You are on page 1of 77

Dino Buzzati

Dağların
Adamı
Barnabo
Çeviren: Elçin Kumru
DAĞLARIN ADAMI BARNABO
Dino Buzzati
Timaş Yayınları I 2251
Çağdaş Dünya Edebiyatı 17
Yayın Yönetmeni
Emine Eroğlu
Editör
Ayşe Tuba Ayman
Çevirmen
Elçin Kumru
Kapak İllüstrasyonu
Ashlev Dumonchelle
Kapak Tasarımı
Ravza Kızıltuğ
1. BASKI
Mart 2010, İstanbul
ISBN
978-605-114-177-0
Orijinal Adı
Bàrnabo delle Montagne
DİNO BUZZATİ (Belluno 1906-Milano 1972) İtalyan romancı, öykü yazarı, ressam, şair ve gazeteci.
Hukuk eğitimini tamamlamadan ö nce, Corriere della Sera gazetesinde haberci, redaktö r ve ö zel muhabir olarak çalışmaya
başladı. Edebı̂ etkinliğine, Bàrnabo delle Montagne (Dağların Adamı Barnabo) adlı romanını yayımlayarak 1933 senesinde adım
attı. İkinci romanı Il segreto del Bosco Vecchio (Eski Korunun Gizemi) 1935'te yayımlandı. 1940 Haziran'ında başyapıtı Il deserto
dei Tartari (Tatar Çö lü ) yayımlandı. Uç yıl bir savaş gemisinde gö rev yaptı. Savaş sonunda Tatar Çölü bü yü k ilgi gö rdü ve
Buzzati'yi bir anda İtalya'nın ö nde gelen yazarlarından birine dö nü ştürdü. Uluslararası başarısı ise Tatar Çölü'nün Le Desert des
Tartares adıyla 1949 yılında Fransa'da basılmasından sonra gerçekleşti ve eser kısa sürede yirmiden fazla dile çevrildi.
1953 yılında en başarılı oyunu kabul edilen Un Caso Clinico (Klinik Bir Vaka) sahneye koyuldu. Bu oyun ü ç yıl sonra Albert
Camus tarafından uyarlanarak Fransa'da sahneye koyuldu ve büyük başarı sağladı.
Buzzati, 1958 yılında Milano'da ilk resim sergisini açtı ve 1960 yılında bilimkurgu tü rü ndeki tek romanı olan Il Grande
Ritratto’yu (Yaşamdan da Ustü n) yayımladı. 1963 yılında beşinci ve son romanı olan Un Amore (Bir Aşk) yayımlandı. 1966
yılında, dünyaca ünlü öyküsü, Il Colombre (Colombre), elli bir seçme Öyküsünün yer aldığı bir seçkide yayımlandı.
1969 yılında, Orpheus'un modern bir çeşitlemesi kabul edilen Poema a Fumetri (Çizgi Roman Biçiminde Şiir) adlı resimli romanı
yayımlandı ve bü yü k ilgi gö rdü . 1971 yılında Le Notti Dif icili (Zor Geceler) adıyla, ö ykü lerinin altıncı basımı yapıldı. Bu, aynı
zamanda Buzzati'nin, hayattayken yayımlanan son kitabı oldu.

ELÇİN KUMRU
1972 Erzurum doğumlu. İtalyanca-Türkçe-İtalyanca çevirmen. Ankara Universitesi D.T.C.F. İtalyan Dili ve Edebiyatı mezunu.
1994'te aynı ü niversitede araştırma gö revlisi olarak çalışmaya başladı; 1997'de Yü ksek Lisansını Cesare Pavese'nin Hikâye ve
Romanlarında Çocukluk Çağma Dönüş Mitosu konulu teziyle tamamladı. Doktorasını tez aşamasında yarım bıraktı. 1999'dan bu
yana İtalya'da yaşıyor. 2007’de Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği ÇEVBİR üyeliğine kabul edildi.
1

San Nicola kasabasının orman bekçilerinin kaldığ ı evin ne zaman yapıldığ ını hiç kimse
hatırlamıyor. Delle Grave Vadisi’nde bulunan bu eve “Mardenlerin evi” denildiğ i de olurdu. Bu
noktadan başlayarak ormanın içlerine doğ ru giden beş patika yol vardı. Ilki, vadi boyunca San
Nicola’ya doğ ru iniyor ve giderek gerçek bir yola dö nü şü yordu. Diğ er dö rt patika yol ise,
ilerledikçe daha ince ve tehlikeli hale gelen ağ aç gö vdeleri arasından geçerek, yere yıkılmış
kuru ağ açlar arasından ormanın derinliklerine kadar çıkıyordu. Kuzeyde ise dağ ları çepeçevre
saran beyaz çakıl taşlı yollar vardı.
Dağların tepesinden doğan güneş, Mardenlerin evinin üzerinden dönerek, Col Verde Tepesinin
arkasında batıyor. Havadaki akşam esintisi, bir gü nü daha beraberinde alıp gö tü rü yor. Orman
bekçilerinin şe i Del Colle’nin bugü n key i yerinde ve anlatacak bir sü rü hikâ yesi var. Bu
hikâ yeleri ondan başka hatırlayan yok ve sayıları o kadar çok ki hepsini anlatmaya kalksa, bir
gün bir gece sürer ve yine de bitmez.
San Nicola’lı varlık sahibi Ermedia Bey’in hikâ yesi: “Uç adamıyla birlikte Vallonga’dan
dö nerlerken, Col Nudo Tepesine yaklaştıkları sırada sis inmeye başlar. Ermedia yolu şaşırır ve
kocaman bir kanal boyunca yukarı doğ ru tırmanır, Pagossa Tepesinin altındaki bü yü k terasa
ulaşır; şimdi gö rü nmez, yarın gü neş doğ unca gö steririm neresi olduğ unu. Ermediayı sonra bir
daha gö ren olmadı; hatta aylarca onu aramak için kayaların eteklerine gidildiğ i sö ylenir.
Aradan çok uzun yıllar geçti.”
Cephaneliğ in hikâ yesi: San Nicola kasabasını Vallonga’ya bağ layacak bir yol yapması
planlanıyordu. Yetkililer arasında anlaşmaya varıldı ve yaşlı Bettoni bu işi yapmayı ü stlendi.
Yapılacak yol, Delle Grave Vadisi boyunca yukarı tırmanacak, daha sonra sola doğ ru kıvrılarak,
Palazzo Tepesi kayalıklarının yanından, Pagossa Tepesi ü zerinden Col Nudo Tepesinin
arkasına doğ ru devam edecekti. San Nicola’da çalışmalar başladı. Proje çok bü yü k olduğ u için,
Bassa’dan işçiler geldi; dağ da delme çalışmaları yapmaları gerekecekti. Bü yü k miktarda barut
tozu alındı ve Palazzo Tepesi kayalıklarının alt kısmında kalan bir barakaya depolandı.
Ancak birinci boğ azın son bö lü mü ndeki mayın patlatma noktasında işi durdurmak zorunda
kaldılar, çü nkü barutların patlatılmasında sorun yaşandı, gece de aletler çalındı. Bunun
ü zerine kasabada bir takım sö ylentiler dolaşır oldu; insanlar, “Paralar boşa harcanıyor;
dağ ları kendi haline bırakmak gerek.” demeye başladı. Kö tü ruhların uzaklaşması için San
Nicoladaki kilise çanları çalındı.
Bir gece işçilerden biri hırsızlık yapmak ü zere bir eve girince, işçilerine yeterince gö z kulak
olmadığ ı için Bettoni’yi suçladılar. Yapılan ihaleyi kıl payı kaybetmiş olan bir rakibi, ateşe
körükle gitmeye başladı. Patlayıcı deposunu havaya uçurma tehditleri ortaya atıldı.
Tam bu sırada, yolun geçeceğ i noktanın biraz ü zerinde bulunan bir duvar kayanın
yamaçlarında mağ ara tü rü bir yer buldular; burayı cephaneliğ e çevirdiler ve kapısına duvar
ö rdü kten sonra orman bekçilerini nö bet tutmakla gö revlendirdiler. Bu arada kış nedeniyle
işlere ara verildi ve bir sonraki yıl yeniden başlandığ ında da ellerinde para kalmadığ ının
farkına vardılar. Palazzo kayalığ ının alt kısmına kadar ulaşan bir parça yol bugü n hâ lâ var; bu
noktadan sonra ise cephaneliğe giden bir patika yol devam ediyor.
Gü nü n birinde, keşif gezisi yapan subaylar bu silah deposunu gö rdü : Gü zel bir bina, iyi
muhafazalı bir yer ve sınıra da pek uzak değ il. Burayı kullanmak gerek diye dü şü ndü ler. Daha
başka patlayıcı ve çok sayıda mermiyi getirip buraya bıraktılar, ama nö bet tutma işi yine
orman bekçilerine kaldı. Yıllar boyu bu bö yle devam etti. Kapısının ö nü nde bugü n hâ lâ elinde
tü feğ iyle bir adam, bir aşağ ı bir yukarı yü rü r durur. Nö beti teslim alacak bekçi her akşam
Mardenlerin evinden çıkar ve ormanlıklar arasından iki saat boyunca yü rü yerek kü çü k
cephaneliğ e ulaşır. Cephaneliğ in yanında bir de kü çü k baraka vardır. Her seferinde ü ç nö betçi
bulunması gerekir.
Darrio’nun hikâ yesi: O da bir orman bekçisiydi ve hep şö yle sö yler dururdu: “Dağ larda
hırsızlar var; cezaevlerinden kaçıp, tepelere sığ ınıyorlar. Gü nü n birinde çalıp çırpmaya ve
ortalığı yakıp yıkmaya buralara da gelecekler. Gidip bakmamız, kontrol etmemiz gerek.” Sabah
dosdoğ ru ormana doğ ru yola çıkardı; o duvar kayalıklara nasıl tırmanıyordu bir Tanrı bilir.
Hırsızlar diyordu, ama belki de sö ylediğ ine o da inanmıyordu. Gü nlerce uçurumların
eşiklerinde gezer dururdu. Ne var ki iyi dağ cı olmasına rağ men gü nü n birinde bir daha geri
dö nmedi. Dö nmesini beklediler, ormanda aradılar, kayaların altlarına kadar gidip baktılar ve
dağ larda yankılansın diye korno çaldılar. Bundan bir hafta sonra, cephanelikten dö nen Berton
upuzun bir duvar kayalığ ın ü zerinde dö nü p duran 12-13 karga gö rmesin mi? Baston del Re
kayalığ ının hemen altındaki tepede. Kemikleri hâ lâ orada, ufak bir dü zlü k ü zerinde duruyor.
Aslına bakılırsa ölümünü kendisi istedi.
Kimisinin kü çü k bir tü y taktığ ı yeşil şapkalarıyla on iki orman bekçisi... Ceketlerinin ü zerinde,
kasabalarının armasını temsilen bir rozet var. Aklaşmış bıyıklarıyla şe leri Antonio Del Colle
artık yaşlı sayılır, ama dağ lara hâ lâ iyi tırmanıyor ve yü k taşıyabiliyor; tü fekle ateş ettiğ i
zaman hata yaptığ ını gö ren olmamıştır. Ingiliz yapımı av tü feğ ini sü rekli deri kılıfında
saklıyor. Tü feğ in namlusu boyunca dolanan bir yılan deseni var. Del Colle genelde başka bir
tü fek kullanıyor; evde bulduğ u ve pek ö zen gö stermeye gerek olmayan bir tü fek. Ufak tefek bir
yapıya sahip Del Colle, kendine ö zel, ritmik adımıyla uzaktan da rahatlıkla gö ze çarpıyor; ara
sıra durup etrafına bakıyor. Dağ ın eskilerinden o; kö knarların hastalığ ını gö rü yor, kuşların
cıvıltılarını tanıyor, ufak tefek bü tü n yolları biliyor. Yaklaşan kö tü havayı hissediyor ve mesai
arkadaşlarını iyi tanıyor: Giovanni Marden, Giovanni Berton, ilkinin kuzeni Paolo Marden,
Pietro Molo, Francesco Franze, Berto Durante, Angelo Montani, Primo ve Battista Fornioi,
Giuseppe Collinet, Enrico Pieri ve Barnabo. Barnabo’ya sadece adıyla hitap ediyorlar ve bu ad
daha sonra ‘Dağların Adamı Barnabo’ halini alacak.
Nereden geldiklerini sö ylemek kolay değ il. Kimisi orman bekçisi çocuğ u, kimisi ataerkil
ailelerin çocuğ u olarak o dağ lar arasında dü nyaya gelmiş; kimisi de uzaklardan, vadi yollarını
gö rmü ş de gelmiş. Ama artık o sonu gelmez ve tozlu, gü neşin yakıp kavurduğ u yolları
unutmuşlar. Geldikleri vadilerde ne gölge ne de rüzgâr vardı; nadiren çeşmeye rastlanırdı. Hep
dü mdü z gitmek gerekirdi; biraz ileride gö lgesi olan bir bitki var; son bir gayret. Ayaklar
kurşun gibi ağırlaştı, direnin geldik.
2

Bir zamanlar Marden ailesine ait olan ve orman bekçilerini ağ ırlayan ev artık iyice eskidi.
Kirişlerin tahtası çü rü dü ve panjurlar kapanmaz oldu. Bir gece ü şü dü ğ ü nü hissederek uyanan
Durante, yataktan kalktı ve ışığ ı yaktı. Rü zgâ r çatının bir parçasını alıp gö tü rmü ştü ; bir anda
ve sessiz sedasız.
Halbuki bir zamanlar, yeni evli bir çiftin yuvası gibi pırıl pırıldı ve ışıklar saçıyordu;
pencerelerinde çiçekler vardı ve rengarenk boyalıydı. Şimdi ise zemin katın beyaz badanası
gitmiş, birinci katın tahta kaplamaları simsiyah olmuştu. Yağ an yağ mur damlalarını sayan,
rü zgâ rla sö z dalaşına giren çatı da artık yavaş yavaş yorgun dü şmü ş; açılmalar olmuş, bir-iki
kiremidi uçup gitmişti, ama hiç kimse farkında bile değ ildi. Artık yıkıntı bir bina; en ufak
darbede yerle bir olabilecek halde.
Del Colle, “Fornioi, sen marangozsun, tavanın kirişini tamir et. Gece gıcırdayıp duruyor,
ü zerimize dü şecek.” diyordu ve dü şü ncelere dalıyordu: “Yarın her şey dü zelecek; yarın iyiye
işaret bir gü neş açacak ve çalışma arzumuz olacak. Ama biz bugü nü yaşıyoruz; yarın henü z
gelmedi.” Mardenlerin evi herkesin gö zü nü n ö nü nde ve fazla gö ze çarpmadan işte bö yle harap
oluyor.
Durante’nin bir gü n çatının bir parçasının uçtuğ unu fark etmesiyle tartışmalar da başladı:
“Artık değ işiklik yapmak lazım; cephaneliğ in çok uzağ ındayız. Burası çok nemli ve ormanın
tam ortasında. Zaten bu evi sil baştan inşa etmek gerek” Del Colle bu hale ü zü lü yordu.
Mutfağ ın o duvarları dumandan o kadar kararmış, o duvarların içine o kadar garip şeyler
girmişti ki... “Yazık,” diye dü şü nü yordu, “yirmi yıldan fazla sü redir burada yaşıyorum. Buraya
ilk kez geldiğ im gü nü hatırlıyorum da; yaz mevsimiydi ve yağ mur yağ ıyordu. Sö ylenecek pek
fazla bir şey yok, bü tü n hayatım burada geçti. Şimdi bu evde olduğ umda ve yatağ ımın yanında
asılı tü feğ i gö rdü ğ ü mde, çok param olmuş ya da kasabada yaşamışım hiç umurumda değ il. Ne
aptallık. Bu evde acı da çektim; yıllar ö nce, zaman zaman, vadideki kasabaya inmeyi delice
isterdik. Aramızdan kaçıp gidenler bile oldu. Hatırlıyorum, sonbaharda Ermeda avdan
dö ndü ğ ü nde şarkılar sö ylenirdi. Dillere destan yemekler dü zenlenirdi; yaşlı Da Rin keman
çalmaya başlardı. Kış, ardından yaz, ardından tekrar kış; ben artık yaşlandım, şimdi artık
gitme zamanı.”
İşte bugün hâlâ hatırladıkları:
Darrio’nun ö lü mü nden birkaç ay sonra Del Colle acilen San Nicolaya çağ rıldı. Gri bulutlarla
dolu bir gü nde kasabaya vardığ ında akşam olmuştu. Belediyeye bağ lı bü tü n orman
bekçilerine komuta eden komiserin odasında, elinde tespihiyle ağ layan cılız bir kadın ve
insanda tedirginlik yaratan ufak tefek bir adamla karşılaştı. Darrio’nun ebeveynleriydiler. Ne
pahasına olursa olsun oğ ullarının cenazesini istiyorlardı. Onları bunun imkâ nsız olduğ una
ikna etmek mü mkü n değ ildi. Gencin babası cesedin nerede olduğ unu kendi gö zleriyle gö rmek
istedi. Annesi, San Nicola’da kaldı. Baba ile Del Colle, tek sö z sö ylemeden, şafakla birlikte yola
koyuldular. Yaşlı adamın ayakkabıları dağ a uygun değ ildi ama hışımla ve yere bakarak
ilerliyordu. Bü tü n gece yağ mur yağ mıştı ve bitkilerin ü zerinden yağ mur damlaları iniyordu.
Bir bulut perdesi arkasında kalan dağ lar, kara kara gö rü nü yordu. Hiç ara vermeden yü rü yerek
boğazı geçtiler, ormanı geride bıraktılar.
Yaşlı adam, “Mü mkü n olan en ü st noktaya kadar çıkmak istiyorum.” diyordu; Del Colle, adamı
kayalık duvarların yü kseldiğ i yere kadar, çakıl taşlı yol boyunca yü rü ttü . Yaklaşık dö rt yü z
metre yukarıda, ufak bir terasın ü zerinde Darrio’nun kemikleri duruyordu; her biri bir yana
dağ ılmıştı ve param parça olmuştu. Ancak iki adam, bir yamacın arkasına giren daracık bir
kanalın kayalarının arasından zar zor daha da yukarı tırmanmaya çalıştı. Dar kanalın sona
erdiğ i yerde durdular; etra ları sarp kayalıklarla çevriliydi. Kocaman siyah bir çatlaktan
yağ mur suyu fışkırıyordu; ulaşılması imkâ nsız kayalar arasında, kaygan ve karanlık bir in.
Darrio’nun cesedi biraz daha yukarıdaydı; o kemikler de yağ mur yemiş, şimdi de yavaş yavaş
kurumaya yü z tutmuşlardı. Yaşlı adam, bü yü lenmiş gibi, hiç kıpırdamadan kayalara doğ ru
bakıyordu. Şelalenin gürültüsü bir yandan, yavaşça geçip giden bulutlar diğer yandan.
“Bayım, geri dö nelim mi? Imkâ nsız olduğ unu gö rdü nü z mü ?” Ama gö kyü zü nde ü st ü ste binen
sarp kayalardan gö zü nü ayırmayan adam cevap vermiyordu. Del Colle saatine bakıyordu: Bir
saat, bir buçuk, iki... Artık inmek lazımdı, tekrar yağ mur başlamak ü zereydi. Darrio’nun babası,
orman bekçisinin kolunu tutup, vaktin geç olduğ unu (akşam gö lgeleri yaklaşıyordu)
sö ylemesiyle kıpırdadı. Yaşlı adam yeniden yukarı baktı ve sonra bir daha tek sö z sö ylemeden
inmeye başladı.
3

Orman bekçilerinin yeni evini, Mardenlerin1 evinin bulunduğ u yamacın tam karşı tarafına
aşağ ı yukarı aynı şekilde inşa ettiler, ama yapı tamamıyla yeni ve çatısı da çinko. En iyi tarafı
da, oldukça yü ksek bir noktada bulunması; hemen hemen cephanelik hizasında ve etrafı
ormanla çevrili geniş bir düzlüğün ortasında yer alıyor. İşte karşınızda açılışının yapıldığı gün.
Ozellikle katırların da geçebilmesi için yapılmış patika yol boyunca yığ ınla insan geliyor.
Temmuz ayının gü neşli bir pazar gü nü . Erkekler bayramlık kıyafetlerini giymişlerdi, kadınlar
ise rengâ renk elbiseler içindeydiler. Orman bekçileri de sakal tıraşı olmuşlar ve yeni
ü niformalarını giymişler. Del Colle dışarıda, bir bankın ü zerine rahat rahat oturmuş,
Ermeda’nın hâ lâ hayatta olduğ u ve bando çaldırdığ ı zamanları anlatıyor: “Sonra duvar
kayaların orada ö lü nce, çalgıcılar da ortadan yok oldu gitti. Artık çalgı çalmayı bilen yok
aramızda. Eski davul da nehrin derinliklerinde yatıyor; Mercato meydanının alt kısmındaki
nehre attılar; pas içinde kalmış metal kısımları hâlâ orada görülebilir.”
Yeni evin bulunduğ u dü zlü kte sessizlik hâ kim; ara sıra ormandan homurtular geliyor ve
beyazlara bü rü nmü ş bü yü k duvar kayaların hepsi net şekilde gö rü lebiliyor. Duvar kayalar
bugü n beyaza bü rü nmü ş ve bembeyaz bulutlar orada burada gö lgeler bırakıyor: San Nicola
kayalıklarının ü ç tepesi, Mardenlerin dağ kayalıkları, Baston del Re Tepesi, batıdan doğ uya
biraz daha sağ a doğ ru gidilirse, Palazzo Tepesi, Polveriera Tepesi ve en uçta da Pagaossa
Tepesi’nin pro ili gö rü lü yor. Hepsinin ü zerinde ise kardan kuşaklarıyla Cima Alta ve yan yana
dört çan kulesini andıran Lastoni di Mezzo tepeleri göze çarpıyor.
Bu sırada tö ren başlıyor. Yol yapımında çalışanlardan ikisi, armonikalarına sarıldıkları gibi
dans mü zikleri çalmaya koyuluyor. Belediye başkanı, komiser, herkes burada; gü lü şenler var,
insanlar eğlenmek istiyor. Ne de olsa onlar için bir nevi yeni bir hayat başlıyor.
Molo, belediye başkanının kızını kollarının arasına almış, nasıl da gü zel dans ediyor! Şimdi
Berton da dansa başlıyor; bir, iki, ü ç; bir, iki, ü ç; o da vals yapmayı biliyor demek, ü stelik
diğ erlerinden çok daha iyi dans ediyor. Şu gencecik Barnabo nasıl ö yle kö şesine çekilmiş
durabiliyor? Nihayet o da bir kızı dansa kaldırıyor ve diğ erlerinin arasına katılıyor. Tam o
sırada armonika çalan iki genç müziğe ara veriyor.
Şimdi sıra Del Colle’de; armonikasını almaya gitti ve bir zamanların şarkılarını dinletecek
herkese, bunlar gençliğ i unutturmayan şarkılar. Havada ö ğ leden sonra huzuru hissediliyor,
bayraklar güneşte dalgalanıyor; tören daha yeni başlıyor ve akşama kadar sürecek.
Del Colle ayakta durmuş armonika çalarken, herkes sessizce onu dinliyor. Hemen yanıbaşında
ayakta duran Giovanni Marden, yü zü nde bir tebessü mle Del Colle’nin tuşlara basan
parmaklarını izliyor: Hemen hemen hiç oynamıyor gibi gö rü nü yorlar, ama harika mü zikler
ortaya çıkarıyorlar. Bayrakların dalgalanması durdu; rü zgâ r kesildi, çü nkü eski şarkılar
çalarken herkes sessizliğe gömülüyor.
Aferin Del Colle! Elinden gelmeyen şey yok! Elli altı yaşında, ama bakın nasıl da gü zel çalıyor.
Tü feğ iyle ateş ettiğ inde de yü z metrede tek bir şişe bile boş vurmuyor. Herkes “Bravo!” diye
bağ ırıyor. Gü neş biraz batıya doğ ru kaydı ama kimse farkına varmadı. Kasabaya inelim
demeye başlıyorlar. Belediye başkanı ve komiser herkese içecek bir şeyler ısmarlama sö zü
verdiler. Kalabalıktan bir grup gü le oynaya yola koyuldu bile. Geriye kalanlar da onları
izlemeye başlıyor. Del Colle neden gelmiyor? “Siz gidin, ben de hemen geleceğ im. Kâ ğ ıtlarımı
Mardenlerin evinde unuttum. Onları alıp hemen San Nicola’ya geliyorum.” diye cevap veriyor.
“Kâğıtları almaya yarın gidersin, şimdi bizimle beraber gel.”
“Bir saat sonra geliyorum; size ne zararı var ki? Ben de geleceğ im tabii ki; bu, bizim de
törenimiz.”
Bunun ü zerine herkes kasabaya doğ ru yola koyuldu. Ortalığ a bü yü k bir sessizlik çö ktü . Rü zgâ r
yavaş yavaş ormanda hışırtılar çıkartmaya başlıyor. Uzaklardan bir baykuş sesi duyuluyor.
Del Colle şimdi Mardenlerin evine gidecek. Kasabaya ulaşmak için bir saatlik yol olsa gerek.
Del Colle, yeşile yeni boyanmış kapıyı kapattı. Etrafına bakındı ve şimdi de ufak adımlarla
ilerliyor. Evin etrafını saran dü zlü ğ ü geçtikten sonra yavaş yavaş gö zden kayboldu. Yeni ev
tamamen yalnız kaldı.
Gü neşin ışıkları, kö knar ve karaçam ormanının arasında iyice zayı ladı, biraz sonra Col Verde
Tepesi’nin arkasına inecek. Dağlar da zamanla değişti. Yıllar önce ormanlarda bir tür küçük cin
olurdu. Del Colle bir kere bunları gö rmü ştü : Çimen gibi yemyeşil ve ha i lerdi; yolun yapım
çalışmalarına engel olan bunlar olmasın? Bugü n birisi, ertesi gü n birisi ateş ede ede; işçilerin
ormana doluşması ve mayın patlatarak yol inşaatına başlamasıyla belki de ormanın cinleri
rahatsız oldu ve kim bilir nereye saklandılar.
Del Colle eski evin bulunduğ u yere ulaştı; orman kararmaya başladı; ö zellikle de dalların
yoğ unlaştığ ı yerlerde. Cebinden ufak bir armonika çıkarttı; bir zamanlar bö yleydi işte, cinler o
eski şarkıları çok seviyordu. Armonika çalmaya başladıktan bir sü re sonra, tabii eğ er akşam
olmuşsa, ağaçların gövdeleri arasından ortaya çıkarlardı.
Çaldıkça çalıyor ve bu sırada akşam oluyordu. Kırılıp yere dü şen bir dal, yere yığ ılmış incecik
yaprakların ü zerine dü şerken ha if bir ses çıkarttı. Sonra bir başka ses daha duyuluyor. Yoksa
kimseciklere zarar vermeyen o yeşil suratlı minik cinler geri mi dö ndü ? Del Colle her şeyin
gençliğ indeki gibi olduğ unu fark etti. Gece karanlığ ında yeni gibi duran Mardenlerin evi, sakin
orman, akşamın getirdiğ i hoş kokular, her şey eskisi gibi. Ama o zamanlar Del Colle’nin ne
sakalı vardı, ne damarları bö yle kocaman, ne de nefes alıp vermesi bö yle ağ ırdı. Ceketinde
gü zel işlemeler olduğ unu anımsadı ve herkes gibi onun da San Nicola kasabasında sevdiğ i bir
kız vardı. Şenliklerde hep birlikte şarkı sö ylenir ve şen şakrak hep birlikte kasabada tü m gece
boyunca dolaşılırdı.
Kö knarların tepesinde bir ıslık, kü çü k sayılabilecek ağ aç topluluğ unun etrafını dolaşan ha if
bir fısıltı... Cinler yine mi ortadan kayboldu? Yine mi korktular? Şimdi ise Del Colle’nin daha
ö nce hiç duymadığ ı cinsten ağ ır bir sessizlik hissediliyor. Ama kulak kesildiğ inde,
yaklaşmakta olan adımlar ve insan sesleri duyuluyor. En iyisi susmak ve bir ağ acın arkasına
saklanmak. Orman bekçisi Del Colle, zi iri karanlığ ın ortasından elleri tü fekli iki adamın
çıktığ ını gö rü yor. Aralarında bir şeyler sö ylü yorlar, ama anlaşılmıyor. Yabancılardan birisi eve
yaklaşıyor ve kapıyı açmaya çalışıyor. İşte geldiler, lanet olasıcalar.
Yabancı adam kapı kapalı olduğ u için kapıya tekme atmaya başlıyor. Del Colle’nin kalbi deli
gibi atmaya başlıyor ve “Şimdi senin icabına bakarım.” diye aklından geçiriyor. Saklandığ ı
yerden fırlayarak sessizce otların ü zerinde yü rü meye başlıyor. Tam o sırada yabancılardan
birisi Del Colle’yi gö rü yor ve arkadaşına bağ ırarak sağ a doğ ru kaçmaya başlıyor: “Dikkat et,
avlanacaksın!” Ama Del Colle adamı omuzlarından yakaladığ ı gibi yere serdi bile; jpoynunu
sıkarak, “Şimdi benimle birlikte geliyorsun hırsız parçası!” diyor nefes nefese.
Bir tü fek darbesi. Ağ aç gö vdeleri arasında ufak bir ışık; uzaklarda kaybolan bir ses ve etrafa
yayılan barut kokusu. Omzundan yaralanan Del Colle’nin yere yığ ılmasıyla boğ azına kan
akmaya başladı. Del Colle’nin yaralanması sayesinde serbest kalan adam, ayağ a fırladı ve
ormanın içerisinde gö zden kayboldu. Del Colle bağ ırmadı bile, zaten onu duyacak kimse
yoktu. Omzunda feci bir acı hissediyordu; gö zleri açık, nemli otların ü zerine serilmiş,
boynundan oluk oluk akan kanın sesini duyuyordu.
Katiller kaçtı gitti. Del Colle ormanın tekrar fısıldamaya başladığ ını ve sakin rü zgâ rın
esintisinin sessizliğ i doldurduğ unu fark etti. Aşağ ı vadide, ışıkların altında dans eden
arkadaşları Del Colieyi unuttular. Ne de olsa yaşlıydı ve yaşlılarla, kö knarlarla ve dağ larla arası
iyiydi. Şimdi onu sırtından vurdular ve kanıyla toprak sulandı.
4

Ara, ara Del Colle bir tü rlü bulunamıyor. Mardenlerin evine gideceğ ini sö ylemişti. Ertesi gü n
evin ö nü nde uzanmış duran ve sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan cesedini buldular. Evin
ö nü ndeki dü zlü ğ e ilk gelen Barnabo oldu; daha cesede yaklaşmadan şe lerinin ö ldü ğ ü nü
anladı. Del Colle’nin hayatı işte bö yle son bulmalıydı; evinin yakınında ve hiç sonu gelemeyen
hikâ yeleriyle birlikte. Bu eski yapının kırık dö kü k çatısı, siyahlaşmış tahtaları, upuzun bir
yaşamın izleri ve evin hemen yanında, ağ aç dallarının arasından gü neş ışıkları sü zü ldü ğ ü
sırada yeşil otların ü zerine serilmiş cesedini gö rmek Barnabo’nun hoşuna gidiyordu. Işte o an
acı duymadığına şaşırdı. Oysaki şefi ölmüştü; herkesi se\en, iyi bir adam ölmüştü.
Bir ö nceki gece Del Colle, belki de dü nyasından neler gelip geçdiğ ini, evin eşiğ inden kaç
arkadaşının geçmiş olduğ unu dü şü nerek uyuya kalmıştı. Hayatı sona ererken o mutlaka
hayallere dalmıştır. Böylesi daha iyi ama diğerleri bunu anlayamaz.
Barnabo yaklaşan adımlar duyunca, “Olmü ş!” diye bağ ırdı. Gelen Giovanni Marden’di ve
değ erleri de peşinden geliyordu. Hepsi cesedin etrafına dizildi; hiç birisi dokunmaya cesaret
edemiyordu. Sonra otların üzerinde siyah bir leke gördüler. Ceketi de kan içerisindeydi.
Yü ksek tepelerde belki de rü zgâ r esintileri duyuluyor, vadinin sonunda belki de suyun yankısı
duyuluyordu ve ormanın sınırlarında bir adam şarkılar sö ylü yordu. Ama onların bulunduğ u
yerde bü yü k bir sessizlik hâ kimdi. Zavallı Del Colle ö ldü rü lmü ştü . Gayri ihtiyari gö zleri etrafa,
dağlara, bulutlara, uçsuz bucaksız ağaçlara ve eve doğru çevrildi. Değişen neydi?
“Birkaç ay ö nce bir akşam, yeni ev hakkında tartışmaya başladığ ımız sıralar, siz hepiniz sağ da
solda iken Del Colle bana ö lü mü nden bahsetmişti. “Kızım için rahat olabilirim çü nkü iyi bir
evliliğ i var. Kendim için de artık sona yaklaştık. Eğ er zahmet olmazsa, ö ldü ğ ü m zaman beni
gö tü rmeniz gereken yeri gö stereyim.” dedikten sonra, Darrio’nun babasının ve durup
bekledikleri kanalın hikâ yesini anlatmıştı: “Kaya duvarların sağ ında, kayalıkların tepesinde
bir boşluk var. Burayı gö rdü ğ ü mde, “‘işte bu senin yerin Del Colle; burada huzur içinde
yatabilirsin.’ diye dü şü ndü m.’ demişti.” diye sö ze başlayan Giovanni Marden, “Sevgili dosdar,
işte şimdi ona bir tabut yapacağ ız, daha doğ rusu Fornioi, sen bir tabut yapacaksın, sonra da
onu bu söylediğim yere taşıyacağız. Bir saatlik yol olsa gerek.” dedi.
Tabut hemen yapıldı, ama biraz kü çü k olmuş ve ceset içine biraz zor sığ ıyor. Orman bekçileri
tabutu omuzlarına aldılar ve dağ lardan çok daha yü ksek gri bulutlarla dolu bir gü nde onu
tepeye kadar çıkarttılar. Onları izleyen birileri mi var? Gö zle gö rü lmeyen ve gö rü nmekten
korkan birisi mi var? Ama artık hiç kimse onları izleyemez; bekçiler kapalı ve ıssız sarp bir
kanala girdiler. Taşlar yankı yaparak yuvarlanıyor, ama hiç kimse ağ zını bile açmıyor. Tabut
iyice ağ ırlaştı. Birkaç metre sonra zahmet sona erecek. Ve işte Del Colle’nin bahsettiğ i boşluk;
tabutu tamamen bu boşluğun içine yerleştiriyorlar; önüne de büyük bir taş.
Barnabo, Berton’un uzaklaştığ ını fark ediyor, ama sessizliğ i bozmamak için seslenmiyor. Kaya
duvarın meyilli bir terasına tırmanan Berton, kanalı kapatan kaya duvarının ü zerinden dışarı
doğ ru dö ndü . Az sonra dikey kayalara asılmış olduğ unu gö rdü ler. Bir başka felaket daha
olmasa bari. Arkadaşları birbirlerine bakarken Berton zirveye ulaştı. Del Colle’nin eskimiş
şapkasını bir çiviyle en yü ksek kayaya çaktı. Cesedi tepenin eteklerinde kapalı duruyor,
zirvede ise üzerinde hâlâ tüyüyle şapkası. Güzel bir toprağa verilme şekli.
5

Del Colle’nin hikâ yesi tü m kasabaları dolaştı. Halk arasında, “Dağ larda haydutlar var; bunları
yakalamak, hapse atmak için ne bekliyorlar?” denmeye başladı. Orman bekçisi Del Colle’yi
ö ldü renlerin, Cima Alta Tepesinin arkasından geçen sınırdan geldikleri, evlerde hırsızlık
yapmaya alışık kaçakçılar oldukları dü şü nü lü yor. Geceleri yollar ıssızlaşıyor; geçen akşam San
Nicola’da, kü çü k kilise yakınlarında bir gö lge gö rü ldü . Durum bö yle olunca kimi insan duvara
asılı tü feğ ini indirdi, tozunu temizledi ve işek satın aldı. Tü feğ in asılı olduğ u duvarda ince
uzun bir leke kaldı. Halbuki en son kullanıldığ ı tarih daha dü n gibi. Bir de tabii ki namlunun
içinin paslanıp paslanmadığ ına bakmak gerek. Dü n gibi geliyor, ama duvardaki o leke yavaş
yavaş oluşmuş. Zaman işte böyle gelip geçiyor.
Akşam geç vakit, San Nicola kasabasının meydanındaki kafede artık son birkaç kişi kaldığ ında
komiser, “Aramak lazım elemesi kolay. Bü tü n o ormanları dolaşmak aylar alır; ü stelik yol bile
olmayan o kayalık dağlara çıkmaya kim cesaret eder?” diye kendi kendine soruyor.
Cılız bir ampulü n ışıklandırdığ ı kafede oturan diğ er insanlar ağ zını açmıyor. Dışarıda,
kaldırımda ara sıra bir-iki adım duyuluyor. Evin birinde bir kapı vuruluyor. Saat tik tak ses
çıkartıyor. Her akşamın birbiriyle aynı olduğ u anlaşılıyor: Hep aynı kafe, hep aynı simalar, hep
aynı sözler.
Meydanı aydınlatan sekiz tane sokak lambası var ama yeterli değ il; etraftaki evlerin hepsi
karanlık. Tamamen boş sokaklarda yanık tek bir ışığ a rastlanmıyor. Ama yü kseklerde, kö knar
ve karaçamlar arasında rü zgâ r uyanık; cephaneliğ in bulunduğ u dü zlü kte, tü m gece bir aşağ ı
bir yukarı yü rü yen birisinin adımları duyuluyor. Belki de ay doğ duğ u için nö betçi daha da
dikkat kesiliyor, çü nkü şu kocaman taşın olduğ u yerde bir şeyler kıpırdıyor gibi sanki. Ay ışığ ı,
orman bekçilerinin yeni evinin ü zerine yansıyor, ormanın içlerine sü zü lü yor, otların ü zerine,
taşlı yollara dü şü yor. Ama kalbi çılgınca çarpan (gecenin sessizliğ inde gayet iyi duyuluyor)
nöbetçinin dışında hiç kimse o kadar çok ışık görmüyor.
Cephanelik, Palazzo Tepesiyle Polveriera Tepesi’nin girişinde, kayalık bir çıkıntının ü zerinde
bulunuyor. Ust kısmında ise yü zlerce metre yü ksekliğ inde kayalıklar uzanıyor. Gecenin
derinliğ inde ara sıra bir şeyler dü şü yor ve çıkarttığ ı ses kayalıklar arasındaki boğ azlarda
yankılanıyor.
Orman bekçileri için yapılan barakada, pencereden giren ay ışığ ı yerin bir parçasını
aydınlatıyor; yanı başındaki ranzada dinlenmekte olan arkadaşına seslenen Barnabo, “Berton,
bir ses duydun mu?” diye soruyor.
“Sen de mi uyanıksın? Herhalde taş dü ştü . O haydutların kayalara tırmanabileceğ im
sanmıyorum. Üstelik gece vakti!”
Sessizlik. Dışarıda nöbet tutan Molo’nun adımları duyuluyor.
“Biliyor musun, gü nü n birinde en tepeye çıkmayı denemek istiyorum. Zirvenin arkasında kim
bilir ne görünüyordur?” Berton yine söze başlıyor.
“Boş versene! Ne biçim bir ikir geldi aklına! Sus bir dakika.” Sessizlik. Sadece Molo’nun
adımları duyuluyor.
“Neden? Bir ses mi duydun?”
“Yok, hayır. Bana öyle gelmiş.”
6

Bir yağ mur eksikti! Uç gü ndü r eve kapanıldı, dışarı çıkılamıyor. Soğ uk ve sırılsıklam ağ açların,
ıslak çayırların arasına kim gitmek ister? Beyaz bulutlar her zamanki gibi dağ ların etrafını
sarmış.
Farkına bile varmadan akşam oluyor. Orman bekçilerinin hepsi alt katta toplanmış. Tü feğ i
yağ lamak, bir yığ ın şeyi dü zene sokmak gerek; içlerinden birisi bir kitap okumaya koyulmuş,
bir başka birisi de şu karanlık köşede inceden inceden bir şarkı söylüyor.
Göz gözü görmez olunca Giovanni Marden, “Collinet, lambayı yaksana.” dedi.
Collinet gazlı lambayı yaktı ve şimdi dışarıdaki orman daha da karanlık gibi görünüyor.
Pietro Fornioi, “Cephanelikten hiç haber yok mu?” diye sordu.
“Birileri gelse iyi olurdu.”
Yoksa gerçekten birileri mi geldi? Kapı çalınıyor.
Yok, değ ilmiş. San Nicolaya erzak almaya giden Molo gelmiş; yağ murdan sırılsıklam olmuş:
“Ne feci bir hava! Aşağ ıda, kö prü ye yakın bir yerde koca bir kaya parçası yıkıldı; çabuk
davranmasam az daha altında kalacaktım. Komiser ve kafedeki her zamanki tipler hâ lâ Del
Colle hakkında konuşuyorlardı. Ben de onlara ne yapılması gerektiğini söyledim.”
“Hadi canım, tam adamını bulmuşlar!”
“Evet, tam adamıyım; ü stelik bana hak verdiler ve dediğ im gibi yapılacak. Yarın sabah derhal
bir yandan Vallonga’ya, diğer yandan Pian della Croce’ye aramaya gidilecek.”
Marden hemen sordu: “Ne aranacak peki? Ormanların ortasında ne arayacaksın ki acaba?”
“Dağ evleri aranacak. Barakalara, boş dağ evlerine saklanmışlardır. Ama gö rdü ğ ü m kadarıyla
esas mesele, kimsenin kıpırdamaya niyeti olmaması. Del Colle’yi ö ldü rdü ler, siz ne
yapıyorsunuz? Burada, ateşin etrafında oturuyorsunuz!”
Bunun ü zerine Barnabo, “Ormanlara gidip de ne yapacaksın? Onlar kayalara kaçmışlardır.
Ama bu bir sorun değil mi? O tepelere çıkmak daha zor değil mi?” dedi.
Yüzünde sert bir ifadeyle Molo, “O zaman dağlara çıkmak istiyen sensin, öyle mi?” diye sordu.
“Buna karar verecek olan ben değilim elbet.”
“Darrio bile üstesinden gelemedi, sen mi geleceksin? Üstelik biliyorsun...”
Fornioi araya girdi: “Dağ lara gitmek için iki ayrı yol var: Birisi yukarı çıkıyor, diğ eri aşağ ı
iniyor. Once yukarı tırmanılıyor, sonra da iniliyor. Ve sonra da şö yle bir yazı hazırlanıyor:
Sayın komiser, ivedilikle hareket ettik...”
Herkes gü lü şü rken Marden, “Bırakın bunları 1 Molo ile Durante yarın sabah Col Nudo
Tepesi’ne gideceksiniz ve Vallonga’daki dağ evlerine kadar kontrol edeceksiniz. Angelo, Primo
Fornioi siz ikiniz de Pian della Croce’ye gideceksiniz.”
Kö şesinde oturmuş Barnabo’ya yaklaşarak, omzuna bir iske atan Molo, “Barnabo, sen de
Cima Alta Tepesi’ne, taş toplamaya gidersin.” dedi. O keyle arkasına dö nen Barnabo, Molo’nun
kolunu yakaladığı gibi, “Kavga istiyorsun heralde. Sen beni tanımıyorsun” dedi.
Molo hiddetlenip, Barnabo da ayağ a kalkarak karşısına geçince diğ erleri bağ ırmaya başladı:
“Yeter, kesin şunu; rahat bırakın bizi! Habire kavga ediyorsunuz, yeter!”
Buna rağ men Molo, Barnabo’yu belinden kavradı; Barnabo’ya kıyasla daha gü çlü ve canım
acıtıyor. “Del Colle armonika çalardı, herkes de oturur onu dinlerdi.” diye dü şü nen Barnabo,
arkadaşını boynundan yakaladı ve koluyla sıkmaya başladı: “Sen daha gü çlü sü n, ama şimdi
seni yere sereceğim!”
Molo daha gü çlü olmasına rağ men teslim olmak ü zere; acısından ağ zım sıkmasından belli
oluyor. Teslim olması onun için bü yü k bir utanç olur. Herkes olan biteni izlerken, Barnabo
rakibinin acı çektiğ inin farkına vardı; ayağ ı kaymış numarası yaptı, sıkı sıkıya tuttuğ u Molo’yu
bıraktı ve geriye doğ ru adadı. Molo, nefes nefese ve sert bir ifadeyle ayağ a kalktı. “Gö rdü n mü
işte, alt edemedin!” Barnabo dışarı çıktı; evin girişindeki kü çü k kemerin altında duruyor.
Karanlıkta hâlâ boncuk boncuk terliyor. Evden ışıldar, yüksek sesler, kahkahalar yükseliyor.

Sabah erken vakitte gü rü ltü ler gelmeye başladı. Hava gü zel olacak mı acaba? Henü z
anlaşılmıyor, çünkü her yer yoğun sisle kaplı; daha yeni yeni dağılmaya başlıyor.
Molo, Durante, Montani ve Fornioi yola çıkmak ü zereler. Diğ erleri hâ lâ sıcak yataklarında
dinleniyor ve bir yandan da aşağ ıdan, mutfaktan gelen sesleri ve gü rü ltü leri dinliyorlar. Yola
çıkacak olanlar kahve hazırlıyor olmalı. Biraz buruk halde bir işler gö rmeye çalışıyorlar, sonra
yine sessizlik. Yola çıkma vakti geldiğ inde sesler yü kseliyor ve giydikleri kar botları girişteki
taşların ü zerinde yü rü rlerken metalik ses çıkartıyor. Anlaşılmayan bir iki laf daha, sonra da
ağır ve suskun adımlarla birlikte sesler ormana doğru uzaklaşıyor.
Ama hiçbir şey elde edemediler. Uç gü n boyunca dağ zincirlerinin neredeyse tü mü nü
dolaşmak suretiyle arama yapmalarına rağ men bu dö rt orman bekçisi katillerin izine
rastlayamadı. Ne şü pheli bir duman gö rdü ler, baykuşların, kargaların ve rü zgâ rın sesi dışında
ne de bir ses duydular. Ormanlık alanların ü zerindeki gri duvar kayalardan ara sıra aşağ ı
yuvarlanan birkaç taş. Taşları gö rdü klerinden değ il, hayır; uzaklarda kayan toprağ ın çıkarttığ ı
sesi duyuyorlardı sadece.
Durante, bir gü n boyunca ormanın ü st sınırı boyunca yü rü rken arada sırada havaya peşpeşe
iki el ateş açtı; iki kişi olduklarını gö stermek için birisini tü fekle diğ erini tabancayla atıyordu.
Bu sırada Molo o eski baraka yakınlardaki bir koruda pusuda bekliyordu; çü nkü haydutlar
açılan ateşleri duyarak hiç dü şü nmeden ormanın alt kısmına inebilirlerdi. Ama hiç kimseye
rastlayamadı. O gün rüzgâr da yoktu ve en uzaktaki sesler bile rahatlıkla duyulabilirdi.
Eve ilk geri dö nenler Molo ile Durante oldu; yorgunluktan perişan haldeydiler ve bir lokma
bile yemekleri kalmamıştı. Ertesi sabah, ö ğ le saatinden biraz ö nce Montani ile Fornioi de
döndü. Bir şey bulmuşlar mıydı acaba?
Ceketinin cebinden kocaman bir karga çıkartan Fornioi, “Bakın ne avladık!” dedi.
“Karga mı? Bunu yemeye niyetin yok değil mi?”
“Bu hayvanı alır haşlarsın; harika et suyu olur.”
7

Del Colle de unutuldu gitti. Namlusu arabesk sü slemeli, Ingiltere yapımı meşhur tü feğ i de,
orman bekçileri şe liğ ini devralan Giovanni Mardenin eline geçti: Biraz eski de olsa gayet
güzel bir tüfek.
Kimse farkına varmadan zaman geçip gitmeye devam ediyor; sonbahara yaklaştık bile ve pek
çok hatıra yok oldu gitti. Geceleri silahlı dolaşmak için duvarda asılı tü feğ ini indirenler, gü n
geldi duvardaki beyaz lekeyi ö rtmek ü zere tü feklerini yine aynı çiviye astı. Gü nü n belli
saatlerinde gelen gü neş ışığ ı tü feğ in çeliğ ini ışıl ışıl parlatıyor. Bir gü nden ertesi gü n belli
olmuyor, ama aradan birkaç hafta geçtikten sonra toz her şeyin ü zerini kaplıyor: Eski
kitapların, ra ların, eşyaların ve San Nicola kasabasındaki saat kulesinin tepesindeki dö rt
kadranlı saatin içini... Saat kulesinin zangoçu bazı geceler kulak kesiliyor ve saatin soluk
soluğ a kaldığ ını, kalp atışının tü m kuleyi titretecek kadar hızlandığ ını duyuyor. Sonra azar
azar yavaşlıyor, gittikçe uzaklaşıyor; belki de rüzgârla birlikte yitip gidiyor.
Yeni evde hayat huzur içinde devam ediyor; her şey gü zelce dü zenlendi, orman bekçilerinin
her biri için pirinç isim levhası bulunan bir tü fek askısı bile var. Ama aslına bakılırsa hiçbiri
daha tam anlamıyla alışamadı. Malum, yeni eşyalarıyla yeni bir yapı; yatakların altında demir
somyalar var, oysaki ö nceden sadece tahta kullanılıyordu. Her odada petrol lambası var ve
havada taze kö knar kokusu ve saatin tik takları duyuluyor. Yine de hiçbirinin bilemediğ i başka
bir şeyler var.
Bir akşam içlerinden birisi, “Del Colle’nin yokluğu hissediliyor.” dedi.
Hayır, sorun bu da değ il; hepsi sanki birdenbire birisi gelecekmiş gibi yaşıyor: Bir dü şman
saldırısı değ il, bilmedikleri, tanımadıkları birisinin saldırısı, kim olduğ u belli değ il. Bu sırada
yü ksek tepelere doğ ru bakılıyor, tepeler gri ve ü zerlerinden geçen bulutlar da yine hep aynı
renk, yine hep aynı renk.

Uç veya dö rt gü nde bir cephanelikte nö bet tutma sırası geliyor. Nö bet değ işimi genelde
ö ğ leden sonra saat dö rtte, patlayıcı deposunun ö nü nde yapılıyor. Daha sonra, gö revi sona
eren üç kişilik nöbetçi grubu yavaş yavaş uzaklaşıyor ve gözden kayboluyor.
Ne bü yü k aptallık bu cephanelik! O meşhur yolun yapımından vazgeçildiğ i zaman, burayı terk
etmeleri gerekirdi; yol çalışmaları hâlâ devam ediyorken bir anlamı vardı. Ama şimdi bu kadar
az miktarda cephane için ö zel bir nö bet hizmeti sunmaya devam etmeye değ er mi? Marden
hep, “Bö ylesi daha iyi; çü nkü eğ er cephanelik olmasa, içimizden bazıları işsiz kalabilirdi.”
diyordu.
Patlayıcı deposunun yakınlarında, yaklaşık elli metre mesafede çakıl taşları arasında yü kselen
bir başka kayanın ü zerinde nö betçilerin barakası bulunuyor. Genelde etrafta bü yü k bir
sessizlik hâ kim oluyor. Ufak bir pencereden dışarı bakıldığ ında, cephaneliğ in ö nü nde elinde
tü feğ iyle bir aşağ ı bir yukarı yü rü yen nö betçi gö ze çarpıyor; daha aşağ ıda ise bir dikenli telin
kalıntıları, paslanmış teneke kutular ve barut tozu taşımakta kullanılan eski bir fıçının eğ imli
tahtaları gö rü lü yor. Orman bekçilerinin her biri aylarca bu manzarayı gö re gö re artık
ezberledi.
Barnabo, bu barakada geçen akşamları seviyor; ö zellikle de Berton ile birlikte nö betçi
olduklarında ve karanlıkta saatlerce gevezelik etme imkânları olduğunda.
Barbabonun yatağ ının karşısındaki yatakta uzanmış Berton, “Bu gece bize denk geldiklerini
dü şü nebiliyor musun? Biz içeriden onları tam vaktinde gö rü yoruz, bir kayanın arkasına
saklanmak üzere dışarı çıkıyoruz. Pam! Pam! Eller yukarı! Hepsini esir alıyoruz. Düşünebiliyor
musun, ne büyük başarı!”
Barnabo’nun cevabı, “Kibrit çıkart bana, saat kaç bakmak istiyorum.” oldu. Berton yatağ ını
kurcalamaya başlıyor. Kutusunun içerisinde hareket eden kibritlerin sesi duyuluyor. Barnabo
bir kibrit yakıyor: Saat on buçuk. Kibrit sö nü yor. Dışarıda nö bet tutan Moncani'nin ıslık sesi
duyuluyor.
“Berton, bana doğ ruyu sö yle: Burada nö betçi olduğ un diğ er zamanlar, geceleri de dü zenli
olarak nöbeti teslim alıyor muydunuz?”
“Sen de yok muydun aramızda? Nasıl yapıldığ ını gayet iyi biliyorsun. Ama Montani’ye pek
gü venmiyorum. Casusluk yapacağ ından değ il de o kadar az konuşuyor ki. Kafasında kim bilir
neler var.”
“Ne düşünecek, hepimizi küçük görüyor. Aramızda rahat etmediği kesin.”
“Dikkat ettin mi...”
“Geçen gü n yeni evi beğ enip beğ enmediğ ini sordum. “Neden beğ enecekmişim veya
beğenmeyecekmişim?” diye cevap verdi ve kafasını öbür tarafa çevirdi.
“Nöbetçi olduğu zaman nasıl da neşeli oluyor, dikkat ettin mi diyordum.”
“Lafın gelişi neşeli.”
Berton, yatağ ını gıcırdatarak dikelerek, “Bu lanet olası battaniyeler aşağ ı kayıp duruyor.”
diyor ve battaniyeleri düzelttikten sonra öfleyip püfleyerek yatağa tekrar dönüyor. Sessizlik.
Barnabo soruyor: “San Nicola’da akrabaları var mı? Sen kimseyi tanıyor musun?”
“Bu taraflarda akrabası hiç olmadı. Collinetin burada amcaları var.”
“Al işte, ben bunu anlamıyorum. Sempatik ve aklı başında onca insan varken, gidip de o asık
suratlı Montaniyi mi seçmek gerekiyordu? Sırf insanları kü çü msemek için ü sderiyle ö lçü lü
olan o, başarılı olan o... Mesela Paolier’in orman bekçileri arasına katılmak için başvuru
yapmasının ü zerinden iki sene geçti. Işin ilginci hâ lâ inat ediyor. Boşuna beklediğ ini git sö yle
sö yleyebilirsen. Filozo luk yapıyor: ‘Bugü n yağ mur var, yarın hava sü tliman olacak.’; cevabı
hep böyle oluyor. Yarın, yarın derken almadılar işte.”
Barnabo sö zü nü yarıda kesti çü nkü Berton’un uykuya daldığ ını fark etti. Boşa konuşmuş, bir
ölüye konuşmuş gibi... Söyleyecek pek fazla bir şey yok.

Gece yarısı. Barnabo yatağ ından fırladığ ı gibi tü feğ ini alıyor. Ayağ ının ucunda yü rü yerek
kapıya doğru gidiyor ve yavaşça kapıyı açıyor. Hava soğuk ve gökyüzünde bulutlar var.
Kısık sesle, “Montani, git hadi uyu biraz.” diyor. Her zamanki gibi cephaneliğ in ö nü ndeki taşın
üzerine oturuyor. Montani biraz uzakta duruyor, hareket etmeye niyeti yok.
“Uyumaya gitmiyor musun?”
“Uykum yok. Zaten dört göz, iki gözden daha iyi görür.”
Evet, Montani ona gü venmiyor. Kendisini ne sanıyor ki acaba. Sırf faal olduğ unu gö stermek,
diğ erlerinden daha fazla gayret sarf ettiğ ini gö stermek için! içinden tü feğ ini fırlatıp atmak ve
çekip gitmek geliyor, ama hayır, tekrar uyumaya gideceğ ini sö yleyemez. Yoksa Montani onun
sö zü ne inanır ve aralıksız sekiz saat nö bet tutmaya kalkardı. O sinir Montani ona
güvenmiyordu.
Şimdi hava iyice soğ udu; hareketsiz durmaya imkâ n yok. Barnabo bir aşağ ı bir yukarı
yü rü meye başladı. Elbet gü nü n birinde biri gelecekti. Şimdi de Palazzo Tepesi ile Polveriera
Tepesi bulutların içinde gö zden kayboldu; yağ mur havası. Ama gü nü n birinde biri gelecek ve
bu dağ larda, yukarıda, zirvede bir adam gö rü lecek. Gü neşli bir gü n olacak; unutulmayacak bir
gün.
Hepsi hikâ ye: Gayet iyi biliyor. Her şey şimdiye dek olduğ u gibi devam edecek, hiç kimse
farkına bile varmadan birbiri ardına yıllar geçecek. Montani usulca barakaya doğ ru yaklaştı.
Barnabo, “Şimdi onun da uykusu geldi.” diye aklından geçirdi. “Daha ö nce gidemez miydi?
Hayır, binlerini aşağılamadıkça tatmin olamaz!”
Yağ mur yağ maya başladı. Montani uyumaya gitti ve Barnabo boğ azında bir dü ğ ü m
hissetmeye başladı. Yavaşça şapkasını çıkartıyor. Etraftaki taşların ve barakanın çinko
çatısının ü zerine yağ an yağ murun çıkarttığ ı ses duyuluyor. Şimdi artık yalnız başına kaldı;
namlusunun içi ıslanmasın diye tü feğ ini ters çeviriyor ve yü rü meye devam ediyor. Bir şarkı
sö ylemek içinden geliyor. Yağ mur yü zü nü ıslatıyor, yanaklarından minik birer çizgi halinde
aşağı inerken, ağzında acı bir tat hissediyor.
8

San Nicola kasabasının şenlik gü nü . Yollara asılmış renkli sü slerin ü zerine gü neş vuruyor.
Serin bir sabah ve çanlar hiç durmaksızın çalıyor. Kasabanın meydanına yabancı tü ccarlar,
armonika, lü t ve gitar çalgıcıları akın akın geliyor ve kalabalığ ın arasından kimsenin
hayatında gö rmediğ i zengin at arabaları geçiyor. Kilisede mü zikli ayin koroları şarkılar
söylerken, güneş ışıkları tütsü dumanları arasından süzülüyor.
Cephanelikte nö bet tutan ü ç bekçi ve eve gö zkulak olmak ü zere kalan Berton un dışında,
orman bekçileri de kasabaya inmiş. Sabah kasabaya inerken Barnabo’nun neşesi yerindeydi;
onun gibi bir delikanlı için eğ lenceli bir gü n olacaktı. Herkes planlar, programlar yapmıştı:
“Şunu yapalım, bunu yapalım...” Daha sonra herkes (Barnabo bunu iyi biliyordu) akşam geç
vakte kadar meyhanede vakit geçirecekti. Oysaki Barnabo, bayram gü nlerinde dans salonuna
dönüştürülen atış poligonuna gidecekti.
Işte ö ğ leden sonra iki sularında, yeni ayakkabıları ve şapkasındaki tü yü yle Barnabo, cıvıl cıvıl
gü neş ışıklarının doldurduğ u bomboş arka sokaklardan geçerek, atış poligonuna doğ ru
gidiyor. Birden bire gö lge bir kö şede yaşlı bir kadınla karşılaşıyor; kadının bir de kö peğ i var;
ö lmek ü zereymiş gibi bir yana yıkılmış, kesik kesik ağ layan zavallı bir kırma hayvan. Barnabo
bir an durup onları izliyor.
Yaşlı kadın hayvana usulca, “Hadi Moro, ha gayret; hadi eve dö nü yoruz.” diyor ve kö pek
(inlemesi kesildi) yavaşça kalkarak, sarhoş gibi bir bu yana bir o yana sallanıyor. Kö pek
ö nden, yaşlı kadın arkadan yavaş yavaş yü rü yorlar. Şimdi de kö pek kü çü k bir sokağ a girdi;
gü neş ışıkları altında ilerliyor. Arkasından kadın da gö zden kayboldu. Barnabo, bir sü re ıssız
sokağ a bakıyor, sonra da yü rü mesine devam ediyor. Birkaç adım attıktan sonra uzaklardan
hafiften hafife bir müzik duyulmaya başlıyor.
Atış poligonunun etrafı duvarlarla çevrili bü yü k avlusu insan dolu. Girişin ö nü nde kurulmuş
bir sahnede gitar, armonika ve mandolin çalan bir grup genç gö ze çarpıyor. Barnabo tanıdık
birisine rastlamıyor. “Belki daha geç gelecekler.” diye dü şü nerek, bir bankın ü zerine oturuyor.
“Eğ er bir kız bulursam, ben de dans etmek istiyorum.” Oyle tabii, onu gayet iyi anlıyorum;
burası, orman bekçilerine uygun bir yer değ il. Oraya efendiler gibi yaşayan, zengin insanlar
gidiyor. Ona kim bakar!
Bildiğ imiz eski vals değ işmiş, tanınmaz hale gelmiş. Bir zamanlar uzaklardaki bir şehirde vals,
kemanlarla çalmıyordu. Yollar katederek dağ lara kadar ulaştı, ama belli ki yorgun dü şmü ş:
Tüm neşesini kaybetmiş, topallıyor sanki.
Barnabo artık kızlara bakmıyor. Duvarın arkasındaki ağ açların rü zgâ rda aheste oynaşan yeşil
dallarına bakıyor; yaprakların arasında, gü neş ışıklarının istilasına uğ ramış ırak dağ ların
beyazlığ ı gö ze çarpıyor. O kayaların birisinin zirvesinde Berton’un şapkası hâ lâ asılı duruyor.
Rü zgâ rda bir sağ a bir sola oynayan tü y, şapkanın ü zerinde. Az sonra kopup gidecek, iyi bakın
kopup gidecek.
9

Kasabada kutlamalar sü rerken, Berton yeni evde tek başına kaldı. Gü neşin altında, çimenlerin
ü zerine uzandı ve dağ ları seyretti. Şimdiye kadar o tepelere ulaşan olmadı ve belki de asla
ulaşamayacak ama onları seyretmek saatlerce bile sü rse insanı eğ lendiriyor. Şimdi gü neşin
ışıkları tam ü zerlerinde: Pagossa Tepesi’nin şu garip çıkıntıları doğ uya doğ ru uzanıyor gibi
görünüyor.
San Nicola kasabası kurulalı yü z yıl kadar olmuştur. Çan kulesi çok eskidir ve bazı evleri
yıkılma tehlikesi gö sterecek kadar kö hnedir. Bu kasabanın sakinleri kö prü ler, yollar yaptı;
kesecek ağ aç olduğ u sü rece, yukarılara, ormanlara kadar ilerlediler. Ama kayalıkların
oluşturduğ u sınırda herkes durdu. Bu yü zden yü ksek tepelerinde esen rü zgâ rın sesini henü z
duyan olmadı. San Nicola sakinleri, dağ ları çocukken gö rmeye başlıyor ve her birini adlarıyla
ö ğ reniyor, ama yazın beyaz bulutlarla kaplı o tepelere kadar çıkmak hiç birisinin aklından
geçmiyor. Zaten ne bulabilecekler ki orada?
Berton dağ lara bakmaya devam ediyor. Ufak bir bulut ö beğ i Pagossa Tepesi ne çarpıyor; belki
de durmak isteyecekti ama rü zgâ rın itişinin ö nü ne geçemiyor. Bulutun bir parçası zirveye
takılı kalıyor; bembeyaz bir dumana benziyor. Bulut çoktan uzaklaştı ama o sü t beyazı duman
hâlâ dağılmadı.
Gü neş ağ ır ağ ır batıyor; Berton akşamın yaklaştığ ını hissediyor. Cephanelikte nö bet değ işimi
yapmak ü zere birazdan arkadaşlarından birkaçı gelecek. Berton, zihninde canlandırarak
yoldan aşağ ı doğ ru indi, San Nicola kasabasını geride bıraktı ve dü zlü ğ e kadar ilerledi. Şimdi
uzak bir kö yde, evinin karşısında duruyor. Marangozluk yapan babası mutfakta oturmuş
dinleniyor. Kız kardeşi Maria, odasında oturmuş dikiş dikiyor. O ayrıldıktan sonra ev sessiz
sedasız kalmış olmalı. Ama Önünde hayatı var. Kim bilir evine geri dönecek mi?
Bu sırada, Berton hayallere dalarken, kayma sonucu yıkılmış bir kaleye benzeyen bü yü k bir
duvar kayanın tepesinde, tam olarak Lastroni di Mezzo Tepesi’nin sağ ında, ha iften bir duman
yü kselmeye başlıyor. Sis değ il, rü zgâ r durmuş gibi gö kyü zü nde dü mdü z yü kselen kara bir
duman.
Berton şaşkın halde ayağ a fırlıyor. Bağ ırmak, korna çalmak veya tü fekle ateş etmenin faydası
yok. Şimdiye dek hiç kimsenin çıkmaya cesaret edemediğ i o tepelerde birileri vardı. Haydut
veya katil demek kolay; kaya kulesinin o en tepesine sadece onlar ulaşmayı bildi.
Akşam yaklaşırken, orman gittikçe daha fazla kararırken, kayalar kırmızıya bü rü nü yor. San
Nicola’da eğ lenen orman bekçileri artık Del Colle’yi dü şü nmeden içiyorlar ve dans ediyorlar.
Tabii ya, ormanda bir aşağ ı bir yukarı dolaşın durun, boş yere ateş açın, isterseniz aylarca
na ile gezin. Aradığ ınız adamlar kargalardan bile daha yü kseğ e tırmandı; kimse onları ele
geçiremez.
Gö lgeler ormanları doldurdu, kayalıklara doğ ru yü kseliyor; az miktardaki bulut, gö kyü zü nü n
maviliğ inde ortadan kayboluyor. Vadilere de karanlık çö ktü ve gece esen rü zgâ rlar seslerini
duyurmaya başladı. Dallar oynaşıyor. Ufacık otlar bile uyuma hazırlığ ı içinde gıcırdıyor. Kuş
sesleri durdu.
Berton uzaktaki duvar kaya yö nü nde yavaşça yü rü rken kalbinin attığ ını hissediyor. Bir an
ö nce gece olsun, arkadaşları dağ da neler olduğ unun farkına varmasın. Zaten cephanelikte
nö bet tutanlar olan biteni gö rmediler. Hiç kimsenin bunu bilmemesi gerek; belki sadece
Barnabo’ya sö yleyebilir çü nkü o arkadaşı. Del Colle, buz gibi mağ arada sıkışık omuzlarıyla
yatıyor. Darrio’nun kemikleri az ö nce gü neşin batışını gö rdü . Ama Berto’nun daha ö mrü var;
hem de çok ö mrü var. Yarın sabah onu bir tü rlü bulamayacak olan arkadaşları da bunu bir
gü zel anlayacak. Berton nereye gitti diye soracaklar. Yoksa cephanelikte nö bette mi? Hayır,
Berton cephanelikte olmayacak, ormanlarda keşif gezisi yapıyor olmayacak, San Nicola’da da
olmayacak. Savaş olacaksa savaş olsun, bekleyecek daha ne var?
Evet, Berton ile Barnabo yarın sabah yola çıkacak ve dağ lar arasında gö zden kaybolacaklar.
Arkadaşları onları arayacak, korno çalacak ama na ile. Gü neş, ö ğ le vaktinin sessizliğ inde,
ö ğ leden sonra gelen bulutlar arasında gö kyü zü nde ilerleyecek ve Col Verde Tepesi’nin
arkasında batacak ama geri dö nen olmayacak. Iki arkadaş eve geri dö ndü ğ ü nde akşam olmuş
olacak. Neden böyle yorgun ve hırpalanmışlar? Omuzlarında taşıdıkları o ağır yük nedir?
“Tü fekler,” diye cevap verecekler, “haydutların tü fekleri” Gece indiğ inde Berton hâ lâ hayal
kuruyor. Ağ açlar arasında serin bir rü zgâ r esintisi... San Nicola’dan dö nen orman bekçilerinin
sesleri nihayet duyulmaya başlıyor: Her zamanki laflar, her zamanki gülüşmeler...
10

Barnabo’nun cephanelikte nö betçi iken sağ anak yağ mur altında beklediğ i gü n galiba geldi.
Ama şimdi içinde bir korku var. Sırf coşkuyla yola çıktığ ını gö stermek için herkesten ö nce
kalktı ve havanın kö tü olmasını dileyerek kendisini dışarı attı. Orman ve evin ö nü ndeki
düzlükte geceden kalan ağır sis tabakası hâlâ hâkim.
Evin eşiğ ine çıkan Berton’a, ‘‘Çok korkuyorum; havanın bizi aldatmasından korkuyorum.
Yağmur sisi bu.” dedi.
“Sabahları hep bö yle oluyor. Sonra gü neşle birlikte dağ ılıyor. Sis tabakasının ü zerinde bulut
yok; gökyüzü sakin.”
“Bu havaya rağmen gerçekten yola çıkmayı mı düşünüyorsun?”
“Kayaların alt kısmına kadar gidilebilir, ne var? Zaten vakit erken. Hadi git, alacaklarını al da
gel.”
Puslu bir sabah eşliğ inde yola çıkıyorlar. Kö knarların ıslak dalları, ağ aç gö vdeleri arasından
eserek sis tabakalarını fırıl ini dö ndü ren bir rü zgâ r. Boynuna çaprazlama astığ ı halatıyla
Berton, patika yolda ö nden gidiyor. Kilisedeki ayine gider gibi sakin sakin ilerliyor; tek başına
bile gidebilecek gü çte. Barnabo, onları cephaneliğ e gö tü ren patika yolun taşlarını inceliyor.
Her zamankinden farklı bir yolmuş gibi bir izlenime kapılıyor; etraftaki ağ açları da şimdiye
kadar hiç görmemişti sanki.
Yola çıktıklarından kimsenin haberi yoktu; ne nereye gideceklerini bilen, ne de ortada
olmadıklarını fark edince onları nerede aramaları gerektiğ ini bilen vardı. Patika yol
dikleşmeye başlıyor; havada boğ ucu bir ağ ırlık var. Barnabo ceketinin ö nü nü açtı ve
çaprazlamasına boynuna asılı duran tü feğ i çıkartarak omzuna astı. Ormanın ü st sınırına
ulaştılar.
Berton, “Tamam, işte burdan sağ a doğ ru gitmek ve Polveriera Tepesinin altından dö nmek
gerek.” diyor.
Bir sü re sonra ormanın içinden çıkıyorlar; dağ ların eteklerini kaplayan kayalıklar ü zerinde sis
dağ ılmaya başlıyor. Polveriera Tepesi nemli ve sarı renk duvar kayalarıyla, donuk ve durgun,
tüm netliğiyle gözle görülür oluyor. İşte ilk güneş ışıkları; güzel bir gün olacak.
Bu noktadan sonra artık geri dö nmek dü şü nü lemez. Barnabo kayalara varmak, giriştikleri bu
çılgınlığ ın nasıl bir şey olduğ unu gö rmek için can atıyor. Sabahın serinliğ inde, aşılması zor
kayalıklardan yukarı doğ ru tırmanıyorlar. Arada sırada yukarıya bakıyorlar: Sarp kayalar,
heyelana uğ ramış dağ uzantıları, buz gibi bir esinti ü leyen karanlık yarıklar. Ikisinin de ağ zını
bıçak açmıyor.
Bü yü k bir kö rboğ aza ulaştılar. Solda Polveriera Tepesi, sağ da Pagossa Tepesi; arka planda,
sarp basamaklar ü zerinde Lastroni di Mezzo Tepesi ve geçen gü n duman yü kselen kulenin bir
kısmı gö rü lebiliyor. Şimdi kayalık bir kanalı izleyerek, ellerle asılarak yukarı doğ ru tırmanmak
gerek. Kale gibi gö rü nen kayalık gittikçe daha yakınlaşıyor, ama uzaktan gö rü ndü ğ ü gibi dü z
ve pü rü zsü z değ il, tam tersine derin çatlaklarla ve dü zensiz kırıklarla dolu. Aşılması çok zor
olmasa gerek. Az sonra güneş batacak.
Ve işte ulaşmak istedikleri duvar kayanın altında yer alan çakıl taş kaplı bir alana geldiler.
Dağ ın zirvesi gö zden kayboldu; sadece başlangıçtaki dik yamaçlar ve ü zerlerinde gö kyü zü
gö rü lü yor. Insanın tü m cesaretini alıp gö tü ren buz gibi bir rü zgâ r esiyor. Gü neşin ilk ışıkları
yü ksek duvar kayalara vuruyor; Barnabo dağ ları net şekilde gö rü yor. Gerçekten de ne kaleye,
ne şatoya, ne yıkılmakta olan bir kiliseye benziyor; sadece kendi kendilerine benziyorlar;
beyaz buzul kaya kaymaları, çatlaklar, çakıllık teraslar, dimdik aşağı doğru inen dağ sırtları...
Berton elleriyle asılarak tırmanmaya başlıyor. Asıldığı yerden taşlar düşüyor; tüfeğinin dipçiği
kayalara çarptıkça metalik bir ses çıkartıyor. Kıpırdamadan yerinde duran Barnabo cesaret
toplamaya çalışıyor. Hayatımı ne diye riske atayım ki? Buna rağ men, zorlanarak tırmanarak
harekete geçiyor. Ayağ ı kayıp da son anda bir çıkıntıya tutunabilince, “Boşuna uğ raşıyorum,
olmuyor. Böyle olacağını biliyordum.” diye içinden geçiriyor.
Kendisini kö tü hissettiğ ini sö yleyecek ya da izledikleri o yolun yanlış olduğ unu; yok hayır,
Barnabo korktuğ unu itiraf edemiyor. Bacakları asabi olarak titriyor; kayalardan kopan taşlar,
sessizce uzun bir uçuş yaptıktan sonra aşağ ıda bü yü k bir gü rü ltü yle parçalanıyor. Havada
barut kokusu duyuluyor; tüfekle yapılmış bir atış sonrası duyulan o koku.
Gü neşin alnında, ufak bir dü zlü ğ e ulaştılar. Uzerinde birkaç yarık gö ze çarpan uçsuz bucaksız
bir duvar kaya yukarıya doğ ru yü kseliyor; zirvesi, uçurumun tepesindeki bir şö mineye
benziyor.
“Hadi itiraf et Berton, yanlış yola girdik, geri dönsek iyi olacak.”
“Ama buradan gayet gü zel tırmanılıyor. Ayakkabılarını çıkart, yere nasıl sağ lam bastığ ını
göreceksin. Zaten onlar bizi , zirveden göremezler. O kadar endişelenecek bir şey yok.”
Berton kayaları eliyle yoklayarak yavaş yavaş tırmanıyor. Birkaç metre ilerledikten sonra,
tutunacak yer ararken onun da elleri titremeye başlıyor. Duvarı aştı sayılır; işte geldi bile.
“Gel hadi, zor kısım geride kaldı.” diye bağırıyor tepeden.
Ne var ki aradan yaklaşık bir saat geçtikten sonra, iki arkadaş kendilerini kü çü cü k bir sivri
tepenin ü zerinde buluyor. Yapacak pek bir şey yok; ileri gitmek imkâ nsız, aşağ ı inmek delilik.
Yukarı doğru gitmek için yapılmış yol boşlukta öyle bir kıvnlıyor ki ucunu görmeye imkân yok.
“Sana söylemiştim Berton. Şimdi gerçekten ayvayı yedik.”
Berton cevap vermiyor; aşağ ıda, uzaklarda kalan kayalıklara bakıyor. Onlar farkına bile
varmadan gü neş yü kseldi. Her şey son derce sakin. Ufak çakıl taşları bir yamaçtan diğ erine
zıplıyor. Lastoni di Mezzo Tepesinin bü yü k kaleleri, endişe verici doruklarıyla karşılarında
gö rü lü yor. Ufak bir beyaz kelebek, uçurumlar arasında oraya buraya uçuşup duruyor, arada
sırada kayalara konuyor.
Derinliklerden gelen korku yukarı doğ ru tırmanıyor. Cephaneliğ in ö nü ndeki nö betçi, gü neşin
altında bir aşağ ı bir yukarı yü rü yor. Dağ ın eteklerindeki kayalıklarda sakinlik hâ kim; yenilgiyi
dü şü nmeden, haydutlar tarafından gö rü lmenin tehlikesini ve tü fek darbelerinin hü cumunu
dü şü nmeden geçen kolay ve huzurlu bir yaşam. Barnabo içinden tekrarlıyor: Yapacak hiçbir
şey kalmadı. Darrio gibi, Ermeda gibi. Yeni evdeki yatağ ı bıraktığ ı şekilde kalırdı mutlaka.
Gayet iyi hatırlıyor; yatağ ının baş ucundaki konsolun ü zerine dö kü lmü ş bir parça mum ve
dört tane boş fişek. Bir de ipe asılı duran bir pipo.
Ama Berton ıslığ ıyla bir aşk şarkısı çalmaya başlıyor. Ha gayret Berton, topla cesaretini, eve
dö nmek gerek elbet. Berton ö nce kayalara baktı sonra da yanında taşıdığ ı halatla kendisini
bağ ladı; Barnabo onu tutarken, birkaç metre aşağ ı indi ve uçsuz bucaksız boşlukta sallanarak
aşağı inmeye başladı.
“Barnabo tut, iniyorum.”
Yukarıdan gö rü nmeyen bir uzantıya tutundu, sarf ettiğ i çaba nedeniyle bü klü m bü klü m
olmuştu. Sivri bir tepeden geçerken halat gıcırdamaya başladı ve kopan parçalar rü zgâ rda
uçuştu. Barnabo, “Işte şimdi aşağ ı yuvarlanacak;” diye dü şü ndü , “halatı elinden kaçıracak,
arkaya, boşluğ a doğ ru bir uçuş ve insanın beynine kazınan feci bir sesle yere çakılacak.
Çakılların bittiği yerdeki diğer ölülerle birlikte.”
Gariptir, şimdi Barnabo’da korku kalmadı. Artık kendisini savaşın içinde hissediyor. Halat
gerildikçe gıcırdıyor; Berton gö zden kayboldu. Oysaki, dur bir dakika, oysaki gü neşli gü nlerde
sakin ormanlar var. San Nicola kasabasına inen ıssız yol, cephanelikte geçirecekleri akşamlar
var. Yaşanacak daha pek çok şey var, neden ö lsü nler ki? Birden halat bollaştı, beraberinde irili
ufaklı taşlar dü şü rerek aşağ ı yuvarlandı. Berton sağ lam bir yere ulaşmış olmalı; neşeli sesi
duyuluyor.
“Bırakabilirsin, indim!”
Şimdi sıra Barnabo’da. Kayacak olsa, halat onu durdurana kadar aşağ ı doğ ru feci bir daire
çizerdi. Ayaklarıyla yoklayarak, gö zü yle gö rmeden kü çü k kü çü k adımlarla yavaşça aşağ ı
iniyor. Kulaklarında hafif hafif esintiler hissediyor, kalbinin atışı derinden yankılanıyor.

Aşağ ıdaki kayalıklara yeniden ayak bastıklarında akşam olmuştu; dağ lar arasında ışıl ışıl bir
akşam. Elleri kanıyor, ü stleri başları parçalanmış. Berton uzun uzun atlayarak kayalıklardan
aşağ ı koşuyor; Barnabo arada sırada duruyor ve arkasına dö nü p bakıyor. Duvar kayalara
doğru grup halinde uçan bir karga sürüsü ortaya çıkıyor.
Ormanın karanlık kuytularının arasından bir tü fek sesi duyuluyor. Atışın arkasından bü yü k bir
sessizlik. Sonra da uzaklarda, yü ksek duvarlarda yankısı duyuluyor. Barnabo, “Ya Berton ya da
başka bir orman bekçisidir kesin;” diye dü şü nü yor, “ara sıra ağ açların gö vdeleri arasından
ateş açıp eğleniyorlar” Ama kalbi küt küt çarpmaya başladı.
Az ö nce geçen karga sü rü sü nden geriye kalan birisi, kanatlarını hızlı hızlı çırparak ö lesiye
gaklamaya başlıyor. Açılan ateşin nereye gittiğ i belli oldu. Diğ er kargalar uzaklaşırken, yaralı
karga düzensiz şekilde uçarak, dağa doğru yöneliyor.
Neredeyse dü şecekmiş gibi oluyor, sonra O keyle yine yü kseliyor. Uzun uzun gaklayarak
Barnabo’nun başının ü zerinden geçiyor ve uzaklarda gö zden kayboluyor. Geriye sadece o
uzun gaklamalar kalıyor; cephanelik tarafından geliyor.
Ormanda ilerleyen Barnabo, dallar arasında saklanmış Berton’a rastlıyor: Ateş açan o değ ildi.
Büyük bir sessizlik var. Ağaçların arasına, kayalıklara doğru göz gezdiriyor.
Berton, “Bulunduğ un yerden hareket etmekle bü yü k ahmaklık ettin; yerinde dursaydın belki
elimize geçirebilirdik.” dedi.
“Kimi?”
“Ateş edeni. Del Colle’yi öldürenler olsa gerek. Şimdi kim bilir nereye kaçtılar”
“Yıiz kişi bile olsak onu burada bulamayız. Ne yapalım? Ayrıca bizden birisi olmadığ ı ne
malum?”
“Ne diyorsun sen? Bu saatte mi?”
“Montani’dir kesin; buralara sık sık geliyor. Diyor ki buralarda...”
“Artık kaçtı gitti. Ama dur, ne olur ne olmaz.”
Kısık sesle fısıldaşıyorlar, ellerinde tü fekle ağ açlar arasından uzanıp etrafa bakıyorlar. Bir
pusuda olduğ u gibi her şey gayet sakin. Oysaki kö knarların tepesinde rü zgâ r esmeye başladı;
terk edilmiş ormanda sakin bir gü rü ltü . Eğ len, eğ len bakalım rü zgâ r; uzaklardan gelen rü zgâ r,
ormanın içinde kimin saklı olduğ una durup bakmayan rü zgâ r: Tü feğ in dumanıyla karşılaştı,
onu beraberinde sü rü kledi, yukarılara taşıdı ve her zamanki gibi ıssız sivri tepeler arasında
dağıttı.
11

Gü neş, vadinin alt kısmında yer alan bü yü k sessiz ambarların kü çü k pencerelerinden içeri
usulca giriyor ve sarı renk mısır yığ ınlarını aydınlatıyor. Barnabo bir kez daha Polveriera
Tepesinin kayalarından aşağ ı iniyor. Ne hoş bir yorgunluk! Arkadaşı Berton, taşlan yuvarlaya
yuvarlaya aşağı doğru koşuyor.
Berton ile Barnabo, dü şmanları bulmak için dağ lara ikinci kez dö ndü ler. Iki gü n ö nce
Polveriera Tepesi’nde bir kez daha siyah bir duman gö rü lmü ştü . Yok hayır, sis değ ildi; herkes
gayet iyi gö rmü ştü ; bildiğ imiz dumandı işte. O sabah cephanelik nö betine gö nderilen Berton
ile Barnabo, fırsattan istifade Cephanelik Tepesine çıkmak için yola çıkmışlardı. Berton,
“Zirveye doğru gidelim, böylece üzerimize taş fırlatamazlar.” demişti.
Dağ larda muazzam bir sessizlikle karşılaşmışlardı. Polveriera Tepesfni çepeçevre dö ndü kten
sonra, neredeyse zirveye kadar giden son derece dik bir terasa tırmanmışlardı. Bu noktadan
sonra iş ciddiyete biniyordu. Orman bekçilerinden hiçbirisi buralara gelmeye cesaret
edememişti. Berton un dimdik kayalara asılarak her gö zden kayboluşunda Barnabo kendi
kendisine soruyordu: “Daha ileri gidebilecek miyiz? Geri dönsek daha iyi değil mi?”
Adım adım neredeyse en uç noktaya kadar gelmişlerdi; yıkıldı yıkılacak gö rü nü mde kayaların
bulunduğ u ve ebedi bir rü zgâ rın estiğ i nokta. Gü neşin altında, çakıl taşları kaplı kü çü k
dü zlü klerin ü zerinde, gö rü lmez uçurumların ü zerinde bir insan olduğ una dair bir işaret, bir
ses duymak için uzun dakikalar boyunca bekliyorlardı. Ama hiçbir şey.
Zirvenin hemen altında, hiç kimsenin onları gö rmesine imkâ n olmayan bir çeşit mağ arada,
Berton nihayet uzun bir çığ lık attı; dağ larda duyulan o seslerden biri. Ama hiç kimse cevap
vermedi. Rüzgâr, sadece rüzgârın fısıltısı duyuluyordu.
Işte zirveye ulaştılar. Dü şmanın en ufak bir izine ulaşamadan bunca yorgunluk çekmek ne de
gü zel! Ama Berton ile Barnabo mutlu olduklarını hissettiler; bir kere, burada hiç kimse onlara
dokunamazdı. San Nicola, arkadaşları, her şey çok uzaklardaydı. Aşağ ıda, nö bet tuttukları
yerdeki barakanın küçük çatısı hayal meyal görünüyordu, ama gerçek gibi bile değildi.

Çakıl taşlı yola indiklerinde korkuları da sona ermişti. Barnabo, uzaklaşan arkadaşına
bağırarak, “Berton, sen önden git. Cephanelikten eşyalarımı al, ben doğrudan eve geleceğim.
Bu kadar acele etmenin ne anlamı var ki? Susuzluktan ağ zı kurumuş, kayalara tırmanırken
kesilmiş sol başparmağ ı kanıyor. Gü neş ışığ ı altında kor gibi kızgınlaşmış çakıl taşlarıyla dolu
kanalda mü thiş bir sıcaklık hissediliyor. Ama Barnabo’nun ilk kez key i yerinde. Polveriera
Tepesi gö kyü zü nde bembeyaz yü kseliyor. Daha sonra ışık zayı lıyor. Cephaneliğ e gitmek için
artık çok geç. Nöbetçi değişimi çoktan yapılmıştır.
Barnabo, duvar kayaların son uzantılarına gelmişti ki daha ö nce de duyduğ u, tanıdık bir çığ lık
duydu. Bu sesi nerede duymuştu? Tamam, hatırladı: Geçen akşam duyduğ u yaralı karganın
çığ lığ ı bu. Nitekim Barnabo, bir kanadı yere uzanmış olarak nerdeyse ö lmü ş haldeki hayvanı
gördü. Hıçkırır gibi düzenli olarak sarsılıyor. Ölmesine az kalmış gibi görünüyor.
Barnabo birden durdu; ö lü m eşiğ indeki o hayvanı gö rmesi, az ö nceki tü m neşesini kaçırmıştı.
Karganın bulunduğ u kayaya çıkan Barnabo, hayvanı eline aldı. Bir kanadı kanıyor ve tü m
vücudu titriyordu.
O dağ ın tepesine kadar çıkan Barnabo, bir kuşu ö ldü rmekten mi korkuyor? Ama Barnabo
elinde yaralı kargayla dü şü nceli dü şü nceli dağ lara baka kaldı. Bir şeylerin kontrolü nden
çıktığ ını fark ediyor, ama engel olamıyordu. Polveriera Tepesinde her akşam olduğ u gibi, aynı
gö lgeler, aynı beyaz kayaları gö rü yordu. Barnabo o tepenin zirvesine dokunmuştu, ama bu
deneyimden ona geriye ne kaldı? Birkaç saat ö nce sesinin yankılandığ ı yerde şimdi sadece
rüzgâr esiyor.
Ortalığ ı muazzam bir sessizlik kapladı ve kimsenin gö rmediğ i çok uzaklardaki vadilerden
gelen gü rü ltü lerin duyulmasına imkâ n sağ ladı. Karga hareketsizleşti. Galiba ö lmek ü zere.
Barnabo kargayı arka cebine sokuyor ve inişine devam ediyor. Ama şimdi de ikir değ iştirdi:
Eve doğ ru inmek yerine cephaneliğ e gidecek. Vakit hâ lâ erken ve yerinde olmadığ ını gö recek
olurlarsa, sorun çıkartabilirler.
Saat ö ğ leden sonra dö rt buçuk civarı. Cephaneliğ e varmadan ö nceki son kayalığ ı aşmak
ü zereyken, boğ azda kulakları sağ ır edecek şekilde yankılanan bir silah sesi duyuldu. Ateş açan
Berton muydu acaba? Ne saçma zevkleri var! Her şey birkaç saniye içerisinde oluyor.
Barnabo kayalığ ı geride bıraktıktan sonra, tü fekli dö rt kişinin cephaneliğ e doğ ru sü rü nerek
gittiğ ini fark etti. Bü yü k bir taşın arkasında kendisini gü venceye alan Franze, savunma
pozisyonunda deponun eşiğ inde duruyor ama Berton ortada gö rü nmü yor. Franze’nin bir el
ateş ettiğini ama kimseyi vuramadığını görüyor; bu ateşe üç el tüfekle cevap veriyorlar.
Yardıma koşmak ü zere olan Barnabo’nun aniden nefesi kesiliyor. Yaklaşık elli metre yukarıda,
bir başkası daha ortaya çıkıyor ve tüfeğini Barnabo’ya çeviriyor.
“Sakın kıpırdama ve nefes bile alma, yoksa seni...”
Bacakları titremeye başlıyor, dilini hareket ettiremez hale geliyor. Birkaç adım geri gidiyor,
kendisini bir kayanın arkasına atıyor. Korkudan elinin ayağ ının kesildiğ ini hissediyor; yakın
mesafeden gelen silah sesleri arttıkça bu hissi daha güçlü hale geliyor.
Franze’in işekleri bitti. Dö rt yabancı iyice yaklaştılar. Ikisi Franze’yi tü fekle tehdit ederek
kontrol altında tutarken diğ er ikisi cephane deposunun kapısında bir delik açabilmek için
uğ raşıyorlar. Silah sesleri kesildi; insan sesleriyle birbiri ardına gelen kapıya vurdukları
darbelerin tok sesi etrafın sessizliğ inde yitip gidiyor. Bir sü re sonra haydutlar depoya girmeyi
başarıyor ve birkaç dakika sonra ellerinde çuvallarla çıkıyorlar.
O anda, yardıma koşan Berton un Palazzo Tepesi’ne doğ ru attığ ı alarm çığ lığ ı duyuluyor. Kim
bilir neden cephanelikten uzaklaşmıştı. Çakıl taş kaplı yollardan kö stekleye kö stekleye
koşuyor. “Durun! Durun!” Ama artık yapacak bir şey yok. Berton gelene kadar haydutlar
uzaklaştı bile ve hatta yine ateş açmaya başladı. Yerinde sıkışıp kalan Franze, “Hadi Berton
ateş et, ne bekliyorsun?” diye bağ ırıyor ama na ile: Savaşı kaybettiler. Haydutları takip
etmeye başlayan Berton, bacağ ından vuruluyor ve yere yığ ılıyor. Tü fek darbelerinin yankıları
kesiliyor ve belli belirsiz sesler geriye kalıyor. Dü şmanlar çoktan uzaklaştı; kayaların tepesine
ulaştılar bile.
Bir kayanın arkasında taş kesilen Barnabo, tü m vü cudunu saran bir titreme nö betine
tutuluyor. Tehlike geçti ama onun ortaya çıkmaya cesareti yok. Alçak, evet alçakça davrandı.
Cephanelikte saldırıya uğ rayan iki arkadaşının onu gö rmemesi için usulca geri geri gidiyor,
dikkatlice yola koyuluyor: Doğ rudan eve dö necek, yaşanan sahneye şahit olmamış numarası
yapacak; yaptığından hiç kimsenin haberi olmayacak.
Bir tü rlü huzura kavuşamadan saatlerce ormanda dolaşıyor, gö rdü klerinin anısıyla kendisine
eziyet ediyor, neden o kadar çok korktuğ unu kendisine soruyor ve tam olarak bir anlam
veremiyor. Gece olduğ unda nihayet eve yaklaşıyor. Içeriden uğ ultu halinde sesler geliyor.
Komiserin sesini tanıyor, demek ki onu da çağ ırmışlar. Barnabo usulca kapıyı açıyor: “Aman
Tanrım, ne oldu?”
Franze, “Geldi işte!” diye bağırdı, “Nereye kaybolmuştun sen?
Herkes etrafına toplanıyor. Sadece duvara dayanmış duran komiser ile bir bacağ ı sarılı halde
bir sandalyede oturan Berton oldukları yerde kalıyor.
O kesinden deliye dö nmü ş Marden, “Ne bü yü k askersin sen; kendine ne bü yü k onur
kazandırdın!”
Yü zü nü n alev alev yandığ ını hisseden Barnabo, bir geri adım atıyor ve anlaşılması imkâ nsız
kelimeler kekeliyor.
Komiser fazla uzatmadan, “Kaçtın mı? Korktun mu?” diye soruyor. Herkes kulak kesilmiş
dinliyor.
“Sö yledim ya,” Berton araya giriyor, “Barnabo yoktu dedim ya size. Zirveye çıktığ ımızı
anlamadınız mı?”
“Sen sus, senin hiç alakan yok. Sen sus ve bırak konuşsun. Evet Barnabo, cevap vermek istiyor
musun?”
“Orada yoktu diyorum ya;” Berton yine araya giriyor, “orada olmadığ ını sö ylü yorum. O ne
bilebilir ki?”
Barnabo utancını unutuyor ve biraz rahatladığ ını hissediyor. Demek ki kaçtığ ını gö ren
olmamıştı, hiç kimse onu suçlayamayacak. Hiçbir şey bilmiyormuş numarası yapıyor.
“Neler olduğunu bana da bir anlatır mısınız?”
Komiser, Giovanni Mardene dö nerek, “Bu insanda sabır mabır bırakmaz; bak tek bir laf ediyor
mu! Ama bu iş burada bitmeyecek. Bu olay böyle boş verilemez!”
Giovanni Marden ile birlikte kapıya doğru yöneliyor ve gecenin ortasında çekip gidiyor.
Bö ylece, olabileceklerin en kö tü sü engellenmiş oldu. Hiç kimse gerçeğ i ö ğ renmedi:
Barnabo’nun korkusundan dü şmandan kaçtığ ını kimse ö ğ renmedi. Herkes cephaneliğ e karşı
saldırıya geçildiğ inde Barnabo’nun uzaklarda, avda veya ö yle bir şeyler yapmakta olduğ unu
sanıyor. O yü zden ayıbı ortaya çıkarılmayacak. Ama gö rev yerini terk ettiğ i için muhtemelen
yine de ceza alacak. Arkadaşları açıkça anlamasını sağ ladı: Orman bekçileri arasından
kovulacak.
12

Her gece olduğu gibi herkes uykuya daldı. Pencereden içeriye biraz ışık giriyor. Barnabo’yu bir
tü rlü uyku tutmuyor. Başına gelen çok bü yü k bir belaydı. Kendisini kandırmanın alemi yoktu.
Israr etse, dü şmanları aramak ü zere cephanelikten uzaklaştığ ına Marden’i inandırabilse belki
affedilirdi. Ama duyduğ u utanç tü m isteğ ini ortadan kaldırıyor. Oysaki Barnabo korkmuş
olduğ u için dü şü nü p duruyordu. Ah, o an cesaret etmiş olsaydı, ateş açıp, dü şmanlardan
birisini ö ldü rmü ş olsaydı... Hayal kurmak na ile. Barnabo insanı kü çü k dü şü ren sırrın içine
kendisini kapatmak zorunda kalacak ve bu sır içini kemirmeye devam edecekti. Bir anda
aklına geldi: Ya karşılaştığ ı haydut sağ da solda gerçeğ i anlatırsa? Ya gü nü n birinde tutuklanır
da Barnabo’nun alçaklığ ını anlatırsa? Içine bir sıkıntı, feci bir ağ ırlık çö kü yor. Her şeyi bırakıp,
uzaklara gitmek gerçekten en iyisi.
Bö ylece ertesi sabah onu gö revden alacaklardı. Maaşını koydukları bir zarfı eline verecek ve
onu kaderiyle baş başa bırakacaklardı. O yüzden yeni evde geçirdiği son geceydi. Dağların yanı
başında geçirdiğ i son saatler. Zaten arkadaşlarının umurunda değ ildi. Bir sü rü laf, bir sü rü
kahkaha ve şimdi de bir it gibi kovularak, çekip gidiyordu işte; onlar ise uyumaya devam
ediyordu. Tüfeğini de bir başkası miras alacaktı.
Uykuya dalmayı ü mid ederek yatakta dö nü yor. En azından biraz dinlenseydi. Kayalarda
yaraladığı parmağı sızlıyor. Göğsünde de keskin bir acı. Franze yatağında hareket ediyor. Belki
de uyanacak ve Barnabo ya birkaç sö z sö yleyecek. Hayır, uyanmıyor; sadece uykusunda
debeleniyor, kim bilir görmekte olduğu nelerden kaçıyor.
Karanlığ a alışık olan Barnabo, odadaki eşyaları rahatlıkla ayırt edebiliyor. Ağ aç yer
dö şemesinin tahtaları, Franze’ın elbiselerini astığ ı bir sandalye, yere bırakılmış ve ne olduğ u
anlaşılmayan bir paket. Duvara asılı duran ceketi, kuşku uyandıran uzun bir gö lge. Içinde
yaşanılan evlerin o bildik ufak tefek gece gü rü ltü leri duyuluyor. Kapının arkasında gıcırtılar.
Kendi kendine çarpan bir pencere. Rü zgâ rın ormanda çıkarttığ ı belli belirsiz ama ısrarlı sesi.
Hareket eden bir fare ve bö ylesine zor bir gecede uyumakta olan arkadaşlarının nefes alıp
verişleri.
Demek ki cephaneliğ i artık bir daha gö remeyecek. Kendisi için gidebilirdi ama bu, kendini
kandırmaktan başka bir şey olmazdı. Uykuyu beklemek na ile. Sırf cesaretini toplamak için bir
mum yakmak geçti içinden ama arkadaşlarını uyandırmaktan başka bir işe yaramazdı.
Azaplı bir inilti birden bire sessizliğin ortasından geçiyor.
Karganın aslında ö lmemiş olabileceğ i aklına geliyor. Usulca yataktan kalkıyor ve duvara asılı
duran ceketine yaklaşıyor. Elini cebine sokunca sıcak bir şey hissediyor. Karga ölmemiş.
Her şey bu kuşun yü zü nden! Kayaların arasından onu kurtarmak için vakit kaybetmeseydi,
belki de cephaneliğe haydutların saldırısından önce dönecek ve arkadaşlarının yanında olunca
cesaret bulabilecekti. Uzerinde fazla dü şü nmü yor: Gitmek zorunda kalacağ ı uzak toprakları
dü şü nü yor. Yü ksek beyaz evlerin ve aralıksız geçen at arabalarının olduğ u bü yü k bir yol gibi
geliyor. Kor güneşin altında sarı bir toz bulutu insanın nefesini keserek havaya kalkıyor.

Gö kyü zü nde koşuşturan ufak beyaz bulutların gö rü ldü ğ ü pırıl pırıl bir sabah. Diğ er orman
bekçileri tura çıkmış bile. Evin girişindeki banka oturmuş Barnabo, cezasını açıklamak ü zere
şe lerinin gelmesini bekliyor. Nitekim ormandan çıkan ve çimenlik dü zlü kte ilerleyen bir
adam gö ze çarpıyor. Ara sıra gö zlerini eve doğ ru kaldırarak gelen gerçekten de Marden.
Barnabo’nun onu karşılamaya cesareti yok. Marden, yüzünde sert bir ifadeyle yanına geliyor.
“Aklını başına toplayacaksın değil mi?”
Barnabo ilk anda gü lü mseyerek ama yanaklarının ateş gibi yandığ ını hissederek, “Size yemin
ediyorum,” diyor, “göreceksiniz elimden geleni yapacağım.”
Marden soğ uk bir şekilde, “Burada değ il, tabii ki.” diyor, “Kendini boş hayallere kaptırmadın
umarım. Git, başka yerde hükmünü ver. Al, bu da ücretin. Tanrıya emanet ol.”
Marden eve girmek ü zereyken arkasına dö nü yor, “Tü feğ ini bırakacaksın tabii ki; kurallara
aykırı da olsa, kıyafetini götürebilirsin ama rütbesiz olarak.”
Olan bitenin hepsi bu.

Barnabo boş odada çıkınını hazırlıyor. Kendisine gelen karga, duvara sabitlenmiş bir tahta
basamağ ın ü zerine tü nemiş, hareketsiz bir şekilde olanları gö zlü yor gibi. Bir yabancı onu
yaralamış, o da yardım çağ ırmıştı; şimdi de Barnabo’nun oradan ayrılması gerekiyordu.
Barnabo iki yıldır çıkınına el sü rmemişti. Onu en son diğ er orman bekçileriyle birlikte Pian
della Croce ovasının ilerisine kadar sü ren uzun bir gezi yaptıkları vakit kullanmıştı. Durduğ u
raftan indirdiğinde üzeri toz kaplıydı. Adımları boş odada farklı bir şekilde yankılanıyor.
Iç çamaşırlarını, ü ç yıl ö nce San Nicola’ya gelirken giydiğ i ve artık sararmış haldeki çizgili eski
kadife elbisesini, bez ayakkabılarını, eski evinden getirdiğ i çerçeveli ve camlı Meryem Ana
resmini, tarak, sabun ve birkaç ay ö nce satın aldığ ı bir başka takım elbiseyi çıkınına koydu.
Orman bekçisi Barnabo’nun çekmecesi yarım saat içinde hemen hemen tamamen boşalmıştı;
birkaç sö kü lmü ş bez parçası, bir demet kâ ğ ıt, yarım bir mum ve eski bir tabancanın namlusu
geriye kalmıştı. Anıları bunlardı.
Barnabo çıkınını kapatmak için yavaşça ipi çekiyor. Gö kyü zü nde yoğ unlaşan bulutlar, odaya
giren gü neş ışıklarını ara sıra kesintiye uğ ratıyor. Bulutlar dağ lara doğ ru gidiyor; galiba Kava
kötüleşecek.
Ama Barnabo her şeyi bö yle olduğ u gibi bırakmak istiyor; sanki aynı akşam gene eve geri
dö necekmiş gibi. Yatağ ı kapatılmış, battaniyesi gü zelce serilmiş, baş ucundaki taburenin
ü zerinde mumuyla. Gerçekten de şimdi yatağ ı diğ erlerininkiyle, akşam olunca buraya geri
döneceklerinkiyle aynı.
Her şey hazır. Yapacak bir şey kalmadı. Barnabo ağ zında acı bir tat hissediyor. Hayır, bu kadar
güzel bir günde ağlamak olmaz. Çıkınını omzuna atıyor.
Doğ ru ya, az kalsın unutuyordu. Yatağ ının altında duran bayramlık ayakkabılarını almadı. Bu
ufak aksaklıktan dolayı canı sıkılmıyor. Bö ylece haklı bir nedenle birkaç dakika daha geçiriyor.
Sonra da pencereyi açıyor: Içerinin havası biraz değ işsin yoksa bu gece hiç kimse uy
uyamayacak. Serin ve yumuşacık bir rü zgâ r içeri doluyor. Gü neş gö kyü zü nü n tepesinde ve
bulutlarla mü cadele etmeye devam ediyor. Bir şarkının yankısı duyuluyor; o kadar uzaktan
gelen bir ses ki gerçek mi değ il mi belli değ il. Barnabo’nun boğ azında acı, dudaklarında ha if
bir gü lü mseme seziliyor. Bir sinek gelip etrafında uçuşmaya başlıyor. Her şey yerli yerinde,
her şey sakin. Yola çıkma vakti bu.
Merdivenleri inmeden ö nce bir kez daha arkasına dö nü p bakıyor. Sıraya dizili yataklar, yerde
güneş kareleri, mutlu bir hayat.
Arkadaşlarına veda etmesi gerekir ama hepsi etrafa dağ ılmış bile. Tabii ya, gö rev bekliyor,
gö revin gerektirdiğ i bu ama en azından birkaçı onu bekleyemez miydi? Hepsinin canı
cehenneme! Bir başka zaman vedalaşırlar.
Ha if bir yorgunluk hissine kapılan Barnabo, giriş katındaki salona oturdu. Dirseklerini
masaya dayamış, sabit gö zlerle ö nü ndeki boşluğ a bakıyor; sessizce peşinden gelen karganın
omzuna tünediğinin farkında bile değil.
Evin ö nü ndeki dü zlü kten nihayet bir ses geliyor: “Barnabo! Barnabo!” Arkadaşı Berton dö ndü .
Gü neşi arkasına almış, bacağ ındaki yara nedeniyle topallayarak evin eşiğ ine geliyor.
Gülümseyerek, “Elveda Barnabo...” diyor.
Barnabo ayağ a kalkıyor, ne diyeceğ ini bilemiyor, elini uzatarak, “Yaran nasıl oldu?” diye
soruyor.
Sessizlik; bulutlar güneşin önüne geçiyor.
Berton, “Kimin aklına gelirdi, değ il mi...” diye sö ze başlıyor ve birkaç dakika bekledikten
sonra, “Peki şimdi nereye gideceksin?” diye soruyor.
“Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Polveriera Tepesi’nin zirvesine...”
Ikisi de gü lü msü yor; kapının dışına çıktılar ama tekrar duraksıyorlar. Bir zamanlar yeşil renk
kapının boyası dö kü lmü ş. Birisi bıçakla “SAN NICOI” yazısını kazımış. Alt kısımda da demir
çivili ayakkabıların izleri gö rü lü yor, çü nkü hepsi ayaklarıyla kapıya vurarak içeri giriyor. Taş
merdivenler birkaç ay içerisinde parlaklaştı; ü zerinde karıncalar dolaşıyor. Başı ha if yana
eğik duran Barnabo, tüm bunları aklından geçiriyor.
Iki orman bekçisi, yan yana çimenlerin ü zerinde yü rü meye başlıyor; dağ lardan bü yü k gö lgeler
geçiyor. Her ikisi de yere bakarak ve yavaş yavaş yü rü yor. Bin bir zahmetle zıplayarak
arkalarından gelen kargayı ikisi de fark etmedi. San Nicola kasabasına inen yola doğru değil de
Mardenlerin evine giden yola doğ ru ilerlediler. Berton un bö yle yapmasının nedeni,
arkadaşına onu çıkışa götürüyor izlenimi vermemek; diğeri ise aklına bile gelmiyor değil.
Berrak sesiyle Berton, “Ne kadar zamandır?” diye soruyor.
“Uç yıl; hatırlamıyor musun? Hay... Al işte...” Barnabo’nun ha iften bir iç geçiriyor. Ormanın
başladığ ı noktaya geldiler. Barnabo konuşamıyor. Ha ifçe gü lü mseyerek, gü neşin ışıklarıyla
parlayan yü ksek bir dağ a doğ ru başıyla bir işaret yapıyor. Sonra da Berton u kucaklıyor. Bakın
şimdi de uzaklaşıyor.
13

Barnabo, bekçilerin yeni evinden ayrılıp, ormanda bir sü re ilerledikten sonra ufak bir açıklık
yerde oturdu. Bulutlar daha yoğ un ve yağ ışla yü klü hale gelirken, dağ zincirine uzun uzadıya
baktı: Fırtınanın hızla yaklaştığı hareketsiz zirveler etrafını çevirmişti.
Çıkınını yeniden sırtına aldı. Yaklaşan fırtına nedeniyle kararan devasa kayalara, sınırsız
ormana, uzaklardaki ovanın pusuna baktı. Bulunduğ u noktada iki patika yola ayrılıyordu:
Birisi Mardenlerin evine, diğ eri ise sayısız tartışmanın kaynağ ı o meşhur yolla birleşmek
üzere aşağı iniyordu.
Bir an dü şü ndü kten sonra aşağ ı giden yola girdi. Dağ ların tepesinde kara kara bulutlar
toplanmıştı ama aşağ ıda, ormanda hâ lâ gü neş ışıldıyordu. Acelesi yoktu; yavaş adımlarla
ilerliyordu. Bir anda karga aklına geldi ve arkasından gelip gelmediğ ini gö rmek için dö ndü .
Ortada hiçbir şey yoktu. Tabii ya, karga bile orada kalmıştı. Bunun ü zerine daha hızlı
yürümeye başladı.
O meşhur yola, dış kenarları gü zelce kesilmiş, toprak set destekli bir sü rü taşı yan yana
dizmişlerdi; ciddi bir iş ortaya çıkarmışlardı, ama şimdi her tarafından otlar fışkırmış, hatta
bazı bölümleri bozulmuştu bile.
Yolu iniş de olsa sıcak kendisini hissettiriyordu. Barnabo, çıkınının ağ ırlığ ı nedeniyle de
terliyordu. Bir an sağ eliyle omzunda tüfeğinin kemerini aradı. Eski bir alışkanlık işte.
San Nicolaya uğ ramayacağ ı kesindi; herkesin sinir bozucu sorular yö nelteceğ i kesindi. Bu
yü zden akşama doğ ru, kö knar ormanları arasında, bir kö prü yakınlarında bir hana gitti.
Içeriye girdi, kimse yoktu. Bunun ü zerine dışarı dö ndü ve bir bankın ü zerine oturdu.
Bulunduğ u noktadan San Nicola dağ larının sadece ü ç tepesi gö rü lebiliyordu; ormanın
ortasından yukarı doğ ru uzanan garip kuleleriyle çok uzaklardaydılar. Diplerine ulaşmak
saatler alırdı.
Işte kö knar tomrukları yü klü bir araba. Iri yarı bir adam ve oduncuya benzeyen daha ufak
yapılı iki adam daha. Içerideki salona oturdular ve yü ksek sesle konuşmaya başlıyorlar.
Barnabo ara sıra konuşmalarını duvuvor. Para meselesi yü zü nden tartışıyorlar. Birden
kahkahalarla gülmeye başlıyorlar. Arabaları yarım saat boyunca yolun ortasında kaldı.
Içlerinden birisi, “Iki yıl ö nce bu Amerikan testerelerle işe başlandı. Hayır, daha fazla olamaz.
Fiyatı 300 liret. Bizim yerli testerelerle aynı olduğunu size garanti edebilirim.” diyor.
“Peki ya çeliğinin sertlik durumu?”
“Ne diyorsun sen! Aynısı diyorum; gayet iyi tanıyorum malı.”
Yağ mur yü klü bulutların altında dağ lar artık kapkara oldu. Çok uzaklardan gö k gü rlemesi
sesleri de duyuluyor. Hatta birkaç damla yağ mur toprak yola dü şmeye başladı. Barnabo ayağ a
kalkıyor, çıkınım alıyor ve odasına gitmek istediğ ini sö ylü yor. Içeri girerken Barnabo’yu
görmemiş olan odunculardan biri, kıyafetini tanıyarak, “İyi akşamlar.” diye selam veriyor.
Iyi akşamlar. Tahta merdivenlerden yukarı çıkıyor. Karnı aç değ il, kendisini yatağ ın ü zerine
atıyor. Alt kattan sesler yü kseliyor; fırtına ışıkları içeri girmeye başlıyor, rü zgâ r tü lleri
oynatıyor. Polveriera Tepesi’nde şimdi ne yağ mur yağ ıyordur! Bir kasanın ü zerine koyduğ u
çıkınına bakıyor. Uç ya da dö rt saat ö nce, orman bekçilerinin yeni evinde hazırladığ ı şekliyle
duruyor. Oysaki aradan çok uzun zaman geçmiş gibi. Birkaç saatlik yü rü yü ş Barnabo’yu
orman bekçiliğ i hayatından kopartmaya yetti. Geçen tü m o zamandan geriye ne kaldı? Çıkını,
elbisesi ve bir iki kıyafet daha. Bir de ayakkabısının yan çivileri arasına sıkışmış kü çü k taşlar
ve toprak var. Dağların, dağların eteklerindeki o yüksek kayalıkların kalıntıları.
Barnabo şimdi de o geçen zamanı ona hatırlatan, yü ksek tepelerden bir şeyleri içinde taşıyan
her ne olursa olsun telaşla ve kö r bir ü mitle arıyor. Başparmağ ındaki yaraya bile sevgi
duyuyor; zirvedeki kayalar yaralamıştı onu. Çoktan kapanmış ve kurumuş yaraya bakıyor. Bu
iz hemen yok olursa çok yazık olacak. Bu yü zden yaranın iki kenarını açıyor, deriyi çekip
kopartıyor ve birkaç damla kan çıkmasını sağ lıyor. Iki gü n ö nce, Polveriera Tepesinin
kayalıklarında olduğ u gibi. Yarayı yeniden açmakla geçmişe dö ndü ğ ü , zamanı geri çevirdiğ i,
hâlâ geçmişte olduğu izlenimini yaşıyor: Kimselerin gidip görmediği zirveden dönen muzaffer
Barnabo! Çinko çatıya inen yağ murun gü rü ltü sü duyuluyor. En azından Berton yanında
olsaydı da bir-iki laf edebilselerdi. Barnabo şimdi de yatağ ın ü zerinde oturmuş, havanın
kararmasını bekliyor.

Sabah uyandığ ında, akşamki fırtınanın bulutları gö kyü zü nü terk ediyordu. Pencerenin
tü llerinin arkasında orman, gü neşin altında ışıl ışıl parlıyor. Gelişi gü zel giyindi, çıkınını aldı,
kapının eşiğ inde durup bir şey unutup unutmadığ ını kontrol etmek için odaya baktı. Arboi’ye
yaklaşık 15 kilometre mesafedeydi. Oradan da bir trene binecek, kuzeni Giovanni Bella’nın
evine gidecekti.
Handan çıktıktan birkaç metre sonra, siyah bir gö lgenin arkasından geçtiğ ini fark etti: Yaralı
kargaydı! Kanadını gü çlü kle çırparak, Barnabo’ya gö rü nmeden peşinden geldikten sonra,
akşamki o fırtınanın altında bir dalın ü zerinde onu beklemişti. Yağ murdan sırılsıklam olunca
yarası tekrar şişmişti.
Barnabo kargayı omzuna aldı. O zavallı hayvancık ona dağ ları hatırlatacaktı. O da dağ ları iyi
biliyordu, uçsuz bucaksız kayalıkları... Ah şu karga keşke konuşabilseymiş!

Ovalık alanın yolu, toz toprak içerisinde ve ağ açlar artık sarı renk. Barnabo’nun kuzeni
Giovanni Bella’nın evi. Yolun ü zerinde bir de han var: Arka tarafında bir ahır, bir ambar, kü çü k
bir fırın ve tarlalar var. Alçak bir tepe ve hava açık olduğ unda gö rü nen yeşil dağ lar gö ze
çarpıyor.
Hanın kapısının ü zerinde “Trattoria del Bersaglio” yazısı çizilmiş, 846 yazılı bir demir levha.
Giovanni Bella iki köylüyle birlikte bir masada oturmuş. Yoldan birisi geliyor: Barnabo. Yorgun
düşmüş; buradaki yeni hayatı böyle başlıyor.
14

Kö y hayatı. Temmuz ayında bir ö ğ leden sonra, bir ceviz ağ acının gö lgesinde oturan Barnabo,
elindeki çekiçle bir tırpana vuruyor. Metalik ses uzaklara yayılıyor. Doğ u yö nü ndeki kocaman
bir beyaz bulut, aradan çok zaman geçtiğine işaret.
Ilk gü nler keyifsizdi. Saatlerce kırlarda tek başına dolaşıyordu; hiç kimse onunla
konuşamıyordu. Daha sonra yavaş yavaş ortama uyum sağ ladı; ö yle ki gü nü n birinde San
Nicoiaya geri dö neceğ i dü şü nmeye başladı. Sık sık Berton’la yola çıktığ ını ve haydutlarla
çarpıştığ ım hayal ediyordu. Bö ylece yeniden yü zü gü lmeye başladı; bü tü n gü n çalışıyordu ve
güneş, hatıralarını solduruyordu.
Kargası geceleri pencerenin yanındaki bir çubuğ a konuyordu. Bazı akşamlar ay ışığ ı içeri
vuruyordu ve karganın gö lgesi, yatağ ında uyuyan Barnabo’nun ü zerine yansıyordu. Bö yle
olduğ unda hayvan huzursuz oluyor ve eğ er pencere tam kapalı değ ilse, pervaza çıkıyor ve
tarlalara bakıyordu.
Buraya geldiğ i ilk gü nlerden birinde kuzeni Giovanni Belki şö yle sö ylemişti: “Sinirlenip
durma; herkesin başına gelebilir! Ben de askerlik yaparken bazen korkuyordum. Her şey boş;
eğer insan kendisini iyi hissetmezse, morali de bundan etkileniyor.”
Telaşa kapılan Barnabo, “Korku mu? Ne korkusu?” diye sormuştu. Cephaneliğ in hikâ yesi
kuzenlerine kadar ulaşmış mıydı? Yaptığ ı alçaklıktan şü phelenilmiş miydi? O gü n o kadar çok
ö ke duydu ki, derhal yola koyulmak ve hâ lâ korkup korkmadığ ını gö stermek isterdi. Daha
sonra hiç kimse bu konuda ağ zını açmamıştı. Giovanni, çiftliğ inde kalmasına seve seve razı
olacağ ını tekrar tekrar sö ylemişti, çü nkü işçiye ihtiyaçları yardı. Şimdi aradan iki yıl geçmişti.
Sanki orman bekçileri hiçbir zaman var olmamışlar gibi. Gü zel gü nler geçti gitti ve Barnabo
buna engel olmadı.
Barnabo ilk gü nler ona dağ ları hatırlatacak bir şeylerin arayışına girdi. Evlerin duvarlarını bile
dikkatle inceledi, bü yü k kaya duvarlarla evlerin duvarlarını zihninde kıyaslıyordu. Yerden
topladığ ı taşlan dakikalarca inceliyor, hayal gü cü nü kullanarak bu taşları kolaylıkla bü yü tü yor
ve ü zerlerinde zor çıkış yolları tahayyü l ediyordu. Bulunduğ u yerde maalesef ne bir kaya ne de
bir yar vardı. Aşağılarda ufak bir vadi vardı ama çalı çırpı doluydu.
Bir gü n ö ğ leden sonra Giovanni’yle birlikte tü tü n ve baharat satılan bir dü kkâ na girmişti. Feci
bir sıcak vardı; Barnabo bir duvarda dağ lık bir kö yü resmeden renkli bir baskı gö rmü ştü .
Dağ ları bu şekilde resmedebilmek için hayatında hiç dağ gö rmemiş olmak gerek! Tamamen
bambaşka bir dü nyaydı: O dü kkâ n, tarlalar, her şeyiyle bambaşka. Bunun ü zerine Barnabo’nun
gö ğ sü ne bir sıkıntı girdi; havasız kaldığ ını hissediyordu. Dışarı çıktığ ında bir şeyleri
kaybettiğ ini fark etti, ama ne olduğ unu hatırlayamıyordu. Bir elini boş hissediyordu ve bu his
tü m cesaretini kırıyordu. Bersaglio Hanına girmek ü zereyken, kaç gü ndü r tü feğ ini bırakmış
olduğ unu dü şü ndü . Bir tü fek satın almak için hevesle kenara para koymaya o zaman başladı.
Çok sıkıntı çektikten sonra şimdi bir tü feğ i var; tek namlulu, arkadan kurmalı dış horozlu
güzel bir alet. Günleri bu şeklide geçiriyor ve ara sıra hâlâ mutluymuş gibi hissediyor.

Gü nler nasıl da hızla uçup gidiyor; aradan dö rt yıl geçti bile. Çalışmaktan yorgun dü ştü ğ ü bir
akşam, Barnabo odasına dinlenmeye gitti. Mevsim ilkbahar ve gö kyü zü nde ince bir sis
perdesinin gö lgelendirdiğ i ay. Bu mevsimde hep bö yle olur: Mü thiş bir uyku hissi vardır, ama
bir tü rlü uykuya dalınamaz. Barnabo çarşafının içerisinde huzursuzca dö nü p duruyor.
Pencerenin cılız parlaklığ ına karşı işte kargasının silueti. Gagası kanadına doğ ru dö nü k,
çubuğ unun ü zerinde uyuya kalmış; Barnabo dikkatlice bakınca hayvanın değ işmiş olduğ unu
fark ediyor. Belki de uykuda olmanın verdiğ i zevk, tü ylerini bö yle yuvarlaklaştırıyor; ö nceden
hiç bö yle yapmamıştı. Uzaklardan gelen bir rü zgâ rın kalıntıları pencereden içeri giriyor; hoş
kokulu ilkbahar havası. Sü rekli ö ten bir kurbağ anın sesi. Kargasına bakarken Barnabo da
uykuya dalıyor.
Karga kim bilir ne yemişti. Ertesi gü n de hâ lâ şiş bir hali vardı ve zar zor hareket ediyordu.
Tarlada çalışan Barnabo’nun omzunda durmuş, sanki bir şeyler sö ylemek istermiş gibi ara
sıra gagasını vuruyordu. Sonra da iki gü n boyunca hiçbir şey yemedi. Vü cudu daha da şişti;
tü yleri parlaklığ ını ve kayganlığ ını kaybederek, donuk ve pü skü l pü skü l olmuştu. Barnabo
tarlaya gitmek ü zere sabah evden çıkınca, kargası onun peşinden gitmek istemedi. Her zaman
tünediği çubuktan aşağı indi, yerde bir-iki yuvarlandı ve inceden inceye sesler çıkarttı.
Sahibi akşam eve dö ndü ğ ü nde karga pervazda, sakin sakin duruyordu. Ama yakından
bakıldığ ında, hayvanı hiç durmadan sarsan kü çü k bir titremesi olduğ u gö rü lü yordu. Barnabo
odaya girer girmez karga kafasını ona doğ ru çevirerek, gagasını araladı. Titremesi
kuvvetlendi. Dışarıda gün batımının yansımalarının görüldüğü sakin bir gökyüzü vardı.
Sakin ve huzurlu bir akşam. Barnabo’nun yü zü ciddileşti ve dü şü nmeye başladı. Bu arada
karga pencerenin pervazından kendisini dışarı attı ve bir armut ağ acının dalına kondu. Bu
noktadan kuzey yö nü ne bakıldığ ında, tepeleri akşamdan donmuş beyaz kü mecikleriyle dağ
zincirlerinin ilk alçak sıraları gö rü lü yordu. Karga kafasını o yö ne çevirerek uzun uzadıya
gaklamaya başladı. Dö rt yıl ö nce o esrarengiz tü fek darbesinden sonra ormanda yankılanan ve
yankıdan yankıya dağ ların en yü ksek tepelerine kadar yü kselen o sesin aynısı. Belki de
uyanışa geçen ilk içgü dü ; belki de yü ksek dağ ların, uzak ormanların, kaybedilen arkadaşların
çağ rısı. Etrafı yemyeşil tarlalarla dolu uçsuz bucaksız bir dü zlü k. Karganın birden sarsıldığ ı,
sonra da kanatlanmaya başladığ ı, yavaş yavaş havaya yü kseldiğ i, gittikçe daha uzaklara gittiğ i
gö rü lü yor. Kuzeyin bulutlarına doğ ru amansız bir kaçış. Ufukta gö zden kayboluncaya dek
giderek küçülüyor. Ama o dertli çığlığı bir süre daha duyuluyor.
Herkes uykudayken, Barnabo zemin kaçta, bir petrol lambasının ışığ ında masada oturuyor.
Geçen zamanı duyduğ unu sandığ ın o gecelerden birisi. Duvarlardan birisinin ü zerinde
nemden oluşmuş kocaman bir leke var; belki de şu anda da genişlemeye devam ediyor. Bir
bankın ü zerinde Giovanni Bella’nın şapkası duruyor. Bir-iki kelebek, lambanın camına çarpıp
duruyor. Sonu gelmeyen bir girdapın eski hatıraları geri dö nerken, cırcır bö ceklerinin
hararetle ö tü şleri duyuluyor. Birisi onu gö recek olsa utanırdı: Bir kadın bile bir hayvanın
kaybı için oturup o kadar dü şü nmezdi. Oysaki Barnabo kendisini sandalyeye çivilenmiş gibi
hissediyordu; dü zlü ğ ü n ortasındaki bu sessiz evde, yalnız olduğ unu anlıyor; kendisini
tamamen terk edilmiş hissediyordu. Sö yleyecek fazla bir şey yok: O karga dağ lardan onunla
birlikte gelmişti ve o hayattan ona kalan tek varlıktı; son idame. Kayalıklara kadar giden ve
artık yabani ot dolu eski bir yol olduğ u aklına geldi. Bu kayalıkların ü zerinde devasa duvar
kayalar yü kseliyordu ve ara sıra, garip gü rü ltü lere neden olan toprak kaymaları oluyordu.
Sabah gü neşinin beyazında, muhteşem bir sakinlikte işte hâ lâ kayalıkları dü şü nü yor.
Lambanın ışığ ının neden titremeye başladığ ı anlaşılmıyor. Barnabo, bir heykel misali geçmişi
eşelerken, dışarıda cırcır böcekleri çılgınlar gibi ötüyor; bu konser tüm gece devam edecek.
15

Bir gü n ö ğ leden sonra Barnabo nehrin yakınlarındaki sö ğ ü t ağ açlarının dallarını kestiğ i
sırada, birisinin ona seslendiğ ini duydu. Kalbi hızla atmaya başladı; elindeki bahçevan orağ ını
yere dü şü rdü . Bir şeyler anlamaya çalışıyordu: Kimindi bu ses? Nehrin kıyısından, çamurdan
vıcık vıcık olmuş yol boyunca yukarı doğ ru koştu. Yemyeşil kırların başladığ ı noktada onu
bekleyen Berton’u gördü.
Barnabo, eski dostunu kucakladıktan sonra sö yleyecek sö z bulamıyordu. Berton hiç
değ işmemişti; her zamanki gibi sakin ve keyi liydi. O da San Nicolayı terk etmiş, yurt
dışındaki bir akrabasının yanına gidiyordu. Dö rt yıl ö nce Barnabo’nun yaptığ ı gibi, yolculuğ u
sırasında onun da ü zerinde orman bekçilerinin ü niforması vardı. Onun için de dağ lardaki
hayat sona ermişti. Ama Berton kendi isteğ iyle ayrılmıştı; hatta arkadaşları onun için bir de
parti düzenlemişlerdi.
Barnabo, arkadaşını eve doğ ru gö tü rü rken, “Aşağ ıda, nehrin kıyısında dalları kesiyordum.”
dedi ve gü lü msedi; eskiden ikisini birbirine bağ layan o sevgiyi bulamıyordu. Yanındaki, en iyi
arkadaşıydı; onunla birlikte Polveriera Tepesi’ne çıkmışlardı, ü stelik Berton, komiserin
karşısında onu kurtarmaya çalışmıştı. Buna rağ men sö ylecek bir şey bulamıyordu: Daha
ö nceki akşam gö rü şmü şler gibiydi. Aslında Berton da ilk anda biraz tutuk davranmıştı. Biraz
puslu bir akşamda eve geldiklerinde, eski mobilya kokusu ile mısır kokusu arasında, hiçbir
ö zelliğ i olmayan sade odasında arkadaşına av tü feğ ini gö sterdi. Berton un geceyi orada
geçirmesi için bir yatak hazırlanmasını isteyecekti.
Herkes uyumaya gittikten sonra, geç vakit, petrol lambası yanık kaldı. Barnabo bir tabureye
oturmuş, masaya dayanarak oturan Berton da ö nü nde bir sü rahi şarap, tü m olan bitenleri
anlattı.

Barnabo’nun dö rt yıl ö nce orman bekçilerinin evinden ayrılmasından sonra, Del Colle’yi
ö ldü ren ve cephaneliğ e saldırı dü zenleyen haydutlar hiçbir sonuç elde edilemeden gü nlerce
arandı. San Nicola’da ö zel olarak gö nderilen bir grup jandarmayla birlikte tü m bekçiler,
Polveriera Tepesi’nin dü z kaya koridoru boyunca, Lastoni di Mezzo Tepesi ne kadar
tırmandılar ve San Nicola’nın ü ç bü yü k tepesinin etrafını çevirdiler; “ya ö lü ya diri” diye
kararlaştırmışlardı; ö nemli olan bu hikâ yeye bir son vermekti. Sonbaharın o sisli gü nlerinde
tırmandıkları kayalıklar arasında taş sesleri, birkaç cılız ses duydular ama hiç kimseyle
karşılaşmadılar, hiçbir şü pheli sese rastlamadılar. Sonra da bulutlar iyice yoğ unlaştı ve
nihayet ilk kar yağdı.
Montani’nin aklına, haydutların Mardenlerin evine dö nmü ş olabilecekleri geldi. Ormanın
içerisinde yollarını kaybedip, geceyi geçirmek ü zere o eve sığ ınmış olmasınlar? Terk edilmiş
bir evde yalnız başına geceyi geçirmekten o haydutların dışında kim olsa korkardı. Ama
Montani bunları dü şü nmü yordu; birkaç hafta boyunca her akşam, hatta yerde birkaç
santimetre kar varken bile, eski kışlalarına gidip kapandı. Kapıyı demirle bloke ettikten sonra
karanlıkta sigarasını içiyor ve bekliyordu.
“Hemen gelmezler tabii, sabırlı olmak lazım.” diye dü şü nü yordu. Ama nihayet bir gece saat on
civarı, elinde tü feğ iyle bir ö bek saman yığ ınının ü zerinde uykuya dalmıştı ki birden uyandı.
Kapıya ö yle bir vuruyorlar ki yıkılacak sanki. Montani zi iri karanlıkta gü lü msemeye başladı;
işte şimdi onun saati gelmişti.
Kapının arkasına geçip, nefesini tutarak beklemeye koyuldu. “Lanet olası, yoksa yanıldım mı?”
Montani bir an duraksadı, birkaç saniye daha bekledikten sonra, “Kim var orda?” diye bağırdı.
“Aman neyse ki birileri varmış. Orman bekçilerinin evi burası değil mi?”
“Kötü bir şaka yapmaya kalkmayın, elimde tüfeğim hazır ona göre!”
“Aç hadi, aç; sırılsıklamım zaten.”
Evet, doğ ru; yağ murun şıkırtısı duyuluyor. Montani kapıyı açıyor. Otuz yaş civarında, sakallı
bir adam. Arboi’den geldiğ ini ve orman bekçilerine bir tü fek satmak istediğ ini sö ylü yor.
Tü feğ ini tedbiren dizinin ü zerinde tutan Montani’nin karşısına oturuyor. Devam eden
yağ murun sesi duyuluyor. Boş odada sö zleri yankılanıyor. Yaktıkları gaz lambasının ışığ ı
gittikçe zayıflıyor.
“Işte sö ylediğ im tü fek bu: Biraz eski, ö yle gü zel falan değ il ama bunun gibi sağ lamları artık
bulmak imkâ nsız. Bir de nasıl nişan aldığ ını gö rsen; usta bir nişancının elinde gö rmek lazım
bunu.”
Montani silahını bırakmadan adama yaklaştı ve hiç konuşmadan incelemeye başladı. Iyice
yanına kadar geldi ve adama dikkatlice baktı. Lambanın kızılımsı ışığ ı titriyor. Şimdi tam
zamanı. Montani tü feğ ini yabancının yü zü ne kaldırdı ve “Bırak o elindeki tü feğ i ve eller
yukarı! Beni o kadar ahmak mı sandın?” diye bağırdı.
Yabancı adam, kollarını kaldırarak ayağa fırladı: “Neyin var? Delirdin mi?”
“Deli, meli hiç umrumda değ il; yarın sabaha kadar kılını kıpırdatmıyorsun, sonra da sabah
benimle birlikte eve geliyorsun. Şimdi git şu köşeye otur bakalım.”
Montani adamın tü feğ ine de el koydu. Havada mü thiş bir nem var. Montani artık tamamen
duruma hâ kim. Ama kö şeye bü zü şen adam konuşmaya devam ediyor: “Ne sanıyorsun?
Dağ dan geldiğ imi mi sanıyorsun yoksa? O hırsızlardan biri olduğ umu mu sanıyorsun? Sen
tamamen delirdin galiba?”
Montani adama bakıp gü lü msü yor. Karanlık kö şeden sıkıntılı bir ses geliyor: “Kaçakçı olsam
buraya gelir miyim? Belli ki tanımıyorsun bu adamları, ne mal olduklarını bilmiyorsun. Bö yle
aptalca avlanır mıydım sanıyorsun?”
Montani’den cevap gelmeyince, yabancı adam konuşmaya devam ediyor: “Dinle beni, sen
şimdi beni hapse mi atmak istiyorsun? Alçağ m tekisin, anladın mı?” Adamın sesi değ işti, sanki
gülüyormuş gibi konuşuyor Lambanın ışığı gittikçe daha fazla cılızlaşıyor.
“Herhalde on gü n olmuştur, sizden birinize rastladım. Ama na ile, senin gibi hayvanın tekiyle
konuşmak na ile...” Konuşması yarıda kesildi. Lambanın alevi son kez parıldadıktan sonra
sö ndü ve odaya karanlık bastı. Montani hemen bağ ırdı: “Sana sö ylü yorum, sakın kıpırdama;
duyacağım ilk kıpırtıda kendini vurulmuş bil.”
Kö şedeki adam çok geçmeden konuşmasına devam etti: “Dinle beni. Bir keresinde dü şü ndü m;
bir arkadaşınla birliktesin ve birisi yolunu keserek sana saldırıyor, ateş açmaz mısın? Ne
oldu? Konuşmuyorsun değ il mi?” Kısa bir sessizlik. Montani bir mum yakmak istiyor, ama
adamı yalnız bırakmaya gü venemiyor. Şimdi bir de o lanet rü zgâ r esmeye başladı; kapıyı
vurup duruyor. Montani bir anda korku gerçekten nedir anlıyor. Tek bir kelime korkmasına
neden olmuştu.
“Montani...” köşedeki adamdan geliyordu, “Montani, beni dinle.”
Adını nerden biliyordu bu haydut? Yağ mur gittikçe daha şiddetleniyor, çatının ü zerine
bardaktan boşalırcasına indiriyor. Kapı bir aşağı bir yukarı gıcırdayarak sallanıyor.
“Montani, bırak gideyim. Bırak yoluma devam edeyim. Zaten artık beni vuramazsın. Sen
farkına varmadan az ö nce yerimi değ iştirdim. Ama ben seni gö rü yorum ve elimde bir tabanca
var.” Sesin tonu yü kseldi ve Montani ö kesinden titiriyor. Hayır, tabii ki kendisiyle dalga
geçilmesine izin vermeyecek. Bir ışık, kulakları patlatan bir yankı, barut kokusu; kö şedeki
adamın telaşsızca gülen sesi...
“Sö ylemiştim sana; ıskaladın işte. Hadi şimdi çek git. Boşuna tü feğ ini doldurma. Ses
duyduğum an vururum.”
Montani çaresiz kaldığ ını anladı. Bö yle kö rü kö rü ne ö lmek istemiyordu. Tamam şimdi
gidecekti, ama o alçak heri i pusuda bekleyecekti. Haydut, tabancasını Montani’nin ü zerinden
ayırmadan, sessizce lambayı yaktı. Orman bekçisi hemen evin eşiğ ine geldi. Kapı gü rü ltü yle
kapandı ve lambanın alevi yine söndü.
Bö ylece Montani sağ anak yağ murun altında elinde tü feğ iyle sabaha kadar yabancının dışarı
çıkmasını bekledi ama hiç kıpırtı olmadı. Mardenlerin eski evi, sabahın ilk ışıklarında
kapkaranlıktı. Rü zgâ r kapıyı bir ö ne bir arkaya salladıkça içerideki karanlık gö rü lü yordu.
Ortalık iyice aydınlanınca, içeri girmeye karar verdi ama içeride hiç kimse yoktu.

Montani, bu gizemli adamı birkaç hafta sonra tekrar gö rdü ; kaya koridorlar ve duvar kayalar
kar altındaydı. Kar kaplı bembeyaz dağ lar, bu halleriyle daha da sessizdi. Montani, keskin
soğ uk nedeniyle intikamını ilkbahara erteleyecekti, ama bir gü n cephaneliğ in vadisinde insan
adımları gö rü nce, kimseye bir şey sö ylemeden bol miktarda işek aldı. Ormanların arasından
yukarı çıktı, cephaneliğ i geride bıraktı, olağ anü stü bir çaba sarf ederek dağ ların eteğ indeki
kayalıklara çıktı, küçük bir çataldan geçtikten sonra diğer yamaca indi.
Cima Alta Tepesi’nin dibinde kapalı kalan muazzam bü yü k bir vadiydi. Ayak izleri bir teras
boyunca devam ediyordu.
Bir tü fek saçması bir anda sessizliğ i bö ldü . Bulunduğ u yerden çok daha yü ksekte, dimdik bir
kayanın ü zerindeki bir terastan aşağ ı doğ ru ateş eden iki adam gö rü ndü ; muhtemelen dağ
keçilerine ateş ediyorlardı.
Montani şansına hayret etti. Bin bir tü rlü ö nlem alarak, bir kö rboğ azdan yukarı çıkmayı
başardı ama elleri donmuştu. Tepesinde iki karga garip şekilde uçuyorlardı, bir yandan da
açılan ateşe ek olarak, aşağı yuvarlanan taşların gümbürtüsü duyuluyordu.
Montani iki yabancının yü ksekliğ ine ulaştığ ında, yü zlerini daha iyi gö rebildi. Birisinin geçen
akşam gelen ziyaretçi olduğ undan emindi. Baş dö ndü rü cü bir uçurumun başında duran diğ eri
ise arkadaşından daha kararlı gö rü nü yordu. Aşağ ı doğ ru ü ç-dö rt el ateş açtıktan sonra, kim
bilir ne amaçla, koca kaya parçalarını aşağ ı atıyordu; duvar kayalara çarpan taşlar, başka
taşların da dü şmesine neden oluyor, mü thiş bir gü rü ltü kopartıyordu. Orman bekçisinin
geldiğ ini fark etmemişti. Montani adamlara yaklaşabilmek için dik bir kar geçidini aşması
gerekiyordu. Ancak ayağ a kalkar kalkmaz, buz ve taşlardan oluşan bir kaymaya neden oldu.
Engeli aşabilme ü midiyle bir saatten fazla bekledi ama na ile: Engeli aşmaya çalıştığ ı her
seferinde, yukarıda sanki bir dü şman varmış gibi, yuvarlanan kaya ve kar yığ ınlarının
çıkarttığ ı feci bir gü mbü rtü kopuyordu. Iki haydut bir sü re sonra ortadan kayboldu ve
Montani buz gibi kayalığın üzerinde, gizemli çöküntüler arasında kaldı. Ancak akşam geç vakit,
mü thiş bir mü cadele verdikten sonra ve buzdan perişan olmuş halde gelirken geçtiğ i kü çü k
çatala ulaştı. Usulca ilerleyen bir ordunun çıkarttığ ı hışırtı gibi dağ ın her tarafında ha if bir
hışırtı duyuluyordu.

San Nicola dağ larında efsanelere layık zafer gü nleri geri mi dö nmü ştü ? Montani’nin bu
macerasından sonra, haydutları ne gö ren ne de duyan oldu. Kıştan kaçarak, bilinmez vadilere
doğ ru mu gitmişlerdi? Montani bir daha izlerine rastlamadı. Bir sonraki kış mevsimine kadar
hiçbir yenilik olmadı. Kış geldiğ inde kaya koridorların bulunduğ u yerde yine ayak izleri ortaya
çıktı. Orman bekçilerinin gö zleri içgü dü sel olarak sık sık kayalıklara doğ ru yö neliyordu. San
Nicola’da, orman bekçilerinin yeni evinde, vadilere dağ ılmış irili ufaklı kö y evlerinde, Ermeda
nın ölümünden sonra olduğu gibi, özellikle akşamları garip hikâyeler anlatılıyordu. Bazı günler
bulutlar dağ ların tepesinde yoğ un çemberler oluşturuyordu; bulutsuz gü nlerde ise ince bir sis
perdesinin yü kseldiğ i gö rü lü rdü . Dağ cılar bir araya gelir saatlerce etrafı gö zetlerlerdi; bir
zamanların ruhları, ormanın sınırında geceleri bekçilik yaparlardı.
Berton tü m bu olan biteni arkadaşı Barnabo’ya anlattı. Anlattıklarının sonunda Barnabo ayağ a
kalktı ve bir mum yaktı: “Yukarı çıkalım.” Lamba sö ndü , oda karanlığ a gö mü ldü ve tahta
merdivende, sonra da ü st katta yankılanan adımlar duyuldu. Konuşmalar da duyuldu: Azar
azar sönen, yavaş ve yorgun bir diyalog.

“Barnabo, ben gidiyorum.”


Sessizce giyinmiş Berton, yola çıkmaya hazırlanmış ve odadan ayrılmadan ö nce veda etmek
üzere Barnabo’yu uyandırmıştı.
“Şimdi mi gidiyorsun? Daha önce haber verseydin ya.”
“Ne gerek var? Yolum uzun. Ne diyorsun, hiçbir şey sö ylemeden gitsem daha mı iyi olurdu?
Umarım tekrar görüşürüz.”
Yatağ ında oturan Barnabo, arkadaşının yola çıkması karşısında hiçbir acı hissetmediğ i için
şaşırdı. Pencereden parlak bir ışık giriyordu. Güzel bir yaz sabahıydı.
“Dağlara geri dönmeyi düşünüyor musun?”
“Kim bilir, belki seksen yaşıma geldiğimde dönerim. Elveda Barnabo. Sana yazarım.”
Berton merdivenlerden indi. Kapının kilidinin sesi, yolda giderek uzaklaşan adımlar. Hâ lâ
sabah mahmurluğuna gömülü ev, sessizliğe geri döndü; garip ıslıklar kırlarda dolaşıyordu.
16

Sonbahar geldiğ inde San Nicola’da cephaneliğ i kaldırma kararı alındı. Hırsız veya kaçakçı
olsun Valfredda’lı haydutların bö lgeyi tamamen terk ettikleri sanıldığ ı sırada, bir akşam ü zeri
cephanelik bir kez daha saldırıya uğ radı. Beş ya da altı kişiydiler; Enrico Pieri nö bet tuttuğ u
sırada, kimseye yakalanmadan patlayıcı deposuna yaklaşmayı başardılar. Durante yle birlikte
barakada bulunan Montani vaktinde alarınvermeseydi, kapıyı zorlamaya da çalışırlardı. Açılan
tüfek ateşine haydutlardan cevap gelmedi ve kayalıklara doğru geri çekildiler. Hatta içlerinden
birisi yaralanmış gibi ö keli bir çığ lık duyuldu ve Durante nin sö ylediğ ine gö re, kocaman bir
kayanın tepesinden bağ ıran bir adam, “Seneye tekrar gö rü şeceğ iz!” diye bağ ırdı ve dü zensiz
esen rüzgâr nedeniyle anlaşılamayan başka sözler de söyledi.
Orman bekçilerinin şe i, olan bitenin haberi ulaşır ulaşmaz o eski meseleyi tartışmaya açtı: Bu
kadar uzak bir yerde, yapılmasından vazgeçilen bir yol için patlayıcı deposu tutmak delilik
değil miydi?
Haydut mudur, kaçakçı mıdır her neyse, ilk kez teşebbü s ettiklerinde yaptıkları gibi, cephane
bulma ü midiyle her an geri dö nebilirlerdi. Bu yü zden kış bastırmadan patlayıcıları boşaltmak
ve diğ er cephaneliklere aktarılmak ü zere en yakın kışlaya gö nderilmeleri yerinde olacaktı.
Bö ylece orman bekçilerini yeni evde tutmaya da gerek kalmayacak, çok daha az masra la ve
çok daha fazla fayda sağ layarak San Nicola’ya yerleşebilirlerdi: Çü nkü orman bekçileri Valle
delle Grave’deki kışlalarından sadece ormanlık alanları ve etraftaki en yakın yollan kontrol
edebiliyorlardı. Oysaki San Nicola’dan diğ er bö lgelere de hâ kim olabilir, ö zellikle de, kimsenin
ruhu bile duymadan ağ açların çalındığ ı Col Verde Tepesi’ni kolaylıkla kontrol altında
tutabilirlerdi. Artık bağ ımsız bir orman bekçileri sınıfı muhafaza etmenin anlamı yoktu;
gö revde kalmak isteyenler, diğ er belediye bekçilerinin arasında katılır ve onlarla aynı kışlada
kalabilirdi.
Uzun sü ren tartışmaların sonunda da nitekim bö yle oldu. Ancak belediye bekçilerinin kaldığ ı
merkez binasının orman bekçilerini de misa ir edebilmesi için bir kat çıkılması gerektiğ i için,
olay uzadıkça uzadı ve son derece elverişsiz hava şartlarında bir kış daha geçirmeleri gerekti:
Orman bekçilerinin evine erzak sağ lamak için bir kez daha yorucu yolculuklar yapmak
zorunda kaldılar.

Geçen gü nleri birbiri ardına saya saya nihayet cephanelikteki son nö bet gü nü geldi çam.
Franze, Collinet ve Pierl’den nö beti devralmak ü zere Paolo Marden, Molo ve Battista Fornioi
yola çıktı. Bulutlu bir haziran akşamıydı; yüksek duvar kayalarda rüzgâr esiyordu.
Nö beti devralmaya giden ü çlü nü n yanında tü feklerinden başka bir de kocaman çuvallar vardı;
barakada kullandıkları ve hâ lâ işe yarayabileceğ ini dü şü ndü kleri eşyaları bu çuvallara
doldurup ertesi sabah eve taşıyacaklardı. Çuvallardan birisinde bir şişe şarap vardı. Son nö bet
akşamı biraz çakır keyif olmanın kimseye zararı olamazdı.
Cephaneliğ e her zamankinden daha çabuk ulaştılar. Aralarında konuşmadıkları ve yarım saat
erken geldikleri için, gö rev başındaki nö betçiler hiçbir şeyin farkına varmadı. Franze, Collinet
ve Pieri barakanın ö nü nde oturmuş, isteksizce sigara içiyorlardı. Sadece birisinin elinde tü fek
vardı.
Molo, cephaneliğ in dayandığ ı kayalığ a ulaştıklarında, yanındakilere alçak sesle, “Dur şunlara
bir şaka yapalım. Siz burada durun ve kıpırdamayın.” dedikten sonra sırıtarak tü feğ ini yü kledi
ve nö betçilerin oturdukları yerin arkasına sü rü ne sü rü ne yaklaştı. On metre kala havaya bir el
ateş açtı: “Kıpırdamayın yoksa vururum!”
Franze ile Collinet ayağ a fırladı, açılan ateşin yankısı tü m vadiye yayıldı. Sadece Piero şaka
olduğunu anladı ve gülerek arkadaşlarına döndü: “İnandınız mı?”
Rengi atmış Collinet, “Ne aptal zevkleriniz var!” diye
Molo zevkinden dört köşe, kahkahalara boğularak, “Ne yani, korktun mu?” dedi.
Pieri barakaya girerken, “O zaman biz artık dö nebiliriz.” dedi ve tekrar dışarı çıkıp, “Bu iki
tencereyi biz götürebiliriz; yeni olan size yeter zaten.” dedi.
Marden, cephanelikten ayrılan üçlüyü selamladı.
“Diğ erlerine sö yle yarın sabah erken davransınlar. Bü tü n ıvır zıvırı aşağ ı taşımak uzun
sürebilir. Yoksa bir günde bitiremeyiz.”
Kayalıklardan aşağ ı iniş sesleri, yuvarlanan taşlar... Her zaman olduğ u gibi. Molo, Marden ve
Fornioi yalnız kaldılar. Hava bulutlu olduğ u için kararmaya başladı bile. Daha sonra, nasıl
olduysa, kayalardan belli belirsiz yankılar duyulmaya başladı; az ö nce açılan ateşin yankısı
olsa gerek.
Palazzo Tepesi’nin en uç tepeleri arasında ha if sis bulutları akıp gidiyor. Battista Fornioi, sis
bulutları arasından bir anda ortaya çıkan bir sivri tepeyi işaret ederek, “Şu tepenin garipliğ ine
bak. Geçen sene yoktu bö yle bir şey. Bir seneden diğ erine dağ lar nasıl da değ işiyor, inanması
güç.” dedi.
Molo gü lerek cevap Veriyor: “Ne değ işecek? Bu dağ lar toprak değ il ya. O tepenin de arkasında
duvar kaya var ama şimdi sis nedeniyle görünmüyor; hepsi bu.”
Sessizlikte uzaklardan derin derin gü mbü rtü ler geliyor: Ya gö k gü rlü yor ya da yerinden kopan
kaya parçalarının gürültüsü. Barakanın penceresinden ışık geliyor; Marden ateşi yakmış, mısır
unu lapası pişiriyor.
Cephaneliğ in ö nü nde bir taşın ü zerinde oturmuş Fornioi, “Bu akşam kayalar ne kadar koyu
renk değil mi? Yağmur indireceğine bahse girerim.”
Yanında oturan Molo, “Yarın sabaha kadar idare etsin de.”
Ah şu lanet cephanelik! Onun yü zü nden haftada iki iş gü nü kaybediyorlardı; San Nicolaya
gidemiyorlardı ve sü rekli bir şeyler olacakmış gibi bir tehlike vardı. Şö yle huzurlu bir hayat
siiremiyorlardı. Ama nihayet bitti; sadece bir gece kaldı.
Fornioi, “Ne zaman can sıkıcı bir gö rev olsa hep bö yle olur. Ne olsa hemen beni çağ ırırlar. Son
ana kadar hep böyle; bu akşam da böyle işte.”
“Boş versene; bu sinir bozucu gö rev de sona erdi işte. Bu gece son kez buradayız,
düşünebiliyor musun?”
“Bilemiyorum; askerliğimin bittiği günü hatırlıyorum.”
“Hakikaten, Berton geri dönmeyecek mi? Geri döneceğini söylemiyor muydu?”
Barakanın içerisinde şarkı sö ylemeye başlayan Marden’in sesi duyulmaya başladı. Dağ lar
kapkara oldu ve hâlâ birkaç ışık hüzmesi saklayan bulutların arasında gözden kayboluyorlar.
Fornioi ile Molo sessizliğ e bü rü ndü . Arkadaşlarının şarkısı sessizliğ i kaplarken, yanan ateşin
ışığı, barakanın küçük penceresinde dalgalanıyor. Birden ses kesiliyor.
Akşam rü zgâ rı çoktan çıktı ama Molo ile Fornioi cephaneliğ in ö nü nde oturmaya devam
ediyor. Palazzo Tepesi’ne çarpan rü zgâ rın sesi onlara kadar ulaşıyor. Yıllardan beri hep o
saatçe hep bu ahşılageldik ses oluyor. Bü tü n orman bekçileri artık bu sesi tanıyor ve kimi
zaman bir insan çığ lığ ını andırsa da artık hiç birisi bu sese aldırış etmiyor. Bu akşam hevesini
alsın iyice. Yarın onu dinleyecek kimse bulamayacak. Cephaneliğ in kayalıkları arasında yarın
hiç kimse olmayacak; barakada hiçbir ışık olmayacak. Zaman geçtikçe barakanın içerisine
yağmur suları süzülecek; yere düşecek ilk damladan sonra kirişler çürüyecek.
Barakadan çıkan Marden, arkadaşlarına seslendi: “Yemek yemeye gelmiyor musunuz? Biraz
daha mı bekleyeceksiniz?” İki bekçi ayağa kalktı ve sığınaklarına doğru yöneldi.

Bir sü re sonra Fornioi, “Yemeğ imizi de yediğ imize gö re, içimizden birisi dışarıda beklese iyi
olur. Tam da son gece riske girmeye gerek yok.” dedi.
Marden, “Saçmalama! Bir kere daha şarap içeceğ iz. Bu son gecemiz, biraz neşelenmemizde bir
sakınca yoktur her halde.” diye cevap verdi.
Fornioi, “Neşeli mi? Uç kişiyle ne yapabilirsin ki? Bu dağ başında mesele neşelenmek değ il.
Hadi ver bakalım biraz, bari içimizi ısıtsın.” dedi.
Şarap şişesi boşaldı bile, ateş harıl harıl yanıyor çü nkü bitirmeleri gereken yığ ınla odun var.
Fornioi dışarı çıktı, diğ er ikisi ateşin karşısında ısınmaya çalışıyorlar. Marden in yü zü nde bir
tebessü m; kim bilir aklından neler geçiyor. Molo ise, elindeki demir parçasıyla ateşin yakıp
kor haline getirdiği bir odun parçasını parçalamaya çalışıyor.
Daha yakacak bir sü rü kü tü kleri var ama ateş yavaş yavaş sö nmeye yü z tutuyor. Kimse yeni
odun atarak ateşi beslemiyor. Biraz sonra sadece yanmış siyah odunlar kalacak, bir süre çıtırtı
duyulacak, ince ve düzgün olarak yükselen bir duman kolonu kalacak.
Gü zel ve ö zel bir akşam olması gerektiğ ini dü şü nmü şlerdi. Fornioi bile tü m şikayetlerine
rağ men mutlu olarak yola çıkmıştı. Doğ ruyu sö ylemek gerek: Sadece gece nö betlerinin o
yalnızlığ ında bazı konular hakkında konuşmak mü mkü ndü . Ayrıca cephaneliğ in ö nü nde yalnız
başlarına yü rü mek, herkesin uyumakta olduğ unu dü şü nmek, kayalıklardaki kayma seslerini
duymak, bu sefer gerçekten son olduğ unu dü şü nmek, biraz sonra gü neşin doğ acağ ını ve her
şeyin sona ereceğ ini dü şü nmek. Oysaki hiç de gü zel bir şey yok; hiçbir zevk yok. Molo uyumak
ü zere uzandı ama defalarca dö nmesine rağ men bir tü rlü gö zü ne uyku girmiyor. Fornioi de
aynı şekilde: Marden e bir şey söylemek için dışarı çıktı ama söze nasıl başlayacağını bilmiyor.
“Marden, ne yapmaları lazım biliyor musun?”
“Ne?”
“Hepimizi birkaç günlüğüne izne göndermeleri lazım.” Gülmeye çalışıyor.
“Peki sonra, izinde ne yapardın?”
Konuşmaları yarıda kesiliyor; büyük bir sessizlik.
Marden yine sö ze başlıyor: “Duydun mu? Birkaç dakika ö nce o ıslığ ı duydun mu? Evden
birileri mi geliyor acaba?”
“Islık mı? Belki bir kuştu. Hani şu... Neydi adı?”
“Hay şaşkın! Beni bu kadar aptal mı sandın?”
“Bu saatte ne diye buraya gelsinler ki? Saat on olmuştur.”
“Ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben ıslığı duydum.”
Boğazdan aşağı inen buz gibi bir esinti, tüyleri diken diken etti.
“Bir sürpriz çıkmasın da karşımıza! Ben ateşi söndürmeye gidiyorum”
Gecenin saatleri birer birer geçti gitti. Molo uyumaya devam etti. Dışarıda soğ uktan buz
kesmiş iki bekçi de, nö bet sıralarını unuttu ve hiç değ işiklik yapmadan tü m gece nö bet tuttu.
Sabahın ilk ışıkları hareketsiz igü rlerini yavaş yavaş ortaya çıkartırken, ellerindeki tü feklerin
namlularını da pırıl pırıl parlatmaya başladı.
Marden, silkinerek, “Hey, sen de mi uyudun?” dedi.
“Dinlenmemekle çok aptallık ettik. Geceyi böyle kaybettik.”
Soğuktan tiril tiril titreyerek ayağa kalktılar ve barakaya doğru yöneldiler.
Marden yerdeki taşlara bakarak, “Yani bu da...”
“Bu da ne?”
“Aman hiç, öylesine söylüyordum.”
Çok geçmeden Molo barakadan çıktı ve tü feğ inin kuyruk tıpasını çıkarttı ve elindeki bir
çubukla tü feğ ini kurcaladı. Sisili gö kyü zü nü n altında duvar kayalardan oluk oluk nemli sis
sıraları aşağı süzülüyor.
17

Berton un geçtiğ imiz yaz yaptığ ı ziyaretten sonra, Bersaglio kasabasının kırlarının ü zerinden
dağ ların nefesi geçmişti. Belki de farkına bile varmadan Barnabo zamanın ilerleyişinde geriye
sü rü klenmişti. Bazı akşamlar yaşadığ ı o iç sıkıntısı geri dö nmü ştü . Bersaglio’dan sabahın
erken saatlerinde yola çıkan ve kuzeye doğ ru giden yolcuları izliyordu. Unuttuğ u o ayıbı
kalbinde yeniden belirtmişti. Barnabo kırlara, yeşil ovalara sığ ınmıştı ve belki de hayatını
bezgin bir na ile bekleyiş içerisinde tü ketmesi gerekecekti. Berton un ziyareti, aradan kaç yıl
geçmiş olduğ unu bir anda hissetmesine neden olmuştu; gü zel anıların etkisiyle Barnabo pek
çok kez geri dö nmeyi dü şü nmü ştü ancak daha sonra, gü nler birbiri ardına geçtikçe ü midi
zayı lamış ve dağ lar, cephanelik, Valle delle Grave Vadisi sanki hiç var olmamışlar gibi sis
bulutları içerisinde bir kez daha dağılıp gitmişlerdi.
Ama mutlu gü n gerçekten geldi çattı. Ertesi yıl, bir temmuz ö ğ leden sonrası Barnabo,
Berton’dan gelen bir mektup aldı. Arkadaşı onu unutmamıştı. Mektubunda, aradan bir yıl
geçtikten sonra bazı işlerini halletmek ü zere San Nicolaya dö neceğ ini, ü ç gü n sonra bineceğ i
trenin de Bersaglio yakınlarındaki Vogo istasyonundan ö ğ leye doğ ru geçmesi gerektiğ ini
yazıyordu.
“Sen de bana katıl; San Nicolaya birlikte dö nelim. Aradan beş yıl geçtikten sonra her şey
unutulmuş olur. Göreceksin, ikimiz de mutlu olacağız.”
Mektubu getirdiklerinde Barnabo saman biçiyordu. Kırlara yeni bir mutluluk ışığ ı yayıldı. Yani
Berton onu San Nicolaya geri mi dö ndü rü yor? Yazdığ ına gö re, Barnabo eski arkadaşlarının,
orman bekçilerinin arasına; bir zamanlar sü rdü ğ ü hayata, dağ ların gü neşine geri
dönebilecekti.
Çalışma arkadaşlarından tek sö z bile sö ylemeden ayrılan Barnabo, omzunda orağ ıyla eve
doğ ru gitmeye koyuldu. Hiç kimse ona seslenmedi veya nereye gittiğ ini sormadı. Bir yandan
biçme işlerine devam ederken, bir yandan da gö zlerinin ucuyla uzaklaşan Barnabo’yu
izliyorlardı.
Gü neş daha batmadı. Bomboş mutfakta sineklerin armonili vızıltıları duyuluyor ve gıcırdayan
mobilyalar sırayla sö z alıyor çü nkü evde kimsenin olmadığ ını biliyorlar. Ancak şimdi eski
ahşap merdivenden çıkan Barnabo’nun adımları yankılanmaya başlıyor. Ses, tavana doğ ru
ortadan kayboluyor.
Barnabo yukarıda, sundurmanın bir kö şesindeki bir sandığ ı kurcalıyor; orman bekçilerinin
yeşil elbisesini, demirli ayakkabıları, çıkınını ve beş yıl ö nce dağ lardan inerken beraberinde
getirdiğ i her şeyi bulmaya çalışıyor. Geldiğ i gü nden bu yana çıkınını açmamıştı. Barnabo
çıkınını ö zellikle bö yle olduğ u gibi bırakmak istemişti ki, yeniden bulduğ unda aradan zaman
geçmemiş hayaline kapılsın. Ancak şimdi çıkını eline alınca, ü zerinde biriken onca tozu gö rü p,
kumaşının sertleştiğini hissedince, aradan geçen yılların açtığı boşluğun farkına vardı.
Eski ü niformasının çoraplarını gü veler delik deşik etmişti. Evin hanımlarına yamattıracak
cesareti olmadığ ı için, elinde iğ ne ve iplik, mum ışığ ında gece geç vakte kadar kendi kendine
yamamaya çalıştı. Yatmadan ö nce, bir yolculuk arifesinde nasıl yapılırsa her şeyi sırasıyla
hazırladı.
Bö ylece Barnabo ü ç gü n sonra yola çıktı. Biriktirdiğ i paraları ve satın aldığ ı tü feğ ini de
beraberinde gö tü rdü . Başından ayağ ına kadar, dö rt yıl ö nceki gibi giyinmiş; biraz solmuş yeşil
elbisesi ve tü y takılı açık renk şapkası. Barnabo uzun sü reden beri kendisini bö yle mutlu
hissetmiyordu; kalbini kocaman bir ümit doldurmuştu. Sabah Bersaglio’dan ayrılırken kırların
huzurlu sessizliğine geri dönüp bakmadı bile.

Vogo’nun ufak istasyonunda duran trenin gü rü ltü sü ö ğ len saatinin boğ ucu sıcağ ında sö nü p
gitti. Boş bir odada gibi, sağ da solda dağ ınık sesler kaldı. Trenin kü çü k pencerelerinden
insanlar bakmaya başladı; gö kyü zü nde soluk bir bulut, yerde tü feğ in gö lgesi... Berton hâ lâ
gö rü nü rlerde yok ve az sonra lokomotif hareket edecek. Istasyondan ayrılan birkaç kişi,
gü neşin cayır cayır yaktığ ı sokaklarda uzaklaşıyorlar. Barnabo arkadaşına sesleniyor ama sesi
çıkmıyor; yankısız bir çığ lık. Bir gü n daha geçiyor. Hayat geçmeye devam ediyor ama Barnabo
hayatın dışında kalmış, fuzuli bir şey gibi. Zaten geri dö nmenin ne faydası var. Ne olacaksa
olsun; Barnabo, boş bulduğ u bir kompartımana girdi. Feci bir sıcak, dayanılmaz bir kö tü koku
var; kapı tarafında ürkekçe şarkı söyleyen birisi var.
Ve işte trenin demirleri gıcırdamaya, lokomotif dumanını ü lemeye başladı; istasyon hareket
ediyor, evler, direkler hareket ediyor ve sonra da kırları kaplayan ağ açlar amansızca koşmaya
başlıyor. Barnabo pişmanlık duymaya başlıyor. San Nicolaya tek başına ne yapmaya gidiyor?
Yeterince utanç duymamış mıydı? Ama dü şü nmeye vakit yok. Gö zlerini çevirdiğ i gibi, bir
köşede uyuya kalmış Berton’u görüyor.
“Hay sen çok yaşa emil İyi ki beni görmeden de trene binmişsin.”
“Gördün mü, geldim işte!”
“Harika, ama... Affedersin ama neden üniformanı giydin?”
“Nasıl yani? Ben sanıyordum ki...”
“Nerden gelir aklına bu fikirler?”
“Sen söylemiştin, öyle değil mi?”
Bunun ü zerine Berton, olan bitenleri anlattı; San Nicolada her şeyi değ iştirdiklerini, orman
bekçileri için nasıl bir çö zü m bulunduğ unu ve belki de yeni evden ayrıldıklarını, cephaneliğ in
terk edildiğini... Bu yüzden orman bekçileri teşkilatına yeniden alınmanın lafı bile olamazdı.
Barnabo cevap vermedi. Evet, aptallık etmişti, tamamen kendi suçuydu. Her zamanki gibi
kendisini kandırmıştı.
Yeni bir aldatmaca daha. Şimdi arkadaşlarının karşısında o kıyafetlerle rezil olmayacak mıydı?
Geri dö nmek daha iyi olmaz mıydı? Ilk istasyonda trenden inmek, Bersaglio’nun tarlalarındaki
huzurlu hayatla yetinmek?
Oysa nedenini bile bilmeden Barnabo yolculuğuna devam etti.
18

Dağ daki yeni evi boşaltıp, geçici olarak belediye bekçilerinin kışlasına yerleşmiş olan San
Nicola kasabasının orman bekçileri, bir pazar gü nü yemekhanede dinlenirken Berton ile
Barnabo’nun içeri girdiğini gördüler.
Barnabo, bir anda geldiğ i yerde kalmanın daha iyi olacağ ının farkına varıyor. Yü zlerce soruya
cevap vermek, niçin geri dö ndü ğ ü nü , niçin ü niformasını giydiğ ini bahaneler uydurarak
açıklamak zorunda kalmak ne zormuş! Yine de hepsi onu kibarca karşıladı. Hepsi gerçekten
dostuymuş, yaptığı alçaklıktan hiç şüphe etmemiş gibiler.
Marden nasıl da yaşlanmış; onu ilk selamlayanlardan:
“Şuraya bak kim gelmiş! Hangi rüzgâr attı buralara?”
Bunun ü zerine Barnabo son yıllarda hayatının nasıl geçtiğ ini anlattı, arkadaşları etrafında
toplanmaya başlarken o sakin gö rü nmeye çalışıyordu. Arada sırada pencereye bir gö z
atıyordu; ö ğ len gü neşinin beyaz ışıkları altında yol ve daha ileride de bir grup kö knar ağ acı
görünüyordu.
“Üniformanı yine mi giydin?”
Berton arkadaşının rezil olmasına engel olmak için araya girerek, “Giymesini ben sö yledim;
buraya av için gelmek istiyorduk. Dağ lara ve kayalıklara giderken eski şeyler giymekte fayda
var.” dedi.
Av hakkında konuşmaya başladılar. Artık kimse ö zel olarak Barnabo yla ilgilenmiyor. Hayat
değ işikliğ inin orman bekçileri için hiçbir ö nemi yokmuş gibi gö rü nü yor. Bildik şeylerden
bahsediyorlar: Komiserin eşinin ö ldü ğ ü , yeni bir kilise yapılmakta olduğ u, et iyatlarının
arttığ ı, ormanlık alanın bü yü k bö lü mü nü satın alan bir irmanın işçilerinin geldiğ i... Elde
edecekleri paranın hesabını yapmaya çalışıyorlar. Belediye tarafından satılan alan neredeyse
orman bekçilerinin yeni evine kadar uzanıyor. Işte Barnabo’nun beklediğ i konu; yeni tü zü kten
biraz bahsetmek istiyor ve kendisini ele vermeden, yeniden orman bekçilerinin arasında
kabul edilmesinin mü mkü n olup olmayacağ ını ö ğ renmek istiyor. Diğ er bekçilerin yaptığ ı
alçaklıktan şü phelenmemiş olmaları ve belki de cephanelik olayını unutmuş olmaları ona
cesaret veriyor. Yeni evde birileri kalacak mı peki?
Marden cevap veriyor: “Evet, birisini bulmak gerekecek.”
Molo, Barnabo’ya dönüp, “İşte sana bir fırsajt!” diyor ve bir kahkaha atıyor.
Zoraki bir tebessümle, “E ne var gülecek? Bu işi gayet güzel yapabilirim.” diye cevap veriyor.
Molo ısrarla, “Laf olsun diye sö ylü yorsun. Aylarca tek başına kal da gö reyim. Iyi para verseler
bile gitmem. Eğ lenceyi dü şü nebiliyor musun? Oralarda tek bir kö pek bile kalmadı.” diye
üzerine gidiyor.
“Yalnız mı? Yalnız değ il ki,” Marden araya giriyor, “lafın gelişi yalnız. Bir kere arada sırada
buraya erzak almaya gelebilir. Hem bizlerden birileri mutlaka oralara uğruyor.”
“Aslına bakarsanız, diyorum ki...”
“Ayrıca bizim de cephaneliğ e dö nmemiz gerek,” şimdi de Franze konuşuyor; “Eylü l sonuna
doğ ru, ben not aldım, 25 veya 26 Eylü l. Gö rü n bak Valfredda’lılar nasıl geliyor! Cephaneliğ in
şimdi boş olduğunu nereden bilecekler?”
“Senin şu aptal hikâyen! Öğrenmez olurlar mı hiç...”
Şimdi herkes hatırlıyor. Geçen sonbahar haydutlardan birisi cephaneliğ e tekrar
saldıracakaları tehdidinde bulunmamış mıydı? Bir yıl sonra tekrar gö rü şeceğ iz demişti; yani
Eylül sonu.
Marden, “Ben, gidilsin diyorum. En kö tü ihtimal geri dö nü lü r. Ama bunlara gü zel bir ders
vermek lazım. Çünkü... Zaten Barnabo ne olduğunu biliyor.”
Marden çenesini tutamaz mıydı sanki? Barnabo tü m bakışları ü zerinde hissediyor ve bu
bakışların ne anlama geldiğ ini anlamıyor. Hepsinin canı cehenneme! Artık çekip gitmişti işte,
hâlâ ona işkence çektirmekten ne zevk alıyorlardı?
Ama gü neş batıp herkes dışarı çıktığ ında Barnabo kendisini mutlu hissediyor. Mardenin
bekçilik tekli i ciddiydi. Yalnızlık artık onu korkutmuyordu. Birkaç bardak şarap da içince,
başının dö ndü ğ ü nü hissetmeye başladı ve akşamın parlaklığ ında belli belirsiz duvar kayaları
gö rdü . Kendi kendisine, “Oralara gitmezsem ne olayım...” diye mırıldanıyor; içinden şarkı
söylemek geliyor.

Bö ylece Barnabo’nun hayatı bir kez daha değ işikliğ e uğ radı. Yeni evin bekçiliğ ini en azından
kış gelene dek ü zerine aldı. Marden onu komuta merkezine çağ ırdı ve yeni evde ne var ne yok
her şeyi ona teslim etti.
“Işte tam liste bu. Eğ er istersen elden teslim için ben de geleyim. Ama bana gü veniyorsan,
şimdi bile imzalayabilirsin.”
Barnabo onun da gelmesini, en azından ilk gece birilerinin ona eşlik etmesini istiyor, ama
sö ylemeye utanıyor. Hem de gü venmiyormuş gibi olacak. Eline kalemi aldığ ı gibi imzasını
basıyor.
“Al, bunlar da kapının anahtarları. Masanın çekmecesinde de diğ er bü tü n odaların
anahtarlarını bulacaksın.”
“Afedersiniz Marden, fişek alabilir miyim?”
“Ne için? Ava gitmek için mi? Gel bakalım bir düşünelim...”
Marden, Barnabo’ya yirmi tane fişek verdi ve kapıya kadar eşlik etti.
Elini uzatarak, “Gö rü şmek ü zere! Aman, aklını başına topla. Sö yledim galiba ya... Eylü lde
görüşürüz. 25’iydi galiba. Zaten arada sırada buraya gelirsin değil mi?” dedi.
Erzaklarını hazırlayan Barnabo (daha sabah erkenden), kö ylü lerin evinde kalan Berton’a veda
etmeye gitti. Odaya girdiğinde Berton hâlâ yataktaydı.
“Gördün mü, yerini ayarladın işte?”
“Sana veda etmeye geldim. Eve gidiyorum.”
“Ne diyorsun! Tekrar gö rü şeceğ iz; Kasımdan ö nce gö rü şeceğ iz. Işlerimi halletmek için
geleceğim.”
Barnabo, sö yleyecek çok şeyi olduğ unu ama doğ ru zaman olmadığ ını hissediyor. Berton’un
elini sıkıyor ve yüzünde ince bir tebessümle, başıyla selam veriyor.
19

Barnabo dağ ları yeniden yakından gö rdü ğ ü nde hiç şaşırmadı. Aşınmış dik duvarlara ısrarla
baktı, kö knarların gö vdelerine elleriyle dokundu, o bildik sesleri zevkle dinledi. Gerçekten
değişen hiçbir şey yoktu.
Başı ö ne eğ ik, çalı çırpı dolu yoldan yukarı doğ ru her gü n geçiyormuşçasına tırmanıyordu.
Ormanın her kö şesini sonsuz zamandır tanıyormuş hissine kapılıyordu. Uzun yıllar boyunca
yavaşça bü yü yen dallar sonra kuruyor ve parlak yapraklarla kaplı yere dü şü yordu; ö tmeye
gelen her zamanki kuşlar; ara sıra geçen bir adam... beyaz duvar kayaların altında hayat hep
böyle.
Işte Mardenlerin evi. Daha da eskimiş. Uzaklarda kalan bir sabah, işte bahçenin şu kö şesinde
Giovanni del Colle’nin cansız bedeni yatıyordu. Biraz ileride de, gecenin nemlendirdiğ i
armonikası duruyordu. Unutulması imkâ nsız o gü n Barnabo’nun şapkasını astığ ı dal da hâ lâ
orada duruyor.
Yolu takip ederken Barnabo, bir anda ormanın dışına çıktı ve kendisini duvar kayaların
dibindeki kayalıkların ü zerinde buldu. Sonra da gü neşin tü m sıcağ ını toplayan cephaneliğ in
kırmızımsı kanalını gördü. Yukarıda, sis şemsiyelerinin altında bir grup tepe yükseliyor.
Yeni evde her şey yerli yerinde. Eve ulaştığ ında gü neş hâ lâ batmamıştı. Havasızlıktan dolayı
içeride ağ ır bir hava vardı. Pencereleri açtı; içeriye girmeye alışık olmayan ışık, garip gö lgeler
oluşturarak içeri doldu. Her şey yerli yerinde ama çok boş. Birinci kattaki yatakhane,
çırılçıplak yataklarıyla insana bir garip geliyor. Emrettikleri gibi yataklardan ü ç ya da dö rt
tanesini hazırlaması gerekecek; orman bekçileri arada sırada gelebilir ve birkaç gece
kalabilirler. Oyle ya, şimdi artık onlara orman bekçisi demesi gerekecek, eskisi gibi iş arkadaşı
diyemeyecek. Barnabo dışarıya da çıktı; gü zel bir gü ndü , sö yleyecek sö z yoktu. Eskiden olsa,
burada ormanın ortasında tek başıma kalmaya korkardım. Oysaki şimdi kendisini sakin
hissediyor ve ormanın, gayet iyi tanıdığ ı bazı kö şelerinin bile değ işmemiş olduğ unu gö rmek
kendisine güven veriyor.
Hava serinledi. Giriş katındaki tamamen tahta kaplı odaya girdi. Ateş için odun hazırlarken,
pencereden gü nbatımının ışıklandırdığ ı dağ zincirlerine gö z atıyor; gecenin yavaşça evi
sardığım hissediyor; rüzgâr uzun iniltiler gönderiyor; uzaklarda bir guguk kuşu.
Barnabo, ateşin karşısına oturdu. Nihayet huzura kavuşacağ ını, ö nceki gü zel hayatına geri
dö neceğ ini dü şü nmü ştü . Ama şimdi rahat hissetmiyor: Bir şeyler beklemeye devam ediyor;
yıllar, yıllar boyu yaptığı gibi. 25 Eylülün gelmesi gerek, o zaman onun günü olacak.
Barnabo fazla zorluk çekmeden yalnız yaşamaya alıştı. Zaten San Nicola’dan biraz yukarıda
oturan bir ormancı her sabah ve her akşam ona uğ ruyor. Kırk yaşlarında, ince uzun bir adam;
şeytan ikirli ama sessiz, bü tü n gü n çalışan biri. Bazen uzaklardan baltasının sesinin geldiğ i
oluyor. Barnabo akşamları ona bir bardak grappa veriyor; iki laf ediyorlar.
Barnabo karga sü rü leri ormandan geçerken (genelde Col Nudo Tepesi’nden iniyorlar ve San
Nicolaya doğ ru yö neliyorlar) ara sıra kendi kargasına yaptığ ı gibi uzun ve kendi tarzında ıslık
gö nderiyor. Kim bilir karga ö lmü ş mü dü r ya da hâ lâ buralarda mıdır. Kuşlar ormanın
ü zerindeki ağ ır uçuşlarına devam ediyorlar ve ara sıra “kra, kra” diye gaklayarak birbirlerini
çağırıyorlar.
Her şey eskisi gibi kalmış ama aynı şey değ il. Tü m çabalarına rağ men en gü zel gü nlerde bile
orman bekçisi olduğu zamanlar bazı sabahlar gördüğü o güzelliği artık bulamıyor.
Gü neş, Polveriera Tepesi’nin arkasından doğ uyor ve Col Verde Tepesi’nin arkasından batıyor.
Gü nlerin hepsi birbirinin aynısı. Barnabo, oduncunun tavsiyesine uyarak, tahta kaşıklar
yapmaya başladı; ara sıra kuklalalar da yapmaya çalışıyor, San Nicola’dan boya alıp, boyamayı
da düşünüyor. Bu işten para bile kazanabilir.

Barnabo sabah sakal tıraşını oldu, ayakkabılarını yağ ladı, evin yakınındaki kaynaktan gidip su
aldı, yıkadığ ı çamaşırlarını astı ve kahvaltısını yaptı. Şimdi de armonika çalmaya çalışıyor;
Pagossa Tepesi tara larında kara bulutların altında gö k gü rlü yor. Bir-iki yağ mur damlası
dü şü yor ve çinko çatının ü zerine damlayarak ha if bir ses çıkartıyor. Daha sonra vadi
tara larında birtakım sesler duyuldu. Av izni alan bir yabancıyla konuşan Battista Fornioi’di.
Kırk yaşlarında ve oldukça iri yarı bir adamdı. Yü rü yü şten memnun gö rü nü yordu: “Gü zel
yermiş,” diyor, “gü zel yermiş... Bazen ben de buraya gelip yerleşmek istiyorum.” tki namlulu
tü feğ i odanın bir kö şesine dayıyor ve çuvalını masanın ü zerine atıyor. Fornioi her zamanki
gibi fazla konuşmuyor.
Yabancı adam Barnabo’ya, “Bize yiyeeek bir şeyler hazırlar mısınız? Şö yle gü zel bir çorba
yapacak malzemeniz var mı? Aman ne olur, biraz çabuk.”
Barnabo ilk ö nce cevap vermiyor. Ha if rengi atmış durumda. Sonra da boğ uk bir sesle, “Çorba
mı? Gü zel bir çorba mı?” diye soruyor. Fornioi’nin ifadesiz bakışlarını ü zerinde hissediyor.
Gittikçe daha karanlık hale gelen kö knar ormanına kapının aralığ ından gö z atıyor; guguk
kuşunun o her zamanki ö tü şü nü duyuyor. Yere bakarak yavaş yavaş arkasını dö nü yor,
tencereleri indiriyor ve ateşi yakarken gülümsüyor.
Barnabo, “beyfendi”ye kahve hazırlamak için ertesi gü n saat beşte kalkmak zorunda kaldı.
Fornioi ile yabancı adam Col Nudo Tepesi’ne doğ ru yola koyuldular. Bir Onceki akşam fırtına
adam akıllı yağ mur indirmemişti, ama yine de gö kyü zü nü sakin bırakmıştı. Az sonra Barnabo
da tüfeğini aldı, kapıyı kapattı ve kayalıklara doğru tırmandı.
Bu sabah, Berton ile birlikte haydutları aramak ü zere ilk kez yola çıktıkları sabaha benziyor. O
zaman olduğu gibi bugün de kayalıklara yaklaştıkça korkuları ortadan kayboluyor.
Başka birisi olmuş gibi hissediyor; o gün nasıl o kadar alçakça davrandığını bile anlayamıyor.
Cephaneliğ in bulunduğ u vadiye geldiğ inde ve çü rü meye yü z tutmuş tahta barakayı, terk
edilmiş cephaneliğ in duvarlarını gö rdü ğ ü nde, yıkılan kayaların ü zerine doğ ru sarktığ ını
hissettiğinde bile, bacaklarında en ufak bir titreme olmadı.
Oyle bir sessizlik hâ kim ki, rü zgâ r bile sesini duyurmuyor. Duvar kayalar, sanki birisini
bekliyormuş gibi daha da hareketsiz gö rü nü yorlar. Niçin Barnabo buralara kadar geldi?
Valfredda’lı haydutlarla karşılaşıp, öldürülemez miydi? Ama hiçbir düşünce onu korkutmuyor.
Demir bir parça kullanarak barakanın kapısını açtı. Bir omuz darbesiyle kapıyı ardına kadar
araladı. Yerinden çıkmış menteşelerin gıcırtısı duyuldu. Çatıdaki deliklerden ve yamuk yumuk
tahtalarla kapatılmış pencereden beyaz gü neş ışığ ı giriyor. Orman bekçileri birkaç hafta ö nce
buradan ayrıldı ve baraka uzun gü nler boyunca tek başına kaldı. Barnabo odada en ufak ses
olmadan geçen saatleri hayal ediyor; sabah gü neşi deliklerden girmiş ve ışıklarını yerde
yavaşça çevirmiş gibi. Yağ murun çinko çatıda çıkarttığ ı sesi dü şü nü yor, rü zgâ rın kapıya karşı
çabasını ve dermansız geceleri.
Barnabo gü neşin pırıl pırıl parladığ ı kanalda, nö betçiymiş gibi, tü feğ i omzunda cephaneliğ in
ö nü nde bir ileri bir geri yü rü meye başlıyor. Bir zamanlar sü rdü ğ ü hayatını, gerçeğ e sadık bir
şekilde yeniden canlandırmaya çalışıyor. Bu şekilde, geçen yılları bir anlığ ına geri çevirdiğ ini
hissediyor. Sonra kayaların onu gö rebileceğ i izlenimine kapılıyor. Kanalın tepesine doğ ru
yürümeye devam ediyor.
Olağ an yaşam manzaraları sona eriyor ve ö nce kayalıklarla dolu sonra da daha yü kseklerde,
tamamen çıplak dağ lar yü kselmeye haşlıyor. O, kolay tepelere tırmanırken birden ufak bir
dü zlü kte terk edilmiş bir tü fek buluyor. Iyi durumda bir silaha benziyor, ama belki de dü şme
sonucu tetiğ i parçalanmış ve dipçiğ inin ucundan da bir parça kopmuş. Ilk bakışta, ufak terasın
beyaz kayasının ü zerinde, bazen yü ksek dağ ların arasında bulunabilen o sopalara
benzeyebilirdi: Darrio’nun Mardenlerin evine sık sık getirdiğ i o gizemli sopalar. Tü fek kısa
sü redir orada bulunuyor olmalı çü nkü pastan hiç iz yok. Sakin ve sessiz havadan yabancı bir
şeyin geçtiğini fark ediyor.
Daha sonra, gü nü n en muhteşem saatinde, derin ve kayalıklarla dolu bir vadinin ilerisinde
Cima Alta Tepesi gö zü ne çarpıyor; inanılması gü ç bir yü ksekliğ e, dimdik şekilde uzanan
tepenin doğ uya bakan duvarı, geniş bir deliğ in içerisinde kayboluyor ve çarprazlama olarak
ü zerine vuran gü neş ışıklarıyla, pas rengi çatlaklarını gö zler ö nü ne seriyordu. Barnabo’nun
solunda kalan Palazzo Tepesi’nin kuzey duvarı, sıyalı gö lgenin ardında kaybolmuştu. Biraz
aşağ ıda Montani’nin ekim ayı sonu karlan arasında kendisini maceraya attığ ı teras
görülüyordu.
20

Zaman geçmek bilmiyor gibi gö rü nü yor ama aslında rü zgâ r gibi uçup gidiyor. San Nicola
dağ larına artık sonbahar geldi. Şimdiye kadar hava gü zeldi, ama son zamanlarda dağ lar başka
bir renge bü rü nmü ş gibi; Barnabo son birkaç gü ndü r Palazzo Tepesi ile Polveriera Tepesi’nin
zirvesinden gö zlerini ayıramıyor. Yarın 25 Eylü l; Valfredda’lı haydutların dö nü ş tarihi. Tekrar
saldırmak için geri dö nmeye sö z verdiler ve yarın (ne olur ne olmaz) bü tü n orman bekçileri
yine yeni evde olacaklar ve bekçilik yapmak ü zere cephaneliğ e çıkacaklar; Barnabo onlarla
birlikte gitmek istiyor.
Gü neş doğ uyor; gö kyü zü nde poluduk bulutlar. Barnabo ormanda mantar aramaya gitti.
Akşama hatırı sayılır bir sofra hazırlaması gerekiyordu, çü nkü orman bekçileri geleceklerdi.
Hü zü nden iz kalmadı artık. Birkaç saatliğ ine de olsa, yalnız kalmayacak ve eski mesai
arkadaşlarına nihayet bir şeyler gö sterebilecekti. Hep yaptığ ı gibi yine aklı geçmişe gitti ve
duyduğ u utanç yine geri dö ndü . Ne zaman aklına gelse, hemen ruh hali değ işiyordu; gö ğ sü nde
bir ateş hissediyordu. Dü şmandan kaçtığ ını kimse gö rmedi, hiç kimse asla bir şey bilmeyecek
ama buna rağ men arkadaşlarının karşısında hep gö zlerini yere indiriyor. Ancak yarın, nihayet
büyük bir çatışma yaşanacak ve Barnabo hepsinden önce davranacak.
Ozenip bezenerek sofrayı hazırladı, şarap şişelerini temizledi, kö knar dallarını serdi ve mısır
unu lapası pişirmek için bü yü k bir ateş yaktı. Saat ö ğ leden sonra dö rt, vadide sessizlik hâ kim.
Dağ larda gri bulutlar yoğ unlaştıkça renkleri de gittikçe daha koyulaşıyor. Bekçiler, yemek
saatine doğru akşam geç vakit gelecekler.
Saat beş sularında yağ mur yağ maya başladı; ilk anda ha if bir yağ mur gibi ama birkaç dakika
içerisinde her yeri ıslatıyor. Aradan yarım saat geçmeden, ateşin başında iş gö ren Barnabo,
orman tarafından ona seslenildiğini duydu.
Arkadaşları değ il, her gü n uğ rayan oduncu; bir rahip katılığ ındaki o adam. Elini kesmiş, bir
parça bez istiyor. Barnabo, evi nem kapladığ ını hissediyor; dağ lar da iyice karardı artık,
gözlerini dağlardan ayıramıyor.
Oduncu, “Benim için bir şey fark etmez de, eve döndüğümde bu yarayı görürlerse…” diyor.
“Gel bakayım, bir sargı buldum. Ama önce yarayı yıkamak lazım.”
Barnabo, oduncuya yarasını yıkamak ve sonra sarmak için yardım ediyor.
“Sen de kalsana bu akşam, baksana, hazırlık yapıyorum.”
“Ben de onu söyleyecektim; niye bu kadar çok ateş yaktın? Bunca hazırlık kime?”
“Orman bekçileri geliyor. Dur, hazır aklıma gelmişken...”
“Gerekirse size hizmet etmek için kalabilirim.”
Bir an sessizlik oldu. Yağ mur iyice hızlandı. Ateşin içerisinde yanan odunların çıtırtısı
duyuluyor.
“Yok, düşündüm de, nafile...”
“Söyle işte, nazlanma.”
“Yok, yok önemli değil. Aklıma bir şey gelmişti de... Ee yani kalmıyor musun şimdi?”
“Evdekiler beklerler. Hem sonra...” bir an durup gü lü msedi, “Bana gö re işler değ il. Bir başka
zaman, bir başka zaman... Unutmadan, yardımına teşekkürler.”
Oduncu karanlıkta gö zden kayboldu. Yağ mur gö kten boşalırcasına iniyor. San Nicola
kasabasının saat kulesinde saat altıyı vurdu. Barnabo mısır unu lapasını yapmaya başladı.
Petrol lambasının ışığ ında pencereler siyah gö rü nü yor. Ara sıra ateşin başından ayrılıyor ve
kapının eşiğ ine giderek, bir çığ lık atıyor ama yağ murdan başka cevap veren olmuyor. Acaba
gecikecekler miydi? Hazırladığı yemek boşa gidecek.
Şö minenin ü zerindeki saatin yelkovanı dö nmeye devam ediyor. Saat sekize geliyor. Yağ mur
yavaşladı, ama çinko çatıya dü şen birkaç damla hâ lâ duyuluyor. Masaya boşalttığ ı mısır unu
lapasının dumanı hâ lâ ü zerinde. Barnabo, gö zlerini yerden ayırmadan ocağ ın yanında
oturuyor; hâ lâ bekliyormuş gibi bir havası var. Işte nihayet anlamaya başlıyor. Yavaş yavaş
aklı başına geliyor; her şey bir şakaydı. San Nicola’da masanın başına oturmuş, korktuğ unu
dü şü nerek onunla dalga geçen bekçiler gö zü nü n ö nü ne geliyor. Ne gü zel bir ikir! Geçmişte
kalan o akşam cephaneliğ in ö nü nde yağ murun altında olduğ u gibi gö ğ sü nde ağ ır ve acı bir
şeylerin yü kseldiğ ini hissetmeye başlıyor. Birden başını kaldırıyor: Eve yaklaşan birisi var;
birisi kapıyı açtı.
Ne kadar boş bir ümit! Bohçasını unutan oduncu geri dönmüş.
Etrafına bakınarak, “Yarın bayram olduğunu unutmuşum. Hah, işte burada.” dedi.
Bohçasını aldıktan sonra kapıya yö neldi, ama kapıya yaklaştığ ında bir şey hatırlamış gibi
birden dönüp, “Ne oldu Barnabo, gelmediler mi?” dedi.
Barnabo oturduğ u yerden kımıldamadan, dimdik adama bakarak, “Her şeyi hazırlamıştım, her
şeyi...” diye sö ze başladı ama lafı yarıda kesildi. Boğ azında bir dü ğ ü m sesini kesti. Ama
oduncunun bir şey anlamasına imkâ n yoktu: “Hadi ben gidiyorum; çok geç oldu... Pazartesi
görüşürüz.” dedikten sonra gülümseyerek selam verdi.
Bö ylece çekti gitti. Adımlarının yankısı ö nce evin girişinde, sonra da evin ö nü ndeki dü zlü kte
duyuluyor. Petrol lambasının alevi titremeye başladı, ocakta son birkaç kor kaldı. Tam o
sırada Barnabo’nun vü cudu ani bir titremeyle sarsıldı; boş odada anlaşılması gü ç birkaç sö z
kekeleyerek hışımla ayağ a kalktı, ocağ ın maşasını eline aldı ve tü m gü cü yle masaya bir darbe
indirdi. Uzun zamandır içinde tehlikeli bir şeyler biriktikçe birikiyordu; şimdi de ö kesi
patlamıştı. Barnabo elindeki maşayı delicesine duvara vurdu ve yere dü şen lambayı teğ et
geçti. Bunun üzerine duvara vurmayı bıraktı ve soluk soluğa kaldı.
Lamba aniden sö nü nce her şey karanlığ a bü rü ndü . Ama hayır, tamamen karanlık değ il. Hâ lâ
kü çü k bir ışık gö rü nü yor. Gecenin karanlığ ında, uzaklarda parıldayan bir ışığ ı pencereden
gö rü nce, Barnabo bir anda taş kesildi. Yavaşça kapanan elindeki maşa yere dü şerek, metalik
bir ses çıkarttı. Karanlıkta sendeleyerek kapıya doğ ru koştu, ormana yö neldi; dağ ların
zirvesinde, Palazzo Tepesi’nin yü ksek kayalıklarında çok uzaklarda bir ateş gö rü yor.
Haydutlar gerçekten geri dö ndü ve cephaneliğ e inmek için şafağ ın ilk ışıklarını beklerken
kayalıklarda geceliyorlar mıydı? Etrafını saran ormandan ani esintiler geliyor. Orman
bekçileri şaka yaptıklarını sanıyorlardı, ama düşmanlar sözlerini tutmuştu.
Evin içine vadiden gelen nemli hava yayılmıştı. Barnabo odasına dö ndü ; içinde daha ö nce hiç
hissetmediğ i bir huzur vardı. Aklına bir şarkının sö zleri geliyordu; geride kalan gü zel gü nleri
anımsatan, eski bir şarkıydı, çok seneler ö nce kullanılan o marş mü ziklerine benziyordu.
Karanlık odada masaya yaslanmış şekilde oturan Barnabo, sü rekli aynı şarkıyı ıslıkla çalmaya
başladı. Şarkının o hü zü nlü havasında kahramanca bir şeyler var: “Yarın yola çıkılacak, çok
uzaklara gidilecek. Sabah erken erken, ilk dö rdü mü z yola çıktı zaten.” Bir yandan şarkıyı
sö ylerken bir yandan da gö zleri pencereden dışarı, kayalıklardaki o yalnız ve uzak ışığ a
odaklıyordu.
Palazzo Tepesi’ndeki esrarengiz ışık kısa sü re sonra sö ndü ve her şey karanlığ a gö mü ldü ;
çekilen yağ mur bulutları yıldızlan ortaya çıkarttı. Barnabo ü stü nü başını çıkartmadan yatağ a
uzandı ve camın arkasında oluşturdukları siyah gö lgeleriyle kö knar kü melerine gö zlerini
dikerek, ıssız vadileri, karanlık kö rboğ azları, ani taş kaymaları, binlerce eski hikâ yeleri ve hiç
kimsenin asla anlatamayacağ ı diğ er her şeyiyle dağ ları daha da yakın hissetti. Pek yakında
sonbahar başlayacak ve kışın gelmesiyle birlikte kar yağ acak. Sonra yine yakıcı gü neş olacak,
ilkbaharın beyaz ışığ ı hoş kokulu ormanların ü zerine dü şecek. Kuşlar cıvıldayacak ve yeni bir
şeyler ü mit eden insanların sesleri de duyulacak. Ama şimdi, ganimet ele geçirmeyi dü şü nen
Valfredda’lı yabancılar dağlarda. Onların biraz altında, uçsuz bucaksız duvar kayanın dibindeki
ufak bir terasta, Darrio’nun yağ murdan ıslanmış kemikleri duruyor; şelalenin dö kü ldü ğ ü
boğ azın bitiminde ise, Del Colle’nin onu ö ldü ren kurşunla birlikte cesedi var. San Nicola’da
orman bekçileri uykudalar.
Yatağ ında hareketsiz uzanan Barnabo hâ lâ gö zü nü kapatmadı; kim bilir ne dü şü nü yor. Tü m
endişelerinden kurtulmuşcasına, sakin nefesi duyuluyor sadece.

Polveriera Tepesinin arkasında nihayet ilk gü n ışığ ı gö rü ldü . Her şey sessiz ve sakin; kara
bulutlar kaçmış ve geriye ışıl ışıl bir gö zkyü zü bırakmış; ormanın ü zerinden ise serin bir
rü zgâ r esiyor. Fırtananın ıslattığ ı dağ lar hâ lâ gecenin gö lgesinde dinleniyor; çok daha bü yü k,
kristal gibi parlak gö rü nü yorlar. Barnabo lambasını yakmadan yatağ ından kalktı ve alt kattaki
odaya indi. Silahlıktan tüfeğini aldı, cebine fişek doldurdu.
Kapıyı açtı ve rü zgâ rda ırgalanan kö knarları gö rdü . Harikulade bir hava vardı. Kapıyı kapattı
ve anahtarı iki kere çevirerek kapıyı kilitledi. Evde herhangi bir ses var mı diye durup
dinledikten sonra, sürekli dağlara göz atarak elindeki mermileri saydı.
Elinde toplam yedi vuruşluk mermi kalmıştı. Fişekleri elinde hoplattı, gü lü msedi ve başıyla
“ö nemli değ il” der gibi bir işaret yaptı. Tü feğ ini omzuna astıktan sonra, ağ ır adımlarla
ilerlemeye başladı; kırlık alanı geçti ve cephaneliğe doğru yöneldi.
Ormana girmeden ö nce dö nü p eve tekrar baktı; evin ö nü ndeki bank, duvara dayanmış bir
merdiven ve gü ndelik hayatta kullanılan her şey bekleyişe dalmış duruyor. “Bu akşam...” diye
mırıldandı ama sonra gülümsedi; dağların âli zirveleri yavaşça aydınlanmaya başladı bile.
21

Cephaneliğ in bulunduğ u vadinin tepesinde, duvar kayanın ü zerinde sivri bir tepe bulunuyor
Tam bu tepenin yü ksekliğ inde bir de teras var; dü şmanlar da bu dar ve kayalık kaplı terasa
gelecekler. Buradan geçerken dikkatli olmak gerekiyor.
Barnabo, birkaç iri kaya parçası arasına gizlenerek, zirveye yerleşti; dü şmanları tek başına
gö ğ ü slemeye gelmişti. Gö rü nmesine imkâ n yoktu ve terasa yakından hâ kimdi; geçişlerini
rahatlıkla kesebilecek pozisyondaydı. Sabah yola çıkarken ölebileceğini bile düşünmüştü. Ama
şimdi zaferi gö rmeye başladı bile; her şeyin yolunda gideceğ inden emindi. Bu kadar emin bir
yer bulabileceğ i aklına bile gelmemişti. Ve şimdi, gü neş ışıklarının altında yer uzanmış halde,
zamanın geçişini hissediyordu. Gelecekler, hem de nasıl gelecekler.
Bulunduğ u yerden cephaneliğ in yakınındaki vadi olduğ u gibi ayaklarının altındaydı; dağ ların
zirvelerinin gö lgeleri kayalıkların ü zerine dü şmü ştü . Zalim duvarıyla yü kselen Cima Alta
Tepesini ve kan kırmızısı rengindeki Lastoni di Mezzo’vu gördü.

Sessiz bekleyiş sırasında hafif bir rüzgâr esintisi ulaştı.


Tozlu vadinin sonlarına doğ ru gö lgeler dolaşmaya başladığ ında, tü feğ ini nişan alma
pozisyonunda tutan Barnabo, bulunduğ u yerde kımıldamadan duruyordu. Tepenin kayalıkları
arasında hiç kimse onu ayırt edemezdi. Tü feğ i hemen altındaki terasa çevriliydi. Haydutlar
oradan geçecekler ve o da haydutları öldürebilecekti.
Kalbinin çarpmaması garip. Barnabo kendisini bu kadar sakin hissetmesine neredeyse
şaşırıyor. Değ işen çok şey oldu. Elinden kaçırmaması gereken saati gelip çatmıştı. Ama şimdi
bu derin sessizlikte bakışları baş dö ndü rü cü şekilde yü kselen tepelere takılıyordu. Tıim
beyazlığ ıyla gerçekdışı gibi gö rü nen en uç zirvelere kadar, mavi oluklar, kırmızımsı duvarlar
boyunca gözleri bir terastan diğerine kayıyordu.
Ince vızıltısıyla bir kara sinek geçti. Son derece yü ksek bir sis perdesi nedeniyle gü neş biraz
etkisini kaybetti. Güney rüzgârı da uykusundan uyandı. Kötü hava geri dönecek.
Cephaneliğ in yakınlarında o noktada, tepeden gayet gü zel gö rü lebiliyor, gü nü n birinde
Barnabo korkuyu tanımıştı; daha sonra yıllar boyu bundan utanç duymuştu. Ama az sonra,
Barnabo bunu gayet iyi biliyordu, atacağ ı ilk tü fek darbesiyle, sessizliğ in içerisinde bü yü k bir
gümbürtü kopacaktı.
Olacaklar hakkında dağ lar, insanı nasıl da dü şü nceye sevk ediyorlar! Olü m, hayır, ö lü mü
beklemiyor; kendisini bundan kesinlikle emin hissediyor. Zafer kazanacak: Uçuruma dü şen
dü şmanlar, Barnabo’nun kasabaya dö nü şü ve olanların harikulade hikâ yesi. Hikâ yesi, tam
anlamıyla hikâ yesi. Arkadaşlarına bu hikâ yeyi anlatabilmeyi çok istiyor; hepsi bu, sö yleyecek
fazla bir şey yok.
Onları tek başıma ö ldü rdü m diyebilmek, onu sevinçle karşılayacak ve alkışlayacak orman
bekçilerinin arasına dö nebilmek için. Ondan sonra da, aradan yıllar geçtikçe hep o aynı kışla;
tozlu yollarıyla vadinin sonundaki o sıkıcı kışla.
Vadide ufak bir ıslık duyuldu. Hemen ardından da birkaç taşın yuvarlandığ ı... Rü zgâ r aniden
durdu ve derin bir sessizlik etrafı sardı. Terasın ucundan gelen ayak sesleri duyulmaya
başladı. Hata yapmaya imkân yok. İşte terasın köşesinden gelen bir adam figürü.
Dar ve yıkılmakta olan terasın ü zerinde yavaşça ilerliyorlar. Dö rt kişiler; yarım dakika daha
sabır, ondan sonra Barnabo ateş açabilir. Hepsini rahatlıkla yere serebilir; ne kaçacak, ne de
saklanacak bir yerleri var.
Barnabo, gü neş ışığ ı altında haydutları iyice seçebiliyor: Eski pü skü ve yırtık elbiseleri, farklı
tü fekleri; Zayıf yü zlerinde ıstırap çeken ifadeleri var. Ilki altmış yaşlarında olsa gerek;
omuzları iyice bükülmüş. Yüzlerinde kötülük yok.
Cephaneliğ e saldıran ve Del Colle’yi ö ldü ren haydutlar bunlar ama pek çok hatıra yok olup
gitti. Son derece sakin davranan Barnabo, kayalardan aşağ ı yuvarlanan bu yaşlı adamın kan
revan içerisindeki halini dü şü nü yor. Biçimsiz kara çuvallar gibi iki yanında da diğ er
arkadaşalarının cesedi...
Yarın bunları anlatabilmek, zaferini kutlayabilmek için... Kendi adına Barnabo, intikam alma
ihtiyacını gerçekten hissetmiyor. O alçaklık anı artık uzaklarda kalan bir olay. Uzerinden çok
yıllar geçti ve bunun daha şimdi farkına varıyor. Korkuyor olsa, tüfeği de titrerdi.
Barnabo silahının namlusunu ha if ö ne eğ di. Yaşlı adamın başı, tü feğ in ucunda gö rü nü yor.
Aradaki mesafe on metreden az, vuruşunda hata yapmasına imkân yok.
Yaşı adam duraksadı ve sağ eliyle kayalara tutunarak, aşağ ıya doğ ru bakıyor. Arkasına dö nü p,
arkadaşına, “Iyi de ben kimseyi gö rmü yorum!” diyor. Diğ er adamlar da durdu ve Barnabo’nun
onları izlediğ ini akıllarına bile getirmeden, cephaneliğ in bomboş olduğ unu fark ediyorlar. Ne
onları bekleyen vardı ne de cephanelikte işlerine yarayacak bir şey vardı; her şeyi alıp
götürmüşlerdi.
Yapacak bir şey yok. Barnabo dü şmanlarını dö nü ş yolunda hayal ediyor; Valfredda katır yolu
boyunca tek kelime etmeden aç bilaç indikleri gö zü nü n ö nü ne geliyor. Barnabo gü lü msü yor;
parmağı tetiğe dokundu, demirin soğukluğunu hissetti.
Sessizlik. Bir kara sineğ in vızıltısı; dağ larda dolaşan o kara sineklerden birisi. Tü fek darbesini
beklerken dakikalar geçmek bilmiyor. Bu sefer korkusundan değ il, gerçekten bir şeylerin
durduğ unu, zamanın kaçışıyla birlikte geride kaldığ ını hissediyor. Barnabo gü lü msü yor;
tü feğ ini yere bırakıyor, elleri artık tü feğ i sıkı sıkı tutmuyor. Gü neş ışıklarının istilasına
uğ ramış dağ larda mutlu bir hava seziliyor. Ormanın uzaklardan gelen hoş kokusu. Dü şmanları
sanki bir şeyler bekliyormuş gibi şimdi hareketsiz duruyorlar; Del Colle’yi ö ldü ren gerçekten
onlar mıydı acaba veya onu ne şekilde ö ldü rmü şlerdi. Bu artık onların son dö nü şü ydü . Bu
akşam Vaifreddaya inerek, sonsuza dek ortadan kaybolacaklardı. Dağ lar da daha yalnız
kalacaklardı. Barnabo, kara kö knar ormanları arasındaki evfc bekçilik yapacak, elleriyle
dokunabilecekken, vazgeçtiği büyük zaferi düşünecekti.
Her şey zaman içerisinde yok olacaktı; aptalca utancı, karga, Bersaglio kasabası, Berton’un
yola çıkışı... Her sabah gü neş dağ ları aydınlatacaktı. Sonbahar gelecek, kar yağ acak, sonra da
ilkbahar şarkıları söylenecekti.
Rahatlıkla temizleyebileceğ i dö rt dü şmanı birkaç metre uzaklıkta; oysa Barnabo, kılını
kıpırdatmaksam durduğ u yerden, hayatını dolduran o na ile kederleri dü şü nü yor. Boş kalan
yeni evi, lambasının ışığ ında huzur içinde geçirdiğ i akşamları ve gü nlere eklenen gü nleri
düşünüyor; ağaçlar arasında yankılanan rüzgârı bile duyar gibi oluyor.
Dü şmanları gerisin geriye dö nü yor. Geldikleri gibi yavaş yavaş terastan geri dö nü yorlar.
Barnabo gitmelerine izin veriyor. Akşam olurken ortalıkta büyük bir huzur hissediliyor.

Geceye doğ ru yoğ un bulut katmanlarının gelmesiyle gö kyü zü nde hava kö tü ye çevirdi. Yeni
evin etrafında her şey sakindi. Çatının tahtalarında gıcırtılar. Evin ö nü ndeki çayırlıkta bir
aşağ ı bir yukarı uçuşan bir eşek ansı. Ormanda dolaşan ha if rü zgâ r esintileri. Sonra da bir kuş
sesi. Herkes kasabada, bocce oynuyor, meydanda yü rü yü ş yapıyor, huzur içerisinde
konuşuyorlar. Ara sıra bir kahkaha duyuluyor.
Saat beşi gö steriyor. Saat kulesinin çanları kasaba boyunca yayılıyor ve gittikçe daha
zayı layarak ormanlara doğ ru ilerliyor. Orman bekçilerinin yeni evine ulaşamadan yorgun
düşüyor ve ağaç dallarının arasına takılı kalarak duruyor.
Işte Barnabo geri dö nü yor. Az ö nce dağ larda bir nevi bü yü bozuldu. Dağ lar artık tamamen
yalnız kaldı; ne haydutlar ne cinler... Bunların hepsi bitti. Yavaş adımlarıyla ormanın arasından
ilerliyor.
Demirli botları evin eşiğ inde çınlıyor. Bir ö rü mcek kapının deliğ ine ağ ö rmü ş; belki de birileri
Barnabo’nun geri dö nmeyeceğ ini dü şü nü yordu; Del Colle ile Darrio’nun yanında kalacağ ını,
kayalıklar arasında öldürüleceğini sanmıştı.
Artık kaybolmakta olan gü neş ışığ ını içeri sokmak için pencereleri ardına kadar açtı, tü feğ ini
boşalttı ve tüfekliğe yerleştirdi. Her şey eskisi gibi. Gerçekten hiçbir şey olmadı.
Diğ er akşamlar olduğ u gibi, az sonra camlara yansıyan ateşin titrek gö rü ntü sü uzaklarda da
görülmeye başlayacak. Barnabo ateşin yanında oturuyor. Gölgede kalan yüzü görünmüyor.
25 Eylü l akşamında yorgunluk, birkaç bardak şarap ve aklından gelip geçen sayısız dü şü nce...
Aslına bakılırsa bö ylesi daha iyi değ il miydi? Ateş dalgalanmaya devam ediyor, odunlar
çıtırdıyor. Dağ lara belki de kar yağ maya başlamıştır; karalara bü rü nmü ş duvarlar arasında
yavaş bir kasırga olmalı; ince bir tepenin ü zerinde Del Collenın çiviyle çakılmış şapkası da
duruyordur. Şapkanın kenarlarını kar kaplayacak ve beyaz bir taç oluşturacak.
Barnabo yatmaya gitmedi. Gece yavaş yavaş geçiyor. Az sonra şafak sö kmeye başlayacak; yeni
bir gün gözle görülmeye başlanacak. Tum yeryüzünde hayat kesintisiz geçmeye devam ediyor.
Barnabo dinlemek ister gibi başını kaldırdı; kalbi mi çarpıyor yoksa cephaneliğ in dışında
nö bet tutan nö betçinin adımları mı? Yorgun olduğ unu hissediyor; uyur uyanık ne olduğ unu
hatırlayamıyor. O zaman da bir zamanlar olduğ u gibi, eski zamanlarda olduğ u gibi, Barnabo
tü feğ ini eline alıyor ve kapının eşiğ ine çıkıyor. Dışarıda derin bir sessizlik ve kapalı
gö kyü zü nde soluk bir ışık var. Dağ lar bulutların ardında saklanmış ama yakınlığ ı hissediliyor;
bulutların arasına gömülmüş, hareketsiz ve ıssız...
Sonsöz

Dino Buzzati, başyapıtı Tatar Çölü ile başarıya ulaşana kadar eleştirmenler tarafından pek
coşkuyla karşılanmamasına rağ men okurlarına ulaşmakta gü çlü k çekmeyen bir yazardır. Belki
de bu yü zden, aşırı kibirli bir yazar olarak tanımlanmak pahasına da olsa, edebı̂ modaların
esiri olmaksızın, kararlılıkla kendi çizgisini izlemiştir. Kendi vatanında hemen hemen sadece
başyapıtı ile anılırken, yurt dışında, ö zellikle de Fransa’da daha ilk andan itibaren bir edebiyat
devi olarak gö rü lmü ştü r. Italyan eleştirmenlerse son on yıl zarfında Buzzati hakkındaki
ikirlerini yeniden değ erlendirmeye başlamış; yazarın ressam ve gazeteci olarak ü rettiğ i
eserlere de yayılan incelemelerle, yazarlık, ressamlık ve gazetecilik faaliyetleri arasındaki
ilişkiler ü zerinde dikkatlerini yoğ unlaştırmıştır. Nitekim son zamanlarda Buzzati’yi konu alan
eleştirel inceleme ve çalışmaların sayısında gö zlenen artış, bu tezi doğ rular niteliktedir.
Esasen okuyucunun beğ enisini kazanmayı amaçlayan Buzzati’nin bu hassas noktasına saygı
çerçevesinde, okumaya hazırlandığınız kitaba ilişkin, eleştirmenlerin yorumları yerine bir dizi
aydınlatıcı “not” eklemekle yetinerek, eseri beğeninize sunuyorum.
Ilk olarak, kitabın yazıldığ ı ve yayınlandığ ı dö nemi gö z ö nü ne almanın faydalı olacağ ı
kanısındayım. Hukuk eğ itimi almasına rağ men Buzzati, daha ü niversite yıllarından itibaren
ü lkenin en ö nemli gazetelerinden Corriere della Sera ela haber muhabiri olarak çalışmaya
başlamıştır. Yazarın edebı̂ ü retimini gerçekleştirdiğ i kırk yıllık sü re, 20. yü zyılın en ıstıraplı
yılları arasındadır. Ilk romanı Barnabo delle Montagne'yı ve hemen ardından çıkan II Segreto
del Bosco Vecchio'yu yayımladığ ı yıllar, sırasıyla 1933 ve 1935, Italya’da Faşizmin otoriter bir
diktatö rlü ğ e dö nü ştü ğ ü dö neme denk gelmektedir. Bu gelişmelerin dö nemin edebiyatı
ü zerindeki etkisi, Buzzati’nin ilk eserlerinde de gö rü ldü ğ ü ü zere, yazarların hakkında gö rü ş
ifade edemedikleri gerçek dü nyadan kaçmaları ve hayal ü rü nü paralel bir dü nyada, alegorik
olaylar aracılığ ıyla dü şü ncelerini ifade etmeleri şeklinde gö rü lmü ştü r. Buzzati’yi herhangi bir
edebı̂ aklına dâ hil etmek gü ç olsa da, ö zellikle ilk eserlerinde sö z konusu hayal ü rü nü dü nyaya
sıklıkla başvurması, “büyülü gerçekçilik” akımına yakın oluşunun bir göstergesidir.
Buzzati, okuyucunun beğ enisinin kendisi için ilk sırada gelişine; Corriere della Sera’
gazetesine eşiyle birlikte verdiği bir mülakatta şöyle değiniyor;
“Yazdığ ım zaman en bü yü k endişem, okuyucunun ruhunu daraltmaktır. Ben de aynen Voltaire
gibi düşünüyorum: Her çeşit edebî türü kabul edebilirim, yeter ki sıkıcı olmasın. En
Corriere della Sera gazetesinden Grazia Livi’ye verdiğ i 13 Ocak 1972 tarihli mü lakat. bü yü k
arzum, okuyucuyu duygulandırabilmektir... Nitekim kimi zaman lirik bir şeyler de yazıyorum:
Isterlerse zırvalamış desinler, hiç ama hiç umrumda değ il.” Bu noktada sö ze karışan eşi de
Buzzati’nin sö zlerini teyit ediyor: “Yazdıklarını beğ enip beğ enmediğ imi asla sö ylemiyorum,
çü nkü bundan rahatsız olacağ ını biliyorum. Kasap Vimodrone’nin ne dü şü ndü ğ ü nü n benim
gö rü şü mden daha çok onu ilgilendirdiğ ini biliyorum.” Nitekim Buzzati’nin bu konuda ne
düşündüğü gayet açık:
“Işin doğ rusu, yazdığ ım bir şeyin hoşa gidip gitmeyeceğ ini ben kendim anlıyorum. Tartışma
gö tü rmeyen iziksel bir his bu. Başkalarının sö ylemesine ihtiyacım yok. Sadece ilk kitabım
Barnabo delle Montagneyı yazdığ ım zaman, okuması için bir gazeteci arkadaşa verdim ve
bunu yaparken de, edebiyat sireninin en uzağ ında olduğ unu dü şü ndü ğ ü m birisini seçtim.
Ondan sonra bir daha hiç kimseye hiçbir şey okutmadım. Bu noktada mü thiş kibirli
olduğ umun farkındayım. Başkalarına ihtiyacım yok; mesleğ imle ilgili sorunlar sadece beni
ilgilendirir.”
Alıntı yaptığ ım bu birkaç satırda bile oldukça bariz şekilde sezildiğ ini dü şü ndü ğ ü m
Buzzati’nin gü çlü kişiliğ i hakkında daha fazla ikir edinebilmek adına, dö nemin ü nlü şairi ve
aydınlarından Euganio Montale’nin, ö lü mü nü n ertesi gü nü Buzzati anısına Corriere della Sera
gazetesi için yazdıklarını hatırlamaya değer buluyorum:
“Yanılmıyorsam 1947 senesinde, Dino Buzzati ile ilk kez gö rü ştü ğ ü mde, Barnabo’nun
kargasıyla ve Tatar Çölünün genç subayı Giovanni Drago’yla çoktan arkadaşlık kurmuştum.
Hatta Tatar Çölü için Ka ka’nın adı bile anılır olmuştu ve bu yü zden ben de bu yazar-
kahramanın ardında hangi insan-kahramanın saklandığ ını gö rmek için sabırsızlanmaya
başlamıştım. Buzzati’yle gö rü şmemizin ardından kendimi ne hayal kırıldığ ına uğ ramış, ne
tatmin olmuş, ne de hayrete dü şmü ş hissediyordum. Eksantrik veya artistik hiçbir ö zelliğ i
olmayan bir insandı; son derece kibar, hoş sohbet birisiydi, ama pek de ö yle dışa dö nü k
olduğ u sö ylenemezdi. Başarılı bir gazeteci olduğ undan, hatta belki de mesleğ ine â şık birisi
olduğundan şüphe yoktu.”
Edebiyat dü nyasında kendisini izole bir konumda tutması, tamamen hâ kim olduğ u ancak
oldukça dar sayılabilecek bir konu çerçevesi sunan anlatım tarzına olan sadakati, yazma,
yazının doğ ası veya amacı ve yazarın fonksiyonu konularında her tü rlü eleştirel ikri kibar
ama kararlı şekilde geri çevirmesi nedeniyle Buzzati, alışılagelmişin dışında ve biraz da
gerçek dışı bir edebî vaka olarak tanımlanmıştır.
Kişiliğ inin ö tesinde, yazar olarak oluşumunu ve hayal dü nyasını oluşturan temel unsurlardan
birisi de Buzzati’nin çocukluk dö nemidir. Italya’nın kuzeyinde bulunan Belluno şehri
yakınlarındaki San Pellegrino kasabasında doğ muştur. Bugü n hâ lâ Buzzati ailesine ait villa,
Piave Nehri’nin kıvrıldığ ı noktaya ve Belluno şehrine hakim bir tepede sıralı bir grup binadan
biridir. Aile yaz aylarını burada geçirmektedir ve bahçe içindeki bu villa, kışın geri dö ndü kleri
Milano şehriyle birlikte Buzzati’nin hayal dü nyasının oluşumunda ö nemli rol oynamıştır.
Bunu, bir başka mülakatı’ aracılığıyla bizzat kendisi de ifade etmektedir:
“Ilk çocukluk anılarının her yazar için temel bir aşama olduğ u kanısındayım. Çocukken
edindiğ im en gü çlü izlenimlerimi, doğ duğ um yer olan Belluno, etrafını saran yabanıl dağ lar ve
iki adım ileride yer alan Dolomitler oluşturdu. Tamamen kuzey bö lgelerine has ö zellikleri olan
bu dünyanın yanına, gençlik anılarının mirası ve Milano şehri de eklendi.”
Etrafını çevreleyen bu dış dü nyanın doğ al etkenlerine tamamıyla açık yaşayan Buzzati, varlıklı
bir burjuva ailede, oldukça yü ksek seviyede entellektü el gelenekler içerisinde bü yü mü ştü r.
Hukuk profesö rü olan babası ö ldü ğ ü nde Dino on dö rt yaşındaydı; babasının onda bıraktığ ı anı
oldukça silik ve yü zeysel olarak nitelenebilir: “Babamı hayal meyal hatırlıyorum. Belki de
sakalı olduğ u için, çocuk sayılacak yaştaki bende çok yaşlı birisi izlenimini uyandırıyordu. Son
derece şık bir bey olduğ unu tereddü tsü z sö yleyebilirim. Eğ er ondan aldığ ım bir şeyler varsa, o
da kesinlikle giyim konusundaki zevkimdir.” Ancak annesi sö z konusu olduğ unda durum
oldukça farklı: “Oldü ğ ü nde çok yaşlıydı ve ardında doldurulması imkâ nsız bir boşluk bıraktı.
Olağ anü stü bir kadındı, harikulade bir tebessü mü vardı. Hayatta olduğ u sü rece onunla birlikte
yaşadım ve kendime bir aile kurmayı arzu etmedim.” Buzzati’nin annesine duyduğ u bu
bağ lılık, kimilerine gö re uzun sü re boyunca yazarın hikâ yelerinde asla bir kadın kahramanın
olmayışını açıklar niteliktedir: Nitekim Buzzati’nin ilk yapıtlarında, tamamıyla erkeklerin yer
aldığ ı, topluluk halinde yaşanan bir dü nyaya rastlanır. Barnabo delle Montagnedeki orman
bekçileri, kışla tü rü bir evde hep birlikte yaşamaktadır, Tatar Çölünde, de yine kışla hayatı sö z
konusudur.
Buzzati’nin gerçek hayatta beslediğ i dağ tutkusu, eserlerine de yansımıştır. Gençlik yıllarına
dayanan bu tutku, hayatının sonuna kadar ona eşlik etmiştir: “Dağ a tırmanmak oldum olası
bana mü thiş bir heyecan verdi. Hayatımın tek sabit noktası, dağ lara duyduğ um tutkuydu.
Ustelik bu tutku beni asla terk etmedi: Şimdi artık kayalara elim değ mez oldu; ama her gece
rü yamda baş dö ndü ren kayalıklara tırmandığ ımı, bü yü k uçurumlar aştığ ımı gö rü yorum. Bir
nevi bö lü mlere ayrılmış bir roman ve ilginçtir, ne zaman dağ lara gitsem, bu roman gizemli bir
şekilde yarıda kesiliyor.”' Altmış yaşını aştıktan sonra bile tırmanmaya devam ettiğ ini gururla
anımsayan Buzzati için dağ , sadece spor anlamında bir tutku değ ildir. Yazar daha kü çü k yaşta
iken dağ lar, rü ya â lemi ve edebı̂ eser arasında ilginç bir bağ kurmuştur. Çocukluk çağ ından
kalan son derece gü çlü izlenimleri, sıklıkla geri dö nem kabuslar olarak somutlaştırıyor;
hemen akabinde bu kabusları mantığ a vurarak açıklıyor ve hatta hikâ yelerinde kaynak olarak
kullanıyordu. Genelde dağ ları konu alan rü yalarının geride bıraktığ ı huzursuzluk ve endişe
hali, kendisinin de ifade ettiği gibi, yaratıcı ve verimli bir ruh haliydi:
“Rü ya gö rmek bana bir nevi beslenme hissi veriyor. Geceleri çok rü ya gö rü yorum; genellikle
dağ larla ilgili rü yalar: Tepeler, dağ lara tırmanma, ka ile halinde ama içinde bir huzursuzluk
eşliğinde, halatlı tırmanma...”
Gazeteci Buzzati hakkında da birkaç sö z sö ylemek yerinde olur kanısındayım. 1928 senesinde
başladığ ı gazetecilik mesleğ ini titizlikle ve bü yü k tutkuyla icra etmiş, hayatının sonuna kadar
da bu mesleğ i sü rdü rmü ştü r. Dolayısıyla adını duyurma hayaliyle yaşayan bir yazarın, bu
bekleyişi sırasında yan iş olarak gazetecilik yaparak durumu idare etmesi sö z konusu değ ildir,
tik adımlardan başlayarak mesleğ i her yö nü yle ö ğ renmeye çalışır; insani açıdan olgunlaşması
ve yazarlık açısından bilinç kazanması da bu yıllara denk gelir. Gazetecilik mesleğ inde
ilerlerken, yazar olarak da ilk adımlarını atmaya koyulur: Barnabo delle Montagne adını
verdiğ i ilk romanını iki yıllık bir sü re zarfında tamamlamıştır. Defalarca ü zerinde dü zeltme
yaptığ ı ve nihayet 1933’te yayımladığ ı roman, yazarın tipik olarak tanımlanabilecek
konularından pek çoğ unu içermektedir. Buzzati, romanın okullar için yapılan baskısını
hazırlayan Giuseppe Trevisani’ye şunları söylemiştir:
“Gerçekten çok uzun ve yorucu bir çalışma oldu. Bugü n baktığ ımda bir-ikı̂ kusur buluyorum;
ama benim için ö zellikle zor olan, bir dil arayışıydı. Yazmanın ne demek olduğ unu bu şekilde
anladım. Asla yayımlanmayacağını düşünerek yazdığım tek kitap bu oldu.”
Yayımlanmayacağ ını dü şü nmesine rağ men Barnabo delle Montagne, dö nemin en bü yü k
yayınevlerinden Treves tarafından yayımlanmıştır. Bu genç yazarın Italyan edebiyat
sahnesinde nereye yerleştirileceğ i konusunda yaşanan zorluk, revaçtaki akımların uzağ ında
oluşuyla daha ilk andan itibaren kendisini gö stermiştir. Trevisaniyle sö yleşisi sırasında
kendisine yö neltilen, “Barnabo kimdir?” sorusuna cevap verirken, bir de ö zeleştiri yapan
Buzzati, roman karakteri yaratma özelliğine sahip olmadığını kabul etmiştir:
“Çağ daş edebiyatta sık sık rastlanan o kahramanlardan birisi; yani hemen hemen hiç ayırt
edilmeyen bir kahraman. Içinde kö tü lü k olmayan bir dağ adamının alçaklık dramını yaşaması
ve sonunda da kurtuluşa kavuşması ikri.” Yani ö nemli olan kahraman değ il, ikirdi ve Buzzati,
kahramanlarının sıradan tipler olduklarının, ayırt edilmesi kolay gü çlü karakterler
olmadıklarının farkındaydı. Nitekim ismi kitabın orijinal başlığ ında yer almasına rağ men
Barnabo, romanda yer alan bir tip olmaktan ö teye gitmemektedir; o bü yü lü ve muğ lak
çerçevede vuku buluyor olmasa, oldukça sıradan olarak tanımlanabilecek bir bilinç dramı
yaşayan dağlı bir tiptir sadece.
Yazarın kullandığ ı tarz ve dile ilişkin olarak da birkaç sö z sö ylemenin yerinde olacağ ı
kanısındayım. Bu ilk roman, Buzzati’nin edebı̂ eserleri bağ lamında hem konu hem de dil ve
ifade unsurları bakımından, bunu izleyen tü m eserleri için bir gö sterge’ rolü ü stlenmiştir.
Gazetecilik mesleğ inin getirdiğ i ifadede yalınlık, pek çok kez değ indiğ imiz, dö nemin her tü rlü
edebi akımından uzak olma arzusu ve her şeyden ö nce kendisine sığ ınma fırsatı verecek bir
dü nya yaratma isteğ i, Buzzati’nin kendine ö zgü bir ifade tarzı oluşturmasına neden olmuştur:
Gereksiz sıfat ve zar lardan temizlenmiş kısa cü mleler, roman kişileriyle ö zdeşleşip, his ve
dü şü ncelerine â deta tanıklık eden romanın anlatıcı kişisi... Kitapta yer yer hissedilen zaman
kayması hissini de bu çerçeve içerisinde değ erlendirmek gerektiğ i dü şü ncesindeyim: Eserin
Italyanca aslını okurken de hissedilen ancak diğ er pek çok unsur gibi yazarın tarzıyla
bağ daştırılması gereken ve romana kendine ö zgü bir ritim kattığ ını dü şü ndü ğ ü m bu ö zelliğ i,
Türkçeye de yansıtmaya çalıştım.
Barnabo’nun yolculuğ u aracılığ ıyla temsil edilen hayat yolculuğ u ve daha ilk romanından
itibaren işlemeye başladığ ı tipik Buzzati konularındandır uzun bekleyişler, geçen zamanın
ritmi, korku veren belirsiz bir şeye doğ ru geriye dö nü şü olmayan bir ilerleyiş, baskı yapan
geçmişin hatırası, geride kalan yılların bıraktığ ı boşluk ve nihai kurtuluş. Eğ er bir Buzzati
hayranıysanız bu kitabı mutlaka okumalısınız çü nkü yazar Buzzati’nin doğ uşuna tanıklık
edeceksiniz. Buzzati’yle yeni tanışıyorsanız, doğru yerden başlıyorsunuz.
Elçin Kumru
Tatar Çölü’ne Varmadan Evvel

Henü z yirmi dö rt yaşımdayken, hiç tanımadığ ım bir adamla uzun bir yolculuğ a çıktım. Genç
teğ men Giovanni Drago’ya, ra lara gö z gezdirirken yalnızca ismini sevdiğ im için aldığ ım
kitaplardan birinde, tesadü f etmiştim. Kitabın ü çü ncü sayfasına dü ştü ğ ü m nota bakılırsa,
teğ menle ilk yolculuğ a doksan ü çü n ağ ustosunda çıkmışım. Ilk yolculuk diyorum, çü nkü on
yedi yıldır, kıpırtısızlığ ın, bekleyişin ve yanılsamanın çö lü ne bir kez daha gö z gezdirmek için,
aynı yoldan aynı kaleye çıkmaya devam ediyoruz. Ve elbette kanaatimiz hiç değ işmiyor; Tatar
Çö lü , insanla, insanın hayatı arasından geçen bir beyhudelik sınırıdır. Issız Bastiani Kalesi’nin
burçlarından bakmadıkça bunu anlayamazsınız!
Dino Buzzati adını da, onun bü yü k romanı Tatar Çö lü ’nü de bir kaç yıl boyunca kimseyle
paylaşmadım. Şu tuhaf kıskançlığ ım yü zü nden mi? Payı yok diyemem. Ama bu esirgemenin,
kıskançlık perdesinin altına gizlenmiş çok daha şahsi sebepleri vardı. Artık aradan yıllar
geçtiğ ine gö re, sö ylemekte bir beis yok: Genç bir şair olarak, bir gü n taşranın dü zlü klerinde
eriyip gitmekten korkuyordum ve hayat, ona tırmanmak için sü rekli talim yapmak zorunda
kaldığ ım dik bir duvara benziyordu. Buzzati’nin tekinsiz çö lü , o yıllarda vahalarımdan biri
oldu.
Iki dü nya savaşının ikisine de tanıklık etmişti Dino Buzzati. Ilkinde çocuk, Ikincisinde ö nce
gazeteci sonra askerdi. Tatar Çö lü nü , Musolini’nin Hitler’le omuz omuza verdiğ i, Ezra
Paund’un Roma Radyosunda konuşmalar yaptığ ı o yıkım yıllarının ortasında yayınladı. Kitap
savaştan sonra Fransızcaya çevrilecek ve Italyan yazarın adı, dü nya edebiyatının bü yü k
ustalarıyla birlikte anılmaya başlayacaktı. Ama Tatar Çö lü ilk kitabı değ ildi Buzzati’nin.
Insanoğ lunun yeryü zü ndeki beyhudeliğ ini ima eden bu ıssız kaleye çıkmadan ö nce, okuruna
iki uzun mektup daha yazmıştı: “Dağ ların Adamı Barnabo” ve “Eski Korunun Gizemi”.
Ormanın kuytu bir yamacında, hiç bir işe yaramayan bir cephaneliğ i beklemekle
gö revlendirilmiş bekçilerin hikâ yesinin anlatıldığ ı Dağ ların Adamı Barnabo, yazarın ilk kitabı.
Kitabı okuyanlar, Buzzati’nin daha başından beri temel meselesinin değ işmediğ ini, San Nicola
kasabasının uzak bir yamacındaki cephaneliğ in, Tatar Çö lü ’ne bakan Bastiani Kalesi'nin bir ilk
taslağı olduğunu göreceklerdir. Bir de, bir ustanın çıraklığındaki güzelliği!
On yedi yıl ö nce, Dino Buzzati’nin bir kitabına ö nsö z yazabileceğ im, aklımın ucundan bile
geçmezdi. Bir zamanlar kitap dü şkü nü arkadaşlarımdan adını sakladığ ım yazarın bu ilk gö z
ağ rısına bekçilik etmek bana dü ştü , gö rü yorsunuz. Benden sonra San Nicola lı bekçilerin
hikâ yesi başlıyor; onlara nö bet tutarken dikkat etmelerini sö yleyin. Çü nkü Polveriera
Tepesinde hâlâ birkaç haydut var!
Ali Ayçil

You might also like