU M. Sait, “Ali Emîrî’nin Ezhar-ı Hakîkatı”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, -www.e-sarkiyat.com-
ISSN: 1308-9633 Sayı: V, Nisan 2011.
Meydan Larousse, “Ali Emîrî”, C. 1, s. 316.
ORHON Orhan Seyi, “Kitap Aşkı”, Son Havadis Gazetesi, 19 Mayıs 1970.
SERİN Sefer, Diyarbakırlı Ali Emirî Divanı (İnceleme-Metin), Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep 2007.
TAYŞİ Mehmet Serhan, “Âmid (Diyarbakır) Şehrinde Bir Zamanlar Bir Milyon Kırk Bin Kitabı İhtiva Eden Büyük Bir
Kütüphanenin Varlığı Hakkında Notlar”, Sur Dergisi, Temmuz 1977, s. 21-28.
TAYŞİ Mehmet Serhan, “Millet Kütüphanesindeki Eski Harli Süreli Yayınlar Kataloğu”, Türk Dünyası Araştırmaları
Dergisi, S. 46, Şubat 1987, s. 163-213.
TAYŞİ Mehmet Serhan, “Ali Emîrî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. 2,
İstanbul 1989. s. 390- 391.
TAYŞİ Mehmet Serhan-ÜLKER Mustafa Birol, “Millet Kütüphanes”i, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları C. 30, İstanbul 2005, s. 70-71.
TEVFİKOĞLU Muhtar, “Ali Emîrî Efendi”, Türk Kültürü Dergisi Y. VIII, S. 88, Şubat 1970, s. 244-252.
TEVFİKOĞLU Muhtar, “Emîrî Efendi”, Devlet Dergisi Y. 1, S. 50, 16 Mart 1970, s.6-7, 10-11.
TEVFİKOĞLU Muhtar, “Millet Kütüphanesi Kurucusu Ali Emîrî Efendi”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, C.
XX, S. 3, 1971, s.147-155.
TEVFİKOĞLU Muhtar, “Emîrî Efendi’ye (Şiir)”, Türk Kültürü Dergisi, Y. IX, S. 108, Ekim 1971, s. 935-936.
TEVFİKOĞLU Muhtar, “Ali Emîrî Efendi”, Milli Hâkimiyet Gazetesi, Diyarbakır, Y.2, S.524, 14 Aralık 1971, s. 1-8.
TEVFİKOĞLU Muhtar, Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları:1082, Ankara 1989.
TİMURTAŞ Faruk Kadri, “Millet Kütüphanesi’nin Kurucusu Ali Emîrî”, Son Havadis Gazetesi, 31 Mart 1979.
187
Türk Ansiklopedisi, “Ali Emîrî”, C.II, s. 86.
Aysun EREN
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “Ali Emîrî Maddesi”, Dergâh Yayınları. C. I, s.112.
ÖZKIRIMLI Atilla, “Ali Emîrî”, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, İnkılâp Yayınları, C. I, s. 88-89.
ÜLKÜTAŞIR M. Şakir, Büyük Türk Dilcisi Kaşgarlı Mahmut, Türk Dil Kurumu Yayınları.336, Ankara 1972.
YAŞAR Mehmed Yusuf, Mardin Mülûk ü Artukiyye Tarihi, Marmara Üniversitesi, İstanbul 2006.
YEŞİLYURT Yahya, Ali Emîrî’nin Yemen Hatıratı, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 2007.
YILMAZTÜRK Hasan, Esâmi-i Şu‘arâ-yı Âmid’in Tenkitli Metni, Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1999.
Bugün “İstanbul
Alî Emîrî Kültür Merkezi, Diyarbakır Alî Emîrî Caddesi, Alî Emîrî Sokakları, Alî Emîrî Anadolu Lisesi, Alî
Emîrî İlköğretim Okulu” gibi Alî Emîrî’ye ithala kurulan yapılar, O’nu hala hatırlayanların varlığından haber
vermekle birlikte, gelecekte de ister adres tarifinde ister ikametgâh bildiriminde olsun, bir gün, herhangi bir
sebeple, bir yerlerde, adının mutlaka anılacağına işaret etmesi bakımından ümit verici vefa numuneleridir.
Alî Emîrî, hayattayken kendi yazdığı eserler yanında bazen de topladığı kıymetli yapıtları -gücü
yettiğince- neşretmiştir. Ancak O’nun neşriyatla ilgili en büyük dileği, divanlarını bir araya getirebilmektir.
Hatta bu niyetini bazı yazılarında şöyle dile getirmiştir:
“Tezkiremizi bitirdiğimiz 1296 ramazanına kadar üç adet divan-ı eş’ar tertip eyledim. Birincisi, bende
şiir yazma hevesi doğduğu günden başlayarak Mardin’e gittiğim 1292 yılına kadar olan devreye aittir. İkincisi
Mardin’de bulunduğum üç seneye; üçüncüsü, Mardin’den Diyarbakır’a dönüşümden sonraya aittir. İnşallah
bir müsait zamanda şu üç divanı ve bundan böyle yazacağım şiirleri külliyat halinde bir araya getirmek
fikrindeyim”.
İleri Gazetesi’ndeki bir yazısında ise “Benim divan-ı eş’arım yüz bin beyitten ziyadedir… Umum
kasidelerimin bir beyti bile noksan bırakılmamak üzere inşallah, vaktim müsait olursa on ciltli bir divan olarak
neşredeceğim.” (Tevfikoğlu, 1989: 86). Fakat bu, o gün için Emîrî’ye nasip olmamıştır.
Bugün Millet Kütüphanesi’nde bulunan, biri nu: 37’de kayıtlı 144 yaprak, biri nu: 38’de kayıtlı 87
yaprak ve diğeri de nu: 39’da kayıtlı 480 yaprak olan üç divanı bulunan Emîrî’nin ikinci divanı -yukarıda
da belirtildiği üzere- yüksek lisans tezi olarak çalışılmıştır. Naçizane teklifimiz odur ki; birinci divanı ve
en hacimli olan üçüncü divanı da dikkate alınarak Emîrî’nin divanları müstakil ve mürettep olarak ciddi
bir yayınla günümüz araştırmacılarının/okuyucularının dikkatine/ilgisine sunulsun. Bu, hem Emîrî’nin
dileğini yerine getirmek onurunu/mutluluğunu bizlere duyuracak hem de O’nun edebî ve ilmî şahsiyeti
hakkında afaki yorumlar yerine sağlam değerlendirmeler yapılmasını temin edecektir.
Alî Emîrî’nin tüm eserlerini bir araya getirmek suretiyle bir “Alî Emîrî Külliyatı ya da Alî Emîrî
Kitaplığı” vücuda getirmek fikrimizi ise ikinci teklifimiz olarak sunmak isteriz. Müşkül gibi görünse de
imkânsız sayılamayacağından bu teklif, erbabına tevdi edilmek suretiyle; ya Kültür ve Turizm Bakanlığı 189
ya Diyarbakır’daki kamu kurum ve kuruluşları veyahut İstanbul’daki bazı vakıf/teşkilatlar tarafından teşvik
Aysun EREN
edilip tetkiki sağlandığında Millet Kütüphanesi’nin en güzide ve anlamlı külliyatını meydana getirecektir.
Alî Emîrî , “boş hayat” deyiminin içini doldurmak için dolu dolu, okuya okuya geçirdiği ömründe
şimdiye kadar saydığımız pek çok değerin temsilcisi, nice kıymetli eserin bekçisi/bekleyicisi, binlerce kitabın
vakfedicisi olmak izzetini ve lütfunu göstermiştir. Ancak kâlden ve zahirden çok,
hâle ve batına bakılacak olursa Alî Emîrî her şeyden öte “hakkıyla okuyan bir insan portresi” çizdiğinden,
bugünün insanına en önemli mesajı ve vasiyeti -bizce- hâl diliyle anlattığı şu hususiyetidir: OKUMAK. Zira
bu fiilin hatıraları ile dolu olan ömründe Alî Emîrî’nin gizliden ya da açıktan en şiddetli ikrarıdır, İKRA.
Evet, Hakk’ın Hz. Peygamber’e ilk emrinin “İKRA” olduğu hatırlanırsa, Emîrî’nin OKU’maya düşkünlüğü
anlaşılacaktır her hususuyla. Filhakika geçerken ömür, bir ezan ile bir sala arasında, hayatına OKU emrinin
emriyle yön vermiştir O da. OKUMAK, Emîrî gibi okumak. Hatta Emîrî gibi, kâinâtın kitabını okumak...
yahut
Sonra da OKU…
Alî’nin şevki, Emîrî’nin emriyle, OKU…
190 Hatıra demiştik, yazımızın başında; VIII. Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu ve Alî Emîrî
Alî Emîrî’yi Okumak
Hatırası’na...
Diyarbakır, kendisiyle bir kere daha övünsün diye; ve milleti, minnet ve rahmet ile bir kez daha yâd
etsin diye... Bu tarihe çok hizmet ettiği için, bu edebiyata çok emek verdiği için... Bu veçhile son olarak O’na
dair bir kıssayı, telgrafçılığına ve edebiyatçılığına atfen, Alî Emîrî’nin biz “eski edebiyatçı”lara gönderdiği bir
“sempozyum telgrafı” varsayarak paylaşmak isteriz6.
Rivayet bu ya; günlerden bir gün aralarında meşhur alim İbnü’l-emin Mahmud’un da bulunduğu
bir dostlar meclisinde, okuması için Revan Seferi’ni anlatan Farsça bir eser uzatılmış Alî Emîrî’ye. Emîrî
okumuş, açıklamış; açıklamış, okumuş. Az daha okumuş, sonra durmuş. “Revan” demiş, sonraki kelimede
kekelemiş. Takıldığı kelimenin harleri, “sin-kaf-râ-ye”. Hepsini şöyle bir toparlayınca zihninde, “Revan
Sakari” ya da “Revan Sıkari” oluyormuş kelime. Evet ya “Sakari” ya “Sıkari”. Fakat deyim yerindeyse,
sıkmak istememiş Emîrî. Zira böyle bir kelimenin neye mal olacağını bilmekteymiş. Meclisteki arkadaşları
öyle yabana atılacak kişiler değil, hepsi alim, hepsi ehil. Kelimeyi okuyamasa “Bak, Alî Emîrî okuyamadı!”
diyecekler, “Sakari” diye okusa, “Uydurdu” diye Alî Emîrî’nin bilginliğini beş paralık edecekler. Bu hal üzere
Alî Emîrî, düşünmüş, taşınmış ve birazcık da kaşındıktan sonra derhal keskin zekâsını devreye sokarak
cevabî tavrını almış. Önce parmağını diliyle ıslatmış ve “kaf ” harfinin bir noktasını yerinden kaldırmış.
Bir de ne görsünler yeni kelime “sin fe râ ye”, derken “Revan Seferi” diye okumuş ve eklemiş Alî Emîrî de:
“Yaramaz bir sineğin cilvesi işte...” İşte “fe”yi “kaf ” yapan kahraman sinek, bir güzel pisleyecek ve devrimizin
profesörü diyebileceğimiz koskoca Ali Emîrî’yi, az kalsın alaşağı edecek! Heyhat... Kimin Haddine...
Alî Emîrî Hatırası’na düzenlenen VIII. Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun açılış Konuşması olarak
hazırlanan bu çalışma, Alî Emîrî Efendi’nin hayatı, şahsiyeti, sanatı, eserleri hakkında umumi malumat
vermek ve bazı tespitlerimizi derli toplu zikretmek lüzumunun bir ürünü olarak ortaya konmuştur.
KAYNAKÇA
ARSLAN Mustafa Uğurlu, Ali Emîrî Efendi ve Divanı, Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008.
BABİNGER Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 435, Ankara
1982.
ÇELİK Kemal, Ali Emîrî Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri 1857-1924, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1988.
DEVELLİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi, Ankara 2008.
ERDOĞAN Seher, Ali Emîrî’nin Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası Üzerine Bir İnceleme, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007.
ERGUN Sadedddin Nüzhet, “Emîr, Ali”, Türk Şairleri, Raşit Bütün Matbaası, C. I, İstanbul 1944, s. 1251-
1256.
GENÇBOYACI Melek, “Diyarbakır’dan İstanbul’a Ali Emîrî Efendi”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi
–www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: VII, Nisan 2012, s. 228-229.
HAYBER Kasım, Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Kayseri 1996.
İNAL İbnülemin Mahmud Kemal, “Emîrî Efendi”, Son Asır Türk Şairleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları:203, C.I, Ankara 1999, s. 453-471.
KARATEKE Hakan T., “İşkodra Şairleri ve Alî Emîrî’nin Diğer Eserleri”, Enderun Kitabevi, İstanbul 1995.
6 Bu rivayetin kaynağı için bk.: Yahya YEŞİLYURT, Ali Emîrî’nin Yemen Hatıratı, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 191
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 2007, s. 103-104.
Aysun EREN
MERMUTLU M. Sait, “Ali Emîrî’nin Ezhar-ı Hakîkatı”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, -www.e-
sarkiyat.com-ISSN: 1308-9633 Sayı: V, Nisan 2011, s. 112-139.
SERİN Sefer, Diyarbakırlı Ali Emirî Divanı (İnceleme-Metin), Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep 2007.
TEVFİKOĞLU Muhtar, Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları:1082, Ankara 1989.
YAŞAR Mehmed Yusuf, Mardin Mülûk ü Artukiyye Tarihi, Marmara Üniversitesi, İstanbul 2006.
YEŞİLYURT Yahya, Ali Emîrî’nin Yemen Hatıratı, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 2007.
YILMAZTÜRK Hasan, Esâmi-i Şu‘arâ-yı Âmid’in Tenkitli Metni, Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1999.
YUVALI Abdulkadir-HALAÇOĞLU Ahmet, “Doğu Vilayetleri”, Babıali Kültür Yayıncılık, İstanbul 2008.
192
Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi ve
Nizamî’nin Heft Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)
Yrd. Doç. Dr. Hanzade GÜZELOĞLU
Ardahan Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak., Türk Dili ve Edebiyatı Böl, Ardahan
hanzadeg@yahoo.com
ÖZET
Hamsesindeki eserleriyle yüzyıllar boyunca Türk tercümesi olan Abdî’nin bu eseri konu bakımından
ve Fars şairlerine modellik teşkil etmiş ünlü mesnevî Nizamî’ye bağlıdır. Bu bildiride Abdî’nin Het Peyker
şairi Nizamî’nin Het Peyker’i, Sasanî hükümdarı mesnevîsinin özellikleri şekil ve konu bakımından
Behram V’in efsanevî şahsiyeti, aşk ve maceraları Nizamî’yle karşılaştırılarak sunulmaya çalışılmıştır.
etrafında oluşturulmuş bir aşk mesnevîsidir. Türk Ayrıca eserde önemli bir yer alan “7” sayısı ile
edebiyatında, bugünkü bilgilere göre, en eskisi XV. ilgili kavram ve sembolik anlamlar üzerinde
yy.’da Aşkî tarafından kaleme alınan Het Peyker durulmuştur: 7 gün, 7 gezegen, 7 iklim, 7 prenses,
konusu Kudsi Çelebî, Ulvî, Nevayî, Ahmed-i 7 renk vb. Abdî’nin bu eserinin bugün elimizde olan
Rıdvan, Behiştî, Trabzonlu Ramazan, Hayatî, tek yazma nüshası (Dublin Chester Beatty: T.505)
Lamiî gibi şairler tarafından işlenmiştir. Eserleri nın kaynaklarda Lamiî Het Peyker’nin bir nüshası
elde olanlar arasında Abdî’nin (XVI. yy.) Het olarak bilinmesi bakımından da önemlidir.
Peyker’i tarafımızdan tespit edilip ilim dünyasına Anahtar Kelimeler: Het Peyker, Nizamî, Abdî,
tanıtılmıştır. Het Peyker’in genişletilmiş bir Türkçe Mesnevî, Tercüme
Hanzade GÜZELOĞLU
Giriş
Penc Genc adlı Hamsesiyle yüzyıllar boyunca Fars ve Türk şairlerine modellik teşkil etmiş
ünlü mesnevî şairi Nizamî’nin Heft Peyker’i Hamsesindeki dördüncü mesnevîsidir. Eser, H.
593/1197)de yazılmış ve Meraga hakimi Aksungur ailesine mensup Alaeddin Körp Arslan’a ithaf
edilmiştir. Aruzun Feèilâtün mefâèilün feèilün kalıbıyla yazılmış ve 5600 beyit olan eser, genel olarak
bu adla bilinmekle beraber bazen “Heft Gunbed” veya “Behrâm-nâme” olarak da adlandırılmaktadır.
Heft Peyker mesnevîsi, Sasanî hükümdarlarından V. Behrâm (Behrâm-ı Gûr)’ın tarihî ve efsanevî
şahsiyeti, aşk ve av maceraları etrafında oluşturulmuştur. Taberî ve Sealibî tarihlerinde ve Firdevsî’nin
Şeh-nâme’sinde rivayetler halinde bulunan Behram’ın hikâyesi, Nizâmî’nin kalemiyle Heft Peyker adı
altında ilk defa müstakil bir mesnevî haline gelmiş, İran ve Türk edebiyatlarında daha sonraki mesnevî
şairlerine de konu olmuştur. Nizamî, eserinde Behram’ın destanî yönünden daha çok avla, eğlenceyle,
önce cariyesi, sonra yedi iklim hükümdarlarının yedi kızıyla geçirdiği günleri anlatmıştır. İran
edebiyatında daha sonra bu konuyu Hüsrev-i Dihlevî Heşt Behişt adlı eserinde, Rai Hidayetullah Heft
Peyker’inde, Derviş Eşref Meragî Heft Evreng’inde ve Hatifî Heft Manzar’ında işlemişlerdir. (Levend,
1984: 228; İlaydın, 1935: 278 vd).
Türk edebiyatında ise Heft Peyker (Behrâm-ı Gûr) konulu mesnevîler daha çok Nizamî’nin eseri
tanzir ya da tercüme edilerek oluşturulmuştur. Bu mesnevîler, bazen hamseler içinde, bazen de
müstakil eser olarak kaleme alınmışlardır. (Kahraman, 1995: 354-366).
Bugünkü bilgiler ışığında Türkçe yazılmış ve metinleri elde bulunan şu Heft Peyker konulu
mesnevîler mevcuttur: Aşkî’nin Heft Peyker’i 1 Nevaî’nin Seb’a-i Seyyâre’si, 2 Behiştî’nin Heft
Peyker’i, 3 Ahmed-i Rıdvân’ın Heft Peyker’i, 4 Atayî’nin Heft Hvân’ı, 5 Subhizâde Feyzî’nin Heft
Seyyâre’si. 6 Ayrıca Emin Yümnî’nin mensur bir Heft Peyker çevirisi de vardır. 7
Eski kaynaklarda sözü edilen Ulvî, Kudsî Çelebî, Hayatî (XV.yy.), Trabzonlu Ramazan (XVI.
yy.) ve Lâmi’î’nin Heft Peyker mesnevîleri ise henüz ele geçmemiştir.
Manzum ve mensur çok sayıda telif ve tercüme eser bırakan ve bundan dolayı “Camî-i Rûm”
lakabıyla anılan Bursalı Lâmi’î Çelebî (1472-1532)’nin de Nizamî’den yaptığı bir Heft Peyker
tercümesinin olduğunu eski kaynaklar ve araştırmalar belirtmektedir. Lami’î Çelebî’nin Heft
Peyker’i de henüz ele geçmemiş Heft Peyker mesnevîleri arasındadır.8 Elde ettiğimiz İrlanda Dublin
Chester Beatty Library Meredith Owens No:12’de 9 kayıtlı Heft Peyker nüshasının Lami’î’ye değil,
XVI. yy. şairlerinden Abdî’ye ait olduğu anlaşıldı. Eserde Lami’î mahlasına rastlanmadığı halde,
metinde şair mahlası Abdî olarak geçmektedir. Eserde tarih düşürülen beyitlerden 957/1550-51 yılında
yazıldığı anlaşılmaktadır, ki bu tarih Lami’î’nin vefat ettiği 1531 yılından çok sonradır. Şairin elde
olan üç mesnevisi (Cemşid ü Hurşid, Niyâz-nâme-i Sa’d ü Humâ ve Gül ü Nevruz) ile bu eser arasında
dil, üslup ve deyiş bakımından benzerlik görülmektedir.
Abdî ve Heft Peyker Mesnevîsi
XVI. yy. sairlerinden Abdî edebiyat tarihinde daha çok “Niyâz-nâme-i Saʿd ü Hümâ” şairi
1
Günay Kut (1972 ) “Aşkî ve Heft Peyker Çevirisi”, TDAY-Belleten, ss. 127-151; eser üzerine bir doktora çalışması da
yapılmaktadır: Aslı Aytaç Aşki Heft Peyker (İnceleme-Metin-Özel Adlar Dizini), Hac. Üniv. (Danışman: Doç. Dr. Fatma S.
Kutlar)
2
Agah Sırrı Levend (1967) Ali Şir Nevaî Hamse, C. 3, TDK, Ankara; Hikmet İlaydın (1935) “Behrâm-ı Gûr Menkabeleri.
Mir Ali Şîr Nevâyî ile Hatifî’nin Eserleri Arasında Müşterek Bazı Hususiyetler Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, c.V, ss. 275-
290; B. Kahraman (1994-1995) “Heft Peyker Çevirileri ve Ali Şir Nevâyi’nin Seb’a-i Seyyâresi”, SÜ Fen-Edebiyat Dergisi,
Sayı: 9-10, s. 353.
3
Şener Demirel (1995) “Behiştî ve Heft Peyker’i”, FÜ Sosyal Bilimler dergisi, Sayı: 7 (112), s. 57-65.
4
İsmail Ünver (1982) Ahmed-i Rıdvân: Hayatı, Eserleri ve Edebî Şahsiyeti, AÜ doç.tezi; aynı yazar (1996) “Ahmed-i
Rıdvan”, Belleten, C L, Sayı: 196 (Nisan), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, ss. 73-125.
5
Turgut Karacan (1974) Nevizâde Atayî, Heft-Han Mesnevîsi, Erzurum.
6
A.S. Levend, “Feyzî’nin Bilinmeyen Hamsesi”, TDAY-Belleten 1955, ss. 143-152. Hamse yayımlanmıştır: Mehmet Arslan
(1999) Subhizade Feyzî Hamse, Sivas.
7
Eski harfli iki baskısı vardır: Tercüme-i Hikaye-i Heft Peyker (7 cilt), İstanbul, 1289 ve 1341.
8
Detaylı bilgi için bkz. H. Güzelova (2006) “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”, Bilig dergisi,
Sayı: 38 Yaz, ss. 35-49.
194 9
Kütüphanede yazmanın yeni kayıt numarası T.505’dir.
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
olarak tanınmıştır. Şairin hayatı hakkında kaynaklarda şimdilik herhangi bir bilgi bulunmamakla
beraber, elde olan eserlerinden Abdî’nin bir mesnevî şairi ve mütercim bir şair olduğu anlaşılmaktadır.
Eserlerinin yazıldığı dönemden, Abdî’nin Kanunî Sultan Süleyman, II, Selim ve III. Murat saltanat
dönemlerinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Bugün dördüncüsü olarak ele geçen Heft Peyker’ini, diğer iki
mesnevîsi olan Niyâz-nâme-i Sa’d ü Hümâ ve Cemsîd ü Hursîd gibi Manisa’da şehzade iken II.
Selim’e sunan Abdî, muhtemelen II. Selim’in yakın çevresinde bulunan şairlerden biridir.
Bugünkü bilgilere göre, İrlanda Dublin Chester Beatty Kütüphanesi CBL T.505’de 10 Lami’î
adına kayıtlı Heft Peyker yazması, Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinin müellif hattı nüshadan istinsah
edilen ve bugün bilinen tek yazma nüshasıdır. Toplam 168 varaktan oluşan yazmanın ölçüleri 18 x
28,5 cm (8,5 x 20 cm)dir. Her varak ortalama 21 beyittir. Yazmanın cildi dağılmış, bazı sayfaları
kopmuş. Sayfaların kenar ve iç kenarlarında kurt yeniği vardır. Metin çift cetvelli, başlıklar Farsça
olup renkli mürekkeple yazılmıştır. Bunlardan sarı, gri ve beyaz renkle yazılanlarda bazı kelimeler
silinmiş. Eser, yer yer harekeli olan düzgün bir nesihle yazılmıştır; bazı başlıklar ve metin içinde bazı
yerlerde yazı okunaklı değil. Yazmanın tamamı harekeli olmayıp, baştan iki varak (1b-2a), bölüm
başlıklarının hepsi (59 başlık) ve metin içinde bazı kelimeler harekelidir.
Yazmanın varak 167b’de yer alan Arapça istinsah kaydından da anlaşıldığı gibi, bu nüsha,
eserin yazıldığı H. 957 tarihinden yaklaşık iki yıl sonra H. 959 yılı 12 Safer (Pazartesi)/M.1552 yılı 8
Şubat tarihinde Uşak kasabasında Abdurrahman bin Abdullatif tarafından müellif hattı olan
nüshadan istinsah edilmiştir. (Güzelova, 2008: 82-84)
“Tercüme-i Heft Peyker” başlığını taşıyan eser, varak 1b’de yer alan
İftitÀó-ı nÀme der-óamd-i ÒudÀ
Güm-rehÀn-rÀ nÀm-ı pÀkeş reh-nümÀ
Evvel-i evvel buved Àn õÀt-ı pÀk
Áòir-i Àòir şeved Àn kibriyÀ
iki beyitlik Farsça bir başlıktan sonra ilk beyti:
Bi’smi men lÀ-ilÀhe hìç sivÀh
Şehida’llÀhu vahdetine güvÀh
olan Besmele manzumesiyle başlamakta ve varak 167 b’de Hâtime bölümünün son beyti olan:
Maôhar-ı lüùf olup o devlet-òvÀh
Ola dÀyim cihÀnda ôıllu’llÀh (6891)
dua beytiyle sona ermektedir. (Güzelova, 2006: 41-42)
Eserdeki tarih beytinden Heft Peyker H. 957/M.1550-51 yılında yazıldığını öğreniyoruz. Heft
Peyker’in Hatime bölümünde eserin yazılmasının başlangıç ve bitiriliş tarihi lafzen gün ve ay olarak
verilmektedir. Aşağıdaki beyitlerden, bu eserin 6 Şevval (28 Ekim 1549, Pazartesi) günü yazılmaya
başlandığı ve 7 Muharrem (26 Ocak 1550, Pazar) günü saat 12’de son şeklini bulduğu
anlaşılmaktadır:
Sitte ŞevvÀl içre olup ÀàÀz
Düzdi terúìmine ùabièat sÀz
Sebèanuñ hem Muóarrem’iydi i yÀr
èAşre åÀnìde buldı nÀme nigÀr
Minnet AllÀha nÀme-i iúbÀl
İòtinÀyını úıldı istiúbÀl
10
Dublin Chester Beatty Kütüphanesi Yazmalar bölümünde toplam 160 Türkçe yazma eser bulunmaktadır. 401-493
numaralar arasında kayıtlı Türkçe yazmalar, Vladimir Minorsky’nin hazırladığı The Chester Beatty Library: A Catalogue of
the Turkish Manuscripts and Miniatures (Dublin, 1958) adlı katalogta yer almaktadır. Bu kataloğun devamı niteliğinde
numaralandırılmış Meredith-Owens yazmaları arasında No: 12 kayıtlı Heft Peyker nüshası, T.505 olarak yeniden 195
numaralandırılmıştır. (Katalogta eserin yazar adı Lamiʿî olarak kaydedilmiştir.)
Hanzade GÜZELOĞLU
196 11
Kocatürk (1970) Türk Edebiyatı Tarihi, Ank., ss. 362-363.
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
Bu tür ulamalar gerek önceki gerek sonraki dönem şairlerinin çoğunun eserinde de
görülmektedir. 12
Hece düşmeli ulamalara Abdî’nin bilinen diğer üç mesnevisinde (Niyâz-nâme-i Sa’d u Hümâ,
Cemşîd u Hurşîd, Gül ü Nevruz) de sıkça rastlanması, şairin Aruz veznini kullanmadaki bir özelliği
olarak değerlendirilebilir.
Eserinde alışık olmayan Arapça ve Farsça kelimelere yer vermesi, Abdî’nin bu iki dile iyi
derecede vakıf olduğunu göstermektedir. Eski Anadolu Türkçesi’ne ait ve bir kısmı günümüz
Türkçesi’nde anlam değişikliği gösteren kelimelerin de yer aldığı görülmektedir: úaú-, ucından
(yüzünden, sebebinden), úıl-, úo-, úoú-, úut, ãaúın-, ãun-, ùoyla-, ur-, uş-, ùuş ol- (ulaşmak, vasıl
olmak), yeg, yil, yil-(hızlı esmek), yid- (yedekte getirmek), yit-, yoà, yoòsul.
Abdî’nin bu Heft Peyker mesnevisi, içerdiği çok sayıdaki deyim ve atasözleri bakımından da
zengin malzeme sergilemektedir. Türkçe deyimlerin yanında Farsça ve Arapça kelimelerle kurulan
deyimlerin de kullanıldığı görülmektedir. Farsça deyimler, Nizamî’nin Heft Peyker mesnevîsindeki
beyitlerde geçen deyimlerden aktarılarak oluşturulmuştur. Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsinde geçen
deyimlerden bazıları şunlardır:
(ãu gibi) ayaàına aúmak, barmaàın ıãırmak, başa çıkmak, başa (Àlem) tar olmak,başına seng
dokunmak/düzmek, başına taş vurmak, başına zindÀn olmak, diline geleni söylemek, el ãunmak (=el
sür-, el uzat-), eli irmek, elin çikmek, kemer bağlamak, úana girmek, úanın içmek, úaşıyacaú tırnaú
bulamamak, (başkasının) kapısına salmak, úulak asmak, ùuş olmak, yaş ãaçmak, yavuz ãanmak
(kötülük dile-); Farsça ve Arapça kelimelerle kurulan aktarma deyimler de var: (kìn) davulunu beline
urmak, (yoluna) cÀn u baş fedÀ olmak,èaúlını başına dirmek,èaúlını yaàmÀ ittirmek, ÀvÀzı dökülmek,
belÀ çekmek, belÀ virmek, ber-bÀd eylemek, bì-cÀn itmek, birine (deşti, arãayı) teng eylemek, cÀn
almak, cÀn virmek, cÀnda cÀy itmek, cÀnına yitmek, cÀnuna tÀlÀn virmek, cigeri pür-dÀà úılmak,
cigerin dökmek, dÀmen der-miyÀn itmek, derd virmek, dil (veya baàrı) kebab olmak, dili pür-óÿn
úılmak, dil-teng olmak, efsÿn urmak, farú úomak, àam yimek, àam gitmek, gerdeninde günÀh olmak,
gerd(àubÀr )-i zevÀl úonmamak, gÿrını ferah eylemek, gÿş dutmak, gÿşına gÿşvÀr itmek, gÿşını pür
itmek, úadem urmak (úurmak), leked yimek, miyÀn baàlamak, naúş baàlamak, nÀz u şìve ãatmak,
nerm eylemek, òÿn yudmak, òÿn-ı ciger yimek, òÿn bahÀsıyla virmek, renc cekmek, reng virmek,
rÿhını niåÀr itmek, rÿyı siyah (surh) olmak, ser eğmemek, sirke-füruş olmak, yÀbÀna atmak
(düşmek), yÀdına gelmek.
Orijinaldeki manayı korumak, beyitlerin manasını olduğu gibi vermek, Abdî tercümesinin
özelliklerinden biridir. Abdî, bazı beyitleri Nizamî’den aynen çevirmiştir; bazı beyitlerde kelimeleri
eşanlamlılarıyla değiştirerek tercüme etmiş; bazen beyitlerdeki Farsça kelimelerin yerine yine
Farsça’daki eşanlamlısını kullanarak, bazen de bu kelimelerin Arapça eşanlamlısı olan kelimeleri
kullanarak aktarmıştır. Tercüme sırasında Farsça deyim ve tabirleri, atasözlerini bazen sadece fiilini
Türkçelestirerek Farsça olarak siire aldıgı, bazen de Farsça kelimelerin esanlamlısını kullanarak
çevirdigi görülmüstür.
Aşağıda bu farklı şekillerde çevrilmiş beyitlerden örnekler yer almaktadır.
Abdî’nin Nizâmî’den aynen çevirdiği Tevhid bölümünden birkaç beyit:
Nizamî’de:
®«œu2u¦ ˆbì“ X® «سUš0 ëب
®Uš0 XسÔ œu2Ë “« p*ˆ بbì“ (2,8) 13
12F
12
Cem Dilçin (1991) Mesèûd bin Ahmed, Süheyl ü Nev-BahÀr (İnceleme-Metin-Sözlük), Ankara, s. 139-140.
13
Karşılaştırma için Nizamî Heft Peykeri’nin Dr. Said Hamedyan (Heft Peyker Hakim Nizamî Genceyî, Tahran 1380)
198 yayınını esas alınmış. Farsça beyitlerin yanındaki parantez içinde verilen rakamlardan birincisi bu çalışmadaki sayfa
numarasını, ikincisi ise beyit numarasını göstermektedir.
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
Abdî’de:
İy hayÀtuñla zinde mevcudÀt
Zindedür bel vücuduñ ile hayÀt (28)
Nizamî’de:
X «ﺳÂUì d£ È«b×ڊU½ uÔ ÂUì
X «ﺳÂU2ì« d•¬ Ë “U ¬ﻏ‰Ë« (2,10)
Abdî’de:
NÀmuñ oldı bidÀyet-i her nÀm
Evvel-i ÀàÀz(u) Àòir-i encÀm (30)
Nizamî’de:
‰Uš• ˆ«— uÔ ®dC0 ë ﺑë×ﺑﺳ
‰«Ë“ œdÖ ë×ﺳAì Uì ®—œ ë( ﺑ3,1)
Abdî’de:
Baàlıdur óażretüñe rÀh-ı òayÀl
Úapuña úonmamışdı gerd-i zevÀl (33)
Heft Peyker mesnevîsinin giriş kısmında Nizamî’nin, eserini Aksungur soyundan Sultan
Alaeddin Kerp Arslan adına yazdığını belirttiği bölümü Abdî, padişahın adını Selim olarak
değiştirerek Türkçe’ye aynen çevirmiştir. Karşılaştırma için bu beyitler aşağıda verilmiştir:
Nizamî’de: Abdî’de:
s²b¼«¡ö عXJ*L¦ ¡ˆbLع èUmde-i milk (ü) zübde-i devrÀn
sš¦“ Ë ÊU¦“ d#Uì k§U0 NÀãır u nÀôır-ı zemìn ü zamÀn
dšÖ —uA½ Êö «—سÛd½ ˆU– Şāh SulùÀn Selìm-i kişver-gìr
d²d سË ÃU× بÊö «—س鼫 “ ëب Oña lÀyıú hemìşe tÀc u serìr
Ë“« b²ƒ¦ ÈdIMسI عqسì Neål-i èOåmÀn’a ol virür teyìd
Ë“« b2 «ب‰UL½ U بb2 Ë »« 14
13F Ced ü eb hem eb (ü) ced ile saèìd (340-342)
Abdi’nin, Nizamî’deki bir beyti iki beyitle çevirdiği de görülüyor. Aşağıdaki örnekte şair,
Nizamî’nin bir beytini, birinde ayetten bir iktibas da kullanarak iki beyitle aynen çevirmiştir:
Nizamî’de:
b윫“ d~²œ Ê« Ë Èœ«eì uÔ
bìœU بd~²œ Ê«Ë v²«b• uÔ (3,14)
Abdî’de:
Lem-yelidsin cióan durur mevlÿd
Daòi lem-yÿlid-i zemÀna velÿd 15
Ùoàmaduñ sen ve àayrlardur zÀd
Sen ÒudÀsın ve dìgerÀndur bÀd (34-35)
14
Dr. Muhammed Muin (1338) Tahlîl-i Heft Peyker, Tahran, s. 33.
15
Kur’an, İhlas Sûresi (112), 3. Ayet: Lem-yelid ve lem-yûlid: “O doğurmamış ve doğmamıştır.” 199
Hanzade GÜZELOĞLU
Bazen Abdî tercümesinde farklı çevrilmiş beyitlere de rastlanır. Abdî burada asıl beyitteki bir
kelimenin zıt anlamlısını kullanarak anlatımı değişitirmiştir. Mesela:
Abdî:
Gerçi bennÀ velìk bu söz fÀş
Oldı tilmìzi MÀnì-naúúÀş (737)
Nizamî:
X‘ «سUÒIì —«e£ œU×سË« X‘ «سU§ s¥ سs²Ë XسUÒM بv2dÖ (59, 8)
(“Gerçi bina yapımcısıdır, ama bu söz yetersizdir; binlerce nakkaşın üstadıdır.”)
(Nizamî: üstÀd; Abdî: tilmìz (öğrenci, şagerd)
Mimar SimnÀr’ın özelliklerinden bahsedilen bölümden alınan yukarıdaki örnekte, Abdî,
Nizamî’deki beyti aynen çevirirken, beytin ikinci dizesinde ufak bir değişiklik yapmış. Şair, SimnÀr’ın
ustalığını tarif etmek için, Nizamî’deki “binlerce nakkaşın üstÀdı” ibaresi yerine, eski dönemin en
usta nakkaşı sayılan MÀnì’nin bile onun yanında “öğrencisi” olacağı ifadesini kullanıyor.
Abdî, Nizamî’nin bir beytini tercüme ederken bazen kendinden de 2-3 beyit ekliyor. Bu
genişletmeye esere şairin şahsiyetini ilave etmek istemesi de etki yaptığı düşünülebilir.
Mesela, Behram’ın Havernak köşkündeki kapalı odada resimlerini gördüğü güzellerin
anlatıldığı bölümde Nizamî’deki her güzelle ilgili beyti, Abdî ayrıca iki beyit daha ekleyerek
aktarmaktadır. Nizamî’nin güzellerin sadece hangi ülkenin prensesi, hangi kralın kızı olduğu ve adı
verilmektedir. Abdî, güzellerin saç, göz, kaş, dudak, diş vb. unsurlarla çeşitli benzetmeler de yaparak
iki beyit eklemiştir. Örnek:
Nizamî:
ÂUì „—u§ bM£ È«— dוœ
ÂULÔ ˆU¦ “ d×u• dJšÄ
Abdî:
Duòter-i şÀh-ı Hind Fÿrek-nÀm
MÀh-peyker durur u òÿb-endÀm
Lebi yÀúÿt u dişleri dürdür
Gözi şehlÀ vü ãaçı sünbüldür
Zülfi Zengì vü òÀlıdur Hindÿ
áamzesi tìr ü çeşmidür cÀdÿ (1175)
Abdî’nin Heft Peyker Tercümesinin Özellikleri Üzerine Tespitler
Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsi Nizamî’den yapılmış bir tercümedir. Abdî’nin Heft Peyker
tercümesinin özelliklerine geçmeden önce, burada, Eski Türk edebiyatındaki tercüme ve nazire
geleneğinden biraz bahsetmek yararlı olacaktır.
Bilindiği gibi, edebiyat tarihinde tercüme eserlerinin önemli bir yeri vardır. Eski edebiyatta
nazire, cevap ve tercümenin birbirine yakın anlamlarda kullanıldığı bilinmektedir. 16 Eski Türk
edebiyatında “nazire söyleme” ya da “cevap verme” yüzyıllarca görülen bir edebiyat olayıdır. 17
Nazire, bir şair tarafından beğenilen çağdaşı veya kendinden önceki başka bir şaire “saygı gösterme,
16
Bu konuda bkz. A.S. Levend (1984) Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara, ss. 80-88.
17
C. Dilçin (2003) “Cumhuriyet’in 80. Yılında Divan Şiiri Üzerine Düşünceler”, Türkoloji Dergisi, C. XVI/2’den ayrı
basım, Dil ve Edebiyat Araştırmaları Derneği Yay., Ankara, ss. 6-8. 201
Hanzade GÜZELOĞLU
onun eserini beğenme; bazen de onunkinden daha güzel bir eser ortaya koyma iddiası ile kaleme
alınan veya kendini yetiştirme” gibi amaçlarla yazılan esere denir. (Levend, 1967: 81-82)
Nazire, 18 beğenilen bir şairin herhangi bir eserinin aynı vezin, aynı kafiye ile benzerlerinin
meydana getirilmesi yoluyla yapılabileceği gibi, özellikle mesnevi sahasında daha önce işlenmiş bir
konunun yeniden ele alınıp ortaya yeni bir eser çıkarılması yoluyla da yapılabilmektedir. Hatta
eserlerde konu da alınmayıp eserin sadece vezin, şekil ve esasına uygun bir benzeri meydana getirilir.
Bu da, edebiyattaki nazire geleneğinin doğrudan doğruya bir taklit olmadığı ortaya koyar. Mesela, 17.
yüzyıl Hamse şairi olan Atayi’nin Heft Han adlı mesnevisi, Nizami-i Gencevi’nin Heft Peyker’ine bir
nazire olarak kaleme alınmış olmasına rağmen, şairin diğer mesnevileri gibi çağın yaşantısıyla
özdeşmiş orijinal bir eserdir. (Kortantamer, 1977; Karacan, 1974)
Eski Türk edebiyatında İran şairlerinin kullandığı birtakım hikaye konularının Türk
şairlerince yeniden işlenmesi, aynı konuların tekrar ele alınması bir gelenek halini almıştır.
Divan edebiyatında “nazire” adını alan bu gelenek sayesinde Leyla vü Mecnun, Husrev ü Şirin
gibi kıssalar ortak birer konu haline gelmiştir. (Levend, 1956: 380)
Divan şairleri, geleneğe uyarak, ilk Hamse üstadı olarak kabul edilen Nizamî’ye, ayrıca diğer
İran şairlerinin mesnevîlerine nazire yazmışlar, cevap vermişler veya bu eserleri tercüme etmişlerdir.
Fars edebiyatından yapılan bu tercümeler bugün kullanılan Batı’daki anlamıyla “çeviri” ile
aynı değildir. Genel olarak, çeviri (tercüme), “kültür ve edebiyatın yediden biçimlendirilmesi” olarak
görülüyor. 19
Divan edebiyatında tercüme 20 anlayışı günümüzdeki “çeviri”den farklı ve daha geniştir. Eski
edebiyatta tercümenin şu dört biçimini görmek mümkündür:
1- Aslını bozmamak için kelime kelime yapılan çeviriler;
2- Kelime kelime olmamakla birlikte aslına uygun yapılan çeviriler;
3- Eserin konusu aktarılarak yapılan çeviriler;
4- Genişletilerek yapılan çeviriler. (Levend, 1984: 80-88)
Mesnevîler için daha çok dördüncü biçim söz konusudur. Şair, kaynak olarak aldığı eseri
olduğu gibi çevirmeyi düşünmez. Kendini asıl esere bağlı saymaz. Kimi parçaları aktarır, kimi yerleri
olduğu gibi çevirir, önemli gördüğü yerleri ise genişleterek aktarır. Bu arada kendi düşünce ve
duygularını da bu parçalara ekler. Eser o hale gelir ki, ona arık tercüme denemez. Buna rağmen Divan
edebiyatı geleneğinde yazarlar, bu şekildeki kendi eserlerine “tercüme” adını verirler. Bu davranış, ilk
yazara karşı duyulan saygıdan dolayıdır. Mesela, Gülşehrî’nin Attar’dan çevirdiği Mantıku’t-Tayr
mesnevîsi, Kutb’un Nizamî’den çevirdiği Hüsrev ü Şirin’i; Seyf-i Sarayî’nin Sadî’den çevirdiği
Gülistân’ı bu tür eserler arasındadır. Hele Nevayî’nin Lisanu’t-Tayr eseri, Mantıku’t-Tayr’dan çok
ayrıdır. Buna tercüme denilemez. Ancak Divan şairleri edebî feyz aldıkları üstatlara karşı derin saygı
besliyorlardı ve büyük bir tevazu içindeydiler. (Levend, 1984: 80-81) Nevayî’nin mesnevîleri de,
kendinden önceki büyük üstatların eserlerine birer cevap olarak kaleme alınmış olmakla beraber
orijinal eserlerdir. 21
Abdî’nin Heft Peyker’inde, diğer mesnevîlerinde olduğu gibi, İran edebiyatından alınan bir
konu işlenmektedir. Abdî’nin diğer mesnevîleri (Niyâz-nâme-i Saʿd ü Hümâ, Cemşîd u Hurşîd ve Gül
ü Nevrûz/ Nüzhet-nâme) mesnevîlerinin konuları da İran edebiyatından alınmıştır. Bu mesnevîlerin
yazılışıyla ilgili şair, eserlerinde “Türkçe söylemek” ve “Türkî dil ile yazmak” gibi tabirleri
kullanmaktadır. Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsinde de Abdî, bu eserin ilk olarak Selmân’ın yazdığını,
18
Nazire konusunda şu çalışmalar bulunmaktadır: F. Köksal (2003) “Nazire Kavramı ve Klasik Türk Şiirinde Nazire
Yazıcılığı”, Meserret Diriöz ve Haydar Diriöz Hatıra Kitabı, Ankara, 215-290; E.G. Ambros (1989) “Nazire, the will-o’-the-
wisp of Ottoman Divan Poetry”, Wiener Zeitschrift für die Kunde Des Morgenlandes, 79, Wien, ss. 57-89.
19
S. Paker (2002) “Translation as Terceme and Nazire Culture-bound Concepts and Their Implications for a Conceptual
Framework for Research on Ottoman Traslation History”, Crosscultural Transgressions, Manchester, ss. 120-143.
20
Genel olarak “tercüme” (“çeviri”) ve Eski Türk edebiyatında “tercüme” konusunda: A.S. Levend (1984) Türk Edebiyatı
Tarihi, ss. 80-88; C. Demircioğlu (2005) From Discourse to Practice: Re-thinking “Translation” (Terceme) and Related
Practices of Text Production in the Late Ottoman Literary Tradition, Yayımlamamış doktora tezi, Boğaziçi Üniv., İstanbul;
202 N. Sucu (2005) “Eski Türk Edebiyatında Tercüme Geleneği”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, Konya, ss.125-148.
21
A.S. Levend (1965) Ali Şir Nevayî,C. I, Hayatı, Sanatı ve Edebî Kişiliği, Ankara, ss. 82-83.
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
fakat kendisinin Türkçe söylediğini belirtir. Hacû-yı Kirmânî’den bir tercüme olduğu söylenen 22
Nüzhet-nâme (Gül ü Nevruz, H.985/M. 1577) adlı mesnevîsini Abdî, IV. Murat’ın emri üzerine Türkçe
(“Türkî dil ile”) yazdığını belirtir.
Nitekim, Adnan İnce, Abdî’nin Cemşîd ü Hurşîd mesnevîsini Selman-ı Saveci’den “telif
niteliğinde tercüme” olarak değerlendirmektedir. 23
Abdî’nin Heft Peyker mesnevîsi de Nizamî’nin Heft Peyker’inden genişletilerek yapılan bir
tercümedir.
Heft Peyker mesnevîsinin Hatime bölümünde Abdî, Nizamî-i Gencevî’den söz eder. Bu kitabı
onun yazdığını, kendi eserini onun “hazinesinden” derleyip bir “tac” yaptığını söyler. Burada şair
alçakgönüllülüğün bir belirtisi olarak kendisinin “şeyh” hazinesinden ancak bir karınca misali
gücünün yettiğini alabildiğini ifade etmektedir:
Gencevì gencin eyleyüp tÀrÀc
Zer ü sìminden eyledüm bir tÀc
Òırmen-i şeyòe dÀne-çìn oldum
Mÿrveş úÀdir olduàum aldum
Abdî, bu eserin Nizamî’nin yazdığını, kendisinin “şeyh”e layık olamayacağını belirterek
eserinde onu mümkün oldukça “taúrìr” ettiğini söyler ve bu eseri yazmasında kendisine feyz veren
Nizamî’yi rahmetle anar:
Şeyò-i èÀlì-cenÀb u úuùb-ı cihÀn
Úadve-i evliyÀ-yı kevn ü mekÀn
İtdi tedvìn bu kitÀb[ı] hemìn
Dür-i şehvÀrı èıúd idüp çendìn
Cemè idüp bir araya zehr ü nikÀt
Eyleyüp virmiş aña çoú óarekÀt
Rìze-çìn olup óaúìr u naúìr
Mümkün olduúca eyledüm taúrìr
Bende sulùÀna olımaz 24 pey-rev
Mihr olur mı hìc sehÀya girev
FÀtióa ola rÿóına bizden
Feyødür bu óaúìre nÿr viren
Abdî, Nizamî’nin eserini “takrir” ettiğini söylüyor. “Takrir” kelimesinin sözlükte “yerleştirme,
yerini tayin etme; sağlamlaştırma, sabit ve muhkem etme” gibi manaları yanında “ağızdan beyan ve
ifâde etme, anlatma, uzun uzadıya tarif etme; bir işi resmen ve tahriren beyân etme” anlamı da
verilmektedir. 25 Bazı Osmanlı sözlüklerinde bu kelime, “nakl” kelimesinin tanımlamasında
kullanılmaktadır. 26
Devamındaki beyitlerde de Abdî kendi eserini bir güzele benzeterek “Fars elbisesini çıkarıp
Türk elbisesini” giydirdiğini söyler:
22
Kocatürk (1970) Türk Edeb. Tarihi, ss.362-363.
23
A. İnce (1989) “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîleri”, FÜ dergisi Sayı: 3(2), ss. 109-139.
Olmaz “olımaz” şeklinde harekelenmiş.
25
Ş.Sami (1995) Kâmus-ı Türkî, İst.
26
Eski edebiyatta “terceme” kavramı üzerine yapılan bir doktora çalışmasında, eski edebiyattaki “terceme” olan eserlerinin
çeşitleri üzerinde ayrıntılı örnekleriyle durulmakta. Bunlar arasında “nakl” olarak tanımlanan eserlere de yer verilmektedir.
(Nakl (convey)= “dönüştürmek” demektir.)(C.Demircioğlu (2005) From Discourse to Practice: Re-thinking “Translation”
(Terceme) and Related Practices of Text Production in the Late Ottoman Literary Tradition, Yayımlamamış doktora tezi,
Boğaziçi Üniv., İstanbul, 143-145.) 203
Hanzade GÜZELOĞLU
204 27
F.K.Timurtaş (1997) Makaleler (haz. M. Özkan), Ankara, s. 522.
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
Abdî’nin Heft Peyker’i ile Nizamî’nin Heft Peyker’indeki başlıkların niteliği ve eserin
bölümlerine göre dağılımı genel olarak aşağıdaki (Tablo 1) gibidir.
Abdî, Nizamî’den Heft Peyker mesnevîsini genişleterek tercüme etmiştir. Nizamî’nin eseri
5600 beyit, Abdî eserini 6891 beyit yazmıştır. İki eser arasındaki beyit sayısı bakımından
karşılaştırmada, Abdî’nin eserinde 1291 beyitlik kadar fazlalık söz konusudur. Sayı bakımından bu
farklılığın sebebi, şairin bazen bir beyti iki beyitle çevirmiş olması, bazen de çevirdiği bir beyte
kendinden de birkaç beyit eklemesidir.
Tablo 1: Bölüm başlıklarının karşılaştırılması:
Nizamî Abdî
Mensur Manzum
Fâèilâtün/ fâèilâtün/fâèilün
54 başlık 59 başlık
1.Giriş bölümü: 1.Giriş bölümü:
Tevhid, Naèt, Mirac, Sebeb-i Nazm-ı Kitab, Padişaha Besmele, Tevhid, Naèt, Dört halife için övgü, Mirac,
Dua, Yer Öpme Hitabı, Sözün Övgüsü, Oğlu Eserin yazılış sebebi, Özür, Padişah övgüsü, Sözün
Muhammed’e Nasihat övgüsü, Harflerle ilgili bir bölüm, Nasihat
Toplam 8 başlık (1-8) Toplam 11 başlık (1-11)
(59. başlık)
Abdî tercümesinde Nizamî’ye bağlıdır. Eserinde yaptığı şekilce bazı farklılıklar söz
konusudur. Bu farklılığı bölüm başlıklarında, eserin bölümlenmesinde görmek mümkündür.
Nizamî’nin eserindeki Giriş kısmı sekiz bölümden oluşmakta; Abdî’de ise on bir bölüm yer
almaktadır. Nizamî’nin mesnevîsinin Giriş kısmı Tevhid’le başlar. Abdî’de Tevhid’den önce bir
Besmele manzumesi yer almaktadır. Dört halife için övgü (Medh-i Çehâr-yâr) bölümü, Nizamî’de ayrı
bir başlık altında olmayıp, Naèt’in sonunda yer almaktadır. Abdî’de Medh-i Çehâr-yâr bölümü de ayrı
bir bölüm başlığı (4. başlık) altında anlatılmaktadır. Nizamî’deki “oğula nasihatler” bölümünden önce
Abdî küçük bir bölüm daha ekleyip harflerle ilgili benzetmelerin yer aldığı beyitler söylemektedir.
“Gÿş-ı ferzendÀn be-mÀlid iy edìb
TÀ be-gìrend òÿbter levò-i hecÀ”
(10. başlık, “Çocukların kulağını çekme”) başlığını taşıyan bu bölüm, Abdî’de “oğula nasihat”
bölümünden önce gelen ve 15 beyitten oluşan kısa bir manzumedir.
Hikaye kısmında Nizamî’deki bazı başlıklar Abdî’de bulunmamaktadır. (Mesela,“Behrâm’ın
babasının yerine tahta oturması”; “Behrâm’ın adaletinin hutbesi”; “Behrâm’ın padişahlığının niteliği”.
“Behrâm’ın yedi padişah kızlarını istemesi”, “yedi köşkün niteliği hakkında”, “Çin hakanının ikinci
defa İran’a asker çekmesi”).
205
Hanzade GÜZELOĞLU
İki eserin şekil bakımından klasik bir karşılaştırılmasını ana hatlarıyla aşağıdaki tabloda
gösterebiliriz:
Tablo 2: Abdî ve Nizamî Heft Peykerlerinin şekil bakımından karşılaştırılması:
Abdî Nizamî
Kafiyeleniş: aaba ca da … xa
60 beyit
28
Hikayenin genişçe özeti için bkz.: Hanzade Güzelova (2008) , “Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi (İnceleme- Metin-Dizin),
Hacettepe Üniv. Basılmamış doktora tezi, Ankara, ss. 137-146.
29
Arapça adı Elfü’l-leyleti ve leyle olan Bin Bir Gece Hikayeleri’ndeki hikayelerin Hint menşeli olduğu motiflerden, Hint
kültürüne ait izlerden ve anlatım tekniğinden anlaşılmaktadır. (H. Kavruk (1998) Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikayeler,
İstanbul, ss. 54-57.)
30
Çerçeve hikaye üslubu, Hint hikayecilik geleneğinden gelmektedir. Bu konuda bkz. Günay Kut (1997) “Hint
Edebiyatından Türk Hikayelerine”, Marmara Üniv. Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı: 8, İstanbul, ss. 357-377. (Yazar, Bin
Bir Gece masalları’nın kaynağı Hindistan’a dayandığı, oradan Farsça’ya Hezar Efsane adıyla kitaplaştığı ve Abbasi devrinin
de birçok özelliğini içine katarak Arapça’ya çevrildiğini belirtir. Çerçeve hikaye tarzında olmasını Hint hikayecilik
206 geleneğine bağlı olduğunu söyler. (Kut, 1997: 363-364)
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
Böylece Heft Peyker mesnevîsinin merkez çekirdeğini, haftanın yedi gününde yedi renkli
köşkte yedi güzel tarafından anlatılan yedi hikaye oluşturmaktadır. Dr. Muhammed Muin, Nizamî’nin
Heft Peyker’i üzerine yaptığı tahlilde 31 bunu şöyle bir çizimle göstermektedir:
Açıklama:
1- yedi hikaye;
2- yedi ülke padişahlarının yedi kızı;
3- yedi köşk (yedi renkli, yedi seyyareye mensup);
4- haftanın yedi günü (yedi seyyareye mensup)
1 2 3 4
Heft Peyker mesnevîsinde yedi hikayeye bağlı olarak yedi renk önemli bir yer almaktadır.
Genel olarak eserde yedi sayısı ile ilgili şu kavramların işlendiği görülmektedir: yedi iklim padişahı,
yedi hikaye, yedi prenses, yedi köşk, yedi renk, yedi gün, yedi gezegen, yedi mazlumun hikayesi.
Heft Peyker mesnevîsinde yedi iklim padişah kızlarının anlattığı bu yedi hikayenin özellikleri
aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir:
Tablo 3: Heft Peyker Mesnevisindeki Yedi Hikayenin Kuruluşu ile İlgili Bir Cetvel
6 Pençşenbe Perşembe Úayser HümÀ Sandal ağacı Hayr ile Şer’in Müşteri
rengi Hikayesi (Jüpiter)
31
Dr. Muhammed Muin (1338/1919) Tahlîl-i Heft Peyker-i Nizamî, Tahran, ss. 269-270.
207
Hanzade GÜZELOĞLU
Pazartesi-yeşil renkli köşkü, Salı günü-kırmızı renkli köşkü, Çarşamba günü pirûze renkli köşkü,
Perşembe- sandal ağacı renkli köşkü ve son olarak da Cuma günü beyaz köşkü ziyaret eder ve orada
bir hikaye dinler. Her hikayenin sonunda anlatılan rengin önemi ve övgüsü yer almaktadır. Yedi
prenses tarafından anlatılan bu hikayelerin konuları insanlığın yedi durumu ile ilgili olarak
yorumlanabilir. Öyle ki, siyah köşkte anlatılan birinci hikaye siyah renge sahip olup melankoliyi, sarı-
kıskançlık, yeşil- yaşam ve ölümü, pirûze- nefse karşı geçirilen süreci, sandal ağacı rengi- iyilik ve
kötülüğün arasındaki tezatı, beyaz renk ise saflık ve temizliği temsil etmektedir. Örneğin, Behram’ın
pirûze renkli köşkte dinlediği hikayenin kahramanı Mahan’ın başından geçen olağanüstü olaylar
vasıtasıyla, nefsine karşı geçirilen süreç anlatılmaktadır.
Mesnevînin genelinde ve yedi ayrı hikayenin içinde de anlatılan olaylarla ilgili hikmet tarzı
sözlere ve “olaydan ders çıkarma” niteliğindeki sözlere sık rastlanmaktadır. Esasen hikayelerin
konuları, kahramanların başından geçen olaylardan da vermek istenilen “mesajlar” insanlığın değer
yargılarıyla ilgilidir. Örneğin, birinci hikayede işlenen konuyla bağlantılı olarak “sabırlı olmak”;
“Hayr ve Şer” hikayesinde- “iyilik yapmak”, “iyiliğin her zaman kötülüğü yeneceğine inanmak; “Bişr
ve Meliha” hikayesinde-“Allah’a olan inancını yitirmeme”, “kibirlenmeme” vb. ahlakî noktalar
vurgulanmaktadır.
Şüphesiz, Nizâmî, Behrâm-nâme veya Heft Peyker mesnevîsinin kompozisyon temelini “yedi”
sayısı etrafında kurarken bu sayının çeşitli halkların ve kavimlerin kültüründeki öneminden
haberdardı.
Eserde yer alan unsurlara baktığımızda arka planda mitolojiye dayanan gizli bir sembolizm
yatıyor. Bu yüzden Heft Peyker mesnevisinde 7 sayısı ile ilgili zengin bir sembolizm gizlidir.
Başlığından da anlaşıldığı gibi, Nizâmî Heft Peyker mesnevîsini “yedi” rakamı üzerine
kurmuştur. 32 Eserde “heft peyker” (yani yedi çehre, şekil, portre) ile kastedilen, Yemen’de Behrâm’ın
bulunduğu Havernak sarayının gizli bir odasında duvara nakşedilen yedi iklim padişah kızlarının yedi
resmidir. Behram, Yemen’de çocukluğunu geçirip prens olarak yetiştiği Hira kralı Munzir bin
Numan’ın yanındayken bir gün sarayın gizli bir odasında bu resimleri görür ve bu yedi kıza birden
âşık olur. Babasının yerine İran’ın tahtına geçtiği zaman da yedi ülkenin krallarından bu kızları ister ve
onlar için yedi ayrı köşk yaptırır. Nizâmî, Behrâm’ın yedi iklimden getirttiği güzelleri ve oturdukları
yedi köşkü, bu iklimler üzerinde eski gökbiliminde etkileri tasavvur olunan yıldızların mizaç ve
özelliklerine göre tasvir etmiştir. Yedi güzele ayrılan kubbelerin renkleri, haftanın yedi gününe karşılık
eskilerin tasavvurunca göğün yedi tabakasında bulunan yedi seyyarede farzedilen renklerle
uymaktadır. Nizâmî’nin bu yedi ayrı renkteki kubbeler altında her iklimin kendi tipindeki bir güzelin
tatlı dilinden anlattırdığı masallar, büyük bir zerafet ve usta bir sanatla aktarılmıştır. Behram-ı Gûr
haftanın yedi günü her köşkü ziyaret eder. Behram Gur ziyaretine haftanın ilk günü olan Cumartesi
(Şenbe) başlar ve sırasıyla siyah renkli köşkü, Pazar günü sarı köşkü, Pazartesi-yeşil renkli köşkü, Salı
günü-kırmızı renkli köşkü, Çarşamba günü pirûze renkli köşkü, Perşembe- sandal ağacı renkli köşkü
ve son olarak da Cuma günü beyaz köşkü ziyaret eder ve oradaki prensesten bir hikaye dinler.
Sonuç
Kaynaklarda ve arastırmalarda Lami’î’nin Heft Peyker’i olarak bilinen ve İrlanda/Dublin
Chester Beatty Kütüphanesi’nde Meredith-Owens No:12 (CBL T.505)’de kayıtlı Heft Peyker eseri,
Abdî’ye aittir. Bu nüsha eserin bugün bilinen ve müellif hattından istinsah edilen tek yazma
nushasıdır.
Abdî’nin Heft Peyker’i, Türkçe yazılmış Heft Peyker mesnevileri arasında “genişletilerek
yapılan bir tercüme” olarak yerini almaktadır. Toplam 5600 beyit olan Nizamî’nin eserine karşılık
Abdî’nin eseri 6891 beyittir.
32
Nizâmî’nin Heft Peyker mesnevîsindeki “yedi” sayısıyla ilgili Dr. Muhammed Muin’in yaptığı Tahlîl-i Heft Peyker-i
Nizâmî (Tahran 1338) adlı çalışması vardır. Eserin birinci (Şomare-i Heft) bölümünde eski çağlardan beri çeşitli milletlerde
208 “yedi” sayısının önemi üzerinde durulmakta; ikinci (Heft Peyker ve Şomare-i Heft) bölümünde ise Heft Peyker’deki “yedi”
sayısının önemi ele alınmaktadır.
Abdî’nin Het Peyker Mesnevîsi ve Nizamî’nin Het Peyker Mesnevîsi
(Şekil ve Konu Bakımından Bir Karşılaştırma)*
Bugün elimizdeki bilgiler ışığında Heft Peyker adlı veya konulu Türkçe yazılmış mesneviler
arasında toplam 7 tane eser bilinmektedir. Bunlardan bir tanesi (Nevayî-Seb’a-i Seyyâre) Çağatay
sahasında yazılmış; iki tanesi (Atayî-Heft Hvan ve Feyzî-Heft Seyyare) Heft Peyker’i sadece plan
bakımından model alarak oluşturulmuş ve farklı konuda yazılmış; 3 tanesi de (Aşkî, Abdî, Ahmed-i
Rıdvân-Heft Peyker) Nizamî’nin eserine tercümedir. Bunlardan Aşkî Heft Peykeri kısaltılarak yapılan
çeviri, Ahmed-i Rıdvân Heft Peykeri Nizamî’den kısaltılarak yapılan serbest tercümedir. Abdî’nin
Heft Peyker’i Nizamî’den genişletilerek yapılan bir tercümedir. Behiştî’nin Heft Peyker’i ise yarı telif
yarı tercüme niteliğindedir. (Bkz. Demirel, 1995b: 57)
XVI. yy. şairlerinden Abdî’nin bu Heft Peyker mesnevisi, Türkçe yazılmış ve metinleri elde olan
Heft Peyker mesnevileri arasında hacimce en büyüğüdür. Karşılaştırma için: Ali Şir Nevayi Seba-i
Seyyare-5000 beyit, Aşki Heft Peyker -5100 beyit, Ahmed-i Rıdvan Heft Peyker-4174 beyit, Behişti
Heft Peyker-1729 beyit, Nevi-zade Atayi Heft Han-2787 beyit.
Abdî, konu ve muhteva, olayların anlatım sırası ve şekil bakımından tümüyle Nizamî’nin Heft
Peyker’ine bağlı kalmıştır. Bununla beraber tercüme sırasında kullandığı farklı kelimelerle, yaptığı
eklemelerle, bölümlerin başlangıç ve bitiş kısımarlardaki değişikliklerle esere kendi şairliğini de
yansıtmak istemiştir. Abdî’nin bu Heft Peyker mesnevîsi, içerdiği çok sayıdaki deyim ve atasözleri
bakımından da zengin malzeme sergilemektedir. Ayrıca Heft Peyker mesnevîsi yedi sayısı etrafında
oluşan güçlü ve derin bir sembolizme dair örnekler içermektedir.
KAYNAKÇA
“Abdî” maddesi (1943) Türk Ansiklopedisi, C.I, Ankara, s. 31.
“Heft” maddesi, Dehhüda, ss. 228-229.
“Heft” maddesi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, ss. 203-205.
AKALIN, Nazir (1998) “Nizamî-i Gencevî’nin Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri”, Bilig, Sayı:
7, ss. 67-91.
ATEŞ, Ahmet (1944) “Behrâm-ı Gûr”, İA, C. II, İstanbul, ss. 453-454.
DEMİRCİOĞLU, C. (2005) From Discourse to Practice: Rethinking “Translation”
(Terceme) and Related Practices of Text Production in the Late Ottoman Literary Tradition,
Yayımlanmamış Doktora tezi, Boğaziçi Üniv., İstanbul.
DEMİREL, Şener (1995a) Behiştî ve Heft Peyker’i, Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi: Fırat
Üniv., Elazığ.
DEMİREL, Şener (1995b) “Behiştî ve Heft Peyker’i”, Fırat Üniv. Sosyal Bilimler Dergisi,
Sayı: 7 (112), ss. 57-65.
DİLBERİPUR, Asgar (1999) “Türk Edebiyatında Nizamî’nin Takipçileri ve Hamsesine
Nazire Yazanlar.”, (çev. M Fatih Köksal), Türklük Bilimi Araştırmaları, VIII: ss. 199-238.
GÜZELOVA, Hanzade (2006) “Abdî’nin Bilinmeyen Bir Mesnevîsi: Heft Peyker Tercümesi”,
Bilig, Sayı: 38 Yaz, ss. 35-49.
GÜZELOVA, Hanzade (2008) “Abdî’nin Heft Peyker Mesnevîsi (İnceleme- Metin- Dizin),
Hacettepe Üniv. Basılmamış doktora tezi, Ankara, (Danışman: Prof. Dr. Tulga OCAK)
HAMEDYÂN, Dr. Sa’îd (1380) Heft Peyker, Hakîm Nizâmî Genceyî, Tahran.
İLAYDIN, Hikmet T. (1935) “Behram-ı Gûr Menkabeleri. Mir Ali Şir Nevayi ile Hatifi’nin
Eserleri Arasında Müşterek Bazı Hususiyetler Hakkında” Türkiyat Mecmuası, C.V, ss. 275-290.
İNCE, Adnan (1986) “XVI. yy. Şairlerinden Abdî ve Eserleri” Türk Dili Dergisi,
Sayı:410/Şubat, ss.186-192.
İNCE, Adnan (1987) “Abdî’nin Niyâz-nâme-i Sad ü Hüma’sı” Fırat Üniv. Dergisi (Sosyal
Bilimler), I (2), ss. 155-206. 209
Hanzade GÜZELOĞLU
İNCE, Adnan (1989) “Cemşîd ü Hurşîd Mesnevîleri”, Fırat Üniv. Dergisi (Sosyal Bilimler), 3
(2), ss. 109-139.
KAHRAMAN, Bahaettin (1994-95) “Heft Peyker Çevirileri ve A. Nevayî’nin Seb’a-i
Seyyare’si” Selçuk Üniv. Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 9-10, ss. 345-366.
KANAR, Mehmet (2000) Kanar Farsça-Türkçe Sözlük, İstanbul.
KARACAN, Turgut (1974) Nevî-zâde Atayî, Heft Hvân Mesnevisi İnceleme-Metin, Erzurum.
KULOĞLU, Nazan (1989) Abdî Cemşîd ü Hurşîd, İnceleme-Metin, FÜ y.l.t., II cilt, Elazığ.
KUT, Günay (1972) “Aşkî ve Heft Peyker Çevirisi”, TDAY-Belleten, ss. 127-157.
KUT, Günay (1976) “Lami’î Chelebi and His Works” Journal of Near Eastern Studies, 35,
Chicago, ss. 73-93.
KUT, Günay (1997) “Hint Edebiyatı'ndan Türk Hikâyelerine” Türklük Araştırmaları Dergisi
Mehmet Akalın Armağanı, İstanbul: Marmara Üniversitesi, ss. 357-377.
LEVEND, Agah Sırrı ( 1984) Türk Edebiyatı Tarihi Giriş, Ankara.
LEVEND, Agah Sırrı (1957) “Türk Edebiyatında Leyla ve Mecnûn Yazan Sairler”, Türk Dili
Arastırmaları Yıllıgı (Belleten) 1957’den ayrıbasım, Ankara.
LEVEND, Agah Sırrı (1959) Arap, Fars ve Türk Edebiyatlarında Leyla ve Mecnûn Hikâyesi,
Türkiye İş Bankası Yay., Ankara.
LEVEND, Agah Sırrı (1965) Ali Şir Nevaî, Hayatı-Sanatı-Kisiligi, C. 1, TDK Yay., Ankara.
LEVEND, Agah Sırrı (1966) Ali Sir Nevaî Hamse, C. 3, TDK Yay., Ankara.
LEVEND, Agah Sırrı (1968) “Divan Edebiyatında Hikâye”, TDAY-Belleten-1967, Ankara, ss.
71-117.
MİNORSKY, Vladimir (1958) The Chester Beatty Library: A Catalogue of the Turkish
Manuscripts and Miniatures, Dublin.
MUİN, Muhammed (1338/1919) Tahlil-i Heft Peyker-i Nizamî, Neşriyât-ı Danişgâh-ı Tahran,
Tahran.
SUCU, Nurgül (2005) “Eski Türk Edebiyatında Tercüme Geleneği”, Selçuk Üniv Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, Konya, ss. 125-148.
SÜRELLİ, Bahadır (2010) “Türk Edebiyatında Heft Peyker Mesnevîleri ve Hayatî’nin Heft
Peyker’i”, TUDOK 2010 Bildiri Kitabı, İstanbul Kültür Üniversitesi, ss. 1281-1290.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1997), Makaleler, (haz. M. Özkan), Ankara.
ÜNVER, İsmail (1986) “Ahmed-i Rıdvan”, Belleten, C. L, Sayı: 196 (Nisan), Ankara: TTK
Yay., ss. 73-125.
ÜNVER, İsmail (1986) “Mesnevi”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı (Divan Şiiri), Sayı: 415-
416-417, Temmuz-Ağustos-Eylül, ss. 430-463.
YILDIZ, Mesut (1992) Nizamî-i Gencevî Heft Peyker Mesnevîsi ve Türkçe Çevirisi,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi: Ankara Üniv., Ankara.
210
Nâbî’nin Mektuplarında Kendi
Biyograisine Dair Bilgiler
Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim HAKSEVER
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı, Samsun
h.haksever@hotmail.com
ÖZET
Nâbî’nin Münşeatı, kendi hayatına dair bazı yalın ve samimi duygularını; sevinç ve hüzünlerini,
önemli bilgileri bulabileceğimiz mektuplarından özlem ve ümitlerini yansıtmaktadır. Yüzden fazla
oluşmaktadır. Nâbî, tanıdık ve dostu olan makam- mektubun yer aldığı Münşeatı, Nâbî’nin hayatına
mevki sahibi yetkililere çok çeşitli amaçlarla ilişkin bilinmeyen veya şiirlerinde sadece hissedilen
nameler göndermiş; farklı konularda istek, şikayet,
bazı bilileri daha net olarak bizlere sunmaktadır.
öğüt, kanaat, ve düşüncelerini kaleme almıştır. Bu
mektuplar, şairin, sanat kisvesine sokulmayan net, Anahtar Kelimeler: Nâbî, Münşeat, Biyografi
Halil İbrahim HAKSEVER
Hikemî şiirin büyük temsilcisi Nâbî, manzum mensur birçok eserin sahibidir. Urfa’da başlayan hayatı
İstanbul’da devam etmiş, çeşitli memuriyetlerde bulunmuş, uzun yıllar Halep’te yaşamıştır. Uzun gurbet
hayatından sonra tekrar İstanbul’a dönmüş, yetmiş yaşını aşmış olarak itibarlı, şöhretli, hikmetli bir şair
kimliğiyle hayata veda etmiştir.
Yazdığı eserler arasında, hayatına dair kendi kaleminden aktarma bilgiler bulunan Münşeatı önemlidir.
Daha çok İstanbul dışında -özellikle Halep’te- iken dost ve tanıdıklarına yazdığı çeşitli konulardaki
mektupları, Nabi’nin sosyal ve edebî hayatına dair küçük bilgiler ve ipuçları içermektedir. Makam-mansıp
sahibi bürokrat dostlarına olduğu kadar, alt kademelerdeki memur tanıdıklarına da hitaben yazılmış bu
mektuplardan Nabi’nin arkadaş muhitini, onlarla ilişkilerini, hayattaki beklentilerini, hayal kırıklıklarını
ve sıkıntılarını; malî, ruhî ve edebî halini - biraz da olsa-öğrenebiliyoruz.Bu mektuplarda devlet
mekanizmalarının işleyişine, bazı yörelerdeki asayiş durumuna ilişkin gözlem ve tespitleri vardır. Nâbî’nin
deruhde ettiği bazı resmî görevleri, azil ve atamalarda içinde bulunduğu psikolojik halleri, yazdığı manzume
ve eserleri tanıdıklarına ve yetkililere ulaştırma çabaları dikkatimizi çeken bilgiler arasındadır.
Söz konusu bu bilgileri, Münşeatın elimizde bulunan Topkapı Müzesi Kütüphanesi Revan 1053’te
kayıtlı 1134/1721 istinsah tarihli nüshadan derledik. Nüshada kısa tutulmuş (belki eksik) birkaç mektup
metni bulunsa da, mevcut tam mektuplardan biz Nâbî’nin hayat ve düşüncelerine ilişkin bazı bilgileri
öğrenebiliyoruz.100’den fazla mektubun yer aldığı Münşeat, geniş inceleme ve tahlile muhtaçtır. Bildirimizde
bu bilgiler iki başlık altında varak numaralarıyla verilecektir.
inhirâf itmeyüp”(52b) diyerek daha önceki halini ifrat ve tefrit diye nitelemesi ilginçtir.
Çok istediği bu göreve ilk kez atandığında da Rami’ye bir nevi pişmanlık duygularıyla “ hâlâ tamâmî-i
dü âlemde kûşe-i kanâ’at ve kem-nâmîden gayri me’men-i âsâyiş yoğimiş” deyip, onun vaktiyle kendisine
söylediği, “eğer buraların ihtilâl-i ahvâli ma’lûmun olsa Şam deterdarlığını istemezdin” sözünü hatırlatarak
haklılığını belirtmiş ve “…hâlâ arz olan deterdar mûcebince dokuz bin kuruş serî’an havâle buyurulmağa
sarf-ı himmet temennâ olunur”(51a)diyerek acil yardım istemiştir.
Nabi pek çok mektubunda kendinden bahsederken sıkıntılı, sıla hasreti çeken, dostlarının himmet ve
alakalarına muhtaç olduğunu belirtmekten geri durmamıştır. Halep’te iken iletişim halkası geniş olan ve
Mısır, Bağdat, Şam, Arzırum, Diyarbakır gibi illerdeki dostlarıyla yazıştığını bildiğimiz(55a)Nabi, halkın
dert ve talepleriyle ilgilenmiş, mağdurları himaye etmeye çalışmıştır. Halep kadısı Emrullah Efendinin
vefatıyla, geride bıraktığı yetimlerinin düştüğü zor durumdan haberdar edilmiş, o da bunu yetkililere
bildirmiştir.(32a) Rami’ye yolladığı Diyarbakırlı Çerçi Yusuf ’un sıkıntılarını yazmış, halledilmesini
istemiştir.(32b) Şeyhulislam Sadık Efendiye Şeyh Muhammed adlı bir çocukluk arkadaşını göndererek
ailesinden ve tahsilinden bahsetmiş, geçim darlığı çektiğini belirterek imtihan edilip bir işe yerleştirilmesini
tavsiye etmiştir.(45a)
Nâbî’nin Hacı İbrahim, Hacı Muhammed, Hacı Mahmud ve Seyyid İbrahim adlı kardeşleri olduğunu
mektuplarından öğreniyoruz. Bunlardan Hacı Mahmud, Arap seferine çıkan Yusuf Paşa ile birlikte Halep’e
gelmiş, orada kendine ait zeameti oğullarına intikal ettirmek istediğinde engel ve zorlukla karşılaşmış.
Meselenin halli için Nabi devrin padişahına saygılı ve dualı ifadelerle mektup yazıp yardım istemiştir.
Münşeatta kayıtlı (6a)bu metinde Nabi’nin samimi cümleleri dikkat çeker: “benim menba-ı merhamet ve
ma’den-i mürüvvet sultanım hazretleri egerçi ıtnâb u tafsîlâtla huzûr-ı şeriinizde irtikâb-ı küstâhî tahrirden
şerm ü hicâb mukarrer ammâ bu fakîr hakkında râyiha-i fâtiha-i teveccüh ü iltifatınıza şemm olunmağın
bu makûle hâlât-ı lâübâliyâneye ictirâ olundı….binâberîn vâki olan tahrîrât-ı müteşevvikâne ve ta’bîrât-ı bî-
tekellüfânelerimizi lezzet-i muhâtaba-i hayâlîde bî-ihtiyârlığımıza haml eyleye”
Münşeatta adı kayıtlı olmayan bir başka yetkiliye yazdığı tavassut mektubunda ise “…hâk-i pây-i
devletde teşne-i rûmâl olanlar duânâme-i fakîrânemizi vesîle-i duhûl-i meclis-i âlî ittihâz etmeleriyle her biri
hastkâr-ı nemîka-i niyâz olub”(16b)cümlesiyle ifade ettiği gibi, kendisine çok başvuru olduğunu ve herkese
yardımcı olmak istediğini belirtmiştir.
Halep’te iken İstanbul’da bulunan dostlarının özlemini duyan Nabi, yaşadığı eski tatlı hatıraları sıkça
dile getirmiş, hüzünlü kalbini ülfeti devam ettirerek rahatlatmaya çalışmıştır.Tersane-i Amire emiri Mustafa
Efendiye de aynı duygularla yazmış(35a),
Sen unuttunsa beni lütfunla yâd itdüklerün/Ben unutmam hâtır-ı deyrânı şâd itdüklerün
gibi beyitlerle içini dökmüş ve muhatabına dualar etmiştir. Sadrazam Ali Paşa’ya ubudiyetnamesi (37a),
Şeyhulislam Sadık Efendi’ye duanamesi(39a), vezir Ali Paşa’ya mektubu(21a) da aynı ülfet duygularıyla
doludur. Yine bir yetkiliye gönderdiği tavassut mektubunda (98a), Şeyh Hüseyin adlı kişinin mağduriyetini
yazmış, onun bir devlet görevine gelme ısrarını da “ibrâmı hadd-i mu’tâdı tecâvüz itmegin” ifadesiyle belirtip
kendisinin buna sadece aracılık ettiğini bildirmiştir.
Onlarca mektubunda çok çeşitli talebini dile getiren Nabi, hem başkalarını, hem kendini konu etmiştir.
Konya’da “seccâde-nişîn-i irşâd” olan Sadreddin Çelebi’ye gönderdiği mektupta(87b), 8 ve 12 yaşlarındaki
oğulları Ebülhayr ve Muhammed Emin için iki tane arakiye (başa giyilen takke)istemiş, merkad-i şerite iki
gece okunup teberrüken bekletilmesini, “istifâza-i rûhâniyetden” sonra gönderilmesini rica etmiştir.
Halil Paşa damadı Ragıb Efendiye yazdığı mektubunda(61b), uzun zamandan beri kendi ev işleriyle
fazla ilgilenmeyip daha çok yazı-çizi işleriyle meşgul olduğu bilgisini vermektedir: “bu pederiniz sinîn-i
kesîreden beri kendi umûrumuza şu’ûr u ıttılâ’ımız olmayup…tecerrüd-i evkâtımız kitâbetden gayrı meşgale
213
ile mürûr itmemegin”(62a)
Halil İbrahim HAKSEVER
Hazret-i veliyyünniam diye hitap ettiği muhatabına, kaleme aldığı Hayrâbâd adlı eserini yollamış, bunu
padişaha takdim etmesini, lutf edip okursa eserin mana ve mazmunuyla ilgili değerlendirme yapmasına
vesile olmasını rica etmiştir.(15b)
Tevkiî Süleyman Paşanın mühürdarı Ali Ağaya serzenişli ve latifeli mektubu(101b) dikkat çeker. Nabi,
hakkında serdedilen suizanna karşı kendini savunmuş, mal ve eşyaya karşı istiğnasını dile getirerek asıl
görevini şöyle belirtmiştir: “bizden me’mûl olan âsâr-ı ma’ârif makûlesidir yoksa metâ-ı dünyeviyye makûlesi
değildir bi-hamdillâh ma’ârif husûsunda olan şöhretimiz bize kifâyet eder bu nâçiz Haleb şeridinden hâsıl
olacak şöhret bize lâzım değildir.” Muhatabına biraz nahiv dersi de veren Nabi’nin bu ifadeleri, şairin seveni
olduğu kadar zaafını ve açığını arayanların da bulunduğunu düşündürtmektedir.
Eski Kastamonu mütesellimi Halil Ağaya latifeli bir mektup yazan Nabi, o bölgeden bahsedip bilgi
verir ve yöre halkının vücutlarının biraz zayıf “vehn-küşâ-yı ta’accün” olduğunu ekler. Nabi Diyarbakır
vilayetinden de bahseder ve buraya vaktiyle Küçük İstanbul dendiğini, bu bölgenin kalabalık ve işlek
olduğunu kaydeder.(115b)
Nabi çevresinde gördüğü yahut kendi yaşadığı bazı haksızlık ve yanlışlıkları yetkili makamlara
yazmaktan geri durmamış, bunalmış bir ruh haliyle, muhataplarını etkilemeye çalışmıştır.Nüshada isim
belirtilmeyen bir zata yazdığı şikayetnamede(81a), geliri Nâbî’ye ait aynül-cemel mezrasını hile ile zapt edip
200 kuruşu gasp eden şehbender Abdurrahman adlı “habis”ten bahis vardır. Yanlışlığın bir hatt-ı hümayunla
düzeltilmesini isteyen Nabi, mektubuyla birlikte muhatabına hediyeler de göndermiştir.
Halep valisi İbrahim Paşa’ya gönderdiği duanamesinde(11b), yörede uzun zamandan beri şikayet
konusu olan ve ahaliyi canından bezdiren hırsızları mevcut valinin bertaraf etmesinden memnuniyet ve
dua vardır. Nabi, daha evvel mislini görmedim dediği valinin başarısını anlatıp halka korku salan ve kan
akıtan katillerden bahseder.
İstanbul’da veliyyünniam diye hitap ettiği bir vezire gönderdiği mektupta Nabi, başarısını övdüğü
İbrahim Paşanın bu defa fazla vergi toplamasından şikayet etmiştir. Antakya yöresinde zeytin yetiştiriciliğiyle
uğraşan halkın maddî gelir durumunu vererek, Paşanın tespit ve araştırması sonucunda senelik yediyüz
kuruş borcu çıkan kişilere bu verginin fazla olduğunu gerekçeleriyle izah etmiş; subaşı olan kişiye bile ikiyüz
kuruş verginin terettüp ettiğini belirtip, bunun yerine kendi teklifini şöyle yapmıştır: “…devletlü sultanım….
lutf idüp nasîhat-i pederîye i’tibâr buyurulur ise zinhâr emânet kimseye sipâriş buyurmayasız zîrâ asırda kadr-i
emâneti bilür ve hakk-ı emânete ri’âyet kılur âdem nâdirdir inşâallâh karîben mertebe-i tahammülü ma’lûm-ı
devletiniz olduktan sonra kendi huddâmınızdan birine bir vecih maktû’ tefvîz buyurursuz anlardan rağbet
vâkı’ olmadığı takdirde inşâallâh bir mu’temedün aleyh ber-vech-i maktû tefvîz olunur”(13b) Nabi’nin bu
satırları onun ilgi, cesaret ve nüfuz alanı hakkında bize ipuçları sunmaktadır.
Reisülküttap Rami Efendiye kahve kıtlığından bahsettiği latifeli bir şikayet mektubunda(22b), halk
arasında sıkıntı ve haksızlıklar yaşandığını, Yemen taralarından gemi ile gelecek kahveye ümit bağladıklarını
yazmıştır.
Münşeatında Nabi’ye gönderilen hediyeleri tespit etmekteyiz; fakat bazı isteklerine olumlu cevap alıp
almadığını incelediğimiz nüshadaki mektuplarında görememekteyiz. Silahdar İbrahim Paşaya bir “gürcü
becce” niyazıyla yazdığı mektubunun(83a), “oğlum canım enîsim” diye hitap ettiği Muhammed Efendiden
yine bir gürcü hizmetçi isteğinin de(111a)cevabını bilmiyoruz. Muhammed Efendiye yazdığı bu mektubunda
Nabi, istediği hediyenin evsafını şöyle çizmiştir: “…ammâ hediye-i dil-hâh sü’âl olunursa sîmîn-ten ve hôş-
endâm siyah çeşm ü ebrû çârdeh sâle gulâm gürci-nijâdın gayri âgûş-ı tasavvurda cây-gîr olur yokdur lâkin
onu dahi cenâbınıza teklîf mertebe-i insâfdan ba’îddir”
Nabi’nin, makamında terfi beklerken bunu elde edemeyen Rami’ye yazdığı tesliyetnamesi(111b), kendi
istekleri de göz önüne alınıp düşünüldüğünde dikkat çekici olmaktadır.Reisülküttap olacakken bu makam
214 başkasına verildiğinde üzülen Nabi’nin teselli cümleleri önemlidir. O azlin de, nasbın da kevnî tavırlardan
olduğunu; hüznün ve şadînin kaderin bir cilvesi olduğunu belirtmiştir.Cahil ile ârifin böyle zamanlarda belli
Nâbî’nin Mektuplarında Kendi Biyografisine Dair Bilgiler
olacağını söyleyen Nabi, kullarına çok şekatli olan Allah her kahrında bir lütuf gizlemiştir der.
Âkıl ne şâd olur cihânda ne gam çeker/Câhil hemîşe şâd olayın der elem çeker
beytini de yazan Nabi, makam-mevki, zenginlik-fakirlik konularında değerlendirmeler yapar.Rami’ye,
yaşın kırka geldi artık gönlünden makam mevki sevgisini sil diye öğütler verir:“…benim nûr-ı dîdem zâhir
budur ki hudûd-ı erba’îne bâliğ olup belki tecâvüz eylediniz ba’del-yevm manâsıb-ı fâniye-i dünyeviyyenin
nukûş-ı ta’allukı levha-i dilden izâleye himmet buyurup bakıyye-i evkât tahsil-i vesîle-i ilâhîye sarf oluna”(112b)
Nabi Halep’te yaşamaktan zaman zaman çok bunalmış, adeta burada ölmekten korkarak İstanbul’a
göçmek istediğini her vesile ile dostlarına duyurmuştur. Halep’teki son zamanlarında hastalandığını,
azalarında şişkinlik meydana geldiğini, tabiplere göründüyse de kurtulma ümidinin bulunmadığını, ölümü
kendisine çok yakın hissettiğini belirtip şu beyitle dostlarından helallik dilemiştir:
O şâh-ı hüsne söylen âhiret hakkın helâl itsün/Dilinde var ise ref-i gubâr-ı infi’âl itsün
Nabi bu halindeyken, kendisine gönderilen bir gazeli istek üzerine tahmis ederek iade ettiğini de aynı
mektubunda kaydetmiştir.(22a)
Nâbî’nin Gönderdiği ve Nâbî’ye Verilen Hediyeler
Dost ve tanıdıklarıyla sürekli iletişim halinde olan ve olmak isteyen Nabi, maddî-manevî istek ve
beklentilerine zaman zaman kavuşmuş, kendisine hediyeler gönderilmiştir. Samimiyetini kullandığı hitaplara
da yansıtarak Silahdar Ağaya, mektup ile birlikte Urfa bölgesinde üretilen şifalı bulgurdan yollamış, bunun
da, Hz.Adem’in cennetten çıkarıldığında ziraat buyurdukları Fidanlar adlı karyede yetişen buğdaydan
elde edildiği bilgisini eklemiştir.(21a) Hazinedar Ağaya mahcubiyet duyarak, kendisine Malatya’dan gelen
“tuhaf bir şeydir” dediği elmadan yollamıştır.(21b) Çok samimi yazıştığı Rami’ye, kendisine Silahdar
Mustafa Paşanın yolladığı Arabistan’da meşhur duhan çubuğunu (şâhçe-i duhan) överek göndermiş,
memnun olacağını umduğunu belirtmiştir.(31a) Bu hediyeden hareketle Nabi ve Rami’nin mükeyyifata
tiryakiliklerinin olduğunu düşünebiliriz.
Yine Rami’ye biraderi Hacı Muhammedle gönderdiği mektuba(33a) ilaveten yüz adet Urfa narı, bir
miktar Urfa bulguru ile yüz adet Halep lülesi yollamış, narların Hz. İbrahim ırmağından sulanıp şifalı ve
bereketli olduğunu vurgulamıştır.
Nâbî’nin tanıdıklarına yolladığı hediyeler daha çok şiirleri olmuştur. O maddî hediyelere manzumeleriyle
karşılık vermiş, birikmiş şiirlerini veya tahmis ettiği gazellerini, özenerek kaleme aldığı latif ve nükteli, şiir
gibi kıymetli mektuplarına ilave olarak yollamıştır.
Şehzadeye yazdığı mektubunda(13b) onun kendisine mektup yazmasından mutlu olarak sevgiyle
hitap etmiş, “nûr-ı dîdem”li ifadelerle kendini “peygûle-güzîn-i zâviye-i humûl olan dâî-i kühen-sâl” diye
nitelemiş, çeşitli tarih manzumeleriyle birlikte Hayrâbâd adlı eserini yollamıştır. Nâbî ayrıca, adının padişah
meclislerinde geçmesinden memnuniyetini bildirip teşekkür etmiştir.
Ağa-yı Âlîşana oğlu için yazdığı iltimasnamesinde(14b) birtakım isteklerini belirttikten sonra hediye
olarak gazelini yolladığını okuyoruz. Veziriazamın oğluna gönderdiği mektupta(14a), babasıyla çok ülfeti
olduğundan bahsedip yazdığı kıtaları ona iletmesini rica etmiştir.
Halep muhafızı Muhammed Paşaya övgü ve dualı ifadelerle altı beyitlik kaside matlaı yazmış, ayrıca
muhatabından da bir binek at istemiştir.(7b)Yine bir yetkiliye tahmis(22a), bir vezire çok süslü nesirle
birlikte birkaç manzume (22b-26b), vezir Ali Paşaya bir kıta(21a), yine ona, yazdığı bir tezkireye ilave
olarak Hoca Tarihi nüshasıyla birlikte yüz adet gazelini göndereceğini belirtmiştir.(82b)Bir dostuna yazdığı
mektupta(96b), kendisine şair Sabit’ın şiirlerinin gönderilmesinden sevindiğini belirtmiş, o da muhatabına
yeni yazdığı birkaç gazel göndererek Sabit’in şiirleri gibi değerlendirilmesini şöyle istemiştir:
“Sâbit Efendi hazretlerinin âsârıyla rütbe-i muvazeneye irtikâ müyesser olduğu takdirde birbirine mukâbele 215
Halil İbrahim HAKSEVER
vs. hep nail olduğu iyiliklerdir. Nabi ömrü boyunca gördüğü ihsanları sıkça elinden kaçırmış ve pek çok
mektubunda belirttiği gibi tekrar tekrar istemek durumunda kalmıştır. Ama âhir ömründe mazhar olduğu
bu in’âm ü ihsan çektiği bütün sıkıntıları unutturmuş olmalıdır.
Nabi’nin sanat ve üslûbunda mizacıyla birlikte yaşadıklarının da tesiri olmalıdır. Görüp yaşadıkları,
sevinç ve üzüntüleri onu hikemî şiire yönelttiği gibi, sosyal ilişkilerini geliştirmiş, iyi bir üslupçu ve laf ustası
da yapmıştır. Nabi çok üzgün veya neşeli olduğu zamanlarda mektup yazdığında, muhatabı üzerinde daha
etkili olmak için bütün hünerini göstermeye çalışmış, orijinal teşbih ve tabirlerle nükte, latife, mizah ve
hicve daha bol yer vermiştir. Uzun süre gurbette yaşaması, şairi çevresiyle ilgilenmeye, insanlarla daha sık ve
“etkili” yazışmaya, kendini unutturmamak için hediyeleşme tavrına yöneltmiş olmalıdır.
SONUÇ
Nabi’nin çok özel bilgiler ihtiva eden kesin sayısı belirsiz bu mektupları, onun hayatının, zihin ve
gönlünün karanlık köşelerini kısmen de olsa aydınlatmaya yarayan değerli metinlerdir. Hikmet şairi Nabi’nin
insan ilişkileri, sevgi, nefret ve özlemleri; elde edip kaybettikleri; ümit, heyecan ve sevinç sebepleri; sanatını
besleyen duygu alt yapısı bu özel mektuplarında hissedilmektedir. Onun edebiyat tarihimizdeki yerinin tam
olarak tespiti, Münşeatındaki bu mektupların geniş tahlilleri sonucunda mümkün olacaktır denilebilir. O
bakımdan Nabi’nin Münşeatı genişçe incelenmeyi hak eden biyografik değerde bir eserdir.
217
Lebîb-i Âmidî Dîvânında
Mevsimler
Prof. Dr. İdris KADIOĞLU
Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fak.Türk Dili ve Edb. Eğitimi Anabilim Dalı, Diyarbakır
ikadoglu@gmail.com
ÖZET
Bu çalışmada Diyarbekirli Lebib divanında ile başlar. Şair, Şitaiyye’in nesib bölümünde kış
mevsimler ve ramazan konusu üzerinde manzaralarına, Bahariyye’de ise bahar tasvirlerine
durulmaktadır. Lebib divanında mevsimlerle ilgili yer vermiştir. Şiirlerin tegazzül bölümlerinde,
yazılmış kasideler dikkat çekmektedir. Lebib, nesib bölümündeki konu bütünlüğünün sağlandığı
mevsimleri konu alan Temmûziyye, Şitâiyye ve görülmektedir. Ramazanı da manevi bir dua
Bahariyye (yaz, kış, bahar) konulu müstakil şiirler mevsimi telakki eden şair, ramazanı ve ramazandaki
kaleme almıştır. Çalışmada, mevsimlerle ilgili temcidi konu olan sosyal konulu şiirler yazmıştır.
şiirler şekil ve içerik yönünden incelenmektedir.
Çalışmada ramazan konulu şiirler üzerinde de
Kasidelerin özellikle “nesib” ve “tegazzül”
durulmaktadır.
bölümlerine yansıyan mevsimlerle ilgili terimler
üzerinde durulmaktadır. Temmuziyye şiirinde Anahtar Kelimeler: Lebib, Diyarbakır, Divan,
“nesib” bölümü bulunmamaktadır. Şiir medhiyye Mevsim, Bahar, Yaz, Kış, Ramazan
İdris KADIOĞLU
GİRİŞ
Lebib-i Âmidî (?-1182/1768)
Seyyid Abdülgafûr Lebîb Efendi, nâm-ı diğer Lebîb-i Âmidî, 18. yy’ın başlarında o zaman Âmid olarak
da bilinen Diyarbekir’de doğmuştur. Şiirlerinden uzun ve çileli bir hayat sürdüğü anlaşılan şair, 1182/1768’de
aynı şehirde vefat etmiştir. Şair, şiirlerinde zekî anlamına gelen Lebîb mahlasını kullanmıştır.
Lebib, Semerkand’dan gelerek Diyârbekir’e yerleşen, orada oluşan şairler topluluğunun üstat şairi Âgâh-ı
Âmidî’nin öğrencisidir. Âgâh, Vâlî, Hâmî ve Lebib gibi önemli divan şairlerini yetiştiren bu topluluğa devrin
ünlü şairi Urfalı Nâbî de zaman zaman katılmıştır. (bk. Kadıoğlu, 2010).
Türkçenin yanısıra Arapça ve Farsçayı da şiir yazacak seviyede bilen Lebib’in en önemli eseri divanıdır.
O, genelde bölge eyaletlerine ve özellikle Diyarbekir’e atanan vezir ve paşalar için çok sayıda “methiyye
kasidesi” ve tarihli “kıt‘a-yı kebire” yazmıştır. Lebîb-i Âmidî dîvânında medhiyye türünde yazılmış tarihli
kıt‘a-yı kebîreler de dahil edilirse altmış kadar kasîde vardır. Bir o kadar da tarih kıtası yazmış olan Lebib, bu
yönüyle 18.yy’a ayna tutmakta ve şiirleri vesika değeri taşımaktadır.
Diyarbekirli şairlerden Hâmi ve özellikle Vâlî’nin, Osmanlı şairleri Nâbî, Neşâtî ve özellikle Nefî’nin,
İranlı Şevket’in tesiri şiirlerinde açıkça görülmektedir. Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ına yazdığı Cân u Cânân
mesnevisiyle meşhur, Refi-i Âmidî Lebib’in şair torunlarındandır.
Lebîb, Diyarbakır’da bulunduğu süre zarfında şehrin sosyal hayatıyla yakından ilgilenmiş, gördüğü
yanlışlık ve aksaklıkları anında dile getirmekten çekinmemiştir. Örneğin, 1171/1763 senesinde şehirde
yaşanan kıtlığı, halkın çektiği acıları Sultan Üçüncü Mustafa’nın veziri Ragıb Muhammed Paşa’ya sunduğu
“arz-ı hâl” ile dile getirmiştir. Yazdığı “Figâniyye”, “Feryad-nâme”, “Harabiyye”, “Kizbiyye” başlıklı şiirlerde
yaşadığı devirde gözlemlediği aksaklıkları eleştirmektedir. “Hasb-i Hâl”, “Arz-ı Hâl”, “Şikâyet-nâme”
türündeki şiirlerle klasik şiirin konularını oldukça genişlettiğini ve sosyal hayatı bütün yönleriyle eserlerine
yansıttığını söyleyebiliriz. Fıkıh ve hukuk bilgisi gerektiren konularda, namaz ve toprakla ilgili şiirler yazmış,
bazen genelde gençleri özellikle torunlarını eğitmek için “Pend-nâme” türünde şiirler kaleme almış, şikâyet
konulu birçok “arz-ı hâl” yazmıştır. Ayrıca Lebîb Dîvânı’nda edebiyatımızda örneğine sık rastlanmayan
“Tevbe-nâme” başlıklı bir kaside vardır. Bunlar, onun klasik şiir konularına getirdiği genişlik ve yeniliğin,
hatta mahallileşmenin göstergelerinden sadece birkaçıdır.
Lebib-i Âmidi divanı üzerinde İdris Kadıoğlu ve Orhan Kurtoğlu tarafından iki doktora tezi
hazırlanmıştır. Çalışmalardan biri yayımlanmıştır. (Hayatı ve edebî kişiliği hakkında geniş bilgi için bk.
Kadıoğlu 2005, s.13 vd.)
Ali Emiri ve Lebib-i Âmidî
Lebib-i Âmidî divanının en hacimli nüshası Ali Emiri tarafından istinsah edilmiştir (Millet Kütüphanesi
Ali Emiri Kitaplığı Numara: 382). Toplam 181 varak olan bu nüshanın başına yine müstensih tarafından
eklenen on varaklık fihrist, eser üzerinde araştırma yapanların işini kolaylaştırmaktadır.
Lebib-i Âmidî’nin ölüm tarihi bazı kaynaklarda H. 1182, bazılarında H. 1185 olarak geçmektedir. Ali
Emiri Efendi Esâmi-i Şuarâ-yı Âmid adlı eserinde bu ihtilafı ortadan kaldıracak önemli bir bilgi vermektedir.
Diyarbakır surları kenarındaki mezarlıkta rastladığı bir mezar kitabesinde, Lebib’in ölüm tarihinin
H.1182/1768-69 olduğunu tespit etmiştir. Lebib’in ölüm tarihi konusundaki ihtilaf Ali Emiri tarafından
ortadan kaldırılmıştır. Lebîb-i Âmidî’nin bazı beyitleri Ali Emiri tarafından tanzir edilmiştir. (bk. Tezkire-i
Şuara-i Âmid, Şiir Mecmuası, yz. Diyarbakır İl Halk Ktp. Yazma Eserler No: 577)
1. MEVSİMLER
Lebib, 18.yy şairleri gibi kaside konularını oldukça genişletmiş yeni türlerde şiirler yazmıştır. Sosyal
220 konulu şiirleri, özellikle şikâyet türündeki arz-ı hâl, hasb-ı hâl, hiciv ve latifeleri, şekil ve içerik yönünden
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler
yenilikler taşımaktadır. Bunun yanı sıra klasik şiirin geleneklerine uyarak geleneğin belirlediği ölçülerde
“medhiyyeler” yazmıştır.
Şairin kasidelerinde işlediği konulardan biri de mevsimlerdir. Bu konudaki şiirlerinde Lebib, gözlem
tekniğini başarılı bir şekilde kullanmakta, insan-doğa ilişkilerini anlamaya, anlamlandırmaya çalışmakta ve
bunu şiirine yansıtmaktadır. Şair, kâinattaki muhteşem döngüye kayıtsız kalmamış, baharı, yazı, kışı ahenkli
tablolarla tasvir etmiş, beliğ bir şekilde dile getirmiştir. Şitâiyye kasidesindeki bir beyitte bahar, hazan, sayf
ve şitâyı “çâr-fasl” (dört mevsim) olarak zikretmiştir.
“Hemîşe tâ ki gülistân-ı dehre Ǿârıż olup
Bu çâr-faśl bahâr u ħazân u śayf u şitâ”
Lebib, hazan (sonbahar) hariç mevsimlerden üçünü konu alan medhiyye kasideleri yazmıştır. Bunlar
altmış beş beyitlik bir Temmûziyye, seksen üç beyitlik bir Şitâiyye ve elli dört beyitlik bir Bahariyye kasidesidir.
Ayrıca Ramazan ayını da bir mevsim olarak algılamış, Ramazan ve Bayram konulu şiirler yazmıştır.
Temmuziye kasidesi doğrudan medhiyye ile başlamaktadır. Kasidenin sadece tegazzül bölümünde
“yaz” terimlerine rastlanmaktadır. Şair, Şitaiyye’in nesib ve tegazzül bölümlerinde “kış” terimlerini
bolca kullanmıştır. Bahariyye’de ise bahar tasvirleri ve ilgili terimler nesib ve tegazzül bölümlerinde
yoğunlaşmaktadır. Her üç şiirin “tegazzül” bölümünde sırasıyla yaz, kış ve bahar terimlerinin sıklığı dikkat
çekmektedir.
1.1. Temmûziyye
Başlık: Ķaśîde-i Temmûziyye-i Dil-sûz Berây-ı Vâli-i Baġdâd Aĥmed Paşa
Beyit sayısı: 65
Vezin: Fe‘ilâtün / Fe‘ilâtün / Fe‘ilâtün / Fe‘ilün
Kafiye: -ûr
Tarih: 1158/1745.
Nazım türü: Medhiyye (Temmûziyye)
Sunulduğu kişi: Bağdat Valisi Ahmed Paşa
Yazılış sebebi ve konu: Erzurum’dan Vali olarak Bağdat’a atanan, göreve giderken Diyarbekir’e uğrayan
ve burada misafir edilen Ahmed Paşa’ya Bağdat’taki yeni görevinde başarılar dilemek, onun iltifatına mazhar
olmak, himmetini almak ve ona dua etmek için sunulmuştur. Kasideyi alan Vali Ahmed Paşa, Lebîb’den bu
kasideyi kendi eliyle şiir deterine yazmasını istemiştir. Ahmed Paşa’nın şiir deterini (cönk veya mecmua)
eline alan şair, valinin yazısını çok beğenmiş ve deterdeki yazının kendi yazısından daha güzel olduğunu
anlatan on beş beyitlik bir şiir ile Ahmed Paşa’ya özür beyan etmiştir. Şiirin muhtevasından ziyaretin
yaz aylarında gerçekleşmiş olabileceği anlaşılmaktadır. Şiirin bir “Temmuziye” kasidesi olduğu tegazzül
bölümündeki “yaz” terimlerinden anlaşılmaktadır. Bahariyye ve Şitaiyye’de ise Tegazzülle birlikte şiirlerin
giriş bölümleri tamamen mevsimleri anlatan terimlerle doludur.
Matla ve Makta:
Bir seĥer kim irişüp destüme dâmân-ı şuǾûr
Gördüm almış ŧurur eŧrâfumı esbâb-ı sürûr
1.2. Şitâ’iyye
Başlık: Ķaśîde-i Şitâǿiyye-i Rengîn Der-Vaśf-ı Vâli-i Baġdâd Süleymân Paşa-yı Gevher-nigîn.
Beyit sayısı: 83
Vezin: Mefâ‘ilün / Fe‘ilâtün / Mefâ‘ilün / Fe‘ilün
Kafiye: -â
Nazım türü: Medhiyye (Şitâ’iyye)
Sunulduğu kişi: Bağdat ve Basra vâlîsi Süleyman Paşa
Yazılış sebebi ve konu: Bağdat ve Basra valisi Süleyman paşa için yazılmış bir kasidedir. Nesib
bölümünde kış aylarının dondurucu soğuklarını anlattığı için “şitaiyye” olarak adlandırılmıştır. Şiirde
Bağdat-Diyarbekir hattında yaşanan çetin kış şartları, dondurucu soğuklar tasvir edilmektedir. Lebib, bu
şiiri Süleyman Paşanın himmetini almak, onu övmek, ona dua etmek için yazmıştır. Kasidenin genelinde
kış terimleri, özellikle “nesib” bölümünde soğukla ilgili kelime, kelime grubu ve deyimler dikkat çekici
yoğunluktadır. Kasidenin “tegazzül” bölümü de “kış” terimlerinin sıkça geçtiği bir bölümdür.
Matla ve Makta:
Cihânı ķabżaya aldı bu sâl o rütbe şitâ
Ki düşdi pençe-i ħurşîde lerziş-i sermâ
(Havada dolaşan büyük kütleleri ay ve güneşin düz, görünen yüzeyleri sanma. O büyük cisimler,
soğukların gökyüzü ırmağında icra ettiği sallardır).
Şiddetli soğuktan etkilenen gök cisimleri: Güneş ve Ay.
Şair, bu beyitte hayalini gece ve gündüze birlikte çeviriyor. Gökyüzündeki büyük gök cisimlerinin
güneş ve ay olmadığını iddia etmekle kalmıyor, bu büyük kütleleri, hava denizinde yüzen, soğukların
yaptığı “sal” şeklinde tasavvur ediyor.
6 Śadâ-yı râǾd degül incimâd-ı saķf-ı sipihr
Virür miŝâl-i suķûf-ı ħaşeb aŧîŧ ü śadâ
(Gök kubbenin damı da soğuktan donduğu için odundan damların çıkardığı ses ve gıcırtı gibi gürültü
yapmakta yoksa duyulan sesler gök gürlemesi değil).
Şiddetli soğuktan etkilenen gökyüzü unsuru, göğün damıdır.
Bu beyitte şair, aniden gök gürlemesini işitince şaşırıyor ve işitilen bu gürültünün donmuş olan
gök damındaki buzlanmanın erimesiyle meydana gelen sesler olabileceğini söylüyor. Düşüncesini
kuvvetlendirmek için de o devirde odundan yapılan damların çıkardığı gıcırtı ve sesleri örnek
gösteriyor.
7 Dökildi ŧırnaġı cedy-i burûc-ı gerdûnuñ
Gögerdi sünbülesi farŧ-ı berd ile ammâ
(Soğuğun şiddetinden gökyüzündeki burçlar bile nasibini aldı. Başak göğerdi, Oğlak’ın tırnağı
döküldü).
Şiddetli soğuktan etkilenen gökyüzü unsuru, burçlardır.
Soğuklar, en şiddetli derecede hissedilmektedir. Bu şiddetin göstergesi ise “tırnağı dökülmek ve
sümbülesi göğermek” ifadeleriyle anlatılmak istenmiştir. Oğlak ve Başak burçlarına canlı varlık
özelliği atfedilerek onların dahi soğuktan etkilendiği söylenerek yeryüzünde soğuktan etkilenmeyen
hiçbir varlığın kalmadığı vurgulanıyor.
8 Seĥâb-ı tîreyi ķış ħayme-i siyâh diyü
Çemende śarśarı ķışlaķçı gezdürür gûyâ
(Kış, güya baharda kara bulutu siyah hayma diye, şiddetli rüzgârı da kışlakçı olarak istimal eder ki
bunlar kış mevsiminin iki önemli silahıdır).
Kış mevsiminin göstergeleri: Kara bulut, rüzgâr.
Bahar mevsimi yaklaşmasına rağmen kış mevsiminin tesiri olanca hızıyla devam etmektedir. Beyitte
kış ayının farklı zaman ve mekânlarda bulunması özelliği bir benzetmeyle göçebe halde yaşayan
göçerlerle karşılaştırılarak anlatılmıştır.
9 Temîzden ķalup âteş-gedeyle buz-ħâne
Semenderüñ dişi kitlendi ķaldı ķuflâsâ
(Ateşte yaşadığı sanılan masal hayvanı semender soğuktan o kadar etkilenmiş olacak ki, kışta onun
mabedi de donunca hayvanın dişi kilitli kaldı).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, beyitte ifade edilen semenderin dişinin kilitlenmesidir.
Semenderin dişinin kilitlenme nedeni şiddetli soğuklardır. Şiddetli soğuk, başta güneş olmak üzere
226 bütün gök cisimlerini etkisi altına aldığı gibi, semender adlı masal hayvanının içinde yaşadığına
inanılan ateş tapınağı da artık buzhaneye çevirmiştir. Hal böyle olunca insanın soğuktan etkilenme
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler
derecesi anlaşılacaktır. Soğuğa karşı en iyi korunduğuna inanılan semender bu halde ise diğer
canlıların ne halde olduğu buna kıyas edilsin, denilmektedir.
Soğuktan etkilenen varlık: Hayvan (semender).
10 Daħîlüñüz diyü mâhîler itdi vaķd-ı sefîr
Hep oldılar küre-i nâra el-amân gûyâ
(Soğuktan çok etkilenen balıklar, suya yansıyan güneşin ateşi andıran yansımasından medet ummaya
başladılar).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, balıkların suda donmasıdır.
Dondurucu soğuklar etkisini her alanda göstermeye devam ediyor. Balıklar suya yansıyan ve ateş
topunu andıran güneş ışınlarından medet ummaktadır.
Soğuktan etkilenen varlık: Hayvan (balık).
11 Kerâmet issi bizüm şeyħ efendiden śavudum
Ki ol Ǿazîzi ısıtmaz ne cübbe vü ne ridâ
(Kerâmet sahibi sandığımız şeyh efendiyi de cübbe ve post ısıtmaz oldu. Artık şeyh efendiye
güvenim kalmadı).
Kış mevsiminin göstergeleri: Keramet ehlinin bile üşümesi.
Genelde tabiat olaylarının, özellikle soğuğun olumsuz etkilerinin kendilerini etkilemeyeceğine
inanılan keramet ehli şeyh efendi, umutları boşa çıkarmıştır. Çünkü onu da artık ne cübbe ve sarık
ne de post ısıtmaktadır. Hal böyle olunca şeyhin kerameti olduğuna inananların iyi düşünceleri boşa
çıkmaktadır.
Soğuktan etkilenen varlık: İnsan (Şeyh efendi).
12 Girince ol veraǾ-ı bârid ile ĥammâma
İder cehenneminüñ issi ħalvetüñ meǿvâ
(Günahlardan kaçınmakla soğuk bir görüntü sergileyen zahit, hamama girince oranın en sıcak
bölmelerini kendine mesken etmek ister).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, zahitlerin üşümesidir.
Hem tabiattaki şiddetli soğuk hem de zahidin tabiatındaki soğukluk bir araya gelince onu saunaya
girmeye mecbur eder. Zira hem içi ısınsın hem de benlik ve gururdan uzak olsun. “Verâ‘” ve “bârid”
kelimeleri beyitte ele alınan tipin zahit olduğuna en kuvvetli karinelerdir. Soğukluk iki kat artınca
ısıtmak için sıcaklığı da iki kat artırmak gerekir. Onun için mamamın normal yerleri zahidi ısıtmak
için yeterli değildir.
Soğuktan etkilenen varlık: İnsan (zahit).
13 Taĥammül eylemeyüp şiddet-i bürûdetden
Havâ-yı Dûzaħ’a eyler teĥassür ehl-i hevâ
(Nefsine düşkün olan, canını çok seven ehl-i hevâ, soğuğun şiddetine dayanamayıp Cehennem
ateşini arzular hale gelmiştir).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, zevk ve eğlence düşkünü sarhoşların üşümesidir.
Dikkat edilirse şairin ele aldığı varlıklar, birinci beyitten itibaren soğuktan etkilenme olasılığı 227
olmayan veya en az etkilenen varlıklardır. Bu beyitte de zevk ve eğlence düşkünü olan ve kendilerini
İdris KADIOĞLU
içkiye verip sarhoş olanlar ele alınmıştır. Normalde bakılınca sarhoşların soğuktan etkilenme olasılığı
diğer insanlarla karşılaştırılırsa en azdır. Şairin gözlemlerine göre soğuklar o derece şiddetlidir ki,
hevâ ehli, bir an önce zaten ahrette gideceklerini düşündükleri cehennemin sıcaklığını hissetme
özlemindedirler.
Soğuktan etkilenen varlık: İnsan grubu (ehl-i hevâ).
14 Śavuķ ŧabîǾat elfâža dek ider teǿŝîr
Taśarrufı dükenüp câmid oldı hep esmâ
(Tabiatın soğuğu lafızlara kadar tesir ettiği için kullanılan kelimeler de donmuş ve cansızlaşmıştır).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, kullanılan kelimelerin donuk oluşudur.
Soğuk tabiat kullanılan kelimeleri de etkilemiş olacak ki, tasrîfi (çekimi) ve iştikâki (türesi) olmayan
isimler kullanılmış, üslup donuklaşmıştır. Üslûbun canlı, hayattar ve akıcı olması için lafızların
“ism-i câmid” siygasından kurtulması gerekir. Şairin bu beyitte öz eleştiri yaparak cansız isim ve
fiiller kullanmak suretiyle üslûbunu donuklaştırdığını ifade etmektedir.
Soğuktan etkilenen: Lafızlar.
15 ǾAlev de ditrer efendi firâz-ı aħkerde
Ki ateşüñ daħı ķalbinde žâhir oldı şitâ
(Kış soğuğu, etkisini ta ateşin kalbine kadar işlemiş ki, ateş korundan yükselen alevlerin bile titrediği
gözlenmiştir).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, ateşin titremesi.
Şair, birinci beyitte güneşin titreyişini gözlemlemiş ve bu titreyişi şiddetli soğuklara bağlamıştı. Bu
beyitte de, ateşin kıştan etkilendiğini dolayısıyla alevindeki titremenin gerçek nedeninin şiddetli
soğuklar olduğuna dikkat çekiyor.
Şaire göre, hava, su, ateş, toprak unsurları tamamen kışın kabza-i tasarrufuna girmiştir.
Soğuktan etkilenen varlık: Ateş (alev, kor).
16 Ķapandı keŝret-i berf ile hep cibâl ü vahâ
Gümüş feżâsı dinür şimdi Rûm’a ser-tâ-pâ
(Karın bol yağmasıyla dağlar ve ovalar kapandı. Bu yüzden bir uçtan bir uca karla kaplı Anadolu
coğrafyasını gümüş fezâsı diye adlandırmak uygundur).
Kış mevsiminin göstergeleri: Yolların karla kaplı oluşu.
Artık kış ulaşımı da olumsuz etkilemektedir. Dağlar karla kaplı, ovalar beyaz bir örtüye bürünmüştür.
Bu havada yolculuk yapmak imkânsızdır. Uçsuz bucaksız Anadolu yarımadası baştanbaşa karla
kaplıdır. Bu yüzden Rum yani Anadolu’ya “gümüş fezası” demek uygun olur.
Şair, Diyarbekirli olması hasebiyle çevre illere (Musul, Bağdat, Urfa, Rakka, Halep vb.) ziyaret ve
görev icabı gidiş gelişlerinde anlattığı realiteyi bizzat müşahede etmiş ve burada gözlemlerini ifade
etmiştir.
Soğuktan etkilenen varlık: Toprak (dağlar, ovalar)
17 Hezâr reşk ü ĥased ehl-i arż-ı tisǾîne
228 Ki Rûm’a nisbeten iķlîm-i Hind’dür meŝelâ
(Doksanıncı arz dairesinin insanlarını kıskanmamak imkânsız. Meselâ, Anadolu’ya kıyasla Hint
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler
iklimi bunlardan biri. Hindistan halkı benim yaşadığım soğuktan habersiz. Bu yüzden onları
kıskanıyorum).
Kış mevsiminin göstergelerinden biri, Anadolu’da yaşanan şiddetli soğuklardır.
Şair, Anadolu’daki şiddetli soğuğu müşahede ettikten sonra hayalini sıcak iklimli memleketlerde
gezdirmeye başlıyor. Görüyor ki oralarda soğuktan eser yok. Hal bu olunca, sıcak iklimli
memleketlerin insanlarını kıskanma ve o sıcak memleketlere özlem duygusu şairi Anadolu’dan
soğutuyor.
Soğuktan etkilenen varlık: Toprak (Anadolu).
18 Bu sâl buz baśan eśnâf ayaġı düz baśdı
Śıcaķda bayġını buz balŧası keser ĥâşâ
(Bu yıl buz basan esnafın ayağı düz bastı. Zira sıcaktan bayılanları ancak buz baltası ayıltabilir).
Soğuk kış mevsiminin sosyal hayata etkisi: Buz basan esnafın işi yoluna girmiştir. Birinci beyitteki
“buz basmak” kelimesini iki anlamda değerlendirmek gerekir. Birincisi, buz hâlini almış yol
tepelemek. İkincisi, eskiden buzhane diye adlandırılan depoları kışın karla doldurmak. O yıl çok
şiddetli bir kış mevsimi yaşanmış ama neticesi kazanç yönünden bol ve bereketli bir yaz olmuştur.
Kışın insanları tir tir titreten kar ve buz, artık yaz aylarında şiddetli sıcaktan bayılanları ayıltmak için
kullanılmaktadır.
Soğuktan etkilenen varlık: İnsanlar (esnaf).
19 Bahâr olursa da nesrîn ü yâsemen yerine
Çemende ķar ŧopıdur açılan bu yıl tenhâ
(Bu yıl bahar olsa da bahçede nesrin ve yasemin yerine sadece kartopu açacaktır).
Soğuk kış aylarının sonu: Bahar mevsiminin gelişi gecikmiş, kar yığınları baharda bile ortada
durmaktadır.
20 Cemed-fürûş mısın ey ķalem bir inśâf it
Cihâhı ŧoñdura yazduñ nedür bu bârid edâ
(Ey kalem! Buz satıcısı mısın? Biraz insaflı ol. Nedir bu soğuk üslûp? Cihânı donduracaksın).
1.2.2. Şitâiyye (Tegazzül)
Semend-i sâġara vir sâķıyâ Ǿinân-ı Ǿaŧâ
Feżâ-yı meclisi ķıl ĥalbetü’l-kümeyt-i śafâ
(Ey sâkî, atâ (bağışlama) dizginini kadeh atına ver, yani kadehin dizginini serbest bırak. Meydanı da
zevk, safa atını koşturanlara bırak, meclisi onlar için hazırla)
Amân ŝelâŝe-i ġassâle śun tamâm olsun
Şitâ-yı ġam cemerâtı budur dimiş Ǿuķalâ
(Aman ha, içki kadehini üçlemeyi unutma. Uzmanlar, gam kışının sona ermesi için üçüncü cemrenin
de düşmesi gerektiğini söylemektedir. “Selase-i gassale”, içki kadehini üçleme, üçüncü kadehi içme
anlamına gelen bir terimdir. Cemrenin cemi cemerâttır. Cemre, Şubat aylarında başlayarak havanın
yavaş yavaş ısınmasını sembolize eden bir kış terimidir. Cemrenin sırayla havaya, suya ve toprağa
düştüğüne inanılmaktadır)
229
Bizümle olmaduñ ülfetde çünki germ-â-germ
İdris KADIOĞLU
(cemreler), dişi kitlen- (şiddetli soğuktan ağzını açamamak), füsürde-tab‘ (donuk mizaçlı, fıtratı donuk,
hissiz, duygusuz), gümüş fezâsı (uçsuz bucaksız beyazlık), hasîr işlemek (hasır dokumak, (mec.) don
atmak), hayme-i siyâh (siyah çadır, mec. kara bulut), incimâd et- (donmak), incimâd-ı sakf-ı sipihr (gök
kubbenin donmuş hali), iştidâd-ı havâ (havanın soğukluk şiddeti), kabzaya almak (ele geçirmek, etkisi
altına almak), kar topu, karcı başı, kışlakçı (kışlık dolaşan), lerziş-i sermâ (soğuğun titreyişi), nîl-i felek
(mavi gökyüzü), sadâ-yı ra’d (gök gürlemesi), sâl (sal, küçük kayık), savuk (soğuk), savuk demir, savuk
muâmele, savuk tabi‘at, sehâb-ı tîre (siyah bulut), sünbülesi göger- (soğuktan başağın gök rengini alması),
şitâ’ (kış), şitâ-yı gam, tırnağı dökül- (soğuktan tırnağı düşmek), toñ atdırmak, toñdura yaz- , zemherîr
(kara kış), zemherîr-i firâk (ayrılık karakışı).
1.2.4. Bir Tahlil
Yukarıdaki kelime ve kelime grupları, şairin gözlemleriyle soğuğun etkilediği veya soğuktan etkilenen
varlıklar için kullanılmıştır. Kasidenin girişinde, şiddetli kış soğuğuna maruz kalan varlıkları; hava, toprak,
su ve ateştekiler olmak üzere dört grupta toplayabiliriz. Havadakiler: Güneş, ay, yıldızlar, burçlar ve
Samanyolu; yerdekiler: bitkiler, hayvanlar, insanlar, dağlar ve ovalar; sudakiler: Balıklar; ateştekiler: Alev,
kor ve semenderdir.
Şair, kışı ve soğuğun şiddetini anlatırken yer yer sıcak ve sıcakla ilgili “güneş, ateş, hamam, cehennem,
sıcak yaz” gibi zaman ve mekân kavramlarını da kullanmıştır.
Kaside aşağıdaki beyitlerin yer aldığı dua bölümüyle sona ermektedir.
Hemîşe tâ ki gülistân-ı dehre Ǿârıż olup
Bu çâr-faśl bahâr u ħazân u śayf u şitâ
Riyâż-ı devlet ü iķbâline o düstûruñ
Ħazân irişmeye mânend-i Cennetü’l-Me’vâ
Güşâd ide gül ü sünbüllerin hemîşe bahâr
Be-yümn-i terbiye-i bâġbân-ı feyż-i Ħudâ (K8/81-82-83)
1.2.5. Kâfât-ı Şitâiyye
Lebib, “Kâfât-ı Şitâiyye” başlığı altında kış aylarının özellikleri ve insan üzerindeki tesirlerini dile
getirdiği şikâyet türünde bazı manzumeler (K50, K54) yazmıştır. Şiirler, Vali Çeteci Abdullah Paşa’ya
sunulmuştur. Ayrıca Arap şairlerinden İbn Sükkere’nin “Kâfât-ı Şitâ” gazeli Lebib tarafından Arapça olarak
tanzir edilmiştir.
Eŧrâfı alup cünd-i şitâ ser-te-ser oldı
MaǾmûre-i dil pâ-zede-i fikr-i müǿennât
Kâfât-ı şitâdur oķınan şiǾr bu mevsim
Ammâ ķuluñ itmem heves-i keŝret-i kâfât
Kâfî mi degül kâf-ı kefîl-i keremüñ kim
Mâ-fâtuma żammuñla ola ĥüsn-i mükâfât (K54/6-7-8)
1.3.Bahâriyye
Başlık: “Ķaśîde-i Bahâriyye-i bî-hem-tâ vü Dil-güşâ Der-Vaśf-ı Çeteci ǾAbdu’llâh Paşa”
Beyit sayısı: 54
Vezin: Mefâ‘îlün / Mefâ‘îlün / Mefâ‘îlün / Mefâ‘îlün 231
İdris KADIOĞLU
232 (Yine, yeni söyleyiş tarzıyla ördüğüm bahariyye kumaşım, Gülşeni hazretlerinin ruhunu canlandırdı
ve ona hediye oldu.)
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler
(Menekşe, barut gibi tohumlarını yeryüzüne saçtı. Baharda yer altından fışkıran menekşeler,
ağaçların ban otunu görünmez etti.)
15 Hemân taǾķîb içün berķ-i śavâǾiķ cünd-i sermâyı
Olup śavlet-fezâ fersân-ı ebre śavlecân oldı
(Şimşek ve gök gürültüsü, kış ordularını takibe aldı. Bulut atına saldırıp onları bir an önce yağmur
yağdırmaya zorlayan kamçı, çevgan oldu.)
16 Felek der-kâr idüp ķavs-ı ķuzaĥla tîr-i bârânı
Şabâşâb-ı sihâm-ı cünd-i ķudret râygân oldı
(Gök kubbe, yağmur oklarıyla Ebemkuşağını açığa çıkardı. Kudret askerinin ok şapırtılarının sesi
iyice arttı.)
17 Tegerg üsrüb śaçup yaġmur miŝâli yel tüfenginden
Nihâl ü berg-i sûsen şâhir-i seyf ü sinân oldı
(Dolu, yel tüfeğinden yağmur gibi kurşun saçmaya başladı. Ağaç ve susam yaprağı, kılıç ve süngü
takıp cenge hazır olduklarını ilan ettiler.)
18 Süyûl-ı tîz-rev yürüşle aldı deşt ü hâmûnı
Şitânuñ cünd-i tündi cümle bî-nâm u nişân oldı
(Coşkun seller, her tarafı istila etti çöl ve sahraları göle çevirdi. Bu durumda, kışın haşin sert
askerinden eser kalmadı, hepsi dağıldı.)
19 Bi-ĥamdi’llâh yeǿcûc-i ħaŧardan ķalmadı mihnet
Havâlar dil-güşâ taġ üsti bâġ u bûstân oldı
(Allah’a çok şükür Yecüc yağmasının tehlikesi (kış) ortadan kalktı, sıkıntı kalmadı. Gönül açan
bahar havası dağları da bağ ve bostana çevirdi.)
20 Açıl mecmûǾa vü yârân ile ŧarf-ı çemenzâra
Lebîbâ bir ġazel tarĥ it ki nažmuñ ķût-ı cân oldı
(Ey Lebib, bahar geldi, dostlarla mesire yerlerine açılmanın tam zamanıdır. Şiir defterini de yanına
almayı unutma, yazdığın bahariye cana can kattı, artık yeni bir gazel söyleme zamanı gelmiştir.)
1.3.2. Bahariyye (Tegazzül)
21 Ayaķlandurmadı dil ħastesin ħayli zamân oldı
Ki bezme sâķî ol bî-raĥm u ol nâ-mihrbân oldı
(Merhametsiz, acımasız sevgili bezmin sakisi olduktan sonra hasta gönüllü aşığını ayaklandırmayalı
hayli zaman oldu.)
22 Lebi ġoncayla rûyı verd-i terle ķıldı baĥŝ ammâ
Benüm de ebr-i nîsân ile dîdem imtiĥân oldı
(Şair, dudağı goncaya, yüzü taze yaprağa benzeterek güzel konular açtı ancak, benim nisan
yağmurları gibi gözyaşlarım akmaya devam etmektedir. Arzularım yerine gelmediği için sabır
imtihanım devam etmekte.)
23 Nihâlân üzre tecrî taĥtiha’l-enhâr1* oķur bülbül
Śarîĥ-ı naśś ile gülzâr-ı firdevs-i cinân oldı
234
*
“...Allah onlara içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır...” Kur’ân-ı Kerim, 9/100”
ayetinden iktibas edilmiştir.
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler
(Bahar, Cennetin altından ırmaklar akan Firdevs bahçelerini andıran muhteşem güzelliğiyle geldi.
Bülbül su kenarındaki gül dalında aşkın coşkunluğuyla adeta apaçık bir dille “tecrî taĥtiha’l-enhâr”
(altından ırmaklar akan cennetler) ayetlerini terennüm etmektedir.)
24 Reg-i ebr-i bahârı gülşene mîzâb-ı raĥmetdür
Bu mevsim mekke-i gülşen maŧâf-ı ķudsiyân oldı
(Bahar bulutunun damarı (toprağa can veren yağmur) gül bahçesi için rahmet oluğudur. Yeryüzü
rahmet hazinesinin “altınoluk”tan boşandığı Kâbe gibi oldu. Haccın ilkbahar mevsimine denk
geldiğine işaret etmektedir.)
25 Menâr-ı serve çıķdı eś-śalâ-ħvân oldı eŧrâfa
Seĥerden fâħte bîdâr-sâz-ı ħuftegân oldı
(Üveyik kuşu, seher vakti minareye benzeyen selvi ağacının tepesinde orkestrasını kurup ötmeye
başlayınca uykudakilerin hepsi uyandı. Fahte aynı zamanda musiki makamlarından biridir.)
26 Boyatdı reng-i nîlüferle śûfî ŧarf-ı destârın
Bahâra tâzeden âvîze-bend-i taylasân oldı
(Tasavvuf ehli bile bahardaki renk cümbüşünden ilham alarak sarığının bir yanını gök mavisi rengine
boyattı ve yeni imajıyla (sarık bağlama) baharda dikkatleri üzerine çekti.)
27 ǾAcem kûçeklerin Ǿuşşâķ çenberden geçürdi hep
Bu devri śûfiyânuñ devr-i bezm-i Iśfahân oldı
(Uşşak makamı, Acem makamını çemberden geçirdi. Musikinin en güzel makamları iç içe geçerek
itina ile icra edildi. Sûfilerin bu dönüşleri de Isfahan makamıyla farklı bir hal aldı. Her kesim bahar
coşkunluğunu kendince canlı bir şekilde yaşamaktadır.)
28 Bahâr-ı ŧabǾa bu feyż-i leŧâfet gelmege bâǾiŝ
Nesîm-i raġbetiyle ol vezîr-i kâr-dân oldı
(Şairin aklına bu parlak feyizlerin gelmesinin, baharı konu edinmesinin sebebi, muktedir vezir Abdullah
Paşa’nın Diyarbekir’e yeniden tayin edildiği haberinin ulaşmasıdır.)
1.3.3. Bahariyye (Söz Varlığı)
Kasidenin nesib ve tegazzül bölümünde çok sayıdaki kelime ve kelime grubu doğrudan ya da dolaylı
olarak baharla ilgilidir. Baharla ilgili İsim, sıfat ve tamamlamalar alfabetik sıraya göre dizilmiştir:
“Acem kûçekleri (Acem makamı), bâġ (2), bahâr, bahâr-ı ŧab‘(kişilik baharı), Bahâristân-ı Câmî (Molla
Cami’nin meşhur eseri), barut (barut, mec. Tohumların patlaması), benefşe (menekşe), berg (yaprak) (2),
berķ-ı śavâ‘iķ (soğuk şimşekler), bezm (meclis), bîd-i selâm (salkım söğüt), bûstân (bahçe), bûy (güzel
koku), bülbül (2), cilve, cûy (nehir, akarsu), cünd-i sermâ (kış askeri), çemenzâr (çimenlik, bahçe), đaĥĥâk-ı
sermâ (Dahhak: İran’ın zalim ve gaddar hükümdarı, Dahhak-ı sermâ: Kış, soğuk zulmü), destgâh (tezgah,
Kudret atölyesi), bezm-i Iśfahân (Isfahan makamının çaldığı meclis), direfş-i gâvyân (Demirci Gave’nin
bayrağı, mec. Bahar), ebr-i nîsân (nisan, bahar bulutu), eşcâr (ağaçlar), ezhâr-ı bâdâm (badem çiçekleri), fâħte
(üveyik kuşu, musiki makamı), ferîdûn-ı havâ (Feridun: Gavenin yardımıyla zalim Dahhak’ı öldürmüştür,
lakabı Ferruh, mec. Bahar havası), fersân-ı ebr (bulut atı), fetĥiyye-ħvân (Fethiye, zafer kasidesi okuyan) ,
feyż-i bahâr-âşûb (güzellik karıştıcı feyiz), feyż-i leŧâfet (letafet bolluğu, feyzi, bereketi), feżâ-yı gülsitân
(uçsuz bucaksız bahçe), ġonca (açılmamış gül), gülsitân (gül bahçesi) (2), Gülşen (gül bahçesi) (2), gülzâr-ı
firdevs-i cinân (cennetler içinde Firdevs bahçesi), ĥabâb-ı cûy (su kabarcıkları), havâ (bahar havası),
235
havâlar (bahar havaları)(2), imdâd-ı fetĥ (fetih yardımı, mec. tohumların açılmak için yardım çağrısı),
İdris KADIOĞLU
kâlâ-ı bahâriyye (bahariye kumaşı), ķubbe çadırlar (ağaçların yaprakla örtülmesi), mâye-baħş-ı gülsitân
(bahçeyi, bitkileri mayalayan ilahi iksir), meclis, mekke-i Gülşen (bahçeyi andıran Kabe), menâr-ı serv
(servi ağacının minaresi), mevsim, mîzâb-ı raĥmet (rahmet oluğu, mec. Yağmur, mec. Kabe’deki Altın
Oluk), mürġân (kuşlar), naħl (fidan), nergis-i şehlâ (güzel ve baygın bakışlı göz, nergis), nesc-i nev-tarĥ
(yeni dokunmuş orijinal desenli kumaş, mec. Bahar, mec. şiir), nesîm-i raġbet (rağbet edilen bahar rüzgarı),
nessâc-ı ķudret (kudret dokumacısı), nev-bahâr (ilkbahar), nev-rûz (yeni gün, ilkbahar), nihâl (taze fidan),
nihâlân (fidanlar), ordugeh-i śâĥib-ķırân (yaratıcının talimgahı, yeryüzü), ra‘d (gökgürültüsü), râġ (çayırlık,
çimenlik, bağlık, bahçelik, bağ u rağ: güzel), râygân (pek çok bol, hem de bedava), reg-i ebr-i bahâr (bahar
bulutunun damarı, yağmur), reng-i nîlüfer (nilüfer renkli, mavi aheng), śabâ (hafif ve latif rüzgar, musiki
makamı), sâķî (içki sunan), sûsen (sevsen, susam), şâħ-ı gül (2) (gül dalı), şeh-i nev-rûz (Nevruz sultanı,
yaratıcı), şitâ (kış), taġ (dağ), tâze (taze), tecrî taĥtiha’l-enhâr (altından ırmaklar akan güzel yer, bahar,
cennet), tegerg (dolu), tîr-i bârân (ok misali yağmur), Uşşâķ (musiki makamı), verd-i ter (taze yaprak),
yaġmur, yel tüfengi (yel tüfeği).”
Bahariyedeki baharı hatırlatan fiiller de şunlardır:
“açıl-, âteş-feşân (ateş saçan, mec. Kırmızı renk) ol-, ayaķlandır- (ayağa kaldırmak), bahâr ol-, boyan-,
cünbiş śal-, çenberden geçir- (musiki enstumanıyla güfteyi besteye çevirmek), kâmrân ol- (mutlu, mesut
olmak), naķş at- (ressamın fırça darbesiyle resmi tasarlaması), śaç-, ŧarâvet ver-, üsrüb (kurşun) śaç-“
1.3.4. Bahariyye (Bir Latîfe)
Bahariyye kasidesiyle ilgili vali Abdullah Paşa ile şair Lebib arasında geçen latife Lebib divanında
üç kıtada dile getirilmiştir. Bir kıta valiye diğer iki kıta ise Lebib’e aittir. Şiirin başlığında müstensihin
verdiği bilgi şöyledir: “Bâlâdaki bahâriyye ķaśîdeyi Çeteci Paşaya beyti bir altuna söyleyüp soñra bu ķıŧǾayı
söylemiş”
Lebib:
Bezm-i ħıdîv-i dehrde ķâdir mi taǾnla
MıśrâǾ-ı nažm-ı ŧabǾuma bir kimse el śuna
İtdüm be-raġm-ı ĥâsid o mıśrâǾları fürûħt
Şeh-bender-i Ǿinâyete çifti bir altuna
(Zamanın vezirinin meclisinde bir kimsenin ayıplayarak şiirlerimin bir mısraına el uzatması mümkün
değil. (Şiirlerimi değersizleştirmeye kimsenin hakkı yoktur) Ben de kıskananların rağmına, yazdığım
mısraları yani bu kasideyi her beyti bir altın karşılığında inayet elçisi vali Abdullah Paşa’ya sattım.)
Cevâb-ı Çeteci Paşa:
Degme bahâya virme Lebîbâ metâǾuñı
Silk-i leǿâl-ı nažmuñı aldurma müftine
Her gevherüñ bahâsını aǾlâ bilür göñül
Yüz biñ fülûrı isteseñ olmaz mı çiftine
(Ey Lebib, malını, mücevheratını, yok pahasına ucuza verme. Kasidenin inci dizisini bedavaya satma.
Her mal, sahibinin gönlünde paha biçilemez değere sahiptir. Dolayısıyla şiirlerinin her beyti karşılığında
yüz bin fülûrî (altın lira) istesen yerindedir.)
Tekrar cevâb-ı Lebîb:
Ķıymet-şinâs-ı cevher-i nažm âśaf-ı kerem
236
Almaz zülâl-i maǾrifeti gerçi müftine
Lebîb-i Âmidî Dîvânında Mevsimler
237
İdris KADIOĞLU
4
Mâh-ı Ramażânum şeref ü şân ile geldüñ
Müǿminlere sen müjde-i ġufrân ile geldüñ
SONUÇ
“Lebîb-i Âmidî Divanı’nda Mevsimler” konulu çalışmanın araştırma sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz.
1. Lebib Divanı’nın bir nüshası Ali Emiri Efendi tarafından istinsah edilmiştir.
2. Lebib Divanı’nda mevsimleri konu alan “Temmuziyye”, “Şitâiyye” ve “Bahâriyye” türünde şiirler
vardır.
3. Şair, Ramazan ayını da bir mevsim olarak değerlendirmektedir. Bu konuda “Îdiyye” ve “Temcîdiyye”
türünde şiirler yazmıştır.
4. Temmuziyye’nin özellikle “tegazzül” bölümünde yaz ve sıcakla ilgili kelimeler; Şitaiyye’nin özellikle
“nesib” ve “tegazzül” bölümünde kış ve soğukla ilgili kelimeler dikkat çekmektedir. Bahariyye’de ise
bahar, nevruz, nev-bahar gibi baharı, güzeli ve güzelliği çağrıştıran söz varlığı kasidenin tamamına
yayılmıştır.
5. Lebib, sosyal hayatın tam içinde olan toplumla birlikte yaşayan, yazın sıcaktan, kışın soğuktan
etkilenen, baharın güzelliklerini bütün benliğiyle yaşayan bir taşra şairidir. Lebib’in hayatı ve
eserleri incelendiğinde, Divan şairleri hakkında yapılan “kendi iç dünyalarına kapanmıştır, halktan
ve sosyal hayattan uzaktırlar, sadece yüksek zümreye hitap ederler” şeklindeki eleştirilerin haksız
olduğu anlaşılacaktır.
6. 18.yy’da Diyarbekir sosyal hayatını yansıtan şiirler de yazan şair, özellikle Ramazan aylarında
şehir ve insanlardaki sevinç ve coşkuyu dile getirmektedir. İtar, sahur, bayram ve bayramların
güzel atmosferini şiir vasıtasıyla dile getirmektedir. Yazdığı “Îdiyye, Ramazaniyye ve Temcîdiyye”
türündeki şiirler -Ramazan farklı mevsimlere denk gelse de- hep aynı güzelliği yansıtmaktadır.
KAYNAKÇA
Ali Emîrî, Esâmî-i Şu‘arâ-yı Âmid, Millet Kütüphanesi, Manzum Eserler, Tarih, No, 781/1.
Ali Emîrî, Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid, İstanbul 1328.
Çeçen, Halil (2007), “Klasik Şiire Yansıyan Kış Manzaraları ve Diyarbakırlı Lebib’in Şitaiyye Kasidesi”, Gazi
Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Özel Sayı, s.97-111.
Kadıoğlu, İdris (2003). Lebib-i Amidi, Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkitli Metni, Doktora
Tezi, DÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır. 239
Kadıoğlu, İdris (2005), Diyarbakırlı Lebib Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanı, Malatya, DÜ Ziya Gökalp
Eğitim Fakültesi Yayını.
Kadıoğlu, İdris (2010), Diyarbekir “Encümen-i Dânişi”nin Üstad Şairi Âgâh ve Devrindeki Şairler Üzerindeki
Etkisi, DÜSBED, Kasım, S.4, s.35-45.
Kurtoğlu, Orhan (2004), Lebib Divanı (İnceleme, Tenkitli Metin, Sözlük), Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Diyarbakırlı Emîrî Çelebi
Hayatı ve Şiirleri
Prof. Dr. Mahmut KAPLAN
Hüseyin ALPSOY
ÖZET
Seyyid Emîrî Çelebi, Diyarbakır’da yetişmiş zamanlarda da sürmesini sağlamış ve şiirlerine
önemli fikir ve sanat adamlarındandır. Asıl mesleği nazireler yazılmıştır. Çalışmamızda eldeki
ipek tücarlığı olmasına rağmen edebiyat ve sanat nüshalarda geçen 1 na’at, 1 kaside, 58 gazel ve bir çok
alanında da vermiş olduğu eserler ile adından söz beyitlerin çeviri yazısını yaptık ve şairin hayatı ve
ettirmiştir. Kaynaklarda oldukça fazla şiir yazmış edebi kişiliği hakkında bilgi verdik.
olduğundan bahsedilmektedir. Söyleyişindeki Anahtar Kelime: Diyarbakır, Âmed, Emîrî
duruluk ve sadelik, etkisinin kendinden sonraki Çelebi, Alî Emîrî
Mahmut KAPLAN
Hüseyin ALPSOY
Emîrî’nin Hayatı:
Diyarbakır eşrâfından Seyyid Emîrî Çelebi olup Alî Emîrî’nin büyük dedesidir. Asıl adı Mehmed’dir.
Diyarbakır’ın yetiştirdiği önemli simalardandır. Bir nasihat-nâme kaleme alan Emîrî, bir divançe ile gazel
ve kaside vadisinde de söyleyecek sözü olduğunu göstermiş, çağdaşı şairlerle karşılıklı şiirler ve nazireler
söylemiştir. Şiirlerinde Emîrî mahlasını kullanmıştır. Bu tebliğde şairin hayatı ve divançesindeki şiirleri
üzerinde durulacak edebi kişiliği tesbit edilmeye çalışılacaktır.
Silsilesi âriflerin önderi Seyyid Emîrî hazretlerine yedinci derecede ulaşır. Orta yaşlarında Hamî-i
Amidî yetişmiştir. Hâmî, Emîrî’nin vefatından sonra oğlu Mustafa Çelebi ile arkadaş olmuştur.
Seyyid Mehmed Emîrî, Diyarbakır’da 1035/1625’ tarihi civarında doğmuştur. Şair, yüzyılı aşkın bir
ömür sürmüştür. Soy bakımından 27. tabakada Hz. Hüseyin’e ondan da Hz. Alî ve Hz. Muhammed’e
bağlanmaktadır. Diyarbakır ve çevresindeki yerleşim yerlerinde bulunan seyyitler onun neslinden gelmiştir
(Alî Emîrî, 1328: 49). Sâlim ve Safayî de tezkirelerinde Emîrî’nin seyyid olduğunda hemfikirdirler (Sâlim
Efendi, 2005: 223-224; Mustafa Safayî Efendi, 2005: 88). Şairin Emîrî mahlasını almasını Sâlim şöyle
izah eder: “Miyân-ı şu’arâda bir emîr-i sâhib-livâ-yı fesâhat olmaġın mahlas-ı merkûmı ihtiyâr ve bu lakab
ile şöhret-şi’âr olmışlar idi.”(Sâlim Efendi, 2005: 224). Diyarbakırlı ünlü Divan şairi Hâmî, Emîrî’ye
orta yaşlarında yetişmiş, şairin ölümünden sonra da Emîrî’nin oğlu Mustafa Çelebi ile arkadaş olmuştur.
Döneminin ünlü şairlerindendir. Alî Emîrî, Şeyhî’nin Vakâyiu’l-Fuzalâ’sında Âgâh gibi bir şaire yer
vermediği halde Emîrî’yi almasını şairin ününe bağlar. Aynı şekilde Emîrî’den 40-50 yıl sonra yazılan
Râmiz Tezkiresi’nde şair hakkında bilgi verilmesi de şairliğinin bir göstergesidir (Alî Emîrî, 1328: 49).
Emîrî, hayatı boyunca Diyarbakır’dan dışarı çıkmamıştır. Ona vekâleten eserleri şehirleri ve ülkeleri
dolaşmıştır. Şair, babasından kalan zengin bir servete sahip olduğundan düşkünlerin elinden tutmuş,
onlara yardımcı olmuştur. Emîrî’nin cömertliği dilden dile dolaşacak düzeydedir. Alî Emîrî’nin ifadesiyle,
“Müzâyakaya giriftâr olan şu’arâya da muaveneti dirîg eylemezdi. Hattâ onların iâşesi için erbâb-ı servetden
olan sâir yârân-ı memleketden de istihsâl-i nükûd-ı muâvenete delâlet ederdi.” (Alî Emîrî, 1328: 49). Alî
Emîrî, büyük dedesi Emîrî’nin bu özelliğine dair, Şûrî ile şair arasında geçen manzum latifeleşmeyi nakl
eder: Şûrî, Emîrî’ye şu kıt’ayı gönderir:
İy kān-ı kerem mekremetiñ tekmįl et
Va’d eyledigiñ cerįdeye ta’cįl et
Emîrî hakkında bize bilgi veren bir diğer tarih de “Târih-i Nihâni-i Âmedî berâ-yı lihye-i Emîrî Çelebi”
başlıklı olup Nihânî-i Âmidî’ye aittir. Bu tarihte de Emîrî’nin sakal bırakması hakkındadır:
Hatt-ı ruhuna Nihānį yazdım
Tārih akşām mahalli oldı1081/1671
Emîrî, ticarete yatkın olan eşine dostuna maddî bakımdan destek olur, onlara sermaye vererek iş hayatına
atılmalarını sağlar, kimi zaman ortak olarak hem kazanır hem kazandırırmış. Diyarbakır’da ipekli kumaş
dokuma işini geliştirmek için çok gayret göstermiştir. Uzun bir ömür süren Emîrî,1137/1724 Şa’bân’ının on
beşinci günü vefat etmiş, dostları “Terk-i nâsût” terkibiyle ölümüne tarih düşürmüşlerdir:
Cevlāngehi oldı bāg-ı lāhūt
Tārįhi denildi terk-i nāsūt
Cenaze namazı, Rumkapısı haricinde içlerinde Vâlî Ârifî Ahmed Paşa, Âgâh, Vâlî, Hâmî, Lebîb, Çâker
efendi gibi şairlerin de katıldığı büyük bir cemaat tarafından kılınmış; hacıların güzergâhında Kanlıgöl
denilen yerin üzerindeki tepeye defn edilmiştir (Alî Emîrî, 1328: 50).
2. Eserleri
a. Nasihat-nāme (Pend-nāme)
Emîrî’nin 145 beyitli bu mesnevisinin dört nüshasına ulaşabildik.1 Bu nüshalardan biri Milli
Kütüphane’de Türkçe yazmaları A 2669/138b-140a’da diğeri de Millet Kütüphanesi Alî Emîrî Manzum
eserler 860/4b-8a’kayıtlıdır. Üçüncü nüsha Millet Kütüphanesi Alî Emîrî Manzum Eserler 40’ta kayıtlı
divan içinde olan nüshadır. Dördüncü nüsha Türk Dil Kurumu Kütüphanesi A/362’de kayıtlıdır. Şair, oğluna
hayat yolculuğunda edindiği birikimleri manzum olarak akıcı ve anlaşılır bir dille öğüt vermek amacıyla
kaleme almıştır. Eser, Milli Kütüphane nüshasında Nasihat-nâme-i Emîrî bâ-Pusereş, Millet Kütüphanesi
nüshasında Pend-nâme-i Emîrî Çelebi olarak isimlendirilmiştir.
b. Divançe:
İstanbul Millet Kütüphanesi Nüshası: AEmnz40
Kaynaklarda divançenin birkaç nüshasının olduğu belirtilmektedir. Çalışmamızda esas aldığımız
243
1 Eserin üçüncü nüshasını Türk Dil Kurumu Kütüphanesi T.y.A/362’da bulup metnini gönderen öğrencim Abdullah Arı’ya teşekkür
ederim.
Mahmut KAPLAN
Hüseyin ALPSOY
nüsha İstanbul Millet Kütüphanesinde Alî Emîrî yazmaları içinde bulunandır. Bu nüsha elimizde ki en
kapsamlı nüshadır. Nüsha rika olarak yazılmış temiz bir nüshadır. 18 satırdan ve 43 varaktan oluşmaktadır.
Girişte, Der Na’t-i Hazret-i Seyyid-i Kâinât ve Efdalü’l-Mahlûkât isimli bir na’t ve Ka’side der-Hakk-ı
‘Abdurrahmân Çelebi isimli bir kaside bulunmaktadır. Ayrıca bir hicviyye ve nasihat-nâmesi de bu nüsha
içinde yer almaktadır. Bunlardan başka 56 gazel ve çeşitli beyitleri mevcuttur.
Nuruosmaniye Nüshası: 34 Nk 4395
Nuruosmaniye Kütüphanesinde bir mecmuadaki şiirleridir. Bu mecmuada 13 adet gazeli vardır. Bu
gazellerden yalnız iki tanesi Alî Emîrî nüshasında bulunmayan gazellerindendir. Diğer gazelleri bazı
kelime farklılıklarıyla Alî Emîrî nüshasıyla aynıdır. Bu farklılıklar transkripsiyonlu metin kuruluşunda
gösterilmiştir.
Ankara Milli Kütüphane Nüshası: 06 Mil Yz FB 484
Ankara Milli Kütüphane’de Eş’âr ismiyle kayıtlı nüshadır. Yazar adı diğerlerinden farklı olarak
Emîrî Mehmed Emr-Allâh (1035-1137/1625-1724) şeklinde verilmiştir. Nüsha tamamen özgün bir nitelik
göstermektedir. Elimizde bulunan Alî Emîrî nüshasıyla hiçbir ortak şiir bulunmaması dikkat çekicidir.
Nüshadaki şiirlerde Alî Emîrî’nin tezkiresinde topladığı nazire mecmualarındaki şiirlerlede benzer bir şiir
tesbit edilememiştir. İleride kayıtlarda geçen İngiltere ve Gürcistan nüshalarına da ulaşılarak yapılacak
çalışmayla konu hakkında daha net bilgi elde edilebilir. Ayrıca şairin kelime ve hayal dünyası üzerine
yapacağımız ayrıntılı çalışma ile nüshanın özgün bir nüsha mı veya bir başkasına ait nüsha mı olduğu tesbit
edilecektir.
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi: T.615 (40-64)
Türkçe yazmalarda numarasıyla kayıtlı nüshanın yapılan inceleme neticesinde ‘Amri isimli bir başka
şaire ait olduğu tesbit edilmiştir.
İngiltere Milli Kütüphanesi: Or.9826
Kayıtlarda İngiltere Milli Kütüphanesinde Or.9826 arşiv numarasıyla kayıtlı nüshadır. Emîrî Diyarbekîrî
adına Eşâr ismiyle kayıtlı nüshadır. İncelenmek üzere ulaşılacaktır.
Gürcistan Bilimler Akademisi Türkçe Yazmaları: AC7
Emîrî Diyarbekîrî adına Divan ismiyle kayıtlı nüshadır. Tifliste bulunan Gürcistan Bilimler
Akademisi’nde Türkçe Yazmalar kısmında AC7 arşiv numarasıyla kayıtlıdır. Henüz elimize ulaşmayan
nüsha incelenmek üzere temin edilecektir.
3. Emîrî’nin Kişiliği:
Alî Emîrî, şairin fizikî görünüşünü, babasından, o da dedesi Süleyman Çelebî’den şöyle nakleder:
“Ceddim Seyyid Mehmed Emîrî hazretlerine yetişdim; kâmeti uzunca, kemikleri iriye mâ’il orta ağızlı,
mutavassıt burunlu, çatık kaşlı, gözleri büyük, cephesi geniş, güzel sîmâlı, müsahabeti gâyet sevimli idi”
(Alî Emîrî, 1328: 50).
Emîrî, devlet memuriyeti yapmamış, hayatını ticaretle kazanmış olmakla birlikte bir asra yakın adeta
bir lisan hocası hizmetini görmüş, Âgah,Vâli, Hâmî gibi şairler onun zamanında yetişmişlerdir. Alî Emîrî
Efendi, atalarından olan şairin kişiliği hakkında ayrıntılı bilgi verir. Buna göre: “Emîrî, bahar mevsiminde
şehrin edip, musikişinas ve şairleriyle bahçelere gider, tabiat güzelliklerini seyrederek sohbet edermiş. Şair,
kâmil insanların öldüklerinde arkalarında eser bırakmaları gerektiğini, aksi takdirde unutulup gideceklerini
şu çarpıcı ifadelerle dile getirir: “insân-ı kâmil olanlar dünyâda eser bırakmalıdır, sâhib-eser olanlar tevârîh-i
müstakbele-i ümmîde mutlaka bir gûşe bulup yerleşirler.
244 Esersizler, mübhem bir karanlık içinde kalarak mürûr-ı zaman ile kâinâtın zerrât-ı nâbûdîsine karışır,
ricâl-i mensiyeden olurlar. Yine der idi ki insanların takip eylediği nokta-i nazar vatana ve cemiyyet-i
Diyarbakırlı Emîrî Çelebi Hayatı ve Şiirleri
beşeriyyeye hidmet sûretiyle pâk ve âlî olmalıdır. Cihânı yalnız kendi istifâdesine münhasır zanneden
kûtâh-bînân ma’nen ikbâl-i vatanın kâtilleridir.
Evlâdının istirâhatine merhamet zannıyla tahsil ve terbiyesine dikkat etmeyenler hüsn-i ahlâk fazîlet
gibi cevâhir-i maâlî ile müzeyyen olan iklîl-i iftihârı iksâdan kendi ciger-pârelerini mahrûm etmek için reh-
zen olurlar.” (Alî Emîrî, 1328: 51)
Emîrî’nin şairliği hakkında tezkirelerde olumlu ifadeler dikkat çekicidir. Sâlim, “asrıñ pür-gû
şu’arâsından ve vaktin zürefâsındandır.” (Sâlim Efendi, 2005: 224); Safâyî, “Evâ’il-i hâlinde tahsîl-i
dest-mâye-i irfân ile asrıñ şu’arâsı zümresine dâhil olmaġla gerçekden şâ’ir-i mâhirdir.”(Mustafa Safayî
Efendi, 2005: 88); Râmiz, “tüccâr-ı zevi’l-iktidârdan bir zât-ı celîlü’l-mikdâr olup sarf-ı nakdîne-i makderet
birle tahsîl-i emti’a-i ma’rifet idüp sû’-ı hünerde kâlâ-yı zer-beft-i girân-kıymeti miyâne-i hâcegiyân-ı
bendergâh-ı dâniş ü kemâlde tamġa-zen-i dest-i raġbet olmuş emîrü’l-kelâm yesâr-ı irfânı âhir bir şâ’ir-i
be-nâm idiler”(Râmiz, 1994: 11) demektedirler. İsmail Belîg, Emîrî’nin sadece bir gazeline yer verirken
herhangi bir değerlendirmede bulunmamıştır (İsmail Belîğ, 1999: 18). Şeyhî Mehmed Efendi de Zeyl-i
Şekâyık’da Diyarbakır’da 1137 tarihinde vefat edip, aynı şehirde defnedildiğini söyleyerek “halâs” redifli
gazeline yer vermiştir (Şeyhî Mehmed Efendi, 1989: 735).
Vefatı hakkında şu tarih düşürülmüştür.:
Cevelngāhı oldu bāğ-ı lāhūt
Tārįhi denildi (terk-i nāsût)1137
Emîrî Efendi’nin cenaze namazı büyük bir kalabalıkla kılınır, dönemin diyarbakır Valisi
Ârifî Ahmed Paşa ile dönemin şairleri Âgâh,Vâlî,Hâmî,Lebîb,Çâker Efendiler de hazır bulunurlar.
Emîrî, hacıların güzergâhı olan Kanlı Göl adlı yerin üst taraflarında defnedilir.
Alî Emîrî, şair hakkında geniş değerlendirmeler yaparak şu görüşleri dile getirmiştir: “Hâlâ şehrimiz
mecâmi-i üdebâsında ve sair bilâdda birçok âsâr-ı belîgası mevcûddur. Gerek zamânında ve gerek daha
sonraları memleketimizin bestekârları tarafından eş’ârı ehviye-i latîfe ile bestelenip tagannî edilmektedir.
Nuût-ı şerîfe ve kasâyid ve gazeliyâtı bî-hadd ü hisâbdır.” (Alî Emîrî, 1328: 52). Alî Emîrî, görevli bulunduğu
Selanik ve Yemende bile dedesinin şiirlerinin okunduğunu söyleyerek şöhretine işaret eder. Tezkirelerde
şairin bazı gazel ve beyitlerine yer verilmiştir. Bu beyitlerden birkaç örnek ile yetiniyoruz:
Ey çarh-ı dil-siyāh neden minnetin çekem
İkbāl-i ‘izz ü devlet ile müttehem miyem
****
Ben üstühān oluram ey hümā-yı hāhiş-i dil
Sen āşiyān-ı emelde karār edinceye dek
****
Girdāb-ı ġamdan eyledi dil zevrakın halās
Hızr irdi hatt-ı sebze ruh-ı dil-rübā baña
4. Edebî Kişiliği
Emîrî, 4.Murad, III. Ahmed, arasında tahta geçen yedi Osmanlı padişahının saltanatlarını idrak etmiş
bir uzun ömürlü şairdir. Bu hükümdarların çoğu hakkında kasideler yazmıştır. Ayrıca arkadaşları ile de
manzum yazışmalarda bulunmuştur (Alî Emîrî). Emîrî’nin,
Bir dil ki sadākatle mahabbet var içinde 245
Mahmut KAPLAN
Hüseyin ALPSOY
Vâlî, Vahid Mahdûmî, Rızâ-yı Yenişehîr-i Âmidî, Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî, Hâmî-i Âmdî nazire
söylemişlerdir. Şairin, halas redifli şu beytine,
Olmadı dil kayd-ı gįsū-yı dil-ārādan halās
Bulmadı dįvānemiz zencįr-i sevdādan halās
Nusret-i Âmidî, Kâmî-i Âmidî nazire demişlerdir. Şairin bana redifli şu beytine,
Girdāb-ı gamdan eyledi dil zevrakın halās
Hazan erdi hatt-ı sebz ruh-ı dil-rubā bana
Fasih-i mevlevi nazire söylemiştir. Şairin,
Ey tıfl-ı dil o şāha yetįmāne karşu var
Nakįne-pāş dest-i ‘atādır subh-ı ‘ıyd
beytine Âgâh nazire söylemiştir. Emîrî’nin,
Yılda bir kere girersin sen ele ey gül-i ter
Seni ārāyiş-i destār edecek günlerdir
beytine yine Āgāh nazire söylemiştir. Şair’in,
Defter-i a’māli gör dād ü sitedden fārig ol
Vaktidir ey dilber akşām oldu dükkānın düşür
beytine Rāgıb-ı Āmidį nazire söylemiştir. Şair’in,
Revnāk-ı hüsnü şeb-i hatt-ı siyeh fāmdadır
Şem’in efzȗn-ter olan su’lesi akşāmdadır
beytine Birrî-i Mağnisâvi nazire söylemiştir. Bu beyitlerden başka aşağıda bazı örneklerini aldığımız
bir çoḳ beytine Alî Emîrî tarafından nazire söylenmiştir.
Kimsenin şem-i şeb-efrūzunu söndürme sakın
Kudretin var ise etrāfına pervānelik et
tükendi. Yani fırsat elden kaçtı demek istiyor. Kelimeler yine meslekten seçilmiştir:
Hāhiş-dār imiş dād u sitād etmege tut kim
Pāzār harāb oldı taleb-kār dükendi
Emîrî, kendi çağdaşlarını eleştirirken ticaret diliyle konuşur:
Kem etdi kadr-i ālemi hālis ‘ayāriken
Şimdi zamāne halkının ağzı gümüşleri
Alemin değeri halis ayar (altın) iken zamane halkının ağzının gümüşü değerini düşürdü.
Bu örnek beyitler, klasik şiirin günlük hayatla ne denli iç içe olduğunun bir belgesi nitleğindedir.
Emîrî, bir tüccar olduğundan çeşitli duygu ve düşüncelerini mesleki kelime ve kavramlarla ifade ederken
gelenek çizigisini devam ettirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Bu örnek beyitler, klasik şiirin günlük
hayatla ne denli içiçe olduğunun bir belgesi nitleğindedir. Emîrî, bir tüccar olduğundan çeşitli duygu ve
düşüncelerini mesleki kelime ve kavramlarla ifade ederken gelenek çizigisini devam ettirmekten başka
bir şey yapmamaktadır. İstanbul’a oldukça uzak olan Diyarbakır’dan dışarı çıkmayan bir şairin şiirlerine
Osmanlı coğrafyasının çeşitli şehirlerinden nazireler yazılması, şairin yalşadığı yüzyıldaki edebiyat
hayatının ne denli canlı olduğunun da bir ifadesidir.
Emîrî, ticaret terim ve kelimeleri yanında az da olsa mahalli söyleyişlere de yer verir. Ayrıca Nabi,
yolundan gittiğini iftihar vesilesi olarak dile getirirken lirik şiirler yazmaktan da geri kalmamıştır. Hatta en
fazla aşk temasını işlediği söylenebilir. Emîrî, aşk konusunda gelenek çizgisine bağlı kalmıştır diyebiliriz.
Aşağıda şairin aşk ve sevgili konusunda söylediği bazı beyitleri örnek olarak sunuyoruz:
Ħayāl-i yār da gelse derūna yer bulamaz
Binā-yı dilden eŝer yok ĥarįm-i cān tenha
DİVANÇE
1b.Der NaǾt-i Ĥażret-i Seyyid-i Kāināt ve Efđalü’l-Maĥlūkāt
Me fā į lün/ Me fā į lün/ Me fā į lün/ Me fā į lün
Gel ey kilk-i nedįm-i pür nikāt-ı bezm-i ruhānį
Sevād-ı levĥ-i dilden çek beyāża rāz-ı pinhānı
7a.Ġazeliyāt
255
Me fā į lün/fe i lā tün/me fā i lün/ fe i lün
Mahmut KAPLAN
Hüseyin ALPSOY
7b.Ġazel
Ġazel
Ġazel
8b.Ġazel
Ġazel
Ġazel2
Ġazel 3
Ġazel
Ġazel4
Ġazel5
Ġazel7
11a. Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
13a. Ġazel
Ġazel
Ġazel8
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
18b.Ġazel
Ġazel11
Ġazel12
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel13
Ġazel
Ġazel
Ġazel
22a.Ġazel 275
Me fā į lün/me fā į lün/ Me fā į lün/me fā į l lün
Mahmut KAPLAN
Hüseyin ALPSOY
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
Fā i lā tün/ Fā i lā tün/ Fā i lā tün/ Fā i lün/
Ġazel15
Ġazel
Ġazel
Mef ū lü/ fā i lā tü/ me fā į lü/ fā i lün
Ġazel16
Ġazel
Ebyāt
Beyt-i Diger
Beyt-i Diger
280
O deñlü derd çekdüm ben o nev-ħaŧŧ-ı gül-Ǿizārumdan
Diyarbakırlı Emîrî Çelebi Hayatı ve Şiirleri
Müşārüileyhin Fāris baǾżı ġazeliyātı görülmüş ise de Diyārbekir’de ḳalan evrāķ meyānında żāyiǾ
olmuşdur. Fakat Ħāfız-ı Şirāzįnüñ bir ġazel-i belįġlerine yalñız şu taħmis elde mevcūd kalmışdur.
Mülk-i ħūbį raħŧed zįr ü zeber mi-bįnem
Bāġ-ı ruħsār-ı tura ĥüsn-i diger mi-bįnem
Gerd-i rūy-i cū mehet sünbül-i ter mi-bįnem
Įnçe şūrist der devr-i ķamer mi-bįnem
Sifle -ŧabįǾat-ı cihān ey dil-i ĥayret-perver
Bugzer ez-vey ki maķāmest pür ān ħūn u ħaŧ
Resm-i āyįn-i vefā nist derin kaħ-ı dü der
26b.Zāl-i gįti kemer-i ħançereş ez-zer dāred
Her zamān ser zi-ten bį-günehi ber-dāred
ǾĀlem-i dil be-hemin Zāl-i sitemger dāred
Sārbān-ı seheri ber-nehc-i ķavvālān
Şerḥ-i in ķıśśa hemi goft be-śāḥib-ḥālān
Nāke feryād ber-āverd dü ceres şüd nālān
Esb-i tāzį-i şüde mecrūh be-zįr-i pālān
Ŧavķ-ı zerrįn hem-der gerden-i hırsį bįnem
Çarħ-ı bed-mihr ki kāreş hem naķş-ı ĥiyelest
Meclįs-i ārā-yı ĥarįfān daġā vü daġalest
Çün ne gįrem çe konem kār-ı cihān zįn ķablest
Eblāhānrā hem şerbet zį-gül-āb-ı Ǿaselest
Ķuvvet-i dāne hem der-ħūn-ı ciger mi-bįnem
Ey Emįri tu zį eyyām-ı rivāyet kem kon
27a.Gū be-medĥ-i leb ü dürc-i dehen-i yār suħan
Nįk u bed çün ki rānest derįn deyr-i kuhen
Pend-i Ĥāfıž ber neved ħāce bered nįkį kon
Ki men in pend-i bih ez genc-i güher mi-bįnem
Baż müteferriķāt
Ġazel
Ġazel
41a. Ġazel
Ġazel
Ġazel
Ġazel
42a. Ġazel
Beyt-i Emįrį
Çeşm-i yār olalı remed-i dįde
Ĥikmetü’l-Ǿayndur müŧālaǾamız
42b. ĶıŧǾa-i Emįrį
KAYNAKÇA
Alî Emirį, Tezkire-i Şuarā-yı Āmid, Dersaadet 1328.
İsmail Belįg (1999). Nuhbetü’l-Āsār Li-Zeyli Zübdetü’l-Eş’ār, Hzl.: A.Abdülkadiroğlu, Ankara.
Mustafa Safāyį Efendi (2005). Tezkire-i Safāyį (Nuhbetü’l-Āsār Min Fevā’idi’l-Eş’ār), İnceleme-Metin-
İndeks), Haz: Pervin Çapan, Ankara.
Nail Tuman (1999). Tuhfe-i Naili, C.I, Ankara.
Rāmiz (1994). Ādāb-ı Zurefā, Hzl.: Sadık Erdem, Ankara.
Sālim Efendi (2005). Tezkiretü’ş-Şuarā, Haz: Adnan İnce, Ankara.
Şeyhį Mehmed Efendi (1989). Vakāyiu’l- Fuzalā, Hzl.: Abdülkadir Özcan, C.II-III, İstanbul.
286
Diyarbekirli Ahmed-i Mürşidî’nın
Pend-nâme Adlı Mesnevîsi ve
Neşri Üzerine Notlar
Prof. Dr. Atabey KILIÇ
Erciyes Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Kayseri,
atabeykilic@gmail.com
ÖZET
Bu incelemede Diyarbekirli Ahmed-i edebiyatındaki konumu, muhteva dökümü gibi
Mürşidî’nin en meşhur eseri olan Pend-nâme’sinin hususlarda nâşirlerin dikkatimizi çeken bazı
veya bilinen ismiyle Ahmediyye’sinin günümüz tasarrularına değinecek, ilgili yerlerde fikirlerimizi
alfabesi ile yapılan neşirlerini ele almaya serdedeceğiz.
çalışacağız. Söz konusu yayınları okuma sürecinde Anahtar Kelimeler: Pend-nâme, Mesnevî,
Ahmediyye’nin metin neşri, arûz bilgisi, Türk Mürîdî, Ahmed-i Mürşidî
Atabey KILIÇ
Giriş
XVIII. yüzyılın önemli şahsiyetlerinden olan Ahmed-i Mürşidî'nin hayatına dair ilk değerli
bilgileri Alî Emîrî Efendi Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid adlı eserinde verir (1328: 5-8). Akabinde 1915
yılında yayımlanmış olan Osmanlı Müellifleri isimli eserinde Bursalı Mehmed Tâhir Bey’in verdiği
muhtasar bilgileri görmekteyiz (1333, C I: 33). Daha sonraki kaynaklar ise genellikle bu iki eserin
verdiği bilgilerin tekrarından ibarettir.
Kaynakların aktardığı bilgiler ışığında Ahmed-i Mürşidî'nin hayat hikâyesi kısaca şöyledir:
H.1100/1688-89 yılında Diyarbekir'in Yenikapı semtinde dünyaya geldiği söylenen Ahmed-i Mürşidî
Osman Ağa isminde bir zâtın oğludur. Birecikli Şeyh Ebû Bekir Efendi’nin tarikatına (muhtemelen
Uşşâkiyye’ye) mensup olmuş, ardından şeyh efendinin halifesi olmuştur. H. 1145’te (M. 1732-33) hacca
gitmiştir. Daha sonra kültür dünyamızda önemli bir yer işgal edecek olan Pend-nâme'sini kaleme
almıştır. Ömrünün son demlerinde Diyarbekir'in biraz ötesinde bulunan Ali Pınarı köyüne yerleşmiş ve
H. 1174'te (M. 1761) orada vefat etmiştir. Mezarı aynı yerdedir.
Eserlerinde ismini (Ahmed) veya mahlâsını (Ahmedî ve Mürşidî) kullanan Ahmed-i Mürşidî'nin
Pend-nâme (Ahmediyye) (Mürşidî 1291; Mürşidî 1303; Güçlü 1968; Yananlı 1989; Mermutlu 2012),
Yûsuf u Züleyhâ (Kadıoğlu 2005; Kadıoğlu 2009: 104-115) ile Mevlid-i Nebî (Bursalı, 1333: 33) gibi
manzûm eserleri bulunmaktadır.
Ahmed-i Mürşidî'nin H. 1149'da (M. 1736-1737) telif ettiği Pend-nâme veya meşhur ismiyle
Ahmediyye, Türk edebiyatında öğüt içerikli eserler arasında önemli bir yere sahiptir. Kimi kaynaklarda
Ahmed-i Bîcân’a ait olduğu sanılmışsa da, Ahmediyye'nin bu zâtla ilgisi yoktur. İleride değinileceği gibi
Ahmediyye, Mürîdî'nin Pend-i Ricâl (Kılıç 2005) adlı manzûm nasîhat-nâmesine nazîredir. Ahmed-i
Mürşidî’nin bu mesnevîsine Muhammed Şerîf Efendi (1772-1844), 1811 yılında Pend-i Gülistân ismini
taşıyan bir nazîre yazmıştır.1
Muhteva ve Teknik Bilgiler
Ahmediyye, din, tasavvuf, İslâm tarihi, ahlâk, sosyal ve bireysel hayat gibi konularda muhataba
(okuyucu, dinleyici) manzûm formda kaleme alınan nasihat içerikli kıssalardan müteşekkildir. Eser
klâsik telif kompozisyonuna bağlı bir şekilde, münâcât, Hz. Peygamber ve din büyüklerine yazılmış na't
ve sebeb-i telifin yer aldığı giriş kısmı ile başlar. Ardından asıl konular işlenir. Konu bağlamında yer yer
çeşitli nazım şekilleri ile söylenmiş şiirler araya serpiştirilir. Son kısımda ise duâ ve telif tarihi
manzumesi ile eser tamamlanmış olur.
Eser Fìbeyäni Meb≈a§-i Faør, Fìbeyäni Meb≈a§-i Mäl-i Dünyä, Fìbeyäni Mebhas-i Mülk-i
Dünyä, Derbeyän-ı úÁøıbet-endìş, Meb≈a§-i Şehr-i İmti≈än, Meb≈a§-i Keläm-ı E≠ıbbä ve Mùri§-i Faør,
Meb≈a§-i Ter˚ìb-i ™alät-ı `amse, Fìbeyäni Meb≈a§-i Välideyn, Fìbeyäni Meb≈a§-i ~aøø-ı Zevceyn,
Fìbeyäni Meb≈a§-i Tevbe vü İsti˚fär, Fìbeyäni Meb≈a§-i æabr gibi 78 başlıktan oluşmaktadır.
Ahmediyye'nin beyit sayısı neşirlerinde farklılık arz etmektedir. Eserin incelediğimiz Matba’a-yı
Osmâniyye, İstanbul 1303/1885-86 baskısında 9033 beyit bulunmaktadır. Bunların arasında 8 bendlik bir
murabba (s. 340-341), 8 beyitlik bir kasîde (s. 384), 5 bendlik bir murabba (s. 444), 8 bendlik bir
murabba (s. 450-451) ve 22 bendlik bir murabba (s. 467-469) olduğunu da belirtirsek mesnevîdeki beyit
sayısı 8939 olarak karşımıza çıkmaktadır. Hüseyin Rahmi Yananlı neşri, bu matbû nüshayı esas aldığı
için aynı beyit sayısına sahiptir.
Ali Çelik ise, Halkın Hadis Bilgisi ve Bilgi Kaynakları (Ahmediyye Örneği) isimli çalışmasında,
mesnevî türünde yazılmış bir nasihat kitabı olarak tanımladığı Ahmediyye’nin beyit sayısını 8761 olarak
vermektedir (2009: 183).
M. Sait Mermutlu, eserin 10.000 beyitlik olduğunu söylüyorsa da (2012: 15) çalışmasındaki
beyit sayısı 8830’dur. Bunlar arasında 8 bendlik bir murabba (s. 228-229), 8 beyitlik bir kasîde (s. 255),
5 bendlik bir murabba (s. 290-291), 8 bendlik bir murabba (s. 295-296) ve 22 bendlik bir murabba (s.
305-06) olduğunu da belirtirsek mesnevînin bu neşirdeki beyit sayısı 8736 olur.
1
Söz konusu eser hakkında bkz. Ferdi Kiremitçi, "Muhammed Şerifî ve Pend-i Gülistan Mesnevisi", Bildiri Metni
http://www.turkislamedebiyati.com/index.php?tema=1-2&s=1&id=233 (ET: 21.10.2012).
288
Diyarbekirli Ahmed-i Mürşidî’nın
Pend-nâme Adlı Mesnevîsi ve Neşri Üzerine Notlar
289
Atabey KILIÇ
2
Yazma nüshaların künyesine ilişkin ayrıntılar için bkz. Mermutlu 2012: 9-10.
290
Güçlü 1968: 3-4 Yananlı 1989: 17-20 Mermutlu 2012: 21-22 Son Okuma
1. Bismillah ola işin iptidası Bismillah ola işin ibtidâsı Bismillâh ola işiè ibtidâsı Biismilläh ola iş ibtidäsı
Onun avniyle olur intihası Anın avnile olur intihâsı Anuè úavniyle olır intihâsı Anıè úavnıyla olur intihäsı
2. Ezel zatı sıfatıyla mükemmel Gerek ki zikr oluna ismi evvel Ezel zâtı sıfatıyla mükemmel Ezel Ÿät u ´ıfätıyla mükemmel
Gerek ki zikr oluna ismi evvel Ezel zâtı sıfatiyle mükemmel Gerek ki zikr olına ismi evvel Gerek ki Ÿikr oluna ism-i evvel
Sıfatı zatı ve efali turara Sıfâtı zâtı ef'âli muârra Sıfâtu'z-zâtı ve'l-efúâli turrâ ™ıfätu’Ÿ-Ÿäti ve’l-efúäli ≠arrä
4. Âdemden bizleri halk etti Allah Ademden bizleri halk etti Allah úAdemden bizleri halk itdi Allâh úAdemden bizleri ∆alø itdi Alläh
Diyelim halika elhamdülillah Diyelim Hâlik’a: Elhamdülillah Diyelim Hâlık’a elhamdüli'llâh Diyelim `älıøa el-≈amdu lilläh
6. Yarattı mahlukatı içre Âdem Yarattı mahlûkâtı içre Âdem Yaratdı mahlûkâtı içre âdem Yaratdı ma∆luøätı içre Ádem
Kamu mahluka kıldı anı Ekrem Kamû esnafa kıldı anı ekrem Kamû esnâfa kıldı anı ekrem æamu e´näfa øıldı anı Ekrem
7. Anın neslinden etti enbiyayı Anın neslinden etti enbiyâyı Anuè neslinden itdi enbiyâyı Anıè neslinden itdi enbiyäyı
Kamudan kıldı eşref Mustafayı Kamûdan kıldı eşref Mustafâyı Kamûdan kıldı eşref Mustafâ’yı æamudan øıldı eşref Mu´≠afäyı
8. Yarattı söyledi ana habibi Yarattı ana söyledi: Habibi! Yaratdı söyledi aèa Habîbî! Yaratdı söyledi aèa ~abìbì
Seni kıldım kamu derdin tabibi Seni kıldım kamû derdin tabibi! Seni kıldım kamû derdiè tabîbi! Seni øıldım øamu derdiè ≠abìbi
9. Seni âlemlere rahmet yarattım Seni âlemlere rahmet yarattım Seni ‘âlemlere rahmet yaratdım Seni úälemlere ra≈met yaratdım
Kamu mahlukum üzre âli ettim Kamû mahlûkum üzre âli ettim Kamû mahlûkâtım üzre ‘âlî itdim æamu ma∆lùøum üzre úäli itdim
10. Hezeran şükrü minnet sana yarab Hezâran şükr ü minnet sana yâ Rab Hezârân şükr ü minnet saèa yâ Rab Hezäran şükr ü minnet saèa yä Rab
Bizi ümmeti kıldın ana yarab Bizi ümmeti kıldın ana yâ Rab Bizi ümmet kılubsaè aèa yâ Rab Bizi ümmeti øıldıè aèa yä Rab
11. Selat ile selamın ona her dem Salât ile selâmın ana her dem Salât ile selâmın aèa her dem ™alätıla selämın aèa her dem
Ola aline eshabına her dem Ola âline ashâbına her dem Ola âline ashâbına her dem Ola äline a´≈äbına her dem
12. Hususa ol ciharı yarı server Hususâ ol Cihâr-ı Yâr-ı Server Husûsâ ol Cihâr-Yâr-ı server `u´ù´ä ol Çihär-ı Yär-ı Server
Ebubekr Ömer Osman ve Haydar Ebûbekr ü Ömer Osmân û Haydâr Ebûbekr ü ‘Ömer ‘Osmân u Hayder Ebùbekr ü úÖmer úOsmän u ~aydar
13. Ebubekr idi anın yârı garı Ebûbekr idi anın yâr-ı gârı Ebâ Bekr idi anuè yâr-ı ğârı Ebùbekr idi anıè yär-ı ˚ärı
Dedi sıddıkım ona hâyyibâri Dedi “Sıddıkim” ana Hayy u Bâri Didi “Sıddîkım” aèa Hayy u Bârî Didi ™ıddìøım aèa ~ayy u Bärì
14. Kaçan mirâca varı şahı âlem Kaçan mi'râca vardı şâh-ı âlem Kaçan mi‘râca vardı Şâh-ı ‘‘âlem æaçan Miúräca vardı şäh-ı úälem
Suval etti ona hallâki âlem Suâl etti ana Hallâk-ı âlem: Sü’âl itdi aèa Hallâk-ı Âlem Suõäl itdi aèa `alläø-ı úälem
15. Habibim yer yüzünden bana geldin Habibim yeryüzünden bana geldin Habîbim yeryüzinden baña geldiñ ~abìbim yir yüzinden baèa geldiè
Halife yer yüzüne kimi koydun Halife yeryüzüne kimi koydun Halîfe yeryüzine kimi koydıñ `alìfe yir yüzine kimi øoyduè
16. Dedi rabbim senindir âlem tahkik Dedi: Rabbim senindir ilm-i tahkîk Didi Rabbim seniñdür ‘ilm-i tahkîk Didi Rabbim senièdir úilm-i ta≈øìø
İmamete yarar Ebubekir Sıddık İmamete yarar Bubekru Sıddîk İmâmete yarâr Ebubekr Sıddîk İmämete yarar Bù Bekr-i ™ıddìø
291
292
Güçlü 1968: 3-4 Yananlı 1989: 17-20 Mermutlu 2012: 21-22 Son Okuma
17. Olundu ol vakitde ana tenbih Olundu ol vakitte anâ tenbih Olundı ol vakitde aña tenbîh Olundı ol vaøitde aèa tenbih
Oluser ol cihanda mukadibih Oliser ol cihânda muktedâbih Olîser ol cihâna muktedâ bîh Olısar ol cihanda muøtedä bih
18. Ömerdir ol halifenin ikinci Ömer’dir ol halifenin ikinci ‘Ömer’dir ol halîfeniñ ikinci úÖmerdir ol ∆alìfeniè ikinci
O din gülzarı bağına ikinci Bu din gülzârı bağında ekinci Bu dîn gülzârı bâğına ekinci Bu dìn gülzärı bä˚ına ekinci
19. Medinede oturup kıldı harbe Medine’de oturup kıldı harbe Medine’de otırub kıldı harbe Medìnede oturup øıldı ≈arbe
Erişti tığı zahmi şarku garbe Erişdi tîğ-i zahmı şarka garba İrüşdi tîğ-i zahmı şarka ğarbe İrişdi tì˚-i za∆mı şarøa ˚arba
20. Halifenin üçüncü yarı Osman Halifenn üçüncü yârı Osman Halîfeniñ üçünci yârı ‘Osmân `alìfeniè üçünci yärı úO§män
Haya ehli ve hem mahbubu rahman Hayâ ehli ve ben hem mahbûb u Hayâ ehli ve hem mahbûb-i Rahmân ~ayä ehli vü hem ma≈bùb-ı Ra≈män
Rahmân
21. Anın şanında düştü şahı devran Anın şânında dedi şâh-ı devrân Anuñ şânında didi şâh-ı devrân Anıè şänında didi şäh-ı devrän
Refikimdir benim cennete Osman Refikimdir benim cennette Osman Refîkimdür benim cennetde ‘Osmân Refìøımdır benim cennetde úO§män
22. Ve dördüncü halife şahı Hayder Ve dördüncü halife şâh-ı Haydar Bu dördünci Halîfe Şâh-ı Hayder Ve dördünci ∆alìfe şäh-ı ~aydar
Hüda arslanı mahbubu Peygamber Hüdâ arslânı mahbûb-u peygamber Hudâ arslanı mahbûb-ı Peyğamber `udä arslanı ma∆bùb-ı Peyamber
23. Dedi ol fâhri alem mahı enver Dedi ol fahr-ı âlem mâh-ı enver: Didi ol Fahr-i Âlem mâh-ı Enver Didi ol Fa∆r-ı úälem mäh-ı Enver
Atabey KILIÇ
Benim şehri ilim kapısı Hayder Benim şehr-i ulûm kapusu Haydar Benem şehr-i ‘ulûm kapusı Haydar Benem şehr-i úulum øapusı ~aydar
24. İlâhi hürmetine cihar-ı yârin İlâhî hürmetine Çâr-ı Yârın İlâhî hürmetine Cihar-Yârın İlähì ≈urmetine Çär Yärıè
Bağışla cürmünü sen bu hâkirin Bağışla cürmünü sen bu hakirin Bağışla cürmüni sen bu hakîriñ Ba˚ışla cürmini sen bu ≈aøìriè
25. Muvahhit kullarından Ahmedi’dir Muvahhid kullarından Ahmedî’dir Muvahhid kullarından Ahmedî’dir Muva≈≈id øullarından A≈medìdir
Diyarbekir şehiri ademidir Diyârıbekri şehri Âmidîdir Diyâr-ı Bekrî Şehrî Âmidî’dir Diyär-ı Bekri şehri Ámedìdir
26. Mürüdi dedi bir pend iptidadan Müridi dedi bir pend ibtidâdan Mürîdî didi bir pend ibtidâdan Mürìdì didi bir pend ibtidädan
Ki ansekiz hikâyet oldu andan Ki on sekiz hikâyet aldım andan Ki on sekiz hikâye aldım andan Ki on sekkiz ≈ikäyet aldım andan
27. Görünce ani geldi bu hakire Görünce anı geldi bu hakîre Görince anı geldi bu hakîre Görünce anı geldi bu ≈aøìre
Nasibolasa buna kılsam nazire Nasib olsa buna kılsam nazîre Nasîb olsa buña kılsam nazîre Na´ìb olsa buèa øılsam na®ìre
28. Diledim halıkımdan etti ihsan Diledim Hâlikimden etti ihsân Diledim Hâlık’ımdan itdi ihsân Diledim `älıøımdan itdi i≈sän
Bunun nazmını kıldı bana âsân Bunun nazmını kıldı bana âsân Bunıñ nazmını baña kıldı âsân Bunuè na®mını øıldı baèa äsän
29. Vesile oldu ba nazma evvel Âdem Vesile oldu bu nazma ol âdem Vesîle oldı bu nazma ol âdem Vesìle oldı bu na®ma ol ädem
Anı mağrur elde hallâki âlem Anı meğfûr ede Hallâk-ı âlem Anı mağfûr ide Hallâk-ı ‘âlem Anı ma˚fùr ide `alläø-ı úälem
vezin Belirtilmemiş Belirtilmemiş Belirtilmemiş -.--/-.--/-.-
30. Ahmedi geldin fena gülzarına Ahmedî geldin fenâ gülzârına Ahmedî geldiñ fenâ gülzârına A≈medì geldiè fenä gülzärına
Bir tayip dükkânı aç pazarına Bir tabib dükkanı aç pâzârına Bir tabîb dükkânı aç bâzârına Bir ≠abib dükkänı aç bäzärına
31. Her devalardan bir macun kıl Her devâlardan birer mâcun kıl Her devâlardan birer mâ‘cûnı kıl Her devälardan birer maúcùn øıl
Kalbi ari eyliyen sabun kıl Kalbi arı eyleyen sabun kıl Kalbi ârî eyleyen sâbûnı kıl æalbi arı eyleyen ´abun øıl
Güçlü 1968: 3-4 Yananlı 1989: 17-20 Mermutlu 2012: 21-22 Son Okuma
32. Ol devadan kalbe her kim yürüde Ol devâdan kalbe her kim yüride Ol devâdan her kim kalbe yüride Ol devädan øalbe her kim yüride
Bezmedüp anınla kalbi eride Nerm edüp anınla kalbi arıda Terk idüb anuñla kalbi arıda Nerm idüp anıèla øalbi arıda
33. Nazmile ayat ahadisten haber Nazm ile âyât ahâdisden haber Nazm ile âyât ehâdîsden haber Na®mıla äyät a≈ädi§den ∆aber
Söyle pendi kalbi eyleye eser Söyle pendi kalbe eyleye eser Söyle pendi eyleye kalbe eser Söyle pendi eyleye øalbe e§er
34. Bu kitabı mürşidi koy faniye Bir kitâb-ı mürşidi koy fânide Bir kitâbı Mürşîdî koy fânîye Bu kitäbı Mürşidì øoy fäniye
Bilmeyen emrazı kalbi tanıya Bilmeyen emrâz-ı kalbi tânıya Bilmeyen emrâz-ı kalbi tanıya Bilmeyen emrä◊-ı øalbi ≠anıya
36. Sen gidersin bunu ihvana veda Sen gidersin bunu ihvâna vedâ Sen gidersen bunı ihvâna vedâ‘ Sen gidersin bunı i∆väna vidäú
Eyle bundan kesb oluna intifa Eyle bundan kesb oluna intifâ Eyle bundan kesb olına intifâ‘ Eyle bundan kesb oluna intifäú
38. Mergup eyle yarap bu kitabı Mureğğeb eyle yâ Rab bu kitâbı Murağğeb eyle yâ Rab bu kitâbı Mura˚˚ab eyle yä Rab bu kitäbı
Kabuleyle kenima ve sevabı Kabûl eyle Kerimâ ver sevâbı Kabûl eyle Kerîmâ vir sevâbı æabùl eyle Kerìmä vir §eväbı
39. Anın hürmeti kıldın sana mahbup Anın hürmeti kıldın sana mahbûb Anûn hürmeti kıldıñ saña mahbûb Anıè ≈ürmeti øıldıè saèa ma≈bùb
Bu nazmı halk içinde eyle mergup Bu nazmı halk içinde eyle merğûb Bu nazmı halk içinde eyle merğûb Bu na®mı ∆alø içinde eyle mer˚ùb
40. Eğer noksanı varsa eylegil afv Eğer noksânı varsa eylegıl afv Eger noksân var ise eylegil ‘afv Eger noø´änı varsa eylegil úafv
Anı setr eyle yarab eylegil mahv Anı setreyle yâ Rab eylegıl mahv Anı setr eyle yâ Rab eylegil mahv Anı setr eyle yä Rab eylegil ma≈v
41. İlâhi müminine rahmet eyle İlâhi mü'minine rahmet eyle İlâhi mü'minîne rahmet eyle İlähì müõminìne ra≈met eyle
Muvahhit kullarına hürmet eyle Muvahhid kullârınız hürmet eyle Muvahhid kullarıñuz hürmet eyle Muva≈≈id øullarıèuz ≈ürmet eyle
42. Bağışla bizlerin cürmü hatasın Bağışla bizlerin cürm ü hatâsın Bağışlâ bizlerin cürm ü hatâsın Ba˚ışla bizlerin cürm ü ∆a≠äsın
Ki hem ehli kerem ehli atâsın Ki sen ehl-i kerem ehl-i atâsın Ki sen ehl-i kerem ehl-i ‘atâsın Ki ehl-i kerem ü ehl-i úa≠äsın
43. Dahi abâ ve ecdadımı yarab Dahi âbâ vü ecdâdımı yâ Rab Dahî âbâ vu ecdâdımı yâ Rab Da∆ı äbä vü ecdädımı yä Rab
Kamu ahbap ve üstadımı yarab Kamû ahbâb u ecdâdını yâ Rab Kamû ahbâb u ecdâdımı yâ Rab æamu a≈bäb u esdädımı yä Rab
44. Ki mağfuren ereler rahmetine Ki mağfûren irerler rahmetine Ki mağfûran irerler rahmetiñe Ki ma˚fùran irerler ra≈metièe
Ve fazlına girerler cennetine Ve fazlınla girerler cennetine Ve fazlıñla girerler cennetiñe Ve fa◊lıèla girerler cennetièe
vezin Belirtilmemiş Belirtilmemiş Belirtilmemiş -.--/-.--/-.-
45. Fatihayla kim bizi yad eyleye Fâtihayla kim bizi yâd eyleye Fâtihayla kim bizi yâd eyleye Fäti≈ayla kim bizi yäd eyleye
Halikı nârından azad eyleye Halîkı nârından âzâd eyleye Halîk’ı nârından âzâd eyleye `älıøı närından azäd eyleye
Kalbi ari eyliyen sabun kıl
46. Ver selâvat başla söze Ahmedi Ver salâvât başla pende Ahmedî Vir salâvât başla söze Ahmedî Vir ´alavat başla söze A≈medì
Dasitanın bula dilde sermedi Dâsitânın bula dilde sermedî Dâsitânıñ bula ‘izz ü sermedî Dästänıè bula úizz-i sermedì
Bezmedüp anınla kalbi eride
293
Atabey KILIÇ
SONUÇ
Bu çalışmada Diyarbakırlı Ahmed-i Mürşidî'nin Pend-nâme/Ahmediyye adlı eserinin yeni yazılı
neşirlerini genel hatlarıyla değerlendirmeye çalıştık. Bir sempozyum tebliği hacminin müsaade ettiği
kadarıyla mevcut neşirleri muhtelif yönleriyle mukayese etme imkânı bulduk. Neşirlerden ilk ikisi
(Güçlü 1968; Yananlı 1989) akademik kaygı güdülmeden sosyal ve kültürel fayda gözetilerek vücuda
getirilmiştir. Son neşir ise 'ciddi çalışma ürünü olmaktan uzak, pek çok yanlışlıklar ve eksiklikler içeren'
diğer neşir(ler)in hatalarını düzeltmek ve 'bu alandaki eksikliği bir ölçüde gidermiş olmak' iddiasıyla
(Mermutlu 2012: 9 ve 16) ortaya çıkmıştır. İlgili kısımlarda değinildiği gibi bu neşirde de metin neşriyle
ilgili sıkıntılar bulunmaktadır. Kanaatimizce metin inceleme yöntemi, metin neşri ve arûz vezni gibi
Klâsik Türk edebiyatı sahasının temel meseleleri göz önünde bulundurularak Ahmediyye'nin ilmî
usullerle yeniden yayımlanması zarûrî görünmektedir.
KAYNAKÇA
Adak, Abdurrahman, Ali Emiri’nin Gözüyle Diyarbakırlı Şairler, Kent Işıkları Yayınları, İstanbul 2012.
Ahmed-i Mürşidî, Ahmediyye (Pend-nâme), Matba'a-yı Şirket-i Îrâniyye, Dersa'âdet, 1291.
Ahmed-i Mürşidî, Ahmediyye (Pend-nâme), Matba’a-yı Osmâniye, Dersa'âdet 1303.
Ali Emîrî, Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid, Birinci Cilt, Dersaadet, 1328.
Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, II, İstanbul 1971.
Beysanoğlu, Şevket, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Birinci Cilt, Başlangıçtan Tanzimata Kadar,
Ankara, 1996.
Bursalı, Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri I-II-III, Tıpkıbasım-Dizin, (Hazırlayanlar: Mustafa Tatcı-
Cemal Kurnaz, Ankara 2000.
Çelik, Ali, Halkın Hadis Bilgisi ve Bilgi Kaynakları (Ahmediyye Örneği), Emin Yayınları, Bursa 2009.
Güçlü, Âgah, Pend-i Ahmediyye, Kitâb-ı Mürşid, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1968.
Güner, Galip; Nurhan Güner, Alî Emîrî-Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmid, Anıl Matbaası, Ankara 2003.
Kadıoğlu, İdris, Diyarbakırlı Ahmedî, Yûsuf u Züleyhâ, (İnceleme, Metin, Dizin, Sözlük), Malatya,
2005.
Kadıoğlu, İdris, "Kıssadan Hisse, Diyarbekirli Ahmedî'nin Yûsuf ile Züleyhâ Hikâyesi", Dicle
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kasım 2009, C.1, S. 2, s. 104-115.
Kılıç, Atabey, Mürîdî ve ve Pend-i Ricâl Mesnevîsi (İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin), Akademi Kitabevi,
İzmir 2005.
Kiremitçi, Ferdi, "Muhammed Şerifî ve Pend-i Gülistan Mesnevisi", Bildiri Metni
http://www.turkislamedebiyati.com/index.php?tema=1-2&s=1&id=233 (ET: 21.10.2012)
Kocatürk, Vasfi Mahir, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1964.
Korkusuz, M. Şefik, Tezkire-i Meşâyıh-ı Âmid, Kent Yayınları, İstanbul 2004.
Mermutlu, M. Sait, Diyarbekirli Ahmed Mürşidî-Pendnâme, Büyüyenay Yayınları, İstanbul 2012.
Yananlı, Hüseyin Rahmi, Ahmed Mürşidî, Kitâb-ı Mürşid-i Pend-i Ahmediyye, Bedir Yayınları, İstanbul
1989.
294
Diyarbekirli Ahmed-i Mürşidî’nın
Pend-nâme Adlı Mesnevîsi ve Neşri Üzerine Notlar
295
Klâsik Türk Şiirinde Klâsik
Olmayan Mevzular
Yrd. Doç. Dr.Zülküf KILIÇ
Bingöl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Bingöl
kiliczulkuf@hotmail.com
ÖZET
Belli bir gelenekten beslenen klâsik Türk şiirinin insan-dünya; insan-evren ilişkileri üzerine bina
geleneğe bağlı olarak vücut bulması, bu şiirin anlam etmişlerdir. Bazen insanın psikolojisine -modern
dünyasının da şiiri yorumlamak isteyenler tarafından psikolojik analizlerle zor ulaşılabilen çözümlemelere-
belli bir kalıba sokulup bu kalıplar çerçevesinde çok veciz bir dizeyle değinmişlerdir. Bazen
değerlendirilebileceği anlamına gelmeyeceği toplumun kusurlarına direk dikkat çekilirken bazen
şeklinde bir tez geliştirilebilir. Klâsik Türk şiirinde de toplumun kusuruna bir şahsın kusuru üzerinden
klâsikleşen bir anlatımla birlikte gelenekselleşen parmak basılmış ve öylece bir nevi tahlil yapılarak
mazmunların, mehumların ve benzetmelerin sosyolojik analizlere olanak sağlanmıştır… Klâsik
kullanıldığı genel bir bilgidir. Bunun dışında klâsik Türk şiirinin yorumu, zamana, zemine uyarlanarak
Türk şiirinin beslendiği bir toplum vardır. Klâsik farklı farklı yorumlara, yeni keşilere yelken açmaya
Türk şiirini besleyen Osmanlı toplumunun değer müsait olduğu halde; bu şiirin yorumunu belli
yargıları, beklentileri, özlemleri, öke ve sevinçleri de kalıpların dışına taşımak istemeyenler, bu şiire
bu şiir içinde klâsik olanın dışındaki bir anlatımla günümüzde standart bir yorum kalıbı getirmek
bazen mizahî bazen eleştirel bazen de felsefî dünya isteyenlerdir. Klâsik Türk şiirinin klâsikleştirilen
görüşlerine havi bir üslûpla yer bulmuştur. yorumların ötesine taşınmasına ihtiyaç vardır.
Klâsik Türk şairleri, klâsik olmayan Anahtar Kelimeler: Yorum, Gelenek, Klâsik
konularını genellikle insan-insan; insan-toplum; söylem, Şair ve gerçek
Zülküf KILIÇ
GİRİŞ
Klâsik Türk şiirinin dünyasının sunulduğu ifadelerde birçok tarihçi ve edebiyat araştırmacısı
tarafından klâsikleşen bir tarzda ama açık ama kapalı bir tenkit havasının olduğu yine klâsik bir alışkanlık
olmuştur, Büyük Türk Klâsikleri1’nde “Dîvân Şâirinin Dünyası” başlığı altında yazılanlar aynen şöyledir:
“… Dîvân şâiri oldum olası âşıktır. Bu aşk, onulmaz bir derttir. Ama o, bu dertten memnundur. Bu derdin
dermanı da bu derdin kendisidir. Onun için hekim boş yere ilaç vermeye kalkmasın.
Dîvân şâirinin sevgilisi ay gibi yuvarlak yüzlü bir güzeldir. O hem aydır hem de güneş. Boyu Tûbâ ağacı
veya şimşâd yahut mızrak gibi uzun ve düzdür. Yürürken servi gibi salınır. Saçları sünbül, yanakları lâle yahut
gül, gözleri nergis, kaşları yay, kirpikleri ok, dişleri inci, çene çukuru kuyudur. Beli kıldan incedir. Sevgilinin
dudağı ölmezlik suyu (Âb-ı Hayât) verir, ayağının tozu âşıkın gözüne sürmedir. Âşıkın gözyaşı Nîl ve Fırat gibi
akar. Çünkü belâdan kurtulmaz. Rakîb bir yandan, merhametsiz sevgili bir yandan…”
Klâsik Türk şairinin dünyasının tanıtılmaya çalışıldığı yukarıdaki ifadelerin istihzaî bir üslûp taşıdığı
duraksamaya yer vermeyecek kadar açıktır. Bu ifadeler, ortaöğretim ders kitaplarından tutun da birçok
kitapta ve internet sitelerinde de aynıdır. Klâsik Türk şiiri geleneğe bağlı, anlatımların belli mazmunlar
etrafında şekillendiği bir şiirdir. Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı2 adlı eserinde klâsik Türk edebiyatı ile
cemiyet ilişkileri hususunda şunları söylemiştir:
“Her edebiyat, kendi devrinin bir tefekkür, bir tahassüs ve tahayyül kâinatıdır. Kendi devrinin
hususiyetlerini, zevklerini, sanat telâkkilerini, hurafelerini, itikatlarını, hakikî ve bâtıl bütün bilgilerini taşır.
Divan edebiyatımız da hayatla alakası ne kadar az olursa olsun, cemiyet hayatının seyrini takip etmekle onun
akislerini taşımaktadır.
Divan edebiyatı, mücerret mehumlar ve mazmunlarla doludur. Böyle olmakla beraber, bu mücerret
dediğimiz mehumlar ve mazmunlar, o devre ait akîdelere, bilgilere ve kanaatlere telmih ve işaret ediyor.”
Klâsik Türk şiirinin özelliklerinin başında mazmun gelmektedir. Bir gelenek şiiri olan bu şiirde
mazmunculuk da bu gelenek zincirinin en kalın halkasını oluşturmaktadır. Mazmun, sözlük anlamı
olarak mana, kavram, nükteli veya cinaslı söz, dolaylı anlatım, sözün içindeki gizli anlam, mehum3 gibi
anlamlara gelmektedir. Klâsik Türk şairleri, geleneğin belirlediği çerçevede şiir söylerler. Şairden şaire
değişen, dönemden döneme farklılaşan şiir anlayışları yoktur. Her ne kadar, zaman içerisinde geleneğe
eklenen özellikler ve bazı yerli öğeler bulunsa da bunlar geleneğin belirlenmiş şekil özelliklerini ve
konularını temelden değiştirici nitelikte değildirler. Şairler kabul ettikleri geleneğin şartları ile ve onun
çizdiği çerçevede en güzel söyleyişi yakalamaya çalışır. Klâsik Türk edebiyatının hazır malzemesi ve
belli konular etrafında kodlanmış değişmez motileri vardır. Sevgilinin saçı dendiğinde, gözünden,
boyundan bahsedilmeye başlandığında arkasından neler söyleneceği, bunların ne şekilde niteleneceği
tahmin edilebilir. Yani bir sevgili, tabiat ile ilgili kavramın zihinde başkaca neleri hatırlatacağı, neleri
çağrıştıracağı önceden belirlenmiştir. Her motifin bağlı olduğu başka motiler bulunmaktadır. Bu
birbirine bağlı unsurlar, klâsik Türk şiirinde “mazmun” adı verdiğimiz, kavramların birbiri ile olan
ilişki yumağını oluştururlar. Mazmunlar kelimelerin ilk bakışta görülmeyen gizli bir veya birden fazla
manasıdır. Esas söylenmek istenen şey arka plândadır. Bir başka ifade ile de mazmun, bir mananın
ipuçları verilmek suretiyle ifade edilmesidir. Bu ise dilde mecazlı bir söyleyişi beraberinde getirir. Bu
mecazlı söyleyişin açıklığa kavuşması ise klâsik Türk şiiri kültürünün belli bir düzeyde bilinmesine
bağlıdır. Mazmunlar şaire az sözle çok anlam ifade etme imkânını sunar. Ortak bir imaj dünyasının
1 Fahir İz, Günay Kut, “Dîvân Şâirinin Dünyası”, Büyük Türk Klâsikleri, Ötüken-Söğüt Yay., İstanbul, 1985, C.I, s.228-229.
298 2 Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve Remizler; Mazmunlar ve Mehumlar), Enderun Kitabevi, İstanbul,
1984, s.7.
3 İskender Pala, “Mazmun” Divane Güzeller, Kapı Yay., İstanbul, 2004, s.25.
Klâsik Türk Şiirinde Klâsik Olmayan Mevzular
bulunması mazmunlarla bezenen şiirin anlaşılmasını kolaylaştırır4. Böyle bir geleneğe bağlı olarak
şiir yazmak, klâsik Türk şiirinin klâsik ifadelerle klâsik konuların dışına çıkmadıklarına referans
gösterilemez. Klâsik Türk şairlerinin her şeyden önce yüksek ve ulvi bir ideali yakalamaya çalışan
kültür düzeyi yüksek bir sınıfa mensup oldukları unutulmamalıdır. Sadece klâsik Türk şairinin birtakım
ilimlerle donanmış olması yetmez, bu şiiri anlamaya çalışan okuyucuların da klâsik Türk şiirinin
inceliklerine vakıf olmaları bir zaruret olarak gösterilmiştir:
“Şi’r bünyâdına el urdun ise muhkem kıl
Sonradan dime kim za’f üzre imiş bu temelüm”
Muhibbi Gazel 1913-5.beyit
Divanlar ve diğer edebî ürünler semantik bütünlükleri içerisinde tahlil edilmeye başlandıklarında,
yani kültür, psikoloji ve estetik kavramlar sistematiği dâhilinde anlaşılmaya çalışıldıklarında, görülecektir ki
klâsik Türk şiirinde yer alan her kelimenin, her kavramın bu bütünlük içerisinde işgal ettiği bir anlam alanı
vardır ve bu kavramlar ait oldukları semantik alan dışına, yani anlam dairelerinin haricine çekildiklerinde
canlılıklarını, fonksiyonelliklerini ve orijinalliklerini kaybederler. Bu kelime ve kavramların, içerisinde
geçtikleri metinlerin anlam bütünlüklerinden koparılmadan tek tek ele alınarak anlaşılmaya çalışılması
ve işgal ettikleri anlam dairelerinin sınırlarının tespiti; bir yandan edebiyat denen zihnî faaliyetin hayat
içerisindeki işlevinin tayin edilmesi, diğer yandan ise edebiyatta, özellikle şiirde orijinalitenin ortaya
konulması bakımlarından benzersiz ipuçları verecektir5. Bu, göz ardı edildiğinde elbette ki aşığın
dertlerinden şikâyetçi olmaması, gözyaşlarının akarsular misali akması anlaşılamayacağı gibi bu şiirde
klâsik olanın dışında konu edilen mevzular da anlaşılamayacaktır.
Beyti klâsik olanın dışında Albert Einstein’ın “İzafiyet Teorisi (özel görelilik)10”ni temel alıp açıklamaya
çalıştığımızda beytin anlam dünyasını daha net görebiliriz. Her toplumun koyduğu normlar vardır ve
bu normlar o toplumun tüm bireylerine şamil, o bireyleri bağlayıcı bir özelliğe sahiptir. Normlara aykırı
davranışlar, kişiyi toplumdan uzaklaştıran, yalnızlığa mecbur kılan birey üzerinde bir güç olarak belirip
toplumdan tecrit eden özelliklere haizdir. Toplumun da -yazılı olmasa bile- geleneklerinden, kültüründen
derlediği bu normlarla ihata edilmiş bir hayat felsefesi vardır. Bu kurallar, bazen aşk gibi özgürlük sınırlarına,
asaletine gem vurulamayan duyguların karşısında anlamını kaybetseler bile toplumun oluşturduğu ortak akıl
ve yaşam felsefesiyle hayatiyetini devam ettirir. Toplumsal normların gölgesinde yaşamak aklın rehberliğinde
devam ettiği için akıl bu normların uygulanışında önemli bir işleve sahiptir. Zira kişi aklıyla, yaşamış olduğu
toplumda hangi davranışlarının hoş, hangilerinin nahoş karşılanacağını bilir. Aklın tek rehber kabul edildiği
bir yaşam felsefesinde her olaya matematiksel yaklaşım ön plana çıkar. Öyle ki kişi, yaptığı ibadetin bile
matematiksel çetelesini tutup ne kadar, kaç gram ibadetinin cennet kefesini eşitleyeceğini bile hesap eder hale
gelir. Nitekim klâsik Türk şairlerinin “zâhid tipi”ne çatmalarının altında yatan en büyük sebep “zâhid” in
sadece akıl rehberliğinde, gönül gibi soylu ve hesaptan kitaptan arınmış saf, soyut bir kavramı hiç hesaba
katmadan birtakım ritüelleri yaparak ve bu ritüellerin süsüne özen gösterip matematiksel sayısını artırarak
Allah’a yaklaşabileceğini düşünmesindendir. Oysa aşk ehli olan klâsik Türk şairinin dünyasında, akıl gibi
birtakım normlarla ve hesaplarla sınırları ihata edilmiş, özgürlüğü bu dünya hesaplarının, menfaatlerinin ve
toplum kurallarının prangasına hapsedilmiş rehberlerden ziyade dünyayı da içindekileri de cânı da bir pula
satan asil bir duygu hâkimdir:
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa”
Taşlıcalı Yahya Bey Gazel 386-1. Beyit
diyen şairin yârdan ayrı kalışın verdiği ıstırapla dünya için beddua ederken her şeyden, canından bile
vazgeçmek arzusunu taşıdığını görüyoruz. Aşk için canı bile bir pula satma mesabesindeki âşıkta menfaate,
maddiyata dair birtakım duyguların; matematiksel hesapların barınamayacağı açıktır. Aşka bu kadar değer
veren, aşk için:
“İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yi muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”
Fuzûlî Mukattaât 19
diyen klâsik Türk şairi, aşkı hayatının merkezine yerleştirip aşkı yüceleştirmiştir. Klâsik Türk şairi
için aşk uğruna candan bile geçilebiliniyorsa dünyada ne varsa aşk üzerinedir ve aşkla yapılmayan her işte
gösteriş vardır, riyâ vardır, şekil vardır, ama ruh ve samimiyet yoktur:
“Hırka vü tâc ile zâhid kerem et sıkleti ko
10 VİKİPEDİÖzgürAnsiklopedi,“ÖzelGörelilik”İnternetAdresi:http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96zel_g%C3%B6relilik
Erişim Tarihi: 14.11.2012
(Özel Görelilik Kuramı ya da İzafiyet teorisi, Albert Einstein tarafından 1905’te Annalen der Physik dergisinde,
“Hareketli cisimlerin elektrodinamiği üzerine” adlı 2. makalesinde açıklanan ve ardından 5. makalesi “Bir cismin atıllığı
enerji içeriği ile bağlantılı olabilir mi?” başlıklı makaleyle pekiştirilen izik kuramıdır. Kurama göre, bütün varlıklar ve
varlığın fizikî olayları izâfidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi
birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi
300 birbiriyle bağımlıdır. Bunlardan hiçbiri müstakil değildir.)
Klâsik Türk Şiirinde Klâsik Olmayan Mevzular
dünyayı mukayyet aklıyla kavrayamayan ve dünya önündeki eğilişleri, olması gerekenin çok fevkinde olan
insanların, hayat felsefelerinin tenkidi de vardır ara ara:
“Fermân-ı caşka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok cinâdımız”
Bâkî Gazel 192-1.beyit
Bâkî’nin kader/alın yazısı hakkındaki düşüncesinin benzeri Şeyhülislâm Yahya’da da vardır:
“Def edemedik ceyş-i gamı sacy ede gördük
Tedbîr ne mümkün boza takdîr-i Hudâyı”
Şeyhülislâm Yahyâ Gazel 432-4.beyit
Klâsik Türk şairlerindeki mutlak itaat inancı yanında kendilerinde dünyaya karşı da bir dik duruş,
dünyayı aşağılayan bir eda belirgindir:
“Ne dünyâdan safâ bulduk ne ehlinden recâmız var
Ne dergâh-ı Hudâ’dan mâ’da bir ilticamız var”
(Lâ-edrî)12
“Baş eğmeyiz edânîye dünyâ-yı dûn için
Allâh’adır tevekkülümüz ictimâdımız”
Bâkî Gazel 192-2.beyit
Klâsik Türk şairi, bir sosyolog, psikolog gibi insanı, toplumu tam bir bilim adamı titizliğiyle
tahlil edip ruhunu bilen bir inceliğe sahiptir. İnsanların neleri önemseyip nelerin sarhoşu olduğunu çok
net gözlemleyen şairler, çok gerçekçi tahliller yapıp hayatın gerçek yüzünü de gözler önüne sermeye
çalışmışlardır:
“Çok da mağrûr olma kim mey-hâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz”
Nâbî Gazel 319-2.beyit
Saadet, makam-mansıp sarhoşu olup da özünü, insanlığını yitirenlerin sayısı az değildir. Hele
“üçüncü dünya ülkeleri” diye nitelendirilen ülkelerde bilgi, görgü gibi donanımlarla tam donanmamış
insanların, birtakım imkân ve olanakların sarhoşluğuyla kendilerini kaybedip sarhoşluğu tüm hücreleriyle
yaşayanların sayısı az değildir. Bu, toplumun sosyolojik bir tablosu ve insan psikolojisinin bir yansımasıdır.
Hayattan çok uzak gösterilen klâsik Türk şiirinde insan psikolojisini, sosyolojiyi görebilmek klâsik bir bakış
açısı olmasa da bu edebiyatın tam ve doğru anlaşılabilmesi için kemikleşmiş klâsik bakış açısının ötesine
taşınması gerektiği bir zaruret ve çok elzemdir.
“Biz müttekâ-yi zer-keş-i câha tayanmazız
Hakkıñ kemâl-i lutfunadır istinâdımız”
Bâkî Gazel 192-3.beyit
Gerçekte hiçbir kıymetleri, vasıları, nitelikleri olmayanların makam ve mevkilerinin gösterişli
koltuklarına oturarak kişiliklerindeki eksiklikleri makamlarının göz alıcı parıltısıyla gidermeye çalışanların
zayıf karakterlerindeki psikolojileri, ancak bu kadar bilimselliğe yatkın ve net olarak tahlil edilebilir. Bu, bir
12 Beytin Nef ’î’ye ait olduğu söylense de Nef ’î Dîvânı’nda (Metin Akkuş, Nef’î Dîvânı, Akçağ Yayınları, 1993, Ankara.)
302 böyle bir beyte rastlanılmamıştır.Şair Nef ’î hakkındaki değerli çalışmalarıyla temayüz etmiş değerli hocamız Metin Akkuş’a da ulaşıp
ilgili beytin Nef ’î Dîvân’ı’nda –gözden kaçırmış olup görememiş olabilme ihtimalime karşı- yer alıp almadığını sordum ve kendileri, mevcut
çalışmaları olan Nef ’î Dîvânı’nda bu şiirin bulunmadığını söylemişlerdir.
Klâsik Türk Şiirinde Klâsik Olmayan Mevzular
kişilik problemidir ve hastalıklı bir ruh halidir. Zira kişi makamıyla, parasıyla vb. değil, kendisiyle vardır,
kendisiyle değerlidir ancak. İnsan, insan olması hasebiyle değerlidir ve bu şekilde var olmalıdır. Çünkü
insan, âlemin özü, en şereli varlığıdır. Bunu, unutup birtakım imkânların denizinde yüzerek var olmaya
çalışanların yorulup da imkânların ummanında çabucak boğulup yok olmaları muhtemeldir:
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Şeyh Gâlîb (Musammat)Terci-bent 10-1.bent-4.beyit
Dünya için “dûn” diyen ve dünyalıklarla var olmaya çalışanlarla aynı olmadığını haykıran klâsik
Türk şairinin sesi, klâsikleşen ifadelerin ötesinde canından bezmiş, ölmeyi arzulayan bir insanın ölgün,
pısırık sesi değil, tok ve kendine özgüveni tam olan bir sestir:
yiyecek ve fizyolojisiyle birlikte evrime uğramıştır. Yâr için ölüneceği gibi nameler dizilip incir çekirdeğini
doldurmayacak meselelerden yollar ayrılmış, “aşk” kavramının içi boşaltılıp “aşk” kavramı, insan dışındaki
her canlıda var olan ten doyumuyla eşdeğer kabul edilmiştir. Yenilecek bir meyvenin ebadı büyümüş, rengi
daha da parlaklaşmış fakat tadı kalmamıştır. İnsanî ilişkilerde de güzel sözler havada uçuşmuş, fakat sözlerin
senet olduğu günler unutulmuş, ne güven kalmış ne samimiyet ne de huzur…
“Gülsitân-ı dehre geldik reng yok bû kalmamış
Sâye-endâz-ı kerem bir nahl-i dil-cû kalmamış”
Nâbî Gazel 353-1.beyit
SONUÇ
Klâsik Türk şiiri, rüzgârın esişini, yaprağın uçuşunu, yağmurun yağıp tabiatın canlanışını, gülün açışını,
bülbülün ötüşünü, kısaca hayata dair her şeyi “aşk” ile izah etmiştir. Bu yüzden ibadet de aşk ile yapılmalı
deyip mürâî dediği zâhidi yerden yere vurmuştur. Klâsik Türk şiirinin merkezinde aşkın olması, bu şiirin
hayattan kopuk olduğu sonucunu doğurmaz. Klâsik Türk Şiiri gelenekçi bir şiirdir ve belli kaide ve kuralları
vardır, bu kaide ve kurallar uyarınca da şiirler yazılmıştır. Şiirlerin gelenekten gelen birtakım mazmun
ve mehumlardan örülü oluşu, bu şiir için kalıp sözlerin söylenerek toptancı bir anlayışla tek bir biçimde
gösterilmesi sonucunu doğurmaz. Elbette ki klâsik Türk şairi, hayatın bütün yönlerini yansıtmak gibi bir
releksle şiir yazmamıştır, fakat kendini bütün bütün hayata kapatıp da salt hayal ikliminde de yaşamamıştır.
“Muzafer vakt-i fırsatda adûdan intikâm almaz
Mürüvvetmend olan nâkâmî-i düşmenle kâm almaz” (Koca Ragıp Paşa)
“İstediklerini elde etmiş insaniyetli biri, eline fırsat geçtiği zaman düşmanından bile intikam almaz;
kişi insansa, düşmanının bile mutsuzluğuyla mutlu olmaz.” diyen şair, hastalıklı ruhların, başkalarının
mutsuzluğu üzerine bina etmeye çalıştıkları mutluluklarının insanî olamayacağını haykırmıştır. Bu ve bu
nevideki şiirler, hayatın, gerçeğin kendisidir.
Klâsik Türk şiirinin en büyük problemlerinden biri de bu şiir için sonradan oluşturulan bir anlam
dünyasına hapsedilmek istenmesidir. Oysa bu şiiri çağın yeni kavramlarına göre yorumlamak olanağı çok
yüksektir. Belki eskiden “ferdiyetçilik” gibi bir kavram yoktu, fakat günümüzde böyle bir kavram var ve bu
kavrama uygun düşecek şiirlerin de olabileceği hatırdan çıkarılmadığında şiir tam anlamıyla yorumlanmış
olabilir. Bir şiirdeki aşk temine takılıp başka bir hususu görememek eksik bir bakış açısı olabilir. Bu bağlamda
klâsik bakış açısıyla yorumlanan şiirlerin klâsikleşen ifadelerin ötesine taşınan bakış açılarına, nazarlara
ihtiyacı vardır.
KAYNAKLAR
AK, Coşkun, Rûhî-i Bağdâdî Dîvânı, Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa, 2001.
----------------, Muhibbi Dîvânı, C.II, Trabzon Valiliği Yayınları, Trabzon, 2006.
AKKUŞ, Metin, Nef’î Dîvânı, Akçağ Yayınları, Ankara, 1993.
AKYÜZ, Kenan, Süheyl BEKEN, Sedit YÜKSEL, Müjgân CUMBUR, Fuzûlî Türkçe Dîvân, Ankara, 1958.
BİLKAN, Ali Fuat, Nâbî Dîvânı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1997.
CENGİZ, Halil Erdoğan (Der), Dîvân Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1972.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed, (Taşlıcalı) Yahyâ Bey Dîvânı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını, No:
2233, İstanbul, 1977.
304
DOĞAN Muhammet Nur, Fuzûlî’nin Poetikası, Yelkenli Yayınları, İstanbul, 2009.
Klâsik Türk Şiirinde Klâsik Olmayan Mevzular
ERKAL Abdulkadir, Divan Şiiri Poetikası (17.Yüzyıl), Birleşik Yayınları, Ankara, 2009.
VİKİPEDİ Özgür Ansiklopedi, “Özel Görelilik” İnternet Adresi: http://tr.wikipedia.org/
wiki/%C3%96zel_g%C3%B6relilik Erişim Tarihi: 14.11.2012
İZ Fahir, Günay KUT, “Dîvân Şâirinin Dünyası”, Büyük Türk Klâsikleri, C.I Ötüken-Söğüt Yayınları, İstanbul,
1985.
KALKIŞIM, Muhsin, Şeyh Gâlîb Dîvânı, Akçağ Yayınları, Ankara, 1994.
KARACAN, Turgut SABİT, (Bosnalı Alaaddin) Sabit Dîvânı, Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları, Sivas, 1991.
KAVRUK, Hasan, Şeyhülislâm Yahyâ Dîvânı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001.
KILIÇ Zülküf, he Character who Consıder Materıal hıngs Important in the Classıcal Ottoman Poetry he
Journal of International Social Research, 2009.
KÜÇÜK, Sabahattin, Bâkî Dîvânı (Tenkitli Basım), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1994.
MÜLLER J. Emilie, Modern Sanat, (çev. Mehmet Toprak), Remzi Yayınları, İstanbul, 1972.
PALA İskender, “Mazmun” Divane Güzeller, Kapı Yayınları, İstanbul, 2004.
LEVEND, Agâh Sırrı, Divân Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmûnlar ve Mehumlar, Enderun Kitabevi,
İstanbul, 1984.
ONAY, Ahmet Talat, Türk Şiirinin Vezni, (haz. Cemal Kurnaz), Ankara, 1996.
------------------------- Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (haz. Cemal Kurnaz), 4. Baskı, Akçağ
Yayınları, Ankara, 2000.
ÖZMEN, Mehmet Ahmed-i Dâ’î Dîvânı (Metin, Gramer, Tıpkı Basım), TDK Yayınları, Ankara, 2001.
SARAÇ M. A. Yekta, Osmanlı’nın Şiiri, 3F Yayınları, İstanbul, 2008.
Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, Ankara, 1998.
305
Ezhâr-ı Hakîkatda Dinî Tema
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sait MERMUTLU
Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Diyarbakır
msaitmermutlu@hotmail.com
ki ta‘rîf edemem. Nihâyet hâlî(boş) bulunduğum vâkitlerde Luşne yâdigârı olmak üzre muhtasar(kısaltılmış)
bir şey tahrîrini(yazmayı) münâsib gördüm. Az vakitde meydâna gelmek için kısa cümleler yazmak
husûsu hâtıra geldi. Şimdiye kadar böyle cümle yazmakla me’lûf(huy edinmiş) olmadığım gibi örnek
ittihâz(edinme) edecek, yanımda kitab dahî yok. Buna da memnûn oldum. Çünkü kimseyi taklîd olmayıb
mahsûl-i hakîkî-i vicdândan ‘ibâret oldu. Vazife-i me’mûriyet vakitleri müstesnâ olmak üzre kırk sekiz sâ‘at
zarfında şu cümleler meydâna geldi.”6
Ali Emirî’nin bildirimize konu olan bu Risâlesi’ndeki cümlelerin hemen hemen bütününde yer alan dinî
unsurları özet olarak şöylece sıralamak mümkündür: “Adalet, ahlakî özelliklerden namus, haya ve terbiye,
gayret ve sebat, tevazu ve hüsn-i niyet, söz ve davranışların uygun olması, İnsan-ı Kâmilin özelliklerinden
de olan başkasının aybını görmemek, ana-babaya itaat, çocuk terbiyesi, kaset, riyâkârlık, gayr-ı ahlakî
unsurlardan yalan, hayırsız yollardan edinilen servet…”.
Bu terimlerin dışında direk dinî unsurlardan olmasa da dinimizde yeri ve önemi büyük olan
“ İbret almak ve istifade etmek, büyük adam olmanın vasıları, vatan sevgisi ve vatanına-milletine hayırlı
işler görmek vs.…” gibi konulara da Ali Emirî’nin dikkat çektiğine şahit olmaktayız.
Risâle’deki dinî naslar (âyet ve hadisler) ışığında tespit edebildiğimiz konu ve cümleler şunlardır:
Adâlet:
Kurân’da 30 küsür âyette bu kavrama yer verilmiştir.
“Araf Suresi” 29. ayetinde “De ki: Rabb’im bana adâleti emretti..”
Yine “Mâide Suresi” nin 8. ayetinde “Ey inananlar! Allah için adâleti ayakta tutup gözeten şahitler olun.
Bir topluluğa olan ökeniz, sizi adâletsizliğe sürüklemesin, adil olun”.
“Nahl Suresi” 90. ve “Hucurat Suresi” 9. ayetinde sırayla Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Allah Teâlâ
adâleti, iyiliği kesinlikle emreder.” ; “Daima âdil davranın. Muhakkak ki Allah, âdil davrananları sever.”
(Müslim, İmâre 18. ve Nesâî, Âdâbü’l-kudât 1) de yer alan bir hadiste de Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyururlar: “Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan
yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.”
Ali Emirî “Ezhâr-ı Hakîkat” te söz konusu kavrama bu cümlelerde yer vermiştir..
-158-
‘Adâleti sû-i isti‘mâl, i‘tisâf makâmına kâim eder. (Adâleti kötüye kullanma, yolsuzluk yerine geçer)
-159-
‘Adâlete merhametden ziyâde dikkat, erbâb-ı siyâset için ahâlî hakkında pek büyük merhametdir.
(Merhamet, adâletin önüne geçerse halkın aleyhine düşünmek olur)
-160
‘Adâlet, cihân-ı medeniyyetin âb u hevâ-yı feyz-nâkıdır. (Adâlet, medeniyet dünyasının bereketli
suyu ve havasıdır).
Ahlakî özelliklerden haya, namus, ve terbiye:
Sözlükte, “utanma, çekinme, âr, namus, Allah korkusuyla günahtan kaçınma gibi anlamlara gelen
haya, ar kelimesiyle eş anlamlıdır. Haya daha çok Allah’a karşı, insanlara karşı ve kişinin kendine karşı
hayâsı şeklinde yorumlanarak, O’nun emir ve yasaklarına uymakla Allah’a; eziyet etmemek, çirkin işler ve
sözlerden kaçınarak insanlara; edebi ile de kendine karşı hayâlı olması demektir.
Bu konu detaylı bir şekilde hadis kaynaklarında da ele alınmış, imanla ilişkisi ve sağladığı faydaların 309
6 Emirî, Ezhâr-ı Hakîkat, s.1-6.
Mehmet Sait MERMUTLU
Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “öf!” bile deme; onları azarlama; ikisine de
güzel söz söyle.” (İsra, 23)
hadis-i şerifinde en büyük günahları “Allah’a ortak koşmak, yalancı şahitlik ve anne babaya itaatsizlik”
olarak zikretmiştir. (Müslim, İman, 143)
“İhtiyarlığı anında anne ile babasının birine yahut her ikisine yetişip de onlar sebebiyle cennete
giremeyenin burnu sürtünsün.” (Müslim, Birr, 9)
3-
Ebeveynine itâ‘at etmemiş olan adam, tâli‘inden şikâyet eder ise haksızdır.
Çocuk terbiyesi
Çocuklara iman, Kur’an ve Allah’ın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine
ererler. Bu saadete ana-baba ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht
olurlar. Yapacakları her fenalığın günahı, ana-baba ve hocalarına da verilir. Her müslüman, emri altında
bulunanlardan mesuldür.
“Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz
altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.”
(Buhari, Nikah, 91)
-33-
Evlâdını terbiye etmeğe çalışmayan insan, vâzife-yi ‘ubûdiyet hususunda hayvanın mâ-dûnunda
(alt) kalır. Zirâ tuyûr-ı tayerân-ı vuhûş (vahşi uçan kuşlar), meşy (yürüme) ü hareket ü siyâdeti
(sahiplik) yavrularına ta‘lîm eder. İnsanların dâire-i ta‘lîmi ise bunlara nisbetle ne kadar vâsi‘ ü mihdir
(büyük-ulu).
Emelsiz ve Karşılık beklemeden yapılan işler:
Hak rızasını aramak, ister ibadet ve taatte isterse hayır ve hasenat işlerinde Hak rızasından başka bir
karşılık beklememek suretiyle yapılan işlerdir
Kurân-ı Kerim’de Allah’ın rızasıyla ilgili yaklaşık 25 ayet yer almaktadır.
“Yine insanlardan kimi de vardır ki, Allah’ın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına
çok merhametlidir. (Bakara, 207)
Allah’ın rızasına uyan kimse, Allah’ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi midir?
Varış yeri olarak ne kötüdür orası! (Ali İmran, 162)
-21-
Emelsiz ve hâlis olarak hüsn-i hizmet edip mükâfât beklemeyenlerin mükâfâtına, lutf-ı
İlâhî mütekeildir.
-22-
Emelsiz adam her emele vâsıl olmuş gibidir.
Başkalarını düşünmek:
“Sizden biriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman
etmiş olamaz.” (Buhârî, İmân 7; Müslim, İmân 71, 72; Tirmizî, Kıyâme 59)
312
Bu hadis bize İslâm toplumunun, birbirlerini Allah rızâsı için seven mü’minler toplumu olduğuna
Ezhâr-ı Hakîkatda Dinî Tema
işaret eder. Çünkü iman sevgiyle başlar, olgunlaşır. Dünya hayatında Allah için birbirini sevenlere verilecek
mükâfat, âhirette rızâ-ı ilâhîye kavuşmak olacaktır. Öte yandan mü’minlerin birbirlerini sevmemeleri,
iman zayılığının işaretidir. Allah katında makbul insan, mü’min kardeşlerini Allah için sevmeli ve hatta
daha iyi mümin olabilmenin esası olan din kardeşini kendi nefsine tercih edebilmelidir. Öyleyse kendine
istemediğini başkası hakkında istememeli ki Allahın yardımına ermiş ve işleri yolunda gitmiş olsun.
-204-
Nefsine lâyık görmediğin bir mu‘âmeleyi başkası hakkında icrâ etmemeğe muvafak olur isen, her
bir muvafakiyet kapısı sana açıkdır.
Haset:
Haset kalbin en büyük hastalıklarından biridir. Kalbi kemirir ve o insanı etkisi altına alır.
“De ki: Ben, ağaran sabahın Rabbine sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman
gecenin şerrinden, düğümlere üleyen büyücülerin şerrinden ve haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.”
(Felak, 1-5)
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Hasetten kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir.” (Ebû Dâvud,
K.Edeb, 4/380)
-140-
Sana hased edenlere mukâbele etme, hâsidin hasedi sana değil, sendeki ‘ilm ü kemâledir.
-6-
Erbâb-ı hasedin vücudu zinde olsa bile rûhu hastadır.
-8-
Erbâb-ı kîn ne kadar hoş-âmed (hoş geldin) ve latîf ü nerm görünse, sözlerine ve iltifâtlarına i‘timât
etme. Bunların çekirdekli pamuk gibi tohm-i sengîn(taştan) ‘adâvetleri, kulûb-i kaasiyelerinde (duygusuz)
müstetirdir (gizli).
-19-
Ekser insan kendi vücudunda saklanan kîn, garaz, ‘adâvet, haset gibi binlerle a‘dâ-yı hânegî (evdeki)
ye hiç ehemmiyet vermez. Halbuki ebnâ-yı cinsinde bir kimsenin kendisine ‘aduv olduğunu hissederse be-
gayet ictinâb eder. Buysa hakâkatde bir kâle içinde müdhiş ‘aduvları ibkâ (daim-sürekli) ile hariçden geleni
men‘e çalışmağa benzer.
Riyakârlık:
“Namazı anılma ve gösteriş için kılanların vay haline!” (Maun, 4,6)
Her kim de gösteriş olsun diye bir iş yaparsa Allah da onun riyakarlığını, ikiyüzlülüğünü ve kıymetsizliğini
teşhir eder. (İbni Mace, Zühd, 21)
-34-
Ehl-i riyâ ile ehl-i hakîkatin bir fikir üzre ictimâ‘ı, nûr ile zulmetin bir noktada ictimâ‘ı kadar
müşküldür.
-114-
Dâimâ hüsn-i hizmet da‘vâsında bulunan ba‘zı riyâkârların tefevvüh(söyleme) ü ta‘dâd eyledikleri
(sayıp döktükleri) hüsn-i hizmetleri tahrîr-i evrâk edilse (yazılsa), sahifeler dolar. Lakin sıhhat ü ‘adem, 313
Mehmet Sait MERMUTLU
sıhhat-ı tahkîk olunarak sahihlerinin karşısına vaz‘-ı erkâm (rakamlar koymak) edilmek lazım gelse
yekünü sıfıra çıkar.
-130-
Riyâkârlar nâtık (söyleyen-konuşan) olurlar, fi‘illeri sâmitdir (suskun), müstakîmler (doğrular)
sâkit olurlar (susan), fi‘illeri nâtıkdır.
-131-
Riyâkâr ve kezzâb olanlar lisânıyla vicdânı arasındaki rabıta-i hakîkatı kat‘ etmişdir.
Gayr-ı ahlakî unsurlardan Yalan:
Gayr-ı ahlakî unsurlardan yalan, Ali Emirî cephesinden dinî bir reâlite olarak karşımıza çıkar. Ve
söyleyenini adeta dinî naslarla tehdit eder.
Allah Teâlâ (c.c.), “Yalan sözden sakınınız!” (Hac, 30) buyurmaktadır. “Ey İman edenler! Allah’tan
korkun ve doğru söz söyleyin” (Ahzâb, 70)
“Dört özellik vardır; kimde bu özellikler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde bunlardan biri
bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir özellik var demektir: Emanete hıyanet eder.
Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Husumet edince, kıskanınca haddi aşar.” (Buharî,
İman, 24; Müslim, İman, 106)
-219-
Yalan söyleyen, başkasını aldatsa dahi, ma‘nen yine kendisi aldanmış olur.
Hayırsız yollardan edinilen servet:
“Siz hayır yolunda her ne harcarsanız Allah onun yerini doldurur. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
Peygamber Efendimiz: “Mal, yardım sebebiyle noksanlaşmaz.” Buyurmuştur.
(Sebe’ 39; Müslim, Birr 69; Tirmizi, Birr 83)
Ahirette insan şu beş şeyden; ömrünü nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından,
ne gibi işler yaptığından, bedenini ne yolda yıprattığından ve bildiklerini uygulayıp uygulamadığından
sorguya çekilmedikçe Allah’ın divanından ayrılamaz.” (Tirmizi, Kıyamet 1)
113-
Hayırsız servet, altın kadehde zehirli şerbet gibidir.
Büyük Adamlık:
Ali Emirî için insan prototipi, müspet yanıyla ele alınan “büyük adam” tabiriyle sıklıkla karşımıza çıkar.
Bu ifade ister müspet ilim (pozitif bilim) lerde ister dinî ilimlerde olsun aynı anlamı haizdir. “Büyük adam”
olmanın gerekleri ve özellikleri vurgulanır genellikle.
-75-
Büyük adam olmak isteyen kendini büyük görmez ve istifâde-i gayr-ı meşrû‘aya (meşru olmayan)
çalışmaz.
-76-
Büyük adamlara ba‘zı kimseler öyle büyük adamın nefsine ‘âid etmiş olduğu bir kusûrdan dolayı
‘afv recâ ederler. Benim fikrimce bu doğru değildir. Büyük adamlar ‘afvı hâtıra bile getirmezler.
314 -77-
Büyük adamlar tevazu‘an kendini küçük göstermek ister fakat âsârı büyükdür. Küçük adamlar
Ezhâr-ı Hakîkatda Dinî Tema
-124-
Diğerlerin hizmetini kendi işine tercihen rü’yet edenler, hakîkatde kendi umûrunu diğerine
tercihen rü’yet ettirmeğe pek güzel bir çâre bulmuşdur.
-125-
Dîn ü vatan u ebnâ-yı cinsine ne gibi hüsn-i hizmet ü mu ‘âvenet ettiğini akşamları yatarken
düşünmeyen veya düşünüb de bir hüsn-i ‘amelde bulunmadığını anlarsa teessüf etmeyen
(kederlenmeyen), insanlık meziyet-i mümtâzesinden (seçkin vasılarından) her gün birer derece sükût
eder.(kaybeder)
-39-
İstikâmeti olmayan, her ne kadar etvâr-ı (tarzlar - işler) hükûmete vâkıf, ‘âkıl ve kâmil dahi görünse,
‘akl-ı hakîkî ve kâmil-i ma‘nevî olmadığından dîn ü devlete nâi‘ hizmet îfâsına muktedir olamaz
İbret almak ve istifade etmek:
Bütün hayatını okumaya ve araştırmaya hasreden Ali Emirî için elbette bu hasletlerin insana bütün
hayatı boyunca kazandıracağı ve istifade ettireceği sonuçlar da kaçınılmaz olacaktır:
-37-
İki sahifelik bir küçük eseri bile istisgâr (küçümseme) etme. İnsan-ı kâmil için Köroğlu masalında dahi
‘ibret alınacak ve hatta müsteit olacak şeyler yok değildir.
Müsaade ederseniz konuşmamızı
….O’nun zatından başka her şey yok olmaya mahkumdur. Hüküm O’nundur (Kasas süresi 88) âyetine
telmih olunan Ali Emirî beytiyle sonlandıralım,
Her şey “Emirî” hâlik olur bir Hudâ kalır
Derk eyledim hakîkat-ı encâm-ı hilkatı
Saygılar sunuyorum…
316
Nesîmî’ye Ait “Düşer”
Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
Arş. Gör. Sıtkı Nazik
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk İslam Edebiyatı
Anabilim Dalı, Elazığ
N.SITKI@hotmail.com, snazik@irat.edu.tr
ÖZET
Bu tebliğde, Nesîmî Divanı’nda geçen “düşer” Nihayetinde, Divan şiir geleneği ve şairin düşünce
redili iki gazelin mukayeseli yöntemle şerhi dünyası da göz önünde bulundurularak, Hüseyin
yapılmaya çalışılmıştır. Mukayeseli edebiyatın Ayan tarafından hazırlanmış olan divanın 77 ve 78.
verilerinden hareketle meydana getirilen bu sırasındaki gazellere ait beyitlerden ortak özellik
çalışmada, öncelikle Nesîmî’nin hayatı, tasavvufî arz edenler birlikte ele alınmış, beyitler arasındaki
yönü ve edebi kişiliği hakkında bilgi verilmiştir. Daha benzerlik ve farklılıklar ortaya konulmuştur.
sonra, mukayese yöntemi, mukayeseli edebiyatın Anahtar Kelimeler: Nesîmî, Vahdet-i Vücûd,
tanımı ve muhteviyatı konusuna kısaca değinilmiştir. Düşmek İmajı, Mukayese
Sıtkı Nazik
Giriş
Divan edebiyatının en büyük şairlerinden biri olan Nesîmî’nin hayatı hakkında ortaya konan bilgiler
birbirini tutmamaktadır (Yavuz, 2011: 26). Kaynaklardan hiçbirisi onun doğum tarihi ile ilgili bir fikir ileri
sürmediği halde, M. Kulu-zade, Azerbaycan Edebiyatı Tarihi’nde herhangi bir kaynak vermeden Nesimî’nin
tahminen 1369/70 yıllarında Şamahı’da doğduğunu belirtmektedir. Selman Mümtaz ise Nesîmî’nin, sekizinci
asr-ı hicrinin son yarısında doğduğunu ve Azerbaycanlı olduğunu söylemektedir. Bazı İran kaynakları da
onun Şîrâzlı olduğuna ve kendisine “Şirâzî” dendiğine işaret etmektedir. Âşık Çelebi Diyarbakırlı ve Türkmen
soyundan geldiğini ileri sürerken (Ayan, 2002: 16-17), Latifi ise Bağdad civarında Nesîm nahiyesinden
olduğu için Nesîmî mahlasını aldığını dile getirmektedir (İsen, 1999: 331).
Aslen Şeyh Şiblî’nin dervişlerinden biri olan Nesîmî, daha sonra Fazlullah-ı Hurûfî’ye intisap etmiş
(İsen, 1999: 331) ve onun halifesi olmakla, davasına inanmış kişilere yaraşır bir şekilde seyahatler ederek
Hurûfîliği yaymaya çalışmıştır. Timurluların şiddetli takipleri neticesi Azerbaycan’dan ayrılmak durumunda
kalan Nesîmî (Ayan, 2002: 18), I. Murad zamanında Anadolu’ya gelerek Hacı Bayram-ı Velî’ye bağlanmak
istemişse de, bu talebi reddedilmiştir. Hayatının son döneminde Haleb’e gitmiş, burada Hurûfîlik
konusundaki taşkın tavrı nedeniyle 1404 yılında idam edilmiştir (Mermer vd., 2010: 460). Ölümüyle ilgili en
doğru tarihin de bu tarih olduğuna kanaat getirilmektedir. Hurûfîlik inanışını şiirleri aracılığıyla çevresine
yaymayı amaçlayan Nesîmî’nin hayatı efsaneleşmiş ve muakkipleri, özellikle Alevi şairler arasında adı “Şâh-ı
Şehîd” olarak anılagelmiştir (Mengi, 2010: 78).
Seyyid Nesîmî’nin hayatında en önemli hâdise Fazlullah-ı Hurûfî ile buluşmasıdır. Bu görüşmenin,
rivayete göre, 1394 yılında vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Bu tarihte Fazlullah, Timur’un oğlu Miranşah’a
sığınmak üzere Şirvan’a gelmiş, orada hapse atılarak aynı sene katledilmiştir. Nesîmî’nin doğum yılını
1369-70 yılı olarak kabul edecek olursak Fazlullah ile buluştukları tarihte şair, 24-25 yaşlarındadır. Refîî’nin
Beşâret-nâmesine göre, ölüm yılı 1409 tarihinden önce olan Nesîmî, Fazlullah ile buluştuktan sonra 15 yıl
kadar yaşamıştır (Ayan, 2002: 23-24).
Bu buluşma neticesinde Nesîmî’nin iç dünyasında büyük bir değişiklik vücuda gelmiş, eskiden
beri çözmeye gayret ettiği sırlar, Fazl’ın kurup geliştirmeye çalıştığı Hurûfîlik içinde birer birer açıklığa
kavuşmuştur. Harlerin sayısında gizlenen sırlar “ayân” olmuş, insan yüzünde yazılı olan “kitap”
okunabilmiştir (Ayan, 2002: 29).
Vardığı yerlerde büyük bir şevk ve heyecan ile Hurûf ilminden ve Hurûfîlikten bahseden Nesîmî, insan
yüzünde 28 veya 32 harfi okuyarak, yüzün Allah’ın tecellî yeri olduğunu söylemiş ve yazdığı şiirlerde bu
inancı dile getirmiştir. Hurûfîlikten bahseden ve insan yüzünde “Allah’ın tecellî edeceğine” dair kelimeler
ve remizler taşıyan bu şiirler, Sünnî çevreler ve İslâm bilginleri tarafından dinlenip okundukça Nesîmî’nin
düşmanları artmıştır. Hele şiirlerindeki aşırı derecede pervasızlık ve vahdet-i vücûd düşüncesi, bilhassa
zahire göre hareket eden Müslümanlar arasında kınanmasına sebep olmuştur. Bu yüzden Nesîmî ikinci
Hallac olarak görülmüştür. Nihayetinde mahallin mütüsü: “Derisi yüzülmek suretiyle katline” fetva
vermiştir (Ayan, 2002: 18).
Öte yandan Seyyid Nesîmî’ye “zındık” diyenler olduğu gibi, onu “aşk yolunun korkusuz yiğidi, sevgiler
Kâbe’sinin ileri gelen fedaisi, şaşırtıcı derecede âşık, nükteler söyleyen gönül adamı” şeklinde övenler de
vardır (Yavuz, 2011: 27). Kendisine bir Hakk âşığı diyenler de, zındık diyenler de divanından örnekler
gösterebilirler. Geniş bir tasavvuf anlayışıyla bu şiirlerde mısra mısra, beyit beyit vahdet-i vücûd işlenmektedir
(Ayan, 2002: 19). Onun için “zındık” diyenler ile Hak âşığı olarak hâline acıyanların iddialarına bakılırsa
her iki tarafın da haklı olduğu söylenebilir. Çünkü Nesîmî’ye ait şiirlerde bu iddialar için yeterli miktarda
deliller bulunmaktadır (Yavuz, 2011: 27-28). Ancak sonradan Hurûfîlikten döndüğü ve tövbe ettiğine dair
rivayetler de mevcuttur (Işık, 2010: 1155).
318 Nesîmî’nin iyi bir tahsil gördüğüne muhakkak nazarıyla bakılabilir. Şiirlerinden bu hususu anlamak
mümkündür. O günkü medreselerde okutulan Arapça sarf ve nahiv, fıkıh, tefsir ve kelâm ilminden haberdar
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
olduğuna işaret eden beyitlerine rastlanmaktadır. Sonradan bâtinî ilimlere ilgi duymuştur. Zaten yaşadığı
devre ve çevre bu gibi ilimlerin başlıca merkezlerinden biridir (Ayan, 2002: 23).
Nesîmî, yalnız Hurûfî bir şair olarak tanınmamış, aynı zamanda Divan edebiyatının üç dilde şiir yazan
büyük ve lirik şairi olarak da bilinmiştir (Bayat, 2006: 63). Esasen şiirlerini Türkçe yazan Nesîmî’nin bir
divan oluşturacak kadar Farsça şiirleri de vardır. Gerek Türkçe, gerekse Farsça divanındaki beyitlerden,
mülemmâlardan ve bir iki tane gazelden Arapçayı da iyi bildiği ve bu dilde de şiirler yazacak kadar bilgiye
sahip olduğu anlaşılmaktadır (Ayan, 2002: 23). Hatta günümüze ulaşmayan bir Arapça divanının varlığından
söz edilmektedir (Şentürk ve Kartal, 2010: 145).
Divan Edebiyatının kuruluş yüzyıllarında yaşamış olan Nesîmî, bu kuruluşta büyük bir paya sahiptir
(Ayan, 2002: 39). XIV. yüzyıl gibi Divan edebiyatı için erken sayılabilecek bir dönemde, İran edebiyatındaki
klasik mazmunları Türkçe’ye samimi bir inanç ve lirik bir ifade ile uygulayarak, Divan şiirini zamanının
ötesine taşıyan Nesîmî; söz, şiir, lafız kavramlarının kendinde bıraktığı izlenimi şiirlerinde ustaca işleyerek
bu şiirin poetikasının belirlenmesine de zemin hazırlamıştır (Yakar, 2006: 325; Ayan, 2002: 23, 71).
“Nesîmî’nin şiir anlayışı, onu yetiştiren tasavvuf kültürünün ve yaşadığı dönemdeki dünya görüşünün
süzgecinden geçerek kâğıda dökülmüştür.” (Yakar, 2006: 326). Nesîmî’nin Türk şiirindeki tesirinin derin
izlerini daima görmek mümkündür. Kendisinden sonra gelen şairleri, lirizmi, inancındaki samimiyeti,
vahdet-i vücûd anlayışı bakımından etkisi altına almış; ölümü etrafında oluşan menkıbe ve rivayetlerle de
sanatkârları ve geniş kitleleri ismi etrafında toplamış bir şahsiyettir. Nesîmî’nin, Fazlullah ile buluştuktan
sonra yazdığı şiirlerinde Hurûfîlik çok geniş bir yer tutmuştur. Büyük bir şevk ve heyecanla yazdığı şiirlerini,
dolayısıyla da kelimelerin gücünü, inandığı bu dava uğrunda kullanmıştır (Yakar, 2006: 324-325; Ayan,
2002: 19, 99).
Şiirlerinde ilâhî aşkı işleyen ve Hurûfîliği tanıtıp propagandasını yapan şair, kendisinden sonra gelen
Usûlî, Penâhî, Misâlî gibi Hurûfî şairleri etkilemiştir. Ayrıca, Bağdatlı Rûhî (Mengi, 2010: 79), Habîbî, Hatayî,
Fuzûlî ve Kavsî gibi şairler üzerinde de tesiri olmuştur (Şentürk ve Kartal, 2010: 142). Muhibbî mahlasıyla
şiirler yazmış olan Kanuni Sultan Süleyman ise onun bir gazelini tanzir etmiştir (Ayan, 2002: 101-104).
Divan şiirinin klasik nazım şekilleriyle şiirler yazmasının yanı sıra, tuyuğlarıyla da ün kazanmış bir şairdir.
Şiirleri özellikle Hurûfîlik açısından önem taşımaktadır (Mengi, 2010: 79).
Türk edebiyatının en lirik ve en coşkun şairlerinden biri olan Nesîmî, özellikle Bektaşîler ile vahdet-i
vücûd anlayışını benimseyenler arasında büyük bir sûfî olarak kabul edilmiş, hakkında menkıbeler
yazılmıştır. Şiirde büyük bir kudret göstererek çoğunlukla kendi inancını telkine çalışmış, âşıkane şiirler de
söylemiştir (Şentürk ve Kartal, 2010: 142).
Fazlullah-ı Hurûfî ile buluşmasından sonra Nesîmî’nin gerek hayatında gerekse şiir üslûbunda büyük
değişiklikler olmuştur. Nesîmî’nin bu buluşmadan önce yazmış olduğu şiirlere bakılınca, onları geniş bir
edebî, dinî bilgi ve kültürle yazdığı görülmektedir. Bu şiirlerde daha çok Ahmed-i Yesevî ve Mevlânâ’nın
“hikemî söz, tâlimî edâ ve nasihat etme arzusu” hâkimdir. Bu şiirlerinde lirizmi henüz yakalayamayan şairin
dili tutuk olup, fikirlerini ifade etmede bazı güçlükler çektiği görülür. Fazlullah-ı Hurûfî ile karşılaştıktan
sonra yazdığı şiirlerde Sünnî akideye ters düşen, hiçbir ilmî temele dayanmayan ve naklî delile istinat
etmeyen harler dünyasına girerek, Hurûfîliğin savunucusu ve yayıcısı olmuştur. Nesîmî özellikle bu
dönemde yazdığı şiirlerde lirizmi yakalamıştır (Şentürk ve Kartal, 2010: 142).
Elimizde bulunmayan Arapça divanını hariç tutarsak, Nesîmî’nin bilinen iki eseri Türkçe ve Farsça
Dîvânları’dır. Hurufiliğe ait Mukaddimetü’l-Hakâyık adlı bir mensur eserinin daha varlığından söz edilmekle
birlikte, bu eserin Nesîmî’ye ait olup olmadığı henüz kesinlik kazanmamıştır (Mengi, 2010: 78).
Birçok yazma nüshası bulunan Nesîmî’nin Türkçe Dîvânı, 3 mesnevi, 457 gazel, 4 müstezad, 1 murabba,
3 terci’-i bend, 315 tuyug ve 4 beyitten oluşmaktadır. Nesîmî’nin Türkçe Dîvânı, Türkiye›de eski harlerle beş
319
Sıtkı Nazik
defa; yeni harlerle, biri «seçmeler» hâlinde olmak üzere, üç kere neşredilmiştir1 (Şentürk ve Kartal, 2010:
144).
Edebiyatta daha çok Bektaşî şairlerini etkilemiş olan Hurûfîlik, tasavvutan yararlanılarak ortaya
konmuş bir inançtır. Kurucusu Fazlullah-ı Hurûfî’dir. Varlığı, yaradılışı harlerle izah etmeye çalışmaktadır.
Arapçadaki 28 ve Farsçadaki 32 harf ile bütün varlıklar, hatta Kur’an tefsir edilmektedir (Mengi, 2010: 79).
Hurûfîliğe ait en çarpıcı hususiyetlerden biri, tasavvufa uygun olduğu söylenen hayalperest kıyaslamalara
gidilmesidir. Bu kıyaslamalardan belki de en önemlisi Allah’ın kitabı olan Kur’an’la yine Allah’ın kitabı olan
insan arasında bir paralellik kurulmuş olmasıdır (Gibb, 1999: 221).
“Nesîmî’ye göre yaratılıştan amaç yaratanın sırrını bilmektir. O halde Mazhar-ı ilâhî olan insan yüzü
Hakk’ın sırrının şifrelendiği deterdir. Bu ezoterik bilginin okunup, halka mal edilmesi şairlerin görevidir.
Hurûfî öğretisi bütün bu sorulara cevap verecek durumdadır.” (Bayat, 2006: 66). Hurûfîliğe göre harlerin
sakladıkları sırlarla Allah’ın sırrını keşfetmek mümkündür. Nesîmî’nin şiiri de bu ilham kaynağından
beslenerek gelişmektedir. Onun dili ve ifade özelliği bu ilhamı terennüm etmeye yarayan sevgiliye ait
güzellik unsurlarıyla meydana çıkmaktadır. Sevgilinin saçı, yüzü, boyu, beli, eli, kolu, ayağı, yürüyüşü
Hurûfîlik açısından, Nesîmî tarafından temaşa olunarak şiire geçmektedir. Gerçi Nesîmî’den çok önce
tasavvula ilgilenen şairler bütün bu kelimeleri birer sembol olarak mahbub, maşuk (sevgili-Allah) hakkında
kullanmışlardır. Fakat vahdet-i vücûd anlayışını Hurûfîlikle örerek Türk edebiyatına aktaran, yerleştiren
hatta bu yolda canını bile feda edebilen şair Nesîmî’dir (Ayan, 2002: 41).
Hurûfî öğretisinde yaratılışın sırrı Kur’an’daki harlerde veya Seb’a’l-Mesânî olarak bilinen Fatiha’daki
harlerde, harler de insanın (sevgilinin) yüzünde saklıdır (Bayat, 2006: 66). Zira insanın kafası veya yüzü
Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha’ya tekabül etmektedir. Fatiha’nın yedi ayetten oluşması gibi insanın yüzünde
de yedi alâmet veya hat vardır: Saç, kaşlar ve kirpikler. Fatiha’ya tekabül eden insanın yüzündeki hatların
(rahme düşüşün arefesinden itibaren) onunla birlikte olduğu ve insanın yüzüne tekabül eden Fatiha’yla
birlikte aynı unvanı, “Ümmü’l-kitâb” unvanını taşıdığı belirtilmektedir (Gibb, 1999: 221).
“Allah’ın insanda tezahürü meşhur bir tasavvufî görüştür. Fakat mutasavvıfa göre insan, ilâhî güzelliğin
aksettiği bir aynadır, bu sebeple böyle bir aynanın ilham ettiği aşk mecazî bir aşktır; aynı zamanda hakiki aşka
bir köprüdür. Diğer yandan Hurûfîye göre insan sadece bir ayna değil, Allah’ın insan suretinde tezahürüdür.
Bu sebeple o, hakiki aşka bir köprü değil bir hedetir” (Gibb, 1999: 228). Nitekim Nesîmî’nin fikir dünyasında
varlıklar, özellikle de insan, Hakk’a tanıklık yaptığı için düşünen, düşündüklerini belli bir kalıba döken,
modelleri simgelere dönüştüren varlık olması nedeniyle Hakk’ın gerçek yansıması olarak algılanmaktadır
(Bayat, 2006: 63). “Bununla birlikte Türk şairleri tarafından sunulmuş olduğu gibi Hurûfîliğin belirgin
özelliği, ne harlere atfedilen gizli bâtınîlik zannıdır ne de mukaddes kitapla insanın vücudunun azaları
arasında yapılan hayalî benzetmelerdir. Onun asıl hususiyeti, Allah’ın tecellisi olarak algılanan insanın (ilah
derecesinde) yüceltilmesidir.”(Gibb, 1999: 222).
“Nefsini bilen Rabb’ini bilir” şeklindeki ifade muvacehesinde felsefeciler, insanı, kâinatın misal-i
musaggarı, bir özü diyebileceğimiz mikrokozmos olarak takdim ettikleri (Gibb, 1999: 222) gibi Nesîmî
de âlemin sırrının küçük âlem olan insanda, insanın sırrının da âlemde olduğunu dile getirmektedir.
Divanında yüz defadan çok geçen Ene’l-Hak formülü ile bâtıni bilgide âlemi okuduğunu, yaratılışın sırrını
anladığını söylemektedir (Bayat, 2006: 65). Fakat Hurûfîler başlangıçta kastedilen hedeten farklı bir yönde
bu fikirleri daha da ileri götürmüşler, sadece ruha taalluk eden bu düşünceyi vücuda taşımışlardır. İbadet ve
perestişe münasip bir obje olarak insanın veya insan azalarının bu sunuluş şeklinden ötürü, Hurûfî şairler
diğer Türk şairlerden ayrılmış ve bu ekole mensup olan kişilere, Sünnîlerce küfür isnat edilmiştir (Gibb,
1999: 222). Bunun bir sonucu olarak da Fazlullah-ı Hurûfî ve onun takipçilerinden kimileri cezalandırılmış
ve öldürülmüşlerdir (Mengi, 2010: 79).
320 1 Yeni harlerle yapılan neşirler: Kemâl Edib Kürkçüoğlu, Seyyid Nesîmî Divânı’ndan Seçmeler, Ankara 1985; Hüseyin
Ayan, Nesimi Divânı, Ankara 1990; Hüseyin Ayan, Nesîmî, Hayatı, Edebi Kişiliği ve Türkçe Divanının Tenkitli Metni
I-II, Ankara 2002.
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
Bâtınî bilgileri yeni bir boyuta ulaştıran Hurûfîlik, ses, harf, rakam üçlüsünde yaratılış ve yaratılışın
sırrını açıklamaktadır (Bayat, 2006: 66). Hurûfî sistemine göre gizli bir hazine olan Allah’ın ilk tezahür ve
tecellisi söz şeklindedir. Varlığın zuhur şekli ise sestir. Ses her şeyde gayb âleminde, maddi âlemde, canlıda,
cansızda mevcuttur. Söz sesten, ses de harten oluştuğu için Hurûfîler sözün ve sesin kaynağı olarak harfi
almaktadırlar. Yani sesten ibaret olan varlık gayb âlemindedir. Ses gayb âleminden görünüş âlemine çıkınca
harf şeklini alır. Bu halde ses, vahdeti, harler ise çokluğu, varlığın çeşitlenmesini, kesreti bildirmektedir.
Sesler 28 veya 32 harte somutlaştığından tecelli veya görüntü âleminin kaynağı da harlerden ibarettir.
Kısacası harler halka, sözler de Allah’a işarettir ve her ikisinin membaı da ilâhîdir (Bayat, 2006: 68).
Nesîmî’de söz Allah kelamıdır ve bu söz gizli bir hazine (Kenz-i Mahfi) olan Allah’ın ilk tezahür ve tecelli
şeklidir. Bâtıniler Kelamı iç konuşma (Kelam-ı Nefsi) olarak değerlendirmektedirler. Varlığın zuhur şekli,
yani özü ise sestir. Kâinat işte bu sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Ancak ses, her varlıkta aynı biçimde
ve nitelikte mevcut değildir. Nitekim ses canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve)
olarak vardır. Seslerden oluşan sözü, her varlık kendi makamına göre sır etmiştir. Söz, insanda kelam-ı
melfûz (lafza dönüşmüş söz) halini almakta ve dünya bu sözlerle algılanmaktadır. Yani Allah katında iç
konuşma olan söz insanda dışa vurmakla, bilinmezin bilineni olmaktadır. Bu sebeple Nesîmî, Hakk’ın
konuşan dili olan insanı yüceltmiştir (Bayat, 2006: 69-70).
“İnsan zihninin apriori2 bir işlemi olan mukayese, bütün bilimlerin vazgeçilmez bir metodu olduğu
gibi, edebiyat için de, edebî eserler üzerinde oluşan ilk tarih ve tenkit düşüncesi kadar eskidir.” (Öztekin,
2007: 671). Mukayeseli edebiyat biliminin temelinde de öteki karşılaştırmalı bilim dallarında olduğu gibi
mukayese yöntemi vardır (Aytaç, 2009: 13).
Bir bilim dalı olan mukayeseli edebiyatın konusu, malzemesi edebiyat ürünleridir. Karşılaştırma
yapabilmek için en az iki ürünün olması gerektirmektedir (Aytaç, 2009: 18).
Edebiyat biliminin bir dalı olan mukayeseli edebiyat, edebî eserleri inceleyip, araştırmaktadır. Mukayeseli
edebiyatın görevi ve işlevi, farklı dillerde yazılmış iki eseri konu, düşünce ya da biçim bakımından incelemek;
bu iki eserin ortak, benzer ve farklı taralarını tespit etmek, benzerlik ve farklılıkların nedenleri üzerinde
yorumlar getirmektir (Aytaç, 2009: 7). Şu halde bir mukayeseli edebiyat çalışması konu, düşünce ve biçim
açısından karşılaştırma şeklinde üç ana başlık altında toplanıp, karşılaştırılan eserler arasındaki ortaklık,
benzerlik ve farklılıklar bu ana başlıklara göre düzenlenebilir (Bayram, 2004: 71).
Mukayese kişiler, eserler ve edebiyatlar arasında yapılmakta; eserler düşünce, tür, konu, motif ve
tip bakımından ele alınarak karşılaştırılmaktadır (Levend, 2008: 44, 45). Eserler arasında “konu, tema,
mesaj, motif, tip, ana ve ara fikirler” açısından yapılan karşılaştırma, mukayeseli edebiyat incelemesinin
aşamalarından (bölümler) birini oluşturmaktadır (Bayram, 2004: 71).
Mukayeseli edebiyat çalışmalarının mutlaka iki farklı dile ve kültüre ait imgeler, konular, tipler,
türler, eserler ya da şairler/yazarlar üzerinde yapılması gerektiğini savunanların yanı sıra; bu çalışmanın
millî edebiyatların sınırları içerisinde yapılabileceğini savunanlar da bulunmaktadır (Bayram, 2004: 70).
Dolayısıyla karşılaştırma, ulusal edebiyatın kendi eserleri üzerinde olabildiği gibi, farklı ulusların edebiyatları
arasında da yapılabilmektedir. Keza eş zamanlı ürünlerle farklı zamanlı ürünler de karşılaştırılabilmektedir
(Aytaç, 2009: 18).
Mukayeseli edebiyat bilimi için uygun çalışma alanlarından biri de “bir şairin iki farklı şiirinin
karşılaştırılması”dır (Bayram, 2004: 72). Nitekim bu çalışmada, Nesîmî’ye ait “düşer” redili iki gazel, “konu,
tema, mesaj, motif, tip, ana ve ara fikirler”3 açısından karşılaştırmalı bir şekilde şerh edilecektir.
2 Bir çeşit akıl yürütme, sonuç çıkarma metodu. Herhangi bir meselenin gerçeklikle ilgisini incelemeden, zihnin bir sonuca
varmasıdır. Bazı prensiplerden yola çıkılarak sonuca varıldığı için, ispatlanmamış, deneyler sonucu elde edilmemiş bir
düşünceye ulaşılır (Karataş, 2001: 40).
3 Konu: Metnin içeriğini oluşturan duygu, düşünce, olay veya durumlara konu denmektedir (Karataş, 2001: 253).Tema: 321
Şiire hâkim olan ve okura duyurulmak istenen duygu, şiiri oluşturan özdür. Şiirdeki içsel motilerin bir araya gelmesiyle
sezdirilen temel düşünceyi oluşturmaktadır (Karataş, 2001: 419).
Sıtkı Nazik
Öncelikle, gazeller arasındaki benzerlik ve farklılıkların daha rahat görülebilmesi için gazellere ait
metinler yan yana getirilecektir. Daha sonra, aralarında ortak yönlerin bulunduğu beyitler, birlikte ele
alınarak mukayeseli yöntemle şerhe tabi tutulacaktır. Gruplandırılan beyitler kendi içerisinde “birinci/ilk
beyit”, “ikinci/sonraki beyit” ve “üçüncü/son beyit” şeklinde sıralanarak ele alınacaktır.
Gazellerin Metni
Nesîmî’ye ait “düşer” redili iki gazel, Hüseyin Ayan tarafından hazırlanan divanının 77 ve 78. sırasında
yer almaktadır. Vezin ve kafiye bakımından aynı olan bu iki gazelden birincisi, metin tenkidine konu olan
nüshalardan sadece Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (D) nüshasında yok iken; bilakis ikincisi Ayasofya (A),
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi ve Isparta (I) nüshalarında bulunmaktadır (Ayan, 2002: 118, 274, 275).
1. Gazel (G. 77) 2. Gazel (G. 78)
Mefâ’ilün Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün (Fâ’lün) Mefâ’ilün Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün (Fâ’lün)
1. Haçan ki sünbül-i zülfün nikâbı aya düşer 1. Düşende yüzüne zülfün cihâna sâye düşer
Kamer sehâba girer âfitâba sâye düşer Güneş buluta girer çün nikâbı aya düşer
2. Düşürmiş aya saçun zıllını vü gölgesini 2. Götür nikâbı yüzünden ki nûr ile yüzüni
Düşürmek ancılayın sâye şol Hümâya düşer Tutar tecellî semâdan utar Hümâya düşer
3. Kaşunda gör ki ne ‘ayne’l-yakîn imiş gizlü 3. Bu derde yanmayan iy cân şifâ zi-Hak bulmaz
Ki bî-gümân olur ol kim gözi bu yâya düşer Ki kim bu derd ile yandı yakın şifâya düşer
4. Sabâ saçundan utandı ki nâfe-i Çîndür 4. İçerse zâhid ü ‘âbid lebün şerâbından
Meger ki silsilesinden sabâ Hıtâya düşer Delüre terk ide zühdü vü hûy ü hâya düşer
5. Hatâdur ahsen-i takvîmi sevmek aydur dîv 5. Yolunda ‘âşık-ı miskîn şehîd ola ne ‘aceb
Bu Hakka ‘âsîyi gör kim neçe hatâya düşer Haçan ki gamzen ohı şol kaşunda yâya düşer
6. Egerçi zülfüne dâm-ı belâ dimiş ‘âkıl 6. Egerçi Çîn öger isen Hıtâyî hûblarını
Bu dâma kim ki gelüp düşmedi belâya düşer Çü hatt u hâlüni görse Hıtâ hatâya düşer
7. Cihân mu‘attar olur her seher ki bâd-ı sabâ 7. Bu gün Nesîmiyi gör kim kapunda miskîndür
Gelür bu halka-i zülfün ‘abîre sâye düşer Zekât-ı hüsnüni virgil ki bu gedâya düşer
8. Gedâya handa visâlün sa‘âdeti düşiser
Eger düşerse menüm tek ganî gedâya düşer
9. ‘Aceb şerâb imiş ey sâkî-i ezel ‘ışkun
Ki cûş ider anı içen bu hûy u hâya düşer
10. Nesîmi yâra ulaşdı ne düşdi münkire kim
Tutuşdı yüregi yandı yavuz kazâya düşer
Gazellerin Mukayeseli Şerhi
Mesaj: Sanatçının okura vermek, ulaştırmak istediği temel düşüncedir (Karataş, 2001: 285).
Motif: Bir sanat eserinde sık sık tekrarlanan unsur (Ayverdi, 2005: 2096).
Tip: Edebi eserlerde, roman ve piyeslerde kendine has duygu, düşünce ve davranışları ile tanıtılan, canlandırılan kişilik,
karakter (Ayverdi, 2005: 3171).
322
Ana Fikir: Bir konuyu anlatmayı amaçlayan bir yazıdaki temel düşünce; yazarın, açık veya gizli okura iletmek istediği asıl mesajdır. Ana fikre,
anlatılan konunun özü, ondan çıkarılacak sonuç da denebilir (Karataş, 2001: 30).
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
Gazeller, “düşmek” imajı etrafında şekillenmektedir. Fakat beyitlerde ele alınan bu “düşüş”, “1. Bulunduğu
yerden ayrılıp yukarıdan aşağıya doğru inmek, sukut etmek. 2. Yansımak, aksetmek, vurmak. 3. (Zorlayıcı
bir sebeple) Başını alıp gitmek, bulunulan yerden ayrılmak. 4. Payına isâbet etmek. 5. Rastlamak, tesâdüf
etmek. 6. Bir kimsenin bir şeyi yapması gerekmek, o iş ona terettüp etmek, ona âit olmak. 7. Yakışmak,
uygun olmak, uygun gelmek. 8. Kendini kaptırmak, kapılmak, ... içinde bulunmak 9. Uğramak, dûçar olmak
10. (Tuzak, kapan, ağ vb. ile) Gafil avlanıp tutulmak, yakalanmak. 11. İsabet etmek.”(Ayverdi, 2005: 783,
784) şeklinde farklı manalar ihtiva etmektedir. “Düşmek” fiilinin geniş zaman çekimine uğrayarak “düşer”
şeklinde redifi oluşturan bu kelime, gazellerde işlenen temel düşüncenin anahtarı konumundadır. Zira redif,
simetrik tekerrürü ile şiiri belirli bir kavram veya bir konu etrafında toplayan, bir atmosfer meydana getiren
mihver olmuştur (Akün, 1994: 402).
“Düşmek” fiili, hem geniş zaman kipinde kullanılmanın hem de redif olmanın verdiği avantajla birlikte
olaya süreklilik kazandırmaktadır. Üstelik fiilin, yaklaşık on bir farklı manaya gelebilecek şekilde kullanılması
gazellerin muhteviyatını zenginleştirmekte ve anlam sahasını genişletmektedir.
Hayatın farklı alanlarını değişik kelime dizgeleriyle ifade etmede, saçaklanan bir anlamlar dünyası sunan
“düşmek” fiili, her şeyden önce bütün varlıksal alanları kapsayan yönüyle, bulunulan “üst düzey”i veya sahip
olunan “mevki”i kaybetme anlamını içinde barındırmaktadır. “Düşmek”, fiziksel olarak belli bir düzeyden
daha alt düzey veya düzeylere inişi anlatmaktadır. Ancak bu inişte bir istem-dışılık/gayri ihtiyarilik söz
konusudur. Bilerek, isteyerek düşmek dil mantığı ve insan yaratılışına aykırı görünmektedir. Bütün bunlara
rağmen bir “düşme” gerçeği de hayatın veya bütün varlıksal alanların kaçınılmaz bir olgusudur. Dolayısıyla
düşmek, varlık alanlarındaki/katmanlarındaki dehşetli düşüşü ile insanlığın kolektif bilinçaltında hep
olagelmiş ve bu “düşüş”, insanoğlunun hayatındaki her karede kendisini hissettirmiştir (Yıldırım, 2007: 213,
214).
Sünbül misali dağınık ve kıvrım kıvrım saçlardan müteşekkil olan sevgilinin nikabı, aya benzeyen yüzüne
düştüğü zaman, adeta ay buluta girmekte ve yine sevgilinin güneşe benzeyen yüzüne gölge düşmektedir.
Aynı şekilde sevgilinin zülfü, yüzüne düştüğünde, âleme gölge düşmekte, ay gibi yüzün üzerini nikabın
örtmesi misali bulut da güneşi gizlemektedir:
Haçan ki sünbül-i zülfün nikâbı aya düşer
Kamer sehâba girer âfitâba sâye düşer (G. 77/1)
Düşende yüzüne zülfün cihâna sâye düşer
Güneş buluta girer çün nikâbı aya düşer (G. 78/1)
Sevgiliye ait güzellik unsurlarının ve bunlara bağlı olarak mecaz, benzetme ve istiarelerin geçtiği
bu iki beyitte ilk ele alınan saçtır. Divan edebiyatında birbirlerinin yerine kullanılan saç ve zülüf (Şahin,
2011: 1853), tasavvufî mecaz olarak kesret, kâinata yansıyan ilâhî güzelliklerin kesret halinde görünmesi,
hakiki sevgilinin kesret âlemindeki görünüşü, küfür, gaybî hüviyet, Hakk’ın zâtının, sıfatı olan eşya içinde
kaybolması (Tarlan, 2009: 43, 72, 107, 117, 128, 160, 503, 606), zât-ı Ahadiyet’in sıfatı (Levend, 1984: 45),
Hakk’ın sıfatlarının mazharı olan âlem, Hakk’ın cemal ve celal sıfatlarının tecellileri (Üstüner, 2007: 281)
gibi anlamlara gelmektedir.
Beyitlerde geçen sevgiliye ait güzellik unsurlarından bir diğeri ise yüzdür. Yüz, tasavvufî sembol olarak
cemâl, cemâl-i ilâhî, güzelliğin zuhur yeri, ilâhî güzelliğin bir aksi (Tolasa 2001: 207) tecelli-i cemâl, zâtın
güzelliğinin aynası, görünme yeri (Üzgör 1990: 176, 179), vech-i hakikî ve vahdeti ifade etmektedir (Tarlan,
2009: 83, 131). Tasavvuta yüz, Hakk’ın cemâl tecellisi, saç ise celâl tecellisi karşılığında kullanılmaktadır
(Üzgör 1990: 177). Bu bakımdan yüz, ilâhî lütfa vesile olan sıfatları, zülüf ise ilâhî kahra vesile olan sıfatları
temsil etmektedir (Uludağ, 2005: 298).
Tasavvuta kesret olarak görülen saça karşılık yüz, vahdetin sembolüdür. İlk beyitte sevgilinin yüzü 323
yerine istiare yoluyla ay kelimesi kullanılmış ve zülüf örtüsünün ayın üzerine düştüğünden bahsedilmiştir.
Sıtkı Nazik
İkinci beyitte de sevgilinin yüzüne, zülfünün düşmesiyle cihana gölge düştüğü zikredilmektedir. Dolayısıyla
zülfün yüzü kapatan bir perde, vahdeti gizleyen bir kesret olduğu anlaşılmaktadır.
“Sevgilinin yüzü ve saçının Nesîmî’yi çok meşgul etmesinin sebebi; cemâle giden yolda saçın bir tuzak
olarak düşünülmesindendir. Vahdete ulaşmak için yol, kesretten geçmektedir. Kesret, vahdeti bulmada
daima insanın ayağına dolanmıştır.” (Ayan, 2002: 47).
Cihana gölge düşmesi olayına gelince, vahdet-i vücûd anlayışına göre, bir tek vücûd vardır o da
mutlak vücûd sahibi olan Allah’ın varlığıdır. Kâinat, âlem, insan ise Hakk’ın geçici gölgelerinden ibarettir
(Üstüner, 2007: 45). Hem nuru/ışığı örtmesi hem de karanlık/siyah olması bakımından zülüle benzerlik
gösteren gölge, kesreti sembolize etmektedir. Bu bakımdan mevcudatın yaratılmasıyla kâinata yansıyan ilâhî
güzellikler kesret halinde, bir gölge misali tecelli etmiştir.
“Allah zâtını insanda gizleyip, sıfatlarını izhar etmiştir.” (Şâhidî, 1996: 47). Allah’ın zâtını temsil eden
yüzün dünya gözü ile görülmesi mümkün değildir. Gözler bakmaya tahammül edemeyeceği için Mutlak
varlık, rahmetinin gereği olarak kendini kesret âleminde gizlemiştir. Bundan dolayı Hakk’ın zâtı değil,
sıfatlarının tecellisi olan kesret âlemi görülebilmektedir (Üstüner, 2007: 285):
Yüzine bahmaga gözler döyimez anun içün
Terahhum eyleyüben zülf ile hicâb kılur (Ergin, 1980: 141)
Güzelliğinin nuru, güneşin ışıklarından daha belirgin olarak kendini gösterdiği hâlde, Allah aradaki
hicaplarla zâtını gizlemektedir (Üstüner, 2008: 283). Vahdeti simgeleyen yüz ile kesreti temsil eden zülüf
birlikte ele alındığında, çokluk ve taayyünât olarak görülen saç nasıl sevgilinin aydınlık ve nurlu yüzünü
örtmekteyse, kesret ve taayyünler de cemâlin üstünü örtüp, salikin dîdârı görmesine engel olmaktadır (Pala,
2011: 91). Dolayısıyla edebiyatta da güneşe, aya, muma teşbih edilen (İpekten, 2011: 164) yârin yüzüne,
zülfü perde olmakta; güneş adem bulutunda gizlenmektedir (Şâhidî, 1996: 44).
Şekil ve kokusu itibariyle sevgilinin saçına benzetilen sümbül, dağınık ve kıvrımlı oluşu nedeniyle
(Pala, 2009: 414) zülüf ile birlikte kullanılmaktadır. Kesret olan saç, dağınık ve perişan olması, hatta kokusu
yönüyle yüzü, yani vahdeti örtmektedir (İpekten, 2010a: 203). Perişanlık zülfün vasılarından biri olduğu
gibi (Tarlan, 2009: 599), zülf-i perişan, tasavvui mecaz olarak zât-ı Ahadiyetin kâinatta dağılmış bulunan
tecellileri anlamına gelmektedir (Üstüner, 2007: 285). Bu sıfatlardan oluşan kesret âlemi ise insanı şaşırtmakta
ve sarhoş etmektedir (İpekten, 2010a: 203). Dolayısıyla sevgilinin yüzünü örten dağınık ve perişan zülfü,
âşığın o yüzü görmesine engel olmaktadır.
Görüldüğü üzere yukarıdaki beyitler ifade ettikleri mana cihetiyle birbirlerini tamamlar niteliktedir.
Üstelik beyitlerde geçen kelimelerin çoğu ortak kullanıma sahiptir. Güneş, âfitâb, ay, kamer ve yüz vahdeti;
sünbül-i zülf, zülüf, nikap, gölge, bulut, cihan ise kesreti çağrıştıran motiler/simgeler olarak düşünülebilir.
Yine zülüf, nikap, saye ve bulutta bir kesafet vardır. Ay, güneş ve yüzde ise letafet vardır.
“Haçan ki” ve “düşende” ifadeleri zaman anlamı içermektedir. Bu da bizi ayan-ı sabitelerin yaratılma
anına dek götürmektedir.
Birinci gazelin ikinci beytinde, önceki beyitlerin bir devamı olarak şair, sevgilinin saçının karanlığını
ve gölgesini aya, yani yüzüne düşürdüğünü; Hüma kuşunun da ancak böyle bir gölge düşürebileceğini
söylemektedir. İkinci gazelin ikinci beytinde ise şair sevgiliye hitapla, tecelli nurlarına mazhar olması için
nikabını yüzünden kaldırmasını istemekte, aksi takdirde bu durumdan Hüma kuşunun bir kazanım elde
edeceğini dile getirmektedir:
Düşürmiş aya saçun zıllını vü gölgesini
Düşürmek ancılayın sâye şol Hümâya düşer (G. 77/2)
324 Götür nikâbı yüzünden ki nûr ile yüzüni
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
Bilinç ve bilinçdışından herhangi biri, öteki tarafından baskı altına alınır ve yaralanırsa ikisinin bir
bütünlük oluşturma olanağı ortadan kalkmaktadır (Fordham, 1997: 98). Dolayısıyla insan, gerçek makamına
erişebilmek için benliğinin ve bireyselliğinin etkisinden kurtulmalı, manevî yola girmeli ve hayalî sıfatlarının
bütününü yok etmelidir (Irâkî, 2012: 102).
Bireyleşme süreci psikolojik bir yolculuğa benzetilmektedir. Bu, müridin seyr-i sülûkünü andırmaktadır.
Yolculuk çaba gerektiren türden ve yol tehlikeli olabilir. Salikin nefsini tanıyıp ona göre tezkiye yöntemleri
geliştirmesi misali, yolculuğa çıkan kişinin de önce kendi ‘gölge’siyle tanışması, gölgesinin ürkütücü ve güçlü
yönüyle birlikte yaşamayı öğrenmesi gereklidir. Karşıtlıkların uyuşumu olmazsa bütünleşme sağlanmaz.
Yolcu, kolektif bilinçdışının arketipleri ile de karşılaşacak, bunların ilginç çekimine kapılma tehlikesine
göğüs gerecektir, yani âşık kesret tuzağına düşmeyecektir. Eğer şanslıysa, sonunda ‘ele geçirilmesi güç olan
hazineyi’, ‘öz’ünü bulacaktır. (Fordham, 1997: 101-102).
Diğer taratan beyitlerin ilk mısraları nefiy ve ispat şeklinde aşamalı bir durumu nazara sunmaktadır.
Zira zatın güzelliğinin aynası konumundaki yüz, kesret tozlarına bulandığı zaman vahdete ait tecellileri
yansıtamamaktadır. O halde ilk önce aynanın bu kirlerden arındırılması gerekmektedir ki, tecelli-i cemal
aynada aksedebilsin.
Şair, sevgiliye hitapla kaşında bizzat göz ile görüp, yakinen bilme (ayne’l-yakîn) halinin gizli olduğunu
ve dolayısıyla bu yay misali kaşa gözü ilişen kişinin şüpheden kurtulacağını söylemektedir. Öte yandan
şeytan, en güzel bir şekilde (ahsen-i takvim) yaratılmış olan insanı sevmenin hata olduğunu söyleyerek,
Hakk’a isyan edip büyük bir hataya düşmektedir:
Kaşunda gör ki ne ayne’l-yakîn imiş gizlü
Ki bî-gümân olur ol kim gözi bu yâya düşer (G. 77/3)
Hatâdur ahsen-i takvîmi sevmek aydur dîv
Bu Hakka ‘âsîyi gör kim neçe hatâya düşer (G. 77/5)
Sevgiliye ait güzellik unsurlarından kaş, hem yaya benzetilmekte, hem de göz ile birlikte anlam
kazanmaktadır. Zira gözdeki kirpikler oka benzetilmekte ve sevgili baktığı zaman, kirpik oku ve kaş yayıyla
âşığı avlamaktadır. Öte yandan göz, görme olayını gerçekleştirdiği için duyular vasıtasıyla elde edilen ilimde
fonksiyoneldir. Ayne’l-yakîn, kalbî müşahede ile hakiki vahdeti görmektir (Levend, 1984: 49). Bizzat görmek
suretiyle elde edilen bilgidir. “İlme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn”, “hakka’l-yakîn” şeklinde derecelendirilen ilmin
ikinci aşamasını oluşturmaktadır. Yakîn, kesin ve apaçık bilgi, şüphe ve tereddüde mahal olmayan doğru ve
gerçeği ifade etmektedir. Bir şeyin hakikati konusunda kalbin doyum halinde olmasıdır (Uludağ, 2005: 386).
Yukarıdaki ilk beyitte, bu duruma işaret edildiği gibi, kaş ve yay da nazar-ı itibara alınırsa, Necm suresinin
9. ayetine de telmihte bulunulmaktadır. Bütün Divan şiirinin ilham kaynağı olan Necm suresinin 9. ayeti4
Hurûfîlikte büyük bir yer tutmaktadır. Zira “Kavseyn” iki kaşa işaret olarak kullanıla gelmiştir. Kaşlar ise,
Hurûfîlerin insan yüzünde okudukları, 7 harten ikisidir (Ayan, 2002: 33-34). Aynı zamanda bu ayet, Hz.
Peygamber’in miracına işaret etmektedir. Hatırlanacağı üzere, Miraç hadisesinde Hz. Peygamber Allah u
Teâla ile iki yay arası, hatta daha da yakın mesafede görüşme şerefine nail olmuştu.
Öte yandan bu beyit (77/3), misak gününde geçen olayı akla getirmektedir. Zira Allah o gün maşuk
suretinde tecelli etmiştir. Bu zuhur ve tecelliyle ruhlar Allah’ın yüzüne bakabilmişler ve ilk bakış olan bu
bakış sayesinde âşık olabilmişlerdir (Pürcevâdî, 1998: 377). Kaş yayıyla atılan bakış okuna göz duçar olunca,
kullar iştiyak ateşine tutulmuştur. Dünyaya gönderilerek sevgiliden ayrı kalan âşık, hala o bakışın özlemini
duymakta ve ilâhî sevgiliye kavuşmak için vuslat yolculuğunu sürdürmektedir. Bu bakımdan sevgilinin
kaşında, âşık ve maşuka, Hakk ve halka, vahdet ve kesrete, cemal ve celale, lütuf ve kahra, vuslat ve ayrılığa,
nur ve karanlığa, seyr-i nüzul ve seyr-i uruca işaretler vardır.
326
4 “(Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar yahut daha az oldu.” (Altuntaş ve Şahin, 2005: 525)
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
Kur’an-ı Kerîm, insanın “ahsen-i takvim” üzere yaratıldığını haber vermektedir. Tîn suresinin 4. ayeti5
bu yüzden vahdet-i vücûd felsefesini benimseyenlerin naklî delillerinden biri olmuştur. Vahdet-i vücûd
inancında kâinat, Mutlak Varlık’ın zuhurudur. Bütün âlem, Mutlak Varlık’ın bilgisinde sabit olmuş, bu sübût,
kâinatı izhar etmiştir. Göklerin dönüşünden unsurlar meydana gelir; göklerle unsurların birleşmesinden
cansızlar, bitkiler ve canlılar zuhur eder. Canlıların kemali, insanda zahir olur. İnsan en son ve olgun yaratıktır.
Kâinatın özüdür (Ayan, 2002: 35). Bütün bunlara rağmen şeytan, insana secde etmeyerek Allah’ın emrine
karşı gelmiş ve böylece hataya düşmüştür. Ancak olay bu kadarıyla da kalmamış, şeytan insanoğlunun
düşmanı olmuştur. İnsanları yoldan çıkarmak için belli bir vakte kadar Allah’tan müsaade almıştır.
Nihayetinde Hz. Âdem ile Havva’nın cennetten indirilmesine yol açmıştır.6 İşte bu iki gazelde belirleyici
olan “düşmek” imajının çağrışım alanlarından biri de insanlığın Hz. Âdem nezdindeki bu düşüşüdür.
İlk düşüş, ilk günahın/hatanın/suçun bir zorunlu sonucudur. İnsanlığın bilinçaltında bu günahkârlığın
suçluluk hissi her zaman var olagelmiştir. Bu günahın nihaî sonucu da “düşmek” eylemiyle ifade edilmiştir.
Ancak iniş veya düşüşün, çıkış için zaruri bir hal olduğunu da unutmamak gerekir (Yıldırım, 2007: 214, 215).
Nitekim Hz. Âdemle bir iniş yaşanmış, Hz. Peygamber’in Miraca yükselmesiyle de çıkış gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki beyitlerden ilkinde ayete telmih ve Hurûfîlik inancına dair izler varken, ikincisinde ise,
ayetten iktibas ve vahdet-i vucûd felsefesinin, hatta Hurûfîliğin etkileri görülmektedir. Zira Hurûfîlikte de
insan yüceltilmektedir. İnsana, insan merkezli bütün öğretilerden daha fazla değer verdiğine şahit olduğumuz
Nesîmî, Hakk’ın suretini taşıdığından dolayı insanı kıymetli gevher olarak adlandırmaktadır (Bayat, 2006:
67). İnsan, ahsen-i takvim ve ahsen-i sûret üzere yaratıldığına göre, mazhar-ı ilâh olamaya da layıktır. İşte bu
düşünce ile Nesîmî, insan yüzünü, Allah’ın tecellîgâhı addetmektedir (Ayan, 2002: 41). Ahsen-i takvim olan
insanın şahsında sevgilinin kaşının barındırdığı sırlar bu vesileyle açığa çıkmaktadır.
Yine Miraç hadisesine atıta bulunan ilk beyit ile insanın en güzel şekilde yaratıldığına dair ayete işaret
eden ikinci beyit, insanın eşref-i mahlûkat olduğunu ve en yüce mertebelere çıkabileceğini ifade ederken,
şeytana uyduğu takdirde ise esfel-i safiline, en alt tabakalara inebileceğini de ima etmektedir. Beyitte insan
âşık ve maşuk tipini, şeytan ise rakip tipini temsil etmektedir. Dolayısıyla beyitler arasında ortak noktalar
vardır.
Aşağıdaki beyitlerde şair, sevgilinin miskten daha güzel kokan saçından utanan saba rüzgârının o saç
vasıtasıyla Hıtâ’ya düştüğünü; Çin ülkesinde bulunan Hıtâ’nın güzellerini Çin’in övmesinin yersiz olduğunu,
zira sevgilinin yanağındaki ayva tüyleri ve benini gören Hıtâ’nın hataya düşeceğini ve her seher vakti esen
saba rüzgârının âlemi kokuya gark etse de sevgilinin halkalı zülfünün o güzel kokuya gölge düşüreceğini
söylemektedir:
Sabâ saçundan utandı ki nâfe-i Çîndür
Meger ki silsilesinden sabâ Hıtâya düşer (G. 77/4)
Egerçi Çîn öger isen Hıtayî hûblarını
Çü hatt u hâlini görse Hıtâ hatâya düşer (G. 78/6)
Cihân mu’attar olur her seher ki bâd-ı saba
Gelür bu halka-i zülfün ‘abîre sâye düşer (G. 77/7)
Nâfe, Doğu Türkistan’da (Hıtâ, Hatâ) yaşayan ve misk âhûsu denilen hayvanın göbeğinden çıkarılan
bir çeşit urdur ki miskin ham maddesi olarak bilinmektedir. Nafe daha çok misk, Hıtâ, Huten, ahu gibi
kelimeler ve saç ile bir arada tenasüp içinde kullanılmaktadır (Pala, 2009: 346). Divân şiirinde en çok söz
konusu edilen koku ve maddelerden biri misktir. Misk, kokusu ve siyah rengi ile sevgilinin kokusu, ayva
tüyleri, beni, kaşı, saçları; gece ve mürekkep arasında benzerlik bulunmaktadır. Çin, Hıtâ, Huten kelimeleri,
miskin çıktığı yeri bildirmektedir. Makbul ve pahalı bir koku oluşu, kokusunun gizlenememesi, her yeri
327
5 “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Altuntaş ve Şahin, 2005: 596)
6 Bu konu hakkında detaylı bilgi için bakınız (Altuntaş ve Şahin, 2005: 150-152)
Sıtkı Nazik
kaplaması, elde edilişi ve benzeri birçok yönden ele alınmaktadır. Özellikle sevgilinin saçları misk ile dolu
bir pazarı andırmaktadır (Pala, 2009: 324).
Çin›in kuzeyi ile Türkistan topraklarına verilen bir isim olan Hatâ, «Hıtâ» veya «Huten»
şekilleriyle de kullanılmakta, özellikle ahû ve misk ile birlikte anılmaktadır. Bazen Çîn,
Rûm gibi ülkelerle de tenasüp yoluyla zikredilen Hatâ, matematikte gerçek değer ile yaklaşık değer arasındaki
farkı (yanılma payı) da belirtmektedir (Pala, 2009: 197). Dolayısıyla Hıtâ (Hatâ) ve hata kelimeleri de
beyitlerde bir arada bulunabilmektedir. Aynı zamanda Hıtâ, güzelleriyle meşhur bir yerdir.
Koku, rüzgârla bağlantılı olarak ele alınmaktadır. Zira kokunun yayılmasında etkili olan rüzgârdır. Koku
ile olan ilgisinden dolayı şiirlerde rüzgâr söz konusu edilmektedir (Tolasa, 2001: 161). Öte yandan sevgilinin
saçının da koku yayma özelliği bulunmaktadır. Ondaki koku bazen kendinde mevcuttur, bazen de dışarıdan
gelmektedir. Misk ve amber bile sevgilinin saçı kadar güzel kokamamaktadır (Pala, 2009: 384). Bu bakımdan
sevgilinin miskten daha güzel kokan saçı karşısında saba utandığı gibi, bu güzel kokan saçları dalgalandıran
rüzgâr, misk kokusuyla meşhur olan Hıtâ’ya doğru esmektedir. Aynı şekilde sevgilinin güzelliği ile Hıtâ
hublarının kıyaslanması da bir hatadır. Çünkü sevgilinin ay ve güneş gibi parlak yüzü; siyah ve miskten daha
güzel kokan saçı; yay gibi kaşı, gözü, dudağı, yanağı, ayva tüyleri, beni ve benzeri güzelliklerine Hıtâ şahit
olsa, sevgiliyi kendi ülkesindeki güzellerle mukayese etmekle hataya düştüğünü anlayacaktır.
Her seher esen saba rüzgârıyla âlem kokuya gark olurken, sevgilinin rüzgârla birlikte gelen kıvrımlı
saçının kokusu, güzel kokuya/misk ve ambere gölge düşürmektedir. Nitekim rüzgârın, zülfün bir özelliği
olan kokuyu etrafa yayması, sevgilinin zâtının değil, sıfatlarının âlemde tecelli ettiğini göstermektedir
(Üstüner, 2007: 284). Vahdet deryasında esen rüzgârla kesreti sembolize eden dalgaların oluşması misali,
rüzgârın esmesiyle sevgilinin saçları dalgalanmakta gölgeler âlemi zuhur etmektedir.
Sevgiliye ait güzellik unsurlarından saç, yanaktaki tüyler ve ben’in ön plana çıkarıldığı üç beyitten ilki
ve üçüncüsünde saçın rüzgârla olan ilişkisine değinilmektedir. İkinci beyitte ise kesreti temsil eden tüyler ve
vahdeti simgeleyen ben ile sevgilinin güzelliğinin kemâle erdiği dile getirilmektedir. Üstelik ben’in yanaktaki
tüylerin içerisinde bulunuşu vahdetin kesrette gizli olduğunu göstermektedir.
Akıllı kişi, sevgilinin zülfüne her ne kadar bela tuzağı demiş olsa da, aslında bu tuzağa düşmeyen,
belaya düşmüştür. Çünkü bu bela tuzağına düşmenin bir sonucu olarak bahşedilen aşk derdine yanmayanın
hakkıyla Allah’tan şifa bulmayacağı, bu derde yananın yakında, kesin şifaya düşeceği dile getirilmektedir:
Egerçi zülfüne dâm-ı belâ dimiş ‘âkıl
Bu dâma kim ki gelüp düşmedi belâya düşer (G. 77/6)
Bu derde yanmayan iy cân şifâ zi-Hak bulmaz
Ki kim bu derd ile yandı yakın şifâya düşer (G. 78/3)
Saçın, rengi ve çokluğu sebebiyle kesret oluşu, fitne, bela, afet, fettan gibi unsurların kesretle ilgisini de
çağrıştıracak şekilde şiirde kullanıldığı görülmektedir (Şahin, 2011: 1856). Sevgilinin saçı, sahip olduğu bu
gibi vasılardan ötürü âşığı kendisine bağlamakta ve âşığın vahdete ulaşmasına engel olmaktadır.
Kesret âleminde, birer tuzak gibi olan güzellikler âşıkları avlamaktadır (Tarlan, 2009: 585). Dolayısıyla
simgesel anlamı kesret olan zülfün tuzak olarak hayal edilmesinde tasavvufun tesiri vardır. Yine de gerçek
âşıkların bu tuzaklara düşmeden yahut düştüyse bir an önce kurtularak vahdete erişmesi arzu edilmektedir
(Üstüner, 2007: 283). Ancak sevgilinin müşk kokulu kâküllerine gönlünü düşürenlerin bu aşk bendinden,
saç tuzağından kurtulması oldukça zor görünmektedir. Çünkü bu tuzakta her bir bağ diğerine, her kıvrım
başka bir kıvrıma geçmiş haldedir:
Pây-bend-i ‘aşkdan bir dâhi olur mu halâs
328 Kâkül-i pür-pîç-i müşgîn-târe düşdü gönlümüz (Ertem, 1995: 101)
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
Âşığın dünya gurbetine düşerek sevgiliden ayrılması zulmet-i hecr (ayrılığın karanlığı) olarak görülebilir.
Bu ise âşığa ıstırap vermektedir. Zulmet olarak görülen zülüten geçerek, onun vasıtasıyla yüze ulaşılması
misali, insanı ruh yüceliğine, olgunluğa ulaştıran da ıstıraptır. Bu sayede pek çok karanlık iş aydınlığa
çıkmakta ve insanın gerçeği görüp duyması sağlanmaktadır (İpekten, 2010a: 115). Öyleyse vahdete erişmek
için belâ semtine düşmek, yani acı, ıstırap çekmek gerekmektedir (İpekten, 2010b: 47).
Semt-i belâ, bezm-i elesttir. Elest bezmi Allah’ın bulunduğu ve insanların ruhları ile konuştuğu yerdir;
vahdetin evidir (İpekten, 2010b: 47). Hakiki sevgiliye kavuşmak isteyen âşıkların alın yazısına bezm-i elestte
kesret yazılmıştır. Kesret vahdetin tecellisine engel olmaktadır (İpekten, 2010a: 164) Bu bakımdan bela semti
âşığın sevgiliden ayrı kalmasının bir aşamasıdır.
A’raf Suresinin 172. ayetinde (Altuntaş ve Şahin, 2005: 172) geçtiği üzere Allah, insanların ruhlarını
yarattıktan sonra onları bir yerde toplamış ve “elestü birabbiküm” sorusunu yöneltmiştir. Onlar da “kâlû
belâ” diye karşılık vermişlerdir (İpekten, 2010b: 47). Böylece insanoğlunun imtihan süreci başladığı gibi,
ruhların yaratılmasıyla birlikte ayrılık, ayrılıkla birlikte düşüş, düşüşle birlikte aşk başlamıştır (Yıldırım, 2007:
215). “Aslında mutasavvılar, “ilk düşüş”ü, Allah’ın varlık âlemini yaratma iradesine kadar götürmektedirler.
“Âlem-i sekinet”te huzur ve sükûn içinde, O’nunla bir olan insanın/varlığın “sabit ayn”ları yaratılarak, O’ndan
ayrılmış ve dolayısıyla düşmüştür. Bu durum mutasavvıların devir nazariyesi ile de örtüşmektedir. Zira ilâhî
nurdan yaratılan varlık, hiyerarşik bir iniş yayını (kavs-i nüzul) takip ederek “dip nokta” olan dünyaya kadar
gelir. Bu itibarla dünya en alçak noktayı sembolize etmektedir.” (Yıldırım, 2007: 214-215). Seyr-i nüzulün
vukuuyla bu dünya gurbetine düşen insan, seyr-i uruc için vuslat yolculuğuna atılmıştır.
Tasavvuf ehli, “İlm-i İlâhî”deki varlığın prototipleri diyebileceğimiz “sabit aynler”inin yaratılmasıyla
mevcudatın, özellikle insanın asıl vatanından ayrılarak gurbete düştüğünü telakki etmişlerdir. Mesnevi’deki
“Neyistan” ve “Ney” metaforları da asıl vatan ve bu vatandan ayrılarak gurbete düşen insanı sembolize
etmektedir. Bu itibarla “düşüş”ü iniş olarak anlamanın ötesinde, O’ndan, yani sevgiliden uzaklaşma olarak
da anlamak gerekmektedir (Yıldırım, 2007: 216).
Öte yandan aşkı var ve dinamik kılan bizatihi ayrılıktır. Dolayısıyla yaratma ve buna bağlı düşüş
olmasaydı, nihayetinde aşk da olmayacaktı. O halde “düşüş”ü mutlak anlamda olumsuz algılamak, esasında
eksik ve yanlış bir düşüncedir (Yıldırım, 2007: 215, 216).
Zülfün bela tuzağına düşmek, aşka düşmek demektir. Aşk ise kesret deryasında gönül kayığı ile vahdet
kıyısına ulaşma serüveni ve imtihanıdır. Hâlbuki aşk ve gönül olmazsa, kesret dalgaları arasında boğulmak
kaçınılmaz bir son olacaktır. Asıl belaya düşmek de budur.
Sevgilinin zülfü âşığı kendine bağlamakta, zülüf tuzağı âşığın gönlünü avlamaktadır. Aşk ateşine duçar
olanın derdine çare yine de aşkın kendisidir. Bu halinden memnun olan âşığın muradı da meşguliyeti de
sevgilinin aşkından başkası değildir:
Aşk derdiyle hoşum el çek ilâcımdan tabîb
Kılma derman kim helâkim zehri dermânındadır (Akyüz vd., 2000: 172)
Benim senin dudağından gayrı bir muradım yoktur
Senin dudak ve gözüne mest olduğumdan beri
Benim işim kemend ve tuzaktan başkası değildir (Irâkî, 2012: 41)
Sevgili, yay gibi kaşıyla âşığa gamze (bakış) okunu attığı zaman, âşığın, o sevgilinin yolunda şehit olmasına
şaşılmaz, çünkü ezel sakisinin nazar oklarıyla kalbinden vurulan âşık, aşk şarabını içerek, coşup köpüren bu
vahdet deryasına dalmıştır. Zâhid ve âbid dahi ilâhî aşk şarabından içerse şayet, akılları başlarından giderek
zühdü terk edecekler ve bu hayhuya düşeceklerdir:
Yolunda ‘âşık-ı miskîn şehîd ola ne ‘aceb 329
Sıtkı Nazik
Mahalle, köy, yurt gibi anlamlara gelen kûy, Divan şiirinde sevgilinin oturduğu yer olarak sıkça
kullanılmaktadır. Kûyunda (mahallinde) bir sultan olan sevgiliye herkes muhtaçtır. Sevgilinin eşiği âşık
açısından önemlidir. Âşık daima oraya ulaşmak istemektedir. Âşık için orada bir dilenci olmak, dünyaya
sultan olmaktan yeğdir (Pala, 2009: 280; 2011: 24).
Şair, sevgilinin kûyunu Kâbe, harem, Mekke, secdegâh, cennet, bâğ-ı cinân, ravza, gülşen, bostan olarak
nitelemekte ve her kelime için değişik ilgiler kurmaktadır (Pala, 2009: 280). Şiirlerde sevgilinin kûyu en
güzel bahçe; hatta cennet olarak idealize edilmekte ve bu en güzel gül bahçesi ya da cennet bahçesi içerisinde
açılmış gül de sevgili olmaktadır (Özkan, 2007: 46).
Sevgilinin her türlü cevr ü cefasına katlanan âşık, sevgiliye vuslat konusunda rakiplerden daha fazla hak
sahibi demektir. Çünkü sevgili, âşığına karşı eziyet etmekte, naz yapmakta, ilgisiz davranmakta ve vefasızlık
göstermektedir. Etrafını çeviren diğer âşıklarla onu kıskançlık azabı içinde kıvrandırmaktadır (Akün,
1994: 415). Ancak yine de âşık bu durumdan şikâyetçi olmamakta, meşakkatlere sabredip, katlanmaktadır.
Aşk yolunun zorlu engellerini geçme hususunda sınavı başaran âşığın ödülü de sevgiliye vuslat olacaktır.
Sevgilinin hüsnün zekâtı da muhtaç konumda olan âşığa düşmektedir.
“Kul ile Allah arasında kimi nurdan, kimi nârdan yetmiş bin perde vardır. Bunların hepsinden geçip
vahdet şarabını içmek gerekir.” (Şâhidî, 1996: 44) Fakat dünya nimetleri, salikin önünde vahdete erişme
yolunda geçit vermez dağlar halinde sıralanmışlardır, vahdete erişmek için bu engellerin aşılması ve arzu,
heves, dert, keder gibi engellerden; dünya bağlarından uzaklaşılması lazımdır (İpekten, 2011: 101). Bütün
bu zorlukları aşabilen kulun dünyadaki ödülü; seyr-i urucu gerçekleştirmek, fenafillah ve bekabillah
mertebesine erişmek, insan-ı kâmil olmaktır. Ahirette ise cennete girmek ve Allah’ı görme bahtiyarlığını
yaşamaktır. Nihai ödül de budur. Zira rüyetullah, Allah’ın mümin kullarına en büyük ihsanıdır. Öte yandan
Allah’ı görememek kâfirler için cehennemden de öte bir azaptır.
Beyitlerde “geda, gani geda, Nesîmî” ile âşık tipine, “yâr” ile sevgili tipine, “münkir” ile de rakip tipine
değinilmektedir. Sevgili karşısında âşığın dilenci ve muhtaç oluşunu vurgulayan “geda” ve “miskin” kelimeleri
motif olarak düşünülebilir. Üstelik beyitlerde aşamalı olarak vuslat anlatılmaktadır. Beyitlerin ilkinde, vuslat
düşünce boyutundadır ve âşık kendinin vuslata layık olduğunu söylemektedir. İkincisinde, âşık sevgilinin
kapısında beklemekte ve hüsnünün zekâtını istemektedir. Son beyitte ise şair yâre kavuşmuş, adeta damla
denize karışmış ve ırmak okyanusla buluşmuştur.
SONUÇ
Vahdet-i vücûd anlayışının ele alındığı her iki gazelde de vahdetin kesrette gizlendiği ima edilmekte,
sevgiliye ait güzellik unsurları vasıtasıyla vahdetin kesret dünyasındaki tezahürleri dikkatlere sunulmaktadır.
Ayrıca, sevgiliden ayrı kalmanın başlangıç aşaması olan Elest Bezmi’ne göndermede bulunulmakta ve âşığın
bu kesret âlemini tecrübe ederek, vahdete ulaşabileceği üzerinde durulmaktadır.
Gazellerdeki temel düşünce, yani tema “düşmek” imajı etrafında şekillenmektedir.
Vahdet-i vücûd anlayışının ortaya konduğu bu iki gazelde, çok olmamakla birlikte, özellikle birinci
gazelde Hurûfîliğe dair esintiler de hissedilmektedir. Dolayısıyla gazellerde okura iletilmek istenen temel
mesajın bu iki düşünce sistemi olduğu söylenebilir.
Bir eserde sık sık tekrarlanan süsleyici ögeleri oluşturan motifin içerisine bu iki gazelde geçen sembol,
istiare, mecaz ve mazmunları da dâhil edebiliriz. Bu bakımdan her iki gazelde de sevgilinin nikabı, saçı/
zülfü, yüzü, kaşı; Hüma kuşu; gölge/sâye; güneş/âfitâb, ay/kamer, bulut/sehâb, Hıtâ, Hıtâ hûbları; şarap/
dudak şarabı kelime ve ifadeleri her iki gazelde de işlenen motilerdir. Sabâ/bâd-ı sabâ; ‘abîr, nâfe-i Çin;
dâm-ı belâ, dâm, ezel sakisi (sevgili/Allah) ve kesreti temsil etmesi bakımından cihân birinci gazelde; sema;
sevgilinin gamzesi, dudağı (leb), hattı ve hâli, zekât-ı hüsnü ise ikinci gazelde ele alınan motilerdir.
332 Bu iki gazelde kullanılan ikinci tekil şahıs zamiri ve birinci gazelde geçen sâkî-i ezel ifadesiyle “sevgili”
tipine atıf yapılmaktadır. İkinci gazelde “Âşık-ı miskin”, ilk gazelde “geda (dilenci)” ve “gani geda” ifadeleriyle
Nesîmî’ye Ait “Düşer” Redili İki Gazelin
Mukayeseli Yöntemle Şerhi
âşık tipine değinilmiştir. Rind tipini temsil eden âşığa karşılık, rakip olarak “âbid”, “zâhid” ve “münkir”,
“şeytan (dîv)” tipleri de gazellerde yerini almaktadır.
Gazellerdeki ana fikrin, iletilmek istenen mesajın “vahdet-i vücûd” anlayışı olduğunu söyleyebiliriz.
Vahdetin kesret üzerindeki tezahürleri, vahdetin kesrette gizli olduğu, Elest Bezmi’nde ilâhî aşk şarabını
içen âşığın payına ayrılığın düşmesi, âşığın sevgiliye muhtaç ve kul, köle oluşu beyitlerde ele alınan ortak
ara fikirlerdir. İnsanın en güzel surette yaratıldığını beyan eden ayetle birlikte sevgilinin şahsında insanlığın
yüceltilme düşüncesi, sevgilinin bela tuzağına âşığın kapılması, rüzgârın kokuyla ilgisi de düşünülerek
kokunun yayılması misali vahdete ait tecellilerin de kesret halinde âlemde görülmesi ve sevgiliye vuslat ilk
gazelde yer alan ara fikirlerdir. Miskin âşığın sevgili uğrunda şehit olması ve sevgiliden ödül beklentisi ise
ikinci gazelde ele alınan ara fikirlerdir.
Sonuç olarak, Allah’ın ilm-i ezelisinde mevcut iken, ayan-ı sabite halinde yaratılmak suretiyle sevgiliden
uzaklaşmaya mecbur bırakılan âşık, Elest Bezmi’nde ikinci bir düşüşü yaşamış ve bu dünyaya gönderilmekle
de ilâhî sevgiliden tamamen ayrı kalmıştır. Hala o diyarın kokusunu yüreğinde hisseden âşık, kesrette
gizlenmiş olan vahdeti tecrübe ederek, yâre ulaşma gayreti içindedir. Vuslatın yolu güçlüklerle dolu olsa da,
karanlıklar ülkesinde ab-ı hayatı aramaya benzese de vahdete erişmek imkânsız değildir. Nitekim sevgiliye
vuslatı gerçekleştirenlerden biri de Nesîmî olmuştur.
KAYNAKÇA
AKÜN, Ömer Faruk (1994) “Divan Edebiyatı”, TDV. İslâm Ansiklopedisi, C.9, İstanbul: TDV. Yayınları,
ss.389-427.
AKYÜZ, Kenan vd. (2000) Fuzûlî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.
ALTUNTAŞ, Halil; ŞAHİN, Muzafer (2005) Kur’an-ı Kerim Meâli, Ankara: DİB. Yayınları.
AYAN, Hüseyin (2002) Nesîmî, Hayatı, Edebi Kişiliği ve Türkçe Divanının Tenkitli Metni I-II, Ankara: TDK
Yayınları.
AYTAÇ, Gürsel (2009) Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, İstanbul: Say Yayınları.
AYVERDİ, İhan (2005) Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.
BAYAT, Fuzuli (2006) “Ezoterik Bilgi Bağlamında Seyyid Nesimi”, Evrene Sığmayan Ozan Nesîmî (I.
Uluslararası Seyyit Nesaimi Sempozyumu Bildirileri), Ankara: YOL Bilim Kültür Araştırma Yayınları,
ss. 62-71.
BAYRAM, Yavuz (2004) “Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi ve Bir Uygulama”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi,
S. 16, ss. 69-93. İnternet Adresi: www.turkiyat.selcuk.edu.tr. Erişim Tarihi: 20.11.2012.
BEYDİLLİ, Celal (2004) Türk Mitolojisi-Ansiklopedik Sözlük, Çev. Eren Ercan, Ankara: Yurt Kitap Yayınevi.
ÇINAR, Bekir (2009) “Edirneli Nazmî’nin Türkî-i Basît Şiirlerinin Teşbihler Sistemi Açısından Genel
Anlayışla Mukayesesi” Turkish Studies, S. 4/5, ss. 76-98. İnternet Adresi: www.turkishstudies.net.
Erişim Tarihi: 20.11.2012.
ERGİN, Muharrem (1980) Kadı Burhanettin Divanı, İstanbul: İstanbul Ü. Edebiyat Fak. Yayınları.
ERTEM, Rekin (1995) Şeyhülislâm Yahyâ Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.
FORDHAM, Frieda (1997) Jung Psikolojisi, Ter. Aslan Yalçıner, İstanbul: Say Yayınları.
GAZÂLÎ, Ahmed (2008) Âşıklarların Halleri-Sevânihu’l Uşşâk, Çev. Turan Koç; Mehmet Çetinkaya,
Ankara: Hece Yayınları.
GİBB, E.J. Wilkinson (1999) A History of Ottoman Poetry I-II (Osmanlı Şiir Tarihi), Ter. Ali Çavuşoğlu, 333
Ankara: Akçağ Yayınları.
Sıtkı Nazik
IRÂKÎ, Fahreddîn (2012) Aşk Metafiziği (Lemaât), Ter. Ercan Alkan, İstanbul: Hayykitap Yayınları.
IŞIK, Hüseyin Hilmi (2010) Tam İlmihâl-Seâdet-i Ebediyye, İstanbul: Hakîkat Kitâbevi Yayınları.
İPEKTEN, Haluk (2010a) Fuzûlî Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara: Akçağ Yayınları.
İPEKTEN, Haluk (2010b) Şeyh Gâlib Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara: Akçağ Yayınları.
İPEKTEN, Haluk (2011) Nâilî Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara: Akçağ Yayınları.
İSEN, Mustafa (1999) Latifi Tezkiresi, Ankara: Akçağ Yayınları.
KARATAŞ, Turan (2001) Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Perşembe Kitapları Yayınları.
KURNAZ, Cemal (1998) “Hümâ”, TDV. İslâm Ansiklopedisi, C. 18, İstanbul: TDV. Yayınları, ss. 478.
LEVEND, Agâh Sırrı (1984) Divan Edebiyatı, İstanbul: Enderun Kitabevi.
LEVEND, Agâh Sırrı (2008) Türk Edebiyatı Tarihi I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
MENGİ, Mine (2010) Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: Akçağ Yayınları.
MERMER, Ahmet vd. (2010) Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara: Akçağ Yayınları.
ÖZKAN, Ömer (2007) Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı, İstanbul: Kitabevi Yayınları.
ÖZTEKİN, Nezahat (2007) “Mukayeseli Edebiyat -Araştırma Tarihi ve Yöntem-”, Turkish Studies, S. 2/4, ss.
671-679. İnternet Adresi: www.turkishstudies.net. Erişim Tarihi: 20.11.2012.
PALA, İskender (2009) Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Kapı Yayınları.
PALA, İskender (2011) Kitâb-ı Aşk, İstanbul: Kapı Yayınları.
PÜRCEVÂDÎ, Nasrullah (1998) Can Esintisi-İslamda Siir Metafizigi, Çev. Hicabi Kırlangıç, İstanbul: İnsan
Yayınları.
ŞÂHİDÎ, İbrahim Dede (1996) Gülşen-i Vahdet, Haz. Numan Külekçi, Ankara: Akçağ Yayınları.
ŞAHİN, Kürşat Şamil (2011) “Sevgilinin Güzellik Unsurlarından Saç ve Saçın Âşık Üzerindeki Etkisi” Turkish
Studies, S. 6/3, ss. 1851-1867. İnternet Adresi: www.turkishstudies.net. Erişim Tarihi: 20.11.2012.
ŞENTÜRK, Ahmet Atillâ; KARTAL, Ahmet (2010) Eski Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh Yayınları.
TARLAN, Ali Nihat (2009) Fuzûlî Divanı Şerhi, Ankara: Akçağ Yayınları.
TEZ, Zeki (2008) Mitolojinin Kültürel Tarihi, İstanbul: Doruk Yayınları.
TOLASA, Harun (2001). Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara: Akçağ Yayınları.
ULUDAĞ, Süleyman (2005) Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
ÜSTÜNER, Kaplan (2007). Divan Şiirinde Tasavvuf, Ankara: Birleşik Yayınevi.
ÜSTÜNER, Kaplan (2008) “ XIV. ve XV. Yüzyıl Divanlarında Tasavvuf ”, TÜBAR, S. XXIV, ss. 271-294.
İnternet Adresi: www.tubar.com.tr. Erişim Tarihi: 04.12.2012.
ÜZGÖR, Tahir (1990) Türkçe Dîvân Dîbâceleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
YAKAR, Halil İbrahim (2006) “Seyyid Nesîmî’nin Şiir Anlayışı”, Evrene Sığmayan Ozan Nesîmî (I. Uluslararası
Seyyit Nesimi Sempozyumu Bildirileri), Ankara: YOL Bilim Kültür Araştırma Yayınları. ss. 324-338.
YAVUZ, Kemal (2011) “Şiirimizin Özgün Nakışçısı Nesimî”, Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 32, ss. 26-35 İnternet
Adresi: www.tded.org.tr/images/logo/x/nesimi. Erişim Tarihi: 13.11.2012.
334
YILDIRIM, Ali (2007) “Düşmek İmajı ve Şeyh Galib’in Düşüşü”, Bilig Dergisi, S. 42, ss. 213-227. İnternet
Adresi: http://yayinlar.yesevi.edu.tr. Erişim Tarihi: 10.12.2012.
Nâbî’nin Münşeat’ında
Şehir ve Diyarbakır
Arş. Gör. Adnan OKTAY
Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Mardin
adnanoktay3@hotmail.com
ÖZET
Nâbî, Klasik Divan Edebiyatı geleneği içerisinde Böylece Nâbî’nin şehirden/kentten beklentilerini
hikemî tarzın en büyük temsilcisi olarak bilinir. de yakalamış olacağız. “Kadimden Diyar-bekr’e
Onunla ilgili yapılmış olan çalışmalar, hala onun küçük İstanbul didiklerinün manası dahı zeman-ı
daha iyi bir şekilde anlaşılmasını sağlama yolunda devletinüzde zahir oldı.” ifadesinin aslında şâir
ilerlemektedir. Bunun somut olarak en büyük delili, için ne anlama geldiğini, şehir/medeniyet/yaşam
Nâbî’nin adeta bir külliyatı andıran Münşeat’ının deviniminde Nâbî’nin şehir içerisindeki insana/
bilim dünyasınca bir bütün olarak çalışılmamasıdır. bireye bakışını irdelemeye çalışacağız.
Bu bildirimizde doktora tezi olarak da hazırlamaya
çalıştığımız Nâbî’nin Münşeat adlı eserinde, özellikle Anahtar Kelimeler: Nâbî, Münşeat, Şehir,
Diyarbakır şehrinin izlerini görmeye çalışacağız. Diyarbakır, Divan Edebiyatı
Adnan OKTAY
GİRİŞ:
a. Nâbî’nin Münşeat’ı:
Doktora çalışması olarak da günümüz okuyucusu-araştırmacısının dikkatine sunmaya çalıştığımız
Nâbî’nin Münşeat’ı, yaklaşık olarak iki yüz on beş mektuptan/nesir yazıdan oluşmaktadır. Bu yazıların ne
ile ilgili oldukları, kime gönderildikleri ve diğer detaylar apayrı bir çalışma konusu olduğundan buraya
alınmamıştır. Ancak bilinmesi gereken özet bilgi şudur ki, Nâbî’nin Münşeat’ında yer alan metinler
mektup özelliklerinin yanında düz yazı özelliği de taşıyan normal metinler olduğu, mektuplardan sultana,
sadrazamlara, vezirlere, valilere gönderilenlerin yanı sıra Nâbî’nin avamdan tanıdıklarına da gönderilmiş
olanların olduğudur. Bunlardan bir kısmı ise kendisine gönderilmiş olan mektuplara cevap niteliğindedir.
Çalışma yapılırken tespit edebildiğimiz yaklaşık seksen nüshanın şimdilik yedisinden faydalanılmış;
Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır, İran gibi birçok ülkede çeşitli kütüphanelere
dağılmış olan nüshalara ulaşmak için de çalışmalar yapılmaktadır. Bildirimiz hazırlanıncaya kadar
oluşturulmuş olan metin için aşağıdaki nüshalardan faydalanılmıştır:
a. (A) Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Süleymaniye Ali Nihat Tarlan
Koleksiyonu, No: 34 Sü-Tarlan 91.
b. (H) Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Manisa İl Halk Kütüphanesi,
45 Hk 5272.
c. (M) Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Manisa İl Halk Kütüphanesi,
45 Hk 2774.
d. (N) Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Süleymaniye Ali Nihat Tarlan
Koleksiyonu, No: 34 Sü-Tarlan 140.
e. (Ö) Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Milli Kütüphane, Ankara
Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 4266.
f. (T) Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Tercüman Gazetesi Kütüphanesi
Türkçe Yazmaları, No: Y-202.
g. (U) Nâbî. (1641 or 2-1712), Münşeat-ı Nâbî Efendi, Harvard College Library, Houghton MS Turk 30,
011453767.
Mektupların dil ve üslup özellikleri, kendisine mektubun gönderildiği kişinin konumuna, makamına,
eğitim durumuna göre değişmektedir. Nâbî’nin özellikle Divan’ında kullanmış olduğu ağır ve süslü dilin,
nesir alanında daha da ağırlaştığı bir gerçektir. Günümüz okuyucusunun lügat kullanmadan Münşeat’ı
anlaması imkansız gibidir. Terkiplerde bulunan kelime sayısının daha da fazlalaşması, Arapça, Farsça kelime
ve terkiplerin artması, anlaşılmayı daha da zorlaştırmaktadır.
b. Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir:
Nâbî’nin Münşeat’ından hareketle yapılan metin okumalarında onun şehir kavramına yüklemiş olduğu
mana nedir? Bu soruya cevap vermek aslında çok zor olabilir. Kullanılmış olan şehir-mekan-coğrafya
isimlerinden hareket ettiğimizde aslında Nâbî’nin coğrafî olarak Dünya’sının Anadolu, Balkanlar, Arap
yarımadası, Ortadoğu ve Akdeniz’le sınırlı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Nâbî’nin Dünya’yı okuması,
yaklaşık olarak Dünya’nın yüzde on beşini kapsayan bir coğrafya üzerinden gerçekleşmektedir. 17. yy.
yerleşim, kültür ve medeniyet merkezleri düşünülürse, aslında bunun pek de azımsanmayacak bir coğrafya
olduğu söylenebilir.
Nâbî’nin şaşırtıcı olarak hiç değinmediği yerler arasında bugünkü İran topraklarının olması, dönemsel
336 siyasal etkenlere, Osmanlı-Safevî savaşlarına bağlanabilir. Ayrıca büyük bir medeniyet merkezi olan Çin’den
hiç bahsedilmemesi, bu ülkenin Dünya siyasetinde kendisine biçmiş olduğu geleneksel konumlandırmayla
ya da Nâbî’nin bu coğrafyaya olan ilgisinin azlığıyla açıklanabilir.
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır
Şehir, yer isimlerinin öncesi ya da sonrasında ağırlıklı olarak dönemin yöneticilerinin isimlerinin yer
alması, aslında şair için birey-yönetici-şehir-şair ilişkisinin bu kavramlar bir arada olduklarında daha fazla
önem arz etmesi bakımından önemlidir.
Münşeat’a göre kentlerin-yerlerin kendilerine göre hususî özellikleri vardır. Bazı yerler kutsaldır. Mina,
Hicaz, Harem-eyn, Kudüs, Rüha gibi. Bazı yerler, bireysel ihtiyaçların rahat giderilebilmesi için adeta bir
gelir kaynağı olarak düşünülmüştür. Birecik iskelesiyle, Suruç toprakları gibi.
Münşeat’ta bir şehir vardır ki, kutsallığının ötesinde farklı bir öneme sahiptir. Rüha. Vatandır. Doğum
yeridir, dünyaya gözlerini açtığı yerdir. Ancak bazı sebeplerden dolayı terk etmek zorunda olduğu bir
şehirdir.
Halep ise şairin hayatında bambaşka bir öneme haizdir. Halep meskendir, oturulan yerdir, her ne kadar
Halep’e yerleştiğinin evvel zamanlarında
“Felek düşürdi bizi bir àarìb illere kim
Ne bir zebÀnımuz añlar ne tercemÀn bulınur (A 69a)”
diyerek feleğin kendisini bu garip illere düşürdüğünü, burada ne kendi dilini anlayan birinin ne de
bir tercümanın bulunduğunu belirtip sitemde bulunsa da bir zaman sonra Halep onun için iyi bir mesken
oluvermiştir. Yukarıdaki beyit, Nâbî’yi durumunu anlatmıyor olabilir. Nâbî’nin eserleri incelendiğinde
aslında Halep’te konuşulan dili anlamayacak kadar dil bilmediğini sonucuna buradan varılması pek de uzak
bir ihtimaldir. Ancak bu beyitten gurbete çıkmış bir insanın halet-i ruhiyyesini anlamak mümkündür.
Nâbî için merkez, kendisinin de uzun yıllar yaşamış olduğu yerler düşünülürse Halep’tir. Dünyası,
Halep’e odaklanılarak oluşturulmuş bir dünyadır. Vatanı ise birkaç yerde belirtmiş olduğu gibi Rüha’dır.
Vatan olarak geniş bir coğrafyadan, Osmanlı topraklarından bahsedilmemektedir. Vatanın sadece Urfa
olduğu düşünülürse şairin aidiyet bağı olarak kendisini geniş bir iklime değil, şimdiye göre aslında daha
küçük olan bir şehre bağladığı anlaşılmaktadır.
Nâbî’nin dünya algısını oluşturan bazı kentler-yerler vardır. Bunları Münşeat’ta geçtiği haliyle şu şekilde
sıralayabiliriz: Antakya, Aynu’l-cemîl Karyesi, Bağdat, Basra, Birecik, Boğdan, Deyr-i Buhayra, Diyarbakır
(Âmid), Elak, Erzurum Eyaleti, Güzeller Menzili, Halep (Şehba, Halebü’ş-şehba), Harem, Hicaz, İskenderiye
Denizi, İstanbul, Kaf Dağı, Kahire, Kastamonu, Ken’an, Kerkük, Kıbrıs, Konya, Kovanlar Karyesi, Kumame
Mabedi (Kudüs’te), Mısır, Mina, Mora Adası, Rakka Eyaleti, Rum Diyarı, Sakız Adası, Suruç, Sürgü Dağı,
Şahmaran Kalesi, Şam, Trabzon, Urfa (Rüha), Yemen.
c. Geniş Coğrafyalar, Anadolu Dışındaki Bazı Önemli Yerler:
Bağdat:
“…egerçi altı biñ àurÿş olup lÀkin BaàdÀd u ÓicÀz ùaraflarından vürÿdı muètÀd olan úahve münúaùıè
olmaàla … (A 30b)” ifadeleri, Halep’teki ticarî hayat bağlamında Bağdat’tan bahsedilir. Buna göre birkaç
seneden beri Bağdat ve Hicaz taralarından gelen kahve kesilmiştir. Halepte’ki piyasaya binaen altı bin kuruş
olması beklenirken bunun ele geçmediği, üreticilerin de bunun beş bin kuruşa verdiği, dört beş seneden beri
Halep ahalisinin beş bin kuruşu da alamadıkları, bu yüzden bir miktar zarar ettikleri, her muhassılın bunun
dillendiremediği, geçmiş yılda Muhassıl Abdurrahman adında hilekar ve düzenbaz birinin, kendisine
fazladan 1100 kuruş borç çıkardığını, bunun da bu yaşlı çağında kendisini dayanılması zor bir durumda
bıraktığını dile getirerek İbrahim Paşaya durumu şikayet eder.
“…ZìrÀ, el-óamdu liéllÀhi TaèÀlÀ, Mıãr u BaàdÀd u Erøurÿm u ŞÀm’dan vüzerÀ-yı èÀlì-şÀn bile bu
dÀèìleri ùarafından mekÀtìb-i èinÀyet ü iltifÀt úaùèın tecvìz itdikleri yoúdur … (A 93a)” ifadeleriyle
Diyarbakır’daki Muid Ahmed Efendiye gönderilen mektupta, kendisine mektup yollanmasının sebebinin
uzaklık olamayacağını, aksine Mısır, Bağdat, Erzurum, Şam gibi merkezlerden kendisine şanı yüce 337
Adnan OKTAY
vezirlerden mektup geldiğini ve kendisinin Muid Ahmed Efendiden mektup alamaması durumundan
rahatsız olduğunu belirtir.
Kastamonu mütesellimi Halil Ağanın “…bir zemÀn BaàdÀd ve Baãra rÿz-nÀmelerinde … (T 154a)”
ifadelerinden Bağdat ve Basra yevmiye deterlerinde isminin geçtiğinden bahsedilir.
EflÀú ve BoàdÀn:
“…ve EflÀú ve BoàdÀn úapu ketòudÀlarınuñ temessüklerinde olan mührden… (A 145b, T 171b)”
ifadeleriyle yerilen muhatabın mektubunun arkasına vurulmuş olan mührün, Eflak ve Boğdan kapı
kethüdalarının borç senetlerinde olan basılı olan mühürden farkı olmadığına değinilir.
Halep:
“… ahÀlì-i Óaleb’den baèø-ı gÿşe-i dÀmÀn-ı iúbÀliñüze vÀãıl-ı rÿ-mÀl … (A 8a)” ifadeleri, Halep
ahalisinden, sultanın ikbal eteğinin köşesini öpmeye vasıl olanların mutlu olacaklarına işaret edilir. Buna
göre halkın mutluluk ve saadetinin adresi olarak yöneticilerin yanında bulunmak gerektiği sonucuna
ulaşılabilir.
Vezir’in teşrifiyle “…bu ùarafa teşrìf itdikleri eyyÀmdan berü Óaleb, reşk-i gülşen-i bihişt olup … (A
12b)” ifadelerine binaen Halep, cennet bahçesi haline gelmiştir.
Kevakibi-zade Veliyüddin Efendi, Halep mollasıdır. “…Óaleb Monlası KevÀkibì-zÀde Veliyü’d-dìn
Efendi … (A 22a)”
İbrahim Paşa, Halep valisidir. “…VÀlì-i Óaleb Olan Müşìr-i Bì-hemÀl İbrÀhìm PÀşÀya … (A 23a)”.
Ona bazı tavsiyelerde bulunulur. Halep ile ilgili bazı tespitlere yer verilir. Önlemlerin bu tespitlere göre
alınması ve bazı hususlara dikkat edilmesi belirtilir. Halep’te on beş, yirmi yıldan beri devam eden bazı
katliamların gelen valilerin acziyetleri dolayısıyla önlenemediği, ve bu zaman içerisinde bazı hırsızlıkların
da cereyan ettiği üzerinde durulur, ancak dönemin valisi İbrahim Paşa tarafından önlendiğine değinilir; bu
hususun da Halep halkı tarafından memnuniyetle karşılandığına işaret edilir (A 23b-24a).
“…Yÿsuf PÀşÀ Óaøretleri, pederiñüzle èArab seferi çün Óaleb’e geldiklerinde … (A 29a)” ifadeleri,
tarihsel bir olaya tanıklık ederek, Arap seferi için Halep’in uğranılan kentlerden biri olduğuna işaret
edilmiştir.
Halep ahalisinin gelirlerinin düştüğü, Abdurrahman adlı muhassılın hile ve düzenbazlıklar yaptığı,
buna ek olarak kıymetli Vali İbrahim Paşanın da çeşitli zamlar yaptığına işaret edilir (A 29b-A 30b).
Halep; Mısır, Şam eyaletleri gibi gönlü ferahlandıran, Erzurum’un haset ettiği yerlerdendir. “…ve bu
beşÀret ü şevketle òıùùa-i dil-güşÀ-yı Erøurÿm, óased-kerde-i eyÀlet-i Mıãr u ŞÀm u Óaleb olsa baèìd midür?
… (A 52b)”
Halep’te şeriat seccadesi mevcuttur ve bu seccadede oturan Emrullah Efendi, Hakk’ın rahmetine
kavuşmuştur. “…Òıùùa-i Óaleb’de muúìm-i seccÀde-i şerìèat olan EmruéllÀh Efendi nÀ-murÀd bi-emriéllÀhi
TaèÀlÀ, èÀzim-i maókeme-i kübrÀ-i uòrÀ olmışlardur… (A 65a)”
Nabi’nin hediye olarak gönderdikleri arasında Halep incisi vardır. “…yüz èaded Óaleb lÿlesi irsÀl
olınmaàla ümìddür ki, … (A 66b)”. Bundan başka “… Benüm iki gözüm, bir şeyé degül, ammÀ Óaleb
kÀrbÀnıyla cenÀb-ı saèÀdete yüz èaded lüéle ve rümmÀn-ı RehÀvì teberrüken ve şifÀé ve bir miúdÀr bulàÿr-ı
RehÀvì emìr oàlı El-óÀc MuãùafÀ ile irsÀle cesÀret olındı… (A 113a)” ifadeleri, Nâbî’nin devrin Şam
muhafızı Rami Efendiye kendisine verilen hediyelere karşılık olarak yüz adet Halep incisi ve Urfa nar’ının
yanında bir miktar da Urfa bulguru gönderdiğini kanıtlamaktadır.
“…ÓarekÀt-ı seferiyyeye tÀb u tüvÀnımuz mefúÿd olmaàla belde-i Óaleb’de gÿşe-i güzìn-i úanÀèat
338 oldıú … (A 69a)” ifadesinde olduğu gibi Halep bazen bir dinlenme kenti olarak metinde geçer.
Nâbî, daha önce Halep’te kendisine geçimini sağlaması için verilmiş muhtemelen araziden dolayı
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır
Defterdar İsmail Efendiye teşekkür eder. “…Óaleb’de vÀúiè mekìl-i òıùùa muúÀùaèası nÀm bir gÿşt-pÀre ile
murà-ı dil-i gürisnemüzi, … (A 77b)”
Nâbî’ye Defterdar Rami Efendi tarafından verilmiş olan kürk, “…böyle genc-i óamÿlde ôuhÿrı, cümle
ahÀlì-i Óaleb’i, ser-mest-i óayret … (A 88a)” ifadelerine bakılırsa Halep ahalisini hayretler içerisinde
bırakmıştır.
Nâbî, Halep’te görevinden azledildikten sonra Tevkiî Süleyman Paşaya gönderdiği mektubunda bir
manzumede Rum’a gitmek istediğini, “…
Murà-ı dil uçdı øabùına tedbìr úalmadı
Şehr-i Óaleb’de müddet-i teéòìr úalmadı
Naúl itdi Rÿm’a úısmetümi dÀye-i úader
ŞehbÀ’da şimdi nÿş idecek şìr úalmadı … (A 88b)”
mısralarıyla ifade ederek, gönül kuşunun uçtuğunu, artık onu zapt etmek için önlem kalmadığını, Halep
şehrinde duracak zamanı olmadığını, kaderin kendisini Rum’a naklettiğini dolayısıyla bu şehirde içilecek
bir şeyin kalmadığını belirtir.
Nâbî, ramazan ayında bazı gecelerde Halep’te, bazı yöneticiler ve söz erleriyle bir araya gelip sohbetler
yapmaktadır (A 93b).
Halep’e ilk vardığında Kapıcıbaşı Osman Ağanın kendisine bir beygir hediye ettiğinden bahseder (A
95a).
Halep’e bazı şehirlerden ticaret kervanları gelmektedir. Bu şehirlerden biri de Erzurum’dur. “…óÀlÀ
Arø-rÿm’dan Óaleb’e müteveccih olan óarìr kÀrbÀnınuñ arasında … (A 104)” ifadelerinden Erzurum’dan
Haleb’e kervanlar ipek getirmektedir.
“…muóÀfıô-ı òıùùa-i Óalebüéş-şehbÀ, vezìr-i ãÀf-øamìr, saèÀdetlü Yÿsuf PÀşÀ Óaøretleri duèÀcıñuzuñ
òak-èizzete birúaç reés, esb-i òoş beygir … (A 105b)” ifadelerinden Halep muhafızından istenen hediyeler
arasında beygir olduğu da anlaşılmaktadır.
“… LÀkin, vaùanımuz RehÀ ve meskenimüz Óaleb olup bu diyÀruñ gerek rÀóatında ve gerek miónetinde
óiããemüz olmaàla … (A 111a)” ifadeleri, Nâbî’nin vatanı olan Rüha’dan ayrı olduğunu, Halep’te ikamet
ettiğini, Halep’in imarında, inşasında, yönetiminde, rahatında ve huzurunda kendisinin de payının belirtir.
“… cÀnib-i şerìfe ìãÀli muèayyen on kìse Óaleb’de poliçe içün ŞÀm tüccÀrından tÀtÀr ile irsÀlde bu
pederiñüzüñ maèrifetin øamm itmişlerdür … (A 112b)” ifadeleri, Şam muhafızı olan Rami Efendi’nin
Şam’dan Halep’e gelen tüccarlar vasıtasıyla Nâbî’ye on kese ilettiğini belirtmektedir. Bu da Halep’e gelen
ticaret kervanlarından birinin de Şam ticaret kervanı olduğunu göstermektedir.
“… AnùÀkiyye’de ôuhÿr iden Àşÿb u fitnenüñ defè ü refèine Óaleb VÀlìsi efendimüz İbrÀhìm PÀşÀ
Óaøretleri … (A 118b)” ifadeleri, Antakya’da ortaya çıkan fitnenin ortadan kaldırılması için Halep Valisi
İbrahim Paşanın yetkilendirildiğini göstermektedir. Bu görev ifa edilip İbrahim Paşa geri döndüğünde
durumdan “… hem kendüler ve hem ahÀlì-i Óaleb, saèÀdetlü efendime şÀdÀn u òandÀn olmaları … (A
118b)” ifadesinde Halep halkının memnun kaldığı, duruma sevindiği anlaşılmaktadır.
“… iken tercemÀn-ı maókeme-i Óaleb bendeleriyle firistÀde … (A 124a)” ifadeleri, Halep
mahkemelerinde tercümanlar bulunduğuna delalet etmektedir.
“…bir mekrÿh Óaleb şerìdi ile mi kesb-i iştihÀr idecegiz?… (A 127a)” ifadeleri Halep şeridinin de
meşhur bir malzeme olduğunu göstermektedir. Devamında “… Bir nÀ-çìz Óaleb şerìdinden óÀãıl olacaú
şöhret bize lÀzım degüldür … (A 127a)” ifadeleriyle Halep şeridinin pek de muteber olmadığı, günümüzdeki 339
“Çin malı” ürünlere eş değer bir içeriğinin olabileceği akla gelmektedir. Ancak bunun farklı tahlilleri de
yapılabilir.
Adnan OKTAY
“…Vaùanımuz istirÀóata çesbÀn olmamaàla øarÿrì Óaleb’e muhÀceret sünnet-i İbrÀhìm èaleyhiés-selÀm
mütÀbaèat olındı … (A 132a)” ifadelerinden Nâbî’nin vatanı olan Rüha’nın bu dönemde dinlenmeye /
yaşamaya uygun olmadığı, bu yüzden Hz. İbrahim (a.s.)’a tabi olunarak onun gibi kendisinin de zorunlu
olarak Halep’e hicret ettiğinden bahsetmektedir. Burada “muhÀceret” kavramını kullanması, aslında
Nâbî’nin vatanı olan Rüha’yı da ne derece sevdiğini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
“…Óaleb daòı bender-i èaôìm olmaàla úÀfile-i ãurreden evfer senede niçe kÀrbÀnlar vÀúiè olur …
(A 134b)” sözleri, Halep’in büyük bir ticaret kenti olduğunu, birçok kervanın her sene oraya geldiğini
belirtirken “… èalaél-òuãÿã, Óaleb gibi eşher-i büldÀn-ı èÀlem bir òıùùa-i Óaleb-i dil-ÀrÀ temÀşÀsından …
(A )” ifadesinde ise Halep’in alemdeki şehirlerin en meşhurlarından olup gönül çelen bir şehir olduğu
belirtilmektedir.
Bir mizah metninde “…MÀ-óaãal, cenÀbıñuzuñ vucÿdıyla gülşen görinen Óaleb, şimdi numÿne-i
dÿzaò görinür … (M 153b)” ifadelerinden Halep’in önceden gül bahçesi gibi görünürken, şimdi cehennem
gibi göründüğü belirtilmektedir.
Baór-ı İskenderiye, rÿd-ı Nìl:
“…ve püşti, serìr-i İskenderìden ve dest ü pÀsı, … (A 59a)” ifadesinde Rami Paşanın sırtının, İskender’in
tahtı gibi sağlam olduğuna işaret edilmektedir.
Óarem:
“…ve çeşmi Àhÿ-yı Óarem’den … (A 59a)” ifadesinde Rami Paşa methedilirken onun gözleri, sanki
Harem ceylanının gözlerinden alınmıştır.
Hicaz:
Kahvenin, “…lÀkin BaàdÀd u ÓicÀz ùaraflarından vürÿdı (8) muètÀd olan úahve münúaùıè olmaàla …
(A 30b)” ifadelerinden de anlaşıldığına göre geldiği yerlerden biri de Hicaz’dır, ancak buradan adet üzere
sürekli gelen kahve artık kesilmiştir.
Kahire:
“…ùÿùì-i şekeristÀn-ı belÀàat, vezìr-i Arisùÿ-fıùnat RÀmì Meóemmed PÀşÀ, muóÀfıø-ı ÚÀóire iken
irsÀl eyledigi mektÿblarına cevÀb … (A 124a)” ifadeleri Rami Mehmet Paşanın Kahire (Mısır) muhafızı
olduğunu göstermektedir.
Ken’an:
Nâbî, Halep muhafızı Rami Mehmet Paşadan ayrılığını, Hz. Yusuf kıssasına gönderme yaparak “…
zebÀn-güõÀr-ı iltifÀt-ı selÀm buyurıldıàı èaynì ile dìde-i pìr-i KenèÀn’a bÿy-ı pìrÀhen-i Yÿsuf èamelin
icrÀ … (A 12a)” ifadeleriyle dile getirmektedir. Bu ifadeler, çok nazik bir gömlek isteme ifadeleri olarak
değerlendirilebileceği gibi söz konusu kişiler arasındaki muhabbetin belirtilmesi açısından da dikkate
değerdir.
“…ÒvÀbì ez-benderhÀ bende-i meh-i KenèÀn-rÀ1 … (A 17b)” mısrasıyla ve “…mÀh-ı münìr-engìz-i
KenèÀnì-ãıfat, tesòìr-i ZelìòÀ-yı mezÀyÀya der-kÀr … (A 74b)” ifadesiyle Hz. Yusuf kıssasına telmih
yapılmıştır.
Kerkük:
Silahdar İbrahim Paşa Halep valisidir. Nâbî, paşanın yanında çalışırken onun hizmetine Enderun
ağalarından Mahmut Ağa adında bir siyah Arap verilir. Nâbî söz konusu kişinin nursuz çehresinden
rahatsızdır. Şikayet edildikçe, paşa da latifeler söylemekte ve onu şaire musallat etmektedir. “…
Óaleb’den maèzÿl olup Kerkük’e meémÿr oldıúlarında … (A 142b)” ifadelerinden anlaşıldığına göre
paşa, Halep’ten azledilerek Kerkük’e memur edilir. Paşa yolda ilerlerken, divan efendisi Habeşi-
340
1 Ken’an’ın ay (gibi parlak ve güzel olan) kölesi için limanlarda uykudadır.
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır
zade’nin yazısıyla latife yollu bir mektup gönderir. Nâbî gelen mektubu, şerh eder. Latifeyle karışık
ağır bir cevap verir.
“Şìve-i dil-berÀn-ı Kerkük’den efzÿn daèvÀt-ı maóabbet-nümÿn ihdÀsından ãoñra … (A 143a)”
ifadesi, Kerkük dilberlerinin şivesinin muhabbet dolu olduğuna işaret eder.
Cehenneme sıçrayan Kerkük toprağına sevgililerin üstadı etmekten fazla sevgililerin şivesinin
hata üstüne hata yapan sevgililerin, Kerkük’te bulunan Gurgur Baba denilen ateş saçan dağ, kalem
dilini yanıcı/inleyici/acı çekici etsin. Amin. Kötü üsluplu hayali yaratıkların Kerkük’e uygunsuz eda
şivesi acaba Gur’un yadigar(ı olan) İstanbul’un şarap bedenli güzellerine hangi tabiri kullanmıştır? Ya
naz lafzını yanlış yerde kullanmakla mahşerde o nazik lafzın feryat elinden nasıl yakasını kurtarabilir?
Kötü huylu Kürtlerin vatanı olan melanet dolu, kusurlu yapılardan tasa, keder ve uyuşukluktan başka
hal umulmadığına uygun isminde olan kifayet dalgası özellikle Ülker’in yarısı olmak asla duyulduğuna
izin yokluğuna yeterli bir işarettir (A 143a).”
“…ÒÀk-i cehennem-òìz-i Kerkük’e üstÀd-ı dil-berÀn itmekden faøla òaùÀ ber-òaùÀ-yı iftirÀ-yı
şìve-i dil-berÀn iden yÀrÀnuñ Kerkük’de vÀúiè Gurgur Baba didikleri kÿh-ı ÀteşnÀk, zebÀn-ı úalemin
sÿzÀn eyleye! Ámìn. áÿl-siriştÀn-ı bed-uslÿbuñ Kerkük’e lafô-ı şìve-i bì-sezÀ Gÿr’ın yÀdgÀr èacabÀ
òÿbÀn-ı bÀde beden-i İstÀnbÿl’a ne taèbìr alıúomışdur … (A 143a)” ifadelerinden, Kerkük toprağının
cehennemle ilişkilendirildiği, Gurgur Baba denilen ateş saçan dağın Kerkük’te olduğu ve gönül çelen
sevgiliye hatayla iftira eden dostların kalemlerinin bu dağın ateşinde yanmaları için Nâbî’nin beddua
ettiği anlaşılmaktadır. Hayalî/şeytanca yaratılışlı kötü üslubun Kerkük’e, Gur’un uygunsuz şivesinin
lafzının yadigarı olduğu, buna binaen soru sorarak şarap güzellerinin İstanbul surlarına hangi tabiri
uygun gördükleri anlaşılmaktadır. Kerkük’le beraber İstanbul’un zikredilmesi, karşılaştırılan bu iki
şehrin benzer özelliklerini ya da aralarındaki tezatları düşünmeyi gerektirmektedir.
“…Ôahr-ı mektÿbda olan mühr-i àarìbuér-resm, èacìbuél-òattuñ Kerkük GÿristÀn’ında bulınan seng-i
mezÀr naúşından ve … (T 171a-b)” ifadelerinden muhatabın mektubu arkasına vurduğu garip resimli ve
acayip yazılı mührün Kerkük mezarlığındaki mezar taşları nakşına benzetildiği anlaşılmaktadır. Diğer
bir ifadede söz konusu olan bu mühür, “…Seyr idenler kimi uyuz bÀr-gìrlerüñ ãaàrısında olan dÀàdur ve
kimi Kerkük odıncılarınuñ eşegi yÀàrıdur … (M 163b)” denilerek, uyuz beygirlerin sağrısına veya Kerkük
oduncularının eşeklerinin yağrısına benzetilir.
Úıbrìs:
Kıbrıs, Rami Paşanın Kıbrıs’tan azledilip Mısır valisi olmasıyla ilişkili olarak işlenmiştir (A 132b).
Kuh-ı KÀf:
Kaf Dağı “… Kÿh-ı ÚÀf’uñ èifrìtlerinden… (T 170a )” ifadesinde olduğu gibi şeytanlarıyla
zikredilmektedir.
Mısır (Mıãr, ):
“… Olur mÀnend-i Yÿsuf èÀrıø-ı óavrÀ-firìbinden / ZenÀn-ı Mıãrveş bÀnÿ-yı òÀver pençe-efkende …
(A 27a)” beytinde Hz. Yusuf zamanındaki Mısır kadınları hatırlatılır.
“… AmmÀ in-şÀé-AllÀh TaèÀlÀ, baèdeél-yevm, cÀnib-i Mıãr u Yemen’den sefìne-i ümìdimüz mÀl-À-
mÀl olup “Li-ecidü nefeseér-raómÀni min úibeliél-Yemeni” vürÿdıyla dil-şÀd olmaàa ümìd-vÀruz … (A
47a)” ifadesi, Nâbî’nin Reisülküttap Rami Efendiye gönderdiği bir mektubunda geçmektedir. Buna göre
muhtemelen elindeki mukataa kendisinden alınmıştır. “Allah’ın nefesini Yemen cihetinden buldum.”
hadis-i şerifini de delil getirerek ümit gemisinin Mısır ve Yemen tarafından dopdolu olarak geleceğini
hayal etmektedir. Metnin sibakına bakıldığında Nâbî’nin bir kahve mukataası ele geçirmek istediği
anlaşılabilmektedir.
341
Adnan OKTAY
“… Erøurÿm, óased-kerde-i eyÀlet-i Mıãr u ŞÀm u Óaleb olsa … (A 52b)” ifadelerinden Erzurum’un
haset etmesi gereken eyaletlerden biri de Mısır’dır.
Başka bir ifadede Mısır’ın; Erzurum, Şam ve Bağdat gibi uzak diyarlardan biri olduğuna temas edilir.
“…Mıãr’a teveccühiñüz eyyÀmından berü hediyye-i Mıãriyye ùamaèından taòliye-i muózin taãavvur
idemeyüp lÀkin, Mıãr’dan ìãÀli úarìn-i èusret olmaàla ve İstÀnbÿl’a vuãÿliñüzde be-her-óÀl bir kÀrbÀn ile
irsÀli muóaúúaú olmaú üzre tesliyet-baòş-ı müteòayyile olup Óaleb MollÀsı efendinüñ teveccühi, istimÀè
olındıúda òod be-her-óÀl, anlar ile irsÀl olınacaàı, cezm-kerde-i úuvvet-i ùÀmièamuz iken nÀ-gÀh şeker-i
Mıãriyye’ye bedel, æÀbit Efendinüñ eşèÀrıyla iktifÀ buyurıldıàı ùoàrısı bir tedbìrdür ki, hem anları ve hem
bizi şìr-i … æÀbit Efendi Óaøretlerinüñ ÀåÀrıyla muvÀzeneye irtiúÀ müyesser oldıàı taúdìrde birbirine
muúÀbil èadd buyurılur ise yine hediyye-i Mıãriyye’den õimmet bÀúì úalmış olur (A 124b)” ifadelerinde
Sabit Efendiyle ilgili bir latifeye yer verilmektedir. Rami Mehmet Paşa Mısır’da Kahire muhafızıdır. Oraya
gittiğinden beri Mısır hediyelerinden Nâbî’ye hala göndermemiştir. Çünkü Mısır’dan hediye göndermek
zordur. Ancak İstanbul’a kavuşulduğunda her halükarda kervanla hediye göndermek mümkündür. Halep
Mollasının muhtemelen Mısır’a teveccühü duyulmuştur. Hediyeler onunla gönderilebilir. Bununla ilgili
umut beslenmektedir. Fakat duyulmuştur ki, Mısır şekerine bedel Sabit Efendinin şiirleriyle yetinilmesi
buyrulmuştur. Bu buyruk, muhatap olan bizleri memnun etmiştir. Bununla birlikte birkaç sade gazel
yüce meclise gönderilmiştir. Her ne kadar bu şiirler, Sabit Efendinin eserleriyle eş tutulabilirse de Mısır
hediyelerinden kalan zimmet bakidir. Yani şiirin yeri başka, hediyelerin yeri başkadır.
Rami Paşa, Mısır valisi olmuştur. Nil nehri ve İskenderiye denizi gibi coşkulu tatlı, temiz, pak davetler
ve tatlı uzun ömürler dilendiği zeminde yüce ve hüzünlü Yakup’un dilekleri budur ki, ihlas bağlarının
gereksinimi ve sağlamlık kaidelerinin uzmanlığı üzere ayrılık zamanlarının şevki gibi ifadelerle paşa
methedilmektedir (A 132b-133a).
“…ÙÀéife-i çingÀne ayuları ve fellÀó-ı Mıãr timsÀóları taãarruf itdiklerine şimdi iètimÀd eyledüm …
(T 170b)”ifadesinde, çingenelerin ayıları, Mısır fellahlarının timsahları idare etmelerine artık itimat ettiğini
belirtmektedir.
MinÀ:
“…aèøÀ-yı òoş-nümÀsı, gÿyÀ cemìè-i ecnÀs-ı maòlÿúÀtuñ müntaòabÀt-ı aèøÀsından terkìb olınup
cebhesi, gebş-i MinÀ’dan ve … (A 59a)” ifadesinde Rami Paşa methedilirken onun güzel azaları sanki
yaratıkların bütün cinslerinin seçkin azalarından oluşmuştur ki, bu bağlamda onun cephesi (görüntüsü),
Mina koçuna benzetilmiştir.
Mora Adası:
“…serdÀr-ı cünÿd-ı manãÿre-i fÀtió-i cezìre-i Mora, saèìd u şehìd-i meróÿm, SilÀódÀr èAlì PÀşÀ
Efendimüzüñ … (A 40a)” ifadesinden Mora Adasının mübarek ve şehit Silahtar Ali Paşa tarafından
fethedildiği belirtilmiştir.
Saúız Adası:
“…nümÿne-i bihişt-i berìn olan sÀóa-i dil-nişìn-i Saúız’da gÀh Óasan PÀşÀ baàçesinde ve serÀyında
ve gÀh Mezamorùa SerÀyında ve gÀh MührdÀr Úalèası ve gÀh çeşme-i nev-peydÀ-yı muòliãìde sÀz u söz
ü ÀsiyÀb-ı keder-i sÿz ile èaúd-i meclis-i üns ü ülfet ve ùaró-ı encümen-i èayş ü èişret itdiklerimüz… (A
109a)” Bu ifadeden Sakız’ın adeta cennet gibi bir yer olduğu, burada bazen Hasan Paşa bahçesinde ve
sarayında bazen Mezamorta Sarayında bazen Mührdar Kalesinde bazen yeni çeşmelerin başında sazlı sözlü
eğlenildiği, içkiler içildiği anlaşılmaktadır. Bu değerlendirmeden hareketle, Sakız Adasının da o dönem için
küçük bir edebî muhit olarak değerlendirilebileceği unutulmamalıdır.
Rakka (Raúúa):
342
“…muóÀfıô-ı Raúúa, saèÀdetlü Yÿsuf PÀşÀ Óaøretleri, pederiñüzle èArab seferi çün Óaleb’e
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır
geldiklerinde … (A 29a)” Rakka muhafızı Yusuf Paşa Arap seferi için Halep’e gelmiştir.
“…ÓÀlÀ muóÀfıô-ı eyÀlet; devletlü, saèÀdetlü Àãaf-ı kÀr-dÀn, vezìr-i èÀlì-şÀn MuãùafÀ PÀşÀ Óaøretleri
muòliãiñüzüñ bu evúÀt-ı teferruú-Àmìzde, Raúúa eyÀletine taèyìn ve taòãìã buyurıldıàı maóø-ı óikmet-i
RabbÀnì ve ilhÀm-ı İlÀhì ile èayn-ı iãÀbet-i vükelÀ-yı salùanat oldıàına şübhe úalmadı.… (A 110a)” Mustafa
Paşa eyalet muhafızıdır. İş bitirici yüce bir kişidir. Rakka eyaletine atanmıştır. Bu durum, Allah’ın bir
ilhamıdır ve buna şüphe kalmamıştır.
Rum Diyarı (Rÿm, Rÿm-ili, Rÿm ili):
“…VaããÀf-ı zemÀn, òvÀce-i cihÀn, ÓassÀn-ı Rÿm, NÀbì Efendi meróÿmuñ… (A 1b)” Rum, Nâbî’nin
diyarıdır. Nâbî, Rumîdir. Entelektüel olarak kıymetlidir, Rum diyarına değer katar. Öyleyse Nâbî kendisini,
belli coğrafyalara mal olmuş, ilgili coğrafyalarla adeta özdeşleşmiş kişilerden biri olarak telakki etmektedir.
“…biéø-øarÿre, Rÿm-ili’nüñ rehvÀr-ı hemvÀre, mülÀyim-reftÀr-ı bÀr-gìr-i mevzÿn-kirdÀrına … (A
13b)” ifadesinden Rumeli beygirlerinin huylarının güzel, yürüyüşlerinin hoş olduğunu belirtmektedir.
“…Bu ùaraflarda Rÿm-ili bÀr-gìrlerinüñ vücÿdı èadìm olmaàla bu ùarafa teşrìfleri eyyÀmından berü
tefaóóuã itdirüp birinüñ óuãÿline muôaffer olamadılar … (A 15a)” ifadesinde kendi yöresinde Rumeli
beygirlerinin soyunun tükendiğinden bahsedilmiştir.
“…Yoú geldigi èÀdeten ôuhÿra / İrsÀl-i èaùÀ bilÀd-ı Rÿma … (A 20b)” mısralarında Rum’a hediye
gönderildiğinin adet gereği gerçekleştiği görülmemiştir.
“…Ey luùf-ı ÒudÀ dÀéire-gerd-i óaremüñ / V’ey òaùù-ı kemÀl òÀk-bÿs-ı úalemüñ / Ey Àãaf-ı bì-èadìl
Àòir Rÿm / Çekdi bizi şevú-i rÿy-mÀl-i úademüñ … (A 34a)” Rum toprakları, şairi bir şiir yazmaya
zorlamaktadır.
“…Egerçi gÿşe-güzìn-i úanÀèat olmış ıdıú / VelÀkin Rÿm’da bÀúì naãìbimüz var imiş … (A 34b)”
beytinde, kanaat köşesinde oturuyor haldeyken Rum’da nasibinin olduğundan bahsetmektedir.
“…óÀlen fermÀn-revÀ-yı heft kişver, mÀlik-i baór u berr, meliküél-mülÿk-ı èÀlem, şehryÀr-ı Rÿm u
èArab u èAcem òalledeéllÀhu mülkehÿ óaøretlerinüñ … (A 53b)” ifadesinde yedi iklimin hükmedicisi,
denizin ve karanın maliki, alemin meliklerinin meliki, Rum, Arap ve Acem’in hükümdarı olarak övülen
bir sultandan bahsedilmektedir. Rum kavramı burada bir coğrafyadan ziyade Rum toplumuna yöneliktir.
“…Bu dÀèì-i úadìmleri, bir müddetden beri gÿşe-güzìn-i èuzlet iken cÀnib-i Rÿm’da olan baúıyye-i
úısmetimüz iútiøÀsıyla … (A 83a)” ifadesinde, bu eski duacının bir müddetten beri uzlet köşesinde
oturuyorken Rum tarafında olan kısmetinin kalanını ele geçirmek düşüncesinde olduğu anlaşılmaktadır.
“…cerìde-i niyyet iken dÀéire-i nüzhet-ÀbÀd-ı Rÿm’da meknÿn olan baúıyye-i Àb ve dÀne-i inciõÀb-ı
nÀn-ı girìzÀna øabù-ı tedbìr úalmadı … (A 88b)” ifadesinde Rum, bir eğlence, şenlik dairesidir, orada su
bakiyesi ve kaçan ekmek cazibesinin tanelerin zapt etmek için tedbir kalmamıştır.
“… Murà-ı dil uçdı øabùına tedbìr úalmadı / Şehr-i Óaleb’de müddet-i teéòìr úalmadı / Naúl itdi Rÿm’a
úısmetümi dÀye-i úader / ŞehbÀ’da şimdi nÿş idecek şìr úalmadı … (A 88b)” manzumesinde şair, Halep’ten
artık gitmesi gerektiğini, kaderin kendisini Rum ülkesine naklettiğini dile getirmektedir. Halep’te artık şair
için gerekli olan hususiyetler kalmamış, şair bunlara ulaşabileceği yer olarak Rum diyarını göstermektedir.
“…SÀbıúan, ãadr-ÀrÀ-yı Rÿm olan saèÀdetlü, faøìletlü Òalìl Efendi Óaøretleri ile … (A 92b)” sözünden
Halil Efendinin önceden Rum’da sadrazam olduğu anlaşılmaktadır.
“…èillet-i mizÀcımuz evvelden maèlÿm-ı ùabìb-i èirfÀnıñuzdur ki, hevÀ-yı seyr-i Rÿm’a çendÀn sÀz-
kÀr degüldür … (A 101a)” ifadesinde kendi mizacındaki hastalığın, evvelden irfan sahibi olan doktor zatı
tarafından bilindiği onun da Rum’un havasının seyrine o kadar uygun olmadığı belirtilmiştir.
343
Adnan OKTAY
ŞÀh-mÀrÀn Úalèası:
“…ŞÀh-mÀrÀn Úalèasınuñ zindÀnından nişÀn viren aàzınuñ … (T 170b)” ifadesinde muhatap tenkit
edilirken, muhatabın ağzı, Şahmaran Kalesinin zindanına benzetilmiştir.
Şam:
Erzurum’un haset ettiği yerlerdendir. “…ve bu beşÀret ü şevketle òıùùa-i dil-güşÀ-yı Erøurÿm, óased-
kerde-i eyÀlet-i Mıãr u ŞÀm u Óaleb olsa baèìd midür? … (A 52b)”
“…èÁrif Efendi ŞÀm-ı şerìf úÀêısı oldıúda … (A 60b)” ifadesinde Şam kadılarından birinin de Ahmet
Efendi olduğu anlaşılmaktadır.
“…MekÀrim-i õÀtìlerinden baèdeél-yevm, belde-i ŞehbÀ ve òıùùa-i ŞÀm beyninde mütevÀrid olan
kÀrbÀnlar, úavÀfil-i ãubó u şÀm gibi varaú-ı mihrden òÀlì olmamaú çeşm-dÀşt-ı müştÀúÀnemüzdür.… (A
61a)” ifadesinde Halep ve Şam arasında gelip giden kervanların sabah ve akşam kafileleri gibi güneşin
sayfasından eksik olmamasını istemektedir.
“… ÓÀlÀ nemìúa-i resÀn-ı duèÀ, ÇÿúadÀr Aómed AàÀ úulıñuz bu ùarafa geldikde muúaddemÀ ŞÀm-ı
şerìfde muèÀrefe-i sÀbıúamuz óasebiyle ziyÀret-òÀne-i pederìden fÀrià olmayup óüsn-i iòlÀãlarından
memnÿn olmışuzdur… (A 64a)” sözünde Nâbî, muhatabı Rami Efendiye olan mektubunda Çuhadar Ahmet
Ağa ile Şam’da tanıştığını, bu tanışıklık yüzünden her geldiğinde de ağanın kendisini ziyaret ettiğini, onun
güzel bir ihlasa sahip olduğunu belirtmektedir.
“…Bu pederiñüze ŞÀm u Óaleb’de olan èalÀúa-i iòtiãÀãı òod verÀ-yı taórìrdür.… (A )” Nâbî, Çeşmi-
zade Abdulhalim için Rami Efendiye bir mektup yazar ve mektubunda onun iyi özelliklerinden bahsederken
onun kendisine olan özel alakasının yazıdan da ötede olduğuna değinir.
“…æemere-i himmet-i óaseneñüz olan ŞÀm-ı şerìfe vÀåıl oldıúdan ãoñra muóÀù-ı õihn-i vaúÀrları ola
ki, óÀlen temÀmì-i dü èÀlemde gÿşe-i úanÀèat ve kem-nÀmìden àayrı meémen-i ÀsÀyiş yoú imiş. Sinìn-i
mÀøiyyede bir defèa daòı cenÀb-ı kerìmden ŞÀm defterdÀrlıàı òvÀst-kÀr oldıàımuzda ùaraf-ı şerìfiñüzden
“Eger ol ùarafuñ iòtilÀl-i aóvÀli, maèlÿmıñuz olsa ùaleb-kÀr olmazdıñuz.” buyurdıàıñuz maóø-ı kerÀmet
imiş. AmmÀ bundan ãoñra çÀre yoú, … (A 87a)” Nâbî, Rami Efendiden Şam defterdarlığını ister, paşa
cevaben “O tarafın alt üst olmuş hallerini bilseydiniz, bunu talep etmezdiniz, der. Nâbî sonradan bu sözlere
hak verecek, Rami Efendinin adeta keramet gösterdiğini söyleyecektir. Ancak, Nâbî’nin maddî durumu hiç
iyi değildir, kendisine bir gelir kapısı gerekmektedir. Bundan başka çare yoktur.”
Nihayet Nâbî efendi Şam defterdarı olur, meramına kavuşur.
Muhataba Diyarbakır’dan kendisine mektup göndermediği için sitem edilir. Oysaki, Şam, Mısır,
Erzurum ve Bağdat gibi yerlerden bile daha uzak olmalarına rağmen mektuplar gelmektedir (A 93a).
“…Benüm devletlü nÿr-ı dìdem, efendüm, oàlum, muóÀfıô-ı ŞÀm Óaøretleri ùarafından cÀnib-i şerìfe
ìãÀli muèayyen on kìse Óaleb’de poliçe içün ŞÀm tüccÀrından tÀtÀr ile irsÀlde bu pederiñüzüñ maèrifetin
øamm itmişlerdür … (A 112b)” Rami efendiye yazılan bir mektupta, Şam muhafızı tarafından kendisinin de
marifetiyle ona gönderilmek üzere on kese Halep’te poliçe için Şam tüccarlarından tatar ile gönderileceği
belirtilmiştir.
“… İbrÀhìm Efendi ŞÀm ÚÀêısı iken irsÀl eyledigi … (A 134b)” Şam kadılarından biri de İbrahim
Efendidir ve Nâbî, ona bir mektup göndermiştir. “…Òıùùa-i ŞÀm’dan infiãÀliñüz òaberi … (A 134b)”
ifadesinden İbrahim Efendinin Şam’dan ayrılacağı anlaşılmaktadır.
Şam’da divan efendisi Ahmet Efendiye gönderilen mektupta vatanı Şam olan ve hazinede çalışan
Derviş Ali Çelebiden bahsedilir (U 137b-138b).
344 Nâbî’nin bazı uygunsuz hareketlerinden dolayı kendisine kızdığı Halil Ağa; Şam, Bağdat, Basra,
Kastamonu’da çalışarak yükselmiştir (U 134a-135a).
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır
“…ÔÀhiren, mütesellim-i vaút-ı İskender Paşa-zÀde ile hem-zÀnÿ-yı mecÀlise iòtilÀù oldıúça ŞÀm
ve Úasùmonı’da güõÀrÀn iden leõÀéiõ-i evúÀt-ı óukÿmet òÀùıra gelüp Àh cÀn-gÀh-ı bì-iòtiyÀr-ı dile künc-i
Àteşkede-i øamìrüñde muòtefì olan dÿd-ı óasreti, ehl-i meclise ilóÀó itmeden òÀlì olmamaú gereksiz… (T
156b)” Bahsedilen kişi hükümetteyken Şam ve Kastamonu’da güzel vakitler geçirmiştir. İskender Paşa-
zade’nin dönemindeki mütesellim ile meclislere katılmıştır. Şimdi o günler yad edilmekte, bu da gönle ateş
düşürmektedir.
“…Benüm cÀnum, çend-rÿze óukÿmet-i òıùùa-i ŞÀm ile siyÀdetde ãıóóat-i nesebiñüzi iåbÀt itmiş oldıñuz?
ZìrÀ, sÀbıúan ŞÀm’da telvìå-i mesned-i óukÿmet eyleyen Yezìd’üñ, cenÀbıñuzı kendi maúÀmında müşÀhede
itdikçe Àteş-i sÿzÀn olmaàla maènen Ál-i Resÿlüñ intiúÀmın almış oldıñuz … (T 157a)” Nâbî muhatabının
Şam’da hükümetteyken ne ayarda biri olduğunu anlamıştır. Söz konusu kişiye “…ãıóóat-i nesebiñüzi iåbÀt
itmiş oldıñuz …” diyerek hakaretini tamamlamaktadır. Muhatabın soyunun daha önce Şam’da yönetimde
olan Yezit’in soyundan geldiğini belirtmektedir. Bunu söylerken sözü güzel söyleyip adeta iz bırakmadan
muhatabın o makamda bulunarak Yezit’ten Âl-i Resulün intikamını alındığını belirtmektedir.
“…daòı cenÀbıñuzuñ èazmiyle ãubó-ı Óaleb-dìdemüz ŞÀm olup derd-şinÀsì-i èÀlem ôalÀm oldıàından
üç defèa òÀnemüzden çıúmaú vÀúiè oldı … (T 160a)” Baki Paşanın Halep muhassıllığı görevinden
azledilmesinden sonra Nâbî, üzüntülerini dile getirirken muhatabının gidişiyle Haleb’e benzeyen aydınlık
gözlerinin Şam gibi karanlık olduğunu dile getirir.
yoúdur. O daòı yollarda òalúa göstermek içün bÿstÀna Àmed-şud iderek yÀldıõdan muèarrÀ olup Süveyúa
ÓammÀmınuñ ùaşlarına dönmişdi. äafÀ bunda iken zÀdenüñ ùıynetinden daàdaàa-i maèãiyet zÀéil olur ise
cenÀbıñuzdan daòı àÀèile-i iflÀs ber-ùaraf olur. EyyÀm-ı àınÀñuzuñ imtidÀdı, bÿstÀn faãlınuñ Àòirine müntehì
olur ise àanìmetdür. Faãl-ı bÿstÀn maãÀrifi-çün úaùÀr-ı çÀr müşÀrıñuzı fürÿòt itdigiñüz, bu ùarafda şuyÿèı
devletiñüze olan óüsn-i iètiúÀdlarımuz müteàayyir ve òÀùırımuzı mütekeddir itmişken bu ùarafda baèø-ı
aóbÀbımuza gelüp bu mÀddenüñ aãlı yoúdur, iètimÀd itmeñüz (T 155b).” Halil Ağaya gönderilmiş olan
hezl-âmiz mektupta, Halil Ağanın debdebesinin bazı göstergeleri olduğu, bunlardan birinin de yaldızlı ibrik
olduğu, bu ibriğin gerçekten kıymetli olduğu, ancak halka gösterilmek için bostan yollarında götürülüp
getirilmesinden dolayı bu ibriğin yaldızlarının epeyce döküldüğü, dolayısıyla Diyarbakır’daki Süveyka
Hamamının aşınmış taşlarına benzediği belirtilir. Mutluluk bunda iken çoluk çocuğun mizacından ıstırap
yok olur ise Halil Ağadan da iflas etme telaşı bertaraf olur. Zenginlik günlerinin uzunluğu, bostan mevsiminin
sonuna nihayet olursa asıl zenginlik oluşur. Hatta bostan faslını masrafları için deve kervanının bile satıldığı
duyulunca Nâbî, bu duruma üzüldüğünü, bunun aslının olmadığını bilmek istediğini hatırlatmaktadır.
“İşte nÀmını şaóne-i úariyye-i iflÀs iken ol gÿne òırÀm-ı devletmendÀne ve evøÀè-ı kibÀrÀne
göstermekdür. Ancaú bu şìve-i maòdÿmÀne ve neşve-i maàrÿrÀne sen mülÀóaôa itdükçe yÀrÀn-ı Ámid’üñ
óÀllerine hem-òande ve hem-girye idecek yerler gelür. Hele anuñ aóvÀli ùursun. Gelelüm yine cenÀbıñuzuñ
aóvÀline (T 156b):” sözlerinden aslında Halil Ağanın namının ne olduğunu, iflas kentinin bekçisi iken
mutluca yürüyüşü ve kibarca vaziyetleri göstermektedir. Ancak bu çocukça şive ve gururlu neşeyi Halil
Ağa yaptıkça Âmid’teki dostların bu durum karşısındaki halleri hem gülünecek ve hem de ağlanacak
hallerdir. Onların ahvaline Nâbî şimdilik değinmek istemediğini söylemektedir. Durum öyle gösteriyor ki,
Halil Ağanın maddî refah seviyesi düşmüştür. Haliyle bu durum kente de yansıyacaktır. Ancak bu durum
karşısındaki tavırlarıyla dönemin Diyarbakır’ında yönetime entegre olmuş kişileri ya da Halil Ağaya yakın
duran şahsiyetleri eleştirilmektedir.
“…MürÀselÀt u mükÀtebÀtuñ vaãfı, àÀlibÀ teésìs-i mebÀnì-i maóabbet içün olup beyÀn-ı devlet ü óaşmet
içün olmadıàı ôÀhiren maèlÿmıñuz degüldür. AmmÀ, àÀlibÀ, óavãala-ı óaømıñuz taóammül etmeyecek
baèø-ı müzaòrefÀta dest-res bulmaú gerek, sen ki, DiyÀr-bekr òalúına iôhÀr ile [N 158b] úanÀèat itmeyüp
ÀvÀze-i devlet ü åervetüñ diyÀr-ı Óaleb’e daòı àulàule-endÀz olmaú sevdÀsına giriftÀr olmışsız… (T 154b)”
Buna göre muhatap Halil Ağadır. Halil Ağa ile yazışmanın özelliği, galiba muhabbeti ilerletmek içindir.
Yoksa onun devlet ve debdebesinin, yüceliğinin beyanı için değildir, ancak bu durumu, muhatabın açıkça
bilmediği söylenmiştir. Öyle ki, muhatabın sindirim sisteminin, tahammül edilemeyecek bazı pisliklere
tahammül edebileceği belirtilir. Muhatap, Diyarbakır halkına yalandan gösteriş yaparak kanaatsizlik edip
kendi devlet ve servetinin sınırlarını Halep diyarına velveleli bir şekilde ulaştırma derdine düşmüştür.
“DiyÀr-ı bekr òalúı” ifadesi, burada şöhret, devlet, debdebe, gösteriş gibi kavramlara maruz kalmış bir ifade
olarak geçmektedir. İfadeden bu halkın, gösterişten uzak, sade bir yaşam tarzını benimsediği çıkarılabilir.
“Mektÿbıñuzda “Kimesneye iótiyÀcum úalmadı, ol ùarafa varsam da size bÀr olmam.” meéÀli telmìó
olınmış. ÔÀlim, bilürüm, bu maúÿle kelimÀt-ı mütefÀòirÀneye çoúdan Àrzÿmend idüñ. áÀlibÀ, evÀéilde
óasret-keş oldıàın baèø-ı eşyÀ-yı müflis-i úarìbe nÀéil olmışa beñzersin ki, DiyÀr-bekr yÀrÀnlarına her bÀr
söyleyerek taóãìl-i meşú itmişsiñüz ki, ÀåÀrı bu ùarafa münèakis oldı (T 154b-155a).” Halil Ağa Halep’e
geldiğinde kimseye yük olmayacağını içeren bir mektup yazmıştır. Nâbî, bu tür sözleri Halil Ağanın
söyleyebilecek potansiyelinin olduğunu daha önceden bilmektedir. Sebep olarak da Halil Ağanın önceki
zamanlarda da sahip olmak istediği birtakım eşyaya şimdi sahip olması gösterilmektedir. Ayrıca, sık sık
Diyarbakır’daki dostlarına bu tür sözleri söylediği için bu söylenenler ta Halep’te münakis olmuştur.
“Bu ùarafda istimÀè olındıàı üzre ÀsitÀnede cenÀbıñuzı bulmayan Úasùmonı fuúarÀsı, DiyÀr-bekr’e
tecemmüè itmegin mütesellim-i dìvÀn-òÀnesi zuòÀm-ı şekÀtdan şimdi ÀsitÀneye müşÀbih oldıàı menúÿldür.
Úadìmden DiyÀr-bekr’e küçük İstÀnbÿl didiklerinüñ maènÀsı daòı zemÀn-ı devletiñüzde ôÀhir oldı. AmmÀ,
nefèi yine cenÀbıñuza èÀéid olacaàında iştibÀh yoúdur. ZìrÀ bÿstÀnlarda şebÀn-geh-i girìzÀn olmañuz
vehminden pÀsbÀn-miåÀl eùrÀfıñuzı ióÀùa itmeleriyle devletiñüzde sÀéir yÀrÀn bile vesìle-i òvÀb-ı rÀóat oldıúları 347
menúÿldür.” Halep taraflarında duyulduğu kadarıyla başkentte Halil Ağayı bulamayan Kastamonu fakirleri,
Adnan OKTAY
SONUÇ
Nâbî için şehir, yaşanılabilir, ihtiyaçların hiyerarşik bir düzen içerisinde karşılandığı, sorunların
çözüldüğü, idarî birimleriyle beraber huzurun, mutluluğun yaşandığı bir alandır. Kötü idarecilerle asla
şehirlerin yönetilemeyeceğini düşünmektedir. Her şehrin kendisine göre bir dokusu vardır. Diyarbakır’ın
sık sık anılan dostlarıyla ve İstanbul’a benzemesiyle, Kastamonu’nun fakirleriyle, İstanbul’un izdihamıyla,
Urfa’nın kendisinin vatanı olmasıyla ön planda olduğu görülmektedir. Bütün bunlar, Nâbî’nin şehir eleştirisi
yaparken zihinsel parametrelerini gösteren önemli ipuçlarıdır.
348
Nâbî’nin Münşeat’ında Şehir ve Diyarbakır
KAYNAKÇA:
Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Süleymaniye Ali Nihat Tarlan
Koleksiyonu, No: 34 Sü-Tarlan 91.
Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât,, Manisa İl Halk Kütüphanesi,, 45 Hk
5272.
Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât,, Manisa İl Halk Kütüphanesi, 45 Hk
2774.
Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Süleymaniye Ali Nihat Tarlan
Koleksiyonu, No: 34 Sü-Tarlan 140.
Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Milli Kütüphane, Ankara Adnan
Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 4266.
Nâbî Yûsuf b. Abd-Allâh Ruhâvî. (1052-1124/1642-1712), Münşe’ât, Tercüman Gazetesi Kütüphanesi
Türkçe Yazmaları, No: Y-202.
Nâbî. (1641 or 2-1712), Münşeat-ı Nâbî Efendi, Harvard College Library, Houghton MS Turk 30, 011453767.
349
Süheyl ü Nev-Bahâr Üzerine
Düzeltmeler
Prof. Dr. Sadettin ÖZÇELİK
Dicle Üniv. Ziya Gökalp Eğitim Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Diyarbakır,
sozcelik@dicle.edu.tr
Sadettin ÖZÇELİK
1
DİLÇİN, Cem (1991), Mesūd bin Ahmed Süheyl ü Nev-bahâr; İnceleme- metin- Sözlük, Atatürk Kültür Merkezi yayını: 51,
Ankara.
2
TEZCAN, Semih (1994), Süheyl ü Nev-bahâr Üzerine Notlar, Simurg yayınları, Ankara.
3
TEZCAN, Semih (1995), “Süheyl ü Nev-bahâr Üzerine Notlara Birkaç Ekleme”, Türk Dilleri Araştırmaları Cilt: 5, Simurg
352 yayınları, Ankara, s. 239-245.
Süheyl ü Nev-Bahâr Üzerine Düzeltmeler
uygun olacaktır. Çünkü, ikinci dizedeki ayın- fiili, ‘şaşıp kalmak’ anlamında kullanılmış olmalıdır.
Ayrıca burada 5652. beyitteki gözügüleyin saħt ‘ayna gibi ciddi’ (yani: ‘hiçbir duygusunu belli
etmeyen’) anlamını gerektirecek bir durum yoktur. Tam tersine yukarıda da görüldüğü gibi bir
sonraki beyitte (3176) de Kaytas’ın yaptığı işten pişman olup üzüldüğü ve ne yapacağını şaşırmış
olduğu anlatılıyor. Yani, ikinci dizede kelimeyi ayın- ‘şaşıp kalmak’ şeklinde okuyup anlam vermek
bağlama gayet uygun düşüyor:
Beyitteki tasvire göre Kaytas’ın gözyaşı (bilür) direk’e, Kaytas’ın yüzü ise ayna’ya
benzetilmiştir. Ayrıca ayine kelimesinin sonunda eksiz yönelme durumu kullanılmıştır.
Buna göre beyit şöyle anlaşılabilir:
(Kaytas) gözyaşlarını yüzüne direk (sütun) yapıp (sürekli ağlayıp) şaşkınlık içerisinde
otururdu.
Eksiz yönelme şeklinin başka eserlerde de örnekleri geçer. Dede Korkut’ta geçen iki örnek
şöyledir:
“Bayındır Ħānuŋ ķarşusında oġlı Ķara Budaķ yay+Ø ŧayanup ŧurmışıdı.” (Drs.35b.5)
“Oġlı Uruz ķarşusında yay+ Ø söykenüp ŧururıdı.” (Drs.63b.7)
Gürer Gülsevin, farklı iki eserden şu iki örneği tespit etmiştir:
“irdüm Allah diyüben çaldım anı/ iki böldüm ortasından arslanı”,
“eyitdi kim iy şâhzâde bu dem senüŋ tali’üŋ bakdum, gördüm gâyet nuhuset göründi.”
(Gülsevin 1997: 40)
el ol ()
“Dilüŋ dizgüni çünki elden çıkar
Bela kişi boynına çılbur dakar
Cühud ol didügine dutdı boyun
Ne bilür kim oynayısardı oyun” (3045-3046)
Yukarıdaki birinci beyit bir öğüt niteliğinde olup şu ifade edilmektedir: Dilin dizgini elden
çıktığında bela, insanın boynuna yular takar. Sonraki beyitte ise Yahudi’nin bu sözlerin bir oyun
olduğunu bilmediğinden söylenene uygun hareket ettiği ifade ediliyor. Bu bağlama göre el okunmuş
olan kelime ol okunmalıdır. Nitekim kelime metinde ol okunacak şekilde () yazılmıştır.
hele: haydi!
“Bugün Çin ilindesin uşda hele
Gül oyna vü zevk eyle bizüm ile” (1258)
Yukarıdaki beyitte geçen hele kelimesi, ‘haydi!’ anlamındadır; sözlükte gösterilmemiştir.
hele: mademki
“Kişi viribidi vü didi hele
Siz irüşdüŋüz şimdi bizüm ile
Gerekdür ki biz kullığ eyleyevüz
Ayak tutavuz şehi toylayavuz” (832-833)
Yukarıdaki ilk beyitte geçen hele kelimesi, ‘mademki’ anlamındadır; sözlükte gösterilmemiştir.
356 4
Bu konuda ile, idi, imiş, ise şekilleriyle ilgili örnekler daha da artırılabilir; burada sadece üçer örnek ile yetiniyoruz.
Süheyl ü Nev-Bahâr Üzerine Düzeltmeler
Semih Tezcan, Dede Korkut’tun Dresden nüshasında yanlış olarak hırslı okunacak şekilde
() yazılmış olan bu kelimenin huslı okunması gerektiğini söylemiş ve konuyla ilgili olarak
yazdığı düzeltme notunda bu konuya açıklık getirmiştir:
“ħuś ‘huy, karakter’ Farsça hū (~ hūy) sözcüğünün Türkçe 3. kişi iyelik eki almış
biçiminden yanlış ayırma ile ortaya çıkmıştır: hū+sı ‘onun huyu’ yanlış ayırma ile >
hūs, krş. TarS. 1931 ħusu (oku: ħusı) ‘huyu, hasleti’; 1932 ħuy ħus ‘ahlak, tabiat,
huy ve âdet’; (krş. tüy tüs). DKK’nda dikkati çeken nokta sözcüğün śād ile yazılmış
olmasıdır; vāv yerine re yazılmış olması ise normaldir.” (Tezcan 2001: 367).
sayvan: gölgelik
“çadırlar kuralum u sayvanumuz
düzelim şehane bu eyvanumuz” (908)
Yukarıdaki beyitte geçen sayvan kelimesi, ‘gölgelik’ anlamındadır; sözlükte gösterilmemiştir.
Mütercim Âsım Efendi, sayvan kelimesinin Farsça sâyebândan gelmiş olup fonetik değişikliğe
uğramış olduğunu söyler (Burhân-ı Katı: 647a).
büküm: yufkanın dört köşe olarak dürülmüş biçimi (?) (DS) büküm ol-: işin
hafiflemesi, kolaylaşması
“Ne var ağır olasısa bu yüküm
Bola kim dürişdügüm ola büküm” (1496)
Yukarıdaki beyitte geçen büküm kelimesinin anlamı sözlükte “yufkanın dört köşe olarak
dürülmüş biçimi (?) (DS)” (Dilçin 1991: 595) şeklinde tereddüt belirtilerek verilmiştir. Bu anlamın
bağlama uymadığı çok açıktır. Beyitte geçen büküm ol- fiili bağlama göre ‘işin hafiflemesi,
kolaylaşması’ anlamında mecaz olarak kullanılmış bir deyim olmalıdır. Kelime, sözlükte büküm
şeklinde değil büküm ol- şeklinde fiil olarak madde başı yapılmalıdır.
Nitekim bir sonraki beyitte Nev-bahâr’ın endişe ve kaygı içinde Süheyl için endişelenip
ağladığı ve bu duygularını şiirle dile getirdiği anlatılmaktadır.
SONUÇ
Metin okumaları yapılırken okumaların doğru olup olmadığını kontrol etmek için tercümenin
yapılması ve bağlamın bilinmesi gerekir.
Okunan metindeki kelimelerin, deyimlerin metin içinde kullanılmış olduğu anlamları yansıtan
bir dizin veya sözlük hazırlanmalıdır.
Bu düşüncelerin ışığında çalışılmış olan metinlerin genç araştırmacılar tarafından yeniden
çalışılabileceğini düşünüyorum.
KAYNAKLAR
DİLÇİN, Cem (1991), Mes’ūd bin Ahmed Süheyl ü Nev-Bahâr; İnceleme- Metin- Sözlük,
Atatürk Kültür Merkezi yayını: 51, Ankara.
GÜLSEVİN, Gürer (1997), Eski Anadolu Türkçesinde Ekler, Türk Dil Kurumu yayınları: 673,
Ankara.
MÜTERCİM ASIM EFENDİ (2000), Burhân-ı Katı, (Hazırlayanlar: Mürsel Öztürk, Derya
Örs), Türk Dil Kurumu yayınları: 733, Ankara.
ÖZÇELİK, Sadettin (2005), Dede Korkut Araştırmalar, Notlar/ Dizin/ Metin, Gazi Kitabevi,
Ankara.
ÖZÇELİK, Sadettin (2006), Dede Korkut Üzerine Yeni Notlar, Gazi Kitabevi, Ankara.
TANYERİ, M. Ali (1999), Örnekleriyle Divan Şiirinde Deyimler, Akçağ yayınları, Ankara.
Tarama Sözlüğü (1977), Türk Dil Kurumu yayınları, Ankara.
TEZCAN, Semih (1994), Süheyl ü Nev-bahâr Üzerine Notlar, Simurg yayınları, Ankara.
TEZCAN, Semih (1995), “Süheyl ü Nev-bahâr Üzerine Notlara Birkaç Ekleme”, Türk Dilleri
Araştırmaları Cilt: 5, Simurg yayınları, s. 239-245, Ankara.
TEZCAN, Semih (2001), Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar, Yapı Kredi yayınları:
1457, İstanbul.
TULUM, Mertol (2000), Tarihî Metin Çalışmalarında Usul Menâkıbu’l-Kudsiyye Üzerinde
Bir Deneme, Deniz Kitabevi, İstanbul.
ÜNVER, İsmail (1993), “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Türkoloji Dergisi, C
XI, S 1, s.51-89.
ÜNVER, İsmail (2008), “Arap Harfli Metinlerin Çevrisinde Karşılaşılan Yanlışlar”, Turkish
Studies, Volume 3/6, s.47-58.
361
Bayburtlu Zaǿifį’nin Aħbārü’l-
Ǿiber’inde Müstensihlerin
İstinsāh ve Vezin Tasarrufları
Arş. Gör. Abdulsamet ÖZMEN
Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Diyarbakır
asametozmen@gmail.com
Giriş
Kaynaklarda yazarının hayatı hakkında herhangi bilgiye rastlayamadığımız Aħbārü’l-Ǿiber adlı eser
yaklaşık elli farklı hikayeden meydana gelen dinį-tasavvufį manzum bir eserdir. Eser 7000 beyit civarındadır.
Eseri (İnceleme-Metin) yayına hazırlamak üzereyiz.
Kimi nüshalarda Ahbārü’l-Ǿiber (ibretli haberler) kimi nüshalarda Ahbārü’l-Ǿabįr (güzel kokulu
haberler) ismiyle müsemma olan eserin yazılış tarihi de farklı nüshalarda farklılık arz etmektedir.
Buŋa Aħbārü’l-Ǿabįr ad eyledüm Buŋa Aħbārü’l-Ǿiber ad eyledüm
Adı içre tariħin yād eyledüm Ö. nüshası Adı içre tariħin yād eyledüm Z. nüshası
Eğer yukarıdaki istinsah örneklerinde görüldüğü gibi eserin başlığı “Ahbārü’l-Ǿabįr” şeklinde ele
alınırsa yazılış tarihi 1705 yılına, “Aħbārü’l-Ǿiber” şeklinde ele alındığı zaman da 1695 yılına tekābül
etmektedir. Fakat elde ettiğimiz eserin 4 nüshasından 3’ü eseri “Aħbārü’l-Ǿiber” 1’i ise “Ahbārü’l-Ǿabįr”
şeklinde isimlendirmektedir.
Aħbārü’l-Ǿiber / Aħbārü’l-Ǿabįr adlı eserin çok yakın zamanda farkına vardığımız Erzurum İl Halk
Kütüphanesi kitap kataloğunda Aħbārü’l-Ǿiber ismiyle kayıtlı iki nüshasının olduğunu fark ettik. Ancak
mevcut nüshalara ulaşıp tafsilatlı bakma ve okuma imkanımız olmadı. Onun için istinsahda göstereceğimiz
tasarruf örnekleri sadece Ankara Milli Kütüphanesi kitap kataloğunda Aħbārü’l-Ǿabįr şeklinde kayıtlı olan
nüshalardandır.
Tasarruf, mālik ve sāhib olma, temellük etme, idare ile kullanma demektir. Bayburtlu ZaǾifį’nin
Aħbārü’l-Ǿiber’inde yapılmış olan istinsah tasarrufları bazen cümlelerin anlamına güç katmış, bazen
cümlelerin farklı anlamlara gelmesine, ve bazen de cümlelerin anlaşılmaz bir hal almasına sebep olmuştur.
a. İstinsah Tasarruları
1. Nüshanlardan biri harekeli diğeri ise harekesizdir.
2. Eserin hikaye başlıklarında yapılmış olan tasarrular bazen eserin muhtevasıyla uygunsuz gibi bir
hal alabiliyor. Başlıklarda şekil itibariyle genel olarak nüshaların birinde daha çok Farsça ibare ve
tamlamalar kullanılmış, diğer nüshada ise başlıklar genellikle Türkçeleştirilmeye çalışılmıştır. Başlık bir
nüshada tam teşekküllü kurallı cümle halinde kullanılırken diğer nüshada ise eksiltili cümle şeklinde
kullanılmıştır. Ayrıca her iki nüshada da başlıksız hikayeye rastlamak mümkündür.
3. Ayetlerdeki tasarruf ise ayetlerin yazımı ve anlamı ile ilgili değildir. Fakat müstensihlerin yapmış
oldukları ayet tasarruları aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi bir müstensihin konuyla alakalı olan bir
ayeti mısraların arasına koyması, diğer müstensihin ise yazma zahmetinde bulunmaması veya istinsah
etme gereğini duymamasıdır.
4. Allah’ın isim ve sıfatlarında yapılan istinsah farkı cümlenin anlamını bazen kısmen; bazen de tamamen
değiştirmiştir.
5. İsimlerdeki tasarrular da cümlelerdeki anlamın değişmesine sebep olmuştur. En bariz örnek Aħbārü’l-
iber / Aħbārü’l-Ǿabįr kelimeleridir. Aħbārü’l-Ǿiber “ibretli haberler anlamına gelirken Aħbārü’l-Ǿabįr
“güzel kokulu haberler” anlamındadır.
6. Zamirlerdeki tasarrular daha çok ben, sen, biz, siz, bunlara, anlara gibi kelimelerde yapılmıştır.
7. Zarlardaki tasarrular ise daha çok durum ve zaman açısından bir farklılık arz etmektedir.
8. Fiillerdeki tasarrulara gelince aynı beyitte farklı duyu organlarına ait eylemleri cümle içinde farklı
şekilde kullanmasıdır.
364 9. Müstensihlerin istinsah tasarrufunda bulundukları bir diğer konu cümlelerin tamamının farklı istinsahı
veya cümledeki öğelerin yerlerinin deiştirilmesidir.
Bayburtlu ZaǾifį’nin Aħbārü’l-Ǿiber’inde Müstensihlerin
İstinsāh ve Vezin Tasarrufları
10. Aħbārü’l-Ǿiber adlı eser dinį-tasavvufį bir mesnevidir. Mesnevilerdeki kafiye şeması ise aa, bb, cc......
şeklinde devām etmektedir. Fakat incelemiş olduğumuz bu eserin bazı nüshalarının bazı beyitleri bu
durumu teyit etmiyor.
Yukarıda bahsini etmiş olduğumuz konuların tafsilatlı örnekleri aşağıda tablolar halinde gösterilmiştir.
1. Eserde Anlatılan Hikaye Başlıklarındaki Tasarrular
Ö Z
5. Ķıśśa-i Ĥażret-i Ħadįce’nüŋ Vefātından Śoŋra ǾĀǾişeǾi 5. Der Beyān-ı ǾArūs Ĥażret-i ǾĀǾişe Radiyallāhü ǾAnhā Ve
9b 9a
Nikāĥ Eyledigidür ǾAn Ebįhā
6. Ebū Bekr Śıddįķ İslāma Geldikden Śoŋra VāķiǾ Olan 6. Ebū Bekr Śıddįķ Rađiyallāhü ǾAnh Malını Yaġma
13a 13a
Ķıśśasıdur Eyledigidür
8. Ĥażret-i ǾÖmer Rađiyallāhü ǾAnha Oġlı Şehmā’nuŋ 8. Der Beyān-ı Ĥż. ǾÖmer Rađiyallāhü ǾAnha Oġlını Şehįd
26b 26b
Ķıśśasıdır Eyledigidür
9. Ĥażret-i ǾÖmer Rađiyallāhü ǾAnh Sāriye-i Śaĥābe 9. Pehlivān Sāre Sefere Gidüp Kerāmet-i Ĥażret-i ǾÖmer
30b 32b
ǾAsker İle Cenge Gönderdigi Ķıśśadır Rađiyallāhü
11. Ĥażret-i ǾOŝmān Rađiyallāhü TeǾālā ǾAnh Şehįd 11. Der Beyān-ı Ĥażret-i ǾOŝmān Rađiyallāhü ǾAnh Şehįd
36b 40a
Oldıġı Ķıśśadur Oldıġı
12. Emįrü’l-müǾminįn ǾAlį Bin Ebā Ŧālib Rađiyallāhü 12. Der Beyān-ı Kerāmet-i ǾAlį Rađiyallāhü Bir Gün Bir
40a 43b
ǾAnh Kerāmet-i Ķıśśasıdur Yigit Vālidesin Aldıġı
13. Efendimüz Śallallāhü ǾAleyhi Ve’s-sellem 13. Der Beyān-ı Ĥażret-i Ħālid’üŋ Yetmiş Biŋ Kāfiri Įmāna
43b 47b
Ĥażretleri’nüŋ Ķazāvāt Ķıśśasıdur Getürdigidür
17. Baśra Şehrin’de Ateş-Perest Olan İki Ķardaşuŋ 17. Der Beyān-ı Faķįr Yehūdį Įmāna Gelüp Faķrından Ħalāś
54b 70 a
Ķıśśalarıdur Oldıġıdur
365
Abdulsamet ÖZMEN
20. Pādişāhuŋ Çobān İle Olan Rivāyāt Ķıśśasıdur 71a 20. Der Beyān-ı Çobānuŋ Ŧoġrılıdur 89b
24. Ĥażret-i Mūsā ǾAleyhi’s-selām Cennetde Ķomşusı 24. Der Beyān-ı Ĥażret-i Mūsā ǾAleyhi’s-selām Cennetde
86b 107a
İle Görüşdıgi Ķıśśadur Olan Ķonşısı
31. Şeyħ Eş-şehābe’d-dįn İle Mıśır Sulŧānınuŋ Ķıśśasıdur 116b 31. Şeyħ Şehābe’d-dįn Mıśır Şāhı İle MuǾārażasıdur 142b
32. Ĥażret-i ǾĮsā ǾAleyhisselāmuŋ Bir Śu Muślıġı İle 32. Der Beyān-ı Ĥażret-i ǾĮsā ǾAleyhisselām Muślıķ İle
124a 150b
Olan Ķıśśasıdur SuǾāl Cevāb
34. Kefen Śoyıcı Olan Kimsenüŋ VāķiǾ Olan Ķıśśası 34. Der Beyān-ı Ebü’l-leys-i Semerķandį Raĥmetullāhi
130a 158b
Beyān Olınur ǾAleyh
35. ǾAlķamen’üŋ Āħir Nefesde Dili Ŧutuldıġı Ķıśśadur 132b 35. Der Beyān-ı ǾAlķame Rāđiyallāhü Ǿanh 164b
37. Der Beyān-ı Bir Faķįr Śaĥābe Bir Faķįr Śaĥābeye DaǾvet
37. –Ö - 173b
Eyledigi
366
Bayburtlu ZaǾifį’nin Aħbārü’l-Ǿiber’inde Müstensihlerin
İstinsāh ve Vezin Tasarrufları
41. –Ö - 41. Der Beyān-ı Şeyŧān ǾAleyhi Bir Śabįyle Olan Mācerāsı 190b
46. –Ö - 46. Der Beyān-ı AǾmānuŋ Maĥzūn Olup Muŧįb Ħāŧır İle 212a
47. –Ö - 47. Der Beyān-ı Ebū Zekeriyyā’nuŋ Şāvetü’l-Keşn İle Olan 216a
48. –Ö - 48. Der Beyān-ı Eyyūb Enśārį Ķıśśası Ve İmdād-ı Ħudā 220b
49. –Ö - 49. Ĥażret-i ǾĮsā ǾAleyhisselām Anŧaķiyye Ķavmi İle DaǾvet 224b
Daħı įmān ehli hem ķulları sen Daħı įmān ehli hem ķulları sen
Yarlıġaġıl ķamunuŋ Ħallāķ’ı sen 22b/6 Yarlıġaġıl ķamunuŋ Ġaffār’ı sen 22b/6
Hem Baśįr ismüŋ ĥaķķiçün şād ķıl Pes Muźill ismüŋ ĥaķķiçün şād ķıl
Bizi her ġamdan bu dem āzād ķıl 94a/3 Bizi her ġamdan bu dem āzād ķıl 115b/13
Görmişem esmā-i ĥüsnā içre ben Görmişem esmā-i ĥüsnā içre ben
Es-semįǾü’l-baśįr ismüŋ Źü’l-menen 97a/8 Bir aduŋ vardur SemįǾ ey Źü’l-menen 119b/15
Ol Ĥakįm ismüŋ ĥaķķiçün ey ǾAdįl Ol Baśįr ismüŋ ĥaķķiçün ey Baśįr
Nefs elinden sen bizi itme esįr 101a/8 Nefs elinden sen bizi itme esįr 124a/13
Görmişem esmā-i ĥüsnāda Ǿayān Görmişem esmā-i ĥüsnāda Ǿayān
El-Ǿadįlü’l-laŧįf dürür MüsteǾān 104b/10 Bir aduŋ vardur Ĥakįm ey MüsteǾān 128b/2
Görmişem esmālaruŋda ben Ǿayān Görmişem esmālaruŋda ben gedā
El-ĥaśįbü’l-celįl var ey Ħudā 132b/4 Bir Şekūr ismüŋ var senüŋ ey Ħudā 163b/15
El-ĥayyü’l-ķayyūm durur ey Kebįr Ol Kebįr ismüŋ ĥaķķiçün ey Kebįr
Ŧamular içre bizi itme esįr 140a/7 Ŧamular içre bizi itme esįr 173a/1
Ol Śabūr ismüŋ ĥaķķiçün ey Mucįb 165b/ Ol Mucįb ismüŋ ĥaķķiçün ey Mucįb
Sen bize nār-ı ceĥįm itme naśįb 11 Sen bize nār-ı ceĥįm itme naśįb 202b/3
Ne ki evim var durur ben yapmışam Ne ki evim var durur ben yapmışam
Daħı dürlü naķş-ı zįnet itmişem 20a/3 Daħı dürlü naķş-ı dįvār itmişem 19b/15
368
Bayburtlu ZaǾifį’nin Aħbārü’l-Ǿiber’inde Müstensihlerin
İstinsāh ve Vezin Tasarrufları
TābiǾ oldı kendüye hem çoķ kişi TābiǾ oldı kendüye hem ķırķ kişi
Bir tefekkür eylegil sen bu işi 5b/7 Bir tefekkür eylegil sen bu işi 5b/4
Rażı oldı kāfirüŋ ķulına ol Rażı oldı kāfirüŋ ķulına ol
Aldı andan on biŋ dirhem bā uśūl 15b/13 Aldı andan on dirhemi bā uśūl 15b/11
Ölüben yatdum çü yirde bā-uśūl Ölüben yatdum çü yirde bā-uśūl
Kim tamām üç yüz yıl oldı yā resūl 125a/8 Kim tamām üç biŋ yıl oldı yā resūl 152a/9
Çoķ bahā virür idüm saŋa ben Çoķ bahā virür idüm anlara ben
Ger getüreydüŋ baŋa anları sen 16b/13 Getüreydüŋ baŋa anları sen 16b/11
Ŧoķuzuncı bu durur pes ey paşa Ŧoķuzuncı bu durur pes ey pāşā
Yarlıġadı Ĥaķ seni başdan başa 21b/5 Yarlıġadı pes beni başdan başa 21b/2
Bu ĥikāyet burada oldı tamām Bu ĥikāyet burada oldı tamām
Bize bundan ĥiśśe nedür ey hümām 54a/12 Bize andan ĥiśśe nedür ey hümām 69a/8
Umaram andan ki ol yarın size Umaram andan ki ol yarın bize
Vire üç günlügü direm bize 58a/3 Vire üç günlügü direm size 73b/8
Yā Ebā Hüreyre didi pes baŋa Yā Ebā Hüreyre didi pes aŋa
İdeyüm ol kişiler ĥālin saŋa 145b/2 İdeyüm ol kişiler ĥālin saŋa 179b/10
369
Abdulsamet ÖZMEN
Aħşamın pes eve geldi ol civān Ŧuruban pes eve geldi ol civān
Ħātūnı geldi aŋa ķarşu hemān 58b/2 Ħātūnı geldi aŋa ķarşu hemān 72a/7
Aħşam olıcaķ Ǿibādet eyledi Aħşam olınca Ǿibādet eyledi
Ĥaķķ’a źikr idüp iķāmet eyledi 58b/10 Ĥaķķ’a źikr idüp iķāmet eyledi 73b/1
Śadaķa idüp viresin bu demįn Śadaķa diyü viresin bu demįn
İstedügüm bu durur bilgil hemįn 63a/15 İstedügüm bu durur bilgil hemįn 80a/1
Kimseyi kimseye muĥtāc itmezem Kimseyi kimseye muĥtāc itmezem
Kimsenüŋ rızķın virüp ac itmezem 84b/8 Kimsenüŋ rızķın kesüp ac itmezem 104b/7
Her yetįme öksüze şefķat ileŋ Her yetįme öksüze şefķat içün
Her śabį olanlara ĥürmet ileŋ 95b/15 Her śabį olanlara ĥürmet içün 119b/4
Ol işi yine daħı ben işleyem Ol işi yine daħı ben işleyem
Sen gelende hem tamāmı işleyem 109b/9 Sen gelince hem tamāmı işleyem 134b/9
Başını śoķup ŧaldı aŋa Başını yaturuban ŧaldı aŋa
Didi şeyħ başuŋ çıķar direm saŋa 119a/15 Didi şeyħ başuŋ çıķar direm saŋa 145b/6
Bir iki kez yā yıķanup daldı ol Bir iki kez yā yunuban daldı ol
Başını śudan çıķardı gördi ol 121a/15 Başını śudan çıķardı gördi ol 147b/4
Ol kişi ol dem ide kim yā İlāh Ol kişi ol dem ide kim yā İlāh
Giceler tā śubĥ olınca pādişāh 144b/6 Giceler tā śubĥa dek ey pādişāh 178b/14
Kim dürür bu yigidi tanur mısuŋ 41b/4 Kim dürür bu yigidi bilür misüŋ 45a/12
Yā kimüŋ oġlı durur bilür misüŋ Yā kimüŋ oġlı durur tanur mısuŋ
Kim dili ŧutmaz şehādet ol 134a/9 Kim dili dönmez şehādet ol 166a/9
Buŋ güninde anı Ǿādet ide ol Buŋ güninde anı Ǿādet ide ol
Cümlesinüŋ ĥāli nedür bilesüŋ 139b/15 Cümlesinüŋ ĥāli nedür bilesüŋ 172b/7
Ey gözüm bu ħoş Ǿameldür duyasuŋ Ey gözüm bu ħoş Ǿameldür ķılasuŋ
Çün Ebū Hüreyre beni diŋledi 144a/2 Çün Ebū Hüreyre beni diŋledi 178a/11
Pes ķulaķ urġıl baŋa idem didi Pes ķulaķ urġıl baŋa diyem didi
Bil ħiŧāb u Ǿizzet oldı ol demįn 149a/9 Bil ħiŧāb u Ǿizzet itdi ol demįn 183b/13
Ey Kelįm’üm aŋlayup bilgil hemįn Ey Kelįm’üm aŋlayup bilgil hemįn
Didi eyvāh bu kişiye geldügüm 115a/12 Didi ay vāy bu kişiye geldügüm 141a/5
Kim Ǿabeŝ oldı aŋa ben irdügüm Kim Ǿabeŝ oldı aŋa ben irdügüm
Ķapayup yine açdılar ey yār 118b/15 Ķapayup yine açdılar a yār 145a/6
Gördiler nesne görünmez āşikār Gördiler nesne görünmez āşikār
Ö Z
Ö Z
FāǾilātün fāǾilātün fāǾilāt FāǾilātün fāǾilātün fāǾilāt
Biŋ günāhı mahv ider bir śalāvāt 17b/14 Vir śalavāt ol ĥabįbe nūra yat 17b/13
Çün tamām oldı bu söz hem ey hümām Çün bu meclis burada oldı tamām
Muśŧafā’ya es-salāt ü ve’s-selām 89b/11 Ol resūlüŋ rūĥuna yüz biŋ selām 111a/6
FāǾilātün fāǾilātün fāǾilāt FāǾilātün fāǾilātün fāǾilāt
Biŋ günāhı maĥv ider bir śalāvāt 97a/10 Vir Muĥammed Muśŧafā’ya śalāvāt 120a/13
Oķuyanı diŋleyeni yazanı ĶāriǾ ü sāmiǾ ü hem kātibini
Raĥmetüŋle yarlıġaġıl yā Ġanį 143a/7 Raĥmetüŋle yarlıġaġıl yā Ġanį 177a/10
372
Bayburtlu ZaǾifį’nin Aħbārü’l-Ǿiber’inde Müstensihlerin
İstinsāh ve Vezin Tasarrufları
373
Abdulsamet ÖZMEN
SONUÇ
Bir siyer kitabı niteliğini taşıyan bu eserde, istinsah edilirken yapılan istinsah ve vezin tasarrularına
dikkati çekmek istedik. Yapılan bu tasarruflardan en dikkat çeken örneği şairin eserin yazılış tarihini ebced
hesabıyla içine derc etmiş olduğu Aħbārü’l-Ǿiber / Aħbārü’l-Ǿabįr ismidir. Aħbārü’l-Ǿiber isminin ebced
değeri 1695 Aħbārü’l-Ǿabįr isminin ebced değeri ise 1705’tir. Eseri incelediğimizde;
1) Eserin farklı nüshalarında isim, sıfat, zamir, zarf, bağlaç, ünlem, fiil gibi sözcüklerin farklı kullanımı
söz konusudur.
2) Eserde anlatılan hikâye başlıkları nüshalar arasında farklılık arz etmektedir.
3) Eserin farklı nüshalarında cümle öğelerinin yerleri değiştirilmiştir.
4) Eserin bazı nüshalarında vezin kusuru vardır.
5) Eser mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Fakat mesnevi nazım şeklinin kafiye şemasına uygunluk
göstermeyen bazı durumlar da eserde mevcuttur.
KAYNAKLAR
Daifî b. Hâcî Ömer b. Alî Bayburdî, Ahbārul-İber, Erzurum İl Halk Kütüphanesi Arşiv Nu. 25 Hk 2235.
Daifî b. Hâcî Ömer b. Alî, Ahbârul-İber, Erzurum İl Halk Kütüphanesi Arşiv Nu. 25 Hk 23858.
DEVELLİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın, Ankara 1999.
DİLÇİN Cem, Yeni Tarama Sözlüğü, Ankara 1983.
Mehmed b. Ömer Vânî, Ahbârü’l-Abîr, Milli Kütüphane-Ankara, Arşiv Nu. 06 Mil Yz A 6028.
PAKALIN Mehmed Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü 1-3, Millî Eğitim Bakanlığı,
İstanbul 1993.
PALA İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ, Ankara 1995.
PARLATIR İsmail, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Yargı Yayınları Ankara 2006.
Şemseddîn Sâmî, Kâmûs-ı Türkî, Çağrı, İstanbul 1996.
Şemseddîn Sâmî, Kâmûsü’l-A’lâm, VI cilt, Kaşgar, İstanbul 1996.
Tarama Sözlüğü (1963-72), VI Cilt, TDK Yayınları, Ankara.
ULUDAĞ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet, İstanbul 1991.
Zaîfî, Ahbârü’l-Abîr, Milli Kütüphane-Ankara, Arşiv Nu. 06 Mil Yz A 6118.
374
Şeyh Vasfî’nin Farsça’dan
Çevirileri Üzerinde Bazı Dikkatler
ÖZET
Şeyh Vasfî (1851-1910) eserlerini ağırlıklı bir kısmının başta Fransız edebiyatı olmak
olarak II. Abdülhamit döneminde yayımlamış üzere Batı edebiyatına yöneldiği bir dönemde
bir Türk mutasavvıfı, şâiri ve muallimidir. Genç yüzünü yeniden İran şiirine çeviren Şeyh Vasfî,
yaşında Nakşibendiliğin bir kolu olan Kefevî yaptığı tercümeleri 1880-1895 yılları arasında
dergâhına şeyh olan Ali Vasfî, edebiyatımızda Tercümân-ı Hakîkat, Saadet, İmdâdü’l-Midad,
daha çok divan edebiyatı tarzında yazdığı şiirleri, Mektep, Maârif gibi dergi ve gazetelerde
Farsça’dan yaptığı şiir tercümeleri, kitabet neşretmiştir. Bu bildiride Şeyh Vasfî Bey’in İran
ve Nahv-i Osmanî’ye dair yazdığı eserleriyle edebiyatından yaptığı tercümelere dair genel
tanınmıştır. Şeyh Vasfî İran’ın meşhur şairlerinden bilgi verilecek, mütercimin yukarıda sözü edilen
Enverî, Şeyh Attar, Molla Cami, Hatif-i İsfahânî,
şairlere hangi sebepler yüzünden yöneldiği
Şeyh Irâkî, Şeyh Sadi-i Şirâzî, Selmân-ı Sâvucî,
sorunu ele alınacaktır.
Firdevsî, Sâib, Şeref-i Tebrîzi, Şeyh Nizâmî,
Hüsrev-i Dehlevî gibi İranlı şairlerden çeviriler Anahtar Kelimeler:Şeyh Vasfî, Farsça’dan
yapmıştır. Türk edebiyatçılarının önemli Tercümeler, Ondokuzuncu Yüzyıl
Mustafa ÖZSARI
Şeyh Vasfî (1851-1910) eserlerini II. Abdülhamit döneminde yayımlamış Türk mutasavvıfı, şâiri
ve muallimidir. Genç yaşında Nakşibendiliğin bir kolu olan Kefevî dergâhına şeyh olmuştur1. Ali Vasfî,
edebiyatımızda daha çok divan edebiyatı tarzında şiirleri, Farsça’dan şiir tercümeleri, kitabet ve Nahv-i
Osmanî’ye dair eserleriyle tanınmıştır. O, pek çok İranlı şâirden tercümeler yapmıştır. Türk edebiyatçılarının
önemli bir kısmının başta Fransız edebiyatı olmak üzere yönünü Batı edebiyatına çevirdiği bir dönemde,
Vasfî Bey yüzünü yeniden İran şiirine çevirmiştir. Şairin gerek şiirleri gerekse tercüme yazıları Tercümân-ı
Hakîkat, Saadet, İmdâdü’l-Midad, Güneş, Şafak, Mektep, Maârif, İrtika, Hazine-i Fünûn gibi dergi ve
gazetelerde neşredilmiştir. Söz konusu yayın organlarının 1880-1900 yılları arasında Türkiye’de neşredilen
en önemli dergi ve gazeteler olduğunu burada belirtmek gerekir.
Yazılarını ve şiirlerini önce süreli yayınlarda yayımlayan Şeyh Vasfî, ardından bu eserleri bir araya
toplayıp kitap hâlinde neşretmeyi ihmâl etmemiştir. Onun tespit edebildiğimiz kadarıyla toplam 14 kitabı
yayımlanmıştır. Bu eserler kronolojik olarak Cezebât (İst. 1302), Şöyle Böyle (İst. 1302), Hikemiyât-ı İslâmiye
(İst. 1304), Reyâhîn (İst. 1305), Levâmi (İst. 1307), Feyzâbâd (İst. 1308), Bârika (İst. 1308), Bedâyi (İst. 1310,
88 s.), Sevâti (İst. 1311), Metâli (İst. 1314), Nahv-ı Osmânî (İst. 1314),Münşeât-ı Şeyh Vasfî (İst. 1316),
Muhadarât (İst. 1318) ve Sarf-ı Osmânî(İst. 1326, 15 s.)’den oluşmaktadır. Söz konusu eserlerden Cezebât
ve Feyzâbât’ta şâirin daha önce gazete ve dergilerde yer alan şiirleri yayımlanmıştır. Şöyle Böyle yakın
dostu Muallim Naci ile karşılıklı mektuplarını ihtivâ etmektedir. Hikemiyât-ı İslâmiye’de Sâdî-i Şirâzî’den
tercüme manzum ve mensur hikâyeler, Reyâhîn’de Mesnevi ve Bostan’dan tercüme hikâyeler, Bârika’da
Yavuz Sultan Selim’in Farsça şiirlerinin tercümesi yer almaktadır. Diğer eserlerinin içeriğini ise Vasfî Bey’in
Mekteb-i Nüvvâb’ta muallimken verdiği kitabet, inşâ ve lisân-ı Osmani derslerinin notları oluşturmaktadır.
Görüldüğü gibi Şeyh Vasfî Farsça’dan tercümelerini Hikemiyât-ı İslâmiye, Reyâhîn ve Bârika adlı üç kitapta
toplamıştır. Bunların dışında Şeyh’in gazete ve dergi sayfalarında kalmış Farsça’dan tercüme başka eserleri de
vardır. Aşağıda ilk olarak Şeyh’in neden Doğu edebiyatlarına yöneldiği meselesi tartışılacak, ardından Vasfi
Bey’in tercümeleri kısaca değerlendirilecektir.
Şeyh Vasfi, İlk şiir kitabı olan Cezebât’ta bir şairin, gerçek manada şair olabilmesinin şartlarını
açıklar2. Vasfî Bey’in kendi ifâdesiyle, Bir Osmanlının edebiyât-ı Arabiye’ye vukûfu olsa da eş’âr-ı Arap ve
Acem’e intisâbı bulunmasa tam bir şâir olamaz3. O güzel söz bulmak için güzel düşünmenin gereğine inanır.
Fakat güzel yazmak için de güzel okumanın elzem olduğunu özellikle vurgular4. Güzel eserler de Arap ve
Fars edebiyatında bolca vardır. Bu bakımdan, iyi bir şair olabilmek için öncelikle Arap ve Fars edebiyatının
güzel eserleri okunmalıdır. Vasfi Bey’e göre, bu iki zengin lisânın edebiyatına vâkıf olan bir Osmanlı şairinin
değil Türklerde Frenklerde bile misli az bulunur5.
Şeyh Vasfî’nin mali 1302’de yayımlanan ilk şiir kitabından aldığımız yukarıdaki alıntılar 19. Yüzyılın
ikinci yarısında yaşamış bir şâirin düşünceleridir. Bu şâir Namık Kemâl-Şinâsi-Ziyâ Paşa mektebini görmüş,
hatta Hamit’ten ve Ekrem Bey’den de haberdardır. Batı edebiyatının bu kadar revaçta olduğu bir dönemde iyi
bir Osmanlı şâiri olmanın ilk şartı olarak Arap ve Acem edebiyatlarına vukûfun vurgulanması, daha doğrusu
Arapça ve Farsça’nın işaret edilmesi hayli ilginçtir. Hatta bu nitelikleri taşıyan bir şairin sadece Türkler’de
değil aynı zamanda Batı şiirinde bile bulunup bulunmayacağının sorgulanması, Vasfî Bey’in düşüncelerinde
samimiyetini ortaya koymaktadır. Böyle düşüncelere sâhip birinin Fars şiirinin klasiklerine yönelmesine
şaşmamak gerekir. Nitekim Vasfî Bey’in Reyâhîn, Hikemiyât-ı İslâmiye, Bârika ve Feyzâbâd’daki çevirileri
tamamen bu düşüncenin ürünüdür. Şimdi ilk olarak Reyâhîn’e bakalım:
Reyâhîn Şeyh Sadi’nin Bûstân adlı eseri ile Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden seçilmiş hikmetli ve iyi
ahlâkı öğütleyen manzum fıkraların tercümelerini içermektedir6. Kitaba Bûstân’dan 27, Mesnevî’den ise 18
1 Şeyh Vasî’nin ayrınılı biyograisi için bk. Mustafa Özsarı, Şeyh Vasfî, İslâm Ansiklopedisi, C.39, İstanbul:2010, ss. 71-72.
2 Bk. Şeyh Vasi, Mukaddime, Cezebât, İstanbul:1302, ss.1-7
3 Şeyh Vasi, Mukaddime, Cezebât, İstanbul:1302, s.2.
4 Age, s.2.
376 5 Age.,s.2.
6 Bk. Reyâhîn, Mihrân Matbaası, İstanbul:1305.
Şeyh Vasfî’nin Farsça’dan Çevirileri Üzerinde
Bazı Dikkatler
fıkra alınmıştır. Tercümeler nazmen değil, nesren hattâ Vasfî Bey’in kendi ifadesiyle mealen yapılmıştır7.
Şeyh Vasfî, Batı kültür ve edebiyatının meşhur eserlerinden olan La Fontaine’nın Masalları gibi ibretli bir
masal risâlesi oluşturmak fikriyle söz konusu fıkraları çevirmiştir. Vasfî Bey’e bu düşünceyi kendisinin
ifadesine göre, üstâdı ve dostu Muallim Naci telkin etmiştir8.
Şeyh Vasfî, bilindiği gibi kendisi de bir muallimdir. Bu yüzden mütercim fıkraları seçerken ve bunları
çevirirken iki pedagojik amacı ön planda tutmuştur. Bunlardan ilki Farsça öğretimine hizmet etmek,
ikincisi okuyucuya ibretlik hikâyeler hazırlamaktır9. İyi bir muallim ve Kefevî dergâhının şeyhi olan Vasfî
Bey’in yaptığı çevirilerle yukarıda belirttiğimiz amaçlarına ulaşıp ulaşmadığını bilemiyoruz. Fakat Şeyhin,
Batı edebiyatının ve Batı edebiyatı taratarlığının en üst düzeye çıktığı bir dönemde Doğu kültürünü
önemsemesi, Sadi ve Mevlâna gibi şarkın iki büyük manevi önderini Türk okuruna yeniden hatırlatması
üzerinde durulması gereken önemli bir husustur.
Şeyh Vasfî, Reyâhîn’den üç yıl sonra yayımladığı Hikemiyât-ı İslâmiye adlı eserini de yukarıda
belirttiğimiz düşünceleri dikkate alarak çevirmiştir. Nitekim eserin mukaddimesine Şeyh Vasfî şu cümleyle
başlar: Lisânımıza üdebâ-yı garbiyenin hikemî sözleri tercüme olunuyor da Osmanlıca’nın medâr-ı itihârı olan
müellifât-ı Arabiye ve Farisiyeden cümel-i hikemiye niçin nakl olun muyor?10 Vasfî Bey’in bu cümlesine, yönünü
tamamen Batı’ya çevirmiş devrinin Türk aydınına bir sitem sezilmektedir. Şeyh, Osmanlı kültürünün itihar
kaynağı olan Arap ve Fars şiirinin ihmâl edilmesinden rahatsızdır. Şeyh Vasfî ilgili Mukaddime’nin ilerleyen
bölümlerinde yine La Fontain’in Masallarını hatırlatır ve Fars kültüründe La Fontain’in Masallarından daha
etkili hikâyeler olduğunu ve bunların Türk okuruna nakledilmesi gerektiğini vurgular11. Ardından Vasfî Bey
çevirisine geçer. Hikemiyât-ı İslâmiye Sâdî-i Şirâzî’den tercüme edilmiş manzum ve mensur hikâyelerden
oluşmaktadır.
Şeyh Vasfî benzer düşüncelerle İran edebiyatından başka isimlerden de tercümeler yapmıştır. Söz
konusu tercümeler önce Ahmet Mithat Efendi’nin çıkardığı Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde neşredilmiş,
ardından 1308’de basılan Feyzâbât adlı eserine alınmıştır. Bu bağlamda Enverî’nin bir Şikâyetnâmesi, Şeyh
Attar’ın Bir Feryâdı, Molla Cami’den bir Münâcât, Hâtif-i İsfahânî’den bir Tevhîd, Şeyh Irâkî’den Rebîinâme,
Molla Cami’den Oğluna Nasihat, Sadî ve Firdevsî’den birer Mev’ize, Hâtifî’den bir nasihat, Emir Hüseyin’in
Zâtü’l-Misâireyninden bir parça, Sâib’ten beyitler, Şeref-i Tebrîzî’nin İtirâknâmesinden bir parça, Şeyh
Nizâmî’nin Harâbât’ından bir parça ve son olarak Hüsrev-i Dehlevî’nin İskendernâme’sinden bazı parçaları
Şeyh Vasfî dilimize aktarmıştır12. Bu tercümelerin tamamı mensurdur.
Şeyh Vasfî’nin çevirilerinden en ilginci ve diğerlerinden farklı olanı onun Bârika adlı eseridir13.
1308’de basılan Bârika Yavuz Sultan Selim’in Farsça şiirlerinden seçilmiş beyitlerin tercümesinden
oluşmaktadır. Kitabın Mukaddime kısmında Yavuz Sultan Selim’in siyasette olduğu gibi edebiyatta da
yekpâre bir isim olduğunu ifade eden Vasfî Bey, kitabının başına Yavuz’un
Şî’rler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
Beyitini almış ve bu beytin Türk edebiyatının en tanınmış beyitlerinden birisi olduğunu ifade etmiştir14.
Vasfî Bey’e göre böyle âşıkâne bir beyti söyleyen şâirin farsça şiirleri de elbette güzeldir ve Türkçe’ye tercüme
edilmelidir. Nitekim Vasfî Yavuz’un Farsça divânını temin etmiş, ardından Divanda bulunan 102 gazelden
7 Age., s.1.
8 Age., Mukaddime, s.3.
9 Age., s.3.
10 Şeyh Vasî, Mukaddime, Hikemiyât-ı İslâmiye, İst. 1304, s. 2.
11 Age., s.3.
12 Bk. Şeyh Vasî, Feyzâbât, Kaspar Matbaası, İstanbul:1308, ss. 3-41.
13 Bk. Şeyh Vasî, Bârika, Arin Asadoryan Matbaası, Sahib-i Neşri Kitapçı Arakel, İstanbul:1308, 67 s. 377
14 Age., s.2.
Mustafa ÖZSARI
hakîmâne, ârifâne, âşıkâne ve şâirâne diye nitelediği 166 beyti ve darb-ı mesel olabilecek nitelikte on iki
mısraı Türkçe’ye çevirmiştir. Örneğin Şeyhin çevirileri içinde mısra-yı berceste diyebileceğimiz, Bizim
perîşânılığımız gönüllerin cemiyeti içindir. Uluvv-ı himmetim sâyesinde hiç kimseye muhtaç değilim. Bana
dürr-i cihânda yalnız hubb-ı vatan kâfîdir15 gibi manidar mısralar mevcuttur. Yukarıda belirtildiği gibi Şeyh
Vasfî Yavuz Sultan Selim’in Divânını baştan sonra tercüme etmemiştir. Sadece Divanda yer alan gazellerden
beyitler seçmiş, beğendiği beyitlerin önce Farsça asıllarını yazmış, ardından asıl çevirisini yapmıştır. Böylece
Şeyh Vasfî okuyucuya Osmanlı’nın en kudretli hükümdarlarından birinin gazellerinden bir seçki sunmuştur.
Şeyh Vasfî’nin yukarda sözünü ettiğimiz çevirilerinden başka da Farsça’dan tercüme şiir ve makaleleri
yayımlanmıştır. Bu yazı ve şiirlerin tam bir koleksiyonu şimdilik tespit edemedik. Fakat özellikle Tercümân-ı
Hakîkat, Saâdet, Mektep, Hazîne-i Fünûn gibi dergi ve gazetelerde bu çeviriler perakende vaziyette
durmaktadır. Bunların bir araya toplanması kültürümüze ve edebiyat tarihimize şüphesiz yeni zenginlikler
katacaktır.
Son olarak şu hususları da belirtmek gerekir. Şeyh bu çevirileri 19. Yüzyılın ikinci yarısında yapmıştır.
Aynı dönemde Doğu edebiyatlarına, özellikle de İran edebiyatına Batı’dan yoğun bir ilginin başladığı
bilinmektedir. Hattâ başta Hayyâm olmak üzere pek çok İranlı şâirin eserlerinin Batı dillerine çevrildiği
malumdur. Burada akla hemen şöyle bir soru gelmektedir. Acaba Şeyh Vasfî de Batı’daki bu yönelimin bir
neticesi olarak mı bu çevirilere yönelmiştir. Bu soruya vereceğimiz cevap elbette hayırdır. Vasfî Bey Farsça’ya
hocası ve üstadı Muallim Naci telkin ve teşvik ettiği, daha da önemlisi kendisi istediği ve inandığı için
yönelmiştir.
Vasfî Bey tercümeleri nazmen değil, nesren yapmıştır. Onun bu tavrını biz Şeyh’in kudretli bir şâir
olmamasına, bu durumu kendisinin de kabul etmesine bağlıyoruz. Çevirilerde asıl metnin anlamının mı
çevrildiği yoksa metne kelime kelime bağlı mı kalındığı konusunu da ne yazık ki Farsça bilmediğimizden
kontrol edemedik. Fakat ister anlam çevrilmiş olsun, isterse metin kelime kelime tercüme edilmiş olsun,
Doğu kültürünü ve edebiyatını iyi bilen Şeyh, herkesin Batı’ya özellikle de Fransız edebiyatına yönünü
çevirdiği bir dönemde bu çevirilerle oldukça farklı bir duruş sergilemiştir.
KAYNAKLAR
Özsarı,Mustafa. Şeyh Vasfî, İslâm Ansiklopedisi, C.39, İstanbul:2010.
Şeyh Vasfî, Feyzâbât, Kaspar Matbaası, İstanbul:1308.
Şeyh Vasfî, Bârika, Artin Asadoryan Matbaası, Sahib-i Neşri Kitapçı Arakel, İstanbul:1308.
Şeyh Vasfî, Mukaddime, Hikemiyât-ı İslâmiye, İst. 1304.
Şeyh Vasfî. Reyâhîn, Mihrân Matbaası, İstanbul:1305.
Şeyh Vasi, Mukaddime, Cezebât, İstanbul:1302.
378
15 Age., s.65-66.
Ali Emîrî’ye Göre
II. Bâyezîd (Adlî)’in Şiiri
Yrd. Doç. Dr. Ramazan SARIÇİÇEK
Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Diyarbakır
ramazansaricicek@gmail.com
ÖZET
Osmanlı padişahları devlet adamlığı yanında etmiş ayrıca şiirleriyle ilgili değerlendirmelerde de
âlim ve sanatkârları korumakla kalmamış kendileri bulunmuştur. Hem sofu hem de şairliğiyle tanınmış
de bizzat sanatla uğraşmışlardır. Bunlardan ve Adlî mahlasıyla şiirler yazmış olan II. Bâyezîd de
bazılarının divanları vardır. Padişahlarının hayranı bunlardandır.
ve edebiyatımızın güzide ve renkli simalarından biri
olan Ali Emîrî Efendi yazdığı Cevâhirü’l-Mülûk adlı Anahtar Kelimeler: Ali Emîrî, Cevâhirü’l-
eserinde onların divanlarındaki şiirlerini tahmis Mülûk, Adlî, II. Bâyezîd, Osmanlı, Şiir, Tahmis
Ramazan SARIÇİÇEK
Mustafâ-yı Sânî’leriñ belîgâne ve hakîmâne gevherleri tedkîk olunsun (Kadıoğlu 2008. 94) diyerek şair
padişahların şiirlerine dikkat çekmektedir.
Cevâhirü’l-Mülûk’ün manzum mukaddimesinde de II. Bâyezid devrinin, babası Sultan Ebü’l-feth
zamanı gibi feyzâfeyz olduğunu, kendisinin belagatlı bir divan tertip etmesi yanında Şuarâ-yı Rûm’un
başı olan Ahmed Paşa’ya divan tertip ettirdiğini, kardeşi (Cem), zamanın şöhretli şairi Necâtî, İbni Kemâl
gibi ediplerle karşılıklı Türkçe-Farsça şiirler söylediğini, şiirlerini beğendiği şairleri mükâfâtlandırdığını,
meşhur İranlı şair Molla Câmî’ye senede bin lira gönderdiğini, 268 şairin 29461 beyt eserlerini ihtiva eden
Osmanlı şiirinin nadide nazîre mecmualarından Hacı Kemâl’in Mecma’in-nezâir’inin onun zamanının
hediyesi olduğunu anlatmaktadır. Hatta bir şiirini okuyup beğendiği Sa’yî adlı bir şairi buldurup ihsanlarda
bulunmuş, ayrıca bununla da yetinmeyip bir de sarayda edebiyat öğretmeni yapmıştır. (Kadıoğlu 2008, 103)
O, Emiri’ye göre şairlerin başı ve sığınağıdır. Bunu tahmisteki bir bentte şöyle ifade etmiştir:
Cenâb-ı Bâyezîd ol pâdişâh-ı müstahsen
Ser-âmed-i şu‘arâdır melâz-ı ehl-i suhen (167-5)
Manzum Mukaddime’de ise Emîrî Efendi Adlî’nin Türkçe şiirlerini selîs ü rengîn bulurken Farsça şiirleri
için de hûb u şîrîn değerlendirmesi yapmaktadır:
Türkî suheni selîs ü rengîn
Hem Fârisî nazmı hûb u şîrîn (Kadıoğlu 2008, 123)
Şiir bahçesinin âb u tâbı, nazım ülkesinin âtâbıdır. Her bir gazeli şair tabiatının gülzârında latîf bir
güldür. ((Kadıoğlu 2008, 123)
O gönül ülkesinin söz üstadıdır; maanî ve beyanın terazisi, şiirin güç ve kuvveti; nazm ülkesinin
güneşidir (Kadıoğlu 2008, 123); her bir gazeli latîf ve tabiatının gülbahçesinde bir güldür. Her benzersiz
beyti ışık yayan Allah vergisi bir cevherdir:
Her beyt-i bedî‘ şu‘le-güster
Bir mevhibe ma‘deninde gevher(Kadıoğlu 2008, 124)
Tahmis’e göre, Sultan Bâyezîd maharetli bir ediptir. Meşrebi hikmet meşrebidir. Şiirlerinin benzeri çok
azdır (177-3). Şiirinin ise her sözünde bir hikmet özetlenmiştir (93-3). Onun nazmı parlak, her sözü irfan
hazinesinin mücevheri ve konuşması üstadane (157-3), sözleri nükteli, tasavvufane (160-5), âşıkâne (164-2),
şâhâne, hakîmâne, edîbâne, hünerkârâne, rindânedir (162-3).
Cenâb-ı Bâyezîd Hân nazm eder eş‘ârı şâhâne
Hakîmâne edîbâne hünerkârâne rindâne
Oku bu nutk-ı pâkin müjde ver erbâb-ı ‘irfâne
Ne olur mâl-i dünyâvî verirdim cânı şükrâne
Dolaşsa boynuma görsem biri sîmîn bileklerden (162-3)
Emîrî O’nu “belagat mülkünün sultanı” diye niteler. Ehl-i fesahat onun ruh artıran şiirine hayrandır.
(103-5) Sözleri inci ve mücevherdir (105-2) ve mucize edalıdır (107-6). Onun şiirinin değeri mücevherleri
değerden düşürmüştür (179-2). Onun şairlik kudreti mazmunları onun emrine vermiştir (124-5) ve söze
hâkimiyeti öyle kuvvetlidir ki, çelik gibi sözler onun elinde muma döner:
Bâyezîd Hân-ı güzîndir mazhâr-ı hulk-ı hasen
Mûm idi dest-i hümâyûnunda pôlâd suhen
381
Bak ne ‘âlîdir o zıll-i Kibriyâ-yı zü’l-minen
Ramazan SARIÇİÇEK
şiirini insanlara haber verdiğini, bu eserinin ahirette “nur-ı lika” olmasını temenni ettiğini söylemektedir:
Buldu pâyânı bu dîvân-ı hakâyık-pîrâ
Etti tesdîs ile tahmîsi Emîrî îfâ
Ola ‘ukbâda müyesser şeref-i nûr-ı likâ
‘Adliyâ her ne murâdıñ var ise verdi Hudâ
Ârzû dilde hemîn vuslat-ı dildâr oldu (182-5)
Müellifimiz, II. Bâyezîd ile Cem Sultan arasında olan mücadelede II. Bâyezîd’in tarafını tutmaktadır.
Sultan Bâyezîd’in, taht iddiasında bulunan kardeşi Cem Sultan’la arasındaki karşılıklı şiir atışmalarını içeren
bir şiirin ikinci ve dördüncü mısraları Emîrî tarafından tahmis edilmiştir. Tezkireci Sehî Bey bu şiirin yazılış
sebebini açıklarken, Cem Sultan’ın Hac’dan geldikten sonra Karaman’a yerleştiğini ve taht davasına girişip
sonunda başaramayınca, Sultan Bâyezîd’in bu şiiri yazıp ona gönderdiğini söyler. (Sehî 1325, 13-14)
Cevâhirü’l-Mülûk’te 175. sayfada yer alan bu tahmiste Emîrî; bu şiiri Sultan Bâyezîd’in Cem’e bir nasihatı
olarak değerlendirmektedir. Aslında siyasi bir konu olmasına rağmen Emîrî onun dindar kişiliği itibariyle
olaya yaklaşmaktadır. Kadere karşı gelmenin edebi terk anlamına geldiğini, kaderin tahtı Sultan Bâyezîd’e
verdiğini, Cem’in de buna razı olması gerektiğini, takdir-i İlâhî’nin zorla değiştirilemeyeceğini,
Bir kıt‘ada ger olmasa te’sîr-i hükûmet
Peydâ olur onda nice biñ şerr ü fezâhat
Sultân-ı keremkâr iledir râhat-ı millet
Her âdeme farz oldu ulü’l-emre itâ‘at
Takdîre rızâ vermeyesin buña sebeb ne (175-6)
diyerek, ulül-emre itaatin farz olduğunu, hatasını kabul edip itaat etmesinin gerektiğini belirtmektedir.
Zira Allah’ın takdirinde bizim bilmediğimiz birçok hikmetler vardır.
Müellif 176. sayfadaki şiirde ise Divan’da 146. Şiir olarak yer alan ve Sultan Bâyezîd’in Cem Sultan’a
gönderdiği kıt’anın, bu defa son mısraını tahmis etmekte ve yine Cem’in saltanat hırsını eleştirmektedir.
Bu arada tahmis edilen mısra aynı zamanda Adlî’nin, sultan olmasına rağmen dindar bir kişi olarak
dünyaya bakış açısını da göstermektedir. Emîrî de tahmisini bu düşünce üzerine kurmuştur. Buna göre; bir
hayalhaneden ibaret olan ve gece gündüz sıkıntı çekilen bu dünyaya bel bağlamaya ne sebep olabilir ki? Bu
geçici dünya saltanatı için bunca ısrarın anlamı nedir? Üstelik “Haccü’l-harameyn”lik iddiasında bulunan
bir kimsenin, etrafındakilerin O’na “tahta sen layıksın” demeleriyle bu geçici dünya için davaya kalkışması
anlaşılacak şey değildir. Aslında bu kavga yeri olan dünya bunlara değmez. Bekâ âleminin yolu rıza
halkasına yapışmaktır. Dünyada insan ne kadar mutlu olursa olsun, isterse her istediğine kavuşsun ömrün
bitmesine bunların hiçbir faydası olmayacak ömür göz açıp kapayıncaya kadar geçecektir. Zira dünyanın
hali rüyaya benzer. Dünya saltanatı da bu kadar sıkıntıya değmez. Hiç kimse âlemin yaratılmasındaki İlahî
sırdan haberdar değildir. Bir uyku ve hayalden ibaret olan bu dünya bu kadar isteğe layık değildir. Çünkü
dünyadaki nizam ve nakışlar geçicidir. Baki olan sadece yüce yaratıcıdır. Sonunda herkes ölecektir. Geriye
kalansa hayır ve hasenattır. O yüzden dünya saltanatını istemeyi gerektirecek hiçbir gerçek sebep yoktur.
Erkân dedi bu servere sen ‘âli gühersiñ
Her vechle şâyeste-i evreng-i pedersiñ
Bu beyti Cem’e yazdı o sultân ki n’edersiñ
Haccü’l-Haremeyn’im deyi da‘vâlar edersiñ 383
Yâ saltanat-ı ‘âlem için bunca taleb ne (176-2)
Ramazan SARIÇİÇEK
Ayrıca Cevâhirü’l-Mülûk’e yazdığı uzun manzum mukaddimede yaklaşık sekiz beyitlik kısmı Adlî’ye
ayırmış ve onun kişiliği ve şairliği hakkında değerlendirmelerde bulunmuştur. (Kadıoğlu 2008. 123-124)
SONUÇ
Sonuç olarak Ali Emîrî diğer Osmanlı sultanları gibi Adlî’nin şiirini de beğenmekte ondan övgüyle söz
etmektedir. Emîrî, O’nun şiirini selîs ü rengîn ve hûb u şîrîn olarak nitelendirmekte Velî ünvanına da sahip
olan Adlî’yi manevî bir makam sahibi olarak görmektedir. Bu yüzden O’nun şiiri Allah vergisi, O da ilm-i
ledün sırlarının tercümanıdır. Sözleri nükteli, hikmetli, tasavvufâne, âşıkâne, rindânedir. Mazmunlara
hâkimiyetinin kuvvetinden, çelik gibi sözler onun elinde muma döner. O, sihr-i helâl sahibidir. Ayrıca
Emîrî Efendi’ye göre Adlî yeni bir üslûp ortaya koymak için de çabalamıştır.
KAYNAKLAR
AK Coşkun (2001), Şair Padişahlar, TC Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Ali Emîrî (1330), Cevâhirü’l-Mülûk, İstanbul.
Yavuz BAYRAM, Amasya’ya Vâli Osmanlı’ya Padisah Bir Şair: Adlî [Hayatı, Şahsiyeti, Şairliği, Dîvânının
Tenkidli Metni], Amasya Valiliği Yay., Amasya 2008.
BEYSANOĞLU Şevket (1959), Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları II, Işıl Matbaası, İstanbul.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal (1988), Bütün Eserleri Son Asır Türk Şairleri I-IV, Dergâh Yayınları, İstanbul.
KADIOĞLU Yrd. Doç. Dr. İdris(2008), Osmanlı Hânedânı Âşığı Ali Emîrî Efendi, Malatya.
----- (2005), “Hayatını Milletine Adayan Şark Bilgini Ali Emîrî ve Cevâhirü’l-Mülûk’ü” SBArD Hüseyin
Hatemi’ye Armağan, Sayı 6, 557-580, Diyarbakır.
Edirneli Sehî (1325); Tezkire-i Sehî, (Neşreden Mehmed Şükrî), Matbaa-i Âmidî, s.13-14.
TAYŞİ Serhan (1989), Ali Emîrî Efendi”, DİA, C.II, İstanbul.
-----(1977), “Ali Emîrî Efendi”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi I, Dergâh Yayınları, İstanbul.
TEVFİKOĞLU Dr. Muhtar (1989), Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
384
Biyograik Metinlerde Yüceltme
İmgesi: İlmî Seyahatler
Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan ŞAHİN
Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Bartın
ogsahin@gmail.com/ osahin@bartin.edu.tr
ÖZET
Şüphe yok ki İslâmî düşünce yapısında seyahat, dönüşüm gerçekleşmiş, ilim için yollara düşen
günümüzde kazandığı anlamdan epeyce farklıdır. talebe, takdir edilen bir alim oluvermiştir. Artık o,
Modern dönem insanı için yeni yerler görme, biyografilerin kendisinden övgüyle bahsedeceği bir
hoşça vakit geçirme ve ticarî pazarlar elde etme hayat hikâyesine sahiptir.
gibi kimliklere bürünen seyahat, eski dönemlerde
Bu yazının amacı ilmî seyahatlerin biyografik
ilme açılan bir kapı olarak düşünülmüştür. İlim
şahsiyetler için önemini vurgulama ve biyografik
için yola düşen bu insanların kapısını çalan en
metinlerde yüceltme imgesi olarak düşünülen
gedikli misafirleri sıkıntı, açlık, hastalık, parasızlık,
bazı unsurları tespit edebilmektir.
uykusuzluk ve ölümdür. Eğer hayatta kalabilirseler,
diyar-ı gurbetin bu mahzunlarını bekleyen güzel Anahtar kelimeler: Seyahat (sefer), Yüceltme
günlerin olması kaçınılmazdır. Zira kusursuz (prestij), Biyografik metin, Tezkire, İlmî seyahat
Oğuzhan ŞAHİN
Giriş
“İlim heveslilerinin doğdukları yerden körpecik yaşta terk-i diyar ederek uzun yıllar rahat
yüzü görmeden bir diyardan bir başkasına yaprak misali savruluşu ve falanca alimden ders almış,
falanca kitabı şerh etmiş, birçok talebe yetiştirmiş ve şu kişilerin himayesinde bulunmuştur.”
tarzındaki bilgilerin biyografik metinlerde yer alışı nasıl yorumlanmalıdır? Bu bağlamda yapılan bazı
çalışmalar, bu tür ifadelerin kuru bir bilgi aktarımı olmadığı, aksine tercüme-yi hali verilen kişi için
bir övünme ve yüceltme kaynağı olduğunu ispatlar niteliktedir.
Öncelikle bu yazının kastını aşan konu başlığını daraltmak gerekiyor. “Biyografik metinler”
ibaresi ile kastedilen bir elin parmaklarını geçmeyecek birtakım kaynaklardan iktibas edilen metin
hurdaları ve yine birkaç şair tezkiresinden alıntılanan metin örnekleridir. “Yüceltme imgesi”nden
kasıt ise kısa hayat hikayesi anlatılan kişiyi halk nezdinde itibara kavuşturacak unsurların biyografik
metinlerde dile getiriliş düzeyidir.1 Burada “imge”ye terimsel bir anlam yüklenmemiştir.
Metnin sınırlarını daha kolay belirleyebilmek için önemli bulduğumuz iki çalışmadan
bahsetmekte fayda vardır. Bu bağlamda İslâm alimlerinin seyahatlerine farklı bir bakış açısı getiren
önemli bir çalışmayı Houari Touati yapmıştır. “Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Âlim Uğraşının
Tarihi ve Antropolojisi” ismini taşıyan eser 8 ila 12. asırlar arasındaki İslam kültür merkezlerine
yapılan seyahatlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Touati bu tür seyahatlerin o dönemde talebe ve alimler
için ciddi bir prestij kaynağı olduğu fikrindedir.2 Bir diğer kaynak Resul Ay tarafından kaleme alınmış
ve “Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler” adıyla yayınlanmıştır.
Bu makalede yer yer seyahatin “seyyah” için bir övünç kaynağı olduğu vurgulanmaktadır.3
Yazının genel şablonu: “İslâmî literatürde ilim tahsilinin önemi; hoca ve kitabın İslâmî
gelenekteki yerine dair birkaç not; ilmî seyahatlerin ilim tahsilindeki yeri ile bu bağlamda çevreden
gördüğü itibar ve biyografik metinlerden konuya dair iktibaslar” biçiminde planlanmaktadır:
1. İlim tahsili ya da bilginin elde edilişi
1.1. Dinî telkin
İlim talepkârı sadece halk nezdinde ün salmak için diyardan diyara sürüklenmez. Onu bu
meşakkatli yola sürükleyen inanç ve akideler bulunmaktadır. Talip, hem ilim tahsil edip halk arasında
parmakla gösterilen bir kişi olacak, hem de Cenab-ı Hakk’ın sevgili kulu olarak, ilmî derecesinin
1
Biyografik metinlerde yüceltme imgesi sayılabilecek birçok unsurdan bahsetmek mümkündür. Tezkirelerde sıklıkla dile
getirilen sanatçının zeka düzeyi, mizacı, hüner ve kabiliyeti, ait olduğu soy-sop, güzellik, boy-pos, şairlik kudreti gibi
unsurlar yüceltme imgesi kabul edilebilir. Bu bağlamda bkz. Harun Tolasa (2002), Sehî, Latîfî ve Âşık Çelebi Tezkirelerine
Göre 16. Yüzyılda Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, Akçağ Yay., Ankara; Filiz Kılıç (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde
Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Akçağ Yay., Ankara.
2
Houari Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi, (Çev.: Ali Berktay), YKY, İstanbul
2004.
3
Resul Ay, “Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler”, Tarih ve Toplum Yeni
Yaklaşımlar, İletişim Yay., Sayı 3, Bahar 2006, s. 17-53. [Ayrıca bu makalenin işaret ettiği şu iki kaynağı da dile getirmek
faydalı olacaktır: Sam I. Gellens, “The Search For Knowledge in Medieval Muslim Societies: A Comparative Approach”,
Muslim Travellers: Pilgrimage, Migration, and the Religious Imagination içinde, yay. Dale F. Eickelman ve James Piscatory,
386 Londra 1995; Francis Robinson, “Ottoman-Safavids-Mughals: Shared Knowledge and Connective Systems”, Journal of
Islamic Studies, Cilt 8, Sayı 2, 1977, s. 151-183.]
Biyografik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler
ardından dinî derecesi de yükseltecektir. Birazdan zikredilecek ayet ve hadisler İslâm’da ilim tahsil
etmenin önemini vurgulayan zengin literatürün küçük bir kısmı bile değildir:
[ قل هل يستوى الذين يعلمون والذين ايعلمونHiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?] 4
[ يرفع ه الذين امنوا منكم والذين اوتوا العلم درجاتAllah, içinizden iman etmiş olanlarınızı ve
kendilerine ilim verilenlerinizin derecelerini yükseltir.] 5
[ و قل رب زدنى علماDe ki, Rabbim ilmimi artır.] 6
[ و من سلك طريقا يلتمس فيه علما سهل ه له طريقا الى الجنةKim ilim aramak için bir yola koyulursa,
Allah onun cennete giden yolunu kolaylaştırır.] 7
[ العلم ضالة المؤمن حيث وجده اخذهİlim, müminin kaybolmuş bir malıdır. Her nerede bulursa
alıverir.] 8
1.2. İlmin saf pınarı: hoca
İslâm kültürüne göre edinilen bilginin muteber olabilmesi için “talebe”nin o bilgiyi (ilmi)
bizzat kaynağından, yani hocadan alması gerekmekteydi. Bu bağlamda kitap ya da teliften ziyade,
müderris ya da müellif ön plana çıkıyordu:
“[İslâm kültürü] 8. yüzyıldan beri kitabın müderrisin yerini alıp alamayacağı ve müderrisin
yetkesinin kitapta korunup korunamayacağı sorununu tartışmıştı. Genel anlamda verilen yanıt
‘hayır’dı; kitaplar kendiliklerinden konuşmadıkları ve her koşulda onları konuşturmak üzere bir yetke
gerektiği için müderrisin üstünlüğü kabul ediliyordu. Kitaba karşı müderrisi seçen İslâm kültürü
insanın kendiliğinden yetke alarak bilginlik aşamasına ulaşamayacağı kuralını yerleştirdi... Bu nedenle
ortaçağın Müslüman alimleri tek meşru bilginin icazet verilmiş bilgi ve icazet verilmiş tek bilginin de
silsileye dayalı bilgi olduğuna karar verdiler.”9
Kitaba karşı müderrisi öne çıkaran İslâm kültürü sahih ilmin tahsili için de ilgili dalda ün
salmış âlimlere ulaşmayı zorunlu kılmaktadır:
“Ortaçağ dünyasında, özellikle de klasik İslam coğrafyasında 10. yüzyıldan itibaren kayda
değer bir canlılık kazanan bilimsel etkinlik, çoğu zaman hayli uzak mesafeler katetmeyi göze almak
demekti. Bunun pek çok sebebinden bahsetmek mümkündür. Eğitimin genellikle hoca merkezli olması,
kitabın hoca yerine geçemeyeceğine ve onun mutlaka müellifinden veya ondan icazet almış ya da o
konuda uzmanlığı ile bilinen birinden okunması gerektiğine dair kuvvetli bir geleneğin olması en başta
gelen nedenlerden biri olarak zikredilebilir.”10
1.2.1 Hocanın ölümü: kitap merkezli ilim tahsili
İslâmî duyuş tarzında bedeli ne kadar ağır ve süresi ne kadar uzun olursa olsun ilim tahsili için
seyahata çıkmak, oradaki alimlerin tedrisinden geçmek, onların icazetlerini almak hemen herkesçe
kabul edilen bir tarz idi. Bir de fiilî olarak alimlerden ders okumamış kimselerin durumu vardı ki bu
durum o dönem ulemasınca uzun yıllar acımasızca eleştirilmiş, hatta dalga konusu olmuştur. İslâmî
literatürde ilim tahsil etmenin yöntemleri önem sırasına göre şu şekilde sıralanmıştır: Öğrencinin
hocası önünde okuması; Hocanın önünde bir üçüncü kişi okurken öğrencinin dersi dinlemesi; İcazet;
Yazışma; Vicâdet.11
4
“Kul hel yestevi’llezîne ya’lemûne ve’llezîne lâya’lemûn” Zümer 9.
5
“Yerfe’illâhu’llezîne âmenû minkum ve’llezîne ûtu’l-‘ilme derecât” Mücâdele 11.
6
“Ve kul Rabbi zidnî ‘ilmâ” Tâhâ 114.
7
“Ve men seleke tarîkan yeltemisu fîhi ‘ilmen sehhelallâhu lehû tarîkan ile’l-cenneti” Ebu Zekeriyyâ Muhyiddîn Yahyâ İbn
Şeref en-Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn Tercümesi, (Terc.: Salih Uçan), Arslan Yayınları, İstanbul 1989, Cilt 3, s. 1078, hadis nu.
1384.
8
“El-‘ilmu dâlletu’l-mu’mini haysu vecedehû ahazahû” Beşyüz Hadis, nu. 235.
9
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 13.
10
Mehmet Dağ, H.R. Öymen, İslam Eğitim Tarihi (H. I-VI/ M. VII-XIII. yüzyılda) Ankara 1974, s. 117-118; Mustafa Bilge,
İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 17-18. [Onlardan nakleden: Resul Ay, Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati:
Talebeler, Alimler ve Dervişler, s. 21.]
11
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 70 ve 78. (91. dipnot). Aslında yazar altı yöntemden bahsetmektedir. Ancak bu altı
yöntemin tamamını sıralamamış, ilk maddeyi boş bırakmıştır. 387
Oğuzhan ŞAHİN
Aslında bu maddeler hemen hemen şu üç kavram etrafında birleşir: rıhle [ilim tahsili için
seyahat etme], icazet, vicâdet. En makbul olanı şüphesiz rıhle olmuştur. Zira bu yöntemle tahsil edilen
ilim, güvenilir bir hocadan semâ (dinleme) ile tahsil edilmiştir. En fazla tartışılan ve kabul görmeyen
ise vicâdettir. Bir ilmi kendi kendine edinme, yani herhangi bir hoca terbiyesi görmeden bir ilmi
kitaplardan kendi gayretiyle öğrenme anlamına gelen vicâdete uzun bir dönem karşı çıkılmıştır. Çünkü
vicâdet hem seyahati baltalıyor, hem de hocaya gereksinimi ortadan kaldırıyordu. Bu durum bir nevi,
yapısalcılığın sloganı olan “yazar öldü”nün uyarlanmış haliyle söylenecek olursa, hocanın ölümü
demekti.
Onuncu yüzyılın önemli filologlarından Ezherî, çağdaşı Buştî’nin Kitabü’l-Ayn’a zeyl olarak
yazdığı Tekmile adlı eser üstünde uzun uzun durur. Buştî, sözlük yazarken başvuru eserlerine bir
hocanın icazeti olmaksızın ulaşır. Bilgiye erişmenin bu şekline Ezherî itiraz etmektedir. Zira Buştî,
muteber bir hocanın yanında ders dinlememekle kalmamış aynı zamanda durumu kendi gözleriyle
görmek için çöl seyahati de yapmamıştır. Neticede Buştî’nin eseri, icazet almış ağızlardan doğrudan
dinlenilmeden sunulduğu için Ezherî’ye göre külliyyen kusurludur:
“Bu kitap Ezherî’nin gözünde bütün kusurları bünyesinde barındırmaktadır. Yazarı, bilenen ve
kabul edilmiş hocaların bizzat aktarmadığı eserleri okumuş ve onlara dayanmıştır. Yazar [Buştî],
vasıflı [muteber] bir hocayı semâ etmemiştir [dinlememiştir]. Bu boşluğu haklı göstermek veya
önemini azaltmak için, insana icazet vereceğini düşündüğü meşhur öncüllere dayanmanın yerinde
olacağı kanısına varmıştır. Bu iki saygın öncülün kendisi için Ebû Turâb ve Kuteybî olabileceğini
düşünmüştür. Ezherî ise bu iki adamın adlarını saydıkları bütün eserleri dinlemediklerini belirtir.”12
Seyahat adabına uymadığı için adı hakir biçimde ortalıkta dolaşanlardan birisi de Endülüs’ten
İbn Habîb’tir. Touati’nin aktardığına göre İbn Habîb büyük bir yerel otoritenin kitaplarını alarak onları
kopya etmiştir. Okul arkadaşları tarafından bu kitapları nasıl edindiği sorulan İbn Habîb, onları
yazardan aldığını ve yazarın kendisine bunları onun adına nakletme konusunda icazet verdiğini
söylemiştir. Okul arkadaşları, hocaya gidip içlerinden birine [İbn Habîb’e] neden böyle bir imtiyaz
tanıdığını sorunca durum ortaya çıkmıştır. Aslında İbn Habîb, hocadan kitapları ödünç almış ve ne
sıfatla olursa olsun, bunları nakil konusunda hoca ona bir icazet vermemiştir.13 İbn Habîb itibar
sağlamak için yalan söylemektedir.
1.3. İlmin yok olacağı endişesi
Saf ilmi hafızaya işleyen alimlerin ölümleri ile ilim büsbütün yok olma tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Müellifin ölümünden sonra ona ait bazı metinler müellifin muradı dışında yorumlanırsa
bilginin ahkamında değişmeler olacak ve bunun vebali de müellife kalacaktır. İlmin yok olması
kaygısına işaret etmesi bakımından Emevi halifesi Ömer İbn Abdilaziz’in Medine valisi Ebu Bekr İbn
Hazm’a gönderdiği mektup önemlidir:
“Beldende Hz. Peygamber’le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadislerin) yok
olmasından ve alimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sadece Resulullah’ın sünneti
kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi
yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz."14
İlmin yok olma tehlikesinin yanı sıra bir de güvenilirliği (sahihliği) meselesi vardı. Kaynak
kişiden alınan ilim, bozulmadan (değiştirilmeden) ne derece aktarılabiliyordu? Bu bağlamda özellikle
hadislerin derlenmesi esnasında başgösteren “uydurma” ya da “değiştirme”ler muhaddisleri sıkıntıya
sokuyordu. Houari Touati’nin söylediklerine göre İslâm dünyası, ilmin bozulma tehlikesini atlatmak
için silsileye dayalı bir bilgi sistemi geliştirmişti. Bilginin alındığı tüm kaynakları teker teker
söylemekten ibaret olan bu yönteme Sıffîn savaşından sonra kopan büyük fitne sebebiyle ihtiyaç
duyulmuştu.
Muhaddisler bazen bir hadisin rivayeti için icazet alabilmek ya da şüpheye düştükleri bir
hadisin silsilesini takip etmek için uzun yolculuklara atılma gereği duydular. Zira belli bir silsileyle
[senetleriyle] nakledilmeyen bilgi muhataplar tarafından genel geçer değildi:
“Bana bu hadisi X nakletti, bunu Y’den duyduğunu, Y’nin de Z’den duyduğunu söyledi. Ona
sordum: Y kimdir? Bu sorum onu öfkelendirdi. Ama A’nın da yanında ona şunu hatırlattım. Ya bana
onun kim olduğunu söylersin ya da senden aldığım her şeyi [tüm hadisleri] yakarım. O sırada A
müdahale etti ve bu adamın Mekke’de olduğunu söyledi. O zaman ben de hacca gitmek için değil, söz
konusu hadisi doğrulamak için Mekke yoluna düştüm. Oraya varınca Y’yi bulup sorular sordum, o da
bana hadisi, adını verdiği başka birinden duyduğunu söyledi. O şahsın o yıl hacca gelmediğini
öğrendim. O zaman Medine’ye gittim ve bu şahısla orada karşılaştım. Bana dedi ki hadisi sizin oradan
bana şu şahıs nakletti. Bu son ismi duyunca haykırdım: Kûfe’den Medine’ye oradan da Basra’ya
sıçrayan bu hadis de nedir böyle? O adamı bulmak için yine Basra’nın yolunu tuttum. O da bana dedi
ki bana bunu bir Suriyeli nakletti....”15
Biyografik metinlerde alimlerin tahsil ettikleri ilmi muteber hale getirmek için dayandıkları
silsileyi açıklamaları da bu noktada anlam kazanmaktadır. Aksi takdirde bu tür ifadeler kuru ve
anlamsız bir bilgi olarak gözükecektir. Şakâyıku’n-Numâniyye’de belirtildiğine göre Kadızâde Rûmî
tahsil ettiği ilmi bir silsile içinde ta kaynağına götürmektedir:
“Her iki şerhi de rahmetli Molla babamın nezaretinde okudum. O [babam], bunları dayısı
merhum Molla Mahmut en-Niksârî’den okumuştu. O ise merhum Molla Fethullah Şirvânî’den
okumuştu. Bu sonuncu ise şerhleri bizzat merhum şârihten dinlemişti.”16
Yine Şakâyık’ta ifade edildiği üzere Molla Fahreddin Acemî, hadisler konusunda bilgisinin
sıhhatini ispatlamak için tahsil ettiği bilginin (ilmin) silsilesini şöyle açıklamaktadır: “Molla
Hocazâde, Buharî’nin kitabını ona [sesli olarak] okumuş ve kendisinden hadis dalında icazet almıştır.
Rahmetli babam da Molla Hocazâde’ye Buharî’nin kitabını [sesli olarak] okumuş ve ondan hadis
sahasında icazet almıştır. Aynı kitabı ben de babama okudum ve ondan icazet aldım. Molla Fahreddin
bu kitabı Molla Haydar Herevî’ye o da Teftazânî’ye okuyarak icazet almışlardır.17
Bilginin silsileye dayalı bir şekilde öğrenilmesi demek, talebenin sahih bilgiye ulaşmak için
yollara düşmesi demektir.
1.4. İlim için seyahat (sefer)
Kuşkusuz ki talebe ve alimler için seyahat, yeni mekanlar görmek için yapılan turistik bir
faaliyet değildi. Zahirî ilimleri tahsil için dağ, tepe, deniz ve çöl gibi fizikî mekanlarla, batınî ilimleri
tahsil için iç dünyaya yapılan seferler seyahatin doğrudan ilgi alanına girmekteydi. Talebeler ilim
tahsili için yola düştüklerinde ilim deryasına yelken açmış oluyorlardı. Artık onlar ilmin efendisi
olmak için seyahatin kölesi idiler.
Taşköprülüzade’ye göre İslâm dünyasında bilim amaçlı seyahat öteden beri övülen, teşvik
edilen, hatta kutsanan bir eylemdir. Talebelerin kendilerine iyi bir üstat bulmak için uzak diyarlara
gitmeleri adeta onlar için bir vazifedir. İbn Haldun’a göre talebeler kendisinden feyz aldıkları
üstatlarının çokluğu nisbetinde bir alışkanlık ve meleke kazanabilirler. Bu sebeple ilim tahsili için
gezip üstatlarla görüşmek, bilgiyi doğrudan onlardan almak faydalı olduğu gibi bilgiyi
mükemmelleştirmek bakımından da önemlidir.18 O dönem toplumu arasında seyahat o kadar yaygın ve
doğaldır ki ilim heveslileri küçücük yaşta hiçbir engellemeyle karşılaşmadan seyahata atılabiliyorlardı:
Sehl bin Abdullah et-Tusterî adlı bir İslâm alimi, henüz 13 yaşındayken, kafasına takılan bir
suale etraftaki alimlerden ikna edici bir cevap alamayınca Basra’ya gider. Buradaki alimlerin
15
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 35-36.
16
Taşköprülüzâde İsâmuddîn Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, Osmanlı Bilginleri, Eş-Şakâiku’n-Numâniyye fî Ulemâi’d-
Devleti’l-Osmâniyye, (Çev. Muharrem Tan), İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 36. [Bu kaynak artık sadece “Şakâyık” olarak
zikredilecektir.]
17
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 73. 389
18
Ay, Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler, s. 22.
Oğuzhan ŞAHİN
açıklamaları da ona yetmeyince Abadan’a gider ve orada Ebû Habîb Hamza adlı bir alime meseleyi
sorar. Cevaptan etkilenen talebe orada bir süre kalarak ilmini geliştirmeye karar verir.19
İlim mumunun etrafında pervane olan sırf yeni yetme talebeler değildir. Ünü sınırları aşmış
bazı alimler de methini duydukları bir alimi görme ve belki de ilmini tartma gayesiyle yola
çıkmaktadır. Bunlardan birisi de Seyyid Şerif Cürcânî olmuştur. Bu alim, Cemaleddin Aksarâyî’nin
genişleyen öğrenci halkasını ve şanını duyunca onu görmek için yönünü Anadolu’ya çevirmiştir:
“Molla Cemaleddin’in namı Seyyid Şerif’e ulaşınca ondan ders almak için Anadolu’ya
gelmişti. Ona yaklaşıp el-İzâh için yaptığı şerhi görünce beğenmemiştir. Hatta bu şerh hakkında “İnek
etinin üzerindeki sinek gibi” dediği rivayet edilir. Böyle söylemesinin nedeni el-İzâh kitabının zaten
basit ve birkaç nokta dışında şerhe ihtiyacı olmayan bir eser olmasıdır. Molla Cemaleddin kitabın
tamamını kırmızı mürekkep kullanarak yazmıştı. Eserlerin satırları arasında siyah mürekkeple yazılan
şerh gerçekten de inek etinin üzerindeki sinek gibi görünüyordu. Seyyid Şerif, Molla hakkında böyle
deyince öğrencilerinden biri şöyle demişti: ‘Onun ders anlatımı telifinden çok daha güzeldir.’ Seyyid
Şerif onunla görüşmek için Karaman diyarına geldi. Şehre girişi Molla Cemaleddin’in vefatına
rastlamıştı. Seyyid Şerif orada Molla Fenârî ile karşılaştı ve onunla birlikte Mısır’a giderek Şeyh
Ekmeluddin’den ders aldı.”20
Diğer taraftan seyahat zengin için kayda değer bir para anlamına da geliyordu. Seyahat uğruna
Hârice bin Mus’ab 100 bin gümüş dirhem, Horasanlı Hafız Ebû Abdullah Zuhalî 150 bin gümüş
dirhem, Reyli Hişâm bin Ubeydullah ise 700 bin gümüş dirhem harcamıştı.21 Sadece öğrenim masrafı
olarak düşünülemeyek bu sarfiyat ile zengin kimseler etrafta isim yapmak ve Touati’nin ifadesiyle
söyleyecek olursak, büyük adam görüntüsü vermek peşindeydiler. Bu sebeple olsa gerek biyografi
yazarları anlattıkları kişinin ettiği seyahatlerini dile getirmekte tereddüt etmediler. Zira seyahat
alimlerin ve halkın indinde de büyük bir prestij kaynağı, hanesine yazılan büyük bir artı idi.
1.4.1 İlmin kaynağına yolculuk
Şakâyık, alimlerin ilmî gezilerini dile getirmesi bakımından önemli bir kaynak
görünümündedir. Eserin şablonu genel olarak şu şekildedir: biyografisi verilen kişinin yaşadığı dönem,
kişinin künyesi, yaptığı ilmî seyahatlar, okuduğu hocalar, ders verdiği talebeler, telif ettiği eserler,
varsa din ve devlet büyükleriyle olan bağlantısı ve yer yer bazı menkıbeler. Bu şablon içerisinde ilmî
seyahatler önemli bir yer işgal etmektedir. Kadızâde Rûmî ve Alaeddin el-Esved’in seferleri
Şakâyık’ta şu biçimde anlatılmıştır:
“Kadı Mahmut’un Musa Paşa adında bir oğlu vardı. Molla Musa doğduğu beldede bazı
ilimleri tahsil etmiş, ilim konusunda Acem diyarının şöhreti artınca tahsil için oralara gitmeye karar
vermişti. Aile efradından gizlediği bu niyetini kız kardeşi fark etmiş ve götürmek istediği kitap ve
defterlerinin arasına kendi ziynet eşyalarını da koyarak kardeşinin gurbette kullanmasını istemişti.
Musa Paşa İran diyarına giderek Horasan ulemasından ilim tahsil etti. Ardından Maveraünnehir’e
geçerek oraların alimlerinden de ders aldı. Bu gezileri sayesinde birçok ilme ulaşıp fazilet
mertebelerinin zirvesine çıktı. Faziletleriyle şöhret buldu. O bölgede herkesçe tanınıp Kadızâde Rûmî
lakabıyla bilinir oldu.”22
“[Alaeddin el-Esved], Anadolu halkı arasında Kara Hoca lakabıyla tanınmıştır. İran diyarına
göç etmiş ve oranın alimlerinden ders almıştır. Bu ilim gezintisinin ardından tekrar Anadolu’ya
dönmüştür.”23
Künhü’l-Ahbâr’daki bilgilere bakılacak olursa şair Ahmedî de ilim tahsili için gurbeti ihtiyar
edenlerdendir:
“Mef∆arü’n-nä®ımìn eşherü’l-müteøaddimìn Mevlänä A≈medì ≠ayyeballähu §erähu ki
İskender-näme müõellifi ve yigirmi dört cildile ol säde na®muñ şäõir u mu´annifidür. úUlùm-ı maúøùl ü
menøùlde fäyıø ve úilm-i usùl-i fürùúda enväú-ı iúzäz u ikrämla imtiyäz bulma˚a läyıø bir läõübälì úälim
19
Ay, Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler, s. 22.
20
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 38-39; Ay, Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler, s. 30.
21
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 81.
22
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 35.
23
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 28.
390
Biyografik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler
ü kämil ve ma≠bùú-ı ≠ıbäú-ı ek§er-i ehl-i fe◊äõil idi. Eväõil ≠aleb ü seyä≈atle diyär-ı úArabda úulemädan
Monlä Fenärì gibi dänä ve fu◊alä-yı e≠ibbädan Şifä müõellifi ~äcì Paşa ile şirket üzre oøırlar. Ve Mı´r
viläyetine varup Şey∆ Ekmelü’d-dìn ≈u◊ùrında ta≈´ìl-i úilm-i kemäle kùşiş øılurlar.”24
İlim için terk-i diyar edenlerden birisi de Emîn-i Tokadî’dir. Aslen Diyarbakırlı olan bu zat,
babasının ölümü üzerine şehri terk ederek Tokat’a yerleşmiş, oradan da tezkire müellifi Salim’in, Şeyh
Sadi’den aktardığı kelam ile söylemek gerekirse “hamlıktan kurtulup pişmek için” sefere çıkmıştır:
“Bunlarıñ da∆ı näm-ı nämìleri Me≈med olma˚ıla Toøadì Me≈med Emìn dimekle zebän-zed ü
taúayyündür. [Şehr-i Diyärbekirde tevellüd eyleyüp bi’l-ä∆ıre Toøada hicret eylemişdür.] Pederi kibär-ı
Naøşibendändan Rùmiyye Şey∆i Seyyid Me≈med Efendi fuøaräsından olma˚ıla şey∆-i mezbùr hedef-i
tìr-i øa◊ä-yı Rabb-i ˚afùr olduøda ol dehşetle semt-i Toøad-ı sütùde-simäta úazìmet ve icrä-yı sünnet-i
hicret edenlerdendir. Kendi da∆ı idräk-ı sır idüp beyt: “Bisyär sefer bäyed näpo∆te şeved ∆ämì”25
øäúide-yi ≈ikmet-medärınca seyr ü seyä≈at ve geşt ü güŸär-ı diyär u memleket ve ~aremeyn-i
mu≈teremeynde mücävereti e§näsında gürùh-ı pür-fütù≈-ı ∆¥äcegän-ı Naøşibendìden säkin-i ≈arìm-i
beyt-i kerìm olan eş-Şey∆ A≈med-i Yek-dest ≈a◊retlerinden taúallüm-i verziş-i ≠arìøat ve baúde’t-tekmìl
reviş-i æädirìyi ve Şäzelìyi ve Säõirìyi da∆ı birer úazìz-i mu≈teremden görüp úulùm-ı ®ähireyi da∆ı
úulemä-i ~icäzdan ta≈´ìl ü mücäz olup zümre-yi ehl-i ≈adì§iñ ser-≈aløa-i kümmeli eş-Şey∆ A≈med
Na≈lebden riväyet-i fenn-i ≈adì§e meõŸùn ve belde-i ≠ayyibe-i æos≠an≠ıniyyede da∆ı baú◊-ı meşähir-i
fu≈ùluñ nişängäh-ı süb≈a-i ´ad-däne-i ≈aløa-i ifädeleri olma˚ıla tedärük ü temekkün ve temeddün ü
teva≠≠un eylemişler idi.”26
Mevzûâtü’l-Ulûm’da da biyografik nitelikte kayıtlar bulunmaktadır. Bu kayıtlarda taliplerin
ilim tahsili için diyar diyar gezdikleri ve önemli simalardan ders aldıkları ifade edilmektedir:
“Ve yine kütüb-i mebsù≠adandur: el-úAbäbu’z-Zä∆ir ki müõellifi İmäm-ı ™a˚änìdür. Baú◊ılar
™ä˚änì dimişlerdür. [...] ÿehebì eyitdi: Vilädeti Medìne’de sene sebúa ve sebúìn ve ∆amsu miõededür.
Neşv ü nemäsı ˙aznede olup baúdehù sene ≈amse ve úaşere ve sittu miõede Ba˚däda dä∆il olup baúdehù
andan risälet ≠arìøı ile cänib-i Hinde vä´ıl oldı. Anda da∆ı bir müddet iøämet baúdehù ≈acc-ı şerìfe
úazm ü niyyet idüp baúde edäõi’l-≈ac Yemene dä∆il olup baúdehù Ba˚däda úavdet idüp yine cänib-i
Hinde gidüp yine Ba˚däda geldi. Ni®äm-ı Mer˚ìnänìden bi≠arìøi’s-semäú a∆Ÿ eyledi. úİlm-i lü˚atde bir
mertebeye vä´ıl oldı ki müntehä-yı ämäl-ı ≠ulläb aña vu´ùl u intisäb olmış idi.”27
“Ve yine kütüb-i mutavassı≠adandur: Färäbìnüñ Dìvänu’l-Edeb näm kitäbı. Mezbùr Färäbì
İs≈aø ibn İbrähìm el-Färäbìdür. Künyeti Ebù İbrähìmdür. Ebù Na´r Cevherìnüñ ∆älıdur. Seyr-i biläd u
diyär ve terk-i va≠an ve ˚urbet i∆tiyär idüp ä∆ıru’l-emr viläyet-i Yemene varup Zebìdde säkin oldı ve
kitäb-ı Mücmeli anda ta´nìf eyledi. Kitäb-ı mezbùr kendisinden riväyet olınmadan muøaddem rù≈ı
∆äzin-i cenäna müsellem oldı.”28
1.5. Sûfîlik ve seyahat (sefer)
Seyahati sadece ilim heveslisi talebe ile sınırlı tutmamak gerekir. Tasavvuf ehli de seyahata
epeyce önem vermiştir. İsmail Ankaravî seyahat bahsine Minhâcu’l-Fukarâ adlı eserinde bir bölüm
ayırmıştır.29 Ankaravî, Hz. Peygamber’den “Seyahat ediniz ki, sıhhat bulasınız ve zenginleşesiniz.”
hadisi ile konuya başlamaktadır. Ankaravî bu hadisi şu şekilde şerh etmektedir:
24
Mustafa İsen, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, AKMB Yay., Ankara 1994, s. 105. Ahmedî’nin ilim tahsili konusunda
Şakâyık’ta da şu bilgiler bulunmaktadır: “Aslen Germiyanoğlu ilindendir. Orada çağın önemli alimlerinden ders aldıktan
sonra Kahire’ye gitmiştir. Molla Fenârî ve Fâzıl Hacı Paşa ile birlikte sûfî şeyhlerinden birini ziyaret etmişlerdi. Şeyh üçüne
de baktıktan sonra Molla Ahmedî’ye ‘Ne üzücü! Ömrünü şiirle hebâ edeceksin.” Fâzıl Hacı Paşa’ya ‘Sen ömrünü tıpla
tüketeceksin.’ dedikten sonra Molla Fenârî’ye döndü: ‘Sen de Rabbânî bir alim olacaksın.’ demişti. Üçü de şeyhin dedikleri
gibi oldular.” Bkz. Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 63.
25
Hamlığın pişmesi için çok gezmek gerekir.
26
Mirzâ-zâde Mehmed Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz. Adnan İnce), AKMB Yay., Ankara 2005, s. 185-186.
27
Taşköprizâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, (Mütercim: Kemâleddîn Mehmed Efendi), İkdam Matbaası, İstanbul
1313, s. 154; Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevzuatü’l-Ulûm (İlimler Ansiklopedisi), (Sadeleştiren: Mümin Çevik), Üçdal
Neşriyat, İstanbul 1975, s. 120. [Bu esere yapılan atıflarda “İlimler Ansiklopedisi” lafzı kullanılacaktır.]
28
Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-Ulûm, s. 153; Mümin Çevik, İlimler Ansiklopedisi, s. 119.
29
İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ (Fakirlerin Yolu), (Haz.: Saadettin Ekici, Meral Kuzu), İnsan Yay., 3. Baskı, İstanbul
2011. [Kitabın yedinci bâbı olan bu kısmın başlığı dahi seyahatin sûfîler için bir seçim değil bir vazife, bir zorunluluk 391
Oğuzhan ŞAHİN
“Seyahat ediniz ki zahiren bedeniniz hareket etmekle sıhhat bulsun, bâtınî olarak ise sefer
[seyahat] esnasında görmüş olduğunuz şeylerden aldığınız ibret, iç dünyanızı yani dininizi
kuvvetlendirsin. Seyahat esnasında tanıştığınız ve sohbetlerinden istifade ettiğiniz meşâyihin ilmi ve
faziletiyle zenginleşesiniz. Bu hadiste anlatılan sefer asıl manasıyla dinî ilimleri tahsil etmek, ehl-i
yakîn olan meşâyih-i kirâmı ziyaret etmek ve bu güzide şahsiyetlere hizmet etmek için yapılan
seferdir.”30
Meşâyıhdan bazılarına göre eğer ki bir dervişin kâmil bir şeyhi yoksa o ebediyyen felâha
eremeyecektir. O halde yapılması gereken kâmil bir mürşid için sefer etmekten başka bir şey değildir.
Sâlikin sülûka başlarken “İlim Çin’de de olsa talep ediniz.” hadisi ışığında ledünnî ilimlere vakıf olan
azizleri talep etmesi icap eder. İsmail Ankaravî’ye göre bu hadisteki Çin’den murad ehl-i yakîn ve
Allah yoluna kendini adamış kimselerin ilim ve irfan öğrettikleri mahallerdir. Sâlik, eğer bu
mahallerin birisinde bir mürşid, alim ve arif olan zatı bulursa artık ona seyahat etmek haram olur. Bu
aşamadan sonra yapılacak şey mürşid-i kâmilin iradesi altına girerek onun ilmini, irfanını, marifetini,
din ve diyanetine ait mükemmelliğini, hakikate ait esrarını ve âdâb-ı tarikatını öğrenmeye çalışmaktır.
Şayet mürşidi vefat ederse o zaman kendi isteğiyle tekrar seyahata çıkabilir. Bununla berabet sâlik
nefsini temizler ve dinleme suretiyle dinî ilimleri ikmal ederse; mürşidinin icazeti dahilinde Ka’be’ye,
Kudüs’e, Hz. Pir’in türbesine yahut bazı arif ve salihlerin ziyaretine gidebilir. Mürşidin icazeti yoksa
seyahattan vazgeçer. Mürşidin izniyle seyahata çıktığında ise yol boyunca nerede bir evliya var ise
araştırıp bulmalıdır. Böylece seyahati boyunca yorduğu hayvanına da sıkıntı vermemiş sayılır.
Seyahatten faydalanır, nasibini alır. Seyahatta asıl hedef evliyaullahı bulmak ve onlara yakın olmaktır.
Yoksa akılsızca ömrü nefsin hazları istikametinde tüketme ya da sefihlerin yaptığı gibi şehir ve kasaba
gezip halka dalkavukluk ederek farz ve nafile ibadetleri terk etme değildir. Ankaravî bu ifadelerden
sonra seferi ikiye ayırmaktadır: sûrî ve manevî. Makbul görülen sefer manevî olandır. Ancak sûrînin
de çok faydaları vardır:
“Seyahata çıkan kimsenin nefsi birtakım hazların tazyikinden kurtulur. Ayrılık şerbetini içen
yârân, rûhen çeşitli zenginliklere ulaşır. Bu sıfatları haiz olmakla beraber fenâya erişmenin lezzetini
bulur. Böylece ölüme her an hazırlıklı hale gelir. Önemli faydalardan biri de seyahata çıkan kimsenin
gariplik sıfatıyla muttasıf olmasıdır.”31
Sefere çıkılacak zamanda tasavvuf büyükleri arasında bir uzlaşma yoktur. Sühreverdî’den
iktibasla denebilir ki bir kısım sûfîler sülûkun başında sefere çıkıp nihayet-i hâllerinde mukim olmayı
tercih ederken, bazı sûfîler ise başlangıçta mukim olup sülûkun nihayetinde sefere çıkma fikrini
benimser. Kimileri sürekli sefer ederken, kimileri de sefere çıkmayıp bir beldede sürekli ikameti tercih
eder. Sülûkun başında sefer edenlerin maksatları şöyledir: 1) Sefer sayesinde bir şeyler öğrenip ilim
elde etmek 2) Şeyh aramak ve sadık ihvan bulmak 3) Alışkanlıklardan hoşa giden şeylerden
uzaklaşmak 4) Nefsin ince hile ve tuzaklarını meydana çıkarmak 5) Eskiye ait ibretli eserleri
öğrenmek 6) Unutulmayı, gözden ırak olmayı tercih ederek halkın göstereceği hüsn-i kabule olan
tutkuyu kalpten söküp atmak. Sülûkun sonunda seferi tercih edenler: Bunlar için Cenab-ı Hak
başlangıçta tarikata girebileceği alim bir şeyh nasip ederek iradesini ona teslim ettirir. Bu sayede
mürid tahkik derecesine ulaşır. Böyleleri için tâbi olduğu şeyhin sohbeti her türlü seferden efdaldir.
İstifade edilen bir sohbeti bırakıp sefer ihtiyar etmek haramdır. Bu tür müridler hâl-i bidâyetlerinde hâl
denizinden kana kana içer, nefsi saadet menba’ı olunca en kuytu köşedeki sadık bir ihvanın göğsünden
taşan nefes-i Rahman kokusunu alır. Cenab-ı Hak böylelerini halk istifade etsin diye memleketlere
sefere çıkarır. Sürekli ikameti tercih edenler: Bunlar Cenab-ı Hakk’ın terbiyesinde yetişen kimselerdir.
Cenab-ı Hak böylelerini hayır kapılarını açarak inayet-i ezeliyyesiyle kendi cihetine çekmiştir. Sürekli
seferde bulunmayı tercih edenler: Böyleleri kalbin mâsivâ şâibesinden kurtuluşunu ve hâlin
muhafazasını seferde görürler. Böyleleri sürekli dolaşırlar, hiçbir beldede uzun bir süre kalmazlar.32
1.5.1 Sûfî seyahatleri (seferleri) için örnek metinler
olduğunu göstermektedir. Başlık şudur: Fukaranın Yapmakla Vazifeli Olduğu Seyahatleri ve Bu Seyahatlerin Çeşitleri Olan
Manevî ve Sûrî Seferleri Açıklar]
30
Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 87.
31
Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ, s. 88-93.
32
392 Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer es-Sühreverdî, Avârifü’l-Me’ârif Tercümesi (Tasavvufun Esasları), (Hazırlayan: H. Kâmil
Yılmaz-İrfan Gündüz), Erkam Yay., İstanbul 1990, s. 156-168.
Biyografik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler
Latifî Tezkiresi’nde aktarıldığına göre Simav’da dünyaya gelen Nakşibendî şeyhi Abdullah
İlâhî gençliğinde tahsil-i ilim için Horasan’a gider ve zahirî ilimleri orada öğrendikten sonra tasavvufa
meyleder ve bu niyetle Buhara’ya varır. Tarikat terbiyesini orada aldıktan sonra önce memleketine
döner, şöhreti etrafı kaplayınca da İstanbul’a revan olur. Oradan da Rumili’nde Vardar Yenicesi denen
bir şehre yerleşir ve orada vefat eder:
“Viläyet-i Ana≠olıda livä-i Germiyäna täbiú Simäv dimekle maúrùf nähiyedendir. Æarìø-ı
Naøşibendiyyenüñ şey∆-i kebìri ve ~a◊ret-i Şey∆ Emìr Bu∆ärìnüñ pìridür. Maøbùl-i dergäh-ı İläh ve
ism-i şerìfleri úAbdulläh İlähìdür. Riväyet iderler ki zamän-ı cevänìde ta≈´ìl-i úilme meş˚ùl iken
∆ä≠ırlarına seyr-i viläyet-i úAcem däõiyesi müstevlì olup bu hevä ile diyär-ı `orasana çıøduøda
Mevlänä Tùsì ≈u◊ùrında úulùm-ı ®ähireye meş˚ùlken Ÿät-ı melekiyyü’´-´ıfätına bir ≈älet-i úacìbe gelüp
úäteş-i şevø u ceŸbeden ≈aräret ˚alebe ider. Hemìn úinäyet-i Rabbänì räh-ı saúädete rehber ü hädì olup
bì-i∆tiyär ol aradan ≠urup Bu∆äräya gider ve anda varup `¥äce Bahäõüddìn Naøşibendìnüñ mezär-ı
münìrlerine teveccüh-i täm ile müteveccih olup ol ≈a◊retüñ rù≈äniyyetlerinden úälem-i veläyete
yetişmişler ve úälem-i maúnåda anlara irmişlerdür. Taf´ìli bu icmäle ´ı˚maz ve ol ≈älet-i müşähedenüñ
≈äli øìl ü øäle gelmez. [...] Tekmìl-i leväzım-ı sülùk-ı ≠arìø ile mükemmel olduødan ´oñra meşäyı∆-ı
≠arìø-ı Naøşibendiyyeden niçe şey∆-i kirämiye ve ~a◊ret-i úAbdurra≈män Cämìye müläøì olup yine
Rùma úavdet itdükde ma≈rùsa-i İstanbulda fa∆rü’s-sädät Seyyid Bu∆ärì ~a◊retlerini seccäde-i ∆iläfetde
øäõim-i maøäm na´b idüp kendüler ber-sebìl-i teferrüc Rùmiline gitdiler. Vardar Yenicesi dimekle
meşhùr şehrde temekkün itdiler. Hicretüñ sekiz yüz ≠oøsan altısında dünyädan ä∆ırete intiøäl itdiler.
Mezär-ı şerìfleri ve merøad-ı münìfleri el-än ol øa´abada úälì ziyäretgäh ve ol diyäruñ ehline ≈äcetgäh
olmışdur. [...] Zädü’l-müştäøìn ve Necätü’l-ervä≈ tesmiye olunur risälesi ve maøälesi vardur. Meyän-ı
muta´avvıfada maøbùl ü muúteberdür.”33
Şakâyık’ta, Şeyh Abdullah İlâhî’nin ilim tahsili için geçtiği merhaleler şu biçimde dile
getirilmiştir:
“Anadolu vilayetine bağlı Simav kasabasında doğmuştur. Hayatının ilk yıllarında dinî
ilimlerle meşgul olduktan sonra İstanbul’a gelerek Zeyrek Medresesine girdi. Molla Ali Tûsî’nin
İran’a göçmesi üzerine o da İran diyarına gitti. Onunla Kirman şehrinde karşılaştı. Ondan zahirî
ilimleri tahsil etti. Neden sonra bu ilimleri terk etme havası ağır bastı. Kitaplarını ateşte yakmaya niyet
etti. Bilahare fikir değiştirip suya atmayı düşündü. Bu ikisi arasında bocalayıp dururken yanına bir sufi
geldi. Şu kitap dışındakileri sat ve parasını da fukaraya dağıt. Bu kitap seni ilgilendiriyor, dedi. Sufinin
söz ettiği kitap tasavvuf büyüklerine ait risalelerden oluşuyordu. Bir süre sonra Semerkant’a gitmek
üzere yola çıktı ve orada Hak arifi Şeyh Hoca Ubeydullah Semerkandînin hizmetine girdi. Tarikat
terbiyesini onun yanında aldıktan sonra şeyhinin telkinine mazhar oldu. Onun işaretiyle Buhara’ya
gitti. Orada Şeyh Hâce Bahaeddin Nakşibend’in kabrinde itikafa girdi. Merhumun ruhaniyetinden de
feyiz aldı. [...] Bu itikafın ardından tekrar Semerkant’a döndü ve bir süre Hoca Ubeyd’in sohbetinde
bulundu. Daha sonra onun işaretiyle Anadolu’ya geçti. Yolda Herat’a uğradı. Orada Molla
Abdurrahman Câmî ve diğer Horasan şeyhlerinin sohbetlerinde bulundu. Yıllar sonra memleketine
dönerek orada yaşadı. Hâli her tarafta şöhret buldu. Alimler ve talipler etrafına toplandı. Kapısına
gelenler umduklarını bularak ayrıldılar. Şöhreti İstanbul’a kadar ulaştı. İstanbul uleması ve eşrafı
kendisini şehre davet ettiler. Ama Sultan II. Mehmed’in vefatına kadar buna icabet etmedi. Sultanın
ölümünden sonra memleketinde karışıklık çıktı. O da bunu vesile bilerek İstanbul’a geldi. Zeyrek
Camisi civarına yerleşti. Şehrin alimleri, talipleri ve eşrafı bir anda çevresine toplanınca iyice daralan
Şeyh İlâhî şehirden ayrılmaya meyletti. Tam bu sırada Emîr Ahmed Bey kendisine davet göndererek
sancakbeyi olduğu Vardar Yenicesine gelmesini rica etti. [...] Daveti kabul etti ve oraya göçtü. Vardar
Yenicesi’nde de talipler çevresini sararak kendisinden istifade ettiler. Hicrî 896’da bu beldede vefat
ederek oraya defnedildi.”34
Şakâyık’ta Şeyh Ebu’l-Hayr Muhammed el-Cezerî’nin ilmî seyahatlerine geniş bir yer
ayrılmıştır. Aktarıldığına göre H. 751’de Şam’da dünyaya gelen el-Cezerî 768 yılında yedi kıraati
öğrenmiş aynı hacca gitmiştir. Ardından 769’da Mısır diyarına gitmiş ve on kıraati, sonra on iki
kıraati, ardından da on üç kıraati öğrenmiştir. Oradan Şam’a geçmiş, el-Dimyatî ve el-Eberkuhî’nin
33
Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin), (Haz.: Rıdvan Canım), AKM Yay., Ankara 2000, s.
126-127. 393
34
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 205-206.
Oğuzhan ŞAHİN
talebelerinden hadis dinlemiştir. el-İsnevî ve diğerlerinden fıkıh tahsil ettikten sonra tekrar Mısır’a
dönmüştür. Orada usûl, meânî ve beyân ilimlerini tahsil ederek İskenderiyye’ye geçmiştir. Tahsil
hayatından sonra kıraat ilmiyle ilgili birçok talebeyi ders halkasına katmıştır. H. 793’te Şam kadılığına
atanmıştır. H. 798’de Mısır’daki mülklerine el konulması ve uğradığı haksızlıklar üzerine Anadolu’ya
geçerek Bursa ve civarında birçok öğrenciye ders vermiştir. H. 805’te Timur’un sebep olduğu büyük
fitne onu da etkilemiş ve Timur’la Maveraünnehir’e [Kiş şehrine] ve oradan da Semerkant’a
götürülmüştür. Buralarda da birçok talebe kendisinden kıraat okumuştur. Timur’un H. 807’de ölümü
üzerine el-Cezerî, Maveraünnehir’den çıkarak Horasan’a gelmiş; Horasan’dan Herat, oradan Yezd
şehrine ve oradan da Isfahan ve Şiraz’a geçmiştir. Şiraz’da da birçok öğrenci okutmuş ve Şiraz ile
çevresinin kadılığını istemeyerek de olsa yapmıştır. Şiraz’dan Basra’ya geçmiş ve orada bir müddet
kaldıktan sonra Mekke ve Medine’de ikâmet nasip olmuş ve 823 yılında Medine’ye yerleşmiştir.
Orada bulunurken Harameyn imamı kendisinden kıraat okumuştur.35
Esrar Dede Tezkiresinde kısa hayat hikayesi anlatılan Mevlevî şair Sâkıb Dede henüz
çocukluk döneminde iken fani dünyanın alayişine sırt dönüp, marifet pazarındaki hüner ve kabiliyete
müşteri olmuş ve ilk tahsilini etrafındaki ulemadan etmiştir. Sonrasında Fazıl Mustafa Paşa’ya intisab
ederek onun dairesindeki fuzalâdan aklî ve naklî ilimler ile Arapça ve edebiyat öğrenmiştir. Öyle ki
artık etrafta parmakla gösterilen bir kişidir. Edirne Muradiyesinde Seyyid Muhammed Dede’nin
hizmetlerinde bulunan Sâkıb Dede, bu kişi vefat edince seyahate çıkmaya karar vermiş etrafındaki
birtakım Mevlevîlerle Mısır’a gidip Siyâhî Dede’ye hizmet eylemiş ve ondan ilim tahsil etmiştir.
İstanbul’a dönerek bir müddet şiir ve inşa sohbetlerine katılmış ve sonrasında Mevlana dergahını
ziyaret için Sabuhî Dede ile Konya’ya gitmiştir:
“Bir u˚urdan feverän-ı tennùr-ı úaşø u ma≈abbet ser ü sämän-ı taúalluøät u ≠um≠uraøın rù-be-
deryä-yı sirişk-i isti˚räø idüp bì-zär-ı ≈änümän ve ser-geşte-i cän u cihän olarak sä≈il-i selämete revän
ve tä Edirne Murädiyyesinde dä∆il-i däru’l-emän ve mül≈aø-kerde-i gürù≈-ı pür-şükùh-ı ≈izb-i
Mevleviyän olmışlardur ki şeräre-i ferä˚ u tecerrüdlerinden inäre-i çerä˚-ı teferrüdlerine varınca
øadem-i ´ıdø u ´afä üzre mesned-nişìn-i ∆änøäh-ı mezbùr olan Neşä≠ì Dede cä-nişìni es-Seyyid
Mu≈ammed Dede ~a◊retlerinüñ ∆ıŸmet-i pür-bereketlerinde ber-pä ve baúde vefäti’l-mürebbì i∆tiyär-ı
seyä≈at-ı leyl ü nehär ve geşt ü güŸär-ı där u diyär ve temäşä-yı úacäyib-i ä§är-i `üdävendigär iderek
Nesìb Dede ve ~asìb Dede ve Lebìb Dede ve Vehbì Dede ve Müneccim A≈med Dede ve `andì Dede
ile maúan diyär-ı Mı´riyyede baøıyye-i esläf-ı zamänları olan ≠ä≈irü’l-istivä bä≈irü’l-iøtidä Siyähì Dede
~a◊retlerinüñ ∆ıŸmetine şitäbän ve bir zamän [...] ol nùr-ı siyäh-ı müntehä-yı menzil-gähdan peymäne-
i äb-ı ≈ayvän-ı úilm ü úirfän nùş idüp baúde zamänin ≠araf-ı İslambula úa≠f-ı úinän-ı úa®ìmet ve ˚av§ü’l-
enäm øu≠bu’l-eyyäm Cenäb-ı Dede ˙av§ì ∆ızmetinde dä∆il-i úaynu’l-cemú-i yärän olup Fa´ì≈ Dede ve
Näyì úO§män Dede ve Bäzärbaşı Na®ìm Çelebi ve anlar em§äli Däru’d-devle-i úaliyyede säkin şuúarä-
yı nämdär-ı i∆vän u ∆ullän ile ´o≈bet-i şiúr ü inşä üzre güŸerän-ı ezmän buyururlar iken säõiø-ı cäŸibe-i
Cenäb-ı Pìr ≠araf-ı ästäne-i Cibrìl-äşiyäneye keşän olma˚ıla çend nefer úärifän-ı i∆vän ve fä◊ılan-ı
yärän ∆u´ù´ä ™abù≈ì Dede gibi bir merd-i nädirü’l-aøränıla úäzim-i ≠arìøa-i sefer ü seyä≈at olup ≈attä
ol ävända söyledikleri eşúär-ı bedìúu’l-ä§ärlarından olmaø üzre bu ˚azel-i ∆oş-reftär §ebt-kerde-i
ceräyid-i nuøùl-i i∆vän-ı Ÿevi’l-ä§ärdur.”36
1.6. Seyahatin getirdiği zorluklar
Çok uzun yıllar süren bu seyahatlar esnasında talebeler açlık, hastalık, giyim kuşam sıkıntısı
ve yorgunluk çekmekteydi. On beş yaşında seyahata başlayan Ebû Hâtim er-Râzî’nin çektiği sıkıntılar
tabakat metinlerine şu şekilde yansımıştır:
“İlk çıktığım seyahat yedi yıl sürdü. 1000 fersahtan fazla yürüdüm, sonra saymayı bıraktım.
Bahreyn’den çıkıp Mısır’a kadar yürüdüm, sonra yaya olarak Suriye’ye gittim. Ramallah’tan Şam’a,
Şam’dan Antakya’ya, Antakya’dan Tarsus’a geçtim ve oradan Humus’a geri dönüp Rakka’ya gittim
ve oradan da Irak’a gitmek üzere gemiye bindim. Bütün bunları yaptığımda henüz yirmi yaşımda bile
değildim. [...] 829’da sekiz ay Basra’da kaldım; karnımı doyurabilmek için teker teker giysilerimi, en
sonuncusuna kadar satmak zorunda kaldım. Her şeye karşın bir yol arkadaşımla beraber hocaları
dolaşmaya devam ettim. Bir gün arkadaşım yanımdan ayrıldığında açlığımı bastırmak için sudan
35
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 54-55.
36
Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, (Haz. Dr. İlhan Genç), AKMB Yay., Ankara 2000, s. 81-83.
394
Biyografik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler
başka hiçbir şeyim kalmamıştı. Ertesi gün beni almaya geldi ve ben daha da acıkmış bir halde derse
gittim. Gün sonunda midem öyle kazınıyordu ki artık dayanamıyordum. Bu nedenle ertesi sabah her
zamanki gibi beni almaya geldiğinde ona şu itirafı yapmaktan kendimi alıkoyamadım: ‘Sana eşlik
edecek gücüm kalmadı.’ Bunun nedenini sordu ve ben de cevap verdim: ‘Daha fazla
gizleyemeyeceğim, iki gündür hiçbir şey yemedim.’ O zaman bana dedi ki: ‘Üzerimde iki dinar kaldı,
al biri senindir.’ Ondan bir dinar aldım ve Basra’dan çıktık. [...] Medine’den ayrıldığımız gün gemiye
binmek için el-Câr’a gittik. Ama zıt yönden esen rüzgâr denize açılmaya elverişli değildi. Orada üç ay
beklemek zorunda kaldık. Sonunda sabrımız tükendi ve karayolundan gitmeye karar verdik. Günlerce
yiyecek ve içeceğimiz tükenene kadar yürüdük. Bütün bir gün hiçbir şey yemeden ve içmeden
yürüdük. İkinci ve üçüncü günler de bunu sürdürdük. Üçüncü günün akşamı öylesine tükenmiştik ki
yere yığılıverdik. Ertesi gün yola büyük güçlükle çıkabildik. Üç kişiydik: ben, Horasanlı bir şeyh ve
Mervli Ebû Züheyr. Yürümeye daha fazla dayanamayıp bitkinlikten yere ilk yıkılan şeyh oldu. Onu
kaldırırken baygın olduğunu gördük. Onu düştüğü yerde bırakıp yolumuza devam ettik. Bir fersah
ilerde bu kez ben yığıldım. Sonradan arkadaşımdan öğrendiğime göre, o uzakta demir atmış bir gemi
görene kadar tek başına devam etmiş. [...] Onlar da yardımına gelip su vermişler. Gidip iki arkadaşıma
da yardım edin [demiş.] Bir adamın yüzümü suyla ıslattığını sonra da içmem için su verdiğini
hatırlıyorum. Tayfalar daha sonra şeyhin yardımına koştular. Bize o kadar iyi davrandılar ki gücümüzü
toparlayıncaya kadar günlerce onların arasında kaldık.”37
Açlık ve yorgunluğun yanı sıra gündüz hocaların derslerini takip edip, gece “okutma icazeti”
alınmak istenen kitabın mum ışığında kopyasının çıkarılması için çalışma gereği, ilim taliplerinin
gözlerine mal olabilmektedir:
“Bilgiye talip olduğum dönemde, büyük bir kentte kalırken oraya büyük bir hoca geldi. Onu
dinleyebilmek için kalış süremi uzattım. Ülkemden uzaktaydım ve geçim olanaklarım azalmaya
başlamıştı. Zaman yitirmemek için hiç ara vermeden çalışmaya koyuldum; geceleri hocanın kitaplarını
kopya ediyor, gündüzleriyse bir gece önce kaydettiğimi hocadan dinliyordum. Bir gece oturmuş bir
yazmayı kopya etmekle uğraşıyorken birden görüşüm bulandı. Ne kandili ne de odamın duvarlarını
görebiliyordum; beni ailemden ayıran uzaklığa ve bilgi alanında kaçıracaklarıma ağlamaya başladım.
O gece o kadar çok ağladım ki sonunda tükendim. Bir yana dönüp yattım. O zaman düşümde bana
niye ağladığımı soran Peygamber’i gördüm. Ona cevap verdim: ‘Ey Allah’ın resulü. Göremiyorum ve
senin sünnetini artık öğrenemeyeceğim düşüncesi kalbimi sıkıyor. Ayrıca beni ülkemden uzaklaştıran
ayrılığa da ağlıyorum.’ Beni dinledikten sonra yanına yaklaşmamı söyledi ve elini gözlerime sürdü.
[...] Gecenin ortasında uyandığımda yeniden görmeye başladığımı sevinçle anladım. Hemen
kopyaların başına yeniden oturdum ve yazmaya devam etmek için kandile yaklaştım.”38
Seyahatin taliplere çektirdiği eziyetlere bir örnek de Şeyh Abdüllatif Makdisî’nin
yaşadıklarıdır. Makdisî yolculuğunun ilk gününde at üstünde uyumak zorunda kalmıştır:
“Sonra Bursa’ya gittim. Yolculuğun ilk günü atımın üstünde uyurken birinin şöyle dediğini
işittim: ‘Marifet ehli seni bekliyor, acele et.” Çevreme bakındım, ama kimseyi görmedim. Bursa’ya
vardığımda Şaban ayının ilk günüydü.”39
1.7. Seyahatin etkileri ve sonuç
Christoph K. Neumann, Evliya Çelebi Seyahatnamesi üzerine yaptığı tetkiklerin birinde
kendisinin de ilginç bulduğu bir durumla karşılaşır. Dönemin padişahı IV. Murâd bu iyi yetişmiş
gence [Evliya Çelebi’ye] “bir takım” kitap bağışlar. Aradan beş yıl geçtikten sonra Evliya Çelebi
seyahata çıkmaya karar verir. Babası Derviş Zıllî oğluna veda ederken “bir takım” kitap da kendisi
hediye eder. Şaşılacak nokta şurasıdır ki gerek padişahın Evliya Çelebi’ye bağışladığı kitaplar, gerekse
Derviş Zıllî’nin hediye ettiği kitaplar hemen hemen aynı türdendir. Hatta bunlardan bazıları her iki
liste de ortaktır. Sanki hediye edilen bu kitaplar taşra medresesine atanmış bir müderrisin işini görecek
niteliktedir.40 C. Neumann haklı olarak şu soruyu aklımıza getirmektedir: “Acaba koskoca Osmanlı
37
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 84-85.
38
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 88.
39
Taşköprülüzâde, Şakâyık, s. 82.
40
Christoph K. Neumann, “Üç Tarz-ı Mütalaa”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, İletişim Yay., Sayı 1, Bahar 2005, s. 53-
55.
395
Oğuzhan ŞAHİN
mülkünde başka verilecek kitap mı yoktu ki gerek padişah, gerekse Derviş Zıllî, Evliya Çelebi’ye aynı
türden kitapları hediye etti?”
Olaya şu açıdan bakılabilir mi acaba? Evliya Çelebi o yıllarda hâlâ ilim tahsili çağındadır. O
dönem için müderrislerin tedris ettiği ders ve kitaplar bellidir. Dolayısıyla IV. Murâd kendisine
herhangi bir ilim talebesine verilecek kitapları bağışlamıştır. Derviş Zıllî’nin ise kitapları oğluna
bağışladığında Evliya Çelebi seyahat arefesindedir. Seyahata çıkmak demek zaten ilme yelken açmak
demektir. Yani Evliya Çelebi yine ilim tahsil etmek durumundadır ve hediye edilmesi beklenen
kitaplar yine o dönemin revaçtaki kitapları olacaktır.41 Tabiî bu bir iddia değil, basit bir tahminden
ibarettir.
Birçok kişinin aynı yolu teperek aynı kültür merkezlerine ulaşması, oradan aynı hocalardan
aynı ders ve kitapları okumaları, hocalarından aldıkları icazetle aynı şeyleri döndükleri yerlerde
kendilerinin de tekrarlaması İslâm aleminde “ortak bir bilgi” ve “alim tipi” oluşmasını sağlamıştır.
Yani seyahat İslâm toplumunda ortak bir bilgi ve insan tipi vücuda getirmiştir:
“Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar gerek Danişmendliler, Artuklular, Saltuklular,
Mengücekler ve Anadolu Selçukluları, gerekse Beylikler devri ilim ve fikir hayatının besleyici
kaynağından birisi Mâverâünnehir, Harezm ve Horasan oldu. İkincisi ise Irak, Suriye, Mısır ve
Hicaz’dan oluşuyordu. Yukarıda adları sayılan devletlerin zamanında Anadolu’da fikir hayatını
canlandıran simalar tahsillerini burada tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek tedris ve telif
faaliyetlerine başladılar. Bu sebeple Anadolu’daki ilim ve fikir hayatı söz konusu mekteplerce
oluşturuldu.”42 Tüm bunların dışında seyahatin şu etkilerinden de bahsetmek mümkündür:
1) Bilim çevrelerinde ilim tahsili için dolaşan talebe ya da alimler aynı zamanda kendi
aralarında entelektüel düzeyde bir etkileşim sağlıyor ve bu sayede ilmî gelişmeleri takip ederek
aralarında mütalaa ediyorlardı.
2) Kitap alım-satımı, tutulan kitapların kopyalarını çıkarıp satma da doğrudan ilim için terk-i
diyar etmiş talebe ve alimlerle doğru orantılı idi.43
3) Aynı türden eserler haşiye, şerh, talika, terceme, telhis gibi farklı isimlerle yeniden yazıldı.
4) İslam topraklarında çeşitli yerler ön plana çıktı. Buralarda Basra, Kûfe, Hicaz gibi
mektepler (ekoller) oluştu. Bu şekilde isim yapan yerler karınca sürüsü gibi ilim heveslisi çekti.
5) Bilgi ve icazet, usta çırak ilişkisindekine benzer şekilde bir silsile ile hocadan talebeye
geçti.
6) Bu ilmî yolculuklar mu’cem, fihrist, ilm-i tabakat, tercüme-yi hal ve siyer gibi türlerin
oluşmasına doğrudan etkide bulunmuştur.44
KAYNAKÇA
Ay Resul, “Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler”, Tarih
ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, İletişim Yay., Sayı 3, Bahar 2006.
Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer es-Sühreverdî, Avârifü’l-Me’ârif Tercümesi (Tasavvufun
Esasları), (Haz.: H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz), Erkam Yay., İstanbul 1990.
Ebu Zekeriyyâ Muhyiddîn Yahyâ İbn Şeref en-Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn Tercümesi, (Terc.:
Salih Uçan), Arslan Yayınları, İstanbul 1989, Cilt 3.
41
Aslında bu durum günümüz için de düşünülebilir: Üniversite seçme sınavına hazırlanacak bir aday için de kitaplar, hemen
hemen aynı konular etrafında dönen test kitaplarıdır.
42
Ahmet Yaşar Ocak, “İbn Kemal’in Yaşadığı XV. ve XVI. asırlar Türkiyesi’nde İlim ve Fikir Hayatı”, Osmanlı Sufiliğine
Bakışlar, Makaleler-İncelemeler içinde, Timaş Yay., İstanbul 2011, s. 45-46.
43
Ay, Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin Seyahati: Talebeler, Alimler ve Dervişler, s. 31.
44
Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat, s. 211-212. Tabakat ilminin gelişimi için bkz. Akif Kireççi, “Arap Dünyasında
396 Biyografi Geleneği”, Mustafa İsen Adına Uluslararası Sempozyum Klasik Türk Edebiyatında Biyografi Bildirileri (Nevşehir
6-8 Mayıs 2010), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2011, s.441-447.
Biyografik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler
Esrar Dede, Tezkirete-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, (Haz. Dr. İlhan Genç), AKMB Yay., Ankara
2000.
İsen Mustafa, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, AKMB Yay., Ankara 1994.
İsmail Ankaravî, Minhâcu’l-Fukarâ (Fakirlerin Yolu), (Hazırlayan: Saadettin Ekici, Meral
Kuzu), İnsan Yay., 3. Baskı, İstanbul 2011.
Kireççi Akif, “Arap Dünyasında Biyografi Geleneği”, Mustafa İsen Adına Uluslararası
Sempozyum Klasik Türk Edebiyatında Biyografi Bildirileri (Nevşehir 6-8 Mayıs 2010), Atatürk
Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2011.
Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ (İnceleme-Metin), (Haz.: Rıdvan Canım),
AKM Yay., Ankara 2000.
Mirzâ-zâde Mehmed Sâlim Efendi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, (Haz. Adnan İnce), AKMB Yay.,
Ankara 2005.
Neumann Christoph K., “Üç Tarz-ı Mütalaa”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, İletişim
Yay., Sayı 1, Bahar 2005.
Ocak Ahmet Yaşar, “İbn Kemal’in Yaşadığı XV. ve XVI. asırlar Türkiyesi’nde İlim ve Fikir
Hayatı”, Osmanlı Sufiliğine Bakışlar, Makaleler-İncelemeler içinde, Timaş Yay., İstanbul 2011.
Taşköprizâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, (Mütercim: Kemâleddîn Mehmed Efendi),
İkdam Matbaası, İstanbul 1313.
Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevzuatü’l-Ulûm (İlimler Ansiklopedisi), (Sadeleştiren:
Mümin Çevik), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1975.
Taşköprülüzâde İsâmuddîn Ebu’l-Hayr Ahmed Efendi, Osmanlı Bilginleri, Eş-Şakâiku’n-
Numâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, (Çev. Muharrem Tan), İz Yayıncılık, İstanbul 2007 .
Touati Houari, Ortaçağda İslam ve Seyahat, Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi,
(Çev.: Ali Berktay), YKY, İstanbul 2004.
397
Oğuzhan ŞAHİN
Şakâyıku’n-Numâniyye
Ahmedî Kahire
Sâlim Tezkiresi
Mevzûâtü’l-Ulûm
Gazne, Bağdat,
canib-i Hind, Mekke-Medine,
Sagânî Yemen, (tekrar) Bağdat,
(tekrar) canib-i Hind, (tekrar) Bağdat
Fârâbî Yemen
398
Biyografik Metinlerde Yüceltme İmgesi: İlmî Seyahatler
Şakâyıku’n-Numâniyye
399
Akrabalık Yönüyle Diyarbakırlı
Dîvân Şairleri
Doç. Dr. Ahmet TANYILDIZ
Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Diyarbakır
ahmettanyildiz@gmail.com
ÖZET
Diyarbakır stratejik konumu sebebiyle tarih gelişmesine katkıda bulunmuştur. Öte yandan
boyunca siyaset ve yönetimin sayılı merkezlerinden çeşitli vesilelerle Diyarbakır’da bulunmuş kültür ve
biri olmuş ve bu durum tabiî olarak şehirde üst sanat adamları da Diyarbakır’ın irfân meclislerini
düzeyde bir kültür ve edebiyat muhîtinin oluşmasına renklendirmişlerdir. Diyarbakır şairlerini kapsayan
zemin hazırlamıştır. Osmanlı coğrafyasındaki sayılı müstakil ve hacimli eserlerde şairlerin akrabalık
merkezler arasına girmeyi başaran Diyarbakır’ın yönleri de dikkat çekmektedir. Bu çalışmada
edebî muhitlerinde şiirin ve şairin mâhiyeti de Diyarbakırlı veya Diyarbakır’da yaşamış Dîvân
ilgi çeken bir konu olagelmiştir. Kaynaklara göre
şairlerinin akrabalık yönleri incelenecek, şehrin bir
sayısı yüzleri bulan şairleriyle başlı başına bir edebî
çeşit şairler şeceresi oluşturulmaya çalışılacaktır.
geleneğe sahip olan bu şehrin bağrından çıkardığı
devlet adamı, mutasavvıf, âlim şairler tüm Osmanlı Anahtar Kelimeler: Dîvân Edebiyatı Geleneği,
coğrafyasına yayılıp ilim, tasavvuf, kültür ve sanatın Diyarbakır, Akraba Şairler
Ahmet TANYILDIZ
M. 639 yılında Hâlid bin Velîd tarafından fethedilen Diyarbakır, XII. yüzyılın başlarına kadar İslâm
kültür, sanat ve edebiyatının önemli merkezlerinden biri olmuş (İsen, 2010: 344), Artuklu, Akkoyunlu, Safevî
ve Osmanlı hâkimiyetlerinde de bu özelliğini devam ettirmiştir. Diyarbakır, Osmanlı hâkimiyetine geçtiği
tarih olan 1515 senesinden itibaren eyâlet merkezi yani ‘Paşa Sancağı’ olmuştur (Yılmazçelik, 2000: 235).
Şehir, İslâmiyetin Anadolu coğrafyasına ulaşıp yayılma sürecinde bir giriş kapısı olmanın yanı sıra Türklerin
Anadolu’ya akınlarında da merkezî noktalarından biri hâline gelmiştir. Bu sebeple İslâmî dönemde başta
Akkoyunlu Devleti ve Osmanlı Devleti olmak üzere yaklaşık ön üç devletin veya boyun kültürel izlerini
Diyarbakır’da bulmak mümkündür.1
Diyarbakır’ın konum açısından stratejik öneme sahip olmasının doğal bir sonucu da klâsik Türk
edebiyatının temeli sayabileceğimiz kimi kültür öğelerine ve eserlerine kaynaklık etmiş olmasıdır. Örneğin
Klâsik edebiyatımızın belâgat alanındaki ilk eseri kabul edilen Kitâbu Câmi’u’l-Envâ’u’l-Edebi’l-Fârsî adlı
eserin müellifi Şeyh Ahmed el-Bardahî, Diyarbakırlıdır. Alî Emîrî’nin ifadesiyle ‘bu kitâbın bir kıymetdârlığı
da Yavuz Sultân Selîm Hân Hazretleri’nin Âmid şehrini feth ü teshîr buyurmalarından on dört sene mukaddem
yazılmış olmasıdır ki şehr-i mezkûrun o târihden daha evvelki Türkçesiyle edebiyât-ı Osmâniye’nin duhûlünden
sonra hâsıl olan farka bir mikyâs olduğundan lisânımıza pek büyük taalluk ve münâsebeti vardır.’ (Alî Emîrî,
1325: 67) Genel çerçevede bâriz farklar bulunmamasına rağmen zaman, mekân ve kültürel bağlam açısından
çeşitlenmesi muhtemel iki devletin edebî gelenekleri Diyarbakır’da mezc olmuş biçimdedir.
Osmanlı döneminde Diyarbakır, eyâlet statüsünde olduğu için paşa valiler tarafından idare edilmiştir. Bu
durum kültür ve sanat zenginliğini beraberinde getirmiş, gerek yöneticiler gerekse etrafindaki memur kesimi
çoğu zaman kişisel meziyetleriyle şehrin edebî renkliliğine ve kültür geleneğine katkıda bulunmuşlardır.
Şehirde mevcut edebî birikim, devlet ricâlinin katkısıyla artmaya devam etmiştir.
Osmanlı sahasında başından son döneme kadar yazılmış şuarâ tezkirelerinde Diyarbakır’a nispet edilen
Dîvân şairi sayısı kırk civarındadır. Bu rakama göre Diyarbakır İstanbul, Bursa, Edirne ve Konya’dan sonra
en çok Dîvân şairi yetiştiren beşinci şehirdir (İsen 2010: 303). Genel şuarâ tezkireleri hâricindeki bu şehre
ait biyografi kaynaklarında (Alî Emîrî, 1328; Beysanoğlu, 1996; Korkusuz, 2004) Diyarbakır’daki Dîvân şairi
sayısının çok daha fazla olduğu görülmektedir.2
Beysanoğlu’nun verdiği bilgilere göre sadece XIX. yüzyılda yazma veya matbu dîvânı/dîvânçesi bulunan
25 Dîvân şairi bulunmaktadır. 17 şairin şiirleri ise ya kaybolmuş ya da dîvân şeklinde tertip edilmediği
mecmûalarda ve şahsî deterlerde saklı kalmıştır (Erdoğan, 2001: 91-92) (Adı geçen şairler ve eserleri için
bk. Beysanoğlu, 1996: 238-376).
Şehirdeki edebî muhîtlerin oluşmasına ve gelişmesine katkı sunan şairlerin tamamının Diyarbakırlı
olmadığı âşikârdır. Bu bakımdan hayatının belli bir müddetini veya çoğunu Diyarbakır’da geçiren Dîvân
şairlerini bu çerçeveden ayrı tutmamak icap eder. Nitekim çalışmamızdaki tasnilerde şairlerin aslî
memleketleriyle beraber sanat ve edebiyat hayatlarının Diyarbakır merkezli olup olmadıkları da dikkate
alınmıştır.
Konuyla ilgili eski ve yeni eserlerden ortaya çıkan tabloya göre Diyarbakırlı veya Diyarbakır’da yaşamış
Dîvân şairlerinin akrabalık yönlerini şöyle tasnif etmek mümkündür:
Diyarbakırlı/Diyarbakır’da yaşamış devlet erkânı olan Dîvân şairleri
Diyarbakırlı/Diyarbakır’da yaşamış din adamı ve mutasavvıf Dîvân şairleri
Diyarbakırlı/Diyarbakır’da yaşamış ilim erbâbı Dîvân şairleri
1 Hısn-ı Keyfâ Artukluları, Mardin Artukluları, Harput Artukluları, Meyyafarıkıyn Eyyûbîleri, Hısn-ı Keyfâ Eyyûbîleri,
Bitlis Atabeyleri, Ahlat Atabeyleri, Diyarbakır Atabeyleri, Sutaylar, Selçuklular, Akkoyunlular, Safevîler, Osmanlılar
(İsen 2010: 345).
402 2 Alî Emîrî’nin Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid’inde (1. Cild) seksen civarında şair ele alınmışken (Alî Emîrî, 1328) Şevket
Beysanoğlu’nun eserinde (1. Cild) bu sayı iki yüze ulaşmaktadır (Beysanoğlu 1996).
Akrabalık Yönüyle Diyarbakırlı Dîvân Şairleri
Görev süresinin önemli bir kısmını Diyarbakır’da geçiren, şehrin kültür ve mimarisine katkıda bulunan
Çerkes İskender Paşa’dan sonra soyundan gelenlerin bir kısmı Diyarbakır’a yerleşmiş ve İskender Paşa-zâde
olarak tanınmışlardır. Bu aileden yetişen şairlerden biri de son dönem Dîvân şairlerinden Râif mahlaslı
Yûsuf Bey’dir (ö. 1888) (Alî Emîrî 1328: 335-336). Kaynaklarda Çerkes-zâde unvanıyla anılan Mehmed (ö.
1747) isimli bir şair daha vardır. Şair Mehmed’in babası Çerkes-zâde Yûsuf Efendi, onun da babası Çerkes-
zâde Mustafâ-yı Âmidî olarak kayıtlıdır. Ancak kaynaklarda Mehmed’in Çerkes İskender Paşa soyundan
geldiğine dair herhangi bir veri yoktur (Beysanoğlu, 1996: 203; Güner , 2003: 52).
Diyarbakır dışından gelip bu şehre yerleşen ve temsilcilerinin ilmî/tasavvufî hayatını burada devam
ettirdiği önemli bir aile de Azîz Mahmûd-ı Urmevî’nin soyundan gelenlerdir. Şu anda İran sınırları içinde
Batı Azerbaycan Eyaleti olarak bilinen ve Tebriz’in batısında yer alan Urmiye şehrinden Diyarbakır’a göç
eden kudretli Nakşbendî Şeyhî Azîz Mahmûd-ı Urmevî ve ailesi şehrin tasavvufî ve edebî birikimine katkıda
bulunmuştur. Oğlu İsmâil Çelebi, torunu Ahmed Çelebi, yeğeni Resmî (Açıkbaş Mahmûd Efendi), damadı
Molla Çelebi ve sülalesinden gelen Mustafa Çelebi şair kimliği olan şahsiyetlerdir. Soyundan gelenler hâlen
Azizoğulları veya Azizmahmutoğlulları olarak bilinmektedir. Kaynaklardaki bilgilere göre (Erdoğan 1998;
Korkusuz, 2004: 88-98; Güner 2003: 53) ailenin sanat ve edebiyatla ilgili temsilcilerinin tablosu aşağıdaki
gibidir:
403
Ahmet TANYILDIZ
Diyarbakır menşeli olup temsilcilerinden bir kısmının dışarıda yaşamış olduğu köklü bir aile de Gülşenî
ailesidir. Gülşenîlerin en meşhur ismi ve Gülşeniye Tarîkatı’nın kurucusu olan Seyyid İbrâhîm Gülşenî
Diyarbakır’da doğmuş, eğitim ve tasavvuf terbiyesi için Mısır’a gitmiş, orada Gülşeniye Tarîkatı’nı tesis
etmiştir. Kendisinden sonra gelen çocukları/halîfeleri Mısır başta olmak üzere çeşitli merkezlerde onun
görüşlerini yaymışlardır.
Diyarbakırlı şairleri ele alan kaynaklarda İbrâhîm Gülşenî’nin soyundan gelen şairler de geçmektedir.
Bunun dışında Gülşeniyye Tarîkatı’na mensup bazı şairler de kimi zaman Gülşenî soyundan
gösterilebilmektedir. Örneğin Alî Emîrî’nin (Güner 2003: 36) ve Şevket Beysanoğlu’nun (1996: 84-86)
İbrâhîm Gülşenî’nin oğlu olarak gösterdiği Za’fî, Gülşeniye Tarîkatı’na bağlı olmakla beraber İbrâhîm
Gülşenî ile nesebî bir yakınlığı yoktur. Alî Emîrî’nin ve Beysanoğlu’nun bahsettiği kişi Za’fî Mehmed değil,
Gülşenî’nin oğlu Muhammed olmalıdır. Bu karışıklık ilgili bir doktora tezinde düzeltilmiştir (Adak 2006:
16-20).
Gülşenî soyundan gelen diğer mutasavvıf şairler ise Hayâlî (Kiremitçi 2001), Seyyid Hasan (Macit, 2012:
194), Hâletî (Altunel 1988) ve Gülşenî’nin torunu olan Ârifî’dir. Alî Emîrî, Ârifî’yi Gülşenî’nin hemşîre-zâdesi
olarak tanıtırken (Güner, 2003: 37) Tahsin Yazıcı Ârifî’nin, İbrâhîm Gülşenî’nin kızı ile Dervîş Mehmed
Çelebi’nin oğlu, yani Gülşenî’nin torunu olduğunu belirtmektedir (1991: 371). Gülşenî soyundan gelen
şairlerin şeceresi aşağıdaki gibidir:
404
Akrabalık Yönüyle Diyarbakırlı Dîvân Şairleri
Gülşenî-zâdeler tablosunda son dönem şairlerinden iki Bekir ismi bulunmaktadır. Her iki ismin aynı kişi
olma ihtimaline karşı kaynakların verdiği bilgileri mukayese etmek yerinde olacaktır. Bekir isimli şairlerden
ilki Alî Emîrî’nin söz ettiği Rûşenî mahlaslı Gülşenî-zâde Bekir Bey’dir. Doğumu tarihi 1244/1829 olarak
verilmektedir. Hacı Sâlih Ağa’nın oğludur. Ölüm tarihi kayıtlı değildir (Alî Emîrî 1328: 416-417). Diğer Bekir
adı ise Tezkire-i Meşâyıh-ı Âmid’de geçmektedir. Gülşenî-zâde Ahmed Efendi’nin anlatıldığı kısımda Ahmed
Efendi’nin ağabeyi Bekir Gülşenî’nin iyi bir âlim ve şair olduğu vurgulanmaktadır. Tezkire-i Meşâyıh’ta Şeyh
Ahmed Efendi’nin doğumu 1871 olarak gösterilmiştir (Korkusuz 2004: 60). Eğer Alî Emîrî’nin bahsettiği
Rûşenî Bekir, Şeyh Ahmed Efendi’nin ağabeyi olarak düşünülürse doğum tarihleri arasında yaklaşık kırk
sene fark çıkmaktadır. İki kardeş arasında kırk senelik yaş farkı olamayacağı düşünüldüğünde iki ismin
farklı şairler olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Diyarbakır’ın ilim ve sanatla iç içe olan meşhur ailelerden biri de Emîrî-zâdelerdir. XVII. yüzyılın önemli
şairlerinden Mehmed Emîrî-yi Âmidî soyundan gelen şairler silsilesi Alî Emîrî’ye kadar gelir. Alî Emîrî
anne tarafından da sanat ve kültüre duyarlı bir aileye mensuptur. Dayıları Fethî ve Abdî şairdir. Ayrıca üvey
annesinin babası Mustafâ Safî ile yine üvey annesinin biraderi Fâik de şiirle haşir neşir olan kişilerdendir.
Alî Emîrî’nin sık sık üstâd-ı ekremim diyerek tavsif ettiği hocası Mehmed Şa’bân Kâmî Efendi Tezkire-
yi Şu’arâ-yı Âmid’de (1328: 65) ve çoğu kaynakta büyük amcası veya akrabası olarak geçer (Aksakla 1984:
105; Beysanoğlu, 1996; 359; Hayber 1996: V; Güner 2003: 5). Esâmî-yi Şu’arâ-yı Âmid’de Mehmed Şa’bân
Kâmî Efendi’nin babası Hoca Ahmed, onun da babası Şeyh Mahmûd-ı Hasankeyfî olarak bildirilmektedir.
Bu durum, Alî Emîrî ile akrabalığı kesin olan Kâmî’nin Emîrî-zâdeler şeceresinde nereye konulacağı
meselesinde ihtiyatlı olmayı gerektiriyor. Alî Emîrî merkezli oluşturduğumuz tablo aşağıdaki gibidir3:
405
3 Alî Emîrî’nin aile şeceresine ilişkin diğer bir çalışma için bkz. Gençboyacı, 2012: 228.
Ahmet TANYILDIZ
Cehdî, Süleymân Nazîf Efendi, Saîd Paşa, Süleymân Nazîf, Fâik Alî gibi Dîvân edebiyatı ve Servet-i
Fünûn edebiyatının önemli temsilcilerinin mensup olduğu aile de Diyarbakırlıdır. Aileden bazı isimler
Diyarbakır dışında yaşamıştır. Diyarbakırlı Seyyid Kasım Efendi soyundan gelen bu şair ailenin tablosu
aşağıdaki gibidir:
Diyarbakırlı olup çeşitli sebeplerle ülkenin başka şehirlerinde yaşamış olan bir başka aile de Üryânî-
zâdelerdir. Âlim ve mutasavvıf Üryânî Ahmed Efendi’nin soyundan gelen Abdullah Efendi ve çocukları
İstanbul Kadısı Mehmed Vâhid Efendi, Kazasker Mehmed Azîz Efendi ve Fatma Necîbe Hanım şiirle
ilgilenen şahsiyetlerdir. Mehmed Vâhid Efendi’nin oğlu Hayrî’nin kaynaklarda şiirleri mevcuttur:
XVIII. yüzyılın önemli şairlerinden olan Lebîb-i Âmidî ve onun soyundan gelenler de Diyarbakır’ın
sanat ve edebiyatına katkıda bulunan ailelerdendir. Lebîb’in torunlarından Mehmed Saîd (Fâiz), Subhî
Efendi ve Refî’-i Âmidî4 de şairdir.
406 4 Alî Emîrî, Refî’-i Âmidî’nin bir mahlasının Gayyûr, diğer mahlasının da Kâlâyî olduğunu belirtmektedir (Güner 2003:
42-43). Beysanoğlu’nda bu tarzda bir bilgi bulunmamaktadır (1996: 252-254). Ayrıca son dönem çalışmalarında Refî’-i
Âmidî ile Refî’-i Kâlâyî’nin farklı kişiler olduğu belirtilmiştir (Alpaydın, 2007: 3-5; 10-11).
Akrabalık Yönüyle Diyarbakırlı Dîvân Şairleri
Kaynaklarda çeşitli şairlerin mensûbu olduğu belirtilen köklü ailelerden biri de Şeyh-zâdeler’dir. Şeyh-
zâde ailesinin neseben nereye uzandığını tespit etme imkânı bulunamamakla beraber kaynaklarda bu aileden
gelen üç farklı şair gurubu tespit edilmiştir. İlki Diyarbakır’ın yetiştirdiği meşhur paşalardan olan şair Hafîd
İbrâhim Paşa’nın mensup olduğu ailedir. Kaynaklar Hafîd’in Şeyh-zâde olduğu konusunda hemfikirdirler.
Şeyh-zâde ailesine mensup gösterilen diğer şair Hacı Bekir Bey’dir. Üçüncü gurup ise Diyarbakır’ın meşhur
kadin şairleri Hadice İfet Hanım ve Sırrî Râhîle Hanım ile Sırrî Hanım’ın oğlu Mehmed Emîn Bey’den
oluşmaktadır. Bu aile, anne (Fatma Hanım) tarafından Şeyh-zâde’dir:
Diyarbakır’da edebî kültürün yerleşip gelişmesinde köklü ailelerin katkısı göz ardı edilemeyecek
kadar önemlidir. Bunun yanında şehrin önde gelen âlim ve sanatkârları hocalık vazifesi de icrâ ettikleri
için nüfûzlu ailelerin çocuklarını eğitmişlerdir. Diyarbakırlı şairlerin yetişmesinde aile faktörü kadar önemli
olan bu tedris-tederrüs faaliyetleri neticesinde hat, mûsıkî ve edebiyat alanlarında meşhur birçok isim ortaya
çıkmıştır. Bunun yanında Diyarbakır’da şu’arâ meclisi tarzında oluşturulan edebî topluluklar da mevcuttur.5
Hocalık yoluyla veya edebî meclis zemininde yapılan faaliyetler şehrin kültürel hayatını zenginleştiren
etkenlerdendir.
Öteden beri Diyarbakır’da hocalığı ile meşhûr olan şahsiyetler arasında Küçük Ahmed-zâde Ebubekir
Efendi (Beysanoğlu, 1996: 222), Muslihiddîn-i Lârî (Beysanoğlu, 1996: Ahmed Paşa, Derviş Paşa ve Mehmed
Paşa maddeleri; Güner 2003: 55); Hâfız Bulak Âgâh-ı Semerkandî (Beysanoğlu, 1996: Hâmî, Mücîb ve
Ümnî maddeleri; Güner 2003: 10) ve Mehmed Şa’bân Kâmî Efendi (Alî Emîrî, 1328: 65; Beysanoğlu, 1996;
358-359) gibi isimler bulunmaktadır. Fikir vermesi açısından Mehmed Şa’bân Kâmî Efendi’nin rahle-yi
tedrisinden geçen şairleri şöyle gösterebiliriz:
5 Örneğin İdris Kadıoğlu, Âgâh-ı Semerkandî önderliğinde Diyarbakır’da oluşturulan ‘Encümen-i Dâniş’ tarzındaki bir 407
edebî topluluğun varlığından bahsetmekte, bu topluluğun Diyarbakır’daki âlim, şair ve fâzılları bir araya getiren bir
akademi mâhiyetinde olduğunu belirtmektedir (Kadıoğlu, 2010: 36).
Ahmet TANYILDIZ
Yukarıda şecereceleri verilen şairler dışında kaynakların akrabalık açısından değindiği diğer isimler
aşağıdaki tabloda sıralanmıştır. Bu şairlerin bir kısmı her ne kadar şair kimliği taşımayan neseplerden gelmiş
gibi görünseler de en azından edebî kültüre aşina olan bir aile ortamında yetişmiş kişiler olduğu açıktır:
1 Seyyid Nesîmî
(Kardeşi) Handân (Jülîde-mûy)
2 Şöhretî (Haydar) (ö. 1605)
(Oğlu) Nâzükî (Şöhretî-zâde) (ö. 1650 civarı)
3 Mustafâ Efendi
(Oğlu) Tâlib (Mehmed) (ö. 1707)
4 Fetvâ Emîni Mansûrî-zâde Ahmed Efendi
(Oğlu) Mücîb/Râcih/Kemâl (ö. 1726)
5 Kâtib Osman Efendi
(Oğlu) Hâmid (Halîl) (ö. 1830)
6 Remzî (Mehmed) (ö. 1812)
(Remzî’nin Oğlu) Tâib (Mehmed Tâhir) (ö. 1857)
(Tâhir Tâib Efendi’nin Oğlu) Vehbî (Abdülvehhâb)
7 Pîrânî Ömer Efendi
(Torunlarından) Mehmed Efendi Oğlu Sa’îd (ö. 1844)
8 Şeyh Mustafâ Efendi
(Oğlu) Fâik (ö.1845)
9 Mütî Alî Efendi (Oğlu) Lutfî (Mes’ûd) (ö. 1847) (Ziya Göklap’in anne tarafından dedesi)
SONUÇ
İslâm kültürünün egemenliğine girdikten sonra siyaset, kültür ve sanat merkezi olma niteliği daha da
belirginleşen Diyarbakır, Osmanlı Devleti döneminde kudretli paşaların valilik yaptığı stratejik bir eyalet
merkezi hâline gelmiştir. Bu özellik şehre kültürel bir hareketlilik kazandırmış; ilim adamı, din adamı,
sanatkâr ve şair kimliğiyle nice şahsiyetin yetişmesine vesile olmuştur. Bu çalışmada biyografik kaynaklardan
hareketle Diyarbakır merkezli Dîvân şairlerinin akrabalık yönleri değerlendirilmiş, elde edilen verilerden
yola çıkarak bu şehirdeki ilim/irfan merkezlerinde yetişen veya dışarıdan gelip şehrin kültürüne katkıda
bulunan şahsiyetlerin birçoğunun toplumun münevver kesimini temsil eden kültür ve sanata meyilli
ailelere mensup olduğu sonucuna varılmıştır. Nitekim şehrin köklü aileleri kültür ve sanatın taşıyıcısı
konumunda olmuş, aile bireyleri arasından dîvân/dîvânçe veya diğer türlerde eser sahibi şairler çıkmıştır.
Şehirdeki kültürel ve edebî gelişimin önemli sebeplerinden biri de şehirdeki medreseler ile ilim ve edebiyat
meclisleridir. Hoca-öğrenci veya usta-çırak ilişkilerinin kaynağı olan bu mekânlar da en az köklü ailelerin
varlığı kadar şehrin kültürü için değer arz etmiştir.
KAYNAKÇA
ADAK, Abdurrahman (2006) Za’fî-i Gülşenî (Hayatı, Eserleri, Edebi Şahsiyeti ve Divanının İncelenmesi),
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara.
ADAK, Abdurrahman (2012) Ali Emiri’nin Gözüyle Diyarbakırlı Şairler, İstanbul: Kent Işıkları Yayınları.
AKSAKLA, Ali (1984) “Ölümünün 60. Yılında Kitap Dostu Alî Emîrî Efendi”, Türk Kültürü, C XXII, S 250,
s. 105-108.
ALPAYDIN, Bilal (2007) Refî’-i Kâlâyî Dîvânı (İnceleme, Metin), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
Alî Emîrî (1325) “Âmid Şehrinin Akkoyunlular Zamanındaki Şi’r ü İnşâ ve Evzân u Arûzuna Bir Nümûne”,
Âmid-i Sevdâ, S 5, 16 Nisan 1325.
Alî Emîrî (1328) Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid, Birinci Cild, Dersa’âdet: Matba’a-yı Âmidî.
ALTUNEL, İbrahim (1988) Hâletî-i Gülşenî (Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni),
Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya.
BEYSANOĞLU, Şevket (1996) Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (Birinci Cilt), Ankara: San Yayınları.
ERDOĞAN, Kenan (1998) “Seyyid Azîz Mahmûd Urmevî, Urmevîlik ve Bilinmeyen Bir Eseri: Baba Kelâmı”,
BİR Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi (Prof. Dr. Kemal ERASLAN Armağanı), S 9-10, s. 211-225.
ERDOĞAN, Kenan (2001) “Said Paşa Divanı’na Göre XIX. Yüzyıl Divan Şiirinde Görülen Bazı Değişmeler”,
Selçuk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S 9, s. 83-106.
409
Ahmet TANYILDIZ
EKMEKÇİ, Güneş (2009) “16. Yüzyıl Diyarbakırlı Divan Şairleri”, I. Sosyal Bilimler Genç Araştırmacılar
Sempozyumu, 23-24 Mayıs 2009, Diyarbakır.
GENÇBOYACI, Melek (2012) “Diyarbakır’dan İstanbul’a Alî Emîrî Efendi”, Şarkiyat İlmi Araştırmalar
Dergisi, S VII, s. 210-247.
GÜNER, Galip; Nurhan Güner (2003) Alî Emîrî-Esâmî-i Şu’arâ-yı Âmid, Ankara: Anıl Matbaası.
HAYBER, Kasım (1996) Tezkire-yi Şu’arâ-yı Âmid, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek
Lisans Tezi, Kayseri.
KADIOĞLU, İdris (2005) Diyarbakırlı Lebîb Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvânı, Malatya: Dicle
Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Yayınları.
KADIOĞLU, İdris (2010) “Diyarbekir Encümen-i Dâniş’inin Üstâd Şairi Âgâh ve Devrindeki Şairler
Üzerindeki Etkisi”, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (DÜSBED), Yıl 2, S 4, s. 35-45.
KİREMİTÇİ, İnci (2001) Hayâlî-i Gülşenî Divanı Üzerine Bir İnceleme, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Afyon.
KONUR, Himmet (2000) İbrâhim Gülşeni: Hayatı, Eserleri, Tarikatı, İstanbul: İnsan Yayınları.
KORKUSUZ, M. Şefik (2004) Tezkire-i Meşâyıh-ı Âmid, İstanbul: Kent Yayınları.
KORKUSUZ, M. Şeik (2007) Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, İstanbul: Kent Yayınları.
MACİT, Muhsin (2012) “Osmanlı Kültür ve Sanatında İbrahim Gülşenî’nin İşlevi”, Bilig, S 60, Kış 2012, s.
193-214.
YAZICI, Tahsin (1991) “Ârifî Fethullâh Çelebi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C 3, s. 371-373.
YILMAZÇELİK, İbrahim (2000) “Osmanlı Hâkimiyeti Süresince Diyarbakır Eyaleti Valileri (1516-1838)”,
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi “Fırat University, Journal of Social Science”, C 10, S 1, s. 233-287.
410
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşini
Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
Prof. Dr. Kemal TİMUR
Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Diyarbakır
kemaltimur@hotmail.com
Kemal TİMUR
1. Dîvânu Lugati’t-Türk
Dîvânu Lugati’t-Türk adlı bu eser, Kaşgarlı Mahmut tarafından Bağdat’ta 1072-1074 yılları arasında
yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Bir de Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olup, Batı Asya yazı Türkçesiyle
ilgili var olan en kapsamlı ve önemli bir dil yapıtı ve aynı zamanda bir “divan”dır.1
Bu önemli kitap, 1910’a kadar adı bilinmekle birlikte nerede ve nasıl bir eser olduğu hakkında fazla bilgi
yoktu. İşte bu eseri ilk ortaya çıkaran büyük kitap aşığı, ilim ve kültür sevdalısı olan Alî Emîrî Efendi’dir.
Alî Emîrî Efendi, Abbasi Halifesine sunulmak üzere Bağdat’ta 1072-1074 yıllarında Kaşgarlı Mahmut
tarafından yazılan bu muhteşem eseri, sahalarda Dîvânu Lugati’t-Türk olduğu bilinmeden satılırken, fark
etmiş ve satın alarak Türk kültür hayatına kazandırmıştır.
Aslında, Alî Emîrî’nin kitabı buluşu ve daha sonra yayınlanışı, roman, öykü ve tiyatrolara konu olacak
güzelliktedir. Şimdiye kadar bu eserin bulunuş sahaları konusunda birçok bilgi olmakla birlikte onu
öyküleştiren ve romanlaştıran bir esere rastlamadım.2 Ancak bildiğim kadarıyla bu eserin bulunuş öyküsünü
ilk defa tiyatrolaştıran Diyarbakırlı bir kadın yazar olan Esma Ocak olmuştur. Onun bu güzel tiyatrosunu
da onunla ilgili yaptığım çalışmada ilk defa yayınlamış bulunmaktayım.3 Bu tiyatroda da vurgulandığı gibi,
Ziya Gökalp ve Talat Paşa’nın kitabın yayınlanmasına yaptıkları tiyatral katkı çok ilginç diyaloglarla ortaya
konmuştur. Diyarbakırlı bir şair ve yazar olan Alî Emîrî Efendi, Dîvânu Lugati’t-Türk adlı kıymetli eseri
bulup tanıttıktan sonra onun üzerine birçok çalışma yapılmıştır.4 Ancak bu kısa olan bildirimizde bunlar
üzerinde durmayacağız.
Burada, Alî Emîrî Efendi’nin bu kıymetli eserini ilk defa tiyatrolaştıran ve Ziya Gökalp ile akraba
olan, altı öykü, altı roman kitabı kaleme alan, Ziya Gökalp’ın de özel yaşamını kızından dinleyerek adeta
öyküleştiren, lise eğitimini evliliğinden dolayı bırakmak zorunda kalan, yazmış olduğu bir öyküsü “Berdel”
olarak sinemaya aktarılan, ancak bütün bunlara rağmen pek de tanınmayan, Diyarbakırlı bir kadın yazar
olan Esma Ocak üzerinde duracağız. Ayrıca onun Dîvânu Lugati’t-Türk adlı tiyatrosunu da yazımızın
sonunda aktarmaya çalışacağız.
2. Esma Ocak
Berdel yazarı Esma Ocak, 1928 yılında Diyarbakır’ın kocaman avlulu, havuzlu, bahçesi güller, çiçeklerle
dolu, duvarlarına sarmaşıklar tırmanmış bir evde dünyaya gelir. Çocukluğu o evde geçer. Gece oturmasına
gelen misafirlerin, özellikle de yaşlı hanımların anlattıkları, birbirinden ilginç masalları, fıkraları, manili
atışmaları, babasının bir çırpıda yazıp kendilerine okuduğu esprili dörtlükleri dinleyerek büyümüştür.
Bahar-yaz aylarını Dicle Nehri üzerindeki dedelerinden kalma Erdebil ve Ağuludere köşklerinde geçirmiştir.
Günleri, kocaman çınar ağaçları, salkım söğütleri, böğürtlen kümeleri ve her türlü meyve ağaçlarının
bulunduğu mekânlarda geçer. O, aynı zamanda havuzlarda yüzen, mehtaplı gecelerde Dicle kıyısında
düzenlenen sazlı-sözlü âlemlere de tanıklık etmiştir.5
Küçük Esma, okuma yazmayı beş yaşında sökmeye başlar. Önce mahallede eski usul hocaya gönderilir.
Mahallenin kadın hocası Azize Hanım’dan Kur’an-ı Kerimi öğrenirken bu ilk eğitiminden pek memnun
değildir. Gitmemek için dirense de annesinin baskısıyla gitmek zorunda kalır. O dönemdeki hocaların
baskıcı tutumundan şikâyet ederken, bazı çocukların falakaya yatırılışını ise bizzat müşahede eder. Bunların,
çocukluk psikolojisini çok etkilediğini vurgular. Yapılanları kınar ve tenkit eder. Küçük yaşta hafızasının
kuvvetli olduğunu, birçok şeyi ezberlediğinden de söz eder. Bir röportajında türküler, yöresel deyişler ve
1 http://www.tdkterim.gov.tr/dlt/?kategori=divan
2 Muhtar Tevikoğlu, onun bu eseri buluş hikâyesini “Bir Kitabın Romanı” başlığıyla verir. (TEVFİKOĞLU, Muhtar, Alî Emîrî Efendi,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989, s. 71)
3 Timur, Kemal, Berdel Yazarı Esma Ocak Hayatı ve Eserleri, Akademik Kitaplar Yayınları, İstanbul 2012, s. 426-439.
4 Bu eser üzerine, hem sanal ortamda hem de kitap, tez, makale, bildiri olmak üzere birçok çalışma yapılmıştır. Bu konuda Türk Dil
Kurumunun Web sayfasındaki şu adrese bakılsa bile bu konunun ne kadar genişçe araştırıldığı anlaşılır: http://www.tdkterim.gov.tr/
412 dlt/?kategori=kasgarli2%E2%80%9D.
5 Güneydoğu Life Dergisi, Sayı 14, Ocak-Şubat 2008, s. 48.
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
destanlar hariç, ezberinde en az üç bin tane şiir olduğunu söylemiştir.6 Mahalle hocasından alınıp yeni
açılmış olan Cumhuriyet mekteplerine gitmek için sabırsızlandığını, hocadan alınırken kendisi için annesi
tarafından yapılan geleneksel törenden ibretle bahseder. Sonunda Cumhuriyet Mektebine olan sevgisi
gerçekleşir ve mahalle hocasından alınıp, özellikle babasının yardımlarıyla, yeni açılmış olan mektebe kaydı
yapılır. Şiire ve edebiyata tutkunluğu bu yıllarda, yani küçük yaşlarda başlar. Henüz ortaokulda iken roman
yazmaya girişecek kadar edebiyatla ilgilidir ve yazma denemelerinde bulunur. 1958 tarihinde babası Şahap
Bey vefat ettiğinde Esma Ocak 30 yaşındadır. Annesi Şevkiye Hanımefendi’yi ise 1969’da kaybeder.
Esma Ocak, biraz da annesinin baskısıyla görücü usulüyle akrabalarından Baha Bey’le evlendirilir.
Sevgili eşinin de karşı çıkmasıyla lise ikinci sınıta çok sevdiği okulu bırakmak zorunda kalır. Ancak eşiyle
mutlu bir evlilik hayatı sürdürürler. Yani evliliğinden pişmanlık duymaz. 1950’li yıllarda eşi ve çocuklarıyla
Bismil’in Kazancı Köyü’ne giderler. Bu yıllarda köyde traktör satın alıp Diyarbakır kırsalında makineli tarımı
ilk başlatan kişi kocası Baha Bey olmuştur. Köy ile şehir arasında mutlu bir yaşamları sürerken çok sevdiği
eşi amansız bir hastalığa tutulur ve Baha Bey 1960 tarihinde vefat edince kendisi henüz 32 yaşındadır. Esma
Ocak böylece genç yaşında üç çocukla yalnız kalır ve evin bütün geçim yükü ona kalır. Genç yaşta dul kalmış
bir kadın olarak köşeye çekilmek yerine hem kocasının köydeki işlerinin başına geçmiş hem de yeniden
yazmaya başlamıştır. Öyle ki o artık hem bir yazar, hem kibar bir kadın, hem de bir erkek cesaretiyle köy
‘Hanımağa’sı konumunda çitçilik yapacaktır.
3. Bir Hanımağa
Evet, Diyarbakır’ın Bismil ilçesinin Kazancı Köyü’nde cesur bir kadın ağadır Esma Ocak. Bir erkeğin
bile başaramayacağı çalışkanlıkla geniş olan arazilerinin ekimiyle meşgul olur. Traktör satın alır, tarlalarını
sürdürür ve çitçilik için ne yapılması gerekiyorsa onları yapar. İşçiler tutar, onların başında bir erkek gibi
bekler ve böylece köy işlerini eksiksiz yürütür. Bütün bunları yaparken, kadın olma nezaketini de hiçbir
zaman unutmaz. Diğer taratan kırsal kesim olan köy ve köylü hayatını, yöre insanını küçümsemeden
anlamaya çalışırken, onlarla birlikte yaşamını sürdürmeyi de başarır. Köy kadınlarının hayatlarını,
konuşmalarını, kıskançlıklarını, kocalarına karşı davranışlarını, örf ve adetlerini, dini inançlarını, yöresel
konuşmalarını, kısacası bütün bir yaşamı dışlamadan anlamaya ve anlatmaya çalışır. Esma Ocak için kırsal
hayatın içinde bulunmak, sohbet etmek, köy yaşantısını görmek ve onların yaşamlarını öğrenmek, neticede
ise hepsini o güzel ve yerel üslubuyla kaleme almak en çok zevk aldığı şeylerdendir.
Esma Ocak, köydeki evliliklerden, kız alıp vermelerinden, kız kaçırmalarından, erkek kadın ilişkilerinden
çokça bahseder. Bu ilişkileri onlardan dinler ve bunları pek sansüre tabi tutmadan olduğu gibi kaleme
almayı başarır. Yöre halkının hayatını realist bir gözlemle anlatmak için onların kıyafetlerini giyer, köy kadın
ve erkekleriyle görüşür, evlerine misafir olur, onları dinler ve duyduklarını ve müşahede ettiklerini olduğu
gibi satırlarına döker. Köye gelen göçmenleri, yani davar otlatmaya gelen göçerlerin çadırlarını bile büyük
bir cesaretle ziyaret edip durumlarını öğrenerek onları gerçekçi bir gözlemle yazıya döker. Eserlerinde kan
davası ve eşkıya konulu hikâyeleri anlattığı gibi bunların sebeplerini de bizzat bu olayları yaşamış kişilerden
dinleyerek doğrudan aktarmaya çalışır. Ayrıca köyden şehre gelirken yani Diyarbakır’daki evlerine dönerken
yolda karşılaştığı kişilerin hikâyelerini de dinleyerek kaleme alır.
Esma Ocak bu zorlu hayatı sürdürürken 1990’lı yıllardan sonra bölgede başlayan siyasi olaylardan
dolayı bir daha çitçilik yaptığı köyüne dönemez. Küçük meblağlarla, köydeki bütün arazisini satmak
zorunda kalır. Sonraki yıllarda kızının da oturduğu ve şehirden uzak olan Hamravat evlerinde yaşamını
sürdürür. Sağlığının elverdiği ölçüde yazmaya devam eder. Yetmiş beş yaşında öğrendiği bilgisayarla yazım
çalışmalarını sürdürürken hastalanır ve 26.05.2011 / 20:49 tarih ve saatte yaşama veda eder.7
6 TAĞIZADE KARACA, Nesrin, Edebiyatımızın Kadın Kalemleri, Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 117.
7 Esma Ocak’ın geçirmiş olduğu bütün bu zorlu hayatı, öyküleri, aşkları, kendisinin özel olarak yaşamış olduğu aşkların
hepsini onun hakkında yaptığımız çalışmada görebiliriz (Timur, Kemal, Berdel Yazarı Esma Ocak Hayatı ve Eserleri, 413
Akademik Kitaplar Yayınları, İstanbul 2012).
Kemal TİMUR
Esma Ocak’ın cenazesi Diyarbakır Ofis Camiinde namazı kılındıktan sonra sevenleri tarafından götürülürken çekilen bir haber
ve fotoğraf. Bu cenaze törenine katılmak bize de nasip oldu.
4. Edebiyat Merakı
Esma Ocak, ortaokulu babasının görevi dolayısıyla Mardin’de okur. O dönemde Mardin’de Lise olmadığı
için annesiyle birlikte Diyarbakır’a dönerler ve burada Ziya Gökalp Lisesine kaydı yapılır. Burada okurken
edebiyata olan ilgisini belirtir. En çok sevdiği ders Edebiyat dersi ve edebiyat öğretmenidir. Bu duygularını
şu şekilde dile getirir.
Çocukluğuyla barışmış, gurbet acılarını ardında bırakmış, edebiyat öğretmeni olmaktan başka şeyin
hayalini kuramayan bir genç kız olarak dönmüştüm Diyarbakır’a.
Birkaç okuyuşta ezberlediğim şiirlerin, hoşuma giden cümleleri içeren düz yazıları, türkü ve
şarkılarda söylenen sözlerin çarpıcı olanlarını çıkmamacasına belleğine kaydeden çalışkan bir talebeydim.
Ortaokuldayken yazıp okuduktan sonra beğenmeyerek yırtıp attığım sayfalar, zaman zaman beni kurduğum
hayallerin uzağına düşürüp, dünyalarımı yıkıyordu. Gelin görün ki, yatağına varma sabırsızlığıyla
fokurdayıp, taşan kaynaktan fışkıran bir su coşkusuyla, hafızamı zorlayan betimlemelerle, cümlelerle
sözcüklerin “Başaracaksın!” dercesine benliğimi dürtüklemesi, beni, ben olmaktan uzaklaştırıp, girdiği her
ortamdan sıkılan, huzursuz bir genç kız konumuna düşürmüştü. Bu azmış, yetmezmiş gibi, buluğ çağına
girmiştim. Boyum uzamış, göğüslerim, bacaklarım, kalçalarım dolgunlaşmış, tipim değişime uğramıştı.
Vücudumun gelişmesinden utanmakla beraber, fırsat buldukça odamdaki aynanın karşısına geçip, iyiden
iyiye güzelleşen yüzüme bakmaktan kendimi alamıyordum. Çocukluktan genç kızlığa geçişin içindeyken
karışık, güller çiçeklerle dolu yolunda nefes nefese bir aceleyle yürümeye çalışıyordum... Yürürken de,
esrarengiz bir bilgelikle yediği dut yapraklarını ipeğe dönüştürme uğraşı veren ipek böceği misali, örmeğe
başladığı kozanın içinde değişime uğrayan kelebeğin sabırsızlığına eş bir sabırsızlıkla ördüğüm kozanın
cıdarlarına çarpıp, durmaktan başkasını yapamayan o yetenekli kurtçuğa benzetiyordum kendimi.
Düş gücüm zaman zaman duygularından boşanan bir küheylan serkeşliğiyle adı “edebiyat” olan o göz
kamaştırıcı alana doğru dizgin boşaltıyordu. Menziline ulaşamayacağının hayal kırıklığı, ruhumu kuşatan
bulutlar gibi şimşeklere, yıldırımlara dönüşüp, kanatlarımı kırarak, kollarımı yanıma düşürüyordu.
Bu nasıl zorlu bir geçit, ne çetin bir ruh haliydi Tanrım!..
İyi ki, sılamıza dönmüştük. Onarılmış olan evimizin yeni eşyalarla döşenmesi, gruplar halinde gelen
yakın, uzak akrabalarla, ahbapların avdetimizden duydukları memnuniyeti dile getirmeleri, gözlerinde
414 okunan sevgi dolu samimiyet, başlamış olduğum liseye gidip gelmeler beni mutlu kılmakla beraber, kimlik
arayışı içindeki genç kızların atlatmak zorunda oldukları evrelerin karmaşası içinde yol alıyordum.
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
Edebiyat derslerinin olduğu günleri iple çekmeye başlamıştım. Sarsıntılar atlatmakta olan ruhum
Fuzuli’nin, Nefi’nin, Baki’nin, Nedim’in aruz vezniyle yazmış oldukları şiirleri ezberliyor, o satırların tılsımlı
kanatlarında göklere uçuyordum. Sınır tanımaz bir hayal gücüyle, ezberleme yeteneğine sahip olduğumdan,
Süleyman Nazif, Alî Emîrî, Ziya Gökalp gibi, Diyarbakırlı şairlerin şiirlerini de belleğime yerleştirip, onlar
kadar olmasa da, onlarınkine yakın düz yazılar, şiirler yazma hevesine kaptırıyordum kendimi.
Edebiyat derslerinde, anlamını bilmediğim kelimelerin açıklamasını yapan yaşlı öğretmenimle nedenini,
nasılını bilemediğim öyle bir bağ oluşuyordu ki, yüzüme çivilediği gözlerinden gözlerimi alamaz oluyordum.
Bu bağın sihirli sözcüklerden oluşan şiirlerin, aramızda kurduğu kontaktan kaynaklandığını kavrayacak
konumda olmamakla beraber, mutluluktan göklere uçuyor ve coşkulu bir ruh hali içinde masanın önüne
oturup, bir şeyler yazmaya başlıyordum. Yazdıklarımı okuduktan sonra, kaleme aldıklarımın hiçbir şeye
benzemeyen saçmalıklar olduğunu kavrayınca da, kalemimle kâğıtlarını yerlere saçıp, sessiz bir ağlama
tutturuyordum.8
415
8 Timur, Kemal, Berdel Yazarı Esma Ocak Hayatı ve Eserleri, s. 111-112.
Kemal TİMUR
Diyarbakır Nakibi ve Esma Ocak’ın kayın pederi Bekir Sıtkı Bey’in el yazması Kur’an-ı Kerim’i
Bilindiği gibi bu Ocak ailesi, Diyarbakır’ın ileri gelen ailelerindendir. Esma Ocak’ın kayın pederi ve
Diyarbakır Nakibi Bekir Sıtkı Bey, yaşadığı dönemin önemli bir devlet adamı ve aynı zamanda ilim sahibi
âlim bir şahsiyettir. Şeyh Sait ayaklanmasından sonra, o da Şeyh Sait ile birlikte idamla yargılanmış ancak
suçsuz bulunarak idamdan kurtulmuştur.
Eşini henüz genç yaşta kaybeden Esma Ocak bütün uğraşlarıyla birlikte üç çocuk dünyaya getirmiş
ve hepsini de önemli okullarda okutarak o konudaki görevini de başarıyla sürdürmüştür. Esma Ocak’ın
üç çocuğundan biri olan Nebihe Özbudak Hanımefendi, 15.3.1946 tarihinde doğar ve girdiği Öğretmen
Okulunu 1964 yılında bitirerek aynı yıl Öğretmen olarak Diyarbakır’da göreve başlayarak annesinin içinde
ukde olarak kalan öğretmenlik görevini adeta onun yerine yıllarca yapar. 2000 yılında yakalanmış olduğu
hastalık nedeniyle uzun süre tedavi görmüş ve 2002 yılının 22 Mart’ında bu dünyadaki hayata veda etmiştir.
Esma Ocak’ın vefakâr kızı Prof. Dr. Perran Toksöz’den biraz bahsetmek istiyorum. Çünkü annesiyle ilgili
yaptığım çalışmada çok yardımları oldu. İkinci çocuğu Perran TOKSÖZ Hanımefendi 15.10.1948 tarihinde
Diyarbakır’da hayata gözlerini açar. Evli ve iki çocuk annesi olan Perran Hanım başarılı bir eğitim öğretim
faaliyeti yürütür. İlköğrenimini 1954-1959 yılları arasında Diyarbakır’da tamamlar. Ortaokul ve Lise yılları
da yine Diyarbakır’da geçer ve 1959-1965 dönemlerini kapsar. 1966 yılında başladığı Yüksek Öğrenimini,
Hacettepe Üniversitesi, Ev Ekonomisi Yüksek Okulu’nda sürdürür ve burada okuduğu Beslenme ve
Diyetetik Bölümü’nden 1970 yılında başarılı bir öğrenci olarak mezun olur. 1972 yılında doğduğu şehrin
Üniversitesinde akademik hayata ilk adımını atan Perran Hanımefendi, Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda ve
“A Vitamini Tüketimi İle Trahom Arasındaki Etkileşimler” konusunda bir tez hazırlayarak 1976 tarihinde
doktorasını tamamlar. 09.11.1987 tarihinde “Beslenme ve Diyetetik Bilim Dalı”nda doçent olur. Sonraki
yıllarda da Dicle Üniversitesinde akademik çalışmalarını sürdürür ve 1993 tarihinde Profesörlük unvanını
alır. Akademik hayatıyla birlikte üyesi bulunduğu bazı dernek ve kuruluşlarda da aktif olarak görevler
üstlenir. İki çocuk annesi olan Perran Hanım, şu anda Dicle Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Başkanlığı görevini sürdürmektedir.
Esma Ocak’ın en küçük çocuğu İbrahim Ocak, 15 Nisan 1953 tarihinde Diyarbakır’da gözlerini hayata
416 açar. Diyarbakır Ziya Gökalp İlkokulu ve Diyarbakır Maarif Kolejinden mezun olduktan sonra Almanya’ya
gider. 1982 yılında Stuttgart Üniversitesinden, Uçak Yüksek Mühendisi olarak mezun olur. 1983 yılında
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
Wuppertal Teknik Akademisinde İşletme Master’i yapan İbrahim Ocak, aynı yıl Türkiye’ye dönerek
Diyarbakır’da güneş kolektörleri üreten Doğal A.Ş.yi kurar ve modern çitçilik ile uğraşmaya başlar.
Ne yazık ki bu ziyaretimizde Esma Ocak, ağır hastaydı ve söylediklerimizi, daha doğrusu konuşmalarımızı zorla
duyuyordu. Kendisi ise mırıldanarak konuşabiliyordu. Onun söylediklerinden biz de bir şey anlayamıyorduk.
Ancak onun hastalığına rağmen sevimli gülücüklerle bizlere bakışı onun nasıl bir hanımefendi yazar olduğunu
fazlasıyla anlatıyordu. Yine kızı Prof. Dr. Perran Toksöz Hanımefendi de bizleri çok kibar ve nezaketle karşıladı.
Annesinin birçok kitabını verdi bize. Esma Ocak’la ilgili üniversite olarak bir program yapma niyetimiz
vardı. Programı, onun hastalığından biraz kurtulduktan sonra yapmaya karar verdik. Ancak hastalığı gün
geçtikçe arttı ve dolayısıyla yazarımız hayatta iken, onunla ilgili bir program yapma niyetimiz gerçekleşemedi.
Bir gün, gelen bir telefonla vefat ettiğini öğrendim. Çok üzüldüm. Ancak bu üzüntümüz kaderin ona biçtiği
süreyi değiştirmiyor ve fazla bir şey ifade etmiyordu. Cenazesine katılma fırsatım oldu ve bu görevimi yerine
getirdim. Yakınlarından sadece kızı Perran Hanım’la tanıştığımızdan ona bir başsağlığı dileğinde bulundum
ve cenaze namazından sonra ayrıldım.
İşte Diyarbakırlı öykü yazarımız Esma Ocak hayatta iken bir şey yapamadım, bari ölümünden sonra
vefa borcumu yerine getireyim dedim ve bu düşünceyle onun hayatını, elde edebileceğim malzemelerle, en
azından kayıt altına alma düşüncesi bende oluştu. Küçük bir katkıda bulunmak istedim ve onunla ilgili bir
eser kaleme aldım. Bu konuda kızı Prof. Dr. Perran Toksöz Hanımefendi’nin de büyük katkıları oldu. Ona da
ayrıca çok teşekkür ediyorum.
Perran Hanım’dan, annesinin yazdığı eserleri aldıktan sonra kitapların kalınlığına bakarak ilk önce Berdel
dikkatimi çekti ve zevkle okumaya başladım, zevkle bitirdim. İşte o zaman, gerçekten Esma Ocak’ın hak ettiği
ilgiyi görmediğini ve ilgisizlikten şikâyetçi olmasında ne kadar haklı olduğunu anladım. Tabi bunun da sebepleri
olsa gerek. Belki bu da ilerde ayrı bir çalışma konusu yapılabilir. Esma Ocak’ın yeteri kadar tanınmadığını
vurgulayan ve onunla röportajından sonra tanıştığını vurgulayan Handan Çağlayan da onun yeteri kadar
tanınmaması konusunu kabul etmekte ve bunun sebeplerini, şu cümlelerle izah etmeye çalışmaktadır:
“Bir ayağı Diyarbakır’da bir kadın hakları aktivisti olarak kentin yetiştirdiği bu üretken kadından bir
tesadüf eseri öğrenene değin habersiz olma cehaletimi, yukarıda sözünü ettiğim “unutuş”a yormuş, söyleşiyi
de bunun bir özeleştirisi olarak yapmıştım. Sonra iki kitabı daha çıktı. Ama ne ulusal medyada söz edildi
Esma Ocak’tan ne de kent ölçeğindeki edebiyat etkinliklerinde… Geçen hata gerçekleştirilen ve Türkiye’nin
her yanından çok sayıda yazarı ağırlayan Diyarbakır Kitap Fuarında da Kırklar Dağı’nın Düzü’nün, Surlu
Kentin Sır Suyu’nun yaratıcısı Esma Ocak’ın adı duyulmadı, eserlerine ya da örneğin eserlerindeki Diyarbakır
imgesine dair bir panel düzenlenmedi. Kim bilir belki de bu iki katlı “unutuş”ta, Esma Ocak’ın ulusal anlatıların
hiç birine tam oturmamasının payı vardı. Ne modern Türk ulusal kimlik anlatısındaki kadın imgelerinden
birine tam olarak uyuyordu ne de Kürt kimlik anlatısındakilere. Okutulmamıştı, 15 yaşında görücü usulüyle
evlendirilmişti ama Batılı modern Cumhuriyetin eğitim/asimilasyon marifetiyle kurtaracağı “doğu kadını”
kalıbına sığmıyordu. Sınıfsal konumu ve bu konumundan da aldığı güçle, geniş arazileri yönetirken onlarca
edebi esere imza atmayı başarmış bir yazar olması buna engeldi.
Öte yandan her ne kadar kendisi ısrarla Türk olduğunu vurgulasa ve aslında gerek otobiyograik unsurlar
taşıyan öykülerinde gerekse de verdiği röportajlarda kendisini kişisel anlatısını tipik bir «Cumhuriyet kadını»
olarak kursa da, «modern Türk kadın yazar» nitelemesinin sınırları da onu kapsamamıştı. Diyarbakırlılığı,
Kürt sözlü edebiyatından beslenmişliği buna engeldi anlaşılan.
Gerek yukarıda bahsettiğim kişisel kimlik kurgusu, gerek sınıfsal konumu gerekse de muhtemelen
bunların her ikisiyle alakalı olarak Kürt hareketine mesafeli duruşu, yeni Kürt kimlik anlatısında da yer
bulmasına engel olmuştu.
O, bin bir meşakkatle Dengbejlerden derlediği Kürt destanlarına gençlerin ilgisizliğine anlam
veremiyordu ama kentin son derece dinamik güncel kültürel atmosferinde “hatırlanmama”sı bundandı.
Tıpkı Diyarbakır’a dair güncel imgelerin hiç birinde yer almaması ya da kentte kadına yönelik şiddete karşı
düzenlenen kampanyalarda Berdel’in yazarının tümüyle unutulmuş olması gibi.”12
418
12 ÇAĞLAYAN, Handan, Esma Ocak’la Unutmak ve Hatırlamak Üzerine” Ropörtaj, http://bianet.org/biamag/
kadin/130296.
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
evinin bir bölümü, eski Diyarbakır mimarisinin çok güzel özelliklerini taşır. Bu tarihi ev, her gün çok sayıda
yerli ve yabancı turist tarafından ziyaret edilir. Burası şu anda müzeye dönüştürülmüştür. Esma Ocak’ın
adının verildiği müzede eski ailelerin kullandığı etnografik eşyalar da sergilenmektedir.
Esma Ocak, sur içinde, eski bir Diyarbakır Evi’ni alıp, aslına uygun onararak müzeye çevirmiştir. Evin içinden bir görüntü.
420
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
8. Eserleri
1928’de Diyarbakır’da doğan Esma Ocak, hemen hemen bütün yaşamını da doğduğu kent Diyarbakır’da
geçirir ve orada yazım faaliyetlerini sürdürür. Aynı zamanda Diyarbakır Tanıtma Kültür ve Yardımlaşma
Vakfı’nın başkanlığını yapmıştır. Yine pek çok yazar örgütünün üyeliğini de üstlenmiştir. “Berdel” isimli
öyküsü Atıf Yılmaz tarafından filme alınmıştır. “Yeni Çardak” adlı hikâyesi ise tiyatroyla oyunlaştırılmıştır.
Kitap olarak basılan eserlerin sayısı toplam on üçtür. Aşağıda künyeleriyle vereceğimiz bu on üç eserin
altısı öykü kitabı, altısı roman, birisi ise biyografidir. Esma Ocak’ın bütün eserlerini künyeleriyle birlikte
yayınlanış sırasına göre şu şekilde verebiliriz.
1. OCAK, Esma, Berdel, 2. Baskı, Tekin Yayınevi, Ankara 1982, (Öyküler), (İlk baskı 1981’de Almanya’da
basılıp ayrıca Almancaya da çevrilmiştir)
2. OCAK, Esma, Kırklar Dağı’nın Düzü, Memleket Yayınları, Ankara 1982 (Öyküler).
3. OCAK, Esma, Kervan Servan, Dayanışma Yayınları, Ankara 1983 (Roman).
4. OCAK, Esma, Sara Sara, Memleket Yayınları, Ankara 1987 (Öyküler).
5. OCAK, Esma, Kuyudaki Ses, Ajans 21 Yayınları, İstanbul 1990 (Roman).
6. OCAK, Esma, Muş Gürcüsü Destanı, San Matbaası, Haziran 1991 (Roman).
7. OCAK, Esma, Surlu Kentin Sır Suyu, Diyarbakır, 1994 (Öyküler).
8. OCAK, Esma, Kadınlar Mektebi, Akşam Ofset ve Tipo Matbaacılık, Diyarbakır 1995 (Roman).
9. OCAK, Esma, Duvar İçindeki Diyar/Diyar-Be-Kir, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları,
İstanbul, 1998 (Tarihi Roman).
10. OCAK, Esma, Hasırcı Kuşu, Güneydoğu Ofset Matbaacılık, Diyarbakır, 2000 (Öyküler).
11. OCAK, Esma, Münire, Birharf Yayınları, İstanbul 2005 (Tarihi Roman).
12. OCAK, Esma, Bir Filozofun Özel Yaşamı Ziya Gökalp, Birharf Yayınları, İstanbul 2006 (Biyografi). 421
Kemal TİMUR
13. OCAK, Esma, İçerdeki Avcı, Diclem Sahaf Yayınları, İstanbul 2008 (Öykü Seçkisi).
kitabın karşısına geçip ölünceye kadar ağlamalıyım demişti. Nasıl reddedebilirdim? İkimiz de kaygılı ve
heyecanlıydık. Eve gelir gelmez işe koyuldum ve üç defa kitabı hatmettim formaları oradan kaldırıp buraya
koydum uymadı, başka yere götürdüm. Sözlerin uyumuna, konunun devamına baktım velhasıl kafa patlata,
uğraşa düzenledim, haddinden fazla düşündüm ama başarmıştım. Müjdeyi verdiğimde bir çocuk gibi
ağlayarak: “Bir de ben göreyim” dedi. Bir kere de kendisiyle okuduk; sonuçtan öyle memnun ve mutlu oldu
ki ellerime sarılarak: “Evim iki bölümden ibarettir Rifat. Bu hizmetine karşılık yarısını adına yaptıracağım,
kalk çabuk tapu dairesine gidelim demez mi?
ZİYA BEY - Gerçekten yapardı. Yanya’da ele geçirdiği bir kitabın ikinci cildine sahip olmak için Yemen’e
kadar giden âşığı, onu da yapardı.
RİFAT BEY - Mutlaka, ama ben: “Hanenizde daim olunuz efendim. Bana vereceğiniz en değerli mükâfat
bu şaheserin neşrine izin vermeniz olacaktır” dedim. “İnşallah o da olur fakat biraz sabrederseniz” dedi.
ZİYA BEY - Neden acaba?
RİFAT BEY - Ben Alî Emîrî Efendi’yi iyi tanırım. Bazı devlet büyüklerinin bu kitaba ilgi duyup el
atmalarını istiyor olduğunu sanıyorum.
ZİYA BEY - Hazinenin anahtarı senin elinde Rifat, ne yapıp ederek kitabı bastırıp Türklere armağan
edelim.
RİFAT BEY - Siz Talat Paşa’yla görüşüyor musunuz üstadım? Kendisine nazınız geçer mi yani?
ZİYA BEY - Elbette!
RİFAT BEY - Alî Emîrî Efendi, Talat Paşa’yı çok sever ve teklif ondan gelirse yok diyemez.
ZİYA BEY - Ben Talat Paşa’ya rica ederim. O kolay ama Paşa, Emiri Efendi’nin ayağına gitse olmaz. Onu
Babıâli’ye veya merkeze çağırsa o hiç olmaz. Bu buluşmayı sağlayacak bir mizansen oluşturmamız gerek.
RİFAT BEY - Bu mizanseni adliye nazırı İbrahim Efendi’den başkasıyla düzenleyemeyiz. Alî Emîrî
Efendi’yle birbirlerini çok severler. Bir akşam Alî Emîrî Efendi ile devlet büyüklerinden birkaçını itar
yemeğine davet etsin. Yapılacak olan tarihi ve edebi sohbetler esnasında değerinin büyüklüğü açığa çıkacak
olan Alî Emîrî Efendi’ye elinde hazineye benzer bir şaheserin bulunduğunu bildiklerini söyleyip…
ZİYA BEY - (Lafı ağzından alıp) Bu kitabı bastırma lütfunu Türk milletinden esirgememenizi rica
ediyoruz gibi sözler etsinler.
RİFAT BEY - Tam üstüne bastınız üstat.
ZİYA BEY - Kolay ve keyili bir çözüm yolu eve gider gitmez oyunu sahneye koymak üzere harekete
geçeceğim. Şimdilik selametle kal. (Çıkar, kendisine dış kapıya kadar eşlik eden Rifat Bey içeriye girerek
kitaplarını karıştırmaya koyulur. Hizmetli girip fincanları alır, masanın üstünü düzeltir ve çıkar. Az sonra
kapı çalınır, iki genç girer içeriye, birisi yaklaşarak):
GENÇ - Bir ricada bulunmak üzere değerli vakitlerinizi işgal etmiş bulunuyoruz efendim.
RİFAT BEY - Estağfurullah buyurun oturun.
GENÇ - Rahatsız etmeyelim hocam. Biz Diyarbekirliyiz. Üstadımız Alî Emîrî Efendi’yle çok yakın ve
sıkı ilişkinizin olduğunu söylediler. Müstedîm toplantılarınızdan birine katılmak suretiyle mutluluğa ermek
ve arkadaşımın bir müşkülünü gidermek amacıyla rahatsız etmiş bulunuyor, böyle bir şey mümkün olabilir
mi acaba? 425
RİFAT BEY - Elbette çocuklar neden mümkün olmasın. Salı günü akşamı teşrif edecek hemşerilerine
Kemal TİMUR
karşı ayrı bir muhabbet beslediğini söylememe endişenizi gidermeye kâfi gelir sanırım.
DİĞER GENÇ - Teşekkür ederiz. Çok teşekkür ederiz efendim. Bizi mutluluğa boğmuş olursunuz.
(Ellerini göğüslerine bastırıp başlarıyla selamladıktan sonra çıkarlar).
(Sahne karartılır)
İKİNCİ PERDE
(Masaya iki fincan konmuştur. Alî Emîrî Efendi parmakları yeleklerin cebinde tebessümle volta
atmaktadır. Rifat Bey elindeki cezveyle sahneye girer, kahveleri fincanlara boşaltırken)
ALİ EMİRİ EFENDİ - Hal ve hareketim hayretini mucip olmadı mı Rifat? Çok büyük bir başarı elde
ettim. Beni kutlayacak mısın?
RİFAT BEY - Nasıl kutlamam mirim. Cennetten haber almışçasına bir hal içindesiniz. Hayrola büyük
rütbeli bir memuriyete mi tayin edildiniz?
ALİ EMİRİ - Muvafakiyetimin yanında memuriyetin ne önemi olabilir Rifat. Öyle mükemmel bir
imkâna sahip oldum ki onun üstünde bir devlete ermek mümkün mü?
RİFAT BEY - Buyurup oturun, kahvelerimiz içerken sohbet edelim. (Geçip karşılıklı otururlar,
kahvesinden birkaç yudum alır).
ALİ EMİRİ - Dün gece adliye nazırı İbrahim Efendi beni Kosko’daki konağında itar yemeğine davet
etmişti. Gittim, öyle büyük bir saygı ve hürmetle karşılandım ki nasıl hareket etmem gerektiğini bilemedim.
Biraz sohbet ettikten sonra top attı, itar ettik. Sofrada benden başka kimse yoktu. Sıkılacağımı bildiği için
kimseyi çağırmamış, itardan sonra sohbetimiz sürüp gitti derken hizmetli ağası gelip Talat Paşa Hazretlerinin
teşrif buyurduğu haberini verdi. İbrahim Efendi hemen kalkıp karşılayarak oturduğumuz salona buyur
etti. Paşa yalnız değildi. Üç değerli zevatla birlikte gelmiş ama ben Talat Paşa’dan başkasını tanımıyorum.
İbrahim Bey onları bana, beni onlara tanıştırdı. Alî Emîrî adını duyunca başta Talat Paşa olmak üzere hepsi
birden ayağı kalktılar. Talat Paşa bana doğru iki üç adım attı ve: “Üstadı muhterem Divan-ı Lügat’i-Türk gibi
bir hazineye sahip olduğunuz müjdesini almış bulunuyorum huzurunuzda. Fikir yürütmeye utanırım fakat
yüksek müsaadelerinizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömürleri vardır. Bir kitap
binlerce sene yaşamaz. Onları yaşatmak eskiden kopya ettirmek suretiyle olurdu. Ama faydası çok sınırlı
olduğu için medeniyet tab usulünü icat etmiştir. Bu baskılar sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur,
yüz bin olur. Sahibi bulunduğunuz Divan-ı Lügat’i-Türk tasavvur edilemeyecek kadar önemli bir kıymete
haizdir. Onu bastırıp üzerine isminizi kaydettirmek suretiyle Türklük âlemine yayalım, cihan size minnettar
kalsın” dedi.
RİFAT BEY - Siz ne cevap verdiniz?
ALİ EMİRİ - Dîvânu Lugati’t-Türk’ün üzerine adımı yazdırmak gibi fikrimin olmadığını söyleyerek iki
şart ileri sürdüm. Bunlardan biri kitabın tashih ve tasnifini senden başkasına yaptırmamak, diğeri o süre içinde
kitabın hiç kimseye gösterilmemesini sağlamak. Çok memnun oldu. “Şartlarınıza harfiyen uyulacaktır. İzni
âlinizle matbaaya derhal kitabın tabı için dört mürettip tahsis etmelerini emrini vereceğim” dedikten sonra,
elân hangi vazifeyi ifa etmekte olduğumu sordu. Deterdarlıktan emekli olduğumu söyledim. “Sizin gibi
değerli ve bilgili bir zatın bu yaşta emekli olmasına gönlüm razı olmaz. Valilik mi? Deterdarlık mı? Şurayı
Devlet Azalığı mı? Nazırlık mı? Hangi vazifeyi tensip buyuracağınızı söyleyin tayininizi derhal yaptırayım”
dedi. Ben: “Milletime karşı yapmam gereken hizmeti yapıp kendi isteğimle emekliye ayrıldım. Ömrümün
426 geri kalan kısmını kütüphanemdeki kitaplarla baş başa geçirmek kararındayım. Lütfunuza teşekkür ederim”
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
dedim yaa! İşte böyle Rifat, iş sana düşüyor artık. Yarın gelip kitabı al ama şartlarıma uymak kaydıyla.
RİFAT BEY - Baş üstüne üstadım huzuru kalp ile eseri bana teslim edebilirsiniz, diyerek kitabı aldım.
(Kapı açılır İbrahim Macit’le arkadaşları girerler).
RİFAT BEY - Bu hemşerilerimiz Diyarbekir’den gelmişler. Zatı âlilerine birkaç parça dinletmek
maksadıyla kendilerini davet etmiş bulunuyorum.
ALİ EMİRİ - (Elini göğsüne bastırır) Hoş gelip sefalar getirdiniz. Bizi saz ve sözünüzle mazide yaşamış
olduğumuz o müstesna günlere doğru götürürseniz haddinden fazla memnun etmiş olursunuz.
İBRAHİM MACİT - İnşallah efendim. Memnun etmeye çalışacağız.
(Akort yaparlar, fasıl başlar, biterken sahne karartılır).
ÜÇÜNCÜ PERDE
(Rifat Bey’le iki genç sahnededir. Alî Emîrî Efendi girer, ayağa kalkarlar. Elini öptükten sonra gençler diz
çökük vaziyette yerdeki şilteye otururlar. Birinin elinde dosya vardır.)
RİFAT BEY - Bu genç hemşehrilerimiz zatıâlinizi tanımak ve bir maruzatta bulunmak maksadıyla
gelmiş bulunuyorlar efendim.
ALİ EMİRİ - Memnun oldum. Bir şeyler öğrenmek istemeleri hoşuma gitti. Allah ilerlemek istedikleri
yolda muvafak etsin.
GENÇ - Ben Diyarbekirliyim ve Darulmuallim’de okuyorum efendim. Hocam doğup büyüdüğüm şehir
Amid’le ilgili bir makale yazmamı emretti. Ben de zatıâliniz “Zenger Ahmet Efendi” isimli hikâyenizden
aldığım ilhamla bir şeyler yazmaya çalıştım ama götürüp muallimime göstermeye cesaret edemedim.
ALİ EMİRİ - Neden ötürü?
GENÇ - Üslubumun okuyucular tarafından tenkide uğrayacağından korktuğumdan ötürü efendim.
DİĞER GENÇ - Oysa çok mükemmel bir üslubu vardır üstadım.
ALİ EMİRİ - Bu yazdığın ilk makale mi olacak?
GENÇ - Evet efendim. Aslında hocam yazdıklarımı çok beğenir ama yazacağım makaleyi bir dergide
yayınlatacağını söyleyince büyük bir telaş ve heyecana kapıldım. İzn-i âliniz olursa metni huzurunuzda
okuyup eksiklerimi tamamlatmanızı rica edeceğim.
ALİ EMİRİ - Okumaya başlayın o halde.
(Genç dosyayı açar.)
GENÇ - Konuya şöyle girdim efendim:
Şehri Amid’de Vezir-zade Hasan Paşa’nın 1572-1575 yılları arasında yaptırdığı Hasan Paşa Hanı isimli
muhteşem bir han vardır. Biz Amidliler bu hana Diyarbekir’le İstanbul’u birbirine bağlayan köprü gözüyle
bakarız. Çünkü her kesimden sanat ehli, en ince zanaatla uğraşan mücevher usta ve şakirtleri, alıcılarıyla
satıcıları bu iki şehir arasında mekik dokuyup sanat, ilim ve kültür alışverişinde bulunurlar. Osmanı âli
devleti hudutları içinde Amid’le İstanbul’dan başka hiçbir vilayette mücevherat mesleğiyle uğraşan ustaya
rastlamak mümkün değildir.
ALİ EMİRİ - Hasan Paşa’nın o muhteşem hanı mücevherciler hanı, kapalı çarşıları da mücevherciler
427
çarşısı olarak yaptırdığını yazmış mısın?
Kemal TİMUR
gerdanlıklar, yakutlu zümrütlü bilezikler, yüzük ve küpeler hayranlıkla seyredilip hayretler içinde tetkik
edilmiş.14
ALİ EMİRİ - Zenger Ahmet Efendi’nin yapıp harman gibi camekânlarına yığdığı çeşitli ziynet
eşyalarının parıltısı içeriye düşen güneş ışıklarıyla kucaklaştığından çarşıya girenler nurdan yaratılmış başka
bir dünyanın ortasına düştükleri zannına kapılırlarmış. Elmas pırlanta parçacıklarını aklın alamayacağı bir
ustalıkla yan yana istileyip, taşların ışık kırılmalarını öyle girit bir şekilde ziynet eşyalarına dönüştürürmüş
ki, o takılar güneşe karşı tutulduklarında, başka bir güneşin doğduğu zannına kaptırırlarmış kişileri.
Diyarbekir’de öyle nadide ve benzersiz ziynet eşyaları üretmiş ki bu mükemmelliği yakalama hevesine
kapılan İstanbul kuyumcularından bir kaçı Amid’e kadar gelerek kendisinden bilgi edinmek gereğini
duymuşlar. Evet çocuğum devam et.
GENÇ - Zaman, üstün karakterli olgun ve sanata, zarafete ilgi duyan insanların zamanıymış.
Diyarbekir’e Sokullu-zade Derviş Paşa adında bir zat vali olarak tayin edilmiş. Zenger Ahmet Efendi’nin pes
dedirten mücevherciliği karşısında öylesine duygulanıp şaşkınlıklara düşmüş ki, uzak doğudan getirttiği
yığınla elmas, pırlanta, çok miktarda zümrüt, yakut, zebercet, firuze gibi değerli taşlarla külçelerle gümüşü
götürüp Zenger Ahmet Efendi’ye teslim ederek, dünya durdukça adının anılacağı bir sanat harikası imal
etmesi emir ve ricasında bulunmuş. Hiçbir iltifattan gurura kapılıp haddini aşma meyli göstermeyen
mücevherat ustası müthiş bir heves ve iradeyle işe koyulmuş. Öteden beri kafasında değerli taşlardan
bir cennet köşküyle cennet bahçesi taslağı tasarlarmış. Hayalini hakikate dönüştürme şansını yakalayışı
Zenger Ahmet Efendi’yi mutluluktan havaya uçurmuş. Derhal işe koyulup mücevherciler çarşısında
yeteneğini takdir ettiği şakirtlerden dördünü seçmiş. Hurdacılık işini yüklenerek zaman mekân tanımaz bir
heyecanla cennet köşküyle bahçesinin taslağını ortaya çıkarıp, yardımcılarıyla birlikte süslemeye başlamış.
Dikkat, zevk ve sabrın hudutlarını zorlayarak yapmaya çalıştığı cennet köşkünün içine oturttuğu taht, eşi
emsali görülmemiş bir manzara arz etmeye başlamış. Tahtı kucaklayan ağaçtaki yaprakların damarlarına,
meyvelerinin kabuk ve özlerine varıncaya kadar öyle mükemmel bir incelikle işlenmiş ki, meyve koparmak
niyetiyle parmaklarını uzatanlar, yapma olduklarını anladıktan sonra ellerini geri çekip şaşkınlıktan küçük
dillerini yutacak hallere uğramışlar. İstanbul’a kadar giden bu havadis, Bağdat’a tayin edilmiş olan Hasan
Paşa’yı Diyarbekir’e çekmiş. Gördükleri karşısında şaşkınlıklara düşüp afallayan Paşa, kuyumcu ustasını
hediye ve iltifatlara boğmuş ve bu dünya şaheserini hayalinden çıkarıp atması mümkün olmamış. Bir yıl
kadar sonra tamamlanmış olan cennet köşküyle cennet bahçesini bin bir ihtimamla Bağdat’a taşıtmış.
Valiliği süresince de bu suni köşkle bahçeyi gözü önünden ayırmamış. Fakat bu şaheser, Bağdat’ı işgal eden
Celali Deli Hasan’ın pençesine düşmüştür. İşte böyle değerli okuyucular. Diyarbekir Zenger Ahmet Çelebiyi
Amidi gibi nice sanat ehli kişiler, nice ilim, bilim adamı, nice ozan, ehl-i dil ve yazar yetiştirmiş mübarek bir
şehirdir (Başını kâğıttan kaldırır) cümlesiyle yazıma son noktayı koymuş bulunuyorum efendim.
(Metnin okunuşu süresince yüzünden tebessüm eksik olmayan)
ALİ EMİRİ - Tebrik ederim! Hoş bir biçimde kaleme alınmış. Söylediklerimi ilave ettikten sonra temize
çekip muallimine takdim et.
GENÇ - (Yanındaki dosyayı alıp mutlu bir çehreyle ayağa kalkar) Çok teşekkür ederim, sağ olun, var
olun efendim. (Alî Emîrî Efendi’yle Rifat Bey’in elini öperlerken sahne karartılır.)
DÖRDÜNCÜ PERDE
ZİYA BEY - (Gülerek girer) Tılsımı bozduk hazineyi ele geçirdik değil mi? Rifat, kitabı görebilir miyim?
429
14 Esma Ocak, Duvar İçindeki Diyar (Diyar-Be-Kir) adlı romanında da hem Hasan Paşa Hanı’ndan hem de Zenger
Ahmet Efendi’den genişçe bahseder.
Kemal TİMUR
RİFAT BEY - Başıma işler açmaya kalkışmayın üstadım. Alî Emîrî Efendi’nin öne sürdüğü şartı bilmez
gibi konuşuyorsunuz. Tasnif ve tashihini yapıncaya kadar atlattığım sinir bozukluğuyla sıkıntıları bilseniz
bana hak verirsiniz. Dünyada bir tek olan bu şaheserin sayfalarının çoğu haddinden fazla yıpranmış.
Fotoğrafını çektirmek mümkün değil. Tahminler yürüterek cümleleri yerine oturtmakta yaşadığım
işkenceden öte, kitabı ortaya çıkarıncaya kadar koruyabilmenin azap ve telaşını yaşadım. Kitabı teslim
aldıktan sonra gecelerce uyku uyuyamadım. Evde yangın çıkar yahut gelen hırsız eşyalarla birlikte onu da
götürebilir düşüncesiyle alıp milli kütüphaneye götürerek bir süre için muhafazalarını rica ettim. Müdür:
“Kütüphaneye günde yüzlerce kişi girip çıkıyor. Ya içlerinden biri şeytana uyup aşırırsa ne yaparım? Kusura
bakmayın teslim alamam” diyerek reddetti. Bu sefer maarif muhasipliğine götürerek matbaa amirinin
demir kasasına koymayı tasarladım. Onlar da “binamız ahşaptır, yanar, kitap da beraberinde yok olursa
bizi asmaya götürürler Rifat Bey!” mazeretiyle reddettiler. Çaresiz çarşıya gidip sağlam bir çanta alarak eve
geldim. Lügat-ı-Türk’ü içine koyup duvara çaktığım kocaman çiviye astım. Hanımımla çocuklarıma: “Bu
çantaya çok dikkat edeceksiniz. Ev boş bırakılmayacak. Gitmeye mecbur kalırsanız çantayı da beraberinde
götüreceksiniz. Ben evde yokken yangın çıkarsa hiçbir şeye el atmadan çantayı kapıp kaçacaksınız”
tembihinde bulundum. Geceleri de kitabı yastığımın altına koyaraktan uyudum. Allah’a hamd ve şükürler
olsun ki aylar süren geceli gündüzlü çalışmalardan sonra düzene sokabildim. Atlattığım bunca badire ve
meşakkatten sonra Alî Emîrî Efendi’den takdir ve teşekkür beklerken kitabı nasıl size gösterip emirlerine ters
düşmek suretiyle kendimi sözünde durmaz kişi durumuna düşürürüm? Biraz sabırlı olun üstat.
ZİYA BEY - Ben sana kitaba âşık olduğumu söylüyorum, sen aşkın nasıl bir bela olduğunu bilmez gibi
“sabırlı ol” diyorsun.
RİFAT BEY - Alî Emîrî Efendi âşığına kavuşmayı gözyaşları ile bekleyen çılgın bir âşık. Arzunuzu
yerine getirmek vefaya ihanet gibi bir şey olmaz mı? Gözü bu kitaptan başka bir şey görmüyor. Geçenler
neler olduğunu biliyor musunuz?
ZİYA BEY - Bilmem, neler oldu?
RİFAT BEY - Divani Lügat’i-Türkün birinci cildi çıkmış, ikincisi yarıya yaklaşmıştı. Bir gece
kıraathanede Alî Emîrî Efendi bana gizlice şöyle dedi: Avrupalı bir müsteşrik bu kitabı duymuş bana geldi
çok rica etti kitabı bir görmek istiyor. Yarın sabah yine gelecek. Sen yarın sabah kitabı bana getir, öğleden
sonra gelir alırsın. Sabahleyin erkenden kitabı götürdüm, öğleden sonra gelir alırım deyince aslan gibi sırıttı:
“O kitabı bir daha göremezsiniz dedi.” Hayır ola ne oldu üstadım dedim! “Dinle anlatayım”, diye söze başladı:
“Benim hemşiremin Basri Bey adlı bir damadı var. Kırşehir sancağında muhasebeci idi. Bunu haksız yere
azletmişler. Maliye müsteşarı Tahsin Bey’e bir tezkere yazdım, masum olduğunu ve üç güne kadar görevine
iade edilmesini rica ettim, bana cevap bile vermedi. Şimdi kalkar Maarif Nazırı Şükrü Bey’e gider durumu
anlatırsınız. Üç gün içerisinde Basri Bey’i yerine iade etmezse dördüncü günü kitabı sobaya atar yakarım.
Bunun üzerine hükümet de beni Beyazıt meydanında asarsa asar o başka” dedi. Üstadı teskin etmek istedim
fakat hiçbir sözüm fayda etmedi. Şükrü Bey’e gittim, durumu anlattım. Şükrü Bey açtı ağzını yumdu
gözünü bana dediğini bırakmadı. Oradan çıktım Maliye Müsteşarı Tahsin Bey’e durumu anlattım. “Nazır
Beyle görüşür, bir şeyler yaparım” dedi. Ertesi günü tekrar Tahsin Beye gittiğimde gülerek: “Alî Emîrî Efendi
haklıymış, Basri Bey haksız yere azledilmiş, görevine iadesine karar verildi, yarın yerine göndereceğiz” dedi.
Alî Emîrî’ye giderek sözünün yerine getirildiğini, Basri Bey’in görevine iade edildiğini ve kitabı vermesini
söyledim. Alî Emîrî Efendi: “Yook, siyasilerin sözüne güven olmaz, beni aldatmak için bir dolap çevirmiş
olabilirler. Basri Bey gitsin sandalyesine otursun, işe başladığını bana bildirsin, kitabı o zaman veririm” dedi.
430 Basri Bey, Kırşehir’e gitti, göreve başladığına dair Alî Emîrî Efendi’ye telgraf çekti, ben de kitabı aldım.
Dîvânu Lugati’t-Türk’ün Keşfini Tiyatroya Döken
Bir Kadın Yazar: Esma Ocak
KAYNAKÇA
ÇAĞLAYAN, Handan, “Esma Ocakla Unutmak ve Hatırlamak Üzerine” Ropörtaj, http://bianet.org/biamag/
kadin/130296.
Güneydoğu Life Dergisi, Sayı 14, Ocak-Şubat 2008
OCAK, Esma, Bir Filozofun Özel Yaşamı Ziya Gökalp, Birharf Yayınları, İstanbul 2006.
OCAK, Esma, Duvar İçindeki Diyar/Diyar-Be-Kir, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları,
İstanbul, 1998.
TAĞIZADE KARACA, Nesrin, Edebiyatımızın Kadın Kalemleri, Vadi Yayınları, Ankara 2006.
TEVFİKOĞLU, Muhtar, Alî Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989.
TİMUR, Kemal, Berdel Yazarı Esma Ocak Hayatı ve Eserleri, Akademik Kitaplar Yayınları, İstanbul 2012.
http://www.tdkterim.gov.tr/dlt/?kategori=divan
http://www.tdkterim.gov.tr/dlt/?kategori=kasgarli2%E2%80%9D.
431
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin
Pendnâmesi’nde
Ayet ve Hadis İktibasları
Yrd. Doç. Dr. Şerife UZUN
Kastamonu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Kastamonu
serifeuzun37@hotmail.com
ÖZET
Kur’an-ı Kerim, Klasik Türk edebiyatının kay- Mürşidî ahlakî bir mesnevî olan Pendnâme adlı ese-
nakları arasında hiç şüphesiz ilk sırada yer almak- rinde sosyal hayata dair hemen hemen her konuyu
tadır. Hadis-i şeriler ise Kur’an-ı Kerim’den sonra farklı başlıklar altında ele almıştır. Bu konulara açık-
ikinci kaynaktır. Klasik Türk edebiyatında hemen lık getirirken ayet ve hadislerle düşüncelerini des-
hemen her şair, az veya çok ayet ve hadislerden fay- teklemiştir. Bunu bazen ayet ve hadisi lafzen iktibas
dalanmıştır. Ancak bunların kullanım biçimleri ve ederek bazen manen iktibas ederek yapmıştır. An-
fonksiyonları pek çok şairde, hatta aynı şairin şiirleri cak tespit ettiğimiz hadislerin çoğu sahih hadis kay-
arasında bile farklılık arz edebilir. Şairlerin büyük naklarında yer almamaktadır. Buna rağmen eserin
bir kısmı şiirlerinde anlatmak istedikleri duygu ve tamamına bakıldığında ayet ve hadislerin çokluğu
düşünceleri kuvvetlendirmek için ayet ve hadislerin dikkat çekmektedir. Bildiride Pendnâme’de yer alan
kutsiyetinden faydalanma yoluna gitmişlerdir. Böy- ayet ve hadis iktibaslarının tasnifi ele alınmıştır.
lece sözün ve ifadenin etkileyiciliğini ve geçerliliğini Anahtar Kelimeler: Ahmed Mürşidî, Pendnâ-
artırmaya çalışmışlardır. Diyarbakırlı şair Ahmed me, İktibas, Ayet, Hadis
Şerife UZUN
18. yüzyılın mutasavvıf âlim ve şairlerinden Ahmed Mürşidî Diyarbakırlıdır. Şair hakkında en geniş
bilgiyi Ali Emirî Efendi vermektedir. Buna göre küçük yaşta anne ve babadan yetim kalan Ahmed Mürşidî
önce dönemin ilimlerini tahsil etmiş, daha sonra tasavvufî anlamda Birecikli Uşşâkî şeyhlerinden Şeyh Ebu
Bekir Efendi’ye intisap etmiştir. (Adak, 2012; 61)
Ahmed Mürşidî hayatını irşâdla geçirmiştir. Bu yüzden çevresinde sevilen bir kişiliğe sahiptir. Geniş
bir halk kitlesine hitap eden şair, Müslümanlığın fikrî ve ahlâkî değerlerini insanlara ulaştırmaya çalışmıştır.
Ahmed Mürşidî bütün eserlerini mesnevî nazım şekliyle yazmıştır. Mesnevi nazım şeklinin, dinî ve ahlâkî
konuları işlemeye daha uygun olması, bunun sebebi olarak gösterilebilir. Ayrıca eserlerinde sade ve anlaşılır
bir dil kullanan şair, yazdıklarının halk tarafından anlaşılmasını amaçlamış olmalıdır. Şair, eserlerinde
Ahmedî, Mürşidî ve Âmidî mahlaslarını kullanmıştır. Bunların içinde en çok kullandığı ise Ahmedî
mahlasıdır. (Türkeri, 1999; VII)
Ahmed Mürşidî’nin mesnevilerinden biri olan Pendnâme, yıllarca Ahmed-i Bîcân’a atfedilmiş, fakat
daha sonra bu eserin Ahmed Mürşidî’ye ait olduğu anlaşılmıştır. Eser, Ahmediyye, Muhammediyye ya
da Kitâb-ı Mürşidî olarak bilinmektedir. Mesnevi nazım şekliyle yazılmış olan bu eser ahlâkî mesneviler
içerisinde kabul edilmektedir. (Yeniterzi, 2007;461 ). Eser klasik mesnevî şeklinde tertip edilmemiştir. Bu
yüzden tevhid, münâcât, na‘t gibi başlıklar yoktur. Şair ele aldığı konulara farklı başlıklar altında yer vermiş;
dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuların yanında sosyal konuları da işlemiştir.
Pendnâme, “mebhas” adı verilen bölümlerden oluşmaktadır. Bu bölümlerde; fakirlik, dünya malı,
beş vakit namaz, bekârlık, evlilik, ana-baba hakkı, komşu hakkı, eşlerin hakları, namus, rızk, açgözlülük,
zenginlik, haramlar, emanet, devlet yönetimi, cömertlik, misafirlik, ihanet, rıza ve sabır, fitne ve fesat,
dedikodu, övünme ve ayıplama, kibir ve kıskançlık, şeytan, tövbe ve istiğfar, iman, günahlardan kaçınmak,
dua, şükür ve hamd, nefsin çeşitleri, Kur’an okuma, hasret, gözyaşı, Allah’ı anmak, ilahî aşk, tütün,
Peygamber aşkı, salavat, peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri, mecnunun sözleri ve halleri,
cifr, simyâ, sihir, ümmetin övgüsü, âlimler, ölüm, kabir, dünyayı kötüleme, kıyamet, mahşer ve mîzân,
zekât vermeyenler, alışverişte hile yapanlar, yalan yere şahitlik edenler, şahitlikten kaçınanlar, zina edenler,
komşusunu incitenler, saz çalanlar, yetim malı yiyenler ve cennete girecek kadınlar gibi konular işlenir.
Ayrıca bu bölümlerin arasına zaman zaman kasideler serpiştirilmiştir.
Pendnâme üzerine yapılan pek çok çalışma vardır. Makale, derleme, ve tez olarak bir çok kez ele alınan
eserin son olarak M. Sait Mermutlu tarafından Diyarbekirli Ahmed Mürşidî, Pendnâme adıyla tenkitli neşri
yapılmıştır. Bildiriyi hazırlarken bu yayını esas aldık.
Ahmed Mürşidî ve eserleri, klasik Türk şiirinin sadece saraya yakın olan edebiyatçılar tarafından
oluşturulmadığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Zira Diyarbakır gibi İstanbul’dan epeyce uzak
bir bölgede yaşamış olmasına rağmen temiz bir Türkçe ile eserler vermiş olması, ayrıca insanlar tarafından
hem yaşadığı dönemde hem sonrasında ilgi görmüş olması bunu göstermektedir. Bildiride; Ahmed
Mürşidî’nin Pendnâme’sinde yer alan ayet ve hadis iktibasları ele alınmaktadır.
1. Lafzî İktibaslar
Ahmed Mürşidî Pendnâme’de dört ayeti altı farklı beyitte lafzen iktibas etmiştir.
434
1 Bu bölümde yer alan mealler için bk. Kur’ân-ı Kerîm Açıklamalı Meâli (2008), Ankara: TDV Yayınları
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi’nde
Ayet ve Hadis İktibasları
2 Bildiride yer alan beyitler M. Sait Mermutlu, Diyarbekirli Ahmed Mürşidî, Pendnâme, İstanbul, 2012. adlı eserden 435
alınmıştır. Bu yüzden beytin yanında yalnız eserin sayfa numarası verilmiştir.
Şerife UZUN
2. Manevî İktibaslar
Pendnâme’de beş farklı ayet manen iktibas edilmiştir.
2.1. (Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ, 21/107)
Eserin giriş kısmında müstakil bir na‘t yoktur ancak Hz. Peygamber (sav)’den bahsedilen bölümde klasik
edebiyatta en sık zikredilen ayetlerden biri olan yukarıdaki ayet iktibas edilmiştir. Zira Hz. Peygamber (sav)
Allah Teâlâ tarafında âlemlere rahmet olarak gönderilen bir elçidir. O insanları merhametiyle kuşatmış,
insanlar arasında sevgi ve kardeşliği yerleştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle O’nun en çok öne çıkan yönü
rahmet peygamberi olmasıdır. Bu ayetin geçtiği beyit şöyledir:
Seni ‘âlemlere rahmet yaratdum
Kamu mahlûkâtım üzre ‘âlî itdüm (s. 21)
2.2. Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu
yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. (Münâfikûn, 63 /9)
Ahmed Mürşidî, toplumun en temel sıkıntılarından biri olan “Fakirlik” konusuyla ilgili olarak söylediği;
Söyledi Kur‘ânda Rabb-i Zü’l-celâl
Mâl-ı dünya fitnedür ehl ü ‘ayâl (s.23)
beytinde bu ayete atıf yapmıştır. Zira insanın nefsi dünya nimetlerine meyyaldir. Onları hayatın
merkezine koymak insanı ibadetten ve Yaratıcı’yı anmaktan alıkoyar. Şair bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
2.3. Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin
kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının.
Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir. Hucûrât, 49/12
İnsanların en sık işlediği günahlardan biri dedikodudur. “Dedikodu” başlığı altındaki bölümde şair,
gıybetin insan eti yemekle eş değer olduğunu ifade etmiş, bunun da ayet ve hadislerden delilinin olduğunu
belirtmiştir:
Gıybet âdem lahmıdur didi Celîl
Var buna âyât ehâdîsden delîl (s.152)
436
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi’nde
Ayet ve Hadis İktibasları
1. Lafzî İktibaslar
1.1 Kad zelle men tama‘a ve kad azze men kana‘a
Tamah eden kişi zelil, kanaat eden kişi aziz olur.
Ahmed Mürşidî Pendnâme’de dört hadisi lafzen iktibas etmiştir. Bunların ilki “Fakirlik” bölümünde
geçmektedir:
Fahr-i ‘Âlem didi ‘azze men kana‘
Hem buyurdı dahi zelle men tama‘ (s. 25)
Nakıs olarak iktibas edilen bu sözün hadis olduğu muallaktır. Zira kaynaklarda bu söz Hz. Ali’ye 437
atfedilmektedir. Ahmed Mürşidî “Fahr-i ‘Âlem” sıfatını eserin tamamında Hz. Peygamber için kullanmıştır
Şerife UZUN
ki zaten bu vasfın herkes tarafından ona ait olduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla bu söz eserde hadis olarak
iktibas edilmiştir.
438 3 Buhârî, Bedî‘ü’l-vahy 1; Müslim, İmare 155; Ebu Davud, Talak 11.
4 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, C.2, s.232, Hadis No: 2123.
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi’nde
Ayet ve Hadis İktibasları
2. Manevî İktibaslar
Pendnâme’de iktibas edilen hadislerin büyük çoğunluğu manen iktibas edilmiştir. Bu hadisleri eserde
yer aldığı sıraya göre inceledik:
2.1 Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.5
Pendnâme’de klasik mesnevî tertibine uygun olarak tevhid, münâcat ve na‘t gibi türler yer almamaktadır.
Ancak eserin girişinde birkaç beyitle bu konulara değinilmiştir. Bu bölümde dört halifeye övgü de yer
almaktadır. Hz. Osman’dan bahsedildiği beyitlerde Hz. Peygamber (sav)’in yukarıdaki hadisi iktibas
edilmiştir:
Anuñ şânında didi şâh-ı devrân
Refîkimdür benim cennetde ‘Osmân (s. 21)
2.2. Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır.6
Eserin giriş bölümünde Hz. Ali’den bahsederken onunla ilgili sıkça zikredilen bu hadis alınmıştır. Zira
Hz. Ali ile Hz. Peygamber (sav)’in arasında maddî bağlar kadar manevî bağlar da bulunmaktadır. O Hz.
Peygamber (sav)’in yeğeni ve aynı zamanda damadı olmasının dışında hem ilk iman edenlerden biridir
hem de dört büyük halifenin sonuncusudur. Hz. Ali’nin kişiliği Müslümanlar için örnek teşkil etmektedir.
O cesaretinin yanında ilme verdiği önemle de tanınmaktadır. Hz. Peygamber (sav)’in kendi ifadesiyle ilim
şehrinin kapısı konumundadır:
Didi ol Fahr-ı ‘Âlem mâh-ı enver
Benim şehr-i ‘ulûm kapusı Hayder (s. 21)
Aynı hadis-i şerifi içeren beyit “Cifr İlmi” bölümünde de geçmektedir:
Didi ol Fahr-ı ‘Âlem nûr-ı enver
Benim şehr-i ‘ulûm kapusı Hayder (s. 267)
2.3 Allah’ım beni fakir olarak yaşat, fakir olarak ruhumu al, kıyamet günü fakirlerle birlikte haşret.7
Pendnâme’de fakirlik konusu bir övünç vesilesi olarak anlatılmıştır. Bu düşünce Hz. Peygamber (sav)’in
hadisleriyle desteklenmiştir. İlk olarak Hz. Peygamber (sav)’in kıyamette fakirlerle haşrolmak istediğini
belirten hadis iktibas edilmiştir:
Dir idi yâ Rab beni mahşer güni
Zümre-i fakr ile haşr eyle beni (s.23)
2.4. Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin seni kör ve sağır yapar.8
Fakirlik konusuyla ilgili iktibas edilen diğer hadis dünya sevgisinin iyi bir şey olmadığına dairdir. Şair
bunu şu şekilde dile getirmiştir:
Fahr-i ‘Âlem söylemişdir yâ kişi
Hubb-i dünyâdur günâhlaruñ başı (s. 23)
2.5. Dünya mü’minin hapishanesi, kâfirin ise cennetidir.9
“Tabiplerin Sözleri ve Fakirliği Doğuran Şeyler” bölümünde yer alan bu hadis-i şerif, mü’minlerin
dünyada çektikleri sıkıntıların katlanılabilir kılınması ve Allah Teâlâ’nın adaletinin vurgulanması açısından
önemlidir. Şair bu hadis-i şerifi şu şekilde ifade etmiştir:
Risâlet Hazreti didi sözi hak
Fenâda rahat uman kimse ahmak
Fenâda mü’mine olsaydı rahat
Gerek halk olamayaydı ana cennet
Bu fenâ mü’mine zindân olupdur
Ki her baş derdi haddince bulupdur (s. 40)
2.6. Namaz mü’minin miracıdır.10
Ahmed Mürşidî “Beş Vakit Namaz” bölümünde birden fazla hadis iktibas etmiştir. Bunlardan ilki bu
hadis-i şeritir. Zira namaz insanı Allah katına yükselten bir ibadettir:
Dü ‘âlem mü’miniñ oldur sirâcı
Tarîk-i Hakka mi‘râcı ve tâcı (s.40)
2.7. Namaz dinin direğidir. Kim onu terk ederse dinini yıkmış olur.11
Kaynaklarda sık sık zikredilen ve namazın İslam dini açısından önemini çok açık bir şekilde ifade eden
bu hadis-i şerifi şair şu şekilde dile getirmiştir:
İş bu dîniñ direğidür bu namâz
Hep ‘ibâdet yegrekidür bu namâz (s.41)
2.8. Bir kimsenin cemaatle kıldığı namazın sevabı, evinde ve çarşı pazarda kıldığı namazdan yirmi
beş kat daha fazladır. O kimse abdestini güzelce alıp, sonra sadece namaz kılmak maksadıyla mescide
giderse attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir hatası da silinir. Namazını kıldıktan sonra
abdestini bozmadan namaz kıldığı yerde kaldığı müddetçe, melekler ona: Allah’ım! Ona rahmetinle
muamele et, ona acı! diyerek dua etmeye devam ederler. O kimse namazı beklediği sürece namazda
imiş gibidir.12
Aşağıdaki beyitler cemaatle namaz kılmanın önemini, bu ibadet sayesinde küçük günahların
afedileceğini ifade eden bu hadis-i şerife dairdir:
Didi bir dahi ol Sultân-ı Ekrem
Nebîler ser-firâzı şâh-ı a‘zâm
Arasında sagîr olan günâhı
Kılur ‘afv anları ol Pâdişâhı
Dahi cümle yaramaz işden anı
Hudâ saklar cemâ‘atle kılanı (s.42)
2.9. Her kim beş vakit namazını kılarsa, namazı kıyamet gününde ona bir aydınlık, hakkında delil ve
kurtuluş olur.13
Beş vakit namaz kılmanın her iki dünya için insana huzur vereceğini ifade eden bu hadis-i şerif manen
iktibas edilmiştir:
10 Bursevî, C.12, s.267; el-Alûsî, C.8, s.416; er-Razi, C.1, s.243.
440 11 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, C.2, s.31, Hadis No: 1621.
12 Buhârî, Salât 8.
13 Müsned, II/169.
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin Pendnâmesi’nde
Ayet ve Hadis İktibasları
2.29. Âlimler önderlerdir, takvâ sahibi kimseler efendilerdir, âlimlerle beraber oturan için dinin
kuvvetini artırma vardır.31
Hadis-i şerifi rivayet eden râvinin adının dahi verildiği bu hadis âlimlerin önemine dairdir. Şairin sahih
olduğunu söylediği bu hadis-i şerifi sahih kaynaklarda bulamadık. Ancak diğer hadis kaynaklarında yer
almaktadır.
İbn-i Abbâs rivâyet eyledi
Muhbir-i sâdıkdan anı söyledi
Sahîh hadîsle?? rivâyet eylemiş
Âlim olanlar emirlerdir demiş (s.277)
SONUÇ
Ahmed Mürşidî, mutasavvıf bir âlimdir. Buna bağlı olarak eserlerini dinî, ahlâkî bir zemin üzerinde
vermiştir. Özellikle mesnevî nazım şekliyle yazdığı eserlerinde sade bir dil kullanmıştır. Zira şair, eserlerinde
halkı bilgilendirmeyi kendisine amaç edinmiştir.
Diyarbakırlı Ahmed Mürşidî’nin ahlâkî bir mesnevî olan Pendnâmesi’de dinî, ahlâkî ve toplumsal pek
çok konuya yer verdiği, hikâyelerle süslediği eserindeki düşüncelerini güçlendirmek için de sık sık ayet
ve hadis iktibaslarına müracaat ettiği görülmektedir. Ancak bu iktibasların otuzdan fazlasının yani büyük
bir bölümünün hadis-i şerilerden oluştuğu, bunun yanında sadece on civarında ayete yer verildiği tespit
edilmiştir. Hadisleri iktibas ederken “Ol Resûl-i Fahr-i ‘Âlem söyledi” ya da “Hadîsinde buyurdı Şâh-ı ‘Âlem”
gibi ifadelerle doğrudan hadis-i şerifi naklettiği, ancak hadisler arasında güvenilirlik açısından herhangi bir
ayrım gözetmediği anlaşılmaktadır. Bu yüzden eserdeki hadis iktibaslarında mevzu‘ yani güvenilir olmayan
hadislere oldukça fazla yer verildiği görülmektedir. Bununla birlikte herhangi bir kaynakta rastlamadığımız,
gerçekten söylenip söylenmediği konusunda ciddi şüpheler bulunan ifadelerin de zaman zaman Hz.
Peygamber (sav)’e atfedildiği tespit edilmiştir. Bütün bunlara rağmen sahih kaynaklarda geçen hadis-i
şerilerin sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Bu durumdan; şairin söylemek istediklerini aktarırken,
özellikle hadisleri, kaynaklardaki sahihlik durumları açısından ciddi bir tetkike tabi tutmadan ele aldığı
anlaşılmaktadır. Buna rağmen Ahmed Mürşidî’nin Pendnâme’si, insanları yaşama dair konularda iyiye,
güzele, erdeme yönlendirirken dinin temel kaynaklarını referans göstermesi ve konuyu bu temelde ele
alması bakımından dikkate değer bir mesnevîdir.
KAYNAKÇA
Kur’ân-ı Kerîm Açıklamalı Meâli (2008), Ankara: TDV Yayınları.
ADAK, Abdurrahman (2012). Ali Emiri’nin Gözüyle Diyarbakırlı Şairler, İstanbul: Kent Işıkları.
CANAN, İbrahim (1988). Kütüb-i Sitte Muhatasarı Tercüme ve Şerhi (I-XVIII), Ankara: Akçağ.
El-ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed (1352). Keşfü’l-Hafâ, Beyrut.
Es-SÂLİH, Subhi (1973). Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, Ankara: TTK.
KARAMAN, Hayrettin ve diğ. (2008). Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, C.I-V, Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı.
KARPINAR, Behsat (1999). Ahmed Mürşidî’nin Pend-nâme’sinin (ilk 5094 beyiti) Tenkitli Çeviri Yazısı ve
Metni, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya: İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Malatya.
MERMUTLU, M.Sait (2012). Diyarbekirli Ahmed Mürşidî, Pendnâme, İstanbul: Büyüyen Ay. 445
31 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, C 2, s.65, Hadis No: 1746.
TAHİRÜ’L-MEVLEVÎ (1994). Edebiyat Lügati, İstanbul: Enderun Kitabevi.
TÜRKERİ, Seydi (1999), Ahmed Mürşidî’nin Ahmediye’si (5094’ten sonraki 4463 beyit),Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Malatya: İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
YENİTERZİ, Yeniterzi (2007). “Anadolu Türk Edebiyatında Ahlâkî Mesnevîler”, Türkiye Araştırmaları
Literatür Dergisi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi II, C. 5, S. 10., s. 433-468
Divan Şairi Na’im ve
Gülzâr-ı Na’im Mesnevisi
Doç. Dr. Kaplan ÜSTÜNER
Harran Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Şanlıurfa
kaplanustuner@yahoo.com
ÖZET
Klasik Türk Edebiyatı’nın 17. yüzyılda yaşamış Gülzâr-ı Na’îm, H. 1093/M. 1682’de yazılmış,
şairlerinden biri de Na’îm’dir. Asıl adı İsmail olan mesnevi nazım şekliyle kaleme alınmış tahkiyevi
şair, “Sarı Nâib” sıfatıyla tanınmıştır. Üsküdar’da bir metindir. Dili çok ağır olan eser, 1567 beyitten
meydana gelmiştir. Eser içinde, anlatılan konularla
doğup büyümüş olan Na’îm, iyi bir eğitim almıştır.
ilgili 25 tane de rubai bulunmaktadır. Mesnevinin
Mahkeme katipliği ve müderrislik gibi görevlerde dikkat çekici bir özelliği, rubai vezinlerinden başka
bulunan şair, H. 1106/M. 1694 yılında vefat etmiştir. 4 farklı aruz kalıbıyla kaleme alınmış olmasıdır.
Şairin, Divan ve Gülzâr-ı Na’îm isminde iki Anahtar Kelimeler: Na’îm, Gülzâr-ı Na’îm,
eseri bilinmektedir. Mesnevi, Sakiname, Hamse
Kaplan ÜSTÜNER
Na’îm’in Hayatı
Şairin asıl adı İsmail’dir. Şiirlerinde Na’îm mahlası kullandığı için, kaynaklarda İsmail Na’îm Efendi
olarak kaydedilmiştir. Sarı Nâ’ib sıfatıyla tanınmıştır (Sâlim Efendi, 2005: 675; İsmail Beliğ, 1985: 624; Şeyhi
Mehmed Efendi, 1989: 120-121; Kâtip Çelebi, 1941: 219; Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi,
2000: 426; Şemseddin Sâmi, 1996: 4593).1 Şairin bu sıfatla anılması, herkesin takdirini kazanacak şekilde,
mahkemede kadı vekili (nâ’ib) olarak görev yapmasından dolayıdır (Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121).
Sarı kelimesinden hareketle, şairin fiziksel olarak sarı benizli olduğu söylenebilir. Mustafa Efendinin oğlu
olan şair, İstanbul’un Üsküdar ilçesinde doğmuştur.
İlim öğrenmeye meraklı olan Na’îm, medrese tahsili görmüş ve Bâlî Efendiden mülazım olmuştur.
Üsküdar’da uzun yıllar mahkeme kâtipliği yapmıştır. Çeşitli ilimlerde ve özellikle fıkıhtaki bilgisi
anlaşıldıktan sonra, H. 1104/M. 1692’de İskender Paşa Hariç Medresesine müderris olarak tayin edilmiştir
(Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 607; Sâlim Efendi, 2005: 675; Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121). Şairin
müderris olması, Sâlim Tezkiresi’nde (Sâlim Efendi, 2005: 675) “mesrûr” kelimesiyle ifade edilmiştir. Na’îm,
müderris olunca, çok sevinmiş ve mutlu olmuştur. Şair, müderrislik görevini yaparken H.1106/M. 1694’te
vefat etmiştir. Üsküdar’da medfundur (Nâ’il Tuman, 1999: 1083-4 (4376).
Na’îm’in, geniş bir bilgi ve kültüre sahip olduğu, tezkirecilerin şair için kullandığı “bâğ-ı ma’ârifin
gül-i nesrîni” (Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 607-610) ve “zât-ı ma’ârif-iktidâr” (Sâlim Efendi, 2005: 675)
ifadelerinden anlaşılmaktadır.
Eserleri
Şairin Divan ve Gülzâr-ı Na’îm Mesnevisi olmak üzere 2 eseri bilinmektedir.
1. Divan
Kaynaklar şairin mürettep bir divanı olduğundan söz etmişler ve şiirlerinden örnekler vermişlerdir.
Bugün için divanın nerede olduğunu, günümüze ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Fakat şairin divanını tespit
etmek için çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.
Divandaki şiirler hakkında “nâzikâne şiirler ve âşıkâne sözler” (Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 607-610),
“mükemmel” (Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121) ve “manidâr” (Bursalı Mehmed Tâhir, 2000: 448)
gibi değerlendirmelerde bulunan biyografik kaynakların verdikleri örnekleri, eser hakkında bilgi vermek
amacıyla buraya alıyoruz.
1.
Bahâr erdi gönülde ârzu-yı ruhsâr-ı yârim var
Hezârın gonca-i verdi benim her dem bahârım var
(Şiirin tamamı: Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 608-610; 4. beyit: Nâ’il Tuman, 1999: 1083-4 (4376); Bursalı
Mehmed Tâhir, 2000: 448; TDEA, 1982: 503)
2.
Dil-i uşşâka tennûr-ı pür-ahker dâğ-ber-dildür
Nesîm/Şemîm-i kâkül-i dil-dâra micmer dâğ-ber-dildür
(Şiirin tamamı: Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121; 1. beyit: İsmail Beliğ, 1985: 625-626)
3.
Su gibi âyîne-i hüsn ü bahâ sâde olur
Teşne-diller sana ol vechle cân-dâde olur
(Şiirin tamamı: Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121; Nâ’il Tuman, 1999: 1083-4 (4376); 2. beyit: İsmail
Beliğ, 1985: 624-626)
4.
Âyîne-zâr-ı himmet olur inkisârımız
Çeşm-âşinâ-yı gayret olursa gubârımız
(Şiirin tamamı: Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 608-610; ilk ve son beyit: Nâ’il Tuman, 1999: 1083-4 (4376);
1. beyit: İsmail Beliğ, 1985: 624-626; Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121)
5.
Hâtır-nişân-ı yâr olalı nâm u şânımız
Her bir nigâhı olmada hâtır nişânımız
(Şiirin tamamı: Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121; 1. ve 3. beyit: İsmail Beliğ, 1985: 624-626)
6.
Cemâl-i yâre hat-ı nev kitâb olur giderek
O âitâb-ı girit sehâb olur giderek
(Şiirin tamamı: Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 608-610; Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121; 2., 4., 5.
beyit: İsmail Beliğ, 1985: 625-626)
10.
Gülistân-ı cihânda bir dönüm bâğ-ı mahabbetdir
Mukîm-i kûy-ı aşka zâd-ı vird-i halka-i tevhîd
(1., 2. beyit: Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-121; 1. beyit: Sâlim Efendi, 2005: 675; Şemseddin Sâmi,
1996: 4593)
11.
Ta’mîr-i Ka’be hedm-i sanem-hâna iş degil
Aç dîde-i basîreti kalb-i harâba bak
(Nâ’il Tuman, 1999: 1083-4 (4376); Bursalı Mehmed Tâhir, 2000: 448)
12.
Gördüm eser-i hattını ruhsârına bakdım
Müsveddesini sözlerimin âteşe yakdım
Mustafa Safâyî Efendi, 2005: 608-610; İsmail Beliğ, 1985: 624-626; Şeyhi Mehmed Efendi, 1989: 120-
121; Nâ’il Tuman, 1999: 1083-4 (4376).
13.
Dâire tutmuş yüzine nağme eyler nâzdan
Âşıka bu vech ile yüz gösterir açmazdan
KAYNAKÇA
Bursalı Mehmed Tâhir (2000), Osmanlı Müellileri I-II-III, Haz. Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, C. 2,
Ankara.
Hafız Hüseyin Ayvansarayi (1978), Vefeyât-ı Selâtîn ve Meşâhir-i Ricâl, Haz. F. Ç. Derin, İstanbul.
İsmail Beliğ (1985), Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr, Haz: Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara.
Kâtip Çelebi (1941), Keşfü’z-Zünûn, Haz. Şerefettin Yaltkaya, Kilisli Rifat Bilge, C. 5, Ankara.
Mustafa Safâyî Efendi (2005), Tezkire-i Safâyî, (Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâ’idi’l-Eş’âr) İnceleme-Metin-
İndeks, Haz. Pervin Çapan, Ankara.
Müstakîm-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi (2000), Mecelletü’n-Nisâb, Tıpkıbasım, Ankara.
Na’îm, Gülzâr-ı Na’îm, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi TY. 3766/5.
Nâ’il Tuman (1999), Tuhfe-i Nâ’ilî, Tıpkıbasım, Haz. Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, C. 2, Ankara.
Sâlim Efendi (2005), Tezkiretü’ş-Şu’arâ, Haz. Adnan İnce, Ankara.
Şemseddin Sâmi (1996), Kâmûsu’l-Âlâm, Tıpkıbasım, C. 6, Ankara.
Şeyhi Mehmed Efendi (1989), Şakâyık-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, Vekâyiü’l-Fuzalâ II-III, Haz. Abdülkadir
Özcan, C. 4, İstanbul.
Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü (1988), Haz. Haluk İpekten, Mustafa İsen, Recep Toparlı,
Naci Okçu, Turgut Karabey, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi -Devirler, İsimler, Eserler, Terimler-(TDEA) (1982), C. 6, İstanbul.
455
Ali Emîrî Efendi’nin Tarih
Düşürme Sanatındaki Yeri
Prof. Dr. İsmail YAKIT
Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Antalya
ismailyakit@gmail.com
İsmail YAKIT
458
Ali Emîrî Efendi’nin Tarih Düşürme Sanatındaki Yeri
KONULARI AÇISINDAN:
Ali Emiri’nin tarihlerine bir göz attığımız zaman, onun kendi zamanında meydana gelen olayları
tarihlemeye çalıştığını görürüz. Özellikle doğumlar, ölümler, bir makama yapılan tayinler ve terfiler, yeni
yıl kutlamaları, köprü, mektep ve kışla gibi eserlerin inşa ve itmamlarını tarihlediğini görmekteyiz. Şimdi
bunların her birini birer ikişer örnekle göstermeye çalışalım:
Doğumlara:
Şehzade Ertuğrul’un doğumuna düşürdüğü tarih:
…
Mesrûr u mu’ammer olalar Vâlid u mevlûd
Yâ Rabbi bi-hakk-ı şeref-i Hazret-i Tâhâ
461
İsmail YAKIT
Burada tarih “manzûr-ı hak” terkibidir. H. 1304 yılını göstermektedir ve kelime tarihler grubundandır.
Tam Tarihler:
Bir tarih mısraının bütün harleri hesaplandığında istenen olayın yılını tam olarak veriyorsa bu nevi
tarihlere tam tarih denir. Tarihin tam olduğu bazen bir önceki mısrada müverrih tarafından “tarih-i tam”
veya “tam tarih” şeklinde bir ifadeyle belirtilir. Bu husus zorunlu değildir. Hatta kural gereği, manzumede
her hangi bir tarih türüne atıf yoksa o zaman tarih, tam tarih kabul edilir ve öylece hesaplanır. Asıl, katmalı
ve dolaylı tam tarih olmak üzere üç çeşidi vardır. Ali Emiri Efendi bu çeşitleri pek kullanmamıştır.
Onun tam tarihine birkaç örnek verelim.
Abidin Paşa’nın Adana Valisi iken Tarsus Kapısı civarında Seyhan nehri üzerine yaptırdığı köprüye
düşürdüğü tarihlerden:
“Ne zîbâ vâsi’ u mevzûn şehrâh oldı nev-inşâ”
1297 R. 1881
نه زيبا واسع و موزون شهراه اولدى نو انشا
Görüldüğü gibi bir önceki mısrada “uygun düştü” anlamına gelen “becâ” sözcüğü tamiyesidir. Sayı
değeri 6’dır. Sonuçtan 6 çıkarıldığında tarih ortaya çıkar. Yani 1311–6= 1305 H.’dir. M. 1887’ye karşılıktır.
Noktalı Harlerle Tarih:
Tarihi veren ibarenin sadece noktalı harlerinin hesaplanmasıyla bunan bir tarih türüdür. Müverrih
bunu daha önceki mısra veya beyitte “gevher, cevherdar, mücevher vs.,” gibi sözlerle açık veya kapılı işaret
eder.
Ali Emiri’nin noktalı harlerde daha başarılı olduğunu görüyoruz.
Hâme-pîrâ oldı bu târîh-i menkût u latîf:
463
İsmail YAKIT
mısraın noktalı harlerinin toplamı 897’dir. İkinci mısraın noktalı harlerinin toplamı 409’dur. Sonuç 1306
H. çıkar. Miladi 1888’dir.
Keza Bilecik’te inşa olunan İdadi mektebin inşasına düşürdüğü tarih de beyitle tarihe bir örnek teşkil
eder.
Oldı târîhi de bu beyt-i latîf
Geldi imdâdı çünki ‘avn-i Hudâ
SONUÇ
Görüldüğü gibi, Divan şiirimizin önemli ve büyük şairlerinden olan Emiri’nin tarih düşürme sanatında
oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Tespitlerimize göre; 1’i ziyarete, 7’si tayin ve terfilere, 2’si doğumlara,
6’sı yeni yıl kutlamalarına, 4’ü vefat edenlere 22 si ise köprü, kışla, mektep gibi yapıların inşa ve itmamlarına
ait olmak üzere cem’an (42) adet tarihi vardır. Bu tarihlerden 5’i kelime ve terkip halinde; 9’u tam tarih; 1’i
tamiyeli, 9’u menkut ve 19’u da beyitle tarihler kategorisindedir. Ali Emiri Efendi tarihlerinde Hicri ve Rumi
olmak üzere iki takvim kullanmıştır. 42 tarihinin 33’ü Hicri, 9’u ise Rumi takvime göredir. Onun, tarih
düşürmenin her türünden olmasa da “tam” ve “menkut-tamiyeli” tarihlerle, bir beyti Hicri, bir beyti Rumi
takvime göre tanzim ettiği tarih manzumesi bu sanatın şaheserlerinden sayılabilir.
KAYNAKLAR
Ali Emiri Efendi, Divan, Fatih millet Ktp. N0: 38, 85y. 24 str. 12,8x9,6, Rika
İpekten Haluk, Şair Tezkireleri, Grafiker yay. Ankara, 2002
Serin, Sefer, Diyarbakırlı Ali Emiri Divanı, İnceleme, metin, Gaziantep Ün. Sosyal Bilimler Enst. Türk
Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Y.L.Tezi,Danışman:İbrahim Yakar, Gaziantep, 2007
Yakıt, İsmail, “Türk-İslam Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme”, Ötüken, 2. Baskı, İstanbul, 2003
466
Nef’î ve Şeyhülislâm Yahyâ’nın
Sâkî-nâme’leri
Arasında Bir Karşılaştırma
Prof. Dr. Kazım YOLDAŞ
Bingöl Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Bingöl
kazimyoldas@gmail.com
ÖZET
Sâkî-nâme, klasik edebiyatta “bezm-i işret” Divan’larında yer alan Sâkî-nâme’leri şekil, muhteva
denilen eğlence meclislerini konu alan edebî bir ve üslûp bakımından karşılaştırılmıştır. Bu şiirlerin
türün adıdır. Divanlarda bu başlık altında bir şiir muhteva bakımından benzer, şekil ve üslûp
olarak yer aldıkları gibi müstakil bir eser olarak bakımından farklı oldukları görülmüştür. Nef ’î’nin
da sâkî-nâmelere rastlanır. Türk edebiyatında 14. Sâkî-nâme’si terkib-i bend, Yahyâ’nınki mesnevidir.
yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sâkî-nâme türünde 57
Nef ’î’nin üslûbu rindâne, Yahyâ’nınki sufiyânedir.
eser tespit edilmiştir. Nef ’î ve Şeyhülislâm Yahyâ,
17. yüzyılda yaşamış, Türk edebiyatının iki ünlü Anahtar Kelimeler: Sâkî-nâme, Nef ’î,
şairidir. Bu bildiride Nef ’î ve Şeyhülislâm Yahyâ’nın Şeyhülislâm Yahyâ, şekil, muhtevâ, üslûp
Kazım YOLDAŞ
Giriş
Sâkî-nâme, klasik edebiyatta “bezm-i işret” denilen eğlence meclislerini konu alan edebî bir türün
adıdır. Divanlarda bu başlık altında bir şiir olarak yer aldıkları gibi müstakil bir eser olarak da sâkî-nâmelere
rastlanır. Bu konuda Dr. Rıdvan CANIM’ın “Türk Edebiyatında SÂKÎNÂMELER ve İŞRETNÂME” adlı
bir kitabı vardır. Bu kitapta, Arap ve İran edebiyatındaki sâkî-nâmeler hakkında kısaca bilgi verilmiş; Türk
edebiyatında 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sâkî-nâme türünde 57 eser tespit edilmiştir.
Nef ’î ve Şeyhülislâm Yahyâ, 17. yüzyılda yaşamış, Türk edebiyatının iki ünlü şairidir. Çağdaş olmaları
sebebiyle bu iki şairin sâkî-nâmelerini karşılaştırmayı tercih ettik. Ancak daha sonra tüm sâkî-nâmelerin
kümelenmesine iki farklı örnek olarak bu seçimimizin isabetli olduğunu gördük. Şekil bakımından: mesnevi
ve musammat, üslûp bakımından: rindâne ve sûfiyâne olmak üzere sâkî-nâmeleri iki kümeye ayırmak
mümkündür.
“Türk edebiyatında Şeyhülislâm Yahyâ, Sabûhî Dede, Şeyhülislâm Bahâyî, Nâzükî Abdullah, Şeyh
Gâlib, Hanyalı Nûri ve Hamza Nigârî Efendi’nin sâkînâmeleri tasavvufî sâkînâmelerdir. (…) Ali Şir Nevâyî,
Sabûhî Dede, Nâzükî, Şeyhülislâm Bahâyî, Şeyhülislâm Yahyâ, Hayretî, Fuzûlî, Taşlıcalı Yahya, Hüznî, Atâyî,
Rıyâzî, Tıybî ve Rüşdî’nin sâkînâmeleri mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. (…) Hanyalı Nûri, Nef ’î, Kelîm,
Bayburtlu Zihnî, Zîver Paşa, Türâbî, Ziya Paşa ve Memduh Paşa’nın sâkînâmeleri terkib-i bend nazım
şekliyle kaleme alınmıştır. (…) Ahmed-i Dâi, Şeyh Galib, İşretî Mustafa, Beliğ, Hoca Neşet, Tayyar Mahmud
Paşa, Dâniş Mehmed Bey, Hemdem Çelebi, Kâzım Musa Paşa’nın sâkînâmeleri terci-i bend şeklindedir. (…)
Fehîm-i Kadîm, Dilsûz Mehmed Emin Tebrizî, Keçecizâde İzzet Molla ve Nâmık Kemâl’in sâkînâmeleri
kaside nazım şekliyle yazılmış eserlerdir.”1
I. ŞEKİL ÖZELLİKLERİ
Nef ’î’nin Sâkî-nâme’si
Nazım şekli: Terkib-i bend
Vezni: Failâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
Beyit sayısı: 8’er beyitten oluşan 5 bend, toplam 40 beyittir.
müdâmı Suheyb, anı içmemek ola ayb, esrâr-ı Hak, habb-ı hubb-ı Hudâ, tâk-i rızâ, hurşîd-i zât, Tûr üzre
nûr-ı tecellâ, mühr-dâr ana hatm-i rüsul, menbâ-ı sıbgatu’llâh, feyz-i Hak âşikâr, sâlik-i râha gül-gûn rahş,
şarâb-ı tahûr, feyz-i Hudâ, çeşme-i deşt-i nûr, levs-i hevâ, mest-i câm-ı gurûr, bâde-i aşk, nûra gark, melek,
semâ eylesün.
İki şairin Sâkî-nâme’leri arasındaki en belirgin fark, üslup farkıdır. Gazellerinde âşıkâne, rindâne üslûbu
kullanan Şeyhülislâm Yahyâ, Sâkî-nâme’sini sûfiyâne kelime ve terimler üzerine bina etmiştir. Nef ’î ise tam
tersine gazellerinde Şeyhülislâm Yahyâ’ya oranla daha fazla sûfî terimlerine yer verirken Sâkî-nâme’sinde
daha az yer vermiş, bu şiirini tamamen rindâne bir üslûpla kaleme almıştır.
Nef ’î Sâkî-nâme’sinde kadehe ve şaraba seslenmektedir. Nef ’î’nin muhatabı şaraptır:
Merhabâ ey câm-ı mînâ-yı mey-i yâkût-reng
Devri gelsin senden öğrensin sipihr-i bî-direng
469
Kazım YOLDAŞ
NEF’Î’NİN SÂKÎ-NÂME’Sİ
1
Merhabâ ey câm-ı mînâ-yı mey-i yâkût-reng
Devri gelsin senden öğrensin sipihr-i bî-direng
2
Şarapsın, sarhoşların gönlünü rahatlatansın. Ruhsun, divane âşıkların akıp giden/ruh nakdisin.
Hızır ve Mesih can bağışlayan damlana susamıştır. Hayat suyusun yahut sevgilinin dudak yakutusun
Manada susun amma ateş parçası bir susun. Görünüşte yüz rengin ile yakutsun amma nesin?
Mina kadeh ile mecliste dönmeye başlasan; meyhane meclisi bahçesinin suya kanmış lalesisin.
Meclisin ve meclisin kurulduğu yer yüzünün parlaklığı ile safa doludur. Meclisin ve kadehin kalbini
aydınlatnsın.
Nice Sam ve Rüstem’i sefil ve perişan edersin. Üzüm kızısın ancak akıl almada erkek gibisin.
Hal ve keyfiyyetinin safası zevke aittir. Rintler meclisine mahrem başkasına yabancısın.
Senin keyfinde (başka) bir keyfe benzemeyen (bir) âlem var. Sözün özü, senin şarap olmanda şüphem
var; (sen olsa olsa) ruhsun
3 “Tevfık Fikret, Servet-i Fünûn Dergisi’nin 24 Eylül 1314/6 Ekim 1898 tarihli 395. sayısına Ziya Paşa’nın Harabat\ üzerine
«Musâhabei Edebiyye» başlığı altında yazdığı bir makalede, Fuzulî ve Nef î›nin birer beytini ele alarak, bir şair ve edebiyatçı gözüyle
şiir sanatı ve üslûp özellikleri açılarından bu beyitlere ilişkin görüşlerini belirtiyor. Tevfık Fikret bu görüşlerinde, tekrar edilen sözler
ve bu sözlerle kurulan Türkçe ve Farsça tamlamalar, aynı kelimelerle kurulmakla birlikte bu tamlamalann taşıdığı farklı anlamlar, sözü
tersiyle söyleme... gibi ince noktalar üzerinde duruyor. Divan şiirine «söz» açısından yaklaşarak «anlam»a nasıl ulaşılabileceğini çok
güzel bir biçimde anlatıyor ve bu görüşleriyle de günümüzde bu konuda yapılan çalışmalar için çok güçlü bir ışık tutuyor. Ben buraya,
Tevfık Fikret›in diline dokunmadan, görüşleri üzerine fazla bir yoruma girmeden biraz kısaltarak olduğu gibi aktarıyorum…: Tevfık
Fikret şöyle diyor: …
Sakî-nâme-i Nef î’den,
Âlemin cânı değilsin, cân-ı âlemsin helemısraını bazı müşkül-pesendân-ı fesahat bilmem nasıl bir kusur ile nakîsa-dâr addederler...
Aksam ve esamisini ellerindeki belâgat kitaplarından ezberledikleri sanâyi-i edebiyye arasında böylesine tesadüf etmedikleri için...
zavallı mısraı “kesret-i tekrar” ile “haşv” ile hasılı manâsızlıkla itham ediyorlar, takbih ediyorlar... Halbuki Nef î’nin bu mısraından bir
sun’î, bir teşne-i san’at tecerru’ edebilmek için yalnız “âlemin cânı” izafet-i Türkîyesiyle, “cân-ı âlem” izafet-i Farisiyesi beynindeki farkı
hissetmek, lisanımızda istimal edilen bu iki türlü izafetin biri birine nisbeten ruh ve kuvvetini anlamış, takdir etmiş olmak kâfidir. Ne
faide ki bu farkı kitaplarımız söylemiyor!”
Cem Dilçin, Divan Şiirindeki Paralel ve Ortak Söz Yapılarından Metin Eleştirisinde Yararlanma. http://dergiler.ankara.edu.tr/
dergiler/12/848/10729.pdf Erişim Tarihi: 03.11.2012. 473
Kazım YOLDAŞ
3
Gerçi adın şaraptır (ancak) zevk ve safaya sebepsin; damlanı içenler kaygıdan kurtulmuştur.
Can u gönülden sana tutkun olmayan kimse yoktur. Padişah, fakir, dilenci hep feyzine gönül vermiştir.
Her ne zaman lutf edip meclisi şerelendirsen; meclistekiler ayağına yüz sürmeyi beklemektedir.
Safa tahtının şahısın, lutuf ve kahrının sebebiyle, sarhoşlarının kimisi barış içinde kimisi kavgadadır.
Gönlün bulanıklıktan/kederden uzak, kin ve hileden arınmış olduğundan, âşıklar için senin gibi dost
olmaz.
Pak ve saf bir aynasın, sende kin ve hile ne arar? Az çok bulanıklık varsa/galiba billur kadehtedir.
Âşık, sana rehin olmayan esbabı ne yapsın; gerek hırka gerek seccade (hepsi) ateşe yansın.
Gönül erbabı (âşıkların) meclisi bir an sensiz olmasın. (Senin) hürmetini inkâr eden âlemde hürmet
bulmasın.
4
Ben sana benzer bir dost ve sevgili bulmadım. Hem senin meclisin gibi neşeli bir meclis bulmadım.
O meclise katılanlar nasıl neşeli olmasın ki? (Senin bir) damlanı içende zerece gam bulmadım.
Onların da özellikle keyfini eksik bulmadım (amma), afyon ve esrarın neşesini sana asla benzetemem.
Âşık mum ve sevgili ile bir yerde toplansa, o özel meclise senden başka mahrem bulmadım.
Âlemi âşıklar için yeni (bir) eğlence yeri buldum; amma sensiz âlemin zevkinde âlem bulmadım.
(Senin) hücum selin zühd evini harap edeli, gönülde tövbe evini sağlam bulmadım.
(Senin) tadına varınca, değil tövbesini bozmak, hiç tövbe etmeyi düşünmüş bir adam bulmadım.
Meclisin hem gayet gönül açıcı hem rintçedir. Senin hakkında her ne derlerse hep efsanedir.
5
Cisim ve cana rahat (senin) can bağışlayıcı keyfindedir. (Senin) hikmetini inkar eden vaizin ahmaklığı
bundadır.
Kaygıdan ölmüş olana söz yok; can bağışlayan sohbetinin zevkine can veren çoktur; (işte gerçek) sohbet
bundadır.
Gerçi sen gönülleri açmak için (tüm) var(lığ)ını tüketirsin; herkes de sana (tüm) var(lığ)ını tüketir; (işte)
hikmet bundadır.
Hekimler bu ana dek (senin) niteliğini/etkini bilmemişler. Eğer bilselerdi, her hasta için, “sağlık
bundadır” diyerek (seni gösterirlerdi).
Gönül ehli âşıklar için, tatlı şerbetten daha yücesin; başkasını kederlendirsen ne olur; tatlılık bundadır.
Sözün kısası, rintler ile aynı meşrepte/kafadar olsan (sana) yaraşır; yaradılışın ter değil rakı gibi; hoş
olan da budur.
474 Senin verdiğin sersemliğin sıkıntısı hasta âşığı öldürdüğü anda feyzin yine diriltir; gariplik bundadır.
Gel, hasta Nef ’î’yi keyfinle yeniden dirilt; onun hüzünlü gönlünü yine gamdan arındır.
Nef ’î ve Şeyhülislâm Yahyâ’nın Sâkî-Nâme’leri
Arasında Bir Karşılaştırma
sakinin sunacağı hoş içimli şaraptan medet ummaktadır.7 Ne (ayşında) yaşamında/eğlencesinde bir hal, ne
içmesinde zevk, ne dostunda dostluk, ne meclisinde şevk vardır. Güçlüleri, gurur kadehi ile sarhoş olmuş,
arzu ve isteklerinin sersemliği ile şuursuzca yatmaktadırlar. Keseleri boş, elleri darda olan fakirleri, şu halleri
ile ayyaş geçinirler. Aşk şarabından dolu bir kadeh içen; bu kendini bilmeyecek derecede sarhoş olanlardan
intikam alır (47-52).
Güneş parlaklığındaki bu içkinin her zerresi bir cihanı aydınlatır, gönül âlemini neşelendirir
ve onu içen şairin vücudu meyhane, gamlı gönlü şarap küpü olmuştur. Aşkın mihnet bıçkısı, göğsünü
meyhane kapısı gibi iki parça etmiştir. Gayret elinin tırnağı, o meyhanenin kapısının kilididir. Can âlemini
nurlandıran, cihanı yakan o parlak şimşek çakınca, insanın iradesi harman gibi yanar (53-62).
Sâkî-nâme’nin sonunda şair, sâkîye yalvararak baştan beri tavsif ettiği aşk şarabını ister:
Ey sâkî, o hayat suyunu utandıran, hazmı kolay su nerede? Getir, zira gönül bağı solgun, sonsuz hayat
isteklisi ölgündür. Ey sâkî, o neşe âlemi nerede? Cihanı gösteren bir kadeh bulunmaz mı? Cem’in kadehi
bulunmazsa da lutf edip kırık gönlümü ele al. Ey sâkî, elinden geleni esirgemeyen himmet nerede? O kılıcın
umursamazlık kınında işi ne? Cismimi ve ruhumu sana feda edeyim, kerem et beni yarı boğazlanmış halde
bırakma. Ey sâkî, gam askerini bozguna uğratan o cesaretin sığınağı nerede? Gönül ülkesini düşmandan
kurtarıp onu aşk padişahına teslim etsin. Ey sâkî, o zafer sabahı nerede? “es-sabûh” ezgisinin zamanı değil
mi? Sürahinin ötme, şarkıcının bülbüle eşlik etme zamanıdır. (63-72).
En son şarkıcı ve çalgıcıya seslenen şair, yazdığı bu Sâkî-nâme’nin saz eşliğinde okumalarını ister:
Ey şarkıcı, neşe ve coşkunun vaktidir; şarkının eğlencenin tam zamanıdır. Sâkî gül gibi kadehi eline aldı;
bülbül gibi şevklenmeye başladı. Ey çalgıcı, yine eline udu al; bu şeş-hanenin sesini yükselt. Yahyâ’nın şiirini
yüksek sesle oku; çünkü yakıcı sözü, saz eşliğinde okumak hoş gelir. Melek ezgini dinlesin, gökyüzü şevke
gelsin, sema eylesin (73-77).
Görüldüğü gibi 77 beyitlik bu Sâkî-nâme mesnevisi tasavvufî imajlarla örülmüştür. Bir sûfînin bakış
açısı ile evrendeki varlıkları kişileştiren Yahyâ, okuyucunun önüne canlı fakat aşk şarabı ile kendinden
geçmiş, bir kâinat sunar. Gökteki güneş, ay ve yıldızlardan yeryüzündeki gül, lale, nergis, sünbül ve
menekşeye kadar herşey o muhabbet şarabından sarhoştur. Şair, telmih yoluyla Hz. Süleyman’ın mührü,
Cem’in kadehi, İskender, Hz. Musa ve Tur Dağı, Hz. Muhammed’in hatemi ve Suheyb adlı sahabi8 ile aşk
şarabını ilişkilendirir.”9
SONUÇ
Nef ’î ve Şeyhülislâm Yahyâ’nın Sâkî-nâme’leri muhteva bakımından benzer olmakla birlikte şekil ve
üslûp bakımından farklıdır. Her ikisinde de şarabın etkisinden söz edilmektedir. Yahyâ’nın şiirinde bu
şarabın aşk şarabı olduğu daha belirgindir. Nef ’î’nin şiiri terkib-i bend, Yahyâ’nınki mesnevîdir. Nef ’î’nin
şiiri rindâne, Yahyâ’nınki sûfiyâne bir üslûpla kaleme alınmıştır.
KAYNAKÇA
AKKUŞ Metin, Nef ’î Divanı, Akçağ Yay. Ankara 1993.
7 Toplumda kargaşanın yaşandığı dönemlerde halkın din ve tasavvufa yönelmesi, bir mürşidin etrafına kümelenmesi sosyal bir gerçektir.
XIII. yüzyılda Moğol saldırılarından bunalan halkın kurtarıcı gibi gördüğü Mevlanâ’ya sığınması; Yunus Emre’nin de aynı devirde ortaya
çıkıp sade, duru, tertemiz Türkçesiyle halkın muzdarip gönlüne su serpmesi, bunun en güzel örneğidir.
8 Küçük yaşta Rumlara esir düştüğü için Suheyb-i Rûmî diye anılan bu sahabi fedakârlığı ve cömertliği ile tanınmıştır. Resûlullah
Efendimiz Süheyb’i çok severdi. Buyurdu ki:
- Bir kimse Allah’a ve Ahiret gününe inanıyorsa, bir ananın evlâdını sevmesi gibi Süheyb’i sevsin.
Çok zengin olduğu halde Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında bütün servetini müşriklere bıraktığı için: «İnsanlardan bir kısmı, Allahü
teâlânın rızâsını isteyerek O›na ibâdet yolunda kendini ve malını fedâ ederler.» (Bakara 2/207) ayeti onun hakkında nazil olmuştur. 481
9 Kazım Yoldaş, Şeyhülislâm Yahyâ Dîvânı’nda Aşk Şarabı, Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2009, Sayı: 22, sayfa: 141-
144.
Kazım YOLDAŞ
CANIM Rıdvan, Türk Edebiyatında SÂKÎNÂMELER ve İŞRETNÂME, Akçağ Yay. Ankara 1998.
DİLÇİN Cem, Divan Şiirindeki Paralel ve Ortak Söz Yapılarından Metin Eleştirisinde Yararlanma.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/12/848/10729.pdf Erişim Tarihi: 03.11.2012.
KAVRUK Hasan, Şeyhülislâm Yahyâ Dîvânı, MEB. Yay. Ankara 2001.
YOLDAŞ Kazım, Şeyhülislâm Yahyâ Dîvânı’nda Aşk Şarabı, Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi
Dergisi, Yıl: 2009, Sayı: 22, Sayfa: 139-152.
482
DEĞERLENDİRME OTURUMU
(Prof. Dr. Atabey KILIÇ, Prof. Dr. İsmail YAKIT, Prof. Dr. Mahmut KAPLAN,
Prof. Dr. Saadettin ÖZÇELİK, Prof. Dr. İdris KADIOĞLU)
485
Prof. Dr. İdris KADIOĞLU
Ben de teşekkür ediyorum sayın başkanım. Ben Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun Diyarbekir’de
yapılmasının alt yapısını ve özellikle bundan önceki süreci kısaca değerlendirmek istiyorum. Nisan aylarında
yine Atabey Hocamız ve Kayseri’den gelen arkadaşlarla birlikte düzenlediğimiz Dîvân Edebiyatı ve Nevbahâr
konulu panelimizde; ki bu panelin o olumlu yankıları neticesinde üniversite yönetimiyle yapmış olduğumuz
görüşmeler sonrasında bir Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nun Diyabekir’de yapılabileceği ve bunun
da Alî Emîrî Efendi adına tertip edilebileceği kabul gördü ve bu şekilde bir sempozyum düzenlendi. Tabiî
öncelikle sempozyumun düzenlenmesinde, Diyarbekir’de yapılmasında katkı sunanları hocalarımız zaten
belirttiler, onlara teşekkürlerini ifade ettiler. Onları tekrar söylemek istemiyorum. Edebiyat Fakültesi, Eğitim
Fakültesi hocalarımız, asistanlarımız, öğrencilerimiz bizzat işin içerisinde oldular; bu sempozyum boyunca
katkılar sundular. Hepsine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. Özellikle Edebiyat Fakültesi’nden Doç. Dr.
Ahmet Tanyıldız arkadaşımızın sempozyumun organizesinde büyük gayretleri oldu. Atabey Hocamızın
başkanlığında özellikle bu arkadaşların isimlerini zikretmek istiyorum.
Son oturumdaki, son konuşmacımız Oğuzhan Şahin Beyefendi, ballar yüklü arılar benzetmesini
yaptı. Bu benzetmeye uygun olarak bilim adamlarımızın Türkiye’nin dört bir yanından hatta yurtdışından
Diyarbakır’a gelerek bir Klâsik Türk Edebiyatı Sempozyumu’nda bizlere bilgilerini sunması adeta bal yüklü
olarak gelmiş olmaları bizi son derece memnun etti, mesrûr etti. Hepsine, bütün katılımcılara, sunum yapan
hocalarımıza, bütün meslektaşlarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum, ayaklarınıza sağlık diyorum ve
dinleyicilerimize de bu sabırları için çok teşekkür ediyorum, sağ olun, var olun.
489
SEMPOZYUMDAN
KARELER
491
492
493
494
495
496