Professional Documents
Culture Documents
Sekizinci Basım
Kasım 1997
BiLGi YAYlNEVi
Meşruliye ı Caddesi, No: 46/A, Yeniş ehir 064201 Ankara
Telf (0-312) 431 81 22-434 12 71- 434 49 98-434 49 99
Faks (0-312) 431 77 58
•
BiLGi KiTABEVi
Sakarya Caddesı, No: 8/A, Kızılay 064201 Ankara
Telf (0-312) 434 41 06 -434 41 07
•
BiLGi DAGITIM
Narlıbahçe Sokak, No: 17/1, Cağaloğlu 343601 istanbul
Telf (0-212) 522 52 01 - 526 70 97
Faks (0-212) 527 41 19
HALIKARNAS BALIKÇISI
Bütün Eserleri
1
Aganta Burina
Burinata!
BiLGi YA YlNEVi
kapak düzeni : fahri karagüzoğlu
5
Yurda dönünce istanbul'da, çeşitli gaze
te ve dergilerde yazılar yazdı, karikatür ve
kapak resimleri çizdi.
6
AGANTA BURİNA BURİNATA!
7
kıyorlardı. Ö teki çocuklar, mahalle aralarında to
pa ca kamçı sallar, çatal dala lastik bağlar, dut
ağaçlarından dut toplarlarke n . ben deniz kıyısına
kaçardım. İşte bu yüzden, biraz ötemizdeki çık
maz sokaktan başka her yer bana yasak edilmişti.
Çıkmaz sokağın ağzında bir çeşme, bir de
hayvanları sulamak için yalak vard ı . Elime geçen
çerçöple özene özene oyuncak bir kayık yaptım.
Kayığım yalaktaki suyun üzerinde yüzünce dün
yalar benim oldu . Onu elimle dürttüm olmad ı .
Yanağıını suya değdirerek başımı kayık düzeyine
eğdim: tatlı sert tütün paketinin kağıdından ya
pılma yelkene üfledim. Gemim suların üzerinde
kaydı . Hemen yalağın öte tarafına koştum . Ka
yı k bana doğru geliyor, yani ilerliyordu. Siftah
olarak ileriye gitmek ve gerilerden ayrılmak se
vincini tadıyordum. Kayığı seyre öyle dalmıştım
ki kayık burnumun üstünde baştan kara etti . Onu
hemen döndürdüm. Durmamacasına üfledim.
Başım fırıl fırıl dönüyor, kulaklarımda yüzlerce
ziller çınlıyordu. Gemim bütün yelkenlerini dol
durmuş açık denizlerde koskocaman bir kelebek
gibi kayıyordu. O sırada güneş battı . Ortalık ka
rard ı . Sokaklardan el ayak çekildi . Farkında olan
kim? Kendimi lodos rüzgarının ta kendisi sanı
yordum. Yanaklarımı körpe ciğerlerimin bütün
gücüyle şişirip sağanak sağanak esiyordum. Pru
va d ireği , sözü küçümseyerek dalgın eda ile işa
ret veren bir el gibi sağa sola eğiliyordu. Direk
ucu yıldızdan yıldıza gidip geldikçe içimde yeni
yen i uyanan bir musikiye tempo tutuyordu. Koca
gemim, sendeleyen yıldızlar arasında kapkara bir
uçurum kadar mağrur ilerliyordu. Ne var ki artık
soluğum tükeniyordu. İşte bunun için, " Rüzgar
8
kesiliyor! Artık camadanları çözünüz ! " diye ciyak
ciyak bağırdım .
Birdenbire. derin bir mağaranın bağrından
çıkıvermiş gibi kalın bir ses. "Hangi rüzgar kesili
yor?" diye sordu. Amcaının sesini tanıd ım. Dona
kaldı m . Başım. göğsüm sırsıklamdı . Arncam ya
naştı: "Mahmut sen misin?" d ed i . Durgun sesinde
dayak tehdidi yoktu. Beni kucağına kaldırd ı . Solu
ğu evdeki ispirto kaminetosu gibi sert sert içki
kokuyordu . "Burada bu saatte ne yapıyorsun?"
ded i . O na elimdeki kayığı verd i m . Görmek için
batı göğünün alacakaranlığına karşı tuttu onu.
"Bu gemi değil , salapurya ! " demesiyle de bizim
kalyonu yere çarpıp ayağının altında çatır çutur
ezmesi bir oldu. Kemiklerim kırıldı sandım. Ama
arncam "Yarın sana bir kayı k yapayım da gör"
deyince dünyalar yeniden ben i m oldu. Şaka de
ğil , arncam serdümen Davut, bana bir gemi yapa
caktı.
Uyurken arncam kalkıp gitmesin d iye uyuma
maya çalıştım. Uykumu dağıtmak için gözlerimin
içine parmağımla tükürük koydum. Gözlerim ya
nıyordu. Gözlerime uyku girmiyordu . Ama bir
aralık dalmışım. Gözlerimi açınca şafağın sök
mekte olduğunu gördüm. Aşağıya koşup, amca
mm yere serili döşeğinin başına çömeldim. Uya
nınca, "Sen misin?" ded i . Kayığı unutmuştu. Ha
tırlattım . Giyinmeye başlad ı . Ben çabuk olmasını
istiyordum. Amcaının beline sardığı denizci kuşa
ğı bana sonsuzluk kadar uzun gel d i . Anamdan ip
lik iğne . babamın eski donundan da bir parça bez
aldı . O nları , tabakası , çam çubuğu ve denizci bı
çağını -bıçağını demircide d övdürdükten sonra
çeliğin suyunu, su ile değil. damarını açıp kendi
9
kanı ile vermişti- kuşağının önüne sıkıştırdı. Kah
veye doğru yol aldık . Onu kaçırmamak için, ya
nında sanki midye içinde yürüyordum. Kahvede ,
birkaç gemici yelkenlerini dizlerinin üzerine almış
yamıyorlar, iki üç balıkçı da ağlarının gözlerine
çıplak ayaklarının baş parmaklarını sokarak onla
rı geriyor ve mekikle deliklerini örüyorlardı. Am
cam alçak bir iskemieye oturdu. Ö n üne bir dama
masası alarak. üzerine kayığın yapılmasında kulla
nılacak öteheriyi dizd i . Gel keyfim gel . . . Kayığa
başlayacağına. ''Aklım başıma gelsin'' diye bir
kahve ısmarladı. Yavaş yavaş bir sigara tellendir
di.
Kahvedeki gemici ve balıkçılar denizin sala
murasında adamakıllı pişmiş. kaskatı denizcilerdi.
Onlara hep hayran hayran bakardım. Ama o gün
onlara çok kızdım. Amcamı hep lafa tutuyorlard ı .
Lostromo kırklık Kara Hüseyin tasalı gibi görünü
yordu. Demir Ağa, yanıbaşında gemici Karama
noğlu'na, "Nesi var?" diye sordu. Karamanoğlu
da, "Yüreği o kadar ağır ki, kayığına safra alma
yacak. Yüreğinin ağırlığı yetişecek" diye cevap
verdi . Öteki. "Neden?" ded i . Karaman da "Hani o
iş yok mu? İşte ondan ! " ded i . Demir Ağa, 'Ha!"
diyerek Kara Hüseyin'e döndü. " İ nsan kadın kıs
mı için dertlenir mi? Boş ver gitsi n . Tam otuz yıl
oluyor, tohuma kaçıyarsun artık, evlen, dediler,
ben de Hay hay' dedim. Martı adlı büyük bir go
Jet vardı ya , onunla sefere çıkacaktım. Parayı av
cuma , tiring tiring peşin saydılar . Ben de kadıya
turlanda hıyar yetiştiriyormuşum gibi, paraların
topunu kaldırıp bizim gelin hanıma toka ettim.
Valiahi evin iki odası n ı , daha yen i döşetmiştim.
Kırmızı kaplı i ki sandalye, bir koltuk ve bir de
10
minder vardı. Avuç avuç para d ökmüştüm onlara.
Karada giydiğim yeni elbisemi. bir gömlek. bir de
kırmızı kuşağı eve bıraktım. Ha ! Durun : Bir çift
de kundura vardı. Denize a çı lırken kayıktan batta
niyemi salladım: pencereden bakan kaltağı selam
lıyordum. Biz ilk burnu kavanço edip gözden kay
bolunca, o da pılı pırtıyı topladı mıydı, evden he
men dümen kırmış: benim aldıklarımı da götür
müş. Kırmızı kaplı sandalyelere hala yanarım.
Yaylıydılar da. Yumuşaklıklarını ardımda duyun
ca , üstlerinde sanki zenginmişim gibi kurulurdum.
Canı m yandı . Molla Efendi. "Vicdan azabı çeki
yorum . " dedi . Karamanoğlu. "O da neymis ki?"
diye sord u . Ö teki . " İ nsanların içinde vicdan deni
len bir şey varmış. arada bir sancırmıs. Diş. dalak
ağrısından betermiş. Koltukları kaybedince işte o
acımaya başlamıştı" dedikten sonra lostromo Ka
ra Hüseyin'e döndü, "Sen kaç sandalye. koltuk
kaybettin ki vicdanın azap duyuyor?" diye sordu.
Kara Hüseyin dik dik, "Ben koltuk moltuk kaybet
medim. Hem kes artık lafı" ded i . Ö teki , " Ö yleyse
yüzün niye yeli kesilmiş yelken gibi sarkıp duru
yor" d iye sordu. Kara Hüseyin cevap vermed i .
Demir Ağa, "Bana çivi çiviyi söker , yine evlen,
dediler. Yağma mı var? Artık maymunun gözü
açılmıştı. İ nsan bir kere şapa oturur. Vicdan sızı
sının da ilacını buldum. Anam babam! Rakıyı ve
rip veriştirdim, kara dünya günlük güneşl ik oldu.
Cebimde bir yarım okkalı k var . Bir iki tane parla
tıverelim. Sözlerime aldırma , kafam d umanlı" de
di. Şişeyi Kara Hüseyin'e uzattı . Hüseyin gülüm
seyerek şişeyi dudağına götürdü. Ö te yanda yel
ken yamamakta olan Zımba Yusuf yaka silkerek,
Hüseyin'e, "Karı mı? En iyisinin Allah belasını
11
versi n . İnsanın başına her gün bir iş çıkarırlar.
Bugün kapının menteşesi sökülür. haydi koş ma
rangoza . Ertesi günü poyraz eser , ocak buram
buram tüter: onu düzelteyim derken . karşıma di
kilir, sanki bir müjde veriyormuş gibi, kazan de
lind i , der. Geçen gün kahveden dönünce. Yağ
bitti , salataya yağ yok' ded i . ' Ö nceden söylesey
din' dedim . Yağ bitmediydi ki söyleyeyim· dedi.
Benden hınç mı alıyordu ne? Seferden gelince,
kafa ını şöyle bir dinlendireyim, evin barkın tadına
vararak bir keyif çatayım, derim. Ne mümkün?
Üç dört güne varmaz, ah yine sefere gitsem de
kurtulsam diye denize can atarım" dedi . Sonra
amcaını göstererek. "Bak Davut hiç evieniyor
mu? Kurnazdır o" dedi. Amca m . " Ne olacak?
Uzak sefer denizcisiyiz. Çoluk çocuğu kırk yılda
bir görecek: belki de hiç görmeyecek olduktan
sonra . onlara da kendime de ecel terleri döktür
meni n anlamı yok" ded i . Ama , bunu söylerken
sesi adeta kırıldı. Demir Ağa sözü değiştirerek,
"Bu evlat. bizim Süleyman'ın sıpası mı?" diye sor
du. Amca m . "Evet"' dedi. işini bitiren gemici ve
balıkçılar masamıza gelmişlerd i . Amcamla öteki
denizciler böyle mi konuştular. yoksa ben mi böy
le konuşmuş olduklarını tasarlıyorum: aradan
uzun yıllar geçtiği i çi n pek bilmiyorum. Ama , ak
lımı yoklayınca bu sözler hatırıma geliyor. Her
neyse ben dokuz doğuruyor ve amcaının gözleri
nin içine bakıyordum.
Gerçekten bu denizcilerin on parmağında on
çeşit ustalık var. Bana bir oyuncak yapılacağını
öğrenince. birisi yelkeni kesti, öteki direkleri
yonttu. a rncam güzel bir tirhandil teknesi oydu:
bizim koca kayık gözle kaş arasında yapılıp çatı!-
12
dı. Bu, yalakta yüzecek tekne değildi, büyük de
nizlerde sefer edecekt i . O kayıkla birkaç ay ayna
dım. Gece yatakta. onu yatağıının üstüne kor
dum. Bir sabah uyanınca kayığın sır olduğunu
gördüm. Yavrusunu kaybetmiş ana kedi gibi, onu
ağiaya ağiaya (lrad ım. İkinci bir kayık yaptırmak
umuduyla babama anama . amcaını sordum . Ama
amcaını kime sordunısa, yüzü durgunlaşıyor,
onun uzu n . pek uzun bir sefere çıktığını ve inşal
lah dönünce bana daha güzel b!r kayık yapacağını
söylüyor, beni okşuyord u .
Baba m , kaybolan oyuncak kayığıının yerine
bana bir kuzu aldı . Ne edeyimdi ben onu? Buda
la, denizden hiç hoşlanmıyor. boyuna ot yiyordu.
Ben kuzu ile hiç oynamıyordum. Balıkçı Ateşoğlu
nun evinin biraz ötesinde bir ev yıkıntısı keşfet
tim . Ayakta kalmış dört duvarının arası , mavi ve
serin gölge ile dolu, gizli bir yerdi. Orasını tersa
ne edindim. Balıkçı Ateşoğlunun kızı Fatma'nı n ,
annesi b i r y ı l önce öldüğü i ç i n babası balığa gittiği
zaman evde bir başına oturmaktan sıkılır, babası
nın ağ ipliklerinden ve kayığının boya artıkların
dan alıp bana getirir, kayık yapmakta bana yar
dım ederd i . Onun yeşil değilse mavi, mavi değilse
yeşil gözleri , derin deniz akı n tıları gibi şimdi koyu
laşır, şimdi açılırdı. Büyüyünce farkına vardım.
Babası gözünü budaktan sakınmaz bir adamdı.
Eski püskü ve her yanı lumbarlarla yamalı bir ka
yığı vard ı . Bir avuç balık tutmak için , fırtınanın
kara bulut zemininin üzerinde bir beyaz mendil gi
bi sallanan yelkenini görenler, "Ateşoğlu yine ba
şının belasını arıyor" derlerdi . Oysa başının belası
nı deği l , çocuğunun nafakasını arıyordu . Fatma
ile yaptığımız kayı klar, amcaının yapmış oldu-
13
ğunun yanında hiçbir şeye benzemiyordu. Babam
bir iş peşinde Milas·a gidecekti . Deniz seferi de
ğil . kara yolculuğu idi ya. beni de ald ı . Bad
rum'dan siftah çıkıyord um . Çocukluğumu hatırla
dı kça bu yolculuk hep gözümün önüne gelir. Ba
bam ata eşeğe binmezd i . Çünkü ayağına hiç
üşenmezdi . Ben de ona çekmişim. Bacaksızın biri
olduğum halde çok yürüktüm. Yola düzüldük.
Badrum'dan yokuş yukarı tırmandık. Yokuşbaşı
denilen tepeyi aşınca. denizi arkamızda bıraktık.
Ama biraz sonra deniz yine önümüze çıktı . Çün
kü yarımadanın öteki yüzüne varmıştık. Sali Ada
ları mavi bir buğu gibi denize uzanıyorlardı. Ada
ların genç ve masum bir halleri vard ı .
Denizde birkaç beyaz yelkenli rüzgEnsızlıktan
duraklamış. sanki tatlı bir şekerleme kestiriyorlar
d ı . Akdeniz'in güzel bir gününün gülümseyen bü
yüsüyle büyülenip kalakalmışlar mıydı ne! Bura
nın da savaşlı, hastaneli. hapishaneli, zulüm ve iş
kencel i , yalanlı dolanlı dünyanın bir parçası oldu
ğuna inanılamazdı. ta o kadar uzak bir masumi
yet vardı . Babamsa denizi görür görmez. ona
karşı zehir zıkkım tükürmeye koyuldu. Yürüdüğü
müz kuru derenin iki yanındaki incirliklerde al şal
varlı köylü kızları gülüşe çığrışa kuru incir devşiri
yorlardı,
Babam bana denizi göstererek:
- Oğlum. sakın bunun bu haline aldanma .
Kim bilir kaç gemiyi boğmayı tasarlıyor. Seni de
boğuncaya kadar, aç, çıplak ve yoksul bırakır.
Sen toprağa bak. dedi ve iki yanımızdaki incir
harımiarını göstererek,
- Benim çocukluğumda buraları hep yaban
lıktı, toprak değil mi ya, deniz gibi insana baş
14
kaldırmaz. onun emeğine yatışır. Ben on yaşımda
iken buraların çalısı çırpısı , taşı ayıklandı . Top
rakları sabanla uysallaştırıldı . Bunları yapan kuşak
artık benim gibi i htiyarladı . Görüyorsun ya. bah
çelenmiş topraklarında şimdi yan gelmiş. çocukla
rının gülüşe oynaşa yemiş toplayışiarını seyredi
yorlar. Gel gelelim deniz uysallaşır mı hiç? Değil
yalnız benim, ama dedenin ve dedenin dedesinin
denize verdiğimiz emeği şu toprağa harcasaydık
buralarını çoktan cennete çevirmiş olurduk. Şimdi
sürer. eker, biçer yan gelir, yerdik Toprak kad ı
na benzer. bağrına attığın tohumu sana çiçek ve
yemiş diye yetiştirir. Allah kısmet ederse kayığı
satıp bir iki tarlacık alacağım . Ölürken gözüm
açık gitmesin . Sen de fırtınada, dümen başında .
arkarndan lanet okumazsın . Ama tarla seni on
durmayacakmış, deniz gibi seni bozmaz a ! diyor
du.
Ben hem dinliyor. hem de çevreme bakını
yordum_ Torba denilen dere, denize kavuştu.
Oradan sonra yolumuz, kendin i bir türlü deniz
den kopararnıyar, kıyı boyunca kıvranarak denize
yoldaşlık ediyordu_
Uzanan dalları ve kollarıyla dalgalara gölge
salan çam ağaçlarının altından , çakılları şakırdata
rak geçerken, o koskoca çarnlara hayranlıkla ba
kıyordum ve içimden :
- İ şte bunlar burada çocukluklarından beri
deniz rüzgarlarıyla savaşmasını öğreniyorlar, bir
gün başlarını dal budaktan sıyırıyor, yay gibi se
renler takınıyor. bulut gibi yelkeniere bürünerek
gemilere direk oluyor ve kasırgalara meydan oku
yorlar. Onlara ne mutlu diye düşünüyordum.
Babam homurdanıyordu:
15
- Kahrolasıca deniz, dedelerinin, atalarının,
soy sapunun kaçı nın başın ı yedi biliyor musun?
diyordu.
Babam böyle söyledikçe denizden korkacağı
ma, inadına özlemi m kabarıyor. onun zorluklarıy
la boy ölçüşmek istiyordum .
Böyle konuşa düşüne sekerek, çiftçi evlerine
vard ık. Sonra ver elini Zeytinli kahve ve Sıralık
Yolda kimseye rastlamadık Babam arasıra:
- Yoruldun mu? diye soruyordu .
Ben daha yorulmamıştım . Güvercinlik'te,
Çardakaltı kahvesinde mola verdik, Bir iki köylü
peykelere uzanmış horluyorlard ı . Çıplak ayakları
üzerine sinekler fazlaca üşüşünce ayaklarını sarsı
yorlar, uyanmıyor. sadece horlama temposunu
değiştiriyorlardı. Anamın yol kumanyası diye pi
şirmiş olduğu köfteleri orada yedik, Babam kah
vesini içince deniz kıyısından ayrıldık Dik bir ya
kuşa tırmandık ve biraz sonra Varvii Ovasına in
dik. Babam çalataban, ben de yanında tin tin gi
derek, ışıklı yıldırıyan ovada taban tepiyor, yol
alıyorduk. Güneş tepemize dikilmişt i . Kar yağar
ken olduğu gibi sanki üzerimize lapa lapa alev
parçaları iniyordu. Ova, sazlığıyla sonsuz uzanı
yordu. Yolun kıyısında kovalı k sazları arasında
tembel eşinen bir eşekle. uzakta sürülen bir deve
katarından başka ortalıkta in cin yoktu. Eşeği n
de, sazlığın da, üstelik bütün ovanın da, sıcaklık
tan harlayıp duman olmadığına şaştım. Solumuz
da tepemsi bir kalıntı üzerinde birkaç kerpiç köy
evi , ateşte pişen tuğlalar gibi kızarıyordu. Babam,
"Kara kış fırtınaları denizdekileri , ölüm dirim sa
vaşında gırtlak gı rtlağa getirirken, sen gürül gürül
yanan çınar kütüklerinin karşısında ocak keyfi ça-
16
tarsın" diyordu . Bense yutkundukça. dilimi dama
ğımı zımpara kağıdı sanıyordum. Ocak keyfi hul
yasıyla deği l . geride bıraktığımız deniz seri nlikleri
nin a nısıyla hayalen gargara ediyordum.
Biz yürüdükçe ovanın iki yanındaki dağlar.
sağlı sollu yanaşıyordu . Sonunda iki yandaki dağ
ların arasında sıkışan ova . Karakaya Boğazı deni
len yerde boğazland ı . Ötesi ""Akyol"" adını alıyor
du. Gerçekten de yol o kadar aktı ki , göz alıcı ışı
ğı göz açtırmıyordu.
Çölün artık hakkından gelmiştik. Soluyer ve
ayağıını sürtüyordum. Babam yüzüme baktı, ··riş
miş istakoza dönmüşsün'' ded i . Oracıkta . zeytin
liklerin gölgesinde. biraz d inlendik. Rüzgar esme
ye başlad ı . Kal kıp i ki cigara içimi ötedeki kahve
ye vardık. Ağaç değil. kat kat orman sanılacak
koca bir çınarı , serin rüzgarlar püfür püfür yelpa
zeliyordu . Ağacın altında bir pınar vardı. Onun
üzerine benek benek düşen ışık parçalarıyla yap
rak gölgeleri, sanki duru ve çırçıplak suların se
rinliğiyle ürpererek tir tir titriyordu. Ağaç gölge
sinde değil . denizin yeşil derinliğinde gibiydik.
Babam kahvesini içiyor, ben de akan suya
bakıyor ve babamın Bedrum'dan beri söyledikleri
ni aklımdan geçiriyordum . Hayatını uzak sularda,
başak başak yıldızların altında geçirmiş, başka
başka denizlerde nöbet beklemiş olan bir adamın .
denizle ilintili sözleri işte bunlard ı . Ne var ki, asıl
tuhafı , babamın o kadar övdüğü o toprak adam
ları bil e , boş vakitlerinde Bedrum'daki kıyı kumsa
lma gelirler ve bir iki saat önce ufkun ötesinde
kendi kendine hışıldayıp durmuş olan dalgalar,
açıklıkların engin ıssızlığını kıyıya yayarke n . taş
kesilmiş nöbetçiler gibi, saatlerce kımıldamada n ,
17
denizi seyre dalarlardı. Bu kara insanlarının sey
redecekleri yeşil çayırlık ve çimenlikleri, serinieye
cek bahçe gölgelikleri , -ne bileyim?- havuz safa
ları yok muydu ki başıboş vakitlerinde kıyıya gelip
put gibi oturuyorlardı ! Denizcilere geli nce . ihtiyar
deniz kurtlarından tutunuz, gen ç acemilere kadar
hepsi de babam gibi konuşuyorlardı . Kahvelerde
nargilelerini tokurdatarak. başlarını yaslı yaslı sal
lar , iç çekerler ve :
- Artı k denizde ekmek kalmad ı . Sağlam top
rakta birkaç limon ve z�ytin ağacım olsun , denize
dönüp bakanın Allah canını alsın . . . d erler ve de
nizin suratma tükürüyorlarmış gibi aşağılayarak
yere tükürürlerd i .
Ama n e bileyim: bu sözler, bazı cigara içen
ler g ibi içten değil dudaktan söyleniyord u . Çün
kü. bahçe satın alacaklarına , gidip gidip olanca
paralarını denize harcıyorlard ı . Daha büyük, daha
hızlı ve yakışıklı bir kayık edinebilmek, daha önce
kaptan olmak için birbirleriyle yarışa tutuşuyorlar
dı. Bana dedikleri başka , ettikleri başkay d ı . Ba
bam:
- Kalk oğlum. yolcu yolunda gerek! ded i , yi
ne yürümeye koyulduk.
Sabahtan beri birbirine kapı komşusu olmuş:
taban tabana zıt iklimlerden geçmiştik. Yolumu
zun burasında Cenevizlilerin şatosu kararmış, or
tasında bir Selçuk kulesi ağarmıştı . Bir yerde de
eski bir Yunan yıkıntısını n , yüzyılların rüyasına
dalgın, güneşte uyumakta olduğunu görmüştük.
Kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde kalmış bu
taşiara yüzyıllar mı sinmişti ne? O nlarda ancak
zamanın, gelmiş geçmiş şeylere verebileceği bir
yücelik ve güzellik vardı. Ben o zaman çocuktum,
18
insanları yaşiarına göre hep babaları m . analarım.
kardeşlerim sayardım. Kendimi d e dünyada bir sı
ğıntı, bir çile çekici değil. beklenen bir konuk,
dünyayı da cennet sanırdım. Gördüklerimi aç bir
süngerin suyu içtiği gibi . hep içime çektim .
Akşam oluyor. ışık şive değiştiriyordu. Yol
bir iki sağa sola çalkandı . sonra bizi bir ovaya da
ha döktü. Ovanın kenarındaki tepenin birinde Pe
çin Kalesi yükseliyordu. Ovaya yayılan !oşluk üze
rinde kale bir meşale gibi kı pkızıl yanıyordu. Gü
neş batarke n , kararan sular yükseldi . Kale cııız di
ye söndü . Babam:
- A rt ı k Mılas'ta sayılırız. ded i .
Yolun iki tarafındaki zeytinliklerin arasından
başka yolcular geliyorlardı . Rençperler heybe, ça
pa ve belleri omuzlarında, kadınlar da çocuklarını
sırtlarında taşıyorlard ı . Çoluk çocuk gürültüsü, de
ve ve keçi çanlarının çıngırtısıyla M ilas'a girdi k.
Kimi kadınlar. yamru yumru kaldırımlar üzerin
den , altları yenmiş takunyalarla ayakları burkula
burkula yürürlerke n , ellerindeki kirmanla ip eğiri
yorlardı . İçlerinde omuzlarında uzun su testileri
taşıyan boylu posluları da vardı. Rençperler ayak
kabılarının kabaralarını çatırdata çatırdata yürü
yorlard ı . Gündüzün ortalık günlük güneşlikke n ,
akşamieyin Milas'ın ün almış ayazı bastı. Anado
lu'nun güneyi değil mi ya. yedi sekiz saatlik bir
yürüyüşle, üzüm asmaları, zeytin , harup. porta
kal , limon yetiştiren yerlerden , bin metrelik uçu
rumları, uzakta görünen karlı dağlar ı , kızıl güneş
le yanan ovaları birbirine karman çorman karıştı
ran bir bölgeden geçmiştik. Burada yaban , orada
uysal birbiriyle uzlaşmış bu iklimler türlüsü, aklı
ma damgalandı, kaldı.
19
Kargacık burgacık yollardan. birbirine yaslan
mış barakamsı evler arasından yürüyerek bakkal
Fehmi'nin dükkanına vardık. Anama sık sık sözü
nü edişinden, babamın bu adamı çok sevdiğini
anlamıştım. Bakkal Fehmi vaktiyle kaptanmı ş .
Denizlerde otuz kırk y ı l süren tuzlu b i r yolculuk
tan bıkmış. Milas·a gelip bir dükkan açmıştı . Bir
bi rini görür görmez:
- Vay Süleyman!
-Vay Fehm i ! diye kı.ıcaklaştılar.
Sonra Fehmi i ki elini babamın omuzlarına
dayadı. Çoktan beri görmediği arkadaşının, yü
zündeki değişiklikleri görmek için başını arkaya
attı :
-Yahu Süleyman . hasta mısın? Nerede o
gözlerinin içi güle n . insan azına nı Süleyma n . ne
rede sen! dedi.
Babam :
- Yoook! Aman Fehmi. ne iyi ettin de bura
ya gelip şu dükkanı açtı n . darısı hepimizin başı
na ! diye cevap verdi.
Öteki . babamın koluna gird i . Onu dükkanın
di::ıine çekti :
- Birbirimizi görüşümüzün şerefine bir iki ka
cleh parlatalım! ded i .
Babam :
- Hayır olmaz. rakıyı çoktan bıraktı m , diye
rek ayak diriyor. ötekiyse hiç kulak asmıyordu.
Raftan bir şişe alıp açtı . Dükkandaki zeytin
ler, leblebiler ve peynirierden gazete kağıdı par
çalarının üzerine mezelikler korke n :
- Yahu, d e d i . kardeşin Davut ne alemde?
Mademki denizcilikten bıktı n , sen de onun gibi
çobanlık edip koyun, keçi üretmeye baksana!
20
Babamın benzi attı ve birbiri arkasına b irkaç
kadeh yuvarladı . Gözleri yuvalarından fırlayacak
gibi oldu . Rakı başına vurdu. Kasırga gibi konuş
maya başladı:
- Sen Davut"u çoban diye tanıdın . N e oldu
bilernedik birdenbire çobanlıktan vazgeçti. Nede
nini söylemedi . Sorduğumuz zama n . canı sıkılır,
cevap vermezd i . Ö nceleri tuzu, katranı yadırgad ı .
Ama . deniz kanındaydı galiba. O n a , " ' Sen bunca
yıldır kendini çobanlığa verd i n . hiç çobandan de
nizci olur mu?"' derdik. Fakat çok geçmeden de
nizcilikte hepimizi geride bıraktı. Bilirsin a. sözü
kıttı. Tenha bir yer bulamazsa, kayık hastonuna
oturur, bacaklarını sağlı sollu sarkıtır, pruvanın
denizleri nasıl yardığını seyrederdi . Bize . "Ben bu
radan rüzgarı ilk elde soluyorum, siz arkadakiler
solunmuş hava soluyorsunuz!" derdi. Orada kava
lını çalard ı . boş durmazdı . İşi olmayınca güverte
de ileri geri yürürdü. Ona: "Yürü de yürü yoksa
güverteyi arşınlaya arşınlaya kaplama tahtaların ın
damarlarını. budaklarını , zift taşıntiları nı mı ez
berliyorsun?"' diye takılırdık Aldırış etmez. yürür
dü. O kayıktayken karaya yanaşmaktan korkar
dım. Gemi demirled i . o da karaya ayak bastı mı:
soluğu d osdoğru meyhanede alırd ı . Sızıp da boy
lu boyunca yola serilineeye kadar. ceplerindekile
ri dört bucağa saçardı. "Bayat para iyi değildir!"
derdi. Neyse . onu limanda arar bulurdum. Ayak
larının üstüne kaldırır ve koluna geçtim mi bana:
"Sıkıntı çekme, ben kendi kendime yürürüm" der
di. Onu kırmamak için elimi koltuğundan çeker
dim. Sendeleye sendeleye gemiye girerd i . "Liman
suyu pis oluyor. gemilerin altları çürüyor, pislenip
midyeleniyor. İnsanın içi de öyle oluyor. Baksana
21
şu halime!" derdi . Ertesi günü şafakleyin vardiyası
geldi mi gider, uyandırırdım . Dimdik ve dipdiri
kalkard ı . Denizde ağzına bir damla içki koymazd ı .
Eli hiç titremezd i . Dümen suyuna b i r göz atınca
onun dümende olduğunu anlardık. Şu Kara Ali
Kaptanın baltabaş kayığını hatırlar mısı n bilmem?
Ne aykırı yelkenleri vardı onun. Dümenci yekeyi
birazcık sağa sola kaçırsa. yelkenler ürpertiler ge
çirir, tuttukları rüzgarları döküveri rlerd i . Serdüme
nin bir saniyelik dalgınlığıyla hemen rotadan sa
pard ı . Ama Davut dümendeyke n , hiç rüzgar mı
kaçırırdı? Alimallah dümen suyu denizde, cetvel
tahtasıyla çizilmişmiş gibi ufka kadar düpedüz
uzanırd ı .
Bakkal Fehmi:
- Yahu, Davut'a bir şey mi oldu yoksa? diye
sordu.
Babamın sesi harharalandı. Hani ya . bilin
meyen denizlerd e , bil inmeyen bir sığın tepesini
sıyıran kayığın "hırrr!" edip geçmesi gibi :
- Onun ölümüne ben sebep oldu m . dedi.
İkisi d e bir süre göz göze sustular. Uçan bir
sivrisin eğin vızıltısı duyuldu. Sonra Fehmi.
- Nasıl oluyor yahu? ded i .
Kadehler epeydir boş duruyordu.
Babamın sesi yine canlandı:
- Davut cezaevinden henüz üç gün önce çık
mıştı. Zavallı ihtiyar Kazanoğlu Hüseyin yok mu?
Ö teki tanırım demeye gelen bir biçimde başı
nı sallad ı .
- İşte onun oğlu gemi nin muçosuydu , gemi
limana varınca kaptanın cep saatini çalıp satmış,
parasını da ! i manda yemiş. Veysel Kaptanın ne
aksi , ne cimri herifin biri olduğunu bilirsi n . Saati
22
çalınır da, çalana hayır dua mı okur? Davut çocu
ğu çağırdı , tokatlad ı : "Bir daha böyle bir halt işle
yeyim deme. baban arkadaşımdır. Herife ihtiyar
yaşında inme iner. Ben zaten damda yatmışın bi
riyim. Param yok. Saati ben çaldı m diyeceği m ,
cezasını çekeceğim. Bana koymaz" ded i . Oğlan
hüngür hüngür ağladı. Davut da sabıkalı olduğu
için birkaç ay yatt ı .
Ö teki şaştı :
- Yahu. Davut n e yaptı sabıkalı oldu? diye
sord u .
Babam :
� Bitişik komşumuz yapıcı Veli Usta vard ı .
Davut o n u ç o k severdi. Yeni cezaevi yapılacaktı .
Veli Usta , "Ben insanın oturacağı evi n duvarlarını
yaparım, cezaevi duvarı yapıp hapsed ilen insanla
rın ahım alamam" d iye çalışmamışt ı . Adamın ye
tişkin bir kızı vard ı . Baştan çıkarmışlar, ihtiyarca
ğız utancından evine kapand ı , kahrından öldü.
Avukat Karakaşların Ferit Efendinin oğlu var:
onu tanırsın. Şu alyanak terzi Muhsin, birkaç mi
rasyedi arkadaşıyla birlikte kafaları tutmuşlar. ge
lip Veli Ustanın penceresini taşlamışlar . Üstelik
bir de sokakta gazel okumaya kalkışmışlar . Bizi
seferde sanıyorlard ı . Davut onlara: "Savulun . d e
folun mefolun" demiş, aldırmamışlar. Taş atıp bir
cam kırmışlar. Davut da Muhsin'in kafasını yard ı .
Bunun i ç i n ona iki yıl yüklediler. Kodesten çıktı
ğının akşamı , benim bulunduğum kayığa tayfa ya
zıldı . Ertesi günü denize açıldık. O da. ben de, sa
bah postasındaydık. Skarcıya vardiya saati geldi .
Rahatça olan posta , başaltına gelip bizi uyandır
dı, güverteye çıktık. Gül gibi bir gündü. Güzel bir
meltem esiyordu. Gabya ve maestraları kargafun-
23
da ettik . Skotaları koyuverdik . Dolu yelken gidi
yorduk. O gelin havasında bir kıyametin kapaca
ğı kimin aklına getirdi? Hepimiz de işleri gevşek
tuttuk. Ben art randa maçosunu sıkıfıkı bağlama
sını unuttum. Bir iki saat sonra maçonun ölüm
orağı gibi kardeşimi öldüreceğini nereden bilecek
tim? Oysa. benim gibi kırk yıllık kart denizcinin.
denizde en ufak şeylere bile aldırmamanın büyük
tehlikeler doğuracağını bilmesi gerekmez miyd i?
Girit'in Mirabella kıyıları. tepelerden ağaran köy
leriyle pruvamızda yükseliyordu. Sirnos ve öteki
adalar uzaklaştıkça , maviler de şekerler gibi eri
yorlard ı . Deniz, baştan başa masmavi bir gülüştü.
Biz de gülüşüyor. şakataşıyor ve türküler söylü
yorduk. O güzel günün acı i le biteceğini nereden
bilecektik? Deniz, pruvamızda çağlayan gibi şarıl
dıyor, güverteye kat kat köpükler yayılıyordu .
Sert b i r rüzgarın savurduğu badem çiçekleri gibi
çark etmekte olan beyaz martı bulutları i çirıden
geçiyorduk. Deniz balık bolluğu ile adeta dipdiriy
di. Yeşil mavi Yunus balıkları . dev kırlangıç kuşla
rı gibi sancak ve iskelemizde uçuşuyor . gemi ile
yarışıyor. havaya fırlayıp top gibi gümlüyerek de
nize düşüyorlardı . Davut'un gözü ufukta , kulağı şı
pırdıyan denizdeyd i . Damdan çıkalıdan beri . Da
vut'un siftah güldüğünü görmüştüm. Hem de hiç
adeti olmadığı halde dümendeyken lafa karışıyor
du: "Şu havaya bak! İnsanın içinde kötülük mü bı
rakır?" diyordu . Güneş biraz dikili nce, o gelin ha
vasından kontra papafingo yelkeninde esrarengiz
bir çığlık koptu: sonra patır patır diye tuhaf bir
yapraklanma. . . Topumuz da göz kulak olduk.
Sert bir rüzgarın yüksekte direk uçlarını çöp gibi
kırıp götürürke n , güvertede bir kibriti söndürecek
24
kadar bile üflemediğini bir iki defa görmüştüm.
Gözlerimiz ve ağızlarımız açık. direk ucuna şaşkın
şaşkın bakarken, ansızın Girit'in M irabella Dağları
olukladı . Rüzgarın öylesine rüzgar mı denilir? Bir
elma kabuğunu soyarmış gibi yeryüzünün derisini
yüzmeye çalışan bir bıçak salışıydı o . Direkler acı
acı haykırd ı . çarmık ipleri katıla katıla ağlıyormuş
gibi oldular. Kasalarını koparan ip uçları , havada
kamçılar gibi şaklıyordu. Bütün yelkenler öyle bir
asıldılar ki , direği ve güverteyi takımıyla söküp
götüreceklerini sandı k . Göz yumup açacak kadar
bir zamanda, yelkenler yırtılarak, alev parçaları
gibi göklere savruldular. Direkler bostan korkulu
ğuna d öndü. Kendimizi ipierden korumak için.
hepimiz yamyassı güverteye yattık. Yalnız Davut
dümeni bıra kmad ı . Dimdik duruyordu. Orsa ala
banda etti ve gemiyi kurtardı . Kurtardı ama, ölü
mü pahasına . Dönüp ona baktı m .
B i r de ne göreyim? Randa maçosu sepetle
mesine salınan bir pala gibi Davut"un çene ve
boynuna vurunca kafasını uçurdu. Bağıra bağıra
ona koştum . Başsız gövde göğsüme düşt ü . Beni
okşuyormuş gibi parmaklarını bir sıkıyor, bir açı
yordu. Ayrı kayıklarda sefere çıkarken birb irimiz
le böyle helallaşırdık. Kanları sıcak sıcak boynu
ma akıyord u . Birbirimize sarılı. yuvarlandık. Beni
ondan kopardılar. Kaptanın sesi : "Dümene geç!"
diye bağırdı. Ancak karadakiler kana kana hıçkı
racak vakit bulurlar. Hepimiz işlerimizin başına
koştuk. Kaptana: ''Girit yakı n , kıyıya doğru gide
lim de. Davut'un cesedi kuru bir mezar yüzü gör
sün . Ölüsünün nerede olduğu belli olsun!" d edim.
"Pekiyi ! "' ded i . Yedek yelkenleri geçirerek Girit'in
bir kumsallığına doğru dümen kırdık. Rüzgar bir-
25
denbire kesilmez mi? Deniz galiba Davut'u istiyor
du. onu karaya vermiyordu. Erimiş kanlı kızıl
ateşten bir deniz üzerinde, koca kayı k. yanık kö
mür olmuş, yerinde çakıla kalmış kapkara bir yas
parçasıyd ı . Denize yumruğumu sıktım : " Uian sa
na onu verme m ! " diye bağırdım. Geminin küçük
sandalına birkaç arkadaşın yardımıyla Davut'u in
dirdik. "Esmezse karaya kürekle götürürüz, de
dik. Kıyıya varmamıza pek az kalmıştı. Rüzgar yi
ne ald ı . Ama , tam kıyıdan esiyordu . Öyleki . çam
ları, dik yamaçlardan koparıp, denize fırlatıyord u .
İleri çekiyorduk kürekleri . Öfkeli sularsa b i r ders
gibi üstümüze akıyor . bizi geriye sürüyordu. "Ar
kadaşlar! Bıçaklarımızı dişlerimizin arasına kısa
lım da küreklere kırasıya dayanalı m ! " dedi m .
Tam on sekiz saat deniz kazıdık. Arkadaşlar : " Sü
leyma n , bu rüzgar değil bizi . öküzün boynuzlarını
bile başından uçuracak. Gemiye dönelim de kara
ya doğru volta vuralım bari'' dediler. H a klı söze
ne denir? Gemiye döndük. Güverteye çıkınarnızla
rüzgarın bıçak gibi kesilmesi bir oldu. Davut sı
caktan kokuyordu. Arkadaşlar: "Deniz Davut'u is
tiyor" dediler. Davut'u beyaz kotrakontrin yelkeni
ne, direğin en yüksekteki yelkenine sararke n .
onun göklerin beyaz bir parçasına büründüğünü
sanıyorduk. Ayağına zincir parçasını ben bağlaya
madı m . Arkadaşlar bağladı. Göklerin beyaz par
çasına sarılı denizciyi . bağrının zindan karanlığına
çekmeyince denizin susayışı kanmayacaktı . Kar
deşimi denize attı k. Üzerine deniz kapandı. Mar
tılar köpükler üzerinden çark ettiler. Dibe giden
naşın ağartısı yavaş yavaş soldu . Gözlerimizi n
önünde denizin yalnız yekpare mavisi kaldı . De-
·
26
Babamın sesi d onuklaştı . Sesini sanki karan
lık bir sis sarıyordu: konuşması da durdu sonra.
İkisi de göz göze sustular. Babamın başı yavaş
:r�vcı� gi)ğsüne düştü. Fehmi "nin ağzının köşesin
cjç.·n ciqara ciumanı sızıyordu. Babamı n , iki par
..nsı <.H<'Jsında unutulmuş cigarasındansa. yukarı
Vd dr;�ru Ci?trerıı h i r duman süzülüyordu ve bu du
mc:ın güzier : ;iz<�sında. bir sis tabakası meydana
getirc_r�k yavaş �;avaş dalgaltirııyodu. Sanki deniz
sessi zce korur: gclrnis. dükhZını yarı yerine kadar
doldurJrck ölil Ja!cr�lcrıyla kab;mp iniyordu. So
luk yüzler denizde hoğ:ı!a:1ları hatırlatıyordu . . .
Deniz sanki boğulPıuş ölüleri geri veriyordu. Öyle
bir sessizliğe daldılar ki: düşündüklerimi işitecek
ler diye korktum . Amcamı. neden çoktandır gör
mediğim i . onun ne kadar uzun bir sefere çıktığı
nı. oyuncak kayığıının niçin ortadan kaybolduğu
nu. babamın da hangi sebep yüzünden denizci ol
mamı istemediği ni hep birden anladım.
Babamın sesi beni dalmış olduğum düşünce
lerden çekip çıkard ı :
- Seferdeyken . diyordu, insan . gece gündüz
dümende bir insan görmeye alışır. Limandayken
dümeni yapayalnız görünce. hele iğnecikleri üze
rinde sağa sola kayarken "cııık!" edişini duyunca.
insana acı bir gariplik gelir. Bana ise dümeni Da
vut'suz görmek bir işkence oluyor. Umanda de
mirliyken kayığa ayak basamıyorum.
Sigarasın ı , bir soruşta baştan başa içecekmiş
gibi çekti :
- Deniz . . . dedi.
Küfür mü edecekti ne; ama. öteki değişik bir
sesle:
27
- Adalar Denizi adaları yine eskisi gibi yerle
rinde duruyorlar mı? diye sordu:
Sonra bu soruyu soran o değilmiş de, uzak
tan gel ip dükkanın içine giriveren. bir yabancıy
mış gibi şaşaladı : durdu:
- Hele sorduğuma bak! Adalar yerleri nden
fırlayacak değiller a! dedi ve yine durdu.
Biraz sonra yorgun ve argın bir sesle:
- Artık hayata yeni baştan başlayacak çağ
çoktan geçti . Buradan çıkınca gideceğim yer me
zarlıktır. Buradan çıkıncaya kadar da yapacağım
şey, ördüğü ağ üzerinde sineği bekleyen örümcek
gibi müşteri beklemektir. Bilinir a; müşteri gele
cek, ben de üzerine çullanacağım. Ondan sonra
yalancıktan gülümsemeler, temennalar. Müşteri .
yakalanan bir sinek gibi "enz. bıız" ederek kurtul
maya çabalarken kar diye onun bir parçası nı ko
parıp yemek, yani geçimi sağlamak. Başın sağ ol
sun Süleyman. Davut'a çok acıdım doğrusu! O
sana şimdi öfkelenebilseyd i , ölümü için değil . ma
çalan tam bir denizeiye yakışacak surette sağlam
bağiamaclığın için kızardı . Ne olacak a canım!
Hepimiz ya bir kaza ile ya da kazasız olarak cav
lağı çekeceğiz. Ama ne bileyim; ölmeden önce
insan yaşar a . Bu dükkanın içinde sürdüğüm ha
yata yaşamak mı denir? Bu yaşamak değil . uzun
ölüm. Denizde gezenler ne mutlu insanlar ki,
böyle bir bakkal dükkanında karaya vurmuş balık
lar gibi boğulup gitmiyorlar, dedi .
Babam. sözün hiç istemediği bir yola çelindi
ğini görünce bana dönüp:
- Artık yatsan iyi olur oğlum! ded i . . .
Fehmi, beni dükkanın arkasındaki odada
oturmakta olan karısına gönderdi. O da beni ya-
28
tağa götürdü. Böylelikle babamla Fehmi'nin sözle
rinin alt tarafını işitemedim.
O gece a rncam o ibrisim sarı saçlarıyla düsü
me gird i . Masmavi gözleri vardı onun . . . Ben za
ten onu öylesine severdim ki onu ya göklerin, ya
denizin koynunda doğmuş sanırdım, içimde n :
- Gökten indiyse g ö k mavilerini. den izden
doğduysa , yüze gelirken. deniz mavileri n i , gözle
rine toplaya toplaya gelmiştir, derdim.
Düşümde . uzun sarı saçlı başının çevresine
bir gelin kuşağı dolamıştı,
- Korkma . babanın söylediklerine bakma .
Ben denizin içindeyim. Sen de bir deniz oğlusun .
Seni de deniz alacak. diyordu.
29
na benzetird i . Bunun için oraya gelirdi . Ama dük
kanın tek çekiciliği gümrük ambarına benzemesi
değild i . Kasım Efendinin. düşünmemiş, büyük bir
keder ya da büyük bir sevinç duymamış olanlara
vergi bir belleği vard ı . Ö rneğin. yirmi şu kadar yıl .
şu kadar ay ve gün önce ne kadar maaşla . nerede
ve ne memurlukta bulunduğunu, daire arkadaşları
nın kimler olduğunu ve nereye becayiş edildikleri
ni hep hatırlar ve bilird i . Hatırladığı bu şeylerden
konuşmaya başladı mıydı da. sözleri di nleyicilerini
bir dişçi törpüsü ve matkabı gibi etkilerdi . Kendiy
se sözlerinin tepkisinin pek farkında olmaz. hep
dinleyici arard ı . İnsanlar ona söz dinletmeyi . karşı
Ianna bir gramofon alıp gramofonla konuşmaya
benzettikleri için, ondan kaçarlardı . Son ve sadık
dinleyicisi Nusret Ağaydı .
Nusret Ağanın kulağı pek ağırd ı . Değneğini
yere . çenesini de değneğinin sapma dayar, başını
Kasım Efendiye cevirmeden dinlerd i . Onun sesi
nin do nuk gümbürtüsü duraklayınca . türncenin
sonuna nokta koyarmış gibi derin bir, "Hıııım!"
ederek, Kasım Efendiye , gereken onaylayıcı gü
rültüyü sağlardı . İşte bu yüzden. Kasım Efendi .
Halil Ustanın dükkanından vazgeçememi şti .
Kasım Efendinin ne dediğini işitseydi bile
Nusret Ağa muhakkak itiraz etmeksizin inanırd ı .
Çünkü. Nusret Ağa kafasında olası i l e olasızı .
gerçek ile yalanı birbirine öyle kanştırmıştı ki . on
lan artık ayırt edemiyor, " Bu da olur muymuş?"
diye hiçbir şeye şaşmıyor, her şeye inanıyordu.
Anlattıklarına göre , bir gün bahçesinin kıyısında .
denizde gusül aptesi alıyormuş; o yeri ıssız bili
yormuş ve cenabetlikten kurtulmak için, bumuna
su çekiyor, ağzını çalkalıyor ve "Çık ya cenabet!"
30
diye cenabetliğe konuşuyormuş. Kaya arkasına
gizlenen alaycı bir çocuk. "Çıkmam ! " diye bağır
mışmış. Nusret Ağa da cenabetliğin dile geldiğini
sanarak, "Sen ister çık ister çıkma . bu soğuk su
da üşüdüm artık. ben çıkıyorum ! " diye cevaplayıp
çıkmış.
Dan dünyada; Nusret Ağaya kendi d olap
beygirinden başka bir iyilik eden olmamıştı . Bir
vakit başında peydahianan bir ur. yavaş yavaş ce
viz kadar. sonra da domates kadar büyüyüp kı
zarmıştı. Beygiri d olaba koşarken . hayvan bir tek
me savurmuş ve çalımına getirerek. bahçıvanın
kafa tasını patiatmadan uru nalıyla tam kökünden
tıraş etmiş, karşıdaki dut ağacının gövdesine şak
kadak yapıştırmıştı. İster başarılan bu a meliyat
tan , ister yıllarca dolabı döndürdüğünden olsu n .
Nusret Ağanın yüreğinde bütün hayvanlara, ama
asıl beygirine karşı bir sevgi doğmuştu. Bu sevgi
den mi, yoksa beygirlere karşı duyduğu yakınlık
tan mı; her nedense, Nusret Ağanın gözlerinde
kimi yaşlı beygirlerde rastlanan bakış vardı . Çok
görülür a, soka kta yaşlı ve cılız bir atın ayağı ka
yar, düşen hayvan bir türlü kalkamaz; arabacısı
gelir, kamçılar, gelen geçen kuyruğuna , yelesine
asılıp çeker, sağrısını tekmeler; o atın gözlerinde
bir bakış vardır, işte Nusret Ağa da tıpkı öyle ba
kard ı .
Böyle bakmasının belki daha derin bir nede
ni vard ı . Çünkü kocayan emektar d olap beygiri
nalları d i ktiğinde, Nusret Ağanın bir ikinci beygir
alacak parası yoktu . . . Yaz gelince bahçe az kalsın
kuruyacaktı. Elalemin -çünkü dost var, düşman
var- ""Bak, Nusret Ağa kendisini de, karısını da
beygir yerine d olaba koştu'' diyerek ayıplamala-
31
rından korktuğu için . geceleri gizlice karısıyla bir
likte dört saat dolabı çevirirlermiş. Belki yıllarca
bir beygirin işi n i görmüş olduğu için, gözlerinde
yaşlı beygirlerin yoksul bakışı kalmıştı .
Beygir öldükten biraz sonra . Nusret Ağanın
çocuğu hastaland ı . Dolabı karı koca çevirirlerken
Nusret Ağa , arasıra karısına, "Git de oğlana bak"
dermiş. Kadın gider. bakar. döner. kocasının ya
nında yerini alınca , " Çocuk yine çok hasta. öksü
rüyor. terliyor" dermiş. O zaman Nusret Ağanın
boynu. yorgun beygirlerin yaptıkları gibi önüne
düşer. soluya soluya yine. "Hintyağı vermeli" der
miş. Çünkü biricik oğlu hastalanıp da uzun za
man iyileşmeyi nce bahçıva n , doktora başvurmuş:
doktorsa fıkara Nusret Ağadan vizite parası yeri
ne zerzevat almayı istemediği içi n ,
"Çocuğun midesi bozulmuş. müshil ver . diye
baştan savmış . Nusret Ağa soluğu aktar Badibadi
bacakların Hüsmen Efendide almış. Aktar, " Müs
hil çok" diye gaz tenekesinden bir kaba, bir okka
Hintyağı akıtmış . Nusret Ağa çocuğa zorla içir
miş. çocuk kusmuş. Ama babası yine içirmiş. ço
cuk ertesi gün biraz iyileşmiş. daha ertesi günse
öksürük büsbütün azıtmış. Konu komşu. " Çocuk
sakın i nce hastalığa tutulmuş olmasın" diye Nus
ret Ağanın kulağına bir şeyler çıtlatmışlar . Bahçı
vanın tüyleri Jiken diken olmuş. öfkelenmiş:
- Dün daha turp gibi dinç çocukta hiç öyle
şey mi olur? Ağzını hayra açsana. Doktor bir şey
ciği yok, zoru karnında ded i , ilaç verdi. d iye çıkış
mış.
Eve d önünce çocuğun " istemem" diye bağı
rıp çağırmasına kulak asmadan ağzına yine zorla
Hintyağını dayamış, çocuk fenalaşmış, karısı:
32
- Artık içirmesek iyi ederiz. demiş.
Kocası :
- İyi mi ederiz? Çocuk ölür be! Hem doktora
mı . konu kom şuya mı inanJyıııı? Baksanu bütün
aklı başında wnginlcr bile doktor ne derse onu
1;apıp iyi oluy o r . Sen m era k etme. yavrucak ya
kı nd a düzel ir. diyere k. çocuk öksüre öksüre yüzü
mosmor kesilsc d e . katılsa da. kussa da yine ve
y in e Hintyağı verirmiş .
Öyle olmuş k i artı k çocuk ç ö p gibi kalmış: cı
lız kol larını . bacaklarını oynat;)mcı7 olmuş. ··iç
yavr ucuğu n ı ! " denince. hiç ses çıkarmiJdan ağzını
açar. o yor�juıı i<oca gözlerini kaparmış.
Bir güıı. l:t'ıyle ilaç içerken öksürügü t utmuş.
Hintyağı iJ,, l·,,ıaber bol bol kan r-w,ııiu� ve s o n
nefesini teslim e tmiş. Tabutu bahçe d.Jı ııından cı
karken. Nusret Ağa . Ah pamuk yavrucugum . st:·
ni böyle öldürecek miydik?" diye . ömründe siftah
olarak o koca sesiyle hüngür hüngür a��lamı ş .
Çocuk ka ndil g e cesi vani Leylei Mi' rcıı
. ; : ii;'
. .
33
habı Kehf'i n Kıtmir adlı köpeği. Musa Aleyhisse
lamın bazen 'Asa' d iye kullandığı engerek yılanı
hep cennete gird iler" ded i . Hemen koşup. senin
rahmetli bacına müjdeledim. Ona : "Artık ağlama
be karı . yavrucak cennette yalnız kalmaz. bizim
dolap beygiri de orada. Abdülvahap Hoca davul
kadar sarığıyla yalan söylemez a . Hatırlıyor mu·
sun? Yavrucak sağke n . ot yolardı da, gider elce
ğiziyle beygire tutar. yedirird i . Orası dünya değil,
cennet be yahu! Orada bizim gibi kötü ve günah·
kar insanlar yok!" dedim.
Çocuğu öldükten bir yıl kadar sonra . Nusret
Ağanın karısı da öl müş. Geceleri dolabı yapayal
nız çevirirke n . hayalinde ihtiyar dolap beygirini .
beygirin üstünde Hasan'ı ve yanıbaşında anasını
görür gibi olurmuş. Çocuk bari öksüz kalmaz.
anası da yanında diye d üşüne düşüne. farkında
olmadan. dolabı şafaklara kadar d öndürürmüş.
Ama o sıralarda bahçe kötüleşmiş. Nusret Ağaya
dükkanlar. bakkallar. veresiye yiyecek, giyecek
vermez olmuşlar. O da bahçeyi satmak için Nallı
ların Hacı Ağaya başvurmuş. Vur aşağı. tut yuka
rı uyuşulduktan sonra . Hacı Ağa:
- Mademki bahçeyi satın alıyorum. d olap
beygirini de sat ! demiş.
Nusret Ağa dolabı kendi çevirdiğini söyleyin
ce , Hacı Ağa da:
- Pekala. sen bahçenin dilinden anlarsı n .
Başkasını ortakçı alacağıma seni alayım. Beygir
ler şimdi ateş pahasına: beygir alıncaya kadar
sen d olabı döndürekoy. demiş.
Nusret Ağa bu teklifi sevinçle benimsemiş.
Kasım Efendi. bir gün Nusret Ağaya . vaktiyle
memur olmadığına çok fena ettiğini anlatt ı :
34
- İnsanı kolundan tutup sokağa atmazlar.
EmekliliğL şusu busu vardır. İnsanı çoluk çocuğu
ile beslerler. Hacı Ağa , seni neden ortakçılıktan
çıkardı? d iye sordu .
Nusret Ağa :
- Nasıl çıkarmasın? Kör oldum . dedi ve sözü
ne devam etti : önceleyin, karşıdaki koca İstanköy
Adasını görmez oldum. Hacı Ağaya: "Gözlerim
dumanianıyor . adayı seçemiyorum'' dedi m . "Ada
yı görüp neyliyeceksin? Toprağı görüyorsun a"
ded i . Doğru söze ne denir? Son ra bahçenin ayaz
ma burnunu. daha sonra bahçe duvarlarını seçe
mez oldum. Şimdi önümdeki deveyi bile göremi
yorum . Ama çok şükür. geceyi gündüzden ayırt
edebiliyorum. Hacı Ağa bana. "Çık ! " deyince yal
vardım yakardım. "Kulun kurbanın olam" dedim.
olmad ı . Zaten daha ne kadar yaşayacağım? Çok
şükür gün görd ük, artık yolculuk sırası geld i .
Kasım Efendi. '"Bin ü ç yüz beş senesi cema
ziyüla hırının on yedinci günü Şamı Şerif ziraat
memuru. . . diye bir şey söylüyordu. Vapurda yol
culuk edenler . birkaç gün sonra makine gürültü
süne alışırlar, onu hiç duymuyormuş gibi olurlar.
Ben de Kasım Efendinin söylediklerini işitmez ol
muştum . Oysa Halil Ustanın bir sözünü değil . bir
göz kırpışını bile kaçırmazdım .
Halil Usta Giritliyd i . Benim ilk denizcilik öğ
retmenimd i . Gençliğinde , bir gün yelken sararken
direk tepesinden güverteye düşmüş, bir hacağını
kırmış. Kötürüm kalınca istemeye istemeye işi es
kiciliğe dökmüş. Kayıkta kötürüm kaldığı için , ba
bam Halil Ustayı da kendisi gibi denize diş biliyor
sanırdı. Bahçıvan Nusret'le . Kasım Efendi gibi ge
miyi resimde, suyu da ancak bardakta görmek is-
35
teyenierin dükkana gidip oturmaları, babamın bu
düşüncesini destekliyordu. İşte bu yüzden Halil
Usta bir çırak arayınca babam:
- Eskicilik de olsa , zenaat altın bilezi ktir. di
yerek beni yanına verd i .
Denize bakacağına. yıllarca çeşit çeşit ayak
kabıların taban ve topuklarına dikaile bakmak zo
runluluğu. Halil Usta nın gönlünde. karaiara ve
topraklara karşı zehir gibi bir kinin peydahianma
sına yol açmıştı. Aynı zaman damarına basan pa
buç tabanları deniz özleyişini baskılaya baskılaya.
o özleyişe bir aşk şiddetini vermişti . Örneğin ya
nıbaşındaki bir kovadaıı , zımba işlesin diye ısiayıp
yumuşatılmış bir deri parçasını önüne koydu
muydu , ona, "Hep karada yürüyeceksin ha ! " de
mişçesine çarık kaşlarla bakar, onu kanına susadı
ğı bir düşmanının yüreğine saplıyormuş gibi öf
keyle zımbalard ı .
Hele çekicini mutlaka . " A l sana! " d iyerek
olanca kuwetiyle vurur ve çiviyi bir vuruşta ça
kard ı . Ama ötesi berisi çentilmiş. kirlenmiş eskici
masasının üstünü "güverte" adıyla şereflendirdiği
zama n . kargacık burgacık gövdesinde tıkıla kal
mış ateşli canlılığın ı n . gözlerinde bile sevinçle
kontakt yapıp parladığı görülürdü. Hatta masanın
kenarını " kenar" gibi karaya ait bir sözle anmaz.
ona " Masanın alabandası" der. ba na , "Sağa sola
d ön ! " diyeceğine "Sancağa. iskeleye dümen kır!"
diye bağırırdı.
Anladığıma göre . önceleri Halil Usta Kasım
Efendi ile hiç konuşmaz. işine bakarmış . Ama .
ben geldikten sonra iş değişti . Bana. "Sancağa dü
men kır!" diye bağırınası çok hoşuma giderdi. De
nize ve denizciliğe ait sözler, birkaç yıl önce de-
36
niz kıyısı kumların ı n üzerinde deniz böceklerin i n
sedefli ve pırıltılı kabuklarını ilk bulduğum zaman
ki kadar beni sevindiriyordu. O sözleri içimde evi
re çevire tekrarlıyor. müziğine doyamıyordum .
Örneği n . " Cunda yelkenleri" sözü -yani asıl yel
kenler- gönlümde bayağı deniz mavilerini öttürü
yordu. Halil Ustada n . bu sözler hakkında. korka
korka bilgi isterdim. Söyledikleriyle içten ilgilendi
ğimi görünce. kaşları nın çatıklığı hızla çözülürdü.
Zamanla çevik çekici . tabanlara acele acele çivi
çaka n , bir öç aracı olmaktan çıktı . Artık o, kafa
ma. denize ait bilgiyi perçinliyor. babamın i çimde
yaratmak istediği kara ve toprak dostluğunun na
lma da . mıhına da pasa vuruyordu.
Bir kerpeteni ya da bir kösele parçasını bul
mak üzere, kötürümlüğünün atikliğiyle topallaya
topallaya öteyi beriyi karıştınrken bile sözünü
kesmez. aradığını bulunca sağlam ayağı nın üze
rinde rüzgar gibi çark ederek gözlerimin içine ba
kar, can kulağı ile d inleyip d inlemediğimi orada
okumaycı çalışırd ı . Ustaının çenesin i n birdenbire
çözülüvermesi , Kasım Efend inin hiç de hoşuna
gitmiyordu. Önceleri sözlerine geniş bir alan bul
duğu o dükkanda , ilaç için olsu n . içine bir maaş.
bir becayiş lafı katılacak boş bir sükCıt parçası kal
mamıştı. Hele Nusret Ağa kime , " Hııı m ! " diyece
ğini şaşırarak. artık rastgele " hııım"layıp duruyor
du.
Ustam , işlemesem de aldırmazd ı . Alabildiği
ne açık. iri çocuk gözlerimin , pür d ikkat kendisi
ne bakmakta olduğunu görünce gönlü tutuşur.
"Kör Halifin hanına git de Murat Dayıya söyle.
bize üç kahve getirsin" der: Murat Dayı üç kahve
yi askıda geti rirdi. Murat Dayı kendisi gibi topa!
37
ve kötürüm olduğu için mi ne. ustam onu çok se
verd i . Murat Dayı kahveler içili neeye kadar dük
kanda bekler . söylenenlere benim kadar göz ku
lak olurdu. Ustam çekicini . sanki beni aydınlata
cak bir meşaleymiş gibi kald ırı r ve : "Şi mdi sen in
aklına mıhlamak istediğim nokta: bu ayakkabıya
çakacağın çividen çok daha önemlidir" diyormuş
gibi. yüzüne bir ciddiyet vererek:
- Baktın ki sert bir sağanak deniz yüzünde
karara karara geliyor. Ne yaparsın? d iye sorar:
ben de :
- Yelkenleri mayna ederim! dedim miydi?
- Hah! Aferi n ! . . . diye bağırır ve çaat. diye
çekici çiviye vururdu .
Kasım Efend i :
- Evet. yelkenleri muayene etmeli . Antal
ya'da gümrük ambarında çürüyen bazı yelken
ler . . . d iye bir şeyler demeye kalkışırd ı .
Ama onu dinleyen ki mdi? Sonra . örneğin
ustam :
- Peki oğlum, !eva ne demektir? diye sorard ı .
H i ç konuşmak v e kendini d inletmek fırsatını
bulamadığı için artı k patlayası gelen Kasım Efen
d i . ortaya atılır:
- İlahi Halil Usta . bir levayı bilmeyen mi var?
Tam bin üç yüz iki senesinin haziranının beşinci
günü sayei şahanede Merzifon'a tayin edildim. Ha
ziranın altıncı günü Hacı Lütfullah Paşa oraya !eva
kumandanı olarak . . . demesine kalmaz. usta m :
- Dur b e Kasım Efendi; b u senin bildiğin le
valardan değil . Söyle bakalım Mahmut? derdi .
- Leva etmek. kaldırmak. örneğin demir kal
dırmak, derdim.
Ustam:
38
- Hah şöyle ! diye köseleye can ve gönülden
yeni bir çivi mıhlar . Nusret Ağa da birkaç kere
"hıım"lard ı .
Denizcilik derslerini şaşarak dinleyen topa!
Murat Dayı . çekine çekine ustamdan:
- Benim Alis bunları öğrenmiş midir? İyi kö
tü bir habercik bile alamadı m . Acaba boğuldu
mu? Diri olsun da varsı n yazmasın. derdi.
Ustam da:
- Bir şeyciği yoktur. Kara haber tez gelir.
şimdi gürbüz bir denizci olmuştur. derd i .
Murat Dayının. ustam v e benden başka bir
insanın sözlerine kulak verdiğini hiç görmedi m .
Sözü k ı t b i r adamdı. Gözlerinin uzaklara dalgın
bir bakışı vard ı . Hani. kafese kapatıl mış kuşlar.
cezaevinde de demir parmaklı klar ardından ba
kan mahpuslar vardır. size cam gibi saydam i miş
siniz de ötenizde ta uzaklarda bir ufku görüyorlar
mış gibi bakarlar: işte tıpkı öyle . Murat Dayı san
ki önümüzdeydi , aynı zamanda da uzaklardayd ı .
Onunla . "Kendisine söylen�n sözleri dinlemez. o
ancak çıngırağını di nler" diyerek alay ederlerdi .
Ağızlarda dolaşa n b u çıngırak acaba nedir.
diye merak ederd i m . Ama alay makamında söyle
dikleri için. onun ne olduğunu Murat Dayıya sor
maktan çekin irdim.
Ustaının dükkanından çok hoşlanırdı m . O n
dan sonra Kör Halit'in l.(ahvehanesinden. Oraya,
ustam kahve ısmarladı kça giderdim. Ama durabi
len kim? Biz çocuklar yaşlı başlıların arasında
oturmaktan korkardık.
- Defalun piç kurulan ! diye kovulurduk.
Oysa beni cennete sokan melek. M urat Dayı
idi . Bana arasıra. "Çeşmeden kahvenin su küpü-
39
ne su taşıyıver. o zaman körün gözüne girersin"
derdi.
Çeşmede teneke ve testilerini doldurmak is
teyenler pek kalabalık oldukları için . nöbet bekle
yeccğime . tenekeyi orada bırakır. gelir. kahveha
nenin kapısında clururdum.
Kahve duva rında asılı resimler sağdan sola
şöyleyd i : Çerçevesinin cam ı kırık bir doğulu dil
ller : çevresine altınlar diziimiş bülbül yuvası hata
zunu çapkıncasına bir başının üzerine eğmiş. kısa
sırmalı yelek aralığından pembe tüllerle buğulan
mış memelerini kapatarak. "Ah ! " d ermiş gibi
mahmur bakışlı gözlerini süzer: ben ona .
- Haydi oradan ! dermişçesine kaş çatar. öte
ki resimleri arard ım.
O resmin yanıbaşında rafa diziimiş bir sıra
nargilelerin tunç başlıkları arasında. Mesudiye
zırhl ısı görünürdü. Doğu dilberinin sağ memesine
ön toplarıyla ateş ederdi. Ben ona:
- Hah şöyle! derdim .
Bu resmi kalede mahpus bir deniz subayı
yapmış.
Ondan sonra altın sarısı kakülünü gerdanına
döşemiş. kırmızı giyinmiş, al kuşanmış. takmış ta
kıştırmış. sürmüş sürüştürmüş bir doğu dilberi da
ha! . . . Mindere yan gelmişler ve bir elde yelpaze,
bir elde karanfiL gözlerini bayılta bayılta kahvede
kileri davet etmektedi r . Ondan sonra tuhaf elbise
ler le kuzguni bir Arap, kan çanağı gözlerini fıldır
fıldır döndürerek pembe ve gök mavisi d öşeklere
uzanmış. buğday benizli ince bir kızı boğmakta
dır. Limanımıza uğrayan bir şilep kaptanı bu heri
fin "Otello" adlı ve Venedikli olduğunu söyledi .
Kadını niçin boğduğunu b i r türlü anlayamadık.
40
Bu resimden sonra çivilere kulplanndan kü
peler gibi takılı duran bir d izi kahve fincanı gelir
di. İşte o fincanlardan sonra gelen resme saatler
ce baksam d oymazdım. O resim bir gemicinin
yaptığı bir gemi resmiydi . En küçük ayrıntısı bile
unutulmadan her ipi kapkara bir mürekkeple bi
rer birer çizilmişt i . Makara sapanlarından tutunuz
da. mataforalara, hem de yelkenleri çevreleyen
gradin halatiarına varıncaya kadar -bir resimde
olduğu gibi deği l . bir plandaki gibi- birer birer
gösterilmişti . Bu gemi . birbirinin eşi. hendesi dal
galar üzerinde kayıp gidiyordu. Ustaının anlattığı
her şeyi o resimde gidip buluyordum. Ustam öğ
retmenim id iyse . işte burası da dersanemdi.
Ondan sonra kuzguni Arabın urbalarına ben
zeyen elbiseler giymiş, tatlı yüzü yaşlıca bir ada
mın resmi geliyordu. Geminin direğine zincirlerle
bağlanmıştı. Geminin çatık suratlı tayfaları çevre
sini sarmış. onu yumruklarıyla tehdi t ediyorlard ı .
Limanımıza uğrayan şilepin kaptanı y o k mu? İşte
o. bu adamın Kristof Kolomb olduğunu ve Ame
rika'yı keşfetti ni söylerdi . Anlattığına göre Kristof
Kolomb İ spanya'dan ayrılalı günler geçtiği halde,
hala karaya rastgelmedikleri için tayfası. onu geri
dönmeye zorlamaktaymış. İşte bunu duyduktan
sonra. kendimden geçkin, Kolomb'un yüzüne
hayranlıkla uzun uzun ba ka rdım. İçimden :
- Koca denizeiyi görüyor musun? derdi m .
O n a öfkeyle saldıranlara öfkelenirdim. Gemi··
nin omuzları üzerinden Atlas Okyanusu göz ala
bildiğine masmavi yayılıyordu. Ona bakakaldıkça
her şey gözlerimden silinirdi; hatta müşterilerin
seslerine. tavla tıkırtıları na, iskarnbil gürültülerine,
kahvecinin, " Okkalı bir, orta şekerli i ki ! " diye
41
ocağa haykırış!arına kulaklarım sağır. çevremden .
elbiselerimden. gövdemden soyunur. çırçıplak bir
gönül . bir istek olarak Amerika kaşifiyle birlikte
aynı gemide bulunmayı isterdim de içimi özleml i
özlemli çekerdim. Ama Kör Halit'in:
- Ulen küpü hala doldurmadın mı? Baksana
çeşme başında kimsecikler yok! diye omzumdan
sarsması . beni hayal göklerinden te petakla ger
çek -yani kahvehanenin yamrı yumru çam tahta
ları- tabanına indirirdi.
Dükkana dönünce ustam neden geciktiğimi
sormazdı. Herhalde sebebini Murat Dayı ona an
latmıştı.
Bana verilen denizcil ik dersleri dolayısıyla
söz sırası bulamayan Kasım Efendi . ustamın bana
boyuna denizden söz ettiği n i . gidip babama fitle·
mis. Bir akşam eve d önünce. babamın bir karış
surat a:;tığını gördüm. Yutkundu, yutkundu:
- Seni o kula vereceği m . dedi .
Dünya gözüme zindan kesildi . Üç dört gün
sonra topa! hocanın mahalle mektebine gidecek
tim.
Dükkana gittiğim son gündü. Ustam selam
verdikten sonra:
- Okula giderken arasıra dükkana uğra ! de-
di.
O gün de h e r g ü n g i b i akşam old u. Kasım
Efendi ile Nusret Ağa ayrı ldılar. Ustamla yalnız
kaldık. Ustam bana vermekte olduğu son dersin
tamamen tadına varabiirnek için beni . biraz öte
ınizde sokak köşesinde Muğlalı aşçı Yaşar·a. bir
şişe rakı ve mezeli k izmarit balığı almaya gönder
di. Asçı Yaşar. "Bizimle b irlikte dünyanın böyle
sinde yaşıyorlar, yazık zavallıcıklara" diyerek irili
42
ufaklı , kör topa! elli altmış kadar kedi ve köpek
beslediği için . dükkana güç bela girdim. Dükkanı
nın bana göre asıl çekiciliği. kurutulup yaldızlan
mış ve tavana asılmış. açık kanatlı bir uçar balık
tı. Yaşar kısa ve şişmandı . yağlı yüzü pırıl pırıl ya
nardı. Soluk benizli çocuğu . zerzevatı soyar. ateş
yakmak. pişirmek ve bulaşık yıkamakta babasına
yardım ederd i . İşte o çocuk -yani Hamcli- bana
izmaritlerin en kocamanlarını seçti . Rakıyı ve bir
gazete parçasının üzerinde de izmaritleri dükkana
getirdim . Ustam şişenin kıçına avcuyla vurup tı
payı attı. Karşı karşıya oturduk. Kadehi doldurdu.
içti . Sonra gözlerini bana dikti. Sesi kı rılır gibi ol
du:
- Bak şimd i . sanki geçmişle gelecek karşı
karşıya oturuyoruz. dedi .
Başı bir süre önüne düştü. Sonra kaldırıp:
- Seren altı makaraları nasıl donatılır? diye
sordu.
Ben :
- Çımaları filadur kasalı tek sapandan . iki
makara harnailinin i ki tarafına konulur. Seren
üzerinden filadura bağı ile bağlanır. diye bir so
lukta cevap verdim.
Halil usta "şaaa k ! " diye avcunu dizine vurdu .
Mezeliğinden bir kızarmış izmarit verdi . Ama
bütün gayretine rağmen neşelenemiyordu. Bir
yorgunluğu argınlığı vardı . Birkaç kadeh daha iç
ti . Sonra bana:
- Tutalım ki gemi orsaalabanda edecek, ne
gibi emirler verilir ve o emirler verilince/ neler ya
pılır? Sırasıyla söyle ba kalı m , dedi .
O manevranın bir kayıkta yapıldığını görmek
sevincinden ben de, ustam da yoksunduk. Ama
43
onu sözle haykıra haykıra anlatmanın sevinci var
dı ya! Dudaklarımı ısiattım ve hemen anlatmaya
başladım:
- "Alestaa tira mola ! " deyince hepimiz. yani
denizciler -hepimiz deyince onların arasına ken
dimi de kattığım için göğsüm kabardı- yerieri mi
ze koşar ve hazır ol vaziyetinde alesta dururuz.
"Laçka skuta orsaalaband a ! " denince. flok skuta
larını ve trinket skutalarını koyuveririz. Dümenci
de dümeni orsaalabandaya basar. Maestra yelke
ninin rüzgarı boşanır. Yelken gök gürültüsü gibi
gürleyerek. yapraklanır. Kapta n . " Mola kontra,
issa punya! " emrini verir. Punyaları basar. papa·
fingo burinalarını mola eder. maestra prassiyasını
all'"lil ederi z . O zaman rüzgar geminin başından
• w l ı ı ı ı 'IJı ' l ı . ı -,;l.ı r
l '·• · ı ı l ıı ı ı ı l . ıı ı •.ı r . ı c,ıvl.ı c,iivl l ' r iH • ı ı ı ıc,t arnın yor
• ı ı ı ı ı l ı ıı ı ı ı • ı• · •. t l ı ı · ·· ; l ı · ı ı v. ı l ı > ı lıir t . ı c,d i k a t eşiyle
l l, l l 1 1 1 1 . l ')o l l ı, ı ) , 1ı l 1
' M ı ı l . ı l ı ı ı ı ı ı ı . ı q r. ı ı ıd i t i r d ı ı ıola maestra ! "
d ı w i ı ı ı l t · r ı l ' t H il' . b i z d e söylenenleri yapınca ge
ı ı ı ı ı ı i n başı rüzgardan açılmaya koyulur . İşte o za
man burinaları mola, trinket yelkenini tumba ede
riz . Bazılarımız pruva serenierini prassiya tokaya
alır . Dümenci dümen yekesini ortaya getiri r.
"Aganta skuta flok ! " denince flok skutalarını çe
ker, kasarız. Artık bütün yelkenler rüzgarla dal
muştur. İşte o zaman, son emir, yani, "Aganta
burina burinata ! " kumandası verilir. Kayık şan !
şarıl rüzgarın gözüne işler.
Ben bunu söyleyin ce , elinde kadeh bekle
mekte olan Halil Usta , kadehi parlattı . Bana:
- Son olarak verilen kumandayı olanca se
sinle gene bağır, ded i .
44
Ben de ciğerlerimi daldurarak olanca sesim
le: "Aganta burina burinata ! " d iye haykırdım. O
zama n , pek eski bir denizcilik aleminden hız alan
ustam. sanki beni ünlü bir deniz geleceğine fırlat
mak istiyormuş gibi . dağları temellerinden sarsan
bır dinarnit patlayısı şiddetiyle:
- Aganta buri n a buri nata! diye gürled i .
Pabuççular ve eskiciler. sanki birbirine,
""Aman arkadaşlcır. durup dinlenmeyelim . çünkü
açl ı k . dağ başında tenha yolcuyu kavalayan bir
kurt gibi peşimize d Cşmüş bulunuyor. İşte bundan
dolayı, biz de koşa reasma habi re çalışalım ki. aç
lık ensemize yetişip bizi parçalayamasın" diyerek,
birbirini çabuk olmaya kışkırtıyorlarmış gibi . işleri
nin üzerine abanmış. acele acele takır tukur çekiç
salarken , "Aganta burina burinata !" diye evrene
meydan okuyan çağırışımızı duyunca işlerinin
üzerinden doğruldular . Birdenbire çeki ç takırtıları
sustu. Hatta, özbeöz kara adamı olan aşçı Yaşar
bile , sesini kapıp koyuverdi ve eskicilerle beraber,
""Aganta ! " " diye bastı narayı . Neşeni n seslerimize,
seslerimizin neşeye verdiği sonsuz özgürlükte
içim hız ald ı . Eski püskü karanlık dükkan. "Yal
lah ! " " diye sanki yerinden kopup havalandı : bulut
lar arasında d olu yelken orsaya savrulan koca bir
kalyon oldu da yelkenierin gölgesi. -yüksek ı ssız
lıklardaki uçan karta! kanadının gölgesi gibi- bu
luttan buluta aştı . Aganta" emri de -tıpkı böyle
ce- dükkandan dükkana, i nsandan insana angı
land ı . Bilmiyorduk neden: hepimiz bir kurtuluş
sevinci ve hazzı duyduk. Şaka değil. "Aganta bu
rina burinata ! " ünleyişi . gönülden kopuyordu, ka
ra bir dünyada.
45
ÇINGIRAG IN SESi
46
cında olduğu besbelliydi . Bekleyişle bakan gözleri
mi görünce anlatmaya koyuld u :
- A oğul . eskiden çobandım. Epeyce kara
keçim vardı. Sütleri yayık ayranı gibi koyuydu .
Dağ başlarında gezer, çalardım kavalı . Derken sa
yım vergisi ağır bastı : davarları teker teker sat
tım . Son tekeyi satarken çıngırağı boğazından çı
karıp cebime attı m . Ne yapayım a evlat. çıngırak
sesine alışmıştım. Çıngıraksız bir dünya içinde ga
ripsiyordum . Küçük bir tarlam vard ı . Onu ekip bi
çeyim . dedim . Oysa duralak bir yaşamdan sıkılı
yordum. Hem de rençberliği yadırgadım . Bizim
bacı tarla işine benden istekliydi. Başımı alıp ge
zinmeye alışkı ndım. Neyse : ekmekten katıktan
arttırarak bir eşek satın aldım. Çıngırağı eşeğe
taktım. Buradaki memurlara Belen köyünden su
taşır. yapılar için köse taşı. kayrak taşı. ince kum
ve karıncabaş kum getirir. mınidana mınidana ve
çıngırağı dinieye dinieye işimi gücümü görürdüm.
Tanrı rahmet eylesi n : bizim zavallı bacı dört ço
cuk doğurmuştu. İkisi yaşad ı . Beşincisini doğura
caktı. Bana: ""Pılı pırtımız kalmadı : çocuk için bi
raz bez al"" ded i . Çocuklarla dağa çıkarak, turp
otu, sıra otu filan toplayıp demetledim. Pazar gü
nü olunca eşeği yükleyip buraya dah ettim. Ney
se. otları satıp savd ı m . Birkaç arşın da bez alabil
dim. Eşeği . nah ta şuracığa , bu ahıra bağlamış
tım . Gelip semerini taktım. Fıkaralık ya bu, yem
likte kalan samanı kıl torbaya koyayım dedim.
Hayvan kim bilir neden huylandı. Kulaklarını di
kince bir tekme savurdu . Ayağıını kırdı. Canım
yandı . Bizim oğlan betimi n , benzirnin attığını gö
rünce . bağırmaya koyuldu. ""Bir şey değil, git çeş
meden biraz su getir, Kör Halife de söyle buraya
47
geliversi n . bana yardım etsin" dedim. Halit bezli
çomakla nargile şişesini temizliyormuş. Oğlana.
"Allah Allah. yine ne oldu? Bana bir dakika rahat
vermezler" diye çıkışmış. Ta neden sonra. 'Hay
rota amcaoğlu. sana ne oldu?" diye ahıra geld i .
Elimle ayağıını gösterdim. "Hel e bakayım" diye
rek ayağıını yavaşça tutup kaldı rdı . Ama · bacak.
dizin biraz aşağısından sanki beni m değil miş gibi
sarkakoydu. Onu usul usul yere bıraktı. Yerde
hayvan sidiği birikintisi vardı. Kör Hal it. " Bu be
nim bileceğim iş değil , Danacıların Hanife'yi ça
ğırmalı . dedi. Ali. "Baba! Baba ! " diye hıçkırmaya
başlad ı . Sağdan soldan saman. ot toplayarak aya
ğırnın altına koydu. Akşam oldu. Han ife kadın bir
türlü gelmez. Bir yandan bacağım sızlar. bir yan
dan da çocuk. " Baba ! Baba ! Ölüyar musun?" diye
ağlar. Ona. "Sus bire oğlan. bir şey değil. geçer
şi mdi cik! Sacağırnın zoru yetmiyormuş gibi bir de
sen üzüyorsun" dedim. Gece oldu. Çocuk hıçkıra
hıçkıra gübre kümesinin üstünde uyuyakald ı. Ko ·
ca bir lağım faresi . uyuyan bir tavuğa sataştı . ta
vuk cıyak cıyak ederek bacağımın üstüne hoplad ı .
Canım yandı. "Vay ana m ! " dedim. Çocuk uyand ı .
Yine ağlamaya koyuldu. Tam o sırada kapının kı
yısına bir ışık çalındı . Dışarda Danacıların Hani
fe'yle Kör Halit'in canlı canlı fiskos ettiklerini duy
dum . Mallarımı bilmez miyim . mutlaka başıma bir
çorap örüyorlardı ve yürekler acısı durumumdan
yararlanarak. benden para koparacaklardı. Arası
ra " Eşek" sözü kulağıma çalınıyordu. Neyse kısık
sesler kesildi . Kör Halit. "A cadaloz. hanidir sana
adam saldık. Yoksa zamparalara köçek mi ara
maktaydın?" diye gümbürdeye gümbürdeye, elde
fener, içeri gird i . Danacıların Hanife de ardısı ra . . .
48
Hanife mosmor bir tuluma dönen baca�1ımı gö
rünce iki avucunu şak diye l\alçalarına vurarak
"Abuu! Abuu!" diye çığlıklar saldı. "Bunu d oktor
görürse hemen bacağı keser" diye ekled i . K ör
Halife: "O zaman tut Murat Dayının geri kalan
bacağından . vur duvara ! " d iye bağırdı. Hanife .
"Ben bunu iyi iderim e mme. bu iş çoğa mal olur
Sen masarufun altın dan kalkabil i n mi'? diye ba
ğırd ı . Gözü para h ı rsıyla cayır cavır :;anıyord u .
Hele Kör 1 I a l i ı i n o c ı k;:.ı�:cd tck g ö z ü . Dancı c ı ! :mn
- '
49
sağ olsun, örnrün uzun olsun" diye ona öldüğümü
anlatmışlar. Kad ının sancısı tutmuş ve sabahı diri
çıkarmamış. Felaketler yalnız gelmezlermiş. bir
tane değil, insanın başına bi rkaç tanesi birden yı
ğılırmış. Doğrudur evlat. Köyde kalan oğlanı da
Foçalıların Hüseyin yanına almış. Bunları ben
çok sonra duydum . Ertesi günü şafakla birlikte.
Kör Halit"le Danacıların Hanife. kelepir eşek
müşterilerini. kafile kafile a hıra getirmeye başladı
lar. Kör Halit, gelir. eşeği gösterir. "Yaşını mı bil
mek istiyon? Bak dişine" demesine kalmaz. Hani
fe başka bir kafilenin başında içeri sökün eder ve
o diş kamaştırıcı cırlak sesiyle, "Görmüyon mu a
Memiş Dayı. tüyü kara . burnu beyaz. maşallah eli
ayağı düzgü n , istediğin kadar yükle. üzerine de
korkma kendin bin" diye çığlıklar salar . çıkar gi
derdi. Ardı sıra başka müşterilerle Kör Halit da
lar. "Yollu olmasına yolludur ha! Durmuş Ağanın
kır atını Karaköy Boğazında ali mallah yaya bırak
tı , hem de bir sepetçik samanla idare olur" diye
gümbürder. Böyle yaparak eşeği pahalı satmak
istediklerine sözde beni kandırıyorlard ı .
Birisinin törpü gibi ince ve sivri sesi: öteki
nin kalın kalın homurd an ması , bende sessizliğe
karşı öyle bir özleyiş uyandırdı ki . çoban olarak
bir başıma gezerken duyduğum sessizliği hatırla
dım. Dağda taş yalan söylemiyor. ben katıyım di
ye doğrusunu söylüyordu . O dağ ve ovasının ses
sizliğini arasıra anmak için , Aliş'e. eşeğin boynun
daki çıngırağı çözüp bana getirmesini söyledi m .
Çocuk öyle yaptı . Dördüncü günü akşamı , Kör
Halit yanıma geld i . Eşeğe serneriyle birlikte üç li
radan fazla veren olmamış. Halit, hiç eşeğe ihti
yacı olmamasına rağmen, dostluk hatırı için ve
so
sırf bana iyilik olsun d iye eşeği üçyüz on kuruşa
alacağını söyledi . Bende, '' Hayır" diyecek hal mi
vardı san ki . O paralar sözde Danacıların Hani
fe'ye sayıldı . Sözü uzatmayalı m . all em ettiler, kal
lem ettiler. sonunda bizim eşeği deve ettiler. A
evlat. yemez içmez bir Allah ! Ben de. oğlan da
Allah almadığımız için , yiyip içiyorduk. Kör Ha
li t'e borcumuz da kabardıkça kabarıyordu . Körün
suratı asıldıkça asılıyor. a hıra sornurtarak giriyor,
ahır süpürgesini. başıma çalıyarmuş gibi öteye
beriye çarpıyor. ahırda birisine rastlasa. kızım sa
na söylüyorum. gelinim sen d inle yollu . "Dostluk
kantarla, alışveriş miskalla" d iye haykırarak ağzı
mıza koyduğumuz lokmayı bize zehir ediyordu.
Karımın ölüm kara haberi bize ulaşmıştı . Ecel gel
di cihana . baş ağrısı bahane . diye köy evini ve
tarlayı satılığa çıkardık. Ne yapalım. başka türlü
olmayacaktı . Ama üç evlek kıraç tarla. dört kuru
' duvar eve on iki l iradan fazla veren olmad ı . Yine
Kör Halit, elini ovuştura ovuştura, "Sırf dostluk
hatırı için" diyerek on iki buçuk lira teklif etti .
Benden hayatını sakınmazmış. ama tam o sırada
hiç de taş tutmuyormuş. Evle tarla da eşeğin yo
lunu boylad ı . Evi sattıktan birkaç gün sonra ahıra
bir gemici uğradı , kayığına küçük bir muço gerek
liymiş. Aliş oğlanı istedi . Aliş'le son sefer olarak
koyunkoyuna yattık. Sabaha doğru oğlanı uyan
dırdım. Kör Halit on iki buçuk liranın i ki buçuğu
nu borca alıkoymuştu . Kal�n on lirayı Aliş'e ver
dim. Sıkı fıkı kuşağına bağlattırdım. Kimseye belli
2tmemesini ve kayığından alacağı parayı da art
:ırmasını söyledim . Güneş doğarken oğlana,
'Haydi oğlum, yolun açık olsun'' dedim. Oğlanı n
iudakları titriyordu. Neredeyse ağiayacağını anla-
51
clırn. Benim ele ağzmı eğri büğrü olacakmış gibi
oluyordu. içim fena karışıyorclu. Oğlan bir ağla
saycl ı . ben de cl a�'anamayacal< , -başıma gelen
neydi hey Allahım ! - hüngür hüngür a�)layacak
tım. Ama . oğlanı ağia tmamak ic;in yüreğim bur
kulur ken . kasla rımı ca ttım . Yavrucak el imi öptü.
Kcıpıdan cıkıyordu: oncağıza gözlerim takıla kal
n ı . Roynı ı biiki'ı k tii . Son olrı r<� k çocuğun çıplcık
ayağının kapı kıyısından çekildiğ ini gördüm. On
dan sonra. kapı tam bir boşluğu cerçeveled i . O ra
da bir tavuk çöpleniyordu. Bittiydi artık. Saman
kümesi üzerine kıvrılarak bu yaşınıdan sonra hıç
kıra hıçkıra ağlad ı m . O gün bugün oğlanı bir da
ha görmedim . Zaten çocuk ayrılırke n . onu bir da
ha dünya gözüyle göremeyeceğim içime doğmuş
tu. Şimdi iki yıl oldu. Kimi zaman düşümde Aliş'i
denizde yapayalnız bağulurken görürüm . Bana.
"Baba ! " diye bağırır Kan ter içinde sıçrarım. El
verir ki boğulması n . yaşası n . onu görmeden öl
meye razıyım. Ayağım iyi olup kal kınca . bacağı
mı. nahacık -eliyle sağ bacağını gösterdi- bir ka
rış daha kısa . hem de yana bakar buldum . Öteki
oğlan, köyde . . . Allaha emanet. Onu çok göresim
geldi . İ şinden kalmamak için gelemiyor. di�.ıorlar.
Köylülerden onu sorar dururum . baştan savma
bir cevap verdikten sonra. bana buğday ve göveri
fiyatlarını sorarlar . Aradan bir ay mı , iki ay mı
geçti ne. Kör Halit . han müşterilerinin atlar ı n ı ,
eşeklerini ayda b i r mecide . ahıra bağlamakta ve
yemleme kte olan çocuğa yol verd i . Onun yerine
-bir iyilik olsun diye- beni seyisliğe kayı rdı . Karın
tokluğuna . yani aşçıdan müşterilere gelen yemek
artıkları na. . . Görüyorsun a. yakın müşterilere
kahve götürmeden başka ahırdan ç ı ktığım yok.
52
Oysa çoban ve sürücüyken dünyaları dolaşırdı m .
Bazen koynumdan ç ın gırağı çıkarır. çıngırdatırı m .
Çobanlıl<ta basımı alıp dere tepe gezdiğimi . ço
cukların süt diliyle bana konustuklarını hatırları m .
Ge emiş iyi günler a c : acı gözümün önünden ge
çe r
Topa! Murat Dayı bu çıngırak isi n i öyle bir
cluygu fazlalığı:;·l;=ı a n ia l t ı ki. �i·izleri söz deği l . bi rer
gönül parçalarıyd ı . Hele çıngırak! Okulda topaJ
hocanın gümbürtülü sesini di nletmezcesine. kula ·
ğımda çınlardı .
53
MAHALLE MEKTEBİNDE
54
Zülkarneyn'e geldi . Bunlara . " Bazıları dedi Neb i .
bazıları d a dedi Veli" d iyeceğime . aceleyle . "Bazı
ları dedi Vel i , bazıları dedi deli" demişim. Vay
sen misin öyle diyen? Topa! hoca geçmişimden
başlayarak geleceğime dek küfürler bastıktan son
ra . al aşağı etti ben i . vurdu falakaya, "Hazreti
Adem Aleyhisselam" diye bağırarak. çat diye so
payı tabanlarıma çaldı. Bütün peygamberleri ta
banlarımda bitird i . Benim öğrendiğime göre bilgi
başta olur . Bize ise bilgiyi sopayla tabaniarımız
dan tıkıyorlardı. Sopa tabanlarıma indikçe dişleri
mi sıktı m. inat ya bu . gık bile demedim. Falaka
dan kalkınca hocanın elini öpmek adetti . Öpme
dim ve öpmedim vessela m . Çocuktum ama, Ça
kır Fatma'nın gözlerinin mavi alevlerle cayır cayır
yanışından. topa! hocaya fena kızdığını . bağırıp
ağlamadığım için de bana hayran kaldığını gör
düm. Fatma'nın bakışı adeta bana. "Aşkolsun ! "
diye bağırıyordu. Topa! hoca . h e r g ü n işkence ve
cefalarını sayıp tükelemediği cehenneminde de
beni yakıp kül etse . o bakışın ışınlarında kaldıkça.
kendimi cennette sanır. ses çı karmazdım. Topa!
hoca beni dövdü. dövdü, sonunda yoruldu. bıra k
tı . Ama art ı k beni adamakıllı zıddetmişti . Eve dö
nünce babama , annerne şikayet ettim. Güldüler
ve "Hocanın vurduğu yerden gül biter" dediler.
Bana öğretilen bu sultanları ve peygamberle
ri ben neyleyecektim? Bunlar benim akranım de
ğillerd i . Sultan Bayezıdı Veli ile çelik çomak oy
nayamaz: Süleyman Aleyhisselamla da deniz kıyı
sı boyunca kayık yüzdüremezd i m .
Haydi Yunus Peygamber, Nuh Peygamber
neyse. Hiç olmazsa birisi balık karnında, öteki de
bütün hayvanlarla, arkın içinde denizcilik etmişlerd i .
55
Topal hacaya bir gün Nuh arkını n . mavuna
mı . duba mı. şat m ı . yoksa salapurya mı olduğu
nu sordum. Topal hoca. suratma derin bilgiye ya
kı<;ır bir anlam vererek -mutlaka saydığım tekne
lerin en uzun ve tumturaklı isiıniisi olduğu için
"Salapurya � · · diye cevap verdi . M ektebin deniz ta
rafındaki pencerderiı ıden birinin dışında uzun bir
kahkaha çınlad ı . Sanki bu saçma cevaba deniz
gülüyordu. Neşe. çocukları alev gibi sardı. Dersa
neni n siniri mi tuttu ne. makaraları salıveren sa lı
vereneyd i . .. Meğerse Kalafat A h met Usta. dışarı
da bir tekneyi kalafatlamaktaymış. Soruma topal
hocanın cevabını duyunca kendini tutamamış.
Topal hoca bizi güç bela susturdu. Ertesi günü bir
bahaneyle beni falakaya yatırdı ve hıncını aldı .
Hoca n ın her vurduğu yerde bir gül biterse . b u gi
dişle . aradan çok geçmeden tepemden tırnağıma
kadar güllük gülistanlı k kesilecekt i n ı !
Kalafat Ahmet Ustayı bildirmeden geçmeye
ceği m . O benim denizcili k hayatıının bir direği
idi . Teneffüslerde . yanına gider . onu işlerken sey
rederdim. Bir doktorun. parma kla vurup hasta
göğsü dinlemesi gibi . kayık gövdesini pruvadan
kıça kadar vura vura dinlerdi . M e ktepte çok dö
vüldüğümü görerek bana acırdı. Gördüğü işle ilgi
lendiğim i çi n . çalışırken bana . " Bu kaplama tah
tasına kurt işlemiş. ateş vermek ister: bu çivi gev
şemiş. perçin ister : bu enseri erim iş. yenisini çak
ınal ı : şu kaplama aralığı h an kapısı gibi açılmış .
armozu tıkamalı" diye gözlerini işinden ayırma
dan. anlatır dururdu. Kimi vakit her ufacık çiviyi
uzun uzun yoklayışından usanırdıın da. "O küçük
çividen ne çıkar?" derdim. Sönerek alt dudağında
yapışakalmış cıgarasını cı karmadan . "İşte o küçük
56
çivi . kötü havada kayığın batınasına ve içindekile
rin boğulmasına sebep olur. Deniz bu! Kara değil
ki aldırmayası n . Ölenlerin günahı boynuma kalır.
Deniz temiz ve sağlam is ister" derd i .
Ahmet Ustanın . eli ndeki kaba saba to kına
ğında n . kunt yapılı demir kakacındarı . ta htanın
hayatını dinleyen bir duyus. tahtanın içine işleyen
bir sezgi inceliğine sa hip olduğu hiç rJüşünüle
ınezd i . Zavall ı , denizde boğuldu . Kayığı fı rtınada
devrilince denizin yüzünde bir kendisi . bir oğlu ve
ancak bir kişiyi kurtarabilecek kadar büyük bir
tahta parçası kalmışmış. "Oğlum. ben yaşıını ba
şımı aldı m . tahtayı sen al. Karaya doğru çabala.
Sağ çıkarsan anana arkadaşlara söyle . haklarını
helal etsinler" diye bağırmış. Oğlu; " Baba tahtayı
al" diye yalvarmış. oysa kalafat dal mış. Ondan
sonra kalafatı ne g ören . ne de işiten olmuş. Ölü
sü bile bulunmamış.
Kalafat Ahmet Ustanın okuması yazması da
vard ı . Bana Ahmet Rasim denilen bir yazarın
'Turgut Reis" adlı bir kitabı nı, bir de "Esfarı Bah
riyei Osmaniye" adl ı bir başka kitabı verdi. İlk ki
tapta Turgut Reisin Bodrumlu. yani bir hemşeri
miz olduğunu okuyunca , koltuktarım kabard ı . O
sıralarda okumayı iyice öğrenmemiş olduğum hal
de. deniz adamlarını tanımak merakıyla geceyi
gündüze kattım. Bir taraftan okuduklarımı ania
dıkça eteklerim sevi n cimden zil çalıyor, öte yan
dan da hiç farkına varmadan , topa! hocanın yıl
larca öğretemediği okuma yazmayı iyice öğreni
yordum. Bu kitaplardan sonra Kalafat Ahmet Us
tadan . resmi Kör Halit'in hanında asılı duran
Kristof Kolomb hakkında bir kitabı olup olmadığı
nı sordum. Bana , kalede -ki o zaman hapisha-
57
neydi- yatan bir deniz subayından aldığı bir tarih
kitabını getird i . Kör Halit'in hanında asılı Mesudi
ye zırhlısının resmini i şte bu subay yapmışmış. O
tarih kitabında Kolomb'un gemi bulma k i çin ya
bancı illerde yıllarca nasıl gezdiğini . üç gemiyi bu
lunca. Kadiz limanından denize nasıl açıldığını ve
dümdüz sanılan dünyanın bilinmedik koca suların
da yol alarak. Okyanusu nasıl aştığını ve Ameri
ka'yı keşfe ttiğini kendimden geçkin , heyecan için
de okudum. Umanda Mehmet Ali Kaptan ı n ,
Modrovan Mustafa Kaptanın v e d a h a başka kap
tanların yüz ellişer tonluk kay ıkları vard ı . Ko
lomb'un "Pinta"sı ve "Santa Maria"sı da yüz elli
şer tonluk gemilerdi . Hem Kolomb'un gemilerinin
güverteleri yoktu. oysa bizimkiler güverteliyd i .
Neden Mehmet Ali Kaptanla öteki kaptanların
bir bilinmeyen yeri keşif için denize açılmadıkları
na şaşardım. Hiç insanın kayığı olur da, hep bin
kere uğranılmış bir !i manla bin kere uğranılmış
başka bi r liman arasında bezdirici ve usandırıcı
bir gidip gelişle ömür mü tüketir? Para kazanmak
için sağdan sola, soldan sağa palamut . pirina ta
şıyıp duruyorlard ı . Onların zavallı gemileri gemi
değiL ama denizde yüzücü birer bakkal dükkanıy
dı.
İ nsa n , keşfetmek. öteye varmak, yeniye açıl
mak özleyişiyle ceviz kabuğu kadar bir tekneye
biner. iki buçuk arşın bez parçasıyla göklerin rüz
garını çalar da. elalemin muhakkak ölümdür . deli
liktir diye bağrışıp ayak diremelerine kulak asma
dan açılır gider ve yeni dünyalar. yeni alemler bu
lur. Ne biçim dünyaya d oğmuştum ben? "Güzel"
diyordum , güzel d ed iğime dönüp bakmıyorlardı
bile . " İyi" diyordum . omuz silkiyorlard ı . Birisinin
58
dobra d obra dosdoğru söylediğini d uyuyor, heye
canlanıp, "Doğru !" diye bağırıyordum. ""Aman
sus ! " diyorlardı. Hele "Deniz ! " deyince, bütün
kaşlar çatılıyor, ··sakın h a ! " diyorlardı . Güzele
bakrrın. . iyiye aldırma. doğruya kulak asma, denizi
anma : peki öyleyse ben ne edip ne söyleyecek
lim? iste bunu büyüklerime sorunca, bana düpe
düz bir cevap verıniyorl ar. ama dolambaçl ı ve sa
ğa sola savsaldayıcı sözler söylüyorlard ı . Ne var
ki : kafama sokulan bütün lıu sözleri, gönlümün
ateşinde ydkınc.a \"C bunların söz olan fireleri du
man olup uçunca , kalcıkala kafamda şu kaba
Türkçe gerçekler kal ıyordu : Önce, "Hiç ki mseye
hiçbir şey vermeyeceksin. herkesten koparabildi
ğİn kadar koparacaksın ve gözünü paradan ayır
mayacaksın ! "
İyi ama, ben parayı görünce , yaradılıştan öz
düşmanı olan bir hayvana rastgelen bir başka
hayvan gibi. tüylerim nefretle d i ken diken oluyor
du. Benim özled iklerim, hiç de onların özledikleri
değil d i .
Topa! hoca öğrettiği tatsız tuzsuz şeyleri bir
eşekarısı gibi zırıldatıp dururken ben pencereden
mavi göğü görür ve uçan kuşların. esen rüzgarla
rın özgürlüğünü tadardım. Denizden gelen dalga
larsa, kalabalık umutlarla zengin bir denizci yaşa
mıyla geleceğini muştulayan seslerle dopdoluydu.
İşte o zaman demir parmaklıklar ard ında kurtulu
şu ve özgürlüğü gören mahpuslar gib i . gönlüm
uzar. uzardı da, onun kendini denize verişi. adeta
bir yalvarış. bir dua olurdu.
Bir gün göklere ve denizlere dalgın kalmış
tım. Murat Dayının ıssız dağ başlarında çıngırdı
yan çıngırağını duyar gibi olmuştum . Küt! diye
59
başııııa bir yumruk vuruldu. Başımı kaldırınca. te
pemde topai hocanın çatık suratını gördüm.
- Ülen. gözlerini fal taşı gibi açmış. dı şarıya
ne bakıyorsun? Önünde karabaş tecvidi açık.
Onu bellesene! diye haykırıyordu.
Ben şaşkınlıkla:
- Göğe bakıyorum ! demişi m .
Yine:
- Ülen. boş gökte bakacak ne var ki? Haydi
kalk! Git de duvara dine l ! Yüzünü duvara çevi r.
Ben sana boş göğe bakmayı gösteririm! dedi .
Beni üç saat ayakta tuttu. Hem de neredeyse
burnum duvara değecekti.
O gün mektepten çıkınca Halil Ustanın dük
kzmının yolunu tuttum. Oraya henüz varmıştım
ki , İmdadın Halil koşarak geldi :
- Aman gelin d e görün , M urat Dayı aklını
büsbütün oynatmış. Bir aralı k küçük su dökmek
için hanın ahırına girdim. Murat Dayıyı saman
kümesinin üzerine yan gelmiş, kulağına bir çıngı
rak takmış. yüzü de nah işte böyle sırıtıyor gör
düm , ded i .
Nasıl sırıttığını göstermek i ç i n . i k i elinin baş
parmakları n ı . ağzının karşılıklı iki köşesine sokup
ağzını kulaklarına doğru gerdi. Gözlerini burnu
nun ucuna dikerek şaşılatt ı . Doğrusu benim de
gülesim geldi. Ama gülerken içimi bir acı sıkıyor
du. Bel ki zavallı Murat Dayıya gülüyorum diye . . .
İmdadın Halil:
- Handaki müşterilere söyledi m . hepsi de
seyre koştular. Aman gidin d e görü n , diye ekledi.
Halil Usta İmdadın sözlerini hiç işitmemiş gi
bi. gözlerini perçiniernekte olduğu kunduranın ta
banından ayırmadı. ama bana:
60
- Git de bak. zavallı i htiyara ne oldu? dedi.
Kasım Efendi. "Ben de gidip göreceğim" di
ye ayağa davrandı. Söylendikçe. "Hııım! "larını
sağlayan demirbaş di nleyicisi ni bittabi geride bı
rakmak istemedi . Nusret Ağayı. sineği tutan bir
örümcek gibi sürükledi . Yolda Nusret Ağaya:
- Fethiye kaymakamlığı başkatibi de aklını
tıpkı böyle oynatmışt ı . Ona çok namuslu derlerd i .
Oysa namus başka . resmi muamele başkadır.
Resmi muameleyi noktası noktasına tamamlama
yınca namus mamus para mı eder? 1 3 1 5 senesi
sefer ayının yirmi üçüncü günü ben oraya iki yüz
yetmiş sekiz kuruş maaşla gümrük ambar memu
ru tayin edilmiştim. Aradan i ki ay geçince oraya
ilk mülkiye müfettişi geld i . Biri gümrük müfettişi,
öteki de kaymakamlığa gel miş. Gümrük müfettişi.
vazifemi hiç ihmal etmeden bitamamiha ifa etti·
ğimden dolayı beni takdir etti . "Senin gibi me
murlarla iftihar ederim" ded i . Çünkü müfettiş gel
mezden bir hafta ewel , Yunan adaları ndan, yılan
aynatarak ve parsa toplayarak geçinen bir yılancı
gel mişti . Az kalsın yılanın hasta olmadığına dair
baytar şahadetnamesi göstermede n , yılanı güm
rükten geçireceklerd i . Muayene memuruna. "Ya
hu siz deli misiniz? Aklınızı mı oynattınız? Resmi
muamelede hiç ihmal ve terahi olur mu?" dedim.
Ah Nusret Ağa. resmi muamele domates, patates
yetiştirmeye benzemez. Alimallah Sırat köprüsü
gibidir . Kılıçtan keski n , kıldan incedir. Kılı kırk
yarmak lazımdır. Yılan canlı bir mahluktur. sıh
hatlisi olur, hastası olur. Ya Allah göstermesin
hasta olur da hastalığı memleketin bütün yılania
rına geçirirse! Onlara, "Yılanı baytar raporu ol·
madıkça gümrükten geçirmek nizarn ve kanuna
61
muhaliftir. Yoksa nizarnı alemi altüst mü edecek
siniz?" diye gürledim. Yılanı gümrük ambarına
hapsetti m . Bütün arkadaşlar, " Doğru! ' ' dediler.
Yılancı ha bire gelir: "Aman etmeyin . eylemeyin.
Ben yılanı oynatıyorum da ekmek paramı zar zor
çıkarıyorum. Yılan ambarda, ben de d ışarıda aç
lıktan öleceğiz. Kötürüm bir adamım. Çapa kürek
sallayama m . Ayaklarını öpeyim. çocuklarınızın
başı için yılanı bana verin" der. yalvarır ağlar. Bit
tabi biz de : "Hayır. olmaz da olmaz ! " deriz. Herif
istida yazd ı . Baytar yılanı muayene ett i . Başka yı
lanlara geçecek hastalığı olmadığı hakkında rapor
verd i . Böylece yılan burnundan kuyruğunun ucu
na kadar muamelei resmiyeden geçirildi : ondan
sonra yılanı serbest bıraktım. Müfettiş bana: "Afe
rin , dedi . memur dediğin vazifesini böyle yapma
lı. . . Oysa öteki müfettiş kaymakaml ık başkatibi
Akif Efendinin odasına girmiş. Akif Efendinin
masası üzerine dağ gibi kağıtlar yığılmışmış. O da
üzerlerine abanmış , boyuna yazıyormuş. Başını
kaldırmamış, odaya girenin kim olduğunu görme
miş. Müfettiş öksürmüş. Akif Efendi başını kaldır
madan : "Ne istiyorsunuz?" diye sormuş. Koca bir
müfettiş bu! Hiç öyle mi karşılanır? Yerlere kadar
selam verip el pençe divan durmal ı . Müfettiş bu
hale fena kızmış. Defterlerini, kayıtlarını kuyutla
rını karmakarışık bulmuş. adamakıllı paylamış. Er
tesi günü müfettiş bey yine başkatibin odasına
girmiş. Bir de ne görsün? Akif Efendi masanı n
üzerine çıkıp çömelmiş, "İIIallah , illalla h ! " diye ya
kasını silke silke evrakı resmiye üzerine defi ha
cet etmekte! Düşün bir dakika Nusret Ağa ! Evra
kın üzerlerinde nal gibi tuğralar var. Ah bire Nus
ret Ağa , tuğra bu, lahana tarlası değil ki , su gö-
62
türsün . Hem Akif Efendi tam üç yüz on bir kuruş
maaş alıyordu. Asıl aklından fi krinden olması bir
sey değil. fakat maaşla tekaüdiyesinden oldu. Asıl
o fena ! diyerek sözü kest i .
Çünkü artı k a h ı r ı n kapısının önüne gelmi şti k.
Ahırın önünde biri ken kalabalık gülünç bir şey
görüyorla rmış gibi gülmüyorlardı . Tersine yüzleri
enikonu yaslıyd ı . İmdadın Halil :
- Ne o? d iye sordu.
Bir i ki kişi d önüp :
- Adamcağız ölmüş. dediler .
Gerçekten de Murat Dayı a hırın bir köşesine
kıvrılıp ölmüştü. Bir eliyle çıngırağı kulağının ya
nında tutuyordu. Gözleri açıkt ı . Uza k bir yere ba
kıyormuş gibiyd i . Dünya gözlerinde kararırken
mutlaka koynundan çıngırağı çıkarıp çalınıştı ve
arta kalan bütün canını kulağına toplarcasına din
leyerek . güneş ışığıyla ağaran patika üzerinde
eşek nalının tıkırdad ığını ve yanıbaşında ıslık çala
rak koşan Aliş'in yal ın aya klarının patırdadığını
ve kendisinin ev dönüşü. " Hey hey ! " diye tuttur
ctuğu türküyü belki hep birden işitmiştir .
Handan çıkarken hanın asıl sah ibi Katırcıla
rın Muhsin Ağa nargile marpucuyla Kör Halit'i
göstererek:
- İy i ki şu adam, M urat Dayıya öz kardeş gi
bi baktı . Yoksa Murat ayağından değil . asıl açlık
tan ölecekt i . diyordu.
Kör Halit sözde Murat'a ettiği iyilik dolayısıy
la yüzüne karşı insafsızcasına övünenlere yakışır
bir utançla başını önüne eğiyordu. Katırcıların
Muhsin Ağa. hanı ayda altmış kuruşa , bir de han
da bağlanan hayvanların gübrelerine ve her gün
içeceği üç kahve ve iki nargileye karşılı k kirala-
63
mışt ı . Her fırsat düştükçe kiracısı onu. o kiracısını
pehpe hlemekten geri kalmazlardı.
Murat Dayının öl müş olduğunu gidip Halil
Ustaya haber verdim. Başını işinin üstüne eğdi ve
telaştı telaştı işlemeye koyuldu. Halil Usta acı ile
burkuldu muydu . mutlaka gemi direğinden nasıl
düştüğünü anlatırdı. Bana:
- Söylediklerim kulağına küpe olsun. Baban
denizci olmanı istemiyor, ama ben denizeiyi gö
zünden tanırım. Sen bir denizci oğlusun . Gemide
direğe , öteye beriye tırmanırken gözünü dört aç.
Yoksa bir düşer de kötürüm kalırsan halin yaman
olur. Şu Murat Dayı ile bana bak. O. Kör Halit'in
hanı na. ben de bu mağara gibi dükkana boğazı
mızdan bağlı kaldık. Doğum . hastalık. Alldhm
emri . Anladık! Ama ne bileyim . özled iğin bir işte
çalışmadan . içine doğduğun şu dünyanın ötesini
berisini hiç görmeden . taş üstüne bir tas koy ma
dan . bir ağaçcağız olsun dikmede n . bir günceğiz
olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayama
mak ve böylece dünyadan defalup gitmek de Al
lahın emri değil a! . . diye bağırdı ve elindeki çeki
.
64
Bir gün topal hoca beni yine fala kaya çek
mişti. Yine gık demed i m . Fatma'nın bakışı ü_ze
rimdeydi . Onun gözleri yeşil değilse mavi. mavi
değilse yeşildi . Ama kı z bana bakarken gözleri
derin deniz akıntıları gibi koyulaştı. kirpikleri til
redi ve alt kirpiklerinde pırlantalar gibi parlayan
gözyaşları gördüm. O ağlasın diye dayak yemi
yordum a. İçim kan ağladı .
O kuldan çıkarken bana yanaştı :
- Babama söyleyeyim de babandan ızın al
sın. balığa gittiğimiz zaman sen de gel . d ed i .
Babamdan i z i n almak kolay değild i . A m a kı
zın yalvarışı o kadar candan ve yakıcı ol muştu ki.
izni koparmış. Okula giderken koşa koşa bana
geldi . Gözleri birbirine çarpılan yeşil cam parçala
rı gibi sevinçle çıngıldıyordu. Bana muştuyu ver
meden önce. onun içieri gülen gözlerinden duy
dum. Kumsall ı kta . havada iki kere dönmek üzere
perende attım . Fatma'ya sarılıp şapır şupur öp
tüm.
- Sen iyi perende atamıyorsu n , diye o da
kumlar üzerinde taklalar kıldı .
Artık okula kim gider ! İkimiz de baş aşağıya
olduk. Ayaklarımız havada . ellerimiz üzerinde yü
rüyerek Ateşoğlunun kulübesine vardık. Fatma.
halasına :
- Yarın balığa gidiyoruz, dedi .
Yaşlı kad ı n :
- Bunda sevinecek n e var? d iye bize şaşkın
şaşkın baktı .
Ertesi günü şafakleyin kayığa bindik. Kay ıkta
Ateşoğl u . onun hısım akrabasından iki delikanlı,
Fatma'nın küçük Halil dediği bir çocuk ben ve
Fatma vardık. San ki göklerin pencereleri açılıyor-
65
muş gibi tan yeri uyandı . Kayık pupa yelken kar
ga funda fırlıyordu. Badrum'un evleri . ta uzakta
görülen martı kuşları gibi dizilmişti beyaz beyaz
kıyıya. Cıva gibi oynak denizin mavi ateşinde
uçuyorduk. Çevremiz alabildiğine bir sevinç çıldı
rışıydı. Çıplak çıplak çırpışan sulardan üzerimize
pırlantalar . yıldızlar. gökkuşakları yağıyordu . Se
vincimden Fatma'nın sarı saçlarını çekti m . Gülü
yordu. Bana:
- Haydi parakete yemlerini çarçabuk takıp
takı ştıralım, ded i .
Parakete sepetini aramıza aldık. Fatma'nın
nasıl yem taktığına bakarak, oltaları yemlerneye
koyuldum. Rüzgar Fatma'nın saçlarını savuruyor.
onları arasıra yanaklarıma çarpıyordu. Bir okşa
yıştı o .
Ateşoğlu iki delikanlıya :
- Bugün inşallah avımız bereketli olur da yü
zümüz biraz güler, yine eski halimizi buluruz. El
gün kapılarını suratımıza kapamaz, ded i : sonra
Fatma'yı göstererek. belki de çocuğun madrabaz
Kazayak Hamit'e rehin bıraktığımız gümüş bilezi
ğini de kurtarırız. Bunca eş dost arasında yalnız
Ümmüşan Ana insan çıktı. Kara günümüzde bile
selamı sabahı kesmedi . ded i .
Delika nlının biri:
- Derler a, kaptanın iyisi fırtınada, dostun
gerçeği de fıkaralık, hastalık ve hapishanede belli
olurmuş, d iye mırıldandı.
O sonsuz mavi derinleyişe gök kubbesi de
mek gülünç olurdu. Öteki delikanlı ellerini boynu
nun altına almış, kayığın baş tarafından sırtüstü
uzanmış, bakışını ta yükseklerde yapayalnız çark
eden bir martıya takmıştı . Dudaklarından usul
66
usul bir denizci türküsü telleniyordu. Ateşoğlu
açık göğe bakınca, yeryüzünde, yüzüne karşı ka
patılan kapıları unuttu galiba ve:
- İnsanın parası olmalı da, çoluğu çocuğu
koca bir kayığa doldurmalı : bugün bu koya demir
atmalı, yarın öteki koya palamar bağlamalı . Ço
luk çocuk biraz dünya yüzü görsün bari . ded i .
Küçük Halil de:
- Ateşoğlu amca , deniz neden şimdi mavi.
şimdi yeşi l , şimdi mor oluyor da, bardaktaki su
gibi hep beyaz kalmıyor? diye sordu.
Ateşoğlu sakalım sıvazladı :
- Allahın hikmetidir evladım. Balıkçıların ha
vayı anlamaları ve ne zaman denize açılabilecek
lerini ve ne zaman karada kalacaklarını bilmeleri
için renkler değişir, diye cevapladı .
Birbirinden güzel burunlar ve koyların önün
den geçiyorduk. Ama her ne kadar dazıra dazıra
yemliyorduksa da paraketeler yemlenmekle bitmi
yordu. Dile kolay , bin iki yüz iğne yemlenecekti.
Bir süreden beri Ateşoğlunun telaşlı telaşl ı , " Ha
davranın! Elinizi tez tutun! " deyişinde , "Yem işi
vaktinde bitmezse avlanamayız, o zaman açlık
ensemize yapışır" yollu acı bir kaygı vard ı .
Be n çabuk olayım derken sapıtınaya başla
dım. Neyse Fatma , el çabukluğu marifet, hataları
mı bir çırpıda düzeltiyordu.
Artık sular kararıyordu . Bir buruna yanaşhk.
Kıyıdaki çarnlar, kanatlarını yumup uykuya varan
kuşlar gibi birbirinin koynuna sokulup kapanıyor
lard ı . Salamastralar gıcırdıyor, her itişte üç balık
çının çıplak ayakları çat diye farsların üzerine vu
ruyor, cam gibi durgun denizi bir saatin tik takı
kadar düzenli "fişyu fişyuuu''larla öttürürke n , arka-
S?
da da halka halka yayılan çemberler bırakıyordu.
Halkalar çarnların uyuyan yanlarına değince onlar
da uyanıyor ve "'fişyu"ların temposuna uyarak te
pelerinden ayak uçlarına kadar salınıyorlard ı .
Ateşoğlu. paraketenin ilk şamandırasını deni
ze attı ve paraketeyi bir ucundan suya sal maya
başladı . Üç bin kulaç uzunluğundaki parakete di
be inerken bembeyaz ahtapot yemlerinin aralıklı
dizisi cami mahyalarının sıra sıra kandilleri gib i ,
kara derinliklere pırıldıya pırıldıya çöküyordu. Ak
şamleyin tek tük pırıldıyan yıldızlara karşı lık kala
balık bir kıpraşmayla kaynaşma vardı. Geceyi en
gin dolanışıyla samanyolu kuşamışt ı . O a n , Ege
balıkçıları artık şuralı ya da buralı değildik; evre·
nin dokunuşunu denizlerimizde duyuyorduk: ev
renliydik artık. Denizlerle. dağlar taşlar ve yıldız
larla birlikte hep çocuktuk . . .
Farkında olmadan Fatma·ya:
- Nedir acaba bu yıldızlar? diye sordum.
- Göklerde mısır buğdayı patiatıyorlar galiba ,
dedi.
Yıldızlarda. annemin evde patiattığı mısır
buğdayı kokusunu andıran bir sıcakkanlılı k vard ı .
Sanki g öklere avuç avuç mısır taneleri savrulmuş
tu. Güney gecesinin ateşli koynuna değen tane
ler , neşe ve ateşle patlayan yürekler gibi çat pat
çakıyorlard ı . Fatma'ya:
- Gerçekten öyle galiba . dedim.
Paraketelerin döşenmesi bitince kayığın gü
vertesine bağdaş kurduk, favamızı ve yemden art
mış olan ahtapot parçalarını yed i k. Ateşoğlu ile
öteki delika nlılar birer sigara sarıp tellendirdiler.
Ateşoğlu:
- Artık vakit oldu, paraketeyi kaldıralım, dedi.
68
Sismillah diyerek ilk şamandırayı kaldırdı . İpi
sağa sağa kayığın içine almaya koyuldu. Hepimiz
Ateşoğlunun yüzüne bakıyorduk. Balıkçı parake
teyi değil. sanki kader ipini çekiyordu. Birdenbi
re:
- Balık vuruyor. ded i :
Hepimiz göz kulak kesildik. İ l k balık iki o kka
l ı k bir mercan kırmasıydı . Ateşoğlu. " Çocukları
ının ekmeği" diye şakkadak balığın kırmızı yana
ğını öptü . Yirmi otuz olta sonra bir tane ve biraz
ötede de birkaç tane balık daha çıkt ı . Ateşoğlu:
- Çok şükür Allaha, ekmeğimiz çıkıyor, ded i .
Yüzü gülüyordu. Arasıra , "Ya nasip ! " diye
ncıralar atıyordu.
Fener . ambar içini. aydınlatıyordu. Orası . çır
pınan mercan kırmalarının kırmızısı , şarapnellere
benzeyen vlahos balıklarının parlak çeli k mavisi,
lipsosların şafak aydını pembesiyle dipdiriyd i .
Derken zminera denen b i r yılan balığı geldi . Biz
gibi sivri ve delici gözleri , kaplan sarısı üzerine
mor hareli gövdesiyle ürkünç bir ölüm parçasıyd ı .
Ateşoğlu o n u tez elden ambara attı . Balık. kayı
ğın tahtalarını çatır çutur kopardı, kızdı kıvratt ı .
kendi kuyruğunu ısırd ı . Büsbütün kudurarak başı
nı kaldırdı ve her tarafı fırıl fırıl dolaşarak -tövbe
tövbe- Hazreti Allah gibi her yerde hazır ve nazır
olmaya kalkıştık Ben , Fatma ve küçük Halil eli
mize geçirdiğimiz yek ve sopalarla hakkından gel
dik.
Bu sırada Ateşoğlu:
- Parakete ağırlaşt ı , ded i .
Alnından şıpır şıpır ter damlıyor, derin derin
soluyordu. Gövdesinin bütün gücüyle ipe asılıyor.
kayık küpeşiesini denize renk getiriyor, a ma ipi
69
ancak karış karış alabiliyordu. Avuçları kanadı .
Bir küfür savurdu.
- Zaten o cenabet çıkı nca paraketenin takıla
cağını anlamıştım, dedi.
O cenabet dediğ i . yılan balığı idi. Bal ık para
kete ipini yüz seksen kulaç dipteki kayalara dolaş
tırmış ve dibe tutturmuştu.
Ateşoğlu:
- Olmayacak, simidi getiri n , dedi .
Simit, on okkalık bir demir halka idi . Parake
tenin i pi simidin içine geçirildi. Simide de ayrı bir
ip takıldı . Simidin ipini Ateşoğluna verdiler. Sirnit
dibe gidip taşları kıracak ve parakete ipini kurta
racaktı . Ateşoğlunun bir elinde parakete ipi, bir
elinde sirnit ipi , sıra ile birisini koyuverip ötekine
asılıyordu. Parakete kurtarılmazsa geçim aracı da
dipte kalmış oluyordu. Ateşoğlu ipleri sarsıp , çe
kip , sağa sola, ileri geri gidip gelirken birdenbire
sevinçli sevinçli , " Kurtuldu!'' diye bağırdı .
Hepimizin yüzü güldü. Birkaç balı k daha al
dık. Ama biraz sonra parakete gene takıldı. Gene
sirnit salındı. Ateşoğlu:
- Bu sefer fena tutuk. Dipte de bin beş yüz
kulaç ip daha var. Çattık mı belaya! Balıklardan
vazgeçtim , ipleri bir kurtarsam ! Daha ipierin pa
rasını Kazayağa ödemedik. Allah belasını versin
böyle zenaatın! diye inliyordu.
i pleri yukarı aşağı kaldırıp salıverdikçe ipler
testere gibi hır hır ederek küpeşteyi kesiyorlardı.
Birdenbire Ateşoğlu:
- Şimdi ne halt edeceğiz? Sirnit d e d ibe takıl
dı, dedi .
Rüzgar almaya başlamıştı. Yitirilecek zaman
yoktu. Bir saat kadar uğraştılar. Ateşoğlu:
70
- Ne yapalım, alnımızın kara yazısıymış. Bari
ipleri dipten koparsak da, onların dipten yüze ka
dar gelen kısmını kurtarsak dedi.
İki ipi kayığın bir babasına bağladılar. Hepi
miz güvertenin ortasına dizildik. Bir sağa bir sola
eğildikçe kayık bir sancak, bir iskele tarafına yılı·
yordu. İpi böylece dipteki kayaya sürte sürte ko
paracaktık. Hepimiz sanki dile gelmez bir işken·
ceye tutulmuş, kıvranıp dövünen altı gölge halin
de saatlerce uğraştık. ama tambura teli gibi geri
len ipler bir türlü kopmuyordu. Ta neden sonra .
Ateşoğlu. kırık bir sesle:
- Burada sabaha kadar hoplayıp duracak de
ğiliz ya. Vaktinde yetişmezsek paraketeden olduk
tan başka, balıkları da korkutacağız. Dip kayalar
keskin değil , ya da yosunla örtülü, ip kopmuyor
işte. Takın kürekleri! dedi.
İki genç , kırareasma küreklere dayandılar.
Ama kayık yerinde bağlı kalıyordu. Sanki dipler,
paraketeyi tutmakla kalmıyor, kayığı da istiyorlar
dı. Kapt a n . ·verin bıçağı!" d iye bağırarak güver
teden ambara atlad ı . Sanki kendi damarlarını ke
siyormuş gibi i pleri kesti. Acele ile öteki şamandı
raya gittik, ama işimiz orada da pek kötü gitti.
Karadan mersin dalları kesip kayığa getirdik.
Rüzgar öndendi. Volta vurmakla Bodrum'a vak
tinde yetişilemezdi. İki delikanlı tek küreklere da
yandılar. Ateşoğlu, " Hak tüüh! " diye iki avcuna
tükürerek, onların arkasında durdu ve daha kısa
olan çift küreklere yapıştı. Bodrum'a kadar, yani
otuz beş mil kürek çekeceklerdi .
Onlar yaradana sığınarak ha bire denizi ka
zırlarken Fatma:
- Bana bak da ne yaparsam yap , dedi .
71
Ambara bağdaş kurup feneri aramıza aldık.
Balıkların ağızlarını ve kulaklarını açıp tuz serpi
yor ve ağıztarla kulakların açık kalmaları için ora
ya mersin dalcıkları sıkıştırıyorduk: sonra da ba
lıkları baş aşağıda kuyruk yukarıda. güverteye yan
yana istif ediyorduk.
Bu iş bitince oturduğumuz yere kıvrıldık. Gö
züme uyku g irmiyordu. Gök ve deniz baştanbaşa
bir pırıltı ve çalkantı idi . Yıldızlar kıpır kıpır kıpır
dadıkça . köşeleri kırpılmış panltı kırpıntıları mil
yon kere milyarca şakrayan yağmur damlaları gi
bi harıl harıl boşanıyor ve denize düşüyorlard ı .
Ne güzel evrendi b u ! Ama kayıkta kan ağlayan
insanların yanıbaşında, bu güzelliği tatmak değil
sezinlemek bile onlara karşı işlenmiş bir suç duy
gusunu veriyordu. Ne var ki daha çocuktum . Ço
ğu büyüğüm olan insanlarda bir güzellik, bir iyilik
le bir doğruluğun bulunduğuna inanıyordum. Her
nedense arada ben de, kayıktakilerin çekmi ş ol
dukları güçlükleri ve i şkenceleri hep dünün ve bu
günün gel geç kötülükleri, çirkinlikleri ve gecenin
kabusu sayıyordum. Yarınınsa mutlaka göklerde
ve denizlerde gördüğüm güzelliğe denk güzellikte
ve iyilikte olacağına -zincir kemiğime bel bağladı
ğım kadar- i nanıyordum. Gördüğüme nasıl inan
mazdım ki, gördüğüm güzellikler, bu dünyayı ha
bis bir ruhun yaratmadığını bana. göz göre göre
doğruluyordu. Böyle düşünceden düşe düşten dü
şünceye vara gele uyuyakalmışım. Arasıra uyan
dıkça üç balıkçının kapkara yükselen gölgeleri
üzerinden yıldızların kıvılcımlar gibi arkaya ak
makta olduklarını gördüm. Üç dev heyula geceyi
yara yara yıldızlar arasında yarına ilerlemekteydi
ler. Gene uykuya dalmışım.
72
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum . Birdenbire
ben i , acı bir çığlık uyandırdı . Söz ve bilinçten yır
tılarak ayrılmış kapkara bir yasın bağrışıydı o. Yü
reği m kıyıldı , tüylerim ürperdi. Kayı k bir burnu
kıyılıyordu. Bağınş oradan geldi . Bir kadın sesiy
di:
- Balı kçılar! Kara bahtlı bal ıkçılar! Hah hah
hah ! diye karanlıkları yırtıyordu. Kayıktakilerin
hiç aldırış etmediklerine şaştım . Hepsi de:
- Deli Zehra , dediler.
Fatma bana anlattı. Bu Zehra , geli n olacağı
gece kocası olacak adam çok sarhoşmuş, arka
daşları onu gelin evine sokarken . göreneğe göre,
şaka olsun diye yumruklamışlar ve "'Kı lıbı k ! " ' de
mişler. Herif kan çanağına dönen gözlerle ve iç
kiyle yamrı yumrulaşarak kenarlarından salya sı
zan bir ağızia içeri dalınca, gelin tutamadığı bir
tiksintiyle oturduğu yerden irkilmiş. Teller ve du
vaklar bir çağlayan gibi, fişş ederek ayak ucuna
akmış. Herif: "'Vay, sen beni kılıbık sanıyar d a ilk
görüşünde bana meydan okuyup irkiliyorsun ha?"'
diyerek olanca gücüyle Zehra'nın alnına bir yum
ruk indirmiş. Kız yere devriimiş ve delirmiş. Köy
lülerde bir görenek varmış. Birisi delirince, onu
dağlarda serbest bırakırlarmış. Köylülerin fikrin
ce , kuzular, koyunlar, keçiler , hatta karaca, ge
yik, dağkeçisi ve başka tatlı bakışlı hayvanlar deli
ye yavaş yavaş alışıyar, ona sokulup çevresinde
toplanıyor ve onunla kardeşmişler gibi yaşıyorlar
mış. O hayvanların tatlı bakışlarının deliler üzerin
de sakinleştirici bir etkisi oluyormuş. İşte b u yüz
den Zehra'yı başıboş bırakmışlar. O da gece gün
düz dere tepe gezer, arasıra da bağırırmış.
Ben yine dalmışım. Ne kadar daha uyuduğu-
73
,mu bilmiyorum. Derken, Ateşoğlunun perişan bir
sesle Fatma ile konuştuğunu duydum:
- Kızım kal k, sen de Halil de küreğe yardım
edi n , diyordu.
Fatma ile ben, bir tek küreğin deniz yanına,
Halil d e arttaki tek küreğe ellerimizi dayadık. Bü
yüklerin güçlü itişine kendi çocuk gücümüzü katı
yorduk. Kaptan arasıra doğuya bakarak dişleri
arasından , 'Neredeyse gün doğacak. daha da altı
milimiz var" diye mırıldanıyordu. Ona göre, d o
ğacak olan gün değil cehennemdi. Bir saat kadar
kürek çektik. Rüzgar dindi. Yeni günün muştucu
su yeşil bir ağartı peyda olunca , kıyı kuşları gü
nün eşiğinde cıvıldaşmaya koyuldular . Tanyerinin
üstünde sabah yıldızı çil çi! gülüyordu. Sabah rüz
garı da serin serin aldı. Kapta n , " Mola kürekler,
issa yelken" dedi. Çok geçmeden kalenin kapka
ra kayaları ardı ndan, Bodrum limanı feneri ve kı
yısındaki evlerin tek tük ışıkları gözüktü. Ateşoğ
lu:
- Bak, fırıncı Şalvaroğlu, fırın ağzını a çıp ka
padıkça ateş kıpkırmızı yanıp sönüyor, dedi.
Delika nlının biri :
- Herif erkencidir. Madrabaz Ragıp Ağa ile
Kazayak da öyleydiler a ! Yelkenimizin Ayaıma
Burnundan çıktığını görünce küfeleri alıp deniz
kenarına koşmuşlardır. Şimd i , sen alacaksın ben
alacağ ı m diye boğaz boğaza kavga ediyorlardır,
dedi .
Ö teki delikanlı ekledi:
- Gözü doymaz herifler! Birbirinin gözlerini
oymazlarsa hatının kalır. Asıl cinime giden şey,
değme sıkıntı ile tuttuğumuz b al ı klardan, bu herH
Ierin bizden fazla kar etmesidir.
74
Ateşoğlu da :
- Ne yapalım evlat, dedi, dünya böyle kurul
muş. A canım sen de, bunun iyisi de . kötüsü de
eğreti şeyler dedi ve başını sallad ı .
Kaleyi geçince yelkenleri boğduk. Gümrüğe
pratika verdik. Mirisinin alınması için , balığın yir
mi iki okka olduğu. dört beş deftere yazılıp çizil
di. Karantinaya uğrayarak, hasta olmadığımızı
defterler ve belgelerle ispat ettik.
Kol ve bacak kemiklerimiz yorgunluğun sızı
sıyla neyler gibi ötüyorlardı. Ateşoğlu. " Haydi
mahalleye" ded i . Ses menziline girince. madrabaz
Ragıp Ağa, kıyıdan :
- Kaç okka? diye bağırd ı .
- Yirmi iki! . . . diye cevap haykı rıld ı .
Palamar bağlarken. Fatma'nın halasının beş
altı tavuğu peşine takarak kıyıya gelmekte oldu
ğunu gördük. Ama kaptanın neşesizliğinden avın
bereketli olmadığını kestirdi . Sokak aralığından
Kazayağın ı n sesi de duyuldu:
- Sabah sabah el oğlunun balığını satacağım
diye uykundan ol, sonra sana nankörlük etsinler
de, balıkları Ateşoğlu gibi ateş pahasına vererek
insanı zarara soksunlar, diye bağıra bağıra Ragıp
Ağanın yanına geldi.
İ kisi de :
- Balıkları hele bir getirin de ne biçim şeyler
olduğunu görelim, dediler.
Balıklar çıkarılınca, madrabazın biri :
- Merca nlar az, çoğu vlahos gibi ıskarta şey
ler. . . derken, öteki balığın birini koklayarak:
- Ööff f ! Leş gibi kokuyor. Bu kokmuş şeyle
re ne istiyorsun? diye soruyordu .
Ateşoğlu, g ü r bir sesle:
75
- Altmış paradan bir mangır aşağıya olmaz,
ded i .
Kazaya k :
- İnsaf et be yahu! İki okka balık satarak mil
yoner mi olmak istiyorsun? Müslümancasına bir
şey iste! diye haykırdı.
Ragıp Ağa ise, Kazayağı kolundan tutup uza
ğa çekmeye uğraşıyordu:
- Vazgeç be! Gitsin de satabilirse kendi sat
sın! diyordu.
Delikanlının birinin tepesi attı :
- Kızdırmayın ben i ! Satamazsak tuzlar d a .
hepsini oturur yeriz . H e m b u balığın neresi kok
muş? . . . Mis gib i kokuyor. Şunu da söyleyeyi m:
Parayı sonra vermek yok. Senden para almak,
balığı denizden çekmekten zor oluyor, dedi .
Ateşoğlu:
Haydindi, elli paradan verin : hayrını da gö
rün . Zaten yorgunuz, bizi üzüp durmayın, diye
ekled i .
Fatma'nın halası Ateşoğluna:
- Gelin , size ateş yaktım, çorba pişirdiın, di
ye söze karışıyordu.
Yarım saat al takke ver külah pazarlık ve iki
taraflı savrulan bir sürü küfürden sonra balıklar
okkası elli paradan satıldı.
Paralar bir mendile kondu ve Ateşoğlu bir
eline mendili ve öteki eline de büyücek bir mer
can kırması ald ı . Ateşoğlunun evinde, mendil ye
re serild i . İki delikanlının payları ayrıld ı . Çorbayı
sessiz sessiz içerken kapı çalındı . içeriye hıçkıra
hıçkıra, salt kapkara göz kapkara bakış kalmış,
orta yaşlı zayıf b ir kadın gird i . Göğsünde uzun bir
bohça taşıyordu. Onu yere koydu. Açtı . Yedi yaş-
76
!arında , bir deri bir kemik kalmış, ölü bir kız ço
cuğu idi . Ateşoğluna :
- Sizlere ömür geceleyin öldü. Son olarak.
"Babamı istiyorum" diye haykırd ı . A h . yavrucuğu
m? gönl ümün isteğince bakamadım. Babası i ki
aydan beri Yoran taraflarında balıkta . elimizde
avcumuzda da b i r �ey yok. Şilteyi Kazayağa gö
türdüm. Ne olaca k , ben yerde yatıveririm dedi m .
Eski diye şil teye uir şey vermed i . Yavrucağı ke
fensiz, çiçeksi z . susuz mu gömeyim'? Belediye
Başkanı Katırcıların Ağcıya gi ttim. "Babası balık
çı , kuyudan kova dolusu su çekiyormuş gibi balık
çekiyor. Para kazanıyor. ona kefenlik mefenlik
verirsek fakir fukaraya ne kalır?" dedi.
Kadın bu sözleri söyleyince çocuğu kaldırıp,
"Yavrucuğum ! " diye bağrına bastı. Bağazımda
sanki yumruk kadar bir düğüm düğümlendi . H ıç
kırarak ağlamaya koyulmuşum. Ateşoğlu ile iki
delikanlı :
- Sen merak etme Emine kadın, ne gerekse
biz yaparız. Denizcileri n çocukları denizcilere
emanettir, dediler.
Ateşoğlu kalkıp delikanlıları bir köşeye çekti.
Cebindeki paraları onlara verdi . Delika nlılar da
kendi paralarını saydılar ve o parayı kendilerinin
kine kattılar. Sonra i kisi de kefenlik ve şu bu al
mak ve ölü yıkayıcısını çağırmak üzere dışarı fır
ladılar. Yarı içiimiş çorbayı artık içen olmad ı .
Ateşoğlu odanın bir yanında duran mercan
kırmasını bana göstererek:
- Onu al da babana götür oğlum, ded i .
Sonra k ı z kardeşine dönerek:
- Hazırlıklar bitineeye kadar -yani çocuğun
gömülmesi için yapılacak hazı rlıklar- biraz uyku
77
kestireyim. Oradan -yani mezarlı ktan- dönünce
hemen denize açılayım. Ay karanl ığıdır; belki pa
raketenin acısını ağlardan çıkarırız. dedi .
Artık güneş adamakıllı yükselmişti. Ben . Ate
şoğlu ve kız kardeşi. hep birlikte evden çıktık.
Evin önünde bir arsa ve onun da ortasında bir
harup ağacı vard ı . Gölgesine, kuru toprak üzeri
ne Ateşoğlu üç. üç buçuk karış aralıkla üç taş d iz
di. Şaka değil , otuz beş mil kürek çekmişti . Yor
gunluktan adeta yere yuvarlandı. Başını orta taşa ,
ellerinde toplanan kara sular geriye aksın diyerek
iki elinin bileklerini de sağdaki, soldaki taşiara
koydu. Elleri böylece yüksekte duruyordu . Onlar
parakete ve kürek çekmekten . muz salkımları gibi
şişmişlerd i . Hemen uykuya dalmak gayretiyle
gözlerini yumdu. Ağzı yarı açıktı . Denizin ve fırtı
naların kahrını çekmekten yüzü, bir i nsan yüzü
olmaktan çoktan çıkmıştı . Oracıkta çarmıha geril
miş gibi uzamrken onda, evin içinde yerde yatan
ölü çocuğun hal i vardı . Kız kardeşi evden bir iki
yastık kapıp getird i . Ateşoğlu ona:
- A canım Halime, hep böyle yaparsı n . iste
mem be. Şimdi hamlamanın sırası mı? Sırtımızı
pamuğa , kuş tüyüne alıştırırsak. sonra balığı kim
avlar? Böyle şeyler bizlere göre değil be kardeş!
ded i , gözlerini yine kapadı .
Ben , elimde balığı saliaya saliaya ve i çi mden,
"Mademki bi rkaç saat sonra gidecekler, ben de
ne yapar yapar, birlikte giderim. O kula gidip to
pal hocanın nefes kokusunu kim dinler?" diye dü
şünerek evin yolunu tuttum.
Annem ocağı yakmış, cezveyi sürmüş, baba
mın uyanmasını bekliyordu. Ona neler gördüğü
mü kısaca fısıldadım. Balığı bıraktım. Peynir ek-
78
rnek istedim. Babamın beni ikinci kez balığa bı
rakmayacağından korkuyordum . O uyanmadan
önce ortadan kaybolmalıydım. Anama. balığa gi
deceğimi söyledi m . Tersane diye kullanmış oldu
ğum yıkıntının gölgesine kıvrıldım . Bir iki şekerle
me kestirir gibi oldum. Ama içim rahat etmiyor
du. Ateşoğlunun bensiz kalkıp gideceğinden kor
kuyordum . Doğru onun evine gittim ve görünme
den uzaktan gözetled im.
Cami müezzini. ölü yıkayıcısı, iki delikanlı.
Kirpi Halil Usta ve daha birkaç balıkçı ve denizci
nin geldiklerini gördüm. Sonra, Ateşoğlunu uyan
dırı p eve çağırdılar. Oradan , i ki el i üzerinde bir
tepsi taşıyormuş gibi . ufacık bir tabutu taşıyarak
çıktı . Kafile düzüldü. Yedi seki z kişiyd iler. Ben de
onlara katıldım. Evden çocuğun annesinin sesi
duyuluyordu:
- Ah yavrucuğum, seni kara topraklara mı
götürüyorlar? Baban seferden gelecek "Çocuk ne
rede?" diyecek. Ottan paçavradan oyuncak bebe
ğini , bayramda tıkırdatarak giydiğin kırmızı tas
malı nalıncıklarını görecek. Oysa, seni bir daha
hiç göremeyecek! diye ağlıyordu.
Ateşoğlunun yüzü kaskatı dondu. Tabutu
seyrek kafileyi teşkil edenler sıra ile taşıdılar. Yal
nız, zavallı Halil Ustanın bir eli değneğinde oldu
ğu için taşıyamadı. Arasıra topallaya topallaya ta
buta yanaşıyor, bir eliyle tutmaya çalışıyordu.
M�zarlıktan dönünce , dosdoğru kayığa gitti k.
Ben işte orada bir yalan söyledi m . Ateşoğluna :
- Ateşoğlu amca, babam bana seninle yine
balığa gitmemi söyledi , dedi.
Yüzüme baktı, güldü.
- Haydi gel evlat, ben de küçükken senin gi-
79
biydim. Çakmadım sanma, babandan paparayı
birl i kte yeriz! ded i .
Ben hemen kayığa hoplayarak saklandı m .
B u i ki nci seferde. paraketeleri değil -onların
epeycesir;ıi denizin dibinde bırakmıştık- barbunya
ve başak ağları aldık. Ateşoğlu. boyuna havaya
ve den ize bakıyor. " Dalgalar kıvrılıyor. demek ki
rüzgar değişecek" ya da "Deniz ağarıyor, demek
ki rüzgar dönecek" diye mırıldanıyordu. Delikanlı
ların biri:
- Ateşoğlu amca, bal ı k aviarnaya mı , yoksa .
atasözü d inlemeye mi geldik? dedi.
Ateşoğlu. ona hiç aldırmadan:
- Ufuk sabahtan beri buğulu, demek ki yağ
mur var. ded i .
Delika nlı :
- Mademki yağacak, niye denize açılıyoruz?
diye sordu.
Ateşoğlu:
- Havada yağmur, ambarda kupes balığı di
ye cevapladı .
Öteki delikanlı:
- Gerçekten gök bugün madrabaz Kazayağı n
suratma benziyor. diye söze karıştı .
Bir gün önce parakete almış olduğumuz ye
rin biraz berisine demir attık. Güneş batmazdan
az önce karaya çıkıp ateş yaktık. Yemek pişiri
yorduk. Yan ıbaşı mızdaki yaban sakızı çalılarının
arkasından yine deli Zehra'nın çığlığı : "Kara baht
lı balıkçılar! Hah hah hah!" diye sessizliği yıttı .
Çalılar çatırdadı ve Zehra meydana çıktı . Kapka
ra çukur gözlü bir kadındı. Simsiyah saçları birbi
rine yapışmış, başından, omuzlarında n , kuyruk
kuyruk sarkıyorlard ı . Bakışı çığlığından da acıyd ı .
80
Kadı n önümüzde gene bağırdı . Bir i n san bağrın ı n
b u kadar kara bir acıyı nasıl barındırabileceğine
şaştım. Donmuş. kara bahtlı bir yüz. Dayanabile
ceğinden çok daha fazlasını çekmiş bir çocuk yü
zü. İ nsan o kadar a cıyordu ki , bakışı nın önünde.
onun kadar mutsuz olamadığına utanıyor. " Beni
bağışla ! " diye yalvarası geliyordu. Yemek verdik.
kabul e tmedi . Kıyıdaki yüksek kayaların üzerin
den yürüyerek uzaklaştı . Fatma'ya,
- Kayalardan aşağıya düşecek, peşisıra gide
lim de yardım edel im. dedim.
- Korkma ! dedi . beni alıkoydu.
Haklıyd ı . Çünkü Zehra'nın bacakları, ayakla
rı. elleri bir dağ keçisi anlayışıyla yolunu ve basa
cağı yeri seçiyordu. Biraz sonra kayalardan saptı .
ormana doğru yürüdü . "Hah hah hah ! " diye h ı r
çın hırçın gülerek ağaçların arasında kaybolup
gitti .
Ondan sonra. beş altı köylü çıkageldi , Ate
şoğluna :
- Balıkçı baba, efem -yani ağabeyim- hasta ,
bize balık ver, dediler.
Anlaşılan kıyı köylüleri balığı hem yeygi,
hem ilaç sayıyorlard ı . Ateşoğlu:
- Evlatlar, daha avianmadık İnşallah tutarız
da, geli rsiniz size veririz, dedi .
- Eyvallah , deyip ayrıldılar.
Akşamieyin ağları döşed ik. Sertçe bir rüzgar
esiyordu. Hırçınlaşıp çırpınınaya başlayan deniz
de dizi dizi mantarlar şeytan tarafından çalınan
bir kemençenin temposuna, lazvari bir oyun tut
turmuşlard ı . Gün , bir daha doğmayacakmış gibi
battı. Işık yavaş yavaş d inmedi ama, çürüyüverip
bozuldu. Avımız çok bereketliydi. Kayık arnbarı
81
yarı yerine kadar, kupesierin erimiş gümüşüyle
doldu. Ne var ki Ateşoğlunun yüzü güleceğine ka
rarıyordu. " Hava çok koyacak, ben kemiklerimin
sızlayışından anlıyorum , " diyordu. Dediği gibi de
oldu. Deniz birdenbire yoksullaşıveren sularının
bütün yalnızlığınca . garip garip inlemeye koyul
du. Rüzgar arkadandı. Hemen yelkenler issa edil
di. Delikanlıların küçüğü:
- İzmir'de Karşıyaka'dan geçen trenin düdü
ğü gibi öten nedir? diye sordu.
Ö teki si.
- A budala , ecinniler. dün akşamdan beri kı
yı boyunca ray döşemediler a . Ekspres gibi gelen
şimendifer değil . rüzgar , diye cevap verd i .
Ateşoğlu, çığrışarak üzerimizden geçen mar
tıları göstererek:
- Buncağızlar, hep telaştı telaştı karaya d oğ
ru uçuyorlar. Galiba kızıl kıyamet kopacak. Yeke
yi hep sancağa bas. Bir ayak önce yetişelim. Ha
va hiç de hoşuma gitmiyor, dedi .
Güneş battıktan sonra havanın zindan gibi ka
rarmasına karşı , deniz şiddetle fosforlandı. Akan
dalgalar sanki bir alev seliydi. Fırtına azdıkça azdı.
Rüzgarla biçilip savrulan sular, enselerimizi yakan
kamçı salışlarıydı . Birdenbire Ateşoğlu:
- Mayna yelken! Çabuk! i pleri kesin ! diye
bağırd ı .
Delikanlının b i r i . bıçağı çekip dişlerinin arası
na kıstırd ı . Kedi gibi direğe tırmandı . Ötekisi:
- Allah belasını versin ! Sonra yelkensiz ne
yapacağız? dedi .
Ateşoğlu,
- Ağzını topla, küfrün sırası değil? Allahın
elindeyiz! diye b ağırd ı .
82
Bunu duyunca küçük Halil. "Ana! Ana! . . di
verek avazı çıktığı kadar haykırıp ağlamaya başla
d ı . Direk başındaki delikanlı :
- Sesini kes be ! Yoksa aşağı iner. alimallah
-;eni tekmelerim. ded i .
İki sağanak aralığında kesilen yel ken , amba
ra düştü. Ö teki delikanlı. rüzgar gelip yelkeni
kapmada n . onu toparlayıp . başaltına tıkt ı . Fatma
ıle ben, eski püskü tenekelerle. kayığın suyunu
. ı t ıyorduk. Fatma:
- Halarn havayı görmüştür. Kurtulmamız için
lıoyuna secdeye yatıp kalkıyordur. dedi.
Deli kanlının biri:
- Neredeyiz acaba? diye sorunca Ateşoğlu :
- Allaha emanetiz! diye cevapladı.
Küçük Halil yarı ağlar bir sesl e . "Bırakın ağ
l.ıyayı m . beni tekmelemeyin" diye yalvarıyor ve
kendini tutarnayarak ciyak ciyak "Ana! Ana! . . .
d iye bağırıyordu. B u sırada kıyıdan bir fışıltıdır
l ıaşladı. Delikanlıların biri :
- Kale kayalarma yaklaşıyoruz. Kayaları duy
ı nuyor musunuz? ded i .
Ateşoğlu:
- Bu fışıltı, kalenin düzgün kayalarının fışıltısı
değil . Ayazma Burnunun kargaşalık taşlarının sesi
deyince, ambara atlayıp eğild i , farslara kulağını
dayadı.
Başını kaldırınca:
- Ben size demedim mi? Burası kale deği l .
/\yazma Burnu. d i p tam beş kulaç. Elhamdülillah
kurtulduk. Neredeyse liman feneri görünecek. ded i .
İkinci balık seferim d e böyle bitti .
Eve döndüm . Anam azarladı . Ertesi günü ba
lıam bana rıhtımda rastladı :
83
- Mektep d ururken burada işin ne a köpek!
diye çıkıştı .
O anda, iki kayık, ufukta ayak uçlarına kalk
mış gibi duruyorlardı : o yüksek noktadan sanki da
ha ötelerini görüyor ve gördüklerini bana muştulu
vorlardı. Beni . duruşlarının diliyle. "Gel . gel deniz
_yavrusu! Okulda işin ne? Seni açığa götürelim ! " di
ye çağırıyorlardı. Hele küçük adalar! Onlar tıpkı
benim gibi çocuktular . Başlarını ufkun ötesinden
kaldırmışlar. ''Gel de birlikte oynaşalım!" diyorlar
sanki. Hayret ve hayranlıkla açılmış bir ağız. umut
la yanan gözlerle bakakalmışım. Babam:
- Sana söylüyorum! Nereye bakıyorsun?
Arş! Doğru mektebe! diye gürledi .
Ayaklarımı sürükleye sürükleye çekildim.
Babam anlamıyordu yahu. İki kere balığa git
mekle artık okuldan büsbütün sıtkım sıyrıl mıştı.
Kendimi bildim bileli -kötü ya da iyi- dinledikle
rim hep deniz hakkındaydı. Kadınlar el değirme
ninde buğday, arpa öğütürken, kirmanla ip eğirir
ken , dizlerinde ayran testisini çalkalarken, kıyıda
çamaşır tokaçlarke n , dibekte bulgur döverke n .
bütün davranışları n ı mırıldandıkları b i r deniz tür
küsünün temposuna uydururlardı. Beşikteki yav
rularını saHarken anaların söyledikleri ninniler.
hep deniz efsaneleriyd i . Hele o mehtaplı düğün
gecelerinde parmaklarını ve damaklarını şaklata
rak, bellerini kırmaya bir koyulmasınlar. gövdele
rini süzdükçe , tepeden tırnağa akan ay ışığını bü
küyor, büküyorlardı da, o müzik telini gönlüme
dolayıp, açık denizlerdeki mehtaplı gecelere çeki
yorlardı . Oyunları , umut, sevgi , keder, öfke ve
sevinçleriyle bir deniz bildirisiydi.
Babamın bunlara kulağı mı tıkanmıştı ne? Ki-
84
mi vakit l imanımıza bağlı bir geminin batlığını du
yardık. Boğulanlar için duyulan kederi herkesin
yüzünden okur. boğulanların öksüz kalmış çocuk
larına sokakta rastlar, onların evlerinin önünden
geçerken kadınlarının hıçkıra hıçkıra ağladıklarını
duyar, batmış gemiden kurtulanların türkülerini
kendi ağızlarından d inlerdim. Denizden soğumak
şöyle dursun, boğulanlarla beraber bulunamadı
ğım. denizin öfkesiyle karşılaşmadığım ve ölüm
dirim savaşı da olsa denizle al takke ver külah gü
reşemediğim i çi n hayıflanırdım .
Babamın söylediği gibi okula değil , Ateşoğlu
na gittim . Kayığına tayfa diye almasını yalvara
caktım. Onu harup ağacının gölgesinde uzanmış
buldum. Uykusunu uyumuş, neşeliydi :
- Nasıl? Balıkçılık güzel mi? diye sordu ve
sonra balıktayken g örmüş olduğumuz güzel yerle
ri andı.
Demek ki balık avında çektiği sıkıntılara , uğ
radığı zararlara, karşılaştığı tehlikelere rağmen ,
ister iy·i havada olsun, ister fırtınada olsun , Ate
şoğlunun çevresindeki güzellikleri görmek yetene
ği hiç de fe lee uğramıyor, denize sövüp sayarken
bile bütün o güzellikl er i . otomatik olarak içine
alıp orada alıkoyuyordu. Denizciler işte bu yüz
den fırtınadan söz etmeyi seviyorlard ı . Ben Ate
şoğluna, utana sıkıla, ezile büzüle niçin geldiğimi
anlattım. Ateşoğlu bir kahkaha salıverdi:
- Yooo, olmaz . . . Seni temelli kayığa alırsa m ,
baban vallah i kimizin de derisini yüzer, dedi .
Canım sıkıldı . Ö nce anlattığım gib i , Fatma
kafa dengim ve oyun arkadaşımdı. Derdimi yan
mak için onu a radım . Ona çok inanırdı m . Ama
nasıl anlatayım, i nanmaya inanmaya i nanırdım .
85
Su gibi, deniz gibiyd i . Gönlündeki duygular. göz
lerinin değişen renkleri gibiydi. Onları kavalayıp
yakalayamazdım. Rengin biri uyanıp yanarke n ,
nasıl değiştiğinin farkına varmadan -gözüm g ö
zünde- başka bir rengin kayıp gelmiş olduğunu
görürdüm. Yalnız öfkesi tam öfkeydi . Acaba öf
kelendi mi öfkelenmedi mi denecek yeri yoktu.
Gözlerinin koyu yeşili arasında sarı kıvılcımlar
uçuşur, rüzgar esmiş, gözlerini tutuşturmuş ve on
lara alevler saçtırmaya koyulmuş gibi olurdu.
Her neyse , Fener koyuna gittim . Sapa bir
yerde, kıyının ıssız ve küçük bir kıvrıntısına o ad
verilmişti . Ta uzaktan Fatma'nın çekilmiş parlak
bir kılıç gibi yapyal ı n gövdesinin beyazlığını gör
düm. Farkına varmadan ben de, o da büyümüş
tük. Beline kadar den ize girmişti. Elleriyle saçla
rının suyunu sığıyordu. Belinden uzaklara. deniz
üzerinde göz kamaştırıcı gümüş halkalar yayıyor
du . Ben ona d oğru yürürken bir çalının ardından
Eğriboyun İbra h i m çıkakoydu. Tepecik Mahalle
sinin çocuklarını n zorbasıyd ı . Kend inden küçük
leri dövmekten , onlara işkenceler etmekten hoş
lanırdı. Fatma'nın kıyıda bıraktığı çamaşıriara
doğru yürüdü. O nları alıp kaçmaya ve Fatma'yı
da , donunu saymazsak çırılçıplak bırakmaya ni
yetlendiği anlaşı lıyordu. Fatma da İbra him'in ne
yapmak istediğini hemen çaktı ki, denizden fırla
yınca. elbiseleriyle kaçmakta olan İbrahim'in ar
kasına düştü. Ben uzaktaydım. ama Fatma İbra
him'e yetişerek. elbiselerini aldı ve onu tokatladı.
İbrahim karşıl ı k vermeye kalkıştı . Tam o sıralar
da, çalıların ardından cıvıldaşa cıvıldaşa bir sürü
çocuk sökün etti. İbrahim. Fatma'nın saçlarını
kavramış, onu sürüklemeye çalışıyordu. ama Fat-
86
ma b i r d işi pars gibi üzerine atıldı ve onu devirdi .
Çocuklar:
- Ha görelim seni Fatma abla ! Şu herifin bur
nunu kır ! Bize, gelin de. Fatma'yı nasıl soyup döve
ceğimi seyredin demişt i . Dövenin kim . dövülenin
kim olduğunu ona bir göster! diye tepiniyorlardı.
İbrahim kaçt ı . Küçük çocuklar öyle sevindiler
ki. ufak koy, çığrışan ve gülüşen çoluk çocuğun
Fatma ile birlikte denize atılışlarıyla apak köpü
rüp kaynad ı . Bu olaydan sonra . Fatma·ya, " Er
kek" lakabı takıld ı . Onu öteki Fatmalardan ayır
mak için, hep " Erkek Fatma" diye andılar. Ben
kıyıya gelince, Fatma:
- Ne var? diye yanıma geldi .
Ben . derdimi şimdi yanamayacağım ı , öğle
den sonra, bizim çocukluk tersanemize gelmesini
söyled i m . Göz göze sustuk. Gözlerinin renkleri
gene kaçışıyordu. Biraz durdu. Bana di kkatle bak
tıktan sonra:
- Olur! dedi ve denize dald ı .
Ateşoğluna g i d i p Fatma'nın ne yaptığını an
lattım. Yattığı yerden kalkıp oturdu ve:
- Biliri m , onda Ateşoğullarının kanı vardır .
Fatma'yı alimallah i ki erkeğe değişmem, ded i .
Eve döndüğüm zama n , babam sefere çıkaca
ğı i çin hazırlıklar yapılmakta olduğunu gördüm.
Sevinmedim dese m . yalan söylemiş olurum. Çün
kü istediğimi annerne babamdan daha kolay yap
tırabilirdim . Yemekten sonra soluğu . doğru bizim
eski oyun yeri ev yıkıntısında aldım. Fatma daha
gel memişti.
Biraz sonra bir ayak sesi duydum. Fatma çı
kageldi . Ama neydi o hali? Yüzünü gözün ü bir fu
tayla sıkı sıkı örtmüştü. Gözleri öfkeyle yanıyor
du. Bana:
87
- Halam. denize girdiğimi duyunca. "Artık
koca kız oldun. denize giremezsi n : hem artık ör
tünmelisin" diyerek beni örtünıneye zorladı . Ba
bam güldü ama . ses çıkarmadı . Ben kapalı olarak
nasıl gezerim? Nah işte ! dedi.
Futasını fırlattı ve kuru duvarın üzerine sıçra
yıp oturdu. Ben de yanına oturdum. İkimiz de ba
caklarımızı saliaya saliaya konuşmaya başladı k :
- Seni artık örtüyorlar. bundan sonra seninle
nasıl görüşeceğim? dedim.
Yüzünü bana dönüp güldü:
- Dur bakalım hele! Belki senden kaçmam,
dedi .
Benim gülmediğimi görünce:
- Ne o , bugün canın yine çok sıkkın . Ne
var? Gene denizi mi tutturdun , yoksa deniz mi
seni tutuyor? diye sordu.
İçimde ne var ne yoksa hepsini döküp saç
tım.
- Biliyor musun ne yapalım? Baban gider
gitmez ben onsuz varırım . Ona , gödüğüme ve an
ladığıma göre. seni denize bırakınaziarsa kendine
kıyacağını ya da mutlaka kaçacağını söyler. onu
adamakıllı korkuturum. Baban geri dönünceye
kadar sen gitmiş olursun. Baban dönünce anan
onu yatıştırır, dedi .
Ben :
- Canıma kıymaya gelince, hiç de kıymam!
Yaşamak. hem de denizde yaşamak istiyorum.
Ama . izin vermezlerse valiahi de taliahi de kaça
nın. dedim.
Fatma'nın gözlerinin alacakaranlığı i çinde bir
şeyler yandı. Bana hayranlıkla baktı ve :
- Keşke ben de erkek olsaydım! d ed i .
88
EH! ARTIK AÇIK DENİZ!
89
Babamla araları pek açıktı . Nasıl uyuşabilir
lerdi ki , babamın eli alnı gibi açıkken onunkisi
inadına sıkıydı . Bu yüzden amcam, babam yok
ken hakkımda bir karar almaktan çekiniyordu.
Ne var ki Erkek Fatma kovuldukça, gene gelip
aynı yere konan i natçı bir sinek gibi. "Mahmut'u
bırakmazsanız. kendisini öldürecek. ya da bir da
ha yüzünüze bakmamak üzere kaçacak" diye diye
·
90
Cevabıını h i ç beklemeden yanıbaşındaki odada
oturmakta olan liman çavuşunu çağırd ı . Gelip ka
pida d uran çavuşa üç dişli zıpkınla değil ama . zi
fir�ı 5igara ağızlığıyla göstererek, " Dünyanın tasası
hana ını Jüstü'? Beni m ne vazife m ! " diyormuş gi
bi bir aldırmazlıkla beni göstererek:
- Bu n( b i ç i n ı adam? diye sordu.
Çavuşun da l�ewı.b ını bı.�klf'med i . Çok önemli
bir şeyin sözünü ede,�ekmi ş �Jibi ciddileşerek:
- Kahveci Lütfi'ı;c söyle! Bana adamakıll ı o k
kah bir kahve yapsm l<ahve�:i bedava içmiyoruz.
Şaka değil , para ve r i y c r u z ' d i ye çıkıştı.
Çavuş önce kahve ha kl<ında. "Pekala efen
dim, emir buyuruyorsunuz' ' dedikten sonra, d ı şa
rıya çıkmak üzere dönerken. gözlerimde pek can
dan gelen bir yalvarış okudu ki . adeta duraklad ı.
Gene liman başkanına döndü. Kıyamet günü
Tanrı beni cennete mi. cehenneme mi göndere
ceğine karar verirken, yüreğimin böyle kendini
patlatırcasına güm güm çarpmayacağından emi
nim. Onun gümbürtüsünü adeta kulağımla işiti
yordum. Bakışım liman çavuşunun dudaklarına
takıldı . Çavuş beni göstererek:
- İyidir efend i m , deyince, liman başkanı par
maklarını kütleterek:
- Kaydet öyleyse. dedi .
Sevincimden i ç i m içime sığmaz oldu. Gön
lüm omuzlarımın üzeri nde , iki kanat şeklinde bü
yüyüp açıldı .
Ondan sonra l i man çavuşu ne sordu, ben ne
cevap verdim. hiç mi hiç farkında olmadım. Çı
karken dairenin taban tahtalarının üzerinden yü
rümüyordum. sanki kanada binmiş havada uçu
yordum. Topuklarım tüy kadar hafif, merdiven-
91
den atılırcasına inerke n , parmaklığa sağ elimin
bir parmağını kaptırarak, bir parça eti orada bı
raktım da farkında bile olmadım. Dai reden kur
şun gibi dışarı atılınca. manav Muharrem'in soka
ğa dizdiği koca kırmızı balkabakları gözüme ilişti.
O anda onlara . "Açıl ya susa m ! " diye haykırsay
dım. batkabaklarının çatı r çatır yarılacaklarına ve
içlerinden bütün yelkenleri açık. kocaman kalyon
ların sevinç ve türküyle öte öte göklere süzülerek
güneş yolunu tutacakianna inanıyordum . Manav
Muharrem arkarndan bana :
- Ülen eczacı da şimdicik buradan geçti. se
ğirt de arkasından yetiş. parmağını bağlat. amma
da kan kaybed iyorsun. ded i .
Eczacıya değil. dosdoğru gemiye gittim. Ge
mi iskeleye rampa edilmişti . İşte artık o geminin
tayfasındandım. Onunla sarmaş dolaş olmuştum.
O benim bir parçam, ben onun bir parçasıydım.
Birl ikte yüzecek. duracak. beraber batıp bağula
cak ya da varacağımız yere varacaktık. Beni artık
gemiden balta ile bile ayıramazlard ı . Bakanlardan
utanıp çekinmese m , pruvası na sarıtıp onu şapır
şupur öperdim . Palamarının bağlı bulunduğu iske
le , demirinin takılı bulunduğu dip çamurları , ben
ce yoktular. O benim maviler mavisinde yapayal
nız giden gelinimd i .
Kör Halit'in kahvesindeki haritada uğrayaca
ğımız kıyıların adlarını okuyar içimden tekrarlıyor
ve her adı tekrarladıkça bin bir beyit di n lemiş gibi
oluyordum. O gece dam başı nda. rüzgarda yap
rakları topaç gibi d önüp hışırdayan hurma ağacı
nın altına uzandım. Ama göz yuman kim? Aklım
fikri m . dalganın bi rine konmayı tasarlarke n , ka
nat üzerinde savsalayıp başka bir dalganın üzerin-
92
de çark eden ıssız martı gibi dalga geçiyordu. Ma
vi ve açık denizlerde yaşanacak bin bir serüven
kuruyordum . Bulutlar ardından görünen yeni ay
sanki ay değildi de dudakla sezilen bir gülüınse
yişt i .
Ertesi sabah şafak ışıkları beni gemide buldu.
Güverte. çiyle pı rıl pırıl parlıyordu. Çiy damlaları
iplerde . serenierde elmas küpeler gibi sal lanıyor
du. Güverteyi . ufalanmış sünger taşıyla birka ç ke
re oğd um . temiz kumlarla sürttüm , lekeleri üç kö
şeli raspayla kazıdım. Denizden bol bol çektiğim
sularla gıcır gıcır yudum ve sakız gibi ağarttı m .
Elimden gelseydi kayığı i nci klaptanlı Bursa hav
lularıyia silip kurutacaktım.
Bu işlerle uğraşırken yanıbaşıma bir gölge
düştü. Başımı kaldırıp baktım. Akranım bir ço
cuktu. Her nedense , ilk bakışta içim ısınıverdi
ona. O da bana karşı yekten bir yakınlık duymuş
olacak ki, gülümseyerek:
- Merhaba. kolay gele arkadaş, dedi ve ceva
bıını beklemeden yanıbaşıma çömelerek yardıma
koyuldu.
- Sen de kayıkta tayfa mısın? Ben yeni yazıl
dım, dedim.
Kendimin ve babamın adını verdim. Birden
bire güldü ve kalkıp beni kollarıyla saracakmış gi
bi davrandı. ama kendini tuttu:
- Yahu. sen i kaç gündür dazıra dazır arıyo
rum . Bir türlü bulamadım. Seni bana K.irpi Halil
Usta bildird i . Ben Murat Dayının oğlu Aliş"im, de
di.
Dayanamadım. Onu kollarımla sardım; de
mek ki Aliş ile aynı kayıkta tayfaydık. Konuşa ko
nuşa işimizi bitirdikten sonra. kaptanın ve öteki
93
tayfaların gelmesini beklerken, çözülmüş ip uçla
rını matis ettik . Güneş iki mızrak boyu yükseldiği
halde, tayfalardan hiçbiri görünmedi. Denizin yü
zü yeni kalaylanmış ten cere gibi pürüzsüzdü. Be
yaz evler, sıcakta şekerleme kestiriyorlarmış gibi
uyuyorlardı , bir türlü uyanmıyorlardı . Koşa koşa
bütün kapıları çalarak. kaptanı da, tayfayı da. bü
tün şehir halkını da uyandırıp kayığa çağırasım
geldi .
Ta neden sonra kaptan çıkageld i .
- Gidiyor muyuz? dedim.
- Hangi rüzgarla? dedi ve eliyle açıkta, düm-
düz denizde. resimmiş gibi kımıldamadan duran
kayığı gösterd i .
Den iz, göllerin ölü suları gibi apışakalmışt ı .
Umutlanın d a g ö l sularının üzerinde şişekoyan
hayvan leşlerine döndüler.
Ertesi şafak beni gene uyanık ve ayakta bul-
du.
Gün ağarırken serin serin esen rüzgar denizi
duvaklayan buğuları sıyırdı: gelinim çırılçıplak ma
vi denizi görünce: "Ha, artık bugün sen benim
sin ! " dedim. Hem rüzgar denizden karaya d eğil .
karadan sağanak sağanak denize kayıyordu. Ka
radan ayrılma, denize açılan rüzgarıydı bu. Denizi
de, gözümü de, gönlümü de aydınlatıyordu.
Kayığa doğru yol alırken iki tayfa arkarndan
yetişti . Evlerde uyuyanları rahatsız etmemek,
uyandırmamak için yavaş yavaş konuşuyorlard ı .
Öylece , tanyeri gölgeleri gibi geçtik. Direk tepe
sinde bir maka ra , şafakleyin dal üzerinde uyuyan
bir kuş gibi, "Çmk!" diyordu.
Aradan çok geçmed i . Kaptan da, öteki tayfa
lar da, Aliş de bize kavuştu. "Vira demir! " emri
94
verildi, Zincirler duru havada çın çın ött ü . O anda
artık demirin h i çbir yerde mayna edilmemesini ve
kayığın sonsuz gitmesini özlüyordum. Meltem ya
maç çiçeklerinin soluklarını ve çiylerin serinliğini
getiriyordu. Gün, denizden yıkana yıkana doğu
yordu.
Rüzgar bizi birdenbire kıyı illerinin ve dağla
rının gölgesinden dışarı fırlattı . lşığı kapan yel
kenlerimiz, bir patlayış gücüyle apak parladı . Ge
mi, sevilenin gerdanına hızlanan aşkın çılgın se
vinci gibi , pruvasını yumuşak köpüklere daldırd ı .
Limandan çıkıyorduk. B i r yanda günle aydınla
nan Değirmen Burnunu , öteki yanda Akçabük
harımlarını, duyulup unutulan pembe bir masal
gibi arkada bıraktık. Açıktaydık artık. Gemi san ki
çevresine bir kahkaha yalıını saçıyormuş g ibi su
ları püskürtüyordu. Kara ile arama deniz g irmişti
artık.
Yeni yürümeye başlamış olduğum çağdan
beri seyrettiğim ve yanlarına varırsam hemen ma
vilerde eriyi p , mavi olarak kaybolacaklar diye
korktuğum yedi kardeş Sporad Adalarına d oğru
gidiyorduk. İskele ve sancak bordalarımızda de
niz, sözleri bilinmeyen bir su dilinden konuşuyor
du. Yedi kardeş Sporad Adalarına, -derin mağa
ralarında gülüşlere benzeyen gürültüleri dolayısıy
la- "Gülen Adalar" da derlerdi. Sanki deniz çır
pıntıları , adaların kalçalarını gıdıklıyor, onlar da
gülrnekten katılıyorlardı. Biz ilk adaya, "Ver elini
Gülen Ada ! " dedik; adaya doğru uzanan sevinci
miz, sanki ona uzatılan elimizdi. Pruvamızda ve
bordalarımızda havaya fırlayıp tozaran sularla
adaya yetiştik. Eğer bunlar Gülen Adalar değil de
yedi kardeş Sporad Adaları idiyseler, çılgın şey-
95
!erdi vesselam. Sanki elele vermişler. deniz dalga
sı geçtikçe sevinçlerinden oynuyor ve diz vurup
ayak uçlarına hopluyorlardı. O zaman çocuktum.
küpeşteni n altına başımı eğerek sevi ncimden hıç
kıra hı çkıra ağladı m .
Adalardan bulut bulut. renk renk kuşlar kalkı
yordu. Yüksek direk başımız. bu kanat ve renk
savruntusunun arasından havaları biçerek geçti .
Kuşlar. yanıp sönen binlerce konfetiler gibi adala
ra dökülüyorlardı .
Kaptanın sesi :
- Mahmut, i ssa kontra papafingo aç! diye
bağırd ı .
Hemen b i r pars gibi çarmıklara tırmandım .
Oradan trinkete . trinketten d e serene bastım .
Abassogabyadan gabyaya. gabyadan papafingo
ya , oradan da kontra papafingoya yükseldi m .
Yelkeni koyuvermeye başladım. Yelken elde tutu
lan bir kuşun kanatları gibi çırpınıyordu.
Bembeyaz yelkenler, arınanın bin bir ipine
takılmış bulutlar gibiydiler. Hele kontra papafin
go, kat kat kümülüs bulutlarının üstünde uçan
ufak bir bulut parçasıyd ı . Ancak bir ki şi�i taşıya
cak kadar küçük olan bu bulutun üstünde ben du
ruyordum. Ta aşağıda gemi pruvası . ay biçiminde
iç içe ve üç köpük eğmecini (kavsini) denizin yü
zünde sürüyordu. Bunların ötesiyse, göz alabild i
ğine , güneşle aydınlanan , rüzgarla süpürülen apa
çık denizd i . Papafingo dalgaların inişine ve çıkışı
na uyan bir rakkas gibi sağa sola eğiliyor, rüzgar
la dalgaya tempo tutan bir orkestra şefinin değ
neğini andırıyordu. Sanki kabustan uyanınca ken
dimi cennette buluvermiştim.
- Açık deniz ! diye bağırdım.
96
Arncam Hakkı Kaptanın ne cimri olduğunu
anlatmıştım. Herhalde rüzgar bedava olduğu için
olacak, kayığa olanca yolunu vermekte hiç cimri
davranmazdı . Rüzgarı buldu muydu. gözünü bu
daktan sakınmaz bir atılganlığı vard ı .
Tayfası ihtiyatlı davranması i ç i n ona . ""Kor
kan , korkmaz!"' derken . yelkenleri camadana vu
rup azaltacağın a . inadına açtırır, üstelik cundaları
bile taktırırdı . O gün de öyle yaptı. Kayığa kanat
üzerine kanat açtırd ı . Kayık sendeleyip tepetakla
dalıyor. irkilip sıçrıyordu. Vur patlası n . çal oyna
sın har vurup harman savurarak yallah dah edip
gidiyord u . Sonraları saatte yirmi , yirmi beş mil
yapan posta vapurlarında ateşçilik ettim . Ama o
vapurlar bana hiç de yelken ve rüzgarın verdiği
haz duygusunu vermediler. Sanki saatte iki yüz
mil yapıyorduk. Makaraların tak tak edişi , güneş
te şimşek gibi çakan dalgaların gürleyip geçişi,
arkada bıraktığımız d ümen suyunun, mahşer gibi
kaynayışı , bütün tayfayı hızın sevinciyle delirtiyor
du. Deniz, gök yalımınca. bir ışı k çıldırışıydı. İn
san o dalgalarla koyun koyuna gelip hoplayıp sıç
ramayı özlüyordu . Kayık da canlı mıydı ne? Onda
ateşli bir saidınş isteği vard ı . Bastona bağlı üç flo
kun birincisini kopardı . Onu yeni baştan bastona
bağlamak gerekti.
Ben ve bir başkası rüzgar üstünde, iki tayfa
da rüzgar altında yürüyorduk. İşimizi bitirmek
üzereydi k.
Gemi, bastonunu zaten iki kez denize sok
muş ve bizleri iki kere göğsümüze kadar daldır
mıştı. Ben kayığın verdiği bütün hızla , denizi göğ
sümle yarmaktan çok hoşlanmıştım. Ama önü
müzde dalgaların dedesi ve üç kardeşlerin koda-
97
manı olan bir dalga irkildi. Birdenbire baston gö
ğe kalktı . Kendimi baston üzerinde deği l . papa
fingoda sandım. Birbirimize gülüşe şakalaşa .
- Avcumuza tüküretim de iyi yapışalım! diye
bağırdık.
Dalgayı aşınca kayık başaşağıya geld i . yokuş
aşağıya kaydı ve bastonunu ilerleyen üç kardeşle
rin . dimdik dikilmiş, yeşil sudan duvarına ok gibi
saptadı . Koca denize olduğumuz gibi daldık. Şaka
değil som su. yekpare su içinden geçiyorduk. Be
ni deniz aldı . Gemi bastonu çırpma çırpma kal
kınca güvertedekiler e ksikliğimi gördüler. İp attı·
lar. Yakaladım. kaldırıp içeri aldılar. Bu denizde
geçirdiğim ilk kazaydı . Gelgelelim o zamana ka
dar, hiçbir bayram şenliğinde bu kazada olduğu
kadar eğlenmemiştim.
Akdeniz"in en ulu fırtınası ve en zarplı rüzga
rının adı Provezza'dır. Denizdeki yelkentilerin ve
içlerindeki denizcilerin canları bu fırtınalar impa
ratorunun elindedir. Göklerdeki belirtilerine bakı
lırsa herhalde hazret birkaç gün sonra esmeye
hazırlanıyordu. Ne var ki . Provezza en büyük ka
sırgasında bile salt şairdir. Biz baldırı çıplak de
nizciler. kral ve kraliçelerin saraylarını , taçlarını ,
tahtlarını, mücevherlerini seyredemeyiz. Ama , o
akşam. Provezza batı göğünün turuncu kapılarını .
inen güneşe pek geniş açt ı . Binlerce yıllar kadar
heybetli bulutlarla uzak renk parçaları. bi rbirleriy
le sarmaş dolaş kuzeye doğru, ağır ağır yürüyor
lard ı . O an bütün yaratılışta bir duraklama vard ı .
N e bileyim , yaratılış düşüneeye varmıştı sanki . . .
Kayığa baktım: pembe yelkenlerini kuğu
göğsü gibi kabartmış, gölgesini kararan sulara
upuzun sal mış, batını n engine açılan kapısından
98
başka bir ren k evrenine tek başı na gid iyordu. Bi r
gemici parçasıydım ben. Ama. o andaki güzellik
lere karşılık. resimlerini gazetelerde gördüğüm
taçlı tahtlı imparatorlar mimparatorlar birer gel
geç soytarı. imparatorlukları d a , bilemedin bir
çöplük oldu gözümd e .
Neyse. gece oldu . De nizde geçird iğim ilk ge
ceydi . Evdeki gibi d ört tarafı duvarla kapalı dara
cık bir gece değil. fakat açık bir gece . . . Eset bur
cu pruvadaydı . Koronanın yıldızlar çemberi direk
başında bir yıldız çelengi olmuştu. Sancak ve is
kelemizdeki deniz fenerlerinin kırmızı yeşil ışıkları
dalga başlarına çarpınca . onlar ça kmak taşıyınış
lar gibi sancağımızda kızıl ve iskelemizde yeşil kı
vılcımlar. uçuruyorlard ı . Dümen suyumuzsa yaka
mozlanarak yer yer yıldız girdapları ve fırıl fırıl
dönen alev topaçiarı hali nde gerimizde uzuyordu .
Yıldızlar sağanak sağanak doğuyorlard ı . Gök d e
deniz gibi b i r panltı deryası oldu. Doğu ağardı ,
a y doğd u . Gecenin gece denecek yeri kal madı.
Bu başka bir gündüzdü . Ama her gün kü dünya
nın d eğil . başka bir evrenin gündüzü . O gece göz
yummadım dersem yalan söylememiş olurum. Ki
mi arkadaşlar bir türkü tutturdular.
Denizdeki ilk günümü ve geeemi böyle geçir
dim . Ama her günümü böyle aylakl ı kl a geçirdiği
mi sanmayın . Hiç boş durmazdım. Boyuna d ireği
tırmanır. iner . çıkar , yelken açar ve söndürür
düm.
Eğer güverteyi temizlemiyorsa m . i piere yeni
yeni bağlar yapar. bağ yapmıyorsa m , gemiye saf
ra taşır ya da gemiden safra boşaltır. yük getirir.
götürür , raspa , ya da kalafat eder, istika sürer.
boyar, siler veya cilalar dururdum.
99
Akşam olunca yorgunluktan kemiklerimin
ilikleri boşanmış gibi olurdu da, neyler gibi öterek
sızlarlardı . Ama hiç de umurumda olmazd ı . De
nizdeydim ya ! . . . Zaten a rncam boş durmamı hiç
istemezdi . Hemen kaşlarını çatar:
- Burası hükümet dairesi değil , kayıktır ! diye
rek, bu işle değilse şu işle beni durmamacasına
çalıştırıp çabalatır, bana verdiği paranın acısını
cayır cayır çıkartırd ı .
Yek başıma d ört kişinin gördüğü işi gorur
düm . . . İş görmekte de, başka şeylerde olduğu gi
bi birinci çı kmaya uğraşırdım.
1 00
HAZlR OLUN . FlRTlNA GELiYOR!
1 01
Ensemden aşağıya sanki donmuş sular dökül
dü ve belkemiğim titredi . Onu siftah görüyordum.
Ama pek yaman bir şey olduğunu. denizleri ge
milerle bi rlikte. emip sömürdüğünü. sonra da
göklere çıkarıp savurduğunu işitmiştim çok.
Hem hortum yalnız bir tane değildi . İkisi san
cak bordamıza yanaşıyor. ikisi de denizle bulutla
rın birleştiği koyu kurşuni uzaklıklarda dönüp du
ruyordu. Çerigo Adası nın uçurumları ise tam
önümüzde kararıyordu. Derken. taşıdıkları yağ
murlarla ağırlaşan kara kara bulutlar göklerden
perde perde sarkınaya koyuldu. Deniz mürekkep
miş gibi karardıktan başka . ufuktan ufka da korku
ile ürperiyordu. Denizi sevgilim sayıyordum ya,
işte o gün ilk defa sevgilimin korkudan tir tir tit
rediğini gözümle gördüm. Horturnun bir tanesi
gökten denize dev bir tirbuşon sakuluyormuş gibi
yılankavi davranışla ağır ağır kıvranıyordu. Bir
başkası gök kubbesini yerinde tutan bir sütunmuş
gibi dimdik duruyord u. Bir aralık ikinci belini in
celte incelte koptu. Aşağı yanı tuzla buz olarak
denize yıkıld ı . Yukarı yönü i se dili binlerce çatal
bir yılan başı gibi bulutlardan tepetakla sarktı . Ba
şaşağı boynunu uzatıyor. denizin yüzünde soka
cak bir şey arıyormuş gibi başını bir bu tarafa bir
o tarafa çeviriyordu. Birdenbire gövdesini bulutla
ra çekerek orada ters kepçe çöreklendi . Üçüncü
sü bir topaç gibi fıld ır fıldır dönen bir huni i ken
bel çalkalamaya koyuldu. Daraldı. kalınlaştı ve yı
kılmak üzere olan bir sarhoş gibi sendeleye sen
deleye üzerimize doğru gelmeye başladı. Kapkara
bir dehşet kütiesiydi o .
Kaptan kendini korur umuduyla direğin ardı
na sığınarak. yuvalarından uğramış gözlerle hor-
1 02
tuma bakıyordu. Bizi m lostromo Yaşar Rei s . bir
kağıdın üzerine "Salatentüncina" duasını yazd ı .
Öteki tayfalar çevresine toplanmış b i r göğe . bir
denize bakıyorlar, te kbi r getiriyorlardı. Yaşar Re
is. kırmızı saplı denizci bıçağını çıkard ı . Onu hor
turnun ta ciğerine saplıyormuş gibi. kağıdı pruva
direğine saplad ı . Ama hortum . büyük bir hız ve
gürültü ile, döne döne emdiği denizleri. kara bir
islim halinde göklere püskürüyor ve gökle denizi
birbirine karıştırıyordu. Artık beş on kulaç ötemi
ze yanaşmıştı . Kalınlığ ı . iki üç yüz yaşında bir çı
narın kütüğü kadar vardı . Değil bizi . bütün takım
taklavatıyla güverteyi . hatta koca kayığı bile hava
ya kaldırabilird i . Şimdi kızarıyor. şimdi bozarıyor,
renk renk hareleniyordu. Gökte yangın vardı d a .
onu denizi göklere çekerek söndürmeye m i çalışı
yordu ne?
Lostromo Yaşar Reisin duası sökmeyince
tayfadan İdris, -yirmi beşl i k bir delikanlı- eline,
üç okkalık bir kavun kadar kocaman bir bombayı
alarak, pruvaya doğru koştu. bastonun ucunda
dimdik durdu. Bombanın fitilini cigarasıyla yaktı:
"Yol ver deni z ! " diye bağırarak o felaket topacı
nın içine fırlattı . Bomba , kayığı sarsan bir tarraka
ile patladı. Bütün Ege adaları . aslanlar gibi kükre
yerek gürlediler. Bombadan çıkan gaz. horturnun
içi ndeki hava boşluğunu doldurdu . Hortum kı rıl d ı .
Üzerimize şarr diye d eniz suları aktı . Ama . çile
miz bu kadarla dolmuş değildi.
Gökten kapkara bir yay ve o ya�1dan bir yağ
mur perdesi sarktı. Denize kaynayan beyaz bir
çizgi çekti. Bu perdenin arkasından keski n mavi
kıvılcımların denize sıçradıklarını görüyorduk.
Yağmur çizgisi üzerimize geliyordu. Yelkenleri
1 03
açtık. Yağmurun önünde. alabildiğine kaçıyorduk.
Damlalar güvertede cevizler gibi şakır şukur kırılı
yordu. Denizin yüzüne bir karanlıktır çöktü. Te
pemizin üstüne yeşil bir ateş şeridi indi. Kayık
baston ucundan ta kıçına kadar, yıldırayan bir
ateş parçası kesildi . İyi ki. şimşek ıslak güverte
yolu ile direkten punya deliklerine geçip, denize
inmişti ; yo ksa biz de. kayık da kömür kesilecek
tik.
İdris'le ben dümendeydik. Fırtınanı n sesini
yenmek için birbirimize, avazımız çıktığı kadar
bağırıyor , ben ona , o bana , "Aman rüzgarı ense
mizden ayırmayalı m ! " diyorduk. Şimşeğin her ça
kışında, birbirimizi insan biçimine girmiş, dimdik
duran bi rer alev parçası halinde görüyorduk.
Doğruyu söylemek gerekirse, kurtulacağımızı pek
ummuyordum. Yelkenierin çalımı kötüydü . Rüz
gar tutamıyor, çoğunu boşuboşuna akıtıyordu.
Yelken deliklerinden kaçanı da caba. Hep H a kkı
Kaptanın cimriliğindendi bunlar. Oysa, kurtuluşu
muz yolumuzun hızına bağlıyd ı . Arttan gelen iri
dalgaların kayığa atlamaması için çabuk gitmeliy
dik. Denizler çok kere İdris'in ayaklarını güverte
den kesiyor, adam elleriyle dümene takı lakalıyor
du. Ben d e arasıra öyle oluyordum ya, İdris, "Da
yan bire kardeş! Domuz (yani dümen), yaban
beygiri gibi çarpıyor , şimdi boş yerine bir tekme
yiyeceks i n ! Pek tut ! " d iye bağırıyordu . Ben , " Çat
tık belaya ! " diyordum. O, "Yağmur dursa bari! Bu
kadar suyun tadı mı olur? Denize düşmeden bo
ğulacağız" diye haykırıyordu. Gemideki yalpaya,
yalpa denemezdi . Kimi zaman kayık bizim üstü
müze, kimi zaman da biz kayığın üstüne çıkıyor
duk. İ dris dümen yekesine yalnız avuçlarıyla de-
1 04
ğil, -zaten onun da , beni m de avuçlarımız kanı
yordu- göğsüyle de , kollarıyla da sarılıyor , gövde
sinin bütün yükünü dümene veriyordu. Bana.
··sağlam yapış! Ne göbek atıp duruyorsun? Sana
doğru geliyor! Yapış ha! Ha gayret! Sonumuz
geldi galiba ! " diyordu . İkimiz de . birbirine sarılan
sarhoşlar gibi , bir sağa, bir sola sendeliyorduk.
Siniderim mi bozuldu ne. bir kahkahadır tuttur
dum . "Dümeni sancağa iskeleye bas mı var? Ge
mi dümen tutmuyor işte ! " dedim. Gülrnekten katı
lıyordum. Şimşek çaktıkça, İdris'in "Acaba aklını
mı oynattı?" diye şaşkın şaşkın bana ba�tığını gö
rüp büsbütün gülüyordum . Tam o sırada sancağı
mızda bir megafonun , "İmdat! İmdat ! " diye bağır
dığını duyar gibi olduk. Batmakta olan bir arka
daş çağırıyor idiyse onu kurtarmaya gidemezdik.
Zaten birbiri mize, "Acaba gerçekten duyduk mu?
Yoksa bize mi öyle geldi?" diye soruyorduk. Kim
se , kesin bir cevap veremiyordu. Çok geçmeden .
korktuğumuza uğradık. Yelkenler paralanıp uçtu
lar. Direkierin ne halde olduklarını görebilmek
için şimşeği bekliyorduk. Denizin o korkunç ya
payal nızlığının ortasında , kendimizi kapkara bir
yoksulluğun parçası görmek, pek hoşa giden bir
şey olmadı.
Gemiciler. belleğin fırtınada oynadığı esra
rengiz oyunlardan söz ederlerdi de, "Adam sen
de ! " der, inanmazdım. Kimilerinin haykırışlar,
çığlıklar ve kahkahalar duyduklarını; kimilerinin
de, evdeki horozun şafakleyin ötüşünü duydukla
rını söylerlerdi . O büyük tehlike anında , " Şimdi
kulağımda çınlayan ses ya d a sözü acaba ben ne
zaman işittim?" diye belleklerinin buğulu derinlik
lerini yoklayacak vakitleri olmazdı. Çünkü, o ana
1 05
baba gününde. kurtulmak ve yaşamak kaygısı .
başka hiçbir duygu . düşünce ya da dileğe yer ver
meyecek biçimde va rl ı kları nın bütününü kaplamış
bulunurdu . Ne yalan söyleyeyim, o gece. çocuklu
ğumda anaının söylediği ninniyi. tekrar tekrar
işitti m . Demek. denizin o anlaşılmaz çocukları ya
nıl mıyorlardı.
Fırtınacia sağ salim çıkmak için Allaha ve ev
liyaya kurban adayan gemiciler. gerek paraları ol
mad ığı. gerek fırtınayı unuttukları için kurban
kesmediler. Evet, boğulmadık. Çünkü fırtına din
di . Rüzgar yavaşladı . Doğu, doğugüneye dümen
kırdık. Şafakleyin rüzgar büsbütün kesildi: sonra
batıya driça etti. Daha sonra kuzeye kaydı . gene
kesildi .
Bu fırtınadan üç hafta sonra İ zmir Kordonu
na rampa ettik. İzmir için yükümüz vardı. İşte ora
da, anamdan ilk mektubumu aldı m . "Oğlum Mah
mut" diyordu, "Eğer Allahın izniyle buraya döner
sen , denize açıldığın gün gibi kaptan oğlu olarak
dönmeyeceksin . Baba n . kayığıyla ve elimizde av
cumuzdaki bütün malı ile, batıp boğuldu. Şimdi
dan dünyada . bu i ki odalı ev. bir de ben . yani ihti
yarlamış anan, bir de Allahtan başka bir şeyin kal
madı . Kolların. bacakların güçlü kuvvetli olsun oğ
lum . Sağ ol. çalış. arncana saygı göster. Artı k
onun sayesinde e kmek yiyeceğiz. Kazandığın pa
radan bir şeyler ayırabilirsen, babana bir mevlit
okutacak ve onun adına bir lokma pişirecek kada
rını bana gönder yavrum . Mektubu okuyunca el
lerimi böğrüme koydum ve denize bakakaldım.
Acaba fırtınada megafonla imdat isteyen kaptan
babam mıydı? "Deniz. acaba benim ilk fırtınam
onun son fırtı nası mı oldu?" diye seslend im.
1 06
Anamın yazdıkları . babamın sözlerini acı acı
hatırlattı. Baba m . yıllarca kaptanı olduğu geminin
aynı zamanda da sahibiydi . Bunca yıl çabaladık
tan sonra dul bıraktığı yaşlı karısını -yani zavallı
anamı-, kocasının -yani babamın- ruhuna bir
mevlitçeğiz akutmak için avcuma bakmak zorun
da bırakmıştı. Denize açıldı ktan az sonra. Kuşa
dası'nda babama rastgelmişti m . Ben direk tepe
sindeydim: o da iskeledeydi . Göz göze geldik.
Beni görünce , ölünceye kadar ayrılmamak üzere
denizcilik h ayatına atılmış olduğumu anlad ı . beti
benzi uçtu. O bakışı içimi yaktı. Arncam hayrat
bir sesle ona güverteden bağırıyordu. "Ne bakı
yorsun?" diyordu . "Onu sen in en güvendiğin tay
falara değişme m ! " Her köpek aynada kendi sura
tma havlarmış a: arncam babamın. oğlu olduğum
için beni kendi kayığına alarak bedava çalıştır
mak, sırtımdan kar etmek istediğin i . bu yüzden
bana dikkatli d i kkatli baktığını sanmıştı. Oysa. ba
bamın avcu alnı kadar açıkt ı . Davut Arncam gib i ,
cebinde para bayatlamazdı . Babam, yüreği yaralı
olduğu için. amcama cevap vermed i . Bense, ba
bamın bakışı önünde. mum gibi eriyordum. O acı
yüzü, acı bakışı görmemek için denizin yarılıp be
ni örtmesine razıydı m . Babam iskelede donakal
mış durdukça, ben direkte yukarı çıkıyor, aşağı
iniyar ve acele acele, rasgele iş yaparak, gözle
rinden gizlenmeye uğraşıyordum . Babamsa . "Ne
den , neden yavrum böyle ettin?" diye gözleriyle
beni izliyor ve bir insan çok sevdiği başka bir in
sanı ölüm döşeğinde gördüğü zaman ona nasıl
bakarsa, bana öyle bakmakta devam ediyordu.
Biraz sonra. başını saliaya sallaya iskeleden ayrıl
dı. Ertesi günü babama çarşıda rastladım. Kalaba-
1 07
lığa karışıvereyim dedim. ama olmadı . Beni gör
müştü. Ona gitti m. Duygu ile ağırlaşmış sesiyle .
"Evlad ım. niye böyle ettin? Yaptığının nereye va
rabileceğini hiç düşünmedin mi?" dedi. Sesi . de
rin bir sevgi ile okşayıcıyd ı . Babama öyle acıdım
ki. gırtlağımda bir şey düğümlend i . Neredeyse
hüngür hüngür ağlayacaktım. Kendimi zor tut
tum. "Baba ! " " dedim. "Düşünmesine düşündüm.
Nereye varırsa varsın . Bel ki budalalık ettim. Baş
ka türlü yapmak elimde değildi. Kaderim böyley
miş. Sen acınma baba. Ben memnunum. " Bir
dua okuyarmuş gibi dudakları titred i . Gözlerime
uzun uzun baktı . Başını acı ile sallad ı . "Pekala
yavrum, yolun açık olsun . Seni denizden vazge
çirmek için ne paramı , ne sözümü, ne gönlümü
esirgedim. Allah yardırnem olsun·· dedi . Sesi ada
makıllı kırıldı . Elinden öptüm . Dudağı hala titri
yordu. Beni öpmek istediği besbelliyd i . Ama . so
kak ortasında, herkesin önünde beni öpmeyi bir
zayıflık mı sandı ne. gördüğü acımı uzatmamak
için gene, ""Allah yard ırnem olsun·· dedi . Beni öp
meden arkasını döndü. Koşmak istediğini anlıyor
dum. Ama temkinli adımlarla yürüdü. İl k sokağa
saptı . Bunun, onu dünya gözüyle son görüşüm
olduğunu nereden bilecektim? O da, arncam ser
dümen Davut Reis gibi , i çi mde acı bir anı oldu.
Artık kendi boğazıma ve anamın boğazına
bakmak için amcamın hizmetine girmiş bir uşak
tım. Amcama gelince , onun derdi günü para idi.
Kanımızdan, canımızdan , elimizden kendisine pa
raca kar çıkarmaya bakıyordu. Olur muydu ya ar
tık bunun bu kadarı? Anamı n , sözde ekmeğini ye
diğimiz amcama saygı gösterınem konusundaki
öğütlerine pek kulak astığım yoktu. Herifi adam
1 08
yerine koymuyordum. Ona nasıl saygı duyabilir
dim? Küçük amcam, kaptan deği l , doğuştan tüc
cardı. Karada temelli duvarlı bir idarehanesi yok
tu ama. kayığı denizde yüzen yelkenli bir kar
evinden başka neydi ki? Gözü ve gönlü paradan
başka h e r şeye kördü. Hak etmiş olduğum ücreti
çantası nda n çık:ırttırabilmek, iriyarı bir meşe ağa
cı r ı ı kukieriyle beraber verden sökmek kadar güç
tü.
Mademki kayı kton pay <.t!mayan ve ücretle
çalışan bir gemiciycl i m : amcaının ağız konusunu
dinlemeye nQ zorurn vardı? Ama anaının yüreğini
kırmamak için kendı me "Sık di şini" der , bana kü
für ettiği zaman büyü�)ümdür diye pek aldırış et
mezdim. Ama, bir gün artık canıma tak diyen bir
şey yaptı.
Kayı kta, Mazlum adlı on beş on altı yaşların
da Marmarisli bir çocuk vardı. Ona. üst baş peri
şan, İskenderiye sokaklarında söylene söylene ge
zerken rastgelmişti k. Onu tanıyan bazı gemicileri
miz, çocuğu görünce, " Mazlum" diye bağırdılar.
Cevap vermeyince yanına vardık. Ateşli gözler fı
rıldatarak saçmalamaya başladı . Papağanlı adalar
dan , zehirli balıklardan , hurmalıklardan. dümbe
lek temposuna kalça sallayan Arap kızlarından
söz etti . Ona. " Mazlum . aklını başına topla ne ol
du sana?'' dediler. Başını gösterdi. Başında koca
bir yara vardı. Onu alıp kayığa götürdük. Karnını
doyurduk. Yarasını yıkayıp elimizden geldiği ka
dar sardı k. Karın tokluğuna çalı şacağı için am
cam hemen tayfa olarak kayığa aldı . Birkaç gün
sonra Mazlum'un aklı biraz başına geldi. Ona is
kenderiye'ye nasıl geldiğini sorduk. "Vallahi iyice
hatırlamıyorum. Basra'dan dönmekte olduğumuzu
1 09
hayal meyal hatı rlıyorum . Şap denizinde miyd i .
başka yerde miyd i , uzun b i r gece geçirdik Ama
nası l . bitmek bilmeyen bir gece! Deniz cam gibi
durgundu . Birden kıyametler koptu. İpler katıla
katıla güldüler . Ne oldu bilmiyorum. gözlerimi
açınca kendimi bir kayanın üzerinde buldum. Ba
şım pek fena ağrıyar ve dönüyordu. Deniz gene
cam gibiydi. ama ortada ne kayık vardı . ne de
tayfa ! Yalnız göz alabildiğine masmavi deniz ve
göz kamaştıran ateş gibi kükürt sarısı bir kum
deryası . Susuyordum. Bir ev ya da bir insan bul
mak üzere yürüdüm. Hiç kimseye rastlamadı m .
Kend imi kaybettim. Uyanınca kendimi b i r sürü
Araplarla dolu bir zambuk kayığında buldum. Kü
rekte yardım etti m . Beni İskenderiye'ye çıkardı
lar" diye anlattı.
O da benim gibi çocukluktan daha henüz de
likanlılığa giren bir tayfayd ı . Çokluk konuşmazdı .
Ama hep gülümserd i . Fırtınayı da. şimşeği d e .
güneşi d e h e p gülümseyen dudaklarıyla karşılardı .
Ona çok acırdım.
Bir gün Mazlum güvertede yemek pişiriyor
du. Zaten dedik a, arncam ucuzdur diye her şeyin
en kötüsünü. en köhnesini satın alırdı. Mazlum ,
demirdenmiş gibi pişmez. yumuşamaz bir fasulye
kaynatıyordu. Tencereye dökmek üzere kıçaltın
dan zeytinyağı şişesini getirdi . Zeytinyağını tence
reye akıtmaya başladı . Arncam dümendeyd i . Ye
keyi dümenden kaldırınca . öfkeyle Mazlum'un
üzerine saldırdı:
- Ulan o yağ babanın malı mı ki, ha bire akı
tıyorsun? diye haykırarak yekeyi küt diye oğlanın
başına vurdu.
Hem de tam eski yaranın üstüne. Odun baş-
11 o
ka bir oduna vurulmuş gibi sert bir gürültü çıkar
dı. Mazlum'un eski yarası gene yarıldı. Beti benzi
kül oldu. Şakağından aşağı kanlar boşa ndı . Göz
leri şaşılad ı . gülümsernesi söndü. Aniaşıl mayan
şeyler kekeledi . Tüylerim ürpermişti . Gözlerime
inanamıyordum. Arncam oğlanın başına vurmak
la hıncını alamamış. bir elinde oğlanın elinden
kopardığı zeytinyağı şişesi . öteki elinde yeke, oğ
lanı n üzerine çıkıp. " lhıcı k kerata ! lhıcık kerata ! "
diye tepinmeye başladı . Haydi onun kudurup ku
durup küfür savurmasına lahavle deyip geçiyor
duk. ama bu gördüğüm bambaşka bir şeydi: o da
kikada arncam bir iki kuruşluk zeytinyağı gidiyor
diye insan öldürebilird i . Birdenbire tepem mi attı
ne? Aklım başıma gelince bütün tayfa nın , kimisi
ni kolumu. kimisini de bacağımı tutar buldum.
Bana: "Yahu kendine gel! Büyüğündür . el kaldırıl
maz. Ayıp ettin: az kaldı herifin gözünü patlata
caktın ! " diyorlardı . Oysa. amcamın yaptığını kar
şıladığırndan dolayı için için sevindiklerini gözle
rinden okuyordum.
Akşam olunca. arncam beni kıçaltındaki kap
tan karnarasma çağırdı. Bir gözü sarılıyd ı . Suratı
çatıktı. Bana. " İlk Jimanda pılı pırtıyı alıp kayıktan
defolacaksı n ! " ded i . "Bu kayıkta senin yerin yok!
Eğer kardeşimin oğlu olmasaydın seni güverteye
cansız sererdim . Senin şimdi hesabını kapayaca
ğım, diye ekledi . Ben de. "Peki. a canım!" de
dim. Çalmaya kalkışırlarsa hepsini değil, anca bir
kısmını bulabilsinler d iye : paralarını ellişer. altmı
şar kuruşa bölerek, ayrı ayrı bezlere. paçavralara
bağlar ve öteye beriye gizlerd i . Bana vereceği pa
rayı bir araya getiri nceye kadar yarım saat geçti.
Ondan sonra hesap etmeye koyuldu. "Seni şu
111
gün kayığa tayfa diye aldım . O gün ve ertesi gü
nü rüzgar yoktu. Demek ki şu tarihte işe başla
dın·· diye allem etti kallem etti . göz göre göre
hakkırnın yarısını yed i . O söylendikçe ben boyu
na başımı sallıyordum. Paraları alınca güverteye
çıktım. Avcumdaki paraya baktım. Yüz yirmi iki
kuruştu. İşte o para ile Fethiye !imanına çıktım.
112
ARTIK DÜNYADA B İ R BAŞINA KALMIŞ
B İ R DEN İZCİYDİM
1 13
adanın önümüzdeki ufuktan kalkışı. tren ıslığı . va
pur düdüğü, vinç harharası ve el kol kargaşalığı
içinde iş gören liman işçileri nin bağırıp çağırma
larıyla gürleyen sık gürültülü Pire limanı: akşamie
yin Mataban ve Malea Burunları nın çıplak ve tu
runcu kayaları. Çerigo Adası: geceleyin Girit'in
ay ışı�� ın d a karlarıyla ağaran üç bin metrelik İda
Dağı: ta ötede safakleyin pembeleşen Etna yanar
dağ ı : Sicilya'nın beyaz şehirleri. lavla çevrilmiş
Ka ra nya . ay şeklindeki Mesina şe hri . yüksek ve
rüLgarlı Taormina . deniz ortasında ehram şekl in
de bir kül kümesi Strombuli yanardağ ı , gürültü ve
ş.:ı rkı içinde Napoli . mavi havaların koynuna gö
rnCılrnüş Sardunya ve Korsika . hele Cenova'daki
Kris tof Kolomb heykeli : yüzlerce doklarıyla. musi
ki ve açık havasıyla Marsilya: sokaklarından şarap
ve kara saçlı kara gözlü çocuklar a kan Barselona
ve Malaga : bunların her biri gözlerime açılan yeni
yeni alemlerdi .
Ama bu gördüğüm yeni yeni yerlerin tadı. ta
nıdığım yeni yeni insanlar ve edindiğim yeni yeni
arkadaşların yanında birer hiçti . '' Huyu. suyu aykı
rı , d illeri başka olanlar birbirlerine ısınamazlar"
derler a: yalan ! Birl ikte çalışıp birlikte çile çeken
insanlar birbirine öyle bağianıyorlar ki . bir kısmı
buz. bir kısmı da ateş olsa. birbirine uyup can ci
ğer kardeş oluyorlar. Ben öyle arkadaşlar edindim
ki . on ların birisi yanıma s .ce , yanıma birisi gel
miş gibi değil. yanımdan yabancılar ayrılmış da
kendimle başbaşa kalmışım gibi oluyordum.
Önce de dediğim gib i , her seferi mizin ayrı se
vin ci . her dümen kırışımızın başka bir tadı olurdu.
Ama şunu da hemen söyleyeyim . bir sevince
karşılık üç işkence çekiyorduk. "Oh! Çok şükür Al-
1 14
!aha ! " Bir keyif çatacağımız zaman. "Aman imda
da yetişin ! Bir can kurtaran yok mu?" diye bağırı
yorduk. Babamın sözleri çok kere kulağımda çın
lar dururdu. An olurdu ki içimden , "Şöyle bir ba
ğım bahçem olsa da şu yarı aç. yarı tok hayattan
bir kurtulsam ! " derdim . Ne yapayım. çok kere ne
üstte başta elbisem, ne de cepte param olurdu.
Gelecekte beni bekleyen iki sonuç vardı : Ya deniz
de boğulup kurtulmak. ya da karın doyurmak için
dosta düşmana avuç açmak. "Ölümlerden ölüm
beğen" gibi bir şey. Bu darlığı çeken bir sen mi
sin? Yalnız değildin ya . Elle gelen düğün dernek!
Durduğum yerde, " Daya n ! Aganta, burina,
burinata ! " diye bir nara atard ım. Ardımııda iz tut
mayan denizlerde , ! imanda , rüzgarl ıkta . bocada,
orsada . denizin bütün değişikliklerinde dişimi sı
kar. güler oynar: iyisini de kötüsünü de. elverişli
sini de elverişsizini de arkadaşlarımla birlikte geçi
rip gidiyordum. Ne olacak a canım, dünyanın ne
resinde olursa olsun , denizcinin tal ihi hep birdir.
Kaptandan azar ve küfür, tüccardan küçümseme,
denizden tehdit, karadan tekme! Nereye d öner
sek dönelim. düşmanla karşılaşırız!
Selanik seferindeyd ik. Zemheriydi . O yıl Var
dar ırmağı pek fena donmuştu. Tayfa buz kesmiş
sarkık bıyıklar altında buram buram buharlar saçı
yor , yumlu avuçlarına hohlayarak. kollarını çap
razlamasına çarparak. ezile büzüle güvertede yü
rüyorlardı .
Buz tutarak çinko levhaları gibi katılaşan yel
kenleri , donarak demir çubuklara dönmüş ipleri
kullanmakta çektiklerimizi bir ben ve bir de arka
daşım bilir. Neyse, güç bela limana gidip demirle
dik. Tayfamız çok eksikti . Üstelik ırgadı döndü-
115
rürken ırgat ters dönüp, ırgat kolu tayfamızın bi
rinin kolunu kırdı.
Serdümenimiz Adem Reis kahvelerin birinde
Aliş'e rasgelmiş. Büyük bir kayı kla Preveze ye gi
diyormuş. Adem Reis. kayığının kaptanıyla ko
nuşmuş ve herifi Aliş'in bizim kayığa alınmasına
razı etmiş. Adem Reis bir de. yetmişini geçkin
)mer adlı işsiz bir gemici daha bulmuş.
Aliş, kara saçl ı . kara gözlü. boylu boslu bir
del ikanlı olmuştu. Gemimiz Selanik'ten bizim sı
cak iliere doğru gidecek ve oradan portakalla li
mon yükü alacaktı. Hava bizi zorlarsa belki Bod
rum'a bile uğrayacaktık
Güney illerine doğru yaptığımız bu yolculuk
pek uzun sürdü ve ters gitt i . Hava hep güneyden
esiyor . bizi boyuna vol ta vurmaya zorluyordu. Biz
gece gündüz böyle sıkıntılar çekerken sağımızdan
solumuzdan. önümüzden arkamızdan şilepler ve
yolcu vapurları gelip geçip duruyorlard ı . Gündüz
se kendilerini görmezden yarım saat önce ufukta
dumanlarını görürdük. Bize göre ağır olan ve biz
lere . tak! alar kıldıran denizler , o koca vapurların
su kesimindeki kırmızı boya çizgisine d oğru ya bir
iki karış kalkıyor. ya da bir iki karış iniyordu. Pru·
valarının yırtarak geçtiği denizlerse , önlerinde şe
laleler gibi şarıldıyordu. Sıra sıra can kurtaran ka
yıkları güvertelerinden küpeler gibi sarkıyordu.
Gemiciler onlara bakar da. ''Hay gözünü sevdiği
min makinesi. Gördün mü kolay hayatı! Bizim gi
bi yel ken gemilerinde değil . vapurlarda çalışmal ı .
Vapurlarda iyi para da veriyorlarmış. Üstelik teh
likesiz iş" derlerdi. Ben de onlara hak verirdim:
"Hey hey derdim, şu vapura bak. rüzgara hiç al
dırış ediyor mu? Rüzgarın inad ı na t a gözüne işli-
116
yor . Biz rüzgarın hava ve hevesinin uşakları köle
leriyiz!"
Hele geceleri rüzgarsızlıkta n . duvarda asılan
gemi resimleri gibi yerimizde mıhlı dururken yol
cu gemilerinin birbiri üstüne yıldız dizisi gibi lom
bozları nı ve fenerlerini pırıl pırıl yaka yaka geç
mesi bizleri o kadar kıskandırırd ı ki. . .
O Selanik seferimizde çok zorluğa uğradık.
Peksimetlerimiz hep ısiandı ve küflendi . M uşam
balarımızın öteleri berileri delinerek su tutmaz ol
dular . Geceleri kendi kanımızın sıcaklığıyla kuru
tup ısıttığımız kısımları saymazsak çamaşırlarımı
zın mangır kadar olsun kuru yeri kalmazd ı . Islak
ot şiltelerimizin üzerine kıvrılıp uyurken. düşleri
mizde kuru şilteler . geceleyin limanlardaki rı htım
lar boyunca sıcak evlerden . e kmek dolu fırınlar
dan , yemek dolu lokantalardan denize a ka n ışık
yansımaları ve kapı eşiklerinde bizlere koca koca
masum gözlerle bakan çocukları görür. tuhaf tu
haf yerlerde vaktiyle duymuş olduğumuz türküleri
işitmiş gibi olurduk.
A ma . kimi vakit düşlerimiz bile bize haram
olurdu. Çünkü Selanik'ten aldığımız ihtiyar
Ömer'in top gibi patlayan bir öksürüğü vardı.
Hem de bir tutturdu mu zavallı adam Denizli horo
zu gibi öterd i . Geminin başaltısı geminin tam ba
şında olduğu. g emi de hep öne doğru suyu yardığı
içi n , çoğunlukla teknenin en ıslak yeridir. Üstelik
bizim başaltı , kafes gibi açılmışt ı . Kayık güm diye
dalgaya çarpınca başaltının her yanında fıskıyeler
peydahlanırd ı . Ömer dayıya. en kurusu olduğu
için arkadaki ranzayı vermiştik . Bir gece zavallı an
tika Ö mer, boğulurcasına öksürüyordu. Uyandım
ve ranzama oturdum. Ortada basık tavana asılı de-
117
niz lambası . gemi saliandıkça daireler çiziyor ve
ölüler gibi bet beniz atıp uyuyan arkadaşların yüz
lerine sönük ışığını çepçevre gezdiriyordu. Ömer
dayı sanki, "Söylemeden ölürsem rahat edemem"
diye düşünüyormuş gibi , öksürükleri arasında
Adem Reise telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyordu :
- Selani k . Bulgar ve Rum komitelerinin
bomba masallarıyla Arnavut isyanıyla : yok İsa
Bolatin ayaklanmış yok Bibdo da yatışmış sözle
riyle çalkalanıyordu. Ben de karda kışta soka k so
kak dolaşıyor. kahve kahve iş arıyordum. Liman
da başvurmadığım yer kalmad ı _ İş yap. i ş gör.
ama haniya iş? Bulabilirsen bul! İki günden beri
ağzıma bir lokma atmad ığım için dizlerim tutma
maya başladı_ Tütün de yok. Kimseye dert yana
mıyorum: çünkü yabancı yer. diyordu.
Adem Reis beni ranzamda oturur görünce
bana :
- Mah mut uyandın mı? Biraz daha uyku kes
tirmeye bak. çünkü nöbetine az kaldı , dedL
Öteki tutturduğu söze devam ederek bana:
- Yahu Mahmut . senin i kide birde anlattığın
o Kristof Kolomb neresini aramıştı? dedL
- Hindistan'ı_ dedim.
- Neresini buldu? diye sordu.
- Amerika'yı _ diye cevap verdim_
- Hey gidi gençlik, hey! dedi. ben de senin
yaşında i ken neler de neler ummamıştım_ İş ara
maktan Hindistan'ı aramaya vakit mi kaldı? Bula
bula Amerika'yı değil işte yetmiş yıll ı k denizeiliği
min son unda , bu ıslak ve sulak başaltını buldum .
Ne olacak? Hep doğum ölüm : hapisha ne, hasta
lık, hastane, zelzele, kıtlı k ve savaş dünyası . . . Yü
reklar acısı yalancı dünya. diye ekledL
118
Yine ö ksürüğü tuttu . Zavallı antika Ömer da
yıyı ertesi günü ranıasında ölü bulduk. Karadan
uzaktık. Onu denize attık. O gün rüzgar birden
değişti. Önden eserken arkadan gelmeye başlad ı .
Adem Reis:
- Bak. hava birden değişti. Deniz öyl edir.
Kayıktaki denizcilerin biri ölecekse. onu karaya
vermemek için hep ters eser. Bir sefer bir eleniz
cimiz hastalandı. Rüzgar da kesild i . Sıcakta n . gü
verte kaplamaları arasındaki ziftler cezve içinele
kahveymiş g ibi kaynayıp taştılar. Rüzgar esmedi
de esmed i . Adamcağız ölüp de denize atılınca
rüzgar aldı. diye bize rüzgarın neden dö ndüğünü
anlatmaya çabalıyordu .
O seferin süregelen bunaltısının biricik par
lak noktası yaşlı serdümen Adem Reisin ispirto
kaminetosunda pişirdiği. bulaşık suyunu andıran
şekersiz çayıydı. Adem Reis çayıyla bize dünyala
rı bağışlardı . Çay deyip geçmeyin. kara bulu tlar
arasında arasıra parlayan güneş gibi . o çay i çimi
zi ısıtıyor, yüzümüzü güldürüyord u .
O n u uzun uzun şapırdata şapırdata v e h e r sı
ca k damlasının ayrı ayrı keyfine vara vara içer
dik. Dumanı bile gözümüzü şenlendirirdi ve hepi
miz bird en iyimserleşir. dünyayı gül pembe görür.
gülüşür şakalaşırdık. Ama , çayın içine soğan ka
buğu kaçmış, a canım onun ne zararı vard ı ! Sı
caktı ya. Çaydanlık fokurdamaya, kapağını çat
çat hapiatarak islim almaya başlayınca . Adem
Reis kendi de. bizim de çay içmek gibi şatafatlı
bir keyif lüksünü yaşadığımıza utanarak. ""A rka
daşlar, çay , süt filan gibi şeyler bizi m gibi baldırı
çıplak denizcilere değil. beylere . paşalara yakışı r.
ne var ki bu mirasyediliğe çoktanberi alıştığımız
119
ıçın artık çaydan vazgeçip. cafcafsız bir ha�·ata
katlanamıyorum ! " derd i .
Geceleri başaltı dambiçosunun açık kapısın
dan . uzakta Skiros Adası ve Yunan Sporad Ada
larının karlı dağları ay ışığında sanki bu dünyanın
değil. başka bir evrenin ufkundaymış gibi görünü
yorlardı . Aliş'in sesi o zaman kekeler ve sendele
rneye başlardı . Ama çekingenlikten yavaş yava-;;
kurtulur. birbiri ardınca girdaplanan notalar ara
sında n . uzaktaki dağlar kadar ücra ve o dağlar
üzerindeki karlar kadar duru bir türkü tize çıkar
ve uzar. uzardı . A canı m . denizciydik. bin türlü
kahır çekiyorduk. Her zaman bulunduğumuz yer
de değil başka yerde pek mutlu olacağımızı sa nı
yorduk. Gelgel elim. o başka yer neresi . onu b il
miyorduk. Aliş'in türküsünden o başka evreni . o
daha doğru daha güzel evreni sezer gibi olurduk
da yurda kavuşuyormuşuz gibi gönenirdik Aliş'in
sesi yavaş yavaş d iner . sönerd i . Türküyü sonra
dan hatırlamak. sabah ışığında yavaş yavaş solan
bir düşü hatırlamak gibi oluyordu . Adem Reis. bir
elinde çay fincan ı . öteki elini ''Susunuz ! " dermiş
gibi kaldınrdı . Zavallı adam. sessizlikte kendi gön
lünü dinlemeye mi uğraşıyordu!
Kayık güneye doğru ilerledikçe hava ılık1 aştı .
Artık ezile büzüle yürümüyorduk. Kimi zaman
Aliş'le birlikte güvertede yatıyor. gece ayaz çıkar
sa gene başaltına kaçıyorduk. iki mizin de yaşı o n
yedi . on sekizi bulmuştu . Şehvet. h e m beni m .
hem d e o nun sırtına Amerikan yakısı gibi yapış
mışt ı . O işin bilmediğimiz bir yeri yoktu. Mahalle
de çocukken her şeyi birbirimize anlatmıştık Üs-
teli k topa! hocanı n mahalle mektebinin aptesane
duvarları körpe edebiyat ve resim meraklılarının
1 20
bu konudaki yazı ve resimleriyle örtülü bulunu
yordu . Bundan başka, kasabamızda mevsimi ge
lince beygirlerin ve sığır. sıpa nın çiftleşmeleri
apaçı k konuşulurd u . Hatta bir gün Erkek Fatma .
doğurmakta güçlük çeken bir dişi keçiye ebelik
etmiş ve yavruyu kurtarıp dünyaya getirirke n yap
tığı her hareketi. bize heyecanla anlatmıştı . Ama
bir şeyi bilmek başka . bili nen şeyi duymaksa
bambaşkayd ı . Şehvet sanki bize ait bir şey değildi
de. bize yabancı ve sonradan eklenip bizi rahatsız
eden bir şeydi . Nasıl diyeyim? Benim için olduğu
kadar Aliş için de gövde i htiyacı yani şehvet . i kin
ci planda kalan bir şeyd i . Asıl sevgime bir cevap
arıyordum. Sonra da. söylemesini beceremeyece
ğim a ma . güzelliğe karışmayı özlüyorduk.
Tam bu sıralarda. düşlerimde ve hulyalarım
da. hep kendini bağ ışlayan yumuşak kadınlar gö
rürdüm. Çocukken görüp de o zamanlar hiç aldır
madığım manzaralar gözümün önüne yeni yeni
ve üzücü anlamlarla ve yüklü olarak. kayar gelir
lerd i . Bunlardan başlıcası . Erkek Fatma ile Hintili
hatıralarımdı. Fatma ile birlikte sularına daldığı
mız denizin duru bir görünüş gibi durgun ve ço
cuk bakışıymış kadar masum o küçük koyun anı
sı, bana durgunluk ve masumiyetle hiç ilgisi olma
yan bir üzüntü oluyordu. Çocuklukta birlikte de
nizde oynaştığı mız gibi. şimdi de düşlerimde bera
ber dalar oynaşırd ı k. Alev gibi saçları güneşte tu
tuşup da cayır cayır kıvılcımlar saçmasınlar diye
başına ha bire su serperdim. Denizden çıkan göv
desinin düpedüz, tertemiz, toprak, ot ve deniz ko
kusu hala burnumdayd ı . Evet, Erkek Fatma b iraz
eğrimsi ve biraz vahşi idi. Ama ben onu olduğu
gibi seviyordum . Bence onun vahşiliğini d i ndir-
121
rnek. kıpkızıl gelinciğin rengi pek haykırıcıdır di
ye , onu soldurmaya kalkışmak gibi bir şey olurdu.
Ondan sonra düşlerime yurdumun şurası bu
rası getirdi. Örneğin ay ışığında evlerin gümüş bir
ateşle badanalanmış gibi duruşları. vardiyapruva
fenerinin içindeki lambayla aydınlanması gibi .
sanki içlerinde geceleyin soyunmakta olan kızla
rın gövdeleriyle aydınlanıyordu. Hatırladığım çi
çekler ve sessiz sedasız otlar, belki olduklarından
daha mahmur ve ılık kokuyorlard ı . Sonra ocak
böcekleri ve başka gece böcekleri geceyi tir tir tit
retirken kadınların dam başlarına çıkıp ay ışığ ın
da yarı çıplak. boylu boylarınca uzanıp kendilerini
ay ışığına verdiklerini hatırlardım. Heyecanla yük·
selip inen gerdantarının hareketind en . düşlerinde
denizden deniz efelerinin gelmekte olduğunu gör
düklerini sezerdim. Kuşkusuz beklenen bu deniz
cilerin başında, hayalime göre ben getirdi m .
Aliş de tıpkı benim gibi düşünüyor v e tıpkı
ben im gibi kaygılanıp üzülüyordu . Aliş. kadın ve
kızların , yağınurda çamurda deniz kıyısına gide
rek uzaklara baktıklarını . birbirlerine " Bi zimki
şimdiye kadar gelecekti . Niye geeikti acaba? Rüz
gar önden esmiştir . Yarın inşallah buradadır. Ka
saptan biraz et alayım. Herif pathcanlı kebaba
bayılır" dediklerinL kimi zaman da ufukta yıldızlar
arasında erkeklerini vardiyapruva ışığının çıkması
nı bekleye bekleye gözlerinin kızardığını , oysa.
zavallı kadının pathcanlı kebap sevdiğini söylediği
denizcinin çoktan balıkiara yem : vardiyapruva ışı
ğının ise yıldız değil . belki de bin kulaç dipte de
niz böceklerine yuva olduğunu söyler, sonra da,
"Elverir ki benim de böyle bir bekleyenim olsu n ,
boğulmaya b i n kere razıyım" diye eklerd i .
1 22
DELİKANLILIK
1 23
- Şu To sun Ahmet'e baksa na. hiç utandığı
yok. dedim .
Ali ş :
- Herifin sevgisi yok k i utancı olsun. Sevgi
isteyebilir . çünkü sevgiye ihtiyacı yok: sevgiyi tek
lif eder . çünkü vereceği sevgi yok. İşte bizim sev
gimiz var ve o sevgi bize başkasının sevgilisiyle
karıştırmayı özletiyor. Ne var ki gık demiyoruz.
susuyoruz vesselam. ded i .
H i ç d e yalan söylemiyordu.
Palamut bükü . ay şeklinde koca bir plajdı.
Karşısında Rodos, Sömbeki. Tillos ve bu adaların
yavruları başka adalar sıralanıyordu. Dört beş mil
uzunluğunda dalgalar. sırtlarında köpükle karışık
gökgürültüsünü açık denizlerden taşıya taşıya ge
lirler ve köpükle gökgürültüsünü. plajın enine de
virirlerdi: yer sarsılırdı adeta. Kayığımız bu koca
plajın bir ucundayd ı . Plaj çok uzun olduğu için ,
köylü kızlar -seçilemeyeceklerini bilere k . tenh a
daymışlar gibi- çırçı plak soyunur. denize girerler
di. İlk günü Aliş'le onları uzaktan görmüş, i nsan
olduklarının bile farkına varamamıştık. Kayığımız
ise çok fakirdi: bir dürbünü bile yoktu. Gemiden
oraya baktıkça, kıyıdaki ağaran köpükten beyaz
bir parça kopuyor. kumsalın üzerinde yürüyor ve
kumsalın bittiği yerdeki sık çalılar arasında kaybo
luyor sanıyorduk. Elbette köpük yürüyemez,
onun için birbirimize , " Bunlar acaba martı kuşları
mı?" diye soruyorduk. İyice dikkat edince . onların
insan olduklarını anladık. Hem de her gün aynı
saatte geliyorlardı.
Bir gün . şafakleyin kızlar gelmeden gidip
kumsalın kıyısındaki koskocaman bir yemiş ağacı-
1 24
nın yaprakları arasına saklandık. Yapraklar ara
sında küçük güneş parçaları kıpraşıyor, dalga çe
kildikçe, denizin şeffaf yeşilinden görünen dip
kumlarında pul pul ışıklar, durmamacasına deği
şen oyalar yayıyorlardı. Parlak ışıkta. bal taşıyan
anlar. sağa sola . koca altın kıvılcımlar halinde
savruluyorlard ı . Bakışlarımızı denizde ve karada
aynaşan ışıklar kaplıyor. tam önümüzdeki yap
raklardan örümceklerin sarkıttıkları ışık telleri tü
tüyordu. Ama gönüllerimiz ne yaprakta. ne çiçek
te , ne de gid ip gelen denizdeydi. Denizciliğe ilk
kabul edildiğim gün gemiye koştuğuın andaki gibi
yüreğimin attığını duyuyordum. Aliş de galiba öy
leydi . Çünkü beklenen ve sevilen bir şeyi ürküt
mernek için . o na d oğru usul usul. ayak ucuna ba
sılarak gidildiği gibi; duyulmaktan korkarak . fısıltı
ile konuşuyorduk. Oysa, ne görülmemiz . ne de
duyulmamız olasılığı vardı. Çünkü ağacın o yap
raklar denizi , birbirinin kulağı na konuşan binlerce
insanlar gibi . fısıldıyordu. Hele dalgaların kumlar
üzerine diz çöküp devri lişi, bağıran yüz binlerce
insanın sesi gibi uğulduyordu. Bize. o sesler hep
kendi içimizde bağıran sesler gibi geliyordu da ür
küyorduk. Ağacın a . denizine ilgisiz. dallara takıla
kalmış, d ikkat parçalarıydık sanki .
Sonunda kızlar ve kadınlar geldiler. Ben a rtık
Aliş'in yanımda olduğunun bile hiç farkında değil
dim. Sanki evrende yapayalnızdım . Kızların bir
tanesi vard ı , onu, " Elif kız" diye çağırıyorlardı .
Şalvarı kalçalanndan aşağıya su gibi aktı . Gövde
sinin birden meydana çıkan ışığı korkunç bir infi
laktı da sanki , ışığı içimden bir aydınlık gibi geçi
yordu. Ne bileyim , karanlık bir yere birdenbire
bir meşale girmiş gib i , denize atılışı nın tuzlu çınla-
1 25
yışını tepemden tırnağıma yayılan bir ürperti ile
duydum.
Dalgaların üzerinde parlayan neşesi . pırlanta
üzerinde çakan ı şık gibiyd i . Nasıl ki . bir su damla
sı denize düşünce ayrılığını yitirirse . gördüğüm.
kokladığı m . işittiğim hep birbirine karışt ı . Dalga
lar bile . kıyıya çarpıp açığa dönerken. birbirini sa
ran ve birbiri nin koynuna akan çağlayanlardı Bü
tün koy gerilmiş bir çalgı teli gibi. dalgalar gid ip
geldikçe inliyordu. Deniz yürek gibi çarpıyordu.
Sonra denizden çıkıp gittiler. O anda uyku
ve unutkanlı k sırrına varmayı özledi m . Ne çare ki
Aliş'i yanımda gördüm. Ben kendimden . o da
kendinden uyanıyordu. Gece, bir hırsızlıktan dö
nen suçlular gibi çalılar arasından , görülmeden .
kayığa döndük.
Akşam güvertede yan yana yatıyorduk. Gü
neşle ısınmış yaban nanesinin tatlı ve ısırıcı solu
ğu. dağların kudretli kalçalanndan fırlayan kıyı
rüzgarıyla kayığa geliyordu. Deniz kıyısındaki tek
tük evlerin önünde çamaşır yıkayan kadınların
yüzleri , sıvalı kolları ve bacakları, batan güneşle
alevlenmiş gibi kıpkızıl yanıyordu. Ben Aliş'e :
- Niçin utanıyoruz. çekiniyoruz acaba? de
dim.
Omuzlarını sil kti:
- Söyled i m a . işte öyle. ded i .
O ılık güney gecesinin 'koynunda yıldızlar b ile
sıcaktı . Düşümde kendini bağışlayan güzel kadın
hayallerinin etkisiyle artı k yemiyor, içmiyor, para
biriktiriyordum . Tasunun Ahmet ve bir iki tayfa
daha, kentlere uğradıkları zaman gittikleri tuhaf
yerleri birbirlerine anlatırlardı . Onlar anlatırken
ben göz kulak olur. sokakların adlarını ve nereler-
1 26
de oldukların ı . beynime ateş mühürlerle damga
larcasına yerleştirirdim. Bu Tasunun Ah metler ve
öteki denizciler fena adamlar değillerd i . Yolculuk
ları sırasında uğradıkları yerlerde hısım ve akraba
ları yoktu. Yan sokaklarda onlara ''Pıss. . . st !
Pıs . . . sı ! " diye çağıran kadınlara karşı saygıları bile
vard ı . Yoksul ve yapayalnız insanlard ı . Nereye
gitsinlerdi'?
Kayık İ zmir'e , o ndan sonra İstanbul'a uğraya
caktı. Bodrum'a uğramayacağı için. Aliş bir Bad
rum kayığı bulmak üzere İzmir'de çıkacaktı . Ben
se sefere devam edecek ve İstanbul'a da varacak
tım_ Portakal yükümüz tamam olunca Palamut
bükünden kalktı . Tekirburnu'nu dalaşınca Bad
rum'dan portakal ve mandalina ağaçlarının koku
su geliyordu. Oysa on sekiz mil açıktaydı k . Gözle
rim bağlı bile olsaydı memleketimi güzel kokusuy
la bulurdum. Badrum'un önünden geçerke n . canı
mın canı masmavi kıyı gözlerimin karşısında gön
lüınce uzanıyordu. Denizin mavisi üzerinde o ka
dar temiz ve duru bir aktı ki; hemen bir saniye
önce -aşk tanrıçası gibi- denizde ve köpükten ya
ratılıp kıyıya yayılıvermiş sanılırdı. Akşam olduğu
için ışık şive değiştird i . Kent beyazken açık mavi
oldu. Aliş'le yan yana duruyorduk. çenelerimizi
küpeşteye dayamıştı k. Ona baktım . gözleri doluy
du. Dönüp kente bir daha bakmadım. İşte Erkek
Fatma . Kalafat Ahmet, Halil Usta. balıkçı Ateşoğ
lu, Nusret Ağa , Kasım Efendi. Kör Halit hep ora
daydılar. Göktepe'nin merhametli gölgeleri kentin
üzerine uzandı. Böylece. Bodrum'u göz göre göre
geride bırakıp ayrılmak acısından bizi kurtard ı .
Aliş İzmir'e çıktı . Biz İstanbul'a vardık. Ben
adlarını ezberlemiş olduğum sokaklara doğru yol-
1 27
landım. Titriye titriye yürüyor, sıkılıyordum. Ka
dınları n kara . kırmızı ve ak boyanmış suratlarıyla
karşılaşınca içim bulandı. Tabana kuwet kaçtı m .
İçimden ka n ağiaya ağiaya topladığım paranın bir
kısmını içkiye verdim. Ortalık kararınca kafam
dumanland ı . Cesaret toplamıştım . Çiçek Sokağı
na doğru yollandım. Geçtiğim gün görmez dar
yerler, leş gibi sidik kokuyord u . Yolun iki tara fın
daki yüksek binaların kapalı pencereleri. kapakla
rından çapak ve irin sızan hastalıklı gözlere benzi
yordu. Uzaktan uzağa çal ınan laternalar ve dişili
erkekli şarkı söyleyen bozuk sesler . kadınların
çığlığımsı yılışık yıl ışık kahkahalarının gürültüleri.
sanki deniz tutmuş gibi bana bir bulantı verdi .
Kendi kend ime. " N e cesaret? Bir kadının
karşısına çıkıp da nasıl utanmada n . arianmadan
öyle bir öneride bulunacaksın?" diyordum. Ürkek
ve çelimsiz adımlarla arasıra duraklıyor, yolumu
değiştiriyordum . Sokakta gelip gecenler: evlerin .
o kapalı gözlere benzeyen pencereleri. ağaran
kaldırım taşları : hep hayretle faltaşı gibi açılmış,
bana bakıyorlar sanıyordum . Bir türlü asıl sokağa
dalmak cesaretini kendimde bulamayarak bir aşa
ğı bir yukarı taban teptim. Büyük bir namussuz
luk işiernekte olduğumu duyuyordum. Ama dişle
rimi sıktım: " H aydi bire sen de! Pısırık. mıymıntı,
budalasın ! O evlerdeki kadınlar namussuzsa , ora
ya gidenler değil a. Oraları hep namuslu erkekle
rin uğrağıdır" dedi m .
Tam o sırada. feslerini çapkıncasına öne eğ
miş. bıyıklarını burmuş, kol kola. omuz omuza
vermiş üç külhanbeyi, cakalı adımlarla çalataban
sokağa daldılar. Hafif bir yaprak gibi, artlarına
katıldım. Bir evin kapısını onlar. biraz ötedeki
128
başka bir kapıyı da ben çaldı m . Yüreğim göğsü
mü yumrukluyordu . Yaptığım ne yüz karası şeydi !
Harlayan kandan yüzüm ateş gibi yanıyordu. Ka
pı açıldı . lzgarada pişi rilmiş uskumru balıkları
olur; gözleri bulanmış ve balgamlaşmış gibi ağa
m; işte bir gözü öyle bulanmış ve yumurta kadar
yuvasından fırlamış. iriyarı yapılı. yaşlıca bir ka
dın önümde duruyordu . Yüreğimin bile beti benzi
atarak. kireç kesildiğini duyar gibi oldum . Farkına
varmadan öyle bir irkilmişim ki . kadın ağlayıcı ve
çetrefil bir Rum şivesiyle, "Efendim bir nefis kör
letmekten ibaret değil mi? Onu başkası kadar ben
de yaparım" diye yalvarmaya başladı . Sırtımı dö
nüp kaçamadım. oraya çivi gibi mıhlı kaldı m .
Korkmadığım içi n m i içeri girdim, bugüne bugün
bildiğim yok! Bir zaman sonra tiksintiden , heye
canda n . telaştan , şaşkınlıktan allak bullak. kendi
mi dışarıda buldum .
Denize açıldığım ilk gece. direk başında gör
düğüm Oriyon yıldızları gökte pırıl pırıldı. Başı
mın üstündeki kırmızı fenerse. sanki domates gibi
sulu ve yılışık bir gözdü. Palamut bükünde Aliş'le
konuşup umduklarımız ne. dünyanın bize verdiği
neydi?
Artık ben de Aliş gibi memlekete dönmek is
teğiyle yanıyordum . Gönlüm sıla özlemiyle yor
gun ve dolgundu . Bodrum. Erkek Fatma, Halil
Usta , Kalafat Ahmet g özlerimde tütüyorlard ı . Ka
der beni kanatlarının üzerinde gezd irmişt i . Dün
yaları dolaştım. Keşke orada kalmış olsayd ı m .
Şimdiye kadar evlen miş. unumu elemiş, eleği du
vara asıp yan gelmiştim . Şimdiyse başımı taştan
taşa vursam kaç para ederdi? Memlekete d ön
mek. orada oturaklaşmak için para gerekti.
1 29
İşin tersliğine bakın ki . o zaman İtalya bize
Trablusgarp Savaşını açtığı için Türk kayıkları
Akdeniz'de gezemiyorlardı . Kala kala yabancı yol
cu vapurlarında iş bulmak kaldı . Sağa sola baş
vurdum. Bir gün. kahvehanenin birinde vapurlar
da ateşçilik eden bir Fethiyeliye rastladım. Vapur
larda iş aradığıını ve bana salık vermesini yalvar
dım. Bana ödünç para verdi . Yemeğe ve ondan
sonra da baloz denilen eğlence yerlerine çağırd ı .
Piyazcıda ciğer v e öteberi yedikten sonra Beyoğ
lu'na çıktık. Dükkanlardan. eğlence yerlerinden
akan ışıklar kaldırımlardaki karanlığı çizgi çizgi
kesiyordu. Kalabalığın yürüyen bacakları, dükka
nına ve eğlence yerine göre. şimdi yeşil ve mavi.
sonra kırmızı ve sarı olarak her adımda renk de
ğiştiriyordu. Arkadaşım:
- Vapurlarda temiz iş görenler ve çok para
alanlar olur. ama onlar vapur şirketlerinin hisse
senetlerini tutanların hısım akrabasıdır. Sen ister
sen, dağları taşları kürekle kaz, ayda dört l iradan
daha fazla alamazsı n , dedi .
- A canım arkadaş, ben razıyım; sen söz ver
din ya, yarın şirkete gideriz. dedim.
Ben bunu söylerken benim bacaklarım gül
pembe, onunkiler kavun içi olmuştu. Neyse, ba
loz denilen yere gittik. Hokkabazlar; palyaçolar,
pehlivanlar oynadılar. Benim uykum geldi.
Ertesi günü, erkenden gelip. arkadaşı bul
dum . Loyd Triyestino denilen Avusturyalı vapur
şirketinin acentesine gittik. Ertesi günü kalkarak
Marsilya'ya gidecek olan bir vapurda ateşçi eksik
miş. Memurlar, ütüsü bozulmasın ve fantazi ço
rapları gözüksün diye. pantolonlarını çimdikliye
çimdikliye yukarı çekerek beni ateşçiliğe kaydetti-
1 30
ler. Elime de bir kağıt verdiler. Vapura onunla gi
decektim.
Sabah olunca bütün mallarımı bir çıkın edip
koltuğumun altına sıkıştırarak Galata rıhtımını
b·oyladım. Bizler. yani vapurda işieyecek ve vapu
ru yürütecek olan denizciler rıhtı mda toplandık.
Hepimizin ellerinde eski püskü çantalar ve çuval
lar vardı. Vapurun bordası önümüzde kara bir d u
var gibi yükseliyordu. Bu duvarda kapkara ve pis
bir lumboz açıktı . Kafile halinde , kısa kısa adım
larla yürüyerek vapura giriyorduk. Yüzlerce ayaklı
upuzun ve kapkara bir ejderha deliğine giren bir
yılan gibi . . . Yolcular ise pek sağlam bir iskeleden ,
kadınlar çıtır çıtır yapmacık gülüşleriyle, beyler
kurum kurum kurularak yukarı çıkıyorlard ı . Kü
peşteden bize bakanlar, cennetteki meleklerin
aşığıda, yani cehennemdeki zebanilere bakışları
gibi , yüksekten bakıyorlardı. İçimden, "İyi ki üzer
Ierimize tükürmüyorlar" dedim.
Bana yatacağım ranza ve nöbetim bildirildi .
Vapurun kalkmasına yakın elvedalar başlad ı . Bi
zimse vedalaşacak kimsemiz yoktu. Elvedalar bi
le, salon mobilyaları gibi, ancak dünyalığı yolun
da olanların kendilerine peşkeş çekebilecekleri bir
lükstür. Benim bildiğim, anam , baba m , amca m ,
atam dünyadan selamsız sabahsız çekilip gitmiş
lerdi.
Bundan önce ateşçilik etmiş değildim. Ama
yapacağım iş o kadar basitti ki onu öğrenmek
için çıraklık etmeye, ders almaya gerek yoktu. Bu
iş, gövde gençliği , kol , bacak gücü, ateşin karşı
sında dayanıklılı k ister. Bunlardan yana ise , çok
şükür, bir eksikliğim yoktu. Nöbetim gelince, ba
na verilen ocağı bal gibi idare ettim. Nöbetim bi-
131
tince , elimi yüzümü yıkadım , giysilerimi değiştir
dim, sonra da hem vapuru gezip görmek, hem
hava almak üzere. başaltından dışarı çıktım. Doğ
ruyu söylemek gerekirse. yolcu vapurunun içi. dı
şından görünüşü kadar hoş değildi. Bu yolculu
ğumda. denizden çok vapur vardı. Nereye gider
sem gideyim bol bol vapur. yani karanlık ve izbe.
mağaramsı ambarlar. geçitler görüyordum. Deniz
ise buralarda pek kıttı . Biraz deniz göreyim diye
güverteye çıktım . Gemi Marmara Denizinde gece
esmiş ve dinmiş lodosun ölü dalgaları üzerinde
kalkıp iniyordu. Ben ateşçi olduğumdan birinci
mevkie gidemezdim. Üçüncü mevki güvertesi ise ,
insanın durduğu yerde dönerneyeceği kadar dar
ve kalabalıktı. Ne var ki, oradan birinci mevki gü
vertesini görebiliyordum . Güverte gölgeleri . gemi
sallandıkça. gizlenmiş oldukları yerlerden beyaz
güvertenin üzerine uzanıyorlar, sonra kendi cesa
retlerinden ürkmüş gibi birdenbire köşelerine çe
kilip gene gizleniyorlard ı . Salonun kenan ise hep
gölgeliyd i . İşte oraya bir sıra şezlong konmuştu.
Üzerlerinde kıymetli kürklerle örtülü , kürkler ka
dar pahalı yolcular vardı . Arniraller gibi apoletli
ve sırmalı garsonlar, onlara tepsiler dolusu bir
şeyler getiriyorlardı .
Vapura iki zengi n Moschild"in yolcu olarak
geldikleri fiskos edil mişti. Onları tanımadığım hal
de, gerçek insan ve yolcu olarak yalnız kendileri
varmışlar gibi bir tavır takınmalarından ve bu dü
şüncelerinin bütün öteki yolcuların onlara, yerlere
sürünüreesine saygı göstermeleriyle onaylanışın
dan o iki yaşlı kadının Moschild ailesinden olduk
larını anladım. Sanki bütün toplum bunları güzel
leştirmek. dudaklarını rujlamak, giydirip kuşatmak
1 32
ıçın, ressamıyla, terzisiyle , yazarıyla , mimarıyla
yarışa çıkmıştı. Neredeydi bu pörsümüş ve eski
miş et yığınları. neredeydi beı ıim çelik tel gibi Er
kek Fatmam! Valiahi şu iki cadaloz Fatma'nın pa
bucu bile olamazlard ı .
İkinci nöbetimi bitirince gene vapuru kolaçan
etmeye koyuldum. Bir geçit vardı ki oradan gar
sonlar gider gelirierdi . Orada kime rasgeldim der
siniz? Bodrumlu Pahos'a! Gerçi Bodrum'dayken
biz Rumiara gavur derdik, herhalde onlar da bize
daha övücü olmayan sıfatlar verirlerd i . Ama ya
bancı illerde birbirimize rastlayınca, içtiğimiz su
ayrı gitmez, bir anadan doğmaymışız gibi birbiri
mize sarılırdık. Beni görünce,
- More Mahmudu , sen burada ne arar? diye
kollarını açıp beni bağrına bastı.
Ben :
- Ateşçiyi m . ded i m . para biriktirip memleke
time gideceğim.
Zavallı Pahos. bana nasıl ikram ve iltifat ede
ceğini şaşırdı . İstanbul'dan pathcanla sarmısak al
mış. Beni akşam yemeği için mutfağa davet etti .
Çünkü dostu olan aşçıbaşıya gizli gizli imambayıl
dı pişirtiyormuş.
- Aman , bu Frangosların çürük etleri yenmi
yor. Görsen . yolculara ne pis pis kokmuş şeyler
veriyorlar? Üzerlerine konulan salça olmasa yeni
lir yutulur değil , yanlarına bile yanaşılmaz, dedi .
- Neden d edim. gördüm, pek güzel a . . .
- Ah bre bilmezsin Mahmudaki. ben salon
yolcularının garsonuyum . Burada her şeyin bir iç
yüzü, bir de dış yüzü var. Bir masa üstü ve bir
masa altı var , ded i .
Ondan sonra memleketten söz ettik. Söz
1 33
döndü dolaştı, ben Fatma'yı övdüm, o da Mari
ka'yı . Ama ikimiz de içimizi istediğimiz gibi açıp
deşemedik. Çünkü onun garsonluğu ve benimse
ateşçiliğim vardı.
Akşam olunca mutfağa gittim. Salonda çalan
cazbandın gürültüsL· nü uzaktan uzağa işitiyorduk.
Pahos, "İştahı açıls· ı" diye, salon yolcularının iç
tikleri en pahalı bir içkiyi sundu. Birdenbire caz
bandı takımıyla yutmuşa döndüm. Pahos'un ken
disi de içti. Yemeği yedikten sonra Pahos, "Dur
sana göstereyim" diyerek beni salona açılan ve
garsonlar tarafından . kullanılan bir kapının önüne
getirdi . Kapı aralıktı. İçerisi iyi görülüyordu . Sa
lon yolcuları yemek yemek için masalara doğru
yürüyorlardı. Yemek salonu renkli camlardan bir
kubbe altıydı. Mobilya, en nadir ceviz ve başka
ağaçlardan yapılma sert ve sağlam şeylerdi. Ama
renk renk ışıkların donukluğu dolayısıyla, keskin
kenarları ve şekilleri sanki buğulanıp birbirine eri
yor ve göze bir yumuşaklık etkisi veriyordu. Her
taraftan süslü saksılar içinde palmiyeler yükseli
yordu. Masaların üzerindeki küçük ampuller l oş
bir ışık veriyor, alçakta duran bu ışıklar tavanlara
doğru uzun gölgeler salıyordu. Beyaz eldivenli
garsonlar sanki ·insan değillerdi de sessiz sessiz
yüzen hayaletlerdi . Kadınların çoğu dekolteydi .
Aralarında İngilizler. Amerikalılar, Danzigliler,
Stockholmlular, Orta Avrupalılar vard ı . Kimisi ko
casıyla, ki mileri -kocaları memleketlerinde para
edinmek işine devam ettikleri için- yalnız gelmiş
lerdi. Her birinin giydiği elbise "Paris ! " diye hay
kırıyordu. Hele birisininki ışıktan yapılma bir ağa
benziyordu; sanki gök mavisinden kırpılma mavi
benekler mi, kelebekler mi diyeyim, işte onlar, bu
1 34
ışık ağına yakalanmışlard ı . Erkeklerin çoğu ye
mek yemek için sırtiarına kırlangıç kuyruk frak
takmışlardı . Bunu niye giyiyorlardı sanki , onsuz
yemek yenmez miydi? Kadınların biri , yürürken
kalçalarını büyük bir ustalıkla sallıyordu. Doğrusu
benim de bakışım kırlangıç kuyruklarınki gibi ger
danının süt beyazı parlaklığı üzerinde kaydı . Pa
hos·a onu göstererek:
- Bu kim? dedim.
Pahos :
- Pule de lux, yani lüks tavuk, dedi.
- O ne ki ? diye sordum.
- Sen bil mezsin M ahmudaki , pahalı esnaf
kadınlara öyle denir. Onun yumuşak, sıpsıcak.
kuş tüyü yatağı hiç boş kalmaz. Bir vapurdan çı
kar, öteki vapura girer. Karada hiç kalmaz. O nun
için ona lüks tavuk değil , lüks ördek demeli ! diye
cevap verdi.
Artık bütün yolcular masada yer almışlard ı .
Her birisi güzel kokularla, boyalarla, kremler, sür
melerle, giysilerle kendilerini elden geldiği kadar
göz alıcı ve çekici yapmaya uğraşmış olmasına
karşılık pek teklifli bir tarzda yemek yiyişlerine
şaştım. Pahos:
- Sen onların bellerinden üst taraflarına bak
ma, masaların üstünde başlar anlaşınıyar gibi bir
birinden uzak duruyariarsa da masanın altında
hacaklar J5ek iyi anlaşırlar. Hah işte, içmeye baş
ladılar. Müzik de çalıyor. Eğil Mahmut eği l , ded i .
İkimiz d e eğildik. Masadaki insanlar, telgraf
direkleri gibi , birbirinden ayrı , yerli yerlerinde du
ruyorlardı. Ama , başımı indirince , masaların ve
sandalyelerin tahta bacaklarıyla insanların et ba
caklarının birbirine karışmış pek dolambaçlı bir
1 35
hacaklar ve ayaklar bulamacı halinde ka•;nl}ştıkla
rını ve ileri geri birbirini arayıp araştırdı klarını
gördüm.
Marsilya yolculuğum on gün sürd ü. Bu sıradcı
biz ateşçilerin eşekler kadar haysiyeti miz yoktu.
Bu zamanın yarısını kızıl ateş karşısındaki kıpkızıl
yanan süngüleri ateşe sokup çıkarmakla. gelberi
ile dışarıya çektiğim pislikler arasındaki alevii kö
mür p;:ırçalarıyla ayağım ı . bacağımı dağlamakla.
kan ter içinde kaldıktan sonra seriniemek için
makinelerin ağzına giderek orada buz kesip ö k
sürmekle geçirdim. Kullandığımız. kömür süngüsü
değil, ömür törpüsüydü. Eğer yemek konusunda
ve başka şeylerde Pahos'un yardımı olmasaydı .
para biriktirmek şöyle dursu n . üstelik b i r d e bor
ca girecektim.
Neyse . yolcularımızı Marsilya'ya boşalttık.
Onların yerine başka yolcular aldık. Gerçekten de
biz yolcu gemisiydik, bunlar da yolcuydu. Hem
de tam yolcu. Paketin kağıtla sarılıp postaya ve
rildiği gibi , bunlar da Paris'te tuvaletlend irilip bize
veriliyorlard ı . Biz de bunları i çieri saman dolu çu
vallar gibi lüks karnaranın içine taşıyor, bir yer
den bir yere götürüyorduk.
Dönüş de tıpkı gidiş gibi geçti. Benim ocak
taki nöbetleri m . Pahos'la hoşbeş edişlerim, yolcu
ların tuvaJet saati , yemek saati. cazbant tempo
suyla birbirine sulanma ve gece olunca kamara
dan karnaraya gizli gidiş gelişler saati falan fila n .
B i r gün seriniemek i çin yukarıya güverteye
çıktım. Bütün güvertesi denizle süprülen küçük
bir yelkenli kayık gördüm. Biz rahat rahat gider
ken, o, koca e nginde ölüm dirim savaşındaydı ve
savaşla şanlıyd ı . Bizim salon yolcuları yukarıda
1 36
tuzlu bademler çıtırdatarak birbirleriyle flört eder
lerken orada denizci arkadaşlar, bir tarafta kosko
ca deniz ve bir tarafta o koskoca denize karşı ko
yacak olan kendileri . çıplak göğüslü masumiyetle
riyle aslan gibi dövüşüyorlardı. Elimde olsayd ı ,
vapurdan atlar. denizci arkadaşlara kavuşurdum.
Ben böyle bakar dururken bir çan çaldı. Ye
meğe hazırlan çanıydı. Şimdi herkes akşam tuva
Jetini yapmaya koyulacaktı .
Dönüş yolculuğunda en çok heyecanlandığım
dakika. Arşipel denizine girdiğimiz dakika idi .
Hatta gemiciler ve yolcular bile gözlerini biraz
açarak, "Arşipel'e giriyoruz" diyorlard ı .
Sözü uzatmayalı m . birkaç lira i l e İstanbul'a
gittim; bir Karadenizli taka ile de İzmir'e. Oradan
ötesi kolaydı artık. Eh , sonunda Erkek Fatma'ya
kavuşacaktım. Onda herkeste arayıp arayıp da
pek az bulduğum ya da hiç bulamadığım ve hep
özleyip durduğum bir şeyin pek çoğu vard ı .
1 37
A CANlM, YURT BAŞKADIR
1 38
Bakkaldan bir kova, biraz i p , bir süpürge ve ocak
için bir maşa aldım. Üst katta, pencere kapakları
nın çürüyüp dökülmüş yerlerinden giren kumru
lar , her tarafa yuvalanmışlardı . Oralarını silip sü
pürüp yıkadım. Ocağı yaktım . O gece evde yatıp
uyudum.
Ertesi günü eski arkadaşlara , sonra da Ate
şoğluna uğrayacaktı m . Fatma"yı görmeyi geciktiri
yordum. Onu görmek umudunun sevincini daha
uzun boylu tatmak için . Doğruyu söylemek gere
kirse, ben herkesi ve her şeyi bıraktığım gibi bu
lacağımı sanmıştım Halil Ustayı yine dükkanında,
Nusret Ağa ile Kasım Efendiyi yine orada bulaca
ğıını ummuştum. Nusret Ağa ölmüş. Kasım Efen
di ortadan kaybolmuş . . . Bir gün onu başı boş ge
zerken görmüşler; memurluk yaşamını ve hangi
tarihte, nerede , ne kadar maaş almış olduğunu
dağlara, taşiara ve ağaçlara bağıra bağıra anlatı
yormuş. Bağlayıp İzmir'e tırnarhaneye götürmüş
ler . O insan tanır, bilir ve anlar, cin bakışlı Halil
Ustayı, gözlerinin ışığı sönmüş, ak saçlı , ak sakal
lı bir insan çöküntüsü buldum. Ona da denizcilik
ten söz ettiğimde, gözleri uyanır gibi oldu, sonra
yine söndü; gönlü dükkanı gibi karanlıklaşmışt ı .
Öteki tanıdıklarım da hep başkalaşmışlardı . Bod
rum'a varınca duyacağımı umduğum tadı bulama
dım. İnsan bir mevsimde , bir ağacın belli bir da
lında bir yemiş buluyor; yiyor ve hoşuna gidi
yor. . . Bir iki mevsim sonra gene aynı dalda aynı
yemişi arıyor; ya yemiş o dalda bulunmuyor, ya
da bulunursa hoşa gitmiyor; belki yemişi arayan
değişmiş oluyor.
Neyse , canım sıkıla sıkıla Ateşoğlunun evine
doğru yol aldım. Onu evinin meydanlığının orta-
1 39
sındaki harup ağacının gölgesinde buldum . Ağa
cın kütüğündeki bir kırık dala barbunya ağının
mantar yakasım iliştirmiş, kurşun yakasının bir
deliğine çıplak ayağının baş parmağını geçirerek
ağı germiş. onarıyordu. Ona selam verdim. başını
kaldırmadı . Kim olduğumu söyledim. . . Sevi ncin
den etekleri zil çalacak sanıyordum: umursamadı
bile : herhalde bir tasası vardı. Gözlerini işinden
ayırmadı . Ta neden sonra . başını döndürdü. Gü
neşe bakıyormuş gibi elini alnına getirdi . Beni ta
nımadı:
- Ne istiyorsun evlat? ded i .
- Yahu Ateşoğlu amca. beni tanımadın
mı? . . . Süleyman Kaptanın oğlu Mahmut! dedim.
Başını eğdi . düşündü düşündü, ta neden son-
ra:
- Ha! Mahmut , hoş geldin oğlum. diyebildi
ve başını gene önüne eğd i .
- Çocuklar nerede? dedim .
Bir deri , bir kemik elinin üzerinde kan da
marları solucanlar gibi kabarıyordu. Elinde tuttu
ğu ağ mekiğiyle evi gösterd i . Gerçi Bodrum'a bin
bir umut ve yürek çarpıntısıyla gelmiştim ama,
şimdi iş değişmişti . Ateşoğlunun evine bir kara
haber duymaktan korka korka yürüyordum. Fela
ketin kendine vergi bir havası vardır: onun yak
laşmakta olduğunu. insan, yüreğinde soğuk soğuk
duyar. Artık çekine çekine yürüyordum. Evde bir
kaç çocuğun ağla makta olduğunu duydum. Kapı
açıkt ı . Eşikte durdum . İğne ipliğe dönmüş iki kap
kara çocuk. kırk kırk beş yaşlarında bir kadın,
" Dur seni piç kurusu, senin canını çıkarmazsam
bana adam demesinler" diye yaygaralar kopara
rak, elindeki kepçe ile, dört beş yaşında olanını
1 40
dövüyordu . Yanaşırken adımlarımı duymamış, be
ni kapının önünde görmemişti . Dövülen çocuk
avaz avaz bağırıyord u . Kadının saçları ayağa kalk
mış. gözleri yuvalarından fırlamışt ı . Bir eliyle ço
cuğun topuğundan tutuyor. yerde debelenen ço
cuğa. kepçe ile rastgele -sırtına. başına, omuzla
rına- vuruyor . çocuk kendini sakı nmak için kirpi
gibi t ortop oluyorclcı . Ocaktaki ateşin alevi . göz
yaşlarında kırmw kırrru?.l parlıyordu. Ananın aklı
başı ndan gi tmiş g ibiydi . Ur ın sa� kolu yeldeğir
meni kanadı gibi ınuntazan ı . kalkıp iniyor, kepçe
çıplak etler üzerinde şaklıyord u . Kadının kuweti
mi tükendi . yoksa içine f2nalık mı geld i . her ney
se. yetişip de elinden kepçeyi alacağım zaman
yere dizüstü düştü. Kepçe yerde şakırdad ı . Başı
bir tarafa yığıld ı . dudağının bir tarafı titriye titriye
aşağıya sarkt ı . Yüzü yıkılıyormuş gibi eğri büğrü
oldu . Hıçkırıklarla kıyılan bir sesle. '"Ah yavrucu
ğum !'" d iyebildi . Sonra hüngür hüngür ağlamaya
koyuldu. Hıçkırıklarla sarsıla sarsıla bir kenara
doğru sürünerek giden çocuğunu koşup kaptı ,
koynuna bast ı . Onu durmamacasına öpüyor. ok
şuyordu . Saçı başı birbirine karışmış ana ile ço
cuk, birbirine kitlendiler. Ben ne bu çocukları , ne
kadını tanıyordum. Kadına:
- Bacı. Erkek Fatma nerede? dedim.
- Paşaoğlunun tarlasında taş ayıklıyor. a kşa-
ma gelir. ded i .
Ben denize gitmeden önce , evde Ateşoğlu
nun kız kardeşi. yani Erkek Fatma'nın halası var
dı :
- Halime hala nerede? diye sordum.
- O , Yeni Mahalle'de Hacı Resul'ün evinde
badem kırıyor: evi de orada, ded i .
141
Şaşırdım:
- Pekala, akşama geliri m , dedim.
Hızlı adımlarla ayrıldı m . Gideliden beri Ate
şoğluna bir şeyler olmuştu. Ama ne olmuştu? Ha
lime haladan anlamak imkansızd ı . Çünkü o, bu
saatte badem kırıyordu. Ancak akşamieyin evine
dönecekti . Akşamleyinse ben Erkek Fatma'yı gör
mek üzere Ateşoğluna dönecektim. Fatma'nın
adı nı sanki bir ölünün adıymış gibi anıyorlardı.
İ çime kasvet çöküyordu . Meraktan patlayacaktım .
Deniz kenarına indim. Karaya çekilmiş golet
ler, tirhandiller. baltabaş, kemanbaş tekneler ara
sında yürüyerek. kahvelere geldim. Kahvedekiler
bana:
· - Merhaba! Hoş geldi n ! diye selam verdiler.
Hep kahveler ikram ettiler. Ben bir erkek,
yabancı bir kadın hakkında kahvedeki erkekler
den bilgi isteyemezdim ama, Ateşoğlunu sorabilir
dim . . .
- Yahu, Ateşoğluna ne oldu? dedi m.
Ben seferdeyken evlendiğini, çoluk çocuğa
karıştığını söylediler. Demek ki evde gördüğüm
kadın Erkek Fatma'nın üvey anası ve o yarı çıp
lak, kansız ve cılız çocuklar da üvey kardeşleriyd i .
Akşama kadar başka bir şey öğrenemedim.
Akşam olunca erkence Ateşoğlunun evine dön
düm . Fatma daha gelmemişt i . Ateşoğlu da balığa
gitmişti. Evin eşiğine oturup bekledim .
Sular kararmadan biraz ö n c e Erkek Fatma
uzaktan fıtasıyla göründü. Onu yürüyüşünden ta
nımamak imkansızd ı . Titriye titriye ayağa kalk
tım, hızla ona doğru yürüdüm. Yanaştıkça yüzü
nü seçebiliyordum. Ne var ki yüzü, Erkek Fat
ma'nın yüzü değildi . Tanımadığım mosmor, kos-
1 42
kocaman ve tastopartak bir surattı. Yanılmışım
diye durakladığım zaman, o da beni gördü, tanı
dı. Birdenbire, bir yerini fena halde incitmişim gi
bi, dudaklarından bir çığlık koptu; acele bir el ha
reketiyle yüzünü fıtasıyla örtüp gizled i . Yalnız bir
gözünü açık bıraktı. Bana doğru hızla yürüdü.
Göğsü yürek çarpıntılarıyla sarsıla sarsıla kalkıp
iniyordu.
- Mahmut, sen misin? Neden geldin? dedi .
- Senin için geldim, dedim .
İçimden, "O kırmızı yüzü yanlış görmüş ola
cağım·· diyordum. Ona:
- Fatma bu ne hal? Ben ayrılalıdan beri kaç
göçe d ört el sarılmışa benziyorsun , dedim .
Sesi ve sözleri, boğulan bir insanın ağzından
çıkan hava habbeleri gibi gargaralanıyordu. Bu
karmakarışık söz kalabalığına , dikkat kesilen gön
lümü, kulağımı , zihnimi verince , bir av tüfeğiyle
yüzüne ateş edildiğini, yüzünün berbat ve bir gö
zünün de akmış olduğunu anladım. Yüreğim cızz
diye yandı . Dünya tepeme yıkılır, belkemiğim kı
rılır gibi oldu.
- Oturalım, dedim.
Karşı karşıya yere bağdaş kurduk.
- Yüzüne gözüne ne olmuş olursa olsun , ben
sen i n için buraya geldim. Evleneceğiz, dedim .
Onun açık bıraktığı o tek gözü bakışımı ata
d ı . Gözlerimin içine bakıyordu . Sonra,
- Bak! diye fıtasını bir kenara fırlattı.
Yüzü kıpkırmızı kabarcıklarla çimdik çimdik
olmuş ve iki misli büyüyerek toparlaklaşmış. yek
pare bir yara idi. Akmış olan gözünün yeri derin
bir kırmızı çukurdu. Saçları ve g özünün biri Fat
ma'nın eski gözü ve eski saçlarıyd ı. Ama bunlar
143
yu zun un çirkinliğin i gidermiyar, daha çok açığa
vuruyordu.
Bir süre ağzım açık kal d ı . dilim tutuldu. Yü
reğimin çarpıntısından kurtarabildiğim kırık kısık
heceler hıçkırırcasına:
- Zararı yok. Bu kaza birlikte mutlu olmamı
za engel olamaz, diye başladı m .
Ona öyle acıdım ki , söylediklerim ve sesim
belki insan sesinin ve sözünün en okşayıcı yumu
şa klığına vardı. Söyled i kleri m i n içini karıştıran bir
hoşlukla bağrına sinmekte olduğunu sezdim . De
rece derece tasasının dinmekte ve içinin ısınmak
ta olduğunu görünce silkinip hız aldım. Artık
içimde ne var ne yoksa hepsini döküp saçıyor·
dum . Zaten onun eski yüzü beynimin ve gönlü
mün ta derininde o kadar sil i n mez bir biçimde
yer etmişti ki , eski güzelliğinin hayali. gözümün
önünde bütün açıklığıyla duran şimdiki çirkinliği ni
bile bana unutturuyordu. Ona:
- Görürsün. ne güzel çocuklarımız olacak.
Kız iseler. haniya viranede seninle kayık yaptığı
mız zamanlardaki Fatma gibi olacaklar, diyor
dum .
Tek gözünün bakışı bakışımı aradı ve gözleri
min içine sevgi ile bakakaldı. Sonra derin bir uy
kudan birdenbire sarsılarak uyandırılıvermiş gibi
doğrulup irkildi:
- Ben de ninni di nleyen ufak bir çocuk gibi
oturup seni dinliyorum, dedi .
Eliyle yüzünü işaret ederek:
- Bu surat çekilir mi? Sanki kendi suratımı
aynada, suda görmüyor muyum? Sen bana acıdı
ğın için kendini göz göre göre yakıyorsun, ded i .
Eliyle yavaşça göğsümü dürttü:
1 44
- Git! Mahmut , sana yalvarırım git! dedi.
Ü zerinde bir masum çocuk hali vardı. Belke
miği çatır çatır kırılırcasına, hem kendine, hem
de bana karşı koymakta olduğu besbelliyd i . İçi
kan ağlıyordu:
- Yanlış anlama Mahmut: yalan söylemiyor
sun . sözlerinde zerrece yalan olsaydı belki sana
varırd ı m . dedi .
- Ben sensiz edemem . evleneceğimize söz
ver. dedim.
İleriye atılarak, yüzünü i ki avcumun arasına
ald ım ve yıllarca çekmiş olduğum özlernin bütün
şiddetiyle onu öptüm.
O anda bakışı korkunç bir çığlık gibiydi. San
ki kader. sözden ve sesten yırtılarak ayrılmış ve
bir bakış olmuştu. Göğsü kasırgadaki dev denizler
gibi inip çıkıyordu. Göz göze takılakaldık Boğa
zında toplanan düğümü yutmaya uğraşıyormuş
gibi bi rkaç kez yutkunduktan sonra . duygu ile ka
l ınlaşan bir sesle:
- Acele etme Mahmut. . . Sen geleli daha dün
bir. bugün i ki . Yarın akşam gel , sana söz verip
vermeyeceğimi söylerim, olmaz mı? d edi.
isteğine baş eğmekten başka yapılacak iş
yoktu. Ayrılırken dönüp dönüp bakıyordum. Ay
ışığında bir mermer heykel gibi taş kesilerek du
ruyor. bana bakıyordu. Zavall ı Fatma, ne hale
gel mişti ! "Ama zararı yok, ben bunun acısını çıka
rının" diye düşünüyordum. Yamacın tümseğini
dönünce onu artık göremez oldum .
Ertesi günü Fatma'nın başına gelen felaketi
en ince ayrıntısına kadar öğrenmek için çalmadık
kapı . başvurmadık insarı bırakmadım. O işi öğ
renmek merakı içimi öyle yiyordu ki. bir erkeğin,
1 45
bir kız ya da kadın hakkında , başka bir erkekten
bilgi istemesi ayı p d a , uygunsuz da olsa umurum
da değildi . Onunla evleneceğimi açık açık söylü
yordum. Bendeki öğrenmek ihtiyacını yeterince
tatmin için herkes olayı hatırladığı gibi değil . fa
kat unuttuklarını bile hatıriayıp söylemek için zih
nini kurcalıya kurcalıya anlattı . İkindi olmadan.
sanki olay hemen o gün olmuş ve ben de orada
bulunmuşum gibi her şeyi bil iyordum.
Önce şunu anlatayım:
Fatma. Gerenkuyu'daki Ballı çiftliğe babasıy
la her gidişind e . çiftlik sahibi İsmail Çavuş mutla
ka kıza sul anırmış. Bir gün daha ileri giderek.
bekçisi diye getirdiği Ahmet Ağaya Fatma'yı ya
kalatmaya kal kışmış. Ahmet Ağa , Fatma'yı yaka
paça sürükleyemeyeceğini anlayınca bıçak çek
miş. Fatma bir taşla bekçiyi yere sermiş. O ndan
sonra bir yaban kedisi gibi İsmail Çavuşun üstüne
saldırarak birkaç sille ve tokatla onu da bekçinin
yanına sermiş .
Zaten Ateşoğlunun balıkçılıktan ekmeğini çı
karması . taşı ezerek ve burarak taştan et suyu çı
karmaya benzermi ş. Ama adamın her bal ı k sefe
rinden önce karşılaştığı başka bir derdi varmış. O
da paraketelere yem bulmak derd i . Ahtapot bu
lursa ne ala. bularnazsa balık avlayamayarak aç
kalacağı içi n . bomba ile gizli gizli yemlik küçük
bal ıklar vurmak zorunda kalırmış. Denizin tuzun
dan mıdır nedir. Ateşoğlunun gözleri biraz bula
nık gördüğü için fitilin cigara ile ateşlenecek ba
rutunu hiç göremezmiş. İşte o zaman Erkek Fat
ma i mdadına yetişirmiş. Zaten çelik gibi kızmış
ya , bombayı tutuşturur ve yaman sallarmış . Balık
lar dönüverirler, yüzenler denizin yüzüı:ıü , batan-
1 46
!arsa denizin dibini gumuşe çevirirlermiş. Dipte
iriyarı birkaç balık kalırsa, Fatma hemen soyunur.
dalar, onları çıkarırmış. Köpek balığı gelirse, iki
elinin birinde tuttuğu balığın biri n i , "Al senin pa
yın ! " diye köpek balığına, ötekini de, "Bizim payı
ınız ! " diye kayığa getirirmiş. Yüzdeki yemlik ya
da iri balıkları kepçe ile toplarmış. Ama bu dayak
olayından sonra bir yandan çiftlik sahibi. bek<,:ileri
ve ortakçıları, öte yandan da Ateşoğlu ve kızı
arasında acımasız ve amansız bir mücadele. bir
kurnazlık ve birbirini faka bastırmak yarışıdır baş
lamış.
Bu işin kötü yanı . yemlik balıkların, tam İs
mail Çavuşun malı olan arazinin sazlık kıyılarında
pek bol olmaları , bir de, İsmail Çavuşun kalabalık
hizmetçilerine karşı ihtiyar Ateşoğlu ile Fatma'nın
pek yalnız kalmalarıymış .
Bir akşamüzeri sular kararınca Ateşoğlu
uzaktan bakıp kıyılarda ve sazl ıklarda kimsenin
bulunmadığına kanaat getirince kıyıya yanaşmış.
Fatma'nın savurduğu bomba su içinde donuk bir
gümleyişle patlamış. Suyun yüzünden bir su sütu
nu fışkırıp yine denize şarıldamış. Alacakaranlık
ta. sırtüstüne dönen balıklar suyun yüzüne hasır
gibi serilmişler. Fatma dipte salı nan birkaç iri ba
lığı dalıp çıkarmak için soyunmuş. Tam o sırada
sık çalıların arasından keskin bir ıslık çalınmış ve
bir tüfek patlamış. İşte o zaman Fatma'nın bir gö
zü akmış, iri saçmalar, kıpkızıl şişler gibi Fat
ma'nın yüzüne, gözüne ve gerdanına batmış.
"Davranmayın hırsızlar, bombacılar!" diye bağıran
üç dört erkek sesi duyulmuş. Kız inlemiş, kayığın
dibine düşmüş. Ateşoğlu. ''Fatma! Fatma ! " diye
seslenip dururmuş. Kız bütün kuwetini toplaya-
1 47
rak . "Hiçbir şey yok yahu . . . diyebil miş. Kalkmış
ve küreklere geçmiş . Bir gözü ile hayal meyal gö
rerek kürek çekiyormuş. Arasıra içine baygınlık
gelince su içiyor. gene küreklere davranıyormuş.
Ağır ağır inleyerek soludukça, Ateşoğlu. "Ne olu
yorsun?'' diye sararmış. O da. "Bıraktığımız yem
li klere. balıkiara acıyorum . Balık avlayamayaca
ğız" dermiş. Dişleri soluğunu kıyıyar ve soluğunu
çekerken yüzünden akan kanı içiyormuş. Ağzını
kapalı tutmak isterken kuruyan kan dudakları nı
birbiri ne yapıştırıvermiş. Böylece sekiz mil kürek
çekmiş.
O gece Bodrum·a d önünce bütün ev halkı
yırtınmışlar: duyulmasın diye seslerini kısarak ağ
lamışlar. Bomba atmak yasak olduğu için duyulup
Ateşoğlu ve Fatma'nın hapishaneye götürülme
sinden ürkmüşler. Bittabi İsmail Çavuş bunların
hepsi ni bildiği için tüfekle ateş etmişmiş!
İşte bu işten sonra Ateşoğlu birdenbire çö
küp bunamış. Erkek Fatma gözlerinin ışığı gibiy
miş. "Onu söndürdüler" demiş ve tuhaf bir yok
sulluğa ıssızlığa bürünmüş. Bayağı . babası anası
ölüp de yapayalnız kalmış çocuklar gibi öksüz kal
mış. Sırtı bükül müş. bacakları tutulmuş . . . Konu
şulduğu zaman konuşanlara bomboş bir bakışla
bakarmış. Sanki aklı çok uzaklarda imiş de . aklını
söylenen sözlerin üzerine toplamak i çin bir hayli
vakit -gözler yerde- beklermiş.
Bu olup bitenleri kime sordumsa. sözlerini.
"Ateşoğlu yolcudur artık!" diye bitiriyorlardı.
Akşam olunca yüreğim çarpa çarpa Ateşoğ
lunun evinin yolunu tuttum. Fatma daha gelme
mişti. Arasıra Zehra teyze. dönüp dönüp yüzü
me , bana acıyan bakışlarla bakıyordu. Hatta bir-
1 48
kaç kez bir şeyler söyleyecek oldu. Ama gene
vazgeçti.
Zehra teyzeye:
- Ne o teyze. dilinin ucunda bir şey var: ney
se hele söyle! dedim.
Yutkundu. yutkundu :
- Bak, sana söyleyeyim Mahmut . Fatma·yı
hiç bekleme: o buraya dönmernek üzere başını
alıp gitti. Senin için söz bıraktı. Birbirin izle evle
nirseniz sana da . ona da çok acı olacağını söyle
di. Sana selam bıraktı. "Yüzümün ne hale geldiği
ni hatırlasın. beni unutsun, beni hiç aramasın,
bulamaz, ıraklara gideceğim" ded i . Ne yapalım
oğlum. Allah kısmet etmemiş. ded i .
Sanki üzerime b i r yaylım ateş açılmış d a kur
şunlar kemiklerimi kırmış gibi oldu. Bir paçavra
gibi sarka kaldım . Zehra teyzeyi çok sıkıştırdım.
Fatma'nın nereye gittiğini gerçekten bil miyordu.
Kaybedecek vakit yoktu. Koşa koşa dışarıya
fırladım. Fatma uzun bir yolculuğa çıkmışsa. Bod
rum köylerine doğru değil . Milas·a gitmiştir diye
düşünerek, Yokuşbaşı yolunu tuttum . İşte ondan
sonra onu haftalarca köşe bucak aradım . Bir tür
lü bulamadım da bulamadım vesselam.
Üstüme bir yorgunluk argınlık, bir ezginlik
bezginlik. ne bileyim. bir üşengenlik, uyuşukluk
çöktü. Vursalar tınmıyor. patiasalar umursamı
yor. konuşsalar kulağıma girmiyordu. Üstelik
elimde avcumda da hiçbir şey kalmamış gibiyd i .
Pılıyı pırtıyı toplayıp denize çıkmak zorunda oldu
ğumu düşündükçe içim acı ile burkuluyordu.
Babamın arkadaşlarından Zeynel Kaptan
adında biri vardı. Babamla yaşıttı. Enikonu deniz
de gezmişti. Birkaç yıl dolgun navlunla denizde
1 49
mekik dokuyup da cebi para yuzu gorunce , çok
kayık sahipleri gibi denizden daha fazlasını çıkar
maya tamah etmeden kayığı satmış, bahtı yardım
etmiş. birçok araziyi kelepir olarak ele geçirmiş.
onları bahçeye döndürmüş . . .
Bu adamın biricik bir kız eviadı vard ı . Babam
annem sağken . babam anam ve bütün mahalleli
beni ona gelecekte koca . onu bana gelecekte ka
rım diye gösterir dururlardı . Ben o kıza -Ayşe'ydi
adı- çok sinirlenird im. Bir türlü birlikte oynaya
mazdık. " Kayık yapalı m da denizde oynayalım"
derdim. o. "Bebek yapalım da salıncakta sallaya
lım" derdi. Eninde sonunda kavga ederdik. Ben
Erkek Fatma ile oynamaya giderdim.
Tam bu sıralarda Zeynel Kaptan şunu bunu
araya koyuyor ve ağzımı yoklatıyordu. Bense ev
lenecek kadın değil, denize açılacak gemi arıyor
dum. Bir gün beni Kalafat Ahmet Usta Halil Us
tanın dükkanına çağırttı . Ahmet Usta:
- A Ma hmut, araya girip sana şunu bunu söy
lemeye, şöyle böyle öğüt vermeye memur edildik.
Sana söyleyecek şeylerde bir dalavere. bir hile ol
duğundan işkillenseydik araya girmezdik. Sonra
bak, biz ağız yoklaması n ı , sözü evirip çevirmesini
pek bilmeyiz. Hartamız portamız yoktur. Zeynel
Kaptanın bir kızı var. Kıza çocukluktan beri . "Sen
büyüyünce Mahmut'a varacaksı n" demişler. Kızın
gönlünde yer etmişsi n . Geldikten sonra da seni
görmüş. Zeynel'in de biricik eviadı olduğu için.
onun yüreğini kıramıyor. Zaten kaptan da seni da
matlığa beğenmiyor değil . Bizi, sana bu sözleri
söylemek için araya koymadılar: sözde gidip kızı
istemene seni kandıracaktık da. sen isteyecektin,
onlar da verecekt i . Demincek söylediğim gibi
1 50
adam kandırmayı ne ben becerebiliyorum, ne de
Halil . . . Doğrusunu dobra dobra söylemek daha
kolay geliyor bize . Ama kızın namuslu olduğuna
i kimiz de kalıbımızı basarız. Evlenıneniz kötü bir
iş olmayacak. Bak . ne yapalım. Biz seninle gö
rüşmüş. sen de kızı isternek için bizi araya koy
muş ol. dedi.
Ben :
- Vallahi. nasıl uygun görürseniz öyle yapın.
Hiç bana sormayın . dedim.
Bir süre bana , sonra da birbirlerine baktılar.
Kalafat:
- Pekala oğlum. Herhalde senin kötülüğüne
çalışmayacağımıza inanırsın , ded i .
Benim o sıralarda hiçbir şeyin umurumda ol
madığını demincek söylemiştim . Ama , güzel oldu
ğunu bildiğim bir kız tarafından koca diye seçil
menin gururumu okşamadığını söylersem yalan
söylemiş olurum.
O akşam Kalafat bana:
- Yarın sabah git de Zeynel Kaptanla görüş.
ded i .
- Pekala. dedim.
Ertesi günü Zeynel Kaptanın dükkanına gittim.
- Kızımı sana, yani bir kardeşim gibi bildiğim
arkadaşıının oğluna vermek benim h oşuma gider.
Ayşe'yi sana vereceği m . Ama bir şart koşacağım
oğlum. Ayşe'nin anası öldü. Halası ya da kız veya
erkek bir kardeşi yok. Ölürsem senden başka
kimsesi olmayacak. Onun için. den izden vazgeçe
ceksin . Zaten baban bana hep dert yanardı ve se
ni denizden vazgeçirmeye çalıştığını bana söyler
dururdu. Denizden san ki ne bekliyorsun ki. Boş
ver denize! dedi.
151
Ben :
- İyi ama n e i ş göreceğim? Denizcilikten
başka bir zenaat bilmem ki . rızkımı nasıl çıkarta
cağım? dedim .
0:
- Bilmiyorum. ama benim bütün malım bu
biri cik kızımındır . ded i .
B u söz bana b i r tokat etkisi yaptı . Sa çlarıının
bile ta uçlarına kadar . kızard ıklarını duyar gibi ol
dum.
- Yani karımın parasıyla mı geçineceğim?
dedi m .
0:
- Birdenbire öyle öfkelenme. Sana hakaret
etmek istemiyorum. Birl i kte çalışırsınız. Mandali
na bahçeleri var. Zeytinlikler. tarla. bosta n . bahçe
var. Bunların topu da iş ister. bakım ister. dedi .
Teşekkür ettim ve kendisine yarın kesin bir
cevap vereceğimi söyleyerek ayrıldım.
O günlerde. o apışık halimle. değişi klik ve
hareket değil . ama durgunluk ve sütlimanlı k arı
yordum. O akşa m . dilersem karım olacak kızı.
bana Üçkuyular'da kuyu bileziğine oturmuş testisi
ni daldururken gösterdiler. Badem gözleri karay
dı. Kara saçları fıtasından taşıyordu. Kı z parasız
lık çekmemiş. acı duymamış. yokluk nedir bilme
miş. sere serpe fıskiye gibi boy atıp gelişmiş.
Onun durgun. kadife karası . o kşayıcı bakışı . bana
sütlimanlıklardaki cam gibi sulardan ve yumuşak
rıhl ı . kumlu kıyılardan ibaret. yorgunluk argınlık
giderici bir hayat vadediyordu. Öyle bir l imanlık
bulacaktım ki. orada denizci korkusuz ve kuşku
suz gemisini demirler ve gözleri biraz uyku yüzü
görür.
1 52
Kız beni görünce, kıpkırmızı kızard ı . Yüzünü
örtmeye eli varmad ı , açık bırakmaya da utand ı .
orada şaşaladı kaldı.
Gönlüm Ayşe'ye akınaya koyuldu doğrusu.
Ama gözümün önüne Erkek Fatma geliyordu.
"Zavallı Erkek Fatma ! " diye düşünüyordum. o za
man direk başındaki yaslı yaprakianma gibi gön
lümden hazin bir esintinin gölgesi geçiyordu. Ka
rım olacak Ayşe testilerini doldurdu. Adımlarını.
yol dönemeci çalılarının ardından kayboluncaya
kadar bakışlarımla izledim. Ona da acıd ım doğru-
su.
Ben denize açılmasaydım muhakkak ki Fat
ma'nın suratı darmadağın edil mez, gözü de akıtıl
mazd ı . Denizi bir daha hiç görmemeye, ondan
tamamen vazgeçmeye hazırdım. Artık dalgaların
dan da, insanların kanına, canına susayan o hain
ve hırçın fırtınalarından da ikrah getirdim: bir da
ha mavi yüzüne bakmamaya and içti m . Zaten
onun adının. sanının. dalgaların ı n , ren kleri nin.
çalkantı . çırpıntılarıyla akıntıları n ı n . kısacası hiç
bir şeyinin bana gizli bir yeri kalmamışt ı . İç yüzü
nü de. dış yüzünü de biliyordum. Onun büyüsü
çözülmüştü artık .
Ertesi sabah Zeynel Kaptana gittim . Deniz
den vazgeçtiğimi söyledim . Kara gözlü. kiraz du
daklı Ayşem'i öpecektim. İşte böylece bir öpücük
uğruna hayatımı berbat ettim.
Evlendik. Gençtik. Ben kendimi ona, o ken
disi n i bana ziyafet çekti . Deniz yüzü görmeyen
Çömlekçi köyünde yaşıyorduk. Bahard ı . Toprak
ların nabzı kudretle çarpıyor, ağaçların şişen to
murcuklarından yeşil alevler fışkırıyordu. Bir uzun
öpüş kadar yüz kısa öpücük ve yüz kısa öpücük
1 53
kadar uzun öpüşlerle o uzun bahar günlerini kısa
cık saniyelermiş gibi sevinçle geçiriyorduk.
Mutluluğun billur yaşları içinde Ayşe'min o
kara bakışı, kararan derin sularda geceleyin ay
ışığı gibi parlıyordu. Portakal ve limon ağaçları ve
gül fidanları arasında, yüklü asma çardakları altın
da, pervaneleyen kelebekler gibi birbirimizi kova
iıyorduk. Benim her gülüşümün ardınca onun gü
lüşü, onun her öpücüğünün üstüne benim öpücü
ğüm baş döndürücü bir burgaçlanma ile birbirinin
peşini kovalıyordu.
Ne var ki, orada Ayşe'nin parasına muhtaç
bir sığıntı gibi yaşamak ağırıma gidiyordu. istiyor
dum ki bu toprak işlerinde benim de el emeğim
ve alın terim bulunsun. Çifte çubuğa yardımtın
dokunsun diye çapa ve bel kullanmasını öğren
dim. O kadar ki, belin dirseğine taban dayayınca.
kısa bir zamanda dönümlerce toprağı hallaç pa
muğu gibi belleyip atmaya başlad ım. Toprağa bel
saplamadığım zaman portakal ve mandalina
ağaçlarının altlarının nasıl açılacağın ı , mandalina
ve portakalların nasıl toplanacağını, asmaların
nasıl budanacağını , orak kullanmasın ı , ot biçmesi
n i öğrendim.
Siftah olarak alın terimin boşa gitmediğini,
bir kazanç sağladığını gördüm. Sessiz toprak.
sesli denize benzemiyordu: Ona verdiğim emeğe,
bin bir renk, bin bir güzel koku ile, çiçekle cevap
veriyordu. Sanki kendisine karşı gösterdiğim ilgi
den dolayı bana karşı şükran duyuyordu. Onu sa
panla sürdüm mü. sürülen yeri sapana sadık ka
larak, öylece kalıyordu. Atılan tohumu bağrına
kabul ediyor, onu sıpsıcak tutuyor, nemli tutuyor
ve uçar hayvanlardan gizleyerek koruyor ve koy-
1 54
nunda yavru emziren ana gibi besliyordu. Ta ki
günü gelince . atılan tohum, canlı bir özsuyla yeşil
ve ciyierle titrek, gelin gibi bir fidan olarak bana
mıs 9ibi kokan çiçeğiyle tat sızan yemişi n i , "'Bak.
TL5ıl büyüttüıTı sana !"' diye veriyordu. Toprak
tam b ! r l<.cıdırı :�'!dı n cı ktı. okşanmaktan hoşlanı
yordu .
Hele ba l ı çed eki aqaçlar . . Asmayı budayarak
yükü ı ı ü hafiflctın::: e . c:ısma b;:.:,; ağı d uygulanıyor.
gözleri s.Jrıki şükran �·aslarıyla dolup taşıyordu.
Bademleri budasi:.m' . sevinçle titriyor. bütün to
murcuklarında sanki beyaz kelebekler açarak te
peden tırnağa kar gibi ağarıyorlardı . Limon ağaç
larının kurularını ayıklasam, zarafet ve eda ile kal
kınıyor, sık yapraklarıyla yeşil loşluklar yaratarak,
gece uykumuza güzel kokular katıyor, sarı sarı
yemişleriyse varlığımızı bile serinletiyordu. Kısa
ca, emeği m , asmalarda salkım salkım sevin ç göz
yaşları, şeftalide öpüşe uzatılan pembe yanak, ki
razda dudak oluyordu.
Doğrusu ömür dediğin buydu işte. Keçileri
miz Çömlekçi sırtlarında çıngıraklarını çıngırdata
rak oynaşırlar; cömert memeleri sütlerle tostopar
lak olmuş, mis gibi kekik, çam sakızı ve yaban çi
çekleri kokan sütler verirler; ineklerimiz uzaktan
mahmur mahmur inlerler; gün, batıya ağınca ko
ruluklarda bülbüller şakrar; puhu kuşları baygın
baygın ünler; arılar uğuldardı . . . Doğrusu babamın
yerden göğe kadar hakkı vard ı .
Duygu , kayığın geçerken bıraktığı , en küçük
bir izi bile kıskanarak onu hemen dümen suyunca
örtüp yok eden yüreksiz denizde değil, a ma asıl
toprakta vardı. Denizin sularını istediğin kadar
karıştır, okşa, istediğin kadar öv, pohpohla, tür-
1 55
küler söyle . onun sana cevabı , "Çeki l , defol ! " der
miş gibi bir şamardır.
Güneş batınadan biraz önce, Ayşe'yle tarla
dan . bahçeden ayrılırdık. Ben o akşam yiyecekle
rimizi bir sepete kordum. Görünce insana dişlerini
saplayası getiren dinç ve kıpkızıl domatesler, kesi
lince insanı bir hafta şakır şakır ağiatan koskoca
man soğanla r, insanın yaprakları arasına daldırıp
yüzünü serinJetesi gelen marullar. hep sepette
toplanırdı . Omzuma da çapayı küreği vurur. ben
önde, o arkada, eveeğimize dönerdik. O ateşi ya
kıp yemeği pişirirken. ben kapı eşiğinin önüne ha
sırla yastığı atar, yan gelir. çubuğa cigarayı takar,
dumanı tellendirirdim. Sağımda solumda, naneler,
mercanköşkler. lavantalar, güller ve bir de kapının
üzerindeki küçük çardakta hanımelleri , hep tatlı
tatlı ve hafif hafif kokarlard ı . Öyle cömert fidan
cıklar ki, bizi güzel kokularının buğusu içinde ya
şatmak için ancak bir avuç toprak ve birkaç damla
su isterler: ben orada kurulur ve gelen geçen köy
lülere. " Merhaba Ali dayı" " Sağol Veli dayı"
"Hoşça kal Mahmut Efendi" , "Uğurlar olsun Ha
san a mca" diye selam verirdim . İçimden de, "Şim
di denizde olsaydım , kıyı kıyı sürünüp demirleye
cek liman arardım. Acaba skanciya vardiya (nöbet
değiştirmek) saati yakın mı? Acaba bu gece liman
da tek demirle yatabilecek miyi m . yoksa karamu
sal mı yapalım? (Gemi başının iki tarafından sağlı
sollu iki demir atmak.) Acaba neden ay yılan dili
gibi ipince ve zehirli? Kepçe yıldızları neden böyle
hırçın hırçın kıpırdaşırlar? Rüzgar neden hafifle
di? . . Acaba tazelenecek mi : şuradan mı alacak,
yoksa buradan mı çıkacak: yoksa büsbütün söne
cek de küreklere mi dayanacağız?" diye üzülüp du-
1 56
racaktım. Şimdiyse geceyi çatık suratlı bir deniz
üzerinde . sert kayalar arasında geçireceğime. sıca
cık, Ayşe'min kolları arasında geçiriyordum.
Gül gibi geçiniyorduk köyde. Oraya yerleştik
ten bir iki ay sonra . yaptığım işten . limon ve por
takallardan üç lira . buğdaydan iki yüz altmış iki
kuruş, üzümden d oksan beş kuruş. koruktan yir
mi sekiz kuruş kazand ı m . Bu hesapta . ben ve Ay
şe'nin gelecek harman zamanına kadar. evde yi
yeceğimiz kumanya ile . ertesi yıl ekim zamanında
ekeceğimiz tohumluk yoktu. Kısaca, sundan şu
kadar. bundan bu kadar para. anha minha tam
dokuz yüz seksen iki kuruş kazancım vard ı . Be
nim aklım pek hesaba yatmıyordu ama. Ay:;e he
sabını kitabını bilir. tutumlu bir ev kad ınıyd ı . Kafir
kadın. aritmetiğin dört işleminden toplama ve
çarpmanın iki ayaklı bir örneğiyd i . Çıkartma , böl
meden ise hiç hoşlanmazd ı . Meğer ki başkasın
dan kendine doğru çıkara ya da kendisine aslan
payı böle . O muhakkak toplar. artırır. ekler ve
torbasına atard ı . Torbası da şalvarının uçkuruydu.
Yalnız benim paramı , kendi parasına karıştırmaz
d ı . Benimkileri şalvannın sağ uçkur ucun a . kendi
parasını da sol ucuna bağlardı .
Köy , bir dağın kayalık. sarp tepesi nin altında
başlar ve yokuş yukarı birkaç yüz adım devam et
tikten sonra biterdi . Köyün üzerine. ·y erirnden
koparsam , üzerinize yuvarlanarak, topunuzu eze
rim'' dermişçesine eğilen koca bir kaya parçasın
dan ödleri patlamış olan köylüler. kese birliği
ederek İzmir'den getirdikleri koca bir zincirle eğik
kayayı , asıl tepenin beline sıkı fıkı bağlamışlardı .
Tarlalar. bahçeler. köyün bittiği yerden baş
lar ve dağın eteğindeki dereye dayanırlardı. Dere-
1 57
nin kenarındaki topraklar. en alçakta oldukları
için çok sulaktılar. Bunlara, "taban yeri" denilird i :
" b i r ek bin a l " denilen b u taban yerlerinin topu
da karımındı . Bizim tarlaların yukarısında Gavur
Ali ile Diktiğin Hüseyin dayının tarlaları vard ı . Cı
lız bir su. yorgun argın sızıntıyla bu iki komşumu
zun arazisini birbirinden ayırır, bizim tarlanın or
tasından geçerek, dereye kavuşurdu . Yamacın
ötesinde berisindeki topraklar, daha az ya da da
ha kurak ve sulak olduklarına göre yama yama
sararır, bozarır, göverirlerdi. İşte toprağı kazma
yı , bellemeyi , ekini ekip biçmey i , fidan budamayı,
bu komşularımız Diktiğin Hüseyin dayı ile Gavur
Ali'den öğrenmişti m. Kirpi Halil Usta ile Kalafat
Ahmet ilk denizcilik öğretmenlerim idiyse . bura
daki bu iki komşum da toprakçılık öğretmenle
rimdiler.
Ben köye ilk geldiğim zaman öteki köylülerle
bu iki komşumuz da bana hoş geldine gelmişler.
komşu olduklarını söylemişlerd i . Ama o zaman
konukların söylediklerine kulak vermiyordum.
Şaşkı n bir haldeydim. Karım zengin olduğu için
ben de , köyün bir ağası sayılıyordum. Yalnız ço
cuklar değil, çoğu zaman benden yaşlı i nsanlar
-ortakçılarımız olduklarını sonradan öğrendim
kunduralarını dışarıda çıkarıyorlar, gelip benim
elimi öpüyorlard ı . Baş sedire kurulup bir kolumu
testi sapı yapmak, öteki elimi de ha bire öptür
mekten utanıyordum.
Birkaç gün sonra, omzumda çapa, nasıl et
sem de, çifte çubuğa yardımım dokunsa d iye bir
aşağı bir yukarı gezerke n , Gavur Ali ile Diktiğin
Hüseyin dayının tarlalarında bir gürültü koptu.
Bir sürü çocuk sesleri cnnldaşıyor, kalın bir erkek
1 58
sesi de . birisine öfke ile haykırıyordu. O yana yü
rüdüm. Sonradan anladığıma göre . Milas ilkokulu
öğretmenlerinden toparlak gözlüklü bir genç. ço
cuklara , " Haydi çocuklar, gel iniz de köylere gide
lim, cahil köylü babalara yardım edelim. Belki on
lara daha modern bir ekim biçim tarzı öğretiriz
de gözlerini açmış oluruz" diye onları toplayarak
Gavur Ali'nin tarlasına getirmiş. Çocuklar sağa
sola dalmışlar, kazılmış toprakları çiğnemişler, ça
yır otlarının üzerinde takla kılarak yuvarlanmışlar.
Bizim tarlanın kenarına varınca öfkesi burnundan
tüten Gavur Ali'nin , öğretmene, "Sen yardım et
mek istiyorsun ama beyim; orak kullanmak, har
man savurmak yardım deği l , i ştir. Şuracıkta şimdi
yardım ediyoruz diye bizi işimizden alı koyuyorsu
nuz ! " d iye bar bar bağırıp tepindiğini i şitt i m .
Gavur A l i aksi bir adamdı . Topraktan b i r ta
ne daha buğday koparmak için neredeyse topra
ğın bağrını dişleriyle paralayacak tırnaklarıyla yır
tıp deşecek, tekmeleyecek. acıtacak, ekmek diye
canını çıkaracak bir adamd ı . ''Ağacın kökü top
raksa, i n sanın da kökü ekmektir be yahu!" derd i .
O dakikada Gavur Ali'nin gözü dönmüştü. İ ş i azı
tıp öğretmenle hır gür edeceğinden korktu. "Gi
dip de araya gireyim mi?" diye düşünürke n , yan
daki tarladan öteki komşu Oiktiğin H üseyin dayı
sökün etti . . . Ufak tefek yapılı . seyrek zımba sa
kallı, garip b ir adamdı. Asıl tuhafı , acayipliğinin
farkında olmamasıyd ı . Başkaları, onunla alay
edip güldükleri zaman, neşelerine kendi neşesi ve
gülüşleriyle katılırd ı . Gavur Ali'ye doğru yürürken
yüzü gülümsüyordu. Zaten ben oneağızı gülümse
mez görmedim.
Gavur Ali'yi yavaşça kolundan tutup bizim
1 59
tarlaya d oğru getirdi. Ben çalının ardına gizlen
dim. Gavur Ali"ye, ""Etme etme" d iye yalvarıyor
du. Ö ğretmeni n işitemeyeceği bir tarzda. öğret
men için , "Cahildir . bilmez. çocuktur. hoş görü
ver" dedi. Sonra öğretmene dönerek, yüksek ses
le:
- Buyurun beyim. bizim bahçeye gidelim. de-
di.
Kendi bahçesinin çiğnenmesine karşılı k . ço
cukların yürekl erinin Gavur Ali tarafından kmlma
sına engel olmak istediği ortadaydı. Ama buna
rağmen Gavur Ali ona yüksekten bakarak dudak
büktü, "Merhaba" dedi ve orağı eline alıp gitt i .
Be n . Hüseyin dayıya. öğretmene v e çocukla
ra kavuştum . Genç öğretmen. Hüseyin dayıya te
peden bakarak süzüyordu. Sonunda Hüseyin da
yının bir kara cahil olduğuna kanaat getirince.
ayakta durduğu yerde bacaklarını açarak, i ki elini
kalçalarına koyup göğsünü kabartarak:
- Siz toprağın tava geldiğini anlamak için
termemetre kor musunuz? diye sordu.
Hüseyin dayı gülümseyerek:
- O söylediğin şey ne ki a oğul? dedi.
Hoca çocuklara döndü ve:
- Haydi çocuklar. köylü dayıya toprak ter
mometreyi ve nasıl kullanıldığını öğreteli m . dedi .
Çocukların birkaçı -mutlaka sınıfta ileri ge
lenlerden olacaklar- derslerini tekrarlıyorlarmış
gibi ince ve burgu gibi seslerle avaz avaz bağıra
rak, termemetrenin ne olduğunu. toprağa nasıl
sokulduğunu anlattılar. Çocuklar susunca, hoca
takdir ve alkış bekleyen bir gülümseyişle Hüseyin
dayıya döndü. O , bu anlatılanlardan hiçbir şey
anlamamıştı . Öğretmen:
1 60
- Gördün mü köylü dayı, nasıl olurmuş? de
yince:
- Valiahi oğu l . pek anlamadım. diye cevap
verd i .
Öğretmen :
- Pekala, siz toprağın tava gelip gelmediğin i
nasıl anlarsınız? d iye sordu.
Diktiğin Hüseyin:
- Şalvarımızı çözer. tarlanın ortasına ve top
rağın üzerine çıplak ardımızla otururuz. Toprağın
ardımıza vurduğu sıcaklı ktan tava gelip gelmediği
ni anlarız. İlkbaharın iş kolaylaşır. Benim toprak.
böceklerin uyanmasıyla tava gelir. O zaman ben
arasıra tarlaya yamyassı yatar ve kulağıını topra
ğa verir d inlerim . Karıncalar yuvalarının kapıları
nı açmadan önce içeride hazırlığa başlarlar. Onla
rın kıpırdanışı, kulağa derinden derine gökgürül
tüsü gibi gelir. İşte o zaman toprağın da uyan
mak üzere olduğunu anlarım. Elbette bu ded iğim
yaz ürünleri içindir , diye anlattı .
Öğretmen kaşını çattı :
- Böyle olmaz . . . Termometre kullanmalı ! de-
di.
Hüseyin dayı:
- A evlat, bizde doğru dürüst kara sapan de
miri yok, o dediğin şeyi -burada . ··termometre··
demeye kalkışt ı , fakat beceremedi- nereden bulu
ruz? d ed i .
Laf orada kaldı . Böyle konuşurken Hüseyin
dayının bahçesine varmıştık. Hüseyin dayı bahçe
sini anlatmaya koyuldu. O içieri gülen güneş dolu
gözleri pan! pan! parlıyordu:
- Bu toprak şeker gibidir, diyordu.
Sonra, sevgilisinin güzelliklerini sayıp dök-
161
mekle sevinen bir aşık gibi sözüne devam etti .
Nadastan , yoncadan . şundan bundan anlatıyordu
galiba . Karşısında bir di nleyen olmasa da toprağı
anlatan o canlı sesinin çınlayışını kendi din lemek
içi n , yüksek sesle , sevincinden -dağ başında tür
kü söyleyen. ıslık çalan bir çocuk veya öten bir
kuş gibi- kendi kendine söylenip duracaktı.
Öğretmen dinliyordu ama. bir şeycikler anla
mıyordu. Ne var ki: Hüseyin dayının sesindeki iç
tenlik onu sürüklüyor. dinlemeye zorluyord u . Hü
seyin dayı kendinden. bahçelerd e . tarlalarda gör
düğü işten değil . ama doğrudan doğruya toprak
tan söz ediyordu. Yalnız yaratmak. eriştirip yetiş
tirmek sevdasındaydı. Sonradan anladım ki Hüse
yin dayı . toprağın ve yerin nabzını d inliyormuş gi
bi d inleyen ve kendi nabzı da adeta ona göre çar
pan tuhaf bir adamdı .
Bir gün çift sürüyordu. Ondan ekin v e ağaç
lar hakkında bir şey sormak için yanına vardım.
Çevresini koklayan. odanın içinde yiyecek olup
olmadığını hemen çakan bir kedi gibi yüzünü kal
dırmış, dört yanını kokluyordu. Bana:
- Farkında mısı n . toprak ne güzel kokuyor?
Sapan sürüldükçe taze taze devriliyor. Onu baya
ğı yiyesim geliyor. Toprağın böyle aşka geldiğini
az gördüm. Hey hey , yağlı yağl ı . sıcak sıcak dev
riJip tütüyor. bak evlat. . . Bu toprak böyle kıvama
gelince işte bu tarladan. her biri tam bir o kka ar
tan pırasa yetiştiririm. Hele şu çift öküzlerime di
yecek yoktur. İşierini iyi bilirler . Haydi g ö!eyim
sizi kara oğlanlar! ded i .
Ne bileyim. t a m bir deniz adamı g i b i o da bir
toprak adamıydı.
Belki çocukları yoktu da b u yüzd en , ağaçları-
1 62
na çocukları gibi bakardı . Ağaçlarının daha em
zikte yavruluk çağlarını, minimini fidanlık halleri
ni. gençliklerini . delikanlılıklarını gelişip olgunla
şıncaya kadar başlarından gelip geçen iyi ya da
kötü serüvenleri hep bilird i . Bir ağacın dünyada
ondan bir gün ö nce keyfi yerinde mi değil m i .
vaktini nasıl geçirdiğini hep anlard ı .
O n a derdimi anlattım. Bizim bahçeye gittik.
Limon ağacını gösterdim. Ağacın betinden ben
zinde n , duruşundan . onun illetini çaktı. Bana:
- Şahları kesme, kurur. Kırmadan yavaş ya
vaş bük ve öteki yamru yamru dalların arasına
sok. Makas kullanma. bu ağaç yara kaldırmaz de
di.
Öyle yaptı m , ağaç kurtuldu.
Hüseyin dayı, komşusu Gavur Ali içi n , "Sert
çedir ama bakma . fena adam değildir . derd i . Oy
sa Gavur Ali 'nin Hüseyin dayı hakkında kullandığı
en hafif söz, " miskin" "mıymıntı" ve " hırbo" gibi
sözlerdi .
Ben nedense ilk önce Hüseyin dayıya ısın
dım. Eskici Kirpi Ustaya bu kadar benzeyen bir
adama daha hiç rastlamamıştım. Bilmediklerimi
öğrenmek i çi n hep ona koşardım. Gavur Ali de. o
çatık suratma rağmen. arasıra gelir . bana salık ve
rird i . " Hüseyin dayıya pek kulak asma; ağaç senin
hizmetçin olacağına. sen onun hizmetçisi olursu n .
Onun dediklerini yabana at demiyorum. Onu din
le, işine gelen yanını al . gelmeyeni boşlayıver.
Çünkü bitkilerine onca gönül veriyor ki . kazancı
na kör kalıyor. Bu gidişle ya açlıktan ölecek ya da
açlıktan ölmemek için tarlayı, bahçeyi elinden
kaptıracak. . . Eğer komşu hakkı saymasaydı m top
raklarını çoktan elime geçirirdim" derdi
1 63
Gavur Ali'nin yanılmadığını çok geçmeden
öğrendim. Hüseyin . bahçeye gelir , "Şu portakal
ağacının altını böyle aç" diye yardım eder , "Şu li
monu şöyle sula" diye öğüt verir dururdu. Ben de
ona, bahçesinde olmayan zerzevattan ve yemiş
lerden utana utana verirdim.
Bir gün Ayşe beni bir kenara çekerek:
- Ama n . ona bir şey verme . Zaten babama
olan borcu gitgide kabarıyor, artık onu ödeye
mez. Bir iki yıla kadar topraklarını elinden kopa
rırız. Babam, davavekili Karakaşların Ferit Efendi
ile konuşmuş. Bu iş neredeyse kıvama gelecek.
Toprakları elinden gittikten sonra onu bizim or
takçımız ederiz; ister istemez hem kendin i n . hem
bizim bahçede çalışı r. Şunu bunu vermek istiyor
san Gavur Al(ye ver. Şimdilik onu kolay kolay al
tedemeyiz. "Toprağımdan bir avuç dolusunu bile
verme m . Hele bir malıma göz diken olsun. ali
mallah gözlerini oyarım" diye bağırıyor. Yemle
rnek için ona arasıra aburcuburlar bağışla ! Ama,
ötekine verirsen topraklarının topraklarımıza ek
lenmesini gecikti rirsin. Sen denizci olduğun için
toprak işlerinin daha acemisisin, dedi
Kulaklarıma inanamadım, şaşırdım. İçimden ,
"Toprak işleri böyle oluyor zahar" dedim. Yani
birbirimizin yüzüne gülecek, arkasından kuyu ka
zacaktık. Oysa olası değil, Hüseyin dayıya karşı
böyle davranamazdım. Onunla birlikte bahçesini
sin si n yağan yağınurda gezerdik de. bana yırt ı k
kunduralarının altına yapışan toprakları göstere
rek. " Bayağı insanın ayaklarına candan bir yalva
rış, bir özleyiş gibi takılıyor; insanın gönlünü ken
disine doğru çeken bu ağırlık oluyor. Şu çamurun
yumuşakl ığını duyunca bizim kaşık düşmanı rah-
1 64
metli Hatça'nın gençliğini hatırlarım. Onun da
benden dilediği bir şeyi olduğu zaman, sesi tam
işte bu çamur gibi yumuşar, tatlılaşırdı'' derdi.
Böyle konuşarak. bana masumiyetini, göğsünü
açarmış gibi açan bu i htiyarcığın yüreğine, ben
nasıl olur da zehirli bir kazmay ı , "Fırsat bu fırsat
tır!" diye harttadak saplar. herifin canına kıyar
dım? Gavur Ali ile karşılaşsak -ona da yapamaz
dım a- haydi neyse , hiç ol mazsa onunla al takke
ver külah savaşır . el inden toprağını çatır çatır
alırken kopan gürültü arasında ne halt ettiğim i
düşünecek vaki t bulamazdım belki .
1 65
KÖYLÜLER. ORTAKÇILAR
1 66
içerlerdim . Ama, ne yapayım, ses çıkarmazdı m .
Ben im gibi sunturlu b i r ağanın eşeğe binişine,
orada ne kadar köylü varsa yardım etmeye koştu
lar. Çuvalları, sepetleri büyük bir iştahla eşeğin
iskele ve sancak alabandalarına bağlamaya koyul
dular. O eşeğin boyu bosundaki bir kayığa o eşe
ğe konulan yük kadar safra koyacak olsaydılar.
hiç ikisi biri yok. kayık mutlaka kaynard ı . Hem
ben koskocaman zıpır . utanmadan arlanmadan .
nasıl o yükün tepesine çıkıp oturacaktım? "Etme
yin. eylemeyin" dediysem de. "Hele bin ! " diye bir
kaçı birden beni yallah kaldırıp eşeğin güvertesi
ne oturttular. Ayaklarım korkunç bir surette yer
den kesildi . " E h , şimdi nasıl gideceğiz?" diye dü
şünürken birlsi. 'Ya fettah ! " diye yaradana sığına
rak hayvanın kıçına top gibi patlayan bir sopa aş
kett i . Hayvan ileriye doğru öyle bir fırladı ki , ben
az kalsın sırt yerde hacaklar havada tepinekala
caktım. Korkudan ilikl erim dondu. Derken eşeğe
vuran herif koşup "Gerekebilir" diye sapayı el ime
tutuşturdu.
Ne olduğurnun farkında olmayarak kendimi
köyün dışında buldum . Köyden iki gomine kadar
ayrıldıktan sonra bizim eşek. çiftetelli oynuyor
muş gibi , yavaş yavaş bir yandan bir yana yalpa
vurmaya koyuldu. Kayık değil ki . orsaalabanda
edip denizleri baş omuzluğun birinden ya da öte
kinden alasın . Elimdeki sert melengeç değneğini
hayvanın ardına yavaşça çaldım. Üç adım yürü
dü, gene çifteteliiyi tutturdu.
Üstelik bir de arasıra duraklayıp başını yere
indiriyor, göveri çeşitlerinin çeşni farkını sınamak
için olacak, birkaç tutarn ot çimleniyordu. Eh .
doğrusu sinirleniyordum. Hemen o gün varmam
1 67
gereken yere bu gidişle nasıl varacaktım? İ şte bu
nu düşündükçe sıkılıyordum, cigara üstüne cigara
içiyordum. Bir kabusta büyülenmiş tek tenha bir
yolcu gibi ha bire yürüyecek, ama varmak istedi
ğim yere bir türlü varamayacaktım. Ne yapmalı ,
ne etmeli de ilerlemeli diye düşündüm. Onu çek
meye uğraştım. Uğraştıkça tepem attı . Söyleme
sine utanıyorum ama, sonunda, kopard ığım ka
lınca bir dalı kaldırıp zavallı hayvanın suratma şid
detle çarptım. Hayvan gözlerini kapıyor, başını
beklediği i kinci bir vuruş için havaya kaldırıyordu.
Dudakları korkudan ve acıdan tir tir titriyordu.
Ona çok acıdım. Gidip zavallıcığı okşadı m . Yere
çömelip oturdum. Hepsi iyi ama , halimiz ne ola
caktı? Gene çekti m , gelmedi , bindim yürümedi .
Hangi topa! şeytana uydum da yaya gitmek du
rurken eşeğe bindim diyerek eşeğin palarnarını
gölgeli bir ağaca bağladım. Bol bol kaluma ver
dim ki etraftan otlayabilsi n . Heybeyi, torbayı salla
sırt edince, eşeğe allahaısmarladık dedim, yürü
yüp gittim. Eşekle daha öte gitmediğime çok iyi
etmişim, çünkü hayvana binmeye alışmamış oldu
ğum içi n , ertesi günü kalçalarım öyle ağrıdılar ki ,
birkaç gün yeni sünnet olmuş çocuklar gibi, ayak
larım birbirinden ayrık olarak yürüyebildim . Sif
tah biniciliğimin acı tatlı cilveleri bayağı sinirleri
mi oynattı.
Yolu bulmak kolay oldu. Çünkü biricik pati
ka güneşte apak ağarıyordu . Yolda arasıra rast
geldiklerime Samancılar köyüne daha ne kadar
kaldığını sorup durdum. Hepsi de, " Bir cigara i çi
m i ötededir" dediler. Hangi bir cigara içimi ? . . İ ki
paket içti m , ortada hala köy yoktu. Akşam olun
ca, "Eh, köy artık bir cigara içimi ötededir!" diye
1 68
rastgele bir pınar başına uzandı m . Çevremdeki
dağlara, "Akşamlarınız hayır olsun ! Ben bu gece
burada yatacağım ! " " dedim.
Sabah uyanınca giysilerim çiyle örtülüydü.
Kal kıp yoluma devam etti m . Demincek söyledi
ğim gibi hacaklar ayrık olarak tabi i .
Dağın omuzundan güneşin fırlayıvermesiyle.
her yanı yakıp kavurması bir oldu . Çıplak ve kuru
dağları aşarak. bomboş uzanan ovaları geçerek.
bir dağ eteğine vardım.
Yamaçların ekilen yerleri , bozkır. kıraç ve kı
sır bir toprakt ı , ekilmeyen yerleriyse cascavlak
kaya . Kerpiç kesilmiş yanık ve kuru toprakların
üzerinde biten kuru d i kenlerle dolu dimdik bir ya
kuşu tırmandım. Köy , mezarlığı ile başlıyordu.
İçimden, "Hey gidi toprak ağası! Al sana istediğin
kadar toprak!" dedim .
Epeyce sonra köy başladı. Evlerin pencerele
ri göz kapakları koparılmış kapkara birer yara gibi
sokaklara açılıyordu. Köy ancak uyanıyordu . Ho
rozların ötmesi. çocukların ağlaması , yük taşıyan
eşeklerin artlarına değneklerin şaklaması ve "Dah,
çüş kara oğlan ! " naralarıyla faaliyete geçiyordu.
Evinin önünde tavukları kışalıyan ve erkek
olduğum için yüzünü gözünü örterek, arkasını ba
na dönen bir kadından , bizim ortakçının evini
bulmak için salık istedim. Bana, biraz ötedeki bir
incir ağacını gösterdi :
- Avlularındadır . dedi.
Balcık hastalığından dolayı, yaprakları si nek
pislemiş gibi benek benek olmuş bir incir ağacıy
dı o . Bizim ortakçı nın avlusuna iskambillerdeki si
nek yedilisi kadar seyrek ve yaslı gölgeler damga
lıyordu.
1 69
Beni ilk karşılayan yaratık, uğuldayan bir si
nek bulutu ortasında kuyruk saliayarak kulakları
nı şakırdatarak olduğu yerde tepinen uyuz bir
eşekt i . Sırtımdaki yükü yere salıverdim. Evin açık
kapısına d oğru seslendim. Ortaya, bir deri kemik,
içieri korku dolu kocaman gözlerle bakan bir ço
cuk çıktı. Delik deşik menevrek şalvarı hiçbir şeyi
örtemed iği içi n . bu giysinin nedenini anlayama
dım. Çocuğun ödünü patiatmamak içi n , yüzümü
gülümsernelerin en gönül okşayıcı yufkasıyla yu
muşattı m . Yavaşça kim olduğumu söyledim. Ço
cuk yılgın yılgın bi r adım geriledi. içeriye:
- Toprak ağası geldi. ded i .
Bir gümbürtü koptu içeride. Ev temelinden
sarsıld ı . toprak duvarlardan birkaç parça toprak
kopup yere düşt ü . Bizim ortakçı Memiş. külahım
kulaklarından aşağı ve ceketinin iki yenini önüne
kavuşturmak gayretiyle iki elini de karnma basa
rak, eğile kalka:
- Buyurun ağam . buyurun ağam. hoş geldi
niz! diye dışarı fırladı.
Doğrusu. amma da hoş gelmiştik! Herifin
gözlerinde kapkara bir acı okunuyordu. Omuz ke
mikleri fırlak bostan korkuluğuna dönmüş bir
adamcağızdı . Eve girdik. Bumburuşuk suratlı kara
kuru bir kadın olan o rtakçının anası eğirdiği kaba
yün yığınını acele kalkarken yere düşürmüş. sol
muş saçları cılız örgüler halinde yazmasından taş
mış, paçavra halinde dallı basma şalvarlı , eli kına
lı. patlak gözlü gelinine bana pişirilecek kahve ve
şekeri n hangi komşudan ödünç alınacağını telaşlı
telaşlı fısıldıyordu. Canlı cenazeye benzeyen bü
yük kızı ise , iki eline içi ot dolu. eskimiş yem tor
bası kılıkl ı iki yastığı almış, odanın en itibarlı yeri-
1 70
ni seçmeden dura ksayarak , ortada şaşkın şaşkın
dört dönüyordu. Beni ilk karşılayan erkek çocuk
tan başka bir de körpecik kız daha vard ı . O da
benim gelişimin evi korkudan altüst ettiğini göre
rek. herhalde beni bir umacı ya da bir gulyabani
sanmış olmalı ki . koca bir torbanın ardına kaçıp
gizlenmişti . Arasıra cesaretlenip torbanın üzerin
den minimini fındık sıçanı boncuk gözleriyle bana
bakıyor. sonra ürküp gene saklanıyordu. Kısaca
sı. hepsinin ayakları çıplak. tabanları dilim d ilim
yarılmış. gövdeleri eğri büğrüleşmiş ve yüzleri de
yamrı yumruydu.
Sertçe öksürsem sanki hepsi birde n .
"Ağam!" diye ayaklarıma kapanacaklardı . H i ç de
korkunç bir adam olmadığım halde altı çift göz
bana yılgın yılgın bakıyorlardı. Ben bir gemici
parçası , ne korkutmaya , ne de bu kadar pohpoh
lanmaya alışmıştım. Orada . pek sıkılıyor, dışarıya
can atıyordum.
İçlerinde yalnız en küçük çocuk, dünyanı n
hanyasını v e Konya'sı nı daha görmemiş olduğu
içi n . ne gövde. ne de gönülce sakatlanmışt ı . Ona
yavaş yavaş güvenç gelmeye başladı . Büyükleri
nin. benim için verdikleri yargıyı artık pek paylaş
mıyordu. Torbanın arkasından başını göğsüne ka
dar kaldırıyordu. Onu çağırdım, geldi . Gelişine
bayağı sevindim.
- Adın nedir senin? dedi m .
Karabiberler gibi ufacık gözlerini şıpır şıpır
açıp kapadı. Sonra sanki büyük bir uçurumu atla
yarak aşmak istiyormuş gibi küçücük çıplak ayak
larının birini ötekinin önüne koyarak dudaklarını
diliyle ıslattı:
- Benim adım piçkurusu, dedi.
171
Cebimden bir gümüş çeyrek çıkarıp verdim:
- Şeker alırsı n , çocuğum. dedim.
Çocuğun paraya bakan gözlerinde. kimi va
kit bir çocuğun şeker isteği , kimi vakit de yaşını
bulmuş bir doğulunun ağır başlı ilgisizliği okunu
yordu. Çift öküzleri . insanların oturmasına ayrıl
mış kısmından derme çatma bir parmaklıkla ayrıl
mıştı. İneğin bir tanesi sanki ben toprak ağası de
ğilmişim gibi , durduğu yerde bağırdı , hoşuma gitti
doğrusu.
Ev dört kuru d uvardı . Tava n , kamışlar ve de
niz yosunları üzerine serpilmiş geren: tabansa,
toprak üzerine döşenmiş kayrak taşlarıydı . Bir
köşedeki taş sürtüle sürtüle parlatılmıştı . Üzerinde
kaz yumurtasını andıran bir kara taş duruyordu .
Çevremdeki ince beyaz toz serpintilerinden, diri
ve kalı n tuzu orada ezdiklerini anladım. Eski bir
hasır, oda tabanını n a n cak küçük bir yanını örtü
yordu. Ot döşekler geceleri serilmek üzere devşi
rilmiş, odanın bir köşesinde üst üste istif edilerek
duvara dayatılmıştı.
Bir iki toprak güveç, bir kör balta , ocağın
üzerindeki yağ kandili ve eşiğindeki sapı kesik su
kabağının içinde kaba saba yontulmuş tahta ka
şıklarla el değirmeni (çünkü köyde , yel değirmeni
yoktu). evde oturacak olanların ölünceye kadar
muhtaç oldukları alet ve edavatın bütününü mey
dana getiriyordu. Kuru duvarın taşları arasına so
kuşturulmuş dal parçalarından bir bağ soğan ve
biber sarkıyordu . Gene o dal parçalarına asılı kirli
ve yamalı torbalar ise, hem kiler hem çamaşır
dolabı , hem de öteberi çekmecesi ödevini görü
yorlardı . Avludan arasıra tavuklar da içeri giriyor
lar; gıt gıt ederek söze karışıyorlar ve söyledikleri-
1 72
mizi küçümsediklerini göstermek için öteye beri
ye pisleyip gidiyorlardı. Çift öküzlerinin altındaki
sidik birikintisinde n , tavuk pisliklerinden sayısız
sinek rızıklan ıp, evin içinde beneklemedik yer bı
rakmıyorlardı.
Bizim ortakçı niçin geldiğimi pekala biliyor
du. Suskunluğumdcın yararlanarak. eli böğründe,
ezile büzüle darlıktan sızlanmaya. ya nık bir sesle
dert yanmaya koyuldu ve insan insan olalı binler
ce yıldan beri bıkılmadan usanılmadan, her kuşak
her gün tekrarl anmış olan yalanlarla gerçekleri
yeni baştan sayıp d ökmeye başladı.
- Bilirsiniz ki ağam , diyordu. zeytin yıl aşırı
ürün verir . Bu yılsa o nların kıt verdiği yıldır. Aşa
koyacak kadar deği l , kandilde yakacak kadar bile
yağ alamadık.
Anası hemen atılarak:
- Nahal olacak halimiz ağam? Ümmeti M u
hammet tanığımız olsun ektiğimiz tohumu bile
alamadık, diyordu.
Adamsa:
- Baharın ilk önceleri yağdanlığa diyecek
yoktu. Otlar tiksird i , zabahları da bir i ki ayazia kı
rağı yaptı. Buğdayların tek gözlerini yakarak on
lara ikişer üçer göz açtırdı. Çok şükür bereket
olacak dedik. Sonra kır yeli esti . Topraklar kireç
ocağı gibi kurudu. Bir tutarn ot bile kalmadı .
Mandalar ağaç kabuğu kemirdiler, diyerek anası
nın sözlerinin arkasını getird i .
Tam o sırada büyük kız komşudan bulduğu
ve ocakta pişirdiği kahveyi, diz çökerek önüme
koydu ve kalkıp el perıçe divan durdu . Adam sö
zünü sürdürüp kızı göstererek:
- Bir iki çeyizlik yapalım, ne bilem ardına bir
1 73
don yapalı m da harman sonunda eveririz dedik.
Eğerleyim yıllar böyle kötü giderse kızı baş göz
edinceye kadar çok harman kalkar. Eşeği satar
sam çeyizi alabilirim emme, sonraleyin biz eşek
siz ne idek ki? dedi.
Yaşlı kadın gömleğinin eskiyen yerlerinden
görünen kuru bağrını yumruklarıyla güm güm öt
türerek:
- Senin kulun kurbanın olam ağam . Bize
aman kıyma , ocağına düştük ağam. Pek darda
yız, diye yalvarmaya başlad ı .
Şimdi Ayşe'ye g öre b e n öfkeyle kükreyerek
yaşlı karıyı tekmelemeli , ayağırnın altına alıp çiğ
nemeliydim. Kadın sustu. Ocak karşısında kıvrıla
rak uyuyan bir cılız kedi nargile gibi fokurduyor
du. Sinekler de tavuk pisliklerine ine kalka vızıldı
yorlardı . Gözlerimi önüme dikmiştim. Sineğin biri
işi yolunda giden bir tacir gibi ellerini oğuşturu
yordu.
Yaşlı kadın evi n en yaşiısı olduğu içi n , yal
varmak, boyun eğmek ve sonunda da beni kafese
koymak işi ona düşüyordu. O yıllarca saçlarını
kocasına süpürge etmekle böyle işlerin ustası ol
muştu. Ayakta bekleyen büyük kız da bu gibi
manzaraların pek yabancısı değildi . Asıl oyuncak
gözlü küçük kızı n . ne gönlü, ne de dili daha yalan
dalana yatkın olmadığı için ne yalvarıyor. ne de
el etek öpüyordu . "Yahu. bu ne biçim dünyadır?
Hele bir kere öğrenelim" dermişçesine şaşkınlıkla
seyrediyordu. Bittabi o , bir gün büyüyecekti. bü
yüyünce de büyükleri gibi çekirdekten yetişme iki
yüzlünün biri olacaktı .
Sıkılıyor. oradan çabuk ayrılmak istiyordum.
Bu adamlar söylediklerine yalan katıştırmıyorlar
1 74
değil, karıştırıyorlard ı . Ama. doğrusunu söylemek
gerekirse. söyledikleri n i n çoğu gerçekt i . Deniz
den biliyordum. Oysa oradaki ödevim. ister doğ
ru ister hep yalan söylesi n . ortakçıyı sıkıştırmak.
önümüzdeki yıl gene sızdırabilecek kadar can bı
rakmak şartıyla. ondan koparabildiğim kadarını
koparmaktı . Yani duvardan pis memeler gibi sar
kan. o mahut tohumların topunu bir eşeğe bağla
yıp götürmek: bense işte böyle şeyi yapamazdım.
Ama yalan söylüyorlarmış, iki yüzlülük ediyorlar
mış; içimden. "A canı m . koskoca yalanlarla dolu
bu yalan dünyaya varsın bu zavallıcıklar da o ka
darcık bir yalan katıştırıversinler. Onların yalanla·
rı , benden yana anaının sütü gibi helal olsun" di
yordum. Zaten bana en kolay gelen de buydu.
Onların yalanlarını bağışlayıp hoş görüvermek. . .
Yok kahveymiş. şekermiş diye getirdiğim şeylerin
topunu da onlara bırakmak ve onlardan hiçbir
şey almadan tez elden defolmak, vesselam!
Evin bıçakla kesilecek kadar koyu sefaleti ve
kasvetli havası beni boğuyordu. Herife kısaca:
- Peki . bu yıl bir şey almayacağım . bu getir
diklerimi de alı koyun . dedim.
Oidiş çekişe pazarlığa alışmış olan bu toprak
adamı . bana vereceğinin en azını ve en çoğunu
içinden hesaplamış olacak ki . hiçbir şey vermeye
ceğini. getirdiklerimin de hepsini alacağını duyun
ca , karanlıkta merdiven inen birisinin, bir basa
mak daha olduğunu sanarak ona göre adım atar
ken. önünde hiçbir hasamağın kalmadığını görün
ce şaşalaması gib i , ağzı açık kaldı. Kulağına ina
namaz oldu.
Ne dediğimi iyice anlaması için. onu yüksek
sesle bir defa daha ve hatta daha yüksek bir sesle
1 75
üçüncü bir defa gene tekrarlamak zorunda kal
dım. İlk önce dilini bulan yaşlı kadındı:
- İnşallah oğlum. paşa olur. kılıç kuşanırsı n .
Tuttuğun altın olur. diye yaygaralar salarak hayır
duaya başladı .
Gitmek üzere ayağa kalkmıştım. Ortakçı ve
kızı kızanının.
- A. olur mu hiç! Hele bir ekmeğimizi yiyi n .
Daha, tezdir: gölge daha karşıki duvara değmed i ,
yollu ısrarlarını yavaşça bir kenara iterek dışarıya
çıktım.
Yolda yürürken . yumruk gibi bir yürekle ve
balta ile yontulmuş g ibi sert çizgili suratla fırtına
lara göğüs geren arkadaşlarımı hatırlad ım. Onlar
da ne yalvarma. ne ayaklara kapanma. ne de ha
yır dua vardı . Kara günlerimizin biricik ışığı olan
çayı bize ikram ederken , utanarak. ""Bu bir m iras
yediliktiL Ama ne yapal ı m , çocukluktan alışmışız"
diyen o tatlı yüzlü Adem Reisi, Palamut bükünde
dünyada sonsuz bir sevginin bulunduğunu. ama
bu sevginin d ile gelernediğini söyleyen Aliş"i hatır
ladım da yüreğim onları görmek hasretiyle cızz
etti . Hele Aliş"i hatırlayınca, "Hay eşek!" diye
elimle alnıını şamarladı m . Onu Badrum'da hiç
aramamıştım. Ama orada olsayd ı . mutlaka gelir,
beni bulurdu. Erkek Fatma işi beni o kadar sars
mıştı ki. Aliş aklımdan çı kmıştı. Hele Erkek Fat
ma neredeydi ? Kim bilir hangi gurbet elinde gezi
yordu! Onu yolda g örenler, "Acaba şu kad ın ne
reye gidiyor?" diyorlar. başkaları da cevap olarak,
"Ne olacak, ekmek parası aramaya" diyorlardır
diye düşündüm. Böyle düşüne düşüne, akşam
üzeri geç vakit eve vardım.
Evde Ayşe'ye ortakçıları ne halde bulduğumu
1 76
anlattım. Birdenbire o nd a hiç beklemediğim bir
değişikl ik oldu. Öfkeyle kuduran yüzü. güller ara
sında kuşlar gibi cıvıldaşarak ve kovataşarak öptü
ğüm yüz değild i . Bu. tamamen yabancı bir insan
dı.
- Mal burnunun dibindeydi : elini uzatıp kav
rayacağına. avcunu açıp verd i n . Onlar ta geçen
yıl . iki misli verecekl erine söz vermişlerdi . Hay
van yularından . insan da sözünden tutulur. Senin
elin ayağın tutar. onların topunu da eşek sudan
gelinceye kadar pataklayacaktı n : neleri var. neleri
yoksa sıyırıp alacaktın ! d iyord u .
Bayağı yüzümü tımaklayacağından korktum.
Sesi insan sesl iğinden çıktı da . sert bir yılan fısıhı
sı oldu. Ben :
- Ha, döveydi m de , biri cansız düşeydi iyi
olacakt ı . Biz de dama girerdik dedim.
- Bu ortakçılar haniden beri kapımızın kö
pekleridir . Onlara hoşt deyip sopayı çalmalı . O
zaman kuçu kuçu dediğin vakit arkadan gelirler.
Korkma, ölmezler. Ortakçı kısmı yedi canlı olur.
Altı canlarını al. gene biri onlara kalır, dedi.
- Yahu . merak etme . Ben Badrum'daki evi
satacağım : onlardan gelecek zahireyi bu yıl ben
veririm . dedi m .
Vay sen misin böyle söyleye n ! . . . Büsbütün
küplere bindi :
- A budala! diye haykırd ı . bu yürek yufkalı
ğıyla aç kalırsı n !
Yüzünde apaçık bir küçümseme okudu m .
Neyse. b e n fazla ileri gitmedim; onun da öfkesi
geçti . Ki mi vakit açık denizlerde güvertenin bir
köşesine sıkışakalmış bir taş parçası bulurdum da
o taşı üç dört bin kulaç derinliğindeki denize atar-
1 77
ken, karanlığa yavaş yavaş gömülen taşa bakarak,
"Bu artık oradan hiç çıkmaz" derdim. Ayşe'nin o
gün söyledikleri n i , o günkü halini unuttum. Nite
kim deniz de bağrına atılan taşı unutur ama. o taş
gene oradadır ve oradan bir daha çıkmaz.
Bu olaydan sonra, Ayşe beni bir daha hiçbir
ortakçıya göndermed i . Bana hiçbir şey sattırmaz
ve satın aldırmazdı. Çünkü ben . Ayşe memnun
olsun diye satın aldığım şeyleri aldığımdan çok
daha ucuza aldığımı söylerdim. farkını kendi pa
ramdan eklerdim.
Bu sıralarda evi sattım.
Ayşe bir gün gebe olduğunu söyledi . Ama
beş ayhkken çocuğu düşürdü. Rastgeldiğim köylü
lerin çoğu bana teselli veriyor ve "Allahın emriy
miş. Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane. Aldır
ma! Ne olacak? Çocuk değil mi? Bir gusül aptesi
için lazım olan bir teneke su ile dokuz ay sonra
bir yenisi dünyaya gelir. Ama yıl , bu yıl gibi aksi
gider de ürün olmazsa neye benzer?'' diyorlard ı .
Küfre yakın hoyratça kahkahalarla edilen b u
teselli beni kızdırıyordu. A m a . y ı l kötü gitmesine
gerçekten kötü gidiyordu. Mayıs ayındaydık. Üç
aydan beri hiç yağmur yağmamıştı. Her tarafta
harıl harıl yağmur duaları okunuyor, dualar küçük
çakıl taşlarına üfleniyor, son taşlar yere serilmiş
seccadelerin ve hasırların üzerlerine konuluyordu .
Köyün kahvesinde o n , on beş kişinin akşamdan
sabaha kadar üfledikleri duah taşlar insan boyunu
bulan kurufasulye yığını gibi yükseliyordu. Köy
imaını Abdülvahap hoca, dört tarafı dolaşıyor,
"Dünya mahvaldu artık. Ahir zamandayız. Tövbe
istiğfar edin . . . " diye herkesi duaya, namaza niya
za davet ediyordu.
1 78
Müftü Abdülvahap h oca zıddıma giden. dar
yürekl i , sağır kafalı bir adamd ı . Onu ilk önce Kör
Halit'in hanında görmüştüm. Murat dayıyı . süp
rüntü taşıyan süprüntücü katırıyla mezarlığa gö
türdükleri halde Murat dayının tabutla taşındığını
söylemişti . Söylediği bu yalan dolayısıyla onu ta o
zamandan beri mimlemiştim. Bu adam vaktiyle
parasız olarak Eskişehir'den müftülükle Bodrum·a
gelmiş, ama zenginlerden Hacı Kıranların kızıyla
evlenince müftülükten istifa etmiş ve karısının bi
zim köydeki tarla ve toprağının başına geçmişti .
Evlenciikten i ki yıl sonra ilk karısı iki çocuğuyla
Eskişehir'den Bodrum·a gelmişt i . Oysa Abdülva
hap hoca . Hacı Kıranların kızıyla evlenebilmek
için evli ve i ki çocuklu olduğunu gizlemişti. İlk ka
rısını ve çocuklarını Hacı Kıranlara, "' Dul kalan
kız kardeşim ve öksüz çocukları" diye tanıştırmış.
onları eve almıştı. Kadın çocuklarıyla evde altı ye
di ay sığıntı olarak yaşamış ama. evdeki durum
bir gün canına tak etmişti. Hacı Kıranlara Abdül
vahap hacayı göstererek . " Ben bunun kız kardeşi
değilim" demiş; onlar da, "Ya nesisin?" d iye sor
muşlar. "Ben nikahlı karısı . bunlar da öz çocukla
ndır" diye baklayı ağzından çıkarınca bir kıyamet
tir kopmuş. Hacı Kıranların kızı. "Beni neden ilk
karısının üstüne aldı?" diye babasına yakınmış.
Bunun üzerine müftü. karısını ve çocuklarını kov
muş ve onlarla bir daha ilgilen memiş. Aydın'a gi
den Bodrumlular, on yaşlarında olan çocuğunun
birini sokakta yaya kaldırımında oturup elindeki
bir tahta tepsiden , bakiava bakiava kesil miş su
sam helvası satarken g örmüşler.
Abdülvahap hocanın köyde yaptıklarına ge
lince, köye mezarlık diye köylülere ateş pahasına
1 79
sattığı bir dönüm kıraç tarla hakkında oraya ge
celeri evliyanın inip toplandığını söylemişti. Oysa
tarlanın dibi kayalı k olduğundan ölüleri ancak diz
boyu gömebiliyorlarmış. Geceleri çakallar uluya
uluya geliyor ve ölüleri yiyorlarmış. Yazın da ça
kallar pek yanaşmadıkları için. birkaç gün evvel
gömülenlerin mezarlarından yeşilimtrak bir alevin
çık tığı görülürmüş. O zaman o ölünün kabrine
nur indiği söylenirmiş.
Eski şehir'den parasız pulsuz geldiği halde.
gerek karısının mal ı . gerekse bu köy mezarlığında
çevirdiği dalaverelerle eni konu çift çubuk ve sığır
sıpa edinmişti .
Eli avcu para tutmaya başlayınca . tıkına tıkı
na yemeğe koyulduğu i çi n . Eskişehir'den çiroz gi
bi kuru gelen hoca çarçabuk kat kat katmerli çe
nelerin ve göbeklerin görkemli sahibi olarak fıçı
ya dönmüştü. Köylüler hocanın sözlerine ayeti
kerimeler kattığına ve pek eski kıssalardan yeni
yeni hisseler çıkardığına hayran kalırlar ve onu
çok iyi bir adam sayarlardı. Nasıl saymasınlar ki .
yetim malına göz d ikmemiş, haram yememiş, na
mahreme uçkur çözmemiş ve beş vakit namazı nı
kılarak cenneti peylemek için hoca . kitapta yazılı
ne varsa , hepsini yerine getirmişti .
Ramazandı. Köy mescidinde Abdülvahap ho
ca vaaz verecekti . O köy mescidi ve hocanın işiy
di. Mescidin kıblesi batıya bakacağına doğuya
çevrilmişti. Çünkü mescit yapılırken mihrabın
hangi yöne yapılacağını hocadan sorınuşlard ı .
Kıble diye hoca dağuyu göstermişti. Birkaç kişi
hocanın yanıldığını sanarak başlarını kaşıyınca.
hoca. "Allah Allah , yedi ay Tanrının her gününün
beş vaktini Kabe'de kıldım. Namazda Beytullah
1 80
tam önüme düşer, güneş hep Beytullah'ın arka
sından doğardı . Biz H anefilerin sağında Şafiiler.
solumuzda da Hanbeliler kılarlardı. Biz elhamdü
lillah İ mamı Azam Ebu Hanife'nin ümmetindeniz.
Kıble işte şu yöndedir" diye işaretparmağıyla ge
ne doğu tarafını göstermişt i . Köylüler. köy kurul
du kurulalı , kıbledir diye namazlarını yanlış bir
yöne kıldıklarını sanarak. bu kadar upuzun ve bil
giççe sözlerle yanlışlarını düzeltmiş olması dolayı
sıyla müftü Hacı Abdülvahap hocayı eşarei mü
beşşerenin on birincisi saymışlardı!
Neyse, biz de ağa olduğumuz için sallana sal
lana mescide gittik. Vaazı dinlemek için bütün
köylü birbirinin üzerine yığıl mışlard ı . Yere iğne
atılsa düşmeyecekt i . " Peki . önümüzdekinin ardına
teslamadan bu daracık yerde secdeye nasıl varıp
geleceğiz?" diye düşündüm.
Hava sıcaktı. Mescidin içi adamakıllı ter ko
kuyordu. Abdülvahap hoca başına davul gibi bir
sarık sarmış, iki kaşını birbirine kancalayan iki
hançer gibi çatmışt ı . Yüksekçe bir minderin üzeri
ne kat kat etlerinin bütün görkemiyle kurulmuştu.
Boğazını temizlemek için bir iki ehem öhüm et
tikten sonra günah işleyenierin cehennemde ne
ler çekecekl erini sayıp dökmeye koyuldu . Söyler
ken ağzı kızıştıkça kızıştı. Günahkarlara işkence
etmek zevkinden yoksun olduğu için . o işkencele
ri hiç ol mazsa anmakla nefsinin ihtiyacını kı smen
giderdiği besbelli oluyordu. Kendi bir mangırı
' mendilde yedi bağla bağlarke n . vaazında hasisliğe
karşı ateşler püskürüyordu . Ona on okka buğdayı
ölü fiyatına satmamış olduğu için fıkara şaşı Se
lim'in yüzüne gözlerini d ikerek. "Velfakru fahri"
diye bağırd ı . "Yani peygamberimiz, fıkaralığımla
1 81
iftihar ederim demiş, hasislikle değil ! " diye gürledi
ve gözlerini ondan ayırmadan , dünyada malların
dan ayrılmak istemeyen cimrilerin öteki dünyada
boyuna başlarına topuz yiye yiye. kilelerce buğ
daylar kusturulacaklarını sözlerine ekled i .
B u sırada. köyün parmakla gösterilen tavuk
hırsızı -herkesin tavuğunu çalıp ahını aldığı için
"Ahlı" denen Çipit Memi ş'e döndü. Köyde tilki
den , sansardan çok Memiş'ten korkulurdu. Zaten
söz de hırsızlığa gelmişti . Memiş içinden. "Eyva h ,
şimdi topuz sırası bize gelecek ! " diye düşünmüş
olacak ki : hocanın öfkesini önlemek için, ondan
ateş pahasına aldığı En'amı açıp okuyor gibi yapı
yor , arasıra gene hocadan aldığı misvakı çıkartıp
dişlerine sürüyordu . Böylelikle öldüğü zaman ce
hennemde çekeceği azaptan kurtulacağını sanı
yordu.
Hoca . sonunda zina konusuna geçti. Herhal
de, karısı Hacı Kıranların kızı nın gözlerinin kimi
zaman köy delikanlıianna kayd ığı kulağına gelmiş
olacak ki , Seyit Battal Gazi'nin seksen bin kafirin
ödünü birden patiatan naraları gibi naralar atarak
zina işleyeniere karşı ateş püskürdü. Hocanın bu
haykırışiarı asıl arkada kafes ardına tıkılmış bulu
nan kadınlar arasında mucizeler yaratıyordu. Çün
kü bizimkinin eve dönünce anlattığına göre bazı
kadınlar korkularından donlarına salıvermişler.
Sıra artık Elkasibu Habibullah olanlara geldi .
O zaman Abdülvahap hoca köyde kendi müttefik
leri saydığı zenginlere ve eşrafa döndü . Dünyada
gasbedip para kazananların Allahın en sevgili kul
larından olduklarını söyledikten sonra. cennette
onlara nasıl ikram ve iltifat edileceğini anlatmaya
başladı. Artık dayanamadım. Hemen kalkıp dışarı-
1 82
ya yürüdüm. Beni m vaaz ortasında çıkıp gitmeme
hoca çok kızmış. "Zeynel Kaptan da bu adamı da
mat diye nereden buldu?" d iye mırıldanmış.
Artık taşlar okundukça okunuyor. çoğaltılı
yordu. Bu taşlar çuvallara, harariara konulacak
ve eşeklerle develere yükletilerek. dere kenarları
na. deniz kıyıları na taşınacaktı. Taşların suya bo
şaltıl masıyla yağmurun başlayacağı sanılıyordu.
Rüzgar batıdan kesik kesik esiyordu. Hatta
bir aralık bulut bile topladı . Bütün köyün gözleri
bulutlardaydı . "Şimdi altın yağacak!" "Ver Alla
hım ver ! " diyen diyeneyd i . Ama iki saate varma
dan rüzgar kesildi. Bulutlar san ki köylülerle alay
ediyorlarmış gibi eteklerini toplayarak ufkun öte
sine savuştular. Bulutların kaybolmaları üzerine,
'Yağmur yağmadığına göre keşke çiy düşse. Za
ten biz çokluk yağmur beklemeyiz. Ekinimiz çiyle
gelişir. Bu yıl o da yok" diye dövünen dövüneney
di.
Rüzgar ve havanın nasıl olacağını bu köylüle
re deniz diliyle anlattım: anlamadılar. Deniz dilini
kara diline çevirmeye kalkı ştım . herhalde onu da
galiba ben beceremedim. köylüler ne dediğimi
gene hiç anlamadılar. "Nafile! Gene katı yürekli
zamanlara çattık. Ne edelim. alnımızın kara yazı
sıymış!" diyorlard ı .
Pınarlar. akarlar kurudu. Kuyuların suyu çar
çabuk çekiliverd i . Suyu en gür kuyu bizim kuyuy
du; Mayısta su. kuyunun ağzından dört beş karış
aşağı iken. şimdi dört beş insan boyu çökmüştü.
Demek ki toprağın ölüsü (toprağın ıslak kalan kıs
mı ki , bu kısım yaz ilerledikçe dibe doğru çöker).
dört insan boyu dibe çekilmişti . Dolaplara koşu
lan eşekler yarım saat dönünce kuyuları boşaltı-
1 83
yorlardı . Çalılar tozla örtüldü. Saman, yok denile
cek kadar kıttı . Hayvanların suyunu , ta uzaklarda
üzerieri kükreyen kalın ve yeşil bir kaymakla örtü
lü samıçiardan taşımak gerekt i . Kuşların çoğu yi
yeceksizlikten uyuzlaştılar. o kirpiksiz tostoparlak
gözleriyle topraklara yan yan bakıyorlar. taş kesil
miş toprakları boşuna gagalayıp tırmalıyorlar.
sonra bir gölgelik yere oturup. gagaları bi r karış
açık. soluyorlardı . Köpeklerin bir kısmı da kudur
du. Onları vurduk. Günlerce gökte ne nem , ne
çiy. ne buğu. ne de bulut vardı . Tamtakır kuru
bakır bir gökte kızıl kızıl yanan güneşin ışığı en
karanlık bir kış gününün kasvetine taş çıkartıyor
du. Kudurmuş, susamış topraklar. hastalıklı du
daklar gibi yer yer çatladı. Günler cenaze alayı gi
bi yavaş yavaş geçiyorlardı . Sanki gün akşamı gu
rubunu yitirmişti de uzuyordu ve bir türlü sonunu
bulamıyordu.
Canım çok sıkıldığı için hoşbeş edecek birkaç
adam aradım. Arnavut Bayram Ağanın köy kah
vesinden başka gidecek yer yoktu. Orada da iki
takım insan vard ı . Foçalı Subaşı Mehmet Ağa .
Kocaşalvar Kır Ahmet v e iriyarı İsmail Çavuş.
Bunlar mal mülk sahibi azılı eşraftandılar ve kah
venin birinci mevkii sayılan pencere yanına kuru
lurlar, nargile fokurdatarak a rasıra övünürlerd i .
Mescitte Abdülvahap hocanın kıldırdığı namaz za
manı dışında . onların hepsi de kahvenin yere. du
vara çakılı demirbaş eşyası gibi yerli yerlerinde
bulunurlardı . Ö teki takımsa azılı eşraftan ol mayan
köylülerdendi . Bunların gözleri. sıcakta çift süren
öküzlerin gözleri gibi neşesiz ve sönüktü. Çünkü
bunlar bir ağaya ortakçı olunca işlerine gönül ve
remiyorlard ı . Eğer toprakları kendilerininse gönül-
1 84
leri vard ı . Ama toprakları kıtt ı . işledikleri toprak
lar ister ağalarının i ster kendileri nin olsun. ellerin
deki kara sabanla toprakların boyunduruğuna vu
rulmuşlardı . Belki gençlik çağlarında gözleri umut
larla uyanıktı . Oysa toprağa, karı kızana karılıp
karıştıktan sonra . umutları da doğup büyüyen ve
Yemen'de veya Havran'da ya da Rumeli 'nde şe hit
olan oğulları gibi ölüp gitmişti. İ ster ağa. ister kul
köle olsun. hepsinin yüzlerinde yüzyıllarca aynı bi
çimde yaşamış olanların durgunluğu vard ı .
Neredeydi o gürültülü patırtılı liman v e deniz
ci kahveleri? Fırtınanın sesini yenmek zorundan
dolayı bağıra çağıra konuşmaya alışkı n . büyük de
nizlerin denizcileri . . . O vinçleri n harharası . ince
ve kalın vapur düdükleri . . . Hele o deniz işçileri
nin en ufak bir hareketi yapmak için gırtlaklarını
patlatırcasına bağırmaları . . . Herkesin herkese ne
yapması gerektiğini avaz avaz haykı rması . herke
sin bağıranlara kulak asmadan durmamacasına
trampet gibi seslerle kıyametler koparması . . . . Ir
gctt başında olsun . demiri kald ırır ve bocaya alı r ·
ken olsun. tulumba işletirke n , yelken açar y a da
söndürürken bir ağızdan heyarnola diye gemicile
rin şarkı söylemeleri nerede? . . . Nerede? . . . Nere
de? Buradaki köylüleri . değil megafo n . değil çan
ve düdük. ama kıyamet günü ölüleri mezarların
dan kaldıracak olan İsrafil'in borusu bile derin uy
kularından uyandıramazd ı !
İşte tam b u sıralarda kanınla birlikte Bod
rum'a bir yolculuk düştü. Zeynel Kaptanın hısım
larından biri kızını evlendi r!yormuş . . . On gün on
gece d üğün dernek yapılacakmış. Bizi de çağırı
yorlardı . Doğrusu, b u yolculuğa sevindim.
1 85
GENE DEN İZCİLERLE YÜZ YÜZE GELDİK
1 86
dılar. Çelik bir aynaydı o. Tek parça panltı ve
kıpranışı ufuklara kadar dayanıyordu .
Sali Adaları ve Apostol Adası sanki boşlukta
sallanıyorlardı . Yolumuz kimi vakit baş döndürü
cü uçurumları kıyılayarak. kimi vakit de çam göl
geleri altı ndan kayarak denize iniyordu.
Hepımiz attan inmiştik. Ben yere oturmuş
tum. Kulağırnın yanında A)·se'nin sesini duydum:
- N e oldun? Hasta ıTı!sın? . . . Birdenbire ren
gin uçtu . diyordu.
Yüzümü döndürdüm . Kıvrak gövdesini bana
doğru eğmişti . Heni"ız patla�.1an bir nar çiçeği gibi
gülen dudakları. güneşte mavi mavi çakan kapka
ra gözleri ve saçlarıyla güzeld i . Şaşaladı m. Ona
karşı ihanet ederken yakalanmışım gibi utandım:
- Hiçbir şeyim yok! dedim.
Gene:
- Hiç . . . diye tekrarladı m , elini ver de ayağa
kalkayı m . . . Biraz başı m dönüyor.
Bana elini verince ona şiddetle sarıldım. San
ki birdenbire önümde başımı fırıl fırıl döndürerek
çeken bir uçurum açılmıştı . Onun soğuk karanlı
ğına devrilmernek korkusuyla Ayşe'nin eline de
ğil , ama kenardaki bir kayaya sıkı fıkı tutunuyor
ve irkiliyordum.
Bodrum'a nasıl vardığımızın farkında olma
dım. Çünkü denize baka baka geldik.
Kayınbabamı selamladıktan sonra doğru de
niz kıyısına vardım. Kurnlara yan geldim . başımı
çocukluk anılarıının dizine yasladım. Kıyı çığrı
şan. gülüşen çocukların denize atılışıyla köpürüp
çağlıyordu. İ ç !imanın kumsall ığı, ta eski tersane
ye kadar , kereste ile yontulmakta ya da boyanıp
donatılmakta olan seren. direk ve maçolarla, tes-
1 87
tereyle kesilmekte olan iskarmozlarla. omurgalar
la örtülüydü. Havada deniz tuzu kokusu, yeni ke
silmiş çam. dut . harup . başka ağaçlar. katran . zift
ve çeşit çeşit ip ve hala tların kokuları vardı. Öte
de beride küme küme zincir ve kayıkların gerek
demir, gerek çelik aksamlarının yığınları görünü
yordu . Gulet taslakları . skafi iskeletleri. kimisinin
de kaburgaları takı lmış, su kesimine ya da küpeş
tesine kadar kaplamaları çakıl mış. sürü sürü çeşit
çeşit tekneler vard ı . Bir denizcinin özleyeceği her
alet . her parça orada bulur.uyordu . Gemicilerin,
'"Ah şöyle olsa. vah böyle olsa � '" diye çeşit çeşit.
sade ve basit d ilekleri . ya da azametli ümitleri.
becerikli deniz ustalarının ellerinden çıkma gemi
yapılarında gerçekleşiyordu .
irili ufaklı bütün halk deniz kenarına dökül
müştü. Bir kayıktan öteki kayığa g idiyorlar. bilgin
tavırlarla şu ya da bu teknen in ötesini berisini
yokluyor ve onların niteliklerini ve eksik yanlarını
anlatıyorlardı . Yetmiş yıllık ömürlerinin ancak.
on. on beş yılını karada geçirmiş öyle eski deniz
ciler vardı ki . bir teknenin önünde durup sancak
tan iskeleye. baştan kıça iki çapraz bakış gezdirdi
ler m i . tonajını . şu ya da bu rüzgarda yapacağı
yolu bir çırpıda ölçüp biçiyor ve geminin değerini
belirtiyorlardı. Bunlar gemi hala tamamlanmamış
sa. deniz ustasına şurasını böyle . burasını şöyle
çalımına getir diye salık veriyorlar ve sonunda ge
mi kaptanlarına. gemilerin in uğur getirmesini di
leyerek ayrılıyorlardı.
Eski tanıdıklardan Barka O sman Kaptanın
tirhandili yapılmış. çakılmış. boyanmış, yağlanmış
olarak kıyıda irkiliyordu . Koca. enginler aşırı se
ferler yapacak, yakışıklı bir tekneyd i . Hemen de-
1 88
nize atılacaktı. denize i til ince kolay kaysın diye
karinenin altına konulan kızakları yağlamışlard ı .
Tekneye baştan kıçına. sağlı sollu dayadıkları iki
sıra destek dolayısıyla gemi gümüş kumsallık üze
rinde uyuyan kırk ayaklı bir ejderhaya benziyor
du. Pruvası , kımndan fırlayan bir kılıç gibi keskin
ve parlaktı. Deniz, geminin ayak ucunda , mavi
nin ruhu ve canı ciğeri olan en saf maviden bir
yayılışt ı . Dalgacıklar. sanki köpükten diller imisler
gibi mınidanarak geminin ayağına d oğru uzanı
yorlardı . Deniz ılık çırpıntılarıyla tekneyi nemli
yar , saf rüzgar serinletiyor . sanki geminin can
kulağına gizli bir türkü söylüyordu . Belki söylemi
yordu da bana öyle geliyord u : a ma ben türküyü
içim ağiaya ağ!i:!�'a ta iliklerime kadar duyuyor ve
titriyordum: '"Gel! Gel de koynuma gir! Öpüşümle
sana can vereceğim. Seni kuvvetli kanatiarım
üzerinde uçuracağı m : niçin orada cansız bir küme
kereste gibi yatıyorsun'? O rmanda ağaçken bir
yerde saplana kalmaktan ve istemsiz bir ömür ya
şa ma ktan hala bıkıp usanınadın mı? Yazıklar ol
sun sana! Açı k hava . açık deniz ve açık ışığa fır
la! Gel de dalgalarımla savaş, kı lıç pruvanla onları
biçip yenerek zaferi nle mağrur, üzerlerine bin,
rüzgarın gözüne işle, fırtınaları paçavralar gibi
yırtarak ileri geç! Deniz ejderin i n ra kibi, yunus
balığının yoldaşı. yoksul martının tesellisi , kapta
nın gururu. denizcinin türküsü ol ! Gel , benim be
yaz sevgilim, gel!'"
Koca gemi . denizin çağınşını ta özünden du
yar gibi oldu: kızaklarının üzerinde sarsılıp inledi.
Karadaki o tembellik, uyuşukl uk batağını bırakıp,
özgürlüğe fırlayıp boşanmak istiyordu.
Barka Osman Kaptan kayığı i çin kendisine
1 89
yeni ayakkabılar yaptırmış, tıraş olup bıyıklarına
çekidüzen vermiş, kızıl kuşak kuşanıp kulağına
mercanköşk demeti takmıştı. Davulcu Hüseyin'le
zurnacı Kör Hafız'ı da getirtmişt i . Sanki düğün
vardı da. mutlu olayı davulla. dümhelekle dünya
nın bir ucundan öteki ucuna muştulamak istiyor
du.
inanır mısınız bilmem, bu neşe ortasında hiç
de neşeli değildim. Ben geminin pruvasına doğru
tam denizin eriştiği yerde boynum bükülü bekli
yordum. Uzaktan uzağa içimde bir şeyler hıçkırı
yordu. Üç yıla yakın bir zamandan beri yüzünü
görmemiş olduğum ilk sevgilimle göz göze gel
miştik . . . Ben büyümüştüm . o i se çocukluğumda
neyse gene oydu. Gençt i . güzeldi, maviden yeşile
kayıp değişen duvağının ardında bana hazin ha
zin gülümsüyordu. Bana. " Sadakatsiz, aldatıcı" di
yordu, " Beni niye bırakıp kaçtın?" diye soruyor
du. Sırtımı ona çevirip, kendimi ondan koparıp
kaçmak istedim. Ama hacaklarımda sanki takat
kalmamıştı . Gözlerim. kulaklarım. gönlüm , tepe
den tırnağa bütün varlığım enginin çağrısındaydı .
Oysa o hazin sözlerine ara vermiyordu, "Aldatı
cı ! '' diyordu. Gözlerimin yaşlarla d olduğunu duyar
gibi oldum. Denize karşı evlenmezden hemen ön
ce beslemiş olduğum kin , onun zulmüne , cinayet
lerine karşı duyduğum isya n , denizde çekmiş ol
duğum cefalar, boşu boşuna harcamış olduğum
emekler, geçirmiş olduğum uykusuz geceler, hep
uyanınca unutulan kabuslar gibi aklımdan silind i ,
gitti. Yalnız ufuktan kanat açışımın, tehlikesine
de, fırtınasına da ferman o kuyuşumun çıldırtıcı
sevincini hatırlıyordum . Canını dişine alarak gö
zünü budaktan sakınmaz denizci hayatının türlü
1 90
türlü cilveleri n i , Çömlekçi köyünde. otlakta besi
ye çekilen inek gibi. ahırlı, kümesiL gübreli bir
hayatla değişmiştim .
Çoluk çocuğu ile birlikte bütün halk geminin
çevresine üşüşmüştü . Herkes ellerini ve göğsünü
kayığa dayıyordu. Kayığı yapan usta:
- Kıç desteğini çıkartın , pruva desteğin i de
kaldırın . Haydi göreyim sizi . . . Sancak ve iskele
dayaklarını çıkartın ! diye bağırd ı .
Artık kayık destelere değil, karinesiyle yağ
lanmış. yatırılmış direkiere ve birçok insanın elle
riyle göğüslerine dayanıyordu . Yapıcı ustası:
- Aganta! Burlna ! Burinata! diye bağırdı .
Sanki tepemden tırnağıma bir elektrik akımı
geçti . Baktım. denizci ustasının yanında, her za-
mandan daha yaşl ı , ama bu sefer her zamandan
daha dik. Halil Usta değneğine dayanmış duru
yordu. Yüzlerce insanın birden . "Aganta ! " diye
bağırmasıyla , kayık gök gibi gürleyerek ve benim
le ötede duran denizci ustasının ve Halil Ustanın
arasından geçerek, yıldırım gibi denize indi.
Herkes, Barka Osman Kaptana , "Uğurlu ol
sun , yolun düzgün olsun" diyerek, gülüşe gülüşe
üzerine avuç avuç deniz suyu serpiyorlardı.
Gemi denize indiği sırada güvertede koşan
bir tayfanın ayağı bir ipe takıldı . Çocuk başını kü
peşteye vurarak denize düştü. Ben çocuğun ser
semlediğini anladım ve elbiselerimle denize atla
dım . Çıktım. İ kinci dalışta çocuğu yüze getirdim.
Çocuğu denizden kurtarmıştım . Ama denizin saç
ları boynuma dolanmıştı. Artık beni kimse deniz
den kurtaramazdı . O dakikadan sonra gözüme
uyku güç gird i . Artık yerimde duramaz oldum.
Düğün devam ediyordu. Benimse deniz kıyı-
1 91
sında denizci kahvelerinden ayrıldığım yoktu. Ne
var ki : gemicilerin o el kol kargaşalığı ve ses ka
sırgalarının içine bir sığıntı gibi sıkıla sıkıla giri
yordum. Bana zaten dönüp bakmıyorlardı bile .
ya da ne bileyim , bana öyle geliyordu. Ama kör
de değildi m . Ben onlara göre bir deniz adamı de
ğil . bir kara adamıydım. İçimde n , "Toprak ağası"
dedim ve acı acı güld üm. Onlarsa denizciydiler.
Denizin kıvrak yunus balıklarıydılar. Hiç değilse
koskoca çınarın tepesi. rüzgarda gürleye gürleye.
gökte uçan bir bulutun hayatını yaşarken. ta aşa
ğıdaki toprağa abanmış uyuz ayrık otuna eğilip
bakar mı?
Hepsinin bakışında, "Bu hortlak da acaba ni
çin aramıza girdi?" yollu bir soru okuyordum.
Yaşlıları bile , hal hatırıını sordukları zaman bana .
"Sen artı k öl müş. gömülmüş bir insansı n , canlılar
dünyasına ait değilsin" dermiş gibi oluyorlardı.
Utancımdan. Halil Ustayı gidip göremedim.
Aliş'i arad ım. o da askerliğe gitmi ş . Zavallı Erkek
Fatma'dan hiçbir haber yokmuş.
Sonunda düğü n , dernek bitt i . Biz de, köye
dönüş yolunu tuttuk. Güvercinli k'ten yokuş tırma
nıp Meşel ik sırtının tepesine varınca . denize dö
nüp dönüp baktı m . Ona dönüp bakmak isteğim
den kendimi güç kurtarabildim . Yokuşu i nerken
artık deniz gözükmüyordu. Birdenbire dünya zin
dan kesildi .
Bittabi tarlaları, bahçeleri, ağaçları nasıl bı
raktıysak gene öyle bulduk. Tarlalar, deniz suyu
değillerdi ki başka yere kaysı n : ağaçlar da gemi
değillerdi ki başka kente göç etsinler!
Kuraklık da öyle sürüp gidiyordu. İlk önceleri
gözlerime o kadar güzel gözüken asmalar, şimdi
1 92
kara kuru, örümcek hacaklarına benziyorlard ı . Li
mon ağaçlarının gölgesi ise bana soğuk ve ağır
geliyordu. Kendi kendime . " Kara topraklara gö
müldün ey toprak ağası" dedim.
Aman efend i m . neydi o seyrek. tek tük söz
ler'? Angarya iş görüyorlarmış gibi ayaklarını sü
rükleye sürükleye geçen sözler! . . . Konuları hep o
bezd irici , usandırıcı mal, mahsul, hava. para ve
kaça sattın, kaça aldın , işler. . . En güzel bir masal
bile iki kere dinlenmez, bin kere tekrarlanan kuru
söze ne diyelim? Bellibaşlı birkaç demirbaş konu
tükenince sıra Dursun Ağanın eşeğinin yaşına ge
lird i . Eşek ne zaman doğmuştu ve bugün kaç ya
şındaydı? İşte evren bu sorunu çözmek için yara
tılmıştı! Anılar ve bellekler tembel tembel eşele
nir; biri, "Ben Selanik'ten askerlikten döndükten
iki ay sonra anası sıpalamıştı" : öteki , "Hayır . se
nin o dediğin sene anası hala gebeydi" der; ben
içimden , "Allah vere, şu Dursun Ağanın eşeği
vaktiyle nalları dikse de, biz de bu konudan kur
tulsa k ! " diye dua ederdim.
Yabancılıklarını duyduğum bu insanlar ara
sında içime acıca bir gariplik çöküyordu. Kahve
de sessiz sessiz oturduktan biraz sonra, başımı
alıp kaçıyor, bahçeme dönüyordum .
Kuraklık her yanı kasıp kavuruyor ve berbat
ediyordu bostanları , bahçeleri . tarlaları . Bu ara ,
ben im bahçe de zıvanadan çıkarak kudurdu. Top
rağa tohumu atıverince. az buçuk çapalayıp üzeri
ne de azıcık su dökünce, çiçeğin ve yemişin he
men eriyivereceğini sanıyordum. Ne bileyim ,
bahçenin toprağı m ı , suyu m u , yoksa attığımız
tohum mu huyunu değiştirdi ; çapalayıp suladıkça
inadına aksileşti. Bakla fidanları yer göbeği nden
1 93
bakla vermez oldular: hıyarlar . esrarengiz bir bi
çimde zehir zemberek kesiliyorlard ı : aptesanenin
lağımını hıyarlara saldım. tatlılaşacaklarına büsbü
tün acılaştılar. . . Şalgamlar kelle çevireceklerine
boyuna yaprak saldılar: turplarsa hiç yaprak ver
miyorlar . inadına şişiyorlardı . a ma içieri kof olu
yord u . . . Kızaracaklarına. kavrul up kararıyorlardı
domatesler! Göbek bağlasınlar diye tepelerini
bağladığım marullarsa hava fişekieri gibi tohuma
kalkıyorlardı . . . Kıştan tohuma kaçmışlar diye bah
çede bıraktığım lahanalar zamanın avcunda otu
rup da kıdem kazanıyorlarmış gibi inadına gebe
leşiyorlardı . Asmeıiara göztaşıyla kükürt serptim:
vay sen misin kükürt serpen . köyün ne kadar ke
disi varsa hepsi gelip bizim evin içine büyük ve
küçük aptesierini bozmaya koyuldu. Sanki ben
bostanı. urgan. ayrık otları ve daha başka yaban
otlarını beslemek için sulayıp gübrelemişim gib i .
bestanın enine boyuna yayılıyorlardı . bütün bu
otlar . Birkaç gün onları yolmaya çalıştım . ama
başa çıkamadım. Uğraştıkça kızıyar ve kızdıkça.
iş inada bindi diye daha kızıyordum .
Bir sabah bahçenin o delirmiş. çıldırmış du
rumunu görünce. "Defter lahanasını da. marulu
nu d a ! " d iye bağırarak. çapayı elime aldım. Tohu
ma kaçan marulların tepelerini uçurdum: balka
baklarının göbeklerini patlattım. "Al sana!" d iye
rek. bahçeyi. havaya fırlayan . düşen toprak, ma
rul ve lahana parçalarıyla d oldurdum. Tam bir kı
rım oldu. Ama gene toprağa karşı d uyduğum hın
cı alamamıştım .
Hallaç pamuğu gibi savurmuş olduğum bah
çenin ortasına bağdaş kurarak çevreme bakın
dım. Yamaç, küçük küçük toprak parçalarını çe-
1 94
viren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım
kıyılmışt ı . İşte hep. " Malımız. malımız. malımız ! "
diye uğrunda yaşadıkları uyuz topraklar bunlard ı .
Bunların sahipleri . artık oralardan hiç kımıldama
yacaklard ı . Köpeklerin boğazlarından tasma ile
bir yere bağlı kaldıkları gibi bunlar da . barsakla
rıyla boğazlarından topraklarına bağlı kalacak.
hep yanlarındaki komşuların maliarına g öz dike
rek hırlayacak. hep malıma göz diktin diye kom
şularına havlayacak, malım var diye ölünceye ka
dar mallarının kulu kölesi olarak. evim var diye
dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi
gömülerek yaşayacaklardı . Buna yaşamak mı de
nir. uzun ölüm mü?
Hey gidi deniz hey!
1 95
YAG MUR DUASI
1 96
Kolomb'un resmi gözlerimin önüne geldi . Büyük
sulara açılan o geminin sanki içindeydim. Dalga
gelip gittikçe geminin pruvası ta uzakta görünen
Atlas Okyanusunun çizgisine keman yayı çekermiş
gibi inip çıkıyor. mavi bir deniz havası çalıyordu.
Sanki Amerika kaşifL geçmiş yılların yığını içinden
kalkınmış ve bana ta çocukluğumdan o insancıl gü
lümsemesiyle gülümsüyordu .
İ ki ü ç g ü n sonra şafakleyin, birisinin dışarıda,
"Yağmur. yağmur ! " diye bağırmasıyla uyandım. Dı
şarıya fırladım. Gerçekten de yağmur yağıyordu.
Bütün köylüler kapılardan sokağa boşanmışlardı.
'"Rahmet! Rahmet ! " diye hoplayıp gülüşüyorlardı.
Bazıları da diz çökmüşler. "Rahmet ! " diye ağlıyor
lardı. Seyrek seyrek patırdayan yağmur birdenbire
gökgürültüsü gibi inmeye başladı. Birbirine diş bile
yenler kucaklaşıp öpüşüyorlar, dargın olanlar barı
şıyorlardı . Bütün suçlar bağışland ı . Kötü sözler
unutuldu. Hayvanlar bile genel sevince katıldılar.
Susamış toprak yağmuru kana kana içiyor, rüzgar
serin serin esiyordu.
Yağmur, ardı arkası kesilmeden bir gün, iki
gün , on gün yağdı . hala da yağıyordu. Günlerce
koyu bulutlar güneşi örttü. Günün beti benzi uçtu.
Dünya sapsoğuk ve yoksul oluvermişti. Birdenbire
boy atan otlar yıkıldı. sararıp soldu. Seller aktı , de
reler taştı, duvarlar çöktü. Rahmet diye etekleri zil
çalan köylülerin yüzleri asıldı , Abdülvahap hocanın
etekleri tutuştu .. Köylüler onu, İsmail Çavuşu ve
Koca Dünlü'yü bulup bulup, "Acaba yağmur duası
nı fazla mı kaçırdık?" diye soruyorlardı. Deveci To
puz Ahmet göğe yumruk sıkıyor, "Yeter be yahu!"
diye bağırdıkça kimileri onun için , "Asi kafir" diyor
lardı. Başkalan da , ''Eğer kurak kadar sulak yapa
caksa yandık" diyorlardı.
1 97
Badibadilerin Hikmet. Subaşı Mehmet Ağaya:
- Yağmurun zıddı kuraktır. Bu kadar sudan
sonra bize su gerek değil. kuraklık gerek. Suyu ge
tiren duayı acaba tersine okusak. sulağın tersi olan
kurak gelmez mi? diye sordu.
Sonunda, yağmur yağsın diye akara atılan taş
ları n , çocuklar daldırılarak çıkartılmasına ve man
galda ısıtılıp kurutulmalarına karar verildi .
Ne var ki . bu da kar etmedi!
Günlerde gündüz denecek ışık kalmamıştı . Is
lak ve batak zaman parçaları halinde gelip gelip
geçiyorlardı . Sokakta, ka hvede , evde kime rastla
sam. ancak. birkaç söz ezberlemiş ve ancak ezber
lediği o birkaç sözü tekrar edebilen papağan gibi
hep kuraktan ve sulaktan bahsediyorlardı . Bu söz
leri işitmernek için. sırsıklam olup d onuncaya ka
dar. başımı alıp ıssız yerlerde bir başıma geziyor
dum.
Bu gezintiterin birinden döndükten sonra. ev
de . kahveci Bayram Ağanın karısı Huriye Hanımı.
beni bekler buldum. Bittabi köyün bütün tez dilli
kadınları ben evde yokken. Ayşe'ye gelip gelip. be
nim köyde hiç gözüm olmadığını . ne yapıp yapıp
denize kaçacağıını söylemişler; bizimki de bana
öğüt versinler diye her yana başvurmuştu. Bu ara
da da, kadınların arasında kurnazlığı ve dilbazlığıyla
tanınmış -küçükmüş, çabuk konuşsun, dillensirı di
ye ona bülbül yumurtası yedirmişlermiş- Huriye
Hanım, ağzımı yoklamak ve sırrıını kapmak. beni
kandırıp köye bağlamak işini üstüne almış! Sürmeli
gözlerini süze süze:
- Ah kapta n , galiba gene denize dönmek isti
yorsun . Sen elbette ne istersen yaparsın , o bizim
üstümüze görev değil amma, insan yediği ekmeği
1 98
koyuvermemeli . Kuşun kanadı yettiği kadar yuvaya
çöp taşıdığı gibi . erkek kısmı da gücü yettiği kadcır
parasını pulunu artırmaya bakmalı . Bak. kocam
Bayram Ağa İstanbul'daki işinden yoksun kaldı da
ondan sonra iflah bulmadı. Yenicami'de helalar
bekçisiydi . O helalardan gül gibi geciniyorduk.
Orası arı kovanı gibi işlerd i . Bayram Ağanın söyle
diğine göre aptes bozacaklcır. elleri uçkurcla. soluk
soluğa gelirler. meteliği basıp ibriği kaparla r. itise
kakışa helaların önüne yığılırlarmış. İce riclekilere
tepine tepine. "Çabuk olun ! " diye bağırırlarmış: öy
leki içeridekiler kendilerini dışarıya dar atarlarmıs.
Bayram Ağa orada on. on iki saat beklerdi . her
gün üç dört lira toplard ı . Böyle otuz yılını memişa
nede geçirdi. Bayram Ağa. "Para yapmak icin bir
bu Yenicami memişaneleri. bir de Galata Köprüsü
vardır. . . Ben bu Yenicami aptesanelerini Dalma
bahçe sarayına değişmem" derd i . Bayram 1'\ ğa am
canın işinde de hiç güçlük yoktu. Kilim döşenmiş
iskemleciğinin üzerine hağdaş kurar. yanıbaşındaki
musluktan. müşterilerin get i rdikleri ibrikleri doldu
rur. doldurur verirıniş. Düsün evlcıdım. günde hiç
olmazsa üç lira . O zaman paşalar. nazırlar bile bu
kadar maaş alamazlardı . Top güllesi gibi Tophane
leblebisi nin okkası yirmi para. Vefa bozasının ok
kası iki kuruş olduğu zamanda en az üç lira ! A h .
yavru m !
Burada Huriye Hanımın sesi kırıldı. Bumunu
çeke çeke ağladı ve gözlerini silerek devam etti .
- Memişaneler pek kötü kokuyor, diye yıktı
lar. Ah o canım yeri yıkanların evleri barkları da in
şallah tepelerine yıkılsın! Biz de kaldık mı açıkta!
Elimizdeki, avcumuzdaki paralar rüzgar gibi uçtu.
Bayram Ağa para tutarke n . Bayram Ağa aşağ ı .
1 99
Bayram Ağa yukarı diye etrafında pervaneler gibi
dolaşıp üzerine toz kondurmayanlar. üzerine sü
müklerini bile atmaya tenezzül e tmez oldular. Ah.
o çamuru bal şeker olan İstanbul'umuzdan da ol
duk. Açlık bizi ta bu köye kadar kovaladı . Neyse.
köyün ağaları sayesinde hiç olmazsa namerde el
açmaktan kurtulduk. Ah yavrum. sana öğüt ver
mek bizim haddimiz değil : Rabbim sana kat kat
fazlasını versi n . amma elinde avcundakini sıkl fıkı
tut. çünkü sonradan gelen pişmanlık para etmez.
Ben . sözün baş tarafını dinlemiştim, ama öte
sini deği l . Can evimle dinlemekte olduğum bir şey
vardı . Neydi? Gece direk tepesinde uçan rüzgarın
insan sesine benzeyen mırıltısı. işte o kimi zaman
kulağırnın içinde bir çınlayış oluyordu. kimi zaman
da . uzak ufuklardan çağıran bir türkü. Huriye Ha
nımı, ham hum şorolop diye başımdan savdım.
O gitti kten biraz sonra. köyde her şeye aklı
ererliğiyle an san salmış seksenlik Himmet Ağa çı
kageldi. Ak sakalım sıvazlarken,
- Ben bu sakalı değirmende ağartmadım. de-
di .
Birkaç söz sonra onun da aklımı çelmeye gel
diğini anladım. Hoş beşten ve kurağa, sulağa ait
sözlerin ardından:
- Bu yıla bakma evlat, yıl çok kötü gitti . Am
ma bu yıl patatesten ve domatesten zarar gördüy
sen. önümüzdeki yıl salatadan ve lahanadan yüzün
güler. Allah iyisini, doğrusunu denkleştirerek rızkl
nı verir. Bazı kara ağızlılar köyden ayrılmak istiyor
muşsun diye ileri geri söz ediyorlar, kulağıma kaçtı.
Ben de , "O deli mi ki has mal tarla tokata sırtını
dönerek denize varsın? Topunuz da yalan söylü
yorsunuz , " dedim .
200
Himmet Ağayı da hayırlısıyla uğurlamıştım ki.
gene çat kapı çalındı. Bu sefer Molla Ahmet. o
yusyuvarlak gövdesiyle içeri yuvarlanırcasına gird i .
Tok sözlülüğüyle tanınmıştı. Damdan düşercesine.
yüzüme:
- A sağdıç! Sen elindeki sağlam malı bırak da
denizler peşinde koş ha? . . . Burada insan kuru
ölümle ölür: ölünce İsiamcasına gasledilir: mezarı
nın başında talkın edilir: insan dinsiz . imansız ve
kafir olarak gitmez! diye haykı rdı.
Günlerce bu ayarda öğütler dinledim. Hepsi
de dönüp dolaşıp. denizde emin ve selametli bir
hayat yaşanamayacağı noktasında toplanıyordu.
Oysa benim güvenilir ve sağlıklı bir hayat arayıp
aramadığıını soran yoktu. Sonra köydeki hayat
sanki güvenli ve sağlıklı mıydı? İşte kurağını da gö
rüyorduk a. Denizinde de, karasında da hayat insa
nın üzerine bin bir musibet yağdıran bir kazalar be
lalar yığılışıydı. Bu neden böyle oluyordu. aklım er
miyordu. Amma , bu böyle olagelmiş ve böyle de
olagidiyordu.
Duraklayıp ''Neden?" diye kendi kendime so
ruyordum. Aklıma bir cevap gelmiyordu. Ama fırtı
nalı havalarda , fırtınanın öfkesinde. gemisiz. sınır
sız, ölçüsüz bir hayret. fal taşı gibi açık gözlerle şa
şakalmış bir bakış vardı. İşte bu. derinden derine
hoşuma gidiyordu. Fırtına bir şey kabul etmiyor: o
şeyi yıkıyordu. Neyi? Ne gürleyen rüzgarda, ne de
çakan şimşekte bu soruya bir cevap yoktu. Bunla
n n hepsi görkemli bir "Hayır! " idi . Neye , "Hayır ol
maz!" diyorlardı? Bilmiyordum. Ama gönlümün ta
içi bu " hayır''la birlikti.
Günün birinde yağmur durdu. Neredeyse
nemden koltuk altlarımız güherçile bağlayacaktı.
201
"Herhalde gökte yağdıracak su kalmamıştır da
onun için durmuştur" diye düşündüm.
Bir i ki gün günlük güneşlik olunca . otlar uçlan
dı. Turfanda yetişsinler diye bahçeye isteksiz birkaç
fidan diktim. Vay sen misin diken ! Bu sefer sümük
lü böcek saldınsına uğradık. Geceleri çıkıp. Ay
şe'yle bahçeyi gezip. onları öldürmeye karar ver
dik. Badrum'dan gelirken deniz fenerini getirmiş
tim . Onu elime aldım. Sanki sümüklü böcekler üze
rinde değil . yerlere dökülmüş çuvallar dolusu kof
cevizler üzerinde çatır çutur eze eze yürüyorduk.
Ne cıvık ve iğrenç işti! Fenere baktım. ""Kayığın
pruva direğinde vardiyapruva feneri olarak. yıldız
lar arasında yıldızken. gelip de böyle şeyler mi ay
dınlatacaktın?" diye düşündüm.
Karım:
- Ne o. fenere bakıyorsun, yanmıyor mu yok
sa? ded i .
V e o ana kadar bende beliren deniz özleyişini
bilmemezlikten gelerek başkalarını . öğüt vermeye
gönderdiği halde dayanamadı ; bildiğini açığa vurdu
ve bana çattı . Bana. ödevimin . yanıbaşında kalmak
ve para biriktirmek olduğunu pek kesin çizgilerle
belirtti. Kendisine karşı kendiliğinden. gönlünden
kopan şeyleri n . onun tarafından ödenmesi zorunlu
bir borç gibi gönderilmesi bana ağır geliyordu.
Düşmanım gibi demeyeyim ama. insan kılığında
koca bir yasak gibi yolumun ortasına d ikilmesi .
bende, onu kırıp. çiğneyip geçmek arzusunu uyan
dmyar ve denize özlemimi artırıyordu. Açık deniz.
bu gibi zorunluluklardan uzak özgürlüğün mavi yur
du olarak gözlerimde tütüyordu.
202
FlRTlNA KABARIYOR
203
birimizden öte. birbirimizden başka şeylere muh
taç değil miyiz? dedi m .
İkimiz d e b i r süre göz göze sustuk. Yaşları
dind i . Fakat bakışı sanki . "Eyva h ! " d iyen acı bir
çığlıktı . İşte o geceden sonra karı m . önüme diki
lip vazifelerimizin kupkuru kahyası olmaktan çık
tı . Özleyişimin önüne geçmenin ne beni m . ne de
onun elinde olmad ığını üzünçle sezd i . Artık, 'Ya
sak ! ' ' diye yoluma set çekmiyordu. Fakat yürüdü
ğüm yolun üzerine çıplak ve savunmasız uzanı
yor . "Geçm e ! " demiyor. "İstersen beni çiğne de
geç ! " diye yalvarıyordu. İçin için üzülmekte oldu
ğurnun farkında oluyor : gizli gizli . " Soluğu üfür
mekte. nefesi pektir" diye Abdülvahab'a. M olla
nın Hatice bacıya muska yazd ırıyor; gömleğimi
okutup üfletiyor: i çeceğim suda yazılar eritiyordu.
Kendisi de namaz kılıp ayrıca dua ediyordu. Onu
kaç kere dalgın dalgı n bakarken yakaladım. Yüre
ğim parça parça oluyordu. O na acıyordum.
O zamana kadar sevginin ne güçlü şey oldu
ğunu sevmekle anlamıştı m. Fakat bu sıralarda
acımanın sevgiden kat kat güçlü olduğunu duy
dum . Yoluma giderken attığım her adımda Ay
şe'nin gözlerini, yüzünü ve koynunu sanki demir
ayakkabılada çiğneyecekmişim gibi oluyordum.
Ayşe'ye acıyordum. Dişlerimi. yumruğumu
sıktım, kaşlarımı çattım. Kend ime. "İşte bundan
sonra senin hayatın ; ister geber, ister çatla , bu
köyde geçecek ! " diye bağırdım. Doğrusunu söyle
mek gerekirse bu hayat, müstahak olduğum bir
nimetti. Talih yüzüme gülmüştü ve herkes beni
kıskanıyordu. Verdiğim söz de. yani görevim de
burada kalmaktı. Fakat neden , "Görevin" dediler
mi bütün tüylerim ürperiyor, tepem atıyor ve
204
protesto ederek kaçmaya kalkışıyordum? Ettiğim
bir şımarıklık değildi de neydi? İçimde yanan de
niz isteğini boğmalıydım.
Bu sıralarda da Ayşe mutlaka benim bir ço
cuğuma ana olmak istiyordu. Onun gönlünü ana
c:mak isteğiyle tutuşturan solukla benim içimi
açıklar askıyla tutuşturan nefesin aynı şey olduğu
nu, zihnimle anlc:ımıyor idiysem de duygumla sezi
yor ve kendisine bir yakı nlık duyuyordum . Bu du
rum . den ize d örımemek konusundaki kararımı
kolaylaştır:yordu. Günler geçtikçe bu kararımı uy
gulamayı başardığıını görerek, bayağı bir hastalık
tan kurtulmuşum gibi bir hafiflik duyuyor ve sevi
niyordum. Bahçemiz de eski halini buluyordu.
Ağaçlar serpilip serpilip. zerzevatlar ilk evlendi
ğim yıl gibi güllük gülistanlık oldu.
Bu arada Ayşe , ortakçtiara istediğim gibi
davranınama ses çıkarınıyar değiL bayağı mem
nun oluyordu. Gerek Güvercinlik, gerekse Göko
va kıyıları köylülerine gitmemi yalvanrdı . Oralara
giderken bir başıma deniz kıyısında gezer ve tıpkı
çocukluğurndaki gibi deniz böceklerinin çeşit çeşit
kabuklarını toplayarak, yeni baştan çocuk olmak
zevki ni duyard ı m .
B i r gece Çiftlik koyunun ağaçları altında kıp
rıyan ay ışığı beneklerinin üzerinden geçtim ve
gölgesiz bir ay ışığında karlar gibi apak ağarak
geniş ve açık kumsala vardım. Koskocaman bir
ay . apak bir ateş küresiymiş gibi önümde yanı
yordu. Ufuktan ayak uçlarına kadar göz kamaştı
rıcı bir şiddetle denizin üzerinde parlıyordu. Bir
aralık da , uzaktan bir kayık geçti . Ay ışığı nın sağ
tarafındaki karanlık bili nmezden çıkarak, ışığın
içinden kara bir bilinmez parçası olarak kayd ı ,
205
sonra sol taraftaki karanlıkta muamma içinde mu
amma oldu.
Böyle kaç saat düşünekald ım. kaç cigara iç
tim . farkı nda olmad ım. Gün ağarmaya başlarke n .
uyuyakalmışı m . Uyanınca gün doğuyor. yıldızlar
sönüyordu. Denizin buğuları içinden birdenbire
bir ı şı k uçurumu göründü . Bir kayık . dolu. yelken
lerle bir kayık. önümden geçiyordu. Dalgalara bi
nip inerken direğin uçları göz üzerinde bir eğmeç
(kavis) çiziyor. deniz de pruvasına apa k gerdan
veriyordu. KüpeştelerL bordaları , salınan sancak
ları. tüm ipleri sanki yeni doğan günde ateşlend i .
Bütün yelkenleri v e ipleri bir b i r seçiliyordu. Flok
larını. gabyasın ı , randasın ı . papafingosunu gör
düm . Ta tepede çemberi bile gördüğüme emin
dim. Bakışı m , itişi m sanki insan bakışından daha
güçlü oldu da. geminin tahta kesimlerinden , su
içinden geçen güneş ışığı gibi geçiyor ve geminin
içini görüyordu .
Kaptanın kamarısı nı, başaltında gemicilerin
bangaççalarını hep bir bir görüyor. hatta onların
birbirine ne dediklerini işitiyorduıiı . Deniz: değil
gönlümü ve yüreğimi , her parmağımın ucundan
saçımın her telinin ucundan beni çekiyordu. Gön
lüm yabancı yerlerde veya karanlıklarda uçmuş
yorgun bir kuş gibi papafingoya kondu. Rüzgarın
iplerdeki ıslığını duydum. Bir denizci , yaşamının
türküsünü söylüyordu. Açık denizleri, gürültülü !i
manları . cigara dumanlarıyla ve tambura. cura ve
tabakların ince tıngırtısıyla. rakı kadehleriyle dolu
koltuk meyhanelerini gördüm.
Birdenbire, önümüzdeki kayığın güvertesin
den . sanki bir denizci, parmağıyla beni gösterdi:
- İşte denizden korktuğu için denizden kaçan
den izci! dedi .
206
Deli gibi yerimden sıçradım. Hıçkıra hıçkıra
ağlıyordum. Gemiye:
- Korkudan? . . . Hiçbir zaman! diye bağırdım.
Artık ondan sonra ne Ayşe'nin kolları. öpü
cükleri ve gözyaşları. ne bağlar. bahçeler. ne töv
beler ve yeminler bağiayabildi beni karaya. Varı
mı yoğumu Ayşe'ye bırakarak, bir daha geriye
dönmernek üzere denize açıldım. İlk !imanda ka
yığın birisine gemici yazıld ım.
Aganta! . . .
o Q o - -- ---