You are on page 1of 206

Hafta Sonu

HAFTA SONU

Orijinal adı: Das Wochenende

© 2008 by Diogenes Verlag AG ZUrich


Yazan: Bernhard S chlink

Almanca aslından çeviren: Çigdem Canan Dikmen

Türkçe yayın hakları: © Dagan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


Bu kitabın Türkçe yayın haklan Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılıgıyla alınmııtır
1. baskı/ ıubat 2009/ISBN 978-605-111-087-S
Sertifika no: 11940

Kapak tasarımı: Yavuz Korkut

Baskı: Şefık Matbaası 1 Turgut Özal Caddesi


No: 137lkitelli -ISTANBUL
Tel: (212) 549 62 62

Dotan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şiıli -ISTANBUL
Tel. (212) 2-46 52 07/ S-42 Faks (212) 2-46-4-4 44
www.dogankltap.com.tr 1 edltor@dogankitap.com.tr 1 satis@dogankitap.com.tr
Hafta Sonu

Bernhard Schlink

Çeviren: Çiğdem Canan Dikmen

�DOGAN
-KITAP
Cuma
ı

Yediye doğru oradaydı. Sabahın erken saatlerinde daha


hızlı yol alabilmeyi ve daha erken varabilmeyi ümit etmişti.
Yine bir yol çalışması, derken yoluna biri daha çıktığında si­
nirlendi. O, kapıdan çıkacak, gözleri boş yere kendisini ara­
yacak ve daha en başında hayal kırıklığına uğrayıp, cesareti­
ni mi yitirecekti? Dikiz aynasında güneş doğuyordu. Keşke
güneşi arkasında bırakarak gidip uzaklaşmak yerine, gözle­
rini kamaştırsa bile ona doğru ilerleyebilseydi.
Her zaman park ettiği yere park etti ve kapıya uzanan kı­
sa yolu, her zaman yürüdüğü yavaşlıkta yürüdü. Kendi yaşa­
mını ilgilendiren her şeyi aklından çıkarıp, ona yer açtı. Ger­
çi onun, kafasında daima sabit bir yeri vardı; onun şu anda
ne yaptığını, şimdi, şu anda nasıl olduğunu kendi kendine
sormadığı tek bir anı yoktu. Onunla bir araya geldiğinde ise,
kendisi için sadece o var oluyordu. Onun şimdi, yaşamının
artık yerinde saymadığı, aksine yeniden harekete geçtiği an­
da, asıl şu anda kendisinin ilgisine ihtiyacı vardı.
Eski taş bina güneşin altında yükseliyordu. Bir binanın
böylesine çirkin bir amaca hizmet edip, yine de bu kadar gü­
zel olabilmesini bir kez daha garipsedi. Yabani asmalarıyla
duvarlar, ilkbahar ve yazları çayır ve orman yeşili, sonbahar­
da sarı ve kırmızı, köşelerdeki küçük kuleler ve ortadaki pen­
cereleri bir kilisenin pencerelerini anımsatan büyük kule ve
ağır kapı, sanki içeridekileri kapalı tutmak değil de, içeride-
10

kilerin düşmanlarını dışarıda tutmak ister gibiydi. Saate


baktı. Orada, içeride olanlar bekletmeyi seviyorlardı. İki sa­
atlik bir ziyareti boş yere talep ettiği, izin verilen saatten
sonra alınıp götürülmediği ve bir yarım saat ya da kırk beş
dakika daha onun yanında, artık gerçekten yanında olmadan
oturduğu sıklıkta bir ziyaret olmuştu bu.
Ama yakındaki kilisenin çanları saatin yedi olduğunu du­
yurarak çalmaya başladığında, kapı açıldı ve adam dışarı çı­
kıp gözlerini kısarak güneşe baktı. Kadın yoldan koşarak
geçti ve onu kucakladı. Adamı, adam henüz iki büyük çanta­
sını yere koyamadan kucakladı ve o, kadının kollarının ara­
sında ona hiç karşılık vermeden öylece durdu. "Nihayet" de­
di kadın, "nihayet."
"Bırak, ben kullanayım" dedi adam, arabanın yanında
durduklarında; "bunu öyle sık düşledİm ki ... "

"Kendine güveniyor musun? Arabalar artık daha hızlı ve


trafik daha yoğun."
Adam arabayı kullanmakta ısrar etti ve zorlanınaktan al­
nı teriediğinde bile, sürmekten vazgeçmedi. O, şehir içinde
yoldan saparken ve otobanda sollarken hatalar yaptığında,
kadın gergin bir tavırla yanında oturup hiçbir şey söylemedi.
Ta ki karşıianna bir dinlenme tesisi çıkana dek.
"Kahvaltı yapmam gerek, beş saattir ayaktayım" dedi ka­
dın.
Onu iki haftada bir hapishanede ziyaret etmişti. Ama o
kendisiyle birlikte açık büfe boyunca ilerleyerek tepsiyi dol­
durduğunda, kasada durduğunda, tuvaJetten gelip karşısına
oturduğunda, öyle bir hisse kapıldı ki sanki onu uzun zaman­
dan beri ilk kez görüyordu. Onun ne kadar yaşlanmış olduğu­
nu gördü; ziyaretlerinde farkına varmış ya da kendi kendine
itiraf etmiş olduğundan daha yaşlıydı. İri, köşeli yüzü, ışıltıh
yeşil gözleri, kırlaşmış kahverengi gür saçlarıyla ilk bakışta
hala yakışıklı bir adamdı. Fakat kötü duruşu, ince kollarıyla
1 1

hacaklanna uymayan küçük göbeğini öne çıkarıyordu; yürü­


yüşü ağır aksak, yüzü griydi, alnındaki üst üste binmiş, ya­
naklarındaki dik ve uzun kırışıklıklar fazla değildi, ama aşırı
yüklenilmişliğin tüm yüzüne yayılmış ifadeleriydi. Konuştu­
ğunda, kadın onun kendi sözlerine karşılık verirkenki ağırlık
ve tutukluğundan, sözcükleri vurgularkenki beklenmedik ve
kontrolsüz el hareketlerinden ürküyordu. Ziyaretleri sırasın­
da bunları nasıl fark edememişti? Ona ne olduğunu, içinde
neler olup bittiğini vaktiyle görmemiş miydi?
"Sana mı gidiyoruz?"
"Hafta sonu için şehir dışına gidiyoruz. Margarete ve ben
Brandenburg'da bir ev aldık, kötü durumda, ısıtma yok,
elektrik yok ve su sadece dışarıdaki tulumbadan alınabiliyor,
ama hemen yanında büyük ve eski bir park var. Şimdi, yaz
mevsiminde orası muhteşem olur."
"Yemeği nasıl pişiriyorsunuz?"
Kadın güldü. "Bu seni ilgilendiriyor mu? Büyük kırmızı
gaz kartuşlarıyla. Hafta sonu için fazladan iki tane aldım; es­
ki dostları davet ettim."
Adamın sevineceğini ümit etmişti. Ama adam hiçbir sevinç
belirtisi göstermeyip, sadece sordu: "Kimleri?"
Kadın uzun uzun düşünmüştü. Hangi eski dostlar ona
kendisini iyi hissettirebilir, hangileri onun yalnızca sıkılgan
ya da içine kapanık olmasına sebep olabilirdi? İnsanların
arasında olmak zorunda, dedi kendi kendine. Ayrıca yardıma
ihtiyacı var. Eski dostlarından yardım alamazsa, kimden ala­
bilir ki? Sonunda, davetine sevinen ve gelmek isteyenlerin
aynı zamanda doğru kişiler olduklarına karar verdi. Daveti­
ni geri çevirenlerden bazılarında içten bir üzüntü hissetti;
daha erken haberdar edilselerdi ve çoktan başka planlar yap­
mamış olsalardı, bu davete seve seve katılırlardı. Ama kadın
ne yapabilirdi ki? Onun tahliyesi hiç beklenmedik bir anda
gerçekleşmişti.
12

"Henner, İlse, Ulrich ve yeni karısıyla kızı, Karin ve koca­


sı, tabii ki Andreas. Seni, Margarete'yi ve beni de sayarsak
on bir kişiyiz."
"Peki ya Marko Hahn?"
"Kim?"
"Aslında tanıyorsun, uzun bir süre boyunca bana sadece
yazdı, dört yıl önce ilk kez ziyaretime geldi ve o zamandan
beri hep güvendiğim biri oldu. Senin yanında o... "
"Şu deliyi kastediyorsun; o neredeyse senin affının yanma­
sına mal oluyordu, değil mi?"
"O sadece benim kendisinden yapmasını istediğim şeyi
yaptı. Tebrik yazısını ben yazdım, gönderilen kişileri ve vesi­
leyi biliyordum. Onu hiçbir şeyle suçlayamazsın."
"Sen neye sebep olduğunu bilemezdin. O bunu biliyordu ve
sana engel olmadı, aksine seni buna sürükledi. O seni kulla­
nıyor." Kadın yine, adamın şüpheli bir kongreye şiddet üzeri­
ne bir tebrik mesajı yazmış olduğunu gazetede okuduğu o sa­
bahki kadar öfkeliydi. O böylece, yaptıklarını anlama ve piş­
manlık duyma yetersizliğini ortaya koyuyordu; böyle biri af­
fedilemezdi.
"Onu arayıp davet edeceğim." Adam ayağa kalktı ve pan­
tolonunun cebinde bozuk para arayıp bulduktan sonra tele­
fon etmeye gitti. Kadın da ayağa kalktı, adamın peşinden gi­
dip onu durdurmak istedi, ama kalkmasıyla birlikte, tekrar
yerine oturması bir oldu. Adamın telefonda ne diyeceğini bi­
lemeden kalakaldığını görünce, yine ayağa kalktı, yanına git­
ti, ahizeyi aldı ve evinin yolunu tarif etti. Adam kolunu kadı­
nın beline doladı ve bu, kadına o kadar iyi geldi ki öfkesi ya­
tıştı.
Yola devam ettiklerinde, direksiyana kadın geçmişti. Adam
hemen sonra sordu: "Neden oğlumu davet etmedin?"
"Onu aradım ve o telefonu yüzüme kapattı. Sonra ona bir
mektup yazdım." Omuzlarını silkti. "Sen onun yanında olma-
13

sını isterdin, bunu biliyordum. Ama onun gelmeyeceğini de


biliyordum. Uzun zaman önce senin aleyhinde karar verdi o."
"Karan veren o değildi. Onlardı."
"Ne fark eder ki? Oğlun onlann yetiştirmesi oldu."
2

Henner birlikte geçirecekleri hafta sonu hakkında ne dü­


şünmesi, Jörg, Christiane ve diğer eski dostlarıyla tekrar gö­
rüşmekten ne beklernesi gerektiğini bilmiyordu. Christi­
ane'den davet geldiğinde, hemen kabul etmişti. Onun sesin­
de bir yalvarış duymuş olduğu için mi? Eski dostluklar ömür
boyu bağlılığı hak ettikleri için mi? Yoksa meraktan mı?
Erken geldi. Haritada Christiane'nin evinin doğal bir sit
alanının hemen yanında olduğunu görmüştü ve diğerleriyle
buluşmadan önce kesinlikle koşmak istiyordu. Koşmak, de­
rin derin soluk alıp vermek, hiçbir şey düşünmemek... New
York'taki bir konferanstan tıklım tıkış çalışma masasının ve
dolup taşan randevu defterinin bağlayıcılığıyla çarşamba gü­
nü dönmüştü henüz.
Evin ve bulunduğu arazinin ne kadar heybetli olduğunu
gördü şaşkınlıkla: Taş duvarlar, demir kapı, evin önünde
yüksek meşeler, arkasında uzanan park ve ev, yaşı yüzü aş­
kın, eski bir konak. Her şey haraptı. Çatı paslı bir oluklu sac­
la örtülü, konağın dış sıvası dökük ve küflüydü, arka tarafta­
ki terasın bir zamanlar manzarası için açılmış olduğu çimen­
lik alanı çalı çırpı kaplamıştı. Fakat pencereler yeniydi, ko­
nağın önüne yeni çakıl döşenmişti, terasta ahşap bahçe mo­
bilyaları duruyordu, bir masa ve dört sandalye açılmış, diğer
masalar ve sandalyeler katlanmış, parkın içinden geçen yol­
ların otları temizlenmişti.
ıs

Henner o yollardan birine saptı ve sessiz sakin, yemyeşil


bir ormana daldı; tepede gördüğü gökyüzü değil, güneşte pı­
rıldayan yapraklardı ve ot bürümüş yolun her iki tarafında­
ki ağaç gövdeleri ile çalılardan oluşan doğal setin arası geçi­
lemez gibi görünüyordu. Bir kuş yolun üzerinde kısacık bir
süre boyunca, hemen önünde zıplaya zıplaya ilerledi; sonra
öyle aniden kayboldu ki, Henner onun nereye gittiğini, zıpla­
yarak mı, yoksa uçarak mı uzaktaştığını göremedi. Derken
yolun çok sayıda dönemecinin, mimarın parkı uçsuz bucaksız
göstermek istemiş olmasından kaynaklandığını anladı. Yine
de kendini büyülü bir ormanda gibi hissetti, sanki bir büyü­
nün esiri olmuş ve bu yüzden ormandan çıkan yolu bulması
olanaksız hale gelmişti. Aslında çıkış yolunu bulmayı artık
hiç istemediğini düşündüğünde, orman bitti ve Henner geniş
bir derenin önünde durdu; derenin diğer tarafında tarlalar
uzanıyordu, uzakta kilise kulesi ve tahıl ambarlarıyla bir köy
vardı. Her şey henüz sessiz ve sakindi.
Derken derenin aşağı tarafında, bankta oturan bir kadın
gördü. Kadın bir şeyler yazmış, defteri ve kalemi kucağına
koymuş, Henner'e bakıyordu dikkatle. Henner kadına doğru
yürüdü. Kendi halinde bir kadın, diye düşündü, silik, hantal,
güvensiz. Kadın onu beklenti dolu gözlerle karşıladı. "Artık
beni tanımıyor musun?"
"İlse!" Kendisine yakın bir insanın karşısında durup, adı­
nı bir türlü hatırlayamaması öyle sık yaşadığı bir durumdu
ki... Bu kez, neredeyse unuttuğu bir yüze bakıp adını hemen
hatırlamış oluşuna sevindi. İlse'yi yetmişli yıllarda bir gün
son kez gördüğünde, hoş bir genç kadındı; burnu ve çenesi
hatif sivri, ağız yapısı biraz sert, duruşu her zaman biraz
kamb'.lrcaydı, iri göğüsleri bakışları böylece üstüne çekmi­
yordı, ama İlse pırıl pırıl teni, mavi gözleri ve sarı saçlarıyla
çevresine ışık saçıyordu. Fakat İlse şimdi, her ne kadar yeni­
den görüşmelerini ve birbirlerini tanımış olmalarını içten bir
16

gülümsemeyle karşılasa da, Henner artık o ışığı görmüyor­


du. Sanki İlse bir zamanlar olmaya ve öyle kalmaya söz ver­
diği kişi değilmiş gibi ondan çekiniyordu; ne acı. "Nasılsın?"
"Boş boş oturuyorum. Üç saat İngilizce... Arkadaşım benim
için bu işi üstlendi ve elbette iyi etti, ama bana bir telefon
ederse ya da ben ona ulaşabilirsem, çok daha iyi hissedece­
ğim." Sanki Henner kendisine yardım edebilirmiş gibi ona
baktı. "Bunu şimdiye kadar hiç yapmadım, hiç boş boş otur­
madım."
"Nerede öğretmensin?"
"Ben kaldım. Siz gittikten sonra stajımı tamamladım ve
ilk işimi buldum, sonra da eski okulumda ikinci işimi. Hala
aynı yerde aynı işi yapıyorum; Almanca, İngilizce, sanat... "
Sözlerine sanki bunları geride bırakmak ister gibi devam et­
ti: "Çocuğum yok. Evlenmedim. İki kedim ve dağ yamacında,
yayiaya bakan bir evim var. Öğretmenliği severek yapıyo­
rum. Bazen otuz yılın kafi olduğunu düşünüyorum, ama emi­
nim ki herkes kendi mesleği için aynı şeyi düşünüyordur. Da­
ha uzun süre çekilmez."
Henner sorusuna karşılık bir soru bekledi. Peki ya sen na­
sılsın? Beklediği soru gelmeyince sormaya devam etti. "Jörg
ve Christiane ile sürekli bağiantıda mıydın?"
İlse başını salladı. "Christiane'ye birkaç yıl önce Frankfurt
garında tesadüfen rastladım; kar yolculuk planını alt üst et­
mişti ve biz aktarmalı trenlerimizi bekliyorduk. O günden
beri arada bir telefonlaşıyoruz. Christiane bana Jörg'e yaz­
ınam gerektiğini söyledi, ama ben buna uzun süre cesaret
edemedim. Dilekçeyi verdiğinde, nihayet yazdım. 'Merhamet
dilemiyorum. Ben bu devlete karşı mücadele ettim ve o da
bana karşı mücadele etti, birbirimize hiçbir şey borçlu deği­
liz. Biz sadece kendi hak talebimize sadakat borçluyuz.' Ha­
tırlıyor musun? Onun af dilekçesini verdiğini bildiren yazı ne
kadar da gururluydu. Jörg birdenbire yine bir zamanlar tanı-
17

dığım o delikanlı olmuştu. Aşık olduğum delikanlı... " Gülüm­


sedi. "O bunu o zamanlar fark etmemişti ve tabii siz de. Siz
hepiniz... Ben hep sizden korkardım. Çünkü neyin doğru, ne­
yin yanlış olduğunu ve ne yapılması gerektiğini çok iyi bilir­
diniz, çünkü çok kararlıydmız, katı, boyun eğmez, gözü pek.
Sizin için her şey basitti ve ben, benim için her şeyin zor ol­
masından, sermaye, devlet ve iktidardakilerle ilgili bilgisizli­
ğimden utanırdım ve siz domuzlardan söz ettiğinizde..." O
zamanki utancına ve korkusuna kapılarak yine başını salla­
dı. "Bir an önce her şeyin üstesinden gelmek, para kazanmak
zorundaydım, sizse dünya kadar paraya ve zamana sahipti­
niz ve sizin babalarınız... Jörg ve Christiane'nin babaları pro­
fesördü, seninki avukat, Ulrich'inki son derece başarılı bir
diş hekimi, Karin'inki papaz. Benim babam Silezya'daki, ge­
çimini pek de sağlamayan, ama yine de kendisine ait olan kü­
çük çiftliğini kaybetmişti ve bir mandırada çalışıyordu. 'Bi­
zim sütçü kız' diye söz ederdiniz bazen benden, sanırım iyi ni­
yetliydiniz, ama ben size uyum sağlayamadım, sizse beni faz­
la hoşgördünüz ve kayıplara karışsaydım... "

Henner, İlse'nin hatıralarıyla örtüşen hatıralar bulmaya


çalıştı. Kendini her şeyi çok iyi bilen ve dünya kadar zamanı
olan biri olarak mı göstermişti? Polislerden, yargıçlardan ya
da politikacılardan domuzlar diye mi söz etmişti? İlse'ye 'bi­
zim sütçü kız' mı demişti? Hepsi çok uzaklarda kalmıştı. Bol
sigara ve bol miktarda ucuz kırmızı şarapla uzun uzadıya tar­
tışılan gecelerin atmosferini, sürekli arayış içinde olma ve
doğru analizi, doğru eylemi bulmak zorunda olma duygusu­
nu, müşterek planlama ve hazırlıklardaki umutla karışık se­
vinci, yoğun yaşantıları, konferans salonu ya da sokaklar ken­
dilerini dinlediğinde hissettikleri gücün yoğun hazzını hatır­
ladı. Fakat ne hakkında tartışıldığını, esasen neyin arandığı­
nı, konferans salonları ile sokakların neden fethedilmek zo­
runda olduklarını canlandıramadı hatıralarında. İlse'nin ha-
18

tırladıklarını ise hiç mi hiç anımsayamadı. İlse onlara sigara


getirip, kahve mi yapmıştı? Sanat dersi veriyordu... Afişleri
mi yapmıştı? "Jörg'le ilgilenmekle iyi etmişsin. Hüküm giydi­
ğinde onu ziyaret ettim ve onunla karşılıklı, mantıklı tek bir
cümle konuşamadım. Hepsi buydu... Christiane'nin bir hafta
önceki telefonuna dek. Jörg çok değişti mi?"
"Alı, hen onu ziyaret etmedim, ona sadece yazdım. Beni hiç
çağırmadı." Henner'i uzun uzun süzdü; Henner kendisinin
Jörg'e karşı uzun süreli ilgisızliğini ya da şimdiki, Jörg'ün ne
kadar değişmiş olabileceğine yönelik ilgisini İlse'nin aniayıp an­
lamadığım bilmiyordu. "Bunu çok yakında göreceğiz, değil mi?"
3

Henner gittikten sonra İlse defterini açtı ve yazmış olduk­


larını okudu.

Cenaze töreni sıcak, güneşli bir günde yapıldı. İnsanın bir


deniz kenarına gitmeyi, denize girmeyi, yere bir örtü sermeyi,
kırmızı şarabını, ekmeğini ve peynirini çıkarıp, yiyip içmeyi,
gözlerini gökyüzüne dikip, düşüncelerinin bulutlarla birlikte
çekilerek uzaklaşmasını arzulayabileceği bir gündü. Yas tutula­
cak, ölü olunacak gün değildi.
Matemliler kilisenin önünde bekleşip, selamlaşıyor, birbirle­
rini tanıyor ya da yeni tanışıyor, ne diyeceklerini bilemiyorlar­
dı. Her kelime yanlıştı. Acıyı paylaşmaya yönelik ifadeleri zora­
ki, paylaşılan hatıralar cansızdı. Biri neden diye sordu, soru ça­
resizlik ve huzursuzlukla yanıtsız bırakıldı. Her kelime yanlış­
tı, çünkü Jan'ın ölümü yanlıştı. O kendini öldürmemeli, üç kü­
çük çocuğunu yetim, karısını dul bırakmamalıydı. İnsan karısı­
na ve çocuklarına artık tahammül edemiyorsa boşanır. Kendini
öldürmek, sinsice kaçıp kurtulmak, bir kadın ve üç çocuğu suç­
luluk duygularıyla geride bırakmak... Olması gereken bu değil.
Orada, eski dostların bir arada durdukları yerde, biri böyle
diyor. Bir diğeri başını sallıyor. "Jan, Ulla hamile kaldığında
onunla evlenmiş, ilk çocuğun ardından ikizlere de ses çıkarma­
mıştı, böylece Ulla onun kendisini sevmediğinin farkına varma­
yacaktı, Ulla ve çocuklar iyi olsunlar diye üniversitedeki göre-
20

vini bırakmış ve avukat olmuştu, Ulla üniversite tahsilini ta­


mamlayabilsin diye evde kendini helak etmişti ... Hepsi, olması
gereken olduğu içindi. Bir insan bunu ne zamana kadar başa­
rabilir ki? Olması gereken bu olduğu için kendini yadsımayı?
Kaldı ki bunu başardığında, zaten ölmüş kadar iyi değil midir?"
Üçüncü bir kişi onu susturuyor. "Ulla geliyor."
Kilisede konuşan Jan'ın babası olayın ne kadar akıl almaz ol­
duğunu anlatıyor: Jan'ın kayboluşu ve birkaç gün sonra Nor­
mandiya'da ortaya çıkışı, arabasının içine vermiş olduğu egzoz
gazından zehirlenmiş, denizi gören araba yıllar önce bir dönem
çok mutlu olduğu bir yerin yakınlarına park edilmiş. Babası,
Jan'ı sadece ailesinden ve mesleğinden kaçmaya değil, aynı za­
manda ölüme sürüklemiş olan, depresyon kaynaklı dürtünün
akıl almaz şiddetinden söz ediyor. O, çok çocuklu ve torunlu bir
ailenin beyaz saçlı reisi, emekliye ayrılmış bir papaz ve depres­
yon kaynaklı dürtüden, Jan'ı bir zamanlar depresyonda görmüş
olduklannı hatıriamayan dostlarını da etkileyen bir otoriteyle
söz ediyor. Onlar bunu babasından daha iyi mi bilecekler?

Cenaze töreni İlse'nin gözlerinin önünde yine olduğu gibi


canlandı. Hafta sonunu birlikte geçireceği dostlanyla son kez
o törende bir araya gelmişti. Jörg hemen sonra ortadan kay­
bolmuştu. Tören sırasında Jan için hissettiği sadece küçüm­
semeydi; ona göre, bir insan yaşamını, şayet o yaşamın des­
tekleyebileceği büyük bir mücadele varsa, burjuvaya has kü­
çük budalalıklar yüzünden hiçe saymazdı. Christiane,
Jörg'ün içinde neler olup bittiğini hissetmişti, sıklıkla onun
etrafındaydı, onun aşağılayıcı ve devrimci fikirlerini onaylı­
yor, sanki ona fikirleriyle dünyada bir yeri olduğunu ve işte
onlar için ortadan kaybolmamak zorunda olduğunu göster­
mek istiyordu. Hemen sonra diğerleri de dört bir yana dağıl­
dılar. Şüphesiz ki Jörg o zamanlar herkes için zamanı gelen
şeyi yapmış, kendi yaşamının yolunu tutmuştu.
21

Ancak İlse'ye o cenaze törenini hatırlatan, dostlarıyla çok


yakında yeniden görüşecek olması değildi. Beklenen görüşme
ona sadece yazmaya başlaması için ilham vermişti. Kendine
büyük boy, ciltli, kalın bir defter ve yeşil bir kalem satın al­
mıştı; kalemin uzun uçları vardı ve tıpkı mimarların kullan­
dıkları gibiydi, ona öyle söylenmişti ve öyle olması hoşuna gi­
diyordu. Perşembe günü okuldan sonra yola çıkmış, trene,
otobüse ve taksiye binerek buraya, ertesi sabah bu yabancı
yerde, kendisine içten içe haksız bir istek gibi gelen şeyi yap­
ma cesaretini göstermeye, yazmaya gelmişti.
Hayır, o cenaze töreni üzerine kafa yormaya zaten yıllar
önce başlamıştı. O zamanlar, aklından, bir ll Eylül görüntü­
sü hiç çıkmadığı için dikkatini çekmiş olan bir tiyatro oyunu­
na yoğunlaşmıştı. Kulelere doğru uçan uçakların, dumanlar
çıkan, yıkılan kulelerin ya da, tozla kaplı insanların görüntü­
sü değildi bu. Aklından bir türlü çıkmayan, düşmekte olan
bedenierin görüntüsüydü, kimisi teker teker, kimisi ikişer
ikişer, neredeyse birbirlerine dokunarak ya da hatta el ele tu­
tuşarak düşüyorlardı. İlse bu görüntüyü gözlerinin önünden
silemiyordu.
Bulabildiklerini okumuştu. Düşen bedenierin sayısı üzerine
yapılan tahminler elli ila iki yüz arasında değişiyordu. Çoğu
atlamıştı, fakat bazıları pencerelere doğru kaçmış ve camlar
patladığında, ya kaçan diğerlerince dışarı itilmiş, ya da oluşan
girdap sonucu dışarı çekilmişlerdi. Atlayanlardan kimisi duru­
mun ümitsizliği yüzünden atıarnaya karar vermişti, kimisi ise
dayanılmaz acılar veren aşırı sıcaklık sebebiyle sadece bulun­
duğu yerden çıkmaya mecbur kalmıştı. Sıcaklık beş yüz elli
dereceye yükselmiş ve insanlara, alevler onlara ulaşmadan ön­
ce ulaşmıştı. Düşüş yüksekliği dört yüz metreden fazlaydı ve
düşüş en fazla on saniye sürmüştü. Düşen bedenierin fotoğraf­
ları, yüzlerinin tanınmasını olanaksız kılacak kadar fluydu.
Yakmları kimi zaman, düşen bir bedenin hiç olmazsa kıyafet-
22

lerinden tanınabileceğini düşündüler, böylece kimileri teselli


buldu, kimileri dehşete düştü. Düşmüş olaniann kimliklerini
ölüler arasından tespit etmek mümkün değildi.
Fakat hiçbir bilgi İlse'yi o görüntü kadar etkilemedi. Dü­
şen bedenler, her seferinde her iki kol ve çoğunlukla hem kol­
lar hem de hacaklar ardına dek açık... Belki de İlse kitaplar­
da bulduğu tek tük fotoğrafların yanı sıra, kamera kayıtlan
da bulmalı ve bedenleri gerçekten düşerken, şiddetle sarsılır­
ken, çırpınırken görmeliydi. Ama bundan korkuyordu. Düşen
bedenlerden bazıları fotoğraflarda sanki yere doğru süzülü­
yor, hatta uçarak uzaktaşıyor gibi görünüyordu. İlse öyle ol­
masını umut ediyor ve kuşkulanıyordu. Bir insan bunu yapa­
bilir miydi? Bir insan o durumda, havada süzülmek uğruna,
sadece ömrünün son on saniyesinde bile olsa uçmak uğruna
atiayabilir miydi? Biz insanların ani ve acısız bir ölümle son
bulacak olan o on saniyeyi bir kez daha tümüyle ve hayatın
tadına varmaya muktedir olduğumuz hazla tadabilir miydi?
Tiyatro oyununda bir adamın ll Eylül sabahı iki kuleden
birindeki işinin başında oturuyor olması gerekiyordu, ama
geç kaldı ve tüm dünya için ölmüş olma, eski hayatından sıy­
rılıp, bir yenisine başiayabilme fırsatını yakaladı. İlse bu
oyunu ne görmüş, ne de okumuştu. Hayalinde bu adam dü­
şen, süzülen, uçan bedenierin fotoğraflarını görmüş ve böyle­
ce içinde uçarak uzaktaşma isteği uyanmıştı; bu, İlse'ye akla
yakın gelmiş ve yetmişti. Ayrıca onu çok düşündürmüş,
Jan'ın cenaze törenini ve o törenle birlikte şu soruyu hatırlat­
mıştı; acaba Jan gerçekten kendini öldürmüş müydü, yoksa
bir yenisine başlayabilmek için eski hayatından sinsice kaçıp
gitmiş miydi? Ulla ve İlse'yi Jan'ın ölümünden sonraki yıl
huzursuz etmiş olan her şey yine canlıydı; cenaze töreninden
gizemli telefona, tanımadıkları giysilere, eksik olan belgele­
re, otopsi raporuna kadar her şey...
4

Henner tarlalardan geçen geniş bir yaym ardından kona­


ğa geri döndüğünde, konağın önüne başka bir araba, Ham­
burg plakalı, büyük, gümüş renkli bir Mercedes park etti.
Konağın kapısı açıktı, Henner içeri girdi ve gözleri loş ışığa
alıştığında, solunda bir merdiven gördü; merdiven ilk kata
uzanıyor ve her iki tarafında kapılada sonianan bir galeriye
çıkıyordu. Merdiven ve galeri bir demir iskeleyle desteklen­
mişti, duvarlardan yine parça parça sıvalar dökülmüş ve ze­
mindeki çok sayıda doğal taş döşeme, yerini çimento kalmtı­
larına bırakmıştı. Fakat her şey temizdi, girişin karşısındaki
eski bir masanın üzerinde, rengarenk lalelerle dolu büyük
bir vazo duruyordu.
Yukarıda bir kapı açılıp kapandı, çok geçmeden kapının
arkasındaki odadan konuşmalar ve gülüşmeler duyuldu.
Henner yukarıya baktı. Bir kadın ağır, zorlanan adımlarıyla,
sol eli tırabzanda, merdivenden aşağı iniyordu. Sol kalçasın­
da, ya da sol hacağında ağrısı var sanki diye geçirdi aklından
Henner ve kadının fazla şişman olduğunu düşündü. Bu ka­
dın olsa olsa elli yaşında, kendisinden birkaç yaş daha kü­
çüktü. Artrozdan mustarip olmak için henüz fazlasıyla genç­
ti. Acaba bir kaza mı geçirmişti?
"Siz de şimdi mi geldiniz?'" Başıyla konağın önündeki Mer­
cedes'in park ettiği yönü işaret etti.
Kadın güldü. "Hayır." O da başıyla Mercedes'i işaret etti.
24

"Gelenler Ulrich, karısı ve kızı. Benim adım Margarete, Chris­


tiane'nin arkadaşıyım ve burada yaşıyorum. Yine mutfağa git­
mek zorundayım. Benimle gelip, bana yardım eder misin?"
Henner hemen sonra mutfaktaydı, patatesierin kabukları­
nı soydu, dilimledi, salatalık turşularını küp küp, soğanları
halka halka doğradı ve salata sosuna azar azar neyin karış­
tırılması gerektiğini öğrendi. "Yavaş yavaş karıştırılmalı, çır­
pılmamalı..." Bir espri yapmaya çalıştı. Margarete'nin rahat­
lığı, sakinliği, neşesi Henner'i rahatsız etti. Bu, budalaların
neşesiydi, bunun için çalışmak zorunda kalmadan dünyayı
mesken tutan daimi şanslıların sakinliği... Henner her ikisi­
ni de istemiyordu. Margarete'nin fiziksel çekiciliği de onu ra­
hatsız etti. Henner için iki yönüyle anlaşılmaz bir erotik çe­
kicilikti bu; Henner şişman kadınlardan hoşlanmazdı, kız ar­
kadaşları her zaman manken kadar ince ve uzun olmuştu ve
Henner'in cazibesinden hiç etkilenmemiş olan Margarete
muhtemelen sadece Christiane'nin bir arkadaşı olmaktan
daha fazlasıydı. Muhtemelen Henner hakkında, sıradan du­
rumlarda bir arkadaşın bilebileceğinden daha fazlasını da bi­
liyordu. Henner yıllar önce Christiane ile birlikte geçirdiği
geceyi düşündüğünde, yine kendini kullanılmış hissetti ve yi­
ne incindi. Üstelik Christiane'nin o zamanki davranışı Hen­
ner için hala öylesine tuhaftı ki, yine kendisinin bir şeyleri
anlamadığı hissine ve yenilmişlik korkusuna kapıldı. Bu
yüzden mi gelmişti? Christiane'nin daveti, o zamanlar ne ol­
duğunu nihayet öğrenebilme arzusunu mu uyandırmıştı?
"Punç denemek ister misin?" Margarete ona bir bardak
uzattı ve Henner, kadının yüzüne baktığında, onun bu soru­
yu kendisine daha önce de sormuş olduğunu anladı. Kızardı.
"Affedersin." Bardağı aldı. "Seve seve." Bu, beyaz şeftali
punçuydu ve tadı ona, sarıların olmadığı, sadece beyaz şefta­
Iiierin olduğu çocukluğunu ve annesinin bahçede iki şeftali
ağacını nasıl yetiştirmiş olduğunu hatırlattı. Boş bardağı
25

Margarete'ye geri verdi. "Patates salatasıyla işim bitti. Yapa­


bileceğim başka bir şey var mı? Ben nerede yatacağım, bili­
yor musun?"
"Sana göstereyim."
Fakat merdivende Ulrich, karısı ve kızıyla karşılaştılar.
Uzun karısı ve uzun kızıyla kısa Ulrich. Henner selamlanıp
kucaklanmasına ve birlikte terasa götürülmesine ses çıkar­
madı. Ulrich'in aşırı hareketliliği ve şamatacılığı tıpkı eski­
den olduğu gibi onu bunalttı ve karısının, hoş bir şeymiş gi­
bi, kızının gülerken sürekli başını geriye doğru atmasından
ve uzun, üst üste attığı bacakları, kısa eteği, daracık bluzu,
hoşnutsuzluktan sarkmış dudaklarıyla sıkkın ve meydan
okuyan pozlara bürünmesinden rahatsız oldu.
"Elektrik yok... Cumhurbaşkanını dinlemek istersek, ara­
bamda oturmak zorundayız. Az önce haberlerde geçti, Berlin
Katedrali'nde pazar günü konuşma yapacakmış, her şey üze­
rine bahse girerim ki Jörg'ün affedildiğini ilan edecek. Büyük
incelik, söylemeden edemeyeceğim, cumhurbaşkanının bunu
o çoktan çıktıktan sonra yapması büyük incelik; böylece
Jörg'ün, muhabirierin ve kameraların kendisini bulamayaca­
ğı bir sığınak arama imkanı oldu." Ulrich etrafına bakındı.
"Kötü bir sığınak değil, hiç kötü değil. Ama Jörg sonsuza dek
burada saklanamaz. Sen onun ne planladığını biliyor mu­
sun? Sanat ve kültür alanlarında onun gibileri, dekor veya
ışıklandırma için, ya da prova okuyacak asistan olarak alı­
yorlar. Benim diş laboratuariarımdan birinde seve seve baş­
layabilir, ama bence bu ona yeterince uygun gelmez. Gücen­
meyin, fakat üniversite tahsilimi yarıda bırakıp, diş teknis­
yeni olduğum için beni her zaman biraz küçümsediniz."
Henner yine güçlükle hatırlayabildi. Ulrich gösterilere dü­
zenli olarak katılmış ve bir politikacıyı hedef alan butirik
asit saldırısı için o zararsız, fakat pis kokulu sıvıyı temin et­
mişti. Küçümsemek mi? O zamanlar işçi Ulrich'i küçümse-
26

memiş, aksine ona hayranlık duymuş olmalılardı. Bunu Ul­


rich'e söyledi.
"Mühim değil, hiç mühim değil. Bazen senin yazdıklarını
okuyorum, kaymak kısmını... Ayrıca yazılarının çıktığı ya­
yınları, Stern, Spiegel, Süddeutsche ... İlk adresler... Ben öyle
entelektüel çalışmalar yapmadım, demek istediğim, bu tür
çalışmalan takip eder, fakat sonuç olarak kendimi dışında
tutarım. Ama ekonomiyi ilgilendiren konulara gelince, inanı­
yorum ki diş laboratuarlarımla sizi geride bırakırım. Herkes
elinden geleni yapıyor, ben, sen, Jörg... Christiane'den davet
geldiğinde, ben bunu kendime de söyledim. Herkes elinden
geleni yapıyor, dedim kendi kendime. Ben başkalarını yargı­
lamam. Jörg bir hata yaptı, bedelini ödedi, şimdi iyi ve haya­
tını tekrar düzene sokması gerekiyor. Onun için kolay olma­
yacak. Jörg eskiden, nasıl çalışılacağını, insanlarla nasıl ge­
çinileceğini ve dünyayla barış içinde nasıl yaşanacağını bil­
miyordu. Bunları şimdi yapması nasıl beklenebilir ki? Ben
bir insanın bunları hapishanede öğrendiğine inanmıyorum.
Sen ne düşünüyorsun?"
Henner ne düşüneceğini bilmediğini söyleyemedi. Karİn ve
kocası konaktan terasa çıktılar. Henner çok tanıdık bir yüz
gördüğüne ve adını yine anında hatırlayabildiğine sevindi.
Karin eskiden bir kadın papazdı ve sonra bir eyalet kilisesi­
nin piskoposu olmuştu ve Henner birkaç yıl önce onunla kili­
se ve siyaset üzerine röportaj yapmış, geçen sene birlikte bir
sohbet programma katılmıştı. Bu son iki görüşmelerinde,
üniversite yıllarında ondan hoşlanmış olmasının nedensiz ol­
madığını anlamıştı. Karin'in, Henner'in hoşuna giden bir ze­
kası vardı, Henner bu yüzden onun sesi ve konuşmasındaki
abartılı inceliği ve ölçülülüğü önemsemedi. Papazlar zaten
abartılı biçimde nazik ve ağırbaşlı olurlar, dedi kendi kendi­
ne, tıpkı gazetecilerin kibirli olmaları gibi... Ayrıca insan pa­
pazların yanında, onların samirniyetlerinin bu meslekle ne
27

derece ilgili olduğunu, ya d a gerçek yakınlığa dayanıp dayan­


madığılll asla bilemezdi, yine de Henner, Karin'in de tekrar
karşılaşmış olmalarına sevindiği izlenimini edindi. Güney
Almanya'daki bir müzeden emekli bir memur olan kocası
Eberhard, Karin'den epey yaşlıydı ve onun Karin'in üzerine
şefkatle titremesi, hava serinlediğinde, bir şal getirip omuz­
larına örtmesi, Karin'in kocasına teşekkür ederkenki sokul­
ganlığı, Henner'e bu sevgide bir kız çocuğunun ve bir babanın
özleminin kendini ifade ettiğini düşündürttü. Adam daha
oturmadan masadaki durumu sezdi, sandalyesini Ulrich'in
karısı İngeborg ile kızı Dorle'nin arasındaki yere koydu ve o
ikisini bir sohbetin içine çekmeyi başardı; hatta o sohbet sı­
rasında, sıkılmış ve meydan okuyan sarkık dudaklı kimi za­
man keyifli keyifli güldü.
Margarete, Andreas'a terasa kadar eşlik ederken, Jörg ve
Christiane'nin yoldan aradıklarını, yarım saat içinde gele­
ceklerini söyledi. Saat altıda terasta aperetif vardı ve saat
yedide salonda akşam yemeği... Akşam yemeğinden önce bi­
raz yürüyerek, fazla oturmaktan uyuşan bacaklarını rahat­
latmak isteyen varsa, şimdi tam zamanıydı. Margarete saat
altıya doğru çan çalarak çağıracaktı.
Diğerleri oturmaya devam ettiler, Henner ayağa kalktı. And­
reas, daha lise yıllarında ya da üniversitenin ilk sömestrlerin­
de tanışmış oldukları eski dostlardan biri değildi. O, Jörg'ün
avukatıydı, ta ki Jörg ve diğer sanıklar onu siyasi amaçları için
kullanmak istediklerinde vekaletten çekilene dek. Jörg birkaç
yıl önce ondan erken tahliye çabalarını desteklemesini rica et­
tiğinde, tekrar avukatı oldu. Henner onunla da daha önce za­
ten karşılaşmıştı. Öğleden sonranın koreografisi, her şey
Jörg'ün etrafında dönmeden önce davetiiierin birbirlerini bul­
maları üzerine kurulduysa, Henner oradan ayrılabilirdi. Zaten
bu kadar çok insana bu kadar çok saat boyunca böylesine dar
bir mekanda nasıl katlanabileceğini bilmiyordu.
28

Bir kez daha tarlaların üzerinden geçen geniş bir yay çizdi.
Ağır aksak, gevşek adımlarla ve kollarını saliayarak yürüdü.
Annesini New York'tan aramamıştı, geri döndüğünden beri de
henüz aramaınıştı ve annesinin, oğlunun kendisini en son ne
zaman aramış olduğunu hatırlamayacağını bildiği halde suç­
luluk hissetti. Annesinin ondan tekrar tekrar daha yüksek ses­
le konuşmasını istediği bu telefon ritüelinden nefret ediyordu;
amacı elbette sonrasında vazgeçmek ve pes ederek telefonu
kapatmaktı, böylece sonunda hiçbir şey söylenınemiş olurdu.
Ziyaret ritüelinden nefret ediyordu; annesi ziyaretlerine sevi­
niyor, fakat her seferinde hayal kırıklığına uğruyordu, çünkü
Henner'in mesafeliliğini hissediyordu. Ama Henner mesafeli
olmasaydı, onun yanında olmaya ve onun ıstıraplanna, yakın­
malarına, suçlamalarına dayanamazdı. Eli ceketinin cebinde­
ki telefonuyla oynuyor, bir açıp bir kapatıyor, açıp kapatıyor­
du. Hayır, en erken pazar günü arayacaktı.
Saat altıya doğru tekrar konağa, bu kez yan taraftan, mey­
ve ağaçlarıyla dolu bir bahçeden, alçak çatısının altında bü­
yük bir odun yığını olan küçük bir evin yanından geçerek git­
ti. Yan tarafta da bir meşe vardı, bir yıldırım yüzünden küçü­
lüp çarpılmıştı. Konağın yanda da bir kapısı bulunuyordu.
Henner ağacın altında durmuş, akşamı seyrederken, Marga­
rete kapıyı açtı, ellerini önlüğüne silip, kapının kenarına yas­
Iandı ve tıpkı Henner gibi, akşamı seyretti. Kapının yanında
bir çan asılıydı; Margarete birazdan kapıdan ayrılacak, güç­
lü, çıplak kollarıyla çanın kısa halatma uzanıp, çanı çalacak­
tı. Henner, Margarete'nin kendisini görmüş olduğunu bilmi­
yordu. Ta ki Margarete, Henner'in aradaki mesafeye rağmen
onu anlayacağı kadar yüksek sesle ve arkasını dönüp Hen­
ner'e bakmadan sorana dek: "Karatavukların düetini duyu­
yor musun?" Henner buna dikkat etmemişti, ama şimdi du­
yuyordu. Akşam, karatavuklar, kapıda Margarete... Henner
nedenini bilmiyordu, fakat gözleri dolu doluydu.
5

İlse çan sesini duymadı. Konağın diğer tarafındaki odasın­


da oturmuş, yazıyordu. Oda portatif yatak, sandalye ve ma­
sa ile döşenmişti; masanın üzerinde su testisi ve çanağı, bir
mum, bir kutu kibrit ve bir demet lale duruyordu. Bu tek kö­
şeli bir odaydı; İlse pencerelerden birinden meşeleri ve geri­
de bir tahıl ambannı, diğerinden ise kapıyı görebiliyordu.

Cenaze töreninden sonraki gün, Ulla'nın evine Jan'ın büro­


sundan iki avukat geldi. Vakit öğleden sonranın geç saatleriy­
di, çocuklar akşam yemeğini bekliyor, evin içinde oraya buraya
koşturarak bağrışıyorlardı. Daha yaşlı olan avukat kendini bü­
ro şefi olarak, daha genç olan, Jan ile pek yakın iş ilişkileri kur­
muş bir iş arkadaşı olarak tanıttı. Ulla ikisini de hatırladı; ön­
ceki gün kendisine başsağlığı dilemişlerdi ve genç olan bir gün
Jan'ı evden almıştı.
"Fransız polisiyle telefonlaştık. Arabada kocanızın son gün­
lerde üzerinde çalıştığı dosyaları bulamamışlar. Müsaade eder­
seniz size bunu sormak zorundayız; o dosyaların burada olma
ihtimali var mı?"
"Bu akşam aranın."
Ama bu ikisine de yetmedi. Acelesi var, dedi genç olan, siz
zahmet etmeyin, ben yolu biliyorum; hızla Ulla'nın yanından
geçip, basamakları koşareasma çıktı. Yaşlı olan anlayış ve af di­
ledikten sonra genç olanın peşinden Jan'ın çalışma odasına git-
30

ti. Ulla yanlarına gitmek istedi, ama ikizler kavgaya tutuştular


ve su kaynadı. Avukatlan unuttu. Çocuklarla birlikte masa ba­
şında oturmuş, akşam yemeğini yedikleri sırada Jan'ın çalışma
odasından geldiler. Kucakları dosyalarla doluydu, ama söyle­
diklerine göre, hayır, buraya gelmelerinin asıl sebebi olan dos­
yaları bulamamışlardı.
Aynı akşam o telefon geldi. Ulla çocukları yatırmıştı, mutfak
masasının başında oturuyordu, acı ya da matem hissedemeye­
cek kadar bitkindi. Sadece uzanmak istiyordu, uyumak ve an­
cak haftalar ya da aylar sonra yeni bir olağanhkta uyanmak.
Ama ayağa kalkacak, merdivenden çıkacak, yatak odasına ve
yatağa gidecek gücü yoktu. Telefonu açmak için sadece elini
uzatması yeterli oldu; çünkü telefon duvarda, ayağa kalkma­
dan ahizeyi alabileceği bir yerde asılıydı. "Alo?"
Hiç kimse karşılık vermedi. Derken Ulla arayan kişinin ne­
fes alıp verişini duydu ve bu onun nefesiydi. Nefesini çok iyi ta­
nıyor ve seviyordu, telefon görüşmelerinde onun susarak nefe­
siyle kendisine yakın olduğu araları seviyordu. "Jan" dedi,
"Jan, bir şeyler söyle, neredesin, neler oluyor?" Ama Jan konuş­
ınadı ve Ulla korku dolu bir bekleyişin ardından bir kez daha
"Jan!" dediğinde, arayan kişi telefonu kapattı.
Ulla baygın gibi oturuyordu. Yanılmadığından emindi. Yanıl­
mış olmak zorunda olduğundan emindi. Jan'ı tabutta yatarken
görmüştü. Jan'ı...
İki gün sonra posta kutusunda otopsi raporunu buldu. Adı
soyadı, cinsiyeti, doğum tarihi ve doğum yeri, vücut ölçüleri ve
belirgin özellikleri, fiziksel kusurlan ... Ulla kesitierin ve bulgu­
ların tasvir edildiği Fransızca metinde ilk bakışta ancak bunla­
rı anlayabildi. Sonra sözlüğü aldı ve okuduğu her kesit kendi­
sine acı verse de anlamaya çalıştı. Sözlükle işi bittiğinde, tüm
metni baştan sona bir kez daha okudu. Jan'ın doktorun önünde
masada yatarken üzerinde bulunan sweatshirt ve kot pantolon
ancak o zaman Ulla'nın dikkatini çekti. Jan o gün takım elbi-
31

seyle büroya gitmişti. Polis raporunda yazdığına göre, araba­


sında bulunduğunda da üzerinde o takım elbise vardı.
Ulla gidip, kocasıyla müşterek kullandıkları gardıroba bak­
tı. Onun tüm kıyafetlerini, kot pantolonları, tişörtleri ve swe­
atshirtleri de dahil, iyi biliyordu. Hiçbiri eksik değildi, hepsi
yerli yerindeydi, sanki bir şeyler anlatmak ister gibi... Ulla ce­
naze işlerini üstlenmiş olan firmayı aradı. Telefona çıkan kişi
biraz şaşırarak, kocasının Fransa'dan nakledildiğinde üzerinde
yıpranmış, gri bir takım elbise olduğunu söyledi ona. Bunu is­
teyip istemediği kendisine daha önce sorulmuştu; hatırlamıyor
muydu?
Ulla aynı akşam, çocuklar uyurken, İlse'yi aradı. Artık bü­
tün bunlara tek başına dayanamıyordu. İlse bunu bir görev bi­
lerek geldi. O ve Ulla yakın arkadaş değillerdi. Fakat İlse, Ul­
la böylesine yalnız ve çaresizken, kendisinden teselli umarken,
ona verchileceği her şeyi vermek istedi.
Oysa Ulla teselli istemiyordu. Acısının üzerini bir zırhla ört­
müştü. Mücadele etmek istiyordu. Pis bir oyun oynanmış oldu­
ğundan emindi ve bu oyunu sineye çekmeye razı değildi. Kim­
lerdi bu işin içindekiler? Jan'a ne yapmışlardı? Yoksa onu kaçır­
mışlar mıydı? Kaçırmış ve öldürmüşler miydi?

İlse defteri ve kalemi bir kenara bırakıp, pencereden dışan­


ya baktı. O ve Ulla o zamanlar sanki kendilerinde değil gibiy­
diler. Neler neler denemişlerdil Jan'ın son haftalarda fazlasıy­
la meşgul olmak zorunda kaldığı ve zaman zaman haklannda
endişe verici imalarda bulunmuş olduğu vekaletlerin aranışı...
Dosyalar yüzünden pes etmeyen büronun gizli takibi... Nor­
mandiya yolculuğu ... Hiçbir hıpotez fazla hatalı, hiçbir spekü­
lasyon fazla abartılı değildi. Ta ki bir yıl sonra o kendinden ge­
çiş ve onunla birlikte arkadaşlıklan da son bulana dek. Ulla
kırgındı, çünkü İlse kendisi gibi, Jan'ın bürosunun ya da bir
müvekkilinin pis bir oyunuyla ölüme sürüklenmiş veya kaçı-
32

nlmış ve öldürülmüş olduğuna inanmıyor, aksine Jan'ın kendi


ölümünü sadece aldatma amacıyla planlarnış olduğu ve yeni
bir hayat yaşadığı konusunda ısrar ediyordu. Hala buluşuyor,
birbirlerini hala arıyorlardı, fakat buluşmaların ve ararnalann
arası giderek uzuyordu ve sonunda birbirlerinden artık haber
almadıklannda ikisinin de içi rahat etti.
İlse, Ulla'nın neden o kendinden geçişe sığınrnış olduğunu
anlıyordu; çünkü bu onun, matemin karanlık sularından hız­
lı bir yelkenliyle geçmesini sağiarnıştı ve bu son bulduğunda
Ulla, Jan'ın ölümünü atlatmıştı. Peki o kendinden geçiş ne­
den İlse'yi de ele geçirmişti? Nedeni beraberliğe duyduğu, Ul­
la ile birlikte yaptıkları şeylerde kendini ifade eden özlem
miydi? Öyleyse neden Ulla'nın intihar ya da kaçırma ve cina­
yet komplolarına inancını da paylaşmamıştı? Sebep macera
hevesi miydi? Yoksa megalomani miydi? O zamanlar önemli
bir şey keşfetmek üzere olduğunu gerçekten düşündüğü an­
lar olmuştu. Her seferinde onu kendinden geçmeye sürükle­
miş olan bir keşif. . . Şimdi neredeydi? İçinde o zamandan be­
ri bastırrnış olduğu bir şeyler mi saklıydı? Aslında yaşanmak
istenmiş olan ve belki de hala istenen neydi?
İlse nihayet çanın tekrarlanan çalışlarını duyduğunda, sa­
at yediydi ve beklenen an gelmişti. Odada bir ayna yoktu, İl­
se pencereyi açtı ve canıda kendi görüntüsünü aradı. Saçları­
nı ya da yüzünü güzelleştirrne denemesinden vazgeçti; carna
yansıyan görüntüsü fazlasıyla belirsizdi, zaten tarak, maska­
ra ve rujla arası iyi değildi. Fakat gözlerini camdaki kendin­
den ayıramadı. Kendisi olan o kadına acıyordu; her zaman,
bulunduğu yerde tamamen var olamayacak kadar tutuktu.
Evinde olduğu zamanlar dışında ... Her ne kadar kedileri ve
kitaplanyla birlikte evdeki mutluluğunun yetersizliğinden
utansa da, evini özlüyordu. Hüzünle gülürnsedi kendine. Ak­
şam havası serindi, derin bir nefes alıp verdi. Tüm gücünü
topladı ve aşağıya, diğerlerinin yanına gitti.
6

Christiane bir masa düzeni kurmuştu. Her tabağın önün­


de, üzerinde isim ve fotoğraf, o günlerden bir fotoğraf olan
küçük bir kart duruyordu. Fotoğraflar büyük bir heyecanla
elden ele dolaştı ve herkesi hayrete düşürdü. "Şuna bak!",
"Sakala bak!", ''Ya şu saç modeli!", "O zamanlar böyle mi gö­
rünüyordum?", "Sen epey değişmişsin!", "Bu fotoğrafları ne­
reden buldun?"
İlse, Margarete ve Henner dışında henüz kimseyle selam­
laşmamıştı, bu yüzden masanın etrafında dolaşarak herkesi
tek tek selamladı. Jörg ona, kendisini hissettiği gibi, içinde
bulunduğu durumdan rahatsızmış gibi geldi. Jörg'e sarıldı­
ğında ve o karşılık vermediğinde, önce bunun kendisinden
kaynaklandığını düşündü. Sonra kendi kendine şöyle söyle­
di, Jörg hapishanede iletişim biçimlerinin gelişimini takip
edememiş, selamlama ve kucaklaşmasını öğrenememişti.
Jörg'ün yeri masanın geniş kenarlarından birinde, Chris­
tiane ile Margarete'nin arasındaydı. Onun karşısında Karin,
Andreas ve Ulrich'in yanında oturuyordu. Andreas'ın yanın­
daki Ulrich'in karısı ve Margarete'nin yanındaki Karin'in ko­
cası karşı karşıya, Ulrich'in yanında İlse ve Christiane'nin
yanında Henner oturuyordu. Dar kenarlardan birinde Ul­
rich'in kızı, İlse ile Henner'in arasında oturuyordu, diğer dar
kenar Marko Hahn için ayrılmıştı, o ancak daha sonra gele­
bilecekti. Karin çatalla bardağa vurarak; "Dua edelim" dedi
34

ve herkesin üzerindeki şaşkınlığı atıp susmasını bekledikten


sonra dua etti. "Tanrım, bizimle kal, çünkü neredeyse akşam
olacak ve gün batmak üzere."
Henner etrafına bakındı: Jörg ve Andreas da dahil herkes
başını önüne eğmiş, hatta bazıları gözlerini kapamıştı.
Jörg'ün dudakları, sanki konuşuyor ya da kendisine has,
dünyevi, devrimci yemek duasını okuyormuş gibi kıpırdanı­
yordu.
"Çünkü neredeyse akşam olacak... Bu, Hıristiyanların
Tanrı'ya geceleri gündüzlere nazaran daha çok ihtiyaç duy­
dukları anlamına mı geliyor? Benim için durum farklı, ben
gecelere nazaran gündüzleri daha çok yardıma ihtiyaç duyu­
yorum." Andreas, Karin duayı bitirir bitirmez, alaycı bir me­
rakla sordu bunu. Bu alay tam ona göreydi, onun sıskalığına,
hareketlerinin hantallığına, kel kafasına ve soğuk bakışları­
na uygundu. "Ayrıca neden 'gün batmak üzere' deniyor? Ne­
redeyse akşam olması ve günün batmak üzere olması zaten
aynı şey değil mi?''
"Bu hukukçular böyledir, evirir çevirir, kelimeleri ağzına
tıkıverirler." Ulrich güldü. "Fakat dürüst olmak lazım; Karin,
sen bundan hiç bıkmaz mısın? Şarkı söylemekten, dua et­
mekten, vaaz vermekten, din ve maneviyatla ilgili hemen her
şey hakkında konuşmaktan hiç usanmaz mısın? Biliyorum ,
b u senin işin . . . Benim işim de bazen beni usandırır."
"İlk özgür yemeğin . . . Ne diyorsun?" Christiane Jörg'ü dir­
seğiyle samirnice dürttü.
"İlk özgür yemeğin . . . Dualı bir yemek." Andreas pes etmi­
yordu. "Buna ne diyorsun?"
"Bu benim ilk özgür yemeğim değil. Bu sabah otobanın ke­
narında, öğlen de Berlin'de yemek yedik."
"Bu yüzden ancak akşam gelebildik" diyerek açıklama yap­
tı Christiane. "Jörg'ün biraz şehir havası koklaması gerektiği­
ni düşündüm. Tahliyesi o kadar ani oldu ki alışılageldik prog-
35

ramı uygulayamadılar. Önceki gün onu biraz dışarı çıkardılar.


Durum bu . . . Olağan çıkış izni, tahliye değil. Ama durmayın,
haydi alın, neyi bekliyorsunuz?" Patates salatası tabağını Ka­
rin'e, kızarmış sosis tabağını Andreas'a doğru itti.
"Teşekkürler." Karin tabağı aldı. "Bir yanıt borçlu olmak
istemiyorum. Acelecilik beni genellikle usandırır, sadece esa­
sen yavaş ol duğum için değil. Aceleyle yapıldıklarında artık
şarkılar, dualar ve vaazlar gerçekten yürekten gelmez, aksi­
ne sadece yerine getirmek zorunda olduğum birer görev hali­
ne gelirler. Bu, Tanrı'yı memnun etmez ve bana yararı olmaz
bunun."
"Ben buna iyi bir yanıt derim." Ulrich onaylayarak başını
salladı ve tabağına patates salatası koydu. Salata tabağını İl­
se'ye doğru iterken, Jörg'e döndü: "Sana bunu hiç sormama­
lıyım."
Jörg şaşkınlıkla önce Ulrich'e, sonra Christiane'ye, sonra
tekrar Ulrich'e baktı. "Neyi?"
"Bazen usanıp usanmadığını. Hapishanede gerçekten en
kötüsü neydi? Hiç acelen olmaması, aksine, haddinden fazla
zamanın ve yapacağın fazlasıyla az şey olması mıydı? Her za­
man aynı yerde olman mıydı? Diğer mahkumlar mıydı? Yok­
sa yemek mi? Alkol alamamak mıydı? Kadınsızlık mı? Oku­
duğum kadarıyla, sen tek kişilik bir hücrede kaldın ve çalış­
mak. senin için bir mecburiyet değildi. Bu başarmanın yarı­
sıdır, değil mi?"
Jörg bir cevap vermeye çalıştı ve birdenbire el kol hareket­
leriyle konuşmaya başladı. Christiane araya girdi. "Bence
bunlar şimdi sorulması gereken sorular değil. Onu sorguya
çekmeden önce, bırak da kendine gelsin."
"Christiane, her zaman abla . . . Senden bir davet geldiğin­
de, hatırladığım ilk şey neydi biliyor musun? Otuz yılı aşkın
süre önce sizinle nasıl tanı şmı ş olduğum. . . Sen her zaman
onun yanındaydm, her zaman bir gözün onun o sırada ne
36

yaptığıyla meşguldü. Başta sizin bir çift olduğunuzu düşün­


düm, ta ki senin küçük erkek kardeşine göz kulak olan abla
olduğunu anlayana dek. Bir kez olsun onu kendi haline bı­
rak. Karin bize piskopos olarak neler hissettiğini anlattı, ben
size hayatıının laboratuarlarla nasıl akıp gittiğini, şayet din­
lemek isterseniz, seve seve anlatının ve Jörg de bize hapisha­
nedeki yaşamını anlatabilir. "
İlse ve Henner bakıştılar. lnrich yumuşak bir ses tonuyla
konuşuyordu. Ama hem onun, hem de Christiane'nin ifadele­
rinde bir sertlik vardı, sanki her ikisi de içten içe gizli bir sa­
vaş veriyorlardı. Niçin savaşıyorlardı?
"Tecrit işkencesi hakkında hiçbir şey duymak istemezsin,
bu konuda hiçbiriniz bir şey duymak istemezsiniz. Ayrıca uy­
ku yasağı, zorla yemek yedirme, baskın komandoları ve ta­
butluk hakkında da . . . Normal tutukluluk şartları mücadele­
mi kazandıktan sonra . . . " Jörg bir kahkaha patlattı. ''Yani tu­
tukluluk şartları normal olduklarında . . . Gürültü berbattı.
Muhtemelen sen hapishanenin sessiz olduğunu düşünüyor­
sun, ama gürültülü. Her faaliyette demir kapıların açılıp ka­
panmaları, demir koridorların ve demir merdivenlerin aşıl­
maları şart oluyor. Gündüzleri insanlar birbirlerine bağırı­
yorlar ve geceleri uykularında haykırıyorlar. Buna bir de
radyo ve aptal kutusu ekleniyor, derken biri daktilo takırda­
tıyor, bir diğeri güllelerini kapıya vurarak gümbürdetiyor. "
Jörg ağır ağır, duraksayarak ve daha o sabah Christiane'yi
dehşete düşürmüş olan ve yine düşüren, ilgisiz, savruk el kol
hareketleriyle konuşuyordu. "En kötüsünün ne olduğunu mu
bilmek istiyorsun? Yaşamın başka yerde olmasıydı. Senin on­
dan koparılmış olmandı, çürüyorsun ve sen sonrasını ne ka­
dar çok beklersen, sonrası o kadar az önemli oluyor. "
"Hapse girmek zorunda kalabileceğini gerçekten hesaba
katmış mıydın? Demek istediğim, bir memurun işten çıkarı­
labileceğini ya da bir doktorun enfeksiyon kapma ihtimalini
37

hesaba kattığı gibi katmış mıydın? Meslek riskini alır gibi?


Yoksa daima aynı şekilde devam edeceğini ve teröristlikten
emekli olacağını, ihtiyarlıktan iş göremez hale gelip , genç te­
röristlerin sana bakacaklarını mı düşündün? Ya da . . . "
"Herkesin kadehi dolu mu?" Eberhard'ın, Ulrich'in sesini
zahmetsizce bastıran, güçlü bir sesi vardı. "Bu masada en
yaşlı benim, emekliliği ve ihtiyarlıktan iş göremez hale gel­
meyi bana sormalıydınız. Jörg henüz genç ve ben kadehimi,
onun özgür yaşamında önünde uzanan, daha çok iş göreceği,
dolu dolu yıllara kaldırıyorum. Jörg'e!"
"Jörg'e!"
Herkes kadehini indirdikten sonra, tekrar konuşmaya
başlanması bir dakika aldı. Karin'in kocası, Ulrich'in kansı­
na inatçı kocasını gülümseyerek çekiştirdi, Andreas alaylı bir
ifadeyle Karin'den özür diledi, duayı zaten anlamış, sadece
gözünü budaktan sakınmamıştı. Christiane Jörg'e fısıldadı:
"Margarete'yle konuş!" İlse ve Henner, Ulrich'in kızına mezu­
niyet ve meslek planları hakkında sorular sordular.
Ulrich pes etmedi. "Sanki Jörg, hakkında konuşulmaması
gereken bir hastalığa yakalanmış gibi davranıyorsunuz. Ne­
den ona hayatını sormarnam gerekiyor? Hayatını kendisi seç­
ti, tıpkı sizin kendi hayatlarınızı ve benim kendiminkini seç­
tiğim gibi . . . Aslında ben sizi küstah buluyorum."
Jörg yine konuşmaya başladı, yine ağır ağır ve yine durak­
sayarak. "Tamam . . . Yaşlılığı düşünmedim. Eylemin sonrası­
nı, ya da belki bir sonraki eylemden sonrasını düşünmedim.
Bir seferinde bir gazeteci bana, illegal yaşamın kötü olup ol­
madığını sordu ve kötü olmadığını anlamadı. Ben, o anda ya­
şadığın ve yaşarken düşüncelerinde başka yerde olmadığın
her yaşamın iyi olduğuna inanırım."
Ulrich zafer kazanmış bir edayla etrafına bakındı. Nere­
deyse "İşte duydunuz!" diyecekti. Kısa bir süre için kişisel
sohbetlere müdahale etmedi. Masada bulunan kartlardaki
38

fotoğrafları daha önce nerede gördüğünü hatırladığını zanne­


den İlse, Christiane'ye sordu. Evet, Christiane onları Jan'ın
cenaze töreninde çekilmiş toplu bir fotoğraftan kesmişti. İlse
Jörg'e, Jan'ı hatıriayıp hatırlamadığını sordu ve "O en iyiydi"
cevabıyla şaşkına döndü. Ulrich'in kızı yavaş sesle Henner'e,
Jörg'ün hapishanede homoseksüel olduğunu düşünüp düşün­
mediğini sordu ve Henner aynı tonla cevap verdi, hiçbir fikri
yoktu, fakat yatılı okullarda, kamplarda ve hapishanelerde
daha sonra kaybolan, geçici bir homoseksüelliğin var olduğu­
nu biliyordu. Christiane sessizce yemeğini yiyen Jörg'e fısıl­
dadı: "Margarete'ye sorsana, bu evi nasıl bulmuş!"
Ama Ulrich ondan önce davrandı. "Eminim ki ilk davayı ve
ilk vaazı hala hatırlıyorsunuz." Andreas ve Karin'e bakarak
başını salladı, "İlse ilk dersini ve Henner ilk makalesini hala
hatırlıyor. Ben ilk köprümü asla unutmayacağım , sonraki
hiçbir işe o kadar çok zamanımı ve sevgimi vermedim, hiçbi­
rinde o işten aldığım kadar haz almadım. Peki senin ilk cina­
yetin nasıldı Jörg? İlk cinayetinde . . .
"

"Yeter, Ulrich, lütfen kes artık!" diyerek patladı birdenbire


karısı.
Ulrich cümlesini tamamlamaktan vazgeçerek elini kaldır­
dı ve sonra tekrar indirdi. "Tamam, tamam. Eğer sizin dü­
şüncenize göre . . . "
Henner ne düşünmesi gerektiğini bilmediğini fark etti ve
etrafına baktığında, diğerlerinin yüzlerinden, onların da bu­
nu bilmediklerini okudu. Ulrich'e, onun bu kadar açık sözlü,
bu kadar dobra oluşuna hayrandı. Jörg'ün hayatı Jörg'ün ha­
yatıydı, tıpkı onların hayatlarının onların hayatları olduğu
gibi . . . Belki de Ulrich haklıydı. Her ne olursa olsun, Jörg'le
merak ve ilgiyle konuşabiliyordu. O, Henner, sadece önemsiz
şeyler başarıyordu.
Jörg tatlı servisinin ardından ayağa kalktı. ''Yıllardır, ah
ne diyorum ben, yirmi yıldan uzun zamandır böylesine uzun
39

ve dolu dolu bir gün geçirmedim. Gücenmezı;eniz, yatmaya


gidiyorum. Sabah kahvaitıda görüşürüz. Geldiğiniz için hepi­
nize çok teşekkür ediyor ve iyi uykular diliyorum." Masanın
etrafını dolaştı ve herkesle tokalaştı. Tokalaşırken, şaşkınlık
içindeki Henner'e şöyle dedi: "Gelmiş olman, cesaretini göste­
riyor kanımca. "
Jörg salondan ayrılırken, Christiane ayağa kalkmak ve
onunla birlikte gitmek istedi. Ulrich'in alaycı bakışları karşı­
sında bundan vazgeçti.
7

Andreas, Jörg kendisine veda ederken ayağa kalkmış ve


sonra ayakta kalmıştı. "Sanırım ben. . . "
"Lütfen hepiniz birden kalkmayın!" Christiane ayağa fırla­
dı ve Andreas'ı zorla tekrar sandalyeye oturtmak, diğerlerini
de sandalyelerinde tutmak ister gibi ellerini salladı. "Saat
on, yatmak için daha çok erken. Andreas, nihayet eski dost­
ları tanımana ve onların da seni tanımalarına öyle seviniyo­
rum ki . . . Zor bir gün geçirmiş olduğundan eminim, ama biraz
daha kal."
Sanki askerleri firar etmeye çalışan bir subay, diye düşün­
dü Henner. Neden bizi elinden kaçıracağından korkuyor?
İngeborg kocasını azarlamaya devam etti. "Jörg'le bu şe­
kilde konuşamazsın! Onun bitik olduğunu görmüyor musun?
Yirmi küsur yıl sonra hapisten çıkıp geliyor ve sen onun ken­
dini taparlamasına müsaade edeceğine, çökertiyorsun." Onay
bekler gibi etrafına bakındı.
Karin gerginliği gidermeye çalıştı. "Çökertmek. .. Ben Ul­
rich'i böyle anlamadım. Fakat şuna da inanıyorum ki şu an­
da Jörg'ü geçmişle huzursuz etmememiz, onu gelecek için ce­
saretlendirmemiz gerekirdi. Christiane, Jörg ne yapmayı dü­
şünüyor?"
Ulrich, Christiane'nin cevap vermesine izin vermedi. "Hu­
zursuz etmemek mi? Onun son yıllarda fazlasıyla sahip oldu­
ğu bir şey varsa, o kesinlikle huzurdur. Jörg eliili yaşların ya
41

ortasında ya da sonunda, yani hepimiz gibi ve onun hayatı...


Siz nasıl tabir etmek istersiniz? Bankaları soymak ve insan­
ları öldürmek, terörizm, devrim ve hapishane . . . Onun kendi­
si için seçmiş olduğu hayat buydu. Benim ona böyle bir haya­
tın nasıl olduğunu sorma hakkım olamaz mı? Eski dostlar
için buluşmaların amacı bu... Geçmiş günlerden konuşur ve
birbirlerine o günlerden beri neler yapmış olduklarını anla­
tırlar."
"Bunun eski dostların sıradan buluşmalarından biri olma­
dığını sen de benim kadar iyi biliyorsun. Biz Jörg'ün hayata
tutunmasına yardım etmek için buradayız. Ona hayatın ve
insanların kendisini seve seve tekrar kabul ettiklerini gös­
termek için . . . "

"Karin, bu senin mesleğinin bir parçası. Ben bir terapi


misyonunda değilim . Jörg'e tüm içtenliğirole bir iş vermek is­
tiyorum. Başka yerde bir iş bulmasına yardım etmeyi de isti­
yorum. Bunu tüm eski dostlarım için yapardım, dolayısıyla
Jörg için de yaparım. Dört insanı öldürmüş olmasına gelin­
ce . . . Eğer bu bir dostluğu bitirme nedeni değilse, onu bir çıt­
kırıldım yerine koyup, üzerine titreme nedeni de olamaz. "
"Terapi misyonu mu? Sanırım ben senden sadece biraz da­
ha iyi hatırlıyorum. İnsanlara şiddet gösterilmeyecek ve
mecbur kalımrsa, sert cisimler değil, sadece yumuşak olan­
lar, domates ve yumurta atılacak, fakat halkların emperya­
lizme ve sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşında elbette uzun
namlulu silahlar ve bombalar da olacak; bizler, emperyalizm
ve kapitalizmin metropollerinde, bu kurtuluş savaşına daya­
mşma borçluyuz ve dayanışma, birlikte savaş vermek de­
mektir. . . Hepimiz böyle konuşurduk, unuttun mu? Sadece
Jörg değil, onlar da. . . " Karin masada oturanları gösterdi,
"Sen de böyle konuşurdun. Evet, senin için bunlar sözde kal­
dı. Bana konuşmak ile ateş etmek arasındaki farkı açıkla­
mak zorunda değilsin. Ama sen annesiz büyümüş olsaydın,
42

bunlar senin için sözde kalır mıydı? insanlarla ilişkilerinde


Jörg kadar zorlansaydın, kalır mıydı'? Peki ya sana, hayata
böylesine azimli ve adamakıllı tutunma fırsatı verilmemiş ol­
saydı?"
"Teröristler bizim yollarını şaşırmış erkek ve kız kardeşle­
rimiz mi yani?" tnrich başını salladı ve yüzünde sadece hoş­
nutsuz değil, hoşnutsuzlukla kanşık bir tiksinme ifadesi be­
lirdi. "Buna siz de inanıyor musunuz?" Masadakilere baktı.
İlse sessizliği böldü. "Berr o zamanlar savaştan söz etmez­
dim. Hem de hiç söz etmezdim. Kızlada birlikte ka hve yapar,
matrisler yazar ve bildirileri çoğaltırdım. Sen benim gib� de­
ğildin Karin ve sen, Christiane, sen de . . . Bunun için size hay­
ranlık duyar, gıpta ederdim . Jörg ve diğerlerine, savaşmış
olanlara, hakikaten hayrandım. Evet, savaş saçmalıktı. Ama
o zamanlar her şey saçmalıktı. Soğuk savaş ve gizli servisl er,
silahianma yarışı, Asya ve Afrika'daki sıcak savaşlar. . . O
günleri düşündüğümde, bana delice geliyor." Güldü. "Daha
iyi olabilirdi demiyorum. Darbeler, ayaklanmalar ve savaı;­
lar. . . O zamandan beri tek düşünebildiğim, bunları yapan ki­
şinin deli olmak zorunda olduğu. Jörg bunları geride bıraktı.
Önemli olan bu değil mi?"
"Biliyorum Karİn, sen iyi niyetle düşünüyorsun. Ama şu
doğru değil, Jörg sevgi siz . . . "
Christiane cümlesini yarıda bıraktı ve duyduğu sese kulak
verdi. Çakılların üzerinde adımlar ilerledi, biri evin kapısını
açtı, holü geçti ve salon kapısını açtı . "Kapının altında ışık
gördüm ve düşündüm ki . . . Ben Marko."
Christiane ayağa kalkıp, onu selamladı, sonra onu arka­
daşlarına ve arkadaşlarını ona tanıttı, hemen ardından Mar­
ko için sosis kızartmak üzere mutfakta kayboldu. Tüm bun­
ları hızla, mesafeli ve mekanik hareketlerle yaptı. Tanıştırıl­
dıktan sonra Marko Hahn adını öğrenen, ama onun kim ol­
duğunu ve Jörg'le aralarında ne tür bir bağlantı olduğunu
43

bilmeyen dostlar biraz rahatsızlık duydular; fakat aynı za­


manda konuşulan konunun böylece kapanmasına memnun
oldular. Ayağa kalkıp, bahçeye açılan kapıyı ve pencereleri
açtılar, masayı toplayıp, kül tablalarını boşalttılar, yeni su ve
şarap şişeleri getirdiler, mumları yenilediler. "Akşamın solu­
ğu soğuk" diyerek bir alıntı yaptı Karin'in kocası; Margarete
kapıdan çıktı, gökyüzüne ve ağaçların rüzgardan eğilen tepe­
lerine şöyle bir baktıktan sonra, bir fırtınanın yaklaştığını
söyledi. İlse onun yanına gitti ve kolunu beline doladı, bunu
neden yaptığını kendi kendine açıklayamadı. Margarete sı­
cak bir kahkahayla güldü ve kolunu İlse'nin beline dolayıp,
onu kendisine doğru çekti.
Andreas birdenbire Marko'nun kim olduğunu hatırladı.
"Yeterince felakete sebep oldunuz. Şayet buradaki günleri­
miz hakkında basma tek kelime gidecek olursa, size öyle bir
dava açarım ki yakanızı kurtaramazsınız." Konuşurken öfke­
sine hakim olamamıştı, karşılık vermek isteyen Marka'yu
durdurdu ve şaşkınlık içindeki Henner'e döndü. "Sizin bir
şeyler yapabileceğinizi biliyorum. Ama buradaki günlerimiz­
le ilgili olarak, bu sizin için de geçerli; basma tek kelime ve­
rilmeyecek. Şayet Jörg'ün ilk özgür günü hakkında, onun ne
yaptığı ve ne söylediği hakkında yazacak olursanız, benimle
başınız çok büyük derde girer."
"Haklısınız" dedi Eberhard Margarete'ye. "Hava bozuyor."
Marko, Andreas'ı kolundan tuttu. "Sen ve abiası onu kapa­
tamayacaksınız, buna göz yummayacağız. O hapishaneden
bunun için çıkmadı. Sonuna kadar bunun için dişini sıkma­
dı. Savaş devam ediyor ve Jörg kendisine ait olan yeri alacak.
Onu yeterince uzun süre bekledik."
"Bana dokunmayın!" Andreas bunu tekrar söylerken ba­
ğırdı: "Bana dokunmayın!"
"Yağmur başlamadan bahçe mobilyalarını içeri alınama
yardım eder misiniz?" Karİn yine sinirleri yatıştırmaya çalı-
44

şıyordu. Ama Marko ve Andreas onunla birlikte gitmelerine,


masayla sandalyeleri katlayıp, konağa taşımalarına rağmen
pes etmiyorlardı. Andreas aftan ve af şartlarından, şartlı tah­
liyenin riske edilmesinden, Marko savaşılıp kazanılması şart
ve Jörg'ün hayatı olan savaştan söz ediyordu. En sonunda
Karin parkta şezlong aramaları için, Andreas'ı bir yöne, Mar­
ko'yu diğer yöne yolladı.
Derken ilk damlalar düştü. Karin iki kavgacının arkala­
rından uzun uzun baktıktan sonra, konağın yolunu bensiz de
bulabilirler, dedi kendi kendine ve içeri girdi. Kocasıyla bir­
likte yatmaya gitmiş olmayı tercih ederdi; başını onun omzu­
na yaslayıp, kolunu göğsünün üzerine koymayı, pencereyi
açık bırakıp, şakır şakır yağan yağmurun sesini dinlemeyi
çok isterdi. Ama barıştırma, uzlaştırma, iyileştirme misyo­
nundan kaçamadı. Ulrich misyonuro hakkında söylediklerin­
de haklıydı, diye düşündü ve henüz çocukken daha da büyük
bir misyon üstlenmiş olan Christiane'yi düşündü. Christiane
ve Jörg'ün annesi öldüğünde Christiane dokuz yaşındaydı,
kendisinden üç yaş küçük olan erkek kardeşine severek ve
cezalandırarak, teselli ederek ve yönlendirerek, cesaretlendi­
rerek ve uyararak annelik etmeye çalışmıştı. Karin, laf ara­
sında Jörg'ün annesiz büyüdüğünü söylemiş olduğu için ken­
di kendine kızdı; Christiane'yi incitmişti. Ondan özür dileye­
cekti ve belki de böylece onu gerginlikten uzaklaştıracak bir
sohbet başlatabilecekti.
Derken duydu, derken herkes duydu o çığlığı.
8

Ulrich ve karısı, çığlık atanın kızları olduğunu hemen an­


ladılar. Arayan gözlerle etrafa bakındılar. Çığlık nereden gel­
mişti? Şaşkınlıktan donakalan ebeveynler karşısında diğer­
leri de kızı uzun zamandır görmemiş olduklarının farkına
vardılar. "Kız ne zaman gitmişti?", "Çığlık nereden geldi?",
"Parktan mı?", "Konaktan mı?"
Sonra hepsi girişteki holde kopan yaygarayı duydu. Ulrich
kapıyı hızla açtı, karısı ve diğerleri onu takip ettiler. Yukarı­
da, galerideydiler; kız çıplak ve Jörg, üzerinde beyaz bir ge­
celikle...
"iktidarsız herif. Becermek savaşmaktır... Bu değil miydi
sizin sloganınız? Yoksa savaşmak becermektir mi? Madem
beceremiyorsun, ne diye sürekli göğüslerime bakıyorsun?
Sen erkek değilsin. Sen beş para etmez bir herifsin. Büyük
ihtimalle terörist olarak da beş para etmezdin ve seni, sürek­
li kadınların göğüslerine bakmayasın diye kapattılar. Sen bir
röntgencisin. Sen beş para etmez bir herif ve bir röntgenci­
sin. " Sesine katabildiği kadar çok dışlama, aşağılama, iğren­
me katıyordu. Ama sesi kulağa iğrenmişten çok, çaresiz geli­
yordu ve ansızın ağlamaya başladı.
"Ben sizin göğüsterinize bakmadım. Sizden hiçbir şey iste­
miyorum. Beni rahat bırakın, lütfen, rahat bırakın . "
B u n e biçim manzara, diye düşündü Henner. Hol mumlar­
la sadece birazcık aydınlatılmıştı, duvarlarda gölgeler titri-
46

yordu, Dorle ve Jörg'ün yüzlerini net görmek mümkün değil­


di, ama yine de Dorle'nin çıplaklığı ve Jörg'ün geceliği göze
batıyordu. İkisi de artık hiçbir şey söylemiyorlardı, yüzleri
hala birbirlerine dönüktü, ama bu sadece bir direnişti. Her­
kesin görebilmek için başını uzattığı bir tiyatro sahnesinde
esrarengiz, gülünç, sözsüz bir sahne. . .
Christiane, Ulrich'e çıkıştı. "Al ş u kızını onun başından!"
"Haddini bil!" Ama yine de merdivenden yukarı çıktı, çı­
karken ceketini çıkardı ve ceketi kızının omuzlarına koyup,
onu galerinin bir ucundaki kapıya doğru götürdü.
Jörg etrafına bir rüyadan uyanır gibi bakındı, ceketsiz
adamın ve sırtında erkek ceketi olan çıplak genç kadının ar­
kalarından sanki kim olduklarını bilmiyormuş gibi baktı,
aşağıya, hole ve konukların utanç içindeki yüzlerine baktı,
hiçbir şey söylemedi, usulca başını salladı ve Christiane'nin
daha o sabah dikkatini çekmiş olan ağır aksak yürüyüşüyle
galerinin diğer ucundaki kapıya doğru ilerledi. Sahne artık
boştu.
Christiane kardeşine, İngeborg kızına bakmak için yukan­
ya koşmak ister gibi görünüyordu. Karİn olanlar yüzünden
her şeyin daha kötüye gideceği hissine kapılmıştı, kollarını
iki kadının omuzlarına attı ve onları masaya geri götürdü.
"Bu akşam her şey biraz fazla üst üste geldi. Herkes için,
özellikle de Jörg ve en gencimiz için. . . Sabah her şey daha iyi
olacak."
"Biz bu geceden gidiyoruz."
"Bırak kızın uykusunu alsın. Belki o gitmek istemiyordur.
Belki olanları sineye çekip gitmek yerine, bir şekilde düzelt­
mek istiyordur. O güçlü bir kız."
Marka onun her şeyden önce haşin bir kız olduğunu dü­
şündü ve Andreas'ı dirseğiyle itekledi. "Jörg'e neler oluyor?
Neden bu kızla yatmıyor? Yoksa bir Müslüman ve bir şehit
mi olmak istiyor? Bu dünyada savaş ve dua, kadınlarsa an-
47

cak cennette, sonu gelmeyen bakireler. . . " Hoşnutsuzluk için­


de başını salladı. "Aslında o hiç . . . "
Andreas hiçbir şey söylemeden ona sırtını döndü. Merrli­
venden yukarı çıkmak istediğinde Jörg'ün karşıdan geldiğini
gördü. Geceliğini çıkarmış, üzerine yine kot pantolonunu ve
gömleğini gi.ymişti. "Nahoş bir durumrlu ve ben akşamın böy­
le bitmesini istemiyorum. " Andreas'ın yüzüne bakmakta çok
zorlanıyor, sürekli gözlerini kaçırıyor ve ona her baktığında,
gözlerinin içine bakmaktan özellikle uzak duruyordu. O sıra­
da Henner ve Karin'in kocası bir şeyler konuşuyorlardı, Jörg
yanlarına gitti ve aynı cümleyi tekrarladı. Andreas Jörg'ün
peşinden gitmiş, Marko da arkasına takılmış ve cümleyi duy­
muştu; şimdi hepsi Jörg'ün karşısında duruyor, onun bir şey­
ler daha söylemesini bekliyordu. Onlar Jörg'ün söyleyecek
başka sözü olmadığının farkına varırlarken, Jörg de o tek
cümlenin yetersiz kaldığını fark etti. "Ben . . . Ben kötü görü­
nüyordum, biliyorum. Christiane ilk özgür gecem için bana
bir gecelık diktirdi, çünkü ben gecelik giymeyi severim ve ar­
tık gecelik satılmıyor ve ben onu giydim . . . Sizin, hepinizin,
beni o geceliğin için görebileceğiniz aklımın ucundan geçme­
di. " Bunların dı:.. yetersiz kaldığını fark etti. "Ben ve o kız . . .
Aramızda olanların sebebi sadece bir yanlış anlamaydı, sade­
ce bir yanlış anlama. . . " Artık yeterdi. Olanlara üzülmüş, iyi
görünmediğini kabul etmiş, birbirlerini yanlış anlamış ol­
duklarını itiraf etmişti. O yapması gerekeni yapmıştı ve di­
ğerlerinin onu rahat bırakmaları gerekiyordu. Hepsinin yü­
züne tek tek baktı. "Bir kadeh kırmızı şarap daha içeceğim . "
9

Ulrich kızının yatağının kenarında oturuyordu. Dorle yor­


ganı çenesine kadar çekmiş v�başını öbür tarafa çevirmişti.
Ulrich onun ağladığını görmüyor, sadece duyuyordu. Elini yor­
ganın üzerine koyup, kızının omzunu hissetti ve eline teselli
edici, sakinleştinci bir ağırlık vermeye çalıştı. Dorle'nin göz­
yaşlan dindiğinde, kısa bir süre bekledi ve sonra şöyle dedi:
"Kendini aşağılanmış hissetmemelisin. O sadece yanlış insan."
Dorle gözyaşlanyla ısianmış yüzünü babasına doğru çevirdi.
"Bana vurdu, sert değil, ama vurdu. Bu yüzden çığlık attım."
"Sen onun için fazlaydın. Seni kırmak değil, sadece uzak­
laştırmak istedi."
"Ama neden? Ona iyilik etmiş olurdum."
Ulrich onu anladığını göstererek başını salladı. Evet, kızı
Jörg'e iyilik edeceğini düşünmüştü. Kendini onun kollarına,
ona iyilik yapmak amacıyla atmadığını, asıl amacını düşün­
memişti. Ya da bunu ansızın ona aşık olduğu için yapmadığı­
nı . . . O, bu meşhur teröristle yatmayı, bu meşhur teröristle
yatmış olduğunu söyleyebilmek için istemişti. Ama kendi
kendine, hapishanede geçen onca yılın ardından Jörg'e böyle­
ce iyilik etmiş olacağını da söylemeseydi, bunu yapmak iste­
mezdi.
Ulrich kendisinin nasıl meşhur adamlar koleksiyonu yap­
mış olduğunu hatırladı. Dutschke ile başlamıştı. Henüz lise
öğrencisiydi, okulu asıp, Berlin'e gitmişti ve Dutschke'yle
49

karşılaşana, onunla okullardaki mücadele hakkında bir çift


laf edene dek pes etmemişti. Diğerleri onun epey sol eğilimli
olduğunu düşünmüşlerdi ve o buna ses çıkarmamış, hatta
bazen kendisi de inanmıştı. Fakat aslında onları sadece kişi­
sel amaçlarla tanımış olmak istediğini biliyordu; Dutschke,
Marcuse, Habermas, Mitscherlich ve sonunda Sartre . . . Bun­
dan özellikle gurur duyuyordu; yine yollara düşmüştü, bu
kez trenle değil, arabayla ve iki gün boyunca Sartre'ın evinin
önünde beklemiş, nihayet üçüncü gün onunla konuşmayı ve
birlikte birkaç dakika bir kafede oturup, espresso içmeyi ba­
şarmıştı. Sonra masaya bir kadın gelmişti ve Ulrich gitmiş­
tL .. Simon de Beauvoir'ı tanımamış ve o ikisine bir çift tatlı
söz söyleyerek kendisini yemeğe davet ettirememiş olduğu
için kendine hala kızıyordu. O zamanlar Fransızcası iyiydi.
Her şey ama her şey genlerde mevcut, diye düşündü şaş­
kınlıkla. Ulrich koleksiyon hevesinden kızına hiç söz etme­
mişti, dolayısıyla Dorle bu hevese babasından görerek kapıl­
mış olamazdı, olsa olsa bunu babasından sadece miras almış
olabilirdi. Birden aklına geldi, birkaç yıl önce kızının spor
ayakkabıianna yeni: ayakkabı bağlarını nasıl geçirdiğini sey­
retmişti; hepsi çapraz olacak şekilde, sol ayakkabıda sağa
doğru takılan bağcık sola doğru takılanın üstünde ve sağ
ayakkabıda sola doğru takılan sağa doğru takılanın üstünde,
böylece sonunda bağcıklar aynadaki yansımaya göre bağlan­
mış oluyorlardı. Ulrich de ayakkabılarını aynı şekilde bağlar­
dı ve bunun nasıl yapıldığını hiçbir zaman kızına gösterme­
miş, hatta onun karşısında hiç yapmamıştı .
"Lütfen pencereyi açar mısın, baba?"
Ulrich ayağa kalkıp, iki pencereyi de açtı, serin ve nemli
havanın, şakır şakır yağan yağmurun sesinin odanın içine
dolmasına izin verdi ve tekrar yatağın kenarına oturdu.
Kızı ona, henüz hiç sormamış olduğu bir sorunun yanıtını
yüzünden okumaya çalışır gibi bakıyordu. Derken kendinde
so

soracak cesareti buldu. "Yarın sabah erkenden gidebilir miyiz?


Ben diğerlerinden biriyle karşılaşmak zorunda kalmadan?"
"Sabahki duruınumuza göre bakarız."
"Ama ben diğerleriyle karşılaşmak istemezsem, karşılaş­
mak zorunda kalm ayacağım . . . Söz mü?"
Onun bir isteğini en son ne zaman geri çevirmişti? Hatır­
layamıyorrlu. Ama kaçmaya yönelik bir istekte bulunmuş ol­
duğu�u da hatırlamıyordu. Dorle her zaman bir şeyler ister­
di, bir elbise, bir takı, bir at, bir seyahat ve Ulrich bu istekle­
ri hayata karşı doyumsuzluğun ifadeleri olarak görürdü:
Dorle hayattan ve hayatın sunduğu her şeyden yeterince ala­
mıyordu. Hayata karşı doyumsuzluk, yaşama cesareti . .. Bu
ikisi birbirlerini tamamlamıyorlar mı? Kızı her zaman mey­
dan okurnayı seçmedi mı? Ulrich ona o atı seve seve hediye
etmişti, çünkü o daha yedi yaşındayken usta bir biniciydi ve
onu.. kız arkadaşıyla birlikte Amerika'ya göndermişti, çünkü
o ikisi on altı yaşındayken ülkeyi Greyhound otobü&ünde
keşfetmek istemişlerdi.
"Cesaretin için her zaman sana hayranlık duydum." Ulrich
güldü. "Sen şımarık bir yumurcaksın, biliyorum, ama ödlek
değilsin."
Dorle artık onu duymuyordu. Uykuya dalmıştı. Artık du­
d::ıkları hoşnutsuzlukla sarkmış değildi; yüzünde sevimli, hu­
zurlu, çocuksu bir ifade vardı. Meleğim, diye düşündü Ulrich.
Sarı lüleleri, dolgun dudaklan ve diri göğüsleriyle benim me­
leğim. Ulrich kızlarım buluğ çağından önce cinsel a çıdan çe­
kici bulan babaları hiçbir zaman anlayamamıştı; Lolita'da ol­
gun kadını değil, çocuğu seven Humbert Humbert'i de . . . Ama
kızlarının ya da kız öğrencilerinin dişiliğinden ister istemez
etkilenen babaları ve erkek öğretmenleri anlıyordu. Hayır,
onları sadece anlamıyordu, kendisi de onlardan biriydi. Dor­
le kendisiyle konuşurken, onu gerçekten di nleyebilmek ve
dudaklarına bakmamak için, o merdivenden inerken, gözleri-
51

ni onun zıplayan göğüslerine dikmernek için, ya da hemen


önünde merdivenden çıkarken, poposuna bakmamak için her
seferinde tüm gücünü toplamak zorunda kalıyordu. Ayrıca
yazları kızının bluzları ve gömlekleri göğüslerinin üst kısım­
larını açıkta bıraktıklarında ve yürüyüşü göğüslerini sadece
dans ettirmekle kalmayıp, aynı zamanda göğüslerinin derisi­
ni de küçük dalgalar halinde titrettiğinde . . . Bu bir işkencey­
di, hoş ve son derece haz veren bir işkence, ama bir işkence.
Jörg'ün kafasında gözleri yok muydu? Ya da güzelliği sade­
ce, ideolojik açıdan her şeyin dört dörtlük olduğu devrimci
kadınlarda görebilecek kadar takıntılı mıydı? Yoksa hapisha­
nede eşcinsel mi olmuştu? Ya da cinselliği tam manasıyla
bırakmış mıydı? Ulrich, kızıyla Jörg arasında hiçbir şey geç­
memiş olmasına seviniyordu. Kızının edinmiş olduğu cinsel
tecrübeler hakkında az şey biliyordu. Onun sevgiyi ve mutlu­
luğu tadacağını, zarar görmeyeceğini ümit ediyor, kızı için
Jörg'ün doğru insan olabileceğini düşünemiyordu. Ama ara­
larında bir şey olmamasına her ne kadar sevinse de . . . Jörg,
kızını geri çevirerek Ulrich'i rencide etmişti. Bu ve kendisi­
nin bunun için intikam almaya can atması düpedüz ahmak­
lıktı. Ulrich bunu biliyordu, ama bilmenin ona faydası yoktu.
Kaldı ki Jörg ve Christiane ona karşı zaten hep kibirli olmuş­
lardı ve Ulrich zaten bu yüzden onlardan hep nefret etmişti.
Nefretinin hiçbir faydası olmadığını da biliyordu.
Kulak kesildi. Kızı usul usul horluyordu. Yağmur, ağaç
yapraklarının ve konağın önündeki çakılların üzerinde şakır
şakır sesler çıkarıyor, zaman zaman yağmur oluğunda şırıl­
dıyordu. Bir saksofon çalıyordu; bu yavaş, hüzünlü melodi
sanki çok uzaklardan geliyor gibiydi. l.nrich güçlükle ayağa
kalkıp, pencerelerden birini kapadı, diğerini aralık bıraktı,
kapıya kadar parmakuçlarında yürüdü, sonra kapıyı açtı ve
arkasından dikkatlice kapadı. Artık saksafonu daha net du­
yuyordu, sesi aşağıdan geliyordu. Ulrich bu melodiyi biliyor-
52

du, ama adını ve kimin çaldığını artık hatırlamıyordu. O za­


manlar birbirlerini almaya gittiklerinde bunu ıshkla çalar­
lardı, bir tür kendini tanıtma işaretiydi bu. O zamanlar. . . Es­
ki dostlarla ne kadar bir arada olursa, kendisinin ve onların
zamanında ne istemiş ve ne yapmış olduklarını o kadar iyi
hatırlıyor ve geçmişe bir o kadar yabancılaşıyordu.
Bir hayat böylece yitip gidebiliyor, diye düşündü. Çocuklu­
ğunu zihninde canlandırmaya çalıştı, okulunu, ilk evliliğini . . .
Görüntüleri, olayları, duyguları birleştirdi. Kendi kendine, o
zamanlar durum böyle görünüyordu, bu o zaman oldu, o za­
manlar duygularım böyleydi, diyebildi. Ama tüm bunlar ona
bir film kadar gerçek dışı geldi ve kendini aldatılmış hisset­
ti. Sonra sinirlendi. Neden geçmişi de deşmek zorundayım?
Bunu başka zaman yapmam ki. Ben pratik bir adamım. Be­
ni ilgilendiren şu an ve yarındır.
Ulrich ertesi gün yola çıkmayacaktı.
lO

Saksafonun sesi yavaş yavaş azalarak artık duyulmaz ol­


duğunda ve Christiane taşınabilir küçük cihazının kapatma
düğmesine bastığında, çoğu oradan ayrıldı. "İyi geceler.", "İyi
uykular.", "Sabah görüşürüz."
İlse, her ne kadar Jörg ve Marko'nun kendisinin yanların­
da olmamasını tercih edeceklerinin farkında olsa da, masada
oturmaya devam etti. Marko, Christiane'nin de gitmiş olma­
sını isterdi, ama Christiane yer yerinden oynasa bile onları
bırakıp gitmemeye kararlıydı ve Jörg onu masada tutuyordu,
Marka'yla ilgilendiği kadar onunla da ilgileniyor, onu da din­
liyordu. Üçü arasındaki gerilim o kadar şiddetliydi ki, İlse
huzursuz edici elektrik çıtırtılarını hissediyor ve üzerinde çe­
kingenliğinin yarattığı, dikkat çekmeden ortadan kaybolma
baskısına direniyordu.
Önce dinledi. Sonra söylenenleri önemsiz buldu. Jörg,
Christiane ve Marko'nun birbirleriyle konuşurken seçtikleri
kelimeler, ona oyuncuların bir satranç tahtasında mücadele
verirken kullandıkları taşların malzemesi kadar gelişigüzel
geldi. O üçünün savaşı kelimelere değil, seslerine, mimikleri­
ne, jestlerine yansıyordu. Christiane'nin kulak tırmalayan
sertliğine, Marko'nun yağ yakan, takdir toplamaya çalışan
cıvıklığına . . . Marko kesin galip havalarına giriyor, Christi­
ane giderek daha çaresiz duruma düşüyordu. Jörg diğer iki­
sinden daha az ve daha yavaş sesle konuşmuyordu. Ama İl-
54

s e , onun gerçekten savaşmadığını yavaş yavaş anlıyordu. Di­


ğer ikisi Jörg'ün ruhu için savaşıyorlardı.
Jörg bunun tadını çıkarıyordu. Dilini çözen, yüzünü kızar­
tan ve jestlerine yumuşaklık katan sadece şarap değildi. Yü­
zündeki çizgileri yumuşak gösteren sadece sıcacık mum ışığı
değildi. İlginin merkezinde olmak, Christiane ve Marko için
ne kadar önemli, ne kadar değerli olduğunu hissetmekle ha­
yat buluyordu. Bu onu gençleştiriyordu. Bu yüzden ikisini,
kendisi uğruna verdikleri savaştan vazgeçmemeleri için tek­
rar tekrar kışkırtıyordu.
"O henüz çocuk denecek yaşta" dedi ,Jörg, Christiane'yi ya­
tıştırmak için. Christiane Marko'yu suçluyordu; Jörg Şiddet
Kongresi'ne yazdığı tebrik yazısıyla neredeyı::; e aftan yararla­
namayacaktı, Marko daha genç olsa da, daha uyanık bir dev­
rimci olarak kendini göstermek zorundaydı, Jörg'ü ikna et­
mek tamamen onun elindeydi. "Sen benim cesaretimi kırmak
istiyorsun" dedi Jörg, kendisinin kongreyi düzenleyenlerle
buluşmasını istemeyen Christiane'yi suçlayarak; bunun üze­
rine Chıistiane, onu ne kadar öngörülü ve soğukkanlı buldu­
ğunu sözleriyle tekrar tekrar vurgulamak zorunda kaldı.
Marko pes etmiyordu. "Senden her şeye ama her şeye ya­
naşmanı istemiyorum. Ama sana ihtiyacımız var. Biz sisteme
karşı nasıl mücadele vermemiz gerektiğini bilmiyoruz. Çatış­
malara girip duruyoruz, bazen birkaçımız bir eylem yapıyo­
ruz ve savcılık binasının önünde yangın çıkıyor, ya da tren is­
tasyonunda alarm veriliyor, trenler rötar yapıyor, ama bun­
lar çocuk işi. Ancak Müslüman yoldaşlada birlikte gerçekten
bir şeyleri yıkabilirdik Onlar güçleriyle ve biz bu ülke hak­
kında bildiklerimizle . . . Hakikaten acı veren yerde beraberce
bir kalkan oluşturabilirdik Ama sonra onlar geldiler, bunun
Müslüman yoldaşlada olmayacağını söyleyenler, öyleyse sağ­
cılada bir o kadar iyi yapabilirdik ve bazıları, çok doğru, de­
diler, neden sağcılada da olmasın . . . Bunun yanı sıra, senin
ss

geride bırakmış olduğun eski tartışmalar var, şahıslara kar­


şı şiddet olmalı mı, ya da maddi olana mı yönelik olmalı, yok­
sa hiç olmamalı mı? Otoritesi olan birine ihtiyacımız var. Di­
ğer RAF üyeleri boyunlarını eğerek af dileyip zırladılar ve
pişman olup özür dilediler. Sen bunu yapmadın. Nasıl bir oto­
riten olduğu hakkında hiçbir fikrin yok. "
Jörg, yok, dereesine başını salladı. Ama sadece daha fazla­
sını duymak istediği için; hapishanedeki dayanıklılığı, genç­
lerin hayranlığı, onlar üzerindeki otoritesi ve sorumluluğu
hakkında daha fazlasını. .. "Evet" dedi Marko üstüne basa ba­
sa, "Jörg'ün otoritesi sorumluluğu da beraberinde getiriyor,
gençleri yarı yolda bırakması doğru olmaz."
Christiane onu engelleyecek ne söyleyebilirdi? Kendine za-
man tanıması gerektiğini . . . "Sen hapishaneden çıkalı daha
yirmi dört saat olmadı ve . . . "
"Zaman tanımak" diyerek alay etti Marko; "zaman tanı­
mak mı? Jörg kendine yirmi üç yıl boyunca zaman tanımak
zorunda kaldı. Yirmi üç yıl, şimdi olduğu örnek kişi olabil­
mek için dişini sıktı. Sana kalsa, Nelson Mandela'yı Robben
Adası'ndan Allgau'ya tatile yollardın, değil mi?"
Nelson Mandela mı? İl se, Jörg'ün yüzüne baktı. Jörg biraz
malıcup gülümsüyor, fakat itiraz etmiyordu. Takdir edilmeye
bu kadar çok mu açtı? Ben yirmi üç yılın ardından ne kadar
aç olabilirdi m ki? Marko'ya karşı koyabilir miydim? O iyiydi.
Marko her şeyin okunabildiği yüzündeki masmavi gözleriyle
doğrudan Jörg'e bakarken, sanki gençliğini sonsuz bir güven­
le onun ayaklarının altına seriyor gibiydi . Jörg'ün sisteme
karşı mücadelenin yenilenmesine, El Kaide ile işbirliğine ve
örnek kişi rolüne inanıp inanmarlığına gelince . . . O, Mar­
ko'nun hayranlığına ve onun bu hayranlığı duyan tek kişi ol­
madığına inanıyordu.
"Doğaya hasretinden ne çok bahsederdin, artık hatırlamı­
yor musun? Ormaniara ve çayırlara, ilkbaharda canlı yeşile
56

ve sonbaharda renklere, yeni biçilmiş çim kokusuna ve sara­


ran yapraklara . . . Bir de denize hasretinden. . . Bazen, serbest
bırakıldıktan sonra kumsalda koşacağını ve dalgaları, har­
monilerini içinde hissedene dek seyredeceğini söylerdin. Ba­
zen de meyve ağaçlarıyla dolu büyük bir bahçe düşleyip, ilk­
baharda o ağaçların altında bir örtüye sarınıp, serinlikten
korunarak şezlonga uzanmak isterdin. Bu düşü senden al­
malarına izin verme!"
Masada Marko varken, özlemleri ve hayalleri Jörg'e utanç
veriyordu. "O zamanlar çaresizdim, Christiane. Şimdi daha
net görüyorum ki, benim çifte sorumluluğum var; sadece
kendime karşı değil, aynı zamanda bana inananlara karşı.
Fakat fırtına dindi ve ben şimdi ormanda biraz dolaşabil­
mek, çayırda seninle birlikte yürüyebilmek isterdim." Chris­
tiane'ye gülümsedi. ''Yürür müyüz?"
Christiane yine anında yumuşadı. Çok duygulanmıştı.
Jörg kendisiyle paylaşmış olduğu doğa hasretini Marko'yla
hiç paylaşmamıştı. Daha Jörg kalkmadan ayağa kalktı ve o
da kalkınca, koluna girdi ve ona bir sevgili gibi iyice sokuldu.
"El fenerine ihtiyacımız var mı?"
"Hayır, bütün yolları biliyorum."
"Biz geri döndüğümüzde, siz kesin çoktan yatmış olursu­
nuz. Şişedekini bitirin ve iyi uyuyun." Jörg sol eliyle onlara
el salladı ve sağ elini Christiane'nin beline koydu. Bahçeye
açılan kapının iki kanadını da açıp, terasa çıktılar ve gecenin
içinde kayboldular.
"Haydi bakalım." Marko kalan şarabı İlse ve kendisi için
kadehlere doldurdu. "İster misin?" Ona bir sigara ikram etti.
"Hayır, sağ ol."
Marko sigarayı yakmak için acele etmedi. "Bütün akşam
bana, sanki kendi kendine, benim söylediklerime gerçekten
inanıp inanmadığımı ya da aklımı kaçırıp kaçırmadığıını so­
rar gibi baktın. İnan bana, aklımı kaçırmadım ve söyledikle-
57

rime inanıyorum. Ben de kendi kendime aksini, sen v e senin


gibilerin dünyada neler olup bittiğini kavrayıp kavrayama­
dıklarını soruyorum. Eminim ki sen ll Eylül'ün delice bir
Müslüman davası olduğunu düşünüyorsun. Hayır, ll Eylül
olmasaydı, son yıllarda olan iyi şeylerden hiçbiri olmazdı. Fi­
listinliler için yeni oluşan ilgi, her halükarda Yakın Doğu'da
barışın anahtarı ve ne de olsa dünya nüfusunun dörtte biri
olan Müslümanlar için; ayrıca, ekonomiden ekolojiye kadar,
dünyaya yönelik tehditler için yeni yeni gösterilen hassasiyet
ve sömürünün giderek yükselen bir bedeli olduğu tecrübesi. . .
Dünya bazen aklını başına toplayabilmek için bir şoka ihti­
yaç duyar. Tıpkı insanlar gibi... Babam ilk kalp krizinden be­
ri nihayet, çoktandır yaşaması gerektiği kadar mantıklı yaşı­
yor. Bazılarında bunun için iki veya üç kriz gerekiyor."
"Bazıları kalp krizinden ölüyor."
Marko yarısına kadar içmiş olduğu sigarasını söndürdü,
kadehini başına dikti ve ayağa kalktı. "Ah, İlse . . . Adın buy­
du, değil mi? İlse? .. Her kim bugün kalp krizinden ölüyorsa,
kendi suçudur. İyi geceler."
ll

İlse odasında, mumları yakmadan ve defterini açmadan


önce, kısa bir s üre karanlıkta oturdu.
"O en iyisi" . . . Jörg'ün Jan hakkındaki sözü İlse'nin aklın­
dan çıkmıyordu. Acaba başka bir Jan'ı mı kastetmişti? Eğer
ortak arkadaşları Jan'ı kastetmişse, doğrusu "o en iyisiydi"
olması gereken söz, Jörg'ün o cenaze törenindeki ifadelerine
kesinlikle uymaz, bundan daha şaşırtıcı bir söz olamazdı. "O
en iyisi" sözü ise hiç mi hiç uymuyordu. Tabii ortak arkadaş­
lan Jan gerçekten kendini öldürmüş, yeni bir hayata, terö­
rist olarak bugüne dek yaşadığı bir hayata başlamak için es­
ki hayatından gizlice kaçmamışsa. . . Ancak tam aksi olduysa,
o zaman Jörg'ün törendeki küçümsernesi sadece sahte ve bu­
günki.ı hayranlığı gerçekti. Ancak o zaman Jan hayranlığı da
hak ediyordu: Kendini yakalatmamış bir terörist. . .
İlse o zamanlar kafasında oluşan soru işaretlerini hatırla­
dı ve Jan'ın herkesi nasıl kandırmış olduğunu düşündü. Ce­
naze firmasına rüşvet vermiş ya da şantaj yapmış olmalıydı .
Cenaze firması onu Fransa'dan almış, Almanya'ya getirmiş,
tabuta koyup görnınüştü. Ayrıca, Fransız adli tabibin masada
bulmuş ve otopsi yapmış olduğu diğer cesedi de cenaze firma­
sı temin etmiş olabilirdi. Adli tabibe cesedin takım elbise ye­
rine sweatshirt ve kot pantolonla götürülmüş olması bir aksi­
likti. Muhtemelen ,Jan yanında ikinci bir takım elbise getir­
meyi ihmal etmişti. Biri daha Jan'a yardım etmiş olmalıydı;
59

bir erkek veya kadın doktor, bir hemşire . . .


Fransız polisi o zamanlar, arayan kişinin kimliğini açıkla­
madığı bir telefon almıştı. Saat altıydı, soğuk bir gecenin ar­
dından güneşli bir bahar gününün pınl pınl sabahıydı. Bir
polis motosikletle denize dik inen sahile gitti ve bildirilmiş
olan yerde park halindeki aralıayı buldu. Bir Deux-Cheva­
ux. . . Jan nostalji ve burnu büyüklük karışımı bir duyguyla,
iş arkadaşlarının büroya giderken kullandıkları türden bir
Mercedes'i kendisine uygun bulmamıştı. Arabanın motoru
benzini son damlasına kadar kullanınıştı ve kısa bir süredir
çalışmıyordu, camlar temizdi ve polis, Jan'ı net bir biçimde
görebiliyordu, Jan geriye ve cama doğru yaslanmıştı, ağzı ve
gözleri açık, elleri kucağındaydı . Polis ne olmuş olduğunu da
görebiliyordu; egzozdan öndeki yolcu koltuğunun camına ve
aralık kalan yerleri itinayla kapatılmış olan camdan araba­
nın içine doğru bir hortum uzanıyordu. Kapıyı açtı ve Jan
koltuktan arabanın dışına, yere doğru kaydı. Yalnızca ölü bir
insanın görünebileceği kadar ölü görünüyordu ve öyle oldu­
ğunu hissetmek de mümkündü; teni soğuk, rengi grimsiydi
ve nefes alınıyordu. Polis merkeze haber verdi ve bir ambu­
lans çağırdı, ambulans gelene kadar fotoğraf çekti; araba, eg­
zozdaki boru, camdaki boru, gaz pedalının üzerindeki iri taş,
arabanın önünde ve yerde yatan .Jan, yukarıdan, önden ve
yandan Jan'ın yüzü. . .
İlse ve Ulla o fotoğrafiara tekrar tekrar bakmışlardı. Ayrı­
ca Normandiya'da bulundukları sırada, gördüklerini anlat­
masını istemişierdi polisten. Polisin adı .Jacques Beaume'ydi,
üç çocuğu vardı, acılarını çok iyi anlıyorrlu ve gördüklerini
detaylı olarak anlatmaya, soruları sabırla yanıtlamaya ha­
zırdı. Arayan kişinin kimliğini açıklamarnış olması şüpheli
bir durum değil miydi? Hayır, o gün pazardı ve arayan kişi
zamanını şahitlik yaparak boşa harcamak istememişti. Ne­
den ilk ambulansın ardından ikincisi de gelmişti? Acil yar-
60

d ı m servislerinin hepsi polis frekansına bağlanmıştı ve bazen


biri diğerinden önce işi kapmaya çalışırdı. Jacques Beaume,
İlse ve Ulla ile birlikte önce polis karakolunda, sonra bir ka­
fede, onlar her şeyi zihinlerinde canlandırabilene dek oturdu.
İlse yine, öncesinde ve sonrasında neler olup bittiğini ha­
yal ediyordu.

Jan arabaya yaslanıp, deponun boşalmasını bekler. Gece ka­


ranhktır. Bulutlar ayı ve yıldızları örter, hiç ışık yansıtmazlar...
O civarda bir şehir yoktur. Jan uzaklarda bir fener kulesinin
ışığını fark eder, parlak bir yıldızdan daha parlak değildir, dü­
zenli olarak yanıp sönen küçük bir ışıktır.
Bir papazın, lisede teoloj iye, üniversitede felsefeye ilgi du­
yan, hayatı boyunca yapılması gerekeni yapmakla yükümlü
olan çocuğu . . . Jan'm düşünceleri, görmediği yıldızh gökyüzün­
den içinde duyumsamadığı ahlaki yasaya ve atacağı adıma yö­
nelir: Karısını ve çocuklarını terk etmeye. Bunu uzun uzun dü­
şünmüş olduğu son haftalarda olduğu gibi, o anda da yine, ka­
rısının ve çocuklarının kendisinin ne yaptığını asla öğrenme­
yecekleri düşüncesiyle rahatlar. Onlar için ölmüş olacağı dü­
şüncesiyle... Ölen kişinin sadece mateminin tutulabileceği,
kendini öldürmüş olsa bile suçlanmayacağı, ona sadece acına­
bileceği ve geride bıraktıkianna terk edilmişliğin acısını değil,
birini yitirmiş olmanın acısını bırakacağı düşüncesiyle... İnsa­
nın değil, ölümün sebep olduğu bir acı, isyan etmediğimiz, ka­
bullenmeyi öğrenmiş olduğumuz bir acı. .. Sonra yeni hayatı ve
o hayatta sahip olacağı gücü düşünür, kimliğini hiç kimsenin
bilmediği ve izlerinin hiçliğe götürdüğü hayaletin gücünü.
Böylece yapacakları daha cesurca olabilir. Başta adsız olarak
ve hatta daha sonra muhtemelen gerçek kimliğiyle tarihe ge­
çecektir; tabii sistemi dize getirenin ve büyük bir dirençle on­
dan adaleti alanın kim olduğunu nihayet açıkladığında. Ne de
olsa vaktiyle, vekaletini istemediği halde bürosunun kendisine
61

verdiği ve evrakını yok ettiği şüpheli firmadan bir milyon ko­


parmayı başarmıştır.
Jan çok üşür, oysaki yavaşça takırdayan, yavaşça titreyen
arabadan sıcaklık yayılmaktadır. Çok geçmeden daha da çok
üşüyeceğinin bilincindedir.
Motor tutukluk yapmaya başlar ve sesi yavaş yavaş kesilir.
Fakat gece sessiz değildir. Denizin dalgaları yüksek sesle foşur­
dayıp, kayalara pat pat vurarak kırılır ve kumlarla çakılları
yanlarına katıp, adeta tıslayarak denize dönerler. Bazen bir
martı çığlık atar. Jan saate bakar. Saat üçtür, diğerlerinin gel­
meleri artık an meselesidir. Yoksa sadece bir kişi mi gelecektir?
Derken Jan arabanın sesini duyar. Araba bir tepeden geçer­
ken sesi Jan'ın kulağına daha yüksek gelir, hatta arada bir
park lambaları yakılmış farları görür ve araba bir çukurluğa
daldığında ses azalır. Araba patikanın karayolundan ayrıldığı
ve sahile uzandığı yerde durur. Jan bir kapısının hızla kapan­
dığını duyar. Öyleyse gelen sadece bir kişidir.
Fransız yoldaşlar bir kadın yollamıştır. Kadın samimi, so­
ğukkanlıdır, kısa ve öz konuşur. "Şansın yaver gitmezse ölür­
sün, biliyorsun değil mi?"
"Evet." Jan ölmeyecektir. Bunu biliyordur.
"Kolundaki toplardamarın üzerini açınan lazım."
Jan ceketini çıkarıp, arabanın tepesine koyar, gömleğinin
kol düğmelerini açar ve kolunu sıyırır. Kadın emredercesine
sert bir jestle ona bir el feneri verir. Jan zangırdayan dişlerini
sıkar ve feneri yakar. Kadın bir enjektörü açar. "Önce Valium."
İğne toplardamarına girerken, Jan gözlerini iğneden kaçırır.
Ama iğne orada beklediğinden uzun süre kahnca bakmaktan
kendini alamaz. Kadın bilhassa oyalanmaktan kaçınır; enjek­
tör çok büyüktür. Sonra kadının işi biter ve iğne yaptığı yere
bastırması için Jan'a bir tampon verir. "Şimdi de Cardiogreen."
Daha önce bundan söz edilmemiştir. Ama ikinci enjektörün işi
çabuk biter.
62

Jan kol düğmelerini ilikleyip, ceketini giyer ve geçip araba­


ya oturur. Kadın el fenerinin ışığını yerde gezdirerek, bir tam­
ponun, enjektör ya da ampul ambalajlarının bir artığının yere
düşmemiş olduğundan emin olur. Açık kapının önünde durur ve
Jan'a bundan sonra neler olacağını açıklar. "On beş dakika için­
de uyuyacaksın. Saat altıda öyle soğuyacaksın ve nefes alıp ve­
rişin öyle yavaşlayacak ki, polis senin ölmüş olduğunu zanne­
decek, tabii çok şüpheci ve dikkatli değilse. Aslında az da olsa
nefes almaya devam edeceksin. Ama polis neden şüphelenebilir
ki? Ambulans çağıracak." Güler. "Cardiogreen benim fikrimdi.
Hakikaten güzel cesetler yaratıyor." Jan'ın ağırlaşan gözkapak­
larını yukarıya doğru çekip, fenerle gözlerinin içine bakar ve
yanağına hafifçe vurur. "Saat altı buçukta ya da yediye çeyrek
kala ambulansımız seni alacak. Bone chance!" Kapıyı sertçe ka­
patır ve gider.
Ansızın korku beliriverir. Sadece ölüm gibi görünmesi bekle­
nen, birdenbire kendini gerçek ölüm gibi hissettirir. Jan'ın ha­
yatı sona ermektedir ve ardından gelen, artık onun değil, bir
başkasının hayatıdır. Şayet gelirse... Jan ölmeyeceğinden artık
emin değildir. Ölüm kendisiyle oyun aynanmasına izin vermez.
Ölümle şaka olmaz. Ölüm . . .
Y üreği ölüm korkusuyla dolarken, Jan bilincini yitirir.

İlse defterini hızla kapattı. Bir kadeh kırmızı şarap daha


içebilmeyi çok isterdi, ama sessiz, karanlık konaktan korktu
ve mutfağa gitmeye cesaret edemedi. Yatağa uzandığıncia uy­
kuya dalmaktan korktu, sanki uyursa, ölüm onun da gırtla­
ğına sarılacaktı. Yoksa her uykuya dalışımızda bunu gerçek­
ten ister miyiz? Peki nasıl vedalaşırız? Başkaları için ölmek
ve bir yandan da yaşamaya devam etmek istiyorsak eğer?. .
Bunları düşünürken İlse de uykuya daldı.
12

İlse'nin sessiz, karanlık konaktan korkmasına gerek yok­


tu. Mutfakta Christiane mum ışığında masanın başında
oturmuş, son bir kadeh kırmızı şarap daha, ardından bir ka­
deh daha içiyor ve kendi kendine, yeni b'Ünün biten güne kı­
yasla daha iyi olmasını nasıl sağlayabileceğini soruyordu.
Hiçbir şey planladığı gibi gitmemişti. Elbette Jörg onca za­
mandır hasret kalmış olduğu takdiri görmeliydi. Ama kesin­
likle Marka'dan değil. . . Christiane kendisini teşvikçilerin
sahnesinden her zaman uzak tutmuş ve onların Jörg'le te­
maslarını elinden geldiğince engellemişti. Jörg öncelikle eski
dostlarından takdir görmeliydi, sonra konferanslarla, röpor­
tajlarla, televizyondaki sohbet programiarına çıkışlarıyla ve
son olarak seçkin bir yayınevinde bir otobiyografiyle . . O bu­
.

nu başarabilirdi, Christiane bunu biliyordu ve halkın, cehen­


nemden geçmiş, bunun üzerine uzun uzun düşünmüş ve bun­
dan bir şeyler öğrenmiş olan i nsanlardan hoşlandığım da bi­
liyordu. Jörg, Marka'ya kapılırsa, hayatının fırsatını kaçırır­
dı. Hem neden Margarete ile ilgilenmiyordu? O sıcaklığı ve
neşeliliğiyle tam olarak Jörg'ün ihtiyaç duyduğu insandı.
Christiane, Margarcte'yle dokuz yıl önce tamşmıştı, ilk gün­
den beri onun ,Jörg için doğru insan olduğunu biliyordu. Mar­
garete yıllar içinde Jörg hakkında da çok şey dinleme imka­
nı bulmuş, hatta onu hapishanede ziyaret etmek istemişti.
Ama Christiane onu hiçbir zaman mahküm .Jörg'ün yanına
64

götürmemiş, özgür Jörg'le tanıştırmak için özellikle bekle­


mişti. Şimdi Jörg özgürdü, aslında bir şeyler başlayabilirdi.
Ama hiçbir şey başlamıyordu. Üstüne üstlük o gecelik . . .
Jörg'ü mutlu etmesi gerekiyordu ve mutlu etmek yerine onu
gülünç duruma düşürmüştü. Jörg bu yüzden Christiane'den
nefret ediyor olmalıydı.
Uykusuz gecelerde ne kadar savunmasızız! Saçma sapan
düşüncelere teslim oluyoruz, uyanık zekamızın anında çöze­
bileceği düşüncelere, ümitsizliğe teslim oluyoruz, gündüzleri
çamaşır yıkarken, araba park ederken ya da dostlan teselli
ederken küçük başanların karşı koymamızı sağladığı ümit­
sizliğe ve kedere teslim oluyoruz, ona direnerek, tenis oyna­
manın, koşmanın ya da ağırlık kaldırmanın bitkinliğinde za­
ferler elde ettiğimiz kedere. Uykusuz gecelerde televizyonu
açıyoruz ya da bir kitap alıyoruz elimize, böylece uyuyabile­
ceğimiz için değil, sadece, görüntülere ve sayfalara bakan
gözlerimiz uykusuzluktan kapansın ve biz yine saçma sapan
düşüncelerin, ümitsizliğin ve kederin kurbanı olalım diye.
Christiane bir kez bile televizyonu açmadı ya da eline bir ki­
tap almadı. Onun kırmızı şarabı vardı, ama bunun faydası
yoktu. Ertesi günün daha iyi geçmesini nasıl sağlayacaktı?
Hiçbir fikri yoktu.
Ama bunu başarmak zorundaydı. Jörg'ün yeni günü daha
iyi geçirmesini sağlayamazsa, onu yeni ve daha iyi bir haya­
ta sevk etmeyi nasıl ümit edebilirdi ki? O hiçbir zaman haya­
tın içinde olmamıştı, işiyle, iş arkadaşlanyla gerçek hayatın
içinde, sabit bir yerde değil, her zaman arayış içinde olmuş­
tu, her zaman bulunduğu yerden farklı bir yerde olmak ve
her zaman yaptığı şeyden farklı bir şey yapmış olmayı iste­
mişti. Christiane ona yaşamayı öğretmek zorundaydı.
Christiane eskiden, o yollara düşmek istediğinde, onun ce­
saretini kırmaya çalışmış olamazdı. Küçük kardeşinin muaz­
zam bilgisiyle hayalinde başka zamanlara ve dünyalara git-
65

mesi v e onları canlandırarak anlatması Christiane'yi gurur­


landırırdı. Kardeşinin hayal dünyasında gerçekleştirdiği ey­
lemlerin asilliği onu duygulandırırdı; Faik von Stauf ile bir­
likte Marienburg'un kurtarılışı, T. E. Lawrence ile Arapların
özgürlüklerine kavuşturulmaları, Rosa Parks ile ırk ayrımı­
na karşı mücadele . . . Tüm bunlar onun iyi bir delikanlı oldu­
ğunu göstermiyor muydu? Sonra Jörg'ün hayal gücü bugüne
ve geleceğe yönelmiş, "Ah, keşke ben . . . ", "Ah, keşke yapabil­
seydim " ve ''Yapmalıydım" sözleriyle dolmuştu. Christiane
bunlar için de onu onaylamıştı. Dünyanın kötülüğünü sineye
çekmemesini, adalet için mücadele etmek, zorbalara ve sö­
mürenlere karşı direnmek, ezilen ve haksızlığa uğrayanlara
yardım etmek istemesi ni . . . Bunlar için onu nasıl onaylamaz­
dı ki? Ama bunu hareketleriyle göstermiş olamazdı. Kardeşi­
ni büyük işlerin kahramanı olarak görmek için ne çok yanıp
tutuştuğunu ona katiyen fark ettirmiş olamazdı.
Christiane annelerin oğullarını beklentileriyle mahvedebi­
leceklerini biliyordu. Ama o Jörg'ün annesi değildi, o kesin­
likle kendi hayatı olmayan, kendisi için hiçbir beklentisi ola­
mayan ve her şeyi oğlundan beklemek zorunda kalan anne­
lerden biri değildi ve Jörg'ü büyük işler başarsa da başarma­
sa da seviyordu. Hayır, Jörg'e beklentileriyle zarar vermiş
olamazdı. Yoksa vermiş miydi?
Yoksa kendi hayatını haddinden fazla mı yaşamıştı?
Jörg'ün buluğ çağında olduğu yıllarda büyük emek vermiş ol­
duğu tıp tahsilini bıraksaydı daha mı iyi olurdu? Daha son­
ra, Jörg üniversiteden uzaklaştırıldığında, Christiane uz­
manlığını yapmıştı ve Jörg için yine sadece az zamanı olmuş­
tu. Nelerin yaklaşmakta olduğunun uzun süre farkına var­
mamıştı. Fark ettiğinde ise, artık çok geçti.
Christiane hoşnutsuzlukla başını salladı. Geçmişi bırakma­
lıyım artık. Ben Jörg'e nasıl bir gelecek vereceğim? Jörg'ün al­
dığı en iyi teklif bir yayınevinde stajyerlikti. Maaşı iyi bir staj-
66

yerlik. . . B u bile Christiane'nin hoşuna gitmiyordu. Stajyerlik­


ler süreliydi ve stajyerler az para için çalışırlardı. Yayınevinin
sahibi sadece kendi devrim ve terörizm romantizmini tatmin
etmek, Jörg'ü süs gibi yanında tutmak ve bunun içi.n de para­
yıgözden çıkarmak istiyordu, ama Jörg'ün çalışmasıyla ger­
çekten ilgilenmiyordu. Acaba Henner bir gazetede Jörg için bir
iş bulabilir miydi? Karin kilised.e? Ulrich laboratuarlarında?
Muhtemelen Ulrich Jörg'e bir iş bulacaktı. Ama Jörg beyaz iş
gömleği giymeyecek ve metal diş kaplamaları yapmayacaktı.
Bunu yapmak zorunda da değildi, tabii bir sohbet programına
ilk çıkışında kartlarını doğru oynarsa. Onun bir menajere ih­
tiyacı vardı. Peki ama bir menajerin kendisine bir şey söyleme­
sine izin verir miydi?
Christiane gelecek haftalardan korkuyordu. O işteyken
Jörg ne yapacaktı? İnsanların arasında ve sokakta olmaya
cesaret edemeyip, evde mi kalacaktı? Yoksa dünyaya ve ha­
yata duyduğu açlıkla peş peşe budalalıklara mı kalkışacaktı?
Christiane komşunun oğlunu, Jörg'e bilgisayar ve internet
kullanmayı öğretmekle görevlendirmişti. Misafir odasına,
yani artık Jörg'ün odası olan odaya, onun otuz yıl önce yük­
sek lisans için okumuş olduğu yazıları ve kitapları koymuş­
tu. Jörg hapishanede yüksek lisans için çalışmaya d evam et­
�ek istememişti. Şimdi, özgürken istiyor olabilir miydi?
Christiane buna inanmıyordu. Korku dolu hayalinde onu
üzerinde parlak, sentetik bir eşofmanla sokaklarda ayakları­
nı sürüye sürüye yürürl{en görüyordu, mahallesindeki işsiz­
Ierin yanlarında köpekleri, sigaraları ve bira kutularıyla do­
lanıp durdukları sokaklarda, plansız, amaçsız, cesaretsiz.
Artık yatması gerektiğini biliyordu. Yorgun ve geceden
kalma bir haldeyken, yeni günü nasıl daha iyi değerlendire­
bilirdi ki? Ayağa kalkıp, etrafına bakındı. Eviyenin yanında
bulaşıklar yığılıydı, ocağın üzerinde yapış yapış tavalar ve
tenceı-eler duruyordu. Christiane üzerıne düşen vazifenin
67

büyüklüğüyle dehşete düşerek ve b u vazifenin, Jörg vazife­


sinden farklı olarak, üstesinden gelinebilir oluşuyla rahatla­
yarak içini çekti. Birkaç m um daha yaktı, ocağa su koydu, le­
ğenin üçte birini soğuk suyla doldurup, içine bulaşık deterja­
nı koydu, tabaklardan sosis ve salata artıklarını temizledi ve
onları birer birer bulaşık suyuna koydu. Ocaktaki su kayna­
dığında onu bulaşık suyuna ekledi ve ocağa tekrar su koydu.
Bardaklar, tabaklar, kaplar, çatallar ve bıçaklar, sonra tence­
reler ve tavalar... Christiane bu işi çabuk ve iyi yapıyordu, ar­
tık kafası daha net ve yüreği daha huzurluydu.
Az sonra izlendiğini hissetti ve başını çevirip baktı. Hen­
ner kapıya yaslanmış öylece duruyordu; kot pantolonunun
üzerine bir tişört giymişti ve elleri arka ceplerindeydi.
13

"Ne zamandan beri beni seyrediyorsun?" Christiane yine,


temizlenmek istemeyen tavanın üzerine eğildi.
"İki tencereden beri."
Christiane usulca başını salladı ve bulaşık yıkamaya de­
vam etti. Henner olduğu yerden kıpırdamadan onu seyret­
meyi sürdürdü. Christiane kendi kendine, onun gözüne nasıl
görünüyor olabileceğini sordu. Henner ona bakarken, bir za­
manlar hoşlanmış olduğu kadını mı görüyorrlu yine? Ona na­
sıl bakıyordu, hayranlık duyarak mı, ya da acıyarak mı, yok­
sa dehşete kapılarak mı?
"İş yaparken diğer parmaklannın saçianna değmemesine
özen göstererek serçe parmağınla onları kulağının arkasına
itişin . . . Eskiden de böyle yapardın. Başkalarının sağa ya da
sola doğru küçük bir adım attıkları yerde, senin belini kıvı­
rarak dönüşün. . . Sonra soru soruşun, kısa, öz ve ciddi, fazla
söze gerek duymadan . . . " Öyle soruyorsun ki, o anda kendimi
kötü bir şey yapmış gibi hissediyorum. Hayır, diye düşündü
Henner, sen değişmemişsin. Ayrıca benim sana tepki verişim
de değişmemiş.
Henner, Christiane'nin kahverengi saçlarındaki beyazla­
ra, gözlerinin altındaki torbalara, burnunun alnıyla birleşti­
ği yerde göze çarpan ve burnunun iki yanından ağzının ke­
narlarına doğru uzanan derin çizgilere baktı. Ellerindeki
yaşlılık belirtilerini ve çillerinin matlaşmış olduklarını;
69

Christiane'nin iyi görünmek için hiçbir şey yapmadığını gör­


dü; ne spor, ne jimnastik, ne de yoga... Henner bunu gördü ve
bu onu rahatsız etmedi. Onun kendisinden birkaç yaş büyük
olması, o zamanlar Henner'i cezbetmişti. Bunun Henner'i o
zamanlar cezbetmiş olması, şimdi Christiane'yi birkaç yaş
gençleştiriyordu.
"O zamanlar gerçekten ne oldu?"
Christiane işine ara vermedi ve başını kaldırıp bakmadı.
"Neden söz ediyorsun?"
Henner bunun ciddi bir soru olabileceğine inanmak iste­
meyerek, cevap vermedi. Ama az sonra Christiane yine işine
ara vermeden ve başını kaldırıp bakmadan bir kez daha sor­
du. "Neyi bilmek istiyorsun?"
Henner içini çekti, yaslanmış olduğu yerden doğruldu, ma­
den sularının olduğu kasalara doğru eğilip bir şişe aldı ve git­
ti. "İyi geceler, Christiane."
Christiane bulaşıkları bitirdi, ocağı temizledi, masayı sildi
ve bulaşık suyunu döktü. Sonra her şeyi, hepsi kendi kendi­
ne kuruyabileceği halde, kuruladı. Ardından masayı kalıval­
tı için hazırladı. Sonra oturdu ve kendine bir kadeh daha dol­
durdu. Her şeyi yıkamanın, kurulamanın ve hazırlamanın
faydası yoktu. Henner'le konuşmak zorundaydı. Onu kaçır­
mamahydı, çünkü o bir gazeteci olarak çok güçlü ve Jörg'ün
geleceği için çok önemliydi. Sorularını yanıtlamak zorunday­
dı. Peki ama ona ne söylemeliydi? Gerçeği mi?
Mumları üfleyerek söndürdü, holden geçti, merdivenden
çıktı ve koridorda Henner'in odasına doğru ilerledi. Kapının
altından ışık sızıyordu. Christiane kapıyı tıklatmadı . Usulca
açtı ve içeri girdi. Henner yatağa uzanmış, yastığıyla birlik­
te başını duvara yaslamış, mum ışığında kitap okuyordu. Ba­
şını kaldırıp baktı, sakin ve hazır. Evet, onun sakinliği ve
kendisine, isteklerine, düşüncelerine, duygularına anlayışla
yaklaşmaya hazır oluşu o zamanlar Christiane'nin hoşuna
70

giderdi. Amadeliktc havai bir şeyler vardı, her şeye ama her
şeye açıktı. Yoksa bundan korkuyor muydu? Christiane ha­
zırlığı ve sakinliği onun yüzünde, dikkatli gözlerinde, ince
dudaklarıyla büyük ağzında ve belirgin çizgileriyle çenesinde
görüyordu.
"Gözlerini bozacaksın."
Henner kitabı indirdi. "Hayır, bu bize çocukken öğretiimiş
olan yanlış gerçeklerimizden biridir, tıpkı yanıklar için yağ
ve ishal için kömür kullanmak gibi."
"Ne okuyorsun?"
"Bir roman. Bir kadın gazeteciyle bir erkek gazeteci hak­
kında, onların rekabeti, aşkı, ayrılığı." Kitabı üzerinde mu­
mun durduğu, yatağın yanındaki sandalyeye bırakıp güldü.
"Bu kitabı yazan kadın ve ben bir zamanlar beraberdik, o
benden kitap hakkında konuşmaını istemeden önce, onun be­
nim hakkımda yazmış olup olmadığını bilmek istiyorum."
"Yazmış mı?"
"Evet, ama şimdiye kadar bunu benden başka hiç kimse
fark etmemiştir."
Christiane sormadan önce tereddüt etti. "Ayakucuna otu­
rabilir miyim? Böylece duvara yaslanabilirim."
Henner evet dereesine başını salladı ve bacaklarını kendi­
ne doğru çekti. "Lütfen." Sonra hiçbir şey söylemeden, dik­
katle Christiane'ye baktı.
"Onu sadece öylesine söylemedim. Senin neyi bilmek iste­
diğini gerçekten bilmiyorum."
Henner ona şüpheli gözlerle baktı. "Christi ane!"
Ama Christiane ona ciddi bir bakışla karşılık verdi. "O za­
manlar öyle çok şey oldu ki."
Henner onun söylediklerine inanamıyordu. Christiane o
yazı, kendisinin yaşamış olduğundan bu kadar farklı mı ya­
şamıştı? O yaz, kendisi için olduğu gibi, Christiane için de
aşklarının yazı değil miydi?
71

Henner ve Jörg arkadaş olduklarından beri, Henner Chris­


tiane'ye tutkundu, o güzel ve ürkek abla için daha iyi bir keli­
me yoktu. Christiane Henner'e karşı her zaman samimiydi,
ama Henner Christiane'nin kendisini kişi olarak değil, sadece
küçük erkek kardeşinin, ona iyilik veya kötülük eden arkada­
şı olarak gördüğünü hissediyordu. Ta ki o yaza kadar. Ta ki
Christiane Henner'i ansızın ciddiye alana kadar. Henner bu­
nun neden olduğunu bilmiyordu; onu aralıayla evine bırakma­
sı gerekiyordu, beraberce on beş dakikalık bir ev yolculuğu bir
anza sayesinde bir beraberliğin yanın gecesine dönüştü ve on­
dım sonra her şey bambaşka oldu. Birlikte Marcuse ve Dutsch­
ke'ye, Deep Purple ve Jose Feli.ciano'ya gittiler, sinemada ve
havuzda birbirlerine sokuldular, Barcelona'da iki hafta, kısa
bir anarşi yazı için planlar yaptılar. Sonra birlikte oldular ve
tam ortasında Christiane birden ondan uzaklaştı, ayağa kalk­
tı, giysilerini aldı ve koşarak odadan çıktı. Henner haftalarca
ona ulaşmaya, onunla konuşmaya çalıştı. Ama Christiane,
Henner için ulaşılmazdı.
Evet, o yaz çok şey olm uştu. Ama olanlardan sadece biri
otuz yılı aşkın zaman sonra Henner'i hala soru sormaya ite··
biliyordu . Christiane bunu kendisi göremiyor muydu? Ma­
dem göremiyordu, başka çare yoktu. "Biz sevişirken neden
birdenbire ayağa fırlayıp, koşarak uzaklaştın?"
Christiane gözlerini kapadı. Ona bir yalan söyleyebilmeyi
ne çok isterdi. Kendisini kötü gösterecek bir yalan olsa bile . . .
Kendisine utanç verecek olsa bile . . . Ama aklına yalan gelme­
di . Bu yüzden, onun kendisini anlamayacağını bilmesine rağ­
men, gerçeği söylemek zorundaydı. "Bizim evdeydik, hatırlı­
yor musun? Benim odamda, benim yatağımda. Ben Jörg'ün
hafta sonu boyı,.ınca gelmeyeceğini sanıyordum, ama Jörg o
cumartesi günü eve geldi ve ansızın kapıda belirdi . . . Sen bu­
nu fark etmedin, ama ben onu gördüm, o anlarlığında onun
yüzünü, bir adım gerileyişini ve kapıyı kapatışını gördüm."
72

Henner kısa bir süre bekledi. "Sonra?"


"Sonra mı? Senin hiçbir şeyi anlamayacağını biliyordum.
Şunu anlamana da yardımcı olamam, Jörg ve ben . . . Jörg bir
süre aptalca laflar ederek kışkırtmaktan zevk aldı, 'Söylese­
ne, benim sevgili kız kardeşim, ensest nasıl olurdu', ama as­
la böyle bir şey olmadı. Yine de ben ona ihanet ettim, senin­
le . . . " Christiane gözlerini açtı ve Henner'in yüzüne merakla
baktı. "Hiçbir şey anlamıyorsun, değil mi? Benim için sadece
onun var ol duğunu anlamıyorsun, bir anne için sadece oğlu­
nun var olduğu gibi, tamam, anne için kocası da vardır, ama
oğlunun olduğu gibi değil, kocası geçmişe aittir, oğlu bugüne,
benim için sadece onun var olması, onu dünyaya bağlıyordu
ve ben onu seninle aldattığımda, dünyayla bağları koptu ve
ben koştum, ama onu yakalayamadım, artık çok geçti, sebep
olduklarımı telafi edemezdim."
Henner, Christiane'ye bakarken, onun yüzünde üzüntüyü
ve umudu gördü, Christiane üzgündü, çünkü Henner kendi­
sini anlamıyordu ve umutluydu, çünkü belki de anlıyordu.
Henner nafile çabaların bitkinliğini gördü; Christiane karde­
şi için fedakarlık üzerine fedakarlık yapmış ve hiçbir şey el­
de edememiş, hiçbir şeyi engelleyememiş, hiçbir şeye teşvik
edememişti. Henner onun Jörg'ü bugün bile yakalayabilece­
ğini düşünürkenki, doğru zamanda doğru yerde olabilmek
için koşturup dururkenki inatçılığını gördü. "Onun yüzünden
mi . . . Erkeklerle ilişkilerin oldu, değil mi? Evli miydin? Bo­
şandın mı?"
Christiane hayır anlamında başını salladı. "Ben her za­
man genç meslektaşlarıma çekici getirdim, hastanede ya da
kongrelerde, kısa bir süre sonra şunu fark ederlerdi, aradık­
ları ben olamazdım, ayrıca ben de istemezdim. Sonra zaman
zaman onları başımdan savmak zorunda kalırdım, çünkü gi­
demeyecek kadar zayıflardı, biliyor musun, beni çekici bulan
genç erkekler genellikle hassas ve zayıf olanlardı ve bazen
73

öylece defolup gittiler. Birkaçıyla yıllar sonra karşılaştım,


yanlarında genç karıları vardı, kimini bir hemşire, kimini ise
bir medikal şirket çalışanı kapmıştı, biraz çekingen davran­
dılar ve bana çocuklarının fotoğraflarını gösterdiler. " Christi­
ane Henner'e kendini affettirmek ister gibi gülümsedi. "O za­
manlar seninle olmanın güzel olmadığını ve benim seni iste­
memiş olduğumu düşünmemelisin. Ama en önemlisi bu de­
ğildi. Asla en önemlisi bu olmadı. Senden daha fazla istedi­
ğim biri yoktu."
Jörg dışında, diye düşündü Henner ve Christiane'nin te­
selli etmek için söylediklerinin kendisini sadece üzdüğünü
geçirdi aklından. Keşke Christiane en azından bir başkasını
gerçekten sevmiş olsaydı! Ama hiçbir şey söylemedi ve sade­
ce anladığını göstermek istercesine başını salladı.
Christiane ona doğru eğilip, onu dudaklarından öptü ve
ayağa kalktı. "İyi uykular."
"Jörg neden buraya gelmemin cesaretimi gösterdiğini söy-
ledi?"
"Böyle mi söyledi?"
"Evet."
Christiane yatağın yanında durdu ve Henner'e düşüneeli
düşüneeli baktı. "Bilmem. Belki bunu herkese söylemiştir.
Belki sadece samimi bir şeyler söylemek istemiştir. Endişe­
lenme . "
14

Ama Christiane endişelenmek zorundaydı. ,Jörg'ün bunu


herkese söylemediğinden ve bunun samirniyetle söylenmiş
bir söz olmadığından emindi. Kelimelerinde bir meydan oku­
ma vardı, bir tehdit. . . Ertesi gün zaten yeterince zor bir gün
olacaktı, bir bu eksikti!
Christiane koridorda duvara yaslandı O kadar yorgundu
ki ayakta uyuyabi lirdi. HenneT'le konuşmak, onu beklediğin­
den daha çok yormuştu. Anla şılınamak bir insana ne çok güç
sarf ettirebiliyordu! Ama başka seçeneği olmamış, söylemiş
olduklarını söylemeye mecbur kalmıştı. Şimdi ise Jörg'le ko­
nuşmak zorundaydı,
Odasından dışanya ış1k sızmıyordu. Ama Jörg uyumuyor­
du. Chris tiane kapıyı hafifçe aralar aralamaz, güvensiz ve
karşı koyan bir sesle sordu: "Kim o?"
Christiane usulca odaya girdi . "Benim ."
"Ne var?" El yordamıyla aradığı kibrit kutusu sarıdalye­
den yere düştü ve o yavaş sesle küfrederek yerde aramaya
devam etti.
"lşığa ihtiyacım yok Sadece, Henner'e gelmekle cesareti­
ni gösterdiğini söylediğinde, ne demek istediğini bilmek isti­
yorum."
"Bunun için ışığa ihtiyacım var." Kibrit kutusunu buldu,
mumu yaktı ve yatağın kenarına oturdu. "Önce beni hapisha­
neye yollayıp, sonra da hapishaneden çıkışımı benimle birlik-
75

te kutlamasını cesurca buluyorum."


"0 ... "
"Evet, Henner o zamanlar beni hapishaneye yollamıştı.
Dagmar ve Wolf dışında, annemin Odenwald'daki kulübesini
sadece o biliyordu ve o ikisi, Dagmar'la Wolf, benden uzun sü­
re sonra yakayı ele verdiler. Ben para ve silah almak istedi­
ğimde, aynasızlar çoktan beni bekliyorlardı."
"Dagmar ve Wolfun kiminle konuşmuş olduklarını bile­
mezsin. "
Jörg gözlerini döndürüyor ve yetişkinlerin, çocukların saç­
ma sapan itirazlarına yanıt verirken gösterdikleri zoraki bir
sabırla konuşuyordu. "Onların hiç kimseyle konuşmamış ol­
duklarını biliyorum, anlaşıldı mı?"
"Ne yapmayı düşünüyorsun?"
"Hiçbir şey. Sadece Henner'e o zamanlar neler hissettiğini
sormak istiyorum. Herkes bana benim burada ve yanınızda ne­
ler hissettiğiınİ soruyor. . . Artık ben de bunu bilmek istiyorum."
"Sana bunu Ulrich sordu, başka kimse sormadı. Henner
neredeyse hiç konuşmadı."
"Sorulanmı yanıtlarken pekala konuşabilir." Jörg abiasma
düşmanca baktı. "Sürekli olarak beni ezmeye çalışma. Ulrich
ve Marko'nun yanında beni ezmek istedin ve Henner'in yanın­
da yine ezmek istiyorsun. Diğerlerinin aptalca sorulaona cevap
veriyorum, çünkü onlann neden meraklı olduklannı anlıyo­
rum, ama madem öyle, onlar da benim aptalca sorulanma ce­
vap vermeliler. Ben Henner'e hiçbir şey yapmıyorum. Onu hiç­
bir şeyle suçlamıyorum. O bir savaştı, Henner hangi tarafta yer
alacağına karar verdi ve ona göre hareket etti. Ben onu, herke­
si ve her şeyi anlayan ve asla kirli işlere bulaşmayan iyi insan­
lardan daha çok takdir ediyorum. İşe yarar budalalar, ama bu­
dalalar. Hayır, onunla kavga etmek istemiyorum, sadece on­
dan, kendini nasıl hissetmiş olduğunu öğrenmek istiyorum."
"Ama kesin kavga çıkar."
76

Jörg düşüneeli düşüneeli gülümsedi. "Bana kalırsa çıkmaz


Tia, bana kalırsa çıkmaz." Ayağa kalkıp, geceliğini bir karış
yukarı kaldırdı ve alaylı bir tavırla reverans yaptı. "Kraliçe
hazretleri endişelenmesinler. Hizmetkannız sizi utandırmaya­
cak. Özellikle de şimdi, sizin kraliyet pelerininizi giydiği yer­
de. Sen canımsın." Jörg Christiane'yi kollannın arasına aldı.
Christiane başını onun göğsüne yasladı. "Henner'i kendin­
den soğutma. O çok büyük bir nüfuza sahip, iyi niyetli, sana
yardım edebilir. Otuz yıl önce olup bitenler kimi ilgilendirir
ki. Sen geleceğe dönük yaşamak zorundasın, geçmişte değil."
Jörg Christiane'ye 'Tia' demişti ve Christiane ona 'ufaklık' de­
mek istedi, eskiden derdi, zaten annesi de Jörg'e 'ufaklık' der­
di. Ama az önceki sözlerinin Jörg'ü kendisinden uzaklaştır­
mış olduğunu hissetti.
Jörg hala ona sarılmış vaziyette duruyordu, ama içtenliği
yitip gitmişti. Derken sırtını okşadı. "Beni ezme Christiane.
Benim hiç kimseye ihtiyacım yok, ne Henner'e, ne Karin'e, ne
de Ulrich'e. Ben azla yetinmeyi biliyorum . . . Ne de olsa bunu
hapishanede öğrendim. Tamam, elbette sosyal yardımla ger­
çekleştirmeyi başaramayacağım bir tatil hayali kuruyorum.
Beni bir gün tatile götürmeye ne dersin?" Jörg, Christiane'nin
yüzünü görebilmek için onu usulca geriye doğru itti.
Christiane ağlıyordu.
15

Herkes uyurken, Margarete uyandı. Jörg erkenden ayak­


landığı sırada, o da diğerlerinden ayrılmış, tek başına yaşa­
dığı küçük ve bahçeli evine gidip, yatağa uzanmıştı. Ama sol
kalçasındaki ağrılar, çok uzun yıllar önce olan bir kazanın
hatıraları, onu uyandırmışk Aslında onu her gece uyandı­
rıyordu.
Margarete yattığı yerde yan döndü, ayaklarını yere uzattı
ve doğrularak oturdu. Kalçası otururken de yatarkenki ka­
dar acı veriyordu. Ama ağrı artık sol yanına ve sol hacağına
yayılmıyordu. Egzersiz yapması, kalça, bel ve bacak kasları­
nı çalıştırması gerektiğini biliyordu. Uyumadan önce almayı
unutmuş olduğu ilaçları alması gerektiğini de . . .
Onun yerine pencereden dışarı baktı. Yağmur dinmişti,
gökyüzü berraktı, ay ışığı parkı aydınlatıyordu. Ayaklarını
da aydınlatıyordu. Ayakları koyu renk döşeme tahtalarının
üzerinde bembeyaz parıldıyordu. Margarete bunu, ayağa
kalkmak, merdivenden inmek ve kapının önüne çıkmak için
bir işaret olarak kabul etti. Her adımda zorlanıyordu. Sebep
sadece kalçası değildi. Bir doktor ona kortizon tedavisi uygu­
ladığından beri şişmandı. Kilo vermek, onun sahip olduğun­
dan ve sahip olmak istediğinden belli ki daha fazla disiplin
gerektiriyordu.
Konak ve yakındaki köy karanlıkta kalmıştı. Sadece ay ve
yıldızlar parıldıyorlardı, takımyıldızlar çoğunlukla net ve
78

parlak, Samanyolu uçsuz bucaksız, ay göz dolduracak kadar


heybetliydi. Margarete gece vakti şehrin ışıklarıyla aydınla­
nan göğün altında ilk kez yıldızlı gökyüzünü tüm ihtişamıy­
la görmüş olduğu güneydeki tatilleri hatırladı. Uzaklara git­
meye gerek yok, diye düşündü, her şey burada.
Ağır, temkinli adımlarla yürümeye başladı. Cam parçala­
rından ya da çivilerden korkmuyordu; konağın çevresindeki
döküntüleri ve çöpleri bizzat toplamıştı, ayrıca yolları temiz
tutuyordu. Ama çıplak ayak yürümek alışık olduğu bir şey
değildi ve onu tedirgin etti. Ayakları ilk olarak neyi hissede­
ceklerdi? Sonra bu düşünce onu meraklandırdı. İlk hissettiği
sadece toprak oldu, taş kadar sertti, yoksa usulca esniyor
muydu? Acaba sert, batan, gıdıklayan çakıllar mı vardı? Ya
da çatırdayarak kırılan ince bir dal parçası? Margarete'nin
parktan geçen en sevdiği yolu ot bürümüştü ve o şimdiden ot­
ların yumuşak saplarını ayaklarının altında hissedeceği için
seviniyordu.
Konağın yanından geçti. O ve Christiane iki yıl önce bu ko­
nağı ve çevresini keşfettiklerinde, Margarete bahçedeki kü­
çük evi hemen kendisine almak istemişti. Ev kuru, konak
nemli ve kütlü olduğu için değil... Bunu o zamanlar bilmiyor­
du. Konak Margarete için haddinden fazla öykü, haddinden
fazla çürümüş ve tükenmiş hayattı. Nemlilik ve küf daha
sonra ona sadece, konağın insani buharlaşmayı içine fazla­
sıyla çekmiş ve çürümüş olduğunu kanıtlamıştı. Margarete
şimdi, konukların buharlaşmalarının da hissedildiğini düşü­
nüyordu, konak sanki onları salgılıyordu. İyi niyetlerini, yü­
kümlülüklerini, aynı anda hem yüreklerini açıp, hem de
uzaklaşmalarını, birbirlerine ve kendi kendilerine söyledik­
leri yalanları, sıkıntılarını, çaresizliklerini . . . Margarete ko­
nuklardan hiçbirini horgörmüyordu; yıllar içinde, Jörg'e ya­
kın olmanın yarattığı her tür etkiye Christiane'de tanık ol­
muştu ve Christiane onun dostuydu. Belki, dedi kendi kendi-
79

ne, belki ben konuklara haksızlık ediyorum. Belki onları h iç


olmadıkları gibi görüyorum. Ama gün doğmadan neler doğar.
Margarete ve Christiane tanıştıklarında, Jörg'ün aleyhine
sonuçlanan davanın üzerinden henüz sadece birkaç yıl geç­
mişti. İlk zamanlarda Christiane, neden her iki haftada bir
bütün gün ortadan kaybolduğunu açıklamıyordu; bir şeyler
::ı.lmak, bir şeyleri halletmek, bir şeylerle meşgul olmak zo­
rundaydı. O aylar, iki kadının birbirleri için iyi arkadaştan
daha fazlası olabileceklerini düşündükleri ayiardı ve Chri.sti­
ane sabahları beşte kalkıp, yollara düştüğünde, M argaret.e
korku ve kederle yatakta yapayalnız kalıyordu. Daha sonra
ikisi de aı:ıklarının bir yanılgı olduğunu anladıklarında ve bu­
na rağmen aynı evde yaşamaya devam ettiklerinde, Chri sti­
ane ,Jörg'ün ve kendisinin öyküsünü daha fazla saklamak is­
temedi. "Biliyorum, o benim kardeşim, sevgilim değil; ama
ben o zamanlar sana karşı ancak, onunla her şeyi konuşup
birbirimizi anladıktan sonra açık olabileceğiını düşündüm.
Ama bunu başaramadım. Ona seninle beraber olduğumuzu
söylemedim ve sana onun varlığından söz etmedim . Budala­
ca, değil mi?" Mahcubiyetle gülümsedi. Bazen Jörg'ü ziyaret­
lerinden aynı mahcubiyetle dönerdi, mahcuptu, çünkü Jörg'e
dışandaki hayatını itiraf etmeyi yine başaramamıştı; tıpkı
dışarıda, duygularının ve düşüncelerinin ,Jörg'ün etrafında
döndüğünü itiraf etmediği gibi. Bazen de bitkin dönerdi, çün­
kü Jörg'ü sadece görev olarak görmüştü, ayrıca yalan söyle­
mekten bıkmıştı, ama bu kaçınılmazdı, çünkü onun farklı
hayatları farklı gerçekler üzerine kuruluydu, yalanın bağla­
yıcılığına i htiyaç duyan gerçekler üzerine. Sonra yine, çarkın
içindeki Hamster gibi hiç durmadan koşturup durduğu hal­
de, Jörg, hapishane, devlet ve kendi durumu karşısında his­
settiği çaresizli.ğe kapıldı. Hayır, Margarete konuklardan hiç­
birini, Jörg'e yakın olmakta güçlük çektiği için horgörmüyor­
du. A ma pazar gününü düşündükçe mutlu oluyordu, o zaman
80

konak yine boş ve kendisi yalnız olacaktı.


Margarete'nin ayaklarının altındaki otlar, ona hayal etmiş
olduğundan daha iyi bir his veriyordu kesinlikle. Otların sap­
ları nemliydi, kaygan ve yumuşaktı, Margarete'nin içinde
adımlarını kaydırma isteği uyandırıyordu. Margarete kay­
ınayı abartınca dengesini kaybetti ve sırtüstü öyle bir düştü
ki bir an için soluğu kesildi. Yerde uzanıyor, sol yanı ona acı
veriyor ve o gülüyordu. Adımlarının haddini bilmezliğine ve
düşmeden önce kapıldığı kibre gülüyordu. Yoksa konukları
horgörmüş müydü? Yalnız olmayı seviyordu ve çok yalnızdı.
insanlarla karşılaştığında genellikle ona çok yabancı geliyor­
lardı, yaptıklarıyla anlaşılmaz, güvenleriyle ürkütücü. Acaba
Margarete'nin yabancılığın mesafesi olarak gördüğü, gerçek­
te kibrin mesafesi miydi? Gözlerini ağaçların dallarına ve
gökyüzüne çevirdi, rüzgarda yaprakların titrediklerini gör­
dü, kayan bir yıldız gördü, ama az sonra onun bir uçak oldu­
ğunu anladı. Derken karga sesleri duydu, çok yakında ve çok
yüksek. . . Bir düşman mı keşfetmişlerdi, onu kovalam ak mı
istiyorlardı, yoksa kavga mı ediyorlardı? Kargalar geceleri
uyanıp, kavga ederler miydi? Biraz daha gaklarlarsa, konak­
taki herkesi uyandıracaklardı.
Margarete ayağa kalkıp yürümeye devam etti. İlse'nin
oturmuş ve defterine bir şeyler yazmış olduğu banka kadar
gidip oturdu. O bankı oraya kendisi koymuştu. Uzun zaman,
deniz ya da ırmak kenarında bir ev hayal etmişti. Suya yakın
yaşama hayalini şimdi bu bank ve dere gerçekleştiriyordu ve
Margarete bundan memnundu. Denizi ya da ırmağı sahiple­
nemezdi, dereyi sahiplenmişti.
Bazen, seve seve inzivaya çekilmesi onu rahatsız ediyordu.
Yalnızken hayatın bu kadar tekdüze, bu kadar kolay ve tasa­
sız olması. .. Kaçışa dek, Berlin Duvarı yıkılınadan iki yıl ön­
ce ansızın karşısına çıkmış olan kaçma fırsatına dek, farklıy­
dı, daha cana yakın, ilişkilere daha açık ve daha muhtaçtı.
81

Ama batıda kendini evinde hissetmiyordu ve tekrar doğuya


gidebilme imkanı doğduğunda, doğuya da yabancılaşmıştı.
Serbest çevirmen olarak işi, onun iki haftada bir editörüyle
görüşmesine sebep oluyordu, ayrıca internette aradığı bir
şeyleri bulamadığı zaman, milli kütüphanede araştırma yap­
mak zorunda kalıyor, bunu da yine iki haftada bir yapıyordu
ve bu vesileyle zaman zaman bir başka kütüphane kullanıcı­
sıyla sohbet ediyor, hatta bazen birlikte kahve içiyordu.
Christiane ile müşterek bir evleri vardı. Ama ona ilaveten şe­
hir dışındaki müşterek konak alındığından beri, Margarete
genellikle haftalarca bahçe içindeki küçük evde yalnız yaşı­
yordu.
İnzivaya çekilerek, başkalannın duygularını payiaşamaz
hale mi gelmişti? Christiane'nin Jörg için endişesini paylaş­
maya çalışmıştı, ayrıca kendini Jörg'den hoşlanmaya ve ona
yardım etmeye şartlamıştı. Ama, her ne kadar arkadaşının
erkek kardeşiyle ilişkisini geceler boyu dinledikten sonra an­
lıyor olsa da, bu ilişkiyi hastalıklı buluyordu ve sadece, bir
hastalığı anlar gibi anlıyordu. Jörg'ü de hasta buluyordu. İn­
sanları, aklını başından alan duygular ve çaresizlik yüzün­
den değil, aklı başındayken, soğukkanlılıkla öldüren birinin
kesinlikle hasta olması gerekmez miydi? Sağlıklı bir insanın
tamamen farklı ve daha iyi amaçları olmaz mıydı? Christi­
ane ile arkadaşları, RAF, Alman Sonbalıarı ve teröristlerin
affı hakkında konuşurlarken, Margarete sık sık, hastalıklı
bir konunun, o zamanlar teröristlerin yakalanmış oldukları
ve şimdi konuşanlara da bulaşan hastalık üzerine açılmış bir
konunun konuşulduğu hissine kapılıyordu. Sağlıklı düşüne­
bilen insanlar, acaba dünya cinayetler sayesinde daha iyi bir
dünya olacak mı, toplum katiliere merhamet ederek daha iyi
bir toplum olacak mı, sorularına nasıl uzun uzun konuşarak
yanıt bulmaya çalışabilirlerdi? Tüm bunlar çirkin, tiksinti
verici bir hastalığı çok fazla yüceltiyordu. Hayır, Margarete
82

sadece hasta insanlarla paylaşılan duyguyu paylaşabilirdi.


Bu çok mu azdı?
Sabah serinliği çöktü ve Margarete bacaklarını karnma
doğru çekerek hankın üzerine koydu, geceliğini ayaklarının
üzerine kadar çekip, kollarını hacaklarına doladı. Ortalık bi­
razdan ışıyacaktı. Güneşin ilk ışıklarıyla oradan kalkıp, eve
dönecek, bir kez daha uzanacak ve bir kez daha uykuya da­
lacaktı. Hayır, hem Christiane'yle hem de Jörg ve diğer ko­
nuklarla paylaştığı duygu çok az değildi. Bu, insanların gös­
terdikleri ve aynı zamanda kaçmak istedikleri bir duygusal
sadaka paylaşımı değildi. Margarete yine yalnız olacağına
seviniyordu. Ama diğerleri henüz oradaydılar ve o, hastala­
rın daha fazla hastalanmamaları için elinden geleni yapmak
istiyordu. Bu kararla rahatladığında uyuklamaya başladı ve
başı dizlerine düştü. Soğuk ve ağrılar onu uyandırdıklarında,
doğuda gökyüzü aydınlanıyordu.
Cumartesi
ı

Güneş önce konağın önündeki meşenin tepesini pınl pınl


ışığa boğuyor. Oradaki yuvalarında yaşayan ve çoktan ötme­
ye başlamış olan kuşlar, şimdi, şafak söktüğünden beri, ses­
lerini yükseltiyorlar. Karatavuk öyle güçlü ve ısrarlı ötüyor
ki, köşe odada kim uyuyorsa kesinlikle uyanır ve bir daha
uyuyamaz. Gün ışığı, konağın yola bakan tarafından aşağı
doğru süzülüyor, konağın arkasındaki diğer meşeye, küçük
eve, meyve ağaçlarına ve dereye ulaşıyor. Küçük evin kuzey
tarafındaki ahşap bölmeyi de aydınlatıyor; burası Margare­
te'nin bir tavuk kümesine dönüştürmek ve tavuklar için önü­
ne çitle çevrili bir alan yapmak istediği yer. Ne çok isterdi,
horozun uzun uzun ötüşüyle uyanmayı.
Kuşlar dışında sabahlar sessiz. Köy kilisesinin çanlan an­
cak saat yedide duyulmaya başlıyor, karayolu çok uzakta, de­
miryolu hattı daha da uzakta. Eskiden tarım ve hayvancılık
kooperatifinin araçları sabahları erkenden işbaşı yaparak
yollara düşerierdi ve rüzgar, ahırlardan ineklerin böğürtüle­
rini alıp getirirdi, kooperatif uzun zamandır yok, ahırları ve
ambarları boş, yeri kiraya verildi ve artık civar köydeki bir
çiftlik tarafından işletiliyor. Köyün çalışan sakinleri köyde
çalışmıyorlar, pazar akşamı köyden ayrılıyor ve cuma akşa­
mı geri dönüyorlar. Cumartesi ve pazar sabahlan geç kalkı­
yorlar.
Sabahları sessiz ve melankolik . . . Tıpkı öğlenleri ve akşam-
86

ları, öğleden önceleri ve sonraları olduğu gibi. Sadece sonba­


har ve kışta değil, aynı zamanda ilkbaharda ve yazda da me­
lankolik. Bu, uçsuz bucaksız göğün ve alabildiğine uzanan,
boş kırsalın melankolisi. Gözler ağaçlara, kilise kulesine,
elektrik direklerine ve tellerine tutunamıyor. Uzaklarda dağ­
lar, yakınlarda bir şehir, sınırlar koyan ve sınırlı alanlar oluş­
turan hiçbir şey görmüyor. Kayboluyor. Etrafa göz gezdiren
ziyaretçi, bakışıyla kayboluyor ve bu onu hüzünlendiriyor, di­
ğer yandan öylesine ikna edici ki, içinde yer alma özlemi ziya­
retçiyi ele geçiriyor. Tam anlamıyla kaybolma özlemi . . . .
Her kim burada doğup büyümüş ve bir meslek edinmek,
bir aile kurmak için ilk adımını atmışsa karar vermek zorun­
dadır. Kalmak ya da gitmek. . . Bu göğün altında ve bu boşluk­
ta küçük kalmak ya da kırsaldan uzakta yaşamak pahasına
büyümek. .. Kararını bilinçsizce verse bile, şayet kalırsa, ha­
yatının küçük olacağını, daha o hayat gerçekten başlamadan
önce hisseder ve giderse, hissettiği geride sadece bir yer de­
ğil, bir hayat bıraktığıdır. Küçük ama güzelliklerle dolu bir
hayat. . . Bu yüzden ziyaretçiler tekrar gelir, kendilerine bir ev
ya da bir çiftlik satın alırlar ve hafta sonları kaybolma özle­
mine teslim olurlar. Buradaki küçük hayatın aynı zamanda
çirkinliklerle dolu olması onları rahatsız etmez. Onlar tekdü­
zeliğin ıstırabını çekmez, her ne yapıyorlarsa, aynen bıraka­
bildiklerini tecrübe etmez, miskinleşmez, asabileşmez, ken­
dilerini alkole vermezler.
Bu ezelden beri böyleydi. Onlar ezelden beri vardı; kalan­
lar, gidenler ve dönem dönem büyük şehirde, dönem dönem
kırsalda yaşayanlar. Ezelden beri mesele, içinde yer almak
ya da yollara düşmekti ve ezelden beri bazıları, bunu yapabi­
leceklerine İnananlar, melankoliye kapılmadan, onun tadına
varmayı başardılar. Margarete büyük şehirle deniz arasında­
ki geniş, boş kırsalın çöküşüne dair söylemiere sinirleniyor­
du. Sosyalizm döneminde ya da bildiği kadarıyla, toprak sa-
87

hibi soyluların egemenliği altında durumun daha iyi olduğu­


nu düşünmüyordu. O, siyasi ve ekonomik sistemin önemli ol­
duğuna inanmıyordu. Melankoli önemliydi. Melankoli kırsa­
lı ve insanları diğer her şeyden daha fazla şekillendiriyordu.
Margarete Berlin'e komşu küçük şehirlerden birinde bü­
yümüş ve asla geri dönmernek üzere Berlin'e gitmişti. Üni­
versitede yabancı diller öğrenmek, uzaklara seyahat etmek
ve uzaklarda kalmak istemişti. Ama sonunda yine buraya çe­
kilmişti, önceleri sadece hafta sonları için, sonra aylar için.
Gecikmeli de olsa içinde yer almıştı, ama tamamen değil,
çünkü hala şehirde Christi ane'yle paylaştığı bir evi vardı.
Ama küçük, bahçeli evi, dere kenarındaki bankı, yürüyüşle­
ri, çevirileri, yalnızlığı . . . Bu, daha önce kaçmış olduğu küçük
hayatın bir versiyonuydu ve o bunu biliyordu. Kendisini dep­
resyona sürüklediği zamanlar melankoliden nefret ediyordu.
Fakat çoğunlukla melankoliyi seviyordu. Hatta onun insan­
ları iyileştirebileceğine inanıyordu. Uçsuz bucaksız gökyü­
zünde ve alabildiğine geniş, boş kırsalda kendini kaybeden
insan, kendisine ıstırap verenleri de kaybediyordu. Margare­
te eski dostlarla buluşmanın iyi bir fikir olduğundan şüphe­
liydi. Fakat Christiane, hapisten çıkan Jörg'ü çıkar çıkmaz
buraya getirmekle kesinlikle doğru bir iş yapmıştı. Belki
,Jörg'ün hastalığı kaybolurdu ve diğerlerininki de . . .
2

Jörg herkesten önce ve her şeyin yolunda olduğu duygu­


suyla uyandı; vücudunun, ruh halinin, yeni günün. Sonra
korkuya kapıldı. . . Tıpkı hapishanede aynı duyguyla uyandı­
ğı ve neon lambalarını, açık yeşil duvarları, lavaboyu, kloze­
ti ve küçük, yüksek pencereyi gördüğünde kapılmış olduğu
gibi. Ama şimdi duvarlar beyazdı, bir komodinin üzerinde yü­
zünü ve ellerini yıkayacağı su kabı ve testisi, bir masanın
üzerinde ise Jaleler duruyordu ve büyük pencereden içeriye
taze hava geliyordu. Jörg sadece alışkanlıktan korkuya ka­
pılmıştı. Rahatlayarak ellerini başının altında kavuşturdu ve
planlar yapmak istedi . . . Tıpkı hapishanede her güne, çıktık­
tan sonrası için planlar yaparak başlamış olduğu gibi. Ama
şimdi, sadece plan yapmakla yetinmeyebileceği, aynı zaman­
da onları gerçekleştirebileceği şu anda, zorlanıyordu. Hen­
ner'e ihanetinin hesabını sormak . . . Daha dün olduğu gibi.
Jörg'ün aklına neden başka bir şey gelmiyordu? Christiane
ve Marko'nun planları hala kulaklarındaydı, muhtemelen
Karin, Ulrich ve Andreas'ın da onun için planları vardı. Peki
ama onun neden yoktu?
İlse, meşedeki karatavuk onu uyandırdığı anda, ne istedi­
ğini biliyordu. Yataktan kalkıp, giyindi, defterini ve kalemini
aldı, parmakuçlarında sessizce ilerleyerek, koridordan, mer­
divenden, mutfaktan geçti ve konaktan çıktı. Parka giderek,
derenin kenarındaki banka oturdu. Defterini açıp, yazmış ol-
89

duklannı okudu; kopuk, birbiriyle bağlantısız üç küçük bö­


lüm. Bölümler arasında bağlantı kurmalı mıydı? Jan'ın Fran­
sız yoldaşlar tarafından ambulansa konarak, Almanya'ya ge­
tirilişini ve ikinci kez ölü benzeri bir hale sokulduktan sonra
tabuta konuşunu ve cenaze töreni sırasında açık tabutun için­
de yakınlarına gösterilişini yazabilirdi. Yoksa Jan'ın sahilde
olduğu bölüm üzerinde mi çalışmalıydı? Jan kahrolası siste­
me, siyaset ve ekonomi dünyasının pisliklerine, lanet aynasız­
Iara küfretmiş olmalıydı. İlse böyle yazmak istemiyordu. Ama
Jan'ı bir terörist gibi konuşturmayı başaramazsa, onu öldürt­
rneyi nasıl başaracaktı?
İlse konaktan sessizce çıkmıştı, ama. . . Karin'in rüyasına İl­
se'nin parmakuçlarının altında gıcırdayan tahta döşemeler gir­
di. Karin rüyasında geç kalmıştı, cemaatin onu beklediği kilise­
ye sessizce, kimselere görünmeden girmek istedi, ama tahta dö­
şemeler yürüyüşünü ele verdi ve tüm gözler bir anda üzerine
çevrildi. Uyandı. Kocası hala uyuyordu, onu uyandırmayı çok
istediyse de yapmadı. Dua etti, ya da belki bu bir meditasyon­
du, belki de gerçeğe ulaştığı bir an. Akşam söylemiş olduklan
doğru muydu? Teröristleri yollarını şaşırmış erkek ve kız kar­
deşleri olarak mı görüyordu? Jörg'e karşı kardeşçe duygular
besliyor muydu? Böylesi duygulara sahip olmak istiyor muydu?
Yoksa sahip olmak zorunda olduğunu mu düşünüyordu?
İngeborg da gıcırdayan döşemeler yüzünden uyandı. İlse'nin
adımlarını duydu ve gelip giden başka adımlar olup olmadığı­
na kulak kabarttı. Ama başka ses duyulmadı. İngeborg saate
baktı ve kocasını dürtükledi. "Haydi kalk, diğerleri uyurken gi­
delim."
Ulrich başını hoşnutsuzlukla salladı, kızgındı, çünkü İnge­
borg kendisini uyandırmıştı ve kaçmak istiyordu. Güzel ka­
dın, diye düşündü Ulrich, ama ne zaman bir zorlukla karşı­
laşsa, sıvışmak istiyor. İngeborg'a baktı. Uykulu yüzüyle hiç
de güzel değildi.
90

İngeborg ısrar ediyordu. "Kendimi onlara maskara etmek


istemiyorum, hem kendimi, hem de kızımı."
"Hiç kimse maskara olmayacak. Eminim ki onlar son dere­
ce saygılı ve düşüneeli davranacaklar. Ayrıca senin kızın, be­
nim de kızım ve o sıvışmıyor, aksine yüzleşiyor."
"Ya yine tatsızlık çıkarsa?"
"Çı karsa çıkar."
Sıvışmak, ya da yüzleşrnek .. Uyandığı sırada bunlar kız­
larının umurunda değildi. Akşam saçma sapan geçmişti, ama
o iyi uyumuştu ve şimdi sabahtı. Bu hep böyle olurdu; bazen
erkeklerle ilişkileri yolunda giderdi, bazen gitmezdi. Hayat
devam ederdi. Bazen bir gün önce ulaşamadığı bir erkekle bir
gün sonra her şey yoluna girerdi . Muhtemelen, karşısında
paniğe kapılmış olan büyük teröriste bir şans daha verecek­
ti . Ama şimdiye kadar başına hiç gelmemişti bu; şimdi bir er­
kek onun karşısında paniğe kapılıyordu!
,Jörg'ün paniği Marko'yu da düşündürüyordu. Çıplak bir
kız yüzünden paniğe kapılan bir adamdan siyasi otorite ne
kadar beklenebilirdi ki? Marko dört yıldır Jörg hakkında dü­
şünüyordu, çünkü onu, RAF'tan kopmamış olan teröristi, ye­
ni bir terörizmin fikrinin lideri yapmak istiyordu. Jörg'ün
serbest bırakıldıktan sonra büyük yankı uyandırarak siyase­
te geri döneceğini ümit etmişti; bir röportajla, bir basın açık­
lamasıyla, yasa dışı olmayan, ama son derece sert bir çıkışla.
,Jörg'ün özgür kaldığında sayısız planı olacağını ve eyleme
geçmek için can atacağını hayal etmişti. Ama Jörg yorgundu
ve paniğe kapılıyordu. Dört yıllık çaba boşuna mıydı?
Marko başta Andreas'ı çok doğru değerlendirmişti; Jörg'ün
y ankı uyandırırken yasallığın sınırlarını aşmamasını sağla­
yabilen bir avukattı. Sonra kavga etmişlerdi. Ama Marko,
,Jörg isterse, avukatının ona mani olamayacağı konusunda
ısrarlıydı. O bu konuda farklı düşünüyordu. Andreas, Jörg'ün
siyasi budalalıkl arından hoşlanmıyordu. Tebrik mesajı gibi
91

bir şey bir kez daha olursa, vekaletten çekileceğini söyleye­


rek tehdit etmişti. Serbest bırakıldıktan sonra olay yaratırsa
Jörg'le hiç ilgilenmeyecekti. Aslında ctun akşam Andreas'ın
sabrını tüketmişti bile. Evet, yataktan gökyüzüne bakmak
güzeldi, kahvaltıda bayan piskoposu alaya alabilir, sonra yü­
rüyüşe çıkıp, ağaçlara bakabilirdi . Ama kesinlikle pazara ka­
dar dayanamazdı!
İki gün daha orada kalmaya katlanması gerektiğini dü­
şündükçe Henner de dehşete düşüyordu. Uyanır uyanmaz
aklına Christiane ile konuştukları gelmiş ve onu yine üzmüş­
tü. Bu ne biçim bir hayattı! Christiane'nin hayatını düşün­
meyi bırakıp, kendi hayatını düşünmeye başlaması fazla za­
man almadı. Kendi hayatı daha mı iyiydi? İşi iyi gidiyordu,
başarılıydı ve heyecan verici bir röportaj yaptığında, duydu­
ğu heyecan eskisi kadar güçlü oluyordu. Ama kadınlarla iliş­
kileri yolunda gitmiyordu. Henner ilişkileri ne başlatıyor, ne
de sona erdiriyordu, sadece kendini bir anda ilışkinin içinde
buluyor ve sonra gizlice uzaklaşıyordu. ilişki kurduğu kadın­
lar, onun istediği değil, onu isteyen kadınlardı. Her ne kadar
başka türlü bir ilişkinin özlemini duysa da, hem kadınlara
farklı yaklaşmak, hem de yanlış kadınlar tarafından bulun­
maya razı olmak yerine, doğru kadınları aramak konusunda
yeteneksizdi. Bunun annesiyle ilgili olduğunu bilmenin ona
faydası yoktu. Bazen, annesinin ölümüyle özgür olacağını
düşünüyordu, ama hemen ardından gerçekten böyle olaca­
ğından şüphe ediyordu. işinin, her ne kadar sorunu çözmese
de, faydası dokunuyordu. Ama artık o da eskisi kadar iyi gel­
miyorrlu ve o hafta sonu işi yoktu.
Henner mutfağa girdiğinde, Christiane ve Margarete kah­
valtı hazırlıyorlardı. "İlk kalkan ben miyim?" Margarete
onaylayarak başını salladı ve ona kahveyle değirmeni verdi.
Christiane yumurtaları kırdı, soğanları ve jambonları, man­
tarları ve domatesleri küçük küçük doğradı ve bir an için
92

Henner'e gülümsedi. Margarete tabak, çatal ve bıçakları bir


tepsiye koyup, terasa götürdü. Hiç kimse konuşmadı. Sonra
Henner arabayla göl kıyısmdaki küçük şehre gidip ekmek al­
dı. Geri döndüğünde, diğer ikisi terasta oturmuş, ilk kahve­
lerini ve ilk proseccolarını içiyorlardı, Henner de yanlarına
oturdu. Christiane yine bir an için ona gülümsedi; Henner
bunun sinirli bir gülümseme olduğunu o zaman fark etti.
Christiane'ye her şeyin yolunda olup olmadığını, iyi uyuyup
uyumadığını sormak istedi. Ama Margarete elini Christi­
ane'nin omzuna koyduğunda, Henner soru sormayı gereksiz
buldu. Öylece, her biri kendi düşünceleriyle baş başa, suskun
oturarak, parkı seyrettiler.
3

Herkes masanın başında toplanana kadar saat on oldu.


Son olarak Dorle geldi. Saçlarını at kuyruğu yapmış, ruj sür­
memişti, üzerindeki bol, beyaz keten etek ve beyaz keten
bluzla zinde ve hoş görünüyordu; masanın etrafında cesurca
dolaştı ve teker teker herkesi bir reveransla selamladı. VI­
rich gurur duyuyordu. Kızı kendini yeniden bulmuştu. Okul­
da bir tiyatro grubundaydı; Ulrich onu ayrıca özel tiyatro
derslerine yollayacaktı.
Jörg sadece herkesin gelmesini beklemişti. "Dün benimle
ilgili mümkün olan her şeyi öğrenmek istiyordunuz. Ben de
sizinle ilgili bir şeyler öğrenmek isterdim, daha doğrusu . . . "
Ulrich, Jörg'ün cümlesini bitirmesine izin vermedi. "Ama
sen dün benim seninle ilgili öğrenmek istediğim şeyi söyle­
medin. Bugün söyleyecek misin?"
"Söylemedim . . . "
"Hayır, söylemedin, sonra karım imdadına yetişti ve sen
yatmaya kaçtın."
"Üzgünüm, ne sorduğunu hatırlamıyorum . Belki şimdi ... "
"Sana ilk cinayetini sormuştum. İlk cinayetinde neler his­
settiğini. O sırada hayata dair bir şeyler öğrenip öğrenmcdi­
ğini. "
İngeborg bu kez müdahale etmedi, diğerleri d e Ulrich'in
pes etmemesini kabullenmişlerdi. Herkes Jörg'e bakıyordu.
Jörg konuşmak ve kelimelerine vurgu katmak ister gibi el-
94

lerini havaya kaldırdı ve hemen ardından indirdi. Sonra bir


kez daha kaldırdı ve bir kez daha indirdi. "Ne söyleyebilirim
ki? Savaşta ateş edilir ve öldürülür. Bir insan o sırada ne his­
sedebilir ki? Ne öğrenebilir? Biz savaştaydık, bu yüzden ben
ateş ettim ve öldürdüm. Şimdi memnun musun?"
"Senin öldürdüğün ilk insan, sana arabasını vermek iste­
meyen bir kadın değil miydi? Bir banka soymuştun ve o sıra­
da kaçmak zorundaydın, değil mi?"
Jörg evet dereesine başını salladı. "O kadın sanki canın­
dan daha önemliymiş gibi beş para etmez arabasına sımsıkı
tutundu. Ateş etmek istemezdİm ama . . . Başka çare yoktu.
Şimdi sakın bana, o kadının benimle savaşmadığını, benim
onunla savaşta olmadığımı söyleme. Savaşta sadece askerle­
rin ölmediğini sen de benim kadar iyi biliyorsun."
"Kollateral hasar, değil mi?"
"Ne diye alay ediyorsun? Bana, bizim yanlış bir savaş ver­
miş olduğumuzu söyle, sana karşı çıkmam . . . Biz durumu
yanlış değerlendirmiştik. Ama her halükarda biz o savaşı
verdik ve nasıl savaşılırsa, öyle savaştık. Başka türlü olabi­
lir miydi ki?"
Karin, Jörg'e hüzünle baktı. "Bu seni üzüyor mu?"
"Üzmek mi?" Jörg omuzlarını silkti. "Sonunda bir hiçe dö­
nüşmüş bir planının peşinden gitmiş olmamız elbette beni
üzüyor. Başka neye dönüşebilirdi . . . Bilmiyorum."
"Ben kurbanlan kastediyorum. Kurbanlar seni üzüyor mu?"
Jörg yine omuzlarını silkti. "Üzmek? . . Bazen onları düşü­
nüyorum, Holger'i, Ulrich ve Ulrike'yi, Gudrun'u ve Andreas'ı
ve . . . Savaşmış ve ölmüş olan herkesi düşünüyorum ve evet,
arabasını bırakamayan o kadını da düşünüyorum bazen, ay­
rıca beni tutuklamak isteyen polisi, bu devleti savunmuş ve
onun için ölmüş olan pek kıymetli asilzadecikleri . . . Dünyanın
başka türlü bir yer olmaması beni üzüyor, yani aslında . . . As­
lında dünya başka türlü bir yer olsaydı. .. Yani tabii ki keşke
95

hiç kimsenin savaşmak ve ölmek zorunda kalması gerekme­


seydi, ama ne yazık ki dünya öyle değil."
"Dünya suçlu, anlıyorum. Bu aptal dünya neden olması ge­
rektiği gibi olamıyor?" Ulrich güldü. "Sen gerçekten bir tanesin."
"Şu ucuz alaylarını kes artık. Jörg'ün neden söz ettiği ko­
nusunda hiçbir fikrin yok. Aynasızlar seni öldüresiye dövdü­
ler mi? Depoda ellerini ve ayaklarını bağlayıp, iki gün sicliği­
nin ve dı şkının üzerinde yatırdılar mı? Yemeği ağzına, soluk
boruna ve bronşlarına, ciğerlerin iflas edene dek tıkıştırdılar
mı hiç? Yıllarca seni her gece uykundan ettiler mi? Yıllarca
her sesten mahrum etti ler mi?" Marko masanın üzerine eğil­
miş, Ulrich'e çıkışıyordu. ''Gerçekten savaş vardı. .. Jörg o sa­
vaşı kendi kendine uydurmadı. O zamanlar bunu sen de bili­
yordun . . . Herkes bunu biliyordu. Bana, o günlerde neredeyse
silahlı mücadeleye de gireceklerini anlatan öyle çok solcuyl a
karşılaştım ki ! Onlar bunu yapmadılar, savaşmayı ve yenil­
giye uğramayı seve seve başkalarına bıraktılar. . . Kendilerini
temsil edenlere. Bir insanın savaştan korkmasını ve kendini
dışında tutmasını anlarım. Fakat senin, sanki savaş olmamış
gibi davranınana söyleyecek söz bulamıyorum."
"Yine de ne çok konuşuyorsun. Hiç kimse beni temsil et­
mek için savaşa girmez. Ayrıca arabalarını vermeye yanaş­
mayan kadınları, ya da genel müdürleri gidecekleri her yere
göturmek zorunda olan şoförleri benim için vurarak öldür­
mez. Sizin için?" Ulrich masadakilere baktı.
Karin başını salladı. Hala hüzün dolu gözlerle Jörg'e bakı­
yor, duyduklarına inanmak istemiyordu. Buna rağmen Jörg,
Marko ve Ulrich'in söylediklerinde onlan uzlaştırahileceği
bir şeyler bulmaya çalışıyordu. "Hayır, Ulrich, ben de kimse­
nin beni temsil ederek öldürmesini kabul edemem. Ama ah­
laki açıdan çökmemiş bir hayat sürmek istiyorsak, burj uva
toplumunu geride bırakmak zorunda olduğumuza biz hepi­
miz inanmıştık. Ayrıca . . .
"
96

"Düpedüz zırvalık." Andreas aşağılayıcı bir tavırla homur­


dandı. "Toplum sana uymuyorsa, manastıra gidebilirsin, ya
da Provence'de arıcılık yapabilir veya Hebrid Adaları'nda ko­
yun yetiştirebilirsin. Bu kesinlikle insanları öldürmek için
gerekçe değil."
Karin pes etmedi. "En son çare olarak silahlı mücadeleye
başvurulmamış olsaydı, içimizden pek çoğu toplumu terk et­
me veya değiştirme özgürlüğünü elde edebilir miydi? Silahlı
mücadele bizi temsil etmek adına verilmedi. Fakat bizim ha­
reket edebildiğimiz alanı genişletti. Yine de bu mücadelede
öldürenler, aşma hakları olmayan bir sınırı aştılar. Bizim öl­
dürmeye hakkımız yok. Senin bundan söz edişine gelince,
Jörg. . . Hapishane insanı bu hale mi getiriyor? Böylesine so­
ğuk? Böylesine ruhsuz? Eminim ki senin içindeki insan, dışa­
rıya gösterdiğinden farklı görünüyordur."
Jörg birkaç kez ağzını açacak oldu, fakat ne cevap verece­
ğine karar veremedi. Karin de konuşmaya devam etme çaba­
sı göstermedi, Ulrich, Marko ve Andreas da. Ama diğerleri
tam rahat bir soluk alıp, birbirlerinden ekmek istemeye, bir­
birlerine marmelat uzatmaya, hava tahminleri ve o günkü
planları hakkında konuşmaya başlamışlardı ki, Jörg şöyle
dedi: "Henner'e bir şey sormak istiyorum, tabii şimdi sakın­
cası yoksa."
Henner, Jörg'e gülümsedi. "Neden bu kadar resmi?"
"Başka kahve isteyen?" Christiane ayağa kalkıp, Hen­
ner'in yanına gitti.
"Önce beni hapse yollayıp, sonra da hapisten çıkışımı be­
nimle birlikte kutlamak nasıl bir duygu?"
"Sen neden söz ediyorsun?"
"Aynasızlara benim Odenwald'da kulübem olduğunu sen
söyledin. . . Yapmaları gereken tek şey orada beklemekti, ta ki
bir gün ben . . . "
"UffTI" Termos Christiane'nin elinden kaymış, Henner'in
97

pantolonuna ve ayaklarına sıcak kahve dökülmüştü. Henner


ayağa fırladı ve peçeteyi alıp, üzerini temizlerneye çalıştı.
"Gel benimle." Henner tereddüt edince Margarete elini
tuttu ve onu önce mutfak tarafına, sonra fikrini değiştirip,
kendi evinin bulunduğu tarafa çekti. Henner yürümernek
için direnmeye başladı, ama Margarete sadece başını sağa
sola salladı ve onu çekmeye devam etti.
"Ne yapıyorsun?"
"Birazdan açıklayacağım."
"Mecbur muyuz . . . "
"Evet, mecburuz."
4

İkisi, küçük evin önünde durduklarında, Margarete, Hen­


ner'in elini bıraktı.
"Peki, şimdi?"
"Pantolonunu çıkarıp benimkilerden birini gıyıyorsun.
Sonra pantolonunu yıkayıp asıyoruz." Henner şüpheli gözler­
le önce Margarete'nin kalçasına, sonra kendininkine baktı.
Margarete güldü. "Evet, pantolonuro sana biraz bol gelecek,
ama çok değil. Şişman kadınlar olduklarından daha şişman
görünürler."
Henner, Margarete'nin peşinden eve girdi ve etrafa bakın­
dı. Koridor dış kapıdan doğruca mutfağa uzanıyordu, hemen
solda, içinde çalışma masası, döner koltuk ve yukarıya çıkan
bir merdiven olan büyük bir oda, sağda ise şömineli, kanepe
ve koltuklada döşeli bir başka oda gördü. "Ben nerede . . . "
"Nerede istersen. Ben yukarı gidip sana pantolon getiriyo­
rum." Margarete ağır adımlarla merdivenden yukarı çıktı,
Henner onun bir dolap kapısını açtığını ve sonra kapadığını
duydu, hemen ardından Margarete yine ağır adımlarla aşağı
indi ve ona bir kot pantolon verdi. Pantolon yeni yıkanmıştı,
ele sert ve pütür pütür geliyordu. Henner arkasını dönüp
pantolonunu değiştirdi. Margarete haklıydı; kot boldu, ama
kemerle idare ediyordu.
Margarete mutfaktaki eviyenin altından bir çinko leğen çı­
kardı, Henner'in pantolonunu içine attı, sonra bir horturnun
99

bir ucunu musluğa takıp, diğer ucunu leğenin içine koydu. Ör­
tünün altındaki büyük bidona baktı. "Umanm yeterince su­
yum vardır, aksi takdirde dışan çıkıp, tulumbayı çalıştırmak
zorundasın." Su leğene dolarken, içine biraz deteıjan koydu.
"Pantolon böyle temizlenecek mi?"
"Hiçbir fıkrim yok. Ben çamaşırlarımı çamaşırhaneye gö­
türüyorum." Yere çömeldi ve su köpürene kadar pantolonu
ovalayıp çitiledi. "Biraz yumuşamaya bırakalım mı, ne der­
sin?" Doğrulmak istediyse de acı dolu bir sesle tekrar dizleri­
nin üzerine çöktü. Henner ona doğru eğilip, kolunu beline do­
ladı ve ayağa kalkmasına yardım etti. Tıpkı bir ağaç gibi, di­
ye geçti Henner'in aklından, bir ağacı kucaklayıp doğrultur
gibiyim. Margarete nihayet dik durabildiğinde Henner'e gü­
lümsedi. "Ağrının sebebi disk. Ona hiç dikkat etmedim. Ceza
olarak yerinden oynadı."
Henner'in kolu ha.la Margarete'nin belinde duruyordu. Ko­
lunu çekerken, çekmek için bu kadar uzun süre beklemiş ol­
ması onu utandırdı. "Ameliyat edilemiyor mu?"
"Evet, edilebiliyor, ama belki ameliyattan sonra öncesine
nazaran daha kötü olurum." Meraklı gözlerle Henner'e baktı.
"Ne yapacaksın?"
"Neyi ne yapacağım?"
"Jörg'ün sorusunu."
"Ona bunun doğru olmadığını anlatacağım. Ben onu hapis­
haneye yollamadım, polise hiçbir şey söylemedim."
"Emin misin?"
Henner kahkahayı salıverdi. "Böyle bir şeyi kesinlikle
unutmam. Evet, o günlerde zaman zaman kendi kendime, bir
gece Jörg kapıma gelir ve benden kendisini polisten saklama­
mı isterse ne yaparım, diye sordum. Bu soruya uzun zaman
kesin bir cevap veremedim. Farklı zamanlarda farklı şeyler
düşündüm. Sonunda çelişkili düşünceleri bir kenara bırak­
tım ve Jörg'ü bir geceliğine evime kabul etmeye, ertesi sabah
1 00

yollamaya karar verdim. Neyse ki hiç gelmedi."


"Haydi gel, biraz yürüyüş yapalım." Margarete Henner'in
tepkisini beklemedi, yürüyüp gitti, mutfaktan çıktı ve meyve
ağaçlanyla dolu çayırlıktan dereye doğru ilerledi. Henner
pantolonunu değiştirirken çıkarmış olduğu ayakkabılarını
gi}ip, arkasından koştu. Margarete'ye yetiştiğinde, "İzin ve­
rir misin?" dedi Margarete, sonra Henner'in sağ koluna girip,
ona yaslandı. Dere boyunca yavaş yavaş yürüdüler. Bazen,
adımlarının ürkütmüş olduğu bir kurbağa suya zıpladı, ba­
zen de su biraz daha yüksek sesle guruldadı. Ormanın dere
kenarına kadar uzanmadığı yerde, yakıcı güneşin altında yü­
rüdüler. Henner Maıgarete'nin yaslanmış olduğu tarafının
terden vıcık vıcık olduğunu hissetti.
"Polise Odenwald'daki kulübeden Christiane söz etmişti."
Henner olduğu yerde kalakaldı ve Margarete'ye baktı.
"Christiane mi?"
"Ben kahveyi onun pantolonuna bu yüzden dökmüş oldu­
ğunu düşünüyorum. Jörg'e, polise bilgi. veren kişinin sen ol­
madığını söyleyememen için."
"Ama Jörg'e az önce söyle mediklerimi daha sonra söyle-
mek zorundayım."
"Zorunda mısın?"
"Sence söylememem mi . . . "
"Belki Christiane'nin umduğu budur. Belki seninle daha
konuşmak, senden bunu rica etmek istiyordur."
Heaner ayağıyla yeri kazıyarak küçük taşlar çıkardı ve
hızla vurup bunlan dereye yolladı. "Bu ne absürt bir oyun!
Abla kardeşini polise ihbar ediyor. Sonra kardeşinin arkada­
şır.dan, ihbar edenin kendisi olduğunu söylemesini istiyor.
Bu arkadaş bir zamanlar onu sevmiş olan ve onun, erkek
kardeşine ihanet etmek istemediği için terk etmiş olduğu ki­
şi." Margarete'ye baktı. "Christiane sana Jörg'ü neden ihbar
ettiğini söyledi mi?"
101

"Bana onu ihbar ettiğini hiç söylemedi. Ama bu açık değil


mi? Jörg için korkmaya artık dayanamıyordu, bu yüzden ola­
maz mı? Onun vurulma ve vurularak öldürülme ihtimalini
ortadan kaldırmak için hiç beklemediği bir anda yakalanma­
sını istiyordu, nedeni bu olamaz mı? Onu korkudan ihbar et­
ti, sevgiden ve korkudan."
"Peki benim bunlarla ne ilgim var?"
Margarete, Henner'in kendisini sadece haksızlığa uğramış
ya da zor duruma düşürülmüş hissedip hissetmediğini yüzün­
den okumaya çalıştı. Henner onun bakışını fark ederek gülüm­
sedi. "Bunu gerçekten bilmiyorum. Ben Christiane'ye bir şeyler
borçlu muyum? Bu bana çok şeye mal olmayacağı için ona yar­
dım etmek zorunda mıyım? Jörg'ün benim bir ihbarcı olduğu­
mu düşünmesi bana neye mal olur?" Margarete'nin gözlerinde
önce şaşkın, sonra muzip bir ifade belirdi. Henner bunu görme­
di. Ciddi ciddi düşünmeye ve konuşmaya devam etti. ''Yoksa
Christiane'ye, Jörg'ün karşısında maskesini düşürüp, onu
Jörg'den kurtararak mı yardım etmek zorundayım?"
"Yoksa Jörg'e, onu Christiane'den kurtararak mı yardım
etmek zorundasın?"
Henner Margarete'nin sorusundaki alayı fark etti. "Ne
oluyor?"
"Şuna son ver artık! Boş yere kafa yorup duruyorsun. İçin­
den ne geliyorsa, onu yap . . . Sonrasında Christiane ve Jörg'ün
ne yapacaklan kendilerini ilgilendirir. Sanki o ikisi çözebile­
ceğin bir matematik problemiymiş gibi davranıyorsun."
Henner yürümeye devam etti ve Margarete ona eşlik etti.
Henner ineinmek istemediği halde incinmişti. Margarete
durduklan sürece kolunu onun kolundan çekmemişti. Hen­
ner artık kolunu çekmek istediğinde, Margarete kolunu sıkı­
ca tuttu. "Olmaz. Önce banka kadar gitmeme, sonra da eve
geri dönmeme yardım etmek zorundasın." Güldü. "Bunu pro­
testo ederek de yapabilirsin."
5

İlse kahvaltıdan sonra yazmaya devam etmek istedi. Def­


terini ve kalemini alıp, dere kenarına gitti, ama daha uzak­
tayken, Margarete ve Henner'in bankta oturduklarını gördü.
Bir yay çizerek ormandan geçti. Tekrar dere kenarına geldi­
ğinde, dere neredeyse iki kat daha geniş görünüyordu; arada
bir yerde başka bir derenin sulan bu dereye dökülüyor olma­
lıydı. Söğüdün altında bir kayık duruyordu, uzun bir zincirle
ağacın gövdesine bağlanmıştı. İlse kayığın içine oturdu ve
defterini açtı.

Sonunda her şey geride kalmıştı. Yoldaşların parayla tutmuş


oldukları, cenaze firması çalışanı, Jan'ı alet deposundan kur­
tardı ve ona çantayı verdi. "Duvarın üzerinden atlamak zorun­
dasın, kapı kapalı." Hava karanlıktı. Jan mezar taşlarının üze­
rinden sendeleyerek geçti, duvara ulaştı, duvara bitişik inşa
edilmiş olan oda mezarlarından birine tırmandı ve duvarın te­
pesine oturdu. Hafif aydınlatılmış bir yol, yolun karşı tarafında
bahçeler gördü, bahçelerin epey gerisinde, hatta paralel yolun
kenarında evler vardı. Yeni hayatı şimdi başlıyordu. Çantayı
aşağı attı ve sonra da kendisi atladı.

Hayır, İlse sabah kahvaltıdan önce çok yazmamıştı. Ama


bir karara varmıştı. Bilmek istiyordu; ya ateş etmek, bomba­
lamak, öldürmek ve ölmek hakkında yazmayı başanrdı, ya
1 03

da bu niyetinden vazgeçer ve kendine başka bir şeyler arar­


dı. Bunu denemeye karar vermiş ve bu kararla birlikte için­
de başarma hevesi uyanmıştı; sadece yazmayı değil, aynı za­
manda hayal kurmayı . . . İlse ürpererek bunun tadını çıkar­
maya başladı: Arabayı havaya uçuran patlamanın ve pence­
reye doğru fırlayan, camı delerek geçtikten sonra kurbana
isabet edip, onu duvara yapıştıran kurşunun ve enseye t utu­
larak, tetiği çekilen silahın hayali.

Jan yol boyunca yürüdü, park etmiş çok sayıda arabanın ya­
nından geçti, diğerlerine göre daha eski, beyaz bir Toyota bul­
du, camını bir taşla kırdı, arabaya bindi, düz kontak yaparak
çalıştırdı ve sürdü. Burası onun şehriydi, her köşesini bilirdi.
Otobana çıkıp, yoğun trafiğe daldığmda, çantayı açtı ve içine
baktı. Kendisi için çantaya bir Alman pasaportu koymuşlardı;
ayrıca elli Marklardan oluşan bir banknot destesi, kurşunlarıy­
la birlikte bir silah ve üzerinde tarih, saat ve bir telefon nurna­
rası yazan küçük bir kağıt. . . Ertesi sabah saat yedide telefon et­
mesi gerekiyordu; telefon numarasını ezberledi, kağıdı yırtarak
küçücük parç&lara ayırdı ve her bir parçayı teker teker hızla gi­
den arabanın camından dışarı atarak, rüzgarda savrulrnaya bı­
raktı. Otoban kenarındaki bir dinlenme tesisinde arabayı park
yerinin en sonuna park etti, bir oda kiraladı ve saat altı buçuk­
ta uyandmimak istediğini söyledi.
Önündeki hayatı düşündü. Erişmeyi ve eriştiğinde soluk al­
mayı umut edebileceği bir hedefi olmayan, kaçış üzerine kuru­
lu b1r hayat... Ama sebep, ister uyutulduktan sonra bir daha
uyanarnama korkusunun gücünü artık korkarnayacağı kadar
tüketmiş olması, isterse yeni hayata atılan adımla eski korku­
ların tesirlerini yitirmiş olmaları olsun. . . Jan kendini hafifle­
miş ve özgür hissediyordu. Nihayet eski hayatının noksanlıkla­
rı sona ernıişti. Nihayet özveriyle, kayıtsız şartsız, yalnızca ve
tümüyle mücadelenin içinde yaşıyordu. Özgürdü, hiç kimseye
1 04

borçlu değildi, kimseye sevgi, kimseye dostluk, hiç kimseye say­


gı göstermekle yükümlü değildi, tek yükümlülüğü kendini bu
davaya adamaktı. Tarifsiz bir mutluluktu bu, tarifsiz bir özgür­
lük sarhoşluğu!
Uyandırma çağrısıyla uyandı, duş aldı ve saat yedide benzin
istasyonundaki telefon kulübesinden, ezberlemiş olduğu numa­
rayı aradı. Akşam saat dokuzda Münih tren istasyonundaki ki­
tabevinde bir kadınla buluşması gerekiyordu; kadının mavi
mantosu, omuz bizasında koyu sarı saçları, omzunda büyük bir
deri çanta ve elinde bir gazete, Frankfurter Allgemeine Zcitung
olacaktı. Kalıvaltı yaptı, sonra onu aracına alacak ve Münih
otohan çıkışında indirecek bir kamyon şoförü buldu. Öğle saat­
lerinde şehirdeydi, üstündekileri değiştirmek için kıyafeiler ve
bir bavul satın aldı, ardından sinemaya gitti. Bir Fransız filmi
gösteriliyordu, çatışmalar ve ayrılıklara dair anlamlı ve duyı,ru­
sal bir öykü. . . Jan sinemadan çıktı ve karşısına çıkan ilk tele­
fon kulübesinden evi aradı. Sonrasında kendini sadece hiçbir
şey söylemediği ve telefonu çabucak kapattığı için bağışladığı,
anlık bir zayıflık duydu ...
Akşam saat dokuzda kadınla buluştu. Kadın onu Schwa­
bing'de bir apartman dairesine götürdü, üstünkörü döşenmiş
tek odalı dairede küçük bir mutfak ve banyo vardı . Kadın ban­
yodan peruksuz ve makyajsız çıktığında, .Jan onu neredeyse ta­
nıyamıyordu; kısacık saçlarıyla çocuksu bir yüz. Kadın ona er­
tesi gün ne yapacaklarını anlattı . Sonra fırında pizza ısıttılar.
Yemekte konuşmadılar. . . Önemli olan tek şey, ne yapılacağıydı
ve bu konuşulmuşttı. Birinci kalite kırmızı şarap Jan'ı şaşırttı .
Şarabın tadına bakarken, şişeyi nereden aldığını kadına sor­
mak istedi. Yudumladıktan sonra sormaktan vazgeçti.
Sonra yatağa uzandılar ve seviştiler. Jan'ın kafasında m­
la'nın hatıraları gezindi. "Haydi sevişelim" derdi ona, canı se­
vişmek istediğinde; "seviş benimle" diyerek tahrik ederdi boşal­
mak istediğinde. Duyguluydu sevişmeleri, yapış yapıştı. O an-
1 05

da Jan öyle bir hisse kapıldı ki, sanki kadın ve kendisi dans edi­
yorlardı; parlak, soğuk ışıkta mükemmel bir dans. Hazzın tarif­
siz saflığıydı bu ve yine, tarifsiz bir özgürlük sarhoşluğu!
Uzun süre yatakta kaldılar. Öğleden sonra hızlı trenle banli­
yöye gittiler, sanki evlerine gidiyorlarmış gibi sokaklarda elleri­
ni kollarını saHaya saHaya yürüdüler ve başkanın villasının
önünden geçtiler. Kadının Jan'a anlatmış olduğu her şey görü­
nüyordu; bahçe kapısı ve bahçeyi çevreleyen duvar güvenlik ka­
meralarıyla gözetlenmiyordu. ViHa arsasının sonuna geldikle­
rinde Jan duvara tırmanarak bahçeye girdi, mazıları siper ala­
rak eve doğru süzüldü, giriş kapısının yanındaki zakkurnun ar­
kasına saklandı ve beklerneye başladı. Zilin çaldığmı duydu,
başkanın bahçe yolunda eve doğru yürüdüğünü gördü, iki evrak
çantası taşıyan özel şoförü ona eşlik ediyordu, başkanın karısı­
nın kapının önüne çıkıp, kocasını karşıladığını, sonra şoförün
içeri girdiğini ve tekrar dışarı çıktığını gördü. Kısa bir sı.ire son­
ra zilin tekrar çaldığını duydu ve başkanın karısının yine kapı­
nın önüne çıktığını gt:ırdü. Bahçe yolunuan eve doğru gelen ka­
dın elinde bir zarf sallıyordu. Kadın zarfı kapının ön:inde teslim
ettiğinde, Jan kar maskesini yüzüne geçirdi, birden fırladı ve
başkanın karısını evin içine itti, ona zorla diz çöktürüp, silahı
kafasına dayadı. Bu sırada bağırıyordu: "Bir saçmalık yapmaya
kalkışmayın, sakın bir saçmalık )'apmaya k::ılkışmayın!" Jan
kadına bajtırıyordu ve mt>rdivenin başında kalakalmış olan,
Jan'ı sakinleştirmek için ellerini havaya kaldıran ve "Sakin
olun, lütfen sakin olun!" diyen kocasına bağırıyordu. Bağlandık­
ları sırada ikisi de karşı koymadılar. Kadın ağlamaya başladı,
kocası konuşmaya devam etti. Jan artık dinleyemeyecek hale
geldiğinde, kadının ağzına, az önce kocasının çıkarmış olduğu
atkıyı tıktı. Adam dehşet dolu gözlerle karısının öğürüşüne bak­
tı ve konuşmayı kesti. Jan adamı merdivenden yukarı çıkardı.
"Kasa yatak odasında" dedi adam ve .Jan onu yat<ık odasına sü­
rükleyip, bir sandalyeye oturttu. "Arkasında . . . "
1 06

Adam kasanın hangi tablonun veya hangi mobilyanın arka­


sında, ya da hangi dolaptaki giysilerin arkasında olduğunu ve
nasıl açılacağını söyleyecekti. Daha sonra Jan, en azından ka­
saya bakmalıydım, diye düşündü; acemi telaşı... Silahını ada­
mın ensesine dayadı ve ateş etti; tetiği çektiği anda gözlerini
kapadı, sımsıkı kapadı ve zangır zangır titredi, tekrar tekrar
ateş etmemek için kontrollü olmak zorundaydı. Gözlerini açtı
ve adamın sandalyeden öne doğru düşmüş olduğunu gördü.
Adamın yanında dizlerinin üzerine çöküp, elini nabzına koya­
cak cesareti kendinde bulamadı. Kanın aktığını gördü, adamı
ayağıyla iteledi, önce usulca, sonra sertçe, ta ki adam sırtüstü
dönene ve gözlerini odanın içine, tavana, Jan'ın üzerine dikene
dek. Jan olduğu yere mıhlandı ve gözlerini ölüden ayıramadı.
Kadının kendisini çağırdığını ve merdivendeki ayak seslerini
duymadı. Kadın onu kolundan yakalayana dek hiçbir şey duy­
madı. "Neyin var senin? Gitmek zorundayız." Jan başını kaldır­
dı, kadına baktı ve başını salladı. "Evet, gitmek zorundayız."

İlse sanki derin bir uykudan uyanır gibiydi. Jan'ı, yatak


odasına son kez bakarken ve başkanın ağlayan karısının ya­
nından geçip giderken, bu berıim eserim, diye düşündürrnek
istedi. Bunu düşünürken soğuk ve gururlu olmalıydı, fakat
aynı zamanda dehşetle ürpermeliydi. Tıpkı İlse'nin eseriyle
ürperdiği gibi.
6

Christiane kalıvaltı sofrasını toplayıp, bulaşıkları yıkadık­


tan ve odalardaki su kaplarını boşaltıp, testileri doldurduk­
tan sonra tekrar terasa çıktı. Herkes gitmişti. Ona mutfakta
yardım etmiş ve sonra yine terasa çıkıp, orada oturmuş olan
Karin ve kocası da ortadan kaybolmuşlardı.
Christiane planlar yapmıştı: Yakındaki gölde tekne gezisi,
parkta piknik, terasta dans. Ama terasta tek başına durur­
ken, birilerinin planiarına ilgi göstereceğine duyduğu inancı
yitirdi. Hatta herkesi tekrar bir araya getirmekten korktu.
Jörg yine Henner'i ihanetle suçlayacaktı, peki ya Henner. . .
Henner n e diyecekti? Henner b u suçlamayı reddettiğinde,
Jörg bundan ne gibi bir anlam çıkaracaktı?
Kendi kendine, Jörg'ün hapishaneye geri dönmesini ya da
güvende olacağı bir yerde bulunmasını istediğini itiraf etti.
Aklını karıştıran haberlerden, onu baştan çıkaran ilişkiler­
den, baş ederneyeceği tehlikelerden uzakta bir yerde . . . Hapis­
hanede geçirdiği yıllar çoğunlukla kötü değildi. İlk zamanlar,
hapishane yönetiminin Jörg'ün burnunu sürtmek istediği ve
onun asabileşerek, isyan ederek, açlık grevleriyle hapishane
yönetimine karşı mücadele verdiği zamanlar kötüydü. Ama
sonra iki taraf da birbirini rahat bırakınayı öğrendi, hapisha­
ne yönetimi Jörg'le, Jörg hapishane yönetimiyle uğraşmadı.
Hatta Jörg'ün mutlu olduğu bile söylenebilirdi. Hapishane
yıllarında Christiane kadar mutsuz olmadı asla.
1 08

Christiane kapının önüne gitti. Ulrich'in Mercedes'i ve


Andreas'ın Volvo'su yoktu. Tüm konukları o iki büyük ara­
bayla gezintiye çıkmış olabilirlerdi. Hayal kırıklığı, endişe ve
rahatlama karışımı bir duyguyla konağa girdi, bir şezlong
alıp, terasta uzanmak istedi. Ama orada birileri vardı; Chris­
tiane, Jörg ve Dorle'nin seslerini tanıdı. Şezlongu yere bırak­
tı, parmakuçlarına basıp odada ilerledi ve açık kapının ya­
nında durup, duvara yaslandı.
"Ben sadece çok büyük hayal kırıklığına uğramıştım. O
yüzden o kadar adice davrandım. Üzgünüm."
Jörg önce hiçbir şey söylemedi. Christiane'nin gözlerinin
önüne birkaç kez yutkunup, ellerini havaya kaldırışı ve son­
ra geri indirişi geldi. Sonra mırıldandı. "Elbette görüyorum,
ne kadar. . . ne kadar muhteşem bir kadın olduğunuzu. Ben
sadece yapamıyorum."
"Ben 'siz' değilim, adım Dorle." Şuh şuh güldü. "Dorothea . . .
Ben tanrıların bir armağanıyım. Al beni. Eğer hapish anedey­
ken erkeklerle birlikte olduysan ve şimdi . . . Bu benim hoşu­
ma gider." Yine şuh gülüşüyle güldü. "Beni erkekleri becerdi­
ğİn gibi becermen hoşuma gider."
"Ben . . . Ben aslında . . . " Jörg kendisinin aslında ne olduğunu
söylemedi. Ağlamaya başladı. Henüz çocukken ağladığı gibi,
acı n ası ve uğultulu sesler çıkararak ağladı. Christiane bu
sesiere yabancı değildi, yine sinirlendi . Erkek kardeşi ağla­
mak zorundaysa güçlü, erkeksi bir ağlama olmalıydı bu. Dor­
le aynı fikirde değildi. "Ağla, küçüğüm" dedi, "ağla." Jörg ağ­
larn ayı kesmeyince, Dorle konuşmaya devam etti. "Evet, kü­
çüğüm, evet. Bu ağlanası bir durum. her şey aglanası, her
şey. Benim cesur erkeğim, benim üz[fjn, bahtsız erkeğim, my
little boy blue." Sonunda bu avutucu, tekdüzeliğiyle kulak
tırınalayan sözde şarkı Christiane'yi öyle sinirlendirdi ki,
b:rden müdahale etmek istedi. Dorle meşhur teröristle yat­
mış olmnkla övünemeyeceğini anlayınca, onun kendisinin
1 09

yanında ağlamış ve kendisi tarafından avutulmuş olduğunu


anlatarak mı hava atmak istiyordu? Christiane terasa çıktı
ve o ikisini gördü. Jörg sandalyesinde dimdik oturuyordu,
gözleri kapahydı ve ağlamaktan harap olmuştu, Dorle onun
arkasında durmuş, üzerine doğru eğilmiş ve kollarını onun
göğsüne dolamıştı, onu usulca sallıyordu. Jörg acısıyla ve
Dorle onu avutma çabasıyla öylesine çaresiz görünüyordu ki,
Christiane kesinlikle müdahale etmek istemedi.
Bu yüzden sessizce oradan uzaklaştı . Hızlı adımlarla dal­
gm dalgın yürürken, koridorda Marko'yla çarpıştı. "Seni arı­
yordum.'' Marko ona pişmiş kelle gibi sırıttı. "Konuşmak zo­
rundayız."
"Diğerlerinin nerede olduklarını biliyor musun?"
"İki evli çift ve Andreas arabalarıyla bir harabeye gittiler.
Dönmeleri uzun sürmez. Ama zaten seninle benim de uzun
zamana ihtiyacımız yok."
"Şimdi mi konuşmak zorundayız?"
"Evet." Marko arkasını dönüp, mutfağa gitti ve tezgaha
yaslandı. "Jörg için yarın basma vermek istediğim bir açıkla­
ma hazırladım. Jörg bunu ihmal eder."
Christiane, Marko'nun peşinden mutfağa gelmiş olduğu
için kendine kızdı. Şimdi onun diğer sabit fikirlerini de din­
lemesi gerekecektil "Ona bunu söyleyeceğim. Başka bir şey
var mı?"
Marko ona yine sırıttı. "Gelecekte Jörg'le aranızın nasıl ol­
masını isterdin, bilmiyorum. Ona bağlı mısın? O sana bağlı,
hala. . ."
"Seninle kardeşim hakkında konuşmayacağım."
"Hayır mı? Ben kardeşinle senin hakkında konuşmadan
önce de konuşmak istemiyor musun? Yoksa onunla konuşma­
ya kalkarsam, benim üzerime de kahve mi dökersin?"
Christiane bıkkın bir tavırla başını salladı. "Beni rahat bı­
rak."
1 1o

"Bırakacağım. Jörg'ün bu açıklamanın basma verilmesine


razı olmasını sağlayacaksın. Henner suçlamayı reddettiğin­
de, Jörg'ün zaten aşikar olanı, kendisini senin ihbar etmiş ol­
duğunu anlamasını engelleyemem. Eğer bunu yapan kişi sa­
dece çok eskiden beri tanıdığı biri olabilirse ve eski dostu de­
ğilse . . . Ama ben hiçbir şey söylemeyeceğim." Güldü. "Kahve­
yi dökmen gerçekten aptalcaydı. Henner muhtemelen
Jörg'ün suçlamasına karşı kendisini öylesine beceriksizce sa­
vunacaktı ki, Jörg ona inanmayacaktı. Bazen gerçekler kula­
ğa yalan gibi gelir."
"Beni rahat bırak."
"Açıklama yarın basının elinde olmak zorunda ve sen ya­
rın sabah erkenden Jörg'ü ikna edemezsen, onu ben ikna et­
mek zorunda kalırım. Yapmış olduğun şeyi ona anlatırsam,
ikna ederim." Marko, Christiane'ye birden ciddi ciddi baktı .
"Seni buna ne sürükledi? Jörg için duyduğun korku mu? Öz­
gür ölmesindense, hapishanede yaşaması daha mı iyiydi?
Ben bunu anlamıyorum." Omuzlarını silkti. "Umurumda da
değil." Tezgahtan doğruldu ve mutfaktan çıkıp gitti.
Marko'yu evden atabilir miyim? Henner'i ihaneti üstlen­
meye ikna edebilir miyim? Onu, Jörg'ün ona inanmayacağı
kadar kötü duruma düşürebilir miyim? Andreas'ı oyuna geti­
rebilir miyim? Basın açıklamasını değiştirerek yumuşatabi­
lir miyim? Kaçabilir miyim? Yapmış olduğum şeyi neden yap­
mak zorunda olduğumu Jörg'ün anlamasını sağlayabilir mi­
yim?
Christiane polise nasıl bilgi vermiş olduğunu hatırladı.
Kendi kimliğini gizlemişti ve böylece biraz olsun, polise o bil­
giyi kendisi vermemiş, bilgi ellerine kendiliğinden ulaşmış
gibi hissetmişti. Jörg hapishanede güvendeyken, hissettiği
rahatlamayı hatırladı. O özgür olduğu sürece duyduğu kor­
kuyu hatırladı. Bu bir insan için, dağa tırmandığında veya
planörle uçtuğunda, ya da otomobil yarışı yaptığında hissedi-
1 1 1

len türden bir korku değildi. Bu, Christiane'nin boğazında


korkuyu, acıyı ve suçu birbirine bağlayan bir düğümdü.
Jörg'ü çoktan kaybetmiş olmanın acısı, onu büsbütün kay­
betme korkusu ve bir abianın suçu, kardeşini sadece bir uya­
nyla kurtarabilecekken, kurtarmamış olduğu için. Christi­
ane ihanetle birlikte suçun da yükünü taşıyordu. Ama
Jörg'ün hayatı karşısında bu suçun ne önemi vardı ki!
Sonra Christiane'nin aklına, Jörg'e her şeyi vermiş olduğu
hapishane yılları geldi. Christiane böylece ihanet suçunun
bedelini ödediğini düşünmüştü. Bu yeterli değil miydi? Şim­
di bir de Jörg'ün sevgisinden mahrum bırakılması mı gereki­
yordu? Öyle olacağı varsa, öyle olacaktı. Christiane şaşkın­
lıkla, o ana dek düşünülemez olanı, dünya durmadan ve ha­
yat sona ermeden düşünebildiğini fark etti.
7

Christiane parka, cep telefonunun çektiği yere gitti. Eski­


den orada küçük bir göl olduğunu duymuştu ve telefon eder­
ken, her seferinde olduğu gibi, acaba toprak hala nemli mi ve
telefonun çekmesinin sebebi nemlilik mi, diye sordu kendi
kendine. Dereden göl çukurluğuna ve göl çukurluğundan
tekrar göle uzanan kanalı yenilerneyi ve küçük gölü yeniden
doldurabilmeyi hayal etti.
Karin'i aradı. Planlarını gerçekleştirme hevesini yitirmiş­
ti ve Karin'e göl kenarındaki şatoya da gitmelerini ısrarla
tavsiye etti, bulundukları yere çok uzak değildi. "Keyfinize
bakın. Ben aperetifi saat altıda hazırlarım."
Geri dönerken, ağaçların arasından, Margarete ve Hen­
ner'in dere kenarındaki bankta oturduklarını gördü. İlk anda
yüreği burkuldu, sonra bu da vazgeçişler ve vedalarla besle­
nen ruh halinin bir parçası oldu. Sevdiklerinden hiçbiri ken­
disine kalmayacaktı. Ona sadece iş, şehirdeki ev ve şehir dı­
şındaki konak kalacaktı. Hastalar ve meslektaşlarla iş . . .
Bunda bir sorun yoktu. Ama evin ve konağın tadını biriyle
birlikte çıkarmak istiyordu, Margarete'yle, Jörg'le ve -son
geceden beri birkaç kez aklından geçmişti bu- Henner'le.
Christiane konağın etrafında dolaşıp, yola açılan büyük
bahçe kapısından çıktı. Tarım ve hayvancılık kooperatifinin
eski başkanı, büyük bir tahıl ambarında ve geniş bir çayırlık­
ta eski tarım araçları koleksiyonunu sergileyen ve ziyaretçi
1 13

beklentisiyle çite yaslanmış olan komşusu, Christiane'ye ses­


lendi. Acaba genç adam Christiane'nin evini bulahilmiş miy­
di? Genç adam naziktı, selam vermiş, teşekkür etmiş ve git­
mişti. Christiane komşunun kendisiyle konuşmasına sevindi.
İki yıldır yılın belli zamanlarında burada oturmasına rağ­
men, komşu hiç selam vermez ve eski bir makam sahibi ola­
rak hu davranışıyla köyün diğer sakinlerine örnek olurdu.
Fakat komşuya genç adamın bir muhabir gibi görünüp gö­
rünrrıediğini sorduğun da, a damın şüphelendiğini ve bundan
hoşlanm adığmı hemen hissetti. Şatodan bildirilebilecek ne
vardı ki? Hakikaten bu hafta sonu neler oluyordu? Neden ka­
pının önüne bu kadar çuk araba park etmişti? Christiane
uzun zamandır birbirlerini görmemiş ve nihayet evinde bir
araya gelmiş olan eski dostlarmdan söz etti. Ama adam teh­
ditkar imalarda bulundu; eğer burada bir şeyler yasalara uy­
gun biçimde yapılınıyorsa, m uhabirler bu yüzden gelmemiş
olsalar bile, bu onların da kulağına gidebi lirdi.
Christiane yürümeye devam etti, haralıeye dönmüş papaz
evinin, yıllardır onarılan ve daha yıllarca onarılacak olan ki­
lisenin, posta atlarının yüklerini yüklemek ve indirmek için
kullanılan eski istasyonun, şehit askerler için bir anıtın yer
aldığı köy meydanının önünden geçti. Tek bir insana bile
rastlamadı. Otobüs durağındaki küçük bekleme yerinin
önünden geçtiği sırada, üç genç plastik taburelerde oturmuş,
bira içiyor ve sessizce Christiane'ye bakıyorlardı. Onun bek­
lenmedik varlığı gençleri ürkütmüştü. Evet, Christiane oıa­
da bir yabancıydı . . . Bu onun ruh haline uyuyordu.
Gözleri, komşusunun sözünü etmiş olduğu genç adamı arı­
yordu. Acaba o da köyde mi dolaşıyordu? İnsanlara onun
hakkında sorular mı soruyordu? .Jörg'ün afla çıktığını ve
onun, Jörg'ün ablasının, burada yaşadığını öğrenmiş miydi?
Christiane park halin deki her arabanın plakasına bakıyor­
du. Bir muhabirin ya Berlin'den, ya Hamburg' dan, ya da Mü-
1 14

nih'ten gelmiş olabileceğini düşündü. Sonra bu arayışını ken­


disine yakıştıramadı ve bunu kendine yasakladı. Vazgeçişler
ve vedalarla beslenen ruh halinden de bıktı. Neşeli olması
mümkün değildi, ama üzgün olmak için de inat ediyordu. Oy­
sa onları aklından çıkarmak istiyordu, muhabiri, Marko'yu,
sırnaşık kızı. . . Ayrıca sevdikleri onu istemiyorlarsa, cehenne­
min dibine gidebilirlerdi.
Kibirli inadı, evinin bulunduğu sokağa geri dönene kadar
sürdü. Sokak uzun değildi, ama ıssızdı; bir tarafında harabe­
ye dönmüş papaz evi, pasianmış tarım aletleri, Christi­
ane'nin arazisinin yıkık dökük duvarı, diğer tarafında koope­
ratitin insanın ruhunu karartan, kullanılmayan ambarları
ve alet depoları vardı. Sokağa kaldırım döşenmemişti; Chris­
tiane attığı her adımla incecik tozu havalandırıyor ve toz, bir
elbisenin uzun kuyruğu gibi onu takip e tmek için y eterince
uzun bir süre boyunca yerden yukarıda kalıyordu. Sanki geç­
mişin pelerini omuzlanından aşağı sarkıyor, diye düşündü,
arkasına dönüp baktığında. Korku yine oradaydı, Jörg'ü kay­
betme, Margarete'yi kaybetme ve işten başka artık hiçbir şe­
ye sahip olarnama korkusu. . . Hava çok sıcak değildi , ama gü­
neş yakıyorrlu ve ansızın Christiane'nin içinde, ona acı veren­
lere, acı verme arzusu doğdu.
Dorle ve Marko terasta oturuyorlardı. "Jörg uyumak için
odaı"ına gitti. Marko şimdi bana Jörg'ün ne kadar büyük bir
kahrı:ıman olduğunu ve dünyaya, nihayet bunu kavrayacağı
bir açıklamayı okuma imkanı verilmesi gerektiğini anlatıyor­
du." Christiane'ye anlamını sadece kadınların anlayabileceği
bir biçimde gülümsedi, erkeklerin kahraman olmadıklarını,
aksine küçük ya da olsa olsa büyük çocuklar olduklarını ikisi
de biliyordu. Sonra Marko'ya gülümsedi. "Kahramanın bağış­
lanınayı neden dilemiş oldu�ıunu bana açıklayalıilir misin?"
Christiane aslında ne Marko'nun kendi basın açıklaması­
nı övmesini dinlemek, ne de Dorle tarahndar.. gizli suç ortağı
1 15

haline getirilmek istiyordu. Ama yine de yanlarına oturdu.


"O bağışlanmak için yalvarmadı. Bir dilekçe verdi, tıpkı
yıllık izin, ya da ehliyet veya inşaat izni için dilekçe verir gi­
bi. Neden bunun için de verilmesin ki?"
"Bağışlanmayı istemek, ben aslında başıma geleni hak edi­
yorum, ama bana bundan daha fazlasının çektirilmemesini
çok rica ediyorum, anlamına gelmiyor mu?"
"Başkaları bunu böyle görebilirler. Devrimci için söz konu­
su olan sadece, dışarı çıkabilme ve mücadeleye devam edebil­
me fırsatıdır. Fırsat olursa, onu yakalar. Devrimci kaçar, kaç­
mak için türlü numaralar çevirir ve yalan söyler, mahkeme­
de mücadele eder, ilk celseden ikinciye, üçüneüye gider, di­
lekçeler verir."
"Bu ne biçim saçmalık." Christiane öfkelendi. "Jörg mah­
kemede paçasını daha kolay kurtarmak için yalan söylemedi.
Hapishanedeyken, bunu daha kolay hale getirecek herkese
dilekçe vermedi. O açlık grevine girdi, bir kereden fazla."
Marko onayiareasma başını salladı. "Açlık grevi devrimci
mücadelenin parçasıdır. intihar devrimci mücadelenin par­
çasıdır. Bunlar, devletin mahkCı.mlara hükmedemediğini,
mahkumların pasif değil , aktif olduklarını gösterir dünyaya.
Ayrıca verdikleri mücadelenin özveriye dayandığını, gerekir­
se bu uğurda kendilerine zarar verebileceklerini, kendilerini
öldürebileceklerini gösterir. Ben devrimcinin her şeyi dışarı
çıkabilmek için feda ettiğini söylemedim. Mücadele hapisha­
nede sürdürülebiliyorsa, devrimci mücadelesini hapishanede
sürdürür. Ama açlık grevlerinin ve intiharların zamanı geri­
de kaldı. Artık mücadelenin dışarıda verilmesi şart oldu.
Jorg bu yüzden o dilekçeyi verdi."
"Tamam, anladım. Bence bir bağışlanma dilekçesi dünya­
ya , devletin hükmedebildiğini gösteriyor ve elbette iyi niyet­
le hükmetmesi gerekiyor. Buna da tamam. Jörg hapishanede
küf bağlasa, bunun kime ne faydası olur ki?" Dorle esneyerek
1 16

-ıyağa kalktı. "Sanırım ben de vurup kafayı yatacağım. Prog­


ram ne zaman devam ediyor?"
"Saat altıda aperetif var. Ama yardıma ihtiyacım olabilir...
Beşte mutfağa gelir misin?"
Dorle başını salladı ve gitti. Jörg'ün yanına mı gitti? Bu,
Christiane'nin urourunda değildi. Dorle onun Jörg'ünü elin­
den almayacaktı. Tehlikeli olan Marko'ydu.
Marko hemen fırsatı değerlendirdi. "Şimdi anlıyor musun?
Bir açıklama olmadan herkes bunu Dorle'nin gördüğü gibi
görür. Burnunu sürtmüş oldukları Jörg, boyun eğmiş olan
Jörg. . . Onun böyle anılmasını istiyor olamazsını Ayrıca onun
bununla yaşamaya devam etmesi nasıl beklenebilir, söyler
misin? Bu onun tüm hayatını hiçe saymak demektir."
"Bırak da bunu o düşünsün. Neden onu baskı altına almak
istiyorsun?" Fakat Christiane bunu söyler söylemez, Mar­
ko'yu anladı. Marko dün gece Jörg'ü övdüğünde ve teşvik et­
tiğinde, gözlerinin önüne Jörg'ün yüzünde beliren hayat dolu
ifade geldi ve Jörg'ün, gece parkta yürüyüş yaparlarken, mü­
cadelenin geride kalanlara bıraktığı vazifeden büyük bir
şevkle söz edişini duyar gibi oldu. Derken Jörg düşük omuz­
ları, ayaklarını sürüyerck yürüyüşü ve kontrolsüz el kol ha­
reketleriyle canlandı zihninde. Marko baskı yapılmazsa,
Jörg'ün basın açıklamasının lehine veya aleyhine mantıklı
bir karar vermesinin mümkün olmadığını anlamıştı. "Açıkla­
mayı okuyalıilir miyim?"
"Elbette." Marko gömleğinin cebinden, katlanmış iki sayfa
çıkardı ve sayfaları açıp, Christiane'ye verdi. Christiane oku­
ınaya başladı; Almanya'da devrimci mücadele sona ermemiş­
ti, aksine şimdi başlıyordu, ekonomi ve siyaset gibi evrensel­
di, kültürel ve dini engelleri aşıyor, yeni örgütlenme biçimle­
ri buluyor, yetınişli ve seksenli yıllara kıyasla farklı araçlara
başvuruyordu. Metnin sonu şöyleydi: "Sistem devrim karşı­
sında yalaniannın ardına saklanamaz, sistem yaralanabilir,
1 17

silahsızlandınlabilir, aşılabilir. Sistemin gerçek yüzünü gös­


terdiği provokasyonlar, yaralanabilirliğini ortaya koyan pat­
lamal ar, sisteme bel bağlayanların ve ondan beslenenlerin
korunmasızlığını gözler önüne seren suikastlar, korku salan
ve insanlara düşünmeye, farklı düşünmeye zorlayan saldın­
lar. . . Bunlar geride bırakılmış değil. Mücadele devam ediyor."
Christiane Marko'nun neyi denemiş olduğunu anladı.
M2-rko eyleme çağıran ve yol gösteren bir metin hazırlamaya
çalışmıştı, fakat aynı zamanda salt analiz ve öngörü olarak
da okunabilirdi. Deneme başarılı olmuş muydu? Hukuki açı­
dan aykırı ve sakıncalı mıydı? Christiane sayfalan Marko'ya
geri verdi. "Andreas bunu yapmaz. Bu yüzden metni incele­
yecek başka bir avukat bul. Avukat onay vermediği sürece,
ben Jörg'ün bu basın açıklamaı:ıını yapmamasını sağlayaca­
ğım, ne pahasına olursa olsun. Evet, bugün cumartesi, biliyo­
rum. Ama hemen harekete geçersen, yarına kadar bir avukat
bulursun."
Marko ona kuşkulu gözlerle baktı. "Söylesene, sen yok­
sa . . . "
"Senin Jörg'e yarın ulaşamaman için onu kaçıracak ya da
bir yere mi kapatacağım?" Güldü. "Faydası olacaksa . . . Ama
bu işe yaramaz, yani korkınana gerek yok."
"Sen Jörg'e . . . "
"Jörg'e gittiğini söylerim. Ona seni.n şehre, bir basın açık­
laması hakkında bir avukatla konuşmaya gittiğini ve sonra o

açıklamayı kendisine okutmak istediğini söyleri m. B u ı:ı.kşam


ya da yarın sabah erkenden döneceğini de . . . Anlaştık rrıı?"
Christiane bunu son derece büyük bir samirniyetle söyledi.
Aralanndaki çekişmcyi Christiane'nin kazanmış olduğunu
ikisi de b iliyordu.
Marko kızgınlığını içine attı, onaylayarak başını salladı ve
ayağa kalktı. "Öyleyse sonra görüşürüz."
8

Henner de Margarete'yle vedalaştı. "Sonra görüşürüz."


Onu kol kola banka kadar götürmüştü, bankta oturmuş ve
dereyi seyretmişlerdi, sonra onu, yine kol kola, evine geri gö­
türmüştü. Kapının önünde Margarete kolunu kolundan çek­
ti ve içeri girdi; Henner arkasını döndü ve yürümeye başladı.
Ama birkaç adım sonra geri döndü ve Margarete'nin az ön­
ce arkasından kapatmış olduğu kapıyı hızla açtı. "Margare­
te !" Margarete arkasını döndü ve Henner onu koliarına aldı.
Bir an duraksadı, sonra o da kollarını Henner'e doladı. Öpüş­
mediler, hiçbir şey söylemediler, öylece durdular ve kendile­
rine hakim oldular. Sonra Henner gülmeye başladı ve gide­
rek daha yüksek sesle güldü, Margarete onu iterek kendin­
den uzaklaştırdı ve meraklı gözlerle yüzüne baktı.
"Mutluyum."
Margarete gülümsedi. "Bu iyi işte."
Henner onu tekrar kendine çekti. "Seninle olmak güzel."
"Seninle de."
"Ayrıca sen, benim hayatımda ilk öpücüğü vereceğim ilk
kadınsın." Onu öptü ve Margarete yine bir an duraksadı, son­
ra gözlerini kapadı, onun öpücüğünü kabul ederek karşılık
verd i.
Öpücüğün ardından sordu: "İlk kadın mı?"
"Bugüne dek bana ilk öpücüğü kadınlar vermişlerdi hep.
Benim öpmek istemediğim, ya da kendilerinden bunu isteyip
1 19

istemediğimi bilmediğim veya kendilerinden bunu istediğim,


fakat bu kadar çabuk istemediğim kadınlar. . . " Güldü. "Şimdi
iki kat mutluyum. Senin yanında kendimi bu kadar iyi his­
settiğim için ve seni öpmüş olduğum için. Üç kat. Bu öpücük
böylesine güzel olduğu için."
"Benimle gel!" Merdivenden yukarı çıktılar. Çatı arası, için­
de baca, dolap ve yatak bulunan büyük bir mekandı, göğe ba­
kan tek bir penceresi vardı. İçerisi karanlıktı, sıcaktı, havasız­
dı. "Uzanmak zorundayım. Yanıma oturmak ister misin?"
Margarete eteği ve tişörtüyle yatağa uzandı. Henner yata­
ğın kenarına oturdu ve onun yüzünü, kahverengi gözlerini,
yayvan burnunu, hoş kıvnmlı dudaklarını, kahverengi saçla­
rını ve saçlarının diplerinden çıkmış olan beyazları seyretti.
Margarete, Henner'in elini tuttu.
"Perşembeye kadar New York'ta bir konferanstaydım, kök­
tendincilik ve terörizm. İkinci akşam bir kadınla, Londra'dan
gelen bir profesörle yemekteydim, sonra onu oteline bırak­
tım, vedalaşırken, başımı tutup kendisine doğru çekti ve be­
ni dudaklarımdan öptü. Belki bunun hiçbir anlamı yoktu,
belki sadece sıradaulaşmış selamıaşma ve vedalaşma öpü­
cüklerinden biriydi. Ama ben otelime doğru giderken, haya­
tımda ilk kez öpüşme üzerine uzun uzun düşündüm. Sen hiç
öpüşme üzerine uzun uzun düşündün mü?"
"Hım . . . " Henner bekledi, ama Margarete bir şey söylemedi.
"Bizim evde annemle babam dudaktan öperlerdi ve ben
buna neredeyse hiç tahammül edemezdim. Elbette bunu sev­
dikleri için yaparlardı. Ama annemle babam tatil dönüşle­
rimde beni istasyondan aldıklarında ve dönüşüme sevindik­
lerini göstermek için beni dudaklarımdan öptüklerinde, içten
içe onlardan çok soğurdum. Öpücükler yakınlaştıracakları
yerde uzaklaştırırlardı. Vücut temizliğini önemsemeyen ba­
bam üstüne üstlük bir de kokuyorsa, kendime gelebilmek
için silkelenmek isterdim. Babam öleli uzun zaman oldu. An-
1 20

nem tek başına yaşıyor, iki haftada bir onu ziyaret ediyorum.
Beni her karşılayışında dudaklanmdan öpüyor ve bunu öyle
bir yap1yor ki . . . Bunl arı sana neden anlatıyorum? Çok mu ko­
nuşuyorum? Susmalı mıyım? Hayır mı? Beni öyle beklentili,
öyle ısrarlı, öyle hırslı öpüyor ki . . . Bu bana, kendisine hiç yüz
vermeyen bir adama askıntı olan basit bir kızı haürl atıyor.
"Annemle babamın bedensellikleri . . . Ben küçük bir çocuk­
ken, babam bir ya da iki kez benimle birlikte havuza geldi ve
üzerini değiştirmek için kabine giderken beni de yanında gö­
türdiı. Babamın çıplaklığı, onun yumuşak ve beyaz eti, koku­
su, temiz olmayan iç çamaşırları. . . Bu bana öyle itici gelirdi
ki, vicdan azabı çekerdim. Onun çıplak bedenini daha aonra
hiç görmedim, sadece anneminkini gördüm. Bazen o doktora
giderken, ona eşlik ederdim ve o soyunurdu, burut-Ş buruf?,
sarkık derisini ve çarpık kemiklerini çıplak bırakırdı . Bu da
bana itici gelirdi, ama acıma hissi de duyardım . En kötüsü,
bazen onun evindeyken, bağırsaklarım kontrol edemez ve ka­
kasım tutamaz. O zaman yatağını, ya da giysilerini veya
banyonun yerini ve duvarlan pisletir. . . Ne tür ümitsiz hare­
ketlerle ortalığa bu kadar bulaştırdığını bilmiyorum. Utandı­
ğ·ı için önce hiçbir şey söylemez, ama aonra kokar ve artık giz­
lenemeyecek hale gelir ve ben kummuş boklan temizlerim.
Ben sadece samimi ve avutııcu sözler söylerim ve her şey ye­
niden tertemiz olana dek pes etmem. Ama içimde tiksinme,
soğukluk ve diş sıkmadan başka hiçbir şey olmaz. Küçük bir
çocukken babamla birlikte soyunma kabinindeyken duydu­
ğum vicdan azabını duymam. Dehşete düşerim. Kendi içim­
de bulduğum şey, beni dehşete düşürür.
"Hastalarını öldüren hemşirelerin yüzlerindeki ifadeyi bi­
lir misin? Hemşireler samimi ve çok ilgilidirler, ama hastala­
rı sevdikleri için değil, dişlerini sıktıklan için. Hemşireler so­
ğukturlar. Ayrıca zorlanarak verdikleri e mek, sadece sevgiy­
le dayanılabilecek kadar büyük oldugu içi n, bir gün artık da-
121

yanamayacak hale gelir ve hastaları soğukkanhlıkla öldü­


rürler. Yine dt> en kötüler onlar değil. Düşünsene . . . "

"Sen anneni öldürmüyorsun. Sen sadece onun boklarını te­


mizliyorsun." Margarete yattığı yerde doğrularak oturdu ve
Henner'in sırtını okşadı.
"Ama soğukluk aynı soğukluk. Sokakta yürürken, ya da
meydandaki bir kafede otururken, insanları seyrediyorum.
Nasıl yürüdüklerini, tavırlarını, yüzlerindeki ifadeleri . . . Ba­
zen tavırlarmdaki ve ifadelerindeki çabayı görüyorum, h ayat
karşısında gösterdikleri yiğitliği, azar azar olsa bile sürekli
sarf ettikleri kahramanca çabayı... O zaman içim derin bir
acıma duygusuyla doluyor. Ama bu sadece duygı.ısallık. Çün­
kü ben aynı zamarıda insanlara karşı, yanımda bir makineli
tüfek olsa ve mahkemelik olup hapishaneye girme derdinden
çekinmesem, hepsini vurup öl dürebilecek kadar büyük bir
soğukluk hi ssedebiliyorum.'
"Hayatında ilk kez öpüşrnek üzerine uzun uzun düşündü­
ğünde, aklına tüm bunlar mı geldi?"
"O zamandan beri geliyor. Bazılarını ilk kez burada düşün­
düm, bilrnek istiyorum, acaba ben de tıpkı Jörg gibi . . . " Hen­
ner'in bakışlarında bir huzursuzluk belirdi ve Margarete
onun ansızın kendi kendine, şunu sorduğıınıı anladı: Yoksa
Margarete onunla alay mı ediyordu?
Bu soruyu sormasına gerek yoktu. "Ben şimdiye kadar
öpüşrnek üzerine hiç kafa yormadım. Bunu. yapsaydım, bu­
nun sana düşündürttüklerini ben dü�ünmezdim. Bence sen
bir uçtan bir uca atlıyorsun, bok temizlemekten adam öldür­
meye, iyilikten kötülüğe, hayalden gerçeğe . . . Herkes bazen
hayal dünyasında, gerçekte kendini dışında tuttuğu durum­
lara düştüğünü canlandınr."
"Dün ve bugün hiç kendi kendine, Jörg'ün kurbanlarını
nasıl öldürebiidiğini ve senin de bunu yapıp yapamayacağmı
sordun mu? Ben kendimi yaptığı işe inanan bir devrimci mi-
1 22

litan olarak düşünemediğimı, ama kesinlikle soğukkanlı ve


katı yürekli bir katil olarak düşünebildiğimi fark ettim."
Margarete hayır anlamında başını salladı ve sonra başını
Henner'in göğsüne yasladı. Ardından doğrulup, tekrar yatağa
uzandığında, Henner ayaklanndan ayakkabılannı arkalarma
basarak çıkardı ve onun yanına uzandı . Öylece uyudular.
9

Diğerleri de uyuyorlardı. Jörg ve Dorle odalarında, Chris­


tiane terasta şezlongda, İlse kayığın pruvasında. Sadece
Marko yoldaydı, şehre gidiyordu; iki evli çift ve Andreas göl
kenarındaki bir kafenin bahçesinde oturmuş, kafalarının ve
uzuvlarının yorgunluğunu atıyorlardı, bir şişe şarap daha
söylediler ve güneşin suyun yüzüne vuran pırıltılarını seyret­
tiler. Hava sıcaktı, konakta, terasta, derede ve gölde . . . Aşırı
sıcak miskinleştiriyor ve miskinlik yatıştırıyordu. Christi­
ane, her ne olursa olsun, uyumadan önce içinde duyumsadı­
ğı o iyi hisle, herkesin yatışmış olmasını umuyordu; her şey
olacağına varacaktı.
İlse, Jan'ı uyutınası gerekip gerekmediğine karar vereme­
diği için uykuya dalmıştı. Cinayetin ardından iki ayrı Jan
hayal edebilirdi, biri tamamen bitkin düşmüş ve diğeri deli­
cesine neşeli, biri yatağa yatıp sabaha kadar kalkmıyor, diğe­
ri geceliyor. İlse uyandığında, Jan'ı geceletmeye karar verdi.
Ama sonra Jan'ın günlük hayatını anlatmaya devam et­
mek istemedi, şimdi olmazdı. Onun araba hırsızlıklarını,
banka soygunlarını, kaçışlarını, Filistinlilerin yanında eğiti­
mini, diğerleriyle tartışmalarını, parasını ve silahlarını sak­
ladığı yerleri, kadınlarla karşılaşmalarını, tatillerini . . . Bun­
ların hepsini hayal edebiliyordu, hepsini yazabilecekti. Bazı
şeyleri araştırmalara dayandırmak zorunda kalacaktı; Al­
man teröristler araba çalarken ve banka basarken belirli bir
124

kalıba uygun hareket ediyorlar mıydı? Eğitimden geçirildik­


leri kamplar neredeydi? O kamplarda ne kadar kalıyor, neler
öğreniyorlardı? Siyasi stratejiler üzerine tartışmaya -ne z tı ­
man son veriyorlardı, sadece saldırılannın detaylarını mı gö­
riişiiyorlardı? Nerede tatil yapıyorlardı? Tüm bu nlar yanıtla­
nabilir sorulardı. İlse'nin yanıtlayamadığı soru, cinayetierin
nasıl devam etmesi gerektiğiydi. Bir rehine alı p, onu bir ila
iki hafta alıkoymalı, oradan oraya götiirmeli, ona ye me k ve
su vermeli, onunla konuşn'alı ve hatta belki şakalaşmah,
sonra . . . Sonra onu öldürmeli mi? Bir insan bunu nasıl yapa­
bilir?

İlk günlerde kimse onunla tek kelime bile konuşınadı. Elleri


ve ayakları bağlanmıştı, kaçmaması için değil, ağ·zındaki koli
handmı çıkaramaması ve bağıramaması için. Duvarlar inceydi.
Gündüzleri odanın ortasındaki bir sandalyede oturuyordu, ge­
ı:eleri yerde yatıyordu. Onu tuvalete götürdüklerinde, bir elini
çözüyorlardı; ona yemek ve su verdiklerinde, biri ağzındaki
bandı çekip çıkanyor ve bir diğeri, bağırmaya kalkışacak olur­
sa, onu bir darbeyle etkisiz hale getirmek için hazır bekliyordu.
Asla bir kişi onunla ya lmz kalmıyor ve onun yanında maskesiz
biri olmuyordu asla.
Ona yaptırdıkları her şeyde onu acele etmeye zorluyorlardı;
kalkarken , tuvalete doğru topallayarak yürürken. bağlrsakları­
nı ve mesanesini boşaltırken, odaya topaHayarak dönerken, ye­
mek yerken ve su içerken. Onlar onu çabuk çiğnemesi ve yut­
ması için sıkıştırıp durduklan halde, o bu areıda onlarla konuş­
maya çalışıyordu. "Benim için ne karlara pazarlık yapmak isti­
yorsunuz, bilmiyorum ... Ben bu konuda size yardımcı olabili­
riın ." Ya da: "İzin verin, başhakana yazayım" veya "Lütfen ka­
nma yazınama izin verin�" ya da "Bacaklarım ağnyor... Lütfen
beni başka türlü bağlar mısınız?" veya "Lütfen pencereyi açın."
Onlar bu söylediklerine tepki vermıyorlardı. Onlar onunla ko-
1 25

nuşmasalar da, o onların kimin adamları olduklarını biliyordu;


afışi görmü�tü, önünde fotoğrafını çekmişlerdi.
Onunla ve onun hakkında konuşmuyorlard1 . Bu konuda söz­
leşmiş değillerdi, ayrıca onu başlarından mümkün olduğunca
çabuk savmak konusunda da sözleşmemişlerdi. Hepsi aynı ge­
reksinimi, onu kendinden uzak tutma gereksinimini duyuyor­
du. Eve gelir gelmez, Helmut ona "faşist domuz, kapitalist ib­
ne, para budalası" diyerek hakaret ettiğinde, bu diğerlerini
utandırdı ve Maren elini Belmut'un omzuna koyup, onu oda­
dan çıkard1.
Birkaç gün sonra yer değif?tirmek için geldikleri ormandaki
evde aslında her şeyin aynı şekilde devam etmesi gerekiyordu.
Ama önceden bilmedikleri bir şey vardı; ev, mutfak ve banyo­
nun yanı sıra, sadece tek bir buyük odadan ibaretti. "Bu sorun
değil" dedi Helmut, onu kaçınrken ve bir yerden bir yere götü­
rürken başına geçirmiş oldukları bereyi arabadan aldı ve yine
onun başına geçirdi. Ama bu bir sorundu. Ellen ayakları bağlı,
ağzı bantlı ve yüztı örtülü olmasına rağmen, onlarla konuşama­
masına ve onları görememesine rağmen, oradaydı. Sandalye­
sinde ne kadar kıpırtısız oturursa, o kadar göze batıyordu; ba­
caklarını uzattığında, başını ve boynunu çevirdiğinde, sandal­
yesinde sağa sola kaydığında varlığı daha katlanılır oluyordu.
Seslerini duyup hafızasına kazımasını istemedikleri ve onun
yanında konuşmadıklan için büyük oda sessizdi ve onun ağır
nefesini duyuyorlardı. Gündüzleri mutfağa gidebiliyor ya da
evin önüne çıkabiliyorlardı. Ama geceleri onun nefesinden ka­
çamıyorlardı.
Derken çiğneme ve yutma arasmda şöyle dedi: "Burnumdan
rahat nefes alamıyorum." Bunu tekrar tekrar söyledi, ama onlar
bunu ciddiye almadılar, ta ki o sandalyeden düşene dek. Ta ki o
sandalyeden düşene dek. Maren başındaki bereyi ve ağzındaki
bandı hızla çekip çıkardı ve o yin�.- ilefes almaya başladı. Hepsi
maskesizdi , neyse ki Maren o kendine gelmeden önce onun başı-
126

na bereyi yine geçinneyi akletti.


O andan itibaren bir daha ağzına bant yapıştırmadılar ve o
zaman zaman konuştu. Onlarla siyaset üzerine tartıştı ve onlar
kendisiyle tartışmadıkları için, onların yerine de konuştu. On­
lara kendinden söz etti. Konuya, "Eminim ki sizin benim hak­
kımdaki düşünceniz ... " diyerek girdi ve "aslında... " diyerek de­
vam etti. Savaş sırasında yaşadıklarını, ekonomideki kariyeri­
ni, siyasetle bağlantılarını anlattı. Hiçbir zaman on beş veya
yirmi dakikadan fazla konuşmadı. işini biliyordu; onların içle­
rine tohumlar ekmeye çalışıyordu, o tohumlar yeşerecek ve on­
ları, onu kapitalizmin ya da sistemin öldürülebilecek tipik çelı­
resi olarak değil, insan olarak görmeye zorlayacaktı. Sonra ka­
rısını ve çocuklarını anlatmaya başladı. "Her ne kadar birlikte
çok mutsuz olsak da karımdan boşanmamalıydım. O vakitsiz
öldüğünde, benim için sevginin ve mutluluğun da öldüğünü dü­
şündüm. Ama sonra şimdiki karımla tanıştım ve yine aşık ol­
dum, önce ona, sonra kızımıza. Asla baba olmak istememiş ve
onun doğumuna da pek sevinmemiştim. Ama sonra... Bana doğ­
ru çevrilen o küçük yüze aşık oldum, o tombul koliara ve bacak­
lara, yumuşacık göbeğine. Ben o bebeğe, bir kadın aşık olur gi­
bi aşık oldum. Tuhaf, değil mi?"
Sesi tok ve netti. Kararsız, tereddütlü, düşüneeli konuştu­
ğunda, Jan kendi kendine, bize bir numara çeviriyor, dedi. iri
cüssesi sandalyede iki büklüm olsa da, ya da geniş ve dolgun
yüzü bir anda çöküp, korkulu, ağlamaklı bir ifade alsa da, Jan
bunların tamamen numara olduğunu düşünüyordu. Adam sa­
hip olduğu her şeyi kullanarak mücadele veriyor. Acaba serbest
kalırsa, bizi nasıl oyuna getirdiğini bir kitapta ya da bir röpor­
tajda anlatır mı? Yoksa onun için zayıflık göstermek, bizi oyu­
na getirmek uğruna bunu yapmış olsa bile itiraf etmeyeceği ka­
dar nahoş bir şey mi?
Serbest kalırsa ... Ültimatomun uzatılınasına razı olmuş ve
bir kez daha afişin altında, elinde aktüel bir gazeteyle fotoğra-
127

fını çekınişlerdi. Yoldaşları serbest bırakılınadığı takdirde, onu


vurmak zorundaydılar. Serbest bırakırlarsa, ciddiye alınmayı
nasıl bekleyebilirlerdi ki?
Ültimatomun son günleri yağmurlu geçiyordu. Hava soğuk
değildi; evin önüne, çatının altına oturmuş, yağmuru seyredi­
yorlardı. Çayırlıktaki ağaçlar yer yer sis altında kalmış, onla­
rın ardında orman ve dağlar alçalan yağmur bulutlarının için­
de kaybolmuştu. Kapı kapalı olsa da, o ne söylese duyuyorlar­
dı . O da onların transistörlü radyosunun saat başı verdiği ha­
berleri duyuyordu. Onu kimin vuracağım belirlemek için arala­
rında kura çekerlerken, seslerini alçalttı lar; onun bunu d uyma­
ması gerekiyordu.
Jan okumaya çalışıyordu. Ama okuduklarıyla yaşadıkları
arasında bir bağlantı kurmayı artık başaramıyordu. Romanlar­
da okuduğu hayatlar öylesine yabancı, öylesine yanhştı ki, ona
hiçbir faydaları olamazdı, tarih ya da siyaset veya toplum üze­
rine yazılmış kitapların da ona verebilecekleri hiçbir şey yoktu;
o kararını öğrenmekten yana değil, mücadeleden yana vermiş­
ti. Okuruayı beceremenıesi Jan'a hafif bir acı verdi. Bu sadece
bir ayrılık acısı, diye düşündü, sonunculardan biri, diğerlerini
çoktan ardımda bıraktım.
Ültimatomun dolmasma bir saat kala şöyle dedi: "Zaman
dolduğunda işinizi çabucak büireceksiniz. . . Şimdi karıma bir
mektup yazalıilir miyim?"
Helmut alaycı bir tonla "Kanma bir mektup" diyerek onu
taklit etti, lVIaren omuzlarını silkti. Jan ayağa kalktı, kağıt ve
kalem aldı , onun başındaki bereyi çıkardı ve ellerini çözdü,
onun mektubu yazışını seyretti.
"Bir tanem, benim senden önce öleceğimi ikimiz de biliyor­
duk. Bu kadar erken gitmek ve seni bu kadar erken yalnız bı­
rakmak zorunda kaldığım için üzgünüm. Güzel anılarla gidiyo­
rum ; uzun uzun düşünmeye epey bol vakit bulduğum bu son
günlerde yureğim birlikte geçen y1llarımızla doluydu. Evet, se-
128

ninle daha çok şey paylaşmak isterdim ve elbette görebilnıeyi


çok isterdim, kızımızın nasıl..."
Yavaş yazıyordu ve kalemi bir çocuk kadar beceriksizce tutu­
yordu. Anlaşıldı, diye düşündü Jan, bu adam uzun zamandan
beri bizzat yazmıyor, dikte ettiriyor. Dikte ettiriyor, emirler
yağdırıyor, dalavereler çeviriyar ve eziyet ediyor. Üstelik genç
bir karısı, küçük bir çocuğu ve iyi terbiye edilmiş bir köpeği var,
pis işlerinden eve döndüğünde köpek sevinçle üzerine atlıyar ve
kızı bağırıyor; ''Babacığım, babacığım!" ve karısı onu koliarına
alıp şöyle diyor; "yorgun görunüyorsun, günün kötü mü geçti?"
Jan silahını helmden çekip çıkardı, emniyetini açtı ve ateş etti.

İlse ayağa kalktı ve kayıktan kıyıya zı pladı . Hayır, zor ol­


mamıştı. Her ne kada� Jan onu bir tür sarhoşluk içinde ko­
laylaştırmı ş olsa da, zor olan ilk cinayetti. Jan ilk cinayetle,
biz insanların birbirimizi öldürmernek üzere yaptıbrımız top­
lum sözleşmesini feshetmişti. Onu bundan sonra ne durdura­
bilirdi ki?
lO

Karin park yerinde arabadan indiğinde, yanına genç bir


adam gelip ona seslendi: "Bayan Piskopos?"
Karin onu samimi bir tavırla süzdü, kendisine yaklaşan
herkesi böyle samimi tavırlarla süzmeyi henüz papazken öğ­
renmişti. Genç adam uzun boylu, temiz yüzlüydü, bakışları
cin gibiydi, üzerindeki bej rengi kumaş pantolon, açık mavi
gömlek ve kolundaki lacivert ceketle hali tavrı yerinde, iyi
yetişmiş biri olduğu izlenimini veriyordu. "Evet?"
"Sizden benim için biriyle konuşmamzı rica etmek istemiş­
tim. Siz burada misafırsiniz, değil mi? Ben konağı ve parkı
bir kez olsun gezebilmeyi çok isterdim. Bu bölgedeki küçük
malikaneler hakkında bir tez yazıyorum ve bugün bu konağı
tesadüfen gördüm. Hafta içi arşivlere gömülüyorum ve hafta
sonları buralara gelip, okumuş olduklarımı görmeye çalışıyo­
rum. Bazen kayıtlarda okuduğum malikanelerin yerinde yel­
ler esiyor, ama bazen haklarında kayıtlara hiçbir bilgi geçme­
miş olan malikaneler buluyorum. Bu küçük malikane hak­
kında henüz hiçbir şey okumadım."
"Sizi sahibiyle tanıştırabilirim."
"Bana çok büyük iyilik etmiş olursunuz. Beni hatırlamıyor
olmanız mümkün. On dokuz yıl önce Saint Matthiii'de arka­
daşımı, Frank Thorsten'i, cemaate kabul etmiştiniz ve ben
kiliseden ayrılırken, benimle tokalaşmıştınız."
"Hayır, sizi hatırlamıyorum, arkadaşınızı da öyle. Sanat
1 30

tarihi tahsili mi görüyorsunuz?" Konağa doğru yürümeye


başlarken, genç adam da ona eşlik etti.
"Bitirmek üzereyim. Affedersiniz, kendimi tanıtmadım.
Gerd Schwarz."
Christiane'yi Ulrich'in kızıyla birlikte mutfakta buldular.
Christiane önce şüphelendi, ama sonra rahatladı. Demek
köyde dolaşan bu genç adamdı. Christiane fırında kızaran
etin durumu hakkında Karin'e birkaç şey söyledi ve Gerd
Sch warz ile birlikte konağı gezmeye başladı. Acaba konağı
kimin inşa etmiş olduğunu biliyor muydu? Konak genç ada­
ma, Karl Magnus Bauerfend tarafından inşa edilmiş olan, on
sekizinci yüzyılın altmışlı ve yetmişli yıllarından kalma ma­
likaneleri anımsatıyordu. Geniş giriş holü ve ilk kattaki, o
zn.manlar klasikleşmiş olan taş merdiven yerine, ahşap mcr­
diven ve iki gizli, sadece salondan geçilerek ulaşılabilen köşe
oda . . . Tüm bunlar onun eserlerinin özelliğiydi. Christiane ta­
vandaki ve salonun köşelerindeki beyaz sıvanın altında du­
var resimleri olup olmadığına bakınış mıydı? Bauerfend, ka­
pılan terasa ve parka açılan salonlann köşelerine yeşil sar­
maşıklar, tavanianna hafif bulutlu, masmavi bir gökyüzü
resmi yaptırırdı. Gerd Schwarz konuştuğu kadar iyi bir din­
leyiciydi. Christiane'nin duvarlardaki küfler, ahşaptaki kurt­
lar, çatı, tesisat, yalıtım ve enerji tasarrufuna y6nelik kulla­
nılan malzemeler ile ilgili endişelerini, söylediği her şeyi dik­
katle, duygulannı anlamaya çalı şarak dinliyordu. Christiane
parkta ona, derenin suyuyla tekrar doldurmak istediği çu­
kurluğu gösterdi. "Küçük bir gölün olduğu yerde, küçük bir
ada da olur. " Genç adam aradı ve çukurlnğun ortasında biraz
yüksekte kalmış hir yer buldu, üzerinde iki taş vardı, bir za­
manlar muhtemelen bir bankı taşımışlardı. Genç adamın her
konuda öylesine hoş bir mütevazılığı vardı ki ve Christiane
kısa süre içinde ona o kadar ısındı ki, bir öneride bulundu; di­
lerse, tek başına etrafa bakınmaya devam edebilirdi. Kendi-
131

si mutfağa dönmek zorundaydı.


Genç adam uzun süre yalnız kalmadı. Christiane'nin Gerd
Schwarz'dan söz etmiş olduğu Andreas onu buldu ve ne iyi
yetişmişliğinden, ne de mütevazılığından etkilendi. "Bir cep
telefonunuz var mı? Görebilir miyim?" Gerd Schwarz şaşkın­
lık içinde telefonunu ona verdi ve Andreas telefonu cebine at­
tı. "Giderken geri alırsınız. Biz burada telefon edilmesini is­
temiyoruz."
Gerd Schwarz dostane bir alaycılıkla sordu: "lşınlar yü­
zünden mi?"
Andreas başıyla mesafeli bir onaylama hareketi yaptı ve
Gerd Schwarz'ın yanında kaldı. Parkı bir uçtan bir uca dola­
şıp, konağa geri döndüklerinde, Jörg salondan terasa çıktı. Öy­
lece durup, gözlerini kısarak akşam güneşinin aydınlığına
baktı; tanınmaması mümkün değildi, son haftalarda fotoğrafı
her gazetede ve her kanalda yayımlanmıştı. Gerd Schwarz'ın
onu tanımamış gibi görünmesi, hiçbir şaşkınlık, hiçbir merak
belirtisi göstermemesi, Andreas'ı olabildiğince şüphelendirdi.
Ama Christiane tarafından susturuldu. "Lütfen biraz daha ka­
lın!" Gerd Schwarz seve seve kaldı.
Andreas çabucak kendini kabul ettiren yeni konuğu bir
dava tehdidiyle susturahileceği konusunda umutsuzdu. Öy­
leyse onu, duymaması gereken bir şey duyarsa, zararsız ol­
duğundan emin olana dek burada tutmak zorundayız.
"Gezintiniz nasıldı?" diye sordu Christiane, iki evli çifte ve
Andreas'a; İngeborg manastır kalıntılarını ve dinleyip, etki­
lenmiş olduğu bir konser provasını anlattı. "Sonra göl kena­
rında oturduk, biraz sarhoş ve uykuluyduk, ayrıca üçü saç
saça baş başa gelene dek mutluyduk Sol proje . . . Sanki bu bu­
gün hala birilerini ilgilendiriyormuş gibi, bunun üzerine
ateşli bir tartışmaya giriştiler."
"Hayır, hayatım . . . " Ulrich zoraki bir sabırla konuşuyordu.
"Bunun bugün artık hiç kimseyi ilgilendirmediğini biliyoruz .
1 32

Biz sol projenin neyi yerine getirdiği sorusu üzerine saç saça
baş başa geldik." Andreas'a döndü. "Sen ve ben aynı fikirde
olabiliriz. Konu şu ikisiydi; doğuda insanların söz haklarının
ellerinden alınması ve bağımlı hale getirilmeleri, batıda terö­
rizm. Sol proje bu ikisini yerine getirdi. Ama senin söylediğin
şey, Karin . . . Feminizm ve çevre hareketindeki ilerlemeler ne
kadar güzel olursa olsun . . . Çöplerimizi türlerine göre ayır­
mamızın ve Hıristiyan-Demokrat bir kadın şansölyemiz ol­
masının, sol projeyle hiçbir ilgisi yok."
Jörg, Ulrich'in konuşmasını bitİrınesine müsaade etmek
için kendine hakim olmak zorunda kaldı. "Yine benim aleyhi­
me bir şeyler mi dönüyor? Şimdi de sol projeyi mi mahvet­
tim? Senin dental laboratuarlarında ve senin avukatlık bü­
ronda üzerinde çalışmış olduğun projeyi, değil mi? Siz ne ka­
dar kibirli ve . . . " Adi heriflersiniz, dememek için kendini tut­
tu, ama onun yerine söyleyecek başka bir şey de bulamadı.
"Sol proje her şeyden önce, insanın devlet zoruna karşı dire­
niş gösterebilmesi, onun tarafından gücünün kırılması yeri­
ne, devletin gücünü kırabilmesi demektir. Biz bunu göster­
dik, açlık grevlerimizle, intiharlanmızla ve . . . "
"Ve cinayetlerinizle ... Devlet zorunun artık hiçbir işe yara­
madığını, global çalışan her firma, vergi örlerneyerek gösteri­
yor; çünkü vergi ödemek zorunda kaldığı yerde sadece zara­
ra uğı·uyor ve kar sağladığı yerde vergi ödemek zorunda kal­
mıyor. Bunun için cinayetlere ve teröristlere ihtiyaç yok."
Gerd Schwarz ilgiyle dinliyordu. Şayet Jörg'ü ilk anda ta­
nımamışsa, kiminle karşı karşıya olduğunu şimdi fark etmiş
olması gerekmez miydi? Jörg'ün affının yarattığı tantanadan
tamamen habersiz olabilir miydi? Sonra Andreas kendi ken­
dine, yeni konuk, eğer bu arada Jörg'ü tanımış olsaydı, bu ko­
nuşulanlara istemsizce gülemezdi, dedi . Öyleyse şüphelen­
mek için bir neden yok muydu? Aktüel olaylara pek ilgi gös­
termeyen zararsız bir sanat tarihçisi miydi?
1 33

Christiane etrafındakilere ümitsiz gözlerle bakıyordu.


Jörg az sonra Henner'e yine, o zamanlar kendisini ihbar et­
miş olduğu halde şimdi serbest kalışını kutlamasının nasıl
bir duygu olduğunu soracaktı. Beklenen soru anında geldi.
"Sen benim soruma hala cevap vermedin. O zamanlar beni
hapse yollamıştın ve şimdi benim hapisten çıkışımı kutluyor­
sun. Bu nasıl bir duygu?"
Henner, Margarete'nin yanında duruyordu, kol kola değil,
ama dip dibe. Derin bir nefes aldı. "Evet, ben senin o kulübe­
yi saklanma yeri veya depo olarak kullanacağını düşünmüş­
tüm. O kulübeye bir kez gitmiş ve oraya senin için bir mek­
tup bırakmıştım. Muhtemelen polis beni takip etmiş . . . Ama
ben hiçbir şey fark etmemiştim. Peki sen mektubu bulmuş
muydun?"
"Senin mektubunu mu?" Jörg şaşkına döndü. "Hayır, senin
mektubunu bulmamıştım. Ama nasıl bulabilirdim ki? Ayna­
sızlar beni hemen tutuklamışlardı. Ben mahku.m edildiğim­
de, beni ziyarete geldiğinde, mektuptan söz etmiş miydin?"
"Bilmem. Tek hatırladığım, sen benimle konuşmamış, bana
küfretmiştin. Seni aşağılık, ibne herif, demiştin . . . Hiç unutma­
dım, çünkü herifin önündeki ibne kelimesi beni rahatsız etmiş­
ti. Bunu neden söylediğini hiçbir zaman anlayamadım."
"O zamanlar beni ihbar etmiş biriyle konuşmaya can atmı­
yordum. Demek sen . . . " Jörg başını sağa sola salladı.
"Hayal kırıklığına uğramış gibisin. Eski dostunun, ibne
burjuvanın, seni ihbar etmiş olmasını tercih mi ederdin?"
"Ben aslında senin . . . Hayır, bunu tercih etmezdim. Sadece
şunu anlamakta zorlanıyorum . . . Polis seni izlemişse ve takip
etmişse, kimi izlememiştir ki? O günlerde biz en son ne za­
man görüşmüştük? Ben ortadan kaybolmadan yıllar önceydi.
Sen gerçekten izimi sürebilecekleri bir kontak değildin ve bu­
na rağmen polis . . . " Jörg hayal kırıklığına uğramış değil, şüp­
heli görünüyordu.
1 34

"Polisin ne yapacağını tam olarak kestirmeyi henüz hiç be­


ceremediniz. Ama ne bileyim . . . Belki içinizden biri depoya bir
şey bırakmış, ya da depodan bir şey almıştır ve polis beni de­
ğil, onu takip etmiştir. Biz aslında aperetif almak istemiyor
muyduk?"
"Bir saniye, bir saniye!" Ulrich kollarını havaya kaldırdı.
"Ben kutlama için küçük bir kasa şampanya getirmiş ve bura­
da elektrik olmadığı için dereye bırakmıştım. Hemen dönerim."
Christiane kadehleri, Dorle zeytin ve peynir tabaklarını
getirdi, Andreas ve Gerd Schwarz sandalyeleri bir çember
oluşturacak biçimde dizdiler ve İlse on iki tane papatya top­
ladı, her biri için bir tane.
Jörg, Margarete ile birlikte biraz uzakta duran Henner'in
yanına gidip; "Mektupta ne yazıyordu?" diye sordu.
"Eski karın kendini öldürmüştü. . . Bunu bilmen gerekir di­
ye düşünmüştüm."
"A!" Jörg hala şüpheliydi. Ama Henner doğru hesaplamış­
tı. Eva Maria, Jörg'ün tutuklanmasından kısa süre önce inti­
har etmişti. Jörg bunu düşünerek ikna olunca, bir kez daha
"A!" dedi ve başka tarafa gitti.
"İyi yalan söylüyorsun" dedi Margarete, Henner'e. "O ka­
dar iyi ki, sadece iyi amaçlar için yalan söylüyor olsan bile
beni endişelendirdi. Sadece iyi amaçlar için mi yalan söylü­
yorsun?"
Henner, Margarete'ye üzgün üzgün baktı. "O zamanlar
gerçekten kulübeye gidip, bir mektup bırakınayı düşünmüş
olduğum için bu kadar iyi yalan söyledim. Eski karısı onun
yüzünden mi intihar etti, bilmiyorum; kadının annesi ve ba­
bası öyle olduğunu iddia etmişlerdi, ama onlar Jörg'ü zaten
başından beri istememişlerdi. Sebep her ne olursa olsun,
Jörg terörist olmasaydı, Eva Maria'nın daha mutlu bir haya­
tı olurdu."
"Ama sen oraya gidip, mektup bırakmadın."
1 35

"Hayır. Bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Gerçi bunu o zaman­


lar bilemezdim. Ama öyle düşünrnüştüm." Henner, Margare­
te bir şey söyleyecek mi diye bekledi. Margarete ona kuşkulu
ve merhametli gözlerle bakıyordu. "Haklısın. Benim için ye­
terince önemli değildi. Keşke yeterince önemli olsaydı, keşke
bir mektup yazıp, kulübeye bıraksaydım. İyi olurdu."
ll

Christiane'nin korkusu geçmişti. Şampanyanın ve dostla­


rıyla olmanın tadını çıkarıyor ve yine alışılageldik sevecen
tavırlarıyla Jörg'le ilgileniyordu. Şampanyanın ardından ak­
şam yemeği vardı, önceki akşama kıyasla daha şatafatlı ve
daha lezzetliydi; beyaz masa örtüsü, büyükanneden kalma
servis ve çatal-bıçak takımları, gümüş şaındanlar, dört çeşit
ordövr ve ana yemek olarak Ren usulü sirkeli şarap soslu et;
Jörg'ün en sevdiği yemek.
Jörg hapishane mutfağında çalışmış olduğu günleri anlatı­
yordu. "Mutfak şefi eskiden üç yıldızlı bir restoranda aşçıy­
mış, en azından kendisi öyle söylemişti ve biz de ona inan­
mıştık, sonunda gece yanlarına kadar çalışmaktan bıkmış ve
kamu hizmetinde düzent mesai saatleriyle çalışmaya karar
vermiş. Bilgisayarda düzinelerce yemek tarifi vardı, kalorile­
ri, vitaminleri, mineralleri ve bilmem neleriyle . . . Ayrıca onun
haftalık yemek planını hazırladığı bir program vardı. Kapari
soslu Königsberg köftesinden, Nürnberg'e has lahana turşu­
lu ızgara sosise kadar tüm yemekleri sıradan, ama lezzetliy­
di ve herkes her zaman yemekierin tekdüzeliğinden şikayet
ederdi. Ama farklı bir şey, özel bir yemek pişirmeye kalkarsa,
yandık demekti. Asıl o zaman şikayetler yağardı. O bunu bil­
mesine rağmen, bazen üç yıldızlı a.şçılığı tutar, bize bir Tay­
l and veya Fas yemeği yapmaktan kendini alamazdı ."
Karin bunu enteresan buldu. "Benim durumum da malı-
137

kumlardan farklı değil. Her zaman e n iyi yemekierin olduğu,


işle ilgili yemek davetleri ve yemekli toplantılar benim için
bir kabustur. En sevdiğim şey, körili sosis ve patates kızart­
ması alıp, çalışma masasının başına oturmak ve gazete oku­
yup, atıştırmak. Bunu günlerce yapabilirim. Ama her gün ba­
şını o kadar kalabalık oluyor ki, bu yüzden benim için yemek
ne kadar sıkıcıysa, o kadar dinlendinci oluyor. Hapishanede
günün en önemli saatleri yemek saatleri değil mi?"
"Öyle. Ama en önemli, heyecan verici anlamına gelmiyor. En
önemliler, özlemle anımsadığın ve yokluğunu hissettiğİn her
şey oluyor; dışandaki hayatın normalliği, annenle babanın ya­
nında değilse bile, büyükannenle büyükbabanın yanında ge­
çirdiğin ve dünyanın henüz tozpembe olduğu çocukluğun, sa­
na iyi davranan karın . . . Yemek bunların yanında sürekli ve de­
ğişmez bir öneme sahip olur. Tıpkı hapishanede okunan kitap­
lar gibi. Bir keresinde hapishane kütüphanesinde . . . "
İlse, Jörg'e bakıyor ve Jan'ı düşünüyordu. Jörg ne kadar
mutluydu! Sıradan bir sohbeti sürdürebiliyordu, söyleyecek
bir şeyleri vardı, tecrübeleri ve gözlemleri ilgi çekiyordu, ba­
zı konularda karşısındaki insanlardan daha bilgiliydi . . . Tüm
bunlar ona kendini iyi hissettiriyordu. Sıradanlığa duyduğu
özlem ilk olarak hapishanede mi ortaya çıkmıştı? Yoksa iJle­
gallik yıllarında da var mıydı, her an ortaya çıkmaya hazır
bir biçimde bastırılmış mıydı? Jan da bu özlemi duymuş
muydu?
Jörg'ün ne kadar değişmiş olduğu, Christiane'nin de dik­
katini çekti. Güvensiz değildi, temkinli, mesafeli değildi. Çe­
kinmeden sohbet edebiliyordu. Devrim, cinayet ve pişmanlık
hakkındaki tuhaf söylemleri, sadece suçlamalarla karşılaştı­
ğında gösterdiği beceriksizce bir tepki miydi? Onun konuş­
malar yapmasını, röportajlar vermesini ve sohbet progranıla­
rına katılmasını isternek yanlış mıydı? O zaman yine suçla­
malar yapılmayacak mıydı? Aynı nedenle hukuki açıdan
138

önem taşıyan basın açıklaması da bir hata değil miydi?


Marko sanki düşündüklerini duyup da gelmiş gibi, birden­
bire karşısında belirdi. Christiane ona baktığında, başarmış
ve basın açıklamasını uygun gören bir avukat bulmuş oldu­
ğunu anladı. Bu başarısı, projesi Marko'yu öylesine heyecan­
lan dırınıştı ki, Jörg'le baş başa kalana dek bekleyemedi. Her­
kesi susturmak ve onlara, Jörg'ün pazar günü basma verece­
ği metni okumak zorundaydı.
"Bunu daha önce konuşmuştuk" dedi Andreas soğuk bir ta­
vırla. "Jörg basın açıklaması yapmayacak."
"Bir avukatla konuştum, bana Jörg'ün herhangi bir risk
almadığını söyleyerek onay verdi."
"Jörg'ün avukatı hala benim."
"Bu, onun avukatının verchileceği bir karar değil. O bu ka­
rarı bizzat vermek zorunda."
Jörg konudan, tartışmadan ve diğerlerinin kendisinin üze­
rine çevrilen bakışlarından rahatsız oldu. Ellerini kontrol­
süzce sağa sola salladı ve sonunda şöyle dedi: "Bir kez daha
düşünmek zorundayım."
"Düşünmek mi?" Marko öfkelendi. "Sana inananlara ve se­
ni bekleyenlere karşı sorumluluğuna ne oldu? Yoksa şimdi­
den unuttun mu? Dünyanın huzuruna burnu sürtülmüş ve
boyun eğmiş olarak mı çıkmak istiyorsun?"
"Sorumluluğum hakkında derse ihtiyacım yok; ne senden,
ne de bir başkasından!" Jörg bu sözüyle tatsız tartışmayı so­
na erdirdiğinden emin değildi, sanki o bunu başarabilirmiş
gibi Christiane'ye baktı .
"Ne için kız kardeşinden medet umuyorsun? Seninle mü­
cadele vermek isteyenlerden medet um! Sana ihanet etme­
yenlerden, ihtiyacı olanlardan. Sen . . . "
"Yeter. Siz Christiane'nin konuğusunuz, o sizi kapı dışarı
ederneyecek kadar nazik olabilir, ama ben değilim. Ya özür
dilersiniz, ya da gidersiniz."
139

"Boş ver, Henner. Marko'nun benim devrime ihanet etmiş


olduğumu düşünmesi bizim aramızda eski bir mesele."
"Ne?" Jörg'ün yüzü ve ses tonu yine güvensizlik ve direniş
dolu bir hal aldı. "Christiane devrime ihanet mi etmiş?"
"Devrime, devrime ha . . . " Marko başını sağa sola salladı.
"Ablan sana ihanet etti. Aynasızlara, ormandaki kulübenin
civarında yolunu gözleyebileceklerini söyledi."
"Biz bu meseleyi çoktan hallettik Hiç kimse Jörg'e ihanet
etmedi. O günlerde kulübeye bir mektup bırakmıştım, polis
beni takip etmiş olmalı."
Marko öfkeden kuduruyordu. "O yüzden Christiane üzeri­
ne kahve döktü. Jörg'e kendisini ihbar etmediğini söylemen­
den korkuyordu. Jörg'ün bunun üzerine basit bir mantık yü­
rütüp, ihbar eden sen değilsen, bunu yapanın sadece Christi­
ane olabileceği sonucuna varmasından korkuyordu. Ben
onun bunu iyi niyetle yapmış olduğunu biliyorum. Ama anla­
mıyor musun, Jörg? Hepsi senin iyiliğini düşünüyor, fakat
seni küçük düşürüyorlar. Senin büyüklüğüne ihanet ediyor­
lar. Sana söylediklerini yaparsan, hayatının hiçbir önemi
kalmaz ve sen bir hiç olursun."
Jörg şaşkınlıkla önce Marko'ya, sonra Henner ve Christi­
ane'ye baktı. O akşam yanında oturan Karin elini onun omzu­
na koydu. "Sinirlerine hakim ol. Marko basın açıklaması için
mücadele veriyor ve bunun için her yola başvuruyor. Sen bir
kez daha düşünmek istiyorsun ve bu senin en doğal hakkın.
Basın açıklamasının zaten yarın verilmesi gerekiyor. Marko . . .
Yoksa sen Jörg'ü hiçe sayıp, metni çoktan verdin mi?" Büyük
bir ciddiyetle Marko'ya baktı. Marko kızardı ve kekeleyerek,
henüz hiçbir girişimde bulunmadığını söyledi. "Umarım, sa­
dece benim sert bakışım yüzünden kızarmışsındır."
12

Karin konuşmaya devam etti. "Jörg'ün, olmak istedigi kişi


olmazsa, bir hiç olacağını mı söylemeye çalışıyorsun? Sence
beklentilerini gerçekleştiremeyen herkes bir hiç, öyle mi? Öy­
leyse geriye bir şey olan pek kimse kalmıyor. Ben hayatı ta­
mamen hayal ettiği gibi olan bir kişi bile tanımıyorum."
"Sen daha ne olmak istiyorsun ki? Papanın olmadığı yerde
en yüksek unvan piskopos, diye biliyorum." Andreas kendine
hakim olamıyordu, Karin'de onu kışkırtan bir şeyler vardı.
Eberhard güldiL "Bazen başına hiç hayal etmediğin bir
şey geliverir. Bu, çoğu hayalin boşa çıkacak olmasını kesin­
likle değiştirmez. İçinizde en yaşlınız benim ve ben de haya­
tında hayailerini gerçekleştirmiş olan kimseyi tanımıyorum.
Bu yüzden hayatın hiçbir anlamı olmadığı söylenemez; ka­
rın çok tutkulu olmasa da sevecen olabilir, evin ağaçların
arasında olmasa da güzel olabilir ve mesleğin dünyayı değiş­
tirmese de saygıdeğer ve faydalı olabilir. Her şeyin bir anla­
mı olabilir ve elbette hayal etmiş olduğun gibi olması bekle­
nemez. Bu hayal kırıklığı ve birini bir şeylere zorlamak için
neden değildir."
"Hayal kırıklığı için neden değil mi?'' Marko alaycı bir ifa­
deyle yüzünü buruşturdu. "Siz hepiniz birbirinize gönül ok­
şayıcı yalanlar söylemek niyetinde misiniz?"
Henner masanın altından Margarete'nin elini tutarak sık­
tı. Margarete ona gülümsedi ve o da Henner'in elini sıktı.
141

"Hayır. . . " dedi Margarcte; "hayal kırıklığı için neden değil.


Bizler sürgün hayatı yaşıyoruz. Eskiden olduğumuz, öyle
kalmak istediğimiz insanı da, muhtemelen bize biçilmiş olan
rolü de kaybediyoruz. Onun yerine başkasını buluyoruz. Ara­
dığımız şeyi bulacağımızı düşündüğümüzde bile, o gerçekte
başka bir şey oluyor." Henner'in elini bir kez daha sıktı. "Ben
kelimeler üzerine tartışmak istemiyorum. Sen bunu hayal
kırıklığı için bir neden olarak görüyorsan, bunu anlarım.
Ama bu hep böyledir. Ancak . . . " Margarete gülümsedi. "Belki
bu teröristi huzursuz ediyordur. Sürgün hayatı yaşamaya da­
yanamıyordur. Belki ait olduğu hayatın hayalini savaşarak
gerçekleştirmek istiyordur."
"Hayali . . . Jörg kendi hayali için değil, daha iyi bir dünya
için mücadele verdi."
Dorle kahkahayı patlattı. "Bir yerde okumuştum; 'Barış
uğı·una savaşmak, bekaret uğruna düzüşmeye benzer' diyor­
du. Sen savaşmaya devam et!"
"Ben hayabmdan memnunum. Laboratuariarım ve siz iki­
niz, hayatıının kadınları, benim sürgünüro olsanız bile. Ço­
cukken büyük bir kaşif olmayı, bir çölü ya da balta girmemiş
bir ormanı geçebilen ilk insan olmayı hayal ederdim, ama in­
sanların keşfetmedikleri hiçbir yer kalmamıştı. Sonra büyük
bir aşık olmak istedim, Romeo'nun Juliet'e, ya da Paolo'nun
Francesca'ya aşık olduğu gibi. Bu hayalim de boşa çıktı, ama
size ve laboratuarlarıma sahibim . . . Bir insan daha fazla ne
isteyebilir ki!" Ulrich sol eliyle karısına, sağ eliyle kızına öpü­
cük yolladı.
"Gerçekleri konuşma zamanı, değil mi?" Andreas etrafİnda­
kilere teker teker baktı. "Ben devrimin hukukçusu olmak ister­
dim, teoride değil, pratikte, tıpkı savcı Wyschinski veya yargıç
Hilde Benjamin gibi devrimci adaleti gerçekleştiren kişi olmak
isterdim. Tanrı'ya şükürler olsun, hayalim boşa çıktı ve bu ha­
yalin ait olduğu hayata geri dönmek de istemiyorum."
1 42

"Benim hayalim geç geldi. Ya da şöyle desem daha doğru


olur; ben sürgün hayatı yaşadığırnın geç farkına vardım. As­
lında ders vermek istemediğim in, yazmak istediğimin . . . Ben­
den bir şeyler öğrenmek isteseler, seve seve öğreteceğim hal­
de benden hiçbir şey istemeyen, her zaman benim kendilerin­
den bir şey isternek zorunda kaldığım öğrencilerden bıktığı­
mın . . . Hayır, ben bu sürgün hayatımdan çıkıp, ait olduğum
hayata başlamak istiyorum. Hayal ettiğim karakterler ve öy­
külerle yaşamak istiyorum. İyi yazmak istiyorum, ama yazdı­
ğım beş para etmez bir roman olsa bile urourumda değil. Pen­
cerenin önünde manzarayı seyrederek oturmak ve yazmak is­
tiyorum, sabahtan akşama kadar, kedilerimden biri çalışma
masamın üstünde, diğeri ayaklanının dibinde yatarken . . . "
Bu, İlse olamazdı. Diğerleri şaşkına dönmüştü, çünkü on­
lar İlse'yi böyle tanımamışlardı. Yine etrafına ışık saçıyordu,
ama sarışın ve hoş olduğu için değil, kendinden emin ve
azimli olduğu için. Onun ruh hali diğerlerini de etkiledi, da­
ha neşeli oldular. Her biri peş peşe, bir zamanlar ne hayal et­
miş, sonra kendini nasıl bir sürgünde bulmuş ve sürgün ha­
yatıyla nasıl barışmış olduğunu anlattı. Hatta Marko bile
oyuna katıldı; o makinist olmak istemiş ve kendini devrimci
mücadelenin sürgününde bulmuştu. Jörg herkes konuşana
dek sustu. "Sizin anlattıklarımza bakılırsa, benim sürgünüro
hapishane. Ben orada yaşamayı öğrendim. Ama barışmaya
gelince . . . Ben oradaki sürgün hayatıyla barışamadım."
"Bu çok doğal..." Ulrich ona kendini iyi hissettirmeye çalışı­
yordu. "Sürgün hayatımızia her ne kadar barışsak da, hayali­
mizin ve onu gerçekleştirme çabalarımızın hatırası kalır. Ben
o zamanlar Kuzey Denizi'nden Akdeniz'e kadar yürüyerek se­
yahat etmiştim, siz gülün, ben iki bin beş yüz kilometre yol ka­
tettim ve bu benim altı aydan fazla zamanımı aldı. Salıra Çö­
lü'nü ya da Amazon ormanlarını aşmayı başaramadım, ama
bir numaralı Avrupa yürüyüşü de fena değildi. Gotthard Da-
1 43

ğı'nda çadırda geçen nemli ve soğuk bir gecenin ardından yağ­


murun altında son kilometreyi tırmanışımı ve sonra gün ışı­
ğında İtalya'ya doğru inişimi asla unutmayacağım."
Böylece Ulrich hayaller turunun ardından hatıralar turunu
başlattı. Grenoble'deki toplantıya gitmek için yola çıkmış, bir
yerde çadır kurmuştuk ve yağmur bizi hayır aşağı sürükle­
mişti, hatırlıyor musunuz? Offenburg'daki toplantıda Hint ye­
meği pişirmiş ve hepimiz ishal olmuştuk, değil mi? Doris üni­
versitelerarası güzellik yarışmasını kazanmış ve Komünist
Manifesto'dan bir bölümü yüksek sesle okumamış mıydı? Si­
yasetle hiç ilgisi. olmayan ve sadece Eva'dan hoşlandığı için
Vietnam gösterisine katılan Gernot hirden ''Yankiler ABD'den
çıkın!" diye bağ1rmıştı, bunu hatırlayan yok muydu? Herkes
bir ya da iki zararsız olayı hatırlıyordu.
Mumları hemen yakmadılar; alacakaranlık geceyi güne ta­
şıdığı gibi, geçmişi de rahatlıkla bugüne taşıyordu. Hatıralar,
sona ermiş ve bugüne ulaşmamış bir döneme aitlerdi. Ama
hatıralar canlıydı ve bu yüzden dostlar kendilerini hem yaşlı,
hem de genç hissediyorlardı. Bu duygu da rahatlatıcıydı.
Cbristiane sonunda mumları yaktığında ve birbirlerini yine
belirgince gördüklerinde, her biri bir diğerinin yaşlı yüzünde,
az önce batıralarında canlanmış olan genç yüzünü gördü. Biz
gençliği içimizde sakhrız, ona geri dönebilir ve onda kendimi­
zi. yeniden hulabiliriz, ama o geçmiştir. . . Hüzııe boğuldu yü­
rekleri ve birbirleri için, kendileri için merhamet duydular.
Ulrich sadece bir kasa şampanya değil, aynı zamanda bir ka­
sa Bordeaux şarabı getirmişti, eski dostlara ve eski zamanla­
ra kadeh tokuşturdular, bu arada kırmızı şarabın mum ışığın­
da parıldayışını seyrettiler, tıpkı su kenarında yaklaşan dal­
gaları ya da şöminede yükselen alevleri seyı·eder gibi.
Sürekli olarak daha başka olaylar geldi akıllarına. Profesör
Ratenberg'in dersinde sınıfa fareler salmıştık, hatırlıyor mu­
sunuz? Cumhurbaşkanının konuşması sırasında hoparlörleri
1 44

bozmuştuk, yoksa unuttunuz mu? Tramvay biletlerine zam


yaptıklarında, rayları koca koca demirlerle bloke etmiştik,
hatırlıyorsunuz değil mi? Tecrit işkencesi afişini otohan köp­
rüsüne asmıştık, hatırlıyor musunuz? Sonra polis onu indirin­
ce, afişteki yazıyı köprünün üzerine sprey boyayla yazmıştık,
değil mi? Gösteri yapabilmek için, Karayollan Müdürlü­
ğü'nün bahçesinden trafik levhalarını ödünç alıp, ana cadde­
yi kapatmıştık, hatırladınız mı? Bu, Karin'in aklına geldi ve
bunu söylerken, malıcup bir tavırla güldü. Levhaları çalarken
kendini pek iyi hissetmemişti, ama yine yasak olanın, Kara­
yolları Müdürlüğü'nün bahçesine gizlice girmenin verdiği he­
yecanı, gecenin ve yağmurun, el fenerlerinin hızla etrafta do­
laşan ışığının yarattığı atmosferin heyecanını, dayanışmadan
doğan o hoş duyguyu hissediyordu.
"Evet" dedi Jörg; "trafik levhalarını çalınakla iyi etmiştik.
Kaçırma eyleminde yine işimize yaramışlardı ."
13

Gerd Schwarz kahkahayı salıverdi. "Hatırlıyor musunuz,


hatırlıyor musunuz. . . " O ana dek hiçbir şey söylememişti, di­
ğerleri onun orada olduğunu bile unutmuşlardı. Ondan hatı­
ralarını anlatması beklenemezdi, aslında Marko ve Dorle'den
de kimsenin bunu beklediği yoktu, ama onlar ara sıra şaşkın
ya da alaycı sözlerle sohbete katılmışlardı. Gerd Schwarz bü­
tün akşam yanlannda susarak oturmuştu. Artık fevkalade
düzgün bir telaffuz ve kuiak tırmalayan bir ses tonuyla ko­
nuşuyordu.
"Ben küçük bir şehirde büyüdüm. İki haftada bir arkadaş­
larımla bir birahanede 'Doppelkopf' oynardım. Bir akşam,
oranın daimi müşterisi olan beş ihtiyarın beşinin de SS suba­
yı olduklarını öğrendim. Yanlarındaki masaya oturup, kulak
kabarttım. Hatırlıyor musunuz, hatırlıyor musunuz . . . Bütün
akşam böyle geçti. Hatırlıyor musunuz, Wilna'da Yahudileri
katletmi ştik, Varşova'da Polonyalıları kurşuna dizmiştik, de­
miyorlardı tabii ki. Onlar şöyle diyorlardı: Hatırlıyor musu­
nuz, Varşova'da limitsiz şampanya içmiş ve Wilna'da Polon­
yalı kadınları becermiştik. Ha ha, herher uzun sakallı ihti­
yarların sakallarını nasıl kesmişti, hatırlıyor musunuz? Siz
de onlardan farklı değilsiniz. Şu nasıl olurdu: Banka soygu­
nu s1rasında o kadını nasıl öldürmüştün, hatırlıyor musun?
Ya da sınırdaki polisi? Banka müdürünü? Sendika başkanı­
nı? Tamam, onu sen mi yapmıştın, yoksa bir başkası mı, bil-
1 46

miyoruz. Söylesene, nasıl olurdu, baba? Oğluna bunu yapa­


nın sen olup olmadığını söylemek istemez miydin?"
Jörg şoke olmuş, oğluna bakıyordu. "Ben . . . "
"Evet?"
"Ben hatırlamıyorum."
"Hatırlamıyor musun? Onu öldürüp öldürm ediğini, ya da
bunu bir başkasının yaptığını hatırlamıyor musun?" Yine
güldü. "Her şey bittikten sonra gerçekten hatırlamıyorsun, o
ihtiyarlar da Yahudileri döve döve öldürdüklerini, kurşuna
dizdiklerini ve gaz odalarında ölüme terk ettiklerini hatırla­
ınıyorlardı."
Bunu n asıl görememişlerdi? Diğerlerinin akılları almıyor­
du. Şimdi babayla oğul arasındaki benzerliği, uzun boyunu,
köşeli yüzünü, göz şeklini görüyorlardı. Christiane gözlerini,
en son o iki yaşındayken görmüş olduğu genç adamdan ayı­
ramıyordu; hakkında bildiği tek şey isminin Ferdinand Bart­
holomaus olduğuydu, Ferdinando Nicola Sacco ile Bartolu­
rneo Vanzetti'nin anısına ona bu isim konulmuştu, annesi in­
tihar ettikten sonra büyükannesiyle büyükbabasının yanın­
da büyümüştü ve İsviçre'de üniversiteye gidiyordu. Sanat ta­
rihi mi okuyordu? Yoksa bu sadece konağa davet edilebilmek
için bir numara mıydı?
Ferdinand babasına küçümseyen gözlerle bakıyordu. "Ar­
tık hatırlamıyorsun . . . Ne zamandan beri? Bunu ne zaman
unuttun? Ya da bastırdın? Ne zaman başına bir darbe yemiş
ve birdenbire bu aklından silinivermiş gibi kaybettin hafıza­
nı? Yoksa olaydan hemen sonra mı? Ya da o kadar çok içmiş­
tiniz ki, onu öldürürken sonrasında ne yaptığınızı hatırlaya­
mayacağınız kadar sarhoştunuz, değil mi? Hepsini tanıyo­
rum; kadının, polisin, banka müdürünün ve başkanın çocuk­
larını . . . Onlar senin bunu ne hakla yapmış ol duğunu bilmek
istiyorlar ve başkanın oğlu, senin ne yapmış olduğunu, sizin
ne yapmış olduğunuzu, hanginizin babasını öldürmüş oldu-
1 47

ğunu artık bilmek istiyor. Bunu anlıyor musun?"


Jörg oğlunun aşağılayıcı bakışları karşısında taş kesilmiş­
ti. Oğluna bakan gözleri fal taşı gibi açılmış, ağzı açık kal­
mıştı, düşünemiyor, konuşamıyordu.
"Tıpkı N aziler gibi, gerçeği göremeyecek ve acıyı duyumsa­
yamayacak kadar acizsin. Sen onlardan zerre kadar iyi değil­
sin. Sana hiçbir şey yapmamış olan insanları öldürdüğün için
onlardan daha iyi değilsin ve sonrasında yapmış olduğun şe­
yi kavrayamadığın için değilsin. Siz ebeveynlerinizin nesiine
öfke kusardınız; katil nesil. . . Ama siz de tıpkı onlar gibi oldu­
nuz. Sen baba, katil çocuğu olmak ne demektir, bunu biliyor
olmalıydın, ama sen katil baba oldun, benim katil babam.
Bakışiarına ve konuşmalarına bakılırsa, yapmış olduklarına
hiç üzülmüyorsun. Sen sadece kafana koyduklarını gerçek­
leştirememiş, tutuklanmış ve hapse girmek zorunda kalmış
olmana üzülüyorsun. Diğer insanlar için üzülmüyorsun, sen
sadece kendin için üzülüyorsun."
Jörg donup kalmış haliyle budala gibi görünüyordu. Sanki
kendisine söylenen sözlerin manalarını değil, sadece korkunç
olduklarını anlayabiliyordu. Onu tüm açıklamalardan ve ken­
dini mazur gösterme çabalarından mahrum bırakmak, yok et­
mek istiyorlardı. Kaldı ki kendisini suçlayan insanla tartışma­
sı mümkün değildi. Onunla karşı karşıya gelebileceği, onu al­
tedebileceği ortak bir zemin görmüyordu. Sadece, bu korkunç
öfke patlamasının yavaş yavaş şiddetini yitirerek son bulma­
sını umut edebiliyordu. Ama bunun boş bir umut olmasından
korkuyordu. Bu öfke patlamasının sürüp gitmesinden ve an­
cak her şey yerle bir olduğunda gücünü yitirmesinden korku­
yordu. Öyleyse kendini korumayı ve savunmayı kesinlikle de­
nemek zorundaydı. Nasıl olursa olsun. "Bunları dinlemeye
mecbur değilim. Ben her şeyin bedelini ödedim."
"O konuda haklısın. Benim söylediğim hiçbir şeyi dinleme­
ye mecbur değilsin. Hiçbir zaman da di nlemedin. Kalkıp gi-
1 48

debilir, odaya veya parka kaçabilirsin, peşinden koşmayaca­


ğım. Ama bana her şeyin bedelini ödemiş olduğunu söyleme.
Dört cinayet için yirmi dört yıl, değil mi? Bir hayat tam altı
yıla mı bedel? Sen yapmış olduklarının bedelini ödemedin,
kendi kendini bağışladın. Muhtemelen daha bunları yapma­
dan önce. Ama bağışlayabilmek sadece diğerlerine mahsus.
Onlar seni bağışlamıyorlar."
Dehşet verici, diye düşündü Henner. Babası hakkında hü­
küm veren oğul . . . Oğul haklı, baba haksız. Oğul çıkışmaların,
baba dikbaşlılığın ardına sığmıyor. Oğul acısını, baba çare­
sizliğini açığa vurmuyor. Bunun sonu nereye varacak? İkisi­
nin ne yapmaları gerekiyor? Bizim ne yapmamız gerekiyor?
Karin karşısında oturuyordu, Henner onun da gözlerinin
önünde olanları dehşet verici bulduğunu ve onun da ne yapıl­
ması gerektiğini bilmediğini yüzünden okudu. Derken Karin
bir şey yapmayı denedi . "Anlayabiliyorum . . ."
"Hayır, hiçbirini gerçekten anlayamazsınız. Ne annenizin
ya da babanızın öldürülmesinin, ne de babanızın bir katil ol­
masının nasıl olduğunu... Babam bunu hiç mi hiç anlayamaz.
Anlamak istemez. Siz onun, annem intihar ettiğinde bize
yazdığım mJ sanıyorsunuz? Ya da liseelen mezun oluşumu
kutladığını? Veya üniversiteye başlama mı? Siz benim her­
hangi bir zamanda babamdan bir mektup aldığımı mı zanne­
diyorsunuz?"
"Üzgünüm. Babanız size yazmak istedi, ama yapamadı.
0 ... "
"Ama ben ona yazdım." Jörg biı den çok heyecanlanmıştı.
"Ona hapishaneden mektuplar ve kartlar yolladım, ama hep­
si geri geldi ve sonra yazmaktan vazgeçtim. Ben ona yaz­
dım."
"Neler yazmıştın?"
"Şimdi nasıl hatıriayabilirim ki? Üzerinden )'irmi yıl geçti.
Sanırım sana, neden yanmda olmadığımı, neden hapishane-
1 49

de olduğumu anlatmıştım. Dünyadaki zulümden söz etmiş­


tim mektuplarımda; bizim verdiğimiz mücadeleden, vermek
zorunda olduğumuz kurbanlardan. Ben sana . . . Sana ne yaza­
bilirdim ki?"
Ferdinand, Jörg'e aşağılama dolu gözlerle bakmaya devam
ediyordu. "Ağzından çıkanların tek kelimesine bile inanmıyo­
rum. Hatırlamak istemediklerini unutuyor, hatırlayamadık­
larını uyduruyorsun. Muhtemelen başkanın öldürülmesinde
senin rolün öylesine iğrençti ki, hatırasını hazmedemiyor­
sun. Kendi çocuğunu umursamamış olmanı da hazmedemi­
yorsun. Ya da arkadaşların bunu o kadar yadırgıyorlar ki, on­
lara yalan söylemek zorunda kalıyorsun . Sen bir. . . " Fedi­
nand birden sustu; babasının ne oldu(,'Unu söylemek isteme­
di. Onun bir alçak olduğunu mu söylemek istemedi? Babası­
nın yapmış olduğu gibi, diğerleri hakkında konuşmak mı is­
temedi? Sonra devam etti: "Annemi de öldürdün. Ellerinle
değil. Ama onu öldürdün. O sana aşık olduğunda ve beni
dünyaya getirdiğinizde . . . O yüreğini ve hayatını tamamen
ada dı, o öyleydi, onu tanıyan herkes söylüyor bunu, sakın ba­
na bunu bilmediğini söyleme." Ağlamamak için kendini zor
tutuyordu. Ama böyle bir babanın ve onun arkadaşlarının
önünde zayıflık göstermeyecekti. Sesi titremedi. "Ama büyük
ihtimalle sen bana tam olarak şunu söyleyeceksin; sen bunu
bilmiyordun, ya da ne bildiğini artık hatırlamıyorsun. Sen
bunu unuttun. Ya da bana, o benimle mutlu olamazdı mı de­
mek istiyorsun? Onunla kalmak yerine onu terk ederek, da­
ha kötüsünden koruduğunu mu söylemek istiyorsun?"
Ferdinand artık konuşamıyordu, ayağa kalktı ve parkın
kararılığına doğru yürüdü. Bir an duraksadıktan sonra Ka­
rin de ayağa kalktı.
"Bana bırakın" dedi Dorle, o da kalktı ve Ferdinand'ın pe­
şinden gitti.
Madem meşhur teröristi tavlayamıyor, o zaman oğlunu tav-
ı so

lar, diye düşündü Henner ve kendinden utandı. Belki bu kızda


tahmin ettiğinden daha fazlası vardı. Ferdinand, Henner'i
dehşete düşürmemişti. Henner onu dinledikçe, Jörg'ün eski
halini hatırlamıştı; Ferdinand'ın acımasızlığı, ona Jörg'ün es­
ki günlerdeki acımasızlığını anımsatmıştı. İflah olmazlık na­
sıl da nesilden nesile geçiyor, diye düşündü.
14

Parka doğru ilk adımlarında salondan gelen mum ışığı


Dorle'nin yolunu aydınlatıyordu. Ama sonra zifıri karanlık
oldu. Dorle yavaş yavaş yürümeye devam etti, dalların ve
yaprakların nerede yoğunlaşmaya başladığını, yolun nereye
uzandığını el yordamıyla anlamaya ve kulak kesilerek Ferdi­
nand'ın ayak seslerini duymaya çalıştı. Derken hemen önün­
de dallar çatırdadı ve karanlıkta gezinen elleri Ferdinand'ı
buldu. Ferdinand karanlıkta fazla uzağa gitmemişti.
"Dere kenarındaki banka gidiyoruz" diye fısıldadı Dorle
onun elini tutarken, "yolun sonuna kadar yürüyüp, sağa döne­
ceğiz." Ferdinand hiçbir şey söylemedi, elini tutmasına da ses
çıkarmadı. Dorle onu yönlendiriyordu, birkaç adım sorunsuz
ilerliyorlardı, sonra ya Ferdinand ya da Dorle tökezliyor, biri
diğerini düşmemesi için tutuyordu, o zaman duruyorlardı, dip
dibe, ne yöne gideceklerini kestirmeye çalışıyorlardı ve bu sü­
rekli tekrarlanıyordu. Gözleri karanlığa alıştı ve terastakilerin
sesleri artık duyulmaz olduğunda, kulakları ormanın sesleri­
nin farkına vardı; bir kuş şakıyor, kukumav kuşu ötüyor, rüz­
gar yaprakları hışırdatıyordu. "Bu bir bülbül" diye fısıldadı
Dorle Ferdinand'a, kuş tekrar şakımaya başladığında.
Nihayet derenin kenarına, banka kadar ulaştılar. Burası
daha aydınlıktı; suyun akışını, ağaçların nerede sona erdiği­
ni ve tarlaların nerede başladığını görebiliyorlardı. Tarlala­
rın ardındaki köyde bir ışık yanıyordu. Birbirlerine baktılar.
1 52

''Benim adım Dorle" dedi, "senin adın ne?"


"Ferdinand. " Oturdular.
"Yalnız kalmak ister misin?"
"Bilmiyorum. "
''Beni tanımadığın için mi? Ben babanın eski bir arkadaşı­
nın kızıyım, terörist olmadan önceki dönemde tanımış oldu­
ğu bir arkadaşının kızı. Ben ikisinin yakın arkadaş oldukla­
rını zannetmiyorum ; sadece hepsi aynı gruba mensuplardı.
Babam siyasi meseleleri erkenden bırakmış ve tüccar olmuş,
diş laboratuarları var ve ben ailemin şımartılmış tek çocugıı­
yum. Dün akşam babanı baştan çıkarmaya çalıştım, ama o
istemedi ve buJ.,'Ü n öğleden sonra ağladı, ben de onu teselli et­
tim. Ben böy1eyim, beni hiç ilgilendirmeyen meselelere karı­
şırını ve bana izin verirlerse, insanlara iyilik ederim. Baba­
nın yanındayken kendi kendime şöyle dedim; afla birlikte te­
rörizm ve hapishane dönemi kapandı ve o yeniden yaşamayı
öğrenmek zorunda. Karısının intihar ettiğinden ve senin var­
lığından haberim yoktu."
"Onlar evli değillerdi. Annem babamın kendisiyle evlene­
ceğini umut etmiş, özellikle de ben dünyaya geldiğim zaman.
Ama sanki bu nınurunda değilrrıiş, burjuvaya has sözde de­
ğerleri aşmış gibi davranmış. Ta ki babam onu terk edene
dek. Aslında hiçbir zaman doğru dürüst bir beraberlikleri
yokmuş. Babam annemle sadece birkaç kez buluşmuş, çünkü
annem hoş bir kadınmış ve babam onun cazibesine kapılmış.
Belki kendi kendime, o zamanlar dönemin bunu gerektirdiği­
ni söylemeli ve babamı, annemle beni yüzüstü bıraktığı için
affetmeliyim. Ama bunu yapaınıyorum ." Buruk buruk güldü.
"Bunun için başkan da onu affedemezdi. Annem onu afli�tme­
di, ben de affetmem. Annemin intiharı için... "

"Ama annen, baban kendisini terk ettikten yıllar sonra in­


tihar etmiş. Sen o zaman kaç yaşındaydın?"
"Altı yaşındaydım , ilkokula yeni başlamıştım. Babam onu
1 53

terk ettikten sonra annem bir daha asla huzur bulamadı.


Banka soygunu cinayetinin ardından, babamın öldürdüğü
kadının annesi ve babasıyla temasa geçmeye çalıştı, sonra öl­
dürdüğü polisin dul karısıyla. . . Ama hem kadının ailesi, hem
de polisin dul karısı, annemi sadece katilin karısı olarak gör­
düler. Okulun bahçesinde hiç tanımadığım çocuklar beni aşa­
ğı.lar ve döverlerdi; ben bunları annerne anlatmazdım, ama o
öğrenir ve kendini suçlardı . Başka şeyler için de kendini suç­
lardı; örnek alabileceğim bir babam olmadan büyüdüğüm
için, spor yapmadığım için, futbol veya hentbol ya da basket­
bol oynamadığım için, annesiyle babası hem onun hem de be­
nim için endişelendikleri için . . . Elbette annem öldükten son­
ra onlar bana bakmak zorunda kaldılar, ellerinden geleni
fazlasıyla yaptılar, onlara gerçekten teşekkür borçluyum.
Ama ben annemin, aslında annemin ve babamın yanında bü­
yümüş olmayı çok isterdim."
·'Bütün h ayatın bunun etrafında mı dönecek? Babası bü­
yük bir bilim adamı ve Nobel ödüllü olduğu için kendini hiç­
bir işe yaramaz hisseden ve neredeyse kılını kıpırdatınayan
bir oğlan tanıyorum. Meşhur sanatçıların ya da siyasetçile­
rin, ebeveynlerinin gölgesinde hayata küsen çocukları var.
Hayatta hiçbir baltaya sap olamamış homoseksüeller tamyo­
rum, çünkü homoseksüel olarak sürekli bir kimlik arayışı
içindeler." Dorle ona söylemek istediklerini Ferdinand'ın an­
layıp anlamadığım bilmiyordu, ama bunu ona sormak da is­
temiyordu. "Baban hayal ettiğin gibi mi?"
Ferdinand omuzlarını silkti. "Ben onu daha güçlü, daha
kararlı hayal etmiştim, bu kadar zavallı değil. Peki sen onu
nasıl buluyorsun?"
"Babanın zavallı olduğunu mu düşünüyorsun?"
"Öyle ya da değil. Ya yaptıklarının arkasında durur ve doğ­
ru olduklarını, yaptıklarını hala doğru bulduğunu söyler, ya
da bugün onları yanlış bularak pişman olur. İkisini de haz-
1 54

medebilirdim, ama onun acınası bir tavırla boş laflar ederek,


her şeyi unuttuğunu ve her şeyin bedelini ödediğini söyleme­
sini hazmedemiyorum."
Dorle artık ne söyleyeceğini bilemiyordu. Çocuklar büyü­
yünce, onlar için ebeveynlerinin her zaman bir hayal kırıklı­
ğı olduklarını söylemeyi düşündü. Küçükken babasını kahra­
man olarak görürdü, artık o da kahraman değildi. Ama baba­
sı iyiydi, peki bir hayal kırıklığı mıydı, hayır, babası onu ha­
yal kırıklığına uğratmamıştı. Ayrıca Ferdinand'ın, babası da­
ha güçlü olup, yaptıklarının arkasında dursa veya pişman ol­
sa bile ondan kolay kolay kurtulamayacağını düşündü. His­
leri ona, Ferdinand'ın babasından kurtulabilmesi için onun­
la barışmak zorunda olduğunu söylüyordu. Ama nasıl? "Bü­
yükannenle büyükbabanı seviyor musun?"
"Sanırım evet. Onlar çok yaşlılardı ve pek cana yakın de­
ğillerdi, hatta mesafelilerdi. Ama beni iyi bir okula yolladılar
ve yapmak istediğim her şeyde, piyano çalmak, yabancı dil
öğrenmek, seyahate çıkmak istediğİrnde beni desteklediler.
Şikayet edemem."
Dorle yeni bir hamle yaptı. "Babam aniayabiliyor musun?
Yani anlamaya çalışıyor musun? Babanla, halanla ve baba­
nın arkadaşlarıyla daha fazla konuşabilir misin? Sana göre
baban zavallı . . . Ama belki o daha güçlü olmak isterdi, neden
öyle olmadığını öğrenmek için konuşmaya değer."
Ferdinand aşağılayıcı bir tavırl a burnundan soluyordu.
Dorle ona baktı ve bekledi. Ferdinand hiçbir şey söyleme­
di . Dorle bunun iyiye işaret olduğunu düşündü. "Denersen,
hayatını bir düzene sokamamış olan ve bunun üstesinden na­
sıl geleceğini bilmeyen o yaşlı adamı belki anlarsın. Cinayet­
ler, adam kaçırmalar, banka soygunları, kaçış, hapishane,
devrimin boşa çıkışı . . . Böylesine berbat bir hayatın ne anla­
mı olabilir ki? Ama bunların dışındaki, sadece kendine mah­
sus hayatının herhangi bir anlamı olmak zorunda." Dorle yi-
1 55

ne Perdinand'a baktı. Perdinand sımsıkı kapalı dudakları ve


gergin yanak kaslarıyla ona profilini dönmüştü, Dorle onun
son derece erkeksi ve çekici göründüğünü düşündü. Perdi­
nand eğilip yerden küçük bir ağaç parçası aldı ve başparma­
ğının tırnağıyla kazımaya başladı. Dorle onun kendisini seve
seve dinlediğini ve konuşmaya devam etmesini istediğini his­
setti. Ama başka ne söyleyebilirdi ki? "Hala büyükannenle
büyükbabanın yanında mı yaşıyorsun?"
Perdinand biraz duraksadıktan sonra cevap verdi. "Bazen,
tatillerde. Sömestrde Zürih'te oluyorum." Ağaç parçasını kazı­
maya devam etti. "Az önce neredeyse ağlayacaktım. En son ne
zaman ağladığımı hatırlayamıyorum, ağlamayalı çok uzun za­
man oldu. Acaba en son annemin ölümüne mi ağlamıştım? Ba­
bamın karşısında ağlamaktansa, kendime zarar vermeyi ter­
cih ederim. Neredeyse ağlayacaktım, ama üzüntüden değil, öf­
keden . . . Öfkenin insanın canını, can acısı kadar yakahildiğini
bilmiyordum. Karşımda oturuyor, göbeği pantolonunun üzeri­
ne sarkmış, cılız kolları gömleğinden fırlamış, yüzü çökmüş,
gözlerinin feri sönmüş, bakışları tedirgin ve ben, o beş para et­
mez herifin nelere sebep olduğunu düşündükçe, öfkeden yüre­
ğim sıkışıyor. Sen benim onu anlarnam gerektiğini düşünüyor­
sun. Bense sık sık, elime bir silah alıp, onu öldürmem gerekti­
ğini düşünürdüm." Oturduğu yerde doğruldu ve kollarını iki
yana açarak hankın arkasına koydu. "Buraya gelmekle doğru
olanı mı yaptım, yoksa hata mı ettim?"
"Doğru olanı yaptın."
Perdinand omuzlarını silkti.
"Hava serin" dedi Dorle ve ona iyice sokuldu.
Perdinand geri çekilmedi, ama hepsi o kadardı. Dorle,
Jörg'e sarıldığında, onun sandalyede kaskatı oturmaya de­
vam ettiğini hatırladı ve usulca güldü. Babasının oğlu, diye
düşündü. Ama az sonra Perdinand kolunu Dorle'nin beline
doladı.
15

Ferdinand ve Dorle masayı terk ettikten sonra, Jörg kendin­


de ayağa kalkıp gidecek gücü buluncaya dek, oylece oturdu.
Kendini diğerlerine açıklama yapmak zorunda hissediyordu ve
bunu birkaç kez denedi, ama ne söyleyeceğini bilemedi. Diğer­
lerinin de dili tutulmuş gibiydi. Bir mum ışığına, bir parkın ka­
ranhğına bakıyor ve gözleri buluştuğunda malıcup malıcup gü­
lümsüyorlardı. "İyi geceler." Jörg'ün birdenbire ayaklandığında
söy!eyebildiği tek şey bu oldu ve diğerlerı de "iyi geceler" dışın­
da bir şey söyleyemediler. Christiane hemen sonra Jörg'ün pe­
şinden gitmek için ayağa kalktı, Ulrich bu kez alaycı alaycı
bakmak yerine, onaylayarak başını salladı.
"Sabah dokuzda küçük bir ayin için çanları çalacağım" de­
di Karin, Christiane gitmeden önce. "Bunu hepinizin gelme­
sini beklediğim için değil, sadece çanların neden çaldığını bil­
ıneniz için söylüyorum."
Bu herkesin ruh halini değiştirdi. insafsız kadın, diye dü­
şündü Andreas başını saltayarak ve Marko hemen, gelmeye­
ceğini söyledi. Karin'in duyurusu İlse'yi de şaşkına çevirmiş­
ti, ama sonra ibadet vesilesiyle yapılacak olan ayinin, Ka­
rin'in sürekli olarak çatışmalan yumuşatmak ve huzuru sağ­
lamak için çabalamasından daha tabii olacağını düşündü.
"Ah, ne güzel, biz seve seve geliriz" dedi İngeborg; lnrich yi­
ne alaycı gözlerle bakabilmekten memnundu . Margarete sa­
at ve çan sesleriyle ilgili duyuru üzerine kahvaltıyı, tabak ça-
157

nağı ve bulaşığı düşündü. "Sonra bana kim yardım edecek?"


Herkes yardıma hazırdı, ayrıca neden hemen yardım etmi­
yorlardı ve neden ardından son bir kadeh şarap içmiyorlardı?
Daha sonra yine birlikte terasta otururlarken, Eberhard
şöyle dedi: "Biz yarın öğleden sonra erkenden yola çıkmak zo­
rundayız. Karin, ,Jörg'e arşiv bölümünde bir iş önerecek. Jörg
ve Christiane'nin işlerini kolaylaştırmak için başka ne yapa­
biliriz, fikri olan var mı?"
"Ben Jörg'e benim laboratuarıarımdan birinde çalışabile­
ceğini çoktan söyledim."
"Yazmak isterse, ben yazdıklarının yayımlanması için ona
seve seve yardımcı olurum."
"Bence ... " diyerek söz aldı Marko ve Andreas tarafından
sözü kesildi. "Evet, biliyoruz, sence onu rahat bırakmalı ve
yine devrim yapmasn..a engel olmamalıyız, onun yapmak is­
temiş ve kesinlikle ba�arıyla yapmış olduğu tek şeyin bu ol­
duğu da söylenebilir. Devrimi unut gitsin. Ama rahat bırak­
maya gelince . . . O konuıla haklısın. Jörg iş konusunda bizim
kendisine yardım edebileceğimizi biliyor ve bize ihtiyacı ol­
duğunria, bunu bize söyler. Sen de onu rahat bırak."
"Kes artık küstahça laflar etmeyi! Sen bana ne yapmam ve
neden vazgeçmem gerektiğini söyleyemezsin, Jörg'e de söyle­
yemezsin. Sanki Jörg'ü benden daha iyi tanıyormuş gibi konu­
şuyorsun, ama senin tanıdığın sadece suçlanan, yargılanan,
mahkum edilen, zayıf Jörg. Ben farklı bir Jörg tanıyorum. Sen
devrim düşüne ihanet ettin, siz hepiniz bu düşe ihanet ettiniz,
sizi satın almalarına, değerlerinizi yıkınalarma göz yumdu­
nuz. Ama ben bunu yapmadım, Jörg yapmadı. Siz onu bir ha­
ine dönüştüremeyeceksiniz." Diğerleri ilk anda, Marko'nun
neden giderek daha hırslı ve öfkeli konuştuğunu Marko şöyle
diyene dek anlamadılar: "Artık .Jörg'ü bundan mahrum ede­
meyeceksiniz . . . Ben basın açıklamasını bugün verdim." Marko
konuşurken aslında buna yer yapmak istemişti.
1 58

Andreas Marko'ya bıkkın ve biraz da tiksinerek bakıyor­


du. Ayağa kalktı ve masadakilere bakarak sordu: "Parkta te­
lefon edilebilen yer neresiydi?"
Margarete de ayağa kalktı. "Gel!"
Marko eliyle masaya vurdu. "Siz aklınızı mı kaçırdınız?
Jörg'le konuşma zahmetine bile katlanmadan, onun hayatını
mahvetmek mi istiyorsunuz?" Ayağa fırlayıp, hızla Andre­
as'ın üzerine doğru yürüdü ve eline vurarak telefonu yere dü­
şürdü, sonra eğilip telefonu aldı, doğruldu ve parka fırlattı .
Zafer kazanmış bir savaşçı edasıyla Andreas'ın karşısına di­
kildi . Andreas, Karin'in kocasına döndü ve bıkkın bir tonla;
"Seninkini alabilir miyim?" diye sordu. Eberhard başını sal­
Iayarak telefonu cebinden çıkardı ve Andreas'a verdi. Marko
yine, uzaklaşmakta olan Andreas'ın peşine düşmeye kalktı .
Ama bu kez İlse ona çelme taktı, Marko tökezledi, düştü ve
Margarete'nin boş sandalyesiyle birlikte yere düştüğünde öy­
le bir gümbürtü koptu ki, İlse korkudan küçük bir çığlık atıp
eliyle ağzını kapadı.
Bir an için herkes soluğunu tuttu. Derken Marko sersemle­
miş bir halde doğruldu, ayağa kalkamadı, sırtını İlse'nin san­
dalyesine yasladı. Andreas ve Margarete parka gittiler. Ulrich
karısına şöyle dedi: "Bak, sapasağlam. Bugünlük bana bu ka­
darı kafi. Sana da mı?" İngeborg ona elini uzattı ve ikisi diğer­
lerini başlarıyla selamiayıp gittiler. Karin kocasına beklentili
gözlerle baktı. Eberhard başını saHayarak ayağa kalktı ve Ka­
rin kocasının hemen ardından ayaklandı. Ama sonra tereddüt­
le durdu, ta ki Henner; "Haydi gidin, içiniz rahat olsun!" diye­
ne ve İlse ona katılana dek; "evet, gidip yatın!"
Marko şaşkın şaşkın, "Tökezledim" dedi. İki eliyle başını
tutuyordu.
İlse onun saçlarını okşadı. "Ben sana çelme taktım."
"Gerçekten mi?"
"Gerçekten."
1 59

"Kavga edecektim."
"Andreas'la kavga edecektin. Ama Andreas geri geldiğinde,
yatağında yatıyor olmalısın. Biz daha fazla olay çıksın iste­
miyoruz, bir gün için yeterince olay yaşadık. Henner odana
gitmene yardım edecek. Aspirinin var mı? Yok mu? Ben yat­
maya giderken sana getiririm."
İlse kısa bir süre terasta tek başına oturdu. Sonra Henner
geri geldi ve ona Marko'nun yatağa yatar yatmaz uyuduğunu
söyledi; muhtemelen hafif bir beyin sarsıntısı geçirmişti.
Parkın karanlığından terasın aydınlığına geri döndüklerin­
de, Andreas ve Margarete de Marko'ya olanları dinlediler.
Andreas pek başarılı olamamıştı. "Ajanslar basın açıklaması
hakkındaki haberi çıkarmışlar. Ama sadece birkaç saat ol­
muş. Haberi yayırolayan gazeteler olacak, gerçi o gazetelerde
bir düzeltme ve cevap yazısı çıkmasını sağlayabilirim, ama
yine de hoş olmaz."
"Başka şarabımız var mı?"
"Kapının yanında Ulrich'in Bordeaux şarabı duruyor."
Hala bir şişe vardı, kadehlerini doldurdular ve bir kez da-
ha tokuşturdular. "Lanetin sona ermesine!" dedi Margarete.
Diğerleri, "Lanetin sona ermesine!" diyerek tekrarladılar.
"Ne laneti?" diye sordu Andreas az sonra.
"Jörg'den önceki nesilden Jörg'e ve Jörg'den de oğluna ka­
lan bir lanet değil mi? Bana lanet gibi geliyor." Andreas'ın
şüpheli bakışını gördü ve ona gülümsedi. "Biz burada, dışarı­
da biraz geri kaldık. Sonbaharda sislerle birlikte evimize bir
de ruhlar geliyor ve yaz gecelerinde seslerini duyuranlar sa­
dece kukumav kuşları olmuyor. Üstelik bizim burada cadılar
ve periler de var ve bazen ancak nesiller sonra bizim tarafı­
mızdan alınan lanetler var." Ayağa kalktı, diğerleri de onun­
la birlikte kalktılar, Andreas ve İlse'yi kucakladı, sonra Hen­
ner"e şöyle dedi: "Beni evime götürür müsün?"
16

Christiane, Jörg'ün peşinden odasına gittiğinde, Jörg ya­


takta oturmuş ve gözlerini yere dikmişti. Christiane onun ya­
nına oturup, ellerini ellerinin içine aldı.
"Sence oğlum yarın hala burada olur mu?"
"Bunu ister rniydin?"
"Bilmiyorum. Her şeyin bu kadar zor olacağını bilmiyor­
dum. Benim her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüp taşı­
nabilmiş olduğum zannediliyor olsa gerek, düşünüp taşın­
mıştım da. Ama bu yüzrnek gibi. Hatırlıyor musun? Çocuk­
ken bir yaz boyunca evde, göbeğim sandalyenin üzerinde,
kollarım ve hacaklarım havada, yüzme hareketleri çalışmış­
tım, ama bütiın yaz boyunca doğru yaptığım hareketlerle su­
cia batmıştım. Ben hapishanede sandalyenin üzerindeydim,
şimdi sudayım."
"Ama bir gün yüzebildin. Nasıl birdenbire oluvermişti, ha­
tırlıyor musun?"
"Unutur muyum! Sonhalıarda Klara Teyze'yle birlikte Tes­
sin'e, Langensee'ye gitmiştik, sen benimle birlikte gölde yüz­
müştün ve oluvermişti işte."
"Burada bir hafta sonu boyunca arkadaşlarınla egzersiz ya­
pıyorsun ve biz şehre gittiğimizde, ilişkilerin yoluna girecek."
"Hayır." Jörg başını salladı. "Bunu yarın başarmak zorun­
rlayım, tabii çok geç değilse."
"Belki bu hafta sonu bir hataydı. Üzgünüm. Ben ... "
161

"Hayır, Christiane, tosladıklanm ve kendimi yaraladıkla­


rım benim smırlarım. Kendimi bu bataktan bizzat çekip çıkar­
mak zorundayım." Bir an için alnını Christiane'nin omzuna
yasladı. ''Pek çok şeyi artık gerçekten hatırlamıyorum. Kim
ateş etmişti, hatırlamıyorum. Jan'la Amsterdam'da buluşmam
gerekiyordu, ama bunu askıya mı almıştım, hatırlamıyorum.
Filistinli eğitmen kadının adı neydi, biz birlikte bir şeyler pay­
laşmış mıydık, artık hatırlamıyorum. Yıllarca hapishanede ne
yapmış olduğumu hatırlamıyorum. Bir şeyler yapmış olmak
zorundayım, ama her ne yaptıysam uçup gitmiş."
"Biz her şeyi hafızamızda tutamayız."
"Bunu ben de biliyorum. Ama bana sanki hafızamdan, ye­
ni ve önemli şeylere yer açmak için unutulmak zorunda olan
eski ve önemsiz şeyler değil, benim birer parçam olan şeyler
silinmiş gibi geliyor. Ben kendime nasıl güvenebilirim artık?"
"Kendine zaman tanı, ufaklık, zaman tanı."
Jörg güldü. "Bunu hiçbir zaman beceremedik, Tia. Kendimi­
ze zaman tanımayı, oluruna bırakmayı, hayatı olduğu gibi ka­
bul etmeyi ve tadını çıkarmayı. . . Biz bunları hiç öğrenemedik."
"İngilizlerin yeni numaralar öğrenebilen yaşlı köpeklerle
ilgili bir atasözü var."
"Hayır, Tia. Old dogs don't learn new tricks . . . İngiliz atasö­
zü tam tersini söyler."
İkisi de sustular. Christiane önceki akşama kıyasla daha
az korktuğunu fark etti. Bu onu şaşırttı; ne dünkü sorunla­
rm, ne de bugünkü sorunların hiçbiri çözülmüştü. Sorunlar
neden onu daha az korkutuyorlardı?
Uykuya dalmış olan Jörg'ün nefes alıp verişini duydu. Ya­
takta otururken iki büklüm olmuş, öne doğru eğilmişti, elle­
ri kucağındaydı. Onu hafifçe itti ve Jörg usulca yana doğru,
yatağa düştü. Ayakkabılarını çıkardı, bacaklarını kaldırıp
yatağa uzattı, altmda kalan örtüyü çekerek aldı ve üzerine
örttü. Sonra kısa bir süre yatağın yanmda durdu, kardeşinin
1 62

uyuyuşunu seyretti ve yağmurun ilk damlalarının tekdüz�


bir şırıltıya dönüşümünü duydu.
Uyumakta olan kardeşine bakarken, her şeyi görüyordu;
ciddiyetini, iyi niyetlerini, şevkini, hem herkese, hem de ken­
dine karşı mesafelilikten yoksun Qluşunu, çıkmazlarını, kibri­
ni, sayg1sızlığını ve biçareliğini . . O hayatına t€sadüfen E,Tİrıniş
.

olsaydı, ondan hoşlanır mıydı? Hay?.tma tesadüfcn girmem.iş­


ti. O, büyütmüş, hiç yanından ayırmamış ve üzerine titremiş
olduğu kardeşiydi. O, Christiane'nin kaderiydi ve Christiane
canının istediğini yapabilirdi. Sessizce odasına gitti.

Sonunda herkes uyuyordu. Andreas odasında bir on beş


dakika boyunca volta attıktan ve yine sinirlenip, yine sakin­
leştikten, bir kez d aha hukuki seçenekleri baştan sona dü­
şündükten sonra uyumuştu. İlse yazmaya devam etmeyi dü­
şünüp vazgeçtikten ve sabah erkenden yine dere kenarında­
ki banka gitmeye karar verdikten sonra uyum;.ıştu.
Teras çoktan boşalm1ş ve karanlığa gömülmüşken, Dorle
ve Ferdinand banktan kalkmış] ardı. Yağmur başlamıştı, baş­
ta hafif bir yaz yağmuruydu, hafif ve sıcak bir soluk gibi sa­
rıyordu ikisini. Sonra şiddetlen -li ve hava soğudu, D�rle tir
tir titreyince, konağa gittiler. "Benim od:ım yok" diye fısılda­
dı Fcrdinand, Dorle fısıldayarak karşılık verdi: "Benimle
odama geliyorsun." Ferdinand merdivende duraksadı . "Ben. . .
Ben henüz hiç . . . " Dorle ib eliyle Ferdinand'ın başını tutup,
onu öptü. Usulca güldü. "Ben Çl>ktan yaptım."
Ulrich ve karısı, kızlarının F'erdinand'la birlikte odasına
girdiğini ve ikisinin seviştiklerini duydular. "Biz buna mec­
bur. . . ", "Hayır, mecbur değiliz" dedi Ulrich ve kansını kolla­
rma aldı, İngeborg yağmurun şırıltısını yüreğinde duyumsa­
yana dek ona sarıldı. Sonra onlar da seviştiler.
Karin yataktaydı, ama uyumuyordu, kocasının nefes alıp
verişini dinliyor ve ertesi sabahki ayini düşünüyordu. Klsa
1 63

ayİnlerde vaaz vermek son derece sıradan bir şey haline gel­
mişti, sayısız din dersi haftalarında, iş zamanlarında ve boş
zamanlarında, toplantılarda ve kilise meclislerinde tekrarla­
ya tekrarlaya ezberlemişti. Ama arkadaşlarına ezberlemiş ol­
duklarınm hiçbirini sunamazdı. Her kelime doğru olmak zo­
rundaydı. Sadece gerçekten bildiklerini söyleyebilirdi. Ama
ne biliyordu? Şunu biliyordu ki, İlse gibi Marko'ya çelme ta­
kıp, onu düşüremezdi; kendinden utandı.
Margarete ile Henner son derece mutlu bir uykuya daldı­
lar. Mutluydular, çünkü birbirleriyle ilgili hiçbir şey onları
huzursuz etmiyor, hiçbir şey sinirlendirmiyordu. Gerçi bu,
aşkın ilk günlerinde ve haftalarında olursa görmezden geli­
nir, ama ya hiç olmazsa . . . Mutluydular, çünkü birbirleri hak­
kında öğrendikleri her şey hoşlarına gidiyordu. Aslında öğ­
rendikleri çok değildi; Margarete çevirilerinden, Henner rö­
portajlarından bahsetmemişti, birbirlerine ne ailelerinden,
ne de dostlarından, ne en sevdikleri kitaplardan, ne de en
sevdikleri filmlerden söz etmişlerdi. Ancak Henner'in Chris­
tiane'ye yardım etmiş olması, Margarete'nin hoşuna gitmişti
ve ardından Margarete'nin Henner'e bakan gözlerindeki şüp­
he ve hoşgörü karışımı ifade Henner'in hoşuna gitmişti. Mut­
luydular, çünkü birbirlerini koklamaktan, tatmaktan ve his­
setmekten çok memnundular. Margarete'nin yatağında çıni­
çıplak uzanıp, vücutlarının birbirini arzulayışının, bunu yü­
reklerinden bağımsız yapmamalarının ve bunun özel bir ar­
zu, özel bir hazine oluşunun tadını çıkardılar. Yağmuru sade­
ce açık pencerelerden değil, aynı zamanda üzerlerindeki ça­
tıda da duydular. Yağmurdan bir evde uykuya daldılar.
17

Yağmur kum zemini suya doyurdu, küçük derelerde ve çu­


kurlarda birikti, tüm tepecikleri sularıyla düzleştirdi, avluya
dolup, bodruma aktı. Bitkilere iyi geldi. Şimdiye kadar yaz
kurak geçmişti ve şimdi her şey canlanıyordu; avlu kapısının
bitişiğindeki ve evin kapısının önündeki ortancalar, bahçede­
ki ahududular ve domatesler, hatta yaprakları canlılığını ve
rengini yitirmiş olan meşeler. . . Margarete gece yarısı uyanıp,
yağmurun şırıltısını duyduğunda, sanki yağmurun sesi uy­
kuya dalarken duyduğundan daha yüksekmiş gibi geldi ona;
ertesi sabah daha canlı çiçek açacak olan ortancaları, ahudu­
duların ve domateslerin olgunlaşacaklarını, meşelerin tüm
heybetleriyle ışıl ışıl parıldayacaklarını düşünerek sevindi.
Sonra tekrar uykuya daldı, tekrar uyandı, yağmur hala pen­
cerelerin önünde ve çatının üzerinde şırıldıyordu.
Bu da bu kırsal bölgenin bir parçasıdır. Koyu gri bulutlar­
dan gelen yağmur kırsalı örter, damlalar Japoncaya has çiz­
giler gibi ince şeritler halinde düşer, zemin ıslanır ve ağırla­
şır, ayakkabılara yapışır. Yağmur dinrnek bilmez ve insanı
korkudan kurtaran tek şey, bu kırsala yağanın bir tufan ol­
duğu anlayışıdır. Çünkü yağmur kendini, ancak her şey su­
lar altında kaldığında dinecek olan bir tufan gibi hissettirir.
Margarete suyıın bodruma sızacağını, paslı oluktan çatı
arasına akacağını, iki ev arasındaki küçük dere ters yönde
akar ve kabarırsa mutfağa kadar gireceğini biliyordu. Bu kü-
1 65

çük felaketler ilk kez başına geldikten sonra, bir sonraki şid­
detli yağınurda kum torbaları ve brandalarla önlem almaya
çalışmıştı. Çok faydası olmamıştı. Yine de bodrumun suyunu
boşaltmak ve çatı arasını silmek zorunda kalmıştı. Bir gün
Christiane ile konağın etrafına drenaj sistemi inşa ettirecek
ve çatıyı yeniletecek paraları olacaktı. Asla paraları olmasa
da, Margarete'nin urourunda değildi. 1\ıfan sevdiği kırsalın
bir parçasıydı. Bu kırsala duyduğu sevgi Margarete için, on­
dan gelene, soğuğa, kavurucu sıcağa, melankoliye, kuraklığa,
tufana teslimiyet göstermeye hazır olmak demekti.
Margarete yan döndü, Henner'le sırt sırta, popo popoya ya­
tıyordu. Yan yana yatmanın neden bu kadar huzur verici ol­
duğunu kendi kendine açıklayamıyordu, ama öyleydi. Arala­
rındaki ilişki nasıl devam edecekti? Henner bazen onun ya­
nında, kırsalda ve o bazen Henner'in yanında, şehirde mi ka­
lacaktı, arada bir birlikte bir seyahate mi çıkacaklardı? Bu­
nun nasıl sürmesini istediğini bile bilmiyordu. Özgürlüğünü
ve yalnızlığını seviyordu. Ama Henner'le biraz yakınlaşmak,
içinde bir beraberlik özlemi uyandırmıştı; oysaki Margarete
bu özlernin hala içinde olduğundan ve uyanınayı beklediğin­
den habersizdi. Ama şehre taşınmayacak, bu kırsalı terk et­
meyecekti.
Yağmurun şırıltısını dinliyordu. Hatıralar canlanıyordu.
Tarladaki o kulübede geçirdiği gece ... Yedi yaşındayken ev­
den kaçmış, kaçarken yağınura yakalanınıştı ve henüz, yağ­
murun her şeyi önüne katıp, uzaklara götürüp götürmeyece­
ğinden emin değildi. Yaz mevsimi, hasat zamanı . . . Her gün,
ama her gün, uyuşan elleriyle nemli toprağı kazarak patates­
leri çıkarmak ve temizlemek zorundaydı. En iyi kız arkada­
şının evlendiği cumartesi ve nikah dairesinin girişinin önün­
deki büyük ve derin su birikintilerinin üzerine, belediye baş­
kanının, gelinle damadın ve konukların içeri girebilmeleri
için konmak zorunda kalan tahtalar. . . Yağmur bir türlü din-
1 66

rnek bilmeyince, girmiş olduğu depresyonlar. . .


Sonra konakta kaç kova olduğunu düşünerek saydı. Beş
mi? Yoksa altı mı? Yağmur dindiğinde kovalar peş peşe dizi­
lecek ve bodrumu boşaltacaklardı. Marko kovayı Andreas'a
uzatacaktı, Andreas İlse'ye, İlse Jörg'e . . . Gülümseyerek tek­
rar uykuya daldı.
Pazar
ı

İlse derin uyumuyor, sık sık uyanıyordu, gün ağannca ta­


mamen uyandı. Pencerenin kenarına gitti; avlunun, meşele­
rin ve tahıl ambarlarının yağmurun pusuyla örtülü oldukla­
rını gördü. Bu havada dere kenarındaki bankta yazması
mümkün değildi. Su çanağını ve testisini masadan kaldırıp,
masayı ve sandalyeyi pencerenin kenarına çekti. Ortalık yaz­
mak için yeterince aydınlıktı.
Son iki günde yazmak istediğinden kesinlikle emin olmuş­
tu, ama bu kesinliğin neden kaynaklandığını bilmiyordu. Dü­
şüncelerinde yazmak ve yazmamak arasında gidip geldiği
aylarda gizlice mi ortaya çıkmıştı? Yoksa bu kesinlik, diğer­
lerinde sezinlediğini sandığı, hayata dair belirsizlik duygu­
suna başkaldıran bir yanıt mıydı? Yoksa bedeli olabildiğince
ağır, yanlış bir hayat sürmüş ve sonunda bomboş ellerle ka­
lakalmış olan Jörg'ün hissettirdiği korkunun sonucu muydu?
Sebep her ne olursa olsun, İlse kesinlikle emindi.
Ama Jan'ın öyküsünü nasıl devam ettirmesi ve nasıl sona
erdirmesi gerektiğinden emin değildi. Onun öyküsüyle Al­
manya'daki terörizmin bilinen öyküsünü anlatabilirdi. An­
cak araştırma yapmak zorundaydı. Araştıramadıklarını, ha­
yal etmek zorunda kaldıklarını, bugüne dek aydınlatılama­
mış cinayetleri ve yakalanmamış teröristleri de anlatabilirdi.
Peki, ya sonu . . . Öyküyü nasıl sonlandıracaktı? Jan yakalana­
cak mıydı? Vurularak öldürülecek miydi? Bir bomba yapar-
1 70

ken havaya mı uçacaktı? Peki, yakalanırsa ne olacaktı? Ce­


zasını sonuna kadar çekecek miydi? Yoksa baskı yapılarak,
serbest bırakılması mı sağlanacaktı? Hayır, o zaman eski hi­
kaye devam ederdi. Jan cezasını sonuna kadar çekmek zo­
ruiıdaydı. Peki ama bu sırada kendisini nasıl hissedecekti?
Vermiş olduğu savaşın esiri olduğunu mu hissedecekti? Ken­
dini kurban olarak mı görecekti? Başkaldıracak mıydı? Piş­
man olacak mıydı?
Teröristlerimizin nasıl olmalarını isterdik? İlse bir insanın
terörist olarak geçmişiyle nasıl hesaplaşması gerektiğine ka­
rar vermek zorundaydı . Şu beklentiyi anlıyordu; terörist so­
ru işaretlerini ortadan kaldırmalı ve pişmanlık göstermeliy­
di. Kurbanların yakınları neler olup bittiğini bilmek isterler
ve toplum, teröristin tekrar toplum sözleşmesine kabul edil­
mek istediğine dair bir işarete ihtiyaç duyar. Jörg af dilekçe­
sini büyük bir gurur ve dikbaşlılıkla vermişti, ama yine de İl­
se'yi duygulandırmıştı.
Yoksa öyle olmadı mı? Yoksa İlse'yi duygulandıran, aslın­
da af dilekçesi vermiş olan Jörg değil, onun İlse'ye anımsat­
tığı gururlu ve dikbaşlı delikanlı mı oldu? Gtmçlik yıllarında
aşık olduğu delikanlı mı? Yoksa sadece aşkının hatırası mı
duygulandırmıştı onu?
Tuhaf. .. Cumadan beri, ona olan aşkını bir an bile düşün­
memiş, aşka dair ufacık bir şey dahi hissetmemişti. Jörg onun
için, duygusuz gözlerle izlediği, kimi zaman şaşırtıcı, kimi za­
man itici ve her zaman ilginç bulduğu bir merak objesi haline
gelmişti. Kendi kendini denemeye karar verdi ve çok uzun yıl­
lar önce Jörg'ün amfiye geldiği o sabahı düşündü. Her zaman­
ki gibi beşinci sırada oturuyordu, hem dersi iyi dinleyebilmek
için profesöre yeterince yakın, hem de derse kaldırılmamak
için profesörden yeterince uzaktı. Amerikan tarihi konulu
ders yeni başlamıştı ve açıkça görülüyorrlu ki, Jörg alışılagel­
dik dinleyicilerden biri değildi. Kapıyı ardından kapattıktan
1 71

sonra olduğu yerde durdu, etrafına bakındı, profesörü ve öğ­


rencileri uzun uzun süzdü, sonra ağır adımlarla öne doğru yü­
rüdü ve ilk sıraya oturdu. Bunu yaparak gösterdiği özgüven,
İlse'nin tutukluğundan binlerce ışık yılı uzaktı, üstelik yü­
zünde neşeli ve dikbaşlı bir ifade vardı, uzun boylu, ince yapı­
lıydı, kot pantolonunun ve beyaz tişörtünün üzerine mavi bir
gömlek giymişti. İlse ona aşık oldu. Jörg ayağa kalkıp, Ameri­
kan emperyalizmi ve sömürgecilik üzerine bir tartışma talep
ettiğinde, İlse bir başkası bunu yapsa sinideneceği halde, bu
talebi cesurca ve yerinde buldu. Ders bittikten sonra diğer
birkaç öğrenciyle birlikte Jörg'ün peşinden gitti, böylece onun
grubuyla ve siyasetle tanıştı. Jörg'e olan duygulanna nasıl ye­
nildiğini, ne kadar çaresiz olduğunu ve ne büyük bir inatçıhk­
la, nasıl bir izienim bırakacağına aldırış etmeden, onu elde et­
meyi umut etmeden, ona yakın olmaya çalıştığını çok iyi ha­
tırlıyordu. Evet, bir zamanlar olduğu o genç kız İlse'yi duygu­
landırıyordu ve çok geçmeden neşeliliğini yitirip, sadece dik­
başlılığını koruyacak olan o delikanlı da duygulandırıyordu.
Ama sadece, İlse'nin onun neşeliliğinden etkilenmesiyle baş­
lamış olan aşkı yüzünden duygulandırıyordu.
Yazmak önce düşüncelerinde ve sonra gerçekte onu duygu­
suzlaştırmış mıydı? Yoksa duygusuzlaşmış olduğu için mi
yazmaya yönelmişti? Sevmekten vazgeçmiş olduğu için mi?
Sevmeyi unutmuş olduğu için mi? Tıpkı hatıriarında olduğu
gibi, kedilerinde de kendini görebildiği için, kediler onun can
yoldaşı mı olmuşlardı?
İlse huzursuzdu. Duygulanabileceği yerde neden duygusuz
kaldığını ve sevmeyi unutmuş olup olmadığını açığa çıkar­
mak zorundaydı. Bu durum karşısında umursamaz olmama­
lıydı. Ama umursamazdı. Evet, açığa çıkarmak zorundaydı .
Ama şimdi değil. Şimdi öyküyü düşünmek zorundaydı. Onu
nasıl sona erdirmesi gerekiyordu?
Şayet içinde, hapishanedeki ıslah edilmiş, pişman ve tüm
1 72

soruların yanıtlarını vermeye hazır Jan'a karşı bir tepki uyan­


dıran, af dilekçesi vermiş olan gururlu ve dikbaşlı Jörg'ten et­
kilenmiş olması değilse, o zaman neydi? İ lse'nin Jan'ı bu şekil­
de anlatması mümkün değildi. Bir insanın karısı ve çocukla­
rıyla birlikte buıjuva bir varoluşu, iyi bir işi ve toplumsal ona­
yı bir kenara bırakıp, yıllar sonra hapishanede ıslah edilerek,
yine buıjuva değerler üzerine kurulu bir hayat sürmeye gay­
ret göstermek için terörist olmasının mümkün olduğunu dü­
şünmüyordu. Ayrıca bir insanın hapishanede ve hapishaneden
çıktıktan sonra terör planlarını tek başına ısrarla sürdürmesi
de ona göre mümkün değildi. Hapishaneden çıktıktan sonra
geriye kalan neydi?
O anda Jörg'ün parçalanmışlığını anladı. Ama ruhsal açı­
dan parçalanmış bir Jan hakkında yazmak istemiyordu. Öy­
leyse Jan tutuklanamaz, hapishanede cezasını çekemez ve
sonra serbest bırakılamazdı.
Pencereden yağmuru seyrediyordu. Bir teröristin hayatı,
eğer hayatının akışı polis, mahkeme ve hapishane tarafından
durdurulmazsa, nasıl sona ererdi? Emekliye ayrılarak mı?
Bir Amerikan pasaportu ve bir İ sviçre bankası hesabıyla mı?
Kırsal bölgede bir evde mi? Yoksa seyahatlerde ve otellerde
mi? Bir kadınla mı? Tek başına mı? İlse asla uzaklara seya­
hat etmeye ve uzak ülkelere özlem duymamıştı, Odenwald'da
veya Bodensee'de ya da bir Frizye adasında tatil yapmak ona
her zaman yetmişti. Şimdi dünyayı daha iyi tanıyor olmayı
ve Jan'ı uzaklara yollamayı, onun bir devrime katıldığını ve
bir saldırı sırasında öldürüldüğünü yazmayı çok isterdi. Bu­
dalaca, korkunç, boş yere bir saldırı . . . Onun hayatının kendi
gerçeğini gözler önüne serdiği bir saldırı...
İ lse yandaki odada tahta döşemenin gıcırdadığını duydu.
Saate baktı; altıydı, ama dışarısı aydınlanmaınıştı ve karan­
lık gökyüzü, yağmurun daha uzun süre yağmasına müsait­
miş gibi görünüyordu. Damlalar konağa doğru arada bir şa-
1 73

kır şakır iniyor, sonra pencere camlanndan aşağı doğru yu­


varlanıyorlardı. Su yeni pencerelerin çerçeveleri ile duvarın
arasından sızıyor ve pervazda duruyordu. İ lse masayı kena­
ra itti, geceliğini çıkardı, pencereyi açtı ve yüzünü, göğüsleri­
ni, kollarını yağınura bıraktı. Odadan ve konaktan çıkıp, çı­
rılçıplak terasa, oradan da parka koşmayı çok isterdi, ıslak
çimenieri ayaklarının altında, bodur ağaçların ıslak yaprak­
larını vücudunda hissedebitmek isterdi, dereye atlamak ve
içine dalmak isterdi. Ama kendine güveni yoktu. Sonra usul
usul akan derenin, çağlayan bir akarsuya dönüştüğünü, bir
an bile durup düşünmeden içine atladığını, sürüklendiğini,
suya gömüldüğünü hayal etti. Korktu.
Pencereyi kapattı, üstünü giyindi ve masayı tekrar eski
yerine çekti. Defterini açıp, kalemi eline aldı ve yazdı.
2

Şef garson Jan'ı içeri buyur etti, ama ona bir masa değil, bar­
da bir yer gösterdi. "Mr. Barnett geldiğinrle, sizi onun yanına
götüreceğim." Jan çantayı vestiyere bıraktı ve oturdu.
Bardaki yerinden de pencereden dışarıyı, şehri, yüksek bina­
ları, aralarındaki sokakları, nehri ve köprüleri, nehrin arkasın­
daki küçük evlerle örtülü tepeyi, uzaktaki dönme dolabı ve ha­
vaalanının kulesini seyretti. Ufukta deniz güneşin altında pırıl
pırıldı. Gökyüzü masmavi ışıldıyordu.
Jan'ın çantayı vestiyere verınesi gerekiyordu. Hepsi buydu.
Lübnar.lı bir tanıdığının ondan rica etmiş olduğu bir iyilik. . . O
da Jan'a daha önce buna benzer iyilikler yapmıştı. "Sabahleyin
'Windows on the World'a girmek isteyen, kulübün üyesi olmak
zorundadır. Sen bunu benden daha iyi yapabilirsin." Lübnanlı
tanıdık gülümsedi. Jan çantayı eliyle tarttı, çanta ağırdı. Lüb­
nanlı tanıdık yine gülümsedi. "İçinde ki bomba değil."; "Vestiyer
fişini ne yapacağım?"; "Biz seni arayacağız."
Jan kahve içti. Görevini yerine getirmişti ve artık hesabı
ödeyip, gidebilirdi. Sadece gidişinin dikkat çekmesinden ve bi­
rinin ona çantayı getirmesinden kaçınmak zorundaydı.
Pencerenin dışında gördüğü manzara onu gitmekten alıkoy­
du. Tüm o evler, tüm o insanlar, tüm o hayatlar. . . Enerji . . . İn­
sanlar o enerjiyle bir yerden bir yere yol alıyor, çalışıyor ve in­
şa ediyorlar. O enerjiyle dünyaya sahip oluyor, onu biçimiendi­
riyor ve üzerinde yaşıyorlar. Güzel şeylere sahip olmak istiyor-
1 75

lar. Bazen yüksek bir binanın tepesini bir mabet gibi ve bir köp­
rüyü bir arp gibi inşa ediyorlar ve ölüleri ırmak kenarındaki ye­
şil bir bahçeye gömüyorlar. Jan şaşırdı. Her şey doğru görünü­
yordu. Ama o tüm bunlardan öylesine uzaktı ki , doğru olanın
bu olduğunu hissetmiyordu. Aklına devierin oyuncaklanyla il­
gili masal geldi. Masal kitabındaki resimde dev kız çocuğu bir
sabanı kucağına alıyordu, koşum takımındaki at ve dizgine tu­
tunmuş çiftçi sahanın yanında çırpınıyorlardı.
Jan bir su ve bir kahve daha söyledi. Gün boyunca şehirde
kalacak, akşam uçağa binecek ve ertesi sabah Almanya'da ola­
caktı. Her seferinde bu baştan çıkancı duyguyu hissediyor, ka­
rısının evine gitmek, saklanmak ve gizlice oğullarını görmek is­
tiyordu. Üniversiteler tatile girmişti, oğulları evde olmalılardı.
Bu duyguya her seferinde direniyordu. Adresi ve telefon numa­
rasını biliyordu. Daha fazla bağlantı kurmaya kalkışmamalıydı.
Gürültüyü, diğer müşteriler kalıvaltı ve sohbet sırasında far­
kına varmadan önce duydu. Yüksek, boğuk, küçücük parçalara
ayıran, içine çeken bir gürültü ... Sanki devasa bir kıyma maki­
nesi bir binayı tümüyle haznesine çekiyor ve onu küçük parça­
lara ayırıyordu. Pencerede şehir eğri duruyordu, masalar ve
sandalyeler kayıyor, tabak çanak yere düşüp kırılıyordu, insan­
iar çığlıklar atıyor ve duvarlara, mobilyalara, birbirlerine tutu­
nuyorlardı. Jan bar tezgahına sıkıca tutundu. Şehir doğruldu
ve tekrar eğildi, sola, sağa, tekrar sola. Kule birkaç kez sağa so­
la sallandı. Sonra durdu.
Bir an için restoran tamamen hareketsiz ve sessizdi. Jan da
kıpırdamadı. Sessizliğin içinde bir telefon çaldığında, diğer her­
kesle birlikte kahkahayı salıvermeden önce, soluğunu tuttu.
Kule duruyor, telefonlar çalışıyordu, şehir aydınlıktı ve güneş
parıldıyordu. Ama bu rahatlama sadece bir an sürdü. Masaları
ve sandalyeleri eski düzenlerine sokmak için harekete geçen
garsonlar, dökülmüş olan kahve ve portakal sularını takım el­
biselerinden ve tayyörlerinden silmek için peçetelere sarılan
1 76

müşteriler pencerelerin önündeki gri dumanı gördüler ve ol­


dukları yerde donakaldılar.
Bu kez donakalışları kahkahalarla son bulmadı. Müşteriler
pencerelere koştular, kapıya, koridora, asansörlere akın ettiler.
Sandalyeler devriliyor, kırık tabak çanaklar ayakların altında
çatırdıyordu. Şef garson, telefon kulağında, müşterilere itfaiye­
yi çağırdığını söyleyerek, sakinleştirmeye çalışıyordu. Jan ves­
tiyerde çantasını aradı. Biri aşağıya bir bomba mı koymuştu ve
çantada bir tane daha mı vardı? Çantanın içindeki bir vericiy­
di . Müşteriler bağırıyorlardı, kuleye bir uçak çarpmıştı ve Jan
kendi kendine, acaba uçağı bu verici mi yönlendirdi, diye sordu.
Asansörler henüz gelmemişti, başka zaman gelmeleri bu kadar
uzun sürmezdi, biri merdivenleri sordu, ama merdivenlerden
yüz altı kat aşağı inmeyi nasıl başaracaklardı, biri mutfaktan
bir satır aldı, onu bir asansörün iki yana açılan kapılarının ara­
sına soktu, diğerleri kapıları çekip iterek açtılar. Asansör boş­
luğuna baktılar, dumanı ve alevleri, asansörün boşlukta salla­
nan kablolarını gördüler. İkinci asansöre, sonra üçüneüye gitti­
ler ve aynı şeyleri gördüler.
İlk görenler, çoktan merdivenlerdeydiler. Restoranın müşte­
rilerine, bir konferansın katılımcıları ve personel de katıldı,
merdiven aralarında, her katta başka insanlara rastlıyorlardı.
Hiç kimse birbirini itmiyor, herkes elinden geldiğince hızlı iler­
liyor ve hızlı ilerleyemeyenlere yardım ediyordu. Sadece basa­
maklardaki adımlar duyuluyordu, kimse lüzumsuz bir şey söy­
lemeye yeltenmiyordu, o durumda ne söylense lüzumsuz olmaz­
dı ki . Derken ilk öksürükler ve duraksamalar inişi yavaşlatma­
ya başladı. Jan arkalarındaydı, o da öksürüyor ve duruyordu.
Yanındaki adam ağzına bir mendil kapatıp, dumanın ve kavu­
rucu sıcağın içine doğru yürüyünce, Jan da onunla birlikte yü­
rüdü. Fazla ilerleyemediler. Bir merdivenin yarısına geldikle­
rinde nefesleri kesildi. "Ne kadar indik?"; "Altı, yedi, sekiz kat . . .
Bilmiyorum." Geri döndüler, herkes geri döndü. Ama merdiven-
1 77

lerden yukarı çıkışları da çok geçmeden yavaşladı. Yukarıdan


sesler duydular, diğer merdivenlerde de ilerlemek mümkün de­
ğildi. "Çatıya! Helikopterleri bekleyelim."
Jan geride kaldı. Kendini iyi hissetmiyordu, bir hasarnağa
çöktü. Patır patır ayak sesleri yavaş yavaş azalıyor, ama alev­
lerin sesi giderek artıyordu ve duman daha da yükseliyordu.
Ayağa kalktı, kat kapısını açtı ve açık kapılarıyla büyük bir ko­
ridor gördü. Kapı kapı dolaştı, bir ofisten diğerine koştu, bunu
neden yaptığını ve neden orada kaldığını bilmiyordu. Bildiği
tek şey, kendisinin de çatıya çıkmak zorunda olduğuydu ve he­
men koşacaktı. Koşmadı. Bir ofise girdi, paravanların ve çalış­
ma masalarının arasından pencere kenarına yürüdü ve diğer
kulenin de alevler içinde olduğunu gördü. Başını aşağı yukarı
salladı. Bunu Araplardan beklemezdi.
Bir yere hafifçe vurulduğunu, birinin bağırdığını duydu ve
sesi takip ederek, bir kapının önüne geldi. Kapıyı açmak istedi,
ama sıkışmıştı, kapının koluna asıldı, kilidi kırarak açtı, içeri
girdi. Burası penceresiz bir fotokopi odasıydı, içeride genç bir
kadın vardı ve kı sık gözleriyle şoke olmuş halde, Jan'a bakıyor­
du. Sadece gürültüyü duymuş ve sarsıntıyı hissetmişti, sonra
ışık sönmüş ve kule sallanmış, kapı sıkışmıştı . Neler olup bitti­
ği hakkında hiçbir fikri yoktu. Nihayet kurtarıldığını düşünü­
yordu Jan kadının elini sıkıca tutup, onu çekerek koşmaya
. •

başladı. İlk merdiven çıkışına açılan kapıyı açtığında, öyle bir


sıcak ve öyle bir dumanla karşılaştı ki, kapıyı hemen kapadı.
Diğer kapılara koştu, elini tuttuğu kadın ümitsizlik içinde, ne
olduğunu, binanın neden yandığını, onun kim olduğunu soru­
yordu, diğer merdiven çıkışları da sadece duman ve kavurucu
sıcakla kapanmıştı.
Jan genç kadınla birlikte pencerenin önüne gitti ve ona diğer
kuleyi gösterdi. "Bizi buradan nasıl çıkaracaklar?" diye sordu
kadın. Jan ne diyeceğini bilemedi. "Burada olduğumuzu bili­
yorlar mı? Telefon ettiniz mi?" Kadın, Jan'ın şaşkın yüzüne
1 78

baktı. "Hiç telefon etmediniz!" Panik içinde telefonu cebinden


çıkardı, acil yardımı aradı, hangi katta ve hangi ofiste oldukla­
nnı, merdiven çıkışındaki dumanı ve kavurucu sıcağı söyledi.
"Öyleyse . . ." dedi, "şimdi ne olacak?" Jan ayaklarının altındaki
zeminin ısındığııu hissediyordu. İçerideki hava boğucuydu, is
ve kir:ıyasal madde kokuyordu. Jan metal b.ir çöp tenekesini
yerden aldı ve onunla, önce altıyla, sonra bir köşesiyle pencere­
nin canuna vurdu ve cam patıayarak küçücük parçalara ayrıl­
dı. Jan camdan kalanlan tekmeleyerek çerçeveden düşürdü.
"Yer ısınıyor." Genç kadın önce bir ayağını havaya kaldn dı,
sonra onu yere basıp, diğerini kaldırdı ve m;.;hcup bir ifadeyle
gülümsedi. Jan başını salladı. "Pencerenin önüne bir masa it­
rnek zorur.dayız." Bunu yaptıklarında, zemin çoktan öylesine
yakıcı bir sıcaklığa ulaşmıştı ki, tek ayak üzerinde duruyor,
hızla ayak değiştiriyor ve komik görünüyorlardı.
Kavurucu sıcağın, şimdi üzerinde durduklan masaya ulaşa­
cağını genç kadın da biliyordu. "O zaman ne yapacağız?"
"Atlayacağız."
Kadın, Jan'ın yüzüne baktı ve kendi kendine, ciddi mi, yok­
sa şaka mı yapıyor, diye sordu. Jan'ın ciddi olduğunu anladı.
"Ama... "
"Devasa brandalar gerdiler. Sadece başınızın üzerine düşme­
meye dikkat etmek zorundasınız."
Kadın pencereden dışarıya doğru eğilip, aşağıya baktı. "Ben
hiçbir şey görmüyorum."
"Hiçbir şey göremczsiniz. Modern brandalar şeffaf, sentetik
maddelerden yapılıyor."
Kadın, Jan'ın yüzüne baktı, ona inanmadı ve ağlamaya baş­
ladı. "Ölmeye mecburuz, bunu biliyorum, ölmeye mecburuz."
"Uçacağız. El ele tutuşacak ve pınl pınl bir sabaha uçacağız."
Ama bu da fayda etmedi. Genç kadın ağlıyor, sarsılıyordu,
Jan ona sarılmak ve onu sakinleştirmek istediğinde, Jan'ı itti,
eve gitmek, annesine gitmek istiyordu, yine panik içinde telefo-
1 79

na sarıldı, ama sadece telesekretere ulaşabildi ve mesaj bırak­


tı; "Anne seni seviyorum." Jan mesajı duydu ve kendi kendine,
karısı ve çocuklarıyla vcdalaşması, evini ilk ve son kez arama­
sı gerekip gerekmediğini sordu. Ama bunu yapmayı düşündüğü
an vazgeçti. Ölüme kısa bir zaman kalmışken duygularına ka­
pılmayacaktı. Genç kadına yardım edecekti. Tıpkı Titanik'teki
orkestra gibi.
Yerdeki döşeme yumuşadı ve masanın hacakları içine gömül­
dü, ama hepsi aynı anda, aynı derinlikte gömülmedi. Masa dev­
riirnek üzereydi, eğik duruyordu. Genç kadın dengesini kaybe­
derken, acı dolu bir çığlık attı, tutunmak istedi, ama Jan'a, bir
paravana, pencerenin kenarına tutunamadı, elleri boşluğa
uzandı. Pencereden dışarı fırladı ve kollarıyla çırpınarak, ba­
caklarıyla tepinerek, çığlık atıp aşağı düştü. Jan dengesini güç­
lükle korudu.
Atlamak zorundaydı. Masa da ısınmıştı, az sonra çok sıcak
olacak, yanacaktı, zeminin bazı yerlerinden alevler çıkıyordu.
Jan çığlık atmayacağını, çırpınmayacağını, tepinmeyeceğini bi­
liyordu. Ama kaslarını germek ve dişlerini sıkmak da istemi­
yordu. O uçmak istiyordu. Hızlı, kesin, acısız bir sondan kork­
mak istemiyor, uçmanın tadına varmak istiyordu. Her zaman
özgür olmak istemişti, tüm bağlarını koparmıştı, özgürlüğün
ışığında ve onun korkusuyla yaşamıştı. Yapmış olduğu her şey,
eğer şimdi uçarsa, doğruydu.
Jan kollarını ardına dek açtı ve atladı.
3

Karin saat dokuzda çanlan çaldı. Çoğunun gelmesini bek­


lemiyordu. Hatta hiç kimsenin gelmemesini ve ayinin mecbu­
ren iptal olmasını umuyordu. Özgür kılan gerçek hakkındaki
ayeti yüksek sesle okumak, gerçeğe bağlı yaşamak ve hayata
dair yalanlar üzerine birkaç düşünceyi dile getirmek istiyor­
du. Ama pek çok kez sıçrayarak uyanmasına sebep olmuş olan
rüyalar onu huzursuz ediyordu. Rüyasında gençken kürtajla
aldırdığı embriyoyu görmüştü; sonra kocasını, kocası bir
bankta oturmuş gülümsüyordu, başı tuhaf bir biçimde salla­
myordu ve onu tanımıyordu; sonra eski cemaatini görmüştü,
cemaat yapay insanlardan oluşuyordu, tıpkı Stepford Kadın­
ları gibi. Rüyalar onu, gerçeğe bağlı yaşamaya dair yalanlara
karşı uyarmak istiyordu. Ama neden? Gerçeğe bağlı yaşama­
yı talep etmeye ve hayata dair yalanları yargılamaya niyet et­
memiş, kocasına kürtajından asla söz etmemişti.
Sorsaydı, söylerdi. Ama o sormamıştı, çocuk sahibi olama­
yacakları ve bunun Karin'den kaynaklandığı ortaya çıktığın­
da da sormamıştı. Karin bazen, kocasının bunu sezinlediğini
düşünüyordu; kocası onun geride hızlı yaşanmış yıllar bırak­
tığını ve o yıllarda yapmış olduğu bazı şeylerden mutlu olma­
dığını biliyordu ve muhtemelen sevgisinden sormuyordu. Ka­
rin sevgiden kaynaklanan bu suskunluğu bir itirafla değersiz
kılmalı mıydı?
Salona gidip, kapıları açtı, içeriyi havalandırdı, sonra ka-
181

pıların önünde durup, parkı ve yağmuru seyretti. Serinliği ve


nemli havayı içine çekerken, bir an için ayinle ilgili endişele­
rini unutup, kendini güzel ve güçlü hissetti. Güçlü oluşunun
hazzını tattı. O disiplinli, yükümlülükleri kaldırabilen bir iş
kadınıydı, diğerleri bir şeylerin ağırlığı altında ezildiklerinde
ve telaşa kapıldıklarında, huzuru ve düzeni sağlar, planlar
yapar, kolaylıkla ve kendine güvenerek kararlar alırdı. İ şin­
de iyiydi; kilisesine daha az vergi ve daha az inananla yaşa­
mayı öğretiyordu, halkın huzurunda dönemin sorunları üze­
rine konuşurken, doğru kelimeleri bulabiliyor, kendisinden
öğüt bekleyenierin yüzlerine ilgiyle ve dertlerini payiaşarak
bakıyordu. Bazen, artık işine yürekten bağlı olmadığından ve
işini sadece, iyi yaptığı için severek yaptığından şüpheleni­
yordu. Ama bu yüzden bu işi bırakması mı gerekirdi? Güzel
bir kadın oluşunun da hazzını tadıyordu. Uzun boylu, ince
yapılıydı, iri kahverengi gözleri ve pürüzsüz, gergin bir yüzü
vardı, küt kesimli, kır saçları modaya uygun bir detay gibi
görünüyordu. Çatık kaşlarıyla öfkeli bakarken bile olduğun­
dan daha genç görünüyordu. Düşüncelere ve hayallere daldı­
ğında, ya da keman veya piyano çalarken konsantre olduğun­
da, gözleri öyle bir pırıltıyla parlıyordu ki, bu pırıltı çocuksu
değildi ve buna rağmen bir çocuğun gözlerindeki ışıltılar gi­
biydi, başka bir dünyaya ait bir pınltıydı. Bunu aynada göre­
memesine rağmen, biliyordu, çünkü kocası ona sık sık söyle­
mişti. Karin bazen bunu kullanıyordu.
Beş sandalyeyi geniş aralıklarla, daire oluşturacak biçim­
de yerleştirdi. Böylece, az kişi gelirse içerisi boş görünmeye­
cek, fazla kişi gelirse aralara sandalye eklenebilecekti. Mer­
divende ayak sesleri duydu. Kocası onu bir öpücükle selam­
ladı, hiçbir şey söylemeden oturdu ve gözlerini kapadı. And­
reas'ın gözlerinde alaycı bir ifade vardı, o da hiçbir şey söyle­
medi ve sandalyeye oturduğunda, o da gözlerini kapadı. Jörg
dairede bir yere değil, duvar kenarına oturdu, kollarını dizle-
1 82

rine dayadı ve gözlerini yere dikti. Jörg'ün oğlu ile Dorle de


dairedeki boş sandalyelere oturmaktan kaçındılar, ama iki
sandalye çekip, ikinci bir sıra ol uşturdular ve beklenti dolu
gözlerle Karin'e baktılar. Ulrich ve karısı boş sandalyelere
oturdular. "Bir ilahi kitabı var mı?" diye sordu Ulrich ve Ka­
rin hayır anlamında başını sallayınca; "sen söyleyeceksin ve
biz tekrar mı edeceğiz?" dedi. Marka Jörg'ün yanındaki duva­
ra yaslanıp, kollarını kavuşturdu, İlse ve Christiane birer
sandalye alıp ikinci sıraya oturdular. Son gelenler Margare­
te ile Henner oldu, diğerlerinden biraz uzağa oturdular. Ge­
len her kişiyle birlikte Karin'in yüreği biraz daha ağırl aştı.
Karin, "Altın Güneş" şarkısının üç kıtasını söyledi, kocası
ve İ lse şarkının sözlerini bildikleri için Karin'e eşlik ederler­
ken, diğerlerinden birkaçı melodiyi mırıldandılar. Sonra Ka­
rin ayeti yüksek sesle okudu. "Bu, Freiburg Ü niversitesi'nin
sloganı" dedi Ulrich. "Bu C İA'nın sloganı" diye ekledi Marka
alay ederek. "Bu her hayatın sloganı" dedi Karin, sonra gör­
mekten ve kavramaktan söz etti. "Biz kimiz . . . Eğer bunu gö­
rüyor ve kavrıyorsak, aşma şansımız vardır. Aksi takdirde ol­
duğumuz yerde sayarız. Ama yine de bizim başkalarına ger­
çeği zorla kabul ettirmeye hakkımız yoktur. Biz hepimiz, ger­
çekler fazlasıyla acı olduklarında ve onların üstesinden gele­
mediğimizde, hayatianınıza dair yalanlar söyleriz; bu yüz­
den başkaları söz konusu olduğunda yapmamız gereken, on­
ların hayata dair yalanlarının açığa vurdukları gerçeği, acı­
ların gerçeğini görmek ve saygı duymaktır. Ancak hayata da­
ir yalanlar sadece acıları açığa vurmaz, aynı zamanda onları
yaratırlar. Bizim kendi kendimizi görmemizi engelledikleri
gibi, başkalarını görmemizi ve on ların bizi görmelerine izin
verınemizi de engelleyebilirler. Bazen, hem kendimizin, hem
de başkalarının gerçeğine ulaşmak uğruna bir mücadele ver­
memiz gerekir."
"Yani zorla kabul ettiririz" diyerek atıldı Andreas.
1 83

"Hayır, ben eşit bir mücadeleden bahsediyorum, güç ve zo­


ra dayalı bir mücadeleden değil."
Andreas pes etmedi. "Peki, ebeveynler ve çocuklar, erkek ·
ler ve ekonor..1ik açıdan erkeklere bağımlı kadınlar, kadınlar
ve aşık erkekler için ne diyorsun? Mücadele eşit taraflar ara­
sında mı, yoksa güç ve zora mı dayalı?"
Karin bat'?ını iki yana salladı. "Sadece birini elde edersin.
Eğer başkalarıyl a denk bir şekilde karşılaşmazsan, belki güç
elde edersin, ama gerçeği kesinlikle elde edemezsin."
"Eğer bu doğruysa, bir başkasına gerçeği zorla kabul etti­
remeyiz. Madem bunu yapmamız kesinlikle mümkün değil,
öyleyse neden bunu yapmaya hakkımız olmadığını söyledin?"
Bunun üzerine Karİn açıklama yaptı; bir başkasma gerçe­
ği zorla kabul ettircmeyeceğimiz gibi, bunu asla denememe­
miz gerektiğini söylemek istemişti.
"Ama neden zorla kabul ettirilemesin ki? Tarihte hem
doğru, hem de sahte gerçekiere yönelik başarılı pek çok zor
örneği var. . . "
Karin'in kafası karıştı. Ayetin tefsiri sadece, gerçek, Tan­
rı'nın sözü gerçek olarak anlaşıldığında ını tam ularak doğru
oluyordu? Ama arkadaşlarına böyle şeyler söylemek istemi­
yordu. Böyle konuşabilir miydi? Bu ayeti her zaman dünyevi,
çözümleyici, tedavi edici bilgi olarak aydınlatıcı bulmuş ve
sevmişti. Bu konuşmaya son vermek, zoraki gerçeklerin ha­
yn·lı olmadıklarını söyleyerek konuyu kapatmak i stiyordu .
Ama Andreas gerçeğe yönelik zorun başarılı örneği olarak, Al­
manya'nın 1945'teki yenilgisinden söz etti ve Karin buna iti­
raz etmedi. Gülümsedi ve şöyle dedi: "Artık ne söyleyeceğiınİ
bilemiyorum. Ben bu ayeti seviyorum, beni cesaretlendiriyor.
Ama belki onu anlamıyorumdur. Belki doğru da değildir. Ba­
zıları tersini, yani gerçeğin özgür kılmadığını, aksine özgürlü­
ğün gerçek kıldığını söylüyorlar. O zaman insanlar hayatları­
nı ne kadar özgür yaşıyorlarsa o kadar çok gerçek var. . . Bu
1 84

düşünce beni korkutuyor, ben sadece tek bir gerçek olmasını


istiyorum . Ama benim ne istediğimin ne önemi var ki! Bu na­
sıl bir ayindi böyle! Geldiğiniz ve dinlediğiniz için hepinize te­
şekkür ediyorum, şimdi 'Babamız' duasını edeceğim."
Duanın ardından Christiane kalıvaltı hazırlıklarını orga­
nize etti: Ekmek alınacak, kahve öğütülecek ve pişirilecek,
jambonlar büyük bir servis tabağına ve peynirler servis tah­
tasının üzerine konacak, yumurtalar haşlanacak, sofra kuru­
lacaktı. Ulrich fırına gitti ve Jörg'ü yanında götürdü. Dorle
ve Ferdinand birlikte kahveyle ilgilendiler. Karin, kocası ve
İlse kalıvaltı sofrasını kurarken kilise şarkıları söylediler.
Andreas yumurtaları başladı ve sonra onları el havluların­
dan yapmış olduğu bir yatağın içine itinayla yerleştirdi. Mar­
garete, Henner ile birlikte çatı arasını ve bodrumu kontrol et­
ti. Herkes bir şeylerle meşgul olmaktan ve konuşmak zorun­
da kalmamaktan meınnundu.
4

Ama konuşmaktan nasıl kaçacaklardı ki? Sadece beklenti­


siz mutlular konuşmaktan kaçarlar ve ümitsiz çaresizler. . .
Arkadaşları kahvaltı masasına daha yeni oturmuşlardı ki,
Jörg sandalyesinde doğruldu ve başladı.
"Biliyorum, biz yanıldık ve hatalar yaptık. Başanya ulaş­
tıramadığımız bir mücadeleyi üstlendik, bu yüzden bu müca­
deleyi üstlenmemeliydik. Başka bir mücadeleyi üstlenmeliy­
dik, ama bunu değil. Biz mücadele vermek zorundaydık. Ebe­
veynlerimiz ayak uydurmuş ve direnmekten kaçınmışlardı.
Biz bunu tekrarlayamazdık. Vietnam'da çocukların napalın
ile yakılmalarına, Mrika'da açlıktan ölmelerine, Almanya'da
okullarda istismar edilmelerine seyirci kalamazdık Ben­
no'nun vurularak öldürülmesine, Rudi'ye bir suikast düzen­
lenmesine ve ona benzeyen bir gazetecinin neredeyse linç
edilmesine . . . Devletin iktidarının çirkin yüzünü, farklı düşü­
nenleri, huzurunu kaçıranları, işine yaramayanları baskı al­
tına alarak, giderek daha küstahça göstermesine . . . Yoldaşla­
rımızın yargılanmadan, mahkemeye bile çıkmadan, tecrit
edilmelerine, dövülmelerine, zorla susturulmalarına göz yu­
mamazdık. Biliyorum, biz şiddeti yanlış kullandık. Ama bir
şiddet sistemine karşı direniş, şiddetsiz olmaz."
Jörg son derece içten konuşuyordu. Konuşmasını öncesin­
de öylesine büyük bir titizlikle tasadamıştı ki, başta bir ders
verir gibiydi, ama giderek kendinden emin ve tutkulu konuş-
1 86

maya başladı. Çoğu onu şaşkın ve malıcup dinliyordu; Jörg


insanların otuz yıl önce konuştukları ve bugün artık hiç ko­
nuşmadıkları gibi konuşuyordu, bu utanç vericiydi. Oğlu, ki
bu konuşma herkesten çok onu ilgilendiriyordu, sıkılmış ve
hiç etkilenmemicı görünmek için büyük çaba sarf ediyordu ve
Jörg'e değil, duvara ya da pencereden dışarıya bakıyordu.
Marko gözlerini fal taşı &ribi açmış, dikkatle dinliyordu; bek­
lemiş olduğu Jörg işte buydu.
"Amerikalıların kışiasma yaptığımız saldırı yüzünden çok
hakaretler işittim, tabii ki yargılandım da, ama sizin gibi ha­
karet ed€nler tarafından . . . Bombalan Amerikalıların suçları­
nı işlemeye başlayacakları yere koyamazdık, sadece suç ha­
zırlığı yaptıkları ve ardından İstirahat ettikleri yere koyabi­
lirdik SS'lere Auschwitz'de saldırmak mümkün olmasaydı,
bu saldırıyı Berlin'de, Yahudi katliamını hazırladıkları yerde
veya Allgau'da, İstirahat ettikleri yerde düzenlemek şart
olurdu. Başkana gelince . . . Avukatlarımız bizim savaş mah­
kumları olarak kabul edilmemiz ve ona göre muamele görme­
miz için mücadele verdiler ve başaramadılar, ama başkan an­
lıyordu, bizimle birlikte savaştaydı, kendini savaşçı olarak
görmüştü, bizi de . . . "
Karin, Jörg'ün konuşmasının gittiği yönü tehlikeli buldu.
"Haydi biz . . . "
"Sadece bir şey daha söylemek istiyorum. Ben yanılmış ve
hatalar yapmış olduğumu biliyorum. Yapmış olduklarımı
onayl amanızı, hatta devletin ve toplumun bize daha insaflı
davranması gerektiğini düşünmenizi bile beklemiyorum.
Ben sadece bunu hak eden, her şeyini büyük bir amaç, iyi bir
amaç uğruna feda etmiş, yanılgılarının ve hatalarının bede­
lini ödemiş olan bir insana saygı istiyorum. Kendini satma­
mış, hiçbir şey talep etmemiş ve hiçbir şeyin kendisini yolun­
dan döndürmesine izin vermemiş bir insana . . . Ben hiçbir za­
man diğer tarafla pazarlık etmedim, yaptıklan ından asla
1 87

menfaat sağlamaya çalışmadım, asla merhamet dilemedim.


Ben sadece, herkesin verdiği o dilekçeleri verdim . Dün bu ko­
nuda konuşmuştuk . . . Artık her şeyi hatırlayamıyorum, bazı­
larını unuttum, ama her şeyin bedelini ödedim." Jörg etrafın­
dakilere baktı. "İ şte, size söylemek istediklerim bunlardı. Be­
ni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum."
"Madem tüm bunları böyle görüyorsun . . . Öyleyse nerede,
az önce dediğin gibi, yanıldın ve hatalar yaptın?" Oğlu bu so­
ruyu soğuk ve sakin sordu.
"Kurbanlar konusunda. Başanya ulaştırmayan bir müca­
dele kurbanları mazur göstcrmez."
"Ama eylemlerinizle Almanya'da veya Avrupa'da devrime
ya da dünya devrimine ön ayak olmuş o1saydınız, o zaman bu
kurbanları mazur gösterirdi, değil mi?"
"Elbette mazur gösterirdi; devrim sayesinde daha iyi, da­
ha adil bir dünya yaratmış olsaydık eğer. . . "
"Masum kurbanları mı?"
"İ çinde yaşadığımız kötü ve adaletsiz dünya da masumla­
rı kurban eder."
Oğul babasının yüzüne baktı, ama başka hiçbir şey söyle­
medi. Ona, sanki karşısında hiçbir bağı olamayacak bir cana­
var varmış gibi baktı.
"Ama masum insanların kurban edilmesinin asla mazur
gösterilmediğini zannediyor olamazsın! Hitler öldürülebil­
seydi, masum insanlar da . . . "

"Bu bir istisna. Siz istisnayı kaide haline getirdiniz." Fer­


dinand yanında oturan Eberhard'a döndü. "Lütfen bana bir
sandviç ekmeği verir misiniz?" Ekmeği ortadan kesti ve bir
yumurta alıp, tepesini kırdı.
Jörg başını hoşnutsuzlukla salladı, ama hiçbir şey söyle­
medi. Eberhard ekmekleri dağıttı ve Christian e jambon taba­
ğını, Margarete peynir tahtasını masadakilere teker teker
uzattı. Dorle termoslardan birini alıp, masanın etrafında do-
1 88

!aşarak, sırayla herkesin fıncanına kahve doldururken, Fer­


dinand diğer termosu aldı ve o da kahve servisi yaptı. Derken
sohbet başladı; yağmurdan, yola çıkmaktan ve eve dönmek­
ten, özgür kılan gerçekten ve gerçek kılan özgürlükten, za­
manın değiştiğinden bahsedildi. Eberhard sohbete son ko­
nuyla katıldı ve o her ne kadar bunu söylemese de, herkes
onun Jörg'ün zamana uygun olmayan konuşmasından söz et­
tiğini biliyordu. "Yanlış oldukları kanıtlanmamış olsa bile,
konular, sorunlar, tezler bir gün tarihe karışırl ar. Artık kula­
ğa yanlış gelirler; onları savunanlar toplumdan uzaklaş�rlar,
tutkuyla savunanlar kendilerini gülünç duruma düşürürler.
Üniversiteye başladığımda sadece varoluşçuluk kabul görür­
dü, üniversiteyi bitirdiğimde herkes analitik felsefeye hay­
randı, yirmi yıl önce ise Kant ve Hegel tekrar gündeme geti­
rildi ler. Ne varoluşçuluğun, ne de analitik felsefenin sorunla­
rı çözülmüştü. İ nsanlar sadece bunlardan bıkmıştı."
Marko dikkatle dinlemişti. "Çözülmedikleri için tekrar
gündeme getirilirler. RAF da tekrar gündeme getiriliyor. O
zamanlar olduğu gibi değil. Ama tekrar geliyor ve kapitalizm
evrenselleştiği için, o da mücadelesini evrensel düzeyde vere­
cek. O zamanlara kıyasla daha tutarlı biçimde . . . Bugün bas­
kıdan, yabancılaştırmadan, hak ihlallerinden söz etmenin
artık modaya uygun olmaması, bunların bugün var olmadık­
ları anlamına gelmez kesinlikle. Asya'da genç Müslümanlar
neye karşı mücadele vermek zorunda olduklarını biliyorlar,
Avrupa'da Fransız banliyölerindeki gençler bunu biliyorlar,
Doğu Almanya'nın düzlüğündekiler henüz bilmiyorlar, ama
hissediyorlar. Huzursuzluk hissediliyor. Şayet biz hepimiz el
ele verirsek. . . "
"Bizim teröristlerimiz kendilerini bizim toplumumuzun
bir parçası olarak gördüler. Bu onların da toplumuydu, top­
lumu değiştirmek istediler ve bunun sadece şiddetle müm­
kün ol duğunu düşündüler. Müslümanlar bizim toplumumu-
1 89

zu değiştirmek değil, yok etmek istiyorlar. Büyük teröristler


koalisyonunuzu unutun gitsin." Andreas hemen ardından
alaycı bir tavırla; ''Yoksa sizin yeni RAF, Tanrı devletini bi­
zim için bombatarla mı kuracak?"
Henner'in aklı annesindeydi. Annesi bazen onu talepleri,
suçlamaları, yakmmaları, mızmızlanmaları ve kasıtlı olarak
söylediği kırıcı sözleriyle yıldırıyordu. İyilik yap, iyilik bul
oyununu artık oynamıyordu. Artık bu oyunun oynamaya değ­
mez olduğunu düşünüyordu; belki yarın çoktan ölmüş ola­
caktı, yarın iyiliğinin karşılığını görmek için, neden bugün
iyi olsundu ki? Acaba gerçek teröristler de benzer bir duruma
mı düşmüşlerdi? Oyun kurallarına riayet ederek hiçbir şey
elde etmedikleri için, kurallara göre oynamaktan vazgeçmiş
olabilirler miydi? Teröristler, eğer fakirlerse, başarma şansı­
na sahip olmadıkları ve eğer zenginlerse, oyunu sahte, ahlak
dışı, değersiz buldukları için vazgeçmiş olabilirler miydi?
Margarete'ye sordu.
"Kadınlar bunu bilirler. Oyunu kurallarına göre oynarlar
ve hiçbir şeyi değiştiremezler, çünkü oyun bir erkek oyunu­
dur ve onlar kadındır. Bazıları kendi kendilerine, bu durum­
da oyunun kurallarına uymakla yükümlü olmadıklarını söy­
lerler. Bazıları oyunun kurallarına büyük bir sadakaıle ri­
ayet ederlerse, bir gün kesinlikle erkeklerle eşit haklara sa­
hip olarak, oyunu oynayabileceklerini umut ederler."
"Peki ya sen?"
"Ben mi? Ben kendime, tek başıma oynayabileceğim bir
köşe buldum. Ama kendilerini oyunun kurallarına riayet et­
mekle yükümlü hissetmeyen kadınları anlıyorum. Teröristle­
rin arasmda çok sayıda kadın olmasını anlıyorum."
''Ya senin . . . "
"Kendi köşem olmasaydı ne yapardım, sormak istediğin
bu, değil mi?" Güldü ve Henner'in elini tuttu. "Başka bir kö­
şe arardım!"
1 90

Margarete, Henner'in elini sıktı ve bir bakışıyla onun dik­


katini Jörg'e çekti. Jörg karşılarında oturuyordu. Kısa ko­
nuşmasının ardından hiçbir şey söylememiş, ayrıca hiçbir
şey yememiş ve içmemiş, sadece gözlerini yere dikmişti. Ya­
pılması gerekeni yapmış, etkisini göstermesini bekleyen ve
etkisini beklernesi gerekse bile, kendi kendisiyle zor olsa da
barışmış biri gibi görünüyordu. Mutlu değil, ama memnun
görünüyordu. Konuşmasının zamana uymadığı gibi, bu da
masadakilere pek uymuyordu, Margarete ilk kez acıma his­
sine kapıldı. Jörg kendi algılannın ve düşüncelerinin sınırla­
rı içinde hapsolmuştu. O hücresini beraberinde taşıyordu,
muhtemelen çok uzun zamandır, hatta bir hücreye atılma­
dan önce de . . . Margarete onun o hücreden çıkış yolunu nasıl
bulacağını bilemiyordu. Küçük bir sandviç ekmeğini ikiye
böldü, bir yarısına jambon, diğer yarısına peynir koyup,
Jörg'ün tabağına koydu. "Bir şeyler ye, Jörg!"
Jörg'ün bakışları masaya geri döndü ve Margarete'ninki­
lerle buluştu. Gülümsedi. "Sağ ol."
"Kahven soğudu. Ben sana yenisini getireyim."
"Yo, hayır. Soğuk kahve güzelleştirir, bunu bilmiyor mu­
sun? Hapishanede kahve genellikle soğuk olurdu."
"Artık hapishanede değilsin. Ayrıca yeterince güzelsin. "
Jörg yine, tamamen gevşemiş bir halde, minnettar, cana
yakın, sanki Margarete onu şefkatiyle şımartıyormuş gibi
gülümsedi. "Peki, o zaman çok teşekkürler."
Margarete ayağa kalkıp, Jörg'ün fincanını aldı, fincanı
mutfaktaki eviyeye boşalttı ve su ısınıp, filtreden damlarken
başında bekledi. Kalıvaltı masasındaki konuşmaların ve gü­
lüşlerin birbirlerine karışarak anlaşılmaz hale gelen sesleri­
ni dinledi. Arada bir yüksek sesle söylenen bir iki kelime gel­
di kulağına; küçük bahçe, devrimci perende, mürdüm erikli
kek, basın açıklaması. . . Kendi kendine, şu anda ne konuşul­
duğunun ne önemi var ki, diye sordu. Misafirler gittikten
191

sonra huzur bulacağına sevindi. Henner ilk gidenlerle mi,


yoksa son gidenlerle mi birlikte yola çıkacaktı, ya da akşama
kadar kalacak mıydı? Hiçbir şey kararlaştırmamışlardı; ne
burada, ne de Berlin'de tekrar görüşmeyi . . . Bir gece boyunca
birbirlerine sarılarak ya da sırt sırta yatmışlar, birbirlerinin
nefesini diıılemişlerdi. Birbirlerini dinlemişlerdi, ama nere­
deyse hiçbir şey sormamışlardı. Aralarında hem öylesine az,
hem de öylesine çok şey olmuştu ki, Margarete hepsini gözle­
rinin önüne getirebiliyordu. Çok huzurluydu.
5

Margarete, Jörg'ün kahvesini getirdiğinde, onun aklı baş­


ka yerdeydi. "Fazlasıyla büyük onur. . . " dedi hoşnutsuzlukla
Ulrich'e.
Ama Ulrich, Christiane'nin pilli radyosunu getirmeleri ve
beş dakika içinde cumhurbaşkanın konuşmasını yayıniaya­
cak olan kanalı dinlemeleri gerektiği konusunda ısrar ediyor­
du. "Hatırlamıyor musunuz, eskiden her yılbaşı gecesinde
'Dinner for One' skecini ve ardından cumhurbaşkanının ko­
nuşmasını izlerdik Her seferinde çok eğlenirdik."
Andreas da ona hak verdi. "Bu konuşmada senden söz edi­
lecek. O yüzden söylenecekleri bilmen daha iyi olur."
Bunun üzerine radyo getirildi ve açıldı. Spiker, cumhurbaş­
kanının bu yıl Berlin Katedrali'ndeki konuşmasına dair açık­
lama yaparken, konuyla ilgili sorulan yanıtsız bıraktığını söy­
ledi. Cumhurbaşkanı bu günlerde insaniann üzerinde sıkça
konuştuklan bir konuya değinmek istiyordu. Tüm ülke, dün
Süddeutsche Zeitung'da çıkan haberden beri, cumhurbaşkanı­
nın cuma günü bir teröristi aifetmiş olduğunu ve teröristin bir
savaş ilanıyla karşılık verdiğini biliyordu. Teröristin affı konu­
sunun son aylarda cumhurbaşkanını yoğun bir biçimde meş­
gul etmiş olduğu biliniyordu... Bu nedenle konuşmanın konu­
sunun da bu af olması şaşırtıcı olmayacaktı. Konuyla ilgili so­
ruların yanıtsız bırakılması muhtemelen cumhurbaşkanının
ya da halkla ilişkiler danışmanının parlak bir fikriydi; gergin-
1 93

lik büyüktü ve katedral hınca hınç doluydu.


Jörg, Marko'ya şaşkın gözlerle baktı. "Açıklamayı basma
verdin mi? Dün bana gösterdiğin ve benim henüz üzerinde
düşünmek istediğim açıklamayı?"
"Evet. Hukuki açıdan onaylattım, sana zarar vermez. Açık­
lamanın senin ruh haline göre olması veya estetik taleplerin
için yeterli olması, ya da abianın hoşuna gitmesi önemli değil.
Devrim bunları dikkate alamaz. Bu yüzden açıklamanın arka­
sında dur. Aksi takdirde kendini gülünç duruma düşürürsün."
Marko yarı ciddi yarı şaka bir tavırla yumruğunu havaya kal­
dırdı. "Açıklamada senin bu sabah burada söylediklerinden
farklı hiçbir şey yok."
Jörg güçlükle başını salladı. Belki de Marko haklı, dedi
kendi kendine, açıklama doğruydu ve sabah söyledikleri de­
ğerlendirilecek olursa, gerekliydi. Ama doğru ve gerekli olan
da bir insana zarar verebilirdi. Hapisten çıktığından beri her
şey üst üste geliyordu.
Spiker, koronun söylediği ilahinin ardından tekrar yayına
girdi ve cumhurbaşkanının piskopos tarafından selamlanışı­
nı aktardı. Daha sonra cumhurbaşkanı konuştu.
Yetmişli yıllardan doksanlı yıllara dek Alman terörizmin­
den, failierden ve kurbanlardan, provokasyonlardan ve öz­
gürlükçü hukuk devletinin muhafaza edilmesinden, insan
haysiyetine saygı gösterme ve onu koruma yükümlülüğün­
den söz etti. Bu yükümlülük, devleti kendisine ve vatandaş­
larına saldıranlada kesin bir biçimde karşı karşıya getiriyor­
du. Ama aynı zamanda devleti, devlet düzeninin müdafaasın­
da ölçülü olması ve artık herhangi bir tehlike mevcut değil­
se, mücadeleyi sona erdirmesi için de yeterince katı kılıyor­
du. Son hedef her zaman barışın ve uzlaşmanın sağlanmasıy­
dı. Üç terörist daha hapishanelerde tutuklu bulunuyorlardı.
Ü çünü de bağışlamıştı. Alman terörizminin, terörizmle bir­
likte toplumda ortaya çıkan gerilimlerin ve çatışmaların ge-
1 94

ride kalmış olduklarına dikkat çekmek istiyordu. Bizi bekle­


yen, yine terörizm kaynaklı, barışçıl ve uzlaşmacı bir biçim­
de karşılarına çıkmak istediğimiz yeni tehditler vardı.
"Her biriyle tek tek ilgilendim ve basının da bildirdiği gibi,
aynı zamanda görüştüm. Üçü de geçmişlerine sünger çektiler.
Bir geçmişe sünger çekmek, şayet hayat sadece o geçmişten ve
hapishaneden ibaretse, kolay değildir ve bunu yapmak, o üçü­
ne de kolay gelmiyor. Dün içlerinden biri basma, bizim bugün
okuduğumuz bir açıklamayı verdi. Ben bu açıklamada, geçmi­
şe sünger çekmenin, fakat aynı zamanda onu kendi özgeçmişin­
de muhafaza etmenin denemesini görüyorum. Açıklamayı kım­
yorum. Ancak hayatına yeni bir anlam vermek için artık çok
zamanı kalmayan, bu çaresiz, çelişkili denemeyi yapan insanı
ve onun merhamet dileği ile inatçı bir başkaldırı arasında çok­
tandır bocalayarak bunalıma girmiş olmasını anlıyorum."
Cumhurbaşkanı konuşmasına kısa bir ara verdi. Dinleyi­
cilerin arasında fısıldaşanlar, yerlerinde durmayanlar, kal­
kanlar ve gidenler olduğu duyulabiliyordu. Cumhurbaşkanı
konuşmasına devam ederek, kurbanların yakınlarına hitap
etti, onların eksiksiz bilgilendirilme ve bir pişmanlık ya da
utanç belirtisi görme arzularını takdir etti, ardından onlar
adına da bir kez daha Jörg'ün açıklamasını kınadı. Cemaate,
söylemek istediklerini katedralde söyleyebildiği için teşek­
kür etti. Burası bunun için iyi bir yerdi.
Spiker, cumhurbaşkanını dinlemiş olduklarını, onun bu
yılki Berlin Katedrali konuşmasını yapmış ve tutuklu bulu­
nan son teröristlerin aiTedildiklerini açıklamış olduğunu bil­
dirdi . Ardından, cumhurbaşkanının konuşmasını konu alan
bir sohbet programını ve programın zamanını duyurdu. Prog­
rama katılacak olanlar; bir kurbanın kızı, uzun zaman önce
teslim olmuş ve uzun zaman önce serbest bırakılmış olan bir
terörist, Alman terörizmini hayatının konusu haline getirmiş
olan bir gazeteci, adalet bakanı ve program sunucusuydu.
Daha sonra spiker, Wimbledon'daki meslektaşına bağlandı.
6

Ulrich radyoyu kapattı. Kimse bir şey söylemedi. Jörg ko­


nuşma sırasında sandalyesini geriye doğru çekerek, masa­
dan biraz uzaklaşmıştı, bacaklarını önce üst üste atmı ş, son­
ra yan yana koymuş ve dirsekierini dizlerine dayayıp, başını
ellerinin arasına almıştı. Artık hareket etmek zorundaydı,
sandalyesini masaya yanaştırdı, fıncanına kahve koymak is­
tedi, ama başaramadı. Eli titredi. Christiane ayağa kalktı,
bir eliyle Jörg'ün fincamna kahve doldurdu ve diğer elini
onun omzuna koydu. "Ben ondan, bundan söz etmemesini ri­
ca etmiştim ve düşünmüştüm ki . . ." Jörg yavaş sesle konuşu­
yordu ve dokunsalar ağlayacak gibiydi.
"Sen açıklamanla başka çıkar yol bırakınadın ona. Cum­
hurbaşkanı ilk günden devlete savaş ilan eden bir teröristi
bağışlamasını başka nasıl açıklayabilirdi ki?" dedi Andreas.
"Cumhurbaşkanının söylediği doğru mu?"
"Elbette değil" diye atıldı Marko. "Cumhurbaşkanı Jörg'ün
açıklamasını sadece önemsiz göstermek istedi. Jörg'den
korktukları için onu çaresiz, çelişkili bir şaklaban yerine ko­
yuyorlar. Ama yoldaşlar burada nasıl bir oyun döndüğünü
kesinlikle anlarlar ve aslında bundan daha iyi . . . "
"Aptalca gevezeliklerini kes artık. Doğru mu, Jörg?"
"Ben . . . "
"Asıl sen budalaca sorgulamalarını kes artık. Sen onun ar­
kadaşı değilsin, öyle olduğunu düşünmüştüm, ama değilsin,
1 96

sP-n sadece onun avukatısın ve . . . "

"Bırak da cevap vereyim, Christiane. Evet, artık çok zama­


n: m kalmadı. Ben kanserim, çok geç anlaşıldı, kötü bir ame­
liyat ve kötü bir ışm tedavisi geçirdim, ya da öylesine geç ka­
lınmıştı ki artık hiçbir şeyin işe yarı:ıması mümkün değildi,
ayrıca metastazlarım var."
"N eden benim bunlardan hiç haberim yok?"
Jörg küçümseyici bir tavırla güldü. "Prostat kanseriyim. Ar­
tık onu kaldırarnıyorum, artık çişimi de tutamıyorum ... Bunla­
n bir kadına �nlatmah mıyım? Evet, sen benim ablamsın,
ama ... " Yüzünü buruşturarak, başını iki yana salladı. "Şimdi
aniadın mı, Dorle? Daha yanlış bir adam seçemf'zdin. Sana bu­
nu söylemek istemedim. Şimdi herkes biliyor. Başka ne bilmek
istersiniz? Cumhurbaşkanının söylediği gibi, merhamet dileği
ile asice bir başkaldırı arasında boralayarak bunalıma girmiş
olup olmadığımı m1? Evet, öyleydim. Kanser beni kemirmeden,
her ne kadar art•k hayatıının pek bir anlamı kalmamış olsa da,
bir kez daha yaşamak istedim. Ormanm kokusuım ve şehirde
sayısız sıcak günün ardından yağmur yağdığında, ıslak tozun
kokusunu içime çekmek istedim, arabanın tepesindeki sürgülü
camı ve diğer caın!anm açıp, küçük Fransız şoselerinde dolaş­
mak istedim, sinemaya gitmek, arkadaşlarımla makarna ye­
rlek ve kırmızı şarap içmek istedim." Dieerlerine, tüm bunlar­
dan vazgeçtiğini söylemek istercesine gülümsedi. "Bu kadar zor
olacağını düşünmemiştim. Marko beni şuım dü[;ıünmeye sevk
etti; bir kez daha önemli biri olabilirdim, dışanda ve içeride
yapmış olduğum her şey bir hiçe dönüşmeyebilirdi. Seni hiçbir
şey için suçlamıyoıum Marko, bu düşünceyi benim kafama sen
sokmadm, ben bunu kendim düşündüm. Af dilekçesinde tered­
dütüroii göstenniştim. Cumhurbaşkanıyla görüşürken. .. Me­
tastaz tanısını daha yeni öğrenrniştün ve o bunun aramızda ka­
lacağını söylemişti, az önce bu yüzden patladım. Yirmi beş yıl
önce bir yaylım ateşinde ölmüş olsaydım keşke."
1 97

Christiane hala Jörg'ün yanında, eli onun omzunda duru­


yordu. "Bunun olmaması içın, ben o zaır.anlar seni ihbar et­
tim. Senin için korkmaya dayanamadım. Şunu düşündüm;
ben seni p')lis tarafından vurularak öldürülmen için büyüt­
memiştinı. Ayrıca bir gün senin de, hala yaşadığın için mut­
lu olacağını düşündüın. Şimdi mutlu değilsen . . . Üzgünüm.
Her şey için üzgünüm; o zamanlar ::>eni ihbar ettiğim için, ge­
rekirse bunu yine yapacaf,rım için, kanser old uğun için ve ar­
tık yaşamak istemediğin için ve bu hafta sonu bu kaciar zor
olduğu için . . . " Christiane ağlıyordu.
Karin ayağa kalkmak istedi, ama kocası onu sıkıca tuttu.
İçerisi sessizdi, dışarıda yağmur şınldıyordu. Jörg başını kal­
dınp baktı, gözyaşlan abiasının yüzünden oluk oluk akıyor
ve çenesinden yere dam!ıyordu. Christiane omuzlarını silkti.
Her şey çok kötü, he:r şey ümitsizdi. Jörg başını ablasımn eli­
ne yasladı.
Başını kaldınrken; "Teklifin hala geçerli mi?" diye sordu
Ulrich'e. "Senin laboratuarlanndan birinde çalışmaya başla­
yabilir miyim?"
"Ne zaman istersen."
"Laboratuarların nerede?"
"Hamburg, Berlin, Köln, Karlsruhe, Heidelberg . . . Üniver­
sitede öğrenciyken, sen bu uğursuz i�lere kendini kaptırma­
dan önce, 'Doppelkopf oynadığJmız birahaneyi hatırlıyor mu­
sun? Orası da bugün ben!m laboratuarlanından biri."
"Hale bakın, eskiden 'Doppelkopf oynadığıını da hatırlamı­
yorum. Ama her şeyin başlamış olduğu yere geri dönmek ho­
şuma gider. Senin kanatlarının altmda yaşayamam, Tia. Bu
şekilde ne sen bana iyilik etmiş olursun, ne de ben sana. Zi­
yaret etmek ve birlikte tatil yapmak başka bir ŞPy. Ama aynı
evde, sabahları mutfak masasır.da kahvaltıda, akşamları te­
levizyonun karşısındaki kanepede, hanyoda benim çocuk bez­
lerim... Bu olmaz."
1 98

Christiane başını salladı. İ tiraz ederneyecek kadar rahat­


lamıştı. Burnunu çekti, gözyaşlarını sildi ve tabakları, çatal­
ları, bıçakları üst üste koyarak toplamaya başladı.
"Sen otur" dedi Margarete elini Christiane'nin koluna ko­
yarak; Christiane oturdu. "Bodrumu su basmış, boşaltılması
şart, bana yardım edebilirseniz sevinirim. itfaiye okullar,
hastaneler ve resmi dairelerle fazlasıyla meşgul, bunu zaten
biliyoruz. Yağmurun bir saat içinde dineceğini düşünüyorum.
Sonra buluşalım mı?"
Gökyüzü sabahki ve geçen akşamki kadar kasvetli, yağ­
mur bir o kadar şiddetliydi. Her şeyi bilmek isteyen Ulrich
bunu da bilmek istedi . "Tabii ki sana yardım ederiz, fakat ni­
çin yağmurun dineceğini düşünüyorsun?"
"Ku�ları duyuyor musunuz? Yağmurun dinmesine yakın
başlıyor! ar. Neden bilmiyorum, ama öyle."
Dışarıya kulak verdiler ve yağmurun şırıltısında kuşların
ötüşlerini, cıvıldayışlarını, şakıyışlarmı duydular.
7

Jörg servis ve çatal bıçak takımı yıkanıp, yerlerine yerleş­


tirildiklerinde, oğlunu aramaya gitti. Onu konakta bulama­
dı, Margarete'ye bahçede yağınurda sığınılabilecek bir yer
olup olmadığını sordu ve Margarete ona seraya giden yolu ta­
rif etti. Sera kırık döküktü, yıkılınası gerekiyordu, ama bir
parça cam tavan hala olduğu gibi duruyordu ve Margarete
bazen yağınurda onun altında, ters çevrilmiş bir küvetin üze­
rinde oturuyordu.
Margarete haklıydı, yağmur yavaşladı. Ama Jörg, Marga­
rete'nin tarif etmiş olduğu yolu, daha o sözünü bitirir bitir­
mez unutmuştu. Dolaşa dolaşa aradı, nihayet serayı ve oğlu­
nu bulduğunda sırılsıklamdı. Hiçbir şey söylemeden oğlunun
yanına oturdu ve oturur oturmaz, oğlu kalkıp gitmediği için
mutlu oldu. Çok üşüyordu, elleriyle göğsünü ve böğürlerini
ovalayarak ısınabilmeyi çok isterdi. Ama riske girmek, böyle
yaparak oğluna itici görünmek ve onu kaçırmak istemedi. Bu
yüzden kıpırdamadan oturdu ve yağmurun giderek hafifleyi­
şini seyretti. Sonra şöyle dedi: "Gerçekten sana çok mektup
yazdım."
Ferdinand biraz duraksadıktan sonra; "Büyükannemle bü­
yükbabama mektupları sorabilirim" dedi. Sanki çok önemsiz
bir şey söz konusuymuş gibi konuştu.
Jörg bir sonraki cümleyi söyleyene dek, yine uzunca bir za­
mana ihtiyaç duydu. "Biliyorum, annene ve sana acı çektir-
200

dim." Bir tepki bekledi. Hiçbir tepki gelmeyince devam etti.


"Özür dilernek . . . Çok küçük bir dilek, sadece birkaç kelime,
ama olup bitenler çok ağır. Ben özrün yetersiz kaldığını bili­
yorum. Bu yüzden cüret etmiyorum."
Ferdinand babasına göz ucuyla baktı. Onu hızla süzüp, ay­
nı hızla yargıladı. "Dün akşam ve bu sabah söylediklerini yi­
ne çoktan unuttun, değil mi? Annerne diğer kurbanlarından
daha fazla üzülmek için hiçbir sebebin yok. Bana üzülmek
için hiç mi hiç yok, ne de olsa ben yaşıyorum ."
Bunu öylesine aşağılayıcı bir tavırla söyledi ki, Jörg yine,
oğlunun az sonra kalkıp gideceğinden korktu. Konuşmasına
kaldığı yerden itinayla devam etmek istedi.
Ama oğlu ondan önce davrandı. "Kanser olduğun ve çocuk
bezi kullandığın için sana acıdığıını sanma sakın. Bunlar be­
nim hiç urourumda değil."
Jörg oğluna tekrar görüşmelerinin mümkün olup olmadı­
ğını sormak istedi. Ama cesaret edemedi. "Sana yazalıilir mi­
yim? Bana adresini verir misin? Christiane'de sadece büyü­
kannenle büyükbabanın ev adresi var."
Ferdinand son derece isteksiz bir tonla; "Benden ne isti­
yorsun?" diye sordu.
Jörg bundan sonra olacak olan her şeyin bu soruya verece­
ği yanıta bağlı olduğu hissine kapıldı. Ne söylemeliydi? Ne­
den az önce hayata dair şeylerden söz ederken, oğlundan söz
etmemişti? Onu düşünmemişti. Hapishanede onu düşünme­
ıneye alışmıştı. "Yine seni düşünebilmek istiyorum" dedi.
"Hapishanede buna vakit bulamadıysan, özgürken hiç bu­
lamazsın." Ferdinand ayağa kalktı ve gitti.
"Ben . . . " dedi Jörg sadece, ama arkasından seslenmedi; oy­
saki söz konusu olan zaman değildi. Ferdinand bunu gerçek­
ten düşünüyor olamazdı. Oğlunun arkasından baktı; bir şey
yaparken izlendiğini bildiğinde, ya da kendi kendini gözlem­
lediğinde, kendini asi bulurdu ve oğlunun hareketlerinde ay-
201

n ı asiliği gördü. Oğlunun dikbaşlılığını, sertliğini ve aksiliği­


ni de kendinde gördü. Bu, Jörg'ün yüreğini hem yumuşattı,
hem de ağırlaştırdı. Evet, bu genç adam onun oğluydu. Evet,
o tehlikedeydi, tıpkı kendisinin bir zamanlar tehlikede oldu­
ğu gibi. Annesiz büyümüş olması bile, babasının ona devret­
miş olduğu kaderiydi.
Yağmur dinmişti. Jörg saate baktı, bodrumda diğerlerine
yardım etmeden önce eşyalarını toplamak için henüz zamanı
vardı . Biri onu Berlin'e götürecekti, oradan trene binecek, ya­
rın bir oda bulacak ve salı günü laboratuarda çalışmaya baş­
layacaktı. Hatta belki işini sevecekti, ama insanları sevmesi
için, onu rahat bırakmaları ve iyi iş çıkardığmı kabul etme­
leri gerekecekti.
Konağa dönerken, Margarete ile Henner'e rastladı. "Görü­
yor musun?" dedi Margarete, gökyüzüne bakıp, kollarını ardı­
na dek açarak. "Görüyorum" dedi Jörg gülerek, "görüyorum."
"Gerçekten güldü" dedi Margarete Henner'e, yürümeye de­
vam ederlerken.
"Bence terörist olan ve insanları öldüren biri, çok korkusuz
bir tip olmak zorunda."
"Sen korkusuz bir tip misin?"
"Gazeteci olan ve insanların birbirlerini nasıl öldürdükle­
rini bildiren biri, mecburen . . . Bilmiyorum, Margarete . Gaze­
teciliğe devam etmeli miyim, onu da bilmiyorum. Annemle
ilişkimi nasıl yürütmeliyim, bilmiyorum . Kadınlarla ilişkimi
nasıl yürütmeliyim, bilmiyorum. Ben bu sabah pek çok şeyi
bilmiyorum."
"Bank ıslak ... Keşke akıl edip, bir bez getirseydim."
Henner banka oturdu. "Gel, kucağıma otur!"
Margarete kızardı. "Sen delisin."
"Hayır" dedi Henner ve keyifli keyifli gülerek Margare­
te'nin yüzüne baktı; "deli değilim. Sadece seni kucağımda is­
tiyorum."
202

"Ama bank. . . "


Henner davetkar bir biçimde elleriyle hacaklarına vurdu.
Margarete temkinli bir tavırla oturdu. "Gördün mü, şimdi ol­
du" dedi Henner ve ona sarıldı. Yine bir ağaca, ya da bir ka­
yaya tutunduğu hissine kapıldı; sanki nihayet artık hiçbir
şey onu önüne katıp, sürükleyemeyecekti. Margarete'nin
ağırlığı onu sıkıca tutuyor, içine kök salıyordu. Margarete
temkinliliğinden vazgeçip, kollarında gevşeyerek, ona sokul­
du ve yüzünü onun boyun çukuruna yaslayıp; "Rahatsız olu­
yor musun? Çok ağır mıyım?" diye sordu. Henner başını iki
yana salladı.
Margarete onun kollarında uykuya daldı ve onun kolların­
da uyandı. "Gitmek zorunda mıyız?"
"Sadece birkaç dakika uyudun, hala biraz vaktimiz var.
Acaba sen . . . Sence, sen . . . " Bu kez de Henner kızardı.
"Ne?"
"Beni bir an için kucağına alır mısın?"
Margarete gülerek ayağa kalktı. "Gel!" Oturdu ve Henner'i
kucağına çekti. Henner onun kucağına istediği gibi yerleşe­
medi. Margarete için fazla mı iriydi? Onun için fazla mı ağır­
dı? Margarete onun bu çocuksu, kucağa alınma gereksinimi­
ni küçümsüyor muydu? İçini çekti.
"Her şey yolunda" diye fısıldadı Margarete Henner'in kula­
ğına.
Henner kendini bıraktı; iriydi, ama fazla iri değil, ağırdı,
ama fazla ağır değil ve onun kucağa alınma gereksinimi,
Margarete için dünyanın en doğal gereksinimiydi. Gerçekten
her şey yolundaydı.
"Ne kadar vaktimiz kaldı?"
"Hiç Yine görüşecek miyiz?"
"Evet."
"İyi." Henner ayağa fırladı, Margarete'ye elini uzattı ve
onu çekerek kaldırdı.
8

Herkes yavaş yavaş bir araya toplanıyordu. İki evli çift


birlikte geldiler; eşyalarını yükl erken, arabalarının yanında
karşılaşmışlardı. Salzburg'da veya Beyrut'ta tekrar görüşe­
cekler miydi? Andreas ve Marko bir köşede dikilerek, Jörg
yanlarına gelip, kendisinden habersiz verilmiş olan basın
açıklaması yüzünden yakınmalarını istemediğini söyleyene
dek tartıştılar. Olmuştu bir kere, olmuş ve bitmişti. İlse
Christiane'ye, gelecek tatilde yazmak için konağın bir odası­
nı kiralayıp kiralayamayacağını sordu. Dorle, Ferdinand'ın
yanında duruyordu, onun kulağına bir şeyler söyledi, kolunu,
sırtını, yanağını okşadı ve bu Ferdinand'ın hoşuna gitti, ama
aynı zamanda bunu utanç verici buldu, çünkü babasının kar­
şısında katı yürekli görünmek istiyordu.
Margarete tek tek herkese baktı. "Su diz hizasına gelecek
kadar derin. Ayakkabılarınızı ve çoraplarınızı çıkarıp, paça­
larınızı dizlerinizin üstüne kadar katiasanız iyi olur. Su pis,
üzerinize sıçrar. . . Üstünüze giyecek hiç mi kötü kıyafetiniz
yoktu? Dorle? Az sonra tişörtün artık pembe olmayacak."
Ama herkes sadece çıplak ayaklar ve katlı paçalarla yetin­
di. Çorapları ayakkabıların içine sokup, ayakkabıları yan ya­
na dizip, opera binasının önündeki taksiler gibi sıraladılar.
Margarete arkadaşlarını bodrumdan merdivene ve oradan
da bahçeye kadar uzanan ve sonra geriye, bodrumun pence­
resine doğru dönen bir sıraya soktu. "Sıkılmamak için on da-
204

kikada bir ilerleyerek yer değiştircceğü:. Sadece yedi kovam


var, bu yüzden her yer değiştirişinüzde dinlenmek. için bir da­
kikamız olacak."
Marko ilk kovayı suya daldırarak doldurdu ve onu ınerdi­
venin başında duran Andreas'a verdi. Kova İlı:;e'den Jörg'e,
Jörg'den İngeborg'a ulaşarak, merdivenden yukarı çıktı, Fer­
dinand tarafından Margarete'ye, Margarete tarafından Ul­
rich'e ve Ulrich tarafından Karin'e uzatıldı, Karin kovanın
içindeki suyu Margarete'nin evin1n yanındaki çimenlere dök­
tü ve kovayı Henner'e verdi, Henner onu Dorle'ye attı, Chris­
tia'le ondan kovayı aldı ve bodrumun penceresinden içeriye,
Eberhard'a attı, Eberhaı·d kovayı Marko'ya verdi.
Marko kovayı Andreus'a öylesine haşin bir hareketle uzatt­
yordu ki, her seferinde kovadan bir raiktar su havalamyar ve
Andreas'ın üzerine sıçnyordu. Jörg iyi niyetliydi, İlse'den kova­
yı alırken, aşağıya doğnı gereğinden fazla egiliyor, İngeborg'a
uzatırken, yukanya doğru gereğinden fazla uzanıyordu, çok
geçmeden terden Slnlsıklam oldu. Ferdi:ıand, Margarete ve VI­
rich bulutların önünü kesnıiş olduklan güneşin aitında duru­
yor, eğleniyor, Henner, Dorle ve Christiane'yle şakalaşıyorlardı;
dolu kovalanyla ağır işçiler ve beş kovalanyla yan gelip yatan­
lar, işin kahramanlan ve onların sırtından geçinenler, su taşı­
yıcılar ve su atıcılar, hayır, kova atıcılar karşı karşıyaydı. Karin
kovayı itinalı, kutsayan hareketlerle boşaltıyordu. İlk kez yer
değiştirmeye kalktıklannda, Andreas, Marko'ya öyle bir çarptı
ki, Marko suyun içine düştü. On ikinci kez yer değiştirdikten
sonra, Marko bodrum penceresinin altına ve Andreas su çek­
meye geldiğinde, Marko aynısını Andreas'a yapmayı denedi.
Ama Andreas kendini korudu. Zaten su seviyesi çok düşmüştü,
artık kovayı suyun içine daldırarak doldurmak mümkün değil­
di; Margarete sırayı kısalttı ve Christiane ile Ebcrhard'ı, suyu
bodrumun arka losınından ön kısmına doğru süpürıncieri için
süpürgeleric birlikte aşağıya yolladL
2 05

Herkes ya kovası ya da süpürgesiyle, sırılsıklam ayakları


ve ıslak giysileriyle, yanındakiyle ya da tam karşısındakiyle
meşguldü. Sadece İlse diğerlerini seyrediyordu; Marko ve
Andreas karşılıklı diş gösteriyorlardı, Dorle ve Perdinand bir­
birlerine aşık olmaları gerekirken, tereddüt ediyorlardı, Mar­
garete ve Hemıer buna hazırlardı ve iki evli çift, çift olmanın
gözü kapalılığına sığınm1şlardı, Christiane bombalar etkisiz
hale gelmiş ya da büyük zarariara yol açmadan patlamış ol­
duğu için rahatlamıştı, Jörg o anda kova ve su dışında hiçbir
şeyle uğraşmak ve hıçbir şeyin üstesinden gelmek zorunda ol­
madığı için mutluydu. İlse tek tek hepsinin yüzlerine baktı ve
gördüğü bütünlükten, işbirliğinin oluşturduğu tablodan, vü­
cutların ve elierin uyumla hareket edişlerinden, birbirlerin­
den hoşlanan ve hoşlanmayan insanların bir araya gelerek,
birlikte bir vazifeyi yerine getirmelerinden çok etkilendi .
Jan'ın böyle bir şey yaşamasına izin vermeli miydi? Müşterek
saldırı planları ve eylemleri benzer nitelikte miydi? Yoksa sal­
dırılarda söz konusu olan tek başına, birbirinden bağımsız
sağiamın başarıların koordinasyonu muydu?
Arkadaşları nasıl kolaylıkh bu bütünün parçası oldularsa,
yine aynı kolaylıkla bütünden ayrılacaklardı. Bu bütünlük­
ten geriye hiçbir şey kalmayacak, diye düşündü İlse melan­
koliye kapılarak. Sonra güldü. Bcıdrum! Bodrum kurumuş
olacak.
Son kez terastaki masanın başında oturdular. Bitkin, ne­
şeli , bir yarıları orada, bir yarıları çoktan yolda ya da kendi
evlerir.de . . . Birden Ulrich'in aklına bir fikir geldi ; bir kağıt
dolaştırabiiirdi, herkes telefon numarasını ve e-mail adresini
bu kağıda yazar, sonra liste herkese iletilirdi. Ama vazgeçti.
Karin yolculuk öncesi hayır dualan etmedi, Christiane ev sa­
hibi olarak veda konuşması yapmadı ve Jörg özgür kalışını
kutlarlıkları için teşekkür etmedi. Su içtiler ve pek konuşma­
dılar. Parkı seyrettiler. Bulutları güçlü bir rüzgar alıp götür-
206

müştü, gökyüzü masmavi panldıyordu, ağaçlar, çalılar ve ko­


nak yağmurun ardından pırıl pırıldı. Derken hepsi aynı anda
ayaklandı; Karİn ve kocası, İlse ile Jörg'ü Berlin'e götürmek
üzere arabalarına aldılar. Ferdinand, Marka'yla birlikte git­
meyi tercih etti. Ama gitmeden önce Christiane'ye küçük bir
kağıt verdi, üzerinde adresi ve telefon numarası yazıyordu ve
ona, isterse, adresiyle telefonunu babasına \rerebileceğini
söyledi. Christiane ve Margarete bahçe kapısının önünde
durdular ve arabalar gözden kaybolana dek el salladılar.

You might also like