You are on page 1of 583

MÎNA

URGAN
Virginia Woolf
YA ANTI

Edebiyat – 93
ISBN 975-363-363-7

Virginia Woolf / Mina Urgan

1. baskı: 3000 adet, stanbul, Mart 1995

Yayına Hazırlayan: Sevin Okyay
Tasarım: Mehmet Ulusel
Ofset Hazırlık: Nahide Dikel
Düzelti: Sezar Atmaca
Yayın Koordinatörü: Aslıhan Dinç
Baskı: Altan Matbaacılık Ltd. ti.

©Yapı Kredi Yayınları Ltd. ti., 1994
Tüm yayın hakları saklıdır.
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dı ında
yayıncının yazılı izni olmaksızın
hiçbir yolla ço altılamaz.

Yapı Kredi Yayınları Ltd. ti.
Yapı Kredi Kültür Merkezi
stiklal Caddesi No: 285 Beyo lu 80050
stanbul
Telefon: (0-212) 293 08 24 Faks: (0-212)
293 07 23

İçindekiler
Bölüm 1 Virginia Woolf’un Ailesi,
Çocukluk ve Gençlik Yılları
Bölüm 2 Virginia Woolf’un Evlili i
Bölüm 3 Virginia Woolf un Cinsel
Sorunları
Bölüm 4 Virginia Woolf’un Ki ili i ve
Akıl Hastalı ı
Bölüm 5 Virginia Woolf’un Ölümü
Bölüm 6 Virginia Woolf’un
Feminizmi
Bölüm 7 Virginia Woolf’un
Ele tirmenli i
Bölüm 8 Virginia Woolf’un Roman
Türünde Yapmak stedi i De i im
Bölüm 9 The Voyage Out
Bölüm 10 Night and Day
Bölüm 11 Jacob’s Room
Bölüm 12 Mrs. Dalloway
Bölüm 13 To the Lighthouse
Bölüm 14 Orlando
Bölüm 15 The Waves
Bölüm 16 The Years
Bölüm 17 Between the Acts
Bölüm 18 Flush ve Virginia Woolf’un
Öyküleri


Sevgili arkada ım, de erli ele tirmen
Berna Moran’ın anısına.
M.U


Bölüm 1
Virginia Woolf’un Ailesi, Çocukluk
ve Gençlik Yılları

1882’de Londra’da dünyaya gelen
Virginia Woolf, Victoria Ça ı ’nın tanınmı
yazarlarından Sir Leslie Stephen’ın
kızıydı. Annesi de babası da daha önce
ba kalarıyla evlenmi ler, dul kalınca da
bir araya gelmi lerdi. Her ikisinin de ilk
e lerinden çocukları vardı. Sir Leslie
Stephen’ın ilk e i, ünlü romancı
Thackeray’nın kızıydı. Thackeray’nın e i
akıl hastası oldu undan, Leslie
Stephen’ın bu kadından olan kızı Laura,
anneannesine çekmi , yirmi ya ında bir
akıl hastahanesine kapatılmı tı.
Virginia’nın annesi Julia Duckworth ile
Leslie Stephen’ın be çocukları oldu. Ya
sırasıyla Vanessa, Julian, Thoby, Virginia
ve Adrian. Virginia on üç ya ındayken
ansızın ölen annesi, hem Pre-Raphaelite
ressamlarda hayranlık uyandıracak ve
Burne-Jones’a modellik edecek kadar
güzeldi, hem de melek huylu, son derece
anlayı lı bir insandı. Romancı George
Meredith, ona duydu u derin saygıyı
ömrü boyunca hiçbir kadına duymadı ını
söylemi ti. Virginia Woolf ’un en güvenilir
ya amöyküsünü yazan ye eni Quentin
Bell’e bakılacak olursa, her açıdan güzel
olan bu kadının garip ataları varmı .
Bunlardan biri Hindistan’da yüksek
memurmu . Fazla içti i için ölünce, kendi
iste i üzerine alkol dolu bir demir kasaya
kapatılıp, ngiltere’ye sevk edilmi . Ne var
ki, yolculuk sırasında bir kaza olmu .
Kasa her nasılsa parlayıp tutu mu ; ölü,
patlayan kasadan dı arı fırlamı , gemide
de yangın çıkmı .
Ça ın ço u aileleri gibi çok çocuklu
olan Stephen’lar, özellikle varlıklı
sayılmamakla birlikte yüksek orta
sınıftandı. (Bilindi i gibi, ngiltere’de orta
sınıf, yüksek orta sınıfa ve a a ı orta
sınıfa bölünür; bunların arasında da
da lar kadar fark vardır.) Stephen’lar,
Londra’da aydın bir çevrede, güzel bir
semtte ya arlar; yazlarını Cornwall
bölgesinde St Ives’daki evlerinde, deniz
kıyısında geçirirlerdi. Virginia Woolf,
orasını çok severdi. “Pure sea-water on
pure sand is almost the loveliest thing in
the world” (Temiz kum üstünde temiz
deniz suyu, dünyanın neredeyse en güzel
eyidir) der mektuplarından birinde. To
the Lighthouse’da (Fener’e Do ru) ve The
Waves’de (Dalgalar) denizin böylesine
önemli bir yer tutmasının, çocukluk
anılarından kaynaklandı ı besbellidir.
Sir Leslie Stephen’ın çocukları,
akıllarına eseni yaparak özgürce
ya amak istiyorlardı. Victoria Ça ı’ndan
kalan can sıkıcı ahlak kurallarına,
tutucu törelere ba kaldırıyorlardı. Özenle
düzenledikleri bir akadan da anlarız
bunu: ngiltere’nin en büyük ve en yeni
sava gemisi Dreadnought’ta yapılan bu
aka, ülkenin çok satan gazetelerinden
Daily Mirror’un 16 ubat 1910 tarihli ba
sayfasına man et olmu , bütün
ngiltere’yi güldürmü tü.
Virginia Woolf’un annesi

Virginia’nın önerisi üzerine, karde i
Adrian ve Cambridge’li üç arkada ı,
ustaca yapılmı makyajlar ve giysilerle,
Habe mparatoru ve maiyeti kılı ına
girmi ler, resmi bir heyet olarak törenle
a ırlanmı lardı Dreadnought’ta.
Aralarından biri, uydurma bir dille
tercüman rolünü oynamı ; heyet gemide
gezdirilirken, ngiliz subaylarının
açıklamalarını sözde Habe diline
çevirmi ti. O sırada yirmi sekiz ya ında
olan Virginia’nın, adı verilmeden, bıyıklı
sakallı ve çok yakı ıklı bir Habe Prensi
olarak büyük bir resmi de çıkmı tı
gazetede.
Sir Leslie Stephen çoktan ölmü tü iyi
ki. Çünkü çocuklarının böyle bir oyun
oynamaları, bu saygıde er adamın
yüre ine inerdi mutlaka. Sir Leslie
Stephen, ça da larınca saygıde er
sayılan, ama aslında öyle olmayanlardan
de ildi. Gerçekten saygıya de er bir
aydındı. Cambridge’i bitirdikten sonra,
devletin resmi Kilisesine, yani Anglikan
Kilisesi’ne din adamı olarak kabul edildi.
Ama Hıristiyanlı a inancını yitirdi i ve
agnostik bir tutum benimsedi i için,
Kilisede görev kabul etmedi. Babalarının
bu uygarca tutumu sayesinde, Virginia
ile karde leri, 1880’li yıllarda dünyaya
gelen öteki çocuklar gibi dinsel baskı
altında büyümediler.
Virginia Woolf’un babası

Virginia Woolf ’un ya amında, ne
Hıristiyanlı ın bir yeri oldu, ne de
Tanrının. Sir Leslie Stephen üniversite
ö retim üyesiydi. Hâlâ önemli bir ba vuru
kitabı sayılan The History of English
Thought in the Eighteenth Century (XVIII.
Yüzyılda ngiliz Dü ünce Tarihi) ile otuza
yakın ba ka kitap yayınladı. Bunların
arasında Hours in a Library (Kitaplıkta
Geçen Saatler); Pope, Swift, Dr. Johnson,
George Eliot üzerine incelemeler de
vardır. Cornhill Magazine gibi saygın bir
dergiyi yönetti ve en önemlisi,
ngiltere’nin kültür tarihinin ba lıca
anıtlarından biri olan Dictionary of
National Biography’nin (Ulusal Biyografi
Sözlü ü) editörlü ünü yaptı. Gelgelelim
Virginia do du u sırada elli ya ında olan
Sir Leslie Stephen, çocukları gibi bizim
yüzyılımızın insanı de il, Victoria Ça ı
insanıydı. Gerçi o dönemin ço u
babalarından farklı olarak, kızının,
evlerinin her bir yanını dolduran binlerce
kitap arasında istedi ini okumasına izin
veriyordu; ama Thomas Hardy’nin güzel
romanı The Return of the Native’i (Yerlinin
Geri Dönü ü) “fazlasıyla tutkulu” (“too
passionate”) buluyor; yönetti i dergide
tefrika etmeye yana mıyordu.
Çocuklarına hiç de baskı yapmamakla
birlikte, herkeste fazla saygı uyandıran
bu baba, hiç farkına varmadan, salt
ki ili inin a ırlı ıyla kızını eziyordu.
Babasına duydu u garezin, Virginia’nın
feminizminin ba lıca nedenlerinden biri
oldu u hiç ku ku götürmez. Virginia
Woolf, 1904’te kendisi yirmi iki
ya ındayken ölen babasından, insanı
üzen bir kinle söz eder. Annesi, kalabalık
ailesine bakmak için fazla didindi inden
kırk dokuz ya ında ölürken, babasının
“yetmi iki ya ında kanserden ölmeye güç
katlandı ını” (“he found it difficult to die of
cancer at seventy two”) söyler. Babasının
kızına ancak köpe i kadar önem verdi ini
belirtmek için, yürüyü e çıkarken,
“köpe iyle kızını ça ırdı ını” (“calling for
his daughter and his dog”) anlatır. Akıl dı ı
bir suçlamada bulunarak, Sir Leslie
Stephen’ın Dictionary of National
Biography gibi büyük bir yapıt
üretmesinin, en küçük o lu Adrian’ın
ya amını daha çocuk dünyaya gelmeden
önce mahvetti ini ileri sürer. Virginia
Woolf’un Aralık 1923’ güncesine
bakılacak olursa, kendi akıl hastalı ının
nedeni de bu yapıttır:

“It gave me a twist of the head. I
shouldn’t have been so clever, but I
should have been more stable
without that contribution to the
history of England.”
(Benim kafamı burktu. ngiliz tarihine
bu katkı yapılmasaydı, bu kadar zeki
olmazdım; ama daha dengeli
olurdum)

1928 tarihli güncesinde, babasının
ölümünden yirmi dört yıl sonra bile, Sir
Leslie Stephen’ın do um gününde, onu
kinle anar.

Virginia ve kızkarde i Vanessa kriket
oynuyor, 1894.

Salt ondan kurtuldu u için
ya ayabildi ini, kitap yazabildi ini söyler:

“He could have been ninety six...
But mercifully was not. His life
would have entirely ended mine.
What would have happened... No
writing, no books.”
(Doksan altı ya ında olabilirdi imdi...
ükür ki, olamadı. Onun ya amı,
benimkini tümüyle bitirirdi. Ne
olurdu... Yazı yazmak yok, kitaplar
yok. )

Virginia Woolf, aynı yıl To the
Lighthouse’ı yazıp, o romanda Mr.
Ramsay ile Mrs. Ramsay ki iliklerinde
annesiyle babasını yeniden
canlandırarak, baba kompleksinden
kurtuldu. Güncesinde ve mektuplarında,
babasını da, annesini de her gün
dü ündü ünü; her ikisinin de çok
sa lıksız bir saplantı haline geldi ini; ama
bu romanın, onlardan kurtulmasını
sa layan bir büyü oldu unu anlatır.
Kendini öldürmeden birkaç ay önce, 22
Aralık 1940’da da, her zaman sevdi i
annesinden ve hiçbir zaman sevmedi i
babasından hayranlık ve sevgiyle söz
eder:

“How beautiful they were, these old
people... I mean father and
mother... How simple, how clear,
how untroubled. I have been dipping
into old letters and father’s
memoirs. He loved her. Oh was so
candid and reasonable and
transparent. How serene and gay
even their life reads to me: No mud,
no whirl-pools. And so human.”
(Ne kadar güzeldiler onlar, o ya lı
insanlar... Yani babamla annem
demek istiyorum. Öyle sade, öyle açık
seçik, tedirginlikten öyle uzaktılar ki...
Eski mektupların ve babamın
anılarının urasını burasını okudum.
Annemi seviyordu. Ah, öyle saf, öyle
aklı ba ında, öyle saydamdı ki!
Onların ya amı ne kadar huzurlu,
hattâ ne kadar sevinçli görünüyor
bana: Çamur yok, girdaplar yok. Ve
öyle insanca ki!)

Virginia bu arada, ünlü Sir Leslie
Stephen’ın kızı olarak, para ve mevkiden
fazla kültüre önem veren aydın bir
çevrede yeti menin; büyük bir kitaplıktan
canı istedi i gibi yararlanabilmenin;
ak amları Henry James, Thomas Hardy,
George Meredith gibi büyük yazarların
sohbetini dinlemenin; Walter Pater’in çok
bilgili kız karde inden Yunanca özel ders
alabilmenin, kafasının geli mesinde ne
denli olumlu bir rol oynadı ını da
anlamı tı belki de.
Virginia, babasının ölümünden sonra,
karde leriyle birlikte Bloomsbury
mahallesine yerle ti. Artık baba evinde
de il, kendi evlerinde oturuyorlar;
babalarının ya lı dostlarıyla de il, kendi
genç dostlarıyla görü üyorlardı. Virginia,
tamamiyle özgürdü. Ama özgürlü üne
kavu an öteki genç kızlardan farklı
olarak, durumundan yararlanıp
erkeklere yakınlık göstermiyordu. Oysa
elimizde yı ınla foto raf bulundu undan,
annesi gibi bir afet olmamakla birlikte,
gençli inde de, orta ya lıyken de, her
erkekte hayranlık uyandıracak kadar
güzel oldu unu biliyoruz. Romancı
Rosamond Lehman, onun çok ince, uzun
boylu ve “son derece güzel” (“extremely
beautiful”) oldu unu; hüzünlü büyük
gözleri ve çarpıcı yüz hatlarıyla Ortaça ın
Meryem Analarını andırdı ını anlatır.
Ellerinin biçimli inceli i üstünde ayrıca
durur. Virginia Woolf ’un elleri öyle
saydammı ki, onları öminenin ate ine
tutunca, derinin altında incecik kırılgan
kemikleri görür gibi olurmu insan.
Uzaktan akrabası Dr. Janet Vaughan,
onun güzelli inin tenin rengi ve tazele i
gibi gelip geçici eylerden de il, kemik
yapısından kaynaklandı ını; bu yüzden
de, gençken de, ya lıyken de güzel
kaldı ını söyler. air Edith Sitwell “she
had a moonlit, transparent beauty” (onun
ay ı ı ında aydınlanmı casına saydam bir
güzelli i vardı) der. Vita Sackville-West ’in
o lu oldu u için Virginia Woolf ’u
çocuklu undan beri tanıyan Nigel
Nicolson, ngiliz dilinde, “pretty” ile
“beautiful” arasındaki büyük farkı
vurgulayarak, onun hiçbir zaman
“pretty” olmadı ını, ama her zaman
“beautiful” oldu unu söyler. E i Leonard
Woolf da, onun “intense” (yo un) ve
“ethereal” (semavi) izlenimini veren
güzelli i üstünde durur. Bu güzelli in,
ancak Virginia akıl dengesini yitirdi i
sıralarda ansızın de i ime u radı ını; o
zaman, yüzünün yalnız ifadesinin de il,
hatlarının bile de i ti ini; insana acı
veren bir güzelli e dönü tü ünü söyler.
Güzelli i bir yana, Virginia Woolf, biraz
kalınca, hattâ telefonda erkek sesini
andıran sesiyle de kendini dinleyenleri
büyülermi . Süsüne dü kün olmadı ı
halde, her zaman çok bol olan ve ba ka
kadınların giysilerine pek benzemeyen
giysileriyle de çok çarpıcı bir kadınmı .

Bölüm 2
Virginia Woolf’un Evlili i


Virginia Stephen otuzuna yakla tı ı
halde, hiçbir erkekle a k ili kisi
kurmamı , kurmak da istememi ti.
1909’da, Bloomsbury grubundan, yani
adını oturdukları mahalleden alan
aydınlar grubundan Lytton Strachey
onunla evlenmeyi önerince, adamın
e cinsel oldu unu, bu yüzden de ona el
sürmeyece ini bildi i için, bu öneriyi
hemen kabul etti. Çünkü hem onunla
cinsel ili ki kurmaya kalkmayacak, hem
de aydın olarak de erine inandı ı bir
erkekle evlenmek niyetindeydi. Önemli
bir yazar olan Lytton Strachey, tam
istedi i türde bir e olabilirdi. Ne var ki,
Virginia bir erkekle cinsel ili ki istemedi i
kadar, kendi de bir kadınla cinsel ili ki
istemeyen adamca ız, nikâh kıyıldıktan
sonra ya bu kız boynuma sarılırsa
korkusuna kapılıp, ertesi gün önerisini
geri aldı. Karde ine bir mektubunda
durumu açıkladı:

“I proposed to Virginia and was
accepted. It was an awkward
moment as you may imagine,
especially as 1 realized the very
moment it was happening, that the
whole thing was repulsive to me.
Her sense was amazing, and luckily
it turned out that she’s not in love.”
(Onunla evlenmek istedi imi söyledim
Virginia’ya; kabul de edildim. Senin
de tahmin edece in gibi tatsız bir andı
bu. Çünkü bunlar olup biterken, bu
i in bana itici geldi ini hemen
anlamı tım. Virginia’nın, insanı
hayrete dü üren bir sa duyusu var.
Bana â ık olmadı ı da ortaya çıktı iyi
ki... )

Lytton Strachey Virginia Stephen’a
aynı gün yazdı ı bir mektupta asıl önemli
olanın birbirilerinden ho lanmaları,
arkada kalmaları oldu unu belirtti.
Ömürlerinin sonuna kadar yakın arkada
kaldıkları da, Lytton Strachey’nin karde i
James Strachey’nin 1956’da yayınladı ı
kar ılıklı mektuplarından anla ılır.
Bu sorun tatlıya ba landıktan sonra,
Lytton Strachey, o sırada Seylon’da
ngiliz hükümetinin memuru olarak
görevli bulunan ve Cambridge’de erkek
karde leriyle birlikte okudu u için
Virginia Stephen’ı eskiden tanıyan
Leonard Woolf’a bir mektup yazdı;
Virginia ile asıl onun evlenmesi
gerekti ini anlattı. Virginia’ya öteden beri
â ık olan Leonard Woolf ise, kız kabul
ederse, Lytton’un bir telgraf çekmesinin
yetece ini; memuriyetinden hemen istifa
edip, ilk vapurla ngiltere’ye geri
dönece ini bildirdi. Nitekim, Leonard
Woolf, yedi yıldır ya adı ı Seylon’dan
döndükten bir yıl sonra, 1912’de Virginia
Stephen ile evlendi.
Virginia’nın ye eni Quentin Bell’e
bakılacak olursa, teyzesi bu adamla
evlenmekle ya amının en do ru kararını
vermi ti. Gelgelelim, bu gerçek bir evlilik,
yani bir erkekle bir kadının cinselli i de
içeren kar ılıklı a kı de il; ikisinin de
ömürlerinin sonuna de in süren güzel bir
dostluktu. Çünkü daha sonraları onunla
büyük bir a k ya ayan kadın yazarlardan
Vita Sackville-West ’in dedi i gibi, Virginia
Woolf “dislikes the quality of masculinity”
(erkeklik niteli inden ho lanmazdı).
Kendisini derin bir tutkuyla seven
kocasından da hiç gizlemiyordu bunu:
“As I told you brutally the other day, I
feel no physical attraction in you” (Geçen
gün sana kabaca söyledi im gibi, bedensel
açıdan seni çekici bulmuyorum.) Leonard
onu öperken “I feel no more than a rock”
(bir kaya ne kadar hissetmezse, ben de o
kadar hissetmiyorum) diyordu. Artık
bâkire olmayı ı, erkeklere kar ı
tutumunda hiçbir de i iklik yapmamı tı.
“Copulation” (çiftle me) gibi cinselli i
a a ılayan bir sözcü ü özellikle seçerek,
“insanların evlilik ve çiftle me konusunda
böylesine telâ lanmalarına” (“people make
such a fuss about marriage and
copulation!’) çok a tı ını söylüyordu.
Ne var ki, cinsel açıdan yalnız e ine
de il, tüm erkeklere kar ı buz gibi olan
bu kadın, Leonard Woolf’a inanılmaz bir
sevgi duyardı. 1919’da güncesine yazdı ı
gibi, Leonard ile kendisini, “ ngiltere’nin
en mutlu çifti” (“the happiest couple in
England”) sayar; daha da garibi e ini
ba ka kadınlardan müthi kıskanırdı.
kisini de fena halde üzen ba arısız
birkaç deneyimden sonra, karde karde
ya amaya karar vermi lerdi. Kafa
açısından tam bir anla ma vardı
aralarında. Beden hazları dı ında her eyi
payla ırlardı. Virginia, bir kitabını bitirir
bitirmez, okuyup ele tirmesi için Leonard
Woolf’a verirdi. Onu hiçbir zaman
yönlendirmeye kalkmayan e inin,
yargıların en do rusunu verece ine tam
bir güveni vardı. Virginia, hem yazar hem
de insan olarak, Leonard Woolf’a yalnız
ba lı de il, ba ımlıydı bir bakıma. Bunu,
kendisini öldürmeden önce Leonard
Woolf’a yazdı ı mektuptan anladı ımız
gibi, güncesinden de anlarız. 1924’te,
yani Vita Sackville-West ile a k ya adı ı
yıl, e i mutlu oldu u sürece, kendinde
ya amak ve yaratmak gücü buldu unu;
ama onu üzüntülü ya da asık suratlı
görünce, dünyasının yıkıldı ını söyler:
“The wind is taken out of my sails, and I
say what’s it all for?” (Yelkenlerim rüzgâr
alamıyor ve bütün bunlar ne i e yarar
diyorum ). Aynı yıl, hiçbir konuk
gelmedi i, evde Leonard ile ba ba a
kaldı ı için çocuklar gibi sevinir. Eve o
geç gelince “yaralandı ından” (“wounded’)
yakınır. Birlikte ya anılması ne denli güç
bir kadın oldu unun da farkındadır. 18
A ustos 1921 güncesinde zavallı
Leonard’ın böyle bir e i kilitli bir kafeste
tutması gerekti ini söyler: “A wife like I
am should have a latch to her cage. She
bites” (Benim gibi bir e in kafesinde sürgü
bulunmalı. Isırır o!) der.
Leonard Woolf, Bloomsbury Grubu
denilen ve entelektüel züppeler sayılarak,
kimilerince alaya alınan aydınlar
grubunun en de erli üyelerinden biriydi.
1906’da bir araya gelmeye ba layan bu
aydınlar, British Museum’un bulundu u
semt olan Bloomsbury mahallesinde
otururlar; birbirilerinin evlerinde,
genellikle Virginia ile kız karde i
Vanessa’nın evinde toplanırlardı. Onlara
kar ı yöneltilen ba lıca suçlama,
kendilerini fazlasıyla be enmek, herkese
tepeden bakıp aralarına ba kalarını
almamaktı, Virginia ve Leonard Woolf’tan
ba ka, resim yapan Vanessa ve e i sanat
tarihçisi Clive Bell, Eminent Victorians
(Victoria Ça ı’nın Önemli Ki ileri) ve
Queen Victoria yazarı Lytton Strachey,
yüzyılımızın en iyi romancılarından E.M.
Forster, Ressam Roger Fry, ünlü iktisatçı
John Maynard Keynes, bir ara Bertrand
Russell ve daha birçok de erli insan
vardı bu grupta. Hepsi yüksek orta
sınıftandı ve erkekler genellikle
Cambridge’de okumu lardı. Zaten
Bloomsbury grubunun temeli, Virginia
Woolf’un karde i Thoby Stephen, eni tesi
Clive Bell, Leonard Woolf, Lytton
Strachey gibi bazı Cambridge
ö rencilerinin, 1899’da kurdukları
Midnight Society (Geceyarısı Derne i’ydi).
Bu gençler, Cumartesi geceleri Clive
Bell’in üniversitedeki odasında bulu ur,
iirler okur; edebiyat, felsefe ve siyasetle
ilgili tartı malar yaparlardı. Böylece
ba layan dostlukları, mezun olduktan
sonra da Bloomsbury mahallesinde
devam etti.


Virginia Woolf ve kocası Leonard Woolf.

Leonard Woolf’un 1967’de BBC
televizyonunda yaptı ı bir konu mada
belirtti i gibi, aydınlara her zaman
ku kuyla bakan ngilizlerin
Bloomburylileri be enmemelerinin ba lıca
nedeni, onların “high brow”
sayılmalarıydı. ngiliz toplumu yüksek,
orta ve a a ı denilen üç sınıfa ayrıldı ı
gibi, ngilizler de kafa yapılarına göre
“high brow” (yüksek alın), “middle brow”
(orta alın) ve “low brow” (alçak alın)
denilen üç gruba ayrılır. Aldous
Huxley’nin “I am a High Brow” (Ben bir
Yüksek Alınlıyım) adlı çok ho bir
denemesinde açıkladı ı gibi, gerçekten
kültürlü ki iler olan high brow’lar,
sanatın ve edebiyatın en iyisinden, en
seçkininden ho lanırlar. Middle brow’lar
onlardan daha vasat insanlardır; kültür
düzeyleri de o kadar yüksek de ildir. Low
brow’lar ise, düpedüz ilkel be enileri olan,
kültürden tümüyle yoksun insanlardır.
High brow’lık, middle brow’lık ve low
brow’lık bir insanın toplumsal kökenine,
yani yüksek, orta, ya da a a ı sınıftan
gelmesine ba lı de ildir. Bir Lord fena
halde low brow olabilece i, ancak tilki
avından, futbol maçından ya da en
baya ı kitaplardan ho lanabilece i gibi
(unutmayalım ki, Matthew Amold
“barbarlar” adını verir ngiliz
aristokratlarına), a a ı sınıftan biri de
kendini yeti tirerek, high brow’ların en
incesi olabilir. ngilizlerde ise, sınıfsal
kökeni ne olursa olsun, high brow’lı ı
gülünç bulma e ilimi vardır. Oysa
Virginia Woolf, kendi high brow ’lı ını bilir,
öyle olmaktan da hiç utanmazdı. leride
görece imiz gibi, o sıralarda çok
be enilen, ama Virginia Woolf ’un hiç
tutmadı ı gerçekçi romancı Amold
Bennett, “Queen of the High Brows”
(Yüksek Alınlıların Kraliçesi) adını takmı tı
ona. Leonard Woolf, “intellectual snob”
diyerek takılırmı e ine. E.M. Forster de,
aynı sıfatı kullanır yakın arkada ı
Virginia Woolf için. Forster ’e kalırsa,
aydınları hor gören bir ülkede high
brow’lı ı benimsemek için yi itlik
gerekmekteydi, Virginia Woolf da bu
yi itli i gösterdi.
Bloomsbury grubuna yöneltilen ba ka
bir suçlama da, bu aydınların fildi i
kulelerine çekilip, toplumsal sorunlarla
yeterince ilgilenmemeleriydi. Oysa
Leonard Woolf, ngiliz çi Partisi’nin üyesi
aktif bir sosyalistti. 1917’de Rus
Devrimi’ni sevinçle kar ılamı tı. Yedi yıl
Seylon’da Büyük Britanya devletinin
görevlisi olarak çalı tı ı için, bu ülkenin
emperyalizmini yakından biliyor,
içtenlikle kınıyordu. Gençli inde
Seylon’da The Village in the Jungle
(Cangılda Bir Köy) adlı bir roman ve
öyküler kaleme almı ; ama daha
sonraları siyasal makaleler yazmaya
yönelmi ti. Virginia Woolf, e iyle birlikte
sosyalistlerin bazı toplantılarına gitmekle
birlikte, tartı malara hiç katılmazdı.
Katılması için de bir neden yoktu. Çünkü
E.M. Forster’e kalırsa, biraz önce de
söyledi imiz gibi, yüksek sınıfın aydın
çevresinde yeti menin, bir elite ba lı
olmanın bilinci, fazlasıyla kök salmı tı
benli inde. çi sınıfının sorunlarına pek
ilgi duymadan, uzaktan bakardı. Hattâ
1920’de güncesinde “the fact is the lower
classes are detestable” (gerçek u ki, a a ı
sınıflar sahiden nefret edilecek sınıflardır)
diye yazmakta bir sakınca görmemi ti.
Forster’e göre, Virginia Woolf gibi zaten
yeterince ki isel sorunları olan bir
insanın, toplumsal sorunları da
yüklenecek gücü göstermesi
beklenemezdi. Ancak 1930’lu yıllarda
fa izm tehlikesi ortaya çıkınca, Virginia
Woolf’un siyasal açıdan aklı ba ına geldi.
Leonard Woolf’un yaptı ı en olumlu
i lerden biri, o sıralarda Hogarth
House’da oturdukları için, Hogarth Press
adını verdi i bir basımevini kurmasıydı.
Birlikte kitap basmalarını, salt karısını
oyalamak, bunalımlara dü mesini
engellemek amacıyla dü ünmü tü.
Woolf’lar, bir eskiciden aldıkları elle
i leyen bir matbaa makinasını evlerinin
bodrum katına yerle tirdiler. Hem
Virginia Woolf ’un yazdıklarını, hem de o
dönemin en avant-garde yazarlarının
iirlerini, öykülerini yayınladılar. Bir hobi
olarak ba layan Hogarth Press, zamanla
geli ti, ba ka bir yere ta ındı, yeni
makinalar alındı, i çiler tutuldu, büyükçe
bir yayınevine dönü tü sonunda. Yalnız
ngiltere’de de il Avrupa’da da zamanla
büyük bir üne kavu an yazarların
kitapları, ilkin Hogarth Press’te
yayınlandı. Bunların arasında Katherine
Mansfield, T.S.Eliot, James Joyce, Svevo,
Ivan Bunin, Rilke, Freud, W.H.Auden,
Stephen Spender, Cecil Day-Lewis ve
daha ba kaları vardı.
Elinin altında bir yayınevi bulunması,
Virginia Woolf açısın dan büyük bir
nimetti. Henüz tanınmadı ı için,
yayınevlerinin kitaplarını basmaya
yama mamaları olasılı ı vardı. Onun
kadar alıngan ve a ırı duyarlı bir kadını
bu durum fena sarsacaktı. Oysa
kendilerine ait bir yayınevi
bulundu undan, Virginia Woolf canının
istedi ini yazıyor ve yayınlayabiliyordu.
Buna çok sevindi i güncesinden de
anla ılır: “Yes, I’m the only woman in
England free to write what I like” (Evet,
ben, istedi ini yazmakta özgür tek kadınım
ngiltere’de). Virginia’yı her zaman
koruyan e i, Hogarth Press’i bu açıdan
önemsiyordu. 1969’da ölen Leonard
Woolf, e ini yitirdikten sonra da onu
korumayı sürdürdü. 1960 ile 1969 yılları
arasında, kendi özya amıyla ilgili bazı
kitaplar yazdı: Growing (Büyümek),
Beginning Again (Yeniden Ba lamak),
Down Hill all the Way (Sonuna Kadar
Yoku A a ı), The Journey not the Arrival
Matters (Bir Yere Varmak De il
Yolculuktur Önemli Olan). Bu
kitaplardan da anla ıldı ı gibi, Leonard
Woolf’un Virginia’nın dehasına tam bir
inancı vardı. Uzun ömrü boyunca, dâhi
diyebilece i tek ki iydi Virginia. Bu
dâhinin ününü yüceltmeyi görev
edinmi ti kendine. Örne in, 1965’te
F.R.Leavis’in e i Queenie Leavis,
okuyucuların To the Lighthouse’u
tutmadıklarını söyleyince, Leonard Woolf,
ona hemen bir mektup yazmı ve tam
sayıyı vererek, bu romanın o güne dek
253.362 adet sattı ını bildirmi ti.

Bölüm 3
Virginia Woolf un Cinsel Sorunları


Virginia Woolf ’un tam bir özveriyle
kendisini ona adamı e i Leonard Woolf’a
da, tüm erkeklere de gösterdi i so ukluk,
çocuklu unda geçirdi i bir travmadan
kaynaklanıyordu belki de: Virginia altı ya
da yedi ya larındayken, yeti kin bir
delikanlı olan anne bir karde i George
Duckworth, küçük kızı biraz yüksekçe bir
yere koyar, mahrem yerlerini incelermi .
Virginia Woolf, 12 Ocak 1941 ’de, yani
kendini öldürmeden iki ay önce, elli
dokuz ya ındayken yazdı ı bir mektupta,
bunu anımsadıkça “Hâlâ utançla
ürperiyorum” (“ I still shiver with shame’)
der. Tamamiyle güvenilir bir kaynak olan
ye eni Quentin Bell’e göre, bütün
çocuklar bilirmi George a abeylerinin
Virginia’ya musallat oldu unu. Ama bu
tür davranı ların -örne in, Virginia
yatarken onun yata ına zıplayıp ona
sarılmaların, onu koklayıp öpmelerin,
ok amaların- karde çe bir sevecenlik mi,
yoksa cinsel davranı lar mı oldu unu
kestiremezler; bu yüzden de George’u
büyüklere ikâyet edemezlermi . Virginia
büyüyünce, George Duckworth ona
sarkıntılık etınekten vazgeçmi , kız
karde ine çok dü kün a abey rolünü
benimsemi . Virginia, ancak 1904’te, yani
yirmi iki ya ındayken, George’un evlenip
ba ka bir eve ta ınmasıyla kurtulmu bu
adamdan. Ama bu arada olanlar olmu ;
Virginia on üç ya ında, bulu ça ında, ilk
büyük depresyonunu geçirmi ve onun
gözünde, kadınla erkek arasındaki cinsel
ili ki, i renç saldırılar ve ensestle
özde le mi .
Ne var ki, Vanessa ’nın o lu Quentin
Bell’e bakılacak olursa, George, yalnız
teyzesi Virginia’ya de il, annesi
Vanessa’ya da musallatmı , ona da aynı
eyleri yaparmı . Oysa Vanessa ’da,
erkeklere kar ı tiksintinin ya da lezbiyen
e ilimlerin en küçük bir izi yoktur. Tam
tersine, bu çok be enilen ressam,
çocuklar do uran, â ıkları olan, Birinci
Dünya Sava ı’nda ölen yakı ıklı air
Rupert Brooke ile gece yarıları
ırmaklarda çıplak yüzen, kocasından
bo anıp sevdi i erkekle evlenen, sözün
kısası cinselli ini doyasıya ya ayan bir
kadındı. Virginia, kendisinden üç ya
büyük ablasına hem çok ba lıydı, hem de
çok kıskanırdı onu. Quentin Bell’in
anlattı ına göre, annesiyle babası
evlenince, Virginia, kendisine en yakın
insan bildi i ablasının ona hainlik etti i,
onu terk etti i kuruntusuna kapılmı .
Vanessa’nın mutlulu unu bozarak ondan
hıncını almak için, fazla ileri gitmeden,
eni tesi Clive Bell ile flört etmi ti bir süre.
Ne var ki, Virginia, zamanla Vanessa ’yı
kıskanmaktan vazgeçti, ona hayranlık
duymaya ba ladı. Güncesinden anla ıldı ı
gibi, karde ini ahlak açısından
kendisinden çok daha üstün buldu.
Dünyaya kar ı verdikleri sava larda,
Vanessa’nın kendisi kadar çaba
harcamadan, her zaman zaferler elde
etti ini söyledi. Vanessa ’nın, cesareti,
anlayı ı ve merhameti bir yana; kendisine
kıyasla bir üstünlü ü daha vardı:
“Çocukları onun yanındaydı” (“with her
children round her”).
E iyle cinsel ili kisi pek uzun sürmedi i
halde, Virginia Woolf da çocuk
do urabilirdi elbette; hattâ salt bu
amaçla cinsel ili kide bulunabilirdi. Ama
Leonard Woolf, analık sorumlulu unun
e ini ruhsal açıdan büsbütün sarsaca ı
korkusuyla çocuk istemiyordu.
Gelgelelim, çocuksuzluk, öteki
sorunlarına eklenip, ba lı ba ına bir dert
oldu Virginia Woolf için. 1911 ’de, daha
evlenmeden önce, Vanessa ’ya bir
mektubunda, “to be twenty nine and
unmarried -to be a failure - childless -
insane too - no writer” (Yirmi dokuz
ya ında ve evlenmemi olmak - ba arısız
olmak - çocuksuz- üstelik deli - bir yazar
da de il) diyerek yakınır. Evlendikten on
bir yıl sonra da güncesinde, çocuksuzluk
konusunda bir kadının kendini
aldatmaması gerekti ini söyler:

“Never pretend that the things you
haven’t got are not worth having...
Never pretend for instance, that
children can be replaced by other
things.”
(Sahip olmadı ın eyler de ersizdir
nasılsa gibi haller takınma asla...
Örne in, çocukların yerini ba ka eyler
alabilirmi gibi haller takınma asla)

Çocuksuzlu u, iyi yazamamakla
özde le tirdi ini gösteren bir tümce de
vardır güncesinde:

“I want to appear a success... Yet I
don’t get to the bottom of it. It’s
having no children... Failing to write
well.”
(Ba arılı görünmek istiyorum... Ama
i in köküne inemiyorum... Çocu um
olmadı ı için... yi yazmayı
beceremedi im için.)

23 Haziran 1929 tarihli güncesinde,
yani kırk yedi ya ındayken, ya amında
her eyin ona bo ve umutsuz göründü ü
bir anda, eskiden çocuk do ursaydı bile,
bunun bir i e yaramayaca ını söyler.
Ne var ki, Virginia Woolf, çocuk
do urup do urmamak konusunda
çeli kiler içindedir. Aralık 1927
güncesinde, çok sevdi i ye enlerinin
verdi i bir partiden dönüp de bu
çocukların ne ho olduklarını anlattıktan
sonra, hem kendini tümüyle yazmaya
adamak istedi i, hem de çocuk
do urmanın “Nedenselli ini”
(“physicality”) sevmedi inden,
do urmaktan vazgeçti ini söyler:

“Yet oddly enough, I scarcely want
childeren of my own now. The
insatiable desire to write something
before I die, the ravaging sense of
the shortness and feverishness of
life... I don’t like the physicalness of
having children of my own...
Perhaps I have killed the feeling
instinctively; or perhaps nature
does.”
(Ama ne garip ki, kendi çocuklarımın
olmasını istemiyorum artık. Ölmeden
önce bir ey yazmaya doymak
bilmeyen bir iste im var... Ya amın
kısalı ı ve sa lıksız ate i beni
yıkmakta... Do urmanın
bedenselli inden ho lanmıyorum. Bu
duyguyu içgüdüsel olarak öldürdüm
belki; belki de do a yaptı bunu.)

Kadınla erke in cinsel ili kisini itici
bulan Virginia Woolf ’un bu ili kinin do al
sonucu olan çocuk do urmayı da itici
bulması kaçınılmazdı elbette. Çocu u
olmasını bir ara kafasıyla istedi; ama
bedeni buna katlanamadı. Annesiyle
babası, “virgin” (bâkire) sözcü ünden
türeyen Virginia adını ona vermekle,
kızlarının gelece ini önceden görmü lerdi
sanki. Virginia Woolf, ba ki ilerinden
Mrs. Dalloway’in, çocuk do urduktan
sonra da bâkireli ini korudu unu söyler.
Onun durumu da Mrs. Dalloway’inki gibi
olacaktı; çocuk do ursa bile gene bâkire
kalacaktı.
Virginia Woolf, romanlarında cinselli i
ve cinsellikten kaynaklanan duyguları,
hiç ele almaz, almak istemez de. Lytton
Strachey’ye 1927’de yazdı ı bir mektupta,
“love is such a horror” der. A kı
nitelemek için kullandı ı “horror”
sözcü ü, korku, tiksinti, deh et ve
çirkinlik anlamlarını kapsar. Çok daha
önceleri, 1918’de yazdı ı ba ka bir
mektupta, “the vague and dreamlike
world, without love, or heart, or passion,
or sex, is the world I really care about
and find interesting” (benim ho landı ım
ve ilginç buldu um dünya, içinde a k, ya
da kalb, ya da tutku, ya da cinsellik
bulunmayan, dü lere benzeyen, belli
belirsiz bir dünyadır) der. Cinsel bir
konuyu çok ender olarak ele alınca da,
cinselli in ancak çirkin yanlarına de inir.
Örne in, The Years’te (Yıllar) bir sokak
fenerinin altında duran bir sapı ın,
küçük Rose’a cinsel uzvunu göstermesi;
ya da ya lanmaya yüz tutmu Albay
Pargiter’in, çok baya ı bir kadın olan, salt
parası için onunla yatan metresi Mira ile
sevi mesi gibi. Virginia Woolf ’un cinselli i
ele almayan romanlarında, do al olarak
a k tutkusu da yoktur. Sevgi vardır, ama
içine cinselli in de karı tı ı co kulu bir
a k yoktur; tıpkı ba ka bir bakirenin,
Jane Austen’in romanlarında olmadı ı
gibi. Ancak Orlando’da vardır a k
tutkusu, hem de çok yo un olarak. Ama
unutmamalı ki Orlando, yazarın lezbiyen
e ilimlerini yansıtan yarı erkek yarı kadın
bir yaratık, bir androjindir. Yazarın
cinselli ini yansıtan ba ka bir olgu da,
birçok romanında, The Waves’deki
Neville, Jacob’s Room’daki (Jacob’un
Odası) Bonamy, The Years’teki Nicholas
ve Between tlıe Acts’teki (Perde Araları)
William Dodge gibi e cinsel erkeklerin
bulunmasıdır.

Vita Sackville-West, 1924.

Virginia Woolf ’un cinsel seçimi
kadınlardan yanaydı. Yalnız cinsel açıdan
de il, hiçbir bakımdan erkeklerden
ho lanmazdı. Ye eni Quentin Bell’e göre,
teyzesi, bunu bile bile yapmasalar bile,
erkeklerin kadınları hor gördüklerini,
onlara güvenmediklerini sanırdı.
Erkekleri genellikle akılsız da bulurdu.
“And how they pride themselves upon a
point of view which much resembles
stupidity” (Ahmaklı a çok benzeyen görü
açılarından ötürü nasıl da gururlanırlar)
derdi. Güncesinde, kadınların ancak
ba ka kadınlarla güzel ili kiler
kurabilece ini söyler:

“To be friendly with women, what a
pleasure - the relationship so secret
and private compared with relations
with men.
Why not write about it? Truthfully?”
(Erkeklerle ili kilerle kar ıla tırılınca,
kadınlarla dostluk öyle bir haz ki-
öyle mahrem, öyle gizli bir ili ki ki!
Neden yazılmasın bu? Do rusunu
söyleyerek?)

Lezbiyenlik, özellikle o yıllarda, tabu
oldu undan, Virginia Woolf do rusunu
söyleyemiyor, duygularını açıkça dile
getiremiyordu. Ama bu konuya hiç
de inmeden de yapamıyordu. leride
görece imiz gibi, Mrs Dalloway’deki ba
ki isi, gençli inde Sally Seton’a â ık olur
ve iki kız dudak duda a öpü ürler.
“Moments of Being” (Var Olma Anları)
adlı öyküsünde, Fanny Wilmott’un piyano
ö retmeni Julia Cray’in lezbiyen e ilimleri
besbellidir. Ö rencisine öyle bir
hayranlıkla bakar ki, genç kızın yüzü
kıpkırmızı kesilir. Fanny Wimotta’a, salt
bir erke in onu koruması için evlenmesi
ö üdünü verirken, garip bir hırçınlıkla,
zaten, erkeklerin “ba ka bir i e
yaramadı ını” (“ it was tlıe only use of
men”) söyler. Fanny günün birinde “var
oldu u bir an” ya ar Julia Cray ile: “Julia
blazed, Julia kindled. Out of the night
she burnt like a dead white star. Julia
opened her arms. Julia kissed her on the
lips.” (Julia alev aldı, Julia tutu tu. Gecenin
içinde, ölü beyaz bir yıldız gibi yandı. Julia
kollarını açtı. Julia onu dudaklarından
öptü.) “Kew Gardens” (Kew Bahçeleri)
öyküsünde, Eleanor, kocası ve
çocuklarıyla bu güzel bahçelerde
gezinirken, kocası ilk sevdi i kızı
dü ünürken, Eleanor da yirmi yıl önceyi
dü ünür: Bu bahçelerde resim yaparken,
kır saçlı ya lı bir kadın, ansızın
arkasından gelip onu ensesinden
öpmü tür. Elanor, “it was so precious...
The mother of all my kisses all my life”
(Öyle kıymetliydi ki bu... Bütün öpü lerimin
anasıydı ömrüm boyunca) der kendi
kendine. Virginia Woolf, güncesinde,
yazmayı tasarladı ı ba ka bir öyküden
söz ederken, “sapphism will be
suggested” (lezbiyenlik akla getirilecek)
der. Ama o öyküyü yazmaz.
Virginia Woolf ilk gençli inde, belki de
Mrs. Dalloway’deki Sally Seton’un modeli
olan Madge Vaughan ’a â ık olmu tu.
1914’teki bunalımı sırasında, kendisine
büyük bir özveriyle bakan Violet
Dickinson’a da â ık oldu. Ama asıl büyük
a kı, 1922’de yani kırk ya ındayken
tanı tı ı Vita Sackville-West ’di (1929-
1962). Asıl adı Victoria olan, ama Vita
denilen bu kadın, ngiltere’nin en soylu
ailelerinden birinden geliyordu. Lord
Sackville’in kızıydı ve XVI. yüzyıldan beri
ailenin malı olan ülkenin en büyük
atolarından birinde, Knole’da do mu tu.
E i Harold Nicolson, hem yazar, hem de
diplomattı. Tahran’da ve 1920’li yıllarda
stanbul’daki ngiliz Elçili inde görevli
olmu tu. Virginia Woolftan on ya küçük
olan Vita Sackville-West, iirler,
Passenger to Teheran (Tahran’a Yolcu) ve
Twelve Days (On ki Gün) gibi
seyahatnameler; Jeanne D’Arc’ın ve
Ermi Teresa’nın ya am öyküleri; All
Passion Spent (Bütün Tutkular
Tükendi inde), Pepita, Seducers in
Ecuador (Ekvator’da Ba tan Çıkaranlar),
The Edwardians (Kral Edward’ın
Ça da ları) gibi romanlar yazmı tı.
Esmerli ini spanyol annesinden alan,
çok çarpıcı ve çekici bir kadındı.
Biseksüel oldu undan, hem erkeklerle,
hem de kadınlarla ate li a k serüvenleri
ya adı. E i Harold Nicholson da e cinsel
oldu u için, birbirilerine kar ı ho görülü
davranmı lar; iki o ulları dünyaya
geldikten sonra, evlilikleri güzel bir
dostlu a dönü mü tü.
1922 tarihli güncesinden anla ıldı ı
gibi, Virginia Woolf he men kapılmadı Vita
Sackville-West’e. Hattâ onu pek
be enmedi ilkin. Onu “bıyıklı ve bir
papa an kadar renkli” (“moustached,
parake-et coloured) buldu.
Aristokratlı ından yararlanıp, aklına
eseni yaptı ını; son hızla büyük
otomobiller sürdü ünü; ama sanatçılara
özgü ince zekâdan yoksun oldu unu
söyledi. Vita’nın erkeksi yanı üstünde
özellikle durarak, “she is a grenadier;
hard, handsome, manly” (el bombaları
atan bir askerdir o; katı, yakı ıklı,
erke imsi) dedi. Bu kadının “sapphist’’
yani lezbiyen oldu unu da belirtti. ki yıl
sonra, Temmuz 1924 güncesinden
anla ıldı ı gibi, Vita’nın aklına hayranlık
duymamakla birlikte, onun bedensel
güzelli inden etkilenmeye ba ladı:

“All these ancestors, and centuries,
and silver and gold have bred a
perfect body. She is stag like, or
race horse like... As a body hers is
perfection.”
(Bütün bu atalar ve yüzyıllar, bu
gümü lerle altınlar, kusursuz bir
beden yeti tirmi . O bir geyi e
benziyor ya da bir yarı atına... Beden
olarak, onunki kusursuz.)

Tutkuları pek sürekli de il ama çok
iddetli olan Vita Sackville- West ise,
Virginia Woolf ’a fena halde â ık olmu tu.
Anlayı lı e i Harold Nicolson’a “I love Mrs.
Woolf with a sick passion” (Mrs. Woolf’u
sa lıksız bir tutkuyla seviyorum) diye
mektuplar yazıyordu. Virginia Woolf ’un
cinsel e ilimleri göz önünde tutulursa,
böyle bir tutkuya kar ı koyamayıp bir
süre sonra teslim olması do aldı. Ne var
ki, Vita’ya göre, teslim olmu sayılmazdı
aslında. Vita bir mektubunda,
Virginia’nın bedeni ve duygularıyla de il,
ancak beyniyle sevmesinden yakınır.
“Yes, you like people through the brain
rather than through the heart” (Evet,
yüre inden çok beyninle ho lanıyorsun
insanlardan) diye çatar ona. Quentin
Bell’e göre, teyzesi, Vita’nın istedi i kadar
ileri gitmiyordu bu ili kide. Biraz öpü üp
kokla ıyorlar, ama ili kileri platonik
kalıyordu aslında. Virginia’nın cinsel
so uklu u, bu lezbiyen a kını bile
frenliyordu anla ılan. Güncesinde,
Vita’nın ona â ık oldu unu yazdıktan
sonra, “Am I in love with her? But what
is love?” (Ona â ık mıyım? Ama a k nedir?)
diye soruyordu kendi kendine. Virginia
Woolf ile Vita Sackville-West ’in
birbirilerine yazdıkları mektuplar çoktan
yayınlandı ı; Vita’nın o lu Nigel Nicolson
1973’te, Vita’nın güncesinden
yararlanarak, annesiyle babasının
ili kisini, annesinin ba ka erkeklerle ve
kadınlarla -bu arada Virginia Woolf ile-
ili kisini ayrıntılı olarak açıkladı ı için,
bilmedi imiz pek bir ey kalmadı bu
konuda. Bunları bilmesek de olurdu
diyebiliriz. Ama birçoklarının
yadırgayaca ı ve pek uzun sürmeyip
zamanla dostlu a dönü en bu garip a k
öyküsünün Orlando gibi bir ba yapıtın
yazılmasına neden oldu unu da
unutmamalıyız.

Bölüm 4
Virginia Woolf’un Ki ili i ve Akıl
Hastalı ı


Virginia Woolf ’un sonunda kendi
canına kıymasına neden olan delilik
nöbetlerinde, çocuklu unda geçirdi i
travmanın ve lezbiyen e ilimlerinin bir
payı oldu u gibi, daha on üç ya ındayken
çok sevdi i annesini a ır bir grip
yüzünden yitirmesinin de büyük bir payı
vardı. Ölümün gölgesi Virginia’nın üstüne
dü mü tü bir kez. Annesinin ölümünden
iki yıl sonra, Virginia on be ya ındayken,
anne bir karde i Stella ansızın öldü. Bu
gencecik kız, annesi Julia Stephen’ın
ölümü üzerine, üvey babası Sir Leslie
Stephen’ın evinin hanımı olmu , bu
kalabalık ailenin sorumlulu unu
yüklenmi ti. Stella ansızın ölünce,
Virginia, annesini ikinci kez yitirmi gibi
oldu. Derken, 1906’da, Virginia yirmi dört
ya ındayken, kendisinden ancak bir ya
büyük, dolayısıyla ona en yakın olan
erkek karde i Thoby, birlikte gittikleri
Yunanistan’da yakalandı ı tifodan
ölüverdi. Virginia Woolf and her Works’ün
(Virginia Woolf ve Yapıtları) ya zarı Jean
Guignet’ye göre, Thoby, dünyada en çok
sevdi i erkekti belki de ve Virginia’nın
mutsuzlu u, bunalımları, karde ini
yitirmesinden de kaynaklanıyordu.
Jacob’s Room’da gencecik ölen Jacob’u,
The Waves’de gene gencecik ölen
Percival’ı, Thoby’den esinlenerek
yaratmı tı.
Virginia Woolf ilk depresyonunu
(depresyondan da öte, bir delirme
nöbetiydi bu) 1895’te on üç ya ındayken
annesinin ölmesi üzerine geçirdi. Bu
delirme nöbetleri, intiharına kadar, belirli
aralıklarla yinelendi. 1904’te gene a ır bir
bunalıma girdi. Bir pencereden attı
kendini. yi ki, pencere çok yükseklerde
de ildi. Bu nöbetlerden haberi olmayan
Leonard Woolf ile evlendikten bir yıl
sonra, 1913’te, gene hastalandı. Bir i e
uyku hapı yuttu. Leonard Woolf, onu
hemen hastahaneye götürdü, midesi
yıkandı. Ona bakmak için üç dört kadın
tutuldu u halde, hastabakıcıları onunla
ba a çıkamadılar. Virginia ’yı özel bir
hastahaneye kapatmak zorunda kaldılar.
Bu nöbet 1915’e kadar sürdü. 1925’de
Mrs. Dalloway’ı bitirip To the Lighthouse’a
ba ladı ı sırada ve daha sonraları da a ır
nöbetler geçirdi. 1936’da iki ay hasta
kaldıktan sonra “I have never been so
near the precipice since 1913” (1913’ten
beri uçuruma hiçbir zaman bu kadar
yakla mamı tım) diye yazdı güncesinde.
Virginia Woolf, her zaman biraz deli
olanlardan de il, ya düpedüz deliren ya
da aklı tam ba ında olanlardandı. yi
oldu u sıralarda, onu en yakından
tanıyanlar bile anlayamazdı bazen
haftalarca, hattâ aylarca aklını
yitirdi ini. 15 A ustos 1924 güncesinde,
beynini ı ık dolu odalara benzetti. Bu
odaların kimi zaman korkunç bir
karanlı a gömüldü ünü hiç hesaba
katmadan, “I like going from one lighted
room to another, such is my brain to me:
Lighted rooms” (Bir odadan ötekine
geçmeyi severim. Beynim benim için
öyledir: Aydınlık odalar) diye yazdı.
Virginia Woolfa “manic depressive”
te hisi konulmu tu. Ancak birkaç hekim
izofreniden söz etti. Hogarth Press, yani
Woolf’ların kendi matbaaları Freud’un
Collected Papers’ını (Toplu Yazılar)
yayınladı ı halde, psikanalize kar ı biraz
alaycı bir tutum benimseyen Virginia
Woolf, psikolojik yöntemlerle tedaviye
hiçbir zaman ba vurmadı. Onun üzerine
kitap yazanların bir kısmı -örne in,
Doroty Brewster ya da Monique Nathan-
akıl hastalı ı sanki ayıp bir eymi gibi,
Virginia Woolf ’un delirme nöbetlerine hiç
de inmezler. Oysa Jean Guignet,
Novalis’in delirmesi ya da Edgar Allan
Poe’nun dipsomanisi göz önünde
tutulmadan onları anlamanın yolu
olmadı ı gibi, Virginia Woolf ’un da ara
sıra delirdi ini hesaba katmadan, onu
anlamanın yolu olmadı ını söyler haklı
olarak. Lytton Strachey’nin karde inin e i
oldu u için Virginia’yı yakından tanıyan
psikiyatri uzmanı Alix Strachey, Virginia
Woolf’un dü gücüyle delili inin iç içe
oldu unu; delili i tedavi edilseydi belki
dü gücünü de yitirece ini söyler.
Virginia Woolf, iddetli ba a rılarıyla
ba layan bu delirme nöbetlerinde, i renç
ve korkunç sesler duyardı. Bu sesler,
akıllara sı mayacak kadar çirkin sözler
söylerdi ona. Güncesinde anlattı ına
göre, kimi zaman “Londra’nın ortasından
biri ba ırırdı (“ and from the heart of
London some one cries”) Kimi zaman da
bu sesler birbirilerine karı ır “garip bir
müzik, deli müzi i, angırdayan kırık
dökük sesler” (“ strange music, mad
music, jangled and broken soıınds”)
çıkarırdı. Virginia Woolf, bayılma
nöbetleri de geçirirdi. 17 A ustos 1932
tarihli güncesinde bunlardan birini
anlatır:

“I fainted again... The galloping
hooves got wild in my head last
thursday as I sat on the terrace
with Leonard... My heart leapt, and
stopped and leapt again... And the
pulse leapt into my head and beat
and beat and beat, more savagely,
more quickly... I thought something
will burst in my head if this goes
on... Then I lay presiding like a most
solicitous mother, over the
shattered, splintered fragments of
my body.”
(Gene bayıldım... Geçen Per embe
gecesi Leonard ile taraçada
otururken, dört nala giden atlar azdı
kafamda... Yüre im zıpladı ve durdu;
sonra yeniden zıpladı... Nabzım
kafama fırladı ve vurdu, vurdu;
gittikçe daha vah ice, daha hızlı... Bu
böyle devam ederse, kafamda bir ey
patlayacak sandım. Sonra, çok
sevecen bir ana gibi davranıp,
parçalanmı , kıymık kıymık olmu
bedenime egemen olmaya çalı arak,
yattım.)

Delilik nöbetlerinde, bahçedeki ku lar
Yunanca arkılar söylerdi Virginia
Woolf’a. Ya da çiçeklerin arasına
saklanan Kral Yedinci Edward, a za
alınmayacak küfürler ederdi. Hekimlerin,
hastabakıcıların, herkesin ona kötülük
etti ini sanırdı. 1915’te Leonard Woolf’a
kar ı bile dü man kesilmi , iki ay yüzünü
görmek istememi ti. Kendi bedeninden de
tiksinir; yediklerinin dı kıya dönü ece ini
dü ünerek, a zına bir lokma yiyecek
koymaz, kendini açlıktan öldürmeye
kalkardı. Leonard Woolf’un kendi
özya amöyküsünde anlattı ına göre, kimi
zaman da, hastalı ının i ledi i bir suçtan
kaynaklandı ı, tam olarak ne oldu unu
bilmedi i bu suç yüzünden
cezalandırıldı ı evhamına kapılırdı. Abuk
sabuk sözler söyleyerek, günlerce hiç
durmadan konu urdu. Sonra, koma gibi
bir uykuya dalar, bu uykudan bitkin
uyanır, yava yava toparlanırdı.
Virginia Woolf, ara sıra delirdi ini
bilirdi. Güncesinde “when I was mad”
(ben deliyken) diye yazmaktan
çekinmezdi. Hattâ bir yazar olarak, bu
delilik nöbetlerinin yararını gördü ünü
bile söylerdi. “They are most fruitful
artistically... One becomes fertilized”
(Sanat açısından bunlar- yani delilik
nöbetleri- son derece verimli... nsan daha
bereketli oluyor) derdi. Ne var ki, zaman
zaman delirmenin sanatına olumlu bir
etkisi oldu unu dü ünerek avunmaya
çalı masına kar ın, akıl dengesini her an
yitirebilece i korkusu hayatını zehir
ediyordu. 1926’da güncesinde der ki:

“Woke up perhaps at three. Oh it ’s
beginning, it’s coming... The
horror... Waves crash, 1 wish 1
were dead- 1 can’t face this horror
any more. This is the wave speaking
out over me.”
(Saat üçtü belki, uyandım. Ah
ba lıyor, geliyor... rençlik... Dalgalar
çarpıyor, ke ke ölsem- bu i rençli e
dayanamıyorum artık. Benim
üstümden konu an bir dalga bu.)

25 Ekim 1920 güncesinde sorar:

“Why is life so tragic? So like a little
strip of pavement over an abyss? I
look down; I feel giddy; I wonder how
I am ever to walk to the end... Like
a lantern stood in the middle of a
field my life goes up in darknes...
Unhappiness is everywhere; just
beyond the door; or stupidity which
is worse.”
(Ya am neden bu denli trajik? Neden
bir uçurumun üstündeki küçük bir
kaldırım eridine benziyor? A a ıya
bakıyorum, ba ım dönüyor. Sonuna
dek nasıl yürüyebilece im diye merak
ediyorum... Bir tarlanın ortasına
konulan bir fener gibi, ı ı ım karanlı a
bo uluyor... Mutsuzluk her yerde; tam
kapının arkasında; ya da
mutsuzluktan beter olan ahmaklık. )

Birkaç hafta sonra, 10 Kasım 1920
tarihli güncesinde, a a ıdaki uçuruma
dü meden, bu daracık kaldırımda biraz
ilerleyebildi ini yazar. Tarihsiz bir
mektubunda, sırtında çok a ır bir yükle
bir çölde ilerlemek zorunda kalan küçük
bir e e e benzetir kendini:

“The last donkey in the long
caravansarai, crossing the desert...
Burdened with bales... My
memories, my possessions; what
the past, its men and women, have
laid on my back; saying... rise up
little donkey, and go on your way,
burdened... There’s no lying down;
or laying aside; nor forgetting.”
(Çölü a an uzun bir kervanın son
e e i... Sırtına yüklenen denkleri...
anıları, sahip oldu u eyler, geçmi in
erkeklerle kadınlarının sırtına
yükledikleri... Aya a kalk, küçük
e ek, diyorlar, sırtında yükün, yürü
yolunda... Yatmak yok; yüklerini bir
yana bırakmak yok; unutmak da
yok.)

Ne var ki, Virginia Woolf çekti i acıları
açı a vuramazdı. Eni tesi Clive Bell’e
göre, konu urken herkesi büyüleyen,
ne eli, pırıl pırıl, “göz kama tıran”
(“dazzling”) bir kadındı. Onu intiharından
birkaç ay önce gören Christopher
Isherwood, Virginia’nın hem ne eyle
ı ıldadı ını söyler; hem de “bir büyünün
etkisinde kalmı bir peri masalı
prensesine” (“a fairy tale princess under a
spell”) benzetir onu.
Delirece i korkusuyla her an ruhsal
bir gerilim içinde ya amak, Virginia
Woolf’a yalnız acı çektirmekle kalmıyor;
huyunu olumsuz etkiliyor, onu
insanlardan uzakla tırıyor, insanlara
kar ı katı ve acımasız yapıyordu. Eylül
1921 güncesinde, insanları pek
sevmedi ini kendi de itiraf eder. ki yıl
sonra, 27 Haziran 1923’te daha da
açıkça dile getirir bu duygusunu:

“I do not love my kind, I detest
them, I pass them by. I let them
break on me like dirty raindrops.”
( nsanları sevmiyorum, nefret
ediyorum onlardan, yürüyüp
geçiyorum yanlarından. Pis ya mur
damlaları gibi, üstüme dü üp
da ılmaya bırakıyorum onları.)

Ne var ki, bu sevgisizli e kar ın, Joan
Russel Noble’un derledi i Recollections of
Virginia Woolf’tan (Virginia Woolf üzerine
Anılar) anla ıldı ı gibi, Virginia, insanlara
kar ı sonsuz bir merak duyar, onları soru
ya muruna tutmaktan kendini
alamazmı . Bu romancının, romandan
çok ya amöyküleri okumasını da buna
ba layabiliriz belki. Sorguya çekti i
sayısız ki ilerden biri olan Vita Sackville-
West’in o lu Nigel Nicolson’ın anlattı ına
göre, küçükken ilk kar ıla malarından
birinde, Virginia Woolf o gün ne yaptı ını
sormu .


Çocuk, yatılı okuldan çıkıp eve geldi ini
söyleyince, Virginia Wo olf, bu kadarının
yetmedi ini, tâ ba langıçtan anlatmaya
ba laması gerekti ini bildirmi . Sürekli
sorular sorarak, kaçta uyandı ını, nasıl
uyandı ını, uyandıktan sonra ne
yaptı ını, o günü nasıl geçirdi ini tüm
ayrıntılarıyla bir bir ö renmek istemi .
Psikiyatr Alix Strachey’ye bakılacak
olursa, bu a ırı merak, Virginia Woolf ’un
gerçek ya amdan zaman zaman
koptu unu bilmesinden, gerçeklere
tümüyle yabancıla mamak için büyük bir
çaba göstermesinden kaynaklanıyordu.
Ama bu çabalarına kar ın, insanlarla
tam bir ileti im kurmakta zorlanıyordu
gene de. Onu tanıyan ele tirmen Lord
David Cecil öyle der:

“She was rather like a mermaid. I
thought she was like a beautiful
mermaid who’d swim out of the sea
to have a look at us all - very
inquisitive, very interested. But like
a mermaid.”
(Bir denizkızı gibiydi biraz. Hepimize
öyle bir bakmak için denizden
yüzerek gelen güzel bir denizkızıydı
diye dü ünürdüm- çok meraklıydı, çok
ilgiliydi. Ama bir denizkızı gibiydi.)

Bize kalırsa Virginia Woolf, ancak
kendi dü gücüyle yarattı ı insanlara
sevgiyle yakla ır; bir denizkızı gibi, onlara
uzaktan bakmazdı. Örne in, “An
Unwritten Novel” (Yazılmamı Bir Roman)
adlı öyküsünde ele aldı ı anayla o ulu
taparcasına sever:

“Mysterious figures. Mother and
son. Where are you?.. Where ever I
go, mysterious figures, I see you,
turning the corner, mothers and
sons. Yes, you, you, you. I hasten, I
follow... It’s you, unknown figures,
you I adore. If I open my arm, it’s
you I embrace, you I draw to me.”
(Gizemli ki iler. Ana o ul.
Neredesiniz?... Gizmli ki iler, nereye
gitsem soka ın kö esini döndü ünüzü
görüyorum. Analar ve o ullar. Evet,
siz, siz, siz. Acele ediyorum,
pe inizden gidiyorum... Siz bilinmeyen
ki iler, taptı ım sizsiniz. Kollarımı
açarsam, sizi kucaklıyorum, sizi
ba rıma basıyorum.)

Ne var ki, Virginia Woolf, gerçek
ya amda gördü ü insanlara kollarını
açmıyor, onları ba rına basmıyordu.
Ye eni Quentin Bell’in anlattıklarına
göre, çekti i akıl hastalı ı zamanla onu
kötü yönden etkilemi , insanlara kar ı
kırıcı ve acımasız yapmı tı. Virginia
Woolf’un, James Joyce ve Katherine
Mansfield konusunda sözleri bizi fena
halde tedirgin eder: Virginia Woolf,
James Joyce’un roman türünün
de i mesinde ne denli büyük bir rol
oynadı ını bilir; ileride görece imiz gibi
onun bilinç akımı yönteminden
yararlanır; Ulysses’in bir bölümünün
Hogarth Press’te yayınlanmasını ister;
hattâ makalelerinde Joyce’un avant-
garde romanın en de erli temsilcisi ve
Ulysses’in bir ba yapıt oldu unu yazardı.
Gelgelelim, güncesindeki tutumu
bamba kadır. Kendi kendini yeti tirmi
bir a a ı sınıf aydını saydı ı Joyce’u
yüksek sınıftan bir aydının kibirli tavrıyla
hor görür. Böylelerini “çi , çarpıcı ve
eninde sonunda mide bulandırıcı” (“raw,
striking and ultimately nauseating”) bulur.
Kin saçarak, Joyce’u, ergenlik
sivilcelerini ka ıyan bir yeni yetmeye
benzetir. Ulysses, kültürden yoksun,
müstehcen bir kitaptır. T.S. Eliot’un
böyle bir yapıtı Sava ve Barı kadar
önemsemesine a ar. Ulysses’in ancak ilk
iki yüz sayfasını okuyabilmi ve “sözle
ifade edemeyece i bir can sıkıntısı” (“an
unutterable boredom”) çekmi tir. Tümünü
zorla okuyup bitirdikten sonra da,
Ulysses’in “hedefledi ini yapamadı ı” (“I
think it is a misfire”) kanısına varır. Lytton
Strachey’ye bir mektubunda da Joyce’u
alaya alır: “First there is a dog that
pisses, then a man that farts, and one
can be monotonous even on that subject”
( lkin çi yapan bir köpek var. Sonra,
osuran bir adam. Böyle konuları ele alırken
bile, insan tekdüze olabilir.) Rebecca West,
Virginia Woolf ’u, James Joyce üzerine,
“insanı a ırtan, nerdeyse ahmakça”
(“astonishing, almost stupid”) sözler
söylemekle suçlamakta haklıdır. Bunun
nedeni de, Joyce’u kıskanmasıdır
aslında. Bu kıskançlık, Jacob’s Room’u
yazarken, güncesinde, “what I am doing
is probably better done by Mr Joyce” (her
halde Mr. Joyce benim yaptı ımın daha
iyisini yapıyor) demesinden de anla ılır.
in içine kadınlar arasındaki rekabet
sorunları da girdi i için, Virginia Woolf ’un
Katherine Mansfield ile ili kisinde,
kıskançlık daha da belirgindir. Virginia
Woolfun güncesini okurken onu yıllar yılı
sanatın ermi lerinden biri sayan bizler
gibi saf insanlar, ça da ı yazarların en
de erlilerinden biri olan Katherine
Mansfield’i nasıl rezil etmeye kalktı ını
görünce ok geçirir.
Leonard Woolf, çok sa duyulu
davranmı , e inin 1915’den ölünceye dek
tuttu u, el yazısıyla yirmi altı ciltlik
güncesinden, ancak yazarlı ıyla ilgili
bölümleri, 1953’de A Writer’s Diary (Bir
Yazarın Güncesi) adıyla yayınlamı tı.
Virginia Woolf ’un da istedi i buydu
aslnda:

“What’s to became of all these
diaries, I asked myself yesterday. If I
died what would Leo make of them?
He would be disinclined to burn
them; he could not publish them.
Well, he should nıake up a book of
them and burn the body.”
(Dün kendi kendime sordum, ölürsem
ne olacak bütün bu günceler? Leo ne
yapacak bunları? Yakmak
istemeyecek; yayınlayamaz da. Eh,
bunlardan bir kitap çıkarıp, geri
kalanı yakmalı bence.)

Leonard Woolf, e inin dü ündü ünü
yapmakla, Virginia Woolf ’un yazar olarak
anla ılması için özenle okunması gereken
bir kitap çıkardı ortaya. Çünkü A Writer’s
Diary’de, onun her romanını nasıl
tasarladı ı, nasıl yazdı ı, de i iklikler
yaparak nasıl tekrar tekrar üstünden
geçti i ayrıntılı olarak anlatılır. Üstelik
Virginia Woolf bir yandan yazarken, bir
yandan da sürekli okudu u için, bu
kitap, edebiyat üzerine birbirinden ilginç
ele tiri parçalarıyla ve de erlendirmelerle
doludur.
Virginia Woolf ’u yakından tanımamız
için, A Writer’s Diary yeter de artar da
bizlere. Gelgelelim, yazarın ye eni
Quentin Bell’in e i Anne Oliver Bell, bir
i güzarlık yaptı: Hem A Moment’s Liberty
(Bir Anlık Özgürlük) adıyla Virginia
Woolf’un güncesinden parçaları; hem de
1977’de ba layarak, bütün günceyi cilt
cilt yayınlamaya koyuldu. Ne yazık ki, bu
günce, yer yer çok ilginç olmakla birlikte,
Virginia Woolf gibi büyük bir yazarın,
insan olarak olumsuz, kötü niyetli,
dedikoducu, fitne demeyelim de hınzır
yanlarını gözler önüne serer.
Romanlarının ki ilerinde, Mr.
Dalloway’de, To the Lighthouse’daki Mrs.
Ramsay’de, Between the Acts’daki ya lı
Mrs. Swithin’de bunca geli mi olan
sevecenli in ve merhamet duygusunun
onda ne denli eksik oldu unu gösterir
bizlere. Kusurlu ve eksik yanlarının kendi
de bilincinde oldu u için, kendini
“despicable” (hor görülmesi gereken) bir
insan buldu u olur. Katherine
Mansfield’in ölümünden sonra, onu
kıskandı ını da itiraf eder: “I am jealous
of her writing - the only writing I have
ever been jealous of” (Onun yazdıklarını
kıskanıyordum... ömrümde kıskandı ım
tek yazılardır onlar. ) Katherine
Mansfield’in ona hayran oldu unu da
anlatır. Onunla dostluk kuramamasının
pi manlı ı içindedir; çünkü onunla,
yeryüzünde ba ka hiçbir kimseyle
olmayan ortak bir yanı bulundu una
inanır.
Virginia Woolf’un, yalnız James Joyce’a
ve Katherine Mansfield’e kar ı de il,
ba kalarına kar ı tutumu da bizi fena
halde üzer. Örne in, sanat tarihçisi ve
ressam Roger Fry, onun en yakın
dostlarından biridir. Roger Fry ölünce,
Virginia Woolf 1940 ’da onun üzerine
uzun bir kitap da yazmı tır. Ama
güncesinde, Fry’ın sergisinde ancak üç
dört küçük desenin satıldı ını; öteki
tabloların, bir baloda hiç kimsenin dansa
kaldırmadı ı çirkin kızlar gibi duvarda
asılı kaldı ını söyler. Ve “kötü resimler
satılmaz” (bad pictures don’t sell) diye
ekler acımasızca. Akıl hastalı ının ne
korkunç bir dert oldu unu kendi bildi i
halde, aynı acımasızlı ı, T.S.Eliot’un akıl
hastası ilk e i Vivien’e gösterir: “Making
me almost vomit, so scented, so
powdered, so egotistic, so morbid, so
weakly” (Öyle parfümlü, öyle pudralı, öyle
bencil, öyle sa lıksız, öyle güçsüz ki,
nerdeyse kusacaktım) der. Londra’da
gezintiye çıkarılan bir geri zekâlılar
kafilesini i renç bulup, “they should
certainly be killed” (bunları mutlaka
öldürmek gerek) diye kesip atar.
Kendisinin de bunu yazdıktan birkaç ay
sonra aklını yitirece ini bildi imiz için,
bunu okuyunca çok fena oluruz.
Virginia Woolf ile ilgili anılarını
anlatanların yazdıklarından anla ıldı ı
gibi, sanki dilinin ucunda sivri bir i ne
varmı casına, herkes ona çekinerek
yakla ırmı . Çünkü sözleri yalnız
i neleyici de il, çok da güldürücü
oldu undan, dilden dile dola ır, kolayca
unutulmazmı . Hogarth Press’te çalı an
Frances Marshall “the terrifying Virginia
Woolf” (insanın ödünü koparan) dedi i
yazarın, onun ba rına sapladı ı dikenli
oklara bile hayran kaldı ını söyler.
Virginia Woolf ’un ye eni Angelica Bell’e
göre, teyzesinde “saydam bir güzelli in
bir ifritin diliyle birle mesi” (“this
combination of limpid beauty and a
demon’s tongue”) çevresindekileri a kına
döndürürmü . Örne in, tatlı haller
takınıp, yakın dostu T.S. Eliot’un bir ara
banka memuru olmasına de inerek, “ t’s
such a pity, Tom, that you started being
a poet instead of remaing in a bank. By
now you might have been the manager of
the Bank of England” (Ne yazık ki, Tom,
bir bankada kalaca ına, air olmaya
kalktın. imdi ngiltere Bankasının müdürü
olabilirdin) dermi . Virginia Woolf ’un böyle
hınzırca sözler söylemesinin ve
güncesinde sa a sola çatmasının nedeni,
her an delirebilece i korkusuydu belki de.
Kendi akıl sa lı ına güvenini yitirdikçe,
ba kalarından hıncını almak istiyordu
her halde.
Bu saldırganlı ı bir yana, Virginia
Woolf’un ki ili inin bizi en çok üzen
yanlarından biri de, anti-semitizmi, yani
Yahudilere kar ı neredeyse ırkçı
tutumudur. Buna yalnız üzülmekle
kalmayız, çok da a arız; çünkü o kadar
sevdi i o e siz kocası Leonard Woolf da
Yahudidir. Onunla evlenmeden önce,
Virginia bu yüzden bir hayli tedirgin
olmu , bir mektubunda “you seem so
foreign to me” (bana öyle yabancı
görünüyorsun ki) demi ti. E inin ailesiyle
tanı tıktan sonra da, sanki Yahudilerin
sesleri ve gülü leri Hıristiyanlarınkin-den
farklıymı gibi, “I do not like the Jewish
voice; I do not like the Jewish laughter”
(Yahudi sesini sevmiyorum; Yahudi
gülü ünü sevmiyorum) diye yazmı tı.
Ne var ki, kendisi gibi Yahudilerden
ho lanmayan Hitler’in iktidara geli i,
talya ve Almanya’da fa izmin egemenli i
Virginia Woolf ’u peri an etti. Üstelik
ayrıca dü kün oldu u ye eni Julian Bell,
spanya ç Sava ’ında fa istlere kar ı
çarpı ırken öldürülmü tü. Aynı yıl
spanya’dan kaçan cumhuriyetçi
kadınların, çocuklarıyla birlikte
Londra’da düzenledikleri yürüyü ü
seyrederken, hüngür hüngür a ladı.
Fa izme kar ı makaleler yazmak istedi.
Fa izmin sonucunun ikinci bir dünya
sava ı olaca ını o kadar iyi biliyordu ki,
1935’te “The Next War” (Bundan Sonraki
Sava ) adlı bir makale yazdı ve daha
sonraları, bunu The Three Guineas’e (Üç
Gini) ekledi. 1936 Aralık ayında komünist
Daily Worker gazetesinde “Why Art
Follows Politics” (Sanatın Politikanın
Pe inden Gitmesinin Nedeni) adlı bir
makalesi çıktı. Bu yüzden de Nazi
eflerinden Himmler’in kara listesine
girdi. Naziler ngiltere’yi i gal etseydi,
Bertrand Russell, E.M. Forster, G.B.
Shaw, e i Leonard Woolf ve ba ka ngiliz
aydınlarıyla birlikte hapse atılacaktı.

Bölüm 5
Virginia Woolf’un Ölümü


Virginia Woolf, ikinci bir dünya
sava ının, Avrupa uygarlı ının sonu
olaca ı saplantısına kapılmı tı. Sava ın
ilk iki yılında Nazi Almanya’nın zaferleri,
korkularını büsbütün arttırdı. E i onu
Londra’dan uzakla tırdı. Kırsal bölgede
bir eve yerle tiler. Yalnız Londra de il,
bütün ülke geceleyin sürekli havadan
bombalanıyordu. Günübirli ine Londra’ya
gidince, Bloomsbury mahallesinde
Tavistock Square’deki evinin yıkıldı ını,
çalı ma odasında ancak bir tek duvar
parçasının ayakta kaldı ını, ablası
Vanessa’nın bir iki tablosunun bu
duvara asılı oldu unu gördü. Dü man
uçakları, sı ındıkları köy evinin üstünden
de geçiyordu her gece; evin camları
angır angır kırılıyordu. l940 güncesinde,
“We lay flat on our faces, hands behind
head. Don’t close your teeth, said
Leonard” (Ellerimizi ba ımızın arkasında
kavu turarak yüzükoyun yattık. Di lerin
birbirine de mesin, dedi Leonard) diye
anlatır.
Virginia Woolf, sava ın olanca
“hayvansılı ını ve vah etini” (“the brutality
and wildness”) görüyordu. Ama onu en
çok deh ete dü üren sava ın
mantıksızlı ıydı: “Unreason... someting
terrifying unreason” (Akla aykırılık...
korkunç bir ey akla aykırılık) der
güncesinde. Aynı yıl, yani 1940’da, New
Republic dergisinde “Thoughts on Peace
in an Air Raid” (Bir Hava Akını sırasında
Barı üzerine Dü ünceler) adlı güzel bir
yazısı çıktı. Bu yazı, Death of the Moth
(Pervanenin Ölümü) kitabındaki
denemeler arasında yeniden yayınlandı
sonraları. Barı a büyük bir özlem
duymasının nedeni, bir tek sava de il,
iki sava ya amı olmasıydı. 1914’te
Birinci Dünya Sava ı ba ladı ında otuz iki
ya ındaydı. O sava süresi, dört yıl
“zırdeli oldu unu” (I was raving mad
during tlıe last war”) söyler. Çok daha
sonraları bile, 1924 güncesinde “All
through these years I was creeping
about, like a rat struck on the head, and
the aeroplanes were over London at
night and the streets dark” (O yıllar
boyunca, ba ına vurulmu bir fare gibi,
oradan oraya sürükleniyordum. Uçaklar
geceleri Londra’nın üstündeydi ve sokaklar
karanlıktı) diye anlatır. Sava ın izleri
romanlarında da görülür: Birinci Dünya
Sava ı, Jacob’s Room’un ba ki isini
öldürür. Mrs. Dalloway’deki Septimus
Warren Smith, sava ta geçirdi i ok
yüzünden delirip sonunda kendi canına
kıyar. The Years’deki Pargiter ailesi,
evlerinin bodrumuna sı ınmı ken,
tepelerinde insanların birbirilerini
öldürdüklerini bilirler. Between The
Acts’te kinci Dünya Sava ı’nın her an
patlak verebilece i besbellidir; “Avrupa
toplarla diken dikendir, havada uçaklar
vardır” (“Europe bristling with guns, poised
with planes”)
Virginia Woolf ’un feminizminin bir
nedeni de, Three Gineas’te belirtti i gibi,
sava ları kadınların de il, erkeklerin
yaptı ı dü üncesidir: Sava , bir erkek
u ra ıdır; erkeklerin kafa yapısının bir
ürünüdür; erkeklerin mesle idir.
Erkekler, kadınları kültürel ya amdan,
toplumsal ya amdan dı layarak, kendi
egemenliklerini kurmu lardır. Onların
iktidarı tekellerine almaları, önce fa izme,
sonra da fa izmin do al sonucu olan
sava a meydan vermi tir. A Room of
One’s Own’da (Kendine ait bir Oda)
kadınların -ister ngiliz, ister Fransız,
ister Alman olsunlar- bombaların
ı ı ında, onları yöneten erkeklerin
yüzlerindeki çirkinli i ve aptallı ı görünce
ok geçirdiklerini söyler. Virginia Woolf,
belki bu yüzden, erkeklerin egemen
oldukları bir toplum tarafından
onurlandırılmaya katlanamaz. Liverpool
Üniversitesi’nin de, Manchester
Üniversitesi’nin de ona vermek istedikleri
fahri doktorayı, “ t is an utterly corrupt
society... And I will take nothing that it
can give” (Bu, tümüyle koku mu bir
toplumdur... Bana verebilece i hiçbir eyi
almayaca ım) diyerek reddeder.
Virginia Woolf, biraz önce belirtti imiz
gibi, Nazilerin kara listesindeydi. E i
Leonard Woolf’a gelince, hem Yahudi
hem de sosyalist olarak, Nazilerin
kendilerine dü man saydıkları bir
aydındı. te bu yüzden Woolf’lar, ngiltere
i gal edilirse -o sıralarda her an
gerçekle ebilecek bir durumdu bu-
arabalarının egzoz dumanıyla
zehirlenerek, birlikte ölmeye karar
vermi lerdi. Gerçi Almanya, ngiltere’yi
i gal edemedi. Ama ya amaya gücü
kalmayan, her an delirece ini hisseden
Virginia Woolf, 1941 yılının Nisan ayının
ilk günlerinde kendi canına kıydı.
ntiharından iki ay önce, güncesinde,
“gelecek günler” diye bir kavramı
yitirdi ini söyler: “I was thinking: We live
without a future, that’s what’s queer.
With our noses pressed to a closed door”
(Dü ünüyordum: Geleceksiz ya ıyoruz.
Acayip olan da bu. Burunlarımız kapalı bir
kapıya dayalı). 27 Haziran 1940
güncesinde de, bir uçurumun kenarına
itilmekte olduklarını, 27 Haziran 1941
tarihli bir günü görebilece ini ummadı ını
söyler. Görememi tir de. Ama bir bakıma
da henüz ölmek istemez; 2 Haziran
1940’da, daha on yıl kadar ya amak
istedi ini yazar.

Leonard Woolf karısının güncesini
okuyor.

Onu ölüme sürükleyen, yalnız
sava tan kaynaklanan ruhsal yıkıntı
de il, yazar olarak yaratıcı gücünü
yitirdi i kaygısıdır. Londra
bombalanırken, “Bu gece kim ölecek?”
diye sorar kendi kendine. Arkasından da,
“ nsan artık yazamıyorsa, canına kıyması
daha iyi olur” (“Who will die tonight?... If
one can’t write, one may as well kill
oneself”) diye ekler. Korkunç bir ruhsal
gerilim içinde bitirdi i son kitabı Between
the Acts’ı “tümüyle de ersiz” (“completely
worthless”) sanır. Yalnız artık yazamadı ı
de il, bundan önce yazdıklarını da
kimselerin okumadı ı kuruntusuna
kapılır. “No audience. No echo. That’s
part of one’s death” (Dinleyen yok. Yankı
yok. nsanın ölümünün bir parçasıdır bu)
der. Bu kaygısında bir gerçek payı da
vardır. Çünkü Virginia Woolf bugün
oldu u kadar ünlü de ildi öldü ü yıl.
ngiliz edebiyatının bir çe it özel
ansiklopedisi olan Oxford Companion to
English Literature’ın 1942 baskısında
ancak on altı satır ayrılır ona. 1962
baskısında aynı durum devam eder. Ama
1985 baskısında, neredeyse iki tam
sütun verilir.
Bir sava içinde ya amanın felâketi,
artık yazmamak kaygısı, her an delirmek
korkusuyla birle ince, denizi büyük bir
tutkuyla seven, ama denize girmedi i için
yüzmesini bilmeyen Virginia Woolf,
ceplerini ta larla doldurup, kendini Ouse
ırma ına attı. Yürürken kullandı ı
bastonu, ırma ın kıyısında bulundu. Elli
dokuz ya ındaydı o sırada.
Birçok dizesinden anladı ımız gibi,
bo ularak ölece i Shelley’nin içine
do du u gibi, suda ölece i de Virginia
Woolf’un içine do mu tu. 1931’de yazdı ı
bir mektupta “I shall be under the pond
with the goldfish swimming over me”
(Havuzun dibinde olaca ım; kırmızı balıklar
üstümde yüzecek) der. lk romanı The
Voyage Out’un ba ki isi Rachel Vinrace,
kendini Thames nehrinin altında
yürürken görür. Sonra sular “ba ının
üstünde kapanırlar” (“close over her
head”). Yalnız To the Lighthouse ve The
Waves’de de il, bütün romanlarında,
akan, kabaran, gelip giden su imgeleri
vardır. Ölümünden altı yıl önce,
“Dü ümde kendini öldüren insanlar
gördüm; bedenleri suyun içinden
fırlıyordu” (‘I dreamt of men committing
suicide and could see the bodies shooting
throııgh the ıvater”) diye yazar güncesinde.
Virginia Woolf ’un ölüsü de sularda yüzdü
uzun süre. Ancak on be gün sonra
bulunabildi.
Virginia Woolf, canına kıymadan önce,
ablası Vanessa ’ya ve e i Leonard Woolf’a
birer mektup yazmı tı. E ine
mektubunda öyle der:

“I feel sure I am going mad again. I
feel sure that we can’t go through
another of those terrible times. And
I shan’t recover this time. I begin to
hear voices... So I am doing what
seems the best thing to do. You
have given me the greatest possible
happiness... I can’t fight any longer.
I know that I am spoiling your life...
I owe all the happiness of my life to
you... If anybody could have saved
me it would have been you.
Everthing has gone from me except
the certainty of your goodness. I
can’t go on spoiling your life any
longer... I don’t think two people
could have been happier than we
have been.”
(Gene delirece imden eminim. O
korkunç günleri yeniden ya amaya
katlanamayaca ımı hissediyorum. Bu
kez iyile emeyece im üstelik... Sesler
duymaya ba lıyorum... Bu yüzden de,
yapabilece im en do ru eyi
yapıyorum. Sen, mutlulukların en
büyü ünü verdin bana… Bundan
böyle sava amam... Senin ya amını
bozdu umu biliyorum... Kendi
ya amımın bütün mutlulu unu sana
borçluyum... Beni herhangi bir ki i
kurtarabilseydi, o ki i sen olurdun.
Senin iyili ine güvenimden ba ka her
eyimi yitirdim... Artık senin ya amını
bozamam. Hiç kimse bizim ikimizden
daha mutlu olmamı tır.)

Bölüm 6
Virginia Woolf’un Feminizmi


Virginia Woolf, feminizmi savunan iki
kitap yazmı tır. Bu feminizmin, babasının
otoritesinden, anne bir a abeysinin
cinsel sata malarından ve kendi lezbiyen
e ilimlerinden kaynaklandı ı sanılır
genellikle. Bu bir yanılgıdır bize kalırsa.
(Herkesçe bilindi i gibi feminist
kadınların ancak yüzde be i lezbiyen
sayılabilir.) Babası, bunu hiç istemeden
de olsa, salt ki ili inin a ırlı ıyla kızını
ezmeseydi; a abeyi normal bir karde gibi
davransaydı, kendisi de kadınlardan
ho lanmasaydı; Virginia Woolf, 1920 ’li
yıllarda gene de feminizmi savunurdu
büyük bir olasılıkla.
Bunun ilk nedeni, XIX. yüzyılın
sonunda, yani Virginia Woolf on sekiz
ya ındayken, kadınlarla erkekler
arasındaki e itim e itsizli iydi. Virginia
Woolf’un, Oxford ile Cambridge adlarını
birle tirerek Oxbridge dedi i iki büyük
üniversiteden Oxford’a, kadınlar ancak
1920’de kabul edilmi ti. Cambridge ise,
kadınlara yalnız “titular” denilen türden
diplomalar veriyordu. öyle ki, kadınlar
diploma alabiliyorlar; ama bu diplomanın
sa ladı ı ayrıcalıklardan
yararlanamıyorlardı. Devlet memurlu u
sınavlarına ancak 1926’da girebildiler.
Babasının büyük kitaplı ından ve birkaç
özel dersten yararlanarak kendini
yeti tiren Virginia Woolf, Cambridge ’e
giden erkek karde lerine sa lanan
e itimden yoksun kaldı ının bilincindeydi
ve bunun acısını çekti ömrü boyunca.
Bilindi i gibi, Oxford ile Cambridge’de
fakülteler de il, “college”ler vardır.
Cambridge’de kadınlar, erkek
college’lerine giremiyorlar; ancak
Newnham ve Girton gibi kadın
college’lerine girebiliyorlardı. Bu iki kadın
college’inin verdi i e itim düzeyi, erkek
college’lerindekinden çok daha dü üktü.
Erkekler, en iyi ö retim üyelerinin
derslerinden yararlanırken, kadınlar
yeteneksiz hocalarla yetinmek
zorundaydı. Üstelik üniversitenin
kitaplı ını istedikleri gibi kullanmaları
engelleniyordu. Virginia Woolf, erkek
karde lerini görmeye gidince, kadın
oldu u için, yalnız kitaplı a girmesi de il,
çimende yürümesinin bile yasaklandı ını
öfkeyle anlatır. Ünlü romancı
E.M.Forster’e göre, bu e itsizlik, erkek ve
kadın ö rencilere verilen yemeklerde bile
ortaya çıkıyordu. Forster, erkeklerin
King’s College’inde “nefis” (‘exquisite”) bir
ö le yeme i yedikten sonra, kadınların
Newnham College’inde “yürekler acısı”
(“deplorable”) bir ak am yeme i yedi ini
anlatır. Üstelik Virginia Woolf ’un A Room
of One’s Own’da yazdıklarına bakılacak
olursa, kadın college’lerinde ders veren
erkek hocalar, kadın ö rencileri sürekli
küçümserlerdi. Bunlardan biri olan
Oscar Browning, sınav kâ ıtlarını
okurken, en aptal erke in, kafa yapısı
açısından en zeki kadından kat kat
üstün oldu unu söyleyip dururmu hep.
1929’da yayınlanan A Room of One’s
Own, Virginia Woolf ’un Newnham ve
Girton College’lerinde 1928’de verdi i iki
konferansdan olu an ve konu ma dilinin
do al ve rahat akı ını koruyan kısa bir
kitaptır.

Virginia Stephen babası Sir Leslie ile.

Forster’e göre, Virginia Woolf ’un en güzel
yapıtlarından biridir ve çok inandırıcıdır
da. Oysa yazarın kendisi, güncesinden
anla ıldı ı gibi, A Room of One’s Oıvn’un
olumsuz kar ılanaca ını, etkisiz
kalaca ını sanıyordu. Yarım yüzyıl sonra
da, ilgiyle okunaca ını, küçük bir klasi e
dönü ece ini, günümüzde Patrick
Garland’ın bu kitabın metninden
yararlanarak bir tiyatro oyunu
yazaca ını bilseydi, çok a ardı herhalde.
Bu kitabı yazdı ı için, onu bir “sapphist’’
yani bir lezbiyen olmakla
suçlayacaklarından da çekiniyordu. Ama
ne derlerse desinler, bu kitabı “co ku ve
inançla” (“with ardour and conviction”)
yazdı ını da biliyordu.
Virginia Woolf, kitabının ba langıcında
öyle der: “But we asked you to speak
about woman and fiction -what has that
to do with a room of one’s own? I will try
to explain.” (Ama biz sizin, kadınlardan ve
romandan söz etmenizi istedik— kendine
ait bir odayla ne ilgisi var bunların? Bunu
açıklamaya çalı aca ım). Söyledi ini de
yapar, kitabına neden “Kendine Ait bir
Oda” adını verdi ini açıklar: Bir kadının
kendine ait bir odası ve geçinebilecek
kadar geliri yoksa, roman ya da öykü
yazabilmesi pek olası de ildir. Nitekim
Leonard Woolf, 1967’de B.B.C.
televizyonunda bir konu masında, e inin
kitaplarından çok az para kazandı ını
anlattıktan sonra, e er geçim sıkıntısına
dü seydi, büyük bir olasılıkla bir tek
roman bile yazamayaca ını söyler.
Virginia Woolf ’un kendisine ait bir odası
ve rahat geçinebilecek kadar parası
vardı. Ama ço u kadın yazarların
bunların her ikisinden de yoksun
olduklarını biliyordu. Kadın sorunuyla
ilgili temel gerçe i, yani ekonomik
ba ımsızlı ın kadının özgürlü ünün
ba lıca ko ulu oldu u gerçe ini
kavramı tı. Ne var ki, ele aldı ı kadın ve
roman yazarlı ı konusunun sınırlarını
geni leterek, ekonomik güvencenin,
yalnız yazar ya da sanatçı kadınların
de il, her kadının özgürlü ünün temelini
olu turdu unu belirtmesi daha yerinde
olurdu bize kalırsa. Hattâ yalnız
kadınların de il, erkeklerin de
yaratıcılı ının temel ko ulu oldu unu
söyleyebilirdi. Ama aklına bunca
hayranlık duydu u e i bir sosyalist
oldu u halde, Virginia Woolf böyle bir
açıdan bakamıyordu bu soruna.
Virginia Woolf, A Room of One’s Own’da
ya lı bir piskoposun, geçmi in, imdiki
zamanın ve gelece in hiçbir kadınının bir
Shakespeare dehâsına sahip olmayaca ı
görü ünü savundu unu söyledikten
sonra, Shakespeare kadar büyük bir
dâhi olan bir kız karde uydurur
Shakespeare’e. Judith adını verdi i bu
kızın ba ına gelenleri anlatır: Dâhi kız,
a abeyinin bir süre devam etti i
ortaokula bile gidemez. Eline geçirebildi i
bir iki kitabı okumasına izin verilmez.
Annesi onu sürekli azarlar, babası dayak
atar. On yedi ya ına gelince, ailesi
Judith’i hiç istemedi i biriyle zorla
evlendirmeye kalkınca, Londra’ya kaçar.
Bir tiyatroda çalı mak ister. Ama kadın
rollerini erkek çocuklar oynadı ından,
onu alaya alıp tiyatrodan kovarlar. Aç
bilâç sokaklara dü ünce, Nick Greene
adlı birinin metresi olur. Hamile kalınca
da kendini öldürür. Erkek de il de kız
oldu u için, kendisine ait bir odası ve
geçinebilecek kadar parası bulunmadı ı
için, kadın Shakespeare daha yirmisine
basmadan heba olup gitmi tir.
Virginia Woolf, kadın sorununu
incelemek için British Museum’un
kitaplı ına ba vurunca, a ırıp kalır.
Çünkü yı ınla kitap vardır bu sorun
üzerine; ama bunların hepsini erkekler
yazmı tır. (Virginia Woolf, ne yazık ki, air
Shelley’in e inin annesi Mary
Wollstoncraft’ın tâ 1792’de yayınladı ı
Vindication of the Rights of Woman (Kadın
Haklarının Savunmasını) unutmu gibidir
bu arada. Acaba kadınlar neden kadın
haklarını savunmuyorlar? Bu aymazlık,
kadınların kadınlardan
ho lanmamalarından mı kaynaklanıyor
acaba diye dü ünür. “Women are hard
on women. Women dislike women”
(Kadınlar kadınlara kar ı katıdır. Kadınlar
kadınlardan ho lanmazlar) der. Virginia
Woolf günümüzde ya asaydı, artık
erkeklerden fazla kadınların kendi
haklarını savunduklarını görür, içi
rahatlardı.
Ça ımızın yo un feminist propagandası
sayesinde, Virginia Woolf ’un A Room of
One’s Own’da gözler önüne serdi i hazin
gerçekler, hepimizce bilinmektedir artık:
Genellikle kadın, ailesinin seçti i erkekle
evlenmek zorundaydı. Bir erke in karısını
dövmesi, alı ılagelmi bir durumdu.
Erkekler, kadınları kendilerinden a a ı
görür, onları küçümserlerdi. Kadınlara
uygun görülen i levler, ancak ev kadınlı ı
ve analıktı. “Cinsel barbarlıkları” (“sexual
barbarity”) yüzünden, erkeklerin
kadınlardan bekledikleri tek erdem iffetti.
Oysa Virginia Woolf ’un haklı olarak
savundu u gibi, asıl önemli olan bedenin
iffeti ve erdemi de il, kafanın iffeti ve
erdemidir. “You must refuse to sell your
brain for the sake of money” (Para u runa
beyninizi satmayı reddetmelisiniz) der
Virginia Woolf.
Yazara göre, erkeklerin bu tutumu
yüzünden, toplumun en yüksek ve en
varlıklı tabakalarında bile, kadınların eli
kolu ba lanmı tır. XVII. yüzyılda ya ayan
ve iirler, denemeler, tiyatro oyun ları
yazan Newcastle Dü esi Margret’in dedi i
gibi, “Women live like bats or owls, labour
like beasts, and die like worms”
(Kadınlar, yarasalar ya da bayku lar gibi
ya ar, hayvanlar gibi çalı ır ve kurtlar gibi
ölürler). Newcastle Dü esinden çok daha
yetenekli bir air olan Winchelsea Kontesi
(1661-1720) kadınların içine dü tü ü,
daha do rusu içine dü ürüldü ü
durumdan acı acı yakınır: Do a kadınları
akılsız yaratmamı tır. Ancak, toplumun
yanlı töreleriyle yasaları, onların
akıllarını geli tirmelerini engellemi tir.
Kadınların aptal olmaları “beklenilir ve
önceden tasarlanır” (“expected and
designed”). Hele bir kadın yazı yazmaya
kalkarsa, dünyanın en gülünç yaratı ı
sayılır. Çünkü erkeklere kalırsa, kadının
asıl marifeti aklını i letmek de il,
“modaya uymak, dans etmek, iyi
giyinmektir” (“fashion, dancing, dressing”).
Virginia Woolf, yalnız geçmi te de il,
XIX. yüzyılda da, kadınlara gerçekten
ya ama fırsatı verilmedi ini ileri sürer.
Kadınlar erkekler gibi tek ba ına
yolculuklara çıkamazlardı; ancak
ailelerinin istedi i ki ilerle tanı abilirlerdi;
yeni çevrelere giremezlerdi. Bu yüzden de
ya antı ve deneyleri sınırlı kalırdı.
Genellikle kadın sorunundan fazla, yazar
kadınların sorunları üzerinde duran
Virginia Woolf, Charlotte Bronte erkek
olsaydı, erkekler gibi ya ayabilseydi,
ba ka konuları da i leyebilece ini; Jane
Austen’in yalnız çaylı toplantıları
anlatmakla yetinmeyece ini; George Eliot
Kırım Sava ı’na katılsaydı, neler neler
yazabilece ini dü ünür. Tolstoy, bir
kentin kenar mahallesinde ıssız bir aile
ya amı ya asaydı, acaba aynı yazar
olabilir miydi diye sorar okuyucalarına.
Virginia Woolf’un The Death of the Moth’da
söyledi ine göre, kadınların kendilerine
ait odalara ve geçinebilecek paraya sahip
olmamalarına kar ın, öykü ve roman
yazabilmelerinin ba lıca nedeni, o
sıralarda kâ ıdın ucuza satılması, az bir
paraya kar ılık bir yı ın kâ ıt
alabilmeleriydi. XIX. yüzyılda bunca
büyük kadın yazar yeti mesine kar ın,
kadınların romancılı a soyunmaları hâlâ
biraz acayip sayılırdı. Bu yüzden,
kadınlar adam yerine konulabilmek için,
kitaplarını erkek adlarıyla
yayınlamı lardı. Örne in, Charlotte
Bronte ve Emily Bronte, Currer Bell ve
Ellis Bell adlarını kullanmı lardı bir ara.
Mary Ann Evans ile Aurore Dupin de,
George Eliot ve George Sand adlarıyla
yazmı lardı.
Virginia Woolf, kadınların hem kendi
adlarını kullanmalarını, hem de erkeklere
hiç öykünmeden bir kadın gibi, yani
kendilerine özgü kadınca duyarlılı ı
yansıtarak yazmalarını ister. Jane
Austen ya da Emily Bronte, erkek gibi
de il, kadın gibi yazdıkları için büyük
romancılar olabilmi lerdi. Ama çok az
sayıda kadın bunu yapabilmi ti.
Kendilerini erkeklerden koruyabilmek
için, erkek maskeleri takmak zorunda
kalmı lardı. Çünkü roman de il, ancak
mektup yazabilmeleri beklenirdi
onlardan. Oysa, Cambridge’li kız
ö rencilere seslenen Virginia Woolf,
kadınların yalnız öykü ve roman de il,
iir, deneme, ele tiri, felsefe yapıtları,
bilimsel ara tırmalar yazmalarını ister.
Kadınların, kolayca ba arıya
ula amayacaklarını da bilir. Çünkü
erkekler, her zaman kadınlardan üstün
olma hevesindedirler. Dr. Johnson ’un tâ
XVIII. yüzyılda dedi i gibi, akıllı ve bilgili
kadınlarla ba a çıkamayacaklarının
farkında olduklarından, kadınların cahil
ve akılsız kalmalarını ye tutarlar.
Burada Virginia Woolf, ince bir noktaya
parmak basarak, erkekler için asıl
sorunun, kadınların a a ı olmaları de il,
kendilerinin onlardan mutlaka daha
üstün olmaları ya da kendilerini öyle
saymaları oldu unu belirtir. Kadınlar da
bu iste e boyun e mi ler, erkekleri bir
dev aynasında gösterip, yüceltmi lerdir
öteden beri: “Women have served all
these centuries as looking glasses
possessing the magic and delicious power
of reflecting the figure of man at twice its
natural size.” (Bütün bu yüzyıllar boyunca,
kadınlar, erke i do al boyundan iki kat
daha büyük göstermek gibi sihirli ve nefis
bir güce sahip aynalar görevini gördüler.)
Virginia Woolf, aslında tüm kadınların
de il, yazar kadınların sorunlarını ele
aldı ı için, öteki feministlerden ayrılarak,
kadınların haklarını savunmak amacıyla
örgütlenmeleri gereklili i üstünde
durmaz. Seçim sistemini de i tirmeyi
amaçlayan Suffragette’lere de
katılmayarak, kadınların oy hakkını elde
etmelerini hiç önemsemez. Kendilerine
ait odaları ve gelirleri olması, oy
hakkından çok daha önemlidir Virginia
Woolf açısından: “Of the two -the vote
and the money- the money, I own, was
infinitely the more important” (Bu ikisinin
arasında -para ve oy- paranın kat kat daha
önemli oldu unu itiraf ediyorum). Oysa,
ülkesini yönetenleri kendi seçmeden,
toplumsal düzende köklü de i iklikler
sayesinde, e itim e itli i elde etmeden,
bir kadının -özellikle yüksek sınıftan
gelmeyen bir kadının- kendine ait bir
odası ve geçinebilecek bir geliri
olabilmesinin yolu yoktur.
A Room of One’s Own’da ileri sürülen
en do ru dü ünce, yaratıcı dima ın
“androgynous” oldu u, yani hem erkeksi,
hem de kadınsı oldu u dü üncesidir bize
kalırsa. Virginia Woolf ’un da belirtti i
gibi, bunu ilk dü ünen kendisi de il
Romantik Ça ’ın büyük airi
S.T.Coleridge’dir. nsan dima ının bir
erkek yanı, bir de kadın yanı vardır.
Erkeklerde erkek yanı, kadınlarda kadın
yanı egemendir. Ama büyük dahiler -
Virginia Woolf’a göre, bunun en kusursuz
örne i de Shakespeare’dir- dima larının
her iki yanından e it olarak yararlanırlar.
Ancak böyleleri tam anlamıyla yaratıcı
olabilirler. Ço u erkekler, dima larının
ancak erkek tarafıyla yazarlar. Ço u
kadınlar da, onlara öykünerek,
dima larının kadın yanını yeterince
kullanmazlar. Oysa salt erkeksi bir
dima tam anlamıyla yaratıcı
olamayaca ı gibi, salt kadınsı bir dima
da tam anlamıyla yaratıcı olamaz.
(Virginia Woolf ’dan önce, Katherine
Mansfield de 1921 güncesinde, bir
insanın ne tamamiyle kadın, ne de
tamamiyle erkek oldu unu, kadınlıkla
erkekli in bir bire imini olu turdu unu
söyler. Hattâ kadınların, onların erkek
yanını geli tirebilecek erkekleri;
erkeklerin de onların kadın yanını
geli tirebilecek kadınları aradıklarını ileri
sürer.) Erkeklerden çok kadınlardan
ho lanmakla birlikte, yaratıcı dima ın
androjenli i üstünde durması, Virginia
Woolf’un kimi feministler gibi, erkeklere
kar ı tümüyle olumsuz bir tutum
benimsemeyerek, salt kadınlardan yana
çıkmadı ını gösterir. Salt kadın ya da salt
erkek olmanın bizi yaratıcılıktan yoksun
bıraktı ına inanır; “Woman-manly or
man-womanly” (erke imsi kadın ya da
kadınımsı erkek) olmak zorundayız der.
Yazarlar arasında, Coleridge’i, Keats’i,
Lamb’i, Sterne’ü kadınımsı erkek sayar.
Milton’da, Wordsworth’de, Ben Jonson’da
ve Tolstoy’da, erkek yanın fazla a ır
bastı ını; Marcel Proust’da da kadın
yanın fazla a ır bastı ı için, ideal
dengenin bozuldu unu ileri sürer. leride
görece imiz gibi Orlando, tümüyle bu
androjenlik kavramı üstüne kuruludur.
Virginia Woolf ’un feminizmi savunan
öteki kitabı, nerdeyse on yıl sonra
1938’de yayınlanan ve üç denemeden
olu an Three Guineas’dir. Bilindi i gibi,
ngiltere metrik sistemi benimsemeden
önce, bir pound yirmi ilindi, pound
kadar sık kullanılan gunea ise, yirmi bir
ilindi. Kitabın yazılmasına öyle bir
durum vesile oldu: Kültürü savunarak
sava ı engellemeye çalı an bir derne in
muhasebecisi, Virginia Woolf ’a ba vurup,
parasal yardımda bulunmasını ister.
Oysa, Virginia Woolf ’a kalırsa, ülkesini
erkekler yönetti ine, tüm iktidar
erkeklern elinde bulundu una göre,
sava ları yapan kadınlar de il,
erkeklerdir ancak. Onun için bir
guinea’sini bu derne e gönderece ine,
kadınları e itmek için yüksek okul
açmayı tasarlayan bir vakfa gönderir.
Çünkü ancak do ru dürüst e itilmi
kadınların ülkenin yönetiminde etkili
olmaları sayesinde sava ın
önlenebilece ini anlamı tır. kinci
guinea’sini de, kadınlara çe itli
mesleklerde i bulmak amacıyla kurulan
bir derne e ba ı lar. stedi i “cinsiyetleri,
sınıfları ve renkleri ne olursa olsun”
(“whatever sex, class or colour”) insanların
i bulabilmeleridir. Çünkü Virginia Woolf,
özellikle kadın yazarların sorunları
üstüne dikkati çeken A Room of One’s
Own’un dar sınırlarını a arak, siyasetle
en çok u ra tı ı kitabı saydı ımız Three
Gineas’de erkeklerce kurulan bu
sözümona uygarlı ın, yalnız cinsiyetler
arasında de il, sınıflar ve soylar arasında
da haksız ayrımlar yaptı ına
inanmaktadır artık. Bu yüzden de ilk iki
guinea’sini bu iki derne e gönderdikten
sonra, ancak üçüncü guinea’sini sava ı
engellemeyi amaçlayan derne in
muhasebecisine göndermeye râzı olur.
Kadınlarla erkeklerin birle erek, fa ist
diktatörlere kar ı cephe almalarını önerir.
Kendi ülkesini de suçlayarak,
“ ngiltere’de ya da Almanya’da, talya ya
da spanya’da, kadınlara ya da
Yahudilere kar ı diktatörlü ün rezilli ine”
(“The iniquity of dictatorship against Jews
or against women, in England or Germany,
in Italy or Spain”) bir son vermelerini
ister.
Aynı siyasal ve toplumsal haksızlıkların
kurbanları olarak Yahudilerle kadınları
özde le tirmesi; Yahudileri
küçümseyenler gibi kadınları
küçümseyenlerin de fa ist olduklarını
vurgulaması tamamiyle do rudur.
Unutmamalı ki, Naziler, “Üç K” sloganını,
“kinder, küche, kirche” (çocuk, mutfak,
kilise) ortaya atarak, kadınların ancak
çocuk do urup onlara bakmalarını,
mutfakta yemek pi irmelerini ve kiliseye
gitmelerini uygun görmü lerdi. Virginia
Woolf, A Room of One’s Own’da, yani
1929’da da talyan fa istleri saldırgan bir
duruma gelmeden ve nazizm geli meden
önce bile, fa izmin ba lıca özelli inin
“kendini ön plana süren bir erkeksilik”
(self-assertive virility”) oldu unu
anlamı tı. Sava tan yana olanlar,
militarist olanlar, kadınlar de il, salt
erkeklerdi ve ancak bu erkekler bir
ülkenin gerçek yurtta ları sayılırlardı. te
bu yüzden Virginia Woolf, bir kadın
olarak, meydan okur ngiltere’ye:

“As a woman I have no country. As
a woman I want no country. As a
woman my country is the whole
world.”
(Bir kadın olarak benim ülkem yok.
Bir kadın olarak kendime bir ülke
istemiyorum. Bir kadın olarak benim
ülkem bu dünya!)

1938’de kinci Dünya Sava ı
ba lamadan bir yıl önce yazılan Three
Guineas’de, Virginia Woolf fa izmin
vah eti kar ısında öyle bir deh ete dü er
ki, kendi kendine sorar:

“Had we not better plunge off the
bridge into the river; give up the
game; declare that the whole of life
is a mistake and so end it?”
(Köprüden nehre atlamamız;
vazgeçmemiz; bütün ya amın bir
yanılgı oldu unu söyleyip, buna bir
son vermemiz daha iyi olmaz mı?)

Nitekim iki yıl sonra bunu yapacak,
köprüden atlayıp çektiklerine bir son
verecekti.
Virginia Woolf, fa izm ve sava la
sonuçlanan erkek egemenli ine kar ı
kadınları ba kaldırmaya ça ırırken,
Sophocles’in tragedyasındaki Antigone’yi
örnek bir kadın olarak gösterir. Çünkü
Oedipus’un kızı Antigone, ölümü göze
alarak, Kral Kreon’un temsil etti i erkek
otoritesine ve erkeklerin yaptıkları
yasalara kar ı çıkarak, bir insan olarak
görev bildi ini yerine getirerek, ölen erkek
karde ini bir mezara gömer. Virginia
Woolf, Antigone’nin öyküsünün fa izme
kar ı propagandada kullanılabilece ini
söyler. Ve ne ilginçtir ki, büyük bir
olasılıkla Three Guineas’i hiç okumayan
Jean Anouilh, Nazi i galindeki Paris’te,
Sophocles’in tragedyasından esinlenen
yeni bir Antigone’yi sahneye koyarak,
Virginia Woolf ’un dü ündü ünü
gerçekle tirmi tir. Virginia Woolf, A Room
of One’s Own’da “a shrill feminine tone”
(kadınsı cırtlak bir tını) bulup, kendi
kendini ele tirmi ti. Oysa “my war book”
(benim sava kitabım) dedi i Three
Guineas’de, sesi çok daha yükselir,
öfkeyle avaz avaz ba ıran bir kadının
sesine dönü ür. Virginia Woolf, ilk
kitabında oldu u gibi, ılımlı ve ölçülü
de il, düpedüz saldırgandır ikincisinde.
te bu yüzden, birçokları A Room of One’s
Own’u be enirken, Three Guineas’i hiç
tutmazlar. E i Leonard Woolf ’a göre,
Three Guineas, The Years gibi onun “ölü”
(“dead”) kitapları arasındadır. Frank
Bradbrook’a kalırsa, a ırı saldırganlı ı
yüzünden, bu kitap, kadın hakları
açısından zararlı olmu tur. E.M.Forster,
Cambridge’de verdi i bir konferansta A
Room of One’s Own’u överken, Three
Guineas’i Virginia Woolf ’un en de ersiz
kitabı sayar. Bu kitapta Virginia Woolf,
erkeklerle i birli i yapmaya hiç
yana mıyor, onları sadece suçlamakla
yetiniyordur. Yalnız erkekler de il, birçok
kadın da be enmemi ti bu kitabı. Virginia
Woolf’a mektuplarından anla ıldı ı gibi,
Vita Sackville-West de vardı bunların
arasında. Virginia Woolf üzerine önemli
bir kitap yazan Joan Bennett, Three
Guineas’de ileri sürülen kimi görü leri
fazlasıyla a ırı bulur. Ünlü ele tirmen
F.R. Leavis’in e i Queenie Leavis ise,
Virginia Woolf’u acımasızca ele tirir. Oysa
bu kitap çok ilginç dü üncelerle doludur
bize kalırsa. Bunların en ilginci de,
fa izmi ve sava ı abartılmı erkeksi
özentilerin bir sonucu saymasıdır. Ne var
ki, bir yazın ürünü olarak, Three Guineas,
A Room of One’s Own’un bize verdi i hazzı
vermekten uzaktır. Virginia Woolf, Vita
Sackville-West’e bir mektubunda, bunun
“iyi yazılmı bir kitap” (“a well written
book”) sayılamayaca ını kabul eder; “ama
hiç ku kum yok ki, dürüst bir kitaptır”
(“but it’s certainly an honest book”) diye
ekler; Three Guineas’i yazarken ne kadar
çok zahmet çekti ini de anlatır.
Virginia Woolf ’un feminizmi konusuna
son vermeden önce, merakımızı
uyandıran bir noktaya de inmek isteriz:
Kadın haklarını savunmak amacıyla
bunca çaba gösteren yazar, salt bu
konuya adanmı bir roman yazmayı
neden dü ünmedi? Gerçekten büyük
romanlarında, yani To the Lighthouse ya
da The Waves gibi iirsel romanlarında,
bu konuyu i leyemezdi elbette. Ama Three
Guineas ile aynı yıl yazdı ı gerçekçi
roman gelene ine uygun olan The Ye-
ars’de ya da gene gerçekçi roman
kurallarına az çok uyan daha önceleri
yazdı ı Day and Night’ta bunu kolayca
yapabilirdi bize kalırsa.

Bölüm 7
Virginia Woolf’un Ele tirmenli i


Virginia Woolf bir tek roman bile
yazmasaydı, The Common Reader’deki
(Sıradan Okuyucu) ele tiri yazıları
sayesinde gene de saygın bir yeri olurdu
ngiliz Edebiyatında. Ço u ele tirmenler,
ilk gençliklerinde iir yazarlar, öykü
yazarlar, roman yazmaya çalı ırlar.
Sonra da kendi yazdıklarını be enmeyip,
ele tiri alanına yönelirler. Oysa Virginia
Woolf, 1905’te yani daha yirmi üç
ya ındayken, ele tiri yazılarına ba ladı ve
bir yandan bunca roman yazarken, bir
yandan ömrünün sonuna de in ele tiri
yazılarını sürdürdü. Birçok dergide,
özellikle Times Literary Supplement’da,
yani Times gazetesinin edebiyat ekinde,
yeni çıkan kitapları tanıtma yazıları
yayınladı. O sıralarda bu dergideki
ele tiriler imzasız çıktı ından, ço unu
gençli inde kaleme aldı ı bu yazılardan
hangilerini onun yazdı ını saptamak güç
olmu tur. Ama yalnız bu dergiye 291 yazı
verdi i tahmin edilir. Bu yazıların tümü
ilginç de ildir elbette. Çünkü ünlü bir
yazar olmadan önce, hangi kitabı
tanıtaca ına kendi karar veremezdi.
Kitaplar ele tirilmek üzere derginin
yönetmeni tarafından kendisine
gönderilirdi. Tanıtılmaya de meyen, artık
unutulmu kitaplardı ço u. Ama Virginia
Woolf’un, dergi yönetmenleri iste i
üzerine de il, kendi istedi i için yazdı ı
yüz elliden fazla ele tiri yazısı ve
denemesi de vardır.
Bunların bir kısmını Leonard Woolf,
e inin ölümünden bir yıl sonra, 1942’de
The Death of the Moth and Other Esays
(Pervanenin Ölümü ve Ba ka Denemeler)
adı altında yayınlandı. Bir kısmı 1947’de
The Moment’ta (An), 1950 The Captain’s
Deathbed’de (Kaptanın Ölüm Dö e i) ve
1958’de Granite and Rainboıv’da (Granit
ve Gökku a ı) çıktı. 1966 ile 1967 yılları
arasında ise, Collected Essays of Virginia
Woolf (Virginia Woolf ’un Toplu
Denemeleri) dört cilt olarak yayınlandı.
Edebiyat üzerine denemelerinin en
önemlileri The Common Reader’in 1925’te
çıkan birinci cildinde ve 1932’de çıkan
ikinci cildindedir. Virginia Woolf, “Sıradan
Okuyucu” adını Dr. Johnson’dan alır. Dr.
Johnson der ki:

“I rejoice to concur with the
common reader; for by the common
sense of readers uncorrupted by
literary prejudices, must be
generally decided all daim to literary
honours.”
(Sıradan okuyucularla aynı görü leri
payla mak beni sevindirir; çünkü
edebiyat alanında kimin
onurlandırılaca ı, sıradan
okuyucunun yazınsal önyargılarla
bozulmamı olan sa duyusu
sayesinde belirlenir genellikle.)

Oysa bu sıfatı kendine uygun bulan
Virginia Woolf ’a hiç de sıradan bir
okuyucu denilemez. Hattâ Doroty
Brewster, onun üzerine yazdı ı kitapta
ele tirmenli ini ele alan bölüme “The
Uncommon Reader as a Critic” (Sıradan
Olmayan Okuyucunun Ele tirmenli i)
adını verir. Onu sıradan bir okuyucu
saymamamızın ba lıca nedeni, edebiyat
alanında insanı a ırtan bilgisidir.
Virginia Woolf, kimileri gibi, az okuyup
çok yazanlardan de ildi. Çocuklu unda
ba layıp, ömrünün sonuna dek sürekli
okudu. A Room of One’s Own’da
alçakgönüllülükle “like most uneducated
English women, I like reading” (E itim
görmemi ço u ngiliz kadını gibi,
okumaktan ho lanırım) der. Elli
ya larındayken güncesinde, daha yirmi
yıllık ömrü olursa, “bir kitabı bitirip
ötekine geçen çalı kan bir böcek gibi”
(“like some industrious insect, eating its
way from book to book”) Chaucer’den
ba layıp D.H.Lawrence’a kadar, her
kitabı okumak istedi ini yazmı tı. Bu
sürekli okuma tutkusu, Virginia Wo-
olf’un, yalnız Chaucer, Montaigne, Defoe,
Addison, Jane Austen, George Eliot gibi
ünlü yazarlar üzerine de il; Duchess of
Newcastle, Geraldine Jewsbury, ya da
din adamları Woodforde ve John Skinner
gibi adı duyulmamı ki ileri inceleyip,
onların üzerine de denemeler yazmasıyla
sonuçlandı.
Üniversite e itimi görmü bir uzman
olmadı ı için, kendini gerçekten sıradan
bir okuyucu sayan Virginia Woolf ’un
ele tiri yazılarında çok bilmi akademik
ele tirmenlerin ukalâlı ının en küçük bir
izi görülmez. Bir kürsüden
konu urcasına iddialı tavırlar
takınmadan, okuyucularıyla sohbet
edercesine yazar. Tıpkı Montaigne gibi, o
da “je n’enseigne point; je raconte” (ben
ö retmiyorum; anlatıyorum) diyebilirdi.
Ba ka ele tirmenlerin yanılgılarını
düzeltmek ya da yeni yargılar ileri
sürmek gibi bir amacı yoktur. Ele aldı ı
yazarları parçalamaya da kalkmaz; her
zaman ho görülü davranır.
Romanlarında geleneksel kalıplara
uymadı ı gibi, ele tirilerinde de geleneksel
kalıplara uymaz. Sistemli ve nesnel bir
tutum benimsemeden, bir yazar ya da bir
kitap konusunda kendi ki isel
izlenimlerini verir. Hattâ William Plomer’e
kalırsa, ele tiri denemelerinde
romanlarında oldu u kadar romancıdır
kimi zaman. Zaten Virginia Woolf, bir
yazarı derinli ine kavrayabilmesi için,
ele tirmenin de yaratıcı bir yanı olması
gerekti ine inanırdı. Güncesinde edebiyat
yapıtlarını buzda larına benzeterek, ço u
ele tirmenlerin, yaratıcı yandan yoksun
olduklarından, bu buzda larının
bütününü de il, ancak suyun
yüzeyindeki kısmını görmelerinden
yakınır.
Virginia Woolf, yalnız ngiliz edebiyatını
okumakla yetinmez, Fransızca bildi i için
bu dilde çok okur, ba ka ülkelerin
edebiyatıyla da ilgilenirdi. Constance
Gamet ve ba kaları tarafından yeni yeni
ngilizce’ye çevrilen büyük Rus
romanlarına öyle derin bir hayranlık
duymu tu ki, Mart 1921 güncesinden
anla ıldı ı gibi, Rusça ö renmeye
heveslendi bir ara. Bu hayranlık The
Common Reader’in birinci cildindeki “The
Russian Point of View” (Rusların Görü
Açısı) adlı denemesinden de anla ılır.
Hiçbir Avrupalı yazarın, insan ruhunun
karanlık derinliklerine Dostoyevski kadar
inmedi ini söyler. Dostoyevski’nin bizi çok
derin uçurumların en dibine atıp atıp,
sonra gün ı ı ına çıkarmasını, her eyi
gerçekten ve anlayı la görmemizi
sa lamasını, belki Virginia Woolf ’tan
ba ka hiçbir ele tirmen bu kadar iyi
kavrayamamı tır.

“The novels of Dostoevski are
seething whirlpools, gyrating
sandstorms, water spouts which
hiss and boil and suck us in...
Blinded, suffocated and at the same
time filled with giddy raptures...
Now rushed through the water,
feverishly, wildly we rush on and on,
now submerged. Now in a moment
of vision understanding more than
we have ever understood before.”
(Dostoyevski’nin romanları, için için
kaynayan girdaplardır; daireler
çizerek dönen kum fırtınalarıdır;
ıslıklar çalarak, kaynayarak, bizi içine
çeken hortumlardır... Gözlerimiz
görmez olur, solu umuz kesilir ve aynı
zamanda ba ımızı döndüren bir hazla
dolarız... Sularda vah ice, çılgınca
sürükleniriz, boyuna sürükleniriz. Bir
an olur suların altında kalırız. Bir an
olur, imdiye de in anladı ımızdan
çok daha fazlasını anlarız, her eyi
gerçekten oldu u gibi görürüz.)

Virginia Woolf çok iyi bir ele tirmen
oldu u için, ngiliz Edebiyatı Tarihi’nin be
cildinde ondan sürekli yararlandık. Ama
bizim açımızdan asıl önemli olan,
ele tirmen Virginia Woolf ile romancı
Virginia Woolf ’un iç içeli idir. Çünkü
onun ele tiri yazılarını incelemeden,
roman türünde çok bilinçli olarak yaptı ı
yenili i anlamamızın yolu yoktur.

Bölüm 8
Virginia Woolf’un Roman Türünde
Yapmak stedi i De i im


Virginia Woolf ’un ele tiri yazılarının
belki de en önemlisi olan 1924’te yazdı ı
“Mr. Bennett ve Mrs. Brown” adlı
denemesinde çarpıcı bir söz söyler: “On
about December 1910 human nature
changed” (A a ı yukarı Aralık 1910’da
insan do ası de i ti) der. Tam o tarihte
olmasa bile, insan do ası gerçekten bir
de i ime u ramı tı o sıralarda. Çünkü
Victoria Ça ı, uzun süre can çeki tikten
sonra bitmi , modern ça ba lamı tı.
ngiliz edebiyatında bu modern ça ın
ba lıca öncüleri de Virginia Woolf, James
Joyce, T.S.Eliot gibi yazarlardı. Virginia
Woolf, hem içerik, hem de biçim
açısından bu yeni ça a uygun yepyeni bir
roman türü yaratmak gerekti ini
biliyordu. Ve ilk iki romanından sonra,
yani 1922’den sonra, istedi ini yapabildi.
Bunu ba arabilmek, 1934 tarihli
güncesinden de anla ıldı ı gibi, hiç de
kolay olmamı tı:

“I have to some extent. forced
myself to break every mould and
find a fresh form of being, that is of
expression, for everything I feel and
think... This needs constant effort.”
(Tüm kalıpları kırmaya, duydu um ve
dü ündü üm her eyi için yeni bir var
olma biçimi, yani yeni bir ifade biçimi
bulmaya kendimi zorladım... Sürekli
bir çaba gerektiriyor bu.)

Virginia Woolf ’un yaptı ı büyük bir
çaba gerektiriyordu elbette. Çünkü
amacı, iki yüz yıldır ngiliz romanına
egemen olan gerçekçilik gelene ini
yıkmaktı. “Mr. Bennett and Mrs. Brown”
denemesinde adı geçen Mr. Bennett, bu
gelene in o sıralarda en etkin
temilcilerinden Arnold Bennett’tir; Mrs.
Brown ise hayali bir ki idir. Arnold
Bennett, Virginia Woolf ’un 1922’de
yayınladı ı Jacob’s Room’da,
okuyucuların belle inde kalan ki iler
yaratmamakla suçlamı tı onu. Üstelik,
bu suçlamadan birkaç yıl önce yazdı ı
“Our Women” (Bizim Kadınlarımız) adlı
denemesinde kadınları a a ılamı ;
kafalarını geli tirmek ve yaratmak
açısından erkekler kadar yetenekli
olmamakla suçlamı tı onları. Ama bu
“macho” tutumuna kar ın, Arnold
gerçekçi gelene e ba lı iyi bir romancıydı.
Sanat ve edebiyat alanlarında gerici
de ildi. Rus yazarlarına hayranlık
duyardı; post-empresyonist ressamları
överdi. Virginia Woolf ise, Arnold
Bennett’i ele tiren ba ka bir yazısında
belirtti i gibi, onun övdü ü post-
empresyonistlerin resimde yaptıklarını
romanda yapmayı amaçlıyordu.
Virginia Woolf, A rnold Bennett,
Galsworthy ya da Wells gibi romancıların
gerçekçili inin, ya amın asıl gerçeklerini
yansıtmayan, basmakalıp, yapay ve bo
bir gelenek oldu una inanıyordu. Onların
olup bitenleri sırayla ele almaları, ö le
yeme inde ne oldu unu, ö le üzeri ne
oldu unu, sonra ak am yeme inde ne
oldu unu bir bir “anlatmaları yürekler
acısı bir i ti” (“this appalling narrative
business of the realist -getting on from
lunch to dinner”). Virginia Woolf, bu
romancıların “i lerine yarayan âletler
yaptılar, gelenekler kurdular; ama bu i
bizim i imiz de il, bu gelenekler bizi
mahveder, kullandıkları âletler bizim için
ölümdür” (“made tools and established
conventions which do their business and
that business is not our business. For us
these conventions are ruin, these tools are
death”) diyordu. Onlar, bir tek gerçek
oldu unu sanıyorlardı. Oysa gerçek, her
insana göre de i en, elle tutulamayan, su
gibi akan bir eydi. Asıl önemli olan, o
gün ne yaptı ını, u gün ne yaptı ını
rapor etmek de il; aklından gelip geçen
duygularla dü ünceleri, anlık izlenimleri
saptamaya çalı maktı. Gerçek ya amda,
basit kalıplara hiç mi hiç uymayan uçsuz
bucaksız bir karma a vardı. Hiçbir eyin
kesin bir ba langıcı, bir ortası ve bir sonu
yoktu. Oysa bu gerçekçi romancılar,
ki ilerinin ya amını ba langıcı, orta kısmı
ve sonu olan derli toplu öykülere
dönü türmek istiyorlar; gerçek ya amı
yansıttıklarını sanıyorlardı bunu
yaparken. Ama ya amın asıl gerçeklerine
yüz çeviriyorlardı. Çünkü ya amın asıl
gerçekleri “maddesel” (“material”) de il,
“ruhsaldı” (spiritual”). Bu gerçekler, dı
dünyayla de il, insanın iç dünyasıyla
ili kiliydi. Gerçekçi romancılar ise, dı
dünyanın önemsiz ayrıntıları üstünde
duruyor, bu ıvır zıvır ayrıntıları büyük bir
ustalıkla i liyor; ya amın ve insanın asıl
gerçe ini ele almaktan kaçınıyorlardı
böylece. Örne in, trende kar ısında
oturan Mrs. Brown adını taktı ı kadını
bir romanda nasıl ele alması gerekti ini
gerçekçilere sorsa, onlar öyle derlerdi:


lkin babasının Harrowgate’de bir dükkân
i letti ini yaz; sonra o dükkânda hangi
malların satıldı ını ve kiranın ne kadar
oldu unu sapta. O yıl böyle bir dükkânda
çalı anların kaç para kazandıklarını da
sapta. Bu kadının annesinin hangi
hastalıktan öldü ünü yaz. E er
kanserden öldüyse, kanserin ne
oldu unu anlat, v.b. Oysa, bu sözümona
gerçekçi ayrıntıların, Mrs. Brown
gerçe iyle hiçbir ilgisi yoktur. Virginia
Woolf, bir insanın dı görünü üyle iç
dünyası arasında pek ili ki olmadı ını da
bilir. “An Unwritten Novel” adlı
öyküsünde, trende kar ısında oturan bir
kadınla ilgili bir roman üretir kafasında.
Bu kadını, evde kalmı ya lı bir kız,
buruk, ezilmi , mutsuz ve yapayalnız biri
sanır. Oysa tren istasyona varınca,
kadını o lu kar ılar. Ana o ul hiç de
mutsuz görünmeyen bir hava içinde
istasyondan uzakla ırken, daha önce de
söyledi imiz gibi yazar onlara kar ı büyük
bir sevgi duyar.
Sanatını anlamak açısından “Mr.
Bennett and Mrs. Brown” kadar önemli
olan “Modern Fiction” adlı denemesinde,
Virginia Woolf, gerçekçi romancılara
meydan okur:

“If a writer were a free man and not
a slave; if he could write what he
chose, not what he must, if he could
base his work upon his own feelings
and not upon convention, there
would be no plot, no comedy, no
tragedy, no love interest.”
(E er bir yazar bir köle olmayıp, özgür
bir insan olsaydı; yazması bekleneni
de il, kendi canının istedi ini
yazabilseydi; yapıtının temelini
herkesçe kabul edilen görü ler üstüne
de il, kendi duydukları üstüne
kurabilseydi; ne olaylar örgüsü
olurdu, ne komedya, ne tragedya, ne
de a k öyküsü.)

Oysa bunlar, yani olaylar örgüsü,
güldürücü bölümler, hüzün veren
bölümler ve a k öyküsü, romanların
ba lıca ö eleri bilinir öteden beri. Virginia
Woolf ise, bunların tümünü gereksiz
sayar.
Onun gözünde gerçek ya am, açık
seçik görülebilen, düzenle sıralanmı bir
dizi lamba de il, “ı ıklı bir hâle, yarı
saydam bir zarftır” (“a luminous halo, a
semi-trasparent envelop”). Romancının
amacı da, o ı ıklı hâleyi, o yarı saydam
zarfı, olanca karma ıklı ıyla gözler önüne
serebilmektir. Ya amı saran bu ı ıklı
sisten “binlerce izlenim” (“a myriad of
impressions”) edinebiliriz. Virginia Woolf,
bu binlerce izlenimi mantıklı bir sıraya
koyup, düzenlemeye kalkmadan, oldu u
gibi okuyucularına yansıtmak ister.
Gerçekçi romancılar gibi ya amın bir
foto rafını çekmek de ildir amacı. Post-
empresyonist ressamların resimde
yaptıklarını romanda yaparak, elle
tutulur olgular de il, izlenimler vermek
ister bizlere. Gerçekçi romancılar, bir
duygu ya da bir dü ünceyi önceden
saptayıp, sonra kaleme alırlar. Virginia
Woolf ise, ki ilerin duyduklarını ya da
dü ündüklerini, hemen o an ve hiçbir
de i ime u ratmadan, kendi yorumlarını
da eklemeden bize aktarmak; güncesinde
dedi i gibi, “to give the moment whole;
whatever it includes” (içinde ne olursa
olsun o an’ı bir bütün olarak vermek) ister.
Çünkü insanların gerçek ya amda,
mantıkla düzenlenmi durumları ve
olayları de il, düzensiz olarak birbirini
izleyen anları ya adıklarını bilir. Amacı da
o anları kaydederek, insanlar gerçekte
nasıl ya ıyorlarsa, romanlarındaki ki ileri
de öyle ya atmaktır.
Virginia Woolf, insanların dı
dünyasına de il, ancak iç dünyasına ilgi
duydu undan, Mrs. Dalloway, To the
Lighthouse, The Waves gibi asıl ba arılı
romanlarında, “plot” yani olaylar örgüsü
yoktur. Kronolojik sırayla anlatılan,
ba langıcı, ortası ve sonu olan bir öykü
de anlatılmaz: Mrs. Dalloway, hem
imdiki zamanı, hem de geçmi i kapsayan
bir tek günde geçer. Clarissa Dalloway,
ak am verece i parti için soka a çıkıp
çiçek alır; eski â ı ıyla görü ür; sava
yüzünden ruh hastası olan hiç
tanımadı ı bir genç kendini öldürür. te
olup bitenler yalnız bunlardır. To the
Lighthouse’da bir ailenin çocukları bir
deniz fenerine gitmek isterler ve aradan
on yıl geçtikten sonra gidebilirler o deniz
fenerine. The Waves’deki tek olay, hiçbir
zaman görmedi imiz Percival’ın
uzaklarda, Hindistan’da ölmesidir.
Virginia Woolf, büyük sayılan eyler
üstünde de il, küçük sanılan eyler
üstünde durur her zaman. Ele aldı ı
ki iler de, renkli bir ya am sürmeyen,
çarpıcı yanları olmayan sıradan insanlar
görünürler. Ne var ki, onların iç
dünyalarına girebildi imiz için, en
heyecanlı serüvenleri ya ayanlardan
daha ola anüstü görünürler bizlere.
Virginia Woolf, bu ki ileri canlandırırken,
XIX. yüzyıl gerçekçi romanının ba lıca -ve
en çok övülen- özelliklerinden biri olan
psikolojik yorumları yapmaktan kaçınır;
yarattı ı ki iler konusunda belirli bir
yargıya varmaktan da özenle sakınır.
Çünkü ona kalırsa, bir insanı tam olarak
derinli ine bilmenin yolu yoktur nasıl
olsa. Jacob’s Room’da denildi i gibi, en
yakından tanıdı ımız insanlar, günün
birinde durup dururken öyle bir ey
yaparlar, öyle bir ey söylerler ki, onları
aslında hiç tanımadı ımızı anlayıveririz.
To The Lighthouse’da Mrs. Ramsay,
kendisine ve çevresindekilere bakınca,
“beneath it is all dark... it is
unfathomably deep; but now and then
we rise to the surface and that is what
you see” (altta her ey karanlık... skandil
edilemeyecek kadar derin; ama ara sıra
yüzeye çıkarız; gördü ümüz ancak o’dur)
diye dü ünür.
Virginia Woolf, geleneksel romandan
ne denli uzakla tı ını, romanlarında
hiçbir toplumsal ya da ahlâksal soruna
de inmemek, hiçbir dü ünceyi ya da
dâvâyı savunmamakla da gösterir. XIX.
yüzyıl ngiliz romanında yer alan
ekonomik sorunların da hiç yeri yoktur
onun yazdıklarında. Hattâ daha önce de
belirtti imiz gibi, feminizm dâvâsına
candan ba lı oldu u, bu dâvâyı
savunmak için iki kitap yazdı ı halde,
kadın hakları sorunu üzerine bir romanı
yoktur; deneysel bir niteli i bulunmayan,
eski tarzda diyebilece imiz iki üç
romanında bile bu dâvâyı ele almaz.
Virginia Woolf ’u öteki romancılardan
ayıran ba ka bir özelli i de, özya amsal
diyebilece imiz bir tek romanının
bulunmamasıdır. Oysa, roman türünün
ba langıcından günümüze dek, ço u
romancılar, özellikle ilk kitaplarında
kendi ya amlarından esinlenirler.
Virginia Woolf, bundan da kaçınır. A
Room of One’s Own’da kadın yazarlara
verdi i ba lıca ö ütlerden biri, içlerini
dökmek için de il, bir yazın ürünü
yaratmak için yazmalarıdır: (“To use
writing as an art, not as a method of
self-expression.”)
Virginia Woolf, romanın yalnız
içeri inde de il, tekni inde de büyük
de i iklikler yaptı. Onun romanlarında
“görü açısı” denilen ey yoktur. Olup
bitenler, ne her eyi önceden bilen
yazarın kendisi tarafından, ne de modern
romanlarda oldu u gibi, yazarın seçti i ve
anlatıcı rolünü üstlenen biri tarafından
yorumlanır. Joan Bennett’in dedi i gibi,
“the writer seems to have vanished, we
are no longer aware of a mind directing
our judgement” (yazar, ortadan yok
olmu tur sanki. Yargılarımızı yöneten bir
dima ın varlı ını artık hissetmeyiz).
Virginia Woolf, ki ilerinin iç dünyasını,
kendi yorumuyla, ya da romandaki
birinin yorumuyla de il, ki ilerin içinde
olup bitenleri aktarmak yoluyla,
do rudan do ruya verir bizlere. Bunu
yapabilmek için de bilinç akımını kullanır.
Ne var ki, onun bu yöntemi kullanı ı,
James Joyce’un aynı yöntemi
kullanı ından farklıdır. Joyce gibi,
ki ilerinin aklından geçen her eyi -önemli
ya da önemsiz, mantıklı ya da mantıksız-
bizlere aktarmaz. Bilinç akımını süzüp
ayıklar, bazı eyleri seçer, bazılarını ele
almaz. Ki ilerinin iç dünyasına o an ı ık
tutan, ancak anlamlı dü ünceleri ve
duyguları iletir bizlere. Bütün bunlardan
ötürü, Virginia Woolf ’un yazdıkları
geleneksel roman kavramından öylesine
uzaktır ki, bunlar gerçekten roman mıdır
diye dü ünenler olmu tur belki de. Böyle
dü ünenlerin hakkı da vardır. Çünkü
bildi imiz kadarıyla ömründe iir
yazmayan Virginia Woolf ’un romanları,
romandan fazla iire benzer. E.M.Forster
bunu hemen anlamı , “she is a poet who
wants to write something as near to a
novel as possible” (elinden geldi ince
romana yakın bir ey yazmak isteyen bir
airdir o) demi ti. Virginia Woolf ’un ngiliz
edebiyatına en büyük katkısı da, romanla
iiri birle tirmesidir bize kalırsa. Ama
ister iir biçiminde olsun, ister düzyazı
biçiminde, iir yazmak kolay de ildir.
Virginia Woolf, belirli bir olaylar örgünü
i lemeden, belirli bir insanın portresini
çizip ki ili ini anlatmadan, belirli bir
dü ünceyi savunmadan; salt ya anılan
anları yansıtarak iir yazarcasına roman
yazdı ı için, büyük zorluklar çekiyordu.
Güncesi bu konuda yakınmalarla
doludur: “I am learning my craft in the
most fierce conditions... Reading
Flaubert’s letters I hear my own voice...
few people can be so tortured by writing
as I am.” (Sanatımı son derece vah i
ko ullar altında ö reniyorum... Flaubert’in
mektuplarını okurken, kendi sesimi duyar
gibiyim... Yazmak, bana i kence etti i
kadar hiç kimseye i kence edemez)
diyordu. “Oh, I am so tired of correcting
my own writing” (Ah, kendi yazdıklarımı
düzeltmekten öyle bıktım ki!) diyordu.
Özellikle bir kitabını bitirece i sırada,
delirmeye yakın bir gerginlik ya ıyordu.
Kitap yayınlandıktan sonra da, olumsuz
kar ılanaca ı pani ine kapılıyordu. “Is
the time coming when I can endure to
read my own writing in print without
blushing, shivering and wishing to take
cover?” (Yüzüm kızarmadan, ürpermeden,
saklanmak istemeden, kendi yazdıklarımı
basılmı olarak görmeye dayanabilece im
zaman gelecek mi?) diye soruyordu kendi
kendine. Ama bir yandan bunca acı
çekerken, bir yandan da yo un bir sevinç
duymaktaydı: “I walk making up
phrases; sit, contriving scenes; I am in
short in the thick of the greatest rapture
known to me.” (Yürürken tümceler
kuruyorum; otururken sahneler
düzenliyorum; sözün kısası bilip bilece im
en co kulu sevinçler içindeyim). Yazmadan
ya ayabilmesinin ise yolu yoktu. Çünkü
ancak yazarak benli inin paramparça
olmasını, sürekli delirmesini
engelleyebiliyordu: “The synthesis of my
being... only writing composes it...
Nothing makes a whole unless I am
writing... Nothing is real unless I write”
(Benli imin bile imi ancak yazmakla
düzenlenebiliyor... Yazmazsam, hiçbir ey
bir bütün olu turamıyor... Yazmazsam
hiçbir ey gerçek de il) diyordu
güncesinde.

Bölüm 9
The Voyage Out


Virginia Woolf ’un kısaca ele alaca ımız
ilk romanı The Voyage Out’a sadece “The
Voyage” yani deniz yolculu u demeyip,
bir de “out” (dı arıya) sözcü ünü
eklemesinin bir nedeni vardı. Çünkü bu
romanın ba ki isi Rachel Vinrace, yalnız
bir deniz yolculu una çıkmakla kalmaz;
dı arıya, yani dı dünyaya açılır bu
yolculu u sırasında. Virginia Woolf, The
Voyage Out üstünde 1908’de çalı maya
ba ladı. O yıla de in yalnız ele tiri yazıları
yayınlamı tı. Be yıl u ra tıktan sonra,
romanı 1913’te bitirdi. Ne var ki, bu
arada gene a ır bir ruhsal çöküntü
geçirdi i için, The Voyage Out ancak
1915’te yayınlanabildi. Birkaç yıl sonra
ça ının en ünlü kadın yazarı durumuna
gelen Virginia Woolf ’un bu ilk romanı
yalnız iki bin adet basıldı ı halde, ancak
on be yılda tükenebildi.
Virginia Woolf otuz üç ya ındayken
çıkan The Voyage Out, geleneksel gerçekçi
ngiliz romanının özelliklerine az çok
uyan, dolayısıyla yazarın daha sonraları
yazdıklarına pek benzemeyen bir kitaptır.
Virginia Woolf ’un 1919’da yayınladı ı
Night and Day için de aynı eyi
söyleyebiliriz. Yazar, kendine özgü
yöntemi, anlatımı ve biçemi henüz
bulamamı tı. Bu ilk iki kitabı yazdıktan
hemen sonra ölseydi, Modernist ngiliz
romanının ba lıca öncülerinden biri
olaca ı aklına bile gelmezdi hiç kimsenin.
Olgunluk döneminin Mrs. Dalloway, To
the Lighthoııse ve The Waves’inden farklı
olarak, Tlıe Voyage Out’da bir “plot” yani
bir olaylar örgüsü vardır ve ba ı sonu
olan bir öykü anlatılır burada: Varlıklı bir
armatörün kızı olan Rachel Vinrace,
annesini küçükken yitirmi , ya ama
sevincinden yoksun bir çevrede, babası
ve evde kalmı halaları tarafından
büyütülmü , dı dünyaya kapalı,
çekingen bir genç kızdır. Londra’nın
sıkıntılı kı mevsiminden kurtulmak
isteyen teyzesi ve eni tesiyle birlikte,
babasının Euphrosyne adlı gemisiyle bir
deniz yolculu una çıkar. Güney
Amerika’nın Atlantik kıyılarındaki Santa
Marina adasına gider. Böylece The
Voyage Out, Virginia Woolf ’un ngiltere
dı ında, kendi gözleriyle görmedi i,
okudu u yolculuk kitaplarının yardımıyla
hayal etmeye çalı tı ı egzotik bir do al
çevrede geçen tek romanıdır. Lizbon’a
u radıklarında, Mr. ve Mrs. Dalloway,
Euphrosyne yolcularına katılır. Virginia
Woolf’un bu çifte Dalloway soyadını
neden uygun buldu unu anlamanın yolu
yoktur. Çünkü ba ka bir Mrs. Dalloway,
daha sonraları yazarın en güzel
romanlarından birine adını verecektir ve
bu ilk romandaki kadınla Mrs.
Dalloway’deki kadın arasında hiçbir ili ki
göremeyiz.
Genç bir politikacı ve Parlamento üyesi
olan Mr. Dalloway ise, bir çapkınlık
anında, Rachel’ı bir tek kez öperek onda
garip bir tedirginlik uyandırır. Bu
yolculuktan önce, bu tür erkeklerden
uzak, çok tutucu bir çevrede ya ayan
Rachel’ın dünyaya açılı ının ba langıcıdır
bu. Üç ay kaldı ı Santa Marina’da birçok
insanla tanı ır. Bunlardan biri de
Cambridge’de okumu , ileride roman
yazmayı dü ünen Terence Hewitt’tir. Bu
gençle Rachel arasında bir a k ili kisi
ba lar; ni anlanırlar. Ne var ki, Rachel,
nehirde yaptıkları be günlük bir gezinti
sırasında aldı ı bir mikroptan a ır
hastalanır ve ölür romanın sonunda;
tıpkı Virginia Woolf ’un sevgili karde i
Thoby’nin Yunanistan’dan aldı ı tifo
mikrobundan ölüverdi i gibi.
To the Lighthouse ya da The Waves’in
ana temasının ne oldu u bize sorulsa, bu
soruya kesin bir yanıt vermemizin yolu
yoktur; vermeye kalksak da, yanılgıya
dü eriz büyük bir olasılıkla. Oysa
geleneksel romanın kurallarına uyarak,
The Voyage Out’un belirli bir ana tema’sı
vardır: Yirmi dört ya ında oldu u halde,
henüz gerçekten ya amamı , “What is
life?” (ya am nedir?) diye ikide birde
kendine soran Rachel Vinrace’in
ki ili inin geli mesi ve olgunla -masıdır bu
tema; yani The Voyage Out, Almanların
deyi iyle bir “bildungsroman”dır bir
bakıma. Bu yolculuktan önce, piyano
çalan Rachel’ı müzikten ba ka hiçbir ey
gerçekten duygulandırmamı tı; güçlü
ba larla hiç kimseye ba lanmamı tı. Ne
ya amı, ne de çevresindeki insanları
incelemek, daha yakından tanımak
aklından geçmi ti. Ama bu yolculu u
sayesinde, yalnız ya ama ve a ka
açılmakla kalmaz, ölüme katlanacak
kadar da olgunla ır.
Rachel Vinrace, yolculu u sırasında
a kı ke fetti i için, ya amı da ke feder.
Terence Hewitt ile sıradan konulardan
söz ederken, ansızın yepyeni bir duygu
filizlenir içinde. Bu duygunun ne
oldu unu hemen kestiremez. Sonra, “this
is happiness I suppose” (herhalde
mutluluktur bu) der. Terence da aynı
duyguyu payla ıp, aynı eyi söyler. Ne var
ki, geleneksel romanlara hiç uymayan bir
biçimde, a kla ölüm, pe pe e, nerdeyse
aynı anda gelir Rachel’e. Tam sevmeye,
dolayısıyla ya amaya ba ladı ı anda ölür.
Ölüm, bu ke if yolculu unun sona
erece i do al limandır sanki.
Bu ilk romanın en güzel bölümleri,
Rachel Vinrace’in hastalı ı ve ölümüdür
bize kalırsa. Aynı görü ü payla an
Dorothy Brewster’e göre, Virginia Woolf
daha sonraki romanlarında hastalı ı ve
ölümü hiçbir zaman böyle inandırıcı bir
biçimde ele almamı tır. (Mrs.
Dalloway’deki Septimus Warren Smith’in
akıl hastalı ını ve intiharını bunun
dı ında tutmak gerek elbette.) Ate ten
yanan Rachel’ın karabasanları
okuyucuyu derinden etkileyen bir
ustalıkla ele alınır. Rachel, can
çeki irken, ona sokulan, üstüne e ilip
ona eziyet eden yüzler görür. Sonra
sulara dü er:

“She fell into a deep pool of sticky
water, which eventually closed over
her head. She saw nothing and
heard nothing but a faint booming
sound which was the sound of the
sea rolling over her head. While all
her tormentators thought she was
dead, she was not dead, but curled
up at the bottom of the sea.”
(Suları yapı yapı olan derin bir
havuza dü tü. Sular ba ını örttü bir
süre sonra, ba ının üstünde
yuvarlanan denizin hafif gümbürtüsü
dı ında, hiçbir ey göremez, hiçbir ey
duyamaz oldu. Ona eziyet edenlerin
hepsi öldü ünü sanırken, o ölmemi ti,
denizin dibine kıvrılmı tı.)

Kendi ya amına nasıl son verece ini
sanki çok önceden tasarlayan Virginia
Woolf’un, sularda ölüm imgesini sık sık
kullandı ına daha önce de de inmi tik.
Sevgilisinin kısa süren hastalı ı
sırasında büyük acılar çeken Terence,
Rachel gözünün önünde ölünce, ne
gariptir ki, bu ölümün a klarını
ölümsüzle tirece ini dü ünerek mutluluk
duyar:

“An immense feeling of peace came
over Terence... The terrible torture
and unreality of the last days were
over and he had come into certainly
and peace. It was happiness... They
had now what they always wanted
to have, the union which was
impossible while they lived. They
possessed what could never be
taken from them... He said “no two
people have ever been as happy as
we have. No one has ever loved as
we have loved.”
(Terence uçsuz bucaksız bir huzur
duydu. Son günlerin korkunç
i kencesi ve gerçekdı ılı ı bitmi ti,
güvene ve huzura kavu mu tu artık.
Mutluluktu bu... Her zaman istedikleri
ey onların olmu tu imdi. Ya adıkları
sürece imkânsız olan bir beraberlikti
bu. Ellerinden aslâ alınamayacak bir
eye sahiptiler. “Hiç kimse bizim
kadar mutlu olmamı tır” dedi, “Hiç
kimse biz ikimiz kadar birbirini
sevmemi tir”.)

Virginia Woolf ’un arkada ı Lytton
Strachey’ye göre, The Voyage Out,
Rachel’in bir rastlantı sonucu kapıldı ı
hastalıktan ölmesiyle bitmemeli, çok
daha uzun olmalıydı. Ama bize kalırsa,
romanın kusurlu tarafı bu ölüm de ildir.
Kitabın asıl kusuru, içindeki ki i
bollu udur. Santa Marina’da görülen
kadınlı erkekli ngilizlerin, hepsi canlı
çizilmi olmakla birlikte, i levsel bir rolleri
yoktur romanda. Ba ki inin
tragedyasında, anlamsız birer figüran
niteli indedirler. Yazar bunları ele alır,
sonra bir kenara atıp unutuverir.
Örne in, Mr. ve Mrs. Dalloway,
ba langıçta ön plandadırlar; ama
romanın ikinci yarısında, onlardan
nerdeyse hiç söz edilmez. Oysa Virginia
Woolf’un asıl de erli romanlarında, hem
çok az ki i görülür, hem de bunların
belirli bir önemi vardır romanın
geli iminde.

Virginia Woolf ile Lytton Strachey

The Voyage Out’ta Rachel Vinrace ile
Terence Hewitt dı ında, Terence’in
Cambridge’den arkada ı ve ondan çok
daha çapra ık bir ki ili i olan St. John
Hirst ile Helen Ambrose önemlidir. Bu
orta ya lı, evli barklı kadınla o delikanlı
arasındaki ili ki de ilginçtir. Helen
Ambrose için Virgina Woolf, “her eyes
looked straight and considered what they
saw” (gözleri do ru bakardı ve gördüklerini
dü ünürdü) der. Ne var ki, bu do ru
gören kadın, anlayamayaca ımız kadar
acayip, hattâ bir karabasanı andıran bir
davranı ta bulunur bir ara. Rachel ile
Terence birbirilerini sevdiklerini
anladıkları sırada, ye eni Rachel’in
üstüne saldırır, onu yere yıkar, onunla
dövü ür.
Virginia Woolf, Lytton Strachey’ye bir
mektubunda, The Voyage Out’daki
amacını anlatır:

“To give the feeling of a vast tumult
of life, as various and as disorderly
as possible, which should be cut
short for a moment by death, and
then go on again.”
(Ya amın uçsuz bucaksız
karga asının, mümkün oldu u kadar
de i ik ve düzensiz bir izlenimini
vermek. Ölümün bir ara son verdi i bu
karga a, bir an duracak, sonra gene
sürüp gidecektir.)

Virginia Woolf ’un henüz gerekli
yöntemi bulamadı ı için, bu amacını
gerçekle tirdi i söylenemez. Zaten kendisi
de bunun bilincindedir. Kitabı bitirdikten
yedi yıl sonra, 1920 güncesinde, hem
acımasızca yargılar ilk romanını, hem de
olumlu bir iki yanını bulup, umutsuzlu a
dü mekten kurtarır kendini: Bu kitap
yama yamadır. Kimi sayfaları ıvır zıvırdır,
yüzeyseldir. Ucuz espriler, hattâ
baya ılıklar bile vardır bu romanda. O
kadar ki, bunca yıl sonra, bunları
okurken, yüzü kızarır utançtan. Ama
kimi yerleri de “yalın ve a ırba lıdır”
(“simple and severe”). Kimi tümcelerini
okurken de, yüzünün sevinçten kızardı ı
olur.

Bölüm 10
Night and Day

Virginia Woolf ’un ablası Vanessa Bell’e


adadı ı Night and Day, 1919’da
yayınlandı. Yazarın ikinci kitabı, adını
25’inci bölümdeki bir parçadan almı
olabilir. Bu bölümde romanın ba ki isi
Katharine Hilberry, bir insanın
dü üncesiyle davranı ı arasında, ki isel
ya amıyla toplumsal ya amı arasında
büyük bir ayrım, derin bir uçurum
oldu unu dü ünür. Uçurumun bir
kenarında, insanın ruhu, canlı ve tam
gün ı ı ındadır; öteki kenarında ise “gece
kadar karanlıktır” (“dark as night”).
Katharine, temelli bir de i ime
u ramadan, insanın bu uçurumu
a masının, geceden gündüze geçmesinin
yolu var mıdır acaba diye sorar kendi
kendine. Yazarın romanına “Gece ve
Gündüz” adını uygun bulmasının nedeni,
ilk romandaki Rachel Vinrace gibi,
Katharine’in de kendi karanlık iç
dünyasından ayrılıp, dı dünyanın
aydınlı ına kavu mak istemesidir belki
de.
Leonard Woolf, e inin ilk iki romanını,
onun “ölü” (dead”) yapıtları arasına
koyar, Three Guineas ve çok daha sonra
yazdı ı The Years ile birlikte. Ama yazarın
kendisi, 1919 güncesinde, ikinci romanını
birincisinden daha çok be enir; daha
derin, daha olgun ve daha az kusurlu
buldu unu söyler. Virginia Woolf ’un
yakın arkada ı, büyük romancı
E.M.Forster ise, The Voyage Out’u “a
strange tragic novel” (garip trajik bir
roman) sayarken, Night and Day’i hiç
tutmaz. Burada yazarın, “Mr. Bennett
and Mrs. Brown” adlı denemesinde alaya
aldı ı ve iki yüzyıldır ngiliz romanına
egemen olan gerçekçili in, olumlu ya da
olumsuz bütün kurallarına uydu unu;
bu yüzden de, kitabına ikinci planda
kalan ki iler ekledi ini; gülmece ö elerine
ba vurdu unu; anlatımının da sıradan
oldu unu ileri sürer. E.M. Forster
haksızlık etmektedir aslında. Virginia
Woolf’un kendine özgü yöntemi henüz
bulamadı ı, geleneksel gerçekçi romanın
kalıplarından henüz sıyrılamadı ı hiç
ku ku götürmez. Üstelik Night and Day
fazlasıyla uzundur. Be yüz sayfa
olaca ına, olgunluk döneminin romanları
gibi çok daha kısa olsaydı, bu
kusurlardan büyük ölçüde arınabilirdi
belki de. Ne var ki, Night and Day,
yöntem açısından bir yenilik
içermemesine kar ın, The Years’den farklı
olarak, ilgiyle okunur.
Bir ba ka dostu, e siz öyküler yazan
Katherine Mansfield, çok daha acımasız
bir ele tiride bulunmu ; Night and Day’i
Jane Austen’in romanlarına benzeterek,
Virginia Woolf’un fena halde bozulmasına
neden olmu tu. Gerçi Jane Austen çok
büyük bir romancıdır; ama Virginia
Woolf’un ona öykünmeye hiç mi hiç niyeti
yoktu. Oysa Night and Day’de, bir
toplumsal komedya havası gerçekten
vardır bir bakıma. Yüksek sınıfın
çaylarına, yemeklerine, toplantılarına yer
verilir. Bir genç kızla bir delikanlı,
ni anlarını gizlice bozarak, yeni e ler
bulurlar kendilerine. Gelgelelim, kimi
olaylar ve toplumsal çevre Jane Austen’i
anımsattı ı halde, Night and Day’de -ki
ba lıca ki ilerin psikolojik yapıları da,
davranı ları da, Jane Austen’in
ki ilerininkilerine hiç mi hiç benzemez.
Örne in, Jane Austen’in romanlarında
hiçbir genç kız, gece yarıları Londra
sokaklarına dü üp, sevgilisini aramaz;
onu bulduktan sonra da bir yandan
a kını açı a vururken, bir yandan da,
onunla aslâ evlenmeyece ini söylemez.
Hiçbir kız, Katharine gibi, “it’s life that
matters, nothing but life... The process of
discovery, the everlasting process”
(önemli olan ya amdır, sadece ya am...
Ke fetme süreci, o sonsuz süreç) diye
konu maz ya da odasına kapanıp,
matematik ve astronomi ö renmek için
gizlice çalı maz. Hiç kimse, kı ak amları,
bedenler alacakaranlıkta nerdeyse
görülmezken, alçak sesle konu anların
seslerin-deki güzelli in ve içtenli in
üstünde durmaz. Hiç kimse, rüzgârlı bir
gece Londra sokaklarında yürürken
Ralph Denham’ın duyduklarını duymaz:

“An odd image came to his mind of a
lighthouse besieged by the flying
bodies of lost birds who were dashed
senseless by the gale against the
glass. He had a strange sensation
that he was both lighthouse and
bird; he was steadfast and brilliant;
and at the same time he was
whirled senseless against the glass.”
(Acayip bir imge geldi aklına; yitik
ku ların bedenlerinin ku attı ı bir
deniz feneri gördü. Fırtına, ku ları
fenerin camlarına çarpıyor,
sersemletiyordu. Kendisi, hem o deniz
feneri hem de ku larmı gibi, garip bir
duyguya kapıldı. Deniz feneri gibi
sa lam, ı ıl ı ıldı; ku lar gibi de
havada fırıl fırıl dönüyor, fenerin
camlarına çarpıp sersemliyordu.)

Tüm geleneksel romanlarda oldu u
gibi, Night and Day’de de belirli bir olay
örgüsü, özetlenebilecek bir öykü vardır.
Ve i in tu haf tarafı udur ki, “Acaba
imdi ne olacak? Katharine, William
Rodney ile mi, yoksa Ralph Denham ile
mi evlenecek? Yoksa Ralph Denham,
Mary Datchet ile mi evlenecek? Mutlu bir
sona varılacak mı?” diyerek, sonuna
kadar merakla okuruz bu upuzun
romanı.
Night and Day, ikisi kadın, ikisi erkek,
dört ki inin ili kileri üstüne kuruludur.
Romanın ba ki isi Katharine Hilberry,
yüksek sınıftan kültürlü bir ailenin tek
kızıdır. Hilberry’lerin Chelsea’deki evi,
tanınmı yazarlarla dolup ta ar. Konuk
gelmedi i günler bile, anne, baba ve
kızları, ak am yeme ine kılık
de i tirmeden oturmazlar. Yatmadan
önce, Katharine, annesiyle babasına
yüksek sesle birkaç sayfa okur önemli bir
kitaptan. Victoria Ça ı romanlarından bir
sahne gibidir bu. Virginia Woolf,
be enmedi i gerçekçi romancıların
yöntemine uyarak, kendi aile çevresine
benzedi i için yakından bildi i bu çevreyi,
anneleri, babaları, dayıları, amcaları,
teyzeleri, halalarıyla birlikte; ta lamaya
kaçmadan, ama güldürücü yanların
üstünde durarak, bize ayrıntılı bir
biçimde anlatır. Katharine’in annesinin
babası, Victoria Ça ı’nın en ünlü
airlerinden biri olan Richard
Alardyce’dır. Çoktan ölen bu adam, ilginç
bir ki iye benzer: Bir ara e ini terk etmi ,
uygunsuz kadınlarla a k hayatı ya amı ,
kendini içkiye vermi tir. Kızı Mrs.
Hilberry, sarho airlerin u radı ı
meyhanelerde, babasının kuca ında
oturdu unu hâlâ anımsar. Ama air,
daha sonraları uslanmı ; Victoria
Ça ı’nın erdemli bir temsilcisi durumuna
gelmi tir. Öyle olunca da, Virginia
Woolf’un alay ederek belirtti i gibi, esin
kaynakları tümüyle tükenmi tir. Richard
Alardyce’ın çalı ma odasında, kitapları, el
yazmaları, gözlükleri, piposu, terlikleri
korunur. Evin kızı olarak Katharine’in
görevlerinden biri de, gerekli açıklamaları
yaparak, bu küçük müzeyi konuklara
gezdirmektir.
Mrs. Hilberry, babasının bir
ya amöyküsünü yazmaya adamı tır kendi
ya amını. Katharine de, notları
düzenleyip, annesinin kaleme aldıklarını
temize çekerek ona yardım etmektedir.
Ne var ki, on yıldır çalı tıkları halde, bu
ya amöyküsünün hiçbir zaman
tamamlanamayaca ı besbellidir. Çünkü
edebiyat meraklısı çılgın bir hatun olan
Mrs. Hilberry, yöntemli ve mantıklı bir
biçimde çalı amaz. Onun dü gücü
fazlasıyla geli mi tir. Örne in, babasının
Hebrides adalarına gitti i konusunda
hiçbir kanıt bulunmadı ı halde, bu
adaların upuzun ve son derece iirsel bir
betimlemesini ekler ya amöyküsüne. Ya
da Shakespeare’in sonelerinin e i Anne
Hathaway tarafından yazıldı ı
varsayımını savunan bir deneme kaleme
alır. Shakespeare uzmanlarını deliye
döndüren bu denemeyi, Richard
Alardyce’ın ya amöyküsünün bir yerine
sıkı tırmaya kalkar. Mr. Hilberry ’nin
e inden farklı olarak, çılgın bir yanı
yoktur. Önemli bir edebiyat dergisini
yönetir; ngiliz Romantik iiri alanında
saygıde er bir uzmandır. Ama onun
ara tırmalarının da gülünç bir yanı
vardır. Çünkü yo un çalı maları
sonunda, Shelley’nin belirli bir iirinde
“of” de il, “and” sözcü ünü kullandı ını;
Byron’un bir tek gece geçirdi i hanın
adının u de il, bu oldu unu: Keats’in
dayısının ilk adının Richard de il, John
oldu unu kanıtlar ancak.
Romanın ba langıcında, Katharine’in
ki isel bir ya amı yok gibidir. Kendi
ya amını de il, ailesinin ve yakın
çevresinin ya amını ya ar. Karde çocu u
Henry’nin dedi i gibi, öz ki ili ini
bulamamı tır; onun gözünde ya am bir
gerçe e dönü memi tir henüz. Ne gariptir
ki, edebiyatçılar arasında yeti en bu genç
kızın tek merakı matematiktir. Ömrünü
matematik ve astronomi incelemeye
adayabilse, dünyanın en mutlu insanı
olaca ına inanır. Ne var ki, Birinci Dünya
Sava ı’ndan önce ve böyle bir çevrede
matematik merakının “kadınlı a aykırı”
(“un-womanly”) sayılaca ını bildi i için,
bu tutkusunu gizlemek; ya sabah
erkenden ya da herkes yattıktan sonra
odasına kapanıp çalı mak; biri yakla ınca
da, matematik kitaplarını saklamak
zorundadır. Bir erke e sevdalanmanın ne
oldu unu anladıktan sonra da, kendini
üzen bir durum olunca, hemen
matematik problemlerine sı ınarak
avunmanın yolunu arar. Ama romanın
ba langıcında, otuzuna yakla tı ı halde,
a kın ne oldu unu bilmez, bunun ne gibi
bir duygu oldu unu sorar kendi kendine.
Dü gücünü i letince, a kın, yüce
kayalardan gökgürültüsünü andıran bir
sesle mavi karanlıklara akan elâleler
kadar görkemli bir ey olaca ını hayal
eder. Gözünün önüne, çok büyük bir ata
binmi , ulu gönüllü bir kahraman gelir.
Ama serinkanlı dü ünmeye ba layınca,
herkesin a ksız evlilikler yaptı ını, büyük
bir olasılıkla, kendisinin de bunu
yapaca ını dü ünür. Çünkü ‘The
existence of passion is only a traveller’s
story brought from the heart of deep
forest and told so rarely that wise people
doubt whether the story can be true”
(Tutkunun var oldu u, derin ormanların
yüre inden getirilen bir yolcu masalıdır
ancak. Bu masal öyle ender anlatılır ki,
bilge ki iler bunun do rulu undan
ku kulanırlar). Katharine i te bu yüzden
William Rodney ile evlenmeye râzı olur.
William’dan ho lanır, ona dostça
duyguları vardır. Ama evlenmeyi
dü ünmesinin asıl nedeni, kendisine ait
bir evde matemati e rahatça çalı abilmek
umududur. Bunu yapabilirse, kendi de
mutlu olaca ına, e ini de mutlu
edebilece ine inanır.
William Rodney, Katharine’in
sınıfından ve çevresinden, çok kültürlü,
edebiyat meraklısı genç bir devlet
memurudur. yi bir air olmadı ını bilir;
ama Elizabeth Ça ı tiyatro yazarlarına
öykünerek tragedyalar yazar gene de.
Virginia Woolf otururken, Vanessa Bell,
1912.

Katharine’e gönderdi i mektuplara da bir
sone ekler genellikle. Romanın
ba langıcında, Mary Datchet’in evinde bir
edebiyat toplantısında tanı ırız onunla.
Kadınlı erkekli otuza yakın ki i,
koltuklara, sedirlere, yere koydukları
yastıklara oturmu onu dinlerken,
William Rodney, Elizabeth Ça ı iirinde
e retilemeler konusunda bir konu ma
yapar. Söyledikleri çok bilgili ve ilginç
oldu u halde, konu macının kendisi
gülünç bir delikanlı izlenimini verir. Yüzü
kıpkırmızıdır; ba ını acayip bir biçimde bir
sa a bir sola çevirir; bedeni sinirli
devinimlerle sarsılır durur; okudu u
metnin sayfalarını karı tırır, kendi el
yazısını okumakta güçlük çeker ve bir
tümce ortasında konu masına son verir.
Dinleyiciler rahatça gülebilmek için onu
alkı lamaya ba layınca, Rodney, bir
çocuk gibi, do ru ni anlısı Katharine’e
ko ar, kendini rezil etti ini söyler.
Rodney’nin, Katharine’in de dedi i gibi,
saf, dürüst ve sevimli bir yanı oldu unu
anlarız o zaman. Ba kalarının önünde
bedenini idare etmekte bunca beceriksiz
oldu u halde, kendi evinde, kıymetli
kitapları arasında, “bir ran kedisinin
mahareti ve zerafetiyle” (“with the
dexterity and grace of a Persian cat”)
yürür. Gene Katharine’in dedi i gibi,
ki ili inde acayip bir karı ım vardır; yarısı
air, yarısı evde kalmı bir kız kurusudur.
Ama geleneklere ve törelere, “herkes
sonra ne der?” kaygısına öylesine ba lıdır
ki, evde kalmı kız yanı, airli inden çok
daha a ır basar. Örne in, geceleyin geç
vakit Londra sokaklarında onu
ni anlısıyla ba ba a görecekler diye ödü
kopar. Katharine’i zorla bir arabaya
bindirip uzakla tırır. Ni anları bozuldu u
sırada, ikisi de üzüntüden a larken bile,
birileri Katharine’i topuzundan bir tutam
saç yüzüne dü mü bir durumda
görecekler diye pani e kapılır. Onun bu
hallerini gülünç bulan Katharine,
tutarsız davranı larıyla, zavallı William
Rodney’yi büsbütün a kına döndürür.
Çünkü kimi zaman delikanlının omzuna
ok arcasına dokunur; kimi zaman da onu
acımasızca tersler. Kâh ondan
ayrılaca ını söyler, kâh onunla yakında
evlenece ini. Rodney’ye saygı duymakla
birlikte, ona hiç â ık olmadı ı besbellidir.
Ne var ki, Katharine’in bunu
anlayabilmesi için, gerçekten â ık bir
kadını, Mary Datchet’i yakından tanıması
gerekmektedir.
Night and Day ‘de ba ki i dedi imiz
Katharine Hilberry kadar önemli ve bir
bakıma onunkinden çok daha ilginç bir
ki ili i olan Mary Datchet, Katharine’e
Ralph Denham’ı sevdi ini söyler.
Gözünün önünden perdelerin kalktı ı,
a k gizinin ortaya çıktı ı bir andır bu
Katharine için. “Thus one looked, thus
one spoke, such was love” ( nsan böyle
bakar, insan böyle konu ur, a k böyledir)
der kendi kendine. A kı kendi gözleriyle
görmü tür artık:

“It was a flame suddenly blazing in
the dark. By its light Katharine
perceived the mediocrity, indeed the
entirely fictious character of her
own feelings.”
(Ansızın karanlıkta parlayan bir
alevdi bu. Bu alevin ı ı ında,
Katharine, kendi duygularının
tamamiyle baya ı ve uydurma
oldu unu anladı.)

Katharine bunu anlayınca da, onu
sevmedi ini açıkça söyler William
Rodney’ye. Evlenmelerinin bir “farce”
yani kaba saba bir güldürü olaca ı
kanısına varınca da, ondan ayrılmaya
karar verir.
Katharine, bu kararını hiç kimseye
fazla zarar vermeden uygulamaya
koyabilmek amacıyla, Cassandra planını
düzenler. Katharine’in karde çocu u
Cassandra, edebiyat ve müzik meraklısı,
saf ve dürüst, çok cana yakın yirmi iki
ya ında bir kızdır. William ho landı ı
eyleri sevdi i, onun be enilerini
payla tı ı için, William’ı mutlu edece i
besbellidir. Katharine, eski ni anlısının
bu kıza kolayca â ık olabilece ini de bilir.
Üstelik Katharine’in hırpaladı ı, gülünç
duruma dü ürdü ü William Rodney, eski
ni anlısını sevdi inden hiç emin de ildir
artık.
Katharine ile William, ni anlarını
bozmaya, ama bunu imdilik herkesten
gizlemeye karar verirler. Çünkü ni anlı
olmadıklarını ilân ederlerse, William
yalnız eski ni anlısını de il, Katharine’in
Londra’ya ça ırdı ı, Hilberrylerin evinde
kalan Cassandra’yı da göremeyecek, iki
genç birbirilerine â ık olmak fırsatını
bulamayacaklardır. Katherine,
Cassandra operasyonunu öyle bir
ustalıkla uygulamaya koyar ki, kısa bir
süre içinde William Rodney ile Cas-
sandra birbirilerine â ık olurlar. Ve ne
gariptir ki, bu durumu kendi ayarladı ı
halde, Katharine biraz kıskançlık duyar.
Night and Day’in iki kadınla iki erke in
ili kisi üzerine kuruldu unu söylemi tik.
Bu dört ki iden en önemsizi olan William
Rodney, Cassandra ile mutlulu a
kavu ur. Öteki üç ki inin, yani Katharine
Hilberry, Ralph Denham ve Mary
Datchet’in ili kileri ise çok daha
çapra ıktır. Bunun nedeni de Ralph’in
Katharine’e, Mary Datchet’in ise Ralph’a
â ık olmasıdır.
Mary Datchet, Katharine’e hiç mi hiç
benzemeyen bir kadın tipidir. Ralph
Denham o ikisine bakınca, birbirilerinden
böylesine farklı iki kadının yeryüzünde
bulunamayaca ını dü ünür. Mary, kırsal
bölgede oturan, bahçesinde bir a a ı bir
yukarı, elinde Horatius’un kitabıyla
yürüyerek, o Latince iirleri ezberlemeyi
alı kanlık haline getiren bir din adamının
kızıdır. Ailesiyle bir sorunu olmadı ı
halde, Mary evinden ayrılır. Yüksek
e itim gördükten sonra, Londra’da tek
ba ına oturmakta ve çalı maktadır. Mary
Datchet, ate li bir feminist olan Virginia
Woolf’un romanlarında feminist
sayılabilecek tek kadındır. Suffragette’dir,
yani kadınlara oy hakkı verilmesi için
u ra ır. Kendinden çok daha ya lı Mrs.
Seal ve Mr. Clayton ile birlikte çalı tı ı
büro, toplantılar düzenler; bro ürler
bastırıp, bunları Parlamento üyelerine ve
bütün ilgililere gönderir. Ama ne gariptir
ki, Mary Datchet, Virginia Woolf ’un biraz
gülünç ki iler olarak gösterdi i iki çalı ma
arkada ı gibi, co kulu bir feminist
sayılmaz. Nitekim bir süre sonra bu
bürodan ayrılır, “Society for the
Education of Democracy”de (Demokrasi
E itimi için Dernek) çalı maya ba lar.
Böylece yalnız kadın haklarını de il,
emekçi kitlelerin e itimini sa lamak
amacıyla toplumsal reformları savunur.
Mary Datchet, feministli ini,
söylediklerinden çok davranı larıyla
kanıtlayan bir kadındır. Ailesine ya da
evlenip bir erke e sı ınmak
zorunlulu unu hiç duymadan, tek ba ına
ba ımsız bir kadın olarak ya ayabilir.
Ço u insanlar için bir felâket olan
yalnızlık, Mary’yi hiç üzmez. En küçük
eylerden, örne in sabahları tertemiz
odasında tek ba ına kahvaltı etmekten;
ya da ö leleri bürosu bir iki saat
kapalıyken, bir parkta gezinmekten haz
alır.
Mary Datchet, Ralph Denham’a
â ıktır, ama bunu delikanlıdan gizler. ki
yıldır, aralarında çok güzel bir dostluk
vardır. Ralph, Mary’ye hayrandır,
kusursuz bir insan olarak görür onu.
Mary’nin etkisiyle, Tory, yani
muhafazakârken de i mi ; radikal, yani
köklü reformlardan yana olmu tur.
Ba kalarına hiçbir zaman söylemedi i
dü üncelerini yalnız Mary’ye açıklar. Acı
çekince, hemen Mary’ye ko ar, ona
sı ınır, Mary’nin bir anne gibi, onu
ba rına basmasını, saçlarını ok amasını,
acılarına bir son vermesini ister. Mary
gibi bir dosttan ayrılmayı o kadar göze
alamaz ki, Mary, Amerika’ya gidip oraya
yerle meyi dü ündü ünü söyleyince,
onunla birlikte gidip, onunla evlenmeyi
tasarlar. Ne var ki, Mary, Ralph’ın
Katharine’e tutkusunu anlamı tır bu
arada. Bu yüzden de, Ralph’in evlilik
önerisini kesinlikle reddeder. O zaman
Ralph, büyük bir üzüntüye kapılır; “this
is what I have made of my life -nothing,
nothing, nothing” (i te ya amımı böyle
yaptım -bir hiç, bir hiç, bir hiç yaptım) diye
yakınır kendi kendine.
Yalnız Ralph de il, Katharine de
hayrandır Mary’ye. Onun toplumsal
sorunlar u runa verdi i sava ımı
izlerken, “Mary Datchet’in korumacılı ına
emanet edilen bir dünyanın iyi bir dünya
oldu una” (“a wold entrusted to the
guardianship of Mary Datchet was a good
world”) inanır. Katharine de tıpkı Ralph
gibi, güç duruma dü ünce, hemen
Mary’ye ko ar, ondan güç almak ister.
Bu ziyaretlerinden birinde, Ralph ile
Mary’nin ni anlandıklarını sandı ı sırada,
Mary, Ralph’ın kendisine de il, ona â ık
oldu unu açıklar. Öyle dürüst bir
insandır ki, Ralph’ı sevdi ini, bu yüzden
Katharine’i kıskandı ını bile gizlemez;
Katharine’in Ralph’a acı çektirmemesini
ister ancak.

Vanessa Bell, Duncan Grant, 1918.

Ralph Denham, Katharine Hilberry
gibi varlıklı yüksek orta sınıftan de il,
yoksul a a ı orta sınıftandır. Kız karde i
Joan’a “We’ve have no money and we
shall never have money ... until we drop
worn out and die as most people”
(Paramız yok ve hiçbir zaman paramız
olmayacak... nsanların ço u gibi,
tükenerek yere yı ılıp ölünceye kadar
olmayacak) der. Katharine gibi,
Londra’nın seçkin semtlerinden
Chelsea’de de il; karde leri ve dul
annesiyle, o sıralarda kentin
varo larından biri sayılan Highgate’de
oturur. Kendi kendini yeti tirmi , ba arılı
bir hukukçu olmu , çok okuyan, çok
kültürlü bir insandır. lk gençli inde iir
yazmı tır ve iir yazmanın bir insanın
yeryüzünde yapabilece i en olumlu ey
oldu una inanır. Ama karde lerine
bakmak zorunda oldu u için, hiç
sevmedi i bir i te, bir avukat bürosunda
çalı ır. Asıl istedi i, kırsal bölgede küçük
bir evde oturup kitap yazmaktır.
Ralph Denham, makaleleri Mr.
Hilberry’nin yönetti i dergide yayınlandı ı
için Katharine ile tanı ır. Genç kızı ve
çevresini ele tiriyor ve alaya alıyormu
gibi bir tutum benimser. Oysa
Katharine’e vurulmu tur. ‘I’ll take
Katharine Hilberry” (Katharine Hilberry’yi
alaca ım) diyerek, bu kızı elde etmeyi
aklına koyar. Ama hiç de kolay olmaz bu.
Çünkü Katharine hem ona tamamiyle
kayıtsızdır, hem de ba kasıyla ni anlıdır
ve bu ni an bozulduktan sonra da Ralph
onu ni anlı sanır. Delikanlı, duygularını
gizleyerek, Katharine’in pe ine dü er; onu
uzaktan hep izler, geceleri kapısında
bekler. Katharine’e bir dostluk anla ması
da önerir. Bu anla mada, sevdanın sözde
hiç yeri olmayacaktır. Katharine bu
antla mayı kabıll eder. Bunun üzerine,
Ralph, Katharine, William Rodney ve
Cassandra, hep birlikte gezinmeye,
birlikte tiyatrolara, konserlere gitmeye
ba larlar.
Ralph, Katharine tutkusundan
kurtulmak için, kesin sonuçlar verece ini
sandı ı bir çareye de ba vurur: Kültürlü
yüksek çevreden bu kızı, Highgate’deki
kendi yoksul evine çaya götürecektir.
Katharine, Ralph’ın aile çevresini,
annesini, karde lerini son derece baya ı
bulacak, bu yüzden de, Ralph’i bir daha
görmek istemeyecektir. Ne var ki, Ralp’ın
hesabı yanlı çıkar. Gerçi Katharine, evin
e yalarını, çayda kullanılan çanak
çömle i son derece çirkin bulur. lkin
so uk davranır. Ama bir süre sonra,
Ralph’in karde lerine, her sorunu
dü ünüp tartı an, kendilerini e itmek içn
büyük çabalar gösteren, üniversitede
okumak amacıyla sınavlara giren, kızlı
erkekli bu pırıl pırıl gençlere büyük bir
yakınlık duyar. Onların konu malarına
katılır, onlarla güler söyler. Ralph,
Katharine’i sınamı , ama Katharine
sa lam çıkmı tır. “You’ve won again”
(gene kazandın) der ona. Ralph’ın a kını
açı a vurmaktan ba ka, William
Rodney’den ayrılması için Katharine’e
yalvarıp yakarmaktan ba ka çaresi
kalmamı tır artık. Katharine, delikanlıyı
dalgın dalgın dinler; hattâ onu hiç
dinlemiyordur belki de. Ama ne gariptir
ki, Ralph konu urken, ömründe hiçbir
zaman duymadı ı bir mutluluk duyar ve
bu mutlulu un simgesi olarak, cebirde
kullanılan i aretler, çe itli matematik
problemleri uçu ur durur gözünün
önünde.
Night and Day’in sonlarına do ru,
Katharine de Ralph’a â ık olur, hem de
onu geceleyin sokaklarda arayacak kadar
â ık olur: Ralph ile kendi evinde
bulu acaktır. Ama Ralph ile ba ba a
kalmak istedi inden, onu bürosundan
almaya gider. Oysa, Ralph bürosundan
çıkmı tır hile. Delikanlının Highgate’de
evine gitmeye kalkar; ama adresi tam
olarak anımsayamaz. Onunla
kar ıla ması sanki olasıymı gibi,
sokaklarda deliler gibi dolanır. Bu arada
Londra sokaklarının, Night and Day’de,
Mrs. Dalloway’de oldu u kadar önemli bir
yer tuttu unun farkına varırız. Romanın
ki ileri, Virginia Woolf ’un çok sevdi i
kentin sokaklarında yürürler; atlı
arabalarla, taksilerle, o sıralarda “motor
omnibuses” denilen otobüslerle geznip
dururlar. O kadar ki, elimizde kentin bir
haritası olsa, adım adım izleyebiliriz
onların geçtikleri yerleri. Caddelerde
akan trafi in gürültüsünü, Thames
nehrindeki ileplerin sis düdüklerini
duyarız. Yazar bu romanda, Londra’nın
yalnız merkezini de il, dolaylarını da, Kew
Gardens’ı, Greenwich’i, Hampton Court’u
da canlandırır gözümüzün önünde.
Katharine, Ralph’ı geceleyin arayı ı
sırasında güç duruma dü ünce, her
zaman yaptı ı gibi Mary Datchet’e ko ar.
Mary’nin de Ralph’a â ık oldu unu
dü ünecek halde de ildir. Ralph’ı bulmak
için, “yabansı, akla aykırı, açıklanması
olanaksız bir istek” (“a wild, irrational,
unexplained desire”) içindedir. Mary,
Katharine’in gece yarıları sokaklarda
yalnız kalmaması için onunla birlikte
Chelsea’ye kadar gider, onu kapısında
bırakır. Ralph, Hilberrylerin evine geri
dönmü , beklemektedir. Katharine,
kendini delikanlının kollarına atar, onu
sevdi ini söyler. Ama bunun hemen
arkasından da, onunla evlenmeyece ini
bildirir.
Katharine ile Ralph’ın, birbirilerine â ık
oldukları halde, huzurlu bir beraberlik
ya ayamayacakları besbellidir.
Katharine, gene odasına kapanıp, aklını
hep kurcalayan o matematik
problemlerine verecektir kendini.
li kilerinde kopukluklar olacaktır.
Katharine sevdi i erke e “The forces in a
storm again, the vision in a hurricane.
We come together for a moment and we
part” (Bir fırtınadaki güçler, bir kasırgada
görülenler. Bir ara birle iyoruz, sonra
ayrılıyoruz) der. Ralph da, Katharine’in
gölgesini, onun gerçe inden çok daha
fazla sevdi ini söyler.
Çiftlerin partner de i tirmeleri
yüzünden Night and Day’in sonlarına
do ru durum iyice karı ır, bir Restoration
dönemi komedyasına dönü ür nerdeyse.
Resmen ni anlı bilinen Katharine-William
Rodney çifti, hep Ralph ve Cassandra ile
birlikte gezmektedir. Bir dost evinde
William, Cassandra ile be kez üst üste
dans etmi ; Katharine ile Ralph, urada
burada ba ba a görülmü lerdir.
Dedikodular ayyuka çıkar. Katharine’in
Celia halası, ye eninden hesap sormak
için, mutfakta bekler. Çünkü bu
saygıde er hatun, önemli bir aile sorunu
çıkınca, eve hizmetçilerin kapısından
girerek, bu önemli sorunu salonda de il,
ille mutfakta tartı mayı huy edinmi tir.
Katharine, halasına söyleyecek hiçbir
eyi olmadı ını bildirir. Herkesin ne
diyece inden ödü kopan William Rodney,
hepsinin delirmi olmasından yakınır.
Dedikodulara bir son vermek için,
Cassandra’dan vazgeçmeye, Katharine
ile yeniden ni anlanmaya râzıdır. Mr.
Hilberry’nin aklı iyice karı ır: Kızı kiminle
ni anlıdır? William Rodney ile mi, yoksa
çok az tanıdı ı u genç hukukçu Ralph
Denham ile mi? Cassandra ile William
arasında ne gibi bir ili ki vardır? Peri an
olan Mr. Hilberry, Ralph’ı evinden
uzakla tırır; ye eni Cassandra’nın hemen
kendi evine gitmesini emreder. Kızını
kar ısına oturtur ve herkesin uygarca
davranmasını sa lamak amacıyla, ona
yüksek sesle Sir Walter Scott’tan
parçalar okur. Virginia Woolf ’un alay
ederek dedi i gibi, “insan ili kilerinin
çi li i ve çirkinli i üstüne, edebiyatın
huzur verici merhemini” (“pouring over
the raw ugliness of human affairs
literature’s soothing balm”) sürer böylece.
Sonunda bu karı ık sorunlar, Mr.
Hilberry’nin edebiyatın gizemli güçlerine
ba vurmasıyla de il, aklı bir karı havada
sandı ımız e inin sa duyusu sayesinde
çözümlenir: Mrs. Hilberry, birkaç
günlü üne gitti i Shakespeare’in do um
yeri Stratford’dan airin mezarından
topladı ını söyledi i kucak dolusu kır
çiçe iyle, bitkiler ve dallarla evine geri
döner. Bunları salonun ortasına attıktan
sonra, duruma el koyar. Dedikoduları
duymu , her eyi dakikasında kavramı ,
her eyin çaresini bulmu tur. A k
duymadan evlenmesinin do ru
olmayaca ını kızına hemen bildirir.
Katharine, Ralph’sız ya ayamayaca ını,
ama onunla evlenmek niyetinde de
olmadı ını açıklayınca, Mrs. Hilberry, er
geç nasıl olsa evleneceklerini bildi inden,
bu lâfa kar ı çıkmaz. Ralph’ı, odasına
kapanıp matematik problemleri
çözümlemeye çalı an kızının yanına
gönderir hemen. Cassandra ile William’ın
bir an önce evlenmeleri için de gerekli
önlemleri alır. Bunları yaparken de, bir
yandan da sürekli olarak
Shakespeare’den dizeler okumaktadır.
ki çift birbirine kavu mu tur. Ama
onların de il, tek ba ına kalan Mary
Datchet’indir asıl zafer. Mary, Ralph’a
çok â ık olmu tur. A kın, “insanın bütün
varlı ını eritip bir da seline dönü türen
bir ate ” (“a fire which melts the whole
being into one mountain torrent”) oldu unu
bildi i için, kendi kendisiyle sava ıp
duygularını yenmi tir. Katharine’in dedi i
gibi, “she had been pulled down into
some horrible swamp where the primeval
struggle between man and woman still
rages” (kadınla erkek arasında o çok eski
sava ın hâlâ iddetle sürdü ü korkunç
bataklı ın içine dü mü tü.) Ama bu
bataklıktan çıkabilmi , kendini
kurtarabilmi ti. (Katharine, kadınla erkek
arasındaki a k tutkusunu bir bataklıkta
verilen ilkel ve korkunç bir çatı ma
olarak tanımlarken, Virginia Woolf ’un
duygularını yansıtmaktadır aslında.)
Mary, a k tutkusu üzerine bu zaferinden
sonra, yalnızlı ı benimsemi , kendi
benli inin dar sınırlarını a mı , “tüm
insanlı ın engin isteklerini ve acılarını
payla mı tı” (“share the vast desires and
sufferings of the mass of mankind.”)
Böylece, “emekçiler ordusunda bir er” (“a
private in the army of workers”) olarak
çalı mı ve çalı tıkça da huzura
kavu mu tu.
Night and Day’in son bölümünde,
geceleyin Londra sokaklarında dola an
Katharine ile Ralph, Mary Datchet’i
görme iste ine kapılarak, onun evine
giderler. Çok geç oldu u halde, Mary’nin
penceresinde ı ık vardır. Mary
çalı maktadır. A kın bataklı ında -
Mary’nin çıkıp kurtulma gücünü
gösterdi i o bataklıkta- çırpınan
Katharine, “What have we to give to her?
She’s happy” (Ona verecek neyimiz var
bizim? O mutlu) der Ralph’a. Ve
pencerenin ı ı ı “altından bir okyanus
görünür” (“ like an ocean of gold behind
her tears”) ya larla dolu gözlerine. Bu ı ık,
“bir zafer i aretiydi, orada parlıyordu
sonsuza de in, aslâ söndürülemezdi” (“a
sign of triumph shining therefor ever, not to
be extinguished.”) Ralph, merdivenleri
çıkar, ama Mary’nin kapısını çalamaz;
çünkü a lamaktadır, konu acak halde
de ildir. Katharine’in gözya ları gibi,
Mary’ye sevgi ve hayranlık gözya larıdır
bunlar. Virginia Woolf ’un romanlarındaki
kadınlar ve erkekler arasında, kendini
toplumsal dâvâlara adayan tek ki i Mary
Datchet’tir. Kendisi hiçbir zaman
sosyalizme meyletmeyen yazarın, Night
and Day’in sonunda, Mary Datchet’i ideal
bir sosyalist olarak yüceltmesi, onun
Katharine ve Ralph gibi insanlardan ne
denli üstün oldu unu vurgulaması, bize
hem çok ilginç gelir, hem de Virginia
Woolf, Mary Datchet gibi bir kadın olmayı
gizlice özlüyor muydu acaba diye
dü ündürür. Çünkü tam bir yüceltmedir
bu:

“There was someting impersonal
and serene in the spirit of the
woman within, working out her
plans far into the night -her plans
for the good of a world that none of
them were ever to know.”
( çerdeki kadının ruhunda ki isel
olmayan büyük bir huzur vardı.
Gecenin geç saatlerine dek tasarıları
üstünde çalı ıyordu -aralarından hiç
kimsenin hiçbir zaman göremeyece i
bir dünyanın yararına yapılan
tasarılardı bunlar.)

Bölüm 11
Jacob’s Room


Virginia Woolf, üçüncü romanı Jacob’s
Room’u 1921’de bitirip, bir yıl sonra
yayınladı. Yunanistan’da tifoya kapılıp
1906’da çok genç ya ta ölüveren sevgili
karde i Thoby’nin ki ili ini dü ünerek
yazdı ı bu kitaba, neden “Jacob’un
Odası” adını verdi ini bilemeyiz. Çünkü
Jacob’un bir tek odası de il; çocukluk
odası, Cambridge’deki odası, Londra’daki
odası gibi birçok odası vardır. Belki
Virginia Woolf, Jacob Flanders, Thoby
gibi gencecik, yirmi altı ya ında ölünce,
ondan kala kala bo bir oda kaldı ı için
uygun bulmu tur bu adı.
Thoby Stephen

Virginia Woolf, bu romanla ilgili olarak,
“I have found out how to begin at forty to
say something in my own voice” (Kendi
sesimle bir ey söylemeyi kırkında
ö renmeye ba ladım) diyordu. The Voyage
Out’ta ve Night and Day’de, geleneksel
romanın kalıplarına ba lı kalmı tı.
Bunları bir kenara atıp, onu modemist
romanın öncülerinden biri yapan kendine
özgü yöntemi ilk kez Jacob’s Room’da
denedi. “Denedi” diyoruz; çünkü birazdan
görece imiz gibi, Jacob’s Room tam bir
ba arı de il, bir deneyimdir ancak.
1920’lere kadar ngiliz edebiyatında
egemen olan gerçekçi romanın hiçbir
ö esi görülmez burada. Olay örgüsü
yoktur, bir öykü anlatılmaz, belirli bir
tema i lenmez; özellikleri ve
davranı larıyla, dü ünceleri ve fiziksel
görünü leriyle ki iler ele alınmaz; gülmece
ya da ta lamaya ba vurulmaz; kent ya da
do a betimlemeleri yapılmaz; zaman ya
da mekân kesin çizgilerle belirtilmez;
kronolojik bir sıra izlemeden, imdiki
zamandan geçmi e, geçmi ten imdiki
zamana geçilir. Hattâ Virginia Woolf ’un
çok daha sonraları 1927’de New York
Herald’a yazdı ı bir makalede belirtti i
gibi, bu yepyeni anlatı türüne “roman”
adını vermenin bile ne denli do ru oldu u
belli de ildir. Yazarın “new novel” dedi i
bu tür, düzyazıyla yazılır; ama iirin
birçok özelli ini ta ıyan bir düzyazıyla. Bu
yeni roman, “ya amın karma ıklı ını”
(“the complexitiy of life”) verir. nsan
kafasında “tutarsız eylerin acayip bir
biçimde bir araya geli ini” (“that queer
conglomeration of incongruous things”)
yansıtır.
Virginia Woolf, Jacob’s Room’a
ba lamadan önce güncesinde, geleneksel
romanları, tu laları üst üste yı arak
dikilen yapılara benzeterek, burada “bir
tek tu lanın görülmeyece ini” (“not a
brick to be seen”) söyler. Ama bu yeni
roman türünü ba arabilece inden de hiç
emin de ildir. Lytton Strachey’ye bir
mektubunda kaygıyla sorar:

“Do you think it is impossible to get
that sort of effect in a novel; is the
result bound to be too scattered to
be intelligible? I expect one may
leam to get more control in time.”
(Romanda bu tür bir etki yaratmanın
olanaksız oldu unu mu
dü ünüyorsunuz? Sonuç
anla ılamayacak kadar da ınık mı
olur? Zamanla insanın bunları daha
iyi denetlemesini ö renece ini
umuyorum.)

Jacob’s Room’da yapmak istedi inin
“Mr. Joyce tarafından belki daha iyi
yapıldı ı” (What I’m doing is probably being
better done by Mr. Joyce) kaygısına da
dü mü tü bir ara.
Virginia Woolf ’un bu kaygısı yersizdir
bize kalırsa; çünkü James Joyce,
bamba ka eyler yapıyordu. Ama Virginia
Woolf’un öteki kaygısı, yani Lytton
Strachey’ye mektubunda sözünü etti i
da ınıklık gerçekten vardır Jacob’s
Room’da. Yazar, geleneksel romanın gözle
görülür tu lalarla dikilen yapısından
kaçayım derken, hiçbir yapısı olmayan,
dolayısıyla bir bütün olu turamayan bir
roman yazmı tır. Jacob’s Room, yalnız
da ınık de il, kopuk kopuk izlenimini de
verir okuyucuya. Bu kopuklu un bir
kısmı bilinçlidir. Yazar, o sıralarda
sinema geli mi , bir sanata dönü memi
oldu u halde, film tekni ini kullanarak,
bir zamandan ba ka bir zamana, bir
mekândan ba ka bir mekâna geçer.
Örne in, Jacob’un annesi Mrs. Flanders
bir mektup yazarken, ressam Steele bir
tablo yapmakta, Jacob kumsalda
dolanmaktadır. Gündüz saat ondur,
derken gece saat on oluverir. Mantıksız
görünen bu geçi ler, yazarın amaçladı ı
yeni roman tekni ine uygundur. Ama
bunların bir kısmı da, yazarın daha
sonraları ustaca uygulayaca ı roman
tekni ine henüz. tamamiyle egemen
olamamasından kaynaklanır.
Neredeyse be yüz sayfalık Night and
Day’in tam tersine, on üç bölümlü
Jacob’s Room, Penguin baskısında ancak
168 sayfa tutan çok kısa bir romandır.
Bu 168 sayfada, Jacob Flanders’ın kısa
ya amına bir projektör tutulur sanki.
Alı ılagelmi mantık ba larıyla
birbirilerine ba lanmayan sahnelerde,
Jacob’u, talya’da ya da Yunanistan’da
yolculuk ederken görürüz; operada
görürüz; aile dostu ya lı bir kadınla ba
ba a yemek yerken görürüz; Essex
kırlarında ata binmi , dört nala giderken
görürüz; British Museum’un kitaplı ında
Marlowe’nun tragedyalarını okurken
görürüz; Versailles ’da, Akropolis’te
görürüz; arkada ı Bonamay’nin odasında
konu urken görürüz, Londra
sokaklarında yürürken görürüz vb. David
Lodge’un dedi i gibi, hiç açıklama ya da
hazırlık yapmadan yazar, okuyucuları bir
sahneden ötekine ko turur sanki.
Ba ki i ve çevresi üzerine bilgimiz hep
da ınık ve yetersiz kalır. Jacob
Flanders’ın (Birinci Dünya Sava ı’nın ilk
yıllarında Flanders’da yani Felemenk’de
ölece i için, yazar ona bu soyadını
vermi tir belki de) annesi Betty Flanders,
üç o lu olan orta ya lı bir duldur.
Cornwall’da bir kıyı kasabasında
otururlar. Yüzba ı Barfoot, Betty’yi her
çar amba görmeye gelir. Yüzba ının e i
felçlidir; tekerlekli bir sandalyeyle
gezdirilir. Betty’nin erkek karde i Morty
ortadan kaybolmu tur; nerede oldu u
bilinmez. Daha sonraları ö rendi imize
göre, Morty’nin Müslüman oldu u
konusunda bir söylenti vardır. Bir din
adamıyla evli Mrs. Jarvis’ten söz edilir.
Bu Mrs. Jarvis, evlili i kadınları koruyan
bir kale sayar; Betty gibi dulları da,
tarlalarda tek ba ına ta toplayan
zavallılara benzetir. Betty Flanders,
Yüzba ı Barfoot’a a layarak bir mektup
yazar. Virginia Woolf ’un iirle yüklü
düzyazısından örnekler görürüz bu
arada. Çünkü Betty’nin ya larla dolu
gözlerinin önünde “bahçedeki bütün yıldız
çiçekleri, kızıl dalgalar halinde dalgalanır
ve limonlu un camları pırıl pırıl yanar”
(“tears made all the dahlias in her garden
undulate in red waves and flashed the
green-house”). Jacob’un karde i Archer,
onunla oynamak istemeyen Jacob’u
ça ırırken “Sesinde ola anüstü bir hüzün
vardır. Bedenden arınmı , tutkudan
arınmı , tek ba ına dünyaya yayılan,
yanıtsız kalan, kayalara çarpıp
parçalanan bir sestir bu” (“The voice held
an extraordinary sadness. Pure from all
body, püre from all passion, going into the
world solitary, unanswered, breaking
against the rocks .”) Karde i onu bu
hüzünlü sesle ça ırırken, kumsalda
oynamakta olan Jacob, yüzleri kıpkırmızı,
yan yana yatan çok iri bir erkekle çok iri
bir kadın görür. Onlar ba larını çevirip
çocu a bakınca, Jacob korkar, kaçar
oradan. Derken kumsalda bir koyun
kafası bulur. Rüzgârlarla kumlarla uzun
uzun ovulmu casına temizdir bu koyun
kafası. Jacob bunu odasına götürür.
Odasında, oyuncak bir kovanın içinde,
hep o kovadan çıkmaya çalı an canlı bir
yengeci de saklamaktadır. Dı arda ise,
fırtınanın karanlı ı ve karga ası vardır.
Ellinci sayfaya do ru, artık on dokuz
ya ında olan Jacob’u Cambridge’de
görürüz. Virginia Woolf, belki de
Thoby’nin o tarihte öldü ünü
anımsayarak, Jacob Flanders’in Ekim
1906’da Cambridge’e geldi ini yazar. Bazı
ö retim üyelerine kısaca de inilir: Ya lı
Profeör Hextable, ö rencilerle
konu maktan çok ho lanan Sopwith,
Latince ö reten Erasmus Cowan, kız
ö rencilerin okudu u Newnham
College’den kadın ö retim üyesi Miss
Umphalby gibi. Ama bunların hiçbiri
canlanmaz gözümüzün önünde, silik
birer gölge gibidirler. Jacob’un
arkada ları da vardır. Bunlardan Dick
Bonamy, Jacob’a tutkusundan ötürü
dikkatimizi çeker. Jacob’u öyle sever ki,
bir kadına â ık olmasının yolu olmadı ını
bilir. Jacob’un en yakın dostu ise,
Simeon’dur. Kar ılıklı sustukları zaman
bile, aralarındaki yakınlık sular kadar
derindir ve bu sular “yava ça yükselir,
her eyi örter, yumu atır, ate gibi
tutu turur, beyinlerinin üstüne bir
incinin pırıltısını sürer” (“rose softly and
washed over everything, mollifying,
kindling and coating the mind with the
lustre of pearl”).
Jacob tatillerde, bir ba ka arkada ının,
Timmy Durant’m, gene Cornwall
sahilindeki yazlık evine gider. Çok
çekingen oldu undan, Timmy’nin annesi
onunla konu urken evet ya da hayır
demekle yetinir. Ama Mrs. Durant, gene
çok kibar bulur Jacob’u. Delikanlı,
Timmy’nin teknesiyle denize
çıktıklarında, çıplak yüzer. Virginia
Woolf’un romanlarında denizden çok söz
edildi i halde, denize giren bir ki iyle ilk
kez kar ıla mı oluruz böylece. Timmy’nin
evinde ba ka konuklar da vardır. Yazar
bu çevreyi ele alırken, Birinci Dünya
Sava ından önceki günlerden, yani kendi
gençli inden kesitler verir. Huzurlu bir
dünyadır bu: Kadınlar el i leri yaparlar,
erkekler Times gazetesini okurlar,
delikanlılar gülü üp söyle irler, genç
kızlar yıldızlara bakarak geceleyin
bahçede gezinirler.
Derken Jacob’u Londra’da görürüz. Bir
devlet dairesinde çalı tı ı anla ılır.
Cornwall’daki yazlık evin huzurlu dünyası
büyük kentte de görülür. Jacob, bir
“omnibus”un açık olan üst katında
oturup Londra’yı seyrederken, Thames
kıyılarında ya amın hiç de fena
olmadı ını dü ünür. XVII. yüzyılda
Parlamentoyu havaya uçurmak amacıyla
bir giri imde bulunup ba arısızlı a
u rayan Guy Fawkes’un yenilgisini
anmak için yapılan enliklerde Parla-
mento’nun zaferini kutlayan enlik
ate leri yakılırken, Jacob ile arkada ı
Timmy mutluluk içindedirler.
Yeryüzündeki tüm kitapları okumakla,
tüm tutkuları duymakla, tüm günahları
i lemekle, tüm sevinçleri tatmı olmakla
övünürler. “Uygarlık, toplanmaya hazır
çiçekler gibidir çevrelerinde” (“Civilization
stood round them like flowers ready for
picking”). Virginia Woolf, birçok
romanında yaptı ı gibi, Londra
sokaklarından çarpıcı tablolar çizer bu
arada. Örne in ya lı bir dilenci kadın,
sırtını bir bankanın duvarına dayamı ,
ba rına da bir sokak köpe i basmı
durumda, avaz avaz arkı söylemektedir.
Önüne para atılsın diye arkı söylemez;
“sevinçli, vah i yüre inin; günahkâr
yanmı yüre inin derinliklerinden geldi i
için söyler arkısını” (“singing from the
depths of her her gay wild heart -her sinful
tanned heart”).
Jacob’un ya amını ele alırken görülen
kopukluk, onun kadınlar ve genç kızlarla
a k ili kilerinde de görülür. Yirmi altı
ya ında oldu u halde, bir tek kadın de il,
dört kadın söz konusudur. Bunlardan
Clara Durrant, Timmy’nin kız karde idir,
birbirilerine â ık olurlar; ama ikisi de çok
genç ve çok çekingen olduklarından, bir
araya gelemezler; birbirileriyle do ru
dürüst- konu amazlar bile. Comwall
sahilindeki evin bahçesinde, Clara,
duvara biti ik asmadan üzüm toplarken,
Jacob merdiveni tutar:

“She looked semi-trasparent, pale,
wonderfully beautiful up there
among the vine leaves and the
yellow and purple bunches, the
lights swimming over her head in
coloured islands.”
(Yarı saydam görünüyordu; solgundu,
ola anüstü güzeldi, orada,
yukarılarda, asma yapraklarıyla sarı
ve mor üzüm salkımları arasında,
ı ıklar çevresinde renkli adalar gibi
dolanırken.)

Jacob, Clara’ya yalnız â ık de il,
hayrandır da. Çünkü Clara, öteki kızlar
gibi yalan söylemez; üstelik piyanoda
Bach çalar. Jacob onu, “bir kayaya
zincirlenmi , sonsuza de in ya lı
erkeklere çay sunan bir bâkireye” (“a
virgin chained to a rock -eternally pouring
tea to old men”) benzetir.
Derken Jacob, 6 Kasım’da kutlanan
demin sözünü etti imiz Guy Fawkes
enli inde, geceleyin açık havada yakılan
ate lerin ı ı ında Florinda’yı görür. Kızın
ye ilimsi mavi gözleri ate e dikilidir;
gergin yüzünde trajik bir ifade vardır.
Ama Jacob’un daha sonra anlayaca ı
gibi, Florinda trajik filan de il, düpedüz
aptaldır. Jacob, onun güzelli ine bakıp
bakıp, “The problem is insoluble. The
body is hamessed to a brain. Beauty goes
hand in hand with stupidity” (Sorun
çözülemez. Beden bir beyne ba lıdır.
Güzellik, ahmaklıkla el ele gider) diye
dü ünür. Florinda, Jacob ile kar ıla ır
kar ıla maz, onun ömründe gördü ü en
yakı ıklı erkek oldu unu söyleyerek,
kuca ına oturuverir; elini de delikanlının
yele inin içine sokar. Bir yandan da, kız
o lan kız oldu unu bildirir. Oysa bir
küçük fahi edir. Jacob, bir süre sonra
Florinda’yı ba ka bir erke in kolunda
görünce, bir ok geçirerek, hiç de
platonik olmayan ili kilerine bir son verir;
bir süre odasına kapanır. Bunlar olup
biterken, Clara ile hep
mektupla maktadır.
Derken, ressam Nick Bramham’a
modellik eden güzel Fanny Elmer devreye
girer. Bu kız, Jacob’a â ık olur. Jacob gibi
kültürlü olmayı ına üzülür. Delikanlı ona
bu kitaptan söz etti i için Fielding’in Tom
Jones’unu okur. Jacob bir süre Fanny ile
ya ar; ama ona pek tutkun de il gibidir.
Jacob’un son a kı, Yunanistan’da
yolculuk ederken tanı tı ı, kendinden çok
ya lı Sandra Wentworth Williams’tır.
Onları Akropolis’te birlikte görürüz.
Sandra, Yunan heykellerinden bile daha
yakı ıklı bulur Jacob’u. Bu kadın evlidir;
ama kocasıyla arasında büyük ya farkı
oldu undan, adamca ız göz yumar bu
duruma. Williamslar, Virginia Woolf ’un
do al olarak Constantinople dedi i
stanbul’a giderken, Jacob da onların
pe ine takılır. Belki Anadolu’ya da
geçerler; çünkü yazar, “the bare hills of
Turkey”den (Türkiye’nin kıraç
tepelerinden) söz eder. Küçük ama
çarpıcı bir Anadolu tablosu da çizer bu
arada:

“Sharp lines, dry earth, coloured
flowers, and colour on the shoulders
of the woman, standing naked
legged in the stream to beat linen on
the stones.”
(Keskin çizgiler, kuru toprak, renkli
çiçekler. Çama ırları ta lara çarpmak
için derede çıplak bacaklı duran
kadının omzunda da renkler. )

Ama ne gariptir ki, Virginia Woolf,
Anadolu’dan bu görüntüyü, romanın
sonlarına do ru Jacob’un Türkiye’ye
gitmesi dolayısıyla de il, bir Cambridge
gecesi anlatılırken, ansızın ortaya
çıkarıverir.
Jacob’s Room’un on ikinci bölümünde,
Jacob’un iki karde inin sava a
katıldıklarını ö reniriz. Uzaklardan,
denizden gelen top seslerinden anlarız
Birinci Dünya Sava ının ba ladı ını.
Jacob’un da sava a gitti ini, soyadını
ta ıyan sava alanında öldü ü söylenmez.
Ama bir tek sayfa bile tutmayan on
üçüncü ve son bölümde, Jacob’un bo
odasını görünce, öldü ünü anlarız.
Dünyada en çok sevdi i bu insanın bo
odasına gelen arkada ı Dick Bonamy,
“Jacob! Jacob!” diye ba ırır. Bu, romanın
ba langıcında karde i Archer’in, çok
hüzünlü bir sesle kumsalda ona
sesleni ini anımsatır bizlere. Derken, ev
sahibesi kadın, elinde Jacob’un bir çift
ayakkabısıyla gelir, bunları ne yapaca ını
sorar Bonamy’ye. Kitabın son tümcesi
“She held out a pair of old shoes”dur (Bir
çift eski ayakkabı gösterdi.)
Jacob’s Room’un bir kusuru, yapıdan
yoksun olu u, da ınıklı ı, kopuk
kopuklu u ise; çok daha ba ı lanmaz
ba ka bir kusuru da, Jacob’un ki ili inin
tamamiyle belirsiz kalmasıdır. Bu
ki ili in, gerçekçi romanlarda oldu u gibi,
yazarın betimlemeleri ve yorumlarıyla
bizlere sunulmasını bekleyemeyiz elbette.
Ancak çevresindekilerin izlenimleriyle
tanırız Jacob’u. Virginia Woolf ’un yazmak
istedi i yeni roman türünün bir yöntemi
olarak do rudur bu. Ama yazar, bu
do ru yöntemi do ru uygulamak
ustalı ına varamamı tır henüz. Virginia
Woolf, daha sonraki romanlarında yaptı ı
gibi, Jacob’u, hem çevresinin ondan
edindikleri izlenimlerle, yani ba kaları
açısından, hem de Jacob’un aklından
geçenlerle tanıtsaydı, daha ba arılı
olurdu herhalde. Ama bu romanda bilinç
akımı yöntemini kullanmaması
yüzünden, Jacob’un aklından geçenleri
bilemeyiz, dolayısıyla onun iç dünyasına
giremeyiz. Jacob’un benli i,
parmaklarımız arasından akıp gider
sanki. Renkli bulutların arkasından
hayal meyal görebiliriz onu. Yakı ıklı ve
aydın bir genç oldu unu biliriz ancak.
Clarissa Dalloway’in, Peter Walsh’un,
Septimus Warren Smith’in; ya da To the
Lighthouse’da Mrs. ve Mr. Ram-say’nin
ki iliklerini anladı ımız gibi, onun ki ili ini
anlamamızın yolu yoktur. Virginia Woolf,
ki ilerini, geleneksel roman yazarları gibi
“realist” (gerçekçi) de il, “real” (gerçek)
yapmak ister. Daha sonraları bunu
ba aracaktır da. Ama Jacob’s Room’da,
Jacob’u da, öteki ki ileri de “gerçek”
yapamamı tır. E i Leonard Woolf, bu
romanda “the people are ghosts”
(insanlar hayalet) demi Virginia’ya.
Yazarın güncesinden anla ıldı ı gibi,
Jacob’s Room’un “all crepuscular”
(tamamiyle alacakaranlıkta) kalmasını
istiyordu. Ama bu alacakaranlı ın içinde,
“yüre in, gülmecenin, tutkunun, her
eyin, siste ate gibi parlak” (“but the
heart, humour, passion, everything as
bright as fire in the mist”) olaca ını
umuyordu. Oysa Jacob’s Room’da yanan
bir ate görülmez, her ey sisler
arkasında kalır.
Jacob’s Room’un meraklıları ortaya
çıktı ı ve hızla ikinci baskısı yayınlandı ı
halde, bu roman olumlu ele tiriler
alamadı. Virginia Woolf ’un bir yıl sonra
yazaca ı denemesinde yerin dibine
batıraca ı Arnold Bennett, “Is the Novel
Decaying?” (Roman Yozla makta mı?) adlı
makalesinde Jacob’s Room’u çok zekice
kotarılmı bir kitap saydı ını; ama ille
özgün ve parlak olma özentisinin Virginia
Woolf’ta bir saplantıya dönü tü ünden;
ki ilerin canlı çizilemedi ini yazdı. F.R.
Leavis’in yönetti i ve o sıralarda büyük
saygınlı ı olan Scrutiny dergisinde, ba ka
bir yazar, Virginia Woolf ’u James Joyce’u
okuyup tekni ini yenile tirmek kararını
vererek taklitçilik yapmakla suçladı.
Ancak T.S. Eliot, Virginia Woolf ’a bir
mektubunda, “You have freed yourself
from any compromise between the
traditional novel and your own gift”
(Geleneksel romanla kendinize özgü
yetenek arasında bir uzla ma yapmaktan
kendinizi kurtardınız) diyerek yazarı
kutladı. Ama bu görü ünü söylemekle
yetindi, makalelerinden birinde dile
getirmekten sakındı. Bu roman
konusunda en do ru de erlendirme,
kendi de büyük bir romancı olan E.M.
Forster’den geldi bize kalırsa:

“The improbable has occured; a
method essentially poetic has been
applied to fiction. Jacob’s Room is an
uneven little book, but it represents
her great departure and
abandonment of the false start of
Night and Day. It leads on to her
genius in its fulness; Mrs. Dalloway,
To the Lighthouse and The Waves.”
(Olası olmayan oldu; iire özgü bir
yöntem romanda uygulandı. Jacob’s
Room her parçası e it de erde
sayılamayacak küçük bir kitaptır;
ama onun büyük bir çıkı ını ve Night
and Day’deki yanılgıdan vazgeçti ini
gösterir. Dehâsının tam geli mesine ve
Mrs. Dalloway’ye, To the
Lighthouse’a ve The Waves’e yol
açar.)

Bölüm 12
Mrs. Dalloway


Virginia Woolf, Jacob ’s Room’da
denedi i kendine özgü yeni roman
türünü, üç yıl sonra tam bir ba arıyla
uygulamaya koydu. 1925’de yayınlanan
Mrs. Dalloway, Penguin baskısında ancak
214 sayfa tutan kısa bir romandır. Daha
da kısa olan Jacob’s Room on üç bölüme
ayrılmı ken, Mrs. Dalloway’de böyle bir
bölünme yoktur. Çok ender olarak kimi
paragraflar arasında bir tek bo satır
bırakılır sadece. leride görece imiz gibi,
hem imdiki zamanla geçmi zaman, hem
de bu zaman dilimlerindeki ki iler
arasında ba lantılar öyle iç içedir ki, Mrs.
Dalloway’in bölünmez bir bütün
olu turması zaten gerekmektedir. Bu
bölünmez bütün, Jacob’s Room’un bölük
pörçüklü ünden tümüyle arınmı ,
kusursuz bir yapıdır. Biçimsel açıdan bir
önceki romandan kat kat üstün oldu u
gibi, ki ileri çizmek açısından da kat kat
üstündür. Jacob sisler arasında
kalırken, Clarissa Dalloway ve romanın
öteki ki ileri gözümüzün önünde tam
anlamıyla canlanırlar. Onları görür gibi,
seslerini duyar gibi oluruz. Bunun
nedeni, yazarın, Jacob’s Room’da yaptı ı
gibi, ki iler konusunda yalnız
ba kalarının kopuk kopuk izlenimlerini
vermekle kalmayıp; o ki ileri bize hep
göstermesi, akıllarından geçenleri de bize
sürekli aktarmasıdır.

Mrs. Dalloway’in kapa ı için çizim,
Vanessa Bell, 1925.
Jacob’s Room da tasarladıklarını
uygulamaya geçiremeyen Virginia Woolf,
Mrs. Dalloway’yi yayınlamadan üç yıl
önce, 1922 güncesinde, yazaca ı yeni
romanda neler amaçladı ını anlattı.
Delili i ve intiharı inceleyecekti; aklı
ba ında olanların dünyayı nasıl
gördüklerini ve akıl hastalı ı olanların
nasıl gördüklerini anlatacaktı. Bunun
dı ında büyük amaçlar da güdüyordu bu
romanda: “I want to criticize the social
system and to show it at work at its
most intense” (Toplumsal düzeni
ele tirmek, bu düzenin en yo un biçimiyle
nasıl i ledi ini göstermek istiyorum)
diyordu.
Bu yeni romanını yazarken, Virginia
Woolf, yalnız büyük amaçların de il, yeni
tekniklerin de pe indeydi. Güncesinde
Mrs. Dalloway üzerinde çalı ırken, imdiki
zamanla geçmi zamanın iç içeli ini
verebilmek amacıyla “tunelling process”
(tünel açma süreci) dedi i yöntemi, ancak
bir yıl u ra tıktan sonra ke fedebildi ini
yazar. Bu süreç sayesinde, ki ilerinin
benli inde “ma aralar” (“caves”) açar; bu
ma araları tünellerle birbirilerine
ba layarak, o ki ilerin bugünüyle geçmi i
arasında ba lantılar kurar.
Virginia Woolf, ki isel sorununu, yani
ya amını zehirleyen, sonunda kendini
öldürmesine neden olan delilik sorununu,
yazdı ı dokuz roman arasında ancak Mrs.
Dalloway’de ele aldı. Kitabı bitirdikten
sonra da, Aralık 1924 güncesinden
anla ıldı ı gibi, bunu yapmasının do ru
olup olmadı ı konusunda ku kulara
dü tü. Delilik sahneleriyle Mrs. Dalloway
sahneleri arasında bir kopukluk
görülece inden; bu yüzden de
ele tirmenlerin onu kitabı iyi
kurgulamamakla suçlayacaklarından
korktu. Oysa bu ku kuları yersizdir;
çünkü Septimus Warren Smith’in
delili iyle Clarissa Dalloway’in ruh sa lı ı
arasında, çok gizemli, ama belirgin
ba lantılar vardır. Yazarın korkularının
temelinde, roman tekni iyle ilgili
kaygılardan çok, kendi ruh hastalı ının
gizli ve karanlık dünyasına ı ık
tutmaktan çekinmesi vardır bize kalırsa.
Bu konuda en do ru yargıyı gene
E.M.Forster verir:

“It is a civilized book and it was
written from personal experience. In
her work, as in her private problem,
she was always civilized and sane
on the subject of madness. She
pared off the edges of that
particular malady, she tied it down
to being a malady and robbed it of
the evil magic it has acquired
through timid or carelees thinking;
here is one of the gifts we have to
thank her for.”
(Uygar bir kitaptır bu ve ki isel
deneyimlere dayanarak yazılmı tır. O
kitaplarında oldu u gibi özel
ya amının sorunlarında da, delilik
konusunu ele alırken her zaman
uygar ve sa duyuluydu. Bu özel
hastalı ın sivri kö elerini törpüledi;
bunun da bir hastalık oldu unu
saptadı. Çekingen ya da dikkatsiz
dü ünenler yüzünden bu hastalı a
ba lanan u ursuz büyüyü yok etti.
Onun bize verdi i arma anlar
arasında bunu da hesaba katıp,
ükran duymalıyız ona.)

Mrs. Dalloway bir tek günde, bir tek
kentte geçti i; bir tek ba ki iyi de il, iki
ba ki iyi ele aldı ı ve bilinç akımını
kullandı ı için, Virginia Woolf ’u James
Joyce’un etkisinde kalmakla suçlayanlar
oldu. Çünkü Ulysses de bir tek kentte,
bir tek günde geçer; o kitapta da iki
ba ki i vardır ve bilinç akımı kullanılır.
Ama bunların dı ında, Mrs. Dalloway ile
Ulysses arasında en küçük bir benzerlik
yoktur. Tek gün, tek kent ve iki ba ki i
benzerli i tümüyle yüzeyseldir. Mrs.
Dalloway’in ne genel havası, ne anlatımı,
ne ki ileri Ulyess’i andırır. Üstelik
Virginia Woolf ’un bilinç akımı,
Joyce’unkinden bamba kadır. James
Joyce, bilinçten ve bilinçaltından
geçenleri, hiç süzmeden, bir seçim
yapmadan, oldu u gibi verir. Virginia
Woolf ise, bamba ka bir yöntem kullanır.
Hattâ buna bilinç akımı demek bile
yanlı tır aslında. Çünkü ki ilerinin ancak
bilinçli olarak dü ündüklerini, mantı a
uygun bir sıralama içinde ve en önemlisi
bilinçaltına hiç yer vermeden aktarır
okuyucularına. Bunu belirtmek için de
“she thought” ya da “he remembered”
(dü ündü, anımsadı) gibi açıklamalar
yapar her zaman. Virginia Woolf ’un
ki ilerinin iç monologu, Joyce’un bilinç
akımından çok daha fazla, Marcel
Proust’un iç monologunu andırır.
Mrs. Dalloway’de olay örgüsü denilecek
bir ey yoktur. Ba ı sonu olan bir öykü de
anlatılmaz. 1923 yılının Haziran ayında
geçen bir günün yirmi dört saati de il,
sabahtan geceye kadar a a ı yukarı on
iki saati, sürekli olarak geçmi e de
dönü ler yaparak ele alınır. Yazar bu
romanına “The Hours” (Saatler) adını
vermeyi dü ünmü tü ilkin. Böyle bir ad
çok yerinde olurdu aslında. Çünkü yazar,
Londra meydanlarının büyük saatlerinin,
özellikle Big Ben’in, çalmasından
yararlanarak, her geçen saatin, hattâ
her yarım saatin bilincinde olmamızı
sa lar. Örne in, Mrs. Dalloway’in hemen
ikinci sayfasında, Big Ben’in sesi
duyulur. Penguin baskısının 54’üncü
sayfasında, Big Ben 11’i, sonra 11.30’u
çalar. 79’uncu sayfada, romanın önemli
ikinci ki isi Septimus Warren Smith,
saatin 11.45’i çaldı ını söyler. 130’uncu
sayfada, Richard Dalloway ö leden sonra
evine dönerken, saat 3’ü çalar. “The
sound of Big Ben flooded Clarissa’s
drawing-room” (Clarissa’nın salonuna, Big
Ben sesi sel gibi aktı) denilir. 141’inci
sayfada Big Ben gene çalar. Bu çalan
saatlerin daha birçok örne ini verebiliriz.
Romanın sonuna do ru da, Clarissa’nın
konukları gitmek üzereyken “Saat
çalmaya ba ladı. Delikanlı kendini
öldürmü tü” (“The clock began striking.
The young man had killed himself) denilir.
Çalan saatleri dinleyerek, romanın
belliba lı ki ilerinin ne yaptıklarını
izleyebiliriz: Sabah erkenden, Clarissa
Dalloway, ak am verece i toplantıda
salonlarını süsleyecek çiçekleri kendi
eliyle seçmek için, çiçekçiye gider.
Sokakta ahbaplarından Hugh Whitbread
ile kar ıla ır. Birinci Dünya Sava ında
a ır bir ok geçirip depresyona giren
Septimus Warren Smith adlı delikanlı,
Milano’lu e i Rezia denilen Lucrezia ile
aynı sokaklarda gezinmektedir. Clarissa
evine döndükten sonra, saat 11’de,
eskiden ona â ık olan Peter Walsh onu
görmeye gelir. Ö leyin Richard Dalloway,
Hugh Whitbread ile birlikte, Lady
Brouton’un evinde yemek yer. Saat 3’te
kendi evine döner. Ö leden sonra,
Clarissa’nın kızı Elizabeth ile, ona tarih
dersi veren Miss Doris Kilman, büyük bir
ma azada alı veri ettikten sonra, bir
pastaneye gidip çay içerler. Ak am saat
6’da, Septimus pencereden atlayarak
kendini öldürür. Geceleyin Dalloway’lerin
evinde bir toplantı yapılır. te Mrs.
Dalloway’de olup bitenler bunlardır
yalnız.
Romanın iki ba ki isinden biri, yüksek
sınıftan, ellisinde ev hanımı Clarissa
Dalloway; öteki de a a ı orta sınıftan,
sava kurbanı küçük memur Septimus
Warren Smith adlı otuz ya larında bir
delikanlıdır. Bamba ka dünyalardan
gelen bu iki insan, hiçbir zaman
kar ıla mazlar. Septimus, Clarissa adlı
bir kadının var oldu unu bile bilmez.
Ama Clarissa Dalloway, yüzünü
görmedi i, adını bile bilmedi i kendini
öldüren bu delikanlıyla özde le ir romanın
sonunda. Ne var ki, bu özde le meden
önce, ikisinin de ya adı ı kent olan
Londra, Clarissa ile Septimus’u birle tirir
sanki. Romanın ba langıcında, aynı
anda, aynı yerde bulunurlar bir ara.
Clarissa bir çiçekçide alı veri yaparken,
Septimus da aynı sokaktadır. Bir
otomobil lasti inin patlamasıyla ikisi de
irkilir. çinde çok önemli bir devlet adamı
ya da kral ailesinden birinin bulundu u
perdeleri inik limuzini ikisi de görürler.
Havada dumandan harflerle reklam
yazıları yazan uça ı ikisi de seyrederler.
Romanın üçüncü önemli ki isi Peter
Walsh ile Septimus ve karısının yolları da
kesi ir. Peter, Regent ’s Park’ta, yerden
çakıl ta ları toplayan bir küçük kızı
seyreder. Bu küçük kız, Septimus’un e i
Rezia’nın bacaklarına dolanıp yere dü er.
Peter, a layan çocu u oyalamak için,
yele inin cebinden çıkardı ı saati gösterir
ona. Rezia, bu gri kostümlü orta ya lı
adamın ne iyi yürekli oldu unu dü ünür.
Septimus’un çevresini sava ta ölenler sık
sık sardı ı için, Peter Walsh’ı da onlardan
biri sanır. Peter ise, Septimus’un kendi
kendine söylendi ini ve Rezia’nın
üzüntülü halini görünce, onların kavga
ettiklerini; Clarissa Dalloway orada
olsaydı, bu genç çiftle konu up, onların
arasını bulaca ını, belki de onları mutlu
edebilece ini dü ünür. Septimus ile
Clarissa arasındaki gizemli ba lantı,
romanın daha ba langıcında kurulmu
olur böylece. Çok eskiden ölen sevgilisine
a kını dile getiren bir arkıyı söyleyen
ya lı dilenci kadını Peter de dinler,
Septimus ile karısı da. Peter, dilenciye
para verir. Septimus’u ünlü ruh doktoru
Sir William Bradshaw’ya götürmekte olan
Rezia ise bu ya lı kadına acır. Daha
sonraları, saat 6’da oteline dönmekte
olan Peter, pencereden kendini atan
Septimus’un ölüsünü götüren
cankurtaran arabasının siren sesini
duyar. Böyle bir örgütlenmenin ne denli
yararlı oldu unu dü ünüp, kendi kendine
“one of the triumphs of civilization”
(uygarlı ın zaferlerinden biri) demesinde
acı bir istihza vardır. Çünkü o uygarlık
hiç de uygar de ildir aslında ve sava
kurbanı Septimus Warren Smith’in
ölüsünü ta ımaktadır o cankurtaran
arabası.
Mrs. Dalloway’in ki ileri arasında böyle
ba lantılar kuran Londra kenti canlı bir
varlıktır bu romanda. Tıpkı Virginia
Woolf’un kendisi gibi, Clarissa da
Londra’yı co kuyla sever. Kentin
sokaklarını en güzel kırlardan daha güzel
bulur. Arabaları, otomobilleri, otobüsleri,
kamyonları seyrederken; parklardan
gelen bando seslerini, sokakta laterna
çalıp para toplayanları dinlerken, “What
she loved; life, London, this moment of
June” (Sevdi i bunlar; ya am, Londra,
Haziran ayının u an’ı) diye dü ünür. Be
yıl ngiltere’den uzak kalan Peter Walsh
da Londra’yı sever. A açlı küçük bir
meydanın ıslak görünen ı ıltılı
yapraklarını “suların altında bir kentin”
(“a submerged city”) yapraklarına
benzetip, bu güzellik kar ısında hayran
kalır.
Clarissa Dalloway ile Septimus Warren
Smith, bir ara Londra’nın aynı soka ında
bulunurlar, aynı eyleri görüp duyarlar.
Ama aralarındaki gizemli ba çok daha
derindir. Çünkü ikisi de,
Shakespeare’den aynı dizeleri anımsayıp
dururlar bütün roman boyunca.
Othello’nun sözleri “Now to die, twere
now to be most happy” ( imdi ölmek,
imdi çok mutlu olabilmek demektir) hem
Clarissa’nın, hem de Septimus’un
aklındadır. Cymbeline’daki “Fear no more
the heat of the sun” (Güne in
sıcaklı ından artık korkma) diye ba layan
a ıtını ikisi de hep anımsarlar; bu dizeyi
kendi kendilerine yüksek sesle söylerler
zaman zaman. Clarissa, ak am giyece i
giysinin sökülmü bir yerini dikerken
“Fear no more says the heart committing
its burden to some sea which sighs
collectively for all sorrows” (Artık korkma
diyor yürek, bütün kederler için topluca iç
çeken bir denize bırakarak yükünü) diye
dü ünür. Septimus ise, diki diken
karısına bakarken, “The sound of water
was in the room and through the waves
came the voices of birds singing... Fear
no more says the heart to the body; fear
no more” (Su sesleri vardı odada ve
dalgaların içinde ötü en ku lar
duyuluyordu... Artık korkma diyor yürek
bedene; artık korkma) diye dü ünür.
Clarissa ile Septimus, birbirilerini
yankılarcasına Shakespeare’in a ıtını
dü ünmekle kalmazlar; yıllar sonra
Virginia Woolf ’un ya amına son verecek
sularla ilgili imgeler de hep vardır ikisinin
de aklında.
Mrs. Dalloway’de imdiki zamanla
geçmi in iç içe oldu unu söylemi tik.
Romanın hemen ba ında görürüz bunu.
Clarissa çiçek almak için soka a çıktı ı
sırada, hava çok güzeldir. “Kumsalda
çocuklara sunulan bir sabah kadar
tazedir” (“A morning fresh a if issued to
children on a beach”); “bir dalganın
öpücü ü kadar serin ve keskindir” (“the
kiss of a wave, chill sharp”). Bu güzel
hava, Bourton’daki yazlık evlerini, on
sekiz ya ında oldu u günleri ve ona
çılgınca â ık olan Peter Walsh’ı anımsatır
Clarissa’ya.
Eve dönünce de, Hindistan’dan ansızın
gelen Peter, saat 11’de onu görmeye gelir.
Be yıldır birbirilerinden uzak
kalmı lardır. Peter, heyecandan
titreyerek, Clarissa’nın ellerini öper. Bir
süre sonra, cebinden çakısını çıkarır,
çakıyla oynamaya ba lar. Duygulanınca
ya da bir sorunla kar ıla ınca her zaman
bunu yapar. Romanın sonuna do ru,
eskiden sevdi i kadının evindeki
toplantıya giderken de, “The soul must
brave itself to endure” (Dayanabilmek
için, ruh kendini yi itle tirmeli) diye
dü ünerek, cebinden çıkardı ı çakısını
açar kapar. Toplantıda Sally Seton ile
Clarissa’dan söz ederken çakısıyla oynar
gene. Peter Walsh’ı gözümüzün önünde
canlandıran bir tiktir bu.
Peter, otuz yıl önce sevdi i Clarissa’nın
ona nasıl sırt çevirdi ini anımsayınca,
derin bir kedere kapılır. “Kederi, batan
güne in ı ı ını ta ıyan korkunç ve güzel
bir ay gibidir” (“His grief vhich was like a
moon... ghastly and beautiful with light
from the sunken day”). Çekti i acı öyle
yo undur ki, utanma duygusuna
kapılmadan, gözya larını gizlemeye
çalı madan, hüngür hüngür a lamaya
ba lar. Clarissa e ilir, onun elini tutar,
onu öper. Bunu yaparken, sevinç
içindedir. Onunla evlenseydi belki de her
zaman böyle sevinçli olabilece ini
dü ünür ansızın.
Hindistan’a yerle mi bir ngiliz
ailesinin o lu olan Peter Walsh, herkesin
görür görmez sevdi i, hem çok cana
yakın, hem de çok kültürlü bir insandır.
Parlak bir gelece i olan bir genç
sanılmı tır. Oysa bu umutlar bo a çıkmı ;
ki isel ya amında da, meslek ya amında
da ba arılı olamamı tır. imdi ellisini
geçmi ken, Parlamento üyesi Richard
Dalloway’den, küçük bir devlet
memurlu u ya da bir okulda Latince
ö retmenli i isteyecek durumdadır.
ngilizlerin “the establishment” dedikleri
“kurulu düzene” uyamamı , her zaman
“the solitary traveller” yani tek ba ına
yolculuk eden biri kalmı tır. Hindistan’a
giderken, gemide tanıdı ı bir kızla
evlenmi ; evlili i yürümemi tir. imdi de
evli barklı, iki küçük çocu u olan yirmi
dört ya ındaki Daisy, babası ya ındaki
Peter Walsh’a â ıktır. E inden bo anıp,
onunla evlenmek istemektedir. Peter, bu
bo anma i ini halletmek için ngiltere’ye
dönmek zorunda kalmı tır. Ne var ki,
Peter, yeniden evlenmeye pek gönüllü
görünmez. Daisy’nin aklını ba ına
toplamasını, bu sevdadan vazgeçmesini
çok daha do ru bulur.
Peter Walsh, ancak bir tek kadını,
ancak Clarissa’yı sevmi tir. Clarissa’nın
onu reddedip, buruk bir alaycılıkla “e siz
Richard” (“the admirable Richard”) dedi i
Richard Dalloway ile evlenmesiyle,
Peter’in hayatı kaymı tır. Romanın
sonunda, hem Clarissa’nın, hem de
kendisinin arkada ı olan Sally Seton’a
bunu itiraf eder: “His relations with
Clarissa had spoiled his life, he said. One
could not be in love twice, he said.”
(Clarissa ile ili kileri ya amını bozmu tu,
dedi. nsan, iki kez â ık olamıyor, dedi).
Clarissa, Richard’dan çok Peter’i
sevmi tir Sally’ye kalırsa. Ama her
dü ünceyi, her duyguyu derinli ine
kurcalayan, onunla her eyi payla mak
isteyen Peter’den ve Peter’in
tutkusundan korkmu tur. Peter’in onun
benli ine el koyaca ı, onu mahvedece i
korkusuna kapılmı tır. Sürekli
tartı mı lar, sürekli kavga etmi lerdir bu
yüzden. Peter, Clarissa’yı, herkesçe
kabul edilen geleneklere ve görü lere
fazlasıyla ba lı olmakla suçlamı tır.
leride ba bakan olabilecek “kusursuz bir
beyefendiyle” (“a perfect gentleman”)
evlenip, kusursuz bir ev hanımı olaca ını;
a a ıda bekleyen ünlü konuklarının
yanına inerken, merdivende poz
verece ini söylemi tir ona. Sally Seton
ise, o kusursuz beyefendilerin
Clarissa’nın “ruhunu bo acakları” (“stifle
her soul”) kaygısına kapılmı tır.
Richard Dalloway yazlık eve gelir
gelmez, Clarissa’nın bu kusursuz gençle
evlenece ini anlar Peter. Clarissa,
bahçedeki çe menin yanında ondan
ayrılaca ını söyleyince, korkunç bir acı
çeker. Ama acı çeken yalnız Peter
de ildir. Bu ikisinin ili kisi öylesine
çapra ıktır ki, Clarissa da daha sonraları
Peter’in bir ba kasıyla evlenmesinin
acısını, “yıllarca yüre ine saplanmı bir
ok gibi” (“for years like an arrow sticking in
her heart”) ta ır. imdi de, Peter’in bir
genç kadına â ık oldu unu, o kadının
bo anmasını sa lamak için ngiltere’ye
geri döndü ünü ö renince, onu hem
ayıplar, hem de kıskanır. Gıpta da eder
ona. Çünkü â ık olmak, birini tutkuyla
sevmek, Clarissa’nın hiç bilmedi i, bilmek
de istemedi i bir duygudur. Gençli inde
Peter’i istememesinin gerçek nedeni de
budur bize kalırsa. Hele imdi, Peter
ellisini a mı ken, “that monster” (o
canavar) dedi i a k tutkusuna kapılması
deh et uyandırır Clarissa’da. Clarissa,
“a kın, özgür olan her eyi, do ru olan
her eyi yıktı ına” (“love destroyed
everything that was free, everything that
was true”) inanır. “Horrible passion she
thought, degrading passion” (i renç tutku
diye dü ündü, insanı küçük dü üren tutku!)
Ne var ki, Clarissa gençli inde,
Bourton’daki yazlık evde oturdukları
sırada, a k tutkusuna benzer bir
duyguyu, bir erke e de il de, Sally
Seton’a duymu tur. “Kadınlara â ık
olmak” (“falling in love with women”) diye
dü ünür imdi. Sally ile eski ili kisinin a k
olup olmadı ını sorar kendi kendine. Ama
aslında bunun a k oldu u konusunda
hiçbir ku kusu yoktur. Sally yere oturup,
kollarını dizlerine sararak sigara içerken,
Clarissa onu ola anüstü güzel
bulmu tur. Sally ile beraberken öyle
mutlu olmu tur ki, Othello gibi, hemen o
an ölerek sonsuza de in mutlu kalmak
istemi tir. Gözlerini hiçbir zaman
Sally’den ayıramamı tır; ba kalarını,
Peter’i bile görmez olmu tur. Peter müthi
kıskanmı tır Sally’yi. ki kızın arasına
girmek, dostluklarını bozmak istemi tir.
Clarissa’nın “tüm ya amının en güzel an’ı
(“the most exquiste moment of her whole
life”) Sally’nin bahçede, çiçek dolu bir
saksının önünde onu dudaklarından
öpmesidir:

“Sally stopped; picked a flower;
kissed her on the lips... The others
disappeared; there she was alone
with Sally... The revelation, the
religious feeling.”
(Sally durdu; bir çiçek kopardı; onu
dudaklarından öptü... Ötekiler yok
oldu; orada Sally ile ba ba aydı... Bir
giz açı a çıkmı tı, dinsel bir duyguydu
bu.)

Sally Seton, çevresinin benimsedi i
kurallara hep boyun e en uslu
Clarissa’ya hiç mi hiç benzemeyen,
geleneklere ve törelere hiç aldırmayan bir
kızdır. Yerlere oturur; yalnız sigara de il,
puro bile içer; gece yarıları gölde sandalla
gezinir; banyoya giderken bir ey
unutursa, onu almak için yazlık evin
koridorlarında çırılçıplak ko ar; mülkiyeti
ortadan kaldırmak için bir dernek
kurmayı önerir; Büyük Britanya
burjuvazisine, soylu sınıfa ve varlıklılara
ate püskürür; kadınların özgürlü ünü
savunur. Oysa, “vah i, gözüpek,
romantik Sally” (“the wild, the daring, the
romantic Sally”) tıpkı Cla-rissa gibi
geleneklere uygun bir evlilik yapar.
Üstelik Manchester’de fabrikaları olan
çok varlıklı kel bir adamla evlenir; be
o lan çocu u do urur. Bunca de i iklik
kar ısında a ırıp kalan Peter Walsh ile
konu urken de, çok mutlu oldu unu
söyler, kocasıyla övünür: Kocası bir
maden i çisinin o luymu ; kazandı ı her
kuru u ve sonunda Lord unvanını alnının
teriyle elde etmi ; küçücükken sırtında
koskocaman çuvallar ta ımı vb. Artık
Lady Rossiter adını ta ıyan Sally Seton,
bir rastlantı sonucu Londra’dayken, eski
arkada ı Clarissa’nın bir parti verece ini
duymu ; ça rılmadı ı halde gelmi tir.
Yıllar Sally’yi öyle de i tirmi , çekicili ini
öylesine yok etmi tir ki, Clarissa onu
ancak sesinden tanıyabilir.
Sally, o güne de in savundu u
inançlara ve dü üncelere tümüyle ters
dü en bir evlilik yapmadan önce, Richard
Dalloway ile evlendi i için Clarissa’yı,
çevresinin basmakalıp kurallarına ödün
vermekle suçlamı tı. Richard’ın üstün bir
zekâsı olmadı ından, kabineye aslâ
giremeyece ini de söylemi ti. Gerçekten
de Richard Parlamento üyesi olmu , ama
bakan olamamı tır. Muhafazakâr
partiden olmasının nedeni, süreklili i
sevmesi, geçmi in geleneklerini yeni
ku aklara teslim etmekten
ho lanmasıdır. Her eyden ho nuttur.
Büyük bir ça da ya adı ını, kendi
ya amının da bir mucize oldu unu
dü ünür. Richard, sıradan bir insandır.
Renkli bir ki ili i, parlak bir yanı hiç
yoktur. Ama efendidir, dürüsttür, iyi
yüreklidir. Romanın sonunda, hiç
kimsenin yüzüne bakmadı ı konuklara
ayrıca ilgi gösterir. Clarissa’ya büyük bir
sevgisi vardır. Ona iyi bakmak, onu
mutlu etmek için elinden geleni yapar.
Ama donuk bir insandır; duygularını
açı a vuramaz. Lady Brouton’daki ö le
yeme inde, eskiden Clarissa’ya deliler
gibi tutkun olan Peter Walsh’ın
Hindistan’dan geri döndü ünü ö renir.
Acaba Clarissa benden çok Peter Walsh’ı
mı sevmi ti diye bir ku ku vardır içinde
öteden beri. Bu yüzden de Peter’in
Londra’ya geldi i haberini alınca,
Clarissa’yı hemen görmek, ona seni
seviyorum demek iste ine kapılır. Bir
yı ın gül alıp, beklenmedik bir saatte
evine gider bunu söylemek amacıyla.
Ama bir ey söyleyemez. Karısının elini
tutup, yanında oturmanın mutlulu uyla
yetinir. Clarissa ile evlenebilmesinin bir
mucize oldu unu bir kez daha dü ünür.
Clarissa kocasını be enir, ona kar ı
sevecendir. Richard’da “an adorable,
divine simplicity” (tapınılası, tanrısal bir
sadelik) vardır Clarissa’ya bakılacak
olursa (Bizler ise, Richard Dalloway’in
“simplicity”sinin sadelik mi, yoksa basitlik
mi oldu unu sorarız kendimize).
Clarissa’ya göre, Peter ve kendisi gibileri
birbirileriyle ve kendi kendileriyle
didi irken, tutucu olmasına kar ın
Richard ezilenleri savunmu , herkese
iyilik etmek için u ra ıp durmu tur. Ne
var ki, Clarissa kocasına â ık de ildir ve
onun yanındayken, korkunç bir
mutsuzlu a kapıldı ı anlar da olur:

“But why -but- why did she
suddenly feel, for no reason that
she could discover, desperately
unhappy? As a person who has
dropped some grain of pearl or
diamond into the grass and parts
the tall blades, very carefully here
and there vainly.”
(Ama niçin -ama- niçin ke fedemedi i
bir nedenden ötürü böyle ansızın
kendini umarsızca mutsuz
hissediyordu? Bir inci tanesini ya da
bir pırlantayı otlann arasına dü ürüp,
uzun bitkileri büyük özenle ayırarak,
urasını burasını bo una arayan bir
insan gibiydi.)

Clarissa kocasına â ık de ildir. Ama
onu bir “icicle” (buz sarkıtı) kadar so uk
bulan Peter Walsh’a da, hiçbir erke e de
â ık olmamı tır. Kocasının üzülerek
anımsadı ı gibi, ona arma an etti i
bilezi i bir tek kez bile koluna takmamı ,
sa lık durumunu bahane ederek ayrı
odada yatmı tır. stanbul’da bulundukları
sırada da (Böylece Dalloway’lerin bir ara
Türkiye’ye geldiklerini ö reniriz), daha
sonraları da, cinsel açıdan kocasına
so uk davranmı , onu dü kırıklı ına
u ratmı tır. Bir kadının bir erke e do al
olarak duydu u cinsel sıcaklıktan yoksun
oldu unu kendi de biliyordur. Clarissa,
tıpkı onu yaratan Virginia Woolf ’a benzer
bu açıdan. “Çocuk do urdu u halde
korudu u bâkireli ini yok edemez” (“She
could not dispel a virginity preserved
through childbirth”). Ne var ki, daha önce
de bildirdi imiz gibi, gençli inde Sally
Seton’a â ık olmu tur. imdi de aynı
duyguyla, kadınlara kapıldı ı olur:

“She could not resist sometimes
yielding to the charm of a woman,
not of a girl, of a woman... She did
undoubtedly feel then what men
felt. Only for a moment; but it was
enough. It was a sudden
revelation... For that moment she
had seen an illumination.”
(Bir kadının - bir kızın de il, bir
kadının çekicili ine kar ı koyamadı ı
anlar olurdu... Hiç ku kusuz,
erkeklerin duyduklarını duyardı o
anlarda. Ancak bir andı bu. Ama
yeterdi. Bir giz ansızın açı a çıkardı...
Bir aydınlanmaydı o an.)

Mrs. Dalloway’de Richard Dalloway’in
ne biçim bir insan oldu unu anlarız; çok
daha karma ık bir ki ili i olan Peter
Walsh’ı da anlarız. Ama Clarissa
Dalloway nasıl bir insandır? Bu konuda
kesin yargılar veremeyiz, Clarissa öyle
ya da böyledir diyemeyiz. Erkeklere cinsel
so uklu unu, kadınlara e ilimini
bildi imiz gibi, kimi özelliklerini biliriz
ancak. Onu yaratan Virginia Woolf ’tan
farklı olarak, Clarissa Dalloway aydın
sayılabilecek bir kadın de ildir. Kendi de
bunun bilincindedir:

“She knew nothing; no language, no
history; she scarcely read a book
now, except memoirs in bed... Her
only gift was knowing people almost
by instinct.”
(Hiçbir ey bilmiyordu; yabancı dil
bilmiyordu, tarih bilmiyordu; yatakta
okudu u anılar dı ında pek kitap
okumuyordu artık... Nerdeyse
içgüdüleriyle insanları bilmekti tek
yetene i.)

Clarissa Dalloway’in sevgili


Londra’sından bir görünüm: 1923’te
Strand’de otobüs trafi i.

nsanlara, onları hemen anlayabilecek
kadar yakınlık duymak, gerçekten büyük
bir yetenektir. Ne var ki, Clarissa’nın
önemli bir siyaset adamının e i olarak
sürdü ü anlamsız ya am, hem kendi
verdi i, hem de gitmek zorunda kaldı ı o
yemekler, o çaylar, o toplantılar kafasının
geli mesini engellemi , “ruhunun
ölümüne” (“the death of her soul”) neden
olmu tur Peter Walsh’a bakılacak olursa.
Kültürsüzlü ü dı ında ba ka kusurları da
oldu unu Clarissa kendisi itiraf eder.
Örne in, Lady Brouton’un, kocasıyla
birlikte onu da ö le yeme ine
ça ırmamasına bir hayli içerler. Peter
Walsh ve Sally Seton gibi en yakın
arkada ları, onu snob olmakla suçlarlar.
Peter Walsh’ın anlattı ına göre,
gençliklerinde tanıdıkları bir adam
hizmetçisiyle evlenmi , evlenmeden önce
de kadın hamile kalmı . Clarissa bunu
duyunca, o kadınla artık asla
görü emeyece ini söylemi . Peter,
geleneklere fazlasıyla ba lı
yeti tirilmesine ba lar Clarissa’nın bu
tepkisini. Sally’ye göre de, Clarissa,
snob’lu undan ötürü Richard Dalloway
ile evlenmi tir. Ola anüstü çekicili ine
kar ın, Clarissa’da bir eksik yan vardır;
ama Sally bu eksikli in ne oldu unu
kestiremez.
Peter ile Sally’nin ele tirilerinde bir
gerçek payı olabilir. Çünkü Clarissa
çeli kiler içindedir. Bir yandan insanlara,
hiç tanımadı ı insanlara bile yakınlık
duyar; onların iç dünyalarını görür,
akıllarından geçenleri sezer. Bir yandan
da hiç kimseyle kayna omaz; Peter’in
deyi iyle “içine nüfuz edilemez bir yanı”
(“impenetrability”); bir so uklu u vardır.
Clarissa birbirilerine en yakın olmaları
gereken insanlar arasında bile bir
“uçurum” (“a gulf”) bulundu unu;
herkesin yalnız kaldı ını bilir. Hatta
insanın kendi ba ımsızlı ını yitirmemesi
için, bu yalnızlı a saygı duyması
gerekti ine inanır. Kendi penceresinden
bakıp da kar ıdaki evde oturan ya lı
kadını odasında görünce, “There was one
room; here another. Did religion or love
solve that?” (Orada bir oda var; burada
ba ka bir oda. Din ya da sevgi bir çare
buluyor nıu buna?) diye dü ünür. Çok
sevdi i Londra’nın trafi i ortasındayken
bile, “kendini denizlerde, çok uzaklarda”
(“far out to sea and alone”) hisseder.
Clarissa Dalloway’in ba ka bir çeli kisi
de, hem en küçük eylerden haz alarak
ya amı sevmesi, hem de tam anlamıyla
kötümser olmasıdır. Peter Walsh ’a göre,
Clarissa öyle dü ünür:

“As we are a doomed race, chained
to a sinking ship... As the whole
thing is a bad joke, let us at any
rate, do our part; mitigate the
sufferings of our fellow-prisoners...
Decorate the dungeon with
flowers... Be as decent as we can...
She evolved this atheist religion of
doing good for the sake of
goodness.”
(Batan bir gemiye zincirlenmi , yok
olmaya mahkûm bir soy oldu umuza
göre... Bütün bunlar tatsız bir aka
oldu una göre, hiç olmazsa payımıza
dü eni yapalım. Birlikte
hapsedildi imiz insanların acılarını
dindirmeye çalı alım... Zindanı
çiçeklerle süsleyelim... Elimizden
geldi ince iyi olalım... Tanrıya
inanmayanlara özgü dini, iyilik
u runa iyilik yapmak dinini geli tirdi
böylece.)

Gene Peter Walsh’dan ö rendi imize
göre, Clarissa’nın kız karde i Sylvia,
dü en bir a acın altında kalıp ölmü tür
ikisi de çocukken. Clarissa, ne
konu urken, ne de dü ünürken, buna hiç
de inmez. Ama ölüm hep aklındadır;
“birds on the tree of life” (ya am a acında
ku lar) diye niteledi i mutlu anlarında
bile.
Ruhun ölümsüzlü üne hiç inanmayan
Clarissa, dünyanın bir parçası oldu u
için benli inden bir eylerin kalaca ına
inanır gene de:

“Did it matter that she must
inevitably cease completely?...
Somewhere in the streets of
London, in the ebb and flow of
things, here, there, she survived...
She being part, she was po-sitive, of
the trees... Part of the people she
had never met.”
(Tümüyle yok olmasının
engellenememesinin bir önemi var
mıydı?... Londra sokaklarında bir
yerlerde, nesnelerin gelgitinde, urada
burada ya ıyordu gene... A açların bir
parçası oldu undan emindi... Hiçbir
zaman tanımadı ı insanların da...)

Virginia Woolf, Clarissa Dalloway ’in
ki ili ini tam olarak saptamaya kalkmaz.
Çünkü geleneksel roman yazarlarından
farklı dü ünür; hiç kimsenin ki ili ini
tamı tamına saptamanın yolu olmadı ını
bilir. Daha önce de belirtti imiz gibi,
gerçekçili in kurallarına uygun bir ki i
de il, “gerçek” bir ki i çizmektir onun
amacı. Bunu yapmayı da ba arır.
Romanın okuyucuları açısından, Clarissa
Dalloway gerçek bir insandır, var
oldu una inandı ımız bir insandır,
gözümüzün önünde ya amaktadır.
Romanın son satırlarında, Peter Walsh’ın
Clarissa Dalloway için dü ündükleri,
bizim dü üncelerimizi aynen yansıtır:

“What is the terror? What is the
ecstasy? He thought to himself.
What is it that fills me with
extraordinary excitement? It is
Clarissa, he said. For there she
was”
(Bu müthi korku nedir? Beni
kendimden geçiren bu sevinç nedir?
çimi ola anüstü bir heyecanla
dolduran nedir? Clarissa’dır, dedi.
Çünkü i te oradaydı Clarissa.)

Mrs. Dalloway’de ikinci önemli ki i olan
Septimus Warren Smith’e geçmeden
önce, Clarissa’nın kızı Elizabeth’e, bu
genç kıza özel tarih dersleri veren Doris
Kilman’a ve Dallowaylerin aile dostu
Hugh Whitbread’e kısaca de inece iz.
Bütün aile sarı ın ve mavi gözlüyken, on
yedi ya ındaki Elizabeth Dalloway
esmerdir. Solgun yüzünde, “Çinli”
(“chinese”) gözleri vardır. Aklından
geçenleri neredeyse hiç bilmeyiz. Yazarın
deyi iyle o, “an oriental mystery” (Bir
Do u gizidir). Elizabeth öyle güzeldir ki,
onu sokakta gören yabancılara bile, afak
vaktini, yemye il a açları, tertemiz
saydam suları, sümbülleri, zambakları
anımsatır hemen. Romanın sonundaki
toplantıda bir delikanlı, “She was like a
lily, a lily by the side of a pool... She was
like a poplar, she was like a river, she
was like a hyacinth” (Bir zambak gibiydi,
bir havuzun kenarında bir zambak
gibiydi... Bir kavak gibiydi, bir ırmak
gibiydi, bir sümbül gibiydi) diye dü ünür.
Erkeklerin ona tapmasına, Elizabeth’in
fena halde canı sıkılır. Londra
ya amından, o çaylardan, yemeklerden,
toplantılardan hiç ho lanmaz. Babası ve
köpekleriyle birlikte kırsal bölgede
oturmak ister. Annesinden çok, babasına
dü kündür.
Clarissa kızını sever; ama romandaki
ki ilerden birinin belirtti i gibi, analık
duyguları onda fazla geli medi inden,
derin bir sevgi de ildir bu. Ancak, özel
ö retmeni Doris Kilman’dan müthi
kıskanır kızını. “Kilman arrives...
Elizabeth turns pink. They shut
themselves up. I suppose they are
praying” (Kilman geliyor... Elizabeth’in
yüzü pembele iyor. Bir odaya
kapanıyorlar. Dua ediyorlardır her halde)
diye söylenir kendi kendine.
Virginia Woolf ’un, Elizabeth
Dalloway’den çok az söz ederken, Miss
Kilman üstünde uzun uzun durmasının
nedenini bilemeyiz. Lezbiyen duyguların
çirkin bir yanını göstermek istemi tir
belki de. Doris Kilman’ı yakından tanıdı ı
ve hiç sevmedi i bir kadını örnek alarak
da çizmi olabilir. Kırk ya ında evde
kalmı Miss Kilman’ı kötülemesi de il,
ona acıması gerekirdi aslında. Çünkü bu
çirkin ve yoksul kadınca ız, toplumsal
adaletsizli in bir kurbanıdır. Ailesi Alman
kökenli oldu u için, her zaman haksızlı a
u ramı tır. Erkek karde i Birinci Dünya
Sava ında Büyük Britanya u runa
öldü ü halde, Almanlı ı her zaman
ba ına kakılmı tır. Doris Kilman gene de
yüksek okullara gitmi , diplomalar elde
etmi tir; yani be enilecek bir yanı vardır.
Ama yazar, bu zavallıyı öyle olumsuz bir
açıdan ele alır ki, okuyucuların da onu
sevimsiz bulmamalarının yolu yoktur.
Virginia Woolf ’a bakılacak olursa, Miss
Kilman, Clarissa’dan ne denli üstün
oldu unu; metelik etmeyen Clarissa
varlıklıyken, kendisinin ne denli yoksul
oldu unu her an hissettirir ö rencisinin
annesine. Clarissa gibi kadınları yalnız
hor görmekle kalmaz, onun gibilerine kin
besler. Lüks salonlarda keyfedeceklerine,
fabrikalarda i çilik, dükkânlarda satıcılık
etmeleri gerekti ini dü ünür. Clarissa,
kızını elinden almak için u ra an,
çevresine bunca kin duyan bu kadının
a ırı dindar geçinmesine fena halde
içerler. Üstelik, Doris Kilman’ın
Elizabeth’e sa lıksız bir tutkusu vardır:

“If she could grasp her, if she could
clasp her, if she could make her
hers absolutely and for ever and
them die; that was all she wanted.”
(Onu sıkı sıkı tutabilse, ona
sarılabilse, onu kesinlikle ve sonsuza
de in kendinin yapabilse ve sonra
ölse. Tek istedi i buydu.)

Ne var ki, Miss Kilman, bu umudunun
aslâ gerçekle meyece ini; bir ara etkisine
giren Elizabeth’in artık ondan
uzakla tı ını bilir. Genç kız, ö retmenini
çay içtikleri yerde bırakıp evine geri
döner. Miss Kilman, “She had gone. Mrs.
Dalloway had triumphed. Elizabeth had
gone; beauty had gone” (Gitmi ti. Mrs.
Dalloway zafer kazanmı tı. Elizabeth
gitmi ti; güzellik gitmi ti) diye yakınır; bir
kiliseye sı ınıp dualar eder.
Virginia Woolf, Mrs. Dalloway üstünde
çalı ırken, kurulu düzeni kıyasıya
ele tirmek istedi ini yazmı tı güncesinde.
Hugh Whitbread gibi bir adamı ele
almasının nedeni de bu olsa gerek.
Çünkü Dallowaylerin dostlarından Hugh
Whitbread, kurulu düzenin tam bir
temsilcisidir. Bu düzene uymamak
açısından onun tam kar ıtı olan Peter
Walsh’a göre, Hugh Whitbread’de ne
yürek vardır, ne beyin. Bir ngiliz
centilmeninin özelliklerinden ba ka hiçbir
ey yoktur onda. “Public school” denilen,
ama ancak yüksek sınıftan erkek
çocukların girebildi i o çok özel okulların
kusursuz bir ürünüdür. Peter Walsh,
Richard Dalloway için de kullandı ı
“admirable” (hayranlık uyandıran) sıfatını
Hugh Whitbread için de kullanıp,
adamca ızı alaya alır. Ne var ki, ki ili ini
tümüyle yitirmi ya da hiçbir zaman
ki ili i olmamı Hugh Whitbread’in
yanında, Richard Dalloway çok insan
kalır. Hugh Whitbread’in, Kraliyet
Sarayı’nda küçük bir memurlu u vardır.
Nerede olursa olun, sarayda görev
ba ındaymı gibi davranır. Canı pahasına
sakladı ı çok önemli gizler biliyormu gibi
haller takınır. Oysa herkesçe bilinen ıvır
zıvır dedikodulardır bunlar. Times
gazetesine, geri zekâlıların çok
be endikleri mektuplar yazar. Zaten
siyasetle ilgilenen Lady Brouton, (Times’a
yazdı ı bir mektubu düzeltmesi için) onu
Dalloway ile birlikte yeme e ça ırmı tır.
Ama Peter Walsh, Whitbread’in
gazetelere yazdı ı mektupları
okumaktansa, Hindistan ormanlarındaki
maymunların çıkardıkları sesleri
dinlemeyi ye tuttu unu söyler. Virginia
Woolf, herkese iyilik etmek iddiasında
olan bu adama kar ı öyle acımasızdır ki,
bir genç kızı öldürdü ü için asılan bir
haydudun bile, Hugh Whitbread gibi
sözde iyilik edenler kadar zararlı
olmadı ına inanır.
Mrs. Dalloway’in ikinci önemli ki isi
Septimus Warren Smith, Hugh
Whitbread gibilerinin savundukları
kurulu düzenin ve bu düzenin ayrılmaz
bir parçası olan sava ın bir kurbanıdır.
Virginia Woolf ’un dedi i gibi, Londra,
Smith soyadını ta ıyan milyonlarca
delikanlıyı yutup yok etmi tir. Belki de
annesiyle babası, o ullarını bu sıradan
soyadından kurtarmak için, ona
Septimus gibi ender duyulan bir ilk ad
vermi lerdir. Septimus, öteki Smith’ler
gibi yoksuldur. Ailesinden ayrılır,
Londra’da bir i bulur. Bir irkette küçük
bir memur olarak ekmek parasını
kazanır. Ak amları da, Belediye
kitaplıklarından ödünç aldı ı kitapları
okuyarak, halka açık konferansları
dinleyerek, kendini yeti tirmeye çalı ır.
Güzel eylere inanır, güzel eyler yapmak
ister. iir sever, iir yazar. iir üzerine
konu malar yapan bir bayana â ık olur
bir ara. Birinci Dünya Sava ının
ba langıcında, bu sava a gönüllü olarak
ilk katılanlardandır.
Ne var ki, sava ta ya adı ı acılar;
yakın arkada ı ve subayı Evans’ın
ate kes imzalanmadan tam bir gün önce
yanıba ında öldürülmesi, Septimus
Warren Smith’i yıkar; onu bir ruh
hastası haline getirir. En büyük
karabasanı, kendisi gibi duyarlı bir
insanın artık hiçbir ey hissetmemesidir.
Evans’ın ölümü kar ısında da hiçbir ey
hissetmemekle suçlar kendini.
Duygularını tümüyle yitirdi i pani ine
kapılmı ken, Milano’da tanı tı ı Rezia ile
evlenir. Sava sırasında madalyalar
kazandı ı için, çalı tı ı irket onu bir
kahraman gibi kar ılar, ücretini arttırır.
Ama eskiden ancak güzel eylere inanan
Septimus, insanların iyi ve merhametli
olmadıkları kanısına varmı tır artık.
Üstelik, arkada ının ölümüne üzülmedi i,
â ık olmadan evlendi i için ve tam ne
oldu unu bilmedi i öteki cinayetleri
yüzünden, insanlarca ölüme mahkûm
edildi ini sanır.
Septimus, hezeyanları arasında, kimi
zaman kendi kendisiyle, kimi zaman da
ölen arkada ı Evans ile yüksek sesle
konu ur. Görülmeyen ki ilere yanıtlar
verir, onlarla tartı ır, güler, a lar.
Aklından geçenlerin bir kısmını zarfların
arkasına kendi yazar, bir kısmını da eski
kâ ıt parçalarına yazması için zorlar
zavallı Rezia’yı. Ona, “men must not cut
down trees. There is a God... Change the
world. No one kills from hatred. Make
this known” ( nsanlar a açları kesmemeli.
Bir Tanrı var... Dünyayı de i tirin. Hiç
kimse kin yüzünden öldürmez. Bunun
bilinmesini sa layın) gibi notlar dikte eder.
Septimus’un çevresini ölüler sarmı tır.
Regents Park’ta otururken, bu ölülerden
biri sandı ı Peter Walsh’a gülümser.
Ölüler, kar ısındaki parmaklı ın
arkasında toplanmaktadır. Evans da
onların arasındadır. Bir köpe in bir
insana dönü tü ünü görür. Kırmızı
çiçekler fı kırır kendi bedeninden.
Etrafını alevler sarar. O alevlerin arasına
dü memek için, karısının elini sıkı sıkı
tutar. Duvarlardan çıkan sesler, ona
korkunç küfürler eder; duvarlardan
çıkan eller, alay ederek onu gösterir.
Kimi zaman da, ku lar ona adıyla
seslenip, delirme nöbetleri sırasında
Virginia Woolf ’a söyledikleri Yunanca
arkıları söylerler. Septimus’un
hezeyanlarında, Virginia Woolf ’u bo acak
olan sulara da sık sık de inilir:

“I leant over the edge of the boat,
and fell down, he thought. 1 went
under the sea... He was drowned,
he used to say, and lying on a cliff
with the gulls screaming over him.
He would look over the edge of the
sofa down, over the sea.”
(Sandaldan e ildim ve dü tüm, diye
dü ündü. Denizin dibine gittim...
Bo ulmu tum derdi. Dik bir kayada
yatıyorum; martılar üstümde çı lık
çı lı a. Sedirin kenarından a a ılara,
denize bakardı.)

Septimus’un hezeyanları arasında
mutlu anlar da vardır. Örne in,
dumanlar salarak havada reklam yazıları
yazan uça ı seyrederken, bunu,
kendisine verilen u urlu bir i aret sanır.
Bu güzelli in kar ısında sevinçten gözleri
dolar. Ne acıdır ki, Septimus, kendini
tam öldürmeden önce, yalnız mutlu de il,
aklı ba ına gelmi gibidir. Hezeyanları
bitmi tir. Artık var olmayan sesler
duymuyor, var olmayan eyler
görmüyordur. Shakespeare’in “Fear no
more” (Artık korkma) sözcükleriyle
ba layan a ıtını -Clarissa Dalloway’in
aklından hiç çıkmayan o a ıtı-
dü ünerek, tamamiyle normal bir insan
gibi karısıyla konu ur; güler söyler. Bir
mucize olmu , Septimus delilikten
kurtulmu tur sanki. Bütün roman
boyunca, onu ancak bir tek kez böyle aklı
ba ında görürüz. Yazdırdı ı yazıların ve
kendi yazdıklarının yakılıp yok edilmesini
ister Rezia’dan. Ve tam o sırada,
Septimus akıl dengesine kavu mu ken,
Dr. Holmes gelir. Ünlü ruh hastalıkları
uzmanı Dr. Bradshaw’nun emri üzerine
Septimus’u akıl hastahanesine
kapatacaktır. Rezia, Dr. Holmes ’un
yukarı çıkıp Septimus’un yanına
gitmesini engellemek ister. Ama adam,
Rezia’yı iter, merdivenleri çıkmaya ba lar.
Septimus, ölümü pahasına da olsa,
tımarhaneye kapatılmamaya kararlıdır.
Önce ekmek bıça ını yüre ine saplamayı
dü ünür. Ama ev sahibinin güzel bıça ını
kirletmeye gönlü râzı olamaz. Ocaktaki
gazı açıp, kendini zehirlemeye de vakti
yoktur. Tek çare, kendini pencereden
atmaktır. Pencerenin kenarına oturur,
bacaklarını a a ıya sarkıtır. “En son
dakikaya kadar bekleyecekti. Ölmek
istemiyordu. Ya am güzeldi, güne
sıcaktı” (“He would wait until the very last
moment. He did not want to die. Life was
good, the sun was hot”) Ancak Dr. Holmes
odaya girince atlar pencereden.
Dr. Holmes bu felaket kar ısında,
“eyvah!” diye ba ırmaz, “korkak!”
(“coward”) diye ba ırır. Çünkü hekim
geçinen bu adamın, Septimus’un ruh
hastalı ından haberi bile yoktur. Onun
herkes gibi ya amasını, golf oynamasını,
müzikhollere gitmesini, gezip tozmasını
ister. Karısının önünde kendini
öldürmekten söz etti i için, kızca ızı
korkuttu unu söylemi , onu ayıplamı ,
azarlamı tır. Bu delikanlının a ır bir
ruhsal çöküntü geçirdi ini hiçbir zaman
anlayamamı tır. Ama bunu çok iyi
anlayan ünlü psikiyatr Dr. Bradshaw,
Septimus’u akıl hastanesine kapatmak
isteyerek, onun ölümüne neden olur.
Virginia Woolf, Septimus Warren
Smith olayını ele alırken, sıradan akılsız
bir adam olan Dr. Holmes’dan çok,
toplumun gözünde çok saygın bilinen,
“Sir” unvanıyla onurlandırılan Dr.
William Bradshaw üstünde durarak,
hekimleri acımasızca ta lar. Bradshaw’ya
öyle bir ha inlikle saldırır ki, herhalde
kendi delilik nöbetlerinde, ruh uzmanı
geçinen Bradshaw’ya benzer bir hekimin
eline dü mü tür de o adamdan hıncını
alıyordur diye dü ünürüz elimizde
olmadan. Dr. Bradshaw konusunda
yazarın sözcülü ünü üstlenen Clarissa
Dalloway, görünü te çok nazik olan bu
adamda “obscurely evil” (karanlık bir
biçimde ahlâksız) bir eyler sezer. Sir
William Bradshaw’nun, hastalarının
“ruhlarını zorlayarak” (forcing your soul”)
onlara yapmayaca ı kötülük yoktur.
“They make life intolerable, men like
that” (Ya amı dayanılmaz hale getirir böyle
adamlar). Nitekim Septimus, Sir William
gibi bir adamın eline dü meye
dayanamamı , kendi canına kıymı tır.
Clarissa’ya göre, bu hekim, insanları
kapmak için “üstlerine saldırır, onları yer
yutar, onları bir yerlere kapatır” (“he
swooped he devoured, he shut people up”).
Virginia Woolf, hiçbir kitabında hiç
kimseyi böyle kıyasıya ta lamamı tır:

“Sir William not only prospered
himself, but made England prosper,
secluded her lunatics, forbade
childbirth, penalised despair, made
it impossible for the unfit to
propagate their views.”
(Sir William yalnız kendi refaha
kavu makla kalmadı, ngiltere’yi de
refaha kavu turdu. Ülkenin delilerini
kapattı, çocuk do umlarını yasakladı,
acı çekmeyi cezalandırdı, uyumsuz
olanların görü lerini yaymalarını
olanaksız hale getirdi.)

Clarissa Dalloway, romanın sonunda
verdi i partinin çok sönük geçece inden
korkar bir ara. Ama Ba bakanın bile
geldi i parti çok parlak olur. Yazar,
kurulu düzeni ta lamak amacını
uygulamaya koyarak, ngiliz yüksek
sosyetesinin kimi ünlü ki ilerini alaya
almak fırsatını bulur böylece: Ba bakan,
önemli bir ki i izlenimi vermek için
elinden geleni yaptı ı halde, bir dükkânın
tezgâhının arkasında durup bisküvi
satacak kadar sıradan bir adamca ızdır.
Royal Academy’nin yani ülkenin en
saygın güzel sanatlar kurumunun üyesi
olan bir ressam, ancak inek ve öküz
resimleri yaparak bu görülmedik ününe
kavu mu tur. Herkesçe ola anüstü bir
saygıyla sözü edilen ve Milton uzmanı
geçinen ya lı bir profesör, her konuda;
hattâ kılık kıyafet konusunda bile
öylesine bir tutuculuk içindedir ki, saçı
biraz karı ık genç bir kadın, ayakkabıları
biraz eskimi bir delikanlı görünce,
korkusundan tir tir titremeye ba lar,
fenalıklar geçirir. Çünkü böylelerinin,
“ba kaldıran ate li genç insanlar, dâhi
olmaya özenen ki iler” olabilece i
ku kusuna kapılır. Peter Walsh,
Clarissa’nın ev sahibesi olarak bu
de ersiz konuklarının her birini,
geldiklerine çok sevindi ini söyleyerek
kar ılamasına çok içerler; ngilizlerin
topunu snob olmakla suçlar. Ne var ki,
Clarissa’yı, ye il giysisiyle bir denizkızı
kadar çekici bulur gene de. Ya lanınca,
daha sevecen, daha yumu ak, daha
sıcak oldu unu ve ba lıca yetene ini,
yani “var olmak” (“to be; to exist”)
yetene ini hâlâ korudu unu dü ünür.

Virginia Woolf Mrs. Dalloway’i
tamamladı ı sıralarda.

Clarissa, çok az tanıdı ı ve hiç
sevmedi i Sir William Bradshaw’dan, bir
delikanlının kendini öldürdü ünü,
Bradshawların toplantıya bu yüzden geç
geldiklerini ö renir. lk tepkisi bencilcedir.
“In the middle of my party, here’s death”
(Benim partimin ortasında, i te ölüm) diye
dü ünür. Bu ölüm haberi uluorta verildi i
için, konukların keyfinin kaçaca ından,
partinin havasının bozulaca ından
korkar. Ama gelip geçici bir andır bu.
Clarissa, ölen delikanlıyı dü ündükçe,
ona yakınlık duymaya, kendini onunla
özde le tirmeye ba lar.
Virginia Woolf ’un Mrs. Dalloway’i
yazarken, romanın sonunda Clarissa’nın
intihar etmesini ya da do al bir nedenle
ölmesini planlamı olması ayrıca ilginçtir.
Modem Library baskısına yazdı ı
önsözden biliyoruz bunu. Ne var ki, yazar
bu ilk planından vazgeçmi , Clarissa’nın
yerine, Septimus Warren Smith’i intihar
ettirmi tir. Böylece, Clarissa’nın alter
ego’su, yani ki ili inin öteki yanı yapmı tır
bu delikanlıyı. Kendi ölmesi gerekirken,
bu delikanlının öldü ünü hisseden
Clarissa, kendini suçlar:

“She must have perished. She had
escaped. But that young man had
killed himself. Somehow it was her
disaster - her disgrace. It was her
punishment to see sink and
disappear, here a man, there a
woman, in this profound darkness,
and she forced to stand here in her
evening dress. She had schemed;
she had pilfered. She was never
wholly admirable. She had wanted
success.”
(Kendi ölmeliydi. Ölümden
kurtulmu tu. Ama o delikanlı kendini
öldürmü tü. Her nedense, Clarissa’nın
felâketiydi bu, Clarissa’nın rezil
olmasıydı. Kendisi burada, gece
elbisesiyle dikilip durmak
zorundayken; urada bir erke in,
orada bir kadının, bu derin karanlıkta
batıp yok olu u, Clarissa’nın
cezalandırılması demekti. Hesaplar
kitaplar yapmı tı, küçük eyler
a ırmı tı. Tam anlamıyla hayranlık
uyandıran bir ki i olamamı tı hiçbir
zaman. Ba arı istemi ti.)

Her insanın ya amında kıymetli bir öz
vardır. Clarissa, bu kıymetli özü, küçük
yalanlarla, gevezeliklerle mahvetmi ti.
Oysa, kendi canına kıyan o delikanlı,
ya amın kıymetli özünü koruyabilmi ti:

“Death was a defiance. Death was
an attempt to communicate... There
was an embrace in death... If ‘twere
now to die,’ twere now to be most
happy.”
(Ölüm bir meydan okumaydı. Ölüm bir
ileti im kurma çabasıydı... Ölümde bir
kucaklama vardı... imdi ölmek, imdi
çok mutlu olmak demekti.)

Ölen delikanlının aklından geçen
Shakespeare’in bu dizeleri, bundan önce
Clarissa’nın aklından geçti i gibi imdi de
geçer. Hiçbir zaman görmedi i Septimus
ile artık tam bir ileti im kurmu , onunla
kucakla mı , onunla özde le mi tir.
Öylesine özde le mi tir ki, ona acıyaca ı
yerde, kendisinin yapamadı ını bu
delikanlının yapmı olmasna sevinir:

“The young man had killed himself;
but she did not pity him... And the
words came to her, fear no more the
heat of the sun... She felt somehow
very like him -the young man who
had killed himself. She felt glad that
he had done it; thrown it away while
they went on living.”
(Delikanlı kendini öldürmü tü; ama
ona acımıyordu. Clarissa’nın aklına
geldi o sözcükler: Artık korkma
güne in sıcaklı ından... Her nedense
ona çok benziyordu- kendini öldüren
delikanlıya. Bunu yapmasına
seviniyordu; onlar ya amayı
sürdürürken, kendi ya amını bir
kenara atmasına seviniyordu.)

Bölüm 13
To the Lighthouse


1927’de yayınlanan To the Lighthouse,
Virginia Woolf ’un en ünlü ve bize kalırsa
en güzel romanıdır. E i Leonard Woolf ’un
“a psychological poem” (ruhbilimsel bir iir)
diye tanımladı ı bu romanda, yazar,
kendini de il de, çocukluk anılarına
dayanarak annesiyle babasını anlattı ı
için, onun otobiyografik sayılabilecek tek
kitabıdır bu. Virginia Woolf ’un, fazla
zorlanmadan, fazla sıkıntı çekmeden
rahatça yazdı ını söyledi i ve özellikle
sevdi i bu kitabında, çoktan ölen
annesiyle babasını andı ından, To the
Lighthouse’a roman yerine “an elegy” (bir
a ıt) demeyi dü ünmü tü bir ara. To The
Lighthouse bir a ıttır gerçekten de;
annesine, babasına, çocuklu una yakılan
bir a ıt. Amacının, annesinin ve
babasının ki ili ini tam olarak vermek,
St. Ives’daki çocukluk günlerini, ya amı
ve ölümü anlatmak oldu unu söyler.
Yazar bu amacını büyük bir ba arıyla
gerçekle tirdi. Ya amı da anlattı, ölümü
de. Annesiyle babasını ise, Jacob’s
Room’daki ki iler gibi, rengârenk sisler
arasından hayal meyal göstermedi. Hattâ
onları öyle net ve öyle gerçek yaptı ki,
elimizi uzatsak, onlara dokunabiliriz
sanki.
Stephen ailesi, her yıl yaz aylarında,
Comwall kıyılarındaki St. Ives’a giderdi.
Ama roman, St. Ives’da de il de, skoçya
sahillerinin açıklarında, Hebrides
adalarından birinde geçer. Romanın
ancak bir tek yerinde de, bu adanın
adının Isle of Skye oldu u söylenir.
Yazar, denize çok yakın, her bir yanı
denizle çevrili bir yerin, kitabının
havasına daha uygun olaca ını
dü ünmü tü herhalde. Çünkü To the
Lighthouse’u yazmaya ba ladı ı sırada,
1925 güncesinde, denizin sesinin bütün
roman boyunca hep duyulaca ını söyler.
To the Lighthouse’da deniz, romanın
önemli tema’larından birini, ya amın ve
zamanın akı ını ve sürekli de i imlerini
simgeler. Romanın ba ki isi Mrs.
Ramsay, denizin sesini, kimi zaman ona
huzur veren tatlı bir ninniye; kimi zaman
da ölümün yakla tı ını bildiren davulların
korkunç gümbürtüsüne benzetir. Bu
davul seslerinin, yalnız kendisi gibi
ölümlü insanların yok olaca ını de il,
oturdukları bu adanın bile denizin dibine
batıp yok olaca ını haber verdi ini
dü ünür.
Romana adını verecek kadar önemli
olan deniz feneri, romanın ba lıca
simgesidir. Stephen’ların yazları
oturdukları St. Ives’da da bir deniz feneri
varmı ve ne ilginçtir ki, Virginia Woolf,
daha on ya ındayken kaleme aldı ı bir
yazıda, onu derinden etkileyen bu
fenerden söz eder. Karde i Adrian’ın (To
the Lighthouse’daki küçük James) en
büyük dü kırıklıklarından birinin o fenere
gidememek oldu unu söyler. Romandaki
deniz fenerinin tam unu ya da tam
bunu simgeledi ini söylemek do ru
olmaz. De i ik yorumları olabilecek bir
simgeyi sınırlayıp güdükle tirmememek
gerek. Virginia Woolf, deniz feneriyle tam
ne demek istedi ini soran yakın arkada ı
Roger Fry’a bir mektubunda, “I meant
nothing” (hiçbir ey demek istemedim) diye
kesip atar ve bunu söylerken ne denli
ciddi oldu unu vurgulamak istercesine,
bu tümcenin altını özenle çizer. Sonra
da, “Directly I am told what a thing
means, it becomes hateful to me” (Bir
eyin ne anlama geldi i bana söyler
söylenmez, o eyden nefret ederim) diye
ekler. To the Lighthouse’da da, “Nothing
was simply one thing” (Hiçbir ey sadece
bir tek ey de ildir) diye yazar. Ramsay
ailesinin en küçük o lu James,
çocuklu unda deniz fenerini, ak amları
sarı gözlerini açan, sisler arasında,
gümü ümsü bir kule olarak görür. On yıl
sonra deniz fenerine gittiklerinde, bir de
bakar ki, beyaz badanalı, sa lam bir
yapıdır. Gerçek deniz fenerinin hangisi
oldu unu sorar kendi kendine ve o
zaman bu iki de i ik görüntünün ikisinin
de gerçek deniz feneri oldu unu anlar.
Çünkü “hiçbir ey sadece bir tek ey
de ildir.” Kaldı ki, bir ey sadece bir tek
eyi temsil edince, ona “symbol” yani
simge de il, “allegory” yani remiz demek
gerekir.
Virginia Woolf ’un deniz fenerini
kullanarak hiçbir ey demek istemedi ini
ileri sürmesine kar ın, bunun bir simge,
hem de çok önemli bir simge oldu unu
bilen ele tirmenler, de i ik yorumlar
yapmı lardır bu konuda. Örne in,
Elizabeth Drew’ya bakılacak olursa,
ya am ve zaman denizinin ortasında,
karanlıkları aydınlatmak için insanlarca
gösterilen çabanın bir simgesidir deniz
feneri. Joan Bennett’e göre, fenerin yanıp
sönen ı ı ı, insan ya amında birbirini
hızla izleyen sevinçlerle acıların, insan
ili kilerinde aydınlık ve karanlık anların
bir simgesidir. Birçok ba ka yorum da
yapılabilir. Örne in, deniz fenerinin
fırtınalar arasında hiç sarsılmadan
duran, kaybolanlara yol gösteren,
karanlıkları aydınlatan sevgiyi simgeledi i
söylenebilir. Ama bu romanı duyarlılıkla
okuyan herkesin aklına hemen gelen ilk
yorum, deniz fenerinin Mrs. Ramsay’yi
simgeledi idir. Çünkü Mrs. Ramsay, hem
çevresine ho görü ve anlayı la dolu bir
sevginin ı ı ını saçar; hem de bu ı ık
sayesinde, herkesin aklından geçenleri
bilir:

“Her eyes were so clear that they
seemed to go round the table
unveiling each of these people, and
their thoughts, and their feelings,
without effort like a light.”
(Öyle açık seçik gören gözleri vardı ki,
hiçbir çaba göstermeden, bir ı ık gibi,
sofranın çevresinde sanki dolanır;
oradaki insanların üstündeki örtüleri
kaldırır, dü üncelerini ve duygularını
görürdü.)

Mrs. Ramsay, alacakaranlıkta yeni
yanan fenere bakınca, “kendi gözlerinin,
kendi gözleriyle kar ıla tı ını sanır” (“it
seemed to her like her own eyes, meeting
her own eyes”). Virginia Woolf ’un,
ba ki isini deniz feneriyle özde le tirdi i,
bu alıntılardan da besbellidir.
Mrs. Dalloway’den bir hayli daha uzun
olan To the Lighthouse, birincisi a a ı
yukarı 150 sayfa, ikincisi ancak 20 sayfa,
üçüncüsü de a a ı yukarı 70 sayfa tutan
üç kısma ayrılır. “The Window” (Pencere)
adlı ilk kısımda 19 bölüm, “Time Passes”
(Zaman Geçiyor) adlı ikinci kısımda 10
bölüm, “The Lighthouse” (Deniz Feneri)
adlı üçüncü kısımda 13 bölüm vardır. Bu
bölümler, aynı uzunlukta de ildir.
Kimileri ancak bir tek paragraftan, hattâ
bir tek tümceden olu ur. Birinci kısım,
ö leden sonra ba layıp geceye kadar
sürer. Bir Eylül gününün ikinci yarısı
anlatılır. kinci kısımda, on yıllık bir
süreye çok kısa de inilir. On yıl sonra
geçen üçüncü kısımda ise, sabahtan
ö leye kadar, tam gün bile sayılmayacak
bir zaman dilimi ele alınır. Bize kalırsa,
Virginia Woolf ’un bütün romanları
arasında en kusursuz yapı To the
Lighthouse’inkidir. Bu yapı, Joan
Bennett’e, yanıp sönerken deniz
fenerinin ı ı ını anımsattı. Çünkü fenerin
ilk ı ı ı uzundur; sonra bir süre kararır;
sonra kısa süren bir ı ık daha verir. Yani
bir karanlı ın ikiye böldü ü, iki kısa, bir
de uzun üç ı ıktır. Birinci kısım uzun
ı ı a benzer; ikinci kısım bir saniyelik
karanlı a, üçüncü kısım da kısa ı ı a
benzer.
To the Lighthouse’da bir öykü
anlatılmaz. Olup bitenlerden bile söz
edemeyiz. Çünkü Mrs. Dalloway’de
Septimus Warren Smith’in kendini
öldürmesi gibi çarpıcı bir olay da yoktur
burada. Olay sayılabilecek tek ey,
romanda hiç de önemli roller oynamayan
Minta ile Paul’un ni anlanmalarıdır.
Hiçbir olay olmamasının nedeni de
besbellidir. Çünkü yazarın amacı,
ki ilerin iç dünyalarını aydınlatmak,
akıllarından geçenleri bize aktarmaktır.
Peki, bu ki ilerin dı dünyalarında neler
oluyor diye sorarsanız, ancak u kadarını
söyleyebiliriz: Mrs. Ramsay, bahçesine
bakan pencerede oturur, deniz feneri
bekçisinin o luna arma an edilecek
kahverengi çorapları örer. En büyük
iste i ertesi gün deniz fenerine gitmek
olan altı ya ındaki James, annesinin
dizinin dibinde renkli bir katalogdan
resimler keser. Mr. Ramsay, bazı dizeleri
yüksek sesle kendi kendine söyleyerek,
bahçede bir a a ı bir yukarı yürür.
Ressam Lily Briscoe bir tablo yapar. Ya lı
air Mr. Carmichael, bir bahçe
koltu unda uyuklar. Ak ama do ru, Mrs.
Ramsay ile evin genç konuklarından
Charles. Tansley kasabaya kadar
giderler. Ramsay ailesinin çocukları
bahçede oynar. Konuklar kumsalda
yürür. Gece birlikte ak am yeme i yenilir.
kinci kısımda, Mrs. Ramsay’nin ve
ailenin bir o luyla bir kızının öldü ü
haber verilir kısaca. Üçüncü bölümde ise
Lily Briscoe tablosunu bitirir. Mr.
Ramsay, o lu James ve kızı Cam ile deniz
fenerine gider.
To the Lighthouse’ın asıl özünü
romandaki insanlar olu turur ve
bunların ne yaptıkları de il, ne oldukları
önemlidir. Bu insanları ele almadan
önce, eskiden oturdukları bo yazlık evin
anlatıldı ı ikinci kısmı kısaca ele alalım.
“Time Passes” de bu insanlar
bulunmadı ı için, kitabın en zayıf kısmı
sayılır. Güncesinden anla ıldı ı gibi,
Virginia Woolf da çok zorlanmı tı bu yirmi
küsur sayfayı yazarken: “I have to give
an empty house; no people in it, no
charac-ters; the passage of time” (Bo bir
evi anlatmam gerek; içinde insan yok,
ki iler yok; zamanın geçi ini vermem gerek)
diye yakınır.
On yıldır kimsenin ayak basmadı ı ev,
kıyıya vurmu , içi kum dolu bir deniz
kabu una dönü mü tür. Kilerin tahta
kapılarından devedikenleri çıkmaktadır.
Rutubet bütün odalarda ah abı
çürütmü tür. Oturma odasında
kırlangıçlar yuva kurmu tur. Evin çoktan
ölen hanımının, her eyi koruyan, her
eyi düzenleyen eli ortadan çekildi i için,
“geceler artık rüzgârla dolu, yıkıntıyla
doludur” (“the nights are full of wind and
destruction”). Mrs. Ramsay’nin varlı ı,
onu simgeleyen deniz fenerinin ı ı ının,
geceleri bo evin içini aydınlatmasıyla
duyumsanır ancak. Karanlık basınca,
deniz fenerinin ı ı ı mehtapla karı ır,
usul usul odaya girer; her eye sevgiyle
dokunur, sevgiyle bakar sanki.
Mrs. Ramsay’nin ne zaman, neden
öldü ünü bilmeyiz. Virginia Woolf, ayraç
içinde bir tek tümce yazmakla yetinir bu
konuda:

“Mr. Ramsay, stumbling along a
passage one dark night, stretched
his arms out, but Mrs. Ramsay
having died rather suddenly the
night before, his arms though
stretched out, remained empty.”
(Mr. Ramsay, bir karanlık gece,
koridorda tökezleyerek, kollarını
uzattı; ama Mrs. Ramsay bir gece
önce ansızın öldü ü için, uzatılmı
oldukları halde, kolları bo kaldı.)
Bu tümce ayrıca anlamlıdır; çünkü
ileride bu çiftin ili kisini ele alınca, Mr.
Ramsay’nin bedenen de il ama, ruhsal
olarak hep tökezledi ini; e inin ise, her
zaman sevgiyle kollarını uzatıp, onu
dü mekten kurtardı ını görece iz. Mrs.
Ramsay’nin ölümü, ayraç içinde kısaca
verildi i gibi, romanın öteki ki ileriyle ilgili
haberler de, böyle kısaca ve gene ayraç
içinde verilir. Örne in, Ramsay’lerin
kızlarından biri olan Prue, evlenmi ve
çocuk do ururken ölmü . Sava tan sonra
okuyucuların iire ilgisi arttı ından, Mr.
Carmicha-el’in son kitabı çok be enilmi .
Paul ile Minta’nın evlili i bir ara bozulur
gibi olmu . Ramsay’lerin o ullarından biri
olan Andrew, Birinci Dünya Sava ında
Fransa’da ölmü ; vurulur vurulmaz
öldü ünden, iyi ki, fazla acı çekmemi .
kinci kısmın sonunda iki temizlikçi
kadının terk edilmi evi, süpürüp
silmelerinden, aileden birilerinin, gene
Eylül ayında ve on yıllık bir aradan
sonra, yazlıklarına geleceklerini anlarız.
Virginia Woolf ’un, on dört ya ındayken
yitirdi i sevgili annesi Julia Stephen’ı,
Mrs. Ramsay’nin ki ili inde yeniden
canlandırmak istedi ini biliyoruz ve bunu
öyle bir ba arıyla yaptı ki, ablası Vanessa
Bell, To the Lighthouse’ı okurken
heyecandan kendinden geçti, bir ölünün
böyle dirilmesi kar ısında, nerdeyse
deh ete kapıldı. Vanessa, kız karde ine
bir mektubunda, annelerinin ki ili inin
ola anüstü güzelli ini okuyuculara
hissettirmenin, herhalde dünyanın en
güç i i oldu unu da söyledi. Virginia
Woolf, bunu yapmayı ba armı tı.
Julia Stephen’ın ve onun portresi Mrs.
Ramsay’nin ola anüstü kadınlar
sayılmaları için hiçbir neden yoktur
aslında. Mrs. Ramsay, elli ya larında,
saçları kırla maya ba lamı , az parayla
sekiz çocu a bakan, bo vakitlerinde yün
ören, sessiz sedasız bir ev hanımıdır. Bir
aydın de ildir. Ne Virginia gibi yazı yazar,
ne de Vanessa gibi resim yapar. Onun
ola anüstülü ü bencillikten tümüyle
arınmı bir kadın olmasından ileri gelir.
nsanları, gösteri siz, ama sıcak bir
sevgiyle sever, onlarla özde le ebilir.
Romanın hemen ba langıcında anlariz
sevecenli ini: Mrs. Ramsay,
penceresinde oturup, deniz feneri
bekçisinin o luna verilecek çorapları
örerken, o ailenin ya amının ne denli güç
oldu unu dü ünür. Fırtınalı havalarda,
haftalarca, kimi zaman aylarca, karaya
çıkamadan, küçücük bir alanda kapalı
kalırlar. Dalgalar onları denize süpürür
korkusuyla, fenerin dı ına bile
çıkamadıkları günler olur. Fener bekçili i
gibi güç i lerde çalı anların, yoksulların,
yakınlarını yitirenlerin ya da hastaların
durumu, sürekli bir derttir Mrs. Ramsay
için. imdi bulundu u adada da,
Londra’da da, bunca ev i i oldu u halde,
William Bankes’in deyi iyle “felsefe
hocalı ıyla sekiz çocuk beslemek” (“to
feed eight children on philosophy”) güç bir
i oldu u halde, sorunu olanları görmeye
gider, onlara yardım etmek için elinden
geleni yapar. Ama bunları yaparken,
alı ılagelmi “hayırsever bayan” tipinden
tamamiyle farklı oldu u besbellidir.
Mrs. Ramsay, insanları yalnız
sevmekle kalmaz; çok daha zor bir i i
ba arır; insanlar arasında sevgi ba ları
kurarak, onların birbirilerini sevmelerini
de sa lar. Örne in, Lily Briscoe, Charles
Tansley’den hiç mi hiç ho lanmaz.
Ho lanması için de bir neden yoktur.
Çünkü Tansley, yoksulluk ayıp bir eymi
gibi, a a ı sınıftan gelmenin kompleksi
içinde kıvranır; herkesi, özellikle kadınları
hor görür; Lily’nin resim yapmaya
çalı tı ını bildi i halde, ikide birde
“kadınlar yazı yazamaz, kadınlar resim
yapamaz” (“women can’t write, women
can’t paint”) der. Tansley, sürekli öfke
içinde ya ayan, bilgili ama çok sevimsiz
bir delikanlıdır. Bu sevimsizli i yüzünden,
Mrs. Ramsay ona ayrıca yakınlık
gösterir, onu ayrıca korur. Öfkesinden
ho landı ını söyler ve ne yapıp yapıp,
Charles Tansley’i de sevmenin yolunu
bulur.
Günün birinde Mrs. Ramsay, boyuna
kavga eden Lily ile Tansley’i de yanına
alıp, kumsala gider. Bir kayanın dibinde
oturup, dizlerinin üstünde mektup yazar.
Hiçbir ey söylemez, hiçbir ey yapmaz.
Ne var ki, Mrs. Ramsay’nin orada,
yanlarında bulunmasının gizemli
etkisiyle, Lily ile Tansley arasında garip
bir dostluk do ar. Yassı siyah çakıl
ta larını denizin üstünde kaydırırlar,
çocuklar gibi e lenirler. Mrs. Ramsay,
okuma gözlü ünü alnına kaldırarak,
onların haline güler. Üçüncü kısımda,
aradan on yıl geçtikten sonra, o an
Charles Tansley’ye ne denli yakınlık
duydu unu, ne denli mutlu oldu unu
anımsayan Lily Briscoe, bu yakınlıkla
mutlulu u yaratanın Mrs. Ramsay
oldu unu bilir. Mrs. Ramsay, insanları
garezlerinden, önyargılarından sanki
arındırıyor, “her eyi çözümleyip sadeli e
kavu turuyor” (“resolved everything into
simplicity”), çevresindeki kopuklukları
bütünle tiriyor, yıllarca sonra anımsanan
mutluluk anları yaratıyordur. “Nerdeyse
bir sanat eseridir” (“almost like a work of
art”) onun bu yaptı ı. Lily Briscoe’nun
“sanat eseri” deyi i do rudur. Çünkü
böyle bir iddiada bulunmak aklının
kenarından geçmedi i halde, Mrs.
Ramsay, insanların sürtü melerine
neden olan pürüzleri törpüleyen, ya amı
biçimlendiren, güzelle tiren bir sanatçı
gibidir. “ nsan ili kilerinin a ırı karanlı ını
bilir” (“the extreme obscurity of human
relationships”) ve kendisini simgeleyen
deniz feneri gibi, bu a ırı karanlı ı
aydınlı a kavu turmaya çalı ır. Hiç
yargılanmayacaklarını, hiç
ayıplanmayacaklarını bildiklerinden,
herkes ona içini dökebilir, onun önünde
rahat rahat a layabilir.
Mrs. Ramsay’nin iç dünyası ne denli
güzelse, dı görünü ü de o denli güzeldir.
Romanın ki ilerinden William Bankes’ın
dedi i gibi, bir çocuk kendi güzelli inin
hiç farkında olmadı ı gibi, o da farkında
de ildir güzelli inin. Hattâ herkes gibi
olmak ister; güzelli inden söz edilince
üzülür. Ama bunu istese de istemese de,
“güzelli inin me alesini” (“the torch of her
beauty”) hep ta ımak zorundadır ve bu
me alenin alevi, onu görenlerin gözünü
kama tırır.
Demin söyledi imiz gibi, hiç kimseler
onu sevmedi i için, Charles Tansley’ye
özellikle yakınlık gösteren Mrs. Ramsay,
kendisiyle birlikte yürümesini önerir
delikanlıya. Yolda giderken, Charles
Tansley ansızın ola anüstü bir heyecana
kapılır. Bu heyecanın Mrs. Ramsay’nin
güzelli inden kaynaklandı ını anlar. Hiç
de iirsel denilebilecek bir adam olmadı ı
halde, en iirsel, en co kulu sözler gelir
aklına:

“She was the most beautiful person
he had ever seen with stars in her
eyes and veils in her hair, with
cyclamens and wild violets... What
nonsense he was thinking. She was
fifty at least; she had eight children
-stepping through fields of flowers
and taking to her breast buds that
had broken and lambs that had
fallen, with the stars in her eyes
and the wind in her hair.”
(Görüp görece i en güzel insandı o.
Gözlerinde yıldızlarla, saçlarında
tüllerle, siklamenlerle ve yaban
menek elerle- neydi bu dü ündü ü
saçmalıklar? En azından elli
ya ındaydı o, sekiz çocu u vardı-
çiçek tarlalarında yürüyordu, kırılan
tomurcukları ve dü en kuzuları
ba rına basıyordu, gözlerinde
yıldızlarla, saçlarında rüzgârla.)

Mrs. Ramsay dindar de ildir. Gerçi
birara “We are all in the hands of the
Lord” (“Hepimiz Tanrının elindeyiz”) der.
Ama bu, dü ünmeden söylenilen
otomatik bir sözdür; en dinsiz ki ilerin
“Allah korusun” dedikleri gibi. Çünkü bu
sözün hemen arkasından, böyle bir
dünyayı Tanrı’nın nasıl yaratabilece ini
sorar kendi kendine. Güzel huylu
insanların ço u gibi, dünyayı toz pembe
de görmez. Yeryüzünde kötülü ün
oldu unu bilir:

“There is no reason, order, justice,
but suffering, death, the poor. There
was no treachery too base for the
world to commit; she knew that. No
happiness lasted; she knew that.”
(Akıl, düzen, adalet yoktu; ama acı
çekmek vardı, ölüm vardı, yoksullar
vardı. nsanların yapamayacakları
kadar a a ı bir hainlik yoktu
dünyada; bunu biliyordu. Hiçbir
mutluluk sürmezdi; bunu biliyordu.)

Mrs. Ramsay bunları bilir; çünkü onda
“hem bilgi hem de bilgelik” (“knowledge
and wisdom”) vardır. Kö esinde sessiz
sessiz oturur; “kafası e itilmemi tir”
(“untrained mind”). Ama “ö renmeden
bilir. Onun sadeli i, zeki insanların yanlı
anladı ı eylerin derinliklerini iskandil
edebilir” (“She knew without learning. Her
simplicity fathomed what clever people
falsified”).
Mrs. Ramsay öyle dürüsttür ki, kendi
iyili i konusunda ku kulara dü tü ü olur.
Acaba be enilmek için mi herkese bu
kadar sevgi veriyor, bu kadar yardım
ediyor diye sorgular kendini. Oysa bu
ku kular yersizdir. Çünkü küçük o lu
James’in dedi i gibi, o “pembe çiçekli bir
meyva a acıdır” (“a rosy-flowered fruit
tree”) ve a açların meyvalarını verdikleri
do allıkla sevgisini verir çevresindekilere.
Çevresindekiler ise, sevgi ve hayranlık
duyarlar Mrs. Ramsay’ye.

Hakiki Lighthouse: St. Ives’daki Godfrey
deniz feneri.

Örne in, kızı Prue, yeryüzünde annesine
benzer ba ka bir insan
bulunamayaca ına emindir. O lu James,
gerçe i ancak annesinin söyledi ine ve
gerçe in ancak annesine
söylenebilece ine inanır. William
Bankes’ın gözünde, Mrs. Ramsay en
do ru anlamda uygarlı ı simgeler. Onun
gibi bir insanın var oldu u yerde, ne
barbarlık kalır ne de karga a. Bu altmı
ya ında adamın hayranlı ına a k da
karı ır: “Distilled and filtered love that
never attempted to clutch its object”
(Sevdi ini hiçbir zaman yakalayıp tutmaya
kalkmayacak, imbikten geçmi ve süzülmü
bir a k.) Lily Briscoe da, William
Bankes’ın ve Charles Tansley’nin
duydu u hayranlı ı payla ır; o da â ık
gibidir Mrs. Ramsay’ye. Mrs. Ramsay’nin
hiç kimseyi zorlamadan, herkese her
istedi ini yaptırabilece ine, onda a ırtıcı
bir güç oldu una inanır: “Do this, she
said, and one did it” ( unu yap derdi ve
insan onun istedi ini yapardı) diye
dü ünür.
Lily Briscoe, Mrs. Ramsey’de “perfect
goodness” (kusursuz bir iyilik) görür.
Böylesine kusursuz insanları bir edebiyat
yapıtında canlandırmak, dünyanın en
güç i i, nerdeyse olanaksız bir i tir.
Bildi imiz kadarıyla ancak Dostoyevski
Budala’da Prens Mi kin ile bunu
ba arabilmi , hem kusursuz, hem de
“gerçek” bir insan yapabilmi tir. Virginia
Woolf, belki bu yüzden, yani Mrs.
Ramsay’yi bir ermi olmaktan kurtarıp
bir insan yapabilmek için, ona bir iki
küçük kusur verir. Bunlardan biri,
çevresindekileri evlendirmek merakıdır.
Mrs. Ramsay, Lily Briscoe ile William
Bankes’ı evlendirmek ister; bunu
ba aramaz. Ama Minta ile Paul’u
evlendirmeyi ba arır. Lily ile Bankes’ın
birle melerinin olanaksızlı ını; Minta ile
Paul’un evlili inin çok mutlu
olmayabilece ini hiç hesaba katmaz. Bu
genç çiftin ni anlandıkları gün, Mrs.
Ramsay’nin küçük bir kusuru daha
ortaya çıkar: Minta’nın bütün güzelli i
üstündedir o ak am. Mr. Ramsay de bu
güzelli in farkına varınca, e i, artık hiçbir
zaman duymayaca ını sandı ı bir
duyguya kapılır, bu genç kızı kıskanır bir
an için.
To the Lighthouse’un birinci kısmından
on yıl sonra geçen ve kimi ele tirmenlere
göre, içinde Mrs. Ramsay bulunmadı ı
için birinci kısım kadar güzel olmayan
üçüncü kısımda, ba ki i çoktan öldü ü
halde, varlı ı her an hissedilir; hattâ onu
sevenlerin bilincinde, ya arken
oldu undan bile daha canlıdır belki de.
Romanda Mrs. Ramsay’nin
sadeli inden, hattâ bir çocuk gibi saf
oldu undan hep söz edilir. Lily Briscoe,
sofrasının ba ında oturan ev sahibesini
bir çocu a benzetir. Yalnız saf de il, bir
çocuk kadar “saçma” (“absurd”) bulur
onu. Ne var ki, böylesine sade, böylesine
düpedüz görünen bu kadının,
bilmedi imiz yanları olabilece ini
sezinledi imiz anlar da olur. Örne in,
neden susuverir, neden yalnız olmak
ister kimi zaman? Neden ansızın hüzün
görülür yüzünde, gözlerinde neden ya lar
birikir? Yakınları, bu görkemli güzelli in
arkasında neler oldu unu, onun gençlik
günlerini merak ederler. Çok soylu ve
kadınlarının çekicili iyle ünlü bir talyan
ailesi vaktiyle ngiltere’ye yerle mi . Mrs.
Ramsay bu ailenin soyundanmı .
Gençli inde, biri, ona deliler gibi â ık
olmu . Bir söylentiye göre, Ramsay ile
evlenmesinden bir hafta önce, beynine
bir kur un sıkıp kendini öldürmü . Yazar,
bu söylentilere kısaca de inip geçer; ama
bunlar sayesinde ba ki isini saran bir
gizem havası yaratır. Böylece,
ba kalarının onunla ilgili izlenimleri hep
verildi i ve Mrs. Ramsay’nin aklından
geçenler bizlere hep aktarıldı ı halde, To
the Lighthouse’un ba ki isi, bazı açılardan
çözümlenemeyen bir giz olarak kalır
dü gücümüzde. Bu konuya ilk de inen
ele tirmen, yarım yüzyıl önce stanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde çok
sevdi imiz hocamız olan ve Batı
edebiyatında gerçekçilik konusunu ele
alarak Mimesis adlı çok de erli incelemeyi
yazan Profesör Erich Auerbach’dır. Mrs.
Ramsay’nin bilemedi imiz,
çözümleyemedi imiz yanlarının
bulunması, onun ne denli “gerçek”
oldu unun bir kanıtıdır bize kalırsa.
Çünkü romanlarda ya da tiyatro
oyunlarında gördü ümüz ki ileri, çok
çapra ık olsalar da, saptayabiliriz
genellikle. Oysa gerçek ya amda, en
yakından tanıdıklarımız bile, olumlu ya
da olumsuz olarak, bizi hayrete
dü ürebilirler günün birinde. Hattâ öyle
büyük bir hayrete dü ürebilirler ki, biz bu
insanı sahiden tanıyor muyuz diye
sorarız kendi kendimize.
Güncesinden anla ıldı ı gibi, Virginia
Woolf, annesini de il, babasını To the
Lighthouse’un ba ki isi yapmak
niyetindeydi:

“The centre is father’s character,
sitting in a boat reciting we perished
each alone, while he crushes a
dying mackerel”
(Kitabın oda ında babamın ki ili i.
Sandalda oturmu , bir yandan “her
birimiz yalnız öldük” dizesini
okurken, bir yandan da can çeki en
bir uskumruyu ezmekte.)

Gerçi Mr. Ramsay To The
Lighthouse’da can çeki en bir uskumruyu
ezmez. Ama bütün roman boyunca çok
sevdi i çocuklarını istemeye istemeye
ezer ve o dizeyi de, yüksek sesle kendi
kendine söyleyip durur.
Mr. Ramsay’nin ki ili i, romanın
hemen ba ında anla ılır: Altı ya ındaki
James (ileride bir hayli ünlü bir
pisikiyatrist olan Adrian Stephen) örgü
ören annesinin dizinin dibinde oturmu ,
bir katalogdan resimler kesmektedir.
Deniz fenerine gitmek, bir tutku haline
gelmi tir bu küçük çocukta. Annesi, hava
güzel olursa, elbette oraya gidece ini
söyleyerek onu avuturken; babası,
havanın mutlaka kötü olaca ını, deniz
fenerine gidemeyece ini söyler. Haklıdır
da; çünkü pencereden bakınca, havanın
ertesi gün kötü olaca ını anlamı tır. Ne
var ki, çocu u idare edebilir; havanın
kötü olaca ını böyle kesinlikle
açıklamayabilir; Mrs. Ramsay gibi,
havanın belki de güzel olaca ını
söyleyebilirdi. Ama bunu yapaca ına,
acımasızca mantı ını kullanarak, “o lunu
dü kırıklı ına u ratmak, e ini gülünç
duruma dü ürmek hazzından” (“ the
pleasure of disillisioning his son and
casting ridicule upon his wife”) kendini
yoksun edemez. Ahlâksal ilkeleri u runa
böyle konu maktadır üstelik: Gerçekleri
herkese, özellikle kendi çocuklarına, her
zaman açıkça söylemesi gerekmektedir.
Çocukları, daha küçükken anlamalıdırlar
ya amın ne denli güç oldu unu. Acılara
dayanabilecek cesareti ve gücü, bir an
önce elde etmelidirler.
Küçük James, deniz fenerine
gidemeyeceklerini söyleyen babasına öyle
bir kin duyar ki, eline bir balta ya da
herhangi bir demir parçası geçirebilse,
onu hemen o an öldürebilir. Virginia
Woolf, yazar olarak söze karı maktan,
yorumlar yapmaktan her zaman
kaçındı ı ve yalnız ki ilerinin aklından
geçenleri ya da ba kalarının onlarla ilgili
sözlerini aktarmakla yetindi i halde,
burada alaycı bir yorum yapmaktan
kendini alamaz; Mr. Ramsay’nin,
çocuklarında, i te böyle “a ırıya kaçan
heyecanlar” (“extremes of emotions”)
uyandırdı ını söyler. Küçük James,
annesiyle ili kilerinin o güzel huzurunu
bozmakla da suçlar babasını. Bu adam,
annesiyle kendisi arasına “bir kılıç”
(“scimitar”) gibi girer. Çünkü Mr.
Ramsay, e inin ona merhamet etmesini,
yakınlık göstermesini her an
istemektedir: “There he stood demanding
sympathy... He was a failure he said”
(Orada duruyor, yakınlık istiyordu...
Ba arısız bir adam oldu unu söylüyordu.)
Küçük James, babasının sürekli
baskılarına kar ı sava maya kararlıdır:

“That he would fight, that he would
track down and stamp out -tyranny,
despotism he called it- making
people do what they did not want to
do, cutting off their right to speak”
(Buna kar ı sava acaktı; bunun pe ini
bırakmayacak, bunu ayaklarının
altında ezecekti -zorbalık, despotluk
diyordu buna- insanlara yapmak
istemediklerini yaptırmak, onlara söz
hakkı vermemek. )

Yalnız küçük James de il,
Ramsay’lerin aile dostu Lily Briscoe da,
yazarın kendi babasına kar ı tepkilerinin
sözcülü ünü ederek, böyle bir adamın
egemen oldu u evde, sürekli baskı
altında ya amanın, çocuklar için “bir
tragedya oldu unu” (“this was tragedy”)
söyler.
Leonard Woolf’a bakılacak olursa,
Virginia, Mr. Ramsay ’nin ki ili inde kendi
babasını böyle acımasızca ele tirmekle bir
hayli haksızlık etmi ti ona. Yazarın
ya amını anlatırken yeterince
de indi imiz bir konuyu, bir kez daha ele
almak istemiyoruz. Ama Virginia
Woolf’un, Mr. Ramsay’yi meslek
ya amında ba arısız bir adam olarak
göstermekle, babasına haksızlık etti i hiç
ku ku götürmez: Mr. Ramsay,
Oxford’larda, Cambridge’lerde de il, bir
ta ra üniversitesinde felsefe hocasıdır.
Yirmi be ya ındayken, çok önemli bir
felsefe kitabı yazmı ; ama ondan sonra,
küçük eklemelerle bu kitabı yinelemekten
ba ka bir ey yapamadı ı için, kendisine
ba lanan umutlar bo a çıkmı tır. Mr.
Ramsay’nin görkemli bir beyni
oldu undan sürekli söz edilir. Ne var ki,
bu sözde görkemli beyin bütün alfabeyi
kapsayamamı , “Q” harfine takılıp
kalmı tır. ngiltere’de ço unun beyni “Q”
harfine eri emedi i için, bir süre çok
büyük bir felsefeci sayılmı ; ama “Q”
harfini a ıp “R” harfine varamadı ından,
bir dâhi olmadı ı meydana çıkmı tır. Mr.
Ramsay, “R” harfine aslâ
varamayaca ının bilincinde oldu u için,
a a ılık kompleksleri içinde kıvranır,
kendine acır ve kendini dramatize ederek
bu acıları bir tragedyaya dönü türür.
Deniz kıyılarında, “like a desolate sea-
bird, alone” (ıstırap içinde bir deniz ku u
gibi, yapayalnız) durur. Ama bir yandan
acılarını gözler önüne sererken, bir
yandan da stoik pozlar takınır, bu
acılarını sözde gizlemeye çalı ır; aslâ
yılmayaca ını herkesin bilmesini ister:

“Yet he would not die lying down; he
would find some crag of rock, and
there, his eyes fixed on the storm,
trying to the end to pierce the
darkness, he would die standing.”
(Ama gene de, yere serilerek
ölmeyecekti; kayada bir çıkıntı
bulacak; orada gözlerini fırtınaya
dikerek, karanlı ı delmeye sonuna
de in u ra arak, ayakta ölecekti.)

Mr. Ramsay’nin, bir a a ı bir yukarı
yürürken, sesini alçaltıp yükselterek,
kimi zaman da düpedüz ba ırıp ça ırıp
elini kolunu sallayarak iir okuma
alı kanlı ı vardır. Bu alı kanlık, içindeki
fırtınaları yansıtır. Mrs. Ramsay,
evlerindeki konuklar e inin bu hallerini
görecekler diye çok üzülür. Bunu ıssız
yerlerde de il de, kendi evinin bahçesinde
yaptı ından, görmemelerinin de pek yolu
yoktur. Ama onu hiç görmüyor,
duymuyor gibi yaparlar. Lily Briscoe, Mr.
Ramsay’nin bu huyunu hem gülünç hem
de ürkütücü bulur. Mr. Ramsay ’nin
trajik bir sesle ikide birde yineledi i iki
dize vardır: “We perished each alone”
(Her birimiz tek ba ına öldük) ve “someone
had blundered” (Birileri yanlı bir i
yapmı tı.) Birinci dize, William Cowper’in
(1731-1800) “The Castaway”sinden
(Denize Atılan Adam), ikincisi de Lord
Alfred Tennyson’un (1809-1893) “The
Charge of the Light Brigade”inden (Hafif
Süvari Alayının Hücumu) alınmı tır.
Birinci iirde, denize atılan bir adamın
kapkaranlık fırtınalı bir okyanusta
ölümü; ikincisinde de, Kırım sava ı
sırasında, Balaklava’da verilen emrin
yanlı oldu unu bile bile, altı yüz atlının
1
ölüme katlanmaları anlatılır.
Mrs. Ramsay, kocasının bu
davranı ının, Lily Briscoe’nun da dedi i
gibi, hem gülünç, hem de tedirgin edici
oldu unu bilir. Onun a a ılık
komplekslerinin, bencilli inin, kusurlu ya
da eksik yanlarının da bilincindedir.
Kendisi, olanca duyarlılı ıyla, insanlarla
ve yeryüzünün bütün güzel yanlarıyla
tam bir ileti im içindeyken; Mr.
Ramsay’nin kendi iç dünyasına
kapanmı , ba ka insanların ve dı
dünyanın farkında bile olmadı ını da
bilir. Üstelik, Mr. Ramsay ’nin, karısına
çok ha in davrandı ı anlar da olur.
Örne in, romanın ba langıcında, Mrs.
Ramsay, küçük James’in üzülmemesi
için, ertesi gün havanın belki güzel
olaca ını, deniz fenerine belki
gidebilece ini söyleyince, kocası, öfkeden
ter ter tepinerek, “damn you!” (Allah seni
kahretsin!) diye ba ırır. Ama bu
kabalı ından hemen pi man olur. E er
karısı isterse, hava konusunda Sahil
Koruma memurlarına danı abilece ini
söyler. Karısının ona kızmadı ını
anlayınca da, bahçeye çıkıp, “birileri
yanlı yapmı tı” dizesini söyler kendi
kendine. Ama bu dizeyi söylerken,
sesinde her zamanki mutsuz tını
olmadı ından, Mrs. Ramsay,
ba ı landı ını anlayıp, kocasının kendi iç
dünyasına geri döndü ünü bilir.
Ramsay, bu iç dünyanın kapısını
ancak karısına açtı ı için, Mrs. Ramsay,
güçlü görünmek isteyen, ama aslında ne
denli güçsüz oldu unu bildi i, ona
muhtaç bu adamı sürekli avutur, ona
sürekli güven verir. Ramsay ise,
karısının ola anüstü sevecenli ini ve
ho görüsünü sürekli sömürür. Üstelik,
Mrs. Ramsay kocasını korurken, sanki
kocası onu koruyormu gibi yapmaya
özen gösterir. Mrs. Ramsay’yi
taparcasına seven Lily Briscoe, bunun
farkındadır. Gerçi Lily, Ramsay’nin
küçük ve baya ı yanları olmadı ını,
gerçekten acı çekti ini bilir. Ama gene
acımasızdır ona kar ı: Ramsay bencildir,
kendini be enmi tir, ımarıktır, zorbadır;
karısını ölesiye yıpratmaktadır. O “Hiçbir
zaman vermez; o adam alır sadece. Mrs.
Ramsay vermi ti. Vere vere ölmü tü ”.
(“Never gave; that man took. Mrs. Ramsay
had given. Giving, giving, she had died”).
Mrs. Ramsay’nin salt melek huylu
oldu u için kocasına bu kadar sevecen
davrandı ını sanmak bir yanılgı olur. Bu
çiftin ili kilerinde derin duygular vardır.
Mr. Ramsay’nin e ine â ık oldu u su
götürmez. Onu “insanı a ırtacak kadar
güzel” (“astonishingly beautiful”) bulur.
Ya landıkça, güzelli i artmı tır sanki. Bir
ara, karısının elini yakalayıp öyle bir
heyecanla öper ki, Mrs. Ramsay’nin
gözleri ya arır. Virginia Woolf ’un babası
da karısını böyle severdi. Julia Stephen’ın
ölümünden sonra, “Whatever faults I
had... I loved her from first to last... And
she knew it” (Kusurlarım ne olursa olsun...
Onu ba ından sonuna de in sevdim... O da
bunu biliyordu) diye yazmı tı. Mrs.
Ramsay’de böyle bir a k yoktur belki de.
Ama sevgi kesinlikle vardır. Mrs.
Ramsay, yeryüzünde hiç kimseye
böylesine derin bir saygı duymadı ını
söyler. Kocasını kendinden kat kat üstün
sayar. Onun ayakkabı ba larını
ba layacak kadar de erli olmadı ı” (“she
was not good enough to tie his
shoestrings”) kanısındadır.
imdiye kadar ona sık sık
de inmemizden anla ılaca ı gibi, Ramsay
çiftinden sonra To the Lighthouse’un en
önemli ki isi Lily Briscoe’dur. Bunun
nedeni, Lily’nin Virginia Woolf gibi bir
kadın sanatçı olu u ve romanda yazarın
bir çe it sözcüsü görevini üstlenmesidir.
Lily Briscoe’nun resim yaparken çekti i
acılar, Virginia Woolf ’un yazı yazarken
çekti i acıların bir çe it yansımasıdır.
Lily’ye bakılacak olursa, sanat yapıtı
yaratabilmek u runa verilen sava ım,
“insanın yenilgiye mahkûm oldu u bir
sava tır” (“a light in which one was bound
to be worsted”). Lily’nin yaptı ı resimler,
belki hizmetçilerin yatak odasına
asılacak; belki de bir rulo haline getirilip,
bir sedirin altına tıkılacaktır. Ama Lily
Briscoe, hiçbir ödüllendirme beklemeden,
kendi ki isel sanat kavramından hiçbir
ödün vermeden, tablolarını
be enmeyenlere “ama benim gördü üm
budur” (“but this is what I see”) diyerek
sava ımını sürdürür. Üstelik, bu otuz üç
ya ında evlenmemi kadının ya amı kolay
de ildir. Yoksuldur; birlikte oturdu u
ya lı babasına bakması gerekmektedir.
Lily Briscoe’un Mrs. Ramsay’yi
taparcasına sevmesi de, Virginia
Woolf’un ölen annesine sevgisini yansıtır.
Lily bu açıdan da sözcüsüdür yazarın.
Küçük James’e masal okuyan Mrs.
Ramsay’ye bakarken, kendi deyi iyle, â ık
olmaya benzeyen bir duygu içindedir.
Onun dünyanın en güzel, en iyi insanı
oldu unu dü ünür. Bu sevginin co kusu
içinde, yalnız Mrs. Ramsay’ye de il, onun
çocuklarına, hattâ ço u zaman
acımasızca ele tirdi i kocasına bile â ık
gibidir. Mrs. Ramsay ise, Lily’nin
resimlerini pek ciddiye almaz; ama onu
sever. Lily’nin “ufak Çinli gözleriyle (“ little
Chinese eyes”), buru uk izlenimini veren
küçük yüzüyle güzel sayılamayaca ını
bilir. Koca bulamayaca ından korktu u
için, onu William Bankes ile evlendirmeye
kalkar. Oysa Bankes, uzaktan da olsa,
Mrs. Ramsay’ye öylesine tapar ki, de il
Lily’ye, hiçbir kadına bakacak durumda
de ildir.
William Bankes, Lily’nin babası olacak
ya ta bir botanik uzmanıdır. “Sabun
kokan dul bir erkektir” (“a widower
smelling of soap”). Hiç çocu u olmamı tır.
Çok ince ve duyarlı bir adamdır; ama
küçük manyaklıkları vardır. Örne in,
titizli inden ötürü, evin köpeklerinin
koltuklara çıkıp oturmalarına fena halde
sinirlenir. Ya da sebzelerin tuzlu
pi irilmeleri konusunda saatlerce nutuk
atar, bunun zararlarını anlatır durur.
Gençliklerinde, Ramsay ile Bankes çok
yakın arkada mı lar. Ramsay’nin evlenip
çoluk çocu a karı masıyla dostlukları
bitmi . Ama bütün eski dostluklarda
oldu u gibi, kendi kendilerine de,
ba kalarına da, hâlâ çok iyi arkada
oldukları izlenimini vermeye özen
gösterirler. Lily Briscoe, William Bankes’e
büyük saygı duyar. Bencillikten arınmı ,
kendini hep ön plana sürmeyen bir insan
oldu u için, onu Mr. Ramsay’den kat kat
üstün sayar. Ne kadar yalnız oldu unu
da bilir ve hiçbir cinsel duyguya yer
vermeden, bu yalnızlı a sevgiyle
yakla mak ister. Ba kalarına
göstermedi i tablolarını ona gösterir. Ne
var ki, geleneksel resim sanatına inanan
William Bankes, bu empresyonist
tablolardan hiçbir ey anlamaz. Mrs.
Ramsay’nin tasarladı ı evlilik olamaz
elbette; ama Lily Briscoe ile William
Bankes iyi arkada olurlar.
Mrs. Ramsay’nin planladı ı ve-
gerçekle tirdi i öteki evlilik, yani Minta
Doyle ile Paul Rayley’nin evlili i, daha
önce de bildirdi imiz gibi, pek iyi
yürümez. Virginia Woolf, geleneksel
romancılardan farklı olarak, ki ilerini
teker teker betimleyip bize tanıtmadı ı
için, bu iki genç üstüne fazla bilgimiz
yoktur. Ancak, Minta’nın o ça ın iyi
terbiye edilmi genç kızlarına özgü
davranı ları pek önemsemedi ini;
örne in, giysilerinin ıslanmasına hiç
aldırmadan, derelerden geçti ini biliriz.
Romanda bu çiftten daha önemli olan
Charles Tansley üstüne daha önce de
bilgi verdik. O dönemin öfkeli
delikanlılarından (çünkü her ku akta
öfkeli delikanlılar vardır) Charles
Tansley’yi kimseler sevmedi i için Mrs.
Ramsay’nin ona özellikle yakınlık
gösterdi ini de söyledik. Tansley ise,
herkesten gizlediklerini ona söyleyerek
içini döker: Yoksul bir ailenin dokuz
çocu undan biriymi . On üç ya ından
beri, bir yandan çalı mı , bir yandan
okumu . Kı ın sırtına giyecek bir paltosu
yokmu , vb. Tansley bunları anlatırken,
bir yandan da, ileride Mrs. Ramsay’nin
gözüne nasıl girece i konusunda dü ler
kurar. Günün birinde Mrs. Ramsay’nin,
onu profesör cübbesiyle bir üniversite
kentinin sokaklarında yürürken
görmesini ister. Mrs. Ramsay ise, a a ılık
duyguları içinde kıvranan bu
delikanlının, profesör olursa ya da
evlenirse rahatlayaca ından emindir.
Nitekim, romanın on yıl sonra geçen
üçüncü kısmında, Charles Tansley’nin
hem profesör oldu unu, hem de
evlendi ini ö reniriz.

Virginia Woolf annesinin giysileriyle,
1927.

To the Lighthouse’un en gizemli ki isi
ya lı air Augustus Carmichael’dir.
Aklından geçenleri hiç bilmeyiz. Bahçenin
güne li bir kö esinde bir koltu a serilip
hep uyuklar. Nerdeyse hiç konu maz. Hiç
kimseye, Mrs. Ramsay’ye bile ilgi
göstermez. Oysa Mrs. Ramsay’yi on sekiz
ya ında ve daha evlenmemi ken tanımı ,
güzelli ine hayran olmu , ona
tutulmu tur belki de. Mr. Carmichael,
huysuz bir kadınla evlidir; evinde
mutsuzdur. Bu yüzden her yaz, karısının
irretli inden kaçar, Ramsay’lere sı ınır.
Üçüncü kısımda ancak o ve Lily Birscoe
adadaki yazlık eve konuk gelirler.
Carmichael, eskiden üniversitede Farsça
dersleri vermi bir arkiyatçıdır. Bir süre
Hindistan’da bulunmu ve orada
uyu turucu kullanmaya alı mı tır.
Yüzünde mutlu bir ifadeyle
uyuklamasının nedeni de, yemeklerde
barda ına birkaç damla “ilaç”
koymasından ötürüdür her halde.
To the Lighthouse’un birinci kısmının
sonundaki ak am yeme inde, Mr.
Carmichael huy edindi i sessizli i bozup,
biraz daha çorba ister. Kendisi
taba ındaki yeme i bitirdikten sonra
ba kasının yemesine katlanamayan Mr.
Ramsay fena halde öfkelenir. Ama Mrs.
Ramsay, ya lı aire istedi i çorbayı verir.
O yemekte, Ramsay ailesi ve konuklarıyla
birlikte, sofrada on be ki i vardır. Ünlü
bir Fransız yeme i olan “boeuf en
daube”un pi irilmesi, Mrs. Ramsay’nin
denetimi altında tam üç gün sürmü tür.
Bu yemek, yalnız Fransız mutfa ının bir
zaferi de il, Mrs. Ramsay’nin insanları
birle tirip kayna tırma yetene inin de bir
zaferidir. “Boeuf en daube”u yerken,
herkes birbirini sever, birbirine ba lı bir
grup olu turduklarının bilincine varırlar.
Böyle bir uyum, ancak hazla yenilen
güzel bir yemekle sa lanabilir
E.M.Forster’e göre:

“Real food is necessary, and this in
her fiction as in her home, she
knew how to provide... Food for her
was not a literary device to make
the book seem real. She put it in
because she tasted it.”
(Gerçek bir yiyecek gereklidir. Virginia
Woolf, romanlarında da, evinde de,
bunu sa lamasını bilirdi. Bu yiyecek,
kitabı daha gerçekçi yapabilmek için
eklenen bir edebiyat hilesi de ildir.
Yiyece in tadını bildi i için bunu
romanına koymu tur.)

in bir ilginç yanı da, herkesi mutlu
etti i bu yeme in ba langıcında, Mrs.
Ramsay’nin özellikle mutsuz olmasıdır.
Sofraya otururken, ömrü boyunca bir ey
yapamadı ını dü ünür. Kocasına bakar,
onu nasıl sevebildi ine a ar. Ya amdan
da, insanlardan da tümüyle kopuk
hisseder kendini. Ama sonra,
toparlanmanın yolunu bulur. Kendisiyle
insanlar arasında ve insanların birbirileri
arasında, gene sevgi ba ları kurar. Bunu
yapınca da, ya amına derin bir anlam
veren, aslâ unutamayaca ı bir mutluluk
anı ya ar:

“Everything seemed possible.
Everything seemed right... She had
reached security. She was in an
element of joy. It partook of
eternity... Immune of change and
shines out... In the face of the
flowing, the fleeting, the spectral,
like a ruby... Of such moments, she
thought, the thing is made that
remains for ever after. This would
remain.”
(Her ey olası gibiydi. Her ey do ru
gibiydi... Güvene varmı tı... Bir sevinç
ortamı içindeydi. O an, sonsuzlu un
bir parçasıydı ve ı ıldıyordu...
Akanların, uçanların, hayalimsi
olanların kar ısında bir yakut gibiydi.
Böyle anlardan olu ur sonsuza dek
kalan, diye dü ündü. Bu an
kalacaktı.)

To the Lighthouse’un üçüncü ve son
kısmında, aynı sırada gerçekle en iki
durum ele alınır: Bir yandan James, kız
karde i Cam ve babaları, aradan on yıl
geçtikten sonra deniz fenerine giderler;
bir yandan da Lily Briscoe, on yıl önce
ba ladı ı tabloyu bitirir. Bu durumların
ikisi de, çoktan ölen Mrs. Ramsay ile
ba lantılıdır. Çünkü Mrs. Ramsay, küçük
o lunun deniz fenerine gitmesini istemi ;
fenerin bekçisine arma anlar
hazırlamı tır. Lily’nin sonunda bitirdi i
tabloda da Mrs. Ramsay
gösterilmektedir. Hattâ Lily, yüksek sesle
“Mrs. Ramsay! Mrs. Ramsay!” diyerek
özlemden a larken, tuvalin üstünden
bakınca, onu orada gördü ünü: Mrs.
Ramsay’nin, deniz fenerinin bekçisinin
o luna verilecek kahverengi çorapları
örerek, orada oturdu unu sanır bir ara.
Ve bu görüntüyü, onun e i ve
çocuklarıyla payla mak istercesine, deniz
fenerine yakla makta olan küçük
yelkenliyi arar gözleriyle.
Mr. Ramsay, sandala binip gitmeden
önce, Lily’nin ona kar ı duyguları hiç de
dostça de ildir. Çünkü aradan on yıl
geçtikten sonra ya lanan bu adam,
eskiden yalnız e inden istedi i anlayı ve
yakınlı ı, imdi Lily’den de, ba kalarından
da istemektedir. Tablosunu bitirmeye
çalı an Lily’nin çevresinde, “yiyecek birini
arayan bir aslan gibi” (‘like a lion seeking
whom he could devour”) dolanıp durur,
onu tedirgin eder. Cowper’in “The
Castaway” iirinden kopuk kopuk
sözcüklerle yalnızlı ını ve yakla an
ölümünü anımsatır. Lily’nin yanına
geldikçe sanki beraberinde “yıkıntı”
(“ruin”) ve “karga a” (“chaos”)
getirmektedir. Bu yıkıntıyı ve karga ayı
önleyecek, onların yerine huzur ve düzen
getirecek bir Mrs. Ramsay de yoktur
artık.
Lily Briscoe, acı çeken bu ya lı adama
yardım etmek ister. Mrs. Ramsay’nin
kocasından hiçbir zaman esirgemedi i
anlayı ve sevgiyi ona veremedi i için,
gerçek bir kadın gibi de il, huysuz bir kız
kurusu gibi davranmakla suçlar kendini.
Elinde fırçası, tablosunun önünde
dururken, Mr. Ramsay’ye söyleyecek bir
söz arar, bulamaz. Sonunda “kanayan
ellerini, parçalanmı yüre ini” (“his
bleeding hands, his lacerated heart”)
göstererek ondan merhamet dileyen
ihtiyarın ayakkabılarına bakar, “Ne güzel
ayakkabılar!” (“What beautiful boots!”) der
heyecanla. Bunu söyler söylemez de,
kendinden utanır. Ama ne gariptir ki,
Mr. Ramsay’nin çok fena öfkelenece ini
sanırken, bu münasebetsiz söz
sayesinde, aralarında inanılmaz bir
yakınla ma olur. Nefis bir gülmece
sahnesidir bu: Mr. Ramsay, ansızın tatlı
tatlı gülümser; Lily’ye hak verir.
ngiltere’de ancak bir tek ki inin bu
kadar sa lam ayakkabılar yapabildi ini
söyler; sevinerek ayaklarına bakar. Lily
rahatlar. Sa duyu ve huzur dolu bir
adaya, “iyi ayakkabılar adasına” (“ the
island of good shoes”) vardıklarını anlar.
Mr. Ramsay de Lily’nin ayakkabılarıyla
ilgilenir. Lily’nin ayakkabılarını üç kez üst
üste çözüp ba layarak, bu i in do ru
dürüst nasıl yapılması gerekti ini ona
ö retir. Lily, hiç beklemedi i bir anda,
Mr. Ramsay’ye yalnız merhamet de il,
öyle derin bir sevgi duyar ki, gözleri
ya larla dolar.
Lily Briscoe ile Mr. Ramsay arasındaki
yakınlık, romanın sonunda, Mr. Ramsay
ile çocukları arasında da görülür. James
on yıl önce gitmeye can attı ı fenere,
imdi babası tarafından zorla
götürülmektedir. Babaları, James ile
Cam’i sabah erkenden uyandırmı ; deniz
fenerine gideceklerini buyurmu tur
onlara. Çocuklar oraya gitmek
istemediklerini söyleseler, Mr. Ramsay
kıyametleri kopararak, bir tragedya
havasına girecek, “sürgünde bir kral” (“a
king in exile”) halleri takınacaktır. James
ile Cam, zorla bindikleri küçük yelkenlide
giderken, rüzgârın kesilece ini, deniz
fenerine varamayacaklarını umarlar.
James, eskiden, altı ya ındayken,
havanın kötü olaca ını, ertesi gün fenere
gidemeyeceklerini söyleyen babasına
nasıl isyan edip onu öldürmek istediyse,
imdi de on altı ya ındayken, aynı isyan
içindedir. Mr. Ramsay ters bir lâf ederse,
bir bıçak alıp, o bıça ı babasının yüre ine
saplamaya kararlıdır. Ne var ki, fenere
yakla tıkça kini yok olur. Mr. Ramsay,
dümendeki James’in denizcili ini övüp,
ona “aferin” deyince, delikanlı sevinçten
uçar, büyük bir sevgi duyar babasına.
Cam, James’in önerisi üstüne,
babasının zorbalı ına kar ı sava maya
ant içmi tir. imdi babası, sandalda, ara
sıra acı çı lıklar atarcasına, Cowper’in
dizelerini yineler:

“We perished each alone,
But 1 beneath a rougher sea
Was whelmed in deeper gulfs than he.”
(Her birimiz yalnız öldük;
Ama ben, ondan daha fırtınalı bir
denizde
Ve daha derin uçurumlarda.)

Bu dizeleri duyan Cam, fena içerler
babasına. Ama deniz fenerine
yakla tıkça, karde indeki de i iklik, onda
da görülür; öfkesinin yerini sevgi alır.
Böyle bir babası oldu u için gururlanır.
Onun ellerinin, ayaklarının, sesinin ne
güzel oldu unu dü ünür. Babasının
acayipli ini, tutkulu hallerini sever.
Herkesin önünde, hiç çekinmeden “her
birimiz yalnız öldük” diye ba ırmasına
hayran olur.
Mrs. Ramsay’nin ömrü boyunca
kurmaya çalı tı ı sevgi ba ları, e i ve
çocuklarının onu simgeleyen deniz
fenerine varmalarıyla sa lam temeller
üstüne artık kurulmu tur sanki. Bunun
hiç de bilincinde olmadıkları halde, deniz
fenerine ayak basınca, Mr. Ramsay
karısına, çocuklar annelerine
kavu mu casına bir mutluluk duyarlar.
Lily’nin ve Ramsay’lerin huzurunu
payla an ya lı air Carmichael,
sandaldakilerin deniz fenerine
yana tıklarını söyledikten sonra, bütün
günahları ba ı lıyor, bütün acılara
merhamet ediyormu gibi, gizemli oldu u
kadar da görkemli bir hareketle, herkesi
kucaklarcasına, kollarını açar ve Mr.
Ramsay ile çocukları deniz fenerine tam
ayak bastıkları sırada, görmesi gerekeni
sonunda görebilen Lily Briscoe, “I have
had my vision” diyerek tablosunu bitirir.
To the Lighthouse’un son cümlesidir bu.

Bölüm 14
Orlando


To the Lighthouse’dan bir yıl sonra
1928’de yayınlanan Orlando, Virginia
Woolf’un öteki romanlarına hiç mi hiç
benzemeyen, hattâ ngiliz edebiyatında
hiçbir ba ka kitaba benzemeyen, tümüyle
özgün bir dü gücü ürünüdür.
Ele tirmenler genellikle “a fantasy” (bir
fantezi) diye nitelerler Orlando’yu. Yazarın
kendisi ise “a biography” (bir
ya amöyküsü) adını verir kitabına. Ama
bu bir akadır elbette. Çünkü sözde
ya amöyküsünü yazdı ı insan, Elizabeth
Ça ından 1928 yılına, yani Orlando’nun
yayınlandı ı tarihe kadar üç buçuk
yüzyıldan fazla ya ar; kitap bitti i sırada
hâlâ ya amaktadır ve ancak otuz altı
ya ındadır. The Death of the Moth’ta çıkan
“The Art of Biography” (Ya amöyküsü
Yazmak Sanatı) adlı denemesinden
anla ıldı ı gibi, Virginia Woolf birçok
ya amöyküsünü incelemi ti ve Orlando’da
bu türün bir çe it parodisini yapmak
ayrıca ho una gitti. Örne in, ele aldı ı
insanın ya amıyla ilgili belgeler sözde
eksikti. Çözümleyemedi i sorunlar vardı;
kimi belgelere güvenilmezdi vb. Buna
benzer sözlerle okuyucularından sözde
özür dilemeyi ihmal etmedi. Gene
ya amöyküsü yazarlarının geleneklerine
uyarak, çe itli ki ilere minnet borcunu
belirtti ve te ekkürlerini sundu. Bunların
arasında çoktan ölmü eski dostları
vardı, yani Daniel Defoe, Thomas
Browne, Laurence Sterne, Walter Scott,
Thomas de Quincey, Emily Bronte,
Walter Pater gibi ünlü yazarlar. Henüz
ya amakta olan dostları da vardı.
Örne in, T.S. Eliot, ye enleri Julian Bell
ve Quentin Bell ve ba kaları. Adını
unuttu u ve adresini yitirdi i bir
Amerikalı baya ayrıca ükran
duymaktaydı; çünkü bu bay, kitabının
botani ini, entemolojisini (yani böcekler
bilimini), co rafyasını ve kronolojisini
özenle denetlemi ti.
Güncesinden anla ıldı ı gibi, Virginia
Woolf çok güç bir kitap olan To the
Lighthouse’u bitirip, daha da güç olan The
Waves ile u ra maya ba lamadan önce,
biraz dinlenmek, biraz dalga geçmek
niyetindeydi:

“I think this will be great fun to
write; and it will rest my head
before starting the very serious
mystical poetical work which I want
to come next.”
(Bunu yazmanın çok e lenceli
olaca ını sanıyorum. Bundan sonra
yazmak istedi im çok a ırba lı, mistik
ve iirsel kitaba ba lamadan önce,
kafamı dinlendiririm.)

Gene güncesinden anla ıldı ı gibi,
yepyeni yöntemler uygulayarak, özgün
deneyler yaparak ve iyice zorlanarak pe
pe e üç güç romanı, yani Jacob’s Room’u,
Mrs. Dalloway’i ve To the Lighthouse’ı
yazdıktan sonra, bir “kaçamak”
(“escapede”) yapmak, “tabanları ya layıp
kaçmak” (“to kick up my heeels and be of!’)
istiyordu. “I want fun, I want fantasy”
(E lence istiyorum, fantezi istiyorum) diye
yazıyordu güncesinde. Ama tasarladı ı
kitap, yalnız e lenceli olmayacaktı. “Yarı
gülen, yarı a ırba lı” (“half laughing, half
serious”) bir kitap olacaktı ve gerçekle
fantezi arasındaki dengeyi korumaya
özen gösterilecekti. Güttü ü amaçlardan
biri de, Orlando’nun öteki romanlarından
farklı olarak, kolay anla ılır olmasıydı.
Güncesinde, bu kitabın çok açık seçik ve
sade olaca ı için, okuyucuların her eyi
kolayca anlayacaklarını söyler.
Orlando’nun Virginia Woolf ’un bundan
önceki romanlarından bir ba ka farkı da,
bunlarda anlatılacak bir olay örgüsü,
hattâ olay diyebilece imiz hiçbir ey
yokken, Orlando’nun gene yazarın kendi
belirtti i gibi, Defoe’nun picaresque
denilen türde serüven romanları kadar
çarpıcı ve renkli olaylarla dolup
ta masıdır. A a ı yukarı iki yüz sayfa
tutan bu altı bölümlük kitapta neler
olmaz ki! Orlando, daha on altı
ya ındayken Kraliçe Elizabeth’in gözüne
girer; bir Rus Prensesiyle çılgın bir a k
ya ar; Thames nehrinin üstünde öyle
kalın bir buz tabakası olu ur ki, bir
buzun üstünde e lence yerleri ve
Orlando ile Rus Prensesinin sevi ti i
kö kler dikilir; Orlando stanbul’a elçi
gönderilir; bir Çingene dansözle gizlice
evlenip, üç o ul sahibi olur; stanbul’dan
Bursa’ya kaçıp, Çingenelerle ya ar bir
süre; serüvenci bir denizciyle ikinci bir
evlilik yapar, vb. Orlando’nun ba ından
geçen olayların en çarpıcısı, kitabın ilk
yarısında erkekken, günlerce süren
gizemli bir uykudan sonra, ikinci
yarısında kadın oluvermesidir.
Orlando’nun, Virginia Woolf ’un bir ara
â ık oldu u Vita Sackville-West’e ithaf
edildi i ve Vita’nın ki ili inden esinlendi i
göz önünde tutulursa, bu cinsiyet
de i imi son derece anlamlıdır. Çünkü
yazarın ya amından söz ederken
belirtti imiz gibi, Virginia Woolf ’un
gözünde Vita Sackville-West, kadınlıkla
erkekli i ki ili inde birle tiren androjen
bir yaratıktı. Onda bir erke in gücü ve
bir kadının zarifli i vardı. te bu yüzden
Vita’nın o lu Nigel Nicolson, Orlando’dan
“the longest and most charming love-
letter in literature” (edebiyat tarihinin en
uzun ve en nefis a k mektubu) diye söz
eder. Virginia Woolf, Orlando’nun ilk
baskısında, kitabın gerçek bir
ya amöyküsü oldu u akasını sürdürmek
için, Orlando’nun portrelerini verir.
Bunlar, Vita Sackville-West ’in
foto raflarıdır aslında. Kitap
yayınlanmadan önce, Vita ile yazar, bir
haftalı ına ba ba a Fransa’ya
gitmi lerdi. Vita o zaman okumu tu
ba ki isi oldu u kitabı. Virginia Woolf,
kitabını yazarken, Vita’nın do du u
Knole atosu’nda bir süre kalmı tı. Soylu
Sackville-West ailesinin dört yüzyıldan
beri oturdukları bu koskocaman ve
görkemli malikâne, yazarı çok etkilemi ti.
Orlando’nun, bir yılın günleri kadar, yani
365 odası olan atosu, Knole’un
abartmalı bir kopyasıdır. Vita Sackville-
West, yıllarca sonra, 1955’te The
Listener’de yayınladı ı bir makalede
Virginia Woolf ’un, Orlando’yu yazarken,
kendisinden, ailesinden, Knole
malikânesinden esinlendi ini ve eski
ailelerle tarihsel malikânelerin Marcel
Proust’u büyüledi i gibi, Virginia Woolf’u
da büyüledi ini söyler. (Bunda Virginia
Woolf’un snob’lu unun da bir payı var mı
acaba diye hafif bir ku kuya kapılırız.)
Vita’nın kocası Harold Nicholson da,
e ine bir mektubunda, onun Orlando’nun
ba ki isi olmasıyla gururlandı ını, ikisi de
öldükten sonra, Vita ile Knole’un Virginia
Woolf’un kitabında sonsuza de in
ya ayaca ını söyler.
Orlando’nun ansızın cinsiyet
de i tirmesi, yazarın hafife alınacak bir
akası de ildir. Androjenlik, yani bir
insanın hem kadın hem erkek olması,
tam bir insan olabilmesi için arttır
Virginia Woolf ’a bakılacak olursa. Daha
önce de açıkladı ımız gibi, yazar bir yıl
sonra yayınladı ı A Room of One’s Own’da
bu görü ünü savunur. Virginia Woolf ’a
göre, kadınlarla erkekler, fizyolojik
yapıları açısından farklıdırlar. Ama iki
cinsiyet arasında, psikolojik açıdan kesin
sınırlar yoktur gerçekte. Orlando’da der
ki:

“Different though the sexes are,
they intermix. In every human being
a vaccilation from one sex to the
other takes place, and often it is
only the clothes that keep the ma’le
or female likeness while underneath
the sex is the very opposite of what
it is above.”
(Cinsiyetler birbirilerinden farklı
oldukları halde, birbirileriyle
karı ırlar. Her insan, bir cinsiyetle
ötekisi arasında kararsızca sallanır.
Ço u zaman ancak giysiler, erkek ya
da di i görüntüsünü korumaktadır.
Oysa bu giysilerin altındaki cinsiyet,
görünen cinsiyetin tam tersi olabilir.)

in ilginç yanı udur ki, Orlando erkek
oldu u sürece, hiçbir androjenlik belirtisi
göstermez. Kadınsı hiçbir yanı olmayan
tam bir erkektir. Ancak kadın olduktan
sonra, hem kadın hisseder kendini, hem
de erkek. Aklına esince, erkek gibi
ya ayabilmekten haz duyar. Erkek
kılı ına girip düellolar yapar, denizlere
açılıp kaptanlık eder; bir kadını kaçırır ve
o kadının kocası, kaçakları tâ
Hollanda’ya kadar kovalar. Geceleri
Londra sokaklarında erkek kılı ında
gezinir. Mü teri çekmek için, çok mutsuz
görünen, hep a layıp sızlayan genç bir
fahi enin odasına gider. Bu kıza, erkek
olmadı ını gösterince, sözde çok hüzünlü
olan fahi e kahkahalar atarak gülmeye
ba lar. Ba ka genç fahi eleri de yakından
tanır ve onların sohbetinden ayrıca
ho lanır. Kimi zaman aynı gün, hem
erkek kılı ında, hem kadın kılı ında
ortaya çıkar. Her iki cinsiyetten
insanlarla, gelip geçici, ama çok keyifli
a k serüvenleri ya ar. Ya amın hazlarını
böylece arttırdı ını söyler.

Woolf’un gözüyle “Orlando’nun
Çocuklu u”,
IV. Dorset kontunun iki o lunun
resminden detay.

Androjenlik, Orlando’ya özgü bir
durum de ildir; romanın ba ka ki ilerinde
de görülür. Örne in, Orlando erkekken
ona â ık olan Rumanyalı Ar idü es
Harriet Griselda, aslında erkektir ve
Orlando ile ili ki kurabilmek için kadın
kılı ına girmi tir. Orlando’nun yıldırım
a kıyla tutuldu u son sevgilisi
Marmaduke Bonthrop Shelmerdine’in
Orlando’nun kadınlı ı konusunda
ku kuları vardır. Sahiden kadın mı
oldu unu sorar ona. Orlando ise,
sevgilisinin aslında erkek de il, kadın
oldu unu dü ünür. Zaten bu sevgililer
için, Orlando’nun kadın, kısaca Shel
dedi i sevgilisinin erkek olması önemli
de ildir. Onların açısından, bir kadının
tüm davranı larında bir erkek kadar
güçlü ve özgür; bir erke in de bir kadın
kadar duyarlı ve ince olabilmesidir asıl
önemli olan.
Orlando, erkekken kadın olmakla
kalmaz sadece. Tâ Elizabeth Ça ından
1928 yılına kadar, ya adı ı yüzyıllara
uyarak, çe itli de i imlere u rar. Onda
hiç de i meyen tek ey airli idir. Virginia
Woolf, ba ki isinin edebiyat merakını,
çocuklu unda ba layan bir hastalık
olarak ele alır. Bu hastalı ın ilk belirtisi,
okuma tutkusudur. Hasta gece gündüz
okur. Hiç olmazsa geceleyin okumasın
diye mumları elinden alırlar. Çocuk,
bahçeden topladı ı ate böceklerini bir
cam kabın içine koyarak, onların ı ı ında
okur. Bu sürekli okumanın do al sonucu
da, hastanın yazı yazmak illetine
tutulmasıdır. Virginia Woolf, sevimli
abartmalar yaparak, Orlando’nun daha
yirmi be ine basmadan, kimi iirle kimi
düzyazıyla kırk yedi tiyatro oyunu, birkaç
sone dizisi; bir kısmı ngilizce, bir kısmı
Fransızca, bir kısmı talyanca yı ınla iir
yazdı ını söyler. Bu iirlerin hepsi çok
uzun ve çok co kuludur. Ne var ki,
Orlando yazdıklarını yayınlamaz. Çünkü
Elizabeth Ça ı görgü kurallarına göre,
soylu bir ki inin (Orlando XI. yüzyılda
Norman istilâsı sırasında ngiltere’ye
yerle en çok soylu bir aileden gelir)
edebiyatla u ra ması ve iir yazması ne
denli do ruysa, yazdıklarını yayınlamaya
kalkması da o denli yanlı tır. Hattâ yalnız
yanlı de il, fena halde ayıplanacak bir
davranı tır.
Orlando on altı ya ındayken, Kraliçe
Elizabeth’in görkemli atosuna konuk
geldi i sırada, u ak odalarından birinde,
bir masaya oturmu , dü ünüp dü ünüp
bir eyler yazan, biraz topluca, çok
kılıksız bir adam görür. Bu adamın
Shakespeare oldu unu anlar. Onunla
konu mak ister, cesaret edemez. Ama o
adamın “son derece a ırtıcı” (“most
amazing”) gözlerini hiçbir zaman
unutamaz. Onun gibi büyük bir air
olmak hırsıyla yanıp tutu ur ömrü
boyunca.
Orlando, en soylu duyguları gözler
önüne seren, aynı zamanda insanda
deh et uyandıran tragedyalarını ve
iirlerini yazarken, bütün sanatçıların
çektikleri korkunç acıları çeker. Yazar
yazar, sonra yazdıklarını yırtar. Kendini
çok yetenekli sanıp, sevinçten uçar;
sonra da baya ının baya ısı sayıp peri an
olur. Büyük bir dâhi mi, yoksa iflâh
olmaz bir budala mı oldu una karar
veremez. air olmanın, ataları gibi sava
alanlarında kılıç sallayarak kahramanlık
etmekten ne denli daha güç bir i
oldu unu anlar bu arada.
Orlando, daha sonraları da sözünü
edece imiz yazar Nick Greene’i atosunda
konuk eder. Ama bu adam, Londra’ya
geri döner dönmez, Orlando’yu da,
Orlando’nun tragedyalarıyla iirlerini de
rezil eden bir ta lama yayınlar. Artık otuz
ya ında olan Orlando, bu ta lamayı
okuyunca büyük bir ok geçirir; sayısı elli
yediye çıkan tragedyalarının hepsini ve
iirlerini yakar. Ancak “The Oak Tree”
(Me e A acı) adlı iirine kıyamaz; yüzyıllar
boyunca bu iirin üstündeki çalı malarını
sürdürür. Bu arada karar verir: Bundan
böyle kendine ün sa lamak hırsından
sıyrılacak; Norman soyundan çok daha
yüce bir soydan, yazarların kutsal
soyundan geldi inin bilincine varacak,
ba kalarının ho una gitmek için de il,
yalnız kendisi için, yalnız iire taptı ı için
“The Oak Tree”yi yazacaktır. Böylece
malikânesinin bir tepesindeki o me e
a acını ölümsüzlü e kavu turacaktır.
Orlando, Elizabeth Ça ında yazmaya
ba ladı ı bu iiri Victoria Ça ında bitirir
ancak. Bitirince de, her zaman
gö sünde, yüre inin üstünde ta ıdı ı el
yazması, canlıymı gibi çırpınmaya
ba lar. Orlando anlar ki, o iir mutlaka
okunmak istiyor; e er okunmazsa,
gö sünün üstünde ölüverecek. Sir
Nicholas Greene, iirin hemen
yayınlanmasını sa lar. Hızla yedi baskı
yapan iire iki yüz guinea’lik bir ödül de
verilir. Sir Nicholas Greene, bir nutuk
atarak, ödül parasını Orlando’ya sunar.
Kimi ele tirmenlere göre, Orlando,
ngiliz edebiyatının geçirdi i dönemleri
simgeleyen bir ki idir: Elizabeth Ça ında,
co kulu, duygusal ve serüven
meraklısıdır; Jacobean Ça da, kasvetli ve
ölüme tutkundur; Kraliçe Anne
döneminde, ne elidir ve ta lama türüne
merak duyar. Sonra, romantizm
dönemine uyarak, yeniden co kulu;
da lara, ormanlara, denizlere büyük bir
a k içindedir. Victo ria Ça ında bir hayli
burjuvala ır; evlenip çoluk çocuk sahibi
olmak gereksinimi duyar; son derece
tatsız iirler yazmaya ba lar. Ama “The
Oak Tree” iirini sürekli düzelten
Orlando’nun aklından geçenlere
bakarsak, bütün bu de i imler içinde,
Orlando’nun iirinin de, kendisinin de
pek de i medi ini anlarız. Tıpkı ngiliz
edebiyatı temel özelliklerini korudu u
gibi, o da öz ki ili ini her zaman korumu ;
örne in, dü ünceye her zaman saygı
duymu , do ayı her zaman sevmi tir.
Orlando’nun belirli bir tarihten sonra
cinsiyet de i tirip kadın olmasını bile,
ngiliz edebiyatının de i ik dönemlerini
temsil etmesine ba layanlar vardır.
Çünkü XVI. ve XVII. yüzyıllarda
kadınların hiç yeri yoktu edebiyatta.
Aralarında gizlice yazanlar vardı belki;
ama yazdıklarını yayınlamaya kalkmak,
akıllarının kenarından bile geçmezdi.
Kadınlar, ancak XVIII. yüzyılda
edebiyatta kendilerine bir yer edinmeye
ba ladılar. Romancı kadınlar yeti ti; ama
uzun zaman air kadın gene de yoktu.
Belki bu yüzdendir ki, Or-lando, kadın
olduktan sonra da “The Oak Tree” iirini,
gö sünün üstünde ta ımakla birlikte,
kadından air çıkmadı ına göre, acaba
iirimi yazmaya devam edebilecek miyim
kaygısına kapılır.
Orlando’nun altı bölümünün kapsadı ı
yıllar a a ı yukarı öyle sıralanabilir:
Birinci bölüm 1585-1625, ikinci bölüm
1625-1680, üçüncü bölüm 1680-1702,
dördüncü bölüm 1702-1800, be inci
bölüm 1800-1900 ve altıncı bölüm 1900-
1928. Bu zaman dilimleri arasında
Virginia Woolf ’un en çok Elizabeth Ça ını
sevdi i hiç ku ku götürmez. Bu ça ın,
kendi ya adı ı XX. yüzyıldan ne denli
daha güzel ve daha renkli oldu unu
co kuyla anlatır:

“The age was the Elizabethan. Their
morals were not ours; nor their
poets; nor their climate; nor their
vegetables even. Everything was
different. The weather itself, the
heat and cold of summer and
winter, was, we may believe, of
another temper altogether...
Sunsets were redder and more
intense; dawns were whiter and
more auroreal... The rain fell
vehemently or not at all. The sun
blazed or there was darkness...
Violence was all. The flowers
bloomed and faded. The sun rose
and sank. The lover loved and
went... For the day was brief and
the day was all.”
(Elizabeth Ça ıydı bıı. Onların ahlâk
kavramı, bizim ahlâk kavramımız
de ildi; airleri, bizim airlerimiz
de ildi; iklimleri bizim iklimimiz
de ildi; hattâ sebzeleri bile bizim
sebzelerimiz de ildi. Her ey
ba kaydı. Hava bile, yazın sıca ının,
kı ın so u unun bamba ka oldu una
inanabiliriz... Gün batı ları daha kızıl
ve daha yo undu; afaklar daha
beyaz ve daha afa ımsıydı... Ya mur
ya iddetle ya ar ya da hiç ya mazdı.
Güne ya pırıl pırıl parlar ya da
karanlık olurdu... iddet her eye
egemendi. Çiçekler açar ve solardı.
 ıklar sever ve giderdi... Çünkü gün
kısaydı ve o günden ba ka bir ey
yoktu.)

Orlando, bu bamba ka ça ın e siz bir
çiçe idir. Gençtir, yakı ıklıdır, soyludur,
oyun yazarıdır, airdir, Kraliçe
Elizabeth’in gözdesidir. Ya lı Kraliçe
atosuna konuk geldi i sırada, Orlando,
onun önünde diz çöküp, o ak am
verilecek görkemli ölenden önce ellerini
yıkaması için, Kraliçeye bir kâse gülsuyu
sunar. Elizabeth, bu on altı ya ında
gencin, son derece biçimli bedenini,
kapkara saçlarını, “sırılsıklam
menek eleri” (“drenched violets”) andıran
gözlerini görür görmez, ona bayılır.
Orlando on sekiz ya ındayken,
Londra’ya Saraya gider. Artık ölmek
üzere olan Kraliçe, ona dizba ı ni anını,
ikinci bir malikâne ve bol bol toprak
ba ı lar. Gelgelelim, aralarında geçen
oldukça güldürücü bir sahneden
anla ıldı ı gibi, Elizabeth’in sevgi
gösterilerine katlanmak hiç de kolay
de ildir. Örne in, artık ayakta
duramayan Kraliçe, yattı ı yerden
uzanıp, “benim zaferimdir bu” (“this is my
victory”) diyerek, delikanlıyı kendine
do ru çeker, ba rına basar. Orlando,
çocukken, annesinin eski kürklerini
sakladı ı dolaba kapanmı casına soluk
alamaz olur. Üstelik Kraliçe, bir aydır
üstündeki giysileri de i tirmedi inden,
hiç de güzel kokmamaktadır. Sonunda
Orlando, çapkınlı ından ötürü
Elizabeth’in gözünden dü er: Kraliçe, onu
öldürecekler korkusuyla, yatak odasının
kapısını hep açık bırakır; yanında da her
zaman bir ayna vardır. Günün birinde bu
aynadan bakarken, gözdesinin bir genç
kızı öptü ünü görür. Fena halde
öfkelenen Kraliçe, aynayı paramparça
eder. Herkes ko u ur. Kraliçeye inme
iner. Bir süre sonra da ölür.
Orlando çapkın olmasına çapkındır.
Üstelik, hem saraydaki soylu kızlardan,
hem de sokaklardaki halk kızlarından
ho lanır. Yazarın dedi i gibi, yalnız
bahçelerde yeti tirilen nadide çiçekleri
seçmez; kır çiçekleri, hattâ zararlı bilmen
otlar bile onun ilgisini çeker. Ne var ki,
çapkınlı ını unutup, ilk büyük a kını
Elizabeth Ça ında ya ar. ( kincisini de,
kadın olduktan sonra, bir erkekle XX.
yüzyılda ya ayacaktır.) Orlando’nun
tutuldu u Rus Prensesi, Kraliçe
Elizabeth’in ölümünden sonra tahta
geçen Birinci James’in taç giyme töreni
için Moskova’dan gönderilen özel elçiyle
birlikte Londra’ya gelir. Bu gizemli
Prenses konusunda birçok ey bilinmedi i
gibi, Rus elçisinin kızı mı, yoksa ye eni
mi oldu u da bilinmez. Adı Marusha
Stanislovska (ünlü tiyatro yönetmeni
Stanislavski’ye bir gönderme olsa gerek)
Dagmar Natasha, Iliana Romanovitch’dir.
Ama kısaca Sasha derler ona. Orlando,
Sasha’yı ilk kez, buz tutmu Thames
nehrinin üstünde paten kayarken görür.
Sasha, öyle bir hızla, öyle bir ustalıkla
kaymaktadır ki, hiçbir kadının bunu
yapamayaca ını dü ünen Orlando, onu
ilkin bir erkek çocu u sanır. Bir erkek
çocu una yıldırım a kıyla dakikasında
â ık olmanın pani i içinde, saçını ba ını
yolar. Ama onu yakından görünce, kadın
oldu unu anlar. Çünkü “Hiçbir erkek
çocu un, denizin dibinden çıkartılmı
izlenimini veren gözleri olamaz” (“No boy
had eyes which looked as if they had been
fished out from the bottom of the sea”).
Orlando, Kral James’in sarayında
Fransızcayı rahatça konu abilen ender
ki ilerden biridir. Bu sayede, Rus
Prensesiyle hemen dostluk kurabilir
(Virginia Woolf, bu dili bildi i için
delikanlının ba ına geleceklerden haberi
olan geleneksel ya amöyküleri
yazarlarının bir parodisini yaparak,
“ke ke hiç bilmeyeydi” diye ah vah eder
bu arada). Orlando, Rus Prensesine
çılgınca tutulur. Onu “bir zeytin a acına,
yüksekten bakılan denizin dalgalarına,
bir zümrüte” benzetir (“like an olive tree,
like the waves of the sea when you look
down upon them from a height; like an
emerald”). ngilizce’de de, Fransızca’da
da, onu yeterince övebilecek söz
bulamaz. Prensesi tanımadan önce,
ba ka kadınlarla ili ki kurmu olmasına
a ar. Bir deri bir kemik o kocakarıya,
yani Kraliçe Elizabeth’e, o kırmızı yanaklı
aptal kızlara, o entrika dü künü saray
kadınlarına nasıl el sürdü ünü aklı
alamaz.
Orlando ile Sasha’nın a k serüveni,
Thames nehrinin buz tuttu u o
ola anüstü kı günlerine rastlar. Virginia
Woolf, “The Great Frost”u (Büyük Don)
güldürücü abartmalarla anlatır: Hava
öyle so uktur ki, yalnız hareket halinde
insanlar ve hayvanlar de il, ku lar bile
havada uçarken donuverip, küt diye yere
dü erler. Bütün ngiltere so uktan
kırılırken, Londra, “son derece parlak bir
karnavalın” (“a carnival of the utmost
brilliancy”) keyfini sürer. Halkın gözüne
girmek isteyen yeni Kral Birinci James,
kalın bir buz tabakasıyla örtülü
Thames’in üstünde koskocaman bir
e lence parkının kurulmasını emreder.
Buzların üstünde görkemli kö kler, süslü
çadırlar kurulur. Her bir yanda dans
edilir, müzik dinlenilir. Gökten donmu
güller ya ar, havada rengârenk balonlar
uçu ur. Tiyatrolar, buz üstünde sahneler
kurup, temsiller verirler. Orlando ile
Sasha’nın bir ara Othello’yu seyrettikleri,
oyunun konusundan söz etmelerinden
anla ılır. Bu tragedya, Orlando’yu öyle
etkiler ki, o Arap, sevdi i kadını
öldürdü ü gibi, kendisinin de Rus
Prensesini öldürebilece i duygusuna
kapılır. Thames üstünde, güzel kokulu
odunlarla enlik ate leri yakıldı ı halde,
kalın buz tabakası gene de erimez.
Orlando ile Sasha, sevi melerinin ate inin
buzları eritmemesine çok a arlar.
Ne var ki, bu ate li sevi melere kar ın,
Orlando’nun yüre i, korkunç ku kular,
u ursuz önsezilerle doludur. Kimi zaman
derin hüzünlere kapılan bu ölümsüz
adam, buzların üstüne uzanıp, her eyin
sonu ölümdür diye dü ünür. Orlando’nun
tedirginli i yersiz de ildir. Rus Prensesi,
çok içten göründü ü halde, bir eyler
gizledi i izlenimini verir her zaman.
Orlando, onun çok acayip ve sa lıksız bir
yanı oldu unu da bilir. Çünkü günün
birinde, onu karanlık bir kö eye
çömelmi , yerden topladı ı bir mum
parçasını kemirirken görür. Ba ka bir
gün, Rusların her bir yanı buzlarla
sarılmı gemisinin ambarında, Prensesi,
iri yarı, hayvansı bir Rus gemiciyle
öpü ürken yakalar. Ama Sasha,
delikanlıyı kandırır. Ambarın karanlık
oldu unu, gemicinin a ır bir yükü
kaldırması için ona sadece yardım
etti ini, Orlando’nun yanlı eyler
gördü ünü söyler.
Orlando ile Prensesin birlikte
Londra’dan kaçmaya karar verdikleri
gece, gökgürültüsünü andıran korkunç
bir gürültüyle, Thames’i üç aydır
kaplayan buzlar çözülür. iddetli bir
ya mur ba lar; her bir yanı sel götürür.
O güzel e lence yerleri, o kö kler, o
çadırlar nehre dökülürler; buz
parçalarının üstünde kalan insanlar,
azgın sulara dü üp bo ulurlar. Orlando,
gecenin on ikisinde, iddetli ya murun
altında, bulu acakları yerde sevgilisini
bo una bekler. Nehrin a zında, Rus
gemisinin demirledi i yere ko ar. Buzlar
çözüldü ü için, geminin denize açıldı ını
görür. Sasha ona ihanet etmi , ülkesine
kaçmı tır.
Çekti i korkunç acı, Orlando’yu çok
garip bir biçimde etkiler: bir gece uykuya
yatar ve tam bir hafta, ölü gibi uyur.
Adamları onu uyandırmak için her
çareye ba vururlar. Ama Orlando hep
uyumaktadır. Yedi gün yedi gece böyle
uyuduktan sonra, bir sabah hiçbir ey
yokmu gibi, bu gizemli uykudan uyanır.
Bir hafta uyudu unu da, son günlerde
olup bitenleri de hiç bilmiyor gibidir. Ama
Thames’in buz tutmasından, o buzların
üstünde düzenlenen e lencelerden söz
edilince, aklından bir eyler silmek
istercesine, elini alnına götürür.
Çevresindekiler, Prenses, gemi, Rusya
gibi sözcükler söyleyince de çok tedirgin
olur. Günün birinde, Hollandalı bir
ressamın karlı bir manzarasını gösteren
bir tabloya bakınca, çekik gözlü Rus
Prensesini anımsar. Onun gitti ini, onu
bir daha aslâ göremeyece ini anlayıp,
hıçkıra hıçkıra a lamaya ba lar.
Virginia Woolf, Orlando ’nun yedi
günlük uykusu konusunda,
ya amöyküleri yazarlarını taklit ederek
psikolojik yorumlarda bulunur: Acaba
Orlando, çekti i acılara dayanamayarak,
bir süre ölmü de, sonra yeniden dirilmi
midir? Ya ama dayanabilmek için, ara
sıra ölümü küçük dozlarda almanın
insana bir yararı var mıdır? Yoksa bu
uzun uyku, fazla acı çekenlere do anın
bir ba ı ı mıdır? Orlando, ba ına gelen
felâketi bir süre unutarak, ya ama
gücünü yeniden bulmak için mi bu
gizemli uykuyla yedi gün yedi gece
uyumu tur? Yazar, bu soruları
yanıtlamaz. Ancak, Rus Prensesinin
ihaneti yüzünden Orlando’nun
ya amındaki kesin de i ikli i belirtir.
Orlando, Londra’dan ayrılıp, 365 odalı
atosuna çekilir. Zaten, bir sone dizesiyle
Euphrosyne adı altında yüceltti i çok
soylu rlandalı ni anlısıyla, tam
evlenecekleri sırada ayrılıp, Rus
Prensesine â ık olması büyük bir skandal
sayılmı ; bu yüzden sarayın gözünden
dü mü tür. rlandalılarla öteden beri ba ı
belâda olan Birinci James, fena halde
öfkelenmi tir Orlando’ya. Üstelik
Orlando, bu soylu rlandalı bayandan
önce, gene çok soylu iki ba ka genç
bayanla evlenir gibi olmu , onlardan da
vazgeçmi tir.
imdi topraklarına bir bakıma sürgün
edilen Orlando, Elizabeth Ça ından çıkıp,
Jacobean Ça ını ya amaya ba lar.
Çekti i acıların etkisiyle bu dönemin
bütün özellikleri ortaya çıkar ki ili inde:
Öteki Jacobean tragedya yazarları ve
airlerinde oldu u gibi, onda da ölüm
dü üncesi sa lıksız bir saplantı haline
gelir. atosunun mahzenlerine gömülü
atalarının mezarlarını ziyarete gider ikide
birde. skelet parçalarını eline alıp, derin
dü üncelere dalar. Sir Thomas Browne’m
ölüm üzerine yazdıkları hep aklındadır.
Geceleri, atonun ıssız odalarında,
upuzun koridorlarında dolanır durur.
Oralarda bir yı ın hortlak
bulundu undan, adamlarından hiçbiri
onu izlemeye cesaret edemez. Hiçbir
zaman vazgeçemedi i “The Oak Tree” iiri
üstünde çalı ırken, kalemini mürekkep
hokkasına batırır batırmaz, yitirdi i Rus
Prensesinin alaycı yüzünü, çekik gözlerini
görür gibi olur. O kız kimdi? Acaba imdi
nerede? Beni neden bıraktı? Onu zorla
mı Rusya’ya geri götürdüler? Yoksa bunu
kendi mi planladı? Rus elçisi onun babası
mıydı? Yoksa â ı ı mıydı? diye sorar
kendi kendine.
Orlando, bu kasvetli yalnızlı ını biraz
gidermek için, Londra’dayken tanı tı ı
Nicholas Greene’i atosuna dâvet etmeye
karar verir. Elizabeth Ça ı edebiyatında
Nicholas Greene diye biri yoktur. Ama
Shakespeare’e kara çalmasıyla da ünlü
2
Robert Greene adlı bir yazar vardır.
Arkada larının kısaca Nick dedikleri
Nicholas Greene, zekidir, e lencelidir,
anlattıklarıyla Orlando’yu bir süre oyalar.
Ama gerçek Robert Greene,
Shakespeare’e çattı ı gibi, Nick Greene
de Shakespeare’e çatar. Gerçi
Shakespeare’in, oyunlarında bir iki güzel
sahne kotarabildi ini; ama bunları
Chiristopher Marlowe’dan a ırdı ını
söyler. Yersiz ku kular içinde, sa a sola
kin kusan bir adamdır. Üstelik, hastalık
hastasıdır. Boyuna sa lık durumunun
kötülü ünden söz eder. Snob bir yanı da
vardır; çünkü en azından Orlando’nunki
kadar soylu, ama yoksulla mı bir aileden
geldi ini iddia eder. Daha önce de
bildirdi imiz gibi, onu evinde uzun zaman
konuk eden, ona aylık bir maa ba layan
Or-lando’yu ve yazdıklarını rezil eden bir
ta lama yazar. Orlando, Nick Greene’e
ba ladı ı maa ı kesmez; ama bu
adamdan iyice so ur.
Gerçek Robert Greene otuzunda
ölmü tür. Ama Orlando gibi ölümsüz
oldu u anla ılan Nick Greene, XIX.
yüzyılda da Orlando’nun kar ısına çıkar.
Üstelik, artık yetmi ine basan ve eskiden
çok bohem bir sanatçı olan Nick Greene,
Victoria Ça ının havasına uyarak, varlıklı
ve son derece saygıde er bir edebiyat
uzmanı olmu ; kendisine fahri
doktoralar, profesörlük ve “Sir” unvanı
ba ı lanmı tır. Ama huyunda hiçbir
de i iklik yoktur. Eskiden Elizabeth Ça ı
yazarlarına kara çaldı ı gibi, imdi de
Victoria Ça ı yazarlarına kara
çalmaktadır. Orlando’nun sonunda
bitirdi i “The Oak Tree”ye bir ödül
verilmesini desteklemesinin nedeni de,
bu iirde, ya adıkları ça ın etkisinin hiç
görülmemesidir.
Yüzyıllar boyunca Orlando’nun
kar ısına çıkan yalnız Nick Greene
de ildir. Bir de Ar idü es Harriet Griselda
vardır. Orlando, Nick Greene’den
kurtulduktan sonra, bu kez de, davet
edilmeyen ba ka bir konuk gelir
atosuna. Aslında erkek oldu u daha
sonra anla ılan Ar idü es, çok uzun boylu
ve son derece çirkindir. Orlando’nun bir
portresini görmü ; ona ölesiye
tutuldu undan kadın kılı ına girmi tir.
Orlando’nun onunla evlenmesi, birlikte
Rumanya’ya gitmeleri için akır akır
a layarak yalvarır yakarır. Orlando kadın
olduktan sonra da, bu kez erkek kılı ında
ona musallat olur. Orlando, bu belâlı
sevdalıyı gücendirip uzakla tırmak için,
ensesinden gömle ini sıyırıp, sırtına canlı
bir karakurba a atar. Ar idük, bu
biçimsiz akaya biraz kırılır; ama gene de
vazgeçmez Orlando’dan. Onu
ba ı ladı ını göstermek amacıyla da,
Orlando’ya karakurba a biçiminde
koskocaman bir mücevher arma an
eder.
Orlando erkekken ve Ar idük kadın
kılı ındayken, ili kilerinin en a ırtıcı
yanı, genç ve güzel Orlando’nun,
kendinden çok daha ya lı bu çok sakil
kadına garip bir ehvet duymaya
ba lamasıdır. Çünkü der Virginia Woolf,
a kın birbirinin tam kar ıtı, biri güzel, biri
çirkin iki de i ik yüzü vardır. Biri “lust
the vulture”dür (akbaba ehvet); öteki de
“love the bird of paradise”dır (cennet ku u
sevda). Akbaba ehvete bir ara kapılır gibi
olan ve o sırada Ar idük de il de
Ar idü es kılı ında bu yaratıktan bir
türlü kurtulamayan Orlando, sonunda
çareyi ngiltere’den kaçmakta bulur. Kral
kinci Charles’ın -çünkü Restoration
dönemi ba lamı tır o sırada- onu
stanbul’a elçi olarak göndermesini ister.
Virginia Woolf, karde leri ve
dostlarıyla, 1906 ve 1911’de stanbul’a iki
kez gitmi ti. “Gitmi ti” yerine, “u ramı tı”
demek daha yerinde olur. Çünkü 1906’da
ancak birkaç gün kalıp, Vanessa ’nın
hastalanması üzerine geri döndüler.
Nisan 1911’de de, gene birkaç gün
stanbul’da kaldıktan sonra, Bursa’ya
kadar uzandılar. Ne var ki, Orlando’da
anlatılan “Constantinople”, Birinci Dünya
Sava ından önceki gerçek stanbul de il,
XVII. yüzyılın ikinci yarısında kentimize
elçi gelen Orlando’nun gözleriyle görülen
bir dü ler stanbul’udur.
Londra’da ya amayı ye tutan öteki
yabancı elçilerden farklı olarak; Orlando
stanbul’a büyük bir hayranlık duyar.
Sabah erkenden kalkar, sırtına bir
kaftan geçirip, oturdu u küçük sarayın
balkonuna çıkar. Kendinden geçip
büyülenmi cesine kenti seyreder. O
saatte, sisten ötürü, Ayasofya’nın ve
öteki camilerin kubbeleri ve minareleri
havada yüzüyormu izlenimini verir
Orlando’ya. Galata köprüsünden
geçenlere (XVII. yüzyılın ikinci yarısında
böyle bir köprü yoktu elbette) bakar.
Sarıklı dervi leri, kör ve burunsuz
dilencileri, omuzlarında sırıkla iki kova su
ta ıyan atlı sakaları, kendi çok cins
köpeklerinden daha fazla sevdi i sokak
köpeklerini, e ekle gezinenleri, rengârenk
bir kalabalı ı görür. Ezan seslerini dinler;
sokaklardan yükselen garip kokuları
ci erlerine çeker. Kendini ngiliz bilen bir
adamın stanbul’a böylesine co kulu bir
hayranlık duymasını, atalarından birinin,
Haçlı seferleri sırasında bir Çerkez
kadınla sevi ip ondan çocu u olmasıyla
açıklayabilir ancak. Belki de bu yüzden
esmer oldu unu dü ünür. Üsküdar’ın
ötesinde yükselen, sadece birkaç çobanla
keçi sürülerinin barınabildi i vah i da lar
onu ayrıca büyüler. Oturdu u saraydan
kaçıp, tek ba ına o da lara gitmek özlemi
içindedir. Çok daha sonraları bile,
yemye il ngiliz parklarında gezinirken,
Türkiye’nin o kıraç da larını, kırmızı toz
bulutları içinde geçen deve kervanlarını,
kızıl kayaları görür gibi olur. Keçilerin
boynundaki küçük çıngırakların sesini
duyar gibi, kır çiçeklerinin kokusunu
koklar gibi olur.
Orlando, stanbul’un toplumsal
ya antısının keyfini de sürer. Kimi zaman
kılık de i tirip, halk arasına karı ır.
Galata köprüsünde ya da Kapalı Çar ı’da
gezinir; ayakkabılarını çıkarıp camilerde
dua edenlere katılır. Ö leden sonraları,
altı atlı arabasına biner. Arabanın
sa ında ve solunda, mor giysiler giymi
altı ar yeniçeri, havaya kaldırdıkları
ellerinde deveku u tüyünden yapılmı
kocaman yelpazeler sallayarak, arabanın
yanında ko arlar. Orlando, böyle
tantanalı bir biçimde, önemli Türk devlet
adamlarnı, Türk dostlarını, ya da yabancı
elçileri ziyarete gider. stanbul’da artık
efsanele mi bir ki idir. Rus Prensesi
Sasha, Orlando için, “Bir tek mum
yakmak zahmetine katlanmadan, onun
benli inde milyonlarca mum yanıyor” (“A
million candles burnt in him without his
being at the trouble of lighting a single one”)
demi ti eskiden. Bu mumların ı ı ı
herkesin gözünü kama tırır. Birçok kadın
ve birkaç erkek Orlando’ya ölesiye
tutkundur. Ama Orlando, ne onlara yüz
verir ne de tâ ngiltere’den onu görmeye
gelen çok soylu Lady’ye. Ne var ki onu hiç
görmeyenler bile ona â ıktır gene de ve
Orlando ortadan yok oldu undan yıllarca
sonra da halk arasında onu yücelten
türküler yakılır.
Orlanda, stanbul’daki elçili i sırasnda
öyle ünlenmi tir ki, kinci Charles, ona
dük unvanını ba ı lamaya karar verir.
Dedikoduculara göre, Kralın metresi Nell
Gwynn’in de etkisi olmu tur bu kararda.
Çünkü Nell, bu yakı ıklı delikanlıyı bir tek
kez gördü ü halde, onun bacaklarının
güzelli ine hayran kalmı tır. Dük oldu u
haberini getiren gemi, “Büyük Ramazan
orucunun sonunda” (“at the end of the
great fast of Ramadan”) stanbul’a
varınca, Orlando görkemli bir ölen verir.
Geceleyin saat tam on ikide, paha
biçilmez kilimlerle süslenmi balkonunda
görünür. Sa ında ve solunda, hepsi çok
uzun boylu, ellerinde me aleler, Sultan’ın
muhafız alayından erler vardır. Karanlı ı
aydınlatan fi ekler atılır. Balkonun
altında biriken halk, sevinç çı lıklarıyla
Orlando’yu kutlar. Orlando ise, çok rahat
konu tu u güzel Türkçesiyle onu
alkı layanlara te ekkür eder. Sonra,
ngiliz Amirali, Orlando’nun önünde diz
çöküp, düklere özgü küçük tacı, bir
yastık üstünde Orlando’ya sunar.
te tam o sırada, nedeni bilinmeyen
bir karga a çıkar. stanbul halkı, bir
mucize olaca ını, örne in havadan altın
paralar ya aca ını sanmı , böyle bir ey
olmamasına öfkelenmi tir bir söylentiye
göre. Ba ka bir söylentiye göre de,
Sultan’a kar ı bir iki gün sonra
ba layacak olan ayaklanmanın bir
öncüsüdür bu karga a. Halk, elçili e
dalmak ister. Ama Amiral ve ngiliz
bahriyelileri, duruma hemen egemen
olurlar. Aynı gece, sabahın ikisine do ru,
elçili in bütün kapıları kilitlendikten
sonra, Orlando balkona çıkar; oradan bir
ip sarkıtıp, bir kadını yukarıya çeker.
kisi birbirilerine sarılıp içeriye girerler.
Ertesi sabah, kadın ortada yoktur, oda
darmada ınıktır, dük tacı yerdedir,
Orlando derin bir uykudadır. Adamları,
Orlando’nun Çingene sanılan Rosina
Pepita adlı bir dansözle resmen
evlendi ini kanıtlayan bir nikâh belgesi
de bulurlar odada. Efendilerini
uyandırmak için ellerinden geleni
yaparlar; ama bütün çabaları bo unadır.
kinci gizemli uykusuna yatan Orlando,
gene yedi gün yedi gece uyur. Bu arada
stanbul halkı Sultan’a kar ı ayaklanır;
kent ate e verilir. ngiliz elçili ine girince,
Orlando’yu ölü sandıkları için, ona hiç
dokunmazlar; ancak dük tacını alıp
götürürler.
Virginia Woolf, Orlando ’nun yedi gün
süren ikinci gizemli uykusunu
anlatırken, gene ya amöyküsü
yazarlarına öykünerek, lâfa karı ır,
“ke ke hiç uyanmasaydı bu uykudan,
ke ke ölseydi, ke ke bu kitap burada
bitseydi” gibi sözler ederek, uzun uzun
yakınır. Çünkü ya amını yazdı ı ki i,
akıllara sı maz bir de i ime u ramı ;
otuzuna kadar erkekken, otuzundan
sonra kadın oluvermi tir. Bu cinsiyet
de i imine hiç a mayan biri varsa, o da
Orlando’nun kendisidir. a mamasının
nedeni de, erkekken neyse kadınken de
tıpkı öyle oldu una inanmasıdır. Onun
için aynada çıplak bedenini inceleyip
be endikten sonra, hiçbir ey olmamı
gibi banyosuna gider.
Gelgelelim, Orlando yayınlandıktan çok
daha sonraları, 1949’da Simone de
Beauvoir’un Le Deuxieme Sexe’de dedi i
gibi, On ne nait pas femme, on le
devient” ( nsan kadın do maz, kadın olur).
Orlando da, hemen de il, ama zamanla
kadın olacaktır ileride görece imiz gibi.
Kadınlık konusunda, ancak bazı küçük
kaygıları vardır imdilik: Benli inde bir
psikolojik de i im olmu da, bu cinsiyet
de i imini kendi mi istemi tir acaba?
Acaba kadınların ço u gibi, toplumsal
törelere sıkı sıkı ba lı mı kalacaktır?
Birtakım uydurma yasaklara uyacak,
erkeklerin sözünden çıkmayacak mı?
ffetli olmayı bir erdem mi sayacak? A ık
olunca, duygularını açı a vurmaktan
çekinecek mi? Dü üncelerini dile
getirmeyi sakıncalı mı bulacak? Çok
süslü, güzel kokulu bir köleye mi
dönü ecek? Kendi erkekken kadınların
böyle olmalarını istedi ine göre, imdi
kadınken kendi de böyle mi olacak?
Daha önce de söyledi imiz gibi,
Orlando zamanla, erkeklere özgü
niteliklerle kadınlara özgü nitelikleri
benli inde uyumlu bir biçimde birle tiren
androjen bir yaratık olur. Ne var ki,
kadınlı ı fena halde a ır basar bir ara.
Kendisini ngiltere’ye götüren geminin
kaptanıyla geçirdi i geceden sonra, kadın
oldu u için Tanrıya ükreder. Kendi
cinsiyetini tam olarak benimsemek, kendi
cinsiyetiyle övünmek, erkeklerde de,
kadınlarda da düpedüz çılgınlıktan ba ka
bir ey de ildir Virginia Woolf ’a bakılacak
olursa. Ne çare ki, Orlando gittikçe daha
çok kadınla arak, bu çılgınlı a kapılır bir
ara. Örne in, “The Oak Tree” üstünde
çalı ırken, iir yazmak kadınlara yakı ır
bir u ra sayılmadı ından, odaya biri
girince ka ıtlarını hemen saklar;
arabasının atları fazla hızlı gidince,
korkudan ürperir; beyninden çok
bedenini önemser ve giysilerine
gere inden çok zaman harcar.

Orlando, A Biography’den “1840
Sıralarında Orlando”, aslında foto raftaki
tebdil kıyafet etmi Vita Sackville-West.

Tutucu Victoria Ça ında, Orlando’nun
kadınlı ı sa lıksız bir biçim alır: Yüz
kızarması huyunu geli tirir; “crinoline”
eteklerin, yani çemberli eteklerin,
hamileli i gizlemeye yaradı ını
dü ündükçe, mahçubiyetinden kıpkırmızı
olur. Ço u kadınların parma ında nikâh
yüzü ü varken, kendi parma ında ancak
Kraliçe Elizabeth’in ona arma an etti i
görkemli zümrütten ba ka yüzük
olmadı ını gördükçe, utancından yerin
dibine girer. Nikâh yüzü ünün
eksikli inden ötürü, sol elinin o parma ı
sürekli sızladı ından, bu a rıyı dindirmek
için evlenmeyi, “ça ın ruhuna teslim
olarak, kendine bir koca edinmeyi” (“to
yield to the spirit of the age and take a
husband”) bile dü ünür.
1942’de Virgina Woolf üstüne bir
konferans veren arkada ı ünlü romancı
E.M.Forster’e göre, Orlando’nun birinci
kısmı, ikinci kısmından daha güzeldir.
Ba ki inin cinsiyet de i iminden sonra,
yazar biraz yorulmu , kendi
fantezilerinden biraz bezmi izlenimini
verir. Forster haklıdır bize kalırsa.
Gerçekten de, kitabın ilk yarısı, ikinci
yarısından daha güzeldir. Ne var ki, yedi
gün yedi gece süren gizemli uykusundan
uyandıktan ve cinsiyet de i iminden
sonra Orlando’nun Bursa serüveni,
bizleri ayrıca ilgilendirir. Orlando’nun
Bursa da larına kaçı ını daha önceden
tasarladı ı bellidir. Ku a ına iki tabanca
sıkı tırıp, yanına iirini ve bir miktar
mücevher aldıktan sonra, Türk kadını
kılı ına girer. Pencereden e ilip, ıslık
çalar. E e e binmi ya lı Çingene
Rustum, onu a a ıda beklemektedir.
Yede inde, Orlando’nun binece i e ek de
vardır. Büyük Britanya elçisi, o e e e
binerek böyle çıkıp gider stanbul’dan.
Orlando, bir hafta süren bir
yolculuktan sonra, öteden beri özlemle
seyretti i Bursa da larına varır. Daha
önceden anla tı ı belli olan Çingenelerle
göçebe bir ya am sürer. Orlando,
Çingenelerle mutludur. Onlar da eski
elçiyi benimsemi lerdir. Hattâ bu ngiliz
kadınının esmerli ine bakarak,
Orlando’nun bebekken ngiltere’ye
kaçırılmı bir Çingene çocu u
olabilece ini bile dü ünürler. Gelgelelim,
Orlando’da, yazarın “the English disease”
( ngiliz hastalı ı) dedi i do a tutkusu
vardır. O sıralarda ngiliz edebiyatında
Romantik akımın ilk belirtileri
ba ladı ından, Orlando’nun bu hastalı ı
büsbütün nüksetmi tir. Bu yüzden de,
Çingenelerle ili kisi bir hayli bozulur.
Onun saatlerce oturup kıraç da ları
seyretti ini gören Çingeneler,
Orlando’nun “tanrıların en zalimi olan
do anın” (“the cruellest among all the gods
nature”) eline dü tü ü kanısına varırlar.
Zamanla, ba ka görü farkları da çıkar
Orlando ile Çingeneler arasında.
Örne in, günün birinde, Orlando bir
densizlik yapar: 365 odalı bir atoya ve
dört yüz yıllık atalara sahip olmakla
övünür. Kendi ataları tâ Mısır
firavunlarına giden, Anadolu’nun bütün
da larını özel mülkleri bilen Çingeneler,
Orlando’yu sonradan görme biri sayarak
fena halde ayıplarlar. Onların arasında
artık ya ayamayaca ını anlayan Orlando,
ngiltere’ye geri döner. Ama kitabın son
sayfalarından anla ıldı ı gibi, Türkiye’nin
da ları hiçbir zaman gitmez gözünün
önünden:

“The bare mountains of Turkey were
before her. It was blazing noon. She
looked straight at the baked
hillside... An eagle soared above her.
The raucous voice of old Rustum the
gipsy creaked in her ears: What is
your antiquity and your race, and
your possessions, compared with all
this?”
(Türkiye’nin çıplak da ları önündeydi.
Alev alev yanan bir ö le vaktiydi.
Kavrulmu yamaçlara bakıyordu...
Tepesinde bir kartal yükseldi. Ya lı
Çingene Rustum’un bo uk sesi,
kula ında gıcırdadı: “Senin eski
geçmi in, soyun sopun, malın mülkün
nedir ki bütün bunların yanında?”)

Orlando, stanbul’u da hiçbir zaman
unutamaz. Kitabın sonuna do ru,
oradaki bir yangını ve alevler arasındaki
minareleri dü lerinde görür gibi olur.
Orlando’yu ngiltere’ye götüren gemi
Londra’ya yakla ınca, kentin bu kadar
de i mesine a ar. Sir Christopher
Wren’in XVIII. yüzyıl ba langıcında yaptı ı
St Paul Katedralini ilk kez görür. Bu
katedralin kubbesini, on altı ya ındayken
bir tek kez kar ıla tı ı Shakespeare’in
alnına benzetir. Kaptan ona Londra’yı
kasıp kavuran veba salgınını ve büyük
yangını anlatınca, Orlando’nun gözleri
dolar. lkin kendini tutar; ama sonra
artık kadın oldu unu ve gözya larının
kadınlara yakı tı ını anımsayıp, rahat
rahat a lar.
Orlando, akıl ça ı XVIII. yüzyılda
ngiltere’ye geri döner dönmez, yasalarla
ba ı belâya girer. Akıl ve mantıkla
uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan üç
dâvâ açılır ona kar ı: 1- Orlando
ölmü tür, onun için mal mülk sahibi
olamaz. 2- E er ölmemi se, kadın
olmu tur, bu yüzden de mal mülk sahibi
olamaz. 3- Orlando erkekken, stanbul’da
Rosita adlı dansözle nikâhlanmı ; bu
kadından üç o lu olmu tur ve
Orlando’nun malının mülkünün yasal
varisleri bu üç o landır. Yazar,
ba ki isinin bu dansözle evlili i ve ondan
peydahladı ı üç o ul konusunda hiç bilgi
vermez okuyuculara. Ancak, kitabın
sonuna do ru, Orlando’nun bu dâvâların
üçünü de kazandı ını ve kadın
oldu unun resmen kabul edildi ini
bildirmekle yetinir.
XVIII. yüzyılda ya amak, Elizabeth
Ça ında ya amak kadar renkli ve co kulu
olmamakla birlikte, Orlando az çok uyum
sa lar bu yüzyıla. Kraliçe Anne
döneminin Addison, Swift, Pope gibi
yazarlarını yakından tanır. Onları
yeme e dâvet edince, tabaklarının altına
banknotlarbkoyar; hiçbir ey söylemeden
bunları ceplerine indirmelerini seyreder.
Yazdıklarından ho lanırsa da,
kendilerinden pek ho lanmaz; insan
olarak sıradan bulur onları. Bu
yazarlarla dost olmadan önce,
a ızlarından dökülen incileri not etmek
için aldı ı küçük defter nerdeyse bo
kalır. Günün birinde, yüksek sosyetenin
bir toplantısında, Alexander Pope, üst
üste birbirinden parlak üç nükte yapar.
Orlando, bunların Pope’un kitaplarında
nasıl olsa yayınlandıklarını söyleyerek, bu
nüktelerin ne oldu unu açıklamaz. Ama
etkileri korkunç olur. Yirmi dakika kadar
süren bir ölüm sessizli inden sonra, bir
tek söz söylemeden herkes kaçar. Pope’a
acıyan Orlando, onu arabasına alıp evine
götürür. Ne var ki, bu ünlü aire ancak
acımakla kalır; onu hor görür, hiç mi hiç
sevmez. Orlando’nun bu dönem
yazarlarından tek ö rendi i ey, konu an
sesin do al akı ının yazı yazarken de
korunmasıdır ve Orlando’nun haklı
olarak savundu u gibi, do ru dürüst bir
üslûbun en önemli özelli idir bu.
Orlando’nun asıl uyu amadı ı yüzyıl
XIX. yüzyıldır. Özellikle Victoria Ça ından
hiç ho lanmaz. Orlando’nun bu
tepkisinde, ça ın en saygıde er
temsilcilerinden biri olan babası Sir Leslie
Stephen’a Virginia Woolf ’un ki isel
garezlerinin de bir payı vardır elbette. Ne
var ki, bu yüzyılı toptan küçümsemesi
bizi biraz a ırtır. Çünkü Kraliçe Victoria,
ancak 1837’de tahta çıkmı tır ve bu
yüzyılın ilk otuz yıllarında Wordsworth,
Coleridge, Keats, Shelley gibi çok büyük
airler; Charles Lamb ya da De Quincey
gibi çok büyük düzyazı yazarları
yeti mi tir. Ama Orlando bunların hiçbiri
üstünde durmaz. Sadece Lamb’a birkaç
sözcükle de inir ve daha sonraları â ık
olup evlendi i Shelmerdine’ın Shelley’nin
bütün iirlerini ezbere bildi ini söylemekle
yetinir.
Virginia Woolf, Elizabeth Ça ında
ülkesinin imdikinden bamba ka olan
iklimi üstünde durdu u gibi, kitabın
dördüncü bölümünün sonunda ve be inci
bölümün ba langıcında, ngiltere’nin
iklimindeki de i iklik üstünde durur.
Saatler, XVIII. yüzyılın son gecesinin on
ikisini çalarken, Londra’nın üstünde
kapkara bir bulut belirir. Bu bulut tüm
ülkeye hızla yayılır. Dördüncü bölüm
öyle biter:

“With the twelfth stroke of midnight,
the darkness was complete... All
was darkness; all was doubt; all
was confusion. The Eighteenth
Century was over, the Nineteeth
Century had begun.”
(Saatler gece yarısının on ikisini
vurunca, karanlık tam oldu... Her ey
karanlıktı; her ey ku kuluydu; her
ey karga aydı. XVIII. yüzyıl bitmi ;
XIX. yüzyıl ba lamı tı.)

XIX. yüzyıl boyunca, bulutlar ve bu
bulutların getirdi i ya murlar, hiç eksik
olmaz ngiltere’den. Rutubet her yere
sızar. nsanlar, yüreklerinin ve
beyinlerinin derinliklerine kadar
ürperirler bu rutubet yüzünden. Duygu
ve dü üncelerini sıkı sıkı sarıp
sarmalamaya ba larlar. Yalnız iç
dünyalarını ve bedenlerini örtmekle
kalmazlar; tüm mobilyalarını,
iskemlelerini, koltuklarını, piyanolarını
kalın kuma larla örterler; pencerelerini
kat kat tüylü kadifeyle kapatırlar.
Kadınlarla erkekler, bir yandan
birbirilerinden iyice uzakla ırlar, bir
yandan da boyuna çocuk yaparlar. Bir
kız, on sekiz ya da on dokuz ya ında
evlenip, kırkına kadar nerdeyse her yıl
bir çocuk do urur. Üstündeki karanlık
bulutlar, hiç durmadan çiftle ip çocuk
yapıldı ı ku tüyünden koskocaman bir
yata a dönü türür ülkeyi. Virginia Woolf,
“Büyük Britanya mparatorlu u böylece
meydana geldi” (“thus the British Empire
came into existence”) der buruk bir
alaycılıkla.
Orlando, Kraliçe Victoria’yı yücelten
anıtların ve yapıların çirkinli ine
baktıkça, asıl yüce olan öteki kraliçeyi,
Elizabeth’i dü ünür. Victoria Ça ı’nın
kadınları çaydan ba ka bir ey içmezken,
Elizabeth’in, elinde çok büyük bir arap
kupasıyla, bacaklarını açıp öminenin
önünde nasıl durdu unu anımsar. Hem
geçmi ini, özgür bir erkek oldu u günleri
özler; hem de artık kadın oldu unu ve
kadınların korunmaları gerekti ine göre,
kendine bir koca bulması gerekti ini
dü ünür. Bu da, ya adı ı ça ın ona
sonunda egemen oldu unu gösterir. Bu
ça , Orlando’yu “zaptetmi ti, onu
kırmı tı, yenildi inin de bilincindeydi” (“it
took her and broke her and she was aware
of her defeat”).
Ne var ki, Orlando XIX. yüzyıl bitmek
üzereyken, gerçekten â ık olabilece i,
isteyerek evlenebilece i erke i bulur:
Be inci bölümün sonunda, Orlando, eski
erkek çocu u alı kanlı ıyla kırlarda
ko arken, dü üp ayak bile ini kırar.
Dü mesinin nedeni de, hamileli i gizledi i
için Victoria Ça ı’nın de i mez modası
haline gelen o kocaman çemberli ete inin
bacaklarına dolanmasıdır. O sırada bir
atlı, dört nala imdadına gelir. Bir yerini
incitip incitmedi ini sorar ona. Orlando
“Efendim, ben ölüyüm” (“I am dead, Sir”)
diye yanıtlar bu soruydu. Ama Victoria
Ça ı onu ne denli ezerse ezsin, öldü ü
filan yoktur ve kar ıla malarından bir iki
dakika sonra, yıldırım çarpmı casına
birbirilerine â ık oldukları anla ılır.
Bunun anla ılmasından hemen sonra da,
Marmaduke Benthrop Shelmerdine adlı
atlıyla Orlando, aynı ku kuyu payla ırlar:
Orlando, Shelmerdine’in aslında kadın
oldu unu; Shelmerdine ise, fazla
yanılmadan, Orlando’nun aslında erkek
oldu unu ileri sürer. Virginia Woolf,
â ıklar arasında cinsiyet ayrımlarını fazla
önemsemedi ini bir kez daha belirtmi
olur böylece.
Ne var ki, ekline emailine ve ya ama
biçimine bakılacak olursa, Marmaduke
Bonthrop Shelmerdine, “sapına kadar
erkek” denilen türden, çılgın bir adamdır.
Hebrides adalarında yıkık bir atosu
vardır; ama ömrünü denizlerde geçirir.
Ba lıca tutkusu, yelkenli gemilerle
fırtınalı havalarda Cape Horn’dan
geçmektedir. Bu merakı yüzünden,
kaptanlı ını etti i gemiler, direkleri
kırılarak, yelkenleri lime lime olarak,
birçok kez batmı ; Orlando’nun kısaca
Shel dedi i Shelmerdine, tahta
parçalarına tutunarak canını
kurtarmı tır. imdi de Cape Horn’a do ru
denizlere açılmak üzere Falmouth’a
gitmektedir. Ancak rüzgâr kesildi i için
karada kalabilmi tir bir süre.
Orlando ile Shel, bir hafta kadar
co kulu bir a k ya arlar. Orlando,
kadınlı ını tamamiyle benimsemi gibidir.
“I am a wornan... A real woman at last”
(Ben bir kadınım... Gerçek bir kadınım
sonunda) diyerek döktü ü sevinç
gözya larının, o güne de in
döktüklerinden daha de i ik, daha güzel,
daha kadınımsı bir tadı oldu unu, onlara
dilinin ucuyla dokununca anlar.
Gelgelelim, kar ıla malarından sekiz ya
da dokuz gün sonra, Shel, “rüzgâr!” diye
ba ırır heyecanla. Rüzgâr çıkmı tır;
hemen gemisine gitmesi gerekmektedir.
Onun için Orlando’yu atonun kilisesine
sürükler, hizmetkârları da orada toplar
ve korkunç gök gürültüleri ve im ekler
arasında nikâhlanırlar. Sonra atına
atlayıp, do ru gemisine gider. Orlando
yapayalnız kalır. Çünkü Shel, bu kez atla
de il de, modern ça a uygun bir biçimde,
yani uçakla, ancak romanın en sonunda
yeniden ortaya çıkacaktır. Orlando onu
beklerken bir erkek çocuk do urur. Ama
yazar, Orlando’nun erkekken
peydahladı ı üç o lan konusunda
okuyuculara bilgi vermedi i gibi, bu
çocuk konusunda da bilgi vermez.
Orlando’nun ilk bölümleri kadar ilginç
bulmadı ımız altıncı ve son bölümünde,
XX. yüzyıl ele alınır: “Yarısı kesilmi ,
atsız, saçma arabalar” (“absurd truncated
carriages without horses”) yani otomobiller
vardır. Bir dü meye dokunur dokunmaz
aydınlanan odalar yani elektrik vardır.
Kadınlar sıskala mı , erkekler sakalsız
bıyıksız olmu , ailelerin çocuk sayısı
azalmı tır. Bu son bölümde, ancak üç ey
ilgimizi çeker: Virginia Woolf ’un durup
dururken ça da ı D.H. Lawrence’a ta
atması; Orlando’nun, eski sevgilisi Rus
Prensesi Sasha ile kar ıla ması; ve Cape
Horn açıklarında bo ulup bir daha ortaya
çıkmayaca ını sandı ımız kocası
Marmaduke Bonthorp Shelmerdine’in
demin söyledi imiz gibi ortaya çıkması.
Virginia Woolf ’un D.H. Lawrance’ın
soylu ve yüksek sınıftan bir kadının bir
av korucusuna a kını anlatan Lady
Chatterley’s Lover’ına sata masına bir
feminist olarak tepkisini de ekler: Bir
yazar, kadın da olsa, dü ünmesini kimse
engelleyemez. Bu kadın, bir av
korucusunu dü ünecektir. Bir erke i
dü ündü ü sürece, bir kadının
dü ünmesine de kimse kar ı çıkmaz.
Derken, a k mektupları yazdı ı sürece,
onun yazmasına da hiç kimse kar ı
çıkmadı ı için, o kadın, av korucusuna
kısa bir mektup yazacaktır. Pazar günü,
güne battıktan sonra bulu malarını
önerecektir. Pazar günü güne batacak
ve av korucusu, pencerenin altında ıslık
çalacaktır. Virginia Woolf, Lady
Chatterley’s Lover’ın adını hiç anmadan,
bunları anlattıktan sonra alaycı bir
yorumda bulunur:

“All of which is, of course, the very
stuff of life and the only possible
subject for fiction.”
(Bütün bunlar ya amın ta kendisidir
ve roman türüne uygun tek konudur
elbette.)

Orlando, geçmi inin büyük a kı
Sasha’yı tam dü ündü ü bir sırada, çok
katlı, koskocaman bir ma azanın
asansöründen çıkınca, ansızın kar ıla ır
onunla. O gencecik, incecik kızın, imdi
kürkler içinde, iyice i man, ama
çekicili ini hâlâ yitirmemi orta ya lı bir
kadına dönü tü ünü görünce, fena bir
ok geçirir. (Dikkat edilirse, romanda,
Sasha, Nick Greene ve Rumanyalı
Ar idük gibi ölümsüzdür. Ama onlar
gençliklerini koruyamazken, Orlando,
otuz altı ya ını aslâ a maz.) Yazar, eski
sevgililerin bu kar ıla ması konusunda
pek bilgi vermez. Ancak Sasha’nın artık
bir grandükün metresi oldu unu
söylemekle yetinir.
Orlando, romanın en son sayfasında
ba ki inin kocası Shel’e kavu masıyla
mutlu bir sona varır. Gecenin tam on
ikisi çalarken, Orlando, tepesinde, ay
ı ı ında bir uçak görür. Hemen anlar bu
uça ın pilotunun kim oldu unu. “Here!
Shel, here!” (Buraya! Shel, buraya!) diye
ba ırır. Uçak ini e geçer ve Shel yere
atlar. Virginia Woolf, bu romanı bitirdi i
tarihi vererek, Orlando’ya u tümceyle
son verir:

“And the twelfth stroke of midnight
sounded; the twelfth stroke of
midnight, the eleventh of October,
nineteen hundred and twenty
eight.”
(Ve saat gece yarısı on ikiyi çaldı; gece
yarısı on iki, on bir ekim, bin dokuz
yüz yirmi sekiz.)

Bölüm 15
The Waves


Virginia Woolf, 1931 ’de yayınladı ı The
Waves’i yazarken, bu kitapla o güne
de in hiçbir ba ka romancının göze
alamayaca ı de i ik eyleri yapmak
istedi ini, bu romanın o güne de in
yazılan hiçbir ba ka romana
benzemeyece ini biliyordu. Bu yüzden de
yo un sıkıntılar çekiyordu. Gerçi Mrs.
Dalloway’de de, To the Lighthouse’da da
yenilikler yapmı tı. Ama Kasım 1931
güncesinde de indi i gibi, The Waves
“kendine özgü biçemle” yazdı ı ilk
yapıtıydı (“my first work in my own style”).
Üstelik, “kitaplarının en karma ı ı, en
güç anla ılanıydı” (“the most complex and
difficult of all my books”). Çünkü The
Waves, “hem düzyazıyla kaleme alınacak,
hem de iir olacaktı; hem roman olacaktı,
hem de tiyatro oyunu” (“prose yet poetry,
a novel and yet a play”). Güncesinde The
Waves’den “a play-poem” (bir tiyatro
oyunu- iir) diye de söz eder. leride
görece imiz gibi, bu kitap, gene yazarın
deyi iyle, ki ilerin “soliloquy”lerinden, yani
tiyatro oyunlarına özgü kendi kendine
konu malardan olu tu u ve “dalgaların
ritmine” (“in the rhythm of the waves”)
uyan bu konu maların iirle yüklü oldu u
için, “tiyatro oyunu- iir” tanımlaması hiç
de yersiz sayılamaz. Virginia Woolf, bu
çok güç i i ba arabilmek amacıyla,
kitabını sürekli düzeltmekle yetinmedi; iki
yıl içinde The Waves’i üç kez yeniden
yazdı.

The Waves’in kapa ı, Vanessa Bell,
1932.

Mrs. Dalloway’de ve To the
Lighthouse’da, gerçekçi roman
gelene inin izleri, çok da az olsa,
görülüyordu gene de. Gerçi beylik
anlamda olay örgüsü diyebilece imiz bir
ey yoktu. Ama elle tutulur olgular vardı,
zaman ve mekân vardı. Clarissa
Dalloway’in, tam hangi saatte,
Londra’nın tam neresinde bulundu unu
biliyorduk her zaman. Oysa Virginia
Woolf, “I shall do away with exact place
and time” (Zamanı ve mekânı tam
vermekten vazgeçece im) diyerek, The
Waves’de dı dünyayı sanki yok etti.
Ki ilerinin ancak iç dünyalarını vermek
istedi. Daha do rusu, dı dünyayı nesnel
olarak de il, ancak ki ilerin iç
dünyalarına yansıdı ı kadarıyla verdi.
Gerçekçi roman gelene inden tam bir
kopu tu bu.
Öylesine kesin bir kopu tu ki, bu
kitaba roman adını vermek bile biraz
saçma gelir insana. Çünkü The Waves bir
roman de il, düzyazıyla yazılmı bir iirdir
aslında. Virginia Woolf ’un ba lıca özelli i
olan iirsellik, ilk iki romanından sonra
yazdı ı Jacob’s Room’da, Mrs. Dallovay’de
ve To the Lighthouse’da da görülür
elbette. Ama The Waves’de iyice
yo unla mı , tüm kitaba egemen
olmu tur artık. Kasım 1928 güncesinde,
The Waves’i ilk tasarlamaya ba ladı ı
sıralarda, edebiyatın özünün iir
oldu unu bildi i için, “ iir olmayan
herhangi bir ey edebiyata neden girsin
ki?” (“Why admit anything to literature
ıvhich is not poetry?”) diye soruyordu
kendi kendine. The Waves’i “bir olay
örgüsüne uyarak de il, bir ritme uyarak
yazdı ını” (“I am writing The Waves to a
rhtym, not to a plot”) söylüyor ve
dalgaların sesine uyan kitabını, iir nasıl
okunursa öyle, yani yüksek sesle
okuyarak gerekli düzeltmeleri yapıyordu.
Ço u ele tirmenlere göre, The Waves,
Virginia Woolf ’un ba yapıtıdır.
E.M.Forster, To the Lighthouse’ı ahsen
daha çok sevmekle birlikte, The Waves’i,
yazarın kendine özgü roman yöntemini
ola anüstü bir ba arıyla uygulamaya
koydu u en büyük kitabı sayar. 1930’lu
yılların ünlü airi Stephen Spender, The
Waves’i düzyazıyla yazılmı görkemli bir
iir olarak över. Joan Bennett’e göre, The
Waves, Virginia Woolf ’un en özgün
kitabıdır ve yazarın, çocukluktan ya lılı a
de in ya amı ve ölümü nasıl algıladı ını
en kapsamlı biçimde gösterir. Joan
Bennett’in bu görü ünü benimseyen
Jean Guignet’ye bakılacak olursa,
Virginia Woolf ’un ne oldu unu, ne
dü ündü ünü, ne duydu unu
okuyuculara tam olarak aktaran The
Waves’in, onun ba yapıtı sayılması
gerekti i hiç ku ku götürmez.
The Novel and the Modern World’de
(Roman ve Modern Dünya)
yazdıklarından anla ıldı ı gibi, The
Waves’in de eri konusunda ku kuları
olan ender ele tirmenlerden biri David
Daiches’dir. Daiches’e kalırsa, Virginia
Woolf, ne Mrs. Dalloway’de, ne de To the
Lighthouse’ da gösterebildi i akıllara
sı maz ustalı ı, The Waves’de gözler
önüne serer. Ne var ki, The Waves, bu iki
kitap kadar dipdiri, bu iki kitap kadar
canlı kalmaz okuyucuların dü gücünde.
Çünkü garip bir yapaylı ı vardır. Ne tam
roman sayılabilir, ne de tam iir. Ro man
olsaydı, Henry James’in “the sense of felt
life” (duyumsanan ya am olgusunu) bize
daha iyi iletmesi gerekirdi. E er iirse,
iirselli i çok daha yo un olmalıydı.
A a ı yukarı 250 sayfa tutan The
Waves, dokuz bölümden olu ur. Bu
bölümlerde, kitaptaki altı ki inin bilinç
akımı aktarılır bizlere. Her bölümde altısı
da yoktur her zaman. Örne in,
be incisinde ancak üçü, sonuncusunda
ise ancak biri konu ur. Bölüm
ba langıçlarında, italik harfle dizilmi ve
düzyazıyla yazılmı bir iki sayfalık iirler
vardır. Bu iirsel metinlerde, ki iler hiç
görülmez. Hepsinde aynı mekân anlatılır:
Denize açılan bir bahçe; bahçedeki
a açlar, çiçekler, ku lar; kumsal, deniz,
dalgaların sesi ve ki ilerin çocukken
birlikte oturdukları ve birinci bölümden
sonra hiç ayak basmadıkları kıyıdaki ev.
Bu dekor hiç de i mez; ya da mevsimlere
göre çok az de i ir. Gerçekten de i en tek
ey, güne in gökyüzündeki durumudur;
güne in do u u, yükseli i ve batı ıdır. Bu
da, ki ilerin geçirdikleri evreleri,
gençlikten ya lılı a do ru ilerleyi lerini
gösterir. Dikkat edilirse, bu dokuz metnin
her biri “the sun” (güne ) sözcü üyle
ba lar. lk metinde “The sun had not yet
risen” (Güne henüz do mamı tı); son
metinde “The sun had sunk” (Güne
batmı tı) denilir.
Bir önceki paragrafta, Virginia
Woolf’un, ki ilerinin bilinç akımını bize
aktardı ını söylemi tik. Ne var ki, bu
bilinç akımı, James Joyce’un Ulysses’te
kullandı ı yönteme hiç benzemez.
Mantıkla açıklanamayacak ça rı ımlarla
konudan konuya atlamalara hiç
ba vurulmaz. Yazar, titiz bir özümseme
ve arıtma süreci uygular. Ki ilerin
bilincinden ya da bilinçaltından geçen
her eyi de il, Mrs. Dalloway’de, To the
Lighthouse’da da yaptı ı gibi, ancak bazı
eyleri verir. Bunların sadece
dü ünülmediklerini, söylendiklerini iyice
belirtmek için de, italik harfle ve tırnak
içinde “Susan said” (Susan dedi ki) ya da
“Bernard said” (Bernard dedi ki) gibi
sözcükler ekler. The Waves’deki ki ilerin
iç dünyaları arasında sürekli bir ileti im
bulundu u halde, birbirileriyle
konu maları nerdeyse hiç görülmez.
Anımsadı ımız kadarıyla, birinci bölümde
Susan ile Bernard, çocukken bir ara
konu urlar. Dördüncü ve sekizinci
bölümde, hepsi bir araya geldiklerinde,
kısa bir iki diyalog vardır. Bunların
dı ında, ki iler, Virginia Woolf ’un deyi iyle
“soliloquy”ler yaparlar, yani tek ba ına
konu arak, akıllarından geçenleri bizlere
söylerler. Ama iirin egemen oldu u bu
dilin, insanların günlük ya amda
konu tukları dille hiçbir ili kisi yoktur.
in bir ilginç yanı da, bu altı ki inin
kendilerine özgü bir ifade biçimi,
ki iliklerinin damgasını ta ıyan özel bir
konu ma üslûbu olmayı ıdır. Altısı da, bir
tek ki iymi gibi, aynı dili, aynı söyleyi
biçimini kullanırlar. Virginia Woolf,
gerçekçili e saygı göstermek kaygısna hiç
gerek görmedi inden, çocukken
kullandıkları dille, yeti kinken
kullandıkları dil arasında da hiçbir ayrım
yoktur. Bu altı ki inin, üslûp benzerli ine
kar ın, birbirine hiç benzememeleri, her
birinin, hem birbirinin e i, hem de
ötekilerden tümüyle farklı bir ba ka ki i
olması, i in bir ba ka ilginç yanıdır.
The Waves’in geleneksel romanlar gibi
bir tek ba ki isi, bilemediniz iki ba ki isi
de il, altı ba ki isi vardır. Bunlardan üçü
kadın (Susan, Jinny, Rhoda), üçü de
erkektir (Louis, Neville, Bernard) Demin
belirtti imiz gibi, bunlar, birbirilerinden
tümüyle farklı ki iler oldukları halde, tâ
çocukluklarında ba layan ve sonuna
de in aslâ kopmayan gizemli bir ba la
ba lıdırlar birbirilerine. Bir de yedinci ki i
vardır: Altısının da taparcasına sevdi i,
yirmi be ya ındayken Hindistan’da ölen
Percival. Ne ki, kitabın odak noktası
sayılabilecek Percival’i ne görürüz, ne de
aklından geçenleri biliriz. Ancak öteki altı
ki inin bilincine yansıdı ı kadarıyla
tanırız onu. Bu altı ki i ve Percival
dı ında, yazar hiç kimseden söz etmez.
Örne in, Susan evlenir, Bernard da
evlenir; ama onların e leri, ya da e cinsel
olan Neville’in ili ki kurdu u delikanlılar,
Louis’nin ya amına giren kadınlar
konusunda pek bilgimiz yoktur. Virginia
Woolf güncesinde, amacının ki iler
üstünde durmak, ki ilikler yaratmak
olmadı ını ileri sürerek, The Waves’deki
ki ilerin Times’ın edebiyat ele tirmeni
tarafından övülmesine çok a ar. Oysa,
yazar, istemeyerek de olsa, ki iler
yaratmı tır bu kitapta; hem de ki ilikleri
Mrs. Dalloway ya da To the Lighthouse’da
gördüklerimizden belki çok daha belirgin
ki iler.
The Waves’deki ki ileri dü ündükçe, iki
soruyla kar ıla ırız: Bu üç kadınla üç
erkek, bir tek insanın de i ik yanları
mıdır? Ve o tek insan yazarın kendisi
midir? Virginia Woolf, bir mektubunda,
birinci soruya “evet” dercesine bir söz
eder: “That there should be many
characters and only one” (Hem birçok ki i,
hem de bir tek ki i) yaratmayı
amaçladı ını ileri sürer. Güncesinde ise,
“altı ya amdan olu an altı petalli bir
çiçe e” (“a six-petalled flower made of six
lives”) benzetir ki ilerini. Aralarındaki
bireysel ayrımlara kar ın, sanki aynı iç
dünyayı payla ıyorlarmı gibi, o altı ki iyi
aynı biçimde konu turmasının nedeni de
bu olsa gerek. Ayrı cinsiyetten üçer ki i
seçmesi ise, daha önce de de indi imiz
gibi, insanların, erkeksi ve kadınsı ö eleri
ki iliklerinde birle tiren androjen
yaratıklar oldu una inanmasından
kaynaklanabilir. Ço u ele tirmenler -bu
arada E.M.Forster ve Doroty Brewster-
aslında The Waves’deki ki ilerin, Virginia
Woolf’un da söyledi i gibi, de i ik yanları
olan bir tek ki i sayılabilece i görü ünü
benimsemi lerdir. Dalgalar hem birbirile-
rine benzedikleri, hem de birbirilerinden
ayrı oldukları için, kitabına “Dalgalar”
adını vermesinin nedenlerinden biri de
bu mu diye dü ündü ümüz olur.
Kitapta (dikkat edilirse, “romanda”
demekten sanki çekiniyoruz) yazarın
sözcüsü olan Bernard, çocukluklarında
kendilerini, yalnız ruhsal açıdan de il,
bedensel açıdan da bir tek ki i bildiklerini
ve ayrı bedenleri oldu unun farkına
varınca, “korkunç acı çektiklerini” (“we
suffered terribly as we became separate
bodies”) söyler, dokuzuncu ve son
bölümde de öyle der:

“I am not always one person... Nor
do I always know if I am man or
woman, Bernard or Neville, Louis,
Susan, Jinny or Rhoda.”
(Ben her zaman bir tek ki i de ilim...
Kadın mı, yoksa erkek mi oldu umu,
Bernard mı, ya da Neville mi, Louis,
Susan, Jinny ya da Rhoda mı
oldu umu da bilmiyorum her zaman.)

Aynı bölümde, bu dü üncesini
yineleyerek, kendini sorgular: Bernard
denilen kimdir? Neville’in, Louis’nin,
Susan’ın, Jinny’nin, Rhoda’nın bir
parçası mıdır? Onlardan ayrı bir varlık
mıdır yoksa? Kendini neden onların
bölünmez bir parçası saymaktadır
öyleyse? Arkada larıyla kendisi arasında
bir bölünme olabilece i ku kusu, ancak
Percival ile Rhoda’nın ölümünden sonra,
sekizinci bölümdeki son toplantılarında
Bernard’ın bir ara aklına gelir; ama bu
ku kunun gelmesiyle geçmesi bir olur:

“We sit here together. But now
Percival is dead, and Rhoda is dead;
we are divided; we are not here. Yet
I cannot find any obstacle
separating us. There is no division
between me and them.”
(Burada beraber oturuyoruz. Ama
artık Percival öldü, Rhoda da öldü; biz
bölündük, biz burada de iliz. Ama
bizi ayırabilecek bir engel
göremiyorum gene de. Onlarla benim
aramda bir bölünme yok.)

Virginia Woolf güncesinde The Waves’e
“bir özya amöyküsü denilebilece ini”
(“autobiography it might be called”)
söyleyerek, kitabın ki ileriyle ilgili ikinci
soruya, yani bunların yazarın kendisi
olup olmadıkları sorusuna da bir yanıt
vermi olur. Virginia Woolf, öteki
romanlarında kendi benli ini açık seçik
bir biçimde ortaya koymadı ı halde, The
Waves’de konu an sesleri, yazarın
benli inin de i ik sesleri sayabiliriz. Gerçi
kitaptaki üç kadın, ilk bakı ta ona hiç
benzemezler. Onun gibi bir aydın, bir
feminist, bir yazar de ildirler. Ama dolaylı
yoldan da olsa, Virginia Woolf ’un
ki ili inden yansımalar vardır üçünde de.
Susan’ın do a tutkusunda; Jinny’nin
toplumsal ya amın e lencelerinden
ho lanmasında, insanlar arasına girip
parlamak istemesinde; özellikle
Rhoda’nın ya am kar ısında ürkekli inde,
yalnızlı ında, a ırı duyarlılı ında ve
sonunda kendini öldürmesinde görürüz
bu yansımaları. Ama ne gariptir ki, The
Waves’deki erkekler, kadınlardan çok
daha fazla benzerler Virginia Woolf ’a.
Tıpkı yazarın kendisi gibi, erkeklerin üçü
de bilgili ve kültürlü aydınlardır. Louis
açısından, dünyanın en önemli eyi
iirdir. Neville de iir yazar ve Virginia
Woolf gibi e cinseldir. Çevresindekileri,
tıpkı Virginia Woolf gibi her zaman
merakla inceleyen, sürekli olarak aklında
güzel tümceler kuran Bernard’ın tek
iste i ise, roman yazmaktır.
Biraz önce de belirtti imiz gibi, Virginia
Woolf’un amacının ki iler yaratmak
olmadı ını söylemesine kar ın, The Waves
ki ilerden ve bu ki ilerin iç dünyalarından
olu tu una göre, kadınlardan ba layarak,
bu ki ileri birer birer ele almak gerekir.
Çünkü yorumlanması çok güç olan bu
kitabı, ancak ki ileri inceleyerek biraz
daha iyi anlayabiliriz.
The Waves’deki altı ki i arasında
Susan, topra a kendini en yakın
hisseden, dolayısıyla en ilkel olanıdır bir
bakıma. Yumu aklıktan, esneklikten,
ho görüden yoksundur. Hiç ödün vermez;
tüm benli ine egemen olan a ırı tutkular
içindedir. Ya sever, ya nefret eder. Birçok
eyi de il, kesinlikle belirlenmi bir tek
eyi ister: “I love, said Susan, and I hate;
I desire one thing only” (Seviyorum, dedi
Susan ve nefret ediyorum; ancak bir tek
eyi istiyorum). Daha küçükken, deniz
kıyısındaki evin bahçesinde, Jinny’nin
Louis’yi öptü ünü görünce, Louis’ye
ayrıca dü kün olmadı ı halde, korkunç
bir kıskançlı a kapılır. Kendisi kısa boylu
ve tıknazken; ya ına göre uzun boylu
olan, bedeninde sanki pırlantalar varmı
gibi ı ıldayan Jinny’nin Louis’yi öpmesi,
yo un bir acı verir ona. Çocukken de
herkesi gözledi i, insanları anlamak
iste iyle yakla tı ı için, ancak Bernard
farkına varır bunun. Susan, çektiklerini
ötekilerden gizler. Acısını evirip çevirip
iyice inceleyece ini; sonra mendilinin
içine sıkı sıkı sarıp bir top haline
getirerek, kayın a açlarının altına
gömece ini; evden kaçaca ını, onu hiç
kimsenin bulamayaca ını, bir hendekte
ölece ini söyler.
Susan, do a onu nasıl yarattıysa öyle
kalmak ister. Bu yüzden ikinci bölümde
gitti i okuldan da, kentlerden de nefret
eder. Kafasını geli tirerek, dü ünerek
de il, ancak içgüdülerine uyarak
ya amak ister. Dü ünceleri ya da
duyguları yansıtmak üzere özenle
kurulmu tümceleri anlamaz. “I do not
understand phrases” (Tümceleri
anlamıyorum) der. Tek anladı ı ey “sevgi,
nefret, öfke, acı çı lıklarıdır” (“cries of
love, hate, rage and pain”).
Altı arkada ın da taptı ı Percival,
Susan’a â ıktır. Ama Susan, bunun
nedenini hiç açıklamadan, Percival’i
istemez; o daha ölmeden bir çiftçiyle
evlenir. stedi i do aya yakın ya amı
ya ayabilecektir böylece. Koskocaman,
sıcak bir mutfa ı olacak; hasta kuzular
sepetlere konulup, o mutfakta
ısınacaklar, sa lıklarına kavu acaklardır.
O mutfa ın kiri lerine jambonlar
asılacak, ı ıl ı ıl ı ıldayan kırmızı so an
demetleri asılacaktır. Ve en önemlisi,
Susan çocuk do uracaktır; çok sayıda
çocu u olacaktır. Onların di çıkarmaları,
a lamaları, okula gidip gelmeleri “denizin
dalgaları gibi” (“like the waves of the sea”)
Susan’ı suyun üstünde tutacaktır,
ya amasını sa layacaktır. Susan, “the
beautiful and bestial passion of
maternity”ye (analı ın hayvansı ve güzel
tutkusuna) kapılacaktır. Hiç çocuk
do urmayan Virginia Woolf ’un, bu çarpıcı
tümcede, analı a, hem “güzel” hem de
“hayvansı” sıfatını uygun bulması ayrıca
ilginçtir. Üstelik Susan, bu tutku
yüzünden yücelmeyece ini, tam tersine
“alçalaca ını” (“debased”) bilir.
Çocuklarını desteklemek, onların
gelece ini güvence altına almak için her
alçaklı ı yapabilece ini, onlarda kusur
görenlerden nefret edece ini söyler. Ve
çocuk do urmak konusunda her zaman
çeli kili duygular içinde olan Virginia
Woolf, Susan’a bunları söyletmekle,
analı ın güzel yanlarını de il, “hayvansı”
yanlarını vurgulamı olur.
Susan, ya amının, çocukları
sayesinde, Jinny’nin ve Rhoda’nın
ya amlarından çok daha güzel, çok daha
anlamlı olaca ına inanır. Ne var ki,
insanların çapra ık ve a ırtıcı yaratıklar
oldu unu hiçbir zaman unutmayan
Virginia Woolf, her iste ini
gerçekle tirdi ini sandı ımız Susan’a, bizi
hayrete dü üren sözler söyletir: Sekizinci
bölümde, çocukluk arkada ları, Hampton
Court’ta son kez bir araya gelirler.
Susan, geceleyin Bernard ile yürürken,
do ayla uyum halinde ya amaktan,
meyva yeti tirmekten, çocuk
büyütmekten çok bezdi ini; ancak kendi
çocuklarını koruyan bir anne olmaktan,
anaların becerisinden ve kurnazlı ından
tiksinti duydu unu; ona â ık olan
Percival’i zaman zaman dü ündü ünü
anlatır. Hattâ onlara kulak misafiri olan
Louis’ye göre, Susan, “yıkılmı
ya amından, bo una harcanmı
ya amından” (“my ruined life, my wasted
life”) yakınır.
The Waves’deki kadınlar arasında, en
sıradan olanı Jinny’dir. Jinny, tepeden
tırna a di idir. Ya amda tek istedi i,
erkeklerin onun çevresinde arzuyla
dolanmaları, onun çekicili ine kar ı
koyamamalarıdır. Kimseye ba lanmaz;
a kları hep gelip geçicidir. Çünkü Jinny
için önemli olan, kendisinin bir erke e
â ık olması de il, erkeklerin ona â ık
olmalarıdır. Bunu ba arabilmek için, hem
bedenini kullanır, hem de giysilerinden
yararlanır. Ba ını kıpırdatınca, ince uzun
bedeninin, rüzgârda bir çiçek sapı gibi
dalgalandı ını bilir. ncecik, nerdeyse
saydam, ı ıldayan giysiler giymeye özen
gösterir. Yeni â ıklar bekler; hiç
tanımadı ı, hiç görmedi i erkekleri bekler
her zaman. Bu erkekler yanından
geçerken, elini hafifçe kaldırması ya da
onlara “gel” diye mırıldanması yetecektir
yeni bir a k serüveninin ba lamasına.
Elleri birbirine dokunacak, bedenleri
ansızın alev alıp tutu acaktır. Salt
cinselli i u runa ya ayan Jinny’ye
ya lanmak ayrıca zor gelir. Otuzunu
geçtikten sonra, bir ara kendini bir
aynada görünce, korkudan ürperir.
Kolunu hafifçe kaldırmasıyla ya da
e arbını havada biraz dalgalandırmasıyla,
erkeklerin ona artık ko mayacaklarını
bilir. The Waves’deki öteki ki ilerden farklı
olarak, Jinny kendi kendine de il, hep
ba kalarıyla konu ur sanki. Kitapta en az
yer tutan da onun konu malarıdır. Bunu
da do al saymak gerekir. Çünkü Jinny,
salt dı dünyayı ve o dı -dünyadaki
erkekleri dü ünerek ya ar. Onun bir iç
dünyası yok gibidir.
Rhoda, dı dünyaya dönük Jinny’nin
tam tersine, The Waves’deki üç kadın
arasında, iç dünyası en zengin ve en
gizemli olanıdır. Yalnız ki ili iyle de il,
ölümüyle de Virginia Woolf ’a en çok
benzeyen o’dur. Birinci bölümde, çok
küçükken bile, dı dünyadan tümüyle
kopuk bir dü ler dünyasında tek
ba ınadır. Su dolu bir çana a çiçeklerden
kopan petalleri koyar. Çana ı sallayarak,
onları yüzdürür. Çanak denizdir, petaller
de Rhoda’nın hayal gemileridir:

“Some will founder, some will dash
themselves against the cliffs. One
sails alone. That is my ship. It sails
into icy caverns where the water
bear barks and stalactites swing
green cha-ins.”
(Kimileri batacak, kimileri dik
kayalara çarpıp parçalanacak. Bir
tanesi tek ba ına yelken açmı gidiyor.
O benim gemim: Buz tutmu
ma aralara, deniz ayılarının
havladıkları, sarkıtların ye il
zincirlerini salladı ı ma aralara
gidiyor.)

Rhoda’nın ya am kar ısında
güçsüzlü ü, duydu u derin korkular,
Virginia Woolf ’un kimi zaman çekti i
bunalımlara benzer. Bir kapı açılınca,
sanki bir kaplan üstüne
saldıracakmı çasına, deh ete dü er: (“the
door opens, the tiger leaps”). Sadece
ya amaktan de il, insanlardan da korkar
ve do al olarak, bu korku nefrete
dönü ür. Sokakta yürüyenlere, metroda
kar ısında oturanlara bakar, i renç bir
çirkinlik görür onlarda. Biri ona
gülümseyince bile, salt zalimli ini
gizlemek için gülümsedi ini sanır.
Çevresini saran cehennemden
kurtulmak için, güzel görüntülerle dolu
bir dü ler dünyasına sı ınır. Duru
saydam sularla dolu havuzlar, bu
havuzlara yansıyan mermer sütunlar,
kanatlarını sulara hafifçe de diren
kırlangıçlar hayal eder.
Virginia Woolf, tam bir ba arısızlı a
u radı ını, yıkıldı ını, bir hiç oldu unu
sanırdı zaman zaman. Rhoda ise, bu
ezikli i, bu yenilgiyi her an
hissetmektedir. Herkesin toplumda bir
konumu, bir i i gücü, aile ba ları varken
onun kimli i yoktur; hattâ bir yüzü bile
yoktur. “I have no face” der ikide birde,
Susan’ın, Jinny’nin yüzleri oldu unu,
onların gerçekler dünyasında ya adı ını;
ama o dünyada kendisinin bir yeri
bulunmadı ını bilir. Çevresine bakınca “I
am not here” (Ben burada de ilim) der.
Bir uçurumun kenarında, daracık bir
yolda yürüdü ünü; o uçuruma her an
dü ebilece ini dü ünen Virginia Woolf
gibi, Rhoda da her an bo lu a dü ebilir:

“Alone, I often fall into nothingness.
I must push my foot stealthily lest I
should fall off the edge of the world
into nothingness.”
(Yalnızken, sık sık bo lu a
dü üyorum. Dünyanın kenarından
bo lu a dü memek için, aya ımı
sinsice ileriye sürmeliyim.)

The Waves’deki üç kadınla üç erkek
arasında, ancak Rhoda ile Louis bir ara
sevi irler. Bu ili ki, Rhoda’yı
yalnızlı ından, bo lu a dü tü ü, bir hiç
oldu u duygusundan kurtarabilirdi belki.
Çünkü Rhoda ile Louis birbirilerine
benzerler. Louis’in dedi i gibi, “ötekiler
konu urken sessizli i payla abilirler”
(“Rhoda with whom I shared silence when
the others spoke”). Ama Rhoda’nın, gene
tıpkı Virginia Woolf gibi, bir erke e cinsel
açıdan yakla masının yolu yoktur. “I left
Louis; I feared embraces” (Louis’i
bıraktım; kucakla malardan korkuyordum)
der. Aslında ölmekten ba ka çaresi
yoktur Rhoda’nın. Geceleri yıldızlara
bakar, “consume me” (beni yakın) diye
yalvarır. Ölece ini de bilir. Çocuklu unda
çanaklarda yüzdürdü ü çiçekten yapılmı
gemiler gibi batacaktır: “I ride rough seas
and shall sink with no one to save me”
(Fırtınalı denizlerde gidiyorum ve kimse
beni kurtaramadan bataca ım) der. On yıl
sonra Virginia Woolf ’u öldürecek olan
sularda can verdi ini dü ler:

“The sea will drum in my ears. The
white petals will be darke-ned with
sea water. They will float for a
moment and then sink. Rolling me
over, the waves will shoulder me
under. Everything falls in a
tremendous shower, dissolving me.”
(Deniz davul çalacak kulaklarımda,
beyaz çiçek petalleri deniz suyuyla
kararacak. Bir süre yüzecekler, sonra
batacaklar. Üstümde yuvarlanan
dalgalar, omuz vurup, beni altlarına
alacak. Her ey müthi bir sa ana a
dönü üp, beni eritecek.)

Rhoda’nın nasıl intihar etti ini, kendini
suya mı attı ını, yoksa ba ka bir ölüm
mü seçti ini bilemeyiz. Bernard, “Always
with fear in her eyes... She has killed
herself” (Her zaman korku vardı
gözlerinde... Kendini öldürdü) der. Ama
gene Bernard’ın son bölümde söyledi i
çok açık seçik olmayan bir sözden,
Rhoda’nın, yüksek bir sütûnun üstünden
kendini a a ı attı ı izlenimini ediniriz.
Biraz önce de belirtti imiz gibi, bu altı
arkada arasında Louis, ruhsal yapısı
açısından, bir ara sevgilisi olan Rhoda’ya
en çok benzeyen insandır. Onun da
Rhoda kadar karma ık bir dü gücü
vardır. Hattâ air oldu u için bu
dü gücü, daha da geli mi , daha da
yo undur belki. lk bölümde, onu kimse
görmesin diye, saçları yapraklardan
olu mu , kökleri yer küresinin tam
ortasına saplı bir bitkiye dönü mek ister.
Karanlık basarken bahçenin çiçeklerine
bakınca, onları koyu ye il suların içinde
yüzen ı ıklı balıklara benzetir. Louis’nin
gözleri, kendi gözleri de ildir; Nil
kıyısında, çölde, bir ta heykelin her
zaman açık kalan gözleridir. Ba larında
kırmızı testilerle nehre giden kadınlar,
sarıklı erkekler, salına salına ilerleyen
deve kervanları görür o gözlerle. Louis’nin
hayalinde yo un korkular da vardır: Ne
oldu unu bilmedi i çok büyük bir
hayvanın kumsala zincirlendi ini, aya ını
sürekli kuma vurdu unu duyar. Virginia
Woolf, The Waves’in her bölümünün
ba ına koydu u düzyazıyla yazılmı
iirlerin be incisinde, Louis’nin duydu u
bu sesi, dalgaların gümbürtüsüne
benzetir. Büyük bir hayvan aya ını yere
vururken nasıl güm güm diye bir ses
çıkarırsa, kumsala çarpan dalgaların da
öyle gümbürdediklerini söyler.

Virginia Woolf’un elyazısıyla The
Waves’in son sayfası.

Bir tek iyi iir yazdıktan sonra ölmeye
râzı olan Louis, büyüyünce de dü gücünü
korur. Çocukken duydu u sesi her
zaman duyar: “I hear always the sullen
thud of the waves; and the chained
beast stamps on the beach. It stamps
and stamps.” (Dalgaların kasvetli
gümlemesini her an duyuyorum. Kumsalda
zincirli hayvan, aya ını hep yere vuruyor.
Vuruyor da vuruyor.)
Louis, bundan önce birbirinden
görkemli binlerce ya am ya adı ını; bir
Arap prensi, Elizabeth Ça ı’nda büyük
bir air, Fransız Kralı On Dördüncü
Louis’nin sarayında bir dük oldu unu
söyler. imdi herkesin gördü ü Louis, o
görkemli ya amlardan arta kalan
küllerden ba ka bir ey de ildir. Ne var
ki, Louis, Rhoda’nın eziklik ve yenilgi
duygularını payla makla birlikte, sevgilisi
gibi dı dünyadan kopmaz. Yalnız kendi
acılarını de il, ba kalarının acılarını da
görür. Örne in, sekizinci bölümde,
Hampton Court’ta arkada larıyla
bulu unca, Rhoda ve Percival’in ölümüne
kar ın, gene de mutlu olması gerekti ini
dü ünür, bir ara birlikte oldukları için.
Ama insanların insanlara yaptıkları
alçaklıkların ve i kencelerin gölgesi,
dünyayı karartmı tır onun gözünde.
Louis’nin toplumsal konumu, altısı da
ngiliz yüksek sınıfından gelen
arkada larının durumundan farklıdır.
Louis, iflâs etmi bir Avustralyalı
bankerin o ludur. ngilizceyi Avustralya
ivesiyle konu ur. Yoksuldur ve çirkin
bulur kendini. ngiltere’de bir yabancıdır.
Bernard’ın dedi i gibi, mutsuz bir
sürgündür. Yurdunun kumsallarındaki
çok büyük dalgalardan özlemle söz eder
ara sıra. Okulun en parlak ö rencisi
oldu u halde, Bernard ve Neville gibi
üniversiteye gidemez. Hemen bir i e
girmesi, geçinebilecek para kazanması
gerekmektedir. Üstün zekâsı ve
yeteneklerinden ötürü çok da para
kazanır. Ama bu paranın hiçbir anlamı
yoktur Louis için. Çünkü ba arılı bir
i adamı de il, büyük bir air olmak
istiyordur. Ak amları oturdu u zengin
evinden kaçar; okulu ilk bitirdi i
sıralarda kiraladı ı tavanarasına sı ınır.
li kileri sürdü ü sürece, Rhoda ile orada
bulu ur; orada felsefe okur, iir okur. Bu
sı ına ından çıkınca, her ey âdi ve
çirkin görünür ona. Mutsuzdur,
ya amının korkunç oldu unu söyler.
The Waves’deki erkekler arasında
Louis ya da Bernard kadar ilginç
bulmadı ımız e cinsel Neville, kendi
deyi iyle, Percival’a kar ı “absurd and
violent” (saçma ve iddetli) bir tutku
duyar. Bu tutkunun hiçbir zaman
kar ılık görmeyece ini bildi i için, o da
Louis gibi, ama ba ka nedenlerden ötürü,
eziktir, mutsuzdur. Percival’in, onunla
bulu aca ını söyledi i yerlere
gelmeyece ini, Hindistan’a gittikten
sonra onu tamamiyle unutaca ını,
mektuplarını uraya buraya atıp ona
hiçbir zaman yazmayaca ını; olsa olsa
ara sıra bir kartpostal gönderece ini bilir.
Bedensel açıdan hiçbir çekici yanının
bulunmadı ının; insanlarda a k de il,
ancak merhamet uyandırdı ının; ili ki
kurdu u e cinsel delikanlıların onu
sevmeyece inin de bilincindedir. Bu
yüzden korkunç bunalımlar ya ar, yo un
acılar çeker.
Ne ki, Neville’in mazohist bir yanı
vardır. Percival’e tutkusunun nedeni de
budur asında. Percival yüzünden acı
çekti i için ona â ık oldu unu tekrar
tekrar açıklar. Ne gariptir ki, Percival’i
hor gördü ü, aptal buldu u anlar da
olur. Beraber ya asalardı, Percival’in
ahmaklı ına katlanamayaca ını;
Percival’in biraz ya lanınca kaba saba bir
adam olaca ını, uyurken belki de
horlayaca ını söyler. Ama bir yandan da,
Percival’i yata ında çırıl çıplak uyurken
hayal ederek, istekle tutu ur. Bir yandan
a kı yüceltir; çirkin ya amlarımızın ancak
a kın aydınlı ında anlam kazandı ını,
görkemli olabildi ini söyler. Bir yandan
da, çarpıcı sözlerle, a kın yıkıcılı ını dile
getirir: “Love makes knots; love brutally
tears them apart. I have been knotted; I
have been torn apart” (A k dü ümler atar;
a k hoyratça parçalar bu dü ümleri. Ben
dü ümlendim; ben parçalandım). Sa lıksız
bir tutkunun kurbanı olan Neville de,
Louis gibi airdir. Ama a kta ne denli
mutsuzsa, air olarak da o denli
mutsuzdur. iirlerini
be enmeyeceklerinden korktu u için,
onları en yakın arkada larına bile
göstermekten çeknir. Bir ara Bernard’a
gider; ona bir iirini bıraktıktan sonra, ok
gibi fırlayıp kaçar odadan.
The Waves’de yazarın sözcüsü
saydı ımız, kitapta son konu mayı yapan
Bernard’a geçmeden önce, Neville’de
böylesine bir tutku uyandıran ve öteki
be ki inin bunca yücelttikleri Percival’i,
hiçbir zaman görmedi imiz Percival’i ele
alalım. Percival adı bile bir yücelik ve
erdem simgesidir. Çünkü Kral Arthur
söylencelerine göre, Yuvarlak Masa
övalyeleri’nin ba lıca amacı, içinde
Hazreti sa’nın kanı bulunan Holy Grail’i,
yani Kutsal Çana ı görmekti. Ama bu
Kutsal emaneti görebilmek için, ömrü
boyunca bir tek günah bile i lememi
olmak gerekir. Bu yüzden ancak üç
övalye; Galahad, Bors ve Percival,
Kutsal Çana ı görmek mutlulu una
eri ebilirler.
Virginia Woolf, Percival’in ki ili ini,
onun gibi yirmi be ya ında ölen karde i
Thoby’yi dü ünerek çizmi . Güncesinde,
bu kitabı, onun anısına dikilmi bir mezar
ta ı sayar; The Waves’in ilk sayfasına,
Thoby’nin adını, do um ve ölüm
tarihlerini yazabilece ini söyler. Percival,
kitap boyunca sürekli övülür. Üstelik altı
arkada ı bir arada tutan, Percival’a
duydukları sevigidir sanki.
Çocukluklarından sonra, onların altısı
birden ancak iki kez bir araya gelirler. Bu
iki toplantının odak noktası da
Percival’dir. Dördüncü bölümde,
Hindistan’a gitmek üzere olan Percival ile
vedala mak için bir lokantada bulu urlar.
Bernard, Percival’in oraya gitmesiyle
Hindistan sorununun çözümlenece ini;
Percival atına binmi geçerken, halkın
çevresini saraca ını; bir tanrıya
bakarcasına, ona hayranlıkla
bakacaklarını; zaten Percival’in gerçek
bir tanrı oldu unu söyler. Arkada ların
ikinci ve son bulu maları ise, sekizinci
bölümde, Percival öldükten yirmi yıl
kadar sonra, onu anmak amacıyla
düzenlenir. Percival özlemiyle yanıp
tutu an Neville, acılar içinde, kapının
açılmayaca ını, Percival’in bir daha aslâ
gelmeyece ini dü ünür. Artık hepsi orta
ya lıdır, hepsi ya ama yenik dü mü tür.
Onların gözünde, ancak Percival genç
kalmı , ancak Percival zaferden zafere
ko mu tur.
Percival’a sevgi ve hayranlık, ölen
delikanlıya â ık olan e cinsel Neville’e
özgü de il, ötekilerin de payla tıkları bir
duygudur. Ve ne gariptir ki, bu duyguyu,
The Waves’deki kadınlardan çok erkekler
dile getirirler. Kafa açısından kendisinin
Percival’den kat kat üstün oldu unu çok
iyi bilen Louis, Percival’in herkesi
böylesine büyülemesini hem biraz
kıskanır, hem de “I adore his
magnificence” (Onun görkemine tapıyorum)
der. Percival’in bu kadar gençken ölmesi,
Louis’nin gözünde, onun görkemini
büsbütün arttırmı tır sanki:

“Percival was flowering with green
leaves and was laid in the earth
with all his branches stili sighing in
the summer wind.”
(Percival ye il yapraklar açıyordu
çiçek açarcasına; bütün yaprakları
yaz melteminde hâlâ iç çekerken
topra a verildi.)

Percival’i en çok yücelten ki i
Bernard’dır. Bernard yazarın sözcüsü
oldu u için, Virginia Woolf ’un ölen
karde ini temsil eden Percival’a duydu u
hayranlı ı onun dile getirmesi do aldır.
Bernard’a göre, Percival “ya am
sanatının büyük bir ustasıydı” (“a great
master of the art of living”). Herkese
anlayı ve sevecenlikle bakar, çevresine
huzur yayardı. Bundan ötürü de, ancak
yirmi be ya ına kadar ya adı ı halde,
uzun zaman ya amı izlenimini verdi.
Onun ölümüyle ngiltere, büyük bir lider
olabilecek birini yitirdi. Herkes sıraya
girip, Percival’in pe inden giderdi. Percival
kırk ya ına kadar ya asaydı, ülkesini
kurtaracaktı. Her çe it zulme, haksızlı a
kar ı sava acak, adaleti yerine getirecek,
insanları koruyacak, onları mutlu
kılmanın yolunu bulacaktı. Percival’in
ölüm haberini ilk o lunun dünyaya
geldi i gün alan Bernard, bu felâketi
arkada ları Neville, Louis ve Rhoda’ya
iletmek üzere soka a çıkınca, yolda
gördü ü yabancılara, çok de erli bir
insanı, seve seve izinde yürüyebilecekleri
büyük bir devlet adamını yitirdiklerini
söylemek ister.
The Waves’deki altı ki i arasında en
akıllı ve en sa duyulusu bildi imiz
Bernard’ın arkada ına bu ölçüsüz
hayranlı ı bizleri çok a ırtır. Çünkü
do rusunu söylemek gerekirse, hiç
görmedi imiz Percival, sıradan bir
delikanlı izlenimini verir bizlere. Kafayla
ilgili u ra larda de il, ancak bedenle ilgili
u ra larda bir üstünlü ü vardır. Spor
alanında bir yıldızdır. Yakı ıklı olmakla
birlikte, bedeni özellikle zarif de ildir
anla ılan. Çünkü Louis, Percival’in
herkesi pe inden sürükleyerek bir maçta
oynamaya giderken, iri bedeniyle nasıl
“beceriksizce” (“clumsily”) yürüdü ünü
anlatır. Ama “onun görkemi, bir Ortaça
komutanının görkemidir” (“his
magnificence is that of some medieval
commander”) gene de. Okuldayken, ders
sırasında, Percival, elini kendi ensesine
hızla de dirip geri çeker bir ara. Bunu
gören Neville, “böyle bir hareketi
yapabilene, insanın ömrü boyunca
umutsuzca â ık olabilece ini” (“for such
gestures one falls hopelessly in love for a
life time”) söyler; nitekim Neville,
Percival’a â ık olur da. Ama Percival’a hiç
â ık olmayan, hattâ kafa açısından pek
geli memi bu genci biraz hor gören Louis
de, Percival’in ona gerekli oldu unu;
çünkü kendisi iirden pek anlamayan
Percival’in ba kaları için bir iir kayna ı
oldu unu dü ünür.
Gelgelelim, bir iir kayna ı denilen bu
delikanlının, okuyucular açısından hiçbir
ola anüstü yanı yoktur. The Waves’deki
ki ilerin gözüyle göremeyiz onu. Ya amı
sıradan oldu u gibi, ölümü de, tragedya
ö elerinden tümüyle yoksun sıradan bir
ölümdür. Louis, onun, çok önceden
yitirilmi bir dâvâ u runa kahramanca
çarpı ırken can verece ini sanır. Oysa
Percival, hiç de anlı sayılamayacak bir
biçimde, tökezleyen atından dü üp ölür;
tıpkı Virginia Wo olf’un karde i Thoby’nin
saçma bir biçimde tifodan öldü ü gibi.
Percival sıradan bir genç olmasına
kar ın, The Waves’deki erkeklere neden
bunca çekici gelir? (Kadınlar için aynı eyi
söyleyemeyiz; çünkü onlar Percival’i
böylesine yüceltmezler. Percival’in â ık
oldu u Susan, do uraca ı o ulların birer
Percival olmalarını ister; ama ba ka
biriyle evlenmeyi ye tutar.) Kitaptaki
erkeklerin gözünde, Percival’in neden
böylesine dayanılmaz bir karizması
vardır? Acaba o üçü çok karma ık iç
dünyalarında ya ayan aydınlarken,
Percival’in dı dünyanın gerçeklerine
ba lı, basit bir insan olması; onlar çe itli
tedirginlikler içindeyken, Percival’in
rahatlı ı ve kaygısızlı ı mıdır bunun
nedeni? Bernard, kendi dedi i gibi,
Percival onun “kar ıtı” (‘my opposite”)
oldu u için mi böylesine büyülenmi tir
Percival tarafından? Bu sorularımıza
yanıt alamadı ımız için Percival’in
karizmasını inandırıcı bulmayız.
Karde ine sevgisi, onun ölümü üzerine
çekti i acı, Virginia Woolf ’u bir yanılgıya
dü ürmü tür bize kalırsa. Thoby’yi temsil
eden ki iye okurların gözünde büyüleyici
bir ki ilik veremeden, onu kitabın
ki ilerinin gözünde çok çekici yapması,
Tlıe Waves’in ba lıca kusurudur belki de.
Yazarın sözcüsü oldu u için The
Waves’de son sözü söyleyen Bernard,
daha önce de belirtti imiz gibi, be
arkada ıyla tümüyle özde le ir. Ya amının
bir tek ya am olmadı ını, kendisinin de
bir tek ki i olmadı ını söyler. Percival’in
attan dü erken aldı ı yara Bernard’ın
alnındadır. Ensesinde, küçükken
Jinny’nin Louis’ye verdi i öpücük vardır.
Gözleri, Susan’ın o sırada döktü ü
gözya larıyla doludur. Rhoda’nın bir çölde
gördü ü sütunu o da görmü tür.
Rhoda’nın bo lu a dü erken
hissettiklerini o da hissetmi tir. Altısının
birle mesinden olu abilecek “tam insanı”
(“the complete human being”) her zaman
özlemektedir.
Romancı olmayı amaçlayan Bernard,
çocuklu undan beri insanları merakla
inceler; onlarla ilgili öyküler hayal eder.
kisi de küçükken, kıskançlıktan a layan
Susan, Bernard’ın kendisi üstüne bir
öykü uyduraca ı korkusuyla, ilkin derdini
açamaz ona. Oysa Bernard’ın insanlara
duydu u merakta sıcak bir sevecenlik
vardır. Kendi dedi i gibi, bütün dünyayı
anlayı la kucaklamak ister. Bernard’ın
aklı, ileride yazaca ı romanlarda
kullanaca ı güzel tümcelerle doludur.
Kendi de, bu kitabı okuyanların
unutamayaca ı sözler söyler bu arada.
Örne in der ki: “I have lost friends, some
by death -Percival- others through sheer
inability to cross the street” (Dostlar
yitirdim. Kimini Percival gibi ölüm
yüzünden. Kimini de sokakta bir
kaldırımdan ötekine geçmeyi göze
alamadı ım için.)
Bernard, Rhoda ya da Louis’den farklı
olarak, dı a dönüktür. Arkada ları gibi
tek ba ına konu amaz. Söylediklerini
dinleyen birileri gereklidir ona. “My being
only glitters when all its facets are
exposed to other people” (Benli imin
de i ik yanları, ancak ba kalarının gözü
altında ı ıldıyor) der. Ama
sa duyusundan ötürü, kendisini ileride
mahvedebilecek bir kusur sayar bunu.
Louis ve Rhoda gibileri, yalnızken de var
olan gerçek insanlardır. Oysa Bernard,
kar ısında seyircisi yoksa, dinleyicisi
yoksa, kendisinin de yok oluverdi ini
bilir. Virginia Woolf, Bernard ’ın dü ledi i
romanları yazıp yazmadı ı konusunda
bize bilgi vermez. Ancak, arkada larının
ezildikleri, yenilgiye u radıkları gibi, onun
da ezildi i, onun da yenilgiye u radı ı
bellidir. Binlerce öykü hayal etti i, sayısız
not defterini bu öykülere girecek
kusursuz tümcelerle doldurdu u halde;
yazmak istedi i o tek güzel öyküyü hâlâ
yazamadı ından acı acı yakınır.
The Waves’in dokuzuncu ve son
bölümünde, kitabın öteki ki ileri yoktur.
Artık saçları kırla mı , topluca bir adam
olan Bernard konu ur yalnız. Yazarın
sözcüsü oldu una göre, son sözü onun
söylemesi de do aldır. Bernard’ın
konu ması, kitabın öteki ki ilerininki gibi
bir “soliloquy” yani yalnızken söylenen
sözler de ildir. Ona her zaman bir
dinleyici gerekti i için, bir ba kasını
kar ısına oturtup söyledi i bir
monologdur. Bernard bir lokantaya
girince, gözü bir adama ili ir. Vaktiyle
Afrika’ya giderken, gemide o adamı
uzaktan görmü tür belki. Ama
tanımıyordur aslında. Tanımadı ı için de,
daha rahat konu abilecektir onunla.
Beraber yemek yiyeceklerini söyleyerek,
adamın kar ısına yerle ir. Ba langıçtan
ba layarak, çocukluklarında oturdukları
evi, denize açılan bahçeyi, dalgaların
sesini, be arkada ıyla kendi öyküsünü
ona anlatır.
Adamın dedikleri bize aktarılmaz. Ama
bu monologdan canı sıkıldı ı anla ılır.
Çünkü hakarete u radı ını söyleyen
Bernard, adamı sofradan kovar. Tek
ba ına kaldı ına sevinir. Aklında sürekli
tümceler kurmaktan, öyküler
uydurmaktan artık bezmi tir. Ya amını
“tamamlanmamı bir tümceye” (“an
unfinished phrase”) benzetir. Bundan
böyle kırık dökük sözcüklerle yetinmek,
hattâ “Ulumak, ba ırmak gereklidir ona”
(“I need a howl; a cry”). Ya amı i renç
olmu , onu mutsuzluktan mutsuzlu a
sürüklemi tir. Ne var ki, Bernard, The
Waves’in en sonunda, gene de meydan
okur ba lıca dü manı bildi i ölüme.
Elinde mızra ı, saçları rüzgârda
uçu arak, bir delikanlı gibi, Hindistan’da
Percival gibi, atını mahmuzlayacak, dört
nala saldıracaktır ölüme. Ve The Waves
u tümceyle biter: “Against you I will fling
myself, unvanquished and unyielding O
death. The waves broke on the shore.”
(Yenilmeden, teslim olmadan, kendimi
sana do ru ataca ım ey ölüm. Dalgalar
kıyıya çarptı.)

Bölüm 16
The Years


The Waves’den sonra 1937’de
yayınlanan The Years’i okuyunca, büyük
bir a kınlık geçiririz. Aynı yazar bu iki
kitabı pe pe e yazmı olamaz deriz kendi
kendimize. Çünkü Virginia Woolf, “Mrs.
Brown and Mr. Bennett” gibi
denemelerinde savundu u ve üçüncü
romanından, yani Jacob’s Room’dan
sonra uyguladı ı kendine özgü yeni
yöntemlerden vazgeçmi , geleneksel
roman türüne geri dönmü tür. The Years,
Mrs. Dalloway’de, To the Lighthouse’da,
The Waves’de denediklerinin bir devamı
de il; ilk iki kitabının The Voyage Ou t ile
Night and Day’in bir devamı, üstelik daha
ba arısız bir devamıdır. Virginia Woolf,
romanla iiri kayna tırarak, roman
türüne yepyeni bir biçim vermeyi
aklından hiç geçirmemi tir sanki.
The Years geleneksel gerçekçi romanın
tüm kalıplarına uyar: Olup bitenler tarih
sırasına göre ele alınır. Ki iler kendi bilinç
akımları ya da ba kalarının izlenimleriyle
de il; yazarın açıklamaları ve
yorumlarıyla çizilir. Ki ilerin yalnız iç
dünyaları yansıtılmaz; gerçeklere ba lı
kalarak, dı dünyanın olayları da
anlatılır. Sözün kısası, The Years’de, ne
içerik açısından bir yenilik görülür, ne de
biçimsel açıdan. Bu roman, Virginia
Woolf’un yıllarca ele tirdi i gerçekçi
geleneksel romana bir ödünden ba ka bir
ey de ildir. Peki, yazar o güne de in
hiçbir romancının yapmayı bile
dü lemedi i bir deneyimi ba arıyla
uygulamaya koyup The Waves’i yazdıktan
sonra, neden böyle bir ödün vermek
gere ini duydu? Yorulmu muydu, bezmi
miydi, tükenmi miydi? Aynı yolda daha
ileri gitmesinin olasılı ı bulunmadı ı
kaygısına mı dü mü tü? in kolayına
gitmek, herkesin kolayca anlayabilece i
bir kitap mı yazmak istiyordu?
in en garip yanı, Virginia Woolf ’un,
geleneksel romana geri dönmekle bir
ödün verdi inin hiç bilincinde de ilmi
gibi bir tutum benimsemesidir. Kasım
1932 güncesinde, “the novel of facts”den
yani olgular anlatılan romandan bunca
yıl uzak kaldıktan sonra, olguları yeniden
ele almaktan sonsuz bir haz duydu unu
yazar. Bu olguları, hiç farkına varmadan
yirmi yıldır hep gözledi ini, hep
biriktirdi ini söyler. imdi bunları kâ ıda
dökmek onu çok keyiflendirir. The
Waves’i bir iir-roman olarak tasarladı ı
gibi, The Years’i de bir “essay-novel”
(deneme-roman) olarak tasarlamı tır. Bu
deneme-roman tâ 1880’de ba layacak ve
imdiki zamana, yani yazıldı ı 1930’lu
yıllara kadar gelecek, yarım yüzyıldan
uzun bir süreyi kapsayacaktır. Ya am ve
toplum, bütün de i ik yanlarıyla
görülecektir burada. Tarihle, siyasetle,
e itimle, cinsellikle, feminizmle, sanatla,
edebiyatla ilgili “milyonlarca dü ünce”
(“millions of ideas”) üretilecektir. Bu yeni
kitabı, “tüm bildiklerinin, hissettiklerinin,
alay ettiklerinin, hor gördüklerinin ve
sairenin bir özetlemesi olacaktır” (“a
summing up of all I know, feel, laugh at,
despise, like, admire, hate and so on”).
Virginia Wo olf, The Waves’den sonra
böyle bir romanı çok kolay yazaca ını
sanmı tı. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü
bu tür bir roman, hem yirmi yıldır
yazdıklarına aykırı dü üyordu, hem de
çok a ır bunalımlar geçiriyordu o sırada.
Ruhsal çöküntüleri birbirini hızla izliyor,
bir depresyondan çıkıp bir yenisine
giriyordu. Mahvoldu unu, 1913’ten beri
uçurumun kenarına böylesine
yakla madı ını yazıyordu güncesinde.
Hattâ yazmakta oldu u kitabı yakmayı
bile dü ündü bir ara. The Years’i
tamamlayabilmek için tam dört yıl didindi
durdu. Bu dört yılı, çok uzun bir do um
sancısına benzetti. 5 Kasım 1936’da, ona
bunca acı çektiren kitabı gözya ları içinde
bitirdikten sonra, The Years’i The
Waves’den daha çok sevdi ini yazdı
güncesine. Ama kendi kendini aldattı ını
anlayacaktı çok geçmeden.
Virginia Woolf geleneksel bir roman
yazdı ına göre, böyle bir romanda bir olay
örgüsü anlatılması gerekirdi. Oysa de il
bir olay örgüsü, olay sayılabilecek bir
durum bile bulunmaz The Years’de. lkin
“The Pargiters” adını vermi ti kitaba. Bu
ad çok yerindedir aslında. Çünkü
romanda Pargiter ailesinin üç ku a ı ele
alınır. Virginia Woolf’un hiç be enmedi i
John Galsworthy’nin The Forsyte
Saga’sında (Forsyte’ların Destanı) oldu u
gibi, bir ailenin ku aklar boyu öyküsü
anlatılır. Bu öykü, yarım yüzyıldan uzun
bir zaman dilimini kapsayarak, tâ
Victoria Ça ında 1880’de ba lar, kitabın
yazıldı ı tarihe kadar gelir, demin
belirtti imiz gibi. On bir bölümden olu an
kitabın her bölümüne, “Yıllar” adına
uyularak bir tarih verilir. Örne in, birinci
bölümün adı 1880’dir, ikincinin 1891,
üçüncüsü 1907, vb. En uzun bölüm olan,
kitabın nerdeyse yarısını kapsayan on
birinci ve son bölüm “The Present Time”
( imdiki Zaman) adını ta ır.
Dekor gene Londra’dır. Mrs.
Dalloway’de oldu u gibi. Ama bu kez
Virginia Woolf, gerçekçili e uymak
kaygısıyla, sevgili kentinin güzel
yanlarından çok, çirkin yanları üstünde
durur: Londra’da yoksulluk ve mutsuzluk
egemendir. Frengiden burnu dü mü
kadın dilenciler vardır. Ellerini kollarını
sallayarak kendi kendine ba ıran,
acılarını dile getiren deliler vardır. Lapa
lapa kar ya arken kahkahalar atan garip
zenciler vardır. Yazarın çarpıcı bir
imgeyle belirtti i gibi, Londra, “ölü
balıkların ve yıpranmı kızartma
tavalarının kentidir” (“city of dead fish
and worn-out frying-pans”). Virginia Woolf,
kentin sefaletine de indi i gibi, toplumsal
yaralarına da de inmek ister. Hattâ kimi
ele tirmenlere göre, toplumsal yapının
zulmünü ve haksızlıklarını hiçbir ba ka
kitabında böylesine de memi tir. Son
bölümde, romanın ki ilerinden Peggy,
felâketlerle, zorbalıklarla, i kencelerle
böylesine dolu bir ülkede, insanın mutlu
olamayaca ından, özgürlük diye bir ey
kalmadı ından yakınır. Ama ne yazık ki,
bu yakınmalar bize çok inandırıcı gelmez.
Çünkü Virginia Woolf bir yandan bunları
söylerken; bir yandan da, Hitler o
sıralarda iktidara geldi i, fa izmin çirkin
yüzü olanca i rençli iyle ortaya çıktı ı
halde, daha önce de sözünü etti imiz
anti-semitizmini dile getirmekten kendini
alamaz. Alman basını çok büyük burunlu
Yahudi karikatürleriyle dolup ta arken,
bir bayanın büyük “Yahudi burnunu”
(“Jewish nose”) alaya alır. Pargiter
ailesinden Sara, oturdu u pansiyondaki
banyosunu bir Hıristiyanla payla maya
katlanır; ama Yahudilerin pisli i
konusunda Nazi propagandasına
inanmı çasına, bir Yahudiyle payla maya
katlanamaz (Yazarın o e siz kocasının da
Yahudi oldu unu anımsatmakta yarar
var). Sara para kazanmak için bir i
bulmayı, ba ka bir pansiyona ta ınmayı
dü ünür. Bu arada eme iyle geçinenlere
de hakaret eder: “Köle ruhlu” (“servile”)
i çiler ordusuna katılması mı
gerekecektir, “because of a Jew in my
bath, all because of a Jew” (banyomda bir
Yahudi yüzünden, hep bir Yahudi
yüzünden?) diye sorar kendi kendine.
Oxford’daki bir Yahudi ö renciden söz
ederken, yazar, “Jewish boy” demez;
“Jew boy” der. Ve ngilizceyi iyi bilenler,
“Jewish boy” demenin a a ılayıcı
olmadı ının, ama “Jew boy” demenin
a a ılayıcı oldu unun hemen farkına
varırlar. Bu Yahudi ö rencinin Eski
Yunanca ö renmesi, gülünç bulunur.
Çünkü yüksek sınıftan Pargiter’lerin
torununun Eski Yunanca ö renmesi
güzeldir, ama bir Yahudi çocu unun aynı
dille u ra ması komik gelir yazara.
Üstelik bu Yahudi çocu u, Birmingham
gibi bir sanayi kentinden gelmi tir; yani
a a ı sınıftan bir gençtir büyük bir
olasılıkla. Bu tür önyargıları Virginia
Woolf gibi büyük bir yazara yakı tırmanın
yolu yoktur.
Pargiter ailesinin reisi olan ve
Hindistan’daki büyük ayaklanma
sırasında sa elinin iki parma ını yitiren
Albay Abel Pargiter’in, her an ölmesi
beklenilen, ama bir türlü ölmeyen bir e i;
Mira adında, para pe inde ko an,
baya ının baya ısı bir metresi ve dördü
kız (Eleanor, Milly, Delia, Rose), üçü
erkek (Martin, Morris, Edward) yedi
çocu u vardır. Bu yedi çocu un e leri,
evlatları, kız ve erkek ye enleri; onların
da e leri ve çocukları vardır elbette. Öyle
ki, kimin kimin nesi oldu unu belle inde
tutmak bir hayli güç gelir okuyuculara.
Böylece romanın bir kusuru fazla uzun
olmasıysa, öteki ve daha vahim kusuru,
ki i sayısının fazlalı ıdır. Yazar,
dikkatimizi dört be ki i üstünde
toplayaca ına, yirmiden fazla ki iyi ele
alır. Ya lı hizmetçi Crisby ve daha
ba kaları gibi, bir iki sayfada görünüp
sonra yok olanlar da vardır bu kalabalık
arasında. Bu yüzden dikkatimiz da ılır;
The Years bir bütün olu turamaz; hep
bölük pörçük izlenimini verir. Ki iler,
yarım bırakılmı portreleri andırır.
lkin Albay Pargiter’in çocuklarını ele
alalım. Bu çocukların en büyü ü
Eleanor, romanın ba ından sonuna de in
göründü ü ve öteki ki ilerin ço undan
farklı olarak, az çok gerçek bir insan
izlenimini verdi i için, The Years’in odak
noktası sayılabilir. Eleanor, her zaman
güler yüzlü, her zaman anlayı lıdır.
Gencecik bir kızken bile, çocukların
ablası olarak sorumluluklarının
bilincindedir. Karde i Milly’nin gözünde,
dünyanın en iyi yürekli, en akıllı
insanıdır. Çok varlıklı olmayan Pargiter
ailesinin bütün yükünü Eleanor ta ır.
Hattâ kimi zaman, bu yükü yalnız aklıyla
de il, bedeniyle de ta ıyormu gibi bir
duyguya kapıldı ı olur. Bir ara
merdivenleri inerken, ba ının üstünde
her an kırılabilecek bir testi
ta ıyormu casına, o testi dü mesin,
kırılmasın diye, kollarını ba ına do ru
kaldırır. Eleanor, renkli serüvenlerle dolu
bir ya am ister aslında. Yetmi ini
geçmi ken bile, ne zaman özgürlü üne
kavu aca ını “bir mahzene kapatılmı bir
sakat gibi” (“like a cripple in a cave”)
ya amaktan ne zaman kurtulaca ını
sorar kendine. Ama sorumluluk
duygusu, onun yakasını bırakmaz.
Ye enlerinden North, “bir bula ıcı
hastalık” saydı ı aile ba larından (“the
contamination of family life”) onu
kurtarmak ister; ama bunu ba aramaz.
Eleanor’un kendine özgü bir ya amı yok
gibidir. Yıllar yılı karde lerinin ya amını
ya ar sanki. Hiç evlenmemesinin nedeni
de budur. Ama ne gariptir ki, iyice
ya landıktan sonra, borsada oynayıp bol
para kazanınca, ya amı bir hayli
renklenir. Bir mahzende ya ayan bir
sakat olmaktan kurtulur. Yolculuklara
çıkar; Yunanistan’a, spanya’ya, hattâ
Hindistan’a gider.
Eleanor’u mutsuzluktan kurtaran iki
ey vardır. Birincisi, ço u ya lılar gibi
geçmi zamanda de il, imdiki zamanda
ya amasıdır. “Elimde ancak imdiki
zaman var” diye dü ünür. te buradaydı,
canlıydı” (“I’ve only the present moment,
she thought. Here she was, alive”).
Ye enlerinden biri, geçmi günleri çok
güzel, çok renkli sanıp, Eleanor’un o
günleri anlatmasını isteyince; ya lı kadın,
imdi ya adı ı günlerin çok daha heyecan
verici, çok daha güzel oldu unu söyler.
Eleanor’un mutlu bir insan olmasının
ikinci nedeni, yalnız kendi ailesine kar ı
de il, tüm insanlara kar ı kendini
sorumlu hissetmesi, siyasal açıdan ilerici
görü ler benimsemesi, toplumsal
sorunları çözümlemeye çalı masıdır.
Yoksullar için yapılan konutları
denetlerken, damların aktı ının farkına
varınca, kıyametleri koparır.
Müteahhitleri azarlarken de, hiç
ho lanmadı ı bir tavır takınır; ki ili inden
etkilenip, damları do ru dürüst
yapmaları için, yüksek sınıftan bir
kadının -albayın kızının- ses tonuyla
konu ur onlarla. Ye enlerinden Peggy,
ya lı Eleanor’un küfrederek bir gazeteyi
parçaladı ını görünce, hayrete dü er.
Onun gazetede gördü ü, a zını açmı
nutuk atan, ablak yüzlü i man bir
adamın resmidir sadece. Ama Eleanor,
bu gülünç i konun Mussolini oldu unu;
böylelerinin iktidara gelmelerinin, kendisi
gibi insanların “sevdikleri her eyin,
özgürlük ve adaletin sonu” oldu unu bilir
(“it means the end of everything we cared
for; freedom and justice”). Gerçi Eleanor,
fa izme fena halde öfkelenir; ama onun
en ho yanlarından biri, insanlara kar ı
gösterdi i sonsuz ho görüdür. Örne in,
genç akrabalarından biri, ona Polonyalı
e cinsel Nicholas’ı tanıtırken (Virginia
Woolf’un romanlarında e cinsel bir erkek
mutlaka bulunur) Eleanor’un bu adamın
yüzüne bile bakmayaca ını sanır. Oysa
güzel bir dostluk kurulur ya lı kadınla
genç e cinsel arasında.

Hogarth Press’teki ilk pedallı baskı
makinası. The Years de Woolf’un bütün
kitapları gibi bu makinada basıldı.

Delia Pargiter, ablası Eleanor gibi


bencillikten arınmı , özverili bir kız
de ildir. Baba evinden uzakla abilmek,
kendi ya amını özgürce ya ayabilmek
için, ölüm ile ya am arasındaki sınırda
yıllardır duraksamakta olan annesinin
bir an önce ölmesini ister. Annesi
fenala ınca, sevinir; iyile ince, üzülür.
Annesini sevmek ister, sever de bir
bakıma. Ama annesi ya amakla, onun
ya amasını engellemektedir. Bu kızın
annesine kar ı duyguları, Virginia
Woolf’un babasına kar ı duygularının bir
yansıması gibidir aslında. Delia’nın
annesinin ölümünü sabırsızlıkla
beklemesinin nedeni, canı istedi i gibi
ya amak, ho vakit geçirmek de ildir. Bir
ideali vardır onun. Bu ideal, rlanda
ba ımsızlık sava ının ünlü kahramanı
Charles Stewart Parnell’e (1846-1891)
tutkusundan kaynaklanır. Delia’nın hiç
görmedi i Parnell’e tutkusunda, adamın
siyasal liderli inden çok, erkek olarak
çekicili inin bir payı vardır herhalde.
Çünkü rlanda’nın taçsız kralı denilen
Parnell, yakasına her zaman beyaz bir
çiçek takan, çok romantik ve çok
karizmatik bir erkektir. Evli bir kadınla
duygusal ili kisinden yararlanan
dü manları, onu mahvetmenin yolunu
bulmu lardı sonunda. Delia’nın babası
tutucu Albay Pargiter’in gözünde Parnell,
ahlâk dü künü bir serüvenci, ngiltere’yi
yıkmak isteyen tehlikeli bir ajitatördür.
Ama Delia’nın gözünde bir tanrıdır.
Dünyada tek iste i Parnell’e destek
olmak, toplantılarda onun yanında
bulunmak, kalabalık mitinglerde onu
yüceltmek için söylevler vermek, adalet
ve özgürlük u runa rlanda dâvâsını
canla ba la savunarak onun sevgisini
kazanmaktır. Delia bunları yapamaz
elbette. Ama Parnell’e tutkusu yüzünden
bir rlandalıyla evlenir. Bu rlandalının
Parnell’in inançlarını payla aca ını
sanmı tır. Oysa kocası Patrick, Büyük
Britanya mparatorlu una da, onun
ba ındaki hükümdara da hayran,
ngiltere’yi dünyanın en uygar ülkesi
sanan tutucu bir toprak sahibidir. Bu
durum ba lıba ına bir roman olabilirdi
elbette. Ne var ki The Years’de Virgina
Woolf ki ilerini izlemedi i, bir ele alıp bir
bıraktı ı için, Delia’nın bu evlili e nasıl
uyum sa ladı ını bilemeyiz; üç çocu u
oldu unu ö reniriz ancak.
Yazarın Delia üstünde durmamasını
ho görebilsek bile, Pargiter ailesinin en
küçük kızı Rose üstünde ke ke
durabilseydi deriz kendi kendimize.
Çünkü Rose ilginç bir kadındır. Ne yazık
ki, o da bir çıkar, bir yok olur romanda.
Onu ilkin yedi ya ındayken, sonra da kırk
iki ya ındayken görürüz. Bu arada nasıl
geli ti ini, ba ından neler geçti ini
bilemeyiz. Yazar Rose için, “had lived in
many places, felt many passions and
done many things” (birçok yerde
ya amı tı, birçok tutku duymu tu, birçok
ey yapmı tı) demekle yetinir; bunların
neler oldu unu bildirmeden.
Rose, yedi ya ındayken çok çirkin bir
durumla kar ıla ır. Geceleyin soka a
çıkar, hayaller kurarak, ko ar durur.
Sözde atına binmi , dü manın ku attı ı
bir kaleye bir mesaj götürmek üzere
gidiyordur. Bu mesajı kaleye kumanda
eden generale vermezse, askerlerin hepsi
ölecektir. Rose dü ler içinde böyle
ko arken, bir herif kar ısına çıkar
ansızın; küçük kızı yakalamaya kalkar.
Yakalayamayınca da, pantolonunun
dü melerini çözmeye ba lar. Bu adamın
pis yüzü, Rose’un karabasanlarına girer
o gece. Ama bilmedi i, yazarın da
açıklamadı ı bir nedenden ötürü korkunç
bir suçluluk duygusuna kapıldı ı için,
ablası Eleanor’a derdini açamaz.
Geçirdi i bu okun, hiç evlenmeyen
Rose’un erkeklere kar ı tutumunu ve
cinsel ya amını nasıl etkiledi ini
bilemeyiz. Ancak Rose, kırk iki
ya ındayken, karde i Martin’e, çocukların
çok derin acılar çektiklerini ve bu
acılarını hiç kimseye anlatamadıklarını
söyler. Aile yuvasından da, aile
ba larından da nefret etti ini açıklar bu
arada.
Rose, ablası Eleanor gibi, yoksullara
yardım i leriyle u ra makla ve siyasal
açıdan ilerici görü ler benimsemekle
yetinmez. ngiltere’nin dört bir yanında,
siyasal eylemlerde bulunur. Polise ta
attı ı için hapse girdi i de olur ara sıra.
Geceleri Londra’da gezinirken,
yumru unu Parlamento binasının
parmaklıklarına vurup, hakaret eder
Parlamento üyelerine. Bir seçim
propagandası sırasında saldırıya
u radı ını, çenesinden yaralandı ını ve
bu yara iziyle gururlandı ını ö reniriz.
Akrabalarından Sara, Rose’un “gül”
anlamına gelen adı üstünde oynayarak,
“wild Rose, thorny Rose” (vah i gül, dikenli
gül) der ona. Rose’un gerçekten vah i bir
yanı vardır. Daha küçükken a abeyi
Martin’e öfkelenince, banyoya kapanır,
bileklerini kesmeye kalkar. Rose, yi ittir,
hattâ belâlıdır. Eleanor, karde i Martin ’in
de il, asıl Rose’un asker olması
gerekti ini dü ünür. Sara, Rose’u atına
binmi , altın zırhlar içinde bir dü mana
saldırırken hayal eder. Rose, hiç
kimsenin savunmadı ı dâvâları da
savunur. Örne in, hırsızlardan çok
ho landı ını söyleyerek, hırsızlık
suçundan hapse dü en çocuklara okuma
yazma ö retir.
Yazar, Pargiter ailesinin dört kızından
biri olan Milly konusunda pek bir ey
söylemez. Erkek karde inin
arkada larından biriyle evlendi ini,
çocukları oldu unu, ya lanınca
kendisinin de kocasının da çok
i manladı ını biliriz ancak. Erkeklere
gelince, Morris’in avukat oldu u,
evlendi i, onun da çocukları oldu u
bildirilir. Martin subay olur; Hindistan’da
ve Afrika’da sava ır; sonra ordudan
ayrılır. Edward, Oxford’da ö retim
üyesidir. Sophokles’i ngilizceye çevirir.
Ye eni North’a bakılacak olursa, ba lıca
u ra ı Eski Yunan edebiyatı oldu undan,
modern ça ın baya ılı ı kolay kolay
bula amamı tır ona. Ama canlılı ını da
yitirmi , eskiden çok yakı ıklıyken, imdi
kurutulmu bir böce e dönmü tür.
Pargiter ailesinin üyeleri arasında,
Kitty gibi zaman zaman görünüp
dikkatimizi çekenler vardır. Edward’ın
â ık oldu u Kitty Malone, Oxford’daki
kolejlerden birinin ba kanının kızıdır.
Orada do up büyümü tür ve ömrünün
geri kalan kısmını orada geçirmek
istemedi inden, karde çocu u Edward’ı
reddeder. Çok varlıklı Lord Lasswade ile
evlenir, üç o lu olur. Kitty ’nin
kendisinden çok, ili ki kurdu u ki iler
ilginçtir. Bunlardan Lucy Craddock,
Oxford’un ilk kadın hocalarından biridir.
Kitty, kendisine özel ders veren bu
kadına hayrandır. Hayran oldu u ikinci
ki i, Profesör Robson’dur. O sıralarda
Oxford’da bir kadın ö retim üyesi
görülmedik bir yenilik oldu u gibi, i çi
sınıfından gelen Profesör Sam Robson da
görülmedik bir yeniliktir. Belki de bu
yüzden, Lucy Craddock ile Sam Robson
arasında gizli bir dayanı ma vardır. Öteki
hocalar, salt kadın oldu u için Lucy
Craddock’u alaya alıp hor görürken,
Profesör Robson, bu çok bilgili kadına
saygı duyar. Bir i çi çocu u olması hiçbir
a a ılık duygusu vermez Robson’a. Tam
tersine, bununla gururlanır. Yorkshire
ivesini büsbütün abartarak, e inin
kendisiyle evlenmeden önce bir zengin
evinde ahçılık etti ini övüne övüne
anlatır. Sam Robson’u dünyanın en cana
yakın insanı sayan Kitty, yüksek sınıftan
Malone’lerin kızı olaca ına, ke ke
Robson’ların kızı olsaydım diye dü ünür.
Ailenin o lu Jo’dan da çok ho lanır.
Çünkü Jo, varlıklıların özel okullarında
yeti memi , dolayısıyla do allı ını
koruyabilmi tir. Jo, on be ya ındayken
bir gün onu öpüveren genç çiftçiyi
anımsatır Kitty’ye. Ne var ki, Kitty,
Malone’lerin kızıdır. Ona küçüklü ünden
beri a ılanan ngiliz yüksek sınıfının
önyargılarından kurtulmasının yolu
yoktur. Bu yüzden de, o genç çiftçi ya da
Jo gibi bir delikanlıyla de il, varlıklı bir
Lord ile evlenir daha sonraları. Kitty,
ayrıca mutsuz hissetmez kendini. Ama
gerçekten mutlu oldu u da pek
söylenemez. Örne in, salonunda oturan
yüksek sınıftan kadınlara bakar bir ara.
Onların giysileri, mücevherleri,
takındıkları yapay tavırlar, söyledikleri
bo sözler ellerinden alınsa, geride bir hiç
kalaca ını bilir. Ama kendisinin de
onlardan farksız oldu unun, ya amı
boyunca hiçbir ey yapmadı ının
bilincindedir. Kitty, ancak dul kalıp
yetmi ini geçtikten sonra, ya am
kar ısında tedirginli i azalır. Ya lılı ın
insanın ömründe çok olumlu bir dönem
olabilece ini anlayan ender ihtiyarlardan
biridir. “How nice it is not to be young!
Now one can live as one likes” (Genç
olmamak ne güzel ey! imdi insan istedi i
gibi ya ayabilir) der.
Sara (Sally de derler ona) ve Maggie,
Albay Pargiter’in erkek karde i, siyaset
adamı Digby Pargiter’in kızlarıdır.
Annelerinin ve babalarının ölümünden
sonra, evleri satılır, yoksul kalırlar.
Maggie, Rene adlı bir Fransızla mutlu bir
evlilik yapıp Fransa’ya yerle ir. Eleanor,
bu Fransızı öyle ho bulur ki, genç
olsaydı, onunla evlenmek isteyece ini
söyler. Yazar, Maggie ’den çok Sara
üstünde durur. Bebekken dadısı onu
kuca ından dü ürdü ü için, Sara’nın bir
omuzu hafif çarpık kalmı tır. Sara’nın
Yahudilere ve yoksullara kar ı
önyargılarından daha önce de söz
etmi tik. Bir meyhaneye biti ik bir evde
otururlar bir ara. Sara, “nasty little
creatures” (pis küçük yaratıklar) diye söz
eder o meyhaneye dadananlardan. Ne
var ki, basit bir kadın olmadı ı için,
çirkinlikle güzelli in her zaman yan yana
bulunabilece ini de bilir. Londra’nın
güne battıktan sonra daha çok ortaya
çıkan sefaletine bakarken, kentin
gecelerinin, hem küfürler ve acımasız bir
iddetle, hem de güzellik ve sevinçle dolup
ta tı ını görür. Sara’nın bir ara
stanbul’a gitti ini de anlarız. Çünkü kılık
kıyafetine hiç aldırmayan, dalgınlıkla ayrı
ayrı renklerde çoraplar giyen Sara,
“sarıklı ve fantastik bir Türk’ten”
(turbaned and fantastic Turk) aldı ı çok
güzel bir giysiyi giyer bir toplantıda. Sara
hiç evlenmez; Polonyalı e cinsel Nicholas
ile yakın bir dostluk kurar. Öyle yakın bir
dostluktur ki bu, ya lı Eleanor onların
birlikte nasıl gülü tüklerine bakarken,
a k denilen eyin bu oldu unu dü ünür.
Virginia Woolf, Nicholas üzerine biraz
daha fazla durmak zahmetine
katlansaydı, ilginç bir e cinsel portresi
çıkarabilirdi ortaya. Ama bunu yapmadı ı
için, Amerika uyru u oldu u halde
Polonyalıyım diye direnen bu adamın
herkesi neden böylesine büyüledi i
anla ılmaz. Belki e cinsel e ilimleri
oldu u için Nicholas’ın en çok büyüledi i
ki ilerden biri de North’tur. North,
Morris’in o lu ve Albay Pargiter’in
torunudur. Uzun süre Afrika’da bir
çiftli i yönettikten sonra, ngiltere’ye geri
dönmü tür. North da daha ayrıntılı
çizilseydi ilginç olabilirdi. Ama Eleanor bir
yana, bu Pargiter’ler konusunda çok az
ey bildi imiz gibi, North üstüne de
bilgimiz azdır. North, kitabın sonundaki
aile toplantısında, annelerle babaların,
sadece kendi çocuklarına dü kün,
ba kalarının çocuklarına kayıtsız olmaları
kar ısında deh ete dü er. Belki de
çocuksuz Virginia Woolf ’un çocuklulara
tepkisini yansıtarak, bu anne babaları,
yavrularını pençeleriyle koruyan vah i
hayvanlara benzetir.
Virginia Woolf ’un hiç kimseyi do ru
dürüst çizmeye niyeti yoktur The
Years’de. North’a yaptı ını, onun kız
karde i Pegg’ye de yapar. lginç olabilecek
bu kadını da ele almasıyla bırakması bir
olur. Pargiter’lerin üçüncü ku a ından
Peggy, hekimdir; ama tıbba hiç inanmaz.
“Doctors know very little about the body;
absolutely nothing about the mind”
(Doktorlar beden konusunda çok az ey
biliyorlar; beyin konusunda ise, kesinlikle
hiçbir ey bilmiyorlar) der. Peggy’nin
inançsızlı ı yalnız tıp konusuyla sınırlı
de ildir. Hiçbir eye inancı yoktur. Halası
Eleanor’un öfkelenerek Mussolini’nin
resmini yırttı ını görünce, bu yetmi lik
kadının özgürlük ve toplumsal adalet gibi
kavramlara hâlâ tutkuyla inanmasını
aklı almaz. O eski inanmı lar ku a ından
saydı ı halası kar ısında hayretlere
dü er. Belki de bu inançsızlı ı yüzünden,
Peggy ancak otuz yedi ya ında oldu u
halde, ya amdan bezmi tir, mutsuzdur.
Leonard Woolf, The Years’i e inin “ölü”
(“dead”) romanlarından biri saymakta
haklıydı. Yazarın yakın arkada ı romancı
E.M.Forster de, Virginia Woolf ’un
gerçekçili e geri dönüp “ iiri terk etti i
için ba arısızlı a u radı ını” (“she deserts
poetry and she fails”) söyler. David
Daiches bir yana, ço u ele tirmenler aynı
kanıya varırlar. Ama The Waves’i
be enmeyen David Daiches, The Years’i
fazla uzatılmı ve biraz bölük pörçük
bulmakla birlikte, anlatımın güzelli ine
her nedense hayran kalır. Bizlere çok
garip gelen bir durum da, ilk çıktı ı
sıralarda, okuyucuların The Years’i çok
tutmalarıdır. Garip diyoruz ama; aslında
pek o kadar garip de ildir bu. Çünkü
alı ılagelmi türde, okuyucuların kolayca
anlayabilecekleri bir romandır The Years.
Virginia Woolf ’un dedi i gibi, bu kitap,
bütün yazdıkları arasında rekorlar
kırarak, 25,000 sattı; altı hafta
Amerika’nın best-seller listesinde kaldı.
Gelgelelim Virginia Woolf bu ba arıyla
avunamazdı. Çünkü The Years’in kötü
oldu unun, kitap daha basılırken farkına
varmı tı. Güncesinde “odious” (nefret
edilesi) buldu u The Years’in tashihlerini
“ölü bir kediymi gibi” (“like a dead cat”)
kocasına götürdü ünü ve hiç okumadan
yakmasını istedi ini anlatır. Ama daha
sonraları, belki de kendini savunmak, bir
kitap daha yazmak gücünü bulmak için,
güncesinde söyle der:

“The point is that I myself know why
it’s a failure; and that it’s failure is
deliberate.”
(Önemli olan u ki, ben kendim
biliyorum bunun neden bir ba arısızlık
oldu unu ve bile bile yapılan bir
ba arısızlık oldu unu.)

BÖLÜM 17
BETWEEN THE ACTS


The Years’de geleneksel gerçekçi
romana o geri dönü ten -bize kalırsa
açıklanması olanaksız o geri dönü ten
sonra- Virginia Woolf yazdı ı son roman
Between the Acts’de (Perdeler Arası)
kendine özgü roman türüne yeniden
yöneldi iyi ki. Gerçi bu son romanı, Mrs.
Dalloway, To the Lighthouse, The Waves
gibi bir ba yapıt sayılamaz. Ama aynı
türün bir devamıdır hiç olmazsa. E er
The Years’den sonra ba ka bir roman
yazmasaydı, onun kendini öldürmeden
önce nasıl olsa tükendi ini sanacaklardı
hayranları. Virginia Woolf, çok kısa olan,
ancak 150 sayfa tutan bu son romanını,
ngiltere sürekli havadan bombalanırken,
büyük acılar içinde, inanılmaz bir çaba
göstererek, hattâ can çeki erek
diyebiliriz, yazdı. Bu yüzden, ne yazık ki,
adını anımsamadı ımız biri, ngiliz dilinde
intihardan önce yazılmı en uzun mektup
diye tanımladı bu son kitabı. Between the
Acts’ı, 26 ubat 1941’de bitirdi. Bir iki ay
sonra da kendini öldürdü. Kitabı e i
Leonard Woolf yayına hazırladı.
Yazarın bütün iyi romanları gibi,
Between the Acts’ın anla ılması güçtür;
hattâ okuyucuların kafasını karı tırır,
ele tirmen Lord David Cecil’e bakılacak
olursa. Ama okuyucu, Mrs. Dalloway, To
the Lighthouse, The Waves ya da herhangi
ba ka güç bir roman için yapabilece i
gibi, romanı ilk okuduktan sonra araya
kısa bir süre koyup yeniden okursa, çok
daha iyi anlar, anladıkça da daha çok
keyfine varır.
Virginia Woolf, terk etti i iire geri
döner burada. Örne in, sa’nın küçük
o lu bir çiçek görür: “The flower blazed...
It blazed a soft yellow... It filled the
caverns behind the eyes with light.”
(Çiçek alev aldı... Yumu ak sarı bir alevle
tutu tu... Gözlerin arkasındaki ma araları
ı ıkla doldurdu.) Ama çocuk bu çiçek
kar ısında böylesine co mu ken, dedesi,
en iyi niyetlerle, münasebetsiz bir aka
yapar; bir çalının arkasından çıkıverip
üstüne saldırır ansızın. Çocuk a lamaya
ba lar. Bu çocu un annesi sa, bo bir
odaya bakar:

“The room was a shell, singing of
what was before time was; a vase
stood in the heart of the house,
alabaster, smooth, cold, holding the
distilled essence of emptiness,
silence.”
(Oda, zaman olmadan önce olanların
arkısını söyleyen bir deniz
kabu uydu. Bir vazo duruyordu evin
yüre inde, su mermerinden yapılmı ,
pürüzsüz, so uk. Bo lu un damıtılmı
özü olan sessizlik vardı içinde.)

Mrs. Dalloway gibi, Between the Acts da
bir tek günde geçer. Ama dekor, Londra
de il, kırsal bölgede Pointz Hall adlı
konak ve bu kona ın bahçeleridir.
Zaman, 1939 yılında bir Haziran
günüdür; yani aynı yılın Eylül’ünün ilk
günü patlak veren kinci Dünya
Sava ından iki ay kadar önce. Köyde
oturanların, Haziran ayında Pointz
Hall’un sahibi Mr. Bartholemew Oliver’in
topraklarında açık havada bir temsil
vermeleri bir gelenek halini almı tır yedi
yıldan beri. Bu yılın temsilinin konusu
ngiltere tarihidir. Temsilin metnini
hazırlayan da Miss La Trobe adlı, köye
yerle mi bir oyun yazarıdır. Virginia
Woolf, sava ı uygarlı ın sonu bildi inden,
bu kitabın yazıldı ı sırada ngiltere
açısından en tehlikeli a amasında olan
Alman saldırısı her eyi yıkıp yok
etmeden önce, ülkesini korumak ve
tarihini bir kez daha gözler önüne
sererek yüceltmek istemi ti her halde.
Bunu yapabilmek için de dekor olarak,
her eyin hızla de i ti i Londra gibi büyük
bir kenti de il, geçmi in hâlâ canlı kaldı ı
kırsal bölgeyi, Oliver ailesinin nerdeyse
iki yüz yıldır oturdu u toprakları seçmi ti.
David Daiches’in Between the Acts’ı
“kahramanı ngiltere olan lirik bir
tragedya” (“a lyrical tragedy ıvhose hero is
England”) diye tanımlamasının nedeni bu
olsa gerek.
Virginia Woolf, Between the Acts’a eski
ngiltere’yi simgeleyen “Pointz Hall” adını
vermeyi dü ündü ü gibi, “The Next War”
(Önümüzdeki Sava ) adını vermeyi de
dü ünmü tü bir ara. Nitekim kitapta
anlatılan o Haziran günü boyunca,
sava ın patlamak üzere oldu u her an
anımsatılır okuyuculara. Ki iler,
konu maları arasında, Avrupa’da
durumun gittikçe daha tehlikeli bir hâl
aldı ını, Nazi Almanyası’nın saldırıya
hazırlandı ını; ngiltere’nin istilâya
u rayabilece ini; her yerin tanklar,
toplar ve uçaklarla doldu unu; bu
topların her an patlayabilece ini,
tankların harekete geçebilece ini,
uçakların havalanabilece ini söylerler.
Temsilin sonuna do ru da, ngiliz sava
uçakları köyün üstünden geçer. Romanın
ki ilerinden biri, dolaylarda kamp kuran
ngiliz askerlerinin, biraz geri zekâlı bir
köylü kızı kandırıp, sırayla ırzına
geçtiklerini anlatır. Böylece Virginia
Woolf, ba lamak üzere olan sava ın en
çirkin yanlarından birini, kadınlara
saldırıları anımsatmı olur bizlere. Gerçi
Between the Acts’da ki ilerin iç dünyaları
da bize yansıtılır. Ama bu roman, To the
Lighthouse ya da The Waves gibi, yalnız iç
dünyaları yansıtmakla kalmaz. Sava
üstünde sürekli duruldu u için, dı
dünyada olup bitenlerin de bilincinde
oluruz her zaman. Ki ilerin iç
dünyalarıyla çevrelerini saran dı dünya
arasında bir ba lantı kuruldu u gibi,
geçmi le imdiki zaman arasında da bir
ba lantı kurulur. Çünkü temsil, geçmi
zamanı ele alır; bu temsili seyredenler ise
1939 yılında bir Haziran gününü
ya amaktadırlar.
Between the Acts’da iki ayrı metin
vardır. Biri romanın metni, öteki de
temsilin metni. Bu iki metin iç içedir;
yani biri bitip öteki ba lamaz. Aynı anda,
hem temsilde söylenenler ve olup bitenler
aktarılır okuyuculara; hem de temsili
seyredenlerin yaptıkları, söyledikleri ya
da akıllarından geçenler. Virginia bu
temsil için “pageant” sözcü ünü kullanır.
Bilindi i gibi, “pageant” sözlerin de il de
gösteri ö elerinin, yani canlı tabloların,
kostümlerin, dekorun, müzi in, dansların
a ır bastı ı bir seyirliktir. Kafadan çok,
gözlere ve kulaklara yönelir. Ne var ki, bu
seyirlikte dekor do adır; müzik de eski
plakları çalan bir gramofon. Oyuncularla
seyirciler arasında belirgin bir sınıf
ayrımı olması da önemlidir. Oyuncular
yoksulca insanlar, çoluk çocu uyla köy
halkı ya da o bölgede görev almı küçük
memurlardır. Seyirciler ise, yüksek orta
sınıftan ya da aristokrasiden, toprak
sahibi varlıklı ki ilerdir.
Ba langıçtan o güne de in ngiliz
tarihini ele alan seyirlik, fazlasıyla bölük
pörçüktür. Bir kısmı iirle, bir kısmı
düzyazıyla kaleme alınmı tır. çinde bir
Elizabeth Ça ı tragedyasını ya da bir
Restoration Ça ı komedyasını andıran
parçalar vardır. Seyircilerin yorumları,
kimi zaman isabetli, kimi zaman saçma
sapandır ve bu yorumlar temsil boyunca
sürer. lkin prolog rolünde bir küçük kız
ortaya çıkar. “England am I” ( ngiltereyim
ben) der. Sonra, daha büyükçe bir kız,
Chaucer Ça ında ngiltere adına
konu ur. Arkasındaki a açların
arasından, Chaucer’in Canterbury
Tales’inin hacıları geçer bu arada. Köyde
tütün satılan dükkânı i leten kadın,
Kraliçe Elizabeth olur. Oyuncuların da
seyircilerin de da ılıp urada burada
gezindikleri aralar verilir temsil sırasında.
Temsilin metninde geçmi i öven Virginia
Woolf, tıpkı Orlando’da yaptı ı gibi, ancak
XIX. yüzyılı ve Victoria Ça ını alaya alır.
Bu ça ı temsil eden polis üniformalı
oyuncu, sözde o dönemle gururlanarak,
Victoria’nın kraliçe oldu u yıllarda
ya ayanların, sahte dindarlıklarını, sahte
hayırseverliklerini, sahte erdemlerini
yerin dibine batırır. Pointz Hall
dolaylarındaki kırsal bölgede ya am ve
de er yargıları, 1939’da bile, Victoria
Ça ına öyle yakın, öyle tutucudur ki,
seyircilerin bir kısmı fena halde alınırlar
polis kılı ındaki oyuncunun
söylediklerinden.
Bu temsilde aksamalar,
beceriksizlikler, gülünç durumlar olması;
kimi zaman köy halkının söylemeleri
gereken sözleri unutmaları, a kına
dönmeleri, do aldır elbette. Ancak,
seyirli in metni zayıftır. leride ele
alaca ımız aynalar sahnesi bir yana,
metinde çarpıcı ya da etkileyici hiçbir yan
yoktur. Virginia Woolf, sözde Miss La
Trobe’un yazdı ı oyuna, mahsus acemice
bir hava vermi olabilir elbette. Ama
bunu okuyuculara sezdirmesi gerekirdi o
zaman. Between the Acts’ın ba lıca
kusuru, bu zayıf metindir bize kalırsa.
Yazar, temsilin biraz uydurma bir metni
oldu unu söyleyip, bunu romanına hiç
aktarmasaydı ya da do ru dürüst bir
metin yazmak zahmetine katlansaydı,
Between the Acts çok daha iyi bir kitap
olurdu ku kusuz.
Metni yazan ve sahneye koyan Miss La
Trobe da hiç ho nut de ildir bu
yapıtından. Gerçi amatör oyuncular,
yazdıklarını bir hayli bozmu lar, rollerini
unutmu lardır ara sıra. Ama kendisi de
kabahatlidir. Sanatçılara özgü ve Virginia
Woolf’un çok yakından bildi i ku kuları ve
tedirginlikleri çeken Miss La Trobe,
dü gücünde canlandırdıklarını seyircilere
aktaramamanın, ba arısızlı a u ramanın
acısını çeker. “Bu bir fiyasko, gene
kahrolası bir fiyasko her zaman oldu u
gibi” (“It vas a failure; another dammed
failure, as usual”) demesinden, bunun ilk
ba arısızlı ı olmadı ını anlarız.
Yazar, Miss La Trobe üzerine fazla bilgi
vermez. Ancak u kadarını anlarız:
Tiyatro oyuncusu olmak istemi ,
ba arısızlı a u ramı tır. Bir çayevi
i letmek istemi , bunu da
becerememi tir. Lezbiyenli i yüzünden
sıkıntılar çekmi ; öteki kadınlardan
de i ik oldu u için, do anın onu
lânetledi ini sanmı tır. A ık oldu u,
“yata ını ve kesesini payla tı ı” (“shared
her bed and her purse”) tiyatrocu kızın
ihanetine u ramı tır. Yalnız kalmaktan
çok korktu u için de, içki içmek,
meyhanelerde buldu u o sıcak dostluk
havasına sı ınmak tek kurtulu yolu
olmu tur. Temsilden sonra, çamur dolu
bir göletin yanında dururken, Miss La
Trobe’un gözü, bir sazan balı ına ili ir. O
balık gibi, “çamurdaki karanlı a”
(“darkness in the mud”) gömülmek
iste ine kapılır. Çareyi do ru meyhaneye
ko up viski içmekte bulur.
Between the Acts'in son dizgisinden bir
sayfa. Virginia Woolf'ıın düzeltmeleri ve
editör
Leonard Woolf'ıın eklemeleriyle.

Ne var ki, Miss La Trobe bo bir kadın
de ildir. Ya ratıcı bir yanı ve sanatçıların
sava çı ruhu vardır onda. Ba arısızlı a
u radı ı için acı çeker, ama yazmaktan
vazgeçmez. Nitekim, meyhanede hemen
toparlanır, yeni bir oyun dü ünür. Ve ne
ilginçtir ki, sanki oyunun konusu sa ile
kocası Giles’ın ili kisiymi gibi, o çiftin
aynı günün gece yarısı ya ayacakları
oldu u gibi yansıtılır. Hattâ romanın en
son tümcesi olan “Perde açıldı” (“The
curtain rose”) aynen vardır Miss La
Trobe’un tasarladı ı oyunda, “It would be
midnight, there would be two figures...
The curtain would rise” (Gece yarısı
olacaktı, iki ki i olacaktı... Perde açılacaktı)
denilir.
Between the Acts’da, mutsuz olan tek
ki i Miss La Trobe de ildir. Isa’nın kocası
Giles de mutsuzdur. Toprak sahibi bir
çiftçi, ngilizlerin deyi iyle bir “gentleman-
farmer” olmak istemi . Ama salt para
i leriyle u ra an, mü terilerinin
hisselerini borsada pazarlayan bir “stock-
broker” yani bir borsa simsarı olmak
zorunda kalmı tır. Londra’da oturur;
ancak hafta sonları ailesini görmeye
Pointz Hall’a gelir. Karısı Isa ile arasında
büyük bir gerginlik vardır. Giles, evine
ö leyin geldi i halde, gece yarısına kadar
bir tek söz bile söylemezler birbirlerine.
Isa denilen Isabella da mutsuzdur. XX.
yüzyılın ba ında do mu , otuz dokuz
ya ındadır. Güzelli e tapan bir sanatçı
ruhu vardır onda. iirler yazar gizlice.
Bunları, hiç kimsenin, özellikle kocasının
görmemesi için, iirlerini eski bir hesap
defterine temize çeker. Kocasını sever,
ama aralarında hiçbir ileti im
kalmamı tır. Bu yüzden Isa, Rupert
Haines’a â ıktır ya da â ık sanır kendini.
Haines, gözleri peri an, sessiz, romantik
bir çiftçidir. Yani Giles Oli-ver ’in olmak
istedi i ve olamadı ı tipte bir gentleman-
farmer’dır. sa, temsil boyunca, gözleriyle
Rupert Haines’ı arar durur. Aralarında
hiçbir ey yoktur. Ancak birkaç kez
kar ıla mı lardır. Ama Isa, bu adamın
peri an gözlerinde bir giz, sessizli inde
yo un duygular sezmi tir. Isa gibi, Haines
da evlili inde mutsuzdur. E i, herkesin
nefret etti i, ha in bir kadındır. Isa,
patlak gözleriyle her bir yanı tarayarak,
yeyip yutacak bir eyler arayan bir kaza
benzetir bu itici kadını. Kendisiyle Rupert
Haines’ı da, durgun bir ırma ın sularında
yanyana yüzen ku ular olarak hayal
eder.
Ba ka bir mutsuz da, Virginia Woolf ’un
ço u romanlarında görülen
e cinsellerdenWilliam Dodge’dur. Between
the Acts’ın bize kalırsa en trajik ki isi olan
William Dodge, yazarın öteki e cinselleri
gibi, güzelli e tapan, duyarlı, ince,
kültürlü bir adamdır. Bu yüzden de Isa,
çok yakınlık duyar ona. Dodge ise, Isa’nın
yakı ıklı kocası Giles’dan gözünü
ayıramaz. “Only at Giles he looked, and
looked, and looked” (ancak Giles’a bakar,
bakar ve bakar.) Çünkü kasları güçlü,
kıllı, erkeksi erkekler “dima la hiçbir ilgisi
olmayan heyecanlara daldırır onu”
(“plunged him into emotions in which the
mind had no share”). Romanın en güzel ve
aynı zamanda en hüzünlü sahnelerinden
biri, William Dodge ile Mrs. Swithin’in
kar ıla malarıdır. Lucy Swithin, Mr.
Oliver’in dul kalan kız karde idir.
Konakta oturur ve geceleri H.G.Wells’in
An Outline of History’sini (Tarihin
Anahtarı) okur. Ya lı kadının dü lerinde,
çok eskiden ormanlarda, bataklıklarda
ya ayan pre-historik canavarların büyük
bir yeri vardır. Isa, temsildeki Victoria
Ça ı ta lamasından sonra halasına
bakar; ve ömrünün yarısından fazlasını o
ça da geçirdi ine göre, Mrs. Swithin’i
nesli artık tükenmi bir yaratı a “bir
dinozora ya da küçücük bir mamuta” (“a
dinasaur or a very diminutive mamoth”)
benzetir. Mrs. Swithin, dinozor olmasına
dinozordur; ama çok güzel huylu, çok
ince, çok sevimli minyatür bir
dinozordur. Yeni tanıdı ı William Dodge ’a
kona ı gezdirirken, adamın adını unutur
bir ara. Dodge, ona William diyebilece ini
söyleyince, ya lı kadın “bir genç kız gibi
nefis bir biçimde gülümser” (“smiled a
ravishing young girl’s smile”). Bu
gülümsemeyi gören William Dodge, onun
önünde diz çökmek, onun elini öpmek,
ona çekti i acıları anlatmak ister:

“At school they held me under a
bucket of dirty water, Mrs. Swithin;
when I looked up the world was
dirty, Mrs. Swithin; so I married,
but my child’s not my child, Mrs.
Swithin. I’m a half man, Mrs.
Swithin; a flickering, mind-divided
little snake in the grass, Mrs.
Swithin; but you have healed me...
So he wished to say; but said
nothing.”
(Okulda, ba ımı pis suyla dolu bir
kovaya sokup orada tuttular, Mrs.
Swithin. Ba ımı kaldırınca, dünya
kirliydi, Mrs Swithin. Derken
evlendim; ama çocu um, benim
çocu um de ildi, Mrs. Swithin. Ben bir
yarı-erke im, Mrs. Swithin. Otlar
arasında bir görünüp bir yok olan,
beyni bölünmü küçük bir yılanım.
Ama siz beni iyile tirdiniz... te
bunları söylemek istiyordu; ancak,
hiçbir ey söylemedi.)

William Dodge ile birlikte temsili
seyretmeye gelen Mrs. Manresa,
Between tlıe Acts’ın ki ileri arasında
mutlu görünen tek insandır. Dâvet
edilmeden ö le yeme ine geldi i için, bol
miktarda ampanya getirmi tir yanında.
Varlıklı bir Yahudiyle evli olan bu kırk be
ya larındaki kadın, son derece çapkın bir
erkek avcısıdır. Ya lı Mr. Oliver bile, onu
görünce canlanır. Giles da onun
çekicili ine kapılır, bir ara pe inden gider.
Isa, fena halde içerler bu duruma.
Kadını, atafatlı kıyafetiyle ve sözde
özgün davranı larıyla son derece baya ı,
cinselli ini sömüren, fazlasıyla süslü bir
yaratık sayar. Mrs. Manresa, hiç
çekinmeden, aklına geleni söyler.
Kentten kurtulup kırlara gelince,
korsesini çıkarıp çimenlerde
yuvarlandı ını anlatır örne in. O
sıralarda “modern” diye nitelendirilen
kadınlardandır. Gece yarıları, ipek
pijamalarla bahçede dolanır; ses
yükselticiyle jazz dinler, üstüste kokteyler
içer. Ama aslında tümüyle yapaydır,
do anın vah i bir çocu u olmakla
övündü ü halde.
O Haziran günü ngiltere tarihi üzerine
verilen temsilin en ilginç yanının aynalar
sahnesi oldu una de inmi tik. Bu sahne
ba lamadan önce, iddetli bir sa anak
olur. “Down it poured like all the people
in the world weeping. Tears, tears, tears”
(Sanki dünyanın bütün insanları
a lıyormu gibi ya mur bo aldı. Gözya ları,
gözya ları, gözya ları.) der Virginia Woolf.
Isa ise, bir iki ay sonra kendini öldürecek
olan yazarın ölüm özlemini dile
getirircesine, “O that my life could have
an ending!” (Ah, ya amım bir sona
erebilse!) diye mırıldanır kendi kendine.
Temsilin son bölümü “The Present
Time: Ourselves” ( imdiki Zaman: Bizler)
adını ta ır. Bu bölümde söz yoktur. Ne
oldu u ilkin anla ılmaz. Oyuncuların her
biri, de i ik boylarda, irili ufaklı aynalar
ta ıyarak, hoplaya zıplaya sahneye fırlar.
imdiki Zamanın, kar ılarındaki
seyircilerden olu tu unu belirtmek
istercesine, aynaları sevircilere tutarlar.
Sahnedekiler oradan oraya zıpladıkları
için, kendilerini bu aynalarda bölük
pörçük görebilen, kimi zaman hiç
göremeyen seyirciler, fena halde tedirgin
olurlar. Yüksek sınıftan, kendini çok
be enen bu adamlar, duruma kendilerini
ayarlayamadan, hazırlıksız
yakalandıklarını hissederler. Bunun
zalimce bir ey oldu unu dü ündükleri
için, Miss La Trobe’u suçlarlar. Bir kısmı,
yazarın onları aptal yerine koydu undan,
onlara hakaret etti inden yakınır. Bir
kısmı da bu oyunu anlamadıklarını; oysa
parasını ödeyip tiyatroya gidince, ne olup
bitti ini anlamaya hakları oldu unu
söyler. Yalnız kendinden emin Mrs.
Manresa, hiç bozulmaz bu duruma.
Hattâ kendisine do ru tutulan
aynalardan yararlanıp, makyajını yeniler,
burnunu pudralar, saçlarını düzeltir.
Derken, aynaları seyircilere kar ı
tutanlar çömelir ve megafondan kimin
sesi oldu u anla ılamayan bir ses
yükselir. Bu ses, seyircileri de,
okuyucuları da açıkça suçlamaktadır:
Buradan gitmeden önce, herkesin
kendini oldu u gibi görmesi, açıkça
konu ması gerekmektedir. Herkes aynı
maldır; herkes hırsızdır. Varlıklılar da,
yoksullar da. Megafondan gelen ses,
sahnede dekor olarak kullanılan ve
uygarlı ı temsil eden kırık dökük duvara
bakılmasını ister ve aynaları özellikle
ı ıldatarak, öyle der:

“Look at ourselves, ladies and
gentlemen! Then at the wall; and
ask how’s this wall, this great wall
which we call, perhaps miscall,
civilization, to be built by orts,
scraps, and fragments like
ourselves?”
(Kendimize bakalım, bayanlar,
baylar! Sonra da u duvara bakalım
ve unu soralım kendimize: Bu duvar,
belki de yanılarak uygarlık adını
verdi imiz bu büyük duvar, bizler gibi
artıklar, yırtık pırtıklar, küçük
parçalar tarafından nasıl
kurulabilecek?)

Bu soru kar ısında, Mrs. Manresa bile
insanla ır, a lamaya ba lar; gözya ları,
yüzündeki pudraları silip süpürür.
Oyun bitmi tir. imdi de, saygıde er
Mr. Streat sahneye çıkar. Attı ı
nutuktan, onun da fena halde bozuldu u
anla ılır: Bu temsilin ne anlama geldi ini,
ne gibi bir mesaj verdi ini
kavrayamadı ını, a kına döndü ünü
bildirir. Her nedense bölük pörçük
artıklar olmakla suçlandıkları halde, gene
de kendilerini büyük bir bütünün
parçaları saydıkları için, mutlaka
birle meleri gerekti ini söyler. Saygıde er
din adamı, temsilin aslında çok açık seçik
mesajını böylece geçi tirdikten sonra,
pratik i leri ele alır: Bu temsil, kilisede
kurulması tasarlanan elektrik tesisatına
para sa lamak amacıyla verilmi tir. Oysa
ancak 36 sterlin toplanmı ve 175 sterlin
daha gerekmektedir. Hayırseverlerden
hemen vermelerini istedi i para tam
toplanmaya ba landı ı sırada, sava ın
patlamak üzere oldu unu haber veren ve
on iki ngiliz sava uça ından olu an bir
filo, tepelerinde uçar. Eski gramofondan
gıcırtılı bir plak ngiltere’nin milli mar ı
“Tanrı Kralı Korusun”u çalar ve herkes
da ılır. Sahneye, daha do rusu sahne
olarak kullanılan çimenli alana,
dolaylardaki inekler gelir.
Temsilin sonu etkileyici oldu u gibi,
romanın sonu da etkileyicidir. Virginia
Woolf’un en iyi romanlarından biri
sayamayaca ımız Between the Acts’ın
ikinci yarısı, birinci yarısından çok daha
güzeldir zaten. Ne var ki, yazar, bundan
önceki romanlarında her eyi toz pembe
görmemekle birlikte, ya amın ve
dünyanın güzelli ine umut ba lamı gibi
bir tutum benimsemi ken; bu son
romanın özellikle son sayfalarına
dü kırıklı ı, umutsuzluk ve yo un bir
karamsarlık egemendir. te bu yüzden
Jean Guignet, bir çe it vasiyetname
niteli i görür Between the Acts’da. Daha
önce de de indi imiz gibi, ba ka bir
ele tirmen de, bu romanı intihardan önce
yazılmı uzun bir mektup sayar. Kitabın
ba lıca ki ileri mutsuzdurlar. Giles,
lânetlenmi cesine mutsuz oldu unu
dü ünür. Isa, Virginia Woolf’un bir
mektubunda yazdı ı, daha önce de
sözünü etti imiz bir imgeyi kullanarak,
kendini, “sırtında yükü, bir çölü a an
küçük bir e e e” benzetir (“little donkey...
Crossing the desert... Bearing your
burden”).
Virginia Woolf ’un, romanlarından
birinde, büyük ça da ı D.H. Lawrence’ın
Lady Chatterley’s Lover’ını alaya aldı ını
biliyoruz. Bu da hiç a ırtmaz bizi; çünkü
birbirinden böylesine farklı iki yazar
görmek pek olası de ildir. Oysa Virginia
Woolf güncesinde, Isa ile Giles’ın ili kisini
yazarken, hem Freud’u, hem de D.H.
Lawrence’ı okudu unu ve Lawrence ile
kendisi arasında “fazlasıyla ortak yanlar”
(“he and I have too much in common”)
gördü ü için, tedirginlik duydu unu
söyler. te bu tümce, bizi derin bir
hayrete dü ürür. Bu iki büyük romancı
arasında ne gibi ortak yanlar
olabilece ini bir türlü anlayamayız.
Gelgelelim, Isa ile Giles’in ili kisi bir a k-
kin ili kisidir. Birbirilerine hem tutkuyla
ba lıdırlar, hem de birbirilerinden nefret
ederler. Isa, kendi dedi i gibi, a kla kin
arasında parçalanmaktadır. Bu tür
tutkular D.H. Lawrence’ın romanlarında
sık sık ele alınır. A k-kin ili kisinin, yo un
bir cinsel yanı da vardır do al olarak.
Virginia Woolf ’un romanlarında hiç ele
alınmayan, ancak son romanında
görülen bu çapra ık duyguları göz
önünde tutarak, D.H. Lawrence’a
fazlasıyla benzedi ini söylerken, ne
demek istedi ini biraz anlamaya ba larız.
Between the Acts’ın son sayfalarında,
geceleyin herkes çekildikten sonra, gün
boyunca birbirilerine bir tek söz
söylemeyen Isa ile Giles ba ba a kalırlar.
Hâlâ sessizdirler; çünkü ancak kavga
ettikten sonra sevi ebilecekler ve
konu abileceklerdir: “They were silent...
Before they slept they must fight, after
they had fought they would embrace.”
(Susuyorlardı... Uyumadan önce
sava maları gerekiyordu. Sava tıktan
sonra kucakla acaklardı.) Ve roman,
sanki Isa ile Giles’ın ba ki ileri oldu u bir
tiyatro oyunuymu gibi, u sözlerle biter:
“Then the curtain rose. They spoke” (O
zaman perde açıldı. Konu tular.)

Bölüm 18
Flush ve Virginia Woolf’un Öyküleri


Virginia Woolf, dokuz romanı, kadın
sorunlarıyla ilgili iki kitabı, ele tiri
yazıları, denemeleri ve imdi ele
alaca ımız öyküleri dı ında, Roger Fry ile
Flush’ın ya amöykülerini yazdı. Fry,
yazarın yakın arkada larından tanınmı
bir ressamdı. Flush’ın kim oldu unu da
birazdan anlayaca ız. 1934’te ölen Fry,
yarı aka yarı ciddi, Virginia Woolf’un
onun bir ya am öyküsünü yazmasını
istemi ti. Ressam ölünce, ortak
arkada ları da bu iste e katıldılar.
Virginia Woolf için böyle bir kitap yazmak
bir vefa borcuydu. Hattâ güncesinde, bu
ya amöyküsünü, ikisinin dostlu undan
do acak bir çocuk saydı ını söyledi. Kitap
1940’da yayınlandı. Bir yıl sonra da
Virginia Woolf kendini öldürdü.
E.M.Forster, belki de Fry’ı yakından
tanıdı ı için, bu kitabı tutan ender
ki ilerden biridir. Forster, Virgi nia
Woolf’un ya amını yazdı ı adama
saygısından ötürü, kendi ki ili ini
tümüyle sildi i, yalnız Fry üzerinde
durdu u için, ayrıca över bu biografiyi.
Bizler ise, ke ke Fry ile ilgili olarak,
kendisinden de biraz daha fazla söz
etseydi, ki ili ini bu kitaba daha çok
koysaydı; ya da ya amaya bu kadar az
zamanı kalmı ken, bunu de il de ba ka
bir kitap yazsaydı deriz.
Roger Fry: A Biography’nin, Virginia
Woolf’un bizi en az ilgilendiren kitabı
oldu u hiç ku ku götürmez. 1933’te
yayınlanan Flush: A Biography ise, yüz
sayfadan bile daha kısa küçük bir
ba yapıttır. Oysa, Virginia Woolf ’un, en
az bilinen, okuyanlar çok sevdikleri halde
en az okunan kitaplarından biridir her
nedense. Ele tirmenlerden ço u, ne yazık
ki, yeterince durmamı lardır bu kitap
üstünde. Duranlar ise, Jean Guignet
gibi, kitabı küçümsemi lerdir genellikle.
Ancak E.M. Forster “tam bir ba arı” (“a
complete success”) diye niteler kitabı.
Flush, ünlü air Elizabeth Barrett
Browning’in köpe inin adıdır. Bu airin
Aurora Leigh adlı, bir romandan bile daha
uzun iiri üstüne yazdı ı denemeden de
anla ıldı ı gibi, Virginia Woolf, Elizabeth
Barrett Brovvning’e büyük ilgi duyar.
Victoria Ça ında kadınlara yapılan
baskıların bir kurbanı sayardı onu.
Elizabeth Barrett, o dönemin zorba
denilecek kadar otoriter aile reislerinden
biri olan, üstelik kızına kar ı sa lıksız bir
tutku duyan babası tarafından, hasta
oldu u bahanesiyle, eve kapatılmı tı. Bu
airi, kendisinden çok daha yetenekli
ba ka bir air kurtardı. Elizabeth Barrett
ile Robert Browning’in nasıl tanı ıp
sevi tiklerini; gizlice evlenip, yanlarına
Flush’ı da alarak, talya’ya nasıl
kaçtıklarını; Floransa’ya yerle ip nasıl
mutlu olduklarını, herkes -yazınla pek
3
ilgisi olmayanlar da bilir. Çünkü bu
ünlü a k öyküsü üstüne tiyatro oyunları
yazılmı , filmler bile yapılmı tır. Virginia
Woolf, bu güzel a k öyküsünü, inanılmaz
bir ustalıkla, bir de Flush adlı köpek
açısından anlatır.
Virginia Woolf, geleneksel
ya amöyküsü yazarlarının yöntemine
öykünerek, ilkin Flush’ın atalarını ve
cinsini; bu cins köpeklere verilen
“spaniel” adının hangi sözcüklerden
kaynaklandı ını, akadan bilimsel tavırlar
takınarak açıklar. Flush’ın, köpekler
arasında tam bir aristokrat sayılması
gere i anla ılır bu açıklamalardan.
Sonra, Flush’ın do umuna ve çocukluk
günlerine geçer: Ne yazık ki, tüm
ara tırmalara kar ın, onun hangi ay ve o
ayın hangi günü do du unu tam
saptamanın yolu bulunamamı tır. Ama
1842 yılının ilk aylarında dünyaya geldi i
konusunda hiç ku ku yoktur. Flush’ın ilk
sahibi, Victoria Ça ı’nın tanınmı
yazarlarından, kırsal bölgede oturan Miss
Mary Mitford’dur (1787-1855). Flush
çocuklu unu, bu sevecen ya lı kadının
yanında mutluluk içinde geçirir. Kırlarda
ko ar, hoplar zıplar; av köpe i cinsinden
oldu u için de, tav an ya da tilki kokusu
alınca, alesta duruma gelir. Flush’ı bir
bakıma insanla tıran -köpek
besleyenlerin bildi i gibi, her köpek biraz
insandır zaten- Virginia Woolf, onun
köpek oldu unu hiç unutmadı ı için,
Flush’ın kokuları algılaması konusunda
özellikle durur.
Kahverengi tüylü, ama daha sonraları
sahibi olacak Elizabeth Barrett
Browning’in dedi i gibi, güne ı ı ında
tepeden tırna a altına dönü en yakı ıklı
Flush, çok genç ya ta baba olarak,
erkeklik gücünü kanıtlar. Flush’ı satın
almak isteyenler vardır. Ama Miss
Mitford çok yoksul oldu u, o para çok
i ine yarayaca ı halde, onu satmaya
yana maz. Flush’ı, zorba bir babanın
gardiyanlı ı altında, hasta odasında bir
çe it mahpuslu a mahkûm, ünlü air
Miss Elizabeth Barrett’e arma an etmeye
karar verir. Çünkü “Flush was worthy of
Miss Barrett; Miss Barrett was worthy of
Flush” (Flush, Miss Barrett’e; Miss
Barrett de Flush’a lâyiktir). Miss
Mitford’un Londra’ya götürdü ü Flush,
Barrett ailesinin Wimpole Street’teki
büyük evinde, o güne de in hiç görmedi i
eyler görür; hiç koklamadı ı kokular
koklar. Bu görüntülerle kokuların
hepsine zamanla alı ır da, ilk kez hasta
odasında kokladı ı kolonya kokusunu son
derece naho bulur, buna aslâ alı amaz.

Vanessa Bell’in Flush için deseni: Miss
Mitford Flush’ı Elizabeth Barrett’e getiriyor.

Miss Mitford, onu bu çirkin kokulu
yabancı odada bırakıp gidince, Flush
büyük bir bunalıma kapılır. Yeterince
yiyece i olmadı ı halde, onu kendi
taba ından besleyen, ona bakan, onu
seven, sırasında onu döven ya lı hanımı,
onu terk etmi , onu yapayalnız
bırakmı tır. Flush acılar içinde ulumaya
ba layınca, onu ça ıran bir ses duyar.
Hasta yata ından ona seslenen Miss
Barrett’in yanına gider. Köpekle air
kadın, birbirilerine bakıp, derin bir
hayrete dü erler. Çünkü çarpıcı bir
benzerlik vardır aralarında: Birinin
kulakları, ötekinin lüle lüle bukleleri,
yüzlerinin iki yanından aynı biçimde
sarkmaktadır; ikisinin de, ı ıltılı kocaman
gözleri vardır; ikisinin de a zı büyükçedir.
Flush, hop diye zıplayıp, yata ın ayak
ucuna yerle ir. Bundan böyle aslâ
ayrılmayacaktır oradan. Flush, Wimpole
Street’te ya amaya ba layınca,
Londra’nın bamba ka kokularını
algılamakla kalmaz; sınıf bilincine de
varır. Kimi köpeklerin a a ı sınıftan, kimi
köpeklerin yüksek sınıftan olduklarını; ve
kendisinin kesinlikle yüksek sınıftan
geldi ini, hattâ aristokrat bir köpek
oldu unu anlar.
Yeni hanımına dü künlü üne kar ın,
bütün gün yata ında yazı yazan bir
hastanın odasında kapalı ya amak;
ancak belirli ihtiyaçları için, hizmetçi
Wilson tarafından günde iki kez kapının
önüne çıkarılmak, hiç de kolay gelmez
Flush’a. Kırsal bölgedeki özgür ya amını
öyle özler ki, yo un bir strese girdi i;
Miss Barrett ile arasındaki sevgi ba ının
nerdeyse kopacak kadar gerginle ti i
gelip geçici anlar da olur. Flush’ın
hanımının babası Mr. Barrett’den ödü
kopması da stresini arttıran bir ö edir.
Mr. Barrett odaya girince, Flush ya
yata ın altına kaçar ya da kanepelerin
arkasına gizlenir. Mr. Barrett, kızının
odasına tepsiyle çıkarılan yemekleri
hastanın yiyip yemedi ini kontrol etmek
için, her ak am oraya gelir. Miss
Barrett’in bu yemeklerin ço unu Flush’a
ikram etti inden habersizdir. Kızı iyi
yedi i için, yata ın yanında diz çöküp
dualar ederek, Tanrıya ükreder her
gece.
Miss Barrett ile birlikte ya amak, onun
tarafından sürekli e itilmek, onun
yata ının ayak ucunda, ba ını Eski
Yunanca koskocaman bir sözlü e
dayayarak uyumak, Flush’ın psikolojik
yapısında büyük de i ikliklere neden
olur. “ nsan duygularına kar ı a ırı bir
duyarlılık” (“an excessive appreciation of
human emotions”) elde eder. Havlamak ya
da ısırmak gibi hayvansal içgüdülerinde
dikkati çeken bir azalma görülür.
Hanımı, yata ının ucunda yatmasına izin
vermezse, sabahlara kadar uyumaz;
onun eliyle beslenmezse, yemek yeme i
reddeder, vb. Kadın air ile köpe i
arasındaki sevgi, günden güne
artmaktadır. Elizabeth Barrett, Flush’ı
Eski Yunan mitolojisinin Faunus’una
benzeterek, onu yücelten iirler yazar.
Böylece üç mutlu yıl geçer.
Ne var ki, kader, Flush’a a ır bir darbe
indirmek üzeredir. 1845 yılının Ocak
ayının ilk günlerinde bir mektup gelir
Miss Barrett’e. Ona yı ınla mektup
gelmektedir her gün. Ama hanımı bu
mektubu açıp okumaya ba layınca,
bunun ba ka bir mektup oldu unu Flush
hemen anlar. Elleri hafif titreyerek, Miss
Barrett, mektubu ilk kez hızla, ikinci kez
a ır a ır okur; sonra bir kez daha okur.
Be ay boyunca, o mektuplar sürekli
gelir. Gerçi Miss Barrett köpe ini dalgın
dalgın ok ar ara sıra; ama o mektuplar
geldikçe Flush, hanımının ya amından
silindi ini; artık unutuldu unu hisseder.
21 Mayıs 1845’te, mektupları yazan
adam, yani Robert Browning, hasta
odasına ilk kez ayak bastıktan sonra,
ilkin her hafta, sonra haftada iki kez,
hep aynı saatlerde gelir. Kendi gelmedi i
günler de, mektupları gelir, çiçekleri gelir.
Flush, Miss Barrett’in odasında,
kendisini tiksindiren o esmer adamın
kokusundan ba ka koku alamaz olur.
Korkunç kıskançlık nöbetleri geçirir.
Mahvolmu tur; “sessiz bir can çeki meye”
(“silent agony”) girmi tir. Buna kar ılık
Miss Barrett sanki canlanmı tır; yüzüne
kan gelmi , gözleri parlamaktadır.
Taba ındaki yiyeceklerin yarısından
fazlasını Flush’a vermez, hepsini kendi
i tahla yer artık. Eskiden, ancak
arabayla kırk yılda bir soka a çıkarken,
imdi sokaklarda yürümekte; ailesiyle
birlikte a a ıdaki salonda oturmak için,
merdivenleri inip çıkmaktadır.
Flush bir yıl süreyle, yo un bir
mutsuzluk içinde, ya amının en karanlık
günlerini geçirir. 8 Temmuz 1846’da
kendini tutamaz, Mr. Browning’e saldırır,
baca ını vah ice ısırmaya kalkar.
Gelgelelim, Mr. Browning, Flush’un di
geçiremeyece i, demir gibi kasları olan
güçlü kuvvetli bir delikanlıdır. Küçük bir
el hareketiyle Flush’ı silkeleyip iter. Bu
saldırının üstünde durmaya bile tenezzül
etmeden, Miss Barrett ile konu maya
devam eder. Ne var ki, Miss Barrett fena
kızmı tır. Flush, uzun tüylü kulaklarına
bir iki aplak yer. Buna pek aldırmaz;
ama hanımının, onu artık aslâ
sevmeyece ini söylemesi yüre ine iner.
ki airin yazı malarında, bu olaya da
de inilir. Elizabeth Barrett, onu
ba ı laması üzerine Flush’ın ellerini
yalayarak nasıl öptü ünü, patisini nasıl
uzattı ını, yüzündeki “sessiz ıstırap
ifadesini” (“expression of quiet despair on
his face”) görseydi, Browning’in de onu
ba ı layaca ını anlatır. Browning ise, ulu
gönüllü davranarak, zavallı Flush’ın
kıskançlı ını anladı ını, bu kıskançlı a
saygı duydu unu yazar.
Gelgelelim Flush, kolay kolay
uslanamayacak kadar kin duymaktadır
genç aire. Dü manıyla ba ba a
kar ıla maya karar verir. Yatak
odasından inip, onu sokak kapısının
önünde bekler. Adam içeriye girer girmez
de saldırıya geçer. Ama heyecanı
yüzünden, bu saldırının sessiz kalması
gerekti ini unutup havlamaya ba lar.
Bütün ev halkı ayaklanır, ko a ko a
imdada yeti ir. Hizmetçi Wilson, Flush’a
bir güzel dayak atar. Saldırı sırasında
kendini savunmak için parma ını bile
kaldırmayan delikanlı, özellikle Flush’ı
dü ünerek getirdi i pastalarla, hiçbir ey
olmamı gibi, Miss Barrett’in odasına
çıkar. Mr. Browning ’i ısırıp, hizmetçi
tarafından dövülmek, Flush’ı yıkan son
darbe olur.
Miss Barrett’in uzandı ı sedirden
günlerce sürgün edilen, yerlerde yatmak
zorunda kalan Flush’ın aklı ba ına gelir
sonunda. Robert Browning ile uzla maya,
hattâ onu sevmeye karar verir. Çünkü
kendisinin Miss Barrett’i sonsuza de in
sevece ini; Miss Barrett ile Mr.
Browning’in de birbirlerini sonsuza de in
seveceklerini anlamı tır. Durum böyle
oldu una göre, Mr. Browning’e kin
duymak, Miss Barrett’e kin duymak gibi
bir ey, onu ısırmak Miss Barrett’i
ısırmak gibi bir eydir. Dü manıyla
barı tı ının açıkça anla ılması için, hem
adamın getirdi i çoktan bayatlamı
pastaları zorla yer; hem de onun her
zaman oturdu u, buram buram Mr.
Browning kokan koltu a yerle ir.
Flush sevgisi ve sa duyusu sayesinde
bu bunalımdan yeni kurtulmu ken, çok
daha küçük çapta, ancak be gün süren
ba ka bir felâket ya ar. Miss Barrett’n bir
mektubundan ö rendi imize göre, Eylül
1846’nın ilk günü birlikte alı veri e
çıktıkları sırada, bir ebeke tarafından
kaçırılır. Taylor adlı birinin yönetti i bu
ebekenin i i, kendi çaldıkları ev
köpeklerini, belli bir fidyeye kar ılık
sahiplerine geri vermektir. (Birazdan
görece imiz gibi, Virginia Woolf,
çocuklu unda böyle bir ebekede çalı an,
sonraları çok varlıklı bir kuyumcu olan
bir adamdan söz eder öykülerinden
birinde.) E er fidye ödenmezse, köpe in
ba ı ve patileri kesilip sahibine
postalanır. kisine de bitmez tükenmez
gelen bu be gün süresince, Flush ile
Miss Barrett yo un sıkıntılar çekerler.
Bir torbaya tıkılan Flush, torbadan
çıkarılnca, çok pis kokulu, karanlık,
rutubetli bir mahzende, bir yı ın ba ka
köpek arasında bulur kendini. Her
nedense, bu köpeklerin arasında, boyuna
aynı tümceyi yineleyen, çok iri bir
papa an da vardır. Flush, kapının her
açılı ında, Miss Barrett’in ya da
Wilson’un gelece ini umar; ölüm
korkuları içinde bekler durur. Miss
Barrett, Flush’ı bir an önce kurtarmak
için, fidyeyi hemen ödemeye râzıdır. Ama
babası ve erkek karde leri, ahlâksal
ilkeler açısından bunu do ru bulmazlar.
Fidye ödemenin zorbalı a ve antaja
boyun e mek, suçluları yüreklendirmek
anlamına gelece i konusunda erdemli
nutuklar atarlar. Sonunda Miss Barrett
kendi harekete geçer, istenilen parayı
öder, köpe ini kurtarır. Sıs kala mı , pis
kokan, susuzluktan kavrulmu Flush’ın
odaya girer girmez, hanımına de il de
do ru temiz su çana ına ko masına, Mr.
Browning’e bir mektubundan anla ıldı ı
gibi, bir hayli bozulur.
Flush kurtulduktan hemen sonra, çok
gizli ve de çok gizemli hazırlıklar ba lar
Miss Barrett’in odasında. Dolaplardan ve
çekmecelerden çıkartılan kimi e yalar, bu
arada Mr. Browning’in mektupları, bir
bavula konulur. Aileden biri gelir gelmez,
o bavul hemen kapatılır, yata ın altına
itilir. Miss Barrett de yata a uzanır sanki
oradan hiç kalkmamı gibi. Flush’ın
tanı ı oldu u bu hazırlıklarının nedenini
her zaman soyadıyla Wilson denilen Lily
Wilson bilir ancak. 12 Eylül 1846’da,
Miss Barrett, Flush’ı yanına almadan, bir
iki saat bir yere gider. Geri döndü ünde,
Robert Browning ile gizlice evlendi i için,
bir altın halka vardır parma ında. Bu
halkayı da hemen çıkarıp saklar. 18
Eylül gecesi, Wilson yata ın altındaki
bavulu, Miss Barrett de Flush’ı kuca ına
alır. Wimpole Street’teki evden kaçıp
Robert Browning ile talya’ya giderler.
Tren yolculuklarında köpekleri
kutulara kapatmak, Victoria Ça ının
barbarca geleneklerinden biriymi . Uzun
ve çok sıkıntılı bir yolculuktan sonra tren
durur. stasyonun dı ına çıkartılan
Flush, kutusunun kapa ı açılnca,
dünyanın en garip görüntüsüyle
kar ıla ır; hızla akan suların ortasında,
Miss Barrett’i bir kayanın üstüne
tünemi bir durumda görür. Onu
tehlikede sanıp hemen sulara atar
kendini, imdadına ko ar. Ama artık Mrs.
Browning dememiz gereken Miss Barrett,
tehlikede filan de ildir. Çünkü durdukları
istasyon Vaucluse’dür ve Mrs. Browning,
air Petrarca’nın çe mesinin içindedir.
Browning’ler kısa bir süre Pisa’da
kaldıktan sonra, Floransa’da Casa Guidi
adını ta ıyan eve yerle irler. Flush artık
ölümüne dek Floransa’da ya ayacak;
sahipleriyle birlikte ancak birkaç
haftalı ına Londra’ya geri dönecek ve
anayurdunu yeniden görmekten hiç mi
hiç ho lanmayacaktır. O kadar
ho lanmayacaktır ki, Carlyle’ın köpe i
Nero’nun -kimileri bunu bir kaza
sandıkları halde- pencereden neden
atlayıp kendini öldürdü ünü
anlayacaktır. talya’ya ayak basar
basmaz, onu kendinden geçiren,
sevinçten esrik eden yepyeni bir
dünyanın kapıları açılır Flush’a.
Ömründe görmedi i görüntüleri orada
görür, ömründe duymadı ı sesleri orada
duyar, ömründe koklamadı ı kokuları
orada koklar. Her ey, özellikle kokular,
onu çılgına döndürür. Acayip, baharatlı
kokulardır bunlar. Renkleri de vardır
sanki. Kimi mordur, kimi kırmızı, kimi
altın sarısı. Gerçi Flush, talyan
köpeklerinin hepsinin soyu karı ık
oldu unu, kendisi gibi tam cins bir
köpe in ortalarda görünmedi ini
anlayınca, snob’lu undan kaynaklanan
sınıf bilinci yüzünden, kendini bir süre,
ayaktakımı arasına dü mü safkan bir
prens saymaya ba lar. Ama
aristokratlara özgü bu züppeli i uzun
sürmez iyi ki; talya’da ya amanın sevinci
hemen a ır basar. Günden güne daha
demokrat olur, bütün köpekleri karde i
sayar. Derken, Floransa’daki o soysuz
di i köpeklerin pe ine dü er, yo un bir
a k hayatı ya amaya ba lar. Bu çapkınlık
dönemini do al kar ılamak gerekmektedir
elbette. Çünkü Flush ilk gençlik
döneminde kırsal bölgedeyken baba
olmu tur; ama sonraları ngiliz
burjuvazisinin çok tutucu bir evine
kapatılmı , fazlasıyla edepli bir ya am
sürdürmü tür yıllarca. Mrs. Browning’in
mektuplarında anlattı ına göre, imdi
Flush, Floransa sokaklarında cirit
atmakta, kimi geceler eve bile
gelmemektedir. Virginia Woolf’a bakılacak
olursa, Floransa’da o kadar çok gezer
tozar ki, John Ruskin’in bile, George
Eliot’ın bile bu kenti Flush’tan daha iyi
bilmelerinin yolu yoktur.
talya’ya gelir gelmez de i en yalnız
Flush de ildir. Eskiden hasta yata ına
mahkûm Miss Barrett, Mrs. Browning
olduktan sonra bamba ka bir insana
dönü mü , gençle mi , tam sa lı ına
kavu mu tur. Çevredeki kırlarda yürür,
kayalara tırmanır, Chianti arapları içer,
güler söyler. talya’da ya amı, özellikle
ülkenin siyasal durumunu yakından
izler. ngiltere’nin tutucu geleneklerine
sıkı sıkı ba lı hizmetçi Wilson bile bir
de i ime u rar; Dükün özel muhafız
alayından yakı ıklı bir ere fena halde â ık
olur. Bir tek Robert Browning de i mez;
çünkü yaratılı olarak nasıl olsa
ngilizden çok talyandır o.
Ömrünün bu mutlu yıllarında, Flush
ancak iki kez biraz tedirgin olur. Birinci
tedirginli inin nedeni, Browning’lerin bir
o lunun dünyaya gelmesidir. Flush,
Robert Browning’in Wimpole Street’teki
eve ayak basmasıyla, ya amlarında
büyük bir de i iklik olaca ını sezdi i gibi,
Mrs. Browning hep evde oturup diki
dikmeye ba layınca, gene bir de i iklik
olaca ını, gene birinin gelece ini
sezmi tir. Do um sırasında oradan oraya
telâ la ko an ev halkı, onun yüzüne bile
bakmadı ı, yeme iyle suyunu önüne
koymadıkları için fena halde bozulmu ,
gene terk edildi i duygusuna kapılmı tır.
Do umdan sonra, Wilson onu kuca ına
alıp hanımının odasına götürünce, orada,
Mrs. Browning’in yata ında “kımıldayan
ve miyavlayan i renç eyden” (‘the horrid
thing waved and mewed by her side”)
nefret eder ilkin. Mrs. Browning’in bir
mektubunda yazdı ına göre, yemeden
içmeden kesilir, “on be gün derin bir
melankoliye dü er” (‘for a fortnight he fell
into deep melancholy”). Ama Flush akıllı
bir köpektir; hattâ gene hanımının
deyi iyle “bilgedir” (“wise”). Bu yüzden
Mr. Browning ile uzla tı ı, zamanla sıkı
fıkı dost oldu u gibi, bebekle de uzla ır.
Çünkü Mr. Browning, Mrs. Browning’in
bir parçası oldu u kadar, i renç buldu u
o küçük hayvan da onların bir
parçasıdır. Zamanla köpekle bebek
arasında sevgi ba ları kurulur. Öyle içli
dı lı olurlar ki, Penini denilen küçük
Robert herkesten çok Flush’ı sevmeye
ba lar; ata binercesine onun sırtına binip
gezinir.
Kew Gardens, 1919.

Flush’ı tedirgin eden ikinci neden, yaz
aylarında Floransa’yı basan pirelerdir.
Mrs. Browning’in mektuplarında
söyledi ine göre, Flush’ın pireler
yüzünden çekti i acıları, i kence edilirken
Savonarola bile çekmemi tir. ngiltere’den
getirilen çe itli merhemler ve tozlar,
Floransalı gürbüz pireleri hiç mi hiç
etkilemez. Sonunda Mr. Browning çareyi
bulur; Flush’ı bir güzel kırpar. O görkemli
altınımsı tüyleri yok edilince, kendini
aynada gören Flush, rezil oldu unu, ne
soyu sopu, ne aristokratlı ı kaldı ını, bir
hiçe dönü tü ünü anlar. Bu arada
pirelerden de kurtuldu u için, bir süre
sonra çirkin görüntüsüne filozofça
katlanır. Ama ispiritizma denilen i in
akılla usla hiçbir ilgisi bulunmadı ndan,
Mrs. Browning’in merak sardı ı
ispiritizma seanslarına, arkada larıyla
birlikte bir masanın çevresinde oturup
ruhları ça ırmasına, masanın zangır
zangır sallanmasına katlanması daha
güç olur.
Bu küçük tedirginlikleri dı ında, Flush,
Floransa’da mutluluk içinde uzun yıllar
ya adıktan ve iyice ya landıktan sonra,
ölece ini hisseder günün birinde. Keyifle
uyukladı ı, ilginç kokularla dolu sokaktan
hemen kaçıp, soluk solu a Mrs.
Browning’in yanına gider. Bir iki dakika
sonra, Mrs. Browning ba ını kitabından
kaldırınca, Flush’ın öldü ünü görür.
Virginia Woolf, Elizabeth Barrett ile
Robert Browning üzerine bir yı ın kitaba
ve iki airin mektuplarına ba vurduktan
sonra, Flush’ı dört ay içinde yazdı. Ve ne
gariptir ki, bize bunca haz veren bu
küçük ba yapıtı hiç sevmedi, yazarken de
yo un sıkıntılar çekti. 1931 yılının
güncesinde der ki:

“Oh what a waste... What a bore!
Four months of work and heaven
knows how much reading... That
abominable dog Flush... That silly
book Flush!”
(Ah, nasıl da bo una bir i ... Ne can
sıkıntısı! Dört ay çalı mak ve Allah
bilir ne kadar çok okumak... O nefret
edilesi köpek, Flush... O aptal kitap
“Flush!”)

Virginia Woolf ilk sekiz öyküsünü
1921’de, Monday or Tuesday (Pazartesi ya
da Salı) adı altında yayınladı. Bunlardan
ikisi, “Kew Gardens” (Kew Bahçeleri) ile
“The Mark on the Wall” (Duvardaki
aret) iki yıl önce bir dergide çıkmı tı.
Leonard Woolf, e inin ölümünden sonra,
1944’te on sekiz öyküsünü A Haunted
House (Perili bir Ev) adıyla derledi. Çok
daha sonraları, 1983’te, Susan Dirk,
yazarın bütün öykülerini toplu olarak
yayınladı.
Virginia Woolf ’un öykülerine, özellikle
ilk yazdıklarına, “öykü” demek do ru
mudur bilemeyiz. Kimi zaman çok kısa
metinlerdir bunlar. Örne in derlemeye
adını veren “Monday or Tuesday” yalnız
iki sayfadır. Yazar, “Pazartesi ya da Salı”
adını, bir insanın ya amında sıradan bir
gün, herhangi bir gün anlamında
kullanır. Birbirinin pe i sıra hızla gelen
izlenimleri, imgeleri vererek, o günün ruh
hâletini çizmek ister. Ama bunu
ba ardı ını, ortaya okuyucuların
anlayabilecekleri bir ruh hâletinin
çıktı ını söyleyemeyiz. Daha önce de
de indi imiz gibi, Virginia Woolf ’un
yazmak istedi i yeni roman türünü
anlamak açısından çok önemli olan
“Modern Fiction” adlı denemesinde, insan
beyninin üstüne bir sa anak altında
dururcasına, her an binlerce izlenimin
aktı ını ve bu izlenimlerin “Pazartesi ya
da Salının ya amını biçimlendirdi ini”
(“they shape themselves into the life of
Monday or Tuesday) söyler. Yazar
“Monday or Tuesday”in bu iki sayfasında
ba arılı olamamı tır belki de. Ama bu kısa
metinler arasında çok güzelleri de vardır.
E.M.Forster, “lovely little things” (nefis
küçük eyler) der bunlardan söz ederken.
Virginia Woolf ise, 24 Aralık 1924 tarihli
güncesinden anla ıldı ı gibi, bunların tam
ne oldu unu pek bilmez: “I am less and
less sure that they are stories or what
they are” (Bunların öykü mü olduklarından
ya da ne olduklarından gittikçe daha az
eminim) der. Biz ise, bu metinlerin
hepsine de ilse bile güzel olanlarına,
düzyazıyla yazılmı iirler diyebiliriz hiç
duraksamadan. Üstelik, güzel olmasalar
bile Virginia Woolf ’un yazması
gerekiyordu bunları. Çünkü kendine özgü
anlatım biçimini bulması, yepyeni bir
roman türü yazabilmesi için, yapılması
gereken deneyimlerdi bu metinler.
Örne in, Monday or Tuesday’de, ancak
iki paragraflık kısa birer parça vardır.
Birincisinin adı, “Blue” (Mavi), ikincisinin
“Green”dir (Ye il). Bunlarda, renk
duyusunu sözle vermek için,
romanlarında daha sonraları görece imiz
türden empresyonist imgeler kullanır. Bu
sekiz öykü, yazar olarak kendini arayan
Virginia Woolf ’un ya amında bir dönüm
noktasıdır. Bunların yaratmayı
amaçladı ı yeni roman türünün ilk örne i
olan Jacob’s Room’dan tam bir yıl önce
yayınlanmalarının bir anlamı vardır bu
açıdan. Çünkü Virginia Woolf bu
romanda kullanaca ı yöntemi
denemekteydi.
Bu yeni yöntemi belki de en iyi
yansıtan iki öykü, “Kew Gardens” ile “The
Mark on the Wall”dur. Virginia Woolf ’un
romanlarında olaylar dizisi
diyebilece imiz durumlar bulunmadı ı
gibi, bunlarda da bulunmaz. Yedi sayfa
tutan “Kew Gardens”de, bir karı koca, iki
çocuklarıyla birlikte, çiçekler arasında
gezinmektedir. Adam ilk sevgilisini
dü ünür; kadın yirmi yıl önce burada
resim yaparken, kır saçlı bir kadının
arkasından gelip onu nasıl öptü ünü
anımsar. Yanlarından iki erkek, iki ya lı
kadın, genç bir â ık çift geçer. Bunların
konu malarından kopuk kopuk parçalar
ve o güzel parktan izlenimler aktarılır.
Empresyonist anlatım deneyimidir bu.
Virginia Woolf, gene yedi sayfa kadar
tutan “The Mark on the Wall”da,
romanlarında kullanaca ı bilinç akımıyla
ilgili bir deneyim yapar bu kez: Bir kı
günü bir kadın, öminenin tam üstünde,
yuvarlak küçük bir leke görür. lk kez
görmektedir bunu. Dü üncelere dalar.
Acaba eskiden oraya asılan bir resmin
çivisinin bıraktı ı iz midir bu? Kalkıp
baksa mı? Ama bakması bir i e
yaramayacaktır. Bir ey
ö renemeyecektir oraya bakmakla.
Çünkü gerçe i saptamanın yolu yoktur.
“Hiçbir ey kanıtlanamaz, hiçbir ey
bilinemez” (“Nothing is proved, nothing
known”). Ya amda her ey gizemlidir; her
ey geli igüzeldir; ne olup bitti ini
anlayamadan, her ey gelip geçer, yok
oluverir. Duvardaki i aret, kı ın bombo
bir tarlada tek ba ına duran bir a acı
ça rı tırır kadına. Derken, karanlıkta
sallana sallana giden bir geminin
dire idir o yapraksız a aç. “Ay ı ı ının
demir kur unları” (“the iron bullets of the
moon”) zarar veremez o a aca. Kadın,
böyle bir dü ler dünyasına dalmı ken,
gerçekler dünyası araya girer. Kocası
gelir; soka a çıkıp bir gazete alaca ını
söyler; kahrolası sava tan ötürü,
gazetelerde do ru dürüst haber
bulunmamasından yakınır. Sonra,
öminenin üstüne bakar; duvarlarında
bir sümüklüböcek bulunmasının
nedenini hiç anlayamadı ını söyler.
Öykü, “the mark on the wall! It was a
snail” (Duvardaki i aret: bir
sümüklüböcekti) sözcükleriyle biter.
Virginia Woolf ’un en ilginç
öykülerinden biri olan ve Monday or
Tuesday’de yayınlanan “An Unwritten
Novel”e daha önce de de inmi tik.
Burada Virginia Woolf, gerçekçi
romanların ba lıca kusurlarından birini
alaya alır; gerçekçi geçinen romancıların
yanıldıklarını, gerçeklerden hep uzak
kaldıklarını kanıtlamak ister. Onların
sandıklarının tam tersine, dı görüntüleri
inceleyip gerçekleri saptamanın yolu
yoktur: Bir tren yolculu unda, kar ısında
bir kadın oturmaktadır. Yazar, kadına
bakar; gerçekçi romancıların yöntemine
öykünerek, yani kadının dı görüntüsüne
bakarak, bir roman uydurur bu kadın
üzerine. Minnie Marsh adını verdi i bu
kadın, dünyanın en mutsuz
insanlarından biridir. Geceleri yata ında
hıçkıra hıçkara a lamaktadır. Yirmi yıl
boyunca bir erke i sevmi ; ama adam
ona ihanet etti i için ayrılmı lar,
yeryüzünde yapayalnız kalmı tır. Ya lı
annesi hastayken, ona özveriyle
bakmı tır. Ne var ki, annesi ölece i gün
bir apkacı dükkânına u radı ı için, o
can verdi i sırada yanında bulunamamı ;
bu yüzden de kendini suçlu hissetmi tir.
Kadın imdi Eastbourne’a, erkek
karde inin evine gitmektedir. Ama
yengesi onu hiç sevmez, ona kar ı her
zaman ters davranır. Bu ziyareti
sırasında da ona ters davranacak, onu
büsbütün mutsuz edecektir.
Eastbourne’da, kadını hiç kimse
kar ılamayacaktır, vb. Gelgelelim, tren
Eastbourne’a varınca, çocuksuz sandı ı
kadın, o lu tarafından sevinçle kar ılanır.
Ana o ul, mutluluk içinde istasyondan
uzakla ırlar. Böylece Virginia Woolf, salt
dı görüntülere bakarak gerçe i
saptamanın yolu olmadı ını ironik bir
yakla ımla anlatır bizlere.
Yazarın hiç tanımadı ı bu ana o ula
sevgisini dile getiren, daha önce de
de indi imiz lirik sonuna kar ın, “An
Unwritten Novel”e düzyazıyla yazılmı bir
iir diyemeyiz. Ama ancak iki sayfa, hattâ
bir buçuk sayfa tutan “A Haunted
House” salt iirdir. Bir çift ölü, yüzyıllar
önce birlikte ya adıkları, sevi tikleri eve
geri dönerler anladı ımız kadarıyla.
“Anladı ımız kadarıyla” diyoruz; çünkü
bu gizemli iirsel metni anlamak hiç de
kolay de ildir. Örnek olarak bir iki satır
vermekle yetinelim:

“Death was in the glass; death was
between us, coming to the woman
first, hundred of years ago, leaving
the house, sealing all the windows;
the rooms were darkened. He left it,
left her, went North, went East, saw
the stars tum in the Southern sky;
sought the house, found it...”
(Ölüm aynadaydı; ölüm aramızdaydı;
ilkin kadına geldi yıllar önce. Ev terk
edildi, bütün pencereler mühürlendi,
odalar karardı. Erkek evi bıraktı,
kadını bıraktı, Kuzeye gitti, Do uya
gitti; yıldızların Güneyin gökyüzünde
döndüklerini gördü; evi aradı, buldu...)

“A String Quartet”e (Telli Sazlar
Kuarteti) de düzyazıyla yazılmı bir iir
diyebiliriz. Bu dört buçuk sayfalık
metinde, bir Mozart konserinden söz
edilir. Konser ba lamadan önce,
salondaki dinleyicilerden duyulan kopuk
kopuk sözler aktarılır. Sonra müzik
ba lar ve müzi in dü gücünü etkile iyi,
görsel imgelerle verilir:

“The pear tree on the top of the
mountain. Fountain jet; drops
descend. ut the waters of the
Rhone flow swift and deep, washing
shadows over the silver fish, the
spotted fish rushed down by the
swift waters... Leaping, splashing...
The yellow pebbles are chumed
round and round, round and
round.”
(Da ın doru unda armut a acı.
Çe menin fıskiyesi; damlalar dü üyor.
Ama Rhone’un suları hızlı ve derin
akar... Gümü balıkların üstünden
gölgeleri yıkayıp siler; hızlı suların
a a ılara sürükledi i benekli
balıklar... Zıplıyorlar, suları
fı kırtıyorlar... Sarı çakıl ta ları,
ö ütülürcesine dönüyor, dönüyor da
dönüyor.)

Demin de belirtti imiz gibi, Virginia
Woolf’un bütün öyküleri iirsel metinler
de ildir. Hattâ Monday or Tuesday’in en
uzun parçası, feminizmle ilgili “A
Society”de (Bir Dernek) komedya
ö elerinin a ır bastı ını söyleyebiliriz: Bir
derne in üyesi olan genç kadınlar, be yıl
süreyle erkekleri incelemeye karar
verirler. stedikleri, erkeklerin uygarlı a
katkılarını incelemek ve o büyük amaca,
yani “iyi insanlar ve iyi kitaplar üretmek”
(“producing good people and good books”)
amacına gerçekten yönelip
yönelmediklerini kesinlikle saptamaktır.
Ancak bu saptamadan sonra e ve anne
olarak görevlerini yerine getireceklerdir.
Ama genç kadınların saptamaları
güvenilir bir sonuç vermez. Üstelik,
aralarından biri, ara tırma daha
tamamlanmadan, â ık olup bir çocuk
do urur. Virginia Woolf, gençli inde
yaptı ı bir akayı anımsatan bir olay da
ekler bu öyküye: Genç ara tırmacılardan
Rose, Etiyopyalı bir prens kılı ına girip,
bir sava gemisini sözde denetler.
Geminin kaptanı, bunun bir aka
oldu unun farkına vararak, Rose’u
cezalandıraca ını bildirir. Ama Rose bu
arada bir ngiliz centilmeni kılı ına
girmi tir ve Kaptan onun kadın
oldu unun hâlâ farkında de ildir. nce
bir de nekle Rose’un poposuna altı kez
çok hafif vurduktan sonra, Büyük
Britanya Deniz Kuvvetlerinin onurunu
rencide eden hareketin öcünün alındı ını
bildirir. Virginia Woolf ’un tarzına pek
uymayan a-tipik bir parça diyebiliriz “A
Society”ye.
Virginia Woolf, insanları ve insan
ili kilerini ele aldı ı öyküler de yazmaya
ba ladı zamanla. Yazarın lezbiyen
e ilimlerini yansıttı ı için “Moments of
Being”den (Var Olma Anları) daha önce
de söz etmi tik. Julia Craye, ünlü bir
piyanisttir. Çok az sayıda ö renci kabul
eder. Ona tapan Fanny Wilmot da
bunlardan biridir. Miss Craye, sıradan
insanların dünyasından çok uzaklarda
bir müzik dâhisi, tanrısal bir varlıktır
Fanny’nin gözünde. Miss Craye, â ık
oldu u Fanny’ye Bach çalar günün
birinde. Sonra da, genç kız heyecandan
kendinden geçmi ken, Slayer’in
dükkânında satılan toplu i nelerin
uçlarını yeterince sivri bulmadı ından
yakınınca, Fanny ok geçirir. Böylesine
yüce bir insanın toplu i nelerin ucuyla
ilgilenmesini aklı almaz.
“Lapin and Lapinova”da, birbirlerine
â ık olan Ernest ile Rosalind evlenirler.
Kendilerini gerçekler dünyasının
çirkinliklerinden koruyabilmek için,
çocuklar gibi, bir oyun dünyasına
sı ınırlar:

Leonard Woolf e inin ölümünden sonra,
1944 te on sekiz öyküsünü A Haunted
House (Perili Ev) adıyla derledi, kapak
Vanessa Bell.

Onlar, cansıkıcı bir toplumun baskısı
altında ya ayan insanlar de il; kırlarda
özgürlüklerinin tadını çıkaran küçük
hayvanlardır. Ernest, Fransızcada
tav an anlamına gelen Lapin adını alır;
Rosalind de tav anların kraliçesi
Lapinova’dır. A klarını böylece
koruyabilirler birkaç yıl. Ama günün
birinde, Ernest, tav an oyununu
oynayamaz olur. O tav an bir tuza a
dü mü , ölmü tür. Rosalind ise,
tav anların kraliçesi ki ili ini yitirir.
Yazar, öykünün en sonunda, bu evlili in
böyle sona vardı ını bildirir.
“Lapin and Lapinova”da bozulan bir
kadın-erkek ili kisi ele alınırken,
“Together and Apart”da (Beraber ve Ayrı)
bunun tam tersi, yani belki de
kurulabilecek bir kadın-erkek ili kisi ele
alınır: Roderick Searle ile Ruth Anning,
Mrs. Dalloway’in evinde tanı ırlar. (Ne
gariptir ki, yazar, sanki Clarissa
Dalloway’in ki ili i hep aklındaymı gibi,
ilk romanı The Voyage Out’ta da,
öykülerinin bir ço unda da, Mrs.
Dalloway adlı birinden sürekli söz eder.
Hattâ “Mrs. Dalloway in Bond Street”
adında, ele geçirip okuyamadı ımız,
Amerika’da The Dial dergisinde
yayınlanan kısa bir öyküsü de vardır.)
Ruth, kırk ya larındadır, evli de ildir.
Ba arısız bir yazar olan Searle ise, elli
ya larındadır ve yatalak bir e i vardır.
Ruth, bu adamdan ho lanmaz; büyük
acılar çekiyormu gibi sahte tavırlar
takınan sevimsiz bir adam sanır onu.
Sonra, ansızın, nedenini hiç
anlayamadan, kendini ona çok yakın
hisseder. Virginia Woolf, ba lıca
tema’larından birine, insan ili kilerinin
“ola anüstü mantıksızlı ına”
(“extraordinary irrationality”) de inir bu
arada.
“The Lady in the Looking-glass”da
(Aynadaki Hanım) bir insanın gerçeklerle
yüzyüze geldi i o korkunç an ele alınır:
Isabella, ellisini geçti i halde güzelli ini
hâlâ koruyabilen, varlıklı, kültürlü bir
kadındır. Yı ınla dostu vardır. lginç
dü üncelerini ilginç bir biçimde dile
getirmesini bildi i için, herkes ona
hayrandır. Güzel bahçesinde çiçekler
toplarken, kendinden çok ho nuttur.
Sonra evine girince, kendisini ansızın bir
aynada görür: “She stood naked in the
pitiless light... Isabella was perfectly
empty” (Acımasız ı ı ın altında çıplaktı...
Isabella tam anlamıyla bombo tu). Hiçbir
dü üncesi, hiçbir dostu olmadı ını; hiçbir
eyi sevmedi ini; ya lanmı , çirkinle mi
bir kadın oldu unu anlar o an. Ve
insanlar odalarına ayna koymamalı
diyerek söze ba layan yazar, öyküsünü
aynı tümceyi yineleyerek bitirir.
“The New Dress” (Yeni Giysi) adlı
öyküde de bir ayna vardır. Clarissa
Dalloway’in -gene Clarissa- evinde bir
toplantıya gitmek üzere olan Mabel,
aynada yeni giysisine bakar. Eski moda
oldu u, öteki kadınların giydiklerine
benzemedi i için, özellikle seçmi tir bu
modeli. Terzinin son provasında bu giysiyi
be enmi , kendini çok çekici bulmu tur.
Ne var ki, imdi giyside bir bozukluk sezer
ve bütün toplantı boyunca yeni giysisinin
aslında güzel olmadı ı kaygısından
kurtulamaz. Zaten Mabel’de bir a a ılık
duygusu vardır öteden beri.
Çevresindekilerin onu hep ayıpladıklarını,
hor gördüklerini sanır. Üstelik herkese
gıpta eden, herkesi kıskanan bir insan
bilir kendini. Kırk ya larında olan Mabel
evlidir, iki çocuk anasıdır. E i pek parlak
bir adam de ildir. Mabel, Dalloway’lerin
evindeki toplantı sırasında çekti i bütün
acıları; on çocuklu yoksul bir ailede
yeti menin güçlü ünü, bütün
ba arısızlıklarını bir bir anımsar.
Mutsuzlu unu engellemek için, bir çe it
büyü yapar; eskiden okudu u, belle inde
kalan güzel tümceleri, sessizce
tekrarlayıp durur kendi kendine.
“Solid Objects”te (Sa lam Nesneler)
küçük bir tutkunun, bir adamın meslek
ya amına da, çevresindekilerle ili kilerine
de son veri i ve o adamın bu duruma hiç
üzülmeyi i anlatılır: Önünde parlak bir
siyasal kariyeri olabilecek çok yetenekli
bir genç, günün birinde kumsalda
otururken elini kuma daldırınca, ye il bir
cam parçası bulur. Bu cam parçası, çok
güzeldir, pürüzsüzdür, saydam dır, bir
mücevhere benzer neredeyse. Delikanlı,
belki de bir prensesin gerdanlı ından
kopan bir zümrüttür bu diye hayaller
kurar; cam parçasını evine götürüp
öminenin üstüne koyar. Derken,
pürüzsüz yuvarlak küçük ta lar
toplamaya ba lar. Bir gün, yıldız
biçiminde bir porselen parçası bulur.
Arsalarda ba ka kırık porselen parçaları
arar. Delikanlı, Parlamento üyeli ine
adaydır; ama bu merakı yüzünden, seçim
propagandasını yapmaktan vazgeçer,
siyasal toplantılara katılmaz olur. Artık
hiç kimseye ilgi göstermedi i için, dostları
onun evine gelmezler, onu kendi evlerine
ça ırmazlar. En yakın arkada ı bile
onunla görü mez olur. Ama delikanlının
bu durumlara hiç üzüldü ü yoktur.
Seçimi kaybetti i gün, bir meteor parçası
sandı ı küçük bir demir külçe buldu u
için, bu yenilgiye hiç aldırmaz. Gerçi
yazar böyle bir ey söylemez, ama bizler,
o küçük “sa lam nesnelerin” siyaset
alanında parlak bir kariyerden belki daha
güzel ve daha kalıcı oldu unu dü ünürüz.
“The Man who Loved his Kind”da
(Hemcinsini Seven nsan) komedya
ö eleri a ır basar. Pritchett Ellis, yirmi
yıldır görmedi i eski arkada ı Richard
Dalloway ile -gene Dalloway’ler- kar ıla ır;
onların evine dâvet edilir. Ellis avukattır;
ama ço u müvekkillerinden ücret almaz;
çünkü insanları sever, onlara yardım
etmek ister her zaman. Kendini,
kötülüklere ve haksızlıklara kar ı sava an
bir insansever olarak görür ve insanlara
kar ı çok ho görülü, çok anlayı lı sanır.
Dalloway’lerin toplantısına gelenleri hiç
mi hiç sevmez. Onları fazla süslü, fazla
paralı, insanları sevmeyen züppeler
sayar. Kendisinin bir tek günde, onların
ömürleri boyunca yaptıklarından çok
daha fazla iyilik yaptı ını dü ünür.
Derken, kendini çok be enmi izlenimini
veren Miss O’Keefe adlı genç bir kadın,
büfeden dondurma getirmesini ister.
Ellis, kadının emredercesine
konu masına fena bozulur. Oysa Miss
O’Keefe, bu sıcak günde yoksul bir
anneyle iki çocu unu kapının önünde
görmü , bu dondurmaları onlara vermek
istemi tir. Çünkü tıpkı Ellis gibi, o da
sever insanları. Ama Ellis, yoksullara ne
kadar çok iyilik yaptı ını anlatmaya
ba layıp, övünürcesine konu unca,
insanları seven genç kadın, bu adamı hiç
sevmez. Sonunda iki insansever,
birbirilerinden nefret ederek, bir daha hiç
kar ıla mayacaklarını umarak ayrılırlar.
Vita Sackville-West ile ili kisinden söz
ederken, arkada ının oturdu u Knole
atosunun ve aristokrat soyu sopunun
Virginia Woolf ’u bir hayli etkiledi ine
de inmi tik. Gelgelelim “The Shooting
Party” (Av Partisi) öyküsünde, bu eski
ailelere kar ı bir tepki vardır bize kalırsa:
Soylu Rashleigh ailesinin malikânesinde,
konukların da ça rıldı ı av sırasında,
çirkin eyler olur. Küçük bir ev köpe i
vurulan sülünlerden birini kapınca,
malikâne sahibi büyük av köpeklerini
küçük köpe in üstüne saldırtır. Bir
yandan da küçük köpe i fena kamçılar;
kız karde inin de kamçılamasını ister.
“Grotesk” diye niteleyebilece imiz bir
ölüm olayı da olur: Ya lı Miss Rashleigh,
sendeleyip ömineye çarpar, yere yı ılır.
O sırada, Rashleigh’lerin armalarını
ta ıyan kalkan, öminenin üstünde asılı
oldu u duvardan kopar, ihtiyar kadının
üstüne dü er, onu ezer, öldürür. Virginia
Woolf, “soysuzla tı ınız için, kendi
armalarınız sizi artık öldürüyor” demek
istemektedir sanki. Öykünün sonunda
yazar, birbirine ba lı vurulmu
sülünlerle, trenle Londra’ya giden Miss
Antonia Rashleigh’nin (adlar bile birbirine
benzer; çünkü Vita Sackville-West ’in asıl
adı Victoria’dır) kar ısında oturur. Bu
orta ya lı kadının karanlık
kompartmanda ı ıldayan gözlerine
bakınca, o gözleri “mezarın üstünde dans
eden bir ailenin, bir ça ın, bir uygarlı ın
hortlaklarına” (“ the ghost of a family, of
an age, of a civilization dancing over the
grave”) benzetir.
Virginia Woolf ’un bir de geleneksel
öykü türüne az çok benzeyen, bu yüzden
de kolayca anla ılabilen öyküleri vardır.
Bunlar, yazarın amaçladı ı yepyeni
anlatım türüne pek uymadıklarından,
ancak iki örnek vermekle yetinece iz. En
kötü romanı The Years’in Amerika
Birle ik Devletlerinde çok satmasından
sonra, Amerikan dergileri, büyük paralar
vererek öykülerini almaya hazırdılar.
Kitaplarından nerdeyse hiç para
kazanamayan Virginia Woolf, bu
durumdan ho landı. “The Duchess and
the Jeweller”i (Dü es ile Kuyumcu) bunu
göz önünde tutarak yazdı belki de: Oliver
Bacon, yoksulluk içinde yeti mi ;
çocuklu unda, çaldı ı köpekleri
sahiplerine paraya kar ılık geri vererek
geçinmi tir. imdi ülkesinin en varlıklı
kuyumcularından biri oldu u halde, altı
ayrı kasada korudu u mücevherlerini
seyrederken, daha da çok para
kazanmak, bu sayede ya amında imdiye
de in elde edemediklerine sahip olmak
ister. Duchess of Lambourne, Oliver
Bacon’un mü terilerindendir. Ama bu
ya lıca, iriyarı i man kadın, fena halde
kumarbaz oldu undan ve boyuna para
kaybetti inden, satın alan bir mü teri
de il, satan bir mü teridir. imdi de
incilerini satmaya getirmi tir. Kuyumcu,
hiçbir i i olmadı ı halde, salt kadını
ezmek için, on dakika onu bekletir.
Satılmaya getirilen incilerin sahte
olabileceklerini çok iyi bilir. Çünkü Dü es,
bundan önce de sahte mücevherleri ona
yutturmaya kalkmı tır. Ama Oliver
Bacon, incileri pek incelemeden, büyük
bir para verip satın alır. Böyle
davranmasının nedeni, Dü esin, uzun bir
hafta sonu geçirmek üzere onu
malikânesine davet etmesidir. Yüksek
sosyeteden ki iler, ba bakan bile orada
olacaktır. Kuyumcu, Dü esin üç kızından
birine tutkundur üstelik. Dü es gittikten
sonra, tahmin etti i gibi, incilerin sahte
oldu unu hemen anlar.
“The Legacy” (Vasiyetle Bırakılan) “The
Duchess and the Jeweller”den çok daha
güzel bir öyküdür: Angela, bir arabanın
altında kalır, ölür. Çok yakında yok
olaca ı içine do mu casına,
vasiyetnamesinde, sekreteri Sissy dahil,
yakınlarına arma anlar bırakır. Ancak
kocası Gilbert’e bir ey bırakmamı tır. Ne
var ki, küçük defterlere yazdı ı
güncesini, Gilbert’ten her zaman
gizledi i, sıkı sıkı sakladı ı güncesini
ortaya, kolayca görülebilecek bir yere
bırakmı tır her nedense. Gilbert, günceyi
karı tırırken ilkin kendisinden hep
olumlu bir biçimde söz edildi ini görür.
Ama daha sonraları, güncede ölen e inin
B.M. dedi i bir sosyalistin ikide birde adı
geçer. Zamanla sadece “o” diye anılan bu
adam evlerine de gelmi ; Angela’ya
Marx’ın ve ba ka sosyalist yazarların
kitaplarını vermi tir. (Virginia Woolf, bu
B.M.’in sosyalistli ini acaba neden
böylesine vurguluyor diye merak
etmemek elimizde de il.) Gilbert, son yılın
güncesinde, karısının bu adamı sevdi ini,
onunla geceler geçirdi ini ö renir. Sonra
adam kendini öldürmü tür. Güncenin
son tümcesi bir sorudur: “Have I the
courage to do it too?” (Bunu yapabilecek
cesaret bende de var mı?) Gilbert,
sekreter kızla biraz konu unca, B.M.’nin
bu kızın erkek karde i oldu unu, iki hafta
önce kendini öldürdü ünü ö renir. O
zaman karısının bir kaza sonucu
ölmedi ini; kaldırımdan mahsus inip o
arabanın altına kendini attı ını anlar.
Öykü u sözlerle biter:

“He had received his legacy. She
had told him the truth. She had
stepped off the kerb to rejoin her
lover. She had stepped off the kerb
to escape from him.”
(Kendine vasiyet edileni almı tı. Ona
gerçe i söylemi ti. Â ı ına kavu mak
için kaldırımdan inmi ti. Kocasından
kaçmak için kaldırımdan inmi ti.

Bu öykü hem güzeldir; hem de Virginia
Woolf’un aklından hiç çıkmayan intihar
konusunu i ledi i için, bize ayrıca ilginç
gelir.

Notlar
[←1]
Bu iki iir üstüne daha
ayrıntılı bilgi isteyenler, aynı yazarın
lngiliz Edebiyatı Tarihinin ikinci
cildine (s.186) ve be inci cildine
(s.95-96) ba vurabilirler (Altın
Kitaplar Yayınevi)
[←2]
Bak aynı yazarın
Shakespeare ve Hamlet adlı
kitabına (Altın Kitaplar, 1984, s.22-
23)
[←3]
Bu konuda daha çok bilgi
edinmek isteyenler, aynı yazarın
ngiliz Edebiyatı Tarihi, cilt V,
s.174-186’ya ba vurabilirler. (Altın
Kitaplar)

You might also like