You are on page 1of 226

Robert Silverberg

(1935 - )

Çeşitli dallarda ve çok sayıda yapıtlar vermiş, üretken bir


Amerikalı yazardır. Yüzün üzerinde bilimkurgu kitabı vardır. Ayrıca
çok sayıda deneme kaleme almış ve altmışın üzerinde öykü seçkisi
derlemiştir.
Yazın hayatına, 1950’li yıllarda, bir dizi uzay operasıyla
başlamıştır. İlk kitabı 1955 yılında yayımlanan Revolt on Alpha C –
Alpha C’de İhtilal adlı yapıtıdır. 1967-1976 yılları arasında, daha az
sayıda ancak kalıcı etkileri olan yirmi beş roman yayımlamıştır. Bu
yirmi beş romanın hiçbiri devam olmayıp, her biri özgün bir konuyu
işler.
Silverberg, yazın hayatı boyunca kazandığı sayısız ödüller
dizisine 1969 yılında Nightwings – Gece Kanatları adlı yapıtı için Hugo
Ödülü alarak başlamıştı.
İthaki Yayınları - 227
Bilimkurgu - 46
ISBN 975-8725-86-6

Robert Silverberg
Gece Kanatları

Kitabın özgün adı:


Nightwings

İngilizceden çeviren: Berkol Doğan

1. Baskı İstanbul, 2003 ©

İthaki Yayınları, 2003


Bu çevirinin yayın hakları İthaki Yayınları’na aittir.

Yayın Koordinatörü: Füsun Taş


Dizi Editörü: Sönmez Güven
Sanat Yönetmeni: Murat Özgül
Düzelti: Şule C. Koçak
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Yeşim Ercan
Kapak ve İç Baskı: Kitap Matbaacılık
Cilt: Fatih Mücellit

İthaki Yayınları
Mühürdar Cad. İlter Ertüzün Sok. 4/6 81300 Kadıköy İstanbul
Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
www.ithaki.com.tr
E-mail: ithaki@ithaki.com.tr
Gece Kanatları
Robert Silverberg

Çeviren: Berkol Doğan


Harlan’a...
Açık kalmış pencereleri,
Delaware Nehri’nin akıntılarını,
İki yüzü tura olan çeyreklikleri,
Ve diğer tuzakları hatırlaması için...
BİRİNCİ
BÖLÜM

GECE
KANATLARI
1

Roum, yedi tepe üzerine kurulu bir şehirdir. Daha önceki


döngülerden birinde insanlığın başkentlerinden biri olduğu söylenir.
Loncam İzleme değil de Anımsama olsaydı bunu daha kesin bir
şekilde söyleyebilirdim. Yine de alacakaranlıkta güneyden
yaklaşırken ilk kez gördüğüm bu şehrin bir zamanlar büyük bir
önemi olduğunu çıkarabiliyordum. Şimdi bile binlerce canı barındıran
dev bir şehirdi.
Kemiksi kuleleri alacakaranlığı deliyor, ışıkları donuk bir
cazibeyle parlıyordu. Sol tarafımda güneş gökyüzündeki tahtından
çekilirken kızıl ve mor tonları birbirleriyle adeta dans edip yavaş
yavaş gecenin karanlığına yer açıyorlardı. Sağ tarafımda ise karanlık
çoktan çökmüştü. Yedi tepeyi saymaya çalıştıysam da başaramadım,
ama yine de karşımdaki bu şehrin tüm yolların çıktığı o görkemli
Roum olduğunu biliyor, atalarımızın yapıtları karşısında huşu ve
derin bir saygı duyuyordum.
Düz, uzun yolun kenarında Roum’a bakarak dinlendik. “İyi bir
şehir. Orada kendimize iş bulabiliriz,” dedim.
Yanımda, Avluela, dantelsi kanatlarını çırptı. İnce, tiz sesiyle,
“Peki ya yiyecek?” diye sordu. “Kalacak bir yer? Şarap?”
“Tabii, tabii,” dedim. “Hepsini birden.”
“Ne zamandır yürüyoruz, İzleyici?” diye sordu.
“İki gün, üç gece.”
“Eğer uçuyor olsaydım yol çabucak biterdi.”
“Senin için öyle,” dedim. “Bizi çoktan arkanda bırakmış olurdun
ve bir daha asla göremezdin. İstediğin bu muydu?”
Yanıma geldi ve elini kaba kumaşlı cüppemin kolunun üzerinde
gezdirdi, sonra da kur yapan kediler gibi sürtündü. Günbatımını ve
gece ışıklarını arkalarında puslu, bulanık, neredeyse büyülü bir
şekilde görebildiğim kanatları ağımsı iki geniş tabaka halinde açıldı.
Gece karanlığı saçlarının kokusunu soludum. Kollarımı uzatıp onun
narin, çocuksu vücudunu sarmaladım.
“Tek isteğimin her zaman seninle birlikte olmak olduğunu
biliyorsun, İzleyici. Sonsuza kadar!”
“Evet, Avluela.”
“Roum’da mutlu olacak mıyız?”
“Mutlu olacağız,” dedim ve kollarımı gevşettim.
“Roum’a neden şimdi girmiyoruz?”
Başımı sallayarak, “Bence Gormon’u beklemeliyiz,” dedim.
“Yakında keşif gezisinden döner.” Ona kendi yorgunluğumdan
bahsetmek istemiyordum. O daha on yedi yaz görmüş bir çocuktu;
yorgunluk ya da ileri yaş hakkında ne bilebilirdi ki? Ben ise yaşlıydım.
Belki Roum kadar değil, fakat bana yetecek kadar.
“Beklerken,” dedi, “uçabilir miyim?”
“Uç tabii.”
Avluela uçmaya hazırlanırken ben de el arabamın yanına çöküp
ellerimi homurdanan jeneratörde ısıttım. O ise önce giysilerini çıkardı,
çünkü kanatları çok güçlü değildi ve böyle gereksiz yükleri
kaldıramazdı. Marifetli ve kıvrak bir şekilde küçücük ayaklarından
camsı baloncukları soyarak çıkardı, kızıl ceketinden ve yumuşak,
tüylü tozluklarından da kıvrılarak kurtuldu. Batıda kaybolmakta olan
ışık, zayıf vücudu üzerinde parıldadı. Bütün Uçucular gibi o da
gereksiz herhangi bir doku barındırmıyordu: Göğüsleri ancak birer
çıkıntı, kaba etleri dümdüz, kalçaları o kadar inceydi ki ayakta
durduğunda aralarındaki uzaklık ancak birkaç santim oluyordu. Elli
kilodan daha ağır olabilir miydi? Biraz zor. Ona baktığımda, her
zamanki gibi kendimi ağır ve toprağa bağlı iğrenç bir et yığını gibi
hissettim, üstelik şişman bir adam da değilimdir.
Yolun kenarında yumruklarını yere koydu; başı dizlerine
eğilmiş, Uçanların yaptığı o ayin neyse onu tekrarladı. Sırtı bana
dönüktü. Narin kanatları titreyerek yaşam buldu, rüzgar yiyen bir
pelerin gibi etrafında açıldı. Böyle kanatların Avluela kadar bile hafif
birini nasıl kaldırabileceğini anlayamıyordum. Atmaca kanatları değil,
daha çok orasında burasında abanoz, turkuvaz, kırmızı renk öbekleri
olan şeffaf ve damar damar kelebek kanatlarıydılar. Çıkık kürek
kemiklerinin altındaki düz kaslara sağlam bir kirişle bağlanmışlardı;
fakat uçan yaratıkların sahip olduğu koca göğüs kemiği, uçuşu
sağlayan dizi dizi kaslar yoktu. Ah evet, Uçucuların havalanmak için
kas gücünden başka şeyler kullandıklarını biliyorum, gizlerinin mistik
bir yönü de var. Yine de, İzleyicilerden olan ben, daha hayret verici
loncalara kuşkuyla bakmaya devam ediyordum.
Avluela sözlerini bitirdi. Ayağa kalktı, kanatlarıyla rüzgarı
yakaladı, yerden bir metre kadar havalandı. Orada, toprak ile
gökyüzü arasında öylece asılı kaldı; kanatları çılgınca çırpınıyordu.
Daha gece olmamıştı ve Avluela’nınkiler ancak gece kanatlarıydı. Gün
içinde uçamazdı, çünkü güneş rüzgarlarının korkunç basıncı onu yere
çakardı. Şimdi, günbatımı ile gecenin tam arasındaki bu zaman da
yükseklere çıkması için en iyi zaman sayılmazdı. Hâlâ gökyüzünde
olan ışık kalıntılarının etkisiyle doğuya doğru savrulduğunu fark
ettim. Kanatları gibi kolları da çırpınıyor, yüzü dikkat kesilmiş, minik
dudakları loncasının sözlerini mırıldanıyordu. Yerden güç alıp yukarı
doğru fırladı, önce bir yöne hızla giderken diğer bir yöne döndü,
aniden durup havada asılı kaldı, aşağı bakıyor, kanatları havayı deli
gibi dövüyordu. Yüksel Avluela! Yüksel!
Yükseldi de; sanki ışığın hâlâ parıldayan kalıntılarını yalnız
iradesiyle altediyordu.
Karanlık fon üzerindeki çıplak bedenini zevkle izledim. Onu net
olarak görebiliyordum, izleyicilerin gözleri keskindir. O an kendi
boyunun beş katı yüksekliğe ulaşmış, kanatları sonuna kadar
açılmıştı, öyle ki Roum’un kulelerini neredeyse gölgede
bırakıyorlardı. El salladı. Ona bir öpücük yollayıp sevgi kelimeleri
sundum. İzleyiciler evlenmez ya da çocuk sahibi olmaz; Avluela
benim kızım gibiydi ve onun uçuşundan gurur duyuyordum. Bir yıl
önce Agupt’ta ilk karşılaşmamızdan bu yana neredeyse bir yıldır
beraber seyahat ediyorduk, ama sanki onu tüm hayatım boyunca
tanımışım gibi hissediyordum. Ondan güç alıyordum. Onun benden
ne aldığını ise bilmiyordum: Güven, bilgi, kendi doğumundan önceki
günlerle bir bağlantı belki de... Beni, benim onu sevdiğimden farklı bir
şekilde seviyor olması ihtimalini düşünmemeye çalışıyordum.
O sırada epey yükselmişti. Taklalar atıyor, süzülüyor, dalışa
geçiyor, dönüyor, dans ediyordu. Uzun siyah saçları havada
dalgalanıyordu. Işıl ışıl, dövdüğü gecenin içinde parlayan kocaman
kanatlarının yanında narin vücudu ancak önemsiz bir fazlalık gibi
görünüyordu. Yerçekiminden bağımsızlığını kutlarcasına, ayaklarıma
kurşun bağlanmış hissini iyice güçlendirerek yükseldi, yükseldi...
Sonra ince bir roket gibi birden Roum yönüne fırladı. En son ayak
tabanlarını, kanat uçlarını gördüm, sonra da onu gözden kaybettim.
Derin bir iç çektim. Kollarımı kavuşturup sıcak tutabilmek için
ellerimi koltukaltlarıma soktum. Nasıl oluyordu da ben soğuktan tir
tir titrerken Avluela denen kız gökyüzünde çırılçıplak, ama neşe
içinde süzülebiliyordu?
Yirmi saatin onikincisi olmuş, benim için yine bir İzleyiş zamanı
gelmişti. El arabasına gidip çantalarımı açtım, aletleri hazırladım.
Kadranların bazılarının kapakları sararmış solmuş, ibrelerin fosforlu
kaplamaları dökülmüş, aygıtların kaplamaları tuzlu sudan zarar
görmüştü: Dünya Okyanusu’nda korsanların saldırısına uğradığım
zamanın hatırası. Ben ön hazırlığı yaparken, yıpranmış düğmeler ve
çatlamış kollar dokunuşuma uysal bir şekilde cevap verdiler. İnsan
önce açık bir algı için dua eder, sonra aygıtlarla sıkı bir bağ kurar,
ancak bundan sonra asıl İzleyiş –insanlığın düşmanlarını bulmak için
yıldızlararası boşluk taranması– gerçekleştirebilirdi. İşte benim işim,
zanaatım buydu. Kolları ve küreleri avuçlarıma aldım, zihnimden her
şeyi uzaklaştırıp aygıtlarımın bir uzantısı olmaya hazırlandım.
Arkamda tok bir ses duyduğumda İzleyişin ilk aşamasının
sınırını henüz geçmiştim. “Eh izleyici, nasıl gidiyor?”
El arabama doğru çöktüm. İnsanın işinden bu derece ani bir
şekilde koparılması fiziksel bir acıya neden oluyor. Bir an sanki bir
pençe kalbimi sıkıştırdı. Yüzüm kızardı, gözlerim bulanıklaştı,
boğazım kurudu. Yapabildiğim anda metabolizmamı tüketen acıyı
rahatlatmak için gereken tedbirleri aldım ve kendimi aletlerimden
ayırdım. Titrememi mümkün olduğu kadar gizleyerek arkamı
döndüm.
Küçük grubumuzun diğer üyesi, Gormon, ortaya çıkmış ve
halinden memnun bir şekilde yanımda duruyordu. Izdırabım onu
eğlendirmişti, gülümsüyordu, yine de ona kızamazdım. Nasıl bir
tahrik söz konusu olursa olsun, insan loncası olmayan birine açık açık
kızamaz.
Kendimi zorlayarak, “Zamanını iyi değerlendirdin mi?” diye
sordum.
“Oldukça... Avluela nerede?”
Yukarıyı gösterdim. Gormon onaylarcasına başını salladı.
“Ne buldun?” diye sordum.
“Bu şehrin kesinlikle Roum olduğunu.”
“Bundan zaten bir şüphe yoktu ki.”
“Benim için vardı; ama şimdi kanıt buldum.”
“Nasıl?”
“Boyutkesesinin içinde. Bak!”
Ceketinin cebinden boyutkesesini çıkardı, yanıma yere koydu,
ellerini içine sokabileceği şekilde ağzını genişletti. Oflaya puflaya
içinden ağır birşeyler –beyaz taştan birşeyler– şimdi görebildiğim
kadarıyla eskimiş, boyuna paralel girintileri olan bir sütun çıkarmaya
başladı.
Gormon sevinçle, “Roum İmparatorluğu’na ait bir tapınaktan!”
dedi.
“Bunu almamalıydın.”
“Bekle!” diye haykırdı ve bir kez daha boyutkesesine uzandı.
İçinden bir avuç dolusu yuvarlak metal plaka çıkardı ve ayaklarımın
dibine döktü. “Bozukluklar! Para! Bak İzleyici! Sezarların yüzleri!”
“Kimin?”
“Tarihöncesi hükümdarlarının. Önceki döngülerin tarihi
hakkında hiç mi bir şey bilmiyorsun?”
Onu merakla süzdüm. “Gormon, bir loncan olmadığını
söylüyorsun. Şans eseri bir Anımsayıcı olup da bunu benden gizliyor
olamazsın, değil mi?”
“İzleyici, şu yüze bir bak. Herhangi bir loncaya ait olabilir
miyim? Bir Değişken’i aralarına alırlar mı?”
“Haklısın,” dedim; teninin altın rengi, kalın yağlı derisi, kırmızı
gözbebekleri olan gözleri, çarpık ağzı bunu kanıtlıyordu. Gormon
teratojenik ilaçlarla oluşturulmuştu; bir canavardı, kendi çapında
yakışıklı, ama yine de bir canavar, insanoğlunun uygarlığının Üçüncü
Döngüsündeki kural ve kanunların dışındaki bir Değişken’di.
Değişkenlerin de bir loncası yoktu.
Gormon, “Dahası var,” dedi. Boyutkesesinin kapasitesi
sonsuzdu; gerekirse koca bir dünyanın içindekiler büzüşük gri
ağzından tıkıştırılabilir, yine de insanın elinden büyük bir yer
kaplamazdı. Gormon içinden makine parçaları, okuma makaraları,
tarihöncesi bir alet olabilecek kahverengi metalden açısal bir şey,
parlak camdan üç kare, beş tane kağıt –kağıt!– ve bir yığın başka tarihi
eser çıkardı. “Gördün mü, İzleyici?” dedi. “Bayağı verimli bir gezi
oldu! Üstelik sadece rasgele ganimet değil. Her şeyin kaydı alınmış,
her şey sınıflandırılmış, bulunduğu katman, tahmini yaşı, toprak
altındaki pozisyonu... Burada, Roum’da binlerce yıl elimizin altında.”
Kuşkuyla, “Bütün bunları alman doğru bir şey mi?” diye
sordum.
“Neden olmasın? Onların yokluğunu kim hissedecek? Bu
döngüdekilerden kim kendi tarihi ile ilgileniyor?”
“Anımsayıcılar.”
“İşlerini yapmak için onların katı cisimlere ihtiyaçları yok.”
“Yine de, bütün bunları neden istiyorsun ki?”
“İzleyici, geçmiş ilgimi çekiyor. Loncasız olsam da kendime ait
bilimsel uğraşlarım var. Bu yanlış mı? Bir canavar bilgi de mi
arayamaz?”
“Tabii, tabii. Neyi istiyorsan onu ara. Gereksinimlerini bildiğin
şekilde doyur. Burası Roum. Şafakla birlikte giriyoruz. Orada iş
bulmayı umuyorum.”
“Bu konuda biraz zorluk çekebilirsin.”
“Nasıl yani?”
“Kuşkusuz Roum’da pek çok İzleyici var. Hizmetlerine pek
ihtiyaç olmayacak.”
“O zaman Roum Prensi’nden yardım isterim,” dedim.
“Roum Prensi sert, soğuk ve acımasız biri.”
“Onu tanıyor musun?”
Gormon omuz silkti. “Biraz.” Bulduğu eserleri tekrar
boyutkesesine tıkıştırmaya başladı. “Onunla şansını denersin. Zaten
başka bir şansın var mı?”
“Aslında yok,” demem üzerine Gormon güldü; ben ise
gülmüyordum.
O kendini geçmişten talan ettiği oyuncaklarıyla meşgul ederken
sözlerinin beni derin bir sıkıntı haline soktuğunu fark ettim. Bu
loncasız kişi, değişime uğramış canavar, insana benzemeyen bu adam
her şeyin sallantıda olduğu bir dünyada kendinden emin dolaşıyordu;
nasıl bu kadar soğukkanlı, bu kadar basit bir şeymiş gibi
davranabiliyordu ki? Felaket beklentisinden uzak yaşıyordu ve
korktuğunu itiraf edenlerle de alay etmekten çekinmiyordu. Güneyde
deniz kıyısındaki volkanın yamacına kurulu tarihi şehirde onunla
karşılaşmamızdan beri dokuz gündür bizimle beraber yolculuk
ediyordu. Bize katılmasını ben önermemiştim, o kendi kendini davet
etmişti, ancak Avluela’nın hatırı için sesimi çıkarmamıştım. Yılın bu
zamanları yollar karanlık ve soğuk olur, çeşit çeşit yaratık etrafta kol
gezer, bu yüzden genç bir kızla beraber dolaşan yaşlı bir adamın
yanlarına Gormon gibi iriyarı birini almaları akıllıca olurdu. Yine de
kimi zaman bizimle hiç gelmemiş olmasını diliyordum. Bu da o
anlardan biriydi.
Yavaşça aletlerimin yanına doğru yürüdüm.
Gormon sanki ilk kez fark ediyormuş gibi, “İzleyişini yarıda mı
kestim?” dedi.
Kibarca, “Evet,” dedim.
“Özür dilerim. Haydi baştan başla. Seni rahat bırakırım,” dedi
ve bana göz kamaştırıcı bir şekilde kocaman gülümsedi; öyle bir
gülümseme ki sözlerinin küstahlığını yok edip gitti.
Düğmelere dokundum, ellerimi kürelerin üzerine koydum,
kadranları kontrol ettim; fakat İzleyiş durumuna geçmedim,
Gormon’un varlığının hâlâ farkındaydım ve verdiği söze rağmen
konsantrasyonumu bölerek bana tekrar acı dolu bir an yaşatmasından
korkuyordum. Sonunda aletlerimden başımı çevirdim. Gormon yolun
diğer ucunda, Avluela’yı görebilmek umuduyla gökyüzünü
tarıyordu. Ona döndüğüm an beni fark etti.
“Yanlış bir şey mi var, izleyici?”
“Hayır, işimi yapmam için zaman pek uygun değil sadece.
Bekleyeceğim.”
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi. “Dünya’nın düşmanları
yıldızlardan gerçekten geldiklerinde aletlerin bunu sana söyleyecekler
mi?”
“Öyle olmasını umuyorum.”
“Peki ya sonra?”
“Sonra Koruyuculara haber veririm.”
“Ondan sonra da hayatının amacı gerçekleşmiş olur.”
“Belki de...” dedim.
“Peki neden sizlerden bir lonca dolusu var? Neden İzleyişin
yapıldığı tek bir merkez yok da oradan oraya dolaşan bir yığın gezgin
İzleyiciye ihtiyaç duyuluyor?”
“Ne kadar çok noktadan aranırsa,” dedim, “istilayı o kadar
önceden haber alma şansımız olur.”
“Öyleyse bir istilacı buradayken bile belli bir İzleyici aletlerini
çalıştırıp hiçbir şey görmeyebilir.”
“Bu mümkün. İşte bu yüzden gerekenden daha fazla
çalışıyoruz.”
Gormon, “Bazen fazla abarttığınızı düşünüyorum,” dedi ve
güldü. “Gerçekten bir istilanın yaklaştığını düşünüyor musun?”
Gergin bir şekilde, “Evet,” dedim, “yoksa tüm hayatımı boşa
harcamışım demektir.”
“Peki yıldızlardan gelenler Dünya’yı neden istesinler? Eski
imparatorlukların yıkıntıları dışında bizim neyimiz var ki? Zavallı
Roum’la ne yapacaklar? Ya Perris’le? Jorslem’le? Çürüyen şehirler!
Aptal prensler! Haydi İzleyici, kabul et artık: İstila bir masaldan ibaret
ve sen de o anlamsız ayinini günde dört kez tekrarlıyorsun. Ha?”
“İzlemek benim bilim ve zanaatım. Seninkisi ise alay etmek.
Herkesin bir uzmanlık dalı var.”
Sahte bir tevazuyla, “Beni bağışla,” dedi. “Madem öyle, de
İzleyişini yap.”
“Ben de aynen öyle yapacağım.”
Ne kadar sertçe olursa olsun hiçbir engellemeyle
konsantrasyonumu bozmamaya kararlı bir şekilde hırsla aletlerime
döndüm. Yıldızlar çıkmıştı; parlayan takımyıldızlara bir göz attım ve
zihnim anında çeşit çeşit dünyayı gözden geçirdi. Haydi, İzleyiş
başlasın, diye düşündüm. Yapılan alaylara kulaklarımızı tıkayıp işe
koyulmanın zamanı geldi.
Tam İzleyiş içine girdim.
Tutamaklara yapışıp güç dalgasının içimden akıp geçmesine izin
verdim. Zihnimi göklere yansıtıp düşman varlıklar aradım. Nasıl bir
zevk! Nasıl inanılmaz bir görkem! Bu küçük gezegeni hiç terk
etmemiş olan ben, uzay boşluğunun karanlığında dolaşıyor, bir
yıldızdan kavrulan diğer bir yıldıza kayıyor, gezegenlerin topaç gibi
döndüklerini görüyordum. Ben yolculuk ederken başka yüzler –
kimisi gözsüz, kimi çok gözlü yüzler– bana bakıyor, elimin altındaki
kalabalık galaksinin karmaşasını gösteriyordu. Muhtemel güç
toplaşmalarını kontrol ettim. Madenleri ve askeri kampları inceledim.
Aradım, yetişkin hayatımın her günü, günde dört kez yaptığım gibi,
bize vaat edilen, zamanın hışmına uğramış dünyamızı ele
geçirecekleri öngörülmüş olan istilacıları aradım.
Hiçbir şey bulamadım; transımdan ter içinde ve bitmiş bir halde
çıktığımda ise Avluela’nın alçalmakta olduğunu gördüm.
Bir tüy gibi kondu yere. Gormon ona seslendi, o da çırılçıplak
koştu, küçücük göğüsleri titriyordu, ufak tefek beden güçlü kollarla
sarmalandı ve arzuyla değil, daha çok mutlulukla kucaklaştılar.
Gormon onu bıraktığında bana döndü.
Nefes nefese, “Roum,” dedi. “Roum!”
“Gördün mü?”
“Her şeyi! Binlerce insan! Işıklar! Caddeler! Bir pazar yeri! Birçok
döngü yaşında eski püskü binalar! İzleyici, Roum o kadar muhteşem
ki!”
“Demek uçuşun bayağı iyi geçmiş,” dedim.
“Bir mucize gibi!”
“Yarın Roum’da yaşamaya gidiyoruz.”
“Hayır, İzleyici, bu akşam, bu akşam gidelim!” Küçük bir kız
gibi heyecanlı, yüzü ışıl ışıldı. “Sadece biraz daha yürümemiz
gerekiyor! Bak, hemen oracıkta!”
“Önce dinlenmemiz lazım,” dedim. “Roum’a yorgun argın
girmek istemiyorum.”
Avluela, “Gittiğimizde dinlenebiliriz,” diye cevap verdi. “Haydi!
Toparlanın! İzleyişini gerçekleştirdin, öyle değil mi?”
“Evet. Evet, ama...”
“Haydi o zaman! Roum’a! Roum’a gidelim!”
Yardım istercesine Gormon’a baktım. Gece olmuştu; kamp
yapma ve birkaç saatlik uykumuzu alma zamanı gelmişti.
İlk kez Gormon benim tarafımdaydı. Avluela’ya, “İzleyici haklı,”
dedi. “Hepimizin biraz dinlenmeye ihtiyacı var. Şafakla birlikte
Roum’a gireriz.”
Avluela yüzünü astı. O an daha önce olduğundan daha da
çocuksu görünüyordu. Kanatları düştü, az gelişmiş omuzları çöktü.
Küskün bir şekilde kanatlarını sırtında birer yumru haline gelene
kadar kapattı, yolun etrafına saçmış olduğu giysilerini toparladı. Biz
kampı kurarken o da giyindi. Ben yiyecek tabletlerini herkese
dağıttım, tulumlarımıza girdik; sıkıntı dolu bir uykuya daldım ve
rüyamda Avluela’yı ufalanan ayın önünde, Gormon’u onun yanında
uçarken gördüm. Şafaktan iki saat önce onlar daha hâlâ uyurken
kalkıp günümün ilk İzleyişini gerçekleştirdim. Sonra onları da
uyandırdım ve masallarda anlatılan o büyülü kente, Roum’a doğru
yola çıktık.
2

Sabah güneşi, Dünya sanki daha dün yaratılmış gibi parlak ve


acımasızdı. Bizim dışımızda yol boştu; insanlar alışkanlık ya da işleri
nedeniyle benim gibi etrafta dolaşmıyorlarsa zaten yılın bu zamanı
yola çıkmazlardı. Arada sırada Efendiler loncasından birilerine ait
önüne bir dizi ifadesiz nötral koşulmuş savaş arabasına yol vermek
için kenara çekiliyorduk. Günün ilk iki saatinde, Efendilerin gururlu
hatlarını bizim gibi basit halktan gizlemek için hepsinin de her tarafı
sıkı sıkı kapatılmış böyle dört araç yanımızdan geçti. Ürünle dolu
birkaç yük arabası gördük ve üzerimizden birkaç tane havasalı
süzüldü. Bunları saymazsak yol çoğu zaman tamamen bize aitti.
Roum’un hemen dışında eski çağların izleri barınıyordu;
ortalıkta duran sütunlar, hiçbir şeyi hiçbir yerden hiçbir yere aktaran
kemerlerin ayakta kalan parçaları, artık yok olmuş bir mabedin
kapıları. Bu gördüklerimiz Roum’un en eski hali olmasına rağmen
üzerine yeni, en azından daha sonraki döngülerin binaları yapılmıştı:
Köylü kulübeleri,. güç aktarıcılarının kubbeleri, yaşam kulelerinin
iskeletleri. Nadiren tarihi bir havagemisinin yanmış gövdesiyle
karşılaşıyorduk. Gormon her şeyi inceliyor, zaman zaman örnekler
topluyordu. Avluela, gözleri fal taşı gibi açılmış, tek kelime etmeden
bakıyordu. Önümüzde şehrin duvarları tüm heybetleri ile belirene
kadar yürümeye devam ettik.
Sıkı sıkıya birleştirilmiş parlak, mavi taşlardan yapılmış,
yaklaşık sekiz adam yüksekliğindeydiler. Yol, duvarın altında
kurulmuş bir kemerin içinden geçiyordu, kapılar açıktı. Biz kapılara
yaklaşırken birisi bize doğru geldi; cüppeli, maskeli, alışılmışın
ötesinde bir boya sahip, Hacılar loncasının kasvetli giysileri içinde bir
adamdı. İnsan böyle birisinin yanına çağrılmadan gitmez. Hacı
çağırdı.
Maskesinin içinden, “Nereden?” diye sordu.
“Güneyden. Bir süre Agupt’ta yaşadım, sonra Kara Geçidi’ni
kullanarak Talya’ya geçtim,” diye cevapladım.
“Nereye?”
“Roum; bir süre için.”
“İzleyiş nasıl gidiyor?”
“Alışıldığı gibi.”
Hacı, “Roum’da kalacak bir yeriniz var mı?” diye sordu.
Hayır anlamında başımı salladım. “İrade’nin merhametli
olmasını bekliyoruz.”
Hacı ilgisiz bir şekilde, “İrade her zaman merhametli değildir,”
dedi. “Ayrıca Roum’da İzleyicilere de pek ihtiyaç duyulmuyor.
Neden bir Uçucu ile seyahat ediyorsun?”
“Bana arkadaş olsun diye. Ayrıca o daha çok genç ve korunmaya
ihtiyacı var.”
“Diğeri kim?”
“Onun loncası yok. O bir Değişken.”
“Bunu görebiliyorum; neden sizinle beraber?”
“Ben yaşlıyım, o da güçlü, bu yüzden de beraber yolculuk
ediyoruz. Sen nereye, Hacı?”
“Jorslem. Benim loncam için başka bir hedef olabilir mi?”
Omuzlarımı silkerek bu noktayı kabul ettim.
Hacı, “Neden benimle Jorslem’e gelmiyorsun,” dedi.
“Şimdi yolum kuzeye doğru. Jorslem güneyde, Agupt
yakınlarında kalıyor.”
Hacı şaşırmış bir şekilde, “Yani Agupt’ta bulundun, ama
Jorslem’e gitmedin mi?” diye sordu.
“Evet. Jorslem’i görmem için zaman henüz uygun değildi.”
“Şimdi gel. Yolda beraber yürürüz, İzleyici, beraber yürürüz ve
eski günlerden, zamanın getireceklerinden bahsederiz, senin
İzleyişlerine yardımcı olurum, sen de İrade ile bağlantı kurmama
yardım edersin. Anlaştık mı?”
Çok cazipti. Altın Jorslem’in kutsal binaları ve türbeleri,
yaşlıların gençleştirildiği yenilenme mekanları, seyyar tapınakları,
sivri kuleleri ile görüntüsü gözlerimin önünden geçti. Her ne kadar
kendi alışkanlıklarına bağlı bir adam olsam da o anda içimden
Roum’u boşverip Hacı ile beraber Jorslem’e gitmek geliyordu.
“Ya arkadaşlarım...” dedim.
“Onları boşver. Loncasızlarla yolculuk etmem yasak ve bir
dişiyle de yolculuk etmek istemiyorum. Biz ikimiz, İzleyici, Jorslem’e
beraber gideceğiz.”
Bu resmi konuşmayı kenarda kaşları çatık bir şekilde dinleyen
Avluela birden bana korku içinde bir bakış fırlattı.
“Onları bırakmayacağım,” dedim.
Hacı, “Öyleyse Jorslem’e yalnız başıma giderim,” dedi.
Cüppesinin içinden kemikli, uzun parmaklı, düzgün ve beyaz bir el
çıktı. Saygılı bir şekilde parmaklarımı onunkilere dokundurdum.
Hacı, “İrade senin yanında olsun İzleyici dost,” dedi, “Jorslem’e
ulaştığında beni bul.”
Konuşmayı daha fazla sürdürmeden yoluna devam etti.
Gormon, “Onunla giderdin, öyle değil mi?” dedi.
“Bunu düşündüm.”
“Jorslem’de burada olmayan ne bulabilirsin? Burası da orası gibi
kutsal bir şehir. Burada biraz dinlenmelisin. Bugün daha fazla
yürüyebilecek gibi görünmüyorsun.”
“Haklı olabilirsin,” dedim ve kalan son enerjimle Roum
kapılarına doğru seğirttim.
Dikkatli gözler duvardaki gözetleme deliklerinden bizi
izliyordu. Geçişin yaklaşık ortasına geldiğimizde çiçek bozuğu suratlı,
gıdığı sarkmış, şişman bir Muhafız bizi durdurdu ve Roum’da ne
işimiz olduğunu sordu. Ben loncamı ve amacımı belirttim, bunun
üzerine adam iğrenmişcesine bir homurtu çıkardı.
“Başka bir yere git, İzleyici! Burada sadece işe yarar insanlara
ihtiyacımız var.”
Hafifçe, “İzleyişin de faydaları vardır,” dedim.
“Kuşkusuz, kuşkusuz...” Yan yan Avluela’ya baktı. “Bu kim?
İzleyicilerin bekaret yemini ettiklerini sanıyordum.”
“O sadece bir yol arkadaşı.”
Muhafız bir kahkaha patlattı. “Bahse girerim sık sık gidip
geldiğin bir yoldur! Hayır, pek bir şeye de benzemiyor. Kaç yaşında?
On üç, on dört? Gel bakalım buraya çocuk. Gel de seni yasadışı
maddeler için bir kontrolden geçirelim.” Elleri hızla kızın vücudunda
dolaştı, göğüslerini ellerken kaşları çatıldı, omuzlarının arkasında
büzülü kanatlarının oluşturduğu tepeciklere rastladığında ise kaşını
kaldırdı. “Burada ne varmış? Ne varmış bakalım? Arkada önde
olduğundan daha fazlası var! Bir Uçucusun ha? Bu çok pis bir iş, hain
İzleyicilerle sürten Uçucular.” Kıkırdadı ve Avluela’nın vücuduna
öyle bir şekilde el attı ki gözlerinde intikam ateşi yanan Gormon
öfkeyle ileri atıldı. Neyse ki onu tam zamanında bileğinden
yakalayarak tüm gücümle asıldım; böylece bir Muhafıza saldırarak
her üçümüzü de mahvetmesine engel olabildim. Beni hırsla çekti,
neredeyse yere düşürüyordu; fakat sonra sakinleşti, duruldu ve buz
gibi gözlerle şişkonun Avluela üzerinde “yasadışı madde” aramasını
bitirmesini izledi.
Sonunda Muhafız nahoş bakışlarını Gormon’a çevirdi, “Sen nasıl
bir yaratıksın öyle?” dedi.
Gormon, sert bir şekilde, “Affınıza sığınarak, ben bir
loncasızım,” dedi. “Teratojenik olarak üretilmiş önemsiz ve değersiz,
yine de özgür ve Roum’a giriş arzusunda olan biriyim.”
“Burada daha fazla canavara ihtiyacımız mı var?”
“Az yerim ve çok çalışırım.”
Muhafız, “Nötralize edilsen daha da fazla çalışırdın,” dedi.
Gormon adama ters ters baktı. “Artık giriş için izin verecek
misiniz?” diye sordum.
“Bir saniye.” Muhafız başına bir düşünme kepi geçirdi ve hafıza
tanklarına bir mesaj geçerken gözlerini kıstı. Bunu yaparken harcadığı
çabayla yüzü gerildi, sonra rahatladı ve birkaç saniye sonra da cevap
geldi. Biz yapılan işlemleri duyamıyorduk, ama yüzünde beliren düş
kırıklığına bakılırsa Roum’a girişimizin engellenmesi için herhangi bir
neden bulunamamıştı.
“Haydi geçin,” dedi. “Üçünüz de... Çabuk olun!”
Kapıyı geçtik.
Gormon, “Bir yumrukta beynini duvara yapıştırabilirdim,” dedi.
“... ve gece olmadan nötralize edilirdin. Biraz sabır ve işte
Roum’a girdik.”
“Ama Avluela’ya davranışı!...”
“Ona karşı çok sahiplenici bir tavır alıyorsun,” dedim. “Unutma
ki o bir Uçucu ve loncasızlarla cinsel anlamda bir ilişkiye giremez.”
Gormon hamlemi görmezden geldi. “Beni, seni ettiğinden daha
fazla tahrik etmiyor, İzleyici. Sadece ona o şekilde davranıldığını
görmek bana acı veriyor. Beni tutmasaydın o adamı öldürürdüm.”
Avluela, “Artık Roum’da olduğumuza göre; nerede kalacağız?”
dedi.
“Önce loncamın karargahını bulmalıyım,” dedim. “İzleyiciler
Hanında kaydımı yaptırayım. Ondan sonra belki de Uçucular
Locası’nı bulur orada birşeyler yeriz.”
Gormon, “Sonra da,” dedi, “Loncasızlar çöplüğüne gider birkaç
kuruş dileniriz.”
Ona, “Bir Değişken olduğun için sana acıyorum,” dedim, “ama
kendi kendine acımanın pek de zarif bir davranış olmadığını
düşünüyorum. Haydi gel.”
Kapıdan uzaklaşan taş döşeli, döne döne giden yoldan yukarı
çıkarak, Roum’a girdik. Şehrin dış kısmındaydık, buradaki çok sayıda
tek katlı gecekondu bile etraftaki savunma mekanizmalarının
kapladıkları gereksiz hacimle boy ölçüşemezdi. Bir önceki gece
dışarıdan gördüğümüz, on bin yıldan fazla bir süredir korunmuş
tarihi Roum’un kalıntıları olan parlak kuleler, pazar yeri, üretim
bölgesi, iletişim tepesi, İrade’ye adanmış tapınaklar, hafıza depoları,
uyku sığınakları, dış dünya kerhaneleri, hükümet binaları ve çeşitli
loncaların karargahları da içeride kendilerine bir yer bulmuşlardı.
Bir köşede, kauçuk duvarları olan İkinci Döngü’ye ait eski bir
binanın yanında, halka açık bir düşünce başlığı bulup alnıma
yerleştirdim. Bir anda düşüncelerim hızla kablolardan geçip onları
hafıza deposuna ait beyinlerden birine yönlendirecek arayüze
ulaştılar. Arayüzü geçip koyu yeşil kutusunun içinde uçuk gri kıvrım
kıvrım beynin kendisiyle karşılaştım. Bir zamanlar bir Anımsayıcının
anlattığına göre, önceki döngülerde insanlar onların yerine düşünecek
makineler yapmışlar, fakat bu makineler korkunç pahalı, inanılmaz
büyükmüş ve deli gibi enerji harcıyorlarmış. Bu atalarımızın
budalalıklarının en kötüsü değil; fakat ölüm hafıza depolarında
kullanılmak üzere her gün binlercesini vücutlarından kurtarırken
yapay bir beyin yapmanın nasıl bir amacı olabilir? Acaba onları
kullanma bilgisinden mi yoksundular? Buna inanması güçtü.
Beyne tanımlamamı verdim ve lonca hanının yerini sordum.
Cevap anında geldi ve bir yanımda Avluela, diğer yanımda Gormon,
ben ise aletlerimin durduğu el arabasını her zamanki gibi itekleyerek
yola koyulduk.
Şehir kalabalıktı. Böyle bir yığını ne sıcak, rehavet içindeki
Agupt’ta, ne de kuzeye doğru olan yolculuğumun herhangi başka bir
noktasında görmüştüm. Sokaklar maskeli ve gizemli Hacılarla
doluydu. Acele içindeki Anımsayıcılar, suratsız Tüccarlar ve arada
sırada da bir Efendinin tahtırevanı onların arasından zorla yol açarak
ilerliyordu. Avluela birkaç tane Uçucu da gördü fakat arınma
ayininden geçmeden önce onları selamlaması loncasının âdetlerince
yasaktı. Ben de pek çok İzleyici gördüğümü, fakat hepsinin de bana
kibirle ve hor görerek baktığını üzülerek söylemeliyim. Ayrıca epey
Koruyucunun bulunduğunu ve Satıcılar, Uşaklar, İşçiler, Katipler,
İletişimciler ve Taşıyıcılar gibi daha alt seviye loncaların da fazla fazla
temsil ediliyor olduğunu fark ettim. Doğal olarak bir yığın nötral
mütevazı işleriyle sessizce uğraşıyorlardı ve Dünya’nın somurtkan,
yoksullukla cebelleşen insanlarıyla her ne yapılabilinirse onu
yapmaya gelmiş, büyük ihtimalle çoğu turist olan farklı tipte pek çok
Dünyadışı da sokakları dolduruyordu. Kalabalığın içinde göze
batmamaya çalışarak aksak aksak gezinen pek çok Değişken de vardı;
ama aralarından bir tanesinin bile başı yanımda yürüyen
Gormon’unki kadar dik değildi. Türü içinde tekti; diğerleri alacalı ya
da benekli, asimetrik, eksik ya da fazla uzva sahip, hayal gücünün
sınırlarında binlerce farklı deformasyonu olan sürüngen, tıslayan,
aksak, yamuk ya da yapışkan, yankesicilik yapan, organlarını satan,
yağcı, insanların duygularını sömüren veya düzenbaz şeylerdi, fakat
bir tanesinin bile kendini adamdan sayıyormuş gibi göğsü dik değildi.
Beynin talimatları çok netti ve bir saatten kısa bir yürüyüş
sonunda İzleyiciler hanına ulaştık. Gormon ve Avluela’yı dışarıda
bırakıp el arabamı içeri sürdüm.
Ana salonda loncamın belki de bir düzine üyesi tembellik
yapıyorlardı. Geleneksel biçimde onları selamladım ve selamımı
isteksizce aldılar. Dünya’nın güvenliği gibi bir sorumluluğu taşıyan
muhafızlar bunlar mıydı? Zayıf, ahmaklar sürüsü!
“Kaydımı nereye yapabilirim?” diye sordum.
“Yeni misin? Nereden?”
“Son kayıt yerim Agupt’tu.”
“Orada kalmalıydın. Burada daha fazla İzleyiciye ihtiyaç yok.”
Sorumu tekrarladım, “Kaydımı nereye yapabilirim?”
Boş suratlı bir genç, salonun arka tarafındaki ekranı işaret etti.
Ekranın yanına gidip parmak uçlarımı dokundurdum, sorgulandıktan
sonra bir İzleyicinin han sınırları içinde olmak koşuluyla ancak başka
bir İzleyiciye söyleyebileceği ismimi verdim. Loncadaki yüksek
seviyesinin göstergesi olarak, İzleyici işareti sol değil de sağ
yanağında olan, patlak gözlü bir adam açılan bir panelin arkasında
belirdi ve ismimi söyleyip, “Roum’a gelmemeliydiniz,” dedi.
“Kapasitenin zaten üzerindeyiz.”
“Yine de kalacak bir yer ve iş talep ediyorum,” dedim..
Adam, “Sizinki gibi bir mizah duygusuna sahip olan biri
Şaklabanlar loncasında doğmalıymış,” dedi.
“Bunun komik bir yanı yok.”
“Loncamızın son oturumunda resmen ilan edildiği gibi bir hanın
daha önce belirlenen kapasitesini aşması durumunda yeni misafirler
yerleştirmesi gibi bir zorunluluğu artık yok. Size iyi günler dilerim.”
Donakaldım. “Böyle bir uygulamadan benim haberim yok! Bu
inanılmaz! Düşünsenize, bir lonca, kendi üyesini –üstelik ayakları
nasır tutmuş bir üyesini– kendi hanından kovuyor! Benim yaşımda,
Agupt’tan buraya Kara Geçidi’ni aşarak gelen ve Roum’da bir yabancı
olan aç bir üyesini...”
“Neden önceden başvurmadınız?”
“Böyle bir şeyin gerekli olacağı aklımın ucundan bile
geçmemişti.”
“Yeni kurallar...”
“Yeni kuralların canı cehenneme!” diye bağırdım. “Kalacak bir
yer istiyorum! Sen daha doğmadan önce İzleyiş yapan birini geri
Çevirmek...”
“Sakin ol kardeşim, sakin ol.”
“Eminim uyumam için gösterebileceğiniz bir köşe, yemem için
ayırabileceğiniz birkaç kırıntı birşey vardır, öyle değil mi?”
Sesimin tonu yaygaradan yalvarmaya değiştikçe, adamın yüz
ifadesi de aldırmazlıktan küçümsemeye dönüşmüştü. “Hiç odamız
yok. Hiç yiyeceğimiz yok. Bildiğiniz gibi loncamız için zaman kötü.
Gereksiz bir lüks, İrade’nin kaynaklarının gereksiz tüketimi olarak
görüldüğümüz için toptan kaldırılacağımız hakkında dedikodular
var. Gücümüz son derece sınırlı. Roum’da olması gerektiğinden daha
fazla İzleyici var ve zaten adam başına az yemek düşüyor; bir de sizi
alırsak yiyecek miktarı daha da azalacak.”
“Peki ben nereye gidebilirim? Ne yapabilirim?”
Adam gayet yumuşak bir şekilde, “Benim tavsiyem,” dedi,
“kendinizi Roum Prensi’nin merhametine teslim etmeniz
yönündedir.”
3

Olanları dışarıda anlattığımda Gormon gülmekten iki büklüm


oldu ve öyle kahkahalara boğuldu ki yüz çizgileri kıpkırmızı kesildi.
“Roum Prensi’nin merhameti!” diye tekrarlıyordu. “Roum
Prensi’nin.... merhameti!”
Oldukça soğuk bir şekilde, “Şanssızların yerel yöneticinin
yardımını istemesi âdettendir,” dedim.
Gormon, “Roum Prensi merhamet nedir bilmez,” dedi. “Roum
Prensi insana açlığını hafifletmek için kendi kollarını bacaklarını
yedirtir!” Avluela, “Belki de,” diye araya girdi, “gidip Uçucular
Locası’nı bulmalıyız. Bizi orada beslerler.”
“Gormon’u değil,” dedim. “Birbirimize karşı bir
sorumluluğumuz var.”
“Biz de ona yemek taşırız.”
“Yine de önce sarayı ziyaret etmemiz konusunda ısrar
ediyorum,” dedim. “Önce durumumuzu tam olarak bir kavrayalım,
sonra gerekirse birşeyler uydururuz.”
Avluela sonunda razı oldu ve şehri ayıran nehrin diğer yanında,
sütunlarla çevrili geniş bir meydanın arkasındaki dev binaya, Roum
Prensi’nin sarayına doğru yola çıktık. Meydana girdiğimizde kimisi
Dünya’da doğmuş bile olmayan pek çok dilenci tarafından
karşılandık; içlerinden dokunaçları olan, buruşuk ve burunsuz bir
yüze sahip biri bana sokulup Gormon onu ittirene kadar sadaka
dilendi; kısa bir süre sonra en az onun kadar garip başka bir tanesi,
uzuvlarına dizilmiş gözleri, derisinde ışıldayan gözenekleriyle
bacaklarıma yapışıp İrade’nin adına merhamet dilendi. El arabamı
gösterip, “Ben sadece zavallı bir İzleyiciyim,” dedim, “buraya ben de
merhamet dilenmeye geldim.” Öte yandan yaratık inatçıydı, düştüğü
bahtsızlıkları boğuk, fısıltılı bir sesle dile getirmeyi bırakmadı ve
sonunda Gormon’un tiksintiyle bakmasına rağmen yaratığın göğsü
üzerindeki çekmecemsi keseye birkaç yemek tableti koydum. Daha
sonra kendimize bir yol açarak sarayın kapılarına doğru ilerledik.
Sütunlu girişte çok daha korkunç bir manzara bizi bekliyordu: hassas
uzuvları bükülmüş ve burkulmuş, ciddi bir şekilde hasar görmüş bir
kanadı yarı açık, diğeri hiç olmayan yaralı bir Uçucu. Ona ait olmayan
bir isimle Avluela’ya seslendi, ona doğru koşup kızcağızın
bacaklarındaki pantolonun sırılsıklam olup matlaşmasına yetecek
kadar çok gözyaşı döktü. “Yalvarırım locaya kabulüm için bana kefil
olun,” diyordu. “Sakat olduğum için beni kabul etmediler, fakat eğer
siz bana kefil olursanız...” Avluela kendisinin de buradaki locanın
yabancısı olduğunu, bu yüzden yapabileceği bir şey olmadığını
söyledi, fakat yıkılmış Uçucu yine de onu bırakmadı. Sonunda
Gormon onu kuru bir kemik torbasını kaldırır gibi rahat bir şekilde,
fakat mümkün olduğu kadar nazikçe kaldırıp kenara koydu. Sütunlu
girişe sonunda erişebildiğimizde bize ne istediğimizi sorup çabucak
bir sonraki aşamaya geçiren yumuşak yüzlü bir nötral üçlüsü
tarafından karşılandık. Bir sonraki aşama yaşlı bir çift Listeleyiciydi.
Bir ağızdan konuşarak bizi sorguya çektiler.
“Görüşme talep edecektik,” dedim. “Bir merhamet meselesi.”
Sağdaki Listeleyici “Görüşme günü bundan dört gün sonra,”
dedi. “İsimlerinizi listeye ekleriz.”
Avluela, “Bizim yatacak bir yerimiz yok!” diye atıldı. “Biz açız!
Bizim...”
Onu susturdum. Bu arada Gormon boyutkesesini karıştırıyordu.
Elinde parlak şeyler belirdi, belli ki bunlar üzerlerine sivri burunlu
sakallı yüzler basılmış altınlardı... ölümsüz maden! Onları harabeleri
dolaşırken bulmuştu. Birini bizi reddeden Listeleyicinin önüne attı.
Adam parayı yere düşmeden kaptı, parmağıyla üzerini silip
cüppesinin kıvrımlarından birinin içine bıraktı. Diğer Listeleyici
umutla baktı. Gormon gülümseyerek ona da parasını verdi.
“Belki de,” dedim, “içeride özel bir görüşme ayarlayabiliriz.”
Listeleyicilerden biri, “Belki de bu mümkün olabilir,” dedi.
“Geçin bakalım.”
Böylece binanın orta kısmına geçtik ve yankı yapan duvarların
arasından aşağıda, apsisteki korunaklı taht odasının önündeki geniş
geçide gözlerimiz takıldı. Burada ellerinde onlara miras kalan özel
lisansları olan başka dilenciler de vardı. Ayrıca sıra sıra Hacı,
İletişimci, Anımsayıcı, Müzisyen, Katip ve Listeleyici de burada
bekliyordu. Kulağıma dua mırıltıları, burnuma baharatlı bir tütsü
kokusu geldi; ayaklarımı bastığım yerin altındaki gongların
titreşimlerini hissettim. Bina, önceki döngülerde zamanın dinlerinden
birinin –Gormon’un (Bir kez daha kendisinin Değişken olarak
gizlenen bir Anımsayıcı olduğundan şüphe etmeme neden olacak
şekilde) söylediğine göre Hristanların– bir mabediymiş, sanırım bu
yüzden Roum’un laik yönetiminin merkezi olmasına rağmen hâlâ
kutsal havasının bir kısmını koruyordu. İyi de, Prens’i nasıl
görecektik? Sol tarafıma doğru baktığımda önünde Tüccarların ve
Topraksahiplerinin sıralanmış olduğu şatafatlı bir mabet gördüm.
İçeri bir göz attığımda sorgu masasının üzerindeki üç kuru kafa –
hafıza bankası girişi– ve yanlarında duran iriyarı katip dikkatimi
çekti. Gormon ve Avluela’ya beni geçitte beklemelerini söyleyerek
sıraya girdim.
Sıra yavaş ilerliyordu; sorgu masasına ulaştığımda neredeyse
bir saat geçmişti. Kuru kafalar gözlerini bana dikmişti, besleyici ve
koruyucu sıvılar kaynamış kemikleri içinde fokurduyordu,
milyarlarca sinaptik bağlantıları artık eşi benzeri olmayan hafıza
üniteleri olarak çalışan, ölü fakat hâlâ işlevsel beyinlerinin ihtiyaç
duyduğu bakımı sağlıyordu. Katip sırada bir İzleyicinin
bulunmasından dehşete düşmüş gibiydi, fakat onun konuşmasına izin
vermeden atıldım. “Bir yabancı olarak Prens’in merhametini talep
etmek için geldim. Ben ve yol arkadaşlarımın kalacak bir yeri yok.
Kendi loncam beni yüz üstü bıraktı. Şimdi ne yapmam gerekiyor? Bir
görüşme ayarlayabilmenin yolu nedir?”
“Dört gün sonra gel.”
“Dört günden fazladır yollarda yattım. Şimdi ise daha rahat
dinlenebilmeliyim.”
“Genel bir han...”
“Benim bir loncam var!” diye karşı çıktım. “Loncamın burada bir
hanı olduğu için genel hanlar beni kabul etmeyeceklerdir, öte yandan
loncam da yeni bir uygulama yüzünden beni kabul etmiyor... demek
istediğimi anlatabildim mi?”
Katip, bıkkın bir sesle “Özel bir görüşme için başvuruda
bulunabilirsiniz. Reddedilecektir, fakat yine de başvuru yapmanız
mümkün,” dedi.
“Nereye?”
“İşte buraya. Görüşme amacınızı tam olarak yazın.”
Genel unvanımı kullanarak kendimi kuru kafalara tanıttım, iki
yoldaşımın isimlerini, pozisyonlarını belirtip durumu açıkladım.
Bütün bunlar kayıt edilip şehrin herhangi başka bir yerindeki
beyinlere iletildi. Sonunda işim bittiğinde, katip, “Başvurunuz
onaylanırsa haber verilecektir,” dedi.
“Bu arada nerede kalmalıyım?”
“Benim önerim saraya yakın bir yer olmasıdır.”
Anlamıştım. Meydanı dolduran bahtsızlar ordusuna katılmamız
gerekecekti. Kim bilir kaç tanesi Prens’le özel bir görüşme istemişti ve
aylar, belki de yıllardır hâlâ huzuruna çıkmayı bekliyorlardı. Taşların
üzerinde uyuyup, birkaç kırıntı için dilenmek, aptalca bir umutla
yaşamak!
Öte yandan tüm seçeneklerim tükenmişti. Avluela ve
Gormon’un yanına dönüp durumu açıkladım ve başka herhangi bir
konaklama ihtimalinin peşinden koşmamızı önerdim. Loncasız
olduğundan Gormon, onun gibilere uygun herhangi pis bir genel
handa kalabilirdi; Avluela büyük ihtimalle kendi loncasının hanında
yer bulacaktı; bir tek ben sokaklarda yatmak zorunda kalacaktım...
üstelik bu ilk kez de olmuyordu. Yine de ayrılmamız gerekmeyeceğini
ümit ediyordum. Bir izleyici için garip bir düşünce olmasına rağmen
üçümüzü artık bir aile gibi görmeye başlamıştım.
Çıkışa doğru ilerlerken saatim izleyiş zamanının geldiğini haber
verdi. Gereken her yer ve zamanda izleyişimi yapabilmem benim
zorunluluk ve ayrıcalığımdı; bu yüzden durdum, arabayı kurup
aletlerimi çalıştırdım. Gormon ve Avluela yanımda beklediler. Saraya
girip çıkanların yüzlerinde yer yer yılışık gülümsemeler, hatta açık
açık alaylar belirdi; İzleyiş pek saygıdeğer bir iş sayılmıyordu, çünkü
o kadar uzun zamandır izlememize rağmen kehanetteki düşman asla
gelmemişti. Diğerlerine saçma gelse de herkesin bir görevi vardı.
Kimisi için boş bir ayinden ibaret olan şey, diğerleri için hayatının işi
olabiliyordu. İnatla kendimi İzleyiş durumuna soktum. Dünya
gözlerimin önünden akıp gitti, gökyüzünün derinliklerine daldım.
İçime tekrar o tanıdık zevk doldu, tanıdık ve kimisi de o kadar tanıdık
olmayan yerleri kontrol ettim, zihnim galaksilerin arasında çılgınca
dolaştı. Bir donanma toplanıyor muydu? Dünya’nın fethi için birlikler
hazırlanıyor muydu? Günde dört kez izliyordum, loncamın diğer
üyeleri gibi... Herkesin izleyiş zamanı biraz farklıydı, böylece tetikte
bir zihnin nöbette olmadığı tek bir an bile geçmiyordu. Bunun aptalca
bir hırs olduğuna inanmıyorum.
Transımdan çıktığımda küstah bir ses, “...yol açın! Roum
Prensi’ne yol açın!” diye bağırıyordu.
Gözlerimi kırpıştırdım, başımı salladım ve konsantrasyonumun
kalan son parçalarını zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım. Bir alay
nötral tarafından taşınan yaldızlı bir tahtırevan sarayın arka
tarafından çıkmış, tam benim üzerime doğru geliyordu. Efendiler
loncasına ait göz alıcı maskeler takmış dört adam tahtırevanın
yanlarından yürüyor, önlerinden ise tıknaz ve bodur, boğazları
kurbağalarınkini andıracak şekilde değişmiş bir Değişkenler üçlüsü
görkemli borazan sesleri çıkararak yol açıyordu. Bu kadar yetenekli
olmalarına rağmen Prens’in Değişkenleri işe almış olması bana çok
garip gelmişti.
El arabam bu görkemli geçidin yolunu tıkamıştı, bu yüzden
derhal arabayı kapatıp onlar üzerimden geçmeden kenara çekilmeye
çalıştım. İleri yaşım ve paniğim yüzünden parmaklarım titriyor,
aletleri doğru düzgün kapatamıyordum. Ben gitgide artan bir
sakarlıkla çabalarken kasıla kasıla yürüyen Değişkenler o kadar
yaklaştı ki sesleri insanı sağır edici bir yüksekliğe ulaştı, Gormon’un
bana yardım etmeye çalışması ise aletlere loncamın üyelerinden
başkasının dokunmasının yasak olması nedeniyle ona hiddetle
tıslamama neden oldu. Onu iterek uzaklaştırdım ve bir anda öncü
nötraller ellerinde parlayan kırbaçlarıyla beni yoldan uzaklaştırmak
için üzerime çullandılar. “İrade adına,” diye bağırdım, “ben bir
İzleyiciyim!”
Buna karşılık gelen cevap derin, sakin ve etkileyiciydi: “Bırakın
onu. O bir İzleyici.”
Tüm hareketler durdu. Roum Prensi konuşmuştu.
Nötraller geri çekildiler. Değişkenler müziği kesti. Taşıyanlar,
tahtırevanı yavaşça yere bıraktılar. Avluela, Gormon ve benim dışında
Kafilenin orta kısmındaki herkes geri çekildi. Tahtırevan’ın donuk
donuk parıldayan perdeleri aralandı. Efendilerden ikisi aceleyle
ilerleyip hükümdarlarına yardım etmek için ellerini ses kalkanının
içine soktular. Kalkan bir mırıltıyla yok oldu.
Roum Prensi ortaya çıktı.
O kadar gençti ki! Saçları koyu renk ve gürdü ve yüzünde tek
kırışık olmayan bir çocuktan farkı yoktu. Yine de, hükmetmek için
doğmuştu ve bütün gençliğine rağmen daha önce gördüğüm
herkesten daha güçlü bir hakimiyet havası vardı. Dudakları ince ve
sımsıkı kapalı, aşağı doğru kıvrık burnu sert ve saldırgan duruyordu;
soğuk ve derin gözleri sonsuz birer çukur gibiydi. Egemenler
loncasının süslü giysilerini giyiyor, yanağında ise Koruyucular
loncasının çift çizgili haçı bulunuyor ve boynunda Anımsayıcıların
koyu renkli şalını taşıyordu. Bir Egemen istediği kadar çok loncaya
üye olabilirdi ve aynı zamanda da bir koruyucu olmaması garip
kaçardı; fakat Prens’in bir yandan da Anımsayıcı olması beni
şaşırtmıştı. Bu, normalde şiddete yönelenlere uygun bir lonca değildi.
Bana kayıtsızca bakıp, “İzleyiş için garip bir yer seçmişsin, yaşlı
adam,” dedi.
“Yeri zaman seçti efendim,” diye yanıtladım. “Buradaydım ve
görevim beni buna zorladı. Sizin geleceğinizi bilemezdim.”
“İzleyişinde hiç düşman buldun mu?”
“Hayır efendim, hiç.”
Tam şansımı denemek, Prens’in beklenmedik ortaya çıkışını
lehime çevirmek için yardımını istemek üzereydim ki benim
üzerimdeki ilgisi biten bir mumun ışığı gibi söndü; ben de bana
bakmazken ona hitap edecek cüreti bulamadım. Uzunca bir an için
gözleri Gormon’a dikildi, kaşlarını çatıp çenesini ovuşturdu. Sonra
bakışları Avluela’nın üzerine geldi. Gözleri parıldadı. Çenesinin
etrafındaki kaslar seğirdi. Narin burun delikleri genişledi. Eliyle işaret
ederek, “Buraya gel, küçük Uçucu,” dedi. “Bu İzleyicinin dostu
musun?”
Kız korkudan donakalmış bir şekilde başıyla onayladı.
Prens elini uzatıp onu yakaladı; bir anda Avluela tahtırevan’ın
üzerine doğru yükselmeye başladı ve yüzünde neredeyse oyunlardaki
kötü adamları andıracak kadar hain bir gülümsemeyle prens kızı
perdenin arasından içeri aldı. Anında bir çift Efendi ses kalkanını
tekrar çalıştırdı, fakat geçit devam etmedi. Ben sessiz, kalakaldım.
Yanımda, Gormon donakalmış, güçlü vücudu kaskatı kesilmişti. El
arabamı daha az dikkat çekecek bir yere sürdüm. Uzun dakikalar
geçti. Prens’in maiyeti sessiz, gözlerini tahtırevandan çevirmişlerdi.
Uzun bir süre sonra perde tekrar aralandı. Avluela güçlükle
dışarı çıktı, yüzü sararmış, gözleri kırpışıyordu. Sersemlemiş gibiydi.
Yanaklarında boncuk boncuk terler parıldıyordu. Neredeyse
düşüyordu ki, bir nötral onu yakalayıp yer seviyesine indirdi.
Ceketinin altındaki kanatları hafif açılmış, ona kambur bir görüntü
vermişlerdi. Bu, büyük duygusal bir ızdırap içinde olduğunun
işaretiydi. Tek bir kelime etmeden, ayaklarını sürüyerek zar zor
yanımıza geldi; bana bir bakış fırlatıp kendini Gormon’un koca
göğsüne bıraktı.
Taşıyıcılar tahtırevanı yukarı kaldırdılar. Roum Prensi, sarayını
terk etti.
Gittiğinde boğuk bir sesle kekeleyerek, “Prens, bize kraliyet
misafirhanesinde konaklama izni verdi!” dedi.
4

Misafirhane çalışanları tabii ki bize inanmadılar.


Sarayın arka tarafında, kar çiçekleri ve eğreltiotu filizleri
arasındaki kraliyet misafirhanesinde Prens’in konukları ağırlanırdı.
Genelde Efendiler, arada sırada da bir Egemen böyle bir
misafirhanenin konuğu olur, bazen araştırma gezisindeki çok önemli
bir Anımsayıcı için bir göz oda hazırlanır, ya da stratejik planları
tartışmaya gelen yüksek mevki sahibi bir Koruyucu için yer ayrılırdı.
Kraliyet misafirhanesinde bir uçucuyu barındırmak oldukça tuhaf, bir
İzleyicinin ağırlanması düşük ihtimal, bir Değişken ya da loncasız
başka birinin bulunması ise mantık sınırları dışındaydı. Bu yüzden,
kendimizi tanıttığımızda Uşaklar önce yaptığımızı düşündükleri
şakaya güldüler, sonra sinirlendiler, en sonunda da aşağılamaya
başladılar. “Defolun buradan!” diye bağırdılar. “Aşağılık it sürüsü!”
Avluela sakin bir sesle, “Prens bize burada konaklama izni verdi
ve bu yüzden siz bizi reddedemezsiniz,” dedi.
“Haydi! Haydi!”
Çarpık dişli bir Uşak Gormon’un loncasızlığı hakkında ağır
sözler savurarak çıkardığı sinir-copunu suratına doğru salladı. Copun
acı dokunuşuna aldırmayan Gormon aleti adamın elinden kaptığı gibi
karnına tekmeyi bastı; adam da iki büklüm yere yapışıp
midesindekileri boşalttı. Bir anda misafirhanenin içinden bir ordu
dolusu Uşak dışarı döküldü. Gormon bir diğer Uşağı havaya
kaldırarak adamları darmadağın edecek şekilde gelenlerin ortasına
fırlattı. Vahşi çığlıklar ve nefretle savrulan küfürler misafirhanenin
yaşlı Katibinin dikkatini çekti; adam kapıya çıkıp önce sessizliği
sağladı, sonra da bizi sorguya çekti. Avluela hikayeyi anlattığında,
“Bunu kolayca kontrol edebiliriz,” dedi. Küçümseyici bir bakışla
Uşaklardan birine, “Listeleyicilere bir haberci gönderin. Çabuk!” diye
ekledi.
Kısa bir süre sonra kargaşa dağılmış, biz de içeri kabul
edilmiştik. Hepimize ayrı ayrı fakat yan yana odalar verildi.
Hayatımda hiç böyle bir lüks görmemiştim, göreceğimi de sanmam.
Odalar yüksek tavanlı ve genişti. Mahremiyeti korumak için girişlerde
insanın kendi vücut ısısına duyarlı diyafram kapılar vardı. Işıklar en
ufak bir harekete duyarlıydı, ne de olsa duvarlardaki apliklere ve
tavana asılı kürelere yuvalanmış Parlakyıldız dünyalarından getirilen
dikensi köle ışıklar böyle emirlere uymayı acı çekerek öğrenmişlerdi.
Pencereler içeridekinin isteğine göre beliriyor ya da ortadan
kalkıyorlardı; kullanılmadıkları zaman ise hislere yarı-duyarlı dünya
dışı tül şeritleriyle gizleniyorlardı. Bu şeritler yalnızca dekoratif
olmakla kalmıyor, aynı zamanda da seçilen desene göre belirlenen hoş
kokular yayılmasına neden oluyorlardı. Odalarda ana hafıza
bankalarına bağlı bireysel bir düşünce başlığı vardı. Gerektiğinde
Uşakları, Listeleyicileri ya da müzisyenleri çağırmak için gerekli
bağlantılar da aynı düşünce başlığıyla sağlanabiliyordu. Tabii ki
benim loncamdan bir kişi başka insanları bu şekilde kullanıp kızgın
bakışlarını çekebilecek kadar kendini alçaltamaz; zaten onlara pek
ihtiyacım da yoktu.
Böyle bir şatafatı sağlamak için Prens’in tahtırevanının içinde
neler geçmiş olabileceğini Avluela’ya sormadım. Aynen, zorla
bastırdığı öfkesiyle benim küçük, narin Uçucuma itiraf edilmemiş
sevgisini belli eden Gormon gibi, ben de olanları tahmin
edebiliyordum.
Yerleştik. El arabamı pencerenin yanına çekip tül perdeyle
örttüm ve bir sonraki İzleyişim için hazır bir halde bıraktım.
Duvarlardan huzur verici şarkılar gelirken ben de vücudumu kirden
arındırdım. Daha sonra odama Avluela geldi, gevşeyip rahatladı,
yanıma oturdu ve yaşadıklarımız hakkında konuştuk. Gormon
saatlerce ortalıkta gözükmedi. Ortamı fazla seçkin bulup
misafirhaneden toptan ayrılarak kendi loncasız benzerlerinin yanına
dönmüş olabileceğini düşünmeye başlamıştım; fakat hava kararmaya
başladığı sırada Avluela ile Roum’un üzerinde beliren yıldızları
seyretmek için misafirhanenin tecrit edilmiş bahçesine çıktığımızda
Gormon’un bir rampanın üzerinde olduğunu gördük. Yanında
Anımsayıcıların şalını taşıyan uzun boylu, sıska bir adam vardı ve
alçak sesle konuşuyorlardı.
Gormon bana döndü ve “İzleyici, gel de yeni dostumla tanış,”
dedi.
Sıska adam şalına dokundu. Duvardan soyulmuş bir fresk kadar
ince bir sesle, “Ben Anımsayıcı Basil,” dedi. “Roum’un gizemlerini
araştırmak için Perris’den geldim. Burada uzun yıllar kalacağım.”
Gormon, “Anımsayıcının ilginç hikayeleri var,” dedi.
“Loncasının önde gelenlerinden biri. Siz geldiğinizde bana geçmişi
ortaya çıkarma yöntemlerinden bahsediyordu. Üçüncü Döngü’de
yığılan toprağın altına kadar bir çukur kazıyorlar ve vakum çekirdeği
kullanarak toprak moleküllerini ayrıştırıp tarihöncesi katmanları
ortaya çıkarıyorlar.”
Basil, “Roum İmparatorluğu dehlizleri, Büyük Yıkım’a ait
harabeler, İkinci Döngü’nün sonlarına doğru beyaz metal üzerine
yazılmış kitaplar bulduk.” dedi. “Bütün bulgular inceleme, listeleme
ve çözümleme için Perris’e gönderilir, sonra da geri gelirler. Geçmiş
ilgini çekiyor mu, İzleyici?”
“Bir miktar.” Gülümsedim. “Buradaki Değişken geçmişe benden
çok daha fazla ilgi duyuyor. Bazen onun samimiyetinden
kuşkulanıyorum; kılık değiştirmiş bir Anımsayıcıyı tanırdınız değil
mi?”
Basil Gormon’u dikkatle inceledi; gözleri garip vücut şekline ve
aşırı kaslı yapısına uzun süre takıldı. En sonunda, “O bir Anımsayıcı
değil,” dedi, “fakat geçmiş çağlara aşırı bir ilgisi olduğunu ben de
kabul ediyorum. Bazı derin konularla ilgili sorular sordu.”
“Ne gibi?”
“Loncaların nasıl ortaya çıktığı gibi, kendi kendilerine
üreyebilen ilk gerçek Uçucu ırkını üreten genetik cerrahın ismi gibi,
ya da neden Değişkenlerin olduğu ve bunun gerçekten de İradenin bir
laneti olup olmadığı gibi sorular.”
“Peki sizin bu sorulara cevaplarınız var mı?”
Basil, “Bazıları için evet,” dedi, “bazıları için.”
“Mesela loncaların ortaya çıkışı?”
Anımsayıcı, “Loncaların kuruluş amacı yenilmiş ve çökmüş bir
topluma anlam ve altyapı kazandırmaktı,” dedi. “İkinci Döngü’nün
sonunda her şey karmaşa içindeydi. Hiç kimse toplumdaki yerini ya
da amacını bilmiyordu. Mağrur yabancılar bizim dünyamızda bize
değersiz varlıklar gibi davranıyorlardı. Herkesin diğerlerinin
yanındaki yerini bilebilmesi için sabit bakış açıları oluşturulması
gerekiyordu. Böylece ilk loncalar oluştu: Egemenler, Efendiler,
Tüccarlar, Topraksahipleri, Satıcılar ve Uşaklar. Daha sonra Katipler,
Müzisyenler, Şaklabanlar ve Taşıyıcılar oluştu. Bütün bunlar için
Listeleyiciler gerekti, daha sonra da İzleyiciler ve Koruyucular.
Büyülü Yıllar sırasında Değişkenler ve Uçucular oluştu, böylece o
loncalar da eklendi, en sonunda da loncasızlar yani nötraller
oluşturuldu, böylece...”
Avluela, “Fakat Değişkenler de loncasızdır!” diye atıldı.
Anımsayıcı Avluela’yı ilk kez fark etti. “Kimsin sen, kızım?”
“Uçuculardan Avluela. Bu İzleyici ve Değişkenle birlikte
yolculuk ediyorum.”
Basil, “Buradaki Değişkene anlattığım gibi, eskiden onun türü de
loncalıydı. Bin yıl kadar önce haysiyetsiz bir Değişken grubunun
Jorslem’in kutsal yerlerini ele geçirme girişiminin ardından Egemenler
Konseyi’nin kararıyla lonca dağıtıldı. O günden beri Değişkenler
loncasız, ancak nötrallerin üzerinde yer alırlar.”
“İşte bunu bilmiyordum,” dedim.
Basil kendini beğenmiş bir şekilde, “Sen bir Anımsayıcı
değilsin,” dedi, “geçmişi ortaya çıkarmak bizim işimiz.”
“Doğru. Doğru.”
Gormon, “Peki, ya bugün? Bugün kaç lonca var?”
Bu soruyu beklemeyen Basil burun büktü, “En azından yüz tane
olmalı. Bazıları oldukça küçük, bazıları sadece yerel. Ben sadece ilk
loncalar ve onların hemen ardılları ile ilgileniyorum; son birkaç
yüzyılda olan biten başkalarının alanına giriyor. Senin için bir
araştırma yaptırmamı ister misin?”
Gormon, “Gerek yok,” dedi, “öylesine sordum.”
Anımsayıcı, “Merakın oldukça iyi gelişmiş,” dedi.
“Dünyayı ve içindeki her şeyi büyüleyici buluyorum. Bu bir
günah mı?”
Basil, “Sadece garip,” dedi. “Loncasızlar kendi ufuklarının
ötesine nadiren bakarlar.”
Bir Uşak belirdi. Korkuyla karışık bir küçümseme ifadesiyle
Avluela’nın önünde diz çöktü ve “Prens geri döndü,” dedi “şu anda
Sarayda sizi yanında görmek istiyor.”
Avluela’nın gözleri dehşetle doldu; reddetmesi gibi bir ihtimal
yoktu. Uşağa, “Seninle birlikte gitmem mi gerekiyor?” diye sordu.
“Lütfen. Giydirilip kokularla bezenmeniz gerekiyor. Ayrıca
yanına gittiğinizde kanatlarınızın açık olmasını istiyor.”
Avluela onaylar şekilde başını salladı ve Uşağı takip etti.
Bir süre daha rampanın üzerinde kaldık; Anımsayıcı Basil
Roum’un eski günlerinden bahsetti, ben dinledim, Gormon’un gözleri
ise karanlığa daldı. Sonunda konuşmaktan boğazı kuruyan
Anımsayıcı iznimizi isteyerek ağırbaşlı bir şekilde uzaklaştı. Az sonra
altımızda kalan avluda bir kapı açıldı ve içeriden Avluela çıktı; sanki
Uçuculardan değil de Uyurgörürlerden biriymişçesine yürüyordu.
Transparan kumaşların altındaki narin vücudu yıldızların ışığı altında
ölü gibi beyaz parlıyordu. Kanatları açıktı ve ağır yürek çırpınışları
gibi yavaş yavaş titreşiyordu. Her bir kolundan birer Uşak tutmuş,
sanki o gerçek bir kadın değil de bir hayalden ibaretmiş gibi onu
saraya götürüyorlardı.
Gormon, “Uç Avluela uç!” diye gürledi. “Kaçabiliyorken kaç!”
Avluela sarayın yan girişlerinden birinde kayboldu.
Değişken bana baktı. “Bize kalacak yer sağlamak için kendini
prense sattı.”
“Öyle görünüyor.”
“O sarayı yerle bir edebilirim!”
“Onu seviyor musun?”
“Belli olmuyor mu?”
“Kendine gel,” dedim. “Sıradışı bir adamsın, fakat yine de bir
Uçucu sana göre değil. Özellikle de Roum Prensi’nin yatağını
paylaşan bir Uçucu.”
“Daha önce benim kollarımdaydı.”
Neye uğradığımı şaşırmıştım. “Onunla beraber mi oldun?”
Üzgün üzgün gülümseyerek, “Bir kereden fazla,” dedi. “Doruğa
ulaştığında kanatları fırtınada kalmış yapraklar gibi çılgınca
çırpınıyor.”
Aşağıdaki avluya düşmemek için rampanın korkuluklarını
yakalamak zorunda kaldım. Yukarıdaki yıldızlar başımın etrafında
dönmeye, yaşlı ay ve ifadesiz iki yol arkadaşı aşağı yukarı sallanmaya
başladı. Bu duygularımın nedenini bile anlamadığım halde belirgin
bir şekilde sarsılmıştım. Gormon’un genel bir kanunu çiğnemiş
olmasına duyduğum öfke miydi? Avluela için duyduğumu sandığım
babalık hislerinin bir sonucu muydu? Yoksa arzularımın ötesinde
olmamasına rağmen kapasitemin üzerinde olan bir günah işlediği için
Gormon’u kıskanmam mıydı?
“Bunun için beynini kızartabilirler. Ruhunu parça parça
edebilirler. Üstelik şimdi beni de bir suç ortağı yaptın,” dedim.
“Ne olmuş? Prens emrediyor ve alıyor... fakat birileri ondan önce
davranmış. Bunu birisine söylemem gerekiyordu.”
“Yeter. Yeter artık.”
“Onu tekrar görebilecek miyiz?”
“Prens kadınlarından çabuk sıkılır. Birkaç gün, belki de tek bir
gece sonra... onu fırlatıp bize geri atacaktır. Belki de o zaman
misafirhaneyi de terk etmemiz gerekecek.” İçimi çektim. “En azından
hak ettiğimizden birkaç gece fazla bir süre için kullanmış olacağız.”
Gormon, “Ondan sonra nereye gideceksin?” diye sordu.
“Bir süre daha Roum’da kalırım.”
“Sokaklarda yatma pahasına mı? Burada İzleyicilere pek ihtiyaç
duyulmuyor gibi.”
“Başa çıkabilirim,” dedim. “Sonra da Perris’e gitmeyi
düşünüyorum.”
“Anımsayıcılardan bilgi almak için mi?”
“Perris’i görmek için. Ya sen? Roum’da ne yapmak istiyorsun?”
“Avluela.”
“Kes şu konuyu!”
“Pekala,” dedi; gülümsemesi acı doluydu. “Yine de Prens’in
onunla işi bitene kadar burada kalacağım. Daha sonra o tekrar benim
olacak ve bir yolunu bulacağız. Loncasızlar becerikli olur. Öyle
olmaları gerekir. Belki bir süre Roum’da kalacak bir yer buluruz,
sonra da senin peşinden Perris’e geliriz. Tabii canavarlar ve kafir
Uçucular ile birlikte yolculuk yapmaya bir itirazın yoksa.”
Omuz silktim, “Zamanı gelince düşünürüz.”
“Daha önce hiç bir Değişken ile arkadaş olmuş muydun?”
“Sık sık değil. Uzun süreli de değil.”
“Onur duydum.” Parmaklarını korkuluğun üzerinde tıkırdattı.
“Beni uzaklaştırma İzleyici, seninle birlikte kalmak istememin bir
nedeni var.”
“Ne gibi?”
“Aletlerin Dünya işgalinin başladığını söylediklerinde yüzünün
alacağı şekli görmek.”
Omuzlarımın çökmesine engel olmadım, “Bu durumda uzun bir
süre yanımda kalacaksın demektir.”
“Bir işgalin yaklaştığına inanmıyor musun?”
“Bir gün evet, fakat yakında değil.”
Gormon kıkırdadı. “Yanılıyorsun. Neredeyse başladı.”
“Komik değil.”
“Ne oldu İzleyici? İnancını mı kaybettin? Bin yıldır bu biliniyor:
Başka bir ırk gözünü Dünya’ya dikmiş, üstelik anlaşmalarla ele
geçirmiş. Bir gün sahibi oldukları şeyi almak için gelecekler. Bütün
bunlar ta İkinci Döngü’nün sonunda belirlenmişti.”
“Bir Anımsayıcı olmamama rağmen bunları ben de biliyorum.”
Sonra ona döndüm ve asla yüksek sesle söyleyeceğimi düşünmediğim
şeyler söyledim. “Senin yaşının iki katı zamandır kulağımı yıldızlara
çevirdim ve İzleyişimi yaptım Değişken. Bu kadar çok tekrarlanan bir
şey genelde anlamını yitirir. Kendi ismini on bin kez tekrarlarsan boş
bir ses gibi gelecektir. Yıllarca izledim, üstelik işimi de iyi yaptım,
fakat zaman zaman gece karanlığında boşu boşuna İzlediğimi,
hayatımı boşa harcadığımı düşündüm. İzleyişin verdiği bir haz var,
fakat belki de gerçek bir amacı yok.”
Eli bileğimi kavradı. “Senin itirafın da benimki kadar sarsıcı.
İnancını koru İzleyici. İşgal yaklaşıyor!”
“Nasıl bilebilirsin ki?”
“Loncasızların da bazı becerileri vardır.”
Bu konuşma beni huzursuz etmeye başlamıştı. “Loncasız olmak
acı verici bir şey mi?” diye sordum.
“İnsan alışıyor. Ayrıca statü kaybını telafi edecek bazı
özgürlükler sağlıyor. Mesela herkesle istediğim gibi
konuşabiliyorum.”
“Fark ettim.”
“Özgürce hareket ediyorum. Yiyecekler kurtlu, kalacak yerler
kötü olmasına rağmen yiyecek ve kalacak yer sorunum hiç olmuyor.
Bütün yasaklara rağmen kadınlar için çekiciyim. Belki de yasaklar
yüzünden. Hırslarım yok.”
“Derecenin üzerine hiç yükselmek istemedin mi?”
“Asla.”
“Bir Anımsayıcı olarak daha mutlu olabilirdin.”
“Şimdi de mutluyum. Bir Anımsayıcının zevklerini tatmama
rağmen sorumluluklarını üstlenmem gerekmiyor.”
“Ne kadar da kendini beğenmişsin!” diye bağırdım.
“Loncasızlığı bir erdeme çevirmek!”
“İnsan İrade’nin yükünü başka nasıl kaldırabilir ki?” Saraya
doğru baktı. “Acizler güçlenir. Güçlüler alaşağı olur. Bunu bir kehanet
olarak gör İzleyici: Şehvetli Prens yaz gelmeden hayatı daha fazla
tanımış olacak. Avluela’yı aldığı için onun gözlerini çıkaracağım!”
“Ağır laflar. Bu gece bahsettiğin şeyin adı ihanet.”
“Bu bir kehanet.”
“Onun yanına bile yaklaşamazsın,” dedim. Sonra bu aptalca
konuşmayı ciddiye aldığım için rahatsız olup ekledim: “Ayrıca neden
onu suçluyorsun ki? O sadece prenslerin hep yaptığı şeyi yapıyor.
Ona gittiği için kızı suçla. Reddedebilirdi.”
“Evet ve kanatlarını kaybederdi. Ya da ölürdü. Hayır, onun bir
seçeneği yoktu. Benim var!” Bir anda Değişken uzun tırnaklı, çift
eklemli işaret ve başparmaklarını yukarı kaldırıp havadaki hayali bir
çift göze soktu. “Bekle,” dedi, “bekle ve gör!”
Bahçede iki Zamanustası belirdi, aletlerini kurup yarının şeklini
okuyacakları ince mumları yaktılar. Solgun dumanın iğrenç kokusu
burun deliklerimi doldurdu. Artık Değişkenle konuşmaya devam
etme isteğimi kaybetmiştim.
“Geç oldu,” dedim. “dinlenmeye ihtiyacım var, yakında
İzleyişimi de yapmalıyım.”
Gormon, “İyi İzle,” dedi.
5

Gece odamda uzun günün dördüncü ve son İzleyişini


gerçekleştirdim ve hayatımda ilk kez bir gariplik fark ettim. Nedenini
çözemedim. Anlaşılması zor bir histi, tatlar ve kokuların garip bir
birleşimi, devasa bir yığınakla yapılan bir temas duygusu.
Endişelenmiştim, aletlerime her zamankinden daha uzun süre bağlı
kaldım, fakat seansımın sonunda bile başlarken olduğundan daha net
bir algılama sağlayamadım.
Daha sonra yükümlülüklerim üzerine düşündüm.
İzleyiciler çocukluklarından itibaren dünyanın tehlikede
olduğunu hissettiklerinde hızla alarm vermeleri gerektiği konusunda
eğitilirler. Acaba Koruyucuları şimdi uyarmam mı gerekiyordu?
Benim hayatım boyunca dört kez alarm verilmişti, hepsinde de yanlış
alarm. Her seferinde de seferberlik ilan edilmesine neden olan İzleyici
korkulacak bir itibar kaybına uğramıştı. Biri beynini hafıza
bankalarına bağışlamış; diğeri utancından bir nötral olmuş; yine bir
diğeri aletlerini parçalayıp loncasızlar arasında yaşamaya başlamıştı.
Boş hayaller içinde işine devam etmeye çalışansa yoldaşları tarafından
alay konusu edilmişti. Yanlış alarm veren birini horgörmenin erdemli
bir tarafı olduğunu düşünmüyordum, ne olursa olsun doğru alarmı
vermemektense erken bir alarm vermek daha iyi değil midir? Yine de,
bunlar loncamın âdetleriydi ve ben de bunlarla bağlanmıştım.
Durumu tekrar gözden geçirdim ve alarm vermek için yeterli
nedene sahip olmadığıma karar verdim.
Gormon’un aklıma bu yönde fikirler soktuğu sonucuna vardım.
Büyük ihtimalle işgalin yakında olacağı konusundaki boş lafları beni
etkilemişti.
Bir şey yapamazdım. Acele verilecek bir kararla toplumdaki
yerimi tehlikeye atma riskini göze alamadım. Kendi duygusal
durumuma güvenmiyordum.
Alarm vermedim.
Aklım karışmış, rahatsız olmuş, canım sıkılmış bir şekilde el
arabamı kapatıp derin bir uykuya daldım.
Şafakta pencereye koştum, sokaklarda işgalciler görmeyi
bekliyordum; fakat her şey sakindi. Avlunun üzerinde kışın puslu
havası asılı kalmış, uykulu Uşaklar pasif nötralleri oradan oraya
itekliyorlardı. Korkarak günün ilk İzleyişini gerçekleştirdim, geceleri
yeni kalktığımda olduğumdan daha duyarlı olduğumu bildiğim halde
belirgin bir şekilde rahatladım, gece hissettiğim gariplikten eser
yoktu.
Kahvaltı edip avluya çıktım. Gormon ve Avluela oradaydılar.
Avluela yorgun ve bitkin görünüyordu, anlaşılan Roum Prensi’yle
geçirdiği geceden dolayı bitap düşmüştü; yine de bu konuda hiçbir
şey söylemedim. Çeşitli yumuşakçaların kabuklarıyla bezenmiş
duvara kibirli kibirli yaslanmış duran Gormon, “İzleyişin nasıl geçti?”
diye sordu.
“Yeterince iyi.”
“Gün boyunca ne yapacaksın peki?”
“Roum’u gezeceğim,” dedim. “Siz de bana katılmak ister
misiniz?”
Gormon, “Tabii ki,” dedi, Avluela ise başıyla belli belirsiz
onayladı ve şehri turistler gibi –ki turist oluşumuz yanlış da
sayılmazdı– dolaşmaya başladık.
Roum’un karmakarışık geçmişinde dolaşırken Gormon daha
önce buraya hiç gelmediği iddiasını yalanlarcasına tur rehberliğimizi
yaptı. Dolambaçlı sokaklarda yürürken gördüğümüz şeyleri herhangi
bir Anımsayıcı gibi açıkladı. Binlerce yılın kalıntıları ortaya çıkmıştı.
İkinci Döngü’nün güç kubbelerini, hayal bile edilemeyecek kadar eski
bir tarihte insanların ve hayvanların orman kaçkınları gibi savaştığı
Kolezyum’u gördük. Binanın yıkıntıları arasında Gormon o hayal
edilemeyecek kadar eski çağların vahşetini anlattı. “İnanılmaz bir
kalabalığın önünde,” dedi, “çırılçıplak dövüşmüşler. Aslan adı
verilen, koca kafalı, kürklü, dev kedilerle çıplak elleriyle
savaşıyorlarmış. Hayvan kan revan içinde kaldığında, kazanan adam
Roum Prensi’ne dönüp onun arenaya atılmasına neden olan suçu için
bağışlanmayı diliyormuş; eğer iyi dövüştüyse Prens eliyle bir işaret
yapıyor ve adam özgür kalıyormuş.” Gormon hareketi gösterdi:
yukarı bakan bir baş parmak, sağ omzun üzerinden birkaç kez geriye
doğru gidiyor. “Diğer taraftan, eğer adam korkaklık ettiyse, ya da
aslan kendi ölümünü onurlu ve saygın bir hale getirdiyse, Prens farklı
bir hareket yapıyor ve adam başka bir hayvan tarafından öldürülmeye
mahkum ediliyormuş.” Gormon bize o hareketi de gösterdi: Orta
parmağı ileri çıkmış, bir yumruk hızla ve ani bir şekilde yukarı
kalkıyor.
Avluela, “Bütün bunlar nasıl bilinebiliyor?” diye sordu, fakat
Gormon onu duymazlıktan geldi.
Dünya’nın merkezinden enerji çekmek için Üçüncü Döngü’nün
başlarında yapılan füzyon paratonerlerini gördük; çürümüş ve
paslanmış olmalarına rağmen hâlâ işlevseldiler. En az yirmi adam
yüksekliğinde, hâlâ haşmetini koruyan bir İkinci Döngü atmosfer
makinesinin parçalanmış gövdesini gördük. Etrafı kışın kümelenmiş
ölüm çiçekleri gibi Birinci Döngü’den beyaz kalıntılarla sarılmış bir
tepe gördük. Şehrin içlerine ilerledikçe savunma amaçlı yükselticilerin
İrade’nin tüm gazabını işgalcilerin üzerine boşaltmak için hazır
beklediği bölgeye geldik. Dünya dışından ziyaretçilerin tarihöncesi
şeyler için yerlilerle pazarlık ettiği bir pazar yerinden geçtik. Gormon
kalabalığa karışıp birkaç şey satın aldı. Uzaklardan gelen yolcular için
içeride isteyenin yarı-yaşamdan aşk buzu kütlelerine kadar ne olursa
satın alabileceği bir zevk evine rastladık. Tver Nehri’nin yanında
loncasızların sade bir şekilde ağırlandığı küçük bir lokantada yemek
yedik. Gormon’un ısrarı üzerine bölgeye özel hamurumsu yumuşak
bir madde ile ekşi, sarı bir şarap ısmarladık.
Daha sonra yıldızlardan gelen ürünleri, Afreek’den getirilmiş
pahalı incik boncuğu, yerel Üreticilerin dandik mallarını pazarlayan
Satıcıların bulunduğu bir kemer altından geçtik. Hemen ardından
ortasında gemi şeklinde bir süs havuzu olan bir meydana çıktık. Arka
tarafta harabe haline gelmiş, yıkık dökük merdivenler yine yıkıntılara
ve yabani otların arasına çıkıyordu. Gormon’un işaretiyle bu kasvetli
yere yürüdük, sonra burayı hızla geçerek, görünüşe göre İkinci
Döngü’nün başlarından, hatta Birinci’den kalma görkemli bir sarayın
otlarla kaplı ve az eğimli bir tepenin üzerine çöreklendiği bir yere
vardık.
Gormon, “Buranın Dünya’nın merkezi olduğu söylenir,” diye
belirtti. “Jorslem’de aynı onura sahip olduğu söylenen bir yer daha
var. Burada o noktayı bir haritada işaretlemişler.”
Avluela, “Dünya yuvarlaksa nasıl oluyor da bir merkezi
olabiliyor?” diye sordu.
Gormon güldü. İçeri girdik. İçeride, soğuk karanlığın ardında,
kendi kendine parıldayan, mücevherlerle bezenmiş, dev bir küre
vardı.
Gormon, ihtişamlı bir hareketle, “İşte Dünya’nız,” dedi.
Avluela’nın nefesi kesilmişti, “Ah!” dedi, “her şey! Burada her
şey var!”
Harita tam bir ustalık eseriydi. Doğal şekiller ve yükseltilerin
hepsi gösterilmişti, denizler derin sıvı havuzları gibiydi ve çöller o
kadar kavrulmuş gözüküyordu ki insanın ağzı kuruyordu; şehirler
canlı gibi kıpır kıpırdı. Kıtalara göz gezdirdim: Eyrop, Afreek, Ais,
Stralya. Dünya Okyanusu’nun muazzamlığını gördüm. Çok da uzun
olmayan bir zaman önce ızdırap içinde geçtiğim Kara Geçidi’nin altın
çizgisini bu sefer gözlerimle aştım. Avluela ileri atılıp Roum’u
gösterdi, sonra da Agupt, Jorslem, Perris’i... Hind’in kuzeyindeki
yüksek dağ sıralarına parmağıyla dokunup yumuşak bir sesle, “İşte
ben burada, buzun yaşadığı, dağların aylara dokunduğu yerde
doğmuşum. Uçucuların krallığı buradadır,” dedi. Parmağını batıya,
Fars’a, oradan da korkunç Arban Çölü’ne, daha sonra da Agupt’a
doğru kaydırdı. “Kızlığımı aştıktan sonra, geceleri işte buraya uçtum.
Hepimizin uçması gerekir, ben de buraya uçtum. Belki yüz kez
öleceğimi sandım. İşte burada, boğazımda kum çölde uçarken,
kanatlarıma kum çarparken... aşağı düştüm, sıcak kumun üzerinde
günlerce çırılçıplak yattım, sonra erkek bir Uçucu beni gördü, aşağı
inip bana acıdı ve yukarı kaldırdı, tekrar gökyüzüne çıkınca gücüm
geri geldi, beraber Agupt’a uçtuk. Denizin üzerinde öldü, genç ve
güçlü olmasına rağmen yaşam onu terk etti ve aşağı, denize düştü,
ben de onunla birlikte olabilmek için indim, gece olmasına rağmen su
sıcaktı. Sürüklendim, sabah olduğunda suda ağaç gibi büyümüş canlı
taşlar gördüm, balıklar da rengarenkti, o suda kanatları açık yatarken
gelip etini tırtıkladılar, ben ayrıldım, onu huzur bulması için suyun
derinliklerine ittim, sonra yükselip yalnız, korkmuş bir şekilde
Agupt’a uçtum, orada seninle karşılaştım İzleyici.” Çekingen bir
şekilde bana gülümsedi. “Sen de bize gençliğinin geçtiği yerleri
göstersene İzleyici.”
Aniden dizlerimin bağı çözüldüğünden midir nedir bilinmez, acı
içinde yerkürenin diğer ucuna doğru yürüdüm. Avluela peşimden
geldi; Gormon ise sanki hiç ilgisini çekmiyormuş gibi arkada kaldı.
Dünya Okyanusu’ndan çıkan iki sıra adayı –Kayıp Kıtalar’dan
artakalanları– gösterdim.
Anayurdum olan batıdaki adayı göstererek, “İşte burada,”
dedim, “ben burada doğmuşum.”
Avluela, “Ne kadar da uzak!” diye bağırdı.
“...ve çok uzun bir zaman önce,” dedim. “Bazen İkinci
Döngü’nün ortasında doğmuşum gibi geliyor.”–
“Hayır! Bu imkansız!” dedi, fakat bana sanki binlerce yaşında
olmam gibi bir ihtimal söz konusuymuş gibi bir bakış attı.
Gülümsedim ve yumuşak yanağına elimi koydum, “Sadece bana
öyle geliyor,” dedim.
“Evden ne zaman ayrılmıştın?”
“Senin iki katı yaşımdayken,” dedim. “Önce buraya geldim...”
doğudaki ada grubunu gösterdim. “Burada, Palash’da on, on beş yıl
İzleyicilik yaptım. Sonra İrade beni Dünya Okyanusu’nun diğer
ucuna, Afreek’e geçirdi. Geldim. Bir süre sıcak ülkelerde çalıştım.
Agupt’a gittim. Orada malum küçük bir Uçucuyla tanıştım.” Birden
sessizlik oldu, bir zamanlar evim olan adalara bakarken zihnimdeki
şimdi kuru ve yıpranmış olan görünüşüm değişti ve kendimi tekrar
genç ve dinamik halimle gördüm. Yeşil dağlara tırmanıyor, soğuk
denizde yüzüyor, dalgaların köpürdüğü beyaz bir sahilin kenarında
İzleyişimi yapıyordum.
Ben dalıp gitmişken Avluela Gormon’a döndü ve “Şimdi sıra
sende. Nereden geldiğini bize göster bakalım, Değişken!” dedi.
Gormon omuz silkti. “Geldiğim yer bu küre üzerinde
gözükmüyor.”
“Bu imkansız!”
“Öyle mi?”
Avluela Gormon’a ısrar etti, fakat o her seferinde sorulardan
kaçınıyordu, yan çıkışlardan birinden tekrar Roum sokaklarına
döndük.
Ben yorulmaya başlamıştım, fakat Avluela Roum için büyük bir
açlık duyuyordu ve bütün öğleden sonra boyunca onu silip süpürmek
istiyordu, böylece birbirlerinin içinden geçen sokaklar labirentinin,
Efendilere ve Tüccarlara ait malikanelerin bulunduğu ışıl ışıl bir
bölgenin, Uşakların ve Satıcıların yeraltına kadar uzanan pis kokulu
mahallelerinin, Şaklabanlar ve Müzisyenlerin bulunduğu bir sokağın,
hatta Uyurgörürlerin kuşkulu hizmetlerini sundukları bir yerin
içinden geçtik. Şişko bir Uyurgörür kadın içeri girip translarıyla
gelecek gerçeği satın almamız için bize yalvardı, Avluela da girmek
için ısrar etti, fakat Gormon hayır anlamında başını salladı, ben de
gülümsedim ve yolumuza devam ettik. Şehrin merkezine yakın bir
parktaydık. Burada, Roum’un vatandaşları sıcak Agupt’ta pek seyrek
görülen bir enerjiyle dolaşıyorlardı, biz de onlara katıldık.
Avluela, “Şuraya bakın!” diye bağırdı, “Ne kadar da parlak!”
Tarihi şehrin kalıntılarından birini çevreleyen bir boyut
küresinin parlayan yüzeyini gösteriyordu; elimi gözüme siper ederek
içinde taş, yıpranmış bir duvar ve önünde bir yığın insan gördüm.
Gormon, “O Gerçeğin Ağzı,” dedi.
Avluela, “O da nedir?” diye sordu.
“Gel bak.”
Kürenin içine doğru ilerleyen bir sıra vardı. Biz de katıldık ve
kısa süre sonra kürenin dibine geldik, sınırın ötesinde zamandan
bağımsız bir bölge vardı. Neden bu ve benzeri az miktarda kalıntı
böyle özel bir korumaya layık görülmüşlerdi bilmiyordum, bu yüzden
bilgisi herhangi bir Anımsayıcı kadar derin olan Gormon’a sordum, o
da, “Bu bölge kesinlik bölgesi, insanın söylediği şeyle gerçekte olan
birbiriyle tam olarak uyar,” diye açıkladı.
Avluela, “Anlamıyorum,” dedi.
“Burada yalan söylemek imkansızdır. Korunmayı hak edecek
bundan daha değerli bir kalıntı düşünebiliyor musun?” Girişin içine
adım attı ve geçerken şekli bulanıklaştı, ben de hızla onun arkasından
girdim. Avluela bir an duraksadı. Adımını atmadan önce uzun bir an
geçti, tam sınırdayken durdu, sanki evrenin bizim durduğumuz
cebiyle dış dünya arasındaki rüzgardan etkilenmiş gibiydi.
Daha içerideki bir bölümde Gerçeğin Ağzı duruyordu. Sıra ona
doğru gidiyordu ve ağırbaşlı bir Listeleyici iç bölüme girişi
denetliyordu. Biz üçümüzün içeri girmesine izin verilmeden önce
uzun bir süre geçti. Sonunda içeri girdiğimizde kendimizi zamanın
gazabına uğramış bir duvarın üzerinde vahşi bir hayvan kafası
kabartması önünde bulduk. Hayvanın ağzı açık, açık ağzın içi ise
karanlık ve korkutucuydu. Sanki tam da görmeyi beklediği şeyi
bulmuş gibi Gormon başını salladı.
Avluela, “Ne yapmamız gerekiyor?” diye sordu.
Gormon, “İzleyici,” dedi, “sağ elini Gerçeğin Ağzı’nın içine sok.”
Dediğini memnuniyetsizce yaptım.
“Şimdi, birimiz sana bir soru soracak. Cevap vermek
zorundasın. Eğer gerçek dışı bir şey söylersen ağız kapanıp elini
kopartacak.”
Avluela, “Hayır!” diye haykırdı.
Ben ise elimi çevreleyen ağza rahatsız bir şekilde bakıyordum.
İki eline birden sahip olmayan bir İzleyici işi olmayan bir adamdır;
İkinci Döngü’de insanın kendi elinden daha iyi bir protez sahibi
olması bile mümkünmüş, fakat İkinci Döngü uzun zaman önce sona
ermişti ve böyle şeyler artık Dünya üzerinde satılmıyordu.
“Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?” diye sordum.
Gormon, “Bu bölgede İrade normalden çok daha güçlü,” diye
cevapladı. “Doğru ile doğru olmayan arasındaki ayrımı kesin olarak
yapıyor. Duvarın arkasında bir Uyurgörürler üçlüsü yatıyor, İrade
onlar aracılığıyla konuşuyor ve Ağzı kontrol ediyor. İrade’den
korkuyor musun İzleyici?”
“Kendi dilimden korkuyorum.”
“Cesur ol. Daha önce bu duvar önünde tek bir yalan bile
söylenmedi. Tek bir el bile kaybedilmedi.”
“Devam et öyleyse,” dedim. “Kim bana bir soru soracak?”
Gormon, “Ben,” dedi. “Söyle bakalım İzleyici: Bütün numaralar
bir yana, sence İzleyiş ile geçen bir hayat akıllıca mı harcanmıştır?”
Uzunca bir süre düşüncelerimi yokladım, bir yandan da
Ağız’dan gözlerimi alamıyordum.
Sonunda, “Bu dünyayı paylaştığı insanları korumak için kendini
tetikte olmaya adamak insanın kendini sunabileceği en kutsal
amaçtır...”
Gormon panik içinde, “Dikkat et!” diye bağırdı.
“Henüz bitirmedim,” dedim.
“Devam et.”
“...fakat düşman hayali olduğunda tetikte olmak gereksizdir,
gelmeyecek bir tehlike için uzun süre ve dikkatli bir şekilde nöbet
tuttuğu için insanın gurur duyması aptalca ve günahtır. Hayatım boşa
harcandı.”
Gerçeğin ağzı titremedi bile.
Elimi çektim. Sanki bileğim şimdi büyümüş gibi bakıyordum.
Birden kendimi birkaç döngü yaşında hissettim. Avluela’nın gözleri
fal taşı gibi açılmış, elleri ağzında, söylediklerim yüzünden
donakalmıştı. Sanki kendi sözlerim bu korkunç putun önünde,
havada asılı kalmışlardı.
Gormon, “Dürüstçe konuştun,” dedi, “fakat kendine biraz daha
merhamet etmelisin. Kendi kendini yargılarken fazla acımasız
oluyorsun.”
“Bunları elimi kurtarmak için söyledim. Yalan söylememi tercih
mi ederdin?”
Gülümsedi. Avluela’ya döndü ve “Sıra sende,” dedi.
Açık bir şekilde korkmuş gözüken küçük Uçucu Ağız’a yaklaştı.
Ağız’ın içine soktuğu ufacık eli titriyordu. İleri atılıp onu o korkunç,
şeytani ağızdan çekip almamak için kendimi zor tuttum.
“Ona kim soru soracak?” diye sordum.
Gormon, “Ben,” dedi.
Avluela’nın giysileri altındaki kanatları hafifçe çırpındı. Yüzü
sarardı, burun delikleri büyüdü, altdudağını ısırdı. Duvara yaslandı
ve elini koparabilecek şeye korkuyla baktı. Bölmenin dışındaki yüzler
bize sabırsızlıkla bakıyor, dudaklar hareketleniyor, Ağız’a olan uzun
ziyaretimizi onaylamayan şeyler söylüyorlardı şüphesiz; biz ise hiçbir
şey duymuyorduk. Etrafımızdaki hava ılık ve yapış yapıştı, zamanın
içinden koparılmış bir kuyu gibi keskin bir küf kokusu
barındırıyordu.
Gormon, yavaşça, “Önceki gece vücudunu Roum Prensi’ne
verdin. Ondan önce ise böyle ilişkiler kanunen ve âdetler uyarınca
yasak olmasına rağmen kendini Değişken Gormon’a sunmuştun.
Bundan çok daha önce ise şimdi ölmüş bir Uçucunun eşi olmuştun.
Daha başka erkeklerle de beraber olmuş olabilirsin, fakat benim bu
konuda bir bilgim yok ve bu yüzden sorumun kapsamı dışındalar.
Avluela, şimdi bilmek istediğim şu: Üçünden hangisi sana en yüksek
bedensel zevki tattırdı, üçünden hangisi duygularını en derinden
etkiledi, eğer bir eş seçecek olsan üçünden hangisini kendine eş olarak
seçerdin?”
Değişkenin bir yerine üç soru sormuş ve böylece adil olmayan
bir avantaj almış olmasına itiraz edecektim ki konuşmama fırsat
kalmadan, eli Ağız’ın içine gömülmüş olmasına rağmen Avluela
duraksamadan cevap verdi, “Roum Prens’i daha önce hiç tatmadığım
kadar derin fiziksel bir zevk tattırdı, fakat soğuk ve zalimdi ve onu bu
yüzden hor görüyorum. Ölü Uçucumu daha önce veya sonra kimseyi
sevmediğim kadar sevmiştim, fakat o zayıftı ve ben zayıf birini eş
olarak istemezdim. Sen, Gormon, şimdi bile bana bir yabancı gibi
görünüyorsun ve ben ne bedenini ne de ruhunu tanıdığımı
zannetmiyorum, yine de, aramızdaki uçurum bu kadar geniş
olmasına rağmen eğer hayatımın geri kalanını geçirmek için birini
seçmem gerekiyorsa, bu sen olurdun.”
Elini Gerçeğin Ağzı’ndan çekti.
Avluela’nın sözlerinin açıklığı hoşuna gitmiş olmasının yanı sıra
açıkça yaralanmış olan Gormon, “Çok iyi bir konuşmaydı!” dedi. “Eh,
demek gerektiği anda etkili konuşma yeteneği birden kazanılabiliyor.
Şimdi elini riske atma sırası bende.”
Ağız’ın yanına gitti. “İlk iki soruyu sen sormuştun. Neden işi
tamamlayıp son soruyu da sormuyorsun?” dedim.
“Haydi haydi,” dedi, bir yandan da boştaki elini savsakça
sallıyordu, “kafa kafaya verin de bir soru bulun.”
Avluela’yla kenara çekildik. Âdeti olduğunun aksine önce
davranıp bir soru önerdi; benim de aklımdaki soru aynı olduğu için
kabul ettim ve sormasını söyledim.
“Biraz önce yer küresinin önündeyken senden doğduğun yeri
göstermeni istemiştim, fakat sen orada olmadığını söyledin. Bu, çok
garip geldi. Şimdi söyle bakalım: Sen, olduğunu söylediğin şey,
Dünya’yı dolaşan bir Değişken misin?”
Gormon cevapladı: “Değilim.”
Bir anlamda Avluela’nın sorusunu cevaplamıştı, fakat daha biz
cevabın yeterli olmadığını söylemeden devam etti, elini çekmemişti,
“Size doğduğum yeri kürenin üzerinde gösteremedim, çünkü ben bu
küre üzerinde herhangi bir yerde değil, ismini veremeyeceğim bir
yıldızın dünyalarından birinde doğdum. Sizin anladığınız şekilde bir
Değişken değilim, fakat kelimenin bazı anlamları düşünüldüğünde bu
doğru, çünkü vücudum kısmen gizlenmiş, kendi dünyamda farklı bir
görüntüye bürünürdüm. On yıldır buradayım.”
“Dünya’ya gelmekteki amacın neydi?” diye sordum.
Gormon, “Sadece tek bir soruya cevap vermem gerekiyor,” dedi
ve gülümsedi, “ama yine de sorunu cevaplayacağım: Dünya’ya askeri
bir gözlemci olarak gönderildim, uzun süredir yolunu İzlediğin,
inanmayı bıraktığın, birkaç saat içinde üzerinizde olacak işgalin
yolunu hazırlamak için.”
“Yalan!” diye bağırdım. “Hepsi yalan!”
Gormon bir kahkaha attı ve kolunu Gerçeğin Ağzı’ndan çekti.
Eli yerindeydi.
6

Şaşkınlıktan uyuşmuş halde, el arabamla birlikte kaçtım o ışıltılı


küreden ve aniden soğuğa ve karanlığa bürünmüş sokağa çıktım. Kış
nedeniyle gece hızlı gelmişti, neredeyse dokuzuncu saat olmuştu,
İzleyiş zamanı bir kez daha yaklaşıyordu.
Gormon’un alayı beynimde zonkluyordu. Her şeyi ayarlamıştı:
Bizi Gerçeğin Ağzı’na yöneltmiş; benden kaybettiğim inancım
hakkında, Avluela’dan ise farklı şekilde bir itiraf kopartmıştı,
açıklaması gerekmeyen bilgileri acımasızca anlatmış, beni derinden
yaralayacağını hesapladığı şeyler söylemişti.
Gerçeğin Ağzı bir kandırmaca mıydı? Gormon’un hem yalan
söylemesi hem de sağlam kalması mümkün olabilir miydi?
Görevlerimi ilk aldığımdan beri bir kez bile bana verilen zaman
dışında bir an İzleyiş yapmamıştım. O an gerçeklerin dağılmakta
olduğu bir andı, dokuzuncu saatin gelmesini bekleyemezdim; rüzgarlı
sokakta dizlerimin üzerine çöküp el arabamı açtım, aletlerimi
hazırladım ve bir yüzücü gibi İzleyişe daldım.
Yükseltilmiş bilincim yıldızlara yöneldi.
Tanrısal bir şekilde sonsuzluğu kapladım. Güneş fırtınalarının
gücünü hissettim, fakat ben basıncın yıkıcı etkisiyle fırlatılacak bir
Uçucu değildim, kızgın ışık parçacıklarının ulaşamayacağı kadar
uzağa, Güneş’in egemenliğinden sonraki karanlığın içine doğru
yoluma devam ettim. Orada karşıma başka, daha farklı bir basınç
darbesi çıktı.
Yaklaşan yıldızgemileri!
Zavallı dünyamıza turist getiren gemiler değil. Kayıtlı ticari
kargo gemileri değil, yıldızlararası buharları toplayan çöpçü gemileri
değil, hiperbolik yörüngelerindeki tatil gemileri değil...
Bunlar, karanlık, yabancı, tehlikeli savaş gemileriydi. Sayılarını
kestiremiyordum; sadece pek çok ışık hızıyla Dünya’ya yönelmiş
olduklarını biliyordum. Önlerinde saptırılmış enerjilerden oluşan bir
koni vardı, aynı koni bir gece önce hissettiğim, duyduğum aletlerimin
içinden beynimde patlayan, gergin desenlerin üzerinde oynaştığı bir
prizma, bir kristal gibi beni içine alıyordu.
Bütün hayatım boyunca bunun için İzlemiştim.
Bunu hissetmek için eğitilmiştim. Asla hissedememem için dua
etmiştim, boşluğun içindeyken hissetmek istemiştim, sonra da ona
inancımı kaybetmiştim. Şimdi ise Değişken Gormon’un inceliği
sayesinde Gerçeğin Ağzı’nın hemen önünde soğuk bir Roum
sokağında diz çökmüş, zamanımdan erken İzleyerek, onu sonunda
hissedebilmiştim.
Eğitimi sırasında bir İzleyiciye hislerini iyice kontrol eder etmez
alarm verebilmesi için İzleyişten derhal çıkması öğretilir. Ben de buna
uydum ve bir kanaldan ötekine geçerek kontrolümü yaptım, yine de
inanılmaz bir hızla Dünya’ya yaklaşan o lanet olasıca muazzam güç
hissi kaybolmadı.
Ya kandırılmıştım, ya da işgal başlamıştı; ne olursa olsun alarm
verebilmek için transtan çıkamıyordum.
Saatler gibi gelen bir süre için duyumsal verileri sevgiyle içtim,
oyalandım. Aletlerimi kurcaladım, inancımı kesinlikle onaylayacak
şekilde onları kuruttum. Hayati zamanı boşa harcadığım için kendi
kendimi uyardım, alarm vermek kucaklamam gereken kaderimdi.
Sonunda İzleyişimden ayrılıp koruduğum dünyaya geri
döndüm.
Avluela yanımdaydı, korkmuş, sersemlemişti; yumruklarını
ısırıyor, gözleri boş bakıyordu.
“İzleyici! İzleyici beni duyuyor musun? Neler oluyor? Ne
olacak?”
“İşgal,” dedim. “Ne kadardır transtayım?”
“Yaklaşık yarım dakikadır. Bilmiyorum. Gözlerin kapalıydı.
Öldün zannettim.”
“Gormon doğru söylüyordu! İşgal neredeyse başladı. O nerede?
Nereye gitti?”
Avluela, “Biz Ağız’ın olduğu yerden çıkarken ortadan
kayboldu,” diye fısıldadı. “İzleyici, korkuyorum. Etrafımda her şey
yıkılıyormuş gibi geliyor. Uçmam gerek... Yerde daha fazla
kalamam!”
Ona doğru atılıp kolunu ıskalarken, “Bekle,” dedim. “Şimdi
gitme. Önce alarm vermem gerekiyor, sonra...”
O ise elbiselerini çıkarmaya başlamıştı bile. Etrafımızda olup
biteceklerden habersiz insanlar koşuştururken o beline kadar çıplak
kalmış, soluk vücudu ay ışığında parlıyordu. Avluela’nın yanımda
kalmasını istiyordum, fakat alarm vermekte daha fazla gecikemezdim,
ona arkamı dönüp arabama yöneldim.
Sanki uzun süredir özlemini duyduğum bir–şeylerin neden
olduğu bir rüyadaymışcasına elim hiç kullanmadığım, Dünya çapında
Koruyuculara genel alarm verecek küreye gitti.
Alarm zaten verilmiş olabilir miydi? Başka bir İzleyici benim
hissettiğim şeyi hissetmiş, şaşkınlıktan ve kuşku yüzünden benden
daha az donakalmış olduğu için İzleyicinin son görevini yerine
getirmiş olabilir miydi?
Hayır. Hayır. Öyle olsaydı şehrin üzerinde yörüngede olan
hoparlörlerden siren seslerini duyuyor olmam gerekirdi.
Küreye dokundum. Gözucuyla Avluela’yı gördüm; tüm
fazlalıklarından kurtulmuş, sözlerini söylemek için diz çökmüş,
kanatlarını güçle dolduruyordu.
Kuvvetli, tek bir hamleyle alarmı çalıştırdım.
O anda bize doğru gelen iriyarı bir şekil dikkatimi çekti.
Aletlerimin başından kalkıp ona doğru uzanırken, Gormon, diye
düşündüm; onu yakalamak istedim, yakalayıp sıkıca tutmak; fakat
gelen Gormon. değildi, yufka yüzlü, işgüzar bir Uşaktı. Avluela’ya,
“Sakin ol Uçucu,” dedi, “kanatlarını indir, Roum Prensi seni
huzuruna çıkartmam için beni gönderdi.”
Adam onunla boğuşmaya başladı. Kızın küçük göğüsleri inip
kalkıyor, gözleri ateş kusuyordu.
“Bırak beni! Uçmam gerek!”
Avluela’yı kocaman kolları içine alan Uşak, “Roum Prensi seni
çağırtıyor,” dedi.
“Roum Prensi’nin bu akşam uğraşması gereken başka sorunlar
olacak,” dedim. “Kıza zaman ayıramaz.”
Daha konuşurken gökyüzünden siren sesleri gelmeye başladı.
Uşak kızı bıraktı. Bir an için ağzı hareketlendi; İradenin onu
koruması için gerekli işaretlerden birini yaptı; yukarı bakıp
homurdandı, “Alarm! Kim alarm verdi? Sen mi, yaşlı İzleyici?”
Sokaklarda şekiller delice koşuşturmaya başladılar.
Kurtulan Avluela, koşarak yanımdan geçti, kanatları sadece yarı
açıktı, boğuşma sırasında büzülmüşlerdi. Sirenlerin korkunç
seslerinin arasında genel hoparlörlerden savunma ve güvenlikle ilgili
mesajlar yayımlanıyordu. Uzun boylu, yanağında Koruyucular
loncasının işareti olan bir adam koşarak yanıma geldi,
anlaşılamayacak kadar alakasız şeyler söyleyip yine koşarak ortadan
kayboldu. Dünya çılgına dönmüşe benziyordu.
Sakin kalan bir tek ben vardım. İşgalcilerin simsiyah gemilerini
şimdiden şehrin kuleleri üzerinde görmeyi bekleyerek gökyüzüne
baktım; fakat uçan gece ışıkları ve insanın gökyüzünde görmeyi
normal olarak bekleyeceği diğer şeylerden başka bir şey göremedim.
“Gormon?” diye bağırdım, “Avluela?”
Yapayalnızdım.
İçime garip bir boşluk hissi doldu. Alarm vermiştim, işgalciler
yoldaydılar, işimi kaybetmiştim. Artık İzleyicilere ihtiyaç yoktu.
Bunca yıldır yoldaşım olan yıpranmış el arabasına neredeyse sevgiyle
dokundum. Parmaklarımı lekelenmiş ve çukurlaşmış parçaları
üzerinde dolaştırdım; sonra gözlerimi çevirdim, el arabasız,
yükümlülükleri olmayan, hayatı bir anda anlam bulmuş ve onu aynı
anda kaybetmiş bir adam olarak karanlık sokaklara daldım.
Çevremde kargaşa vardı.
7

Dünya’nın son savaşı gelip çattığında tüm loncalar seferber


edilecek, ama sadece izleyiciler muaf tutulacaklardı! Bu kadar uzun
bir zaman boyunca sınırlarda bekleyenler asıl savaşta bir rol
oynamayacaklardı; gerçek alarmın verilmesiyle bizim işimiz sona
ermişti. Şimdi zaman Koruyucular loncasının maharetlerini
göstermesi zamanıydı. Savaş sırasında yapılacakları yarım döngü
boyunca planlamışlardı. Şimdi hangi stratejiler ortaya konulacaktı?
Nasıl bir eylem planı izlenecekti?
Benim tek derdim kraliyet misafirhanesine dönüp krizin sona
ermesini orada beklemekti. Avluela’yı bulabilmek umutsuzca bir
düşünceydi, o karmaşa ânı içinde, çıplak ve korunmasız bir şekilde
avuçlarımın arasından kaymasına izin verdiğim için ne kadar
dövünsem azdı. Nereye gidecekti? Onu kim koruyacaktı?
El arabasını arkasından deli gibi sürüyen başka bir İzleyici
neredeyse bana çarpıyordu. “Dikkat et!” diye bağırdım. Nefes nefese,
sersemlemiş bir halde başını kaldırdı. “Doğru mu?” dedi, “Alarm?”
“Duyamıyor musun?”
“Evet, ama gerçek mi?”
El arabasını gösterdim. “Nasıl kontrol edeceğini biliyorsun.”
“Diyorlar ki alarmı veren adam dün hana alınmamış aptal ve
sarhoş ihtiyarın tekiymiş.”
“Bu doğru olabilir,” diye kabul ettim.
“Ama... ama... alarm gerçekse...”
Gülümseyerek, “Eğer öyleyse şimdi hepimiz dinlenebiliriz. Sana
iyi günler, İzleyici.”
Arkamdan, “El araban! El araban nerede!” diye bağırdı.
Ben ise onu çoktan geçmiş, Roum İmparatorluğundan bir
kalıntıya ait oyma bir sütuna doğru ilerliyordum.
Sütunun üzerine tarihöncesi görüntüler oyulmuştu: savaşlar ve
zaferler, zincire vurularak Roum caddelerinde utanç içinde
dolaştırılan yabancı hükümdarlar, imparatorluğun ihtişamını
selamlayan muzaffer kartallar. Taş sütunun önünde bir süre durup
yeni edindiğim sükunetimle inceledim figürleri. Anımsayıcı Basil
olarak tanıdığım ve çılgınca koşuşturan bir şekil bana doğru geldi;
onu selamlayıp, “Tam zamanında! Bana bir iyilik yap ve bu figürleri
açıkla, Anımsayıcı. Çok ilgimi çektiler ve merak ediyorum,” dedim.
“Deli misin sen! Alarmı duymuyor musun?”
“Alarmı ben verdim, Anımsayıcı.”
“Kaç o zaman! İşgalciler geliyor! Savaşmamız lazım!”
“Benim değil Basil. Benim işim bitti. Bana bu figürlerden bahset.
Bu yenilmiş krallar, mahvolmuş imparatorlar... Ne de olsa senin
yaşında bir adam savaşamaz.”
“Genel seferberlik var!”
“İzleyiciler dışında genel,” dedim. “Sadece bir dakika. İçimde
geçmişe bir özlem doğdu. Gormon ortadan kayboldu; geçmiş
döngülere rehberim ol.”
Anımsayıcı başını iki yana çılgınca salladı, etrafımdan
dolaşmaya, uzaklaşmaya çalıştı. Sıska kolunu yakalamak için bir
hamle yaptım, fakat elimden kurtuldu ve yakaladığım koyu renk şal
elimde kaldı. Uzaklaşmıştı, sokağın sonuna doğru gözden
kaybolurken zayıf bacakları delice çalışıyordu. Omuz silktim ve
beklenmedik şekilde elime geçen şalı inceledim. Parıldayan ince metal
tellerle, insanın gözünü cezbedecek desenler oluşturacak şekilde
örülmüştü: Her tel sanki örgünün içinde kayboluyor, sonra uzak
şehirlerde ortaya çıkan kraliyet ailesinin üyeleri gibi en olmadık
noktada tekrar beliriyordu. İşçilik muhteşemdi. Şalı öylesine omzuma
koydum.
Yürümeye devam ettim.
Günün erken saatlerinde beni ortada bırakacak gibi görünen
bacaklarım şimdi gayet iyi işliyordu. Kendimi gençleşmiş hissederek
karmaşanın hakim olduğu şehrin içinden geçtim, yol seçimi
konusunda hiçbir sorun yaşamadım. Nehre doğru gittim, karşıya
geçtim, Tver’in diğer tarafında Prens’in sarayına doğru ilerledim.
Gece artık daha da kararmıştı, ne de olsa seferberlik emirleri altında
ışıkların çoğu söndürülmüştü. Arada sırada boğuk bir gümleme
yukarıda, şehrin üzerine kara bulutlar çökmesine ve çoğu uzun
mesafeli radarların engellenmesine neden olacak bir perdeleme
bombasının patladığını haber veriyordu. Sokaklarda daha az yaya
kalmıştı. Sirenler hâlâ çalıyordu. Binaların tepesinde savunma
donanımları çalışmaya başlıyordu; ısınan savarların biplemelerini
duyabiliyor, maksimum randıman için örümcek benzeri ayaklarını
açarak birbirine bağlanan kulelerin tepelerindeki yükselticileri
görebiliyordum. Artık bir işgalin gerçekten başladığı konusunda hiç
şüphem kalmamıştı. Benim kendi aletlerim iç huzursuzluğum
nedeniyle yanlış sonuç vermiş olabilirdi, fakat loncamın yüzlerce
üyesinin ilk raporları doğrulaması olmadan seferberlikte bu kadar
ileri gitmezlerdi.
Saraya yaklaştığımda nefes nefese kalmış ve şalları arkalarından
çırpınan bir çift Anımsayıcı bana doğru koştu. Bana anlamadığım bazı
şeyler söylediler... sanırım Basil’in şalını giydiğim için loncalarının
jargonuyla seslenmişlerdi. Cevap veremedim ve hâlâ birşeyler
geveleyerek dibime kadar geldiler; sonra normal insanların diline
dönüp, “Senin derdin ne? Herkes yerlerine! Kayıt almamız lazım!
Yorum yapmamız lazım! Gözlem yapmamız lazım!”
Kibarca, “Beni başkasıyla karıştırdınız,” dedim. “Bu şalı bana
emanet eden biraderiniz Basil için şimdilik saklıyorum. Şu anda
benim olmam gereken bir yer yok.”
Aynı anda, “Bir İzleyici,” diye bağırdılar, bana ayrı ayrı küfürler
savurup koşmaya devam ettiler. Bir kahkaha atıp saraya gittim.
Kapılar açıktı. Dış kapıyı korumakla yükümlü olan nötraller
aynen kapının hemen içinde duruyor olmaları gereken Listeleyiciler
gibi yerlerinde değildiler. Dışarıdaki meydanda birikmiş dilenciler
sığınmak için sarayın içine akın etmişler, bu da içeriyi mesken
edinmiş lisanslı dilencileri kızdırmış, yeni gelenlerin üzerine
beklenmedik bir güç ve hiddetle saldırmışlardı. Sakatların koltuk
değneklerini sopa gibi kullanarak kavga ettiklerini, kör adamların
garip bir şekilde etkin yumruklar attığını, yumuşak başlı
tövbekarların hançerlerden sonik tabancalara kadar geniş bir
yelpazede silahlar kullandığını gördüm. Kendimi bu utanç verici
manzaradan mümkün olduğu kadar uzak tutarak sarayın iç
bölgelerine geçtim ve küçük mabetlerin içine bir göz attım. İçeride
Hacılar İradenin onları kutsaması için dualar ediyor, İletişimciler
yaklaşan çatışmanın sonucu için ümitsizce ruhani yardım
dileniyorlardı.
Birden trompet sesleriyle birlikte, “Yol açın! Yol açın!” bağırışları
duydum.
İriyarı Uşaklardan oluşan bir sıra adam sarayın içine girdi,
Prens’in apsisdeki özel bölümüne doğru gitti. Birkaç tanesi çılgınca
tepinen, çırpınan, kanatları yarı açık bir şekil taşıyorlardı: Avluela!
Ona seslendim, fakat sesim kargaşa içinde kayboldu, ona yetişmem de
mümkün olmadı. Uşaklar beni kenara ittiler. Geçit alayı Prens’in
odasına doğru gidip ortadan kayboldu. Küçük Uçucuyu son bir kez
görme şansım oldu, onu esir alanların elinde ufacık ve soluk... sonra
bir kez daha gitmişti.
Uşakların arkasından şüphe içinde gitmekte olan beceriksiz bir
nötrali yakaladım.
“Uçucu! O neden getirildi buraya?”
“Ha... ho... onlar...”
“Konuş!”
“Prens... onun kadını... savaş... arabasında... o... o... işgalciler...”
Sarsak yaratığı kenara fırlattım ve apsise doğru koşturdum.
Karşıma belki benim on katım yüksekliğinde pirinç bir duvar çıktı.
Yumrukladım. “Avluela!” diye delice bağırdım. “Av-lu-ela!..”
Ne uzaklaştırıldım, ne de içeri alındım. Görmezlikten geldiler.
Sarayın batı kapısındaki şamata artık orta kısma ve koridorlara
ulaşmıştı, paçavralar içindeki dilenciler bana doğru gelirken ani bir
dönüş yapıp kendimi sarayın yan kapılarından birinden geçerken
buldum.
Misafirhaneye çıkan avluda hareketsiz, pasif duruyordum.
Havada garip bir elektrik çıtırtısı oldu. Önce Roum’un savunma
sistemlerinden birinin şehri saldırıdan korurken yaptığı bir şey
zannettim, fakat bir an sonra, bunun aslında işgalcilerin gelişlerinin
bir ön belirtisi olduğunu anlamıştım.
Gökyüzünde yıldızgemileri ışıl ışıldı!
İzleyişim sırasında algıladığımda sonsuz karanlığın üzerinde
kara lekelerdi bunlar, ama şimdi güneşlerin parıltısıyla yanıyorlardı.
Gökyüzü bir dizi parlak, sert, mücevherimsi küreyle süslendi;
kesintisiz bir sıra halinde doğudan batıya dizildiler ve hep birden
ortaya çıktıkları anda Dünya’nın fatihlerinin gelişini haber veren
senfoninin ilk vuruşlarını duyar gibi oldum.
Yıldızgemilerinin benden ne kadar yukarıda ve kaç tane
oldukları, ya da tasarımlarının ayrıntıları hakkında bir fikrim yoktu.
Bildiğim tek şey muazzam bir heybetle geldikleriydi ve eğer ben bir
Koruyucu olsaydım tüm benliğim bu görüntü karşısında kuruyup
giderdi.
Rengarenk ışıklar gökyüzünde bir yandan bir yana gidip
geldiler. Savaş sonunda başlamıştı. Bizim savaşçılarımızın yapmaya
çalıştıklarını anlayamıyordum, ama zamanı kısalmış, yaşlı
gezegenimizi sahiplenmek üzere gelmiş olanların manevraları
karşısında da aynı derecede şaşırmıştım. Utanarak kendimi, sanki bu
benim kavgam değilmişcesine, bu mücadelenin sadece dışında değil,
aynı zamanda üzerinde de görüyordum. Avluela’nın yanımda
olmasını istiyordum, ama o sarayın derinliklerinde bir yerde, Roum
Prensi ile birlikteydi. Şu anda Gormon bile bir teselli olabilirdi...
Değişken Gormon, casus Gormon, dünyamızın rezil haini Gormon.
Yükseltilmiş, sağır edici sesler, “Roum Prensi’ne yol açın! Roum
Prensi Koruyucuların başında anadünya için savaşmaya gidiyor!”
diye bağırdılar.
Saraydan bir gözyaşı damlası şeklinde, pırıl pırıl bir araç çıktı; –
aracın parlak madeni tavanına, tüm halkın hükümdarlarını görüp
yüreklenmeleri için, şeffaf bir perde takılmıştı. Roum Prensi, aracın
kontrollerinin başında, genç ve zalim yüz hatları sabitleşmiş bir halde,
dimdik oturuyordu ve hemen arkasında, Uçucu Avluela’nın bir
imparatoriçe gibi giydirilmiş, narin biçimini seçebiliyordum. Kız trans
halindeymiş gibiydi.
Kraliyet savaş arabası gökyüzüne doğru yükseldi ve karanlıkta
kayboldu.
Başka bir araç daha ortaya çıkıp onu izlemiş gibi geldi bana;
sonra Prens bir kez daha göründü, ikisi birbirlerinin etrafında dar
çemberler çizmeye başladılar; belli ki savaşıyorlardı. Mavi kıvılcımlar
bir bulut gibi sarmıştı onları ve ikisi birden daha da yükselip
uzaklaştılar ve Roum tepelerinden birinin ardında görüş alanımdan
çıktılar.
Gezegenin dört bir yanında savaşılıyor muydu şimdi? Perris
tehlikede miydi, ya da kutsal Jorslem, hata Kıyı Kıtalar’ın uykulu
adaları? Yıldızgemileri her yeri sarmış mıydı? Bilmiyordum. Ben
sadece Roum’un üzerindeki küçük bir alanda olup bitenlerin
farkındaydım ve burada bile olayları belli belirsiz algılayabiliyor,
yetersiz bilgi alıyordum. Gökyüzünde anlık ışık parlamaları
olduğunda uçucu taburlarının geçtiğini görüyordum, sonra şehrin
üzerine bir örtü örtülmüşcesine karanlık bir kez daha çöküyordu. Dev
savunma makinelerimizin kulelerin tepelerinden düzensiz olarak ateş
ettiklerini görebiliyordum, ama yukarıdakiler ne hasar görüyor, ne de
yara alıyor, oldukları yerde duruyorlardı. Ayaklarımın altındaki avlu
bomboştu, ama uzaklardan kuşların çığlıkları olabilecek kadar tiz,
uğursuz ve korku dolu sesler geliyordu. Zaman zaman tüm şehri
sarsan bir patlama sesi duyuluyordu. Yanımdan bir Uyurgörürler
müfrezesi geçti; sarayın önündeki meydanda askeri görünüşlü bir ağı
açmaya çalışan bir grup Şaklaban gözüme ilişti; parlayan bir başka
ışıkla bir havasalının üzerinde süzülen, olup biteni hararetle not
etmeye çalışan bir Anımsayıcı üçlüsü gördüm. Görünüşe göre –emin
olamıyordum– Roum Prensi’nin aracı geri dönmüştü, gökyüzünde
hızla giderken takipçisi de kuyruğundan ayrılmıyordu. İki küçük
noktacık gözden kaybolurken, “Avluela,” diye fısıldadım.
Yıldızgemileri yer birliklerini mi indiriyorlardı? Yörüngedeki parlak
kürelerden döne döne çıkan enerji sütunları yeryüzüne dokunmak
için mi iniyorlardı aşağıya? Prens Avluela’yı neden yakalamıştı?
Gormon neredeydi? Koruyucularımız ne yapıyorlardı? Neden
düşman gemileri gökyüzünden hâlâ silinip atılmamıştı?
Avlunun tarihi taşlarına kök salmış gibi gece boyunca olup biten
hakkında en ufak bir fikrim olmadan gezegenlerarası savaşı izledim.
Şafak söktü. Solgun ışıklar kuleden kuleye sıçrıyordu. Ellerimi
gözlerime götürdüm, ayakta uyumuş olmalıydım. Kendi kendime,
belki de Uyurgörürler loncasına kayıt yaptırmalıyım, diye düşündüm.
Omuzlarımdaki Anımsayıcı şalına dokundum, nasıl olup da üzerimde
olduğunu bir an için merak ettim, fakat cevap kısa zamanda geldi.
Gökyüzüne baktım.
Yabancı yıldızgemileri gitmişti. Gördüğüm şey sadece griliğin
arasından pembe pembe ışıkların belirdiği sıradan bir şafaktı. Birden
el arabam için etrafıma bakınma ihtiyacı duydum, sonra artık İzleyiş
yapmam gerekmediğini kendime hatırlatmam gerekti ve kendimi
normalde böyle bir zamanda insanın hissetmeyeceği kadar boşlukta
hissettim.
Savaş bitmiş miydi?
Düşman yenilmiş miydi?
İşgalcilerin gemileri gökyüzünden silinmiş, Roum’un çevresinde
darmadağın bir şekilde yatıyorlar mıydı?
Sessizlik. Artık senfoniyi duyamıyordum. Sonra, o tüyler
ürpertici sessizliği bozan yeni bir ses, şehrin sokaklarından geçen
tekerlekli araçların sesi duyuldu ve görünmeyen müzisyen son bir
nota çaldı. Derin ve kulaklarda çınlayan, sanki her bir tel aynı anda
kopmuş gibi bir anda olmadık şekilde kesilen son bir nota.
Genel duyuruların yapıldığı hoparlörlerden sade kelimeler
döküldü.
“Roum düştü. Roum düştü.”
8

Kraliyet misafirhanesinde kimse yoktu. Nötraller ve hizmetçi


loncalarındakiler kaçmışlardı. Koruyucular, Efendiler ve Egemenler
savaşta onurlu bir şekilde ölmüş olmalıydılar. Ne Anımsayıcı Basil, ne
de arkadaşları vardı ortada. Odama gittim, temizlendim, birşeyler
yiyip kendime geldim; birkaç parça eşyamı toparlayıp kısa süre için
tattığım lükse veda ettim. Roum’u ziyaret etmek için bu kadar kısa bir
zamanım olduğuna üzülüyordum, fakat en azından Gormon
mükemmel bir rehber olmuştu ve oldukça fazla şey görmüştüm.
Şimdi ayrılma zamanıydı.
İşgal altındaki bir şehirde kalmak mantıklı değilmiş gibi
görünmüştü. Odamdaki düşünce başlığı sorgulamaya yanıt
vermiyordu, bu yüzden ne buradaki ne de başka yerlerdeki yenilginin
boyutunu öğrenmem mümkün olmuştu, ama açık olan şuydu ki
Roum’un yönetimi artık insanların elinde değildi ve ben de bir an
önce ayrılmak istiyordum. Aklıma Roum’a girişimiz sırasında uzun
boylu Hacı’nın önerdiği gibi Jorslem’e gitme fikri geldi; fakat sonra
vazgeçtim ve batıya, daha yakın olmasının yanı sıra Anımsayıcıların
karargahı konumunda olan Perris’e doğru bir yol izlemeye karar
verdim. Benim mesleğim yok olmuştu, fakat Dünya’nın işgal altındaki
bu ilk sabahında kendimi alçakgönüllülükle Anımsayıcıların emrine
sunmak ve onlarla birlikte bugünden daha parlak olan geçmişimizle
ilgili bilgi toplamak için ani ve karşı konulmaz bir istek duymaya
başlamıştım.
Öğleye doğru misafirhaneden ayrıldım. Önce kapıları hâlâ
ardına kadar açık olan saraya gittim. Her yerde dilenciler yatıyordu,
kimi ilaç almış, kimi uyuyor, çoğu ölüydü; vahşi ölüm şekillerinden
anladığım kadarıyla çıkan panikle birbirlerini çılgınca öldürmüşlerdi.
Ümidini yitirmiş gibi gözüken bir Listeleyici, mabedin içindeki üç
kuru kafanın yanına çökmüştü. Ben içeri girerken, “İşe yaramaz.
Beyinler cevap vermiyor,” dedi.
“Roum Prensi ne oldu?”
“Öldü. İşgalciler onu düşürdüler.”
“Yanında genç bir uçucu vardı. O kıza ne olduğunu biliyor
musun?”
“Hayır. Sanırım ölmüştür.”
“Ya şehir?”
“Düştü. Her yerde işgalciler var.”
“Katliam mı?”
Listeleyici, “Talan bile yok,” dedi. “Çok nazikler. Bizi ele
geçirdiler.”
“Sadece Roum’da mı yoksa her yerde durum aynı mı?”
Adam omuz silkti. Öne arkaya ritmik bir şekilde sallanmaya
başladı. Onu kendi haline bırakıp sarayın içlerine doğru yürüdüm.
Beni şaşırtacak şekilde Prens’e ait bölümler mühürlenmemişti. İçeri
girdim; perdelerin, mobilyaların, ışıkların görkemi karşısında huşu
içinde kaldım. Odadan odaya geçtim ve en sonunda yatak örtüsü
başka bir yıldızın gezegenlerinden gelmiş bir çift kabuklunun eti olan
kraliyet yatağının bulunduğu odaya ulaştım ve kabuk benim için
açılırken Roum Prensi’nin yatmış olduğu sonsuz yumuşaklıkta
örtülere dokundum ve Avluela’nın da burada yatmış olduğu aklıma
geldi; daha genç bir adam olsaydım orada ağlardım.
Saraydan çıktım ve Perris’e olan yolculuğuma başlamak için
meydanı geçtim.
Uzaklaşırken, ilk kez işgalcilere gözüm ilişti. Yabancı görünüşlü
bir araç meydanın yanına yanaştı ve içinden on kadar şekil indi.
Neredeyse insan gibiydiler. Gormon gibi geniş göğüslü ve uzun
boyluydular, sadece kollarının aşırı uzunluğu onların uzaylı
olduklarını kesin olarak belirtiyordu. Derileri garip bir yapıya sahipti
ve eğer daha yakında olsaydım eminim ki insansı olmayan gözler,
dudaklar, burun delikleri görecektim. Beni hiç önemsemeden ve
Gormon’u hatırlatan garip, geniş adımlarla meydanı geçip saraya
girdiler. Ne saldırgandılar, ne de çalımlı.
Turistti bunlar. Görkemli Roum yabancılar üzerindeki
çekiciliğini bir kez daha ortaya koymuştu.
Yeni efendilerimizi eğlentileriyle baş başa bırakarak şehrin dış
kısımlarına doğru yürüdüm. Sonsuz bir kışın ıssızlığı ruhuma işledi:
Roum düştüğü için üzülüyor muydum? Yoksa Avluela için yas mı
tutuyordum? Yoksa başıma gelen şey şimdi art arda üç İzleyişi
kaçırdığım için bir bağımlı gibi bırakmakta zorlanmam mıydı?
Bunların hepsi birden bana acı veriyordu. En çok da sonuncusu.
Ben şehrin kapılarına doğru yürürken sokaklarda kimse yoktu.
Roumluların saklanmasına neden olan şeyin yeni efendilere duyulan
korku olduğunu sanıyordum. Arada sırada yabancı araçlardan bir
ikisi yanımdan geçiyordu; fakat bana bulaşan olmadı. Akşama doğru
şehrin batı kapısına ulaştım. Kapı, üzerinde koyu yeşil taçları olan
ağaçlarla kaplı hafif eğimli tepeciği gözlerimin önüne serecek şekilde
ardına kadar açıktı. Dışarı çıktım ve kapıdan kısa bir mesafe ötede
yavaş yavaş şehirden uzaklaşmakta olan bir Hacı gördüm.
Ona kolayca yetiştim.
Korkak, emin olmayan adımları bana garip gelmişti, çünkü kalın
kahverengi cüppesi bile vücudunun gücünü ve gençliğini saklamaya
yetmiyordu; dimdik duruyordu, omuzları yukarıda ve sırtı dikti;
buna rağmen yaşlı bir adam gibi zorlanarak yürüyordu. Yanına gidip
kukuletasının altına baktığımda bunun nedenini fark ettim; her
Hacının kullandığı maskesine, körlerin önlerindeki engelleri fark
etmek için kullandıkları cinsten bir reflektör bağlanmıştı. Varlığımın
farkına vardı ve, “Ben kör bir Hacıyım. Bana zarar vermezsiniz
umarım,” dedi.
Ses bir Hacının sesi değildi. Buyurucu, sert ve güçlüydü.
“Kimseye zarar vermek gibi bir niyetim yok,” diye cevapladım.
“Ben geçtiğimiz akşam işini kaybetmiş bir İzleyiciyim.”
“Geçtiğimiz akşam pek çok iş kaybedildi, İzleyici.”
“Tabii ki bir Hacınınki dışında.”
“Evet,” dedi, “bir Hacınınki dışında.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Roum’dan uzağa.”
“Belli bir hedefin yok mu?”
Hacı, “Hayır,” dedi. “Yok. Amaçsızca dolaşacağım.”
“Belki de beraber dolaşmalıyız,” dedim, ne de olsa bir Hacıyla
beraber dolaşmanın iyi şans getireceğine inanılır; ayrıca Uçucum ve
Değişkenim olmadığı için diğer türlü yalnız yolculuk etmem
gerekecekti. “Ben Perris’e gidiyorum. Gelir misin?”
Acı acı, “Başka herhangi bir yerden farkı yok,” dedi. “Evet.
Beraber Perris’e gideceğiz. Bir İzleyicinin Perris’de ne işi var?”
“Bir İzleyicinin artık hiçbir yerde işi yok. Perris’e, hizmetlerimi
Anımsayıcılara sunmak için gidiyorum.”
“Ah,” dedi. “Ben o loncaya da üyeydim, tabii yalnızca onur
üyesi.”
“Dünya artık düştüğü için, gururlu olduğu dönemleri hakkında
birşeyler öğrenmek istiyorum.”
“Sadece Roum değil, tüm Dünya mı düştü?”
“Sanırım,” dedim.
Hacı, “Ah,” dedi. “Ah!”
Sustu ve yolumuza devam ettik. Koluna girdim ve yalpalamayı
kesti, genç bir adamın çevik adımlarıyla yürümeye başladı. Zaman
zaman oflama ya da bir iç çekiş olabilecek sesler çıkarıyordu. Hacla
ilgili sorular sorduğumda ya dolaylı cevaplar veriyor, ya da cevap
vermekten kaçınıyordu. Roum’dan bir saatlik mesafede ormanların
içine ulaştığımızda birden, “Bu maske bana acı veriyor. Ayarlamam
için yardım edebilir misin?” diye sordu.
Maskeyi çıkarmaya başladığı için şaşkınlık içindeydim. Bir
Hacının yüzünü göstermesi yasak olduğu için donakalmıştım. Yoksa
benim görebildiğimi unutmuş muydu?
Maske tam çıktığı sırada, “Bu hoşuna gitmeyecek,” dedi.
Bronz ızgara alnından ayrıldığında ilk önce herhangi bir
cerrahın bıçağı değil, büyük ihtimalle bir çift parmak tarafından yeni
oyulmuş gözler, sonra sivri burnu, en sonunda da Roum Prensi’ne ait
gergin dudakları gördüm.
“Majesteleri!” diye haykırdım.
Yanaklarından aşağı süzülmüş kan çoktan pıhtılaşmıştı. Taze
oyukların çevresine merhem sürülmüştü. Sanırım pek acı
duymuyordu, yeşil merhem acısını almış olmalıydı; fakat benim
içimden fışkıran acı gerçek ve güçlüydü.
“Artık majeste falan değil,” dedi. “Şu maske için bana yardım
et!” maskeyi uzatan eli titriyordu. “Şu kenarlarının genişletilmesi
gerek. Acımasızca eziyor yanaklarımı. İşte... İşte böyle...”
Mahvolmuş yüzünü uzun süre görmek zorunda kalmamak için
ayarlamaları çabucak yaptım.
Maskeyi tekrar taktı. “Ben artık bir Hacıyım,” dedi. “Roum’un
artık bir Prens’i yok. Arzu ediyorsan bana ihanet et İzleyici; ya da
Perris’e gitmeme yardım et. Eğer ki bir gün eski gücüme kavuşursam
iyi ödüllendirilirsin.”
“Ben bir hain değilim,” dedim.
Sessizlik içinde yürüdük. Böyle bir adama havadan sudan
bahsedecek halim yoktu. Perris’e kadar kasvetli bir yolculuk olacaktı,
fakat artık onun rehberliğini üstlenmiştim. Gormon’u ve verdiği
sözleri ne kadar iyi tuttuğunu düşündüm. Avluela’yı da düşündüm
ve belki yüz kez eski Prens’e yanındaki Uçucunun yenilgi
akşamındaki akıbetini soracak gibi olsam da bunu yapmadım.
Alacakaranlık çökmüştü, fakat güneş hâlâ batıda altın rengi
parlıyordu. Üzerimizden bir gölge geçtiğinde birden durup şaşkınlık
içinde bakakaldım.
Avluela üzerimizden geçiyordu. Teni günbatımının renklerini
yansıtıyor, kanatları renk tayfının her bir üyesinin en canlı hallerini
barındırıyordu ve ardına kadar açıktı. Şimdiden yerden belki yüz
adam boyu yüksekteydi ve tırmanmaya devam ediyordu. Onun için
ağaçların arasında bir noktacık olmalıydım.
Prens, “Ne oldu?” diye sordu. “Ne gördün?”
“Hiç.”
“Bana ne gördüğünü söyle!”
Onu kandıramazdım. “Bir Uçucu majesteleri. Yükseklerde uçan
zayıf bir kız.”
“Demek gece çöktü ha.”
“Hayır,” dedim. “Güneş hâlâ ufkun üzerinde.”
“Bu nasıl olabilir ki? Kızın ancak gece kanatları olabilir. Güneşin
onu yere savurması gerek.”
Duraksadım. Avluela’nın sadece gece kanatları olmasına rağmen
nasıl uçtuğunu açıklayamazdım. Roum Prensi’ne işgalcilerden
Gormon’un onun yanında kanatsız ve zahmetsizce uçtuğunu, narin
omuzlarına kolunu dolamış olduğunu, onu destekleyip dengesini
koruması, güneş rüzgarlarının basıncına karşı koyması için yardım
ettiğini açıklayamazdım. Ona son kadınıyla beraber baş düşmanının
üzerinden geçtiğini söyleyemezdim.
“Evet?” diye sordu. “Nasıl oluyor da gündüz vakti uçabiliyor?”
“Bilmiyorum,” dedim. “Benim için tam bir muamma.
Bugünlerde anlayamadığım pek çok şey oluyor.”
Prens bunu kabul etmişe benziyordu. “Evet, İzleyici.
Hiçbirimizin anlayamadığı pek çok şey.”
Tekrar sessizliğe büründü. Avluela’ya seslenmek için yanıp
tutuşuyordum, fakat beni duyamayacağını biliyordum, bu yüzden
günbatımına, Perris’e doğru yürümeye devam ettim ve kör Prens’e de
yol gösterdim. Gormon ve Avluela üzerimizden hızla geçip günün
son ışıklarıyla birlikte gözden kayboldular.
İKİNCİ
BÖLÜM

ANIMSAYICILAR
ARASINDA
1

Eski bir Prensle yolculuk etmek kolay bir iş değildir. Gözlerini


kaybetmişti, fakat gururu olduğu yerde duruyordu; kör olmak ona
alçakgönüllülüğü öğretememişti. Hacı maskesi takıyor, Hacı cüppesi
giyiyordu, fakat incelikten haberi ve ruhunda dindarlıktan eser yoktu.
Maskesinin ardında o hâlâ Roum Prensi’ydi.
Baharın ilk habercileriyle birlikte Perris’e giden yolu aşarken
tüm maiyeti artık bendim. Onu doğru yollara sokuyor, bir emriyle
onu öykülerimle eğlendiriyor, zaman zaman ortaya çıkan
somurtkanlıkları geçene kadar ona bakıcılık yapıyordum. Bütün
bunlara karşılık olarak ise düzenli yemek yeme güvencesi dışında çok
az şey alabiliyordum. Kimse bir Hacıdan yiyeceği esirgemezdi;
yolumuzun üzerine çıkan köylerde kaldığımız hanlarda ben de onun
yol arkadaşı olduğum için besleniyordum. Yolculuğumuzun başında
bir kez hataya düşüp hancıya kibirli bir şekilde, “Uşağıma da yiyecek
birşeyler verin!” demişti. Kör Prens adamın yüzündeki şaşkın
inanmazlık ifadesini görmemişti –bir Hacının uşaklarla ne işi olurdu
ki?– fakat ben hancıya gülümsemiş, göz kırpıp işaret parmağımla
şakağıma bir iki vurmuştum; böylece adam olayı anlamış ve ikimize
de daha fazla soru sormadan yiyecek vermişti. Sonradan Prens’e
hatasını anlattım ve bu olaydan sonra benden yol arkadaşı olarak
bahsetti; yine de onun beni uşaktan başka bir şey olarak görmediğini
biliyordum.
Hava genelde açıktı. Kış biterken Eyrop ısınıyordu. Roum’un
hemen dışı İkinci Döngü’nün şaşalı günleri sırasında getirtilen, mavi
yaprakları Eyrop’un hafif kışına dayanabilen yıldız ağaçları ile
bezenmiş olsa da, yolların kenarında söğüt ve kavaklar yeşermeye
başlamıştı. Kuşlar da kış için gittikleri Afreek’den dönüyorlardı.
Üzerimizden geçen kuşlar şarkı söylüyor, dünyanın hakimlerinin
değişmesini kendi aralarında tartışıyorlardı. Bir sabah Prens,
“Benimle alay ediyorlar,” dedi. “Benim için şakıyorlar, onların
parıltısını görmem için bana meydan okuyorlar!”
Evet, morali bozuktu, bunun için iyi bir nedeni de vardı. O kadar
çok şeye sahipken o kadar çok şey yitirmişti ki matem tutması için
epey nedeni vardı. Benim için Dünya’nın yenilgisi alışkanlıklarımın
sona ermesinden fazla bir anlam ifade etmiyordu. Bunun dışında her
şey aşağı yukarı aynıydı: Artık İzlemem gerekmiyordu, fakat şimdiki
gibi bir yol arkadaşım olsa bile hâlâ dünyayı yalnız başıma
dolaşıyordum.
Prens’in neden kör edildiğini bilip bilmediğini merak ettim.
Zafer anında Gormon’un Prens’e bir kadın için olan kıskançlık kadar
basit bir nedenin gözlerine malolduğunu anlatıp anlatmadığını...
Gormon, “Sen Avluela’yı çaldın,” demiş olabilirdi. “Küçük bir
Uçucuyu gözüne kestirdin, seni eğlendirebileceğini düşündün. Dedin
ki, gel bakalım kızım, yatağıma gel. Onu bir insan olarak görmedin.
Başkasını tercih etmek isteyeceğini düşünmedin. Sadece Roum Prensi
nasıl düşünürse öyle düşündün... bencilce! Al bakalım Prens!”
...ve uzun parmakların hızlı bir hareketiyle gelen karanlık...
Sormaya, asla cüret edemedim. İçimde bu eski hükümdar için
hiç olmazsa o kadar korku kalmıştı. Sanki sıradan bir yol
arkadaşıymış gibi mahremiyetini bozmak, hatalarıyla ilgili bir
muhabbet konusu açmak... Hayır, bunu yapamazdım. Sadece bana bir
şey sorulduğunda konuştum. Bana bu emredildiğinde sohbet ettim.
Bunun dışında soyluların yanında bulunan herhangi iyi bir sıradan
vatandaş gibi sessizliğimi korudum.
Her gün Roum Prensi’nin artık soylu olmadığını hatırlatacak
şeyler yaşıyorduk.
Tepemizden bazen havasallarının ya da başka savaş arabalarının
içinde, bazen de kendi güçleriyle uçan işgalciler geçiyordu. Trafik
yoğundu. Yeni gezegenlerinin envanterini çıkarıyorlardı. Gölgeleri
üzerimizden geçiyordu, minik güneş tutulmaları, yukarı, yani
efendilerimize bakıp garip bir şekilde hiddet değil de sadece
Dünya’nın uzun süren uykusuz geceleri bittiği için bir rahatlama
duyuyordum. Prens için ise durum farklıydı. Üzerimizden işgalcilerin
geçtiği her sefer bir şekilde farkındaymış gibi görünüyor,
yumruklarını sıkıyor, kaşlarını çatıp lanet okuyordu. Acaba optik
sinirleri gölgelerin hareketini bir şekilde algılayabilir miydi? Yoksa bir
duyusunu kaybetmesi diğerlerinin gelişip havasallarının fark
edilemeyecek mırıltısını duyabilmesini, ya da uçan işgalcilerin ten
kokularını alabilmesini sağlıyor olabilir miydi? Sormadım. Zaten çok
az şey soruyordum.
Bazı geceler, uyuduğumu düşündüğü zamanlarda ağlıyordu. O
zaman ona acıyordum. Sonuç olarak elindekileri kaybetmek için çok
gençti. İşte o karanlık saatlerde bir Prens’in ağlamasının bile normal
insanlardan farklı olduğunu öğrendim. O kızgın, sinirli, meydan
okuyan bir tarzda ağlıyordu; fakat ağlıyordu işte.
Çoğu zaman acılara katlanabiliyormuş gibi, kayıplarını
kabullenmiş gibi geliyordu. Yanımda yürürken her adımı onu büyük
Roum şehrinden uzaklaştırıp Perris’e yaklaştırmasına rağmen
adımları canlı ve istekli görünüyordu. Bununla birlikte, zaman zaman
da sanki maskesinin ızgarasından içeriye bakıp büzüşmüş ruhunu
görebiliyormuşum gibi geliyordu. Bastırılmış öfkesi ufak tefek çıkışlar
yapmasına neden oluyordu. Yaşımla, düşük statümle, bütün hayatım
boyunca İzlediğim işgal artık geldiği için hayatımın anlamını
yitirmesiyle dalga geçiyor, benimle oynuyordu.
“Bana ismini söyle, İzleyici!”
“Bu yasaktır majesteleri.”
“Eski kurallar yürürlükten kalktı. Haydi ama, aylarca yan yana
yürüyeceğiz. Bütün bu zaman boyunca sana İzleyici dememi
beklemiyorsun ya?”
“Loncamın âdetleri böyle.”
“Benimkinin âdetleri de,” dedi, “emir verip verdiğim emirlere
uyulduğunu görmek. Şimdi ismin!”
“Egemenler loncasından biri bile önemli bir neden ve bir lonca
üstadının yazılı izni olmadan bir İzleyicinin ismini öğrenemez.”
Yere tükürdü. “Ben bu haldeyken bana karşı gelmek için nasıl
bir çakal olmalısın bilmem ki! Sarayımda olsaydık buna asla cüret
edemezdin!”
“Sarayınızda olsaydık majesteleri, maiyetinizin önünde asla.
bana böyle haksızca bir şey emretmezdiniz. Egemenlerin de uyması
gereken kurallar vardır. Bunlardan biri de daha aşağı loncaların
âdetlerine saygı göstermektir.”
Prens, “Bir de bana hikaye anlatıyor,” dedi. Yolun kenarında
kendini sinirle yere attı. Çayırlı yokuşa doğru gerinip yıldız
ağaçlarından birine dokundu, keskin yapraklardan bir sıra kopartıp
avucunun içinde sıktı, oldukça acı verecek bir şekilde eline batmış
olmalıydılar. Yanında duruyordum. O sabah gördüğümüz ilk araç,
büyük bir kara taşıtı gürültüyle yanımızdan geçti. İçinde işgalciler
vardı. Bazıları bize el salladı. Uzun bir süre sonra Prens daha alçak,
neredeyse pohpohlayıcı bir ses tonuyla, “Benim adım Enric,” dedi.
“Şimdi seninkini söyle.”
“Size yalvarıyorum beni bundan azat edin majesteleri.”
“Ama benim ismimi öğrendin! Benim de ismimi söylemem
seninki kadar yasak.”
Sertçe, “Ben sormadım,” dedim.
Sonuç olarak ismimi vermedim. Gücü olmayan bir Prens’e böyle
bir bilgiyi vermeyi reddetmek oldukça küçük bir zaferdi, fakat bunun
acısını belki bin şekilde çıkardı. Israr etti, ikna etmeye çalıştı, alay etti,
küfredip azarladı. Loncamı horgören şeyler söyledi. Metal maskesini
yağladım; göz çukurlarına merhem sürdüm; hatırlamak bile
istemeyeceğim kadar utanç verici başka şeyler de yaptım. Böylece
birbirine karşı nefret dolu, fakat ihtiyaçlar ve yoldaşların karşılıklı
yükümlülükleriyle bağlı yaşlı boş bir adamla boşlukta kalmış genç bir
adam olarak Perris’e olan yolumuza devam ettik.
Zor bir dönemdi. İşgal altındaki Dünya’yı tekrar ele geçirme
planları kurarken ulaştığı sonsuz mutluluk halinden, işgalin bir son
olduğunu fark ettiği anlarda düştüğü cehennem çukurlarına dek, ruh
halinin sürekli değişmesiyle başa çıkmam gerekiyordu. Zaman zaman
hâlâ Roum Prensi gibi davrandığı, kutsal bir adama yaraşmayacak
şekilde insanlara emirler yağdırıp, hatta onları tokatladığı köylerde,
onu kendi aceleciliğinden korumam gerekiyordu. Daha da kötüsü
onun şehvetini de doyurmam, karanlıkta Hacı olduğunu iddia eden
bir adama yanaştıklarının farkında olmayan kadınları onun için satın
almam gerekiyordu. Bir Hacı olarak ancak bir sahtekardı, Hacıların
İrade ile bağlantı kurdukları yıldıztaşı yoktu. Bir şekilde onun
karşılaştığı her türlü sorunun hakkından gelmesini sağlıyordum. Bir
keresinde yolda başka bir Hacıyla, gerçek bir Hacıyla bile
karşılaşmıştık. Tartışmaya meraklı, aşılması zor, teolojik safsatalarla
dolu bir adamdı. Prens’e, “Gel de seninle İrade’nin içkinliği hakkında
konuşalım,” demişti; o öğleden sonra sabrı zorlanmış olan Prens ise
ağza alınmayacak bir cevap vermişti. Gizlice kraliyet inciğine bir
tekme savurup şaşkınlık içindeki Hacıya, “Arkadaşımız bu gün pek
iyi değil. Dün akşam İrade ile kurduğu bağlantı sırasında aklını
başından alan bir vahiy indi. Yalvarırım kendine gelene kadar kutsal
şeylerden bahsetmeyin,” demiştim.
Yolculuğumuzla bunun gibi doğaçlamalarla başa çıkabildim.
Havalar ısındıkça Prens’in tutumu yumuşadı. Belki de yaşadığı
felaketle yavaş yavaş uzlaşıyor, ya da büyük ihtimalle değişen
varlığıyla barışmanın yollarını ışığa hasret kafasının içinde
öğreniyordu. Aşağılanmasıyla, düşüşüyle ilgili neredeyse boş boş,
kendi kendine konuşuyordu. Bir zamanlar sahip olduğu kudretten
bahsediyor, fakat bunu tekrar ele geçirmekle ilgili boş hayallere
kapılmadığını söylüyordu. Servetinden, kadınlarından,
mücevherlerinden, garip makinelerinden, Değişkenleri, Müzisyenleri
ve Uşaklarından, onun karşısında diz çöken Efendilerden ve hatta
Egemenlerden bahsediyordu. Herhangi bir anda ondan hoşlandığımı
söyleyemem, fakat en azından bu gibi zamanlarda duygusuz bir
maskenin altında acı çekmekte olan bir insanı görebiliyordum.
Hatta beni bir insan olarak görmeye bile başlamıştı. Eminim bu
onun için çok zor olmuştu.
Bir gün, “Güçlü olmanın derdi de bu işte, İzleyici,” dedi. “İnsanı
başkalarından kopartıyor. İnsanlar cisimlere dönüşüyor. Örneğin sen.
Benim için sen etrafta dolaşıp muhtemel işgalcileri izleyen bir
makineden başka bir şey değildin. Sanırım rüyaların, hırsların,
kızgınlıkların ve benzeri pek çok şey vardı, fakat ben seni lonca işlevin
dışında hiçbir varlığı olmayan pörsümüş yaşlı bir adam olarak
görüyordum. Şimdi ise hiçbir şey görmeyerek daha fazlasını
görebiliyorum.”
“Ne görüyorsun?”
“Bir zamanlar sen de gençtin, İzleyici. Sevdiğin bir kasaban, bir
ailen vardı. Hatta bir kız. Bir lonca seçtin ya da senin için seçildi,
çıraklığa alındın, uğraştın, başın ağrıdı, miden kasıldı, bütün bunların
anlamını, nedenini düşündüğün karanlık zamanlar oldu. Bizi,
Efendileri, Egemenleri kuyrukluyıldız gibi yanından geçerken
gördün. Şimdi ise yan yanayız, kader ağları Perris yolunda bizi bir
araya getirdi. Şu anda hangimiz daha mutlu?”
“Ben mutluluk ya da hüznün ötesindeyim,” dedim.
“Bu doğru mu? Sence doğru mu? Yoksa arkasına saklanmayı
tercih ettiğin bir sözden mi ibaret? Sana soruyorum İzleyici: Loncanın
evlenmeni yasakladığını biliyorum, fakat hiç âşık oldun mu?”
“Zaman zaman.”
“Bunun da mı ötesindesin?”
Kaçamak bir şekilde, “Yaşlandım artık,” dedim.
“Yine de sevebilirsin. Sevebilirsin. Loncana verdiğin sözler artık
geçerli değil, öyle değil mi? Bir eşin olabilir.”
Bir kahkaha attım, “Beni kim ister ki?”
“Öyle deme. O kadar da yaşlı değilsin. Çoğuna göre avantajın
var. Dünya’yı görmüşsün, onu anlıyorsun. Perris’de neden sana
uygun bir kadın...” Duraksadı. “Hâlâ verdiğin sözlerle bağlanmışken
hiç içinden geldiği oldu mu?”
Tam o sırada üzerimizden bir Uçucu geçti. Gökyüzünde hâlâ
kanatlarına bastıran biraz ışık kaldığı için zorlanarak uçan orta yaşlı
bir kadındı. Birden mideme bir kasılma geldi ve Prens’e: Evet, evet
içimden geldi, kısa süre önce bir Uçucu vardı, bir kız, bir çocuk,
Avluela; hiç dokunmadığım halde onu kendi tarzımla seviyordum,
hâlâ da seviyorum, demek istedim.
Prens Enric’e hiçbir şey söylemedim.
Yine de o Uçucuya bakakaldım; kanatları olduğu için benden
daha özgürdü ve ben, o ılık ilkbahar akşamında etrafımı saran
ıssızlığın ürpertisini duydum.
Prens, “Perris çok uzakta mı?” diye sordu.
“Yürüyeceğiz ve bir gün varacağız.”
“Peki ya sonra?”
“Benim için Anımsayıcılar loncasında çıraklık ve yeni bir hayat.
Ya sen?”
“Orada dostlar bulmayı umuyorum,” dedi.
Her gün uzun saatler boyunca yürüdük. Yanımızdan geçerken
durup bizi de almayı teklif edenler oldu, fakat kontrol noktalarında
işgalciler Prens gibi soylular için denetim yaptıkları için her seferinde
reddettik. Karlar altında, tepesinde fırtınalar esen dağları delen
kilometreler uzunluğunda bir tünelden geçtik; çiftçilikle uğraşan
köylülerin olduğu ovalara girdik ve ayaklarımızı yeni uyanan
nehirlerde dinlendirdik. Tüm haşmetiyle yaz geldi. Dünya üzerinde
geziyorduk, fakat ona ait değildik; işgal ile ilgili herhangi bir habere
kulak asmıyorduk, fakat işgalciler Dünya’yı açıkça tam olarak ele
geçirmişlerdi. Küçük araçlar içinde her yerde dolaşıyor, artık onların
olan gezegeni inceliyorlardı.
Her zaman olduğu gibi yine hoş olmayan şeyler dahil Prens’in
her dediğini yapıyor; hayatını daha katlanılabilir bir hale getirmeye
çalışıyordum. Hükmettiği tek şey işe yaramaz yaşlı bir İzleyici olsa da
hâlâ bir hükümdar olduğunu hissettiriyordum. Aynı zamanda
kendini bir Hacı olarak daha iyi nasıl gösterebileceğini de
öğretiyordum. Bildiğim az miktarda şeyle ona duruşlar, sözler, dualar
öğrettim. Yönetimi sırasında İrade ile pek bağlantı kurmadığı her
halinden belliydi. Şimdi ise samimiyetsizce, kamuflajının bir parçası
olmasına rağmen inanç onun işiydi.
Dijon adlı bir kasabada, “Burada göz satın alacağım,” dedi.
Gerçek gözler değildi. Böyle protezler yapmanın sırrı İkinci
Döngü’yle birlikte kaybolmuştu. Daha şanslı yıldızlar arasında her
şeyin bir bedeli olabilirdi, fakat bizim Dünyamız kainatın unutulmuş
bir köşesinde kalmıştı. Prens işgalden birkaç gün önce görüşünü
yeniden kazanmak için oralara gidebilirdi, fakat şimdi elindekilerin en
iyisi ancak aydınlıkla karanlığı ayırt edebilecek bir şeydi. Bu bile şu
anda kullandığı ve yoluna çıkan engelleri haber veren reflektörden
daha iyiydi, temel bir görüş yeteneği verecekti. Peki Dijon’da gerekli
hünere sahip bir zanaatkar bulabileceğini nereden biliyordu? Ayrıca
ödemeyi neyle yapmayı düşünüyordu?
“Buradaki adam katiplerimden birinin kardeşi. Kendisi Mucitler
loncasından; Roum’dayken sık sık onun işlerinden satın alırdım.
Onda benim için gözler olmalı.”
“Ya ücret?”
“Kaynaktan tamamen yoksun sayılmam.”
Eğri büğrü mantar meşeleriyle kaplı bir yerde durduk ve Prens
cüppesinin önünü açtı. Baldırında etli bir yeri göstererek, “Acil
durumlar için bir kaynak taşıyorum. Bana bıçağını ver!” dedi. Bıçağı
ona uzattım, kabzasını yakalayıp soğuk, parlak ışık demetini dışarı
çıkartan düğmeye bastı. Sol eliyle baldırını yoklayıp tam noktayı
buldu, iki parmağı arasında deriyi gerip yaklaşık beş santimetre
uzunluğunda cerrahi bir kesik açtı. Kan ya da acı duyduğuna dair bir
işaret yoktu. Ben hayret içinde izlerken parmaklarını kesikten içeri
soktu, genişletti, sanki bir çuvalmış gibi elini içine soktu. Bıçağımı
önüme fırlattı.
Baldırından hazineler döküldü.
“Dikkat et de hiçbir şey kaybolmasın,” diye emretti.
Uzay kökenli pırıl pırıl yedi mücevher, sanat eseri küçük bir
gökyüzü küresi, döngüler öncesi Roum İmparatorluğuna ait beş altın
para, üzerinde parlayan bir yarı yaşam kütlesi olan bir yüzük, bir şişe
dolusu bilinmeyen bir parfüm, pahalı metal ve ağaçlardan yapılmış
minyatür müzik aletleri, sekiz tane soylu görünüşlü adam heykeli ve
daha pek çok şey çimenlere saçıldı. Bütün bu harikaları göz
kamaştırıcı bir yığın haline getirdim.
Prens soğuk bir şekilde, “Bir boyutkesesi,” dedi. “Zamanında
hünerli bir Cerrah etimin içine yerleştirmişti. Sarayı aceleyle terk
etmem gerekecek bir kriz anının gelmesinden korkuyordum. İçine
tıkıştırabileceğimi tıkıştırdım; bunların geldiği yerde daha çok var.
Haydi, haydi söyle dışarı neler çıktı?”
Tamı tamına her şeyi saydım. Sonuna kadar saydıklarımı gergin
bir şekilde dinledi, dışarı çıkan şeylerin hepsini ezbere bildiğinden ve
sadece beni sınamak istediğinden emindim. Saymayı bitirdiğimde
onaylarcasına başını salladı, memnun olmuştu. “Küreyi al,” dedi, “bir
de yüzükle en parlak mücevherlerin ikisini. Onları kesene sakla.
Diğerleri geri gidiyor.” Kesiğin ağzını genişletti ve ben de tek tek her
şeyi içeri, başka bir boyuttaki muhteşem arkadaşlarının arasına
katıldıkları, ağzı Prens’in içine yerleştirilmiş yere koydum. Sarayın
içindekilerin yarısını baldırında dolaştırıyor olabilirdi. Sonunda
kesiğin iki yanını birbirine bastırdı ve yara gözlerimin önünde hiçbir
iz bırakmadan iyileşti. Önünü tekrar kapattı.
Kasabada Mucit Bordo’nun dükkanını çabucak bulduk. Çilli,
sakalı ağarmış, kaba, yassı bir burnu ve bir gözünde tiki olan bodur
bir adam olmasına rağmen elleri bir kadın eli gibi narindi. Dükkanı
küçük pencereli, tozlu tahta rafları olan karanlık bir yerdi; bina on bin
yaşında bile olabilirdi. Vitrinlerde birkaç zarif şey vardı. Mallarının
çoğu vitrinde değildi. Bir İzleyici ile Hacının dükkanına gelmiş
olmasından dolayı şaşkın, bizi ihtiyatla izliyordu.
Prens’in beni dürtmesiyle, “Arkadaşımın gözlere ihtiyacı var,”
dedim.
“Böyle bir aygıt yapıyorum, evet; fakat oldukça pahalı ve
hazırlanması aylarca sürüyor. Herhangi bir Hacının tüm varlığı
karşılamaya yetmez.”
Mücevherlerden birini tezgaha koydum. “Varlık konusunu dert
etmeyin.”
Bordo açıkça afallamış şekilde mücevheri kaptı, evirdi çevirdi,
içinde yanan yabancı ateşleri gördü.
“Eğer yapraklar dökülürken gelirseniz...”
“Depoda hiç göz yok mu?” diye sordum.
Gülümsedi. “Böyle şeyler için pek fazla talep almıyoruz.
Depomuz küçük.”
Gökyüzü küresini de çıkardım. Bordo bunun bir usta işi
olduğunu hemen anladı ve ağzı bir karış açık kaldı. Küreyi eline aldı,
diğer eliyle sakalını sıvazlıyordu. Küreye âşık olmasına yetecek bir
süre onda kalmasına izin verdim, sonra geri alıp, “Sonbahar çok uzak
bir tarih. Başka bir yere gitmemiz gerekecek, belki Perris.” Prens’in
kolunu yakaladım ve ağır ağır kapıya doğru ilerledik.
Bordo, “Durun!” diye bağırdı. “En azından izin verin de bir
bakayım! Belki kenarda köşede bir çift...” dedi ve arka duvara monte
edilmiş boyutkeselerini deli gibi karıştırmaya başladı.
Tabii ki deposunda bir çift göz vardı, fiyat konusunda biraz
pazarlık ettik ve sonunda küre, yüzük ve bir mücevherde anlaştık.
Tüm işlem sırasında Prens sessiz kaldı. Hemen takılması için ısrar
ettim ve Bordo bunu heyecanla onaylayarak dükkanını kapattı, başına
bir düşünce başlığı geçirip soluk benizli bir Cerrahı çağırttı. Kısa süre
sonra ameliyatın ön hazırlıkları başlamıştı. Prens mühürlü ve steril bir
odada, bir şiltenin üzerinde yatıyordu. Reflektörünü ve maskesini
çıkardı; keskin hatları ortaya çıktığında, pek çok kez sarayına gelmiş
olan Bordo, gözlerine inanmaz bir şekilde kalakaldı ve birşeyler
söylemeye başlamıştı ki ayağım sertçe onunkinin üzerine indi. Bordo
söyleyeceklerini yuttu ve hiçbir şeyden habersiz olan Cerrah sakin
sakin boş çukurları temizlemeye başladı.
Yeni gözleri gerçek gözlerden küçük, enine çiziklerle kesilmiş
inci grisi kürelerdi. İçlerindeki mekanizma neydi bilmiyorum, fakat
arkalarından çıkan altın rengi bağlantılar sinirlerle birleşiyordu. Prens
işlemin başlarında uyudu, Bordo cerraha yardım etti, ben de nöbet
tuttum. Sonra onu uyandırmak gerekti. Önce yüzü acıyla buruştu,
fakat o kadar hızlı bir şekilde üstesinden geldi ki bu kararlılık ifadesi
karşısında Bordo sessizce şükretti.
Cerrah, “Buraya biraz ışık,” dedi.
Bordo havada süzülen bir küreyi yaklaştırdı. “Evet, evet farkı
görebiliyorum,” dedi Prens.
“Testler yapmamız, ayarlamamız gerekiyor,” dedi Cerrah.
Bordo dışarı çıktı, ben de peşinden. Adamın yüzü korkudan
yemyeşil kesilmiş, titriyordu.
“Bizi şimdi öldürecek misiniz?” diye sordu.
“Tabii ki hayır.”
“Ama onun kim olduğunu...”
“Zavallı bir Hacı olduğunu fark ettin,” dedim, “yolculuğu
sırasında korkunç bir şanssızlık yaşamış zavallı bir Hacı. Bundan
fazlası ya da başka bir şey değil.”
Bir süre Bordo’nun mallarını inceledim. Sonra Cerrah ile hastası
dışarı çıktılar. Prens’in göz çukurlarında artık sıkı durmalarını
sağlamak için etraflarına sahte et doldurulmuş inci gibi kürecikler
vardı. Kirpiklerinin altındaki o ölü şeylerle insandan çok bir makineye
benziyor, başını oradan oraya çevirdikçe kürelerin üzerindeki yarıklar
sessizce, sinsice genişliyor, daralıyor, tekrar genişliyordu. “Bakın,”
dedi ve odanın diğer yanına yürüdü; eşyaları gösteriyor, hatta ne
olduklarını söylüyordu. Kalın bir perdenin arkasından bakıyormuş
gibi hissettiğinin farkındaydım, fakat en azından artık bu şekilde de
olsa görebiliyordu. Tekrar maskesini taktı ve gece çökmeden
Dijon’dan ayrıldık.
Prens havalarda uçuyordu; fakat kafasında taşıdığı şeyler
Gormon’un ondan aldıklarının yerine asla geçemezdi; kısa zaman
içinde bunun farkına vardı. O gece bir Hacılar hanının çürük
karyolalarında yatarken Prens sözsüz hiddet çığlıkları atıyor, bir
gerçek ve iki sahte ayın değişen ışıkları altında görebildiğim kadarıyla
kolları ileri doğru uzanıyor, parmakları kıvrılıyor, elleri pençe haline
gelip hayali düşmanlara vuruyor, tekrar tekrar vuruyordu.
2

Yazın bitimine doğru en sonunda Perris’e ulaştık. Yağmur


altında, tarihi çınarların çevrelediği geniş bir yoldan yürüyerek güney
kapısından şehre girdik. Rüzgar etrafımızdaki kuru yaprakları
uçuşturuyordu. Bütün bir bahar ve yaz boyunca yaptığımız yürüyüş
bizi sertleştirmişti, Roum’un işgal edildiği ve bizim de kaçtığımız o
korkunç gece şimdi bir rüya gibi geliyor, Perris’in gri kuleleri yeni
başlangıçları müjdeliyordu. Kendi kendimizi kandırmakta
olduğumuzdan korkuyordum, ne de olsa gölgelerden başka bir şey
görmeyen çökmüş bir Prens ve yaşını başını almış bir İzleyici için
Dünya nasıl sürprizler barındırıyor olabilirdi ki?
Roum’dan daha karanlık bir şehirdi. Kış ortasında dahi Roum
açık bir gökyüzü ve pırıl pırıl güneş ışığına sahipti. Hem binalar hem
de hava kasvetli görünüyor, şehrin üzerindeki kara bulutlar sanki hiç
hareket etmiyorlardı. Şehir duvarları bile kül rengiydi ve en ufak bir
parıltıları yoktu. Kapı ardına kadar açıktı. Kapının hemen yanında
Muhafızların üniformasını kuşanmış bir adam pineklemekteydi.
Yaklaşmamıza rağmen bizi durdurmak için en ufak bir harekette
bulunmadı. Adamın yüzüne şaşkınlıkla baktım. Başını iki yana
salladı.
“Devam et, İzleyici.”
“Kontrol edilmeden mi?”
“Duymadın mı? Tüm şehirler altı gece önce açık ilan edildi.
İşgalcilerin emri. Artık kapılar asla kapanmıyor. Muhafızların yarısı
işsiz.”
“İşgalcilerin düşman aradıklarını zannediyordum,” dedim.
“...Eski soyluları.”
“Her yerde kontrol noktaları var, ayrıca Muhafızları da
kullanmıyorlar. Şehir açık. Devam edin. Devam edin.”
İçeri girerken, “Öyleyse sen neden buradasın?” diye sordum.
Muhafız, “Kırk yıldır burada görev yapıyordum,” dedi. “Nereye
gidebilirim ki?”
Üzüntüsünü paylaştığımı belirtecek bir hareket yaptım ve
Prens’le birlikte şehre girdik.
Prens, “Güney kapısından Perris’e beş kez girmiştim,” dedi.
“Her seferinde savaş arabamın içinde, önümden yürüyen,
gırtlaklarıyla müzik çalan Değişkenlerimle birlikte. Tarihi binaların
arasından nehre doğru gider, oradan da Perris Kontu’nun sarayına
geçerdik. Geceleyin etrafımızda Uçucular gösteri yapar, Perris
Kulesi’nden ışık gösterileri yapılırken şehrin üzerinde uçan
havasallarının üzerinde dans ederdik. Tabii bir de Perris’in kırmızı
şarabı, iştah açıcı kıyafetleri içindeki kadınlar, pembe uçlu göğüsleri,
tatlı kalçaları! Şarap içinde yüzerdik, İzleyici.” Belli belirsiz bir yeri
gösterdi. “Şu Perris Kulesi mi?”
“Sanırım şehrin atmosfer makinesinin enkazı,” dedim.
“Bir atmosfer makinesi yüksekçe bir sütun olmalı. Benim
gördüğüm şey ise aynen Perris Kulesi gibi geniş bir tabandan dar bir
tepeye doğru çıkan yükseltiler.”
Nazikçe, “Benim gördüğüm ise üst kısmı parçalanmış, en
azından otuz adam boyunda düz bir sütun. Kulenin güney kapısına
bu kadar yakın olmaması gerek, öyle değil mi?”
Prens, “Hayır,” dedi ve bir lanet mırıldandı. “Pekala, atmosfer
makinesi olsun. Bordo’nun gözleri o kadar da iyi çalışmıyormuş
demek. Kendi kendimi kandırıyorum, İzleyici, kendi kendimi
kandırıyorum. Bir düşünce başlığı bul da Kont’un kaçıp kaçmadığını
öğren.”
İkinci Döngü sırasında yeryüzünün üzerine keder bulutları
çökmesine neden olan fantastik makineye bir süre daha bakakaldım.
Neredeyse yağlı gibi görünen mermer kabuğunun altını, koca kıtaları
batırmaya, bir zamanlar dağlık bir arazi olan ülkeleri evim dediğim
adalar dizisine çevirmeye yetecek güçteki makinelerin iç organlarını
görmeye çalıştım. Sonra arkamı dönüp bir düşünce başlığı buldum,
Kont’u soruşturdum, beklediğim cevabı aldım ve kalabileceğimiz
yerlerle ilgili bilgi topladım.
Prens, “Evet?” dedi.
“İşgal sırasında Perris Kontu oğullarıyla birlikte öldürülmüş.
Hanedanı sona ermiş, unvanı iptal edilmiş, sarayı işgalciler tarafından
müzeye çevrilmiş. Perris soylularının geri kalanı ya ölmüş, ya da
kaçmış. İstersen sana Hacılar locasında bir yer ayarlayayım.”
“Hayır. Beni de yanında Anımsayıcılara götür. “
“Şimdi de o loncaya mı göz koydun?”
Sabırsızca bir hareket yaptı. “Hayır, aptal!” dedi.
“Arkadaşlarımın tümü de ortadan yok olmuşken, yabancı bir şehirde
tek başıma kalmamı benden nasıl beklersin? Misafirhanelerinde
gerçek Hacılara ne söyleyebilirim? Seninle kalacağım. Anımsayıcıların
kör bir Hacıyı geri çevirmeleri çok zor.”
Bana seçenek tanımamıştı. Böylece benimle birlikte
Anımsayıcılar Evi’ne kadar geldi.
Şehrin yarısını aşmak zorunda kalmıştık ve bu bize neredeyse
bütün bir güne malolmuştu. Perris kargaşa içindeymiş gibi göründü
bana. İşgalcilerin gelişi toplum yapımızı altüst etmişti ve yığınlarca
insan, hatta koskoca loncalar işsiz güçsüz kalmıştı. Düzinelerce
loncadaşımı gördüm... kimisi avadanlıklarını hâlâ beraberinde taşıyor,
kimisi ise, tıpkı benim gibi, yükünden kurtulmuş, ellerini nereye
koyacaklarını bilemeden sokaklarda dolaşıyordu. Loncadaşlarım
somurtkan ve kof görünüyorlardı ve artık yapacak bir işleri
kalmadığından çoğunun gözleri içkiden şişmişti. Koruyacak bir şey
olmadığı için Muhafızlar ortalıkta moralsiz ve amaçsız dolaşıyorlardı
ve Koruyucular da, savunma sona erdiğinden dolayı, şaşkınlık içinde
ve yılgındı. Çevrede hiç Efendi ya da –tabii ki– Egemen
göremiyordum, ama işsiz kalmış sürüyle Şaklaban, Müzisyen, Katip
ve benzeri kraliyet görevlileri rasgele dolaşmaktaydılar. Bir de alışık
oldukları gibi çalıştırılmadıkları için akılsız vücutları çaptan düşmüş
yığınlarca nötral vardı. Sadece Satıcılarla Uyurgörürler her zamanki
gibi devam ediyorlardı işlerine.
İşgalcilerin gizlenmek gibi bir dertleri yoktu. Neredeyse
dizlerine dek uzanan kollarıyla, ikili ve üçlü gruplar halinde
dolaşıyorlardı sokaklarda. Gözkapakları ağırdı, burun delikleri filtre
keseciklerinin ardına gizlenmişti, dudakları kalındı ve birleştikleri
zaman aralarında bir çizgi bile kalmıyordu. Çoğu, bir çeşit askeri
üniforma olduğunu sandığım zengin yeşil renkte tek tip giysiler
giymişti –içlerinden birkaçı sırtlarına asılı halde, ağır görünüşlü,
büyük bir olasılıkla savunma değil de gösteriş amaçlı, garip biçimde
ilkel silahlar taşıyordu. Aramızda dolaşırken genelde rahat
görünüyorlardı: Kendinden emin, mağrur, yendikleri halktan
gelebilecek tacizleri umursamayan, güleryüzlü işgalciler. Yine de asla
yalnız dolaşmamaları içten içe temkinli davrandıklarına işaret
ediyordu. Varlıklarına, hatta Perris’in tarihi eserlerine fırlattıkları
kibirli, sahiplenici bakışlara bile sinirlenmek gelmiyordu içimden; öte
yandan tüm şekiller onun için açık gri fon üzerine koyu gri çizgiler
olan Roum Prensi, yakınlıklarının farkına içgüdüsel olarak varıyor,
tepkisini ani ve saldırgan nefeslerle belli ediyordu.
Aynı zamanda, her zamankinden çok fazla sayıda, kimisi bizim
havamızı soluyabilen, kimisi kafalarını saran küreler içinde, kimisi
piramit şeklinde soluma aygıtları ya da basınç giysileri kullanan
yüzlerce çeşit uzaylı da vardı. Dünya’da yabancılar görmek yeni bir
şey değildi, tabii ki, ama sayılarındaki artış bile insanı hayrete
düşürecek düzeydeydi. Her yerdeydiler... Dünya’nın eski dinlerine ait
yapıları kolaçan ediyor, köşebaşlarında Satıcılardan Perris Kulesi’nin
minyatürlerini satın alıyor, asma kaldırımların üst katlarına tehlikeli
bir biçimde tırmanıyor, halen oturulmakta olan evlere burunlarını
sokuyor, resim çekiyor, seyyar satıcılarla gizli kapaklı alışverişler
yapıyor, Uçucular ve Uyurgörürlerle cilveleşiyor, lokantalarımızda
hayatlarını tehlikeye atıyor, sürüler halinde oradan oraya
geziyorlardı. Sanki işgalcilerimiz galaksilerin dört bir yanına haber
salmışlardı: KADİM DÜNYA’YI ŞİMDİ GÖRÜNÜZ. YENİ İŞLETME
ALTINDA!
En azından dilencilerimiz işlerini ilerletmişti. Uzaylı
hayırseverler Dünya dışından olanlara pek rağbet etmiyorlardı; fakat
yerli oldukları pek anlaşılamayan Değişkenler dışındaki Dünyalılar
epey iş yapıyorlardı. Reddedildikten sonra sinirlenen bu
mutantlardan birkaçının daha şanslı olan diğer dilencileri
dövdüklerini, bu sırada da fotoğrafçıların bu görüntüleri galaktik ev
ziyaretlerinde göstermek üzere kaydettiklerini gördüm.
Anımsayıcılar Evi’ne zamanında ulaştık.
Tüm bir gezegenin tarihini koruyor olmasından beklenebileceği
gibi görkemli bir binaydı. Kont’un neredeyse aynı kütledeki sarayının
karşısında, Senn Nehri’nin güney kıyısında inanılmaz bir yüksekliğe
ulaşıyordu. Kont’un evi, karışık tarzda dizilmiş gri taşları ve klasik
Perris tarzında yeşil metal çatısı olan, belki Birinci Döngü’ye bile ait
olabilecek, ciddi şekilde tarihi bir binayken Anımsayıcılar Evi,
üzerinde insanlığın tarihi kayıtlı, tepesinden tabanına kadar helezon
şeklinde inen cilalı metal ve yüzeyi pencerelerle delinmemiş
bembeyaz bir kütleydi. Metalin üst kısımları boştu. Uzaktan bir şey
okuyamıyordum; Anımsayıcıların Dünya’nın son yenilgisini
kaydetme zahmetine girişip girişmediklerini merak ettim. Sonradan
öğrendiğime göre bunu yapmamışlardı... Aslında hikaye İkinci
Döngü’nün sonunda bitiyordu, bu da mutluluk verici bir şekilde
anlatılmamış pek çok şey bırakıyordu.
Gece yavaş yavaş çöküyordu. Yağmurun çiselediği gün boyunca
o kadar kasvetli görünen Perris, Jorslem’den gençliği ve çekiciliği
yenilenerek dönen yaşlı bir kadın gibi güzelliğe bürünüyordu. Şehrin
ışıkları gri binaları büyülü bir şekilde aydınlatıyor, köşeleri
yumuşatıyor, tarihin kirini pasını siliyor, çirkinliği şiire
dönüştürüyordu. Kont’un sarayı, ortaya yayılmış çirkin bir kütleden
bir masal şatosuna dönüşmüştü. Akşam karanlığının üzerinde spot
ışıklarıyla aydınlatılan Perris Kulesi doğumuzda sıska, fakat zarif ve
cezbedici bir örümcek gibi yükseliyordu. Anımsayıcılar Evi’nin
beyazlığı şimdi dayanılmayacak kadar güzeldi ve etrafını saran tarih
şeridi sanki artık dönerek tepeye kadar çıkmak yerine insanın kalbine
işliyordu. Bu saatte Perris Uçucuları havada, ince kanatları aşağıdan
gelen ışığı yakalamak için yere paralel, zarif bir dans gösterisi
sunuyorlar, narin vücutları hafif bir sapmayla ufka doğru
sürükleniyordu. Üyelerinden sadece hayattan zevk almalarını
bekleyen bir loncanın üyeleri, Dünya’nın bu şanslı çocukları nasıl da
uçuyorlardı! Yere bağlı bizler için mehtaplar gibi güzellik saçıyorlardı.
Uzun kolları vücutlarına yapışık, nasıl yaptıklarını bilmediğim bir
şekilde uçan işgalciler havadaki dansa katıldı. Uçucuların, aralarına
katılan bu konukları hiç de yadırgamadıklarını, hatta danslarında yer
açarak onları mutlulukla karşıladıklarını fark ettim.
Daha yukarda, gökyüzünün arka planında, batıdan doğuya
gökyüzünü kateden iki parlak ve boş sahte ay dönmekteydi;
atmosferin orta kısımlarında bir Perris eğlencesi olduğunu
zannettiğim insan yapısı ışıklar helezon şekilleri oluşturuyor,
bulutların hemen altında havada asılı duran hoparlörlerden üzerimize
ışıl ışıl bir müzik yağmuru yağdırılıyordu. Bir yerden kızların
kahkahalarını duyuyor, burnuma köpüklü şarap kokusu geliyordu.
Perris’in işgal altındaki hali böyleyse özgür Perris’in nasıl
olabileceğini merak ettim.
Prens hırçın bir şekilde, “Anımsayıcılar Evi’ne geldik mi?” diye
sordu.
“Evet, burası,” dedim. “Beyaz bir kule.”
“Salak! Nasıl göründüğünü biliyorum. Karanlık çöktükten sonra
görüşüm zorlaşıyor, şu bina mı?”
“Kont’un sarayını gösteriyorsunuz majesteleri.”
“O zaman şurası olmalı.”
“Evet.”
“Neden hâlâ içeri girmedik?”
“Perris’i izliyorum,” dedim. “Daha önce böyle bir güzellikle
karşılaşmamıştım. Roum da etkileyici, fakat başka bir yönden. Roum
bir hükümdar ise, Perris bir metres olmalı.”
“Şimdi de şiir okumaya başladın, seni moruk!”
“Gençleştiğimi hissediyorum. Sokaklarda dans edebilirim. Şehir
benim için şarkı söylüyor.”
“Haydi, haydi. İçeri gir. Buraya Anımsayıcıları görmeye geldik.
Şarkını sonra söylesin.”
İçimi çektim ve onu koca binanın girişine yönlendirdim. Parlak
siyah taşlarla döşenmiş bir yoldan geçtik ve beyaz ışık huzmeleri
üzerimizde dolanıp bizi taradı, kaydetti. Beş adam genişliğinde ve on
adam yüksekliğinde dev siyah bir kapının sadece bir göz aldatmacası
olduğu ortaya çıktı; yaklaşırken derinliği olduğunu fark edip içindeki
kemerli yapıyı gördüm ve bir yanılsama olduğunu anladım. İçinden
geçerken hafif bir sıcaklık hissettim ve burnuma garip bir parfüm
kokusu geldi.
İç kısımda neredeyse Roum Prensi’nin sarayının içindeki koca
hol kadar muazzam büyüklükte bir bekleme odası vardı. Her şey
bembeyazdı ve taşlar her yeri ışık seli içinde bırakan bir iç ışıltıyla
parlıyorlardı. Sağda ve soldaki ağır kapılar daha iç kanatlara
açılıyorlardı. Gece çökmüş olmasına rağmen bekleme odasının arka
tarafında, Anımsayıcılar loncasının ana dosyalarına ekranlar ve
başlıklar aracılığıyla bağlanılabilen bilgi bankasının önünde bir
kalabalık vardı. İlgiyle fark ettim ki buraya insanlığın geçmişi
hakkında somlarla gelenlerin çoğu işgalcilerdi.
Biz üzerinden geçerken yer karolarından gıcırtılar geldi.
Asıl Anımsayıcılardan hiçbirini göremedim, bu yüzden veri
bankası girişine gidip başıma bir düşünce başlığı geçirdim ve bağlı
olduğu mumyalanmış beyne Roum’da kısa bir süre için tanıdığım
Anımsayıcı Basil’i aradığımı belirttim.
“Onunla ne işiniz var?”
“Şalını getirdim. Roum’dan kaçarken bana emanet etmişti.”
“Anımsayıcı Basil işgalcilerin izniyle araştırmasını tamamlamak
için Roum’a döndü. Şalı alması için size loncanın başka bir üyesini
gönderiyorum.”
Uzun süre beklememiz gerekmedi. Bekleme odasının arka
tarafına doğru bir yerde durduk ve öğrenecek çok şeyi olan
işgalcilerin oluşturduğu manzara üzerine biraz kafa yordum. Kısa bir
zaman sonra geniş omuzları üzerinde Anımsayıcıların törensel şalını
taşıyan, iriyarı, asık yüzlü, benden birkaç yıl daha az yaşlı, fakat genç
sayılmayacak bir adam geldi.
Uğursuz bir sesle, “Ben Anımsayıcı Elegro’yum,” diye kendini
tanıttı.
“Size Basil’in şalını getirdim.”
“Gelin. Beni takip edin.”
Miller üzerinde dönen taş bir bloğun kayarak açıldığı belli
belirsiz bir yerden çıkmıştı. Şimdi bir kez daha aynı hareketi yapıp
hızla bir koridorda kayboldu. Ona bağırarak arkadaşımın kör
olduğunu, onun hızına yetişemeyeceğini söyledim ve belirgin şekilde
sabırsız görünen Anımsayıcı Elegro durdu. Aşağı sarkık dudakları
seğirdi, parmaklarını gür siyah sakalına soktu. Ona yetiştiğimizde
daha yavaş yürümeye başladı. Sonsuz gibi görünen koridorlar
boyunca süren bir takipten sonra Elegro’nun kulenin tepelerinde bir
yerdeki ikametgahına ulaştık.
Oda karanlık sayılırdı, ekranlar, başlıklar, not almak için
ekipman, ses kutuları ve bilimlerinin diğer aletleriyle döşenmişti.
Duvarlarda, canlı olduğu az miktarda kıvrımı kalp atışı gibi ritmik bir
şekilde dalgalanmasından anlaşılan mor-siyah renkli bir kumaş
asılıydı. Uçan üç küre yeterli sayılamayacak kadar az ışık veriyordu.
“Şal,” dedi.
Şalı kesemin içinden çıkardım. Bir süre onu giymek hoşuma
gitmişti –sonuçta Basil sokakta kaçarken onu ellerimin arasında
bırakmıştı ve zorla almak gibi bir niyetim yoktu, fakat bu kayıp onu
pek de etkilemişe benzemiyordu– ancak kısa bir süre sonra onu
kaldırmıştım, çünkü İzleyici kıyafetleri giyen bir adamın Anımsayıcı
şalı kuşanmış olması biraz garip kaçıyordu. Elegro şalı ters bir tavırla
elimden aldı, açtı ve sanki bit arıyormuş gibi inceledi.
“Bu elinize nasıl geçti?”
“Tam işgal sırasında Basil ile yolda karşılaştık. Oldukça
telaşlıydı. Onu sakinleştirmeye çalıştım, fakat elimde bu şalı bıraktı ve
koşarak ayrıldı.”
“O farklı bir hikaye anlattı.”
“Onunla hikayelerimizin uyuşmamasına üzüldüm,” dedim.
“Her neyse, sonuç olarak şalı getirdiniz. Haberi bu gece Roum’a
ileteceğim. Getirdiğiniz için bir ödül bekliyor musunuz?”
“Evet.”
Canı sıkılan Elegro, “Ne gibi?” diye sordu.
“Bir çırak olarak Anımsayıcılar arasına katılmak istiyorum.”
İrkilmiş görünüyordu. “Fakat sizin bir loncanız var!”
“Bugünlerde bir İzleyici olmak loncasız olmak demek. Ne için
İzlemem gerekiyor? Verdiğim sözlerden artık bağımsızım.”
“Doğru olabilir, fakat yeni bir loncaya katılmak için çok
yaşlısınız.”
“O kadar da değil.”
“Bizimki zor bir iştir.”
“Çok çalışmaya hazırım. Öğrenmek istiyorum. Bu ileri yaşımda
içime merak doğdu.”
“Buradaki arkadaşınız gibi bir Hacı olun, Dünya’yı görün.”
“Dünya’yı zaten gördüm. Şimdi Anımsayıcılara katılıp geçmişi
öğrenmek istiyorum.”
“Aşağıdan istediğiniz bilgiyi alabilirsiniz. Bilgi bankalarımız size
açıktır, İzleyici.”
“Aynı şey değil. Kaydımı yapın.”
Elegro, “Listeleyicilere katılın,” diye önerdi. “İş benzerdir, fakat
aynı miktarda çalışma gerektirmez.”
“Burada çırak olmayı talep ediyorum.”
Elegro derin bir iç çekti. Parmaklarını çattı, dudaklarını büküp
başını eğdi. Bu, onun için tamamen yeni bir şeydi. O kara kara
düşünürken içeride bir kapı açıldı ve turkuvaz renkli küçük bir müzik
küresini iki eliyle taşıyan bir Anımsayıcı kadın içeri girdi. Dört beş
adım atıp durdu, Elegro’nun misafirleri olması onu belirgin bir
biçimde şaşırtmıştı.
Başını özür diler bir şekilde öne eğip, “Daha sonra gelirim,”
dedi.
Anımsayıcı, “Dur bir dakika,” dedi. Sonra bana ve Prens’e
dönüp, “Eşim. Anımsayıcı Olmayne.” diye ekledi. Yine karısına
dönerek “Bunlar Roum’dan yeni gelen yolcular. Basil’in şalını
getirmişler. İzleyici şimdi loncamıza çıraklık başvurusu yapıyor. Ne
önerirsin?” diye sordu.
Anımsayıcı Olmayne’in beyaz alnı kırıştı. Siyah kristal bir
vazonun içine elindeki müzik küresini bıraktı; kadın istemediği halde
küre çalışmaya başlamıştı ve kapatılmadan önce bir düzine yumuşak
notayı ortama bıraktı. Sonra kadın beni gözünde tarttı, ben de onu.
Orta yaşlı olan kocasından belirgin bir şekilde gençti, hâlâ hayatının
baharında gibi görünüyordu. Öte yandan bundan daha olgun
olduğunu hissettiren garip bir güç havasına sahipti. Belki de, diye
düşündüm, Jorslem’e gidip gençliğini tazelemiştir; fakat bu durumda
eğer yaşın ona kazandırdığı görünüşe bir değer veriyor değilse
kocasının da aynı şeyi yapmamış olması garipti. Kadın gerçekten
çekiciydi. Büyük bir yüzü, geniş bir alnı, belirgin elmacık kemikleri,
geniş, şehvetli bir ağzı, sivri bir çenesi vardı. Parlak siyah saçları
teninin garip soluk rengiyle tezat oluşturuyordu. Eski çağlarda,
ırkımızın daha farklı olduğu zamanlarda bunun daha sık
görüldüğünü şimdi bilmeme rağmen böyle beyaz bir ten
zamanımızda nadiren bulunur. Avluela, benim sevimli küçük
Uçucum da benzeri bir siyah beyaz tezadını sergiliyordu fakat
benzerlik ancak bununla sınırlıydı; Avluela baştan aşağı kırılganken
Anımsayıcı Olmayne gücün ta kendisiydi. Uzun, narin boynunun
altında düzgün omuzlara, dik göğüslere, sıkı bacaklara sahipti. Soylu
bir duruşu vardı.
Ben onun koyu renk bakışlarına zar zor karşılık verebilir hale
gelene kadar uzun süre bizi inceledi. En sonunda, “İzleyici kendini
bize katılabilecek kadar vasıflı görüyor mu?” diye sordu.
Soru odanın içinde cevap vermeye niyetli herhangi birine
sorulmuş gibi görünüyordu. Ben duraksadım, Elegro da benim gibi
duraksadı; uzunca bir süre sonra cevap veren Roum Prensi oldu.
Emreden tondaki sesiyle, “İzleyici loncanıza katılabilecek niteliğe
sahiptir,” dedi.
Olmayne, “Peki sen kimsin?” diye sordu.
Prens anında daha uysal bir ses tonuna geçiverdi. “Zavallı kör
bir Hacıyım hanımım, Roum’dan buraya kadar bu adamın eşliğinde
yürüyerek geldim. Benim fikrimi soracak olursanız, onu çırak olarak
almanız yararınıza olur.”
Elegro, “Peki siz? Siz ne yapmak niyetindesiniz?” diye sordu.
Prens, “Sadece buraya sığınmak. istiyorum,” dedi.
“Dolaşmaktan yoruldum ve üzerinde düşünmem gereken pek çok
konu var. Bana verebileceğiniz ufak tefek işleriniz olabilir. Yol
arkadaşımdan ayrılmak beni oldukça üzer.”
Olmayne bana dönüp, “Durumunuzu görüşeceğiz. Onaylanırsa
testlere gireceksiniz. Ben sizin kefiliniz olacağım.”
Şaşkınlık içinde kalan Elegro kendine hakim olamayıp,
“Olmayne!” dedi.
Kadın hepimize sakince gülümsedi.
Aile içi bir tartışmanın sınırından dönülmüştü; neyse ki sorun
büyümedi ve Anımsayıcılar bize konukseverliklerini gösterdiler,
meyve suları, daha sert içecekler, gece yatacak bir yer sundular.
Benim anormal başvurumu görüşmek için başka Anımsayıcılar
çağrılırken biz akşam yemeğini süitlerinin bir bölümünde, onlardan
ayrı yedik Prens garip bir rahatsızlık içindeydi; yemeğini çabucak
bitirdi, bir şişe şarap devirdi, çatal bıçağını düşürdü, sanki beyninin
kıvrımlarından birinin üzerindeki kaşıntıya ulaşmaya çalışıyor gibi gri
metalik gözlerini parmaklayıp durdu.
En sonunda, kısık ama ısrarcı bir sesle, “Kadını bana tarif et!”
dedi.
En berrak resmi çizebilmek için kelimelerimi süsleyip
renklendirerek detaylı bir şekilde tarif ettim.
“Güzel bir kadın diyorsun, öyle mi?”
“Sanırım öyle. Biliyorsun ki insan benim yaşıma gelince
güzelliğin tanımını hormonlarıyla değil de soyut kavramlarla
yapıyor.”
Prens, “Sesi beni tahrik ediyor,” dedi. “Güç sahibi. Bir kraliçe
gibi. Güzel olmalı, eğer vücudu sesiyle örtüşmüyorsa ilahi adalet diye
bir şey yok demektir.”
Ağır ağır, “O,” dedim, “başka bir adamın karısı ve bize
konukseverliğini gösteriyor.”
Roum’da Prens’in tahtırevanının saraydan çıktığı ve Prens’in
Avluela’yı gözüne kestirdiği o günü hatırladım. Onu yanına
çağırtmış, perdenin arasından içeri alıp ondan faydalanmıştı. Bir
Egemen daha alçak seviye insanlara böyle davranabilirdi, fakat bir
Hacı bunu yapamazdı ve ben Prens Enric’in planlarından korkmaya
başlamıştım. Tekrar gözlerini kurcaladı. Yüz kasları gerildi.
“Onunla bir sorun çıkartmayacağına söz ver,” dedim.
Ağzının kenarı sert bir cevabın başlangıcı olabilecek bir şekilde
gerildi, fakat çabucak eski haline döndü. Kendini zorlayarak, “Beni
yanlış tanımışsın, yaşlı adam. Konukseverliklerinin bize yüklediği
sorumlulukları alacağım. Şimdi iyi bir adam ol da biraz daha şarap
getir, ha?”
Servis gözüne basıp ikinci bir şişe şarap aldım. Roum’daki sarı
zımbırtıdan değil, sert kırmızı şaraptı. Bardaklara koydum, içtik; şişe
çabucak boşaldı. Şişeyi polarizasyon çizgileri üzerinden tutup uygun
şekilde çevirdim ve şişe bir baloncuk gibi patlayarak ortadan yok
oldu. Kısa bir süre sonra Anımsayıcı Olmayne içeri girdi.
Üzerindekileri değiştirmişti; önce kaba kumaşlı, mat renkli bir gündüz
kıyafeti vardı, şimdi ise göğüslerini sıkıştıran tek parça kızıl bir elbise
giymekteydi. Vücudunun tüm hatları ve bölgelerini ortaya seriyordu;
bir göbeği olmasını şaşkınlıkla karşılamıştım. Karın bölgesinin aşağı
doğru eğimini insanı tahrik etmek için o kadar iyi hesaplanmış bir
şekilde kesiyordu ki neredeyse beni bile kışkırtacaktı.
Halinden memnun bir şekilde, “Başvurun benim kefaletimle
kabul edildi. Testler bu gece yapılacak. Eğer geçersen bizim bölümde
işe başlayacaksın.” Gözleri birden haylazca parıldadı. Kısa bir aradan
sonra “Bilmelisiniz ki kocam bundan hiç de memnun olmadı,” dedi,
“fakat kocamın memnuniyetsizliği korkutucu bir şey değildir. Şimdi
ikiniz de benimle gelin.”
Ellerini uzatıp benim ve Prens’in ellerini tuttu. Parmakları
soğuktu. İçim içime sığmıyordu; Jorslem’deki gençlik çeşmesinin
sularına gerek bile olmadan içimde parıldayan bu yeni gençlik hissi
yüzünden şaşkınlık içinde kalmıştım.
Olmayne, “Gelin,” dedi ve bizi testin yapılacağı yere götürdü.
3

Böylece Anımsayıcılar loncasına katıldım.


Testler formalite icabıydı. Olmayne bizi muazzam kulenin
tepesine yakın bir yerdeki yuvarlak bir odaya götürdü. Az bulunur
rengarenk tahta kakmalı ve eğimli duvarlar, yerden yükselen ışıl ışıl
banklar, ortada da insan boyunda, üzerine okunamayacak kadar
küçük harfler işlenmiş bir helezon vardı. Odada tembellik eden yarım
düzine kadar Anımsayıcı hırpani yaşlı bir İzleyiciye en ufak bir ilgi
göstermiyordu. Orada olmalarının tek nedeni, İzleyiciye açıklanamaz
şekilde kefil olan Olmayne’in hatırını kırmamaktı.
Bana bir düşünce başlığı sunuldu. Başlığın içinden gelen gıcırtılı
bir ses bana hayatımla ilgili bir düzine soru sordu ve her zamanki
cevaplarımı kaydetti. Eski lonca üstadıma ulaşabilmeleri ve
dürüstlüğümü kontrol edip oradaki bağlarımı koparmaları için lonca
numaramı verdim. Normalde insan İzleyiciler loncasıyla bağlarını
kopartamazdı, fakat bu aralar zaman pek normal sayılmazdı ve
loncamın artık dağıldığını biliyordum.
Bir saat içinde her şey bitmişti. Şalı omuzlarıma koyan,
Olmayne’in kendisi olmuştu.
“Uyuman için bizim süitimize yakın bir yer verilecek,” dedi.
“İzleyici kıyafetlerini teslim etmen gerekecek, fakat arkadaşın Hacı
giysilerini giymeye devam edebilir. Deneme süresinin ardından
eğitimine başlanacak. Bu arada hafıza bankalarımıza tam bir giriş
iznin olacak. Herhalde farkındasındır, loncaya tam olarak alınmadan
önce on yıldan fazla bir süre geçebilir.
“Bunun farkındayım,” dedim.
Olmayne, “Bundan böyle adın Tomis olacak,” dedi. “Henüz
Anımsayıcı Tomis değil, Anımsayıcılardan Tomis. Arada bir fark var.
Daha önceki isminin artık bir önemi yok.”
Prensle paylaşacağımız küçük odaya alındık. Mütevazı bir yerdi,
fakat temizlenme için olanak, düşünce başlığı ve başka bilgi aygıtları
için girişler ve bir yiyecek asansörü bulunduruyordu. Prens Enric
odayı dolaşıp eşyalara dokundu, kafasında odanın haritasını çıkardı.
O kontrolleri kurcaladıkça dolaplar, yataklar, koltuklar, depo üniteleri
ve daha çeşit çeşit mobilya duvarların içinden çıkıp çıkıp tekrar içeri
girdi. Sonunda tatmin olmuştu, artık daha fazla kurcalamadan bir
yatak açtı ve ışıl ışıl bir örtü yığını yuvasından çıktı. Prens gerindi.
“Anımsayıcılardan Tomis, sana sormak istediğim bir şey var.”
“Evet?”
“İçimi kemirip duran merakımı dindirmek için... Bir önceki
yaşamında ismin neydi?”
“Bunun artık bir önemi yok.”
“Artık gizliliğini gerektiren hiçbir sözle bağlı değilsin. Buna
rağmen mi direneceksin bana?”
“Eski alışkanlıklara bağlıyım,” dedim. “Senin ömrünün iki katı
bir süre boyunca kurallar haricinde asla ismimi söylememek için
şartlandım.”
“Şimdi söyle.”
“Wuelling,” dedim.
Bunu yaptığım için kendimi garip bir şekilde özgürleşmiş
hissediyordum. Eski adım sanki dudaklarımın önünde havada asılı
kaldı; sonra kafesinden kurtulmuş bir ziynet kuşu gibi hızla yükseldi,
ani bir dönüş yaptı, bir duvara çarpıp hafif bir çınlamayla binlerce
parçaya ayrıldı. Ürperdim; tekrar, “Wuelling,” dedim. “Benim adım
Wuelling’di.”
“Artık Wuelling değil.”
“Anımsayıcılardan Tomis.”
İkimiz de nefessiz kalana kadar güldük ve kör Prens ayağa
kalkarak eliyle elime dostça vurdu; büyülü sözcükleri bir anda
öğrendikten sonra aslında kelimelerin ne kadar da az bir gücü
olduğunu fark eden küçük çocuklar gibi benim adımı, sonra onunkini,
sonra yine benimkini tekrar tekrar bağırdık.
Böylece Anımsayıcılar arasındaki yeni yaşamım başlamış oldu.
Bir süre için Anımsayıcılar Evi’nden hiç ayrılmadım.
Gündüzlerim de gecelerim de tamamen doluydu ve bu yüzden
Perris’e yabancı kaldım.
Onun zamanı tamamen dolu olmasa da Prens neredeyse sürekli
olarak binadaydı; sadece sıkıldığı ya da öfkelendiği için dışarı
çıkıyordu. Zaman zaman Anımsayıcı Olmayne de onunla birlikte
giderdi, ya da tam tersi; böylece karanlığının içinde yalnız olması
gerekmiyordu; fakat kimi zaman kör olsa dahi şehrin zorluklarıyla
başa çıkabileceğini göstermek istercesine binayı tek başına terk
ettiğinin de farkındaydım.
Uyumadığım zamanlar şu işlerle uğraşıyordum:

– Uyum çalışmaları
– Çırakların günlük işleri
– Özel araştırmalar
Doğal olarak diğer çıraklardan oldukça yaşlı olduğum ortaya
çıkmıştı. Çoğu daha çocuk yaşta, hatta başka Anımsayıcıların
çocuklarıydı. Bana hayretle bakıyor, böyle bir ihtiyarın nasıl okul
arkadaşlarından biri olabileceğini anlayamıyorlardı. Hayatlarının
ortasında Anımsayışın davetini hisseden birkaç tane epey olgunlaşmış
çırak da vardı, fakat hiçbirisinin yaşı benimkine yaklaşmıyordu bile.
Bu yüzden eğitim arkadaşlarımla pek bir sosyal alışverişim olmadı.
Her gün programın bir parçası olarak Dünya’nın geçmişini
ortaya çıkarma yöntemlerini öğreniyorduk. Kazılardan elde edilen
örneklerin incelendiği laboratuvarlar gösterildi; birkaç atomun
bozunmasından kalıntıların yaşının belirlendiği detektörler gördüm;
halka şeklinde bir aletten yayılan rengarenk ışık huzmeleri bir parça
tahta kıymığının üzerinde dans edip onu kül haline getirerek sırlarını
açığa çıkartırken hayretle izledim. Cansız şeylerden geçmişe ait
görüntülerin çıkartıldığı işlemi gördüm. Nereye gidersek gidelim
izimizi bırakıyoruz: ışık parçacıkları yüzümüzden sekiyor ve fotonik
akım yüzünden ortamdaki cisimlere yapışıyorlar. Anımsayıcılar bu
cisimleri inceleyerek görüntüleri ayıklayıp düzenliyor, onarıyorlar.
Mavi bir sisin içinde yüzlerin –eski krallar ve lonca üstatlarının,
kaybolmuş düklerin, tarihi zamanlara ait kahraman yüzlerinin–
belirip kaybolduğu bir odaya girdim. Donuk gözlü teknisyenler tarihi
bir avuç külden ayrıştırıyorlardı. Çöp yığınlarının devrimleri ve
suikastleri, kültürel değişiklikleri, ahlaki değerlerin çöküşünü ortaya
çıkardığını gördüm.
Daha sonra bana kazı çalışmalarıyla ilgili yüzeysel bilgiler
verildi. Kurnazca bir simülasyonla Afreek ve Ais’deki şehir
yıkıntılarında Anımsayıcıların vakum çekirdekleriyle toprağı
kazmaları gösterildi. Kayıp Kıtaların kalıntıları için yapılan denizaltı
araştırması beni bile heyecanlandırdı; yeşil jelatinden yapılmış gibi
duran damla şeklindeki araçlara binen Anımsayıcı ekipleri Dünya
Okyanusu’nun derinliklerine, şimdi çamur kaplı düzlüklerin en dip
kısımlarına önlerinde mor ışıktan mızraklarıyla daldılar, pisliğin ve
yıkıntıların altında kalmış gerçekleri gün yüzüne çıkardılar.
Hazırladıkları belki de en iyi uyum çalışmalarından biri, hepsi de
birer kahraman olan Anımsayıcıların güney Afreek’de çıkardıkları
atmosfer makinesinin filmi olmuştu. Muazzam aletin altına demirler
yerleştirip dev vinçlerle çekmişlerdi; o kadar inanılmaz bir kazı
çalışması olmuştu ki iş bittiğinde toprak çökmüş gibi görünüyordu.
Uzmanlar şallarıyla birlikte makinenin açtığı deliğe girip nasıl
dikildiği hakkında bilgi toplamaya çalışırken İkinci Döngü’nün en
büyük budalalığı olan koca sütun havada asılı duruyordu. Gözlerim
bu manzara karşısında fal taşı gibi açılmıştı.
Bu çalışmalardan sonra her seferinde seçmiş olduğum lonca için
duyduğum saygı biraz daha artıyordu. Karşılaştığım Anımsayıcıların
her biri bana kibirli, burnu havada, fiyaka düşkünü tipler gibi
gelmişti; bir tanesini bile cana yakın bulmuyordum. Öte yandan
bütün parçalarının toplamından üstündür; Basil ve Elegro gibi o
kadar boş, insani şeylerden o kadar uzak, o kadar ilgisiz adamları bile
sonsuzluğun içinden parlak geçmişimizi geri almak için başlatılmış
muazzam bir çalışmanın birer parçası olarak görüyordum.
Kaybolmuş zamanlar için başlatılmış bu arayış muhteşemdi, ancak
insanlığın önceki faaliyetleriyle kıyaslanabilirdi. Şu anımız ve
geleceğimiz elimizden alındığına göre tüm gayretlerimizi yeterince
dikkatli olursak kimsenin elimizden alamayacağı geçmişimize
yöneltmemiz gerekiyordu.
Bu çabanın her ayrıntısını, kazı alanında toplanan her toz
zerreciğinden, laboratuvarda işlemlerden geçip incelenmelerine, üst
seviye Anımsayıcılar tarafından bu binanın üst katlarında üstün
gayretler sonucu sentezlenip yorumlanmalarına kadar her şeyi günler
boyunca dikkatle izledim. En üst seviyedeki bu bilgelere kısa bir süre
için göz atma fırsatım oldu: beyaz başları öne eğik, ince
dudaklarından yorumlar ve fikirler, boş laflar ve düzeltmeler dökülen
benim büyükbabam olabilecek yaşta pörsümüş ihtiyarlar.
Fısıldananlara göre bazıları Jorslem’de iki üç kez yenilenmiş, artık
uzun yıllarının sonlarındalarmış.
Bir sonraki aşamada Anımsayıcıların bulgularını depoladığı ve
meraklıların bilgi alabilecekleri hafıza bankaları tanıtıldı.
Bir İzleyici olarak hafıza bankalarını ziyaret etmek için az bir
merakım ve daha da az ilgim vardı. Daha önce kesinlikle böyle bir şey
görmemiştim, çünkü Anımsayıcıların bankaları sırf üç beş beyinden
oluşan depo üniteleri değil, seri halinde bağlanmış yüzlerce beyinden
oluşan muazzam yapılardı. Bizi götürdükleri yer –daha sonra
öğrendiğime göre binanın altındaki benzeri bir düzine yerden biri–
derin fakat yüksek olmayan, beyin küvezlerinin arkalara doğru olan
sıralar gölgeler içinde kaybolacak dokuzlu sıralar halinde dizildiği
uzunca bir odaydı. Perspektif garip oyunlar oynayabiliyordu; beyaz
küvezlerin görüntüsü başa çıkılamayacak kadar uçsuz bucaksız
geliyordu, sıraların sayısı on da olabilirdi, elli de.
“Bu beyinler eski Anımsayıcılara mı ait?” diye sordum.
Rehber, “Bazıları öyle,” diye yanıtladı, “fakat sadece
Anımsayıcıların kullanılması gibi bir gereklilik yok Herhangi normal
bir insan beyni kullanılabilir; bir Uşağın bile inanamayacağınız kadar
geniş bir depolama kapasitesi vardır. Kayıtlarımız için yedeklemeye
ihtiyacımız yok, bu yüzden her bir beynin tam kapasitesini
kullanabiliyoruz.”
Hafıza depolarını korumak için konulmuş parlak kalın bloğun
arkasını görmeye çalıştım. “Özel olarak bu odada ne kayıtlı?” diye
sordum.
“İkinci Döngü sırasında Afreek’de yaşamış olanların adları ve
kişisel bilgilerinin bulabildiğimiz kadarı. Bir de, bu hücrelerin tamamı
henüz dolmadığı için Kayıp Kıtalara ait bazı coğrafi ayrıntıları ve
Kara Geçidi’nin yaratılmasıyla ilgili bilgileri geçici olarak burada
saklıyoruz.”
“Bu bilgiler geçici kayıtlardan sabit kayıtlara kolaylıkla
geçirilebilir mi?” diye sordum.
“Evet, kolaylıkla. Burada her şey elektromanyetiktir. Bilgiler yük
birikimleri halinde saklanır; polarizasyonu basit bir şekilde
değiştirerek istediğimiz bilgiyi bir beyinden diğerine aktarabiliriz.”
“Ya elektrikler kesilirse?” diye sordum. “Yedekleme
yapmadığınızı söylediniz. Bir kaza sonucu veri kaybına uğrama
ihtimali hiç yok mu?”
Rehber, yumuşak bir şekilde “Hiç,” dedi. “Acil durumlarda
devreye girip gücün devamlılığını sağlayacak aygıtlarımız var. Ayrıca
depo birimlerinde organik maddeler kullanarak en iyi güvenlik
tedbirini almış oluyoruz: Güç kesilse bile beyinler içlerindeki bilgiyi
korumaya devam edeceklerdir. Böyle bir durumda içlerindeki bilgiyi
tekrar toparlamak zor, fakat imkansız olmayacaktır.”
“İşgal sırasında,” diye sordum, “herhangi bir sorunla karşılaşıldı
mı?”
“İşimizi kendi çıkarları doğrultusunda gören İşgalcilerin
koruması altındayız.”
Bundan kısa bir süre sonra biz çıraklara, toplanan Anımsayıcılar
genel kurulunu lonca evinin balkonlarından birinden izlememiz izni
verilmişti; aralarında Elegro ve Olmayne de bulunan lonca üyeleri,
omuzlarında şalları tüm haşmetleriyle altımızda duruyorlardı. Çetin
ve hakim bir figür çizen Anımsayıcılardan Rektör Kenishal, üzerinde
helezon işareti bulunan bir kürsüdeydi, hemen yanında ise Dünya’yı
ele geçiren ırkın mensubu, daha da dikkati çeken bir kişi duruyordu.
Kenishal kısa konuştu. Her yerde olabilecek yöneticiler gibi
basmakalıp sözlerle başlayıp loncayı başarılı çalışmaları için tebrik
ederek kendi kendini övdü; fakat sesinin tınısı bile kelimelerinin
boşluğunu gizleyemiyordu. Daha sonra işgalciyi tanıttı.
Uzaylı kollarını açtı; salonun duvarına değecek gibi
görünüyorlardı.
Yavaşça, “Benim adım İnsanyönetici Yedi,” dedi. “Perris valisi
ve Anımsayıcılar loncası sorumlusuyum. Bugün burada bulunma
nedenim görevde bulunan geçici hükümetin son kararını
açıklamaktır. Siz Anımsayıcılar işinizi yapmakta tamamen
özgürsünüz. Bu gezegen ya da geçmişi ortaya çıkarmanıza yardım
edecek herhangi başka bir gezegen üzerinde istediğiniz bölgeye geçiş
hakkınız var. İşgalin örgütlenmesiyle ilgili olanlar hariç her türlü
dosyaya erişiminiz devam ediyor. Rektör Kenishal’ın da belirttiği gibi
şu anki çalışmalarınız için zaten diğer dosyaların bir önemi yok; bu
yüzden, bir sorun çıkacağını zannetmiyorum. Şu anda görevde
bulunan bizler loncanızın yaptığı işlerin öneminin farkındayız.
Gezegenin tarihi büyük değer taşıyor ve bu yüzden çalışmalarınızın
devam etmesini istiyoruz.”
Yanımdaki Roum Prensi ters ters, “Dünya’yı daha turistik bir yer
yapabilmek için,” dedi.
İnsanyönetici Yedi devam etti, “Rektör’ün belirtmemi istediği bir
şey daha var: Gezegeninizin işgal altındaki durumu göz önüne
alındığında, yönetimde birtakım değişikliklerin söz konusu olması
gerekiyor. Önceleri aranızda çıkacak herhangi bir problem loncanızın
kendi mahkemelerince çözülüyordu ve en yüksek temyiz kararı
Rektör Kenishal’a bağlı durumdaydı. İdarenin etkili işleyebilmesi için
bizim otoritemizin loncanızın kararları üzerinde olması gerekiyor. Bu
yüzden Rektör artık kendi yetkilerinin dışında olduğuna inandığı
davaları bize havale edecek.”
Anımsayıcılar hayretle bakakaldı. Aşağıda duruşlar birden
değişti ve anlamlı bakışmalar oldu.
Yakınımda bir çırak, “Rektör görevden çekiliyor!” dedi.
Bir başkası sertçe, “Aptal! Başka şansı var mı?” diye fısıldadı.
Toplantı karmaşa içinde dağıldı. Koridorlara dağılan
Anımsayıcılar el kol hareketleri ile birbirleriyle tartışıyor, olayları
değerlendirip seslerini yükseltiyorlardı. Şal sahibi muhteremlerden
biri o kadar sarsılmıştı ki kalabalığa rağmen pervasızca yere çöküp
dengeleyici hareketler yapmaya başlamıştı. Yere düşüp ezilmesinden
çekindiğim için Prens’i korumaya çalıştım, fakat kalabalık bizi
birbirimizden ayırdı ve dakikalarca onu gözden kaybettim. Tekrar
gözüme iliştiğinde Anımsayıcı Olmayne ile beraberdi. Kadının yüzü
kızarmış, gözleri pırıl pırıldı; hızlı hızlı konuşuyor, Prens de
dinliyordu. Desteğe ihtiyacı varmış gibi kadının koluna girmişti.
4

Uyum çalışmalarının ön safhası bittikten sonra basit görevler


verildi. En çok da daha önceki zamanlarda makinelerin yaptığı işler:
Örneğin hafıza depolarının beyin kavanozlarına besin girişi yapan
hatların kontrolü. Her gün birkaç saat denetim panellerinin olduğu
dar koridorlarda yürüyüp tıkanan hatları arıyordum. Tasarım öyle
yapılmıştı ki hatlardan biri tıkandığında hattın bulunduğu şeffaf tüp
içinde gerginliği belirten bir desen oluşuyor ve polarize ışıklar
denetimi yapanın sorunu kolayca bulabilmesi için bu deseni
aydınlatıyordu. Bu mütevazı görevi yerine getiriyor ve arada sırada
bir tıkanıklık buluyor, bunun yanında çıraklık seviyeme uygun
benzeri ufak tefek işler de yapıyordum.
Bunlarla beraber, gezegenimin geçmişinde olup bitenlerle ilgili
kendi araştırmamı yapma fırsatım da oluyordu.
İnsan bazen elindeki şeylerin değerini kaybettikten sonra fark
ediyor. Hayatım boyunca bir izleyici olarak görev yaptım, Dünya’nın
olası işgalini önceden haber verebilmek için uğraştım, öte yandan bizi
kimin ya da neden işgal etmek isteyebileceği konusunu hiç merak
etmedim. Hayatım boyunca Dünya’nın benim doğduğum Üçüncü
Döngü günlerinden daha ihtişamlı günleri olduğunu bildim, fakat o
günlerin nasıl olduğunu, ya da şu anki zavallı halimizin nedenini
araştırmadım. Ancak işgalcilerin yıldızgemileri gökyüzünde
belirdiğinde birden kaybolmuş geçmiş için bir açlık hissettim. Şimdi
ise ben, Anımsayıcılardan Tomis, çırakların en yaşlısı, kayıp zamanın
arşivlerinde dolaşıyorum.
Her vatandaşın başına bir düşünce başlığı geçirip
Anımsayıcılardan istediği bilgiyi talep etme hakkı vardır. Hiçbir şey
gizli değildir; fakat Anımsayıcılar herhangi bir yardım teklifinde
bulunmazlar; nasıl soracağınızı, yani tam olarak ne sorduğunuzu
bilmelisiniz. Tek tek aradığınız gerçekleri bulmalısınız. Bu diyelim
Agupt’taki uzun dönem iklim değişiklikleri, kristalleşme hastalığının
belirtileri ya da loncalardan birinin imtiyaz sınırları ile ilgili bilgi
arayan biri için faydalı olabilir; fakat daha büyük çaplı sorularla gelen
bir adam için kesinlikle zorluk çıkarır. Sadece bir başlangıç yapmak
için bile insanın belki bin soru sorması gerekecektir. Bu kadar yüksek
bir fiyatı ise pek az kişi ödemeye niyet edebilir.
Bir Anımsayıcı çırağı olarak tüm verilere erişimim vardı. Daha
da önemlisi listelere de erişimim vardı. Listeleyiciler Anımsayıcıların
bir alt loncasıydı, çoğu zaman ellerinden geçen bilgiler hakkında en
ufak bir fikri olmayan hamalların oluşturduğu angarya loncası.
Zahmetlerinin karşılığı büyük loncaya fayda sağlıyordu, fakat listeler
herkese açık değildi. Onlar olmadan da insanın herhangi bir
araştırmayla başa çıkabilmesinin yolu yoktu.
Bu bilgiye ulaşmamın ayrıntılarından, iç içe geçmiş koridorlarda
bir oraya bir buraya geçerek harcadığım saatlerden, aldığım ret
cevaplarından, şaşkınlıklarım veya aklımı kurcalayan şeylerden
bahsetmek istemiyorum. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir çaylak
olarak şakacıların merhametine kalmıştım ve pek çok çırak arkadaşım,
hatta bir iki lonca üyesi tarafından bile sırf zevk için yanlış
yönlendirildim. Bütün bunlara rağmen izlemem gereken yolları, soru
dizileri hazırlama yöntemlerini, gerçek insanın suratında patlayana
kadar referansları yukarıya ve daha yukarıya doğru takip etmeyi
öğrendim. Üstün bir zekayla değil de ısrarcılığımla Anımsayıcıların
dosyalarından insanoğlunun düşüşüyle ilgili tutarlı bir hikaye
oluşturmayı başardım.
Şöyle ki:
Çağlar önce Dünya’daki yaşam vahşi ve ilkeldi. Bu döneme
Birinci Döngü diyoruz. Uygarlıktan önce, insanların korunamadığı ve
kıllı olduğu, taş aletler kullanıp mağaralarda yaşadığı zamanlardan
bahsetmiyorum. Birinci Döngü’nün başlangıcı, insanın bilgiyi
kaydetmeye ve çevresini kontrol etmeye başladığı zaman olarak
belirlenmiştir. Bu Agupt ve Sümir’de olmuştu. Kayıtlarımıza göre
Birinci Döngü yaklaşık 40.000 yıl önce başlamıştı; tabii İkinci
Döngü’nün sonunda yıl uzunluğu değişmişti ve daha önceki
dönemlerde Dünyamızın Güneş’in etrafında ne kadar zamanda
döndüğüne dair bir bilgi bulabilmiş değiliz, bu yüzden sözü edilen
sürenin gerçek boyutunu bilemiyoruz. Büyük ihtimalle eskiden yıllar
şu anda olduğundan daha uzundu.
Birinci Döngü Roum İmparatorluğu’nun ve Jorslem’in ilk
zamanlarının çağıydı. Eyrop, Ais ve Afreek’in büyük bir bölümü
uygarlığa ulaştıktan çok sonra bile ilkel kalmıştı. Batıda, Dünya
Okyanusu’nun büyük bir kısmı iki kıta tarafından işgal edilmişti, bu
kıtalar da vahşileri barındırıyordu.
Anlaşılana göre bu Döngü’de insanlık dünya dışı varlıklar ya da
diğer yıldızlarla henüz bağlantı kurmamıştı. Böyle bir yalnızlığın
anlaşılması zor, fakat durum buydu. İnsanoğlu ateş yakmak dışında
herhangi bir şekilde ışık yaratamıyor, hastalıklarını iyileştiremiyor,
yenilenemiyordu. Rahatlıktan yoksun, sert bir basitlik içindeki
karanlık zamanlardı. Ölüm erken geliyordu; insanın ancak birkaç
çocuk yapabilecek zamanı oluyor, zaten onlardan biri de gidiyordu.
İnsan korkuyla, fakat daha çok gerçek olmayan şeylerin korkusuyla
yaşıyordu.
Böyle bir çağ insanı irkiltmeye yetiyor. Öte yandan muhteşem
şehirler, Roum, Perris, Atin, Jorslem Birinci Döngü’de kurulmuş,
muhteşem işler başarılmıştı. İnsan ister istemez böyle bir soya,
makineleri olmayan, okuma yazma bilmeyen, –kuşkusuz– kötü kokan
fakat bir yandan da çevreleri ile barışık, hatta onun bir anlamda
efendisi olmayı başarmış atalara hayran oluyor.
Birinci Döngü boyunca savaş ve keder hüküm sürmüştü.
Yokoluş ve yaratım neredeyse aynı anda oluyordu. İnsanlığın
muhteşem şehirleri alevler içinde kalıyor, kargaşa düzeni sürekli
tehdit ediyordu. İnsanlar böyle koşullara nasıl binlerce yıl boyunca
dayanmış olabilirlerdi ki?
Birinci Döngü’nün sonlarına doğru ilkellik neredeyse tamamen
yok olmuştu. Sonunda güç kaynakları insanlığın emrine girmiş,
gerçek ulaşım şekilleri ortaya çıkmış, uzun mesafelerle iletişim
mümkün olmuş, kısa bir zaman içinde yapılan pek çok buluş
Dünya’yı değiştirmişti. Savaş yöntemleri de diğer yönlerdeki
teknolojik gelişimle paralel ilerlemiş, fakat pek çok kez ucundan
dönülse de toptan bir felaket meydana gelmesi önlenmişti. Kayıp
kıtaların ve Stralya’nın kolonizasyonu da Güneş sistemimizdeki diğer
gezegenlerle kurulan ilk temas da bu döngünün sonlarına doğru
olmuştu.
Birinci Döngü’den İkinci’ye geçiş noktası insanoğlunun
gezegenlerdeki akıllı canlılarla ilk temasının olduğu zaman olarak
belirlenmiştir. Anımsayıcıların şu anki inancına göre bu Birinci Döngü
insanlarının elektronik ve nükleer enerjiyi kullanmayı öğrenmesinin
ardından elli nesilden de kısa bir süre sonra olmuş. Buna göre
diyebiliriz ki Dünya’nın ilk sahipleri ilkellikten sonra galaksinin geri
kalanıyla doğrudan temas kurmuşlar, ya da belki de aradaki uçurumu
birkaç hızlı adımda geçmişlerdi.
Bu da gurur verici bir şey. Birinci Döngü engellere rağmen
harikaydı; İkinci Döngü ise engel tanımamış ve mucizelere imza
atmıştı.
Bu devirde insanlık yıldızlara, yıldızlar da insanlığa yayıldı.
Dünya her tür gezegenin malları için bir Pazar durumuna gelmişti.
Her yerde harikalar vardı. İnsan yüzyıllarca yaşayabilirdi; gözler,
kalpler, ciğerler, böbrekler çorap değiştirir gibi değiştirilebiliyordu;
hava temiz ve herkesin karnı toktu, savaşlar unutulmuştu. Her tür
makine insanlığın hizmetindeydi. Makineler de yeterli olmamış, İkinci
Döngü halkı makine olan insanlar, ya da insan olan makineler
üretmişlerdi: genetik olarak insan olan, fakat yapay olarak dünyaya
getirilen ve ilaçlarla sürekli bilgi depolanması, hafızasının olması
engellenen yaratıklar. Bizim nötrallerimize benzeyen bu yaratıklar
normal bir insanın bir günde yapabileceği şeyleri yapıyor, fakat insan
ruhunun işareti olan kalıcı deneyimler, hatıralar, beklentiler
edinemiyordu. Böyle milyonlarca “pek de insan olmayan”, yaratık,
hayattaki sıkıcı işleri üzerlerine alıp gerçek insanları ışıltılı birer
yaşam için özgürleştiriyorlardı. Bu gibi alt insanlardan sonra beyinleri
biyokimyasal olarak geliştirilen, bir zamanlar kapasitelerinin üzerinde
olan işleri yapabilecek süper hayvanlar da üretilmişti: İnekler, fareler,
kediler ve köpekler işe koşulmuş, kimi primatlar eskiden insanlara
verilen işleri yapmaya başlamıştı. Böylece çevresini sömüren
insanoğlu Dünya’da cenneti yaratmayı başarmıştı.
İnsan ruhu bilinen en yüksek noktasına ulaşmıştı. Şairler, ve
bilimadamları görkemli eserler ürettiler. Işıl ışıl şehirler dünyayı
süslüyordu. Nüfus inanılmaz artmıştı, fakat herkes için bol bol yer
vardı ve kaynak sıkıntısı yoktu. Ne kadar uçuk olursa olsun, insan her
isteğine ulaşabiliyordu; insan ırkının çeşitliliğini artırmak için genetik
cerrahi, mutasyona ve deformasyona neden olan ilaçlarla ilgili pek
çok deney yapılıyordu. Yine de bizim döngümüzde olduğu kadar
farklı çeşitlere ulaşılmamıştı.
Akla gelebilecek her türlü ihtiyacı karşılayan görkemli uzay
istasyonları gökyüzünü süslüyordu. Anımsayıcılar arasında
fonksiyonel mi estetik amaçlı mı olduklarına dair bir görüş birliği
olmasa da, iki yeni ay da bu sırada inşa edilmişti. Bazı Anımsayıcı
grupları döngünün sonuna doğru yaşanan jeofiziksel karmaşayla
ortaya çıktıklarını iddia etse de, her akşam gökyüzünde beliren ışık
oyunlarının da aynı dönemde yerleştirildiği sanılıyor.
Ne olursa olsun, yaşanabilecek en iyi zamanlardan biriydi.
Dünya dışı canlılar arasında, “Dünya’yı görmeden ölme,” diye
bir slogan çıkmıştı. Galaktik tura çıkan hiç kimse bu mucizeler
gezegenini es geçmeyi göze alamıyordu. Biz de yabancıları bağrımıza
basıyor, paralarını ve iltifatlarını kabul ediyor, onları istedikleri
şekilde rahat ettiriyor ve ihtişamımızı gururla sergiliyorduk.
Roum Prensi’nin de doğrulayabileceği gibi, aşağılanmak
güçlülerin kaderidir ve bir de insan ne kadar çok yükselirse, düşüşü
de o kadar sert olur. Benim anlayışımın alamadığı boyutta binlerce
yıllık bir ihtişamdan sonra İkinci Döngü’nün şanslı insanları olmadık
bir taşı kaldırdılar ve biri aşırı kibirden diğeri kendine fazla güvenden
kaynaklanan iki hata yaptılar. Dünya, hâlâ bu iki hatanın bedelini
ödüyor.
İlkinin sonuçları yavaş yavaş ortaya çıktı. Galaksinin diğer akıllı
canlılarına karşı Dünya’nın tutumu İkinci Döngü sırasında önce
saygıdan eş tutmaya, sonra da onları hor görmeye doğru değişmişti.
Dünya, döngünün başlarında birbirleriyle uzun bir süredir temas
halinde olan ileri uygarlıklarla dolu bir galaksiye açılmıştı. Bu insanlık
için derin bir travmaya da neden olabilirdi, fakat tam tersine,
saldırgan bir gelişme ve ilerleme hırsına yol açtı. Böylece kısa süre
içinde Dünyalılar diğerlerini önce kendilerine eş, sonra da Dünya’daki
ilerleme devam ettikçe, aşağı görmeye başladılar. Bu da her zamanki
gibi daha geri olanları hor görme eğilimiyle sonuçlandı.
Bundan sonra da Dünya üzerinde, daha aşağı ırkları incelemek
için “araştırma merkezleri” kurulması fikri ortaya atıldı. Bu merkezler
ırkların doğal ortamlarını sağlayacak ve onların yaşam döngülerini
incelemek isteyen araştırmacılara açık olacaktı; fakat gerekli örnekleri
toplamanın ve barındırmanın masrafını karşılamak için kısa bir
zaman içinde merkezlerin eğlence amaçlı olarak halka açılması
gerekti. Bu sözde bilimsel merkezler aslında diğer akıllı canlıların
bulunduğu hayvanat bahçeleriydi.
Başlangıçta sadece gerçekten yabancı, insanların fizyolojik ve
biyolojik standartlarından o kadar ayrı örnekler toplanıyordu ki onları
“birey” olarak görme riski son derece azdı. Normalde akıllı canlıların
tutsak edilmesine karşı olabilecek birinin yüksek basınç altındaki
metan gazı tankında yaşayan çok uzuvlu bir yaratık için tepki vermesi
pek olası değildi. Metan içinde yaşayan bu canlı eğer ki çevresine
bağlı karmaşık bir uygarlık sergiliyorsa, bu sefer de onun bu garip
uygarlığını incelemek için dünya üzerinde benzer bir çevre
yaratmanın daha da önemli olduğu savı ortaya çıkıyordu. Bu yüzden
ilk merkezler sadece en garipleri barındırıyordu. Toplayıcıların da
sınırları vardı; sadece henüz uzay yolculuğu yapmayan türlerden
örnek alınıyordu. Dünya’nın ekonomisinin bağımlı olduğu galaktik
turistlerden birinin bir akrabasının kaçırılanlar arasında olması pek iyi
bir etki bırakmazdı.
İlk merkezlerin başarısı diğerlerinin oluşmasını teşvik etti.
Sınırlamalar bu sefer yumuşatıldı; artık sadece tamamen yabancı ve
iğrenç yaratıklar değil, diplomatik olarak protesto edebilecek
durumda olmayan her türden örnekler bulunabiliyordu. Atalarımızın
küstahlıkları arttıkça sınırlamalar daha da azaldı ve en sonunda
kimisi bizimkinden daha eski ve daha karmaşık uygarlıklara sahip
binlerce gezegenden Dünya üzerinde örnekler bulunmaya başladı.
Anımsayıcıların arşivleri merkezlerimizin büyümesinin evrenin
pek çok köşesinde çalkalanmalara neden olduğunu gösteriyor.
Yağmacı, hırsız ve korsan olarak adlandırılmışız; akıllı canlıların
haklarını ahlaksızca çiğnememizi eleştiren komiteler kurulmuş; diğer
gezegenlere yolculuk eden Dünyalılar merkezlerdeki tutsakların
salıverilmesini talep eden uzaylı kalabalıklar tarafından zaman zaman
kuşatılmış. Öte yandan, bu protestocular azınlıkta kalmış, çoğu
galaktik canlı merkezlerimiz hakkında rahatsızlık duymasına rağmen
sessizliğini korumuş. Böyle merkezlerin barbarca olduklarını
düşünmelerine rağmen Dünya’yı ziyaret ettiklerinde uğramayı ihmal
etmemişler. Ne de olsa başka nerede birkaç gün içinde evrenin dört
bir yanından gelen yüzlerce yaşam formunu bir arada bulabilirlerdi
ki? Merkezlerimiz çok ilgi çekmiş, kainatın harikalarından biri haline
gelmiş. Gizliden gizliye komplolar kuran galaksideki komşularımız
tutsakları izlemenin keyfini yaşayabilmek için temel kavramın ahlak
dışılığını görmezden gelmiş.
Anımsayıcıların merkezlerinden birinde bir hafıza bankası girişi
var. Loncanın sahip olduğu en eski görsel verilerden biri ve ben de
ancak Anımsayıcı Olmayne’in özel olarak araya girmesiyle büyük
zorluklar çekerek ulaşabildim. En yüksek çözünürlükte çift filtre
kullanılmasına rağmen sahne ancak bulanık bir şekilde görülebiliyor;
fakat olan biten yeterince açık. Şeffaf bir maddeden yapılmış bir ara
bölmenin arkasında adsız bir dünyadan elli kadar canlı var. Koyu
mavi renkte piramit şeklinde gövdeleri, her köşede pembe görsel
organları var; kısa, kalın bacaklar üzerinde yürüyorlar; yan yüzlerinin
her birinden birer çift kol çıkıyor. Dünya dışı varlıkların duyguları
hakkında yorum yapmak pek akıllıca olmasa da, insan bu canlıların
derin bir umutsuzluk içinde olduklarını hissedebilirdi. Ortamlarının
kasvetli yeşil atmosferi içinde yavaş yavaş, uyuşmuş gibi cansız bir
şekilde hareket ediyorlardı. Birkaçı iletişim olması gereken bir şekilde
uçlarını birbirlerine değdiriyordu. Biri yeni ölmüş görünüyordu. İkisi
devrilmiş oyuncaklar gibi yere eğilmiş, kolları dua ediyorlarmış gibi
hareketler yapıyordu. Kederli bir sahneydi. Daha sonra binanın
unutulmuş köşelerinde benzer başka kayıtlara da rastladım. Bana çok
şey öğrettiler.
Dünya’nın bu zalimliği bilim adına yapması kurbanlar dışında
herkese mantıklı ve doğal gelene kadar binden fazla İkinci Döngü yılı
için bu merkezler kontrolsüzce büyümeye devam etti. Sonra, daha
önce insanoğlu tarafından ziyaret edilmemiş uzak bir gezegende,
belki ancak insanlığın Birinci Döngü’deki haliyle kıyaslanabilecek,
gelişmemiş canlılar bulundu. Bu canlılar insanı andırıyorlardı,
kesinlikle akıl sahibi ve çok vahşiydiler. Bir toplama ekibi, birkaç
Dünyalı yaşamı pahasına bu insanlardan küçük bir koloni ele
geçirmeyi başardı ve bir merkeze yerleştirilmek üzere Dünya’ya
gönderdi.
Bu, İkinci Döngü’nün iki ölümcül hatasından biriydi.
Kaçırılmanın meydana geldiği sırada bu dünyanın –ki kayıtlarda
ismi geçmiyor, sadece H362 olarak bahsediliyor– sahipleri protesto
edecek ya da karşı çıkacak bir konumda değillerdi; fakat kısa bir süre
sonra Dünya’ya karşı birleşen bazı diğer gezegenlerden elçiler
tarafından ziyaret edildiler. Bu elçilerin yardımıyla H362’dekiler
insanlarının geri verilmesini talep ettiler. Dünya, merkezlerdeki diğer
canlılara göz yumulmasını örnek göstererek bunu reddetti. Bunun
ardından uzun görüşmeler yapıldı, fakat sonunda Dünya bu şekilde
davranma hakkını tekrar tasdik ettirmiş oldu.
H362’nin insanları tehditlerle cevap verdiler. “Bir gün,” dediler,
“sizi buna pişman edeceğiz. Gezegeninizi işgal edip ele geçireceğiz,
merkezlerdeki tüm canlıları serbest bırakacağız ve Dünya’yı kendi
sakinleri için dev bir merkeze dönüştüreceğiz.”
O günkü şartlar altında bu oldukça komik görünüyordu.
Takip eden binyıllar içinde H362’nin kızgın sakinlerinden pek
fazla bir haber alınamadı. Evrenin onların bulunduğu kısmında hızla
gelişiyorlar, fakat Dünya için bir tehdit oluşturacak hale gelmeleri her
hesaba göre en azından çağlar süreceği için göz ardı ediliyorlardı.
İnsan hâlâ mızrak kullanan birinden nasıl korkabilirdi ki?
Dünya yeni bir meydan okumada daha bulundu: Gezegen
ikliminin tam kontrolü.
Birinci Döngü’den beri hava durumu küçük ölçeklerde
değiştirilebiliyordu. Sisler dağıtılabiliyor, yağmur yüklü bulutların
yağmuru bırakması, dolunun daha az zarar verici olması
sağlanabiliyordu. Kutuplardaki buzların azaltılması ve çöllerin
yaşama elverişli hale getirilebilmesi için bazı adımlar atılmıştı, fakat
bütün bunlar tamamıyla yereldi ve birkaç istisna dışında uzun süreli
sonuçlar vermiyorlardı.
Bu İkinci Döngü gayretinin içeriği yerkürenin dört bir yanında
yüzden fazla noktada dikilecek muazzam sütunlardı. Bu sütunların
yüksekliğini bilemiyoruz, çünkü hiçbirisi sağlam kalmadı ve
sütunlarla ilgili bilgiler de kayboldu, fakat daha önce yapılan
binaların en yükseklerine denk oldukları, ya da daha yüksek
oldukları, belki de üç kilometrelik yüksekliklere eriştikleri
düşünülüyor. Bu sütunların içinde başka şeylerle birlikte Dünya’nın
manyetik kutuplarının polarizasyonunu da değiştirebilecek şekilde
tasarlanmış aletler bulunuyordu.
Anladığımıza göre Atmosfer makinelerinin amacı gezegenin
coğrafyasını, dikkatle hazırlanmış bir plan doğrultusunda, Dünya
Okyanusu dediğimiz su kütlesini büyük parçalara ayıracak şekilde
değiştirmekti. Birbirlerine bağlı olmalarına rağmen, bu küçük
okyanuslar kendi içlerinde bireysel varlıklar göstereceklerdi, çünkü
sınırları Dünya Okyanusu’nun geri kalanından kara kütleleriyle
ayrılmış olacaktı. Örneğin kuzey kutbu bölgesinde, Ais Kayıp
Kıtalar’ın (Usa-Amrik olarak bilinen) kuzey kısmı ile batıdan
birleşecek ve Usa-Amrik’in doğuda Eyrop’a yaklaştığı yerde kutup
sularının Kayıp Kıtaları çevreleyen daha sıcak sularla karışabilmesi
için ancak dar aralıklar bırakılacaktı.
Manyetik güçleri değiştirmenin sonucu olarak Dünya
yörüngesinde bir sapma olacak, bu da kuzeydeki buzları parçalayarak
soğuk suların başka yerlerden gelen daha sıcak sularla
kaynaşmalarına neden olacaktı. Kuzey buzlarını ortadan kaldırıp
kuzey denizinin buharlaşmasını sağlayarak bu bölgedeki yağış yüklü
bulut miktarı artırılacaktı. Bu bulutların kar olarak tekrar kuzeye
inmelerinin önlenmesi için bulutları sıcak bölgelere iten batı
rüzgarlarının düzenini değiştirecek diğer manipülasyonlar da
yapılacaktı. Oluşturulacak doğal bir döngü sayesinde kutuplardaki
bulutlar gerekli neme sahip olmayan güney bölgelerine yağmur
bırakacaktı.
Planın bundan çok daha fazlası vardı. Ayrıntılarla ilgili pek bir
bilgi yok. Karaları yukarı ya da aşağı alarak okyanus akıntılarının
yönünü değiştirme projeleri ya da tropik bölgelerden kutuplara
yansıtma önerileri ve daha pek çok ayarlama yapılmış. Ayrıntıların
pek bir önemi yok. Bizim için önemli olan, bu devasa planın sonuçları.
Yüzyıllarca süren hazırlıktan ve insanlık tarihinin herhangi bir
projesinden daha fazla kaynak ve efor tükettikten sonra atmosfer
makineleri çalıştırıldı.
Sonuç tam bir yıkımdı.
Feci planın gezegende yaptığı değişiklikler sonunda coğrafi
kutuplar kaymış, tüm kuzey yarımkürede uzunca bir süre buzul çağı
hüküm sürmüş, Usa-Amrik ve komşusu Sud-Amrik beklenmedik
şekilde batmış, Afreek ve Eyrop’u birleştiren Kara Geçidi ortaya
çıkmış, insanlık neredeyse yok olmuştu. Bu büyük değişiklikler hızlı
olmamıştı. Görünen o ki ilk birkaç yüzyıl proje sorunsuz ilerlemiş,
kutup buzulları erimiş, okyanusun belli noktalarına yerleştirilen
füzyon kaynatıcıları –pratikte küçük güneşler– sayesinde sularda
meydana gelen yükselmeler ile başa çıkılmıştı. Atmosfer
makinelerinin dünyanın kabuğu üzerinde arkitektonik değişimlere
neden olduğu ancak yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. İklim
değişikliklerinin aksine bunlar geri çevrilebilir etkiler değildi.
Bitmeyen kuraklıkları şiddetli fırtınaların izlediği bir zamandı;
yüzlerce milyon yaşam kaybedilmiş, haberleşme ağları kesilmiş, panik
içindeki insanlar toplu halde lanetlenmiş kıtalardan göç etmeye
çalışmışlardı. Kaos galip gelmişti. İkinci Döngü’nün görkemli
uygarlığı parçalandı. Uzaylıların tutulduğu merkezler yok oldu.
Nüfusundan kalanları kurtarabilmek için galaksinin en güçlü
ırkları gezegenimize el koydu. Dünya’nın yörüngesi üzerindeki
sallantısını sabitleyebilmek için enerji sütunları diktiler; yerküre
üzerindeki sarsıntılarla henüz yok olmamış atmosfer makinelerini
söktüler; açları doyurup çıplakları giydirdiler, yeniden yapılanma için
kredi açtılar. Bizim için bu zaman, toplumun tüm yapılarının ve
geleneklerinin yok olduğu Büyük Yıkım olarak bilinir. Artık kendi
gezegenimizin hakimi olmayan bizler, yabancıların yardımını kabul
edip önlerinde zavallı bir şekilde eğilmiştik.
Yine de, hâlâ eskisi gibi bir ırk olduğumuzdan, ayağa kalkmayı
başardık. Gezegenimizin sermayesini israf etmiştik ve artık asla iflas
etmiş fakirlerden başka bir şey olamazdık, buna rağmen bu sefer daha
mütevazı bir şekilde Üçüncü Döngü’müze girdik. Eski günlerimizdeki
bilimsel tekniklerin bazılarına hâlâ sahiptik. Genelde başka ilkelere
göre çalışanları ise değiştirmek gerekti. Topluma düzen getirebilmek
için loncalar kuruldu: Egemenler, Efendiler, Tüccarlar ve diğerleri.
Anımsayıcılar geçmişten kurtarabildiklerini kurtarmak için ter
döktüler.
Kurtarıcılarımıza olan borcumuz inanılmaz boyuttaydı. İflas
ettiğimiz için bu borçları ödememizin bir yolu yoktu; borçlarımızın
affedilmesini, alacaklıların haklarından vazgeçmelerini umuyorduk.
Beklenmedik bir müdahale olduğunda görüşmeler de bu yönde
sürmekteydi. H362 sakinleri Dünya’dan alacaklıların oluşturduğu
komiteye masraflarını karşılamayı önerdi; karşılık olarak ise
Dünya’nın tüm mal varlığının ve haklarının H362’ye devredilmesi
koşulunu öne sürmüşlerdi.
Anlaşma yapıldı.
Anlaşma sonucu H362 artık kendini Dünyamızın sahibi olarak
görüyordu. Evrenin geri kalanına haklarını ileri bir tarihte alacakları
duyurusu yapıldı. Bu da mantıklıydı, çünkü H362 yıldızlararası
yolculuk yapacak teknolojiye hâlâ sahip değildi. Buna rağmen H362
iflastan sonra satın aldığı Dünya’nın mal varlığının yasal sahibi
olmuştu.
Herkes bunun, H362’nin, uzun zaman önce toplama ekibinin
verdiği zarara karşılık “Dünya’yı dev bir merkeze çevirme” tehdidini
gerçekleştirme şekli olduğunun farkındaydı.
Dünya’daki Üçüncü Döngü toplumu, halen korumakta olduğu
loncaların sert bir şekilde katmanlaşmasıyla oluşan bir düzen oturttu.
Dünyamız artık ne kadar ufak olursa olsun hiçbir tehlikeyi
küçümsemeyen, ağzı bir kere yanmış bir gezegen olduğundan
H362’nin tehdidi ciddiye alındı ve saldırganlar için gökyüzünü
tarayan İzleyiciler loncası kuruldu. Koruyucular ve diğerleri de
peşinden geldi. Özellikle kendi soylarını devam ettirebilen
Uçucuların, artık kendilerinden pek haber alınamayan ve Uçuculara
paralel bir lonca olan Yüzücülerin ve genetik özellikleri oldukça
hatalı, sorun çıkarmaya meyilli ve ne yapacakları belli olmayan
Değişkenler gibi birkaç farklı türün ortaya çıktığı Büyülü Yıllar
sırasında ufak tefek yollarla eski hayal gücümüzü tekrar gösterdik.
İzleyiciler izledi, Egemenler yönetti, Uçucular uçtu. Yıllar
boyunca Eyrop’ta ve Ais’de, Stralya’da, Afreek’de, Kayıp Kıtalar Usa-
Amrik ve Sud-Amrik’in kalıntıları olan adalarda hayat devam etti.
H362’nin yemini mitolojiye dönüştü, fakat yine de nöbette kaldık. Bu
arada evrenin diğer ucundaki düşmanlarımız güç topladı, bir
zamanlar İkinci Döngü’de sahip olduğumuz kudrete benzer bir
kudret edindiler. Akrabalarının merkezlerimizde tutsak edildiği
günleri asla unutmadılar.
Bir dehşet gecesinde geldiler bize. Artık efendilerimiz onlardı,
verdikleri sözü tuttular, haklarını aldılar.
Kendimi Anımsayıcıların topladığı bilgiler arasına gömdüğüm
sırada bütün bunları ve çok daha fazlasını öğrendim.
5

Bu arada Roum’un eski Prensi, yarı-sponsorumuz Anımsayıcı


Elegro’nun misafirperverliğini ahlaksızca kötüye kullanıyordu. Neler
olduğunun farkına varmalıydım, çünkü Prens’i tanıyor ve
yapabileceklerini Perris’deki herhangi birinin bilebileceğinden çok
daha iyi biliyordum; fakat arşivlerin arasında geçmişi öğrenmekle
meşguldüm. Ben İkinci Döngü’nün protoplazma dosyaları ve
rejenerasyon nodülleriyle, zaman rüzgarı pervaneleri ve fotonik akı
sabitleyicileriyle uğraşırken Prens Enric, Anımsayıcı Olmayne’i baştan
çıkarmaktaydı.
Çoğu baştan çıkarmalar gibi bunda da iradeler pek
zorlanmamıştı. Kocasına olan tavrı şefkatli fakat ezici olan Olmayne
şehvetli bir kadındı. Elegro’yu açık açık işe yaramaz biri, bir
beceriksiz olarak görüyordu; kibirinin ve sert çehresinin bile içindeki
hırs eksikliğini gizleyemediği Elegro ise kadının onu hor görmesinden
hoşnut gibi gözüküyordu. Nasıl bir evliliğe sahip olduklarını
eleştirmek bana düşmezdi, fakat açık seçik meydanda olan şuydu ki
daha güçlü olan kadındı ve yine açık seçik olarak beklentileri
karşılanmıyordu.
Peki, Olmayne loncasına alınmamız için bize niçin kefil
olmuştu?
Bunun nedeni tabii ki hırpani, yaşlı bir İzleyici için duyduğu
herhangi bir his olamazdı. O İzleyicinin yol arkadaşı olarak gelen,
garip şekilde güçlü bir sese sahip Hacı’yı daha yakından tanımak
isteği olmalıydı. Demek Olmayne Prens Enric’i ta en başından çekici
bulmuştu; tabii Prens’in de sunulan hediyeyi almak için pek bir
teşvike ihtiyacı yoktu.
Büyük ihtimalle biz Anımsayıcılar Evi’ne girdiğimiz andan
itibaren sevgiliydiler.
Ben kendi yoluma gittim, Elegro kendi yoluna, Olmayne ve
Prens Enric kendilerininkine, yaz sonbahara döndü, sonbahar kışa.
Kayıtları tutkulu bir sabırsızlıkla gün yüzüne çıkardım. Daha önce hiç
bu kadar büyük bir ilgi, bu kadar yoğun bir merak duyduğumu
hatırlamıyorum. Jorslem’e yapılan bir ziyaret olmadan gençleşmiştim.
Prens’i pek sık görmüyordum, gördüğümde ise karşılaşmalarımız
genelde sessizlik içinde kalıyordu; yaptıkları hakkında onu
sorgulamak bana düşmezdi, o da gönüllü olarak bana bilgi vermeye
pek niyetli değildi.
Kimi zaman önceki hayatım, bir yerden diğerine seyahatlerim ve
şimdi işgalcilerimizden birinin yanında olduğunu sandığım Uçucu
Avluela hakkında düşünüyordum. Sahte görüntüsünden kurtulan
Değişken Gormon H362’deki görüntüsüne büründüğüne göre şimdi
kendine ne isim takmıştı? Dünyakralı Dokuz? Okyanuslordu Beş?
İnsanüstü Üç? Ne olursa olsun Dünya’nın işgalinin başarısıyla gurur
duyuyor olmalıydı.
Kışın sonuna doğru Anımsayıcı Olmayne ile Roum’un Prensi
Enric arasındaki ilişkiyi öğrendim. Önce çırak bölümlerinde fısıltılı
dedikodular kulağıma erişti, sonra Elegro ve Olmayne etraftayken
diğer Anımsayıcıların yüzlerindeki gülümsemeleri fark ettim, en
sonunda da Prens ile Olmayne’in birbirlerine olan tavrı dikkatimi
çekti. Apaçık ortadaydı. Birbirlerinin ellerine dokunuşları, sarf
ettikleri anlamlı sözler... Bütün bunların başka nasıl bir anlamı
olabilirdi ki?
Anımsayıcılar arasında evlilik ciddi bir kurumdur. Uçucularda
olduğu gibi, insan eşiyle hayatı boyunca beraber olur, Olmayne’in
yapmakta olduğu gibi ihanet etmez. Diğer bir Anımsayıcı ile yapılan
evlilikte –ki bu da bir zorunluluk olmamasına rağmen, loncanın
âdetlerindendir–kurulan bağ daha da kutsal olur.
Gerçeği öğrendiğinde Elegro nasıl bir intikam alacaktı acaba?
Olay sonunda patladığında ben de tesadüfen orada
bulunuyordum. Her şey, baharın ilk günlerinde bir gece başladı.
Hafıza tanklarının derinliklerinde, kaydedildiğinden beri kimsenin
bakmaya tenezzül etmediği verileri araştırdığım uzun ve zorlu bir
çalışmaya girişmiştim; beynim imgelerle dolu bir şekilde, biraz hava
almak için Perris’in ışıltılı gecesinin içine daldım. Senn boyunca
yürüdüm; önüme, bana rüyalar aleminin sırlarını satmak isteyen bir
Uyurgörür çıktı. Dünyevi zevk mabedinin önünde bağlılığını sunan
bir Hacı gördüm. Üzerimden genç bir çift Uçucu geçti ve kendime
acıdım. Gaz maskesi ve mücevherli gömleği olan bir uzaylı tarafından
durduruldum; delik deşik kırmızı suratını benimkine yaklaştırıp
burnuma varsanılar üfledi. Uzun süre sonra tekrar Anımsayıcılar
Evi’ne dönmüştüm; iyi geceler dilemek üzere kefillerimin süitine
gittim.
Olmayne ve Elegro oradaydılar. Prens Enric de öyle. Olmayne
kısa bir el hareketiyle beni içeri davet etti, fakat bunun dışında pek
önemsemedi; diğerleri de öyle. Elegro o kadar gergin bir şekilde volta
atıyor, o kadar sert dönüşler yapıyordu ki yerdeki kilimin hassas
yaşam formları acı içinde kıvrılıp düzeliyorlardı. Elegro, “Bir Hacı!”
diye bağırdı. “Pislik bir Satıcı olsaydı ancak küçük düşürücü olurdu...
Fakat bir Hacı! Bu... canavarca!”
Prens Enric kollarını kavuşturmuş, hareketsizdi. Hac maskesinin
altında bir ifade yakalamanın olanağı yoktu, fakat tamamen sakin
görünüyordu.
Elegro, “Eşlenmenin kutsallığını bozduğunu inkar mı
ediyorsun?” dedi.
“Hiçbir şeyi inkar etmiyorum. Hiçbir şey öne sürmüyorum.”
Elegro hızla eşine dönüp, “Peki ya sen?” dedi. “Doğru söyle,
Olmayne! Hayatında bir kez doğruyu söyle! Sen ve bu Hacı hakkında
anlatılan hikayeler için ne diyorsun?”
Olmayne tatlı tatlı, “Ben hiçbir hikaye duymadım,” dedi.
“Yatağını paylaştığıyla ilgili! Beraber tattığınız iksirle ilgili!
Beraber zevkin doruklarına çıktığınızla ilgili!”
Olmayne’in gülümsemesi yerli yerindeydi. Geniş yüzü sakin
görünüyordu. Her zamankinden daha güzeldi sanki.
Elegro şalının kenarlarını ızdırap içinde çekiştirdi. Sakallı sert
yüzü öfke ve gazap içinde kararmıştı. Eli gömleğinin içine girdi, bir
görüntü kapsülünün parlak minik boncuğuyla beraber çıktı; elindeki
kapsülü suçlu çifte doğru uzattı.
“Nefesimi neden tüketeyim ki?” diye sordu. “Her şey burada.
Fotonik akıda kayıtlı. Gözaltındaydınız. Herhangi biriniz, üstelik de
burada, birşeyleri gizleyebileceğinizi mi zannettiniz? Sen, Olmayne,
bir Anımsayıcı, nasıl böyle bir şey düşünürsün?”
Olmayne kapsüle sanki kurulu bir saatli bombaymışcasına
uzaktan baktı. Tatsızca, “Bizi takip ettirmek tam da sana göre Elegro.”
dedi. “Zevkin doruklarına ulaşırken bizi izlemekten haz mı aldın?”
Adam, “Hayvan!” diye bağırdı.
Kapsülü tekrar cebine attıktan sonra hareketsiz duran Prens’e
doğru yürüdü. Elegro’nun yüzü haklı bir öfkeyle kızarmıştı.
Prens’den bir kol boyu mesafede durup, soğuk bir sesle, “Bu
saygısızlığının cezasını en ağır şekilde çekeceksin. Hacı cüppen
alınacak ve canavarlar için ayrılmış olan seviyeye indirileceksin. İrade
belanı versin!” dedi.
Prens Enric, “Diline hakim ol,” diye cevapladı.
Elegro artık köpürmüştü, “Dilime hakim mi olayım? Sen kimsin
ki benimle bu şekilde konuşuyorsun? Evinde barındığı adamın
karısına sulanan –kutsallığı iki kez çiğneyen– aynı anda hem
dindarlık taslayan hem de yalanlar kusan bir Hacı?” Soğukluğundan
eser kalmamıştı. Hakim olamadığı öfkesi yüzünden boş laflar
savurarak içindeki zayıflığı gözler önüne seriyordu. Biz üçümüz de
üzerimize gelen kelime seli karşısında donakalmıştık; en sonunda
Anımsayıcı kendi öfkesine artık iyice kapılıp Prens’i omuzlarından
yakalayarak kuvvetle sarsmaya başladığında kendimize geldik.
Enric, “Pislik!” diye gürledi. “Sen bana dokunmaya cüret
edemezsin!”
Anımsayıcıyı göğsüne dayadığı yumruklarıyla iterek odanın
diğer köşesine fırlattı. Elegro çözelti tezgahına çarparak bir dolu sulu
kalıntıyı devirdi; ışıldayan bir sıvı barındıran üç şişenin içindekiler
yerlere saçıldı, kilim buna karşılık acı içinde bir çığlık attı. Nefesi
kesilen Elegro sersemlemişti, bir elini göğsüne götürdü ve yardım
ararcasına bakındı.
Elegro, hırıltıyla, “Fiziksel saldırı,” diye yanıt verdi. “Utanç
verici bir suç!”
Olmayne, kocasına hatırlattı, “İlk saldırıyı sen yaptın.”
Titreyen parmağını Prens’e doğrultan Elegro, “Bu bağışlanamaz,
Hacı!” dedi.
Enric, “Artık bana Hacı deyip durma,” dedi. Elleri maskesinin
ızgarasına doğru gitti. Olmayne, bir çığlık atarak onu engellemeye
çalıştı; fakat Prens’in öfkesi sınır tanımadı. Maskeyi yere fırlattı; gri
mekanik göz yuvarlakları hiddetini saklıyordu, bir atmacayı andıran,
sert yüzü korkunç bir şekilde meydandaydı. Gökgürültüsü gibi bir
sesle, “Ben Roum Prensi’yim,” diye duyurdu. “Diz çök ve önümde
eğil! Diz çök ve önümde eğil! Üç secde ve beş baş eğiş; acele et
Anımsayıcı!”
Elegro bir anda çökmüş gibi göründü. İnanmaz gözlerle baktı,
omuzları düştü ve birden karısını baştan çıkaran adamın önünde
hürmet merasimini otomatik bir şekilde yerine getirdi. Roum’un
düşüşünden beri Prens önceki statüsünü ilk kez kullanmıştı ve
bundan aldığı zevk mahvolmuş yüzünden, hatta boş gözlerinin
gururla parlıyor gibi görünmesinden açık seçik belli oluyordu.
Prens emretti, “Dışarı! Bizi yalnız bırak!”
Elegro arkasına bakmadan kaçtı.
Sersemlemiş, hayretler içinde bakakalmıştım. Prens başını
nazikçe bana doğru eğdi. “Eski dostum, lütfedip bizi biraz yalnız
bırakabilir misin acaba?”
6

Zayıf bir insan beklenmedik bir saldırıyla bozguna uğratılabilir,


fakat daha sonra durur, düşünür ve planlar kurar. Anımsayıcı Elegro
için de durum aynen böyle gelişmişti. Roum Prensi’nin maskesinin
düşmesiyle süitinden kovulan adam, bir kez Prens’in dehşetli
varlığından kurtulduktan sonra sakinleşmiş ve dalavereler
planlamaya başlamıştı. Aynı gecenin ilerleyen saatlerinde kendi uyku
bölmeme yatmış ve bir uyku ilacı alıp almamayı düşünürken Elegro
beni binanın alt katlarındaki kendi araştırma hücresine çağırtmıştı.
Loncasına ait çeşitli alet edevatın arasında oturuyordu:
makaralar ve çıkrıklar, veri tabakaları, kapsüller, başlıklar, birbirlerine
seri bağlanmış bir kurukafalar dörtlüsü, bir dizi ekran, helezon
şeklinde bir süs, kısacası, bilgi toplayıcıların tüm sembolleri. Elinde
bulut dünyalarından birinden gelmiş, gerginliği insanın ruhundan
çektikçe içi bulutlanan stres emici bir kristal vardı. Sanki onu
korkudan altına yaparken gören ben değilmişim gibi sert ve otoriter
bir hava takınmıştı.
“Perris’e geldiğinizde bu adamın gerçek kimliğini biliyor
muydun?” diye sordu.
“Evet.”
“Bundan hiç bahsetmedin.”
“Hiç sorulmadı.”
“Bilmeden bir Egemen’e yataklık etmemize neden olarak
hepimizi ne gibi bir tehlikeye attığının farkında mısın?”
“Bizler Dünyalıyız,” dedim. “Hepimiz Egemenlerin hükmü
altında değil miyiz?”
“Fetihten sonra hayır. İşgalcilerin emirlerine göre eski
hükümetler dağıtıldı ve liderler görüldükleri yerde tutuklanacaklar.”
“Böyle bir emre tabii ki karşı gelmeliyiz!”
Anımsayıcı Elegro kuşku dolu bakışlarla beni süzdü. “Bir
Anımsayıcının işi politikayla mı uğraşmaktır? Tomis, biz görevde olan
hükümete bağlıyız, hangisi ya da her nasıl göreve gelmiş olursa olsun.
Burada direniş örgütlenmesi yapmıyoruz.”
“Anlıyorum.”
“İşte bu yüzden bir an önce bu tehlikeli kaçaktan kurtulmalıyız.
Tomis, karargahlarına gidip İnsanyönetici Yedi’ye Roum Prensi’ni
yakaladığımızı ve alınması için burada tutacağımızı söylemelisin.”
Şaşkınlık içinde, “Ben mi gitmeliyim?” dedim. “Gecenin
köründe neden yaşlı bir adamı haberci olarak gönderiyorsunuz ki?
Sıradan bir düşünce başlığı iletimi yeterli olacaktır!”
“Çok riskli. Düşünce başlığıyla yapılan iletişimi yabancılar
izleyebilir. Bu olayın yayılması loncamız için iyi olmaz. Kişisel olarak
iletilmesi gerek.”
“Ama bunun için önemsiz bir çırağı seçmeniz... garip geldi.”
Elegro, “Şu anda bunu yalnızca biz ikimiz biliyoruz,” dedi. “Ben
gitmeyeceğim. Bu yüzden sen gitmelisin.”
“Kim olduğumu bile bilmiyorlar; bu durumda İnsanyönetici
Yedi’yle görüşmem imkansız.”
“Yardımcılarına Roum Prensi’nin yakalanmasıyla ilgili bilgi
getirdiğini söyle. O zaman kulak verilir.”
“Sizin isminizi de verecek miyim?”
“Gerekirse. Prens’in bana ait olan kısımda karımın yardımıyla
tutulduğunu söylersin.”
Az kalsın buna gülmekten kendimi alamayacaktım. Fakat onu
boynuzlayan adamı ihbar etmeye bile bizzat gitmeyen korkak
Anımsayıcı karşısında kendimi tuttum.
“En sonunda,” dedim, “Prens ne yaptığımızı mutlaka fark
edecektir. Bu kadar uzun bir süre yol arkadaşım olan birine ihanet
etmemi istemeniz yanlış değil mi?”
“Bunun ihanetle bir ilgisi yok. Hükümete olan yükümlülükle
ilgili.”
“Bu hükümete herhangi bir yükümlülük duymuyorum. Ben
kendimi Egemenler loncasına bağlı hissediyorum. Bu yüzden zor
zamanında Roum Prensi’ne yardım etmiştim.”
Elegro, “Bu yüzden,” dedi, “senin hayatın da tehlikede olabilir.
Tek kurtuluşun hatanı kabul edip tutuklanmasına yardım etmen.
Şimdi git.”
Uzun ve sabırlı hayatım boyunca daha önce kimseden o an
Anımsayıcı Elegro’dan ettiğim kadar şiddetle nefret etmemiştim.
Öte yandan hiçbirisi de hoş olmayan çok az seçeneğim vardı.
Elegro düşmanının cezalandırılmasını istiyordu, ama onu kendisi
ihbar edecek cesarete sahip değildi; bu yüzden koruyup kolladığım,
kendimi sorumlu hissettiğim birini işgalci otoritelere benim teslim
etmem gerekiyordu. Eğer reddedersem, Prens’in Roum’dan
kaçmasına yardım ettiğim gerekçesiyle cezalandırılmam için beni
kendi elleriyle işgalcilere teslim edebilir, ya da loncanın iç
mekanizmalarını kullanarak benden intikam alabilirdi. Diğer yandan,
Elegro’ya itaat etmem halinde vicdanım beni sonsuza kadar rahat
bırakmaz, ayrıca Egemenlerin tekrar başa geçmesi gibi bir durum söz
konusu olursa cevap vermem gereken çok fazla şey çıkardı.
Böyle ihtimalleri değerlendirirken Anımsayıcı Elegro’nun
sadakatsiz karısına ve onun zayıf kocasına lanetler okudum.
Bocalıyordum. Doğrusu Elegro’nun ikna yeteneği epey
güçlüydü; beni gizli dosyalara izinsiz girmek ve tehlikeli bir kaçağın
lonca çevresine sokulması gibi suçlamalarla tehdit ediyordu. Beni
bilgi havuzundan sonsuza kadar koparabilirdi. Nadiren öc almaktan
bahsediyordu.
Sonunda işgalcilerin karargahına gidip istediğini yapacağımı
söyledim. O âna kadar kafamda Elegro’nun beni etmeye zorladığı
ihanetin etkisini –umarım– ters çevirecek başka bir ihanet
tasarlamıştım.
Binadan ayrıldığımda şafak yaklaşmıştı. Hava tatlı ve
yumuşaktı, Perris’in sokakları üzerinde hafif bir sis örtüsü vardı.
Aylardan hiçbiri görünürde değildi. Kendi kendime yaşlı bir
Anımsayıcıya kimsenin zarar vermeyeceğini tekrar etmeme rağmen
ıssız sokaklarda kendimi rahatsız hissediyordum; sadece küçük bir
bıçağım vardı ve haydutlardan korkuyordum.
Yolum yaya rampalarından birinin üzerinden geçiyordu. Dik
yokuşu tırmanırken epey zorlandım, fakat doğru kata eriştiğimde
artık sık aralıklarla devriye noktaları ve gece gezinen başkaları da
olduğu için daha güvendeydim. Giysisinin Altından uzaylı hatları
fark edilen, beyaz saten kumaştan bir şey giymiş hayalet benzeri bir
şekil gördüm: reankarnasyonun âdetten olduğu, hiç kimsenin kendi
vücudu içinde olmadığı Boğa gezegeninin hayaletimsi bir sakini. Bir
Kuğu gezegeninden üç dişi bana kıkırdayarak çiftleşme zamanlarının
geldiğini, onların türlerinin erkeklerinden görüp görmediğimi sordu.
Beni gözleriyle tartıp soyulmaya değer bir şeyim olmadığına karar
verirlerken alacalı gerdanları sallanan ve parlak derileri tehlike
işaretleri gibi parıldayan bir çift Değişkenin yanından geçtim.
En sonunda Perris Valisi’nin bulunduğu güdük sekizgen binaya
ulaştım.
Binanın korunması ancak vasattı. İşgalciler onlara bir karşı
saldırı düzenleyemeyeceğimizden oldukça emindi, büyük ihtimalle
bu konuda haklıydılar; bir gecede ele geçirilebilen bir gezegenden
daha sonra da önemli sayılabilecek bir direnç göstermesi
beklenemezdi. Binanın çevresinde koruyucu bir tarayıcının soluk
ışıltısı seçilebiliyordu. Havada ozon kokusu vardı. Yolun karşısındaki
geniş meydanda Tüccarlar sabahki pazar için mallarını hazırlıyor;
iriyarı Uşaklar baharat varilleri boşaltıyor; sıra sıra Nötraller kara
sosis yığınlarını taşıyordu. Tarayıcı ışının altından geçtim ve bir
İşgalci beni durdurdu.
İnsanyönetici Yedi için acil haberlerim olduğundan bahsettim ve
inanılmayacak kadar kısa süren formalitelerden sonra Vali’nin
huzuruna çıkartıldım.
İşgalci, ofisini basit ama iyi bir şekilde dekore etmişti. Tamamen
Dünya yapımı objeler kullanılmıştı; Afreek dokuması bir perde,
tarihöncesi Agupt’tan beyaz mermer bir çift çömlek, eski Roum
yapımı mermer bir heykel, boynunu eğmiş birçok çiçeğin durduğu
koyu renk bir Talya vazosu. Duyduğuma göre işgalciler daha çok gece
saatlerinde çalışıyorlarmış; bu yüzden, ben girdiğimde de birkaç tane
mesaj küpüyle meşgul olması beni şaşırtmamıştı. Kısa bir süre sonra
başını kaldırdı ve “Ne var, yaşlı adam? Kaçak bir Egemenle ilgili bu
fasa fiso da nedir?” diye sordu.
“Roum Prensi,” dedim. “Yerini biliyorum.”
Bir anda soğuk gözleri ilgiyle parladı. Çok parmaklı elini,
üzerinde loncalarımızın, Taşıyıcıların, Anımsayıcıların, Koruyucular
ve Şaklabanlarla birlikte pek çok diğer loncanın ambleminin durduğu
masanın üzerinde gezdirdi. “Devam et,” dedi.
“Prens, şu anda şehirde. Belli bir yerde bulunuyor ve kaçma
şansı yok.”
“Sen de yerini bana söylemek için geldin öyle mi?”
“Hayır,” dedim. “Özgürlüğünü satın almak için.”
İnsanyönetici Yedi’nin aklı karışmış görünüyordu. “Zaman
zaman insanlar beni şaşırtıyor. Bu kaçak Egemeni yakaladığını
söylüyorsun, ben de bize satmak istediğini varsayıyorum; fakat sen
onu satın almak istediğini söylüyorsun. Neden bize geldin ki? Bu bir
şaka falan mı?”
“Açıklama yapmama izin verecek misiniz?”
Ben Roum’dan buraya kör Prens ile yaptığım yolculuğu,
Anımsayıcılar Evi’ne varışımızı, Prens’in Olmayne’i ayartışını ve
Elegro’nun intikam için içinde tüten zavallı ateşi anlatırken o ayna
gibi parlayan masasının üzerine tünemiş halde beni dinledi.
İşgalcilere zorlama altında geldiğimi, Prens’e ihanet etmek gibi bir
niyetimin aslında olmadığını da açık seçik belirttim. Sonra, “Sizin tüm
Egemenlerin cezalandırılması için bir kanun çıkardığınızın
farkındayım. Öte yandan o, özgürlüğü için zaten yüksek bir bedel
ödedi. Anımsayıcılara Roum Prensi’nin affedildiğini belirtmenizi ve
onun bir Hacı olarak Jorslem’e gitmesine izin vermenizi istiyorum.
Böylece Elegro onun üzerindeki gücünü kaybedecektir.”
İnsanyönetici Yedi, “Prens’in affedilmesine karşılık,” dedi, “bize
ne öneriyorsun?”
“Anımsayıcıların hafıza bankalarında bir araştırma yaptım.”
“...ve?”
“İnsanlarınızın aradığı şeyi buldum.”
İnsanyönetici Yedi beni dikkatle inceledi. “Bizim ne aradığımız
konusunda nasıl bir fikre sahip olabilirsin ki?”
Sessizce, “Anımsayıcılar Evi’nin en ücra köşesinde,” dedim,
“atalarınızın Dünya üzerinde tutsakken yaşadıkları merkezin bir
kaydı var. Çektikleri acılar detaylı bir şekilde görünüyor. H362
tarafından Dünya’nın işgalinin haklı çıkarılması için mükemmel bir
kanıt.”
“İmkansız! Böyle bir belge yok!”
İşgalcinin tepkisinin yoğunluğu doğru noktaya parmak
bastığımı gösteriyordu.
Devam etti: “Dosyalarınızı ayrıntılı bir şekilde inceledik.
Merkezlerdeki yaşamı gösteren sadece bir kayıt var, o da bizim
insanlarımızı göstermiyor. Büyük ihtimalle Çapa dünyalarından,
insansı olmayan, piramit şeklide canlıları gösteriyor.”
“Onu ben de gördüm,” dedim. “Başkaları da var. Geçmişte
yaptığımız adaletsizlikleri görme açlığımla saatlerce yaptığım
araştırmalar sırasında rastladım.”
“Listeler...”
“... Bazen eksik olabiliyor. Bu kayda kazara rastladım. Orada
olduğundan anımsayıcıların bile haberi yok. Yerini size
söyleyebilirim... yalnız, Roum Prensi’ni rahat bırakmanız koşuluyla.”
Vali bir an için sessizliğe gömüldü. Uzunca bir sürenin ardından,
“Beni şaşırtıyorsun.” dedi. Bir alçak mı, yoksa erdemlerin en
yükseğine sahip olan bir adam mı olduğunu anlayamadım.”
“Gerçek sadakatin ne olduğunu biliyorum.”
“Öte yandan loncanın sırlarına ihanet etmen...”
“Ben bir Anımsayıcı değil, sadece eskiden İzleyici olan bir
çırağım. Boynuzlanmış bir salağın isteği üzerine Prens’e zarar
vermenize izin veremem. Prens şimdi onun ellerinde, onu
kurtarabilecek bir tek siz varsınız. Bu yüzden size bu belgeyi sunmam
gerekiyor.”
“Anımsayıcıların bizim elimize geçmemesi için listelerinden
dikkatle sildikleri belgeyi.”
“Anımsayıcıların dikkatsizlik sonucu kaybedip unuttukları
belgeyi.”
İnsanyönetici Yedi, “Bundan kuşkuluyum,” dedi.
“Anımsayıcılar dikkatsiz bir grup değildir. O kaydı gizlediler; bize
teslim ederek Dünyana ihanet etmiyor musun? Nefret edilen
düşmanın işbirlikçisi olmuyor musun?”
Omuz silktim. “Ben Roum Prensi’ni özgür bırakmaya
çalışıyorum. Bunun dışındaki herhangi bir şey benim için önemli
değil. Bağışlanma karşılığında belgenin yeri sizindir.”
İşgalcinin yüzünde gülümseme olabilecek bir mimik belirdi.
“Eski Egemenler loncası üyelerinin ortalıkta dolaşması bizim
çıkarlarımıza pek uymuyor. Sizin durumunuz da şu anda belirsiz,
anlıyorsunuz, değil mi? Belgenin yerini sizden zorla alabilirim...
üstelik prens de elimde olur.”
“Bunu yapabilirsiniz,” dedim. “Bu riski göze alıyorum. Sadece
tarihi bir suçun cezasını vermek için gelen insanlardan temel bir
miktar onur bekliyorum. Sizin ellerinizdeyim, belgenin yeri de
almanız için aklımda duruyor.”
İşgalci bu sefer kesinlikle keyifle güldü.
“Bir dakika,” dedi. Sarı bir iletişim cihazına kendi dilinde
birşeyler söyledi ve kısa bir süre sonra onun ırkından bir başkası ofise
girdi. Benimle birlikte dolaşırken üzerindeki süslü püslü maskesini
giymemiş olsa bile sözde Değişken Gormon’u hemen tanıdım. Irkının
ikircikli gülümseyişini sundu ve “Seni selamlarım, İzleyici,” dedi.
“Ben de seni, Gormon.”
“Benim ismim artık Zaferbenim Onüç.”
“Ben de artık Anımsayıcılardan Tomis’im,” dedim.
İnsanyönetici Yedi, “İkiniz ne zaman böyle dost oldunuz?” diye
sordu.
Zaferbenim Onüç, “Fetih sırasında,” dedi. “İleri keşif görevimi
yaparken Talya’da bu adamla karşılaştım ve onunla birlikte Roum’a
gittim. Aslında dost sayılmazdık, daha çok yol arkadaşıydık.”
Birden ürperdim. “Uçucu Avluela nerede?”
Geçiştirircesine, “Sanırım Pars’da,” dedi. “Hind’e, insanlarının
arasına dönmekten bahsediyordu.”
“Demek onu kısa bir süre için sevdin?”
İşgalci, “Sevgiliden çok yol arkadaşıydık,” dedi. “Bizim için
geçici bir şeydi.”
“Belki senin için,” dedim.
“Bizim için.”
“Bir adamın gözlerini bu geçici şey için mi çaldın?”
Bir zamanlar Gormon olan, omuz silkti. “Bunu gururlu bir
yaratığa gurur hakkında bir ders vermek için yaptım.”
“Zamanında nedeninin kıskançlık olduğunu söylemiştin,” diye
hatırlattım. “Aşk ile hareket ettiğini ileri sürüyordun.”
Zaferbenim Onüç’ün bana ilgisi azalmış gibiydi. İnsanyönetici
Yedi’ye döndü ve “Bu adam neden burada? Beni neden çağırttınız?”
diye sordu.
İnsanyönetici Yedi, “Roum Prensi şu anda Perris’de,” dedi.
Zaferbenim Onüç birden şaşırmıştı.
İnsanyönetici Yedi devam etti: “Şu anda kendisi Anımsayıcıların
bir tutsağı. Bu adam garip bir pazarlık yapmak istiyor. Sen Prens’i
hepimizden iyi tanıyorsun, bu yüzden senin fikrini almak istiyorum.”
Vali durumu kısaca özetledi. Bir zamanlar Gormon olan şahıs,
düşünceli bir şekilde, hiçbir şey söylemeden dinledi. Sonunda
İnsanyönetici Yedi, “Şimdi sorunumuz şu: Hakları elinden alınmış bir
Egemeni affetmeli miyiz?”
Zaferbenim Onüç, “O kör,” dedi. “Gücünü kaybetmiş.
Takipçileri dağınık. Hâlâ savaşma ruhunu koruyor olabilir, fakat
bizim için bir tehlike oluşturmuyor. Bence anlaşmayı kabul edelim.”
İnsanyönetici Yedi, “Bir Egemenin tutuklanmadan muaf
tutulmasının çıkaracağı idari birtakım problemler olacaktır,” diye
belirtti. “Yine de kabul ediyorum. Anlaşmanın şartlarını onaylıyoruz.”
Bana döndü ve, “Şimdi, istediğimiz belgenin yerini söyle.”
Sakin bir ses tonuyla, “Önce Roum Prensi’nin serbest kalmasını
ayarlayın,” dedim.
İki işgalci de durumdan eğleniyor gibiydiler. İnsanyönetici Yedi,
“Yeterince makul,” dedi. “Yalnız bir sorun daha var: Sözünü
tutacağını nereden bilebiliriz? Bizim Prensi serbest bırakmakla meşgul
olduğumuz önümüzdeki bir saat boyunca başına bir şey gelebilir.”
Zaferbenim Onüç söze karıştı: “Bir öneri,” dedi. “Bu, karşılıklı
güven meselesi olmaktan çok bir zamanlama meselesi. Tomis, neden
belgenin yerini altı saatlik bir erteleme küpüne kaydetmiyorsun?
Önümüzdeki altı saat içinde –başka herhangi biri değil– sadece Roum
Prensi’nin emri doğrultusunda içindeki bilgiyi vermesi için
ayarlayabiliriz. Bu zamana kadar Prens’i bulup serbest
bırakamamışsak küp kendi kendini imha eder. Prens’i serbest
bırakmayı başarırsak bu arada sana bir şey olmuş olsa dahi bize
bilgiyi verecektir.”
“Tüm olasılıkları düşünüyorsunuz,” dedim.
İnsanyönetici Yedi, “Anlaştık mı?” diye sordu.
“Evet,” dedim, “anlaştık.”
Bana bir küp getirdiler ve beni bir gizlilik perdesi altına
yerleştirdiler, böylece küpün parlak yüzeyine bulduğum belgenin raf
numarasını ve gerekli denklemleri yazdım. Bir an sonra, küp tersyüz
oldu ve sahip olduğu bilgi, derinliklerinde kayboldu. Küpü onlara
verdim.
İşte böylece şehvet düşkünü kör bir Prens’e sadakatim
yüzünden Dünyalı mirasıma ihanet edip işgalcilerimize yardım etmiş
oldum.
7

Bu arada şafak sökmüştü. Anımsayıcılar Evi’ne giderken


İşgalcilere eşlik etmedim; bunu takip edecek ince işlere gözcülük
etmek benim derdim değildi, ayrıca başka bir yerde olmayı tercih
ederdim. Yağmur inceden çiselemeye başlarken iç karartıcı
sokaklardan geçip kasvetli Senn Nehri’nin kıyısından yürüdüm.
Yüzeyi yağmur damlalarınca bozulmuş olan yaşlı nehir, insanlığın
kendi başına sardığı sorunlardan başka sorunun olmadığı bir çağdan,
sayısız binyılları birbirine bağlayan köprülerin, Birinci Döngü’den
kalma tarihi binaların arasından akıp gidiyordu. Sabahın ilk ışıkları
şehri aydınlattı. İçimden sökemediğim eski bir refleksle İzleyişimi
yapmak için aletlerimi arandım, ama bunun artık geçmişte kaldığını
kendime tekrar hatırlatmam gerekti. İzleyiciler dağıtılmış, düşman
gelmiş, eski Wuelling, şimdiki Anımsayıcılardan Tomis kendini
insanlığın düşmanlarına satmıştı.
Tarihöncesi Hristanlarının çift çan kuleli kutsal evlerinden
birinin gölgesinde ayaklarımın beni Uyurgörürlerden birinin
barakasına sürüklemesine izin verdim. Çok sık irtibat kurduğum bir
lonca değildi, ne de olsa çağımız şarlatanların sık görüldüğü bir çağdı
ve ben de şarlatanlara karşı kendime göre temkinli olmuşumdur.
Uyurgörür, trans altındayken olmuş olanı, olanları ve olacakları
gördüğünü iddia eder. Günde üç kez transa giren bir İzleyici olarak
ben de bu konuda bir iki şey bilirim; fakat işine saygı duyan hiçbir
İzleyici, Uyurgörürler gibi altıncı hissin çıkar amaçlı kullanılmasını
doğru karşılamaz.
Öte yandan, Anımsayıcılarla birlikteyken, eski zamanların su
yüzüne çıkarılmasında Uyurgörürlere sık sık danışıldığını ve
Anımsayıcılara epey yardım ettiklerini şaşırarak öğrenmiştim.
Kuşkularımın tamamı hâlâ yok olmamış olsa bile, öğrenmeye
hazırdım. Ayrıca o anda Anımsayıcılar Evi’nin üzerinde çıkmakta
olan fırtına yüzünden sığınacak bir yerlere ihtiyacım vardı.
Ben alçak tavanlı barakaya girerken siyah kıyafetler içindeki
zarif ve ince bir şekil önümde abartılı bir şekilde eğilerek beni içeri
buyur etti.
Yüksek tınılı bir sesle, “Ben, Uyurgörürlerden Samit,” dedi.
“Size iyi niyetlerimi ve nezaketimi sunuyorum. Yoldaşım Murta ile de
tanışın.”
Uyurgörür Murta dantelli elbiseler giymiş, gürbüz bir kadındı.
Yüzü oldukça etliydi, gözlerinin etrafında siyah halkalar,
üstdudağında ise hafif bir bıyık vardı. Uyurgörürler mesleklerini iki
kişilik takımlar halinde icra ederlerdi; biri çığırtkanlık yapar, diğeri ise
işin asıl kısmını üstlenirdi; çoğu takım bunlar gibi karıkoca olurdu. Et
yığını Murta ile ufak tefek Samit’in birleşmeleri gözümün önüne
geldiğinde içim kalktı, fakat bu beni hiç ilgilendirmezdi. Samit’in
gösterdiği yere oturdum. Hemen yakındaki masanın üzerinde çeşitli
renklerde yiyecek tabletleri gördüm, ailenin kahvaltısını bölmüştüm.
Derin bir transta olan Murta hantal adımlarla odayı dolaşıyor, arada
sırada mobilyalardan birine yumuşak bir şekilde sürtünüyordu.
Söylenene göre bazı Uyurgörürler günde sadece bir iki saat, o da
yemek yiyip toksinlerini boşaltmak için uyanık kalıyorlarmış; hatta
görünüşe göre bazıları sürekli uyuyor, ihtiyaçları yardımcılar
tarafından karşılanıyormuş.
Uyurgörürlerden Samit’in artık ayinselleşmiş kelime gruplarını
ateşli bir şekilde arka arkaya dizerek yaptığı reklam konuşmasına pek
kulak asmadım. Bu tür konuşmalar cahillerin ilgisini çekmek için
yapılıyordu; ne de olsa Uyurgörürlerin müşterilerini daha çok Uşaklar
ve Şaklabanlar gibi adi sınıflar oluşturuyordu. Uzun süre sonra,
benim sabırsızlığımı hissetmiş olacak ki, Uyurgörür Murta’nın
yeteneklerini saymayı bıraktı ve bilmek istediğim şeyi sordu.
“Eminim Uyurgörür bunu zaten biliyordur,” dedim.
“Genel bir çözümleme mi istiyorsunuz?”
“Etrafımdakilerin kaderlerini bilmek istiyorum. Uyurgörürün
özellikle de konsantrasyonunu şu anda Anımsayıcılar Evi’nde olan
bitenlere yönlendirmesini diliyorum.”
Samit uzun tırnaklarını cilalı masaya sürttü ve mal gibi
durmakta olan Murta’ya ters bir bakış fırlattı. “Gerçekle bağlantı
halinde misin?” diye sordu.
Cevap kadının titrek etlerinin bağrından kopup gelen bir uzun,
ince bir iç çekiş oldu.
Adam, “Ne görüyorsun?” diye sordu.
Kadın anlaşılmaz mırıltılar çıkarmaya başladı. Uyurgörürler
insanlığın geri kalanı tarafından kullanılmayan bir dille konuşurlar;
kimilerinin tarihöncesi çağlarda Agupt’ta konuşulan dilden geldiğini
öne sürdükleri, gergin seslerin bir araya gelmesinden oluşan kaba bir
dildir. Bu dil hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bana bölük pörçük,
bağlantısız, herhangi bir anlam ifade etmesi imkansız sesler gibi
geliyordu. Samit bir süre dinledi, sonra başını onaylar bir şekilde
sallayıp elini bana uzattı.
“Bayağı bir şey var,” dedi.
Ücreti konuştuk ve kısa bir pazarlık yapıp sonunda bir fiyatta
anlaştık. “Devam et,” dedim, “gerçeği yorumla.”
Dikkatle konuşmaya başladı, “Dünya dışı varlıklar söz konusu,
ayrıca Anımsayıcılar loncasının birkaç üyesi.” Ben sessizdim, hiçbir
ipucu vermiyordum. “Karışık bir tartışma içindeler. Gözleri olmayan
bir adam tartışmanın ana konusu.”
Aniden doğruldum.
Samit zafer içinde gülümsedi. “Gözleri olmayan adam yüceliğini
kaybetmiş. İşgalciler tarafından ezilmiş Dünya gibi diyebilir miyiz?
Ona ayrılan zamanın sonuna ulaşmış. Eski gücünü tekrar kazanmak
istiyor, fakat bunun imkansız olduğunu biliyor. Anımsayıcılardan
birinin yeminini bozmasına neden olmuş. Lonca evine birkaç tane
işgalci gelmiş. Onu cezalandırmak için mi? Hayır. Hayır. Onu
esaretten kurtarmak için. Devam edeyim mi?”
“Evet!”
“Yaptığınız ödeme ancak bunu karşılıyor.”
Kaşlarımı çattım. Buna zor kullanmak denirdi; öte yandan
Uyurgörür gerçeği açık seçik görmüştü. Bilmediğim herhangi bir şey
öğrenmemiştim, fakat bu, daha fazlasını öğrenebileceğim anlamına
geliyordu. Ücreti artırdım.
Samit avucunu paralarımın üzerine kapadı ve tekrar Murta’ya
danıştı. Kadın uzun süren rahatsız bir konuşma yaptı, birkaç kez
kendi etrafında dönüp karyolaya sertçe çarptı.
Samit, “Gözleri olmayan adam, başka bir adamla karısının
arasına girmiş. Koca, adamın cezalandırılmasını istiyor, dünya
dışından olanlar buna engel olacak. Dünya dışı olanlar gizli gerçekler
arıyorlar, aradıklarını bir hainin yardımıyla bulacaklar. Gözleri
olmayan adam güç ve özgürlük arıyor, huzur bulacak. Adamın
kirlenmiş karısı eğlence arıyor, dert bulacak.”
Olan derin sessizlikte, “Ya ben?” dedim. “Benim hakkımda
hiçbir şey söylemediniz.”
“Yakında Perris’den ayrılacaksın; geldiğin şekilde. Yalnız
olmayacaksın. Şu anki loncana ait olmayacaksın.”
“Nereye gidiyor olacağım?”
“Bunu bizim kadar sen de biliyorsun, neden paranı bunu
söylememiz için harcıyorsun ki?”
Tekrar sessizliğe büründü.
“Jorslem’e giderken başıma gelecekleri söyleyin,” dedim.
“Böyle bir bilgiye paran yetmez. Gelecek daha pahalıya çıkar. Şu
âna kadar öğrendiklerinle idare etmeni öneririm.”
“Daha önce söylenenler hakkında sorularım var.”
“Nasıl bir ücret ödenirse ödensin anlatılanlara açıklık
getiremeyiz.”
Gülümsedi. Beni hor gördüğünü hissettim. Hâlâ odada
homurdanarak dolaşan Uyurgörür Murta inleyip geğirdi. Bağlantı
kurmuş olduğu güçlerden yeni bilgiler gelmiş gibi görünüyordu;
sızlandı, titredi ve hafif bir kıkırdama sesi çıkardı. Samit kendi
dillerinde birşeyler söyledi. Kadın uzun uzun cevap verdi. Adam, “Bu
bedava,” dedi. “Son bir bilgi: Hayatın tehlikede değil, fakat ruhun
öyle. İrade ile en kısa zamanda barışsan iyi edersin. Ahlaki değerlerini
tekrar belirle. Gerçek sadakatinin bağlı olması gereken yeri hatırla. İyi
niyetli günahların için bağışlanmayı dile. Bundan başka bir şey
söyleyemem.”
Bununla beraber, Murta silkindi ve görünüşe göre uyandı.
Transtan çıkmasıyla beraber yüzü ve vücudundaki yağ kütleleri
sarsıntılarla çalkalandı. Gözleri açıldı, fakat ancak beyazları
görünüyordu, korkunçtu. Kalın dudakları aralandı ve çürümüş dişleri
ortaya çıktı. Samit minik ellerini sallayarak beni dışarı attı. Kasvetli,
yağmurla sırılsıklam olmuş bir sabahın içine doğru koştum.
Anımsayıcılar Evi’ne aceleyle geri döndüm; vardığımda
belkemiğimin üzerine batan bir ağrı vardı ve nefes nefese kalmıştım.
Muhteşem binanın önünde bir süre bekleyip gücümü toparladım.
Lonca evinin üst katlarından çıkan havasalları üzerimden geçti.
Neredeyse cesaretim kırılıyordu; fakat en sonunda binaya girip Elegro
ve Olmayne’in süitinin bulunduğu kata çıktım.
Koridorda kalabalık ve heyecanlı bir Anımsayıcılar grubu vardı.
Bir fısıltı dalgası geldi üzerime. Kendime yol açarak ilerledim; yüksek
konsey üyesi olduğunu bildiğim birisi beni durdurup, “Burada ne
arıyorsun, çırak?” diye sordu.
“Anımsayıcı Olmayne’in kefil olduğu Tomis’im. Odam burada.”
Bir ses, “Tomis,” diye bağırdı.
Yakalandım ve şimdi bir vahşet sahnesine dönüşmüş olan o
tanıdık süite atıldım.
İçeride bir düzine Anımsayıcı, şallarını sıkıntıyla kurcalıyordu.
Zarif ve sıkıntılı Rektör Kenishal’ı da seçebildim, gri gözleri kederli ve
donuk donuk bakıyordu. Girişin solunda, Hacı cüppeleri içinde, şimdi
üzeri örtülmüş bir şekil yatıyordu: Roum Prensi kendi kanından bir
gölün içindeydi. Parıldayan maskesi şimdi kirlenmiş, yanında
duruyordu. Odanın tam karşısında, inanılmaz güzellikteki İkinci
Döngü andaçlarının durduğu bir rafın yanına yaslanmış haldeki
Anımsayıcı Elegro’nun, uyuyor gibi görünmesine karşın, yüzünde
şaşkın, fakat aynı zamanda da kızgın bir ifade vardı. İnce bir dart
boğazına saplanmıştı. Darmadağın olmuş, çılgınlar gibi görünen
Anımsayıcı Olmayne, arkada iriyarı Anımsayıcıların arasında
duruyordu. Kızıl kıyafeti yırtılmış ve beyaz dik göğüsleri gözler
önüne serilmiş, saçları karmakarışıktı, teni terle parıldıyordu. Şu anda
çevresinde olanlardan çok uzakta, bir rüyada yaşıyormuş gibi
görünüyordu.
“Burada neler oldu?” diye sordum.
Rektör Kenishal titreyen sesiyle, “Çifte cinayet,” diye yanıtladı.
Gözündeki tikini kontrol edemeyen, uzun boylu, yorgun görünüşlü
Rektör bana doğru yaklaştı. “Bu insanları en son ne zaman canlı
olarak görmüştün, çırak?”
“Geceleyin.”
“Neden buradaydın?”
“Sadece ziyaret amacıyla.”
“Huzursuzluk mu çıktı?”
“Evet, Hacı ile Anımsayıcı Elegro arasında,” diye cevapladım.
Rektör, hafifçe, “Sebep neydi?” diye sordu.
Endişeyle Olmayne’e baktım, fakat o ne bir şey görüyor, ne de
duyuyordu.
Başımla Olmayne’i işaret ederek, “Oydu,” dedim.
Diğer Anımsayıcılardan gülüşme sesleri geldi. Birbirlerini
dürtüyor, başlarını sallıyor, hatta gülümsüyorlardı; skandalı resmen
doğrulamıştım. Rektör daha bir ciddileşti.
Prens’in cesedine baktı.
“Perris’e girdiğinde yol arkadaşındı,” dedi. “Gerçek kimliğinden
haberdar mıydın?”
Dudaklarımı ıslattım. “Şüphelerim vardı.”
“Onun...”
“Onun Roum’un kaçak Prensi olduğu hakkında,” dedim. Bu
saatten sonra kaçamak cevaplar vermeye cüret edemezdim; durumum
tehlikedeydi.
Başka dürtüklemeler, baş sallamalar. Rektör Kenishal, “Bu adam
için tutuklama emri vardı. Onun kimliği hakkındaki bilgini gizlemek
sana düşmezdi.”
Sessiz kaldım.
Rektör devam etti, “Birkaç saattir lonca evinde yoktun. Elegro ve
Olmayne’in süitinden ayrıldıktan sonra yaptıklarını anlat.”
“Vali İnsanyönetici Yedi’nin yanına gittim,” dedim.
Herkeste bir merak!
“Hangi sebeple?”
“Roum Prensi’nin yakalandığını ve o anda Anımsayıcılardan
birinin süitinde olduğunu haber vermek için. Bunu Anımsayıcı
Elegro’nun isteği üzerine yaptım. Benden istenilen bilgiyi verdikten
sonra sokaklarda avare dolaştım, sonunda buraya döndüğümde ise,
her şey... her şey...”
Rektör, “...her şey karmaşa içindeydi,” diye tamamladı. “Vali
şafakta buradaydı. Bu süiti ziyaret etti. O sırada hem Elegro, hem de
Prens yaşıyor olmalıydılar. Sonra arşivlerimize giderek bilgileri –en
yüksek hassasiyete sahip bilgileri— aldılar da aldılar... en yüksek
hassasiyete sahip... ulaşılamayacağını sandığımız... aldılar...” Vali
sendeledi. Bir anda paslanan karmaşık bir makine gibi hareketleri
ağırlaştı, gıcırtılı sesler çıkardı; ruhsal bir çöküntünün eşiğinde gibi
görünüyordu. Üst düzeyden birkaç Anımsayıcı yardımına koştu, biri
koluna bir ilaç zerk etti. Kısa bir süre sonra Rektör toparlanmış
görünüyordu. “Bu cinayetler Vali binadan ayrıldıktan sonra işlendi,”
dedi. “Anımsayıcı Olmayne bu konuda bize bilgi veremedi. Belki sen
önemli olabilecek birşeyler söyleyebilirsin.”
“Ben burada değildim. Senn kıyısındaki iki Uyurgörür suçlar
işlendiğinde yanlarında olduğumu doğrulayacaklardır.”
Uyurgörürlerden bahsetmem üzerine birisi kahkahayı patlattı.
Bırakın gülsünler, böyle bir zamanda onurumu korumakla
uğraşamazdım. Tehlikede olduğumun farkındaydım.
Vali ağır ağır, “Çırak, şimdi odana gideceksin ve yapılacak tam
bir sorgu için bekleyeceksin. Bundan sonra binayı terk edecek ve
önümüzdeki yirmi saat içinde Perris’den ayrılmış olacaksın. Bana
verilen yetkiye dayanarak seni Anımsayıcılar loncasından
azlediyonım,” dedi.
Samit tarafından uyarılmış olmama rağmen yine de
sersemlemiştim.
“Azil mi? Neden?”
“Artık sana güvenemeyiz. Çevrende çok fazla muamma
barındırıyorsun. Bize bir Prens getirip onunla ilgili şüphelerini
gizliyor; cinayetle sonuçlanan tartışmalar sırasında orada bulunuyor,
gecenin köründe Vali’yi ziyaret ediyorsun. Bu sabah arşivlerimizde
meydana gelen vahim kayıpların nedeni konusunda bir yardımın bile
söz konusu olabilir. Burada soru işaretleri barındıran insanlar
istemiyoruz. Seninle olan tüm bağlarımızı kesiyoruz.” Rektör, eliyle
havada geniş bir yay çizdi ve “Şimdi sorgulanmayı beklemek üzere
odana git. Yok ol!” dedi.
Odadan çıkarıldım. Kapı arkamdan kapanırken Olmayne’in yere
düşerek bağırmaya başladığını ve aynı anda Rektör’ün yüzü kül
rengini alarak meslektaşlarının kollarına yığıldığını gördüm.
8

Sahip olduğum çok az şey bulunmasına rağmen, odamda yalnız


kaldığım sırada uzunca bir süre eşyalarımı toparlamakla uğraştım.
Tanımadığım bir Anımsayıcı geldiğinde neredeyse öğlen olmak
üzereydi; elinde sorgu aletleri vardı. Aletlere endişeyle baktım;
Anımsayıcılar eğer belgelerin yerini işgalcilere verenin ben olduğumu
anlarlarsa işim bitmiş demekti. Bundan zaten şüpheleniyorlardı;
Rektör’ün beni bu konuda suçlarken üstü kapalı konuşmasının nedeni
ancak benim gibi bir çırağın lonca arşivlerinde özel bir araştırma
yapmış olmasına ihtimal vermiyor oluşuydu.
Şans benden yanaydı. Sorgumu yapan adam sadece cinayetin
ayrıntılarıyla ilgileniyordu; bu konuda bir şey bilmediğime ikna
olduktan sonra da verilen zaman içinde binayı terk etmem konusunda
uyardı ve beni rahat bıraktı.
Öte yandan, öncelikle dinlenmeye ihtiyacım vardı. O gece hiç
uyumamıştım, bu yüzden üç saatlik bir uyku ilacı alıp rahatlatıcı bir
uykuya daldım. Uyandığımda yanımda bir şekil durmaktaydı:
Anımsayıcı Olmayne.
Bir önceki geceden beri oldukça yaşlanmış görünüyordu. Koyu
renkli, temiz, tek parça bir elbise giymişti, üzerinde takı ya da
aksesuar yoktu. Hatları keskindi. Onu burada görmüş olmanın
şaşkınlığı üzerimden attıktan sonra doğruldum ve varlığını geç fark
ettiğim için bir özür geveledim.
Nazikçe, “Rahat ol,” dedi. “Uykunu mu böldüm?”
“Yeterince uyudum.”
“Ben hiç uyumadım; fakat daha sonra uyumak için vakit olacak.
Birbirimize açıklama borçluyuz Tomis.”
“Evet.” Güçbela ayağa kalktım. “İyi misin? Daha önce
gördüğümde bir trans içinde kaybolmuş gibiydin.”
“Bana bazı ilaçlar verdiler,” diye yanıtladı.
“Geçen akşam hakkında ne biliyorsan anlat.”
Bir an için gözleri kapandı. “Elegro bizimle yüzleştiğinde ve
Prens tarafından kovulduğunda sen de oradaydın. Birkaç saat sonra
Elegro geri döndü. Yanında Perris Valisi ve birkaç tane işgalci vardı.
Elegro sanki muhteşem bir final sahnesine hazırlanıyor gibi
görünüyordu. Vali bir küp çıkardı ve Prens’e elini küpe değdirmesini
emretti. Prens önce buna yanaşmadı, fakat İnsanyönetici Yedi
sonunda onu ikna etti. Küpe dokunduğunda Elegro ve Vali ayrılıp
ikimizi tekrar yalnız bıraktılar; ne ben ne de o neler olduğunu
anlamıştık. Prens’in ayrılmasını önlemek için nöbetçiler atanmıştı.
Bundan kısa bir süre sonra Elegro ve Vali geri döndü. Elegro ezilmiş,
hatta aklı karışmış görünüyordu, Vali’nin ise açık seçik keyfi
yerindeydi. Vali, Roum’un eski Prensi’ne af çıkartıldığını, hiç
kimsenin ona bir zarar vermeyeceğini odamızda söyledi. Bundan
sonra işgalciler ayrıldılar.”
“Devam et.”
Olmayne, sanki bir Uyurgörür aracılığıyla konuşuyormuş
gibiydi. “Elegro olan biteni anlayamamış gibi görünüyordu. Çığlık
çığlığa ona ihanet edildiğini söylüyor, vatan hainliğinden
bahsediyordu. Bunu hiddetli bir sahne izledi. Elegro öfkesinden
çılgına dönmüş gibiydi; Prens daha da gurura kapıldı, iki adam da
birbirlerine süiti terk etmelerini söylediler. Kavga o kadar alevlendi ki
kilim kuruyup ölüyordu. Yaprakları döküldü, küçük ağızlar açıldı.
Olaylar kısa zamanda doruğa ulaştı. Elegro eline bir silah geçirdi ve
Prens çıkmazsa kullanmakla tehdit etti. Prens Elegro’nun hiddetini
hafife aldı, blöf yaptığını düşündü ve onu dışarı atmak içinmiş gibi
üzerine yürüdü. Elegro Prens’i öldürdü. Bir an sonra andaçların
durduğu raftan elime geçirdiğim küçük bir oku Elegro’nun boğazına
doğru fırlatmıştım. Okta zehir vardı, anında öldü. Diğerlerine haber
verdim, gerisini hatırlamıyorum.”
“Garip bir gece...” dedim.
“Fazla garip. Şimdi, Tomis, söyle bakalım: Vali neden geldi ve
neden Prens’i gözaltına almadı?”
“Vali, eski kocanın emriyle ben gelmesini istediğim için geldi.
Vali Prens’i tutuklamadı, çünkü özgürlüğü satın alınmıştı,” dedim.
“Nasıl bir bedel ödeyerek?”
“Bir adamın utancıyla.”
“Bir bilmece gibi konuşuyorsun.”
“Gerçek onurumu kırıyor. Yalvarırım baskı yapma,” dedim.
“Rektör Vali tarafından alınan bir belgeden bahsetti...”
İtiraf ettim, “O belgeyle ilgili bir şey.” Bunun üzerine Olmayne
bakışlarını yere çevirdi ve daha fazla soru sormadı.
En sonunda, “Demek bir cinayet işledin,” dedim. “Cezan ne
olacak?”
“Suç korku ve duygusallıkla işlenmişti,” diye cevapladı. “Sivil
idare tarafından bir ceza uygulanmayacak. Öte yandan vahşet
gösterdiğim ve zina yaptığım için loncadan uzaklaştırıldım.”
“Üzüldüm.”
“Ayrıca ruhumu temizlemek için Jorslem’e bir hac seferi
yapmam emredildi. Gün içinde ayrılmam gerekiyor, yoksa hayatım
loncanın merhametine kalacak.”
“Ben de uzaklaştırıldım,” dedim, “ben de Jorslem’e gidiyorum;
gerçi bu benim kendi seçimim.”
“Birlikte yolculuk edelim mi?”
Bir anlık kararsızlığa düştüm. Buraya kör bir Prens’le gelmiştim,
loncasız ve katil bir kadınla ayrılma konusunda pek istekli değildim.
Belki de artık yalnız yolculuk etme zamanı gelmişti. Öte yandan
Uyurgörür, bir yol arkadaşım olacağını söylemişti.
Olmayne yumuşak bir sesle, “Sende şevk eksikliği görüyorum.
Belki ben biraz yaratabilirim,” dedi. Elbisesinin önünü açtı.
Göğüslerinin karlı tepelerinin arasında asılı gri bir kese vardı. Beni
teniyle değil bir boyutkesesiyle cezbediyordu. “Bunun içinde,” dedi,
“Roum Prensi’nin baldırında taşıdığı şeyler var. Bana hazinelerini
göstermişti; ben de o odamda ölü yatarken onları vücudundan
çıkardım. Ayrıca bana ait bazı şeyler de var. Ne de olsa benim de
kendime ait kaynaklarım mevcut. Rahat bir yolculuk olur. Ne
diyorsun?”
“Reddedilmesi zor bir teklif.”
“İki saat içinde hazır ol.”
“Şimdi hazırım,” dedim.
“Öyleyse bekle.”
Sonra beni yalnız başıma bıraktı. Yaklaşık iki saat sonra Hacı
maskesi ve cüppesi kuşanmış olarak geri döndü. Elinde getirdiği
ikinci bir takım Hacı kıyafetlerini bana verdi. Evet: Şu anda
loncasızdım ve bu da yolculuk etmek için pek de güvenli bir yol
sayılmazdı. Öyleyse Jorslem’e bir Hacı olarak gidecektim.
Alışmadığım kıyafetleri giydim. Eşyalarımızı toparladık.
Anımsayıcılar Evi’nden ayrılırken, “Hacılar loncasını haberdar
ettim,” dedi. “Kayıtlarımız yapıldı. Günün ilerleyen saatlerinde yıldız
taşlarımızı alacağız. Masken nasıl, Tomis?”
“İyi oturdu.”
“Öyle olması da gerekiyor.”
Perris’den çıkan yol bizi eski inanışın tarihi ve kasvetli bir
binasının önündeki büyük meydandan geçirdi. Bir kalabalık
toplanmıştı, grubun ortasında işgalcileri gördüm. Dilenciler çevrede
iyi iş yapıyorlardı. Bizi göz ardı ediyorlardı, çünkü kimse bir Hacıdan
sadaka istemez; fakat serserinin tekinin yakasına yapıştım ve “Burada
yapılan tören de neyin nesi?” diye sordum.
“Roum Prensi’nin cenazesi,” dedi. “Valinin emri. Tüm
safsatalarıyla birlikte tam bir devlet cenazesi. Bu işi gerçek bir festivale
çeviriyorlar.”
“Neden Perris’de böyle bir işe kalkışıyorlar ki?” diye sordum.
“Prens nasıl ölmüş?”
“Bak,” dedi, “gidin başkasına sorun; benim işim gücüm var.”
Elimden kurtuldu ve çalışmak üzere kalabalığa karıştı.
Olmayne’e, “Cenazeye katılmalı mıyız?” diye sordum.
“En iyisi bunu yapmamak,” dedi.
“Nasıl istersen.”
Senn Nehri’nin üzerinden geçen muazzam taş köprüye doğru
ilerledik. Prens’in cenazesinin üzerinde durduğu odun yığınının
ateşlenmesiyle arkamızda parlak mavi bir ışık yükseldi. Biz doğuya,
Jorslem’e doğru giderken bu ateş yolumuzu aydınlattı.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM

JORSLEM YOLU
1

Dünyamız artık tam olarak onlara aitti. Eyrop’un her yerinde her
şeyi ele geçirdiklerini görebiliyordum, biz de çiftlikteki hayvanların
çiftçiye ait olması gibi onlara aittik.
Garip bir fırtınadan sonra kök salan yabani otlar gibi her
yerdeydiler. Sakin bir özgüven havası içinde geziniyorlardı, sanki
hareketlerinin zarifliğiyle İradenin desteğini bizim üzerimizden alıp
onların üzerine geçirdiğini anlatmaya çalışıyor gibiydiler. Bize karşı
gaddar değildiler, fakat sadece varlıklarıyla bile hayat damarlarımızı
emiyorlardı. Güneşimiz, aylarımız, tarihi kalıntılarımızın durduğu
müzelerimiz, eski döngülerimizin harabeleri, şehirlerimiz,
saraylarımız, geleceğimiz, bugünümüz ve geçmişimiz; hepsinin
tapusu artık başkasının üzerineydi. Artık hayatlarımızın bir anlamı
yoktu.
Geceleri yıldızlar ışıklarıyla bizimle alay ediyorlardı. Tüm evren
utancımızı görüyordu.
Kışın soğuk rüzgarları özgürlüğümüzün günahlarımız
yüzünden elimizden alındığını söylüyordu. Yazın ışıltılı sıcağı
gururunuz yüzünden aşağılandınız diyordu.
Eski hallerimizden arınmış olan bizler, değişmiş bir dünyanın
üzerinde yürüyorduk. Her gün yıldızlar arasında dolaşmış olan ben,
artık bu zevkten mahrumdum. Şimdi, hedefimiz Jorslem’di, kutsal
şehirde yenilenme ve ruhumu kurtarma umuduyla avuntu
buluyordum. Ben ve Olmayne, her akşam Hacımızın ayinini
tekrarlıyorduk:
“Küçük büyük her şeyin içinde olan,”
“Küçük büyük her şeyin içinde olan,”
“İrade’ye boyun eğiyoruz.”
“İrade’ye boyun eğiyoruz.”
“İşlediğimiz ve işleyeceğimiz günahlar için,”
“İşlediğimiz ve işleyeceğimiz günahlar için,”
“Bağışlanmayı diliyoruz.”
“Bağışlanmayı diliyoruz.”
“Ruhumuz aydınlanana kadar her gün,”
“Ruhumuz aydınlanana kadar her gün,”
“Anlayış ve huzur için dua ediyoruz.”
“Anlayış ve huzur için dua ediyoruz.”
İşte böyle söylüyorduk. Bu sözleri söyleyerek elimizdeki yıldız
taşlarımızı sıkıyor, İrade ile bağlantı kuruyorduk. İnsanların artık
sahip olmadığı dünyada Jorslem’e doğru olan yolculuğumuza böylece
devam ediyorduk.
2

Olmayne’in gaddarlığını benim üzerimde ilk kullanışı Kara


Geçidi’ne Talya tarafından yaklaştığımız sırada oldu. Aslında
yaratılışı itibariyle gaddardı, Perris’de bunun kanıtını yeteri kadar
görmüştüm; öte yandan aylardır Hacıydık, Perris’den doğuya,
dağların üzerinden, Talya boyunca güneye yolculuk etmiştik ve
pençelerini göstermemişti... Şu âna kadar.
Olay Afreek’den gelmekte olan işgalciler tarafından
durdurulmamızdı. İşgal altındaki Dünya’nın gururlu efendileri, uzun
boylu ve sert yüzleri olan belki yirmi tane işgalci vardı. Kendi
üretimleri, kalın kum rengi lastikleri ve küçük pencereleri olan, uzun,
ince ve yumuşak hatlı bir aracın içinde yolculuk ediyorlardı. Aracı
uzaktan görebiliyorduk, arkasından toz kaldırarak bize doğru
yaklaşıyordu.
Yılın sıcak bir zamanıydı. Gökyüzü bile kum rengine bürünmüş,
ısı katman katman parıldıyor, turkuvaz ve altın renkli korkunç enerji
akıntıları seçiliyordu.
Yolun kenarında belki elli kişiydik; önümüzde Afreek,
arkamızda Talya toprakları yatıyordu. Karmaşık bir gruptuk: Ben ve
Olmayne gibi kutsal Jorslem’e gitmekte olan Hacıların yanı sıra
hayatta bir amaçları olmadığından kıtadan kıtaya gezen yersiz
yurtsuz erkek ve kadınlar da vardı. Kalabalığın içinde beş eski
İzleyici, birkaç tane Listeleyici, bir Muhafız, bir çift İletişimci, bir
Katip, hatta bir iki Değişken gözüme çarptı. Her zamanki gibi kenara
çekilerek yolu işgalcilere bıraktık.
Kara Geçidi geniş değildir, yol herhangi bir anda aşırı kullanıma
izin vermez. Yine de normal zamanlarda geçiş aynı anda iki yönde de
olur. Bugün burada, işgalciler bu kadar yakınımızdayken ileri gitmeye
korkuyorduk, bu yüzden bir araya gelip fatihlerimizin yaklaşmasını
bekledik.
Değişkenlerden biri grubundan ayrılıp bana doğru geldi. Irkının
geri kalanına göre ufak tefekti, öte yandan omuzları genişti; mizacına
göre teni aşırı açık renk, gözleri büyük ve çevreleri yeşildi. Saçları
öbek öbek, burnu neredeyse yok gibiydi, burun delikleri bu yüzden
üstdudağından çıkmış gibi bir havası vardı. Bütün bunlara rağmen
çoğu Değişkenlerden çok daha normal gözüküyordu. Bakışları
sakindi fakat, gizli ve garip bir acıma duygusu barındırdığı izlenimi
veriyordu.
Rüzgar fısıltısından biraz yüksek bir sesle, “Çok zaman
kaybeder miyiz dersiniz, Hacılar?” diye sordu.
“Efendilerimiz geçmemize izin verene kadar bekleyeceğiz. Başka
seçeneğimiz var mı?” dedim.
“Yok dostum, yok...”
Bu dostum lafı üzerine Olmayne dişlerinin arasından tısladı ve
ufak Değişken’e bir bakış fırlattı. Adam Olmayne’e döndü ve birden
yanaklarının derisinin altında beliren altı paralel kırmızı çizgi kızgın
olduğunu belli etti. Öte yandan açık açık verdiği tek tepki nazikçe
eğilmek oldu. “Kendimi tanıtayım. Ben Bernalt, doğal olarak
loncasızım. Afreek’in derinliklerindeki Nayrub’un bir yerlisiyim. Sizin
isimlerinizi sormuyorum, Hacılar. Jorslem’e mi gidiyorsunuz?”
Olmayne arkasını dönerken ben, “Evet,” dedim. “Ya sen?
Yolculuklarından sonra Nayrub’a mı dönüyorsun?”
Bernalt, “Hayır,” dedi. “Ben de Jorslem’e gidiyorum.”
Birden adamdan soğudum, tatlı diline karşı olan ilk izlenimim
yok oldu. Yol arkadaşı olarak daha önce de –sahte olsa da– bir
Değişkenle birlikte olmuştum; o da etkileyiciydi, fakat onun gibi birini
artık istemiyordum. Sinirli ve gergin bir şekilde, “Bir Değişkenin
Jorslem’de ne işi olduğunu sorabilir miyim?”
Sesimdeki soğukluğu fark etmişti, büyük gözleri kederlendi.
“Size hatırlatırım, bizim de kutsal şehri ziyaret etme hakkımız var.
Bizim türümüzün bile. Bundan bin yıl önceki gibi, loncasızlığa
mahkum edilmeden önce yaptığımız gibi yenilenme mabedini yine
ele geçireceğimizden mi korkuyorsunuz?” Sert bir kahkaha attı.
“Kimseye zararım dokunmaz, Hacı, yüzüm korkunç olabilir, fakat
tehlikeli değilim.” Saygı ifade eden bir hareket yaptı ve diğer
Değişkenlerin yanına döndü.
Olmayne tepesi atmış bir şekilde baktı bana.
“Neden böyle garip yaratıklarla konuşuyorsun?”
“Bana yaklaşan oydu. Adam sadece arkadaşça davranıyordu.
Burada hepimiz beraberiz, Olmayne ve...”
“Adam mı? Adam mı! Bir Değişkeni adamdan mı sayıyorsun?”
“Olmayne, onlar da insan.”
“Sadece ucu ucuna. Tomis, bu canavarlardan nefret ediyorum.
Yanıma yaklaştıklarında bile etim çekiliyor. Yapabilsem hepsini bu
dünyadan sürgün ederdim!”
“Bir Anımsayıcının sahip olması gereken yüce hoşgörü nerede?”
Sesimdeki alay onu çileden çıkardı. “Değişkenleri sevmemiz
gerekmiyor, Tomis. Onlar bu gezegenin üzerindeki lanetlerden biri...
İnsanlığın adi bir kopyası, doğruluğun ve güzelliğin düşmanları.
Onlardan tiksiniyorum!”
Bu düşünce şekli sadece ona özgü değildi. Öte yandan
acımasızlığı yüzünden Olmayne ile tartışacak vaktim yoktu,
işgalcilerin aracı yaklaşıyordu. O geçtikten sonra yolculuğumuza
devam edebileceğimizi umuyordum. Araç yavaşladı ve durdu,
içinden birkaç tane işgalci çıktı. Ağır adımlarla bize doğru geldiler,
uzun kolları yanlarından halat gibi sarkıyordu.
Aralarından birisi, “Burada lider kim?” diye sordu.
Kimse bir yanıt vermedi, ne de olsa birbirimizden bağımsız
olarak yolculuk ediyorduk.
Kısa süre sonra, işgalci sabırsızca, “Lider yok mu? Yok mu?
Pekala öyleyse hepiniz dinleyin. Yolun boşaltılması gerek. Bir konvoy
geçecek. Palerm’e geri gidin ve yarını bekleyin.” dedi.
Katip söze başlayacak oldu: “Fakat benim Agupt’a yetişmem...”
İşgalci, “Kara Geçidi bugün için kapatıldı,” dedi. “Palerm’e geri
dönün.”
Sesi sakindi. İşgalciler asla dediği dedik, zorba tavırlar
sergilemiyorlardı. Durumu sağlamların özgüvenine sahiptiler.
Gıdığı sarkmış olan katip ürperdi ve başka bir şey söylemedi.
Yolun kenarında duran başkaları da buna karşı çıkmak istiyor
gibiydiler. Muhafız arkasını dönüp yere tükürdü. Dağılmış
Koruyucular loncasının işaretini gururla yanağında taşıyan bir adam
yumruğunu sıktı, açıkça içinde yükselen öfkeyi bastırmaya
çalışıyordu. Değişkenler aralarında fısıldaştılar. Bernalt bana acı acı
gülümsedi ve napalım dermiş gibi omuz silkti.
Palerm’e geri dönmek? Bu sıcakta bir günlük yürüyüşü çöpe
atmak? Ne için? Ne için?
Şimdi kırıcı olma sırası Olmayne’deydi. Alçak bir sesle, “Tomis,
onlara Perris Valisi için çalıştığını söyle de ikimizin geçmesine izin
versinler,” dedi.
Karanlık gözleri horgörü ve alayla doluydu.
Sanki üzerime on yıllık bir yük yüklemiş gibi düştü omuzlarım.
“Neden böyle bir şey söyledin?” diye sordum.
“Sıcak. Yoruldum. Bizi Palerm’e geri göndermeleri aptalca.”
“Sana katılıyorum, fakat bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok.
Neden beni kırmaya çalışıyorsun?”
“Gerçek bu kadar mı acı veriyor?”
“Ben bir işbirlikçi değilim Olmayne.”
Bir kahkaha attı. “Bunu ne kadar da rahat söylüyorsun; ama
öylesin Tomis, öylesin! Belgeleri onlara sattın!”
“Prens’i, senin sevgilini kurtarmak için,” diye hatırlattım.
“Yine de işgalcilerle bir anlaşma yaptın. Nedeni ne olursa olsun
gerçekler ortada.”
“Olmayne, kes şunu.”
“Şimdi de bana emir mi veriyorsun?”
“Olmayne...”
“Git onlara, Tomis. Kim olduğunu söyle, ilerlememiz için izin
versinler.”
“Yolda konvoy üzerimizden geçer. Ayrıca benim işgalciler
üzerinde hiçbir etkim yok. Ben Valinin adamı değilim.”
“Palerm’e dönmektense ölürüm daha iyi!”
Usanmış bir şekilde, “Öl o zaman,” dedim ve sırtımı döndüm.
“Hain! Seni kalleş ve yaşlı aptal! Korkak!”
Onu duymazdan geldim, fakat sözleri içimi kavuruyordu.
Söylediklerinde doğru olmayan bir şey yoktu, sadece çok
acımasızdılar. İşgalcilerle anlaşma yapmıştım, çatısı altına sığındığım
loncaya ihanet etmiştim, Dünya’nın işgalinin karşısında
yapabileceğimiz tek şey olan sessiz protestoyu bozmuştum. Hepsi
doğruydu; yine de bana bunları söylemesi haksızlıktı. Güvenlerini
kırdığımda vatanperverlik gibi yüce konuları düşünmemiştim,
bağlılık duyduğum bir adamı kurtarmaya çalışıyordum, sadece,
ayrıca adam onun âşık olduğu adamdı. Olmayne’in sırf yolun tozuna
toprağına ve sıcağa duyduğu öfke yüzünden şimdi beni hainlikle
suçlaması, vicdanımı kullanarak bana eziyet etmesi tiksindiriciydi.
Öte yandan bu kadın kendi kocasını soğukkanlılıkla
öldürmüştü, neden ufak meselelerde de acımasız olmasındı ki?
İşgalcilerin istediği gibi oldu, yoldan ayrılıp sıcaktan kavrulan
bir kasaba olan kasvetli ve uyuşuk Palerm’e geri döndük. Kasaba o
akşam üzerimizden bizi teselli etmek içinmiş gibi formasyon halinde
geçen beş Uçucu tarafından ziyaret edildi; ayın gözükmediği akşam
boyunca ruh gibi, narin üç erkek ve beş kadın gökyüzünü bir o yana,
bir bu yana geçtiler. Ruhum bedenimden ayrılıp onlara katılmış gibi
hissedene kadar bir saatten uzun bir süre onları izledim. Işıl ışıl
kanatları yıldızların ışığını pek kesmiyor, kolları iki yanlarına
yapışmış, bacakları birleşik, sırtları hafif kıvrık, keskin hatları olan
soluk renkli vücutları gökyüzünde zarif yaylar çiziyordu. Bu beşlinin
görüntüsü bana yine Avluela’yı hatırlatmış ve beni karmaşık
duygular içinde bırakmıştı.
Uçucular son geçişlerini yaptılar ve artık gitmişlerdi. Kısa bir
süre sonra yalancı aylar doğdu. Misafirhaneye döndüm ve çok
geçmeden Olmayne odama girmek için izin istedi.
Pişman görünüyordu. Yanında büyük ihtimalle çok pahalıya
patlamış, Talya değil de dış dünyalardan biri yapımı, kısa, sekizgen
bir şişe içinde yeşil şarap vardı.
“Tomis, beni affedebilecek misin?” diye sordu. “İşte. Bu
şarapları sevdiğini biliyorum.”
“Daha önce o sözleri duymamış olup, şimdi bu şarabın
olmamasını tercih ederdim,” dedim.
“Sıcakta sabrım çabuk taşıyor. Özür dilerim, Tomis. Patavatsız
ve aptalca konuştum.”
Onu affettim ve daha pürüzsüz bir yolculuk geçirebilme
ümidiyle şarabın büyük bir kısmını içtik; sonra da Olmayne yakındaki
kendi odasına uyumaya gitti. Hacılar cinsel oruç tutsalar gerektir... Ha
Olmayne gibi bir kadının benim gibi yaşlı bir fosille yatağını
paylaşacağından değil ya; en azından loncamızın emirleri böyle bir
konunun tartışmaya açılmasına bile engel oluyordu.
Uzun süre suçluluk duygusunun ağırlığı altında uyanık kaldım.
Sabırsızlığı ve öfkesi içinde, Olmayne beni en hassas noktamdan
vurmuştu: Ben insanlığa ihanet etmiştim. Neredeyse şafak sökene
kadar bu sorunlarla uğraştım durdum.
– Ne yapmıştım?
İşgalcilerimize belli bir belgeyi göstermiştim.
– İşgalcilerin belge üzerinde ahlaki bir hakları var mıydı?
Atalarımızın elinde gördükleri utanç verici muameleyi anlatıyordu.
– O zaman belgeyi onlara vermenin nesi yanlıştı?
Ahlaki olarak üstün olsalar da insan onu işgal edenlere yardım etmez.
– Küçük bir ihanet önemli bir şey midir?
İhanetin küçüğü olmaz.
– Belki de durumun karmaşıklığı incelenmeli. Düşmana
duyduğum sevgiyle değil, bir arkadaşa yardım etmek amacıyla
hareket etmiştim.
Yine de düşmanla işbirliği yaptım.
–Kendi kendimi bu kadar yıpratmam bir işe yaramıyor.
Yine de suçumu biliyorum. Utancım büyük.
Bütün geceyi böyle beyhude geçirdim. En sonunda gün
ışıdığında kalkıp gökyüzüne baktım ve Hac yolculuğumun sonunda
Jorslem’deki yenilenme mabedinin sularında ruhumun affedilmesi
için İrade’ye yalvardım. Sonra Olmayne’i uyandırmaya gittim.
3

O gün Kara Geçidi açılmıştı; biz de Talya’dan Afreek’e geçmekte


olan kalabalığa karıştık. Bana çok daha uzun gelmesine rağmen bir yıl
önce, Agupt’tan Roum’a giderken Kara Geçidi’nden diğer yönde bir
kez geçmiştim, bu ikinci olacaktı.
Eyrop’dan gelen Hacıların Jorslem’e gitmek için önlerinde iki yol
vardır. Kuzey yolunu takip etmek için Talya’nın doğusundaki
Karanlık Topraklar’dan geçilir, Stanbool’da sala binilir, daha sonra da
Ais’in batı ucu takip edilerek Jorslem’e varılır. Dünya’nın en büyük
şehirlerinden bir tek Stanbool’u ziyaret etmediğim için benim tercih
edeceğim yol bu olurdu; fakat Anımsayıcı olduğu zamanlarda
Olmayne orada araştırma amaçlı olarak bulunmuştu ve pek
sevmemişti. Bu yüzden biz Kara Geçidi’nden Afreek’e geçip büyük
Medit Gölü’nün kıyısından devamla, Abran Çölü’nün kenarlarını
takip ederek Jorslem’e ulaşan güney yolunu izlemiştik.
Gerçek bir Hacı sadece yürüyerek yol alır. Bu, Olmayne’e çok
cazip gelen bir fikir değildi, bu yüzden çoğu zaman yürüyor olsak da
sık sık araç da kullanıyorduk. Taşıtlara el koymak konusunda
kesinlikle arsızdı. Daha yolculuğumuzun ikinci gününde kıyı şeridine
doğru gitmekte olan zengin bir Tüccarın arabasına binmiştik; adamın
şatafatlı arabasına başkalarını almak gibi bir niyeti aslında yoktu;
fakat maskenin cinsiyetsiz ızgarasından gelmesine rağmen
Olmayne’in derin, müzikal sesine karşı koyamamıştı.
Tüccar fiyakalı yolculuk ediyordu. Onun için işgal, hatta Üçüncü
Döngü’nün uzun yüzyılları sırasındaki gerileme hiç yaşanmamış
gibiydi. Kendi kendine giden arabası dört adam boyunda ve beş kişiyi
rahat ettirebilecek kadar genişti; içinde yolculuk edenleri dış
dünyadan bir rahim gibi koruyordu. Hiç penceresi yoktu, sadece
istenildiğinde açılan ve dışarıda olan biteni gösteren ekranlar vardı.
Sıcaklık belirlenen standartların dışına asla çıkmıyordu. Likörler ve
daha sert içecekler akan musluklar, yiyecek tabletleri vardı; aracın
içindekiler yolun bozukluğundan basınç yastıkları sayesinde
etkilenmiyorlardı. Aydınlatma için Tüccar’ın isteğine bağlı olarak
çalışan bir köle ışığı vardı. Koltuğun yanında bir düşünce başlığı
duruyordu, fakat Tüccarın arabasının derinliklerinde bir yerde özel
kullanımı için turşulanmış bir beyin mi tuttuğunu yoksa geçtiği
şehirlerdeki hafıza bankalarıyla uzaktan bir çeşit bağlantı kurmaktan
mı hoşlandığını asla öğrenemedim.
Görkemli ve kalıplı bir adamdı, açıkça kendine dikkat ediyordu.
Bronz teni, güzelce yağlanarak arkaya doğru taranmış siyah gür
saçları, dikkatle bakan gözleri vardı; ortam üzerinde sahip olduğu
kontrolden ve yalnızlığından zevk alıyordu. Öğrendiğimize göre
başka dünyalardan yiyecek maddeleri getiriyor, yıldızlardan gelen
lezzetleri bizim fakir üreticilerimize pazarlıyordu. Şimdi de Çan
gezegenlerinden birinden yeni gelmiş uyuşturucu böcek kargosunu
incelemek üzere Marsay’e gidiyordu.
Şaşkınlığımızı fark etmiş olacak ki, “Arabayı sevdiniz mi?” diye
sordu. Kendini evinde hissetmek konusunda bir sorun yaşamayan
Olmayne o sırada elmaslarla işlenmiş kalın iç kaplamaya belirgin bir
hayret içinde bakıyordu. Adam sözüne devam etti: “Eskiden Perris
Kontu’nun malıymış. Evet, doğru duydunuz. Kont’un kendisinin.
Biliyorsunuz, şimdi sarayını bir müzeye çevirdiler.”
Olmayne yumuşakça, “Evet,” dedi.
“Bu, onun savaş arabasıydı. Müzenin bir parçası olması
gerekiyordu, fakat ben onu ahlaksız bir işgalciden satın aldım.
Aralarında ahlaksız olanlar da olduğunu bilmiyordunuz, öyle değil
mi?” Arabanın hassas iç döşemesi kuvvetli kahkahasını
onaylamayarak irkildi. “Bu adam Vali’nin erkek arkadaşıydı. Evet,
aralarında onlardan da var. Anlarsınız ya, Balıklar gezegeninde
yetişen, cinsel gücü artıracak bir çeşit kök arıyordu; buradaki tüm
stokların benim elimden geçtiğini öğrenmiş, böylece bir küçük
anlaşma yaptık. Tabii ki arabayı biraz modifiye etmem gerekti. Kont,
ön tarafta dört nötral tutarmış ve motoru doğrudan onların
metabolizmalarına bağlarmış; araç sıcaklık farkları sayesinde hareket
ediyormuş. Eğer bir kontsan bir arabaya enerji sağlamak için uygun
bir yol, fakat bir yılda tükettiği nötral sayısı epey fazla, bu yüzden
eğer ben böyle bir şey denemiş olsaydım mevkimin sınırlarını bayağı
zorlamış olurdum. Ayrıca başım işgalcilerle de derde girebilirdi.
Böylece bu bölmeyi söktürerek yerine uzun ömürlü araç pillerinden
taktırdım –gerçekten kurnazca bir işti– ve işte buradasınız. Burada
olduğunuz için şanslısınız. Sadece Hacı olduğunuz için. Normalde
kıskanacakları için insanları içeri almam, kıskanç insanlar hayattan
birşeyler edinebilmiş adamlar için tehlikelidirler. Öte yandan, İrade
sizi bana getirdi. Demek Jorslem’e gidiyorsunuz ha?”
Olmayne, “Evet,” dedi.
“Ben de, fakat henüz değil! Sadece henüz değil!” Adam göbeğini
ovuşturdu. “Zamanı geldiğinde, yenilenme için kendimi hazır
hissettiğimde orada olacağıma sizi temin ederim; fakat İrade izin
verirse buna daha çok var! İkiniz uzun süreden beri mi Hac
yolculuğundasınız?”
Olmayne, “Hayır,” dedi.
“Sanırım pek çok kişi işgalden sonra Hac yolculuğuna çıktı. Eh,
onları suçlamıyorum. Değişen zamanlara herkes başka bir şekilde
ayak uydurur. Yahu, sizde de Hacıların taşıdığı o küçük taşlardan var
mı?”
Olmayne, “Evet,” dedi.
“Bir göz atmama izin verir misiniz? Hep ilgimi çekmişlerdir.
Karayıldız dünyalarından bir tüccar vardı –derisi ıslak katrana
benzeyen piç kurusunun tekiydi– o şeylerden bana on kental satmayı
önermişti. Gerçek olduklarını, aynı Hacıların yaptığı gibi İrade ile
bağlantı kurdurduğunu söylemişti. Ona hayır dedim, İrade’ye oyun
olmaz. Bazı şeyler kâr için bile yapılmaz. Sonradan üzüldüm ama,
birini keşke anı olarak saklasaydım. Hiç dokunma fırsatım olmadı.”
Olmayne’e elini uzattı. “Görebilir miyim?”
“Başkalarının yıldız taşına dokunmasına izin veremeyiz,”
dedim.
“Bana izin verdiğinizi kimseye söylemem!”
“Bu yasak.”
“Bakın, burası özel bir yer, Dünya üzerinde olabilecek en özel...”
“Lütfen. Bizden istediğiniz şey imkansız.”
Adamın yüzü karardı, bir an için arabayı durdurup bizden
dışarı çıkmamızı isteyeceğini düşündüm, ki bu durumda da pek
üzülmezdim. Elim kesemin içinde duran ve Hac yolculuğumuzun
başında verilmiş soğuk yıldız taşına gitti. Parmaklarımın dokunuşu
İrade ile bağlantı yaptığımız transın titreşimlerini hissetmeme ve
keyifle ürpermeme neden oldu. Ona dokunmaması lazımdı. Neyse ki
olay daha fazla büyümedi.
Bizi deneyip karşı çıktığımızı gören Tüccar daha fazla ısrar
etmedi.
Marsay’e doğru yolumuza devam ettik.
Sevilesi bir adam değildi, fakat genel bir etkileyiciliği vardı ve
sözlerinden nadiren rahatsız oluyorduk. Hayatının büyük bir kısmını
Anımsayıcılar Evi’nin parlak korunağı altında geçirmiş olan Olmayne
ise zaten müşkülpesent bir insandı, bu yüzden adamı benim
bulduğumdan daha çekilmez buldu; benim hoşgörüsüzlüklerim bir
ömür boyu süren yolculuklar sırasında güzelce körelmişti. Öte
yandan, serveti ve nüfusundan, çeşit çeşit dünyalarda onu bekleyen
kadınlardan bahsettiğinde, evlerini ve ganimetlerini sayıp onun fikrini
almak isteyen lonca üstatları, eskiden arkadaş olduğu Efendiler ve
Egemenler hakkında böbürlendiğinde Olmayne bile etkilenmişti.
Neredeyse sürekli kendisinden, nadiren bizden bahsediyordu; bu
yüzden de müteşekkirdik. Bir kez nasıl olup da bir erkek ile bir kadın
Hacının beraber yolculuk yaptıklarını sorarak sevgili olmamız
gerektiğini ima etti, fakat biz bu durumun gerçekten biraz garip
olduğunu kabul ederek başka bir konu açtık; sanırım cinsel
orucumuzu bozmadığımıza ikna olmuştu. Müstehcen şeyler
düşünmesi ne beni, sanırım ne de Olmayne’i rahatsız etmezdi. Bizim
sırtımızda taşıdığımız daha ağır suçlar vardı.
Bizim Tüccar’ın yaşamı gezegenin işgali sonucu kıskanılacak bir
şekilde aynı kalmıştı: Her zamanki gibi zengin, rahat, hareket etmekte
özgürdü. Yine de o bile zaman zaman işgalcilerin varlığından
rahatsızlık duyuyordu, ki bunu da Marsay’in hemen dışındaki bir
kontrol noktasında durdurulduğumuzda fark ettik.
Gözcü kameralar geldiğimizi fark etmişler, ağ fırlatıcılarına bir
sinyal vermişler, altın renkli bir ağ yolun bir ucundan diğerine birden
yoktan var olmuştu. Yer aracının detektörleri ağı fark etmiş ve anında
arabayı durdurmuşlardı. Ekranlar arabanın etrafında bir düzine soluk
renkli insan şekli gösteriyordu.
Olmayne, “Haydutlar mı?” diye sordu.
Tüccar, “Daha kötü,” dedi. “Hainler.” Yüzünü astı ve iletişim
borusuna, “Ne var?” dedi.
“Denetim için dışarı çıkın.”
“Kimin emriyle?”
Cevap geldi, “Marsay Valisi’nin.”
Görülebilecek en iğrenç manzaralardan biriydi: İşgalciler için yol
kesen insanlar. Öte yandan onların emrinde memuriyete girmemiz
kaçınılmazdı, çünkü özellikle de eskiden savunmayla ilgili loncalarda
çalışanlar için iş azdı. Tüccar arabanın kapılarını açmak için karmaşık
işlemlere başladı. Yüzü öfkeyle kızarmıştı, fakat kontrol noktasındaki
ağı geçemediği için kendine hakim oluyordu. Bize, “Silahlıyım,” diye
fısıldadı. “İçeride bekleyin, korkacak bir şey yok.”
Dışarı çıktı ve yoldaki muhafızlarla uzun uzun tartışmaya
başladı; içeriden hiçbir ses duyamıyorduk. Bir noktadan sonra işler
içinden çıkılamaz bir hale gelmiş olmalı ki daha yüksek bir otoriteye
başvurulmasına gerek duyulmuştu, çünkü birden üç tane işgalci
belirdi ve kiralık işbirlikçileri bir el hareketiyle uzaklaştırdılar,
Tüccarın etrafını sardılar. Tüccarın tavırları o anda değişti; yüzü
kurnaz ve kaypak bir hal aldı, elleri zarif hareketler yapıyor, gözleri
parlıyordu. Üç sorgucuyu arabaya getirdi, açtı ve içindeki yolcuları,
bizi gösterdi. İşgalciler böyle refah içinde iki Hacı görmekten hayrete
düşmüşlerdi, fakat bizden dışarı çıkmamızı istemediler. Biraz daha
konuştuktan sonra Tüccar tekrar yanımıza geldi ve arabayı
mühürledi; ağ ortadan kalktı, Marsay’e doğru yolumuza devam ettik.
Araba hızlanırken adam küfürler mırıldandı ve “Şu uzun kollu
pisliklerle nasıl başa çıkılır biliyor musunuz?” dedi. “Tek ihtiyacınız
olan düzenli örgütlenme. Kanlı bir gece: her on Dünyalı bir işgalci için
sorumlu olsun, hepsini hallederiz.”
“Neden şimdiye kadar kimse böyle bir manevra düzenlemedi?”
diye sordum.
“Bu iş Koruyucuların işi, onların yarısı öldü, diğer yarısı da onlar
için çalışıyor. Bir karşı hareket planlamak benim işim değil. Yine de
yapılması gereken şey bu. Gerilla tarzı: arkalarından gizlice yaklaşıp
bıçağı sokuvermek. Çabucak. Birinci Döngü yöntemleri; hâlâ
etkililer.”
Olmayne, huysuzca, “Başka işgalciler gelecektir,” dedi.
“Onlara da aynı şeyi yaparız!”
Olmayne bu sefer, “Ateşe ateşle karşılık verirler. Dünyamızı yok
ederler,” dedi.
Tüccar, “Bu işgalciler uygar olduklarını, en azından bizden daha
uygar olduklarını iddia ediyorlar,” diye yanıtladı. “Böyle bir barbarlık
milyonlarca dünya üzerinde adlarını kötüye çıkarır. Hayır, ateşle
yaklaşmazlar. Sadece tekrar tekrar bizi ele geçirip o kadar çok adam
kaybetmekten sıkılıp vazgeçerler. Böylece giderler ve biz de özgür
oluruz.”
“Tarihi suçlarımızdan aklanmadan,” dedim.
“Ne dedin yaşlı adam? Ne dedin?”
“Boşver.”
“Sanırım ikinizden biri onlara karşı koymamız halinde bize
katılmaz, değil mi?”
Ben, “Önceki hayatımda bir İzleyiciydim ve hayatımı bu
gezegenin onlara karşı korunmasına adamıştım. Onları senden fazla
sevmiyorum ve gittiklerini görmeyi senden daha az istemiyorum;
fakat bahsettiğin plan sadece uygulamada problemler çıkarmaz, aynı
zamanda da ahlaki olarak yanlış. Basit, kanlı bir karşı koyma İrade’nin
bizler için hazırlamış olduğu plana karşı gelmek olur.
Özgürlüğümüzü daha asil bir şekilde kazanmalıyız. Şu anda
geçmekte olduğumuz sınavın çıkış yolu boğaz kesmede ustalaşmak
değil.”
Bana aşağılar gibi baktı. “Hatırlamam gerekirdi. Hacılarla
konuşuyorum. Pekala. Söylediklerimin hepsini unutun. Zaten ciddi
değildim. Kim bilir, belki de dünyayı şimdiki haliyle
seviyorsunuzdur.”
“Sevmiyorum,” dedim.
Olmayne’e bir bakış attı. Ben de... Benim işgalcilerle zaten
kendime düşen işbirliğini yaptığımı söylemesinden korkuyordum.
Neyse ki Olmayne bu konuda sessiz kaldı. Kara Geçidi’nde sabrının
taştığı ve vicdanımı kullanarak bana işkence ettiği o mutsuz güne
kadar birkaç ay daha sessiz kalmaya devam edecekti.
Marsay’de velinimetimizden ayrıldık, geceyi bir Hacı
misafirhanesinde geçirdik ve ertesi sabah sahilden yürüyerek yola
çıktık. Ben ve Olmayne, işgalci kaynayan güzel topraklarda böylece
yolculuk ettik. Kimi zaman yürüdük, kimi zaman bir köylünün yük
arabasına bindik, hatta bir keresinde geziye çıkmış işgalcilerin
konukları bile olduk Talya’ya gittiğimizde Roum için geniş bir zaman
ayırdık ve güneye doğru devam ettik. Bundan sonra Kara Geçidi’ne
vardık, yoldan çevrildik, düşmanca ağız dalaşımızı yaşadık ve
birbirinden gölle ayrılmış kıtaları, kumlu toprakların ince geçidinden
geçtik. Sonunda Afreek’deydik.
4

Geçitteki uzun ve tozlu yürüyüşümüzden sonra karşı taraftaki


ilk gecemizde gölün yanındaki bir hana vardık. Neredeyse penceresiz,
serin bir iç avlunun etrafında, beyaz badanalı, kare şeklinde bir
binaydı. Müşterilerin çoğu Hacı gibi görünüyordu, fakat arada başka
loncalardan olanlar, özellikle de Satıcılar ve Taşıyıcılar da vardı.
Binanın köşesine yakın odalardan birinde bir Anımsayıcı kalıyordu.
Olmayne adamı tanımamasına rağmen ondan uzak durdu, eski
loncası ile ilgili anılarını canlandırmak istemiyordu.
Burada yerleşmiş olanların arasında Değişken Bernalt da vardı.
İşgalcilerin yeni kanunlarına göre Değişkenler artık sadece onların
özel kullanımına ayrılmış olanlarda değil, istedikleri genel handa
kalabiliyorlardı; yine de onu burada görmek biraz garipti. Koridorda
karşılaştık. Bernalt sanki tekrar birşeyler söyleyecekmiş gibi hafifçe
gülümsedi, fakat gülümsemesi ve gözlerinin parıltısı yok oldu. Onun
arkadaşlığını kabul etmeye henüz hazır olmadığımı anlamış gibi
görünüyordu. Belki de Hacıların kanunlarına göre loncasızlarla pek
alışverişi olmaması gerektiğini hatırlamıştı. Bu kanun hâlâ geçerliydi.
Ben ve Olmayne çorba ve yahniden oluşan yağlı bir yemek
yedik. Yemekten sonra odasına çıktım ve iyi geceler diliyordum ki,
“Bekle,” dedi. “İrade ile beraber bağlantı kuralım.”
“Senin odana girerken görüldüm,” dedim. “Uzun süre kalırsam
dedikodu olur.”
“Öyleyse seninkine gidelim!”
Olmayne koridoru kontrol etti. Tehlike yoktu: Bileğimden
yakaladığı gibi hemen karşıdaki odama koştu. Yamuk kapıyı
arkamızdan kapatarak mühürledi ve “Yıldız taşın!” dedi.
Taşı cüppemdeki yerinden çıkardım, o da kendisininkini çıkardı,
ellerimiz taşların üzerine kapandı.
Hac yolculuğunun bu kısmında yıldız taşı büyük bir avuntu
olmuştu. En son İzleyici transına girdiğimden beri pek çok mevsim
geçmişti, fakat eski alışkanlıklarımdan hâlâ tam olarak kurtulabilmiş
değildim; yıldız taşı, İzleyiş sırasında insanın duyduğu müthiş zevkin
yerini alıyordu.
Yıldız taşları dış dünyalardan birinden –hangisi olduğunu
bilmiyorum– geliyordu ve ancak loncaya yapılan başvuru ile sonuç
alınabiliyordu. İnsanın Hacı olup olamayacağına taş karar veriyordu;
cüppeyi giymeye layık olmadığına karar verdiği insanların elini
yakardı. Söylenene göre tek bir istisna olmadan, Hacılar loncasına üye
olan herkes taş ona ilk verildiğinde bir rahatsızlık duyarmış.
Olmayne “Seninkini verdiklerinde,” dedi, “endişelenmiş
miydin?”
“Tabii ki.”
“Ben de.”
Taşların varlıklarımızı ele geçirmesini bekledik. Benimkini sıkıca
tuttum. Camdan daha pürüzsüz, karanlık ve parlak taş elimde bir buz
topağı gibi ışıldıyordu ve İradenin gücüyle yavaş yavaş ahenk içine
girdiğimi hissediyordum.
Önce etrafımdakileri algılayışım güçlendi. Bu tarihi hanın
duvarındaki her çatlak bana birer vadi gibi görünmeye, dışarıdaki
rüzgarın hafif fısıltısı yüksek bir perdeden ulumaya başladı. Odadaki
lambanın hafif ışığında renk tayfının ötesinde ışıklar gördüm.
Yıldız taşının yaşattığı deneyim ile eski İzleyiş aletlerimin
yaşattıkları tamamen farklıydı. O da insanın kendini yüceltmesiydi.
İzleyiş içine girdiğimde Dünya üzerindeki varlığımdan ayrılıp sonsuz
hızla sonsuz mesafede dolaşabiliyor, her şeyi algılayabiliyordum ve
bu da bir insanın tanrısallığa en fazla yaklaşabileceği yerdi. Yıldız taşı
İzleyici transıyla gelen kesin verilerden hiçbirini sağlamıyordu. Tam
transtayken hiçbir şey göremiyor, hatta etrafımdakileri bile
algılayamıyordum. Bildiğim tek şey, taşın etkisi altındayken benden
büyük birşeylerle kucaklaşıyor, kainatın altyapısıyla bağlantı haline
geçiyordum.
İsterseniz buna İrade ile kurulan bağlantı deyin.
Uzaklardan bir yerden Olmayne’in, “Bu taşlar hakkında bazı
insanların dediklerine inanıyor musun?” dediğini duydum. “Hani şu
İrade ile bağlantı diye bir şeyin olmadığı, sadece elektriksel bir
aldanma yaşadığımız şeklinde olan.”
“Bu konuda bir fikrim yok,” dedim. “Beni sebeplerden çok
sonuçlar ilgilendiriyor.”
Şüpheciler yıldız taşlarının insanın kendi beyin dalgalarını kendi
zihnine geri çeviren yükseltici döngülerden başka bir şey olmadığını
söylerler. Bu alaycıların dediklerine göre insanın bağlantı kurduğu
muazzam varlık aslında Hacının kendi kafatasının içinde oluşan tek
bir elektriksel sinyalin kendi üstüne eklenerek oluşturduğu
gökgürültüsünden başka bir şey değildi. Belki de. Belki de.
Olmayne taşını tutan elini uzattı. “Tomis, Anımsayıcılar
arasındayken dinler tarihini incelemiş miydin?” diye sordu. “Tarihin
başından beri insanlar sonsuzluk ile bir olmanın yollarını aramışlar.
Çoğu din –hepsi değil– böyle ilahi bir birleşim umudu
barındırıyormuş.”
“Ayrıca ilaçlar da varmış,” diye mırıldandım.
“Evet, bazı ilaçlar insana evrenle bir olma hissi yaşattığı için
kullanılıyorlarmış. Bu yıldız taşları Tomis, bunlar insanlığın
üzerindeki en büyük lanetlerden birine, her ruhun ayrı bir bedene
hapsedilmesine karşı bulunan çareler arasında en sonuncusu.
Birbirimizden ve İrade’den, evrendeki diğer çoğu ırkın
katlanabileceğinden daha fazla ve korkunç bir şekilde yalıtılmışız. Bu,
sadece insanlığa özgü bir şeymiş gibi gözüküyor.”
Sesi fısıltı haline dönüştü ve anlaşılmaz olmaya başladı.
Anımsayıcılar arasında edindiği bilgeliği aktarmaya, konuşmaya
devam etti, fakat söylediklerine artık anlam veremiyordum. İzleyici
eğitimimden dolayı İrade ile bağlantıyı her zaman ben daha hızlı
kuruyordum ve bu yüzden genelde de son kelimeleri bir şey ifade
etmiyordu.
Diğer geceler gibi o gece de taşımı sımsıkı tuttum, ürpertiyi
hissettim, gözlerimi kapattım, uzaklarda çalınan dev bir gongun
sesini, bilinmeyen bir sahile vuran dalgaları, yabancı bir ormanda
esen rüzgarın fısıltısını duydum. Çağrıldığımı hissettim. Yanıt
verdim. Bağlantı kurdum. Kendimi İrade’ye teslim ettim.
Geçmiş hayatımın katmanları arasında, gençliğim ve orta
yaşlarım, yolculuklarım, eski aşklarım, acılarım, zevklerim, daha
sonraki sorunlu yıllarım, ihanetlerim, yetersizliklerim,
pişmanlıklarım, kusurlarım arasında dolaştım.
Kendi kendimden kurtuldum. Varlığımdan sıyrıldım. Birleştim.
Sadece yanımdaki Olmayne ile değil, Hind’in dağlarında, Arba’nın
kumlarında dolaşan Hacılarla, Ais’de, Palash’da, Stralya’da
bağlılıklarını sunan Hacılarla, bazılarının aylar, bazılarının yıllar
süren, bazılarının da asla tamamlayamadığı yolculuklarla Jorslem’e
giden binlerce Hacıyla bir oldum. İrade’ye karıştığımız o ânı hepsiyle
birden paylaştım. Karanlık içinde ufukta beliren koyu mor bir ışıltı
gördüm, büyüdü ve her yeri kaplayan kızıl bir aydınlığa dönüştü.
Birleşimi tüm varlığımla kabul ederek, kirli, etin içinde hapsolmuş bir
halde olmama rağmen içeri girdim ve kendimden kopmuş bu
halimden başka bir şey istemedim.
Böylece arındım.
Böylece yalnız uyandım.
5

Afreek’i iyi tanıyordum. Uzun yıllar boyunca kıtanın karanlık


kalbine yerleştiğimde hâlâ genç bir adamdım. Sadece hareket
ihtiyacım yüzünden sonunda ayrılmış, Birinci Döngü kalıntılarının
başka her yerde olduğundan daha iyi korunmuş olduğu Agupt kadar
kuzeylere çıkmıştım. Öte yandan, o zamanlarda eskiler ilgimi pek
çekmiyordu. Bir İzleyicinin belirli bir yeri olması gerekmediği için
İzleyişimi yapıyor ve oradan oraya dolaşıyordum ve tam da tekrar
yollara düşmeye hazırlandığım sırada şans eseri Avluela ile
karşılaşmıştım.
Şimdi ise Olmayne ile birlikte geri dönmüştüm. Kıyıya yakın ve
atık kumullarından uzak duracak şekilde ilerliyorduk. Hacı
olduğumuz için yolculuğun pek çok derdinden bağımsızdık: hiç aç ya
da barınaksız kalmıyorduk, loncamızın bir locasının olmadığı
yerlerde bile hiç kimse bizden saygıyı esirgemiyordu. Olmayne’in
muhteşem güzelliği onun için bir tehlike yaratabilirdi, ne de olsa yaşlı
bir adamdan başka bir koruması yoktu; fakat Hacı maskesi ve
cüppeleri altında güvendeydi. Ancak nadiren, o da görülmeyeceğimiz
yerlerde maskelerimizi çıkarıyorduk.
Olmayne için olan önemim hakkında boş hayallere
kapılmıyordum. Onun için ben sadece yolculuk için bir donanımdım:
bağlantılar ve ayinler için, kalacak yer ayarlamak için, yolu onun için
daha rahatlatacak bir yardımcı. Bu tam da bana uygun bir roldü. O,
garip kaprisleri ve önceden kestirilmesi olanaksız hevesleri olan
tehlikeli bir kadındı, bunu biliyordum. Onunla aramda herhangi bir
bağ olmamasını tercih ederdim.
Bir Hacıda olması gereken saflığa sahip değildi. Yıldız taşının
sınavını geçmiş olsa bile bir Hacı’nın yapması gerektiği gibi kendi eti
üzerinde hakimiyet kuramamıştı. Bazen yarım gece ya da daha uzun
süreler için ortadan kaybolurdu, o zaman gözlerimin önüne maskesiz
bir şekilde ıssız bir köşede Uşağın tekinin kollarında inlerkenki hali
gelirdi. Bu tamamen onun bileceği işti, geri döndüğünde asla bu
konuda konuşmazdık.
Kaldığımız yerlerde bile namusu konusunda dikkatsizce
davranıyordu. Asla aynı odayı paylaşmıyorduk –zaten hiçbir Hacı
misafirhanesi buna izin vermezdi– fakat genelde bitişik odalarda
kalıyorduk ve ne zaman canı çekerse ya beni odasına çağırıyor, ya da
benim odama geliyordu. Genelde çıplak oluyordu; Agupt’ta bir gece
ise artık iğrençliğin dibine vurmuştu. Onu gördüğümde üzerinde
sadece maskesi vardı, ışıldayan beyaz teni yüzünü saklayan bronz
ızgaranın amacını gölgede bırakıyordu. Sadece bir kez benim de bir
zamanlar arzu duyacak kadar genç olduğumu hatırlamış gibi gelmişti.
Cılız, pörsümüş bedenime bakmış ve “Jorslem’de yenilendikten sonra
nasıl görüneceğini merak ediyorum,” demişti. “Gözlerimin önüne
genç halini getirmeye çalışıyorum, Tomis. Acaba o zaman bana zevk
verecek misin?”
İmalı imalı, “Zamanında vereceğim zevki verdim,” demiştim.
Olmayne, Agupt’un sıcağını ve kuruluğunu sevmemişti.
Genelde geceleri yolculuk ediyor ve gündüzleri kendimizi
misafirhanemize atıyorduk. Yollar her saatte kalabalıktı. Görünüşe
göre Jorslem’e akın eden Hacılar ordusu normalden epey kalabalıktı.
Böyle bir zamanda gençlik çeşmesinin sularına kabul edilmemizin ne
kadar süreceği konusunda Olmayne’le tartışmıştık.
“Daha önce hiç yenilendin mi?” diye sordu.
“Asla.”
“Ben de öyle. Gelen herkesi kabul etmediklerini söylüyorlar.”
“Yenilenme bir ayrıcalıktır, hak değil,” dedim. “Çok kişi geri
çevrilir.”
Olmayne, “Ayrıca biliyorum ki,” dedi, “sulara giren herkes de
başarılı bir şekilde yenilenemiyor.”
“Bunu bilmiyordum.”
“Bazıları gençleşeceğine yaşlanıyor, bazıları çok hızlı gençleşip
ölüyor. Bazı riskler var.”
“Bu riskleri almaz mıydın?”
Bir kahkaha patlattı. “Kim almaz ki?”
“Şu anda senin yenilenmeye ihtiyacın yok,” diye belirttim.
“Hatırladığım kadarıyla Jorslem’e bedeninin değil, ruhunun selameti
için gönderilmiştin.”
“Jorslem’e vardığımızda ruhumla da ilgilenirim.”
“Ziyaret etmeyi düşündüğün tek mabet yenilenme mabediymiş
gibi konuşuyorsun ama.”
“Önemli olan o,” dedi. Ayağa kalktı ve esnek bedenini şehvetli
bir şekilde gerdi. “Kabul ediyorum, çıkarmam gereken günahlarım
var; fakat ta Jorslem’e kadar sırf ruhumun iyiliği için gideceğimi
sanmıyordun ya?”
“Ben o yüzden gidiyorum,” diye belirttim.
“Sen! Sen yaşlanmış ve pörsümüşsün. Ruhunla ilgilensen iyi
edersin... tabii bedeninle de. Öte yandan ben de birkaç yıldan
kurtulmaya hayır demem. Çok almalarını istemiyorum. Sekiz, on yıl
belki. O salak Elegro’yla harcadığım yıllar. Toptan bir yenilenmeye
ihtiyacım yok. Senin de dediğin gibi: Hâlâ genç sayılırım.” Yüzüne
kara bulutlar çöktü. “Eğer şehir Hacılarla kaynıyorsa belki beni
yenilenme evine hiç almazlar! Çok genç olduğumu söylerler; kırk elli
yıl sonra tekrar gelmemi söylerler; Tomis bunu bana yapmazlar değil
mi?”
“Söylemesi zor.”
Endişeyle titredi. “Seni alacaklardır. Zaten şimdiden yürüyen bir
cesetsin... seni almaları gerek! Ya ben... Tomis, beni geri çevirmelerine
izin verme! Jorslem’de taş taş üstüne bırakmamam gerekse de bir
şekilde girmeliyim!”
Acaba ruhu yenilenme için aday olabilecek durumda mı, diye
gizli gizli merak ettim. Hacı olan birinin alçakgönüllü olması önerilir.
Öte yandan Olmayne’in öfkesini hissetmek gibi bir niyetim olmadığı
için çenemi kapalı tuttum. Belki de bütün hatalarına rağmen
yenilenmesine izin verirlerdi. Benim düşünmem gereken başka
sorunlarım vardı. Olmayne’in ilerlemek için kibir gibi bir güdüsü
vardı, benim amaçlarım ise apayrıydı. Çok gezmiş ve çok şeyler
yapmıştım, hepsi de erdemli şeyler değildi; belki de yaşımı
küçültmekten daha çok vicdanımın temizlenmesine ihtiyacım vardı.
Yoksa böyle düşünmeme neden olan şey de kibir miydi?
6

Oradan doğuda, birkaç günlük mesafede, Olmayne ile birlikte


kavrulmuş topraklarda yürürken, korku ve heyecan içindeki köylü
çocuklar bize doğru koştular.
“Lütfen gelin, gelin!” diye bağırıyorlardı. “Hacılar, gelin!”
Cüppesinin eteklerini çekiştirirlerken Olmayne şaşkın ve
rahatsız olmuş görünüyordu. “Ne diyorlar, Tomis? Bu lanet olasıca
Agupt aksanlarından bir şey anlayamıyorum!”
“Yardım etmemizi istiyorlar,” dedim. Bağırtıları biraz daha
dinledim. Olmayne’e, “Köylerinde,” dedim, “kristallenme salgını
çıkmış. Acı çekenlere İrade’nin merhametini götürmemizi istiyorlar.”
Olmayne geri çekildi. Maskenin altında yüzünün aldığı ürkmüş
hali tahmin edebiliyordum. Ellerini sallayarak çocukların ona
dokunmasını engellemeye çalışıyordu. Bana dönüp, “Oraya
gidemeyiz!” dedi.
“Gitmeliyiz.”
“Acelemiz var! Jorslem kalabalık, kasvetli bir köyde daha fazla
zaman harcamak istemiyorum.”
“Olmayne, bize ihtiyaçları var.”
“Biz Cerrah mıyız?”
Sessizce, “Biz Hacıyız,” dedim. “Bunun sayesinde
yararlandığımız şeylere karşılık birtakım sorumluluklarımız var.
Karşılaştığımız herkesin saygısını hak ediyoruz, bunun yanında da
ruhlarımızı gerektiğinde zavallılar için feda edebilmeliyiz. Gel.”
“Oraya gitmiyorum!”
“Jorslem’e gittiğimizde yaptıklarından bahsederken bunu nasıl
anlatacaksın, Olmayne?”
“Bu korkunç bir hastalık. Ya yakalanırsak?”
“Derdin bu mu? İrade’ye güven! İnsanın ruhu zerafetten bu
kadar uzakken yenilenmeyi nasıl umabilir ki?”
Alçak bir sesle, “Geberesin, e mi Tomis,” dedi. “Ne zaman bu
kadar dindar oldun anlamıyorum. Sana Kara Geçidi’nde
söylediklerim yüzünden bunu özellikle yapıyorsun, değil mi? Aptalca
bir anda sana eziyet ettim diye şimdi intikam almak için ikimizi de
korkunç bir hastalığa maruz bırakacaksın. Bunu yapma Tomis!”
Suçlamasını duymazdan geldim. “Çocuklar telaşlanıyorlar,
Olmayne. Beni burada mı, yoksa bir sonraki köye gidip oradaki
misafirhanede mi beklersin?”
“Beni böyle ıssızlığın ortasında yalnız bırakma!”
“Benim hastaların yanına gitmem lazım,” dedim.
Sanırım birden yardım etmeye ikna olmasından değil de, yardım
etmeyi bencilce reddetmesinin Jorslem’de bir şekilde aleyhine
kullanılmasından korktuğu için, sonunda benimle gelmeye karar
verdi. Agupt sıcağın pençesinden kurtulamayan bir ülke olduğu ve
binlerce yıldır pek değişmediği için küçük ve zayıf kalmış olan köye
kısa zamanda ulaştık. Afreek’in daha güneyinde kalan kalabalık
şehirlerle –lüks tüketim malları üreten Üreticileri sayesinde zenginlik
içindeki şehirlerle– belirgin bir tezat söz konusuydu.
Sıcaktan bunalmış bir şekilde çocukları hastalığın olduğu evlere
kadar izledik.
Kristallenme hastalığı yıldızlardan gelen sevimsiz bir hediyeydi.
Dünya dışı varlıkların hastalıkları genelde Dünyalıları pek etkilemez,
fakat bu rahatsızlık Mızrak dünyalarından uzaylı turistlerle taşınarak
gelmişti ve Dünya’da yerleşmişti. Eğer İkinci Döngü’nün şanlı
günlerinde gelmiş olsaydı belki de bir gün içinde kökünü
kurutabilirdik, fakat yeteneklerimiz artık körelmişti ve salgının
çıkmadığı bir yıl bile geçmiyordu. Kurbanların bulunduğu ilk balçık
kulübeye girerken Olmayne belirgin bir dehşet içindeydi.
Hastalığı kapan için hiç umut yoktu. Ancak sağlıklı olanların
hastalanmaması ümit edilebilirdi; neyse ki çok bulaşıcı bir şey değildi.
Sinsice hareket ediyordu, çoğu zaman karıkocadan birbirlerine
geçmezken bir şehrin öbür ucunda, hatta tamamen farklı bir bölgede
ortaya çıkabiliyordu. İlk belirtiler, derinin pullanması, kaşıntı,
kıyafetlerin üzerinde görülen kepekler, deride şişliklerdir. Bundan
sonra kalsiyum emildikçe kemikler zayıflar, insan yumuşak ve esnek
bir hale gelir, fakat bu hâlâ hastalığın erken safhasıdır. Kısa zamanda
dış dokular sertleşir; gözlerin yüzeylerinde kalın zarlar oluşur, burun
delikleri tıkanır, hatta kapanabilir; deri sertleşir ve pürüzlü bir hal alır.
Bu safhada sık sık kehanetler yapıldığı görülür. Kurban bir
Uyurgörürün özelliklerini alır, bir kahin gibi konuşmaya başlar. Ruh
vücuttan ayrılıp gezinebilir, yaşamsal işlevler yine de devam eder.
Hastalığın ilk belirtilerinin görülmesinden sonra yirmi gün içinde
kristallenme meydana gelir. Kemik yapısı erirken deri çatlayarak
açılır, geometrik şekillerde sert kristaller oluşur. Bu haldeyken kurban
oldukça güzeldir, değerli taşlardan yapılmış heykeli gibi görünür.
Büyüyen kristaller mor, kırmızı, yeşil gibi parlak renklerde olur.
Kristallerin keskin yüzey hatları saat başı değişebilir; odadaki en ufak
bir aydınlık bile kurbanın göz alıcı bir şekilde parıldamasına neden
olur. Bütün bu süre zarfında içte kalan vücut bir koza
içindeymişçesine değişmektedir. İç organlar mucizevi bir şekilde
değişimin ilerleyen safhalarında bile yaşamsal işlevleri yerine getirir;
gerçi kristallenme safhasında artık kurban dış dünya ile bağlantı
kuramaz, hatta büyük ihtimalle kendi içinde olan değişikliklerin bile
farkında değildir. En sonunda değişim hayati organlara ulaşır ve
işlem durur. Yabancı asalak konuğu öldürmeden bu organları
değiştiremez. Kriz çabucak biter: Kristalize olan şahsın sinir
sisteminde meydana gelen son bir elektrik boşaltımıyla tetiklenen kısa
bir çırpınma ve kırılan cam sesleriyle birlikte vücut hafif bükülür ve
her şey sona erer. Bu parazitin geldiği gezegende kristallenme aslında
bir hastalık değil de simbiyotik bir yaşama doğru binlerce yıllık bir
evrim sonucu meydana gelmiş gerçek bir değişimdir. Ne yazık ki
Dünyalılar için bu evrimsel hazırlık aşaması asla olmamıştı, bu
yüzden değişimi sağlayan etken ölümcül sonuçlara neden oluyordu.
Süreç tersinir olmadığı için ben ve Olmayne’in bu cahil ve
korkmuş insanları biraz olsun rahatlatmak dışında yapabileceğimiz
işe yarar hiçbir şey yoktu. Bir süre önce de hastalığın aynı köyü ele
geçirdiğini hatırlıyorum. Kaşıntıdan son kristallenmeye kadar
hastalığın her aşamasında insan vardı. Enfeksiyonun derecelerine
göre farklı kulübelere yerleştirilmişlerdi. Sol tarafımda yeni
kurbanlardan oluşan kederli bir sıra vardı, tamamen
kendilerindeydiler ve onları bekleyen dehşeti düşünerek sağlıksızca
kaşınıyorlardı. Arka taraftaki duvarın yanında ot şiltelerin üzerinde
derilerinin sertleşmesi aşamasında beş köylü yatmaktaydı. Sağ
tarafımda ise kristallenmenin farklı safralarında hastalar yer
alıyorlardı ve en önde de hazinenin tacı, açıkça hayatının son
saatlerinde olan bir adam yatıyordu. Sahte yakutlar, zümrütler ve
opallerle süslenmiş bedeni neredeyse acı verici bir güzellikle ışıldıyor,
nadiren hareket ediyordu. Muhteşem renklerle bezenmiş kabuğunun
altında güzel rüyalar içinde kaybolmuş, köylü olarak zor şartlar
altında geçirdiği tüm hayatı boyunca yaşayamayacağı kadar büyük
zevkler, aşklar yaşıyor olmalıydı.
Olmayne birden kapıdan geri çekildi.
“Bu korkunç,” diye fısıldadı. “İçeri girmeyeceğim!”
“Girmeliyiz. Sorumluluklarımız var.”
“Hacı olmayı ben istemedim!”
“Günahlarının bağışlanmasını istemiştin,” diye hatırlattım.
“Bunu kazanman gerek.”
“Bize de bulaşır!”
“Olmayne, bu hastalığı bulaştırmak için İrade bizi her yerde
bulabilir. Tamamen rastlantısal olarak yayılıyor. Bu binanın içindeki
tehlike Perris’dekinden daha fazla değil.”
“Öyleyse neden bu köyde bu kadar çok hasta var?”
“Bu köy İrade’yi gücendirmiş.”
Acı acı, “Tasavvufa ne de güzel hizmet ediyorsun, Tomis,” dedi.
“Seni yanlış tanımışım. Duyarlı bir adam olduğunu sanmıştım. Bu
sergilediğin kadercilik çok çirkin.”
“Dünyamın işgal edilişini izledim,” dedim. “Roum Prensi’nin
yok oluşunu gördüm. Felaketler benim şu anda sahip olduğum gibi
yaklaşımlara neden olur. Haydi, içeri girelim Olmayne.”
İçeri girerken Olmayne hâlâ isteksizdi. Şimdi beni de korku
sarmıştı, fakat bunu gizledim. Yol arkadaşım olan zarif Anımsayıcı
kadınla tartışırken inancım konusunda çok kendini beğenmiş
davranmıştım, fakat şimdi aniden bastıran korkuyu da inkar
edemezdim.
Kendimi sükunetimi korumak için zorladım.
Kendi kendime, çeşit çeşit kefalet vardır, dedim. Benimki bu
hastalık sayesinde olacaksa, İrade’ye boyun eğeceğim.
Belki de Olmayne de aynı sonuca vardı, ya da belki kendi
duygusallık tanımı yüzünden merhamet timsali olmaya karar verdi.
Benimle birlikte hastaları dolaştı. Ellerimizde yıldız taşları, başımız
eğik, bir şilteden ötekine geçtik. Sözler söyledik. Yeni hastaları
rahatlatmak için gülümsedik. Dualar ettik. Olmayne gözlerinin
üzerinde zar oluşumu başlamış ikinci safhadaki bir kızın önünde
durdu, diz çöküp yıldız taşını kızın yanağına dokundurdu. Kız
kehanetlerden bahsediyordu, neyse ki anladığımız bir dilde değildi.
En sonunda kendi muhteşem tabutunu yetiştirmiş olan ölümcül
vakanın yanına geldik. Bir şekilde kendimi korkudan arınmış
hissediyordum, Olmayne de öyle olmalıydı, çünkü uzunca bir süre bu
acayip manzaranın önünde durduktan sonra, “Ne kadar korkunç! Ne
kadar inanılmaz! Ne kadar güzel!” dedi.
Buna benzer üç baraka daha bizi bekliyordu.
Köylüler kapı eşiklerinde birikiyorlardı. Sırayla her binadan
çıkışımızda ayaklarımıza kapanıyor, cüppelerimizin eteklerini
yakalayıp rahatsız edici bir şekilde İrade için aracılık etmemizi
istiyorlardı. Fazla samimiyetsiz görünmeyen uygun kelimeler
söylüyorduk. Kulübelerin içindekiler sanki artık bir şansları
olmadığını biliyorlarmışcasına sözlerimizi boş bir şekilde dinliyorlar,
hastalığın henüz bulaşmadığı dışarıdakiler ise her bir heceyi
sömürüyorlardı. Köyün reisi –sadece bir vekil, gerçek reis
kristallenmişti– bize sanki işe yarar birşeyler yapmışız gibi tekrar
tekrar teşekkür etti. En azından biraz olsun rahatlamalarını
sağlamıştık, ki bu da küçümsenecek bir şey değildi.
Hasta barakalarının sonuncusundan çıkarken uzaktan bizi
izleyen zayıf bir şekil gözümüze çarptı: Değişken Bernalt. Olmayne
beni dirseğiyle dürttü.
“O yaratık bizi izliyormuş, Tomis! Ta Kara Geçidi’nden beri
üstelik!”
“O da Jorslem’e gidiyor.”
“Evet, ama neden burada dursun ki? Bu berbat yerde?”
“Sus Olmayne. Adama karşı biraz nazik ol.”
“Bir Değişkene mi?”
Bernalt yaklaştı. Görüntüsünün garipliği ile tezat oluşturan
yumuşak, beyaz bir –cüppe giymişti. Başını köye doğru üzgün üzgün
salladı ve “Korkunç bir facia,” dedi. “İrade burada oldukça sert
davranmış.”
Buraya birkaç gün önce geldiğini ve Nayrub’dan bir arkadaşına
rastladığını anlattı. Bir Değişkenden bahsettiğini varsaydım, fakat
hayır, Bernalt’ın arkadaşı bir Cerrahtı; dediğine göre o da hasta
köylüler için yapabileceği bir şey olup olmadığına bakmak için
burada yolculuğuna ara vermiş. Bir Değişkenle bir Cerrah arasında
olabilecek arkadaşlık fikri bana biraz garip geldi, Bernalt’a olan
nefretini gizleme ihtiyacı duymayan Olmayne ise bunu tam bir rezalet
olarak görüyordu.
O sırada bir kısmı kristalleşmiş, yamru yumru elleri birşeyleri
yakalamaya çalışan bir gölge barakalardan birinin kapısında belirdi.
Bernalt yanına gidip yavaşça içeri götürdü. Bizim yanımıza
döndüğünde, “Kimi zaman insan Değişken olduğu için mutlu oluyor.
Biliyorsunuz, hastalık bizi etkilemiyor,” dedi. Gözleri bir anda
ışıldadı. “Hacılar, sizi rahatsız etmiyorum ya? Maskelerinizin altında
birer heykel gibisiniz. Bir zararım dokunsun istemem, geri çekileyim
mi?”
Tam tersini kastederek, “Tabii ki hayır,” dedim. Onun varlığı
beni rahatsız ediyordu; belki de Değişkenleri hor görme alışkanlığı
sonunda bana da bulaşmıştı. “Biraz kal. Bizimle Jorslem’e gelmeni
teklif ederdim, fakat biliyorsun ki bu, bizim için yasak.”
“Tabii ki. Sizi tamamen anlıyorum.” Hâlâ sakin bir kibarlık
içindeydi, fakat içinde biriken hoşnutsuzluk artık yüzeye yakındı.
Değişkenlerin çoğu o kadar rezil yaratıklardır ki normal loncaları olan
insanların onlardan ne kadar tiksindiklerini fark edemezler bile; fakat
Bernalt algılayış denilen işkence ile açıkça ödüllendirilmişti.
Gülümsedi ve arkamızı gösterdi. “Arkadaşım geldi işte.”
Bize yaklaşmakta olan üç şekil vardı. Seyrek sarı saçları, yorgun
gözleri, yumuşak bir sesi ve koyu renk teni olan Bernalt’ın Cerrahıydı.
Yanında işgalcilerden bir subay ve başka bir gezegenden başka bir
yabancı vardı. İşgalci, “Buraya iki Hacının çağrıldığını duymuştum,”
dedi. “Bu zavallılara vermiş olabileceğiniz teselli için sizlere teşekkür
ederim. Benim adım Dünyasahibi Ondokuz, bu bölge benim idarem
altında. Bu gece yemek için misafirim olur musunuz?”
Bir işgalcinin konukseverliğini kabul etmek konusunda
kararsızdım, Olmayne’in birden avucunu yıldız taşı üzerine sıkıca
kapatmasından onun da tereddüt ettiğini anlayabiliyordum.
Dünyasahibi Ondokuz, sabırsızlıkla kabul etmemizi bekliyor gibiydi.
Türünün diğer örnekleri gibi uzun boylu değildi, orantısız kolları
dizinin altına kadar uzanıyordu. Yukarıda cayır cayır yanan Agupt
güneşi altında cilalı gibi görünen cildi parlıyordu, fakat terlediğine
dair bir işaret yoktu.
Uzun, gergin ve rahatsız edici bir sessizlikten sonra, Cerrah,
“Çekinmenize gerek yok. Bu köyde hepimiz kardeş sayılırız. Bu
akşam bize katılın, olmaz mı?” dedi.
Onlara katıldık. Dünyasahibi Ondokuz’un Medit Gölü kıyısında
bir villası vardı, öğleden sonrasının aydınlığında sol tarafımda Kara
Geçidi’ni, hatta gölün diğer ucunda Eyrop’u bile görebildiğimi
sandım. Verandada Uşaklar loncası üyeleri bize soğuk içecekler ikram
etti. İşgalci hepsi dünyalı olan geniş bir kadro çalıştırıyordu, bu da
istilanın artık iyice kurumsallaştığı ve nüfusun büyük bir
çoğunluğunca kabul gördüğüne dair benim için başka bir işaretti.
Hava karardıktan sonra uzun saatler boyunca konuştuk, hatta geceyi
selamlamak üzere ışık oyunları belirdiğinde bile içeceklerle
oyalanıyorduk. Değişken Bernalt ise büyük ihtimalle varlığımızdan
rahatsız olduğu için pek aramıza katılmıyordu. Olmayne huysuz ve
içine kapanıktı, hastalıklı köyde üzerine bunalım ile coşku karışımı
garip bir hal çökmüştü. Akşam yemeğinde Bernalt’ın da bizimle
beraber olması sessizliğini daha da pekiştirdi, çünkü bir Değişkenin
yanında nasıl nazik olunabileceği konusunda en ufak bir fikri yoktu.
Ev sahibimiz olan işgalci dikkatli ve etkileyiciydi; onu, bu
sevimsizliğinden kurtarmaya çalışıyordu. Daha önce de etkileyici
işgalciler görmüştüm. Hatta kendini işgalden hemen önce Dünyalı
Değişken Gormon olarak tanıtan birisiyle yolculuk bile etmiştim. Bu,
Dünyasahibi Ondokuz ise o günlerde kendi dünyasında bir şairdi.
“Bir askeri istilanın parçası olmak gibi bir ilgi alanınız olması bana
biraz garip geldi,” dedim.
Dünyasahibi Ondokuz, “Her türlü deneyim sanatı güçlendirir,”
dedi. “Ben kendimi geliştirmenin yollarını arıyorum. Zaten ben bir
savaşçı değil, idareciyim. Bir şairin idareci olması ya da bir idarecinin
şair olması bu kadar garip mi?” Bir kahkaha attı. “Birçok loncanız var,
ama aralarında bir tek Şairler loncası yok. Neden?”
“İletişimciler var,” dedim. “Onlar bahsettiğiniz işi yapıyorlar.”
“Evet, ama dini bir şekilde. Yorumladıkları şey İrade, kendi
ruhları değil.”
“Bu ikisi ayırt edilemez. Yazdıkları dizeler ilahi şeylerden
esinlenmiş olabilir, fakat yaratıcılarının yüreklerinden çıkıyor,”
dedim.
Dünyasahibi Ondokuz ikna olmuş görünmüyordu. “Sanırım
tüm şiirlerin eninde sonunda ilahi sebepleri olduğunu ileri
sürebilirsiniz,” dedi, “fakat sizin İletişimcilerinizin yazdığı şeylerin
bakış açısı çok dar. Sadece İrade’nin kabulüyle ilgileniyorlar.”
Olmayne, “Bu bir ikilem,” dedi. “İrade her şeyi içine alır, fakat
siz bizim İletişimcilerimizin bakış açısının dar olduğunu
söylüyorsunuz.”
“Şiirin İrade’yi kabullenmekten başka konuları da vardır
dostlarım. Kişinin kişiye duyduğu aşk, evini savunmanın verdiği
mutluluk, yıldızların ışıltısı altında çıplak kalmanın verdiği muhteşem
his...” İşgalci tekrar bir kahkaha attı. “Elinizdekiler sadece kaderci
şairler olduğu için Dünya bu kadar çabuk düşmüş olabilir mi acaba?”
Cerrah, “Dünya düştü,” dedi, “çünkü İrade, atalarımızın sizin
atalarınıza hayvan muamelesi yaptığı zaman işlediği günahların
kefaletini ödememizi istiyor. Şiirlerimizin kalitesinin bu konuyla bir
ilgisi yok.”
“Demek İrade sizi cezalandırmak için bizim karşımızda
yenilmenize neden oldu ha? İyi de, eğer İrade’nin kudreti sınırsızsa,
atalarınızın bizim atalarımıza karşı işlediği günahlar da onun
kararıyla işlenmiş olmalı, öyle değil mi? Buna ne dersiniz? İrade kendi
kendisiyle oyunlar mı oynuyor? Her şeyin nasıl olacağına karar veren
ilahi bir güce inanmanın zorluğunu şimdi anlayabiliyor musunuz?
Izdırap çekmeyi anlamlı kılan seçim yapmış olma öğesi nerede? Önce
sizi günah işlemeye zorlamak, sonra da kefalet olarak yenilmenize
neden olmak boş bir iş gibi gelmiyor mu? Lütfen kafirliğimi mazur
görün.”
Cerrah, “Yanlış anladınız,” dedi. “Bu gezegende olan her şey
ahlaki bir gelişim sürecinin bir parçası. İrade küçük büyük her şeyi
kontrol etmiyor; sadece olayların hammaddesini hazırlıyor ve bizim
bunları istediğimiz şekilde kullanmamıza izin veriyor.”
“Örneğin?”
“İrade Dünyalılara beceri ve bilgi verdi. Birinci Döngü’de
vahşilikten neredeyse yok denecek kadar kısa bir sürede kurtulduk,
İkinci Döngü’de ihtişama kavuştuk. İhtişamlı olduğumuz zamanda
kibir sahibi olduk, kendi sınırlarımızı aşmaya niyetlendik. Başka
dünyaların akıllı canlılarını ‘inceleme’ bahanesiyle hapsettik, aslında
tek amacımız küstahça kendimizi eğlendirmekti; Dünya’nın iklimiyle
öyle bir oyun oynadık ki, sonunda okyanuslar birleşti, kıtalar battı,
eski uygarlığımız çöktü. Böylece İrade insan hırsının sınırlarını bize
göstermiş oldu.”
Dünyasahibi Ondokuz, “Bu karanlık felsefeden hoşlanmadım,”
dedi. “Bence...”
Cerrah, “Bırakın da bitireyim,” dedi. “İkinci Döngü’deki
Dünya’nın çöküşü bizim cezamızdı. Üçüncü Döngü’deki Dünya’nın
yıldızlardan gelen sizler tarafından işgali, aynı zamanda hem o
cezanın tamamlanması, hem de yeni bir çağın başlangıcı. Sizler bizim
kefaletimizin bir parçasısınız. En son aşamada istila edilmenin
utancını da yaşatarak bizi en dibe oturttunuz; şimdi sıra ruhlarımızı
yenilemede, şimdi zorluklarla sınanmış olarak yeniden doğmamız
zamanı.”
Jorslem’e doğru yola ilk çıktığımızdan beri aklımda kurcalayıp
durduğum hem kişisel, hem de tüm gezegenin kefaleti ile ilgi
düşüncelerimi toparlayarak sözlere döken bu Cerrah’a şaşkınlıkla
bakakaldım. Daha önce açıkçası pek dikkatimi çekmemişti.
Bernalt, “İzin verin bir şey sorayım,” dedi. Bunlar saatlerdir
ondan gelen ilk sözlerdi.
Hepimiz ona baktık. Yüzündeki renkli bantlar ışıl ışıl, duygu
yoğunluğu içinde olduğunu gösteriyordu.
Cerraha bakarak, “Dostum,” dedi, “Dünyalılar için bir kefaletten
bahsediyorsun. Kastettiğin tüm Dünyalılar mı, yoksa sadece loncalı
olanlar mı?”
Cerrah kibarca, “Tabii ki tüm Dünyalılar,” dedi. “Hepimiz eşit
miktarda işgal altında değil miyiz?”
“Öte yandan başka şeylerde eşit değiliz. Milyonlarca insanını
loncasızlığa mahkum eden bir gezegen için kefaletten bahsetmek
mümkün mü? Tabii ki benim insanlarımdan bahsediyorum. Çok uzun
bir zaman önce bizi canavar olarak yaratanlara karşı çıktığımızı
düşündüğümüzde bir günah işlemiştik. Jorslem’i sizden almaya
çalıştık, bu yüzden de cezalandırıldık ve cezamız bin yılı aşkın bir
süredir devam ediyor. Bizler hâlâ toplumun birer yüz karası olarak
adlandırılmıyor muyuz? Bizim kefalet umudumuz nerede? Siz loncalı
olanlar bizi hâlâ ezerken nasıl olup da çektiğiniz acılar sayesinde
kendinizi arınmış ve namuslu görebileceksiniz?”
Cerrah dehşete düşmüş gözüküyordu. “Gözü kara konuştun,
Bernalt. Siz Değişkenlerin sıkıntıları olduğunun farkındayım; fakat
sen de benim kadar iyi biliyorsun ki kurtuluş günümüz yaklaştı.
İleriki günlerde hiçbir Dünyalı seni hor görmeyecek, sonunda
özgürlüğümüzü kazandığımızda sen de bizimle beraber orada
olacaksın.”
Bernalt bakışlarını indirdi. “Beni affet dostum. Tabii, tabii doğru
söylüyorsun. Bir an için kendimi kaybettim. Bu sıcak, bu muhteşem
şarap... ne kadar da aptalca şeyler söyledim!”
Dünyasahibi Ondokuz, “Bana bizi gezegenden kovacak bir
direniş hareketinin oluşmaya başladığını mı söylüyorsunuz?” dedi.
Cerrah, “Ben sadece soyut kavramlardan bahsediyorum,” diye
cevap verdi.
İşgalci rahatça, “Bence sizin direniş hareketiniz de oldukça soyut
olacaktır,” dedi. “Özür dilerim, ama tek bir gecede istila edilebilen bir
gezegenin pek bir gücü olabileceğini sanmıyorum. Sanıyoruz ki
Dünya’yı işgalimiz uzun sürecek ve çok az direnişle karşılaşacağız.
Burada olduğumuz aylar boyunca bize karşı artan bir saldırganlığa
dair en ufak bir işaret yok. Hatta tam tersi: Gitgide aranızda daha
fazla kabul görüyoruz.”
Cerrah, “Bu da sürecin bir parçası,” dedi. “Bir şair olarak
kelimelerin pek çok anlam içerdiğini biliyor olmanız lazım. Onlardan
bağımsız olmak için uzaylı efendilerimizi yenmemize gerek yok. Bu
sizin için yeterince şiirsel mi?”
Dünyasahibi Ondokuz, “Mükemmel,” dedi ve ayağa kalktı.
“Arzu ederseniz şimdi yemeğe geçelim.”
7

Konuya bir daha dönmenin yolu yoktu. Yemek masasında felsefi


bir tartışmayı sürdürmek pek kolay bir iş değildir, ayrıca ev sahibimiz
de Dünya’nın olası yazgısının analizini yapıyor olmamızdan pek
rahat değildi. İşgalci kısa zamanda Olmayne’in Hacı olmadan önce bir
Anımsayıcı olduğunu keşfetti ve ilgisini ona yöneltti, tarihimiz ve eski
şiirler hakkında sorular sordu. Olmayne onu pençesine alan
sessizlikten yavaş yavaş kurtuldu ve uzun uzun Perris’deki
araştırmalarından bahsetti. Gizli tarihimiz hakkında bildiği pek çok
şeyi anlattı, Dünyasahibi Ondokuz da zaman zaman akıllıca ve konu
üzerinde bilgi sahibi olduğunu gösteren sorular soruyordu. Bu arada
biz de belki de bizi Perris’den Marsay’e götüren o duyarsız şişman
Tüccar’ın çeşit çeşit dünyalardan ithal ettiği lezzetlerle karnımızı
doyurduk. Villa serin, Uşaklar ilgiliydi; salgının pençesindeki köy
şimdi bizden o kadar uzaktı ki başka bir galakside olsa bile bir şey
değişmezdi.
Sabah villadan ayrılırken Cerrah Hac yolculuğumuza katılmak
için izin istedi. “Burada artık yapabileceğim bir şey kalmadı,” demişti.
“Hastalık ilk çıktığı sırada Nayrub’daki evimden ayrılıp gelmiştim,
günlerdir buradayım, tedaviden çok teselli işine yarıyorum tabii ki.
Şimdi ise Jorslem’e çağırıldım; ama eğer yol arkadaşı edinmeniz
yasaksa...”
“Elbette bizimle gelebilirsiniz,” dedim.
Cerrah, “Bir yol arkadaşımız daha olacak,” diye belirtti.
Villada karşılaştığımız üçüncü kişiyi kastediyordu: Dünya dışı
bir canlı, henüz yanımızda tek bir kelime etmemiş olan bir muamma.
Bu varlık insandan biraz uzun, yassı bir örümceğe benziyordu ve yere
dik olmayan bir üç ayağın üzerinde duruyordu. Altın Sarmal’dan
geliyordu; derisi pürüzlü ve renk olarak parlak kırmızıydı, sivri
kafasının üç yanından aşağı doğru sıra halinde camsı oval gözleri
vardı. Daha önce hiç böyle bir yaratık görmemiştim. Cerrahın
dediğine göre Dünya’ya veri toplama göreviyle gönderilmişti ve
şimdiden Ais ve Stralya’nın büyük kısmını gezmişti. Bu sırada Medit
Gölü’nün kıyısındaki toprakları geziyordu, Jorslem’i de gördükten
sonra Eyrop’un büyük şehirlerine doğru yola çıkacaktı. Ciddiyeti,
aralıksız izlemesi, çok sayıdaki gözünü ne bir kez olsun kırpması, ne
de o gözlerin gördükleri hakkında tek biz söz söylemesi canlı bir
yaratıktan çok garip bir makineyi, bir hafıza bankası için veri girişini
andırmasına neden oluyordu. Öte yandan, bizimle birlikte kutsal
şehre gelmesine izin verilebilecek kadar zararsızdı.
Cerrah, bizim önümüzden yalnız başına yola koyulan Değişken
dostuna veda etti, sonra da kristallenmiş köye son bir ziyarette
bulundu. Biz onunla gitmedik, ne de olsa bunun bir anlamı
olmayacaktı. Geri döndüğünde yüzü asıktı. “Dört yeni vaka,” dedi.
“Tüm köy yok olacak. Daha önce Dünya üzerinde hiç böyle
yoğunlaşmış bir salgın görülmemişti.”
“O zaman bu yeni bir şey mi?” diye sordum. “Her yere
yayılacak mı?”
“Kim bilir? Komşu köylerde kimse yakalanmamış. Her zamanki
şekilde yayılmıyor: tek bir köy tamamen yıkıma uğramış, başka hiçbir
yerde sorun yok. İnsanlar bunun ne olduğunu bilmedikleri
günahlarına karşı ilahi bir ceza olduğunu düşünüyorlar.”
“İradenin gazabını bu kadar sert bir şekilde üzerlerine çekmek
için köylüler ne yapmış olabilir ki?” diye sordum.
Cerrah, “Onlar da aynı soruyu soruyorlar,” dedi.
Olmayne, “Eğer yeni vakalar varsa, dünkü ziyaretimiz işe
yaramamış demektir. Hayatlarımızı tehlikeye attık, yine de onlara bir
faydamız olmadı,” dedi.
Cerrah, “Yanlış,” dedi. “Siz geldiğinizde bu vakalar zaten
kuluçka safhasındaydı. Hastalığın hâlâ sağlıklı olanlara sıçramamasını
umuyoruz.”
Bunu söylerken nedense kendinden pek emin görünmüyordu.
Olmayne gün be gün kendi üzerinde hastalığın belirtilerini
aradı, fakat hiçbiri çıkmadı. Bu yüzden Cerrahın da epey başını ağrıttı,
teninin üzerindeki gerçek ya da hayal ürünü lekeler hakkında
düşüncelerini almak için onu rahatsız etti, yanağındaki noktacığın
kristallenme belirtisi olup olmadığını sormak için onun yanında
maskesini çıkartarak utandırdı.
Yanımızdaki uzaylı bizimle birlikte yürüyen kocaman bir
sıfırdan başka bir şey değilken, Cerrah kültürlü, bilgili ve sabırlı bir
adam olduğu için Olmayne’in yaptıklarına kibarca katlandı. Afreek’in
yerlisiydi ve iyileştirme bir aile geleneği olduğu için babası sayesinde
doğduğundan beri loncasına bağlıydı. Çok seyahat ettiği için
Dünya’nın çoğunu görmüş ve gördüklerinin pek azını unutmuştu.
Roum ve Perris, Stralya’nın buz çiçeği tarlaları, hatta Kayıp Kıtalar’ın
benim doğum yerim olan batı adaları hakkında bile bizimle sohbet
ediyordu. Yıldız taşları ve etkileri hakkında nazikçe sorular
soruyordu –taşı bir kez denemek için yanıp tutuştuğunu
görebiliyordum, fakat tabii bu kendini Hacı ilan etmemiş olanlar için
yasaktı –eski yaşantımda bir İzleyici olduğumu öğrendiğinde ise
gökyüzünü taradığım aletler hakkında pek çok soru sordu.
Algılayışımın nasıl gerçekleştiği ve ne algıladığımı merak ediyordu.
Ona bu konuda söyleyebileceğim her şeyi söyledim, öte yandan
aslında ben de çok az şey biliyordum.
Genelde göl kıyısındaki yeşil ve bereketli şeritten yolculuk
ediyorduk, fakat bir kez Cerrahın ısrarı üzerine ilginç olacağını
söylediği bir yeri görmek için çölün içine daldık. Bize ne olduğunu
söylemiyordu. Bu noktada artık kiralanmış üstü açık arabalarla
yolculuk etmeye başlamıştık, sert rüzgarlar yüzümüze kum
çarpıyordu. Uzaylının gözlerine zaman zaman kum kaçtığını ve
birkaç saniyede bir gözlerini mavi göz yaşı selleriyle nasıl etkili bir
şekilde temizlediğini gördüm. Ne zaman rüzgar çıksa, geri kalan
bizler, kıyafetlerimizin arasına gömülüyor, başlarımızı eğiyorduk.
En sonunda Cerrah, “İşte geldik,” dedi. “Burayı ilk ziyaret
edişim uzun zaman önce babamla yolculuk ederken olmuştu. İçeri
gireceğiz ve sen –eski Anımsayıcı– bize nerede olduğumuzu
söyleyeceksin.”
Beyaz camdan tuğlalarla yapılmış iki katlı bir binaydı. Kapılar
kilitli gibi görünüyordu, fakat hafifçe itildiğinde açıldılar. İçeri
girdiğimiz anda ışıklar ortalığı aydınlattı.
İnce bir kum tabakasının kapladığı ve üzerlerinde aletler olan
masalar dizilmişti. Hiçbir şeyin ne olduğunu anlayamıyordum. İçine
insan eli girebilecek şekilde aletler vardı; garip metal eldivenlerden
çıkan bağlantılar ışıldayan kapalı dolaplara gidiyordu ve aynalar bu
dolapların içindeki görüntüleri tepedeki dev ekranlara yansıtıyorlardı.
Cerrah eldivenleri ellerine taktı ve parmaklarını oynattı; ekranlar
aydınlandı ve hafif yaylar çizen minik iğnecikler gördüm. Bilinmeyen
sıvılar damlatan başka makinelerin yanına gitti, müzik notalarının
çıkmasına neden olan küçük düğmelere bastı; efendilerinin geri
dönmesini bekleyen ve hâlâ çalışır durumda olan bir harikalar
laboratuvarının içinde rahatça dolaşıyordu.
Olmayne kendinden geçmişti, Cerrahla birlikte sıraları
dolaşıyor, her şeye dokunuyordu.
En sonunda Cerrah, “Evet, Anımsayıcı,” dedi. “Nedir bu?”
Olmayne alçak bir sesle cevap verdi: “Bir Ameliyathane,” dedi.
“Büyülü Yıllar’a ait bir Ameliyathane!”
“Mükemmel! Kesinlikle doğru!” Birden garip bir şekilde
heyecanlanmıştı. “Burada muhteşem canavarlar üretebiliriz!
Mucizeler gerçekleştirebiliriz! Uçucular, Yüzücüler, Değişkenler,
Bükücüler, Yanıcılar, Tırmanıcılar... kendi loncanızı yaratın, insanı
kendi isteklerinize göre şekillendirin! Burası orasıydı!”
Olmayne, “Bu Ameliyathaneler bana anlatılmıştı. Sadece altı
tanesi ayakta kalmış, öyle değil mi? Biri kuzey Eyrop’ta, biri
Palash’da, biri burada, biri Afreek’in derinliklerinde epey güneyde,
biri batı Ais’de...” dedi ve durakladı.
Cerrah, “En büyüğü de Hind’de!” diye sözünü bitirdi.
“Tabii ya, Hind! Uçucuların anavatanı!”
Hayranlıkları bulaşıcıydı. “İnsanların şekilleri burada mı
değiştiriliyordu? Nasıl?” diye sordum.
Cerrah omuz silkti, “Bu sanat şimdi kayıp,” dedi. “Büyülü Yıllar
uzun zaman önceydi yaşlı adam.”
“Evet, evet, biliyorum; ama eğer aletler hâlâ çalışıyorsa o zaman
tahmin ederek...”
Cerrah, “Bu bıçaklarla,” dedi, “doğmamışların dokusunu
yarıyorduk, insan tohumunu düzenliyorduk. Cerrah ellerini buraya
yerleştiriyor –işlemi yönetmek için– ve kuvözün içindeki bıçaklar işi
yapıyorlardı. Bundan Uçucular ve diğerleri doğdu. Kendi kendilerine
çoğalabiliyorlardı. Bugün bazılarının soyu artık tükenmiş, fakat bizim
Uçucularımız ve Değişkenlerimiz kalıtımlarını böyle yerlere borçlu.
Tabii Değişkenler Cerrahların hatalarıydı, yaşamalarına izin
verilmemesi gerekiyordu.”
“Ben bu canavarların daha rahimdeyken teratojenik ilaçlar
verilmesi sonucu oluştuğunu sanıyordum,” dedim. “Şimdi ise
Değişkenlerin Cerrahlar tarafından yapıldığını söylüyorsunuz.
Hangisi doğru?”
“İkisi de,” diye yanıtladı. “Bugün var olan bütün Değişkenler
Büyülü Yıllar sırasında Cerrahların yaptığı hataların soyudur. Bu
mutsuz gruptaki anneler daha pazarlanabilir olması için
karınlarındaki çocukların canavarlıklarını ilaçlar vererek artırmışlardı.
Anlayacağınız, dostlarımız sadece görünüş olarak değil, başka
yönlerden de çirkin bir grup. Loncalarının dağıtılmasına ve
toplumdan atılmalarına şaşmamak lazım. Biz...”
Havada parlak bir şey uçtu ve yüzünü kılpayı ıskaladı. Hemen
yere yatıp bize de bağırarak saklanacak bir yerler bulmamızı söyledi.
Yere yatarken başka bir mızrağın daha bize doğru uçtuğunu gördüm.
Uzaylı, olan biten her şeyi hâlâ ona kalan bir anlık zaman içinde dahi
tepkisizce inceliyordu. Bir an sonra mızrak onun vücudunun üst
kısmına yakın bir yerden vurmuş ve anında ikiye bölmüştü. Başka
mızraklar da savruldu, arkamızdaki duvara çarptılar.
Saldırganlarımızı görüyordum: Bir grup vahşi, korkunç Değişken. Biz
silahsızdık. Bize doğru yaklaşıyorlardı. Kendimi ölmeye hazırladım.
Bir ses kapı eşiğinden bağırdı: Değişkenlerin kendi aralarında
konuştukları dilin kalın ve yabancı kelimelerini kullanan tanıdık bir
ses. Saldırı anında kesildi. Bizim için tehdit oluşturanlar kapıya geri
döndüler. Değişken Bernalt içeri girdi. “Aracınızı gördüm,” dedi.
“Burada ve tehlike içinde olabileceğinizi düşündüm. Anlaşılan tam
zamanında gelmişim.”
Cerrah, “Tam değil,” dedi. Yerde yatan, artık onun için
yapılacak bir şey kalmamış uzaylıyı kastediyordu. “Bu saldırı neden?”
Bernalt bir el hareketi yaptı, “Onlar size anlatacaklar.”
Bizi pusuya düşüren beş Değişkene bakıyorduk. Ne Bernalt gibi
eğitim görmüş uygar sınıftandılar, ne de herhangi iki tanesinin
şekilleri birbirini tutuyordu; her biri insan şeklinin bozuk bir
taklidiydi, birinin çenesinden sicimsi parçalar sarkıyordu, birinin
yüzü niteliksiz bir boşluktu, diğerinin kulakları dev kepçelerdi ve
bunun gibi özellikler taşıyorlardı. Bize en yakında duran, derisinin
üzerinde binlerce küçük çıkıntı olan biri neden saldırıya uğradığımızı
açıkladı. Kaba bir Agupt lehçesiyle Değişkenlerin bir tapınağının
kutsallığına hakaret ettiğimizi söyledi. “Biz Jorslem’den uzak
duruyoruz,” dedi. “Sizin neden buraya gelmeniz gerekiyor ki?”
Tabii ki haklıydı. Yapabileceğimiz kadar içtenlikle özür diledik
ve Cerrah burayı uzun süre önce ziyaret ettiğini, o zaman bir tapınak
olmadığını söyledi. Buranın sadece son yıllarda bir mabet olarak
kullanılmaya başlandığını kabul eden Değişkeni bu biraz
sakinleştirmişti. Olmayne göğüsleri arasında asılı olan boyutkesesini
açıp Perris’den getirdiğimiz hazinenin bir parçası olan birkaç tane
altın para verdiğinde daha da sakinleşti. Şekilsiz garip yaratıklar
bununla tatmin olmuşlardı ve binayı terk etmemize izin verdiler. Ölü
uzaylıyı da yanımızda götürürdük, fakat Değişkenlerle yaptığımız
konuşma sırasında ceset neredeyse yok olmuş, arkasında kumlu
tabanın üzerinde ancak nerede öldüğünü anlamamıza yetecek gri bir
iz bırakmıştı. Cerrah, “Bir ölüm enzimi,” diye açıklamıştı. “Yaşamsal
işlevlerin durmasıyla tetiklenmiş olmalı.”
Dışarı çıktığımızda bu çölde yaşayan Değişkenler topluluğunun
başka üyeleri de binanın çevresinde dolanıyordu. Her renk ve sertlikte
derileri olan, yüz hatları tamamen rastlantısal dağılım gösteren,
organların ve vücut donatılarının yerleri konmamda genetik
doğaçlamalar yapılmış tam bir karabasanlar kabilesiydi. Onların bir
kardeşi olmasına rağmen Bernalt bile şekilleri karşısında dehşete
düşmüş gibi görünüyordu. Ona saygıyla bakıyorlardı. Bizi
gördüklerinde bazıları bellerinde asılı mızraklara uzandılar, fakat
Bernalt’ın sert bir emriyle sorun çıkması engellendi.
Bernalt, “Maruz kaldığınız muamele ve uzaylının ölümü için
üzgünüm; fakat tabii siz de kabul edersiniz ki geri kalmış ve vahşi
insanların kutsal saydığı bir yere girmek tehlikeli bir iştir.”
Cerrah, “Bunun hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu,” dedi.
“Asla içeri girmezdik, tabii eğer... “
“Tabii. Tabii.” Bernalt’ın yumuşak, uygar sesinde patronluk
taslama havası mı vardı? “Pekala, size tekrar iyi yolculuklar dilerim.”
Birden, “Hayır. Bizimle birlikte Jorslem’e gel! Aynı yere ayrı ayrı
gitmemiz çok saçma!” diye çıkıştım.
Olmayne’in nefesi kesildi. Cerrah bile şaşırmış görünüyordu.
Bernalt, “Unut bunu dostum, Hacıların loncasızlarla birlikte yolculuk
etmesi uygun olmaz. Zaten benim de burada olma nedenim mabede
ibadet etmek, bu da biraz vaktimi alacak. Sizi geciktirmek istemem.”
Eli benimkine uzandı. Sonra yanımızdan ayrılıp tarihi
Ameliyathaneye girdi. Değişken dostları da yığınlar halinde onun
peşinden gittiler. Bu inceliği için Bernalt’a müteşekkirdim, sırf
içimden geldiği için teklif ettiğim yol arkadaşlığı, samimi olsam da
onun için kabul edilmesi imkansız bir şeydi.
Arabalarımıza bindik. Bir anda berbat bir ses geldi: Hangisi
olduğunu düşünmek bile istemediğim bir tanrıya adanmış uyumsuz
bir Değişken ilahisi, söyleyenler kadar biçimsiz bir gıcırtı, bir
sürtünme sesi.
Olmayne, “Hayvanlar,” diye mırıldandı. “Kutsal bir mabet! Bir
Değişken tapınağı! Ne kadar tiksindirici! Hepimizi öldürmüş
olabilirlerdi, Tomis. Böyle canavarların nasıl bir dini olabilir ki?”
Cevap vermedim. Cerrah üzgün bir şekilde Olmayne’e baktı ve
sanki Hacı olduğunu söyleyen bir insandan bu denli az merhamet
görmek onu rahatsız etmişcesine başını salladı.
“Onlar da insan,” dedi.
Yolumuzun üzerinde bir sonraki kasabada yıldızlardan gelmiş
olan canlının ölümünü işgalci otoritelere haber verdik. Sonra biz
hayatta kalan üç kişi, üzgün ve sessiz bir şekilde kıyının artık doğuya
değil de kuzeye doğru gittiği yolu takip ettik. Uyuşuk Agupt’u artık
arkamızda bırakıyor ve kutsal Jorslem’in bulunduğu toprakların
sınırlarına giriyorduk.
8

Jorslem şehri Medit Gölü’nün kıyısından ciddi bir miktar içeride


kalıyor, alçak, kayalık dağlar tarafından korunan serin bir yayla
üzerinde bulunuyordu. Önceden görüntüsünü gayet iyi bildiğim altın
şehri gözlerimle görmemden önceki tüm hayatım bir ön hazırlıktan
başka bir şey değilmiş gibi geliyordu. Bundan dolayı uzaktan kuleleri
ve duvarlarını gördüğümde huşu içinde kalmaktan çok evime
dönmüş gibi hissetmiştim.
Tepelerin etrafından dolaşan bir yoldan yürüyerek duvarları
ustaca bloklar halinde koyu pembe ile altın rengi karışımı taşlardan
yapılmış şehre ulaştık. Evler ve mabetler de aynı taştan yapılmıştı.
Yolun iki yanını ağaç koruları çevreliyordu, üstelik yıldız ağaçları da
değillerdi, dünyanın kendi ağaçlarıydı; ki Roum’dan, Perris’den daha
önce kurulan, kökleri Birinci Döngü’nün derinliklerinde bulunan
insanlığın en eski şehrine de bu yakışırdı.
İşgalciler akıllı davranarak Jorslem’in idaresine karışmamışlardı.
Şehir, Hacıların lonca üstadının yönetimi altında kalmıştı, bir
işgalcinin bile lonca üstadından şehre giriş izni alması gerekiyordu.
Tabii ki bu sadece bir formaliteydi; Hacı lonca üstadı, Anımsayıcıların
rektörü ve benzer görevliler gibi aslında işgalcilerin istekleri
doğrultusunda hareket eden bir kukladan başka bir şey değildi. Öte
yandan bu acı gerçek gizli tutuluyordu. İşgalciler kutsal şehrimizi ayrı
tutmuşlardı, bu yüzden biz de onların silahlı gruplar halinde
Jorslem’in sokaklarında caka satmalarını izlemek zorunda
kalmıyorduk.
Dış duvar girişinde kapıyı koruyan Muhafızdan formalite icabı
giriş izni istedik. Başka yerlerde genelde Muhafızlar işsiz kalmışken –
ne de olsa yeni efendilerimizin emriyle diğer şehirler açık ilan
edilmişti– bu adam tam lonca donanımını kuşanmış, işlemlerin
eksiksiz bir şekilde tamamlanması için sakin bir şekilde ısrar
ediyordu. Ben ve Olmayne’in Hacı olduğumuz için Jorslem’e
otomatik olarak giriş iznimiz vardı, yine de adam maskelerimizi ve
cüppelerimizi dürüst bir şekilde takındığımızın göstergesi olan yıldız
taşlarımızı göstermemizi istedi, sonra de isimlerimizi loncanın
kayıtlarından kontrol etmek için bir düşünce başlığı taktı. Bir süre
sonra onay geldi. Yanımızdaki Cerrah’ın işi daha kolay bitmişti,
çünkü daha Afreek’deyken erkenden giriş için başvurmuş, böylece
kimliğinin doğrulanması için kısa bir süre geçtikten sonra içeri kabul
edilmişti.
Duvarların içindeki her şey tarih kokuyordu. Dünya’nın diğer
şehirleri arasında en çok Jorslem Birinci Döngü mimarisini
korumaktadır: Roum’daki gibi sadece birkaç yıkık sütun ve kemer
değil, dünyanın geçirdiği devrimlerin hepsini görmüş koskoca
sokaklar, kapalı çarşılar, kuleler, bulvarlar. Bir kez şehre girdikten
sonra işte böyle hayret içinde arnavut kaldırımlı caddelerde, çocuklar
ve dilencilerle dolu dar sokaklarda, baharat kokulu pazarlarda
dolaştık. Bir saatlik bir geziden sonra artık kalacak bir yer bulmamız
gerektiğine karar verdik ve Cerrahla ayrılma zamanımız geldi, çünkü
onun Hacı misafirhanesinde kalması imkansızdı ve bizim başka bir
yerde kalmamız pahalıya gelir ve aptalca olurdu. Daha önce yer
ayırttığı bir hana kadar ona eşlik ettik. Bize yol arkadaşlığı ettiği için
teşekkür ettim, o da aynı ciddiyetle bize teşekkür etti ve ileriki
günlerde Jorslem’de görüşebilme umudu olduğunu söyledi. Sonra
ben ve Olmayne ondan ayrıldık ve Hacıların ihtiyacını karşılayan çok
sayıda yerden birinde odalar tuttuk.
Şehrin varoluş amacı sadece Hacılara ve arada sırada gelen
turistlere hizmet etmekti; Jorslem’in sokaklarındaki cüppeli Hacıların
sayısı, Hind’deki Uçucular kadar çoktu, bu yüzden misafirhane
oldukça büyüktü. Yerleştik ve bir süre dinlendik; sonra yemek yiyip
doğuda Jorslem’in ortasında, en kutsal sayılan bölgeyi
görebileceğimiz geniş bir sokakta yürümeye başladık. Yürüyerek bir
saatten kısa bir sürede geçilebilecek kadar küçük olan bu en eski
kısmın çevresi kendine ait yüksek duvarlarla çevrilidir. İçinde
Dünya’nın eski dinlerinin; Hristanların, Yahdilerin, Mislamların
mabetleri vardır. Hristanların tanrısının öldüğü söylenen yer de
buradadır, fakat bu, büyük ihtimalle zaman içinde değişime uğramış
bir söylentidir: Eğer öldüyse nasıl bir tanrı olabilirdi ki? Eski Şehir’in
bir köşesinde yüksekçe bir noktada, Jorslem’in sıradan insanları
tarafından dikkatle bakımı yapılan, Mislamlar için kutsal olan yaldızlı
bir kubbe vardır. Bu yüksek noktanın biraz önünde ise Yahdilerin
ibadet ettiği taş bir duvarın gri blokları bulunur. Bu şeyler bugüne
kadar gelmişler, fakat arkalarındaki anlamlar kaybolmuştu.
Anımsayıcılar arasındayken bana bir duvara ya da süslü bir kubbeye
tapınmanın erdemini anlatabilecek tek bir alimle bile tanışmamıştım.
Öte yandan eski kayıtlara göre bu Birinci Döngü inanışları büyük
zenginliğe ve derinliğe sahipmiş.
Eski Şehir’de, aynı zamanda da İkinci Döngü’den kalma, ben ve
Olmayne için çok daha fazla önem taşıyan bir yer daha vardı.
Karanlıkta kutsal bölgenin sınırlarından içeri bakarken Olmayne,
“Yarın gençlik çeşmesine başvurumuzu yapmalıyız,” dedi.
“Katılıyorum. Artık ben de fazla yaşlarımdan kurtulmak için
sabırsızlanıyorum.”
“Tomis, beni kabul ederler mi?”
“Bu konuda tartışmanın bir anlamı yok,” dedim. “Yarın gideriz
ve başvuru yaparız, sen de sorunun cevabını alırsın.”
Başka birşeyler de söyledi, fakat ben hiçbir şey duymadım,
çünkü tam o sırada üzerimden doğuya doğru giden üç Uçucu geçti.
Bir erkek ve iki kadın; loncalarının âdetlerine göre çıplak uçuyorlardı;
grubun ortasındaki Uçucu ince, narin bir kızdı, sadece kemikler ve
kanatlardan oluşmuş gibi görünüyor, gökyüzüne alışkın olan kendi
türü için bile olağanüstü bir zerafetle hareket ediyordu.
Nefesim kesilmişti, “Avluela!” dedim.
Uçucu üçlüsü Eski Şehrin duvarları arkasında kayboldu.
Sersemlemiş, sarsılmıştım; dayanak olması için bir ağaca yaslandım
ve nefesimi toplamaya çalıştım.
Olmayne, “Tomis?” dedi. “Tomis, iyi misin?”
“Onun Avluela olduğunu biliyorum. Hind’e geri döndüğünü
söylemişlerdi, fakat hayır, o Avluela’ydı! Onu nasıl karıştırabilirim
ki?”
Olmayne soğuk bir şekilde, “Perris’den çıktığımızdan beri
gördüğün her Uçucu için aynı şeyi söyledin,” dedi.
“Bu sefer eminim! Buralarda bir düşünce başlığı olmalı. Bir an
önce Uçucular Locası’yla bağlantı kurmalıyım!”
Olmayne elini koluma koydu. “Geç oldu Tomis. Aptalca
davranıyorsun. Senin bu sıska Uçucun için bütün bu telaş da neden?
Senin için ne ifade ediyordu?”
“O...”
Duraksadım, kelimelere istediğim anlamı veremiyordum.
Olmayne, kızla Agupt’tan ayrılışımın hikayesini, cinsel oruçlu yaşlı
bir İzleyici olarak kız için nasıl bir baba sevgisi duymaya başladığımı,
belki de nasıl daha güçlü birşeyler hissettiğimi, onu nasıl Değişken
Gormon’a kaptırdığımı, onun da nasıl Roum Prensi’ne kaptırdığını
biliyordu. Yine de Avluela benim için neydi? Neden sadece Avluela
olması ihtimali olan birisi bile benim kafa karışıklığı nöbetlerine
girmeme neden oluyordu? Karmakarışık düşüncelerim arasından
imgeleri kovalıyordum, fakat hiçbir cevap bulamamıştım.
Olmayne, “Gel hana geri dönelim ve dinlenelim,” dedi. “Yarın
yenilenmeye başvuracağız.” Yine de önce bir düşünce başlığı buldum
ve Uçucular Locası’yla bağlantı kurdum. Düşüncelerim korunan
arayüzden geçerek lonca kayıtlarının tutulduğu depo beynine ulaştı;
sorumu sordum ve istediğim yanıtı aldım. Uçuculardan Avluela şu
anda gerçekten Jorslem’de bulunuyordu. “Ona bu mesajı iletin,”
dedim. “Roum’da beraber olduğu İzleyici şu anda bir Hacı olarak
burada ve yarın öğlen onunla gençlik çeşmesi mabedinin önünde
buluşmak istiyor.”
Bu işi de hallettikten sonra Olmayne ile beraber kaldığımız yere
döndüm. Somurtkan ve ilgisizdi; odamda maskesini çıkardığında
yüzü de sert görünüyordu. Kıskançlık mı? Evet. Olmayne için benim
gibi yaşlı ve pörsümüş olanlar bile dahil bütün erkekler köleydi; başka
bir kadının benim içimde böyle bir kıvılcımı ateşlemiş olmasından
nefret ediyordu. Yıldız taşımı çıkardığımda, Olmayne bağlantı
kurmak için önce bana katılmadı. Ancak ben ayine başladıktan sonra
fikrini değiştirdi. Öte yandan o gece ben o kadar gergindim ki İrade
ile birleşime ulaşamadım; o da bunu başaramadı; bu yüzden yarım
saat boyunca birbirimizin asık yüzlerine bakıp durduk, denemekten
vazgeçtik ve odalarımıza çekildik.
9

İnsan gençlik çeşmesi mabedine yalnız başına gitmelidir. Şafakla


beraber uyandım, kısa ve daha başarılı bir bağlantı kurduktan sonra
kahvaltı etmeden ve yanımda Olmayne olmadan yola koyuldum.
Yarım saat içinde Eski Şehir’in altın duvarlarının yanına varmış,
bundan bir saat sonra ise iç şehrin karmaşık sokaklarından geçişimi
tamamlamıştım. Tarihöncesi Yahdileri için o kadar önemli olan gri
duvarın yanından geçerek yüksek noktaya çıktım; kaybolmuş
Mislamların yaldızlı kubbesinin yakınından geçtim ve sola dönerek
sabahın bu erken saatinde bile gençlik çeşmesi mabedine doğru akın
eden Hacıların arasına katıldım.
Yenilenme işlemi o dönemde bulunduğu için, mabet, İkinci
Döngü’den kalma bir binadır; o çağın tüm bilimleri arasından sadece
yenilenme zamanımıza neredeyse o zamanlarda uygulandığı şekliyle
ulaşabilmiştir. Ayakta kalan az miktarda diğer İkinci Döngü binaları
gibi gençlik çeşmesi mabedi de mimari olarak oldukça sade
görünüşlü, yumuşak hatlı ve zariftir. Köşeleri oldukça zekice
tasarlanmış, yüzeyleri düzgün olan binanın hiç penceresi ya da dış
süsleri yoktur. Pek çok kapısı vardır. Binanın en doğu ucundaki
girişin önünde sıraya girdim ve bir saat içinde içeri kabul edildim.
Girişten hemen sonra Yenileyiciler loncasının yeşil cüppeli bir
üyesi –ki bu loncaya ait gördüğüm ilk üyeydi– beni karşıladı.
Yenileyiciler hayatlarını Jorslem’de kalıp yenilenme için başkalarına
yardım etmeye adayan Hacılar arasından seçilir. Loncaları Hacılar
loncasıyla aynı idare altındadır, iki loncanın da kaderini aynı lonca
üstadı belirler; hatta kıyafetler bile renkleri dışında birbirinin aynıdır.
Pratikte Hacılar ve Yenileyiciler tek bir loncadan olup aynı
bağlantının farklı evrelerini temsil etmektedirler. Öte yandan keskin
bir sınır hep çizilir.
Yenileyicinin sesi keyifli ve şendi. “Bu mabede hoşgeldin, Hacı.
Kimsin ve nereden geliyorsun?”
“Ben Hacı Tomis’im. Bundan önce Anımsayıcılardan Tomis
olarak anılıyordum, ondan önce de Wuelling ismi ile doğmuş olan bir
İzleyiciydim. Evim Kayıp Kıtalar’dadır, fakat Hac yolculuğumdan
önce ve sonra uzun bir zamandır yollardayım.”
“Buraya ne için geldin?”
“Yenilenme. Arınma.”
Yenileyici, “İrade isteklerini sana bağışlasın,” dedi. “Benimle
gel.”
Az ışıklandırılmış dar bir koridordan küçük bir hücreye alındım.
Yenileyici maskemi çıkarmamı, bağlantı haline geçmemi ve
beklememi söyledi. Kendimi bronz ızgaradan kurtardım ve yıldız
taşımı sıkıca kavradım. Bağlantının tanıdık hisleri bedenimi kapladı,
fakat İrade ile bir birleşme yaşamadım, bunun yerine beynimde bir
başka insanoğlu ile belirgin bir bağlantı kurulduğunu hissettim.
Şaşırmış olduğum halde buna karşı koymadım.
Birşeyler ruhumu taradı. Sanki bir incelemeden
geçiyormuşcasına, her şey hücremin tabanına serilmişti: yaptığım
bencillik ve korkaklıklar, hatalarım ve zayıflıklarım, şüphelerim,
umutsuzluklarım, hepsinin üzerinde yaptığım şeylerin en utanç
vericisi, işgalci derebeyine Anımsayıcıların belgesini satmam. Bütün
bunlara baktım ve yenilenmeye layık olmadığımı anladım. Bu
mabette insan hayatını iki, üç kez uzatabilir, fakat Yenileyiciler böyle
bir faydayı neden benim kadar erdemsiz birine versinlerdi ki?
Uzun süre yanlışlarımla baş başa kaldım. Sonra bağlantı kesildi
ve başka bir Yenileyici, dikkate değer görünüşlü bir adam, hücreye
girdi.
Alışagelmişten uzun parmaklarını benimkilere dokundurmak
için uzanırken, “İrade’nin merhameti üzerinde, dostum,” dedi.
O kalın sesi duyduğumda ve uzun parmakları gördüğümde,
daha önce Dünya’nın işgalinden önceki dönemde Roum’un kapıları
önünde kısa bir süre için tanıdığım bir adamın yanında olduğumu
fark ettim. O zaman bu adam bir Hacıydı ve Jorslem’e olan
yolculuğuna katılmamı önermişti, fakat ben reddetmiştim, çünkü
Roum beni çağırıyordu.
“Hac yolculuğun kolay geçti mi?” diye sordum.
“Yararlı bir yolculuktu,” dedi. “Ya sen? Gördüğüm kadarıyla
artık bir İzleyici değilsin.”
“Bu yıl üçüncü loncam.”
“Sırada bir tane daha var,” dedi.
“Size, Yenileyicilere mi katılacağım?”
“Dostum Tomis, o loncayı kastetmedim. Neyse, bu konuyu
önünde daha fazla yılların olduğu zaman konuşuruz. Sevinerek haber
veriyorum ki, yenilenmen onaylandı.”
“Günahlarıma rağmen mi?”
“Aslında böyle günahların olduğu için. Yarın şafakla birlikte
yenilenme tanklarının ilkine girebilirsin. İkinci doğumun sırasında
senin rehberin olacağım. Adım Yenileyici Talmit. Şimdi git ve geri
döndüğünde adımı ver.”
“Bir soru...”
“Evet?”
“Hac yolculuğumu bir kadınla, eskiden Perris’de bir Anımsayıcı
olan Olmayne’le beraber yapmıştım. Onun da yenilenmesinin
onaylanıp onaylanmadığını söyleyebilir misin?”
“Bu Olmayne hakkında bir şey bilmiyorum.”
“İyi bir kadın değildir,” dedim. “Kibirli, otoriter ve zorbadır. Öte
yandan hâlâ kurtarılabileceğini düşünüyorum. Ona yardım etmek için
yapabileceğin bir şey var mı?”
Talmit, “Böyle şeylerde benim bir etkim yok,” dedi. “Herkes gibi
sorgudan geçmek zorunda. Yalnız sana şunu söyleyebilirim:
Yenilenme için bakılan tek ölçüt erdem değil.”
Binadan çıkana kadar bana eşlik etti. Şehri donuk bir gün ışığı
aydınlatıyordu. Kendimi boşalmış ve çökmüş hissediyordum, hatta
yenilenmeye hak kazanmış olduğum için bile sevinemeyecek kadar
boştum. Öğlen olmuştu; Avluela ile olan randevum aklıma geldi,
gençlik çeşmesi mabedinin etrafında heyecanla turladım. Acaba
gelecek miydi?
Binanın önünde, İkinci Döngü günlerinden kalma ışıltılı bir
anıtın yanında bekliyordu. Kızıl bir ceket, tüylü bir pantolon,
ayaklarında camsı baloncuklar, sırtında onu ele veren yumrular:
uzaktan bile onun bir Uçucu olduğunu anlayabiliyordum. “Avluela!”
diye bağırdım.
Hızla arkasını döndü. Soluk, zayıf, onu son gördüğümden beri
daha bile genç görünüyordu. Gözleri tekrar maske altındaki yüzümde
gezindi, bir anda şaşkınlık içinde kalmıştı.
“İzleyici?” dedi. “İzleyici, bu sen misin?”
“Artık bana Tomis de,” dedim, “fakat hâlâ Agupt’ta ve Roum’da
yanında olan aynı adamım.”
“İzleyici! İzleyici! Tomis.” Bana sarıldı. “Ne kadar uzun zaman
oldu! Bu arada ne kadar da çok şey gelip geçti!” Şimdi canlanmış,
yanaklarındaki soluk renk kaybolmuştu. “Haydi gel, gidip bir han,
oturacak bir yer bulup konuşalım! Beni burada nasıl buldun?”
“Loncan aracılığıyla. Dün akşam seni üzerimden geçerken
gördüm.”
“Buraya kışın geldim. Bir süre Hind’e geri dönüş yolunun
ortasında, Fars’taydım, fakat sonra fikrimi değiştirdim. Artık eve
dönemezdim. Şimdi Jorslem yakınlarında yaşıyorum ve yardım...”
Cümlesini aniden kesti. “Tomis, yenilenmeye hak kazandın mı?”
Bulunduğumuz yüksekçe noktadan iç şehrin daha mütevazı bir
kısmına inmiştik. “Evet,” dedim, “gençleştirileceğim. Rehberim
Yenileyici Talmit; hatırlıyor musun, Roum’un dışında onunla
karşılaşmıştık?”
Bunu unutmuştu. Bir hanın yanındaki üstü açık verandada
kendimize oturacak bir yer bulduk ve Uşaklar bize yemekle şarap
getirdiler. Neşesi bulaşıcıydı; kısa zamanda sadece onun yanında
olmakla kendimi yenilenmiş hissetmeye başladım. Roum Prensi’nin
sarayına cariye olarak alındığı o son felaket günlerinden bahsetti.
Değişken Gormon’un kendini gizli bir işgalci olarak tanıtıp Roum
Prensi’ni altettiği ve tahtını, cariyesini ve görme yetisini ondan aldığı
o korkunç anı anlattı.
“Prens öldü mü?” diye sordu.
“Evet, ama gözleri çıkarıldığı için değil.” Gururlu adamın bir
Hacı kılığında Roum’dan nasıl kaçtığını, Perris’e kadar ona nasıl eşlik
ettiğimi, nasıl Olmayne’le ilişkiye girdiğini, Olmayne’in kocası
tarafından nasıl öldürüldüğünü, karısının da nasıl onu öldürdüğünü
anlattım. “Perris’de Gormon’u da gördüm,” dedim. “Artık
Zaferbenim Onüç ismi altında dolaşıyor. İşgalciler arasında önemli bir
yere sahip.”
Avluela gülümsedi. “Ben ve Gormon işgalden sonra sadece kısa
bir süre için beraberdik. O, Eyrop , gezisine çıkmak istiyordu; beraber
Dansk ve Sved’e uçtuk, orada da bana olan ilgisini kaybetti. İşte o
anda Hind’e evime dönme ihtiyacı duydum, fakat sonradan fikrimi
değiştirdim. Yenilenmen ne zaman başlayacak?”
“Şafakta.”
“Ah Tomis, genç bir adam olduğunda her şey nasıl olacak? Seni
sevdiğimi biliyor muydun? Beraber yolculuk ettiğimiz tüm zaman
boyunca, Gormon’un yatağını paylaşırken ve Prens’le düşüp
kalkarken tek istediğim hep sendin! Tabii ki sen bir İzleyiciydin ve bu
imkansızdı. Ayrıca çok da yaşlıydın. Şimdi ise artık İzlemiyorsun ve
yakında bu kadar yaşlı da olmayacaksın ve...” Elini elimin üzerine
koydu. “Asla seni bırakmamalıydım. İkimiz de çektiğimiz pek çok
ızdırabı çekmek zorunda kalmazdık.”
“İnsan çektiği ızdıraplardan ders alır,” dedim.
“Evet. Evet. Bunu görebiliyorum. Yenilenmen ne kadar
sürecek?”
“Her zamanki kadar olmalı, o ne kadarsa artık.”
“Ondan sonra ne yapacaksın? Hangi loncayı seçeceksin? Tekrar
İzleyici olamazsın, şimdi olmaz.”
“Hayır, bir Anımsayıcı da olamam. Rehberim Talmit başka bir
loncadan bahsetti, fakat adını vermedi, yenilenmeden sonra o loncaya
üye olacağımı düşünüyordu. Benim burada kalıp Yenileyicilere
katılacağımı düşündüğünü sandım, fakat o bunun başka bir lonca
olduğunu söyledi.”
Avluela, “Yenileyiciler değil,” dedi. Kulağıma eğildi ve
“Arındırıcılar,” diye fısıldadı.
“Arındırıcılar mı? Bu, daha önce duyduğum bir lonca değil.”
“Yeni kuruldu.”
“Yeni bir lonca kurulmayalı neredeyse...”
“Talmit’in kastettiği bu lonca. Sen de cazip bir üye olurdun.
İzleyici iken edindiğin yetenekler seni olağanüstü yararlı bir hale
getiriyor.”
Gizemi biraz daha kurcalamak için, “Arındırıcılar,” dedim.
“Arındırıcılar. Bu lonca ne işe yarıyor?”
Avluela hayatta tek bir tasası yokmuşcasına gülümsedi.
“Sıkıntılı ruhları ve mutsuz dünyaları kurtarıyor; fakat şu an bunu
konuşmanın sırası değil. Jorslem’deki işini bitir ve her şey aydınlığa
kavuşacak.” Ayağa kalktık. Dudakları benimkilere dokundu. “Bu,
seni yaşlı bir adam olarak gördüğüm son an. Tomis, yenilendiğin
zaman çok garip olacak!”
Böylece benden ayrıldı.
Akşama doğru kaldığım yere döndüm. Olmayne odasında
değildi. Bir Uşak, bütün gün dışarıda olduğunu söyledi. Geç saate
kadar bekledim, sonra İrade ile bağlantımı kurup yattım. Sabah
kalktığımda kapısının önünde durdum. Kilitliydi. Aceleyle gençlik
çeşmesi mabedine gittim.
10

Yenileyici Talmit beni kapıda karşıladı ve yeşil karolar döşenmiş


bir koridordan ilk yenilenme tankına götürdü. “Hacı Olmayne,” dedi,
“yenilenme için hak kazanmış ve bugünün ilerleyen saatlerinde
buraya gelecek.” Bu, önümdeki uzunca bir süre için başka bir insanın
başından geçenlerle ilgili duyduğum en son şeydi. Talmit, beni küçük,
alçak tavanlı ve rutubetli bir odaya soktu, oda loş köle ışıklarıyla
aydınlatılmıştı ve içeride hafif bir ezilmiş ölüm çiçeği filizi kokusu
vardı. Cüppem ve maskem benden alındı, başıma yeşil-altın rengi
yumuşak metalden yapılmış bir bone takıp akım verdiler; Yenileyici
boneyi çıkardığında saçlarım gitmiş, kafam karo döşeli duvarlar kadar
parlak bir hale gelmişti. Talmit, “Bu, elektrotların takılmasını
kolaylaştırıyor,” diye açıkladı. “Şimdi tanka girebilirsin.”
Aslında dar bir küvetten başka bir şey olmayan tankın önünde
kolaylık sağlaması için üzerinden yürüdüğüm hafif bir rampa vardı.
Ayağımın altında ılık ve yumuşak bir çamur olduğunu hissettim,
Talmit de bunu başıyla onayladı ve yenilenmemi sağlayacak hücre
bölünmesini tetikleyecek radyasyonlu yenileyici çamur olduğunu
söyledi; ben de kabul ettim. Tankın içine bulundurduğu mor sıvının
üzerinde sadece başım kalacak şekilde uzandım. Çamur, yorgun
vücudumu sarıp okşamaya başladı. Üzerimde Talmit belirdi, elinde
karmakarışık bakır tellere benzeyen bir şey vardı, fakat kel kafama
bastırdığında tellerin her biri kendi yerlerini biliyormuşcasına açıldı,
uçları tenimin altına girdi ve kemiğin altına gömülerek buruşuk gri
maddenin içinde kayboldu. Ben hafif bir karıncalanma dışında hiçbir
şey hissetmedim. Talmit, “Elektrotlar,” diye açıklamaya başladı,
“beynindeki yaşlanma merkezlerini buluyorlar; biz de normal
bozulma süreçlerini tersine çeviren sinyaller gönderiyoruz, böylece
beyninin zamanın akışı hakkındaki algısı tersine çevrilmiş oluyor. Bu
yüzden vücudun yenilenme tankının vereceği uyarıları daha iyi
algılayacak. Gözlerini kapat.” Yüzüme bir solunum maskesi taktı.
Beni hafifçe iterek başımın tankın kenarından kayıp ortasına doğru
sürüklenmeme neden oldu. Sıcaklık arttı. Hafif bir fokurdama sesi
duyuyordum. Kükürtlü siyah baloncukların çamurun içinden
çıktığını ve benim üzerinde yüzdüğüm sıvının içinden geçtiğini,
sıvının çamur rengine büründüğünü hayal ettim. Akıntısız bir denizin
üzerinde yatıyordum, arada sırada elektrotlardan geçen bir akımı
beynimdeki gıdıklanma sayesinde belli belirsiz fark ediyordum; artık
çamurun ve amniyotik bir sıvı bile olabilecek bir şeyin içinde
gömülüydüm. Uzaklardan bir yerden Yenileyici Talmit’in beni
gençleşmeye çağıran, bana on yıllar hediye eden, zamanı benim için
geri saran sesi geliyordu. Ağzımda tuzlu bir tat vardı. Dünya
Okyanusu’nu tekrar geçiyordum, korsanlar saldırmıştı, İzleme
aletlerimi onların darbelerinden korumaya çalışıyordum. Tekrar
Agupt güneşi altındaydım, Avluela’yla ilk kez karşılaşıyordum. Bir
kez daha Palash’da yaşadım. Kayıp Kıtalar’ın bir zamanlar Usa-Amrik
olan batı adalarında doğduğum yere geri döndüm. İkinci bir kez
Roum’un düşüşünü izledim. Yumuşayan beynimin içinde anı
parçaları yüzüyordu. Bir sıra yoktu, olaylar mantıklı bir şekilde
devam etmiyordu. Bir çocuktum. Yorgun bir antikaydım.
Anımsayıcıların yanındaydım. Uyurgörürleri ziyaret ediyordum.
Roum Prensi’nin Dijon’da bir Mucitten göz satın almaya çalışmasını
izliyordum. Perris Valisi ile pazarlık ediyordum. Aletlerimin kollarını
tutup İzleyiş içine giriyordum. Uzak bir dünyadan gelmiş tatlı şeyler
yiyor; Palash’da bahar kokusunu ciğerlerime çekiyor; yaşlı bir adamın
kendine özel sonbaharında titriyor; kabaran bir denizde yüzüyordum,
kaygısız ve neşeliydim; şarkı söyledim; ağladım; dürtülerime karşı
koydum; dürtülerimle hareket ettim; Olmayne’le tartıştım; Avluela’ya
sarıldım; gündüzlerin ve gecelerin birbiri ardına yanıp sönmelerine
tanık oldum; bütün bunlar olurken biyolojik saatim garip ritimlerde
ters dönüyor ve hızlanıyordu. Hayaller etrafımı sardı. Gökten ateş
yağdı; zaman her yönde akmaya başladı; önce minicik, sonra dev gibi.
oldum. Kızıl ve turkuvaz tonlarda konuşan sesler duydum. Dağların
tepesine keskin bir müzik yağdı. Kalp atışlarımın sesi sert ve kızgındı.
Beyin pistonumun vuruşları arasında, o tekrar tekrar yerine otururken
kollarımı mümkün olduğunca az yer kaplamak için iki yanımda
tutarak hapis kaldım. Yıldızlar koşuşturdu, büzüldü ve eridiler.
Avluela yumuşak sesiyle, “Kendi yaptığımız iyi işlerde değil,
İrade’nin hoşgörülü, cömert darbeleriyle ikinci bir gençliğe hak
kazanıyoruz,” dedi. Olmayne, “Ne kadar da zarif oldum!” dedi.
Talmit, “Algıdaki bu titreşimler sadece yaşlanma sürecinin kalbinde
yatan kendi kendini yok etme isteğinin bozunmasını ifade ediyor,”
dedi. Gormon, “Titreşimlerin böyle algılanması sadece kalbin içindeki
bozunma isteğinin kendi kendine yok olmasını ifade ediyor,” dedi.
Vali İnsanyönetici Yedi, “Biz, sizin kendinizi temizlemenizde bir araç
olmak için bu dünyaya gönderildik,” dedi. Dünyasahibi Ondokuz,
“Sizinle aynı fikirde olmadığımı belirtmem lazım. Dünya’nın
kaderiyle bizimkinin kesişmesi tamamen rastlantısaldır,” dedi.
Gözkapaklarım taşlaştı. Ciğerlerimi oluşturan küçük yaratıklar çiçek
açmaya başladı. Derim soyularak kemiklerime bağlı kaslarımı ortaya
çıkardı. Olmayne, “Gözeneklerim kapanıyor. Vücudum gerginleşiyor.
Göğüslerim küçülüyor,” dedi. Avluela, “Daha sonra bizimle birlikte
uçacaksın,” dedi. Roum Prensi elleriyle gözlerini kapadı. Roum’un
kuleleri güneş rüzgarları altında sallandı. Oradan geçen bir
Anımsayıcının şalını kaptım. Perris sokaklarında Şaklabanlar
ağlıyordu. Talmit, “Artık uyan Tomis,” dedi. “Haydi kalk. Gözlerini
aç.”
“Tekrar gencim,” dedim.
“Yenilenmen daha yeni başladı,” dedi.
Artık hareket edemiyordum. Yardımcılar beni yakalayıp
gözenekli sargılarla sarmaladılar, beni tekerlekli bir sedyeye yatırıp
daha büyük, içinde pek çok insanın bulunduğu ikinci bir tanka
götürdüler, içerideki insanların her biri kendi hayal alemlerindeydi.
Kel kafaları elektrotlarla süslenmiş, gözleri pembe bantlarla
kapatılmış, kolları göğüslerinin üzerinde huzurlu bir şekilde
kavuşturulmuştu. Bu tanka da girdim, şimdi hayaller yoktu, sadece
rüyalarla bölünmeyen uzun bir uyku vardı. Bu sefer telaşlı seslerle
uyandım ve kendimi dar bir kanaldan ayaklarım önde kapalı bir
tanka doğru giderken buldum. Sıvıyı soluduğum, ve günah
katmanlarının ruhumdan tek tek ayıklandığı bu tankta bir dakikadan
biraz fazla zaman kaybettim, fakat bir yüzyıldan biraz az zaman
kazandım. Elleri soyma bıçaklarını kontrol eden eldivenlerin içindeki
cerrahlar uzaktan çalışıyorlar, minik bıçakların darbe üstüne
darbeleriyle beni günahlarımdan arındırıyor, suçluluk duygusu,
pişmanlık, üzüntü, kıskançlık ve öfke, hırs, şehvet ve sabırsızlığı kesip
atıyorlardı.
Benimle işleri bittiğinde tankın kapağını açıp beni dışarı
çıkardılar. Yalnız başıma ayakta duramıyordum. Uzuvlarıma
kaslarımı ovan ve masaj yapan, tekrar çalışmalarını sağlayacak aletler
taktılar. Tekrar yürüyordum. Çıplak vücuduma baktım, güçlü, gergin
ve hayat doluydu. Talmit yanıma geldi ve kendimi görebilmem için
bir avuç dolusu ayna tozunu havaya fırlattı; minik parçacıklar
yoğunlaştığında parıldayan aksimi dikkatle inceledim.
“Hayır,” dedim. “Yüzü yanlış yapmışsınız. Ben böyle değildim.
Burun daha uzundu, dudaklar bu kadar dolgun, saçlar bu kadar koyu
bir siyah değildi...”
“Tomis, senin İzleyiciler loncasındaki kayıtlarından hareket
ettik. Eski haline kendi hafızanın fark edebildiğinden daha çok
benziyorsun.”
“Bu olabilir mi?”
“Eğer istersen seni gerçeğe göre değil de kendi hatırladığına
göre şekillendirebiliriz, fakat bu, anlamsız bir iş olur ve çok fazla
zaman alır.”
“Hayır,” dedim. “O kadar da önemli değil.”
Benimle hemfikirdi. Daha sonra dediğine göre yeni halime
alışana kadar bir süre daha gençlik çeşmesi mabedinde kalmam
gerekiyormuş. Hacı statüm yenilenmemle birlikte sona ermişti, artık
bir bağlantım olmadığı için giymem için loncasızların niteliksiz
kıyafetlerinden verdiler; mabetten dışarı çıktıktan sonra beni kabul
edecek istediğim loncaya başvurabilirdim. Giyinirken Talmit’e,
“Yenilenmem ne kadar sürdü?” diye sordum. “Buraya geldiğinde
yazdı. Şimdi kış. Hızlı çalışmıyoruz,” diye yanıtladı.
“Peki yol arkadaşım Olmayne’in durumu nasıl?”
“Onun üzerinde başarılı olamadık.”
“Anlamadım.”
Talmit, “Onu görmek ister misin?” diye sordu.
Beni Olmayne’in odasına götüreceğini düşünerek, “Evet,”
dedim; fakat bunun yerine beni Olmayne’in tankına götürdü. Ben bir
rampanın üzerinden mühürlü tanka bakarken Talmit bir fiber
teleskopu gösterdi, teleskopun deliğine gözümü dayadım ve
Olmayne’i gördüm. Ya da sanırım Olmayne olmasına inanmamı
bekledikleri insanı gördüm. On bir yaşlarında çıplak, pürüzsüz tenli
ve göğüsleri olmayan bir kız çocuğu tankın içinde kıvrılmış yatıyor,
dizleri karnına çekilmiş, başparmakları ağzındaydı. Önce
anlayamadım. Sonra çocuk hareket etti ve tanıdığım soylu
Olmayne’in hatlarını fark ettim: geniş ağız, güçlü çene, çıkık, sert
elmacık kemikleri. İçimde bir dehşet fırtınası koptu ve Talmit’e, “Bu
da nedir?” dedim.
“Tomis, ruh çok fazla kirli olduğunda onu temizlemek için çok
derinlere dalmamız gerekir. Senin Olmayne de zor bir vakaydı. Onun
için bir girişimde bile bulunmamamız gerekirdi, fakat ısrarcıydı ve
başarılı olabileceğimize dair belirtiler vardı. Seninde görebileceğin
üzere anlaşılan o ki belirtiler yanlışmış.”
“Ona ne oldu?”
Talmit, “Biz içindeki zehiri yok edemeden önce yenilenme geri
dönülemez bir aşamaya geçti,” dedi.
“Çok mu ileri gittiniz? Onu fazla mı gençleştirdiniz?”
“Evet. Senin de gördüğün gibi.”
“Şimdi ne yapacaksınız? Neden onu oradan çıkartıp tekrar
büyümesine izin vermiyorsunuz?”
“Tomis, daha dikkatli dinlemelisin. Yenilenmenin geri çevrilemez
hale geldiğini söyledim.”
“Geri çevrilemez mi?”
“Çocukluk hayalleri içinde kaybolmuş. Gün be gün gençleşiyor.
Vücudunun saati kontrolsüz bir şekilde dönmeye başladı. Vücudu
küçülüyor, beyni yumuşuyor. Yakında bir bebek olacak. Asla
uyanamayacak.”
“Sonunda...” Bakışlarımı çevirdim. “En sonunda ne olacak?
Tankın içinde birbirinden ayrılan bir sperm ve yumurta mı?”
“Geriye dönüş o kadar ileri gitmez. Bebekliği sırasında ölecek.
Bu şekilde çok kişiyi kaybediyoruz.”
“Yenilenmenin riskleri olduğundan bahsetmişti,” dedim.
“Yine de onu kabul etmemiz için ısrar etti. Tomis, onun ruhu
karanlıktı. Sadece kendi için yaşıyordu. Jorslem’e arınmak için
gelmişti, şimdi arınmış oldu ve İrade ile barıştı. Onu seviyor
muydun?”
“Asla. Bir an için bile sevmedim.”
“O zaman kaybettiğin şey ne?”
“Bilmiyorum, belki de geçmişimden bir bağ.” Gözümü tekrar
teleskopa dayadım ve Olmayne’e baktım. Şimdi masumdu, tekrar bir
bakireydi, cinsiyetsiz, arınmış. İrade ile barışmış. Garip bir şekilde
değişmiş, fakat yine de tanıdık olan yüzünde rüyalarının bir
yansımasını aradım. Çaresizce gençliğe yuvarlanırken başına neler
geldiğinin farkında mıydı acaba? Yaşamının ellerinden kayıp gittiğini
hissettiğinde ızdırap ve hüsran içinde çığlıklar atmış mıydı? Bu
istenmeyen saflığın içine gömülmeden önce eski otoriter Olmayne’in
son bir çıkışı olmuş muydu? Tankın içindeki çocuk gülümsüyordu.
Küçük esnek beden açıldı, sonra tekrar, bu sefer daha da sıkı bir
yumak haline geldi. Olmayne İrade ile barışmıştı. Birden, sanki Talmit
tekrar havaya ayna tozu serpmiş gibi kendi kendime baktım ve benim
için yapılanı gördüm. Daha önceki şansımı harcadığımdan daha iyi
bir şekilde harcamam koşuluyla ikinci bir şans tanınmıştı, ikinci bir
yaşam şansı. Kendimi önemsiz hissettim ve İrade’ye hizmete adamaya
karar verdim; Dünya Okyanusu’nun kabaran gelgitleri gibi dev
dalgalar halinde gelen bir neşeye boğuldum ve Olmayne’e veda
ederek Talmit’den beni buradan çıkarmasını rica ettim.
11

Avluela gençlik çeşmesi mabedindeki odama geldi, fakat ilk


karşılaşmamızda ikimiz de korktuk. Giydiği ceket büzülmüş
kanatlarını ortada bırakıyordu; kanatlar ise pek kontrol altında
gözükmüyorlardı, sinirli sinirli çırpışıyorlar, küçük bir miktar
açılmaya başlıyorlar, zar gibi dokuları hafif vuruşlar halinde
genişliyordu. Gözleri büyük ve ciddiydi, yüzü her zamankinden bile
daha ince ve sivri gözüküyordu. Uzun süre sessizlik içinde
birbirimize baktık; içim ısındı, gözlerim karardı; on yıllardır benim
üzerimde etki etmemiş iç kuvvetlerin çalkantısını hissedebiliyordum,
fakat bu kuvvetleri içtenlikle kabul etsem de onlardan korkuyordum.
Sonunda, “Tomis?” dedi ve ben başımla onayladım.
Omuzlarıma, kollarıma, dudaklarıma dokundu. Ben de
parmaklarımı dirseklerine, yanlarına, çekinerek göğüslerinin alçak
tepelerine dokundurdum. Gözlerini kaybetmiş insanlar gibi
birbirimizi dokunarak tanıyorduk. Birbirimize yabancıydık. Onun
tanıdığı ve belki de sevdiği pörsümüş eski İzleyici gitmiş,
önümüzdeki elli ya da daha fazla yıl için sürgün edilmişti ve onun
yerinde şimdi esrarengiz bir şekilde değişmiş, tanınmayan,
bilinmeyen bir adam oturuyordu. Eski İzleyici onun için bir baba gibi
olmuştu, bu loncasız genç Tomis’in ne olması gerekiyordu? O benim
için neydi, artık kızım değil miydi? Kendi kendimi tanıyamıyordum.
Kendi diri ve düzgün tenime yabancıydım. Şimdi vücudumda hareket
etmeye başlayan sıvılardan, artık unutmuş olduğum şişkinlik ve
çarpıntılardan aklım karışmış ve haz duyuyordum.
“Gözlerin aynı,” dedi. “Seni ne zaman olsa gözlerinden tanırım.”
“Bu kadar ay boyunca neler yaptın Avluela?”
“Her gece uçtum. Agupt’a ve Afreek’in derinliklerine uçtum.
Sonra geri döndüm ve Stanbool’a uçtum. Karanlık olduğunda
yükseliyorum. Tomis, biliyor musun, ancak orada, yukarıda bir
yerlerde olduğumda kendimi gerçekten canlıymış gibi
hissedebiliyorum.”
“Sen Uçuculardansın. Böyle hissetmek senin loncanın doğasında
var.”
“Bir gün yan yana uçacağız Tomis.”
Buna bir kahkaha attım. “Eski Ameliyathaneler artık kapandı
Avluela. Burada harika işler yapıyorlar, fakat beni bir Uçucuya
çevirebileceklerini sanmam. Bunun için insan kanatlı doğmalı.”
“İnsanın uçmak için kanatlara ihtiyacı yoktur.”
“Biliyorum. İşgalciler kanatlar olmadan da kendilerini yukarı
kaldırabiliyorlar. Roum’un düşüşünden bir gün sonra seni –
Gormon’la beraber– yukarıda uçarken görmüştüm,” dedim ve başımı
iki yana salladım, “ama ben bir işgalci de değilim.”
“Benimle birlikte uçacaksın Tomis. Beraber havalanacağız,
üstelik kanatlarım ancak gece kanatları olmasına rağmen sadece
geceleyin de değil. Parlak güneş ışığı altında beraber süzüleceğiz.”
Hayali hoşuma gitmişti. Onu kollarıma aldım, kendi vücudum
yepyeni bir sıcaklıkla kavrulurken onunki benimkine yaslanmış,
soğuk ve narindi. Bir süre uçmaktan bahsetmedik, öte yandan onun
bana şu anda sunduğu şeyi almaktan çekiniyor, onu sadece
okşamakla yetinmekten mutluluk duyuyordum. İnsan tek bir
hamlede uyanamaz.
Daha sonra koridorlarda yanımızdan geçen henüz yenilenmiş
diğerlerinin arasından, çatısı kış güneşini içeri veren merkezi odaya
yürüdük ve birbirimizi değişen soluk ışık altında tekrar inceledik,
yürümeye ve konuşmaya devam ettik. Tüm gücümü henüz
toparlayamadığım için onun koluna yaslanıyordum, bu yüzden bir
anlamda bazı şeyler eskisi gibiydi; kız, titrek yaşlı adamın yürümesine
yardım ediyordu. Bana odama kadar eşlik etti; ona, “Yenilenmemden
önce bir Arındırıcılar loncasından bahsetmiştin. Ben...”
“Bunun için daha sonra zaman olacak,” dedi.
Odamda birbirimize sarıldık ve yenilenmeyle gelen ateşin
içimde birden harlandığını hissettim, öyle ki, soğuk, narin bedenini
yakıp kül etmesinden korktum; fakat bu ateş kül eden bir ateş değildi,
sadece başkalarının içindeki tamamlayıcısını ateşliyordu. Zevkin
doruklarında kanatları açıldı ve ipek gibi yumuşaklıklarının içinde
kayboldum. Ben de kendimi hazzın taşkın seline bıraktım; bir daha
asla onun koluna yaslanmam gerekmeyeceğini anladım.
Artık birbirimize yabancı değildik, birbirimizin yanında korku
duymuyorduk. Her gün egzersiz zamanımda yanıma geliyor, ben de
adımlarımı onun adımlarına uydurarak yürüyüşler yapıyordum.
İçimizdeki ateş de daha güçlü ve daha parlak yanıyordu.
Talmit de sık sık benimle birlikteydi. Yenilenmiş vücudumu
kullanma sanatını gösteriyor, başarılı bir şekilde gençliğime alışmama
yardım ediyordu. Bir kez daha Olmayne’i görme davetini reddettim.
Bir gün geri dönüşün artık sona erdiğini söyledi. Bunun için üzüntü
değil, sadece kısa zamanda geçen garip bir boşluk hissettim.
Yenileyici, “Yakında buradan çıkacaksın,” dedi. “Buna hazır
mısın?”
“Sanırım.”
“Bu mabetten çıktıktan sonraki hedefin hakkında düşünme
fırsatın oldu mu?”
“Biliyorum, yeni bir lonca bulmam gerekiyor.”
“Pek çok lonca seni kabul edecektir, Tomis. Hangisini
istiyorsun?”
“İnsanlığa faydamın en çok dokunabileceği loncayı,” dedim.
“İrade’ye bir yaşam borcum var.”
Talmit, “Uçucu kız senin önündeki ihtimallerden bahsetti mi?”
“Yeni kurulmuş bir loncadan bahsetti.”
“Bir isim verdi mi?”
“Arındırıcılar loncası.”
“Hakkında ne biliyorsun?”
“Çok az şey,” dedim.
“Daha fazlasını öğrenmek ister misin?”
“Daha fazlası varsa, evet.”
Talmit, “Ben Arındırıcılar loncasındanım,” dedi. “Aynı şekilde,
Uçucu Avluela da öyle.”
“İkinizin de zaten loncaları var! Nasıl bir loncadan fazlasına üye
olabilirsiniz ki? Sadece Egemenlerin böyle bir özgürlüğü vardır, onlar
da...”
“Tomis, Arındırıcılar loncası, bütün diğer loncalardan üye kabul
eder. Üstün bir loncadır, aynı Egemenler loncasının bir zamanlar
olduğu gibi. Üyeleri arasında Anımsayıcılar ve Katipler, Listeleyiciler,
Uşaklar, Uçucular, Topraksahipleri, Uyurgörürler, Cerrahlar,
Şaklabanlar, Tüccarlar, Satıcılar var. Ayrıca Değişken üyeler de var
ve...”
Şaşkınlık içinde, “Değişkenler mi?” dedim. “Kanunen onlar tüm
loncaların dışındadır! Nasıl olur da bir lonca Değişkenleri kabul
eder?”
“Bu, Arındırıcılar loncası. Değişkenler bile arınmayı hak ederler
Tomis.”
Dersimi aldım ve “Evet, Değişkenler bile,” dedim. “Öte yandan,
böyle bir lonca oldukça garip!”
“Değişkenleri bağrına basan bir loncayı küçümser misin?”
“Böyle bir lonca kavramını anlamayı zor buluyorum.”
“Zamanı geldiğinde anlayacaksın.”
“Zamanı ne zaman?”
Talmit, “Burayı terk ettiğin gün,” dedi.
Kısa zamanda o gün olmuştu. Avluela beni almaya geldi.
Yenilenme ayinini tamamlamak için çekingen bir şekilde Jorslem’in
baharı içine adım attım. Talmit, Avluela’ya bana nasıl rehberlik
edeceği konusunda talimat verdi. Kız, beni şehrin içinden geçirip için
kutsal yerlere, ibadet edebilmem için tek tek her mabede götürdü.
Yahdilerin duvarında ve Mislamların yaldızlı kubbesinin önünde diz
çöktüm, sonra pazar yerinin içinden şehrin aşağı bölümüne giderek
Hristanların tanrısının öldüğü söylenen yeri çevreleyen karanlık, kötü
görünüşlü binaya, oradan da Bilgelik Kaynağı’na ve İrade’nin
Çeşmesi’ne gittim; en sonunda da Hacılar loncasının evine giderek
maskem, cüppelerim ve yıldız taşını teslim ettim ve Eski Şehrin
duvarına gittim. Bu yerlerin her birinde uzun süredir söylemeyi
beklediğim sözlerle kendimi İrade’ye adadım. Hacılar ve Jorslem’in
sıradan vatandaşları saygılı bir mesafede bekliyorlardı; daha yeni
yenilenmiş olduğumu biliyorlar, bu yüzden gençleşmiş bedenimden
yayılan enerjilerin onlara iyi şans getireceğini umuyorlardı. En
sonunda yükümlülüklerim tamamlanmıştı. Tamamen sağlıklı, özgür
bir adamdım, artık istediğim yaşamı seçebilirdim.
Avluela, “Şimdi benimle Arındırıcılara gelecek misin?” diye
sordu.
“Onları nerede bulacağız? Jorslem’de mi?”
“Evet, Jorslem’de. Seni üyeliğe kabul etmek için bir saat içinde
bir toplantı yapılacak.”
Elbisesinin içinden küçük ve parlak bir şey çıkardı; şaşkınlık
içinde bu şeyin bir yıldız taşı olduğunu fark ettim. “Onunla ne
yapıyorsun?” diye sordum. “Sadece Hacılar...”
Yıldız taşını tutan elini bana uzattı ve, “Elini benimkinin üzerine
koy,” dedi.
Dediğini yaptım. Konsantre olurken bir an için, minik yüzü
kırıştı. Sonra rahatladı. Yıldız taşını kaldırdı.
“Avluela, sen ne?...”
Sakin bir şekilde, “Loncaya gönderdiğim bir sinyal,” dedi.
“Yolda olduğuna göre onların artık toplanması için...”
“O taşı da nereden buldun?”
“Benimle gel,” dedi. “Ah Tomis, keşke oraya kadar uçabilseydik.
Neyse ki uzak değil. Gençlik çeşmesi mabedinin neredeyse yanında
sayılır. Gel Tomis, gel!”
12

Odada hiç ışık yoktu. Avluela beni yeraltının karanlıklarına


sokmuş, Arındırıcıların lonca evine geldiğimizi söylemiş ve beni
yalnız başıma bırakmıştı. “Kıpırdama,” diye uyarmayı da ihmal
etmemişti.
Odada etrafımda başkalarının da olduğunu hissediyordum;
fakat hiçbir şey duymadım ya da görmedim.
Avluela, “Ellerini uzat,” dedi. “Ne hissediyorsun?”
Büyük ihtimalle metal bir ayağın üzerinde duran küçük bir
dolaba dokunmuştum. Ön kısmında tanıdık göstergeler ve kollar
vardı. Dolabın üst kısmından çıkan kolları el yordamıyla buldum. Bir
anda sanki tüm yenilenmem, hatta Dünya’nın işgali bile geri
çevrilmişti: Yeniden bir İzleyiciydim, bu da İzleyici aletleriydi!
“Bu bir zamanlar benim olan dolap değil,” dedim, “fakat ondan
çok da farklı sayılmaz.”
“Yeteneğini kaybetmedin, değil mi Tomis?”
“Hâlâ benimle beraber olduğunu düşünüyorum.”
Avluela, “Öyleyse aleti kullan,” dedi. “Bir kez daha İzle ve bana
ne gördüğünü söyle.”
Mutluluk içinde ve kolayca eski tavrımı takındım. Ön ayinleri
hızla tamamladım ve zihnimi kuşku ve engellerden arındırdım.
Kendimi İzleyiş ruhu içine sokmam şaşırtıcı derecede kolay oldu;
Dünya’nın düştüğü günden beri bunu denememiştim, yine de sanki
eski günlerden daha çabuk İzleyiş hali içine girebilmişim gibi geldi.
Kolları avuçladım. Ne kadar da gariptiler. Alışık olduğum
şekilde sona ermiyorlardı; daha çok, her kolun ucuna soğuk ve sert bir
şey takılmış gibiydi. Belki bir çeşit taş. Fark ettim ki hatta büyük
ihtimalle bir yıldız taşı. Avuçlarım iki soğuk taş üzerine kapandı. Bir
an için endişe, hatta bir korku duydum. Sonra gerekli sükunete tekrar
eriştim, ruhum önümde duran alete hücum etti ve İzlemeye başladım.
İzleyişim sırasında eski günlerde olduğu gibi yıldızlara
gitmedim. Algılama olduğu halde algılayışım sadece etrafımla
sınırlıydı. Vücudum iki büklüm, transta, gözlerim kapalı uzandım ve
önce Avluela’ya ulaştım; bana yakındı, neredeyse dibimdeydi. Onu
açık seçik görüyordum. Gülümsedi, başıyla onayladı; gözleri ışıl ışıldı.
– Seni seviyorum.
– Evet, Tomis. Artık her zaman birlikte olacağız.
– Daha önce başka bir insana kendimi hiç bu kadar yakın
hissetmemiştim.
– Biz bu loncada her zaman, herkese yakınız. Biz Arındırıcılarız
Tomis. Biz yeniyiz. Dünya daha önce böyle bir şey görmemişti.
– Avluela, seninle nasıl konuşuyorum?
– Makine aracılığıyla benimle zihnin konuşuyor. Bir gün,
makineye de ihtiyacımız kalmayacak.
–O gün birlikte uçabilecek miyiz?
– Çok daha önce Tomis, çok daha önce.
Ellerimdeki yıldız taşları ısındılar. Artık aleti açık seçik
algılayabiliyordum: Kolların ucuna takılmış yıldız taşları gibi bazı
değişiklikler yapılmış bir İzleyici dolabı. Avluela’nın ötesine
baktığımda başka yüzler, tanıdığım yüzler gördüm. Yenileyici
Talmit’in sert çehresi solumdaydı. Jorslem’e beraber geldiğim Cerrah
onun hemen yanında, Değişken Bernalt’ın dibinde duruyordu; artık
Nayrub’un bu insanlarının neden kutsal şehre geldiklerini
biliyordum. Diğerlerini tanıyamadım, fakat aralarında iki Uçucu,
şalını kavramış bir Anımsayıcı, kadın bir Uşak ve başkaları vardı.
Hepsini bir iç ışık sayesinde görüyordum, çünkü oda ilk geldiğim
zamanki kadar karanlıktı. Onları sadece görmekle de kalmıyordum,
aynı zamanda zihnim zihinlerine dokunuyordu.
İlk dokunduğum zihin Bernalt’ınkiydi. Kolayca fakat korkuyla
dokundum zihnine, sonra geri çekildim, tekrar dokundum. Beni
selamladı ve içtenlikle karşıladı. O an fark ettim ki ne zaman bir
Değişkeni kendi kardeşimi gördüğüm şekilde görürüm, ne zaman
tüm Dünya bunu yapabilecek hale gelir, işte o zaman çok aradığımız
arınmaya ulaşabiliriz. Tek bir vücut olmadığımız takdirde cezamızın
sonlandırılmasına nasıl hak kazanabilirdik ki?
Bernalt’ın zihnine girmeyi denedim, fakat korkuyordum.
Değişkenler hakkında kaçınılmaz şekilde hissettiğimiz o zavallı
küçümsemeyi, önyargıları, o acınası şartlı refleksi nasıl
gizleyebilirdim ki?
“Hiçbir şeyi gizleme,” dedi. “Bunlar benim için gizli şeyler değil.
Onları serbest bırak ki bana katılabilesin.”
Mücadele ettim. Şeytanları kovdum. Değişken mabedinin
önünde, Bernalt’ın bizi kurtardığı zaman, ona bizimle seyahat
etmesini önerdiğim anı hatırlamaya çalıştım. Onun için ne
hissetmiştim? Bir an için bile olsa onu kardeşim olarak görmüş
müydüm?
O anki şükran ve dostluk hislerimi yoğunlaştırdım. O hislerimin
büyüyüp alev almasını, boş kibir ve küçümseme hislerimi altetmesini
sağladım; garip Değişken yüzeyinin altındaki insan ruhunu gördüm,
o yüzeyin altına geçtim ve arınmaya giden yolu buldum. Beni kendi
zihnine çekti.
Bernalt ile bir oldum ve o da beni loncasına kaydetti. Artık ben
de Arındırıcılardandım.
Zihnimin içinde bir ses gümbürdedi; duyduğum şey Talmit’in
gür sesi mi, Cerrahın iğneleyici konuşması mı, Bernalt’ın kontrollü
mırıldanmaları mı, yoksa Avluela’nın yumuşak fısıltısı mı
anlayamadım, çünkü bu ses onların ve diğerlerinin hepsinin birden
sesiydi:
“Tüm insanlık loncamıza üye olduğu gün artık işgal altında
olmayacağız. Her birimiz diğerinin bir parçası olduğu gün artık
çektiğimiz acılar sona erecek. İşgalcilerimize karşı koymamıza gerek
yok, çünkü her birimizin Arınmış olduğu gün, onları da aramıza
alacağız. Bir zamanlar İzleyici Wuelling olan Tomis, katıl bize.”
Böylece katıldım.
Böylece Cerrah ve Uçucu ve Yenileyici ve Değişken ve Uşak ve
diğerleri oldum. Böylece onlar ben oldular. Böylece ellerim yıldız
taşlarını tuttuğu sürece tek bir ruh ve tek bir zihin olduk. Bu, bir
Hacının kendisini İrade’ye istemsizce gömdüğü bir bağlantı değil,
daha büyük bir bağımlılık içinde kişisel bağımsızlıkların korunduğu,
birey ile bireyin birleşmesiydi. İzleyişin sağladığı keskin algı gücünün
İrade ile bağlantı sırasında edinilen daha büyük bir varlığın içine
gömülme duygusunun birleşimiydi ve o an biliyordum ki bu Dünya
üzerinde tamamen yeni bir şeydi. Sadece yeni bir loncanın kurulması
değil, insan varlığının tamamen yeni bir evreye geçmesi, yenilgiye
uğramış bu gezegende Dördüncü Döngü’nün doğumuydu.
Ses, “Tomis, öncelikle en çok ihtiyaç duyanları Arındıracağız,”
dedi. “Agupt’a, zavallı Değişkenlerin tapındıkları tarihi binanın
olduğu çöle gideceğiz ve onları içimize alıp tekrar temiz olmalarını
sağlayacağız. Sonra batıya, kristallenme hastalığının pençesinde
kıvranan bir köye gidip köylülerin ruhlarına uzanacak ve onları
işkenceden kurtaracağız; kristallenme son bulacak ve vücutları
iyileşecek. Sonra Agupt’u aşacak, Dünya’nın tüm topraklarına
ulaşacak ve loncasız olanları, umutsuz olanları, yarınları olmayanları
bulacağız ve onlara bir amaç ve yaşam sunacağız ve bir gün gelecek,
Dünya üzerindeki herkes Arınmış olacak.”
Gözlerimin önüne değişmiş bir gezegen hayali serdiler; sert
yüzlü işgalciler uysal bir şekilde bize teslim oluyorlar ve istilanın
ortasında yeşeriveren bu yeni şeyin bir parçası olabilmek için
yalvarıyorlardı. Gözlerimin önüne tarihi günahlarından arınmış olan
bir Dünya hayali sermişlerdi.
Sonra kavradığım makineden artık ellerimi çekme vaktinin
geldiğini hissettim ve ellerimi çektim.
Hayal yok oldu. Işıltı soldu. Yine de artık kafamın içinde yalnız
değildim, çünkü bir bağlantı hâlâ korunmuştu ve oda artık karanlık
değildi.
“Bu nasıl oldu?” diye sordum. “Bütün bunlar ne zaman
başladı?”
Talmit, “İşgalden sonraki günlerde,” dedi, “kendi kendimize
neden bu kadar çabuk yenildiğimizi ve bir zamanlar olduğumuzdan
daha yüce bir yere nasıl gelebileceğimizi sorduk. Loncalarımızın
yaşamlarımıza yeteri kadar iyi bir yapı kazandırmış olduğunu,
arınmaya giden yolun daha sıkı bir birleşimden geçmesi gerektiğini
gördük. Yıldız taşlarımız, İzleyici aletleri vardı; bize düşen tek şey de
onları birleştirmekti.”
Cerrah, “Tomis, sen bizim için önemlisin,” dedi, “çünkü zihnini
ileri sürmeyi anlıyorsun. Eski İzleyiciler arıyoruz. Onlar loncamızın
çekirdekleri. Bir zamanlar ruhun insanlığın düşmanlarını aramak için
yıldızlarda geziniyordu, şimdi ise insanlığı bir araya getirmek için
Dünya’da gezinecek.”
Avluela, “Uçmama yardım edeceksin Tomis,” dedi, “hatta gün
ışığı altında bile. Yanımda uçuyor olacaksın.”
“Ne zaman yola çıkıyorsun?” diye sordum.
“Şimdi,” dedi. “Sunacağımız şeyi sunmak için Agupt’a,
Değişkenlerin tapınağına gidiyorum. Hepimiz bana güç vermek için
birleşeceğiz Tomis; o güç de senin içinden geçerek bana ulaşacak.”
Elleri ellerime dokundu. Dudakları dudaklarıma değdi. “Dünya’daki
yaşam tekrar başlıyor, bu anda, bu yıl, bu yeni döngüde. Ah Tomis,
yeniden doğduk!”
13

Odada yalnız kaldım. Diğer herkes dağıldı. Avluela yukarı,


sokağa çıktı. Ellerimi alete takılı yıldız taşları üzerine koydum ve onu
sanki hemen yanımdaymış gibi gördüm. Uçmak için kendini
hazırlıyordu. Önce kıyafetlerini çıkardı ve çıplak bedeni öğlen güneşi
altında parladı. Ufak tefek vücudu inanılmaz narinlikte gözüküyordu;
sert bir rüzgarda kırılabileceğini düşündüm. Sonra diz çöktü, başını
eğdi ve ayinini gerçekleştirdi. Kendi kendine konuşuyordu, fakat
Uçucuların yerden yükselmeden söyledikleri sözcükleri
duyabiliyordum. Bu loncanın içinde her lonca birdi; birbirimizden
hiçbir sırrımız, gizimiz yoktu. Bu yüzden onay için İrade’ye, destek
için türünün geri kalanına yalvarırken benim dualarım da onunla
birlikteydi.
Ayağa kalktı ve kanatları açıldı. Jorslem sokaklarında çıplak bir
uçucu görmenin garip bir tarafı olduğundan değil de güneş ışığı çok
güçlü olduğu ve hafif renkler barındıran, neredeyse şeffaf kanatları
bariz bir şekilde güneş rüzgarlarının basıncına dayanamayacak gece
kanatları olduğu için, oradan geçenlerin birkaçı şaşkınlıkla baktı.
Ona, “Seni seviyorum,” dedik ve ellerimiz kadife tenini okşadı.
Burun delikleri haz içinde titredi. Küçük göğüs uçları uyarıldı.
Kanatları artık tamamen açıktı ve güneş ışığı altında muhteşem bir
şekilde parlıyorlardı.
“Şimdi Agupt’a uçuyoruz,” diye mırıldandı. “Değişkenleri
Arındırıp bizimle bir olmalarını sağlayacağız. Tomis, benimle gelecek
misin?”
“Seninle birlikte olacağım,” dedik ve yıldız taşlarını sıkıca tutup
onun durduğu yerin hemen altındaki karanlık odada duran alet
dolabımın üzerine eğildim. “Birlikte uçacağız Avluela.”
“Öyleyse yukarı,” dedi ve dedik. “Yukarı.”
Kanatları çırpındı, rüzgarı yakalamak için eğim kazandılar; ilk
anda zorlandığını hissettik ve ihtiyacı olan gücü verdik; bizden gelen
ve benim içimden ona akan gücü aldı ve yükseklere çıktık. Altın
Jorslem’in kuleleri ve duvarları altımızda küçüldü, şehrin kendisi bile
yeşil tepelerin arasında pembe bir noktacık haline geldi. Avluela’nın
çırpan kanatları onu batıya, batan güneşe doğru, Agupt diyarına
doğru hızla götürdü. Mutluluğu hepimizi sardı. “Her şeyin üzerinde,
ne kadar muhteşem olduğunu görüyor musun Tomis? Bunu
hissediyor musun?”
“Hissediyorum,” diye fısıldadım. “Serin rüzgarın çıplak tenin
üzerindeki esintisi... Saçlarımdaki rüzgar... Hava akımlarının üzerinde
yüzüyor, süzülüyor, uçuyoruz; Avluela, uçuyoruz!”
Agupt’a doğru. Günbatımına doğru.
Aşağıda ışıldayan Medit Gölü’ne baktık. Uzakta bir yerlerde
Kara Geçidi görünüyordu. Kuzeyde Eyrop. Güneyde Afreek. Çok
ileride Dünya Okyanusu’nun ardında doğduğum yer vardı. Daha
sonra Avluela ile birlikte uçarak oraya da gidecek, Dünya’nın
değişiminin müjdesini götürecektim.
İnsan bu yükseklikten dünyamızın gerçekten istila edilip
edilmediğini anlayamıyordu. İnsan işgalcilerin kontrol noktalarını
değil, sadece denizin ve toprağın renklerinin güzelliğini görüyordu.
Bu kontrol noktalarının da artık ömrü kısaydı. İşgalcilerimizi
işgal edecektik; silahlarla değil, sevgiyle; Dünya’nın Arınması
evrensel bir boyuta ulaştıkça yeni özümüze gezegenimizi işgal eden
varlıkları bile kabul edecektik.
Avluela, “Bir gün yanımda uçacağını biliyordum, Tomis,” dedi.
Kanatlarına karanlık odamın içinden yeni güç dalgaları
gönderdim.
Çölün üzerinde bir süre asılı kaldı. Eski Ameliyathane, Değişken
mabedi yakında görüş alanına girecekti. Aşağı inmek zorunda
olduğumuz için üzüntü duyuyordum. Sadece sonsuza kadar havada
kalmak istiyordum, sadece ben ve Avluela.
“Bu olacak Tomis, bu olacak!” dedi. “Artık bizi hiçbir şey
ayıramaz! Tomis, buna inanıyorsun, öyle değil mi?”
“Evet,” dedik. “Buna inanıyorum.” Böylece onu kararmakta olan
gökyüzünden aşağı doğru yönlendirdik.

You might also like