You are on page 1of 209

CHARLOTTE BRONTE CİNAYETLERİ

Orijinal adı:
THE CRIMES OF CHARLOTTE BRONTE
The secret history of the mysterious events at Haworth

© James Tully, 1999


Yazan: James Tully
İngilizce aslından çeviren: Meral Alakuş

Türkçe yayın hakları: © Doğan Kitapçılık AŞ


Bu kitabın Türkçe yayın haklan Akçalı Telif Hakları aracılığıyla
satın alınmıştır.
I. baskı / nisan 2003 / ISBN 9752930980
Bu kitabın I. baskısı 2 000 adet yapılmıştır.

Kitaba katkılarından dolayı Hürriyet gazetesine teşekkür ederiz

Kapak ve kitap tasarımı: DPN Design


Baskı: Şefik Matbaası

Doğan Kitapçılık AŞ Hürriyet Medya Towers, 34544 Güneşli-İSTANBUL


Tel. (212) 677 06 20 677 07 39 Faks (212) 677 07 49
www.dogankitap.com
www.dk.com.tr
Charlotte Bronte
Cinayetleri

James Tully

Çeviren: Meral Alakuş

DOĞAN
KİTAP
On yedi yaşında tanıdığım,
elli yıldır çok sevdiğim mi querida J. için…
Giriş

Adım Charles Coutts ve ben Coutts, Heppelthwaite ve Larkin hukuk müşavirliği şirketinin
ortaklarından biriyim; bu şirket 1788 yılında benim büyük büyük büyük büyük büyükbabam
Henry Coutts tarafından kurulmuştur.
Henry mesleğini icra etmeye Keighley, Yorkshire'da dört katlı bir binada kiraladığı büyük
bir odada başlamıştı. Henry işini başarıyla büyütmüş ve yüzyıllar boyunca bu odaya daha birçok
oda eklenmişti; nihayet 1926 yılında büyükbabam bütün binanın mülkiyetini eline geçirdi. Üç yıl
önce de bu bina için reddedemeyeceğimiz bir teklif aldık.
Bazı girişimciler binanın yıkılıp, bulunduğu büyük alana bir alışveriş merkezi yapılması için
oldukça yüklü bir para vermeyi önerdiler. Aslında bize iki öneri getirildi. İstersek bu paranın
tamamını alabilecektik veya yeni yapılmakta olan ve neredeyse tamamlanmış bir bloktaki geniş
bürolara uygun bir fiyat karşılığında sahip olabilecek, paranın geri kalan kısmını da nakit olarak
alacaktık.
Bu konuyu diğer ortaklarla enine boyuna epey tartıştım ve sonunda hepimiz fark ettik ki bu
öneriye atlamamak aptallık olacaktı. Binamızın onarımı için çok para harcamamız gerekiyordu,
ayrıca bakımı ve ısıtılması da bize pahalıya patlıyordu. Bu bize, masraflarımızı azaltmak ve
buradan çekip gitmek için, Tarırı’ınn sunduğu bir fırsattı ve "yarı takas" seçeneğini kabul
ederekburadan çıktık.
Bu değişiklik tam düşündüğümüz gibi, büyük bir kargaşa yarattı. Bir insanın evini taşıması
yeteri kadar kötü bir şeydir, fakat bu kadar büyük bir binada iki yüzyılı aşkın bir zaman içinde
birikmiş bütün işe yaramaz ıvır zıvır ve eski eşyalan temizlemek bir kâbustu. Binadaki her katı
sırayla temizleyip içindekileri tek tek taşımaya karar verdik ve yeni bürolarımıza yavaş yavaş
taşındık. Böylece işe iki büyük tavan arasından başladık.
Oraya son girişimden bu yana o zamanlar İkinci Dünya Savaşı döneminde küçük bir
oğlandım, aradan çok yıllar geçmişti; burada bir denetleme yapmak için, her adımda sarsılan
merdivenlerden yukan çıkarken o zamanki halini hatırlıyordum ve içim ürperiyordu.
İlk kapıyı zorla açabildikten sonra orada gördüklerim, anılarımı ve de en kötü korkularımı
doğruladı. Odalar yerden tavan kirişlerine kadar tıklım tıklım doluydu. Görünen oydu ki atalarım
hiçbir şeyi atmaya kıyamamışlardı ve orada bulunan şeyleri gözden geçirip ayıklamak devasa
boyutta bir işti.
Bu işin denetimini ben üstlendim, çünkü öncelikle değerli olan hiçbir şeyin atılmasını
istemiyordum, fakat aynı zamanda aile büyüklerimle ve şirketin tarihiyle de ilgileniyordum. Bir
başka deyişle, ortaklarımdan birinin hakkımda söylediği gibi, ben "Hem açgözlüydüm hem de
meraklı".
Bu çok yavaş ilerleyen bir işti, fakat cüsseli dört işçinin yardımıyla, çalışmalarım istikrarlı
ve verimli bir biçimde sürüyordu. Birkaç varil çöp atıldı; fakat bunların dışında, bizi bile şaşırtan
fiyatlara sattığımız gerçek antikalar gibi çok sayıda eşya da çıkıyordu.
Ancak bunların arasında kendim için ayırdığım bir parça da vardı. Bu, IV. George
döneminden güzel bir masakitaplıktı; çalışma odamda çok güzel duracağını düşündüm. Önce onu
bir bezle kabaca sildim, tahtakurtları olmamasına dikkat ettim ve sonra bunu evime taşıttım,
geçici olarak saklamak üzere garaja koydurdum.
Taşınma telaşı ve diğer işler nedeniyle, bu masayı ancak haftalar sonra daha yakından
inceleme fırsatı bııldıım. Ama nihayet, bir hafta sonu, herhangi bir onarıma ihtiyacı olup
olmadığını görmek için, masayı iyice temizlemeye ayıracak vaktim oldu.
Masanın, yazmak için kullanılan kapağını aşağı indirdim ve işe başlamadan önce bütün
çekmeceleri çıkardım. Görünürde iyi durumdaydı ve elimde bir bez ve cilayla temizliğimi
yaparken kendimden oldukça memnundum. O sırada, masanın büyük bir parçası olan orta
bölümün yanını siliyordum ki, birdenbire, sert bir "tık" sesi duyuldu ve ben tam bir şaşkınlık
içindeyken bu bölümün alt kısmı açıldı.
Ortaya çıkan, XIX. yüzyıl zanaatkârlarının pek sevdiği o gizli bölmelerden biriydi. Aslında
orta bölümün tabanı gerçek değil, sahte bir bölmeydi ve öyle anlaşılıyordu ki ben bilmeden bir
şeye dokunmuş, böylece aslmda menteşelerle alttaki gizli bölüme dikkatli bir biçimde tutturulan
kapağı yerinden çıkartmıştım.
Diğer ıvır zıvır şeyler dışında burada değişik belgeler de bulunuyordu ve ben daha sonradan
bunların oraya, 1878 yılında aniden ve beklenmedik bir şekilde ölen, büyük büyük büyükbabam
tarafından konduğunu keşfedecektim. O zamanlar bunlar çok gizli belgelerdi, fakat artık
hiçbirinin böyle bir özelliği yoktu ve zaten bizi de bu durumda pek ilgilendirmez. Ancak,
kahverengi bir kâğıt paketin içindekiler, onları okuduğum günden beri beni merak içinde
bırakmış ve birçok uykusuz gece geçirmeme neden olmuştur.
Bu paket yaklaşık otuz santim boyunda, yirmi beş santim eninde ve yedi sekiz santim
kalınlığındaydı. Kırmızı bir mumun üzerine şirketimizin adı yazan bir mühür basılmış, beyaz bir
kurdeleyle düzgün bir şekilde bağlanmış, düğümün üzeri de mühürlenerek üzerine atalarımdan
James Coutts'un adı yazılmıştı. Paketin ön tarafında muhteşem, incecik el yazısıyla, şu sözcükler
yer alıyordu: "Bu ifade, Bell Kulübesi, Stubbing Yolu, Haworth adresinde oturan Miss Martha
Brown tarafından 8 ocak 1878 tarihinde yemin edilerek verilmiştir. Bu belge onun ve Hill House,
Banagher, King's, İrlanda adresinde yaşayan Esquire Arthur Bell Nicholls'un ölümlerinden önce
açılamayacaktır."
Bu sözler cinaî bir gizem taşıyordu ve meslek yaşamımda daha önce buna benzer ifadelere
hiç rastlamadığım için merakım sınırsızdı. Paketin kenarından hem de çok dikkatle kesip açar ve
içindekileri incelerken, o kadar heyecanlıydım ki.
Bunlar oldukça parçalanmış bir tomar eski çalışma defteriydi, daha sonradan bulduğum
bir'tanesi Anne Bronte tarafından sanki bir günce gibi kullanılmıştı.
Defterlerin en son sayfasında, son paragrafın sonunda, defterlerde yazılanların doğru
olduğunu belirten bir cümle vardı. Bu cümleden sonra bir araya getirilmiş bazı sözcükler James
Coutts veya onun mirasçılarına, defterlerdeki bilgileri uygun gördükleri biçimde istedikleri gibi
kullanabilme yetkisi veriyordu, fakat bu ancak ifadeyi imzalayanın ve Mr. Nicholls'un
ölümlerinden sonra olabilirdi. Bu sözcüklerin altında, James Coutts ve onun bir yardımcısının
tanıklığında atılmış "Martha Brown" imzası bulunuyordu; daha sonradan bir hizmetçi olduğunu
keşfettiğim bu kişinin yazısı, kendi çapında iyi bir yazı sayılırdı.
Bunların içindeki müthiş olayların ayrıntılarını tam olarak kavrayabilmem, ancak bu
defterleri birkaç kere okuduktan sonra mümkün oldu. Martha Brown, anlaşıldığına göre,
Haworth'ta burası Keighley'den kuş uçuşu beş mil kadar uzaktaydı efsanevî Bronte ailesinin
yanında çalışan bir hizmetçiydi. İddia ettiği birçok şeyin arasında, Bronte ailesinin fertlerinin
çoğunun öldürüldüğü ve kendisinin de bu cinayetlerden birine tanık olduğu iddiası vardı.
Gördüğünü iddia ettiği şeyler, özellikle de bunların bir kısmının kendisini de zan altında bırakan
ifadeler olması, okurken insanı şaşırtıyordu; ancak eğer bütün bunlar doğruysa, ifadesini
imzalayarak mühürlemesinin nedenini çok iyi anlıyordum.
Ama bunlar doğru muydu? Veya doğru olabilir miydi? Onların evi benimkine o kadar yakın
olmasına rağmen, itiraf etmeliyim ki Bronteler hakkında çok az şey biliyordum. Bir kere karımı,
Haworth'a ve Kilise Konutu'na götürmeye razı olmuştum fakat bu gezinin en eğlenceli tarafı
daha sonra gittiğimiz Black Bull olmuştu! Cornwall'da geçirdiğim tatiller nedeniyle, Miss
Bronte'nin evleninceye kadar Penzance'ta yaşadığı evi de biliyordum. Ancak aile hakkında
bildiklerimin tümü buydu. Üç kız kardeşin edebî yapıtlarına gelince, Jane Eyre ve Rüzgârlı
Bayır kitaplarını duymuştum, fakat bunları hiç okumamıştım.
Martha Brown'in bıraktıkları ise bütün bunları değiştirecekti. Açıkçası mevcut delillerin
tümünü gözden geçirmek zorundaydım. Martha niçin James Coutts'un şirketini seçmişti ve
söyledikleri Bronteler hakkında bilinen gerçeklere uygun muydu?
Birinci sorumun yanıtını kolayca buldum. Bizim şirketin birçok kere Haworth Kilisesi
Mütevelli Heyeti adına hareket ettiğini öğrendim ve Martha da Kilise Konutu'nda çalıştığı için ve
Haworth Kilisesi zangocunun kızı olması nedeniyle bu gerçeğin farkındaydı. Bu nedenle onun
bize gelmiş olması ve bu olağanüstü bilgileri de şirketin en yaşlı ortağına bırakması çok
mantıklıydı.
Diğer soruma gelince, James Coutts'un, Martha’ınn anlattıklarında hiç değilse biraz
doğruluk payı bulduğunu düşünerek işe başladım. Aksi halde, James hakkında okuduklarıma
dayanarak diyebilirim ki, bu paketi sert bir uyarıyla geri yollardı. Bundan sonra çok uzun bir
araştırma sürecine girdim, fakat Bronte ailesiyle ilgili genel olarak kabul edilmiş efsanede ciddi
bir yanlışlık olduğu sonucuna varmam çok da uzun sürmedi.
Her şey inanılmayacak derecede iyi görünüyordu. Azize gibi üç kız kardeş Charlotte, Emily
ve Annesert fakat kendileri gibi aziz görünümlü bir babayla İngiltere'nin vahşi bir bölgesinde
korkunç bir kilise konutunda yaşıyordu. Çok az okula gitmişler, bu da ancak yirmili yaşlarının
ortalarına doğru gerçekleşmişti ve her biri tam da aynı yıl içinde çok iyi satan birer aşk romanı
yazmıştı. On yıl içinde kardeşlerin hepsi ölmüş olsa da onlar kitaplarında yaşıyorlar son kız
kardeşin ölümünden neredeyse 150 yıl sonra kitapları hâlâ iyi satmakta.
Hayatlarına genç ve yakışıklı bir papaz karışır ve büyük bir rastlantı sonucu, bu genç adam
onların romanlarını yazdıkları yıl oraya gelir. Sonuçta bu adam en büyük kız kardeşle evlenir;
fakat karısı, ilk bebeklerine hamileyken trajik bir biçimde ölür. Tek gerçek aşkını kaybeden,
kalbi yaralı koca, yaşlı babaya ömrünün sonuna kadar bakmaya yemin eder. Altı uzun yıl
dediğini yapar, fakat sonuçta ak saçlı aile reisi Tanrısıyla buluşmak üzere gider.
Üzgün ve yalnız dul erkek yaşamına bir anlam bulmak üzere atma biner ve günbatımında
kaybolur. Perde iner; evde gözyaşı dökmeyen kimse kalmamıştır.
Elbette ki, Victoria Dönemi'nin muhafazakâr görüşlerine uygun olarak, öyküden bir de
ahlakî bir ders çıkarılmalıdır; bu dersi de kız kardeşlerin biraderi Branwell Bronte verecektir. O
akıllıdır, sanatsal bir yaratıcılığa sahiptir ve büyük umutlar vaat etmektedir. Ancak kötü dostların
araşma düşmüş ve kolayca sefahat âlemine sürüklenmiştir. Yaşamı önlenemez bir biçimde, fakat
beklendiği gibi, alkol, uyuşturucu ve kumar bağımlılığı yüzünden acı bir şekilde son bulmuştur,
işte bu hepimize bir ders olsun ve verdiğimiz sözün altına fazla gecikmeden imzamızı atmak için
cesaret kazanalım.
Martha Brown'a göre, korkarım ki, gerçek çok farklıydı. Brontelerin hepsi hatalar yapan ve
bizim gibi kusurları olan kimselerdi.
Martha'nın öyküsünü ve Anne'in yazdıklarını, bilinen gerçeklerle karşılaştırdıktan sonra, bir
ikileme düştüm. Onun söylediklerine ters düşen hiçbir şey bulamamıştım. Başlangıçta
araştırmalarımı yalnızca kendi merakımı tatmin etmek üzere yapıyordum; fakat bunları yaptıktan
ve belgelerin de doğruluklarından emin olduktan sonra, atacağım adım ne olmalıydı?
Belki de en kolay şey bütün defterleri yok etmek veya bildiklerimi kendime saklamak
olurdu. Sonuçta kimse daha bilgili olmaz ve Bronte efsanesinin "onaylanmış şekli" de kabul
görmeye devam ederdi. Ancak konuyu ince ayrıntılarıyla ve uzun uzun düşündükten sonra, bu
iddiaların ve "günce"nin tarihsel belgeler olarak herkese açıklanmasına karar verdim.
İşte Martha da bunca yıl önce böyle söylemişti. Bütün söyledikleri Anne tarafından da
doğrulandığına göre, onun defterinden kelimesi kelimesine alıntı yapmaya gerek görmedim. Bu
çok değerli belge için başka planlarım var.
Martha'nın yeminli iddialarını anlaşılır bir biçime sokabilmek, anlatılanları ve diğer bilgileri
okurlara aktarabilmek için, eski Yorkshire lehçesinde kullanılan, anlaşılması güç kelimelerin
yerine başka kelimeler koydum, aralarda bazı noktalama işaretleri kullandım ve her bölümün
sonuna elde ettiğim araştırma sonuçları ile yorumlarını ekledim; bunları Martha'nın yazmış
olduğu metinden ayırt etmek için adımın baş harflerini [CC\ kullandığımı okurlar göreceklerdir.
Her bölümün başında İncil'den yapılan alıntılar da benim fıkrimdi ve bunlar Martha'nın sürüp
giden anlatımına biraz ara vermek amacıyla, ayrıca da uygun düştüğü için kullanıldı. Ancak
temelde bu öykü Martha'ya aittir.
Bu öykünün yayımlanmasının bazı kesimlerde rahatsızlık yaratması konusunda çok
duyarlıyım. Eminim ki böyle olmasını Martha istemezdi ve kesinlikle ben de istemem. Eğer
durum buna yol açarsa çok üzülürüm. Şöyle ki, onun söyledikleri bilinen tüm gerçeklerle üst üste
geldiği için, bunların açıklanması benim görevim oldu, özellikle de Bronte ailesine bir görev.
Onun için Martha ve benim peşimden gelin, adım adım bizi izleyin ve ne düşündüğünüzü
görün. Eğer kabul edilmesi güç bir şey bulursanız, bazen benim de yaptığım gibi, öyküyü
herkesin bildiği şekliyle ve gerçek olaylarla karşılaştırın, sonra da hangisinin daha mantıklı
olduğuna karar verin.
Elbette ki, her okuyucu kendi sonucuna varacaktır ve belki de birçok okuyucu Martha'nın
masalını tıpkı benim gibi, ilk önce şüpheyle karşılayacaktır. Ancak, ben onun böyle bir masal
uydurarak ne kazanacağını kendi kendime sorduktan sonra, bu öyküye daha açık fikirle
yaklaşabildim ve bütün istediğim bunu sizin de yapabilmenizdir.
Eğer sonunda, Martha sizin geleneksel Bronte öyküsünden sadece şüphe duymanıza neden
olmayı başarabilmişse, eminim ki onun ruhu da huzur bulacaktır; aynı şey Bronteler için de
geçerlidir.
Birinci Bölüm

İşte, gözüm bunun hepsini gördü, kulağım işitti ve onu anladı.


Eyub 13:1

Adım Martha Brown ve yirmi yıldan fazla Haworth Kilise Konutu'nda Bronte ailesinin
yanında çalıştım. Orada olduğum süre boyunca öyle şeylere tanıklık ettim ve öyle şeyler duydum
ki... Ama bunların hepsi dış dünya için bilinmeyen şeyler olarak kaldı; bunların dışında babam
ve Mr. Bronte'nin yanında yaklaşık on altı yıl papazlık yapan Arthur Bell Nicholls tarafından
bana anlatılan başka şeyler de vardı. Yine de, o zamanlar benim için pek de açık olmayan olaylar
oldu, fakat Brontelerin ölümlerinden sonra o kadar çok şey ortaya çıktı ki, artık resmin bütününü
görebiliyorum.
Uzun bir süre, bildiklerim benim için büyük bir yük oldu, son zamanlarda ise kendimi çok
iyi hissetmiyordum, ama şimdi artık huzura kavuşma zamanı geldiğine inanıyorum.
Yazdıklarımın ölümümden önce okunmamasını isteyeceğim ve hatta şimdilerde irlanda'da Hill
House Banagher, King's'te yaşayan Mr. Arthur Bell Nicholls yaşadığı sürece bunların
açıklanmamasını istiyorum. Her ne kadar onun yanıtlayabileceği daha birçok soru olsa da, bana
hiçbir kötülüğü dokunmamıştır ve ona benim yüzümden bir zarar gelmesini istemiyorum.
Anlatacaklarım 1840 yılında, ben on iki yaşım biraz aştıktan sonra başlar. Babam John
Brown, Haworth'ta bir duvarcıydı. O aynı zamanda oradaki kilisenin de zangocuydu ve Masonlar
Locası'nda üstat unvanına sahipti. Biz, kilisenin yakınında ve pazar okuluna gittiğim Ulusal
Okul'un bitişiğinde, The Ginnel'daki Zangoç Evi denilen bir kulübede yaşıyorduk. Babam Kilise
Konutu'ndan işine gitmek için The Ginnel boyunca uzanan bir ambardan geçerdi.
Annem, babam ve kız kardeşlerimle çok mutluydum, ancak on ikinci yaş günümden hemen
sonra babam, evin en büyüğü olmam nedeniyle kendime bakacak parayı kazanmam gerektiğini
söyledi. Mr. Bronte'yle konuştuğunu ve Kilise Konutu'nda çalışıp orada yaşayabileceğimi anlattı.
Bundan sonra hayat benim için aynı olmayacaktı.
Kilise Konutu'yla ilgili birçok öykü anlatılırdı ve işe başlayacağım günün sabahında çok
huzursuzdum; sonra babam elimden tuttu, yanımda götüreceğim ufak tefek şeyleri de aldıktan
sonra oraya birlikte yürüdük.
Önce Papaz Mr. Bronte ve onun ölmüş karısının kız kardeşi Miss Branwell'le görüştük. Mrs.
Bronte, bu anlattığım dönemden yirmi yıl kadar önce ölmüş ve Miss Branwell de aileye bakmak
için Cornwall'dan buraya taşınmıştı. O zamanlar Mr. Bronte tam altmış üç yaşındaydı ve Miss
Branwell ise ondan ancak birkaç yaş daha büyüktü; fakat her ikisi de bana çok yaşlı görünüyordu
ve onlardan biraz korkmuştum. Mr. Bronte benimle oldukça kibar konuştu, ondan sonra Miss
Branwell de aynı şekilde konuştu ve babam oradan ayrıldı. Miss Branwell bana mutfağı ve alt
kattaki diğer odaları gösterdi ve daha sonra beni Miss Tabitha Aykroyd'la tanıştırmaya götürdü.
Aslında Miss Aykroyd biz ona böyle derdik, beni çok iyi tanıyordu, ben de onu. O dul bir
köylü kadındı, Kilise Konutu'nda on beş yıldır çalışıyordu ve yaşı yetmişe yakındı. Bronte
kardeşler onu bir teyze gibi görürler ve ona "Tabby" derlerdi, fakat köydeki söylentilere göre bir
zamanlar onun Mr. Bronte'yle çok farklı bir dostluğu varmış. Ama yıllar etkisini göstermiş,
ayrıca düşüp ayağını kırdığı ve bu ayak da gerektiği gibi iyileşmediği için, babam ve Mr. Bronte
ona yardım etmeme karar vermişler.
Kilise Konutu'ndaki iş zordu, ev rutubetli ve korkunçtu, Mr. Bronte yangın çıkmasından
korktuğu için pencerelerde perde yoktu. Çok erken kalkmak zorundaydım; saatlerce köle gibi
çalışarak her türlü kaba işi yapıyor ve bunların bazılarından da nefret ediyordum; yerdeki taşlan,
bazen ellerim kanayarak kumtaşıyla temizliyor, sebzeleri ayıklıyordum; bunların hepsi için
haftada yalnızca 2/3 peni alıyordum ve bu paranın tümünü anneme vermek zorundaydım, ancak
o isterse arada bir bana birazını verirdi. Bu sevimsiz işlerden, benden daha genç kızların
gelmesiyle kurtuldum; o zaman benim yukarı katta çalışmama izin verildi ve kız kardeşlerin
hizmetçisi gibi bir şey oldum. Ancak o zaman bu işin mahiyetini bilmiyordum, öğrenince çok
mutsuz oldum.
Geceler boyunca ve her saat çalışıyordum. Yukarıya çıktığım zaman öylesine yorgun
olurdum ki, çoğu zaman gözlerimden yaşlar akardı. Miss Aykroyd'la aynı yatak odasını
paylaşıyordum; bu bana ilk söylendiği zaman çok rahatsız olmamıştım, çünkü kalabalık bir
ailede zaten kız kardeşlerimle aynı odayı paylaşmaya alışkındım. Fakat onunla kalmaya
başladıktan sonra, bundan hiç hoşlanmadım. Miss Aykroyd çok horluyor ve sanırım ayağının
ağrısından sık sık inliyordu. Ama sorun yalnızca bunlar değildi; her gece birkaç kere tuvalete
gidiyor ve öylesine gürültü yapıyordu ki bazı geceler hemen hemen hiç uyku uyuyamıyordum ve
sabah işe yorgun başlıyordum.
Anlaşılan, işe başladığım günlerde hiçbir şeyi doğru yapamıyordum ve devamlı azar
işitiyordum. Miss Aykroyd tığ işleri yapardı ve çok sabırsızdı, ama yaşlı biriydi ve birçok
konuda onu atlatabiliyordum. Hayır, benim hayatımın en büyük derdi Miss Charlotte'tı. Sürekli
olarak evin içinde her yere girer ve burnunu kendine vazife olmayan her şeye sokardı, bana
durmadan emirler verir ve bir dakika dinlenmeme fırsat vermemek için sürekli beni gözlerdi.
Miss Branwell'e de beni şikâyet ettiğini duymuştum ve beni bu kadar ezmek istemesi karşısında
şaşırmaya başlamıştım, fakat nedenini ancak bu konuyu babamla konuştuktan sonra
anlayabildim. Babam ona aldırmamamı söyledi, çünkü babamı Üstat Branwell'in içkisinden
dolayı suçluyor ve ona olan öfkesini bana yöneltiyordu. Babam ve Üstat Branwell Black Bull'da
birlikte içmekten zevk alırlardı, aynı zamanda her ikisi de Three Graces Masonlar Locası'nın
üyesiydi.
Babam için bana aldırma demek kolaydı; kendisi ona tahammül etmek zorunda değildi. Ben
bir işi bitirir bitirmez bana bir başka iş veriliyordu ve eğer bir aksilik olursa, örneğin eğer bir şeyi
kırarsam, onun hemen orada biteceğinden emin olabilirdiniz. O zaman etrafta kimin olduğuna
bakmadan beni bir temiz azarlar, bunun bedelini ücretimden keseceğini söylerdi. Ben kıpkırmızı
olur, gözyaşlarımı tutmakta zorlanırdım. Çok zaman, günün birinde ondan intikam alacağıma
dair kendi kendime yemin etmişimdir.
Başkalarının haberi olmadan, genellikle birkaç nazik sözle benim yardımıma gelen,
kucaklayan ve bana küçük ikramlarda bulunan, hatta ücretimden hiç kesinti yapılmamasını
sağlayan kişi Miss Emily'ydi. işlerin nasıl yapılması gerektiğini açıklama zahmetine giren ve iyi
bir iş yaptığım zaman bana güzel bir çift söz söyleyen tek kişi de oydu. Neyse ki, vaktinin
çoğunu mutfakta geçiren kişi de oydu, çünkü o yemek yapmayı ve ev işleriyle uğraşmayı çok
seviyordu, diğerleriyse sanki bu tür işlerin kendilerini aşağıladığını düşünüyorlardı. Zaman
geçtikçe onu çok sevmeye başladım.
Yavaş yavaş işlerin üstesinden daha kolay gelmeye başladım ve bu arada Miss Charlotte'tan
duygularımı gizleyebilmeyi de öğrendim. Ona daima yüzümde bir gülücükle, "Evet
Küçükhanım", "Hayır Küçükhanım" diyordum, ama arkasını döndüğü zaman genellikle dilimi
çıkarıyor veya daha kötü hareketler yapıyordum; sonunda ona kibar davranıyorum zannederek
bana o kadar çok işkence etmekten vazgeçti.
Yıllar geçti, ben artık daha güçlüydüm, ama yine de işler zordu ve zaman zaman babama
Kilise Konutu'nu bırakmak ve başka işler yapmak istediğimi söylüyordum, kendi yaşımda başka
kızlarla birlikte olmak istiyordum. Değirmenlerden birinde çalışmayı kafama koymuştum,
tanıdığım kızların çoğu burada çalışıyordu, fakat babam beni dinlemedi bile. Onun haklı
olduğunu şimdi anlıyorum, çünkü değirmendeki iş saatleri daha uzundu ve orada çalışanların
yaptıkları iş, benim katlandığım işkenceden çok daha ağırdı, fakat bu korkunç evde payıma
düşen zulüm yerine, orada hiç değilse birkaç kahkaha atabilirdim.
Zaman geçtikçe işler biraz daha kolaylaştı ve sonunda sanki onların eski bir eşyasıymışım
gibi bana alıştılar; artık dikkatlerini fazla çekmiyordum. Eskisi kadar azarlanmıyordum ve
başkalarından gizlenen birçok şeye tanık olabiliyordum. Bütün bu zaman içinde öğrendiğim
şeylerin çoğunu kendime sakladım, ama bu berbat yerde yıllar boyunca yaşananları insanların
artık bilmesi hem uygun olacaktır hem de doğrudur.
Sanıyorum 1845 yılıydı, on yedi yaşındaydım ve işler aile için pek iyi gitmemeye başladı,
fakat bunu o zamanlar anlamak çok zordu.
İlk olay, Mr. Bronte'ye yardımcı olmak üzere yeni bir papazın gelmesi oldu. Bu, Papaz
Arthur Bell Nicholls'tu ve geldiği zaman hem Kilise Konutu'nda hem de köyde büyük merak
uyandırdı. Ben onun hakkında birçok insandan daha fazla bilgiye sahiptim, çünkü Mr. Bronte,
babamla konuşarak onun bizim evimizde kalmasını ayarlamıştı sanki ev yeteri kadar dolu
değilmiş gibi fakat onu gördüğümde yine de şaşırmıştım.
Mr. Nicholls aramızda geçenlere karşın ben onu ender olarak başka türlü
düşünebiliyorumyakışıklı bir adamdı. O zaman yirmi yedi yaşındaydı, Miss Emily'yle yaşıt
gibiydi ve Miss Charlotte'tan iki yaş daha küçüktü. Yapılı bir vücudu ve gür bir sakalı vardı. Mr.
Bronte gibi, o da İrlanda'da yetişmişti, fakat Mr. Bronte ile kızlarının sert İrlanda aksanlarına
benzemeyen, çok hoş yumuşak bir konuşma tarzı vardı.
Ben onu önceden, ailemle yaşadığı ve sürekli olarak Kilise Konutu'na girip çıktığı için
oldukça iyi tanımıştım. Çok uyumlu biriydi ve istediği zaman oldukça çekici olabiliyordu, fakat
tabiatının farklı yanları da vardı.
Mr. Nicholls sık sık hüzünlenmiş gibi görünürdü ve annemin dediğine göre, böyle
zamanlarda kırlarda dolaşır, döndüğünde daha neşeli olurdu. Bana ve hatta bütün köy halkına
göre kesinlikle kızlardan birine göz koymuştu; kendisini kilise cemaatindeki herkese, hatta en
yaşlı ve kaba kadınlara bile sevimli göstermekten büyük haz alıyor gibiydi; fakat ben onun
gerçek duygularım iyi biliyordum.
Onun yalnız olduğunu biliyordum, çünkü Kilise Konutu'nda ona da tıpkı ilk günlerimde
bana davrandıkları gibi davranıyorlardı. Babama, Mr. Bronte ve Miss Charlotte’ın kendisiyle
hemen hemen hiç konuşmadıklarını, yalnızca Miss Emily'nin ona nazik davrandığını ve onu
rahat ettirmek için elinden geleni yaptığını söylemişti. Köyde onun sınıfından hiç genç erkek
yoktu ve her ne kadar babam ona yakınlık gösterse de sonuçta pek iyi geçinmiyorlardı. Babam
içmeyi severdi ve genellikle King's Arms veya Black Bull'a giderdi, fakat Mr. Nicholls
köylülerle kaynaşmak istemiyordu, özellikle de bir taverna ortamında; masonlardan söz
edildiğindeyse yüzünün nasıl bir şekil aldığına daima dikkat etmişimdir.
Şunu da biliniz ki, eğer babam Mr. Nicholls'un arada bir ortalıkta kimseler yokken bana
yaptığı bazı şeyleri bilseydi, ona karşı hiç de o kadar iyi davranmazdı.
Bu önce onun bir baba şefkatiyle kollarını omuzlanma dolamasıyla başlamıştı ve bazen de
şakacıktan kıçıma vururdu. Sonra meşgul olduğum sırada arkamdan usulca gelir ve beni
gıdıklardı. Ben çok gıdıklanırım ve böyle yapmca ben kıvranır, gülmemi tutmaya çalışırdım;
daha sonra, bir şekilde, elleri göğüslerimin üzerine gelir ve hafifçe sıkardı. İlkin oldukça şaşırmış
ve bunun bir şaka olduğunu düşünerek susmuştum. Ancak bunlar sık sık tekrarlanınca, böyle
olmadığını anlamıştım. Yine de buna bir anlam veremedim; aslında epeyce hoşuma gidiyordu,
ama bunu ona söylemek utanmazlık olurdu, ancak neler hissettiğimi de anlamış olmalıydı.
Bir gün dizlerimin ve ellerimin üzerine çökmüş yerleri fırçalarken beni gıdıkladı ve nasıl
olduysa oldu, sonunda ikimiz birden kendimizi yerde bulduk, benim üzerimdeydi. Onun
sertliğini hissedebiliyordum, o zamana kadar duymadığım hisler içindeydim. Eğer o sırada Miss
Charlotte’ın taşlar üzerinde yürürken çıkardığı sesleri duymamış olsaydık, bunun sonu nereye
varırdı, hâlâ çözebilmiş değilim. Mr. Nicholls hemen ayağa fırladı, şimşek gibi kapıdan çıkıp
gitti, ben de çabucak elbisemi düzelttim ve büyülenmiş gibi yerleri fırçalamaya devam ettim.
Başından beri, bunun Mr. Nicholls açısından sadece hizmetçi bir kızla oynanan küçük bir
oyun olduğunu biliyordum, özellikle de onun ilk günden beri Miss Charlotte’ın kitaplanna
bakabilmek için ne kadar uğraştığına dikkat etmekteydim. Miss Charlotte'la konuşabilmek için
her fırsattan yararlanıyor, bütün cazibesini takınıyordu. Ben bunu bir türlü anlayamıyordum,
çünkü Miss Charlotte’ın en iyi arkadaşları bile ne kadar arkadaşı varsaona güzel, hatta hoş bile
diyemezlerdi. Doğrusu bence o, babamın bir zamanlar sahip olduğu yaşlı buldoğa benziyordu.
Böyle olduğuna göre, Mr. Nicholls'un ona ilgi göstermesinden hoşlanacağını sanırdınız, oysa
durum böyle değildi, hatta bazen ona gerçekten de kaba davranıyordu. Bunun da ötesinde, onun
hakkında Miss Emily'ye kötü şeyler söylediğini işitmiştim, ayrıca arkadaşlarına yazdığı yarım
kalmış mektuplarını gördüğüm için, onlara da Mr. Nicholls'tan aşağılayıcı biçimde söz ettiğini
biliyorum.
Bana öyle geliyordu ki vakit ayırabildiği tek erkek, Belçika'da mektuplaştığı kişiydi.

[CC] Şimdi, benim görüşüme göre, Bronte bilmecesinde anahtar karakter olan Charlotte
Bronte'ye daha yakından bakmak için burada biraz durmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bu kitap için araştırmalarıma başladığım zaman Bronte ailesi hakkında hemen hemen hiçbir
şey bilmediğimi ve bu kız kardeşlerin kitaplarının hiçbirini okumadığımı açıklamıştım. Bu
nedenle önceden onlarla ilgili herhangi bir fikrim yoktu, fakat araştırmalarım ilerledikçe, bir
iskeletten ibaret olan bilgilerimin üzerine etten bir beden oluşturmaya başladım.
Bronteler hakkında bilinen ve kabul edilmiş bilgilerin çoğu Charlotte'la ilgilidir. Onun
mektupları ve ona arkadaşlarından gelen mektuplarşimdiye kadar yapılan araştırmaların temelini
oluşturur; buna ek olarak, bir başka ünlü romancı Mrs. Gaskell tarafından yazılan ilk biyografisi
sayılabilir.
Mrs. Gaskell, Charlotte'la ilgili bazen yanlış, hemen hemen daima önyargılı ve sık sık da
aşırı duygusal bir tablo çizer. Mektuplar ise çok değerlidir, çünkü bunlar bize Charlotte’ın gerçek
karakterini anlatır. Ne kendisi ne de arkadaşları, bu mektupları yazdıklarında kendilerinden sonra
gelecek kuşakların bunları okuyabileceklerini ve birbirleriyle karşılaştırabileceklerini
göremediklerinden, her şeyi rahatlıkla yazmaları bizler için büyük bir şans.
Şimdi onu anlatmaya dış görüntüsünden başlayalım.
Charlotte hakkında bir şeyler bilen insanların çoğu onu George Richmond'ın çizdiği
portredeki gibi düşünmeyi tercih eder. Ancak bunun, en azından, çok övgü dolu bir benzetme
olduğunu söyleyebiliriz. Şu da unutulmamalıdır ki, Richmond bu şekilde başarılı yazarı mutlu
etmek istemiştir, çünkü o zamanlar yazar onu zengin ve ünlü kişilere tavsiye edebilecek
pozisyondaydı. Gerçeklere daha yakın bir şeyler öğrenmek için onu iyi tanıyanları, örneğin hayat
boyu arkadaşları olan Ellen Nussey ve Mary Taylor'ı, dinlemeliyiz.
Charlotte on beş yaşındayken, Mary Taylor onun hakkında şunları söylemişti: "O çok
çirkindi." Ellen Nussey ise şöyle demişti: "Elbette ki o zamanlar, ona güzel demek dışında her
şey denebilirdi." "Topuz yaptığı" saçları, "aşırı zayıflığı ve renksiz cildinden dolayı iyice ortaya
çıkan yüz hatlarıyla çok gösterişsizdi." "Kurumuş" görünüyordu.
Mrs. Gaskell bile ona iltifat edemiyordu. Onunla 1850 yılında karşılaştığında, Charlotte
hakkında anlattıklarına bakın: "O (kendisini tanımladığı gibi) gelişmemiş biriydi; zayıf ve
benden bir kafa boyu daha kısa; yumuşak kahverengi saçları benimki kadar koyu değil; gözler
(yumuşak ve anlamlı, size doğrudan doğruya ve açık biçimde bakıyor ) aynı renkte; kırmızı bir
surat; büyük bir ağız, dişlerinden birçoğu dökülmüş; bütünüyle gösterişsiz; alnı kare, geniş ve
oldukça çıkık."
Aynı yıl, dönemin ünlü yazarlarından G. H. Lewes, onu şöyle tanımlamıştı: "Ufak tefek,
sade, taşralı, hasta görünümlü, evde kalmış kız." O zaman Charlotte otuz dört yaşındaydı!
Yanlış anlaşılmak istemem. Kimse doğanın kendisine bahşettiği şeylerden sorumlu
tutulamaz, ancak bunlarla veya bunlara ne yapabildiğinden sorumludur. Kısa boylu, zayıf ve
gösterişsiz olmak Charlotte’ın suçu değildi; benim burada yapmak istediğim yalnızca onunla
ilgili efsanenin kabuklarını kırmaktır.
Mademki onun nasıl göründüğünü biliyoruz, şimdi de karakterini irdeleyelim.
Özünde tahakküm eden ve hırslı bir çocuktu; sonra da tahakküm eden ve hırslı bir kadın
oldu. Ben bunu, onun yoksul bir ortamda yetişmesine, basit ve kötü döşenmiş bir evde
yaşamanın onda bıraktığı ve bir türlü kurtulamadığı kötü etkilere bağlıyorum.
Charlotte, en ılımlı tanımlamayla, eksantrik denebilecek İrlandalı bir papazın basit kızıydı;
kendisi de İrlanda aksanıyla konuşuyordu. Çok küçük yaşlarda aşağılık kompleksine kapılmış ve
bundan hiç kurtulamamıştı. Öğrencilerin birçoğunun iyi ailelerden geldiği Roe Head'e gitmişti.
Onlar kendisinden daha iyi giyiniyorlar ve daha güzel evlerde oturuyorlardı, anne babaları
toplum içinde etkin kişilerdi ve daha çok paralan vardı. Utanç ve aşağılık duygularını
gizleyebilmek için tek çaresi, entelektüel olarak onlardan daha üstün olduğunu kanıtlamak,
onlara tahakküm etmeye çalışmak ve dikkatleri üzerine toplamaktı.
Büyüdükçe para kazanma konusunda kararlı olmaya başladı. Bu bakımdan babası tarafından
da destek gördü, çünkü o da hayatın, kendisine elde etmeyi başardığından daha fazlasını borçlu
olduğuna inanıyordu. O günlerde bir kadın için rahat bir hayata erişmek, genellikle "iyi" bir
evlilikle mümkündü ve Mr. Bronte de umutlannı kızlarına bağlamıştı. Gerçekteyse kızlann
kimlikleri ve yaşadıklan yer nedeniylehayallerinin gerçekleşmesi için pek az umut vardı. Onlann
rastlayabilecekleri genç adamlar ancak kilise papazlarıydı, onlar da toplum içinde pek kabul
görmezlerdi; Mr. Bronte ise onlar için daha iyisini istiyordu.
Charlotte da kendisi için daha iyisini istiyordu, fakat Martha'nın gözlemlediği gibi, "Vakit
ayırabildiği tek erkek Belçika'da mektuplaştığı kişiydi". Bu, Mösyö Constantin Heger'ydi; hem
Charlotte hem de Emily 1842 ve 1843 yıllannda onun okulunda öğretmenlik yapmışlardı.
Charlotte ona büyük bir tutkuyla âşıktı.
Mösyö Heger, Charlotte'tan yalnızca yedi yaş büyüktü. İkinci evliliğini yapmış olan bu
adam cinsel bakımdan da deneyimli biriydi; Charlotte’ın uyumakta olan cinsel duygulannı
uyandırmıştı ve bunlar bir kez uyandıktan sonra artık onun tüm bedenini saracaktı. Charlotte
duygulaıını daima ciddi ve iffetli bir maskeyle saklayabilmişti, ancak Martha neler olduğunu çok
iyi anlıyordu.
Elbette ki biz bu aşk macerasının nereye kadar gittiğinden hiçbir zaman kesin olarak emin
olamayız, fakat bütün belirtiler gösteriyor ki Charlotte ve Mösyö Heger kelimenin tam anlamıyla
sonunda sevgili olmuşlardır.
Bu belirtilerden biri Charlotte tarafından 2 eylül 1843 tarihinde Emily'ye yazılan bir
mektupta bulunmaktadır. Mektubunda Charlotte Brüksel'de nasıl bir Katolik katedraline giderek
günah çıkartmak istediğini anlatır. Rahip bu isteği Charlotte’ın bir Protestan olması nedeniyle
önce reddeder, fakat Charlotte "Bunu yapmakta kararlıydım" der. Sonunda rahip onun isteğini
kabul eder, fakat buna yalnızca "gerçek Kilise'ye geri dönmesi için" bir ilk adım olduğunu
umarak izin verdiğini belirtir. "Böylece günah çıkartabildim; gerçek bir günah çıkartmaydı bu."
Acaba Charlotte'ı Roma Katolik Kilisesi'nin rahibine günah çıkartmaya iten şey ne
olabilirdi? Eğer babası kendi kızlarından birinin böyle bir şey yaptığını duysaydı, müthiş
öfkelenirdi. Benim düşüncem şu: Charlotte, Mösyö Heger'yle zina yaptığından dolayı, öylesine
büyük bir suçluluk duyuyordu ki, bu yükten kurtulamıyor ve çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Charlotte rahibe, her sabah onun evine geleceğini ve kendisini Katolik dinine
döndürebilmesi için elinden geleni yapmasını istediğini söyledi, fakat elbette, hiçbir zaman böyle
bir şey yapmadı. Mösyö Heger'nin âşığı olarak bilinmesi riskine giremedi.
Ne yazık ki, Madam Heger sonunda durumdan şüphelenmeye başladı, Charlotte’ın da yatılı
okulu bırakmaktan başka seçeneği kalmadı.
Charlotte İngiltere'ye 1844 yılının ocak ayı başlarında geri döndü. Temmuz 1844'te, Mösyö
Heger'ye yazarak onun "uzun suskunluğu"ndan şikâyet etti, fakat Mösyö Heger'nin ona hiç
mektup yazmamasında şaşılacak bir şey yok. Açıkça belliydi ki Mösyö Heger karısı tarafından
pek de kapalı olmayan sözcüklerle "uyarılmıştı" ve sonunda bu ufak tefek hayranının fiziksel
ayartmaları ortadan kalkınca o da akimi başına toplamıştı.
Charlotte mektubunu şöyle bitirmişti: "Bir kez daha hoşça kalın, Mösyö; bir mektupta bile
hoşça kalın demek güç oluyor. Evet, bir gün sizi tekrar göreceğim kesin; böyle olmak zorunda..."
Ekim ayı geldiğinde tekrar yazdı ve ondan önceki iki mektubunu alıp almadığını sordu, fakat
yanıt gelmedi.
1845 yılı gelmiş ve hâlâ bir yanıt alamamıştı. Ocak ayında Charlotte bir kez daha eline
kâğıdı kalemi aldı. "Gece gündüz ne rahatım ne de huzurum kaldı. Eğer uyursam o zaman da
seni gördüğüm azap dolu rüyalarla sarsılıyorum..." Ondan dürüst olmasını, artık kendisiyle
ilgilenmiyorsa ve kendisini unuttuysa bunları söylemesini istemiş, "sekiz aydır çektiğim acılar"
diyerek duygularını dile getirmiştir.
Gerçekten de tutku doluydu bu mektuplar ve herhalde Mösyö Heger o zamanlar Charlotte’ın
kendisine yazdığı mektupları tamamen kesmesi için dua etmekteydi. Sorunlarını azaltmak için,
Charlotte'a mektuplarını bundan sonra edebiyat profesörü olarak görev yaptığı Kraliyet Athenee
Akademisi'ne göndermesini önerdi, fakat bu teklif Charlotte’ın hiç hoşuna gitmedi. Çünkü, ya bu
mektupların karı-koca arasında bir anlaşmazlık yaratmasını ve bundan bir şeyler elde etmeyi
istiyordu ya da yalnızca böyle bir öneriyle aşağılandığını düşünmüştü; biz bunlan ancak
varsayabiliriz. Fakat sonunda mesajı almıştı ve bir daha yazmadı; şüphesiz Mösyö Heger böylece
rahat bir nefes alabildi. Onun Charlotte hakkındaki düşüncelerini, en azından daha sonraki
günlerde, bu mektupları alışveriş veya temizleyiciye götüreceği şeyler için liste yapmak üzere
kullandığı gerçeğine bakarak anlayabiliriz.
İkinci Bölüm

Bu yaptığın nedir?
Tekvin 3:13

Mr. Nicholls konuta 1845 yılının mayıs ayında geldi ve Miss Anne eve bundan bir ay sonra
döndü. Onu çok iyi tanımıyordum, çünkü konutta bulunduğum süre boyunca o, York'tan pek
fazla uzak olmayan Little Ouseburn'de Thorp Green Hall'de bir ailenin yanında mürebbiye olarak
çalışıyordu; onu yalnızca eve yaptığı kısa ziyaretlerinde görmüştüm. Sessiz ve ufak tefek bir
kadındı, Miss Charlotte ile Miss Emily karışımında bir şeydi. Miss Aykroyd onun Mr.
Nicholls'tan önceki papaza Mr. Weightman'a âşık olduğunu anlatmıştı. Onu, Mr. Nicholls'u
tanıdığım kadar iyi tanımıyordum, fakat yakışıklı bir adamdı ve öldüğünde hepimizin çok
üzüldüğünü biliyorum, çünkü henüz 26 yaşındaydı. Miss Anne o zamanlar 23 yaşında olmalıydı
ve cenaze töreni için eve geldiğinde onun ne kadar hüzünlü olduğunu çok iyi anımsıyorum.
Söylendiğine göre bundan sonra artık erkeklere pek fazla ilgi göstermiyordu.
Bunlar, Miss Anne için oldukça kötü bir dönem olmalıydı, çünkü Mr. Weightman'dan birkaç
hafta sonra teyzesi Miss Branwell de öldü; kendisine gerçekten bir anne olan kadının cenazesi
için, Mr. Weightman’ın gömüldüğü kiliseye kısa bir süre sonra tekrar geldi. Gariptir ki, bu
kadının ölümü beni hiç rahatsız etmemişti, çünkü birbirimizle fazla ilgilenmezdik, yine de o
kendince bana karşı oldukça iyiydi ve hiçbir zaman Miss Charlotte gibi kötü davranmadı.
Diğer yanda, Miss Anne bana karşı her zaman çok nazikti. Hiçbir zaman yolunu değiştirip
benimle konuşmaya gelmezdi, ama onunla ne zaman karşılaşsam, kendimi yaşıtımla
konuşuyormuş gibi hissediyordum ve onunla beraberken hiçbir zaman Miss Charlotte'la
olduğum gibi huzursuz değildim. Bununla birlikte, o hemen hemen daima üzgün ve ciddiydi; ve
bazı şeyler vardı ki onun bulunduğu yerde Miss Aykroyd bile bunları ağzına almazdı.
Bunlardan biri, onun beş yü çalıştıktan sonra Thorp Green Hall'deki aileyi niçin terk ettiği
konusuydu. Bu, o kadar gizemli bir konuydu ki, bunun arkasında yatan nedenleri bilmek için
hepimiz büyük bir istek duyuyorduk, fakat aile bu konuyu hizmetçilerin önünde hiçbir zaman
konuşmazdı ve birimiz tesadüfen onları duyacak kadar yakınlarında olursak hemen
konuşmalarını keserlerdi. Ancak Üstat Branwell bir temmuz günü eve aniden döndüğünde,
olaym küçük bir kısmı dışarı sızmaya başladı.
Üstat Branwell iki yıldan biraz daha fazla, Miss Anne'in yanında çalıştığı Robinson ailesinin
genç oğullarının özel öğretmenliğini yapmıştı. Babamın dediğine göre Mr. Branwell ona hemen
hemen her şeyi anlatmıştı, orada işi çok iyiydi, bu nedenle işine son verilmesi onun için biraz
şaşırtıcı olmuştu.
Babama söylediğine göre, Mr. Robinson onun Mrs. Robinson'la kırıştırdığını öğrenmişti,
fakat babam Üstat Branwell'in tabiatını büdiği için bunu biraz şüpheyle karşılamıştı ve bize
dediğine göre Üstat Branwell'i o zamana kadar kız kardeşlerinden başka hiçbir kadınla gören
olmamıştı.
Babamın bu gerçeği nasıl öğrendiğini bilmiyorum. Ancak onun her tarafta mason arkadaşları
vardı ve bu da onlardan biri tarafından söylenmiş olabilir; fakat öte yandan Üstat Branwell
babamla içerken ona sık sık bazı gizli şeyleri anlatıyordu. Babam anneme söylerken duyduğuma
göre bütün bildiğim olayın Robinson'ların oğluyla ilgili bir şey olduğu ve Miss Anne'in de bu
olay nedeniyle işinden istifa ettiğidir.
Miss Anne erkek kardeşi eve döndükten sonra kesinlikle daha da sessizleşti; Miss Charlotte
ise, söylendiğine göre çocukken ona diğerlerinden çok daha yakın olmasına karşın, erkek
kardeşiyle hiç ilgilenmiyordu. Yalnızca Miss Emily'nin ona ayıracak biraz zamanı var gibiydi ve
eve döndükten sonra Üstat Branwell'in sağlığı bozulunca ona bakan yine Miss Emily oldu. Bana
onun oldukça hasta olduğunu söyledi; duyduklarımdan da biliyorum ki gecelerce hiç
uyuyamadığı oluyordu. Üstat Branwell işini niçin kaybettiği hakkında gerçeğin ortaya
çıkmasından korkuyordu, bunu şimdi anlıyorum.
Mr. Bronte'nin onunla ilgili canını sıkan çok şey vardı ve bir gece benimle haber yollayarak
babamın konuta gelmesini istedi. Bugüne dek aralarında ne geçtiği hakkında hiç bilgim olmadı,
fakat sonuçta babamdan Üstat Branwell'le tatile gitmesini istemişti, hava değişikliği ve her şey
onun iyileşmesine yardımcı olacaktı.
Babam olanları anneme anlatırken ben de oradaydım. Annem burnunu çekti ve bunun
kesinlikle kurda kuzuyu teslim etmekten farkı olmadığını söyledi; hatırladığıma göre temmuz
ayının sonunda birlikte Liverpool ve North Wales bölgelerine gittiler. Doğruyu söylemek
gerekirse, döndüklerinde Üstat Branwell biraz daha iyi görünüyordu, fakat evden uzak
geçirdikleri zaman içinde kazandığı sağlığını kısa bir sürede kaybetti; çünkü hem babamdan hem
de kendi gördüklerimden biliyorum ki, daha çok içmeye başlamıştı ve ayrıca afyon çekerek
sızıyordu.
Bütün bunlara karşın, parasızlık nedeniyle ayık kalmak zorunda olduğu zamanlarda pazar
okulundan aldığı alıştırma defterlerine bir şeyler karaladığı dikkatimi çekiyordu. Bu nedenle,
Miss Emily Halifax Guardian gazetesinde onun şiirlerinin basıldığını söylediği zaman, özellikle
de herkesin okuyabilmesi için onun yazdıklarını temize çektiğini gördükten sonrabu benim için
sürpriz olmamıştı. Sonra sanıyorum eylül ayındaydı, babama üç bölümden oluşan kitabının
birinci bölümünü bitirdiğini, ama kısa bir süre sonra da bu fikirden caydığını söylemiş.
Yazdıklarını bir yana bırakıp yaklaşık bir yıl daha yaşamım eskisi gibi sürdürdü. Çoğunlukla
öylesine sarhoştu ki ne yaptığmı bilmiyor, saçma sapan hareket ediyordu, fakat 1846 yılı mayıs
ayının sonunda her şey çok daha kötüye gitmeye başladı.
Mr. Robinson ayın 26'sında öldü ve birkaç gün sonra karısı, Üstat Branwell'e bir mesaj
iletmek üzere arabacısını Haworth'a yolladı. Üstat Branwell o sırada konutta değildi, bunun
üzerine arabacıya büyük olasılıkla onu bulabileceği Black Bull'a gitmesi söylendi. Elbette ki
oradaydı ve böylece birkaç kişi sonradan olanlara şahit oldu.
Anlatılanlara bakılacak olursa, Üstat Branwell'e bir zarf verilmiş ve o da bunu açarak
içindeki mektubu okumuştu. Ondan sonra sinir krizi geçirmeye başlamış ve sanki çılgına
dönmüştü, yerlerde yuvarlanıyor ve kötü sesler çıkarıyordu. Babamı çalıştığı yerden çağırdılar,
fakat onun Master Branwell'i yatıştırması ve ne olduğunu öğrenmesi uzun zaman aldı.
Üstat Branwell babamın mektubu görmesine izin vermedi; ama babama, Mrs. Robinson'ın,
eğer onunla herhangi bir ilişkisi olursa kocasının bıraktıklarından hiçbir pay alamayacağını
yazdığını söyledi. Hikâyeye göre Mr. Robinson bunları vasiyetnamesine eklemişti ve böylece
Mrs. Robinson, Üstat Branwell'e onu bir daha hiç görmeyeceğini söylüyordu. Üstat Branwell
ağlayarak babama, Mr. Robinson'ın mütevellilerinin kendisinden nefret ettiklerini ve hatta
bunlardan birinin kendisini gördüğü yerde vuracağını söylediğini ekledi.
Ancak bundan yıllar sonra, Mr. Nicholls bana bütün hikâyeyi anlattığı zaman, Mr.
Robinson'ın vasiyetnamesinde bu sözlerin yer almadığını ve bütün bunları mektupta yazılanları
gizlemek amacıyla Üstat Branwell'in uydurduğunu öğrendim.
Anlaşılıyordu ki, Üstat Branwell'in uydurduğu hikâyeye karşın, işinden kovulmasının asıl
nedeni genç Edmund Robinson'la yaramazlık yapmasıydı ve bütün bu olaylar Robinson'lar tatile
çıktıklarında genç çocuğu Üstat Branwell'e teslim ettikleri sırada olmuştu.
Çocuk nihayet ailesiyle bir araya geldiği Scarborough'da onlara bir şeyler söylemiş
olmalıydı veya bir şeylerin kötü olduğu açıkça belliydi, çünkü bir doktor çağrılmış ve doktor
çocuğu dikkatle sorgulamıştı. İşte, tam o gün, Mr. Robinson, Üstat Branwell'e’ınektup yazarak
işine son vermişti, ona kendisini savunması için hiç fırsat verilmemişti, zaten o da böyle bir şey
istememişti.
Görünen oydu ki işten atılmış olmak ve gerçeklerin herkes tarafından bilinmesi korkusu,
Üstat Branwell'i çok sarsmıştı. Ailesinin ve arkadaşlarının gerçeği öğrenmelerinden çok
korkuyordu; Mrs. Robinson hakkında bu hikâyeyi uydurmasının nedeni de buydu. Bütün bunlar
onun ruhen çökmesine neden oldu ve uzun süren sarhoşluk dönemlerinden birinde babama
gerçeği anlattı.
Ben bu olayın bütün ayrıntılarını öğrenemedim, fakat o zamanlar Üstat Branwell çok bezgin
durumdaydı ve babama, kendisini tamamen tükenmiş hissettiğini söylemiş. Hiç parası yoktu;
ailesi ve arkadaşlarının çoğu onunla bağlarını koparmışlardı; bir iş bulamıyordu, zihinsel durumu
da yazılarıyla uğraşması için uygun değildi. Ona göre artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktu ve
Robinson'lara yazarak, eğer ona susması için para vermezlerse, bu skandali herkese
açıklayacağını söyledi.
Mektubu ilk okuduğunda Mr. Robinson'ın neler düşünmüş olabileceğini hayal bile
edemiyorum, fakat iyice düşündükten sonra olayı herkesin bilmesinden korkmuş olmalıydı.
Yıllar sonra Mr. Nicholls'un da işaret ettiği gibi, genç Edmund masum bir kurban olsa bile, bu
olay onun istikbalinde bir leke olacaktı, fakat eğer o rıza gösteren bir eş olduysa... İşte bunu
düşünmek bile çok güçtü.
Bu nasıl olduysa olmuştu; sonuç olarak, kısa bir süre ara verilmesi dışında, Robinson'ların
doktoru olan Dr. Crosby'nin, Üstat Branwell'e düzenli olarak ömrünün sonuna kadar yirmi
poundluk ödemeler yaptığını biliyorum.
Mr. Robinson'ın ölümünden sonra, dul kadın, kocasının mütevellilerine bu paralar hakkında
bilgi vermek zorunda kalmca, ödemelere ara verilmişti. Üstat Branwell'e göre bunlar Mrs.
Robinson'ın çevresini saran güçlü kimselerdi ve kendisinden aşırı nefret ediyorlardı;
anlaşıldığına göre mütevelliler gerçekleri öğrendikleri zaman dehşet içinde kalmışlardı. Mrs.
Robinson'dan bu şantaja boyun eğmemesini istediler, böylece ödemeler yapılmayacaktı; işte
arabacının ona getirdiği mektupta bunlar yazılıydı.
Bütün bunları öğrendikten sonra, Üstat Branwell'in Black Bull'da niçin öyle bir krize
tutulduğunu anlayabildim ve bu hiddetin, öfke ve umutsuzluktan kaynaklandığını kavradım;
gelen mesajdan dolayı öfkeli ve umutsuzdu, çünkü borçlarını ödeyemediği için herkes tarafından
rahatsız ediliyordu; Dr. Crosby'den gelen paraya çok ihtiyacı vardı.
Günlerce sadece yattı; girip odayı temizlememe ve toplamama bile izin verilmiyordu. Hiç
dışarı çıkmıyordu, pek ender olarak bir şeyler yemek için aşağıya indiğinde, yemeğini
yutarcasma yiyerek giderdi. Hepimiz açıkça görüyorduk ki düşündüğü çok önemli bir şey vardı,
fakat pek tabiî, biz bunu bilmiyorduk.
Bir süre sonra, babasından ve arkadaşlarından ve daha sonra açıklayacağım bir başka yerden
aldığı paralarla, dışarı çıkmaya başladı. Ancak davranışları eskisi gibi değildi, kendinden kaçmak
ister gibiydi. Babamın dediğine göre giderek daha çok içiyordu; yatağının altmda bulduğum
afyon tentürü şişeleri sayılamayacak kadar çoktu. Yattığı yere gelince, gerçekten utanç verici bir
durumdaydı. Miss Aykroyd'un şikâyetinden sonra Miss Emily onun çarşaflarını yıkama ve
yatağını yapma işlerini üstlendi.
Her şey kötüden betere doğru gidiyordu ve 1846 yılının sonunda, utanç dolu bir günde, bir
polis görevlisi konuta gelerek, bizim de duyacağımız biçimde, Üstat Branwell'in borçlarını
ödemesi gerektiğini, aksi takdirde hapse gireceğini söyledi.
Sonra, hemen ertesi gün, her zaman olduğundan daha neşeliydi. O zaman bu değişikliğin
nedenini hiçbirimiz anlayamamıştık, fakat babam ve diğer arkadaşları biliyordu ve sonunda
nedenini ben de öğrendim.
Anlaşılan oydu ki, paraya duyduğu büyük ihtiyaç, Üstat Branwell'in şantajlarına yeniden
başlamasına neden olmuştu. Dr. Crosby'yi tekrar görmeye gitti ve ona ödemelerin yeniden
başlamaması durumunda Edmund ile kendisi hakkındaki bu kötü hikâyenin yeniden ortaya
çıkacağını söyledi. Dr. Crosby tekrar mütevellilerle bir araya geldi ve onlara Üstat Branwell'in
dediğini yapacağını anlattı. Mrs. Robinson da onu destekledi, çünkü artık yalnızca oğlunu
düşünmekle kalmıyor, bu skandalin ortaya çıkmasıyla yeniden evlenebilme şansını da
kaybedeceğini düşünüyordu.
Sonunda mütevelliler Üstat Branwell'in isteklerini kabul etmek zorunda olduklarını
gördüler. 1846 haziranında Dr. Crosby'den aldığı çok dikkatli bir dille yazılmış bir mektup ona
ödemelerin yeniden başlayacağını söylüyordu.
Ben Üstat Branwell'e daima acımışımdır. O çok güzel resimler yapardı ve kilisede çaldığı
orgu dinlerken çok zevk alırdım. Bu kadar da değil, insanların dediğine göre onun yazdığı şiirler
en az kız kardeşlerininkiler kadar iyiymiş. O her zaman için bana karşı bir centilmendi ve zaman
zaman komik de olabiliyordu bazen mutfakta hepimizi gülmekten kırıp geçiriyordu. Babama
göre kimse onun gibi hikâye uyduramazdı ve insanlar devamlı onun peşindeydiler, özellikle
Black Bull ve diğer birahanelerde. Kendisi normal bir aile ortamında ve anne sevgisiyle
yetiştirilmiş olsaydı, kız kardeşlerinden daha ünlü ve saygın bir yere sahip olabilirdi.
Bütün bunları bir yana koyarsak, Üstat Branwell hakkında istediğimden fazla yazmış oldum
ve şimdi yeniden 1845 yılına bütün ailenin yıllar sonra ilk kez evlerinde bir araya geldiği zamana
dönmeliyim.

[CC] İşte 1845 yılında Bronteler hep birlikte tekrar evlerinde toplanmışlardı ve hepsi, en
azından kendi görüşlerine göre, birer başarısızlık örneğiydi. Hiçbirinin bundan sonra ne
yapacakları hakkında en ufak fikri yoktu; elbette ki yaşadıkları yer de onlara çekici gelebilecek
hiçbir fırsat sunmuyordu.
XIX. yüzyılda Haworth özellikle sefil ve hastalıktan kınlan bir yerdi, sağlıksız koşulların
normal olarak görüldüğü bir çağda bile dikkat çekecek kadar kötü durumdaydı. Burası her
şeyden çok uzaklarda kalan bir yerdi ve yaşam koşulları çok güçtü.
Konut dikdörtgen biçiminde taş bir evdi ve parke taşlanndan yapılmış dik ve uzun
anacaddenin sonunda bulunuyordu. Evin yüzü doğuya bakıyordu ve o bölgeyi sürekli döven sert
rüzgârlara karşıydı. Ön kapısı, yüz metre ötedeki kilisenin batı kapısının karşısındaydı. Evin üç
yanında oldukça sıkışık durumda olan mezarlık vardı; bu manzara herhalde çocuklar küçükken,
onları ürkütüyordu.
Konutun arkasında, rüzgârın yalayıp geçtiği kırlar gökyüzüne doğru tırmanıyordu. Buralan
yazın çok güzeldi, fakat kış mevsiminde özellikle kasvetli bir görünümü vardı.
Evin içi, iyi havalarda bile aynı derecede soğuk ve ürkütücüydü. Yerler taştı, rutubetliydi ve
yerlerde pek az halı vardı. İçerde tuvalet ve su bulunmuyordu, içecek su bile kirli bir kuyudan
sağlanmaktaydı.
O zamanlar her katta dörder oda bulunmaktaydı. Giriş katında, giriş kapısının solunda bir
oturma odası vardı ve onun arkasında da bir sandık odası. Sağ tarafta Mr. Bronte'nin çalışma
odası ve arkada da mutfak bulunuyordu.
Yukarıda dört yatak odası ve ayrıca merdivenlerin bitiminde küçük bir yüklük vardı. Bu
küçük odanın boyutları 2,75 metreye 2,25 metre büyüklüğündeydi ve aslında çocukların "çalışma
odası" olarak düşünülmüştü; bir şöminesi olmayan, doğuya ve mezarlığa bakan böylesine
sevimsiz küçük bir oda için epey şatafatlı bir isimdi bu. Burası şimdi Emily'nin odasıydı ve
burada basit bir yatakla yetinmek zorundaydı.
Evde çok az konfor vardı ve kişilere ait özel hiçbir yer yoktu. Çocuklar küçükken bu pek
önemli değildi, fakat 1845 yılında bu epey sıkıntı verici bir durum olmalıydı: o yıl Charlotte
yirmi dokuz, Emily yirmi yedi, Anne yirmi beş ve Branwell yirmi sekiz yaşlarındaydılar.
Babalan altmış sekiz yaşındaydı ve neredeyse kördü. Branwell aşırı içiyor, ilaç kullanıyor ve
kumar oynuyordu.
Branwell'in, on üç yaşındaki Edmund'a yönelik uygunsuz davranışları olduğunu gösteren
güçlü deliller bulunmaktadır. Bu durum, Anne'in yazdığı şu cümlelerle de desteklenmektedir:
"Orada oturduğum sürece çok çirkin ve insan doğasıyla ilgili hayal edemeyeceğim tecrübeler
yaşadım." Bir erkek ve bir kadın arasındaki ilişki, zina bile olsa "hayal edilemeyecek tecrübeler"
sınıfına girmez veya yine onun yazdığı gibi "ifade edilemeyecek kadar kötü" olarak
düşünülemez. Bu durumda, denebilir ki, Anne'in istifasının asıl nedeni, Branwell'in genç
Edmund'la arasındaki kötü ilişkiyi öğrenmiş olmasıdır.
Charlotte'ın bu konuda affetmez bir tutum içinde olması önemlidir.
Hayatının büyük bir bölümünde Branwell, Charlotte'la diğer kız kardeşleriyle olduğundan
daha yakındı ve Charlotte ona çok değer verirdi. Charlotte 1845 yılından hemen önceki yıllarda
erkek kardeşinin büyüsünden kurtulmaya başlamış ve Thorp Green Hall olayı da son damla
olmuştu. Bundan sonra onunla haftalarca konuşmamış, daha sonraları ise ancak zorunlu
kaldığında konuşmuştu. Bu durum Branwell'i çok incitiyordu ve belki de onun özellikle Ellen
Nussey'ye kendisi hakkında neler yazdığını düşündükçe veya tahmin yürüttükçe daha da çok
üzülüyordu.
Charlotte, örneğin, 31 temmuz 1845 tarihinde arkadaşına şöyle demişti: "Branwell'i hasta
buldum; bu kadar sık hastalanması kendi hatalarından kaynaklanıyor." 18 ağustos: "Branwell'le
ilgili düşüncelerim gerçekten umutsuz bazen onun hiçbir şey olamayacağından korkuyorum,
onun kötü huyları benim sandığımdan çok daha derinlere kök salmış..." 4 kasım: "Keşke onun
hakkında sana bir tek iyi şey söyleyebilseydim, fakat söyleyemiyorum, onun için dilimi
tutacağım."
Charlotte’ın onunla ilgilenecek hiç vakti yoktu ve o zamanlar bunu başkalarının bilmesine
de aldırmıyordu. Erkek kardeşine bağlılık veya onun problemlerinin aile içinde kalması gibi
sorunları yoktu. Bu da, insanların Branwell'e ters davranmalarına yol açmaktaydı, fakat yine de
onu mahveden şey kendi davranışlarıydı, çünkü insanlar ondan ne kadar kaçar ve ona iş vermeyi
reddederse, o da o kadar çok içiyordu.
Charlotte, ancak onun ölümünden sonra eğer ona karşı bu kadar sert davranmasaydı ve eğer
kendisi ve kız kardeşleri onu tam olarak kanatları altına alsalardı, belki de böylesine sefil bir
yaşam sürdürmezdi diye düşünmeye başladı. Charlotte hayatı boyunca ona karşı
davranışlarından dolayı kendini suçladı.
Charlotte 1845 yılında hiçbir şey yapmıyordu denebüir. Mösyö Heger'den ayrıldığından
dolayı hâlâ sıkıntılıydı. Uzun zamandır baskı altında kalan cinsel arzulan Brüksel'de uyanmıştı
ve hâlâ evlenmediği için kendisiyle bir türlü barış içinde olamıyordu. Haworth'i ve burada
yaşayan insanlan sevmiyordu, sanki artık dünyanın sonu gelmiş gibi hissediyordu. Günlerini
çaresizlik içinde, eski sevgilisinden bir mektup alma umuduyla geçiriyor, fakat sürekli olarak düş
kınklığına uğruyordu.
Sanıyorum ki kendisini oldukça yalnız hissediyordu ve ailesirıin diğer fertlerinden kopmuş
gibiydi. Hayatlarının ilk dönemlerinde dört çocuk birbirleriyle ikili bağlar kurmuşlardı: Charlotte
ile Branwell ve Emily ile Anne. Fakat şimdi o erkek kardeşinin büyüsünden kurtulmuştu, Anne
ise geri döndükten sonra iki kız kardeş bıraktıkları yerden yeniden yakınlaşmaya başlamışlardı.
Böylece Charlotte kendi evinde yapayalnız kalmıştı ve hayatında bir şeyler yapmak için gittikçe
daha büyük bir istek duyuyordu.
Emily kendi açısından, Charlotte'tan farklı olarak, hayatından oldukça mutluydu. Evde
olmak ve çok sevdiği kırlara yakın olmak, onun gerçekten de hayattan isteyebileceği en önemli
şeylerdi; ev işleri dışında bir yandan şiir yazıyor, diğer yandan da eski yazdıklarını gözden
geçirip onları yeniden düzeltiyordu. Onun bir kadın olarak neler hissettiğini biz ancak tahmin
edebiliriz. Genelde, kız kardeşlerinden daha fazla ev işlerine düşkün biri olarak görülür ve
hayatında hiç aşk belirtisi yoktur. Onun bildiği tek erkek Branwell'di ve o da kendi cinsinin çok
iyi bir örneği olmamıştı. Emily kız kardeşlerinin âşık olduklarım biliyordu ve muhakkak ki
kendisi de cinsel heyecanlar duymuş olmalıydı. Onun bu dönemde yazdığı şiirler yüceltilmiş
şehvet duygulan taşır ve önceki şiirlerinden daha farklıdır. Fakat belki de duyduğu özlemler pek
de saçma sayılmayacak bir nedenle dünyadan gizlenmişti.
Anne ise özellikle evindepek ender olarak açığa vurduğu özelliklere sahipti. 1845 yılında
Thorp Green Hall'den döndükten sonra yaşamını sessizce sürdürmeye başladı, fakat insanları ve
olayları çok iyi gözlemleme yeteneği vardı. Onun o sessiz, küçük kafasından neler geçtiğini çoğu
zaman merak etmişimdir. Eminim ki Robinson'larda çalışmanın kendisine sunduğu birtakım
avantajlardan vazgeçtiği için pişmandı ve büyük bir konakta beş yıl çalıştıktan sonra, her ne
kadar Kilise Konutu kendi evi olsa da, burası ona kasvetli ve sefil gelmiş olmalıydı.
İnsan o zamanlarda bu evdeki atmosferin nasıl olduğunu hayal bile edemez. Çoğu bastmlmış
karmaşık duygular, gerçekler ile hayaller hepsi birbirine girmiş durumdaydı; bu dört insanın
gönlü bazen de ne için olduğunu bilmedikleri, şehvet duygularıyla dolardı.
Üçüncü Bölüm

Onun üzerine yeni ismimi yazacağım.


Vahiy 3:12

O yıllara geri dönüp baktığımda, bana öyle geliyor ki, 1845 yılında konutta mutlu olan tek
kişi, Üstat Branwell'le ilgili kaygıları dışında, Miss Emily'ydi. Çünkü gariptir ki, her ne kadar
mutlu ve sakin bir kişiliği olsa da, o yaz ilk kez âşık olmuştu. Bundan daha da garip olanı, Mr.
Nicholls'a âşıktı ve aşkının karşılık gördüğüne inanıyordu. Miss Charlotte, Mr. Nicholls
hakkında ileri geri konuşurken onun hiçbir zaman yorumda bulunmadığına dikkat etmiştim, fakat
bunu çok doğal karşılamıştım, çünkü bu onun normal davranış biçimiydi. Ancak, daha sonra, bu
suskunluğunun bir başka nedeni olmalı diye düşünmeye başladım, çünkü etrafta dolaşan
söylentilere göre babasının yardımcısı olan bu papazla kırlarda birlikte dolaştığı görülmekteydi.
Bunu işitir işitmez aralarında bir şeyler olup olmadığı konusunda herhangi bir belirti
görebilir miyim diye dikkat etmeye başladım ve öğrendim ki bu dedikodularda gerçekten de
biraz doğruluk payı vardı. Evimizden çıkan Mr. Nicholls'un kırlara doğru gittiğini görüyordum;
biraz sonra da Miss Emily konuttan ayrılıyordu. Hiçbir zaman aynı yollardan gitmezler ve
birlikte geri dönmezlerdi; köylülerin gördüklerini ileri sürdürdükleri bazı şeyler bir yana, bu
söylenenlerde gerçek payı olduğunu anlamak için, geri döndüğünde Miss Emily'nin yüzüne
bakmak yeterliydi.
Bu söylentiler öyle bir noktaya geldi ki babam beni bir kenara çekerek neler bildiğimi sordu.
Doğrusu bu beni rahatsız etti, çünkü Miss Emily benim için çok değerliydi ve onu incitecek bir
şey söylemek istemezdim, ama babama da yalan söylemek istemiyordum. Heyecandan titreyerek
neler söyleyeceğimi bilemez bir halde, yüzümün giderek daha çok kızardığını hissediyordum,
bunun üzerine babam beni bırakmıştı ama, biliyordum ki bu davranışımla zaten söyleyeceğimi
söylemiştim.
Kısa bir zaman sonra, yaz sona ererken Haworth'ta herkes kış mevsiminin getireceği
sıkıntılardan korkmaya başlamıştı fakat bundan en çok korkan da bendim.
Daha sonraki yıllarda Miss Charlotte bana, o yılın sonbaharında bir gün Miss Emily'nin
şiirlerini bir "rastlantı" sonucu bulduğunu söylemişti. Bunu duyunca gülümsedim, çünkü onun
hiçbir şeyi bir rastlantı sonucu bulmayacağını biliyordum. O her zaman burnunu her şeye sokardı
ve ben onu birçok kere, etrafta kimsenin olmadığını düşündüğü zaman, erkek kardeşinin ve kız
kardeşlerinin eşyalarını karıştırırken görmüştüm.
Şiirleri bulduktan sonra, Miss Charlotte bütün kız kardeşlerin şiirlerinden oluşan bir kitap
yayımlatmayı düşündü. Bu bir süre için herkeste bir heyecan yarattı ve böylece ben de Miss
Charlotte’ın tepeme binmesinden kurtuldum, fakat ne acıdır ki Üstat Branwell'in bu kitaba
katkıda bulunmasını istemedi. Bunun acı bir şey olduğunu düşünüyorum, çünkü o zaman böyle
bir ilgi onu kendine getirebilirdi.
Her neyse, şiirler bir araya getirildi, fakat üst üste gelen mektuplar bununla kimsenin
ilgilenmediğini söylüyordu, bunun üzerine Miss Charlotte’ın kitabın basılması için kız
kardeşlerini kandırmaya çalıştığını işittim. Sonunda istediğine kavuştu, ama bu çok kolay
olmamıştı, çünkü hiçbirinin parası yoktu ve bu konu hakkında iki veya üç kere çekiştiklerini
duydum. Sonuç olarak para boş yere harcanmış oldu ve kitaplardan ancak iki tanesi satıldığı için
aralarında önceki çekişmelerden biraz daha ileri giden sözler kullanıldı. Ancak kitap
hazırlıklarından hepsi hoşlanmıştı ve özellikle Miss Emily'nin, bu kitabın hazırlanmasından
duyduğu mutluluğun diğer kız kardeşlerden farklı bir nedeni vardı.
Kendilerini âşıkmış gibi hayal eden bazı arkadaşlarım olmuştur ve bana öyle gelirdi ki
onların yapmak istedikleri tek şey sürekli olarak hayallerindeki bu kişi hakkında konuşmaktı;
âşık oldukları bu kimseler, hep tanıdığımız basit köylü gençler olsa bile fark etmezdi ve insanları
bu şekilde inanılmaz biçimde sıktıklarına aldırmazlardı. Fakat zavallı Miss Emily, Mr. Nicholls
hakkında konuşamıyordu. Muhakkak ki o da kendisi için yepyeni bir şey olan bu duyguları
birine, hatta kız kardeşlerine anlatabilmenin özlemini çekmişti, ama sessiz doğası buna izin
vermezdi; zaten şimdi biliyorum ki, Mr. Nicholls ona aşklarının gizli kalması gerektiğini
söylemişti. Bunun yanı sıra aralarındaki ilişkinin ortaya çıkmasıyla olabileceklerin korkusu
özellikle Mr. Bronte'nin buna göstereceği tepki sevgilisinin adını fısıldamasına bile izin
vermemişti. Fakat şiir kitabı onun için tam bir bahane olmuş ve her şeyi değiştirmişti.
Bu değişim şöyle gerçekleşmişti; bunun her kelimesi üzerine yemin edebilirim, çünkü o
sırada ben oradaydım.
Bir akşam oturma odasma sofrayı kurmak ve şömineyi yakmak için girdiğim sırada, üç kız
kardeş oradaydı. Miss Charlotte kardeşlerine erkek yazarların kitaplarım kadın yazarlardan daha
kolay yayı m latabildi klerin i, bunun büyük haksızlık olduğunu ve eğer onlar da kendi kitaplarını
kız kardeşler olarak değil de erkek kardeşler olarak yayımlatırlarsa daha fazla şansları
olabileceğini söylüyordu. Sanıyorum ilk önce bunları şaka olarak söylemişti, fakat Miss Anne
bunu ciddi olarak algıladı ve niçin böyle bir şey düşünmediklerini sordu. Miss Emily de bunun
iyi bir fikir olduğunu düşünüyordu, ama kendilerine farklı adlar taksalar bile, soyadlarmın
başharfmi korumaları gerektiğini ileri sürdü diğerleri bunu kabul ettiler.
Soyadlarmın B harfiyle başlayacağı kesindi, fakat kız kardeşler seçecekleri adı düşünürken,
Miss Emily'nin böyle bir sorunu olmadı. Bunu bir fırsat bildi ve kafasında en fazla yer tutan
erkeğin ikinci adını önererek bu fikrin üstüne atladı Arthur Bell Nicholls.
Kısa bir süre için tam bir sessizlik oldu; hatta bu öylesine bir sessizlikti, ben çok gürültü
yaptığımı ve hepsinin bana baktığını düşünerek elimdeki kömür kovasını yere koydum ve arkamı
döndüm. Tam bu anda Miss Charlotte ve Miss Anne birden gülmeye başladılar. Miss Emily
kızardı, fakat biraz sonra kendisine gülmediklerini anladı; onlar sadece bu fikre gülüyorlardı.
Ona bunun çok iyi bir seçim olduğunu söyleyip kabul ettiler.
Bundan sonra şart olmasa da erkek adına benzemesi için önadlarını ne yapacakları konusu
ortaya çıktı. Tekrar hepsi düşünmeye başladılar, fakat bunun yanıtını da ilk bulan yine Miss
Emily oldu. Mademki Mr. Nicholls'un ikinci adını kullanıyorlardı, o zaman onun tam adındaki
harfler de kullanılamaz mıydı ve bakalım akıllarına neler gelecekti? Bunun yapılıp
yapılamayacağından kendisi emin değildi, ama diğerleri bunun eğlenceli olduğunu düşündüler ve
denemeye karar verdiler.
Elbette Miss Charlotte yine her zamanki gibi bunu ilk deneyen olmak istedi ve bir kâğıt
üstüne Mr. Nicholls'un tam adını yazarak incelemeye başladı:
ARTHUR BELL NİCHOLLS
İşte tam o sırada konuşmam gerektiğini hissettim. Normal şartlarda genellikle önce sofrayı
kurar, sonra ateşi yakar ve şöminenin önünü temizlerdim, fakat onlar masayı kullandıkları için
önce ateşi yakmıştım. Mutfakta ellerimi yıkadıktan sonra tekrar odaya girdiğimde masayı
hazırlamakta geciktiğimi fark ettim ve Miss Charlotte’ın nasıl yavaş davrandığını görünce eve
birkaç dakikalığına gidip dönersem daha da geç olacağını düşündüm. O düşünüp dururken ben
de izin zamanımı orada bekleyerek geçiremezdim, böylece cesaretimi toplayıp Miss Emily'ye
daha uzun bir süre meşgul olup olmayacaklarını fısıldayarak sordum.
Evet, bunu fısıldayarak sormuş olabilirdim, fakat Miss Charlotte’ın hiçbir şeyi kaçırmadığım
bilmem gerekirdi. Miss Emily'ye cevap vermesi için fırsat bırakmadan, asık suratıyla, hırçın bir
biçimde bana dilimi tutup orada beklememi söyledi.
Yine her zaman olduğu gibi yüzüm kızardı, fakat bu defa onların bencilliği karşısında ve
bana yerimi bildirmek için böyle pislikmişim gibi bağırmasının verdiği öfkeyle kızarmıştım.
Ama hâlâ bunun için hiçbir şey yapamıyordum, yanlarından uzaklaşıp köşedeki küçük
sandalyenin üzerine oturdum.
Bunun üzerine bana öyle geldi ki Miss Charlotte beni normalde bekleteceğinden daha uzun
bir süre bekletme çabasma girdi. Elindeki kâğıda uzun uzun baktı, daha sonra düşüncelerinden
uzaklaşarak, bir harfi isimde bulunduğundan daha fazla kullanıp kullanamayacağını sordu. Bana
kalsa, bunlarla neler yapabileceğini bir hanımefendiye pek de yakışmayacak bir biçimde ona
söyleyebilirdim, ama orada dilsiz gibi oturmaya mecbur bırakıldım, kardeşleri ona böyle
yapabileceğini söylediler, o yeniden düşünmeye başlayınca, ben de hiddet içinde seyretmeye
koyuldum.
Çok uzun bir sessizlik oldu ve eğer gerçeği söylemek gerekirse, o anda bir daha dönmemek
üzere konutu terk edip gitme aşamasına gelmiştim ki babamın ne diyeceğine bile
aldırmadanişkencecim "CURRER" diye bağırarak seçtiği adı söyledi. Kardeşleri ona bunu
nereden çıkardığını sordular; itiraf etmeliyim ki ben de merak ediyordum, kulak kesildim ve
onun Miss Emily'ye bu adın ilk gittikleri okulun kurucusunun soyadı olduğunu söylediğini
işittim. Sonra Miss Anne'e dönerek sıranın onda olduğunu bu da yaş sırasına göre ikinci olması
gereken Miss Emily'yi pek memnun etmediyse eğer mümkünse yalnızca kendi kullandıklarından
geriye kalan harfleri kullanmasını söyledi.
Miss Anne kâğıdı Miss Charlotte'tan alarak, kendi kâğıdına geriye kalan harfleri yazdı:
ATHBLLNİHOLLS
Kendinden geçmiş gibi harflere gözlerini dikti.
Şansım varmış ki Miss Anne kesinlikle Miss Charlotte kadar beklemedi ve kısa bir süre
içinde kendi adım "ACTON" olarak açıkladı.
O anda hepsinin konuşmalarından anladığım kadanyla ve daha sonra da bizzat öğrendiğime
göre, bu, o zamanlar yaşayan bir bayan şairin adıydı ve kız kardeşlerin hepsi bir şiir kitabı için
bunun çok iyi bir seçim olduğunu düşünüyordu. Tek sorun, bunun Miss Charlotte’ın kullandığı C
harfini bir kez daha kullanarak yazılmasıydı, fakat kimse buna karşı çıkmadı, zaten Miss
Charlotte da aynı şeyi "R" için uygulamıştı, böylece "ACTON" kabul edildi.
Bundan sonra Miss Emily'nin sırası gelmişti ve zamanın geçip gitmesine karşın, onun ne
seçeceğini öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Dikkatinizi çekerim, onun devam edebilmesi için
geriye pek fazla bir şey kalmamıştı ve size daha önce dediğim gibi Miss Charlotte’ın, sırayı Miss
Emily'den önce Miss Anne'e vermesi herhalde son seçimi daha zora sokmak içindi.
HBLLİHLLS
Miss Emily bu harfleri çok dikkatli bir biçimde tekrar yazdı, fakat bunları yazarken
gerçekten de düşünmüş olmalıydı ki çok geçmeden "ELLİS" adını seçtiğini söyledi. Bu isim onu
çok mutlu etmiş gibiydi; bunun nedenini öğrenmeyi çok istiyordum, fakat o gece bunu öğrenme
fırsatını bulamadım, çünkü birdenbire zaman kavramı Miss Charlotte için önem kazanmış olmalı
ki, sert bir biçimde artık daha fazla oyalanmamaları ve yemek için hazırlanmaları gerektiğini
söyledi. Belki de içinde bulunduğum sıkıntılı havadan olacak, bana öyle geldi ki Miss Emily'nin
bu kadar çabuk bir ad bulmasından çok hoşnut olmamıştı.
Ertesi gün uygun zamanı kollayarak, Miss Emily ütü yapmaya başlaymcaya kadar bekledim
ve sonra ona "ELLİS"in kim olduğunu sordum. Önce bu konuda bir şeyler biliyor olmam onu
biraz şaşırttı, sonra benim de orada olduğumu anımsadı ve bunu öğrenmek istememden dolayı
mutlu oldu. Bana Sarah Ellis'in bir yazar ve şair olduğunu, ayrıca genç kızlar için Rawdon House
adlı bir okul açtığını ve ona hayran olduğunu söyledi. Şaka yollu, "Bakalım, Martha, günün
birinde belki seni oraya yollamak için bir şeyler yaparız" dedi ve kendi kendine gülümsedi,
ütülediklerini yerine kaldırdı ve kırlara Mr. Nicholls'a doğru gitti.
Diyebilirim ki isimlerin seçildiği o gece, kız kardeşlerin yaptığı şey benim için pek ilgi
çekici değildi. Onları çok iyi dinlemiştim, çünkü yapacak başka bir işim yoktu, fakat o sırada tek
düşündüğüm evimde geçireceğim izin saatimi, çok geç olması nedeniyle kaçıracağımdı.
Sonunda odayı terk ettikleri zaman rahat bir nefes aldım ve masayı her zamankinden daha
çabuk hazırladım. Ad seçmek için kullandıkları kâğıtları orada bırakmışlardı, ben de bunları alıp
bir yere koyacağıma, işimi aceleyle bitirmek için geçici olarak önlüğümün cebine koydum.
Ancak eve gittiğim zaman onların hâlâ cebimde olduğunu gördüm ve bunları daha sonra geri
götürmek üzere bir kenara bıraktım, ama geri götürmeyi unuttum. Kâğıtları arayan da olmadı ve
böylece hepsi bir şekilde benim çalışma defterlerimin araşma girip kalmışlar.
Bu kâğıtları ancak yıllar sonra tekrar buldum ve ben bu satırları yazarken önümde
duruyorlar; bunlar size anlattığım hikâyenin sessiz birer tanığıdır, o geceyi ve ne kadar hiddetli
olduğumu bana açıkça anımsatıyorlar. Yıllardır bu adların nasıl seçildiği hakkında çok hikâyeler
dinledim bunlardan bazıları gerçekten saçma sapandı, fakat şimdi işin aslını bilen tek kişi benim
ve işte bunun için her şeyi anlatma işine giriştim.
Mr. Nicholls, bugünlerde bu aileye karşı bir ilgi olduğunu görerek, bu küçük kâğıtları belki
de çok paraya satabileceğimi söyledi. Bunu yapabilirim, çünkü maddî olarak çok dikkatli
yaşamak zorundayım, fakat hiç değilse şimdilik bunlara bakmak bile bana konuttaki eski
günlerimi ve kız kardeşlerle yaşadıklarımı hatırlatıyor ve bunları başkalarına bırakmayı
düşünemem.
1845 yılı aile için olduğu kadar benim için de çok anlamlı bir yıldı ve o döneme ait,
kendimle ilgili bazı önemli belgelere sahip olmak isterim, çünkü bunlar benim başka şeyleri
hatırlamama da yardımcı oluyor, şimdi oturup bunları size anlatmaya devam etsem iyi olur.

[CC] Nicholls'un yeni görevi ve içinde bulunduğu çevre, onun için bir kültürel canlanma
olmalıydı. Bu onun ilk papazlık göreviydi ve neyle karşılaşacağı hakkında pek fazla bilgisi
yoktu; konutun, kaldığı yerin ve Haworth'in kasveti karşısında şaşırmış gibi görünüyordu.
(Konutun nasıl bir yer olduğunu bildiğim için, kesin olarak diyebilirim ki Brown'lann evi daha
da kötüydü: hiç değilse konutun dışmdaki tuvalete kapak vardı.)
Nicholls zeki bir gençti, üniversite lisansını yeni almış ve Dublin'in uygar ve keyifli
yaşamından yeni ayrılmıştı. Onun meslek seçme konusunda kesin bir fikri yoktu; büyük bir
olasılıkla tıpkı ondan öncekiler ve ondan sonrakiler gibi, onun da kiliseye girme nedeni yalnızca
güvenceli ve rahat bir hayat istemesiydi. Şimdi ise çevresinden hiç hoşnut değildi, özellikle de
etrafta meslek sahibi kimsenin bulunmaması, onun kendine uygun erkek arkadaşlardan yoksun
olması anlamına geliyordu.
Bu nedenle teselli ve dostluk bulmak için karşı cinse yönelmesi önlenemez bir şeydi ve
elbette köylü kızlardan herhangi biriyle yakınlık kurması düşünülemeyeceğine göre, dikkatini
Bronte kardeşlere çevirmesi normaldi.
İlk olarak Miss Charlotte'la yakınlaşmaya çalıştı ve ikisiyle ilgili dedikodular bir yıl
sonrasına kadar devam etti. Gerçekten de 1846 yılında Ellen Nussey, Charlotte'a Nicholls'la
nişanlandığı yolundaki haberlerin doğru olup olmadığını sormuştu.
Charlotte’ın yanıtı kırıcı olmuştu: "Mr. Nicholls'la birlikte olduğuma dair söylenenler
kibarlıktan çok uzak sözlerdir." Aynı mektupta ve yine papazlara atıfta bulunarak şöyle demişti:
"Onlar bana evde kalmış kız olarak bakıyorlar, ben de onlara, biri ve hepsi aynı olmak üzere, ait
oldukları kaba cinsin hiçbir ilginç yanı olmayan, dar kafalı ve itici örnekleri olarak bakıyorum."
Ekşi üzümün kokusu yanıltmaz derler, her şeye karşı gelen kadın belki de küçük bir şamar yer.
Charlotte, bundan bir yıl önce Nicholls hakkında biraz düşünmüş olabilirdi, fakat o zamanlar
durum ne kadar umutsuz olursa olsun, Mösyö Heger'yle ilişkisinde hâlâ bir şeyler olabileceğini
umuyordu. Ancak 1846 yılma gelindiğinde durum değişmişti. Eski sevgilisiyle bir geleceğinin
olmayacağım kabul etmek zorunda kalmıştı ve babasının yardımcısından gelebilecek herhangi
bir teklifi memnuniyetle karşılayabilirdi. Sorun şuydu ki artık çok geç kalmıştı; Nicholls
dikkatini başka yerlere çevirmişti.
Nicholls belki başlangıçta Charlotte'a ilgi göstermişti, çünkü onun şehvet duygularını fark
etmişti ve ayrıca Mösyö Heger'yle ilgili bazı fısıltılar duymuş olmalıydı. Fakat yine de terslenmiş
olmaktan fazla üzülmüş gibi görünmüyordu, belki Charlotte tam olarak cana yakın bir kadın
olmadığı içindir.
Bunun yerine Martha'nın dediği gibio zamanlar evdeki tek kız olan Emily'yle teselli
bulmaya çalıştı. Emily onunla aynı yaştaydı ve doğası gereği Mr. Nicholls'a karşı Charlotte’ın ilk
zamanlarda olduğundan çok daha nazikti.
Şüphesiz Emily üç kız kardeşin arasında en çekici olanıydı. Daha sonraki yıllarda konuttaki
eski hizmetçiler, onun güzel gözleri ve çekici dudaklarıyla çocukların içinde en güzeli olduğunu
söylerlerdi. Aynı zamanda hepsinden daha uzun boyluydu ve "kıvrak ve zarif bir vücudu" vardı.
Bunlara karşın yine de çekingen bir genç kızdı.
Emily'nin, birden fazla yazar tarafından lezbiyen eğilimleri olduğu üeri sürülmüştür. Ben bu
görüşü kabul etmiyorum. Bütün belirtiler onun şehvetli bir kadın olduğunu gösteriyor, fakat
yabancılara karşı o kadar utangaçtı ki erkeklerin ona yapacakları teklifler daha baştan
başarısızlığa mahkûm oluyordu. Ancak bu onun kız kardeşlerinin aşk maceralarıyla ilgilenmesini
engellemiyordu; bu alışkanlığı da Anne'in hayranlarından olan Mr. Weightman'in ona "Binbaşı"
takma adım vermesine neden olmuştu.
Bir olasılıkla kız kardeşlerinin talihsiz aşk serüvenleri onun erkeklere karşı duyduğu doğal
çekingenliği artırmıştı, üstelik babası da onların taliplerine karşı daima alaycı bir tutum
içindeydi; Emily bu tür eleştirilerle karşılaşmak istemiyordu. Bunun yerine o içgüdülerini şiiriyle
yüceltti, fakat doğru koşullar ortaya çıktığında doğanın bunun üstesinden gelecek bir yolu vardır
ve kendini ailenin Kül Kedisi gibi hisseden Emily için zaman, böylesi koşulları içeriyordu.
Charlotte, Mösyö Heger'yi düşünerek dalıp gider ve daha çok para kazanabilme planları
üzerine kafa yorarken, evin günlük düzenini sağlayan, her zamanki gibi Emily'ydi. Özellikle
Anne evden uzaklardayken, kendini çok yalnız hissediyor olmalıydı, ama bu onun için yeni bir
şey değildi, çünkü genel olarak denebilir ki, o yetişkinlik döneminden beri kendine özgü bir
dünyası olan ve oldukça içedönük bir insandı. Şimdi en çok kırlarda dolaşırken rahat ediyordu;
onu tek başına uçsuz bucaksız, vahşi açıklıklarda dolaşırken hayal etmek hiç de güç bir şey değil.
İşte tam o sırada Nicholls geldi ve bir yalnız ruh ile diğer yalnız ruh birbirini fark etti.
Önceleri Emily ona karşı acıma duygusundan başka bir şey hissetmiyor ve onun durumuna
üzülüyordu, fakat Nicholls sürekli olarak Emily'nin peşindeydi ve sonunda onun kibar sözlerinin
etkisi kendini göstermeye başladı. Emily'nin içindeki özlemler artık uyanmıştı ve bunlara
kendinin bile hiçbir zaman düşünemeyeceği biçimde karşılık vermeye başladı. Gün geldi, en
gerçekçi ve ayaklan en çok yere basan Bronte kardeşlerden Emily âşık olduğunu fark etti.
Onun genel olarak hayattan aldığı zevki anlamak için yirmi yedinci yaş gününde güncesine
yazdığı notu okumak yeterli olur: "... Ben yalnızca, herkesin benim gibi, umudunu yitirmeden
huzurlu olmasını istiyorum." Onun bu gizli aşkını bilmeyenler için, bu mutluluğu ve yaşama
umutla bakışı, kendisinin ve ailesinin içinde bulunduğu durum göz önünde tutulursa olağanüstü
görünür.
Ben bunun "gizli bir aşk" olduğunu belirttim, çünkü bu aşk gizli olmak zorundaydı. Emily
bunu babasından gizliyor, aynca kız kardeşlerinin, özellikle de otoriter Charlotte’ın, amacını
bilmesini istemiyordu. Bütün insanlar arasında, bu sırrını özellikle bir tek onunla paylaşmaya
tahammülü yoktu. Charlotte hemen ona öğütler vermeye başlayacak ve Mösyö Heger hakkında
daha çok konuşmak için bunu fırsat bilecekti. Ayrıca bir de "Binbaşı" diye çağırdıklan ve âşık
olacağını hiç ummadıkları Emily'nin bu duruma düşmesinden büyük bir zevk alacakları gerçeği
de vardı.
Nicholls'un da bu konuyu gizli tutmak için iyi bir nedeni vardı. O zamanlar Emily için ne
hissetmiş olursa olsun Martha onun Emily'den gerçekten hoşlandığına inanıyordu, kendisini
böyle bir kıza ve böyle bir aileye bağlamaya hiç niyeti yoktu.
Böylece ikisi kendi düşünceleri doğrultusunda, gizlice buluşmaya devam ettiler; bazen
konutta özel olarak baş başa kalabildikleri, birkaç dakika kaçamak yapabildikleri oluyordu;
genellikle kırlarda bir araya gelebiliyorlardı, çünkü o görkemli manzaraya her ikisi de âşıktı.
Arada bir köylüler Emily'nin ortadan yok olduktan sonra "değişmiş olarak" geri döndüğünü
söylüyorlardı. O bu açıklıkları ömrü boyunca sevmişti, fakat şimdi buraların daha da farklı bir
tadı vardı.
Elbette ki onların bu buluşmalarına dikkat edilmeyeceğini ummak biraz fazla iyimserlik
olurdu. Kırlarda her zaman için köylüler oluyordu, fakat on yedi yaşında bir genç kızın meraklı
gözleri hepsinden daha çok şeyler görmüştü.
Martha, Charlotte’ın dolambaçlı yollardan Emily'nin şiirlerini nasıl ortaya çıkardığını da
keskin bir gözlemci olarak fark etmişti. Charlotte "gerçekler konusunda bile tutumlu"
davranmaktan çekinmeyen biriydi. Rüzgârlı Bayır ve Agnes Grey adlı kitaplarının 1850
basımlarının ön tarafında yer alan "Ellis ve Acton Bell'in Yaşamöykülerine İlişkin Bilgi"
bölümünde şunları yazmıştı: "1845 yılı sonbaharında bir gün bir rastlantı sonucu kız kardeşim
Emily'nin el yazısıyla yazılmış bir şiir kitabını buldum..." İşte bu apaçık bir yalan olmalı. Emily
şiirlerine kendi ruhunu dökmüştür ve bu çekingen kadın hiçbir zaman yazılarını herhangi birinin,
özellikle de meraklı Charlotte’ın, okuyabileceği şekilde ortalıkta bırakmaz.
Şüphesiz Emily şiirlerini her zaman olduğu gibi masasında saklamıştı. Charlotte onun neler
yazdığını çok merak ediyordu, fakat bunları bulmak için doğru zamanı bekliyordu. Kız kardeşi
uzun yürüyüşlere çıkmaya başlayınca, sabrının karşılığını aldı. Her yeri arayabilmek ve kırk şiiri
okuyabilmek için yeterince zamanı olduğunu biliyoruz.
Ben Charlotte’ın bunları bir "rastlantı" sonucu bulduğu hakkındaki öyküsünü, Emily'nin
ölümünden çok sonra açıklamasını çok anlamlı buluyorum.
Dördüncü Bölüm

İşte benim sözlerim artık yazıldı! işte onlar bir kitapta basıldı!
Eyub 19:23

Daha önce de dediğim gibi, Üstat Branwell konuta döndüğünde kötü durumdaydı, fakat ayık
olduğu zamanlar yazmaya devam etti, çünkü babama söylediği gibi, bir şeyler yapmak zorunda
olduğunu biliyordu. Bir işi yoktu ve bir iş bulma şansı da, parası da çok azdı.
Ayrıca babama, Robinson'ların yanında yaşarken, oradaki bazı yazar arkadaşlarından bir
"roman" bu ne demekseyazarak para kazanılabileceğini öğrendiğini söylemişti; böylece boş
zamanlarında bir roman yazmaya başladı. Bu romanı bir süre ortadan kaldırdıysa da sonra tekrar
ele almıştı.
Tekrar ele almıştı dediysem de bunu ancak kısa aralarla yapıyordu, çünkü çoğu zaman kayda
değer bir şey yapacak durumda değildi. Sarhoş kafasıyla, kendini kitabını bitirmiş, zengin ve
ünlü bir yazar olma yolunda sanıyordu ve ben de onun ortalıkta boş umutlarla dolanıp durduğunu
izlemekteydim.
Elbette ki, her yerde gözü ve kulağı olan Miss Charlotte'ın, onun etrafta dolanarak
söylediklerini duyması çok uzun sürmedi; yıllar sonra Mr. Nicholls'un bana anlattığına göre,
Üstat Branwell'in söylediklerinin gerçek olup olmadığını bilmediği için, Miss Charlotte bunda
bir iş olduğunu düşünerek azap çekiyordu. O sırada kendisi ve kız kardeşleri hiçbir şey
yazmıyorlardı, şiir kitapları yaymevlerinden sürekli geri yollanıyordu ve onun Üstat
Branwell'den "iğrenç" diye söz ettiğini duymuştum; Üstat Branwell'in hepsinden üstün olması
düşüncesi, uykusuz geceler geçirmesine neden oluyordu.
Elbette ki ben o zamanlar onlarla ilgili pek az bir şey biliyordum, bu nedenle Miss
Charlotte'ın kız kardeşlerine kendi kitaplarını yazıp yazmayacaklarını sormasını, para kazanmak
için düşündüğü birçok fikirden bunlardan genellikle bir şey çıkmazdıbiri sanıyordum. Bunun,
onun için ne kadar önemli olduğunu, ancak kız kardeşlerinin yanıtlarını işittikten sonra yüzünün
aldığı ifadeden anlayabildim. Miss Anne ona, daha Robinson'lardayken yazmaya başladığını ve
bir hikâyenin neredeyse tamamlandığını söyledi. Miss Emily de dışlanmamak istercesine,
cıvıldayarak şu anda kitap için bir fikri olduğunu söyledi.
Miss Charlotte bunları duyunca önce sarardı, sonra kızardı ve onlara "Siz kurnaz bir
ikilisiniz" dedi. Açıkçası gerçekten de şaşırmıştı. Yepyeni bir fikirle ortaya çıktığını sanmıştı,
ama küçük kız kardeşleri ondan oldukça ilerdeydiler. Daha sonradan öğrendiğime göre, Miss
Charlotte'ın bunu keşfetmesi onlara olan sevgisini hiç de artırmadı; aksine onların kendisi
aleyhine birlikte hareket ettikleri duygusunu daha da pekiştirdi. O bu konuyu ortaya atmadan
önce diğerlerinin niçin bundan söz etmediklerini merak ediyordu, böylece para ve ün yarışında
kız kardeşlerinin kendisini geride bırakabileceğini hissetmeye başladı. Şimdi artık hepsinin birer
kitap yazması konusundaki planını yürütmeliydi, hiç değilse böylece diğerlerinin neler yaptığını
görebilirdi.
İşte olaylar böyle başladı ve 1845 yılının kasım ayında hepsi birden ciddi olarak yazmaya
koyuldular.
Bu Miss Anne için kolaydı, çünkü önceden başlamış olduğu kitabında epey yol almıştı; kısa
bir süre sonra Miss Charlotte için de yazma işi kolaylaşmaya başladı. Ben daha konutta
çalışmaya başlamadan çok önce, onların küçükken Üstat Branwell'le birlikte yazdıkları
kitapçıkları görmüştüm; bu nedenle hepsi nasıl kitap yazılacağı hakkında bir şeyler biliyordu.
Kız kardeşler arasında en çok zorlanan Miss Emily oldu. Bana göre o bir kitap yazmayı bile
düşünmemişti, bunun için onun bu konuda bir fikri olduğu söylenemezdi, fakat Miss Charlotte
bu fikri ortaya atınca, kız kardeşini tedirgin etmek için öyle demişti. Belki de bu fikri henüz
yeteri kadar olgunlaşmamıştı. Her ne olursa olsun, onunla birlikteyken bana birçok kere
kafasının bomboş olduğunu ve ne yazacağı hakkında hiçbir fikri olmadığını söylemişti.
Oysa daha sonra birdenbire atağa geçti; artık onu durduracak hiçbir şey olamazdı, giderek
daha hızlı ve kardeşlerinden çok daha uzun süre yazıyordu. Ben onun kırlara giderken bile
kâğıtlarını yanında götürdüğünü görmüşümdür. Orada, özellikle Mr. Nicholls yanındayken, fazla
bir şey yazmış olacağım sanmıyorum, ancak şiirlerle ilgili olayı anımsayınca şu gerçeğe
inanıyorum la, o kendi yazdıklarını Miss Charlotte'ın bir "rastlantı" sonucu keşfetmesini
istemiyordu. Mr. Nicholls bana bu konuda haklı olduğumu, fakat aynı zamanda onun
yazdıklarını gözden geçirdiğini ve bazı değişiklikler yaptığını söyledi.
Miss Emily'nin ölümünden sonra, bu kitabı onun yazmadığı hakkında söylentiler çıkmıştı;
ben o zamanlar bunlara güler ve insanlara yalancı olduklarım söylerdim, çünkü onu bunları
yazarken gördüğüme yemin edebilirdim. Şimdi ise çok emin değilim, çünkü Mr. Nicholls bana
bu kitabın öncelikle Üstat Branwell'in fikri olduğunu söyledi; onun dışında birçok insan da bu
kitabın, hiç değilse bir kısmının Üstat Branwell'e ait olduğu hakkında gerçek kanıtlar ileri
sürüyordu.
Son yıllarda Mr. Nicholls bana o zamanlar Üstat Branwell'in kendisini ve Miss Emily'yi
nasıl endişelendiğini de bir sır olarak açıkladı.
Bunlardan birincisi, Üstat Branwell’ın Miss Emily'ye, Mr. Nicholls'la buluştuklarını
bildiğini söylemesiydi. Miss Emily onun bunu nasıl öğrenmiş olabileceğini bir türlü
anlayamamıştı; ancak herkes Üstat Branwell'e sanki hiç orada yokmuş gibi davranırdı tıpkı çoğu
zaman bana yaptıkları gibive belki de ikisi birlikteyken Üstat Branwell’ın yanlarında olmasına
aldırmamış olabilirlerdi. Bazen insanlar sarhoşların etraflarında olup bitene dikkat etmediğini
sanırlar, fakat bana öyle gelmiştir ki onların kafalarının bir yanı normal çalışır. Ben daha genç bir
kızken, babam içkiyi biraz fazla kaçırdığı zamanlar bazen de onun hakkındabazı laflar etmiş ve
onun bunlara dikkat etmeyeceğini sanmıştım, fakat ertesi gün onun tarafından sorguya
çekilmiştim.
Her neyse, nasıl olmuşsa olmuştu ve Üstat Branwell bunu biliyordu, zaten o zamanlar
bilinecek fazla bir şey de yoktu; fakat yine de Miss Emily, Mr. Nicholls'la arasındaki
arkadaşlığın hiçbir şekilde zarar görmesini istemiyordu. Hiç şüphe yoktu ki Miss Emily ona
âşıktı, fakat aralarında seviyeli bir ilişki vardı, çünkü o gerçek duygularını Mr. Nicholls'a hiçbir
zaman açıklamamıştı. Sanıyorum onun yetişme tarzı, doğal yapısı ve erkeklerle olan ilişkileri
farklı olsaydı, her şey başka türlü olabilirdi. Elbette ki Miss Emily kendisine kur yapılmasından
hoşlanıyordu; onu tanıdığım ve Mr. Nicholls'un bana anlattıklarından anladığım kadarıyla,
başlangıçta nazik ve saf bir flört dışında hiçbir şeyi kabul etmezdi.
O sıralar 1847 yılıydı ve konutta yaşam eskisi gibi devam ediyordu, ancak Üstat Branwell'in
durumu giderek kötüleşmekteydi. Onun yalnız olduğunu görebiliyordum; babam da onun en
sonunda kendisinin artık hiçbir işe yaramayacağı gerçeğini görmek zorunda kaldığını söyledi.
Öyle görünüyordu ki, kendine acıyor, ağır ve sıkıcı işler yapamayacağını düşünüyor, bunu da
hayat boyu daima çok şımartılmış ve hoş tutulmuş olmasına bağlıyordu. Babam ile onun ortak
arkadaşı olan Mr. Leyland babama, Üstat Branwell'in kendisine bir mektup yazarak tam bir
yıkım, umutsuzluk ve zihnen azap içinde olduğunu belirttiğini söylemişti.
Pek tabiî ki onun içki içmesi daha utanç verici bir durumdu ve köyde dedikodu konusu
oluyordu. Ben de şişeleri gördüğüm için artık her zamankinden daha çok afyon tentürü aldığım
biliyordum. Miss Anne ona korkuyla bakıyordu, Miss Chartlotte'ınsa onun için "Utanç verici bir
yük" dediğini duymuştum; özellikle etrafta hizmetçiler kulaklarım dikmiş her şeyi dinlerken
bunu söylemesi hiç de uygun değildi.
Sonra, sanıyorum mayıs ayıydı, Üstat Branwell biraz duruldu. Bunu evde söylediğim zaman
babam bunda şaşılacak bir şey olmadığını söyledi, çünkü baharda eline geçen yüklü miktardaki
paranın sonuna gelmişti ve artık kendisini biraz dizginlemesi gerekiyordu. Fakat iyi denebilecek
bu durum pek uzun sürmedi; Miss Charlotte'ın dediği gibi, artık içkisini ve uyuşturucu ilaçlarını
almadan duramıyordu ve bunları bulmak için her şeyi yapabilirdi.
O zamanlar köydeki dedikodulardan biliyordum ki, Üstat Branwell hemen hemen herkese
gidip borç istiyordu, fakat insanlar ondan bıkmıştı ve para bulma şansı yoktu. Sanıyorum bunun
için Mr. Nicholls'tan bazı isteklerde bulunmaya karar vermişti.
Bundan önce Mr. Nicholls'un anlattığına göre, Üstat Branwell ondan küçük miktarlarda borç
almıştı ve onu susturmak veya başından savmak için o da arada bir Üstat Branwell'e, pek de fazla
olmayan parasından üç beş kuruş vermişti. Fakat artık para isterken rica etmiyor, vermeye
zorluyordu; bu istekler sıklaşmaya ve Mr. Nicholls'un verebileceğinden daha büyük miktarlara
çıkmaya başlamıştı. Ve sonunda Mr. Nicholls para vermeyi reddedince, içinde bulunduğu
umutsuz durum nedeniyle ona Miss Emily'yle arkadaşlığı konusunda tehditlerde bulunmaya
başladı. Eğer Mr. Nicholls ona para vermezse, Emily'yle kırlarda buluştuğunu babasına
bildireceğini söyledi.
Mr. Nicholls'un da söylediği gibi, başka bir seçeneği olabilir miydi? Mr. Bronte kızlarından
birinin kendi yardımcısıyla dolaştığını veya daha kötü bazı şeyleri öğrenseydi büyük olasılıkla
kriz geçirirdi. Mr. Bronte kızlarının parayla evlenmelerini istiyordu ve hiçbirinin kendisine bile
hayrı olmayan, beş parasız bir yardımcıyla evlenmesine izin vermezdi. Böyle bir durumda Mr.
Nicholls işinden atılacağını biliyordu, buna bir de kilisenin başpapazının kızıyla ilişkileri
hakkında üstü kapalı hikâyeler eklenince, Mr. Bronte onun başka hiçbir kilisede işe girmemesi
için elinden geleni yapardı.
Mr. Nicholls ayrıca şunu da biliyordu ki, o sıralar "Miss Emily'nin kitabı" olarak
kabullendikleri bu kitapla ilgili olarak Mr. Branwell'i susturmaları gerekliydi. Ayrıca Mr.
Branwell'in yazdıklarını geri alabileceği ve bunu da herkese açıklayabileceği konusunda her
ikisinin de sürekli endişesi vardı; o zaman Miss Emily'nin elinde hiçbir Şey kalmayacaktı.
Böylece Mr. Nicholls ona para ödemeye devam etti, fakat bunu yaparken ıstırap ve ölüme
uzanan bu yolda ilk adımını atmış olduğunu bilmiyordu.

[CC] Romanını yazmaya başlarken Emily'nin epey zorlandığına ben de inanabilirim. O, kız
kardeşleri gibi bu dünyanın insanı olmadığı gibi, insan doğasının zayıflıklarının farkında da
değildi. Onun bütün bildiği ifade edilemez arzularla büyülendiğiydi, ancak bir yandan da bu
arzulardan kurtulmak istiyordu. Kardeşlerine yetişebilmeyi çok istiyordu; işte bu nedenle
Charlotte'a, bir roman yazmayı düşünmediğini ve henüz hiçbir şey yazmadığını itiraf etme
cesaretini gösteremedi. Martha'nın notlarındaki imalardan ve başkalarının da söylediklerinden
açıkça anlaşılıyor ki en sonunda, tam bir umutsuzluk içindeyken kurtuluşu, kendi duygularına
çok yakın olan ve duygularını en iyi ifade eden bu yazıları çalmakta bulmuştu.
Herkes tarafından çok iyi bilinmektedir ki, Emily daha genç oldukları dönemlerde
Branwell'in yazdıklarını temize çekerdi. Martha'nın da bize anlattığına göre bu uygulama
yetişkinlik dönemlerinde de devam etmişti. Son dönemde ona yardımcı olması belki de daha çok
gerekliydi, çünkü aşırı içki ve bunu izleyen delirium tremens krizleri, Branwell'in iyi bir el
yazısıyla yazmasını engelliyordu. Branwell romanının biten bölümlerini düzeltmesi için ona
veriyor ve böylece Emily de onun ne üzerinde çalıştığını öğrenmiş oluyordu.
Ancak bu, Emily'nin kendi kafasında konu hakkında hiçbir fikri olmadığı anlamına gelmez.
Branwell, Emily'den farklı olarak, hiçbir şeyi kendine saklamazdı; yazdıkları hakkında kız
kardeşlerine ve başkalarına övünürdü, ama bunu yalnızca belli belirsiz sözlerle yapardı. Fakat
yazdıklarını onay veya iltifat almak için ayrıntılı olarak kime anlatmıştı dersiniz? Bu elbette ki
Charlotte olamazdı; Branwell, Robinson'lardaki olaydan beri onun kendisine yönelik kaba
davranışlarından çok incinmişti ve belliydi ki Charlotte onunla bir araya gelmemeye çalışıyordu.
Anne de Branwell hakkındaki düşüncelerini açıkça belli etmişti. Thorp Green Hall'de
olanlardan, onun böylesine değişmesinden ve ailesine yaptıklarından dolayı dehşete düşmüştü.
Ayrıca onun yüzünden Anne, sevdiği işini bırakmak ve kasvetli Haworth'a dönmek zorunda
kalmıştı.
Evet, daimî arkadaşı olan ve daima onay beklediği kişi Emily'ydi. Branwell'in son
zamanlarda her şeyden fazla zaman ayırdığı ve baş başa olduğu kişi de Emily'ydi; aralarında
büyük bir uyum vardı. Emily'nin erkek kardeşi hakkında o güne kadar söylemiş olduğu en kötü
şey onun "umutsuz bir insan" olduğuydu ve sanıyorum bu da öylesine söylenmiş bir laftı. Bunun
dışında, diğer kız kardeşlerinden farklı olarak Emily onun Mrs. Robinson'la bir macerası
olduğuna inanıyordu. Anne ona gerçeği söylemiş olabilirdi, ama bu Emily'nin inanmak
isteyeceği bir şey değildi. Emily, Branwell'e çok acıyordu ve eğer Mr. Nicholls ile Branwell
arasında geçenleri bilseydi bile, Branwell’ın bunları kötü durumundan dolayı yaptığmı
düşünerek ona karşı yine duygusal davranacaktı.
Her şeye karşın, Branwell'in bitmemiş kitabının el yazısı metnini görünce, bu hikâyenin ne
kadar iyi olduğunu fark etti, üstelik hikâye Emily'nin en çok sevdiği yerde geçiyordu. Bunu
çalmak amacıyla yola çıktığını sanmıyorum, fakat o anda bir ikileme düşmüştü, hiçbir zaman
tamamlanmayacak olan bu romanı tamamlamak ideal bir çözüm olabilirdi.
Bunun hakkında Nicholls'un fikrini ve desteğini aldı; başarılı bir romanın getirebileceği
parasal olanakları görebilmişti. Böylece Emily bitmemiş bir romanı almış, Nicholls'un önerileri,
işbirliği ve düzeltmeleriyle bitirmişti; kanımca Charlotte ve Anne, Nicholls'tan böyle bir yardım
istemeye çekinirdi. Emily arada bir Branwell'e danışıyordu, ama bunu yalnızca onu yatıştırmak
için yapıyordu; çünkü Branwell, Emily'nin kendisinden görüş aldığım sanıyordu, oysa Emily
sadece bu kitabm fikrini Branwell'den almış ve daha sonra kitabın çoğunu kendi yazarak buna da
Rüzgârlı Bayır adını vermişti.
Korkarım ki bazı okurlar bütün bunlara bir dereceye kadar şüpheyle bakacaktır. Fakat eğer
bulguları objektif olarak inceler ve Bronte ailesini çevreleyen efsanelere aldırmazlarsa,
Martha'nın iddialarının doğru olduğunu göreceklerdir.
1845 yılında Halifax Guardian gazetesinde bazı şiirleri yayımlanan Branwell üç ciltlik bir
romana başlamıştı. Aynı yılm eylül ayında, arkadaşı J. B. Leyland'a romanm birinci cildini
bitirdiğini söylemişti, fakat ertesi aym sonunda Grundy adlı bir başka eski dostuna bu projeden
vazgeçtiğini söyledi ve bu çelişkili ifadeler biraz karışıklığa yol açtı. And the Weary are at Rest
adlı bir romanın elli sekiz sayfası onun ölümünden sonra bulundu; bu romandan yalnızca elli
sekiz sayfa olduğuna göre daha önce Leyland'a söylediği romanın bitmiş cildi bu olamaz.
Böylece Branwell’ın arkadaşı Grundy'ye sözünü ettiği bitmemiş romanı, onların tamamladığını
varsaymak mantıklı olur. Elbette ki bunun arkasından, bitirdiği cilde ne oldu sorusu ortaya
atılacaktır; fakat biraz sonra bununla ilgili söylenecek sözlerimiz olacak.
Çok daha sonraları, 1867 yılında, William Dearden’ın iddia ettiğine göre ise 1848 yılında,
Dearden, J. B. Leyland ve Branwell, Cross Roads Han'nda yüksek sesle okunmak üzere her biri
ayrı ayrı bir şeyler yazmaya karar verdiler; burası Haworth ile Keighley arasında bir yerde
bulunuyordu. Önceden kararlaştırdıkları gece bir araya geldiler, fakat Branwell özür dilemek
zorunda kaldı, çünkü dediğine göre, yazdığı özel metnin yerine yanlışlıkla, yazmakta olduğu
romanın giriş bölümünü getirmişti. Dearden'a göre, Branwell bundan sonra Rüzgârlı Bayır adlı
romanın birinci bölümünü okumaya başladı.
Hepsi bu kadar değil. Pictures of the Past adlı kitabında Grundy şunları yazmıştı: "...
Branwell Bronte bana Rüzgârlı Bayır kitabının büyük bir bölümünü kendisinin yazdığını
açıkladı; kız kardeşinin söylediği de bunu doğruluyor. Gerçekten de bu öyküyü okurken bazı
pasajların Branwell'in kaleminden çıktığına emin olmamam mümkün değil. Onunla Luddenden
Foot'ta yaptığım uzun konuşmalar sırasında, bu hastalıklı dehanın garip hayalleri beni bir hayli
eğlendirirdi ve ben bu kitabın konusunun kız kardeşinin değil, kendi buluşu olduğuna inanmak
eğilimindeyim."
Grundy'nin bunları yazarken, Branwell’ın hangi kız kardeşinin onun iddiasmı doğruladığını
belirtmemiş olması, daha da sıkıntılı bir durum yaratır, fakat bütün belirtiler bunun Emily
olduğunu göstermektedir.
Dahası da var. Halifax'tan Edward Sloane, William Dearden'a Branwell'in kendisine o
zamanlar bu romanı bitirdikçe kısım kısım okuduğunu söylemiştir, öyle ki Rüzgârlı Bayır
yayımlandığında kitabı okumaya başlamış ve kitaptaki karakterleri ve olayların ne şekilde
gelişeceğini daha önceden tahmin etmiştir.
Emily'nin koyu taraftarları busözlerin hepsine, özellikle de bunların Bronte kardeşlerin
ölümlerinden sonra ileri sürülmesine küçümseyerek bakmışlar ve bunların önyargılı sözler
olduğunu söylemişlerdir. Bu insanlar popüler Bronte imajına farklı yaklaşan hiçbir görüşü
dinlemezler. Ancak tarafsız bir gözlemci bu adamların hepsinin niçin yalan söylemiş
olabileceğini sorgulayabilir. Böyle yapmakla kazandıkları bir şey yoktu ve birbirlerinden
bağımsız konuşmaları bir yana bu insanların aralarında on iki yıllık bir zaman dilimi
bulunmaktaydı. Aslında onların Bronte ailesinin fertleri ölünceye kadar beklemiş olmaları,
benim için bu söylenenlerin doğruluğunu daha da pekiştirir. Eğer kardeşler yaşarken bunları
söyleselerdi, o zaman neler olabileceğini kendi kendimize sormalıyız. Onların bu iddiaları, zaten
romanlar ilk yayımlandığında, kız kardeşlerin romanlarını kimin yazdığı konusunda ortaya çıkan
tartışmaları daha da alevlendirmiş olurdu ve bu da aile için, özellikle de Emily için büyük üzüntü
yaratırdı. Bu adamlar, özellikle de kendi arkadaşları Branwell'e bu kadar iyiliği dokunmuş olan
Emily'yi göz önüne aldıklarından, böyle bir şey olmasını istemezlerdi.
Söylediklerinde hiç gerçek payı yok mudur? Bir düşünelim, zavallı sersemlemiş Branwell,
üç veya dört yıl önce yazmış olduğu bir şeyi, 1848 yılında ortaya çıkarıyor ve bunun da o anda
üzerinde çalışmakta olduğu romanın ilk bölümü olduğunu iddia ediyor. Sloane'un ifadesi
doğrultusunda, Branwell’ın kendisine romanı yazıldıkça bölüm bölüm okuduğu iddiası,
Emily'nin bu romanı yazarken erkek kardeşine danıştığı konusundaki inancımı artırıyor. Eğer
durum böyle idiyse, o zaman Emily'nin yazmakta ne kadar ilerlediğini bilirdi, o zaman da onun
yazılan bölümleri konuttan dışarı kaçırması hiç zor olmazdı.
Bütün bunlara ek olarak, bu kitabın yazılışında Branwell'in payı olduğu hakkında inandırıcı
bir yazınsal kanıt da vardır.
Branwell’ın yazdığı bazı mektuplar ile romandaki pasajların anlatımındaki benzerlikler tıpkı
Grundy'nin arkadaşının sözlü ifadesinden etkilendiği gibibeni de zorunlu olarak etkilemiştir.
Ayrıca kitabın kendisinin de sessizce yaptığı bir tanıklık vardır. İlk üç bölüm Lockwood'un
karakteri ve onun kişisel deneyimlerini anlatır, fakat bundan sonra yazın biçeminde garip bir
değişim olur. Okuyucu Lockwood'un hizmetçisi Nellie Dean'le tanışır ve öykünün geri kalan
kısmı onun Lockwood'a anlattığı öyküdür; o da bunu sonra okuyucuya aktarır. Bu değişimin en
mantıklı nedeni erkek yazarın bıraktığı yerden kadın yazarın devam etmeye başlamasıdır.
Bronteler hakkında yazan yazarların çoğu Rüzgârlı Bayır'ın yazılmasında Branwell'in
parmağı olduğunu ima ederler, fakat benim bildiğim kadar, hiçbiri onun bu romana katkısından
emin olduklarını kesin olarak söylememişlerdir. Elbette, Martha bunu söylemişti ve ben de aynı
şeyi söylüyorum. Ben Branwell'in, romanın taslağını oluşturduğunu ve ilk üç bölümü yazdığını,
fakat sonradan bunu bıraktığını düşünüyorum. Bunun da ötesinde, romanın Branwell'in de
yardımıyla Emily tarafından tamamlandığını, fakat bunu yazarken desteğin daha çok sevgilisi
Papaz Arthur Bell Nicholls'tan geldiğini sanıyorum.
Rüzgârlı Bayır'ın el yazısı orijinal metninin bulunamamış olması da çok ilginçtir. Emily'nin
ölümünden sonra Charlotte'ın onun yazdıklarını yok ettiği bilinen bir şeydir. Eğer gerçekten
böyle yaptıysa bile, özellikle bu romanı yok etmesinin nedeni nedir? Kitap zaten yayımlanmıştı,
dolayısıyla bunun halktan saklanacak bir yanı yoktu. Bunun bir açıklaması şöyle olabilir: eğer
Emily, Branwell'in yazdıklarını sakladıysa, o zaman Charlotte ilk üç bölümün kimin el yazısıyla
yazılmış olduğunu başkalarının görmesini istememiştir. Bir başka seçenek veya buna eklenecek
bir başka neden de, Nicholls'un notlarının ve önerilerinin sayfaların kenarlarında yazılı olmasıdır.
Kim bilir, belki de bir gün bu yazılar ortaya çıkabilir. Daha garip şeyler de olmuştur. Eğer
bunlan Charlotte, diğer el yazısı metinlerle birlikte yok etmeyip yalnızca sakladıysa, o zaman
belki bunlar Mr. Bronte'nin ölümünden sonra konutun boşaltılmasıyla başkalarının eline geçmiş
olabilir. Belki de bunlar tam şu anda, tıpkı Martha Brown'in dediği gibi, Yorkshire'da tozlu bir
tavan arasında değeri bilinmeden atılmış durumdadır.
Branwell'in, kız kardeşlerinin yazdıklarını ve daha sonra da bunların basıldığını bilip
bilmediği konusunda çelişkili söylentiler ve fikirler vardır. Charlotte onun bunları bilmediğini
söylüyordu, fakat ben bunun böyle olmadığına ve de Charlotte'ın fazlasıyla yalan söyleme
eğiliminde olduğunainanıyorum. Eğer Branwell, kız kardeşlerinin hep beraber neler yaptıklarını
ve kendisinin dışlandığını bilseydi, o zaman bazı kimseler onun kötü davranışlarından kız
kardeşlerinin özellikle de Charlotte'ınsorumlu olduğunu söylerlerdi, bu da hiç hoş olmazdı.
Sağduyu bize onların yazdıklarından Branwell'in haberi olabileceğini söylüyor. Hep birlikte
o küçük evde her gece yazıp duruyorlardı; en kötü zamanlarında bile Branwell o kadar duyarsız
olamazdı. Aynca Emily'yle yaptığı bazı görüş alışverişlerinin yanı sıra, yayınevleriyle ilişkilerini
yürütürken Charlotte'a da birtakım pratik tavsiyelerde bulunduğunu biliyoruz.
Branwell'in daima yanında duran tek kişi Emily'ydi. Bu bir bakıma onun doğal
sevecenliğinden kaynaklanıyordu, fakat aslında Branwell'in hikâyesini sahiplenmiş olmaktan
dolayı da kendisini suçlu hissediyordu. Onun en kötü aşırılıklarını babasından gizleyen daima
Emily olmuştu ve bazen Black Bull'a koşarak gittiği ve babasının kavgaya hazır olduğu zamanlar
cama vurarak onu uyardığı bilinirdi. Branwell'in sarhoş olduğu diğer zamanlarda, onu yukarı
taşıyan da oydu. Unutulmayacak bir başka olay da, Branwell'in, uyuşturucunun etkisiyle yatağını
ateşe verdiği ve kendinden geçmiş bir durumda yatakta bulunduğu andı. Onu yataktan çekip
kurtaran ve alevleri söndüren kişi yine Emily olmuştu.
Gerçeği söylemek gerekirse, konutta kimsenin, gerçek ya da mecazî anlamda, ona ayıracak
zamanı yoktu; o yalnız dünyasında sürüklenip gidiyordu. Emily bir olasılıkla onun "kitabımız"
dediği kitap hakkındaki sorularına, kitapla ilgili bazı konulan sorarak yanıt verirdi, fakat bunu da
onu susturmak ve itaat etmesini sağlamak için yapardı. Emily onu sinirlendirmek istemiyordu,
çünkü Branwell "onun" kitabının temelde kendi kitabı olduğunu biliyordu; ayrıca, Martha'nın da
bize söylediği gibi, Branwell Emily'nin çok daha önemli olan diğer sırrını da biliyordu.
Beşinci Bölüm

Kabın içinde ölüm var.


Krallar II 4:40

1847 yılının sonunda konutta büyük bir heyecan vardı.


Miss Charlotte'ın Jane Eyre adlı kitabı ekiıu ayında yayımlandı ve söylediğine göre çok iyi
sattı. Bundan iki ay sonra Miss Emily'nin kitabı Rüzgârlı Bayır ve Miss Anne'in kitabı Agrıes
Grey bir arada tek bir cilt olarak çıktı. Miss Charlotte'ın büyük bir mutlulukla diğer iki kitabın
kendisininki kadar iyi gitmediğini söylediğini duydum, fakat Miss Emily bana kitapların az da
olsa satıldığını ve önemli olanın da bu olduğunu söyledi.
Oysa bu işlerde bir sakatlık vardı, çünkü insanlann bazılan üç kitabın da aynı kişi tarafından
yazıldığını söylüyordu; Mr. Nicholls'un bana söylediğine göre her üç kitaba da kendi elinin
değdiği herhalde belli oluyordu.
Bu söylentilere sinirlenmenin dışında, Miss Charlotte bir kitabının basılmış olmasından
dolayı çok neşeliydi. Hemen oturup tanınmış yazarlara mektuplar yazarak kendi kitabından söz
etti ve bu mektupları postaneye götürmem için bana verdiği zaman, bu kişilerin çok önemli
insanlar olduğunu söyledi. Bütün bu isimler benim aklımda değil, fakat Thackeray ve Lewes
aklımda kalanlar. Bundan sonra bir kitap daha yazmaya koyuldu ve şimdi biliyorum ki bu
Shirley adlı kitabıydı.
Diğer yandan Miss Anne, her zaman olduğu gibi kendi kitabıyla ilgili çok az şey söyledi,
fakat büyük bir azimle bir başka kitap yazmaya koyuldu ve ben onun aylarca çalıştığını gördüm.
Miss Charlotte'a kitabmm ne hakkında olduğunu soramamıştım, fakat Miss Anne'e sorabildim.
Kitabmm adı Şatodaki Kadın'dı ve göründüğü kadanyla Üstat Branwell'in davranışlanndan ilham
alıyordu.
Miss Emily'ye gelince, ilk heyecanı geçtikten sonra davranışları oldukça garipleşmeye
başladı; onun hakkında ne düşüneceğimi bilemiyordum. Kitabına bakmaları için yayınevine
gönderdiğine göre bununla ilgili çalışmalarından oldukça memnundu ve yaiymevine aklında
ikinci bir kitap daha olduğundan söz ettiğini hatırlıyorum. Fakat Rüzgârlı Bayır basıldıktan sonra
tamamen içine kapandı ve ben dahil, kimse ağzından bir tek söz alamadı. Bu beni hem şaşırttı
hem de rahatsız etti, çünkü onun bir çeşit gözdesi gibi olmuştum; Miss Charlotte da aynı şekilde
huzursuzdu ve bu konuda ne düşündüğünü defalarca açıklamıştı. Sorun şuydu ki, her ikimiz de
Miss Emily'nin ne yaptığmı bilmiyorduk, ancak daha sonraları onun Üstat Branwell'in karşısında
suçluluk duyduğunu öğrendik.
Emily erkek kardeşinin başarısızlık ve yalnızlık duygulan içinde, ailesinin de kendisini
istemediğini düşünerek, iyice sefalete gömüldüğünü görmekteydi. Oysa kendisi bir kitap yazmış
ve ünlü bir yazar olmuştu ve bu kitap, erkek kardeşinin bulduğu bir öykünün üzerine kurulmuştu.
Onun daha önceki şiirlerini görmüş olduğum için, Miss Emily'nin dışlanmış insanlara karşı
daima merhamet duyduğunu biliyorum; dolayısıyla erkek kardeşi için onun bütün kusurlarına
karşınbu duyguların daha da yoğun olabileceğini çok iyi anlayabiliyorum. Evet Miss Emily'nin
ona, diğer kız kardeşlerinden daha nazik davrandığı doğruydu, ama o şimdi bunun yeterli
olmadığını anlamıştı. Daha önceleri, kitap basılınca onu hayal kınklığına uğratmış olmanın
kendisine böylesine azap verebileceğini fark etmemişti ve şimdi bütün kalbiyle bu işe hiç
bulaşmamış olmayı arzu ediyordu.
Bu suçluluk duygusu, Üstat Branwell kız kardeşinin kitabmm basıldığını öğrendikten sonra
azalmadı. Branwell her zaman Rüzgârlı Bayır kitabmm kendisine para ve saygınlık
kazandıracağını düşünmüştü; bunun kendisinden çalmmış olabileceğini bir gün bile düşünmediği
gibi, kendi yazdığı bölümün kitapta belirtilmeyeceğim de aklına getirmemişti. Bunlar onu çok
üzmüştü; Miss Emily, Mr. Nicholls'a erkek kardeşinin bu konuda kendisiyle konuştuğunu, onun
öfkeli olmaktan çok üzgün olduğunu, bunu da kendisine kibarca ifade ettiğini ve bütün insanlar
içinde bunu kendisine yapanın Emily olmasının onu en çok üzen şey olduğunu anlatmış. Mr.
Nicholls bunları bana daha sonra söyledi. Ancak Üstat Branwell’ın bilmediği bir şey vardı ve
Miss Eıuily de bunu ona söyleyememiştiaslında Miss Emily herkese Branwell'in katkısını
açıklamaktan çok mutlu olacaktı hatta böyle yapmayı çok istemişti, fakat Mr. Nicholls bunu
duymak bile istemezdi ve o zamanlar Miss Emily ona itiraz edecek durumda değildi.
Mr. Nicholls bana, Üstat Branwell'in kitaptan gelecek paranın bir kısmının kendisine
verileceğini umduğunu söylemişti, fakat Mr. Nicholls çok iyi biliyordu ki onun adı bir şekilde
kitabm üzerine yazılsaydı hiç durmadan paranın bir kısmını istemeye devam edecekti. Böylece
Miss Emily, kendi doğasına aykın olsa da, erkek kardeşinden bu konuda gizlilik sözü alarak ona
bazı vaatlerde bulundu ve Mr. Nicholls'tan da onun için birkaç şilin koparabildi.
Elbette ki bu bir çözüm değildi ve Miss Emily kardeşi hakkında bütün bildiklerine karşın
bunun sorunları halledeceğini sanmamalıydı. Üstat Branwell ayık olduğunda her şey iyiydi, fakat
olmadığı zamanlar ki çoğu zaman değildiarkadaşlarına kitabm bir kısmının kendine ait olduğu
hakkında bir iki laf ediyordu.
Miss Emily'nin bu gizlilik sözünün, tıpkı onun verdiği diğer sözler gibi, hiçbir değeri
olmadığını anlaması çok zaman almadı, çünkü o çoğu zaman kötü bir durumdaydı. Halifax'ta
Talbor ve Old Cock tavernalarında içki krizleri geçiriyor ve haftalarca doğru dürüst uyumuyor,
hiçbir şey yemiyordu. Old Cock'un sahibi Mr. Nicholson onu borcundan dolayı tutuklatacağını
söyleyince veya Talbot'ta Mrs. Sugden kendine olan borcunun çok kabardığından söz edince,
iyice umutsuzluğa düşüyordu.
Babam o sıralar Üstat Branwell'in yaşadığı zorluklar nedeniyle rahatsız görünüyordu, fakat
ben bu durumun tam olarak ne olduğunu Mr. Nicholls bana anlatıncaya kadar bilmiyordum.
Bütün bildiğim, babamdan tesadüfen duyduğum kadarıyla, Üstat Branwell'in bütün arkadaşlarına
kendisini çok berbat, güçsüz ve bitkin hissettiğini söylediğiydi.
Bununla ne demek istediğini Üstat Branwell bir gün elime bir not verip bunu çabucak ve
gizlice babama götürmemi istediği zaman biraz anlayabilmiştim. Bu küçük, katlanmış bir kâğıttı,
ben de her yere burnumu sokmaktan kendimi alamadığım için, babamın : ambarına giderken
bunu açtım ve okudum. Yazısı çok kötüydü ve mürekkep lekeleriyle doluydu. Aradan bu kadar
zaman geçtikten sonra bütün sözcükleri anımsayamıyorum, fakat aklımda kalan onun babamdan
"beş peni tutarında cin" istediğiydi ve bu parayı ertesi gün Mr. Bronte'nin ona vermesi gereken
bir şilinden kendisine ödeyeceğine söz veriyordu.
Babam beni görmekten dolayı mutlu olmuştu, fakat notu okuduktan sonra bu tavrı değişti ve
kızgın olduğu zaman hep yaptığı gibi dudaklarını büzdü. Böyle bir şey için rahatsız edilmeyecek
kadar meşguldü; öğle yemeği için evine bile gidemiyordu. Bu nedenle sabah işe giderken yanına
ekmek ve biraz peynir veya bir parça et alarak kendini doyuruyordu. Bazen de annem veya kız
kardeşlerimden biri ona sıcak çorba götürürdü, fakat genellikle öğleni yanında aldıklarıyla
geçirmek zorundaydı.
Her neyse, beni benden iyi tanıdığı için, doğrudan doğruya yüzüme bakarak notu okuyup
okumadığımı sordu ve ben de babama hiçbir zaman yalan söyleyemediğim için, okuduğumu
söyledim. Başını salladı ve kimseye bir şey söylemeyeceğime dair söz alarak elime altı peni
verdi ve Black Bull Hanı'nın arkasındaki ev kısmmın kapısından girerek kendisi için olduğunu
söyleyip cini almamı tembih etti.
Aceleyle fırlayarak bana söylendiği gibi yaptım ve sonra cini Üstat Branwell'e götürdüm, o
kadar titriyordu ki şişeyi düşürecek gibi oldu, fakat bunun için bana çok teşekkür etti.
Bunları anlatırken fazla ayrıntıya kaçtım, çünkü o günün olayları hafızama özellikle iki
nedenden dolayı kazılmış durumda.
Bunlardan birincisi şuydu, şişeyi saklayarak kimseye görünmeden bunu Üstat Branwell'e
götürmeyi becermiştim, fakat merdivenlerden inerken Miss Charlotte beni durdurdu ve
azarlayarak neredeyse yarım saattir beni aradığını söyleyip nerede olduğumu ve günün o saatinde
yukarıda ne yaptığımı sordu.
Benimle böyle konuşmasına o kadar şaşırmıştım ki, tek yapabildiğim kekeleyerek Üstat
Branwell'in bir isteğini yerine getirdiğimi söyleyebildim, neyse ki bu işin ne olduğunu sormadı.
Bunun yerine beni bir kez daha azarlayarak Üstat Branwell'in isteklerini yerine getirmenin benim
görevlerimden olmadığını ve bir daha benden bir şey isterse önce kendisinden veya diğer kız
kardeşlerinden izin almamı söyledi. Elbette o atıp tutarken ben de dilimi ısırmaktaydım, fakat
kafam allak bullak olmuştu. Onun öfkeli küçücük kırmızı suratıyla ne kadar çirkin olduğunu
düşünüyor, sesinden nefret ediyordum. Hepsinden beteri onun daima takındığı tavırlardan ve
yapay nezaketinden nefret ediyordum. İşte tam böyle zamanlarda, kendini ne sanıyor diye
düşünüyordum. Benim paramı o ve kız kardeşleri ödemiyorlardı, fakat zavallı erkek kardeşleri
için bir şey yapacağım zaman benim kendilerinden izin almamı istiyordu; Üstat Branwell ondan
yalnızca bir yaş küçük, diğer iki kız kardeşinden de daha büyüktü.
İşte ona duyduğum asıl nefret o zaman başladı ve kendi kendime bir gün bunun acısını
ondan çıkaracağıma yemin ettim.
O günle ilgili anımsadığım diğer şey cini aldıktan sonra paranın üstü olan bir peniydi.
Babamı bir daha gördüğümde bana önce cinle ilgili her şeyin yolunda gidip gitmediğini, daha
sonra da paranın üstü olan bir peniyi sordu. Ona Miss Charlotte'la karşılaşınca başıma gelenleri
anlattım bundan hiç de hoşlanmadı fakat ne kadar kendimi zorlasam da peniyi ne yaptığımı
anımsayamadım ve onu bulamadım. Her yere baktığım halde bu konu hiçbir zaman aydınlığa
kavuşmadı; o gün bugündür babamın paranın üstünü gerçekten kaybettiğime ve harcamadığıma
inanıp inanmadığını bilmiyorum, fakat her zaman buna inanmış olduğunu umut etmişimdir. Bir
sonraki ücretimi aldığımda bende kalmasına izin verilen ufak bir miktardan ona bu bir peniyi
ödemek istedim, fakat bunu kabul etmedi.
Bundan sonra Üstat Branwell bana yapmam için bir daha iş vermedi; bu da iyi olmuştu,
çünkü eğer herhangi bir şey yapmamı isteseydi bunu yerine getirmeyi kafama koymuştum,
Bayan Dediğimiyap'ı da şeytan görsündü. Artık Üstat Branwell konutta kimseyle konuşmuyor ve
giderek daha kötüleşiyordu. Bir gün Miss Charlotte'ın arkadaşı Miss Nussey'ye yazmakta olduğu,
bitmemiş mektuba gizlice göz attım. Mektupta Üstat Branwell için "Her zamanki gibi, bütün
dengesi darmadağın olmuş" diyerek durumu özetlemişti. Bütün yapmak istediği eline geçen
parayla içmekti; babam anneme onun para dilenmek için tereddütsüz herkese başvurabileceğini
söyledi; ama bunda genellikle pek fazla şansı olmuyordu.
Sonunda, içki içmek için her defasında evden daha uzaklara gitse de, birahanelerde hiç
kredisi kalmamıştı ve babam en iyi arkadaşlarının bile onu görmezden geldiklerim söylüyordu.
Onun Miss Emily'ye babalarının artık kendisine hiçbir şey vermediğinden şikâyet ettiğini
işitmiştim, fakat onun maddî durumunun ne kadar kötü olduğunu çok daha sonraları, Mr.
Nicholls bana tam olarak güvendikten ve her şeyi anlatabilecek duruma geldikten sonra
anlayabildim.
Görülen oydu ki bir peni için kime başvuracağını bilemiyordu, çünkü Dr. Crosby'den
beklediği parayı bile Mrs. Sugden ve Mr. Nicholson'a vermek üzere söz vermişti. Artık tek
umudu Mr. Nicholls'tu; çünkü yine ona yönelmişti, ama bu kez eskiden olduğundan çok daha
çirkin bir şekilde.
Eğer bilseydi veya belki de biliyorduisteklerini elde etmek için bundan daha iyi bir zaman
seçemeyeceğini anlardı, çünkü Miss Emily ile Mr. Nicholls artık tam anlamıyla birbirlerinin
âşığıydılar.
Geriye baktığım zaman, Miss Emily'nin o sıralar ne kadar farklı olduğunu şimdi
görebiliyorum; ilk kez bir erkekle çıkması onun için büyük bir olaydı ve yaşamım değiştirmişti.
Mr. Nicholls'un bana dediğine göre ilk kez beraber olduktan sonra Miss Emily'nin onun için
yapamayacağı bir şey yoktu ve o da bundan fazlasıyla yararlanmıştı. Fakat yine de onun bu
ilişkiden hiç kimseye, özellikle de kız kardeşlerine bahsetmemesini istedi; herkesin dikkatini
çeken garip suskunluğunun nedeni bu olmalıydı. Hatta, 1848 yazında kız kardeşleri Miss
Charlotte'ın yayıncısını görmek üzere Londra'ya gittiklerinde onlarla birlikte gitmemişti. Niçin
gitmediğini sık sık düşünmüşümdür, çünkü ben olsam bu şansın üzerine atlardım; fakat Mr.
Nicholls'un söylediğine göre kendisi buna karşı çıkmıştı, çünkü Üstat Branwell’ın sürekli olarak
gözlenmesi gerektiğini düşünüyordu.
Artık Mr. Nicholls'un gerçek karakterini bildiğim için, Üstat Branwell'in onu tehdit etmeye
başlamasından sonra kendisini kandırılmış hissederek öfkelendiğini anlayabiliyorum;
söylediğine göre yalnızca Üstat Branwell'e öfke duymakla kalmıyor, her şeyin bu raddeye
gelmesine göz yumacak kadar saçmaladığı için kendine de kızıyordu.
Ona göre, Miss Emily'yle olan arkadaşlığı düşündüğünden daha ileri gitmişti ve Rüzgârlı
Bayır kitabmm yazılmasından sonra, Üstat Branwell’ın suskunluğu ne kadar önemli olsa da, her
şey daha karmaşık bir hal almıştı. Mr. Nicholls'un bana itiraf ettiğine göre o hâlâ bu kitaptan
kendi cebine bir şeyler girebileceğini az da olsa umuyor ve böylece Miss Emily'nin mutlu ve
sorunsuz olmasını istiyordu, fakat bunun dışında Üstat Branwell'in herkese kitaba katkısından
söz etmesine Mr. Nicholls'un pek aldırdığı yoktu. Fakat Mr. Bronte'ye, Miss Emily'yle arasında
olanları açıklama tehditlerine gelince, iş o zaman değişiyordu.
Üstat Branwell'in ne kadar şey bildiğinden emin değildi. Eğer bir şekilde her şeyi biliyorsa,
bu durum onu mahvederdi, böylece ne pahasına olursa olsun onun susturulması gerekliydi, ama
nasıl? Mr. Nicholls'un yıllık 100 pounddan az geliriyle ona verdiği paralar artık kendisini
sıkıştırıyordu ve bundan sonra ödemeye devam etmesi mümkün değildi. Fakat ne olursa olsun,
Mr. Nicholls şantajcıların hiçbir zaman tatmin olmadıklarını bilecek kadar dünyayı tanıyordu; bu
nedenle Üstat Branwell'in isteklerinin yaşadığı süre devam edeceğini görebiliyordu.
Mr. Nicholls bunları bana anlatırken çok üzüntülü görünüyordu. Bana sessiz, rahat bir
yaşam sürdürmekten başka bir şey istemediğini söyledi, fakat o zamanlar kaderin sahip olduğu
pek az Şeyi bile ondan almak için çalıştığım görmekteydi. Üstat Branwell'e parası olmadığını
söylediği zaman karşısındaki kulaklar sağırlaşıyordu ve onun kelimeleriyle "bu terbiyesiz küçük
ayyaş" temiz adını, işini ve geleceğini mahvetmek üzereydi.
Bana bunları Miss Emily'ye anlattığını, onun da kendisi kadar umutsuz olduğunu söyledi. O
da biraz para toparlayarak erkek kardeşini bir süre için susturabildi, fakat sonuçta onun hiçbir
zaman yeter demeyeceğini görebiliyor ve bütün bunların sona erip ermeyeceği konusunda çok
korkuyordu. Bu elbette Mr. Nicholls'un da sürekli aklını kurcalayan bir soruydu, fakat kendisi
için çok kıymetli olan Miss Emily'nin bu kadar yük altına girmesine öfke duyuyordu.
Her ikisi de günlerini korku içinde geçiriyordu. Üstat Branwell ise, susması kendi lehine
olsa da, sarhoş olduğu zamanlarda herkese bunları anlatıyordu. Sürekli endişe içinde olmak Mr.
Nicholls'u bıktırdı. Artık kafasını işine veremediğini söylüyor ve yarı şuursuz bir adam gibi
etrafta dolanıyordu. Gerçekten de öyle olduğunu biliyorum, çünkü babamın bana "Onun nesi
var?" diye sorduğunu anımsıyorum. Elbette o zaman ben de bilmiyordum, ama bunun Miss
Emily'yle ilgili bir sorun olduğunu sezebiliyordum. Aslında yıllar sonrasına kadar bunların
önemini anlayamamıştım, fakat işte Mr. Nicholls'un bana anlattıkları da ortada.
Bana iki yıl boyunca Üstat Branwell’ın çöküşünü, onun erken yaşta öleceğini umarak
izlediğini söyledi. Bu herkesin hayrına bir şey olurdu ve böyle bir şeyin gerçekleşmesini çok
arzu ediyordu. Ancak bunu zorunlu görmüyordu ve bu yazdığım dönemde, Mr. Nicholls, Üstat
Branwell'in kendisine ve Miss Emily'ye verdiği sıkıntıların sonu olmadığını görmekteydi. Bu
konuda haftalarca endişe içinde yaşadı, fakat sürekli olarak aklına gelen tek çare Üstat
Branwell'in ölmesi, hem de en kısa zamanda ölmesiydi. Bu, en sonunda köşeye sıkıştığını ve tek
kurtuluş yolunun da sert bir müdahaleyle olabileceğini fark ettiği zaman aklına gelmişti, artık her
şeyi kendi eline almalıydı. Üstat Branwell'in içkiyle kendisini erkenden mezara götürmekte
olduğu açıkça belliydi; o yalnızca işleri biraz çabuklaştıracaktı.
Mr. Nicholls bana kendisine işkence yapan bu kişiyi öldürmeye karar verdikten sonra içinde
hiçbir şüphe veya kuruntu kalmamasına kendisinin de şaşırdığını söyledi. Onun inançları hiçbir
zaman çok güçlü olmamıştı, fakat ne olursa olsun, mademki Üstat Branwell kendini mahvetmek
istiyordu, öyleyse ona lütufta bulunacaktı. Her neyse, onun ölmeyi hak ettiğine inanmaktaydı.
Mr. Nicholls onu gördüğü anda böyle bir insan olması nedeniyle Üstat Branwell'den nefret
etmişti, fakat garip bir şekilde de onun popüler biri olmasından ve arkadaşlarıyla beraberken
sergilediği davranışlardan dolayı onu biraz kıskanıyordu. Ancak Üstat Branwell ve
arkadaşlarının arkasından güldüklerini fark ettiği zaman ona duyduğu antipati daha da
derinleşmişti ve ben bunun doğru olduğuna yemin ederim; çünkü babam da çok kereler onu taklit
eder ve hepimizi güldürürdü.
Daha sonra Mr. Nicholls, Thorp Green Hall'de gerçekten neler olduğunu öğrendi ve bu onu
hasta etti. Üstat Branwell giderek daha beter davranışlarda bulunuyordu, şantajlar başladı. Mr.
Nichols'un ona duyduğu antipati nefrete dönüştü ve öyle bir zaman geldi ki, artık onun
görüntüsünden, kokusundan ve sesinden tiksinmeye başladı. Mr. Nicholls'un sevmediği ve hakir
gördüğü her şeyi artık Üstat Branwell temsil ediyordu; fakat her şeyden çok onun kendisine zarar
vermesinden korkuyordu.
Bir keresinde Mr. Nicholls'a onu öldürmenin gerekli olduğunu düşünerek niçin kendi
hayatmı ve ruhunu tehlikeye attığmı sordum, çünkü o nasılsa yavaş yavaş kendini öldürüyordu.
Benim yüzüme biraz mahzun bir şekilde baktı ve şuna benzer bir şeyler söyledi: "Martha
sevgilim, işte önemli olan nokta da buydu, o bunu yavaş yavaş yapmaktaydı. Kendi başına
bırakılınca, bu yıllar sürebilirdi ve benim bunu düşünmeye bile tahammülüm yoktu." Elbette ki o
haklıydı ve bunu sormanın aptallık olduğunu anladım.
Mr. Nicholls ne yapacağma karar verdikten sonra, planını uygulamaya koymak için hiç
zaman kaybetmedi. 1848 yılının 22 eylül cuma günü Üstat Branwell evden çıkıp köye gitmişti ve
her zamanki gibiydi. Ertesi gün ise yatağa girmek zorunda kaldı bu da onun için olağanüstü bir
şey değildi, fakat pazar sabahı ölmüştü!
Mr. Nicholls'un tahmin ettiği gibi onun bu ani ölümüne kimse şaşırmadı ve köyün doktoru
Dr. Wheelhouse, aklına bir art düşünce gelmeden, ölüm belgesini imzaladı, fakat bu konulan iyi
bilen babam bir otopsi yapılmasının şart olduğunu düşünüyordu.
Üstat Branwell babasının kilisesine gömüldü. Benim cenazeye gitmeme izin verilmedi, fakat
babam gitti ve törenin çok hüzünlü olduğunu, çok az insanın geldiğini söyledi. Birçoğunu
şaşırtan ise, cenazeye üç kız kardeşten yalnızca Miss Emily'nin gitmesi oldu. Miss Charlotte
hasta olduğunu, Miss Anne de ona bakmak için evde kalmak zorunda olduğunu söyledi.
Bunlan ancak cenaze töreninden sonra öğrendim ve onların evde oturup fıs fıs konuşmak
yerine niçin oraya gitmediklerine hayret ettim. Miss Charlotte'ın hasta gibi bir hali yoktu, yatağa
bile yatmadı. Böyle olsaydı bile, o kadar kısa bir süre için Miss Anne orada olmasa da konutta
ona hizmet etmeye yetecek kadar insan vardı.
Bütün bunların çok üzücü olduğunu düşündüm.

[CC] Bütün yazarlar Branwell'in tüberkülozdan o zamanlar bu yaygın olarak "verem" olarak
bilinirdiöldüğünü söylerler. Ancak bu hiç de doğru değildir ve resmî Bronte efsanesinin kendi
kendine nasıl beslendiğini gösterir. Şimdi bunları yazarken önümde Branwell'in ölüm belgesi
bulunuyor ve burada "Kronik bronşit, marasmus" ölüm nedenleri olarak yazılmış.
Şimdi itiraf etmeliyim ki ben amatör bir kriminolog sayılırım ve "marasmus" benim bildiğim
bir tıbbî terim değildir. Bunu tanımlamak için iyi bilinen bir tıp sözlüğüne başvurmak zorunda
kaldım. Burada verilen tanım şöyleydi"Anlaşılabilir hiçbir nedeni olmadan sürekli olarak
zayıflama." (İtalikler bana ait.) Ancak çok daha sonralan bir patolog arkadaşım, "marasmus"
tanısının birçok doktor tarafından, tam olarak neden öldüğünü belirleyemedikleri kimseler için
kullanılan, kulağa hoş gelen bir terim olduğunu söyledi.
Bu arkadaşım ve ben, eğer Branwell Bronte gerçekten zehirlendiyse, Nicholls'un ona ne gibi
bir madde vermiş olabileceği konusunda uzun uzun düşündük.
Pek tabiî ki, ilk aklımıza gelen şey afyon tentürüydü, çünkü Branwell'in buna alışkanlığı
olduğu belgelerle kanıtlanmıştır ve alışkanlığı olan kimseler belirli miktarlarda olmak koşuluyla
bu maddeyi kullanabilirler: tek etkisi uyancı olmasıdır. O günlerde bunun vereme karşı bir
koruyucu olduğu söylenirdi, hatta yaygın biçimde bir yatıştırıcı olarak kullanılırdı, bebekler için
bile.
Arthur Nicholls için, aşırı miktarda afyon tentürü vermek ucuz olması, kolayca
uygulanabilmesi ve ağızda hiç koku bırakmaması bakımından avantaj sayılırdı. Bunun başka
önemli özellikleri de vardı. Öldürecek dozda afyon tentürü verildiği zaman ölüm ancak bunun
alınmasından yedi veya sekiz saat sonrasına kadar gerçekleşmiyordu; bunun etkisi birkaç saat
daha uzatılabilirdi, özellikle alkolle alındığı zaman.
Bu o kadar kolaydı ki... Branwell içinde alkol olan her şeyi içebilirdi, özellikle de bedavaysa
ve Nicholls'un tek yapacağı, kurbanını kendisinden çok daha fazla para isteyinceye kadar
beklemek ve bundan sonra ona, diyelim ki, içine bolca afyon tentürü serpiştirilmiş birkaç brandy
sunmak. Branwell bu içkiden çok hoşlanırdı ve ölüm gelene kadar Nicholls'un başka bir yere
gidecek bol bol zamanı olurdu.
Acaba arsenik kullanmış olabilir miydi? Bu da bir başka olasılıktır. Tıpkı afyon gibi arsenik
de hesaplı olabilirdi ve bazı bakımlardan belki daha iyi olurdu, fakat değişik zehirleri biz daha
sonra ve daha derinlemesine tartışacağız.
Ben ölümünden önce Branwell'in hasta olduğuna dair hiçbir belirtiye rastlamamış olmayı
çok önemsiyorum, tek bilinen soğuk algınlığı olduğuydu. Gerçekten de 9 ekim 1848 tarihinde
Charlotte, Ellen Nussey'ye, "gerek doktorun, gerekse Branwell'in ölümün o kadar yakın
olduğunu düşünmediklerini" yazmıştı. (İtalikler bana ait.) Ancak böyle olmasına karşın, iyi
kalpli doktor bir otopsi yapılmasını talep etmedi. Yalnızca ölüm belgesini imzaladı, Arthur
Nicholls ve Bronte ailesi de toplu olarak rahat bir nefes aldı hepsi farklı nedenlerle olsa da.
Erkek kardeşinin ölümünden sonra Charlotte, kendi yararına olacak bir şekilde "safrakesesi
bozukluğu" nedeniyle hastalandı ve böylece Branwell'in cenazesine katılamayacak kadar hasta
olduğunu söyledi.
Martha'nın bize söylediğine göre, cenazeye Anne de gitmemişti. Onların erkek kardeşleri
hakkındaki düşünceleri bilindiği için, Charlotte'ın kardeşinin ölümünden sonra onun hakkında
riyakârca yazmış olduğu bazı sözlere karşın, böyle davranmaları beklenen bir şeydi. Onun 4
kasım 1845 tarihinde Ellen'a yazdığı mektupta, "Keşke onun hakkında sana bir tek iyi şey
söyleyebilseydim..." sözleri ile 6 ekim 1848 tarihinde W. S. Williams'a yazdığı mektubu
karşılaştırın: "Ölen erkek kardeşimin asil yüzüne ve alnına baktığım zaman..." İşte burada
Charlotte'ın karakteri açıkça görülüyor.
Ancak birçok insan onun ölümünden dolayı gerçekten üzülmüştü. Emily onun hakkında
"Sürüden Ayrılan" adlı çok duygusal bir şiir yazdı ve daha sonraki yıllarda dostları Mrs.
Gaskell'in çizdiği yanlış portreyi düzeltebilmek için epey sıkıntı çektiler. Leyland ve George
Searle Phillips onun canlı konuşmalarına, zekâsına, şiirlerine ve nazik sözlerine dikkat çektiler.
Phillips, Mrs. Gaskell'in söylediklerine tamamen karşı geldi: "O şişenin içine dalmışken bile,
Mrs. Gaskell'in onun hakkında söyledikleriyle en ufak bir benzerliği olmazdı." Bu tanımlamayı
Phillips herhalde Nicholls'tan almış olmalıydı.
Sanıyorum Branwell hakkında sonsözü bir başka arkadaşa bırakmalıyız, çünkü ben asıl
gerçeğin bu olduğunu düşünüyorum. Grundy arkadaşı Branwell için, "O evcil bir şeytan değildi;
yalnızca yolunu kaybetmiş ve sis içinde yürüyen bir adamdı" demişti.
Altıncı Bölüm

Cezam taşınamayacak derecede büyüktür.


Tekvin 4:13

Miss Emily Üstat Branwell'in cenazesine giden tek kız kardeş oldu. Bu karakterde bir kadın
olarak her ne olursa olsun böyle davranacaktı ve şimdi anladığıma göre o zamanki duyguları
öylesine karmakarışıktı ki gitmeden yapamazdı.
Üstat Branwell'in fikrini çalarak kitap yazdığı için suçluluk duyuyordu, fakat şimdi çok daha
büyük bir yükün altında eziliyordu; çünkü sevgilisinin, erkek kardeşini öldürdüğünü öğrenmişti.
(Bunu benim nasıl öğrendiğimi daha sonra anlatacağım.)
Mr. Nicholls yapmayı düşündüğü şey hakkında Miss Emily'nin herhangi bir şey bilmesini
istemediğini söyledi, çünkü böylesi bir sırrı kimse saklayamazdı. Bu nedenle planını çok dikkatli
ve sessizce uyguladı.
Bu konuyu uzun uzun düşündükten sonra, Üstat Branwell'i öldürmenin en iyi yolunun zehir
olduğuna karar verdi, fakat zehri Haworth'tan satın almak söz konusu olamayacağı için, mümkün
olduğunca gösterişsiz biçimde giyinerek, başka bir isimle Halifax'a gitti. Haworth'tan uzaklaşma
nedeni olarak da herkese komşu köyün papazı olan arkadaşı Mr. Grant'i ziyaret edeceğini
söyledi, fakat önceden aklına gelmeyen garip bir rastlantı sonucunda planları bozuldu.
O gün Üstat Branwell Halifax'ta içki içiyordu ve orada kimi gördü dersiniz? Eczaneden
çıkmakta olan Mr. Nicholls'u. Üstat Branwell konuta düşündüğünden daha erken döndü, çünkü
parası ve kredisi bitmişti, buna karşın yine de iyice sarhoş olmuştu ve üst kata Miss Emily'nin
yardımıyla çıktı. Miss Emily ona bu duruma gelinceye kadar nerelerde içtiğini sordu, o da
Halifax'ta olduğunu söyledi ve sonra kardeşine gülerek sevgilisini orada bir ec zaneden çıkarken
gördüğünü, üzerinde de papaz kıyafeti olmadığını söyledi.
Elbette ki Miss Emily ona inanmadı; bu söylediklerinin içkiliyken uydurduğu şeylerden biri
olduğunu düşündü, fakat yine de içinde bir şüphe uyanmış olmalıydı ki bir süre sonra bana Mr.
Nicholls'u iki gün önce görüp görmediğimi ve onun nasıl giyinmiş olduğunu sordu. Onu
görmemiştim, çünkü o sıralarda evde bir yerlerde meşgul olmalıydım; fakat onun sorularım o
kadar garipsedim ki, dolambaçlı bir yolla annemi o akşam sorguladım. O da bana Mr.
Nicholls'un, dolabında asılı duran ve o zamana kadar ancak birkaç kez giydiği giysilerle çıkıp
gittiğini söyledi.
Bunu gidip Miss Emily'ye söyledim, fakat fazla ilgilenmiyormuş gibi, bunların sadece
öylesine sorulmuş sorular olduğunu söyledi. Fakat biliyorum ki hem kafası karışmıştı hem de
telaşlanmıştı. Önce Mr. Nicholls'un hasta olduğunu ve kendisini endişelendirmemek için ilaç
almaya köyden uzakta bir eczaneye gittiğini düşündü. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuyu ona
hemen açmamıştı. Ona yalnızca Mr. Grant'le nasıl vakit geçirdiğini sordu; Mr. Nicholls da güzel
bir gün geçirdiğini söyledi. Bundan başka bir şey anlatmadı, fakat onun bu yanıtı ve söyleyiş
biçimi, Miss Emily'nin endişelerini gidermeye yetmişti.
Üstat Branwell'in bu kadar çabuk ve beklenmedik bir şekilde, üstelik Mr. Nicholls'un
dışarıya gitmesinden hemen birkaç gün sonra ölmesi, Miss Emily'nin aklına başka bir olasılık
getirdi ve korku içinde onun ne yapmış olabileceğini düşünmeye başladı. Bu onım kafasına öyle
takıldı ki, gerçeği öğreninceye kadar huzur bulması olanaksızdı. İşte şimdi anlıyorum ki, ben de
o zaman yine farkında olmadankendimi bu sorunun içinde buldum.
Üstat Branwell'in öldüğü günün gecesi, ben bulaşıkları yıkarken Miss Emily beni bir kenara
çekti. Normal halinden çok farklıydı ve öyle yavaş konuşuyordu ki ne olduğunu anlayamadım;
cebinden bir zarf çıkararak babasından Mr. Nicholls'a çok acele bir mesaj olduğunu ve bunu hiç
gecikmeden eve koşup ona vermemi söyledi.
Bu durum karşısında biraz şaşırmıştım, çünkü daha önce Mr. Bronte'den Mr. Nicholls'a ve
babama mesajlar taşımıştım ama bunları bana daima kendisi vermişti. Ayrıca mesajı yolladığı
kimsenin adı mutlaka zarfın üzerinde yazılı olurdu, ayrıca bu zarf genellikle daha kalın ve sıkıca
paketlenmiş olan Mr. Bronte'nin mesajlarına benzemiyordu. Yine de bu beni ilgilendirmezdi ve
belki de Mr. Bronte oğlunun ölümünden dolayı o kadar sarsılmıştı ki, bu mesajı Miss Emily'ye
kendisi yazdırmıştı.
Daracık sokaktan evimize doğru indim, Mr. Nicholls'un odasına gittim ve mektubu ona
verdim. Zarfı benim önümde açmadı, fakat birkaç dakika içinde arka kapınm kapandığını ve
onun dışarı çıktığını duydum. Konuta gidip Mr. Bronte'yle görüşeceğini düşünmüştüm, fakat
sonra fırsattan istifade mutfakta annemle birkaç kelime konuşurken, onun kırlara doğru gittiğini
gördüm; bana öyle geldi ki Miss Emily'yle buluşmaya gidiyordu.
Ancak bütün gerçeği öğrendikten sonra bu olayları uygun biçimde bir araya getirebildim,
fakat o zaman bile bunu epey yadırgamıştım.
Buluştukları o gün, Miss Emily'nin Mr. Nicholls'a, Üstat Branwell'i onun öldürmüş
olabileceğine yönelik korkularını ilettiğini biliyorum. Mr. Nicholls bana, Miss Emily bunları
söylediği anda derinden sarsıldığını, fakat yine de gülerek ona saçmalamamasını söylediğini
anlattı. Ancak Miss Emily onun Halifax'ta bir eczaneden çıkarken görüldüğünü söylediği zaman
kimin görmüş olduğunu ona söylemedeno da gerçeği yavaş yavaş anlatmak zorunda kalmıştı.
Mr. Nicholls'a onu görenin Üstat Branwell olduğunu Miss Emily ancak daha sonra söyledi.
Mr. Nicholls'un bana anlattığına göre, önce Miss Emily'ye yalan söylemek istemiş ve
eczaneye kendisi için ilaç almaya gittiğini söylemeyi düşünmüştü, bununla işi geçiştirebileceğini
sanıyordu. Fakat onun beklenmedik soruları karşısında öylesine kafası karışmıştı ki, o zaman
düşünebildiği tek şey onun yetkililere giderek bu endişelerini anlatacağı ve kendisine ilaç satan
adam tarafından teşhis edileceğiydi. O zaman Üstat Branwell'in cesedi çıkartılacak ve satın aldığı
zehrin aynısı ortaya çıkacaktı, sonuçta kendisi de kesinlikle asılacaktı.
Miss Emily'ye her şeyi anlattıktan sonra, Mr. Nicholls kendisi için hiçbir tehlike olmadığını
anladı, çünkü o zaman Miss Emily'nin ona olan tutkusu nedeniyle kendisine ihanet etmeyeceği
anlaşılmıştı Böyle düşünmekte haklıydı, çünkü şimdi biliyorum ki, Miss Emily bunu Miss
Anne'e anlatmıştı; zavallı kadının duygulan paramparça olmuştu: sevdiği adamın, erkek
kardeşini öldürdüğünü büe bile huzur içinde yaşayamazdı.
Herkes Miss Emily'nin Üstat Branwell'in cenazesinde üşüttüğünü söylemiştir, fakat ben
böyle bir şeyi anımsamıyorum. Benim bütün bildiğim, bu olaydan sonra onun çok derin bir
sessizliğe gömüldüğü ve önündeki yemekleri hasta bir serçe gibi yediğiydi. Ayrıca herkesin
dediğine göre, yaklaşık üç ay sonraki ölümüne kadar Miss Emily konuttan hiç çıkmamıştı; fakat
bu da yanlıştır, onu iyi tanıyan kim olursa olsun bunu size anlatabilir.
Benim anımsadığım kadarıyla hafif bir öksürüğü vardı, ama bu onu fazla rahatsız edecek bir
durum değildi ve ben onun Üstat Branwell'in ölümünden en az bir ay sonrasına kadar Mr.
Nicholls'la buluştuğundan eminim, çünkü böyle olduğunu Mr. Nicholls bana söyledi ve aradan
bunca zaman geçtikten sonra onun yalan söylemesine hiç gerek yoktu. Bana anlattığına göre
Miss Emily'nin onunla konuşmaya ihtiyacı vardı, çünkü bütün bu bildikleriyle yaşamaya devam
etmek ona çok zor gelmeye başlamıştı, özellikle de öksürüklerinden dolayı iyi uyuyamıyordu ve
geceyansından sonraki saatlerde aklına çok kötü düşünceler gelmekteydi.
Mr. Nicholls ise hiç pişmanlık belirtisi göstermemişti. Dediğine göre olan olmuştu. Üstat
Branwell'i artık hiçbir şey geri getiremezdi, zararlı birinden kurtulmanın en iyi yolu buydu. Miss
Emily'nin duygularını anlayabilmek mümkün değildi ve artık ona sabır gösteremiyordu.
Onun böyle davranması, Miss Emily'yi inanılmaz derecede dehşete düşürüyordu. Bu, o
zamana kadar Mr. Nicholls'un görmediği bir yanıydı ve sonunda artık onun kendisinden
bıktığına ve ilişkiyi yalnızca onu susturmak için sürdürdüğüne inanmaya başladıEğer durum
gerçekten de böyleyse, Miss Emily'nin giderek daha çok içine kapanması, sanıyorum, pek
şaşılacak bir şey değildiBununla da kalmadı, o kadar garip davranıyordu ki Miss Charlotte onun
için endişelenmeye başladı, hatta bu konuda bana bile bazı imalarda bulundu. Sanıyorum Miss
Emily'nin benimle sık sık konuştuğunu bildiği için, benim bir şeyler bildiğimi sanıyordu, fakat
bilsem bile bunları ona söylemezdim.
Bu olaylar sonucunda, şimdi biliyorum ki, Miss Emily için için acı çektiği bu olayı birisine
anlatmak zorunda hissetmişti kendini. İşte bu kişi de Miss Anne'di; Miss Anne her şeyi not
ederdi ve birazdan anlatacağım gibi onun bu notlarını okudum.
Bu öğrendiklerinden dolayı, Miss Anne'in, çoğu kimsenin düşündüğü kadar şaşırmış
olabileceğini sanmıyorum. Aslında, hiç şaşırmadığı şüphe götürmez. O, Üstat Branwell'in
Robinson'larda neler yaptığını herkesten daha iyi biliyordu ve kendisinin oradan pabuçlannı bile
bırakıp kaçarcasına, kimseye haber veremeden ayrılmasının nedeni de oydu. Üstat Branwell'in
davranışları onu dehşete düşürüyor ve korkutuyordu; ona karşı hiçbir acıma duygusu yoktu.
Erkek kardeşinin yaptıkları yüzünden büyük sıkıntı çekmişti; onun erkenden ölmesine yardımcı
olan biri olduğunu öğrenince de üzülmemişti. O zaten o yolun yolcusuydu. Sanıyorum ki Miss
Anne daha çok hayret ediyordu; bu işi yapanın Mr. Nicholls olmasına ve sessiz kardeşinin
onunla hâlâ ilişkisini sürdürmesine.
Miss Emily'ye gelince, Miss Anne bize ikisinin yaptığı ilk konuşmadan sonra onun kendisini
biraz daha iyi hissettiğini söylüyordu. Fakat sonradan kendini çok daha kötü hissetmeye
başlamıştı; eski endişelerinin üzerine şimdi bir de bütün bunları Miss Anne'in de biliyor olması
eklenmişti ve ona zaman zaman bunları kimseye söylememesi için yalvarıyordu.
Bir söz vardır: her şey üst üste gelir. İşte eğer Miss Anne'in yazdıkları doğruysa, Miss
Emily'nin böyle hissettiğini düşünmüşümdür.
Dediğim gibi, o zamanlar Miss Emily ve Mr. Nicholls on iki ayın büyük bir bölümünde tam
anlamıyla aşk hayatı yaşamışlardı ve eninde sonunda Miss Emily'nin hamile olduğunu
anlayacağı bir gün gelecekti. İşte o gün gelmişti ve bu da Miss Emily'yi deli etmeye yetti.
Mümkün olduğu kadar korkularını kendine sakladı, fakat öyle bir zaman geldi ki bu gerçeği
Mr. Nicholls'a söylemek zorunda kaldı; o ise tam anlamıyla şaşkına dönmüştü. Bana açıkça
söylediğine göre, artık Miss Emily'den ve onun bütün endişelerinden bıkmıştı ve ona bağlanmak
gibi bir niyeti yoktu. Artık onun kendisi için bir tehdit oluşturduğuna inanıyordu ve önünde bazı
seçenekler olsa da, bunları pek çekici bulmuyordu.
Elbette, her şeyi kabul edip onunla evlenebilirdi, ama böyle bir olasılık onu dehşete
düşürüyordu, çünkü ondan bıkmış olması bir yana, onunla evlenme fikrine tahammülü yoktu
hem de bakım isteyen bir çocukla. Duygularını bir yana koysa bile, aldığı para kendi gözünde
çok azdı ve tanıdıkları bu kadar parayla bir kadına ve bir aileye bakmanın imkânsız olduğunu
söylüyorlardı.
Miss Anne'e göre, Mr. Nicholls her şeyi kestirip attığı için Miss Emily'nin canı sıkılmıştı.
Açıkça belliydi ki Mr. Nicholls'un bu davranışında şefkat ve saygı bulunmuyordu ve içinde
bulunduğu kötü durum nedeniyle Miss Emily'den rahatsız oluyordu. Hatta aralarındaki sorunlar
nedeniyle sürekli olarak onu suçluyordu. Onunla evlenmeyi anında reddetti ve hatta bebeği
aldırması için istenmeyen bebekleri alan yaşlı kadınlardan birine gitmesini önerecek kadar ileri
gitti.
İşte bu sözleri Miss Emily'yi her şeyden fazla şaşırtmış olmalıydı ve ben bunun nedenini çok
iyi biliyorum. O yaşayan bütün varlıkları severdi; yetiştirilme tarzı ve doğal yapısı nedeniyle,
ona göre bir cinayet sayılan veya her anlamda yasadışı olan bir hareketi hiçbir şekilde kabul
edemezdi. Bunu reddetti ve Mr. Nicholls'a fikrini değiştirmesi için yalvardı, fakat onu
etkileyemedi. İşte o zaman Miss Anne'e, Mr. Nicholls eskiden ona biraz değer veriyorsa da, artık
onun gözünde hiçbir değerinin kalmadığını söyledi, fakat o kadar kötü durumdaydı ki "Hayır"
yanıtını kabul edecek durumda değildi.
Miss Anne'e anlattığına göre, günlerce boş yere yalvardıktan sonra Üstat Branwell'i taklit
etmek zorunda kaldı ve Mr. Nicholls'a kendisini namuslu bir kadın durumuna getirmediği
takdirde erkek kardeşinin ölümünde parmağı olduğunu açıklayacağını söyledi.
Kısa bir süre önce, Miss Emily bunu söylediği zaman Mr. Nicholls'a kendisini nasıl
hissettiğini sordum. Söyledikleri bir yana, yüzünün ifadesi bile aradan bunca zaman geçmiş
olmasına karşın ne kadar korkmuş olduğunu gösteriyordu. Üstat Branwell'in ölümünden sonra
kurtuldum sandığı şantaj kâbusunu hatta daha beterini tekrar yaşıyormuş gibi hissettiğini söyledi.
Birdenbire kendini tamamen kaybetmiş ve bunun geri dönüşü olmadığını fark etmişti.
Mr. Nicholls onunla mantıklı bir biçimde konuşabilmek için her yolu denemişti ve hiç
şüphem yok ki bunu yaparken bütün çekiciliğini bunu çok iyi biliyorumkullanmıştır, fakat
bunlann hiçbir yararı olmamıştı. Eğer kafası bir şeye takıldıysa, Miss Emily sonuna kadar
uğraşırdı ve bütün öfkesine karşın Mr. Nicholls'un onun bu tutumunu değiştirmek için elinden
bir şey gelmiyordu. Hiçbir şey yapamadığını görünce, o da farklı davranmaya karar verdi. Sanki
yumuşamış gibi davranmaya başladı ve kendisine zaman vermesi için ona yalvardı, bu da Miss
Emily'yi sakinleştirdi, sonunda onun söylediklerini kabul etti.
Ancak Mr. Nicholls'un istediği zaman düşünmek için değildi, plan yapmak içindi, çünkü ne
yapması gerektiğini biliyordu. Üstat Branwell'in ölümü nasıl bir sıkıntıyı ortadan kaldırdıysa,
şimdi Miss Emily'nin ölümü de genç kadının neden olduğu tehlikeden onu kurtaracaktı.
Bana oldukça sert bir biçimde, "Miss Emily gitmek zorundaydı" dedi.

[CC] ilk bakışta, Martha'nın ileri sürdüğü gibi, Emily'nin hamile olduğunun veya
olabileceğinin inanılmaz bir şey olduğunu düşündüm, fakat araştırmamı sürdürdükçe ortaya
çıkan bazı gerçekler bu iddianın doğruluğunu gösterdi. Bu nedenle, Emily'nin hayranlarına bu
fikrin ne kadar abes geleceğini bildiğim halde, onlardan tek isteğim, benim gibi açık fikirli
olmalarıdır.
İlerde göreceğimiz gibi, Emily ölünceye kadar bir doktor tarafından muayene edilmeyi veya
kendisi için bir reçete yazılmasını reddetmiştir. Ancak hiç kimse, hatta kız kardeşleri bile açıkça
tıp mesleğine ters gelen bu tutum için bir neden göstermemiştir.
Charlotte, kendi yayıncısının redaktörlerinden biri olan Mr. W. S. Williams'la oldukça sık
mektuplaşmaktaydı ve 22 kasım 1848 tarihli mektubunda Emily'nin tutumu hakkında şöyle
diyordu: "... Kız kardeşim İngiltere'nin en tecrübeli doktorunu şu anda yanına götürseniz, onu
görmek bile istemeyecek, yazdığı reçeteleri uygulamayacaktır."
Ertesi gün Ellen Nussey'ye yazdığı mektubu aynı duygularla sürdürdü: " ... yanına zehir
saçan hiçbir doktorun gelemeyeceğini açıkladı."
Emily'nin niçin böyle davrandığını anlamakta güçlük çekiyorum. Yetişkinlik döneminde
onun herhangi bir hastalığa yakalandığına dair bir bilgiye rastlamadım, bu nedenle doktorlara
karşı böylesine tepki gösterecek kadar kötü bir deneyimi olabileceğini sanmıyorum. O zaman
onun bu davranışmm nedeni ne olabilirdi?
Buna bir açıklama getirmek için, belki de Branwell’ın hastalığına tanı koymakta yanıldıkları
için, Dr. Wheelhouse ve ekibine olan güvenini kaybetmişti denebilir. Eğer durum böyleyse, o
zaman "zehir saçan doktor" sözleri, onun erkek kardeşini öldüren madde ile bunu anlayamayan
doktor arasında bilinçaltmda bir bağ kurmuş olabileceğini gösterir.
Olayların normal gidişi doğrultusunda Emily'nin hastalığının ilk döneminde doktorları
küçümsemiş olabileceğini düşünebilirim. İlk başlarda "soğuk algınlığı ve öksürük" nedeniyle
doktor fikrine, bunun üzerinde düşünmeye değmez diye tepeden bakmak onun karaktere uyan bir
davranış olabilirdi. Ancak gerçekten kendini kötü hissetmeye başlayınca "İngiltere'nin en
tecrübeli doktorunu bile" reddetmesi için görünürde hiçbir neden yoktu, ancak eğer hamileyse
veya öyle olduğunu sanıyorsadurum farklı olabilirdi. Her iki olayda da çok doğal ve açıkça
görünen bir içgüdüsel davranış biçimi vardı.
Daha yaşlı okuyucular anımsayacaklardır bu çok uzun bir zaman önce de değildievlenmemiş
bir anne olmak, dışlanma ve küçümsenme nedeniydi. Bir din adamının kızı olduğu için Emily
herkesten daha çok acı çekerdi ve bu arada düşünmesi gereken bir de çocuk olurdu. Bugün
kullanılmakta olan "aşk çocuğu" tanımı o zamanlar keşfedilmemişti ve bu durum "piçlik"
lekesini de beraberinde getiriyordu, ayrıca yasalar karşısında da birçok haktan mahrum olurdu.
Bütün bunlar Charlotte'ın, Emily'nin davranışlarmdaki değişiklikler yüzünden
meraklanmasına neden olmuştu. Ellen Nussey'ye 29 ekim 1848 tarihinde yazdığı bir mektupta
kız kardeşi için, "Onun içine kapalı mizacı beni huzursuz ediyor. Ona sormanın anlamı yok,
çünkü hiçbir yanıt alamazsın" demektedir. Maalesef ona nasıl sorular sorduğunu mektubunda
söylemez, dolayısıyla biz de bunların yalnızca onun sağlığıyla ilgili genel sorular mı, yoksa özel
konular mı olduğunu bilmiyoruz.
Ancak sorularının amacı ne olursa olsun, Charlotte çok iyi bilmeliydi ki Emily'nin herhangi
bir şeyi itiraf edeceği son insan kendisi olurdu. Fakat belli ki, Emily'nin içindekileri anlatmak
için birine ihtiyacı vardı ve bu kişinin de Anne olması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Biz Emily ile Anne'in yaşamları boyunca birbirlerine ne kadar yakın olduğunu, zevklerini ve
üzüntülerini nasıl paylaştıklarını gördük. Bu nedenle Emily'nin, hayatında hiç olmadığı kadar
mutsuz olduğu bu dönemde Anne'e dönmesi çok doğaldı ve daha sonra göreceğimiz gibi, ona
sırlarını saklayacağına dair yemin ettirerek içini ona dökmüştü Martha'nın bunu kanıtlayacak çok
iyi delilleri vardı.
Yedinci Bölüm

Ölümle ahit kestik ve ölüler diyarı ile uyuştuk.


İşaya 28:15

Mr. Nicholls bana, Miss Emily'yi öldürmeye karar vermenin kendisi için hiç kolay
olmadığını söyledi ve ben de ona inanıyorum. Aslında kötü bir adam değildi. O sadece zayıf
karakterli, başıboş ve kendini beğenmiş biriydi; yaptıklarını, bunlar kendisine veya sakin
hayatma bir tehdit oluşturduğu zaman, yapmak zorunda olduğunu hissettiği için yapardı.
Mr. Nicholls her fırsatta Miss Emily'ye az dozlarda zehir vermeye başladı ve
arkadaşlıklarının ilk günlerinde olduğu gibi ona bütün sevgisini gösteriyordu. Miss Emily'nin
Miss Anne'e söylediğine göre, Mr. Nicholls'un artık kendisini sevmediği hakkındaki düşünceleri,
bu konuda yanılmış olabileceği umuduna dönüştü; bir yandan da onun kendisiyle her şeye karşın
evleneceğine yavaş yavaş inanmaya başlamıştı yalnızca onun bunu çok fazla geciktirmemesi için
dua ediyordu. Onu her gün görmek istiyordu ve yemin ederim ki hastalığı süresince bunu
yapabilmek için bir kere bile yatağma girmedi.
Her gün saat 7'de kalkıyordu ve akşam saat 10'a kadar oturuyordu, giderek zayıflayınca artık
kırlardaki gezintilerine ara vermek zorunda kaldı. Böylece düzenli birlikteliklerini sürdürebilmek
için, Mr. Nicholls her gün köpekleri gezdirmek bahanesiyle konuta uğruyordu.
Dediğine göre bu düzen onun için çok uygundu, çünkü bu şekilde Miss Emily'yle, onun hep
istediği gibi uzun ve bazen de gözyaşlarıyla dolu konuşmalar yapmaktan kurtulmuş oluyor,
ayrıca 0na zehri içirmek için eline daha çok fırsat geçiyordu.
Bana, konuta mutfakta kimsenin olmadığını tahmin ettiği zamanlarda uğradığını söyledi. O
zaman Miss Emily'nin yiyeceği ve içeceği şeylerin içine gerekli dozu koymak daha kolay
oluyordu. Başka kimsenin bundan etkilenmesine olanak yoktu, çünkü Miss Emily kendi
yiyeceklerini kendi planlardı ve bunlar daima herkesin yediklerinden farklı şeylerdi.
Mr. Nicholls mutfağa kimseye görünmeden girdiğini söyleyince, onu birkaç kez öğleden
sonraları ortalık sessizken birdenbire karşımda gördüğümü ve orada bulunma nedenini açıklamak
için nasıl bahaneler bulmaya çalıştığını anımsadım. Bunun üzerine kendi kendime gülümsedim,
o da aklımdan geçenleri bilmişçesine bana gülümsedi.
Elbette ki o zamanlar benim olanlardan haberim yoktu. Bütün bildiğim Miss Emily'nin iyi
olmadığıydı, fakat doktorlardan söz edilmediğine göre önemli bir şeyi olmadığını düşünüyordum
ve o da önceleri evde kendi işlerini yapmaya devam ediyordu. Onun giderek kötüleştiğini pek
anlayamadım, fakat Miss Anne bunu fark etmişti ve Miss Emily'nin, ne kadar kaygılansa da,
doktor çağrılmasına izin vermeme nedenini biliyordu. Bütün bunlara karşın, Miss Anne
inanıyordu ki, eğer Mr. Nicholls Miss Emily'yle evlenmeye teşvik edilseydi veya zorlansaydı,
kız kardeşi yaşama gücü kazanacaktı.
Miss Emily'nin kendisine anlattıklarına bakarak Miss Anne, Mr. Nicholls'a evlenmesi için
yalvarmanın anlamı olmadığmı düşünüyordu ve yine kendisinin itiraf ettiği gibi onunla
konuşarak Miss Emily'yle evlenmeye zorlayacak kişi kendisi değildi. Anlaşıldığı kadarıyla Miss
Anne kendi duygularından sıyrılmaya çalışarak Mr. Nicholls'la konuşmak istemiş, fakat işe
yaramamıştı. Bu beni hiç şaşırtmadı, çünkü hepimiz onun böyle şeylerde başarılı olmadığını
biliyorduk.
Görüldüğü kadarıyla Miss Anne haftalardır bu konu yüzünden endişelenip duruyordu ve
bütün bu süre içinde Miss Emily onun gözleri önünde eriyip bitmekteydi. Sonunda buna daha
fazla dayanamadı ve Miss Charlotte'a söylemekten başka çare olmadığına karar verdi. Aslında
böyle davranmak istemiyordu; Miss Emily'nin de kesinlikle buna razı olmayacağmı bildiği halde
başka çıkar yol bulamamıştı. Eğer babasına gidip Miss Emily'nin Mr. Nicholls'tan hamile
kaldığını söyleseydi babasını kimse tutamazdı bu yüzden ablasına giderek Miss Emily'nin
kendisine anlattığı hikâyenin tamamını anlattı.
Ona göre normal koşullarda bu konuyla baş edebilecek tek kişi ablasıydı. Ancak sorun, bu
ailede hiçbir şeyin normal koşullarda olmamasıydı, fakat yine de her şey ortaya döküldü.
Miss Anne, Mr. Nicholls'un Üstat Branwell'den nasıl kurtulduğunu, bunu Miss Emily'nin de
bildiğini, Mr. Nicholls ile Miss Emily'nin birbirlerine âşık olduğunu, şimdi de Miss Emily'nin
bebek beklediğini, fakat Mr. Nicholls'un onunla evlenmeyeceğini Miss Charlotte'a anlattı.
Miss Anne'in anlattıklarını kulaklarına inanamadan dinleyen Miss Charlotte'ın yüz ifadesini
kendimce hayal edebiliyorum. O sessiz, utangaç Miss Emily babasının yardımcısıyla, hem de
onun gözleri önünde flört etmiş! Kırlarda dolaşırken birlikte görüldüğü erkek demek oymuş! Ve
bu düşüncelerden sonra Miss Charlotte'ın aklına Mr. Nicholls'un kendisine daha sonraları
yakınlık göstermekten çekindiği gelmiş olmalı. Mr. Nicholls bana çok daha sonraki yülarda,
Belçika'daki adamı unuttuktan sonra Miss Charlotte'ın kendisinden bir yakınlık beklediğini ve
bundan çok mutlu olacağmı belirttiğini anlattı. Gerçekten de Mr. Nicholls'un dikkat ettiği gibi,
Miss Charlotte ona duygularını açıkça, fakat çok dikkatli biçimde belli etmişti; ama Mr. Nicholls
ona herhangi bir yakınlık göstermemişti, çünkü o zamanlar gözleri yalnızca Miss Emily'deydi.
Zaman zaman Miss Emily'nin gerçekten hamile olup olmadığı konusunda şüphe
duymuşumdur; belki de yalnızca hastalığından dolayı âdeti gecikmişti bu bazen bana da olurdu.
Biz bunları Şimdi bilecek durumda değiliz, fakat Miss Anne'in yazdığı gibi, Miss Charlotte her
iki olasılığa da aldırmıyordu. Sadece kız kardeşinin hamilelik olasılığı bile, ikisinin çok ileri
gittiğini göstermekteydi ve her ikisine de öylesine kızgmdı ki. Üstat Branwell'in öldürülmüş
olması bile onu rahatsız etmemişti; Miss Anne'e onun ölmesinden memnun olduğunu bağırarak
söyledi. Şimdi kafasındaki tek şey bu pisliğin temizlenmesi için ne yapılabileceğiydi.
Miss Anne, böyle zamanlarda genellikle soğukkanlı olan Miss Charlotte'ın o sırada doğru
düşünemeyecek hale gelmesine oldukça şaşırdığını yazmıştı. Ben burada Miss Charlotte'ın
duygularıyla ilgili bir tahminde bulunabilirim, fakat onu yakından tanıdığım için, şuna
inanıyorum ki büyük bir kıskançlık duyuyor olmalıydı.
Benim bildiğim kadarıyla Belçika'dan döndüğünden beri hiçbir erkekle böyle bir ilişkisi
olmamıştı. Miss Emily bana, Miss Charlotte'ın yatağında sık sık dönüp durduğunu söylerdi ve
bunun nedenini şimdi anlayabiliyorum. Mr. Nicholls kadınların dikkatini çekebilen bir adamdır;
Miss Charlotte'ın onunla ilgili düşünceleri ve onun bu kadar yakınında olmasına karşın kendisine
hiç dikkat etmemesi, ona birçok uykusuz gece geçirtmiş olmalıydı, şimdi ise biliyordu ki o kadar
ihtiyaç duyduğu bu aşktan yararlanan kız kardeşi olmuştu. Önce onların öldüklerini görmeliydi!
Hayır, Miss Charlotte böyle bir şeyi kabul edemezdi, fakat bu olayların düşüncesi bile onu
çok sinirlendirmiş olmalıydı ve Miss Anne'in dediğine göre Mr. Nicholls'la bunu görüşmek üzere
fırtına gibi ona gitti.
O sabah Mr. Nicholls bir rastlantı sonucu Mr. Bronte'yle birlikte odasında bulunuyordu ve
tam odadan çıkarken Miss Charlotte da merdivenlerden inmekteydi. Ben mutfaktan, Miss
Charlotte'ın onu kolundan tutup çekerek oturma odasına götürdüğünü gördüm, fakat bundan
sonra kapı sert bir şekilde kapandı; onun sesini işitiyordum, ancak söylediklerini
anlayamıyordum.
Mr. Nicholls bana o günkü konuşmalarını şimdi gülerek hatırladığını söyledi, fakat Miss
Emily'nin baklayı ağzından çıkardığını ve kız kardeşlerin de her şeyi bildiğini öğrendiği zaman
gerçekten çok şaşırdığını ifade etti. Ancak Miss Charlotte ona düşünmek için hiç zaman
vermemişti ve şüphesiz küçük düşürüldüğünü düşündüğünden büyük bir öfkeyle onun üzerine
gitmişti.
Başından itibaren sesini alçaltmayı bile düşünmeden devam etmişti, böylece ben de ilk
ağızdan bunları anlatabiliyorum, çünkü her zamanki gibi meraklı biri olarak, hemen kapıya gidip
neler konuşulduğunu işitmek için pür dikkat dinlemeye koyuldum, tabiî bir yandan da
yakalanmamaya çalışıyordum.
Konuşmaları oldukça uzun sürdü; ben de sürekli kapının yanında duramazdım çünkü etrafta
insanlar vardı, fakat olan biteni anlayabilecek kadar bir şeyler işitebildim. Mr. Nicholls da
aradaki boşlukları doldurdu.
Dediğim gibi, önce çok şaşırmıştı ve kelimeler Miss Charlotte'ın ağzından peş peşe
dökülürken mantıklı düşünemeyeceğinden korkmuştu. Ancak o atıp tutarken, yavaş yavaş onun
öfkesinin altında daha farklı bir şeyler yattığını gördü. İnanamıyordu: "O küçük gaddar kadın"
gerçekten kıskançlık duyguları içindeydi.
Başlangıçta onu susturmaya çalışmıştı, çünkü o sırada konutta dört kişi daha bulunuyordu,
fakat hiçbir şey kâr etmedi ve onun devam etmesine göz yummak zorunda kaldı. Ancak sonunda
öyle bir zaman geldi ki Miss Charlotte'ın nefesi kesilecek gibi oldu ve biraz sakinleşti ve nihayet
Mr. Nicholls sesini ona duyurabildi.
Mr. Nicholls'un kelimeleri ne kadar iyi kullandığını çok iyi biliyorum, fakat o anda her
zamankinden daha da iyi olmalıydı. Onun o güzel İrlanda aksanıyla konuşmasını işitiyordum,
ama öyle yavaş konuşuyordu ki kelimeleri yakalayamıyordum; onu işitebilmek için kapıya o
kadar yaslanmıştım ki neredeyse kapı açılacaktı. Ona neler söylediğini, Mr. Nicholls bana
sonradan anlattı: Miss Emily'ye karşı hiçbir zaman bir şey hissetmediğini ve işte bu nedenle
onunla evlenemeyeceğini açıklamıştı. Çok yalnızdı ve Miss Charlotte kendisini hep terslediği
için başka yerlerde dostluk aramak zorunda kalmıştı; bu kendi istediği bir şey değildi.
Mr. Nicholls sözlerinin Miss Charlotte'ı nasıl sakinleştirdiğini anımsayınca gülümsedi,
bunlar sanki onun kulağma fısıldanan sihirli sözlerdi ve sonunda Mr. Nicholls'a kötü
davrandığını kabul etmek zorunda kalmıştı. O dakikadan sonra, artık suçlu kendisiymiş gibi
hareket etmeye başlamıştı ve öyle bir an geldi ki onların arkadaşlıklarını devam ettirenin Miss
Emily olduğuna bile inanmış göründü.
Miss Charlotte'ı çok iyi tanıdığım için, Mr. Nicholls'un söylediklerinin çoğunu şüpheyle
karşılamış olması gerektiğini düşünmeden edemiyorum, fakat belli ki o duymak istediklerini
duymuştu ve bunlar onun olası bazı kaygılarını yok etmeye yeterliydi. Miss Charlotte dikkat
çekecek biri olmamasına karşın, bu yakışıklı adamı, eğer dikkatli düşünür ve hareket ederse,
kendisine bağlayabileceğini düşünmüş olmalı.
Bu konuşmalar biraz daha uzun sürmüştü, fakat Mr. Nicholls Miss Charlotte'ın kafasından
geçenleri sezmişti ve bir dönüm noktasına gelindiğini düşünmeye başladı; ve elini nazik bir
biçimde Miss Charlotte’ınkinin üzerine koyduğunda o da elini çekmeyince, artık aralarında
sözsüz bir anlaşma olduğundan emindi.
Ancak Miss Emily'ye ne yapılması gerektiği sorunu hâlâ ortadaydı, bunun yanı sıra aynı
sorun Miss Anne için de geçerliydi, fakat Mr. Nicholls bunların yanıtlarını artık biliyordu. Onu
en yumuşak sesiyle Miss Charlotte'a, Miss Emily'nin belki de hamile olmadığını, eğer değilse o
zaman onu hasta eden başka bir şey olması gerektiğini, çünkü onun giderek kötüleştiğini
söylerken hayal edebiliyorum. Miss Charlotte ise bundan çok emin değildi. Onun asıl bilmek
istediği, eğer Miss Emily bir bebek bekliyorsa veya onu hasta eden her neyse bundan kurtulursa,
Mr. Nicholls'un onunla ilgili ne yapacağıydı.
Bunlar doğrudan doğruya cevaplandırılması gereken sorulardı ve Mr. Nicholls bana bir an
için ne diyeceğini bilmediğini itiraf etmişti. Sonradan onunla konuşmaya devam ettikçe kendine
güveni gelmiş ve şansını denemeye karar vermişti. Nazik, çok nazik bir biçimde, Üstat
Branwell'e yardımcı olduğu gibi, Miss Emily'ye de yardım etmenin bir çözüm olabileceğini
söylemişti. Pek tabiî ki ona bu işe zaten başladığını söylememiş sadece onu yokluyorduve
dediğine göre Miss Charlotte'ın yanıtını beklerken nefesini tutmuştu.
Bu yanıt geldiğinde Mr. Nicholls hiç şaşırmamıştı. Tıpkı onun düşündüğü gibi olmuştu:
Miss Charlotte bu sözler yüzünden büyük bir şok geçirmiş gibi bir davranmış ve Mr. Nicholls'a
bu fikri hemen kafasından çıkarmasını söylemişti. Bir süre bekleyip ne olacağını görmeliydiler.
Mr. Nicholls bana onun yerinde olsaydı kendi yanıtının da böyle olacağını söyledi, çünkü bu ona
bir süre için emniyette olma fırsatı veriyordu. Eğer Miss Emily doğal bir nedenle ölürse bu çok
iyi bir şey olurdu. Ancak Miss Charlotte şunu da biliyor olmalıydı ki, eğer doğal ölüm ihtimali
ortadan kalkarsa Mr. Nicholls o zaman zehirleme yöntemlerine tekrar başlayabilecekti; ve eğer
Mr. Nicholls bunu yaparsa bundan hiçbir zaman emin olamayacaktı; o zaman kız kardeşinin
doğal biçimde öldüğüne gönül rahatlığıyla inanabilirdi.
Dediğim gibi Mr. Nicholls yanılmamıştı, çünkü dikkatli ve kurnaz Miss Charlotte'tan
beklediği tam da böyle bir yanıttı. Onunla aynı fıkirdeymiş gibi yaptı, fakat Miss Emily'nin daha
uzun bir süre sorun olmayacağını da aklının bir köşesine koydu; o öldüğünde de Miss
Charlotte'tan bir sorun çıkacağını sanmıyordu.
Mr. Nicholls'un dediğine göre, ayrılırken Miss Charlotte onun yanağına küçük bir öpücük
kondurmuştu, her ikisi de birbirlerinin akıllarında ne olduğunu biliyordu; fakat benim
konuşulanlarla ilgili hiçbir fikrim yoktu, çünkü tam o sırada sessizce mutfağa kaçmak zorunda
kalmıştım.
Mr. Nicholls'un odadan çıktığını duydum ve bundan birkaç dakika sonra Miss Anne ve Miss
Charlotte aynı odaya çekildiler, kapı bir kez daha sıkıca kapandı. Ben Miss Aykroyd'la birlikte
sebzeleri ayıklamakla meşguldüm, bu yüzden tekrar kapıya gidip dinleme şansım ortadan kalktı
ve iki kız kardeşin arasında geçenleri ancak birkaç ay sonra öğrenebildim.
Miss Anne'in yazdıklarına göre, Miss Charlotte ona Mr. Nicholls'la konuştuğunu ve genç
adama çok sert bir biçimde eğer Miss Emily'yle evlenmezse, işlediği suçları herkese
açıklayacağını bildirdiğini söylemişti. Yine onun söylediğine göre Mr. Nicholls buna çok
şaşırmıştı ve Miss Emily'yle iyileşir iyileşmez evlenmeyi kabul etmişti. Miss Anne bütün
bunların doğruluğundan hiç Şüphelenmedi, çünkü kız kardeşine inanmaması için hiçbir neden
yoktu, böylece huzura kavuştu. Ona çok ağır gelen sırları biriyle paylaşmış olmanın yanı sıra,
sonuç da iyi olmuştu.
Elbette ki Miss Emily bunların hiçbirini bilmiyordu ve sır olarak saklamaya söz verdiği
halde her şeyi Miss Anne'e anlattığı için Mr. Nicholls'un kendisine ne kadar kızgın olduğundan
haberi yoktu. Görünüşte ise, Mr. Nicholls ona sevgiyle yaklaşıyordu ve Miss Emily, iyileşir
iyileşmez evlenecekleri konusunda oldukça emindi.
1848 yılının kış aylan çok soğuk geçti, kasım ayında soğuk iyice ısınyordu. Mümkün olduğu
kadar kalın bir şeyler giyiyor hatta bazen eldivenlerimi bile takıyordum, fakat hiç yararı
olmuyordu, soba veya şöminenin yanından uzaklaşıldığında konutun her yanı soğuktu. Derim
kıpkırmızı olmuştu ve her şey donmuştu. Sabahları su çekerken kuyudaki buzlan kırmak için
kovayı sert bir şekilde aşağıya atardım. Karanlık günler ağır aksak giderken, Miss Emily de
giderek kötüleşti ve sonunda bir deri bir kemik kaldı.
Miss Charlotte kız kardeşiyle ilgili bir gösteri ortaya koymaktaydı ve evde herkese onun için
bir ilaç aldırdığını söylüyordu, ama bu yalnızca bir oyundu. Bir gün Miss Emily'ye ilacın
kendisine iyi gelip gelmediğini sordum. Bana göz ucuyla bakarak ne demek istediğimi sordu.
Kıpkırmızı olduğumu hissettim, belliydi ki böyle bir ilaçtan haberi yoktu ve bunu ona sormakla
boşboğazlık ettiğimi anladım, kekeleyerek yanılmış olabileceğimi ve onun bir şeyler aldığını
sandığımı söyledim.
Noel yaklaştıkça büyük bayram için hepimiz hem konutta hem evde hazırlanması gereken
şeylerle uğraşıyorduk. Bu benim için de mutlu bir zamandı ve herkesin heyecanına ben de
kendimi kaptırmıştım. O zaman yirmi yaşındaydım ve biraz izin alacağımı, bu arada köydeki iki
dansa gideceğimi düşünüyordum.
Şu anda o günleri düşünmek bile beni üzüyor, fakat bu itiş kakış ve kargaşa içinde çoğumuz
Miss Emily'yi unutmuş gibiydik ve o zamandan beri onun herkesi böyle mutlu görünce neler
hissettiğini hep merak etmişimdir. Dikkatinizi çekerim, o hiçbir zaman şikâyet eden bir insan
olmamıştı, bu nedenle durumunun ne kadar kötüleştiğini fark edemedik. Zavallı kadın! Kendi
telaşım içinde, ona görmek istediğim genç bir delikanlıdan ve kendi kaygılarımdan söz ettiğimi
şimdi anımsıyorum. Bir defasmda gülümseyerek bana sevimli bir kız olduğumu ve çok yakmda
evlenmek üzere kendilerini terk edeceğimden şüphesi olmadığını söyledi. Bu konuşmamızı
düşündükçe daima büyük bir suçluluk duygusuna kapılırım, çünkü tam o günün ertesi günü ayın
19'undabeni çok şaşırtan bir biçimde Miss Charlotte derhal Dr. Wheelhouse'a giderek onu
çağırmamı söyledi.
Dediğim gibi, bu benim için büyük bir sürpriz oldu, çünkü Miss Emily bana birçok kere
doktor görmeye zamanı olmadığını söylemişti, bunlardan en sonuncusu da ona aldığı ilacı
sorduğum zamandı; demek ki fikrini değiştirmesi için çok kötü bir şey olmuştu.
Eteklerimi çamurlanmaması için yukarıya kaldırarak koşabildiğim kadar hızlı koştum; yolda
birçok insan, özellikle de bazı gençler bana bakıyordu, ama buna aldırmadım. Miss Emily bana
daima iyi davranırdı ve benim onun için yapabileceklerimin en azı buydu.
Yol oldukça uzundu, nefes nefese kalmıştım ve kapıyı açan kadına getirdiğim mesajı
söylerken bir an nefesimi tutmam gerekti. Doktorun gelmesi için holde sanki saatlerce bekledim,
fakat biraz sonra üzerinde paltosu ve şapkasıyla geldi, küçük arabası kapının önüne getirilmişti,
böylece çabucak konuta geldik.
Yokuş yukarı hızla giderken, bir şeylerin kötü olduğunu sanki biliyordum. Ön kapı ardına
kadar açıktı ve her yer çok sessizdi. İçeri girerken holün sonunda, merdivenlerin başında Miss
Anne'i görebiliyordum; ağlıyor gibiydi. Ancak tam o sırada Miss Charlotte oturma odasından
çıktı ve sessizce, "Üzgünüm doktor, fakat çok geç geldiniz" dedi. Bana mutfağa gitmemi söyledi
ve doktoru odaya aldı, kapı aralık olduğu için Miss Emily'nin divanda yattığını görebiliyordum,
Mr. Bronte onun yanına sandalyesini çekmiş oturuyordu.
Holü geçerek mutfağa gittim, Miss Anne o sırada bir köşeye çekilmişti ve onu, başı ellerinin
arasında ağlarken gördüm; genç bir kız şu anda admı unuttum, fakat kısa bir süre bizimle
çalışmıştıne yapacağını bilemeden onun yanında duruyordu.
Elbette o anda Miss Emily'nin öldüğünü anladım ve orada duran kıza ne zaman öldüğünü
sordum; dediğine göre ben doktoru çağırmak üzere çıktıktan hemen sonra olmalıydı, çünkü tam
yokuş aşağı koşmaya başladığım sırada Mr. Bronte'nin Miss Charlotte'ı çağırdığını işitmiş.
O gün çok kötü bir gündü; cenaze merasimi ve diğer şeyler bir araya gelince, Noel çok
hüzünlü geçti. Ben yine danslara gittim, fakat hiçbir şeyden zevk almıyordum, gözüme
kestirdiğim delikanlıyı da hayal kırıklığına uğratmış olmalıyım ki bundan sonra benimle
ilişkisini kesti.
Ancak bu beni üzen şeylerin ancak sonuncusu olabilirdi, çünkü o zamanlar çok az şey
bilsem de çok kötü şeyler olduğunu hissedebiliyordum; yeni yılın bizlere neler getireceğini
merak etmeye başladım.

[CC] Her zamanki gibi, Emily'nin gösterdiği semptomlar hakkında bildiklerimizin çoğunu
Charlotte'tan edinmekteyiz. Onun yazdıklarına göre Mr. Williams, Emily için iki ünlü Londralı
doktoru tavsiye etmişti, fakat Emily bunların kendisine bakmaları ) reddedince, Mr. Williams bu
defa hastalığı homeopati yöntemiyle tedavi ederek onu rahatlatmayı önerdi. Bunun için Dr.
Epps'e danışılmasını söyledi, işte bu nedenle Charlotte 9 aralık 1848 tarihinde yazdığı yanıtta kız
kardeşindeki semptomları bildirdi. Dr. Epps'in reçeteyi mektupla yollayacağını umuyordu.
Onun sıraladığı semptomlar verem tanısına benzemekteydi; bu belirtileri iyi biliyor
olmalıydı, çünkü kendisi daha çocukken iki ablası veremden ölmüştü fakat önemli ve de ilginç
bir şey atlanmıştı.
Mr. Williams'a bir cevap yazdığının ertesi günü Charlotte, Ellen Nussey'ye yazarak bir
önceki gün aldığı bir mektuptan söz etti. Bu mektupta, "Londra'daki ünlü bir doktora" yazdığını
belirterek "Onun hastalığı ve semptomlarıyla ilgili gözlemleyebildiğim en ayrıntılı bilgileri
verdim" diye yazmıştır. Ellen Nussey'ye yazdığı bu mektubun başmda, Charlotte şöyle der:
"ishali yaklaşık iki hafta önce başladı ve hâlâ devam ediyor. Elbette ki bu onu çok zayıf
düşürüyor, fakat kendisine iyi baktığını söylüyor."
Görüleceği gibi arkadaşına gönderdiği mektupta ishalle ilgili olarak iki cümle yazılmış, fakat
garip bir şekilde bir gün önce doktora gönderilen "ayrıntılı" bilgiler içinde bundan hiç söz
edilmemiştir! Bu garip değil midir?
Eğer bu atlama tam tersi mektuplarda yapılsaydı, yani bundan doktora söz edip arkadaşına
yazmasaydı, bu atlama anlaşılabilirdi. İki nazik Victoria Dönemi hanımının birbirlerine ishalden
söz etmeleri o kadar da uygun bir şey olmayabilir, bu nedenle arkadaşına bundan söz etmemesi
şaşırtıcı sayılmayabilirdi. Öte yandan, bir tıp adamına yazılan bir mektupta bu semptomu eklemiş
olması hem kabul edilebilir bir şeydi hem de doğru olurdu.
Sanıyorum Emily "hastalığının" ilk dönemlerinde ishalden mustarip değildi, çünkü Dr.
Epps'e yazdığı aynı mektupta Charlotte kız kardeşinin arada bir "hafif bir laksatif' aldığını
söylemişti. Şimdi düşünülecek olursa, ishal çeken bir hasta laksatif almaz ve böylece biz
biliyoruz ki bu iddialardan yalnızca biri doğru olmalıdır. Ya Charlotte kız kardeşinin laksatif
aldığı konusunda yalan söylüyordu ve Emily hastalığı boyunca ishalden mustaripti ya da
doğruyu söylüyordu. Eğer söyledikleri yalan değilse, o zaman kız kardeşi hastalığının ilk iki
ayında hafif bir kabızlık çekmişti, fakat kasım ayından sonra sürekli olarak ishaldi.
Bu konuya, her ne kadar zevksiz olsa da, bu kadar derinlemesine girmenin iki önemli nedeni
var. Birincisi, Charlotte laksatif konusunda yalan söylemiyordu, Emily'nin ishali zehirlenmeye
başlamasıyla aynı zamana gelir. İkincisi, Charlotte kız kardeşinin bu üzücü semptomunu Dr.
Epps'ten saklamıştı, çünkü bu konuda hiçbir yanılgı olamazo bunu saklamak istemişti. Neden
böyle yaptı? Bunun yanıtı, bana göre basittir. Çünkü ishal zehirlenmenin semptomlarından
biriydi ve Charlotte Dr. Epps'i bazı şeylerin normal gitmediği hakkında uyarmak istemiyordu.
Aslında onun hiç telaşlanmasına gerek yoktu. İshal tüberkülozun son dönemlerinde de
görülür, fakat anlaşılan o bunu bilmiyordu.
Elbette ki, bütün bunlar Nicholls'un Martha'ya söylediklerini de doğrulamaktadır; şöyle ki
Nicholls'un Emily'yi zehirlemekte olduğunu Charlotte'ın bilmesi için her türlü nedeni vardı, fakat
o bu konuda hiçbir şey yapmamıştı.
Charlotte, Nicholls'la o önemli konuşmasından iki gün sonra kardeşindeki semptomlarının
listesini Dr. Epps'e gönderdi. Mr. Williams büyük bir heyecanla üç haftadan beri Emily'nin
hastalığı için harekete geçmelerini ve homeopati uygulanmasını salık vermekteydi. Charlotte ona
yazdığı 22 kasım ve 7 aralık tarihli mektuplarında bu tavsiyelerini Emily'yle görüştüğünü, fakat
onun bunları reddettiğini bildirdi. Şahsen bu konunun kardeşler arasında açıldığım hiç
sanmıyorum.
Charlotte'ın savunma mekanizması ancak Nicholls'la konuşmasından sonra harekete geçti ve
mektuplaşmaya devam ederek semptomların listesini gönderdi. Şöyle bir mantık yürütmüş
olmalıydı: eğer Nicholls gerçekten Emily'yi zehirleyerek öldürürse ve eğer bir şekilde bu cinayet
ortaya çıkarsa, o zaman kendisi, Nicholls ne söylerse söylesin, onun neler yaptığmı bilmediğini,
tam tersine kendisinin kız kardeşine yardım etmeye çalıştığını gösterebilecekti. İddia ediyorum
ki yalnızca bu nedenle listeyi yollamıştı, fakat Nicholls'tan şüphelenilmemesi için ishal konusunu
atlamıştı.
Sekizinci Bölüm

Ayaklan kötülüğe koşarlar ve suçsuz kanı dökmeye acele ederler.


İşaya 59:7

1849 yılı gelmişti, fakat bu kimsenin yaşamına farklı bir şey getirmedi. Konutta yaşadığım
süre yeni yılın hiçbir zaman özel bir önemi olmamıştı ve o kış zaten havalar her zamanki gibi
soğuk olmaya devam etti, herkesin kafasında ısınmaktan başka bir şey olmadığı belliydi.
Bana gelince, kendi sorunlanmla belki gerekenden daha fazla meşgul olduğumu
söylemeliyim. Şimdi düşünüyorum da biraz bencillik ve haksızlık etmişim, çünkü Mr. Bronte
Miss Emily'nin ölümü ve diğer bazı nedenlerle bizim Noel hediyelerimizi vermemişti ve bunlan
almamız şüpheliydi. Mr. Bronte'nin âdeti her Noel'de hepimize içinde biraz para bulunan bir zarf
vermekti, bunları onun için Miss Emily'nin hazırladığını biliyordum ve ben de bu parayla çok
hoşuma giden yünpamuk karışımı bir etek almayı düşünüyordum. Noel'den kısa bir süre önce
Mr. Whitehead'e birkaç penilik depozit yatırmıştım ve yeni yılda paranın geri kalan kısmını verip
eteği alacağımı söylemiştim. Şimdi param yoktu ve ne yapacağımı bilmiyordum.
Böylece konutta her şey eskisi gibi devam etti, fakat şunu da söylemeliyim ki ailenin iki
ferdi aramızdan aynlmış olarak yeni yıla başlamak biraz garip geliyordu. Şuna da dikkatinizi
çekerim, yapılacak daha az iş vardı, ama Miss Charlotte yine de bizlere şunu bunu yaptırarak
hepimizi köle gibi kullanmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Miss Emily'yi özlediği
yoktu ve sadece aileden birilerinin yanında ondan bahsediyordu; böyle zamanlarda ne kadar
üzgün olduğu hakkında onlara uydurduğu hikayelere şaşardım. O sıralarda bana daha iyi
davranıyor gibi görünmesini garipsiyordum. Artık ondan gülücükler alıyordum, eskisinden daha
güler yüzlüydü. Benimle konuşuyor, arada bir djşarı çıktığım köydeki delikanlılarla ilgili sorular
soruyordu ve zaman zaman bazı sorularından dolayı hafifçe kızardığımı hissediyordum. Elbette
bunların nedenini ben biliyordum: o Mr. Nicholls'u artık istediği yere koyduğunu düşünüyor ve
ona rahat vermiyordu.
Mr. Nicholls bana, kimsenin görmediğinden emin olduğu zamanlarda Miss Charlotte'ın
kendisine yaklaştığını ve ona karşılık vermek için mümkün olduğunca rol yapmaya çalıştığım,
fakat ona karşı hiçbir şey hissetmediğini söyledi. Sadece tensel bir yakınlık gösterebilirdi, ama
ona böylesi bir ilgiyi de pek duymuyordu, yalnızca kendinden bekleneni yapıyordu. Fakat sürekli
olarak Miss Charlotte'ın geleceğe yönelik düşüncelerini merak etmekteydi ve en fazla onun
kendisini evliliğe zorlamasından korkuyordu.
Bu, Mr. Nicholls'un elinin altmda olan şeylerden memnun olmadığı anlamına gelmiyordu.
Bana sık sık söylediği gibi, Miss Emily'nin ölümüyle kendisine yönelik tehdidin ortadan
kalktığım düşünerek Miss Charlotte'ın beklediği ilgiyi gösterebileceğini sanmıştı, fakat bu
istekler zaman zaman aşırıya kaçıyordu. Ancak Miss Charlotte'ı kızdırmadığı sürece, kendisine
pek zararı dokunj mazdı ve yine bana söylediğine göre içi rahatlamış olarakonun aklında evlilik
olmadığmı anlamıştı. Elbette, bu konuda fikrini değiştirmesinin her zaman için mümkün
olduğunu, o zaman da onu reddedemeyeceğini biliyordu, fakat bunun bile o kadar kötü bir şey
olmadığını düşünmeye başlamıştı. Artık Miss Charlotte'ın epeyce parası olduğunu biliyordu ve
yolda bir kitap daha vardı1 Hepsi bu değildi, ihtiyar Mr. Nicholls, Mr. Bronte'den hep böyle söz
ederdiölünce onun yerine de geçebilirdi, bu da fazla bir zaman almayacak olmalıydı. Epey
hınzırca bir gülüşle bana para, kendi kilisesi ve sakin bir yaşamın, en kötü şey geçekleşse bile,
hiç de kötü bir beklenti olmadığmı söyledi; o zaman Miss Charlotte bile çenesini kapamak
zorunda kalırdı.
Böylece her ikisi de kendi anlayışları doğrultusunda rahatça,' yaşıyordu; fakat yine de, her
zaman olduğu gibi, onların mutluluğunu bozacak bir şey ortaya çıktı.
Bu kez, anlaşıldığı kadarıyla, sorun Miss Anne'di. Şu gerçeği çok iyi biliyorum ki, Miss
Emily ölünce Miss Anne üzüntüden aklını kaçıracak hale gelmişti; bunu çok iyi anlayabiliyorum,
çünkü onun ölümüyle yalnızca kız kardeşini kaybetmekle kalmamış aynı zamanda en yakın
arkadaşını da kaybetmişti. Miss Anne'in o sırada sağlığının bozulması da, kendisini daha kötü
hissetmesine neden olmuş olabilir. Miss Emily ölmeden kısa bir süre önce Miss Anne yan
tarafında ağrılar hissettiğini söylemekteydi; sonra üşüttü ve ateşlendi. Bunun üzerine Dr.
Wheelhouse ona bakmaya geldi, fakat bana göre o yine her zamanki titrek ihtiyardan başka bir
şey değildi. Ona yakı yapılmasını önermişti, fakat Miss Emily bana bunun kız kardeşinin
durumunu daha da kötü yaptığını söylemişti.
Fakat ben Miss Anne'i rahatsız eden d alı a kötü bir şey olduğunu hissedebiliyordum ve daha
sonra olanlara bakınca bu konu hakkında şimdi daha çok fikrim var. O kardeşlerinden daha uzun
süre başka yerlerde çalışmıştı; sanıyorum bu şekilde insanların kapalı kapılar arkasındaki
davranışlarını daha iyi değerlendirebilme yeteneğini kazanmış ve herhalde dünyadaki kötülükleri
onlardan daha çok görmüştü. Sanıyorum ki bu nedenlerle, Miss Emily'nin ölümünün Mr.
Nicholls için uygun bir ortam yarattığını ve onun Üstat Branwell'i zehirlediğini bildiği için, aynı
şeyi kız kardeşine de yapmış olabileceğini düşünmeye başlamıştı.
Sonradan Miss Charlotte'a bu tür düşünceleri kafasından silmeye çalıştığını, fakat bunları bir
türlü aklından çıkaramadığını ve artık bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini söylemişti. Ve
Miss Charlotte da bunları Mr. Nicholls'a anlatmıştı.
Miss Anne bu korkular içinde Miss Charlotte'a gitmiş, pek tabiî ki o da bunları alaya almıştı.
Fakat Miss Anne her şeyi babasına anlatmayı düşündüğünü ve Miss Emily öldüğüne göre artık
babasının incinmeyeceğini söyleyince epey telaşlanmıştı.
Mr. Nicholls 'un bana dediğine göre, Miss Charlotte kız kardeşine ne diyeceğini bilememiş
ve hemen kendisine koşmuştu. İkisi uzun uzun konuşmuşlar ve sonra da Miss Charlotte tekrar
kız kardeşine gitmişti. Bunun üzerine Miss Charlotte, Miss Anne'e eğer babasına giderse
babasınm da bunu Mr. Nicholls'a söyleyeceğini ve böylece bu olay öğrenilirse, Miss Emily'nin
ruhunun acı çekeceğini söyledi. Yalnızca bununla kalmaz, bu hikâye Bronte adına gölge
düşürürdü ve bütün aile, özellikle de babaları acı çekerdi.
Görülen o ki, Miss Charlotte'ın bu söyledikleri Miss Anne'i etkilemişti, fakat yine de onun
bu olaylardan çok rahatsız olduğu belliydi. Mr. Nicholls bundan dolayı kendisinin de çok
tedirgin olduğunu anlattı. Bana söylediği sözler aynen şöyleydi: "Bu kâbus hiç bitmeyecek mi
diye düşündüm." Miss Charlotte sürekli ola1 rak ondan bir şeyler istemekteydi, böylece hemen
hemen her akşam konuta uğramak zorunda kalıyordu; bunun doğru olduğuna yemin edebilirim
çünkü geldiğinde onu görüyordum ve evde de herkes onun konuta gittiğini görüyordu; hatta bir
gece eve o ka1 dar geç dönmüştü ki, Black Bull'dan yeni gelmiş olan babam ona Mr. Bronte'nin
bir rahatsızlığı olup olmadığını sormuştu. Fakat tam o sıralarda bizim bilmediğimiz bir şey vardı,
bu da Mr. Ni1cholls'un Miss Charlotte'a tahammül edebileceğine karar vermiş olmasıydı, fakat
kız kardeşiyle ve onun endişeleriyle ne yapacağını bilmiyordu.
Anlaşılan Miss Charlotte Mr. Nicholls'u yatıştırmak için elinden geleni yapıyor ve ona
endişelenmemesini söylüyordu. Miss Anne'i kendisinin susturacağını ve görünüşe göre onun da
bu ; dünyada pek kalıcı olmadığını söylüyordu. Mr. Nicholls'u yatıştırmak bir hayli zamanını
almıştı ve sonunda Miss Charlotte'ın sürekli Miss Anne'i gözlemesine, eğer bilmesi gereken
herhangi bir şey olursa Mr. Nicholls'a bildirmesine karar verildi.
Mr. Nicholls'un anlattıklarına göre, aradan haftalar geçince hem kendisi hem de Miss
Charlotte biraz daha sakinleşmişlerdi, çünkü Miss Anne de Miss Emily'nin izinden, tıpkı onun
gibi adım adım mezara gitmekteydi. Böyle olmasına karşın, yine de kendilerini çok dikkatli
davranmak zorunda hissediyorlardı, çünkü sanki hep bir sorun çıkacakmış gibiydi bela gelmek
üzereydi!
Miss Emily hastayken Miss Charlotte Haworth'taki havanın "sağlığı bozuk olanlar için" hiç
uygun olmadığını söylerdi. Miss Anne bunu anımsamış olmalı ki, bu konuda kimseye önceden
bildirmeden, daha sıcak bir yere gitmenin kendi sağlığı için daha iyi olacağını söyledi. O sırada
ben de daha sıcak bir yere gitmenin hepimiz için daha iyi olacağını düşünmeye başlamıştım;
ılıman bir iklimi olan Cornwall, Penzance'ta yaşayan akrabalarına gitmek üzere Miss Anne
hazırlanmaya başladığında ona çok gıpta etmiştim, fakat o kadar uzaklara seyahat etme
düşüncesi babam oranın 300 milden daha uzak olduğunu söylemiştibenim pek hoşlanacağım bir
şey değildi.
Bir ara Miss Anne'in Miss Charlotte'la Cornwall'a gidişi hakkında konuştuğunu duydum ve
Miss Charlotte'ın renginin niçin solduğunu hiç anlayamadım. Tabiî ki şimdi, Mr. Nicholls ile
Miss Charlotte'ın, bildiklerini birisine anlatıverir diye Miss Anne'i göz önünden ayırmak
istemediklerini biliyorum; gidecek olursa, onlardan uzakta birlikte olduğu kişilerle iyi ilişkiler
içine girmesi, tehlikeyi büyütürdü. Mr. Nicholls bu fikrin onları gerçekten rahatsız ettiğini
söyledi; fakat sanki yardım etmek üzere onlara bir el uzanmıştı.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Mr. Bronte o zamanlar yetmiş bir yaşındaydı ve zaman
zaman da çok garip davranıyordu. Ancak o aptal biri değildi ve hepimiz gibi o da, Dr.
Wheelhouse'un çok iyi bir doktor olmadığını biliyordu. Bir gün holde işimi yaparken, onun Miss
Charlotte'la Miss Anne hakkında konuştuğunu duydum. Kızına, Dr. Wheelhouse'un
yaptıklarından hiç tatmin olmadığını ve çoğu zaman onun konuştuklarından bir şey
anlayamadığını söylüyordu. Bunu epey düşündükten sonra bir başka doktor getirtmeye karar
verdiğini ve bunun için de Leeds General İnfırmary'de genel cerrah olan Dr. Teale'e yazarak
gelip Anne'i görmesini istediğini anlattı. Miss Charlotte babasına bunun ne kadar paraya
çıkacağmı merak ettiğini söylediyse de Mr. Bronte bunda kararlı olduğunu ve mektubu o gün
yollayacağını belirtti.
Büyük doktor gelmeden önce konutu baştan aşağı temizlemek zorunda kaldık ve o geldiği
zaman Miss Charlotte hepimize mümkün olduğunca ortalıkta görünmememizi söyledi. Doktor
gittikten sonra Miss Charlotte bize, Miss Anne'in veremden mustarip olduğunu, fakat hastalığın
çok ilerlemediğini ve durdurulabileceğini söyledi. Aynı zamanda doktorun Miss Anne'e
"seyahate çıkmayı" yasakladığını ekledi.
Mart ayının sonunda Miss Anne pek değişmiş gibi görünmüyordu belki biraz daha iyiydive
bir gün bana çok mutlu olduğunu, çünkü Miss Charlotte'ın arkadaşı Miss Nussey'nin kendisini
çağırıp bir süre onunla kalmasını istediğini söyledi. Ancak ben Miss Charlotte'ın, kız kardeşine
yapılan bu çağrıdan çok hoşlandığını söyleyemem; çünkü bir gün ona Miss Anne için bunun iyi
olabileceğini söylediğim zaman homurdanarak, onun için böyle başıboş gezmelerin henüz çok
erken olduğunu söyledi. Bunu anlayamamıştım; üstelik Miss Charlotte'ın sürekli olarak Miss
Anne için herkese, öyle olmadığı halde, her zamankinden daha kötü olduğunu söylemesini de
anlayamıyordum. Hatta bazen kız kardeşinin neredeyse yatalak olduğunu bile söylüyordu ve
bunları öğrendiği zaman Miss Anne'in hiç de hoşlandığı söylenemez.
Bir gün geldi ki, Miss Anne odasında olmadığı zamanlarda Miss Charlotte'ın kendi
mektuplarını okuduğunu öğrendi; bunun üzerine Miss Charlotte ona eğer arzu ederse
mektuplarına cevap yazabileceğini söyledi. Ben o sırada merdivenleri temizliyordum ve benim
oralarda olduğumdan haberleri yoktu; tam o anda Miss Anne Miss Charlotte'a sert bir biçimde,
kendi işlerini kendisinin halledebileceğini ve işlerine burnunu sokmamasını söyledi. Miss
Charlotte'ın yanıt verdiğini duymadım, fakat hızla yatak odasından dışarı fırladı. Benim
yanımdan tek kelime söylemeden geçti; o anda yüzünün kıpkırmızı kesildiğini, dudaklarının
gerildiğini görebiliyordum.
Ben Miss Anne'in kendisini iyi hissettiğini biliyordum, çünkü bana sürekli olarak
Paskalya'dan sonra havalar biraz daha ısınınca, Scarborough'ya gitmek istediğini söylüyordu. Bir
keresinde aynı şeyi Miss Charlotte'a da söylediğini ve ona zamanı gelince kendisiyle birlikte
gidebilir mi diye sorduğunu işittim. Miss Charlotte'ın söylediği tek şey şu olmuştu: "Bakalım."
Bu sözün Miss Anne'in hevesini nasıl kırdığını biliyorum. Bir veya iki hafta sona Miss,Anne
bana Miss Nussey'ye yazarak birlikte seyahate çıkmayı önereceğini söyledi.
Dediğini yapmış olmalıydı, çünkü bir gün yatağını yapmaya gittiğimde, Miss Anne
yatağının üstünde oturuyordu ve anladığım kadarıyla biraz ağlamıştı. Kendisini pek iyi
hissetmediğini düşündüm. Onun için bir şey getirebilir miyim diye sordum, bir şey istemediğini
söyledi, yalnızca hoş olmayan bir haber almıştı; işte o zaman yanında, yatağm üzerinde bir
mektup dikkatimi çekti. Birkaç dakika sonra Miss Nussey'nin haziran ayından önce onunla
birlikte bir yere gidemeyeceğini yazdığını söyledi, ne yapacağını bilmiyordu. Neredeyse ona
eğer birini istiyorsa beni alabileceğini söyleyecektim! Ben hayatımda Haworth'tan on beş milden
daha uzağa gitmemiştim ve denizi hiç görmemiştim.
Bundan başka Miss Charlotte'ın onunla birlikte seyahate çıkacağını söylediğini de öğrendim,
fakat aradan haftalar geçti ve bu gerçekleşmedi.
Bu arada Miss Anne giderek kötüleşmeye başladı; bana göre düş kırıklığına uğraması ve
Haworth'ta kalmaya zorlanması onu çok etkilemişti. Çoğu zaman çok kötümserdi ve onun
giderek eridiğini görebiliyordum, fakat yaşamını devam ettirdi ve her gün dolaşmaya çıktı.
Mr. Nicholls'un anlattığına göre, o zamanlar Miss Charlotte ve kendisi Miss Anne hakkında
çok endişeleniyorlardı. Onun garip bir ruhsal durum içinde olduğunu biliyorlar ve daha ne kadar
süre dilini tutabileceği konusunda gittikçe daha çok telaşa kapılıyorlardı. Ancak Miss Anne bir
gün Miss Charlotte'a birkaç haftadır kendisini ölümün pençesinde hissettiğini ve bildiklerini artık
taşıyamayacağını söylediği zaman sıkıntıları doruk noktasına gelmişti. Bunları çok geç olmadan
birisine itiraf etmek istiyordu, fakat ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Her şeyi babasına
mı söylemeliydi yoksa kendi kiliseleri dışmda bir başka kilisenin papazına mı anlatmalıydı
bilemiyordu.
Anlaşıldığı kadarıyla bu konuşmadan hemen sonra Miss Charlotte doğru Mr. Nicholls'a
koşmuştu. Ona Miss Anne'i daha fazla sessiz tutmanın olanaksız olduğunu söyledi.
Mr. Nicholls'a gelince, işte bu noktada artık Miss Anne'in de erken bir ölümle
susturulmasının zorunlu olduğunu ilk kez düşünmeye başlamıştı; bunu benden saklamadı, içini
çekerek böyle düşünmenin kendisi için hiç de hoş olmadığını söyledi. Yine de Miss Anne'in her
şeyi her an bozabileceği fikri aklından çıkmıyordu ve bu konu üzerinde düşündükçe onun
ölümünün kendisi içm başka bakımlardan da iyi olabileceğini görmeye başladı.
Önce planları hakkında Miss Charlotte'a hiçbir şey söylememenin en iyisi olduğunu
düşündü. Söylediğine göre, Miss Anne ortadan kalkınca, Miss Charlotte ona fazla
asılamayacaktı, çünkü artık arkasında Miss Anne'in desteği olmayacaktı; işte bu nedenle Miss
Charlotte onun planlarının önüne geçebilirdi. Ancak kısa bir süre sonra ona planlarını anlatmak
zorunda olduğunu fark etti, çünkü yardımına ihtiyacı vardı.
Çünkü gördüğünüz gibi, onun Üstat Branwell ve Miss Emily'ye yaptığı gibi, Miss Anne'in
yemeklerine herhangi bir şey koyması mümkün değildi, fakat Miss Charlotte bunu yapabilirdi ve
bu onun için çok kolay olurdu, ama acaba kabul eder miydi?
Bu kısmı anlatmaya başladığında Mr. Nicholls gözlerini kapadı, sanki kafasını rahatlatmak
istiyordu. Tekrar konuşmaya başladığında, bu konuyu Miss Charlotte'a nasıl açacağını
bilmediğini, ancak çok dikkatli olması gerektiğini bildiğini söyledi.
Miss Charlotte'a bunları söylerken niçin ve nedenleri nasıl sıraladığım anlatmadı, fakat asıl
konuya geldiğinde, Miss Charlotte buna pek şaşırmamıştı. Bu tutumu Mr. Nicholls'u oldukça
şaşırtmıştı, fakat beni değil. Şimdi davranışlarının tamamen değişmesinden anlıyorum ki Mr.
Nicholls onu sarhoş etmişti, öte yandan biliyorum ki Miss Anne hastalığıyla, endişeleriyle ve
söylediği bazı şeylerle Miss Charlotte'ı sinirlendiriyordu. Çok iyi anımsıyorum, yalnızca birkaç
hafta önce, Miss Charlotte mutfağa gelmiş ve bir tabak ile fincanı, kırmak istercesine yere
fırlatmış ve Miss Anne'in kendisine bir azize havası verdiğini söylemişti. Miss Aykroyd bundan
hiç hoşlanmamıştı, yalnızca söylediği sözlere değil, fakat sanıyorum bunları benim yanımda
söylediği için kızmıştı. Kız kardeşi hakkında böyle şeyler söylediği için Miss Charlotte'ı
azarlamlş ve biraz odun getirmem için beni de dışarı yollamıştı. Bu beni yanlarından
uzaklaştırmak için bir bahaneydi, çünkü onları kapıdan dinledim ve Miss Aykroyd'un kimsenin
söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri Miss Charlotte'a söylediğini işittim.
Bunların dışında bir diğer gerçek de, hepimizin bildiği gibi, Miss Charlotte'ın önemli
kişilerle tanışmak amacıyla seyahat etmek istemesiydi ve Miss Anne'i de babasına bakmak üzere
evde bırakmayı düşünüyordu, fakat mademki artık kız kardeşi bir yatalak olmuştu, şimdi o da
kendisini konuta bağlanmış hissediyor ve buraya zaman zaman "Berbat Haworth" diyordu.
Her şey bir yana Miss Charlotte'ı çok iyi tanıdığım için, Miss Emily ve Miss Anne'in
kendisini hep dışlamış olmalarını hiçbir zaman affetmediğini sanıyorum. Zaman zaman bununla
ilgili olarak Miss Anne'e, benim de duyabileceğim şekilde kin dolu sözler söylerdi. Bütün bunlar
bir yana, Miss Charlotte'ın kız kardeşine minnet duyduğunu hiç sanmıyorum, fakat yine de onun
bir cinayete karışmak isteyebileceğini şüpheyle karşılarım. Ancak buna karşın, Mr. Nicholls'u
kaybetme riskine de girmek istememiştir.
Mr. Nicholls'un söylediğine göre Miss Charlotte ona hemen bir yanıt vermemiş, o da bunu
olumlu bir işaret olarak kabul etmişti. Ona göre Miss Charlotte kendini geri çekmişti, çünkü Miss
Anne'in ölümünde doğrudan bir sorumluluk almasının, Mr. Nicholls'un emri altına girmesini
gerektireceğini düşünmüş olabilirdi; fakat açıkça belliydi ki Miss Charlotte ona yardım etmek
istiyordu, çünkü Miss Anne sevdiği adam için bir tehlike yaratıyordu ve bir şeyler yapılması
gerektiğine inanıyordu. Ancak cinayet konusunda geri çekildi ve önemli bir şey hakkında karar
vermek için her zaman yaptığı gibi dışarı çıktı; düşünürken olaylan da yavaşlatmaya çalışıyordu.
Ancak bu kez başanlı olamadı, çünkü Mr. Nicholls bir yanıt vermesi için ona baskı
yapmaktaydı ve Miss Charlotte sonunda yardım edeceğine dair söz vermek zorunda kaldı. Fakat
yine Mr. Nicholls'un anlattığına göre, Miss Charlotte evet demişti ama, onun bu işin içinden
sıyrılmak istediğini de biliyordu. Mr. Nicholls'a göre açıkça belliydi ki o bunu mümkün
olduğunca uzatacaktı, çünkü Miss Charlotte'a göre Miss Anne yakın bir zamanda doğal bir
şekilde zaten ölecekti böylece o da bu işin içinde olmayacaktı.
Ancak gerçek olan bir şey vardı; Miss Anne her iki durumda da ölecekti.

[CC] Nicholls ve Charlotte'ın şanslarına, en çok korktukları şeyin gerçekleşebileceği bir


anda, Anne'in Haworth'tan ayrılmasının yasaklanması anlaşıldığı kadarıyla bir rastlantıydı.
Birçok olasılık düşünülecek olursa, Charlotte Dr. Teale'in sözlerini kötüye kullanmıştı. Hastalık
henüz çok ilerlememişken, elbette ki daha sıcak ve havanın temiz olduğu bir yer, Anne için
yararlı olurdu. Ben Charlotte'ın 30 ocak tarihinde Ellen Nussey'ye yazdığı mektubunda kız
kardeşiyle ilgili olarak, ertesi yıl "kışın başlarında daha sıcak bir yere gitmesi yararlı olabilir"
görüşünü çok ters buluyorum. Onun bu sözleri tamamen mantıkdışıdır. Eğer Anne'in sağlığı bir
yıl sonra hâlâ endişe verecek şekilde olacaksa, o zaman onun durumu daha iyi olamaz, hatta daha
kötü olur. O zaman Charlotte'ın ima ettiği "seyahat telaşı" da mantıklı olamaz, çünkü o zaman bir
yıl önce bu niçin onun sağlığına zararlı olarak kabul edilmiştir, diye bir soru sorulabilir.
Sonuç olarak, bu hileli oyun başarılı olmuştur. Anne yerinde kalmış ve sorun bu şekilde
çözümlenmiştir.
Ancak maalesef, Charlotte'ın huzuru kısa sürmüş ve iyi niyetli Mr. Williams tekrar araya
girmiştir. Hatırlanacaktır ki Emily için Dr. Elliotson ve Dr. Forbes adlı "Londralı iki ünlü
doktoru" öneren kişi oydu ve Charlotte ona kız kardeşinin bunu reddettiğini söyleyince de Dr.
Epps'i ve homeopati uygulanmasını önermişti. Şimdi ise Anne için kraliçe ailesinin doktoru olan
Dr. Forbes'a danışılmasını öneriyordu.
Belli ki, Charlotte ona bir yanıt vermemişti. Bunun yerine 22 ocak 1849 tarihinde Mr.
Williams’ın patronu George Smith'e yazdı, fakat Mr. Williams’ın önerisini yine yerine
getirmedi. Bu kez bahane Mr. Bronte'nin Dr. Teale'e "tam güven" duyduğunu söylemesiydi, oysa
gerçekte Charlotte'ın bu konuyu, tıpkı Emily'nin durumunda olduğu gibi, babasına açmış olduğu
da şüphelidir. Aslında olay, tek bir orijinallikten bile yoksun bir biçimde, Dr. Epps hikâyesinde
olduğu gibi yinelenmişti.
Olanları takip edebilmek güç olsa da, Charlotte'ın yaptıkları şöyleydi. George Smith'e
yazmış ve Dr. Teale'in teşhisini Dr. Forbes'a bildirerek bu teşhis hakkında ne düşündüğünü
öğrenmesini istemişti.
George Smith kendisine böyle bir iş yüklendiği için hiç hoşnut olmamalıydı. Onun yayınevi
yönetmek gibi bir işi vardı ve bu tür işlere vakit ayıramayacak kadar meşguldü. Ayrıca o da
benim gibi, bunun çok dolambaçlı bir yol olduğunu düşünmüş ve Charlotte'ın niçin kendisini bu
işe soktuğunu merak etmiş olmalıydı. Charlotte Dr. Teale'e ya babası gibi güven duyuyor veya
tersine hiç güvenmiyordu. Eğer Charlotte Dr. Teale'e güveniyorsa, o zaman niçin başka bir
doktora danışma zahmetine giriyordu? Eğer güven duymuyorsa, o zaman önünde iki seçenek
vardı. George Smith'ten yapmasmı istediği işi kendisi yapabilirdi veya Dr. Forbes'a rica ederek
konuta şahsen gelmesini ve kız kardeşini muayene etmesini isterdi. Elbette ki, bu ikinci seçeneği
uygulayacak olursa ve Mr. Bronte'nin Dr. Teale'e güvendiği konusunda doğru söylüyorsa, o
zaman babasının öfkesiyle karşı karşıya kalacaktı. Ancak böyle bir durum karşısında, eğer
Anne'le gerçekten ilgileniyorsa, bu ödemesi gereken küçük bir bedel olurdu.
İşte bundan dolayı, dışardan birini işe karıştırmasının mantıklı bir nedeni olamazdı. Bu
durumda Charlotte'ın savunma mekanizmalarından birini görürüz. Eğer kız kardeşi ölecek
olursa, kendisine yönelebilecek herhangi bir eleştiri istemiyordu, çünkü o zaman daha duyarlı
bazı konuların da yakından incelenmesi gerekebilirdi. Charlotte görevini yapmış biri olarak
görünmek istiyordu ve bu da görünürde Dr. Forbes'a erişmek için bir girişimde bulunmasıyla
mümkün olabilirdi. Doktorla yapılacak konsültasyonun üçüncü bir kişi aracılığıyla
gerçekleştirildiğinden ve bu kadar gereksiz, zaman kaybettirici, fakat önemli bir süreçten kendisi
dışında, yalnızca iki kişinin bilgisi olacak ve başka kimse bunu bilmeyecekti.
Burada söylemeye çalıştığım şey, onun 30 ocak 1849 tarihinde
Ellen Nussey'ye yazdığı mektuptan anlaşılmaktadır, burada şunları yazmıştı: "Birkaç gün
önce Dr. Forbes'un fikrini almak için yazdım." Böylece bilinçli olarak sanki kendisi doğrudan
doktora yazmış görüntüsü veriyordu. Daha sonra mektubuna devam ederek doktorun o sırada
herhangi bir yer değişimi yapılmasını onaylamadığını yazdı; böylece şimdi Charlotte'a göre
yalnızca ona göreAnne'in konuttan ayrılmaması konusunda hemfikir olan iki doktor vardı. Bu
çok, hem de bazılarına göre çok fazla rahatlatıcı bir durumdu ve bunun doğrusunu biz hiç
bilemeyeceğiz. Her şeye rağmen, önemli olan sonuçtu ve sonuçta Anne yerinde kalmıştı.
Şubat ayı geldi ve Charlotte, Ellen'a yazarak onun Anne için aldığı solunum aygıtma
teşekkür etti. Bu mektubunda garip bir umudundan da söz ediyordu: "Eğer Anne yeniden
dışarıya çıkacak kadar iyileşebilirse bu solunum aygıtı onun için yararlı olacaktır." Charlotte'ın
böyle bir umudu ifade etmek için kullandığı sözlere insan elde olmadan şaşar, çünkü neredeyse
Anne'in erken ölümüne Ellen'ı hazırlamaktadır. Bundan yalnızca iki hafta önce Mr. Williams'a
Anne'in daha iyi olduğunu söylemişti ve 2 mart tarihinde şöyle yazmıştı: "Kız kardeşim
iyileşmeye devam ediyor; bitkinlik ve zayıflığı pek kalmadı; ruhsal olarak kendini daha iyi
hissediyor."
Martha'dan öğrendiğimize göre, Anne ona Ellen Nussey'nin kendisini evine davet edip
onunla kalmasını istediğini söylemişti; ayrıca Martha'nın yazdıklarına dayanarak, iki kız kardeş
arasında, Charlotte'ın Anne'in mektuplarına karışması konusunda bir atışma geçtiğini de
doğrulayabiliriz.
Şu anda herkesçe bilinen mektuplardan, Anne'in kendi yazışmalarını yürütebilecek durumda
olduğunu da biliyoruz gerçekten de Ellen'a şimdi sözünü edeceğim mektuptan bir hafta sonra
yazmıştıfakat solunum aygıtından dolayı Ellen'a teşekkür etmek ve Ellen'ın davetine yanıt
vermek için yazan kişi Charlotte oldu. Mektubuna anlamı belirsiz bir cümleyle başlamıştı:
"Anne'e yazdığın nazik notu okudum..." Şimdi tam olarak bununla ne demek istiyordu? Bu, basit
bir şekilde, Anne'in notu okuyup bunu Charlotte'a verdiğini gösterebilir. Bir başka seçenek ise ve
daha büyük bir olasılıkla, bu cümle Anne'in mektubunu okuyamayacak kadar hasta olduğunu ve
bu nedenle notu ona kendisinin okuduğunu göstermek amacıyla kullanılmış olabilir. Anne hiçbir
şey okuyamayacak kadar hastadır ve Charlotte bu nedenle ona notu okumuştur. Charlotte
genellikle kullandığı kelimelerde çok dikkatliydi ve böylesine belirsiz bir cümleye biz şüpheyle
bakmalıyız.
Ellen'a yazılan mektup şöyle devam eder: "Babama göre onun durumu çok istikrarsız."
Ancak bu sözü Mr. Bronte'nin söylediği şüphe götürür, çünkü daha önce gördüğümüz gibi,
kardeşinin durumunu abartmak Charlotte'ın amaçlarına çok uygun düşüyordu. Daha sonra asıl
amacına dönerek, eğer iyi olursa Anne'in bir veya iki ay içinde "ya deniz kenarında bir yere ya
da iç taraflarda kaplıcaların olduğu bir yere gitmek" istediğini yazmıştır. Böyle bir durumda,
Charlotte kız kardeşine refakat edemeyeceğini, çünkü babasına bakmak için evde kalmak
zorunda olduğunu söylemiş, bunun için Ellen'a onun yerine gidip gidemeyeceğini sormuştur.
Mektubun bu bölümü şaşırtıcıdır ve büyük ölçüde de çelişkilidir. Şaşırtıcıdır, çünkü Nicholls
ve Charlotte'ın Anne'i göz önünde tutmak istediklerini biliyoruz; çelişkilidir, çünkü Charlotte'ın
hep ısrarla söylediği, Anne'in çok istikrarsız durumuyla ilgili imaların da saçma olduğunu
gösterir.
Elbette ki, Charlotte ve Nicholls, Anne'in Ellen'la ya da kimle olursa olsun, seyahate
gitmesini istemezlerdi; o zaman Charlotte niçin böyle bir mektup yazmıştı? Evet, bunun nedeni
çok basitti: o Anne'in bu davete yanıt vermek üzere Ellen'a yazmasını istemiyordu. Bu not
geldiğinde iki kız kardeşin arasında geçen konuşmayı ve Anne'in kendi arzularını nasıl dile
getirdiğini çok iyi tahayyül edebiliriz.
Charlotte, "Ne kadar iyi bir fikir. Ben bu gece Ellen'a yazacagmı; ona seninle birlikte gidip
gidemeyeceğini sorayım mı? Emimrrı ki bunu kabul edecektir" demiş olmalı. Bu öneri çok doğal
görülebilir ve Anne de Ellen'a yanıt vermekten kurtulmuş olurdu. Bunun üzerine mektubu
Charlotte yazdı ve Anne'in teklifini de bildirdi. Başka bir seçeneği yoktu, çünkü Anne ondan bir
yanıt bekleyecekti, fakat Charlotte'ın görünürdeki bu saflığının da bir amacı vardı ve bu sorunu
çözümlerken onun çok çapraşık yollara girmiş olduğunu da görüyoruz.
Ellen'a Anne'in isteklerinden söz ettikten sonra, yine aynı mektupta bu durumun "ciddi
sakıncalarını" da ileri sürerek devam etti. Eğer kız kardeşi evden uzaklarda hastalanırsa ve bu
arada yanında yalnızca Ellen olursa, bu çok kötü sonuçlar doğurabilirdi. "Bu düşünce beni ifade
edemeyeceğim kadar çok üzüyor ve ne zaman bir seyahat projesinden söz etse ben titriyorum."
(Hiç değilse bu sözleri doğruydu!) "Eğer bir seyahate çıkılacaksa o zaman haziran daha güvenli
bir ay olur eğer haziranı görebilirsek..." Charlotte ayrıca Ellen'dan şunlan rica etti: "Bu notuma
öyle bir yanıt ver ki bunu Anne'e gösterebileyim." işte bundan sonra çapraşık durum başlıyordu.
Charlotte Ellen'dan kendisine ayrıca "başka bir kâğıda" özel bir mektup yazmasını istedi. Ne
kadar karmaşık bir ağ dokuyoruz!..
Ellen kendisinden istenenleri yerine getirdi. Anne'e yazarak onunla birlikte gitmek istediğini,
ancak "arkadaşlarının" buna karşı çıktıklarını, mayıs ayının çok yoğun bir ay olduğunu ve zaten
mayıs ayının sonlarında da misafir beklediğini kısacası aklına gelebilecek her türlü bahaneyi
sıraladı. Charlotte çevirdiği dolapların sonucundan çok hoşnut kalmıştı, fakat onun bu zevki
Anne'in, bunlann hiçbirisini kabul etmemesiyle üzüntüye dönüştü. Ellen'a kendisi yazarak eğer o
kendisine refakat edemezse, o zaman Charlotte'ın kendisiyle birlikte geleceğini umduğunu
söyledi. Böyle yaparak Ellen'ı sıkıştıracağını umuyordu, fakat sonuç istediği gibi olmadı;
Charlotte ise bundan çok tatmin olmuştu. Ancak Charlotte, Anne'in gitme konusunda çok kararlı
olduğunun farkındaydı ve onun bu önlenemez isteği karşısında boyun eğmiş gibi göründü.
Babasmm yalnız kalması anlamına gelse bile, Anne'le birlikte gideceğini bildirdi. Şimdi bizlerin
de bildiği gibi, bunun nedeni Anne'in gitmekte bu kadar kararlı olmasıydı; Charlotte sonuçta,
Anne'in susmasını sağlayabilmek için onunla birlikte gitmesinin zorunlu olduğuna karar
vermişti.
Her şeye karşın Charlotte hâlâ zamanla oynuyordu. Ellen'a yazdığı bir mektupta, bir ay veya
altı hafta boyunca Anne hâlâ gitmekte ısrar ederse onunla birlikte gideceğini söyledi. Ellen'ın da
onlara katılmasını önerdi.
İlk önceleri, kız kardeşini öldürmek zorunda kalması durumunda, Charlotte'ın bir üçüncü
kişiyi aralarına alma teklifine şaşırmıştım. Fakat bunun nedenini anlamam uzun sürmedi.
Belliydi ki Charlotte, kesinlikle gerekli olduğu takdirde, kız kardeşini öldürmeye razı olacaktı,
fakat Scarborough'da bir şeylerin doğru gitmemesinden ve şüphe altında kalmaktan korkuyordu.
Eğer her şey planlandığı şekilde gitse bile, birkaç sivri dilli yine çenesini tutamayacaktı. Ona
göre en iyisi, olayların gelişimi sırasında yanlarında tarafsız bir tanık bulunması ve eğer
gerekirse bu kimsenin kendi lehine tanıklık yapmasıydı.
Charlotte 16 nisan tarihinde Mr. Williams'a da yazdı. Bunu yapmasının nedeni, Mr.
Williams’ın bir kez daha homeopati önermesiydi, fakat bu kez öneri hemen reddedilmişti. Ayrıca
Charlotte ona söz konusu seyahatle ilgili bilgi verdi ve ya kız kardeşiyle gitmek ya da babasıyla
kalmak gibi iki görev arasında sıkışıp kaldığını, fakat Anne'e refakat etmesinin babasının arzusu
olduğunu anlattı.
Bunun da ne kadar doğru olduğu merak konusudur, çünkü değişik örneklerden açıkça
görüldüğü gibi, Charlotte eğer bir şeyi gerçekten isterse babasının rızasına gerek duymadanonu
elde ederdi. Yaşlı adamı bırakıp gitmekle ilgili babasının daha yaşlı ve halsiz olduğu zamanlarda
bilehiç vicdan azabı çekmemişti; o bu bahaneyi sadece Anne'i evde tutmak amacıyla
kullanıyordu.
Böylece Charlotte gitmeyi kabul etti, fakat yine de zamanla oynuyordu; bütün bu seyahat
konuşmalarının lafta kalacağını ve o zamana kadar da kardeşinin öleceğini umuyordu.
Dokuzuncu Bölüm

Evine vasiyet et, çünkü öleceksin, yaşamayacaksın.


Işaya 38:1

Günler geçti. Miss Anne'in sağlığı kötüleşmese de onun giderek içine kapandığını
görüyordum; ayrıca çok üzüntülü görünüyordu. Tanıdığı köylüler hakkında komik şeyler anlatıp
onu biraz neşelendirmeye çalışıyordum, o da arada bir gülümsüyordu. Kafasında kendisini
rahatsız eden bir şey olduğu belliydi ve bir gün bana kötü bir şey olacakmış gibi bir duygusu
olduğunu söyledi. Ona ne demek istediğini sordum, fakat bunu bilmediğini söyledi, çok
huzursuzdu.
Mr. Nicholls bana anlatıncaya kadar benim bilmediğim şey ise, o sırada hem onun hem de
Miss Charlotte’ın Miss Anne'i kendileri için giderek daha büyük bir tehdit olarak görmeleriydi,
hatta Miss Charlotte onun bir an önce kendi yollan üzerinden çekilmesinin daha iyi olacağı
konusunda Mr. Nicholls'un düşüncesini kabul etmek zorunda kalmıştı.
Onların sorunu, insanların dedikodularına yol açmadan Miss Anne'in kısa bir süre içinde
ölmesinin nasıl sağlanacağıydı. Herkes Üstat Branwell'in zaten kendisini öldürene dek içtiğini
biliyordu; Miss Emily'nin ölümü ise kimse bir şey söyleyemeden unutulup gitti; eğer konutta 8
aydan kısa bir zaman içinde aileden bir kişi daha ölecek olursa bu bir karışıklık yaratabilirdi. Bu
durum Dr. Wheelhouse'un bile dikkatini çekebilirdi.
Mr. Nicholls bana bu konu üzerinde çok konuştuklarım söyledi, ama sonunda bunun yanıtını
bulan da kendisi olmuştu. Miss Charlotte'a, yalanda normal yolla öleceği umuduyla kız
kardeşinın bir süre daha suskun kalmasını sağlayabilirse, o zaman her şeyin düzeleceğini söyledi.
Ona biraz daha süre tanımalıydılar, fakat hâlâ ölmezse o zaman şanslarını deneyip işe
koyulacaklardı. Anlaşılan Miss Charlotte ona, çok kısa bir süre olmak kaydıyla bunu
yapabileceğini söylemişti; eğer bu sırada Miss Anne hızlı bir çöküşe geçmezse, o zaman bu işi
Mr. Nicholls'un planı tamamlayacaktı. Bunun anlamı da Miss Charlotte'ın Miss Anne'le birlikte
Scarborough'ya gitmesi demekti çünkü Miss Anne kendini oraya gitmek üzere hazırlamıştı ve
işte orada ona öldürücü dozda zehri vermek Miss Charlotte'a düşüyordu.
Mayıs ayı geldiğinde Miss Anne çok daha iyi görünüyordu ve ben onun için çok
mutluydum. O zaman, şu anda bildiklerimi bilmediğim için, Miss Charlotte'ın da mutlu olduğunu
düşünüyordum, çünkü aramızdan bazılarına Miss Nussey'yle birlikte Miss Anne'i
Scarborough'ya götürmeyi planladıklarını ve zamanı gelince kendilerinin yokluğunda evin ve
Mr. Bronte'nin bakımı için yapmamız gerekenleri bildireceğini söyledi.
Bu beni her şeyden daha fazla sevindirdi, çünkü Miss Charlotte gittiği zaman konut çok
farklı bir yer oluyordu. O zaman işlerimize burnunu sokan, hep kusur bulan ve bize sürekli daha
çok iş veren biri olmayınca, hepimiz çok daha neşeli oluyorduk. O olmadığı zamanlar hepimizin
daha fazla çalışması garipti ve kesinlikle daha çok işi daha çabuk yapardık. Ayrıca hepimiz kendi
aramızda saatlerimizi herkese uygun olacak biçimde ayarlardık, bu da bizler için özel bir işimiz
olduğu zaman izin alabileceğimiz anlamına geliyordu.
Sanıyorum 23 mayıs tarihinde ayrıldılar, çünkü ayın sonlarına doğru bir çarşamba günüydü.
Onların bavullarını hazırlamaları büyük bir heyecan yaratmıştı, hatta Miss Charlotte bile neşeli
görünüyor ve her zamankinden farklı olarak herkesle konuşuyordu. Ona "Scarborough ne kadar
uzakta?" diye sordum ve bana yüz mil kadar olduğunu söyledi, fakat onlar trenle gidiyorlardı ve
Miss Nussey de onlara Leeds'te katılacaktı. Hepimizin onlara el sallayarak güle güle demesine
izin verildi, ardından Mr. Bronte'nin içeri girmesine yardımcı olduk ve gönlümüz rahat işlerimize
döndük.
Aradan bir hafta geçti, çok güzel bir haftaydı bu. Konutta herkes neşe içindeydi, hava çok
ılık ve güneşliydi. Anımsıyorum, hatta bir akşam, bir süredir arada bir görüştüğüm Stanbury'den
bir delikanlıyla kırlarda bir yürüyüşe bile çıktım.
Onların konuttan ayrılmalarından tam bir hafta sonrasına gelen o gün hepimiz Mr. Nicholls
tarafından yapılan bir çağrı üzerine bir araya geldik. O zamana kadar böyle bir şey hiç olmamıştı,
hepimiz kötü bir şey olduğu duygusuna kapılmıştık; niçin bizimle Mr. Bronte konuşmuyor diye
merak içindeydik. Oturma odasına son giren kişi ben olmuştum ve bu nedenle Mr. Nicholls'un
bana kötü kötü baktığını zannettim, fakat kısa bir sürede fark ettim ki bu onun genellikle vaaz
verirken takındığı ve benim her zaman sahte dediğim yüzüydü.
Anımsıyorum, o derin ve güzel İrlanda şivesiyle, çok yavaş konuşuyordu; bize o sabah Mr.
Bronte'nin çok kötü haberler aldığını ve büyük bir üzüntü içinde olduğundan bunu bize
bildirmesini Mr. Nicholls'tan rica ettiğini söyledi. Mr. Nicholls bundan sonra haberi açıkladı ve
duyduklarımıza hiçbirimiz inanamadık. Bize 2 gün önce Miss Anne'in Scarborough'da öldüğünü
söyledi ve sonra sözlerine devam ederek cenazenin Haworth'a getirilmesi Mr. Bronte'yi daha çok
üzeceğinden Miss Charlotte'ın onu hemen Scarborough'da gömdürdüğünü anlattı.
Daha önce de söylediğim gibi, biz buna inanmanın çok güç olduğunu düşünüyorduk.
Özellikle de seyahate çıkacağı gün Miss Anne o kadar iyi görünüyordu ki, bunu hatırlayınca
hepimiz gözyaşlarına boğulduk. Miss Anne öylesine sessiz ve kibardı ki... Ve işte şimdi o
ölmüştü; bu da yetmiyormuş gibi millerce uzakta, yabancıların arasına gömülmüştü. Bunların
hiçbiri doğru olamazdı.
Böylece konutta hüzünlü bir dönem daha başladı, Mr. Bronte'yi görmek için sürekli gelip
gidiyorlardı. Bu hepimiz için daha fazla iş demekti, fakat hiçbirimiz aldırmıyorduk ve zavallı
yaşlı adama üzülüyorduk. Elbette, hepimizin kafasında Miss Charlotte'ın yakında tekrar geri
geleceği düşüncesi vardı. Miss Charlotte ile Miss Anne arasında zaten az olan sevginin tamamen
tükendiğinden, Miss Aykroyd'un dışında kimsenin haberi yoktu ve herkes onun bir an önce
gözyaşları içinde geri dönüp babasını teselli etmesini bekliyordu.
Benim dışımda herkesin şaşırıp kalmasına karşın, bu beklenti gerçekleşmedi. Ondan hiç ses
çıkmadan aradan bir hafta daha geçti; ancak babam Mr. Nicholls'a sorduktan sonra onun Miss
Nussey'yle uzun bir tatil yapacağını öğrendik. Bu haber köyde oldukça dedikodu yarattı. Miss
Charlotte zaten köyde pek sevilmezdi ve herkes onun yabancı diyarlarda gezeceğine, babasının
yanına geri gelmesi gerektiğini söylüyordu.
Sonuç olarak Miss Charlotte, Miss Anne'in ölümünden sonraki dördüncü hafta içinde geri
geldi; her ne kadar rol yapmaya çalışsa da, hepimize göre açıkça belliydi ki Miss Charlotte ile
Miss Nussey kıyı boyunca değişik yerlerde çok iyi vakit geçirmişlerdi ve kız kardeşini kaybettiği
için hiç de üzgün değildi.
Daha sonra Mr. Nicholls'tan öğrendiğime göre konuta ve "berbat Haworth"a geri gelmekten
korktuğu için bu kadar uzun süre oyalanmıştı. Dediğine göre, onu dönmeye zorlayan tek şey, Mr.
Nicholls'un kendisini bekliyor olmasıydı ve artık onun hayatını mahvedecek erkek ve kız
kardeşleri yoktu.
Gerçekte ise, zaten gelmekten başka yapacak bir şeyi yoktu, fakat daha sonraki olaylara
bakıldığında denebilir ki, hiç geri gelmeseydi daha iyi ederdi.

[CC] Göründüğü kadarıyla, Nicholls Scarborough'da tam olarak neler olduğunu Martha'ya
hiçbir zaman söylememişti. Bununla ilgili hiçbir ayrıntı vermiyor ve bu nedenle de aradaki
boşluğu, iğneyle kuyu kazarak çıkardığım bilgilerle doldurmam gerekiyor.
16 mayıs tarihinde Charlotte arkadaşı Ellen'a, kendisinin ve Anne'in bineceği trenin Leeds'e
varış saatini bildirmiş, ayrıca onu Anne'in durumundan dolayı şaşırmaması için baştan uyarmıştı.
Anne durumunun ne kadar çabuk kötüye gittiğini değerlendiremezdi ve Charlotte, Ellen’ın ona
bu gerçeği belli edecek herhangi imada bulunmasmı istemiyordu. O aşamada Charlotte'ın
isteyeceği en son şey, Anne'in paniğe kapılması ve vicdan azabından kurtulmak için günah
çıkarmayı yeniden düşünmeye başlamasıydı.
Ellen'a söylediğine göre Charlotte babasının bakımıyla ilgili hiç kimseye özel bir talimatta
bulunmamıştı; bu da onun Miss Anne'le gitmesinin olanaksız olduğunu, çünkü evde oturup
babasına bakması gerektiğini söylediği günlerden oldukça farklı bir yaklaşımdı! Anlaşılan "Mr.
Nicholls" ona bakmayı teklif etmiş, fakat babası bunu duymak bile istememişti. Martha'ya göre
onun böyle bir şeyi kabul etmemesi kimseyi şaşırtmazdı, çünkü Mr. Bronte'nin kendi
yardımcısına ayıracak zamanı azdı.
Seyahate çıkacakları gün geldi ve üç kadın önce York'a, sonra da 25 mayıs tarihinde
Scarborough'ya vardılar. Anne hemen ertesi gün hasta olamazdı, çünkü eşek arabasına binerek
bir saat kadar plajda dolaşmıştı ve 27 mayıs pazar günü de oldukça iyi olmalıydı. Sabah kiliseye
yürüyerek gitmişti bu oldukça uzun bir yoldu, öğleden sonra plajda gezinmişti ve Ellen'ın Mrs.
Gaskell'e söylediğine göre o gece "hiçbir hastalık belirtisi olmadan" geçmişti.
Anne pazartesi sabahı saat 7'de kalktı ve tuvalet işlerinin çoğunu "kendi başına yapmak
istediğini belirtti". Bundan sonra, Ellen'ın dediği gibi o sabah saat 11'e kadar hiçbir terslik
olmadı, fakat birdenbire Anne kendisini tuhaf hissettiğinden söz etti. "Daha uzun yaşayacağını
sanmadığını söyledi. Hemen buradan ayrılmak üzere hazırlanırsak, acaba ölmeden evine
ulaşabilir miydi?"
Bu çok ani ve beklenmedik bir şeydi. Görünürde Anne bir an için iyiydi, birdenbire o kadar
kötüleşmişti ki kendini ölümün eşiğinde sandı. Muhakkak ki Charlotte ona ölümcül dozu o sabah
saat yedi ile on bir arasında vermişti. Anne'in, kız kardeşinin kendisine böyle bir şey yaptığından
şüphelenip şüphelenmediğini zaman zaman düşünmüşümdür; acaba eve mümkünse hemen
dönmek istemesinin nedeni bu muydu? Belki konutta kendini daha güvende hissedecekti.
Bir doktor çağrılmıştı, ama şüphesiz doktor hastayı görmeden °nce Charlotte tarafından
bilgilendirilmişti. İnsan neredeyse onun söylediklerini işitebiliyor: "Doktor, hasta benim kız
kardeşim. Aylardır tüberkülozdan mustarip. Onun için çok endişeleniyorum, Çünkü ailede
kalıtımsal bir hastalık bu; diğer üç kız kardeşim de bundan öldüler." Hangi doktor böyle bir
fesatlıktan şüphelenebildi, özellikle de bu sözlerin ciddi ve saygın bir kız kurusundan gelmiş
olduğu düşünülecek olursa? Bunlar öyle masumca söylenmiş sözlere benziyordu ki, bunun
üzerine doktor Anne'in tüberküloz olduğunu varsayarak onu muayene etmiş olmalıydı. Kusma ve
ishal gibi işaretler, tüberkülozun son dönem işaretleriyle karıştırılabilirdi.
Doktorun Anne'i ne kadar dikkatli muayene ettiğini bilmiyoruz, fakat hemen anında ona
ölmekte olduğunu söylemişti. Daha sonra birkaç kez ona bakmak üzere uğradıysa da, hastasını
kurtarmak için yapabileceği fazla bir şey yoktu ve Anne öğleden sonra saat ikide ölmüştü.
Şunu da belirtmekte yarar var anlaşıldığı kadarıyla, kaldıkları pansiyonda Anne'in belirgin
biçimde hasta olduğunu düşünen çok az kimse vardı, o tam ölmek üzereyken yarı açık
kapısından birisi seslenerek ona yemek zamanının geldiğini haber vermişti!
Ölüm belgesinde ölüm nedeni şöyle belirtilmiştir: "Verem. 6 ay. Onaylanmamıştır." Bu bilgi
yalnızca Charlotte'tan gelmiş olabilir. Bu "belge" üzerinde hiçbir doktor adı bulunmamaktadır,
çünkü besbelli ki doktor ölümün nedenini onaylamak istememiştir, ancak nedense yine de bir
otopsi yapılmamıştır.
Anne'in ölümü iki gün sonra kayda geçirilmişti ve bu da Ellen tarafından yerine getirilmişti.
Charlotte sonuçta huzura kavuşmuştu ve kendisinden oldukça hoşnut olmalıydı. Kardeşi
pürüzsüz bir şekilde ortadan kaldırılmıştı; kimse kendisinden şüphelenmiyordu ve ölüme tanık
olan tarafsız bir kişi vardı; hatta işleri öyle bir şekilde düzenlemişti ki, ölüm belgesinde kendi adı
değil de Ellen'ın adı vardı. Arthur da bundan mutlu olacaktı. Şimdi yapılması gereken yarım
kalmış işleri toparlamaktı.
Nicholls ve Charlotte planlarını çok dikkatli bir.şekilde yapmışlardı. Haworth'ta Bronte
ailesine ait bir cenaze daha olmaması ve bunun getireceği her türlü söylentiden uzak kalınması
konusunda kararlıydılar. Eğer Anne'in ölümünü çok sayıda insan öğrenirse, en kısa zamanda biri
olayları düşünerek bir sonuç çıkarmaya kalkışabilirdi ve mezardan ölüyü çıkarmanın sonucu
gerçekten korkunç olurdu. İşte bu nedenle ikisi birlikte Anne'in
Scarborough'da, mümkün olduğunca sessiz ve çabuk bir biçimde gömülmesine karar
vermişlerdi. Ve yapılan da bu oldu.
Anne 28 mayıs 1849 tarihinde öldü. Charlotte ertesi gün babasına bir mektup yazarak ona bu
üzücü haberi verdi ve ona kızının çok çabuk gömüleceğini, bu yüzden cenazeye zamanında
gelmesinin mümkün olamayacağını bildirdi. Ona danışmadı, sadece söyledi. Şimdi ben bunu
oldukça garip buluyorum. Eğer her şey dürüstçe yapılıyor olsaydı, o zaman bu telaş niyeydi?
Babasına danışmak ve onun arzularım öğrenmek için oldukça zamanı vardı, çünkü o zamanlar
posta şimdi olduğundan çok daha çabuk yerine gidiyordu. Kız kardeşinin cesedini evinden bu
kadar uzaklarda gömdürmek için hangi yetkiye sahipti? O zaman ileri sürülen bahaneye göre,
Haworth'ta tekrar aileden birinin gömülmesi yaşlı adam için çok üzücü olacaktı. Bu saçmalıktır.
Mr. Bronte yaşlı bir çetin cevizdi ve eğer Charlotte'ın dediklerine inanılacak olursa, zaten babası
Anne'in ölümüne çoktan hazırlanmıştı. Niçin bundan yalnızca iki ay önce Mr. Bronte kızının
durumunu "çok şüpheli" gördüğünü belirtmişti? Hayır, bunların hiçbiri bu pisliği temizleyemez.
Anne, Scarborough'da gömülmüştü, çünkü bu Nicholls'un planının bir parçasıydı, başka hiçbir
nedeni yoktu.
Anne'e bakan doktor cenazeye katılabileceğini söyledi, fakat Charlotte bunu kabul edemezdi
ve onun bu teklifi kibarca, ancak kesinlikle reddedildi. Cenazede bulunan kişiler Charlotte, Ellen
ve Scarborough'da yaşayan okul müdiresi Miss Margaret Wooler'di; bir de o sırada burayı ziyaret
etmekte olan ve Ellen’ın reddedemeyeceği komşularından biri gelmişti.
Charlotte bundan sonra kız kardeşinin mezan için mermer bir taş ısmarladı, fakat buna da
pek fazla zaman ayırmadı. Mezar taşının üzerinde şöyle yazılmıştı: "Haworth, Yorkshire'da
görevli PaPaz P. Bronte'nin kızı Anne Bronte'nin cansız bedeni burada yatmaktadır. 0, 28
yaşında, 28 mayıs 1849 tarihinde ölmüştür." Charlotte babasının mesleğini dünyaya bildirmek
için beş harf yazdırmıştı, ama burada ne Tanrı'ya ne "sevgili kızına" hiçbir atıfta bulunulmamış,
hatta ona "Huzur içinde uyu" bile denmemişti. İşte Charlotte'ın sık sık ifade ettiği gibi, kız
kardeşine duyduğu sevgi hakkında bu kadarı yeter.
Charlotte, Anne'in ölümünden sonra Scarborough'da on ikj gün daha kaldı. Ancak bu arada
kız kardeşinin mezar taşının istekleri doğrultusunda yapılıp yapılmadığını denetleme zahmetine
girmedi. Bunun yerine Ellen'la birlikte doğu kıyısında seyahatlerine devam ettiler. Tekrar
Scarborough'ya döndüğünde aradan üç yıl geçmişti, o zaman bile sadece Filey'de olduğu için
buraya günübirliğine uğramıştı. O zaman Ellen'a mezar taşınm iyi yapılıp yapılmadığına bakmak
istediğini, bu konunun uzun süredir "aklını meşgul ettiğini" söylemişti öyle ki oraya gidip bir
şeyler yapması üç yılını almıştı!
Mezarına gittiğinde taşın üzerindeki yazıda en azından beş tane hata olduğunu gördü ve
bunun için oradakilere "gerekli bilgileri verdi". Kız kardeşinin mezarını bir daha ziyaret etmedi
ve mezar taşının üzerinde hâlâ Anne'in yaşı yirmi sekiz olarak görülür, aslında o öldüğünde
yirmi dokuz yaşındaydı. Başka ne denebilir ki?
Onuncu Bölüm

Beni kendi ağzının öpüşleriyle öpsün.


Neşideler Neşidesi 1:2

Şimdi benim açımdan olumlu sayılmayacak bazı olayları aktarmalıyım, bunları atlamayı
tercih ederdim, ancak bunlar bundan sonraki olayların öylesine ayrılmaz parçaları ki, anlatmadan
geçemeyeceğim.
Miss Charlotte ile Miss Anne'in gidişinden sonra hepimiz Mr. Nicholls'taki değişikliğin
farkındaydık. O ilk geldiği zamanki haline daha çok benziyordu; kaygısız ve neşe doluydu ve her
gün Mr. Bronte'ye bakmak için konuta geldiğinde hepimizle konuşurdu. O zamanlar özellikle de
Miss Anne'in ölüm haberinin gelmesinden sonra sanki daha da neşelenmişti ve bu bana çok garip
geliyordu; ancak dışarıdayken yüzü daha farklı bir ifade alıyordu.
Elbette benimle konuşmak için de çok fırsatı oluyordu ve bizim evimizde yaşadığı için
hakkımda çok şey biliyordu. Bazen benimle, olur olmaz her şey hakkında konuşurdu ve
Irlanda'daki delikanlılık anıları beni gülmekten kırardı. Bazen, sanki farkında değilmişçesine,
kollarını belime dolardı ve hatta bir keresinde ilk zamanlarda yaptığı gibi beni gıdıklamıştı bile.
Sanıyorum o zamanlar otuz bir yaşındaydı ve ben de ondan on yaş daha küçüktüm. O bana
daima çok çekici gelmiştir ve sanki 0 da bana bir tür yakınlık hissediyormuş gibi görünüyordu,
fakat ben sadece bir hizmetçiydim ve o da tüm dikkatini Miss Emily ve Miss Caharlotte 'a
çevirmişti. Ancak Miss Charlotte'ın uzakta olması ve bir süre daha gelmeyecek gibi görünmesi
üzerine, sanki bana daha çok ilgi gösterir olmuştu; ben de bundan hem hoşlanıyordum hem de
gururum okşanıyordu.
Bu, benim açımdan çok masumca bir şeydi, fakat Miss Charlotte hâlâ uzaklardayken, bir
gün, sanıyorum ilk kez bizim evde onunla yapayalnız kalmıştık.
Oldukça sıcak ve güzel bir gündü ve akşamüzeri izinliydim. Babamın loca toplantısı vardı
ve annem de bana kız kardeşlerimle birlikte teyzemin kır evine gideceğini söylemişti; bu hoş bir
ziyaret olabilirdi. Mümkün olursa onlarla birlikte olabileceğimi söyledim. Miss Aykroyd da izin
almamı kabul etti ve böylece işimi bitirir bitirmez mümkün olduğu kadar çabuk, kendime
çekidüzen vermeden eve geldim.
O gün çok işim vardı, Miss Anne için başsağlığma gelenler olmuştu, hava sıcaktı ve ter
içinde kalmıştım, böylece bir an evvel eve gidip yıkandıktan sonra üstümü değiştirerek en iyi
giysilerimi giymek için sabırsızlanıyordum. Genellikle evde olduğum zamanlar kardeşimin
odasındaki leğen ve ibrikle yıkanırdım, fakat herkesin dışarıda ve Mr. Nicholls'un da konutta Mr.
Bronte'nin yanında olduğunu bildiğimden, sonradan leğeni boşaltma ve ibriği de yeniden
doldurup yerine bırakma zahmetine girmemek için mutfakta yıkanmaya karar verdim.
O sırada lavabonun içinde bir tencere dolusu temiz su vardı ve ben de giysimi çıkardım, iç
gömleğimi belime kadar indirdim ve yüzüme su çarptım. İşte bu mutluluktu, fakat bir an içinde
birdenbire taş kesildim, çünkü iki el göğüslerimi avuçlamış ve vücudu arkamdan bana sert bir
şekilde yaslanmıştı. Gözlerim içine kaçan suyla yan kör gibi, panik içinde bir yana savruldum,
ellerim vurmak üzere uzanmıştı, fakat birdenbire birinin bileklerimi sıcıka tuttuğunu fark ettim
ve Mr. Nicholls'un fısıldayarak her şeyin yolunda olduğunu söylediğini işittim.
Duygularım beni karşı gelmeye zorluyordu; kendimi çekerek kurtulmaya çalıştım, o da beni
daha sıkı tutuyor ve lavaboya doğru sıkıştırıyordu. Sonra yüzüme bir bez bastırdığını hissettim
ve beni boğmak istediğini sandım. Sonra onun beni tek eliyle tuttuğunu fark ettim, öbür eliyle
yüzümü ve saçlarımı kurulamaya çalışıyor ve sürekli olarak ensemi öpüyordu. Kendimi daha
sakinleşmiş hissettim, fakat onun sertliğini hâlâ hissediyordum; sonra hiçbir şey düşünmeden ona
döndüm ve tıpkı onun kadar vahşi duygularla onu öpmeye başladım.
Şimdi bunları yazarken, kendimi o dakikaların tüm heyecanını yeniden yaşıyormuş gibi
hissediyorum, aradan bunca zaman geçmiş olmasına karşın hâlâ yüzüme ateş basıyor. Bundan
sonra olan her şeyi yazmak istemiyorum, ancak şunları söylemekle yetmeyim; her ikimiz de
kendimizi mutfağın taş döşeli yeri üzerinde bulduk, fakat birkaç dakika gibi bir zaman sonra,
tekrar ayağa kalktığımız zaman, her ikimiz de artık aramızda bir şeylerin hiçbir zaman eskisi gibi
olmayacağını biliyorduk.
Bütün vücudumun, içten ve dıştan yandığım hissediyordum, giysilerimi aldığım gibi yatak
odasma koştum ve aklımdan yıldırım gibi geçen bir sürü düşünceyle yatağa uzandım. İtiraf
etmeliyim ki o sırada bakire değildim, çünkü eskiden iki delikanlıyla kendimi kaybetmiştim.
Fakat bu seferki gibi bir ateşi hiç hissetmemiştim, ayrıca bu arada hamile kalmak istemiyordum,
geleceğin bana neler getireceği korkusuyla başım dönüyordu.
Orada yattığım süre Mr. Nicholls yukarı gelir mi diye merak içindeydim, fakat gelmedi.
Mutfakta dökülen suların sesini duydum, sonra arka kapı kapandı ve pencereye giderek dışarı
baktım; onun, bu dünyada umursayacak hiçbir şey yokmuşçasına kırlara doğru hızla yürüdüğünü
gördüm.
Kendimi toparladıktan sonra, aşağıya mutfağa gittim; su kabını boşaltıp tekrar doldurduktan
sonra, baştan aşağıya yıkandım; fakat bu kez kapı sürgüleri çekilmiş, perdeler kapanmıştı ve
sürekli tetikteydim. sonra giyindim ve saçlarımı yaptım, köyün ortasından yürüyerek teyzemin
evine gittim. Bu arada herkes yüzüme bakıp neler yaptığımı anlayacakmış gibi geliyordu.
O akşamı nasıl geçirdiğimi bilmiyorum. Annem de bir şeyler anlamış olmalı ki bana
kızarmış olduğumu söyledi ve ateşim olup olmadığını sordu. O zamandan beri onun,
yaptıklarımla ilgili bir Şeyler hissedip hissetmediğini ve bunu babamla konuşup konuşmadığım
merak etmişimdir.
Mr. Nicholls'u bir daha gördüğümde yüzümün ateş gibi yandığını hissettim, fakat aramızda
geçen olaydan bana hiç söz etmedi. Yalnız günün sonuna doğru, ben Mr. Bronte'nin odasından
çıkarken, beni bir kenara çekerek iyi olup olmadığımı sordu ve o akşam tekrar buluşmaya karar
verdik.
İşten sonra o akşam eve gittim, yıkandım ve saçımı dikkatle yaptım ve en güzel
kurdelelerimden biriyle arkadan bağladım; hatta kız kardeşlerimden birinin bana yaş günümde
verdiği parfümden biraz sürdüm. Küçük aynada kendime baktım ve kızarmış yüzüm sanki
boyanmış gibi görünse de, daha önce hiç bu kadar güzel olmadığımı düşündüm. Meğer tam o
sırada kız kardeşlerimden biri beni kapıdan seyrediyormuş ve ne yapacağımı anlar anlamaz, hiç
vakit kaybetmeden aşağıya koştu ve anneme bir delikanlıyla buluşmaya gideceğimi söyledi. Çok
şükür ki ben aşağıya indiğimde babam dışarıdaydı, çünkü daha çok şey öğrenmek isteyecekti;
annemin tek söylediği ise "İyi eğlenceler, ama dikkat et" oldu ve ben onun bununla ne demek
istediğini biliyordum.
Tıpkı Mr. Nicholls ve Miss Emily'nin yaptığı gibi, biz de şimdi kırlara doğru ayrı ayrı
yollardan gidiyorduk ve orada, küçük bir şelalenin yanında beni nazikçe kollarına aldı ve
duymak istediklerimi söyledi. Yine sevişerek geceyi tamamladık.
Miss Charlotte gelmeden önce birçok defa buluştuk; ondan sonra buluşmalarımız sona erdi.
Bu beni üzdü ama şaşırtmadı, çünkü böyle olacağı konusunda zaten beni uyarmıştı. Ona nedeni
sorup baskı yapınca, bana söyleyemeyeceği çok şey olduğunu, fakat ona güvenmemi ve her
şeyin iyi olacağını söyledi.
Bununla yetinmek zorundaydım, fakat çok şaşkındım. Ancak bir olay birçok şeyi aydınlığa
kavuşturarak gerçeği anlamama yardımcı oldu.
Olay şöyle başladı. Mr. Nicholls ve ben Miss Charlotte gelmeden önce her şeyin mümkün
olduğunca tadım çıkarmaya çalışıyorduk ve onun gelmesinden iki gece önce kırlara biraz daha
erken gitmiştik. O gecenin hafızamda ömür boyu kalacağı hakkında önceden az çok bir fikrim
vardı, çünkü o zamana kadar hiç bilmediğim bir şekilde sevişecektik.
Mr. Nicholls önce çok nazikti, çünkü her ikimiz de birlikteliğimizin sona ereceğinden dolayı
üzgündük. Fakat yavaş yavaş duygularımız üstün geldi ve üzerimizde tek bir şey kalmayıncaya
kadar soyunduk, birbirimizin her tarafını öpüyorduk, kendimden geçmiştimDaha sonra nefesimiz
kesilmiş bir halde yan yana yattık, bütün gücüm gitmişti, fakat ömrümde bu kadar rahat
olmamıştım.
O akşam uzun zamandır hiç olmadığı kadar tatlı bir şekilde uyudum, sabah normalde
olduğundan daha erken kalktım; işe başladığımda kendimi her zamankinden çok farklı
hissediyordum. Dünyayla barışıktım ve kendimi o kadar canlı hissediyordum ki, Miss Anne'in
ölüm haberini aldığımdan beri yapmaya korktuğum bir işe girişmeye karar verdim. Onun odasına
gittim, yatağındaki çarşaf ve örtüleri çıkararak o gittiği zaman bunları değiştirdiğim
haldeyıkanması için aşağıya götürdüm. Sonra tekrar yukarı çıktım ve onun eşyalarını toplayarak
düzene koymaya başladım. Seyahate çıkmanın verdiği büyük heyecanla her şey karmakarışık
bırakılmıştı ve nereden başlayacağımı bilemiyordum, ama yine de başladım; meraklı biri
olduğum için, onun eşyalarını karıştırmaktan da hoşlanıyordum.
Onun eskiden yazdığı bazı yazılara baktım ve sonra hatıralarını ve bazı şeyleri sakladığı
konsola göz attım. Konsolun üzerinde bana pek ilginç gelmeyen şeyler vardı, fakat bunların
altmda onun yazı tahtası bulunuyordu. Bunu dikkatle dışarı çıkardım, çünkü çok güzel bir
kutuydu ve daha yakından incelemeye koyuldum. Daha önce hiç böyle bir şey yapamamıştım,
çünkü Miss Anne bunu kullanmadığı zamanlar daima kilitleyerek çok dikkatli bir biçimde
kaldırırdı; bunun hakkında o kadar az şey biliyordum ki merak içindeydim.
Şaşkınlıkla, buna ait küçücük anahtarın kilidin üzerinde bırakılmış olduğunu gördüm. Bu
çok garipti, çünkü daha önce dediğim gibi, Miss Anne özellikle son zamanlarda bunu kilitleme
konusunda o kadar duyarlıydı ki, ben de zaman zaman içinde bu kadar iyi korunması gereken ne
var diye merak ederdim. Bütün düşünebildiğim seyahate çıkma telaşıyla kutunun aceleyle
kaldırılarak saklandığıydı ve herhalde anahtarı üzerinde unutmuştu.
Yazı tahtası olarak kullanılan kutu kilitliydi. Anahtarı çevirdim, fakat kilidi açamıyordu,
ancak anahtarla ileri geri biraz oynadıktan sonra, benim düşündüğümün ters yönünde açıldı.
Üzerindeki yazı tahtasını kaldırdım fakat en üstte benim gözüme çarpan bir şey yoktu, ayrıca
alttaki gizli çekmecelerde ve hokkalar arasında da bir şeyler bulamadım. Sonra Miss Anne'in sık
sık içine bir şeyler koyduğunu gördüğüm alttaki bölümün kapağını kaldırdım ve burada kâğıtlar
olduğunu gördüm; bunların hepsi onun özel yazılarıydı ve ayrıca bir kurdeleyle bağlanmış küçük
bir tomar mektup vardı. Bunlardan bir tanesini okudum, bu kendisine Mr. Weightman tarafından
yazılmış bir aşk mektubuydu; Mr. Weightman ben konutta ilk çalışmaya başladım zaman
kilisenin papazıydı ve bundan iki yıl sonra genç yaşta ölmüştü. Herkes Miss Anne'in ona
duygusal bir yakınlığı olduğunu biliyordu ve onun ölümünden sonra Miss Anne bir daha hiç
eskisi gibi olmamıştı. Mektupların hepsi ondandı, ama ben bir tanesini okudum ve bunları tekrar
bağladım.
Sonra kutunun en altına konmuş, daha kalınca çalışma defterlerinden birini buldum; bunlar
pazar okulunda daha büyük çocuklara verilen defterlerdi. Bunun içinde okunmaya değecek
herhangi bir şey bulacağımı hiç sanmıyordum, fakat defteri açtım ve Miss Anne'in düzgün el
yazısıyla sayfalar dolusu yazmış olduğunu gördüm, fakat yazılar o kadar küçüktü ki
okuyabilmek için gözlerimi kısmak zorunda kaldım.
Yalnızca iki sayfa okuduktan sonra, bu defterin günce gibi bir şey olabileceğini anlamıştım;
bunları okurken kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Hepsini okumaya vaktim yoktu
ve defteri eteğimin altına koydum, yatak odama giderek bunu kendi eşyalarımın arasına
sakladım.
Defterin tamamını okumak günlerimi aldı, çünkü ancak etrafta kimse olmadığı zaman
okuyabiliyordum. Bir keresinde Miss Aykroyd ne yaptığımı sormuştu ve ben de ona kendi eski
çalışma defterlerime baktığımı ve bunları atmayı düşündüğümü söyledim. Ancak bu defterde
okuduklarım, benimkinde bulunacak şeyler değildi. Okuduklarım, babamın arada bir ortalıkta
bıraktığı cinayet dergilerinde yazılanlardan çok daha kötüydü.
Mr. Nicholls'un Üstat Branwell'i zehirlediğini, Miss Emily'nin öldüğü zaman Mr.
Nicholls'tan hamile olduğunu sandığını ve Miss Anne'in bütün bunları Miss Charlotte'a
söylediğini, fakat Miss Charlotte'ın hiçbir şey yapmayarak, bunları bir sır olarak saklaması için
Miss Anne'e yemin ettirdiğini öğrendim. Daha sonra Mr. Nicholls'un Miss Emily'yi de aynı
şekilde zehirlemiş olabileceği hakkında sayfalar dolusu endişeleri yer alıyordu ve Miss
Charlotte'a vermiş olduğu söze karşın, eğer kendisine bir şey olursa düşüncesiyle, bunu bir
başkasına söyleme gereği duyduğunu yazmıştı.
Bana öyle geldi ki, Miss Anne bu konuda fazla bir şey yapmamaktan dolayı huzursuz olsa
da, her şeyi yazarak bir ölçüde rahatlayacağını düşünüyor olmalıydı, fakat anlaşılan bu böyle
olmamıştı. Bundan sonra yazdıkları, Miss Charlotte'ın kendisiyle birlikte tatile çıkmayı neden
sürekli ertelediğini, Miss Nussey'nin ilk önce ona refakat etmesinin mümkün olmadığmı
belirtmesine karşın, niçin daha sonra Miss Charlotte'la birlikte gelmeye karar verdiğini
anlamadığı hakkındaydı. Bu yazdıklarını Scarborough ziyaretinin ona iyi geleceği umuduyla
bitiriyordu zavallı kız, pek az şey biliyordu.
Bunları bitirdikten sonra aklıma her şeyden fazla takılan bir şey vardı; Miss Anne her şeyi
Miss Charlotte'a anlattıktan sonra onun niçin hiçbir şey yapmadığını ve Miss Anne'e susması için
neden yemin ettirdiğini bir türlü anlayamamıştım. Miss Charlotte, Mr. Nicholls'un hesap
vermesini ister sanmıştım. Bu soru benim aklımı kurcalayıp durdu ve sonra birdenbire onun Mr.
Nicholls'u bu şekilde elinde tuttuğunu düşündüm; her şey artık açıkça belli olmuştu. Ancak
hikâyenin tamamını yıllar sonra Mr. Nicholls'tan öğrenebildim.
Defter kucağımda, ne yapacağımı bilmeden orada öyle oturdum. Aklıma gelen ilk şey bunu
babama göstermek ve karar vermeyi ona bırakmaktı, fakat sonra onun Mr. Nicholls'u zerre kadar
sevmediği aklıma geldi, o zaman kesinlikle onu darağacına gönderirdi. Aramızda geçenlerden
sonra böyle bir olasılığı düşünemezdim, dolayısıyla bir şey yapmamaya karar verdim. Bana her
zaman öğretilen şuydu: "En az konuşulan, en çabuk düzeltilir" ve işte şimdi yapılacak şey de
buydu. Ertesi gün defteri aldığım yere geri koydum ve şimdilik okuduklarımı aklımın bir
köşesine yerleştirmeye karar verdim, ancak açıkça belliydi ki bir gün bunlar bana yararlı
olabilirdi.
Okuduklarım hakkında hiç kimseye bir şey söylemedim, fakat Mr. Nicholls ile Miss
Charlotte'a bakışımı bütünüyle değiştirmem gerektiğini öğrendim. Mr. Nicholls'a artık korku ve
hayranlıkla bakmıyordum ve bundan sonraki sevişmelerimizde kendimden ve ondan daha
emindim. Miss Charlotte'a gelince, onu memnun etmek için yırtınmıyor ve onun azarlarından da
eskisi kadar rahatsız olmuyordum; şunu da söylemeliyim ki beni artık daha genç olduğum
dönemlere göre çok daha az azarlıyordu. Bunun yerine haklı olduğumu bildiğim zamanlar ona
karşı koyabüiyordum ve beni şaşırtan şey de buna rağmen onun bana daha saygüı
davranmasıydı; benimle eskiden olduğundan daha çok konuşuyordu.
Fakat bu anlattıklarımda daha ileri gitmemeliyim, çünkü henüz Miss Charlotte sonunda eve
geldiği zaman neler olduğunu söylemedim.
Çok daha sonraları, Mr. Nicholls bana Miss Charlotte'ın kendisinden bu kadar ayrı kalmaya
dayanamadığını söyledi, ayrıca ona eskisinden daha da çok baskı yapıyordu. Elbette ki ben o
zamanlar bunları bilmiyordum, fakat Mr. Nicholls o etrafta olduğu zaman buluşamayacağımız
konusunda beni uyarmıştı.
Ayrıca söylediğine göre, Mr. Bronte kendisine daha çok vakit ayırmasını istiyordu ve ondan
kurtulması da çok zordu. Geriye bakınca, nasıl ona inanacak kadar aptal ve sarhoş olabildiğimi
anlayamıyorum. Birçok kimse biliyordu ki Mr. Bronte'nin ona ayıracak pek zamanı yoktu, ona
ihtiyacı olmasa onu iki paralık edip başından atabilirdi. Ama ben ona inandım.
Miss Charlotte'ın kendisine nasıl yalan söylediğini, Mr. Nicholls bana çok sonraları
anlatmıştı. Dediğine göre, Miss Charlotte Miss Anne'in doğal nedenlerle öldüğünü söylediği
zaman, onun doğruyu söylemediğini düşünmüştü; ondan zehri kendisine geri vermesini
isteyince, Miss Charlotte bunu Scarborough'da tepeden aşağı attığını söylemiş, böylece Mr.
Nicholls düşündüklerinin doğrulandığını görmüştü. Yine de onun zehri kullanıp
kullanmadığından emin olamazdı; bunun üzerine ona inanmış gibi görünerek her şeyin bu kadar
pürüzsüz gitmesine memnun olduğunu söylemişti. Miss Charlotte ise kendi açısından Haworth
ve civarında Miss Anne'in ölümünün nasıl karşılandığı konusunda endişeliydi, fakat Mr. Nicholls
onun korkularını yatıştırmış ve bildiği kadarıyla bu konuda hiç dedikodu olmadığını, babasmm
da her şeyi kabul ettiğini söylemişti; fakat her ikisinin de pek bilmediği şey köyde onların
arkalarından neler söylendiğiydi.
Miss Charlotte, Miss Anne'in ölümünden dolayı ne kadar üzgün olduğunu, onu ne kadar çok
özlediğini ve bunun gibi bir yığın şey söyleyerek çok iyi rol yapıyordu, fakat hiçbiri benim
gözümü boyayamazdı. Onun hakkında o zamana kadar düşündüklerim ve bildiklerime dayanarak
onun ne kadar kötü bir kadın olduğunu açıkça görebiliyordum. Miss Anne'in defteri bana onun
Üstat Branwell ve Miss Emily'ye neler olduğunu bildiğini göstermişti ve doğrusunu söylemek
gerekirse bu olaydan sonra hiç de bilgiçlik yapmak istemiyorumMiss Anne'in ölümüyle ilgili
bazı düşüncelere sahip olmaya başlamıştım.
Onu çok iyi bildiğim için, Miss Charlotte'ın yaptığı ilk şeylerden birinin Miss Anne'in
eşyalarını gözden geçirmek olmasma hiç şaşmadım. Etrafta kimse olmadığı zamanlar onun sık
sık kardeşinin özel eşyalarına gizlice baktığını görürdüm. Bu nedenle saatlerce Miss Anne'in
giysilerini ve diğer ıvır zıvır şeylerini ayırıp düzenlediğini gördüğüm zaman, bu beni şaşırtmadr.
Onun dışarıda olduğu bir gün odaya girip Miss Anne'in defterinin de gitmiş olduğunu görünce
hiç hayrete düşmedim. Bütün düşündüğüm şu oldu: "Eh, şimdiye kadar hiçbir şey bilmiyor olsa
da, artık benim bildiklerimi o da biliyor."
O günden sonra bu konuyu tekrar tekrar düşündüm, çünkü Miss Anne'in defterinden dolayı
tehlikede olan tek kişi Mr. Nicholls'tu ve hepimiz Miss Charlotte'ın ona ne kadar soğuk
davrandığını biliyorduk. Ben Miss Anne'in defterini ilk okuduğumda, Miss Charlotte'ın bunu
niçin Mr. Nicholls'a söylemediğini merak etmiştim, defter şimdi ortadan yok olduğuna göre,
bunun nedeni benim için açıkça belliydi: Miss Charlotte Mr. Nicholls'a âşıktı Onun bu defteri,
Mr. Nicholls'u kendisine daha çok ve uzun bir süre bağlamak için kullanacağından emindim.
Şimdi Mr. Nicholls'un benimle niçin o kadar sık buluşmak istemediğini biliyor, neden onun
konutta geç vakitlere kadar kaldığını ve daha birçok şeyi anlayabiliyordum.
Arada bir konutun alt katmda, değişik yerlerde onların birbirlerine çok yakın durduklarını ve
koyu bir sohbete daldıklarını görürdüm. Beni gördükleri anda, ki her zaman görmezlerdi,
birbirlerinden biraz uzaklaşarak geri çekilirler ve benim de duyabilmem için sesli bir şekilde
konuşarak ayrt ayn yerlere giderlerdi. Ben onlarrn Miss Anne ya da Mr. Bronte hakkında
endişelendiklerini veya buna benzer bir şeyler konuştuklarım düşünürdüm.
Miss Charlotte seyahatten döndükten kısa bir süre sonra, bir keresinde bir şeyler hakkında
konuşurken, Mr. Nicholls yerine "Arthur" dedi. Ona böyle hitap ettiğini ilk kez duyuyordum ve o
da bunu ağzından kaçırır kaçırmaz yaptığının farkına vardı. Öfkeli olduğu zamanlarda bile
olmadığı kadar kızardığını fark ettim; bunun üzerine çabucak, "Yani, Mr. Nicholls demek
istedim" dedi. O zaman bu benim merakımı çekmişti, fakat artrk birçok şeyi anlamıştım ve bu
bildiklerimden hoşlanmıyordum. Mr. Nicholls'un, aramızdaki sınıf farkına rağmen bana
gerçekten bir şeyler hissettiğini düşünüyordum ve onunla ilgili gizli düşler kurmaya başlamıştım.
Fakat şimdi saçmalık ettiğimi biliyorum, o benimle oyalanıyordu ve benimle ilgili gerçek
duygulan ne olursa olsun, o Miss Charlotte'ın çaldığı müziğe göre dans etmeliydi. Artık çok geçti
ama, Miss Anne'in defterini yerine koyacağıma keşke kendim saklasaydım diye düşündüm.
Mr. Nicholls'u yalnız görüp ona ne olduğunu sormaya çalıştım, fakat etrafta hep birileri
oluyordu ve her defasında ancak birkaç kelime konuşabiliyorduk. Bana bütün söylediği en kısa
zamanda görüşeceğimizdi. Miss Charlotte orada olduğu sürece bunun hiçbir zaman
gerçekleşemeyeceğini biliyordum ve Miss Charlotte sürekli olarak yazmakta olduğu yeni kitabını
bitirir bitirmez, o yıl içinde seyahate gideceğini söyleyip dursa da, kimse kitabın yazılmasının ne
kadar süreceğini bilmiyordu.
Temmuz geldi ve ben artık daha fazla beklememeye karar verdimMiss Anne'in ölümünden
sonra onun geri dönüşünden bu yana, ben Mr. Nicholls'u yalnız olarak iki dakikadan fazla
görmemiştim ve bu yeterli değildi. Yerimin neresi olduğunu ondayı duymak istiyordum. Bu
konuyu uzun zamandır düşünüyordum ve bir gün konutta holde karşılaştığımız zaman yazdığım
bir notu onun avucuna bıraktım. Bu notta o akşamüzeri onunla kilisede buluşmak istediğimi
yazmıştım. Buluşmak için kiliseyi seçmiştim, çünkü orada başka kimse olmazdı, olsa bile Mr.
Nicholls ile benim aynı anda orada olmamız hakkında, zangocun kızı olmam nedeniyle, kimse
bir şey düşünmezdi.
Acaba notumu önemseyecek mi diye merak ediyordum ve işimi bitirdikten sonra kalbim
çarparak yol boyunca hızlı hızlı yürüyerek bizim evi geçtim. Kiliseye giderken arka taraftan
dolaşan uzun yolu seçtim ve yandaki küçük kapıya gittim, çünkü ön taraftan girerken görünmek
istemiyordum. Olabildiğince yavaş bir şekilde kapıyı açtım, içeri girdim ve etrafıma bakındım.
Orada kimse yoktu ve bütün heyecanım söndü; sonra Mr. Nicholls'u kilisenin yönetici
kapısından bana el sallarken gördüm.
Çok telaşlı görünüyordu ve hemen bana her şeyin yolunda olup olmadığını sordu. Notumu
aldığından beri hamile olduğumu düşünerek bütün günü korku içinde geçirdiğini söyledi böylece
onun niçin bu kadar telaşlı göründüğünü anladım. Ona iyi olduğumu, ancak son zamanlarda bana
hiç zaman ayırmadığını söyleyerek bunun nedenini sordum. Bunun üzerine kapıyı kilitledi ve
beni duvar kenarındaki uzun kanepeye götürdü.
Çok yumuşak konuşuyordu ve konuştuğu süre boyunca gözlemin içine müşfik bir şekilde
bakarak söyleyeceklerini kimseye katmamam için yemin ettirdikten sonra, Miss Charlotte'ın onu
tehdit ettiğini söyledi. Bunun ne olduğunu bana anlatamıyordu, fakat yakında bundan
kurtulacağını ummaktaydı; ancak Miss Charlotte henüz buralardayken, o duyabilir korkusuyla
beni görmeye cesaret edemiyordu. Elbette ki ben ona bu tehdidin ne olduğunu bildiğimi
söylemedim, yalnızca onun o güzel, sesiyle konuşmasını dinlemeye devam ettim. Beni gerçekten
beğendiğini söyledi ve eğer birkaç ay sabırlı olabilirsem birlikte geçirecek çok zamanımız olacak
gibi göründüğünü, çünkü bundan sonra onun sık sık seyahatlere gideceğini anlattı.
Bunları kabul edip sıramı beklemekten başka bir çarem yoktu. Onu reddedecek bir şey
söyleyemezdim ve beni kanepeye yatınnca öylesine bir seviştik ki, bunun üzerine duygularının
tıpkı bana söylediği gibi olduğundan emin oldum.
Miss Charlotte kitabını ağustos ayında bitirdi, fakat ekime kadar seyahate çıkmadı. Bundan
sonra haftalarca ara ara gidip geldi; Mr. Nicholls da söylediği gibi çok iyiydi. Birkaç kez
kilisede, okulda ve kırlarda ama orası biraz soğuktubuluşmayı becerebildik. İki kez konutta bile
sevişebildik biri Miss Charlotte'ın tam gittiği günün gecesiydi fakat orada sevişmekten huzursuz
oluyordum, ancak garip bir şekilde bu beni her şeyden daha çok heyecanlandırıyordu.
Sonunda Noel gelmişti ve o geri döndü; Miss Nussey de gelerek yeni yıla girinceye kadar
kaldı. Buluşmak için hiç fırsatımız olmuyordu, ancak canı çok sıkkındı ve ben bunun nedenini
bilmiyordum.
Noel'den sonra uzun ve kötü bir zaman geçti. Hava çok kötüydü, gece gündüz her taraf
karanlık ve soğuktu; bahan özlüyordum, çünkü Miss Charlotte baharda tekrar gideceğine dair bir
şeyler söylüyordu. Bu arada günler bitmek bilmiyordu ve ben hiçbir şey yapmak istemiyordum.
Babam benim için telaşlanmaya başlamıştı, fakat ona iyi olduğumu söyledim, beni yıpratan
yalnızca kış mevsimiydi ve ben de sıcak günleri, ılık geceleri özlüyordum.
Gerçekten 1850 yılının mart ayında, benim tahminimden daha da erken gitti ve bundan sonra
birçok defa gidip geldi. Bu seyahatlerinde neler yaptığını bilmiyordum, fakat sürekli olarak
tanıştığı ve yanlarında kaldığı erkeklerden söz ediyordu, kadınların adları hemen hemen hiç
anılmıyordu. Bir keresinde onunla birlikte oturma odasmda yalnızdık, yine her zamanki gibi
bana tanıştığı ünlü erkekleri anlatıyordu ve bunlardan bir iki tanesinden kendi talipleri olarak söz
etti. Bir şeyler söylememi ister gibi bana baktı, ama hiçbir şey söylemedim. Böyle sanması için
deli olması gerektiğini düşünüyordum, fakat anlaşılan buna inanıyordu.
Bu tür fikirlerinden başka kimlere söz ettiğini bilmiyorum, fakat bir keresinde yine seyahate
çıktığı zamanlardan biriydi, ben Mr. Bronte için şömineyi yakıyordum, bana kızının evlenmekten
söz ettiğini duyup duymadığımı veya onun bana bu konuda bir şey söyleyip söylemediğim sordu.
Onun benimle konuşması çok olağandışı bir şey değildi aslmda yıllar geçtikçe, özellikle de iki
kızının ölümünden sonra, böylesine yalnız kalınca bana epey yakınlaşmıştı fakat o güne kadar
hiç aile sorunlarıyla ilgili bir şey söylememişti ve önce ona ne diyeceğimi bilemedim.
Birdenbire acaba farkında olmadan onu meraklandıracak bir şey mi dedim diye şüpheye
düştüm, fakat böyle bir şey yaptığımı sanmıyordum. Belki de Miss Aykroyd ona böyle bir
şeyden söz etmişti veya onun köyde konuştuğu herhangi biri imada bulunmuş veya onlarla ilgili
bir şeyler söylemiş olabilirdi, tıpkı benim "Arthur" olayına şahit olmam gibi. Miss Aykroyd'un
bir sorunu da herkesin içinde önemli görünmek için çok gevezelik yapmasıydı ve ne zaman
durması gerektiğini bilmiyordu.
Mr. Bronte'ye ne diyeceğimi düşünürken, sanki kovadan dökülen kömürün gürültüsüyle
onun sorusunu duymamış gibi davrandım; fakat bana tekrar aynı soruyu sorunca böyle bir şey
duymadığımı söylemek zorunda kaldım. Bu yanıt üzerine bana sorgularcasma baktı. O andan
sonra sanki içine kapandı; onun bana inandığını hiç sanmıyorum.
Miss Charlotte sonunda tekrar döndüğü zaman sanıyorum temmuz ayıydıkendisi yokken her
şeyin nasıl gittiğini bana sordu; artık bu her gelişinde yaptığı bir şeydi, çünkü yavaş yavaş evden
sorumlu kişi gerçekten ben olmaya başlamıştım; Miss Aykroyd oldukça yaşlanmıştı, diğerleriyse
benden daha gençtiler. Ona her şeyin iyi olduğunu, fakat son zamanlarda babasının keyifsiz
olduğunu söyledim. Bana sorunun ne olduğunu sordu; artık kendime o kadar güveniyordum ki ne
olabileceğini ona söyledim. Bundan birkaç ay önce ona sadece bilmiyorum diyebilirdim, fakat
şimdi bunu doğrudan kendisine söyleyebiliyordum ve o bundan hiç hoşlanmamıştı.
Benim ile "Arthur" arasında geçenlerden haberi olsaydı, sanıyorum bundan daha da az
hoşlanırdı, fakat bilmemesi yine de daha iyiydi, çünkü şöyle veya böyle, zaten bir yığın sorunu
vardı.

[CC] Geldiğimiz bu noktaya kadar Martha ancak Charlotte'ın Haworth'taki yaşamını


biliyordu ve onun hikâyesini tam olarak değerlendirebilmek için, Charlotte'ın başka yerlerde
neler yaptığını bilmek zorundayız.
Charlotte 1849 yılında Shirley adlı ikinci romanını tamamlamıştı; bu kitap üç papaza yönelik
acımasız bir yergiyle başlar ve buradaki karakterlerin gerçek hayattan alındığı bellidir. Ancak
daha sonra bir dördüncü papaz, Mr. Macarthey takdim edilir ve bu karakterin aslı Nicholls'tur. O
"namuslu, terbiyeli ve duyarlıdır". Diğerlerine benzemez; "Kilisede sadakatle çalışır; hem normal
okulları hem de kilisenin pazar okulunu geliştirir. Onun da hataları vardır, ama birçok insan
bunları meziyet olarak kabul eder." Bunlara ek olarak, o "aklı başında ve mantıklıdır, gayretli ve
yardımseverdir".
Mr. Macarthey'nin kitapta yer alması için hiçbir neden yoktur; eğer Charlotte'ın papazlarla
ilgili görüşlerini ve kitabın bu bölümünün yazdığı dönemi anımsayacak olursak, Mr. Nicholls'la
arasında bir şeyler olduğundan kim şüphe edebilir?
Shirley çok iyi karşılanmış ve kitap Charlotte'a hep istediği maddî bağımsızlığı da
sağlamıştı. Ünlü kimselerle tanışmak ve onlara kendisini sevdirmek için seyahat etmeye karar
vermişti. Artık Haworth'i aşmıştı ve gördüğümüz gibi, kendisi istemediği takdirde, onu artık
konutta tutabilecek hiçbir şey yoktu. Nicholls zaten hiçbir yere gitmiyordu ve artık babasının
bakımını evdeki hizmetçilere bırakmaktan dolayı endişeleniyormuş gibi bir tutum da
takınmıyordu.
Charlotte seyahatlerine yavaş yavaş başladı. Kasım 1849 tarihinde, Shirley yayımlandıktan
hemen sonra, Londra'ya gitti, genç ve yakışıklı yayıncısı George Smith'in annesinin evinde on
beş gün konuk olarak kaldı; burada Thackeray ve kadın yazar Harriet Martineau'yla tanıştı.
Smith ailesine yaptığı bu ziyaret Charlotte'ın kusurlu karakterinin bir başka yönünü daha
göstermiştir. Heger Yatılı Okulu'nda kaldığı zamanlarda, Dr. Wheelwright ile karısı ve ailesi
tarafından çok iyi bir şekilde ağırlanmıştı. Wheelwright ailesi beş kızıyla birlikte Brüksel'e
yerleşmişti ve kızlarının hepsi de Heger'ye devam ediyordu, onlar Charlotte ile Emily'yi sık sık
çaya çağırırlardı.
1843 yılında, Wheelwright ailesi Londra'ya taşındığında birbirleriyle hâlâ haberleşiyorlardı;
1849 yılında Charlotte başkente bir daha geldiğinde, onu davet ettiler. Bu daveti kabul etmeye
niyetliydi, çünkü Charlotte ne kadar para kazanırsa kazansın, çok "hesaplaydı ve oteller pahalı
olabiliyordu!
Fakat daha sonra George Smith'ten bir davet aldı ve elbette ki onun davetini kabul etmek
kendisi için, hem yazdıklarının yayımlanması hem de istediği kimselere tanıtılması bakımından
daha yararlı olacaktı. Ayrıca davet gururunu okşadığından büyük bir zevkle kabul etti. Ona
kimse böyle davrandığı için bir şey söyleyemez, fakat kabul mektubunda Wheelwright ailesi için
söyledikleri de affedilemez. 19 kasım tarihinde George Smith'e yazarak daveti için kendisine
teşekkür etti ve bunu memnuniyetle kabul ettiğini bildirdi. Bu kadar yazması yeterliydi ve eğer
bu kadarla kalsaydı, ona hiçbir eleştiri yöneltilmezdi; fakat bu kadarla kalmadı. Üstelik bu arada
kendisinin ne kadar mükemmel olduğunu ima etme fırsatını kaçıramazdı; ayrıca eğer hitap ettiği
kimseyi herhangi bir şekilde kendinden üstün görüyorsa, onunla aynı sınıftan olduğunu bir
şekilde belirtmeden de geçemezdi.
Daveti kabul ettiğini belirten sözlerin ardından, başta bu daveti reddetmek zorunda
kalacağını düşündüğünü söyleyerek devam etti: "Bundan birkaç ay önce, Brüksel'de tanıştığım
ve Londra'ya yerleşen bir aileden de bir davet almıştım. Fakat bu arkadaşlar beni yalnızca Miss
Bronte olarak biliyorlar ve onların ait oldukları sınıf nedeniyle ki bu her ne kadar saygm bir sınıf
olsa da harika olarak nitelendirilemezben onlara Currer Bell'i takdim etmeyi gereksiz görürüm;
onların yazarı anlamayacaklarını biliyorum."
İşte büyük lütuf!
Charlotte'ın ölümünden sonra mektuplarının yayımlanmasıyla, Wheelwright ailesinin bu
mektup hakkında neler düşünmüş olabileceğini merak etmekten kendimi alamıyorum.
Bir sonraki mart ayında Charlotte tekrar gitti. Bu kez Sir James ve Lady KayeShuttleworth
çiftinin Lancashire'da, Burnley yakınlarındaki Gawthorpe Hall'deki evlerinde kaldı. Sir James
ona himayesine aldığı bir insan olarak bakıyordu ve o yılın başlarında Haworth'ta onu ziyaret
etmişti. Charlotte aristokrasi olarak baktığı sınıfla ilişki kurmaktan çok hoşlanıyordu ve dahası
ileri sürdüğü sözde çekincelere karşın, bununla övünmekten hoşlanıyordu. Kaye-Shuttleworth'ler
ve onlara yaptığı ziyaretle ilgili her ayrıntıyı aylarca anlatarak durmadan konuştu.
16 mart 1850 tarihinde Mr. Williams'a yazarak bu ziyareti yaptığı için hiç "pişman"
olmadığmı söyledi. Bundan sonra konuyu süslemeye koyuldu. "Bunun en kötü yanı ise şu anda
bana tam bir eziyet gibi gelen, onlara yapmak zorunda olduğum mevsimlik bir ziyaret daha
olması." Tanrım, bu dünyada nelerle karşılaşabiliyoruz! "Tam bir eziyet", gerçekten. Oysa o
böyle bir imkân için aya bile giderdi ve bu daveti elde edebilmek için kim bilir ne dümenler
çevirmişti. Ancak bu ona, kendisinin ne kadar aranan biri olduğunu alt sınıflara gösterme
mutluluğu veriyordu; ayrıca "mevsimlik" gibi sözcüklerin onun dudaklarından nasıl
döküldüğünü görebiliyorduk. Daha sonra George Smith'e şöyle yazmıştı: "Benim özellikle
erişmek, kendime bağlamak ve yanında yer almak istediğim aristokratlardır."
Charlotte'ın seyahatleri devam etti. Çok iyi vakit geçiriyordu. Nisan aytnda Ellen'ı bir kez
daha ziyaret etti. Sonra, haziran aynıda tekrar Londra'daydı. Önce Smith'lerde kaldı ve daha
sonra Dr. Wheelwright ve kızı Laetitia'yı ziyaret etti. Anlaşılan Wheelwright'lar daha işe
yarıyorlardı. Thackeray'le yemek yedi ve resmini yapması için George Richmond'a poz verdi.
Londra'dan sonra tekrar doğrudan Ellen'la kalmaya gitti. Konuta dönmek istemiyordu, çünkü
çatısı yeniden yapılmaktaydı; "sevgili baba" için bu çok zordu!
Ellen'ı ziyaretinden sonra, Haworth'i tekrar atlayarak Edinburgh'a gitti ve George Smith ve
kız kardeşiyle iki gün geçirdi. Bu onu çok mutlu etmiş olmalı, çünkü artık kendisini çok çekici
bulduğundan eminim.
Acaba Smith'ler Charlotte hakkında neler düşünüyordu? George Smith kendinden yaklaşık
sekiz yaş küçüktü, yakışıklıydı ve oldukça varlıklıydı. Londra'daki yaşam biçimiyle, orada
evlenmeye hazır birçok genç kızdan istediğini seçebilirdi ve büyük olasılıkla da böyle yapmıştı.
Bu nedenle onun Charlotte'a fiziksel olarak yakınlık duyduğunu düşünmek gülünç olur; mantıklı
düşünülürse ona ilgi göstermesinin tek nedeni, meslekî açıdandı. O Charlotte'tan para
kazanıyordu ve büyük bir olasılıkla daha da çok kazanabilecekti yalnızca onun bundan sonra
yazacağı kitaplardan değil, aynı zamanda ölen kız kardeşlerinin kitaplarından da. Durum böyle
olunca onu kızdırmak istemezdi, fakat herhalde onun bazı ısrarlı isteklerine biraz da eğlenerek
bakıyordu.
Charlotte bunları anlayabilecek kadar gerçekçi olmalıydı, fakat bütün belirtiler gösteriyor ki
sonunda onun kendisini sevdiğini düşünerek hayaller kurmaya başlamıştı.
Charlotte nihayet tekrar Haworth'a döndüğü zaman, Martha'nın ona söylediğine göre
babasının "son zamanlardaki rahatsızlığı" büyük ölçüde şu nedenlere dayanıyordu: "Sanki pek
yakında evleneceğime dair belli belirsiz bir korku duyması." Şimdi Mr. Bronte birçok şey
olabilirdi, ama o bir sersem değildi. Eğer kızının bir "teklif aldığını" bilseydi, o zaman böyle bir
varsayım için iyi bir nedeni olurdu. Bunun üzerine Charlotte onun bu korkularını "kesinlikle
ortadan kaldırdı", ancak o bu düşünceleri nereden edinmişti?
Yılın sonlarına doğru, eylül 1850 tarihinde Ellen, Charlotte'a onun evleneceği hakkında bazı
dedikodular duyduğunu yazdı, Charlotte her ne kadar bunlara alayla baktıysa da, sanıyorum ki
Ellen'ın yazdıkları huzursuzluk verecek kadar doğruya yalandı. Belki arkadaşının da dedikoduda
payı olduğunu düşündüğünden bu mektuba hiç yanıt vermedi ve Ellen ona bir sorun olup
olmadığını ve niçin bir yanıt alamadığım sormak üzere tekrar yazmak zorunda kaldı.
İnsan bu dedikoduların nereden kaynaklanmış olabileceğini düşünmeye başlıyor. Belki de
bunlar Charlotte'ın Smith'lerde kalması ve Edinburgh'a yaptığı ziyaret sonucunda çıkmıştı ancak
bunları çok az kimse biliyordu. Bundan daha güçlü bir olasılık ise dedikoduların, köylülerin
Charlotte ile Nicholls arasındaki ilişkiden şüphelenmeleri üzerine çıkmış olmasıydı ve bu
söylentiler Haworth sınırları dışına yayılmıştı. Martha'dan öğrendiğimize göre, konuttaki
hizmetçilerden bir şeyi saklamak olanaksızdıve hizmetçiler konuşuyordu.
Ancak, başka bir olasılık da göz ardı edilmemelidir. Charlotte tek başına dolaşıp dururken
Nicholls da Mr. Bronte'nin kulağına birkaç şey fısıldamış olabilir; Nicholls, Charlotte'ın
evlenmesini hiç istemezdi, çünkü o zaman kocasına bildiklerini anlatma olasılığı vardı.
Nicholls Mr. Bronte'nin, Charlotte'ın kimseyle evlenmesini istemediğini biliyordu ve bu
nedenle yaşlı adama söylemek üzere bazı söylentiler uydurmuş veya onun başka yerlerden
duyduğu söylentileri alevlendirmiş olabilirdi. Bunlar gerçekten doğru ise, böyle bir politikanın
daha sonra nasıl geri tepebileceğini aklına bile getiremezdi.
Yılın son çeyreğinde Charlotte'ı en fazla ilgilendiren şey onun en sevdiği iş oldu: para
kazanmak. Yayıncısı ona Rüzgârlı Bayır veAgnes Grey adlı kitapları yeniden basmayı önerdi.
Ondan, Rüzgârlı Bayır romanının redaktörlüğünü yapmasını istedi ve Emily'ye yeniden el atma
fırsatına kavuşmak Charlotte'ı çok mutlu etti. Kız kardeşinin romanında yaptığı düzeltmeler onun
kindarlığını ortaya koyar. Charlotte kitaba neredeyse saldırdı, birçok sahneyi değiştirdi ve
konuşmaları kendine göre uyarladı; hayal ürünü olan önemsiz bazı şeyleri bile değiştirecek kadar
hain oldu; yanında Nicholls olsaydı, çok daha tatlı olabilirdi. Zavallı Emily, mezarında ters
dönmüştür.
On Birinci Bölüm

İşte, o beni öldürecek; ümidim yok; hiç olmazsa ona karşı yollarımın doğruluğunu müdafaa edeyim.
Eyub 13:15

Babasının ona dargın olması Madam'ı ben onu artık böyle düşünüyordum, ama iyi anlamda
değil, pek rahatsız etmiş görünmüyordu. Bir zamanlar babasının yalnız bırakılamayacağını bir
nakarat haline getiren Madam şimdi buna aldırmıyordu; eve dönmesiyle tekrar gitmesi bir
oluyordu. Pek tabiî ki ben buna hiç aldırmıyordum, çünkü işimde kafam dinç oluyordu ve ayrıca
Mr. Nicholls'la daha çok buluşma şansım oluyordu; 1850 yılının o güzel yaz aylarında yaşamdan
tüm beklediğim de buydu.
Madam olmadığı zamanlar o çok neşeliydi; ben ise yalnızca kimseden çekinmeden
dolaşabilmek ve mutlu olmak istiyordum, fakat o bana bunun imkânsız olduğunu söyledi, ben de
onun söylediklerini anlayışla karşıladım. Bunun yerine kimsenin gitmediği yerlerde buluşmaya
devam ettik veya birlikte olmamızın şüphe uyandırmayacağı yerlerde bir araya geldik. Arada bir
küçük riskler alıyorduk, ama her ikimiz de bundan rahatsız oluyorduk ve o zaman birlikteliğimiz
berbat oluyordu. Ben birlikte görünmeye o kadar aldırmıyordum, hatta her şeyin açık olmasını
isterdim, fakat bunun ona zarar vereceğini biliyordum. Buna karşın yine de bunu arzulamaktan
geri kalmıyordum ve her şeyin farklı olacağı günlerin özlemi içindeydim.
Sonra o yine geri döndü ve kendisiyle birlikte sonbaharı da getrdi. Kış hepimizin korkulu
rüyasıydı. Bizim buluşmalarımız daha azaldı, ben de konut ve Haworth'taki köy yaşamının rutini
içine girdim. Sanıyorum beni en çok umutsuzluğa sürükleyen şey, her şeyin böylesine adaletsiz
olmasıydı. O her gelişinde yalnızca benim erkeğimi almakla kalmıyor ben bunu böyle
görüyordum, aynı zamanda sürekli olarak bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bunu benim
daha genç olduğum zamanlarda yaptığından daha kibar bir şekilde yapmaya çalışıyordu, fakat
yine de onun emrindeydim ve bundan nefret ediyordum.
Kısa bir süre sonra kasım ayı geldi, soğuk ve karanlıklar da başladı; doğudan gelen acı
rüzgârların insanı ikiye bölecek kadar keskin olduğunu anımsıyorum. Ben kışlardan hep nefret
ettim, fakat o yıl özellikle kafamda yer etmişti, çünkü Madam Noel'de bir veya iki hafta kadar
gideceğini söylemişti babasının nasıl olduğuna aldıran yoktu ve ben de gerekli konularda
konutun sorumlusu olacaktım, bundan da olabildiğince yararlanmaya kararlıydım. Ondan
kurtulmak çok iyi olacaktı haftalarca kapkara bir ruh hali içindeydi, fakat bunun dışında aklım
Mr. Nicholls'u daha çok görebilmekteydi, bunu heyecanla bekliyordum ve o umutsuzluğa
düştükçe onu neşelendirmeye çalışıyordum.
Sonunda öyle oldu ki bütün umutlarım 1850 Noeli'nde gerçekleşti ve hayatımda geçirdiğim
en güzel Noel o yıl oldu. Madam'ın gitmesiyle, geriye yalnızca Mr. Bronte ve Miss Aykroyd'a
bakmak kalıyordu; eskisi gibi çok iş olmayınca, kendim de dahil olmak üzere her şeyi
hazırlamak için çok daha fazla zamanım vardı.
Beni özellikle mutlu eden şeylerden biri de Mr. Bronte'nin bize eskiden yaptığı gibi Noel
hediyelerimizi vermesi oldu, fakat bu defa bunlar beklediğimizden iki kat daha fazlaydı.
Olay şu şekilde gelişti. Noel yaklaşırken bir gün Mr. Nicholls'a, "Umarım bu yıl Noel
hediyelerimizi alırız" diye gelişigüzel bir laf attım. Bana ne demek istediğimi sordu ve ben de
son iki yıldır hediyelerimizi nasıl alamadığımızı anlattım. Bu konuyla ilgilenerek bunu kendisine
bırakmamı söyledi. Sonra ne yapacağını söylemeden Mr. Bronte'yi görmeye gitti. Benim adımı
hiç vermeden, burada çalışanlardan öğrendiğine göre bir önceki yıl hediye almadıklarını ve bu
yıl bir şey alıp alamayacaklarını merak ettiklerini söylemiş.
Anlaşılan Mr. Bronte bundan rahatsız olmuş ve Miss Emily ile Miss Anne'in ölümlerinin bu
konuyu unutmasına neden olduğunu söylemiş. Mr. Nicholls bana bu ölümlerden yeniden söz
etmenin yaşlı adamı oldukça etkilediğini söyledi. Mr. Bronte'nin kendisine bu zarfları hazırlama
işini vermesinden memnun olmuştu, ben ona bunun Miss Emily'nin âdeti olduğunu söyledim.
Mr. Nicholls sonra Mr. Bronte'den yeteri kadar para alıp hepimize her zamankinden yaklaşık iki
katı fazla verilmesini ve benim de bundan daha fazla almamı sağladı. Fakat bununla ilgili
kimseye bir şey söylememem için yemin ettirdi, çünkü bunu diğerlerinin duymasını istemiyordu;
artık her şeyden sorumlu olmam nedeniyle, benim daha fazla almam gerektiğini söyledi.
Bu fazla para benim için bir nimetti. Çok uzun süredir almak isteyip de alamadığım şeyleri
alabildim ve aileme de daha önceki yıllarda yapamadıklarımı telafi ettim. Bütün bunlardan daha
da önemlisi beni ifade edebileceğimden çok daha fazla memnun eden Mr. Nicholls'a bir hediye
alabilmek oldu. Bu bir cüzdandı ve onu hâlâ kullanıyor. Bana "Zahmet etmeseydin" dedi, ama
bunu ona verdiğim zaman çok duygulanmıştı, fakat bana hiçbir şey almadığı için rahatsız
olmuştu. Bu beni rahatsız etmedi benim hediyem onun mutlu olduğunu görmekti; fakat o hafta
içinde bana unutmabeni çiçeklerinden bir broş verdi ve ben o kadar mutlu oldum ki durmadan
ağladım. Fakat bunu takamadığım için çok üzülüyordum, çünkü o zaman herkes bunu nereden
bulduğumu merak edecekti. Bu broşu uzun yıllar büyük bir dikkatle sakladım, fakat artık beni
bunsuz gören olmuyor.
Noel'den sonra o geri döndü ve uzun azap dolu bir dönem başladı.
Onun Miss Nussey'nin yanından geldiğinden daha iyimser bir havada döneceğini
umuyordum, fakat böyle olmadı. Gerçekten de çok mutsuzdu ve herkese ters davranıyordu, hatta
Mr. Nicholls'un bana söylediğine göre ona karşı bile böyle davranıyorntuş. Mr. Nicholls bunu
onun yüzüne söylemiş ve o da özür dileyerek aralık ayından önce çok çalıştığını ve yorgun
olduğunu ileri sürmüş.
Her neyse, Madam değişmeden olduğu gibi kaldı, ben Mr. Nicholls'la çok seyrek beraber
olabiliyordum, havalar çok kötüydü; böylece 1851 yılının bahar mevsimi ılık ve aydınlık
günlerin müjdesiyle birlikte geldiğinde büyük mutluluk duydum.
Anımsıyorum bu mevsim onun da ruhsal olarak canlandığı bir dönem olmuştu. Bu sırada
genç bir erkek kitaplarıyla ilgili olarak onu görmeye geldi. O gittikten sonra Madam çok
neşelenmişti ve herkese bu gencin kendisine evlenme teklif ettiğini söylemek için
sabırsızlanıyordu. Ben onun bunları uydurduğunu düşünüyordum, fakat Mr. Nicholls böyle
düşünmüyordu ve bu olaya niçin bu kadar sinirlendiğini anlayamadım. Ona bu düşündüklerimi
söylediğim zaman beni tersleyerek olayların yarısını bile bilmediğimi söyledi. Benimle böyle
konuşması o kadar görülmedik bir şeydi ki, itiraf edeyim ben de ona sert çıktım. Ona benimle
böyle konuşamayacağını ve benim bilmediğim şeyleri belki de bana söylemesi gerektiğini
söyledim, fakat o buna yanaşmamış ve ben de bundan hoşlanmamıştım.
Daha sonra Madam'ın mayıs ayında tekrar gitme planları yaptığını söyleyerek onu biraz
neşelendirmek istedim, fakat bu onu daha çok mutsuz etti ve ben de keşke çenemi kapasaydım
diye pişman oldum. Anlaşılan Madam ona planlarından söz etmemişti; fakat birkaç hafta evden
uzakta olacağım ve düşünülmesi gereken çok şey olduğunu söyleyerek gideceğini bana daha
önceden haber vermişti. Yine de ben Mr. Nicholls'un niçin bu kadar kızdığını anlayamadım,
çünkü ben bunun iyi bir haber olduğunu düşünüyordum. Onun gitmesi ve güzel havaların
gelmesiyle, Mr. Nicholls'la çok daha fazla birlikte olabilecektik ve ben o günleri iple
çekiyordum. Ancak o bu üzüntülü halinden bir türlü çıkamadı, oysa ben neler olduğunu bilmiyor
ve bunları bilmem gerektiğini düşünüyordum.
O gidince ben Mr. Nicholls'un değişeceğini sanıyordum, fakat böyle olmadı ve benim de ona
karşı sabrım öylesine tükenmişti ki, Oxenhope'tan Tom Oliver'la çıkmaya karar verdim.
Tom'un babası bir arabacıydı; bazen Tom eve getirilecek şeyleri kendi getirirdi. Benden
biraz daha genç olmasına karşın, konuta her gelişinde gereğinden daha uzun kalır ve benimle
konuşmaya dalardı. Bazen etrafta kimse olmadığı zaman onu mutfağa çağırır ve içecek bir şey
verirdim, o da beni anlattığı hikâyelerle güldürürdü. Tom yakışıklı bir delikanlıydı ve keskin
zekâlıydı, böylece birbirimizden hoşlanmaya başlamıştık ve bana çıkma teklif etmeye başladı.
Ben ona sürekli olarak "Hayır" diyordum, oysa babasının arabasını da kullanabilecekti, ama yine
de o zamana kadar benim aklımda hep Mr. Nicholls vardı. Fakat Mr. Nicholls bana bu kadar ters
davranmaya başlayınca, ona bir ders vermeye karar verdim ve beni bir daha davet ettiğinde
Tom'a gittim.
Tom bir akşamüzeri beni aradı, ben de onunla birlikte olmak için hazırdım. Giyindim ve
dikkatle süslendim, çok iyi göründüğümden emindim; o da arabaya binmeme yardım ederken
çok mutlu olduğu gözlerinden okunuyordu. Fakat beni gerçekten mutlu eden şey, bana
kurdeleyle bağlanmış bir demet çiçek getirmesi olmuştu; ben de bunun için onun yanağına bir
öpücük kondurdum. Bunun üzerine kıpkırmızı oldu, fakat ikimiz de güldük ve işte tam o sırada
Mr. Nicholls'un bana öfkeyle baktığına dikkat ettim.
Annem ve kız kardeşlerim kapıya kadar gelerek beni geçirdiler, a da herhalde bu gürültü
patırtının nedenini merak etmiş olmalı ki, aşağıya inmiş ve onların arkasından bize bakmıştı.
Kimse onun yüzünü göremiyordu, fakat ben gördüm; suratı kömür gibi kapkaraydı. Bu beni
çiçek demetinden daha çok mutlu etmişti ve neşe içinde oradan ayrılırken köşeyi dönünceye
kadar onlara sürekli el salladım ve "Bu sana müstahak" diye düşündüm.
O gece fazla uzağa gitmedik, hem mil olarak hem de başka bakımlardan; fakat hiç
görmediğim yerlere gittik, bazen hanların önünde durduk, o içeriye gidip içkilerimizi getirirken
ben de onu dışarıda bekledim. Onun bana yakınlaşmasına izin verdim, fakat Şunu da söylemem
gerekir ki hiçbir zaman Mr. Nicholls'a gösterdiğim müsamahayı ona göstermedim; yine de ona
izin verdiğim kadarı bile delikanlıyı oldukça memnun etmişe benziyordu.
Elbette ki Haworth gibi bir yerde, Madam'ın deyişiyle, benim dışarı çıkmak" gibi bir
davranışta bulunmam kısa bir zaman sonra onun kulağma gitti ve her nasılsa bu onu çok
sevindirdi. O her zaman için benim nereye gittiğimi veya nereye gideceğimi bilmek isterdi ve
kendisine veya kardeşlerine ait bazı şeyleri takmam için bana ödünç vermeye başladı. Daha
sonra Miss Nussey yazın konuta kalmaya geldiğinde, Madam ona da benim çıktığımı söylemiş
olmalı ki, arada bir o da bana takılırdı.
Her şey bir yana, zavallı Mr. Nicholls için bunlar kötü günlerdi. Ben onu görmüyordum ve
onun bir nedenle hiç hoşlanmadığı Miss Nussey de oradaydı. Böylece onun bir süre için
İrlanda'ya gitmesi beni hiç şaşırtmadıysa da, Madam'ı hayrete düşürdü.
Mr. Nicholls birkaç ay önce bu benim Tom Oliver'ı görmeye başladığım zamana denk
geliyorduMr. Bronte'den izin almak üzere görüşmüştü ve bunu Madam'a söylemediği gibi bana
da söylemedi. Haworth'ta hiç kimseye bir şey söylememişti ve hepimiz o zamanlar arası
hiçbirimizle iyi olmadığı için gittiğini düşünüyorduk.
Çok daha sonraları, Mr. Nicholls bana oradan gitmesinin asıl nedeninin, Madam'a kendi
kullandığı ilacı tattırmak olduğunu söyledi. Mademki o istediği zaman son dakikada haber verip
babasını da bakması için ona bırakarak gitmeyi doğru ve uygun görüyordu, bakalım aynı şey ona
yapılınca hoşuna gidecek miydi? Anımsayabildiğim kadarıyla düşüncelerini şu sözlerle ifade
etmişti: "O bana çok çabuk sahip olduğunu sanmıştı, ben de ona böyle olmadığını göstermek
istedim." Ayrıca eğer o sırada o kadar uçarı davranmamış olsaydım, büyük olasılıkla gitmeyi
düşünmeyeceğini, ondan acısını başka yollarla çıkaracağını söyledi çünkü bu seyahatin
masraflarını karşılamakta zorlanmıştı; ben de ona bunun kendi kabahati olduğunu söyledim.
Başka şeyler göz önüne getirilirse, aslında onun düşünmek için biraz sükûnete ve zamana
ihtiyacı vardı; ben o zamanlar bunu anlamasam da, içinde yaşadığı ortam onun zevkine uygun
değildi ve bunu nasıl değiştireceğini bilmiyordu.
Mr. Nicholls tam altı hafta oradan uzakta kaldı. "Madam ise çoğu zaman herkesle
uyumsuzluk içindeydi. Mr. Nicholls hakkında kötü şeyler söylüyordu; aralarında ne geçtiğini
merak ediyordum. Bir kez oldukça saf bir şekilde ona Mr. Nicholls'un ne zaman döneceğini
sordum; beni tersleyerek bilmediğini söyledi ve "Hiç gelmez umarım" dedi; neyse zaten bu da
benim sorunum değildi.
Madam arada bir daha huzurlu görünüyordu ve arkadaşımla çıkacağım zamanlar bana
takmam için ufak tefek bazı şeyler veriyordu. Ancak ben onu incitmeden bunları geri
çeviriyordum. Uzun zamandır ondan bir şey almamaya karar vermiştim; ruh haline göre bana
soğuk veya sıcak davranıyordu. Ayrıca Miss Nussey'ye benimle ilgili şeyler söylemesi hoşuma
gitmemişti ve onların benim arkamdan güldüklerini sanıyordum.
Sonunda Mr. Nicholls geri dönünce Madam'ın üzerinden de büyük bir yük kalkmıştı. Mr.
Nicholls ise gittiği günkü gibi mutsuz görünmekteydi ve eve geldikten sonra ilk birkaç gün
benimle hiç görüşmedi. Bana öyle geldi ki, hâlâ genç arkadaşım konusunda bana kızgındı; bir
fırsatını bulup ona sorunun ne olduğunu sorduğum zaman, benimle ilgili bir şey olmadığını
söyledi. Ben yine de ona bir ders verdiğimi düşünüyordum ve artık Tom Oliver'la ilişkimi
kesmeye karar verdim.
Bunu Tom'a yapmak istemezdim, çünkü birlikte güzel zamanlarımız olmuştu, fakat, böyle
olmak zorunda diye düşünüyordum. Tom çok samimi olmaya başlamıştı ve günün birinde
evleneceğimizden söz ediyordu. Ancak bu benim istediğim bir şey değildi. Oxenhope hatta
Haworth bile denebilirgibi bir yerde kalmaya mahkûm olmak, bir arabacının karısı olarak
yaşamımı noktalamak istemiyordum; aklım daha iyi şeylere yönelmişti.
Tom bundan hiç hoşlanmadı, fikrimi değiştiremeyeceğini anlayınca da oldukça
terbiyesizleşti. Kendisini aptal yerine koyduğumu, ailesine ve arkadaşlarına karşı onu gülünç bir
duruma soktuğumu söyledi. Anlaşılan o beni kendisiyle evlenmeye razı edebileceğini
düşünüyordu, şimdi ise onu hayal kırıklığına uğrattığım duygusuna kapılmıştı. Ona böyle bir şeyi
hiç düşünmediğimi söylediğim zaman çok sinirlendi ve onu parası için kullandığımı söyledi.
İşte işi bitiren de bu oldu. Evime çok yalan bir yerdeydik, böylece ben arabadan inerek
kendimi üç adımda evin kapısında buldum. Onu yalnızca Mr. Nicholls'u geri kazanmak için
kullandığım sanıyorum doğruydu, fakat onun sürekli yapma eğiliminde olduğu gibi parasını bana
harcamasını hiçbir zaman istememiştim.
Her neyse, yine de bunun karşılığını iyi bir şekilde almıştı.
Daha sonra kendi arkadaşlarına yaptıklarımızı anlattığını öğrendim, hatta başka şeyler de
uydurmuştu ve hayatımda olmadığım kadar öfkelendim. Konuta bir daha iş için geldiğinde
suratına kuvvetli bir tokat indirdim; birilerinin bunu görmesi umurumda değildi. Onunla bir daha
hiç görüşmedim. Bu arada o Thornton'dan bir kızla evlendi ve babasmın ölümünden sonra onun
işine devam etti. Öğrendiğime göre altı çocukları olmuş, bunlardan dört tanesi ölmüştü; zavallı
karısı zamanından önce yaşlanmış görünüyor ve benim hep korktuğum şekilde bir yaşam
sürdürüyor. Bu nedenle ben dökülen bu bir bardak süt için hiç ağlamadım! ;
Elbette ki bizim dedikoducu köyümüzde Tom ve benim artık çıkmadığımızı herkes
duymuştu, fakat ben yine de bunu Mr. Nicholls'a söyleme zorunluluğu hissettim. O da bu
konuyla pek ilgilenmiyormuş gibi davrandı, fakat onun gerçekten memnun olduğunu anlamıştım;
fazla zaman geçmeden arada bir buluşmaya başladık, ancak bu benim istediğim kadar sık
olmuyordu.
Sonbahar bitti; yine uzun, soğuk ve karanlık bir kış başladı. Bunun düşüncesinden bile nefret
ediyordum ve gerçekten bunalım içindeydim. Ancak güçlü olmalıydım, çünkü ekim ve kasmı
aylarında gerek konutta gerekse bizim evde herkes hastalandı. Biri bitkice diğeri başlıyordu, bir
işi bitirirken başka bir işin peşine düşüyordum; sanki herkes sırayla yatağa düşüyordu.
Hastalandığım zamanlar dışında işlerimi yapmak zorundaydım ve her şey her zamankinden
daha kötüydü. Konut buz gibiydi ve insanlar hasta olup yatınca bana daha çok iş düşüyordu,
onlara yardımcı oluyor istediklerini götürüyordum. Bu arada çok halsiz ve bitkin düştüm,
kimseyle konuşmak bile istemiyordum. Bütün bunların üzerine, âdetim de gecikmişti ve her
zamankinden daha çok telaş içindeydim.
Beni tek neşelendiren şey de Madam’ın herkesten daha çok hastalanmasıydı. Elbette onu
görmek için bir doktor gelmişti diğerlerimiz hastalıkla kendimiz baş etmek durumundaydık fakat
doktor tam olarak nesi olduğunu bilemedi. Onun orada hasta yatması Mr. Nicholls'u gerçekten
neşelendirmiş gibiydi. Mr. Nicholls da hepimiz gibi hastaydı kötü bir soğuk algınlığı ve
öksürüğü vardı fakat hiç yatmadığı gibi hepimizden farklı olarak bununla kafasını bozmamıştı ve
beni neşelendirmek için ne yapacağını bilemiyordu.
Ancak çok sonraları nedense şöyle düşünmeye başladım. Madam'ın hastalığıyla ilgili olarak
Mr. Nicholls bir şeyler yapmış olabilirdi; onun hastalığı hiçbirimizinkine benzemiyordu, hatta
çoğu kimse iyileştiği halde o Noel'den sonra hâlâ çok hastaydı.
Noel çok sakin geçti, insanlar hiçbir şey yapmadan evde olmaktan, zamanlarını yatakta veya
ateşin etrafında birbirlerine sokularak geçirmekten memnundular. Ama tabiî ki ben çalışmak
zorundaydım, fakat yine de başka günlerde olduğu gibi çok çalışmıyordum ve bir kez akşam
duasından sonra Mr. Nicholls'la buluşmayı becerebildim.
Çok şükür ki hastalığım geçmişti ve kendimi çok daha iyi hissediyor ve eskisi gibi
görünüyordum. Mr. Nicholls da böyle düşünüyordu, çünkü çok ateşli davranıyor ve bana arzu
edildiğimi hissettiriyordu
Böylece 1852 yılı gelmişti, fakat bunun geldiğini görmekten mutlu olmayan bir tek kişi
vardı, bu da Madam'dı ve dediğim gibi yine çok bitkindi. Onun nesi olduğu hakkında hiçbir
fikrim yoktu; doktorun da benden fazla bir bilgisi yok gibiydi. Her şey bir yana, ağzı öyle garip
bir durumdaydı ki o zamana kadar ve ondan sonra da hiç görmediğim bir şeydi bu; sadece buna
bakmak bile beni rahatsız ediyordu. Hiçbir şey yiyemiyordu, ancak çorba ve bunun gibi şeyleri
bir bardakla içiyordu. Biz onun için her şeyi' yapmak zorundaydık, hatta bazen yatak çarşaflarım
günde iki kez değiştiriyorduk. Bundan nefret ediyordum; ağzının durumu, kokusu ve onu
yıkamak beni hasta ediyordu; bazen bayılacak gibi oluyordum.
Sonunda, çok şükür eski durumuna gelmişti sanıyorum ocak aymın sonundave hepimizi
mutlu eden bir şekilde birkaç haftalığına Miss Nussey'nin yanına gitti. Döndüğünde oldukça
iyileş
İmış durumdaydı, eski haline dönmüştü; bu da beni, acaba ona konutta ne oluyor diye daha
çok şüpheye düşürdü. Gelir gelmez hemen yazılarına ve Mr. Nicholls'adöndü, bu benim hiç
hoşu. ma gitmiyordu, ama buna dayanmak ve kendimce her şeyden mümkün olduğunca mutlu
olmaya çalışmak zorundaydım.
Bahar o yıl çok yavaş da olsa sonunda gelmişti ve o kadar kötü bir kıştan sonra ılık ve
güneşli günleri düşünmeye başlamıştım, fakat Mr. Nicholls'u ancak arada bir, o da çok kısa süre
görebiliyordum. Mayıs ayında Madam yakında deniz kenarında bir yere gideceğini söylediği
zaman, ne kadar mutlu olduğumu herhalde tahmin edebilirsiniz. Bir kez daha keşke ben de
gidebilseydim diye arzulamıştım, fakat yine de bu iyi bir haberdi, çünkü Mr. Nicholls ile ben bir
süre ondan kurtulmuş olacaktık. Onun gitmesini sabırsızlıkla bekliyordum.
Onun uzakta olduğu zamanlar benim için mutlu anlardı. Konutta az iş oluyordu, hava
güzeldi ve o yoktu. Şunu da söylemeliyim ki, tam o sırada Mr. Nicholls birdenbire birkaç
günlüğüne gidince çok şaşırmış ve bunu bir türlü anlayamamıştım. Anneme önceden gideceğini
söylemişti, fakat bana bir şey demedi ve ona nereye gittiğini sorduğumda da kilisede çalışan bir
arkadaşını görmeye gittiğini söyledi. O kadar zaman içinde onu çok iyi tanıdığımdan, bunu
söyleyiş tarzında bir gariplik olduğunu ve benden bir şeyler sakladığını hissettim; fakat bu
yalnızca benim hayal gücüm de olabilirdi.
Neyse ki üç gün kaldıktan sonra geri geldi ve bir hafta sonra da Madam geldi ve tekrar
yazılarının başına oturdu. Çok mutlu görünüyordu ve sürekli benimle çok konuşuyordu, fakat
aradan çok geçmeden ruhsal durumu yine değişti.
İlk önce, Mr. Bronte felce benzer bir şey geçirdi; bir kolu çok kötü bir durumda yanında
sallanıyordu; konuşurken de ağzının yalnızca bir tarafıyla konuşabilmekteydi. Bir süre normal
yemek yiyemedi ve biraz iyileşinceye kadar biz onu et suyuyla besledik; et suyunu bir fincanla
ona içiriyorduk. Yedirme işiyle Madam uğraşıyordu ve babasmı küçük bir kaşıkla yediriyordu;
ona yedirmekle geçen zamana çok krzıyor ve bunun yerine yazı yazması gerektiğini
düşünüyordu. Bir kez bunu benim yapmamı istedi, fakat bunun benim yerimde biri için uygun
olmayacağını düşünerek fikrimi söyledim. Bu yanıtımdan hoşlanmadı, fakat zorunlu olarak
dediğimi kabul etti. Ben orada yalnızca evin işini yapmakla yükümlüydüm, hemşire değildim.
Daha sonra Miss Nussey ile Madam arasında garip bir kavga oldu Bunun tam olarak nasıl
olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim; bütün bildiğim, Mr. Nicholls'un bana söyledikleri.
Dediğine göre, Madam herkese Mr. Nicholls ile Madam arasında bir şeyler olduğu hakkında bazı
imalarda bulunmaktaymış, böylece Mr. Nicholls da arkadaşlıklarına son vermek için önlemler
almış.
Sanıyorum asıl neden Madam’ın bulunduğu yerden hiç mutlu olmamasrydı. Her ne kadar
kendisiyle evlenmek isteyen erkekler hakkında bir sürü şey anlatsa da, kimse ona evlenme
teklifinde bulunmamıştı ve hızla evde kalmış kız durumuna gelmekteydi; gelecek ise onun için
pek iç açıcı görünmüyordu. Mr. Nicholls bana onun kendisine zaman zaman çok garip
davrandığını söylemişti. Bir an onun etrafında dönüyordu, fakat biraz sonra ağzından tek bir laf
çıkmıyordu.
O zamanlar tek bildiğim aralarının bozuk olduğuydu ve Miss Nussey de gözden düşmüştü.
Ancak bunlar beni ilgilendirmiyordu. O yaz mümkün olduğunca çok dışarı çrkıp dolaştım ve Mr.
Nicholls da bana karşı daima iyi davranıyordu, hatta bazen diğerlerine davrandığından daha bile
iyiydi. Çok sık birlikte olmuyorduk, fakat buluştuğumuz zamanlar beni çok mutlu ediyordu,
özellikle de konutta olup bitenler hakkında bana anlattıklarından, benim başka türlü haberim
olamazdr.
O zamanlar, hatta daha sonraları bile, babam ve annemin neler bildiklerinden veya
şüphelendiklerinden haberim yoktu, fakat babamın bana bazı şeyler hakkında çok bilgili
olduğumu söylediğini cok iyi anımsıyorum; hatta bir kez bana bir şeyi nerden bildiğimi
sormuştu. Şu anda bunun ne olduğunu anımsamıyorum, fakat bu soru üzerine kızardığımı
hatırlıyorum ve kendi kendime acaba çok mu gevezelik ediyorum diye düşünmüştüm. Bunun
üzerine babama Madam ile Mr. Bronte'nin bazen benimle konuştuklarım söyle fakat onu
aldatabildiğimi sanmıyorum. Çünkü dudaklarında garip bir tebessümle bana şunu sormuştu: "Mr.
Nicholls da aynı şekilde seninle konuşuyor mu?" Elimde olmayarak, bütün yüzümün ve
boynumun ateş gibi yandığını hissettim bu da benim kusurumdu fakat ona yalnızca, "Bazen"
diye yanıt verdim ve konu böylece kapandı.
Sonunda yine yaz gelip geçti ve yapraklar her yana savruldu. Havada kışın kokusu
duyulmaya başlamıştı ve yakında Noel planlan yapmaya başlayacaktık. Ancak Madam’ın
davranışlarından dolayı kimse onu ciddiye almıyordu ve bir gün yine Miss Nussey'yle bir hafta
geçirmeye gittiğini söylediğinde şaşırmamam gerekirdi, fakat şaşırmıştım. Buna aldırdığımdan
değil gerçekte tam tersiydi fakat bu çok çabuk olmuştu.
Böylece Madam çekip gitti ve bundan sonra Mr. Bronte bana onun Miss Nussey'de
kaldıktan sonra başka bir yere gideceğini ve en az bir hafta daha gelmeyeceğini söyledi. Bu,
düşündüğümden daha uzun bir süre evden sorumlu olmam anlamına geliyordu ve ben değişik
biçimlerde bunun tadını çıkardım. Fakat anlamadığım şey Mr. Nicholls'un niçin çok ters
olduğuydu ve böyle olduğu zamanlar onunla hiç konuşulmazdı.
Onunla pek az birlikte olduğumuz zamanlarda ona ulaşmaya çalıştım, fakat kafası başka
yerlerde gibiydi, söylediklerimi duymuyordu bile; ben ise ne düşüneceğimi bilmiyordum ve bir
defasında sert bir biçimde artık buna tahammül edemeyeceğini söylediği zaman ne demek
istediğini anlamamıştım. Bunu bana karşı bir tavır olarak düşünerek gözlerimin yaşardığını
anımsıyorum, fakat bana öfkelendiği kişinin o olduğunu söyledi. Bundan başka bir şey
söylemiyordu ve gördüğüm kadanyla Noel'den önce bir huzursuzluk olacaktı. Benim hayal
edemeyeceğim şey ise bunun ne kadar kötü bir şey olacağı ve beni ne kadar etkileyeceğiydi.
[CC] Martha'nın bize söylediğine göre, Charlotte'a evlenme teklifinde bulunan genç adam
George Smith'in yanında çalışanlardan biri olan James Taylor'dı.
Charlotte, Taylor'ı ilk kez 1849 yılında, Shirley kitabının metnini almaya evine geldiğinde
tanımıştı. Postaya güvenmediğini söyleyen Charlotte metnin elden alınmasını rica etmişti. Belki
de
George Smith'in bizzat gelip alacağını düşünmüştü, fakat bu Smith için cazip bir öneri
değildi. Her şey bir yana Londra'dan Yorkshire, West Riding'e gelmek hiç de hafife alınacak bir
yol değildi. Böylece Taylor bu iş için görevlendirilmişti ve tatil sonrasında Londra'ya dönerken
oraya da uğrayacaktı.
Taylor da bu fikirden pek hoşlanmış olamazdı, önce tren değiştirme, sonra Haworth'a dört
millik yolu gitmek için bir vasıta ayarlama düşüncesi herhalde tatilinin üzerine kara bir bulut gibi
çökmüştü. Belki de Haworth'a geldikten sonra burada biraz dinlenebilse, bu onu bir ölçüde teselli
edebilirdi, ancak Charlotte bunun olanaksız olduğunu onlara açıkça belirtmişti. Mr. Williams'a
24 ağustos tarihinde yazdığı mektupta şöyle demişti: "Onu (Taylor) birkaç gün konutta
memnuniyetle misafir etmek isterdim." Fakat ardından bunun niçin olamayacağmı açıklamak
için aklına gelen her türlü bahaneyi de sıralamıştı. Böylece zavallı Taylor oraya geldiğinde, ona
yalnızca kitabın metni verilmekle kalmamış, kendi yükü dışında ayrıca bir yığın kitap da
verilmişti. Eğer gelen George Smith olsaydı, her şey bambaşka olurdu, fakat Charlotte konutta
bir memurun kalmasına izin veremezdi!
Bundan sonraki olayların ışığında bakılırsa, hırslı bir genç olan Taylor'ın çok çabuk bir
durum değerlendirmesi yaptığı görülür. Bunalımlı bir kadın, her yerden millerce uzakta korkunç
bir yerde yaşıyordu ve kendine uygun erkek arkadaşları yoktu. Charlotte, Smith'in en başarılı
kadın romancısıydı, kimseyle bir bağlantısı yoktu, Taylor'ın kazanmayı düşünemeyeceği kadar
parası vardı ve daha da çok kazanma olasılığı büyüktü. Bunlara ek olarak, Charlotte'ın otuz üç
yaşında olduğunun farkındaydı ve aile geçmişine bakılacak olursa, pek de fazla yaşlanamayacağı
belliydi. Enine boyuna düşünüp onun iyi bir av olacağma karar verdi ve Londra'ya döndükten
sonra onunla yazışmaya başladı.
Charlotte'ın Taylor'a yanıt vermekte gecikmesinin nedenlerinden biri olarak "Evde bulunan
bir papaz normalde olduğundan çok daha fazla zamanımı alıyor" demesi, benim için eğlendirici
bir özürdür. Arthur acaba neler çeviriyordu?
Bundan yaklaşık iki buçuk yıl sonra James Taylor'ı harekete geçiren bir durum ortaya çıktı.
"Smith, Elder and Company" adlı şirket onu beş yıllığına Hindistan'a göndermeye karar verdi ve
anlaşılan Taylor da Charlotte'a evlenme teklif ederek birlikte gitmeyi önerdi, fakat Martha'nın
dediği gibi o bunu reddetti. Belliydi ki Charlotte hâlâ onun patronuyla evlenme beklentisi
içindeydi, zaten halihazırda cinsel ihtiyaçları da emrindeki Nicholls tarafından karşılanmaktaydı.
Bu görüş doğrultusunda, Nicholls İrlanda'ya gittiği zaman sarsılmıştı, çünkü Charlotte
arkadaşı Ellen'a yazdığı mektupta Nicholls'un ayrılacağı günün bir gece öncesinde kendisine
çaya gelmeyi önerdiğini söyledi! Normal koşullar altında, bir kilise papazı olması dışında hiçbir
özelliği olmayan bu adam hakkında yazması bile abesti, çünkü onlarla ilgili neler düşündüğünü
daha önce öğrendik. Ayrıca babasının yardımcısı olan bir insanın, kabul edileceğinden bu kadar
emin olarak kendini davet ettirmesi biraz şaşırtıcı değil miydi? Eğer Charlotte'la arasında bir şey
olmasaydı, bu cüreti için ondan özür dileyecek kadar kısa bir süre ancak beraber olabilirdi. Ben
Charlotte'ın bu sözleri istemeden yazdığını düşünüyorum. Normal olarak mektuplarında
Nicholls'a hiç yer vermezdi ve herkesi Smith ve Taylor'la flört ettiği konusunda yanıltırdı. Şimdi
ise Arthur'un gidişi kendisini o kadar incitmişti ki, perdenin biraz aralanmasına izin veriyordu.
Charlotte'ın gözlemlerine göre Nicholls için her şey yolunda gitmiyordu ve onun aklında olanları
merak etmekteydi.
Nicholls, Haworth'tan temmuz ayının son haftasında ayrıldı ve yaklaşık altı hafta oradan
uzak kaldı. Charlotte onun yokluğundan etkilenmişti, o kadar ki Ellen'a onun geliş tarihi
hakkında bilgi vermekten kendini alamadı. Bu süre onun dudaklarını ısırıp beklediği bir dönem
oldu, çünkü onun İrlanda'da ne yaptığını, hatta ne zaman döneceğini bile bilmiyordu. Eğer
gelmezse kendisinin ne yapacağı hakkında hiç fikri yoktu, çünkü hayatı onsuz bomboştu.
Kalbinin derinliklerinde ise George Smith'in kendisiyle hiç evlenmeyeceği korkusu yatıyordu
özellikle Smith'in annesi kendisinden fazla hoşlanmıyorduve Taylor beş yıl Hindistan'da
kalacaktı. Evet, Nicholls olmadan, tatiller ve arada bir gelen konuklar dışında, konutta korkunç
günlerin kendisini beklediğini düşünüyordu.
Sonunda Nicholls geldi ve bu da onu çok rahatlattı ve her şey eskisi gibi devam etmeye
başladı; ancak Nicholls giderken mutsuzdu, ama geldiğinde de tekrar eski hayata dönmekten
şikâyetçi oldu. İrlanda onu her zamankinden daha çok huzursuz etmişti.
1851 yılının ekim ve kasım aylarında, tıpkı Martha'nın da yazdığı gibi, bütün ev halkı
hastalanmıştı ve Charlotte da konuta kapanıp kalmıştı. O sırada Charlotte ViUette adlı romanını
yazmaya başlamıştı, fakat o sırada çok hastalandı ve doktorun da garip bir şekilde koyduğu
tanıya göre "karaciğer hassaslaşmış ve aşın tahriş olmuş"tu. Bunun için Nicholls'un suçlu olduğu
varsayımı mantıklı nedenlere dayanır belki de İrlanda'da aldığı ve kendisi için de yeni olan bir
zehir deniyordu. Bazı taze bitkilerin değişik dozlardaki etkilerini denemek amacıyla zehirlemeyi
alışkanlık haline getiren insanlar hakkında çok sayıda kayda geçmiş vaka bulunmaktadır.
1852 yılının yılbaşı günü Charlotte çok hastaydı ve Ellen'a "kötü bir duruma getirildiğini"
söylemişti. Bu durumu doktorun ona yazdığı ve içinde cıva bulunan ilaçlara bağlıyordu. Böyle
olabilirdi, çünkü ağzmda ve dilinde ülser olmuştu. Dr. Ruddock adlı doktor bu durum karşısında,
"aynı dozda bu ilaçtan verilen insanlarda kadın ve çocuk dahil, böyle bir etkiye rastlamadığını"
söylemişti, ama onun hiçbir hastası Nicholls tarafından uygulanan bir ek "tedavi" görmemişti.
Charlotte, Nicholls'tan şüphelenmiş olmalıydı, çünkü kendisinden kurtulduğu anda onun hür
bir insan olacağını biliyordu, fakat yediklerine ve içtiklerine dikkat etmekten başka ne
yapabilirdi? Sonunda, çok akıllıca bir kararla, ondan ve konuttan uzak durmaya çalıştı. Ocak
ayının sonunda Ellen Nussey'de on beş gün kalmaya gitti ve büyük olasılıkla beklediği gibi
tamamen hatta bir mucize olmuşçasına iyileşti. sonra tekrar dört aylığına Haworth'a ve Vilette'i
yazmaya döndü. İşin içinde para olunca Çok sebatkâr olabiliyordu.
Charlotte mayıs ayı sonunda tekrar bir ara verdi, sessizce ve tek başına tam bir ay kalmak
üzere Filey'ye gitti. Zaman zaman onun bu süre içinde orada olup olmadığından kuşku
duymuşumdur en azından sürekli olarak orada mıydı?, çünkü Martha'nın söylediğine göre bu
süre içinde Nicholls üç günlüğüne sır gibi ortadan kaybolmuştu. Charlotte ve Nicholls için
meraklı gözlerden uzakta birlikte olabilmek için bu iyi bir fırsat olurdu ve oraya Ellen'a
söylemeden gitmesinin bir nedeni de bu olabilirdi. Charlotte için uzaklarda tek başına yalnız
kalmak elbette ki çok olağandışıydı, bunun da ötesinde gittikten sonraki ilk hafta aklı hep
Nicholls'taydı.
Babasına yazdığı bir mektubunda, yardımcısından hiç hoşlanmadığını bildiği halde, en
azından üç kez ondan söz etmişti! Sanıyorum bu da Nicholls'un onun zihnini nasıl meşgul
ettiğini gösterir. Onun hakkında uzun uzun yazarak, ziyaret ettiği kiliseyi Mr. Nicholls'un da
görebilmesini ne kadar çok istediğini ayrıca kilisedeki koronun ve kilise cemaatinin
davranışlarına Mr. Nicholls'un nasıl "güleceğini"söylemiş ve babasından ona "selamlarını"
iletmesini rica etmiştir.
Mr. Bronte'nin, kızının bu ricasından nasıl rahatsız olduğunu hayal edebiliriz, fakat kızının
kendi yardımcısına büyük bir tutkuyla bağlı olduğu herhalde aklına gelmiştir.
Çiftin gerçekten de Filey'de buluşup buluşmadıklarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz, fakat
anlaşmazlıklarını çözümlemek için uygun bir fırsat olabilirdi, çünkü hiç şüphe yok ki ilişkileri
çok tehlikeli bir noktadaydı. Martha'nın bize söylediği gibi, Nicholls kendine düşen paydan hiç
memnun değildi. Tembeldi ve hiçbir hevesi yoktu; normal koşullarda yaşantısını böyle
götürebilir, sonunda kendi yaşamını kazanıp iyi bir eş buluncaya kadar bir kilise papazlığından
diğerine geçebilirdi. Ancak Haworth'a ayak bastığından beri onun için hiçbir şey normal
olmamıştı: iki kişiyi öldürmüş ve hiçbir şey huzur bilekazanmamıştı. Yıllar geçiyordu ve bu
berbat yerde kapana kısılmıştı, hem de hiç çekici olmayan basit bir kadının emrinde olarak başka
kimseyi de aramamıştı. Farklı bir yerde, daha iyi bir başka görev de alamazdı, dolayısıyla
neredeyse fakirlik düzeyinde bir yaşama mahkûmdu. Oysa öte yanda Charlotte'ın çok parası
vardı. Canı istediği zaman istediği yere gidebiliyordu; kendisi ise onun babasma hemşirelik
yapmak için orada bırakılıyordu; ayrıca Mr. Bronte'nin yapması gereken ve bunun için para
aldığı kilise görevlerini bu yaşlı adam değil, Nicholls yapıyordu.
Nicholls tek bir çıkış yolu görüyordu, fakat eğer mümkünse, vicdanını rahatsız eden bir
ölüm daha olmasını istemiyordu.
Kendi açısından Charlotte ise bu durumun değişmeden sürüp gitmesinden başka bir şey
istemiyordu, fakat sevgilisiyle arasının iyi olmadığının farkındaydı ve bir olasılıkla, kendisini
zehirleyebileceğinden şüphelendiği için ondan korkuyordu. Hâlâ daha "iyi" biriyle evlenmekten
az da olsa umutluydu, ama o zamana kadar Nicholls kendisi için uygundu. Ancak onu şaşntan bir
şey olmuştu; Nicholls İrlanda'ya gittiğinde onu biraz kıskandığını fark etmişti ve şimdi onu
avucunda tutsa bile, neyin yanlış olduğunu öğrenmek ve onu nasıl yatıştıracağını bilmek
istiyordu.
Aradaki çekişmenin bir başka kaynağı da Charlotte'ın Ellen Nussey'yle olan arkadaşlığıydı.
Hiç kuşkum yok ki Ellen, Charlotte ile Nicholls'un arasında geçenlerin farkındaydı. O değişik
vesilelerle konutu ziyaret etmişti ve aralarındaki teklifsizliği ortaya koyan bazı küçük işaretlere
dikkat etmemiş olamazdı.
Ellen konuta gönderdiği mektupları bir başkasının da okuyabileceğine dair Charlotte'a bazı
imalarda bulunmuştu bununla Nicholls'a örtülü bir atıf yapmış olabilirdive işte böylece hassas bir
noktaya dokunmuş oluyordu. Charlotte buna çok hiddetlennıişti. 25 ağustos tarihinde Ellen'a
yazarak, "Senin yazdıklarını bu evde ve dışarıda gösterebileceğim kimse yoktur" diyerek ona
güven verdi. Bundan sonra mektubuna, "Eğer yazdıklarımda kısıtlamalar varsa bu söyleyecek bir
şeyim olmadığındandır" diyerek devam etti. Ancak Ellen'ı bu sözlerle kandırmış olamazdı. O,
Charlotte'ın daima söyleyecek boş laflan olduğunu biliyordu.
5 ekim tarihinde Charlotte, Ellen'a yazarak davetini reddetti ve bir dahaki buluşmalannın
Haworth'ta olacağmı belli belirsiz bir Şekildeumduğunu yazdı. Bundan sonra dört gün içinde
tavnnı teamen değiştirerek arkadaşına gelmesi için adeta yalvardı.
Fikrini bu şekilde birdenbire değiştirmesi hakkında ancak varsayımlar ileri sürebiliriz.
Charlotte çok kararlı bir kadındı ve herhangi bir konuda pek ender olarak fikir değiştirirdi. Ben
öyle hissediyorum ki bütün bunlar duygusal bir volkanın işaretiydi ve dış dünyaya sakin bir
konut yaşamı olarak sunulanlar tamamen yalandı.
On İkinci Bölüm

Seni sıkıntı ocağında denedim.


Işaya 48:10

Madam'ın evden uzaklarda geçirdiği zaman uzadıkça Mr. Nicholls daha da kötüleşiyordu ve
hayatımda ilk kez o geri döndüğünde neredeyse sevinmiştim. Garipti ki, birbirlerinden uzak
durmaya çalışıyorlar ve ben de ne olup bittiğini merak ediyordum.
Mr. Nicholls'un onun sürekli olarak bir yerlere gitmesinden ve onun deyimiyle babasının
"sütannesi" durumunda evde bırakılmaktan hoşnut olmadığını biliyordum, fakat bunun dışında
aralarında başka ne gibi bir sorun olduğunu tam olarak anlayamıyordum.
Miss Anne'in ölümünden sonra Mr. Nicholls konutu daha düzenli olarak ziyaret ediyordu,
özellikle de o orada olmadığı zamanlar bu da giderek daha sık olmaktaydı. Böyle zamanlarda
Mr. Nicholls, Mr. Bronte uyumadan önce onun yanında bir saat kadar kalmayı alışkanlık haline
getirmişti, hatta o evde olduğu zaman bile bu alışkanlığını devam ettiriyordu. Tek fark, babayı
yatağa sokup ortalıktan çekilmesini sağladıktan sonra, Mr. Nicholls arada bir Madam'ın yanına
gidiyordu ben bunu önceleri bilmiyordum, ancak çok daha sonraları emin oldum.
Şimdi size anlatacaklarımı da o zamanlar bilmiyordum; bütün bunlar ancak Mr. Nicholls
bana tam olarak güvenmeye başladıktan sonra gün ışığına çıktı ve bana anlattıklarının ardı arkası
yoktu.
Anlaşıldığı kadarıyla Mr. Nicholls uzun süredir kendi yaşamından hoşnut değildi, fakat
Madam'ın onu tehdit etmesinden dolayı bazı şeyleri değiştirmek için hiçbir şey yapamıyordu.
Onun gittiği zamanlar, Mr. Nicholls gecelerini uykusuz geçiriyor ve onun neler yapabileceği
hakkında endişeleniyordu. Madam'ın başkalarina bir şeyler söylemeyeceğinden çok emin değildi
ve parasından dolayı az da olsa bir koca bulma şansı vardı; o zaman parası kocasına gidecekti,
kendisinin tek kazancı ise onu mutlu etmek için yaptığı bunca şeyden sonra, sadece onun
susması olacaktı tabiî eğer susarsa.
Sonunda onunla evlenmek zorunda olduğunu anladı. Bana söylediğine göre bu fikir aklına
ilk geldiğinde neredeyse katıla katıla gülmüştü, fakat düşündükçe kazanacaklarının,
kaybedeceklerinden çok daha fazla olduğuna karar verdi. O zaman Madam yaşamı boyunca
susmak zorunda kalacak, onun parası da kendinin olacaktı. Bundan sonra da köşe bucak
buluşmalarla uğraşmaktan kurtulacak ve her şeyin başına geçecekti; ihtiyar Mr. Bronte de nalları
dikince kiliseyi ele geçirmek için çok uygun bir yerde olacaktı.
Bunları düşündükçe bu fikirden daha çok hoşlanmaya başladı. Sonuçta belki yaşamı umut
ettiği gibi olmayacak, evleneceği gelin hayalindekine benzemeyecekti, ama dilencilerin de seçme
şansı olmazdı. Ne olursa olsun, kararını vermişti ve onunla evlenecekti.
O yıllardaki düşüncelerinin neler olduğunu bana anlattıktan sonra, Madam'ın onu reddetme
ihtimalini düşünüp düşünmediğini sordum. Bana bu konuyu da uzun uzun düşündüğünü söyledi
ve eğer Madam bunu kabul etmez, her şeyin olduğu gibi kalmasını isterse, o zaman da Mr.
Nicholls bunları dinlemeyecekti; böylece Madam kendisine en büyük kötülüğü yapmış olurdu.
Anlaşılan Mr. Nicholls'un mantığına göre olaylar şu şekilde olabilirdi: eğer Madam onu
ihbar etmeye karar verirse, o zaman onun sözleri kendisininkine karşı olacak, Mr. Nicholls da
kendi şansını deneyecekti. Eğer her şey aleyhine dönerse, Avustralya'ya gidecekti; bu olasılığı
zaten eskiden beri hep düşünmüştü başına bu belalar gelmeden önce bileveya İrlanda'ya gidip
oradan da bir gemiyle Amerika'ya geçecekti.
Sonunda Madam döndüğü zaman teklifini ona söyleyecekti, fakat döndüğünde maalesef
onunla konuşamamıştı. Bana söylediğine göre, Madam giderken Mr. Nicholls'un kendisine
kızgın olduğunu biliyordu ve gittiği yerde daha uzun bir süre kalmaya karar vermesinin nedeni
onu daha da çok kızdırmaktı. Nedeni ne olursa olsun, Madam döndükten sonra Mr. Nicholls'tan
sürekli kaçmaya çalışıyordu ve bu da onu çok rahatsız ediyordu. Onunla buluşabilmek için
konuşmaya çalışmış, fakat o bunu hep ertelemişti; her defasında bir mazeret buluyordu.
Nihayet üç gün sürekli olarak bu şekilde reddedildikten sonra, onu görmeyi kafasına koydu
ve izni olsun veya olmasın, Madam'ı yalnız başına çay içerken gördüğü zaman kendisini davet
ettirecekti.
Mr. Nicholls bunlan bana anlattıktan sonra kafam geçmiş günlere gitti ve o zaman Madam'ın
niçin bu kadar kızgın olduğunu anladım. Mr. Nicholls'un konuta gelerek bana onun çayda olup
olmadığını sorduğu günü anımsadım. Kendisine evet diye cevap verdiğimde hiçbir şey
söylemeden, neredeyse beni bir kenara iterek yanımdan geçmiş, odaya girerek kapıyı hızla
kapatmıştı. Madam'ın bağırarak ona bir şey söylediğini işittim, odadan öylesine çabuk fırlamıştı
ki ben mutfağa kaçmaya vakit bulamamıştım. Bir "lütfen" veya "teşekkür ederim" dahi demeden,
bana öfkeyle seslenerek Mr. Nicholls'un kendisiyle çay içeceğini ve onun için fazla servis
götürmemi söyledi, bundan sonra tekrar odaya girerek kapıyı hızla kapattı.
Onun için küçük bir tepsi hazırladıktan sonra kapıyı tıklattım ve içeri girdim. Her ikisi de
suratları asık oturuyor ve tek kelime konuşmuyorlardı; onlara bir şeyler söyledim, fakat hiç yanıt
alamadım, hatta bir teşekkür bile etmediler, bunun üzerine kapıyı da kendime göre biraz çarparak
odadan çıktım.
Mutfağa giderken taş döşemelerde özellikle çok ses çıkaracak biçimde yürüdüm, fakat
mutfağa kadar gitmedim. Bunun yerine takunyalarımı çıkardım, sessizce kapıya gittim ve
kulağımı kapıya dayadım. Bütün bunlar boşunaydı, çünkü konuşulanları anlayamıyordum.
MrNicholls'un bana daha sonra anlattığına göre, ona önce belli bir konu hakkında sakin bir
yanıt istediğini söylemiş. O da Mr. Nicholls'un ne demek istediğini anlamamış gibi yaparak,
havadan sudan konuşmaya devam ederken bir yandan da çayını fin. cana koyuyormuş; onu bu
şekilde gideceği zamana kadar oyalamış, çünkü babasıyla buluşacağmı ve bunun için gitmek
zorunda kalacağını biliyormuş.
İçeride bir sandalyenin çekildiğini işittim ve hemen köşeye saklanarak ortadan kayboldum.
Sonra kapı açıldı ve Mr. Nicholls odadan çıktı ve zavallı kapı yeniden çarpılarak kapandı. O
bana doğru bakmıyordu, fakat ben onu görebiliyordum, çok kızgm olduğu belliydi ve Mr.
Bronte'nin koridorun karşısındaki odasına girdi.
Bir süre sonra, etrafı toplamak üzere Madam'ın oturduğu odaya girdim ve sadece bir şey
söylemiş olmak için çayın iyi olup olmadığını sordum; fakat o sadece ters bir şekilde "Evet" dedi
ve ben de neler olduğunu öğrenemedim.
Her şeyi yıkayıp kaldırdıktan sonra bile, Mr. Nicholls hâlâ Mr. Bronte'yle beraberdi, ben de
şunu bunu yapmakla o kadar meşguldüm ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım.
Daha sonradan öğrendiğime göre Mr. Nicholls, Mr. Bı onte'yi görmeye gittiğinde yaşlı
adamdan kurtuluncaya kadar sinirli bir şekilde söylenip durmuş ve öfke içinde odadan çıktıktan
sonra Madam'ı aramaya koyulmuştu.
Mr. Nicholls onu bulamadı ve bunun üzerine bunu çok iyi anımsıyorum mutfağa benim
yanıma geldi, ben de ona Madam'ın yukarı çıktığını işittiğimi söyledim. Olaym burada
kapanacağını sanıyordum, fakat yanılmışım. Mr. Nicholls tek kelime etmeden fırtına gibi çıktı ve
beni şaşırtan bir biçimde koşar adımlarla yukarıya onun yatak odasına gitti, daha kapı bile
kapanmadan onun Madam'a bağırdığım duyabiliyordum. Elbette ki ben de hiç vakit
kaybetmeden hızla yukarıya çıktım, fakat kapıya çok yaklaşmaya korktum; bunun üzerine
köşeye gizlenerek neler ohıp bittiğini öğrenmeye çalıştım.
Ancak bu şekilde pek fazla bir şey işitemiyordum, fakat daha sonra Mr. Nicholls'un
anlattığına göre, o güne kadar kafasını kurcalayan her şeyi -ki bunlardan bazıları yıllardır onu
rahatsız ediyordu- söylemişti. Madam onu şaşırtan bir şekilde uzun bir süre orada öylece oturmuş
ve hiçbir şey söylememişti. Nihayet ağzını açtığı zaman çok yavaş ve düzgün bir biçimde
konuşmaya başlamış ve söyledikleri de hedefine varmıştı. Madam, gerekirse onun aleyhine
kullanmak üzere Miss Anne'in güncesini sakladığını söyleyince Mr. Nicholls buz kesmişti.
Dediğine göre öylesine şaşırmıştı ki, birkaç dakika için söyleyecek söz bulamadı; fakat
sonra kendim toparladı ve planı aklına geldi. Daha fazla gürültü patırtı yapmadan, ona eğer böyle
hissediyorsa kendisinin en kısa zamanda ülkeyi terk edeceğmi ve onun da elinden gelen her
kötülüğü yapmakta özgür olacağmı söyledi.
Mr. Nicholls'un dediğine göre bu defa da o buz kesmişti. Orada oturup birbirlerine bakmaya
devam etmişlerdi, çünkü her ikisi de diğerine göre daha üstün durumda değildi ve her biri
diğerinin söyleyeceklerini önce duymak istiyordu.
Ben o sırada odanın çok sessizleştiğini düşünüyor ve orada yatak odasında birlikteneler
olduğunu merak ediyordum; şunu söylemek zorundayım, kafamda oluşan o resim beni o kadar
öfke'endirmişti ki tükürebilirdim. Korkuyla ve elimden geldiğince sessizce kapının yanından
yavaş yavaş yürürken gıcırdayan bir tahtanın üzerine bastım. Kulağımı kapıya iyice dayadığımda
artık onların çok yavaş konuştuklarını duyabiliyordum; bu beni daha çok sinirlendirdi, çünkü
onların ne dediklerini anlayamıyordum ve orada karanlıkta aklıma her türlü şey geliyordu.
Konuşmaları uzadıkça uzadı ve ben sonunda gitmek zorunda kaldım, çünkü aşağıda
yapmam gereken birçok iş vardı. Ancak yıllar sonra bunu hep tekrarlıyorumMr. Nicholls bana
hikâyenin tamamını anlatınca, önce her ikisinin de biraz sakinleştiklerini ve sonra mantıklı bir
şekilde uzun uzun konuştuklarını öğrendim. İkisi de mümkün olduğunca açık sözlü ve dürüst
davranmaya çalışmış ve sonunda Mr. Nicholls ona evlenme teklifinde bulunmuş. Madam ona
hemen bir yanıt vermemiş ve ancak Mr. Nicholls ona kızıp danlınca, "Evet" diyerek teklifini
kabul etmiş.
Uzun bir süre odada kalmış olmalılar, çünkü ben o gece Mr. Nicholls'u bir daha görmedim.
Mr. Bronte ile Miss Aykroyd'a akşam yemeklerini götürdüm, şömineleri yaktım, sonra
ayaklarımın ucuna basarak yukarıya çıktım ve yemeğin hazır olduğunu bildirmek için onun
kapısını çaldım. Kapıya gelmedi, fakat yemeği tencerede bırakmamı söyledi, ben de "İyi geceler"
dedim, kendi yemeğimi yedim ve onların neler çevirdiklerini düşünerek yatağa gittim, doğrusu
hiç mutlu değildim.
Ertesi sabah Madam ortaya çıkınca, ben de sürekli olarak onu gözlemeye başladım. Çok
yorgun görünüyordu ve çok rahatsız olduğunu görebiliyordum, bu da beni acaba bir şeyler mi
oluyor diye daha çok meraklandırdı. Mr. Nicholls'u bütün gün göremedim. Bu beni kızdırmıştı,
çünkü ne olup bittiğini o kadar merak ediyordum ki... Fakat onun bana görünmek istemediğini
düşünüyordum.
O günü nasıl geçirdiğimi bilmiyorum, sürekli olarak bir şey olmasını bekliyordum, fakat
hiçbir şey olmadı, ta ki akşam yemediğinden sonrasına kadar; bu sırada Mr. Bronte odasında hâlâ
yalnızdı ve sanıyorum Mr. Nicholls'un gelmesini bekliyordu. Ancak beni çok şaşırtan ve düş
kırıklığına uğratan, onun genellikle Mr. Bronte'yle birlikte olduğu saatte oraya gelmemesi oldu.
Bunun yerine Madam'ı Mr. Bronte'nin odasına girerken gördüm. Odaya girdikten sonra kapıyı
kapattı, oysa bu olağan bir şey değildi, ancak insanlar çok özel konularda onunla konuşacakları
zaman kapı kapatılırdı. Madam'ın babasına bu kadar gizli ne söyleyebileceğini öğrenmek için
ölüyordum, fakat bu defa kapıya yanaşamadım, çünkü Miss Aykroyd ve işe yeni aldığımız küçük
kız oralardaydı; böylece beklemek zorunda kaldım.
Gerçekten de kulağımı kapıya dayamadığım çok iyi olmuş, çünkü orada ancak birkaç dakika
kaldıktan sonra kapı ardına kadar açıldı ve Madam dışarı çıktı. Ben tam koridordan gelirken, o
dışarıya fırlamıştı. Gözlerinin yaşlı olduğunu görebiliyordum, yüzü kıpkırmızı ve asıktı.
Yukarıya çıkıyormuş gibi yap'tı, fakat beni görünce şaşkınlıkla orada kaldı ve oturma odasına
gitti.
Onu bir daha ancak ertesi sabah gördüm. Kiliseye gidiyordu; Mr. Nicholls'u görmeye
gittiğinden emindim. Uzun bir süre geri dönmedi; geldiğini de görmedim, fakat daha sonra
mutfağa gelerek akşam yemeğinin ne durumda olduğuna baktı; çok kötü bir şeylerin olduğunu
hissettim, çünkü tıpkı bir önceki gece olduğu gibiydi. Benimle pek az konuştu ve günün geri
kalan kısmında onu kısa sürelerle birkaç kez gördüm.
Kendi evime gittiğim zaman annem parmağını dudağının üzerine koyarak mutfak kapısını
hızla kapattı. Neler olduğunu merak ettim; annem bana Mr. Nicholls'un kiliseden akşam
yemeğinden önce geldiğini, müthiş öfkeli olduğunu ve dosdoğru odasına gittiğini, hâlâ da orada
olduğunu söyledi. Hiçbir şey yememişti ve annem onun iyi olup olmadığını sormak üzere
kapısmı çalınca, kapıyı açmadığını söyledi. Bütün yaptığı ona sadece, orada olduğunu anneme
göre sesi hiç ona benzemiyormuş fakat o gün yemek yemeyeceğini söylemek olmuş.
Biz oturma odasına giderken benim sesimi duymuş olmalıydı, çünkü kısa bir süre sonra
aşağıya indi ve bana Mr. Bronte'ye verilmek üzere bir zarf verdi. Ona niçin o akşam konuta gidip
Mr. Bronte'yi görmediğini sormak istedim, fakat yüzü o kadar solmuştu ki, soramadım. Kalbim
onunla doluydu, fakat ailem oradayken ona neler hissettiğimi söyleyemedim.
Mektubu aldım ve Mr. Bronte'ye götürdüm, daha sonra Madam tekrar onunla görüşmeye
gitti. Dışarı çıktığında pek mutlu görünmüyordu ve bütün akşam o kadar öfkeliydi ki, yatağıma
yattığımda bunlardan kurtulduğum için rahat ettim.
Ertesi akşam bir ara tekrar eve uğradım. Annem bana onun biraz yemek aldığını, fakat bütün
gün evden çıkmadığını söyledi. Hasta olduğunu sanmadığını, fakat çok sıkıntılı olduğunu ekledi.
Paltomu çıkardıktan sonra mutfakta anneme yardım etmeye başladım. Bana Mr. Nicholls'un
kapısmı çalarak akşam yemeği isteyip istemediğini sormamı söyleyince çok mutlu oldum, çünkü
onunla konuşmak için ölüyordum.
Kapıyı çalınca bir süre ses gelmedi; bunun üzerine kapıyı tekrar çaldmı ve ona seslendim,
kapı hemen açıldı: orada ayakta duruyordu. Annem beni uyardığı halde bu kadar hasta
görünmesi karşısında çok kötü oldum. Duygularımı belli etmiş olmalıyım ki bana mahzun bir
şekilde hafifçe gülümsedi ve kendini, göründüğü kadar kötü hissetmediğini söyledi. Yemek
isteyip istemediğini sordum, biraz yiyebileceğini söyledikten sonra daha ne kadar orada
kalacağımı sordu, çünkü Mr. Bronte'ye bir mektup daha götürmemi istiyordu.
Kendimi daha fazla tutamadım, çünkü neler olup bittiğini bilmek zorundaydım ve ona
doğrudan sordum. Fıısıldar gibi Mr. Bronte'yle büyük bir kavga ettiklerini ve o öfkeyle ona
istifasını verdiğini söyledi. Şimdi ise istifasını geri aldığını söylemek için yazacaktı.
Bu beni çok mutlu etti, çünkü bir an onun gittiğini düşününce kalbim duracak gibi olmuştu,
fakat cesaretimi toplayıp ona kavganın nedenini sordum. Bana bir yanıt vermedi, fakat ufak bir
şey için olduğunu ve endişelenmememi söyledi. Ayrıca bana anlattıklarını kimseye
söylemememi rica etti.
O mektubunu yazarken ben de orada birkaç dakika bekledim ve sonra mektubu alıp aşağıya
indim. Annem niçin bu kadar uzun sürdüğünü sordu; ben de ona Mr. Nicholls'un Mr. Bronte'ye
göndereceği mektubun yazılmasını beklediğimi söyledim ve bu konu da böylece kapandı.
Konuta döndüğüm zaman mektubu Mr. Bronte'ye götürüp verdim ve ertesi gün o da bana
Mr. Nicholls'a götürmek üzere bir mektup verdi. Bunun için akşama kadar beklemememi ve
hemen götürmemi istedi, böylece mektubu alarak üzerimdekileri değiştirmeden olduğum gibi
yoldan aşağıya indim. Annem Mr. Nicholls'un arka tarafta, bahçede olduğunu söyledi. Mutfak
kapısından çılanca onu orada boş gözlerle etrafa bakarken gördüm. Mektubu kendisine verdim
ve annem oradayken yapmamam gereken bir şekilde o okurken yanında durdum. Bitirdikten
sonra bana yavaş bir sesle her şeyin iyi olduğunu söyledi, fakat bana hiç de öyle gelmiyordu.
Dişleri öylesine kenetlenmişti ki yüzü taş bir heykel gibi görünüyordu ve anladığım kadarıyla bu
kavga ne hakkında olursa olsun, henüz sona ermemişti.
Noel yine yaklaşıyordu; böylece bütün sorunları bir kenara bıraktım. Yılın bu günleri benim
için daima mutlu bir dönemdi ve konutta geçirdiğim güzel Noeller olmuştu, fakat her nedense bu
Noel'i her zamankinden daha büyük bir heyecanla bekliyordum ancak o yıl benim yaşamımda
hiç mutluluk olmadı, çünkü Mr. Bronte'nin mektubunu Mr. Nicholls'a götürdüğüm günün ertesi
akşamı babam geldi ve kimseye bakmadan gözlerini doğruca bana dikerek, "Kiracımız ile Miss
Charlotte arasında bir şey olduğunu duyan var mı?" diye sordu. Hepimiz ona anlamsız bir
ifadeyle baktık, fakat benim kafam hızla çalışmaya başladı ve acaba bildiklerim bir şekilde
duyuldu mu diye merak etmeye başladım. Ancak düşüncelerim yarıda kaldı, çünkü babamın bu
sözleri, daha önce söylenen her şeyi altüst ederek, kalbimi kıran ve bütün düşlerimi yıkan haberi
bize vermiş oldu.
Babam bize Mr. Bronte'yi kiliseyle ilgili bazı işler konusunda ziyaret ettiğini ve yaşlı adamı
çok keyifsiz gördüğünü anlattı. Endişelenerek ona bir sorun olup olmadığını sormuş. Mr. Bronte
ise ona bir süre baktıktan sonra Mr. Nicholls'un kızına evlenme teklif ettiğini ve bunu babamın
bilmesinde bir sakınca olmadığını söylemiş!
Babam kendini tutamayarak Mr. Bronte'ye böyle bir şeye izin vermeyeceğini umduğunu
söylemiş. O anda Mr. Bronte sandalyesinden kalkmaya çalışmış, yüzü o kadar kızarmış ki babam
neredeyse patlamaya hazır, diye düşünmüş. Bundan sonra yaşlı adam o zamana kadar kimsenin
ondan duymadığı bir şey yapmış, küfretmiş ve böyle bir şeye hiçbir zaman izin vermeyeceğini
haykırarak söylemiş ve "Bunu da o b.. Nicholls'a bildirdim" demiş.
Böyle bir davranış Mr. Bronte'ye o kadar aykırıydı ki babam onu yatıştırmak için yarım saat
yanında oturmuş.
Ben ise o kadar sersemlemiştim ki, babamın söylediği son sözleri duymadım bile, her şey
birdenbire çok uzaklarda kaldı ve oda etrafımda dönmeye başladı. Bundan sonra gözlerim
yaşardı ve kendimi bir aptal yerine koymadan odadan dışarı fırladım.
Daha sonra bu hareketimden dolayı annem ve babam, Mr. Nicholls'la aramda bir şeyler
olduğundan daha da emin olmuşlar, bir süredir zaten böyle düşünüyorlarmış, fakat o gece kimse
bu konuda bir şey demedi.
Bundan sonra birkaç dakika yatak odasında durarak kendime gelmeye çalıştım. Ardından
gidip yüzümü yıkadım, aşağıya indim ve paltomu giyerek bonemi taktım. Kafamı kapıdan
içeriye uzatarak Mr. Bronte'nin nasıl olduğunu görmek için konuta gideceğimi söyledim; sonra
evden çıktım ve hıçkıra hıçkıra ağladım.
Konuta gitmedim. Tepeye, kırlara doğru yürüdüm. Orada, soğuk ve nemli havada
duygularımı gözden geçirmeye başladım. Ne kadar çaba göstersem de Mr. Nicholls'un beni
böylesine hayal kırıklığına uğratmasını haklı gösterecek bir neden bulamadım; onun bu kadar
ikiyüzlü olabileceğine inanamıyordum. Bana Madam'ın kendisini tehdit ettiğini söylemişti; ben
de Miss Anne'in güncesini okuduktan sonra bu tehdidin ne olduğu hakkında iyi bir fikir
edinmiştim, fakat yine de nasıl olup da onunla evlenmeyi düşünebildiğini anlayamıyordum.
Bir iki gün içinde bu haber bütün köyde yayılmıştı, çünkü anlaşılan Mr. Bronte konuştuğu
herkese bunu söylüyordu. O zamanlar Madam'ın bunun nasıl yayıldığı hakkında bir fikri olup
olmadığını bilmiyorum, fakat biri sanıyorum Miss Aykroydona bunu söylemiş olmalı ki bir gün
ikimiz mutfakta yalnız olduğumuz sırada bana, "Herhalde köyde herkesin konuştuklarından
haberin olmalı" dedi. Gözlerimi ona dikerek bunları duyduğumu, fakat inanmadığımı söyledim.
Bu onu hiç memnun etmedi ve başka bir şey söylemedi, fakat benimle konuşmak istediğini
görebiliyordum.
Mr. Nicholls'a gelince, onu bizim evde görüyordum, fakat onunla doğru dürüst konuşmak
için hiç fırsat olmuyordu ve artık konuta da hiç gelmiyordu. Ancak onu görmekte kararlıydım ve
böylece daha önce yaptığım gibi ona not yazdım. Eve bir daha gidişimde, onunla konuşmak
zorunda olduğumu ve o gece biraz daha geç bir saatte kırda, bizim yerimiz dediğimiz yerde
olacağımı bildiren bir notu kapısının altından attım.
Oraya vardığım zaman onun benden önce geİnıiş olduğunu gördüm; birbirimize doğru
yürüdük. Gelip beni kollarına almak istedi, fakat ben bunu kabul etmedim ve onun hakkında ne
düşündüğümü yüzüne söyledim. Kelimeler ağzımdan dökülürken gözyaşlarını da akıp gidiyordu,
sonunda bir kayanın üzerine yığıldım; hem konuşuyor hem de burnumu çekiyordum.
Yanıma oturdu ve pelerininin bir bölümüyle vücudumu sararak kolunu omzuma attı ve
hiçbir zaman karşı koyamadığım o konuşmalarına başladı. Zaman zaman yanaklarımdan öperek,
kendi isteği dışında gelişen bazı olaylar nedeniyle böyle hareket etmek zorunda kaldığına yemin
etti. Başka hiçbir şansı olmadığına inanmam için yalvardı ve bu arada ne olursa olsun ona
güvenmemi söyledi. Ancak benim bütün bilmek istediğim, olanlardan dolayı bizim
durumumuzun ne olacağıydı.
O günleri düşündüğüm zaman, Mr. Nicholls'un oraya gelmeden önce uzun uzun
düşündüğüne inanıyorum, çünkü hiç vakit kaybetmeden en doğru sözleri bulmuştu. Bana
aramıza hiçbir şeyin giremeyeceğini, fakat bir süre bizim için her şeyin biraz zor olacağını
söyledi. Gerçekten ona inanıp inanmamam gerektiğinden emin değildim, fakat gelmiş geçmiş
bütün budala kadınlar gibi, ben de duymak istediğim sözleri duyuyordum ve ona o kadar
yaklaştım ki sonunda orada, karanlık ve soğukta, ıslak yerlerde yine seviştik.
Bu koşullarda beklendiği gibi, Noel Mr. Nicholls için hiç iyi geçmedi. Daha sonra Mr.
Bronte'nin düğün yapılmaması için direndiği hakkında söylentiler yayıldı ve anlaşıldığına göre
herkes Mr. Nicholls'un önce istifa ettiğini, sonra da bunu geri aldığını biliyordu. Bütün köy halkı
onun arkasından gülmekteydi; babam da etrafta onu çekiştiriyor ve her şeyi daha beter ediyordu.
Her yıl bu zamanlar benim için genelde mutlu bir dönem olmasına karşın, Mr. Bronte'nin verdiği
para bile beni neşelendirememişti ve Mr. Nicholls'un herkesin içinde gülünç duruma düştüğünü
görmekten hoşlanmıyordum. Ancak Noel tatilinden sonra kendimi biraz daha iyi hissetmeye
başladım, bu da Madam'ın Londra'ya gideceğini bana söylediği an oldu.
Anımsayabildiğim kadarıyla, 1853 yılında yılbaşından sonraki!İk hafta Madam gitti ve bir
ay kadar dönmedi. Ben bu dönemi kendim ile Mr. Nicholls hakkında düşünmeye ayırdım ve her
şeyle barış içinde yaşamaya çalıştım. Birlikte olabiliyorduk ve o bem yatıştırmaya ve olabilecek
şeylere alıştırmaya çalışıyordu.
Aklımdan çıkaramadığım bir şey ise, bir şekilde Mr. Nicholls ile onun evlenebilecekleriydi.
Bu benim tahammül edemeyeceğim bir şeydi ve onların aynı evde ve aynı yataktabirlikte
olmaları düşüncesine bile nasıl dayanabileceğimi bilmiyordum. Bazen bu şekilde düşüncelere
kapılmışken kendimi Mr. Nicholls'un aleyhinde yüksek sesle konuşurken buluyordum, fakat
sonradan bana verdiği sözler aklıma gelince böyle yapmamın doğru olmadığını düşünüyordum.
Ama bu kötü düşünceler bir türlü gitmiyordu ve sonunda şöyle bir fikir aklıma geldi: eğer
Madam'ı Mr. Nicholls aleyhine çevirebilirsem, bu evliliği durdurabilirdim; böylece ona Mr.
Nicholls hakkında bazıları doğru, bazıları yalanbirçok şey söylemeye başladım.
Bu işe yavaş yavaş başlamıştım ve o bana inanmaya başlayınca daha çok şey öğrenmek
istedi; bunun üzerine, giderek daha da küstahlaştım ve Mr. Nicholls hakkında çok kötü şeyler
anlattım. İlk önceleri, onun anlattığım bu hikâyeleri nasıl algılayacağını bilmiyordum, belki beni
tersleyebilirdi, fakat yavaş yavaş birbirimize yakınlaşmaya başladık ve benimle artık hiç
olmadığı kadar çok konuşuyordu. Fakat hâlâ onu sevemiyordum. Bana geçmişte yaptığı
kötülükleri unutamıyor, ayrıca önümüzdeki günlerde Mr. Nicholls'u neler yapmaya
zorlayabileceğini bilmiyordum.
Nihayet bahar geldi ve tekrar seyahatlerine başladı. Bu defa gideceğini söylediğinde, kesin
olarak ne kadar kalacağmı bilmediğini, fakat epey uzun kalacağını da ekledi. Bir süre için her
şeyden uzakta kalacağı için memnun olduğunu söyledi; konuşma biçiminden, her kelimesinin
samimi olduğunu anlıyordum. Aslmda o sıralarda hayat onun için çok kolay olmayabilirdi bu
elbette beni rahatsız etmiyordu, çünkü her şey bir yana, Mr. Bronte ile Mr. Nicholls birbirleriyle
görüşmüyorlardı ve bu da üçünün arasındaki ilişkileri garip bir duruma getirmiş olmalıydı.
Her neyse, sonunda Madam gitti ve ben de Mr. Nicholls'la mutlu beraberlikler beklentisine
girdim, fakat bunlar çok az ve uzun aralıklarla oluyordu; çünkü çoğunlukla Mr. Nicholls artık
eskisi gibi değildi ve geriye bakıp düşündüğümde, bu buluşmaları hep ben ayarlıyordum, o değil.
Onun aklı hep başka yerlerdeydi, fakat hiçbir zaman bana neler düşündüğünü söylemiyordu,
bense buna tahammül etmek zorundaydım. Bir keresinde şakayla, "Sanırım Madam'ı
özlüyorsunuz" demiştim; beni o kadar kötü tersledi ki artık onun şaka kaldıracak hali
kalmadığını anladım. Doğruyu söylemek gerekirse, birlikte olduğumuz bir iki kez her şey
eskiden olduğu gibiydi ve bu da bütün olumsuzlukları bana unutturdu öyle ki eski umutlarım
yeniden canlanmaya başlamıştı.
Sonra Madam yeniden konuta döndü ve her şey eskisi gibi oldu, ta ki bir gün Mr. Nicholls
herkesin ortasmda ve kimin duyacağına aldırmadan"Artık yeter!" diye haykırıncaya kadar. Bütün
bunlara karşın kendini ne kadar kötü hissettiğini tam olarak algılayamamıştım, fakat bir gün beni
yolda karşıladı ve artık buradan ayrılacağını söyledi!
Önce yine kötü bir dönem geçirdiğini düşünmüştüm, fakat samimi olduğunu görünce oraya
yığılacak gibi oldum, tam o sırada beni tuttu. Etrafta birkaç kişi daha vardı, bu nedenle daha çok
oyalanamazdık. Daha sonra kilisede buluşmak üzere bir saat tespit edebildik ve işte orada bana,
buradan millerce uzakta bir yerde, başka bir işe başlamak üzere söz verdiğini söyledi. Bu benim
için büyük bir şoktu ve bu sözlerini işittikten sonra aralıksız ağlayarak onu olduğu yere çakmak
istercesine sıkı sıkıya tütündüm. Fakat hiçbir şey işe yaramıyordu, o kararını vermişti ve her şey
buna göre ayarlanmıştı.
Bütün düşünebildiğim bana ne olacağıydı ve acaba birbirimizi tekrar görmeli miydik? Onun
verdiği yanıtlar bana hiç yardımcı olmuyordu ve artık belliydi ki "gözden uzak olan, gönülden de
uzak olacaktı". Bu beni çok üzdü ve son bir kez daha buluşmamızı isteyince, her şeye rağmen
kabul ettim. İki akşam sonra kırda tekrar buluştuk ve birbirimize veda ettik. Tabiî ki ben yine
gözyaşları içindeydim, fakat olacakları yavaş yavaş kabullenmeye başlamıştım ve birbirini bu
kadar seven bizler için bu beraberliğin tamamen biteceğine inanamıyordum. Ayrılırken bu
duyguların, onun da mahzunlaşmasıyla iyice yoğunlaşmıştı ve sanıyorum ilk kez, onun beni
gerçekten sevdiğini anladım.
Böylece Mr. Nicholls gitti; hem benim yaşamımda hem konutta hem de evimizde büyük bir
boşluk bıraktı. Gece gündüz onu düşünüyordum ve eve gittiğimde eskiden onun kaldığı odaya
girip ne yaptığını, kimlerle birlikte olduğunu düşünüyordum. Onun ruhu sanki bu odada
dolaşıyordu ve zaman zaman sanki ikimiz tekrar birlikte oluyorduk; fakat değildik ve benim
dünyam bomboş ve anlamsızdı.
Konuttaki olaylara gelince, herhalde bununla ilgili ne kadar az şey söylense o kadar iyidir.
Madam tam bir cadıya dönmüştü ve Mr. Bronte'yle arası çok kötüydü, sanki Mr. Bronte özellikle
Mr. Nicholls hakkında ona durmadan bir şeyler söylüyordu. Bir araya gelmeleri olanaksız
gibiydi ve aynı evin içerisinde bütün gün birbirlerinden ayrı kalabiliyorlardı. Yemek
zamanlarında bile bir araya geliniyorlardı, çünkü ben konuta girdiğimden beri Mr. Bronte'nin
yemeğini hep tek başına yediğini bilirim. Eskiden çocuklar buna pek aldırmıyordu, çünkü o
olmadan istediklerini yapabiliyor ve istediklerini konuşabiliyorlardı. Fakat şimdi erkek kardeşini
ve kız kardeşlerini kaybetmiş olan Madam da yemeğini tek başına yiyordu. Bunu nasıl
yapabildiklerini ben hiç anlayamamıştım, çünkü biz evimizde, mümkün olduğu sürece hep
birlikte yerdik ve o günler hepimiz için mutlu günlerdi: herkes bol bol konuşurdu, babam ise
yüzünde bir gülümsemeyle belli etmeden herkesle tek tek ilgilenirdi.
Mr. Nicholls gittikten ancak bir veya iki hafta sonra, her ikisi de çok hastalandı. Mr. Bronte
yine kriz gibi bir şey geçiriyordu ve bir süre için gözleri görmedi; Madam'ın ise vücudunda yine
kabarcıklar çıktı.
Her şey çok kötü gidiyordu. Madam hepimizi sürekli olarak bir aşağı bir yukarı
koşturuyordu, sanki onun karşısında el pençe divan durmaktan başka işimiz yoktu. Ben
becerebildiğim kadar Mr. Bronte'ye bakıyordum, Madam'ı ise diğerlerine bırakmıştım, fakat öyle
şeyler vardı ki yalnızca benun yapmama izin veriyordu ve ben artık işimden nefret ediyordum.
Üstelik bütün işimi bitirip yemeğimi yedikten sonra da her şey çok iyi olmuyordu, çünkü ailem
dışında dostlara ihtiyacım vardı. İyi bir arkadaşım Keighley'de bir ailenin yanında çalışmaya
gitmişti ve Mr. Nicholls'tan sonra delikanlılara karşı da hiç ilgi duymuyordum. Çok zaman
kırlarda geziyor ve buralarda geçirdiğim eski, mutlu günleri düşünüyordum ya da yukarıda uzun
uzun oturup hayallere dalıyordum, sonunda iyi miyim diye biri gelip bana bakıyordu.
Sonra hiç aklıma gelmeyecek bir şekilde Mr. Nicholls'un Haworth'ta görüldüğüne dair
söylentiler işittim ve onun tekrar gelmiş olabileceğini düşünerek umutlandım. Hatta Madam'a
bile bu söylentilerin doğru olup olmadığını sorma cesaretini gösterdim, fakat neden bahsettiğimi
anlamadığını söyledi; ama davranışında bir gariplik sezerek bu konuda bir şeyler bildiğinden
şüphelendim. Ben de Mr. Nicholls'un görüldüğünü işittiğim yerlerde dolaşmaya başladım, fakat
onu hiçbir zaman göremedim.
Ağustos ayında Madam yine gitti, bu kez anımsayabildiğim kadarıyla İskoçya'ya gitmişti;
konutta ise bakılması gereken yalnızca ihtiyar Mr. Bronte ve Miss Aykroyd kalınca hayat çok
daha kolaylaştı; ben de onun uzaklarda olması nedeniyle uzun zamandır olduğumdan çok daha
mutlu hissediyordum kendimi. Ancak çok daha sonraları Mr. Nicholls, Madam geri dönerken
onunla buluştuğunu ve birlikte iki gece geçirdiklerini ağzından kaçırdı sanıyorum Harrogate'te
demişti. O zamanlar bunu bilseydim ne yapardım bilmem, özellikle de belki onu görürüm
umuduyla geceleri dolaşırken fakat hiçbir şey bilmiyordum.
Böylece yaz bitti ve bir kez daha benim hiç sevmediğim o belalı mevsim geldi. Ben yine
kendimi çok mutsuz hissediyordum. Bir başka yere belki de Mr. Nicholls'un bulunduğu
yeregiderek orada çalışmak gibi hayallerim vardı, fakat ailemden ayrılmayı göze alamıyordum;
zaten Mr. Nicholls da gittiğinden beri beni görmek veya bana yazmak gibi bir girişimde
bulunmamıştı. Ancak bunun iyi bir nedeni olmalı diye düşünmek istiyordum ve işte bu nedenle
onun bizim oralarda görüldüğü hakkındaki söylentilere tam olarak inanmamıştım, çünkü bana bir
şekilde haber vermeden Haworth'a hiçbir zaman gelmeyeceğini biliyordum.
Nihayet yıllar sonra, Mr. Nicholls konuttan ayrıldıktan sonra Madam'la ara sıra buluştuğunu
söylediği zaman buna çok öfkelenmiştim, fakat Mr. Nicholls ile Mr. Bronte'nin arasındaki
sorunları bir türlü çözümleyememişlerdi. Sonunda anlaşılan Mr. Nicholls olayların gidişinden
hoşlanmamış ve Mr. Bronte'yi evlenmelerine ikna etme işini Madam'a bırakmıştı, çünkü kendisi
artık her şeyin sona yaklaştığını düşünmeye başlamıştı. Bununla ne demek istediğini
anlayabilmem ancak yıllar sonra mümkün oldu, fakat şunu da belirtmeliyim ki o sıralar bu
konuda bir fikrim vardı, ama bunun üzerinde durmamayı tercih etmiştim.

[CC] Charlotte ile Nicholls arasındaki ilişki, Charlotte'ın Ellen Nussey'yi ziyaretinden
döndükten sonraki üç gün çok gergindi. Charlotte artık Nicholls'un kendisinden hoşlanmadığını
biliyor olmalıydı, hiç değilse bir gün bunun olabileceğini beklemeliydi. Ancak Nicholls'un
çalkantılı duygulannrn yoğunluğunu bilmesi mümkün değildi. Nihayet Nicholls'un onunla yalnız
kaldığı anda gösterdiği sözlü tepkiyle Charlotte şok olmuş ve onun suçlamaları karşısında
serseme dönmüştü. Elbette ki Nicholls, Charlotte'ın Taylor'la evlenmek istemediğini bilemezdi,
hatta George Smith'in de Charlotte hakkında benzer bir şekilde düşündüğünü bilemezdi, fakat
Charlotte bunları biliyordu ve Nicholls atıp tutarken onun da aklından bir yığın düşünce
geçmekteydi.
Sanıyorum Charlotte sonunda evde kalmış bir kız olmaktan kurtulamayacağı fikrine
kendisini alıştırmış olmalıydı ve geleceğin kendi istediği gibi olmayabileceğini de düşünüyordu.
Nicholls'la evlenme fikri aklına birkaç kez gelmiş olmalıydı ve bana göre Charlotte'ın bu
evlenme teklifini kabul etmesinin nedeni budur; elbette ki bunu kabul etmeden önce tereddüt
ediyormuş gibi görünmesi de normaldi.
Ancak bu teklifi kabul ettikten sonra iki önemli sorunla karşı karşıya olduğunu da kısa bir
süre içinde fark etmiş olmalıydı.
Öncelikle, her ne kadar emin olmasa da, babasının bu habere nasıl bir tepki göstereceği
hakkında çok iyi bir fikri Vardı. O zamana kadar Mr. Bronte onun evlenmesini hiç istemediğini
oldukça açık bir biçimde belirtmişti. Ancak eğer Charlotte evlenmek isterse aralarındaki sessiz
sözleşmeye göre zengin veya rütbe sahibi biriyle evlenecekti; ikisinin birden olmasr tercih
nedeniydi. Her ikisi de bir kilise papazıyla evlenme olasılığının tartışılacağını hiç düşünmemişti.
Bundan sonra karşılaşacağı diğer bir sorun da arkadaşlarına ve tanıdıklarına bu konuyu nasıl
söyleyeceğiydi, çünkü çok iyi biliyoruz ki, Charlotte yıllardır papazlar gibi aşağı tabakadan gelen
yaratıklarla ilgili görüşlerini açıklamak için birçok sıkıntıya girmişti.
Bu olay karşrsında babası onu hiç şaşırtmadr. Charlotte ona haberi verir vermez, tam
anlamıyla kriz geçirdi! Bununla ilgiü Ellen'a şunları yazdı:"... Babam tam anlamıyla fenalaştı;
şakaklarındaki damarlar sicim gibi fırladı ve gözleri birdenbire kan çanağına dönüştü." Charlotte
çabucak geri çark etti, çünkü babası neredeyse gözlerinin önünde ölecekti. Mr. Bronte, Nicholls
hakkında "öyle kötü sıfatlar" kullanıyordu ki, bunların karşrsında Charlotte'ın "haksızlık
yapılıyor duygusuyla" kanı kaynıyordu. Onu yatıştırmak ve biraz zaman kazanmak amacıyla
ona, "Mr. Nicholls yarın sabah kesinlikle reddedilecektir" sözünü verdi.
Charlotte babasını yatıştırmış olabilirdi, fakat Nicholls'la tekrar karşılaşması gerekecekti ve
o da sinir içindeydi. Nicholls Char'otte'a artrk bu duruma tahammül edemeyeceğini, hatta
Charlotte ne kadar ısrar ederse etsin geçici bir süre için bile bunu yapamayacağını söyledi; yeteri
kadar beklemişti ve artık buradan gidecekti. Bundan sonra öfke içinde odasına gitti ve Mr.
Bronte'ye istifa mektubunu yolladı; Mr. Bronte'nin yanıtı ise "yatışmayacak denli sert ve çok
saygrsızca" oldu. İki adam karşı karşıya gelmediler.
Nicholls ancak sinirleri yatıştıktan sonra gemileri çok erken yaktığını fark etti. Sahip olduğu
azıcık parayla daha uzun bir süre geçinemeyeceğini biliyordu ve elbette ki çok uzaklara seyahat
edemezdi. Böyle bir karar almak onun için çok ıstırap verici olmalıydı, fakat sonunda Mr.
Bronte'ye tekrar yazarak istifasını geri almak istemesi bir bakıma tükürdüğünü yalamak gibi
olmuştu. Ancak aldığı yanıtta, "bu çirkin konuyu kızma ve kendisine bir daha hiçbir zaman
önermeyeceğine dair yazılı olarak söz vermesi koşuluyla istifasını geri çekebileceği yazılıydı.
Nicholls'un öfkesi bir kez daha kabardı, fakat geleceğiyle ilgili planlarını yaparken bu anlaşmayı
kabul etmekten başka bir seçeneği yoktu.
Mr. Bronte'nin tepkisi tıpkı Charlotte'ın beklediği gibi olmuştu fakat Charlotte aynı zamanda
bu durumu herkese nasıl açıklayabileceğini de düşünmek zorundaydı, çünkü gerçeklerin
duyulacağın] biliyordu. Sonunda yapılacak tek şeyin, bütün bu olayları romantik bir hikâye
haline sokarak göstermek ve herkese ayaklarının yerden kesilmesini önleyemediğini anlatmak
olduğuna karar verdi.
Ellen'a 15 aralık 1852 tarihinde yazdığı mektup tam bir cevher niteliğinde. Bu öylesine
romantik bir öykü ki, okurken insanı neredeyse eğlendiriyor. Bunları yazdığı zaman, Nicholls'un
da o sıralarda neredeyse otuz beş yaşında olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu tutkulu bir
delikanlı aşkı değildi, fakat bakınız Charlotte neler yazıyor: "İçeri girdi, önümde durdu.
Sözlerinin ne olduğunu tahmin edebilirsin; davranışlarını bunu tahmin etmen zordurhiçbir zaman
unutamam. Baştan aşağı tir tir titriyordu, ölü gibi solgun bir yüzü vardı, alçak sesle, ateşli ama
güçlükle konuşuyordu; o, sevgisini ilan ederken alacağı yanıttan emin olmayan bir erkeğin ne
gibi bir bedel ödemek zorunda olduğunu ilk kez görmemi sağladı."
Bunun gibi daha birçok cümle var. Bu mektup tam bir şaheserdir. Fakat ben Ellen’ın veya
herhangi birinin bir an için bile bu sözlerden etkilenmiş olabileceğinden şüphe duyarım ve
Charlotte'ın da bu sözlerle birini etkileyebileceğini düşünmesi hayret vericidir. Her neyse,
hikâyesine bir yerden başlamak zorundaydı ve bu mektup onun dünyaya verdiği mesajın bir
belgesidir.
Nicholls'un evlenme teklifiyle ilgili olarak Charlotte'ın anlattığı bu hikâye, Bronteler üzerine
kitap yazan, rastladığım her yazar tarafından gerçek olarak kabul edilmiştir. Öyle görünmektedir
ki kimse bu konuda hiç şüphe duymamıştır; ayrıca her ne kadar bu sahne Jane Eyre kitabından
yapılmış bir alıntı gibiyse de, bunun Charlotte'ın yazın biçemi olduğunu kimse fark edememiştir.
Bu, Charlotte'ın hayatmm sonuna kadar bağlı kaldığı bir hikâye olmuştur ve sanıyorum sonunda
kendisi de bunun doğru olduğuna inanmıştır.
1852 yılının Noeli'nden sonra, Charlotte daha önceden planladığı gibi Smith'leri ziyarete
gitti ve Nicholls da yaptığı bu teklifin bölge halkı tarafından öğrenilmesi sonucunda ortaya çıkan
tepkiyi göğüslemek zorunda kaldı.
Haworth'ta yaşayanlar Nicholls'u hiçbir zaman sevmemiştir ve artık ona açıkça gösterilen
düşmanca davranışlar karşısında, o da hem konuttan hem de kiliseden uzak durmuş, hatta pazar
günleri geçici olarak kendi yerini alan birini kullanmıştır. John Brown onunla ilgili duygularını
saklamamış ve "onu vurmak isterdim" demiştir. Martha'nın da ona karşı "çok kötü duyguları"
olduğu söyleniyordu, fakat onun bize dediğine göre bunun nedenleri babasınınkilerden farklıydı.
Charlotte ile Nicholls'un arasını açmak için Martha'nın kullandığı taktiklerin doğruluğunu
kanıtlayacak bilgiler de vardır; bunlar Charlotte'ın kaleminden çıkmıştır. Ellen Nussey'ye 4 mart
1853 tarihinde yazdığı mektupta, Martha'nın Nicholls'un "haince" bakışlanndan söz ettiğini ve
bunun "Martha'nın ruhunu korkuyla doldurduğunu" yazmıştı. Daha sonra 6 nisan tarihinde
Ellen'a verilen bilgi açıkça şöyledir: "Martha ondan nefret ediyor."
Elbette ki bunlann hiçbiri Charlotte'ın ikilemini çözümlemeye yetmedi. Babasının fikrini
değiştirmek için çok çalıştı, fakat Mr. Bronte'nin bu konuda hiç hoşgörüsü yoktu ve bütün
bunları "aşağılayıcı" olarak adlandınyordu. Bir diğer gerçek ise, ne yaparsa yapsın, Nicholls'taki
öfke ve umutsuzluğu yok edemiyordu. Kendisini babası ile sevgilisi arasında parçalanmış gibi
hissediyordu; böyle duygusal fırtınalar ve kararsızlıklar içinde bulunduğu anlarda hep yaptığı
gibi seyahatlerine çıktı.
Nisan ayında Manchester'da Mrs. Gaskell'le kaldı ve Nicholls'un evlenme teklifi" hikâyesini,
tıpkı birkaç ay önce Smith'leri ziyaretinde yaptığı gibi herkese yayma fırsatını kaçırmadı.
Manchester'dan sonra Ellen'a gitti.
Konuta döndüğünde kendisini biraz daha yenilenmiş hissediyordu, fakat oradan ayrı kaldığı
bu uzun süre içinde hiçbir gelişme olmadığını gördü, bu da hiç şaşırtıcı değildi. Nicholls'un Mr.
Bronte'yi yatıştırmaya artık hiç niyeti yok gibi görünüyordu, herkesin içinde ona kaba ve ters
davranıyordu. Charlotte bunu kederli bir durum" olarak tanımlıyordu.
Nicholls o sırada Haworth'tan yaklaşık elli mil kadar uzaklıkta, Pontefract yakınlarında, Kirk
Smeaton'da bir papazlık görevi bulmuştu. 23 mayıs 1853 tarihinde Haworth'tan ayrıldı ve
Charlotte, Ellen'a çok perişan bir durumda olduğunu söyledi: "O gitti gittive işte bunun sonu da
geldi." Ancak bunları yazarken bile, onun gitmesinin her şeyin sonu olduğunu kabul etmeye hiç
niyeti yoktu.
Babasının bilmediği ise, Nicholls'un istifasından sonra Charlotte'ın onunla mektuplaştığıydı,
ayrıca 1853 yılı yaz aylarında Nicholls birçok defa gizlice Haworth'i ziyaret ettiğinde
Charlotte'ın onunla buluştuğundan haberi yoktu. Nicholls ağustos ayma kadar yeni görevine
başlamadı ve bu arada Haworth’ın bitişiğindeki kilise bölgesinde görevli olan arkadaşı Grant'le
kalmaya karar verdi. Dolayısıyla Nicholls'un köyün çevresinde görüldüğü hakkında Martha'nın
duyduğu dedikodular doğruydu.
On Üçüncü Bölüm

Kemiğim derimle etime yapışıyor, ve dişlerimin derisi ile ancak kaçıp kurtuldum.
Eyub 19:20

1853 yılı Noeli gelmiş ve özellikle Madam da bir yere gitmeyince o yıl berbat bir Noel
olmuştu. Konutta asık suratla dolanıyor ve sinir içinde hiçbir şeyle ilgilenmez görünüyordu.
Doğruyu söylemek gerekirse o zamanlar işten ayrılacağımı neredeyse kendilerine bildirecektim,
fakat dişimi sıktım ve Noel'den geri kalan günlerimi evde geçirmek üzere konuttan ayrıldım.
Madam'ın o koskoca soğuk evde, birlikte kaldığı 2 yaşlı ikisi de hasta ve huysuzinsanla ne kadar
mutsuz günler geçirdiğini düşünerek kendimi teselli ediyordum, üstelik babası da onunla
konuşmuyordu. Bunları söylemek çok kötü bir şey, fakat ben bu durumdan o kadar memnundum
ki yoldan aşağıya şarkılar söyleyerek indim.
Olaylar o şekilde geliştiği ve her şey de bu doğrultuda düzenlendiği için Noel'in ilk
gününden iki gün sonrasına kadar işe gitmek zorunda kalmadım; konuta döndüğüm zaman neşe
doluydum ve bu arada gönlü yaralı Madam'a çok güzel zaman geçirdiğimi söylemeyi
düşünüyordum. Oysa onu mutlu ve etrafa gülücükler dağıtırken görünce hayretler içinde kaldım,
üstelik beni de sanki en iyi dostuymuşum gibi karşıladı. Bana vereceği bu haberi birisine
söylemek için sabırsızlandığını belirterek, babasının artık Mr. Nicholls'u görmesine karşı
olmadığını ve onun da en kısa zamanda Haworth'a geri geleceğini bildirdi.
Aradan bunca zaman geçtikten sonra bile, şu anda bunları yazarken, bütün olaylar sanki dün
olmuş gibi geliyor. Önce onun sözlerini tam olarak kavrayamamış ve bunları bir şakaymış gibi
algılamıştım. Sonra kendimi de şaşırtan bir biçimde, Mr. Nicholls'u kaybedeceğimden dolayı
öfkeli ve mutsuz olmadığımı fark ettim; asıl kızdığım ona tekrar sahip olacağım konusunda
ruhen çok umutlanmış olmamdı, çünkü onun bana söylediği sözleri anımsıyordum ve bana
dediğine göre ikimiz için her şey bir süre belki zor olabilirdi, fakat ona güvenmeliydim ve
aramıza hiçbir zaman hiçbir şey giremeyecekti.
Bir hafta kadar sonra Mr. Nicholls'u tekrar gördüm. Konuta gülücükler dağıtarak ve sanki
hiçbir şey olmamışçasına geri geldi. Madam hepimizi onun ne zaman geleceği hakkında daha
önceden uyarmıştı ve ben de bütün sabah boyunca kulaklarımı dikmiş yoldan gelen her sesi
dinliyordum. Uzun bir süre bekledikten sonra sonunda o geldi, ona doğru koşup kollarına
atılmamak için kendimi zor tuttum. İkisinin koridorda konuştuklarını duyuyordum ve sonra
Madam, o çirkin suratında büyük bir gülümsemeyle onu babasına götürdü. Diğerleriyle birlikte
ben de mutfak kapısının önünde durmuş onları seyrediyordum; Mr. Nicholls bizi gördüğü zaman
Madam'ın başının üzerinden hepimize göz kırptı. Bize göz kırptı diyorum, fakat aslında yalnızca
bana göz kırpmıştı ve ben de bunun için onu öpebilirdim.
Mr. Nicholls aynı gün konuttan ayrıldı, fakat bundan sonraki bir iki ay içinde birkaç kez
gidip geldi; bu arada ben onunla yalnızca birkaç kelime konuşabildim ve bu da ancak
başkalarının yanındayken mümkün olabildi. Sonra hiçbirimiz neyin ne olduğunu anlamadan,
ikisi nişanlandılar ve babam bana Mr. Nicholls'un tekrar eski işine döneceğini söyledi. Bana
gelince, bundan daha mutlu olamazdım, fakat kaderde benim için yine büyük bir düş kırıklığı
vardı. Ben onun bizim evde oturacağını sanıyordum, fakat babam şimdi bunun mümkün
olmadığını söylemişti; evlilik öncesinde bile o artık konutta oturacaktı.
Bundan dolayı ağlayabilirdim, çünkü biliyordum ki Madam'ın gözü önünde onunla çok az
birlikte olabilirdik. Fakat k'ısa bir süre sonra bu duygulan atlattım ve aynı çatı altmda yaşarsak
birbirimizi daha çok görebiliriz düşüncesiyle kendimi rahatlattım.
Onun Madam'ı sevmediğini biliyordum aksine nefret ediyordubu nedenle böyle bir işe
kalkışması için iyi nedenleri olduğundan emindim ve bana söz verdiği gibi aramıza hiçbir şey
girmeyeceğine güveniyordum. Bu arada Mr. Nicholls tekrar geri gelHi ve düğün hazırlıklarına
başlandı; elbette köyde de bu evlilik hakkında çok söylentiler oluyordu.
Kimse bunun bir aşk evliliği olduğunu düşünmüyordu, aksine herkes Mr. Nicholls'un onun
parasının peşinde olduğunu ve böylece eski işini geri kazandığını söylüyordu. Aslında o kadar
çok dedikodu yapılıyordu ki, bunların bir kısmının Mr. Nicholls'a ve Madam'a kadar gitmemesi
olanaksızdı; Mr. Nicholls, bu söylentilerden bazılarının kendi kulağına da geldiğini bana söyledi.
Böyle bir teklifin çok riskli olduğunu bildiğim halde, Mr. Nicholls'a yürütebildiğimiz sürece
birlikte olmaya devam etmek istediğimi söyledim ve o da bunu istediğini söyledi. Tek sorun artık
insanların ona daha çok dikkat etmeye başlamasıydı ve geceler de daha aydınlıktı, böylece
dışarıda buluşmak olanaksızdı; geriye kilise ile okul kalıyordu, ama buralarda buluşmak bile çok
kolay değildi.
Haftada bir kez buluşmaya başladık ve işte o buluştuğumuz zamanlardan birinde Mr.
Nicholls bana, köylülerin onun Madam'ın parasının peşinde olduğunu konuştuklarını duyduğunu
söyledi. Garip bir şekilde bu onu hiç rahatsız etmiş gibi değildi. Hatta bundan çok memnun
olmuş gibi görünüyordu ve bana kendisinin ona âşık olduğunu sanacaklarına böyle
düşünmelerini tercih ettiğini söyledi, çünkü o zaman kendisini bir aptal olarak
düşünebileceklerini ileri sürdü. Oysa bu şekilde, Haworth halkını tanıdığı kadarıyla, ona daha
saygıyla bakarlar ve onun yanında olurlardı.
Elbette Madam da bu söylentileri duymuştu göründüğü kadarıyla onun kaçırdığı hiçbir şey
olmuyorduama o bunlardan rahatsız olmuştu.
Bir akşamüzeri, akşam yemeğinden sonra konutta her şeyi toparladım ve eve gitmek üzere
yoldan aşağıya doğru yürürken kilisenin bahçesinde elindeki çiçeklerle uğraşmakta olan
Madam'a rastladım. Hava çok güzeldi ve ben de birkaç dakikalığına dışarı Çıkma ihtiyacı
hissetmiştim, aslında gidecek hiçbir yerim yoktu Ve o bana seslendiği zaman onunla biraz
kalmaktan memnun olaCağımı düşündüm.
Her ikimiz de duvarın üzerine oturduk; sürekli olarak şundan bundan söz etmeye başladı,
bana ailemle ve bazı köylülerle ilgin sorular soruyordu. Sonra düğün hakkında konuşmaya
başladı ve beni hayret içinde bırakarak, bazı sözde arkadaşlarının ona iyi dileklerde bile
bulunmadığını ve bundan dolayı mutsuz olduğunu söyledi. Bunlardan özellikle birinin onu çok
üzdüğünü söyledi, fakat adını vermedi; ben de hemen bunun Miss Nussey olduğu sonucunu
çıkardım. Sonra bu konuda benim ne düşündüğümü sorduğu zaman kulaklarıma inanamadım!
Beni sorgularcasına konuşuyordu; ona geçmişte söylediğim bazı şeylerden ve duyduğu ufak
tefek bazı söylentilerden tahmin ettiğine göre benim Mr. Nicholls'u çok sevmediğimi anladığını
söyledi ve sonra bana onu yakından tanırsam muhakkak seveceğimi söyleyince gülmemek için
kendimi zor tuttum.
Bir süre şaşkın şaşkın durdum; bütün bunlar o kadar beklenmedik bir anda söylenmişti ki, ne
diyeceğimi bilememiştim. Bu söylediklerini düşünüyormuş gibi yaptım; bu sırada suratı her
zamanki gibi asılmıştı.
Sonunda ona haklı olduğunu, geçmişte Mr. Nicholls hakkında söylediklerimin gelişigüzel
sözler olduğunu, bunlardan bazılarının bana başkaları tarafından söylendiğini ve bunları bilmesi
gerektiğini düşünerek ona anlattığımı açıkladım.
Bunları duymaktan memnun olmuş gibiydi ve bana tekrar düğün hakkında ne düşündüğümü
sordu. Bu defa ona vereceğim yanıtı hazırlayacak kadar zamanım oldu ve duymak istediği şeyleri
kendisine söyledim. Onların birbirlerine çok uygun olduklarını ve Mr. Nicholls'un da babası gibi
bir din adamı olması nedeniyle falan, onların birlikte mutlu olacaklarından şüphem olmadığını
söyledim. Fakat sonuç, beni şaşırtacak biçimde, hiç düşündüğüm gibi olmadı; bütün bu
söylediklerim onu pek memnun etmemiş gibiydi. Dudakları sarktı; onun da kendine göre bazı
kuşkuları olduğunu görebiliyordum: Madam sandığım kadar Mr. Nicholls'a kanmış değildi.
Bundan birkaç gün sonra eve gitmiştim; babam eve geldiğinde bize konutta bir şeyler
döndüğünü söyledi ve bundan haberim olup olmadığını sordu. Fakat o dönemde orada o kadar
çok şey oluyordu ki, hangisi hakkında konuştuğunu bilmiyordum ve ona bunu söyledim; bunun
üzerine kendisi anlatmaya başladı. Dediğine göre Mr. Bronte babama "inatçı kızını", onun karşı
koymasına rağmen ve elinden geldiğince, Mr. Nicholls'tan korumak niyetinde olduğunu
söylemişti; ayrıca birçok arkadaşının, Mr. Nicholls kızının parasına el koymasın diye kendisini
uygun bir dille uyardığını anlatmıştı. Mr. Bronte bunun üzerine kızıyla bu konuyu konuşmuş,
fakat kızı ona bunlara inanmadığını söylemişti; bunun üzerine Mr. Bronte arkadaşlarından
kızıyla konuşmalarım istemişti.
Şimdiye kadar hiç böyle bir şey işitmemiştim. Benim bildiğim kadarıyla bir kere evlendikten
sonra sahip olduğun her şey kocana geçerdi, zaten onu seviyorsan ve güveniyorsan ne fark ederdi
ki? Şunu da belirtmeliyim ki, ben yasanın böyle olmasını da haklı bulmuyordum, her şey nasılsa
o şekilde kalmalıydı, ama doğrusu böyle olması beni hiçbir zaman fazla rahatsız etmemişti.
Aslında Madam'ın tutumu da onu benim gözümde yüceltmişti, eğer o bu söylenenlerin hiçbirini
kabul etmediyse, o zaman ben onun Mr. Nicholls hakkındaki duygularını yanlış anlamış
olmalıydım. Her neyse babama gözlerimi ve kulaklarımı açacağımı söyledim ve konu böylece
kapandı.
Bu konuda daha fazla bir şey öğrenememiştim ve Mr. Nicholls'a da hiçbir şey sormaya
cesaret edemiyordum, çünkü eğer bundan haberi yoksa o zaman çok üzülürdü; ayrıca babam
kendisiyle ilgisi olmayan bir konu hakkında konuşuyor durumuna düşerdi ve başı derde girerdi.
Böylece bu konunun peşini bıraktım.
Bu sorunlarla mı ilgili veya bunlardan dolayı mı bilmiyorum, Madam nisan ayının sonunda
tekrar seyahate çıktı. Bazı arkadaşlarını görüp onlara düğün hakkında bilgi verecekti, fakat
kavgalı olan babası ile Mr. Nicholls'u niçin baş başa bıraktığını anlayamamıştım, böyle başıboş
bir şekilde ülkeyi dolaşmak yerine arkadaşlarına birer mektup yazarak bu işi halledebilirdi; ama
sanıyorum o bütün bu tartışmalardan uzaklaşmak istiyordu. Şunu da söylemeliyim ki, onun
gitmesinden dolayı memnundum, sanıyorum Mr. Nicholls da her ne kadar fazla bir şey
söylemese deaynı şekilde hissediyordu.
Konutun zaman zaman böyle bize kalmasının çok güzel bir şey olduğunu da söylemeliyim.
Elbette ikimiz çok dikkatli olrnalıy. dik, fakat kızlar ancak ben izin verdiğim zaman yukarı
çıkabili. yorlardı; Miss Aykroyd'un ise etrafında olup bitenlerin yansından bile haberi yoktu.
Ve sonra Madam birdenbire, çok çabuk geri geldi ve benim bundan haberim yoktu! Kapıdan
içeri girdiği dakikadan itibaren çok sinirliydi ve her geçen gün daha da beter oluyordu. Bana
gösterdiği bütün yakınlık sanki uçup gitmişti; öyle anlar oluyordu ki ona bir tokat atmak
istiyordum. Mr. Nicholls artık konutta kaldığı için her şey farklı yapılmak zorundaydı: bu şekilde
ona gösteriş yapmaya çalışıyordu, hepimizi o keskin diliyle oradan oraya koşturarak canımızı
çıkanyordu. Gücünü benim üzerimde denemeye çalışıyordu, ama bunlara aldıracak halim yoktu.
Onu sadece dinliyor, dilimi ısırıyor ve gülümsemeye çalışıyordum, sonra da kendi istediğimi
yapıyordum. Ondan veya işimi kaybetmekten korktuğum günler çok uzaklarda kalmıştı ve
sanıyorum Madam da bunu biliyordu.
Etrafta onu duyabilecek kimse olmadığını düşündüğü zamanlarda, Madam'ın Mr. Nicholls'a
biraz ters davrandığına dikkat etmeye başladım. Fakat bir sabah öyle bir kavga ettiler ki,
ömrümde böyle bir şey duymamıştım. Kavgadan birkaç dakika önce oturma odasma geçmişlerdi
ve arkalarından kapıyı kapattıklarını işittim.
Elbette bu beni hemen harekete geçirdi, fakat onlann neler yapacaklarını merak etmekten
başka bir şey yapamıyordum. sonra Mr. Nicholls'un öfkeyle bağırdığını işittim ve koridora doğru
giderek neler olduğunu görmek istedim; kısa bir süre sonra Mr. Nicholls odadan fırlayıp çıkarken
bir yandan da arkasına dönüp ona bağırıyordu.
Mr. Nicholls bundan sonra konuttan hızla dışan çıktı, kapıyı ardına kadar açık bıraktı ve
yoldan aşağıya doğru sert adımlarla yürümeye başladı. Koridoru temizleyen kıza ne olduğunu
sordum, o da bana ikisinin birbirine girdiğini söyledi, nedenini tam olarak bilmiyordu, ama
anladığı kadarıyla konu parayla ilgili bir şeydi. Mr. Nicholls'un koridordan geçerken barut gibi
olduğunu da ekledi.
O günden sonra orada çalışmak işkence olmaya başladı, çünjoi konuttaki hava çok kötüydü.
Kimse birbiriyle konuşmuyordu; Mr Nicholls yiyeceği az bir şeyi kendi gidip alıyordu ve onunla
birlikte olduğum zamanlar ondan nazik bir söz veya bir tebessüm bile alamıyordum. Onun
kendini bu kadar kötü hissettiği sırada ve diğerleri de neredeyse aynı derecede keyifsizken, bu
kavganın ne hakkında olduğunu bir türlü öğrenemedim. Bütün anlayabildiğim bunun parayla
ilgili bir konu olduğuydu; düşünebildiğim kadarıyla ve babamın da dediği gibi, Mr. Bronte'nin
ona söyledikleriyle bağlantılıydı.
Mr. Nicholls günlerce konuttan dışarıya çıkmadı. Sürekli odasında kalıyordu ve herkese
kendisini hasta gibi gösteriyordu; fakat ben onun gerçekten hasta olmadığını biliyordum ve onun
bu güzel havalarda daha ne kadar böyle kapalı kalabileceğini merak ediyordum.
Bir gün onu görmeye bir doktor geldi ve bir an ben onun bu doktorla aslında bir şeyler
yapmayı planladığını düşündüm. Neler olduğunu bilmemek dayanılır gibi değildi ve ben de gidip
bunu doğrudan doğruya Madam'a sordum. "Her şey bir yana, eğer evde bir hastalık varsa bizim
de bunu bilmeye hakkımız var, çünkü bu hastalık bize de bulaşabilir" diye düşündüm ve sorumu
da ona bu şekilde ilettim.
Onun yine terslenmesini bekliyordum ve ona karşı gelmeyi aklıma koymuştum, fakat
sorumdan dolayı hiç de kızmış gibi görünmedi ve bana korkmamamı söyledi. Hafif bir
tebessümle yıllardır ondan aldığım tek gülümsemeydi bubana Mr. Nicholls'un hasta olmadığını
söyledi. Yalnızca düğünle ilgili bazı konulan çok fazla düşünüyordu ve yakında muhakkak iyi
olacaktı. Sonra bana onun alında kocaman bir bebek olduğunu ve sürekli olarak dikkat çekmek
istediğini söyledi. Doğrusu bu sözler hiç de Mr. Nicholls'u anlatmıyordu ve Madam'ın onun
arkasından bu şekilde konuşmasını uygun bulmadım.
Daha sonra annem ve babama aramızda geçen bu konuşmayı miattım. Kilisede çalışan
kadınlardan biri babama Madam'ın onlara da aynı nedenleri ileri sürdüğünü söylemiş.
Her neyse günlerden bir gün Mr. Bronte'nin odasında bir çeşit toplantı oldu ve o günden
sonra konuttaki durum biraz daha düzelmeye başladı, Mr. Nicholls da eski kimliğine yeniden
kavuş, muş gibiydi. Ben onunla ancak bir kez uzun bir süre beraber ola bildim ve bana durmadan
Madam'ı anlattı. Anladığım kadarıyla kilisede iki kadını dedikodu ederken duymuştu ve onların
konuşmalarından Madam'ın köydeki insanlara kendisi hakkında kötü şeyler söylediğini
anlamıştı. Bundan dolayı Mr. Nicholls çok kızgındı ve birlikte olduğumuz saatler bu tür
konuşmalarla boşuna geçip gidiyordu; bunun üzerine ben de kendi bildiğim şekilde bu
konuşmalara bir son verdim.
Bir süre bu bizim son birlikteliğimiz oldu; bu nedenle o günün tadını çıkardığımız için
memnundum, çünkü birdenbire ortaya düğünün en kısa zamanda yapılacağı söylentileri çıktı!
Sonra düğünün haziran ayı sonunda olacağı söylendi, bu kadar acele etmenin nedenini ne ben
anlayabilmiştim ne de köy halkı, çünkü onlar daha nisan ayında nişanlanmışlardı. Böyle acele bir
düğün yapıldığını pek az duymuştum, böyle bir şey olsa olsa ancak kız hamile kaldığını anlarsa
olurdu ve herkes gibi ben de merak etmekten kendimi alamadım.
Madam belki de bana düğün tarihini önceden söylediğini zannediyordu fakat
söylememiştive üstelik o hepimizin düğün tarihinin kararlaştırıldığını bildiğimizi sanıyormuş.
Oysa düğünün ne zaman olacağını bize babam söylemişti ve seçe seçe haziran ayının son
perşembesini seçmişlerdi; daha sonra İrlanda'ya gideceklerini yine babamdan öğrenmiştim.
Bu haber beni anlatamayacağım kadar üzdü. Düğünü artık kabul etmiştim, ama onların
birlikte denizleri aşarak Mr. Nicholls'un bana anlattığı o güzel öykülerin geçtiği yerlere
gideceklerini düşünmek gözlerimi yaşartıyordu. Keşke evlenen ve oralara birlikte giden ikimiz
olsaydık. Bu bana hiç de hakça bir durum gibi gelmiyordu ve tek tesellim onlar geri döndükten
sonra Mr. Nicholls'un bazı değişiklikler yapacağmı düşünmekti, fakat bunların neler
olabileceğini bilmiyordum.
Düğün günü yaklaştıkça Madam'ın şen şakrak haline tahammül etmek zorunda kalacağımı
düşünüyordum, fakat aksine o çok sessiz ve sakindi; kısa sürede bunun nedenini anladım. Ben
böyle bir günün neşe içinde geçmesi gerektiğine inanıyordum; kilise tıklım tıklım dolacaktı,
hepimize düğüne gitmemiz için izin verilecekti, dışarıda çanlar çalacak, herkes yiyip içecekti;
daha neler düşünüyordum, fakat onların planlandığı şekilde bir düğünü hiçbir zaman
düşünemeyeceğimden emmim. Anlaşılan Mr. Bronte düğün törenini yönetmeyecekti oysa
hepimiz bımu umuyordukve yalnızca toplam 5 kişi kiliseye girebilecekti! Buna inanamıyordum;
ilk önce kimse de buna inanamamıştı. Sanki herkesten köşe bucak kaçıyorlardı ve sanki bu
utanılacak bir şeydi.
Elbette bütün bunlarda Mr. Nicholls'un parmağı olduğunu görebiliyordum ve daha sonraları
bu düşüncemin doğru olduğunu bana kendisi söyledi; Madam'ın ve yaşlı adamın kendisine
yaptıklarının acısmı çıkarmak için böyle davranıyordu. Şunu da söylemeliyim ki, ben orada
olmayacağım için rahatsız değildim. Mr. Nicholls'un evlenmek üzere onunla sunağm önünde
durduğunu seyretmek bile sanıyorum benim tahammül edebileceğim bir şey değildi.
Böylece sadece düğünün ertesi günü kahvaltıda her şeyin düzgün gitmesini sağlamak için bu
işe karıştım; bundan sonra da onları İrlanda'ya yolcu ederken kendilerine el sallamamız
gerekecekti. Şunu da eklemeliyim ki bu düğün beni oldukça neşelendirmişti, çünkü hayatımda bu
kadar mutsuz bir gelin ve damat görmemiştim.
Sonunda ikisi de gittiler Madam'ın dediğine göre bu gezi altı hafta sürecekti ve yaşamımda
bir kez daha bir süre için boşluğa düştüm, özellikle konut çok sessizdi. O günlerin en iyi tarafı
yapılacak çok az iş olması ve o yıl temmuz ayında havanın bu kadar güzel olmasıydı; kendimi
ruhsal olarak tahmin ettiğimden çok daha iyi hissediyordum. Oysa günlerce kederleneceğimi ve
her an onların nerede olduğunu, ne yaptığını düşüneceğimi sanıyordum, fakat kendimi bile
şaşırtan bir şekilde onları hiç düşünmedim, daha sık dışarıya çıktım ve bol bol dolaştım.
İlk iki hafta geçti ve bu arada önemli pek az şey oldu, fakat sonra Mr. Bronte hastalandı.
Önceden tahmin ettiğim gibi Mr. Bronte onlar gittikten sonra büyük bir sessizliğe büründü; çoğu
zaman o orada tek başma otururken kim bilir neler düşünüyor diye onun için üzülürdüm. Hatta
bir sabah yatağından bile kalkamadı ve bana kendisini çok kötü hissettiğini söyledi. Hemen
yolun karşısında babamın çalıştığı ambara gittim; babam aceleyle, toz ve pislik içinde konuta
geldi.
Bu uzun öyküyü kısaca özetlemek gerekirse, ondan sonraki bir iki hafta Mr. Bronte'yle çok
kötü günler geçirdik. Babam kilise yönetim kuruluna haber verdi ve onlar da bir doktor
gönderdiler, bazı kurul üyelerinin eşleri Mr. Bronte'yi ziyarete geldiler. Asıl pis iş biz
hizmetçilere kalmıştı ve bu da bize haksızlık oluyordu, çünkü hiçbirimiz ona hemşirelik yapmak
için para almıyorduk ve yaptığımız bazı işler de genç kızlar için uygun değildi. Buna rağmen
işimizi sonuna kadar yaptık, onu temizledik ve daha sonra gelen giden için odanın pencerelerini
açarak havalandırdık. Bazen onun yanında saatlerce elimde bir çorba kâsesiyle oturdum, ona
bunu içirmek için dil döktüm, ağzını ve geceliğini sildim, ellerini ve yüzünü temiz tutmaya
çalıştım, fakat başından beri bunların dışmda kalan işleri erkeklerin yapmasında direndim, çünkü
bir kadın için bunlar uygun işler değildi.
Babamın bana söylediğine göre, en sonunda kuruldaki adamlar Madam'ın Mr. Bronte'ye
bıraktığı adreslerden birine yazarak babasının çok kötü durumda olduğunu ve bir an önce geri
gelmelerini istediğini bildirmişler. Fakat bu mektup ellerine geçmemiş olmalı ki, onlardan hiçbir
yanıt gelmedi ve sonunda ben, beklenmedik bir şekilde Madam'dan bir mektup aldım!
Konutta geçirdiğim onca yıl boyunca böyle bir şey hiç olmamıştı; sonunda Madam'ın burada
benim sorumlu olduğumu kavradığını anladım. Bu satırları yazarken Madam'ın yazdığı bu
mektup elimde ve mektubun üzerindeki tarihin 28 temmuz 1854 olduğunu ve Dublin'den
postalandığını görüyorum. Mektupta bana dört gün içinde Haworth'ta olacaklarını yazmış; ben
de bunun üzerine güleyim mi, ağlayayım mı bilememiştim.
Mr. Nicholls'u tekrar göreceğimden dolayı çok memnundum ve artık Madam da babasına
bakmak üzere yanında olacaktı, fakat şimdi evlendiğine göre herhalde eskisinden çok daha kötü
bi• 0ıurdu ve ben de onun Mr. Nicholls'un yanında bana emir vermesini istemiyordum. Bütün
bunlara ek olarak, ortaya daha çok sorun çıkacağını sezmekteydim, ben ise bunların içinde yer
almak istemiyordum.

[CC] Kasım 1853 tarihinde Charlotte şatafatlı bir düğün hayaline bir şamar gibi inen bir
mektup almıştı; bu mektup George Smith'in annesinden geliyordu ve oğlunun evlenmek üzere
nişanlandığı haberini veriyordu. Charlotte'ın ne kadar incindiği, yazdığı olağanüstü "tebrik"
mektubundan anlaşılır. "Sevgili Beyefendi, büyük mutluluklarda, tıpkı büyük üzüntülerde olduğu
gibi duygusal sözlere pek fazla yer olmamalı. Tebriklerimi lütfen kabul ediniz ve bana inanınız.
Samimiyetle sizin, C. Bronte."
İşte Charlotte, yediği bu şamardan sonra, kesinlikle kararlı bir şekilde hareket etmesi
gerektiğini düşünmüştü. Artık yetti demenin zamanıydı; zaman onun lehine çalışmıyordu;
babasına da kendi görüşlerini anlatmalıydı; böylece babası bu evliliği de, Nicholls'u eski
görevine getirmeyi de kabul edecekti. Sonunda bu mücadele için cesaretini toplayıp Mr.
Bronte'nin karşısına çıktı; fakat bu noktada her ne kadar sonuç belliyse de, aralarında
konuşulanlarla ilgili ancak tahmin yürütebiliriz. Eldeki bilgilere dayanarak, Charlotte'ın babasına
Nicholls'u görmeye devam ettiğini, yazıştıklarını ve onunla evlenmek istediğini söylediği
anlaşılmaktadır. Herhalde konuşmanın sonunda babasına karşı kullandığı son tehdit ise bunu
kabul etmediği takdirde, yine de Nicholls'la evlenip Haworth'tan ayrılacağını söylemek olmuştur.
Bu her ikisi açısından da göğüslenmesi zor bir karardı, fakat Charlotte söylemek istediklerini
söyledikten sonra kendini her ne kadar daha rahatlamış hissetse de, babası onun bu davranışına
ve kendisine söylediklerine fazlasıyla şaşırmış olmalıydı. Kızının karşı çıkmasına ve kendisini
aldatmasına kızması bir yana, tehdit edilmek herhalde Mr. Bronte'nin tahammül edemediği bir
Şey olmuştur; özellikle Nicholls'un kendisine herkesin içinde nasıl davrandığını hiç unutmamış
ve bunu hiç affetmemişti. Anlaşıldığı kadarıyla Mr. Bronte, öfkesinin de etkisiyle fikrini
değiştirraeyi reddetmişti, fakat bu kez Charlotte kendi isteği doğrultusunda, hem de yaşlı adamın
bir kriz geçirmesi riskini de göze alarak bastırmıştı.
Charlotte'ın çok kararlı olduğunu gören Mr. Bronte bu kadar katı davranmaya devam ederse,
ileride çatışacaklarını düşünerek bu tutumunu değiştirdi. Mr. Bronte iki kere felç geçirmişti,
gözleri iyi görmüyordu ve ayrıca evdeki rahatını kaybetmekten çok korkan biriydi. Yalnızlığa
itilme ve köylü hizmetçilerin elinde kalma korkusu, ona hiç de çekici gelen bir durum değildi.
Sürekli söylenmesine karşın, sonuçta onu bekleyen kader kuşku götürmez bir şekilde belliydi;
bunun üzerine yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. Büyük bir öfkeyle, Charlotte'ın onunla
"haberleşmeye devam edebileceğini" kabul etti ve Nicholls'un yerine gelen yardımcı papazın
görevinden ayrılarak Nicholls'un bir an önce eski görevine başlamasını onayladı.
Nichols'un, kızıyla evlenmek istemesi konusunda, Mr. Bronte duyduğu kuşkular bakımından
yalnız değildi. Ellen Nussey açıkça bunu onaylamadığını söylemişti; başkaları da tereddütlerini
belirtmişlerdi, ancak onlar bunu biraz daha dikkatli biçimde yapmışlardı. Charlotte önce onların
bu imalı konuşmalarından çok rahatsız olmuştu, fakat yavaş yavaş onların gerçekten kendi
iyiliğini istediklerini kabul etmiş ve kendi parasını koruması konusundaki önerilerine kulak
vermiştir.
Normal koşullar altında, yasalara göre bir kadın evlendikten sonra sahip olduğu her şey
kocasına geçerdi ve kadının hiçbir şeye sahip olma hakkı yoktu. Charlotte'ın o sıralarda 1 700
pound değerinde bir yatırımı vardı, bugünün değerleriyle bu para 60 000 pounda eşdeğerdi ve
ona iyi dileklerini sunan dostları Nicholls'un bu paraya el atmasından endişeliydiler. Bu nedenle
Charlotte'ın yatırımlarım koruma altına almak için bir anlaşma yapmasını istiyorlardı, fakat
sonunda bu insanlar zaten açık olan bir kapıyı ittiklerini şaşırarak gördüler.
Charlotte'ın hazırlattığı anlaşmaya göre, ana fikir olarak her şeyin bir vakfa aktarılması
öngörülüyordu ve Charlotte'ın eski okul arkadaşı Mary Taylor'ın oğlu bu servetin yetkili tek
vekili olacakd Bütün yatırımlar Taylor’ın adına yapılacaktı ve bunlardan gelen tüm gelirler yine
Taylor’ın adına aktarılacaktı. Bu hisseler ve gelirler yalnızca Charlotte'a ödenecekti, bunlar
ancak onun yazılı talimatıyla bir başkasına ödenebilecekti.
Nicholls'un bu düzenlemelere karışmasını veya paranın onun alacaklılarına verilmesini
önlemek için özel olarak bir madde olacaktı. Eğer Charlotte ondan önce ölürse, bu para
çocuklarına ve torunlarına verilmek üzere vakıfta tutulacaktı, bu ancak Charlotte'ın yazılı talimat
vermesi üzerine değiştirilebilecekti. Eğer hiç çocuğu yoksa ve yazılı talimatı bulunmuyorsa ve
eğer Charlotte vasiyet bırakmadan ve evlenmeden (italikler bana ait) ölürse, o zaman babası
yaşıyorsa her şey ona kalacaktı, Nicholls'a değil. Eğer Charlotte çocuksuz olarak dul kalırsa,
bütün vakıf fonları kendisine geri dönecekti.
Önerilen bu koşulların Nicholls'un karısının parasına el atmasını engellemek için getirildiği
açıkça görülüyordu ve Nicholls'un onu tanıyan herkes tarafından ne kadar güvenilmez bir insan
olduğunun eğer kanıtlanması gerekirse bir kanıtıydı.
Böylesine olağanüstü bir anlaşmanın olası bir olumsuz yanı vardı. Nicholls evlendikten
sonra buna itiraz etme hakkına sahipti ve bunu kazanma şansı o günlerin erkek egemen
toplumundaoldukça fazlaydı. Böyle bir olasılığı önlemek için, düzenlenen bu koşullan kabul
ettiğine dair elinden yazılı bir belge alınabilirdi. Bu konuyu ona açtığında Charlotte'ın nasıl
korktuğunu tahmin edebiliriz ve Martha'ya göre Charlotte’ın korkularının temeli vardı, Çünkü
aralarındaki en korkunç kavga bu nedenle gerçekleşmişti. Nicholls kendisine karşı geliştirilen ve
onun deyimiyle fesatlık temeline dayanan bu aşağılayıcı belgenin üzerine adını yazdırmaktansa,
bu evliliği iptal edeceğine yemin etti. Sonra fırtına gibi çekip giderek Charlotte'ı merak içinde
bıraktı.
Nicholls bir süre günlerini kendisine sunulan seçenekleri derin derin düşünerek geçirdi, fakat
sonra öfkesi azaldı ve Charlotte’ın sürekli olarak susturulması gerektiğini düşündü, bu da ancak
onunla evlenerek mümkün olabilirdi. Zaten kendi malî durumu da Mrs. Gaskell tarafından
ayarlanan bazı planlar sonucunda oldukça iyileşmişti. Yazarların hamisi, zengin bir patron olan
Richard Monkton Milnes her yıl Charlotte'a yüz pound vermeye karar vermişti; bir şekilde bunu
öğrenen Mrs. Gaskell bu parayı Charlotte yerine Nicholls'a vermeye onu ikna etti.
Mrs. Gaskell'in ne düşünerek bunu yaptığı tam olarak belli değildir, fakat bu yüz poundla
Nicholls, evlenmek için uygun zamanı beklerken biraz da itibarını koruyabildi. Yine de bunların
yarattığı utanç ona hep dert oldu ve daha bir süre, dış dünyayla yüz yüze gelebilecek huzuru
bulana dek insanlardan kaçmaya devam etti.
Nicholls, görevlerinden bu kadar uzun bir süre uzakta kalmasının nedenini, herkese hasta
olduğunu ve öleceğini düşündüğünü söyleyerek açıkladı. Hatta bir kere doktora bile danışmak
istedi ve bu da Charlotte'ı, Nicholls'un nerede olduğunu soranlar karşısında ne diyeceğini
bilememekten büyük ölçüde kurtarmış oldu. Ancak Charlotte, Dr. Teale'in kendisine nişanlısının
hiçbir şeyi olmadığını, yalnızca aşırı heyecanlı bir yapıya sahip olduğunu söylediğini belirterek,
"Bu nedenle görevimin onu teselli etmek değil, sert bir şekilde azarlamak olduğunu anladım"
diye açıklamalar yapmaktan da kendini alamadı.
Evlilik anlaşması 24 mayıs 1854 tarihinde Charlotte, Nicholls ve Joseph Taylor tarafından
imzalanarak mühürlendi; Charlotte bundan dolayı çok mutluydu. Charlotte üstelik, hem babasını
hem de Nicholls'u kendi istekleri doğrultusunda dize getirdiğini düşünüyor ve bunu da kendine
göre bir başarı olarak kabul ediyordu, bu nedenle neşe doluydu. Artık Nicholls'u bütün
arkadaşlarının yanında küçük düşürebilmek için her fırsatı kullanıyordu, ancak bu şekilde
davranarak kendisini açığa çıkardığının farkında değildi. Arkadaşı Catherine Winkworth'a
yazdığı bir mektupta şöyle demişti: "Onun entelektüel olmadığını kendimden saklayamam;
birçok alan var ki o entelektüellikte bana yetişemez." Bunu yazarken, Nicholls'un kendisinden
çok daha iyi bir eğitim aldığını ve bir üniversite mezunu olduğunu göz ardı etmiş oluyordu.
Zaten bir kadının âşık olduğu ve evleneceği erkek hakkında böyle şeyler yazması doğru muydu?
Düşünceler kendiliğinden gelir, fakat bunları seslendirmek bilinçli bir harekettir.
Charlotte haziran ayında Miss Wooler'a Nicholls hakkında şöyle demişti: "O hiçbir zaman
güdülecek bir adam değildir, fakat ona önderlik edilebilir." Ancak Charlotte kısa bir süre sonra
bu ikinci görüşünde ne kadar yanılmış olduğunu keşfedecekti, çünkü Nicholls sessiz fakat kararlı
bir biçimde, ileride olacakların yolunu çizmekteydi.
Nicholls öncelikle yaptığı evlenme teklifini, Charlotte'ın Ellen Nussey'yle arkadaşlığını
bitirmek için çok iyi bir fırsat olarak görüyordu. Charlotte ise ona cesurca karşı koyarcasına,
arkadaşına Nicholls'un onu ne kadar takdir ettiğini söylüyordu, fakat Ellen buna kanmamıştı.
Nicholls'un kendisi hakkında neler düşündüğünü çok iyi biliyordu ve Charlotte bile zanıan
zaman bazı konuları arkadaşına açıklamakta zorlanıyordu.
Buna bir örnek vermek gerekirse, Charlotte nişanlanır nişanlanmaz, çok doğal olarak Ellen'ı
görmek istemişti. Arkadaşına bütün haber ve dedikoduları anlatmak istiyordu, fakat bu mümkün
olmadı. Nicholls böyle bir şeyi duymak bile istemiyordu ve Charlotte uğradığı hayal kırıklığını
arkadaşına açıklayabilmek için oldukça çaba gösterdi. Ellen'a gönderdiği mektupta onu görmeyi
umduğunu yazmış, fakat artık "Arthur" dediği nişanlısının "Ellen'ı görmek istemeyeceği tek
zaman ve yerin bu" olduğunu eklemişti.
Burada Charlotte'ın söylemek istediği şey şuydu, Arthur ona o kadar âşıktı ki o sırada onu
yalnızca kendisi için istiyordu. Gerçekte ise Arthur'un öylesine nazik bir dönemde görmek
isteyeceği son kişi Ellen'dı ve Ellen da bunu biliyordu. Her ikisi de birbirlerinden hoşlanmıyordu.
Nicholls, Charlotte'ı güvenli bir şekilde nikâhı altına almak istiyordu ve bunun için Ellen'a,
nişanlısının kafasını son anda daha fazla karıştırması gibi bir şans tanımak istemiyordu.
Gerçekten de burada diyebilirim ki, eğer Nicholls'a tamamen kendi bildiği gibi hareket edebilme
fırsatı verilseydi, Charlotte'ı düğün gününe kadar tecrit etmeye çalışırdı; elinden gelse düğün
geceyansı yapılır, kimse orada olmaz ve imzalar atılırdı.
Charlotte onun bu isteğine karşı geldi ve gördüğümüz gibi Ellen'ı ziyaret etmeye gitti. Fakat
bu olay Nicholls'un, onların arkadaşlıklarını en kısa zamanda sona erdirme konusundaki
kararlıhğmı daha da artırdı.
Nihayet düğün 29 haziran 1854 tarihinde yapıldı; hazırlıklar daha çok Nicholls'un ileri
sürdüğü koşullara uygundu. Nikâhı Papaz Sutcliffe Sowden Nicholls'un arkadaşı kıydı ve
düğünde yalnızca Ellen Nussey ile Margaret Wooler bulundu. Damadın sağdıcı yoktu ve Mr.
Bronte düğünde bulunmadığı için gelini veren Miss Wooler oldu! Ben bunu çok garip
buluyorum.
Genellikle Charlotte'la ilgili yanlış bilgiler veren Mrs. Gaskell'in yazdığına göre yazdıkları
daha çok onun kendisine söylediklerine dayanırdüğünden bir önceki gece, Mr. Bronte herkes
kiliseye gittiğinde kendisinin evde oturacağını açıklamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Mr. Bronte
bununla ilgili hiçbir neden ileri sürmemişti, bundan dolayı konuyla yakından ilgili olmayan
okurlar onun niçin böyle bir karar verdiğini merak etmiş olabilirler özellikle de Charlotte ve
onun "onaylanmış biyografik kimliğine" bizi inandırmak isteyenlerin dediği gibi her şey yolunda
ve önemsiz olsaydı. Mr. Bronte'nin hayatta kalan tek çocuğu evleniyordu, hem de oturduğu
konutun yanı başında, kendi kilisesinde. İnsan onun kilisedeki düğün törenini kendisinin
yönetmek isteyeceğini bile düşünür.
Eğer Mrs. Gaskell'in anlattıkları doğru idiyse, yalnızca bu olay bile Mr. Bronte'nin Nicholls
hakkında gerçekte neler hissettiğini gösterebilirdi, fakat korkarım ki bu doğru değildi. Charlotte
babasının kendi isteğiyle gelmediğini göstermek için Mrs. Gaskell'e bunları anlatmıştır bu bile
yeteri kadar kötü bir şeydir fakat Martha ve Charlotte'a göre bu doğru değildi.
Gerçekte, Mr. Bronte'nin orada olması zaten hiç düşünülmemişti ve Charlotte 16 haziran
tarihinde Miss Wooler'a yazdığı mektupta bunu gayet açık bir biçimde belirtmişti. Ona şöyle
yazmıştı: "Düğün töreninde yalnızca E. Nussey, Mr. Sowden ve siz bulunacaksınız."
Mr. Bronte'nin oraya gitmemesini gerektirecek'hiçbir sağlık sorunu yoktu. O sıralarda gayet
iyiydi ve kısa bir süre öncesine kadar günde iki kez vaaz verdiği kilise de çok yakındaydı. Evet,
benim dediğim gibi, o düğüne davet edilmemişti.
Düğünden on beş gün önce Charlotte, Ellen'a babasmm kolayca bunalıma girdiğini
söylemişti. Bunun nedenini anlayabiliyoruz.
On Dördüncü Bölüm

Ayakları ölüme iner; adımları ölüler diyarına erişir.


Süleyman'ın Meselleri 5:5

Mr. Nicholls ve Madam dönünce evde bir telaştır başladı; hepimiz onların eşyalannı içeri
taşımaya yardım ettik, fakat ben her ikisinin de mutlu olmadıklarını hemen gördüm. Yalnız bu
kadar da değildi; her ikisi de yorgun gibiydi, Madam ise soluk yüzü ve gözlerinin altındaki mor
halkalarla oldukça kötü görünüyordu.
Madam'ın çok neşeli ve daha konuşkan olacağını tahmin ediyordum, fakat bizimle bir
kelime bile konuşmadı, ayrıca hiçbir şey yiyip içmek istemediğini ve yukarıya çıkıp yatacağını
söyledi. Onur. yüzüne bakarak böyle yapmak istemesine hiç şaşırmadım; bunun üzerine hemen
yukarıya çıktı. Mr. Nicholls ise bir şeyler yiyeceğini söyledi ve bu da bana onunla birkaç kelime
konuşma fırsatı verdi.
Kendisi için getirdiğim yemeği yedi ve uzun bir yolculuktan sonra ayaklannı biraz hareket
ettirmek için dolaşmaya çıkacağını söyledi, ardından onun kırlara doğru gittiğini gördüm. O gün
Çok güzel bir gündü ve ben de onunla birlikte olabilmeyi arzu etmiştim, fakat o kadar çok iş
vardı ki, hemen bunları yapmam gerekiyordu.
Mr. Nicholls epey sonra akşam yemeğine doğru hâlâ dönmemişti, ben de yavaşça yukarıya
çıkarak Madam'a bir şey isteyip istemediğini sormak ve ona hizmete hazır olduğumu göstermek
istedim. Belki uyuyordur diye düşünerek kapıyı yavaşça çaldım, hemen içeri girmemi söyledi.
Madam'ı sadece bonesini ve ayakkabılarını çıkarmış olması dışında, hâlâ geldiğinde
üzerinde olan elbisesiyle bulmak beni şaşırt
Yatak ve yastıklann durumuna baktığımda onun yattığını anladim, fakat pek fazla uyumuş
olduğunu sanmıyorum, çünkü bazı bavullarını açmış ve içindekileri çıkarmaya başlamıştı.
Ona nasıl olduğunu, seyahatinin iyi geçip geçmediğini ve istediği bir şey olup olmadığını
sordum. Bana hiç cevap vermedi, fakat Mr. Nicholls'un nerede olduğunu sordu. Kıra gittiğini
söylediğim zaman rahatlamış gibi göründü fakat bundan da emin değildimve bana bir fincan çay
içebileceğini, ama bunun için aşağıya geleceğini söyledi; sonra eğer işlerim bittiyse ve kendim
için de bir fincan çay alarak yanına gidersem bana her şeyi anlatacağını sözlerine ekledi.
Onun çay içmek isteyeceğini tahmin ettiğim için çaydanlığı sobanın üzerine koymuştum ve
tam aşağıya inmek üzereydim ki sanki aklına yeni gelmiş gibibana babasının nasıl olduğunu
sordu. Bana göre bunu sormakta biraz geç kalmıştı, çünkü geldiğinden beri onun adını ilk kez
anıyordu; ben de ona şimdi çok daha iyi olduğunu, fakat birkaç dakika sonra onun hakkında
kendisine her şeyi anlatacağımı söyledim.
Bunları söylerken, gözlerim yerde açılmış kutulara takıldı ve aşağıya inmeden önce
elbiselerinden bazılarını asarak ortadan kaldırmayı düşündüm. Çaydanlığın sobanın üzerinde
hazır olduğunu ve çayın da birazdan hazır olacağını söyledikten sonra bazı elbiselerini
asabileceğimi belirttim. Bana en yakın olan kutudan birkaç elbise almıştım ki, birdenbire parladı,
o sakin hali gitti ve her şeyi olduğu gibi bırakmamı söyleyerek beni tersledi.
Ruh hali birdenbire o kadar değişmişti ki elbiselerini hemen elimden yere bıraktım, fakat
bunu yapmadan önce bunların altında açık olarak duran ve benim daha önceden bulduğum Miss
Anne'in güncesini gördüm; sanki Madam o sırada bunu okumaktaydı
Konuşma tarzı beni o kadar sinirlendirmişti ki kıpkırmızı olmuştum ve o da bunun farkına
varmış olmalıydı, çünkü hemen gülücükler saçarak bana ters davrandığı için özür diledi, fakat
çok yorgun olduğu için, seyahat yorgunluğunu üzerinden atıncaya kadar her şeyin olduğu gibi
kalabileceğini söyledi. Bütün bunlar ona çok iyi ve normal gelebilirdi, ancak benim için olan
olmuştu ve ona duyduğum tüm iyimserlik birdenbire pencereden uçup gitti. Onunla çay
içemeyeceğimi söylemeyi düşündüm, fakat dilimi ısırdım, çünkü İrlanda'da neler olduğunu o
kadar çok öğrenmek istiyordum ki.
Aşağıya indim ve küçük bir tepsi hazırlayarak bunu oturma odasına götürdüm. Tam
yukarıya çıkıp ona her şeyin hazır olduğunu söyleyecektim ki, kendisi aşağıya geldi.
Bu arada elbisesini değiştirmiş ve anladığım kadarıyla yüzünü de yıkamıştı, çünkü biraz
öncekinden daha iyi görünmekteydi ve daha neşeli gibiydi.
Her neyse, ben çayı koydum, o da bana ilk önce İrlanda'da bir atm üzerinden nasıl
düştüğünü anlatmaya başladı; bunu o kadar uzatarak anlattı ki, aynı şeyi tekrar tekrar
dinlemekten bıktım. Ben Mr. Nicholls'un ailesi ve evi hakkında konuşmasını istiyordum, böylece
ben de sanki ilgileniyormuşum gibi onu dinledim ve at hakkında söyleyeceklerini bitirinceye
kadar bekledim; bundan sonra başka konuları anlatmaya başladı.
Ancak sorun şuydu ki, Madam sürekli olarak at hikâyesine geri dönüyordu, bu olayın onu
çok korkutmuş olduğu belliydi ve başka şeyler hakkında konuşmak niyetinde değildi. Durum
böyle olunca ben de onunla planladığım kadar uzun oturmadım. Bunun yerine akşam yemeğini
hazırlamam gerektiğini söyledim, her şeyi topladım ve mutfağa gittim.
Yemekten sonra, her şeyi yıkayıp bunları yerli yerine koydum, sonra birkaç dakikalığına eve
kadar gidip geleceğimi söylemek üzere oturma odasına gittim, fakat odada kimse yoktu. Önce
babasını görmeye gittiğini düşündüm, fakat sonra onun yatak odasında öksürdüğünü işittim ve
mümkün olduğunca sessiz oraya doğru gittim.
Kapı biraz aralıktı ve o da elinde bir şeyle yatağın üzerinde oturuyordu. Önce bunun ne
olduğunu göremedim, sonra kapıya vurdum ve onun Miss Anne'in güncesini okumaya daldığını
gördüm.
Kapıya vurmam onu şaşırtmış olmalı ki dik dik baktı, defteri Çabucak kapattı ve arka yüzü
yukarı gelecek şekilde yatağa bıraktı, fakat neredeyse sonuna geldiğini görmeyeyim diye, bu
hareketi fazla hızlı yapmadı. Bununla ilgili bir şey söylemedi, yalnızca benim bir süre için eve
gittiğimi düşünmüş. Ben de eğer uygunsa gideceğimi söyledim ve sonra ona Mr. Bronte'yi nasıl
bulduğunu sordum. O zamana kadar babasını gidip gördüğünden emindim, fakat onu henüz
görmediğini, birkaç dakika sonra gidip göreceğini söyleyince şaşırdım.
Aşağıya indiğim zaman Mr. Bronte'nin odasından gelen bazı sesler işittim. Kapıdan
dinlediğim zaman içeride Mr. Nicholls'un onunla birlikte olduğunu anladım. Dışarı çıkması için
oldukça uzun bir süre bekledim; bu arada Madam aşağıya inebilir diye de dikkatli
davranıyordum. Fakat Mr. Nicholls dışarıya çıkmadı, Madam da aşağıya inmedi ve Mr. Nicholls
yaşlı adamın yanına gidip onu gördüğü halde kızının gitmemesini çok garipsedim.
Daha sonra yatağımda yatarken, Madam'ın eve gelir gelmez niçin hemen Miss Anne'in
güncesine her şeyi bir yana bırakarak, hatta babasını bile görmeye gitmeyereksarıldığını
düşünmeye başladım. Bu kitabı daha önce bulur bulmaz okuduğu belliydi, o zaman halayından
hemen sonra bunu tekrar okuması nedendi?
Bu konuyu tekrar tekrar düşündüm ve sonra başına gelen at kazasını uzun uzun anlattığını
anımsadım. Konuşma tarzından, Mr. Nicholls'un o sırada ona pek yardım etmemiş olduğu
anlaşılıyordu. Belki onun kendisine yardım etmek istemediği Madam'ın da aklına gelmiş
olabilirdi. Acaba at kazasını, şu veya bu şekilde, Madam'dan kurtulmak için tıpkı Üstat Branwell
ve belki de Miss Emily'den kurtulduğu gibiMr. Nicholls mu yarattı diye merak ettim. Ve acaba
Madam da benimkilere benzer düşüncelere mi kapılmıştı? Horozların sesini duyuncaya kadar
yatağımda dönüp durdum; ertesi gün hiçbir iş yapamayacak durumda olacaktım.
Uykuya daldıktan kısa bir süre sonra kalkınca, beklediğim gibi kendimi hem yorgun
hissediyordum hem de sanki dünyayla kavgalıydım ve eğer Madam bana yersiz bir cümle
söylerse, sonunda ben de ona her şeyi söyleyecektim ve bir daha dönmemek üzere oradan
ayrılacaktım. Fakat o gün tersine Madam bundan daha iyi olamazdı, onunla her karşılaşmamızda
bana gülümsedi ve benimle konuştu. Ancak Mr. Nicholls'u bütün gün görmedim. Mr. Nicholls,
Mr. Bronte'nin yanında her zamankinden çok daha uzun süre kalmıştı, daha sonra kiliseye gidip
geldi ve akşam yemeğinden sonra onun kırlara doğru gittiğini gördüm.
O günden sonra her gün değişik zamanlarda bu yürüyüşlere ikisi birlikte gitmeye başladılar;
saatlerce geri dönmüyorlardı; bu beni merak içinde bırakıyordu, çünkü Madam sadece dolaşmış
olmak için dolaşmaktan hoşlanan biri değildi Miss Emily'ye benzemiyordu. Oralarda neler
karıştırdıklarını merak ediyordum ve nihayet hafta sonunda Madam bana çok garip bir biçündebu
uzun yürüyüşlerden yorgun düştüğünü ve Mr. Nicholls'un onu millerce yanında sürüklemek
istemesinin nedenini anlayamadığını, fakat onu kızdırmak da istemediğini söyledi. Bu sözler bir
bakıma beni rahatlattı, fakat bir yandan da Mr. Nicholls'u düşünürken aklıma atla ilgili can sıkıcı
olay geliyordu; Madam bana bunu tekrar anlatmıştı ve kendisini dinleyecek kimi bulursa bunu
anlatıyordu. Eğer gitmek istemiyorsa, Mr. Nicholls onu niçin kendisiyle birlikte kurlara ve pek
az kişinin gittiği yerlere gelmesi için zorluyordu? Mr. Nicholls'un daha önceden yaptıklarını
bildiğim için şimdi de neler yapmayı planladığını düşünmekten kendimi alamıyordum.

Dönüşlerinden bir haftadan biraz daha fazla bir zaman geçtikten sonra, Mr. Nicholls'la ilk
buluşmamız için bir yer ve zaman belirleyebildik. Madam sürekli olarak etrafta olunca, iki çift
laf etmemiz bile çok zor oluyordu, fakat Mr. Nicholls gizlice bana fısıldadı ve o gece kilise
yönetiminin odasında buluştuk.
O kadar çok şey bilmek istiyordum ki, bir öpücükten sonra oturduk ve hiçbir şey yapmadan
yalnızca konuştuk; söylediklerinden anladığım kadarıyla ailesinin evine yaptıkları ziyaret çok iyi
geçmemişti. Bana bütün yaptıklarını ve gördüklerini anlattı, fakat gariptir ki atla ilgili o üzücü
olayı ben soruncaya dek anlatmadı. O zaman bile bana yanıt vermedi. Bunun yerine oturduğu
yerde dikleşti ve bana bunu nereden öğrendiğimi sordu Madam'ın bana ve herkese bunu
anlattığını söylediğim zaman, dudakları yine sımsıkı kapandı. Bundan hiç hoşlanmamıştı bana
onun fazla konuştuğunu söyledikten sonra başka bir konuya geçti, böylece hikâyeyi bir de onun
ağzından dinleyemedim.
Sonunda her şey kısa sürede yerli yerine oturdu ve Madam da kilise bölgesindeki görevleri,
sanki Mr. Nicholls oranın başındaymış gibi üstlendi. Dışan çıkıp köy çevresinde dolaşıyor ve
insanları ziyaret ediyordu; babamın dediğine göre insanların çoğu bundan hoşlanmıyordu.
Kendisi gitmediği zamanlar ise insanları konuta çağınyordu, bu da hepimiz için daha çok iş
anlamına geliyordu. Sanki yalnız kalmaya tahammülü yoktu.
İkisini yalnızca yürüyüşlere çıktıkları zaman birlikte görebiliyordum. Hatta bana öyle
gelmeye başladı ki Madam ondan başka herkesle beraber olmaya razıydı; Mr. Nicholls da aynı
şekilde hissediyordu. Oysa ben istediğim kadar onunla birlikte olabilmek için bütün yıldızlardan
ve aydan vazgeçmeye razıydım.
Bir süre sonra Madam, Miss Nussey'yi çağıracağını söylemeye başladı; Mr. Nicholls'un bu
konuda ne diyeceğini merak ediyordum. Pek az birlikte olduğumuz zamanlardan birinde ona
bunu sordum ve tahmin ettiğim gibi, bu konuda hiçbir şey bilmediğini söyledi; bunun için silaha
sarılmaya hazır gibiydi. Madam'a defalarca "o kadını" Miss Nussey'ye hep böyle derdiburada
görmek istemediğini belirttiğini, bu gidişle Madam'ın kendisini deli edeceğini söyledi.
Mr. Nicholls çok kararlı bir biçimde bunları söylediği halde, bir gün Madam bana Miss
Nussey'nin geleceğini söylediği zaman neler hissettiğimi tahmin edebilirsiniz; üstelik tam o
sırada Mr. Nicholls'un bir arkadaşı da ziyarete gelecekti. Bu olayın Mr. Nicholls tarafından nasıl
karşılanacağını öğrenmek için çıldınyordum, fakat daha önce de söylediğim gibi, onunla çok az
ve uzun aralıklarla buluşabiliyorduk, bunun için uygun zamanı beklemek zorundaydım.
Mr. Nicholls'la konuşma fırsatım olduğunda, onu hiç de öyle fazla rahatsız olmuş gibi
görmedim. Bütün yaptığı omzuma eliyle vurarak, ne yapacağını bildiğini ve yalnızca ona
güvenmemi söylemek oldu. Şimdi her şey onun için çok iyi gidiyor olabilirdi, fakat onun
aklından geçenleri bilmeye hakkım var diye düşünüyordum ve bunu ona söyledim. Bu onu hiç
memnun etmedi; yüzünün aldığı ifadeyi görünce, bu konuda konuştuğuma pişman oldum ve
hemen ona, ne olursa olsun, bunlann benim için önemli olmadığını söyledim.
Sonunda Miss Nussey ile Mr. Sowden geldiler; ikisi sürekli olarak birlikteydiler; o kadar ki
ben de Madam'a onların çıkıp çıkmadıklarını sordum. Madam bunu çok gülünç buldu ve bol bol
güldü, bana çıkmadıklarını söyledi, sonra yüz ifadesi değişti ve bana Miss Nussey'yle daha çok
birlikte olabilmeyi istediğini, fakat bunun olanaksız olduğunu söyledi. Bu sözler üzerine neler
olduğunu merak ettim ve bu şaşkınlığım bir gün Miss Nussey'nin beni bir kenara çekmesiyle
karmaşık bir bulmacaya dönüştü.
Bir zamanlar Madam ile Miss Nussey'nin arkamdan gülmeleri dışında, ben Miss Nussey'yi
her zaman sevmişimdir ve o da benimle her fırsatta birkaç kelime olsun konuşurdu. Ancak bu
kez farklıydı, çünkü açıkça bu konuşmamızı kimseye söylemememi istemişti ve sonra da bana
Madam ile Mr. Nicholls'un arasında her şeyin yolunda olup olmadığını sormuştu.
Önce benimle böyle konuşmasının uygun bir şey olmadığını düşündüm ve ona ne
diyeceğimi biraz düşünmem gerekti; bu nedenle ona bir yanıt vermek için birkaç dakika
bekledim. Fakat bu konuda konuşmanın haddim olmadığını görüyordum, ama söylediğim hiçbir
şeyi kimsenin bilmeyeceğini, kendisinin sadece arkadaşı için endişelendiğini söyledi. Bu benim
için hiç fark etmiyordu ve o ne derse desin haddim olmayan konuları konuşarak kendime sorun
yaratmak niyetinde değildim; böylece ona ikisinin çok iyi geçindiklerini söyledim ve konuşmayı
orada kestim. Miss Nussey'nin benimle konuşmaktan pek memnun kalmadığını sanıyorum, ama
bu beni rahatsız etmedi.
Böylece konuklar gelip gittiler; Madam onlar gitti diye çok üzgündü; sonra sanki birdenbire
kış bastırdı ve her zaman olduğu gibi yine ruhum kararmaya başladı. Gerçeği söylemek
gerekirse, o sıralarda çok, çok kötü hissediyordum kendimi, çünkü bir hedefim yoktu; bu
duygularımı Mr. Nicholls'a söylemek zorunda olduğuma karar verdim. Bunu düşünmek
uygulamaktan kolaydı; anımsadığım kadarıyla birlikte olabileceğimiz ve konuşabileceğimiz
uygun zamanı ancak ekim ayının ortalarına doğru bulabildik.
O gün Mr. Nicholls her zamankinden farklı olarak neşe doluydu. Niçin bu kadar asık suratlı
olduğumu sorarak bunun bana yakışmadığını söyledi. Ona öncelikle, neler olup bittiğini
bilmeden kendisine, Madam'a, Miss Nussey'ye ve Mr. Sowden'a hizmet etmekten
hoşlanmadığımı söyledim. Bunun üzerine, sanki onu bunlarla sıkıyormuşum gibi içini çekti ve
sonra benimle bir çocukla konuşur gibi, ona ne zaman güvenmeyi öğreneceğimi sordu, ardından
Miss Nussey'nin buraya bir daha hiç gelmeyeceğine dair bana söz verdi.
Onun bundan nasıl emin olduğunu bilmiyordum, fakat bunu ona söylemedim. Bunun yerine
ona kendi duygularımı anlattım.
O sıralarda Mr. Nicholls ve Madam dört aylık evliydiler. Onların yaşantısı değişmişken, ben
aynı şekilde devam ediyordum ve artık aynı şeyleri yapmaktan ölümüne sıkılıyordum. Aslında
Mr. Nicholls şimdi konutta yaşadığına göre benim işim daha da ağırdı, Mr. Bronte ve Miss
Aykroyd da kendi işlerini eskisi gibi yapamıyorlardı. Mr. Nicholls'la buluşmalarımız çok
azalmıştı; bir araya geldiğimiz zamanlarda bile, her anımız yakalanma korkusuyla, tedirginlikle
geçiyordu. O da eskisi gibi değildi, değişik ruh hali ve kendi sırlarıyla yaşıyordu, ben de onun
hakkımdaki gerçek duygularını merak ediyordum.
Her gün onlarm uzun yürüyüşlere çıktıklarını seyretmek ve her gece soğuk yatağıma yalnız
girmek zorundaydım, onlar ise aynı yatağı paylaşıyorlardı. Benim tek yapabildiğim genellikle
tek başıma aylak aylak dolaşmaktı ve tek beklentim ertesi gün yapacağım zor işlerdi. Ona
ellerimi gösterdim ve gizlice, alelacele buluşmak dışında bir beklentisi olmadan böyle kaba
işlerde her gün çalışmaktan kendisi hoşlanır mı diye sordum; fakat bütün bunlar karşısında o
hiçbir şey söylemedi.
Soma ona, bizi hiçbir şeyin ayıramayacağını söylediğini anımsattım, fakat bütün
görebildiğim birbirimizden giderek ayrılmakta olduğumuzdu ve gelecekteki yaşamım gerçekten
hiç de iç açıcı görünmüyordu.
Sözlerimi bitirdikten sonra, onu incitecek bir şey söylemiş olmaktan korktum, çünkü onu
azarladığımı düşünmesini istemiyordum, fakat bütün bunların da söylenmesi gerekiyordu.
Bunları nasıl algıladığını ve beni teselli edip etmeyeceğini anlamak için yüzüne baktım. Böyle
bir beklentim hiç yoktu, ama bana bakışlarından etkilenmiştim. Duygularımı oldukça iyi
anladığını ve bu durumdan kendisinin de mutlu olmadığını söyledi. Suratını asarak, sürekli
Madam'la birlikte olmaktan ve onun durmadan ikisi hakkında planlar yapmasından nefret ettiğini
söyledi.
Mr. Nicholls özellikle karısının durmadan çocuk sahibi olmaktan söz etmesinden
hoşlanmıyordu. Anlaşılan Madam kafasına koymuştu, evlendikleri andan itibaren sürekli bunu
söylemekteydi ve ısrar ediyordu, çünkü yaşlanmaktan korkuyordu. Mr. Nicholls ise kendi
açısından hiç çocuk istemiyordu; bu konuda tartışmaları daha İrlanda'ya giderken başlamıştı ve
hâlâ devam ediyordu. İşte böylece Mr. Nicholls nasıl berbat bir işe atıldığını anlayıp
endişelenmeye başlamıştı ve dahası bu işten nasıl çıkacağını bilmiyordu; karısıyla birlikte
ailesinin yanında olmaktan da çok hoşlanmamıştı.
O na planlarını ve bunların içinde benim de olup olmadığımı sordum; böyle bir şey varsa
bana söylemesini, çünkü onun kafasındakilerden benim de haberim olmasını istediğimi
söyledim. Bunu yapamayacağını belirterek, bazı şeyleri bilmememin daha iyi olduğunu, zaten
kendisinin de bunlardan emin olmadığını söyledi. İrlanda'dayken bir plan yaptığını, fakat sonra
fikrini değiştirdiğini ve her ne kadar sonucundan emin olsa da, bu planı nasıl gerçekleştireceğini
bilmediğini anlattı. Bana bir kez daha sabırlı olmamı ve ona güvenmemi söyledi; ben de ona
güvenebileceğimi, çünkü bakışlarının doğruyu söylediğini açıkladım; fakat kafasında
doğabilecek fikirlerden ödüm kopuyordu.
O gece uzun zamandır olmadığı kadar güzel seviştik. Çok mutluydum, çünkü biliyordum ki
bu tür şeyleri o yalandan yapamazdı.
[CC] Charlotte için balayı açıkça çok yaralayıcı bir deneyim olmuştu.
Banagher'a gider gitmez Charlotte önce oldukça şaşırmıştı, Çünkü Nicholls'un ailesini
kendisininkiyle karşılaştırınca, onların ne kadar üstün olduğunu görmüştü. Nicholls'un teyzesinin
evini "Çok büyük ve dışarıdan bir centilmenin kır evine benziyor" sözleriyle anlatmıştır. Elbette
ki burası konuttan çok farklıydı, çünkü Lady KayeShuttleworth'un dediğine göre konuta en
azından 1850 yılına kadar "hiç boya değmemişti ve burası otuz yıldır yeni eşya görmemişti".
Charlotte, Nicholls'un erkek akrabalannın çok iyi eğitim gördüklerini ve kadınların da "çarpıcı
güzellikte" olduklarını yazmıştı. Teyzesi çok "iyi yetiştirilmiş" ve Londra'da büyümüştü.
Sonuç olarak Charlotte orada kendisini çok dışlanmış hissetmişti, belki de Nicholls'un
tatilden sonra Haworth'a döndüğünde niçin o kadar huzursuz olduğunu anlamıştı.
Nicholls'un ailesinin evinde bir hafta kaldıktan sonra, çift batı kıyılarına doğru gitti; Nicholls
aklındaki planın bir sonraki aşamasını uygulamaya koymak ve karşısına çıkacak herhangi bir
fırsatı değerlendirmek için sürekli tetikteydi. Sonunda, eline bir fırsat geçti.
Sorununu çözmek için Charlotte'la evlenmenin zorunlu olduğunu kabul etmeden aylarca
önce, hatta o zaman bile, sanıyorum ki Nicholls, Charlotte'ın da sonunda kardeşlerinin akıbetini
izleyeceğini biliyordu. Nicholls'un sorunu, bu dikenden en kolay şekilde kurtulmanın yolunu
bulmaktı.
Nicholls'un bir ara küçük dozlarda zehirle deneyler yaptığını düşünmek mantıklı olabilir,
fakat Charlotte'ın ölümü konusunda çok başarılı olması gerektiğini ve bununla ilgili hiçbir
şüpheye yer bırakmamak zorunda olduğunu başından beri biliyordu. Bu kadar kısa bir zaman
içinde konutta garip bir ölüm daha olursa bu konuda birçok yorum yapılacaktı. Charlotte'ın
gideceği kesindi, ama nasıl olacaktı?
Nicholls, daha iyi bir fikri olmadığından, balayım İrlanda'da geçirmeye ve orada bir şeyler
başarıp başaramayacağını görmek üzere beklemeye karar verdi. Zamanı geldiğinde, ondan
kurtulmak için bir yol bulmak zorunda olduğu konusunda çok kararlıydı, çünkü bu balayı ona
olan nefretini yalnızca daha çok pekiştirmişti. Onu kısa sürelerle gördüğü zaman bile
çekemezken yirmi
Nicholls, Haworth'tayken Charlotte'ın gelişigüzel, mantıksız konuşmalarına ve onun
entelektüel havalarda alçakgönüllü tavırlar sergilemesine tahammül etmiş olabilirdi. Fakat onu
kendi ortamında gördükten sonra, Charlotte'ın günlerinin sayılı olması gerektiğine inanmıştı.
Nicholls birçok insanın, özellikle de ailesinin, İngiltere'den getirdiği bu garip küçük kadınla
özellikle de onun "çarpıcı güzellikteki" kuzinleriyle bu kadar iyi anlaştığını gördükleri içinniçin
evlendiğini merak ettiklerini biliyordu. Kendi arkasından güldüklerini düşünmek Nicholls'u için
için kemirmekteydi ve buna tahammül etmek ona zor geliyordu.
Charlotte'ın kaderini kesinleştiren şey ise aslında onun "daha fazla gecikmeden" çocuk
sahibi olmaktan söz etmeye başlamasiydi. Nicholls için onunla evlenmiş olmak zaten yeteri
kadar kötü bir şeydi, bir de Mr. Bronte ve diğerlerinin kısılıp kaldığı kapanı gördükten sonra,
küçük çocuklara sahip bir aileyi üstlenmeye hiç niyeti yoktu. Charlotte'a böyle bir şey
istemediğini kesin bir şekilde söylemişti ve şimdi bu konu aralarında bir anlaşmazlık sebebi
oluyordu.
Banagher'dan sonra, karıkoca Killarney'ye gittiler. Nicholls bu bölgeyi genel olarak
biliyordu, ayrıca erkek kardeşiyle birlikte buraya daha önceden gitmiş olan arkadaşı Sutcliffe
Sowden'dan bölgeyle ilgili bazı ayrıntıları da öğrendi. Seyahatin bir kısmı çok uzaklarda bir yere
yapıldı ve bunun için bir de rehber tuttular. Sonra üçü birlikte çok güzel, fakat bir o kadar da
vahşi olan ve Duloe Geçidi diye bilinen bir dağ geçidinden at üzerinde geçtiler; işte tam orada
Nicholls Tann'nın kendisine bir lütfü olan bir fırsatla karşılaştı.
Bu hikâye Charlotte'ın kaleminden, 27 temmuz 1854 tarihinde Catherine Winkworth'a
yazdığı mektupta anlatılmıştır. Burada Charlotte yolun "bozuk ve tehlikeli" olan kısmına nasıl
geldiklerini yazar. Rehber kendisini uyararak ona attan inmesini söylemiştir, fakat bizim ancak
tahmin edebileceğimiz nedenlerle, Charlotte onun dediklerine aldırmaz; Nicholls da bu konuda
araya girmez. Şimdi öncelikle Charlotte at üzerinde ne yapıyordu, çünkü bildiğim kadarıyla o
hayatında hiç ata binmemişti. Durum böyle olduğuna göre, normal ve düşünceli bir kocanın,
rehberin uyarısını dinlemesi için karısını ikaz edeceği sanılır, ancak Nicholls böyle yapmaz. Şu
benzetmenin kusuruna bakılmasın ama Nicholls, hediye edilen atın dişlerine bakacak adam
değildir!
Şimdi de, daha sonra olanları Charlotte'ın kaleminden okuyalım: "Tehlikeli bölümü geçtik;
atm bütün bacakları titriyordu ve bir kez ayağı kaydı, fakat düşmedi. Bundan hemen sonra at
yürümeye başladı, ancak huysuzluğu bir dakika kadar sürdü, yine de atın üzerinde durabildim.
Kocam atın baş tarafına gitti ve ona rehberlik etti; ortada hiçbir neden yokken, at birdenbire deli
gibi oldu, şahlandı, ileriye atıldı, ben de onun tam altmdaki taşların üzerine düştüm; atm
etrafımda çifte attığını, sıçradığını, tepindiğini gördüm ve hissettim!"
Bütün bunlara karşın, Charlotte ciddi bir yara almadan kurtulabilmişti ve Nicholls'un bu
çabası boşa gitmişti.
Biz bu olayda tam olarak neler olduğunu tahmin edebilmek için durumu analiz etmeye
çalışmalıyız.
Rehber önde, Nicholls ise arkadaydı, Charlotte da her ikisinin arasında güvende ve koruma
altındaydı. Yolun tehlikeli bölümüne geldiklerinde, rehber Charlotte'a attan inmesini söyledi.
Nicholls tam o sırada ortaya ani bir fırsat çıktığını gördü ve hemen buna sarıldı: "Senin yerinde
olsam hiç buna kalkışmazdım sevgilim, durum o kadar kötü görünmüyor." Aptal Charlotte
yerinde kaldı, rehber de omuzlarını silkerek yoluna devam etti. O sırada Charlotte'ın atının ayağı
kaydı, fakat at düşmeyerek Nicholls'un umutlarını suya düşürdü. Ancak bu Charlotte'ı
korkutmaya yetti ve tam inecekken Nicholls kendi atından inerek onun atının başına gelmiş ve
"Yerinde kal sevgilim, bu aralıktan seni ben geçireceğim" demişti.
Bundan sonra Nicholls'un ata ne yaptığını bilmiyoruz, fakat hiçbir şey yapmadı demek
yerine onun bir şey yaptığını düşünmek daha doğru olur, çünkü yolun kötü kısmını geçmişlerdi
ve at baş tarafından tutularak çekilmekteydi. Charlotte bile atm bundan sonraki davranışı için
görünürde bir neden olmadığını, fakat atın birdenbire deliye döndüğünü söylemişti.
Bu sahneyi onun anlattığı gibi düşünürsek, atın şahlandığını ve tepindiğini, Nicholls'un ise
onu kontrol etmeye çalıştığını görürüz. Charlotte ise birdenbire atın altındaki taşların üzerine
düşmüştü. At onun etrafında çifteler atıp şaha kalkıyor ve tepmiyordu. Charlotte atın üzerinde,
oturduğu yerde zıplarken bağırmadıysa bile, hayvanın altında tekme yerken kesinlikle bağırmış
olmalıydı, fakat Nicholls karısının durumuna herhalde hiç dikkat etmemişti. Bu inanılacak gibi
değildir.
Anlaşılan Nicholls, rehber onların nerede kaldıklarına bakmak için geri dönmeden önce,
Charlotte'ın ölmesini ya da en azından kötü bir şekilde incinmesini umarak, ata bir şekilde
işkence yapıyordu; ama rehber Nicholls'un umutlarını boşa çıkararak, hemen geri dönmüş
olmalıydı.
Doğal olarak bu "kaza" Charlotte'ı çok korkutmuştu; mektubunun üçte birinden daha
fazlasında bu olaya yer vermesi, onun ne denli korktuğunu gösterir. Yalnız bununla kalmaz, eğer
bu belgenin orijinaline bakacak olursak, olayı anlatırken Charlotte'ın o andaki gerginliği yeniden
yaşadığını, el yazısının giderek bozulmasından anlayabiliriz. Charlotte, Nicholls'un yapmak
istediği şeyden şüphelenmiş olmalıydı. Anlaşılıyor ki bu olayı birine anlatma ihtiyacı duymuştu,
fakat şüphelerini kimseye ima edemiyordu. Bazı belirtiler onu korkutmuştu ve günlerinin sayılı
olabileceğini açıkça görüyordu.
Artık yetmişti ve Charlotte evinde daha güvende olacağına karar verdi. Catherine
Winkworth'a 27 temmuz tarihli mektubu Cork'tan yazılmıştı. Nicholls itiraz etmiş olsa bile,
ertesi gün 150 mil kadar uzaktaki Dublin'deydiler. Martha'dan öğrendiğimize göre, Charlotte
buradan ona yazmış ve dört gün içinde Haworth'ta olacaklarını bildirmişti.
Erken dönmelerinin nedeni olarak Mr. Bronte'nin hastalığı gösterilmişti. Ancak Mr. Bronte
en azından on beş gündür iyi değildi, fakat babasmın durumu, atla ilgili olay oluncaya kadar
Charlotte'ı hiç rahatsız etmemişti. Hatta Martha'ya yazdığı mektupta babası hastayken kendisi
Haworth'ta olsa bile bunun pek yaran olmayacağını söylemiş, "Senin onun için en iyi olanı
yapacağından eminim" demişti.
Böylece ikisi birden geri döndüler; çiftlerden birisi bütün yaşamı boyunca hiç olmadığı
kadar korkmuştu, diğeri ise bir dahaki sefere işini daha iyi yapmakta kararlıydı.
Anlaşılan o ki, balaymdan döndükten sonra Charlotte'ın yaptığı ilk işlerden biri mümkün
olduğu kadar çok ziyaretçinin eve gelmesini sağlamak oldu. Bu ona okuması ve yazması için pek
az bir zaman bırakıyordu, çünkü gördüğümüz gibi kocası, birçok beklentisinin yanı sıra, kırlarda
uzun yürüyüşlerinde onun kendisine eşlik etmesini bekliyordu.
Charlotte bu yürüyüşlere hiç de hevesli değildi ve bu da, sanıyorum böylesine geniş ve vahşi
bir alanda, hatta herhangi bir yerde, Nicholls'la yalnız kalmaktan korkmasından
kaynaklanıyordu; böylece davetlerine bu kadar çok kişinin olumlu karşılık vererek konuta
gelmesi onun için bir huzur kaynağı oluyordu. Her şeyden fazla istediği ise Ellen’ın gelip orada
kalmasıydı.
Elbette ki Nicholls farklı duygular içindeydi. O sırada Nicholls için açıkça belli olmuştu ki
Charlotte her şeye karşın Haworth'ta ölmek zorundaydı; bu nedenle planlarını yürütmek için
Nicholls'un kendi başma kalıp düşünmesi gerekliydi. Her ne kadar bu konuda iyi bir fikri olsa da,
o aşamada Charlotte'ın kaderinin ne olacağına henüz kesin olarak karar vermemişti. Bütün
bildiği bu kez çok çok dikkatli davranmak zorunda olmasıydı. İşte kırlarda dolaşmayı bir kural
haline getirmesi kesinlikle bu nedene dayanıyordu; buraları ıssız yerlerdi ve kazaların olması
doğaldı özellikle de kazalara yardımcı olunursa!
Nicholls, Ellen'ın yanlarında olmasının hareketlerini sınırlayacağını biliyordu. Ancak, aynı
zamanda iki arkadaşı sürekli olarak birbirinden ayıran insan olarak görülmesinin de hiç hoş
olmayacağını fark ediyordu. Bu garip bir çelişkiydi.
Fakat, sonuçta olanlara bakılırsa, Nicholls soruna kısmen bir çözüm bulmuş gibi
görünüyordu. Eğer Ellen Nussey'nin ziyareti artık engellenemez noktaya gelirse, o zaman
gelmesine izin verilecekti, ama onu Charlotte'tan mümkün olduğunca uzak tutmak için kendisi
de Ellen'ı meşgul etmek amacıyla bir başkasını davet edecekti. Bu fikri arkadaşı Sutcliff
Sowden'a iletmiş, o da gerekirse onlarla bir dörtlü oluşturmayı kabul etmişti.
Nicholls bu fikrini Charlotte'a söylemiş, fakat o bundan hiç hoşnut kalmamıştı. Bunun
kendisine danışılmadan yapılmasına tepki gösterdiği kadar, dört gözle beklediği arkadaşıyla
birlikte oturup eskiden yaptıkları uzun uzun konuşamayacaklarını da fark etmişti. Ayrıca Ellen'ın
Nicholls'un arkadaşlarından birine yamanmaktan hoşlanmayacağını da biliyor olmalıydı. Ancak
edebileceği itirazların önemi yoktu ve bu durum karşısında mağrur bir ifade takınmak zorunda
kalmıştı. 9 ağustos tarihinde Ellen'a yazarak ona Sowden’ın da onlarda kalacağını söyledi.
Ellen'a "Arthur değişik uzun yürüyüşler yapmamızı istiyor; dediğine göre dikkat etmesi gereken,
üstelik huysuz bir karısı olduğu için diğer bayana da bir koruyucu gerekiyormuş" diyerek
mazeret ileri sürdü. Böylece Ellen gelmeden önce ona bilgi verilmiş oluyordu; Arthur'a göre ise
karısı bu durumu ister kabul eder, ister etmezdi.
Bu mektubu alınca Ellen’ın nasıl bir duyguya kapıldığını tahmin edebiliriz. Charlotte'ı öyle
görmek ve onunla oturup dedikodu etmek istiyordu ki... Ancak görüldüğü kadarıyla bu mümkün
olmayacaktı ve herhalde bunun nedeni konusunda da bir fikri olmalıydı. Ellen, Nicholls'un
baskıcı tutumunu kabul edemezdi. Bunun üzerine mektuba hiç yanıt vermemeye ve bundan
böyle konuta gelmesi için yapılan hiçbir daveti kabul etmemeye karar verdi.
Charlotte elbette ki Ellen'ı iyi tanıyordu ve onun Nicholls hakkında neler hissettiğini
biliyordu ve ondan böyle bir tepki beklemiş olmalıydı. Ancak Ellen oraya geldiği zaman
Sowden'ın da niçin orada olacağı hakkında daha makul bir neden bulamamıştı. Bundan dolayı
Ellen'ın hiç yanıt vermemesi, Charlotte için bir sürpriz olmadı. Ona tekrar yazdı ve yeni bir tarih
önerdi, fakat Ellen bunun kendisi için uygun olmadrğmı bildirdi.
Böylece bir aydan uzun bir süre bu konu böylece kaldı; bu durum Charlotte'ı çok rahatsız
etmiş olmalıydı. Tekrar bir girişimde bulunmaya karar verdi.
14 eylül tarihinde bir mektup daha yazdr: "Mr. Nicholls (dikkat edeceğiniz gibi artık
"Arthur" değil) ve benim Keighley yakınlarında birkaç ziyaret yapmamız gerekiyor..." Daha
sonra devam ederek bu seyahati 21 eylül tarihinde yapacaklarını söyledi"... Planlarımızı seninle
orada buluşmak üzere yapmak ve seni arabayla bize getirmek istiyoruz." Mektubunda onu tren
istasyonundan almayı öneriyordu.
Charlotte'ın Ellen'ı çok görmek istediği açıkça bellidir: "Biz seni görmekten çok, çok mutlu
olacağız sevgili Nell ve o günün gelmesini istiyorum." Gerçekten çaresiz bir durumdaydı. Bir
yandan özlediği ve çok görmek istediği eski bir dostunu yatıştırmaya çalışıyor, diğer yandan ise
kocası tarafından dayatılan ve Ellen'ın kabul etmeyeceğini bildiği kurallara uymaya çalışıyordu.
Tek yapabildiği bu koşulları arkadaşına mümkün olduğunca yumuşak gösterebilmek ve
arkadaşının da satır aralarını okumasını umut etmekti.
Bu durumda, son mektup başarılı olmuştu ve Ellen Haworth'a gitti; fakat bundan sonra bir
daha oraya, Charlotte'ı görmeye gitmedi.
Ellen Nussey'nin konuta yaptığı bu ziyaret sırasmda neler olduğunu bilmek ilginçten de öte
olurdu. Biz onların aralarındaki ilişkilerin, en azından gerginleştiğini biliyoruz, ayrıca konuttaki
hava herhalde oldukça değişik olmalıydı. Öncelikle Nicholls, Ellen'ı orada istemiyordu ve bu
konudaki duygularını saklama zahmetine girdiğinden bile şüpheliyim. Ellen da kendi açısından
Nicholls'a güvenmiyordu, hatta ondan iğrenecek derecede nefret ediyordu diyebiliriz. Eğer
altıncı hissi Nicholls'un, arkadaşı için ne kadar tehlikeli olduğu konusunda onu uyarmış olsaydı,
arkadaşında gördüğü belirgin değişiklik onun sezgilerini daha da güçlendirirdi. Ancak o neler
olup bittiğini keşfedememişti, çünkü arkadaşıyla pek az yalnız kalabiliyordu ve birlikte oldukları
zaman da Charlotte sorunlarını tartışmakta isteksiz görünüyordu.
Elbette ki Charlotte'ın düşünceleri hakkında biz sadece tahminler yürütebiliriz, fakat
sanıyorum artık o da Nicholls'un bir deneme daha yapmak için uygun bir fırsat beklediğine ikna
olmuştu. Geçirdiği son "hastalıklarla" ilgili olarak bir şeyler düşünmüş olmalıydı, fakat kendisini
korumak için ne yapması gerektiğini bilmiyordu ve korkularını destekleyecek somut delillerden
de yoksundu; Nicholls ise başkalarına karısını ne kadar çok sevdiğini gösterme çabası içindeydi.
Charlotte, Ellen'ın kendisine inanacağını biliyordu, fakat ona güvenerek pek fazla bir şey
başarabileceğini de sanmıyordu. Arkadaşı Nicholls'u bırakmasını isteyecekti; fakat Charlotte onu
bırakırsa herkese mantıklı bir neden göstermek zorundaydı ve işte bunu yapamazdı. Charlotte
sürekli olarak herkese evliliğinin mutlu olduğunu ilan ediyordu ve Nicholls'la birlikte çevrelerine
karşı evliliğin güzel yüzünü temsil ediyorlardı. Bu nedenle Nicholls'u birdenbire bırakmak
mümkün değildi, çünkü o zaman böyle bir şey hep onun korktuğu gibi büyük dedikodulara ve
tartışmalara sebep olacaktı. Bunun dışında Charlotte arkadaşını iyi tanıyordu, ona söyleyeceği
sırları Ellen'ın saklamakta zorlanacağının bilincindeydi.
Bu sonuçlardan bir veya ikisi gerçekleşmiş olsaydı bile, bu onun hayatını kurtarmak için
ödeyeceği çok küçük bir bedel sayılırdı, ancak her şey bu kadar basit değildi. Charlotte
başkalarına nasıl göründüğü konusunda aşın titizdi ve aynı zamanda gururlu bir kadındı. Bunlann
yanı sıra yaşamın pratikte düşünülmesi gereken yanlan da vardı. Eğer Nicholls'u terk etseydi, o
zaman evsiz bir kadın olurdu ve en küçük bir skandal dahi birçok kapının ona kapanması
anlamına gelirdi. Önceleri onu evlerine almaya hazır olan bazı kimseler, sürekli bir konuk
istemeyebilirlerdi. sonra babası vardı; eğer Charlotte bilinmez sonuçlar doğurabilecek bir Şekilde
evi terk etseydi, babası evin tavanım onun başına yıkardı.
Eğer Anne'in ölümünden sorumlu olmasaydı, Charlotte elbette 0 zaman doğrudan doğruya
yetkililere giderdi, fakat bundan sorumluydu ve bu durum böylesi bir çözümü imkânsız
kılıyordu. Nicholls da bir karşr suçlama yaparsa ki onun artık bu noktadan sonra kaybedecek bir
şeyi olmazdıo zaman Anne'in cesedi mezardan çıkanlır ve zehirlendiği anlaşılırdı; ardından da bu
zehrin, yalnızca kız kardeşi tarafından verilmiş olabileceği şüphe götürmezdi.
Charlotte tamamen suçsuz olsaydı, elindeki Anne'in güncesi de Nicholls'a karşı
suçlamalarını destekleyen bir kanıt olsaydı onun söyleyecekleriyle ilgilenecek birini bulmakta
belki de zorlanacaktı.
Charlotte'ın düşünceleri bu şekilde kısırdöngü içinde gidip geliyor gibiydi, mantıksal
sonuçlara varabilmesini önleyen bir yorgunluk ve bunalım içindeydi; sonunda tek yapabildiği
umudunu kesmeyerek kocasıyla ilgili şüphelerinde yanıldığına karar vermek oldu. Charlotte'ın
hareketlerine bakılacak olursa, kocasını kendisinden uzaklaştıracak ve korktuğu şeyin başma
gelmesine neden olabilecek hiçbir şey yapmak istemediği bellidir.
Biz, özellikle erkekler, onun bu kafa karışıklığını ve hiçbir girişimde bulunmamasını
anlamakta güçlük çekeriz. Ancak birçok kadın böyle durumlarda benzer şekilde davranır.
Sayıları bilinmeyecek kadar çok kadın kocalarından dayak yemekte, ancak korku içinde olsalar
da kocalarıyla birlikte yaşamaya devam etmektedirler. Charlotte da bu kadınlardan biriydi.
Günlük yaşantısını sürdürürken korku içindeydi, ama ne yapması gerektiğini bilmiyordu, bu
arada Nicholls da onun üzerindeki baskılarını giderek artırmaktaydı.
On Beşinci Bölüm

Çünkü canım belalara doymuştur ve hayatım ölüler diyarına yaklaştı.


Mezmurlar 88:3

O günden sonra konutta ufak tefek değişiklikler olmaya başladı, fakat dikkatimi ilk çeken
şeylerden biri Madam'ın beni bir köşeye çekerek, neredeyse fısıldarcasına benden bazı
mektupları postalamamı istemesi oldu ve bunu kimseye söylemememi tembih etti. Elbette ona
mektupları postalayacağımı söyledim, bu aynı zamanda gündüz vakti konuttan çıkabileceğim
anlamına da geliyordu, üstelik ayrıca neler olup bittiğini de merak ediyordum, çünkü o zamana
kadar Madam yazdığı mektupları eline alarak herkese gösterircesine sert adımlarla postaneye
yürürdü.
Daha sonra Madam kendine gelen mektupları açarken Mr. Nicholls'un daima onun yanında
durduğuna dikkat etmeye başladım; mektuplarını okuduktan sonra Mr. Nicholls elini uzatır ve
mektubu okumak üzere ondan alırdı. Bir gün, benim de duyabileceğim şekilde, Madam ona bu
mektuplarda onu ilgilendirecek hiçbir şey olmadığını söylemişti, fakat Mr. Nicholls sert bir
şekilde buna ancak kendisinin karar verebileceğini söylemiş ve mektupları alarak oradan
uzaklaşmıştı.
Böyle birdenbire neler olduğunu merak ettim; çünkü şimdiye kadar Mr. Nicholls, Madam'ın
mektuplardan bazı bölümler okumasıyla yetiniyordu, hatta bunlardan sıkılmış gibi görünüyordu.
Şimdiyse gelen mektupların her kelimesini okumakla da yetinmiyordu. Bir gün koridoru
temizlerken, Madam’ın mektup yazmakta olduğunu gördüm, Mr. Nicholls da onun arkasından
eğilmiş, yazdığı mektubu okurken aynı zamanda neredeyse kelimesi kelimesine, neler yazacağını
da söylüyordu. Madam'ın bundan hoşlanmadığı belliydi, fakat tahammül gösteriyordu; ondaki bu
değişiklikten dolayı adeta çarpılmıştım. Bana verdiği mektupları ses sizce götürmemi
istemesinden sonra, bunları Mr. Nicholls'un görmesini istemediğini düşündüm.
Bu olay beni iyice düşünmeye itti, çünkü ne yapacağımı bilmiyordum, fakat sonunda Mr.
Nicholls'a Madam'ın bana neler yaptırdığını söylemem gerektiğine karar verdim, çünkü kalbim
Mr. Nicholls'a aitti ve Madam'a hiçbir borcum yoktu.
Ona bunları anlatınca çok memnun oldu ve bana böyle hareket etmekle doğru yaptığımı,
çünkü bir kadının kocasından gizli mektuplar yollamasının çok alçakça bir şey olduğunu söyledi.
Bundan sonra eğer bir daha böyle bir şey olursa mektupları önce ona vermemi isteyerek,
mektupları okuduktan sonra kendisinin postalayacağmı belirtti. Elbette ben de mektupları ona
vereceğime dair söz verdim, fakat mektupları açarken ve tekrar kapatırken çok dikkatli olmasını
istedim, çünkü biri bunların açılmış olduğunu Madam'a söylerse, suçlanan kişi ben olacaktım.
İşte o günden sonra durum bu şekilde devam etti, çünkü Madam mektuplarını götürmem için
bana daha sık başvuruyordu. Her şey yolunda gitmekteydi, fakat Madam'ın mektupları bazen de
diğer hizmetçilere verdiğini daha sonradan öğrendim; dolayısıyla Mr. Nicholls mektupların
hepsini göremiyordu.
Tam o sıralarda Madam'ı çok sinirlendiren bir şey oldu. Bir sabah aşağıya indiğimde Miss
Anne'in eski köpeği Flossy'yi mutfakta ölü buldum. Bunun beni çok üzdüğünü söylemeliyim,
özellikle görüntüsüne bakılacak olursa köpeğin çok acı çekerek öldüğü belliydi. Fakat bu olaya
Madam'ın nasıl tepki gösterebileceği konusunda pek hazır değildim. Köpeğin öldüğünü ona
söylediğim zaman hemen hıçkırarak ağlamaya başladı, onun böyle ağladığını hiç görmemiştim,
hatta Üstat Branwell ve Miss Emily öldüğü zaman bile böyle değil, yalandan ağlamıştı. Ben
bunun nedenini anlayamadım, çünkü o hiçbir zaman köpekle ilgilenmemişti, fakat şimdi
gözlerinden sel gibi yaşlar akıyordu, hızla koşarak doğru yukarıya çıktı ve bütün gün bir daha
aşağıya irynedi.
Bir başka değişiklik ise, onların artık birlikte pek fazla dışarıya çıkmamalarıydı, yalnızca
kırlarda dolaşmaya çıkıyorlardı ve Madam'ın bundan bile şikâyet ettiğini duyuyordum; fakat
bunu yaparken o kadar korkuyordu ki, konuşurken karşımdaki insanın gerçekten o olduğundan
şüphe duyuyor, emin olmak için ona iki kez bakmak zorunda kalıyordum. Ancak Mr. Nicholls
bu konuda ona hiç söz hakkı tanımıyordu ve Madam'a o kadar sert davranıyordu ki daha önce
onu hiç böyle görmemiştim; ona kesinlikle birlikte yürüyüşe çıkacaklarını ve kendisinden
"Hayır" sözünü duymak istemediğini bildirmişti.
Bütün bu olanları anlayamıyordum, çünkü İrlanda'dan ilk döndüklerinde, Madam dışarı
çıkıp köyün her yanını dolaşıyordu, öyle ki köylüler onun ziyaretlerinden ve onunla
hanımefendicilik oyunları oynamaktan bıkmışlardı. Madam evlenmeden önce de evde beş
dakikadan fazla durmaz, sürekli olarak bir yerlerde avare avare dolaşırdı. Şimdi ise her şey
değişmişti ve dediğim gibi konuttan ancak Mr. Nicholls'la birlikte çıkıyordu ve o zaman da
yalnızca kırlara gidiyorlardı; bunun nedenini ise bilmiyordum. Bildiğim tek şey Madam'ın
konutta kapana kısılmaktan hoşlanmadığıydı, çünkü sürekli olarak bundan şikâyet ediyordu
ancak benimle birlikte olduğu zamanlar şikâyetleri pek fazla olmuyordu.
Bu arada Madam'ın bazı misafirleri gelecekti; anımsadığım kadarıyla Noel'den hemen önce
Madam her zamankinden farklı olarak çok heyecanlandı ve eski havasına büründü, çünkü Sir
James bilmem kim ile karısı bir günlüğüne gelecekti. Herhalde ömrünüzde böyle bir şey
görmemişsinizdir. Madam hepimizi sabahtan akşama dek köle gibi çalıştırdı, sanırdınız ki kraliçe
bizzat bir ay kalmaya geliyordu!
Bir Noel daha yaklaşmaktaydı. Bu defa Noel'in gelmesini özlemle beklemiyordum ve
kendimizi böyle isteksiz hissettiğimiz Çoğu zaman olduğu gibi, bu Noel diğerlerinden daha fazla
eğlendim. O arada Mr. Nicholls'la hiç buluşamamıştım ve bu benim için çok acı olmuştu;
göründüğü kadarıyla o sürekli meşguldü ve Madam da onun gidişgelişlerini her zaman
olduğundan çok daha yakından izliyordu. Bir bakıma böyle yapmakla iyi ediyordu, çünkü Mr.
Nicholls'un aklı kendi işinde ya da yapması gereken işlerde değil, sürekli başka yerlerdeydi!
Noel'den sonra oraya döndüğümde her şey berbat durumdaydı, özellikle de izinli olduğum
günlerde, bizim eve gelip gidenlerle o kadar iyi vakit geçirdikten sonra durum daha da kötü
görünüyordu. Konut çok karanlık, soğuk ve sessizdi ve her yer öylesine pisti ki içime fenalık
geldi. Yine de hepimiz etrafı temizlemeye koyulduk ve kısa zamanda her şey yerli yerine geldi,
böyle çok çalışarak kendimizi de ısıtmış olduk.
Evde her şeyi eski haline getirmek üç veya dört günümüzü aldı; Madam da yine hepimizin
başında durup her şeye burnunu sokarak, ne yapacağımızı söyleyerek işimizi daha da zorlaştırdı.
Öyle bir noktaya geldi ki az kalsın ona, Noel tatilinde eğer kendisi biraz parmağını oynatsaydı
bize de yapacak bu kadar iş kalmazdı diyecektim, çünkü o her işi o kadar iyi yapardı ki, her yer
onun istediği gibi olurdu fakat kendimi tuttum, ona tatlı tatlı gülümsedim ve kendi düşüncelerime
daldım.
Ertesi sabah Mr. Nicholls bana onun iyi olmadığını ve yatağından kalkmayacağını söyledi.
Madam'a ne olduğunu sorduğum zaman, bana bilmediğini söyledi, sadece kendini iyi
hissetmiyordu. Görünürde Mr. Nicholls bundan hiç rahatsız değildi ve bir doktor
çağırmayacağını söyledi.
Daha sonra Madam'ı görmeye yukarıya çıktım; hiç iyi görünmediğini söylemeliyim. Hiçbir
şey yemek veya içmek istemiyordu, hatta benimle konuşmaya bile istekli görünmedi, ben de o
otururken yatağı yaptım ve sonra onu kendi haline bıraktım.
Bir iki gün sonra Madam daha sağlıklı görünüyordu, fakat yine de bana gelip Mr. Nicholls'la
birkaç günlüğüne bir yere gideceklerini söyleyip babasına ve Miss Aykroyd'a benim bakmamı
isteyince çok şaşırmıştım; sanki ben onlara kendisinden daha iyi bakmıyordum tereciye tere
satmaya çalışmak işte buna denir!
Bana, geçen yıl Noel'den hemen önce onları ziyarete gelen Sir James ve karısıyla birlikte
kalacaklarını söyledi; doğrusu Mr. Nicholls'un bunu kabul etmesine şaşırmıştım, çünkü o hiçbir
yere gitmiyordu.
Her neyse, birlikte çekip gittiler ve itiraf etmeliyim ki ben de bir süre için onların yok
olduklarını görmekten ve bundan sonra işlerin hiç değilse daha kolaylaşacağından dolayı
mutluydum. Fakat bu çok kısa sürdü ve sanki gitmeleriyle gelmeleri bir oldu. Döndüklerinde
Madam daha iyi görünüyordu, fakat birkaç gün içinde yine kötüleşmeye başladı. Soğuk aldığını
söylüyordu. Bundan sonraki günlerde neredeyse kendini zorlayarak yürüyebiliyordu ve çok
sessizdi, öğleden sonralan da yatmaya başladı; sanki soğuk algınlığından farklı bir şeyi var
gibiydi.
Benim aklıma ilk gelen şey, özellikle de Madam'ın Mr. Nicholls'a çocuk sahibi olmak
istediği konusunda söylediklerini öğrendikten sonra, onun hamile olabileceğiydi, fakat
düşününce gerçekten böyle bir şey olabileceğine inanmadım. Çünkü Madam neredeyse kırk
yaşmdaydı ve Mr. Nicholls'un söylediklerine inanacak olursam uzun süredir onlar öyle bir şey
yapmıyorlardı. Bundan sonra aklıma gelen diğer düşünce ise elbette sıcağı sıcağına Mr.
Nicholls'un eski numaralarını tekrarladığı oldu.
Ben Mr. Nicholls'a çok âşık olabilirdim, fakat aptal değildim ve bana sürekli olarak sabırdan
söz ettikçe onun bir şekilde Madam'dan kurtulacağını düşünüyordum, fakat bu düşünceyi de
sürekli aklımdan uzaklaştınyordum, çünkü düşüncede bile olsa böyle bir şeyin içinde yer almak
istemiyordum. Fakat eğer Mr. Nicholls böyle bir şey düşünüyor idiyse ve Madam da İrlanda'da
başından geçen atla ilgili olayı tekrar tekrar anlattığına göre, onun aklına da buna benzer bir şey
gelmiş olmalıydı. Göründüğü kadarıyla Madam artık sürekli olarak hastalanıyordu ve bu
koşullarda onun bu kadar sessiz olması hiç ile şaşılacak bir şey değildi.
Mr. Nicholls artık konutta yaşadığına göre Madam'ı zehirlemesi onun için çok daha kolay
olmalıydı ve ben onun son zamanlarda Madam'ın sağlığıyla nasıl da yakından ilgilendiğini
düşünmeye başladım. Madam hastalandığından beri her öğle uykusundan kalktıktan sonra, Mr.
Nicholls ona kendi elleriyle içecek bir şeyler hazırlıyor ve kendisi için de bir fincan koyarak
bunları onun odasına götürüyordu. Bununla da kalmıyor, daha sonra fincanları kendisi yıkıyordu.
Ben bir erkeğin böyle şeyler yaptığını görmekten hoşlanmıyordum özellikle de onunve böylece
iki veya üç kez ona içecekleri kendim hazırlamayı teklif ettim ve kirli fincanları oraya
bırakmasını söyledim, fakat o bunun kendisi için önemli olmadığını ve bana fazladan iş
yüklemek istemediğini söyleyerek bildiği gibi yapmaya devam etti.
Madam’ın bütün bu olanlar hakkında gerçekten neler düşündüğünü bilmiyordum, fakat bir
gün yatak odasmda ikimiz yalnızken bana bir şeyler söyledi şu anda onun söylediklerini tam
olarak anımsayamıyorum fakat bu sözleriyle hamile olduğunu ima ediyordu. Bana tam olarak
açıkça öyle demedi ben sözlerinden böyle bir fikir edindim fakat ona bu konuda soru sormanın
doğru bir şey olmadığını düşündüm, sonra kendi kendime şöyle dedim: "Madam, eğer böyle
düşünüyorsan çok iyi niyetlisin."
Aradan günler geçtikten sonra Mr. Nicholls'la pek az birlikte olduğumuz zamanlardan
birinde, bu konuyu kendisine sorma şansım oldu. Onun bana daha önce söylediklerinden sonra
bunu ona sormak benim için çok kolay olmadı, fakat kararımı vermiştim ve sinirlerime hâkim
olarak bunu yaptım. Ona karısını hasta eden şeyin ne olduğunu ve acaba buna hamileliğin mi
neden olduğunu sordum. İşte bu sorumla adeta çarpılmıştı. Kolunu sırtımdan çekti, bana sanki
deliymişim gibi baktı ve sonra böyle bir şeyi nasıl düşünebildiğimi sordu; daha sonra söylediğim
şeyin kiliseye mensup bir din adamı için çok kötü bir şey olduğunu ve eğer Madam hamileyse o
zaman bunun İlahî bir gebelik olacağını söyledi! "Öyleyse" dedim, "onun bir şeyi olmalı ve artık
onu bir doktora göstermenin zamanı geldi"; çünkü bütün insanlar bunu konuşmaya başlamışlardı
bile.
O günü tekrar düşündüğüm zaman, Mr. Nicholls'un sorduğum soruların hiçbirine doğrudan
yanıtlar vermediğini görebiliyorum ve bunun nedenini şimdi anlayabiliyorum. O zamanlar
bundan kesin olarak emin değildim, ama onun neler yapmak istediği hakkında iyi bir fikrim
vardı ben yalnızca bu sorunu kafamdan atmıştım.
Sonra, sanki her şey iyi gidiyormuş gibi, bir de Miss Aykroyd çok hastalandı. Zaten uzun
zamandır eskisi gibi değildi; bu da beklenen bir şeydi, çünkü herhalde seksenin epey üzerinde
olmalıydı ve evde yıllardır hiçbir iş yapmıyordu. Her şeye karşın o bana, özellikle de konuttaki
ilk günlerimde çok iyi davranmıştı; ben de ona ve Mr. Bronte'ye bakmaktan fazla
yüksünmüyordum. Şimdi ise sorun yalnızca yaşlılık değil daha da kötü bir şeydi ve ben onu
böyle görmekten üzüntü duyuyordum. Yediği hiçbir şeyi tutamıyordu ve bazen dışkısında kan
oluyordu, fakat onun ne kadar kötü durumda olduğunu Madam'a ve Mr. Nicholls'a söylediğim
zaman her ikisi de bundan rahatsız olmadılar; benim ise onun altını ve yatağını temizlemekten,
sıcak ve rahat olmasını sağlamaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Belki de yaptığım bütün bu işlerin sonucunda böyle bir şeyin başıma gelmesi beklenebilirdi;
bu kez de ben tıpkı Miss Aykroyd gibi hastalandım, ama onun kadar kötü değildim. Bu beni çok
korkuttu, çünkü ben hastalıktan dolayı kolay kolay yatacak bir insan değildim, yine de ancak
artık ayakta duracak halim olmadığı zaman yatağa düştüm.
Durumumu Mr. Nicholls ve Madam'a bildirdim ve sonra tek bildiğim annemin ve benden
yedi yaş küçük olan kız kardeşim Tabitha'nın işleri yapmak üzere konuta gelmiş olmalarıydı.
Görüldüğü kadarıyla Mr. Nicholls benim hastalığımı Mr. Bronte'ye anlatmış, Mr. Bronte de ona
babama haber vermesini ve evdekilere bakmak için ondan yardım istemesini söylemiş.
Böylece hasta olmak ve hiçbir iş yapmamak, aynı zamanda annem tarafından şımartılmak
benim için iyi bir şey oldu, fakat iyileşip yataktan kalkmak ve tekrar işime dönmekten dolayı da
mutluydum, çünkü Miss Aykroyd'la sürekli olarak aynı odada olmak çok da hoş bir şey değildi.
Mr. Nicholls'a söylediklerim onu etkilemiş miydi bilmiyorum, ama şubat ayında bir ara
Madam için bir doktor getirdi; gariptir ki doktoru Bradford'dan çağırtmıştı. O sırada zavallı Miss
Aykroyd için de, nereden olursa olsun hatta bir köyden bile olsabir doktor getirmelerini o kadar
istedim ki; yaşlı kadın her geçen gün daha kötüye gidiyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse,
onun altını temizlemekten hepimiz bıkmıştık. Şimdi bu düşüncemden çok utanıyorum, ama
yaptığımız bu iş hiç de hoş bir şey değildi ve bana sanki bu hiç sona ermeyecekmiş gibi
geliyordu.
Fakat günün birinde Miss Aykroyd uykusundayken öldü, onu odasında öyle bulmak benim
için bir şok olmuştu, ama bunun onun için bir kurtuluş olduğunu biliyordum.
Koşarak bunu Mr. Nicholls ve Madam'a söyledim, fakat Mr. Nicholls bundan hiç
etkilenmedi, Madam ise o kadar hastaydı ki bunu kavrayamadı bile. Miss Aykroyd için herhangi
bir tepki gösteren biri varsa o da Mr. Bronte'ydi ve benimle birlikte gözleri yaşardı. Miss
Aykroyd o soğuk şubat gününde kilise bahçesinde, konutun duvarı dibine gömüldüğü zaman
ikimiz de ağlamıştık. Bizden başka ağlayan kimse olmadı. Mr. Nicholls çok ciddi duruyordu,
Madam ise oraya gidemeyecek kadar hasta olduğunu söyledi; buna hiç şaşırmamıştım, çünkü o
sırada gerçekten çok hastaydı.
Doğrusunu söylemek gerekirse Madam'ın hastalığı da tıpkı Miss Aykroyd ile benimki
gibiydi, ama benden çok daha ağır hastaydı. Hemen hemen hiçbir şey yiyemiyordu ve bunu da
ancak Mr. Nicholls'un elinden alıyordu ve yediklerini de o anda çıkarıyordu; giderek daha çok
zayıflamaya başlamıştı. Şunu söylemeliyim ki ben onun işlerini yaparken, Mr. Nicholls bana
biraz yardım ediyordu ve Madam'ın durumundan dolayı çok üzgün gibiydi. Onun yatağını
değiştirirken bana yardımcı oluyor, onu temizleyip yediriyordu, bu da iyi bir şeydi çünkü ben
bunları yapamazdım. Zavallı Miss Aykroyd'a bakmak bile zordu, fakat en azından ona biraz
sevgi duyuyordum.
Bunları söyledikten sonra, Madam için üzülmemenin elimde olmadığını da eklemeliyim.
Bana geceleri uyuyamadığını söylemişti, ben ise buna pek şaşırmadım, çünkü onun Miss Anne'in
günlüğünü tekrar okuduğunu görmüştüm; o sıralarda artık başına gelenler hakkında bazı
düşünceleri olmalıydı.
O günlerde genel olarak konutta çok garip, sakin bir hava vardı; dışarısı çok soğuk olduğu
için pencereleri uzun süre açamıyorduk, evde sürekli olarak hastalık, rutubet, pislik ve başka
şeylerle karışık bir koku vardı. Bütün bunlardan nefret ediyordum, özellikle de bu koku üzerime
siniyor gibiydi ve bundan kurtulmak için her gece baştan aşağıya yıkanıyordum.
Mr. Nicholls ve Madam irlanda'dan geri döndükten sonra ileride başımıza kötü şeyler
gelecekmiş gibi bir hisse kapılmıştım ve şimdiye kadar birtakım kötü şeyler olmuştu bile, fakat
artık içimdeki bu his o kadar güçlüydü kı hepimizin kötü bir kaderle karşı karşıya olduğumuzu
ve başımızın üzerinde büyük bir bela dolaştığını biliyordum. O zamanlar bunun pek farkında
değildim, ama bir sona doğru gitmekteydik.

[CC] Biz burada Nicholls'un bir süre için Charlotte'ın gönderdiği ve aldığı mektupları
incelediğini gördük ve onun bu mektuplara bazen sansür uyguladığını da biliyoruz. Yine de
Charlotte bazı mektuplarını Martha aracılığıyla dışarıya kaçırabilmiştir. Nicholls daha Martha
ona söylemeden çok önceleri bile Charlotte'ın bu tür yollara başvurabileceğini biliyordu ve
bunun önüne geçmesinin kolay olmayacağının da farkındaydı. Böylece en çok korktuğu
mektupların yol açabileceği tehlikeleri en aza indirmeye karar verdi, en tehlikeli mektuplar Ellen
Nussey'ye yazılanlardı.
Charlotte arkadaşından, yazdığı bütün mektupları yakmasını istemişti ve o mektuplarını
yazarken Nicholls da onun başında durmaktaydı. Charlotte bir kez daha arkadaşıyla çok kötü bir
duruma düşmüştü ve bu kez Nicholls'un bu davranışına bir özür bile bulamamıştı.
Charlotte'ın 20 ekim tarihli mektubu, belli ki Nicholls tarafmdan da bilinen, daha önceden
yaprlmış bir konuşmaya atıfta bulunmaktadır ve şöyle demektedir: "Eminim ki, düşüncesizce bir
şey söylememişimdir, ancak bu mektubu okuyunca yakmalısın. Arthur benim yazdığım
mektuplara benzer mektupların hiçbir zaman saklanmaması gerektiğini söylüyor, 'bunlar kibrit
gibi tehlikelidir' diyor, böylece onun biraz önce yaptığı bu öneriyi yerine getir: 'bunları yak' ya da
'bir daha benden sana mektup yok'; bu Nicholls'un isteği. Ben gülmekten kendimi alamıyorum,
bu bana o kadar komik görünüyor ki. Fakat Arthur kendisinin 'çok ciddi' olduğunu söylüyor ve
çok ciddi görünüyor; seni temin ederim, masanın üzerine eğilmiş, ilgi dolu gözlerini açmış
bakıyor. Şimdi de bana 'bunu hemen tamamla..' diyor."
Charlotte'a acımamak elde değil. Mektubunda konuyu hafife alıyormuş gibi, "Ben
gülmekten kendimi alamıyorum" ve "Bu bana o kadar komik görünüyor ki" demiş, fakat bunda
başarılı olamamıştı. Ayrıca Nicholls'un gözlerini açarak "ilgi dolu gözlerle baktığını" yazmıştı,
fakat bu gözler herhalde ilgi değil başka bir şeyle doluydu. Ne olursa olsun, Charlotte o anda
söyledikleriyle çelişkiye düşüyordu, çünkü bir koca karısına bir yandan "bunu hemen tamamla"
derken aynı zamanda gözleri "ilgi dolu" olamaz.
Yalnızca bu olay bile Charlotte ile Nicholls'un arasının çok iyi olmadığını gösterir,
Martha'nın yazdıkları da bunu büyük ölçüde doğrulamaktadır.
Charlotte'ın bu mektubu, Ellen'ın Nicholls hakkındaki düşüncelerini veya şüphelerini
doğrulamaya yaramıştı ve sanıyorum mektubu aldığı zaman Ellen'ın Nicholls hakkındaki
yorumları hiç de bir bayana yakışacak türde değildi.
İddia edilebilir ki Ellen'ın ondan yapması istenen şeyi yapmaması ve bunu reddetmesi,
ileride daha çok tehdit edilmesine neden olmuştur. Charlotte ona tekrar şöyle yazmıştı: "Sevgili
Ellen, Arthur sana yazdığım mektupları hemen yakacağın hakkında kesin bir söz vermemenden
şikâyetçi. Senin bu konuda ona açıkça söz vermen gerektiğini söylüyor, aksi halde sana yazdığım
her satın okuyacak ve kendisini yazışmalanmızın denetleyicisi ilan edecek." Sonra arkadaşına
şunlan yapmasını önererek devam eder: "Ayrı bir kâğıda senden istediği sözü okunaklı bir el
yazısıyla yaz ve bunu bir sonraki mektubunda yolla."
Böyle bir istek karşısında ne düşünürsünüz? Ben bunu inanılmaz buluyorum.
Ellen'ın yanıtı alaycıydı ve Charlotte'ın mektuplannı gerçekte Nicholls'un dikte ettirdiğini
bildiğini açıkça gösteriyordu. Mektubunda ona "Sayın Papaz, Yetkili Hâkim" diye hitap ediyor
ve şöyle devam ediyordu: "Sevgili Mr. Nicholls, mademki siz kadınların mektuplarının heyecan
dolu sözcüklerini büyük bir dehşet içinde gözlüyorsunuz, ben de Charlotte'ın mektuplannı yok
edeceğime dair söz veriyorum, ancak sizin de yazışmalanmıza sansür uygulamayacağınıza dair
söz vermeniz gerekir."
Bu mektubun üstünde şimdi şöyle bir not bulunmaktadır: "Mr. N. sansürlerine devam etti,
böylece verilen söz geçersiz sayıldı." Mektupta yazılı bir başka not üzerinde daha sonra
duracağız.
Martha'nın iddiasma göre Nicholls, Charlotte'a kimlere mektup yazabileceğini söylüyordu
ve bu iddiayı doğrulayan kanıtlar vardır. Ocak 1855'te, Charlotte'ın arkadaşı olan Mrs. Gaskell,
Catherine Winkworth'a şikâyette bulunarak son mektubuna Charlotte'ın yanıt vermediğini
söylemişti; oysa Charlotte genel olarak mektuplarına yanıt vermekte çok titizdi. Mrs. Gaskell
önceki eylülden beri ondan bir mektup alamamıştı; zaten bundan sonra da hiç almayacaktı!
Nicholls karısının böyle bir dedikoducuyla yazışmasına izin vermek niyetinde değildi.
1855 yılının başlarında Nicholls kendisini kötü bir durumun içinde buldu. Sir James
KayeShuttleworth, Charlotte ile Nicholls'un kendisim ve karısını ziyaret ederek onlarla kalmaları
için ısrar etmekteydi, fakat bildiğimiz gibi Nicholls o sıralar hiçbir yere gitmek istemiyordu.
Ancak onların davetini sürekli olarak reddetmenin de geleceğiyle ilgili planlarım tehlikeye
sokabileceğim fark etti.
Nicholls, Charlotte'tan kurtulacağını biliyordu, fakat bundan sonra neler olabileceğini
tahmin edemiyordu. Mr. Bronte eğer kızı ölürse büyük bir olasılıkla ona tekmeyi vurup atardı, bu
yüzden yüksek mevkilerde olan bir arkadaşa sahip olmak hiç de fena olmazdı özellikle
geçinebilmesi için imkân sağlayan bir arkadaş. Bu olay karşısında, Sir James gerçekten de ona
Padiham'daki işi teklif etmişti. Nicholls bunu kabul etmemişti, fakat bunu mümkün olan en kibar
biçimde yapmıştı, çünkü Sir James'e bunları söylerken bile, bu iş imkânının bir süre daha
bekleyeceğini umut etmiş olmalıydı!
Martha, Nicholls'un Noel'den hemen sonra Charlotte'ı zehirlemeye başladığından
şüphelenmekteydi, fakat bu doğru olsa bile Nicholls'un bunu yapmayı niçin bu kadar ertelediğini
anlayabilmek zordur. Bir olasılığa göre kışın ortalarına kadar beklemeyi tercih etmiş olabilir,
çünkü o zaman onun doğal nedenlerle öldüğüne herkesi inandırmak çok daha kolay olabilirdi.
Ancak bir başka açıklama ise onun bu işi kullanacağı zehrin dozunu birkaç kez denedikten
sonraya ertelemiş olmasıdır. Anne'in köpeği Flossy'nin aralık başlarında ölmesi de oldukça garip
bir rastlantıdır. Evet köpek oldukça yaşlıydı ve her an ölebilirdi, zaten özellikle de bu nedenle
ideal bir kobay olarak kullanılmış olabilirdi.
19 ocak 1855 tarihinde Charlotte, Ellen'a bir mektup gönderebilmeyi başarabildi. Ona
şunları yazmıştı: "İrlanda'dan döndüğümden beri, on gün öncesine kadar sağlığım çok iyiydi,
ancak midem birdenbire bozuldu; o zamandan bu yana hazımsızlık çekiyor ve sürekli baygınlık
geçiriyorum." Bir kadındaki bu belirtiler özellikle o dönemlerde yeni evlenmiş bir kadın için
hamilelik belirtileri olarak düşünülürdü. Charlotte da böyle düşünmüş olmalıydı ve mektubuna
şöyle devanı ediyordu: "Varsayımlar yürütme sevgili Nell, çünkü daha çok erken, fakat ben
kendimi kesinlikle hiç böyle hissetmedim. Bu konuyu yalnızca kendine sakla, çünkü şu anda
hiçbir şeyden emin değilim." Charlotte daha da ileri giderek, "Güzel görünümümü (aynen
böyle!) kaybetmekten dolayı müthiş üzgünüm ve gitgide zayıflamaktayım" demiştir. Erkek
olmam nedeniyle bu konularda derin bir bilgim yok, fakat itiraf etmeliyim ki zayıflamak ile
hamile olmak arasında bir ilişki kuramıyorum!
Charlotte hamile miydi? Birçok yazar onun hamile olduğundan emindir, fakat ben emin
değilim. Elimizde sadece Mrs. Gaskell'in söylediği sözler var ve bunlar da uydurma olabilir,
ayrıca daha önce onun güvenilir bir biyografi yazarı olmadığını da gördük. Onun bunlan
yazarken Ellen Nussey'nin söyledikleri üzerine tahmin mi yürüttüğünü ya da daha sonradan
Nicholls'un ileri sürdüğü şeyleri mi tekrarladığını bilemeyiz.
Durumu ne olursa olsun, Charlotte'ın o andan itibaren Ellen'la doğrudan hiçbir bağlantısı
olmamıştır. Nicholls bundan sonra onun bütün yazrşmalannı tamamen kendisi üstlenmiştir ve
Ellen'a 23 ocakta yazarak, mektubuna "Charlotte iyi olmadığı için" kendisinin yanıt verdiğini
söylemekten de büyük bir mutluluk duymuş olmalıdır. Burada karısının "ayın 31'inden önce
Ellen'ı ziyaret etmesinin mümkün olmadığını" söylediğini belirtmiş, fakat mektuba kendisi de bir
ek yaparak Charlotte "çok çabuk bir iyileşnıe göstermezse" Ellen'ı ziyaret etmesinin pek doğru
olmayacağını söylemiştir.
Nicholls altı gün sonra Ellen'a tekrar yazmıştır. Charlotte hâlâ iyi değildir, yataktan
kalkamamaktadır ve onun için Bradford'dan bir doktor çağırmıştır; mektubunda "Çünkü onun
Haworth'in sunabileceğinden daha iyi bir tedavi görmesini istiyorum" demiştir. Söz konusu
doktor MacTurk'tur ve onun çok iyi bir doktor olduğu söylenmektedir, fakat onu çağırmak
Nicholls'un uyguladığı stratejinin bir parçasıdır ve zehirlenenler için yıllardır uygulanan bir
hiledir.
Zehirleme işleminin ilk dönemlerinde uygulamaya koyulan bu plan, hastayı tanımayan ve
tercihen o bölgenin dışında çalışan saygın bir doktora danışılmasını öngörür. Sonra, tıpkı
Charlotte'ın Anne'e uyguladığı biçimde, tutsak durumdaki kişinin hastalığı hakkında doktorun
aklına yanıltıcı bilgiler işlenir ve sonuçta doktordan hastalığın nedeninin bu olduğuna dair onay
alınır. Böylece varsayılan hastalık hakkında hastanın özgeçmişi çıkarılır ve bu daha sonra o
yöredeki bir doktora aktarılır.
Mrs. Gaskell'in anlattıklarına göre, Charlotte hastalandıktan bir süre sonra Nicholls bir
doktor çağırmış ve doktor "bu hastalığın doğal nedenlere dayandığı" tanısını koymuştu biraz
sabırla her şey iyi olacaktı. Ancak buna karşın Nicholls'un 1 şubat tarihinde Ellen'a yazdığı
mektuba bakmalıyız: "Dr. MacTurk Charlotte'ı salı günü gördü. Ona göre hastalığı daha bir süre
devam edecek, fakat büyük bir tehlike yok. Eminim ki birkaç hafta içinde Charlotte tekrar
iyileşecek." Nereden bakılırsa bakılsın bu gerçekten garip bir mektuptur. Doktor, Charlotte'ın
hastalığının daha bir süre devam edeceğini söylüyor, fakat Nicholls onun birkaç hafta içinde
iyileşeceğini sanıyordu. Denebilir ki "daha bir süre" göreceli bir kavramdır, fakat tanıdığım tıp
adamları bu sözlerin birkaç hafta için değil, ancak aylarca uzayabilecek hastalıklarda
kullanıldığını söylüyorlar.
Nicholls'un Ellen'a yazdığı mektupta "doğal nedenler" aslında bu gerçeğe aykırıdırkonusuna
hiç değinilmemiştir fakat buna da şaşmamalıdır, çünkü eğer Charlotte hamile olsaydı bile, ki bu
mümkün görülmüyor, Nicholls'un bunu söyleyeceği son kişi Ellen Nussey olurdu.
Olayların akışı içinde bu mektubun önemini anlamak için, Nicholls'un niçin Ellen'a mektup
yazma zahmetine girdiği sorusunu kendimize sormalıyız, çünkü normal olarak Nicholls, Ellen
için parmağını oynatmazdı. Bu, Nicholls'un uyguladığı strateji içinde kullandığı bir başka taktik
olmalıdır ve bu taktik yıllar boyunca katiller tarafından kullanılmıştır. Kurbandan haber
alamayarak endişelenen akrabalar, arkadaşlar ve tanıdıklar sorgulamaya başlamadan önce
sakinleşmelidirler. Ellen da işte böyle bir insandı ve Nicholls da klasik modeli izledi.
Kurbanın hasta olduğu arkadaşına bildirilir, fakat aynı zamanda bu hastalığın ciddi
olmadığına da inandırılması gerekmektedir. Bu şekilde kimse hasta yatağına üşüşmez ama daha
sonra bu arkadaşa hastalıkla ilgili bir sorun ortaya çıktığı ve hastanın öldüğü bildirilirse, o da bu
haber karşısında tamamen hazırlıksız olmaz.
İşte burada Nicholls'un Ellen'ı bu hastalığın daha bir süre devam edeceği konusunda
uyardığını, fakat aynı zamanda ona ortada büyük bir tehlike olmadığını söylediğini, doktorun
söylediklerine karşın kendisinin Chartlotte'ın birkaç hafta içinde ayağa kalkacağına inandığını
belirttiğini görmekteyiz.
Eğer Ellen, Charlotte'ın bu kadar hasta olduğunu anlasaydı veya onun kesinlikle hamile
olduğunu bilseydi, hiç şüphesiz ki derhal konuta koşardı. Ellen'a yazdığı bir sonraki mektubunda
Nicholls onu kendilerinden uzak mı tutmak istiyordu, yoksa doğruyu mu söylüyordu? 14 şubat
tarihinde ona şöyle yazmıştı: "Karımın hastalığı hakkında arkadaşlara yazmak çok güç, çünkü
henüz hastalığın nedeni belli değil." Mrs. Gaskell'in söylediğine göre, her ne kadar Nicholls
doktorun on beş gün önce hastalığın "doğal nedenlere dayandığı tanısı koyduğunu" yazmış olsa
da, yine de Charlotte'ın kısa zamanda iyileşeceğinden oldukça emin görünüyordu!
Bronte ailesini sarmalayan birçok gizemli olayda olduğu gibi, insanlar onlar hakkında yalan
söyleme eğiliminde olmuşlardır ve bu nedenle gerçeği kesin olarak bilmek olanaksızdır. Şaşırtıcı
olan şey ise, birçok yazarın sözde "gerçekleri" düşüncesizce devam ettirmeleridir, oysa azıcık bir
araştırma bile bunların doğru olmadığını gösterir, işte çok sayıda Bronte yalancılarının iddialarını
bu kadar uzun süre karşı çıkılamaz bir biçimde sürdürmelerine bu kaygısızca yaklaşım neden
olmuştur.
Konunun doğruluğundan şüphe ediliyorsa ve gerçeğin doğrulanması başka hiçbir şekilde
mümkün değilse, o zaman ayrıntılara bakmak durumunda oluruz.
Charlotte, Ellen'a hamilelik olasılığını ima etmekten çok mutluluk duyuyordu, bu
gerçekleşseydi elbette ki bunu arkadaşına hemen söyler ve bunu söylemekten de büyük mutluluk
duyardı. Ancak böyle bir şey hiç olmadı.
Sonunda Ellen'a kuşunkalemle ancak yazabildiği soluk bir notu göndermeyi
başarabildiğinde, kendisi hakkında yalnızca şunları yazmıştı: "Çektiğim acılardan söz etmek
istemiyorum, bunun bir yararı olmaz ve çok üzücü olur." Bu acıklı not, "sevgili, sabırlı, sadık
Arthur'dan" ilk çocuğunu bekleyen bir kadının duygularını ifade etmemektedir, değil mi? Bu not
daha çok kaderinin farkında olan ve bu kadere boyun eğmiş bir Charlotte'ın imdat çığlıklarına
benzemektedir.
On Altıncı Bölüm

Günlerim az değil mi? Artık kes ve beni bırak da biraz ferah bulayım.
Eyub 10:20

Geriye baktığım zaman, Miss Aykroyd'un ölümünden sonra hiçbir şeyin eskisi gibi
olmadığını düşünüyorum, fakat o zamanlar bunun pek farkına varamadım, çünkü kendimle
barışık değildim. Kötü bir şeyler olacağı fikri hep kafamdaydı ve şubat ayının kasvetli bir ay
olması da işleri kolaylaştırmıyordu.
Her şey öyle bir noktaya gelmişti ki artık konutta olmaktan nefret ediyordum; o soğuk
sabahlarda pencerelerin iç tarafları bile don tutmuşken yataktan kalkmak berbat bir şeydi. Ben
ancak yıkanıp sıkıca sarınarak yatağıma girdiğim ve düşüncelerimle baş başa olduğum gecelerde
mutluydum.
Annem ve babam hakkımda bir şeyler duymuş olmalılar ki, bir keresinde annem bana iyi
olup olmadığımı sordu ve bir doktor çağırmayı önerdi; onun babamla konuşmadan önce böyle
bir şey söylemeyeceğini biliyorum. Ona sadece konutta olanlardan ve havadan dolayı kendimi
pek iyi hissetmediğimi söyledim, o da benim kışın hep nasıl olduğumu bildiği için fazla bir şey
demedi.
Benim anlayamadığım Mr. Nicholls'taki değişikliklerdi. Birdenbire hayatından çok mutlu
görünmeye başlamıştı, benimle birlikte geçirecek hiç zamanı olmamasına karşın, Madam'la
saatler geçiriyor, onun istediği her şeyi yapmaya hazır bekliyordu. Onun her işini yapıyordu ve
onunla uzun uzun konuştuğunu işitiyordum ve ona söyleyecek neler bulduğunu merak edip
duruyordum. Bazen onların odasına girmek için bir bahane bulurdum; Mr. Nicholls 'un Madam'ı
rahatlatmak için konuştuğunu ve ona yakında iyileşeceği gibi şeyler söylediğini duyardım, fakat
kapıyı çaldığımı duyunca Madam'a farklı şeyler söylemeye başlıyordu.
Konut daha çok bize kaldığı zamanlar, ki artık sık sık böyle oluyordu, Mr. Nicholls'un biraz
benimle ilgilenmesini istiyordum fakat ne söylesem, ne yapsam benimle olmamak için bir
mazeret buluyordu; o zamana kadar hiç böyle kaba davranmamıştı. Öyle ki onun gözünde yanlış
bir şey yaptığımı düşünmeye başladım, fakat daha sonra ayın ortasına doğru, nihayet her şeyi
açıkça anlamıştım.
Günlerden cumartesi olduğunu çok iyi anımsıyorum, çünkü cumartesi günleri konuttan daha
erken ayrılıyordum ve o gün de kız kardeşlerimle dışarıya gidecektim. Oradan zamanında
çıkabilmek için bütün sabah çok çalıştım, fakat haftalarca bana karşı tamamen ilgisiz olan Mr.
Nicholls benimle konuşmak için biraz beklememi söyleyince, buna hiç de memnun olmamıştım.
Başka bir zaman olsa sevinçten uçardım, fakat ona kızgındım. Onunla buluşmak için uğraştığım
zamanlar aklıma geldi ve her defasında beni sallamıştı, fakat şimdi kendisi isteyince hemen onun
emrinde olmamı bekliyordu.
Onu uzun süre beklemek zorunda kalmadım, fakat bir an bana sanki hep bekleyecekmişim
gibi geldi. Mr. Nicholls'un atlaya sıçraya aşağıya indiğini duydum ve dosdoğru Mr. Bronte'nin
odasına giderek kapıyı kapattı. Mr. Bronte'yle aralarında geçen kavgadan önce, Mr. Nicholls Mr.
Bronte'nin odasına girdiği zaman genellikle bu onun saatlerce içeride kalacağı anlamına gelirdi
ve o sırada kız kardeşlerimin beklemekte olduğunu düşünürken kalbim sıkışmaya başladı. Oysa
telaşlanmamalıydım, çünkü Mr. Nicholls'un odaya girmesiyle çıkması bir oldu ve yüzünde
büyük bir tebessümle, elindeki kâğıt parçasını sallayarak bana doğru geldiğini gördüm.
Beni içeriye, oturma odasına sürüklercesine çekti, Madam’ın çalışma masasına oturttu ve
elime bir kalem verdi. Sonra önüme bir yığın kâğıdı koyarak parmağıyla işaret ettiği yeri
imzalamamı söyledi.
Dediğini yapmadım. Babam her zaman içinde ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi önlü arkalı
okumadan imzalamamamızı ısrarla söylerdi ve benim de hayat boyu alışkanlığım olan bir şeyi
değiştirmeye niyetim yoktu.
Kalem hâlâ elimdeydi ve ben hiç hareket etmeden duruyordum, bu onu biraz sinirlendirmiş
gibiydi. Bir kez daha, fakat daha kesin bir sesle bana parmağıyla işaret ettiği yeri imzalamamı
söyledi, fakat bu davranışından rahatsız oldum ve bakışlarımı onun yüzüne diktim, kalemi
masaya vurarak bıraktım. Yanakları biraz kızarmıştı ve gözlerinde o zamana kadar görmediğim
vahşi bir bakış vardı, onun bu hali imzalamamı istediği şeyin ne olduğu hakkında daha çok
meraklanmama neden oldu.
Daha yakından bakmca bunun kalın bir tomar kâğıt olduğunu gördüm, bunlar bazen Mr.
Bronte'nin masasmda gördüğüm üzerleri mühürlü önemli mektuplar ve kilise belgelerine
benziyordu; böylece önümdeki bu kâğıtların önemli olduğunu anladım. Beni zorlamasının yararı
yoktu; ben böyle bir kâğıdı ne olduğunu bilmeden imzalayamazdım ve Mr. Nicholls'a bunu önce
okumam gerektiğini söyledim. Ancak bu onun çok hoşuna gitmedi. Kâğıtları çabucak topladı,
dudaklarını büzerek bana bakmasından kızgın olduğunu anladım. O anda bana çok uzun gelen
bir süre birbirimize baktık, fakat herhalde ancak birkaç dakika sürmüş olmalıydı; acımasızca
sırıtarak bana bunun karısının vasiyeti olduğunu söyledi. Sonra sözlerine devam ederek bilmem
gereken her şeyin bu kadar olduğunu belirtti, fakat evlenmeden önce kendisine imzalatılan
anlaşmadan nasıl kurtulduğunu ve karısının bütün mirasım nasıl ona bıraktığını anlatmadı.
Kâğıtları tekrar önüme koydu ve bu defa imzalamam gereken yere yakından bakabildim;
bunu imzalayarak Madam'ın bu kâğıtları imzaladığma tanık olduğumu kabul etmiş olacaktım.
Kâğıtta onunkine benzer bir imza vardı ve Mr. Bronte'nin de tanık olarak kâğıdı imzaladığını
gördüm, oysa ben Mr. Bronte'nin Madam'ın vasiyetini imzaladığını görmediğinden emindim.
Mr. Bronte'nin Mr. Nicholls hakkında ne düşündüğünü bildiğim için, bunu nasıl yaptığına
şaşırmıştım; fakat madem o bu kâğıdı imzalamıştı, o zaman benim de imzalamamam için bir
neden olamazdı, böylece ben de imzamı attım, fakat doğru bir iş yapıp yapmadığım hakkında
şüphelerim vardı.
Kalemi masaya koyar koymaz Mr. Nicholls kâğıtları tekrar topladı ve mürekkebin kuruması
için sallamaya başladı. Bir yandan da bu konuda kimseye bir şey söylemememi tembih etti ve bu
zahmetim karşılığında sıkıntı çekmemem için elinden geleni yapacağını belirtti. Beni kibarca
öptü ve işte o anda Mr. Nicholls için bir anlam taşıdığım sürece onun için her şeyi
yapabileceğimden emindim ve yaptım da. Bana öyle bir sarılışı vardı ki, bu öpücük orada ve o
anda başka noktalara kadar gidebilirdi diyebilirim, ama kız kardeşlerim beni bekliyordu ve tüm
isteğime karşı kendimi geri çektim ve ona gitmek zorunda olduğumu söyledim.
O andan sonra Mr. Nicholls ile Madam'ın arasında her şey tamamen değişmişti.
Mr. Nicholls gerçekten çok garip davranmaya başlamıştı ve evden çok dışarıda oluyordu;
onun nereye gittiğini ve neler yaptığını merak etmeye başlamıştım, çünkü yüzünde sürekli garip
bir ifade vardı ve Madam'la eskiden olduğundan daha az birlikte oluyordu. Bazen günlerce onu
yalnız bırakıyordu, ancak arada bir yemeklerini veriyor veya tabak ve bardaklarını yıkıyordu.
Artık aralarında uzun uzun konuşmalar olmuyordu hatta ağzından ona iyi bir söz bile
çıkmıyorduve Madam giderek daha kötüleşmekteydi. Sanki Mr. Nicholls'un, odasına yaptığı
ziyaretlerin verdiği güçle yaşıyordu; bazen Mr. Nicholls onun için hazırladığı tepsi elinde odaya
girince yüzü öylesine aydınlanırdı ki onun için neredeyse üzülürdüm.
Aslında ona pek de üzüldüğümü söyleyemem, çünkü ayakta olup evin içinde dolaştığı
zamanlarda bile Madam beni bu kadar bıktırmamıştı. O sırada ben onun her işini yapıyordum,
çamaşır ve temizlik işleri benim bütün zamanımı alıyordu. Bunlar hiç de sevdiğim işler değildi
ve bunu böylece Mr. Nicholls'a söyledim, fakat onun tek söylediği bunlara biraz daha tahammül,
etmem gerektiği oldu; ona göre sonunda her şeye değecekti.
Elbette bu sözler, onun neler planlamakta olduğu konusunda beni bir kez daha düşündürdü
ve şimdi eminim ki Madam da aynı duygular içindeydi. Ben atla ilgili olayı çok garip bulmuştum
ve şimdi Madam'ın da bu olayı garipsemiş olduğunu düşünüyorum. Artık görebiliyorum ki
onların aralarında geçen tüm konuşmalar
Madam'ın vasiyeti üzerineydi ve herhalde bu da Madam'ı düşündürmüş, özellikle de yediği
ve içtiği şeyleri Mr. Nicholls'un hazırlıyor olması onu daha da çok rahatsız etmiş olmahydı.
Fakat bunu düşünmesine, hatta bunun dışında Üstat Branwell ve Miss Enıily'ye olanları
bilmesine karşın, bu akılsız kadının sahip olduğu şeyleri Mr. Nicholls'a bırakması için beyninin
iyice yıkanmış olması gerekirdi, böylece Mr. Nicholls'a kendisini başından atması için de iyi bir
fırsat vermiş oluyordu.
Bundan sonra Mr. Nicholls'u her mutfağa girişinde gözlemeye karar vererek işlerimi daha
farklı bir düzen içinde yapmaya başladım. O zamana kadar, yemek hazır olduğunda Mr.
Nicholls'a haber veriyordum ve o da tepsiyi hazırlamak için mutfağa gelip orada oyalanırken,
ben de başka bir yere gidiyordum. Ama şimdi o mutfaktayken ben de işlerime orada devam
etmeye başladım.
Açıkça belliydi ki Mr. Nicholls bundan hoşlanmıyordu ve beni mutfaktan birkaç dakika
uzaklaştırmak için ufak tefek bazı işler vererek başka yerlere yolluyordu. Fakat bunu devam
ettiremedi ve genellikle onunla birlikte orada olmaya devam ettim; öyle meşgulmüşüm gibi
yapıyordum ki, kendisinin yaptıklarını benim görebildiğimi düşünemiyordu. Arada bir onun
bulunduğu tarafa sezdirmeden bakıyordum, fakat onun gizliden gizliye yaptıklarını görebilmem
biraz zaman aldı, hatta o zaman bile ne olup bittiğini tam olarak anladığıma dair yemin
edemezdim.
Arkası sürekli olarak bana dönüktü ve tek gördüğüm onun kolunun ve dirseğinin
hareketiydi. Eli her cebine girdiğinde dirseğinin biraz hareket ettiğini görüyordum sanki bir
şeyler karıştırıyor veya silkeliyorduve sonra kolu ve dirseği ilk başta yaptığı gibi dışarı
çıkıyordu. Tepsiyi istediği gibi hazırlamaya başlamadan önce bana omzunun üzerinden baktığını
gözümün ucuyla görebiliyordum. Onun bu hareketlerine birçok kez tanık oldum ve dediğim gibi,
her ne kadar mahkemede yemin edecek kadar emin olmasam da, kendi kafamda onun neler
yaptığmı biliyordum ve bu konuda bir şeyler yapmalı mıyım diye düşünmeye başladım.
Bunu uzun uzun düşündüm, fakat her defasında bir şey yapmamam gerektiğine karar
verdim. Doğrusu neler olup bittiğinden emin değildim ve Mr. Nicholls'a öyle yoğun duygular
besliyordum ki onun başının belaya girmesini istemezdim. Eğer babama gitseydim ve o da
mahkemeye baş vursaydı, Mr. Nicholls'un sözüne karşılık benim sözümü kabul edecekleri
şüpheliydi. Bu durum sonuçta bana ne getirirdi ki? Mr. Nicholls bana karşı daima iyi ve sevgi
dolu olmuştu, Madam ise yıllar boyunca yaşamımı tam bir cehenneme çevirmişti, özellikle de
küçücük bir kız olduğum zamanlar. Onu hiçbir zaman sevmemiştim, oysa Mr. Nicholls'u
gördüğüm ilk andan beri ona yakınlık duymuştum ve her ne olursa olsun sonunda benim için her
şeyin iyi olacağına dair bana verdiği bir söz vardı.
Ancak şuna da dikkatinizi çekerim ki, verdiği bu sözün tam olarak ne anlama geldiğini
bilmiyordum, fakat benim de hayallerim vardı ve bunları bir yana bırakmaya hazır değildim,
ayrıca parmağımla onu göstererek kendimi bir yığın sıkıntıya sokmak istemiyordum. Kesin
kararımı verdim, ne olursa olsun onunla birlikte hareket edecektim.
Ancak bazen bir şeyi söylemek yapmaktan daha kolaydır, Madam süratle çökmekteydi, öyle
zamanlar vardı ki ona acımamak elde değildi ve ona katı davranmam olanaksızdı. Şubat ayının
sonlarında bir deri bir kemik kalmıştı, sürekli hastaydı ve bağırsakları tutmuyordu. Dışkısı kanla
karışık geliyordu ve onun bu şekilde daha uzun bir süre yaşayamayacağını biliyordum. Dediğim
gibi, bazen onun bakışları öylesine acıklıydı ki onu kollarımın arasına alıp rahatlatmaya
çalışabilirdim, fakat bunu sadece düşünmekle kalıyor ve onu kendi haline bırakıyordum.
İşte tam bu sıralarda Mr. Nicholls bir zamanlar Miss Emily'ye ait olan yandaki küçük odada
yatmaya başladı; bundan dolayı onu suçlayamazdım, çünkü bazen büyük yatak odasma girmek
bile beni hasta ediyordu. Mr. Nicholls yan odaya geçme nedenini, Madam'ın geceleri sürekli
dönüp durmasından ve inlemesinden dolayı uyuyamaması olarak açıkladı. Bu da geceler
boyunca ve bazen de sahalıları Madam'ın odasında kimsenin olmadığı anlamına geliyordu.
Odasına her girişimde ne bulacağını korkusunu yaşıyordum.
Mr. Nicholls artık onun yanına mümkün olduğunca az gidiyordu ve bana göre her şeyin bu
şekilde devam etmesi olanaksızdı. Ona bütün bunları ve ayrıca Madam için geceleri bir bakıcı
bulunması gerektiğini söyledim, fakat söylediklerimi dinlemek bile istemedi ve arkasını dönerek
gitmeye hazırlandı, fakat ben bunun peşini bırakmamaya kararlıydım.
Bunu Madam için endişelendiğimden dolayı değil, kendim için istiyordum. O bütün gece
yalnız kalsa da bundan rahatsızlık duymuyordum, fakat beni asıl rahatsız eden onu yıkamak
zorunda kalmak, ufak tefek şeyler için bile onun emrinde olmak ve her sabah çok kötü kokan bu
odayı temizlemekti. Mr. Nicholls bana onun için bir bakıcı almak istemediğini söyledi, o zaman
yatak odasmı temizlemekte bana yardım edecek bir kız alamaz mı diye sordum. Bu soruyu
sorduktan sonra dik dik onun yüzüne bakarak ne söyleyeceğini merakla bekledim. Bunun için
gerekeni yapacağını söyledi ve çekip gitti.
Bana yardım etmek üzere aldığı kız o kadar küçüktü ki ondan böyle bir iş yapmasını
isteyemezdim. Onun yerine aşağıdan daha büyük bir kız aldım ve yeni gelen kıza da, tıpkı Miss
Aykroyd'un beni yetiştirdiği gibi iş öğretmeye başladım.
Hayat benim için artık biraz daha tahammül edilir olmuştu, fakat haftalar geçtikçe Madam
daha da köttileşiyordu. Mr. Nicholls onun yanına hemen hemen hiç uğramıyordu, ben de öyle.
Her sabah yapılması gereken işleri yaptıktan sonra, kendimi oradan mümkün olduğunca uzak
tutmaya çalışıyordum, onun aşağıya bağırış çağırışlarına ve yere güm güm vurmalarına hiç
aldırmıyordum. Ne olup bittiği benim tasam değildi.
Beni asıl düşündüren ise niçin kimsenin ona mektup yollamadığı ve niçin kimsenin onu
ziyarete gelmediğiydi. Yalnızca görünüşte bile olsa çünkü ben onu kimsenin gerçekten sevdiğine
inanmıyoruminsanlar onun sağlığını öğrenmek istemeliydi; hatta Miss Nussey'nin, her ne kadar
Mr. Nicholls'la iyi geçinmese bile, bundan çok daha önce onu ziyarete gelmesini beklerdim.
Fakat kimse gelmedi, hatta o sırada bir doktor bile gelmedi ve Madam gece gündüz, çoğunlukla
tek başına odasında yattı, yalnızca
Mr. Nicholls ona yemeğini götürüyor ve arada bir Mr. Bronte onu görmeye geliyordu.
Bir cumartesi sabahı erkenden anımsadığım kadarıyla mart ayının son günüydüMr. Nicholls
bana Madam'ın geceleyin öldüğünü söyleyince sarsılmış, fakat buna hiç de şaşırmamıştım. Mr.
Nicholls yorgun ve katı görünüyordu, fakat eğer ne demek istediğimi anlıyorsanız, pek rahatsız
olduğu söylenemezdi ve ikimiz de onun ölümünden dolayı birbirimize başsağlığı dilemedik;
doğrusunu söylemek gerekirse onun ölmesinden dolayı ikimiz de mutluyduk. Bunun yerine
kollarını omzuma attı ve beni hafifçe kucakladı, sonra da bir işi nedeniyle oradan gitti. Ben ise,
mümkün olabildiğince hızlı Madam'ın odasına koştum. Miss Anne'in güncesinin o odada bir
yerde olduğuna inanıyordum ve bunu almaya kararlıydım.
Odanın kapısına geldiğim zaman, içeriye girmeden önce bir süre duraksadığımı
söylemeliyim, çünkü onu ölü olarak görmek istemiyordum, fakat sinirlerime hâkim olup kapıyı
açtım. Fakat karşıma çıkan manzaraya hiç de hazırlıklı değildim. Orada ceset yoktu, pencereler
ardına kadar açılmıştı, yatak çarşafları, örtüleri ve şiltesi odanın bir köşesine yığılmıştı, odadaki
her şey sanki bir fırtınadan sonra dağılmış gibiydi. Madam'ın bütün giysileri darmadağındı,
açılan kutulardan dışarıya bir şeyler sarkıyordu, yazı masası aşağıdan yukarıya çıkartılmış ve
yerde açılmış durumdaydı, masasındaki kâğıtlar her yana yayılmış, gizli çekmecesi açılmış ve
boştu.
Yüzümün ortasındaki burnum kadar gerçek bir şey vardı ki burada birisi bu da ancak Mr.
Nicholls olabilirdibir şeyler aramıştı ve aradığı şeyin ne olduğunu merak etmeye başladım.
Bildiğim kadarıyla onun Miss Anne'in güncesinden haberi yoktu ve aradığı şey bu olamazdı;
acaba burada bir şeyler ararken günceyi buldu mu diye düşündüm.
Günceyi aramaya nereden başlayacağımı bilemedim, her şey karmakarışıktı, fakat aramaya
girişmeden önce Mr. Nicholls'un yattığı küçük odaya gittim ve orada Mr. Nicholls'un yatağında
tahmin ettiğim gibi- üzeri bir çarşafla örtülmüş, Madam'ın cesedi duruyordu. Sonra gerçekten
böyle bir şey yapmak istemediğim halde bana yıllardır eziyet eden bu kadına son bir defa
bakmak istedim. Göreceğimden korktuğum halde, çarşafı yüzünden aşağıya doğru çektim;
gözlerimin önündeki görüntüye gerçekten şaşırmıştım, çünkü hep bahsedilen ölüm huzurundan
bir parça bile yoktu onda. Kafası neredeyse bir iskelet gibiydi ve üzerinde pek az saç vardı,
gözleri fal taşı gibi açık bana bakıyordu ve dudakları gerilmiş, sanki beni ısıracakmış gibiydi.
Böyle bir manzarayı bir daha görmeyi hiç arzu etmem, ama zaman zaman gördüklerim hâlâ
gözlerimin önüne geliyor.
Çarşafı çabucak kapayarak yüzünü örttüm. O anda titrediğimi hissettim ve aklıma ilk gelen
şey bir an önce oradan çıkmak oldu, fakat böyle yapmadım. Bunun yerine Mr. Nicholls'un
eşyalarını dikkatle karıştırdım ve onları bulduğum gibi, tekrar eski yerlerine koydum. Benim asıl
görmek istediğim Miss Anne'in güncesinin orada olup olmadığıydı, fakat aynı zamanda meraklı
biri olduğum için Mr. Nicholls'un eşyalarını karıştırmak da hoşuma gidiyordu. Genel olarak
orada fazla önemli bir şey bulamadım, fakat yıllar önce ona verdiğim cüzdanı bir bavulun en
altında, ipek bir mendile sarılmış olarak bulmak çok hoşuma gitti.
Miss Anne'in güncesini ise bulamadım ve odadan ayrıldım, çabucak bir duş alıp giyindim,
sonra bütün bu gördüklerimi unutmak ve biraz kafamı toparlamak için bir fincan çay içmek üzere
aceleyle aşağıya indim. Sonra tekrar yukarıya çıktım ve her şeyi yerli yerine koymak için büyük
yatak odasma gittim. Önce bütün yatak çarşaflarını aşağıya götürdüm ve içindeki samanların
yakılması için şilteyi arka bahçeye götürerek içini boşalttım. Bundan sonra Madam'ın giysilerini
ait oldukları dolaplara koyarak odayı düzelttim; fakat bunları yaparken sürekli olarak da Miss
Anne'in güncesini bulmak için dikkatle her yere bakıyordum ve bu arada da Mr. Nicholls'un
defteri bulmuş olabileceğini, dolayısıyla sonuç alamayacağım aptalca bir iş yaptığımı
düşünüyordum.
Bu işler uzun bir süre aldı, fakat sonunda günceyi bir rastlantı sonucu buldum; bulur bulmaz
da Mr. Nicholls'un bunu bulamadığını hemen anladım tabiî eğer o da bu defteri aradıysa.
Günceyi buluşum şöyle oldu: her şeyi ortadan kaldırdıktan sonra, odayı süpürmeye
başlamıştım; bunu yaparken önüme gelen şeyleri de kaldırıyordum. İtiraf etmeliyim ki bu işi
aceleyle ve dikkatsizce yapıyordum, çünkü günceyi bulamamaktan dolayı canım epey sıkkındı;
işimi bir an önce bitirdikten sonra biraz kahvaltı etmek, daha sonra da yapılacak başka işler var
mı diye bakmak ve Mr. Bronte'nin ne durumda olduğunu görmek istiyordum. İşte bu
düşüncelerle elimdeki süpürgeyi köşelere sert bir şekilde vuruyor ve boyaların dökülmemesine
her zamanki kadar dikkat etmiyordum duvar boyası zaten o kadar kötüydü ki nasılsa pek fark
etmiyordu fakat yatağı çektiğim köşeden bir parça tahta yerinden çıktı ve o anda defter de yere
düştü!
Bu yatak odası birkaç yıl önce büyütülmüştü ve Mr. Bronte işçilerin yaptığı kötü işlerden
dolayı günlerce şikâyet etmiş, hatta birkaç kez işçileri tekrar getirtip bazı yerleri düzelttirmişti.
Bu nedenle üzerindeki deliklerden daha az çivisi olan bu küçük tahta parçasının kolayca
düşmesine hiç şaşırmamıştım. Madam burada kendisine küçük, güzel bir gizli delik bulmuştu,
çünkü defter oradaydı. Orada başka bir şey saklanmış mı diye deliğin içine baktım ve elimle
karıştırdım. Başka bir şey yoktu, böylece defteri aldım, önlüğümün altına saklayarak odama
götürdüm. Daha sonra bir ara eve gittiğimde arka bahçeye çıktım, defteri eski siyah bir kumaşa
sararak yakılacak odunların konduğu küçük barakada sakladım artık küçük, gizli bir yeri olan
yalnızca Madam değildi.
Bu deftere sahip olmak duygularımda büyük değişikliğe neden oldu. Mr. Nicholls'a çok
saygı duymama karşın, onun benimle ilgili duygularını ya da benim için neler düşündüğünü
gerçekten bilmiyordum, şimdi ise elimde ona gerekirse bütün isteklerimi yaptırabilecek bir güç
vardı.
Madam'ın ölümünden sonra köyde epey dedikodu oldu ve durumunun ne kadar kötü
olduğundan pek az kimsenin haberi olduğunu öğrendiğimde gerçekten şaşırmıştım. Anlaşılan
Mr. Nicholls kimseye bir şey söylememişti; babam bile onun öldüğünü duyunca çok
öfkelenmişti; ona daha önce söylediğim halde, Madam'ın ne kadar kötü durumda olduğunu tam
olarak anlayamamış.
Babamın bize ve başkalarına söylediğine göre, Mr. Nicholls'un veya Mr. Bronte'nin,
durumun bu kadar kötü olduğunu kilisenin zangocu olarak ona bildirmeleri lazımdı. Ayrıca
Madam'a otopsi yapılmaması konusunda bir sürü fikir ileri sürüyordu; ona göre konutta son
zamanlarda peş peşe o kadar çok insan ölmüştü ki, bu işte bir terslik olduğunu kimsenin
görememesini kesinlikle anlayamadığını söylüyordu. Annem ise ona konuşmamasını salık
veriyor ve zor duruma düşebileceğini söylüyordu, ama babam onu dinlemiyordu; bu konuşmaları
ancak locadan birisi daha onu uyardıktan sonra kesti. Annem bana bunu anlattığı zaman memnun
olmuştum, çünkü ben Mr. Nicholls'un hiçbir şekilde incinmesini istemiyordum; zaten artık
köprülerin altından çok sular akmıştı ve kimse ölenleri geri getiremezdi.
Cenaze törenine gitmedim. Davet edilmeme karşın oraya gitmek için kendimi
zorlayamazdım; şunu da itiraf etmeliyim ki Tann'yı temsil eden bir insan olarak Mr. Nicholls'un
bu kanlı elleriyle kiliseye nasıl girebileceğini merak ediyordum. Fakat o yine de kiliseye gitti
belki de gerçekten oradan uzaklaşamazdıve anlatılanlara göre söylediği sözlerle birçok kimseyi
gözyaşlarına boğmuştu; fakat bu beni hiç şaşırtmadı, çünkü Mr. Nicholls çok güzel konuşurdu.
Ben ise konutta kaldım ve cenazeden sonraki ziyafet için yiyecek ve içeceklerin hazırlanmasrnı
denetledim.
Cenaze kaldırıldıktan ve her şey bittikten sonra ev o kadar sakindi ki! Mr. Bronte zaten
odasından hemen hemen hiç çıkmıyordu. Bakılması gereken yalnızca o ve Mr. Nicholls olunca
benim günlerim de çok daha kolay ve daha hoş geçmeye başladı; özellikle de onun hiç durmayan
sivri dili, her yere soktuğu burnu ve meraklı bakışları olmayınca. Hava gittikçe daha iyiye
gidiyordu, ben de bahar temizliğine her zaman olduğundan biraz daha erken başladım. Mr.
Bronte'nin odasındakiler dışında bütün pencereleri açtım ve evi temizledim, yerleri fırçaladım ve
her zamankinden daha temiz kokuncaya kadar her yanı baştan sona cilaladım.
Mr. Nicholls ile bana gelince, Madam gittikten sonra ne kadar mutlu olduğumuzu
kelimelerle anlatmam mümkün değil. Artık aşağı yukarı ne zaman ve nerede istersek
sevişebiliyorduk ve böylece ben de yatakta sevişmenin ne kadar rahat olduğunu öğrendim. Hatta
bazen birlikte yemek bile yiyebiliyorduk ve artık kendimi neredeyse evin hanımı gibi
hissediyordum; sanki evli gibiydik.
Bütün bu zaman içinde, Mr. Nicholls'un artık hürriyetini kazanması ve Madam'ın bütün
parasına sahip olması nedeniyle neler yapmayı düşündüğünü merak ediyordum. Onun kendi
memleketi olan İrlanda'ya döneceğini sanıyordum ve birkaç hafta sonra ona ne yapacağmı açık
açık sordum.
O benim bir şeyler daha söylememi bekliyordu, çünkü soruma hiç şaşırmamış gibiydi; zaten
ne yapacağmı bana söylemeyi düşünüyormuş. Gülerek, her şeyin bu şekilde olmasının onun için
çok uygun olduğunu ve oradan ayrılmak için hiçbir nedeni olmadığını anlattı, tabiî eğer ben onu
ayak altında istemezsem o zaman başkaydı. Bu sözü beni kahkahalara boğdu; galiba bu
hareketim evde olup biten bunca şeyden sonra hiç de hoş bir şey değildi, fakat o kadar
mutluydum ki sevinçten ölebilirdim.
Elbette benim de bir gün onunla evlenmek gibi gizli bir hayalim vardı, fakat o sırada her
şeyin olduğu gibi kalmasına ve bundan sonraki gelişmelerin neler olacağmı beklemeye çoktan
razıydım.

[CC] Charlotte'ın hamile olduğuna dair hiçbir kanıt olmadığı için bu efsaneyi bir kenara
bıraktıktan sonra, şimdi de onu gerçekten hasta eden şeyin ne olduğunu bulmaya çalışalım.
Martha'ya göre, Nicholls'un ölümcül planını sessizce uyguladığı bir gerçekti ve o dönemde
yazılmış mektupları tarih sırasına koyarak bu planın nasıl ilerlediğini görebiliriz:
21 ocak: "Hazımsızlık iştah kaybı ve buna benzer rahatsızlıklar..." (Charlotte) 23 ocak: "İyi
değil." (Nicholls) 29 ocak: "Rahatsızlık devam ediyor." (Nicholls) 1 şubat: "Hastalık bir süre
daha sürecek." (Nicholls/MacTurk) 14 şubat: "... zafiyet, hastalık ve sık sık ateşlenmeyle
tamamen bitkin halde." (Nicholls)
27 şubat: "Çok zayıfladım, üzeri deriyle örtülü bir iskelete döndüm." (Charlotte)
"Istırabım çok büyük; gecelerim anlatılamayacak kadar kötü; hastalık pek geçecek gibi
değil; ağzımdan kan gelinceye kadar zorlanarak kusuyorum." (Charlotte)
30 mart: "Benim sevgili kızım çok hasta, öyle görünüyor ki neredeyse ölümün eşiğinde."
(Mr Bronte)
31 mart: Öldü.
Bütün bu süre içinde Nicholls, karısının sözde kendisine dikte ettirdiği mektupları yazıyor
ve karısının kendi başına yazdığını fark ettiği bazı mektuplara da sansür uyguluyordu. Yazdığı
mektuplarda kendisine atıfta bulunan çok sayıda övücü sözler yer almasını da garantiye alıyordu
ve Charlotte'ın arzusu üzerine Haworth dışından hiçbir doktora başvurulmayacağı da
mektuplarda açıkça belirtiyordu. Bu mektuplarda Dr. MacTurk'un adı bir daha geçmedi:
hedeflenen amaca uygun olarak doktorun hizmeti tamamlanmıştı. Charlotte artık Haworth'ta
pratisyen Dr. Ingham'ın gözetimi altındaydı; Dr. MacTurk onun iyi bir doktor olduğunu
söyleyerek onu yüceltmişti.
Dr. Ingham da tıpkı iyi niyetli, saf Dr. Wheelhouse gibi Nicholls'un amaçlarına hizmet eden
bir doktordu. Örneğin, anlaşıldığı kadarıyla, Dr. Ingham hastalarını muayene etmeden reçete
yazabiliyordu. Yaklaşık 20 ocak tarihine doğru, tam kendisini çok kötü hissetmeye başladığı
zaman Charlotte bu iyi doktora şöyle bir not yazdı: "Hasta olduğunuz bir zamanda sizi rahatsız
etmek zorunda olmaktan dolayı çok üzgünüm, fakat sizden yapmanızı istediğim tek bir şey var,
acaba bizim yaşlı hizmetkârımız Tabby için biraz ilaç yollayabilir misiniz?" Görülüyor ki
Charlotte, Tabby'nin şikâyetlerinden hiç söz etmeden doktorun hasta olmasına da bakmadan,
kendi isteğinin yapılması beklentisi içindedir, böylece diyebiliriz ki bu tür istekleri yerine
getirmek doktorun sık sık yaptığı şeylerdendi. Tabby ise bu tarihten sonra bir ay içinde ölmüştür;
Nicholls'un Dr. Ingham'a güvenmesine şaşmamak gerekir!
Tabitha'nın ölümüyle, Charlotte doktora duyduğu azıcık güveni de kaybetmiştir sanıyorum.
Charlotte, Joe Taylor'ın karısı Amelia'ya yazarak ona şöyle demiştir: "İlaçları bıraktım sayıhr.
Bana iyi gelebileceğini sandığın bir şeyler varsa gönder." Bundan sonraki mektubunda ise
arkadaşına şöyle diyordu: "İlaçların benim üzerimde gözle görülür bir etkisi olmadı, fakat yine
de sana bunlar için çok teşekkür ederim. Ben Arthur'un Dr. Hemingway'e yazmasına izin
vermeyeceğim; bunun tamamen yararsız olacağını biliyorum."
Ben bütün bunları çok çelişkili buluyorum. Amelia'ya, ilaç almayı "bıraktım" diye yazdıktan
hemen sonra ondan biraz ilaç yollamasını istiyor ve bunları alıyor! Anlaşılan bıraktığı ilaç,
Nicholls tarafından kendisine verilen Dr. İngham’ın ilacıydı.
Mektupta benim garip bulduğum başka şeyler de var. Charlotte'ın bir arkadaşından ilaç
göndermesini rica etmesi garip olmakla birlikte, aynı zamanda kocasının bir doktora yazmasma
izin vermeyeceğini söylüyor. Buradaki çelişki bir yana, Charlotte aslında Nicholls'u
engelleyecek durumda değildi.
Elbette ki bunun tam açıklaması, gerçekte bu mektupların pek azının Charlotte'ın sözlerini
içermesi ve mektupların çoğunda Nicholls'un etkisinin görülmesi olabilir. Nicholls olacaklardan
dolayı kendisine hiçbir suçlama gelmemesini güvence altma alıyordu, böylece Amelia ve
dünyaya verilen mesaj Dr. MacTurk'un tedavisine ve Dr. Hemingway'e danışılmasına karısının
isteği üzerine son verilmiş olduğudur. Dr. İngham’ın verdiği ilaçları almama kararı tamamen
Charlotte'a aittir; buna karşın Nicholls karısına başka ilaçlar almasını salık veren, olumlu bir
koca olarak gösterilmiştir. Gerçekte ise, Nicholls, elbette ki herkesi uyuttuğu sürece herhalde
Charlotte'ın kimden ilaç aldığına pek aldırmıyordu!
İşin gerçeği ise şuydu: Charlotte sonunda kötü talihinin tutsağı olmuştu. Ona ziyaretçi
gelmesi engellenmiş ve mektuplarına sansür konmuştu; kendisinden nefret eden ve ölmesini
planlayan kocası tarafından tam anlamıyla tecrit edilerek yaşamaya mahkûm olmuştu.
Charlotte'ın bu durumda başvurabileceği kimse yoktu. Tabby ölmüştü ve babası her ne kadar
Nicholls'tan nefret etse de, böyle bir durumda herhalde onun isterik olduğunu düşünürdü.
Charlotte elbette Martha'ya yaklaşabilirdi, fakat artık ona bile güvenemeyeceğini hissetmiş
olmalıydı.
Charlotte'ın "hastalığı" iyice ilerleyinceye kadar, Martha ona karşı dostça tavrını sürdürmüş,
fakat hanımına biraz aşağılayıcı bir biçimde davranmıştı. Ancak Charlotte'ın durumunun
gerçekten ağırlaşmasıyla birlikte, özellikle de vasiyeti imzalandıktan sonra, Martha'nın tutumu
birdenbire değişmişti; Charlotte, Martha'nın artık bildiği itaatkâr ve her şeyi yapmaya gönüllü
Martha olmadığını fark etmemiş olamazdı. Kendi hizmetçisinin davranışlarmdaki bu değişikliği
onun nasıl bir çerçeve içinde yorumladığını bilemeyiz, fakat ben inanıyorum ki sonunda
Charlotte'ı yıldıran ve tamamen terk edilmişlik duygusuna sürükleyen şey Martha'daki bu
değişim olmuştur.
Charlotte'ın kafaca olduğu kadar fiziksel olarak da nasıl acı içinde olduğunu, onun odasmda
terk edilmiş ve yapayalnız saatlerce yattığını düşününce anlayabiliriz. İşte o sıralarda Charlotte,
Nicholls'un neler yapmayı planladığından şüphelenmiş olmalıdır, fakat umutsuzluğuna karşın
yine de yanılmış olmayı ummaktadır. Öyle ki Charlotte, Nicholls'un merdivenlerde çıkardığı
ayak seslerinden bile ürperiyor, fakat aynı zamanda Martha'nın bize söylediği gibi, onun
ziyaretleriyle de hayat buluyordu.
Haftalar geçtikçe, Charlotte daha çok çökmekteydi, kim bilir o sıralar ateşli kafasından
geçmişe ait ne gibi olaylar ve görüntüler geçip gidiyordu. Günahları ne olursa olsun, kötü geçen
son günlerinde çektiği acılarla, bunları ödeme yolunda epeyce ilerlemişti.
Martha'ya göre Charlotte bu dönemde kendisini o kadar tecrit edilmiş hissediyor ve her
şeyden o kadar çabuk inciniyordu ki, Nicholls onun bu karmaşık duygularından yararlanıyordu.
Sanıyorum balayına çıktıklarından beri Nicholls evlilik anlaşmasını feshetmek için sürekli
olarak Charlotte'a baskı yapıyordu. Charlotte ise bunu kararlı bir biçimde hep reddetmişti ve
bundan dolayı Nicholls öfkesini ondan çıkarmak için giderek daha düşmanca davranıyordu, bu
da Charlotte'ı çok korkutmaktaydı. Şimdi ise bütün bunlar değişmiş ve Nicholls onu aniden
kendini koruyamaz bir duruma getirmişti; Nicholls bundan sonra kendisini tamamen Charlotte'ın
gereksinimlerini yerine getirmeye adamıştı. Onu öylesine bir sevgi yağmuruna tuttu ki, Charlotte
içinde bulunduğu yalnızlık ve umutsuzluk duygularıyla, belki de kocasını yanlış değerlendirmiş
olduğuna inanmaya başladı, bu da elbette ki tam Nicholls'un istediği şeydi.
Görüldüğü kadarıyla Nicholls hiç zaman yitirmeden kendi yararına olacak şeyler için baskı
yapmaya başladı. Martha'nın bize söylediğine göre Nicholls, Charlotte’ın hoşuna gidecek sözleri
ona fısıldarken bir yandan da ona zehir katılmış çorbayı kaşık kaşık içiliyordu; Charlotte ise
onun bu yaptıklarına acınacak bir minnettarlıkla karşüık veriyordu. Krsa bir süre sonra artık her
şey Nicholls'un dediği gibi olmaya başladı ve bu şekilde Charlotte'ı vasiyetin kendi lehine
değiştirilmesinin en doğru ve uygun şey olacağma inandırması hiç de zor olmadı, böylece evlilik
anlaşmasının koşullarım hile yoluyla bozmuş oldu. Bildiğimiz gibi onun tanıkları Martha ile
neredeyse kör olmuş Mr. Bronteydi ve ben yaşlı adamrn neyi imzaladığının farkında olup
olmadığından hep şüphe duymuşumdur.
Vasiyetin koşulları uyarmca, Charlotte arkasında çocuk bırakmazsa Nicholls onun tek
mirasçısı olacaktı. Eğer Charlotte'ın çocukları olursa, Nicholls kendi yetkisine verilen paranın
yalnızca faizine sahip olacaktı, onun ölümünde ise anapara çocuklarına ve torunlarma kalacaktı.
Vasiyette yer alan maddeler oldukça standart koşullardan oluşuyordu ve bunlar Nicholls'a hiçbir
sorun yaratmadı. Nicholls çocukları olmayacağından emindi ve bu koşullar sadece Charlotte'ı
hayalî gebeliği konusunda mutlu etmek için vasiyete eklenmişti. Bütün olumsuz kanıtlara karşın
eğer Nicholls, Charlotte’ın gebe olduğunu düşünseydi ne olurdu? Bu durumda Nicholls, karısmr
çocuk doğmadan önce öldürmek için daha çabuk harekete geçerdi.
Bu vasiyeti düzenlemek Charlotte açısından büyük bir hata olmuştu, çünkü Charlotte
Nicholls, kızlık adı Charlotte Bronte, altı hafta sonra 31 mart 1855 tarihinde bir cumartesi günü
sabahın erken saatlerinde öldü. Ona bakan Dr. İngham ölüm nedenini "üç aylık ftizi" olarak
onayladı.
Ben bir tıp adamı olmadığım için, "ftizi" hastalığı tanısının kelinıe anlamına baktım.
Anlaşıldığı kadarıyla bu hastalık "zafiyet" anlamına geliyor ve sürekli olarak aşın zayıflama ve
kilo kaybıyla birlikte her çeşit vereme, özellikle de akciğer veremine neden olabiliyor. Ancak
Charlotte'ın verem olduğuna dair belirti bulunmamaktadır ve hatta hiçbir yerde böyle bir
olasılıktan söz edilmemiştir. Böylece sanıyorum ki, Nicholls ailenin hastalıklarla ilgili geçmişine
bakarak, Dr. MacTurk'un aklma bu fikri sokmuştu; bir süre önce Charlotte da kız kardeşine
bakmaya gelen doktorun aklına bu fikri yerleştirmişti; böylece ya Dr. MacTurk ya da Nicholls bu
olasılığı Dr. İngham'a da benimsetmişti.
Karısının hastalığını ve ölümünü vereme bağlamak Nicholls için çok uygun olabilirdi; tabiî
bunu açıklamayı ancak cenazenin kaldırılmasından sonraya bıraktı. Charlotte'ı zehirlerken birçok
kimsenin ona geçmiş olsun demeye gelmesini istemiyordu; belki de bu nedenle, yazdığı
mektuplardan hiçbirinde karısının verem olduğu konusuna değinmemişti. Büyük bir olasılıkla ve
aynı nedenden dolayı Nicholls, o zamanlar ölümcül olan verem hastalığından karısına hiç söz
etmemeleri konusunda doktorlan da ikna etmiş ve karısını hamilelik fikrine inandırmıştı.
Anlaşılan o ki Dr. İngham, Charlotte'ı öldüren şeyin ne olduğundan emin değildi. Bir
tahminde bulunmuş ve bu tahminini verem üzerine yapmıştı, çünkü kendisi bu noktaya doğru
yönlendirilmişti. Ancak daha önceki ölümlerde olduğu gibibu defa da otopsi yapılmamış ve
hiçbir resmî sorgulama olmamıştı. Martha' nın babasınm söylediği gibi, bu konuda yetkili bir
kimse harekete geçseydi neler olabilirdi diye düşünmemek elde değil.
Karısının ölümünden sonra Nicholls çok mutlu olmalıydı. Öncelikle ondan kurtulmuştu;
üstelik onun parasına ve diğer mallanna el koyabilmesi için ihtiyacı olan tek şey biraz zamandı.
Hatta bunlar dışında daha birçok şey de onun olabilirdi; fırsat bulur bulmaz karısının kız
kardeşlerinin bıraktığı yazılan da gözden geçirecekti. Fakat bu arada kendi öncelikleri vardı ve
bunlardan bir tanesi ona büyük bir zevk veriyordu. Ellen Nussey'ye Charlotte'ın ölümünü haber
vermek için daha fazla bekleyememiş ve ölümünden birkaç saat sonra ona hemen yazmıştı!
Yazdığı mektubu okurken gözlerime inanamadım. Mektupta Charlotte'ın veremden
öldüğünden hiç söz etmemiş, bunun yerine Ellen'a şunları söylemiş: "Charlotte dün gece
bitkinliğe daha fazla dayanamayarak öldü. Son iki veya üç haftadır hepimiz onun durumundan
dolayı huzursuzduk, fakat pazar gecesi gördük ki kısa bir süre sonra ondan ayrılma zamanı
gelecekti. Onu çarşamba sabahı gömmeyi düşünüyoruz."
Bu mektup 31 mart tarihinde yazılmıştı. Charlotte'ın hastalığı ise ocak ayının başlarında
ortaya çıkmış ve şubat ayı ortalarına gelindiğinde, "halsizlik, hastalık ve sık sık ateşlenmeden
dolayı tamamen yatalak olmuştu". Bir hafta sonra Charlotte, "bir deri bir kemik" kaldığını ve
kustuğu zaman bunun kanla karışık olduğunu yazmıştı. Yine de Nicholls, Charlotte'la ilgili
olarak ancak son iki hafta için "huzursuzduk" diyebilmişti.
Onun endişelenmesi için acaba ne olması gerekirdi diye merak ediyorum.
Şuna da dikkat edilmeli ki, karısının en yakın arkadaşına onun ölümün eşiğinde olduğunu
söylemesi için Nicholls'un tam beş günlük bir zamanı olmasına karşın, Ellen'a bunu yazmamıştı;
bu haber Ellen'a Charlotte'ın ölümünden bir gün önce Mr. Bronte tarafından iletilmiştir. Ellen
konuta pazar günü öğle yemeğinden hemen önce gelmişti ve Mr. Bronte ondan cenaze törenine
kadar kalmasını rica etmişti. Ellen böyle yaptı, fakat cenazeden hemen sonra oradan ayrıldı ve ne
Mr. Bronte'yi ne de Nicholls'u bir daha hiç görmedi.
Nicholls için ise Charlotte’ın ölümünden sonraki durum kendisi için çok uygundu, hiç
değilse kendi geleceği hakkında daha sakin bir şekilde düşünebilecekti. Aslında onu tamamen
mutlu biri olmaktan alıkoyan bir tek şey vardı. Bu da, bütün çabalama karşın, Anne'in güncesini
bulamamasıydı. Nicholls her tarafın altım üstüne getirmiş, Charlotte'ın eşyalarını didik didik
etmiş, Charlotte'ın öldüğü odayı ve sonra da bütün evi aramış, fakat başarılı olamamıştı. Her yanı
ararken bir yandan da, Charlotte, Anne'in ona söylediklerini kanıtlamak için böyle bir günce
olduğunu uydurmuş olabilir mi diye düşünmüş olmalıydı; ya da belki Martha,
Charlotte'ın ölümünden sonra günceyi bulup saklamış olabüirdi! Ancak Martha ona böyle
bir şeyden hiç söz etmemişti ve Nicholls da konuyu Martha'ya açmak istemiyordu, çünkü belki o
zaman Martha'nın bilmediği bir şeyi ona açıklamak zorunda kalacaktı; böylece bir süre uyuyan
yılanı uyandırmamaya karar verdi. Eğer Martha bu günceyi bulduysa, o zaman Nicholls şu anda
olduğundan daha kötü durumda olamazdı, çünkü ona ters düşmediği sürece Martha'nın onun
aleyhine davranmayacağından emindi; zaten Nicholls da ona kötü davranmayı düşünmüyordu.
Fakat eğer defter hâlâ evde bir yerde saklıysa o zaman bunu aramak için epey zamanı olacaktı,
çünkü mümkün olduğunca uzun bir süre oralarda kalmaya niyetliydi.
Nicholls'un bir mesleği yoktu ve hırslı biri de değildi. Onun bütün istediği sessiz, rahat bir
hayattı ve bunu şimdi nasıl başarabileceğini düşünüyordu, ingiltere ve İngilizler için fazla bir
sevgisi yoktu ve ilk düşündüğü şey İrlanda'ya geri dönmek olmuştu. Orada kendisi gibi
kimselerle birlikte olur ve Haworth, konut ve Brontelerle ilgili mutsuz, kötü anılardan
kurtulurdu. Fakat hâlâ hayatını kazanmak zorunda olduğunu biliyordu ve Protestan bir papaz için
İrlanda'nın güneyinde bunu becerebilmek, söylemekten daha zordu. Charlotte'ın parasına sahip
olacağı doğruydu, fakat bu onu hayat boyu idare edemezdi ve bir yatırım yapmak için de bu para
yeterli değildi.
Her şeyi tekrar tekrar düşündükten sonra, anlaşılıyor ki konutta oturup kartlarını iyi oynarsa,
ortadaki parayı kepçeyle götürürdü.
Nicholls'u böyle bir sonuca varmaya iten iki önemli neden vardı; bunlardan birincisi Mr.
Bronte'ydi. Mr. Bronte neredeyse yetmiş dokuz yaşmdaydı ve artık fazla dinç değildi. Bugünün
standartlarıyla bile yetmiş dokuz oldukça iyi bir yaş sayılır ve onun daha uzun bir süre yaşaması
beklenemezdi. Mr. Bronte, kendi tasarrufları ve Emily ile Anne'in ölümü nedeniyle her ikisi de
vasiyetname bırakmadan öldükleri içinona kalanlar sonucunda oldukça iyi bir birikime sahipti.
Bunların dışında konuttaki eşyalar ve diğer şeyler, ayrıca kendi ailesinden kalan anı niteliğindeki
eski eşyalar oldukça değerli sayılırdı. Nicholls yaşlı adamı vasi. yetnamesini kendi üzerine
yapmaya bir şekilde ikna edebilirse her şeyin sahibi olabileceğine inanıyordu.
Sanıyorum Nicholls'un düşüncelerini besleyen bir başka kolu ise, her ne kadar büyük ölçüde
içgüdüsel olsa da, bir şekilde Bronte kız kardeşlerin yapıtlarından çok para kazanılabileceği
duygusuydu.
Böylece Nicholls, eğer kendisine izin verilirse orada kalmaya karar verdi.
On Yedinci Bölüm

İşte kötüler bunlardır; ve daima rahattalar, servet çoğaltırlar.


Mezmurlar 73:12

Bütün bunlardan sonra, hiç beklenmedik bir şey de kendimi çok yorgun hissetmeye
başlamam oldu; sanki canım bedenimden çıkıp gidiyordu. Adım bile atmak benim için büyük bir
işti ve gözlerimi zor açık tutabiliyordum. Şimdi geriye baktıkça, bütün olayların benden ne çok
şey alıp götürdüğünü görebiliyorum. Konutu çekip çevirmek, Mr. Bronte, Miss Aykroyd ve
Madam'a bakmak, üstelik benim de hastalanmam, hepsi birden benim için çok zor olmuştu.
Yine ne kadar neşesiz olduğuma ilk annem dikkat etti ve biraz dinlenmeye ihtiyacım varmış
gibi göründüğümü söyledi. Annem daha sonra babamla görüşmüş olmalı ki, bu konuşmamızdan
hemen sonra babamın Mr. Bronte'yle görüşeceğini duydum. Bütün bunların sonucunda, benim
bir süre Leeds'te Mrs. Dean'in düşkünler yurdunda kalmama karar verildi ve bunun için
hazırlıklara başlandı; annem yokluğumda konutta her şeyin aynı şekilde yürütülmesi için
gerekeni yapacağmı söyledi.
Şunu da belirtmeliyim ki, bu beni çok mutlu edecek bir karar değildi, çünkü kendimi hiçbir
yere gidemeyecek kadar yorgun hissediyordum ve ayrıca Mr. Nicholls'la da bir süre baş başa
kalmayı umuyordum, fakat o bile bana gitmemi söyledi ve böylece gittim.
Geri döndükten sonra kendimi farklı hissediyordum, fakat bu kez beni fena halde sarsacak
bir olay beklemekteydi; herkes bir yana, bu defa yatağa düşen babam olmuştu. Daha önce onun
hiç yattığını görmediğim için ona çok kötü bir şey olduğunu biliyordum, fakat yine de onu
görünce bu kadar kısa bir sürede nasıl bu kadar hasta olabildiğine inanamadım. Yüzü çarşaf gibi
bembeyazdı ve soluk almakta zorlanıyordu, nefes alışıp verirken burnundan garip sesler
çıkıyordu. Her şey bununla da kalmıyordu, yanında bir kâse vardı ve durmadan öksürüp bunun
içine tükürüyordu. Onu bu şekilde görmek ve çıkardığı hırıltıları işitmek beni hasta etti.
Elbette ki bütün bunlar annem için daha çok iş demekti, fakat o hiç şikâyet etmiyordu, bu
arada benim hemen işe dönmem iyi olacaktı, çünkü annemin baş edebileceğinden çok daha fazla
işi vardı. Ancak bu beni fazla rahatsız etmedi, çünkü kendimi eskisi gibi iyi hissediyordum ve
Mr. Nicholls'u görmek için ölüyordum.
Dönüşüm çok güzeldi ve Mr. Nicholls beni öyle sıkıca kucakladı ki, beni hiç bırakmayacak
sandım; olaylar peş peşe gelişmişti ve benim bütün istediğim onunla yeniden birlikte olabilmekti.
Bundan sonra yapacağım şey, konutu tekrar istediğim şekle sokabilmekti ve bunu
yapabilmek için biraz yardıma ihtiyacım vardı. Yokluğumda annem ve kız kardeşim Eliza
ellerinden geleni yapmışlardı, fakat yapılması gereken ufak tefek işler bir yana bırakılmıştı ve
bunların hepsini ben yapmaya kalkışsam tekrar zayıf düşecektim.
Bu konuda Mr. Bronte'yle konuştum, o sırada Mr. Nicholls da yammızdaydı; Madam'ın
hastalığında ben ona hizmet ederken ev işlerinde yardım etmek üzere köyden getirilen küçük kızı
yanımda tutmama karar verildi. Ben de böyle olmasını umuyordum, çünkü o benim arkadaşım
Milly Oldfield'in küçük kız kardeşlerinden biriydi ve paraya ihtiyacı olduğunu biliyordum. Ben
gitmeden önce, onu Madam'ın ölümünden sonra başlarından atacakları söyleniyordu;
döndüğümde onun gitmiş olabüeceğini düşünüyordum, fakat Mr. Bronte bir yardımcıya
ihtiyacım olduğunu görmüştü ve Mr. Nicholls da her konuda beni destekliyordu.
Böylece küçük Emma'yı yanımızda tuttuk; ikimiz birlikte harikalar yaratıyorduk. O yaşına
göre ufak tefek sayılırdı, fakat güçlü ve istekliydi, bana büyük yardımı oluyordu. Bir zamanlar
ben onun yaşlarındayken bana yapılan muameleyle karşılaşmaması için ona çok daha iyi
davranıyordum, o da çok daha mutlu ve her şeyi yapmaya hazır görünüyordu. Bundan daha da
önemlisi, her ne kadar Mr. Nicholls ve ben daima dikkatli davransak da, onun ağzını sıkı
tutacağından emindim ve eğer görmemesi gereken bir şeyi görse bile onu yanımda tuttuğum için
bana o kadar minnettardı ki, bunu kimseye hatta Milly'ye bilesöylemezdi.
Böylece haftalar geçti ve konut istediğim şekle girdikten sonra yaşam benim için çok hoş
olmaya başladı; uzun süredir ilk kez mutluydum. Beni endişelendiren tek şey babamdı, çünkü
onu her göıüşümde daha kötüye gidiyordu ve bedeni neredeyse yarı yarıya küçülmüştü; dışarıda
hava bu kadar güzelken onun orada yattığını görmek öylesine üzücüydü ki. Doktor sık sık onu
görmeye geliyordu, fakat bunların bir yararı olmuyordu ve hepimiz biliyorduk ki babam
iyileşmeyecekti.
Babam 10 ağustos 1855'te öldü; öldüğünde ancak elli bir yaşındaydı. Doktor bize onun
"akciğerlerinde toz biriktiği için" öldüğünü söyledi ve bu da onun yaptığı iş bakımından bizi
şaşırtmadı. Ölümü hepimizi çok sarsmıştı, çünkü o gerçekten çok kibar, iyi bir insandı ve
hepimizi dinlerdi; annem arada bir bizleri pataklasa da, babam hiçbir zaman bize elini
sürmemiştir; Haworth'taki birçok zalim babadan farklıydı. Bunların yanı sıra babam köydeki
diğer insanların üstünde olan biriydi ve çok kimse ona saygı duyardı. Öncelikle iyi bir eğitim
görmüştü ve konut dışında, köyde kimsenin onun kadar çok kitabı yoktu. Ben ve kız kardeşlerim
okullarımızı bitirdikten sonra bile o bize ders vermiş ve diğer çocuklardan çok daha iyi
okuyabilmemizi sağlamıştı.
Babamı tabutun içinde yatarken gördüğüm ana kadar bu özelliklerini düşünmemiştim ve
orada o kadar etkilendim ki birdenbire hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, yaşlar sanki yıllarca
gözlerimde birikmişçesine ağladım.
Gariptir ki, annem o zaman duygularınrn pek azmi göstermişti ve onun bu tutumunun para
konusunda çok endişelenmesinden kaynaklandığını düşündüm; ona bu konuda yardımcı
olabildiğim için şimdi çok mutluyum. Babamın küçük erkek kardeşi William onun zangoçluk
işini devraldı; evli ve iki genç oğlu olmasına karşın anneme zaman zaman elinden geldiğince
yardım ettiğini de biliyorum.
Her ne kadar cenaze törenlerinin çok acıklı bir olay olduğunu burada tekrarlamak gereksiz
olsa da, bu kadar çok katılarım olmasına hepimiz şaşırmıştık; bu kalabalık Bronte ailesinin
cenazelerine gelenlerden kat kat fazlaydı, bir bakıma bunun nedeni, birçoğu uzak localardan
olmak üzere, serbest masonların da cenazeye katılmasıydı. Annem kendisiyle konuşan ve elini
sıkan bu kadar insan karşısında, özellikle de bunların birçoğunun bizim yaşam düzeyimizin çok
üzerinde olması nedeniyle hayrete düşmüştü.
Babamın ölüm acısmı üzerimden biraz attıktan sonra, sanıyorum 1855 yılının geri kalan
kısmı hayatınım en güzel dönemlerinden biriydi diyebilirim; özellikle de yılın başlarında başıma
çok kötü şeyler gelmiş, kötü günler geçirmiştim. Hatta Madam öldükten sonra Mr. Nicholls'un
Haworth'tan ayrılacağını bile düşünmüştüm; bana konutta kalacağını söylemesine rağmen, Mr.
Bronte'nin onu hiç sevmediğini bildiğimden, gitmesini isteyeceğini düşünüyordum.
Ancak böyle bir şey olmadı ve birkaç ay içinde hepimiz, sanki eskiden beri hep böyle
yaşıyormuşuz gibi bir yaşam düzeni içine girdik. Bir değişiklik varsa, bu da Mr. Nicholls'un bana
her zamankinden çok daha fazla sevgi göstermesiydi. Sürekli olarak elini omzuma koyuyor veya
elimi tutuyordu; artık sevişmemiz büe giderek daha iyi oluyordu, çünkü daha çok birlikte
olabiliyorduk ve Madam'dan ya da bir başkasından çekinmemize gerek kalmryordu. Mr.
Nicholls'la bütün gece aynı yatağı paylaşabilmenin, sadece sevişmek için kısa bir süre birlikte
yatmaktan çok daha zevkli bir şey olduğunu düşünüyordum; böyle anlarda gerçekten birlikte
olduğumuza inanıyordum. Bazen erkenden uyanıp onu yanımda uyurken seyrediyordum: dağmık
saçları ve karışmış sakalıyla genç bir delikanlı gibiydi. Böyle zamanlarda geleceğin ikimize neler
getireceğini ve sonunda neler olacağını sık sık düşünüyordum, fakat sonra bu tür düşünceleri
kafamdan atıp her anımdan zevk almaya çalışıyordum.
Kendimi mutludan da öte hissettiğim anlardan biri de bir gün Mr. Nicholls'un yanıma gelip
bana 10 sovereign verdiği andı; bu paraları, ağzmı iple bağladığı küçük bir deri kese içine
koymuştu. Gülerek, Madam'ın vasiyetinin sorunsuz hallolduğunu ve kesedeki paranın "tanıklık
param" olduğunu söyledi. Tüm yaşamım boyunca bir arada sahip olduğum en büyük paraydı bu;
o gün imzamı atmadan önce korkudan nasıl titrediğimi anımsayarak güldüm. Tek sorun bu
parayla orada ve o anda ne yapacağımı bilmememdi. Mr. Nicholls bunu benim için bir bankaya
koymayı önerdi, fakat bunu kabul etmedim. Ben bankalara güvenmiyordum ve zaten bir bankaya
girmeye de korkardım. Ayrıca ailemin bunu bilmesini de istemiyordum; çünkü her ne kadar kötü
bir şey yapmadığımı bilsem de, onlar farklı düşünebildi. Kendime bazı şeyler almak hoş
olabilirdi, fakat bunu yapmaya da korktum, çünkü yanıtlamak istemediğim sorularla
karşılaşabilirdim. Sonunda bunları Miss Anne'in defteriyle birlikte emin bir şekilde sakladım; bu
paraya sahip olmak bana bir tür güven verdi.
Ev için ne zaman bir şeyler almak istesem, Mr. Nicholls bana ufak tefek paralar vermekte
özgürce davranıyordu. Şunu belirtmeliyim ki, sanıyorum parayı zaten Mr. Bronte'den alıyordu,
ama nereden gelirse gelsin, evde eskimiş ve miadı dolmuş birçok şeyi değiştirebildim veya eve
biraz renk katacak başka şeyler alabildim.
Anımsadığım kadanyla, tam o sıralarda Mr. Nicholls'un bana söylediğine göre, Miss Nussey
ona yazmış ve Mrs. Gaskell'in Madam'ın hayat hikâyesini yazmasmın gerekli olduğunu
düşündüğünü söylemiş. Kendi kendime "Bu çok iyi" diye düşündüm, çünkü birçok insan
Madam'ın gerçekte nasıl bir insan olduğunu hiçbir zaman bilemezdi fakat ben sözü yine Mr.
Nicholls'a bırakacağım. Her neyse, Mr. Nicholls daha sonra Miss Nussey'ye yazarak hem
kendisinin hem de Mr. Bronte'nin, bu fikre karşı olduklarını bildirmiş.
Bir süre sonra Mr. Bronte, Miss Nussey'nin mektubunu kendisi okuma fırsatını bulmuştu ve
Mr. Nicholls'a fikrini değiştirdiğini, Mrs. Gaskell'e kendisinin yazacağmı söyledi. Doğrusu Mr.
Nicholls bundan pek memnun olmadı ve bu konuda yaşlı adama epey zorluk çıkardı; ona
Madam'ın kendi karısı olduğunu ve bunu kabul edip etmemenin de Mr. Bronte'nin hakkı
olmadığını söyledi.
Anlaşıldığı kadarıyla bu konuda aralarında bazı kırıcı sözler geçmişti, fakat Mr. Nicholls
sonunda yaşlı adamı mektubu yazmaktan alıkoyamayacağını anlamıştı ve zaman içinde kendisi
de onun fikrini kabul eder duruma gelmişti. Böyle bir kitaptan epey para gelebilirdi hukuksal
bakımdan da bu onun hakkı olurdu; ayrıca bu ona Madam'ın Miss Nussey'ye yazdığı ve
kendisinin görmediği mektuplara da el atma fırsatı verebilirdi. Madam hastayken bazı
mektuplarını o görmeden konuttan dışarı çıkarabildiğini biliyordu, ayrıca eğer insanlar bu
mektupları görürlerse diğer mektupların da ortaya çıkabileceğini düşünüyordu.
O sıralarda Mr. Nicholls uzunca bir süredir oldukça keyifliydi, fakat biraz para elde etme
olasılığı ve de bu mektupları geri alabilme umudu onu daha da neşelendirmişti; aslında ben onu
bildim bileli bu kadar mutlu görmemiştim, onu böyle görmek ve kahkahalarını işitmek kalbimi
sıcacık duygularla dolduruyordu.
Böyle mutlu olması aynı zamanda onu çok daha canlı yapıyordu, böylece artık kilisedeki
görevine de daha çok zaman ayırıyor ve herkese daha iyi davranıyordu. Beni şaşırtan bir şey de
onun Mr. Bronte'ye de iyi davranmaya başlaması oldu, ona saatlerce bir şeyler okuyor ve her
istediğini yerine getiriyordu. Bu benim hiç anlayamadığım bir şeydi, çünkü geçmişte her ikisi de
birbirlerine çok kötü şeyler söylemişlerdi ve onların bu kadar iyi geçinmeleri bir yana, birlikte
olabileceklerini bile aklıma getiremezdim.
Fakat o zamana kadar benim Mr. Nicholls'u daha iyi tanımış olmam gerekirdi, çünkü onun
yaptığı her işin altında iyi bir neden vardı ve Mr. Bronte'yle olan ilişkileri için de bu geçerliydi.
Anımsadığım kadarıyla Madam'ın ölümünden kısa bir süre sonra, bir gece Mr. Nicholls, yüzünde
büyük bir tebessümle, bana yaşlı adamı bir şekilde yeni bir vasiyetname yapmaya ikna ettiğini
söylemişti ve sonunda her şey kendisinin olacaktı!
Ben de yüzümde daha büyük bir tebessümle ona baktım, çünkü benimle dalga geçtiğinden
çok emindim. İnsanların birbirlerine saygı gösterecek kadar uygar olmaları çok güzeldi, fakat
Mr. Bronte'nin her şeyi Mr. Nicholls'a bırakabileceğini düşünemiyordum. Ancak Mr. Nicholls
bir şekilde onu ikna etmişti ve bana vasiyetnameyi gösterdi; burada zamanı gelince bana da otuz
sovereign kalacağını okuduğum zaman daha çok şaşırmıştım. Mr. Nicholls bana da bir şeyler
bırakılması gerektiğini Mr. Bronte'ye kendisinin söylediğini anlattı; fakat ben bundan emin
değildim, çünkü Mr. Nicholls yalnızca kendisi için uygun olan şeyleri isterdi ve ben Mr.
Bronte'nin bana iyi duygular beslediğini biliyordum. Yine de en mutlu olacağı şekilde ona
inandığımı gösterdim.
Bundan sonra her şey düzeldi; böylece benim ve sanıyorum Mr. Nicholls'un da çok hoşuna
giden bir yaşam sürmeye başladık, fakat ben Mr. Bronte'nin çok mutlu olmadığını
düşünüyordum. Mr. Nicholls birçok insanı konuttan uzak tutuyordu, böylece Mr. Bronte benden
başka hemen hemen kimseyi görmüyordu. Mr. Bronte'ye olabildiğince iyi davranmaya
çalışıyordum, çünkü onu daima sevmiştim ve o da, daha önce söylediğim gibi, bana daima iyi
duygular beslemişti. Ne zaman fırsat bulsam onun yanında oturur ve ona eski günleri anlatırdım,
bu da ona eski anılarını getirirdi ve ikimiz arada bir gülüşürdük. Ayrıca onun çok sevdiği ufak
tefek şeyleri kendisine götürürdüm, bunlar da onun için yaşlandıkça daha anlamlı oluyordu.
Buna karşın, arada bir bana kendisini bir tutsak gibi gördüğünü ve böyle bir duruma geleceğini
hiçbir zaman düşünmediğini söylüyordu. Beni en çok şaşırtan ise, eskiden hep yaptığı gibi bazen
yine Mr. Nicholls aleyhine konuşmasıydı ve bu da onun niçin yeni bir vasiyetname hazırladığı
konusunda beni daha çok meraklandırıyordu.
Ancak Mrs. Gaskell'in Madam hakkında bir kitap yazmak üzere onu ve Mr. Nicholls'u
görmeye gelmesi Mr. Bronte'yi oldukça neşelendirmişti. Beni şaşırtan bir şey de Mr. Nicholls'un
Mrs. Gaskell'e çok iyi davranmasıydı. Bu kitaptan kendisine para geleceğini düşündüğünü
biliyordum, fakat yine de onun bu kadar hevesli olmasını beklemiyordum. Mrs. Gaskell daha
sonra benimle konuşmak istediğini söylemiş ve Mr. Nicholls bana onunla konuşabileceğimi fakat
sözlerime dikkat etmem gerektiğini söyledi. Elbette bunu söylemek yapmaktan daha kolaydı,
çünkü Mrs. Gaskell bana çok değişik konular hakkında soru sordu, fakat ben yine de
dikkatliydim ve daha çok onun duymak istediği Şeyleri söyledim.
Mr. Nicholls ile bana gelince, bu benim için mutluluk dolu bir dönemdi ve etrafta kimse
yokken biz neredeyse evli bir çift gibi davranıyorduk. Ancak bizim evlenmemiz konusunda yeni
bir şey yoktu ve evlilik hâlâ benim için gizli kalmış bir düştü; o sırada başkaları bu durumdan
rahatsız olsalar da ben memnundum.
İnsanların bizim hakkımızda eninde sonunda konuşmaya başlayacaklarını hep
düşünmüşümdür, hatta daha önce bile bazı kimselerin kaş göz işaretleri yapması beni hiç
şaşırtmazdı, fakat annem söyleyinceye kadar ne kadar çok dedikodu yapıldığının farkına
varamamıştım.
Bir akşam aşağıya indiğimde beni bir kenara çekerek çok ciddi bir ifadeyle konuşmamız
gerektiğini söyleyerek, yalnız kalabilmek için dışarıya çıkmamızı istedi. Bunun üzerine onu
rahatsız eden şeyi iyice merak ettim, fakat birbirimize hiçbir şey söylemeden paltolarımızı ve
bonelerimizi giydik ve Changegate'e doğru giden dar yolda yürümeye başladık. Bir süre sonra
yavaş yavaş konuşmaya başladı ve böylece onu endişelendiren şeyin ne olduğunu öğrenmiş
oldum.
Babamın daima Mr. Nicholls'a karşı olduğunu biliyordum ve sanıyorum o da, başkaları gibi,
ortada gerçekten hiçbir şey yokken bile, bizim aramızda bir şeyler olduğunu düşünüyordu.
Ancak şimdi, annemin bana söylediklerine bakarak, babamın aslında bir şeyler bildiği
anlaşılıyordu; ona bunları kim söylemiş olabilir diye merak ettim.
Her neyse, annem babamın, Mr. Nicholls'la birlikte konutta kalmamı doğru bulmadığını ve
bu konuda benimle konuşmayı düşündüğünü söyledi, fakat babam daha sonra çok hastalanmış ve
bunu yapamamıştı. Ancak anlaşılan bu durum babamın kafasını kurcalıyordu ve son günlerine
doğru annemden benimle konuşması için söz almıştı. Annem ona benimle konuşacağını
söylemiş, fakat bunu durmadan ertelemişti; ancak şimdi herkes bizim hakkımızda daha çok
konuştuğu için bunu bilmemi istemişti; babamın düşüncesi doğrultusunda bu konuda ne
yapacağımı söylememi istedi.
Böylece annem beni köşeye sıkıştırmıştı, herhalde ben de kendimi suçlu hissediyordum ki, o
konuştukça daha çok öfkeleniyordum. Anneme acıyordum, çünkü o doğru bildiğini yapıyordu,
fakat ne yazık ki en yakınımda olan oydu ve bütün öfkemi ona kustum. Ona öncelikle konutta
Mr. Nicholls'la yalnız olmadığımı söyledim Mr. Bronte oradaydıve zaten Haworth'taki insanlar,
onun da bildiği gibi, en ufak şeyin dedikodusunu yaparlardı. Benim açımdan ise iki papazla
birlikte yaşamanın ne gibi kötülüğü olacağını anlamıyordum; eğer köydeki insanlar
söyleyecekleri bir şeyler varsa arkamızdan dedikodu edeceklerine, Mr. Nicholls veya Mr. Bronte
ya da kilise yönetim kuruluyla konuşmalı veyahut bunları benim yüzüme söylemeliydiler.
Annem bu çıkışım üzerine biraz bozulmuştu ve o da bana öfkeyle yanıt verdi. Bütün bunları
söylemenin iyi ve kolay olduğunu, fakat insanların gidip sözünü ettiğim bu kişilerle
konuşamayacaklarını benim de bildiğimi söyledi; babam bu söylentilerde doğruluk payı
bulunduğunu ve ailenin onurunu özellikle de kendisinin zangoç olması nedeniyledüşünmemiz
gerektiğini söylüyordu ve artık arkadan gizlice kuyu kazılmasından bıkmıştı. Bu kez bu sözler
beni iyice kızdırdı. "Babam locada veya barlarda kendi kafadarlarıyla içip içip âlem yaparken ya
da zaman zaman eve yalnız başına gelemeyecek kadar sarhoş olduğunda onu başkaları taşırken
ailenin onuru gibi bir sorun onu hiç rahatsız etmiyordu" dedim. Zaten ben 28 yaşmdaydım ve
istediğimi yapabilirdim. Üstelik eve iyi bir para getirdiğimi ve eğer konutu bırakırsam bu kadar
parayı başka bir yerde kazanamayacağımı söyledim, çünkü artık fabrikada çalışmak ya da bir
başka ailenin yanında hizmet etmek istemiyordum.
Sözlerimi bitirdiğimde annem oldukça sakindi; yüzüne baktığım zaman gözlerinde yaşlar
olduğunu gördüm ve çok ileri gittiğimi düşündüm. Sonra bana, o yumuşak sesiyle, babamın ve
kendisinin yalnızca beni ve benim iyiliğimi düşündüklerini bilmemi söyledi; onunla böyle
konuştuğum ve babam hakkında söylediğim şeyler için "özür dilememi" istedi. Ben de hemen
bunu yaptım, çünkü bütün bunları öfkeyle yapmıştım; bu sözlerin ağzımdan hiç çıkmamış
olmasını isterdim; annemi yavaşça kucaklayıp öptüm, böylece barışmıştık.
Gelecekle ilgili olarak ise, annem babama verdiği sözü tutarak söyleyeceklerini söylediğini,
benim de artık bunları bildiğimi söyledi. Ancak benim bildiğim bazı şeyleri de buna ekledi:
babam Mr. Nicholls'u ya da onun deyimiyle "o kara kalpli irlandalı adamı" ilk gördüğü andan
beri sevmemişti ve eğer bu adamın beni bir gün namuslu bir kadın yapacağmı umuyorsam,
benim bir ahmak olduğumu söyleyerek beni uyardı. Bu sözler yüzümü kızarttı, fakat bunu
geçiştirdim ve bir daha bu konuda kimse bir şey demedi.
Annemle yaptığım bu konuşma herhalde onun içine dert olmuştu; bunun üzerine hemen
bunu belki de beni ve sağlığımı düşündüğünden yapmıştı, bana söylemeden Mr. Bronte'yle
konuşmaya gitmiş ve ona, kendi ifadesiyle, "bana yardımcı olması" için kız kardeşim Eliza'nın
orada çalışmasını kabul ettirmişti.
Bu durumdan hiç memnun değildim. Elbette ki bu memnuniyetsizliğim bana yardım edecek
fazladan bir kişi daha olmasından değildi, özellikle de Eliza'nın bana yardım etmesine itirazım
olamazdı, o benden dört yaş küçüktü ve biz hep iyi arkadaş olmuştuk. Hayır, benim itirazım,
kardeşimin oraya sadece dedikoduların önüne geçmesi ve belki de Mr. Nicholls ile beni
gözlemesi için getirildiğini düşündüğümdendi. Bir de, Eliza'nın da benimle aynı ücreti alacağını
şans eseri öğrendiğimde huzursuzluğum iyice arttı. Ben orada bunca yıl çalıştıktan ve Bronteler
için bunca şey yaptıktan sonra, haftada 3.10 peni alıyordum. Bu benim için oldukça kötü bir
durumdu, fakat Eliza'nın işe yeni başlarken benimle aynı parayı alması beni kızdırdı.
Kızgınlığım kardeşime karşı değildi, çünkü onun adına memnun olmuştum. Ancak bu konuyu
yine de Mr. Nicholls'la konuştum, fakat o bana her şeyi olduğu gibi bırakmamı söyledi ve
sonunda zarar görmemem için her şeyi yapacağına dair söz verdi, böylece ben de bu konuda
kimseye bir şey söylemedim.
Ona elbette annemin söylediklerini de aktardım, ancak o hiç rahatsız olmadı. Ona göre
Haworth'ta yaşayan insanlar dedikodu yapacak bir şey bulamasalar da uyduracak bir şey
bulurlardı, böylece biz kuzu da olsak bizi koyun diye asarlardı. Onun bu dediklerini kabul ettim;
fakat etrafta Eliza varken daima gereğinden fazla dikkatli davranıyorduk, çünkü ondan o kadar
emin değildim.
Mr. Nicholls'un bazı söylentilerden rahatsız olmadığını söylemiştim ve bu hali onun o
zamanki genel tutumuyla uyum içinde görünüyordu, çünkü o sıralarda hiçbir şey onu rahatsız
etmemekteydi; fakat bundan hemen sonra onu öyle öfkeli gördüm ki, Madam'la en kötü olduğu
dönemlerde bile bu kadar öfkeli olmamıştı.
Anımsadığım kadarıyla, o gün ben mutfakta çalışıyordum ve Mr. Nicholls oraya girdiğinde
yüzü öfkeden kapkaraydı; ona ne diyeceğimi bilemedim. Benimle konuşmak istediğini ve hemen
onun çalışma odasına gelmemi söyledi, sonra fırtına gibi çekip gitti. O sırada Eliza benimle
beraberdi; bana ne olduğunu sordu, fakat ben de bilmiyordum ve ona da böyle demek zorunda
kaldım, sonra hemen acaba bir hata mı yaptım diye düşünerek Mr. Nicholls'un arkasından gittim.
Odasma girer girmez bana bağırarak kapıyı kapatmamı söyledi ve sonra yavaş bir sesle olsa
da öfke içinde öyle kelimeler sarf etti ki, benim kafama göre bir din adamının bunları
söylememesi gerekirdi ve ayrıca ben o güne kadar böyle konuşan birini de hiç görmemiştim.
Telaşla oturdum ve söylediklerinden bir anlam çıkarmaya çalıştım. Daha sonra, ancak o biraz
yatışınca, konuyu kavradım.
Anlaşılan oydu ki, Mr. Nicholls Mrs. Gaskell'den bazı şeyler istemişti. Mr. Nicholls'un
dediğine göre, eğer Mrs. Gaskell yazdığı kitabı önce kendisine gösterir ve beğenmediği şeyleri
de kendi istediği gibi değiştirmesine izin verirse, o zaman Mrs. Gaskell'in bu kitaptan maddî
zarara girmemesi için elinden geleni yapacaktı. Onun bu söylediklerinden Mrs. Gaskell hiç
hoşlanmamış ve değil kitapta bazı şeyleri değiştirmek, kitabı birilerinin görmesine bile izin
vermeyeceğini söylemişti. Kitaptan zarar etmeme konusuna gelince, Mrs. Gaskell'in ona
söylediğine göre Mr. Bronte kitaptan kazanacağı bütün parayı zaten kendisinin almasına yazılı
olarak izin vermişti. Mr. Nicholls da ona saçmaladığmı söylemiş, fakat Mrs. Gaskell Mr.
Nicholls'a eğer kendisine inanmıyorsa Mr. Bronte'yle görüşebileceğini tekrar tekrar söylemişti.
Bunun üzerine Mr. Nicholls, hâlâ Mrs. Gaskell'in söylediklerinin doğru olabileceğine
ihtimal vermeyerek, Mr. Bronte'nin odasına koşmuş ve işin aslını sormuştu. Anlaşılan Mr.
Bronte ilk önce Mr. Nicholls'un ne hakkında konuştuğunu kavrayamamış, fakat bir süre sonra
Mrs. Gaskell'e kitaptan gelecek bütün parayı kendisine saklayabileceğini söylediğini anımsamıştı
ve bu, Mr. Nicholls'u o kadar öfkelendirmişti ki, "o çocuğu salak ihtiyar" dediği Mr. Bronte'ye
vurmamak için kendini zor tutmuştu. Bunun yerine ona Mrs. Gaskell'e tepsi içinde sunduğu bu
parayla neler yapabileceklerini anlatmaya çalışmıştı. Bu parayı kendileri için kullanmasalar bile
eminim ki Mr. Nicholls bu parayı kullanacaktıkonut, kilise ve kilise bölgesi için ne çok şey
yapabileceklerini ihtiyar adama anlatmıştı.
Ancak bütün bunların hiç yararı olmamıştı, bunun üzerine Mr. Nicholls Mrs. Gaskell'e ona
bütün parayı alabileceğini söyleyen Mr. Bronte'nin aklı başında olmadığından ne yaptığını
bilmediğini, bu yüzden onun yazılı olarak verdiği sözü dikkate almamasını söylemişti, zaten
Madam'ın da en yakın akrabası kendisiydi ve sözleşme yapmaya da yalnızca kendisi yetkiliydi.
Ancak Mrs. Gaskell bunlara hiç aldırmamıştı. Bu kitabı yazma işini Mr. Bronte'yle yaptığı
anlaşmaya dayanarak üstlenmişti ve buna sadık kalacaktı. Mrs. Gaskell'e göre, Mr. Bronte ondan
kızı hakkında bir kitap yazmasını isterken oldukça aklı başındaydı ve kitabı yazarken ona bilmesi
gereken her şeyi anlatmayı kabul etmişti; Mr. Nicholls ise başka şeyler anlatmak için kendi
isteğiyle ona gelmişti. Mr. Nicholls'un, "Eğer para almayacağımı bilseydim bir şey anlatmazdım"
demesi anlamsızdı. Mrs. Gaskell'e göre, Mr. Nicholls para almazsa hiçbir şey anlatmayacağını
ona çok daha önce söylemeliydi. Mr. Nicholls ona bu konuda bir avukata danışacağını söylemiş,
fakat Mrs. Gaskell de ona istediğini yapabileceğini, çünkü kendisinin haklı olduğunu bildirmişti.
Bütün bunları düşündükten sonra bir avukata gidip gitmediğini bilmiyorumMr. Nicholls
yapabileceği hiçbir şey olmadığın' görmüştü, bu konuda Mrs. Gaskell ve Mr. Bronte'ye çok
kırgındı ve bundan sonra ikisiyle de arası düzelmedi.
Her şey çok kötüydü, çünkü bir süre için konutta da yaşam tatsızlaşmıştı, fakat birkaç hafta
içinde her şey eski haline döndü.
Bundan sonraki birkaç yıl nereye gitti bilmiyorum. Şimdi düşünüyorum da rahat ve mutlu
bir düzen içine girmiştim ve böylece haftalar, aylar peş peşe gelip geçti. Elbette insanlar
dedikodu etmeye devam ettiler ve bazı yaşlı kadınlar artık kiliseye bile gelmiyordu, hatta sokakta
yürürken veya dükkânlara girdiğimde benden kaçıyorlardı, fakat genelde köylüler her şeyi
olduğu gibi kabul etmişlerdi. Ben onların davranışlarına aldırmıyordum, çünkü mutluydum.
Beni biraz rahatsız eden bir tek konu vardı: her ne kadar bütün yaptıklarımızla ve
amaçlarımızla evli bir çift gibiysek de, Mr. Nicholls hiçbir zaman evlenme konusunu
konuşmuyordu. Ona bu konuyu birkaç kez açtım çünkü, doğruyu söylemek gerekirse, bazen bu
dedikodular beni rahatsız ediyordu, ayrıca Mrs. Nicholls adını taşımak ve her şeyin yasallaşması
çok hoş olurdu. Fakat Mr. Nicholls her defasında bana bizim için her şeyin olduğu gibi kalması
gerektiğini söyledi doğru değil miydi ve bir süre için işler oluruna bırakılmalıydı; ne olacağını
bekleyip görmeliydik, ben ise sürekli ona baskı yapmak ve işleri tatsız bir hale sokmak
istemiyordum.
Elbette zaman zaman onun benimle evlenmek istememesinin nedeni, ikimizin farklı
mevkilerde olması mı diye düşünmüşümdür ve bir keresinde bunu ona da söyledim. Bu fikir
karşısında oldukça şaşırmış gibi göründü ve bana aklına hiç böyle bir şey gelmediğini söyledi;
fakat yine de bundan daima şüphe duymuşumdur. Yapabileceğim bir şey olmadığından bu
konuyu bir yana bıraktımonun her şeyi daima bilerek yaptığına ve benim iyiliğimi düşündüğüne
inanıyordum ve sonunda her şey oluruna kaldı.
Ancak ben Mr. Nicholls'a hep acımışımdır, çünkü kulağıma gelen ufak tefek söylentilerden
anladığım kadarıyla insanlar olanlardan dolayı beni değil, onu suçluyordu ve birçoğu da onun
Mr. Bronte'yi bu kadar kapalı tutmasmı eleştiriyordu. Oysa onlar Mr. Bronte'nin sürekli yatağa
bağlı olduğunu ve hiçbir şey yapamayacak, kimseyle uzun süre görüşemeyecek kadar zayıf
olduğunu görmüyordu. Mr. Bronte'ye bakmak benim için de iş demekti, fakat bu benim severek
yaptığım bir işti, çünkü o artık benim dedem sayılırdı.
Ve sonra, 1861 yılının yaz aylarında Mr. Bronte çok kötüleşti. Çok zor nefes alabiliyordu,
fakat bundan da kötüsü neredeyse saatler süren krizlere giriyor, bütün vücudu kasılıp
kıvranıyordu, karnındaki ve göğsündeki ağrılar nedeniyle de bağırıp duruyordu. Mr. Nicholls ve
ben onu yatıştırmak için her şeyi denedik, fakat bunların hiçbir yararı olmadı ve sonunda Dr.
Ingham'a gitmek zorunda kaldım. Doktor da bir şey yapamadı; onu boş yere çağırdığımızı
düşündüm, fakat çağırmasaydık kötü bir duruma düşerdik, çünkü Mr. Bronte o gün öldü.
Mr. Bronte'nin ölümü beni anlatamayacağım kadar üzüntüye boğdu ve onun cenaze
töreninde yüreğimden akıp gelen gözyaşları döktüm. Ancak Mr. Nicholls onun ölümüne pek
aldırmamıştı, zaten ikisi sürekli olarak kavgalıydı. Bana söylediğine göre kafası daha çok ilerde
neler olabileceğini düşünmekle meşguldü ve şunu da söylemeliyim ki bu benim düşüncelerimde
de öncelik taşıyordu.
[CC] Charlotte'ın ölümünden sonra Mr. Bronte içinde bulunduğu durum üzerinde uzun uzun
düşünmek zorunda kaldı. Kendisi artık neredeyse kör sayılırdı ve sağlığı çok iyi değildi, nefret
ettiği bir adamla yaşamak zorunda kalabilirdi, fakat aynı zamanda bu adama güvenmek
zorundaydı; çünkü uzun zamandan beri kilise ve bölgesindeki görevlerin birçoğunu Nicholls
yürütmekteydi, buna karşın papaz maaşını kendisi alıyordu.
Elbette ki Mr. Bronte yardımcısına önceden haber verip işten çıkarabilir ve böylece ondan
kurtulabilirdi, fakat sonra onun yerine birisini bulmak gibi yorucu bir çaba içine girmesi
gerekiyordu ve kendisinde bunu yapacak güç bulabildiğini sanmıyorum. Bunun dışında, Mr.
Bronte özel yaşamında Nicholls'un çok değerli bir insan olduğunu da kabul etmiştir, çünkü
konutta günlük yaşamın bütün gereksinimleriyle uğraşırdı. Anlaşılan o ki sonunda Mr
Bronte, eğer isterse Nicholls şeytanının orada kalabileceğine karar vermişti, fakat yine de bu
durumdan hiç hoşnut değildi.
İki erkeğin arasında Nicholls'un orada kalması veya gitmesi konusunda hiçbir söz
söylenmemişti. Cenazeden sonraki birkaç gün her ikisi de, oldukça endişeli bir biçimde,
karşısmdakinden bir hareket bekledi. İkisi de herhangi bir girişimde bulunmayınca, her şeyin
eskiden olduğu gibi devam edeceği konusunda sessizce anlaşmış oldular, fakat Mr. Bronte
damadından görmeye başladığı ihtimam karşısında şaşırsa da memnun olmuştu.
Nicholls'un başka ne tür ikna yöntemleri kullandığını bilemeyiz, fakat şu da bir gerçek ki
onun bu konudaki çabaları çok başarılı olmuştur, çünkü Charlotte'ın ölümünden üç ay sonra
şaşkın durumdaki yaşlı adama yepyeni bir vasiyet yazdırmayı becermişti. Büyük olasılıkla onu
bir yandan tehdit etmiş, bir yandan da tatlı dille kandırmıştı, çünkü her ne kadar Mr. Bronte
yaşamının geri kalan kısmını Nicholls'la geçirmeyi göze almış olsa da, sahip olduğu malları
Nicholls'a kolay kolay bağışlamayı kabul ettiğinden şüphe ederim. Büyük ihtimalle, Mr.
Bronte'nin en büyük korkusu da, Nicholls'un dediğini yapmazsa, Nicholls ve Martha'nın onu terk
etmesiydi. Eskiden Charlotte'ın onu tehdit ettiği gibi, bu korkunç evde kendisine büsbütün
yabancı kimselerin insafına kalmış olarakyalnız kalmak onun en büyük korkusuydu.
Mr. Bronte'nin vasiyetinin tarihi 20 haziran 1855'tir. Ufak tefek bazı bağışlar dışında ki
bunların içinde Martha'ya verdiği 30 sovereign da bulunmaktadırNicholls en büyük payı almıştır.
Nicholls ayru zamanda vasiyeti uygulamaya koyan tek yetkiliydi. Mr. Bronte vasiyetinde ondan
"sevgili ve saygm damadım" diye bahsetmiştir; onların birbirlerinden hiç hoşlanmadıkları
düşünülecek olursa, ben bu sıfatlarda ince bir alay seziyorum. Buna göre vasiyetin
hazırlanmasında Nicholls'un pek katkısı olmadığı söylenebilir.
Biliyoruz ki Nicholls'un kızıyla evlenmesi bile yaşlı adamın felç geçirmesine neden olmuştu;
yıllar sonra da hiçbir şey değişmemişti ve değişemezdi. Charlotte'ın ölümünden beş yıl sonra,
I860 yılında, Haworth'taki kırtasiyeci şöyle demişti: "Evet, Mr. Bronte ve Mr. Nicholls hâlâ
birlikte yaşıyorlar, daima yakın fakat daima birbirlerinden ayrı."
Ellen Nussey arkadaşının ölümünden hemen sonra Nicholls'a bir mektup yazmıştı.
Mektubunda ona, Sharpe's London Magazine'de çıkan bir makaledeki "habis tümöre benzer
yalanlar" konusunda bir yanıt vermesi için Mrs. Gaskell'e yazmalarını önerdi. Anlaşılan o ki,
Nicholls bu konuyu oluruna bırakmak istemişti ve Nussey'ye yazarak ona bu makale üzerinde
durmak niyetinde olmadığını söyledi.
Yine anlaşıldığına göre, bu konuda Nicholls Mr. Bronte'ye danışmamıştı, çünkü bir ay sonra
Mr. Bronte, bir şekilde, Ellen'uı mektubunu ve Nicholls'un ona yazdığı mektubu bulmuştu;
bunun üzerine iki erkek arasında şiddetli tartışmalar geçmişti. Mr. Bronte daha sonra Mrs.
Gaskell'e yazarak damadının ona söylediklerinin doğru olmadığını belirmiş ve kendisinden
Charlotte'ın biyografisini yazmasını rica etmişti. Daha sonra mektubunda ona şunları söylemişti:
"Mr. Nicholls benim bu girişimimi onaylıyor." Ancak bizim Martha'dan öğrendiğimize göre,
Nicholls'un daha sonra olanlardan ne haberi olmuş ne de bunları onaylamıştı: "Kitabın satışından
elde edilecek gelir, elbette ki size aittir."
Görüldüğü kadarıyla Nicholls kendi hırslan karşısında ikiye bölünmüş gibiydi; Bronteleriıı
ve kendisinin kişisel hayatlarının hiç değilse o sıralardaherkes tarafından unutulmasmı istiyordu.
Haklannda ne kadar çok şey bilinirse, kendisi için tehlike o kadar büyürdü, çünkü ailede bu
kadar çok ölüm olmasından şüphelenen biri ortaya çıkabilirdi. Nicholls kimsenin Charlotte'ın
mezarını ziyaret etmesini ya da ondan övgüyle söz etmesini istemiyordu. Sadık bir koca olarak
kabul etmemiz istenen bir adam için, bu gerçekten de garip bir davranıştı.
Nicholls'un bir başka garip davranışına örnek de, daha önce sözünü ettiğimiz kırtasiyecinin
son çocuğu olan John Greenwood'la ilgilidir. Greenwood'un çocuğuna Bronte adım vennek
istemesi üzerine, Nicholls bebeği vaftiz etmeyi reddetmişti. Böylece Greenwood, o zamanlar
bildiğimiz gibi yatalak durumda olan Mr. Bronte'ye gitmişti; Nicholls'un dışarıda olduğu bir
sırada, yaşlı adam vaftiz törenini gizlice odasmda gerçekleştirmiş, hatta kendi su testisini bu
amaçla kullanmıştı. Nicholls bundan sonra yapılacak vaftiz işlemlerinin ayrıntılarını deftere
kaydederken olanları öğrendi. Greenwood'a göre, Nicholls bunun üzerine öfkelenerek, "hiddetten
köpürüp tepinerek dosdoğru konuta, Mr. Bronte'yi görmeye gitti ve ona niçin kendi isteklerine
karşı geldiğini sordu".
Nicholls'un Bronte ailesine ilgi göstermesi ya da koyduğu kuralları esnetmesi, ancak para
söz konusu olunca mümkün oluyordu, işte bundan dolayı her şeyin Martha Brown'in söylediği
gibi olduğuna, Mr. Bronte'nin Mrs. Gaskell'le yaptığı anlaşmadan Nicholls'un son ana kadar
haberi olmadığına ve bundan sonra da hiçbir şeyi değiştirmesinin mümkün olmadığına
inanıyorum. Örneğin, Nicholls Charlotte'ın yayıncılar tarafından reddedilen Istırap Yılları adlı
kitabının basılma fırsatı çıkar çıkmaz bunun üzerine atlamıştı; hatta Mrs. Gaskell'in kızı onun
hakkında şöyle demişti: "Nicholls'un Miss B.'yi herhangi bir şekilde yüceltenlere karşı, hatta
insanların onu bir kadın yazar olarak anmalarına bile karşı kökleşmiş, ters ve dik kafalı bir
tutumu vardı..." Bu hırsı onun değişmez doğal yapısı oldu ve Bronte kız kardeşlerin yapıtlarına
büyük katkıda bulunduğu inancıyla kıskançlık duygularına girdi.
Smith, Elder and Company Istırap Yılları adlı yapıtı 1857 yılında yayımladı, hatta Nicholls
buna bir önsöz bile yazdı. Nicholls bu kitaptan iyi para almıştı ve bu nedenle çok para
kazanacağını düşünerek, Mrs. Gaskell'in yazacağı Charlotte'ın biyografısiyle ilgili olarak malî
pazarlıklar yapmaya hazırdı.
Bu kitabın yazılmasında yaptığı işbirliği onun kimliğini oluşturdu. Mrs. Gaskel onun
hakkında şöyle demişti: "O bana bulabildiği tüm belgeleri getirdi." Nicholls, Ellen Nussey'ye
yazarak ona "Yazışmalarınızın mümkün olduğu kadarım bana güvenebileceğiniz kadarınıbiz de
okuyabilir miyiz?" diye sormuştu. Bir zamanlar karısınm bütün mektuplannı yakmasını emreden
bir adamdan ne küstahça bir rica!
Şimdi bu isteklerden söz ederken, bir zamanlar Charlotte'ın bu konuda arkadaşına yazdığı
ikinci mektuba Ellen'ın verdiği yanıtın üstüne düştüğü bir nota atıfta bulunduğum aklıma geldi.
O sırada bu mektubun üstünde bir başka not daha olduğunu ve bundan daha sonra söz edeceğimi
belirtmiştim. Bu ikinci not şöyle demektedir: "Mr. Nicholls ve Mr. Bronte onun (Mr.
Nicholls'un) itirazlarını bozdular; onlar C. B.'nin mektuplarının Mrs. Gaskell tarafından
kullanılmasını istediler."
Ellen'ın Charlotte'a yazdığı mektubun nasıl tekrar Ellen'a gen gittiği bilinmemektedir, fakat
bu şekilde o bu mektupların üstüne bazı notlar düşme fırsatı bulmuştur; bu mektupların ona
Nicholls tarafından geri verilmiş olması ihtimali çok zayıftır. Akla gelen en büyük olasılık,
arkadaşının ölümünden sonra cenaze törenin yapıldığı güne kadar geçen süre içinde konutta
kalan Ellen Nussey'nin, Charlotte'ın eşyalarını karıştıracak bol zamanı olduğu ve bu fırsattan
yararlanarak bu mektubu aşırdığıdır.
Her neyse, Nicholls, Ellen'ı fazla önemsememekle hata ettiğini anlamıştır; Ellen
mektuplarının kullanılmasına izin vermiş, fakat akıllı davranarak bunları doğrudan Mrs.
Gaskell'e yollamıştır. Ellen ayrıca Mrs. Gaskell'e daha başka bilgiler de vermiş ve böylece
biyografinin yazılmasına başlanmıştır. Kitabın yazılmasında epey bir ilerleme olduktan sonradır
ki Nicholls ihtiyar Bronte'nin, her ikisi adına, kitaptan elde edilecek gelirden gönüllü olarak
vazgeçtiklerini bildirdiğini öğrenmişti ve bundan sonra da bu konuda yapacak bir şeyi
kalmamıştı. Nicholls'un Ellen Nussey'ye yalvarırcasına yazdığı mektupta kendisini bu kadar
düşürdüğünü fark etmesi onun için çok kötü bir şeydi, fakat yine de böyle yaptığı halde hiçbir
menfaat sağlayamaması onu çılgına çevirmişti.
The Life of Charlotte Bronte (Charlotte Bronte'nin Yaşamı) mart 1857 tarihinde yayımlandı
ve çok eleştiri aldı. Mr. Bronte kendisinin eksantrik ve huysuz olduğunun doğru olmadığını
söyledi, Nicholls ise kitapta Charlotte'a karşı acımasız davranan bir insan olarak tanıtıldığını
düşündü.
Ancak en büyük tepki Mrs. Robinson'ın avukatlarından geldi; Mrs. Robinson kendisi ile
Branwell arasındaki uydurma aşk hikâyesinin iftira olduğunu iddia etti. Mrs. Gaskell bu iddiasını
kitabın daha sonraki baskılarından çıkarmak zorunda kaldı, ayrıca The Terries gazetesinde
sözlerini geri aldığını belirten ve özür dileyen bir açıklama yaptı.
Bunların dışında protestolar ve kitaptaki hatalar yüzünden şikâyetler de oldu, çünkü Mrs.
Gaskell çok saf biriydi ve belirli yerlerde yansız olamamıştı. Açıkça belliydi ki, yazar temelde
romantik bir romancıydı ve onun söyledikleri oldukça ihtiyatla karşılanmalıdır.
Nicholls her ne kadar Mrs. Gaskell'in yazdıklarına kızmış ve kitaptan az da olsa menfaat
sağlayamamaktan dolayı hayal kırıklığına uğramış olsa da, kitapta kendisini ilgilendiren şeylerin
peşinden gitmedi ve dikkatleri üzerine çekmeme politikasına bağlı kalmaya devam etti. Kimseye
minnettar olmadan, sessiz ve rahat bir yaşam sürerken kayınpederinin öleceği mutlu günü
beklemeye koyuldu.
Aylar geçtikçe, uyumsuzluk içinde olan bu üçlünün arasında özel bir ilişki gelişti.
Mr. Bronte 1856 yılında hastalıklı ve her şeyden elini ayağını çekmiş, yetmiş dokuz yaşında
bir ihtiyardı. Nicholls o sırada otuz sekiz yaşında yakışıklı bir erkekti, Martha ise ondan on yaş
kadar daha küçüktü. Martha hakkında bulabildiğim tek bilgi, bundan dört yıl sonra Mrs.
Gaskell'in kızı Meta tarafından yazılmıştı ve onun "sağlıklı, pırıl pırıl, tertemiz bir genç kadın"
olduğunu belirtiyordu.
Martha ve Nicholls bu evde birlikte, hemen hemen yalnız olarak, altı yıl kadar yaşadılar.
Herhalde Haworth'a gelmeden önce Nicholls'un kadınlarla birçok aşk macerası olmuştu ve pek
az bir süre öncesine kadar evli bir erkekti; daha sonra göreceğimiz gibi, Nicholls yıllar sonra
tekrar evlendi. Güçlü bir erkek olan Nicholls'un sağlıklı bir cinsel yaşamı vardı ve gerçekte
Martha da öyle biriydi. Her ikisi sıcak bir ortam içinde iyi bir düzen kurmuşlardı, fakat bu aynı
zamanda köyde herkesin dikkatini çeken ve dedikodulara yol açan bir düzendi ve Nicholls'un
istenmeyen bir adanı olmasını daha da pekiştiriyordu. Özellikle John Brown bundan memnun
değildi.
Mr. Bronte'ye gelince, o hemen hemen tamamen kendisinin yarattığı bir yaşam sürüyordu,
günlerden hangi gün olduğundan ya da çevresinde neler olup bittiğinden habersizdi. Ona çok iyi
davrandığı ve ihtiyaçlarını yerine getirdiği konusunda Martha'nın söylediklerinin doğruluğundan
şüphe edilmesi için bir neden yoktur, fakat böyle davranma nedeninin tamamen fedakârlık
olmadığını düşünmek de mantıklı bir yaklaşım olur.
Biz Mr. Bronte'nin Martha'ya 30 sovereign bağışladığını gördük, fakat onun yaşlı adamın
sağlığında tatlı diliyle para kopardığını düşündüren bir belgeye de rastladım. Elime Mr.
Bronte'nin temmuz 1856 tarihinde Martha'ya yazdığı bir mektup geçti. O sırada aynı evde
yaşıyorlar ve birbirlerini her gün görüyorlardı; buna göre insan onların mektuplaşmaya gerek
duymayacaklarını düşünür, fakat bu mektup farklıydı.
Eğer bu mektup bir zarf içine konduysa, üzerine herhalde 'İlgili kişiye" yazmalıydı. Fakat bu
notta şunlann yazılı olduğunu kesin olarak biliyoruz: "Bu küçük kutu içindeki para, benim ve
çocuklarım için sadakatle hizmet veren Martha'ya tarafımdan değişik zamanlarda verilen
miktarlardır. Onun bu parayı gereksinim duyacağı zamanlar için saklamasını istiyorum."
Şimdi buna ne denir? Bu notun yazıldığı zaman, Martha konutta on altı yıldır çalışmaktaydı,
öyleyse kutu içindeki paranın ona ait olduğunu doğrulayan bir mektup yazma zorunluluğu niçin
ortaya çıkmıştı tabiî eğer durum böyleyse? O zaman kim bunun aksini düşünebilirdi? Aslında
eğer Martha bundan kimseye söz etmese, böyle bir kutunun varlığından kimin haberi olabilirdi?
Bütün bunlar çok garipti.
İnsan, Mr. Bronte'nin, Martha'nın "gereksinim duyacağı zamanlarda" kullanmak üzere bu
parayı saklamasını istemesinde bir anlam var mı diye düşünebilir. Biz Mr. Bronte'nin
Nicholls'tan nefret ettiğini biliyoruz, fakat o Martha'yı gerçekten içtenlikle takdir ediyordu. Belki
de Mr. Bronte damadının Martha'yı işten çıkarabileceği ve onu birdenbire parasız bırakabileceği
bir an gelebilir ya da eğer Martha bu parayı hakkı karşılığında Mr. Bronte'den aldıysaNicholls bu
paranın nereden geldiğini sorgular ve parayı kendisi almaya çalışabilir diye düşünmüştü.
Bunun dışında bir başka seçenek de ki ben bunu daha büyük bir olasılık olarak kabul
ediyorumMartha'nın böyle bir mektuba ihtiyaç duymuş olabileceğidir; yaşlı adamın kafası o
sıralarda öyle karışıktı ve öylesine incinebilecek durumdaydı ki admı herhangi bir kâğıt parçası
üzerine yazabilirdi. Martha bu parayı hak ettiği için mi yoksa hileyle mi alıyordu bilinemez,
ancak özellikle de ikincisi doğruysa, Martha geleceğin kendisi için neler getireceğini bilmiyordu
ve yaşlı adamın ölümünden sonra bu paranın kendisinin olduğunu kanıtlamak zorunda
kalabileceğini düşünmüş olabilirdi.
Martha'nın sahip olduğu bu ihtiyat parasından hiç söz etmemesi şaşırtıcı değildir. Biz o
çatının altında dönen dolapların yarısını bile hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Görüldüğü kadarıyla Nicholls Mr. Bronte'yi tutsak etmişti; onun mektuplarına mümkün
olduğunca sansür uyguluyor ve onun çağrıldığı sosyal faaliyetlerden hoşuna gidenlere kendisi
katılıyordu.
Yaşlı adamı yemeğe davet eden Haworth'lu bir karıkocaya yazdığı mektup bu durumu en iyi
anlatan örneklerden biridir. Mr. Bronte onların bu davetine teşekkür etmiş, fakat sonradan da
şunları eklemişti: "Ben bir toplantıya gitmek için geceleri hiç dışarıya çıkmam, hatta gündüzleri
bile çıkmam. Ancak Mr. Nicholls belirtilen zamanda sizleri ziyaret etmekten mutluluk
duyacaktır." Talihsiz karıkoca için bu üzücü bir durumdu, çünkü Nicholls'un orada olmasını
isteselerdi önce onu çağırırlardı. Zaten onunla mecburen birlikte oluyorlardı ve arada bir
konuttan dışarı çıkmak onun için büyük bir zevk oluyordu.
Nicholls, köyde istenmeyen bir adam olması nedeniyle, ancak arada bir, pek az davet
alıyordu, hatta kendi sosyal çevresinden sayılabilecek insanlar bile onunla çok yakın ilişkiler
içinde değildi. Örneğin Dr. İngham, Charlotte'ın ölüm kaydını yaparken onun önadını
"Abraham" olarak yazmıştı ve soyadındaki "B" harfinin ne olduğunu bile bilmiyordu. Nicholls
buna hemen karşı gelmiş ve ölüm ilamı üzerinde bir düzeltme yapılmıştı.
Mr. Bronte 1860 yılında tamamen yatağa bağlı durumdaydı. Mrs. Gaskell ve kızı Haworth'a
geldiler ve onu tıraşı uzamış bir durumda, fakat "çok kibar, sessiz, tatlı ve dudaklarında yarı
acıklı bir ifadeyle" buldular. Onunla biraz konuştular, fakat biraz sonra yaşlı adam onlara "beş
dakika sonra" gitmeleri gerektiğini söyledi. Mrs. Gaskell bu sözlerden acil bir durum olduğunu
anladı: "O, Mr. Nicholls'un okuldan dönmesinden korkuyordu ve biz o gelmeden oradan
çıkmalıydık." Bu ziyaretleriyle ilgili olarak Mrs. Gaskell, Mr. Williams'a şöyle bir yorumda
bulunmuştu: "Mr. Nicholls onu in terrorem saklı tutuyor. Mr. Nicholls köyde her zamankinden
çok daha az seviliyor." Böylece değişen hiçbir şey yoktu.
Papaz Patrick Bronte 7 haziran 1861 tarihinde seksen dört yaşında öldü. Ölüm belgesinde
onun "kronik bronşit, sindirim bozukluğu, dokuz saat süren şiddetli kasılmalar" sonucunda
öldüğü belirtilir. Belge Dr. Ingham tarafından imzalanmıştı, bu nedenle biz Mr. Bronte'nin
gerçek ölüm nedeninden tam emin olamayız. Büyük olasılıkla o doğal nedenlerden dolayı
ölmüştü, fakat kim bilir? Belki de Nicholls biraz sabırsızlanmış ve Mr. Bronte'nin gitmesine
biraz yardımcı olmuştu; bu onun karakterine uygun olurdu.
On Sekizinci Bölüm

Sevgilim cevap verdi, ve bana dedi: Sevgilim, güzelim, kalk da gel.


Neşideler Neşidesi 2:10

Mr. Bronte'nin ölümünden sonra pek tabiî ki, onun yerine kimin geçeceği konusunda kilise
mütevelli heyeti toplantıya çağrıldı; Mr. Nicholls da o sırada sürekli olarak bunu düşünüyor
olmalıydı. Bana dediğine göre bu görevin kendisine verileceğinden emindi; fakat ona amcamın,
onun için "Seçilecek son insandır" dediğini söyleme cesaretini kendimde bulamadım. Amcam,
heyette olanların Mr. Nicholls'a karşı olduklarını söyledi, önemli olan da buydu, zaten köy
halkının çoğu ona karşıydı. Gözlerimin içine bakarak, Mr. Nicholls'un karısının ölümünden
sonra konutta kalarak onun şansını azalttığımı söyledi, fakat bu konuda daha fazla bir şey
demeyecekti, çünkü yetişkin bir insandım ve söylediklerini çok iyi anlıyordum, zaten bu da onun
sorunu değildi.
Bir süre hiçbir şey olmadı; bundan dolayı Mr. Nicholls yakın zamanda kilisenin başına
geçeceğinden daha da emin oldu. Sürekli olarak kilisede ve konutta yapacağı değişikliklerden
söz ediyordu; ben de bu değişikliklerden birinin benim konumumla ilgili olmasını umut edip
duruyordum.
Ancak gün geldi ve heyetteki vekiller Mr. Nicholls'u karşılarına alarak ona bir başkasını
bulduklarını söylediler Mr. Nicholls geri geldiğinde öyle sinirliydi ki onu ancak bir iki kez böyle
görmüştüm. Onların söylediklerini bana aktarırken neredeyse tükürükler saçarak konuşuyordu.
Anlaşılan ona eğer isterse bu işinde kalabileceğini söylemişlerdi, fakat yeni adam geldiğinde
konuttan ayrılmak zorunda kalacaktı. Eğer bir başkasının altında şimdiki görevine devam etmek
istemiyorsa, hiç değilse yeni papaz gelene kadar orada kalıp işleri yürütürse çok memnun
olacaklardı. Mr. Nicholls bunu bana söylerken acı acı güldü. Önce onları cehennemde göreceğini
ve oradan kendisi ne zaman isterse o zaman ayrılacağını söyledi; bu da, bu "berbat yerden" ve
buradaki herkesten ayrılabileceği en kısa zamanda olacaktı. Bunu söyler söylemez kapıyı çarptı
ve kırlara doğru gitti; ben ise ona bütün bu olayların içinde yerimi soramadım.
O günden sonra ona bu soruyu sorabilmem için hiç fırsatım olmadı, çünkü Mr. Nicholls
konutta dolaşırken sanki şeytan onu dürtüp duruyordu. Yukarı kattan başlayarak her şeyi didik
didik aradı, sanki sık dişli bir tarakla çocuğunun başında sirke arayan bir anne gibiydi. Önce
Madam'ın öldüğü odayı tamamen boşalttı ve sonra yanında götüreceğini söylediği şeyleri oraya
koymaya başladı. Bu iş bittikten sonra geride kalan daha çok şey vardı; ben de kendi payımı
almayı düşündüm ve Mr. Nicholls'a birkaç şey alabilir miyim diye sordum. Bana kendisinin bir
yana ayırdıklarının dışında ne istersem alabileceğimi söyledi ve ben de aldım hem de birkaç
parçadan daha fazlasını! Yıllardır bu aile için yaptıklarımdan sonrahem de üç beş peni
karşılığında daha fazla bir şeyler almanın hakkım olduğunu düşündüm.
Bu aldıklarımı annemin kullanması için Zangoç Evi'ne götürdüm. Diğer aldıklarım ise
özellikle de kitaplar, mektuplar, resimler ve kâğıtlar, iyice sarılarak kutulara yerleştirildi ve
arkadaki barakalardan birine kondu.
Mr. Nicholls'un bıraktığı eşyalara gelince, hepsi tekrar çok dikkatli bir biçimde gözden
geçirildikten sonra bir arabacı tarafından götürüldü; bir kısmı daha önce oraya gelip eşyaları
satm alan kişilere, bir kısmı da Keighley'deki açık artırma salonlarına bırakıldı. Arabacının oğlu
Tom Oliver benimle konuşmaya çalıştı, fakat ona hiç yüz vermedim. Bir zamanlar onda ne
bulduğuma ben de şaşırarak karısına acıdım, zavallı kadın karnında' yine bir bebek taşıyordu.
Kısa bir süre sonra konut gerçekten bomboş görünmeye başladı, benim ise orada pek fazla
yapacağım bir şey yoktu; çünkü sürekli olarak girip çıkan ve etrafta ellerinde taşıdıkları eşyalarla
nereye çarptıklarına bile dikkat etmeyen insanlar varken fazla temizlik yapmak boşa zaman
harcamaktı. Daha çok boş zamanım olunca, ben de Mr. Nicholls'un neler yaptığını gözleme
fırsatı buluyordum ve onun garip davranışlarına ne anlam vereceğimi bilemiyordum.
Daha önce de söylediğim gibi, Mr. Nicholls her şeyi dikkatli bir biçimde gözden geçirmişti,
fakat bir oda tamamen boşalınca bile tam olarak tatmin olmuyordu. Onun duvarlara ve yere
ayaklarıyla vurduğunu işitiyor, dolaplara ve her deliğe merakla baktığını görüyordum. Hatta bir
keresinde bir bacanın içine elinde lambayla baktığını gördüm, ona ne aradığını sorduğumda
homurdanarak bana önemli olmadığını söyledi.
Gerçekten ahmak biri olmalıyım ki, ancak Miss Anne'in güncesini bulduğum yerde kopmuş
bir tahta parçasını gördüğüm zaman onun aradığı şeyin bu günce olduğunu anlayabildim ve
bundan sonra o bütün evi aynı şekilde ararken ben de için için gülerek onu izledim.
Geçirdiğimiz o birkaç kasvetli haftadan aklımda kalan tek bir güzel şey var; bu da Mr.
Nicholls'un elinde Mr. Bronte tarafından bana bırakılan otuz sovereign'la yanıma geldiği
zamandı. Bu paralar da tıpkı Madam'ın ölümünden sonra aldığım on sovereign gibi bir torbaya
konmuştu, yalnızca bu kez torba daha büyüktü ve ben de hiç vakit kaybetmeden bunları
diğerleriyle birlikte sakladım, çünkü görebildiğim kadarıyla bunlara yakında ihtiyacım olabilirdi.
Sonra bir akşam annem bana Mr. Nicholls gittikten sonra ne yapmayı düşündüğümü sordu.
Eğer yeni gelen papaz orada kalmamı isterse, orada kalır mıydım yoksa yeni bir yer bakmaya
başlayacak mıydım? Gerçekten de ona ne diyeceğimi bilmiyordum, çünkü işin doğrusu ne
yapacağımı bilmiyordum. Son zamanlarda Mr. Nicholls her şeyden o kadar uzaktı ki, ona benim
için, eğer bir şey düşünüyorsa, bunun ne olduğunu soramamıştım; böylece anneme daha çok
zaman olduğunu, şimdilik sadece düşündüğümü ve neler olup biteceğini görmek için beklediğimi
söyledim ki bu da doğruydu.
Bu söylediklerim annemi ve amcamı memnun etmemişti, ama onları sabırsızlandıkları için
suçlayamıyordum, çünkü fazla zaman kalmadığı belliydi; konutun bu şekilde boşaltılmasından
herkes bunu anlayabilirdi. Benim açımdan yapılabilecek tek şey bu konuyu Mr. Nicholls'la
açıkça konuşmaktı, fakat içinde bulunduğu ruh halinden dolayı bu hiç de yapmak istediğim bir
şey değildi.
Ertesi sabah onu aramaya başladım ve yukarıda kendisi için saklamak istediği eşyaları
gözden geçirirken buldum. Beni hiç de hoş karşılamadı ve bu da beni kızdırdı; fakat yine de bu
kadar sinirli olduğu bir anda onu rahatsız etmekle doğru yapıp yapmadığımı merak ettim. Hemen
dönüp geri gidebilirdim, fakat korkularımı yendim ve onunla uzun uzun konuşmam gerektiğini
söyleyebildim. Bunu yaptıktan sonra onun sıkıca bağladığı kutulardan birinin üzerine oturdum ve
öylece bekledim, fakat kalbim heyecanla çarpıyordu.
Uğraşmakta olduğu kâğıtlardan gözünü ayırarak bana bakınca, somurtkan suratını fark
ettim; doğrusu haftalardır da hep böyleydi. Ondan hiçbir zaman birkaç kelimeden fazla yanıt
alamıyordum ve elbette bu arada hiç sevişmemiş, hatta buna yakın bir şey bile yapmamıştık,
kısacası aramızın hâlâ iyi olduğu konusunda içimi rahatlatacak hiçbir şey yoktu. Fakat bütün
bunlara karşın, Mr. Bronte'nin işini alamadığı için kırgın olduğundan dolayı ona anlayışlı
davranmıştım, ayrıca o sıralarda çok meşguldü. Şimdi ise aradan yeteri kadar zaman geçtiğini
düşünüyordum ve onunla bunları konuşmaya kararlıydım.
Her neyse, Mr. Nicholls, hoş denecek bir ses tonuyla, kafasında birçok sorun olduğundan
biraz daha beklememi rica etti. Fakat ben ona yeteri kadar beklediğimi söyledim; sesimdeki
kararlılığı sezerek ciddi olduğumu anladı. Böylece elindeki işi bırakarak karşımdaki başka bir
kutunun üzerine oturdu.
Ona kafamda olan her şeyi yavaş yavaş söylemeyi düşünüyordum, fakat zamanı gelip de
bunu yaparken bekleyemedim ve her şeyi bir anda söyleyiverdim; ona konutu terk ettikten sonra
nereye gideceğini ve beni hiç düşünüp düşünmediğini sordum.
Bu sorum üzerine dosdoğru gözlerime bakarak derin bir nefes aldı ve irlanda'ya
memleketine geri döneceğini söyledi; o ana kadar benim neler hissettiğimi hiç düşünmediğinden
dolayı çok üzgün olduğunu ekledi. Benimle daha önce de konuşmak istemişti, fakat peş peşe
gelen olaylar nedeniyle günler geçip gitmişti. Onun sözlerini bitirmesi için bekledim, fakat
birdenbire sustu, başını öne eğerek gömleğinin kolundaki iplikle oynamaya başladı; o anda söz
sırası bana geldi diye düşünerek içimde ne varsa bunları söylemeye başladım.
Ondan ayrılmak istemediğimi ve onu ilk gördüğümde neler hissettiğimi anlattım sanki o
bunları bilmiyordu. Ona birlikte geçirdiğimiz günleri anımsattım ve sonra ona bunları söylemeyi
hiç istemesem de kendimi tutamadımÜstat Branwell'in ve belki de Miss Emily'nin ölümlerindeki
rolünü bildiğimi ve bu konuda sessiz kalmamın tek nedeninin sadece ona olan sevgim olduğunu,
bunlar dışmda başkalarının ölümleriyle ilgili olarak da şüphelerim bulunduğunu, fakat o bana
eğer beklersem her şeyin iyi olacağını söylediği zaman kendisine inandığımı ve günün birinde
evleneceğimizi en azından Haworth'tan uzaklarda bir yerde çekinmeden birlikte
yaşayabileceğimizi umduğumu söyledim.
Ben onun bu ölümlerdeki rolü hakkında konuşurken, o bir şeyler söylemek ister gibi bir
hareket yaptı ve ben o anda iki parmağımı onun dudaklarının üzerine koyarak ona sevgiyle
baktım ve beni dinlemesini istedim. Sonra sonunda Miss Anne'in güncesini yıllar önce
gördüğümü ve şimdi de emin bir yerde bunu sakladığımı söyledim.
Burada durdum. Söylemek istediğim her şeyi söylemiştim ve Şimdi ondan bir şeyler
duymak için beklemeye başladım.
Konuşmaya başlaması epey vakit aldı; çok aşırıya kaçtığımı düşünmeye başlamıştım ki o
sırada yerinden kalkarak yanıma geldi. Yüzümü iki elinin arasına aldı ve beni öylesine uzun
uzun, sevgi dolu bir şekilde öptü ki titrediğimi hissediyordum. Sonra yumuşak bir sesle daha
önce benimle konuşmaya vakit ayıramadığından dolayı üzgün olduğunu söyledi. Kendisini
affetmemi istedi ve aklından geçenleri bilmediğimden dolayı ne kadar endişelendiğimi tahmin
etmiş olması gerektiğini söyledi. Kolu omuzlarımda ve gözlerimin içine bakarak, hep orayı
birlikte terk edeceğimizi düşündüğünü ve bunu bana daha önceden de açıkça belli etmiş olması
gerektiğini söyledi; fakat zaten benim bunu anlayacağımı düşünmüştü. Evlenmeye gelince, bu
onun daima aklındaydı, fakat bir süre için evlilik işini bir kenara bırakıp, önce benim İrlanda'ya
uyum sağlayıp sağlamayacağımı görmesi gerekiyordu, çünkü kendisi bir daha oradan ayrılmak
istemiyordu ve eğer ben orada kalmak istemezsem, bu bizim aramızda bir sorun olabilirdi.
Elimde değildi, birdenbire hıçkırarak ağlamaya başladım ve gözlerimden yaşlar boşanırken
ona sıkıca sarıldım. Bir süre tek kelime söyleyemedim, çünkü o çok sevgi doluydu ve tüm
endişelerimi ortadan kaldırmıştı.
Ben biraz sakinleşince, gözlerimi ve yüzümü silmem için bana o güzel İrlanda işi
mendillerinden verdi; ben de orada burnumu çekerek oturmaya başladım ve doğru dürüst
konuşana kadar sık sık iç çekerek ona gülümsemeye çalıştım. Sonra ona bütün korkularımı alıp
götürdüğü için ne kadar memnun olduğumu söyledim; yalnızca beni istememesi ve bensiz
oradan ayrılması konusunda taşıdığım korkulan değil, bunlardan belki de daha kötüsü olan o
gittikten sonra yalnız kalıp bütün dedikodulara tek başıma karşı koyma korkumu da alıp
götürmüştü. Tekrar onu ne kadar çok sevdiğimi ve ne olursa olsun bana daima güvenebileceğini
söyledim.
O dakikadan sonra gerçekten mutlu biriydim. Daha önceleri yaşamımın bundan daha iyi
olamayacağını düşündüğüm zamanlar olmuştu, fakat şimdi ruhumun derinliklerinde duyduğum
bu rahatlıkla ileride karşılaşabileceğim her şeyi göğüsleyebileceğimi hissediyordum. Beni
rahatsız eden tek bir şey vardı, fakat artık bunun gerçek olup olmadığını hiçbir zaman
bilemeyeceğim. Mr. Nicholls'a Miss Anne'in güncesinin bende olduğunu söylemeseydim, acaba
bana nasıl bir yanıt verirdi diye bugüne kadar hep merak etmişimdir. Keşke çenemi tutup önce
onun konuşmasına fırsat verseydim diye zaman zaman pişman olmuşumdur günceyi daha sonra,
bir başka zaman da söyleyebilirdim. Fakat testi kırıldiktan sonra, ne o zaman ne de şimdi, oturup
ağlamanın anlamı yoktu ve ben de kendimi olaylara kaptırdım.
Ancak bu da iyi olmuştu, çünkü konuşmamızdan sonra başka işlerle uğraşmaya
başlayabildim. Bunlardan bir tanesi özellikle çok cesaret istiyordu: planlarımı anneme ve
amcama anlattıktan sonra, çok kötü zamanlar geçirmiştim. Bütün söylenenleri yazmaya kalksam
yıllar alır, ancak ben burada her şeyin korktuğum gibi olduğunu söylemekle yetineceğim.
Amcam yıldırım çarpmış gibi olmuştu, annem ise gözyaşlarına boğuldu. Bu konuşmadan sonra
amcam büyük bir telaş içinde atıp tutuyordu ve o kadar öfkeye kapılmıştı ki, bir ara benim orta
malı bir fahişe olduğumu ve benim için her zaman da böyle düşündüğünü söyledi. Sonra annem
de kendisini ne kadar mutsuz ettiğimi, amcamın söylediği birçok şeye katıldığını ve babamın da
bu konuda aynı şekilde düşüneceğini söyledi. Anlaşılan onları en çok rahatsız eden şey benim
mutluluğum değil, fakat köyde çok dedikodu yapılacağıydı.
Evet, annem üzülmüştü, fakat onların beni üzdüğü kadar değil; üstelik amcamın hakkımda
söylediği şeyler de beni öfkelendirmişti. Fakat bu tepkiler beklediğimden daha fazla değildi,
bunun üzerine ben de inadımdan vazgeçmeden onları üzdüğüm için özür diledim ve birbirimize
daha kinci sözler söylemeden zamanı gelince onlardan ayrılabileceğimi söyledim.
Oradan ayrılma vaktimiz yaklaştıkça, Mr. Nicholls konutta, kendi götürmek isteyebileceği
ya da satmak isteyebileceği hiçbir şey bırakmamak için çok dikkatli davranıyordu, geriye
kalanlardan da istediklerimi alabileceğimi söyledi; ben de bunlardan alacaklarımı aldım ve
bazılarının benim olduğunu, belki bunlan daha sonra isteyebileceğimi belirterek hepsini aileme
bıraktım. Bundan sonra konutu yeni gelecek insanlara hazırlamak üzere köşe bucak temizlemek
istedim. Bu hiç de büyük bir iş değildi, çünkü odalardan bir çoğunda hiç eşya kalmamıştı, fakat
Mr. Nicholls böyle bir öneriyi duymak bile istemedi. Kilise mütevelli heyetine ve kim olursa
olsun yeni gelecek adama kin beslemesi bir yana, Madam'ın ve babasının sergiledikleri nazik ve
görgülü aile havalanna karşın Brontelerin nasıl pis bir ahırda yaşadığını insanların görmesini
istiyordu.
Zaten öyle oldu ki, fazladan hiçbir iş yapmadığımız halde birlikte taşınma planları yapmak
ve eşyaları irlanda'ya göndermek gibi işlerle çok meşguldük, fakat o sırada Haworth'ta
dedikoduların başlamış olduğunu da görüyordum. Hatta bazı köylüler bana gelip Mr. Nicholls'la
birlikte gideceğim doğru mu diye sorma cesaretini bile gösterdi ve sonra sanki çevrede pis bir
koku varmış gibi burun kıvırıp köyde buna benzer çok insan vardı, burunları havada tek bir söz
söylemeden gidiyorlardı. Bunlara aldırmıyordum, çünkü bu dar kafalı insanlardan beklediğim bir
şey yoktu, hatta eve uğramak üzere gittiğim zamanlarda karşılaştığım sessizliğe de
aldırmıyordum. Mr. Nicholls'a gelince, o insanları şaşırtmaktan çok büyük bir zevk alıyordu;
bütün bunlar yıllarca Brontelerden çektiklerine karşılık elde ettiği küçük bir bedeldi.
Sonunda ayrılma günümüz geldi; bu, benim için çok karmaşık duygularla dolu bir gündü.
Ailemi terk etmekten dolayı üzgündüm, özellikle de annem ve amcam bütün bu kırıcı sözlerden
sonra bana karşı o kadar iyi davranmışlardı ki... Fakat Mr. Nicholls'a hiçbir şey söylemediler ve
sanki orada yokmuş gibi davrandılar. Öte yandan sonunda oradan ayrıldığım için ne kadar mutlu
olduğumu anlatamam; İrlanda'ya gitmeyi ve Mr. Nicholls'la yeni bir hayata başlamayı heyecanla
bekliyordum. Beni geçirmeye gelen arkadaş diyebileceğim tek kimse Milly Oldfield'di ve ben de
ona beni İrlanda'da gelip görebilmesi için oraya yerleştikten sonra para yollayacağımı söyledim,
böylece ben de kendimi büyüklük duygularına kaptırdım. Üstelik bütün bunların dışında ve ilk
kez Mr. Nicholls'un bana yıllar önce verdiği unutmabeni çiçekli broşu takabiliyordum. O bunu
hemen fark etti ve yanağımı sıkarken, o günlerin çok uzaklarda kaldığını söyledi.

[CC] Martha'nın söylediklerinden anladığımıza göre, Mr. Bronte'nin ölümünden sonra kilise
mütevelli heyetindeki vekillerin Nicholls'un Haworth'ta yaşamasına destek vermemeleri onu çok
şaşırtmıştı; bu şaşkınlık Brontelerin biyografi yazarları tarafından da paylaşılmaktadır. Nicholls
kilise ve bölgesini yıllardır hemen hemen tek başına yönetmekteydi ve bu konuda yetenekleri
hiçbir zaman sorgulanmamıştı.
Ancak Charlotte'ın dediğine göre, Haworth halkının 1853 yılında Nicholls'a verdiği
"takdirnameye" karşın vekillerin onu tercih etmemelerinde kendilerine göre geçerli nedenleri
vardı. Onlar Nicholls'un genel olarak istenmeyen bir insan olduğunu biliyorlardı ve bu insanlar
onun Martha'yla olan ilişkilerinden hiç hoşnut değillerdi. Bunların arasından bir veya ikisinin
Bronte ailesindeki ölümlerden şüphelenmiş olmaları da bir olasılıktır.
Kilise mütevelli heyetindekilerin Nicholls'u papazları olarak istememe gerekçelerini ona
bildirip bildirmediklerini bilmiyoruz, fakat Nicholls Haworth'tan ne kadar çabuk ayrılırsa herkes
için daha iyi olacağmı biliyordu. Önce konutu öfke içinde elden geçirerek içindeki eşyaları ve
diğer şeylerin çoğunu sattı. Dört ay içinde de İrlanda'ya geri döndü.
Ellen Nussey, George Smith'e şöyle yazmıştı: "Nicholls'un karısının ölümünden hemen
sonra onun eşyalarını yağmaladığını öğrenmek benim için bir şok oldu; ona karşı olumsuz
izlenimlerim bundan sonra daha da derinleşti; bu şekilde her şeyi kendisine mal etmek çok
bencilce bir tutumdur, oysa Mr. ve Mrs. Bronte'yle bir arada yaşamış ve onlarla yakın bir
akrabalrğr olmuştur." Ancak Ellen'ın bu duygularının, yalnızca başkalarını düşünmesinden
kaynaklandığı şüphe götürür. Muhakkak ki o da buradan anı olarak birkaç parça şeye sahip
olmaktan mutluluk duyardı!
Martha bıraktığı yazılı ifadesinde, Charlotte aradan çıktıktan sonra Nicholls'la evlenmeyi
umduğunu açıkça belli etmiştir; elbette ki o da Nicholls'un kendi yaşamından birdenbire çıkıp
gitmesine izin vermeye hazır değildi. Böylece Martha, Nicholls'tan onu da kendisiyle birlikte
götürme konusunda bir onay bekliyordu, çünkü altın yumurtlayan tavuğu kaybetmeye niyeti
yoktu. Aynı zamanda anlaşılıyor ki, Martha'nın da Haworth'tan ayrılmak gibi bir isteği vardr.
Böyle küçük bir toplumda elbette ki Nicholls'la ilişkileri hakkında dedikodular olacaktı ve köy
halkı bu ilişkiyi onaylamamıştı. Daha önce bu konuda onların yapabileceği pek bir şey yoktu,
ama artık koşullar değişmişti. Köy halkı Nicholls'un hayatını orada kazanmasına izin
verilmemesini sağlamıştı ve şimdi o tam oradan ayrılmak üzereyken Martha da geride kalıp bu
koroyu tek başına dinlemeye hazır değildi. Eğer Nicholls'un kendisini beraberinde götürmeden
gitmesine izin verseydi, Martha hiçbir garantisi olmadan, işsiz güçsüz kalacaktı. Bize söylediğine
göre, kendi annesi ve amcası bile ona fazla şefkat göstermeyeceklerdi.
Nicholls ise sürekli olarak Haworth'tan ve Brontelerden kurtulacağı zamanı düşünerek
endişelenip durmuş olmalıdır. Sevgilisi hakkındaki duyguları ne olursa olsun oysa Martha
kendisine daima iyi bir dost ve sadık bir yandaş olmuşturonunla evlenmeye hiç niyeti olmadığını
sanıyorum. Ancak Nicholls bunu ona hemen söylemek istememişti, çünkü o anda acılı bir
Martha'nın kendisi için ne kadar tehlikeli olabileceğini fark etmişti. Böylece Nicholls gönülsüzce
de olsa cesaret göstererek, Martha'yı da Banagher'a götürmeye karar vermiştir.
On Dokuzuncu Bölüm

Günlerim geçti, niyet ettiğim yüreğimin malı olan şeyler kırıldı.


Eyub 17:11

Ben de tıpkı Madam gibi, İrlanda seyahatini hem heyecan dolu hem de yorucu buldum.
Yaşamım boyunca Haworth'tan bu kadar uzakta bulunmamış, bir gemiye binmemiş ya da bu
kadar çok yeni şey görmemiştim. Mr. Nicholls Madam'ı aynı seyahate götürdüğünde onun
yerinde olmayı ne kadar çok arzu ettiğimi anımsadım ve şimdi bunun gerçekleştiğine
inanamıyordum. Her şey gerçekten de rüya gibiydi hatta şimdi bile öyle görünüyorve sonunda
Mr. Nicholls'un ailesinin yaşadığı Banagher'a gelinceye kadar da bu rüyadan uyanamadım.
İşte bu benim en çok korktuğum şeydi. Ancak herkes bana çok iyi davrandı; Mr Nicholls'un
dediğine göre bana, Madam'a olduğundan çok daha iyi davranmışlardı. Yolda benim hakkımda
ailesine neler söylediğini ve onlara beni nasıl tanıtacağını sormuştum, fakat bana
telaşlanmamamı söylemişti. Yıllardır onlara benden söz ettiği için hakkımda bilgileri vardı;
şimdi de onlara benim iyi bir dost olduğumu ve yeni bir ev kurmasına yardımcı olmak için
yanında geldiğimi söylemişti. Onlar daha fazla soru sormamışlar, o da onlara daha fazla bir şey
söylememişti.
Ailenin yaşadığı ev çok büyük bir evdi ve bana verilen oda o zamana kadar hiç görmediğim
tarzda bir odaydı; hatta hâlâ öylesini görmediğimi söyleyebilirim. Biz Haworth'tan ayrılmadan
önce Mr. Nicholls'u beni Keighley'ye götürmesi için ikna ettiğime çok memnundum, orada
sovereign'larının bir kısmını harcayıp kendime yeni giysiler ve ıvır zıvır bazı şeyler aldım, o da
bana bunları seçmemde yardımcı oldu, bundan dolayı da ailesinin yanında kendimi hiç rahatsız
hissetmedim. Gerçekten de Mr. Nicholls bana ailesiyle uyum sağladığımı, onların da benimle
Madam'la olduğundan çok daha iletişim kurduklarını söyledi. Anlaşılan Madam da gitmeden
önce yeni giysiler almış, fakat Mr. Nicholls'tan hiç yardım istememiş ve böylece orada çok
uyumsuz kalmış, üstelik sürekli olarak kendisini olduğundan daha üstün göstermeye çalışmış.
Biz bu evde iki aydan biraz daha uzun oturduk ve bu süre içinde Mr. Nicholls beni birçok
yere götürdü; onunla uzun konuşmalarımız oldu. Öncelikle hayatını kazanması için ne gibi işler
yapacağını konuştuk ve bu arada bana kiliseden ayrılmaya karar verdiğini söyledi, zaten kiliseyi
hiç sevmemişti. Bu konuyu kendi ailesiyle ve arkadaşlarıyla da konuştuğunu söyledi; onlar da o
zaman kendisine, bütün seçenekler içinde, çiftçilik yapabileceğini söylemişlerdi.
Doğrusu ondan böyle bir şeyi hiç beklemiyordum, çünkü onun çok çalışmaktan ve ellerini
kirletmekten hoşlanacağını hiç düşünememiştim, fakat o bana çiftçiliğin bütün ayrıntılarını
anlattıktan sonra bu işin onun için pek de öyle pis bir iş olmayacağını gördüm; böylece ona eğer
istediği bu ise, bir çiftçi karısı olmaktan mutlu olacağımı söyledim, çünkü onlar daima beş
kuruşluk gelirleri olmadığını söyleyip dursalar da, ben hiç fakir bir çiftçi görmemiştim.
Sonra haftalar geçip giderken, bana yavaş yavaş Bronte ailesindeki ölümlerin kendine göre
bütün hikâyesini oysa ben hâlâ her şeyi bildiğimi sanmıyorum , o zamanlar herkesin bu konuda
neler hissettiğini ve oynadıkları rolleri anlatmaya başladı. Elbette ki bunlardan bazılarını
biliyordum, fakat yine de bazı sırlan ve bugüne kadar sakladığı diğer şeyleribu kadar açıkça bana
söylediği için şaşırmıştım ve ben bugüne dek hâlâ onun hakkında tam olarak ne düşündüğümü
bilemiyorum. Dediğine göre bu ölümlere yol açan her şeyi bana anlatmıştı ve bunlan öyle
anlatmıştı ki, sanki başka bir seçeneği yoktu. Birbirimizden ayrıldıktan sonra içimde şüpheler
uyanıyor ve bazen onu tıpkı babamın dediği gibi "kara kalpli İrlandalı" olarak görüyordum.
Kısacası o zaman da şüphelerim vardı, şimdi de var, fakat onun hakkında yalnızca şunu
söyleyebilirim: o bana karşı daima iyiydi ve şimdi değilse bile beni bir zamanlar sevmişti.
Her neyse, onun ailesiyle birlikte olduğumuz günlerde, Mr. Nicholls dışarılara giderek
çiftliklere bakıyordu ve bazen bütün gün gelmediği oluyordu, satışa çıkarılmış o kadar çok çiftlik
vardı ki merak etmeye ve onun doğru bir seçim yapıp yapmadığını düşünmeye başladım. Bunu
ona kibar bir şekilde söyledim, fakat o bana telaşlanmamamı söyledi; her şey işlerin yürütülmesi
için ne kadar paran olduğuna ve işini nasıl yapacağına bağlıydı ve o neyin içine girdiğini
biliyordu. Böylece bakınmaya devam etti ve bir gün eve çok mutlu ve heyecan içinde döndü,
sonunda istediği şeyi bulmuştu ve burayı benim de beğeneceğimden emindi. Hiç zaman
kaybetmeden, ertesi sabah beni çiftliği görmeye götürdü. Ben de burayı Hill Houseonun kadar
sevdim böylece çiftlik sahibiyle el sıkıştı; anlaşma yapılmıştı.
Bütün resmî işler tamamlandıktan sonra, Mr. Nicholls kendisine yardımcı olmak üzere dört
adam tuttu ve işçüer evi istediğimiz gibi onarıp boyadıktan sonra, etrafın toparlanması için bana
iki yardımcı kız buldu. Bana iki kız buldu derken, şunu da söylemeliyim ki, görmem için bazı
kızlar bulup bana getirdi ve benim beğendiklerimi aldı onları kendisi seçmek yerine bana
sorması kendimi çok önemli ve çok daha mutlu hissetmeme neden olduve ben de onun ne kadar
düşünceli bir insan olduğunu düşünmeye başladım.
Bana ister "Hanım" desinler çünkü bana böyle diyorlardıister demesinler, benün bir başka
Madam olmaya niyetim yoktu. Ben de kızlarla birlikte, onlar kadar çok çalıştım ve evin tavan
arasından başlayarak bodrumuna kadar her yerini tertemiz yaptık. Bundan sonra Mr. Nicholls
konuttan kendisine aldığı eşyaların getirilmesi için birilerini yolladı ve bu arada biz de başka
şeyler almak üzere birlikte alışverişe çıktık; bu benim için büyük bir neşe kaynağı oldu. İtiraf
etmeliyim ki her zaman için alışveriş etmeyi ve para harcamayı çok sevmişimdir; fakat o sırada
daha da mutluydum, çünkü aklımca, kendime ait ilk evimi döşüyordum ve her şeyin kusursuz
olmasını istiyordum.
Sonunda her şey tam istediğimiz gibi tamamlandı; ev çok güzel görünüyordu ben konutun
da, içindeki ıvır zıvır eşyalar yerine, biraz para harcansa bu kadar güzel olabileceğini hep
düşünmüşümdür ve pencerelere de perdeler takıldı. Benim kızlar çok iyi çalışmışlardı, ben de
onlara Mr. Nicholls'a söylemeden fazladan para verdim. Mr. Nicholls adamların ve kızların ne
kadar az paraya çalıştıklarını söyleyince çok şaşırmıştım. Benim konutta aldığım ücret hiçbir
zaman çok iyi olmamıştı, fakat onların aldıkları para o kadar azdı ki her hafta onlara paralarını
öderken utanıyordum ve her zaman onlardan çok memnun olduğumu kendilerine söylüyordum.
Mr. Nicholls'un adamlara nasıl davranacağı ise ona kalmıştı.
Önceleri Hill House'da yapılacak işlerin tamamlanacağı ve sonunda evimize taşınacağımız
sanki mümkün değilmiş gibi görünüyordu. Mr. Nicholls'un ve benim yatak odalarımız ayrıydı,
bu onun önerdiği bir şeydi; şunu da söylemeliyim ki önceleri buna pek aldırmadım. Sonra bana
zengin insanların böyle yaptığmı söyledi, eğer istersem ben kendi odamı istediğim gibi
değiştirebilir ve boyatabilirdim, ayrıca burasını kendi oturma odam gibi de kullanabilirdim; bunu
biraz düşündükten sonra kendime ait bir yerin olması fikrini beğendim.
İlk aylarda iki insanın mutlu olabileceği kadar mutlu bir şekilde yaşadık ve Mr. Nicholls
evleneceksek bir tarih koymalıyız demeye başladı. O sırada beni geri durmaya zorlayan bir şey
vardı ve biraz da olsa, bütün bu olanlar hakkında kafamda şüpheler oluşuyordu.
Önceleri her şey yeni ve heyecan doluydu ve o kadar çok yapacak şey vardı ki düşünecek bir
dakikam bile olmuyordu. Sonra buraya taşındık ve ben de kendi evimin hanımı olmaktan
hoşlanıyor özellikle Mr. Nicholls iş seyahatlerine gittiğindeve çiftlikle ilgili bir şeyler
öğreniyordum; bu arada civcivlere bakmak gibi ufak tefek işler de yapmaktaydım. Ancak yavaş
yavaş, herkes gibi, biz de tekdüze bir yaşam sürmeye başladık; fakat benim açımdan olaylar
iyiden çok kötüydü.
İkimiz de sabahları daima çok erken kalkıyorduk, bu beni hiç rahatsız etmiyordu, çünkü
hayatım boyunca böyle yapmıştım, fakat sonra Mr. Nicholls bütün gün bir yerlere gidiyordu ve
ben de tıpkı konutta olduğu gibi aynı şeyleri yapmaya devam ediyordum fakat bu kez yabancılar
arasındaydım. Gerçekte gündüzleri kızlardan başka kimseyi görmüyordum, bazen de adamlardan
birini görüyordum; İngiltere'den geldiğim ve onların hanımları olduğum için bana yakın
davranmıyorlardı. Onlarla konuşmaya, onların yaşantılarını ve çevreyi elimden geldiğince
öğrenmeye çalıştım, mümkün olduğunca onlara dostça davrandım, fakat hiç işe yaramadı; bana
söylediklerinin yarısını anlamıyordum, onlar da beni anlamıyordu, aramızda daima bir duvar
vardı.
Kendimi giderek daha yalnız hissetmeye ve evimi özlemeye başladım. Ailemi ve Milly
Oldfıeld'i de hiç düşünmediğim kadar özlüyordum, hatta Haworth ve orada yaşayanlara çok daha
sevgi dolu hisler duymaya başladım. Hava da bana hiç yardımcı olmuyordu, zaten kış
mevsimlerinde hiçbir zaman mutlu olmazdım. Aslında burası yılın o mevsiminde Haworth'ta
olduğundan çok daha ılıktı, fakat durmadan yağmur yağıyordu, öyle ki tarlalar bataklığa
dönüyordu. Dışarı çıkamıyordum, çünkü her taraf çamurdu ve ben de güzel evimizdeki o yenilik
duygusunun giderek yok olduğunu, düşündüğümden çok daha erken görmeye başladım.
Bazen kasabaya Mr. Nicholls'un aldığı at arabasıyla gidiyorduk, fakat o herkesle konuşup
eğlenirken kimse benimle mecbur kalmadıkça konuşmuyordu ve sonunda kasabaya gitmekten
vazgeçtim. Mr. Nicholls'un ailesine gelince, onlar bana daima çok iyi davranıyorlardı,
kuzinleriyle de iyi geçiniyordum, fakat onlar benden çok daha iyi bir konumdaydılar ve oraya
birlikte gittiğimizde hiçbir zaman kendimi rahat hissetmiyordum, özellikle de evli olmadığımızı
düşündükçe; ancak evli bile olsak durumun pek fazla değişmeyeceğini görebiliyordum.
Kuzinlerinden bazıları bana onun Madam'la evlenmesi hakkındaki düşüncelerini söylediler ve
yanılıyor olabilirim ama benim evlenmem konusunda da çok farklı düşüneceklerini
sanmıyordum.
Artık İrlanda'da kalamayacağımı anladığım zaman 1862 yılının Noeli gelmekteydi. O sırada
artık dayanamayacağım kadar büyük bir özlem içindeydim ve Mr. Nicholls ile ailesinin beni
neşelendirmek için yaptıkları hiçbir şey kendimi daha iyi hissetmemi sağlayamadı.
Şimdi geriye dönüp baktığımda sanıyorum ki, bir şekilde, evime geri dönmemi ciddi olarak
kafama sokan kişi Mr. Nicholls'tu. Ağustos ayında Mr. Nicholls bir iş için İngiltere'ye gitti ve
daha sonra Haworth yakınlarında Oxenhope'ta yaşayan arkadaşı Mr. Grant'le bir süre kaldı. İkisi
birlikte birçok kez Haworth'a gitmişler; geri döndüğünde bana annemi gördüğünü söyledi, köyde
olup biten komik şeyleri anlatarak beni güldürdü ve tanıdığım insanların neler yaptığını anlattı.
Bütün bunlar tekrar evimi düşünmeye başlamama neden oldu. Noel yaklaşırken herkes kendini
bu havaya kaptırmıştı, ben ise ailemin yanında olma özlemi içindeydim; orada alışveriş eder ve
hediyeleri hazırlarken, arkadaşlarımla partilere ve danslara gittiğimizde ne güzel vakit
geçirdiğimi düşünüyordum. Hiçbir zaman o Noel'deki kadar mutsuz olduğumu hatırlamıyorum
ve orada olmaktan dolayı üzgündüm, fakat nasıl geri döneceğimi bilmiyordum; sonunda Mr.
Nicholls'la ciddi olarak konuşmaya ve eğer geri dönersem buna nasıl tepki göstereceğini
anlamaya karar verdim.
Onunla böyle bir konuşmayı isteyerek yapmıyordum, çünkü şunu da belirtmeliyim ki Mr.
Nicholls bana hep sevgi dolu davranıyordu, hatta çok ters olduğum ve ona iyi bir arkadaş
olmadığım zamanlarda bile bundan daha iyi davranamazdı; ancak şüpheci bir insan olarak onun
bu davranışının ne kadarının gerçek olduğunu sık sık düşünmüşümdür, yoksa bildiklerimden ve
Miss Anne'in güncesinin bende olmasından dolayı mı bana böyle davranıyordu? Üstelik hem
kendisi hem de ailesi onun kendi düzeyinin altında biriyle evlenmesini istemiyor olabilirdi; ben
de hiçbir şekilde onu incitmek istemezdim. Hayır, onu istemediği bir evliliğe zorlamayacak
kadar çok seviyordum ve elbette onun beni de Madam gibi görmesini ve sonumun da
Madam'ınki gibi olmasımistemezdim.
Her neyse, bir gece ona duygularımın büyük bir kısmını açıkladım, sonra oturup bana
söyleyeceklerini beklemeye başladım.
Benden kurtulacağı için memnun olacağı gibi bir his duyuyordum ve yüzünde mutluluk
işareti görebilir miyim diye ona dikkatle baktım, belki bu duygusunu saklamak için çok çaba
göstermiş olabilirdi, ama buna benzer hiçbir belirti göremedim; hatta diyebilirim ki tam tersine
üzülmüştü. Belki de o benim sandığımdan da iyi bir aktördü ya da bunlar gerçek duygularıydı,
fakat bu ikincisinin doğru olduğunu düşünmek beni mutlu ediyor. Gerçekten de üzgün
görünüyordu, bana uzun uzun bakarken ne denli hüzünlü olduğunu gördüm.
Sonunda bana, gitmemi istemediğini ve eğer gidersem çok mutsuz olacağını söyledi.
Sözlerine, ikimizin iyi geçindiğini ekledi ve benim yaşamımı daha mutlu kılabilmek için
yapabileceği herhangi bir şey olup olmadığını sordu. Örneğin, zaman zaman Haworth'a gitmeyi
ya da havalar düzelince kız kardeşlerimin veya Milly Oldfıeld'in yanımıza gelmesini ister miyim
diye sordu. Bütün bunları ve hatta bunların yanı sıra başka şeyleri de daha önce düşündüğümden
haberi yoktu; ben de bu söylediklerinin benim için yararlı olacağını düşünmüştüm, ama bunlar
benim asıl ihtiyaçlarımı karşılayamazdı. Ona bunları söyledim ve bir süre daha konuştuk,
sonunda benim samimi olduğumu anladı ve eğer geri dönmek istiyorsam beni engellemeyecek
kadar bunu yapabileceği haldeçok sevdiğini söyledi. Ancak bu konu üzerinde biraz daha
düşünmemi ve özellikle de havalar düzeldikten sonra belki fikrimi değiştirebileceğimi söyledi.
Eğer kararımdan vazgeçmezsem, ileride bir anlaşmaya varabileceğimizi ekledi. O sırada ne
demek istediğimi anlayamadım, fakat bunun üzerinde de durmadım, çünkü bir gecede yeteri
kadar derin konular konuşmuştuk.
Böylece aradan bir ay kadar geçmesini bekledim ve bu süre içinde Mr. Nicholls beni mutlu
edebilmek için elinden gelen her şeyi yaptı, fakat sonunda ona gitmek istediğimden emin
olduğumu söylediğim zaman, doğrusu haline çok üzüldüm. Yine çok mutsuz görünüyordu ve
gözlerinin yaşardığını gördüm, fakat bana verdiği söze sadık kalacağını ve beni isteğim dışında
bir şey yapmaya zorlamayacağını, ayrıca bana yardım etmek için elinden gelen her şeyi
yapacağını söyledi. Döndükten sonra nerede yaşayacağım ve ne yapacağım hakkında
konuşmamız gerektiğini, çünkü Haworth'a gidince tek başıma yaşamamın güç olabileceğini
söyledi; beni çaresizlik içinde görmek istemediğini, bu nedenle hiçbir zaman parasız kalmamamı
sağlayacağını sözlerine ekledi. Bu doğrultuda daha çok şey söyledi, fakat burada önemli olan bu
anlaşmadan ikimizin de hoşnut kalmasıydı.
Mr. Nicholls beni geçirmeye vapura kadar geldi ve bir geceliğine bir otelde kaldık. O gece
sevişirken ikimiz de içimizin derinliklerinde, bunun bizim için son kez olduğunu biliyorduk ve
bu benim hiçbir zaman unutamayacağım bir an oldu. O gece öylesine sevecen ve şehvet doluydu
ki, ertesi sabah içimin çekilmiş olduğunu hissettim. Ayrılma anımız geldiğinde ona sıkıca sarılıp
o kadar çok ağladım ki neredeyse fikrimi değiştirecektim, fakat artık her şey bunu
yapamayacağım bir aşamaya gelmişti.
Bundan sonra hatırladığım tek şey, Noel'de Haworth'a geri dönmüş olmamdı, fakat bu bana
beklediğim mutluluğu getirmedi. Sanki oradan hiç ayrılmamışım gibi her şey aynıydı, beni yine
uzaktan süzmelerin, birbirlerine dirsek vurmaların, bütün dedikodu ve alaylı sözlerin devam
ettiğini biliyordum.
Bardağı taşıran son damla ise birkaç hafta sonra annemin bana ne yapmayı planladığımı
sorması oldu, çünkü benim biraz param olduğunu ve ayrıca Mr. Nicholls'un da ben oradan
ayrılırken bena yeteri kadar para verdiğini bilmiyordu. Annem sürekli olarak bir an önce iş
bulmamı ve geçmişimi unutturacak bir yaşam tarzı benimsememi söyleyip duruyordu; öyle ki
ağzını her açtığında avaz avaz bağırmak istiyordum. Amcam da ondan aşağı kalmıyordu. O da
artık konuttaki eski işime tekrar giremeyeceğimi söyledi, çünkü Mr. Wade adındaki yeni adam
kendi hizmetçilerini birlikte getirmişti; sanki bundan rahatsız olacaktım, zaten o eve bir daha
girmeye tahammül edemezdim.
Her neyse olan olmuştu. Mr. Nicholls'u özlemeye başlamıştım bile ve gariptir ki İrlanda'yı
bile özlemiştim; bütün bunlar ve döndüğümde burada karşılaştığım sorunlar üzerine Haworth'tan
ayrılmaya karar verdim. Kız kardeşim Ann evlendikten sonra adı Arın Binns olmuştuve kocası
Ben Saltaire'de yaşıyordu; ona yazarak her şeyi düzene sokuncaya kadar onunla kalıp
kalamayacağımı sordum. Onunla hep iyi geçinirdik, beni kabul edeceklerinden emindim ve öyle
de oldu.
Evet uzun bir süre onunla kaldım; hem Ann hem de Ben bana çok iyi davrandılar, fakat
bütün bu süre boyunca bundan sonra ne yapacağımı düşünüp durdum, çünkü bu iyi niyetlerini
suiistimal etmek istemiyordum.
Benim istediğim Haworth'tan ve bütün dedikodulardan uzakta bir yerde çalışmaktı, fakat
tanımadığım kimselerle bir arada olmak da istemiyordum. Düşüncelerim karmakarışıktı ve bütün
bunlardan çok rahatsız olmaya başladım, fakat sonra her şey Milly Oldfıeld'den aldığım bu
mektupla çözümlendi.
Milly mektubunda yaşlı Dr. İngham’ın hizmetçisinin öldüğünü ve acilen onun yerini alacak
birine ihtiyacı olduğunu ve hemen aklına benim geldiğini yazıyordu.
Ben doktoru iyi tanıyordum, o da beni yeteri kadar tanıyordu ve beni yanına alacağından
oldukça emindim. Her şey bu kadar da değildi, onun oturduğu evi de biliyordum: Cook Gate
yakınındaki Dr. İngham Malikânesi. Buranın işleri konutunkilerden daha kolaydı, fakat tekrar
Haworth'a gitmek isteyip istemediğimden bir türlü emin olamıyordum. Ait olduğum yere
dönmek için içimde büyük bir özlem duyuyordum, fakat söylentilere tahammül edebilecek
miydim?
İki gün boyunca sürekli olarak bunu düşündüm ve uyuyamadım, fakat sonunda benim adıma
kararı veren Ann oldu. Ona rahatsızlıklarımı anlattıktan sonra, bunu bir denememi söyledi. Eğer
işten ya da başka şeylerden memnun kalmazsam, her zaman için orayı terk edebilirdim ve
kaybedeceğim hiçbir şey de olmazdı. Öte yandan, eğer memnun kalırsam bütün endişelerim sona
ermiş olacaktı.
Bu konuşma üzerine kararımı verdim. Hemen Dr. İngham'a yazdım ve iki gün sonra cevap
aldım. Hâlâ bir hizmetçiye gereksinim duyduğunu söylüyor ve en kısa zamanda kendisini
görmeye gitmemi rica ediyordu. Neyse, dediğini yaptım ve çok iyi anlaştık. Bir doktor olarak
onun hakkında hiçbir zaman iyi düşüncelerim olmamıştı, fakat o iyi bir insandı ve onun iyi bir
patron olacağmdan da emindim.
Bir hafta sonra oraya taşındım; her şey sorunsuz halloldu. Mr. Nicholls'a yazıp olanları
anlatınca, o da benim için çok memnun oldu. Yalnız bu kadar da değil, yazm gidip onu görmemi
istiyordu ve bu da her şeyin yolunda olduğunu gösteriyordu.
Benim için 1863 yılı oldukça iyi bir yıl oldu. Dr. Ingham Malikânesi'nde her şey yolundaydı,
daha da iyisi Mr. Nicholls İrlanda'ya gidebilmem için gerekli parayı yollamıştı. Vapur
yanaşırken o beni bekliyordu ve şunu itiraf etmeliyim ki onu orada her zamanki yakışıklılığıyla
görünce ona tekrar dönmeyi düşündüm. İnsanların ne düşüneceğine aldırmadan birbirimize
sarıldık ve öpüştük; gözlerimden mutluluk yaşlan akıyordu.
Bu hiçbir zaman unutamayacağım bir andı. Bütün çabalanmız sonunda Hill House artık bir
hayli düzene girmişti ve oradaki herkes beni tekrar görmekten çok mutlu görünüyordu.
Eski odam tıpkı bıraktığım gibiydi ve Mr. Nicholls her yana çiçekler koydurtmuştu, fakat
gerçeği söylemek gerekirse, bu odada fazla vakit geçinnedim. Gündüzleri daha çok dışanda
gezindik ve geceleri ise Mr. Nicholls'un geniş yatağında tıpkı eskiden olduğu gibi birbirimize
sarılarak yattık.
Başlangıçta onunlayken çok çekingen davranıyordum, çünkü uzun bir süredir onunla bu
şekilde birlikte olmamıştık. Ancak kısa bir süre sonra aynlmadan önceki gibi olduk, sanki
birbirimizden hiç ayrılmamışız gibi sevişiyorduk.
Bu dönem sonsuza dek sürmeyecek kadar güzeldi; tekrar Haworth'a gitmek üzere
hazırlanırken sanki oraya dün gelmiş gibiydim. Oradan ayrılmaktan korkuyordum, fakat orada
kalamayacağımı da biliyordum. Daha önceden olduğu gibi, Mr. Nicholls beni vapura kadar
geçirdi ve ayrılık anı geldiğinde sanki onu bir daha görmeyecekmişçesine sıkıca sarıldım.
Birbirimizi son olarak bir kez daha öptük ve vapura gitmek üzere arkamı dönerek yanından
aynldım, fakat o anda gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı, hiç arkama bakmadan iskeleye
doğru yürüdüm.
Vapur oradan ayrılmak üzereyken ben de kendimi sakinleştirerek güvertede parmaklıkların
arkasından ona el sallayabildim. O da bana yavaşça el sallarken sanıyorum üzgündü; limandan
çıkıncaya ve gözden kayboluncaya kadar onu seyrettim.
Yılın sonuna kadar Dr. Ingham Malikânesi'nde yaşam sessizce akıp gitti; kısa bir süre sonra
Noel ve yılbaşı geldi, böylece ben de ilkbaharın o kadar uzakta olmadığını düşünerek biraz
neşelenmeye başladım.
Bu arada sürekli olarak Mr. Nicholls'a yazıyordum, o da bana. Fakat mektuplarında her
zamanki gibi, benimle ilgili duygularından hiç söz etmiyordu ve bazen bunları kelimelerle ifade
etmekten korkuyor mu diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Bu beni rahatsız etmiyordu,
çünkü onun duygularını biliyordum ve ertesi yaz onu tekrar görecek olmanın heyecanı
içindeydim.
Kısacası her şey çok iyi gitmekteydi, ta ki bir gün ondan aldığım bir mektupla bütün
yaşamım değişene dek; o gün benim en kötü günlerimden biriydi.
Mektubunda beni daima seveceğini ve bana bakacağını yazıyordu, fakat yanında bir kadın
olmadan yaşamasının, benim de çok iyi bildiğim gibi doğasına aykırı olduğunu ve kuzini Mary
Bell'le onunla tanışmıştım ve çok iyi anlaşmıştıkevleneceğini söylüyordu. Benim bunu anlayışla
karşılayacağımı ve düğününe gelebileceğimi umuyordu bunun için bana fazladan para
yollayacaktı.
Elbette ki onun duygularını anlayabiliyordum ben de aynı duygular içindeydim, çünkü bir
insanın sevgisiz yaşaması doğasına uygun değildiama ne olursa olsun bu benim için kara bir
gündü. Bütün gün durup durup ağladım ve sonunda eğer beni isterse ona geri dönmeye karar
verdim; fakat bunun olamayacağını biliyordum. Ancak emin olduğum bir şey vardı, bu da
düğüne gitmeyeceğimdi çünkü buna dayanamazdımzaten böyle bir şey Mary'ye haksızlık olurdu.
Sonunda ona yazarak durumunu anladığımı söyledim, kendisine ve müstakbel karısına en iyi
dileklerimi yolladım. Sonra düğüne gitmeme konusundaki duygularımı kendisinin de
anlayacağmı umduğumu söyleyerek benim için bir bahane bulmasmı istedim.
Onun evleneceği gün ben de Haworth Kilisesi'ne gittim ve tam o sıralarda İrlanda'da neler
olduğunu düşünmeye başladım. Oturduğum yerden biraz ileride yatan Madam'ın bunlar hakkında
neler düşündüğünü merak ettim. Onu ilk gördüğüm andan bugüne kadar gelişen olayları
düşündüm ve işte sanıyorum tam o sırada bütün bunları yazma fikri doğdu ancak bunları şimdiye
kadar hiç yazmadım.
O zamandan sonra benim için hiçbir şey eskisi gibi olmadı ve sanıyorum 1864 yılının
sonunda yakalandığım hastalıklar yaşadıklarımın bir sonucuydu.
Bugüne dek neyim olduğunu anlamış değilim, fakat çok zayıftım ve hiçbir iş
yapamıyordum. Dr. Ingham da bana pek yardımcı olamadı. O çok iyi biriydi ve birtakım ilaçlarla
beni uyutmaya çalışıyordu, fakat beni neyin iyileştireceğini bilmediğini görebiliyordum; ben de
zaten daha iyiye gitmiyordum. Bu beni çok rahatsız ediyordu, hasta olmak bir yana, hiçbir şey
yapamamak çok kötüydü: yalnızca yatağımda yatıyor ve bakılıyordum.
Sonunda Dr. İngham'a, annemin ve amcamın yanına, eve gidersem daha iyi olacağını
düşündüğümü söyledim, böylece ona ve diğer hizmetçilere yük olmazdım, hem belki de bu
değişiklik bana yarardı.
Şunu söylemeliyim ki, bu kararım onu kafasındaki endişelerden kurtarmış oldu ve elbette
hemen kabul etti. Anneme durumu açıkladı ve beni de Zangoç Evi'ne bir arabayla yolladı beni o
kadar sımsıkı sarmalamıştı ki nefes bile alamıyordum.
Elbette ki oradan uzun süre ayrı kalırsam işimi kaybedeceğimden dolayı üzgündüm, fakat
Dr. İngham ben iyileşinceye kadar kendisini idare edebileceğini söyleyerek beni rahatlattı.
Doktor beni devamlı görmeye geldi, fakat onun getirdiği ilaçlardan hiçbirini almadım.
Bunun yerine annemin çorbalarını içip yemeklerini yedim ve onun bakımıyla kendimi yavaş
yavaş daha iyi hissetmeye başladım; şubat ayında Dr. ingham Malikânesi'ne tekrar dönebildim.
Bu dönemde Mr. Nicholls'a yazmaya devam ettim annemin kızmasına karşın, çünkü anneme
göre, o beni yoldan çıkarmış ve sonunda başından atmıştı; böylece o da başıma gelenleri öğrendi,
işime geri dönmeme de çok memnun olmuştu.
Yılın sonuna doğru annem hastalandı. Dr. İngham ve başkaları ne yaparlarsa yapsınlar hiç
iyileşmiyordu. Annem için çok endişeleniyordum, çünkü evde ona sürekli olarak bakabilecek
kimse yoktu; sonunda eve dönüp ona bakmak için doktordan izin aldım.
Dr. İngham bana yine çok iyi davrandı. Kendisinin de annem için endişelendiğini ve yanında
birisinin kalmasının iyi olacağını söyledi.
Evet, üzülerek söylüyorum ki ne ben ne de bir başkası onu yaşatabilmek için hiçbir şey
yapamadık ve annem 1866 yılında öldü. Elbette ki onun ölümü beni çok sarstı, özellikle de
hastalığını belki de benden kapmış olabileceğini düşünerek daha çok üzülüyordum, fakat şunu da
belirtmeliyim ki Mr. Nicholls çok duyarlı davrandı. Banagher'a gitmem için bana para yolladı ve
Hill House'da onunla ve karısıyla birlikte kaldım.
Önceleri bunun çok huzursuzluk verici bir ziyaret olacağını düşünmüştüm Mr. Nicholls'la
aramda geçenlerden ve Mary'nin de bu konuda bazı fikirleri olduğunu düşündüğümden dolayı
fakat birlikte çok iyi vakit geçirdik. Bu, daha sonra tekrarlanan birçok ziyaretin ilki olmuştu.
Dr. İngham Malikânesi'nde çalışmaya devam ettim, fakat yine hep hastaydım. Mr. Nicholls'a
göre bunun nedeni Haworth'un soğuk ve rutubetli olmasıydı. Ben o sıralarda kırk yaşmdaydım
ve zaman zaman kendimi çok bitkin hissediyordum, artık eskisi gibi değildim; sonunda
çalışmaktan vazgeçtim.
Her zaman olduğu gibi, Mr. Nicholls o sırada da bana çok anlayışlı davrandı. Yeterli param
olup olmadığını hep bilmek istedi ve istediğim zaman İrlanda'ya gelebileceğimi söyledi. Hatta
bir keresinde Hill House'da, bir hizmetçi olarak değil de, kendi evim gibi kalabileceğimi söyledi;
fakat böyle bir şey yapamazdım. Bunu yerine sırayla kendi akrabalarımda daha çok da kız
kardeşlerimlekaldım.
Ancak bir süre sonra artık başkalarına yük olmaya devam edemeyeceğime karar verdim ve
kendime ait bir evim olsun istedim. Bu düşüncemi yalnızca Mr. Nicholls'a açtım ve o da benimle
aynı fikirde olduğunu söyledi. Kiralamak üzere beğendiğim bir yer bulmamı istedi, kendisi
gerekeni yapacaktı.
Haworth'ta birçok yere baktım, sonunda Stubbing Yolu üzerindeki bu küçük kulübeye
gönlümü kaptırdım ve 1877 yılında buraya taşındım. Mr. Nicholls'un benim bu seçimimden pek
hoşnut kaldığı söylenemez, tek başıma yaşamamdan da öyle, fakat burası benim için uygundu ve
burada mutluydum. Bir şeyin onu güldürdüğünü biliyorum: bir saçmalık yaparak buraya "Bell
Kulübesi" adını vermiştim, bu beni çoğu zaman gülümsetiyor. Köylülerden birçoğu bu adın ne
olduğunu çözemiyorlar. Bana sık sık bunu soruyorlar, ben de,yalnızca gülümsüyorum. Bunu
çözebilenler için, bu ad zaten olmam gereken yerden daha iyi bir yerde olmadığımı gösteriyor;
bu da onlara yeter.
Geriye söyleyecek pek az şey kaldı. Mr. Nicholls bana hâlâ yazıyor, ben de ona; ayrıca rahat
ve çalışmak zorunda kalmadan yaşayabileceğim kadar param olmasını sağlıyor. Yalnızca
bununla da kalmıyor, beni İrlanda'ya davet ediyor ve gitmeye karar verdiğim zaman bana para
gönderiyor. Bu seyahatlerden zevk alıyorum, fakat her yıl gitmiyorum. Mary ve ben çok iyi
anlaşıyoruz ve artık onunla kardeş gibiyiz. Mr. Nicholls'u hâlâ kendime göre sessizce sevmeye
devam ediyorum, fakat her ikimiz de olayların bu şekilde sonuçlanmasından memnunuz ve onun
durumunun düzelmesinden dolayı memnunum. Ben oradan ayrıldıktan sonra Mr. Nicholls iki
çiftlik daha aldı ve neredeyse zengin olma yolunda; bana söylediğine göre yalnızca bunlardan
değil, Brontelerin yazdıklarından ve ufak tefek bazı şeylerden de para gelmekte. Ona bunları bir
an bile çok görmüyorum, çünkü söylediğim gibi, o bana iyi bakıyor.
Bana gelince, mütevazı hayatımdan oldukça memnunum, hatta Keighley'den bir centilmenle
de arkadaşlık ediyorum ve onu arada bir görüyorum, fakat onu hiçbir zaman Mr. Nicholls'a
beslediğim duygularla sevemem. O bazen evlenmekten söz ediyor, fakat ona hiç
evlenmeyeceğimi açıkça anlattım. Mr. Nicholls beni başka erkeklerle olamayacağım kadar
şımarttı ve zaten artık bir başkasıyla yaşayamam, çünkü kendi düzenimi kurdum.
Her neyse, bunları burada bırakalım, çünkü başlangıçta bunları yazmaktaki amacımın dışına
çıkmış olurum. Ben sizlere Brontelerin gerçekte nasıl yaşadıklarını ve nasıl öldüklerini anlattım
ve böyle yapmakla yıllarca içimde biriken büyük yükten biraz kurtulmuş oldum; ancak bu
olaylardaki payımdan hiç gurur duymuyorum ve sık sık af dileyerek dua ediyorum.
Daha önce Mr. Coutts'a da söylediğim gibi, Mr. Nicholls'a hiçbir şekilde bir zararım
dokunsun istemiyorum ve bu nedenle, eğer mümkünse, her ikimiz ölünceye ve Tann'yla
barışıncaya kadar bu yazdıklarımın bilinmesini istemiyorum. Bundan sonra Mr. Coutts ya da
ondan sonra gelenler bunları kendi istekleri doğrultusunda ve istedikleri gibi kullanabilirler.
(İmza) Martha Brown
Söylediklerimin tamamının gerçek olduğuna yemin ederim ve Palmer Binası, Conduit
Caddesi, Keighley, West Riding of Yorkshire adresindeki Coutts ve Heppelthwaite Hukuk
Müşavirliği şirketinden Mr. James Coutts ile bu şirketin üyeleri olmak koşuluyla onun
mirasçılarına, hem benim yazdıklarımı hem de Miss Anne Bronte tarafından yazıldığını
söylediğim yazıların tamamını, kendisi veya onun mirasçılarının uygun göreceği kimseler
tarafından kullanması için tam yetki veriyorum, ancak bunu benim ve Hill House, Banagher,
King's, İrlanda adresinde yaşayan Mr. Arthur Bell Nicholls'un ölümünden sonra
yapabileceklerdir.
Bin sekiz yüz yetmiş sekiz yılında, ocak ayının sekizinci günü olan bugün imzalanmıştır.
Martha Brown
Martha Brown tarafından önümüzde imzalanan bu belgeye bizler de tanıklar olarak adımızı
yazıyoruz.
James Coutts Hukuk Müşaviri,
Mere House, Midhope Caddesi, Keighley, West Yorkshire
Edmund Beasley Hukuk Müşavirliği Sekreteri,
21, Cottage Yolu, Keighley, West Yorkshire
[CC] Nicholls'un bir başka ingiliz kadınla birlikte gelmesi irlanda'da oldukça büyük bir
karışıklığa neden olmuştur sanıyorum ve her ne kadar Nicholls makul biri olarak kabul edilse ve
bu konuyla ilgili makul bir hikâyesi olsa da, birçok insan onun ingiltere gibi uzak bir yerden
yanında bir "hizmetçiyi" niçin getirdiğini merak etmiş olmalıdır. Ancak Nicholls'u çok mutlu
eden şey, uzun bir süreden sonra, sonunda papazlığı bırakmış olmasıydı; yıllardır yapmak
istediği bir şeydi bu. Artık bir iş kurmak için yeteri kadar parası vardı ve işte o da bunu yaptı.
Martha'nın da bize dediği gibi, bir çiftlik alarak onunla birlikte Hill House adlı eve taşındı.
Burada olaylar yatıştıktan sonra, bütün dikkatini Martha'nın çıkarabileceği problemlerle
uğraşmaya verdi.
Sanıyorum ilk başta Nicholls onu da öldürmeyi düşünmüş olmalı, fakat öyle olsa bile kısa
sürede bunun o kadar da iyi bir plan olmadığını anlamış olmalıdır. Sağlıklı bir hizmetçi kızı
öldürmek, hastalıklı Brontelerden kurtulmak kadar kolay olmayabilirdi, zaten ona karşı hâlâ çok
güçlü bir sevgi duyuyordu. Böylece yavaş yavaş karar vermek zorunda kaldı; ne olursa olsun
ikisi birlikte karar vermiş gibi görünmeliydi. Mutlu bir Martha, güvenilecek bir Martha olurdu
fakat bunun için tam olarak ne yapılması gerektiğine karar veremedi.
Nicholls, zaman içerisinde hiçbir sorun çıkmadığını gördü. Martha, Nicholls'un kendisiyle
isteyerek evlenmeyeceği gerçeğini o kendisine ne söylerse söylesin anlamıştı ve kendisi de onu
zorlayarak sonunda Charlotte'ın kaderini paylaşma riskine girmek istemedi. Zaten çaresiz ve
mutsuzdu; kendisine tamamen yabancı olan bir çevrede evini özlüyordu ve kendi çevresinden
insanlarla birlikte olma özlemi içindeydi. Kendisinin de söylediği gibi, oldukça kısa bir süre
içinde para konusunda Nicholls'la karşılıklı dostça bir anlaşma yaptılar ve sonunda o da
Haworth'a ve ailesinin yanına gidebilecek cesareti topladı.
Nicholls için bu en ideal çözümdü. Martha'nın gidişine çok sevindi ve Martha yanından
çekip gittikten sonra, yıllardır büyük bir istekle beklediği bir başka özlemini yerine getirmek için
hiç zaman yitirmedi. Mary Bell'le flört ederek onunla evlendi; balayında buraya geldiklerinde
Charlotte'ın "çarpıcı güzellikte" dediği kuzinlerinden biriydi.
Hayatının geri kalan kısmında Nicholls sessiz, gösterişsiz bir yaşam sürdü ve göz önünde
olmaktan korkmaya devam etti. Sessizliğini yalnızca ilk karısı hakkında İngiltere'ye birkaç
mektup yazarak bozdu.
Ancak okurlar, Martha'ın söylediği gibi, Nicholls'un onunla mektuplaşmaya devam etmesine
şaşırmayacaklardır. Ayrıca Martha'nın Nicholls ile karısını düzenli bir biçimde, hem de uzun
süreli ziyaret etmesi konusunda da pek hazırlıksız olmayacaklardır, ancak bu konuda Mary'nin
neler hissettiğinden hiç söz edilmiyor!
Bu uygunsuz durum hakkında kimsenin bir şey söylememiş olmasına çok şaşırdım. Nicholls
başka hiç kimseye düzenli olarak yazmıyordu, o zaman eski bir hizmetçiye niçin yazmaktaydı?
Kimse onu sık sık ziyaret etmiyordu, o zaman niçin Martha geliyordu ve onun bu gezilerinde
masraflarını kim karşılıyordu? Aile elbette ki bu soruların yanıtlarını biliyordu ve Martha'ya da
teşekkür borçluyuz ki, şimdi bunları biz de biliyoruz.
Herkesin tahmin edebileceği gibi, Nicholls'un bütün bağlarını kopardığı insanlardan biri de
Ellen Nussey'ydi, fakat bu Ellen'ı rahatsız etmedi, oysa onun kafasında da para fikri vardı.
Charlotte'ın ölümünden sonraki yıllarda, o da oraya buraya koşturmuş ve eski dostu Charlotte'ın
arkadaşlığından ve ondan aldığı mektuplardan para kazanmaya çalışmıştı.
Ellen önce George Smith'e Charlotte'ın mektuplarını yayımlamayı önerdi, fakat aldığı yanıt
şöyleydi: "Bu mektupları yayımlama hakkı (o mektupların telif hakkı) Mr. Nicholls'a aittir, size
değil. Bu mektupların sahibi sizsiniz ve Mr. Nicholls bunları sizden alamaz, fakat onun izni
olmadan siz bu mektupları bastıramazsınız." Ayrıca böyle bir iznin alınmasının da kolay
olmadığını ekledi!
Bir ay sonra Ellen tekrar yazdı: "Bende öyle mektuplar var ki, onun (Mr. Nicholls) yerinde
kim olsa bunları elde etmek için neredeyse bir servet öder." Sonra şöyle devam etti: "Eğer bunu
yapmanın doğru olduğunu düşünüyorsanız, ona bir ipucu verir ve fazla bir gücü olmadığını
söylersiniz..." Ancak George Smith şantaj işlerine girmiyordu ve bunlan duymak bile istemedi.
Zaten Charlotte'ın peşinden yeteri kadar koşmuştu ve aynı yanlışı onun arkadaşıyla da yapmaya
niyeti yoktu. Bu bir yana, Nicholls'u da karşısına almak istemiyordu, çünkü Brontelerin
yazdıklarının çoğu ondaydı, bunların içinde el yazısıyla yazılmış metinler ve mektuplar vardı;
eğer bunlardan para kazanılacaksa, bunu George Smith kazanmak istiyordu.
Acaba Ellen neyi ima ediyordu? "Bazı mektuplar" dediği neler vardı, anlaşılan bu mektuplar
o kadar tehlikeliydi ki Ellen, Nicholls'un bunlan engellemek için "neredeyse bir servet"
ödeyebileceğini düşünüyordu. Ellen'ın bu sözleri Nicholls'a iletilseydi, onun nasıl tepki
göstereceğini görmek ilginç olurdu, fakat Smith bunları yazmayacaktı ve Ellen da yazmadı.
Ellen, Nicholls'a atıfta bulunarak Smith'e şunlan söyledi: "Mr. Nicholls'un bana yazdığı notlar
Mr. B. ölene kadar giderek daha kaba olmaya başlamıştı, ondan sonra da artık ona hiç
yazmadım."
Nicholls iyi ki bütün bunların farkında değildi; köyde yaşayan bir centilmen ve çiftçi olarak
yaşamını sürdürdü. Bu arada onun konuttan getirdiği elyazması metinler, kitaplar, mektuplar ve
diğer belgeler otuz yılı aşkın bir süre Hill House'daki dolaplarda hiç dokunulmadan kaldı.
Evin duvarlannda üç kız kardeşin çizdiği resimler ile Charlotte Bronte'nin George Richmond
tarafından yapılan portresi duruyordu. Ancak Nicholls'un en çok değer verdiği Emily'nin ünlü
profilden portresiydi ve bu resim o on yedi yaşındayken Branwell tarafından yapılmıştı.
Orijinalinde bu resim üç kız kardeşin bir arada olduğu bir grup resmiydi; fakat Nicholls,
Charlotte ve Anne'i kesip çıkartarak resmi bozmuştu. Nicholls'un yalnızca bu hareketi bile
sanıyorum onun gerçek duygularını göstermektedir.
Martha Brown Haworth'ta 19 ocak 1880 tarihinde öldü. O sırada elli iki yaşındaydı.
Haworth Kilisesi'nin bahçesinde, Tabitha Aykroyd'un yanına gömüldü.
Martha'nın öyküsünü bilmeyen ve ona basit bir hizmetçi olarak bakan bazı kimselere
şaşırtıcı gelen, onun bir vasiyetname bırakmış olmasıdır. Bu vasiyetname 13 nisan 1875 tarihini
taşır; vasiyetname Martha, Nicholls'u ziyarete gittiği zaman Hill House'da yazılmış ve Nicholls
ile karısı buna tanık olmuşlardır. Bu vasiyetnamede Saltaire, Yorkshire'da yaşayan yeğeni Ellen
Binns'e 20 pound bırakmış, kalan mallarının eşit olarak beş kız kardeşi Ann, Eliza, Tabitha,
Mary ve Hannahya da onların çocukları arasında bölünmesini istemiştir. Vasiyetini iki kız
kardeşinin kocaları Saltaire'den Benjamin Binns ve Haworth'tan Robert Ratcliffeyerine
getirmiştir. Onun ölümünden on yedi gün sonra, 5 şubat 1880 tarihinde vasiyet onaylanarak
yerine getirilmiştir.
İrlanda'dan dönüşünden sonra Martha, yıllar boyunca şu ya da bu şekilde konuttan kendisi
için aldığı yüzlerce makaleden bazılarını satmıştır. Ancak Brontelerin romanları, resim ve
çizimleri, mektupları ve giysileri kız kardeşlerine kalmış ve onlar da bunları koleksiyonculara
satmışlardır.
Martha'nın ölümüyle Nicholls'un konutla son bağları da kopmuştur ve eski sevgilisinin ölüm
haberini aldıktan sonra, şüphe yok ki, birçok gece oturup 1845 yılından o güne kadar
yaşadıklarım düşünmüştür. Onun bütün olanları düşünürken tebessüm ettiğini görür gibiyim.
Başından çok sıkıcı olaylar geçmişti, çok endişelendiği zamanlar olmuştu, fakat bütün bu süre
boyunca keyifli anlar da geçirmişti. Bir bütün olarak düşünülürse iyi bir yaşamı olmuştu.
Arthur Bell Nicholls yaklaşık seksen sekiz yaşma kadar yaşadı ve 3 aralık 1906 yılında öldü.
Bronte efsanesi de sona erdi.
Son Söz

Ve ağzımda bal gibi tatlı idi; ve onu yediğim zaman karnım acı oldu.
Vahiy 10:10

Bu kitabı yazmayı düşünürken ve yazarken, Nicholls'un ne tür bir zehir veya zehirler
kullandığını sık sık düşünmüşümdür.
Branwell'in olayında akla kolayca gelen ilk şey bunun afyon tentürü olabileceğiydi, fakat
diğer zehirler ne olabilirdi?
Brontelerin ölümleri ile "George Chapman" vakasındaki ölümlerin benzerlikleri doğrusu
beni epeyi şaşırttı. Bu olayı bilmeyenler için gerçekleri açıkça anlatayım.
Severin Klosowski, diğer adı George Chapman hâlâ birçok kimse tarafından Karındeşen
Jack olduğu kabul edilmektedir Londralı bir meyhaneciydi ve üç kadını zehirleyerek öldürmüştü.
Bunlardan birincisi Mrs. Mary Isabella Spink'ti. Kocasından ayrı yaşıyordu ve Chapman'la
bundan sonra ondan bu şekilde söz edeceğimkarıkoca hayatı yaşıyorlardı. Mrs. Spink'in sık sık
içki içtiği dönemler dışında yaşamı boyunca sağlığı çok iyiydi, Chapman, Londra Kent Yolu
dışında Bartholomew Meydanı'nda Prince of Wales Tavernası'nı kiraladığı ana kadar da öyle
devam etti. Orada geçirdiği birkaç ay sonunda Mrs. Spink'in sağlığı tamamen bozuldu, sürekli
karın ağrıları ve kusma belirtileriyle hastalık ilerledi. Dr. Rogers adlı bir doktor ona bakmak
üzere eve çağrılmıştı, fakat Mrs. Spink zayıflamaya devam ederek 1897 yılının Noel gecesi öldü.
Dr. Rogers ölüm nedenini "ftizi" olarak onaylamıştı Charlotte'ta olduğu gibi!
Doktor daha sonra Mrs. Spink'in aşın zayıflığından etkilendiğini söylemiş, fakat bu
zayıflamanın nedenini bulmaya çalışmamıştır.
İkinci kurban Elizabeth Taylor'dı ve onun da Chapman'ın karısı olduğu ileri sürülmüştür. İyi
bir bisikletçi olan Taylor da sağlıklı biriydi; aradan bir süre geçtikten sonra zayıflamaya ve
erimeye başlamıştı. Kendisine birçok doktor baktığı halde, hastalık belirtilerine hiçbir tanı
koyulamadı. Aslında Taylor, Dr. Stoker tarafından tedavi ediliyordu ve hasta biraz iyileşmeye
başlayınca doktor rahatlayarak hemşirenin işine son verdi. Ancak bundan iki gün sonra
Elizabeth'in ölmekte olduğunu görerek şaşkına döndü.
Taylor 13 şubat 1901 tarihinde yaşamını yitirdi. Dr. Stoker, "ishal ve kusmadan dolayı aşırı
zayıflama" sonucu öldüğünü, fakat nedenini bilmediğini belirtmişti. Mrs. Spink'te olduğu gibi,
ona da otopsi yapılmamıştı.
Bu olayın da Charlotte'ınkine benzer yanları vardır. Nicholls, Ellen Nussey'ye Charlotte'ın
aşırı zayıflayarak öldüğünü söylemiştir ve hatırlanacağı gibi Charlotte da ona kanla karışık
kustuğunu yazmıştı.
Chapman’ın üçüncü kurbanı Maud Marsh'tı. O sırada Chapman, Union Caddesi, Borough
adresindeki Monument Tavernası'nı kiralamıştı ve Maud barda çalışacak kız arandığı ilanı
üzerine oraya başvurmuştu. Kısa bir süre sonra kankoca gibi yaşamaya başladılar.
Kısa bir süre sonra Maud'da kusma, ishal, katın ağrıları ve başka sıkıntılar baş gösterdi.
Hatta o kadar ağırlaştı ki yakınlarındaki Guy's Hastanesi'ne yattı; onun hastalığından herkes
şaşkına dönmüştü ve herkes buna ayrı bir tanı koydu. Kanser başlangıcı, iç romatizma, ağır
hazımsızlık (Mr. Bronte'nin son durumunu hatırlatıyor) hastalığın nedeni olarak düşünüldü.
Ancak uygulanan tedavi etkili oldu ki, hasta evine gönderildi. Ancak sonradan anlaşıldı ki Maud,
Chapman'ın pençesinden kurtulduktan sonra iyileşebilmişti.
Maud, Monument Tavernası'na döndükten sonra aynı belirtiler başladı, fakat Chapman onun
tekrar Guy's Hastanesi'ne gitmesini istemedi ve bunun üzerine dostumuz Dr. Stoker eve çağrıldı.
Doktor, Chapman'ın kendisine o kadar çabuk yeni bir "kadın" bulmasına, hatta onun da bir yıl
önce ölen karısıyla aynı hastalık belirtileri göstermesine hiç şaşırmamıştı.
Chapman bundan sonra bu tavernayı terk etti ve yine Union Caddesi'ndeki Crown
Tavernası'nı kiraladı. Dr. Stoker, Maud'u ziyaretlerine devam etti, fakat doktorun tedavisi etkili
olmadı ve hasta sıvı şeylerden başka bir şey alamayınca süratle kötüleşti.
Bir defasında Chapman, Maud için konyak ve sodayı karıştırarak bir içki hazırladı, fakat
Maud çok hastaydı ve içkinin çoğunu bıraktı. Kalan içkiden hem annesi hem de hemşire biraz
içti ve kısa bir süre sonra her ikisinde de kusma ve ishal belirtileri başladı, fakat doktor da dahil
kimse bu kötü oyunu fark edemedi.
Daha sonra kurbanın anne ve babası bundan şüphelenmişler ve kendi pratisyen hekimleri
olan Dr. Grapel'a danışmışlardı. Doktor önce Maud'un "ptomain" diye bilinen azotlu bir
bileşimden zehirlendiğini düşündü. Evine dönerken yolda bunun arsenik olduğuna karar verdi,
fakat ancak hastanın ölümünden sonra Dr. Stoker'a bir telgraf çekerek bu zehri araştırmasını
istedi. Daha sonra olaylar şöyle gelişti: bu garip hastalığa tanı koyma konusunda doğru yolda
olan Dr. Grapel’ın ziyaretinden sonra Chapman korktu. Bunun üzerine Maud'a çok daha fazla
dozda zehir verdi ve bu da 22 ekim 1902 tarihinde Maud'un ani ölümüne neden oldu.
Dr. Grapel o telgrafı çekmemiş olsaydı, eminim ki iyi kalpli Dr. Stoker ölüm nedeni olarak
"verem", "zafiyet" veya "bitkinlik" ve hatta "gözlerinin önünde lekeler görme"gibi
rahatsızlıklardan birini ölüm nedeni sayacaktı. Oysa bu durumda o bile sorgulamaya başladı.
Ölüm belgesini imzalamayı reddetti ve resmî bir otopsi istedi. Önceleri bu beklenmedik ölüm
sonucunda hiçbir şey açıklanmadı, fakat iç organların analiz edilmesi üzerine arsenik bulunduğu
görüldü.
Sonra resmî otopsi raporu tamamlandı. Bir kez daha organlar incelenmiş, fakat bu kez çok
miktarda antimon tespit edilmişti. Arsenik vardı, ama antimona karışmış olarak.
Sonunda Spink ve Taylor’ın cesetleri mezarlarından çıkarıldı. Spink, Leytonstone'daki
Roma Katolik Mezarlığı'na "Mary Chapman" adıyla gömülmüştü bu da Chapman'la ilgili diğer
şüpheler göz önüne alınırsa bir rastlantı sayılabilirve mezarı Karmdeşen
Jack'in kurbanlarından biri olan Mary Kelly'nin cesedinin yakınında bulunuyordu.
Chapman'ın "karılarının" cesetlerinde büyük oranlarda antimon bulundu; fakat herkesi
şaşırtan şey ise zehrin verildiği kimselerin cesetlerinin çok iyi korunmuş olduğuydu.
Maud Marsh'ın anne ve babası olmasaydı, Chapman da tıpkı Nicholls gibi yakalanmaktan
kurtulacaktı. Chapman'ın kurbanlarına bakan doktordan hiçbiri onlara yardımcı olamamıştı. O
zaman Brontelerin ne şansı olabilirdi ki?
Chapman 7 nisan 1903 tarihinde idam edildi. Nicholls bundan yaklaşık üç yıldan fazla bir
zaman sonra öldü. Onun Chapman'ın dava tutanaklarını okuduğunu düşünmek hoşuma gidiyor.
Eğer okuduysa, şüphesiz ki ona büyük sempati beslemiş olmalıdır: "Orada, fakat Tanrı'nın
lütfü..."
Antimon birçok katil tarafından kullanılan bir zehirdi; 1856 yılında idam edilen "Rugeley
zehircisi" William Palmer da bunu kullananlardan biriydi. Bu olay Charlotte'ın ölümünden
yalnızca bir yıl sonra olmuştu ve şüphesiz Nicholls'un bundan dolayı sinirleri bozulmuş
olmalıdır.
Bu zehir aynı zamanda katil doktorlar tarafından da tercih edilirdi. Mr. Bronte Tanrısının
yanına vasıl olduktan dört yıl sonra, 1865 yılında, Dr. Edward William Pritchard karısını,
kayınvalidesini ve bir ihtimalle hizmetçi bir kadını antimon kullanarak öldürmekten dolayı
asılmıştı. Onun kurbanları da Chapman'ın kurbanları ve Bronte kardeşler gibi ortak hastalık
belirtileri göstermişti.
Maud Marsh’ın ağzında ve boğazında "yanmadan" şikâyet ettiğini okuduğum zaman
özellikle ilgilendim. Hemşirenin belirttiğine göre, doktor Maud'un boğazını inceledikten sonra
"kuruluk" gördüğünü söylemiştir. Bu da beni gerilere götürdü; 1852 yılında Charlotte ağzından
ve dilinden şikâyet etmiş ve bunun üzerine doktor da, ona verdiği ilaçlara atıfta bulunarak
"bugüne kadar meslek hayatında aynı dozda verdiği bu ilaçların kimsede kadın, erkek ya da
çocukbu etkiyi göstermediğini" söylemişti. Doktor bunun nedenini kanıtlamaya da hiç gerek
görmemiştir.
Bir başka doktor, Dr. Targett, Maud Marsh'ı on beş gün Guy's Hastanesi'nde gözlem altında
tutmuş ve onu neyin hasta ettiği konusunda değişik fikirler öne sürmüştür. Yazdığı raporda
karınzarı iltihabından şüphelendiğini belirtmişti. Hastaneden ayrılmadan önce hastanın verem
olduğunu düşünmüştü. Bu duruma yol açacak hiçbir zehir aklından geçmemişti. Aslında
hastalığın ne olabileceği konusunda doktorun hiçbir fikri olmamıştı; Bronte kardeşlerin
ölümleriyle ilgili olarak da hiçbir doktorun fikri olmamıştır.
Antimon, Victoria Dönemi'nde değişik nedenlerle çok popüler bir zehirdi. Bu zehir renksiz,
kokusuz, hemen hemen hiç tadı olmayan ve suda kolayca eriyen bir maddeydi. Üstelik oldukça
ucuzdu ve XIX. yüzyılın sonlarında bir onsu iki peniye (bugünün değeriyle yaklaşık 33 peni)
satılıyordu ve şu da unutulmamalı ki iki zerresi bir insanı öldürebilirdi. Bu zehri Nicholls bile
satın alabilmişti! Antimon zehirlenmesinin temel belirtileri mide ve bağırsak iltihaplanmasını
andırır ve o günlerde bu tür zehirlenmelere konan tanı da böyle olurdu.
Belirtilerden bir tanesi hastanın müthiş bir susuzluk hissetmesiydi ve söylendiğine göre
Emily bundan sık sık şikâyet ederdi. Antimonun hem tahriş edici hem de yatıştırıcı bir etkisi
vardır. Az miktarda antimon deri üzerine konulduğunda ciltte sivilcelere neden olur; bu sivilceler
Charlotte'ın ağzında ve Maud Marsh'ın boğazında görülmüştü. Antimonun boğazı tahriş ettiği
kesin olarak bilinir, Branwell ve Emily'de görüldüğü gibi sürekli olarak öksürtür.
Böylece genel olarak denebilir ki, Nicholls'un kullandığı temel zehir antimondu. Ancak,
özellikle Branwell'de Nicholls antimon dahil başka zehirlerden oluşan bir karışım kullanmıştır
Palmer da aynen böyle yapmıştı.
Şurası kesin ki, Brontelerin gerçek ölüm nedenlerini bizler hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Martha Brown’ın da yardımıyla, Bronte kardeşlerin resmî ölüm raporlarında belirtilen ölüm
nedenlerine şüpheyle bakılmasına yetecek kadar deül sunduğumu umarım. Tam bir tanı elde
etmek, ancak mezarlardan cesetlerin çıkarılması ve iç organların incelenmesiyle mümkün
olabilir. Elbette ki ben burada birilerinin hemen koşup Bronteleri mezardan çıkarmasını
söylemiyorum! Ancak kiliseler ve mezarlıklar, binalar yapılması, yolların değiştirilmesi ve diğer
nedenlerle sık sık yıkılıp bozulmaktadır. Eğer Haworth ya da Scarborough'da buna benzer bir şey
olursa, umarım ki böyle bir fırsat yakalanabilir ve Brontelerin gerçekten nasıl öldükleri
saptanabilir.
Mezarlara bu şekilde zarar verilmesi kötü bir örnek olmaz. Brontelerin zamanından bugüne
kadar zaten konutta, kilisede ve Haworth'ta o kadar çok değişiklikler olmuş ki!
Mr. Bronte'nin ardılı Papaz John Wade'in Bronteler hakkında çok iyi düşünceleri yoktu ve
durmadan konuta gelen edebiyat hacılarına acıyarak bakardı. Mr. Wade buraya geldiği zaman bir
domuz ağılında yaşayamayacağını söyledikten sonra evi temizletmiş, içini süslemiş ve
genişletmişti. Bundan sonra bahçeye de, Bronte kardeşlerin çocukluğundaki seyrek otların, siyah
frenküzümünün ve birkaç leylak ağacmın yerine, çim ekip ağaçlar dikmişti. Ailenin ölen
fertlerinin tabutlarının geçirildiği bahçe kapısı artık kullanılmıyor, konut ise şimdi Bronte
Derneği tarafından yönetilen bir müze olmuş.
Mr. Wade aynı şekilde kulesi hariç kiliseyi ya da daha doğrusu şapeli yıktırmış, kuleye de
bir saat konması için bir kat daha ekletmişti. Yeni şapel 1879 yılında yapılmıştı ve Mr. Wade'in
emri üzerine kilise bahçesine ağaçlar dikilmişti.
Black Bull da biraz değişikliğe uğramıştı, fakat Bramwell olsa burayı yine tanıyabilir, ama
köyü tanımakta zorluk çekerdi. Genel olarak denebilir ki, Haworth'un merkezi orijinal halini
korumaktadır, fakat Brontelerin anılarına olan saygıdan dolayı burası edebiyatçıların tapmağı
haline gelmiş ve çevre hediyelik eşya satan dükkânlarla dolmuştur.
Böylece burada birçok değişiklik oldu, fakat bunlar geceleri pek fazla göze batmıyor. İşte
ancak o zaman insan buranın gerçek atmosferini tam olarak hissedebiliyor. Branwell bir
zamanlar Francis Grundy'ye şöyle şikâyet etmişti: "Eski bacalar ve dişbudak ağaçlarının arasında
dolaşan rüzgârın sesinden başka dinleyecek bir şey yok..." Mrs. Gaskell'in gözlemi ise şöyleydi:
"Kare şeklindeki korunaksız evin çevresinde, sanki bir başka dünyadan gelen rüzgâr ıslık çalıp
inliyor, ağlıyor ve feryat ediyor."
Kışın, tepelere değen kara bulutların dolaştığı ve çığlıklar atarak kırları yalarcasma geçen
rüzgârın estiği o siyah gecelerden birinde Haworth'a gidin. Mezarlıkta, iç içe dizilmiş o mezar
taşları arasında durup, ağaçların eğilip bükülmelerini seyredin. Daha sonra konuta bakıp orada
neler olabileceğini düşününüz.
Brontelerin ruhları hâlâ eski evlerinde dolanıp duruyor mu, merak ediyorum. Acaba Anne ile
Nicholls'un ruhları uzaktaki mezarlarından çıkıp buraya geliyorlar mı? Branwell hâlâ pencerelere
vurarak içeri girmesine izin verilmesini istiyor mu? Uzun zaman önce gitmiş olan bu insanlar
şimdi ölümle uzlaşabildiler mi, yoksa yüzyıldan fazla süren şikâyetleri hâlâ devam ediyor mu?
Belki de bu kitapta açıklanan gizli kalmış gerçeklerin yayımlanması onların, özellikle de Martha
Brown'in, huzur içinde yatmasını sağlayacaktır.
EK

Brontelerin yaşamöykülerini bilenlere bu ek bölüm pek az bilgi sağlayacaktır; ancak ben


burada Martha'nın anlattıklarıyla uyumlu bazı yorumlarda bulunacağım.
Brontelerin öyküsünü ilk kez okuyanlar için bu kitap amacı bakımından yeterli sayılabilir.
Okurlar eğer daha sonra konuyu daha ayrıntılı biçimde incelemek isterlerse,
başvurabilecekleri çok sayıda kaynak bulunmaktadır.
Ailenin babası, Patrick, 17 mart 1777 tarihinde Kuzey İrlanda'nın Down bölgesinde,
Drumbally Roney kilise cemaatinin bulunduğu Emdale'de doğmuştur. Babası ve annesi, Hugh ve
Eleanor fakir bir çiftçi ailesiydi ve soyadları Brunty, Prunty veya Bruntee idi.
Patrick önce bir demircinin yanında, daha sonra da bir dokumacının yanında çırak olarak
çalıştı. Ancak bu şekilde çalışırken aynı zamanda biraz da eğitim almış olmalı ki, on altı yaşma
geldiği zaman o yöredeki bir okulda öğretmenlik yapmaktaydı. Daha sonra yakındaki bir köyün
papazı olan Papaz Thomas Tighe'in çocuklarına özel ders vermeye başladı.
Mr. Tighe genç Patrick'i İngiltere'de üniversiteye gitmesi için destekledi; papaz ya da onun
arkadaşlarından birinin ona yeteri kadar borç vermiş ya da ona yıllık maaş bağlamış olması
mümkündür.
Patrick, 1802 yılında yirmi beş yaşma geldiğinde, Cambridge'de St. John Koleji'ne Patrick
Branty adıyla lisans öğrencisi olarak kaydını yaptırdı. Patrick okuduğu kolejden ve oradaki
zengin öğrencilerden de maddî destek aldı, ayrıca başka öğrencilere ders vererek biraz para da
kazandı.
İşte o sıralarda Bronte ya da Bronte adını kullanmaya başladı ve şunu da burada belirtmekte
yarar var ki, bundan yalnızca birkaç yıl önce Lord Nelson'a Bronte dükü unvanı verilmişti.
Ancak bundan çok sonraları Patrick bir adım daha ileri giderek "e" harfinin üzerine iki nokta
koymaya başladı.
Patrick 1806 yılında kolejden mezun oldu ve İngiliz Kilisesi'nde papaz olarak görev yapma
yetkisini elde etti. Essex, Shropshire ve Yorkshire'daki kiliselerde değişik görevler yaptıktan
sonra Bradford, Yorkshire yakınlarında HartsheadcumClifton'a papaz oldu ve orada çalışırken,
1812 yılında, Maria Branwell'le tanıştı. Maria, Cornwall'un Penzance bölgesindendi, fakat
burada amcası ve kuzenleriyle birlikte kalıyordu. Patrick ve Maria 29 aralık 1812 tarihinde
evlendiler; evlendikleri zaman Maria yirmi dokuz, Patrick ise otuz beş yaşındaydı.
İlk iki çocukları Maria ve Elizabeth Hartshead'de doğdular, fakat o sırada Patrick,
Yorkshire'nin West Riding bölgesinde Thornton Kilisesi'nin daimî papazı olarak görevlendirildi
ve işte burada sonradan ünlü olan çocuklar sahneye çıktılar.
Charlotte 21 nisan 1816 tarihinde, Patrick Branwell sadece Branwell olarak bilinir26 haziran
1817 tarihinde, Emily Jane 30 temmuz 1818 tarihinde ve Anne 17 ocak 1820 tarihinde doğdu.
Anne'in doğumundan yalnızca birkaç hafta sonra Mr. Bronte Haworth'taki kiliseye daimî
papaz olarak atandı; burası yaklaşık on beş mil kadar uzaktaydı ve aile buradaki kilise konutuna
taşındı.
Mrs. Bronte 15 eylül 1821 tarihinde kanser nedeniyle öldü. Hastalığı süresince ona kız
kardeşi Miss Elizabeth Branwell baktı; aynı zamanda çocuklara da bakan Elizabeth onlar
tarafından "Branwell Teyze" olarak çağrılırdı.
Altı çocukla dul kalan Mr. Bronte yeniden evlenmek için çok çaba gösterdi, fakat başarılı
olamadı. Böylece Branwell Teyze 1823 yılında evin sorumluluğunu üstlenmek üzere tekrar
Penzance'tan konuta geldi.
Maria, Elizabeth, Charlotte ve Emily daha sonra Haworth'tan yirmi mil kadar uzakta Cowan
Bridge'deki papaz kızlarının gittiği okula gönderilerek evden ayrıldılar. Genel olarak burası çok
sert ve hoşgörüsüz bir ortamdı ve pek az konfora sahipti.
Şubat 1825'te Maria hastalandığı için evine gönderildi. 6 mayıs tarihinde öldü. Hastalığına
verem tanısı kondu. Elizabeth ise 15 haziranda yine aynı hastalık tanısıyla öldü.
Bunun üzerine Mr. Bronte'nin diğer iki kızı Charlotte ve Emily'yi okuldan almasına ve
onları tekrar konuta getirmesine elbette şaşılmamalıdır.
Köyde yaşayan orta yaşlı bir dul olan Tabitha Aykroyd konuta aşçı ve genel temizlikçi
olarak tutuldu ve otuz yıldan fazla aileyle birlikte yaşadı. O aynı zamanda çocukların dadısı
gibiydi ve çocuklar onu "Tabby" diye çağırırlardı; bunların dışında, dedikodulara göre, Tabitha
çocukların ateşli babalarıyla daha yakın bir dostluk ilişkisi de kurmuştu.
Bundan sonraki altı yıl boyunca hepsi Haworth Kilise Konutu'nda birlikte yaşadılar. Mr.
Bronte oğlu Branwell'in öğrenimiyle ilgilenirken Branwell Teyze de kızlara ders veriyordu.
Çocuklar ayrıca dışardan gelen öğretmenlerden müzik ve resim dersleri de aldılar.
İşte bu dönemde çocuklar kendilerine hayal dünyaları yaratarak bunlar hakkında minyatür
kitaplar yazmaya başladılar. Branwell ve Charlotte "Angria" adlı hayalî bir krallık yaratırken,
Emily ve Anne'in dünyaları "Gondal" idi.
1831 yılında Mr. Bronte kızların daha ileri düzeyde derslere devam etmelerine karar verdi ve
o zaman on beş yaşında olan Charlotte kısa bir süre önce Miss Wooler adında biri tarafından
açılan okula gönderildi. Burası Haworth'tan on beş mil kadar uzaklıktaki Mirfıeld adlı kasabada
"Roe Head" adı verilen bir evdi; Charlotte işte burada hayat boyu dostluğunu sürdürdüğü Ellen
Nussey ve Mary Taylor adlı arkadaşlarını tanıdı. Bizim Charlotte hakkında bildiklerimizin çoğu
Ellen'a yazdığı ve onun da hepsini sakladığı mektuplardan elde edilmiştir.
Charlotte, Roe Head'den on sekiz ay sonra ayrıldı ve bundan sonraki üç yıl boyunca bütün
çocuklar tekrar bir arada yaşadılar ve Charlotte da kız kardeşlerine ders vermeye başladı.
Charlotte 1835 yılında Roe Head'de öğretmen oldu ve yanında ücretsiz öğrenci olarak
Emily'yi götürdü. Emily üç ay içinde konuta geri döndü. Orada hem zayıflamış hem de saranp
solmuştu, ayrıca evini çok özlemiş olduğu söylendi. Anne okulda Emily'nin yerini aldı.
Branwell o zamana kadar Leeds'ten William Robinson adlı birisinden resim dersleri
alıyordu, fakat 1836 yılında Londra'da Kraliyet Akademisi'ne gitti. Ancak birkaç hafta içinde
Haworth'a geri döndü. Bununla ilgili bir öyküye göre parasını çaldırmıştı, fakat asıl neden
Holborn Oteli'nde gürültülü bir yaşam sürmesiydi; çünkü o sıralarda içki ve kumara başlamıştı.
Londra'daki galerilerde ünlü ressamların resimlerini görünce güvenini yitirdiği yolundaki
görüşler de nıantıkdışı sayılmaz.
Haworth'a döndükten sonra, Branwell serbest mason olması için ikna edilmiş ve Haworth'ta
Three Graces adlı locaya alınmıştı. Bu locanın muhterem başkanı ise Branwell'in arkadaşı John
Brown'di. Bir taş ustası olan Brown aynı zamanda Martha Brown’ın babası, Mr. Bronte'nin de
zangocuydu. Branwell bir yıl boyunca locanın sekreterliğim yaptı. Brown’ın içkiyle mücadele
derneğinin de sekreteri olduğunu burada belirtmek oldukça hoş olacaktır.
1837 yılında Miss Wooler okulunu Roe Head'den Dentsbury Moor'a taşıdı. Anne aynı yılın
aralık aymda, Charlotte ise on iki ay sonra okuldan ayrıldı.
Emily'ye gelince, o da eylül 1838 tarihinde Halifax yakınlarındaki Law Hill'de Miss
Patchett'ın yatılı kız okulunda öğretmenlik görevi aldı.
Bu arada Branwell, Branwell Teyze'nin malî desteğiyle Fountain Caddesi no 3, Bradford
adresinde bir stüdyo kiraladı ve portre ressamı olarak işe koyuldu. Bu macera başarılı olmamıştı
ve Mr. Bronte mayıs 1839 tarihinde onun eve dönmesini istedi: herhalde oğlunun aşırılıklarını
işitmişti. Elbette ki Branwell çok borçlanmıştı.
Nisan 1839'da Anne, Blake Hail, Mirfield'de yaşayan Mrs. Ingham tarafından mürebbiye
olarak işe alındı ve aynı yılın aralık ayma kadar orada kaldı. Charlotte da kız kardeşinden bir ay
sonra benzer bir iş buldu Haworth'tan sekiz mil uzaktaki Stonegappe, Lothersdale'de yaşayan
Mrs. Sidgwick'in yanında fakat iki ay sonra evine geri döndü.
Böylece kısa bir süre için, hepsi birden tekrar konutta bir araya geldiler. Bundan sonra
Branwell, ocak 1840 tarihinde, BroughtoninFurness'ten Mr. Postlethwaite tarafından öğretmen
olarak işe alındı, fakat orada ancak altı ay kalabildi.
Anne de mayıs 1840 tarihinde York yakınlarında Thorp Green Hall, Little Ouseburn'de
oturan Robinson'ların yanına mürebbiye olarak girdi. Anne'in buradaki görevinin, dolaylı olarak,
Bronte ailesi için uzun süreli zararları oldu.
Branwell birkaç ay daha evde pinekleyip durduktan sonra, eylül 1840'ta LeedsManchester
Demiryolu işletmesine sekreter olarak girmeyi başardı. Önceleri Sowerby Bridge, Halifax'ta
çalışıyordu, fakat bir sonraki nisan ayında terfi ederek yine Halifax yakınlarındaki Luddenden
Foot'a büro şefi olarak gönderildi.
Mart 1841'de Charlotte mürebbiye olarak yeni bir iş buldu. Haworth'tan yaklaşık on beş mil
uzaklıkta, Upperwood House, Rawdon'da yaşayan Mrs. White'in yanına gitti ve bu işte dokuz ay
kaldı.
Böylece 1841 yılında Charlotte, Anne ve Branwell, hepsi birden evden uzaktaydılar; konutta
babalarıyla birlikte Emily kalmıştı, fakat kısa bir süre sonra bu durum değişti.
1841 yılının sonbaharında Charlotte, Emily'yle birlikte yurtdışına giderek eğitimlerine
devam etmeleri için Branwell Teyze'yi maddî destek vermeye ikna etti, böylece yabancı bir dili
oldukça akıcı olarak konuşabileceklerdi. Amaçlan ingiltere'ye tekrar dönerek kendi okullarını
açabilmekti.
Böylece şubat 1842'de iki kız kardeş Brüksel'deki Heger'de yatılı öğrenci olarak kaldılar.
Charlotte yirmi beş, Emily ise yirmi üç yaşındaydı.
Gelecek onlar için güzel şeyler vaat ediyordu, ama Branwell için böyle değildi. Nisan 1842
tarihinde demiryolu şirketi tarafından sık sık işe gelmeme ve tuttuğu hesaplarda bazı sorunlar
olması nedeniyle işten çıkartıldı.
Fakat bu Branwell'in kız kardeşlerini fazla rahatsız etmedi özellikle de Charlotte ve
Emily'yiçünkü onlar bulunduklan yerde ilerleme gösteriyorlardı. Önceleri Heger'de yaklaşık altı
ay kalmayı düşünüyorlardı, fakat eylül ayında Heger'ler onlara öğretmen olarak altı ay daha
kalmalarını teklif etti. Charlotte İngilizce, Emily de müzik dersleri verecekti; kendilerine para
verilmemekle birlikte, onlardan pansiyon ve yemek masrafları alınmayacaktı, ayrıca kendi
eğitimleri için girdikleri derslere para ödemeyeceklerdi.
Charlotte bu fikri çok beğendi, fakat o sırada kader işe karıştı, çünkü Branwell Teyze 29
ekim 1842 tarihinde öldü.
İki kız kardeş kasım ayında Haworth'a döndüler ve aile içinde bir toplantı yapıldı. Sonunda
verilen karara göre Charlotte Brüksel'e yalnız dönecekti. Anne tekrar Thorp Green Hall'e
giderken Branwell'i de yanına alacaktı, çünkü o da Robinson'lann genç oğullarına hocalık
yapmak üzere işe alınmıştı. Emily ise orada kalacağından ve evi yönetip babasına bakacağından
dolayı çok mutluydu.
Böylece ocak 1843 tarihinde Charlotte, Heger'lerin yanına gitti, fakat yılın sonunda istifa
ederek Haworth'a döndü. Ayrılma nedeni olarak evini özlediği ileri sürülmüştü, fakat işin aslı
onun Mösyö Heger'ye deli gibi âşık olmasıydı ve Heger'nin karısı da durumu anlamıştı.
Daha sonraki iki yıl boyunca Charlotte "yaşamımın tek mutluluk kaynağı" dediği Heger'ye
şehvet dolu, bazen de acıklı mektuplar yazdı, fakat Heger hiçbir zaman Charlotte'ın arzu ettiği
biçimde yanıt vermedi.
Brüksel'den döndükten sonra Charlotte, Emily'yi ilk planlarına bağlı kalmaya ikna etti ve
1844 yılında kendi okullarını açtılar; fakat okul konutta açıldı. Okul açma fikri ilk akıllarına
geldiği zaman onların istediği bu değüdi, fakat koşullar değişmişti. Artık Branwell Teyze'den
maddî destek olanağı kalmamıştı; her ne kadar ondan miras olarak kendilerine hisse senetleri
kalmış olsa da, bunları satmak istemediler. Mr. Bronte konusunda daha çok endişeleniyorlardı.
Gözleri daha az görüyordu ve hatta söylentiye göre, kendisine zararlı olacak kadar çok içiyordu.
Konutu okul olarak kullanmanın her iki soruna da çözüm getireceği düşünülmüştü. Her ne
kadar böyle bir proje için uygun olmasa da, en azından kira ödemeyecekler ve babalarına göz
kulak olabileceklerdi.
Maalesef bütün heveslerine, hatta çok sayıda broşür dağıtmalarına rağmen sonuç
fiyaskoydu. Hiç başvuru olmadı ve bu macera da böylece kapandı.
Daha sonra, 1845 yılı mayıs ayının sonlarında, Papaz Arthur Bell Nicholls sahneye çıktı.
Nicholls kiliseye gelen yeni papazdı, yirmi yedi yaşındaydı, yakışıklıydı ama züğürttü. Kara
sakallı bir Ulsterliydi; İskoç anne ve babadan 6 ocak 1818 tarihinde Crumlin, Antrim bölgesinde
doğmuştu. Yedi yaşındayken yetim kalmış ve Banagher, King's'teki Kraliyet Yüksekokulu'nda
müdür olan amcası Dr. Alan Bell tarafından yetiştirilmişti. Nicholls Dublin'deki Trinity
College'dan 1844 yılında mezun olmuş ve ertesi yıl papaz olarak görevlendirilmişti.
Bu kısa tarihçeden de anlaşılacağı gibi, Bronte kız kardeşlerle ilgili olarak 1845 yılına kadar
kayda değer pek az şey olduğu görülür; Martha'nın anıları da bu yıldan başlar. Kardeşlerin
yaşamları o zamana kadar olduğu gibi devam etseydi, kaderleri onları belirsiz bir yaşam çizgisi
içine sürükleyecekti. Eğer onlar bu yıldan sonraki birkaç yılın kendilerine neler getireceğini
bilselerdi, belki de sahip olduklarıyla tatmin olmayı tercih ederlerdi.
Teşekkür

Bu kitabı hazırlarken yaptığım araştırmalar uzun yıllarımı aldı ve bu yıllar boyunca ayrıca
çok sayıda insana da başvurdum. Maalesef araya giren diğer kitaplardan dolayı ve taşınmalar
nedeniyle, notlarımdan bazıları kayboldu. Burada adını anamadıklarımdan ve atladıklarımdan
özür dilemeliyim, fakat benimle bağlantı kurarlarsa zaman içinde, onların desteklerinin de
belirtilmesi için gerekeni yapacağımdan emin olmalarını istiyorum.
Bu arada aşağıda adlarını saydığım kişilere en derin teşekkürlerimi sunuyorum:
John Morrison: sadık bir dost. Kendisi her ne kadar yıllarca Brontelerin nasıl öldükleri
konusunda şüphe duymuş olsa da bu konuda, yıllar boyunca ve hiç şikâyet etmeden sabırla,
fikirlerimi söylememe izin vererek beni dinledi. Yanlışlarım karşısında cömertçe davranarak
bana çok sayıda belge aktardı.
Bronte Kilise Konutu Müzesi: Dr. Juliet Barker, Ann Dinsdale, Jane Sellars ve Kathryn
White bana destek vermenin ötesinde yardımcı oldular ve bütün sorularımı daima kibarca
yanıtladılar.
Merhum Dr. F. D. M. Hocking: ünlü patolog ve dostlarımın en neşelisi. Her zaman makul,
gerçekçi ve muzip bir doktor olarak onun Brontelerin ölümleriyle ilgili görüşleri çok yararlı
olmuştur. Onu çok özlüyorum.
Angela Skinner: Truro Halk Kütüphanesinde çalışıyor. Daimî desteğini esirgemedi, sürekli
olarak kitaplar önerdi ve buldu, araştırmalarımda yararlı olacağını düşündüğü bilgileri topladı.
İrlanda Mayo'dan James Ansbro: Charlotte Bronte'nin balayında gittiği yerlerle ilgili
sorularımı yanıtlayarak bana çok destek oldu.
Alison Carpenter ve David Webb: ikisi de Bishopsgate institute Reference Library'de
görevli. Sorularıma yanıt verirken dostça yaklaşımlarını da esirgemediler.
Son olarak aşağıda adları yazılı iki kişiye özellikle teşekkürlerimi sunuyorum:
David Blomfıeld: editörüm. Bilgili, dost, sabırlı ve neşeli; onun mantığı ve önerileriyle
birçok güçlüğü kolayca aştık. Onunla tekrar çalışmaktan büyük zevk aldım.
Nick Robinson: yayıncım. Ona ve olağanüstü ekibine hevesleri, rehberlikleri ve üstün
çalışmalarından dolayı teşekkür ederim. Onların bu yaşlı yazara ve özel mizacına gösterdikleri
sabır takdirle karşılanmıştır.

You might also like