You are on page 1of 208

BİLGİ YAYlNLARI : 241

HALİKARNAS BALIKÇISI, BÜTÜN ESERLERİ : 1

ISBN 975- 494- 1 88-2


97 06 y 0 1 05 1 214

Birinci Basım 1976


İkinci Basım 1980
Üçüncü Basım 1983
Dördüncü Basım 1986
Beşinci Basım 1990
Altıncı Basım 1993
Yedinci Basım 1995

Sekizinci Basım
Kasım 1997

BiLGi YAYlNEVi
Meşruliye ı Caddesi, No: 46/A, Yeniş ehir 064201 Ankara
Telf (0-312) 431 81 22-434 12 71- 434 49 98-434 49 99
Faks (0-312) 431 77 58

BiLGi KiTABEVi
Sakarya Caddesı, No: 8/A, Kızılay 064201 Ankara
Telf (0-312) 434 41 06 -434 41 07

BiLGi DAGITIM
Narlıbahçe Sokak, No: 17/1, Cağaloğlu 343601 istanbul
Telf (0-212) 522 52 01 - 526 70 97
Faks (0-212) 527 41 19
HALIKARNAS BALIKÇISI

Bütün Eserleri
1

Aganta Burina
Burinata!

BiLGi YA YlNEVi
kapak düzeni : fahri karagüzoğlu

HALiKARNAS BALlKÇlSII BÜTÜN ESERLERi

1. Aganta Surina Burinata "roman•


2. TurgutReis "roman·
3. Mavi Sürgün "yaşamöyküsü'
4. Merhaba Anadolu 'deneme•
5. Uluç Reis'roman"
6. Düşün Yazıları "deneme"
7. Öteterin Çocukları "roman•
8. Anadolu'nun Sesi "deneme·
9. Attıncı Kıta Akdeniz 'deneme'
1O. Deniz Gurbetçileri "roman·
11. Ege'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek "öykü'
12. Gençlik Denizterinde "öykü"
13. Sonsuzluk Sessiz Büyür "deneme•
14. Anadolu Efsaneteri "deneme·
15. Anadolu Tanrıları "deneme•
16. Hey Koca Yurt "öykü"
17 Parmak Damgası "öykü"
18. Çiçekterin Düğünü "öykü"
19. Dalgıçlar "öykü"
20. Arşipel "deneme•
21. Bulamaç "roman·

Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın 4.3.1987 gün ve


1832 sayılı yazıtarıyla okutıara tavsiye edilmiş; karar 23.3.1987
gün ve 2230 sayılı Tebliğler Dergisi'nde yayımlanmıştır.

Halikarnas Balıkçısı'nın bütün eserlerinin yayın hakkı,


yasal mirasçılarıyla yapılan özel anlaşma gereğince, Türkçe
ve bütün dillerde Bilgi Yayınevi'ne aittir. Bu dizide çıkan ve
çıkacak olan eserlerin hiçbiri kaynakları gösterilmeden alı­
namaz, yayımlanamaz. Yayınevi'nin yazılı izni olmadan
radyo ve televizyona uyarlanamaz, oyun ve film haline ge­
tirilemez.

di zgi font matbaacılık ve tanıtım hizmetleri


telf 230 30 30
baskı cantekin matbaacılık yayıncılık
ticaret lid. şti.
telf 384 34 35 - 384 34 36 - 384 34 37
HALiKARNAS BALIKÇISI
1890-1973

"Tarih sahibi" Sadrazam Cevat Paşanın


kardeşi, tarihçi-yazar-vezir Mehmet Şakir
Paşa Girit'te sefirken•, eşi i smet Hanım, 1 6/
1 7 Nisan 1 890 gecesi bir oğlan doğurdu.
Çocuğa, anasının o gece düşünde Musa
Peygamberi görmesi dolayısıyla "Musa",
amcasının ve babasının adlarından ötürü
"Cevat Şakir" adları verildi.

Musa Cevat Şakir'in çocukluğu, babası­


nın atandığı Atina/Faleron'da, beş yaşından
sonra istanbul/Büyükada'da geçti. Bu yıllar­
da resim yeteneğiyle dikkati çeken M.C. Şa­
kir, bir yandan özel dersler alırken, bir yan­
dan Büyükada Mahalle Mektebinde okudu.
ingilizceyi hayli iyi kavradığı için, hazırlık
okumadan Robert Kolej birinci sınıfına alın­
dı. Bu okulu, ilk mezunlarından biri olarak
pekiyi dereceyle bitirdi.

Kendisi, kendini bildi bileli denizci olmak


istiyordu. Ama ailesinin ısrarı üzerine ingil­
tere'nin Oxford Üniversitesine gönderildi.
Orada "Yaktn Çağlar Tarihi" bölümünde öğ­
renim gördü. Bu arada, Oxford'un ünlü ki­
taplığından yararlandı.

Meydan Larousse (Xl/ 710 a) "Resmo ku­


mandant... Osmanlı Tarihi (Enver Ziya Ka·
ral, Vlll/143) "komiser"diyor.

5
Yurda dönünce istanbul'da, çeşitli gaze­
te ve dergilerde yazılar yazdı, karikatür ve
kapak resimleri çizdi.

Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925


günlü sayısında yayımlanan "Hapishanede
idama Mahkum Olanlar Bile Bile Aslimaya
Nasli Giderler?" başlığı ve "Hüseyin Kenan"
imzasıy,q yayımlanan yazısı yüzünden üç
yıl kalet·.entlikle Bodrum'a sürüldü. Cezası­
nın son yarısını istanbul'da geçirdikten son­
ra yeniden döndüğü Bodrum'da yaklaşık
çeyrek yüzyıl kaldı. Bodrum'un Karla çağın­
daki adından esinlenerek "Halikarnas Ballk­
"
ÇISI takmaadını kullanır oldu. Bodrum'un
gelişmesine ve Anadolu uygarlığının tanınıp
tanılılmasına olağanüstü katkılarda bulun­
du.

Çocuklarını n ortaöğrenimleri için 194 7'


de yerleştiği izmir'de gazetecilik, yazarlık ve
turist rehberliği yaptı. 13 Ekim 1973 Cumar­
tesi günü saat 15.1 O'da izmir'de öldü ve
Bodrum'da, "manevi oğlu" Şadan Gökovalı
ile birlikte seçtiği yerde gömüldü.

6
AGANTA BURİNA BURİNATA!

Rahmetli babamı anarlarken . "Nur içinde


yatsın. ya da, "Toprağı bol olsun. demezlerd i .
Çünkü, babam denizde boğulmuştu. Ama, boğu­
lan yalnız o muydu? Soyumuzdaki erkekleri n ço­
ğu, denizde kalmıştı . Ana m, kaptan kızıydı . Baba­
ma varınca kaptan karısı oldu . "Babamı doyasıya
göremedim . Evlendim, kocamla iki aycağız sürek­
li yaşayamadım" der, beni gösterir, " Buncağız da
denizci olursa ne yaparım? Kaptan kızı, kaptan
karısı olduğum yetmezmiş gibi bir de kaptan ana­
sı olmasam bari" diye eklerd i . Mezarlık serviieri­
nin altında ninelerim . teyzelerim yatarlardı . Oysa ,
erkek akrabaının mezar taşları yoktu. Neredeydi­
ler? İnsan çeşitli yerlerde ölür -ne bileyim, dağ­
da, taşta. savaş alanlarında- a ma . denizden baş­
ka her yerde bir izi , bir kemiği, diki l i bir mezar
taşı kalır. Denizde boğulan denizcinin ise. tıpkı
bir hulya, bir rüya gibi, tam bir kayboluşu, bir sili­
nişi vardır . Anam, " Ne olacak, toprak insanı top­
raktan, deniz insanı da sudan yaratılır. Topraktan
olanlar toprağa dönerler, sudan olanlar akıp de­
nize karışırlar" derd i .
Anam söylerken, babam d a yanık sesiyle,
"Sakın ha, denizci olayım deme!" diye söze karı­
şırdı . Ama, kasabanın bütün sokakları, her ne ka­
dar sağa sola sapsalar, eninde sonunda denize çı-

7
kıyorlardı. Ö teki çocuklar, mahalle aralarında to­
pa ca kamçı sallar, çatal dala lastik bağlar, dut
ağaçlarından dut toplarlarke n . ben deniz kıyısına
kaçardım. İşte bu yüzden, biraz ötemizdeki çık­
maz sokaktan başka her yer bana yasak edilmişti.
Çıkmaz sokağın ağzında bir çeşme, bir de
hayvanları sulamak için yalak vard ı . Elime geçen
çerçöple özene özene oyuncak bir kayık yaptım.
Kayığım yalaktaki suyun üzerinde yüzünce dün­
yalar benim oldu . Onu elimle dürttüm olmad ı .
Yanağıını suya değdirerek başımı kayık düzeyine
eğdim: tatlı sert tütün paketinin kağıdından ya­
pılma yelkene üfledim. Gemim suların üzerinde
kaydı . Hemen yalağın öte tarafına koştum . Ka­
yı k bana doğru geliyor, yani ilerliyordu. Siftah
olarak ileriye gitmek ve gerilerden ayrılmak se­
vincini tadıyordum. Kayığı seyre öyle dalmıştım
ki kayık burnumun üstünde baştan kara etti . Onu
hemen döndürdüm. Durmamacasına üfledim.
Başım fırıl fırıl dönüyor, kulaklarımda yüzlerce
ziller çınlıyordu. Gemim bütün yelkenlerini dol­
durmuş açık denizlerde koskocaman bir kelebek
gibi kayıyordu. O sırada güneş battı . Ortalık ka­
rard ı . Sokaklardan el ayak çekildi . Farkında olan
kim? Kendimi lodos rüzgarının ta kendisi sanı­
yordum. Yanaklarımı körpe ciğerlerimin bütün
gücüyle şişirip sağanak sağanak esiyordum. Pru­
va d ireği , sözü küçümseyerek dalgın eda ile işa­
ret veren bir el gibi sağa sola eğiliyordu. Direk
ucu yıldızdan yıldıza gidip geldikçe içimde yeni
yen i uyanan bir musikiye tempo tutuyordu. Koca
gemim, sendeleyen yıldızlar arasında kapkara bir
uçurum kadar mağrur ilerliyordu. Ne var ki artık
soluğum tükeniyordu. İşte bunun için, " Rüzgar

8
kesiliyor! Artık camadanları çözünüz ! " diye ciyak
ciyak bağırdım .
Birdenbire. derin bir mağaranın bağrından
çıkıvermiş gibi kalın bir ses. "Hangi rüzgar kesili­
yor?" diye sordu. Amcaının sesini tanıd ım. Dona­
kaldı m . Başım. göğsüm sırsıklamdı . Arncam ya­
naştı: "Mahmut sen misin?" d ed i . Durgun sesinde
dayak tehdidi yoktu. Beni kucağına kaldırd ı . Solu­
ğu evdeki ispirto kaminetosu gibi sert sert içki
kokuyordu . "Burada bu saatte ne yapıyorsun?"
ded i . O na elimdeki kayığı verd i m . Görmek için
batı göğünün alacakaranlığına karşı tuttu onu.
"Bu gemi değil , salapurya ! " demesiyle de bizim
kalyonu yere çarpıp ayağının altında çatır çutur
ezmesi bir oldu. Kemiklerim kırıldı sandım. Ama
arncam "Yarın sana bir kayı k yapayım da gör"
deyince dünyalar yeniden ben i m oldu. Şaka de­
ğil , arncam serdümen Davut, bana bir gemi yapa­
caktı.
Uyurken arncam kalkıp gitmesin d iye uyuma­
maya çalıştım. Uykumu dağıtmak için gözlerimin
içine parmağımla tükürük koydum. Gözlerim ya­
nıyordu. Gözlerime uyku girmiyordu . Ama bir
aralık dalmışım. Gözlerimi açınca şafağın sök­
mekte olduğunu gördüm. Aşağıya koşup, amca­
mm yere serili döşeğinin başına çömeldim. Uya­
nınca, "Sen misin?" ded i . Kayığı unutmuştu. Ha­
tırlattım . Giyinmeye başlad ı . Ben çabuk olmasını
istiyordum. Amcaının beline sardığı denizci kuşa­
ğı bana sonsuzluk kadar uzun gel d i . Anamdan ip­
lik iğne . babamın eski donundan da bir parça bez
aldı . O nları , tabakası , çam çubuğu ve denizci bı­
çağını -bıçağını demircide d övdürdükten sonra
çeliğin suyunu, su ile değil. damarını açıp kendi

9
kanı ile vermişti- kuşağının önüne sıkıştırdı. Kah­
veye doğru yol aldık . Onu kaçırmamak için, ya­
nında sanki midye içinde yürüyordum. Kahvede ,
birkaç gemici yelkenlerini dizlerinin üzerine almış
yamıyorlar, iki üç balıkçı da ağlarının gözlerine
çıplak ayaklarının baş parmaklarını sokarak onla­
rı geriyor ve mekikle deliklerini örüyorlardı. Am­
cam alçak bir iskemieye oturdu. Ö n üne bir dama
masası alarak. üzerine kayığın yapılmasında kulla­
nılacak öteheriyi dizd i . Gel keyfim gel . . . Kayığa
başlayacağına. ''Aklım başıma gelsin'' diye bir
kahve ısmarladı. Yavaş yavaş bir sigara tellendir­
di.
Kahvedeki gemici ve balıkçılar denizin sala­
murasında adamakıllı pişmiş. kaskatı denizcilerdi.
Onlara hep hayran hayran bakardım. Ama o gün
onlara çok kızdım. Amcamı hep lafa tutuyorlard ı .
Lostromo kırklık Kara Hüseyin tasalı gibi görünü­
yordu. Demir Ağa, yanıbaşında gemici Karama­
noğlu'na, "Nesi var?" diye sordu. Karamanoğlu
da, "Yüreği o kadar ağır ki, kayığına safra alma­
yacak. Yüreğinin ağırlığı yetişecek" diye cevap
verdi . Öteki. "Neden?" ded i . Karaman da "Hani o
iş yok mu? İşte ondan ! " ded i . Demir Ağa, 'Ha!"
diyerek Kara Hüseyin'e döndü. " İ nsan kadın kıs­
mı için dertlenir mi? Boş ver gitsi n . Tam otuz yıl
oluyor, tohuma kaçıyarsun artık, evlen, dediler,
ben de Hay hay' dedim. Martı adlı büyük bir go­
Jet vardı ya , onunla sefere çıkacaktım. Parayı av­
cuma , tiring tiring peşin saydılar . Ben de kadıya
turlanda hıyar yetiştiriyormuşum gibi, paraların
topunu kaldırıp bizim gelin hanıma toka ettim.
Valiahi evin iki odası n ı , daha yen i döşetmiştim.
Kırmızı kaplı i ki sandalye, bir koltuk ve bir de

10
minder vardı. Avuç avuç para d ökmüştüm onlara.
Karada giydiğim yeni elbisemi. bir gömlek. bir de
kırmızı kuşağı eve bıraktım. Ha ! Durun : Bir çift
de kundura vardı. Denize a çı lırken kayıktan batta­
niyemi salladım: pencereden bakan kaltağı selam­
lıyordum. Biz ilk burnu kavanço edip gözden kay­
bolunca, o da pılı pırtıyı topladı mıydı, evden he­
men dümen kırmış: benim aldıklarımı da götür­
müş. Kırmızı kaplı sandalyelere hala yanarım.
Yaylıydılar da. Yumuşaklıklarını ardımda duyun­
ca , üstlerinde sanki zenginmişim gibi kurulurdum.
Canı m yandı . Molla Efendi. "Vicdan azabı çeki­
yorum . " dedi . Karamanoğlu. "O da neymis ki?"
diye sord u . Ö teki . " İ nsanların içinde vicdan deni­
len bir şey varmış. arada bir sancırmıs. Diş. dalak
ağrısından betermiş. Koltukları kaybedince işte o
acımaya başlamıştı" dedikten sonra lostromo Ka­
ra Hüseyin'e döndü, "Sen kaç sandalye. koltuk
kaybettin ki vicdanın azap duyuyor?" diye sordu.
Kara Hüseyin dik dik, "Ben koltuk moltuk kaybet­
medim. Hem kes artık lafı" ded i . Ö teki , " Ö yleyse
yüzün niye yeli kesilmiş yelken gibi sarkıp duru­
yor" d iye sordu. Kara Hüseyin cevap vermed i .
Demir Ağa, "Bana çivi çiviyi söker , yine evlen,
dediler. Yağma mı var? Artık maymunun gözü
açılmıştı. İ nsan bir kere şapa oturur. Vicdan sızı­
sının da ilacını buldum. Anam babam! Rakıyı ve­
rip veriştirdim, kara dünya günlük güneşl ik oldu.
Cebimde bir yarım okkalı k var . Bir iki tane parla­
tıverelim. Sözlerime aldırma , kafam d umanlı" de­
di. Şişeyi Kara Hüseyin'e uzattı . Hüseyin gülüm­
seyerek şişeyi dudağına götürdü. Ö te yanda yel­
ken yamamakta olan Zımba Yusuf yaka silkerek,
Hüseyin'e, "Karı mı? En iyisinin Allah belasını

11
versi n . İnsanın başına her gün bir iş çıkarırlar.
Bugün kapının menteşesi sökülür. haydi koş ma­
rangoza . Ertesi günü poyraz eser , ocak buram
buram tüter: onu düzelteyim derken . karşıma di­
kilir, sanki bir müjde veriyormuş gibi, kazan de­
lind i , der. Geçen gün kahveden dönünce. Yağ
bitti , salataya yağ yok' ded i . ' Ö nceden söylesey­
din' dedim . Yağ bitmediydi ki söyleyeyim· dedi.
Benden hınç mı alıyordu ne? Seferden gelince,
kafa ını şöyle bir dinlendireyim, evin barkın tadına
vararak bir keyif çatayım, derim. Ne mümkün?
Üç dört güne varmaz, ah yine sefere gitsem de
kurtulsam diye denize can atarım" dedi . Sonra
amcaını göstererek. "Bak Davut hiç evieniyor
mu? Kurnazdır o" dedi. Amca m . " Ne olacak?
Uzak sefer denizcisiyiz. Çoluk çocuğu kırk yılda
bir görecek: belki de hiç görmeyecek olduktan
sonra . onlara da kendime de ecel terleri döktür­
meni n anlamı yok" ded i . Ama , bunu söylerken
sesi adeta kırıldı. Demir Ağa sözü değiştirerek,
"Bu evlat. bizim Süleyman'ın sıpası mı?" diye sor­
du. Amca m . "Evet"' dedi. işini bitiren gemici ve
balıkçılar masamıza gelmişlerd i . Amcamla öteki
denizciler böyle mi konuştular. yoksa ben mi böy­
le konuşmuş olduklarını tasarlıyorum: aradan
uzun yıllar geçtiği i çi n pek bilmiyorum. Ama , ak­
lımı yoklayınca bu sözler hatırıma geliyor. Her
neyse ben dokuz doğuruyor ve amcaının gözleri­
nin içine bakıyordum.
Gerçekten bu denizcilerin on parmağında on
çeşit ustalık var. Bana bir oyuncak yapılacağını
öğrenince. birisi yelkeni kesti, öteki direkleri
yonttu. a rncam güzel bir tirhandil teknesi oydu:
bizim koca kayık gözle kaş arasında yapılıp çatı!-

12
dı. Bu, yalakta yüzecek tekne değildi, büyük de­
nizlerde sefer edecekt i . O kayıkla birkaç ay ayna­
dım. Gece yatakta. onu yatağıının üstüne kor­
dum. Bir sabah uyanınca kayığın sır olduğunu
gördüm. Yavrusunu kaybetmiş ana kedi gibi, onu
ağiaya ağiaya (lrad ım. İkinci bir kayık yaptırmak
umuduyla babama anama . amcaını sordum . Ama
amcaını kime sordunısa, yüzü durgunlaşıyor,
onun uzu n . pek uzun bir sefere çıktığını ve inşal­
lah dönünce bana daha güzel b!r kayık yapacağını
söylüyor, beni okşuyord u .
Baba m , kaybolan oyuncak kayığıının yerine
bana bir kuzu aldı . Ne edeyimdi ben onu? Buda­
la, denizden hiç hoşlanmıyor. boyuna ot yiyordu.
Ben kuzu ile hiç oynamıyordum. Balıkçı Ateşoğlu­
nun evinin biraz ötesinde bir ev yıkıntısı keşfet­
tim . Ayakta kalmış dört duvarının arası , mavi ve
serin gölge ile dolu, gizli bir yerdi. Orasını tersa­
ne edindim. Balıkçı Ateşoğlunun kızı Fatma'nı n ,
annesi b i r y ı l önce öldüğü i ç i n babası balığa gittiği
zaman evde bir başına oturmaktan sıkılır, babası­
nın ağ ipliklerinden ve kayığının boya artıkların­
dan alıp bana getirir, kayık yapmakta bana yar­
dım ederd i . Onun yeşil değilse mavi, mavi değilse
yeşil gözleri , derin deniz akı n tıları gibi şimdi koyu­
laşır, şimdi açılırdı. Büyüyünce farkına vardım.
Babası gözünü budaktan sakınmaz bir adamdı.
Eski püskü ve her yanı lumbarlarla yamalı bir ka­
yığı vard ı . Bir avuç balık tutmak için , fırtınanın
kara bulut zemininin üzerinde bir beyaz mendil gi­
bi sallanan yelkenini görenler, "Ateşoğlu yine ba­
şının belasını arıyor" derlerdi . Oysa başının belası­
nı deği l , çocuğunun nafakasını arıyordu . Fatma
ile yaptığımız kayı klar, amcaının yapmış oldu-

13
ğunun yanında hiçbir şeye benzemiyordu. Babam
bir iş peşinde Milas·a gidecekti . Deniz seferi de­
ğil . kara yolculuğu idi ya. beni de ald ı . Bad­
rum'dan siftah çıkıyord um . Çocukluğumu hatırla­
dı kça bu yolculuk hep gözümün önüne gelir. Ba­
bam ata eşeğe binmezd i . Çünkü ayağına hiç
üşenmezdi . Ben de ona çekmişim. Bacaksızın biri
olduğum halde çok yürüktüm. Yola düzüldük.
Badrum'dan yokuş yukarı tırmandık. Yokuşbaşı
denilen tepeyi aşınca. denizi arkamızda bıraktık.
Ama biraz sonra deniz yine önümüze çıktı . Çün­
kü yarımadanın öteki yüzüne varmıştık. Sali Ada­
ları mavi bir buğu gibi denize uzanıyorlardı. Ada­
ların genç ve masum bir halleri vard ı .
Denizde birkaç beyaz yelkenli rüzgEnsızlıktan
duraklamış. sanki tatlı bir şekerleme kestiriyorlar­
d ı . Akdeniz'in güzel bir gününün gülümseyen bü­
yüsüyle büyülenip kalakalmışlar mıydı ne! Bura­
nın da savaşlı, hastaneli. hapishaneli, zulüm ve iş­
kencel i , yalanlı dolanlı dünyanın bir parçası oldu­
ğuna inanılamazdı. ta o kadar uzak bir masumi­
yet vardı . Babamsa denizi görür görmez. ona
karşı zehir zıkkım tükürmeye koyuldu. Yürüdüğü­
müz kuru derenin iki yanındaki incirliklerde al şal­
varlı köylü kızları gülüşe çığrışa kuru incir devşiri­
yorlardı,
Babam bana denizi göstererek:
- Oğlum. sakın bunun bu haline aldanma .
Kim bilir kaç gemiyi boğmayı tasarlıyor. Seni de
boğuncaya kadar, aç, çıplak ve yoksul bırakır.
Sen toprağa bak. dedi ve iki yanımızdaki incir
harımiarını göstererek,
- Benim çocukluğumda buraları hep yaban­
lıktı, toprak değil mi ya, deniz gibi insana baş

14
kaldırmaz. onun emeğine yatışır. Ben on yaşımda
iken buraların çalısı çırpısı , taşı ayıklandı . Top­
rakları sabanla uysallaştırıldı . Bunları yapan kuşak
artık benim gibi i htiyarladı . Görüyorsun ya. bah­
çelenmiş topraklarında şimdi yan gelmiş. çocukla­
rının gülüşe oynaşa yemiş toplayışiarını seyredi­
yorlar. Gel gelelim deniz uysallaşır mı hiç? Değil
yalnız benim, ama dedenin ve dedenin dedesinin
denize verdiğimiz emeği şu toprağa harcasaydık
buralarını çoktan cennete çevirmiş olurduk. Şimdi
sürer. eker, biçer yan gelir, yerdik Toprak kad ı­
na benzer. bağrına attığın tohumu sana çiçek ve
yemiş diye yetiştirir. Allah kısmet ederse kayığı
satıp bir iki tarlacık alacağım . Ölürken gözüm
açık gitmesin . Sen de fırtınada, dümen başında .
arkarndan lanet okumazsın . Ama tarla seni on­
durmayacakmış, deniz gibi seni bozmaz a ! diyor­
du.
Ben hem dinliyor. hem de çevreme bakını­
yordum_ Torba denilen dere, denize kavuştu.
Oradan sonra yolumuz, kendin i bir türlü deniz­
den kopararnıyar, kıyı boyunca kıvranarak denize
yoldaşlık ediyordu_
Uzanan dalları ve kollarıyla dalgalara gölge
salan çam ağaçlarının altından , çakılları şakırdata­
rak geçerken, o koskoca çarnlara hayranlıkla ba­
kıyordum ve içimden :
- İ şte bunlar burada çocukluklarından beri
deniz rüzgarlarıyla savaşmasını öğreniyorlar, bir
gün başlarını dal budaktan sıyırıyor, yay gibi se­
renler takınıyor. bulut gibi yelkeniere bürünerek
gemilere direk oluyor ve kasırgalara meydan oku­
yorlar. Onlara ne mutlu diye düşünüyordum.
Babam homurdanıyordu:

15
- Kahrolasıca deniz, dedelerinin, atalarının,
soy sapunun kaçı nın başın ı yedi biliyor musun?
diyordu.
Babam böyle söyledikçe denizden korkacağı­
ma, inadına özlemi m kabarıyor. onun zorluklarıy­
la boy ölçüşmek istiyordum .
Böyle konuşa düşüne sekerek, çiftçi evlerine
vard ık. Sonra ver elini Zeytinli kahve ve Sıralık
Yolda kimseye rastlamadık Babam arasıra:
- Yoruldun mu? diye soruyordu .
Ben daha yorulmamıştım . Güvercinlik'te,
Çardakaltı kahvesinde mola verdik, Bir iki köylü
peykelere uzanmış horluyorlard ı . Çıplak ayakları
üzerine sinekler fazlaca üşüşünce ayaklarını sarsı­
yorlar, uyanmıyor. sadece horlama temposunu
değiştiriyorlardı. Anamın yol kumanyası diye pi­
şirmiş olduğu köfteleri orada yedik, Babam kah­
vesini içince deniz kıyısından ayrıldık Dik bir ya­
kuşa tırmandık ve biraz sonra Varvii Ovasına in­
dik. Babam çalataban, ben de yanında tin tin gi­
derek, ışıklı yıldırıyan ovada taban tepiyor, yol
alıyorduk. Güneş tepemize dikilmişt i . Kar yağar­
ken olduğu gibi sanki üzerimize lapa lapa alev
parçaları iniyordu. Ova, sazlığıyla sonsuz uzanı­
yordu. Yolun kıyısında kovalı k sazları arasında
tembel eşinen bir eşekle. uzakta sürülen bir deve
katarından başka ortalıkta in cin yoktu. Eşeği n
de, sazlığın da, üstelik bütün ovanın da, sıcaklık­
tan harlayıp duman olmadığına şaştım. Solumuz­
da tepemsi bir kalıntı üzerinde birkaç kerpiç köy
evi , ateşte pişen tuğlalar gibi kızarıyordu. Babam,
"Kara kış fırtınaları denizdekileri , ölüm dirim sa­
vaşında gırtlak gı rtlağa getirirken, sen gürül gürül
yanan çınar kütüklerinin karşısında ocak keyfi ça-

16
tarsın" diyordu . Bense yutkundukça. dilimi dama­
ğımı zımpara kağıdı sanıyordum. Ocak keyfi hul­
yasıyla deği l . geride bıraktığımız deniz seri nlikleri­
nin a nısıyla hayalen gargara ediyordum.
Biz yürüdükçe ovanın iki yanındaki dağlar.
sağlı sollu yanaşıyordu . Sonunda iki yandaki dağ­
ların arasında sıkışan ova . Karakaya Boğazı deni­
len yerde boğazland ı . Ötesi ""Akyol"" adını alıyor­
du. Gerçekten de yol o kadar aktı ki , göz alıcı ışı­
ğı göz açtırmıyordu.
Çölün artık hakkından gelmiştik. Soluyer ve
ayağıını sürtüyordum. Babam yüzüme baktı, ··riş­
miş istakoza dönmüşsün'' ded i . Oracıkta . zeytin­
liklerin gölgesinde. biraz d inlendik. Rüzgar esme­
ye başlad ı . Kal kıp i ki cigara içimi ötedeki kahve­
ye vardık. Ağaç değil. kat kat orman sanılacak
koca bir çınarı , serin rüzgarlar püfür püfür yelpa­
zeliyordu . Ağacın altında bir pınar vardı. Onun
üzerine benek benek düşen ışık parçalarıyla yap­
rak gölgeleri, sanki duru ve çırçıplak suların se­
rinliğiyle ürpererek tir tir titriyordu. Ağaç gölge­
sinde değil . denizin yeşil derinliğinde gibiydik.
Babam kahvesini içiyor, ben de akan suya
bakıyor ve babamın Bedrum'dan beri söyledikleri­
ni aklımdan geçiriyordum . Hayatını uzak sularda,
başak başak yıldızların altında geçirmiş, başka
başka denizlerde nöbet beklemiş olan bir adamın .
denizle ilintili sözleri işte bunlard ı . Ne var ki, asıl
tuhafı , babamın o kadar övdüğü o toprak adam­
ları bil e , boş vakitlerinde Bedrum'daki kıyı kumsa­
lma gelirler ve bir iki saat önce ufkun ötesinde
kendi kendine hışıldayıp durmuş olan dalgalar,
açıklıkların engin ıssızlığını kıyıya yayarke n . taş
kesilmiş nöbetçiler gibi, saatlerce kımıldamada n ,

17
denizi seyre dalarlardı. Bu kara insanlarının sey­
redecekleri yeşil çayırlık ve çimenlikleri, serinieye­
cek bahçe gölgelikleri , -ne bileyim?- havuz safa­
ları yok muydu ki başıboş vakitlerinde kıyıya gelip
put gibi oturuyorlardı ! Denizcilere geli nce . ihtiyar
deniz kurtlarından tutunuz, gen ç acemilere kadar
hepsi de babam gibi konuşuyorlardı . Kahvelerde
nargilelerini tokurdatarak. başlarını yaslı yaslı sal­
lar , iç çekerler ve :
- Artı k denizde ekmek kalmad ı . Sağlam top­
rakta birkaç limon ve z�ytin ağacım olsun , denize
dönüp bakanın Allah canını alsın . . . d erler ve de­
nizin suratma tükürüyorlarmış gibi aşağılayarak
yere tükürürlerd i .
Ama n e bileyim: bu sözler, bazı cigara içen­
ler g ibi içten değil dudaktan söyleniyord u . Çün­
kü. bahçe satın alacaklarına , gidip gidip olanca
paralarını denize harcıyorlard ı . Daha büyük, daha
hızlı ve yakışıklı bir kayık edinebilmek, daha önce
kaptan olmak için birbirleriyle yarışa tutuşuyorlar­
dı. Bana dedikleri başka , ettikleri başkay d ı . Ba­
bam:
- Kalk oğlum. yolcu yolunda gerek! ded i , yi­
ne yürümeye koyulduk.
Sabahtan beri birbirine kapı komşusu olmuş:
taban tabana zıt iklimlerden geçmiştik. Yolumu­
zun burasında Cenevizlilerin şatosu kararmış, or­
tasında bir Selçuk kulesi ağarmıştı . Bir yerde de
eski bir Yunan yıkıntısını n , yüzyılların rüyasına
dalgın, güneşte uyumakta olduğunu görmüştük.
Kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde kalmış bu
taşiara yüzyıllar mı sinmişti ne? O nlarda ancak
zamanın, gelmiş geçmiş şeylere verebileceği bir
yücelik ve güzellik vardı. Ben o zaman çocuktum,

18
insanları yaşiarına göre hep babaları m . analarım.
kardeşlerim sayardım. Kendimi d e dünyada bir sı­
ğıntı, bir çile çekici değil. beklenen bir konuk,
dünyayı da cennet sanırdım. Gördüklerimi aç bir
süngerin suyu içtiği gibi . hep içime çektim .
Akşam oluyor. ışık şive değiştiriyordu. Yol
bir iki sağa sola çalkandı . sonra bizi bir ovaya da­
ha döktü. Ovanın kenarındaki tepenin birinde Pe­
çin Kalesi yükseliyordu. Ovaya yayılan !oşluk üze­
rinde kale bir meşale gibi kı pkızıl yanıyordu. Gü­
neş batarke n , kararan sular yükseldi . Kale cııız di­
ye söndü . Babam:
- A rt ı k Mılas'ta sayılırız. ded i .
Yolun iki tarafındaki zeytinliklerin arasından
başka yolcular geliyorlardı . Rençperler heybe, ça­
pa ve belleri omuzlarında, kadınlar da çocuklarını
sırtlarında taşıyorlard ı . Çoluk çocuk gürültüsü, de­
ve ve keçi çanlarının çıngırtısıyla M ilas'a girdi k.
Kimi kadınlar. yamru yumru kaldırımlar üzerin­
den , altları yenmiş takunyalarla ayakları burkula
burkula yürürlerke n , ellerindeki kirmanla ip eğiri­
yorlardı . İçlerinde omuzlarında uzun su testileri
taşıyan boylu posluları da vardı. Rençperler ayak­
kabılarının kabaralarını çatırdata çatırdata yürü­
yorlard ı . Gündüzün ortalık günlük güneşlikke n ,
akşamieyin Milas'ın ün almış ayazı bastı. Anado­
lu'nun güneyi değil mi ya. yedi sekiz saatlik bir
yürüyüşle, üzüm asmaları, zeytin , harup. porta­
kal , limon yetiştiren yerlerden , bin metrelik uçu­
rumları, uzakta görünen karlı dağlar ı , kızıl güneş­
le yanan ovaları birbirine karman çorman karıştı­
ran bir bölgeden geçmiştik. Burada yaban , orada
uysal birbiriyle uzlaşmış bu iklimler türlüsü, aklı­
ma damgalandı, kaldı.

19
Kargacık burgacık yollardan. birbirine yaslan­
mış barakamsı evler arasından yürüyerek bakkal
Fehmi'nin dükkanına vardık. Anama sık sık sözü­
nü edişinden, babamın bu adamı çok sevdiğini
anlamıştım. Bakkal Fehmi vaktiyle kaptanmı ş .
Denizlerde otuz kırk y ı l süren tuzlu b i r yolculuk­
tan bıkmış. Milas·a gelip bir dükkan açmıştı . Bir­
bi rini görür görmez:
- Vay Süleyman!
-Vay Fehm i ! diye kı.ıcaklaştılar.
Sonra Fehmi i ki elini babamın omuzlarına
dayadı. Çoktan beri görmediği arkadaşının, yü­
zündeki değişiklikleri görmek için başını arkaya
attı :
-Yahu Süleyman . hasta mısın? Nerede o
gözlerinin içi güle n . insan azına nı Süleyma n . ne­
rede sen! dedi.
Babam :
- Yoook! Aman Fehmi. ne iyi ettin de bura­
ya gelip şu dükkanı açtı n . darısı hepimizin başı­
na ! diye cevap verdi.
Öteki . babamın koluna gird i . Onu dükkanın
di::ıine çekti :
- Birbirimizi görüşümüzün şerefine bir iki ka­
cleh parlatalım! ded i .
Babam :
- Hayır olmaz. rakıyı çoktan bıraktı m , diye­
rek ayak diriyor. ötekiyse hiç kulak asmıyordu.
Raftan bir şişe alıp açtı . Dükkandaki zeytin­
ler, leblebiler ve peynirierden gazete kağıdı par­
çalarının üzerine mezelikler korke n :
- Yahu, d e d i . kardeşin Davut ne alemde?
Mademki denizcilikten bıktı n , sen de onun gibi
çobanlık edip koyun, keçi üretmeye baksana!

20
Babamın benzi attı ve birbiri arkasına b irkaç
kadeh yuvarladı . Gözleri yuvalarından fırlayacak
gibi oldu . Rakı başına vurdu. Kasırga gibi konuş­
maya başladı:
- Sen Davut"u çoban diye tanıdın . N e oldu
bilernedik birdenbire çobanlıktan vazgeçti. Nede­
nini söylemedi . Sorduğumuz zama n . canı sıkılır,
cevap vermezd i . Ö nceleri tuzu, katranı yadırgad ı .
Ama . deniz kanındaydı galiba. O n a , " ' Sen bunca
yıldır kendini çobanlığa verd i n . hiç çobandan de­
nizci olur mu?"' derdik. Fakat çok geçmeden de­
nizcilikte hepimizi geride bıraktı. Bilirsin a. sözü
kıttı. Tenha bir yer bulamazsa, kayık hastonuna
oturur, bacaklarını sağlı sollu sarkıtır, pruvanın
denizleri nasıl yardığını seyrederdi . Bize . "Ben bu­
radan rüzgarı ilk elde soluyorum, siz arkadakiler
solunmuş hava soluyorsunuz!" derdi. Orada kava­
lını çalard ı . boş durmazdı . İşi olmayınca güverte­
de ileri geri yürürdü. Ona: "Yürü de yürü yoksa
güverteyi arşınlaya arşınlaya kaplama tahtaların ın
damarlarını. budaklarını , zift taşıntiları nı mı ez­
berliyorsun?"' diye takılırdık Aldırış etmez. yürür­
dü. O kayıktayken karaya yanaşmaktan korkar­
dım. Gemi demirled i . o da karaya ayak bastı mı:
soluğu d osdoğru meyhanede alırd ı . Sızıp da boy­
lu boyunca yola serilineeye kadar. ceplerindekile­
ri dört bucağa saçardı. "Bayat para iyi değildir!"
derdi. Neyse . onu limanda arar bulurdum. Ayak­
larının üstüne kaldırır ve koluna geçtim mi bana:
"Sıkıntı çekme, ben kendi kendime yürürüm" der­
di. Onu kırmamak için elimi koltuğundan çeker­
dim. Sendeleye sendeleye gemiye girerd i . "Liman
suyu pis oluyor. gemilerin altları çürüyor, pislenip
midyeleniyor. İnsanın içi de öyle oluyor. Baksana

21
şu halime!" derdi . Ertesi günü şafakleyin vardiyası
geldi mi gider, uyandırırdım . Dimdik ve dipdiri
kalkard ı . Denizde ağzına bir damla içki koymazd ı .
Eli hiç titremezd i . Dümen suyuna b i r göz atınca
onun dümende olduğunu anlardık. Şu Kara Ali
Kaptanın baltabaş kayığını hatırlar mısı n bilmem?
Ne aykırı yelkenleri vardı onun. Dümenci yekeyi
birazcık sağa sola kaçırsa. yelkenler ürpertiler ge­
çirir, tuttukları rüzgarları döküveri rlerd i . Serdüme­
nin bir saniyelik dalgınlığıyla hemen rotadan sa­
pard ı . Ama Davut dümendeyke n , hiç rüzgar mı
kaçırırdı? Alimallah dümen suyu denizde, cetvel
tahtasıyla çizilmişmiş gibi ufka kadar düpedüz
uzanırd ı .
Bakkal Fehmi:
- Yahu, Davut'a bir şey mi oldu yoksa? diye
sordu.
Babamın sesi harharalandı. Hani ya . bilin­
meyen denizlerd e , bil inmeyen bir sığın tepesini
sıyıran kayığın "hırrr!" edip geçmesi gibi :
- Onun ölümüne ben sebep oldu m . dedi.
İkisi d e bir süre göz göze sustular. Uçan bir
sivrisin eğin vızıltısı duyuldu. Sonra Fehmi.
- Nasıl oluyor yahu? ded i .
Kadehler epeydir boş duruyordu.
Babamın sesi yine canlandı:
- Davut cezaevinden henüz üç gün önce çık­
mıştı. Zavallı ihtiyar Kazanoğlu Hüseyin yok mu?
Ö teki tanırım demeye gelen bir biçimde başı­
nı sallad ı .
- İşte onun oğlu gemi nin muçosuydu , gemi
limana varınca kaptanın cep saatini çalıp satmış,
parasını da ! i manda yemiş. Veysel Kaptanın ne
aksi , ne cimri herifin biri olduğunu bilirsi n . Saati

22
çalınır da, çalana hayır dua mı okur? Davut çocu­
ğu çağırdı , tokatlad ı : "Bir daha böyle bir halt işle­
yeyim deme. baban arkadaşımdır. Herife ihtiyar
yaşında inme iner. Ben zaten damda yatmışın bi­
riyim. Param yok. Saati ben çaldı m diyeceği m ,
cezasını çekeceğim. Bana koymaz" ded i . Oğlan
hüngür hüngür ağladı. Davut da sabıkalı olduğu
için birkaç ay yatt ı .
Ö teki şaştı :
- Yahu. Davut n e yaptı sabıkalı oldu? diye
sord u .
Babam :
� Bitişik komşumuz yapıcı Veli Usta vard ı .
Davut o n u ç o k severdi. Yeni cezaevi yapılacaktı .
Veli Usta , "Ben insanın oturacağı evi n duvarlarını
yaparım, cezaevi duvarı yapıp hapsed ilen insanla­
rın ahım alamam" d iye çalışmamışt ı . Adamın ye­
tişkin bir kızı vard ı . Baştan çıkarmışlar, ihtiyarca­
ğız utancından evine kapand ı , kahrından öldü.
Avukat Karakaşların Ferit Efendinin oğlu var:
onu tanırsın. Şu alyanak terzi Muhsin, birkaç mi­
rasyedi arkadaşıyla birlikte kafaları tutmuşlar. ge­
lip Veli Ustanın penceresini taşlamışlar . Üstelik
bir de sokakta gazel okumaya kalkışmışlar . Bizi
seferde sanıyorlard ı . Davut onlara: "Savulun . d e­
folun mefolun" demiş, aldırmamışlar. Taş atıp bir
cam kırmışlar. Davut da Muhsin'in kafasını yard ı .
Bunun i ç i n ona iki yıl yüklediler. Kodesten çıktı­
ğının akşamı , benim bulunduğum kayığa tayfa ya­
zıldı . Ertesi günü denize açıldık. O da. ben de, sa­
bah postasındaydık. Skarcıya vardiya saati geldi .
Rahatça olan posta , başaltına gelip bizi uyandır­
dı, güverteye çıktık. Gül gibi bir gündü. Güzel bir
meltem esiyordu. Gabya ve maestraları kargafun-

23
da ettik . Skotaları koyuverdik . Dolu yelken gidi­
yorduk. O gelin havasında bir kıyametin kapaca­
ğı kimin aklına getirdi? Hepimiz de işleri gevşek
tuttuk. Ben art randa maçosunu sıkıfıkı bağlama­
sını unuttum. Bir iki saat sonra maçonun ölüm
orağı gibi kardeşimi öldüreceğini nereden bilecek­
tim? Oysa. benim gibi kırk yıllık kart denizcinin.
denizde en ufak şeylere bile aldırmamanın büyük
tehlikeler doğuracağını bilmesi gerekmez miyd i?
Girit'in Mirabella kıyıları. tepelerden ağaran köy­
leriyle pruvamızda yükseliyordu. Sirnos ve öteki
adalar uzaklaştıkça , maviler de şekerler gibi eri­
yorlard ı . Deniz, baştan başa masmavi bir gülüştü.
Biz de gülüşüyor. şakataşıyor ve türküler söylü­
yorduk. O güzel günün acı i le biteceğini nereden
bilecektik? Deniz, pruvamızda çağlayan gibi şarıl­
dıyor, güverteye kat kat köpükler yayılıyordu .
Sert b i r rüzgarın savurduğu badem çiçekleri gibi
çark etmekte olan beyaz martı bulutları i çirıden
geçiyorduk. Deniz balık bolluğu ile adeta dipdiriy­
di. Yeşil mavi Yunus balıkları . dev kırlangıç kuşla­
rı gibi sancak ve iskelemizde uçuşuyor . gemi ile
yarışıyor. havaya fırlayıp top gibi gümlüyerek de­
nize düşüyorlardı . Davut'un gözü ufukta , kulağı şı­
pırdıyan denizdeyd i . Damdan çıkalıdan beri . Da­
vut'un siftah güldüğünü görmüştüm. Hem de hiç
adeti olmadığı halde dümendeyken lafa karışıyor­
du: "Şu havaya bak! İnsanın içinde kötülük mü bı­
rakır?" diyordu . Güneş biraz dikili nce, o gelin ha­
vasından kontra papafingo yelkeninde esrarengiz
bir çığlık koptu: sonra patır patır diye tuhaf bir
yapraklanma. . . Topumuz da göz kulak olduk.
Sert bir rüzgarın yüksekte direk uçlarını çöp gibi
kırıp götürürke n , güvertede bir kibriti söndürecek

24
kadar bile üflemediğini bir iki defa görmüştüm.
Gözlerimiz ve ağızlarımız açık. direk ucuna şaşkın
şaşkın bakarken, ansızın Girit'in M irabella Dağları
olukladı . Rüzgarın öylesine rüzgar mı denilir? Bir
elma kabuğunu soyarmış gibi yeryüzünün derisini
yüzmeye çalışan bir bıçak salışıydı o . Direkler acı
acı haykırd ı . çarmık ipleri katıla katıla ağlıyormuş
gibi oldular. Kasalarını koparan ip uçları , havada
kamçılar gibi şaklıyordu. Bütün yelkenler öyle bir
asıldılar ki , direği ve güverteyi takımıyla söküp
götüreceklerini sandı k . Göz yumup açacak kadar
bir zamanda, yelkenler yırtılarak, alev parçaları
gibi göklere savruldular. Direkler bostan korkulu­
ğuna d öndü. Kendimizi ipierden korumak için.
hepimiz yamyassı güverteye yattık. Yalnız Davut
dümeni bıra kmad ı . Dimdik duruyordu. Orsa ala­
banda etti ve gemiyi kurtardı . Kurtardı ama, ölü­
mü pahasına . Dönüp ona baktı m .
B i r de ne göreyim? Randa maçosu sepetle­
mesine salınan bir pala gibi Davut"un çene ve
boynuna vurunca kafasını uçurdu. Bağıra bağıra
ona koştum . Başsız gövde göğsüme düşt ü . Beni
okşuyormuş gibi parmaklarını bir sıkıyor, bir açı­
yordu. Ayrı kayıklarda sefere çıkarken birb irimiz­
le böyle helallaşırdık. Kanları sıcak sıcak boynu­
ma akıyord u . Birbirimize sarılı. yuvarlandık. Beni
ondan kopardılar. Kaptanın sesi : "Dümene geç!"
diye bağırdı. Ancak karadakiler kana kana hıçkı­
racak vakit bulurlar. Hepimiz işlerimizin başına
koştuk. Kaptana: ''Girit yakı n , kıyıya doğru gide­
lim de. Davut'un cesedi kuru bir mezar yüzü gör­
sün . Ölüsünün nerede olduğu belli olsun!" d edim.
"Pekiyi ! "' ded i . Yedek yelkenleri geçirerek Girit'in
bir kumsallığına doğru dümen kırdık. Rüzgar bir-

25
denbire kesilmez mi? Deniz galiba Davut'u istiyor­
du. onu karaya vermiyordu. Erimiş kanlı kızıl
ateşten bir deniz üzerinde, koca kayı k. yanık kö­
mür olmuş, yerinde çakıla kalmış kapkara bir yas
parçasıyd ı . Denize yumruğumu sıktım : " Uian sa­
na onu verme m ! " diye bağırdım. Geminin küçük
sandalına birkaç arkadaşın yardımıyla Davut'u in­
dirdik. "Esmezse karaya kürekle götürürüz, de­
dik. Kıyıya varmamıza pek az kalmıştı. Rüzgar yi­
ne ald ı . Ama , tam kıyıdan esiyordu . Öyleki . çam­
ları, dik yamaçlardan koparıp, denize fırlatıyord u .
İleri çekiyorduk kürekleri . Öfkeli sularsa b i r ders
gibi üstümüze akıyor . bizi geriye sürüyordu. "Ar­
kadaşlar! Bıçaklarımızı dişlerimizin arasına kısa­
lım da küreklere kırasıya dayanalı m ! " dedi m .
Tam on sekiz saat deniz kazıdık. Arkadaşlar : " Sü­
leyma n , bu rüzgar değil bizi . öküzün boynuzlarını
bile başından uçuracak. Gemiye dönelim de kara­
ya doğru volta vuralım bari'' dediler. H a klı söze
ne denir? Gemiye döndük. Güverteye çıkınarnızla
rüzgarın bıçak gibi kesilmesi bir oldu. Davut sı­
caktan kokuyordu. Arkadaşlar: "Deniz Davut'u is­
tiyor" dediler. Davut'u beyaz kotrakontrin yelkeni­
ne, direğin en yüksekteki yelkenine sararke n .
onun göklerin beyaz bir parçasına büründüğünü
sanıyorduk. Ayağına zincir parçasını ben bağlaya­
madı m . Arkadaşlar bağladı. Göklerin beyaz par­
çasına sarılı denizciyi . bağrının zindan karanlığına
çekmeyince denizin susayışı kanmayacaktı . Kar­
deşimi denize attı k. Üzerine deniz kapandı. Mar­
tılar köpükler üzerinden çark ettiler. Dibe giden
naşın ağartısı yavaş yavaş soldu . Gözlerimizi n
önünde denizin yalnız yekpare mavisi kaldı . De-
·

niz Davut'u unutmuştu a rtık.

26
Babamın sesi d onuklaştı . Sesini sanki karan­
lık bir sis sarıyordu: konuşması da durdu sonra.
İkisi de göz göze sustular. Babamın başı yavaş
:r�vcı� gi)ğsüne düştü. Fehmi "nin ağzının köşesin­
cjç.·n ciqara ciumanı sızıyordu. Babamı n , iki par­
..nsı <.H<'Jsında unutulmuş cigarasındansa. yukarı­
Vd dr;�ru Ci?trerıı h i r duman süzülüyordu ve bu du­
mc:ın güzier : ;iz<�sında. bir sis tabakası meydana
getirc_r�k yavaş �;avaş dalgaltirııyodu. Sanki deniz
sessi zce korur: gclrnis. dükhZını yarı yerine kadar
doldurJrck ölil Ja!cr�lcrıyla kab;mp iniyordu. So­
luk yüzler denizde hoğ:ı!a:1ları hatırlatıyordu . . .
Deniz sanki boğulPıuş ölüleri geri veriyordu. Öyle
bir sessizliğe daldılar ki: düşündüklerimi işitecek­
ler diye korktum . Amcamı. neden çoktandır gör­
mediğim i . onun ne kadar uzun bir sefere çıktığı­
nı. oyuncak kayığıının niçin ortadan kaybolduğu­
nu. babamın da hangi sebep yüzünden denizci ol­
mamı istemediği ni hep birden anladım.
Babamın sesi beni dalmış olduğum düşünce­
lerden çekip çıkard ı :
- Seferdeyken . diyordu, insan . gece gündüz
dümende bir insan görmeye alışır. Limandayken
dümeni yapayalnız görünce. hele iğnecikleri üze­
rinde sağa sola kayarken "cııık!" edişini duyunca.
insana acı bir gariplik gelir. Bana ise dümeni Da­
vut'suz görmek bir işkence oluyor. Umanda de­
mirliyken kayığa ayak basamıyorum.
Sigarasın ı , bir soruşta baştan başa içecekmiş
gibi çekti :
- Deniz . . . dedi.
Küfür mü edecekti ne; ama. öteki değişik bir
sesle:

27
- Adalar Denizi adaları yine eskisi gibi yerle­
rinde duruyorlar mı? diye sordu:
Sonra bu soruyu soran o değilmiş de, uzak­
tan gel ip dükkanın içine giriveren. bir yabancıy­
mış gibi şaşaladı : durdu:
- Hele sorduğuma bak! Adalar yerleri nden
fırlayacak değiller a! dedi ve yine durdu.
Biraz sonra yorgun ve argın bir sesle:
- Artık hayata yeni baştan başlayacak çağ
çoktan geçti . Buradan çıkınca gideceğim yer me­
zarlıktır. Buradan çıkıncaya kadar da yapacağım
şey, ördüğü ağ üzerinde sineği bekleyen örümcek
gibi müşteri beklemektir. Bilinir a; müşteri gele­
cek, ben de üzerine çullanacağım. Ondan sonra
yalancıktan gülümsemeler, temennalar. Müşteri .
yakalanan bir sinek gibi "enz. bıız" ederek kurtul­
maya çabalarken kar diye onun bir parçası nı ko­
parıp yemek, yani geçimi sağlamak. Başın sağ ol­
sun Süleyman. Davut'a çok acıdım doğrusu! O
sana şimdi öfkelenebilseyd i , ölümü için değil . ma­
çalan tam bir denizeiye yakışacak surette sağlam
bağiamaclığın için kızardı . Ne olacak a canım!
Hepimiz ya bir kaza ile ya da kazasız olarak cav­
lağı çekeceğiz. Ama ne bileyim; ölmeden önce
insan yaşar a . Bu dükkanın içinde sürdüğüm ha­
yata yaşamak mı denir? Bu yaşamak değil . uzun
ölüm. Denizde gezenler ne mutlu insanlar ki,
böyle bir bakkal dükkanında karaya vurmuş balık­
lar gibi boğulup gitmiyorlar, dedi .
Babam. sözün hiç istemediği bir yola çelindi­
ğini görünce bana dönüp:
- Artık yatsan iyi olur oğlum! ded i . . .
Fehmi, beni dükkanın arkasındaki odada
oturmakta olan karısına gönderdi. O da beni ya-

28
tağa götürdü. Böylelikle babamla Fehmi'nin sözle­
rinin alt tarafını işitemedim.
O gece a rncam o ibrisim sarı saçlarıyla düsü­
me gird i . Masmavi gözleri vardı onun . . . Ben za­
ten onu öylesine severdim ki onu ya göklerin, ya
denizin koynunda doğmuş sanırdım, içimde n :
- Gökten indiyse g ö k mavilerini. den izden
doğduysa , yüze gelirken. deniz mavileri n i , gözle­
rine toplaya toplaya gelmiştir, derdim.
Düşümde . uzun sarı saçlı başının çevresine
bir gelin kuşağı dolamıştı,
- Korkma . babanın söylediklerine bakma .
Ben denizin içindeyim. Sen de bir deniz oğlusun .
Seni de deniz alacak. diyordu.

Ertesi günü aynı yoldan Bodrum'a döndük.


Birkaç gün sonra babam:
- Boş gezenin boş kalfası gibi ortada dolaşıp
durmak olmaz. ded i .
Beni eskici Kirpi Halil Ustanın yanına çırak
verdi . Dükkan. gün yüzü görmez bir mağa raydı .
İçeri girince, b irdenbire gündüzden çıkıp geceye
daldığıını sandım. Yüreğim daraldı. Içeriden dışa­
rıya bakınca , açık duran kapı, geceyle çerçevelen­
miş d ört köşeli bir gündüz parçasıydı. Bahçıvan
Nusret Ağa ile. emekli gümrük ambar memuru
Kasım Efendi dükkanın demirbaş konuklarıydı. İki­
si de dükkan açılır açılmaz gelirler ve kapanıncaya
kadar kalırlard ı . Nusret Ağanın i ki gözü de körel­
miş olduğu için dükkanın karanlığının pek farkın­
da değild i . Kasım Efendiyse dükkanı, rutubeti ve
loşluğu dolayısıyla alışkın olduğu gümrük ambarı-

29
na benzetird i . Bunun için oraya gelirdi . Ama dük­
kanın tek çekiciliği gümrük ambarına benzemesi
değild i . Kasım Efendinin. düşünmemiş, büyük bir
keder ya da büyük bir sevinç duymamış olanlara
vergi bir belleği vard ı . Ö rneğin. yirmi şu kadar yıl .
şu kadar ay ve gün önce ne kadar maaşla . nerede
ve ne memurlukta bulunduğunu, daire arkadaşları­
nın kimler olduğunu ve nereye becayiş edildikleri­
ni hep hatırlar ve bilird i . Hatırladığı bu şeylerden
konuşmaya başladı mıydı da. sözleri di nleyicilerini
bir dişçi törpüsü ve matkabı gibi etkilerdi . Kendiy­
se sözlerinin tepkisinin pek farkında olmaz. hep
dinleyici arard ı . İnsanlar ona söz dinletmeyi . karşı­
Ianna bir gramofon alıp gramofonla konuşmaya
benzettikleri için, ondan kaçarlardı . Son ve sadık
dinleyicisi Nusret Ağaydı .
Nusret Ağanın kulağı pek ağırd ı . Değneğini
yere . çenesini de değneğinin sapma dayar, başını
Kasım Efendiye cevirmeden dinlerd i . Onun sesi­
nin do nuk gümbürtüsü duraklayınca . türncenin
sonuna nokta koyarmış gibi derin bir, "Hıııım!"
ederek, Kasım Efendiye , gereken onaylayıcı gü­
rültüyü sağlardı . İşte bu yüzden. Kasım Efendi .
Halil Ustanın dükkanından vazgeçememi şti .
Kasım Efendinin ne dediğini işitseydi bile
Nusret Ağa muhakkak itiraz etmeksizin inanırd ı .
Çünkü. Nusret Ağa kafasında olası i l e olasızı .
gerçek ile yalanı birbirine öyle kanştırmıştı ki . on­
lan artık ayırt edemiyor, " Bu da olur muymuş?"
diye hiçbir şeye şaşmıyor, her şeye inanıyordu.
Anlattıklarına göre , bir gün bahçesinin kıyısında .
denizde gusül aptesi alıyormuş; o yeri ıssız bili­
yormuş ve cenabetlikten kurtulmak için, bumuna
su çekiyor, ağzını çalkalıyor ve "Çık ya cenabet!"

30
diye cenabetliğe konuşuyormuş. Kaya arkasına
gizlenen alaycı bir çocuk. "Çıkmam ! " diye bağır­
mışmış. Nusret Ağa da cenabetliğin dile geldiğini
sanarak, "Sen ister çık ister çıkma . bu soğuk su­
da üşüdüm artık. ben çıkıyorum ! " diye cevaplayıp
çıkmış.
Dan dünyada; Nusret Ağaya kendi d olap
beygirinden başka bir iyilik eden olmamıştı . Bir
vakit başında peydahianan bir ur. yavaş yavaş ce­
viz kadar. sonra da domates kadar büyüyüp kı­
zarmıştı. Beygiri d olaba koşarken . hayvan bir tek­
me savurmuş ve çalımına getirerek. bahçıvanın
kafa tasını patiatmadan uru nalıyla tam kökünden
tıraş etmiş, karşıdaki dut ağacının gövdesine şak­
kadak yapıştırmıştı. İster başarılan bu a meliyat­
tan , ister yıllarca dolabı döndürdüğünden olsu n .
Nusret Ağanın yüreğinde bütün hayvanlara, ama
asıl beygirine karşı bir sevgi doğmuştu. Bu sevgi­
den mi, yoksa beygirlere karşı duyduğu yakınlık­
tan mı; her nedense, Nusret Ağanın gözlerinde
kimi yaşlı beygirlerde rastlanan bakış vardı . Çok
görülür a, soka kta yaşlı ve cılız bir atın ayağı ka­
yar, düşen hayvan bir türlü kalkamaz; arabacısı
gelir, kamçılar, gelen geçen kuyruğuna , yelesine
asılıp çeker, sağrısını tekmeler; o atın gözlerinde
bir bakış vardır, işte Nusret Ağa da tıpkı öyle ba­
kard ı .
Böyle bakmasının belki daha derin bir nede­
ni vard ı . Çünkü kocayan emektar d olap beygiri
nalları d i ktiğinde, Nusret Ağanın bir ikinci beygir
alacak parası yoktu . . . Yaz gelince bahçe az kalsın
kuruyacaktı. Elalemin -çünkü dost var, düşman
var- ""Bak, Nusret Ağa kendisini de, karısını da
beygir yerine d olaba koştu'' diyerek ayıplamala-

31
rından korktuğu için . geceleri gizlice karısıyla bir­
likte dört saat dolabı çevirirlermiş. Belki yıllarca
bir beygirin işi n i görmüş olduğu için, gözlerinde
yaşlı beygirlerin yoksul bakışı kalmıştı .
Beygir öldükten biraz sonra . Nusret Ağanın
çocuğu hastaland ı . Dolabı karı koca çevirirlerken
Nusret Ağa , arasıra karısına, "Git de oğlana bak"
dermiş. Kadın gider. bakar. döner. kocasının ya­
nında yerini alınca , " Çocuk yine çok hasta. öksü­
rüyor. terliyor" dermiş. O zaman Nusret Ağanın
boynu. yorgun beygirlerin yaptıkları gibi önüne
düşer. soluya soluya yine. "Hintyağı vermeli" der­
miş. Çünkü biricik oğlu hastalanıp da uzun za­
man iyileşmeyi nce bahçıva n , doktora başvurmuş:
doktorsa fıkara Nusret Ağadan vizite parası yeri­
ne zerzevat almayı istemediği içi n ,
"Çocuğun midesi bozulmuş. müshil ver . diye
baştan savmış . Nusret Ağa soluğu aktar Badibadi
bacakların Hüsmen Efendide almış. Aktar, " Müs­
hil çok" diye gaz tenekesinden bir kaba, bir okka
Hintyağı akıtmış . Nusret Ağa çocuğa zorla içir­
miş. çocuk kusmuş. Ama babası yine içirmiş. ço­
cuk ertesi gün biraz iyileşmiş. daha ertesi günse
öksürük büsbütün azıtmış. Konu komşu. " Çocuk
sakın i nce hastalığa tutulmuş olmasın" diye Nus­
ret Ağanın kulağına bir şeyler çıtlatmışlar . Bahçı­
vanın tüyleri Jiken diken olmuş. öfkelenmiş:
- Dün daha turp gibi dinç çocukta hiç öyle
şey mi olur? Ağzını hayra açsana. Doktor bir şey­
ciği yok, zoru karnında ded i , ilaç verdi. d iye çıkış­
mış.
Eve d önünce çocuğun " istemem" diye bağı­
rıp çağırmasına kulak asmadan ağzına yine zorla
Hintyağını dayamış, çocuk fenalaşmış, karısı:

32
- Artık içirmesek iyi ederiz. demiş.
Kocası :
- İyi mi ederiz? Çocuk ölür be! Hem doktora
mı . konu kom şuya mı inanJyıııı? Baksanu bütün
aklı başında wnginlcr bile doktor ne derse onu
1;apıp iyi oluy o r . Sen m era k etme. yavrucak ya­
kı nd a düzel ir. diyere k. çocuk öksüre öksüre yüzü
mosmor kesilsc d e . katılsa da. kussa da yine ve
y in e Hintyağı verirmiş .
Öyle olmuş k i artı k çocuk ç ö p gibi kalmış: cı­
lız kol larını . bacaklarını oynat;)mcı7 olmuş. ··iç
yavr ucuğu n ı ! " denince. hiç ses çıkarmiJdan ağzını
açar. o yor�juıı i<oca gözlerini kaparmış.
Bir güıı. l:t'ıyle ilaç içerken öksürügü t utmuş.
Hintyağı iJ,, l·,,ıaber bol bol kan r-w,ııiu� ve s o n
nefesini teslim e tmiş. Tabutu bahçe d.Jı ııından cı­
karken. Nusret Ağa . Ah pamuk yavrucugum . st:·
ni böyle öldürecek miydik?" diye . ömründe siftah
olarak o koca sesiyle hüngür hüngür a��lamı ş .
Çocuk ka ndil g e cesi vani Leylei Mi' rcıı
. ; : ii;'­
. .

� i ııd � öldüğü i ç in e nesi rıiinii mescitte vdaz veri­


! i r ken müftü Abdülvahap Hoca . Hazreıı ı-ıeyga m­
berin Düldül aiıyla cen nete gitmiş olduğundan
söz etmiş. Acıdan sarsılmış nla n Nusret Ağa da
hayal inde . çocuğun belki ölmüş olan d olap beygi­
rine binerek cennete qitmi<O oiduğunu düşünmüş.
Bana bunları anlatırken :
- Ne olacak a oğu!. beygirleri n cen -

nete gidip gi tmediklerini bilmiyorum. Ama gi ttik­


leri içime doğmuştu. AbdC:'·':1ı-,'1D Hocaya sor­
dum. Yüzüme hayretle baktı : ·şu senin nalları di­
ken dolap beygiri için mi soruyorsun?" dedi . "Ha­
yır. çocuk için soruyorum" dedim. Hoca güldü:
"Hiç girmez olurlar mı. girerler ya! . . Örneğin. As-

33
habı Kehf'i n Kıtmir adlı köpeği. Musa Aleyhisse­
lamın bazen 'Asa' d iye kullandığı engerek yılanı
hep cennete gird iler" ded i . Hemen koşup. senin
rahmetli bacına müjdeledim. Ona : "Artık ağlama
be karı . yavrucak cennette yalnız kalmaz. bizim
dolap beygiri de orada. Abdülvahap Hoca davul
kadar sarığıyla yalan söylemez a . Hatırlıyor mu·
sun? Yavrucak sağke n . ot yolardı da, gider elce­
ğiziyle beygire tutar. yedirird i . Orası dünya değil,
cennet be yahu! Orada bizim gibi kötü ve günah·
kar insanlar yok!" dedim.
Çocuğu öldükten bir yıl kadar sonra . Nusret
Ağanın karısı da öl müş. Geceleri dolabı yapayal­
nız çevirirke n . hayalinde ihtiyar dolap beygirini .
beygirin üstünde Hasan'ı ve yanıbaşında anasını
görür gibi olurmuş. Çocuk bari öksüz kalmaz.
anası da yanında diye d üşüne düşüne. farkında
olmadan. dolabı şafaklara kadar d öndürürmüş.
Ama o sıralarda bahçe kötüleşmiş. Nusret Ağaya
dükkanlar. bakkallar. veresiye yiyecek, giyecek
vermez olmuşlar. O da bahçeyi satmak için Nallı­
ların Hacı Ağaya başvurmuş. Vur aşağı. tut yuka­
rı uyuşulduktan sonra . Hacı Ağa:
- Mademki bahçeyi satın alıyorum. d olap
beygirini de sat ! demiş.
Nusret Ağa dolabı kendi çevirdiğini söyleyin­
ce , Hacı Ağa da:
- Pekala. sen bahçenin dilinden anlarsı n .
Başkasını ortakçı alacağıma seni alayım. Beygir­
ler şimdi ateş pahasına: beygir alıncaya kadar
sen d olabı döndürekoy. demiş.
Nusret Ağa bu teklifi sevinçle benimsemiş.
Kasım Efendi. bir gün Nusret Ağaya . vaktiyle
memur olmadığına çok fena ettiğini anlatt ı :

34
- İnsanı kolundan tutup sokağa atmazlar.
EmekliliğL şusu busu vardır. İnsanı çoluk çocuğu
ile beslerler. Hacı Ağa , seni neden ortakçılıktan
çıkardı? d iye sordu .
Nusret Ağa :
- Nasıl çıkarmasın? Kör oldum . dedi ve sözü­
ne devam etti : önceleyin, karşıdaki koca İstanköy
Adasını görmez oldum. Hacı Ağaya: "Gözlerim
dumanianıyor . adayı seçemiyorum'' dedi m . "Ada­
yı görüp neyliyeceksin? Toprağı görüyorsun a"
ded i . Doğru söze ne denir? Son ra bahçenin ayaz­
ma burnunu. daha sonra bahçe duvarlarını seçe­
mez oldum. Şimdi önümdeki deveyi bile göremi­
yorum . Ama çok şükür. geceyi gündüzden ayırt
edebiliyorum. Hacı Ağa bana. "Çık ! " deyince yal­
vardım yakardım. "Kulun kurbanın olam" dedim.
olmad ı . Zaten daha ne kadar yaşayacağım? Çok
şükür gün görd ük, artık yolculuk sırası geld i .
Kasım Efendi. '"Bin ü ç yüz beş senesi cema­
ziyüla hırının on yedinci günü Şamı Şerif ziraat
memuru. . . diye bir şey söylüyordu. Vapurda yol­
culuk edenler . birkaç gün sonra makine gürültü­
süne alışırlar, onu hiç duymuyormuş gibi olurlar.
Ben de Kasım Efendinin söylediklerini işitmez ol­
muştum . Oysa Halil Ustanın bir sözünü değil . bir
göz kırpışını bile kaçırmazdım .
Halil Usta Giritliyd i . Benim ilk denizcilik öğ­
retmenimd i . Gençliğinde , bir gün yelken sararken
direk tepesinden güverteye düşmüş, bir hacağını
kırmış. Kötürüm kalınca istemeye istemeye işi es­
kiciliğe dökmüş. Kayıkta kötürüm kaldığı için , ba­
bam Halil Ustayı da kendisi gibi denize diş biliyor
sanırdı. Bahçıvan Nusret'le . Kasım Efendi gibi ge­
miyi resimde, suyu da ancak bardakta görmek is-

35
teyenierin dükkana gidip oturmaları, babamın bu
düşüncesini destekliyordu. İşte bu yüzden Halil
Usta bir çırak arayınca babam:
- Eskicilik de olsa , zenaat altın bilezi ktir. di­
yerek beni yanına verd i .
Denize bakacağına. yıllarca çeşit çeşit ayak­
kabıların taban ve topuklarına dikaile bakmak zo­
runluluğu. Halil Usta nın gönlünde. karaiara ve
topraklara karşı zehir gibi bir kinin peydahianma­
sına yol açmıştı. Aynı zaman damarına basan pa­
buç tabanları deniz özleyişini baskılaya baskılaya.
o özleyişe bir aşk şiddetini vermişti . Örneğin ya­
nıbaşındaki bir kovadaıı , zımba işlesin diye ısiayıp
yumuşatılmış bir deri parçasını önüne koydu
muydu , ona, "Hep karada yürüyeceksin ha ! " de­
mişçesine çarık kaşlarla bakar, onu kanına susadı­
ğı bir düşmanının yüreğine saplıyormuş gibi öf­
keyle zımbalard ı .
Hele çekicini mutlaka . " A l sana! " d iyerek
olanca kuwetiyle vurur ve çiviyi bir vuruşta ça­
kard ı . Ama ötesi berisi çentilmiş. kirlenmiş eskici
masasının üstünü "güverte" adıyla şereflendirdiği
zama n . kargacık burgacık gövdesinde tıkıla kal­
mış ateşli canlılığın ı n . gözlerinde bile sevinçle
kontakt yapıp parladığı görülürdü. Hatta masanın
kenarını " kenar" gibi karaya ait bir sözle anmaz.
ona " Masanın alabandası" der. ba na , "Sağa sola
d ön ! " diyeceğine "Sancağa. iskeleye dümen kır!"
diye bağırırdı.
Anladığıma göre . önceleri Halil Usta Kasım
Efendi ile hiç konuşmaz. işine bakarmış . Ama .
ben geldikten sonra iş değişti . Bana. "Sancağa dü­
men kır!" diye bağırınası çok hoşuma giderdi. De­
nize ve denizciliğe ait sözler, birkaç yıl önce de-

36
niz kıyısı kumların ı n üzerinde deniz böceklerin i n
sedefli ve pırıltılı kabuklarını ilk bulduğum zaman­
ki kadar beni sevindiriyordu. O sözleri içimde evi­
re çevire tekrarlıyor. müziğine doyamıyordum .
Örneği n . " Cunda yelkenleri" sözü -yani asıl yel­
kenler- gönlümde bayağı deniz mavilerini öttürü­
yordu. Halil Ustada n . bu sözler hakkında. korka
korka bilgi isterdim. Söyledikleriyle içten ilgilendi­
ğimi görünce. kaşları nın çatıklığı hızla çözülürdü.
Zamanla çevik çekici . tabanlara acele acele çivi
çaka n , bir öç aracı olmaktan çıktı . Artık o, kafa­
ma. denize ait bilgiyi perçinliyor. babamın i çimde
yaratmak istediği kara ve toprak dostluğunun na­
lma da . mıhına da pasa vuruyordu.
Bir kerpeteni ya da bir kösele parçasını bul­
mak üzere, kötürümlüğünün atikliğiyle topallaya
topallaya öteyi beriyi karıştınrken bile sözünü
kesmez. aradığını bulunca sağlam ayağı nın üze­
rinde rüzgar gibi çark ederek gözlerimin içine ba­
kar, can kulağı ile d inleyip d inlemediğimi orada
okumaycı çalışırd ı . Ustaının çenesin i n birdenbire
çözülüvermesi , Kasım Efend inin hiç de hoşuna
gitmiyordu. Önceleri sözlerine geniş bir alan bul­
duğu o dükkanda , ilaç için olsu n . içine bir maaş.
bir becayiş lafı katılacak boş bir sükCıt parçası kal­
mamıştı. Hele Nusret Ağa kime , " Hııı m ! " diyece­
ğini şaşırarak. artık rastgele " hııım"layıp duruyor­
du.
Ustam , işlemesem de aldırmazd ı . Alabildiği­
ne açık. iri çocuk gözlerimin , pür d ikkat kendisi­
ne bakmakta olduğunu görünce gönlü tutuşur.
"Kör Halifin hanına git de Murat Dayıya söyle.
bize üç kahve getirsin" der: Murat Dayı üç kahve­
yi askıda geti rirdi. Murat Dayı kendisi gibi topa!

37
ve kötürüm olduğu için mi ne. ustam onu çok se­
verd i . Murat Dayı kahveler içili neeye kadar dük­
kanda bekler . söylenenlere benim kadar göz ku­
lak olurdu. Ustam çekicini . sanki beni aydınlata­
cak bir meşaleymiş gibi kald ırı r ve : "Şi mdi sen in
aklına mıhlamak istediğim nokta: bu ayakkabıya
çakacağın çividen çok daha önemlidir" diyormuş
gibi. yüzüne bir ciddiyet vererek:
- Baktın ki sert bir sağanak deniz yüzünde
karara karara geliyor. Ne yaparsın? d iye sorar:
ben de :
- Yelkenleri mayna ederim! dedim miydi?
- Hah! Aferi n ! . . . diye bağırır ve çaat. diye
çekici çiviye vururdu .
Kasım Efend i :
- Evet. yelkenleri muayene etmeli . Antal­
ya'da gümrük ambarında çürüyen bazı yelken­
ler . . . d iye bir şeyler demeye kalkışırd ı .
Ama onu dinleyen ki mdi? Sonra . örneğin
ustam :
- Peki oğlum, !eva ne demektir? diye sorard ı .
H i ç konuşmak v e kendini d inletmek fırsatını
bulamadığı için artı k patlayası gelen Kasım Efen­
d i . ortaya atılır:
- İlahi Halil Usta . bir levayı bilmeyen mi var?
Tam bin üç yüz iki senesinin haziranının beşinci
günü sayei şahanede Merzifon'a tayin edildim. Ha­
ziranın altıncı günü Hacı Lütfullah Paşa oraya !eva
kumandanı olarak . . . demesine kalmaz. usta m :
- Dur b e Kasım Efendi; b u senin bildiğin le­
valardan değil . Söyle bakalım Mahmut? derdi .
- Leva etmek. kaldırmak. örneğin demir kal­
dırmak, derdim.
Ustam:

38
- Hah şöyle ! diye köseleye can ve gönülden
yeni bir çivi mıhlar . Nusret Ağa da birkaç kere
"hıım"lard ı .
Denizcilik derslerini şaşarak dinleyen topa!
Murat Dayı . çekine çekine ustamdan:
- Benim Alis bunları öğrenmiş midir? İyi kö­
tü bir habercik bile alamadı m . Acaba boğuldu
mu? Diri olsun da varsı n yazmasın. derdi.
Ustam da:
- Bir şeyciği yoktur. Kara haber tez gelir.
şimdi gürbüz bir denizci olmuştur. derd i .
Murat Dayının. ustam v e benden başka bir
insanın sözlerine kulak verdiğini hiç görmedi m .
Sözü k ı t b i r adamdı. Gözlerinin uzaklara dalgın
bir bakışı vard ı . Hani. kafese kapatıl mış kuşlar.
cezaevinde de demir parmaklı klar ardından ba­
kan mahpuslar vardır. size cam gibi saydam i miş­
siniz de ötenizde ta uzaklarda bir ufku görüyorlar­
mış gibi bakarlar: işte tıpkı öyle . Murat Dayı san­
ki önümüzdeydi , aynı zamanda da uzaklardayd ı .
Onunla . "Kendisine söylen�n sözleri dinlemez. o
ancak çıngırağını di nler" diyerek alay ederlerdi .
Ağızlarda dolaşa n b u çıngırak acaba nedir.
diye merak ederd i m . Ama alay makamında söyle­
dikleri için. onun ne olduğunu Murat Dayıya sor­
maktan çekin irdim.
Ustaının dükkanından çok hoşlanırdı m . O n­
dan sonra Kör Halit'in l.(ahvehanesinden. Oraya,
ustam kahve ısmarladı kça giderdim. Ama durabi­
len kim? Biz çocuklar yaşlı başlıların arasında
oturmaktan korkardık.
- Defalun piç kurulan ! diye kovulurduk.
Oysa beni cennete sokan melek. M urat Dayı
idi . Bana arasıra. "Çeşmeden kahvenin su küpü-

39
ne su taşıyıver. o zaman körün gözüne girersin"
derdi.
Çeşmede teneke ve testilerini doldurmak is­
teyenler pek kalabalık oldukları için . nöbet bekle­
yeccğime . tenekeyi orada bırakır. gelir. kahveha­
nenin kapısında clururdum.
Kahve duva rında asılı resimler sağdan sola
şöyleyd i : Çerçevesinin cam ı kırık bir doğulu dil­
ller : çevresine altınlar diziimiş bülbül yuvası hata­
zunu çapkıncasına bir başının üzerine eğmiş. kısa
sırmalı yelek aralığından pembe tüllerle buğulan­
mış memelerini kapatarak. "Ah ! " d ermiş gibi
mahmur bakışlı gözlerini süzer: ben ona .
- Haydi oradan ! dermişçesine kaş çatar. öte­
ki resimleri arard ım.
O resmin yanıbaşında rafa diziimiş bir sıra
nargilelerin tunç başlıkları arasında. Mesudiye
zırhl ısı görünürdü. Doğu dilberinin sağ memesine
ön toplarıyla ateş ederdi. Ben ona:
- Hah şöyle! derdim .
Bu resmi kalede mahpus bir deniz subayı
yapmış.
Ondan sonra altın sarısı kakülünü gerdanına
döşemiş. kırmızı giyinmiş, al kuşanmış. takmış ta­
kıştırmış. sürmüş sürüştürmüş bir doğu dilberi da­
ha! . . . Mindere yan gelmişler ve bir elde yelpaze,
bir elde karanfiL gözlerini bayılta bayılta kahvede­
kileri davet etmektedi r . Ondan sonra tuhaf elbise­
ler le kuzguni bir Arap, kan çanağı gözlerini fıldır
fıldır döndürerek pembe ve gök mavisi d öşeklere
uzanmış. buğday benizli ince bir kızı boğmakta­
dır. Limanımıza uğrayan bir şilep kaptanı bu heri­
fin "Otello" adlı ve Venedikli olduğunu söyledi .
Kadını niçin boğduğunu b i r türlü anlayamadık.

40
Bu resimden sonra çivilere kulplanndan kü­
peler gibi takılı duran bir d izi kahve fincanı gelir­
di. İşte o fincanlardan sonra gelen resme saatler­
ce baksam d oymazdım. O resim bir gemicinin
yaptığı bir gemi resmiydi . En küçük ayrıntısı bile
unutulmadan her ipi kapkara bir mürekkeple bi­
rer birer çizilmişt i . Makara sapanlarından tutunuz
da. mataforalara, hem de yelkenleri çevreleyen
gradin halatiarına varıncaya kadar -bir resimde
olduğu gibi deği l . bir plandaki gibi- birer birer
gösterilmişti . Bu gemi . birbirinin eşi. hendesi dal­
galar üzerinde kayıp gidiyordu. Ustaının anlattığı
her şeyi o resimde gidip buluyordum. Ustam öğ­
retmenim id iyse . işte burası da dersanemdi.
Ondan sonra kuzguni Arabın urbalarına ben­
zeyen elbiseler giymiş, tatlı yüzü yaşlıca bir ada­
mın resmi geliyordu. Geminin direğine zincirlerle
bağlanmıştı. Geminin çatık suratlı tayfaları çevre­
sini sarmış. onu yumruklarıyla tehdi t ediyorlard ı .
Limanımıza uğrayan şilepin kaptanı y o k mu? İşte
o. bu adamın Kristof Kolomb olduğunu ve Ame­
rika'yı keşfetti ni söylerdi . Anlattığına göre Kristof
Kolomb İ spanya'dan ayrılalı günler geçtiği halde,
hala karaya rastgelmedikleri için tayfası. onu geri
dönmeye zorlamaktaymış. İşte bunu duyduktan
sonra. kendimden geçkin, Kolomb'un yüzüne
hayranlıkla uzun uzun ba ka rdım. İçimden :
- Koca denizeiyi görüyor musun? derdi m .
O n a öfkeyle saldıranlara öfkelenirdim. Gemi··
nin omuzları üzerinden Atlas Okyanusu göz ala­
bildiğine masmavi yayılıyordu. Ona bakakaldıkça
her şey gözlerimden silinirdi; hatta müşterilerin
seslerine. tavla tıkırtıları na, iskarnbil gürültülerine,
kahvecinin, " Okkalı bir, orta şekerli i ki ! " diye

41
ocağa haykırış!arına kulaklarım sağır. çevremden .
elbiselerimden. gövdemden soyunur. çırçıplak bir
gönül . bir istek olarak Amerika kaşifiyle birlikte
aynı gemide bulunmayı isterdim de içimi özleml i
özlemli çekerdim. Ama Kör Halit'in:
- Ulen küpü hala doldurmadın mı? Baksana
çeşme başında kimsecikler yok! diye omzumdan
sarsması . beni hayal göklerinden te petakla ger­
çek -yani kahvehanenin yamrı yumru çam tahta­
ları- tabanına indirirdi.
Dükkana dönünce ustam neden geciktiğimi
sormazdı. Herhalde sebebini Murat Dayı ona an­
latmıştı.
Bana verilen denizcil ik dersleri dolayısıyla
söz sırası bulamayan Kasım Efendi . ustamın bana
boyuna denizden söz ettiği n i . gidip babama fitle·
mis. Bir akşam eve d önünce. babamın bir karış
surat a:;tığını gördüm. Yutkundu, yutkundu:
- Seni o kula vereceği m . dedi .
Dünya gözüme zindan kesildi . Üç dört gün
sonra topa! hocanın mahalle mektebine gidecek­
tim.
Dükkana gittiğim son gündü. Ustam selam
verdikten sonra:
- Okula giderken arasıra dükkana uğra ! de-
di.
O gün de h e r g ü n g i b i akşam old u. Kasım
Efendi ile Nusret Ağa ayrı ldılar. Ustamla yalnız
kaldık. Ustam bana vermekte olduğu son dersin
tamamen tadına varabiirnek için beni . biraz öte­
ınizde sokak köşesinde Muğlalı aşçı Yaşar·a. bir
şişe rakı ve mezeli k izmarit balığı almaya gönder­
di. Asçı Yaşar. "Bizimle b irlikte dünyanın böyle­
sinde yaşıyorlar, yazık zavallıcıklara" diyerek irili

42
ufaklı , kör topa! elli altmış kadar kedi ve köpek
beslediği için . dükkana güç bela girdim. Dükkanı­
nın bana göre asıl çekiciliği. kurutulup yaldızlan­
mış ve tavana asılmış. açık kanatlı bir uçar balık­
tı. Yaşar kısa ve şişmandı . yağlı yüzü pırıl pırıl ya­
nardı. Soluk benizli çocuğu . zerzevatı soyar. ateş
yakmak. pişirmek ve bulaşık yıkamakta babasına
yardım ederd i . İşte o çocuk -yani Hamcli- bana
izmaritlerin en kocamanlarını seçti . Rakıyı ve bir
gazete parçasının üzerinde de izmaritleri dükkana
getirdim . Ustam şişenin kıçına avcuyla vurup tı­
payı attı. Karşı karşıya oturduk. Kadehi doldurdu.
içti . Sonra gözlerini bana dikti. Sesi kı rılır gibi ol­
du:
- Bak şimd i . sanki geçmişle gelecek karşı
karşıya oturuyoruz. dedi .
Başı bir süre önüne düştü. Sonra kaldırıp:
- Seren altı makaraları nasıl donatılır? diye
sordu.
Ben :
- Çımaları filadur kasalı tek sapandan . iki
makara harnailinin i ki tarafına konulur. Seren
üzerinden filadura bağı ile bağlanır. diye bir so­
lukta cevap verdim.
Halil usta "şaaa k ! " diye avcunu dizine vurdu .
Mezeliğinden bir kızarmış izmarit verdi . Ama
bütün gayretine rağmen neşelenemiyordu. Bir
yorgunluğu argınlığı vardı . Birkaç kadeh daha iç­
ti . Sonra bana:
- Tutalım ki gemi orsaalabanda edecek, ne
gibi emirler verilir ve o emirler verilince/ neler ya­
pılır? Sırasıyla söyle ba kalı m , dedi .
O manevranın bir kayıkta yapıldığını görmek
sevincinden ben de, ustam da yoksunduk. Ama

43
onu sözle haykıra haykıra anlatmanın sevinci var­
dı ya! Dudaklarımı ısiattım ve hemen anlatmaya
başladım:
- "Alestaa tira mola ! " deyince hepimiz. yani
denizciler -hepimiz deyince onların arasına ken­
dimi de kattığım için göğsüm kabardı- yerieri mi­
ze koşar ve hazır ol vaziyetinde alesta dururuz.
"Laçka skuta orsaalaband a ! " denince. flok skuta­
larını ve trinket skutalarını koyuveririz. Dümenci
de dümeni orsaalabandaya basar. Maestra yelke­
ninin rüzgarı boşanır. Yelken gök gürültüsü gibi
gürleyerek. yapraklanır. Kapta n . " Mola kontra,
issa punya! " emrini verir. Punyaları basar. papa·
fingo burinalarını mola eder. maestra prassiyasını
all'"lil ederi z . O zaman rüzgar geminin başından
• w l ı ı ı ı 'IJı ' l ı . ı -,;l.ı r
l '·• · ı ı l ıı ı ı ı l . ıı ı •.ı r . ı c,ıvl.ı c,iivl l ' r iH • ı ı ı ıc,t arnın yor­
• ı ı ı ı ı l ı ıı ı ı ı • ı• · •. t l ı ı · ·· ; l ı · ı ı v. ı l ı > ı lıir t . ı c,d i k a t eşiyle
l l, l l 1 1 1 1 . l ')o l l ı, ı ) , 1ı l 1
' M ı ı l . ı l ı ı ı ı ı ı ı . ı q r. ı ı ıd i t i r d ı ı ıola maestra ! "
d ı w i ı ı ı l t · r ı l ' t H il' . b i z d e söylenenleri yapınca ge­
ı ı ı ı ı ı i n başı rüzgardan açılmaya koyulur . İşte o za­
man burinaları mola, trinket yelkenini tumba ede­
riz . Bazılarımız pruva serenierini prassiya tokaya
alır . Dümenci dümen yekesini ortaya getiri r.
"Aganta skuta flok ! " denince flok skutalarını çe­
ker, kasarız. Artık bütün yelkenler rüzgarla dal­
muştur. İşte o zaman, son emir, yani, "Aganta
burina burinata ! " kumandası verilir. Kayık şan !
şarıl rüzgarın gözüne işler.
Ben bunu söyleyin ce , elinde kadeh bekle­
mekte olan Halil Usta , kadehi parlattı . Bana:
- Son olarak verilen kumandayı olanca se­
sinle gene bağır, ded i .

44
Ben de ciğerlerimi daldurarak olanca sesim­
le: "Aganta burina burinata ! " d iye haykırdım. O
zama n , pek eski bir denizcilik aleminden hız alan
ustam. sanki beni ünlü bir deniz geleceğine fırlat­
mak istiyormuş gibi . dağları temellerinden sarsan
bır dinarnit patlayısı şiddetiyle:
- Aganta buri n a buri nata! diye gürled i .
Pabuççular ve eskiciler. sanki birbirine,
""Aman arkadaşlcır. durup dinlenmeyelim . çünkü
açl ı k . dağ başında tenha yolcuyu kavalayan bir
kurt gibi peşimize d Cşmüş bulunuyor. İşte bundan
dolayı, biz de koşa reasma habi re çalışalım ki. aç­
lık ensemize yetişip bizi parçalayamasın" diyerek,
birbirini çabuk olmaya kışkırtıyorlarmış gibi . işleri­
nin üzerine abanmış. acele acele takır tukur çekiç
salarken , "Aganta burina burinata !" diye evrene
meydan okuyan çağırışımızı duyunca işlerinin
üzerinden doğruldular . Birdenbire çeki ç takırtıları
sustu. Hatta, özbeöz kara adamı olan aşçı Yaşar
bile , sesini kapıp koyuverdi ve eskicilerle beraber,
""Aganta ! " " diye bastı narayı . Neşeni n seslerimize,
seslerimizin neşeye verdiği sonsuz özgürlükte
içim hız ald ı . Eski püskü karanlık dükkan. "Yal­
lah ! " " diye sanki yerinden kopup havalandı : bulut­
lar arasında d olu yelken orsaya savrulan koca bir
kalyon oldu da yelkenierin gölgesi. -yüksek ı ssız­
lıklardaki uçan karta! kanadının gölgesi gibi- bu­
luttan buluta aştı . Aganta" emri de -tıpkı böyle­
ce- dükkandan dükkana, i nsandan insana angı­
land ı . Bilmiyorduk neden: hepimiz bir kurtuluş
sevinci ve hazzı duyduk. Şaka değil. "Aganta bu­
rina burinata ! " ünleyişi . gönülden kopuyordu, ka­
ra bir dünyada.

45
ÇINGIRAG IN SESi

Artık. "Aganta ! " çağırısı bayağı bir parola ol­


du. Birçok insanlar sokakta birbirlerin i , "Aganta ! · ·
diye selamlıyorlardı . B i r g ü n Kör Halit"in kahve­
sindeydim. Meydandan geçen birkaç kişi birden­
bire . ""Aganta ! "" diye bağırdılar. Kahvede nargile
tokurdatanların birkaçı . orada oturmakta olan to­
pal Murat Dayıya, "" Halil Usta aklını oynattı gali­
ba . Sen ne duruyorsun burada? Ahıra git de çın­
gırağını tıngırdat bari" d ediler. Murat Dayının yü­
züne bir yasın gölgesi d üştü. Onlara dönüp bak­
madan topallaya topallaya ahıra çekild i . Benim
yüreğim cız etti. Peşisıra ahıra gitti m . Onu bir ot
yığınının üzerine oturakomuş buldum . Çekingen
çekingen yanına iliştim . Elini omzuma koydu , ba­
na:
- Aliş senin akranı ndı . Birbirinize kardeş gibi
benziyorsunuz! ded i , içini çekti ve ekled i : şu he­
riflerin şu halimde bana sataşması . içimde Aliş'in
hasretini uyandırırdı. A evlat çok kere Allah ço­
cukların ağzından konuşurmuş. Sen ne dersin?
Aliş sağ mı , yosa boğuldu mu? Haniden beri ha­
ber yok. . .
Cevabımı can kulağıyla bekledi . Ben ateşli
ateşli , "Sağdır!" ded im. Yüzü bayağı aydınlandı .
Kesik kesik öksürdü. Yüreğinden kaynayıp gelen
bir şeyi bir insana anlatmak. içini açmak ihtiya-

46
cında olduğu besbelliydi . Bekleyişle bakan gözleri­
mi görünce anlatmaya koyuld u :
- A oğul . eskiden çobandım. Epeyce kara
keçim vardı. Sütleri yayık ayranı gibi koyuydu .
Dağ başlarında gezer, çalardım kavalı . Derken sa­
yım vergisi ağır bastı : davarları teker teker sat­
tım . Son tekeyi satarken çıngırağı boğazından çı­
karıp cebime attı m . Ne yapayım a evlat. çıngırak
sesine alışmıştım. Çıngıraksız bir dünya içinde ga­
ripsiyordum . Küçük bir tarlam vard ı . Onu ekip bi­
çeyim . dedim . Oysa duralak bir yaşamdan sıkılı­
yordum. Hem de rençberliği yadırgadım . Bizim
bacı tarla işine benden istekliydi. Başımı alıp ge­
zinmeye alışkı ndım. Neyse : ekmekten katıktan
arttırarak bir eşek satın aldım. Çıngırağı eşeğe
taktım. Buradaki memurlara Belen köyünden su
taşır. yapılar için köse taşı. kayrak taşı. ince kum
ve karıncabaş kum getirir. mınidana mınidana ve
çıngırağı dinieye dinieye işimi gücümü görürdüm.
Tanrı rahmet eylesi n : bizim zavallı bacı dört ço­
cuk doğurmuştu. İkisi yaşad ı . Beşincisini doğura­
caktı. Bana: ""Pılı pırtımız kalmadı : çocuk için bi­
raz bez al"" ded i . Çocuklarla dağa çıkarak, turp
otu, sıra otu filan toplayıp demetledim. Pazar gü­
nü olunca eşeği yükleyip buraya dah ettim. Ney­
se. otları satıp savd ı m . Birkaç arşın da bez alabil­
dim. Eşeği . nah ta şuracığa , bu ahıra bağlamış­
tım . Gelip semerini taktım. Fıkaralık ya bu, yem­
likte kalan samanı kıl torbaya koyayım dedim.
Hayvan kim bilir neden huylandı. Kulaklarını di­
kince bir tekme savurdu . Ayağıını kırdı. Canım
yandı . Bizim oğlan betimi n , benzirnin attığını gö­
rünce . bağırmaya koyuldu. ""Bir şey değil, git çeş­
meden biraz su getir, Kör Halife de söyle buraya

47
geliversi n . bana yardım etsin" dedim. Halit bezli
çomakla nargile şişesini temizliyormuş. Oğlana.
"Allah Allah. yine ne oldu? Bana bir dakika rahat
vermezler" diye çıkışmış. Ta neden sonra. 'Hay­
rota amcaoğlu. sana ne oldu?" diye ahıra geld i .
Elimle ayağıını gösterdim. "Hel e bakayım" diye­
rek ayağıını yavaşça tutup kaldı rdı . Ama · bacak.
dizin biraz aşağısından sanki beni m değil miş gibi
sarkakoydu. Onu usul usul yere bıraktı. Yerde
hayvan sidiği birikintisi vardı. Kör Hal it. " Bu be­
nim bileceğim iş değil , Danacıların Hanife'yi ça­
ğırmalı . dedi. Ali. "Baba! Baba ! " diye hıçkırmaya
başlad ı . Sağdan soldan saman. ot toplayarak aya­
ğırnın altına koydu. Akşam oldu. Han ife kadın bir
türlü gelmez. Bir yandan bacağım sızlar. bir yan­
dan da çocuk. " Baba ! Baba ! Ölüyar musun?" diye
ağlar. Ona. "Sus bire oğlan. bir şey değil. geçer
şi mdi cik! Sacağırnın zoru yetmiyormuş gibi bir de
sen üzüyorsun" dedim. Gece oldu. Çocuk hıçkıra
hıçkıra gübre kümesinin üstünde uyuyakald ı. Ko ·
ca bir lağım faresi . uyuyan bir tavuğa sataştı . ta­
vuk cıyak cıyak ederek bacağımın üstüne hoplad ı .
Canım yandı. "Vay ana m ! " dedim. Çocuk uyand ı .
Yine ağlamaya koyuldu. Tam o sırada kapının kı­
yısına bir ışık çalındı . Dışarda Danacıların Hani­
fe'yle Kör Halit'in canlı canlı fiskos ettiklerini duy­
dum . Mallarımı bilmez miyim . mutlaka başıma bir
çorap örüyorlardı ve yürekler acısı durumumdan
yararlanarak. benden para koparacaklardı. Arası­
ra " Eşek" sözü kulağıma çalınıyordu. Neyse kısık
sesler kesildi . Kör Halit. "A cadaloz. hanidir sana
adam saldık. Yoksa zamparalara köçek mi ara­
maktaydın?" diye gümbürdeye gümbürdeye, elde
fener, içeri gird i . Danacıların Hanife de ardısı ra . . .

48
Hanife mosmor bir tuluma dönen baca�1ımı gö­
rünce iki avucunu şak diye l\alçalarına vurarak
"Abuu! Abuu!" diye çığlıklar saldı. "Bunu d oktor
görürse hemen bacağı keser" diye ekled i . K ör
Halife: "O zaman tut Murat Dayının geri kalan
bacağından . vur duvara ! " d iye bağırdı. Hanife .
"Ben bunu iyi iderim e mme. bu iş çoğa mal olur
Sen masarufun altın dan kalkabil i n mi'? diye ba­
ğırd ı . Gözü para h ı rsıyla cayır cavır :;anıyord u .
Hele Kör 1 I a l i ı i n o c ı k;:.ı�:cd tck g ö z ü . Dancı c ı ! :mn
- '

iki gözüne de taş cıkarı r c;isı na parl ıy• ırdu. İ kisinin


de b a ş ı - senw r iyle birli l'. i ' � esc;��' <1 e yutarcas: na­
eşeği n üstüne topla n d ı . 1\ör 1-lali t . "Hanife karı .
böyle işte paranın sözii mü olur? �.1urcıt Dayının
parası yoksa . biz dostion : ıcy!emeye dururuz?'
ded i . Bunun üzerine Ha n i f e c ı e :.-Ierini yellendire
yellendire. ilaçları hazırl,;ma:ı,· .ı: ı :i . Cc· k seeme­
den içeri yağlar ve toprak ��ibi lozla rla d olu kutu­
tarla geldi . Tozları ağzındrı. cigı ıedi . çiğned i . haca­
ğıma tükürd ü . Yağları da sürc! U . Canım yand ı . /\1-
nımdan terler döküldü . o��lcı ı ı ı:](} durmuyoı. ı ' . ı iJ i ­
r e ağlıyordu. Danacıları n kızı d ı sar ı:ia çıkınca Kör
Halit'i çağırıp bir şeyler fısıldadı . Kör Halil geri
döndü ve söylemeye sıkılıyormuş g;�,i L i-İle hüzü·
le . " Danacıların Hanife. ben fak ı r lvJ t ! ı ı ı ı ııı ,
ilaçlara etek dolusu para d ö ktüm . M ur<ı � D<.:ın iyi
olur da paraları vermezse mahvolurur: ı !>lra
istedi" dedi . "Aksi şeytana ba k ki b ; ı be ·
nim param yok" diye ekledi . E�eği sat ına�'d karar
verdik. Pazar dönüşünde atlı . eşekli ya da yaya
köylüler. köy yolu üzerinde g iderken - söz ki llığ ı n
dan olacak- başıma gelen kazcı�·ı dil lerine d ( )la·
mışlar. Yolda bire bin katmışlar . köye \'<� t ı n · , .
dosdoğru bizim karıya giderek. "Vi1h vJ h . ba�ırı

49
sağ olsun, örnrün uzun olsun" diye ona öldüğümü
anlatmışlar. Kad ının sancısı tutmuş ve sabahı diri
çıkarmamış. Felaketler yalnız gelmezlermiş. bir
tane değil, insanın başına bi rkaç tanesi birden yı­
ğılırmış. Doğrudur evlat. Köyde kalan oğlanı da
Foçalıların Hüseyin yanına almış. Bunları ben
çok sonra duydum . Ertesi günü şafakla birlikte.
Kör Halit"le Danacıların Hanife. kelepir eşek
müşterilerini. kafile kafile a hıra getirmeye başladı­
lar. Kör Halit, gelir. eşeği gösterir. "Yaşını mı bil­
mek istiyon? Bak dişine" demesine kalmaz. Hani­
fe başka bir kafilenin başında içeri sökün eder ve
o diş kamaştırıcı cırlak sesiyle, "Görmüyon mu a
Memiş Dayı. tüyü kara . burnu beyaz. maşallah eli
ayağı düzgü n , istediğin kadar yükle. üzerine de
korkma kendin bin" diye çığlıklar salar . çıkar gi­
derdi. Ardı sıra başka müşterilerle Kör Halit da­
lar. "Yollu olmasına yolludur ha! Durmuş Ağanın
kır atını Karaköy Boğazında ali mallah yaya bırak­
tı , hem de bir sepetçik samanla idare olur" diye
gümbürder. Böyle yaparak eşeği pahalı satmak
istediklerine sözde beni kandırıyorlard ı .
Birisinin törpü gibi ince ve sivri sesi: öteki­
nin kalın kalın homurd an ması , bende sessizliğe
karşı öyle bir özleyiş uyandırdı ki . çoban olarak
bir başıma gezerken duyduğum sessizliği hatırla­
dım. Dağda taş yalan söylemiyor. ben katıyım di­
ye doğrusunu söylüyordu . O dağ ve ovasının ses­
sizliğini arasıra anmak için , Aliş'e. eşeğin boynun­
daki çıngırağı çözüp bana getirmesini söyledi m .
Çocuk öyle yaptı . Dördüncü günü akşamı , Kör
Halit yanıma geld i . Eşeğe serneriyle birlikte üç li­
radan fazla veren olmamış. Halit, hiç eşeğe ihti­
yacı olmamasına rağmen, dostluk hatırı için ve

so
sırf bana iyilik olsun d iye eşeği üçyüz on kuruşa
alacağını söyledi . Bende, '' Hayır" diyecek hal mi
vardı san ki . O paralar sözde Danacıların Hani­
fe'ye sayıldı . Sözü uzatmayalı m . all em ettiler, kal­
lem ettiler. sonunda bizim eşeği deve ettiler. A
evlat. yemez içmez bir Allah ! Ben de. oğlan da
Allah almadığımız için , yiyip içiyorduk. Kör Ha­
li t'e borcumuz da kabardıkça kabarıyordu . Körün
suratı asıldıkça asılıyor. a hıra sornurtarak giriyor,
ahır süpürgesini. başıma çalıyarmuş gibi öteye
beriye çarpıyor. ahırda birisine rastlasa. kızım sa­
na söylüyorum. gelinim sen d inle yollu . "Dostluk
kantarla, alışveriş miskalla" d iye haykırarak ağzı­
mıza koyduğumuz lokmayı bize zehir ediyordu.
Karımın ölüm kara haberi bize ulaşmıştı . Ecel gel­
di cihana . baş ağrısı bahane . diye köy evini ve
tarlayı satılığa çıkardık. Ne yapalım. başka türlü
olmayacaktı . Ama üç evlek kıraç tarla. dört kuru
' duvar eve on iki l iradan fazla veren olmad ı . Yine
Kör Halit, elini ovuştura ovuştura, "Sırf dostluk
hatırı için" diyerek on iki buçuk lira teklif etti .
Benden hayatını sakınmazmış. ama tam o sırada
hiç de taş tutmuyormuş. Evle tarla da eşeğin yo­
lunu boylad ı . Evi sattıktan birkaç gün sonra ahıra
bir gemici uğradı , kayığına küçük bir muço gerek­
liymiş. Aliş oğlanı istedi . Aliş'le son sefer olarak
koyunkoyuna yattık. Sabaha doğru oğlanı uyan­
dırdım. Kör Halit on iki buçuk liranın i ki buçuğu­
nu borca alıkoymuştu . Kal�n on lirayı Aliş'e ver­
dim. Sıkı fıkı kuşağına bağlattırdım. Kimseye belli
2tmemesini ve kayığından alacağı parayı da art­
:ırmasını söyledim . Güneş doğarken oğlana,
'Haydi oğlum, yolun açık olsun'' dedim. Oğlanı n
iudakları titriyordu. Neredeyse ağiayacağını anla-

51
clırn. Benim ele ağzmı eğri büğrü olacakmış gibi
oluyordu. içim fena karışıyorclu. Oğlan bir ağla­
saycl ı . ben de cl a�'anamayacal< , -başıma gelen
neydi hey Allahım ! - hüngür hüngür a�)layacak­
tım. Ama . oğlanı ağia tmamak ic;in yüreğim bur­
kulur ken . kasla rımı ca ttım . Yavrucak el imi öptü.
Kcıpıdan cıkıyordu: oncağıza gözlerim takıla kal­
n ı . Roynı ı biiki'ı k tii . Son olrı r<� k çocuğun çıplcık
ayağının kapı kıyısından çekildiğ ini gördüm. On­
dan sonra. kapı tam bir boşluğu cerçeveled i . O ra­
da bir tavuk çöpleniyordu. Bittiydi artık. Saman
kümesi üzerine kıvrılarak bu yaşınıdan sonra hıç­
kıra hıçkıra ağlad ı m . O gün bugün oğlanı bir da­
ha görmedim . Zaten çocuk ayrılırke n . onu bir da­
ha dünya gözüyle göremeyeceğim içime doğmuş­
tu. Şimdi iki yıl oldu. Kimi zaman düşümde Aliş'i
denizde yapayalnız bağulurken görürüm . Bana.
"Baba ! " diye bağırır Kan ter içinde sıçrarım. El­
verir ki boğulması n . yaşası n . onu görmeden öl­
meye razıyım. Ayağım iyi olup kal kınca . bacağı­
mı. nahacık -eliyle sağ bacağını gösterdi- bir ka­
rış daha kısa . hem de yana bakar buldum . Öteki
oğlan, köyde . . . Allaha emanet. Onu çok göresim
geldi . İ şinden kalmamak için gelemiyor. di�.ıorlar.
Köylülerden onu sorar dururum . baştan savma
bir cevap verdikten sonra. bana buğday ve göveri
fiyatlarını sorarlar . Aradan bir ay mı , iki ay mı
geçti ne. Kör Halit . han müşterilerinin atlar ı n ı ,
eşeklerini ayda b i r mecide . ahıra bağlamakta ve
yemleme kte olan çocuğa yol verd i . Onun yerine
-bir iyilik olsun diye- beni seyisliğe kayı rdı . Karın
tokluğuna . yani aşçıdan müşterilere gelen yemek
artıkları na. . . Görüyorsun a. yakın müşterilere
kahve götürmeden başka ahırdan ç ı ktığım yok.

52
Oysa çoban ve sürücüyken dünyaları dolaşırdı m .
Bazen koynumdan ç ın gırağı çıkarır. çıngırdatırı m .
Çobanlıl<ta basımı alıp dere tepe gezdiğimi . ço­
cukların süt diliyle bana konustuklarını hatırları m .
Ge emiş iyi günler a c : acı gözümün önünden ge­
çe r
Topa! Murat Dayı bu çıngırak isi n i öyle bir
cluygu fazlalığı:;·l;=ı a n ia l t ı ki. �i·izleri söz deği l . bi rer
gönül parçalarıyd ı . Hele çıngırak! Okulda topaJ
hocanın gümbürtülü sesini di nletmezcesine. kula ·
ğımda çınlardı .

53
MAHALLE MEKTEBİNDE

İşte o mahalle mektebinde Amme cüzünün


bütününü ve Tebareke'nin yarısı nı zar zor ezber­
led i m . Şöyle böyle okumak da öğrendi m . Ama
elime tutuşturulan tecvit ve ilmihalde öğrenmesi­
ne can attığı m şeylerin hiçbiri yoktu. Sultan Os­
man'dan başlayarak bütün sultanlar ve Hazreti
Adem'den tutturarak bütün peygamberlerin adla­
rını öğrettiler. Ben elime birkaç parça sicim alır­
dım. Balıkçı Ateşoğlunun kızı Çakır Fatma'nın ar­
kasına çömelirdim . Boylu boslu bir kızd ı . gövde­
siyle topa! hocanın beni görmesine engel olurd u.
Si cimlerle. "Bu dülger bağı . bu kazık bağı . bu
barbarişka bağ ı , bu kamçı bağı " diye bağları bağ­
layıp çözerek kendi kendime meşk ederken ve
Murat Dayının sanki açıklıkları sese getiren çıngı­
rağının angısı icimde çın çın öterke n . hocanın
Nuh Aleyhisselam . Yakup Aleyhisselam diye pey­
gamberleri saydığım duymazdım.
Bir gün topa! hoca beni ayağa kaldırd ı :
- Peygamberleri say bakayım. dedi.
Oysa o anda bütün aklım fi krim papafingo­
nun margarita bağındayd ı . Bildiğim adları . Çakır
Fatma'nın fısıldadığı adlarla tamamlayarak. sela­
metle sonuncu peygambere vardım. Vardım ama
sonu çaparıoğlu çıktı. Sıra Nebi mi. yoksul Veli
mi oldukları belli olmayan . Uzeyr, Lokman ve

54
Zülkarneyn'e geldi . Bunlara . " Bazıları dedi Neb i .
bazıları d a dedi Veli" d iyeceğime . aceleyle . "Bazı­
ları dedi Vel i , bazıları dedi deli" demişim. Vay
sen misin öyle diyen? Topa! hoca geçmişimden
başlayarak geleceğime dek küfürler bastıktan son­
ra . al aşağı etti ben i . vurdu falakaya, "Hazreti
Adem Aleyhisselam" diye bağırarak. çat diye so­
payı tabanlarıma çaldı. Bütün peygamberleri ta­
banlarımda bitird i . Benim öğrendiğime göre bilgi
başta olur . Bize ise bilgiyi sopayla tabaniarımız­
dan tıkıyorlardı. Sopa tabanlarıma indikçe dişleri­
mi sıktı m. inat ya bu . gık bile demedim. Falaka­
dan kalkınca hocanın elini öpmek adetti . Öpme­
dim ve öpmedim vessela m . Çocuktum ama, Ça­
kır Fatma'nın gözlerinin mavi alevlerle cayır cayır
yanışından. topa! hocaya fena kızdığını . bağırıp
ağlamadığım için de bana hayran kaldığını gör­
düm. Fatma'nın bakışı adeta bana. "Aşkolsun ! "
diye bağırıyordu. Topa! hoca . h e r g ü n işkence ve
cefalarını sayıp tükelemediği cehenneminde de
beni yakıp kül etse . o bakışın ışınlarında kaldıkça.
kendimi cennette sanır. ses çı karmazdım. Topa!
hoca beni dövdü. dövdü, sonunda yoruldu. bıra k­
tı . Ama art ı k beni adamakıllı zıddetmişti . Eve dö­
nünce babama , annerne şikayet ettim. Güldüler
ve "Hocanın vurduğu yerden gül biter" dediler.
Bana öğretilen bu sultanları ve peygamberle­
ri ben neyleyecektim? Bunlar benim akranım de­
ğillerd i . Sultan Bayezıdı Veli ile çelik çomak oy­
nayamaz: Süleyman Aleyhisselamla da deniz kıyı­
sı boyunca kayık yüzdüremezd i m .
Haydi Yunus Peygamber, Nuh Peygamber
neyse. Hiç olmazsa birisi balık karnında, öteki de
bütün hayvanlarla, arkın içinde denizcilik etmişlerd i .

55
Topal hacaya bir gün Nuh arkını n . mavuna
mı . duba mı. şat m ı . yoksa salapurya mı olduğu­
nu sordum. Topal hoca. suratma derin bilgiye ya­
kı<;ır bir anlam vererek -mutlaka saydığım tekne­
lerin en uzun ve tumturaklı isiıniisi olduğu için­
"Salapurya � · · diye cevap verdi . M ektebin deniz ta­
rafındaki pencerderiı ıden birinin dışında uzun bir
kahkaha çınlad ı . Sanki bu saçma cevaba deniz
gülüyordu. Neşe. çocukları alev gibi sardı. Dersa­
neni n siniri mi tuttu ne. makaraları salıveren sa lı­
vereneyd i . .. Meğerse Kalafat A h met Usta. dışarı­
da bir tekneyi kalafatlamaktaymış. Soruma topal
hocanın cevabını duyunca kendini tutamamış.
Topal hoca bizi güç bela susturdu. Ertesi günü bir
bahaneyle beni falakaya yatırdı ve hıncını aldı .
Hoca n ın her vurduğu yerde bir gül biterse . b u gi­
dişle . aradan çok geçmeden tepemden tırnağıma
kadar güllük gülistanlı k kesilecekt i n ı !
Kalafat Ahmet Ustayı bildirmeden geçmeye­
ceği m . O benim denizcili k hayatıının bir direği
idi . Teneffüslerde . yanına gider . onu işlerken sey
rederdim. Bir doktorun. parma kla vurup hasta
göğsü dinlemesi gibi . kayık gövdesini pruvadan
kıça kadar vura vura dinlerdi . M e ktepte çok dö­
vüldüğümü görerek bana acırdı. Gördüğü işle ilgi­
lendiğim i çi n . çalışırken bana . " Bu kaplama tah­
tasına kurt işlemiş. ateş vermek ister: bu çivi gev­
şemiş. perçin ister : bu enseri erim iş. yenisini çak­
ınal ı : şu kaplama aralığı h an kapısı gibi açılmış .
armozu tıkamalı" diye gözlerini işinden ayırma­
dan. anlatır dururdu. Kimi vakit her ufacık çiviyi
uzun uzun yoklayışından usanırdıın da. "O küçük
çividen ne çıkar?" derdim. Sönerek alt dudağında
yapışakalmış cıgarasını cı karmadan . "İşte o küçük

56
çivi . kötü havada kayığın batınasına ve içindekile­
rin boğulmasına sebep olur. Deniz bu! Kara değil
ki aldırmayası n . Ölenlerin günahı boynuma kalır.
Deniz temiz ve sağlam is ister" derd i .
Ahmet Ustanın . eli ndeki kaba saba to kına­
ğında n . kunt yapılı demir kakacındarı . ta htanın
hayatını dinleyen bir duyus. tahtanın içine işleyen
bir sezgi inceliğine sa hip olduğu hiç rJüşünüle­
ınezd i . Zavall ı , denizde boğuldu . Kayığı fı rtınada
devrilince denizin yüzünde bir kendisi . bir oğlu ve
ancak bir kişiyi kurtarabilecek kadar büyük bir
tahta parçası kalmışmış. "Oğlum. ben yaşıını ba­
şımı aldı m . tahtayı sen al. Karaya doğru çabala.
Sağ çıkarsan anana arkadaşlara söyle . haklarını
helal etsinler" diye bağırmış. Oğlu; " Baba tahtayı
al" diye yalvarmış. oysa kalafat dal mış. Ondan
sonra kalafatı ne g ören . ne de işiten olmuş. Ölü­
sü bile bulunmamış.
Kalafat Ahmet Ustanın okuması yazması da
vard ı . Bana Ahmet Rasim denilen bir yazarın
'Turgut Reis" adlı bir kitabı nı, bir de "Esfarı Bah­
riyei Osmaniye" adl ı bir başka kitabı verdi. İlk ki­
tapta Turgut Reisin Bodrumlu. yani bir hemşeri­
miz olduğunu okuyunca , koltuktarım kabard ı . O
sıralarda okumayı iyice öğrenmemiş olduğum hal­
de. deniz adamlarını tanımak merakıyla geceyi
gündüze kattım. Bir taraftan okuduklarımı ania­
dıkça eteklerim sevi n cimden zil çalıyor, öte yan­
dan da hiç farkına varmadan , topa! hocanın yıl­
larca öğretemediği okuma yazmayı iyice öğreni­
yordum. Bu kitaplardan sonra Kalafat Ahmet Us­
tadan . resmi Kör Halit'in hanında asılı duran
Kristof Kolomb hakkında bir kitabı olup olmadığı­
nı sordum. Bana , kalede -ki o zaman hapisha-

57
neydi- yatan bir deniz subayından aldığı bir tarih
kitabını getird i . Kör Halit'in hanında asılı Mesudi­
ye zırhlısının resmini i şte bu subay yapmışmış. O
tarih kitabında Kolomb'un gemi bulma k i çin ya­
bancı illerde yıllarca nasıl gezdiğini . üç gemiyi bu­
lunca. Kadiz limanından denize nasıl açıldığını ve
dümdüz sanılan dünyanın bilinmedik koca suların­
da yol alarak. Okyanusu nasıl aştığını ve Ameri­
ka'yı keşfe ttiğini kendimden geçkin , heyecan için­
de okudum. Umanda Mehmet Ali Kaptan ı n ,
Modrovan Mustafa Kaptanın v e d a h a başka kap­
tanların yüz ellişer tonluk kay ıkları vard ı . Ko­
lomb'un "Pinta"sı ve "Santa Maria"sı da yüz elli­
şer tonluk gemilerdi . Hem Kolomb'un gemilerinin
güverteleri yoktu. oysa bizimkiler güverteliyd i .
Neden Mehmet Ali Kaptanla öteki kaptanların
bir bilinmeyen yeri keşif için denize açılmadıkları­
na şaşardım. Hiç insanın kayığı olur da, hep bin
kere uğranılmış bir !i manla bin kere uğranılmış
başka bi r liman arasında bezdirici ve usandırıcı
bir gidip gelişle ömür mü tüketir? Para kazanmak
için sağdan sola, soldan sağa palamut . pirina ta­
şıyıp duruyorlard ı . Onların zavallı gemileri gemi
değiL ama denizde yüzücü birer bakkal dükkanıy­
dı.
İ nsa n , keşfetmek. öteye varmak, yeniye açıl­
mak özleyişiyle ceviz kabuğu kadar bir tekneye
biner. iki buçuk arşın bez parçasıyla göklerin rüz­
garını çalar da. elalemin muhakkak ölümdür . deli­
liktir diye bağrışıp ayak diremelerine kulak asma­
dan açılır gider ve yeni dünyalar. yeni alemler bu­
lur. Ne biçim dünyaya d oğmuştum ben? "Güzel"
diyordum , güzel d ed iğime dönüp bakmıyorlardı
bile . " İyi" diyordum . omuz silkiyorlard ı . Birisinin

58
dobra d obra dosdoğru söylediğini d uyuyor, heye­
canlanıp, "Doğru !" diye bağırıyordum. ""Aman
sus ! " diyorlardı. Hele "Deniz ! " deyince, bütün
kaşlar çatılıyor, ··sakın h a ! " diyorlardı . Güzele
bakrrın. . iyiye aldırma. doğruya kulak asma, denizi
anma : peki öyleyse ben ne edip ne söyleyecek­
lim? iste bunu büyüklerime sorunca, bana düpe­
düz bir cevap verıniyorl ar. ama dolambaçl ı ve sa­
ğa sola savsaldayıcı sözler söylüyorlard ı . Ne var
ki : kafama sokulan bütün lıu sözleri, gönlümün
ateşinde ydkınc.a \"C bunların söz olan fireleri du­
man olup uçunca , kalcıkala kafamda şu kaba
Türkçe gerçekler kal ıyordu : Önce, "Hiç ki mseye
hiçbir şey vermeyeceksin. herkesten koparabildi­
ğİn kadar koparacaksın ve gözünü paradan ayır­
mayacaksın ! "
İyi ama, ben parayı görünce , yaradılıştan öz
düşmanı olan bir hayvana rastgelen bir başka
hayvan gibi. tüylerim nefretle d i ken diken oluyor­
du. Benim özled iklerim, hiç de onların özledikleri
değil d i .
Topa! hoca öğrettiği tatsız tuzsuz şeyleri bir
eşekarısı gibi zırıldatıp dururken ben pencereden
mavi göğü görür ve uçan kuşların. esen rüzgarla­
rın özgürlüğünü tadardım. Denizden gelen dalga­
larsa, kalabalık umutlarla zengin bir denizci yaşa­
mıyla geleceğini muştulayan seslerle dopdoluydu.
İşte o zaman demir parmaklıklar ard ında kurtulu­
şu ve özgürlüğü gören mahpuslar gib i . gönlüm
uzar. uzardı da, onun kendini denize verişi. adeta
bir yalvarış. bir dua olurdu.
Bir gün göklere ve denizlere dalgın kalmış­
tım. Murat Dayının ıssız dağ başlarında çıngırdı­
yan çıngırağını duyar gibi olmuştum . Küt! diye

59
başııııa bir yumruk vuruldu. Başımı kaldırınca. te­
pemde topai hocanın çatık suratını gördüm.
- Ülen. gözlerini fal taşı gibi açmış. dı şarıya
ne bakıyorsun? Önünde karabaş tecvidi açık.
Onu bellesene! diye haykırıyordu.
Ben şaşkınlıkla:
- Göğe bakıyorum ! demişi m .
Yine:
- Ülen. boş gökte bakacak ne var ki? Haydi
kalk! Git de duvara dine l ! Yüzünü duvara çevi r.
Ben sana boş göğe bakmayı gösteririm! dedi .
Beni üç saat ayakta tuttu. Hem de neredeyse
burnum duvara değecekti.
O gün mektepten çıkınca Halil Ustanın dük­
kzmının yolunu tuttum. Oraya henüz varmıştım
ki , İmdadın Halil koşarak geldi :
- Aman gelin d e görün , M urat Dayı aklını
büsbütün oynatmış. Bir aralı k küçük su dökmek
için hanın ahırına girdim. Murat Dayıyı saman
kümesinin üzerine yan gelmiş, kulağına bir çıngı­
rak takmış. yüzü de nah işte böyle sırıtıyor gör­
düm , ded i .
Nasıl sırıttığını göstermek i ç i n . i k i elinin baş
parmakları n ı . ağzının karşılıklı iki köşesine sokup
ağzını kulaklarına doğru gerdi. Gözlerini burnu­
nun ucuna dikerek şaşılatt ı . Doğrusu benim de
gülesim geldi. Ama gülerken içimi bir acı sıkıyor­
du. Bel ki zavallı Murat Dayıya gülüyorum diye . . .
İmdadın Halil:
- Handaki müşterilere söyledi m . hepsi de
seyre koştular. Aman gidin d e görü n , diye ekledi.
Halil Usta İmdadın sözlerini hiç işitmemiş gi­
bi. gözlerini perçiniernekte olduğu kunduranın ta­
banından ayırmadı. ama bana:

60
- Git de bak. zavallı i htiyara ne oldu? dedi.
Kasım Efendi. "Ben de gidip göreceğim" di­
ye ayağa davrandı. Söylendikçe. "Hııım! "larını
sağlayan demirbaş di nleyicisi ni bittabi geride bı­
rakmak istemedi . Nusret Ağayı. sineği tutan bir
örümcek gibi sürükledi . Yolda Nusret Ağaya:
- Fethiye kaymakamlığı başkatibi de aklını
tıpkı böyle oynatmışt ı . Ona çok namuslu derlerd i .
Oysa namus başka . resmi muamele başkadır.
Resmi muameleyi noktası noktasına tamamlama­
yınca namus mamus para mı eder? 1 3 1 5 senesi
sefer ayının yirmi üçüncü günü ben oraya iki yüz
yetmiş sekiz kuruş maaşla gümrük ambar memu­
ru tayin edilmiştim. Aradan i ki ay geçince oraya
ilk mülkiye müfettişi geld i . Biri gümrük müfettişi,
öteki de kaymakamlığa gel miş. Gümrük müfettişi.
vazifemi hiç ihmal etmeden bitamamiha ifa etti·
ğimden dolayı beni takdir etti . "Senin gibi me­
murlarla iftihar ederim" ded i . Çünkü müfettiş gel­
mezden bir hafta ewel , Yunan adaları ndan, yılan
aynatarak ve parsa toplayarak geçinen bir yılancı
gel mişti . Az kalsın yılanın hasta olmadığına dair
baytar şahadetnamesi göstermede n , yılanı güm­
rükten geçireceklerd i . Muayene memuruna. "Ya­
hu siz deli misiniz? Aklınızı mı oynattınız? Resmi
muamelede hiç ihmal ve terahi olur mu?" dedim.
Ah Nusret Ağa. resmi muamele domates, patates
yetiştirmeye benzemez. Alimallah Sırat köprüsü
gibidir . Kılıçtan keski n , kıldan incedir. Kılı kırk
yarmak lazımdır. Yılan canlı bir mahluktur. sıh­
hatlisi olur, hastası olur. Ya Allah göstermesin
hasta olur da hastalığı memleketin bütün yılania­
rına geçirirse! Onlara, "Yılanı baytar raporu ol·
madıkça gümrükten geçirmek nizarn ve kanuna

61
muhaliftir. Yoksa nizarnı alemi altüst mü edecek­
siniz?" diye gürledim. Yılanı gümrük ambarına
hapsetti m . Bütün arkadaşlar, " Doğru! ' ' dediler.
Yılancı ha bire gelir: "Aman etmeyin . eylemeyin.
Ben yılanı oynatıyorum da ekmek paramı zar zor
çıkarıyorum. Yılan ambarda, ben de d ışarıda aç­
lıktan öleceğiz. Kötürüm bir adamım. Çapa kürek
sallayama m . Ayaklarını öpeyim. çocuklarınızın
başı için yılanı bana verin" der. yalvarır ağlar. Bit­
tabi biz de : "Hayır. olmaz da olmaz ! " deriz. Herif
istida yazd ı . Baytar yılanı muayene ett i . Başka yı­
lanlara geçecek hastalığı olmadığı hakkında rapor
verd i . Böylece yılan burnundan kuyruğunun ucu­
na kadar muamelei resmiyeden geçirildi : ondan
sonra yılanı serbest bıraktım. Müfettiş bana: "Afe­
rin , dedi . memur dediğin vazifesini böyle yapma­
lı. . . Oysa öteki müfettiş kaymakaml ık başkatibi
Akif Efendinin odasına girmiş. Akif Efendinin
masası üzerine dağ gibi kağıtlar yığılmışmış. O da
üzerlerine abanmış , boyuna yazıyormuş. Başını
kaldırmamış, odaya girenin kim olduğunu görme­
miş. Müfettiş öksürmüş. Akif Efendi başını kaldır­
madan : "Ne istiyorsunuz?" diye sormuş. Koca bir
müfettiş bu! Hiç öyle mi karşılanır? Yerlere kadar
selam verip el pençe divan durmal ı . Müfettiş bu
hale fena kızmış. Defterlerini, kayıtlarını kuyutla­
rını karmakarışık bulmuş. adamakıllı paylamış. Er­
tesi günü müfettiş bey yine başkatibin odasına
girmiş. Bir de ne görsün? Akif Efendi masanı n
üzerine çıkıp çömelmiş, "İIIallah , illalla h ! " diye ya­
kasını silke silke evrakı resmiye üzerine defi ha­
cet etmekte! Düşün bir dakika Nusret Ağa ! Evra­
kın üzerlerinde nal gibi tuğralar var. Ah bire Nus­
ret Ağa , tuğra bu, lahana tarlası değil ki , su gö-

62
türsün . Hem Akif Efendi tam üç yüz on bir kuruş
maaş alıyordu. Asıl aklından fi krinden olması bir
sey değil. fakat maaşla tekaüdiyesinden oldu. Asıl
o fena ! diyerek sözü kest i .
Çünkü artı k a h ı r ı n kapısının önüne gelmi şti k.
Ahırın önünde biri ken kalabalık gülünç bir şey
görüyorla rmış gibi gülmüyorlardı . Tersine yüzleri
enikonu yaslıyd ı . İmdadın Halil :
- Ne o? d iye sordu.
Bir i ki kişi d önüp :
- Adamcağız ölmüş. dediler .
Gerçekten de Murat Dayı a hırın bir köşesine
kıvrılıp ölmüştü. Bir eliyle çıngırağı kulağının ya­
nında tutuyordu. Gözleri açıkt ı . Uza k bir yere ba­
kıyormuş gibiyd i . Dünya gözlerinde kararırken
mutlaka koynundan çıngırağı çıkarıp çalınıştı ve
arta kalan bütün canını kulağına toplarcasına din­
leyerek . güneş ışığıyla ağaran patika üzerinde
eşek nalının tıkırdad ığını ve yanıbaşında ıslık çala­
rak koşan Aliş'in yal ın aya klarının patırdadığını
ve kendisinin ev dönüşü. " Hey hey ! " diye tuttur­
ctuğu türküyü belki hep birden işitmiştir .
Handan çıkarken hanın asıl sah ibi Katırcıla­
rın Muhsin Ağa nargile marpucuyla Kör Halit'i
göstererek:
- İy i ki şu adam, M urat Dayıya öz kardeş gi­
bi baktı . Yoksa Murat ayağından değil . asıl açlık­
tan ölecekt i . diyordu.
Kör Halit sözde Murat'a ettiği iyilik dolayısıy­
la yüzüne karşı insafsızcasına övünenlere yakışır
bir utançla başını önüne eğiyordu. Katırcıların
Muhsin Ağa. hanı ayda altmış kuruşa , bir de han­
da bağlanan hayvanların gübrelerine ve her gün
içeceği üç kahve ve iki nargileye karşılı k kirala-

63
mışt ı . Her fırsat düştükçe kiracısı onu. o kiracısını
pehpe hlemekten geri kalmazlardı.
Murat Dayının öl müş olduğunu gidip Halil
Ustaya haber verdim. Başını işinin üstüne eğdi ve
telaştı telaştı işlemeye koyuldu. Halil Usta acı ile
burkuldu muydu . mutlaka gemi direğinden nasıl
düştüğünü anlatırdı. Bana:
- Söylediklerim kulağına küpe olsun. Baban
denizci olmanı istemiyor, ama ben denizeiyi gö­
zünden tanırım. Sen bir denizci oğlusun . Gemide
direğe , öteye beriye tırmanırken gözünü dört aç.
Yoksa bir düşer de kötürüm kalırsan halin yaman
olur. Şu Murat Dayı ile bana bak. O. Kör Halit'in
hanı na. ben de bu mağara gibi dükkana boğazı­
mızdan bağlı kaldık. Doğum . hastalık. Alldhm
emri . Anladık! Ama ne bileyim . özled iğin bir işte
çalışmadan . içine doğduğun şu dünyanın ötesini
berisini hiç görmeden . taş üstüne bir tas koy ma­
dan . bir ağaçcağız olsun dikmede n . bir günceğiz
olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayama­
mak ve böylece dünyadan defalup gitmek de Al­
lahın emri değil a! . . diye bağırdı ve elindeki çeki­
.

ci tezgaha öyle bir vurdu ki , tezga hın -Hal il Usta­


nın tabiriyle- alabandasın ı . yani kenarını parçala
dı .
Ben çocuktum ama . bu toprak adarnıdır. şu
deniz adamıdır diye çok söz işitnıistim . Topa!
Murat Dayı denizci değild i . ama enginin özlıeöz
eviadı bir deniz adarnıyd ı . Aniadını ki denizde �e­
zen çok kara insanı ve karada gezen de çok de­
niz adamı vardır . Artık çıngırak dendi nıi':,o'di . o
munis bakışlarıyla Murat Dayı gözümün önüne
gelecek ve ellerini bana doğru uzatarak, ""Bak.
beni ne hale soktular" diye bağıracakt ı .

64
Bir gün topal hoca beni yine fala kaya çek­
mişti. Yine gık demed i m . Fatma'nın bakışı ü_ze­
rimdeydi . Onun gözleri yeşil değilse mavi. mavi
değilse yeşildi . Ama kı z bana bakarken gözleri
derin deniz akıntıları gibi koyulaştı. kirpikleri til­
redi ve alt kirpiklerinde pırlantalar gibi parlayan
gözyaşları gördüm. O ağlasın diye dayak yemi­
yordum a. İçim kan ağladı .
O kuldan çıkarken bana yanaştı :
- Babama söyleyeyim de babandan ızın al­
sın. balığa gittiğimiz zaman sen de gel . d ed i .
Babamdan i z i n almak kolay değild i . A m a kı­
zın yalvarışı o kadar candan ve yakıcı ol muştu ki.
izni koparmış. Okula giderken koşa koşa bana
geldi . Gözleri birbirine çarpılan yeşil cam parçala­
rı gibi sevinçle çıngıldıyordu. Bana muştuyu ver­
meden önce. onun içieri gülen gözlerinden duy­
dum. Kumsall ı kta . havada iki kere dönmek üzere
perende attım . Fatma'ya sarılıp şapır şupur öp­
tüm.
- Sen iyi perende atamıyorsu n , diye o da
kumlar üzerinde taklalar kıldı .
Artık okula kim gider ! İkimiz de baş aşağıya
olduk. Ayaklarımız havada . ellerimiz üzerinde yü­
rüyerek Ateşoğlunun kulübesine vardık. Fatma.
halasına :
- Yarın balığa gidiyoruz, dedi .
Yaşlı kad ı n :
- Bunda sevinecek n e var? d iye bize şaşkın
şaşkın baktı .
Ertesi günü şafakleyin kayığa bindik. Kay ıkta
Ateşoğl u . onun hısım akrabasından iki delikanlı,
Fatma'nın küçük Halil dediği bir çocuk ben ve
Fatma vardık. San ki göklerin pencereleri açılıyor-

65
muş gibi tan yeri uyandı . Kayık pupa yelken kar­
ga funda fırlıyordu. Badrum'un evleri . ta uzakta
görülen martı kuşları gibi dizilmişti beyaz beyaz
kıyıya. Cıva gibi oynak denizin mavi ateşinde
uçuyorduk. Çevremiz alabildiğine bir sevinç çıldı­
rışıydı. Çıplak çıplak çırpışan sulardan üzerimize
pırlantalar . yıldızlar. gökkuşakları yağıyordu . Se­
vincimden Fatma'nın sarı saçlarını çekti m . Gülü­
yordu. Bana:
- Haydi parakete yemlerini çarçabuk takıp
takı ştıralım, ded i .
Parakete sepetini aramıza aldık. Fatma'nın
nasıl yem taktığına bakarak, oltaları yemlerneye
koyuldum. Rüzgar Fatma'nın saçlarını savuruyor.
onları arasıra yanaklarıma çarpıyordu. Bir okşa­
yıştı o .
Ateşoğlu iki delikanlıya :
- Bugün inşallah avımız bereketli olur da yü­
zümüz biraz güler, yine eski halimizi buluruz. El­
gün kapılarını suratımıza kapamaz, ded i : sonra
Fatma'yı göstererek. belki de çocuğun madrabaz
Kazayak Hamit'e rehin bıraktığımız gümüş bilezi­
ğini de kurtarırız. Bunca eş dost arasında yalnız
Ümmüşan Ana insan çıktı. Kara günümüzde bile
selamı sabahı kesmedi . ded i .
Delika nlının biri:
- Derler a, kaptanın iyisi fırtınada, dostun
gerçeği de fıkaralık, hastalık ve hapishanede belli
olurmuş, d iye mırıldandı.
O sonsuz mavi derinleyişe gök kubbesi de­
mek gülünç olurdu. Öteki delikanlı ellerini boynu­
nun altına almış, kayığın baş tarafından sırtüstü
uzanmış, bakışını ta yükseklerde yapayalnız çark
eden bir martıya takmıştı . Dudaklarından usul

66
usul bir denizci türküsü telleniyordu. Ateşoğlu
açık göğe bakınca, yeryüzünde, yüzüne karşı ka­
patılan kapıları unuttu galiba ve:
- İnsanın parası olmalı da, çoluğu çocuğu
koca bir kayığa doldurmalı : bugün bu koya demir
atmalı, yarın öteki koya palamar bağlamalı . Ço­
luk çocuk biraz dünya yüzü görsün bari . ded i .
Küçük Halil de:
- Ateşoğlu amca , deniz neden şimdi mavi.
şimdi yeşi l , şimdi mor oluyor da, bardaktaki su
gibi hep beyaz kalmıyor? diye sordu.
Ateşoğlu sakalım sıvazladı :
- Allahın hikmetidir evladım. Balıkçıların ha­
vayı anlamaları ve ne zaman denize açılabilecek­
lerini ve ne zaman karada kalacaklarını bilmeleri
için renkler değişir, diye cevapladı .
Birbirinden güzel burunlar ve koyların önün­
den geçiyorduk. Ama her ne kadar dazıra dazıra
yemliyorduksa da paraketeler yemlenmekle bitmi­
yordu. Dile kolay , bin iki yüz iğne yemlenecekti.
Bir süreden beri Ateşoğlunun telaşlı telaşl ı , " Ha
davranın! Elinizi tez tutun! " deyişinde , "Yem işi
vaktinde bitmezse avlanamayız, o zaman açlık
ensemize yapışır" yollu acı bir kaygı vard ı .
Be n çabuk olayım derken sapıtınaya başla­
dım. Neyse Fatma , el çabukluğu marifet, hataları­
mı bir çırpıda düzeltiyordu.
Artık sular kararıyordu . Bir buruna yanaşhk.
Kıyıdaki çarnlar, kanatlarını yumup uykuya varan
kuşlar gibi birbirinin koynuna sokulup kapanıyor­
lard ı . Salamastralar gıcırdıyor, her itişte üç balık­
çının çıplak ayakları çat diye farsların üzerine vu­
ruyor, cam gibi durgun denizi bir saatin tik takı
kadar düzenli "fişyu fişyuuu''larla öttürürke n , arka-

S?
da da halka halka yayılan çemberler bırakıyordu.
Halkalar çarnların uyuyan yanlarına değince onlar
da uyanıyor ve "'fişyu"ların temposuna uyarak te­
pelerinden ayak uçlarına kadar salınıyorlard ı .
Ateşoğlu. paraketenin ilk şamandırasını deni­
ze attı ve paraketeyi bir ucundan suya sal maya
başladı . Üç bin kulaç uzunluğundaki parakete di­
be inerken bembeyaz ahtapot yemlerinin aralıklı
dizisi cami mahyalarının sıra sıra kandilleri gib i ,
kara derinliklere pırıldıya pırıldıya çöküyordu. Ak­
şamleyin tek tük pırıldıyan yıldızlara karşı lık kala­
balık bir kıpraşmayla kaynaşma vardı. Geceyi en­
gin dolanışıyla samanyolu kuşamışt ı . O a n , Ege
balıkçıları artık şuralı ya da buralı değildik; evre·
nin dokunuşunu denizlerimizde duyuyorduk: ev­
renliydik artık. Denizlerle. dağlar taşlar ve yıldız­
larla birlikte hep çocuktuk . . .
Farkında olmadan Fatma·ya:
- Nedir acaba bu yıldızlar? diye sordum.
- Göklerde mısır buğdayı patiatıyorlar galiba ,
dedi.
Yıldızlarda. annemin evde patiattığı mısır
buğdayı kokusunu andıran bir sıcakkanlılı k vard ı .
Sanki g öklere avuç avuç mısır taneleri savrulmuş­
tu. Güney gecesinin ateşli koynuna değen tane­
ler , neşe ve ateşle patlayan yürekler gibi çat pat
çakıyorlard ı . Fatma'ya:
- Gerçekten öyle galiba . dedim.
Paraketelerin döşenmesi bitince kayığın gü­
vertesine bağdaş kurduk, favamızı ve yemden art­
mış olan ahtapot parçalarını yed i k. Ateşoğlu ile
öteki delika nlılar birer sigara sarıp tellendirdiler.
Ateşoğlu:
- Artık vakit oldu, paraketeyi kaldıralım, dedi.

68
Sismillah diyerek ilk şamandırayı kaldırdı . İpi
sağa sağa kayığın içine almaya koyuldu. Hepimiz
Ateşoğlunun yüzüne bakıyorduk. Balıkçı parake­
teyi değil. sanki kader ipini çekiyordu. Birdenbi­
re:
- Balık vuruyor. ded i :
Hepimiz göz kulak kesildik. İ l k balık iki o kka­
l ı k bir mercan kırmasıydı . Ateşoğlu. " Çocukları­
ının ekmeği" diye şakkadak balığın kırmızı yana­
ğını öptü . Yirmi otuz olta sonra bir tane ve biraz
ötede de birkaç tane balık daha çıkt ı . Ateşoğlu:
- Çok şükür Allaha, ekmeğimiz çıkıyor, ded i .
Yüzü gülüyordu. Arasıra , "Ya nasip ! " diye
ncıralar atıyordu.
Fener . ambar içini. aydınlatıyordu. Orası . çır­
pınan mercan kırmalarının kırmızısı , şarapnellere
benzeyen vlahos balıklarının parlak çeli k mavisi,
lipsosların şafak aydını pembesiyle dipdiriyd i .
Derken zminera denen b i r yılan balığı geldi . Biz
gibi sivri ve delici gözleri , kaplan sarısı üzerine
mor hareli gövdesiyle ürkünç bir ölüm parçasıyd ı .
Ateşoğlu o n u tez elden ambara attı . Balık. kayı­
ğın tahtalarını çatır çutur kopardı, kızdı kıvratt ı .
kendi kuyruğunu ısırd ı . Büsbütün kudurarak başı­
nı kaldırdı ve her tarafı fırıl fırıl dolaşarak -tövbe
tövbe- Hazreti Allah gibi her yerde hazır ve nazır
olmaya kalkıştık Ben , Fatma ve küçük Halil eli­
mize geçirdiğimiz yek ve sopalarla hakkından gel­
dik.
Bu sırada Ateşoğlu:
- Parakete ağırlaşt ı , ded i .
Alnından şıpır şıpır ter damlıyor, derin derin
soluyordu. Gövdesinin bütün gücüyle ipe asılıyor.
kayık küpeşiesini denize renk getiriyor, a ma ipi

69
ancak karış karış alabiliyordu. Avuçları kanadı .
Bir küfür savurdu.
- Zaten o cenabet çıkı nca paraketenin takıla­
cağını anlamıştım, dedi.
O cenabet dediğ i . yılan balığı idi. Bal ık para­
kete ipini yüz seksen kulaç dipteki kayalara dolaş­
tırmış ve dibe tutturmuştu.
Ateşoğlu:
- Olmayacak, simidi getiri n , dedi .
Simit, on okkalık bir demir halka idi . Parake­
tenin i pi simidin içine geçirildi. Simide de ayrı bir
ip takıldı . Simidin ipini Ateşoğluna verdiler. Sirnit
dibe gidip taşları kıracak ve parakete ipini kurta­
racaktı . Ateşoğlunun bir elinde parakete ipi, bir
elinde sirnit ipi , sıra ile birisini koyuverip ötekine
asılıyordu. Parakete kurtarılmazsa geçim aracı da
dipte kalmış oluyordu. Ateşoğlu ipleri sarsıp , çe­
kip , sağa sola, ileri geri gidip gelirken birdenbire
sevinçli sevinçli , " Kurtuldu!'' diye bağırdı .
Hepimizin yüzü güldü. Birkaç balı k daha al­
dık. Ama biraz sonra parakete gene takıldı. Gene
sirnit salındı. Ateşoğlu:
- Bu sefer fena tutuk. Dipte de bin beş yüz
kulaç ip daha var. Çattık mı belaya! Balıklardan
vazgeçtim , ipleri bir kurtarsam ! Daha ipierin pa­
rasını Kazayağa ödemedik. Allah belasını versin
böyle zenaatın! diye inliyordu.
i pleri yukarı aşağı kaldırıp salıverdikçe ipler
testere gibi hır hır ederek küpeşteyi kesiyorlardı.
Birdenbire Ateşoğlu:
- Şimdi ne halt edeceğiz? Sirnit d e d ibe takıl­
dı, dedi .
Rüzgar almaya başlamıştı. Yitirilecek zaman
yoktu. Bir saat kadar uğraştılar. Ateşoğlu:

70
- Ne yapalım, alnımızın kara yazısıymış. Bari
ipleri dipten koparsak da, onların dipten yüze ka­
dar gelen kısmını kurtarsak dedi.
İki ipi kayığın bir babasına bağladılar. Hepi­
miz güvertenin ortasına dizildik. Bir sağa bir sola
eğildikçe kayık bir sancak, bir iskele tarafına yılı·
yordu. İpi böylece dipteki kayaya sürte sürte ko­
paracaktık. Hepimiz sanki dile gelmez bir işken·
ceye tutulmuş, kıvranıp dövünen altı gölge halin­
de saatlerce uğraştık. ama tambura teli gibi geri­
len ipler bir türlü kopmuyordu. Ta neden sonra .
Ateşoğlu. kırık bir sesle:
- Burada sabaha kadar hoplayıp duracak de­
ğiliz ya. Vaktinde yetişmezsek paraketeden olduk­
tan başka, balıkları da korkutacağız. Dip kayalar
keskin değil , ya da yosunla örtülü, ip kopmuyor
işte. Takın kürekleri! dedi.
İki genç , kırareasma küreklere dayandılar.
Ama kayık yerinde bağlı kalıyordu. Sanki dipler,
paraketeyi tutmakla kalmıyor, kayığı da istiyorlar­
dı. Kapt a n . ·verin bıçağı!" d iye bağırarak güver­
teden ambara atlad ı . Sanki kendi damarlarını ke­
siyormuş gibi i pleri kesti. Acele ile öteki şamandı­
raya gittik, ama işimiz orada da pek kötü gitti.
Karadan mersin dalları kesip kayığa getirdik.
Rüzgar öndendi. Volta vurmakla Bodrum'a vak­
tinde yetişilemezdi. İki delikanlı tek küreklere da­
yandılar. Ateşoğlu, " Hak tüüh! " diye iki avcuna
tükürerek, onların arkasında durdu ve daha kısa
olan çift küreklere yapıştı. Bodrum'a kadar, yani
otuz beş mil kürek çekeceklerdi .
Onlar yaradana sığınarak ha bire denizi ka­
zırlarken Fatma:
- Bana bak da ne yaparsam yap , dedi .

71
Ambara bağdaş kurup feneri aramıza aldık.
Balıkların ağızlarını ve kulaklarını açıp tuz serpi­
yor ve ağıztarla kulakların açık kalmaları için ora­
ya mersin dalcıkları sıkıştırıyorduk: sonra da ba­
lıkları baş aşağıda kuyruk yukarıda. güverteye yan
yana istif ediyorduk.
Bu iş bitince oturduğumuz yere kıvrıldık. Gö­
züme uyku g irmiyordu. Gök ve deniz baştanbaşa
bir pırıltı ve çalkantı idi . Yıldızlar kıpır kıpır kıpır­
dadıkça . köşeleri kırpılmış panltı kırpıntıları mil­
yon kere milyarca şakrayan yağmur damlaları gi­
bi harıl harıl boşanıyor ve denize düşüyorlard ı .
Ne güzel evrendi b u ! Ama kayıkta kan ağlayan
insanların yanıbaşında, bu güzelliği tatmak değil
sezinlemek bile onlara karşı işlenmiş bir suç duy­
gusunu veriyordu. Ne var ki daha çocuktum . Ço­
ğu büyüğüm olan insanlarda bir güzellik, bir iyilik­
le bir doğruluğun bulunduğuna inanıyordum. Her
nedense arada ben de, kayıktakilerin çekmi ş ol­
dukları güçlükleri ve i şkenceleri hep dünün ve bu­
günün gel geç kötülükleri, çirkinlikleri ve gecenin
kabusu sayıyordum. Yarınınsa mutlaka göklerde
ve denizlerde gördüğüm güzelliğe denk güzellikte
ve iyilikte olacağına -zincir kemiğime bel bağladı­
ğım kadar- i nanıyordum. Gördüğüme nasıl inan­
mazdım ki, gördüğüm güzellikler, bu dünyayı ha­
bis bir ruhun yaratmadığını bana. göz göre göre
doğruluyordu. Böyle düşünceden düşe düşten dü­
şünceye vara gele uyuyakalmışım. Arasıra uyan­
dıkça üç balıkçının kapkara yükselen gölgeleri
üzerinden yıldızların kıvılcımlar gibi arkaya ak­
makta olduklarını gördüm. Üç dev heyula geceyi
yara yara yıldızlar arasında yarına ilerlemekteydi­
ler. Gene uykuya dalmışım.

72
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum . Birdenbire
ben i , acı bir çığlık uyandırdı . Söz ve bilinçten yır­
tılarak ayrılmış kapkara bir yasın bağrışıydı o. Yü­
reği m kıyıldı , tüylerim ürperdi. Kayı k bir burnu
kıyılıyordu. Bağınş oradan geldi . Bir kadın sesiy­
di:
- Balı kçılar! Kara bahtlı bal ıkçılar! Hah hah
hah ! diye karanlıkları yırtıyordu. Kayıktakilerin
hiç aldırış etmediklerine şaştım . Hepsi de:
- Deli Zehra , dediler.
Fatma bana anlattı. Bu Zehra , geli n olacağı
gece kocası olacak adam çok sarhoşmuş, arka­
daşları onu gelin evine sokarken . göreneğe göre,
şaka olsun diye yumruklamışlar ve "'Kı lıbı k ! " ' de­
mişler. Herif kan çanağına dönen gözlerle ve iç­
kiyle yamrı yumrulaşarak kenarlarından salya sı­
zan bir ağızia içeri dalınca, gelin tutamadığı bir
tiksintiyle oturduğu yerden irkilmiş. Teller ve du­
vaklar bir çağlayan gibi, fişş ederek ayak ucuna
akmış. Herif: "'Vay, sen beni kılıbık sanıyar d a ilk
görüşünde bana meydan okuyup irkiliyorsun ha?"'
diyerek olanca gücüyle Zehra'nın alnına bir yum­
ruk indirmiş. Kız yere devriimiş ve delirmiş. Köy­
lülerde bir görenek varmış. Birisi delirince, onu
dağlarda serbest bırakırlarmış. Köylülerin fikrin­
ce , kuzular, koyunlar, keçiler , hatta karaca, ge­
yik, dağkeçisi ve başka tatlı bakışlı hayvanlar deli­
ye yavaş yavaş alışıyar, ona sokulup çevresinde
toplanıyor ve onunla kardeşmişler gibi yaşıyorlar­
mış. O hayvanların tatlı bakışlarının deliler üzerin­
de sakinleştirici bir etkisi oluyormuş. İşte b u yüz­
den Zehra'yı başıboş bırakmışlar. O da gece gün­
düz dere tepe gezer, arasıra da bağırırmış.
Ben yine dalmışım. Ne kadar daha uyuduğu-

73
,mu bilmiyorum. Derken, Ateşoğlunun perişan bir
sesle Fatma ile konuştuğunu duydum:
- Kızım kal k, sen de Halil de küreğe yardım
edi n , diyordu.
Fatma ile ben, bir tek küreğin deniz yanına,
Halil d e arttaki tek küreğe ellerimizi dayadık. Bü­
yüklerin güçlü itişine kendi çocuk gücümüzü katı­
yorduk. Kaptan arasıra doğuya bakarak dişleri
arasından , 'Neredeyse gün doğacak. daha da altı
milimiz var" diye mırıldanıyordu. Ona göre, d o­
ğacak olan gün değil cehennemdi. Bir saat kadar
kürek çektik. Rüzgar dindi. Yeni günün muştucu­
su yeşil bir ağartı peyda olunca , kıyı kuşları gü­
nün eşiğinde cıvıldaşmaya koyuldular . Tanyerinin
üstünde sabah yıldızı çil çi! gülüyordu. Sabah rüz­
garı da serin serin aldı. Kapta n , " Mola kürekler,
issa yelken" dedi. Çok geçmeden kalenin kapka­
ra kayaları ardı ndan, Bodrum limanı feneri ve kı­
yısındaki evlerin tek tük ışıkları gözüktü. Ateşoğ­
lu:
- Bak, fırıncı Şalvaroğlu, fırın ağzını a çıp ka­
padıkça ateş kıpkırmızı yanıp sönüyor, dedi.
Delika nlının biri :
- Herif erkencidir. Madrabaz Ragıp Ağa ile
Kazayak da öyleydiler a ! Yelkenimizin Ayaıma
Burnundan çıktığını görünce küfeleri alıp deniz
kenarına koşmuşlardır. Şimd i , sen alacaksın ben
alacağ ı m diye boğaz boğaza kavga ediyorlardır,
dedi .
Ö teki delikanlı ekledi:
- Gözü doymaz herifler! Birbirinin gözlerini
oymazlarsa hatının kalır. Asıl cinime giden şey,
değme sıkıntı ile tuttuğumuz b al ı klardan, bu herH­
Ierin bizden fazla kar etmesidir.

74
Ateşoğlu da :
- Ne yapalım evlat, dedi, dünya böyle kurul­
muş. A canım sen de, bunun iyisi de . kötüsü de
eğreti şeyler dedi ve başını sallad ı .
Kaleyi geçince yelkenleri boğduk. Gümrüğe
pratika verdik. Mirisinin alınması için , balığın yir­
mi iki okka olduğu. dört beş deftere yazılıp çizil­
di. Karantinaya uğrayarak, hasta olmadığımızı
defterler ve belgelerle ispat ettik.
Kol ve bacak kemiklerimiz yorgunluğun sızı­
sıyla neyler gibi ötüyorlardı. Ateşoğlu. " Haydi
mahalleye" ded i . Ses menziline girince. madrabaz
Ragıp Ağa, kıyıdan :
- Kaç okka? diye bağırd ı .
- Yirmi iki! . . . diye cevap haykı rıld ı .
Palamar bağlarken. Fatma'nın halasının beş
altı tavuğu peşine takarak kıyıya gelmekte oldu­
ğunu gördük. Ama kaptanın neşesizliğinden avın
bereketli olmadığını kestirdi . Sokak aralığından
Kazayağın ı n sesi de duyuldu:
- Sabah sabah el oğlunun balığını satacağım
diye uykundan ol, sonra sana nankörlük etsinler
de, balıkları Ateşoğlu gibi ateş pahasına vererek
insanı zarara soksunlar, diye bağıra bağıra Ragıp
Ağanın yanına geldi.
İ kisi de :
- Balıkları hele bir getirin de ne biçim şeyler
olduğunu görelim, dediler.
Balıklar çıkarılınca, madrabazın biri :
- Merca nlar az, çoğu vlahos gibi ıskarta şey­
ler. . . derken, öteki balığın birini koklayarak:
- Ööff f ! Leş gibi kokuyor. Bu kokmuş şeyle­
re ne istiyorsun? diye soruyordu .
Ateşoğlu, g ü r bir sesle:

75
- Altmış paradan bir mangır aşağıya olmaz,
ded i .
Kazaya k :
- İnsaf et be yahu! İki okka balık satarak mil­
yoner mi olmak istiyorsun? Müslümancasına bir
şey iste! diye haykırdı.
Ragıp Ağa ise, Kazayağı kolundan tutup uza ­
ğa çekmeye uğraşıyordu:
- Vazgeç be! Gitsin de satabilirse kendi sat­
sın! diyordu.
Delikanlının birinin tepesi attı :
- Kızdırmayın ben i ! Satamazsak tuzlar d a .
hepsini oturur yeriz . H e m b u balığın neresi kok­
muş? . . . Mis gib i kokuyor. Şunu da söyleyeyi m:
Parayı sonra vermek yok. Senden para almak,
balığı denizden çekmekten zor oluyor, dedi .
Ateşoğlu:
Haydindi, elli paradan verin : hayrını da gö­
rün . Zaten yorgunuz, bizi üzüp durmayın, diye
ekled i .
Fatma'nın halası Ateşoğluna:
- Gelin , size ateş yaktım, çorba pişirdiın, di­
ye söze karışıyordu.
Yarım saat al takke ver külah pazarlık ve iki
taraflı savrulan bir sürü küfürden sonra balıklar
okkası elli paradan satıldı.
Paralar bir mendile kondu ve Ateşoğlu bir
eline mendili ve öteki eline de büyücek bir mer­
can kırması ald ı . Ateşoğlunun evinde, mendil ye­
re serild i . İki delikanlının payları ayrıld ı . Çorbayı
sessiz sessiz içerken kapı çalındı . içeriye hıçkıra
hıçkıra, salt kapkara göz kapkara bakış kalmış,
orta yaşlı zayıf b ir kadın gird i . Göğsünde uzun bir
bohça taşıyordu. Onu yere koydu. Açtı . Yedi yaş-

76
!arında , bir deri bir kemik kalmış, ölü bir kız ço­
cuğu idi . Ateşoğluna :
- Sizlere ömür geceleyin öldü. Son olarak.
"Babamı istiyorum" diye haykırd ı . A h . yavrucuğu­
m? gönl ümün isteğince bakamadım. Babası i ki
aydan beri Yoran taraflarında balıkta . elimizde
avcumuzda da b i r �ey yok. Şilteyi Kazayağa gö­
türdüm. Ne olaca k , ben yerde yatıveririm dedi m .
Eski diye şil teye uir şey vermed i . Yavrucağı ke­
fensiz, çiçeksi z . susuz mu gömeyim'? Belediye
Başkanı Katırcıların Ağcıya gi ttim. "Babası balık­
çı , kuyudan kova dolusu su çekiyormuş gibi balık
çekiyor. Para kazanıyor. ona kefenlik mefenlik
verirsek fakir fukaraya ne kalır?" dedi.
Kadın bu sözleri söyleyince çocuğu kaldırıp,
"Yavrucuğum ! " diye bağrına bastı. Bağazımda
sanki yumruk kadar bir düğüm düğümlendi . H ıç­
kırarak ağlamaya koyulmuşum. Ateşoğlu ile iki
delikanlı :
- Sen merak etme Emine kadın, ne gerekse
biz yaparız. Denizcileri n çocukları denizcilere
emanettir, dediler.
Ateşoğlu kalkıp delikanlıları bir köşeye çekti.
Cebindeki paraları onlara verdi . Delika nlılar da
kendi paralarını saydılar ve o parayı kendilerinin­
kine kattılar. Sonra i kisi de kefenlik ve şu bu al­
mak ve ölü yıkayıcısını çağırmak üzere dışarı fır­
ladılar. Yarı içiimiş çorbayı artık içen olmad ı .
Ateşoğlu odanın bir yanında duran mercan
kırmasını bana göstererek:
- Onu al da babana götür oğlum, ded i .
Sonra k ı z kardeşine dönerek:
- Hazırlıklar bitineeye kadar -yani çocuğun
gömülmesi için yapılacak hazı rlıklar- biraz uyku

77
kestireyim. Oradan -yani mezarlı ktan- dönünce
hemen denize açılayım. Ay karanl ığıdır; belki pa­
raketenin acısını ağlardan çıkarırız. dedi .
Artık güneş adamakıllı yükselmişti. Ben . Ate­
şoğlu ve kız kardeşi. hep birlikte evden çıktık.
Evin önünde bir arsa ve onun da ortasında bir
harup ağacı vard ı . Gölgesine, kuru toprak üzeri­
ne Ateşoğlu üç. üç buçuk karış aralıkla üç taş d iz­
di. Şaka değil , otuz beş mil kürek çekmişti . Yor­
gunluktan adeta yere yuvarlandı. Başını orta taşa ,
ellerinde toplanan kara sular geriye aksın diyerek
iki elinin bileklerini de sağdaki, soldaki taşiara
koydu. Elleri böylece yüksekte duruyordu . Onlar
parakete ve kürek çekmekten . muz salkımları gibi
şişmişlerd i . Hemen uykuya dalmak gayretiyle
gözlerini yumdu. Ağzı yarı açıktı . Denizin ve fırtı­
naların kahrını çekmekten yüzü, bir i nsan yüzü
olmaktan çoktan çıkmıştı . Oracıkta çarmıha geril­
miş gibi uzamrken onda, evin içinde yerde yatan
ölü çocuğun hal i vardı . Kız kardeşi evden bir iki
yastık kapıp getird i . Ateşoğlu ona:
- A canım Halime, hep böyle yaparsı n . iste­
mem be. Şimdi hamlamanın sırası mı? Sırtımızı
pamuğa , kuş tüyüne alıştırırsak. sonra balığı kim
avlar? Böyle şeyler bizlere göre değil be kardeş!
ded i , gözlerini yine kapadı .
Ben , elimde balığı saliaya saliaya ve i çi mden,
"Mademki bi rkaç saat sonra gidecekler, ben de
ne yapar yapar, birlikte giderim. O kula gidip to­
pal hocanın nefes kokusunu kim dinler?" diye dü­
şünerek evin yolunu tuttum.
Annem ocağı yakmış, cezveyi sürmüş, baba­
mın uyanmasını bekliyordu. Ona neler gördüğü­
mü kısaca fısıldadım. Balığı bıraktım. Peynir ek-

78
rnek istedim. Babamın beni ikinci kez balığa bı­
rakmayacağından korkuyordum . O uyanmadan
önce ortadan kaybolmalıydım. Anama. balığa gi­
deceğimi söyledi m . Tersane diye kullanmış oldu­
ğum yıkıntının gölgesine kıvrıldım . Bir iki şekerle­
me kestirir gibi oldum. Ama içim rahat etmiyor­
du. Ateşoğlunun bensiz kalkıp gideceğinden kor­
kuyordum . Doğru onun evine gittim ve görünme­
den uzaktan gözetled im.
Cami müezzini. ölü yıkayıcısı, iki delikanlı.
Kirpi Halil Usta ve daha birkaç balıkçı ve denizci­
nin geldiklerini gördüm. Sonra, Ateşoğlunu uyan­
dırı p eve çağırdılar. Oradan , i ki el i üzerinde bir
tepsi taşıyormuş gibi . ufacık bir tabutu taşıyarak
çıktı . Kafile düzüldü. Yedi seki z kişiyd iler. Ben de
onlara katıldım. Evden çocuğun annesinin sesi
duyuluyordu:
- Ah yavrucuğum, seni kara topraklara mı
götürüyorlar? Baban seferden gelecek "Çocuk ne­
rede?" diyecek. Ottan paçavradan oyuncak bebe­
ğini , bayramda tıkırdatarak giydiğin kırmızı tas­
malı nalıncıklarını görecek. Oysa, seni bir daha
hiç göremeyecek! diye ağlıyordu.
Ateşoğlunun yüzü kaskatı dondu. Tabutu
seyrek kafileyi teşkil edenler sıra ile taşıdılar. Yal­
nız, zavallı Halil Ustanın bir eli değneğinde oldu­
ğu için taşıyamadı. Arasıra topallaya topallaya ta­
buta yanaşıyor, bir eliyle tutmaya çalışıyordu.
M�zarlıktan dönünce , dosdoğru kayığa gitti k.
Ben işte orada bir yalan söyledi m . Ateşoğluna :
- Ateşoğlu amca, babam bana seninle yine
balığa gitmemi söyledi , dedi.
Yüzüme baktı, güldü.
- Haydi gel evlat, ben de küçükken senin gi-

79
biydim. Çakmadım sanma, babandan paparayı
birl i kte yeriz! ded i .
Ben hemen kayığa hoplayarak saklandı m .
B u i ki nci seferde. paraketeleri değil -onların
epeycesir;ıi denizin dibinde bırakmıştık- barbunya
ve başak ağları aldık. Ateşoğlu. boyuna havaya
ve den ize bakıyor. " Dalgalar kıvrılıyor. demek ki
rüzgar değişecek" ya da "Deniz ağarıyor, demek
ki rüzgar dönecek" diye mırıldanıyordu. Delikanlı­
ların biri:
- Ateşoğlu amca, bal ı k aviarnaya mı , yoksa .
atasözü d inlemeye mi geldik? dedi.
Ateşoğlu. ona hiç aldırmadan:
- Ufuk sabahtan beri buğulu, demek ki yağ­
mur var. ded i .
Delika nlı :
- Mademki yağacak, niye denize açılıyoruz?
diye sordu.
Ateşoğlu:
- Havada yağmur, ambarda kupes balığı di­
ye cevapladı .
Öteki delikanlı:
- Gerçekten gök bugün madrabaz Kazayağı n
suratma benziyor. diye söze karıştı .
Bir gün önce parakete almış olduğumuz ye­
rin biraz berisine demir attık. Güneş batmazdan
az önce karaya çıkıp ateş yaktık. Yemek pişiri­
yorduk. Yan ıbaşı mızdaki yaban sakızı çalılarının
arkasından yine deli Zehra'nın çığlığı : "Kara baht­
lı balıkçılar! Hah hah hah!" diye sessizliği yıttı .
Çalılar çatırdadı ve Zehra meydana çıktı . Kapka­
ra çukur gözlü bir kadındı. Simsiyah saçları birbi­
rine yapışmış, başından, omuzlarında n , kuyruk
kuyruk sarkıyorlard ı . Bakışı çığlığından da acıyd ı .

80
Kadı n önümüzde gene bağırdı . Bir i n san bağrın ı n
b u kadar kara bir acıyı nasıl barındırabileceğine
şaştım. Donmuş. kara bahtlı bir yüz. Dayanabile­
ceğinden çok daha fazlasını çekmiş bir çocuk yü­
zü. İ nsan o kadar a cıyordu ki , bakışı nın önünde.
onun kadar mutsuz olamadığına utanıyor. " Beni
bağışla ! " diye yalvarası geliyordu. Yemek verdik.
kabul e tmedi . Kıyıdaki yüksek kayaların üzerin­
den yürüyerek uzaklaştı . Fatma'ya,
- Kayalardan aşağıya düşecek, peşisıra gide­
lim de yardım edel im. dedim.
- Korkma ! dedi . beni alıkoydu.
Haklıyd ı . Çünkü Zehra'nın bacakları, ayakla­
rı. elleri bir dağ keçisi anlayışıyla yolunu ve basa­
cağı yeri seçiyordu. Biraz sonra kayalardan saptı .
ormana doğru yürüdü . "Hah hah hah ! " diye h ı r­
çın hırçın gülerek ağaçların arasında kaybolup
gitti .
Ondan sonra. beş altı köylü çıkageldi , Ate­
şoğluna :
- Balıkçı baba, efem -yani ağabeyim- hasta ,
bize balık ver, dediler.
Anlaşılan kıyı köylüleri balığı hem yeygi,
hem ilaç sayıyorlard ı . Ateşoğlu:
- Evlatlar, daha avianmadık İnşallah tutarız
da, geli rsiniz size veririz, dedi .
- Eyvallah , deyip ayrıldılar.
Akşamieyin ağları döşed ik. Sertçe bir rüzgar
esiyordu. Hırçınlaşıp çırpınınaya başlayan deniz­
de dizi dizi mantarlar şeytan tarafından çalınan
bir kemençenin temposuna, lazvari bir oyun tut­
turmuşlard ı . Gün , bir daha doğmayacakmış gibi
battı. Işık yavaş yavaş d inmedi ama, çürüyüverip
bozuldu. Avımız çok bereketliydi. Kayık arnbarı

81
yarı yerine kadar, kupesierin erimiş gümüşüyle
doldu. Ne var ki Ateşoğlunun yüzü güleceğine ka­
rarıyordu. " Hava çok koyacak, ben kemiklerimin
sızlayışından anlıyorum , " diyordu. Dediği gibi de
oldu. Deniz birdenbire yoksullaşıveren sularının
bütün yalnızlığınca . garip garip inlemeye koyul­
du. Rüzgar arkadandı. Hemen yelkenler issa edil­
di. Delikanlıların küçüğü:
- İzmir'de Karşıyaka'dan geçen trenin düdü­
ğü gibi öten nedir? diye sordu.
Ö teki si.
- A budala , ecinniler. dün akşamdan beri kı­
yı boyunca ray döşemediler a . Ekspres gibi gelen
şimendifer değil . rüzgar , diye cevap verd i .
Ateşoğlu, çığrışarak üzerimizden geçen mar­
tıları göstererek:
- Buncağızlar, hep telaştı telaştı karaya d oğ­
ru uçuyorlar. Galiba kızıl kıyamet kopacak. Yeke­
yi hep sancağa bas. Bir ayak önce yetişelim. Ha­
va hiç de hoşuma gitmiyor, dedi .
Güneş battıktan sonra havanın zindan gibi ka­
rarmasına karşı , deniz şiddetle fosforlandı. Akan
dalgalar sanki bir alev seliydi. Fırtına azdıkça azdı.
Rüzgarla biçilip savrulan sular, enselerimizi yakan
kamçı salışlarıydı . Birdenbire Ateşoğlu:
- Mayna yelken! Çabuk! i pleri kesin ! diye
bağırd ı .
Delikanlının b i r i . bıçağı çekip dişlerinin arası­
na kıstırd ı . Kedi gibi direğe tırmandı . Ötekisi:
- Allah belasını versin ! Sonra yelkensiz ne
yapacağız? dedi .
Ateşoğlu,
- Ağzını topla, küfrün sırası değil? Allahın
elindeyiz! diye b ağırd ı .

82
Bunu duyunca küçük Halil. "Ana! Ana! . . di­
verek avazı çıktığı kadar haykırıp ağlamaya başla­
d ı . Direk başındaki delikanlı :
- Sesini kes be ! Yoksa aşağı iner. alimallah
-;eni tekmelerim. ded i .
İki sağanak aralığında kesilen yel ken , amba­
ra düştü. Ö teki delikanlı. rüzgar gelip yelkeni
kapmada n . onu toparlayıp . başaltına tıkt ı . Fatma
ıle ben, eski püskü tenekelerle. kayığın suyunu
. ı t ıyorduk. Fatma:
- Halarn havayı görmüştür. Kurtulmamız için
lıoyuna secdeye yatıp kalkıyordur. dedi.
Deli kanlının biri:
- Neredeyiz acaba? diye sorunca Ateşoğlu :
- Allaha emanetiz! diye cevapladı.
Küçük Halil yarı ağlar bir sesl e . "Bırakın ağ­
l.ıyayı m . beni tekmelemeyin" diye yalvarıyor ve
kendini tutarnayarak ciyak ciyak "Ana! Ana! . . .
d iye bağırıyordu. B u sırada kıyıdan bir fışıltıdır
l ıaşladı. Delikanlıların biri :
- Kale kayalarma yaklaşıyoruz. Kayaları duy­
ı nuyor musunuz? ded i .
Ateşoğlu:
- Bu fışıltı, kalenin düzgün kayalarının fışıltısı
değil . Ayazma Burnunun kargaşalık taşlarının sesi
deyince, ambara atlayıp eğild i , farslara kulağını
dayadı.
Başını kaldırınca:
- Ben size demedim mi? Burası kale deği l .
/\yazma Burnu. d i p tam beş kulaç. Elhamdülillah
kurtulduk. Neredeyse liman feneri görünecek. ded i .
İkinci balık seferim d e böyle bitti .
Eve döndüm . Anam azarladı . Ertesi günü ba­
lıam bana rıhtımda rastladı :

83
- Mektep d ururken burada işin ne a köpek!
diye çıkıştı .
O anda, iki kayık, ufukta ayak uçlarına kalk­
mış gibi duruyorlardı : o yüksek noktadan sanki da­
ha ötelerini görüyor ve gördüklerini bana muştulu­
vorlardı. Beni . duruşlarının diliyle. "Gel . gel deniz
_yavrusu! Okulda işin ne? Seni açığa götürelim ! " di­
ye çağırıyorlardı. Hele küçük adalar! Onlar tıpkı
benim gibi çocuktular . Başlarını ufkun ötesinden
kaldırmışlar. ''Gel de birlikte oynaşalım!" diyorlar
sanki. Hayret ve hayranlıkla açılmış bir ağız. umut­
la yanan gözlerle bakakalmışım. Babam:
- Sana söylüyorum! Nereye bakıyorsun?
Arş! Doğru mektebe! diye gürledi .
Ayaklarımı sürükleye sürükleye çekildim.
Babam anlamıyordu yahu. İki kere balığa git­
mekle artık okuldan büsbütün sıtkım sıyrıl mıştı.
Kendimi bildim bileli -kötü ya da iyi- dinledikle­
rim hep deniz hakkındaydı. Kadınlar el değirme­
ninde buğday, arpa öğütürken, kirmanla ip eğirir­
ken , dizlerinde ayran testisini çalkalarken, kıyıda
çamaşır tokaçlarke n , dibekte bulgur döverke n .
bütün davranışları n ı mırıldandıkları b i r deniz tür­
küsünün temposuna uydururlardı. Beşikteki yav­
rularını saHarken anaların söyledikleri ninniler.
hep deniz efsaneleriyd i . Hele o mehtaplı düğün
gecelerinde parmaklarını ve damaklarını şaklata­
rak, bellerini kırmaya bir koyulmasınlar. gövdele­
rini süzdükçe , tepeden tırnağa akan ay ışığını bü­
küyor, büküyorlardı da, o müzik telini gönlüme
dolayıp, açık denizlerdeki mehtaplı gecelere çeki­
yorlardı . Oyunları , umut, sevgi , keder, öfke ve
sevinçleriyle bir deniz bildirisiydi.
Babamın bunlara kulağı mı tıkanmıştı ne? Ki-

84
mi vakit l imanımıza bağlı bir geminin batlığını du­
yardık. Boğulanlar için duyulan kederi herkesin
yüzünden okur. boğulanların öksüz kalmış çocuk­
larına sokakta rastlar, onların evlerinin önünden
geçerken kadınlarının hıçkıra hıçkıra ağladıklarını
duyar, batmış gemiden kurtulanların türkülerini
kendi ağızlarından d inlerdim. Denizden soğumak
şöyle dursun, boğulanlarla beraber bulunamadı­
ğım. denizin öfkesiyle karşılaşmadığım ve ölüm
dirim savaşı da olsa denizle al takke ver külah gü­
reşemediğim i çi n hayıflanırdım .
Babamın söylediği gibi okula değil , Ateşoğlu­
na gittim . Kayığına tayfa diye almasını yalvara­
caktım. Onu harup ağacının gölgesinde uzanmış
buldum. Uykusunu uyumuş, neşeliydi :
- Nasıl? Balıkçılık güzel mi? diye sordu ve
sonra balıktayken g örmüş olduğumuz güzel yerle­
ri andı.
Demek ki balık avında çektiği sıkıntılara , uğ­
radığı zararlara, karşılaştığı tehlikelere rağmen ,
ister iy·i havada olsun, ister fırtınada olsun , Ate­
şoğlunun çevresindeki güzellikleri görmek yetene­
ği hiç de fe lee uğramıyor, denize sövüp sayarken
bile bütün o güzellikl er i . otomatik olarak içine
alıp orada alıkoyuyordu. Denizciler işte bu yüz­
den fırtınadan söz etmeyi seviyorlard ı . Ben Ate­
şoğluna, utana sıkıla, ezile büzüle niçin geldiğimi
anlattım. Ateşoğlu bir kahkaha salıverdi:
- Yooo, olmaz . . . Seni temelli kayığa alırsa m ,
baban vallah i kimizin de derisini yüzer, dedi .
Canım sıkıldı . Ö nce anlattığım gib i , Fatma
kafa dengim ve oyun arkadaşımdı. Derdimi yan­
mak için onu a radım . Ona çok inanırdı m . Ama
nasıl anlatayım, i nanmaya inanmaya i nanırdım .

85
Su gibi, deniz gibiyd i . Gönlündeki duygular. göz­
lerinin değişen renkleri gibiydi. Onları kavalayıp
yakalayamazdım. Rengin biri uyanıp yanarke n ,
nasıl değiştiğinin farkına varmadan -gözüm g ö ­
zünde- başka bir rengin kayıp gelmiş olduğunu
görürdüm. Yalnız öfkesi tam öfkeydi . Acaba öf­
kelendi mi öfkelenmedi mi denecek yeri yoktu.
Gözlerinin koyu yeşili arasında sarı kıvılcımlar
uçuşur, rüzgar esmiş, gözlerini tutuşturmuş ve on­
lara alevler saçtırmaya koyulmuş gibi olurdu.
Her neyse , Fener koyuna gittim . Sapa bir
yerde, kıyının ıssız ve küçük bir kıvrıntısına o ad
verilmişti . Ta uzaktan Fatma'nın çekilmiş parlak
bir kılıç gibi yapyal ı n gövdesinin beyazlığını gör­
düm. Farkına varmadan ben de, o da büyümüş­
tük. Beline kadar den ize girmişti. Elleriyle saçla­
rının suyunu sığıyordu. Belinden uzaklara. deniz
üzerinde göz kamaştırıcı gümüş halkalar yayıyor­
du . Ben ona d oğru yürürken bir çalının ardından
Eğriboyun İbra h i m çıkakoydu. Tepecik Mahalle­
sinin çocuklarını n zorbasıyd ı . Kend inden küçük­
leri dövmekten , onlara işkenceler etmekten hoş­
lanırdı. Fatma'nın kıyıda bıraktığı çamaşıriara
doğru yürüdü. O nları alıp kaçmaya ve Fatma'yı
da , donunu saymazsak çırılçıplak bırakmaya ni­
yetlendiği anlaşı lıyordu. Fatma da İbra him'in ne
yapmak istediğini hemen çaktı ki, denizden fırla­
yınca. elbiseleriyle kaçmakta olan İbrahim'in ar­
kasına düştü. Ben uzaktaydım. ama Fatma İbra­
him'e yetişerek. elbiselerini aldı ve onu tokatladı.
İbrahim karşıl ı k vermeye kalkıştı . Tam o sıralar­
da, çalıların ardından cıvıldaşa cıvıldaşa bir sürü
çocuk sökün etti. İbrahim. Fatma'nın saçlarını
kavramış, onu sürüklemeye çalışıyordu. ama Fat-

86
ma b i r d işi pars gibi üzerine atıldı ve onu devirdi .
Çocuklar:
- Ha görelim seni Fatma abla ! Şu herifin bur­
nunu kır ! Bize, gelin de. Fatma'yı nasıl soyup döve­
ceğimi seyredin demişt i . Dövenin kim . dövülenin
kim olduğunu ona bir göster! diye tepiniyorlardı.
İbrahim kaçt ı . Küçük çocuklar öyle sevindiler
ki. ufak koy, çığrışan ve gülüşen çoluk çocuğun
Fatma ile birlikte denize atılışlarıyla apak köpü­
rüp kaynad ı . Bu olaydan sonra . Fatma·ya, " Er­
kek" lakabı takıld ı . Onu öteki Fatmalardan ayır­
mak için, hep " Erkek Fatma" diye andılar. Ben
kıyıya gelince, Fatma:
- Ne var? diye yanıma geldi .
Ben . derdimi şimdi yanamayacağım ı , öğle­
den sonra, bizim çocukluk tersanemize gelmesini
söyled i m . Göz göze sustuk. Gözlerinin renkleri
gene kaçışıyordu. Biraz durdu. Bana di kkatle bak­
tıktan sonra:
- Olur! dedi ve denize dald ı .
Ateşoğluna g i d i p Fatma'nın ne yaptığını an­
lattım. Yattığı yerden kalkıp oturdu ve:
- Biliri m , onda Ateşoğullarının kanı vardır .
Fatma'yı alimallah i ki erkeğe değişmem, ded i .
Eve döndüğüm zama n , babam sefere çıkaca­
ğı i çin hazırlıklar yapılmakta olduğunu gördüm.
Sevinmedim dese m . yalan söylemiş olurum. Çün­
kü istediğimi annerne babamdan daha kolay yap­
tırabilirdim . Yemekten sonra soluğu . doğru bizim
eski oyun yeri ev yıkıntısında aldım. Fatma daha
gel memişti.
Biraz sonra bir ayak sesi duydum. Fatma çı­
kageldi . Ama neydi o hali? Yüzünü gözün ü bir fu­
tayla sıkı sıkı örtmüştü. Gözleri öfkeyle yanıyor­
du. Bana:

87
- Halam. denize girdiğimi duyunca. "Artık
koca kız oldun. denize giremezsi n : hem artık ör­
tünmelisin" diyerek beni örtünıneye zorladı . Ba­
bam güldü ama . ses çıkarmadı . Ben kapalı olarak
nasıl gezerim? Nah işte ! dedi.
Futasını fırlattı ve kuru duvarın üzerine sıçra­
yıp oturdu. Ben de yanına oturdum. İkimiz de ba­
caklarımızı saliaya saliaya konuşmaya başladı k :
- Seni artık örtüyorlar. bundan sonra seninle
nasıl görüşeceğim? dedim.
Yüzünü bana dönüp güldü:
- Dur bakalım hele! Belki senden kaçmam,
dedi .
Benim gülmediğimi görünce:
- Ne o , bugün canın yine çok sıkkın . Ne
var? Gene denizi mi tutturdun , yoksa deniz mi
seni tutuyor? diye sordu.
İçimde ne var ne yoksa hepsini döküp saç­
tım.
- Biliyor musun ne yapalım? Baban gider
gitmez ben onsuz varırım . Ona , gödüğüme ve an­
ladığıma göre. seni denize bırakınaziarsa kendine
kıyacağını ya da mutlaka kaçacağını söyler. onu
adamakıllı korkuturum. Baban geri dönünceye
kadar sen gitmiş olursun. Baban dönünce anan
onu yatıştırır, dedi .
Ben :
- Canıma kıymaya gelince, hiç de kıymam!
Yaşamak. hem de denizde yaşamak istiyorum.
Ama . izin vermezlerse valiahi de taliahi de kaça­
nın. dedim.
Fatma'nın gözlerinin alacakaranlığı i çinde bir
şeyler yandı. Bana hayranlıkla baktı ve :
- Keşke ben de erkek olsaydım! d ed i .

88
EH! ARTIK AÇIK DENİZ!

Küçük arncam Hakkı Reisin ne cimri olduğu­


nu herkes gibi ben de bilirdim. Hatta açık deniz­
lerde . rüzgarı bekleyen denizciler. denize döne­
rek. rüzgara sesleniyormuş gibi:
- Ülen yoksa Hakkı Reisin para çantasından
mı çıkıyorsun? Es be Allah aşkına! diye bağırırlardı .
Kardeş oldukları halde . n e Davut amcama n e
d e babama benzerd i . Kokmuş peynirin. acımış
unun . küflenmiş peksimetin iyisi, mutlaka kuman­
ya diye onun kayığında bulunurdu . Hani ya kavak
ağacı, "Rüzgarı hiçbir yerde bulamazsanız yaprak­
larıının arasında bulunuz" dermiş a , tıpkı onun gi­
bi. Tayfaya karşı davranışında da insaf nedir bil­
mezdi . Canlarını çı karasıya çalıştırırd ı . Paylarını
da. doğru dürüst hesap etmez, allem eder. kallem
eder. ne yapar yapar alacaklarını kısard ı . Hiç
kimse , açlıktan ölecek hale gelmeyince, gidip de
ona tayfa yazılmazdı . Ondan ne güler yüz, n e gö­
nül alıcı söz bekliyordum. Ondan anca k küfür
bekleyebilirdim. Ama. denize açılmak umudu be­
ni her şeye kör ve sağır ediyordu. Gidip a mcaını
buldum . Ayaklarına kapandım.
- Ben i , kayığına al. ölesiye çalışırım , diye
yalvarıp yakardım.
- Baban ve ananla görüşeyim de sonra ce­
vap veriri m , dedi.

89
Babamla araları pek açıktı . Nasıl uyuşabilir­
lerdi ki , babamın eli alnı gibi açıkken onunkisi
inadına sıkıydı . Bu yüzden amcam, babam yok­
ken hakkımda bir karar almaktan çekiniyordu.
Ne var ki Erkek Fatma kovuldukça, gene gelip
aynı yere konan i natçı bir sinek gibi. "Mahmut'u
bırakmazsanız. kendisini öldürecek. ya da bir da­
ha yüzünüze bakmamak üzere kaçacak" diye diye
·

anaını adamakıllı korkutmuş ve aklını çel mişti.


Arncam anamla görüştü ve beni kayığına alacağı­
na söz verdi. Ama bunun için bir gemici tezkeresi
.almamı şart koştu .
Ertesi günü, canımı dişime aldım ve korkulu
bir düş görüyormuşum gibi. liman dairesi nin ka­
ranlık merd ivenini tırmanmaya koyuldum. Liman
başkanı bir masanın başında oturuyordu . Gidip
önüne durdum .
Eh ne diyelim? Orada insan gönlünün . dağ­
ları yerinden oynatacak atılış ve fırlayışının, mas­
mavi özgür havasını boğan ağır bir kırtasiyecilik
vard ı . Sanki tomar tomar kağıtlar, kalın kalın def­
terler, hokkalar. kalemler, mühürler büyüdüler.
büyüdüler de. gelip gövdelerinin bütün yüküyle
deve gibi üstüme abandılar. En aydın umutlarıının
kırtasiyeciliğin kara mürekkebiyle kapkara edile­
ceklerinden korktum.
Liman başkanının sesinde bile kırtasiyeciliğin
tatsız ve tuzsuz hışırtısı vardı . Nerede o Kör Ha­
lit'in hanında gördüğüm eli zıpkınlı dinç ve d oğru
Denizler Tanrısı Poseydon: nerede şu karşımda
oturan gözü gözlü klü. göğsü aksırıklı ve tıksırıklı
cılız adam? Poseydon'un saçı sakalı mis gibi deniz
suyu sızıyordu.
Liman başkanı titrek bir sesle adımı sordu.

90
Cevabıını h i ç beklemeden yanıbaşındaki odada
oturmakta olan liman çavuşunu çağırd ı . Gelip ka­
pida d uran çavuşa üç dişli zıpkınla değil ama . zi­
fir�ı 5igara ağızlığıyla göstererek, " Dünyanın tasası
hana ını Jüstü'? Beni m ne vazife m ! " diyormuş gi­
bi bir aldırmazlıkla beni göstererek:
- Bu n( b i ç i n ı adam? diye sordu.
Çavuşun da l�ewı.b ını bı.�klf'med i . Çok önemli
bir şeyin sözünü ede,�ekmi ş �Jibi ciddileşerek:
- Kahveci Lütfi'ı;c söyle! Bana adamakıll ı o k­
kah bir kahve yapsm l<ahve�:i bedava içmiyoruz.
Şaka değil , para ve r i y c r u z ' d i ye çıkıştı.
Çavuş önce kahve ha kl<ında. "Pekala efen­
dim, emir buyuruyorsunuz' ' dedikten sonra, d ı şa­
rıya çıkmak üzere dönerken. gözlerimde pek can­
dan gelen bir yalvarış okudu ki . adeta duraklad ı.
Gene liman başkanına döndü. Kıyamet günü
Tanrı beni cennete mi. cehenneme mi göndere­
ceğine karar verirken, yüreğimin böyle kendini
patlatırcasına güm güm çarpmayacağından emi­
nim. Onun gümbürtüsünü adeta kulağımla işiti­
yordum. Bakışım liman çavuşunun dudaklarına
takıldı . Çavuş beni göstererek:
- İyidir efend i m , deyince, liman başkanı par­
maklarını kütleterek:
- Kaydet öyleyse. dedi .
Sevincimden i ç i m içime sığmaz oldu. Gön­
lüm omuzlarımın üzeri nde , iki kanat şeklinde bü­
yüyüp açıldı .
Ondan sonra l i man çavuşu ne sordu, ben ne
cevap verdim. hiç mi hiç farkında olmadım. Çı­
karken dairenin taban tahtalarının üzerinden yü­
rümüyordum. sanki kanada binmiş havada uçu­
yordum. Topuklarım tüy kadar hafif, merdiven-

91
den atılırcasına inerke n , parmaklığa sağ elimin
bir parmağını kaptırarak, bir parça eti orada bı­
raktım da farkında bile olmadım. Dai reden kur­
şun gibi dışarı atılınca. manav Muharrem'in soka­
ğa dizdiği koca kırmızı balkabakları gözüme ilişti.
O anda onlara . "Açıl ya susa m ! " diye haykırsay­
dım. batkabaklarının çatı r çatır yarılacaklarına ve
içlerinden bütün yelkenleri açık. kocaman kalyon­
ların sevinç ve türküyle öte öte göklere süzülerek
güneş yolunu tutacakianna inanıyordum . Manav
Muharrem arkarndan bana :
- Ülen eczacı da şimdicik buradan geçti. se­
ğirt de arkasından yetiş. parmağını bağlat. amma
da kan kaybed iyorsun. ded i .
Eczacıya değil. dosdoğru gemiye gittim. Ge­
mi iskeleye rampa edilmişti . İşte artık o geminin
tayfasındandım. Onunla sarmaş dolaş olmuştum.
O benim bir parçam, ben onun bir parçasıydım.
Birl ikte yüzecek. duracak. beraber batıp bağula­
cak ya da varacağımız yere varacaktık. Beni artık
gemiden balta ile bile ayıramazlard ı . Bakanlardan
utanıp çekinmese m , pruvası na sarıtıp onu şapır
şupur öperdim . Palamarının bağlı bulunduğu iske­
le , demirinin takılı bulunduğu dip çamurları , ben­
ce yoktular. O benim maviler mavisinde yapayal­
nız giden gelinimd i .
Kör Halit'in kahvesindeki haritada uğrayaca­
ğımız kıyıların adlarını okuyar içimden tekrarlıyor
ve her adı tekrarladıkça bin bir beyit di n lemiş gibi
oluyordum. O gece dam başı nda. rüzgarda yap­
rakları topaç gibi d önüp hışırdayan hurma ağacı­
nın altına uzandım. Ama göz yuman kim? Aklım
fikri m . dalganın bi rine konmayı tasarlarke n , ka­
nat üzerinde savsalayıp başka bir dalganın üzerin-

92
de çark eden ıssız martı gibi dalga geçiyordu. Ma­
vi ve açık denizlerde yaşanacak bin bir serüven
kuruyordum . Bulutlar ardından görünen yeni ay
sanki ay değildi de dudakla sezilen bir gülüınse­
yişt i .
Ertesi sabah şafak ışıkları beni gemide buldu.
Güverte. çiyle pı rıl pırıl parlıyordu. Çiy damlaları
iplerde . serenierde elmas küpeler gibi sal lanıyor­
du. Güverteyi . ufalanmış sünger taşıyla birka ç ke­
re oğd um . temiz kumlarla sürttüm , lekeleri üç kö­
şeli raspayla kazıdım. Denizden bol bol çektiğim
sularla gıcır gıcır yudum ve sakız gibi ağarttı m .
Elimden gelseydi kayığı i nci klaptanlı Bursa hav­
lularıyia silip kurutacaktım.
Bu işlerle uğraşırken yanıbaşıma bir gölge
düştü. Başımı kaldırıp baktım. Akranım bir ço­
cuktu. Her nedense , ilk bakışta içim ısınıverdi
ona. O da bana karşı yekten bir yakınlık duymuş
olacak ki, gülümseyerek:
- Merhaba. kolay gele arkadaş, dedi ve ceva­
bıını beklemeden yanıbaşıma çömelerek yardıma
koyuldu.
- Sen de kayıkta tayfa mısın? Ben yeni yazıl­
dım, dedim.
Kendimin ve babamın adını verdim. Birden­
bire güldü ve kalkıp beni kollarıyla saracakmış gi­
bi davrandı. ama kendini tuttu:
- Yahu. sen i kaç gündür dazıra dazır arıyo­
rum . Bir türlü bulamadım. Seni bana K.irpi Halil
Usta bildird i . Ben Murat Dayının oğlu Aliş"im, de­
di.
Dayanamadım. Onu kollarımla sardım; de­
mek ki Aliş ile aynı kayıkta tayfaydık. Konuşa ko­
nuşa işimizi bitirdikten sonra. kaptanın ve öteki

93
tayfaların gelmesini beklerken, çözülmüş ip uçla­
rını matis ettik . Güneş iki mızrak boyu yükseldiği
halde, tayfalardan hiçbiri görünmedi. Denizin yü­
zü yeni kalaylanmış ten cere gibi pürüzsüzdü. Be­
yaz evler, sıcakta şekerleme kestiriyorlarmış gibi
uyuyorlardı , bir türlü uyanmıyorlardı . Koşa koşa
bütün kapıları çalarak. kaptanı da, tayfayı da. bü­
tün şehir halkını da uyandırıp kayığa çağırasım
geldi .
Ta neden sonra kaptan çıkageld i .
- Gidiyor muyuz? dedim.
- Hangi rüzgarla? dedi ve eliyle açıkta, düm-
düz denizde. resimmiş gibi kımıldamadan duran
kayığı gösterd i .
Den iz, göllerin ölü suları gibi apışakalmışt ı .
Umutlanın d a g ö l sularının üzerinde şişekoyan
hayvan leşlerine döndüler.
Ertesi şafak beni gene uyanık ve ayakta bul-
du.
Gün ağarırken serin serin esen rüzgar denizi
duvaklayan buğuları sıyırdı: gelinim çırılçıplak ma­
vi denizi görünce: "Ha, artık bugün sen benim­
sin ! " dedim. Hem rüzgar denizden karaya d eğil .
karadan sağanak sağanak denize kayıyordu. Ka­
radan ayrılma, denize açılan rüzgarıydı bu. Denizi
de, gözümü de, gönlümü de aydınlatıyordu.
Kayığa doğru yol alırken iki tayfa arkarndan
yetişti . Evlerde uyuyanları rahatsız etmemek,
uyandırmamak için yavaş yavaş konuşuyorlard ı .
Öylece , tanyeri gölgeleri gibi geçtik. Direk tepe­
sinde bir maka ra , şafakleyin dal üzerinde uyuyan
bir kuş gibi, "Çmk!" diyordu.
Aradan çok geçmed i . Kaptan da, öteki tayfa­
lar da, Aliş de bize kavuştu. "Vira demir! " emri

94
verildi, Zincirler duru havada çın çın ött ü . O anda
artık demirin h i çbir yerde mayna edilmemesini ve
kayığın sonsuz gitmesini özlüyordum. Meltem ya­
maç çiçeklerinin soluklarını ve çiylerin serinliğini
getiriyordu. Gün, denizden yıkana yıkana doğu­
yordu.
Rüzgar bizi birdenbire kıyı illerinin ve dağla­
rının gölgesinden dışarı fırlattı . lşığı kapan yel­
kenlerimiz, bir patlayış gücüyle apak parladı . Ge­
mi, sevilenin gerdanına hızlanan aşkın çılgın se­
vinci gibi , pruvasını yumuşak köpüklere daldırd ı .
Limandan çıkıyorduk. B i r yanda günle aydınla­
nan Değirmen Burnunu , öteki yanda Akçabük
harımlarını, duyulup unutulan pembe bir masal
gibi arkada bıraktık. Açıktaydık artık. Gemi san ki
çevresine bir kahkaha yalıını saçıyormuş g ibi su­
ları püskürtüyordu. Kara ile arama deniz g irmişti
artık.
Yeni yürümeye başlamış olduğum çağdan
beri seyrettiğim ve yanlarına varırsam hemen ma­
vilerde eriyi p , mavi olarak kaybolacaklar diye
korktuğum yedi kardeş Sporad Adalarına d oğru
gidiyorduk. İskele ve sancak bordalarımızda de­
niz, sözleri bilinmeyen bir su dilinden konuşuyor­
du. Yedi kardeş Sporad Adalarına, -derin mağa­
ralarında gülüşlere benzeyen gürültüleri dolayısıy­
la- "Gülen Adalar" da derlerdi. Sanki deniz çır­
pıntıları , adaların kalçalarını gıdıklıyor, onlar da
gülrnekten katılıyorlardı. Biz ilk adaya, "Ver elini
Gülen Ada ! " dedik; adaya doğru uzanan sevinci­
miz, sanki ona uzatılan elimizdi. Pruvamızda ve
bordalarımızda havaya fırlayıp tozaran sularla
adaya yetiştik. Eğer bunlar Gülen Adalar değil de
yedi kardeş Sporad Adaları idiyseler, çılgın şey-

95
!erdi vesselam. Sanki elele vermişler. deniz dalga­
sı geçtikçe sevinçlerinden oynuyor ve diz vurup
ayak uçlarına hopluyorlardı. O zaman çocuktum.
küpeşteni n altına başımı eğerek sevi ncimden hıç­
kıra hı çkıra ağladı m .
Adalardan bulut bulut. renk renk kuşlar kalkı­
yordu. Yüksek direk başımız. bu kanat ve renk
savruntusunun arasından havaları biçerek geçti .
Kuşlar. yanıp sönen binlerce konfetiler gibi adala­
ra dökülüyorlardı .
Kaptanın sesi :
- Mahmut, i ssa kontra papafingo aç! diye
bağırd ı .
Hemen b i r pars gibi çarmıklara tırmandım .
Oradan trinkete . trinketten d e serene bastım .
Abassogabyadan gabyaya. gabyadan papafingo­
ya , oradan da kontra papafingoya yükseldi m .
Yelkeni koyuvermeye başladım. Yelken elde tutu­
lan bir kuşun kanatları gibi çırpınıyordu.
Bembeyaz yelkenler, arınanın bin bir ipine
takılmış bulutlar gibiydiler. Hele kontra papafin­
go, kat kat kümülüs bulutlarının üstünde uçan
ufak bir bulut parçasıyd ı . Ancak bir ki şi�i taşıya­
cak kadar küçük olan bu bulutun üstünde ben du­
ruyordum. Ta aşağıda gemi pruvası . ay biçiminde
iç içe ve üç köpük eğmecini (kavsini) denizin yü­
zünde sürüyordu. Bunların ötesiyse, göz alabild i­
ğine , güneşle aydınlanan , rüzgarla süpürülen apa­
çık denizd i . Papafingo dalgaların inişine ve çıkışı­
na uyan bir rakkas gibi sağa sola eğiliyor, rüzgar­
la dalgaya tempo tutan bir orkestra şefinin değ­
neğini andırıyordu. Sanki kabustan uyanınca ken­
dimi cennette buluvermiştim.
- Açık deniz ! diye bağırdım.

96
Arncam Hakkı Kaptanın ne cimri olduğunu
anlatmıştım. Herhalde rüzgar bedava olduğu için
olacak, kayığa olanca yolunu vermekte hiç cimri
davranmazdı . Rüzgarı buldu muydu. gözünü bu­
daktan sakınmaz bir atılganlığı vard ı .
Tayfası ihtiyatlı davranması i ç i n ona . ""Kor­
kan , korkmaz!"' derken . yelkenleri camadana vu­
rup azaltacağın a . inadına açtırır, üstelik cundaları
bile taktırırdı . O gün de öyle yaptı. Kayığa kanat
üzerine kanat açtırd ı . Kayık sendeleyip tepetakla
dalıyor. irkilip sıçrıyordu. Vur patlası n . çal oyna­
sın har vurup harman savurarak yallah dah edip
gidiyord u . Sonraları saatte yirmi , yirmi beş mil
yapan posta vapurlarında ateşçilik ettim . Ama o
vapurlar bana hiç de yelken ve rüzgarın verdiği
haz duygusunu vermediler. Sanki saatte iki yüz
mil yapıyorduk. Makaraların tak tak edişi , güneş­
te şimşek gibi çakan dalgaların gürleyip geçişi,
arkada bıraktığımız d ümen suyunun, mahşer gibi
kaynayışı , bütün tayfayı hızın sevinciyle delirtiyor­
du. Deniz, gök yalımınca. bir ışı k çıldırışıydı. İn­
san o dalgalarla koyun koyuna gelip hoplayıp sıç­
ramayı özlüyordu . Kayık da canlı mıydı ne? Onda
ateşli bir saidınş isteği vard ı . Bastona bağlı üç flo­
kun birincisini kopardı . Onu yeni baştan bastona
bağlamak gerekti.
Ben ve bir başkası rüzgar üstünde, iki tayfa
da rüzgar altında yürüyorduk. İşimizi bitirmek
üzereydi k.
Gemi, bastonunu zaten iki kez denize sok­
muş ve bizleri iki kere göğsümüze kadar daldır­
mıştı. Ben kayığın verdiği bütün hızla , denizi göğ­
sümle yarmaktan çok hoşlanmıştım. Ama önü­
müzde dalgaların dedesi ve üç kardeşlerin koda-

97
manı olan bir dalga irkildi. Birdenbire baston gö­
ğe kalktı . Kendimi baston üzerinde deği l . papa­
fingoda sandım. Birbirimize gülüşe şakalaşa .
- Avcumuza tüküretim de iyi yapışalım! diye
bağırdık.
Dalgayı aşınca kayık başaşağıya geld i . yokuş
aşağıya kaydı ve bastonunu ilerleyen üç kardeşle­
rin . dimdik dikilmiş, yeşil sudan duvarına ok gibi
saptadı . Koca denize olduğumuz gibi daldık. Şaka
değil som su. yekpare su içinden geçiyorduk. Be­
ni deniz aldı . Gemi bastonu çırpma çırpma kal­
kınca güvertedekiler e ksikliğimi gördüler. İp attı·
lar. Yakaladım. kaldırıp içeri aldılar. Bu denizde
geçirdiğim ilk kazaydı . Gelgelelim o zamana ka­
dar, hiçbir bayram şenliğinde bu kazada olduğu
kadar eğlenmemiştim.
Akdeniz"in en ulu fırtınası ve en zarplı rüzga­
rının adı Provezza'dır. Denizdeki yelkentilerin ve
içlerindeki denizcilerin canları bu fırtınalar impa­
ratorunun elindedir. Göklerdeki belirtilerine bakı­
lırsa herhalde hazret birkaç gün sonra esmeye
hazırlanıyordu. Ne var ki . Provezza en büyük ka­
sırgasında bile salt şairdir. Biz baldırı çıplak de­
nizciler. kral ve kraliçelerin saraylarını , taçlarını ,
tahtlarını, mücevherlerini seyredemeyiz. Ama , o
akşam. Provezza batı göğünün turuncu kapılarını .
inen güneşe pek geniş açt ı . Binlerce yıllar kadar
heybetli bulutlarla uzak renk parçaları. bi rbirleriy­
le sarmaş dolaş kuzeye doğru, ağır ağır yürüyor­
lard ı . O an bütün yaratılışta bir duraklama vard ı .
N e bileyim , yaratılış düşüneeye varmıştı sanki . . .
Kayığa baktım: pembe yelkenlerini kuğu
göğsü gibi kabartmış, gölgesini kararan sulara
upuzun sal mış, batını n engine açılan kapısından

98
başka bir ren k evrenine tek başı na gid iyordu. Bi r
gemici parçasıydım ben. Ama. o andaki güzellik­
lere karşılık. resimlerini gazetelerde gördüğüm
taçlı tahtlı imparatorlar mimparatorlar birer gel
geç soytarı. imparatorlukları d a , bilemedin bir
çöplük oldu gözümd e .
Neyse. gece oldu . De nizde geçird iğim ilk ge­
ceydi . Evdeki gibi d ört tarafı duvarla kapalı dara­
cık bir gece değil. fakat açık bir gece . . . Eset bur­
cu pruvadaydı . Koronanın yıldızlar çemberi direk
başında bir yıldız çelengi olmuştu. Sancak ve is­
kelemizdeki deniz fenerlerinin kırmızı yeşil ışıkları
dalga başlarına çarpınca . onlar ça kmak taşıyınış­
lar gibi sancağımızda kızıl ve iskelemizde yeşil kı­
vılcımlar. uçuruyorlard ı . Dümen suyumuzsa yaka­
mozlanarak yer yer yıldız girdapları ve fırıl fırıl
dönen alev topaçiarı hali nde gerimizde uzuyordu .
Yıldızlar sağanak sağanak doğuyorlard ı . Gök d e
deniz gibi b i r panltı deryası oldu. Doğu ağardı ,
a y doğd u . Gecenin gece denecek yeri kal madı.
Bu başka bir gündüzdü . Ama her gün kü dünya­
nın d eğil . başka bir evrenin gündüzü . O gece göz
yummadım dersem yalan söylememiş olurum. Ki­
mi arkadaşlar bir türkü tutturdular.
Denizdeki ilk günümü ve geeemi böyle geçir­
dim . Ama her günümü böyle aylakl ı kl a geçirdiği­
mi sanmayın . Hiç boş durmazdım. Boyuna d ireği
tırmanır. iner . çıkar , yelken açar ve söndürür­
düm.
Eğer güverteyi temizlemiyorsa m . i piere yeni
yeni bağlar yapar. bağ yapmıyorsa m , gemiye saf­
ra taşır ya da gemiden safra boşaltır. yük getirir.
götürür , raspa , ya da kalafat eder, istika sürer.
boyar, siler veya cilalar dururdum.

99
Akşam olunca yorgunluktan kemiklerimin
ilikleri boşanmış gibi olurdu da, neyler gibi öterek
sızlarlardı . Ama hiç de umurumda olmazd ı . De­
nizdeydim ya ! . . . Zaten a rncam boş durmamı hiç
istemezdi . Hemen kaşlarını çatar:
- Burası hükümet dairesi değil , kayıktır ! diye­
rek, bu işle değilse şu işle beni durmamacasına
çalıştırıp çabalatır, bana verdiği paranın acısını
cayır cayır çıkartırd ı .
Yek başıma d ört kişinin gördüğü işi gorur­
düm . . . İş görmekte de, başka şeylerde olduğu gi­
bi birinci çı kmaya uğraşırdım.

1 00
HAZlR OLUN . FlRTlNA GELiYOR!

Denize açıldı ktan beş on gün sonra ilk fırtına


ile karşılaştım. Fı rtına kopmazdan epey önce kö­
pek balıkları derinlere kaçarlar. Akdenizliler bu
balıkların başlarından aldıkları bi r yağı şişelere ko­
yup saklarlar. Hava bozulacaksa yağlar bulanır.
Denizcilerin i l k icat ettikleri barometre işte budur.
Mutlaka bedava ya da ucuz olduğu için arncam da
böyle bir şişe edi nmişti . İ ki günden beri yağ fena
bulanıyordu, kaptanın başı da bi rlikte. Ufukları
dört gözle kolaçan ediyordu. Bir gece önceki ses­
sizlikte, enginde boğulmuşların garipsi ahiarı sanı­
lacak esintiler dolaşmıştı. Yelkenler arasıra bir ür­
perti duyuyorlarmış gbi tuhaf yapraklanıyorlardı .
Sabah oldu. Ortalıkta insanı ürkütecek olağa­
nüstü bir durum yoktu. Ama ne oldu bilmem,
apansızın kaptan:
- Bütün yelkenler mayna! diye haykı rdı .
Hepimiz yelkeniere sıçradık. Göz kırpışı ka­
dar kısa bir zamanda yelkenleri bağladık. Direkler
ve serenler bütün yapraklarını d ö kmüş ağaçlar gi­
bi çırçıplak kaldılar. Kaptan ağız dolusu küfür sa­
vuruyordu. O rtada korkacak bir şey göremeyince
yanıbaşımdaki arkadaşa:
- Bu adama da ne oluyor ki? d iye sordum.
- Yahu, hortumu görmüyor musun? diye ba-
şıyla sancak yönümüzü gösterdi .

1 01
Ensemden aşağıya sanki donmuş sular dökül­
dü ve belkemiğim titredi . Onu siftah görüyordum.
Ama pek yaman bir şey olduğunu. denizleri ge­
milerle bi rlikte. emip sömürdüğünü. sonra da
göklere çıkarıp savurduğunu işitmiştim çok.
Hem hortum yalnız bir tane değildi . İkisi san­
cak bordamıza yanaşıyor. ikisi de denizle bulutla­
rın birleştiği koyu kurşuni uzaklıklarda dönüp du­
ruyordu. Çerigo Adası nın uçurumları ise tam
önümüzde kararıyordu. Derken. taşıdıkları yağ­
murlarla ağırlaşan kara kara bulutlar göklerden
perde perde sarkınaya koyuldu. Deniz mürekkep­
miş gibi karardıktan başka . ufuktan ufka da korku
ile ürperiyordu. Denizi sevgilim sayıyordum ya,
işte o gün ilk defa sevgilimin korkudan tir tir tit­
rediğini gözümle gördüm. Horturnun bir tanesi
gökten denize dev bir tirbuşon sakuluyormuş gibi
yılankavi davranışla ağır ağır kıvranıyordu. Bir
başkası gök kubbesini yerinde tutan bir sütunmuş
gibi dimdik duruyord u. Bir aralık ikinci belini in­
celte incelte koptu. Aşağı yanı tuzla buz olarak
denize yıkıld ı . Yukarı yönü i se dili binlerce çatal
bir yılan başı gibi bulutlardan tepetakla sarktı . Ba­
şaşağı boynunu uzatıyor. denizin yüzünde soka­
cak bir şey arıyormuş gibi başını bir bu tarafa bir
o tarafa çeviriyordu. Birdenbire gövdesini bulutla­
ra çekerek orada ters kepçe çöreklendi . Üçüncü­
sü bir topaç gibi fıld ır fıldır dönen bir huni i ken
bel çalkalamaya koyuldu. Daraldı. kalınlaştı ve yı­
kılmak üzere olan bir sarhoş gibi sendeleye sen­
deleye üzerimize doğru gelmeye başladı. Kapkara
bir dehşet kütiesiydi o .
Kaptan kendini korur umuduyla direğin ardı­
na sığınarak. yuvalarından uğramış gözlerle hor-

1 02
tuma bakıyordu. Bizi m lostromo Yaşar Rei s . bir
kağıdın üzerine "Salatentüncina" duasını yazd ı .
Öteki tayfalar çevresine toplanmış b i r göğe . bir
denize bakıyorlar, te kbi r getiriyorlardı. Yaşar Re­
is. kırmızı saplı denizci bıçağını çıkard ı . Onu hor­
turnun ta ciğerine saplıyormuş gibi. kağıdı pruva
direğine saplad ı . Ama hortum . büyük bir hız ve
gürültü ile, döne döne emdiği denizleri. kara bir
islim halinde göklere püskürüyor ve gökle denizi
birbirine karıştırıyordu. Artık beş on kulaç ötemi­
ze yanaşmıştı . Kalınlığ ı . iki üç yüz yaşında bir çı­
narın kütüğü kadar vardı . Değil bizi . bütün takım
taklavatıyla güverteyi . hatta koca kayığı bile hava­
ya kaldırabilird i . Şimdi kızarıyor. şimdi bozarıyor,
renk renk hareleniyordu. Gökte yangın vardı d a .
onu denizi göklere çekerek söndürmeye m i çalışı­
yordu ne?
Lostromo Yaşar Reisin duası sökmeyince
tayfadan İdris, -yirmi beşl i k bir delikanlı- eline,
üç okkalık bir kavun kadar kocaman bir bombayı
alarak, pruvaya doğru koştu. bastonun ucunda
dimdik durdu. Bombanın fitilini cigarasıyla yaktı:
"Yol ver deni z ! " diye bağırarak o felaket topacı­
nın içine fırlattı . Bomba , kayığı sarsan bir tarraka
ile patladı. Bütün Ege adaları . aslanlar gibi kükre­
yerek gürlediler. Bombadan çıkan gaz. horturnun
içi ndeki hava boşluğunu doldurdu . Hortum kı rıl d ı .
Üzerimize şarr diye d eniz suları aktı . Ama . çile­
miz bu kadarla dolmuş değildi.
Gökten kapkara bir yay ve o ya�1dan bir yağ­
mur perdesi sarktı. Denize kaynayan beyaz bir
çizgi çekti. Bu perdenin arkasından keski n mavi
kıvılcımların denize sıçradıklarını görüyorduk.
Yağmur çizgisi üzerimize geliyordu. Yelkenleri

1 03
açtık. Yağmurun önünde. alabildiğine kaçıyorduk.
Damlalar güvertede cevizler gibi şakır şukur kırılı­
yordu. Denizin yüzüne bir karanlıktır çöktü. Te­
pemizin üstüne yeşil bir ateş şeridi indi. Kayık
baston ucundan ta kıçına kadar, yıldırayan bir
ateş parçası kesildi . İyi ki. şimşek ıslak güverte
yolu ile direkten punya deliklerine geçip, denize
inmişti ; yo ksa biz de. kayık da kömür kesilecek­
tik.
İdris'le ben dümendeydik. Fırtınanı n sesini
yenmek için birbirimize, avazımız çıktığı kadar
bağırıyor , ben ona , o bana , "Aman rüzgarı ense­
mizden ayırmayalı m ! " diyorduk. Şimşeğin her ça­
kışında, birbirimizi insan biçimine girmiş, dimdik
duran bi rer alev parçası halinde görüyorduk.
Doğruyu söylemek gerekirse, kurtulacağımızı pek
ummuyordum. Yelkenierin çalımı kötüydü . Rüz­
gar tutamıyor, çoğunu boşuboşuna akıtıyordu.
Yelken deliklerinden kaçanı da caba. Hep H a kkı
Kaptanın cimriliğindendi bunlar. Oysa, kurtuluşu­
muz yolumuzun hızına bağlıyd ı . Arttan gelen iri
dalgaların kayığa atlamaması için çabuk gitmeliy­
dik. Denizler çok kere İdris'in ayaklarını güverte­
den kesiyor, adam elleriyle dümene takı lakalıyor­
du. Ben d e arasıra öyle oluyordum ya, İdris, "Da­
yan bire kardeş! Domuz (yani dümen), yaban
beygiri gibi çarpıyor , şimdi boş yerine bir tekme
yiyeceks i n ! Pek tut ! " d iye bağırıyordu . Ben , " Çat­
tık belaya ! " diyordum. O, "Yağmur dursa bari! Bu
kadar suyun tadı mı olur? Denize düşmeden bo­
ğulacağız" diye haykırıyordu. Gemideki yalpaya,
yalpa denemezdi . Kimi zaman kayık bizim üstü­
müze, kimi zaman da biz kayığın üstüne çıkıyor­
duk. İ dris dümen yekesine yalnız avuçlarıyla de-

1 04
ğil, -zaten onun da , beni m de avuçlarımız kanı­
yordu- göğsüyle de , kollarıyla da sarılıyor , gövde­
sinin bütün yükünü dümene veriyordu. Bana.
··sağlam yapış! Ne göbek atıp duruyorsun? Sana
doğru geliyor! Yapış ha! Ha gayret! Sonumuz
geldi galiba ! " diyordu . İkimiz de . birbirine sarılan
sarhoşlar gibi , bir sağa, bir sola sendeliyorduk.
Siniderim mi bozuldu ne. bir kahkahadır tuttur­
dum . "Dümeni sancağa iskeleye bas mı var? Ge­
mi dümen tutmuyor işte ! " dedim. Gülrnekten katı­
lıyordum. Şimşek çaktıkça, İdris'in "Acaba aklını
mı oynattı?" diye şaşkın şaşkın bana ba�tığını gö­
rüp büsbütün gülüyordum . Tam o sırada sancağı­
mızda bir megafonun , "İmdat! İmdat ! " diye bağır­
dığını duyar gibi olduk. Batmakta olan bir arka­
daş çağırıyor idiyse onu kurtarmaya gidemezdik.
Zaten birbiri mize, "Acaba gerçekten duyduk mu?
Yoksa bize mi öyle geldi?" diye soruyorduk. Kim­
se , kesin bir cevap veremiyordu. Çok geçmeden .
korktuğumuza uğradık. Yelkenler paralanıp uçtu­
lar. Direkierin ne halde olduklarını görebilmek
için şimşeği bekliyorduk. Denizin o korkunç ya­
payal nızlığının ortasında , kendimizi kapkara bir
yoksulluğun parçası görmek, pek hoşa giden bir
şey olmadı.
Gemiciler. belleğin fırtınada oynadığı esra­
rengiz oyunlardan söz ederlerdi de, "Adam sen­
de ! " der, inanmazdım. Kimilerinin haykırışlar,
çığlıklar ve kahkahalar duyduklarını; kimilerinin
de, evdeki horozun şafakleyin ötüşünü duydukla­
rını söylerlerdi . O büyük tehlike anında , " Şimdi
kulağımda çınlayan ses ya d a sözü acaba ben ne
zaman işittim?" diye belleklerinin buğulu derinlik­
lerini yoklayacak vakitleri olmazdı. Çünkü, o ana

1 05
baba gününde. kurtulmak ve yaşamak kaygısı .
başka hiçbir duygu . düşünce ya da dileğe yer ver­
meyecek biçimde va rl ı kları nın bütününü kaplamış
bulunurdu . Ne yalan söyleyeyim, o gece. çocuklu­
ğumda anaının söylediği ninniyi. tekrar tekrar
işitti m . Demek. denizin o anlaşılmaz çocukları ya­
nıl mıyorlardı.
Fırtınacia sağ salim çıkmak için Allaha ve ev­
liyaya kurban adayan gemiciler. gerek paraları ol­
mad ığı. gerek fırtınayı unuttukları için kurban
kesmediler. Evet, boğulmadık. Çünkü fırtına din­
di . Rüzgar yavaşladı . Doğu, doğugüneye dümen
kırdık. Şafakleyin rüzgar büsbütün kesildi: sonra
batıya driça etti. Daha sonra kuzeye kaydı . gene
kesildi .
Bu fırtınadan üç hafta sonra İ zmir Kordonu­
na rampa ettik. İzmir için yükümüz vardı. İşte ora­
da, anamdan ilk mektubumu aldı m . "Oğlum Mah­
mut" diyordu, "Eğer Allahın izniyle buraya döner­
sen , denize açıldığın gün gibi kaptan oğlu olarak
dönmeyeceksin . Baba n . kayığıyla ve elimizde av­
cumuzdaki bütün malı ile, batıp boğuldu. Şimdi
dan dünyada . bu i ki odalı ev. bir de ben . yani ihti­
yarlamış anan, bir de Allahtan başka bir şeyin kal­
madı . Kolların. bacakların güçlü kuvvetli olsun oğ­
lum . Sağ ol. çalış. arncana saygı göster. Artı k
onun sayesinde e kmek yiyeceğiz. Kazandığın pa­
radan bir şeyler ayırabilirsen, babana bir mevlit
okutacak ve onun adına bir lokma pişirecek kada­
rını bana gönder yavrum . Mektubu okuyunca el­
lerimi böğrüme koydum ve denize bakakaldım.
Acaba fırtınada megafonla imdat isteyen kaptan
babam mıydı? "Deniz. acaba benim ilk fırtınam
onun son fırtı nası mı oldu?" diye seslend im.

1 06
Anamın yazdıkları . babamın sözlerini acı acı
hatırlattı. Baba m . yıllarca kaptanı olduğu geminin
aynı zamanda da sahibiydi . Bunca yıl çabaladık­
tan sonra dul bıraktığı yaşlı karısını -yani zavallı
anamı-, kocasının -yani babamın- ruhuna bir
mevlitçeğiz akutmak için avcuma bakmak zorun­
da bırakmıştı. Denize açıldı ktan az sonra. Kuşa­
dası'nda babama rastgelmişti m . Ben direk tepe­
sindeydim: o da iskeledeydi . Göz göze geldik.
Beni görünce , ölünceye kadar ayrılmamak üzere
denizcilik h ayatına atılmış olduğumu anlad ı . beti
benzi uçtu. O bakışı içimi yaktı. Arncam hayrat
bir sesle ona güverteden bağırıyordu. "Ne bakı­
yorsun?" diyordu . "Onu sen in en güvendiğin tay­
falara değişme m ! " Her köpek aynada kendi sura­
tma havlarmış a: arncam babamın. oğlu olduğum
için beni kendi kayığına alarak bedava çalıştır­
mak, sırtımdan kar etmek istediğin i . bu yüzden
bana dikkatli d i kkatli baktığını sanmıştı. Oysa. ba­
bamın avcu alnı kadar açıkt ı . Davut Arncam gib i ,
cebinde para bayatlamazdı . Babam, yüreği yaralı
olduğu için. amcama cevap vermed i . Bense, ba­
bamın bakışı önünde. mum gibi eriyordum. O acı
yüzü, acı bakışı görmemek için denizin yarılıp be­
ni örtmesine razıydı m . Babam iskelede donakal­
mış durdukça, ben direkte yukarı çıkıyor, aşağı
iniyar ve acele acele, rasgele iş yaparak, gözle­
rinden gizlenmeye uğraşıyordum . Babamsa . "Ne­
den , neden yavrum böyle ettin?" diye gözleriyle
beni izliyor ve bir insan çok sevdiği başka bir in­
sanı ölüm döşeğinde gördüğü zaman ona nasıl
bakarsa, bana öyle bakmakta devam ediyordu.
Biraz sonra. başını saliaya sallaya iskeleden ayrıl­
dı. Ertesi günü babama çarşıda rastladım. Kalaba-

1 07
lığa karışıvereyim dedim. ama olmadı . Beni gör­
müştü. Ona gitti m. Duygu ile ağırlaşmış sesiyle .
"Evlad ım. niye böyle ettin? Yaptığının nereye va­
rabileceğini hiç düşünmedin mi?" dedi. Sesi . de­
rin bir sevgi ile okşayıcıyd ı . Babama öyle acıdım
ki. gırtlağımda bir şey düğümlend i . Neredeyse
hüngür hüngür ağlayacaktım. Kendimi zor tut­
tum. "Baba ! " " dedim. "Düşünmesine düşündüm.
Nereye varırsa varsın . Bel ki budalalık ettim. Baş­
ka türlü yapmak elimde değildi. Kaderim böyley­
miş. Sen acınma baba. Ben memnunum. " Bir
dua okuyarmuş gibi dudakları titred i . Gözlerime
uzun uzun baktı . Başını acı ile sallad ı . "Pekala
yavrum, yolun açık olsun . Seni denizden vazge­
çirmek için ne paramı , ne sözümü, ne gönlümü
esirgedim. Allah yardırnem olsun·· dedi . Sesi ada­
makıllı kırıldı . Elinden öptüm . Dudağı hala titri­
yordu. Beni öpmek istediği besbelliyd i . Ama . so­
kak ortasında, herkesin önünde beni öpmeyi bir
zayıflık mı sandı ne. gördüğü acımı uzatmamak
için gene, ""Allah yard ırnem olsun·· dedi . Beni öp­
meden arkasını döndü. Koşmak istediğini anlıyor­
dum. Ama temkinli adımlarla yürüdü. İl k sokağa
saptı . Bunun, onu dünya gözüyle son görüşüm
olduğunu nereden bilecektim? O da, arncam ser­
dümen Davut Reis gibi , i çi mde acı bir anı oldu.
Artık kendi boğazıma ve anamın boğazına
bakmak için amcamın hizmetine girmiş bir uşak­
tım. Amcama gelince , onun derdi günü para idi.
Kanımızdan, canımızdan , elimizden kendisine pa­
raca kar çıkarmaya bakıyordu. Olur muydu ya ar­
tık bunun bu kadarı? Anamı n , sözde ekmeğini ye­
diğimiz amcama saygı gösterınem konusundaki
öğütlerine pek kulak astığım yoktu. Herifi adam

1 08
yerine koymuyordum. Ona nasıl saygı duyabilir­
dim? Küçük amcam, kaptan deği l , doğuştan tüc­
cardı. Karada temelli duvarlı bir idarehanesi yok­
tu ama. kayığı denizde yüzen yelkenli bir kar
evinden başka neydi ki? Gözü ve gönlü paradan
başka h e r şeye kördü. Hak etmiş olduğum ücreti
çantası nda n çık:ırttırabilmek, iriyarı bir meşe ağa­
cı r ı ı kukieriyle beraber verden sökmek kadar güç­
tü.
Mademki kayı kton pay <.t!mayan ve ücretle
çalışan bir gemiciycl i m : amcaının ağız konusunu
dinlemeye nQ zorurn vardı? Ama anaının yüreğini
kırmamak için kendı me "Sık di şini" der , bana kü­
für ettiği zaman büyü�)ümdür diye pek aldırış et­
mezdim. Ama, bir gün artık canıma tak diyen bir
şey yaptı.
Kayı kta, Mazlum adlı on beş on altı yaşların­
da Marmarisli bir çocuk vardı. Ona. üst baş peri­
şan, İskenderiye sokaklarında söylene söylene ge­
zerken rastgelmişti k. Onu tanıyan bazı gemicileri­
miz, çocuğu görünce, " Mazlum" diye bağırdılar.
Cevap vermeyince yanına vardık. Ateşli gözler fı­
rıldatarak saçmalamaya başladı . Papağanlı adalar­
dan , zehirli balıklardan , hurmalıklardan. dümbe­
lek temposuna kalça sallayan Arap kızlarından
söz etti . Ona. " Mazlum . aklını başına topla ne ol­
du sana?'' dediler. Başını gösterdi. Başında koca
bir yara vardı. Onu alıp kayığa götürdük. Karnını
doyurduk. Yarasını yıkayıp elimizden geldiği ka­
dar sardı k. Karın tokluğuna çalı şacağı için am­
cam hemen tayfa olarak kayığa aldı . Birkaç gün
sonra Mazlum'un aklı biraz başına geldi. Ona is­
kenderiye'ye nasıl geldiğini sorduk. "Vallahi iyice
hatırlamıyorum. Basra'dan dönmekte olduğumuzu

1 09
hayal meyal hatı rlıyorum . Şap denizinde miyd i .
başka yerde miyd i , uzun b i r gece geçirdik Ama
nası l . bitmek bilmeyen bir gece! Deniz cam gibi
durgundu . Birden kıyametler koptu. İpler katıla
katıla güldüler . Ne oldu bilmiyorum. gözlerimi
açınca kendimi bir kayanın üzerinde buldum. Ba­
şım pek fena ağrıyar ve dönüyordu. Deniz gene
cam gibiydi. ama ortada ne kayık vardı . ne de
tayfa ! Yalnız göz alabildiğine masmavi deniz ve
göz kamaştıran ateş gibi kükürt sarısı bir kum
deryası . Susuyordum. Bir ev ya da bir insan bul­
mak üzere yürüdüm. Hiç kimseye rastlamadı m .
Kend imi kaybettim. Uyanınca kendimi b i r sürü
Araplarla dolu bir zambuk kayığında buldum. Kü­
rekte yardım etti m . Beni İskenderiye'ye çıkardı­
lar" diye anlattı.
O da benim gibi çocukluktan daha henüz de­
likanlılığa giren bir tayfayd ı . Çokluk konuşmazdı .
Ama hep gülümserd i . Fırtınayı da. şimşeği d e .
güneşi d e h e p gülümseyen dudaklarıyla karşılardı .
Ona çok acırdım.
Bir gün Mazlum güvertede yemek pişiriyor­
du. Zaten dedik a, arncam ucuzdur diye her şeyin
en kötüsünü. en köhnesini satın alırdı. Mazlum ,
demirdenmiş gibi pişmez. yumuşamaz bir fasulye
kaynatıyordu. Tencereye dökmek üzere kıçaltın­
dan zeytinyağı şişesini getirdi . Zeytinyağını tence­
reye akıtmaya başladı . Arncam dümendeyd i . Ye­
keyi dümenden kaldırınca . öfkeyle Mazlum'un
üzerine saldırdı:
- Ulan o yağ babanın malı mı ki, ha bire akı­
tıyorsun? diye haykırarak yekeyi küt diye oğlanın
başına vurdu.
Hem de tam eski yaranın üstüne. Odun baş-

11 o
ka bir oduna vurulmuş gibi sert bir gürültü çıkar­
dı. Mazlum'un eski yarası gene yarıldı. Beti benzi
kül oldu. Şakağından aşağı kanlar boşa ndı . Göz­
leri şaşılad ı . gülümsernesi söndü. Aniaşıl mayan
şeyler kekeledi . Tüylerim ürpermişti . Gözlerime
inanamıyordum. Arncam oğlanın başına vurmak­
la hıncını alamamış. bir elinde oğlanın elinden
kopardığı zeytinyağı şişesi . öteki elinde yeke, oğ­
lanı n üzerine çıkıp. " lhıcı k kerata ! lhıcık kerata ! "
diye tepinmeye başladı . Haydi onun kudurup ku­
durup küfür savurmasına lahavle deyip geçiyor­
duk. ama bu gördüğüm bambaşka bir şeydi: o da­
kikada arncam bir iki kuruşluk zeytinyağı gidiyor
diye insan öldürebilird i . Birdenbire tepem mi attı
ne? Aklım başıma gelince bütün tayfa nın , kimisi­
ni kolumu. kimisini de bacağımı tutar buldum.
Bana: "Yahu kendine gel! Büyüğündür . el kaldırıl­
maz. Ayıp ettin: az kaldı herifin gözünü patlata­
caktın ! " diyorlardı . Oysa. amcamın yaptığını kar­
şıladığırndan dolayı için için sevindiklerini gözle­
rinden okuyordum.
Akşam olunca. arncam beni kıçaltındaki kap­
tan karnarasma çağırdı. Bir gözü sarılıyd ı . Suratı
çatıktı. Bana. " İlk Jimanda pılı pırtıyı alıp kayıktan
defolacaksı n ! " ded i . "Bu kayıkta senin yerin yok!
Eğer kardeşimin oğlu olmasaydın seni güverteye
cansız sererdim . Senin şimdi hesabını kapayaca­
ğım, diye ekledi . Ben de. "Peki. a canım!" de­
dim. Çalmaya kalkışırlarsa hepsini değil, anca bir
kısmını bulabilsinler d iye : paralarını ellişer. altmı­
şar kuruşa bölerek, ayrı ayrı bezlere. paçavralara
bağlar ve öteye beriye gizlerd i . Bana vereceği pa­
rayı bir araya getiri nceye kadar yarım saat geçti.
Ondan sonra hesap etmeye koyuldu. "Seni şu

111
gün kayığa tayfa diye aldım . O gün ve ertesi gü­
nü rüzgar yoktu. Demek ki şu tarihte işe başla­
dın·· diye allem etti kallem etti . göz göre göre
hakkırnın yarısını yed i . O söylendikçe ben boyu­
na başımı sallıyordum. Paraları alınca güverteye
çıktım. Avcumdaki paraya baktım. Yüz yirmi iki
kuruştu. İşte o para ile Fethiye !imanına çıktım.

112
ARTIK DÜNYADA B İ R BAŞINA KALMIŞ
B İ R DEN İZCİYDİM

Bir başka kayığa girdim. O ndan da bir baş­


kasına geçtim . Durmadan. d inlenmeden . tozu du­
mana ka tan . gürültülü patırtılı bir yaşama ile, arı
gibi . karınca gibi çalışıyordum . Ama , hiçbir za­
man ne karınca gibi biriktirebiliyor, ne de arı gibi
toplayabiliyordum. Hep günlük e kmek kaygısı
i çi nde yaşıyordum. Ayağıma bir çift kundura ala­
yım derdim, bir haftalığım güme giderd i . Bir mu­
şa mba gerek derdim. onu ancak bir aylık işle
ödeyebilird i m . Şu limancağııda bir iki saat keyif
çatayım deyince bir muşarnbalık para çarçur olur
diye cayardım. Bir ay işsiz kalırdı m : l<arnımı do­
yurmak için ettiğim borcu iki ayda ödeyemezdim.
işler böyleyken. anaını geçindirmek için ne­
nin neresini artırabitirdim ki? . Neyse. ölüm mer­
.

hamet etti d e . evimin kapısını kapadı . Anaının


artık çilesi dolmuş olacak ki zavallıcık öldü ve onu
geçindirmek yükü sırtımdan kal ktı .
Gemiden gemiye. kaptandan kaptana, sefer­
den sefere gide gele yıllar geçti. Evet, hep paraca
sıkıntı çekerdim ama. her yeni seferimizin ayrı bir
sevinci, her dümen kırışımız ve yolculuğumuzun
başka bir tadı oluyordu.
Gezgin denizci hayatımııda çok yerler gör­
dük. Adalar Denizinde bir ada arkada kalıp deni­
ze gömülürken, hepsi de birbirinden güzel , on

1 13
adanın önümüzdeki ufuktan kalkışı. tren ıslığı . va­
pur düdüğü, vinç harharası ve el kol kargaşalığı
içinde iş gören liman işçileri nin bağırıp çağırma­
larıyla gürleyen sık gürültülü Pire limanı: akşamie­
yin Mataban ve Malea Burunları nın çıplak ve tu­
runcu kayaları. Çerigo Adası: geceleyin Girit'in
ay ışı�� ın d a karlarıyla ağaran üç bin metrelik İda
Dağı: ta ötede safakleyin pembeleşen Etna yanar­
dağ ı : Sicilya'nın beyaz şehirleri. lavla çevrilmiş
Ka ra nya . ay şeklindeki Mesina şe hri . yüksek ve
rüLgarlı Taormina . deniz ortasında ehram şekl in­
de bir kül kümesi Strombuli yanardağ ı , gürültü ve
ş.:ı rkı içinde Napoli . mavi havaların koynuna gö­
rnCılrnüş Sardunya ve Korsika . hele Cenova'daki
Kris tof Kolomb heykeli : yüzlerce doklarıyla. musi­
ki ve açık havasıyla Marsilya: sokaklarından şarap
ve kara saçlı kara gözlü çocuklar a kan Barselona
ve Malaga : bunların her biri gözlerime açılan yeni
yeni alemlerdi .
Ama bu gördüğüm yeni yeni yerlerin tadı. ta­
nıdığım yeni yeni insanlar ve edindiğim yeni yeni
arkadaşların yanında birer hiçti . '' Huyu. suyu aykı­
rı , d illeri başka olanlar birbirlerine ısınamazlar"
derler a: yalan ! Birl ikte çalışıp birlikte çile çeken
insanlar birbirine öyle bağianıyorlar ki . bir kısmı
buz. bir kısmı da ateş olsa. birbirine uyup can ci­
ğer kardeş oluyorlar. Ben öyle arkadaşlar edindim
ki . on ların birisi yanıma s .ce , yanıma birisi gel­
miş gibi değil. yanımdan yabancılar ayrılmış da
kendimle başbaşa kalmışım gibi oluyordum.
Önce de dediğim gib i , her seferi mizin ayrı se­
vin ci . her dümen kırışımızın başka bir tadı olurdu.
Ama şunu da hemen söyleyeyim . bir sevince
karşılık üç işkence çekiyorduk. "Oh! Çok şükür Al-

1 14
!aha ! " Bir keyif çatacağımız zaman. "Aman imda­
da yetişin ! Bir can kurtaran yok mu?" diye bağırı­
yorduk. Babamın sözleri çok kere kulağımda çın­
lar dururdu. An olurdu ki içimden , "Şöyle bir ba­
ğım bahçem olsa da şu yarı aç. yarı tok hayattan
bir kurtulsam ! " derdim . Ne yapayım. çok kere ne
üstte başta elbisem, ne de cepte param olurdu.
Gelecekte beni bekleyen iki sonuç vardı : Ya deniz­
de boğulup kurtulmak. ya da karın doyurmak için
dosta düşmana avuç açmak. "Ölümlerden ölüm
beğen" gibi bir şey. Bu darlığı çeken bir sen mi­
sin? Yalnız değildin ya . Elle gelen düğün dernek!
Durduğum yerde, " Daya n ! Aganta, burina,
burinata ! " diye bir nara atard ım. Ardımııda iz tut­
mayan denizlerde , ! imanda , rüzgarl ıkta . bocada,
orsada . denizin bütün değişikliklerinde dişimi sı­
kar. güler oynar: iyisini de kötüsünü de. elverişli­
sini de elverişsizini de arkadaşlarımla birlikte geçi­
rip gidiyordum. Ne olacak a canım, dünyanın ne­
resinde olursa olsun , denizcinin tal ihi hep birdir.
Kaptandan azar ve küfür, tüccardan küçümseme,
denizden tehdit, karadan tekme! Nereye d öner­
sek dönelim. düşmanla karşılaşırız!
Selanik seferindeyd ik. Zemheriydi . O yıl Var­
dar ırmağı pek fena donmuştu. Tayfa buz kesmiş
sarkık bıyıklar altında buram buram buharlar saçı­
yor , yumlu avuçlarına hohlayarak. kollarını çap­
razlamasına çarparak. ezile büzüle güvertede yü­
rüyorlardı .
Buz tutarak çinko levhaları gibi katılaşan yel­
kenleri , donarak demir çubuklara dönmüş ipleri
kullanmakta çektiklerimizi bir ben ve bir de arka­
daşım bilir. Neyse, güç bela limana gidip demirle­
dik. Tayfamız çok eksikti . Üstelik ırgadı döndü-

115
rürken ırgat ters dönüp, ırgat kolu tayfamızın bi­
rinin kolunu kırdı.
Serdümenimiz Adem Reis kahvelerin birinde
Aliş'e rasgelmiş. Büyük bir kayı kla Preveze ye gi­
diyormuş. Adem Reis. kayığının kaptanıyla ko­
nuşmuş ve herifi Aliş'in bizim kayığa alınmasına
razı etmiş. Adem Reis bir de. yetmişini geçkin
)mer adlı işsiz bir gemici daha bulmuş.
Aliş, kara saçl ı . kara gözlü. boylu boslu bir
del ikanlı olmuştu. Gemimiz Selanik'ten bizim sı­
cak iliere doğru gidecek ve oradan portakalla li­
mon yükü alacaktı. Hava bizi zorlarsa belki Bod­
rum'a bile uğrayacaktık
Güney illerine doğru yaptığımız bu yolculuk
pek uzun sürdü ve ters gitt i . Hava hep güneyden
esiyor . bizi boyuna vol ta vurmaya zorluyordu. Biz
gece gündüz böyle sıkıntılar çekerken sağımızdan
solumuzdan. önümüzden arkamızdan şilepler ve
yolcu vapurları gelip geçip duruyorlard ı . Gündüz­
se kendilerini görmezden yarım saat önce ufukta
dumanlarını görürdük. Bize göre ağır olan ve biz­
lere . tak! alar kıldıran denizler , o koca vapurların
su kesimindeki kırmızı boya çizgisine d oğru ya bir
iki karış kalkıyor. ya da bir iki karış iniyordu. Pru·
valarının yırtarak geçtiği denizlerse , önlerinde şe­
laleler gibi şarıldıyordu. Sıra sıra can kurtaran ka­
yıkları güvertelerinden küpeler gibi sarkıyordu.
Gemiciler onlara bakar da. ''Hay gözünü sevdiği­
min makinesi. Gördün mü kolay hayatı! Bizim gi­
bi yel ken gemilerinde değil . vapurlarda çalışmal ı .
Vapurlarda iyi para da veriyorlarmış. Üstelik teh­
likesiz iş" derlerdi. Ben de onlara hak verirdim:
"Hey hey derdim, şu vapura bak. rüzgara hiç al­
dırış ediyor mu? Rüzgarın inad ı na t a gözüne işli-

116
yor . Biz rüzgarın hava ve hevesinin uşakları köle­
leriyiz!"
Hele geceleri rüzgarsızlıkta n . duvarda asılan
gemi resimleri gibi yerimizde mıhlı dururken yol­
cu gemilerinin birbiri üstüne yıldız dizisi gibi lom­
bozları nı ve fenerlerini pırıl pırıl yaka yaka geç­
mesi bizleri o kadar kıskandırırd ı ki. . .
O Selanik seferimizde çok zorluğa uğradık.
Peksimetlerimiz hep ısiandı ve küflendi . M uşam­
balarımızın öteleri berileri delinerek su tutmaz ol­
dular . Geceleri kendi kanımızın sıcaklığıyla kuru­
tup ısıttığımız kısımları saymazsak çamaşırlarımı­
zın mangır kadar olsun kuru yeri kalmazd ı . Islak
ot şiltelerimizin üzerine kıvrılıp uyurken. düşleri­
mizde kuru şilteler . geceleyin limanlardaki rı htım­
lar boyunca sıcak evlerden . e kmek dolu fırınlar­
dan , yemek dolu lokantalardan denize a ka n ışık
yansımaları ve kapı eşiklerinde bizlere koca koca
masum gözlerle bakan çocukları görür. tuhaf tu­
haf yerlerde vaktiyle duymuş olduğumuz türküleri
işitmiş gibi olurduk.
A ma . kimi vakit düşlerimiz bile bize haram
olurdu. Çünkü Selanik'ten aldığımız ihtiyar
Ömer'in top gibi patlayan bir öksürüğü vardı.
Hem de bir tutturdu mu zavallı adam Denizli horo­
zu gibi öterd i . Geminin başaltısı geminin tam ba­
şında olduğu. g emi de hep öne doğru suyu yardığı
içi n , çoğunlukla teknenin en ıslak yeridir. Üstelik
bizim başaltı , kafes gibi açılmışt ı . Kayık güm diye
dalgaya çarpınca başaltının her yanında fıskıyeler
peydahlanırd ı . Ömer dayıya. en kurusu olduğu
için arkadaki ranzayı vermiştik . Bir gece zavallı an­
tika Ö mer, boğulurcasına öksürüyordu. Uyandım
ve ranzama oturdum. Ortada basık tavana asılı de-

117
niz lambası . gemi saliandıkça daireler çiziyor ve
ölüler gibi bet beniz atıp uyuyan arkadaşların yüz­
lerine sönük ışığını çepçevre gezdiriyordu. Ömer
dayı sanki, "Söylemeden ölürsem rahat edemem"
diye düşünüyormuş gibi , öksürükleri arasında
Adem Reise telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyordu :
- Selani k . Bulgar ve Rum komitelerinin
bomba masallarıyla Arnavut isyanıyla : yok İsa
Bolatin ayaklanmış yok Bibdo da yatışmış sözle­
riyle çalkalanıyordu. Ben de karda kışta soka k so­
kak dolaşıyor. kahve kahve iş arıyordum. Liman­
da başvurmadığım yer kalmad ı _ İş yap. i ş gör.
ama haniya iş? Bulabilirsen bul! İki günden beri
ağzıma bir lokma atmad ığım için dizlerim tutma­
maya başladı_ Tütün de yok. Kimseye dert yana­
mıyorum: çünkü yabancı yer. diyordu.
Adem Reis beni ranzamda oturur görünce
bana :
- Mah mut uyandın mı? Biraz daha uyku kes­
tirmeye bak. çünkü nöbetine az kaldı , dedL
Öteki tutturduğu söze devam ederek bana:
- Yahu Mahmut . senin i kide birde anlattığın
o Kristof Kolomb neresini aramıştı? dedL
- Hindistan'ı_ dedim.
- Neresini buldu? diye sordu.
- Amerika'yı _ diye cevap verdim_
- Hey gidi gençlik, hey! dedi. ben de senin
yaşında i ken neler de neler ummamıştım_ İş ara­
maktan Hindistan'ı aramaya vakit mi kaldı? Bula
bula Amerika'yı değil işte yetmiş yıll ı k denizeiliği­
min son unda , bu ıslak ve sulak başaltını buldum .
Ne olacak? Hep doğum ölüm : hapisha ne, hasta­
lık, hastane, zelzele, kıtlı k ve savaş dünyası . . . Yü­
reklar acısı yalancı dünya. diye ekledL

118
Yine ö ksürüğü tuttu . Zavallı antika Ömer da­
yıyı ertesi günü ranıasında ölü bulduk. Karadan
uzaktık. Onu denize attık. O gün rüzgar birden
değişti. Önden eserken arkadan gelmeye başlad ı .
Adem Reis:
- Bak. hava birden değişti. Deniz öyl edir.
Kayıktaki denizcilerin biri ölecekse. onu karaya
vermemek için hep ters eser. Bir sefer bir eleniz­
cimiz hastalandı. Rüzgar da kesild i . Sıcakta n . gü­
verte kaplamaları arasındaki ziftler cezve içinele
kahveymiş g ibi kaynayıp taştılar. Rüzgar esmedi
de esmed i . Adamcağız ölüp de denize atılınca
rüzgar aldı. diye bize rüzgarın neden dö ndüğünü
anlatmaya çabalıyordu .
O seferin süregelen bunaltısının biricik par­
lak noktası yaşlı serdümen Adem Reisin ispirto
kaminetosunda pişirdiği. bulaşık suyunu andıran
şekersiz çayıydı. Adem Reis çayıyla bize dünyala­
rı bağışlardı . Çay deyip geçmeyin. kara bulu tlar
arasında arasıra parlayan güneş gibi . o çay i çimi­
zi ısıtıyor, yüzümüzü güldürüyord u .
O n u uzun uzun şapırdata şapırdata v e h e r sı­
ca k damlasının ayrı ayrı keyfine vara vara içer­
dik. Dumanı bile gözümüzü şenlendirirdi ve hepi­
miz bird en iyimserleşir. dünyayı gül pembe görür.
gülüşür şakalaşırdık. Ama , çayın içine soğan ka­
buğu kaçmış, a canım onun ne zararı vard ı ! Sı­
caktı ya. Çaydanlık fokurdamaya, kapağını çat
çat hapiatarak islim almaya başlayınca . Adem
Reis kendi de. bizim de çay içmek gibi şatafatlı
bir keyif lüksünü yaşadığımıza utanarak. ""A rka­
daşlar, çay , süt filan gibi şeyler bizi m gibi baldırı
çıplak denizcilere değil. beylere . paşalara yakışı r.
ne var ki bu mirasyediliğe çoktanberi alıştığımız

119
ıçın artık çaydan vazgeçip. cafcafsız bir ha�·ata
katlanamıyorum ! " derd i .
Geceleri başaltı dambiçosunun açık kapısın­
dan . uzakta Skiros Adası ve Yunan Sporad Ada ­
larının karlı dağları ay ışığında sanki bu dünyanın
değil. başka bir evrenin ufkundaymış gibi görünü­
yorlardı . Aliş'in sesi o zaman kekeler ve sendele­
rneye başlardı . Ama çekingenlikten yavaş yava-;;
kurtulur. birbiri ardınca girdaplanan notalar ara ­
sında n . uzaktaki dağlar kadar ücra ve o dağlar
üzerindeki karlar kadar duru bir türkü tize çıkar
ve uzar. uzardı . A canı m . denizciydik. bin türlü
kahır çekiyorduk. Her zaman bulunduğumuz yer­
de değil başka yerde pek mutlu olacağımızı sa nı­
yorduk. Gelgel elim. o başka yer neresi . onu b il­
miyorduk. Aliş'in türküsünden o başka evreni . o
daha doğru daha güzel evreni sezer gibi olurduk
da yurda kavuşuyormuşuz gibi gönenirdik Aliş'in
sesi yavaş yavaş d iner . sönerd i . Türküyü sonra­
dan hatırlamak. sabah ışığında yavaş yavaş solan
bir düşü hatırlamak gibi oluyordu . Adem Reis. bir
elinde çay fincan ı . öteki elini ''Susunuz ! " dermiş
gibi kaldınrdı . Zavallı adam. sessizlikte kendi gön­
lünü dinlemeye mi uğraşıyordu!
Kayık güneye doğru ilerledikçe hava ılık1 aştı .
Artık ezile büzüle yürümüyorduk. Kimi zaman
Aliş'le birlikte güvertede yatıyor. gece ayaz çıkar­
sa gene başaltına kaçıyorduk. iki mizin de yaşı o n
yedi . on sekizi bulmuştu . Şehvet. h e m beni m .
hem d e o nun sırtına Amerikan yakısı gibi yapış­
mışt ı . O işin bilmediğimiz bir yeri yoktu. Mahalle­
de çocukken her şeyi birbirimize anlatmıştık Üs-­
teli k topa! hocanı n mahalle mektebinin aptesane
duvarları körpe edebiyat ve resim meraklılarının

1 20
bu konudaki yazı ve resimleriyle örtülü bulunu­
yordu . Bundan başka, kasabamızda mevsimi ge­
lince beygirlerin ve sığır. sıpa nın çiftleşmeleri
apaçı k konuşulurd u . Hatta bir gün Erkek Fatma .
doğurmakta güçlük çeken bir dişi keçiye ebelik
etmiş ve yavruyu kurtarıp dünyaya getirirke n yap­
tığı her hareketi. bize heyecanla anlatmıştı . Ama
bir şeyi bilmek başka . bili nen şeyi duymaksa
bambaşkayd ı . Şehvet sanki bize ait bir şey değildi
de. bize yabancı ve sonradan eklenip bizi rahatsız
eden bir şeydi . Nasıl diyeyim? Benim için olduğu
kadar Aliş için de gövde i htiyacı yani şehvet . i kin­
ci planda kalan bir şeyd i . Asıl sevgime bir cevap
arıyordum. Sonra da. söylemesini beceremeyece­
ğim a ma . güzelliğe karışmayı özlüyorduk.
Tam bu sıralarda. düşlerimde ve hulyalarım­
da. hep kendini bağ ışlayan yumuşak kadınlar gö­
rürdüm. Çocukken görüp de o zamanlar hiç aldır­
madığım manzaralar gözümün önüne yeni yeni
ve üzücü anlamlarla ve yüklü olarak. kayar gelir­
lerd i . Bunlardan başlıcası . Erkek Fatma ile Hintili
hatıralarımdı. Fatma ile birlikte sularına daldığı­
mız denizin duru bir görünüş gibi durgun ve ço­
cuk bakışıymış kadar masum o küçük koyun anı­
sı, bana durgunluk ve masumiyetle hiç ilgisi olma­
yan bir üzüntü oluyordu. Çocuklukta birlikte de­
nizde oynaştığı mız gibi. şimdi de düşlerimde bera­
ber dalar oynaşırd ı k. Alev gibi saçları güneşte tu­
tuşup da cayır cayır kıvılcımlar saçmasınlar diye
başına ha bire su serperdim. Denizden çıkan göv­
desinin düpedüz, tertemiz, toprak, ot ve deniz ko­
kusu hala burnumdayd ı . Evet, Erkek Fatma b iraz
eğrimsi ve biraz vahşi idi. Ama ben onu olduğu
gibi seviyordum . Bence onun vahşiliğini d i ndir-

121
rnek. kıpkızıl gelinciğin rengi pek haykırıcıdır di­
ye , onu soldurmaya kalkışmak gibi bir şey olurdu.
Ondan sonra düşlerime yurdumun şurası bu­
rası getirdi. Örneğin ay ışığında evlerin gümüş bir
ateşle badanalanmış gibi duruşları. vardiyapruva
fenerinin içindeki lambayla aydınlanması gibi .
sanki içlerinde geceleyin soyunmakta olan kızla­
rın gövdeleriyle aydınlanıyordu. Hatırladığım çi­
çekler ve sessiz sedasız otlar, belki olduklarından
daha mahmur ve ılık kokuyorlard ı . Sonra ocak
böcekleri ve başka gece böcekleri geceyi tir tir tit­
retirken kadınların dam başlarına çıkıp ay ışığ ın­
da yarı çıplak. boylu boylarınca uzanıp kendilerini
ay ışığına verdiklerini hatırlardım. Heyecanla yük·
selip inen gerdantarının hareketind en . düşlerinde
denizden deniz efelerinin gelmekte olduğunu gör­
düklerini sezerdim. Kuşkusuz beklenen bu deniz­
cilerin başında, hayalime göre ben getirdi m .
Aliş de tıpkı benim gibi düşünüyor v e tıpkı
ben im gibi kaygılanıp üzülüyordu . Aliş. kadın ve
kızların , yağınurda çamurda deniz kıyısına gide­
rek uzaklara baktıklarını . birbirlerine " Bi zimki
şimdiye kadar gelecekti . Niye geeikti acaba? Rüz­
gar önden esmiştir . Yarın inşallah buradadır. Ka­
saptan biraz et alayım. Herif pathcanlı kebaba
bayılır" dediklerinL kimi zaman da ufukta yıldızlar
arasında erkeklerini vardiyapruva ışığının çıkması­
nı bekleye bekleye gözlerinin kızardığını , oysa.
zavallı kadının pathcanlı kebap sevdiğini söylediği
denizcinin çoktan balıkiara yem : vardiyapruva ışı­
ğının ise yıldız değil . belki de bin kulaç dipte de­
niz böceklerine yuva olduğunu söyler, sonra da,
"Elverir ki benim de böyle bir bekleyenim olsu n ,
boğulmaya b i n kere razıyım" diye eklerd i .

1 22
DELİKANLILIK

Uygun rüzgarlar bizi P.::lamut büküne getird i .


Köylü kızler ağaçlardi'l.n s0n t: danda portakalları
topluyorlardı. Tayfadan otuz ycısları nda Tasunun
Ahmet vardı: kadınlarla hep açık saçık şakalaşır .
h i ç sıkılmadan onlara urandırıcı tekliflerde bulu­
nurdu. Bazı kadınlar ona çınlıyan kahkahalarıyla
cevap verirlerd i . Ben ve Aliş ise hiç ses çıkarta­
mıyor, bir söz söyleyemiyor. hatta bakmaya bile
utanıyorduk. Oysa içeriden yanıyorduk. Sevgi öz­
lüyorduk. sevgi varlığımızın başta gelen ihtiyacı.
gönlümüzün başka insan gönüllerine bir duası ol­
muştu: gelgelel im utanıyorduk.
Bir akşam Aliş bana derdini yand ı :
- Yahu dedi. seviyorum ve herkesin yüreğin­
de son suz sevgilerin yanmakta olduğunu seziyo­
rum. Oysa onu istemeye kalkışınca. kendimden
utanıyorum . dilsiz kalıyorum . Susmaktan beter
bir durum bu. Saçmasapan şeyler söylüyorum ve
özlediğim sevginin kuzulara: köpeklere verildiğini
görüyorum. Çünkü kuzular meleyerek. köpekler
de kuyruk saliayarak o sevgiyi apaçık istiyorlar.
Bana öyle geliyor ki dünyada sonsuz sevgi d ile
gelmek için can atar , dudaklarda tir tir titrer, gel­
gelelim d ile gelmeye utanır. utanır! dedi .
Ben :

1 23
- Şu To sun Ahmet'e baksa na. hiç utandığı
yok. dedim .
Ali ş :
- Herifin sevgisi yok k i utancı olsun. Sevgi
isteyebilir . çünkü sevgiye ihtiyacı yok: sevgiyi tek­
lif eder . çünkü vereceği sevgi yok. İşte bizim sev­
gimiz var ve o sevgi bize başkasının sevgilisiyle
karıştırmayı özletiyor. Ne var ki gık demiyoruz.
susuyoruz vesselam. ded i .
H i ç d e yalan söylemiyordu.
Palamut bükü . ay şeklinde koca bir plajdı.
Karşısında Rodos, Sömbeki. Tillos ve bu adaların
yavruları başka adalar sıralanıyordu. Dört beş mil
uzunluğunda dalgalar. sırtlarında köpükle karışık
gökgürültüsünü açık denizlerden taşıya taşıya ge­
lirler ve köpükle gökgürültüsünü. plajın enine de­
virirlerdi: yer sarsılırdı adeta. Kayığımız bu koca
plajın bir ucundayd ı . Plaj çok uzun olduğu için ,
köylü kızlar -seçilemeyeceklerini bilere k . tenh a­
daymışlar gibi- çırçı plak soyunur. denize girerler­
di. İlk günü Aliş'le onları uzaktan görmüş, i nsan
olduklarının bile farkına varamamıştık. Kayığımız
ise çok fakirdi: bir dürbünü bile yoktu. Gemiden
oraya baktıkça, kıyıdaki ağaran köpükten beyaz
bir parça kopuyor. kumsalın üzerinde yürüyor ve
kumsalın bittiği yerdeki sık çalılar arasında kaybo­
luyor sanıyorduk. Elbette köpük yürüyemez,
onun için birbirimize , " Bunlar acaba martı kuşları
mı?" diye soruyorduk. İyice dikkat edince . onların
insan olduklarını anladık. Hem de her gün aynı
saatte geliyorlardı.
Bir gün . şafakleyin kızlar gelmeden gidip
kumsalın kıyısındaki koskocaman bir yemiş ağacı-

1 24
nın yaprakları arasına saklandık. Yapraklar ara­
sında küçük güneş parçaları kıpraşıyor, dalga çe­
kildikçe, denizin şeffaf yeşilinden görünen dip
kumlarında pul pul ışıklar, durmamacasına deği­
şen oyalar yayıyorlardı. Parlak ışıkta. bal taşıyan
anlar. sağa sola . koca altın kıvılcımlar halinde
savruluyorlard ı . Bakışlarımızı denizde ve karada
aynaşan ışıklar kaplıyor. tam önümüzdeki yap­
raklardan örümceklerin sarkıttıkları ışık telleri tü­
tüyordu. Ama gönüllerimiz ne yaprakta. ne çiçek­
te , ne de gid ip gelen denizdeydi. Denizciliğe ilk
kabul edildiğim gün gemiye koştuğuın andaki gibi
yüreğimin attığını duyuyordum. Aliş de galiba öy­
leydi . Çünkü beklenen ve sevilen bir şeyi ürküt­
mernek için . o na d oğru usul usul. ayak ucuna ba­
sılarak gidildiği gibi; duyulmaktan korkarak . fısıltı
ile konuşuyorduk. Oysa, ne görülmemiz . ne de
duyulmamız olasılığı vardı. Çünkü ağacın o yap­
raklar denizi , birbirinin kulağı na konuşan binlerce
insanlar gibi . fısıldıyordu. Hele dalgaların kumlar
üzerine diz çöküp devri lişi, bağıran yüz binlerce
insanın sesi gibi uğulduyordu. Bize. o sesler hep
kendi içimizde bağıran sesler gibi geliyordu da ür­
küyorduk. Ağacın a . denizine ilgisiz. dallara takıla­
kalmış, d ikkat parçalarıydık sanki .
Sonunda kızlar ve kadınlar geldiler. Ben a rtık
Aliş'in yanımda olduğunun bile hiç farkında değil­
dim. Sanki evrende yapayalnızdım . Kızların bir
tanesi vard ı , onu, " Elif kız" diye çağırıyorlardı .
Şalvarı kalçalanndan aşağıya su gibi aktı . Gövde­
sinin birden meydana çıkan ışığı korkunç bir infi­
laktı da sanki , ışığı içimden bir aydınlık gibi geçi­
yordu. Ne bileyim , karanlık bir yere birdenbire
bir meşale girmiş gib i , denize atılışı nın tuzlu çınla-

1 25
yışını tepemden tırnağıma yayılan bir ürperti ile
duydum.
Dalgaların üzerinde parlayan neşesi . pırlanta
üzerinde çakan ı şık gibiyd i . Nasıl ki . bir su damla­
sı denize düşünce ayrılığını yitirirse . gördüğüm.
kokladığı m . işittiğim hep birbirine karışt ı . Dalga­
lar bile . kıyıya çarpıp açığa dönerken. birbirini sa­
ran ve birbiri nin koynuna akan çağlayanlardı Bü­
tün koy gerilmiş bir çalgı teli gibi. dalgalar gid ip
geldikçe inliyordu. Deniz yürek gibi çarpıyordu.
Sonra denizden çıkıp gittiler. O anda uyku
ve unutkanlı k sırrına varmayı özledi m . Ne çare ki
Aliş'i yanımda gördüm. Ben kendimden . o da
kendinden uyanıyordu. Gece, bir hırsızlıktan dö­
nen suçlular gibi çalılar arasından , görülmeden .
kayığa döndük.
Akşam güvertede yan yana yatıyorduk. Gü­
neşle ısınmış yaban nanesinin tatlı ve ısırıcı solu­
ğu. dağların kudretli kalçalanndan fırlayan kıyı
rüzgarıyla kayığa geliyordu. Deniz kıyısındaki tek
tük evlerin önünde çamaşır yıkayan kadınların
yüzleri , sıvalı kolları ve bacakları, batan güneşle
alevlenmiş gibi kıpkızıl yanıyordu. Ben Aliş'e :
- Niçin utanıyoruz. çekiniyoruz acaba? de­
dim.
Omuzlarını sil kti:
- Söyled i m a . işte öyle. ded i .
O ılık güney gecesinin 'koynunda yıldızlar b ile
sıcaktı . Düşümde kendini bağışlayan güzel kadın
hayallerinin etkisiyle artı k yemiyor, içmiyor, para
biriktiriyordum . Tasunun Ahmet ve bir iki tayfa
daha, kentlere uğradıkları zaman gittikleri tuhaf
yerleri birbirlerine anlatırlardı . Onlar anlatırken
ben göz kulak olur. sokakların adlarını ve nereler-

1 26
de oldukların ı . beynime ateş mühürlerle damga­
larcasına yerleştirirdim. Bu Tasunun Ah metler ve
öteki denizciler fena adamlar değillerd i . Yolculuk­
ları sırasında uğradıkları yerlerde hısım ve akraba­
ları yoktu. Yan sokaklarda onlara ''Pıss. . . st !
Pıs . . . sı ! " diye çağıran kadınlara karşı saygıları bile
vard ı . Yoksul ve yapayalnız insanlard ı . Nereye
gitsinlerdi'?
Kayık İ zmir'e , o ndan sonra İstanbul'a uğraya­
caktı. Bodrum'a uğramayacağı için. Aliş bir Bad­
rum kayığı bulmak üzere İzmir'de çıkacaktı . Ben­
se sefere devam edecek ve İstanbul'a da varacak­
tım_ Portakal yükümüz tamam olunca Palamut
bükünden kalktı . Tekirburnu'nu dalaşınca Bad­
rum'dan portakal ve mandalina ağaçlarının koku­
su geliyordu. Oysa on sekiz mil açıktaydı k . Gözle­
rim bağlı bile olsaydı memleketimi güzel kokusuy­
la bulurdum. Badrum'un önünden geçerke n . canı­
mın canı masmavi kıyı gözlerimin karşısında gön­
lüınce uzanıyordu. Denizin mavisi üzerinde o ka­
dar temiz ve duru bir aktı ki; hemen bir saniye
önce -aşk tanrıçası gibi- denizde ve köpükten ya­
ratılıp kıyıya yayılıvermiş sanılırdı. Akşam olduğu
için ışık şive değiştird i . Kent beyazken açık mavi
oldu. Aliş'le yan yana duruyorduk. çenelerimizi
küpeşteye dayamıştı k. Ona baktım . gözleri doluy­
du. Dönüp kente bir daha bakmadım. İşte Erkek
Fatma . Kalafat Ahmet, Halil Usta. balıkçı Ateşoğ­
lu, Nusret Ağa , Kasım Efendi. Kör Halit hep ora­
daydılar. Göktepe'nin merhametli gölgeleri kentin
üzerine uzandı. Böylece. Bodrum'u göz göre göre
geride bırakıp ayrılmak acısından bizi kurtard ı .
Aliş İzmir'e çıktı . Biz İstanbul'a vardık. Ben
adlarını ezberlemiş olduğum sokaklara doğru yol-

1 27
landım. Titriye titriye yürüyor, sıkılıyordum. Ka­
dınları n kara . kırmızı ve ak boyanmış suratlarıyla
karşılaşınca içim bulandı. Tabana kuwet kaçtı m .
İçimden ka n ağiaya ağiaya topladığım paranın bir
kısmını içkiye verdim. Ortalık kararınca kafam
dumanland ı . Cesaret toplamıştım . Çiçek Sokağı­
na doğru yollandım. Geçtiğim gün görmez dar
yerler, leş gibi sidik kokuyord u . Yolun iki tara fın­
daki yüksek binaların kapalı pencereleri. kapakla­
rından çapak ve irin sızan hastalıklı gözlere benzi­
yordu. Uzaktan uzağa çal ınan laternalar ve dişili
erkekli şarkı söyleyen bozuk sesler . kadınların
çığlığımsı yılışık yıl ışık kahkahalarının gürültüleri.
sanki deniz tutmuş gibi bana bir bulantı verdi .
Kendi kend ime. " N e cesaret? Bir kadının
karşısına çıkıp da nasıl utanmada n . arianmadan
öyle bir öneride bulunacaksın?" diyordum. Ürkek
ve çelimsiz adımlarla arasıra duraklıyor, yolumu
değiştiriyordum . Sokakta gelip gecenler: evlerin .
o kapalı gözlere benzeyen pencereleri. ağaran
kaldırım taşları : hep hayretle faltaşı gibi açılmış,
bana bakıyorlar sanıyordum . Bir türlü asıl sokağa
dalmak cesaretini kendimde bulamayarak bir aşa­
ğı bir yukarı taban teptim. Büyük bir namussuz­
luk işiernekte olduğumu duyuyordum. Ama dişle­
rimi sıktım: " H aydi bire sen de! Pısırık. mıymıntı,
budalasın ! O evlerdeki kadınlar namussuzsa , ora­
ya gidenler değil a. Oraları hep namuslu erkekle­
rin uğrağıdır" dedi m .
Tam o sırada. feslerini çapkıncasına öne eğ­
miş. bıyıklarını burmuş, kol kola. omuz omuza
vermiş üç külhanbeyi, cakalı adımlarla çalataban
sokağa daldılar. Hafif bir yaprak gibi, artlarına
katıldım. Bir evin kapısını onlar. biraz ötedeki

128
başka bir kapıyı da ben çaldı m . Yüreğim göğsü­
mü yumrukluyordu . Yaptığım ne yüz karası şeydi !
Harlayan kandan yüzüm ateş gibi yanıyordu. Ka­
pı açıldı . lzgarada pişi rilmiş uskumru balıkları
olur; gözleri bulanmış ve balgamlaşmış gibi ağa­
m; işte bir gözü öyle bulanmış ve yumurta kadar
yuvasından fırlamış. iriyarı yapılı. yaşlıca bir ka­
dın önümde duruyordu . Yüreğimin bile beti benzi
atarak. kireç kesildiğini duyar gibi oldum . Farkına
varmadan öyle bir irkilmişim ki . kadın ağlayıcı ve
çetrefil bir Rum şivesiyle, "Efendim bir nefis kör­
letmekten ibaret değil mi? Onu başkası kadar ben
de yaparım" diye yalvarmaya başladı . Sırtımı dö­
nüp kaçamadım. oraya çivi gibi mıhlı kaldı m .
Korkmadığım içi n m i içeri girdim, bugüne bugün
bildiğim yok! Bir zaman sonra tiksintiden , heye­
canda n . telaştan , şaşkınlıktan allak bullak. kendi­
mi dışarıda buldum .
Denize açıldığım ilk gece. direk başında gör­
düğüm Oriyon yıldızları gökte pırıl pırıldı. Başı­
mın üstündeki kırmızı fenerse. sanki domates gibi
sulu ve yılışık bir gözdü. Palamut bükünde Aliş'le
konuşup umduklarımız ne. dünyanın bize verdiği
neydi?
Artık ben de Aliş gibi memlekete dönmek is­
teğiyle yanıyordum . Gönlüm sıla özlemiyle yor­
gun ve dolgundu . Bodrum. Erkek Fatma, Halil
Usta , Kalafat Ahmet g özlerimde tütüyorlard ı . Ka­
der beni kanatlarının üzerinde gezd irmişt i . Dün­
yaları dolaştım. Keşke orada kalmış olsayd ı m .
Şimdiye kadar evlen miş. unumu elemiş, eleği du­
vara asıp yan gelmiştim . Şimdiyse başımı taştan
taşa vursam kaç para ederdi? Memlekete d ön­
mek. orada oturaklaşmak için para gerekti.

1 29
İşin tersliğine bakın ki . o zaman İtalya bize
Trablusgarp Savaşını açtığı için Türk kayıkları
Akdeniz'de gezemiyorlardı . Kala kala yabancı yol­
cu vapurlarında iş bulmak kaldı . Sağa sola baş­
vurdum. Bir gün. kahvehanenin birinde vapurlar­
da ateşçilik eden bir Fethiyeliye rastladım. Vapur­
larda iş aradığıını ve bana salık vermesini yalvar­
dım. Bana ödünç para verdi . Yemeğe ve ondan
sonra da baloz denilen eğlence yerlerine çağırd ı .
Piyazcıda ciğer v e öteberi yedikten sonra Beyoğ­
lu'na çıktık. Dükkanlardan. eğlence yerlerinden
akan ışıklar kaldırımlardaki karanlığı çizgi çizgi
kesiyordu. Kalabalığın yürüyen bacakları, dükka­
nına ve eğlence yerine göre. şimdi yeşil ve mavi.
sonra kırmızı ve sarı olarak her adımda renk de­
ğiştiriyordu. Arkadaşım:
- Vapurlarda temiz iş görenler ve çok para
alanlar olur. ama onlar vapur şirketlerinin hisse
senetlerini tutanların hısım akrabasıdır. Sen ister­
sen, dağları taşları kürekle kaz, ayda dört l iradan
daha fazla alamazsı n , dedi .
- A canım arkadaş, ben razıyım; sen söz ver­
din ya, yarın şirkete gideriz. dedim.
Ben bunu söylerken benim bacaklarım gül
pembe, onunkiler kavun içi olmuştu. Neyse, ba­
loz denilen yere gittik. Hokkabazlar; palyaçolar,
pehlivanlar oynadılar. Benim uykum geldi.
Ertesi günü, erkenden gelip. arkadaşı bul­
dum . Loyd Triyestino denilen Avusturyalı vapur
şirketinin acentesine gittik. Ertesi günü kalkarak
Marsilya'ya gidecek olan bir vapurda ateşçi eksik­
miş. Memurlar, ütüsü bozulmasın ve fantazi ço­
rapları gözüksün diye. pantolonlarını çimdikliye
çimdikliye yukarı çekerek beni ateşçiliğe kaydetti-

1 30
ler. Elime de bir kağıt verdiler. Vapura onunla gi­
decektim.
Sabah olunca bütün mallarımı bir çıkın edip
koltuğumun altına sıkıştırarak Galata rıhtımını
b·oyladım. Bizler. yani vapurda işieyecek ve vapu­
ru yürütecek olan denizciler rıhtı mda toplandık.
Hepimizin ellerinde eski püskü çantalar ve çuval­
lar vardı. Vapurun bordası önümüzde kara bir d u­
var gibi yükseliyordu. Bu duvarda kapkara ve pis
bir lumboz açıktı . Kafile halinde , kısa kısa adım­
larla yürüyerek vapura giriyorduk. Yüzlerce ayaklı
upuzun ve kapkara bir ejderha deliğine giren bir
yılan gibi . . . Yolcular ise pek sağlam bir iskeleden ,
kadınlar çıtır çıtır yapmacık gülüşleriyle, beyler
kurum kurum kurularak yukarı çıkıyorlard ı . Kü­
peşteden bize bakanlar, cennetteki meleklerin
aşığıda, yani cehennemdeki zebanilere bakışları
gibi , yüksekten bakıyorlardı. İçimden, "İyi ki üzer­
Ierimize tükürmüyorlar" dedim.
Bana yatacağım ranza ve nöbetim bildirildi .
Vapurun kalkmasına yakın elvedalar başlad ı . Bi­
zimse vedalaşacak kimsemiz yoktu. Elvedalar bi­
le, salon mobilyaları gibi, ancak dünyalığı yolun­
da olanların kendilerine peşkeş çekebilecekleri bir
lükstür. Benim bildiğim, anam , baba m , amca m ,
atam dünyadan selamsız sabahsız çekilip gitmiş­
lerdi.
Bundan önce ateşçilik etmiş değildim. Ama
yapacağım iş o kadar basitti ki onu öğrenmek
için çıraklık etmeye, ders almaya gerek yoktu. Bu
iş, gövde gençliği , kol , bacak gücü, ateşin karşı­
sında dayanıklılı k ister. Bunlardan yana ise , çok
şükür, bir eksikliğim yoktu. Nöbetim gelince, ba­
na verilen ocağı bal gibi idare ettim. Nöbetim bi-

131
tince , elimi yüzümü yıkadım , giysilerimi değiştir­
dim, sonra da hem vapuru gezip görmek, hem
hava almak üzere. başaltından dışarı çıktım. Doğ­
ruyu söylemek gerekirse. yolcu vapurunun içi. dı­
şından görünüşü kadar hoş değildi. Bu yolculu­
ğumda. denizden çok vapur vardı. Nereye gider­
sem gideyim bol bol vapur. yani karanlık ve izbe.
mağaramsı ambarlar. geçitler görüyordum. Deniz
ise buralarda pek kıttı . Biraz deniz göreyim diye
güverteye çıktım . Gemi Marmara Denizinde gece
esmiş ve dinmiş lodosun ölü dalgaları üzerinde
kalkıp iniyordu. Ben ateşçi olduğumdan birinci
mevkie gidemezdim. Üçüncü mevki güvertesi ise ,
insanın durduğu yerde dönerneyeceği kadar dar
ve kalabalıktı. Ne var ki, oradan birinci mevki gü­
vertesini görebiliyordum . Güverte gölgeleri . gemi
sallandıkça. gizlenmiş oldukları yerlerden beyaz
güvertenin üzerine uzanıyorlar, sonra kendi cesa­
retlerinden ürkmüş gibi birdenbire köşelerine çe­
kilip gene gizleniyorlard ı . Salonun kenan ise hep
gölgeliyd i . İşte oraya bir sıra şezlong konmuştu.
Üzerlerinde kıymetli kürklerle örtülü , kürkler ka­
dar pahalı yolcular vardı . Arniraller gibi apoletli
ve sırmalı garsonlar, onlara tepsiler dolusu bir
şeyler getiriyorlardı .
Vapura iki zengi n Moschild"in yolcu olarak
geldikleri fiskos edil mişti. Onları tanımadığım hal­
de, gerçek insan ve yolcu olarak yalnız kendileri
varmışlar gibi bir tavır takınmalarından ve bu dü­
şüncelerinin bütün öteki yolcuların onlara, yerlere
sürünüreesine saygı göstermeleriyle onaylanışın­
dan o iki yaşlı kadının Moschild ailesinden olduk­
larını anladım. Sanki bütün toplum bunları güzel­
leştirmek. dudaklarını rujlamak, giydirip kuşatmak

1 32
ıçın, ressamıyla, terzisiyle , yazarıyla , mimarıyla
yarışa çıkmıştı. Neredeydi bu pörsümüş ve eski­
miş et yığınları. neredeydi beı ıim çelik tel gibi Er­
kek Fatmam! Valiahi şu iki cadaloz Fatma'nın pa­
bucu bile olamazlard ı .
İkinci nöbetimi bitirince gene vapuru kolaçan
etmeye koyuldum. Bir geçit vardı ki oradan gar­
sonlar gider gelirierdi . Orada kime rasgeldim der­
siniz? Bodrumlu Pahos'a! Gerçi Bodrum'dayken
biz Rumiara gavur derdik, herhalde onlar da bize
daha övücü olmayan sıfatlar verirlerd i . Ama ya­
bancı illerde birbirimize rastlayınca, içtiğimiz su
ayrı gitmez, bir anadan doğmaymışız gibi birbiri­
mize sarılırdık. Beni görünce,
- More Mahmudu , sen burada ne arar? diye
kollarını açıp beni bağrına bastı.
Ben :
- Ateşçiyi m . ded i m . para biriktirip memleke­
time gideceğim.
Zavallı Pahos. bana nasıl ikram ve iltifat ede­
ceğini şaşırdı . İstanbul'dan pathcanla sarmısak al­
mış. Beni akşam yemeği için mutfağa davet etti .
Çünkü dostu olan aşçıbaşıya gizli gizli imambayıl­
dı pişirtiyormuş.
- Aman , bu Frangosların çürük etleri yenmi­
yor. Görsen . yolculara ne pis pis kokmuş şeyler
veriyorlar? Üzerlerine konulan salça olmasa yeni­
lir yutulur değil , yanlarına bile yanaşılmaz, dedi .
- Neden d edim. gördüm, pek güzel a . . .
- Ah bre bilmezsin Mahmudaki. ben salon
yolcularının garsonuyum . Burada her şeyin bir iç
yüzü, bir de dış yüzü var. Bir masa üstü ve bir
masa altı var , ded i .
Ondan sonra memleketten söz ettik. Söz

1 33
döndü dolaştı, ben Fatma'yı övdüm, o da Mari­
ka'yı . Ama ikimiz de içimizi istediğimiz gibi açıp
deşemedik. Çünkü onun garsonluğu ve benimse
ateşçiliğim vardı.
Akşam olunca mutfağa gittim. Salonda çalan
cazbandın gürültüsL· nü uzaktan uzağa işitiyorduk.
Pahos, "İştahı açıls· ı" diye, salon yolcularının iç­
tikleri en pahalı bir içkiyi sundu. Birdenbire caz­
bandı takımıyla yutmuşa döndüm. Pahos'un ken­
disi de içti. Yemeği yedikten sonra Pahos, "Dur
sana göstereyim" diyerek beni salona açılan ve
garsonlar tarafından . kullanılan bir kapının önüne
getirdi . Kapı aralıktı. İçerisi iyi görülüyordu . Sa­
lon yolcuları yemek yemek için masalara doğru
yürüyorlardı. Yemek salonu renkli camlardan bir
kubbe altıydı. Mobilya, en nadir ceviz ve başka
ağaçlardan yapılma sert ve sağlam şeylerdi. Ama
renk renk ışıkların donukluğu dolayısıyla, keskin
kenarları ve şekilleri sanki buğulanıp birbirine eri­
yor ve göze bir yumuşaklık etkisi veriyordu. Her
taraftan süslü saksılar içinde palmiyeler yükseli­
yordu. Masaların üzerindeki küçük ampuller l oş
bir ışık veriyor, alçakta duran bu ışıklar tavanlara
doğru uzun gölgeler salıyordu. Beyaz eldivenli
garsonlar sanki ·insan değillerdi de sessiz sessiz
yüzen hayaletlerdi . Kadınların çoğu dekolteydi .
Aralarında İngilizler. Amerikalılar, Danzigliler,
Stockholmlular, Orta Avrupalılar vard ı . Kimisi ko­
casıyla, ki mileri -kocaları memleketlerinde para
edinmek işine devam ettikleri için- yalnız gelmiş­
lerdi. Her birinin giydiği elbise "Paris ! " diye hay­
kırıyordu. Hele birisininki ışıktan yapılma bir ağa
benziyordu; sanki gök mavisinden kırpılma mavi
benekler mi, kelebekler mi diyeyim, işte onlar, bu

1 34
ışık ağına yakalanmışlard ı . Erkeklerin çoğu ye­
mek yemek için sırtiarına kırlangıç kuyruk frak
takmışlardı . Bunu niye giyiyorlardı sanki , onsuz
yemek yenmez miydi? Kadınların biri , yürürken
kalçalarını büyük bir ustalıkla sallıyordu. Doğrusu
benim de bakışım kırlangıç kuyruklarınki gibi ger­
danının süt beyazı parlaklığı üzerinde kaydı . Pa­
hos·a onu göstererek:
- Bu kim? dedim.
Pahos :
- Pule de lux, yani lüks tavuk, dedi.
- O ne ki ? diye sordum.
- Sen bil mezsin M ahmudaki , pahalı esnaf
kadınlara öyle denir. Onun yumuşak, sıpsıcak.
kuş tüyü yatağı hiç boş kalmaz. Bir vapurdan çı­
kar, öteki vapura girer. Karada hiç kalmaz. O nun
için ona lüks tavuk değil , lüks ördek demeli ! diye
cevap verdi.
Artık bütün yolcular masada yer almışlard ı .
Her birisi güzel kokularla, boyalarla, kremler, sür­
melerle, giysilerle kendilerini elden geldiği kadar
göz alıcı ve çekici yapmaya uğraşmış olmasına
karşılık pek teklifli bir tarzda yemek yiyişlerine
şaştım. Pahos:
- Sen onların bellerinden üst taraflarına bak­
ma, masaların üstünde başlar anlaşınıyar gibi bir­
birinden uzak duruyariarsa da masanın altında
hacaklar J5ek iyi anlaşırlar. Hah işte, içmeye baş­
ladılar. Müzik de çalıyor. Eğil Mahmut eği l , ded i .
İkimiz d e eğildik. Masadaki insanlar, telgraf
direkleri gibi , birbirinden ayrı , yerli yerlerinde du­
ruyorlardı. Ama , başımı indirince , masaların ve
sandalyelerin tahta bacaklarıyla insanların et ba­
caklarının birbirine karışmış pek dolambaçlı bir

1 35
hacaklar ve ayaklar bulamacı halinde ka•;nl}ştıkla­
rını ve ileri geri birbirini arayıp araştırdı klarını
gördüm.
Marsilya yolculuğum on gün sürd ü. Bu sıradcı
biz ateşçilerin eşekler kadar haysiyeti miz yoktu.
Bu zamanın yarısını kızıl ateş karşısındaki kıpkızıl
yanan süngüleri ateşe sokup çıkarmakla. gelberi
ile dışarıya çektiğim pislikler arasındaki alevii kö­
mür p;:ırçalarıyla ayağım ı . bacağımı dağlamakla.
kan ter içinde kaldıktan sonra seriniemek için
makinelerin ağzına giderek orada buz kesip ö k­
sürmekle geçirdim. Kullandığımız. kömür süngüsü
değil, ömür törpüsüydü. Eğer yemek konusunda
ve başka şeylerde Pahos'un yardımı olmasaydı .
para biriktirmek şöyle dursu n . üstelik b i r d e bor­
ca girecektim.
Neyse . yolcularımızı Marsilya'ya boşalttık.
Onların yerine başka yolcular aldık. Gerçekten de
biz yolcu gemisiydik, bunlar da yolcuydu. Hem
de tam yolcu. Paketin kağıtla sarılıp postaya ve­
rildiği gibi , bunlar da Paris'te tuvaletlend irilip bize
veriliyorlard ı . Biz de bunları i çieri saman dolu çu­
vallar gibi lüks karnaranın içine taşıyor, bir yer­
den bir yere götürüyorduk.
Dönüş de tıpkı gidiş gibi geçti. Benim ocak­
taki nöbetleri m . Pahos'la hoşbeş edişlerim, yolcu­
ların tuvaJet saati , yemek saati. cazbant tempo­
suyla birbirine sulanma ve gece olunca kamara­
dan karnaraya gizli gidiş gelişler saati falan fila n .
B i r gün seriniemek i çin yukarıya güverteye
çıktım. Bütün güvertesi denizle süprülen küçük
bir yelkenli kayık gördüm. Biz rahat rahat gider­
ken, o, koca e nginde ölüm dirim savaşındaydı ve
savaşla şanlıyd ı . Bizim salon yolcuları yukarıda

1 36
tuzlu bademler çıtırdatarak birbirleriyle flört eder­
lerken orada denizci arkadaşlar, bir tarafta kosko­
ca deniz ve bir tarafta o koskoca denize karşı ko­
yacak olan kendileri . çıplak göğüslü masumiyetle­
riyle aslan gibi dövüşüyorlardı. Elimde olsayd ı ,
vapurdan atlar. denizci arkadaşlara kavuşurdum.
Ben böyle bakar dururken bir çan çaldı. Ye­
meğe hazırlan çanıydı. Şimdi herkes akşam tuva­
Jetini yapmaya koyulacaktı .
Dönüş yolculuğunda en çok heyecanlandığım
dakika. Arşipel denizine girdiğimiz dakika idi .
Hatta gemiciler ve yolcular bile gözlerini biraz
açarak, "Arşipel'e giriyoruz" diyorlard ı .
Sözü uzatmayalı m . birkaç lira i l e İstanbul'a
gittim; bir Karadenizli taka ile de İzmir'e. Oradan
ötesi kolaydı artık. Eh , sonunda Erkek Fatma'ya
kavuşacaktım. Onda herkeste arayıp arayıp da
pek az bulduğum ya da hiç bulamadığım ve hep
özleyip durduğum bir şeyin pek çoğu vard ı .

1 37
A CANlM, YURT BAŞKADIR

Neyse, memlekete ulaştım . Memleketin gü­


neş yanığı ve yolun tozu toprağı ile esmerleşmiş
çocukları arasından geçerek evimin kapısının
önüne vardım. Evi bir yıkıntı halinde buldum . Ka­
pının anahtarı komşumuz Hüsniye bacıdayd ı , onu
aldım. Evin önünde bahçe vardı , otlar boğmuş;
annemin diktiği i ki gül ağacı , karanfiller ve daha
başka çiçeklerin hepsi kurumuş; yalnız sabırlıkla
iki yüksek hurma ağacı olduğu gibi duruyorlardı .
Bahçede, deniz görünüyordu. Bakışları ve düşün­
celeri hep denizde, kulağı hep rüzgarda yaşamış
olan kara kuru anacığımı oracıkta öyle özledim
ki . Sonra, onun mezarını aradım. " Çamın altında,
Hacı kadının sağ tarafına gömdülerdi"" dediler.
Orada bir deği l , dört mezar -yani toprak kümesi­
vardı. Bunların yalnız birisinin üzerinde bir tahta
parçası duruyordu; üzerindeki yazılar da yağmur­
la, güneşle silinmişti . Anaının mezarını bulama­
dım gitti.
Evin kapısını açtığım zaman beni bir küf ko­
kusu karşıladı . Biz sandalye, koltuk yerine, gaz
tenekelerini, portakal sandıklarını yan yana ko­
yar, üzerlerine hasır, kil i m , ya da post atardık.
Kışın çok soğuk olursa , o sandıkları kırar ocakta
yakar, kilimler ve postları da ocağın önüne serer
ısınırdık . Ne sandıklar, ne de postlar kalmıştı.

1 38
Bakkaldan bir kova, biraz i p , bir süpürge ve ocak
için bir maşa aldım. Üst katta, pencere kapakları­
nın çürüyüp dökülmüş yerlerinden giren kumru­
lar , her tarafa yuvalanmışlardı . Oralarını silip sü­
pürüp yıkadım. Ocağı yaktım . O gece evde yatıp
uyudum.
Ertesi günü eski arkadaşlara , sonra da Ate­
şoğluna uğrayacaktı m . Fatma"yı görmeyi geciktiri­
yordum. Onu görmek umudunun sevincini daha
uzun boylu tatmak için . Doğruyu söylemek gere­
kirse, ben herkesi ve her şeyi bıraktığım gibi bu­
lacağımı sanmıştım Halil Ustayı yine dükkanında,
Nusret Ağa ile Kasım Efendiyi yine orada bulaca­
ğıını ummuştum. Nusret Ağa ölmüş. Kasım Efen­
di ortadan kaybolmuş . . . Bir gün onu başı boş ge­
zerken görmüşler; memurluk yaşamını ve hangi
tarihte, nerede , ne kadar maaş almış olduğunu
dağlara, taşiara ve ağaçlara bağıra bağıra anlatı­
yormuş. Bağlayıp İzmir'e tırnarhaneye götürmüş­
ler . O insan tanır, bilir ve anlar, cin bakışlı Halil
Ustayı, gözlerinin ışığı sönmüş, ak saçlı , ak sakal­
lı bir insan çöküntüsü buldum. Ona da denizcilik­
ten söz ettiğimde, gözleri uyanır gibi oldu, sonra
yine söndü; gönlü dükkanı gibi karanlıklaşmışt ı .
Öteki tanıdıklarım da hep başkalaşmışlardı . Bod­
rum'a varınca duyacağımı umduğum tadı bulama­
dım. İnsan bir mevsimde , bir ağacın belli bir da­
lında bir yemiş buluyor; yiyor ve hoşuna gidi­
yor. . . Bir iki mevsim sonra gene aynı dalda aynı
yemişi arıyor; ya yemiş o dalda bulunmuyor, ya
da bulunursa hoşa gitmiyor; belki yemişi arayan
değişmiş oluyor.
Neyse , canım sıkıla sıkıla Ateşoğlunun evine
doğru yol aldım. Onu evinin meydanlığının orta-

1 39
sındaki harup ağacının gölgesinde buldum . Ağa­
cın kütüğündeki bir kırık dala barbunya ağının
mantar yakasım iliştirmiş, kurşun yakasının bir
deliğine çıplak ayağının baş parmağını geçirerek
ağı germiş. onarıyordu. Ona selam verdim. başını
kaldırmadı . Kim olduğumu söyledim. . . Sevi ncin­
den etekleri zil çalacak sanıyordum: umursamadı
bile : herhalde bir tasası vardı. Gözlerini işinden
ayırmadı . Ta neden sonra . başını döndürdü. Gü­
neşe bakıyormuş gibi elini alnına getirdi . Beni ta­
nımadı:
- Ne istiyorsun evlat? ded i .
- Yahu Ateşoğlu amca. beni tanımadın
mı? . . . Süleyman Kaptanın oğlu Mahmut! dedim.
Başını eğdi . düşündü düşündü, ta neden son-
ra:
- Ha! Mahmut , hoş geldin oğlum. diyebildi
ve başını gene önüne eğd i .
- Çocuklar nerede? dedim .
Bir deri , bir kemik elinin üzerinde kan da­
marları solucanlar gibi kabarıyordu. Elinde tuttu­
ğu ağ mekiğiyle evi gösterd i . Gerçi Bodrum'a bin
bir umut ve yürek çarpıntısıyla gelmiştim ama,
şimdi iş değişmişti . Ateşoğlunun evine bir kara
haber duymaktan korka korka yürüyordum. Fela­
ketin kendine vergi bir havası vardır: onun yak­
laşmakta olduğunu. insan, yüreğinde soğuk soğuk
duyar. Artık çekine çekine yürüyordum. Evde bir­
kaç çocuğun ağla makta olduğunu duydum. Kapı
açıkt ı . Eşikte durdum . İğne ipliğe dönmüş iki kap­
kara çocuk. kırk kırk beş yaşlarında bir kadın,
" Dur seni piç kurusu, senin canını çıkarmazsam
bana adam demesinler" diye yaygaralar kopara­
rak, elindeki kepçe ile, dört beş yaşında olanını

1 40
dövüyordu . Yanaşırken adımlarımı duymamış, be­
ni kapının önünde görmemişti . Dövülen çocuk
avaz avaz bağırıyord u . Kadının saçları ayağa kalk­
mış. gözleri yuvalarından fırlamışt ı . Bir eliyle ço­
cuğun topuğundan tutuyor. yerde debelenen ço­
cuğa. kepçe ile rastgele -sırtına. başına, omuzla­
rına- vuruyor . çocuk kendini sakı nmak için kirpi
gibi t ortop oluyorclcı . Ocaktaki ateşin alevi . göz­
yaşlarında kırmw kırrru?.l parlıyordu. Ananın aklı
başı ndan gi tmiş g ibiydi . Ur ın sa� kolu yeldeğir­
meni kanadı gibi ınuntazan ı . kalkıp iniyor, kepçe
çıplak etler üzerinde şaklıyord u . Kadının kuweti
mi tükendi . yoksa içine f2nalık mı geld i . her ney­
se. yetişip de elinden kepçeyi alacağım zaman
yere dizüstü düştü. Kepçe yerde şakırdad ı . Başı
bir tarafa yığıld ı . dudağının bir tarafı titriye titriye
aşağıya sarkt ı . Yüzü yıkılıyormuş gibi eğri büğrü
oldu . Hıçkırıklarla kıyılan bir sesle. '"Ah yavrucu­
ğum !'" d iyebildi . Sonra hüngür hüngür ağlamaya
koyuldu. Hıçkırıklarla sarsıla sarsıla bir kenara
doğru sürünerek giden çocuğunu koşup kaptı ,
koynuna bast ı . Onu durmamacasına öpüyor. ok­
şuyordu . Saçı başı birbirine karışmış ana ile ço­
cuk, birbirine kitlendiler. Ben ne bu çocukları , ne
kadını tanıyordum. Kadına:
- Bacı. Erkek Fatma nerede? dedim.
- Paşaoğlunun tarlasında taş ayıklıyor. a kşa-
ma gelir. ded i .
Ben denize gitmeden önce , evde Ateşoğlu­
nun kız kardeşi. yani Erkek Fatma'nın halası var­
dı :
- Halime hala nerede? diye sordum.
- O , Yeni Mahalle'de Hacı Resul'ün evinde
badem kırıyor: evi de orada, ded i .

141
Şaşırdım:
- Pekala, akşama geliri m , dedim.
Hızlı adımlarla ayrıldı m . Gideliden beri Ate­
şoğluna bir şeyler olmuştu. Ama ne olmuştu? Ha­
lime haladan anlamak imkansızd ı . Çünkü o, bu
saatte badem kırıyordu. Ancak akşamieyin evine
dönecekti . Akşamleyinse ben Erkek Fatma'yı gör­
mek üzere Ateşoğluna dönecektim. Fatma'nın
adı nı sanki bir ölünün adıymış gibi anıyorlardı.
İ çime kasvet çöküyordu . Meraktan patlayacaktım .
Deniz kenarına indim. Karaya çekilmiş golet­
ler, tirhandiller. baltabaş, kemanbaş tekneler ara­
sında yürüyerek. kahvelere geldim. Kahvedekiler
bana:
· - Merhaba! Hoş geldi n ! diye selam verdiler.
Hep kahveler ikram ettiler. Ben bir erkek,
yabancı bir kadın hakkında kahvedeki erkekler­
den bilgi isteyemezdim ama, Ateşoğlunu sorabilir­
dim . . .
- Yahu, Ateşoğluna ne oldu? dedi m.
Ben seferdeyken evlendiğini, çoluk çocuğa
karıştığını söylediler. Demek ki evde gördüğüm
kadın Erkek Fatma'nın üvey anası ve o yarı çıp­
lak, kansız ve cılız çocuklar da üvey kardeşleriyd i .
Akşama kadar başka bir şey öğrenemedim.
Akşam olunca erkence Ateşoğlunun evine dön­
düm . Fatma daha gelmemişt i . Ateşoğlu da balığa
gitmişti. Evin eşiğine oturup bekledim .
Sular kararmadan biraz ö n c e Erkek Fatma
uzaktan fıtasıyla göründü. Onu yürüyüşünden ta­
nımamak imkansızd ı . Titriye titriye ayağa kalk­
tım, hızla ona doğru yürüdüm. Yanaştıkça yüzü­
nü seçebiliyordum. Ne var ki yüzü, Erkek Fat­
ma'nın yüzü değildi . Tanımadığım mosmor, kos-

1 42
kocaman ve tastopartak bir surattı. Yanılmışım
diye durakladığım zaman, o da beni gördü, tanı­
dı. Birdenbire, bir yerini fena halde incitmişim gi­
bi, dudaklarından bir çığlık koptu; acele bir el ha­
reketiyle yüzünü fıtasıyla örtüp gizled i . Yalnız bir
gözünü açık bıraktı. Bana doğru hızla yürüdü.
Göğsü yürek çarpıntılarıyla sarsıla sarsıla kalkıp
iniyordu.
- Mahmut, sen misin? Neden geldin? dedi .
- Senin için geldim, dedim .
İçimden, "O kırmızı yüzü yanlış görmüş ola­
cağım·· diyordum. Ona:
- Fatma bu ne hal? Ben ayrılalıdan beri kaç
göçe d ört el sarılmışa benziyorsun , dedim .
Sesi ve sözleri, boğulan bir insanın ağzından
çıkan hava habbeleri gibi gargaralanıyordu. Bu
karmakarışık söz kalabalığına , dikkat kesilen gön­
lümü, kulağımı , zihnimi verince , bir av tüfeğiyle
yüzüne ateş edildiğini, yüzünün berbat ve bir gö­
zünün de akmış olduğunu anladım. Yüreğim cızz
diye yandı . Dünya tepeme yıkılır, belkemiğim kı­
rılır gibi oldu.
- Oturalım, dedim.
Karşı karşıya yere bağdaş kurduk.
- Yüzüne gözüne ne olmuş olursa olsun , ben
sen i n için buraya geldim. Evleneceğiz, dedim .
Onun açık bıraktığı o tek gözü bakışımı ata­
d ı . Gözlerimin içine bakıyordu . Sonra,
- Bak! diye fıtasını bir kenara fırlattı.
Yüzü kıpkırmızı kabarcıklarla çimdik çimdik
olmuş ve iki misli büyüyerek toparlaklaşmış. yek­
pare bir yara idi. Akmış olan gözünün yeri derin
bir kırmızı çukurdu. Saçları ve g özünün biri Fat­
ma'nın eski gözü ve eski saçlarıyd ı. Ama bunlar

143
yu zun un çirkinliğin i gidermiyar, daha çok açığa
vuruyordu.
Bir süre ağzım açık kal d ı . dilim tutuldu. Yü­
reğimin çarpıntısından kurtarabildiğim kırık kısık
heceler hıçkırırcasına:
- Zararı yok. Bu kaza birlikte mutlu olmamı­
za engel olamaz, diye başladı m .
Ona öyle acıdım ki , söylediklerim ve sesim
belki insan sesinin ve sözünün en okşayıcı yumu­
şa klığına vardı. Söyled i kleri m i n içini karıştıran bir
hoşlukla bağrına sinmekte olduğunu sezdim . De­
rece derece tasasının dinmekte ve içinin ısınmak­
ta olduğunu görünce silkinip hız aldım. Artık
içimde ne var ne yoksa hepsini döküp saçıyor·
dum . Zaten onun eski yüzü beynimin ve gönlü­
mün ta derininde o kadar sil i n mez bir biçimde
yer etmişti ki , eski güzelliğinin hayali. gözümün
önünde bütün açıklığıyla duran şimdiki çirkinliği ni
bile bana unutturuyordu. Ona:
- Görürsün. ne güzel çocuklarımız olacak.
Kız iseler. haniya viranede seninle kayık yaptığı­
mız zamanlardaki Fatma gibi olacaklar, diyor­
dum .
Tek gözünün bakışı bakışımı aradı ve gözleri­
min içine sevgi ile bakakaldı. Sonra derin bir uy­
kudan birdenbire sarsılarak uyandırılıvermiş gibi
doğrulup irkildi:
- Ben de ninni di nleyen ufak bir çocuk gibi
oturup seni dinliyorum, dedi .
Eliyle yüzünü işaret ederek:
- Bu surat çekilir mi? Sanki kendi suratımı
aynada, suda görmüyor muyum? Sen bana acıdı­
ğın için kendini göz göre göre yakıyorsun, ded i .
Eliyle yavaşça göğsümü dürttü:

1 44
- Git! Mahmut , sana yalvarırım git! dedi.
Ü zerinde bir masum çocuk hali vardı. Belke­
miği çatır çatır kırılırcasına, hem kendine, hem
de bana karşı koymakta olduğu besbelliyd i . İçi
kan ağlıyordu:
- Yanlış anlama Mahmut: yalan söylemiyor­
sun . sözlerinde zerrece yalan olsaydı belki sana
varırd ı m . dedi .
- Ben sensiz edemem . evleneceğimize söz
ver. dedim.
İleriye atılarak, yüzünü i ki avcumun arasına
ald ım ve yıllarca çekmiş olduğum özlernin bütün
şiddetiyle onu öptüm.
O anda bakışı korkunç bir çığlık gibiydi. San­
ki kader. sözden ve sesten yırtılarak ayrılmış ve
bir bakış olmuştu. Göğsü kasırgadaki dev denizler
gibi inip çıkıyordu. Göz göze takılakaldık Boğa­
zında toplanan düğümü yutmaya uğraşıyormuş
gibi bi rkaç kez yutkunduktan sonra . duygu ile ka­
l ınlaşan bir sesle:
- Acele etme Mahmut. . . Sen geleli daha dün
bir. bugün i ki . Yarın akşam gel , sana söz verip
vermeyeceğimi söylerim, olmaz mı? d edi.
isteğine baş eğmekten başka yapılacak iş
yoktu. Ayrılırken dönüp dönüp bakıyordum. Ay
ışığında bir mermer heykel gibi taş kesilerek du­
ruyor. bana bakıyordu. Zavall ı Fatma, ne hale
gel mişti ! "Ama zararı yok, ben bunun acısını çıka­
rının" diye düşünüyordum. Yamacın tümseğini
dönünce onu artık göremez oldum .
Ertesi günü Fatma'nın başına gelen felaketi
en ince ayrıntısına kadar öğrenmek için çalmadık
kapı . başvurmadık insarı bırakmadım. O işi öğ­
renmek merakı içimi öyle yiyordu ki. bir erkeğin,

1 45
bir kız ya da kadın hakkında , başka bir erkekten
bilgi istemesi ayı p d a , uygunsuz da olsa umurum­
da değildi . Onunla evleneceğimi açık açık söylü­
yordum. Bendeki öğrenmek ihtiyacını yeterince
tatmin için herkes olayı hatırladığı gibi değil . fa­
kat unuttuklarını bile hatıriayıp söylemek için zih­
nini kurcalıya kurcalıya anlattı . İkindi olmadan.
sanki olay hemen o gün olmuş ve ben de orada
bulunmuşum gibi her şeyi bil iyordum.
Önce şunu anlatayım:
Fatma. Gerenkuyu'daki Ballı çiftliğe babasıy­
la her gidişind e . çiftlik sahibi İsmail Çavuş mutla­
ka kıza sul anırmış. Bir gün daha ileri giderek.
bekçisi diye getirdiği Ahmet Ağaya Fatma'yı ya­
kalatmaya kal kışmış. Ahmet Ağa , Fatma'yı yaka
paça sürükleyemeyeceğini anlayınca bıçak çek­
miş. Fatma bir taşla bekçiyi yere sermiş. O ndan
sonra bir yaban kedisi gibi İsmail Çavuşun üstüne
saldırarak birkaç sille ve tokatla onu da bekçinin
yanına sermiş .
Zaten Ateşoğlunun balıkçılıktan ekmeğini çı­
karması . taşı ezerek ve burarak taştan et suyu çı­
karmaya benzermi ş. Ama adamın her bal ı k sefe­
rinden önce karşılaştığı başka bir derdi varmış. O
da paraketelere yem bulmak derd i . Ahtapot bu­
lursa ne ala. bularnazsa balık avlayamayarak aç
kalacağı içi n . bomba ile gizli gizli yemlik küçük
bal ıklar vurmak zorunda kalırmış. Denizin tuzun­
dan mıdır nedir. Ateşoğlunun gözleri biraz bula­
nık gördüğü için fitilin cigara ile ateşlenecek ba­
rutunu hiç göremezmiş. İşte o zaman Erkek Fat­
ma i mdadına yetişirmiş. Zaten çelik gibi kızmış
ya , bombayı tutuşturur ve yaman sallarmış . Balık­
lar dönüverirler, yüzenler denizin yüzüı:ıü , batan-

1 46
!arsa denizin dibini gumuşe çevirirlermiş. Dipte
iriyarı birkaç balık kalırsa, Fatma hemen soyunur.
dalar, onları çıkarırmış. Köpek balığı gelirse, iki
elinin birinde tuttuğu balığın biri n i , "Al senin pa­
yın ! " diye köpek balığına, ötekini de, "Bizim payı­
ınız ! " diye kayığa getirirmiş. Yüzdeki yemlik ya
da iri balıkları kepçe ile toplarmış. Ama bu dayak
olayından sonra bir yandan çiftlik sahibi. bek<,:ileri
ve ortakçıları, öte yandan da Ateşoğlu ve kızı
arasında acımasız ve amansız bir mücadele. bir
kurnazlık ve birbirini faka bastırmak yarışıdır baş­
lamış.
Bu işin kötü yanı . yemlik balıkların, tam İs­
mail Çavuşun malı olan arazinin sazlık kıyılarında
pek bol olmaları , bir de, İsmail Çavuşun kalabalık
hizmetçilerine karşı ihtiyar Ateşoğlu ile Fatma'nın
pek yalnız kalmalarıymış .
Bir akşamüzeri sular kararınca Ateşoğlu
uzaktan bakıp kıyılarda ve sazl ıklarda kimsenin
bulunmadığına kanaat getirince kıyıya yanaşmış.
Fatma'nın savurduğu bomba su içinde donuk bir
gümleyişle patlamış. Suyun yüzünden bir su sütu­
nu fışkırıp yine denize şarıldamış. Alacakaranlık­
ta. sırtüstüne dönen balıklar suyun yüzüne hasır
gibi serilmişler. Fatma dipte salı nan birkaç iri ba­
lığı dalıp çıkarmak için soyunmuş. Tam o sırada
sık çalıların arasından keskin bir ıslık çalınmış ve
bir tüfek patlamış. İşte o zaman Fatma'nın bir gö­
zü akmış, iri saçmalar, kıpkızıl şişler gibi Fat­
ma'nın yüzüne, gözüne ve gerdanına batmış.
"Davranmayın hırsızlar, bombacılar!" diye bağıran
üç dört erkek sesi duyulmuş. Kız inlemiş, kayığın
dibine düşmüş. Ateşoğlu. ''Fatma! Fatma ! " diye
seslenip dururmuş. Kız bütün kuwetini toplaya-

1 47
rak . "Hiçbir şey yok yahu . . . diyebil miş. Kalkmış
ve küreklere geçmiş . Bir gözü ile hayal meyal gö­
rerek kürek çekiyormuş. Arasıra içine baygınlık
gelince su içiyor. gene küreklere davranıyormuş.
Ağır ağır inleyerek soludukça, Ateşoğlu. "Ne olu­
yorsun?'' diye sararmış. O da. "Bıraktığımız yem­
li klere. balıkiara acıyorum . Balık avlayamayaca­
ğız" dermiş. Dişleri soluğunu kıyıyar ve soluğunu
çekerken yüzünden akan kanı içiyormuş. Ağzını
kapalı tutmak isterken kuruyan kan dudakları nı
birbiri ne yapıştırıvermiş. Böylece sekiz mil kürek
çekmiş.
O gece Bodrum·a d önünce bütün ev halkı
yırtınmışlar: duyulmasın diye seslerini kısarak ağ­
lamışlar. Bomba atmak yasak olduğu için duyulup
Ateşoğlu ve Fatma'nın hapishaneye götürülme­
sinden ürkmüşler. Bittabi İsmail Çavuş bunların
hepsi ni bildiği için tüfekle ateş etmişmiş!
İşte bu işten sonra Ateşoğlu birdenbire çö­
küp bunamış. Erkek Fatma gözlerinin ışığı gibiy­
miş. "Onu söndürdüler" demiş ve tuhaf bir yok­
sulluğa ıssızlığa bürünmüş. Bayağı . babası anası
ölüp de yapayalnız kalmış çocuklar gibi öksüz kal­
mış. Sırtı bükül müş. bacakları tutulmuş . . . Konu­
şulduğu zaman konuşanlara bomboş bir bakışla
bakarmış. Sanki aklı çok uzaklarda imiş de . aklını
söylenen sözlerin üzerine toplamak i çin bir hayli
vakit -gözler yerde- beklermiş.
Bu olup bitenleri kime sordumsa. sözlerini.
"Ateşoğlu yolcudur artık!" diye bitiriyorlardı.
Akşam olunca yüreğim çarpa çarpa Ateşoğ­
lunun evinin yolunu tuttum. Fatma daha gelme­
mişti. Arasıra Zehra teyze. dönüp dönüp yüzü­
me , bana acıyan bakışlarla bakıyordu. Hatta bir-

1 48
kaç kez bir şeyler söyleyecek oldu. Ama gene
vazgeçti.
Zehra teyzeye:
- Ne o teyze. dilinin ucunda bir şey var: ney­
se hele söyle! dedim.
Yutkundu. yutkundu :
- Bak, sana söyleyeyim Mahmut . Fatma·yı
hiç bekleme: o buraya dönmernek üzere başını
alıp gitti. Senin için söz bıraktı. Birbirin izle evle­
nirseniz sana da . ona da çok acı olacağını söyle­
di. Sana selam bıraktı. "Yüzümün ne hale geldiği­
ni hatırlasın. beni unutsun, beni hiç aramasın,
bulamaz, ıraklara gideceğim" ded i . Ne yapalım
oğlum. Allah kısmet etmemiş. ded i .
Sanki üzerime b i r yaylım ateş açılmış d a kur­
şunlar kemiklerimi kırmış gibi oldu. Bir paçavra
gibi sarka kaldım . Zehra teyzeyi çok sıkıştırdım.
Fatma'nın nereye gittiğini gerçekten bil miyordu.
Kaybedecek vakit yoktu. Koşa koşa dışarıya
fırladım. Fatma uzun bir yolculuğa çıkmışsa. Bod­
rum köylerine doğru değil . Milas·a gitmiştir diye
düşünerek, Yokuşbaşı yolunu tuttum . İşte ondan
sonra onu haftalarca köşe bucak aradım . Bir tür­
lü bulamadım da bulamadım vesselam.
Üstüme bir yorgunluk argınlık, bir ezginlik
bezginlik. ne bileyim. bir üşengenlik, uyuşukluk
çöktü. Vursalar tınmıyor. patiasalar umursamı­
yor. konuşsalar kulağıma girmiyordu. Üstelik
elimde avcumda da hiçbir şey kalmamış gibiyd i .
Pılıyı pırtıyı toplayıp denize çıkmak zorunda oldu­
ğumu düşündükçe içim acı ile burkuluyordu.
Babamın arkadaşlarından Zeynel Kaptan
adında biri vardı. Babamla yaşıttı. Enikonu deniz­
de gezmişti. Birkaç yıl dolgun navlunla denizde

1 49
mekik dokuyup da cebi para yuzu gorunce , çok
kayık sahipleri gibi denizden daha fazlasını çıkar­
maya tamah etmeden kayığı satmış, bahtı yardım
etmiş. birçok araziyi kelepir olarak ele geçirmiş.
onları bahçeye döndürmüş . . .
Bu adamın biricik bir kız eviadı vard ı . Babam
annem sağken . babam anam ve bütün mahalleli
beni ona gelecekte koca . onu bana gelecekte ka­
rım diye gösterir dururlardı . Ben o kıza -Ayşe'ydi
adı- çok sinirlenird im. Bir türlü birlikte oynaya­
mazdık. " Kayık yapalı m da denizde oynayalım"
derdim. o. "Bebek yapalım da salıncakta sallaya­
lım" derdi. Eninde sonunda kavga ederdik. Ben
Erkek Fatma ile oynamaya giderdim.
Tam bu sıralarda Zeynel Kaptan şunu bunu
araya koyuyor ve ağzımı yoklatıyordu. Bense ev­
lenecek kadın değil, denize açılacak gemi arıyor­
dum. Bir gün beni Kalafat Ahmet Usta Halil Us­
tanın dükkanına çağırttı . Ahmet Usta:
- A Ma hmut, araya girip sana şunu bunu söy­
lemeye, şöyle böyle öğüt vermeye memur edildik.
Sana söyleyecek şeylerde bir dalavere. bir hile ol­
duğundan işkillenseydik araya girmezdik. Sonra
bak, biz ağız yoklaması n ı , sözü evirip çevirmesini
pek bilmeyiz. Hartamız portamız yoktur. Zeynel
Kaptanın bir kızı var. Kıza çocukluktan beri . "Sen
büyüyünce Mahmut'a varacaksı n" demişler. Kızın
gönlünde yer etmişsi n . Geldikten sonra da seni
görmüş. Zeynel'in de biricik eviadı olduğu için.
onun yüreğini kıramıyor. Zaten kaptan da seni da­
matlığa beğenmiyor değil . Bizi, sana bu sözleri
söylemek için araya koymadılar: sözde gidip kızı
istemene seni kandıracaktık da. sen isteyecektin,
onlar da verecekt i . Demincek söylediğim gibi

1 50
adam kandırmayı ne ben becerebiliyorum, ne de
Halil . . . Doğrusunu dobra dobra söylemek daha
kolay geliyor bize . Ama kızın namuslu olduğuna
i kimiz de kalıbımızı basarız. Evlenıneniz kötü bir
iş olmayacak. Bak . ne yapalım. Biz seninle gö­
rüşmüş. sen de kızı isternek için bizi araya koy­
muş ol. dedi.
Ben :
- Vallahi. nasıl uygun görürseniz öyle yapın.
Hiç bana sormayın . dedim.
Bir süre bana , sonra da birbirlerine baktılar.
Kalafat:
- Pekala oğlum. Herhalde senin kötülüğüne
çalışmayacağımıza inanırsın , ded i .
Benim o sıralarda hiçbir şeyin umurumda ol­
madığını demincek söylemiştim . Ama , güzel oldu­
ğunu bildiğim bir kız tarafından koca diye seçil­
menin gururumu okşamadığını söylersem yalan
söylemiş olurum.
O akşam Kalafat bana:
- Yarın sabah git de Zeynel Kaptanla görüş.
ded i .
- Pekala. dedim.
Ertesi günü Zeynel Kaptanın dükkanına gittim.
- Kızımı sana, yani bir kardeşim gibi bildiğim
arkadaşıının oğluna vermek benim h oşuma gider.
Ayşe'yi sana vereceği m . Ama bir şart koşacağım
oğlum. Ayşe'nin anası öldü. Halası ya da kız veya
erkek bir kardeşi yok. Ölürsem senden başka
kimsesi olmayacak. Onun için. den izden vazgeçe­
ceksin . Zaten baban bana hep dert yanardı ve se­
ni denizden vazgeçirmeye çalıştığını bana söyler
dururdu. Denizden san ki ne bekliyorsun ki. Boş
ver denize! dedi.

151
Ben :
- İyi ama n e i ş göreceğim? Denizcilikten
başka bir zenaat bilmem ki . rızkımı nasıl çıkarta­
cağım? dedim .
0:
- Bilmiyorum. ama benim bütün malım bu
biri cik kızımındır . ded i .
B u söz bana b i r tokat etkisi yaptı . Sa çlarıının
bile ta uçlarına kadar . kızard ıklarını duyar gibi ol­
dum.
- Yani karımın parasıyla mı geçineceğim?
dedi m .
0:
- Birdenbire öyle öfkelenme. Sana hakaret
etmek istemiyorum. Birl i kte çalışırsınız. Mandali­
na bahçeleri var. Zeytinlikler. tarla. bosta n . bahçe
var. Bunların topu da iş ister. bakım ister. dedi .
Teşekkür ettim ve kendisine yarın kesin bir
cevap vereceğimi söyleyerek ayrıldım.
O günlerde. o apışık halimle. değişi klik ve
hareket değil . ama durgunluk ve sütlimanlı k arı­
yordum. O akşa m . dilersem karım olacak kızı.
bana Üçkuyular'da kuyu bileziğine oturmuş testisi­
ni daldururken gösterdiler. Badem gözleri karay­
dı. Kara saçları fıtasından taşıyordu. Kı z parasız­
lık çekmemiş. acı duymamış. yokluk nedir bilme­
miş. sere serpe fıskiye gibi boy atıp gelişmiş.
Onun durgun. kadife karası . o kşayıcı bakışı . bana
sütlimanlıklardaki cam gibi sulardan ve yumuşak
rıhl ı . kumlu kıyılardan ibaret. yorgunluk argınlık
giderici bir hayat vadediyordu. Öyle bir l imanlık
bulacaktım ki. orada denizci korkusuz ve kuşku­
suz gemisini demirler ve gözleri biraz uyku yüzü
görür.

1 52
Kız beni görünce, kıpkırmızı kızard ı . Yüzünü
örtmeye eli varmad ı , açık bırakmaya da utand ı .
orada şaşaladı kaldı.
Gönlüm Ayşe'ye akınaya koyuldu doğrusu.
Ama gözümün önüne Erkek Fatma geliyordu.
"Zavallı Erkek Fatma ! " diye düşünüyordum. o za­
man direk başındaki yaslı yaprakianma gibi gön­
lümden hazin bir esintinin gölgesi geçiyordu. Ka­
rım olacak Ayşe testilerini doldurdu. Adımlarını.
yol dönemeci çalılarının ardından kayboluncaya
kadar bakışlarımla izledim. Ona da acıd ım doğru-
su.
Ben denize açılmasaydım muhakkak ki Fat­
ma'nın suratı darmadağın edil mez, gözü de akıtıl­
mazd ı . Denizi bir daha hiç görmemeye, ondan
tamamen vazgeçmeye hazırdım. Artık dalgaların­
dan da, insanların kanına, canına susayan o hain
ve hırçın fırtınalarından da ikrah getirdim: bir da­
ha mavi yüzüne bakmamaya and içti m . Zaten
onun adının. sanının. dalgaların ı n , ren kleri nin.
çalkantı . çırpıntılarıyla akıntıları n ı n . kısacası hiç­
bir şeyinin bana gizli bir yeri kalmamışt ı . İç yüzü­
nü de. dış yüzünü de biliyordum. Onun büyüsü
çözülmüştü artık .
Ertesi sabah Zeynel Kaptana gittim . Deniz­
den vazgeçtiğimi söyledim . Kara gözlü. kiraz du­
daklı Ayşem'i öpecektim. İşte böylece bir öpücük
uğruna hayatımı berbat ettim.
Evlendik. Gençtik. Ben kendimi ona, o ken­
disi n i bana ziyafet çekti . Deniz yüzü görmeyen
Çömlekçi köyünde yaşıyorduk. Bahard ı . Toprak­
ların nabzı kudretle çarpıyor, ağaçların şişen to­
murcuklarından yeşil alevler fışkırıyordu. Bir uzun
öpüş kadar yüz kısa öpücük ve yüz kısa öpücük

1 53
kadar uzun öpüşlerle o uzun bahar günlerini kısa­
cık saniyelermiş gibi sevinçle geçiriyorduk.
Mutluluğun billur yaşları içinde Ayşe'min o
kara bakışı, kararan derin sularda geceleyin ay
ışığı gibi parlıyordu. Portakal ve limon ağaçları ve
gül fidanları arasında, yüklü asma çardakları altın­
da, pervaneleyen kelebekler gibi birbirimizi kova­
iıyorduk. Benim her gülüşümün ardınca onun gü­
lüşü, onun her öpücüğünün üstüne benim öpücü­
ğüm baş döndürücü bir burgaçlanma ile birbirinin
peşini kovalıyordu.
Ne var ki, orada Ayşe'nin parasına muhtaç
bir sığıntı gibi yaşamak ağırıma gidiyordu. istiyor­
dum ki bu toprak işlerinde benim de el emeğim
ve alın terim bulunsun. Çifte çubuğa yardımtın
dokunsun diye çapa ve bel kullanmasını öğren­
dim. O kadar ki, belin dirseğine taban dayayınca.
kısa bir zamanda dönümlerce toprağı hallaç pa­
muğu gibi belleyip atmaya başlad ım. Toprağa bel
saplamadığım zaman portakal ve mandalina
ağaçlarının altlarının nasıl açılacağın ı , mandalina
ve portakalların nasıl toplanacağını, asmaların
nasıl budanacağını , orak kullanmasın ı , ot biçmesi­
n i öğrendim.
Siftah olarak alın terimin boşa gitmediğini,
bir kazanç sağladığını gördüm. Sessiz toprak.
sesli denize benzemiyordu: Ona verdiğim emeğe,
bin bir renk, bin bir güzel koku ile, çiçekle cevap
veriyordu. Sanki kendisine karşı gösterdiğim ilgi­
den dolayı bana karşı şükran duyuyordu. Onu sa­
panla sürdüm mü. sürülen yeri sapana sadık ka­
larak, öylece kalıyordu. Atılan tohumu bağrına
kabul ediyor, onu sıpsıcak tutuyor, nemli tutuyor
ve uçar hayvanlardan gizleyerek koruyor ve koy-

1 54
nunda yavru emziren ana gibi besliyordu. Ta ki
günü gelince . atılan tohum, canlı bir özsuyla yeşil
ve ciyierle titrek, gelin gibi bir fidan olarak bana
mıs 9ibi kokan çiçeğiyle tat sızan yemişi n i , "'Bak.
TL5ıl büyüttüıTı sana !"' diye veriyordu. Toprak
tam b ! r l<.cıdırı :�'!dı n cı ktı. okşanmaktan hoşlanı­
yordu .
Hele ba l ı çed eki aqaçlar . . Asmayı budayarak
yükü ı ı ü hafiflctın::: e . c:ısma b;:.:,; ağı d uygulanıyor.
gözleri s.Jrıki şükran �·aslarıyla dolup taşıyordu.
Bademleri budasi:.m' . sevinçle titriyor. bütün to­
murcuklarında sanki beyaz kelebekler açarak te­
peden tırnağa kar gibi ağarıyorlardı . Limon ağaç­
larının kurularını ayıklasam, zarafet ve eda ile kal­
kınıyor, sık yapraklarıyla yeşil loşluklar yaratarak,
gece uykumuza güzel kokular katıyor, sarı sarı
yemişleriyse varlığımızı bile serinletiyordu. Kısa­
ca, emeği m , asmalarda salkım salkım sevin ç göz­
yaşları, şeftalide öpüşe uzatılan pembe yanak, ki­
razda dudak oluyordu.
Doğrusu ömür dediğin buydu işte. Keçileri­
miz Çömlekçi sırtlarında çıngıraklarını çıngırdata­
rak oynaşırlar; cömert memeleri sütlerle tostopar­
lak olmuş, mis gibi kekik, çam sakızı ve yaban çi­
çekleri kokan sütler verirler; ineklerimiz uzaktan
mahmur mahmur inlerler; gün, batıya ağınca ko­
ruluklarda bülbüller şakrar; puhu kuşları baygın
baygın ünler; arılar uğuldardı . . . Doğrusu babamın
yerden göğe kadar hakkı vard ı .
Duygu , kayığın geçerken bıraktığı , en küçük
bir izi bile kıskanarak onu hemen dümen suyunca
örtüp yok eden yüreksiz denizde değil, a ma asıl
toprakta vardı. Denizin sularını istediğin kadar
karıştır, okşa, istediğin kadar öv, pohpohla, tür-

1 55
küler söyle . onun sana cevabı , "Çeki l , defol ! " der­
miş gibi bir şamardır.
Güneş batınadan biraz önce, Ayşe'yle tarla­
dan . bahçeden ayrılırdık. Ben o akşam yiyecekle­
rimizi bir sepete kordum. Görünce insana dişlerini
saplayası getiren dinç ve kıpkızıl domatesler, kesi­
lince insanı bir hafta şakır şakır ağiatan koskoca­
man soğanla r, insanın yaprakları arasına daldırıp
yüzünü serinJetesi gelen marullar. hep sepette
toplanırdı . Omzuma da çapayı küreği vurur. ben
önde, o arkada, eveeğimize dönerdik. O ateşi ya­
kıp yemeği pişirirken. ben kapı eşiğinin önüne ha­
sırla yastığı atar, yan gelir. çubuğa cigarayı takar,
dumanı tellendirirdim. Sağımda solumda, naneler,
mercanköşkler. lavantalar, güller ve bir de kapının
üzerindeki küçük çardakta hanımelleri , hep tatlı
tatlı ve hafif hafif kokarlard ı . Öyle cömert fidan­
cıklar ki, bizi güzel kokularının buğusu içinde ya­
şatmak için ancak bir avuç toprak ve birkaç damla
su isterler: ben orada kurulur ve gelen geçen köy­
lülere. " Merhaba Ali dayı" " Sağol Veli dayı"
"Hoşça kal Mahmut Efendi" , "Uğurlar olsun Ha­
san a mca" diye selam verirdim . İçimden de, "Şim­
di denizde olsaydım , kıyı kıyı sürünüp demirleye­
cek liman arardım. Acaba skanciya vardiya (nöbet
değiştirmek) saati yakın mı? Acaba bu gece liman­
da tek demirle yatabilecek miyi m . yoksa karamu­
sal mı yapalım? (Gemi başının iki tarafından sağlı
sollu iki demir atmak.) Acaba neden ay yılan dili
gibi ipince ve zehirli? Kepçe yıldızları neden böyle
hırçın hırçın kıpırdaşırlar? Rüzgar neden hafifle­
di? . . Acaba tazelenecek mi : şuradan mı alacak,
yoksa buradan mı çıkacak: yoksa büsbütün söne­
cek de küreklere mi dayanacağız?" diye üzülüp du-

1 56
racaktım. Şimdiyse geceyi çatık suratlı bir deniz
üzerinde . sert kayalar arasında geçireceğime. sıca­
cık, Ayşe'min kolları arasında geçiriyordum.
Gül gibi geçiniyorduk köyde. Oraya yerleştik­
ten bir iki ay sonra . yaptığım işten . limon ve por­
takallardan üç lira . buğdaydan iki yüz altmış iki
kuruş, üzümden d oksan beş kuruş. koruktan yir­
mi sekiz kuruş kazand ı m . Bu hesapta . ben ve Ay­
şe'nin gelecek harman zamanına kadar. evde yi­
yeceğimiz kumanya ile . ertesi yıl ekim zamanında
ekeceğimiz tohumluk yoktu. Kısaca, sundan şu
kadar. bundan bu kadar para. anha minha tam
dokuz yüz seksen iki kuruş kazancım vard ı . Be­
nim aklım pek hesaba yatmıyordu ama. Ay:;e he­
sabını kitabını bilir. tutumlu bir ev kad ınıyd ı . Kafir
kadın. aritmetiğin dört işleminden toplama ve
çarpmanın iki ayaklı bir örneğiyd i . Çıkartma , böl­
meden ise hiç hoşlanmazd ı . Meğer ki başkasın­
dan kendine doğru çıkara ya da kendisine aslan
payı böle . O muhakkak toplar. artırır. ekler ve
torbasına atard ı . Torbası da şalvarının uçkuruydu.
Yalnız benim paramı , kendi parasına karıştırmaz­
d ı . Benimkileri şalvannın sağ uçkur ucun a . kendi
parasını da sol ucuna bağlardı .
Köy , bir dağın kayalık. sarp tepesi nin altında
başlar ve yokuş yukarı birkaç yüz adım devam et­
tikten sonra biterdi . Köyün üzerine. ·y erirnden
koparsam , üzerinize yuvarlanarak, topunuzu eze­
rim'' dermişçesine eğilen koca bir kaya parçasın­
dan ödleri patlamış olan köylüler. kese birliği
ederek İzmir'den getirdikleri koca bir zincirle eğik
kayayı , asıl tepenin beline sıkı fıkı bağlamışlardı .
Tarlalar. bahçeler. köyün bittiği yerden baş­
lar ve dağın eteğindeki dereye dayanırlardı. Dere-

1 57
nin kenarındaki topraklar. en alçakta oldukları
için çok sulaktılar. Bunlara, "taban yeri" denilird i :
" b i r ek bin a l " denilen b u taban yerlerinin topu
da karımındı . Bizim tarlaların yukarısında Gavur
Ali ile Diktiğin Hüseyin dayının tarlaları vard ı . Cı­
lız bir su. yorgun argın sızıntıyla bu iki komşumu­
zun arazisini birbirinden ayırır, bizim tarlanın or­
tasından geçerek, dereye kavuşurdu . Yamacın
ötesinde berisindeki topraklar, daha az ya da da­
ha kurak ve sulak olduklarına göre yama yama
sararır, bozarır, göverirlerdi. İşte toprağı kazma­
yı , bellemeyi , ekini ekip biçmey i , fidan budamayı,
bu komşularımız Diktiğin Hüseyin dayı ile Gavur
Ali'den öğrenmişti m. Kirpi Halil Usta ile Kalafat
Ahmet ilk denizcilik öğretmenlerim idiyse . bura­
daki bu iki komşum da toprakçılık öğretmenle­
rimdiler.
Ben köye ilk geldiğim zaman öteki köylülerle
bu iki komşumuz da bana hoş geldine gelmişler.
komşu olduklarını söylemişlerd i . Ama o zaman
konukların söylediklerine kulak vermiyordum.
Şaşkı n bir haldeydim. Karım zengin olduğu için
ben de , köyün bir ağası sayılıyordum. Yalnız ço­
cuklar değil, çoğu zaman benden yaşlı i nsanlar
-ortakçılarımız olduklarını sonradan öğrendim­
kunduralarını dışarıda çıkarıyorlar, gelip benim
elimi öpüyorlard ı . Baş sedire kurulup bir kolumu
testi sapı yapmak, öteki elimi de ha bire öptür­
mekten utanıyordum.
Birkaç gün sonra, omzumda çapa, nasıl et­
sem de, çifte çubuğa yardımım dokunsa d iye bir
aşağı bir yukarı gezerke n , Gavur Ali ile Diktiğin
Hüseyin dayının tarlalarında bir gürültü koptu.
Bir sürü çocuk sesleri cnnldaşıyor, kalın bir erkek

1 58
sesi de . birisine öfke ile haykırıyordu. O yana yü­
rüdüm. Sonradan anladığıma göre . Milas ilkokulu
öğretmenlerinden toparlak gözlüklü bir genç. ço­
cuklara , " Haydi çocuklar, gel iniz de köylere gide­
lim, cahil köylü babalara yardım edelim. Belki on­
lara daha modern bir ekim biçim tarzı öğretiriz
de gözlerini açmış oluruz" diye onları toplayarak
Gavur Ali'nin tarlasına getirmiş. Çocuklar sağa
sola dalmışlar, kazılmış toprakları çiğnemişler, ça­
yır otlarının üzerinde takla kılarak yuvarlanmışlar.
Bizim tarlanın kenarına varınca öfkesi burnundan
tüten Gavur Ali'nin , öğretmene, "Sen yardım et­
mek istiyorsun ama beyim; orak kullanmak, har­
man savurmak yardım deği l , i ştir. Şuracıkta şimdi
yardım ediyoruz diye bizi işimizden alı koyuyorsu­
nuz ! " d iye bar bar bağırıp tepindiğini i şitt i m .
Gavur A l i aksi bir adamdı . Topraktan b i r ta­
ne daha buğday koparmak için neredeyse topra­
ğın bağrını dişleriyle paralayacak tırnaklarıyla yır­
tıp deşecek, tekmeleyecek. acıtacak, ekmek diye
canını çıkaracak bir adamd ı . ''Ağacın kökü top­
raksa, i n sanın da kökü ekmektir be yahu!" derd i .
O dakikada Gavur Ali'nin gözü dönmüştü. İ ş i azı­
tıp öğretmenle hır gür edeceğinden korktu. "Gi­
dip de araya gireyim mi?" diye düşünürke n , yan­
daki tarladan öteki komşu Oiktiğin H üseyin dayı
sökün etti . . . Ufak tefek yapılı . seyrek zımba sa­
kallı, garip b ir adamdı. Asıl tuhafı , acayipliğinin
farkında olmamasıyd ı . Başkaları, onunla alay
edip güldükleri zaman, neşelerine kendi neşesi ve
gülüşleriyle katılırd ı . Gavur Ali'ye doğru yürürken
yüzü gülümsüyordu. Zaten ben oneağızı gülümse­
mez görmedim.
Gavur Ali'yi yavaşça kolundan tutup bizim

1 59
tarlaya d oğru getirdi. Ben çalının ardına gizlen­
dim. Gavur Ali"ye, ""Etme etme" d iye yalvarıyor­
du. Ö ğretmeni n işitemeyeceği bir tarzda. öğret­
men için , "Cahildir . bilmez. çocuktur. hoş görü­
ver" dedi. Sonra öğretmene dönerek, yüksek ses­
le:
- Buyurun beyim. bizim bahçeye gidelim. de-
di.
Kendi bahçesinin çiğnenmesine karşılı k . ço­
cukların yürekl erinin Gavur Ali tarafından kmlma­
sına engel olmak istediği ortadaydı. Ama buna
rağmen Gavur Ali ona yüksekten bakarak dudak
büktü, "Merhaba" dedi ve orağı eline alıp gitt i .
Be n . Hüseyin dayıya. öğretmene v e çocukla­
ra kavuştum . Genç öğretmen. Hüseyin dayıya te­
peden bakarak süzüyordu. Sonunda Hüseyin da­
yının bir kara cahil olduğuna kanaat getirince.
ayakta durduğu yerde bacaklarını açarak, i ki elini
kalçalarına koyup göğsünü kabartarak:
- Siz toprağın tava geldiğini anlamak için
termemetre kor musunuz? diye sordu.
Hüseyin dayı gülümseyerek:
- O söylediğin şey ne ki a oğul? dedi.
Hoca çocuklara döndü ve:
- Haydi çocuklar. köylü dayıya toprak ter­
mometreyi ve nasıl kullanıldığını öğreteli m . dedi .
Çocukların birkaçı -mutlaka sınıfta ileri ge­
lenlerden olacaklar- derslerini tekrarlıyorlarmış
gibi ince ve burgu gibi seslerle avaz avaz bağıra­
rak, termemetrenin ne olduğunu. toprağa nasıl
sokulduğunu anlattılar. Çocuklar susunca, hoca
takdir ve alkış bekleyen bir gülümseyişle Hüseyin
dayıya döndü. O , bu anlatılanlardan hiçbir şey
anlamamıştı . Öğretmen:

1 60
- Gördün mü köylü dayı, nasıl olurmuş? de­
yince:
- Valiahi oğu l . pek anlamadım. diye cevap
verd i .
Öğretmen :
- Pekala, siz toprağın tava gelip gelmediğin i
nasıl anlarsınız? d iye sordu.
Diktiğin Hüseyin:
- Şalvarımızı çözer. tarlanın ortasına ve top­
rağın üzerine çıplak ardımızla otururuz. Toprağın
ardımıza vurduğu sıcaklı ktan tava gelip gelmediği­
ni anlarız. İlkbaharın iş kolaylaşır. Benim toprak.
böceklerin uyanmasıyla tava gelir. O zaman ben
arasıra tarlaya yamyassı yatar ve kulağıını topra­
ğa verir d inlerim . Karıncalar yuvalarının kapıları­
nı açmadan önce içeride hazırlığa başlarlar. Onla­
rın kıpırdanışı, kulağa derinden derine gökgürül­
tüsü gibi gelir. İşte o zaman toprağın da uyan­
mak üzere olduğunu anlarım. Elbette bu ded iğim
yaz ürünleri içindir , diye anlattı .
Öğretmen kaşını çattı :
- Böyle olmaz . . . Termometre kullanmalı ! de-
di.
Hüseyin dayı:
- A evlat, bizde doğru dürüst kara sapan de­
miri yok, o dediğin şeyi -burada . ··termometre··
demeye kalkışt ı , fakat beceremedi- nereden bulu­
ruz? d ed i .
Laf orada kaldı . Böyle konuşurken Hüseyin
dayının bahçesine varmıştık. Hüseyin dayı bahçe­
sini anlatmaya koyuldu. O içieri gülen güneş dolu
gözleri pan! pan! parlıyordu:
- Bu toprak şeker gibidir, diyordu.
Sonra, sevgilisinin güzelliklerini sayıp dök-

161
mekle sevinen bir aşık gibi sözüne devam etti .
Nadastan , yoncadan . şundan bundan anlatıyordu
galiba . Karşısında bir di nleyen olmasa da toprağı
anlatan o canlı sesinin çınlayışını kendi din lemek
içi n , yüksek sesle , sevincinden -dağ başında tür­
kü söyleyen. ıslık çalan bir çocuk veya öten bir
kuş gibi- kendi kendine söylenip duracaktı.
Öğretmen dinliyordu ama. bir şeycikler anla­
mıyordu. Ne var ki: Hüseyin dayının sesindeki iç­
tenlik onu sürüklüyor. dinlemeye zorluyord u . Hü­
seyin dayı kendinden. bahçelerd e . tarlalarda gör­
düğü işten değil . ama doğrudan doğruya toprak­
tan söz ediyordu. Yalnız yaratmak. eriştirip yetiş­
tirmek sevdasındaydı. Sonradan anladım ki Hüse­
yin dayı . toprağın ve yerin nabzını d inliyormuş gi­
bi d inleyen ve kendi nabzı da adeta ona göre çar­
pan tuhaf bir adamdı .
Bir gün çift sürüyordu. Ondan ekin v e ağaç­
lar hakkında bir şey sormak için yanına vardım.
Çevresini koklayan. odanın içinde yiyecek olup
olmadığını hemen çakan bir kedi gibi yüzünü kal­
dırmış, dört yanını kokluyordu. Bana:
- Farkında mısı n . toprak ne güzel kokuyor?
Sapan sürüldükçe taze taze devriliyor. Onu baya­
ğı yiyesim geliyor. Toprağın böyle aşka geldiğini
az gördüm. Hey hey , yağlı yağl ı . sıcak sıcak dev­
riJip tütüyor. bak evlat. . . Bu toprak böyle kıvama
gelince işte bu tarladan. her biri tam bir o kka ar­
tan pırasa yetiştiririm. Hele şu çift öküzlerime di­
yecek yoktur. İşierini iyi bilirler . Haydi g ö!eyim
sizi kara oğlanlar! ded i .
Ne bileyim. t a m bir deniz adamı g i b i o da bir
toprak adamıydı.
Belki çocukları yoktu da b u yüzd en , ağaçları-

1 62
na çocukları gibi bakardı . Ağaçlarının daha em­
zikte yavruluk çağlarını, minimini fidanlık halleri­
ni. gençliklerini . delikanlılıklarını gelişip olgunla­
şıncaya kadar başlarından gelip geçen iyi ya da
kötü serüvenleri hep bilird i . Bir ağacın dünyada
ondan bir gün ö nce keyfi yerinde mi değil m i .
vaktini nasıl geçirdiğini hep anlard ı .
O n a derdimi anlattım. Bizim bahçeye gittik.
Limon ağacını gösterdim. Ağacın betinden ben­
zinde n , duruşundan . onun illetini çaktı. Bana:
- Şahları kesme, kurur. Kırmadan yavaş ya­
vaş bük ve öteki yamru yamru dalların arasına
sok. Makas kullanma. bu ağaç yara kaldırmaz de­
di.
Öyle yaptı m , ağaç kurtuldu.
Hüseyin dayı, komşusu Gavur Ali içi n , "Sert­
çedir ama bakma . fena adam değildir . derd i . Oy­
sa Gavur Ali 'nin Hüseyin dayı hakkında kullandığı
en hafif söz, " miskin" "mıymıntı" ve " hırbo" gibi
sözlerdi .
Ben nedense ilk önce Hüseyin dayıya ısın­
dım. Eskici Kirpi Ustaya bu kadar benzeyen bir
adama daha hiç rastlamamıştım. Bilmediklerimi
öğrenmek i çi n hep ona koşardım. Gavur Ali de. o
çatık suratma rağmen. arasıra gelir . bana salık ve­
rird i . " Hüseyin dayıya pek kulak asma; ağaç senin
hizmetçin olacağına. sen onun hizmetçisi olursu n .
Onun dediklerini yabana at demiyorum. Onu din­
le, işine gelen yanını al . gelmeyeni boşlayıver.
Çünkü bitkilerine onca gönül veriyor ki . kazancı­
na kör kalıyor. Bu gidişle ya açlıktan ölecek ya da
açlıktan ölmemek için tarlayı, bahçeyi elinden
kaptıracak. . . Eğer komşu hakkı saymasaydı m top­
raklarını çoktan elime geçirirdim" derdi

1 63
Gavur Ali'nin yanılmadığını çok geçmeden
öğrendim. Hüseyin . bahçeye gelir , "Şu portakal
ağacının altını böyle aç" diye yardım eder , "Şu li­
monu şöyle sula" diye öğüt verir dururdu. Ben de
ona, bahçesinde olmayan zerzevattan ve yemiş­
lerden utana utana verirdim.
Bir gün Ayşe beni bir kenara çekerek:
- Ama n . ona bir şey verme . Zaten babama
olan borcu gitgide kabarıyor, artık onu ödeye­
mez. Bir iki yıla kadar topraklarını elinden kopa­
rırız. Babam, davavekili Karakaşların Ferit Efendi
ile konuşmuş. Bu iş neredeyse kıvama gelecek.
Toprakları elinden gittikten sonra onu bizim or­
takçımız ederiz; ister istemez hem kendin i n . hem
bizim bahçede çalışı r. Şunu bunu vermek istiyor­
san Gavur Al(ye ver. Şimdilik onu kolay kolay al­
tedemeyiz. "Toprağımdan bir avuç dolusunu bile
verme m . Hele bir malıma göz diken olsun. ali­
mallah gözlerini oyarım" diye bağırıyor. Yemle­
rnek için ona arasıra aburcuburlar bağışla ! Ama,
ötekine verirsen topraklarının topraklarımıza ek­
lenmesini gecikti rirsin. Sen denizci olduğun için
toprak işlerinin daha acemisisin, dedi
Kulaklarıma inanamadım, şaşırdım. İçimden ,
"Toprak işleri böyle oluyor zahar" dedim. Yani
birbirimizin yüzüne gülecek, arkasından kuyu ka­
zacaktık. Oysa olası değil, Hüseyin dayıya karşı
böyle davranamazdım. Onunla birlikte bahçesini
sin si n yağan yağınurda gezerdik de. bana yırt ı k
kunduralarının altına yapışan toprakları göstere­
rek. " Bayağı insanın ayaklarına candan bir yalva­
rış, bir özleyiş gibi takılıyor; insanın gönlünü ken­
disine doğru çeken bu ağırlık oluyor. Şu çamurun
yumuşakl ığını duyunca bizim kaşık düşmanı rah-

1 64
metli Hatça'nın gençliğini hatırlarım. Onun da
benden dilediği bir şeyi olduğu zaman, sesi tam
işte bu çamur gibi yumuşar, tatlılaşırdı'' derdi.
Böyle konuşarak. bana masumiyetini, göğsünü
açarmış gibi açan bu i htiyarcığın yüreğine, ben
nasıl olur da zehirli bir kazmay ı , "Fırsat bu fırsat­
tır!" diye harttadak saplar. herifin canına kıyar­
dım? Gavur Ali ile karşılaşsak -ona da yapamaz­
dım a- haydi neyse , hiç ol mazsa onunla al takke
ver külah savaşır . el inden toprağını çatır çatır
alırken kopan gürültü arasında ne halt ettiğim i
düşünecek vaki t bulamazdım belki .

1 65
KÖYLÜLER. ORTAKÇILAR

Ayşe'nin başkalarına karşı davranışında gözü.


yalnız kendi çıkarındaydı. Buysa, başkasına açık
yürekle verdiğim selam ve söylediğim " Merha­
ba!"nın adına zehi r katıyor, neşemi d onduruyor­
du. Ayşe bu dapdaracık çıkar tasası ndan bir karış
ötesini göremediği için. karşısındakilerin yürekle­
rini kırıp geçiriyordu. Bu hal yüzünden üzüldükçe
Ayşe beni budala sayıyordu. Onca erkek dediği n
hep koparmalı, h e p yan vurup yai rnan çıkarma­
lıydı. Bana, "Böyle davranırsan bütün köylüler
hep sırtımızdan geçinmeye kalkışırlar. Avanak ol­
masana Mahmut" derdi.
İlk kavgamız da zaten bunun gibi bir şeyden
çıktı. Beni, birkaç köy ötedeki bir ortakçıya gön­
deriyordu. Ona mal sahibinin her yıl vermesi gö
renek olan şeker gibi, kahve gibi şeyler götürüle­
cekt i . Bu eşyanın hepsi otuz okka kadar tutuyor­
du. Gideceğim yer dört beş saat uzaktayd ı . Eşek­
le gidecektim . Kurşuni renkte bir eşekt i . Tüyü
anasının karnından daha henüz çıkmış gibi par­
lakt ı . Bu pek tüylü eşeği köy alanına kadar ye­
dekte götürdüm. Öteheriyi de sırtımda taşıyor­
dum. Ömrümde köyde hatırı sayılır belli başlı
ağaların biriydim ya . Söz aramızda bana , "toprak
ağası" ötekilere de "tütün ağası" " palamut ağası"
filan derlerdi. Ben bu toprak ağası sözüne çok

1 66
içerlerdim . Ama, ne yapayım, ses çıkarmazdı m .
Ben im gibi sunturlu b i r ağanın eşeğe binişine,
orada ne kadar köylü varsa yardım etmeye koştu­
lar. Çuvalları, sepetleri büyük bir iştahla eşeğin
iskele ve sancak alabandalarına bağlamaya koyul­
dular. O eşeğin boyu bosundaki bir kayığa o eşe­
ğe konulan yük kadar safra koyacak olsaydılar.
hiç ikisi biri yok. kayık mutlaka kaynard ı . Hem
ben koskocaman zıpır . utanmadan arlanmadan .
nasıl o yükün tepesine çıkıp oturacaktım? "Etme­
yin. eylemeyin" dediysem de. "Hele bin ! " diye bir­
kaçı birden beni yallah kaldırıp eşeğin güvertesi­
ne oturttular. Ayaklarım korkunç bir surette yer­
den kesildi . " E h , şimdi nasıl gideceğiz?" diye dü­
şünürken birlsi. 'Ya fettah ! " diye yaradana sığına­
rak hayvanın kıçına top gibi patlayan bir sopa aş­
kett i . Hayvan ileriye doğru öyle bir fırladı ki , ben
az kalsın sırt yerde hacaklar havada tepinekala­
caktım. Korkudan ilikl erim dondu. Derken eşeğe
vuran herif koşup "Gerekebilir" diye sapayı el ime
tutuşturdu.
Ne olduğurnun farkında olmayarak kendimi
köyün dışında buldum . Köyden iki gomine kadar
ayrıldıktan sonra bizim eşek. çiftetelli oynuyor­
muş gibi , yavaş yavaş bir yandan bir yana yalpa
vurmaya koyuldu. Kayık değil ki . orsaalabanda
edip denizleri baş omuzluğun birinden ya da öte­
kinden alasın . Elimdeki sert melengeç değneğini
hayvanın ardına yavaşça çaldım. Üç adım yürü­
dü, gene çifteteliiyi tutturdu.
Üstelik bir de arasıra duraklayıp başını yere
indiriyor, göveri çeşitlerinin çeşni farkını sınamak
için olacak, birkaç tutarn ot çimleniyordu. Eh .
doğrusu sinirleniyordum. Hemen o gün varmam

1 67
gereken yere bu gidişle nasıl varacaktım? İ şte bu­
nu düşündükçe sıkılıyordum, cigara üstüne cigara
içiyordum. Bir kabusta büyülenmiş tek tenha bir
yolcu gibi ha bire yürüyecek, ama varmak istedi­
ğim yere bir türlü varamayacaktım. Ne yapmalı ,
ne etmeli de ilerlemeli diye düşündüm. Onu çek­
meye uğraştım. Uğraştıkça tepem attı . Söyleme­
sine utanıyorum ama, sonunda, kopard ığım ka­
lınca bir dalı kaldırıp zavallı hayvanın suratma şid­
detle çarptım. Hayvan gözlerini kapıyor, başını
beklediği i kinci bir vuruş için havaya kaldırıyordu.
Dudakları korkudan ve acıdan tir tir titriyordu.
Ona çok acıdım. Gidip zavallıcığı okşadı m . Yere
çömelip oturdum. Hepsi iyi ama , halimiz ne ola­
caktı? Gene çekti m , gelmedi , bindim yürümedi .
Hangi topa! şeytana uydum da yaya gitmek du­
rurken eşeğe bindim diyerek eşeğin palarnarını
gölgeli bir ağaca bağladım. Bol bol kaluma ver­
dim ki etraftan otlayabilsi n . Heybeyi, torbayı salla
sırt edince, eşeğe allahaısmarladık dedim, yürü­
yüp gittim. Eşekle daha öte gitmediğime çok iyi
etmişim, çünkü hayvana binmeye alışmamış oldu­
ğum içi n , ertesi günü kalçalarım öyle ağrıdılar ki ,
birkaç gün yeni sünnet olmuş çocuklar gibi, ayak­
larım birbirinden ayrık olarak yürüyebildim . Sif­
tah biniciliğimin acı tatlı cilveleri bayağı sinirleri­
mi oynattı.
Yolu bulmak kolay oldu. Çünkü biricik pati­
ka güneşte apak ağarıyordu . Yolda arasıra rast­
geldiklerime Samancılar köyüne daha ne kadar
kaldığını sorup durdum. Hepsi de, " Bir cigara i çi ­
m i ötededir" dediler. Hangi bir cigara içimi ? . . İ ki
paket içti m , ortada hala köy yoktu. Akşam olun­
ca, "Eh, köy artık bir cigara içimi ötededir!" diye

1 68
rastgele bir pınar başına uzandı m . Çevremdeki
dağlara, "Akşamlarınız hayır olsun ! Ben bu gece
burada yatacağım ! " " dedim.
Sabah uyanınca giysilerim çiyle örtülüydü.
Kal kıp yoluma devam etti m . Demincek söyledi­
ğim gibi hacaklar ayrık olarak tabi i .
Dağın omuzundan güneşin fırlayıvermesiyle.
her yanı yakıp kavurması bir oldu . Çıplak ve kuru
dağları aşarak. bomboş uzanan ovaları geçerek.
bir dağ eteğine vardım.
Yamaçların ekilen yerleri , bozkır. kıraç ve kı­
sır bir toprakt ı , ekilmeyen yerleriyse cascavlak
kaya . Kerpiç kesilmiş yanık ve kuru toprakların
üzerinde biten kuru d i kenlerle dolu dimdik bir ya­
kuşu tırmandım. Köy , mezarlığı ile başlıyordu.
İçimden, "Hey gidi toprak ağası! Al sana istediğin
kadar toprak!" dedim .
Epeyce sonra köy başladı. Evlerin pencerele­
ri göz kapakları koparılmış kapkara birer yara gibi
sokaklara açılıyordu. Köy ancak uyanıyordu . Ho­
rozların ötmesi. çocukların ağlaması , yük taşıyan
eşeklerin artlarına değneklerin şaklaması ve "Dah,
çüş kara oğlan ! " naralarıyla faaliyete geçiyordu.
Evinin önünde tavukları kışalıyan ve erkek
olduğum için yüzünü gözünü örterek, arkasını ba­
na dönen bir kadından , bizim ortakçının evini
bulmak için salık istedim. Bana, biraz ötedeki bir
incir ağacını gösterdi :
- Avlularındadır . dedi.
Balcık hastalığından dolayı, yaprakları si nek
pislemiş gibi benek benek olmuş bir incir ağacıy­
dı o . Bizim ortakçı nın avlusuna iskambillerdeki si­
nek yedilisi kadar seyrek ve yaslı gölgeler damga­
lıyordu.

1 69
Beni ilk karşılayan yaratık, uğuldayan bir si­
nek bulutu ortasında kuyruk saliayarak kulakları­
nı şakırdatarak olduğu yerde tepinen uyuz bir
eşekt i . Sırtımdaki yükü yere salıverdim. Evin açık
kapısına d oğru seslendim. Ortaya, bir deri kemik,
içieri korku dolu kocaman gözlerle bakan bir ço­
cuk çıktı. Delik deşik menevrek şalvarı hiçbir şeyi
örtemed iği içi n . bu giysinin nedenini anlayama­
dım. Çocuğun ödünü patiatmamak içi n , yüzümü
gülümsernelerin en gönül okşayıcı yufkasıyla yu­
muşattı m . Yavaşça kim olduğumu söyledim. Ço­
cuk yılgın yılgın bi r adım geriledi. içeriye:
- Toprak ağası geldi. ded i .
Bir gümbürtü koptu içeride. Ev temelinden
sarsıld ı . toprak duvarlardan birkaç parça toprak
kopup yere düşt ü . Bizim ortakçı Memiş. külahım
kulaklarından aşağı ve ceketinin iki yenini önüne
kavuşturmak gayretiyle iki elini de karnma basa­
rak, eğile kalka:
- Buyurun ağam . buyurun ağam. hoş geldi­
niz! diye dışarı fırladı.
Doğrusu. amma da hoş gelmiştik! Herifin
gözlerinde kapkara bir acı okunuyordu. Omuz ke­
mikleri fırlak bostan korkuluğuna dönmüş bir
adamcağızdı . Eve girdik. Bumburuşuk suratlı kara
kuru bir kadın olan o rtakçının anası eğirdiği kaba
yün yığınını acele kalkarken yere düşürmüş. sol­
muş saçları cılız örgüler halinde yazmasından taş­
mış, paçavra halinde dallı basma şalvarlı , eli kına­
lı. patlak gözlü gelinine bana pişirilecek kahve ve
şekeri n hangi komşudan ödünç alınacağını telaşlı
telaşlı fısıldıyordu. Canlı cenazeye benzeyen bü­
yük kızı ise , iki eline içi ot dolu. eskimiş yem tor­
bası kılıkl ı iki yastığı almış, odanın en itibarlı yeri-

1 70
ni seçmeden dura ksayarak , ortada şaşkın şaşkın
dört dönüyordu. Beni ilk karşılayan erkek çocuk­
tan başka bir de körpecik kız daha vard ı . O da
benim gelişimin evi korkudan altüst ettiğini göre­
rek. herhalde beni bir umacı ya da bir gulyabani
sanmış olmalı ki . koca bir torbanın ardına kaçıp
gizlenmişti . Arasıra cesaretlenip torbanın üzerin­
den minimini fındık sıçanı boncuk gözleriyle bana
bakıyor. sonra ürküp gene saklanıyordu. Kısaca­
sı. hepsinin ayakları çıplak. tabanları dilim d ilim
yarılmış. gövdeleri eğri büğrüleşmiş ve yüzleri de
yamrı yumruydu.
Sertçe öksürsem sanki hepsi birde n .
"Ağam!" diye ayaklarıma kapanacaklardı . H i ç de
korkunç bir adam olmadığım halde altı çift göz
bana yılgın yılgın bakıyorlardı. Ben bir gemici
parçası , ne korkutmaya , ne de bu kadar pohpoh­
lanmaya alışmıştım. Orada . pek sıkılıyor, dışarıya
can atıyordum.
İçlerinde yalnız en küçük çocuk, dünyanı n
hanyasını v e Konya'sı nı daha görmemiş olduğu
içi n . ne gövde. ne de gönülce sakatlanmışt ı . Ona
yavaş yavaş güvenç gelmeye başladı . Büyükleri­
nin. benim için verdikleri yargıyı artık pek paylaş­
mıyordu. Torbanın arkasından başını göğsüne ka­
dar kaldırıyordu. Onu çağırdım, geldi . Gelişine
bayağı sevindim.
- Adın nedir senin? dedi m .
Karabiberler gibi ufacık gözlerini şıpır şıpır
açıp kapadı. Sonra sanki büyük bir uçurumu atla­
yarak aşmak istiyormuş gibi küçücük çıplak ayak­
larının birini ötekinin önüne koyarak dudaklarını
diliyle ıslattı:
- Benim adım piçkurusu, dedi.

171
Cebimden bir gümüş çeyrek çıkarıp verdim:
- Şeker alırsı n , çocuğum. dedim.
Çocuğun paraya bakan gözlerinde. kimi va­
kit bir çocuğun şeker isteği , kimi vakit de yaşını
bulmuş bir doğulunun ağır başlı ilgisizliği okunu­
yordu. Çift öküzleri . insanların oturmasına ayrıl­
mış kısmından derme çatma bir parmaklıkla ayrıl­
mıştı. İneğin bir tanesi sanki ben toprak ağası de­
ğilmişim gibi , durduğu yerde bağırdı , hoşuma gitti
doğrusu.
Ev dört kuru d uvardı . Tava n , kamışlar ve de­
niz yosunları üzerine serpilmiş geren: tabansa,
toprak üzerine döşenmiş kayrak taşlarıydı . Bir
köşedeki taş sürtüle sürtüle parlatılmıştı . Üzerinde
kaz yumurtasını andıran bir kara taş duruyordu .
Çevremdeki ince beyaz toz serpintilerinden, diri
ve kalı n tuzu orada ezdiklerini anladım. Eski bir
hasır, oda tabanını n a n cak küçük bir yanını örtü­
yordu. Ot döşekler geceleri serilmek üzere devşi­
rilmiş, odanın bir köşesinde üst üste istif edilerek
duvara dayatılmıştı.
Bir iki toprak güveç, bir kör balta , ocağın
üzerindeki yağ kandili ve eşiğindeki sapı kesik su
kabağının içinde kaba saba yontulmuş tahta ka­
şıklarla el değirmeni (çünkü köyde , yel değirmeni
yoktu). evde oturacak olanların ölünceye kadar
muhtaç oldukları alet ve edavatın bütününü mey­
dana getiriyordu. Kuru duvarın taşları arasına so­
kuşturulmuş dal parçalarından bir bağ soğan ve
biber sarkıyordu . Gene o dal parçalarına asılı kirli
ve yamalı torbalar ise, hem kiler hem çamaşır
dolabı , hem de öteberi çekmecesi ödevini görü­
yorlardı . Avludan arasıra tavuklar da içeri giriyor­
lar; gıt gıt ederek söze karışıyorlar ve söyledikleri-

1 72
mizi küçümsediklerini göstermek için öteye beri­
ye pisleyip gidiyorlardı. Çift öküzlerinin altındaki
sidik birikintisinde n , tavuk pisliklerinden sayısız
sinek rızıklan ıp, evin içinde beneklemedik yer bı­
rakmıyorlardı.
Bizim ortakçı niçin geldiğimi pekala biliyor­
du. Suskunluğumdcın yararlanarak. eli böğründe,
ezile büzüle darlıktan sızlanmaya. ya nık bir sesle
dert yanmaya koyuldu ve insan insan olalı binler­
ce yıldan beri bıkılmadan usanılmadan, her kuşak
her gün tekrarl anmış olan yalanlarla gerçekleri
yeni baştan sayıp d ökmeye başladı.
- Bilirsiniz ki ağam , diyordu. zeytin yıl aşırı
ürün verir . Bu yılsa o nların kıt verdiği yıldır. Aşa
koyacak kadar deği l , kandilde yakacak kadar bile
yağ alamadık.
Anası hemen atılarak:
- Nahal olacak halimiz ağam? Ümmeti M u­
hammet tanığımız olsun ektiğimiz tohumu bile
alamadık, diyordu.
Adamsa:
- Baharın ilk önceleri yağdanlığa diyecek
yoktu. Otlar tiksird i , zabahları da bir i ki ayazia kı­
rağı yaptı. Buğdayların tek gözlerini yakarak on­
lara ikişer üçer göz açtırdı. Çok şükür bereket
olacak dedik. Sonra kır yeli esti . Topraklar kireç
ocağı gibi kurudu. Bir tutarn ot bile kalmadı .
Mandalar ağaç kabuğu kemirdiler, diyerek anası­
nın sözlerinin arkasını getird i .
Tam o sırada büyük kız komşudan bulduğu
ve ocakta pişirdiği kahveyi, diz çökerek önüme
koydu ve kalkıp el perıçe divan durdu . Adam sö­
zünü sürdürüp kızı göstererek:
- Bir iki çeyizlik yapalım, ne bilem ardına bir

1 73
don yapalı m da harman sonunda eveririz dedik.
Eğerleyim yıllar böyle kötü giderse kızı baş göz
edinceye kadar çok harman kalkar. Eşeği satar­
sam çeyizi alabilirim emme, sonraleyin biz eşek­
siz ne idek ki? dedi.
Yaşlı kadın gömleğinin eskiyen yerlerinden
görünen kuru bağrını yumruklarıyla güm güm öt­
türerek:
- Senin kulun kurbanın olam ağam . Bize
aman kıyma , ocağına düştük ağam. Pek darda­
yız, diye yalvarmaya başlad ı .
Şimdi Ayşe'ye g öre b e n öfkeyle kükreyerek
yaşlı karıyı tekmelemeli , ayağırnın altına alıp çiğ­
nemeliydim. Kadın sustu. Ocak karşısında kıvrıla­
rak uyuyan bir cılız kedi nargile gibi fokurduyor­
du. Sinekler de tavuk pisliklerine ine kalka vızıldı­
yorlardı . Gözlerimi önüme dikmiştim. Sineğin biri
işi yolunda giden bir tacir gibi ellerini oğuşturu­
yordu.
Yaşlı kadın evi n en yaşiısı olduğu içi n , yal­
varmak, boyun eğmek ve sonunda da beni kafese
koymak işi ona düşüyordu. O yıllarca saçlarını
kocasına süpürge etmekle böyle işlerin ustası ol­
muştu. Ayakta bekleyen büyük kız da bu gibi
manzaraların pek yabancısı değildi . Asıl oyuncak
gözlü küçük kızı n . ne gönlü, ne de dili daha yalan
dalana yatkın olmadığı için ne yalvarıyor. ne de
el etek öpüyordu . "Yahu. bu ne biçim dünyadır?
Hele bir kere öğrenelim" dermişçesine şaşkınlıkla
seyrediyordu. Bittabi o , bir gün büyüyecekti. bü­
yüyünce de büyükleri gibi çekirdekten yetişme iki
yüzlünün biri olacaktı .
Sıkılıyor. oradan çabuk ayrılmak istiyordum.
Bu adamlar söylediklerine yalan katıştırmıyorlar

1 74
değil, karıştırıyorlard ı . Ama. doğrusunu söylemek
gerekirse. söyledikleri n i n çoğu gerçekt i . Deniz­
den biliyordum. Oysa oradaki ödevim. ister doğ­
ru ister hep yalan söylesi n . ortakçıyı sıkıştırmak.
önümüzdeki yıl gene sızdırabilecek kadar can bı­
rakmak şartıyla. ondan koparabildiğim kadarını
koparmaktı . Yani duvardan pis memeler gibi sar­
kan. o mahut tohumların topunu bir eşeğe bağla­
yıp götürmek: bense işte böyle şeyi yapamazdım.
Ama yalan söylüyorlarmış, iki yüzlülük ediyorlar­
mış; içimden. "A canı m . koskoca yalanlarla dolu
bu yalan dünyaya varsın bu zavallıcıklar da o ka­
darcık bir yalan katıştırıversinler. Onların yalanla·
rı , benden yana anaının sütü gibi helal olsun" di­
yordum. Zaten bana en kolay gelen de buydu.
Onların yalanlarını bağışlayıp hoş görüvermek. . .
Yok kahveymiş. şekermiş diye getirdiğim şeylerin
topunu da onlara bırakmak ve onlardan hiçbir
şey almadan tez elden defolmak, vesselam!
Evin bıçakla kesilecek kadar koyu sefaleti ve
kasvetli havası beni boğuyordu. Herife kısaca:
- Peki . bu yıl bir şey almayacağım . bu getir­
diklerimi de alı koyun . dedim.
Oidiş çekişe pazarlığa alışmış olan bu toprak
adamı . bana vereceğinin en azını ve en çoğunu
içinden hesaplamış olacak ki . hiçbir şey vermeye­
ceğini. getirdiklerimin de hepsini alacağını duyun­
ca , karanlıkta merdiven inen birisinin, bir basa­
mak daha olduğunu sanarak ona göre adım atar­
ken. önünde hiçbir hasamağın kalmadığını görün­
ce şaşalaması gib i , ağzı açık kaldı. Kulağına ina­
namaz oldu.
Ne dediğimi iyice anlaması için. onu yüksek
sesle bir defa daha ve hatta daha yüksek bir sesle

1 75
üçüncü bir defa gene tekrarlamak zorunda kal­
dım. İlk önce dilini bulan yaşlı kadındı:
- İnşallah oğlum. paşa olur. kılıç kuşanırsı n .
Tuttuğun altın olur. diye yaygaralar salarak hayır
duaya başladı .
Gitmek üzere ayağa kalkmıştım. Ortakçı ve
kızı kızanının.
- A. olur mu hiç! Hele bir ekmeğimizi yiyi n .
Daha, tezdir: gölge daha karşıki duvara değmed i ,
yollu ısrarlarını yavaşça bir kenara iterek dışarıya
çıktım.
Yolda yürürken . yumruk gibi bir yürekle ve
balta ile yontulmuş g ibi sert çizgili suratla fırtına­
lara göğüs geren arkadaşlarımı hatırlad ım. Onlar­
da ne yalvarma. ne ayaklara kapanma. ne de ha­
yır dua vardı . Kara günlerimizin biricik ışığı olan
çayı bize ikram ederken , utanarak. ""Bu bir m iras­
yediliktiL Ama ne yapal ı m , çocukluktan alışmışız"
diyen o tatlı yüzlü Adem Reisi, Palamut bükünde
dünyada sonsuz bir sevginin bulunduğunu. ama
bu sevginin d ile gelernediğini söyleyen Aliş"i hatır­
ladım da yüreğim onları görmek hasretiyle cızz
etti . Hele Aliş"i hatırlayınca, "Hay eşek!" diye
elimle alnıını şamarladı m . Onu Badrum'da hiç
aramamıştım. Ama orada olsayd ı . mutlaka gelir,
beni bulurdu. Erkek Fatma işi beni o kadar sars­
mıştı ki. Aliş aklımdan çı kmıştı. Hele Erkek Fat­
ma neredeydi ? Kim bilir hangi gurbet elinde gezi­
yordu! Onu yolda g örenler, "Acaba şu kad ın ne­
reye gidiyor?" diyorlar. başkaları da cevap olarak,
"Ne olacak, ekmek parası aramaya" diyorlardır
diye düşündüm. Böyle düşüne düşüne, akşam
üzeri geç vakit eve vardım.
Evde Ayşe'ye ortakçıları ne halde bulduğumu

1 76
anlattım. Birdenbire o nd a hiç beklemediğim bir
değişikl ik oldu. Öfkeyle kuduran yüzü. güller ara­
sında kuşlar gibi cıvıldaşarak ve kovataşarak öptü­
ğüm yüz değild i . Bu. tamamen yabancı bir insan­
dı.
- Mal burnunun dibindeydi : elini uzatıp kav­
rayacağına. avcunu açıp verd i n . Onlar ta geçen
yıl . iki misli verecekl erine söz vermişlerdi . Hay­
van yularından . insan da sözünden tutulur. Senin
elin ayağın tutar. onların topunu da eşek sudan
gelinceye kadar pataklayacaktı n : neleri var. neleri
yoksa sıyırıp alacaktın ! d iyord u .
Bayağı yüzümü tımaklayacağından korktum.
Sesi insan sesl iğinden çıktı da . sert bir yılan fısıhı­
sı oldu. Ben :
- Ha, döveydi m de , biri cansız düşeydi iyi
olacakt ı . Biz de dama girerdik dedim.
- Bu ortakçılar haniden beri kapımızın kö­
pekleridir . Onlara hoşt deyip sopayı çalmalı . O
zaman kuçu kuçu dediğin vakit arkadan gelirler.
Korkma, ölmezler. Ortakçı kısmı yedi canlı olur.
Altı canlarını al. gene biri onlara kalır, dedi.
- Yahu . merak etme . Ben Badrum'daki evi
satacağım : onlardan gelecek zahireyi bu yıl ben
veririm . dedi m .
Vay sen misin böyle söyleye n ! . . . Büsbütün
küplere bindi :
- A budala! diye haykırd ı . bu yürek yufkalı­
ğıyla aç kalırsı n !
Yüzünde apaçık bir küçümseme okudu m .
Neyse. b e n fazla ileri gitmedim; onun da öfkesi
geçti . Ki mi vakit açık denizlerde güvertenin bir
köşesine sıkışakalmış bir taş parçası bulurdum da
o taşı üç dört bin kulaç derinliğindeki denize atar-

1 77
ken, karanlığa yavaş yavaş gömülen taşa bakarak,
"Bu artık oradan hiç çıkmaz" derdim. Ayşe'nin o
gün söyledikleri n i , o günkü halini unuttum. Nite­
kim deniz de bağrına atılan taşı unutur ama. o taş
gene oradadır ve oradan bir daha çıkmaz.
Bu olaydan sonra, Ayşe beni bir daha hiçbir
ortakçıya göndermed i . Bana hiçbir şey sattırmaz
ve satın aldırmazdı. Çünkü ben . Ayşe memnun
olsun diye satın aldığım şeyleri aldığımdan çok
daha ucuza aldığımı söylerdim. farkını kendi pa­
ramdan eklerdim.
Bu sıralarda evi sattım.
Ayşe bir gün gebe olduğunu söyledi . Ama
beş ayhkken çocuğu düşürdü. Rastgeldiğim köylü­
lerin çoğu bana teselli veriyor ve "Allahın emriy­
miş. Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane. Aldır­
ma! Ne olacak? Çocuk değil mi? Bir gusül aptesi
için lazım olan bir teneke su ile dokuz ay sonra
bir yenisi dünyaya gelir. Ama yıl , bu yıl gibi aksi
gider de ürün olmazsa neye benzer?'' diyorlard ı .
Küfre yakın hoyratça kahkahalarla edilen b u
teselli beni kızdırıyordu. A m a . y ı l kötü gitmesine
gerçekten kötü gidiyordu. Mayıs ayındaydık. Üç
aydan beri hiç yağmur yağmamıştı. Her tarafta
harıl harıl yağmur duaları okunuyor, dualar küçük
çakıl taşlarına üfleniyor, son taşlar yere serilmiş
seccadelerin ve hasırların üzerlerine konuluyordu .
Köyün kahvesinde o n , on beş kişinin akşamdan
sabaha kadar üfledikleri duah taşlar insan boyunu
bulan kurufasulye yığını gibi yükseliyordu. Köy
imaını Abdülvahap hoca, dört tarafı dolaşıyor,
"Dünya mahvaldu artık. Ahir zamandayız. Tövbe
istiğfar edin . . . " diye herkesi duaya, namaza niya­
za davet ediyordu.

1 78
Müftü Abdülvahap h oca zıddıma giden. dar
yürekl i , sağır kafalı bir adamd ı . Onu ilk önce Kör
Halit'in hanında görmüştüm. Murat dayıyı . süp­
rüntü taşıyan süprüntücü katırıyla mezarlığa gö­
türdükleri halde Murat dayının tabutla taşındığını
söylemişti . Söylediği bu yalan dolayısıyla onu ta o
zamandan beri mimlemiştim. Bu adam vaktiyle
parasız olarak Eskişehir'den müftülükle Bodrum·a
gelmiş, ama zenginlerden Hacı Kıranların kızıyla
evlenince müftülükten istifa etmiş ve karısının bi­
zim köydeki tarla ve toprağının başına geçmişti .
Evlenciikten i ki yıl sonra ilk karısı iki çocuğuyla
Eskişehir'den Bodrum·a gelmişt i . Oysa Abdülva­
hap hoca . Hacı Kıranların kızıyla evlenebilmek
için evli ve i ki çocuklu olduğunu gizlemişti. İlk ka­
rısını ve çocuklarını Hacı Kıranlara, "' Dul kalan
kız kardeşim ve öksüz çocukları" diye tanıştırmış.
onları eve almıştı. Kadın çocuklarıyla evde altı ye­
di ay sığıntı olarak yaşamış ama. evdeki durum
bir gün canına tak etmişti. Hacı Kıranlara Abdül­
vahap hacayı göstererek . " Ben bunun kız kardeşi
değilim" demiş; onlar da, "Ya nesisin?" d iye sor­
muşlar. "Ben nikahlı karısı . bunlar da öz çocukla­
ndır" diye baklayı ağzından çıkarınca bir kıyamet­
tir kopmuş. Hacı Kıranların kızı. "Beni neden ilk
karısının üstüne aldı?" diye babasına yakınmış.
Bunun üzerine müftü. karısını ve çocuklarını kov­
muş ve onlarla bir daha ilgilen memiş. Aydın'a gi­
den Bodrumlular, on yaşlarında olan çocuğunun
birini sokakta yaya kaldırımında oturup elindeki
bir tahta tepsiden , bakiava bakiava kesil miş su­
sam helvası satarken g örmüşler.
Abdülvahap hocanın köyde yaptıklarına ge­
lince, köye mezarlık diye köylülere ateş pahasına

1 79
sattığı bir dönüm kıraç tarla hakkında oraya ge­
celeri evliyanın inip toplandığını söylemişti. Oysa
tarlanın dibi kayalı k olduğundan ölüleri ancak diz
boyu gömebiliyorlarmış. Geceleri çakallar uluya
uluya geliyor ve ölüleri yiyorlarmış. Yazın da ça­
kallar pek yanaşmadıkları için. birkaç gün evvel
gömülenlerin mezarlarından yeşilimtrak bir alevin
çık tığı görülürmüş. O zaman o ölünün kabrine
nur indiği söylenirmiş.
Eski şehir'den parasız pulsuz geldiği halde.
gerek karısının mal ı . gerekse bu köy mezarlığında
çevirdiği dalaverelerle eni konu çift çubuk ve sığır
sıpa edinmişti .
Eli avcu para tutmaya başlayınca . tıkına tıkı­
na yemeğe koyulduğu i çi n . Eskişehir'den çiroz gi­
bi kuru gelen hoca çarçabuk kat kat katmerli çe­
nelerin ve göbeklerin görkemli sahibi olarak fıçı­
ya dönmüştü. Köylüler hocanın sözlerine ayeti
kerimeler kattığına ve pek eski kıssalardan yeni
yeni hisseler çıkardığına hayran kalırlar ve onu
çok iyi bir adam sayarlardı. Nasıl saymasınlar ki .
yetim malına göz d ikmemiş, haram yememiş, na­
mahreme uçkur çözmemiş ve beş vakit namazı nı
kılarak cenneti peylemek için hoca . kitapta yazılı
ne varsa , hepsini yerine getirmişti .
Ramazandı. Köy mescidinde Abdülvahap ho­
ca vaaz verecekti . O köy mescidi ve hocanın işiy­
di. Mescidin kıblesi batıya bakacağına doğuya
çevrilmişti. Çünkü mescit yapılırken mihrabın
hangi yöne yapılacağını hocadan sorınuşlard ı .
Kıble diye hoca dağuyu göstermişti. Birkaç kişi
hocanın yanıldığını sanarak başlarını kaşıyınca.
hoca. "Allah Allah , yedi ay Tanrının her gününün
beş vaktini Kabe'de kıldım. Namazda Beytullah

1 80
tam önüme düşer, güneş hep Beytullah'ın arka­
sından doğardı . Biz H anefilerin sağında Şafiiler.
solumuzda da Hanbeliler kılarlardı. Biz elhamdü­
lillah İ mamı Azam Ebu Hanife'nin ümmetindeniz.
Kıble işte şu yöndedir" diye işaretparmağıyla ge­
ne doğu tarafını göstermişt i . Köylüler. köy kurul­
du kurulalı , kıbledir diye namazlarını yanlış bir
yöne kıldıklarını sanarak. bu kadar upuzun ve bil­
giççe sözlerle yanlışlarını düzeltmiş olması dolayı­
sıyla müftü Hacı Abdülvahap hocayı eşarei mü­
beşşerenin on birincisi saymışlardı!
Neyse, biz de ağa olduğumuz için sallana sal­
lana mescide gittik. Vaazı dinlemek için bütün
köylü birbirinin üzerine yığıl mışlard ı . Yere iğne
atılsa düşmeyecekt i . " Peki . önümüzdekinin ardına
teslamadan bu daracık yerde secdeye nasıl varıp
geleceğiz?" diye düşündüm.
Hava sıcaktı. Mescidin içi adamakıllı ter ko­
kuyordu. Abdülvahap hoca başına davul gibi bir
sarık sarmış, iki kaşını birbirine kancalayan iki
hançer gibi çatmışt ı . Yüksekçe bir minderin üzeri­
ne kat kat etlerinin bütün görkemiyle kurulmuştu.
Boğazını temizlemek için bir iki ehem öhüm et­
tikten sonra günah işleyenierin cehennemde ne­
ler çekecekl erini sayıp dökmeye koyuldu . Söyler­
ken ağzı kızıştıkça kızıştı. Günahkarlara işkence
etmek zevkinden yoksun olduğu için . o işkencele­
ri hiç ol mazsa anmakla nefsinin ihtiyacını kı smen
giderdiği besbelli oluyordu. Kendi bir mangırı
' mendilde yedi bağla bağlarke n . vaazında hasisliğe
karşı ateşler püskürüyordu . Ona on okka buğdayı
ölü fiyatına satmamış olduğu için fıkara şaşı Se­
lim'in yüzüne gözlerini d ikerek. "Velfakru fahri"
diye bağırd ı . "Yani peygamberimiz, fıkaralığımla

1 81
iftihar ederim demiş, hasislikle değil ! " diye gürledi
ve gözlerini ondan ayırmadan , dünyada malların­
dan ayrılmak istemeyen cimrilerin öteki dünyada
boyuna başlarına topuz yiye yiye. kilelerce buğ­
daylar kusturulacaklarını sözlerine ekled i .
B u sırada. köyün parmakla gösterilen tavuk
hırsızı -herkesin tavuğunu çalıp ahını aldığı için­
"Ahlı" denen Çipit Memi ş'e döndü. Köyde tilki­
den , sansardan çok Memiş'ten korkulurdu. Zaten
söz de hırsızlığa gelmişti . Memiş içinden. "Eyva h ,
şimdi topuz sırası bize gelecek ! " diye düşünmüş
olacak ki : hocanın öfkesini önlemek için, ondan
ateş pahasına aldığı En'amı açıp okuyor gibi yapı­
yor , arasıra gene hocadan aldığı misvakı çıkartıp
dişlerine sürüyordu . Böylelikle öldüğü zaman ce­
hennemde çekeceği azaptan kurtulacağını sanı­
yordu.
Hoca . sonunda zina konusuna geçti. Herhal­
de, karısı Hacı Kıranların kızı nın gözlerinin kimi
zaman köy delikanlıianna kayd ığı kulağına gelmiş
olacak ki , Seyit Battal Gazi'nin seksen bin kafirin
ödünü birden patiatan naraları gibi naralar atarak
zina işleyeniere karşı ateş püskürdü. Hocanın bu
haykırışiarı asıl arkada kafes ardına tıkılmış bulu­
nan kadınlar arasında mucizeler yaratıyordu. Çün­
kü bizimkinin eve dönünce anlattığına göre bazı
kadınlar korkularından donlarına salıvermişler.
Sıra artık Elkasibu Habibullah olanlara geldi .
O zaman Abdülvahap hoca köyde kendi müttefik­
leri saydığı zenginlere ve eşrafa döndü . Dünyada
gasbedip para kazananların Allahın en sevgili kul­
larından olduklarını söyledikten sonra. cennette
onlara nasıl ikram ve iltifat edileceğini anlatmaya
başladı. Artık dayanamadım. Hemen kalkıp dışarı-

1 82
ya yürüdüm. Beni m vaaz ortasında çıkıp gitmeme
hoca çok kızmış. "Zeynel Kaptan da bu adamı da­
mat diye nereden buldu?" d iye mırıldanmış.
Artık taşlar okundukça okunuyor. çoğaltılı­
yordu. Bu taşlar çuvallara, harariara konulacak
ve eşeklerle develere yükletilerek. dere kenarları­
na. deniz kıyıları na taşınacaktı. Taşların suya bo­
şaltıl masıyla yağmurun başlayacağı sanılıyordu.
Rüzgar batıdan kesik kesik esiyordu. Hatta
bir aralık bulut bile topladı . Bütün köyün gözleri
bulutlardaydı . "Şimdi altın yağacak!" "Ver Alla­
hım ver ! " diyen diyeneyd i . Ama iki saate varma­
dan rüzgar kesildi. Bulutlar san ki köylülerle alay
ediyorlarmış gibi eteklerini toplayarak ufkun öte­
sine savuştular. Bulutların kaybolmaları üzerine,
'Yağmur yağmadığına göre keşke çiy düşse. Za­
ten biz çokluk yağmur beklemeyiz. Ekinimiz çiyle
gelişir. Bu yıl o da yok" diye dövünen dövüneney­
di.
Rüzgar ve havanın nasıl olacağını bu köylüle­
re deniz diliyle anlattım: anlamadılar. Deniz dilini
kara diline çevirmeye kalkı ştım . herhalde onu da
galiba ben beceremedim. köylüler ne dediğimi
gene hiç anlamadılar. "Nafile! Gene katı yürekli
zamanlara çattık. Ne edelim. alnımızın kara yazı­
sıymış!" diyorlard ı .
Pınarlar. akarlar kurudu. Kuyuların suyu çar­
çabuk çekiliverd i . Suyu en gür kuyu bizim kuyuy­
du; Mayısta su. kuyunun ağzından dört beş karış
aşağı iken. şimdi dört beş insan boyu çökmüştü.
Demek ki toprağın ölüsü (toprağın ıslak kalan kıs­
mı ki , bu kısım yaz ilerledikçe dibe doğru çöker).
dört insan boyu dibe çekilmişti . Dolaplara koşu­
lan eşekler yarım saat dönünce kuyuları boşaltı-

1 83
yorlardı . Çalılar tozla örtüldü. Saman, yok denile­
cek kadar kıttı . Hayvanların suyunu , ta uzaklarda
üzerieri kükreyen kalın ve yeşil bir kaymakla örtü­
lü samıçiardan taşımak gerekt i . Kuşların çoğu yi­
yeceksizlikten uyuzlaştılar. o kirpiksiz tostoparlak
gözleriyle topraklara yan yan bakıyorlar. taş kesil­
miş toprakları boşuna gagalayıp tırmalıyorlar.
sonra bir gölgelik yere oturup. gagaları bi r karış
açık. soluyorlardı . Köpeklerin bir kısmı da kudur­
du. Onları vurduk. Günlerce gökte ne nem , ne
çiy. ne buğu. ne de bulut vardı . Tamtakır kuru
bakır bir gökte kızıl kızıl yanan güneşin ışığı en
karanlık bir kış gününün kasvetine taş çıkartıyor­
du. Kudurmuş, susamış topraklar. hastalıklı du­
daklar gibi yer yer çatladı. Günler cenaze alayı gi­
bi yavaş yavaş geçiyorlardı . Sanki gün akşamı gu­
rubunu yitirmişti de uzuyordu ve bir türlü sonunu
bulamıyordu.
Canım çok sıkıldığı için hoşbeş edecek birkaç
adam aradım. Arnavut Bayram Ağanın köy kah­
vesinden başka gidecek yer yoktu. Orada da iki
takım insan vard ı . Foçalı Subaşı Mehmet Ağa .
Kocaşalvar Kır Ahmet v e iriyarı İsmail Çavuş.
Bunlar mal mülk sahibi azılı eşraftandılar ve kah­
venin birinci mevkii sayılan pencere yanına kuru­
lurlar, nargile fokurdatarak a rasıra övünürlerd i .
Mescitte Abdülvahap hocanın kıldırdığı namaz za­
manı dışında . onların hepsi de kahvenin yere. du­
vara çakılı demirbaş eşyası gibi yerli yerlerinde
bulunurlardı . Ö teki takımsa azılı eşraftan ol mayan
köylülerdendi . Bunların gözleri. sıcakta çift süren
öküzlerin gözleri gibi neşesiz ve sönüktü. Çünkü
bunlar bir ağaya ortakçı olunca işlerine gönül ve­
remiyorlard ı . Eğer toprakları kendilerininse gönül-

1 84
leri vard ı . Ama toprakları kıtt ı . işledikleri toprak­
lar ister ağalarının i ster kendileri nin olsun. ellerin­
deki kara sabanla toprakların boyunduruğuna vu­
rulmuşlardı . Belki gençlik çağlarında gözleri umut­
larla uyanıktı . Oysa toprağa, karı kızana karılıp
karıştıktan sonra . umutları da doğup büyüyen ve
Yemen'de veya Havran'da ya da Rumeli 'nde şe hit
olan oğulları gibi ölüp gitmişti. İ ster ağa. ister kul
köle olsun. hepsinin yüzlerinde yüzyıllarca aynı bi­
çimde yaşamış olanların durgunluğu vard ı .
Neredeydi o gürültülü patırtılı liman v e deniz­
ci kahveleri? Fırtınanın sesini yenmek zorundan
dolayı bağıra çağıra konuşmaya alışkı n . büyük de­
nizlerin denizcileri . . . O vinçleri n harharası . ince
ve kalın vapur düdükleri . . . Hele o deniz işçileri­
nin en ufak bir hareketi yapmak için gırtlaklarını
patlatırcasına bağırmaları . . . Herkesin herkese ne
yapması gerektiğini avaz avaz haykı rması . herke­
sin bağıranlara kulak asmadan durmamacasına
trampet gibi seslerle kıyametler koparması . . . . Ir­
gctt başında olsun . demiri kald ırır ve bocaya alı r ·
ken olsun. tulumba işletirke n , yelken açar y a da
söndürürken bir ağızdan heyarnola diye gemicile­
rin şarkı söylemeleri nerede? . . . Nerede? . . . Nere­
de? Buradaki köylüleri . değil megafo n . değil çan
ve düdük. ama kıyamet günü ölüleri mezarların­
dan kaldıracak olan İsrafil'in borusu bile derin uy­
kularından uyandıramazd ı !
İşte tam b u sıralarda kanınla birlikte Bod­
rum'a bir yolculuk düştü. Zeynel Kaptanın hısım­
larından biri kızını evlendi r!yormuş . . . On gün on
gece d üğün dernek yapılacakmış. Bizi de çağırı­
yorlardı . Doğrusu, b u yolculuğa sevindim.

1 85
GENE DEN İZCİLERLE YÜZ YÜZE GELDİK

Artık ata . eşeğe enikonu binmesini öğren­


miştim. Birkaç yolcu olmuştuk. Yanımı zda Mi­
las'tan Bodrum'a postayı taşıyan Süvari Meh­
met'le jandarma muhafızları vardı.
Hiç unutmam. güzel bir günd ü. Eski deniz
özlemimin yeniden uyandığı ilk gündü o . Çünkü
denize doğru gidiyorduk. O gün gökte. yumuşak
bulutlar, mavi yollarında denize d oğru kayıyorlar­
dı. Güvercinlik yolunu tuttuk. Çepeçevre ısıyla
yanıp tüten dağlarla kapanmış, bir cehennem çu­
kurunun dibinde yürüyorduk. Güneş, ışık ve ateş
yağdırıyordu. Kızgın kayalar, kavrulmuş toprakla­
rın alevini yüzlerimize vuruyordu . Arasıra bir ala­
ca yılan şimşek gibi pariayarak yolun ortasından
geçiyordu.
Koyaktan geçtik. Toz bulutuyla karşımızdaki
dağın eteklerine vardık. İ şte o zaman önümüze
gerilen toprak perdesinin ötesinden denizin tuzlu
soluğu. yüzüme serin serin geld i . Dönüp Ayşe'ye
baktım. Yüreğimi bir acı burktu. Az kalsın ona.
"Haydi . geriye köyümüze döneli m ! " diyecekti m .
A m a dilim tutulmuş gibiyd i . Sırtın tepesinden de­
nizi göreceğimi bildiğim halde, birdenbire görü­
nen deniz beni apansızın şiddetli bir tokat yemi­
şim gibi sarsıp şaşırttı. Posta muhafızı jandarma­
lar bile . " Deniz!" demekten kendilerini alıkoyama-

1 86
dılar. Çelik bir aynaydı o. Tek parça panltı ve
kıpranışı ufuklara kadar dayanıyordu .
Sali Adaları ve Apostol Adası sanki boşlukta
sallanıyorlardı . Yolumuz kimi vakit baş döndürü­
cü uçurumları kıyılayarak. kimi vakit de çam göl­
geleri altı ndan kayarak denize iniyordu.
Hepımiz attan inmiştik. Ben yere oturmuş­
tum. Kulağırnın yanında A)·se'nin sesini duydum:
- N e oldun? Hasta ıTı!sın? . . . Birdenbire ren­
gin uçtu . diyordu.
Yüzümü döndürdüm . Kıvrak gövdesini bana
doğru eğmişti . Heni"ız patla�.1an bir nar çiçeği gibi
gülen dudakları. güneşte mavi mavi çakan kapka­
ra gözleri ve saçlarıyla güzeld i . Şaşaladı m. Ona
karşı ihanet ederken yakalanmışım gibi utandım:
- Hiçbir şeyim yok! dedim.
Gene:
- Hiç . . . diye tekrarladı m , elini ver de ayağa
kalkayı m . . . Biraz başı m dönüyor.
Bana elini verince ona şiddetle sarıldım. San­
ki birdenbire önümde başımı fırıl fırıl döndürerek
çeken bir uçurum açılmıştı . Onun soğuk karanlı­
ğına devrilmernek korkusuyla Ayşe'nin eline de­
ğil , ama kenardaki bir kayaya sıkı fıkı tutunuyor
ve irkiliyordum.
Bodrum'a nasıl vardığımızın farkında olma­
dım. Çünkü denize baka baka geldik.
Kayınbabamı selamladıktan sonra doğru de­
niz kıyısına vardım. Kurnlara yan geldim . başımı
çocukluk anılarıının dizine yasladım. Kıyı çığrı­
şan. gülüşen çocukların denize atılışıyla köpürüp
çağlıyordu. İ ç !imanın kumsall ığı, ta eski tersane­
ye kadar , kereste ile yontulmakta ya da boyanıp
donatılmakta olan seren. direk ve maçolarla, tes-

1 87
tereyle kesilmekte olan iskarmozlarla. omurgalar­
la örtülüydü. Havada deniz tuzu kokusu, yeni ke­
silmiş çam. dut . harup . başka ağaçlar. katran . zift
ve çeşit çeşit ip ve hala tların kokuları vardı. Öte­
de beride küme küme zincir ve kayıkların gerek
demir, gerek çelik aksamlarının yığınları görünü­
yordu . Gulet taslakları . skafi iskeletleri. kimisinin
de kaburgaları takı lmış, su kesimine ya da küpeş­
tesine kadar kaplamaları çakıl mış. sürü sürü çeşit
çeşit tekneler vard ı . Bir denizcinin özleyeceği her
alet . her parça orada bulur.uyordu . Gemicilerin,
'"Ah şöyle olsa. vah böyle olsa � '" diye çeşit çeşit.
sade ve basit d ilekleri . ya da azametli ümitleri.
becerikli deniz ustalarının ellerinden çıkma gemi
yapılarında gerçekleşiyordu .
irili ufaklı bütün halk deniz kenarına dökül­
müştü. Bir kayıktan öteki kayığa g idiyorlar. bilgin
tavırlarla şu ya da bu teknen in ötesini berisini
yokluyor ve onların niteliklerini ve eksik yanlarını
anlatıyorlardı . Yetmiş yıllık ömürlerinin ancak.
on. on beş yılını karada geçirmiş öyle eski deniz­
ciler vardı ki . bir teknenin önünde durup sancak­
tan iskeleye. baştan kıça iki çapraz bakış gezdirdi­
ler m i . tonajını . şu ya da bu rüzgarda yapacağı
yolu bir çırpıda ölçüp biçiyor ve geminin değerini
belirtiyorlardı. Bunlar gemi hala tamamlanmamış­
sa. deniz ustasına şurasını böyle . burasını şöyle
çalımına getir diye salık veriyorlar ve sonunda ge­
mi kaptanlarına. gemilerin in uğur getirmesini di­
leyerek ayrılıyorlardı.
Eski tanıdıklardan Barka O sman Kaptanın
tirhandili yapılmış. çakılmış. boyanmış, yağlanmış
olarak kıyıda irkiliyordu . Koca. enginler aşırı se­
ferler yapacak, yakışıklı bir tekneyd i . Hemen de-

1 88
nize atılacaktı. denize i til ince kolay kaysın diye
karinenin altına konulan kızakları yağlamışlard ı .
Tekneye baştan kıçına. sağlı sollu dayadıkları iki
sıra destek dolayısıyla gemi gümüş kumsallık üze­
rinde uyuyan kırk ayaklı bir ejderhaya benziyor­
du. Pruvası , kımndan fırlayan bir kılıç gibi keskin
ve parlaktı. Deniz, geminin ayak ucunda , mavi­
nin ruhu ve canı ciğeri olan en saf maviden bir
yayılışt ı . Dalgacıklar. sanki köpükten diller imisler
gibi mınidanarak geminin ayağına d oğru uzanı­
yorlardı . Deniz ılık çırpıntılarıyla tekneyi nemli­
yar , saf rüzgar serinletiyor . sanki geminin can
kulağına gizli bir türkü söylüyordu . Belki söylemi­
yordu da bana öyle geliyord u : a ma ben türküyü
içim ağiaya ağ!i:!�'a ta iliklerime kadar duyuyor ve
titriyordum: '"Gel! Gel de koynuma gir! Öpüşümle
sana can vereceğim. Seni kuvvetli kanatiarım
üzerinde uçuracağı m : niçin orada cansız bir küme
kereste gibi yatıyorsun'? O rmanda ağaçken bir
yerde saplana kalmaktan ve istemsiz bir ömür ya­
şa ma ktan hala bıkıp usanınadın mı? Yazıklar ol­
sun sana! Açı k hava . açık deniz ve açık ışığa fır­
la! Gel de dalgalarımla savaş, kı lıç pruvanla onları
biçip yenerek zaferi nle mağrur, üzerlerine bin,
rüzgarın gözüne işle, fırtınaları paçavralar gibi
yırtarak ileri geç! Deniz ejderin i n ra kibi, yunus
balığının yoldaşı. yoksul martının tesellisi , kapta­
nın gururu. denizcinin türküsü ol ! Gel , benim be­
yaz sevgilim, gel!'"
Koca gemi . denizin çağınşını ta özünden du­
yar gibi oldu: kızaklarının üzerinde sarsılıp inledi.
Karadaki o tembellik, uyuşukl uk batağını bırakıp,
özgürlüğe fırlayıp boşanmak istiyordu.
Barka Osman Kaptan kayığı i çin kendisine

1 89
yeni ayakkabılar yaptırmış, tıraş olup bıyıklarına
çekidüzen vermiş, kızıl kuşak kuşanıp kulağına
mercanköşk demeti takmıştı. Davulcu Hüseyin'le
zurnacı Kör Hafız'ı da getirtmişt i . Sanki düğün
vardı da. mutlu olayı davulla. dümhelekle dünya­
nın bir ucundan öteki ucuna muştulamak istiyor­
du.
inanır mısınız bilmem, bu neşe ortasında hiç
de neşeli değildim. Ben geminin pruvasına doğru
tam denizin eriştiği yerde boynum bükülü bekli­
yordum. Uzaktan uzağa içimde bir şeyler hıçkırı­
yordu. Üç yıla yakın bir zamandan beri yüzünü
görmemiş olduğum ilk sevgilimle göz göze gel­
miştik . . . Ben büyümüştüm . o i se çocukluğumda
neyse gene oydu. Gençt i . güzeldi, maviden yeşile
kayıp değişen duvağının ardında bana hazin ha­
zin gülümsüyordu. Bana. " Sadakatsiz, aldatıcı" di­
yordu, " Beni niye bırakıp kaçtın?" diye soruyor­
du. Sırtımı ona çevirip, kendimi ondan koparıp
kaçmak istedim. Ama hacaklarımda sanki takat
kalmamıştı . Gözlerim. kulaklarım. gönlüm , tepe­
den tırnağa bütün varlığım enginin çağrısındaydı .
Oysa o hazin sözlerine ara vermiyordu, "Aldatı­
cı ! '' diyordu. Gözlerimin yaşlarla d olduğunu duyar
gibi oldum. Denize karşı evlenmezden hemen ön­
ce beslemiş olduğum kin , onun zulmüne , cinayet­
lerine karşı duyduğum isya n , denizde çekmiş ol­
duğum cefalar, boşu boşuna harcamış olduğum
emekler, geçirmiş olduğum uykusuz geceler, hep
uyanınca unutulan kabuslar gibi aklımdan silind i ,
gitti. Yalnız ufuktan kanat açışımın, tehlikesine
de, fırtınasına da ferman o kuyuşumun çıldırtıcı
sevincini hatırlıyordum . Canını dişine alarak gö­
zünü budaktan sakınmaz denizci hayatının türlü

1 90
türlü cilveleri n i , Çömlekçi köyünde. otlakta besi­
ye çekilen inek gibi. ahırlı, kümesiL gübreli bir
hayatla değişmiştim .
Çoluk çocuğu ile birlikte bütün halk geminin
çevresine üşüşmüştü . Herkes ellerini ve göğsünü
kayığa dayıyordu. Kayığı yapan usta:
- Kıç desteğini çıkartın , pruva desteğin i de
kaldırın . Haydi göreyim sizi . . . Sancak ve iskele
dayaklarını çıkartın ! diye bağırd ı .
Artık kayık destelere değil, karinesiyle yağ­
lanmış. yatırılmış direkiere ve birçok insanın elle­
riyle göğüslerine dayanıyordu . Yapıcı ustası:
- Aganta! Burlna ! Burinata! diye bağırdı .
Sanki tepemden tırnağıma bir elektrik akımı
geçti . Baktım. denizci ustasının yanında, her za-
mandan daha yaşl ı , ama bu sefer her zamandan
daha dik. Halil Usta değneğine dayanmış duru­
yordu. Yüzlerce insanın birden . "Aganta ! " diye
bağırmasıyla , kayık gök gibi gürleyerek ve benim­
le ötede duran denizci ustasının ve Halil Ustanın
arasından geçerek, yıldırım gibi denize indi.
Herkes, Barka Osman Kaptana , "Uğurlu ol­
sun , yolun düzgün olsun" diyerek, gülüşe gülüşe
üzerine avuç avuç deniz suyu serpiyorlardı.
Gemi denize indiği sırada güvertede koşan
bir tayfanın ayağı bir ipe takıldı . Çocuk başını kü­
peşteye vurarak denize düştü. Ben çocuğun ser­
semlediğini anladım ve elbiselerimle denize atla­
dım . Çıktım. İ kinci dalışta çocuğu yüze getirdim.
Çocuğu denizden kurtarmıştım . Ama denizin saç­
ları boynuma dolanmıştı. Artık beni kimse deniz­
den kurtaramazdı . O dakikadan sonra gözüme
uyku güç gird i . Artık yerimde duramaz oldum.
Düğün devam ediyordu. Benimse deniz kıyı-

1 91
sında denizci kahvelerinden ayrıldığım yoktu. Ne
var ki : gemicilerin o el kol kargaşalığı ve ses ka­
sırgalarının içine bir sığıntı gibi sıkıla sıkıla giri­
yordum. Bana zaten dönüp bakmıyorlardı bile .
ya da ne bileyim , bana öyle geliyordu. Ama kör
de değildi m . Ben onlara göre bir deniz adamı de­
ğil . bir kara adamıydım. İçimde n , "Toprak ağası"
dedim ve acı acı güld üm. Onlarsa denizciydiler.
Denizin kıvrak yunus balıklarıydılar. Hiç değilse
koskoca çınarın tepesi. rüzgarda gürleye gürleye.
gökte uçan bir bulutun hayatını yaşarken. ta aşa­
ğıdaki toprağa abanmış uyuz ayrık otuna eğilip
bakar mı?
Hepsinin bakışında, "Bu hortlak da acaba ni­
çin aramıza girdi?" yollu bir soru okuyordum.
Yaşlıları bile , hal hatırıını sordukları zaman bana .
"Sen artı k öl müş. gömülmüş bir insansı n , canlılar
dünyasına ait değilsin" dermiş gibi oluyorlardı.
Utancımdan. Halil Ustayı gidip göremedim.
Aliş'i arad ım. o da askerliğe gitmi ş . Zavallı Erkek
Fatma'dan hiçbir haber yokmuş.
Sonunda düğü n , dernek bitt i . Biz de, köye
dönüş yolunu tuttuk. Güvercinli k'ten yokuş tırma­
nıp Meşel ik sırtının tepesine varınca . denize dö­
nüp dönüp baktı m . Ona dönüp bakmak isteğim­
den kendimi güç kurtarabildim . Yokuşu i nerken
artık deniz gözükmüyordu. Birdenbire dünya zin­
dan kesildi .
Bittabi tarlaları, bahçeleri, ağaçları nasıl bı­
raktıysak gene öyle bulduk. Tarlalar, deniz suyu
değillerdi ki başka yere kaysı n : ağaçlar da gemi
değillerdi ki başka kente göç etsinler!
Kuraklık da öyle sürüp gidiyordu. İlk önceleri
gözlerime o kadar güzel gözüken asmalar, şimdi

1 92
kara kuru, örümcek hacaklarına benziyorlard ı . Li­
mon ağaçlarının gölgesi ise bana soğuk ve ağır
geliyordu. Kendi kendime . " Kara topraklara gö­
müldün ey toprak ağası" dedim.
Aman efend i m . neydi o seyrek. tek tük söz­
ler'? Angarya iş görüyorlarmış gibi ayaklarını sü­
rükleye sürükleye geçen sözler! . . . Konuları hep o
bezd irici , usandırıcı mal, mahsul, hava. para ve
kaça sattın, kaça aldın , işler. . . En güzel bir masal
bile iki kere dinlenmez, bin kere tekrarlanan kuru
söze ne diyelim? Bellibaşlı birkaç demirbaş konu
tükenince sıra Dursun Ağanın eşeğinin yaşına ge­
lird i . Eşek ne zaman doğmuştu ve bugün kaç ya­
şındaydı? İşte evren bu sorunu çözmek için yara­
tılmıştı! Anılar ve bellekler tembel tembel eşele­
nir; biri, "Ben Selanik'ten askerlikten döndükten
iki ay sonra anası sıpalamıştı" : öteki , "Hayır . se­
nin o dediğin sene anası hala gebeydi" der; ben
içimden , "Allah vere, şu Dursun Ağanın eşeği
vaktiyle nalları dikse de, biz de bu konudan kur­
tulsa k ! " diye dua ederdim.
Yabancılıklarını duyduğum bu insanlar ara­
sında içime acıca bir gariplik çöküyordu. Kahve­
de sessiz sessiz oturduktan biraz sonra, başımı
alıp kaçıyor, bahçeme dönüyordum .
Kuraklık her yanı kasıp kavuruyor ve berbat
ediyordu bostanları , bahçeleri . tarlaları . Bu ara ,
ben im bahçe de zıvanadan çıkarak kudurdu. Top­
rağa tohumu atıverince. az buçuk çapalayıp üzeri­
ne de azıcık su dökünce, çiçeğin ve yemişin he­
men eriyivereceğini sanıyordum. Ne bileyim ,
bahçenin toprağı m ı , suyu m u , yoksa attığımız
tohum mu huyunu değiştirdi ; çapalayıp suladıkça
inadına aksileşti. Bakla fidanları yer göbeği nden

1 93
bakla vermez oldular: hıyarlar . esrarengiz bir bi­
çimde zehir zemberek kesiliyorlard ı : aptesanenin
lağımını hıyarlara saldım. tatlılaşacaklarına büsbü­
tün acılaştılar. . . Şalgamlar kelle çevireceklerine
boyuna yaprak saldılar: turplarsa hiç yaprak ver­
miyorlar . inadına şişiyorlardı . a ma içieri kof olu­
yord u . . . Kızaracaklarına. kavrul up kararıyorlardı
domatesler! Göbek bağlasınlar diye tepelerini
bağladığım marullarsa hava fişekieri gibi tohuma
kalkıyorlardı . . . Kıştan tohuma kaçmışlar diye bah­
çede bıraktığım lahanalar zamanın avcunda otu­
rup da kıdem kazanıyorlarmış gibi inadına gebe­
leşiyorlardı . Asmeıiara göztaşıyla kükürt serptim:
vay sen misin kükürt serpen . köyün ne kadar ke­
disi varsa hepsi gelip bizim evin içine büyük ve
küçük aptesierini bozmaya koyuldu. Sanki ben
bostanı. urgan. ayrık otları ve daha başka yaban
otlarını beslemek için sulayıp gübrelemişim gib i .
bestanın enine boyuna yayılıyorlardı . bütün bu
otlar . Birkaç gün onları yolmaya çalıştım . ama
başa çıkamadım. Uğraştıkça kızıyar ve kızdıkça.
iş inada bindi diye daha kızıyordum .
Bir sabah bahçenin o delirmiş. çıldırmış du­
rumunu görünce. "Defter lahanasını da. marulu­
nu d a ! " d iye bağırarak. çapayı elime aldım. Tohu­
ma kaçan marulların tepelerini uçurdum: balka­
baklarının göbeklerini patlattım. "Al sana!" d iye­
rek. bahçeyi. havaya fırlayan . düşen toprak, ma­
rul ve lahana parçalarıyla d oldurdum. Tam bir kı­
rım oldu. Ama gene toprağa karşı d uyduğum hın­
cı alamamıştım .
Hallaç pamuğu gibi savurmuş olduğum bah­
çenin ortasına bağdaş kurarak çevreme bakın­
dım. Yamaç, küçük küçük toprak parçalarını çe-

1 94
viren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım
kıyılmışt ı . İşte hep. " Malımız. malımız. malımız ! "
diye uğrunda yaşadıkları uyuz topraklar bunlard ı .
Bunların sahipleri . artık oralardan hiç kımıldama­
yacaklard ı . Köpeklerin boğazlarından tasma ile
bir yere bağlı kaldıkları gibi bunlar da . barsakla­
rıyla boğazlarından topraklarına bağlı kalacak.
hep yanlarındaki komşuların maliarına g öz dike­
rek hırlayacak. hep malıma göz diktin diye kom­
şularına havlayacak, malım var diye ölünceye ka­
dar mallarının kulu kölesi olarak. evim var diye
dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi
gömülerek yaşayacaklardı . Buna yaşamak mı de­
nir. uzun ölüm mü?
Hey gidi deniz hey!

1 95
YAG MUR DUASI

Sonunda . okunmuş taşlar, develere . beygirle­


re , eşeklere yükletildi . Kimi köylüler kendi okuduk­
ları taşları sevaptır diye sırtlarında taşıyorlardı .
Müftü Abdülvahap hoca, ata binmiş. önde gidiyor,
ondan sonra eşraf geliyordu. Bunların arkalarında
ise, köylü kalabalığı ve sürü sürü keçiler. koyunlar.
sığırlar ilerliyordu.
Dualar edilir. kuzular meler, atlar kişnerken
akar kenarına varılarak. okunmuş taşlar suya atıld ı .
Herkesin yüreğinde bir umut uyanmıştı.
Taşların suya atıldığı günün ertesi sabahı kah­
veye gittim . Havada hala yağmurun yağacağını
gösteren bir belirti yoktu. Hava duacılarının ne
alemde olduklarını merak ediyordum. Abdülvahap
hoca en imtiyazlı yere geçmiş, geğirdikçe davudi
sesiyle "Alla h ! " diyor, tulum göbeğine bastırarak.
"Oh , rahat ettim" diye ekliyordu. Çevresindekilere,
'Duaya devam edelim" diyerek, içinden ibadet edi­
yormuş gibi dudaklarını oynatıyor, tesbihini tıkırda­
tıyordu. Orada oturan dört beş köylü de onu takli­
de koyuldular. Ama öyle yorgundular ki, aradan
çok geçmeden. başları göğüslerine düştü, horlama­
ya başladılar.
Kapının çerçevelediği dört köşeli mavi gök
parçasından mıdır nedir, Kör Halit'in kahvesinde
on beş: on altı yıl önce görmüş olduğum Kristof

1 96
Kolomb'un resmi gözlerimin önüne geldi . Büyük
sulara açılan o geminin sanki içindeydim. Dalga
gelip gittikçe geminin pruvası ta uzakta görünen
Atlas Okyanusunun çizgisine keman yayı çekermiş
gibi inip çıkıyor. mavi bir deniz havası çalıyordu.
Sanki Amerika kaşifL geçmiş yılların yığını içinden
kalkınmış ve bana ta çocukluğumdan o insancıl gü­
lümsemesiyle gülümsüyordu .
İ ki ü ç g ü n sonra şafakleyin, birisinin dışarıda,
"Yağmur. yağmur ! " diye bağırmasıyla uyandım. Dı­
şarıya fırladım. Gerçekten de yağmur yağıyordu.
Bütün köylüler kapılardan sokağa boşanmışlardı.
'"Rahmet! Rahmet ! " diye hoplayıp gülüşüyorlardı.
Bazıları da diz çökmüşler. "Rahmet ! " diye ağlıyor­
lardı. Seyrek seyrek patırdayan yağmur birdenbire
gökgürültüsü gibi inmeye başladı. Birbirine diş bile­
yenler kucaklaşıp öpüşüyorlar, dargın olanlar barı­
şıyorlardı . Bütün suçlar bağışland ı . Kötü sözler
unutuldu. Hayvanlar bile genel sevince katıldılar.
Susamış toprak yağmuru kana kana içiyor, rüzgar
serin serin esiyordu.
Yağmur, ardı arkası kesilmeden bir gün, iki
gün , on gün yağdı . hala da yağıyordu. Günlerce
koyu bulutlar güneşi örttü. Günün beti benzi uçtu.
Dünya sapsoğuk ve yoksul oluvermişti. Birdenbire
boy atan otlar yıkıldı. sararıp soldu. Seller aktı , de­
reler taştı, duvarlar çöktü. Rahmet diye etekleri zil
çalan köylülerin yüzleri asıldı , Abdülvahap hocanın
etekleri tutuştu .. Köylüler onu, İsmail Çavuşu ve
Koca Dünlü'yü bulup bulup, "Acaba yağmur duası­
nı fazla mı kaçırdık?" diye soruyorlardı. Deveci To­
puz Ahmet göğe yumruk sıkıyor, "Yeter be yahu!"
diye bağırdıkça kimileri onun için , "Asi kafir" diyor­
lardı. Başkalan da , ''Eğer kurak kadar sulak yapa­
caksa yandık" diyorlardı.

1 97
Badibadilerin Hikmet. Subaşı Mehmet Ağaya:
- Yağmurun zıddı kuraktır. Bu kadar sudan
sonra bize su gerek değil. kuraklık gerek. Suyu ge­
tiren duayı acaba tersine okusak. sulağın tersi olan
kurak gelmez mi? diye sordu.
Sonunda, yağmur yağsın diye akara atılan taş­
ları n , çocuklar daldırılarak çıkartılmasına ve man­
galda ısıtılıp kurutulmalarına karar verildi .
Ne var ki . bu da kar etmedi!
Günlerde gündüz denecek ışık kalmamıştı . Is­
lak ve batak zaman parçaları halinde gelip gelip
geçiyorlardı . Sokakta, ka hvede , evde kime rastla­
sam. ancak. birkaç söz ezberlemiş ve ancak ezber­
lediği o birkaç sözü tekrar edebilen papağan gibi
hep kuraktan ve sulaktan bahsediyorlardı . Bu söz­
leri işitmernek için. sırsıklam olup d onuncaya ka­
dar. başımı alıp ıssız yerlerde bir başıma geziyor­
dum.
Bu gezintiterin birinden döndükten sonra. ev­
de . kahveci Bayram Ağanın karısı Huriye Hanımı.
beni bekler buldum. Bittabi köyün bütün tez dilli
kadınları ben evde yokken. Ayşe'ye gelip gelip. be­
nim köyde hiç gözüm olmadığını . ne yapıp yapıp
denize kaçacağıını söylemişler; bizimki de bana
öğüt versinler diye her yana başvurmuştu. Bu ara­
da da, kadınların arasında kurnazlığı ve dilbazlığıyla
tanınmış -küçükmüş, çabuk konuşsun, dillensirı di­
ye ona bülbül yumurtası yedirmişlermiş- Huriye
Hanım, ağzımı yoklamak ve sırrıını kapmak. beni
kandırıp köye bağlamak işini üstüne almış! Sürmeli
gözlerini süze süze:
- Ah kapta n , galiba gene denize dönmek isti­
yorsun . Sen elbette ne istersen yaparsın , o bizim
üstümüze görev değil amma, insan yediği ekmeği

1 98
koyuvermemeli . Kuşun kanadı yettiği kadar yuvaya
çöp taşıdığı gibi . erkek kısmı da gücü yettiği kadcır
parasını pulunu artırmaya bakmalı . Bak. kocam
Bayram Ağa İstanbul'daki işinden yoksun kaldı da
ondan sonra iflah bulmadı. Yenicami'de helalar
bekçisiydi . O helalardan gül gibi geciniyorduk.
Orası arı kovanı gibi işlerd i . Bayram Ağanın söyle­
diğine göre aptes bozacaklcır. elleri uçkurcla. soluk
soluğa gelirler. meteliği basıp ibriği kaparla r. itise
kakışa helaların önüne yığılırlarmış. İce riclekilere
tepine tepine. "Çabuk olun ! " diye bağırırlarmış: öy­
leki içeridekiler kendilerini dışarıya dar atarlarmıs.
Bayram Ağa orada on. on iki saat beklerdi . her
gün üç dört lira toplard ı . Böyle otuz yılını memişa­
nede geçirdi. Bayram Ağa. "Para yapmak icin bir
bu Yenicami memişaneleri. bir de Galata Köprüsü
vardır. . . Ben bu Yenicami aptesanelerini Dalma­
bahçe sarayına değişmem" derd i . Bayram 1'\ ğa am­
canın işinde de hiç güçlük yoktu. Kilim döşenmiş
iskemleciğinin üzerine hağdaş kurar. yanıbaşındaki
musluktan. müşterilerin get i rdikleri ibrikleri doldu­
rur. doldurur verirıniş. Düsün evlcıdım. günde hiç
olmazsa üç lira . O zaman paşalar. nazırlar bile bu
kadar maaş alamazlardı . Top güllesi gibi Tophane
leblebisi nin okkası yirmi para. Vefa bozasının ok­
kası iki kuruş olduğu zamanda en az üç lira ! A h .
yavru m !
Burada Huriye Hanımın sesi kırıldı. Bumunu
çeke çeke ağladı ve gözlerini silerek devam etti .
- Memişaneler pek kötü kokuyor, diye yıktı­
lar. Ah o canım yeri yıkanların evleri barkları da in­
şallah tepelerine yıkılsın! Biz de kaldık mı açıkta!
Elimizdeki, avcumuzdaki paralar rüzgar gibi uçtu.
Bayram Ağa para tutarke n . Bayram Ağa aşağ ı .

1 99
Bayram Ağa yukarı diye etrafında pervaneler gibi
dolaşıp üzerine toz kondurmayanlar. üzerine sü­
müklerini bile atmaya tenezzül e tmez oldular. Ah.
o çamuru bal şeker olan İstanbul'umuzdan da ol­
duk. Açlık bizi ta bu köye kadar kovaladı . Neyse.
köyün ağaları sayesinde hiç olmazsa namerde el
açmaktan kurtulduk. Ah yavrum. sana öğüt ver­
mek bizim haddimiz değil : Rabbim sana kat kat
fazlasını versi n . amma elinde avcundakini sıkl fıkı
tut. çünkü sonradan gelen pişmanlık para etmez.
Ben . sözün baş tarafını dinlemiştim, ama öte­
sini deği l . Can evimle dinlemekte olduğum bir şey
vardı . Neydi? Gece direk tepesinde uçan rüzgarın
insan sesine benzeyen mırıltısı. işte o kimi zaman
kulağırnın içinde bir çınlayış oluyordu. kimi zaman
da . uzak ufuklardan çağıran bir türkü. Huriye Ha­
nımı, ham hum şorolop diye başımdan savdım.
O gitti kten biraz sonra. köyde her şeye aklı
ererliğiyle an san salmış seksenlik Himmet Ağa çı­
kageldi. Ak sakalım sıvazlarken,
- Ben bu sakalı değirmende ağartmadım. de-
di .
Birkaç söz sonra onun da aklımı çelmeye gel­
diğini anladım. Hoş beşten ve kurağa, sulağa ait
sözlerin ardından:
- Bu yıla bakma evlat, yıl çok kötü gitti . Am­
ma bu yıl patatesten ve domatesten zarar gördüy­
sen. önümüzdeki yıl salatadan ve lahanadan yüzün
güler. Allah iyisini, doğrusunu denkleştirerek rızkl­
nı verir. Bazı kara ağızlılar köyden ayrılmak istiyor­
muşsun diye ileri geri söz ediyorlar, kulağıma kaçtı.
Ben de , "O deli mi ki has mal tarla tokata sırtını
dönerek denize varsın? Topunuz da yalan söylü­
yorsunuz , " dedim .

200
Himmet Ağayı da hayırlısıyla uğurlamıştım ki.
gene çat kapı çalındı. Bu sefer Molla Ahmet. o
yusyuvarlak gövdesiyle içeri yuvarlanırcasına gird i .
Tok sözlülüğüyle tanınmıştı. Damdan düşercesine.
yüzüme:
- A sağdıç! Sen elindeki sağlam malı bırak da
denizler peşinde koş ha? . . . Burada insan kuru
ölümle ölür: ölünce İsiamcasına gasledilir: mezarı­
nın başında talkın edilir: insan dinsiz . imansız ve
kafir olarak gitmez! diye haykı rdı.
Günlerce bu ayarda öğütler dinledim. Hepsi
de dönüp dolaşıp. denizde emin ve selametli bir
hayat yaşanamayacağı noktasında toplanıyordu.
Oysa benim güvenilir ve sağlıklı bir hayat arayıp
aramadığıını soran yoktu. Sonra köydeki hayat
sanki güvenli ve sağlıklı mıydı? İşte kurağını da gö­
rüyorduk a. Denizinde de, karasında da hayat insa­
nın üzerine bin bir musibet yağdıran bir kazalar be­
lalar yığılışıydı. Bu neden böyle oluyordu. aklım er­
miyordu. Amma , bu böyle olagelmiş ve böyle de
olagidiyordu.
Duraklayıp ''Neden?" diye kendi kendime so­
ruyordum. Aklıma bir cevap gelmiyordu. Ama fırtı­
nalı havalarda , fırtınanın öfkesinde. gemisiz. sınır­
sız, ölçüsüz bir hayret. fal taşı gibi açık gözlerle şa­
şakalmış bir bakış vardı. İşte bu. derinden derine
hoşuma gidiyordu. Fırtına bir şey kabul etmiyor: o
şeyi yıkıyordu. Neyi? Ne gürleyen rüzgarda, ne de
çakan şimşekte bu soruya bir cevap yoktu. Bunla­
n n hepsi görkemli bir "Hayır! " idi . Neye , "Hayır ol­
maz!" diyorlardı? Bilmiyordum. Ama gönlümün ta
içi bu " hayır''la birlikti.
Günün birinde yağmur durdu. Neredeyse
nemden koltuk altlarımız güherçile bağlayacaktı.

201
"Herhalde gökte yağdıracak su kalmamıştır da
onun için durmuştur" diye düşündüm.
Bir i ki gün günlük güneşlik olunca . otlar uçlan­
dı. Turfanda yetişsinler diye bahçeye isteksiz birkaç
fidan diktim. Vay sen misin diken ! Bu sefer sümük­
lü böcek saldınsına uğradık. Geceleri çıkıp. Ay­
şe'yle bahçeyi gezip. onları öldürmeye karar ver­
dik. Badrum'dan gelirken deniz fenerini getirmiş­
tim . Onu elime aldım. Sanki sümüklü böcekler üze­
rinde değil . yerlere dökülmüş çuvallar dolusu kof
cevizler üzerinde çatır çutur eze eze yürüyorduk.
Ne cıvık ve iğrenç işti! Fenere baktım. ""Kayığın
pruva direğinde vardiyapruva feneri olarak. yıldız­
lar arasında yıldızken. gelip de böyle şeyler mi ay­
dınlatacaktın?" diye düşündüm.
Karım:
- Ne o. fenere bakıyorsun, yanmıyor mu yok­
sa? ded i .
V e o ana kadar bende beliren deniz özleyişini
bilmemezlikten gelerek başkalarını . öğüt vermeye
gönderdiği halde dayanamadı ; bildiğini açığa vurdu
ve bana çattı . Bana. ödevimin . yanıbaşında kalmak
ve para biriktirmek olduğunu pek kesin çizgilerle
belirtti. Kendisine karşı kendiliğinden. gönlünden
kopan şeyleri n . onun tarafından ödenmesi zorunlu
bir borç gibi gönderilmesi bana ağır geliyordu.
Düşmanım gibi demeyeyim ama. insan kılığında
koca bir yasak gibi yolumun ortasına d ikilmesi .
bende, onu kırıp. çiğneyip geçmek arzusunu uyan­
dmyar ve denize özlemimi artırıyordu. Açık deniz.
bu gibi zorunluluklardan uzak özgürlüğün mavi yur­
du olarak gözlerimde tütüyordu.

202
FlRTlNA KABARIYOR

Bir gece. dışarıda esen bir kasırga evi teme­


linden sarsıyordu. Ocağın önünde bağdaş kur­
muş, ocaktaki alevleri seyrederek dalgın dalgın ci­
gara içiyordum. Ayşe. gözlerımde uzak denizierin
yurtsamasım mı görmüştü ne. bana.
- Ne düşünüyorsun? Gene denizi mi düşünü­
yorsun? ded i .
Ayşe'ye duyduklarımı aniatmayı boşuna sayı­
yordum. Baş�mı döndürmeden yavaşça :
- Hayır! dedim .
Uzunca bir susuştan sonra Ayşe'nin hı çkırdı­
ğını duydum . Başımı döndürdüm. Yanakl a rından
aşağı yaşlar akıyordu. Yanıma koştu. Ta neden
beri ilk sefer olarak yalvarı şlı bir tavırla omuzumu
okşadı :
- Sanki derinden derine bir yerin ac!yormuş
gibi duruyorsun ded i .
Dayanamad ım!
- Ayşe! Denizciler derler ki, büyük fırtınalar­
da karanlığın ortasından bir ses onları adlarıyla
çağırırmış. İ şte o çağıran ses kendi kaderleriymiş.
İnsanın yaratılışı kendisini. "Gel !" diye çağırdı mı
durabilen kim! Ben denizcilerin bu sözüne kulak
asmazdım, amma bu fırtına yok mu, neredeyse
inanacağım. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsi n . Sen
benimsin , ben seninim, anladık. Fakat acaba bir-

203
birimizden öte. birbirimizden başka şeylere muh­
taç değil miyiz? dedi m .
İkimiz d e b i r süre göz göze sustuk. Yaşları
dind i . Fakat bakışı sanki . "Eyva h ! " d iyen acı bir
çığlıktı . İşte o geceden sonra karı m . önüme diki­
lip vazifelerimizin kupkuru kahyası olmaktan çık­
tı . Özleyişimin önüne geçmenin ne beni m . ne de
onun elinde olmad ığını üzünçle sezd i . Artık, 'Ya­
sak ! ' ' diye yoluma set çekmiyordu. Fakat yürüdü­
ğüm yolun üzerine çıplak ve savunmasız uzanı­
yor . "Geçm e ! " demiyor. "İstersen beni çiğne de
geç ! " diye yalvarıyordu. İçin için üzülmekte oldu­
ğurnun farkında oluyor : gizli gizli . " Soluğu üfür­
mekte. nefesi pektir" diye Abdülvahab'a. M olla­
nın Hatice bacıya muska yazd ırıyor; gömleğimi
okutup üfletiyor: i çeceğim suda yazılar eritiyordu.
Kendisi de namaz kılıp ayrıca dua ediyordu. Onu
kaç kere dalgın dalgı n bakarken yakaladım. Yüre­
ğim parça parça oluyordu. O na acıyordum.
O zamana kadar sevginin ne güçlü şey oldu­
ğunu sevmekle anlamıştı m. Fakat bu sıralarda
acımanın sevgiden kat kat güçlü olduğunu duy­
dum . Yoluma giderken attığım her adımda Ay­
şe'nin gözlerini, yüzünü ve koynunu sanki demir
ayakkabılada çiğneyecekmişim gibi oluyordum.
Ayşe'ye acıyordum. Dişlerimi. yumruğumu
sıktım, kaşlarımı çattım. Kend ime. "İşte bundan
sonra senin hayatın ; ister geber, ister çatla , bu
köyde geçecek ! " diye bağırdım. Doğrusunu söyle­
mek gerekirse bu hayat, müstahak olduğum bir
nimetti. Talih yüzüme gülmüştü ve herkes beni
kıskanıyordu. Verdiğim söz de. yani görevim de
burada kalmaktı. Fakat neden , "Görevin" dediler
mi bütün tüylerim ürperiyor, tepem atıyor ve

204
protesto ederek kaçmaya kalkışıyordum? Ettiğim
bir şımarıklık değildi de neydi? İçimde yanan de­
niz isteğini boğmalıydım.
Bu sıralarda da Ayşe mutlaka benim bir ço­
cuğuma ana olmak istiyordu. Onun gönlünü ana
c:mak isteğiyle tutuşturan solukla benim içimi
açıklar askıyla tutuşturan nefesin aynı şey olduğu­
nu, zihnimle anlc:ımıyor idiysem de duygumla sezi­
yor ve kendisine bir yakı nlık duyuyordum . Bu du­
rum . den ize d örımemek konusundaki kararımı
kolaylaştır:yordu. Günler geçtikçe bu kararımı uy­
gulamayı başardığıını görerek, bayağı bir hastalık­
tan kurtulmuşum gibi bir hafiflik duyuyor ve sevi­
niyordum. Bahçemiz de eski halini buluyordu.
Ağaçlar serpilip serpilip. zerzevatlar ilk evlendi­
ğim yıl gibi güllük gülistanlık oldu.
Bu arada Ayşe , ortakçtiara istediğim gibi
davranınama ses çıkarınıyar değiL bayağı mem­
nun oluyordu. Gerek Güvercinlik, gerekse Göko­
va kıyıları köylülerine gitmemi yalvanrdı . Oralara
giderken bir başıma deniz kıyısında gezer ve tıpkı
çocukluğurndaki gibi deniz böceklerinin çeşit çeşit
kabuklarını toplayarak, yeni baştan çocuk olmak
zevki ni duyard ı m .
B i r gece Çiftlik koyunun ağaçları altında kıp­
rıyan ay ışığı beneklerinin üzerinden geçtim ve
gölgesiz bir ay ışığında karlar gibi apak ağarak
geniş ve açık kumsala vardım. Koskocaman bir
ay . apak bir ateş küresiymiş gibi önümde yanı­
yordu. Ufuktan ayak uçlarına kadar göz kamaştı­
rıcı bir şiddetle denizin üzerinde parlıyordu. Bir
aralık da , uzaktan bir kayık geçti . Ay ışığı nın sağ
tarafındaki karanlık bili nmezden çıkarak, ışığın
içinden kara bir bilinmez parçası olarak kayd ı ,

205
sonra sol taraftaki karanlıkta muamma içinde mu­
amma oldu.
Böyle kaç saat düşünekald ım. kaç cigara iç­
tim . farkı nda olmad ım. Gün ağarmaya başlarke n .
uyuyakalmışı m . Uyanınca gün doğuyor. yıldızlar
sönüyordu. Denizin buğuları içinden birdenbire
bir ı şı k uçurumu göründü . Bir kayık . dolu. yelken­
lerle bir kayık. önümden geçiyordu. Dalgalara bi­
nip inerken direğin uçları göz üzerinde bir eğmeç
(kavis) çiziyor. deniz de pruvasına apa k gerdan
veriyordu. KüpeştelerL bordaları , salınan sancak­
ları. tüm ipleri sanki yeni doğan günde ateşlend i .
Bütün yelkenleri v e ipleri bir b i r seçiliyordu. Flok­
larını. gabyasın ı , randasın ı . papafingosunu gör­
düm . Ta tepede çemberi bile gördüğüme emin­
dim. Bakışı m , itişi m sanki insan bakışından daha
güçlü oldu da. geminin tahta kesimlerinden , su
içinden geçen güneş ışığı gibi geçiyor ve geminin
içini görüyordu .
Kaptanın kamarısı nı, başaltında gemicilerin
bangaççalarını hep bir bir görüyor. hatta onların
birbirine ne dediklerini işitiyorduıiı . Deniz: değil
gönlümü ve yüreğimi , her parmağımın ucundan
saçımın her telinin ucundan beni çekiyordu. Gön­
lüm yabancı yerlerde veya karanlıklarda uçmuş
yorgun bir kuş gibi papafingoya kondu. Rüzgarın
iplerdeki ıslığını duydum. Bir denizci , yaşamının
türküsünü söylüyordu. Açık denizleri, gürültülü !i­
manları . cigara dumanlarıyla ve tambura. cura ve
tabakların ince tıngırtısıyla. rakı kadehleriyle dolu
koltuk meyhanelerini gördüm.
Birdenbire, önümüzdeki kayığın güvertesin­
den . sanki bir denizci, parmağıyla beni gösterdi:
- İşte denizden korktuğu için denizden kaçan
den izci! dedi .

206
Deli gibi yerimden sıçradım. Hıçkıra hıçkıra
ağlıyordum. Gemiye:
- Korkudan? . . . Hiçbir zaman! diye bağırdım.
Artık ondan sonra ne Ayşe'nin kolları. öpü­
cükleri ve gözyaşları. ne bağlar. bahçeler. ne töv­
beler ve yeminler bağiayabildi beni karaya. Varı­
mı yoğumu Ayşe'ye bırakarak, bir daha geriye
dönmernek üzere denize açıldım. İlk !imanda ka­
yığın birisine gemici yazıld ım.
Aganta! . . .

o Q o - -- ---

You might also like