You are on page 1of 25

D. H.

Lawrence

ADALARI
SEVEN
ADAM
Çeviren: Celâl Üster

K Kitaplığı

D. H. Lawrence
ADALARI SEVEN ADAM
Türkçesi: Celâl Üster
K Kitaplığı 11
Küçük Kitaplar 6
ISBN: 975-296-012-X
Yayına Hazırlayan: Pelin Özer
Grafik Tasarım: Mehmet Ulusel
Kapak Resmi: © Mehmet Ulusel
Düzelti: Müge Karalom
Baskı: Ofset Yapımevi A.Ş.
© Koç Kültür Sanat ve Tanıtım Hizmetleri Tic. A.Ş. 2002

D. H. Lawrence
ADALARI SEVEN ADAM
Türkçesi: Celal Üster
D(avıd) H(erbert) Lawrence: 1885’te Eastwood, Nottinghamshire’da doğ du. Babası
madenci olan Lawrence’ın ilk şiirleri 1909’da, The White Peacock (Ak Tavuskuşu) adlı ilk
romanı ise 191 l’de yayımlandı. Ilk ö ykü kitabı The Prussian Of icer and Other Stories (Prusyalı
Asker ve Başka Oykü ler) 1914*te yayımlandı. The Rainbow (Gö kkuşağ ı) adlı romanı uygunsuz
olduğ u gerekçesiyle 1915’te toplatıldı. 1916’da tamamladığ ı Women in Love (Aşık Kadınlar)
1920’de, ancak sınırlı sayıda basılabildi. Lawrence, 1919’dan sonra, eşiyle birlikte bir ‘gö nü llü
sü rgü n’ hayatı yaşadı. Italya, Seylan ve Avustralya’ya gitti. 1922’de New Mexico’ya yerleşen
çift, Lawrence’ın sağ lığ ı bozulunca 1925’te Italya’ya dö ndü . 1928’de yayımlanan başyapıtı
Lady Chatterley’s Lover (Lady Chatterley’in Sevgilisi) açık saçık bulunarak hemen yasaklandı
ve yü zyılın en uzun sü ren sansü r davalarından birinin konusu oldu. Roman Amerika’da
1959’da, Ingiltere’de ise 1960’ta aklandı. Lawrence 2 Mart 1930’da Gü ney Fransa’da, Vence’da
veremden öldü.

Celâl Üster: Çevirmen ve yazar. 1947’de Istanbul’da doğ du. I. U Edebiyat Fakü ltesi Ingiliz Dili
ve Edebiyatı Bö lü mü ’nde ö ğ renim gö rdü . Kısa bir sü re Aydınlık gazetesinin kü ltü r bö lü mü nü ,
uzun bir sü re Cumhuriyet gazetesinin kü ltü r/sanat servisini yö netti. Cumhuriyet Kitap'ın
yayın yö netmenliğ ini ü stlendi. Aralarında George Orwell, Liam O’Flaherty, Juan Rulfo, Iris
Murdoch, Jorge Luis Borges, Mario Vargas Llosa’nın da bulunduğ u, dü nyanın ö nde gelen
yazarlarının kırk kadar yapıtını dilimize kazandırdı. 1984’te George Thomson’ın Tarihöncesi
Ege adlı yapıtının çevirisiyle, Azra Erhat Çeviri Odü lü ’ne değ er gö rü ldü . Şimdilerde,
çevirmenliğ in yanı sıra, P Sanat Kültür Antika dergisinin yayın yö netmenliğ ini yapıyor,
Radikal Kitap’ta “Yeryü zü Kitaplığ ı” sayfalarını hazırlıyor ve Okuyan Us Yayınları’nın Erotik Us
dizisini yönetiyor.

BİRİNCİ ADA

Adaları seven bir adam vardı. Bir adada doğ muştu, ama çok kalabalık olduğ u için oradan
hoşlanmıyordu. Onun istediğ i, tü mü yle kendisinin olacak bir adaydı: Orada ille de bir başına
yaşaması gerekmiyordu, ama orayı kendi dünyası kılmalıydı.
Kocaman bir adanın bir anakaradan farkı yoktur. Bir adanın, kendini ada gibi duyumsaması
için, enikonu kü çü k olması gerekir. Kaldı ki, bu ö ykü de, insanın bir adayı kendi kişiliğ iyle
doldurabilmesi için, o adanın ne kadar küçük olması gerektiğini anlatıyor.
Gel zaman git zaman, adaları seven bu adam, otuz beşine vardığ ında kendine bir ada edindi.
Gerçi mü lkiyet hakkını edinmemiş, doksan dokuz yıllığ ına kiralamıştı; ama burada bir insan
ö mrü sö z konusu olduğ una gö re, yaşadığ ı sü rece ada onun sayılırdı. Ustelik, Hz. Ibrahim gibi,
dö lü nü n deniz kıyısındaki kumlar kadar çoğ almasını istiyorsa insan, ü remek için bir ada
seçmez kendine. Çü nkü çok geçmeden nü fus ö yle bü yü k bir hızla artar ki, ada kalabalıktan
geçilmez olur, gecekondu mahallesine dö ner. Adayı, ıssızlığ ından dolayı seven biri için ü rkü nç
bir durum çıkar ortaya. Hayır, ada tek yumurtalık bir yuvadır; yalnızca tek bir yumurtaya yer
vardır orada. O da, adalının kendisidir.
Adalı adayımızın edindiğ i ada, okyanusun ortasında değ ildi. Karaya yakındı; ö yle palmiyeler,
kayalara çarpıp parçalanan dalgalar falan da yoktu bu adada. Iskelenin yukarılarında, belki
biraz iç karartıcı, ama sağ lam bir ev; daha ileride de, sundurmalı kü çü k bir çiftlik eviyle uzanıp
giden birkaç tarla vardı. Aşağ ıdaki koyda ise, sahil muhafızlarının kulü belerini andıran,
tertemiz, badanalı üç küçük ev göze çarpıyordu.
Daha dingin, daha sevimli bir yer olamazdı. Denizdeki dik kayalarla, çuhaçiçeklerinin bezediğ i
kü çü k çayırlarla çevrili ada, katırtırnakları ve çalıdikenlerinin arasından geçerek çepeçevre
yü rü nü rse, altı kilometre tutuyordu. Yok eğ er, ineklerin geviş getirdikleri kayaç çayırlardan,
seyrek yaban yula larının, sonra gene katırtırnaklarının arasından, alçak uçurumların
kıyılarından vurup iki tepeciğ i aşmaya kalkılırsa, adanın bir ucundan ö bü r ucuna yirmi
dakikada varılıyordu. Adanın bitimine ulaşıldığ ında, daha bü yü k bir adayla karşılaşılıyordu.
Ama araya deniz giriyordu. Ve kısacık gelingü llerinin gerdan kırdıkları çimenlerin arasından
geri dö nü lü rken, doğ uda, bir başka ada daha beliriyordu; ama daha kü çü k bir adaydı bu,
ineğin buzağısı gibi. Bu küçük ada da adalınındı.
Anlaşılan, adalar bile âşıktaşlık etmekten hoşlanıyordu.
Adalımız, adasını çok seviyordu. Ilkyaz geldiğ inde, keçiyolları ve açıklıklardaki çalıdikenleri ak
çiçeklere bü rü ndü ; sık yeşillikler ve boz kayaların Kelt diyarına ö zgü kımıltısızlığ ı ortasında
capcanlı bir beyazlık. Karatavuklar, beyazlığ ın içinden, ilk uzun, coşkun ö tü şleriyle
çığ rışıyorlardı. Çalıdikenlerinin ve birbirine sokulmuş gelingü llerinin ardından, çalılar
arasında ve ağ açların dibinde, sü mbü llerin mavi tayfı sö kü n etti, tıpkı peri kızlarının yıkandığ ı
gö ller, suda seyreden mavi yelkenler gibi. Tü mü yle senin olan adada, yuvalarına yerleşen tü rlü
türlü kuşları izleyebiliyordun. Olağanüstü, benzersiz bir alemdi!
Sonra yaz geldi, gelingü lleri gitti, sisin içinden yabangü llerinin baygın kokusu duyuldu. Otlar
biçilip kurutuldu, yü ksü kotları başlarını ö ne eğ di. Kü çü k bir koyda, gü neş, yıkandığ ın solgun
granite vuruyor, gö lge kayalarda geziniyordu. Sis gizliden gizliye bastırmadan, olgunlaşan
yula lar arasından eve gidiyordun; sis dü dü ğ ü ö teki adada ö tmeye başlarken, denize vuran
gö z kamaştırıcı ışık soluyordu. Sonra denizdeki sis yitti, artık gü zdü ; yulaf desteleri
yü zü koyun yatarken bir başka ada, dolunay, sapsarı yü kseldi denizden; yü kseldi, yü kseldi,
denizler alemi beyaza kesti.
Gü z yağ murla sona erdi ve kış geldi; gö kyü zü karardı, ortalık yaşardı, yağ murlar boşandı, ama
pek don yapmadı. Ada, adan, karanlığ a gö mü lerek senden uzaklaştı. Islak, gü n gö rmez
çukurlarda, umarsızca kıvrılıp yatmış sırılsıklam bir kö pek ya da uyur uyanık bir yılan gibi
kendi ü stü ne çö reklenmiş ö keli ruhu duyumsadın. Sonra geceleyin, rü zgâ r,
denizdeymişçesine esip gü rleyerek çekip gittiğ inde, adanın, bir evren olduğ unu duyumsadın,
karanlık kadar sonsuz ve yaşlı; bir ada değ ildi artık, tü m yitik gecelerin tü m ruhlarının
yaşayadurdukları sonsuz karanlık bir dünyaydı ve sonsuz uzaklık yakınlaşmıştı.
Tuhaftır ki, uzaydaki kü çü k adandan, asla ö lmeyen tü m ruhların gö nderildikleri engin, yabansı
yerlerde dö nenip durdukları zamanın karanlık, yü ce krallıklarına ilerledin. Bu kü çü k dü nyevi
ada, bitim noktasındaymışçasına, ufalıp hiçliğ e dö nü ştü ; çü nkü sen, nasıl olduğ unu bilmeden,
geçmişin alabildiğ ine yaşadığ ı, geleceğ in de ayrı kalmadığ ı zamanın gö z alabildiğ ine karanlık
gizemine atladın.
Adalı olmanın tehlikesi budur. Kentte, tozluklarını giyip iliklerine kadar duyduğ un ö lü m
korkusuyla tra ikten canını kurtarmaya çabalarken, sonsuz zamanın yılgılarından çok
uzaktasındır. Oysa kü çü k adan zamanın içine girdiğ i an, uzaydaki evren çevrende hızla
dönmeye başlar.
Denizin ortasındaki kü çü k bir adada kendini yalıtmayagö r, zaman bü yü k çevrimler halinde
yü kselmeye ve genişlemeye başlar, ü stü ne bastığ ın toprak kayıp gider ve elle tutulmaz, çıplak,
karanlık ruhun kendini zaman dışı bir dü nyada bulur, ö lü lerin savaş arabalarının yü zyılların
eski sokaklarında koşturdukları, ruhların yitip gitmiş yıllara benzettiğ imiz daracık yollara
yığ ıldıkları zaman dışı bir dü nyada. Artık ö lü lerin ruhları yeniden canlanmış, çevrende
dönenip durmaktadırlar. Öteki sonsuzluktasındır artık.
Bizim adalımızın başına da bö yle bir şey geldi. Alışık olmadığ ı gizemli “duygular”a kapıldı;
geçmişin derinliklerinde kalmış insanların tuhaf bir biçimde ayırdına vardı ve daha birçok
duygulanım yaşadı; uzun zaman ö nce bu adada yaşamış ve sonradan gö rü nmez olmuş, ama
tü mden yitip gitmemiş pos bıyıklı Galyalıların varlığ ını duyumsadı. Hâ lâ oradaydılar; iri
kıyım, gü çlü kuvvetli, gö rü nmez gö vdeleriyle gecenin karanlığ ında oradan oraya atılıyorlardı.
Ve rahipler vardı, altın bıçaklar ve ö kseotlarıyla; ve başka rahipler, Isa betimli haçlar taşıyan;
bir de korsanlar, denizlerde ellerini kana bulayan.
Adalımız tedirgindi. Gü n ışığ ında bu saçmalıkların bir tekine bile inanmıyordu. Ama gece,
tü mü nü çok inandırıcı kılıyordu. Kendini uzayda tek bir noktaya indirgemişti; ne eni, ne de
boyu olan bir noktaya; o yü zden, çıkıp bir başka yere ayak basması gerekiyordu. Hani
bastığ ınız yeri sular kaplayınca denize ayak bastığ ınızı anlarsınız ya, geceleri ö lü msü z ve
zamansız başka dünyalara ayak basması gerekiyordu.
Karanlıkta uzanmış yatarken, uzay ve gün ışığının hükümdarlığında bile biraz gizemli görünen
karaçalı korusunun, gö rü nmez bir soydan inen yaşlı adamlarla birlikte sunak taşının
çevresinde ağ ladığ ının tuhaf bir biçimde ayırdına varıyordu. Gü ndü z gü rgenlerin altında
yıkıntı gibi gö rü nenler, ü rkü nç gecede ellerinde Isa betimli haçlarla dolaşan kana bulanmış
rahiplerin iniltilerine dö nü şü yordu. Koca kayaların arasındaki mağ ara ve gizli kumsal,
kopkoyu karanlıkta mor dudaklı korsanların ilenmelerine evriliyordu.
Adalımız, artık bö ylesi duyumsamalara kapılmamak için, her gü n adasında yoğ unlaştırıyordu
kendini. Artık neden Mutlu Ada olmasındı burası? Neden Hesperid’lerin son kü çü k adası
olmasın, neden onun sevimli, çiçeksi ruhuyla dolu benzersiz bir yere dö nü şmesindi? Insan
eliyle yaratılmış, katıksız kusursuzlukta küçük bir dünyaya.
Cennet’i yeniden elde etmeye kalkıştığ ımızda hep yaptığ ımız gibi, işe para harcamakla
başladı. Derebeylik zamanından kalma eski evi onardı, daha fazla ışık almasını sağ ladı, yerlere
olağ anü stü gü zellikte halılar serdi, iç karartıcı pencerelere yaprak desenli perdeler astı, taş
mahzenleri şarap şişeleriyle doldurdu. Dü nyadan, kanlı canlı bir hizmetçi kadın, bir de tatlı
dilli, çok deneyimli bir uşak getirtti. Bu ikisi, sanki adalı olmak için dünyaya gelmişlerdi.
Çiftlik evine bir kâ hya, iki de rençper yerleştirdi. Katırtırnakları arasında, boyunlarındaki
çıngırakları çıngırdatarak, Jersey inekleri dolanıyordu. Oğ leyin herkes yemeğ e çağ rılıyor,
akşamları dinlenme vakti geldiğinde bacalardan dingin dumanlar tütüyordu.
Koyda, ü ç beyaz kulü benin hemen aşağ ısında, motor takılı, gö sterişli bir yelkenli duruyordu.
Kü çü k bir ilikayla iki sandal da kumsala çekilmişti. Bir balık ağ ı dayanakları ü zerinde
kurumaya bırakılmıştı; bir tekne dolusu gıcır gıcır, beyaz dö şemelik tahta çapraz dizili
duruyor, bir kadın elinde kova kuyuya gidiyordu.
Yelkenlinin kaptanı, en sondaki kulü bede, karısı ve çocuğ uyla birlikte oturuyordu. Denizi iyi
bilen bu adam ö teki, bü yü k adadandı. Havayı gü zel gö rdü mü oğ luyla balığ a çıkıyor, bö ylece
havanın güzel olduğu her gün adada taze balık oluyordu.
Ortadaki kulü bede, çok sadık bir çift, yaşlı bir adamla karısı yaşıyordu. Yaşlı adam
marangozdu, ama her iş geliyordu elinden. Durmadan çalışıyor; rende ya da testeresinin sesi
eksik olmuyordu. Gözü işinden başka bir şey görmeyen bu adam da bir başka tür adalıydı.
Uçü ncü kulü bede, dul bir duvarcı ustası, oğ lu ve iki kızıyla birlikte oturuyordu. Bu adam,
oğ lunun da yardımıyla, hendekler kazıp çitler ö rü yor, çatkılar, duvar ayakları dikip yeni yeni
ek binalar inşa ediyor, kü çü k taş ocağ ından taş çıkartıyordu. Kızlarından biri bü yü k evde
çalışıyordu.
Herkesin arı gibi çalıştığ ı, huzurlu bir kü çü k dü nya doğ muştu. Adalının konuğ u olduğ unuzda,
ö nce kara sakallı, zayıf, gü ler yü zlü kaptan Arnold’la, sonra da oğ lu Charles’la karşılaşırdınız.
Evde, dü nyanın dö rt bir yanında yaşamış olan tatlı dilli uşak hizmet ederdi size; insanı, ancak
kusursuz, biraz da başına buyruk bir uşağ ın yaratabileceğ i tuhaf bir kusursuzluk duygusuyla
sarıp sarmalayan bir ortam yaratırdı çevrenizde. Sizi tü m silahlarınızdan arındırır, nerdeyse
tutsak ederdi. Kanlı canlı hizmetçi kadın, ancak gerçek beyefendilere gö sterilebilecek saygılı
bir incelik ve içten bir gü lü mseyişle isteklerinizi yerine getirirdi. Gü l yü zlü hizmetçi kız ise, o
bü yü k dış dü nyadan gelen olağ anü stü biriymişsiniz gibi bakardı size. Sonra, Cornwall’dan
gelmiş olan, gü ler yü zlü , ama temkinli çiftlik kâ hyasıyla, Berkshire’lı utangaç rençper ile
tertemiz karısı ve iki kü çü k çocuğ uyla karşılaşırdınız; ardından da, Suffolk’lu somurtkan
rençperle. Kent’li duvarcı ustası, elbet izniniz olursa, avlunun oradan konuşurdu sizinle.
Yalnızca yaşlı marangoz ters adamın tekiydi, başka dünyalardaydı sanki.
Evet, herkesin kendini gü vende duyduğ u ve size, gerçekten ö zel biriymişsinizcesine çok iyi
davrandığ ı, kendi başına kü çü k bir dü nyaydı burası. Ama adalının dü nyası, sizin değ il. Efendi
oydu. Efendi’ye ö zel bir gü ler yü z, ö zel bir ö zen gö steriliyordu. Herkes ne denli hoş bir yerde
yaşadığ ının, ne denli mutlu olduğ unun ayırdındaydı. O yü zden, adalı artık Bay Falanca
olmaktan çıkmıştı. Adada yaşayan herkesin, dahası sizin gözünüzde, “Efendi”ydi o.
Doğ rusu, her şey kusursuzdu. Efendi, buyurgan biri değ ildi. Buyurgan ne demek! Her şeyin
yetkin, herkesin mutlu olmasını isteyen sevimli, duyarlı, yakışıklı bir Efendi’ydi o. Kendisi de,
kuşkusuz, bu mutluluk ve kusursuzluğun kaynağıydı.
Ama kendince bir şairdi. Konuklarını soylulukla ağ ırlar, hizmetkarlarına ö zgü rlü k tanırdı.
Gene de, kurnaz ve çok akıllıydı. Adamlarına hiçbir zaman patronluk taslamaz; ne ki, kurnaz,
mavi gö zlü genç bir Hermes gibi, gö zü nü hiçbir şeyden ayırmazdı. Sonra, ö yle bilgiliydi ki,
şaşırmamak elde değ ildi. Jersey sığ ırları ve peynir yapımı, hendek kazmak ve tarlaları çitle
çevirmek, çiçekler ve bahçecilik, gemiler ve denizcilik gibi apayrı konularda bilmediğ i yoktu.
Her konuda bir bilgi pınarıydı sanki; ve sanki gerçekten tanrıların yabansı, yarı-gerçek
dü nyasından biriymişçesine, bü tü n bu bilgileri adamlarıyla tuhaf, biraz alaycı, biraz şaşırtıcı
bir biçimde paylaşmaktan keyif alıyordu.
Onu, şapkaları ellerinde dinliyorlardı. Beyaz ya da açık saman rengi giysilere bayılıyordu;
pelerinlere ve geniş kenarlı şapkalara da. Kâ hya, gü zel havalarda bir de bakardı, açık saman
rengi şayaklara bü rü nmü ş, olanca şıklık ve inceliğ iyle geliyor karşıdan; tarlanın ü zerinde
dolanan bir kuş gibi, şalgamlara dadanan ayrıkotlarının ayıklanıp ayıklanmadığ ına bakacak. O
zaman şapkalar çıkarılır, selamlar verilir; Efendi, keyi li, aklı başında, bilgece sö zler sö yler,
kâ hya kendinden geçerek yanıtlar verir, rençperler çapalarına yaslanarak sessiz bir
hayranlıkla dinlerlerdi. Kâhya, efendisine karşı son derece sevecendi.
Ya da, rü zgâ rlı bir sabah, denizden esen yapışkan yelle uçuşan peleriniyle, kü çü k bir bataklığ ı
akaçlamak için kazılan hendeğ in başında durur; hendekten kımıltısız ve gizemli gö zlerle
kendisine bakan adama, rüzgârın alıp götürdüğü bir şeyler söylerdi.
Ya da, akşamleyin yağ mur yağ arken, bir de bakarlardı, başında yağ murdan çarpılmış geniş
kenarlı şapkası, hızlı adımlarla avludan geçiyor. Kâ hyanın karısı, telaş içinde bağ ırırdı:
“Efendimiz! John, hemen kalk oradan, Efendimize yer aç sedirde.” Az sonra kapı açılır açılmaz,
sesler yü kselirdi: “Gö zlerime inanamıyorum, Efendimiz gelmiş! Bö yle bir gecede, neden
zahmet ettiniz?” Kâ hya pelerinini, kâ hyanın karısı şapkasını alır, iki rençper iskemlelerini
biraz geriye çeker, Efendi sedire oturur, çocuklardan birini de yanına oturturdu. Çocuklarla
arası çok iyiydi, onlara akıllara durgunluk veren ö ykü ler anlatırdı; kâ hyanın karısına bakılırsa,
hık demiş Kurtarıcımız İsa Efendimizin burnundan düşmüştü.
Daha yü ce, ama aynı zamanda daha dü şkü n bir varlıkmışçasına, her zaman gü lü mseyişlerle ve
aynı tuhaf saygıyla karşılanırdı. Neredeyse sevecenlikle, dahası neredeyse yaltaklanırcasına
davranıyorlardı ona. Yanlarından ayrıldığ ında ya da ondan sö z açıldığ ında, çoğ u zaman
yü zlerinde kurnazca, alaycı bir gü lü mseyiş beliriyordu. “Efendi”den korkmak gereksizdi. Onu
kendi haline bırakmak yeterliydi. Ona yalnızca yaşlı marangoz zaman zaman içten gelen bir
kabalıkla davranıyordu; bu yüzden, o da ihtiyara yakınlık göstermiyordu.
Içlerinden herhangi birinin onu gerçekten sevdiğ i kuşkuluydu. Ama onun da onlardan
herhangi birini gerçekten sevdiğ i su gö tü rü rdü . Onların mutlu olmalarını ve kü çü k dü nyanın
kusursuz olmasını istiyordu. Ama dü nyanın kusursuz olmasını isteyen birinin, gerçekten
sevdiğ i ve sevmediğ i şeylerin olmamasına dikkat etmesi gerekir. En fazla, genel bir iyi niyet
gösterebilir.
Işin ü zü cü yanı, bu genel iyi niyet, ne yazık ki tam da iyi niyetin gö sterildiğ i kişi tarafından her
zaman bir hakaret olarak gö rü lü r; o yü zden de, çok ö zel bir kö tü niyeti besler. Kuşkusuz, genel
iyi niyetin, böyle bir sonuç doğurabilmesinin nedeni bir çeşit bencillik olmasıdır!
Ne ki, adalımızın kendini adadığ ı uğ raşlar vardı. Saatlerce kü tü phanesinde çalışıyor; Grek ve
Latin yazarların yapıtlarında adı geçen tü m çiçeklerle ilgili bir başvuru kitabı hazırlıyordu.
Klasiklerin okutulduğ u seçkin okullarda ö ğ renim gö rmü ş değ ildi, hep devlet okullarında
okumuştu. Ama gü nü mü zde klasiklerin çok gü zel çevirileri var. Onları okuyarak, eski dü nyayı
rengârenk bezemiş binlerce çiçeği okumaktan doyumsuz bir tat alıyordu.
Gel zaman git zaman, adadaki ilk yıl geride kaldı. Bir sü rü şey yapılmıştı. Şimdi birbiri ardı sıra
faturalar yağ ıyordu. Her konuda titiz bir adam olan Efendi, faturaları incelemeye
koyulduğ unda, sararıp soldu, soluksuz kaldı. Zengin biri değ ildi. Gerçi adayı adam etmeye
çalışırken parasının bü yü k bir bö lü mü nü harcadığ ının ayırdındaydı; ama faturaları
incelediğ inde, varını yoğ unu harcamış olduğ unu gö rdü . Ada, binlerce sterlini silip
süpürmüştü.
Ama artık pek fazla bir harcama kalmamıştı! Ada, bir kazanç sağ lamasa da, artık kendi
giderlerini karşılayacak duruma gelmişti. Elbette gü vendeydi. Faturaların bü yü k bir
bö lü mü nü ö demiş, biraz yü reklenmişti. Ama gene de bü yü k bir sarsıntı geçirmişti; gelecek yıl,
ertesi yıl savurganlıktan kaçınması, idareli davranması gerekiyordu. Adamlarına yalın,
dokunaklı bir dille anlattı bunu. Onlar da, “Elbette!” dediler, “Bundan daha doğal ne olabilir!”
Bö ylece, dışarıda rü zgâ r esip gü rler, yağ mur bardaktan boşanırcasına yağ arken, kâ hyayla
birlikte kü tü phanesine kapandı; piposunu tü ttü rü p birasını yudumlarken, çiftlikle ilgili
tasarıları tartışmaya başladı. O gü zel yü zü nü masanın başından kaldırdı, mavi gö zlerinde bir
hayal belirdi. “Bu ne rü zgâ r bö yle!” Fırtına patlamıştı. Dalgaların dö vdü ğ ü , kimsenin
erişemeyeceğ i adasını dü şü ndü ve bir coşkuya kapıldı ansızın... Hayır, adayı yitirmemeliydi.
Esin perisi gelmişçesine yeniden adayla ilgili tasarılara dö ndü ; anlatırken elleri titriyordu.
Kâhya da, tekdüze bir sesle, “Evet, efendim! Evet, efendim! Haklısınız, beyim!” diyordu.
Gelgelelim, kâ hyanın pek dinlediğ i yoktu. Efendi’nin mavi keten gö mleğ ine, sü slü pembe
boyunbağ ına, kızıl kol dü ğ melerine, kutsal bokbö ceğ i betimli yü zü ğ ü ne bakıyordu. Bu toprak
adamının meraklı kahverengi gö zleri, Efendi’nin gü zel, kusursuz gö rü ntü sü nde temkinli bir
hayranlıkla geziniyordu. Ama Efendi’nin ışıltılı, yü ce bakışıyla karşılaştığ ında, gö zlerinde
ölçülü bir içtenlik ve saygı ışığı yanıp sönüyor, başını hafifçe öne eğiyordu.
Sonunda, hangi ekinlerin ekileceğ ini, farklı yerlerde ne tü r gü brelerin kullanılacağ ını, ne cins
domuz ve hindi alınacağ ını kararlaştırdılar. Daha doğ rusu, kâ hya, Efendi’nin sö ylediklerini
sürekli onaylayıp sessiz kaldı; genç adam da bildiğini okudu.
Efendi, sö zü nü ettiğ i konuları çok iyi biliyordu. Okuduğ u kitabın ö zü nü kavramada ve
bildiklerini uygulamada ustaydı. Bü tü nü yle bakıldığ ında, ortaya attığ ı dü şü nceler sağ lam
sayılırdı. Kâ hya bile farkındaydı bunun. Ama toprak adamının yü reğ inde, karşılık verecek
coşku uyanmıyordu. Kahverengi gö zler o içten saygıyla gü lü yor, ama ince dudaklar kıpırtısız
kalıyordu. Efendi tasarılarını anlatırken tıpkı bir çocuk gibi dudak bü kü yor, kâ hya hayranlık
dolu bakışlarla dinler gö rü nü yordu; oysa kafese kapatılmış yabansı bir hayvanı pek de
yakınlık duymadan seyreder gibi, yalnızca seyrediyordu Efendi’yi.
Sonunda sorunlar çö zü ldü ; Efendi, çıngırağ ı çalıp uşak Elvery’yi çağ ırdı, sandviç getirmesini
istedi. Efendi, memnundu. Uşak, gö zleriyle gö rebiliyordu bunu; hemen koşturdu, ançü ezli ve
jambonlu sandviçlerle yeni açılmış bir şişe vermut getirdi. Her zaman yeni açılmış bir şişe bir
şey bulunurdu.
Duvarcı ustasıyla da benzer bir gö rü şme oldu. Bir toprak parçasının akaçlanması gerekiyordu;
Efendi ile duvarcı ustası konuyu gö rü ştü ler, daha çok boru, daha nitelikli tuğ lalar ve daha bir
sürü şey ısmarlandı.
En sonunda, hava açtı; adadaki yoğ un çalışmaya biraz ara verildi. Efendi, yatıyla kısa bir
gezintiye çıktı. Aslında yat da sayılmazdı, ufak bir yelkenli demek daha doğ ruydu. Anakaranın
kıyılarında dolaştılar, limanlarda demirlediler. Her limanda bir dost geldi tekneye; uşak ha if
ve hoş yemekler pişirdi. Sonra, Efendi villalara ve otellere davet edildi; adamları onu bir prens
gibi karaya çıkardılar.
Ah, ne kadar pahalıya patladı bü tü n bunlar! Bankaya telgraf çekip para istemek zorunda kaldı.
Sonra, eve dönüp yeniden kemerleri sıktı.
Akaçlama için hendeklerin kazıldığ ı kü çü k bataklıkta çuhaçiçekleri ışık saçıyordu. Efendi,
bataklık kuruyacağ ı için neredeyse ü zü ntü duyuyordu. Sarı gü zeller bir daha ışık
saçmayacaktı.
Hasat zamanı bereketli oldu. Bir harman sonu şö leni dü zenlenmeliydi. Uzun ağ ıl tü mü yle
yeniden dü zenlendi, yeni bö lü mler eklendi. Marangoz, uzun masalar yaptı. Yü ksek tavanın
kirişlerine fenerler asıldı. Tü m ada halkı bir araya geldi. Masanın başında kâ hya oturuyordu.
Neşeli bir kutlamaydı.
Yemeğ in sonuna doğ ru, kadife ceketiyle Efendi gö rü ndü ; yanında da konukları. Kâ hya hemen
yerinden fırlayıp Efendi’nin onuruna ve sağ lığ ına kadeh kaldırılmasını ö nerir ö nermez,
gö rü lmemiş bir alkış koptu, herkes bü yü k bir coşkuyla kadeh kaldırdı. Efendi, kısa bir
konuşmayla karşılık verdi: Bu adada, kendi kü çü k dü nyalarında yaşıyorlardı. Bu dü nyayı
gerçek bir mutluluk ü lkesine çevirmek onların elindeydi. Herkes ü stü ne dü şeni yerine
getirmeliydi. Kendisi kendi payına dü şeni yapmış olduğ unu sanıyordu, çü nkü yü reğ i adasıyla
ve ada halkıyla birlikte atıyordu.
Uşak, yanıt verdi: Bö yle bir efendisi olduğ u sü rece, ada, hepsi için kü çü k bir cennetten başka
ne olabilirdi ki? Uşağ ın sö zlerine, kâ hya ile duvarcı ustasından gü çlü ve sıcak bir destek geldi;
yelkenlinin kaptanı ise kendinden geçmişti. Ardından, yaşlı marangozun kemanı eşliğ inde
dans başladı.
Ne var ki, işler gö rü ndü ğ ü gibi değ ildi. Ertesi sabah, çiftlikte çalışan çocuk, ineğ in sarp
kayalıktan aşağ ı dü ştü ğ ü nü haber verdi. Efendi, hemen koşup gitti; pek de yü ksek
sayılmayacak kayalıktan aşağ ı baktığ ında, geç açmış katırtırnaklarıyla kaplı yeşil bir kaya
çıkıntısının ü zerinde ö lü yatan ineğ i gö rdü . Onca paraya aldığ ı gü zelim hayvan daha şimdiden
şişmeye yüz tutmuştu. Aptal hayvan, durup dururken oradan aşağı düşülür müydü yani!
Ineğ i bayırdan yukarıya birkaç kişi gü ç bela taşıdı; derisinin yü zü lmesi ve gö mü lmesi de kolay
olmadı. Etini yemeye kimse yanaşmadı. Her şey öylesi tiksinçti ki!
Adanın simgesi olmuştu sanki. Insanların yü reğ ine sevinç ve mutluluk dü şmeyegö rsü n,
gö rü nmez bir el sessizliğ in içinden çıkageliyor, bir uğ ursuzluk rü zgâ rı estiriyordu adanın
ü zerinde. Keyif ve coşkuya yer yoktu, huzur kısa ö mü rlü ydü . Adamlardan birinin bacağ ı
kırılmıştı; bir başkası ateşli romatizmaya yakalanıp kö tü rü m kalmıştı. Domuzlar bilinmedik
bir hastalıktan kırılıyordu. Patlayan fırtınada yelkenli kayalara çarpmıştı. Uşaktan nefret eden
duvarcı ustası, kızının evde çalışmasına engel olmuştu.
Nereden çıktığ ı anlaşılmayan karşı konulmaz bir uğ ursuzluk kol geziyordu. Sanki adanın
kendisinde bir kutsuzluk vardı. Kimi zaman haftalarca acılar ve kö tü lü klerin sonu gelmiyordu.
Ama sonra bir sabah ansızın her şey gü llü k gü listanlık oluyor, ada cennete dö nü yor, bü tü n
işler yoluna giriyordu. Adalıların tü mü nü n yü reğ i erince eriyor, yeniden bir mutluluk umudu
kaplıyordu ortalığı.
Sonra, Efendi’nin ruhu bir çiçek gibi açar açmaz, yıkıcı bir darbe iniyordu bir kez daha. Birisi,
adadakilerden birini suçlayan imzasız bir pusula gö nderiyordu sö zgelimi. Başka biri,
Efendi’nin hizmetkarlarından birine üstü kapalı bir suçlama yöneltiveriyordu.
Duvarcı ustasının kızı, tatlı dilli uşağ a, “Birileri işin kolayını buldu burada” diye bağ ırmıştı,
“her fırsatta bir şeyler aşırıyorlar!” Efendi, kızın bu sözlerini duymuş, duymazdan gelmişti.
Rençperin karısı, “Benim herif, bu adanın, kadidi çıkmış Mısır ineklerine benzediğ ini
sö ylü yor” demişti adaya gelen konuklardan birine gizlice. “Tonla para yutuyor, ama
karşılığında hiçbir şey vermiyor.”
Hiç kimse hoşnut değ ildi. Adalı değ ildiler. Çocuğ u olanlar, “Çocuklarımıza haksızlık ediyoruz
galiba” diyorlardı. Çocuğ u olmayanlar da, “Kendimize haksızlık ediyoruz galiba” demekten
alamıyorlardı kendilerini. Birçok aile birbirinden nefret eder olmuştu.
Oysa ada o kadar gü zeldi ki. Adayı hanımellerin kokusu sarmaladığ ında ve parlak ay ışığ ı
denizde oynaştığ ında, en çok homurdananlar bile tuhaf bir nostaljiye kapılıyorlardı. Ozlem
çekiyordu insan, yabanıl bir ö zlem; belki de geçmişe duyulan bir ö zlemdi bu, adada her şeyin
çok farklı olduğ u gizemli geçmişin derinliklerine duyulan ö zlem. Insanı garip tutku taşkınları
kaplıyordu, karşı durulmaz tuhaf azgınlıklar, acımasız dü şlemler. Adada daha ö nce var olmuş
kan, tutku ve azgınlık. Ürkünç düşler, uyuruyanıklıklar, belli belirsiz özlemler.
Efendi de adasından biraz korkmaya başlamıştı. Burada, daha ö nce hiç kapılmadığ ı garip,
yeğ in duygulara, daha ö nce yü reğ inin kö şesinden geçmemiş azgın isteklere kaptırıyordu
kendini. Adamlarının kendisini hiç sevmediklerini artık çok iyi biliyordu. Kendisine içten içe
karşı olduklarını; bu kö tü cü l, alaycı, kıskanç insanların kendisini alaşağ ı etmek için pusuda
beklediklerini biliyordu. En az onlar kadar temkinli ve ağzı sıkı olmayı seçmişti o da.
Ama artık her şey taşmak ü zereydi. Ikinci yılın sonunda ayrılmalar başladı. Once hizmetçi
kadın gitti. Efendi, kendilerini fazla ö nemseyen kadınlardan hiçbir zaman hoşlanmamıştı.
Duvarcı ustası, artık oralarda oyalanmak istemediğ ini sö yledi ve ailesiyle birlikte o da ayrıldı
adadan. Ardından, romatizmalı rençper de gitti.
Sonra, o yılın faturaları gelmeye başladı; Efendi, hesap defterlerini incelemeye koyuldu. Iyi
ü rü n almış olmalarına karşın, elde ettikleri gelir gü lü nçtü , giderleri bile karşılamıyordu. Ada
bu kez yü zlerce değ il, binlerce sterlin yitirmişti. Inanılır gibi değ ildi. Anlamak olanaksızdı!
Onca para nereye gitmişti?
Efendi, kü tü phanesine çekildi, iç karartıcı geceler ve gü ndü zler boyunca hesapları inceledi.
Kılı kırk yarıyordu. Adadan ayrılmış olan hizmetçi kadının, kendisini dolandırdığ ını anlıyordu
şimdi. Ola ki, herkes dolandırıyordu. Ama nefret ettiğ i bu dü şü nceyi kafasından
uzaklaştırmaya çalıştı.
Gelgelelim, bu dengesiz hesapları dengelemeye çabalamaktan bitkin dü ştü ; yü zü nde renk
kalmadı, gö zleri çukura kaçtı. Olacak şey değ ildi. Ama olmuştu işte, paralar uçup gitmiş, cepte
koca bir delik daha açılmıştı. İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabilirlerdi?
Bö yle sü rü p gidemeyeceğ i açıktı. Yakında sıfırı tü ketecekti. Hiç istememesine karşın uşağ ına
yol vermek zorunda kaldı. Uşağ ı tarafından ne kadar dolandırıldığ ını ö ğ renmek bile
istemiyordu. Ne de olsa olağ anü stü bir uşaktı. Bir sü re sonra çiftliğ in kâ hyasının da gitmesi
gerekti. Efendi, bu konuda en kü çü k bir ü zü ntü duymadı. Çiftliğ in kayıpları az canını
yakmamıştı.
Uçü ncü yıl, harcamaların iyiden iyiye kısılmasıyla geçti. Ada hâ lâ gizemli ve bü yü lü ydü . Ama
aynı zamanda gü venilmez ve acımasız, gizliden gizliye, anlaşılmaz bir biçimde uğ ursuzdu.
Bembeyaz ve masmavi çiçekleriyle alabildiğ ine gü zel bir gö rü nü m sunmasına ve gü l kırmızı
çanlarını eğen yüksükotlarının ağırbaşlı kıvraklığına karşın, amansız bir düşmandı ada.
Uçü ncü yıl, çalışanların azaltılması, ü cretlerin dü şü rü lmesi, saltanatın sö nü kleşmesiyle geçti.
Ama gene de, en kü çü k bir umut ışığ ı belirmedi. Çiftlik bir kez daha bü yü k kayba uğ radı. Cepte
bir kez daha kocaman bir delik açıldı. Artık iyice kü çü lmü ş olan cepte bir delik daha. Ada bu
konuda da gizemliydi: Gö rü nmez kolları olan bir ahtapot gibi her yandan sarıyor, cepteki
parayı çekip alıyordu.
Ne var ki, Efendi adayı hâlâ seviyordu. Ama bu sevgide belli belirsiz bir hınç seziliyordu artık.
Dö rdü ncü yılın ikinci yarısını, adayı elinden çıkarmak için anakarada yoğ un bir çaba
harcayarak geçirdi. Ve bir adayı satmanın ne denli zor olduğ unu gö rerek şaşkınlığ a kapıldı.
Kendisi gibi herkesin de bö yle bir adanın ö zlemiyle yaşadığ ını sanmıştı; oysa hiç de ö yle
değ ildi. Kimsenin doğ ru dü rü st bir para vermeye yanaştığ ı yoktu. Artık adadan, ne pahasına
olursa olsun boşanmak isteyen bir adam gibi kurtulmak istiyordu.
Sonunda, adayı, beşinci yılın ortalarına doğ ru, yatırım yapmak isteyen bir oteller zincirine
devredebildi. Adayı, bir balayı ve golf adasına dönüştürmeyi düşünüyorlardı.
Ne tuhaftır ki, o gü ne değ in mutluluk yü zü gö rmemiş olan ada şimdi bir balayı ve golf adası
olacaktı!

İKİNCİ ADA

Adalının taşınması gerekiyordu. Ama anakaraya gitmek istemiyordu. Hayır! Hâ lâ kendisinin
olan daha kü çü k adaya taşındı sonunda. Sadık yaşlı marangoz ile karısını, o gü ne değ in hiç
umursamadığ ı o çifti de yanında gö tü rdü ; son yıl eve bakmış olan dul adamla kızını da yanma
aldı, yaşlı adama yardım eder diye öksüz bir oğlanı da.
Kü çü k ada, çok kü çü ktü ; ama denizin ortasında bir kaya kamburu olduğ undan,
gö rü ndü ğ ü nden daha bü yü ktü . Kayalar ve çalıların arasından geçen bir patika vardı; bu inişli
çıkışlı patikayı izlediğ iniz zaman, adanın çevresini dolanmak yirmi dakikanızı alıyordu.
Sanıldığından uzun bir zamandı.
Gene de bir adaydı işte. Adalı, tü m kitaplarıyla birlikte, iskelenin oradan kayalara tırmanarak
varılan altı odalı sıradan eve yerleşti. Iki de bitişik kulü be vardı. Birine karısı ve oğ luyla yaşlı
marangoz taşındı; öbürüne de dul adamla kızı.
Sonunda her şey dü zene girdi. Efendi’nin kitapları iki odayı dolduruyordu. Gü z gelmişti bile,
Orion denizden doğ uyordu. Efendi, karanlık gecelerde, otel yö neticilerinin halayına çıkanlar
ve golfçular için yapılacak dinlence merkezinin tanıtımını ü stlenecek olan konuklarını
eğlendirdikleri eski adasının ışıklarını görebiliyordu.
Neyse ki, Efendi, denizin ortasındaki bu kaya kamburunun efendisiydi gene de. Adada yer alan
yarıkları, yeşil dü zlü kleri, son yaban sü mbü llerinin asılı durduğ u, denizin ü zerinde
kahverengiye çalan yaz tohumlarının bir başına ve el değ memiş gö rü ndü ğ ü sarp bayırları
keşfe çıkıyordu. Eski kuyunun ağ zından aşağ ı bakıyor; bir zamanlar domuzların barındığ ı taş
ağılı gözden geçiriyordu. Kendisinin bir keçisi vardı.
Evet, bir adaydı burası. Kayaların dibindeki Kelt denizi her zaman, ama her zaman adanın
uçuk bozluğ unu emmiş, yıkamış, silikleştirmişti. Ne kadar çok sesi vardı denizin! Derinlerdeki
patlamalar, gü mbü rtü ler, uzayıp giden tuhaf iç çekmeler, ıslık sesleri; sonra suların altında,
insanların gerçek sesleri, sanki bir pazar yeri şamatası. Ve gene, uzaklarda çalan bir çan,
gerçek bir çan! Ardından, dinmek bilmeyen, ü rkü tü cü , titrek bir ses ve alçaktan boğ uk
solumalar.
Bu adada hayaletler, eski bir insan soyunun hayaletleri yoktu. Deniz, dalgaların kö pü kleri ve
rü zgar tü mü nü alıp gö tü rmü ş; yalnızca denizin kendi sesi, kendi hayaleti kalmıştı: Denizin
sayısız ses ve hayaleti kış boyunca sö yleşiyor, sö yleniyor, bağ ırıyordu. Ve kü lrengi, dupduru
havada, yalnızca denizin kokusu vardı; bir de, boz, yarı saydam kayaların arasında dikenli
katırtırnaklarıyla ö bek ö bek sü pü rgeotlarının. Koca bir kayadan oluşan bu kü çü cü k ada,
denizin soğ uğ u ve bozluğ unda ve ağ ır ağ ır inen sisin ortasında, uzaydaki son noktayı andıran
bir kambur gibi yükseliyordu.
Yeşil yıldız Sirius, denizin çevreni ü zerinde dineliyordu. Ada bir gö lgeydi. Açık denizde bir
geminin kü çü k ışıkları gö rü nü yordu. Aşağ ıda, kayalık koyda, kayık ve motor gü vendeydi.
Marangozun mutfağının ışığı yanıyordu. Hepsi bu.
Kuşkusuz, bir de evin ışığ ı yanıyordu; dul adam akşam yemeğ ini hazırlıyor, kızı da ona yardım
ediyordu. Adalı artık kendi yemeğ ini kendisi pişiriyordu. Burada Efendi değ ildi artık, yeniden
adalı olmuş, erince ermişti. Yaşlı marangoz, dul adam ve kızı, benzersiz bir bağ lılık anıtıydılar.
Yaşlı adam, çalışmaya tutkun olduğ undan, gü nü n son ışığ ına değ in çalışıyordu. Dul adam ve
otuz ü ç yaşındaki sessiz, gü zel kızı da Efendi için çalışıyorlardı, ona hizmet etmeye
bayıldıkları ve kendilerine sağ ladığ ı sığ ınaktan dolayı ona sonsuz bir şü kran duydukları için.
Ama ona “Efendi” demiyorlardı. “Bay Cathcart!” diye adıyla sesleniyorlardı ona, yumuşak ve
saygılı bir sesle. O da onlarla, dü nyanın uzağ ında insanlar gibi, gü rü ltü çıkarmaktan korkarak,
yumuşak, nazik bir sesle konuşuyordu.
Ada artık bir “dü nya” değ ildi. Bir tü r sığ ınaktı. Adalı artık herhangi bir şey için savaşmıyordu.
Bö yle bir savaşım vermek için en kü çü k bir gereksinme duymuyordu. O ve ona bağ lı kalan
birkaç insan, tek bir sö z sö ylemeden bir arada yolculuk ederken bu kaya parçasına
konuvermiş küçük bir deniz kuşu sürüşüydü sanki. Gezginci kuşların sessiz gizemi.
Gü nü nü n bü yü k bir bö lü mü nü çalışma odasında geçiriyordu. Kitabı ilerliyordu. Dul adamın
kızı eğ itim gö rmü ş biriydi; adalının yazdıklarını yazı makinesinde temize çekiyordu. Yazı
makinesinin sesi adadaki tek tuhaf sesti. Ama çok geçmeden onun tıkırtısı da denizden gelen
gürültülerle ve rüzgar sesiyle uyum sağlamıştı.
Aylar geçiyordu. Adalı çalışma odasında çalışıyor, adadaki insanlar sessizce kendi işleriyle
uğ raşıyorlardı. Keçi yavrulamış, sarı gö zlü kara bir oğ lağ ı olmuştu. Uskumru boldu. Yaşlı
adam, deniz yeterince sakin olduğ unda, oğ lanı da alıp kayıkla balığ a çıkıyordu; motorla da,
mektupları almak için en bü yü k adaya gidiyorlardı. Tek bir kuruş israf etmeden erzak ve araç
gereç de getiriyorlardı dö nü şlerinde. Gü nler ve geceler geçiyordu, ama hiç istek yoktu, can
sıkıntısı bile yoktu.
Tü m isteklerden arınmış bu yabansı dinginlik, adalının gö zü nde bir tü r tansıktı. Canı hiçbir
şey istemiyordu. En sonunda, ruhu, bedeninde duruyordu artık; garip bir bitki ö rtü sü nü n
yayılıp ara sıra bir oraya bir buraya salındığ ı, suskun bir balığ ın bir gö rü nü p bir kaybolduğ u
su altında yarı aydınlık bir mağ ara gibiydi ruhu. Durgun, yumuşak, yakınmasız, ama kö k
salmış yosunlar kadar canlı.
Adalı, “Bu mutluluk mu?” diye sordu kendi kendine. Sonra kendi kendini yanıtladı: “Bir dü şte
gibiyim. Hiçbir şey duyumsamıyorum ya da ne duyumsadığ ımı bilmiyorum. Gene de,
mutluymuşum gibi geliyor bana.”
Yalnız, dü şü nsel etkinliğ ini sü rdü rebileceğ i bir şey gerekliydi. O yü zden, uzun, sessiz saatler
boyunca çalışma odasına kapanıyordu; ne çok hızlı çalışıyordu, ne de çok ö nemseyerek;
bırakıyordu, yazdıkları usulca ö rsü n içinden gelenleri, ağ ır ağ ır ö rü len incecik bir ö rü mcek ağ ı
gibi. Artık ortaya çıkan iyiymiş, kö tü ymü ş, onu ilgilendirmiyordu. Usul usul, sessizce
ö rü yordu, ancak duru bir havada gö rü lebilen incecik bir ö rü mcek ağ ı gibi; yazdıkları, gü zü n
eriyip giden bir ağ gibi yitiverse, hiç umurunda olmayacaktı. Artık ona kalıcı gelen, yalnızca
incecik şeylerin yumuşak uçuculuğ uydu. Onlarda sonsuzluğ un pusu vardı. Oysa taş yapılar,
sö zgelimi katedraller, eninde sonunda yıkılacaklarını bildiklerinden, kalımsız bir direnişle
inliyorlardı; uzun zaman dayanmalarından gelen gerilim hep bir iniltiyle dışa vuruyordu
sanki.
Ara sıra anakaraya ve kente gidiyordu. Şık, son moda giysiler giyip kulü bü ne uğ ruyordu.
Tiyatroda locada oturuyor, Bond Caddesi’nde alışverişe çıkıyordu. Kitabını yayımlatmak için
gö rü şmeler yapıyordu. Ama yü zü nde hep, gelişip yü kselme yarışından kopmuş olmanın
verdiğ i o ö rü mcek ağ ımsı anlatım vardı. Yarıştan kopmuş olması, kaba kentlilere, onu alt
ettiklerini duyumsatıyor, oysa o adasına geri dönmekten hoşnut oluyordu.
Kitabı hiç yayımlanmasa bile umurunda değ ildi. Yıllar yumuşak bir pusun içinde eriyip
gidiyordu. Ilkyaz gelmişti. Bu adada tek bir çuhaçiçeğ i bile gö rmemişti, ama bir bıldırcınotuna
rastlamıştı. Dalları çiçekli iki kü çü k karaçalı ile birkaç dağ lalesi vardı. Kü çü k adasındaki
çiçeklerin listesini çıkarmaya verdi kendini. Ilkin bir yabani frenkü zü mü saptadı, sonra bodur
bir mü rver ağ acının çiçekleri, ardından irili ufaklı sarı katırtırnakları ve yabangü lleri ilişti
gö zü ne. Karan iller; orkideler, kırlangıçotlarından ö vü nç duydu; adasının insanlarından
duymadığ ı bir ö vü nç. Islak bir kö şede sessiz sakin dinelen altın rengi taşkıran çiçeğ ini
gördüğünde, kendinden geçercesine üzerine eğildi, uzun uzun seyretti. Oysa dul adamın kızına
gösterdiğinde, kızcağız hiçbir olağandışılık görmeyecekti taşkıran çiçeğinde.
Gerçek bir zafer kazanmışçasına, “Bu sabah altın rengi bir taşkıran çiçeği buldum” dedi kıza.
Çiçeğ in adı kulağ a çok hoş geliyordu. Kız, adalıya bü yü lenmiş kahverengi gö zlerle baktı; kızın
gözlerindeki derin sızı, adalıyı biraz ürküttü.
“Demek buldunuz, efendim. Güzel bir çiçek mı?”
Adalı, dudaklarını büzdü, kaşlarını kaldırdı.
“Doğrusu, öyle gösterişli bir çiçek değil. İstersen gösteririm.”
“Çok isterim.”
Kız çok sessiz, çok hü lyalıydı. Ama adalı, kendisini tedirgin eden bir kararlılık sezdi onda. Kız
çok mutlu olduğ unu, gerçekten mutlu olduğ unu sö ylü yordu. Iki kişinin yan yana yü rü mesinin
olanaksız olduğ u kayalık yolda, adalıyı sessizce, bir gö lge gibi izliyordu. Adalı, hemen
arkasındaki kızın hep ayırdındaydı; ardından teslimiyet içinde gelişi bile onu ürkütüyordu.
Kızın sevgilisi olması, ona duyduğ u bir tü r acımadan kaynaklanmıştı. Oysa kızın kendisi
ü zerindeki etkisinin ne denli gü çlü olduğ unun ve bu etkiyi bile isteye nasıl yarattığ ının
ayırdında değ ildi. Ama kıza kapıldığ ı an, bunun tü mü yle bir yanlışlık olduğ unu sezdiren bir
çelişki dü şmü ştü yü reğ ine. Kıza karşı ü rkek bir nefret duyuyordu. O istememişti. Kızın da
bedeniyle istemediğ i kanısındaydı. Ona bunu yaptırtan, salt iradesiydi. Boynunu kırma
pahasına, deniz kıyısında bir kaya çıkıntısına tırmandı. Allak bullak, saatler boyunca denizi
seyretti; kendi kendine, “Biz istemedik. Gerçekten istemedik” diyordu.
Cinselliğ in kendiliğ indenliğ ine yakalanmıştı gene. Aslında cinsellikten nefret ettiğ i falan
yoktu. Sevişmeyi, Çinliler gibi, hayatın bü yü k gizemlerinden biri olarak gö rü yordu. Ama
sevişme mekanik, otomatik bir şey olup çıkmıştı ve bundan kurtulmak istiyordu. Otomatik
sevişme, adalıyı allak bullak ediyor, onda bir tü r ö lü m duygusu uyandırıyordu. Yeni bir
isteksizlik, durgunluk aşamasına geldiğ ini dü şü nü yordu. Belki de, bunun ö tesinde, yepyeni bir
duyarlık, hiç geçilmemiş bir yolda buluşan iki kişinin hiç yaşanmamış kırılgan birlikteliğ i
yatıyordu.
Hepsi mü mkü ndü , ama hiçbiri değ ildi. Hiç de yeni bir şey değ ildi bu. Kendiliğ inden, istençten
bağ ımsız bir şeydi. Kız bile, gerçekten benliğ inde, istememişti bunu. Onda da beklenmedik bir
biçimde ortaya çıkmıştı.
Adalı, çok geç bir saatte eve dö ndü ğ ü nde, kızın yü zü nü n korkudan bembeyaz kesildiğ ini
gö rdü , kendisine karşı ne duyduğ unu anlamış gibiydi. Acıdı kıza, yumuşak, sevecen sö zler
söyledi ona. Ama kendini ondan uzak tuttu.
Kız, hiçbir belirti gö stermedi. Ona her zamanki sessizliğ iyle hizmet etti; gene sessizce, gene
aynı gizli tutkuyla, onun yakınında olma tutkusuyla hizmet etti. Adalı, kızın aşkının tuhaf,
ü rkü tü cü bir kararlılıkla kendisini izlediğ ini duyumsadı. Hiçbir şey istemiyordu kız. Oysa adalı
şimdi kızın parlak, kahverengi, tuhaf gö zlerine baktığ ında, dile gelmeyen bir soru okuyordu.
Soru dolaysızca geldi ona, hiçbir zaman fark etmediği bir irade gücüyle.
O yüzden, dayanamadı ve yeniden sordu kıza.
“Benden nefret etmene yol açacaksa, hayır” dedi kız.
Adalı, sinirlenerek, “Neden nefret ettirsin ki?” diye yanıtladı. “Bu da nereden çıktı şimdi?”
“Biliyorsun, senin için her şeyi yaparım.”
O kesinden, kızın ne dediğ ini ancak sonradan anımsadı ve daha da ö kelendi. Neden onun için
her şeyi yapar gö rü nsü ndü ki? Neden kendisi için değ il? Ama ö keden, daha da kaptırdı
kendini. Hiçbir zaman erişmediğ i bir tü r doygunluğ a erişmek için, kendini kıza teslim etti.
Adadaki herkes biliyordu. Ama aldırmıyordu adalı.
Içinde en kü çü k bir istek kalmamıştı, kendini darmadağ ın hissediyordu. Kızın kendisini
yalnızca iradesiyle istediğ ini dü şü nü yordu. Darmadağ ındı ve kendi kendini aşağ ılıyordu.
Adası kirlenmiş ve bozulmuştu. En sonunda vardığ ı Zaman’ın az bulunur, istekten arınmış
katlarındaki yerini yitirmiş ve gene eski durumuna dü şmü ştü . Keşke gerçek olabilseydi:
Aralarında oluşacak hoş bir istek ve içlerindeki kırılgan, duyarlı aşk ateşine bağ lı kaldıklarında
bir erkeğ in bir kadınla buluşabileceğ i az bulunur ü çü ncü bir yerde hoş bir buluşma. Ama bö yle
bir şey olmamıştı; gerçek bir istekle değ il kendiliğ inden olması, kendini aşağ ılanmış
hissetmesine yol açıyordu.
Kızın sessiz kınamalarına karşın, kü çü k adadan uzaklaştı. Umarsızca kalabileceğ i bir yer
arayarak anakarada dolaşıp durdu. Uyumunu yitirmişti; artık bu dünyaya uymuyordu.
Flora’dan -adı Flora’ydı- bir mektup aldı; “Korkarım, bir çocuğ um olacak” diyordu. Kurşun
yemiş gibi oturduğ u yerde kaldı. Yine de bir yanıt yazdı kıza: “Neden korkalım ki? Olacaksa
olacak; korkacağımıza sevinmeliyiz.”
Tam o sıralarda, birtakım adaların açık artırmayla satışa çıkarıldığ ını duydu. Haritaları açıp
inceledi. Ve sonunda, açık artırmaya katılıp, çok az bir paraya başka bir ada satın aldı.
Kuzeyde, ö teki adaların iyiden iyiye açığ ında, birkaç dö nü mlü k bir kaya parçasıydı bu ada.
Koca okyanusun ortasında alçak bir kaya parçası. Uzerinde tek bir yapı yoktu, tek bir ağ aç bile
yoktu. Yalnızca kuzey sularının yosunları, yağ mur sularından bir gö lcü k, yer yer ayakotları,
kaya ve deniz kuşları. O kadar. Gözü yaşlı batı göğünün altında.
Yeni adasını gö rmek için yola koyuldu. Denizdeki fırtına yü zü nden adaya gü nlerce ulaşamadı.
Sonra, denizin ha if puslu olduğ u bir gü n adaya çıktı; sisler altında, alçaktan ö yle uzanıp giden
bir ada gö rdü . Ama bu bir yanılsamaydı. Islak, kaygan yosunların ü zerinde yü rü yordu; boz
renkte, hayaletleri andıran koyunlar boğ uk bir sesle meleyerek sağ a sola atılıyorlardı.
Ardından, ayakotlarının çevrelediğ i karanlık gö lcü ğ e geldi. Sonra, kayalara ö keyle çarpıp
parçalanan külrengi denize erişti.
Gerçekten bir adaydı burası.
Bö ylece eve, Flora’nın yanına dö ndü . Flora, suçluluk içeren bir korkuyla, ama aynı zamanda
gizemli gö zlerinde utkulu bir parlaklıkla baktı ona. Adalı bir kez daha yumuşadı, Flora’yı
yatıştırdı, dahası neredeyse diş ağ rısını andıran tuhaf bir tutkuyla yeniden istedi onu. Artık
bir çocukları olacağı için Flora’yı alıp anakaraya götürdü ve orada evlendiler.
Adaya geri dö ndü ler. Flora hâ lâ adalının yemeğ ini getiriyordu, ama kendi yemeğ ini de
getiriyor, masaya oturup onunla birlikte yiyordu. Adalı ö yle istiyordu. Dul anne mutfakta
kalmayı yeğliyordu. Flora, adalının evinin konuk odasında yatıyordu, onun evinin hanımıydı.
Istek denen şey, adalıda tiksinç bir sonla ö ldü . Çocuğ un doğ umuna daha aylar vardı. Adalı,
adasından nefret ediyordu; ada, bayağ ı bir yer, bir kenar mahalle gibi gö rü nü yordu gö zü ne.
Kendisi de tü m seçkinliğ ini yitirmişti. Haftalar bir zindandaymışçasına, aşağ ılanmayla geçti.
Gene de, çocuk doğ uncaya kadar dişini sıkmaya karar vermişti. Ama kaçmayı tasarlıyordu.
Flora’nın haberi bile yoktu.
Çok geçmeden bir hemşire çıktı ortaya; masada onlarla birlikte yiyordu. Arada sırada doktor
geliyor, denizde fırtına varsa orada kalmak zorunda kalıyordu. Viskiyi içti mi, key ine diyecek
yoktu.
Golders Green’de genç bir çift olabilirlerdi.
En sonunda bir kız çocuğ u dü nyaya geldi. Baba, bebeğ e baktı ve neredeyse dayanamayacağ ı
kadar bü yü k bir sıkıntı dü ştü yü reğ ine. Boynuna koca bir taş bağ lanmıştı sanki. Ama
duyumsadıklarını dışa vurmamaya çalışıyordu. Ve Flora bilmiyordu. Hâ lâ , ahmakça bir
hoşnutlukla gü lü msü yordu. Sonra yeniden ona acıtan, imalı, kü stah bakışlarla bakmaya
başladı. Ona böyle tapınıyordu.
Adalı buna katlanamıyordu. Flora’ya, bir sü re için oralardan uzaklaşmak zorunda olduğ unu
sö yledi. Flora, gö zyaşları dö ktü , ama onu ele geçirdiğ ini dü şü ndü . Adalı, mü lkü nü n en iyi
bö lü mü nü onun ü stü ne geçirdiğ ini anlattı ve bunun ona ne gelir getireceğ ini yazdı bir kâ ğ ıda.
Flora, pek kulak vermedi, yalnızca yü klü , tapınan, kü stah bakışlarla baktı ona. Adalı, dü zenli
olarak alacağ ı paranın yazılı olduğ u bir çek defteri uzattı Flora’ya. Bu, Flora’nın ilgisini
uyandırdı. Ve adalı, eğ er bir gü n bu adadan bıkacak olursa gö nlü nü n çektiğ i yerde
yaşayabileceğini söyledi ona.
Adalı çıkıp giderken, Flora kahverengi gö zlerinde o acıtan, delici bakışlarla izledi onu, ama hiç
ağlamadı.
Adalı, üçüncü adasını düzene koymak üzere, dosdoğru kuzeyin yolunu tuttu.

ÜÇÜNCÜ ADA

Uçü ncü ada, kısa zamanda yaşanılır kılındı. Iki adam, çimento ve kıyıdan taşıdıkları iri
çakıllarla adalı için bir kulübe yaptılar, üstünü de oluklu sac levhalarla örttüler. Bir tekneyle bir
yatak ve masa, ü ç iskemle, sağ lam bir dolap taşındı, birkaç da kitap. Adalı kö mü r, gaz ve erzak
getirtti; o kadar.
Kulü be, adaya çıktığ ı ve sandalını çektiğ i çakıllı koyun hemen yakınındaydı. Adamlar, gü neşli
bir ağ ustos gü nü teknelerine binip gittiler. Deniz durgun ve soluk maviydi. Ufukta kü çü k posta
gemisini gö rdü ; yü rü yormuşçasına, ağ ır ağ ır kuzeye doğ ru geçip gidiyordu. Haftada iki kez
uzak adalara uğ ruyordu. Gerekirse, hava da iyiyse, sandalıyla posta gemisine ulaşabilir ya da
kulübenin arkasındaki bayrak direğinden işaret verebilirdi.
Adada kalan yarım dü zine koyun ona eşlik ediyordu; bir de bacaklarına sü rtü necek bir kedisi
vardı. Kuzey gü zü nü n keyi li ve gü neşli son gü nleri sü rerken, kayalar arasında, kü çü k
hü kü mdarlığ ının kesekle kaplı topraklarında yü rü yor, sonunda hep bitimsiz, tedirgin denize
varıyordu. Her birinde bir farklılık yakalayacağ ı umuduyla her yaprağ ı inceliyor, kıyıya vuran
yosunların sonsuz açılıp kapanışını seyrediyordu. Hiç ağ acı yoktu, biraz sü pü rgeotu bile
gö rü nmü yordu ortalıkta. Yalnızca kesekle kaplı topraklar, kesekler arasında minik bitkiler,
gö lcü ğ ü n çevresinde ayakotları ve okyanusta yosunlar. Memnundu. Insanlar gibi dikilip duran
ağ açları ya da çalıları istemiyordu, çok tedirgin ediciydiler. Soluk mavi denizin ortasında
çırılçıplak ve dümdüz uzanan adası yetiyordu ona.
Kitap yazmayı bırakmıştı. Ilgisini yitirmişti. Adasının alçak tepesinde oturup denize
bakıyordu; gö rü nü rde başka hiçbir şey yoktu, yalnızca soluk, sessiz deniz. Ve puslu okyanus
gibi, zihninin puslu bir dinginliğ e bü rü ndü ğ ü nü duyumsayışı. Kimileyin, bir serap gibi, bir
kara parçasının gö lgesinin kuzeye doğ ru uzandığ ını gö rü yordu. Gö lgenin ö tesi koca bir
adaydı. Ama neredeyse cisimsiz bir ada.
U kun yakınındaki vapuru fark ettiğ inde korkulu bir şaşkınlığ a kapıldı, adada durur da
huzurumu kaçırır mı diye dü şü nü rken yü reğ i daraldı. Kaygıyla, geçip gidişini izledi; ama
ancak tü mü yle gö zden kaybolduğ u zaman gerçekten rahatladığ ını, yeniden kendine geldiğ ini
duyumsadı. Birilerinin gelebileceğ i dü şü ncesinin gerilimiyle yaşamak acı veriyordu.
Insanların yakınına gelmelerini istemiyordu. Ses duymak istemiyordu. Farkında olmadan
kedisiyle konuşacak olsa, kendi sesinin sesinden bile deliye dö nü yordu. Bü yü k sessizliğ i
bozduğ u için kızıyordu kendi kendine. Kedisi yü zü ne bakıp yalvarırcasına bir sesle
miyavlayacak olsa, rahatı kaçıyordu. Kediye kaşlarını çatıyordu. Kedi de anlıyordu.
Yabanıllaşıyor, kayaların arasında pusuya yatıyor, belki de balık avlıyordu.
Ama adalının en nefret ettiğ i şey, koyunlardan birinin ağ zını açıp boğ uk, kısık bir sesle
melemesiydi. Dö nü p baktığ ı zaman, korkunç ve iğ renç gö rü nü yordu gö zü ne koyun.
Koyunlardan hiç hoşlanmaz olmuştu.
Yalnızca denizin mırıldanışını, martıların sanki başka bir dü nyadan gelen keskin çığ lıklarını
duymak istiyordu. Ama en iyisi, büyük sessizlikti.
Tekne adaya geldiğ inde koyunlardan kurtulmayı kararlaştırdı. Artık ona alışmışlardı,
durdukları yerde sarı ya da renksiz gö zleriyle, sanki alay ediyormuşçasına kü stahlıkla yü zü ne
bakıyorlardı. Soğ uk bir dü zmecelik vardı bu hayvanlarda. Taşların ü zerinde kısa, kesik
sıçrayışlarla koşarlarken toynaklarının yere vuruşundan çıkan tok ses, sırtlarındaki yapağ ının
iki yana devrilişi itici geliyordu adalıya.
Hava bozdu, bü tü n gü n yağ mur yağ dı. Uzun zaman, damdan su fıçısına damlayan suyun sesini
dinleyerek, açık kapıdan yağ mura, kara kayalara, gizli denize bakarak, ö yle yattı yatağ ında.
Adada şimdi birçok kuş vardı, her çeşit deniz kuşu. Bambaşka bir dü nyaydı onların dü nyası.
Birçoğ u, daha ö nce hiç gö rmediğ i kuşlardı. Birden eski dü rtü sü baskın çıktı; bir kitap
getirtmek, kuşların adlarını ö ğ renmek isteğ i duydu. Eski tutkusunun bir anlık parlayışıyla,
gö rdü ğ ü her şeyin adını ö ğ renmek istedi, sandalına atlayıp vapura kadar gitmek bile geçti
içinden. Şu gö rdü ğ ü kuşların adları! Hepsinin adını ö ğ renmeliydi, onları ancak bö yle kendinin
kılabilirdi, onun gözünde ancak böyle yaşıyor olabilirlerdi.
Ne ki, çok geçmeden tutku ondan uzaklaştı; şimdi çevresinde dö nenip duran kuşları
seyrediyordu yalnızca, birbirlerinden ayırt etmeden, gö z ucuyla izliyordu onları. Tü m ilgisini
yitirmişti. Ancak iri, alımlı bir martı, kulü benin açık kapısının ö nü nde, sanki bir gö rev
ü stlenmişçesine gidip geliyordu. Bü yü ktü , maviye çalan inci rengindeydi, gö vdesi bir inci
kadar pü rü zsü z ve gü zeldi. Yalnızca kanatlarında kapkara tü yler vardı, kara tü ylerin ü stü nde
de ü ç belirgin beyaz benek. Adalı, uzak ve soğ uk denizlerden kopup gelen bu kuşun neden bu
kadar sü slü olduğ unu çok merak etti. Martı, kulü benin ö nü nde, ucu kıvrık, soluk sarı gagasını
havaya kaldırarak, kendini dev aynasında gö rü rcesine, koyu sarı ayaklarıyla çalımlı çalımlı
yürürken, adalı düşünüp duruyordu. Bir şeylerin habercisiydi bu kuş, bir anlamı vardı.
Sonra, kuş gelmez oldu. Deniz kuşlarının kanat çırpışlarından, havada çınlayan keskin, ü rkü nç
çığ lıklarından geçilmeyen ada, yeniden ıssızlaşmaya başladı. Artık kayaların ve keseklerin
ü stü nde canlı yumurtalar gibi başlarını kımıldatmadan oturan, ara sıra adalının bacaklarının
arasından uçuşa geçen kuşlar yoktu. Koyunların arasında keseklerin ü stü nde koşuşturan,
sonra birden alçaktan kanat çırpan kuşlar gö rü nmü yordu artık. Çoğ u gitmişti. Ama her zaman
olduğu gibi bazıları kalmıştı.
Gü nler kısaldı, ortalığ a bir ü rkü ntü çö ktü . Bir gü n tekne çıkageldi: Ansızın, saldırıya
geçmişçesine. Adalının rahatı kaçtı. O kılıksız iki adamla konuşmak, işkenceden farksızdı.
Adamların kabasabalığ ı çok itici geliyordu. Oysa kendisi ö zene bezene giyinmişti, kulü besi
tertemiz ve dü zenliydi. Bu iki balıkçının partallığ ı ve hoyratlığ ı, rahatının kaçırılmasına asla
dayanamayan adalıya gerçekten itici geliyordu.
Getirdikleri mektupları hiç açmadan kü çü k bir kutuya bıraktı. Zar lardan birinde para olduğ u
anlaşılıyordu. Ama onu bile açmayı gö ze alamadı. Her tü rlü ilişki itici geliyordu. Zarfın
üzerindeki adını okumak bile. Mektupları gözden ırak bir yere kaldırdı.
Koyunların yakalanıp bağ lanması ve tekneye konulması sırasında kopan kızılca kıyamet,
adalının tü m hayvanlardan tiksinmesine yol açtı. Bu hayvanları ve leş gibi kokan adamları
hangi kö tü tanrı yaratmış olabilirdi ki? Burnuna, balıkçılardan da, koyunlardan da aynı berbat
koku geliyordu: Tertemiz yeryüzünde bir kokuşmuşluk.
Tekne en sonunda durgun denizde yelken açıp uzaklaşmaya başladığ ında bile, hâ lâ siniri
yatışmamıştı, çok kö tü hissediyordu kendini. Gü nler sonra bile, bazen koyunların geviş
getirişini anımsayıp midesi bulanacaktı.
Bir zaman sonra, karanlık kış gü nleri sö kü n etti. Bazen gü n hiç ışımıyordu. Hasta gibiydi,
eriyip çö zü lü yordu sanki, çö zü lme sanki tam içindeydi. Dışarıda, kafasında ve ruhunda ne
varsa, alacakaranlıktı. Bir keresinde, kapıya gittiğ inde, koyda yü zen kara insan kafaları gö rdü .
Bir sü re baygın kaldı. Bayılmasının nedeni, insanların beklenmedik bir biçimde yaklaşmaları
karşısında geçirdiğ i sarsıntı, kapıldığ ı yılgıydı. Alacakaranlıkta yılgı! Ancak geçirdiğ i
sarsıntıdan bitkin dü şü p bedenini duymaz olduğ unda, kara kafaların yü zerek adaya çıkmaya
çalışan ayıbalıkları olduğ unu fark etti. Gö vdesini tuhaf bir ferahlık kapladı. Ama sarsıntıdan
sonra tam olarak kendine gelebilmiş değ ildi. Daha sonra, oturdu ve o gö rdü klerinin insan
olmadığ ına şü krederek ağ ladı. Ama ağ ladığ ını hiç fark etmedi. Donuklaşmıştı. Bu dü nyadan
olmayan, garip bir hayvan gibi, artık ne yaptığının farkında değildi.
Tek doyumunu hâ lâ yalnız olmaktan, tam anlamıyla yalnız olmaktan alıyordu. Çevresini saran
boşluğ u içine çektiğ i bir yalnızlık. Yalnızca kü lrengi deniz, bir de denizin yıkadığ ı adasının
iskelesi. Başka hiçbir temas yoktu. Dehşetini onunla temasa geçirecek insani hiçbir şey yoktu.
Yalnızca uzay, ıslak, alacakaranlık, denizle yıkanan uzay! Ruhunun besini buydu.
Bu nedenle, fırtına çıktığ ında ya da deniz yü kseldiğ inde çok seviniyordu. O zaman, onu hiçbir
şey ele geçiremiyordu. Dış dü nyadan hiçbir şey içine giremiyordu. Gerçi rü zgarın korkunç
zorbalığ ı ona epey acı veriyordu, ama onun adına dü nyayı tü mü yle silip sü pü rü yordu da.
Denizde fırtına patlaması, dalgaların gö ğ ü tutması her zaman hoşuna gidiyordu. O zaman
hiçbir tekne ulaşamazdı ona. Adasını çevreleyen ölümsüz bir sur gibiydi.
Zamanın geçişini izlemeyi bırakmıştı, artık kitap okumakla da ilgilenmiyordu. Basılı har ler,
tıpkı sö zü n sapkınlığ ı gibi, tiksinti vericiydi. Gaz sobasının ü stü ndeki pirinç levhayı bile sö kü p
atmıştı. Kulübesinde bir şeylerin üzerinde ne kadar harf varsa hepsini silip yok etmişti.
Kedisi ortadan kaybolmuştu. Uzü ldü ğ ü sö ylenemezdi. Kedinin cılız, bıktırıcı miyavlamaları
tü ylerini ü rpertiyordu. Kö mü rlü kte yaşıyordu kedi. Her sabah kendi yediğ i lapadan veriyordu
ona. Kedinin yemek yediğ i incan tabağ ını yıkamaktan nefret ediyordu. Onun ortalıkta dolanıp
durmasından hiç hoşlanmıyordu. Ama bü yü k bir ö zenle besliyordu onu. Sonra bir gü n kedi
lapasını yemeye gelmedi; oysa karnı acıkınca hep miyavlardı. Bir daha da gelmedi.
Adalı, yağ mur yağ mayagö rsü n, sırtına muşamba yağ murluğ unu geçiriyor, ne aradığ ını ya da
ne gö rmek istediğ ini bilmeksizin ö ylesine geziniyordu adada. Zaman durmuştu. Uzaklara
baktığ ında bembeyaz yü zü nde sert bir anlatım beliriyor, keskin, mavi gö zleri ö telere dalıp
gidiyor, koyu gö ğ ü n altındaki koyu denizi amansızca, neredeyse acımasızca izliyordu. Soğ uk
dalgalarla boğ uşan bir balıkçı teknesi gö rdü ğ ü nde, bakışlarında yabansı, kıyıcı bir ö ke
dolanıyordu.
Kimileyin hastalanıyordu. Hastalandığ ını, yü rü rken sendelemesinden, bazen kolayca yere
dü şmesinden anlıyordu. O zaman, durup ne olduğ unu anlamaya çalışıyordu. Kilerden sü t tozu
ve malt alıyor, karıştırıp yiyordu. Sonra gene unutuyordu. Kendi duygularını algılamayı bile
bırakmıştı.
Gü nler uzamaya başlamıştı. Kış yumuşak geçmiş sayılırdı, ama çok yağ mur yağ mıştı. Gü neşi
unutmuştu. Ama birden hava çok soğ udu ve adalı titremeye başladı. Yü reğ ine korku dü ştü .
Gö kyü zü dü mdü z ve boz renkteydi, geceleri tek bir yıldız belirmiyordu. Çok soğ uktu. Yeni yeni
kuşlar gelmeye başlamıştı. Ada donuyordu. Elleri titreyerek ocakta bir ateş yaktı. Soğ uktan
korkmuştu.
Kımıltısız, ö lü mcü l bir soğ uk her gü n sü rü yordu. Ara sıra kar tanecikleri gö rü lü yordu havada.
Gü nler bozararak uzuyor, ama soğ uk sü rü yordu. Donuk kü lrengi gü nışığ ı. Kuşlar geçip gidiyor,
kanat çırparak uzaklaşıyorlardı. Bazılarının donup ö lmü ş olduklarım gö rdü . Sanki hayat her
şeyden elini eteğ ini çekiyordu, kuzeyden çekiliyor, gü neye yö neliyordu. “Yakında tü m hayat
çekip gidecek” dedi kendi kendine, “buralarda hiçbir canlı kalmayacak.” Bunu dü şü nü rken
acımasızca bir doygunluk duydu.
Sonra bir gece rahatlar gibi oldu; daha iyi uyuyor, uyur uyanık titremiyor, kendinden geçerek
kıvranıp durmuyordu. Bedeninin ü rperip titremesine o denli alışmıştı ki, artık neredeyse
ayırdına varmıyordu. Ama ilk kez durulup yatıştığında fark edivermişti.
Sabah uyandığ ında, ortalık bembeyazdı. Pencereden dışarısı gö rü nmü yordu. Kar yağ mıştı.
Yataktan kalkıp kapıyı açtı ve ü rperdi. Uf! Ne kadar soğ uktu! Her yer beyaza bü rü nmü ştü ;
deniz kurşun rengini almıştı; kara kayalar beyaz beneklerle kaplıydı. Dalgaların kö pü kleri arık
değ ildi artık; kirlenmiş gö rü nü yorlardı. Deniz, cesedi andıran adanın beyazlığ ını kemiriyordu.
Solgun hava kar tanecikleriyle örtülmekteydi.
Yerde bir karış kar vardı; beyaz, pü rü zsü z, yumuşak, dingin. Adalı, bir kü rek alıp evinin ve
sundurmanın çevresindeki karları kü redi. Sabahın solgun yü zü karardı. Çok uzaklardan tuhaf
gö k gü rlemeleri duyuluyor, yeni yağ makta olan karın arasından ara sıra hayal meyal bir
şimşek çakıntısı görülüyordu. Kar, kımıltısız belirsizlikte ağır ağır yağıyordu.
Biraz dolaşmak istedi, ama karda yü rü mek çok zordu. Sendeleyip yere dü şü nce, kar yü zü nü
yaktı. Bitkin, baygın, eve döndü. Kendine gelince biraz süt ısıttı.
Kar durmadan yağ ıyordu. Oğ leden sonra ortalığ ı yeniden gö k gü rü ltü leri kapladı, kar perdesi
arasından kızıla çalan şimşekler çaktı. Adalı tedirgindi; yatağa uzandı, gözlerini hiçliğe dikti.
Hiç sabah olmayacak gibiydi. Adalı yattığ ı yerde çok uzun bir sü re gecenin yatışmasını
bekledi. Sonunda hava biraz açar gibi oldu. Adalının evi, ışığ ın belli belirsiz aydınlattığ ı bir
hü creydi. Karın penceresini boydan boya kapladığ ını fark etti. Korkunç soğ ukta yattığ ı yerden
kalktı. Kapıyı açtığ ında, gö ğ sü ne kadar gelen kardan duvar karşısında durakladı. Kardan
duvarın ü zerinden baktığ ında, mü thiş bir rü zgar çarptı yü zü ne; kar fırtınasının ortalığ ı
birbirine kattığ ını gö rdü . Karaya çalan deniz çalkalanıp duruyor, kar karşısında umarsız
kalıyordu. Gökyüzü boza kesmişti, ama aydınlıktı.
Adalı, sandalına ulaşmak için çılgınca bir çabaya girişti. Eğ er bir yerde kısılıp kalacaksa, bu
doğ anın gü cü yle değ il, kendi seçimiyle olmalıydı. Denize erişmeliydi. Sandalına
erişebilmeliydi.
Ama gü çsü zdü , zaman zaman kara yenik dü şü yordu. Karın altında kalıyor, ama her seferinde
çok geç olmadan sağ çıkmayı başarıyor, korkunun gü cü yle alt ediyordu karı. Bitkindi, ama
teslim olmayacaktı. Sü rü nerek içeri girdi, biraz kahve yapıp domuz pastırması kızarttı. Sonra
yeniden kara çıktı. Karı, bu yeni, beyaz, kaba gücü yenik düşürmeliydi.
Korkunç, ö ldü rü cü rü zgarda, kü reğ iyle karı açmaya çabalıyordu. Rü zgar soğ uğ u dondurucu
kılıyordu; gü neş ara sıra yü zü nü gö sterse de, simsiyah deniz azgın kö pü kleriyle u ka doğ ru
devrilirken insanın yü reğ ini karartıyordu. Gene de gü neşi yü zü nde duyumsayabiliyordu. Mart
ayıydı.
Sandala ulaştı. Elleriyle karları iteleyip sandalın rüzgardan korunaklı yerine oturdu; neredeyse
ayaklarının dibinde burgaç gibi dö nerek kabaran sulara baktı. Çıldırmış bir dü nyada çakıl
taşları akıl almaz bir doğ allık içindeydi. Gü neş artık ışıldamıyordu. Kar sert tanecikler halinde
yağ ıyor; kar taneleri denizin sert siyahlığ ına değ er değ mez bir mucize gerçekleşircesine yok
oluyordu. Azgın dalgalar, karla kaplı çakıllı sahile saldırıyor, çarpıp parçalanıyordu. Islak
kayalar yabanıl bir siyahlıktaydı. Durmadan yağ an şeytansı kar, karanlık denize değ er değ mez
yok oluyordu.
Gece fırtına patladı. Sanki sonsuz kar yığ ınının tü m yeryü zü ne bü yü k bir gü mbü rtü yle
çarpışını duyabiliyordu. Rü zgar ikide bir uğ uldayarak saldırıya geçiyor, ara sıra kö r edici bir
şimşek çakıyor, ardından rü zgarın uğ ultusunu bastıran bir gö k gü rü ltü sü duyuluyordu.
Sonunda, şafak, kö r karanlığ ı yırttığ ında, fırtına az çok duruldu, ama rü zgar durmadan esmeyi
sürdürüyordu. Kar, adalının kulübesinin kapısını tümüyle örtmüştü.
O keyle karı açarak dışarı çıkmaya çalıştı. Sonunda, salt kararlılığ ıyla, koca kar yığ ınını aştı.
Dışarı çıktığ ında, donmuş karın iki karıştan fazla olmadığ ım gö rdü . Ama adası gitmişti.
Tepeden tırnağ a biçim değ iştirmişti; daha ö nce tepelerin olmadığ ı yerlerde, bü yü k, beyaz,
erişilmez tepeler yü kseliyor, yanardağ gibi tü tü yordu, ama kar tozuydu ağ ızlarından yü kselen.
Adalı, yıkılmış, yenik düşmüştü.
Teknesi de, daha kü çü k de olsa bir kar yığ ınının altında kalmıştı. Ama karları temizleyecek
gü cü yoktu. Umarsızca tekneye baktı. Kü rek elinden kaydı, karın içine yıkıldı, her şey silinip
gitti. Deniz, karda yankılanıyordu.
Bir sü re sonra, her nasılsa, kendine geldi. Emekleye emekleye kulü beye dö ndü . Hemen hemen
hiçbir şey duymuyordu. Gene de, yalnızca kar uykusuna dalarken ateşe dö ndü ğ ü yanı da olsa,
ısınmayı başardı. Sonra yeniden biraz süt ısıttı. Ardından, büyük bir özenle ateşi canlandırdı.
Rü zgâ r dü şmü ştü . Yoksa yeniden gece mi olmuştu? Sessizlikte, sonsuz karın yabanıl yağ ışını
duyar gibiydi. Gö z kamaştırıcı şimşeğ in hemen ardından, gö k gü rlemeleri daha yakından
geliyordu. Adalı, dö şeğ inde kendinden geçmişçesine yatıyordu. Doğ anın gü çleri! Doğ anın
güçleri! Beyninde sürekli bu sözcükler uğulduyordu. Doğanın güçlerini alt edemezsin.
Ne kadar sü rdü , hiçbir zaman bilemeyecekti. Sonunda, bir hayalet gibi kulü beden dışarı çıktı,
artık tanınmaz durumdaki adanın bembeyaz tepelerinden birine tırmandı. Gü neş ısıtıyordu.
“Yaz gelmiş” dedi kendi kendine, “yapraklar yeşerip gö ğ erecek.” Kımıltısız denizin ıssızlığ ı
ortasında bir yabancı gibi gö rü nen adanın beyazlığ ına boş gö zlerle baktı. Bir an uzaklarda bir
yelkenli gö rdü ğ ü nü dü şlemeye çalıştı. Çü nkü kaskatı kesilmiş denizin ü zerinde bir daha asla
bir yelkenli görünmeyeceğini çok iyi biliyordu.
Adalının bakışları arasında, gö kyü zü anlaşılmaz bir biçimde karardı ve dondurucu bir soğ uk
çıktı. Çok uzaklardan, doyumsuz bir gö k gü rü ltü sü duyuldu. Adalı, bunun, denizin ü zerinde
dönenen karın işareti olduğunu anladı. Döndü, karın soluğunu duyumsadı gövdesinde.

You might also like