Professional Documents
Culture Documents
8. Bölüm
Kültür - Sanat ve
Edebi Hayat
357
Dünden
Bugüne
Antalya
358
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
1. Ramazan Bayramı
…Kadınlar bilirim ülkeme ait
Hüseyin ÇİMRİN 210
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Bayram hazırlığı Ramazan ayının on beşinden
Göğüsleri Çukurova gibi münbit sonra başlar, arife günü akşama kadar devam eder.
Dağ gibi otururlar evlerinde Bu süre içinde her aile çocuklarına yeni elbise, ayak-
kabı, gömlek, şapka gibi giyecekler alır. Bayram hazır-
Limanlar gemileri nasıl beklerse
lığı sırasında her aile, el öpmeye gelecek yakın, dost
Öyle beklerler erkeklerini ve komşu çocuklarına verilmek üzere birçok mendil
ve birkaç kilo kâğıtlı şeker alır. Yakınlarından yeni evle-
Yaslandın mı çınar gibidir onlar, sardın mı umut gibi…
necek veya evlenmiş olanların hediyeleri unutulmaz.
Bilhassa arife günü, şekerci, ayakkabıcı ve giyim eşya-
Müslüman yürekler bilirim daha sı satan dükkânlar alışveriş yapan insan toplulukları ile
dolar taşar. Bayram günü bayram namazı ile başlar. Er-
Kızdı mı cehennem kesilir, sevdi mi cennet kekler bayram namazında iken evde kadınlar ve ço-
Eller bilirim haşin hoyrat mert cuklar yeni elbiselerini giyerek beklerler. Erkekler, ca-
mideki arkadaşları ile bayramlaşmadan sonra, eve ge-
Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır lerek evde aile fertleriyle bayramlaşırlar. Küçükler, bü-
Her kırışığı sorulacak bir hesabı yüklerin ellerini, büyükler de küçüklerin gözlerinden,
yanaklarından öperler ve “Allah daha nice bayramla-
Her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır… ra yetiştirsin. Allah her günümüzü bayram etsin, ana-
nızla, babanızla yaşayın” gibi dilekte bulunurlar. Bay-
Erdem BAYAZIT (1939-05/07/2008)209
ramın ilk gününden başlayarak yakınlar, dostlar, kom-
şular bayram tebriki için birbirlerini ziyaret ederler. El
öpen çocuklara mendil, şekerleme ve bazen de para
hediye edilir. Bayramda yaşlı kimseleri ziyaret ederek,
gönüllerini almak bayram günlerinin en güzel özelli-
ğidir.
1.1.Ramazan Davulcuları
Geceleri ve bayram günlerinin ilk günü davul-
cular sokaklardan geçerek, davullarıyla kapı kapı do-
laşarak her kapının önünde dizeledikleri manileri bir
ahenkle söylemeleri, bahşiş toplamaları büyük bir il-
giyle seyredilir. Ramazan davulcularının sahur vaktin-
de veya bayram günlerinde kapılarda okudukları ma-
nilerden derleyebildiklerimizi örnek olarak alıyoruz:
Paşa Camisi direk ister Kurbancı, koyunun üç ayağını, iki arka, bir ön sol
Söylemeye yürek ister olmak üzere bağlayıp yüzünü kıbleye çevirir. Kulağı ile
Benim gözüm toktur ama gözünü kapatır ve kazılan çukura kanı akacak şekilde
Arkadaşım börek ister. yatırılır ve:
Fermanı Celil
Geze geldim geze geldim
Kurbanı Halil
İnci mercan dize geldim
Fedai İsmail
Komşular sahur vakti
Delili Cebrail
Arzulayıp size geldim
Süphan Allah
Besmeleyle çıktım yola
Elhamdülillah
Selam verdim sağa sola
Allahü Ekber
Sevgili Mehmet Beyim
Vallahi Ekber
Ramazanınız mübarek ola
Velillahil-hamel
Şekerim var ezilecek
Destur iman, destur şah diye dua eder ve bıça-
Tülbentten süzülecek
ğın yan tarafını koyunun boğazına tutarak “Ya Allah,
Bahşişimi verin beyim
Ya Muhammed” diyerek üç defa sıvazlar ve bıçağı sür-
Çok yerim var, gezilecek
terek keser.
Davulumun ipi kaytan 3. Hıdrellez
Sırtımda kalmadı mintan
Bahşişimi çokça verin, Hıdrellez, Anadolu’nun diğer yörelerinde olduğu
Yoksa hemen giderim. gibi 6 Mayıs günü yapılır. Bu gün ayrıca “bahar”ın baş-
langıcı olarak kabul edilir ve kutlanır. Yaygın bir inanı-
Merdane beyim merdane şa göre, ölümsüzlüğe erişmiş iki peygamber, Hızır ile
İnciler takın gerdana İlyas Aleyhisselam yılın bir günü buluşup görüşürler.
İki gözüm ........ beyim İşte bu buluşmanın günüdür “Hıdrellez” adını da iki
Mahalle içinde bir tane peygamberden, Hızır ile İlyas’tan almıştır.
2. Kurban Bayramı
Kurban Bayramı’nı, Ramazan Bayramı’ndan ayı-
ran tek özellik bu bayramda kurban kesilmesidir. Kur-
ban Bayramından bir hafta öncesinden bayram günü-
ne kadar, ekonomik durumu iyi olanlar şehre getirilen
koyun ve keçi sürüleri arasında dolaşır. Kurbanlık ko-
yun veya keçi alındıktan sonra yürütülerek götürül-
mez, bir arabayla veya bir hamalın sırtında taşınır ve
sahibinin evinde kadınlar ve çocuklar tarafından se-
vinçle karşılanır.
Bayram namazından çıkıldıktan sonra herkesin
evine gelerek kurbanını kestirir.
Kesilen kurbanın eti, kurban kesmeyen komşula-
ra ve akrabalara dağıtılır. Kurban eti hiçbir zaman red-
dedilmez, “Allah kabul etsin” diyerek alınır. Kurban ke-
silince aile erkeğinin işaret parmağını kana batırarak
evdeki çocukların kaşları arasına basması, adak kur-
banlarına özgü bir gelenek olmasına rağmen, Kurban
360 bayramlarında da uygulanmaktadır.
Dünden
Bugüne
Antalya
H A L K K Ü L T Ü R Ü
Hızır Peygamber, herkesin yardımına koşan, her- şam vakti çömlek bir gül ağacının dibine bırakılır. Hı-
kese iyilik yapmayı seven bir kişidir; baharın müjde- zır Peygamber’in o çömlek içindeki ufak eşyaların sa-
cisidir. Allı, morlu, pembeli, sarılı bahar çiçeklerinden hiplerine büyük kısmetler getireceğine inanılır. Ayrı-
örülmüş cüppesi vardır. Al renkli külahı baharın çi- ca bu amaçla o gece gül ağaçlarının dibine arzularını
menlerini andıran zümrüt yeşili sarığının ucu, nurlu (yeni ev, araba v.b.) simgeleyen şekiller bırakanlar bu-
yüzünü ve aksakalını okşar. Geçerken kırmızı yemeni- gün dahi görülmektedir.
si ile bastığı yerlerde renk renk çiçekler açılır. Elinde-
Hıdrellez sabahı yaşlı bir kadın tarafından gül
ki asanın dokunduğu fidanlarda gül biter, dallarında
ağacının dibindeki çömlek alınır ve genç kızların baş-
bülbüller öter. Baharın ılıklığı bütün canlıları sevgiye
ları üzerinde gezdirilir. Yaşlı kadın daha sonra kızlara
sürükler.
“Kısmetiniz bu çömlek gibi açılsın” diyerek çömleğin
Antalya Bölgesi’nde halk Hıdrellez’i mesire yer- ağzını kapatan bezi ve kilidi açar. Kızlardan biri elini
lerinde karşılar. Bir gün önceden hazırlanmış köfte- çömleğe sokup bekler. Yaşlı kadın veya görevlendiri-
ler, dolmalar, börekler, etli peynirli pideler, helvalar len kızlar bir mani okur, kız maninin sonunda eline ge-
sepetlere doldurulur. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç- çen küpe, yüzük veya düğmeyi sahibine verir. Okunan
ihtiyar herkes mesire yerlerine akın eder. Orada kuzu- niyet ise, çıkacak eşyanın sahibine aittir. Antalya yöre-
lar çevrilir. Bereketli sofralarda yemekler yenir, çaylar sinde niyet manisi olarak yüzlercesi arasından şunla-
demlenir. Büyük küçük oyunlar oynarlar. rı seçtik:
5-6 Mayıs gecesi sokaklarda eski hasırlar yakılır, İndim çeşme akmayor
konu-komşu “Mart içeri pire dışarı” diyerek yanan ha- Yar yüzüme bakmayor
sırların üstünden atlarlar. Alev atlayanın paçasına veya Hep çiçekler açılmış
eteğine dokunmazsa, niyetinin yüce Tanrı’nın nezdin- Yarem gibi kokmayor
de kabul olduğuna işarettir. Paçası yananlar için “Niye-
ti kötü” diye alay ederler. Bu, yanık hasırlar üzerinden Yemeninin yeşili
atlamak, uğurlu bir ilkbahara işaret sayılır. Sil gözünün yaşını
Bana müjdeler olsun
Yine Hıdrellez’den bir gün önce komşu kadın-
Şimdi buldum eşimi
lar ve kızlardan toplanan küpeler, yüzükler, düğmeler
v.b. bir toprak çömleğin içine konur, çömleğin ağzı te-
Karanfilim sarkarım
miz bir bezle sıkıca kapatılarak bir kilitle kilitlenir. Ak-
Açılmaya korkarım
Yar kapıdan girince
Ölü olsam kalkarım
Kokular boyanmıyor
Ah gülüm uyanmıyor
Yar aklıma gelince
Yüreğim dayanmıyor
Yemenim turalıdır
Kenarı oymalıdır
Dostlara haber verin
Sevdiğim buralıdır
Çekmecenin kilidi
Üstünde güller bürüdü
Sen orada ben burda
Olan ömrüm çürüdü
Hıdrellez baharın hatta yazın başlangıcı sayıldı- *Uçan kuşun pisliğinin insan üzerine düşmesi nasip
ğından eskiden kayıkların o gün suya indirilmesi adet geleceğine işarettir.
olmuştu. Kışın başlangıcı sayılan kasım ayında karaya
*Kesilmiş saça basan kimsenin başı ağrır.
indirilmiş kayıklar, o gün denize indirilince, Antalya li-
manı adeta süsleniverirdi. Bugün de bu töreye bazıla- *Mavi gözlerin bakışı, nazarlıdır.
rı uymaktadır. *Sağ gözü seğiren kimse sevinçli, sol gözü seğiren
Antalya’nın Hıdrellez günlerinin en ünlü köşele- kimse kederli haber alır.
ri eskiden Antalya Karaalioğlu Parkı, Bahçearası, Lara *Gece aynaya bakan deli olur.
yolu idi. Hemen bütün Antalya halkı bu yerleri doldu-
rurdu. Bugün, ulaşım kolaylaştığı için, halk Düzlerçamı *Gece saçlarını tarayan gurbete düşer.
Ormanı Parkı, Düdenbaşı Şelalesi, Termessos, Kemer *Kapı eşiğine oturan iftiraya uğrar.
sahil yolu gibi mesire yerlerine ilgi göstermekte, Hıd-
rellez günü bu yerler bugün dahi dolup taşmaktadır. *Uyurken ellerini bacaklarının arasına koyan kişinin
kısmeti kesilir.
B. İNANIŞLAR
*Kedi öldürenler ancak yedi camiye süpürge asarlarsa
Antalya ve yöresinde Türkiye’nin diğer yörelerin- günahtan kurtulurlar.
deki gibi boş inançlar önemli bir yer tutmaktadır. Do-
*Cuma günleri temizlik yapıp dikiş dikenlerin kısme-
ğal yapı, gelişmemiş ekonomik koşullar, eğitim, ileti-
ti kesilir.
şim ve ulaşım hizmetlerinin yetersizliğinden kaynak-
lanan bu tür inançlar özellikle kırsal alanlarda etkili- *Salı, cumartesi, cuma ve ayın son çarşambası çamaşır
dir. Ancak, giderek etkisini yitiren bu inançlar, salt bi- yıkamak uğursuzluk getirir.
rer folklor öğesi olarak varlıklarını sürdürmektedirler. *Sabun, başkasına el üstünde üç kez “tuh” denerek ve-
*Sağ avucun kaşınması para alınacağına, sol avucun rilir. Çünkü ölü yıkayıcılar sabunu avuç içinde verirler.
kaşınması para verileceğine işarettir. *Nisan yağmurları başladığında başı açık dışarı çıkıp
*Eli soğuk olanın kalbi sıcak olur. Bu kimselerin sevgi- ıslanmak uğurludur. (Yaygın)
leri derindir. *Kurşun Dökme: Bunu genellikle kadınlar yapar. Birisi
*Gece tırnak kesmek uğursuzluk getirir. Kesilen tırnak hastalanırsa, hemen kurşun dökücü kadın çağrılır. Bu
parçaları gelişigüzel atılmaz. Ocakta yakılır ve “Dünya- kadın bir tavanın içine biraz kurşun atarak tavada eri-
da kül, Ahrette gül” denir. tir ve içinde su bulunan bir tası hastanın başı üstünde
tutarak erimiş kurşunu suyun içine döker. Bunu 5 ila 7
*Parmak çıtlatmak, şeytanlara tespih çektirmek sayılır.
kez tekrarlar.
*Ayağının altı kaşınan kimse, ya yeni ayakkabı alacak
*Hastaya ya giyeceği gömleğe ve bir bardak suya veya
veya uzun yola çıkacağına inanılır.
kırk bir üzüm tanesine 41 kez Yasin Suresi okunur. Has-
*Düztabanlık uğursuzluk sayılır. Halk hoşlanmadığı ta sahibi okuyuculara bir yemek verir.
kimselere bu nedenle “düztaban” der.
C. GELENEKLER (Doğum, Askerlik, Evlenme,
*Üzerinden atlanılan kimsenin boyu kısa kalır. Uzama- Ölüm)
sı için bir kez daha atlanması gerekir.
*Ayakkabılar çıkarıldıktan sonra, ayakkabılar üst üste C.1. Doğum ve Çocuk Üstüne Gelenekler,
gelmişse, eve misafir geleceğine inanılır. İnançlar
*Burunun kaşınması kedere işarettir. Çocuk, Anadolu’nun diğer yörelerinde olduğu
gibi, Antalya bölgesinde de ailelerin evlilikten bek-
*Çekilen diş, dama atılır veya bir duvar deliğine soku- ledikleri ilk şeydir denebilir. Çocuk, aile mutluluğu-
lur. nun temel taşı sayılır. Çocuğu olmayan aileler, ne ka-
*Kulağı çınlayan kimsenin, başkası tarafından anıldığı- dar mutlu olurlarsa olsunlar, yine de aile mutluluğuna
na işaret sayılır. gölge düşüren bir eksikliği olduğu kabul edilir. (Özel-
likle kadınlar, evlenince bütün mutluluklarını çocuk-
*Kulağı kızaran kimsenin, arkasından kötülüğü konu-
ta arar buna kavuşamayınca da mutlu olduklarına bir
şulduğu kabul edilir.
türlü inanmak istemezler.
*Kulağı uzun olanın, uzun ömürlü; büyük olanın bahtı
Antalya’da geleneksel usullerde doğum ve çocuk
açık; küçük olanın eşinin güzel olacağına inanılır.
ile ilgili birçok uygulama ve pratik eskiye oranla terk
*Tokuşan kimsenin kel olacağına inanılır. Bu nedenle edilmiştir. Örneğin köy ve mahalle ebelerine doğum
tesadüfen kafaları birbirine tokuşan kimse, bunu bir yaptırmak artık yerini modern sağlık kuruluşlarında
362 daha tekrarlayarak bundan kurtulmaya çalışır. doğum yapmaya bırakmıştır. Yine de halk arasında şu
Dünden
Bugüne
Antalya
H A L K K Ü L T Ü R Ü
inançlar hala yaşatılır; su iyi kalpli bir kadın tarafından askere gidenle birlikte
yürünerek, bitinceye kadar dökülür. Kadın suyun bitti-
- Hamilelik esnasında kadının bedeni zayıf olursa do-
ği yerden geri döner. “Haydi, yolun açık olsun” denir ve
ğacak çocuğun kız olacağı tahmin edilir.
uğurlanır.
- Hamile kadının sağ bacağı ağrır ve biraz şişerse do-
ğacak olan çocuğun erkek olacağına inanılır. C.3. Evlenme Adetleri
- Yeni doğan çocuk tuzlanmazsa bedeni ve ağzı kokar.
C.3.1. Kız İsteme
- Yeni doğan çocuk çabuk büyüsün diye yıkanırken bir
Evlenme çağına gelen oğlu için anne ve baba
kere bacakları yukarı getirilerek döndürülür.
önce çevresinde kız aramaya karar verir. Bütün akra-
- Loğusanın başına al bağlanır. balarının da fikrini alarak genç kızı olan eve tanışsın
- Çocuğun adı konurken bir kurban kesilir. Kadınlar tanışmasın kız görmeye gidilir. Bir günde 2-3 kız gör-
çağrılır, yemek verilir. Bu davete gelenler çocuk için ça- mek için ziyaretler yapılır. Bütün görülmüş olan genç
maşır getirirler. kızlar içinde bir tanesi üzerinde karar verilir. Artık kızı
isteme işlemine geçilir. Erkek evinin sözcülüğünü alan
- Doğan çocukları yaşamayan aileler yeni doğan ço- kimse, kızı anne ve babasından ister. Bu isteme daha
cuklarının yaşamasını temin için adını; Durmuş, Dur- ziyade Perşembe, Cuma günlerine denk getirilir. (Dini
du, Dursun, Yaşar, Baki koyarlar. yönden hayırlı günler kabul edilir.)
- Çocuğun dişi çıktığı zaman annesi tarafından buğ- Kız ailesinden istenir ve söz almak için belirli bir
day ve mısır kaynatılarak komşu kadınlar davet edilir. gün kararlaştırılır. Bu aradaki zaman içinde kız aile-
Bu uygulamaya Antalya’da “Diş Köllesi” adı verilir. si karşı taraf hakkında soruşturma yaparak evet veya
- Sesi güzel olsun diye çocuğun göbeği uzun kesilir. hayır der. Evet, cevabı verilince her iki tarafın akraba
ve dostları toplanarak “söz kesimi” veya “şerbet içme”
- Zayıf ve cılız çocuklar kuvvetli olsun diye cenaze denilen tören yapılır. Belirlenen günde erkek evi tara-
önünden geçirilir. fından masrafı görülerek ve kız için “nişan kofası” ha-
- Çocuk altı aylık olana kadar tırnakları kesilmez. İlk tır- zırlanır. Hazırlanan bu hediyeler kızın evine gönderi-
nağı kesileceği gün, eli babasının cebine üç defa so- lir. Gelen hediyeler kızın arkadaşlarına ve tanıdıklarına
kulur. bir masa üstüne serilerek gösterilir. İki taraf arasında
kararlaştırılan bir günde de; yalnız erkekler toplana-
- Altı aylık kız çocuklarının ellerine kına yakılır. Bu rak dini yönden de duası yapılarak “söz kesme” töreni
konu için kadınlar toplanıp eğlence yaparlar ve çocu- yapılır. Sonunda limonata ikram edilir. İkram edilen li-
ğun kınalı avucuna para koyarlar. monatadan oğlan evine en önce kaçırarak damada içi-
ren kimse bahşiş alır. Tören dağılırken gelen misafirle-
C.2. Askere Uğurlama
rin bir kısmı özellikle damadın arkadaşları kız evinden
Askere gitme, yurdumuzun diğer yörelerinde de bazı eşyaları gizlice alırlar. Kaçırılan bu eşyalar da da-
olduğu gibi, aile içinde ve yakın akrabalar arasında mada bahşiş karşılığı verilir. Sonrada ev sahibine iade
önemli bir olay olarak kabul edilir. Askere gidecek kişi, edilir. Bu olaylar çevrede geniş tepki yaratır. Günlerce
gitmeden önce tüm akraba ve yakınlarını ziyaret eder. bu hususta konuşmalar devam eder.
Bu ziyaretler sırasında kendisine hediyeler ve harçlık
verilir. Evinden ayrılmadan bir önce akşamı arkadaşla- C.3.2. Nişan
rı arasında davullu-zurnalı eğlence düzenlenir. Söz kesme töreni sonunda nişan töreni yapılır. Bu
Evinden, köyünden ayrılacağı gün tüm yakın- tören her iki tarafın anlaşmasına göre ayarlanır. Basit
ları ve köy halkı arkasından su döker, ardından ayna olarak aileler arasında sade bir tören olabileceği gibi
tutulur helalleşilir. Yanına eskiden daha önceden di- bir nişan töreni de düzenlenebilir. Âdete göre nişan
kilen asker torbası verilirdi. Bunların içinde daha ön- için bir salon tutulur. Sadece kadınlar toplanır. Nişanı
ceden hazırlanan kuru yiyecekler konurdu. Bugün bu- olacak kızı yüksek yere oturturlar. Her iki tarafın akra-
nun yerine hazır pastalar, çörekler verilmektedir. Fa- ba ve dostları toplanırlar. Çalgı takımı nişan salonunu
kat halen uygulanmakta olan bir gelenek hazırlanan görmeyecek şekilde yerini alır. Özellikle bu tören gün-
bir çörek veya peksimetin askere giden kişiye ısırtıla- düz yapılır. Herkes oynar; oyunlar genellikle hareketli
rak, yarısının askerden dönünceye kadar saklanması- ve tek olarak oynanan yerel oyunlardır. Bu arada yaş-
dır. Çeşitli yörelerde, çeşitli usullerle uğurlamalar ya- lı hanımların oynadığı zeybek de oldukça ilgi çekici-
pılmaktadır. Ardından yağ dökülen, kurban kesilen, dir. Eğlencenin sonuna doğru nişan merasimi yapılır.
adak adanan, helva yapılan adetler her yörede başka- Müzik eşliğinde kayınvalide nişan yüzüğünü ve ken-
lık göstermektedir. Bunlardan derlenen bir örnek şöy- di nişan hediyesini takar. Arkasından bütün oğlan evi
ledir: Kur’an okutulur, dua edilir. Bir ibrik su alınır. Bu kendi hediyelerini renk renk kurdeleler ile takarlar. Sıra
363
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
kız evine gelir. Onlarda nişan hediyelerini takınca ar- Önünde mumlar yanası
tık nişan takılan genç kızın oynaması gerekir. Bu arada Gel gelinin kaynanası
bütün gözler üzerindedir. Çünkü bütün kolları, boy- Gelinim kınan kutlu olsun
nu, parmakları, göğsü çeşit çeşit altın ziynetlerle dol-
muştur. Ayrıca altın yerine para takanlarda bulunur. Kızım bu bahçeler senin mi?
Bu merasim tamamlanınca tören biter, kız evine gidi- İçinde gezen yârin mi?
lir. Bütün bu takılan eşyaların saklanması gerekir. Takı- Yarın ayrılık günün mü?
lan her hediyenin kimin tarafından da takıldığı öğreni- Gelinim kınan bol olsun
lir. Çünkü takılan bu hediyelere yeri ve zamanı geldi-
ğinde karşılık vermek adettir. Binen atın alçısına
Düşer yolun koncasına
C. 3. 3. Kına Gecesi Selam edin amcasına
Düğün Antalya’da üç gün sürer. Antalya’da dü- Ah kızım kınan kutlu olsun
ğün, kız evinin büyük bir masrafa girmesi olarak ka-
bul edilir. Çünkü kız evi bütün eşyayı yapmak zorun- Geline bakın geline
dadır. Bunun karşılığında erkek evi sadece gelinlik kı- Kınalar yakın eline
yafeti ve çok az eşyayı yapar. Birinci gün kız evinin ha- Mendiller sokun beline
zırlamış olduğu çeyiz erkek evinin gönderdiği arabay- Sürmeler çekin gözüne
la gelinin oturacağı eve götürülür, bu da başlı başına
bir törendir. Eşya taşımak için tutulan araba ve taşıyı- Kız anasının kadını
cılara mendil, havlu, yazma gibi hediyeler verilir. Da- Ağlama kızım ağlama
vul ve zurna önde olmak kaydı ile caddelerden geçi- Beni yolda eğleme
lerek gelin evine eşyalar indirilir. Aynı gün veya ertesi Biner atın iyisine
günü kız evinin yakınları kız çeyizini eve yerleştirirler. Düşer yolun kuyusuna
Bu tören hafta başına denk getirilir. Çarşamba günü Selam edin dayısına
veya hafta ortası her iki tarafın akrabaları ve kızın ar- Ah kızım kınan kutlu olsun
kadaşları hamama giderler. Buna “gelin hamamı” de- Annesi kızın annesi
nilir. Hamamda yıkanılır ve renk renk mumlar yakılır.
Törenle hamamdan çıkarılan geline pullu yazmalar ör-
tülür. Hamamın içinde ve dışında dolaştırılır. Aynı gü-
Elinde mumlar yanası
nün akşamı bu kına gecesi yapılır. Şimdilerde bu tö-
Yakınıyor gelinin kınası
ren cumaya veya cumartesiye denk getirilir. Kına ge-
İşte budur bunun edası
cesinde mahalli çalgılardan yararlanılarak bir eğlence
yapılır. Bu eğlencede kına hazırlanır. Yaşlı bir kimse ta-
Atladı gitti eşiği
rafından - sağ ise kızın anneannesi tercih edilir- kına-
Sofrada kaldı kaşığı
sı yakılır. Kız ortaya oturtulur, başına pullu kırmızı bir
Gidiyor da evlerin yakışığı
yazma örtülür. Mahalli çalgılarla kıza ait maniler söy-
lenir. Gaye kızı ve yakınlarını ağlatmaktır. Bu anda kı-
A canım da kız gelin oluyor
zın el ve ayaklarına kınası yakılır. İstenirse yarım saat
Annesi kızsız kalıyor
sonra yıkanır ya da sabaha kadar öyle kalır. Bu eğlen-
Komşular ıssız kalıyor
ce kızın ağlatılmasını takiben biraz daha sürdürüldük-
ten sonra bitirilir.
Elimi koydum taslara
Kolumu kesti testere
Kına Gecesi Manileri Mevla’m şirin göstere
A canım da kız gelin oluyor
Altın tas içinde kına kesilsin Annesi kızsız kalıyor
Görümceler etrafına dizilsin Testisi susuz kalıyor
Gelinim kınan kutlu olsun
Bundan dirliğin tatlı olsun. Geline bak geline
Kınalar yakmış eline
Dağdan keserler ıslığı Yarın sabah gider kendi evine
Hani bu kızın yastığı A canım da kız gelin oluyor
Gelinim kınan kutlu olsun Annesi kızsız kalıyor
Bundan dirliğin al olsun. Komşular ıssız kalıyor.
C. 4. Ölüm
C.3.4. Düğün Antalya Bölgesi’nde de Anadolu’nun diğer bölge-
Kına gecesinin ertesi günü düğün yapılır. Düğün lerinde olduğu gibi ölüm üzerine inanışlar ve gelenek-
genel olarak Perşembe veya pazar gününe tesadüf et- ler büyük bir benzerlik gösterir. Ölüm, Allah’ın emridir
tirilir. Geleneksel olarak yalnız kadınlara yapılır. Bazı ve ona karşı gelinmez. “Az yaşa, çok yaşa, akıbet ge-
aileler düğün yerine nikâh töreni ile birlikte bir kut- lir bir gün başa” diyerek, halk ölüme çare olmadığını
lama yaparak olayı bir defada bitirirler. Bazı ailelerde anlatmaya çalışır. “Ölümün ecele faydası yok”, “korku-
düğünden birkaç gün veya bir hafta önce her iki ai- nun ecele faydası yok”, “ölüm gelmiş bedene, baş ağrı-
lenin yakın fertleri ile kız evinde nikah töreni yapar- sı bahane”, “ölüm geliyorum demez”, “ölümün vakti sa-
lar. Düğün gecesi toplanan halkın bütün gözleri ge- ati olmaz”, “ecelin ne zaman ve nerede geleceği belli
linlik kızdadır. Bu arada kıza dikilen gelinlik, neler alın- olmaz” gibi deyimler, halkın ölüme karşı durulamaya-
mış, neler dikilmiş hep söz konusu edilir. Kız çeyizinin cağını vurgular.
oğlan evine gitmesinden hemen sonra, kız evine oğ- Halk, ölüme karşı konulamayacağını bilir, an-
lan evinden “düğün kofası” gönderilir. Bunda gelin- cak henüz ölmemiş olanlar hakkında ümidini de yitir-
lik, mantodan, iç çamaşır ve tuvalet takımlarına ka- mek istemez. Hastalığın uzaması her ne kadar ölüm
dar her şey vardır. Nişan kofasında olduğu gibi sergi- işareti sayılsa bile, ölüm gerçekleşinceye kadar has-
lenerek halkın görmesine bırakılır. Nişan veya düğün- tadan ümit kesilmez. “Çıkmayan canda ümit vardır”
den önce “urba görme” veya “asbab görme” olarak ad- , “Allah’tan ümit kesilmez” gibi deyimler bu yaşama
landırılan ve bir kısmı kofaya konulacak eşyalar birlik- ümidini belirtir.
te çarşı pazar gezilerek alınır. Evlenecek genç kıza en
Yaşlılık, çaresiz hastalık gibi nedenlerle ölen kim-
az 3-5 takım elbise, ayakkabı, terlik ve iç çamaşırı alı-
selerin ölümleri olağan sayılır. Ancak hiç beklenmedik
nır. Kofa gönderme işi geleneksel bir uygulamadır. Ko-
bir anda, bir kaza sonucu ölenlere de “Dünyada gün
fanın gönderileceği gün önceden haber verilir. Kız evi,
görmeden genç yaşta gitti”, “Olan çocuklarına oldu”,
komşu ve tanıdıklara haber verir. Gelen kimseler eşya-
“Yazık oldu” diyerek üzüntüler belirtilir. Savaşta ölen-
ları görür. Kofa, geniş bir sepet içinde gayet süslü eş-
ler ise “Şehit” olurlar ve ahirette onlara sorgu sual yok-
yalar yerleştirilerek üzeri kırmızı tülden örtülerek ha-
tur. Normal ölümlerde ise “ne mutlu, böyle ölüm dost-
zırlanır. Fakir bir kimse tarafından alınan bu kofa taksi
lar başına” denir. Cuma ve diğer kutsal günlerde ölen-
veya bir arabayla kız evine götürülür. Kız evine kofayı
ler için ise “İyi birisi imiş ki, mübarek günde öldü” diye-
teslim eden kişiye hediye verilir. Aynı şekilde kız evi de
rek, ölen kişinin günahsız olduğuna inanılır.
damada ait hediyelerini bu şekilde bir kofa hazırlaya-
rak erkek evine gönderir. Düğün,
düğün salonlarında yapılır.
Düğünü idare eden bir şa-
hıs bulunur. Buna bazı ilçelerde
“kâhya” veya “kia” denir. Misafirler
belli bir saatte toplanır. Çalgı eşli-
ğinde oyunlar oynanarak bu dü-
ğün töreni eğlenceli bir şekilde de-
vam ettirilir. Bu düğünü idare eden
kimse misafirleri sıra ile oyuna kal-
dırır. Gelin her arkadaşı ile ayrı ayrı
oynar. Damat ve gelin salondan
ayrılırlarken başlarına para, şeker,
leblebi gibi şeyleri avuç avuç atar-
lar. Salona gelmeden önce taksi ve
otobüslerle her iki tarafın misafir-
leri şehir içinde dolaştırılır. Aynı şe- 365
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Kimsesiz ve yoksul yaşlıların veya yatalak hasta- Evde ölenin cenazesi evde, hastanede ölenin ce-
ların ölümü ise Allah’ın bir lütfu olarak kabul edilerek nazesi hemen birkaç saat sonra gömülecekse hasta-
“Allah acıdı da, kurtuldu”, “Allah çok çektirmedi”, “Ölüm nede yıkanır. Cenaze dinin gerektirdiği usullerle yıka-
onun için bir kurtuluş oldu” gibi deyimlerle normal nır, kefenlenir ve bir tabuta konur. Cenaze yıkanırken
karşılanır. tütsü yapılır. Cenazenin öldüğü sırada üzerinde bulu-
nan eşyalar da su ısıtma için kullanılan kazanın altına
Yaşamlarında kötü yola sapanların başkalarına
atılarak yakılması, Antalya Bölgesi’nde bazı ailelerce
eziyet edenlerin ölümleri ise “Allah şerrinden kurtar-
uygulanmaktadır.
dı”, “Su testisi suyolunda kırılır”, “Dünya bir pislikten te-
mizlendi” gibi sözlerle o kişiye duyulan halkın nefre- Cenaze için alınan ve “Cenaze Levazımatı” adı ve-
ti dile getirilmeye çalışılır. Çok küçük yaşlarda ölen ço- rilen eşya ve malzemeler ile kullanış yerleri şöyledir:
cukların ailesine “Allah anasına babasına uzun ömür
Cenazeyi yıkayanlar için 2 çift takunya, yıkamak
versin”, “Daha gençler, Allah bir daha verir” gibi teselli
için bir sabun, üstlerinin ıslanmasını önlemek üze-
edici sözler söylenir.
re ölü yıkayıcılarının bellerine saracakları iki adet fıta
Hastadan ümit kesilip, öleceğine inanılırsa, hasta- (peştamal), cenazeyi yıkadıktan sonra kurulamak için
nın yakın akrabaları uzakta olsalar bile çağrılır. Hastaya iki adet havlu, mahrem yerlerinden gelecek akıntı ve
yasin okunur ve ağzına zemzem suyu damlatılır. kokuları önlemek için kullanılan pamuk, yıkama işin-
de kullanılacak lif, cenazenin toprak altında uzun süre
Dini inanışa göre, insanın ruhu Allah’ın görevlen-
çeşitli haşerelerden korumak için dövülerek ölü üze-
dirdiği “Azrail” isimli melek tarafından alınır. Günahsız
rine serpilen kâfur, cenazenin hoş koku yayması için
kulların ruhu, Azrail tarafından hiçbir acı çektirilme-
dövülüp yine ölü üzerine serpilmek üzere karanfil, gü-
den günahlı kulların ise ölüm sırasında çok çektirilerek
zel kokması için gül esansı, cenaze yıkanırken çevreye
alındığı halk arasında en çok kabul edilen inanmadır.
koku vermek için yanık kömür üzerine atılacak gün-
Azrail çocukların canını alırken, onlara hoş göründüğü
lük ve buhur, kadın cenazelerde ele yakmak için kına
ve kolayca ve acı çektirmeden ruhunu aldığına inanılır.
ve başına örtmek için “al” denen yazma, erkekler için
Ölüm olayından sonra cenaze, baş tarafı kıbleye 9 metre kadınlar için 12 metre kefen, mezarın kaybol-
gelmek üzere genellikle odanın ortasında hazırlanan mamasını sağlamak için baş ve ayakucu mezar tahta-
bir karyola veya yer yatağına yatırılır. Ayaklarının baş- ları, cenaze sahibinin ölümün 52. gününe kadar her
parmakları yumuşak bir bezle birbirine bağlanır. Göz- cuma pişirip, konu-komşuya dağıtacağı pişi üzerine
leri açık ölmüşse gözkapakları kapatılır. Kolları yanları- atılmak üzere çöreotu.
na düzgün bir şekilde uzatılır. Ağzının açık kalmaması
Erkek cenazeleri genellikle, mahalle veya köy
için çenesi bir bez parçası ile başına bağlanır. Üstü bir
imam ve müezzinleri tarafından, kadın cenazeleri de
beyaz örtü ile örtülerek, karnının şişmemesi için kara
“ölü yıkayıcı” adı verilen ve bu işi genellikle meslek
saplı bir bıçak karnı üzerine konur. Cenaze erkek ise bir
edinmiş yaşlı kadınlar tarafından yıkanır.
erkek, kadın ise bir kadın tarafından beklenir; cenaze
gömülünceye kadar yalnız bırakılmaz. Cenazenin bu- Cenazenin namazı hangi camide kılınacak ise, ce-
lunduğu odaya karşı cinsi olanlar giremez. Gebe ka- naze oraya kadar eller ve omuzlar üzerinde götürü-
dınlar ve küçük çocuklar odaya sokulmazlar. Cenaze lür. Tabutun taşınmasına yardımcı olmak büyük bir se-
odasında tütsü yakılır. vaptır. Cenaze yollardan geçirilirken, orada bulunan-
lar salın her kolundan sol baştan başlamak üzere kır-
Öğleden sonra geç vakitlerde ve gece ölenlerin
kar adım taşıyarak sevap kazanmak isterler. Bunu ya-
cenazeleri ertesi gün, sabah ve öğle vakitlerinde ölen-
pamayanlar, ayakta hazır ol vaziyetinde durarak, vası-
lerin cenazeleri öğleden sonra ikindi vakti gömülür.
talar durarak ölüye saygı gösterirler. Hiçbir kimse veya
Hiçbir surette cenaze hava karardıktan sonra kaldırıl-
vasıta cenazeyi saygı nedeniyle sollayıp geçmez.
maz. Cenazenin mümkün olduğu kadar çabuk kaldı-
rılması, Antalya Bölgesi’nin sıcak iklimi nedeniyle ge- Cenaze camide musalla taşına konur ve cena-
reklidir. Bu nedenle cenazenin erken kaldırılmasında ze namazından sonra, yine ya eller üzerinde veya
çabukluk bir gelenek haline gelmiştir. Hatta “düğün ile bir cenaze arabası içinde mezarlığa götürülür. Cena-
cenaze beklemez” diye de bir söz bunu vurgular. ze, tabutsuz ve kefen bağları çözülerek, ayakları veya
sağ tarafı kıbleye gelecek şekilde yatırılır. Bununla il-
Ölümden hemen sonra, ölünün ailesi, ölüm ha-
gili olarak şu deyim yaygındır: “Yattım sağıma! Dön-
berini yakın dostlarına birisi ile iletir. Kent merkezlerin-
düm soluma! Melekler şahidim olsun; Dinime, imanı-
de bugün bu duyuru, Belediye hoparlörü, gazete, vb.
ma.” Mezar, bir buçuk metre derinliğinde kazılır. Cena-
araçlarla yaptırılmaktadır. Köylerde genellikle caminin
ze içine yatırıldıktan sonra, üstü tahta veya beton ka-
imamı minareden salah verdikten sonra ilan eder. Ce-
paklarla kapatılır. Cenaze gömülürken, üç kürek veya
naze törenine katılmak, ölen kimseye gösterilen say-
üç avuç toprak alıp mezara atmak sevap sayılır. Mezar
gının bir belirtisidir.
üstüne atılan toprakla bir tümsek meydana getirilir
366
Dünden
Bugüne
Antalya
H A L K K Ü L T Ü R Ü
2. MÜZİK VE OYUN KÜLTÜRÜ* ilçesi de Korkuteli gibi özellik taşımakla birlikte Tahtacı
ve Bektaşi köylerinden kaynaklı kısmi bir Alevi-Bektaşi
A. ANTALYA GELENEKSEL HALK SAZLARINA Türkmen yaşam biçimini karşımıza çıkarmaktadır. Hat-
GENEL BAKIŞ ta her yıl Haziran ayında yapılan ve büyük bir katılım-
la gerçekleştirilen “Abdal Musa Şenlikleri” bu yaşayan
Antalya ili; kuzeybatısından; Muğla, Burdur, kuze- kültürü daha da önemli kılmaktadır.
yinden Isparta, Konya; kuzey doğusundan Karaman
ve Mersin illeriyle; güneyden de Akdeniz ile çevrelen- Antalya’nın kuzeydoğusunda yer alan İbradı, Ak-
miş olup, Akdeniz Bölgesi’nin güneybatısında yer alır. seki ilçeleri Konya kültüründen etkilenmiş olup, müzik
yapısında, oyunlarında Konya etkisi göze çarpmakta,
Gelişmiş olması nedeniyle çevre il ve ilçelerden yüksek rakım nedeniyle geleneksel giyim tarzının da
(özellikle Burdur ve Isparta) sürekli göç alan bir kent yine buna göre düzenlendiği görülmektedir.
haline gelerek, bu göçler ve komşularıyla olan bağlan-
tıları bir kültürler mozaiği halini almasını sağlamıştır. Alanya, Antalya’nın bir kıyı ilçesi olup, tipik Akde-
Bu birikimin getirdiği iletişim/etkileşim ise müzik, gi- niz iklimi özelliğindedir. Selçukluların kışlık ikametgâhı
yim- kuşam, oyunlar vb. gibi kültürel zenginliği oluş- olan Alanya (Alaiye) yerleşik yaşama uzunca bir zaman
turmuştur. önce geçmiştir. Ancak Alanya’nın çevresinde, özellik-
le de yayla köylerinde konargöçer yaşamın izlerine
Bölgemizde olduğu gibi, İlimizde de yaşayan bu rastlanmaktadır. Alanya merkezde ise iklimin etkisiyle
zengin kültürel yapı nedeni ile geleneksel giyim ve daha rahat ve hafif bir giyim tarzıyla karşılaşılmaktadır.
halk sazları tespit çalışmalarımız Korkuteli, Elmalı, İb-
radı, Alanya ilçeleri ve çevresindeki köylerde yoğun- B. ANTALYA YÖRESİ HALK ÇALGILARI
laştırılmıştır. Buralarda yapılan derleme ve tespit ça-
lışmalarına yörenin kaynak kişilerin verdiği bilgiler de Antalya yöresinde kullanılan halk çalgıları çok çe-
eklenerek aşağıda anlatacağımız bilgilere ulaşılmıştır. şitli olup, yöre müziğinin zenginliğinin ve yöre insanı-
nın ürkekliğinin bir göstergesi niteliğindedir.
Antalya, Burdur, Isparta illeri ile Muğla’nın do-
ğusu, Denizli’nin güneydoğusu, Afyon’un güneyi- Bölgede kullanılan karakteristik sazlar sip-
ni içine alan bölgeye ‘Teke Bölgesi’ adı verilmektedir. si, parmak curası, kabak kemane ve bağlamadır.
Antalya’nın büyük bir bölümünün Teke Bölgesi içeri- Anadolu’nun hemen her yerinde görülen dilli ve dilsiz
sinde yer alması nedeniyle bölgenin belirtilen illeri ile çoban kavalı Antalya’da da vardır. Yine Anadolu’da ka-
benzer özellikler gösterir. Ancak Teke Bölgesi dediği- palı mekân dışındaki müziğin vazgeçilmez sazı zurna-
miz bu bölge; Yörük yaşamının ve iskânının yoğun ol- da görülür. Yayla(dağlık) bölgelerde kartalın kanat ke-
duğu bir yerdir. Bölgede yüzlerce yıl sosyal ve kültü- miğinden yapılan çığırtma isimli dilsiz kaval mevcut-
rel kimliklerini geliştiren Yörükler yazın yaylada, kışın tur. Kapalı mekânlarda ritim aracı olarak darbuka, tef
da sahilde sürdürdükleri konar-göçer yaşamın etkisiy- (def ), zillimaşa, kaşık gibi sazlar; açık havada da vazge-
le çok fazla iç içe girmiş bir kültürel yapı gösterir. çilmez biçimde zurnaya eşlik eden davul kullanılır. Ay-
rıca çift davul ve çift zurna orijinal bir armonikuyum
Bölgemize yeni yerleşmiş Sarıkeçili Yörüklerinin yaratır.
yanı sıra; Karakoyunlu, Karakeçili, Yeniosmanlı, Eski-
yörük, Honamlı, Töngüçlü, Hayta, Çakalyörük aşiretle- Yukarıda değinilen halk çalgılarını daha ayrıntılı
rinin iskân etmiş olmasından kaynaklı etkin bir Yörük olarak incelemek gerekirse:
kültürüyle karşılaşılır. Ancak bölgede yaşayan “Tah-
tacı” adı verilen Alevi Türkmenlerinin de yöre kültürü 1. Sipsi
üzerinde azımsanamayacak bir etkiye sahip oldukları Halk çalgılarımızın üfleme ile (nefesli) çalman en
söylenebilir. Özellikle Kuzeyde bulunan Elmalı ve ku- küçük boylu çalgılarından birisi olup, Batı Akdeniz Böl-
zeybatıda bulunan Kumluca, Finike ilçelerine yerleşen gesinde özellikle teke yöresi; denilen Burdur, Isparta,
bu Türkmen aşiretleri de kendilerine has kültürel öğe- Denizli, Muğla, Afyon ve Antalya’nın özellikle Korkute-
lerle bölge kültürüne önemli katkılarda bulunmuş- li Elmalı dolaylarında en fazla da Burdur’da ve yaygın
lardır. olarak kullanıldığı bilinmektedir. Özellikle Dirmil’de
Korkuteli ilçesi, Teke Bölgesi’nde yer almakta (Altınyayla), Acıpayam’da ve Çameli dolaylarında asker
olup, folklorun diğer konularında olduğu gibi müzik sevkıyatına düğünlere giden çalgılar açık havada zur-
aletleri-müzikal yapı ve geleneksel giyim bakımından na eşliğinde davul çalarken, kapalı yerlerdeki eğlen-
Yörük (konar-göçer) yaşamın tüm karakteristik özelli- celerde ise sesinin zurna kadar rahatsız edici olmama-
ğini taşımaktadır. Zamanının çoğunluğunu hayvancı- sı nedeniyle sipsiyi tercih ederler. Dolayısıyla da sip-
lık ve göçle geçiren, avlanan Yörükler, giysilerini hay- si kapalı yer ve eğlentilerinin baş sazı olarak kabul gö-
vansal ürünlerden oluşturmuşlar, doğa koşullarına ve rür. (Foto-59)
ağır yaşam şartlarına karşı koyabilmek için bedeni ko- Genellikle sazlıklarda yetişen su kamışı da deni-
368 ruyacak şekilde olmasına özen göstermişlerdir. Elmalı len kargıdan yapılan sipsi, gövde ve ağızlık olmak üze-
Dünden
Bugüne
Antalya
M Ü Z İ K v e O Y U N K Ü L T Ü R Ü
re iki parçadan oluşur. Sesin çıkmasını sağlayan ve ağı- li özelliklerinden bir tanesi nefes alıp verme, yani sesi
za alma kısmına ağızlık, ağızlığın takıldığı ses perdele- hiç kesmeden sürekli olarak nefes çevirme olayıdır.
rinin bulunduğu kısma da “gövde” (gödlek) denilmek- Bu nedenle sürekli çalındığı için sipsi çalanın dudak-
tedir. Ağızlık yaklaşık 4-5 cm, gövde ise l5-25 cm ara- ları yorulmaktadır ve ağızlık ile gövdenin birleştiği
sında değişmektedir. Ayrıca çam dallarının filizlerin- yere bazen zurnada olduğu gibi plastik bir maddeden
den, söğüt dallarından, içi boş ot ve çavdarlardan ve lüle’ denen araç geçirilir. Bunun görevi ise yorulan du-
kartalın kanat kemiğinden yapılan sipsilere de rastla- dakları bir lüleye dayamak koşuluyla dinlendirmek ve
nılmaktadır. daha uzun süre çalınmasını sağlamaktır.
Kutsal bir sının sesi olarak kabul edilen sipsi hak- Sipsi çalabilmek için önce güçlü bir nefese ihti-
kında anlatılan halk hikâyesi oldukça ilginçtir. “Hz. Ali yaç vardır. Tiz ve ince seslere doğru normal şiddetin-
bir gün çobanlardan birisine çok önemli bir sır verir den daha güçlü bir nefes gerekmektedir. Aynı tonda
ve bu sırrı kimseye anlatmamasını, söylememesini is- ve şiddetle üflenildiği zaman sipsi çalınamaz ve yanlış
ter. Fakat çoban verilen bu önemli sırrı birilerine an- ses çıkar. Genellikle sipsiyi çalan sanatçılar la mi çarp-
latma ihtiyacını duyarak bir gün sazlıkların, kargıların, masını sürekli yaparlar ki,bu da sipsinin yöresel özelli-
kamışların bulunduğu bir çukura girip kendisine an- ğindendir. En önemli özelliklerinden bir tanesi de sip-
latılan bu sırrı burada anlatıverir. Çobanın bu anlattı- si çalım sırasındaki trillerdir. Genellikle lisesinden alt
ğı sırları orada bulunan sazlıklar, kargılar, kamışlar ku- çene sürekli ve devamlı olmak üzere kaslar aracılığıy-
laklarını açıp dinlerler. İşte bu denli oynak ve tiz ses- la titretilir ve üst ön dişler ağızlıkta bulunan hassas ka-
li güzel ezgiler günümüzde sipsiden nağme olarak çı- pağa dokundurularak tril meydana getirilir. Trilsiz sip-
kan bu sırlardır.” si çalanlar yörede sipsi sanatçısı olarak kabul edilme-
mektedir. Eskiden Teke yöresinde delikleri ve ölçüle-
1.1. Sipsinin Ses Perdeleri ve Ses Genişliği ri aynı olan iki sipsi yan yana iple bağlanarak çalınır,
Yöresinde önde beş, arkada bir olmak üzere top- bu tip sipsilere ‘çifte sipsi’ denilirdi. Ancak bu tür sipsi-
lam altı perdesi bulunmaktadır. Ancak radyolarımızda ler fazlaca kullanışlı olmadığından ve sesler tutmadığı
günümüzde kullanılan sipsilerin ses aralığı genişletil- için günümüzde kullanılmamaktadır.
miş, perde sayısı yediye çıkarılmıştır. Bazı yöre parça- Sipsi çalınırken ağızlık uzun süre ağızda kaldığı
larının çalınması için ek fa diyez perdesine ihtiyaç du- için ıslanmakta ve tutaklık (tutukluk) yapmaktadır. Tu-
yulmuştur. Bunun için radyolarda yedi ses perdeli sip- taklık yapmasını önlemek için mahalli sanatçılar ilginç
silerde kullanılmaktadır. Sipsinin ses genişliği 1,5 ok- bir yöntem kullanmaktadırlar:
tavdır. Yarım sesleri çıkarmak için perde bulunmadı-
Kurutmak için öncelikle güvercin kanadındaki
ğından bu sesler nefes yardımıyla çıkarılır. Sipsiye ses
tüylerden ağızlığın içine sokularak ıslaklığın gideril-
olarak benzeyen çalgıların başında tulum gelmekte-
mesi, aynı olay büyük tüy ile gövde kısmına da uygu-
dir. Bilindiği gibi tulum Doğu Karadeniz bölgesi halk
lanarak ses perdelerinin açılması sağlanır. Yine ağızlı-
çalgılarımızdandır ve çoğu zaman sipsi sesi ile ayırt et-
ğın tıkanmaması ve ıslanma sırasındaki sesin değiş-
mekte güçlük çekilir.
memesi için sipsinin ağızlık bölümüne açılan kanalda-
ki kapağın altına saç kılı geçirilir.
1.2. Sipsinin Akort Durumu
Sipsinin kendine özgü ve çok ilginç bir akort lama 1.4. Sipsinin Yapılışı
sistemi vardır. Ağızlığın gövdeye geçen kısmındaki
Bilindiği gibi sipsi, Batı Akdeniz Bölgesinde yay-
açılmış olan kapağın üzerine iplik dolanır. Böylece aşa-
gın olarak kullanılan halk çalgılarından birisidir. Kulla-
ğı yukarı oynatmak suretiyle istenilen akort elde edil-
nıldığı yörelerde sipsi yapan ve çalan kişiye göre de-
miş olur. Yine ağızlığın üzerine açılan kanalın içine saç
ğişmektedir. Bazı bölgelerimizde tek kamıştan yapıl-
kılı geçirilerek, ayarlanmış akordun değişmemesi sağ-
makta olup, bu tür sipsilere ‘Bucak Sipsisi’ de denil-
lanır.
mektedir. Yani ağızlık ve gövde kısımları tek parçadan
oluşur.
1.3. Sipsinin Çalınma Şekli
Sipsi görünüm olarak küçük, çalınış itibarıyla çok 1.5.Bucak Sipsisi
zor olan nefesli hak çalgılarımızdan birisidir. Eksik per-
Bu tür sipsilerin ağızlarının bozulması halinde
deli oluşu çalınmasını bir kat daha güçleştirir. Ancak
kullanımı sona ermektedir ve yörede yaygın değildir.
eksik perdeli olması yöre özelliğindendir. Yedi delikli
Bu yüzden daha çok portatif ağızlıklı sipsiler kullanılır.
sipsilerin, alttan iki deliği açık olmak üzere diğer de-
likler kapatılarak çalınır. Ağızlığın baş kısmı dil ile veya Yörede usta olarak sipsi çalabilen kişiler, çaldıkla-
herhangi bir madde ile kapatılarak üflenir. Sipsinin ke- rı sipsiyi kendi ustalık ve üslupları ile kendileri yapar-
nar seslerinde devamlı olarak üstten beş delik (per- lar. Sipsi yapan kişi 3-5 yıllık kurumuş olan, demir kargı
de) kapalı olarak tutulur (arka delik dahil). En önem- da denilen içi boş 5-6-7 mm çapındaki (içten içe çap) 369
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
kargıyı keserek yapım için çalışmaya başlar. Söz konu- ğında iyi sonuç vermektedir. İyi bir ağızlık devamlı ola-
su kargıların ekleri 20-21 cm olarak düzgün bir şekil- rak 15-20 gün kadar çalındıktan sonra oluşur. Çünkü
de, keskin bir çakıyla her iki tarafından keser. Yukarıda ıslanıp kuruyan ağızlık, bulunduğu ortama alışmış ve
da belirttiğimiz gibi sipsi, yapan ve çalan kişiye göre bundan sonraki günlerde değişime ayak uydurmuş,
değişmektedir. Sipsi yapımcısı, düzgün şekilde kesmiş pişkin bir ağızlık olmuştur.
olduğu bu kargının üzerine elindeki çalgı ile açacak ol-
duğu ses perdelerinin yerlerini ölçülü bir şekilde işa- 1.7. Sipsi üzerinde yapılan süslemeler
retler. Daha sonra 4 mm çapında, yuvarlak ve ucu sivri Genellikle Teke yöresinde sipsilerin, ağızlık ve kı-
bir şişi ateşte kızdırarak, işaretlemiş olduğu ses perde- lıflarının üzerine çeşitli işlemeleri süslemeler yapı-
lerinin üzerine yakarak deler. Bu işlem bittikten sonra lır. Sipsinin yani gövdenin delik aralarına (perde ara-
herhangi bir kargıyı boydan boya dörde bölerek, del- larına) “Ala eğri” denilen çöğüre benzeyen dikenli bir
miş olduğu kargının içine sokar ve deliklerdeki çapak- ağaçtan bir kabuk geçirilir. Kabuk bu ağaçtan, gövde-
ların, pisliklerin temizlenmesi için de seri bir şekilde nin (sipsi gövdesinin) kalınlığına göre filiz kısmından
döndürülür. Temizlik işlemi bittikten sonra söz konusu kesilerek geçirilir. Görünüşte donuk yani kül renginde
parçayı içine çakarak gövdeyi ıslık sesi veriyor mu ver- olan bu ağaç, üzeri çakı ile hafif bir şekilde kazındığı
miyor mu diye üfler. Eğer düdük sesi gibi net bir ses zaman altındaki kırmızı renk ortaya çıkmaktadır. Eski-
alabiliyorsa, yapılan sipsi iyi olmuş demektir. Eğer ıslık den sipsi gövdelerinin ve kılıflarının üzerine bu ağaç-
sesi alınamıyorsa, alınıncaya kadar yukarıdaki işlemler tan süs olarak kabuk geçirilir. Şimdi ise bu ağacın ren-
tekrar yapılır. gine benzeyen ve kolay bulunduğu için tercih edilen
Meydana gelen kısım, sipsinin gövdesini oluştur- kiraz kabuğu kullanılmaktadır. Düzgün boğumlu fi-
maktadır. Söz konusu gövdenin içi, zeytinyağı ile yağ- liz dallarından sipsinin gövdesine göre kesilen kiraz,
lanır. Böylece zeytinyağı kargı da vernik görevi göre- perde aralarına yalnızca kabuğu gelecek şekilde kesi-
rek sesin net çıkmasını sağlar. lir ve kesilen bu kabuğun üzeri zedelenmeyecek şekil-
de hafifçe vurularak kabuğun ağaçtan ayrılması sağla-
Sipsinin ağızlık kısmının yapılışı da kişiden kişiye
nır. Ağaçtan ayrılan bu kabuğun içindeki ağaca özgü
değişir. 4 mm çapındaki ince ve içi boş boru yani kar-
madde, söz konusu kabuğun birbirine sürtülmesi so-
gı tek tarafı düzgün olacak şekilde çakı ile kesilir. Boru-
nucu çıkarılır. Daha sonra temizlenmiş olan zar şeklin-
ya dikey olacak 1-1,5 mm derinlemesine kanal açmak
de ki ince kabuk gövdenin perde aralarına yani delik
için hazırlık yapılır. Kesilen bu kargıya yatay olarak yak-
aralarına zorlanarak geçirilir. Bu süre sonra söz konu-
laşık 3 cm.lik kanal açılır.
su kabuk kurumuş olacağından gevşekliğini kaybede-
rek gövdeyi sıkıca sarar. Böylece bir daha hiçbir şekil-
1.6. Sipsinin Ağızlık Kısmı
de oynama ve kayma olmayıp, bu kiraz kabuklarının
Açılan bu kanalın üzerindeki parçaya “ağızlık ka- da sese uzaktan yakından etkisi bulunmamaktadır.
pağı denilir. Söz konusu kargının içinde çapak ve pis-
Ağızlık kısmında, yukarıda değinilen ağacın ka-
likler olduğundan, yine kesilmiş kargı ile içi temizle-
buğundan süs olarak geçirilir. Ağızlığın kapağının üst
nir. Daha sonra bu kapağın üzeri keskin bir çakı ile az
kısmına gövdede uygulanan yöntemle kiraz kabuğu
miktarda yani üzerinin kabuğu alınacak şekilde kazı-
geçirilir. Yine ağızlığın gövdeye geçen kısmına da kiraz
nır. Daha sonra ateşle kızdırılmış demir parçası ile ağız-
kabuğu geçirilir. Bu bir çeşit süs olmakla birlikte kapa-
lık kapağının üzeri 2’şer mm arayla çok hafif bir şekil-
ğın üzerine çıkarılıp indirilerek sesin değişimi de sağ-
de yakılır. Bunun nedeni ise ağızlığın çalım sırasında
lanır. Yani bir tür akort olayı buradan yapılır.
tutaklık yapmasını önlemektir. Eğer ağızlık gövdenin
boşluğuna geçmiyorsa keskin bir çakı ile hafif bir şekil- Sipsi kılıfı, sipsinin kırılmaması için kalın ve içi boş
de yontulur ve iç içe geçmesi sağlanır. Yapılan bu ağız- kargıdan yapılır. Sipsi içine konulduktan sonra içi sö-
lık bişkin (pişkin) olabilmesi yani sesin gür ve net çık- ğüt veya herhangi bir ağaçtan yapılan mantar şeklin-
ması için bazı işlemler yapılır: deki tıpa ile kapatılır. Bu tıpanın kaybolmaması için de
bir ucu da kılıftan iple bağlanır. Tıpanın üzerine hay-
Bir bardak yarısına kadar su ile doldurulur ve ya-
van ve kuş motifleri yapılır. Kılıfın üzerine ise gerek ki-
pılan bu ağızlık suyun içine konularak iki gün bekle-
raz kabuğu geçirilir, gerekse yine hayvan, kuş ve yöre
tilir. Daha sonra çıkartılarak kurumaya bırakılır. Böyle-
motiflerini yansıtan süslemeler yakılarak yapılır.
ce de ağızlığın tutaklık yapmasını önüne geçilmiş olu-
nur. Sipsi ağza alınarak çalman bir halk çalgısı oldu-
1.8. Sipsi ile Çalınan Yöre Ezgileri ve Ölçüleri
ğu için, haliyle ıslanacaktır. Islanma sırasında ağızlığın
sesi değişmektedir. Bu değişikliği önlemek için ağızlık Batı Akdeniz Bölgesi (Teke Yöresi) halk oyunları ve
suyun içinde bekletilir. Beklediği süre içinde yeterin- halk müziği denilince, ağır zeybek oyunlarından çok
ce su emer ve ağza alınıp çalındığı zaman ıslandığında Teke oyunları, kıvrak zeybek oyunları, sipsi havaları ve
kabarma veya ses değişikliğine meydan vermez. Ağız- gurbet havaları akla gelmektedir. Sipsi ile çalman halk
370 lık hem kesik (arık) hem de tarla kargısından yapıldı- ezgilerinin oyunlu alanlarına “sipsi oyunları” da denil-
Dünden
Bugüne
Antalya
M Ü Z İ K v e O Y U N K Ü L T Ü R Ü
mektedir. Genellikle teke yöresinde sipsi ile çalman Bu yörede sayısı ve kullanımı azalmış bu ailede
ezgilerin ölçüleri dokuz zamanlıdır. Örneğin 9/4, 9/8, “tırnak kemane” de kullanılmaktadır. Tırnak kemane
9/16’lık gibi Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır. tek telden çalınmaktadır. Üst tele geçilmemektedir.
Dokuz zamanlı ölçülerin dışındaki ezgiler de çalınabil- Böyle olunca tırnak kemanede ses aralığı fazla olma-
mektedir. Yani kısaca sipsinin karakterine ters düşme- yan ve daha çok teke havaları çalınmaktadır.
yecek yöre ezgileri sipsi ile çalınmaktadır.
Kabak kemane, tırnak kemaneye göre yapı bakı-
Teke yöresinde, daha doğrusu sipsinin kullanıl- mından daha çok geliştiği için orkestralarda rahatlıkla
dığı bölgelerde karakteristik olarak sipsiye benzeyen kullanılmaktadır. Teke yöresinin çok yaygın ve içli bir
(ses olarak) cura bağlamayı gösterebiliriz. Bunun ya- sazı olup, yöre havalarına ve özellikle gurbet havaları-
nında orta boy tambura bağlama, divan bağlama, na çok iyi kaynamış durumdadır. Kabak kemane yapı-
darbuka, def, sipsiye eşlik eden çalgılardır. Genellikle lırken Su kabağı yukarı doğru incelen boğum altından
kabak kemane ile aynı yerde yalnız olarak kullanılmaz. kesilir ve üzerine yürek zarı veya deri geçirilir. Daha
Çünkü ses olarak kabak kemane ile aynıdır. sonra kabağa ağaçtan sap (kol) monte edilir. Kemane-
nin aslı üç telli olup, daha geniş ses elde etmek için
Mahalli sipsi sanatçıları arasında İsmail EVCİL,
daha sonraları dördüncü bir tel ilave edilmiştir. Kaba-
Mehmet Ali KAYABAŞ, Ömer TOSUN, Hüseyin DEMİR,
ğın çapının büyük veya küçük olması elde edilecek se-
Erol KANYILDIRAN, TRT Ankara Radyosu’ndan Ferhat
sin tiz veya pes olması sonucunu doğurur. İki eşik ara-
ERDEM, İzmir Radyosu’ndan Şahin AKAY sayılabilir.
sı (üst ve alt eşik) normal şartlarda 32-33 cm. uzunlu-
ğunda olmalıdır. Ancak derinin az veya çok gergin ol-
ması bu uzaklığın değişmesinde etkendir. Şu anda ke-
manede normal bağlama telleri (çelik ve sırma) kulla-
nılmaktadır. Ancak kemanenin doğal yapısı ile orantılı
olarak keman telleri de kullanılabilir. (Foto-61) Sazımız
at kılıfından yapılmış yay ile çalınır. İyi, kaliteli ve gür
ses elde etmek için kıllar üzerine reçine sürülür.
Yörede kabak kemane yapım ustaları Burdur’dan
Ahmet ÇETİN, İzzet ÇİLOĞLU, Tahsin YARAR, Abdil
ACAR, Kemal ERFELEK yöredeki icracıları ise yine Bur-
durlu Faik İNCE, Ahmet TURGUT, TRT’den Salih URHAN
ve İhsan MENDEŞ sayılabilir.
2. Kabak Kemane
Kabak kemane geçmişten günümüze kadar otan-
tik görünüşünü korumuş bir halk çalgısıdır. Anavata-
nı Orta Asya olup, oldukça yaygın olarak kullanılmak-
tadır. Yörelere göre işlev ve yapı bakımından bir takım
farklılıklar göstermektedir. Foto 2 - Kabak Kemane ve Yayı
En eski Türk kemençesine “ıklığ” adı verilir. “Ik” ok,
“lığ” yay anlamına gelmektedir. Orta Asya’ da bugün- 3- Kaval
kü bağlamanın atası sayılan yaylı kopuz görülmekte- Türk halk sazlarımızdan olan kaval nefesli çalgılar
dir. Türkler kemane ve kemence kültürlerini üç kıta gurubuna girer. Genellikle erik ağacı ve benzeri sert,
üzerine yaymışlardır. Yenisey’de “Iyık” Altaylar’da “Yan- lifsiz ağaçlardan yapılmaktadır. Kavalın ön yüzeyin-
çak komus”, Kırgızlarda “Kıl Kıyak”, Türkmenlerde “Gı- de yedi, arkada bir olmak üzere toplam sekiz perdesi
cak” gibi isimlerle anılmıştır. Azerbaycan’da ise kema- (deliği) vardır. Kavaldaki sesler kromatik diziye sahip-
nenin benzerine “Kamança” adı verilmektedir. Kaman- tir. Yani her perde aralığı yarım sestir. Bu da çeşitli ton
ça gövde, sarp ve burguları ceviz ağacından yapılmış ve makamsal ezgilerin kolaylıkla icra edilmesi demek-
olup, üzerine geçirilen zar Hazar Denizinde yaşayan tir. Kaval, iki buçuk oktav ses genişliğine sahiptir. Dola-
“Gelebıcın” adlı balığın derisinden elde edilir. Günü- yısıyla çeşitli seslerden icralar, göçürmeler (transpoze)
müz Anadolu kemanesi Teke yöresinde yaygın olup, mümkündür. Transpozenin veya bulunduğu sesten
bu sazın kullanımı çok eskilere dayanmaktadır. Yörede başka bir sese göçürmenin en büyük dezavantajı ko-
bu saza eskiden “İkli” denilirdi. Genelde üç telli olarak maya sahip ezgilerin icrasındaki güçlüktür. Bu tür ez-
kullanılırdı. Bu sazın telleri daha önceden bağırsaktan gilerde enstrüman değişikliği yapmak yani kaval de-
yapılırdı. Bundan dolayı bu saza “kirişlide” denirdi. ğiştirmek icracının işini kolaylaştırır. 371
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Tarihsel gelişimi Etiler’e kadar dayanır. Yapılan ar- türlerinin ezgilerinin icrasında kullanılmaktadır. Bu da
keolojik kazı çalışmalarında Eti dönemine ait kemik- gösteriyor ki kaval evrensel bir çalgı olma yolundadır.
ten (Kartal veya uzun kanatlı kuşların kanat kemiğin- Kaval yapımıyla ilgili teknikleri ilerledikçe ve yapım us-
den) yapılmış, perde (delik) sayısı üç-dördü geçmeyen taları arttıkça bu çalgımıza olan ilgide artmaktadır.
kavallara rastlanmış olup bugün Anadolu’nun bazı yö-
Bugün Türk Müziği Bölümü olan konservatuar-
relerinde kullanılan ve “Çığırtma” ismiyle anılan kemik
lar da kaval öğrencileri yetişmekte ve bu çalgımızı icra
kavallara çok benzemektedir. Ancak çığırtmanın per-
eden bilgili, eğitimli, sanatçılar çıkmaktadır.
de (delik) sayısı atalarınınkinden daha çoktur. Çığırt-
ma, Elazığ ve Burdur’da halen kullanılmaktadır. Dilsiz-
dir ve perde sayısı beş önde, bir arkada olmak üzere
altıdır.
Anadolu’muzda kaval adı altında çeşitli çalgılar
bulunmakta ve icra edilmektedir. Genel olarak kaval-
lar dilli ve dilsiz olmak üzere ikiye ayrılır.
Dilli kavalların boyu dilsiz kavallara oranla kısa
olup iki oktav ses genişliğine sahiptir. Delik aralığında-
ki sesler tamdır. Bu nedenle dizey ve bemollü parça-
ların icrası oldukça zordur.Tiz bir sese sahip olup taşı-
ma ve çalma kolaylığından dolayı tercih edilir, özellik-
le kavala ilgi duyanlar için ilk önce dilli kavallar önerilir. Foto 3 - Kaval ve Harbiliği
Foto 6- Cümbüş
Foto 4 - Cura
Foto 7- Cümbüş
Kaynak: Antalya Yöre, Oyun, Müzik ve Kostüm
Araştırması - Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Açık hava sazı olup özellikle zeybek oyunlarına 4- A.Rıza OKUMUŞ: Elmalı Yapraklı köyü 1931 do-
ayrı bir renk katmaktadır. Yörede çift zurna kullanılır- ğumlu okuryazar.
ken bir tanesi ana melodiyi çalmakta, diğeri ise dem 5- Osman ŞEN (Hoca Osman): Elmalı Semahöyük
tutmaktadır. köyü 1920 doğumlu eski yazı bilir okuryazar.
C. HALK OYUNLARI VE SEYİRLİK OYUNLARI manı kızışarak dişisine çeşitli şaklabanlık ve gösterişli
hareketlerle yaptığı cilveyi anlatır.
Bu oyunlar birkaçı istisna olmak üzere, karma
“Sen raksına dalarken için titrer derinden oynanır. Bunlardan başlıcaları, Sarı Zeybek, Serenler,
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin Teke Zortlatması (Yayla yolları) Alyazma, Avşar, İğnem
Düştü Yerlere ve Kabardıç’tır. Bu oyunlarda da tekenin
Bizim de kalbimizi kımıldatır yerinden
hareketleri görülür.
Toprağa düz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin”
-Yörede Oyunlara Eşlik Eden Türküler
F. Nafiz ÇAMLIBEL
Şu Dirmilin Çalgısı, Cemilem, Sarı Zeybek, Hay-
1. HALK OYUNLARI (DANSLARI) manalı, Antalya’nın Mor Üzümü, Karinom, Teke Zort-
latması, Dirmilcik’ten Gider Yaylanın Yolu, Yayla Yolla-
Hüseyin ÇİMRİN211
rında Yürüyüp Gider, Pampirin Bacaları, Hey Bostancı,
Antalya yöresi halk dansları, Antalya’nın komşu Hadi Gari Sende Gel, Tahtalıkta Galbır Var, Kezban Yen-
illeri Burdur, Isparta, Muğla ve İçel yörelerinde oyna- ge, Hanım Zühra, Erik Dalı, İğnem Düştü, Şişedeki Gül
nan halk dansları ile “Teke Folkloru” diye adlandırılan Yağı, Alyazma Zeybeği, Avşar Zeybeği, Serenler Zey-
bölgesel bir özelliğe sahiptir. Bölgede müzik alanında beği, Kazım Zeybeği, Basbas Zeybeği, Kuluman Zey-
olduğu gibi halk oyunlarında da Yörüklerin etkisi ağır beği, Sabuncu Zeybeği, Kaba Ardıç, Harmandalı.
basar.
Halkevleri döneminde yapılan halkbilimi araştır- a. Teke Oyunları
malarında, Teke Beyliği’nde sayıları yüzleri aşan halk Teke oyunları genellikle türkülü danslardır. Bu
dansı adı, bir o kadar da müzik melodisi ve türkü adı danslar boğaz havaları da denen, Teke havaları ile oy-
derlenmiştir. Yörenin danslarını; Mengi, Samah, Teke, nanmaktadır. Teke oyunları genellikle uzun hava de-
Kaşık oyunları ve Zeybek gibi, dansçıların birbirlerine nen guval (gurbet havası) ile başlar. Teke oyunlarının
tutunmadan yürüttükleri danslar oluşturmaktadır. en önemlilerinden, tanınmışlarından, sevilenlerinden
Antalya’nın doğusundaki ilçelerde ise Konya ka- biri Teke Zortlatması’dır. Oyunlar çok hareketlidir. Teke
şık havası, Boğaz havaları, Serenler Zeybeği, Anamur oyunlarına, eşlik eden çalgılar bağlama, saz, kaval ve
Yolları, Silifke’nin Yoğurdu, Cezayir havaları çalınır. Bu sipsi olarak isimlendirilen küçük kaval veya keçi kava-
oyunlar tek tek veya toplu olarak da oynanır. lıdır. Açık havaların sazı davul ve zurnadır.
Özellikle Yörüklerin ilkbahar aylarında sahiller- Teke Zortlatması’nın çok hızlı oynanan bir kısmı-
den yüksek yaylalara göçü ve sonbahar aylarında tek- na da Dattiri denmektedir. Boğaz havası, Teke Yörükle-
rar Antalya’nın sahil ovalarına kışlamak üzere dönme- rinin gırtlaklarının üzerine parmakla bastırarak çıkart-
leri, bu bölgenin oyunlarına, komşu yörelerden yeni tıkları ezgilere denilmektedir.
bir akım ve ritim getirdiği gibi, o yörelere de birtakım Teke oyunlarının yaygın olduğu Antalya, Burdur
danslar götürmüş ve o yöre folklorunda söz sahibi ol- ve Isparta illeri eskiden Hamidoğulları’nın bir bölü-
muştur. Örneğin Teke yöresi, bugün Antalya ili sınır- mü olan Teke Beyliği sınırları içinde yer aldığı için bu
ları içinde yer almasına karşın bir teke oyunu ve Teke oyunlara bu isim verilmiştir. Bu oyunların bazılarının
Zortlatması’nın, Yörüklerin yazladığı (Burdur-Isparta) isimleri şunlardır: Alyazma, Dımıdımı, Döneley, Kaba-
bölgelerde oynanmakta olması, bunun en güzel örne- ardıç, Serik Kıvrak Zeybeği, Karinom, İlimon, Serenler
ğidir. Bu nedenle, halk dansları ve türküleri yönünden Zeybeği, Teke Oyunu, Teke Zortlatması. El, kol ve ayak
Antalya bölgesini özellikle Burdur, Isparta ve Muğla il- hareketleriyle çok çabuk ve canlı olarak oynanan bu
lerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. oyunların çoğu türkülüdür.
Bugün dahi kırsal alanlarda yaşayan halkın önem-
-Teke Zortlatmasının Doğuşu
li bir bölümünü yerleşik Yörükler teşkil ettiğinden, bu
bölgenin çoğu oyunlarında Yörüklerin davara ve do- Oynayanlara ve adı geçen bölgede yaşayanlara
ğaya olan tutkuları yansımaktadır. Türkülerinde teke, göre, bu ad, teke adı verilen erkek keçinin hareketle-
keçi, koyun, davar sözleri sık sık geçer. Açık hava, yeşil rini yansıtmasından dolayı verilmiştir. Zortlatma; sıç-
otluk, davar, bu göçebe halk için her şeydir ve bunlar rama, hoplama anlamına gelir. Oyunun sekme, arka-
onların bütün yaşantısıdır. Bu durum da yöre oyunla- ya hızla dönerek yürüyüp kaçma, direnme ve korku
rında teke ve keçilerin kayadan kayaya sıçramaları ka- dolu ani sıçramalar gibi figürleri tekenin hareketleri ile
yadan kayaya sekmeleri gibi çok hareketli bir dans bi- büyük bir benzerlik gösterir. 9/8’lik usulün sanat mü-
çimini yaratmıştır. Bunun örneklerinden Teke Zortlat- ziğindeki aksak ve raks aksağı olarak bilinen şeklinin
ması denen bir oyun erkek keçinin (teke) çiftleşme za- 9/16’lık türevi Teke Zortlatmasının en belirgin unsuru-
374 dur.
211- * Kent Tarihçisi
Dünden
Bugüne
Antalya
M Ü Z İ K v e O Y U N K Ü L T Ü R Ü
Teke Zortlatması’nın doğuş yeri, Yörüklerin ya- lek eşliğinde oynanır. Teke Zeybeği olarak Tek Zeybek,
şadığı dağlık yörelerdir. Çok hareketli, hafif sıçrana- Haymanalı, Sarı Zeybek en tanınmışlarıdır. Genellikle
rak oynanan bir oyundur. Sonbahar mevsimi tekele- el hareketleri, ayak hareketlerine uydurularak oyna-
rin çiftleşme zamanıdır. Bu mevsimde sürü içindeki te- nan Teke Zortlatması’nın ağır oynanan şeklidir.
keler, dişilerine kur yaparak, hoplarlar, zıplarlar. Taştan
taşa ritmik hareketlerle, coşku içinde zıplayan tekeyi 1.2. Ağır Zeybekler:
gören çoban da, bu hareketlere kendini kaptırarak, o Zeybek oyunlarının en karakteristik oyunlarından
da sürüdeki tekelerin hoplayıp zıplamalarına uygun olup, ağır bir tempoda oynanan cesaret ve sağlamlığın
bir ritimle hoplayıp zıplamaya başlar. Sekerek, taşlar- ifadesi olan oyunlardır. Ege zeybeklerine göre yörenin
da sesler çıkararak yapılan bu zıplayışlara, sonraları bir hareketliliği ve çevikliğini yansıtan bir tavırda oynanır.
müzik de uydurulur. Bu müzik ve dans daha sonrala- Alyazma, Çay benim çeşme benim, Gölhisar, Tefenni
rı daha da geliştirilerek Teke Zortlatmaları ortaya çık- ve Gaz Amad (Kaz Ahmet) zeybekler bu türdendir. Uy-
mıştır. Ayaklarla topuk vurma, diz çökme, yalpa yap- gulamalı ağır zeybekler genellikle Antalya’nın hemen
ma hareketleri oyunun ana devinimleridir. bütün köylerinde oynanır. Alyazma, Kaz Ahmet Zey-
Bu oyun iki bölümden oluşmaktadır. Oyuna baş- beği bunların en tanınmışlarıdır.
lamadan önce bölgede guval denilen bir kaval hava-
sı çalınır. Bir uzunhava olan guval, ezgi ile karışık söy- 1.3. Kıvrak Zeybekler:
leyişi ve ağlayışı yansıtan bir ağıttır. Isparta çevresin- Daha hareketli bir zeybek türüdür. Bölgeye has
deki Yörüklerde Garip, Kerem, Afşar ve ninniler guval bir karakteri vardır. Parmak şıklatma, diz ve topuk vur-
olarak okunur. Guvaldan sonra çok hızlı bir ritimle asıl ma en belirgin özelliğidir. Bir çeviklik ve ataklık vardır.
zortlatmalara geçilir. Başlangıç havası “Teke dağlarım Serenler Zeybeği, Bucak Serenleri bu tür oyunlardan-
duman bürüdü” sözleri ile başlar. İkinci faslın ilk oyu- dır.
nu ise “Ardıcın iyisi özünden olur”dur. Ağırlama kısmı-
nın bulunmadığı teke zortlatmalarında ‘yeldirme veya 1.4. Kırık Zeybekler:
yelleme’de oyun başlar. Kollu, kolsuz, sağ kol havada
yürümelerle, sol kol havada iken çökme ve el çırpma Kıvrak zeybeklere benzer bir türdendir. Oyun için-
bittikten sonra hoplatmaya geçilerek hızlı bir şekilde deki eğilip, bükülme, diz kırma figürlerinden dolayı bu
bu figürler tekrar edilir. adı alır. Tefenni ve Denizli taraflarında oynanan bir tür-
dür. Karaağaç, Sarı Zeybek, Kırık Tavas zeybeği bu tür-
b. Oyun Havaları dendir.
Teke zeybeklerinden biraz daha yavaş oynan- da grup oyunları yerine ferdi oyunlar oynanır. Burada
makla birlikte oldukça zor ve değişik figürleri vardır. en meşhur oyun Teke Zortlatması’dır. Yayla Yolları, Çif-
9/8’lik ölçüyle oynanan bir kesinti zeybeğidir. tetelli ve Kırmızı Gül oyunları ile Muğla ve Ege yöresi-
nin oyunları oynanır.
Bazı yörelerde davul zurna ile çalınır. Aslında Se-
renler Zeybeği, özel tezene vuruşu, başparmak boğ-
c. Gurbet Havaları
ması ve çift dizili figürle zeybeklerin en değişik bir tü-
rüdür. Atatürk’ün 6 Mart 1930’da Antalya’yı ziyaretle- Gurbet havaları, Teke oyunlarından önce çalınır.
ri sırasında, köşkünün bahçesinde düzenlenen göste- Serbest ve ölçüsüz olan bu gurbet havaları, üzüntü,
ride, oyunun güzelliği karşısında duygularını dile ge- ayrılık, hasret konularını işler. Güllük Dağı, Ali Bey, Gur-
tirerek “Bu öyle yaman bir oyun ki, aynısını Ankara’nın bet, Yol Havası, Ümmü bunlardan birkaçıdır.
Kostak oyununda da görmek mümkündür” demiştir.
d. Kabaardıç
Serenler serenler, yüksek serenler (of)
Ben gidiyorum mamur olsun viranlar (of) İki vuruşlu kırıkhava türünde bir oyundur. Kollar-
Ahret hakkın helal eylen yarenler (of) dan çok ayak, özellikle topuk hareketleri oyuna ege-
mendir. İki vuruşlu bir ritme sahip olması, diğer oyun-
Aman Allah nedir bunun çaresi
lardan ayıran bir özelliktir. Yörede değişik tavır ve üs-
Yaktı beni kaşlarının karası
lupta oynanan bu oyun “Çoban oyunu” olarak bilinir.
Şu Burdur’dan gece geçtim, görmedim (of) Bu nedenle yörenin tek oynanan oyunlarındandır. An-
On yerimden hançer yedim, ölmedim (of) cak günümüzde halk oyunları gruplarına toplu olarak
Baş çeşmeden sular içtim, kanmadım (of) oynatılmaktadır.
Serenler’in dışında da Çiftlik Zeybeği, Avşar Zey-
e. Dımıdımı (Dımıdan)
beği ve Kazım Zeybeği gibi kıvrak türleri vardır. Avşar
Zeybeği ile Kazım Zeybeği türünde olanlara Kesinti Bölgede kadınlar da, Teke yöresi oyunlarını güzel
Zeybeği de denilmektedir. Kesinti, hüzünlü havaların bir şekilde tepsi, tencere kapağı, leğen, def ve dümbe-
sonuna yapılan eklerdir. lek gibi ritim sazları ile kapalı yerlerde oynarlar. Bu tür
Teke Zortlatması’na “Dımıdımı” denir.
1.8. Alyazma Zeybeği:
Sonuç olarak Antalya yöresinde oynanan halk
Alyazma Zeybeği, 9/4’lük ölçü ile oynanır. Seren- oyunlarının en önemlilerini Teke oyunları ve Zeybek-
ler zeybeğinden daha ağırdır. Kesinti zeybeği olup, söz ler teşkil eder. Bu halk oyunlarının isimleri şöyledir: Al-
söylenirken müzik ritmine uygun olarak gezeleme ya- yazma, Dımıdımı, Döneley, Gökte de Yıldız Yüzaltmış,
pılmakta, söz bitince de oyuna girilmektedir. Gölhisar Zeybeği, Mengi, Peşrev Oyunu, Sallama, Sek-
tirme, Serik Kıvrak Zeybeği, Yayla Yolları, Teke Zortlat-
1.9. Avşar Zeybeği: ması, Zeybek Gezellemesi, Serenler Zeybeği, Süpürge-
9/4’lük ölçü ile oynanır. Yörede çok sevilen ağır si Yoncadan.
zeybeklerdendir. Bir de, Alanya ve Gazipaşa dolaylarında oynanan
Sema ve Bengi oyunları vardır. Bu oyunlar dinsel özel-
2. Alanya Zeybek Oyunları liği bakımından ilginçtir. Bu oyunun elemanları bir
Alanya, zeybek ve kaşık oyunları yöresi içinde yer daire biçiminde dönerlerken, el ve kol hareketleriyle
alır. Kent içinde zeybek, kırsal kesimde kaşık oyunları- Tanrı’ya dua ederler. Bengi, Sema ve Kırklar olarak bi-
na ilgi çoktur. Zeybek burada bir kişi tarafından oyna- linen bu oyunların dağ köylerindeki Yörükler tarafın-
nır. 9 vuruşlu, aksak ölçülüdür. Alanya’da zeybek oyun- dan da oynandığı tespit edilmiştir.
ları, genelde aksak ve ağır aksak usulde oynanır. Bun-
lar Eygaziler (Alanya Gelin Alma Havası), Hasbahçe f. Teke Beyliği Yöresinde Saptanmış Halk
Zeybeği, Oba Zeybeği, Osman Zeybeği ve Hacıbekri Dansları’nın Adları
Zeybeği’dir. Çalımlı vücut hareketleri, özellikle yere diz Alyazma, Dimidimi, Döneley, Gökte de Yıldız Yü-
vuruşlar bu zeybeğin köklü figürleridir. Bu oyunlarda- zaltmış, Gölhisar Zeybeği, Hasanbeyli Zeybeği, Hay-
ki çalgılar kemane, klarnet, saz, cümbüş, tef, davul ve manalı, Kabardıç, Kaşık Oyunu, Mengi, Peşrev Oyunu,
darbukadır. Sallama, Sektirme, Serik Kıvrak Zeybeği, Yayla Yolları,
Alanya, Gazipaşa gibi yerler, çevresindeki komşu Ağır Aydın Zeybeği, Al Yazmanın Oyası, Avşar Beyle-
yerleşimlerden etkilenmiştir. Bu ilçelerde Konya Boz- ri Zeybeği, Ayol, Bergama Zeybeği, Bin Gidelim, Em-
kır Oyunları, Anamur ve Silifke Oyunları, Antalya Teke min oğlu, Burdur Zeybeği, Ciğeri Kediler Yedi, Çakı-
Yöresi oyunları da oynanır. cı, Çamaşır Yıkama, Develi, Dımıdan, Gemilerde Talim
Var, Gıcır Gıcır, Honamlı Boğazları, Hopala, İlimon, İz-
Antalya’nın batısındaki Kumluca ilçesi ve kırsalın- mir Zeybeği, Kabardıç (Aziziye köyünde), Kazım Zey-
376
Dünden
Bugüne
Antalya
M Ü Z İ K v e O Y U N K Ü L T Ü R Ü
beği, Kestirme, Keşani, Lili Menekşeli-Menevşeli, Pen- 2) Adım Cümlesi: Ağır Dönüş Figürü
cereden Bakıver, Püskürtme, Sarhoş Zeybeği, Sepetçi-
3) Adım Cümlesi: Hızlı Dönüş Figürü
oğlu Zeybeği, Serenler Zeybeği, Süpürgesi Yoncadan,
Teke Zortlatması, Zeybek Gezelemesi, Asi Zeybek, Ay- 4) Adım Cümlesi: Çökme Figürü
kırı Oyun, Bidenem, Kaşıklı Sallama, Kesik Zeybek, Se-
petçioğlu Zeybeği, Serenler Zeybeği, Teke Zortlatma- g.5. Alyazma Zeybeği:
sı, Yörük kızı Oyunu, Yürüme-Yürütme. 1) Adım Cümlesi: Başlangıç Figürü
g. Antalya Halk Oyunlarının Ana Figürleri 2) Adım Cümlesi: Dönüş Figürü
3) Adım Cümlesi: Tek Diz Figürü
g.1. Teke Zeybeği:
4) Adım Cümlesi: Çift Diz Figürü
1) Adım Cümlesi: Koşma Figürü
5) Adım Cümlesi: Ayak Çekme Figürü
2) Adım Cümlesi: Koşma Adım Cümlesi Dönüşü
6) Adım Cümlesi: Yere Oturma Figürü
3) Adım Cümlesi: Beşli Figür
7) Adım Cümlesi: Bitiriş Figürü
4) Adım Cümlesi: Beşli Adım Cümlesi Dönüşü
5) Adım Cümlesi: Beşli Adım Cümlesi Çökmesi g.6. Avşar Zeybeği:
6) Adım Cümlesi: Beşli Adım Cümlesi Dönerek 1) Adım Cümlesi: Başlangıç Figürü
Çökmesi 2) Adım Cümlesi: Dönüş Figürü
7) Adım Cümlesi: Altılı Figür 3) Adım Cümlesi: Tek Diz Figürü
8) Adım Cümlesi: Altılı Adım Cümlesi Dönüşü 4) Adım Cümlesi: Çift Diz Figürü
9) Adım Cümlesi: Altılı Adım Cümlesi Çökmesi 5) Adım Cümlesi: Üç Diz Figürü
10) Adım Cümlesi: Çapraz Figür 6) Adım Cümlesi: Ayak Çekme Figürü
g.3. Kız Sürtmecesi ( Kezban Yenge ): 7) Adım Cümlesi: Dönerek Atılma Figürü
2) Adım Cümlesi: Yanlara Savrulma Figürü (“Antalya ve Yöresi Köy Düğünleri” Antalya Tarih
ve Kültür Kongresi, Nisan 1992)
3) Adım Cümlesi: Yanlara Dönerek Savrulma Fi-
gürü h. Samah
4) Adım Cümlesi: Öne Arkaya Savrulma Figürü Antalya yöresinde yüzyıllardır ormanda ağaç biç-
5) Adım Cümlesi: Toplama Figürü me ve ağaç ekme işlerinde çalışan ve “Tahtacı” olarak
isimlendirilen göçebe oymaklardan oluşan Alevi Türk-
6) Adım Cümlesi: Yavaş Dönüş Figürü menlerin dini törenlerinde döndükleri dinsel bir dans
7) Adım Cümlesi: Hızlı Dönüş Figürü türüdür. Anadolu Alevilerinin dinsel törenleri olan
cemlerdeki “Oniki Hizmet”ten biri olan samah, inan-
g.4. İğnem Düştü Kız Oyunu: ca göre ilk olarak Kırklar Cemi adı verilen ve günün
birinde dünyayı düzelteceklerine inanılan, araların-
1) Adım Cümlesi: Yürüme Figürü
da Hz. Muhammed ile birlikte Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın 377
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
da bulunduğu kırk kişinin gizli toplantısında yapıl- Gönlümün evini nur ile doldur
mıştır. Tarihsel süreçte, dinsel törenlerde yapılan raks, Cesedim ölmeden nefsimi öldür
Şamanizm’den Anadolu Aleviliğine uzanan çizgide Hatice, Fatıma, ulu gel yetiş,
varlığını korumuştur.
Bir yanımda nefs-i emmârem azar
Samahlar, Alevi topluluklar tarafından dini sere- Bir yanda vesvese çok hile düzer
monilerde oynanan zarif, yumuşak ve ince bir danstır. Melek günahımı yazmada bezer
Fakat son yıllarda halka açık gösterilerde de yapılma- Şah Hasan, Hüseyin, dolu gel yetiş
ya başlamıştır. Müzik yapısı çok özel ve zengin, figür
yapısı çok farklıdır. Samahın müzik ölçüsü 5/8, 7/8 ve Yezid’in elinden müşkül halimiz
9/8’dir ve geleneksel enstrümanları saz (bağlama) dır. Münafıklar faş eyledi yolumuz
Samahlar şu aşamalardan oluşur. El-aman Yâ Zeynel sen tut elimiz
Muhammed Bâkır’ın dili gel yetiş
- Ağırlama (eğlence ve toplantı),
Tamaha aldanma geziyor her bar
- Yürütme
Hırsa, nefse fırsat verme yaCebbâr
- Yeldirme (Pervane), Sana sığınmışız Vahid-ül-Kahhar
- Ağırlama Car günümdür Câfer eli gel yetiş
- Dua Dağlarca günahım gel vurma yüze
Tamu’nun odunu gösterme bize
Samah yapılacağı zaman büyük bir oda seçilir. Er-
Musa Kâzım ile Şah İmam Rıza
kekler bir tarafta, kadınlar bir tarafta toplanıp oturur-
İmam Takî, Nakî Ali gel yetiş
lar. Samah yapanların sayısı konusunda çoğunlukla bir
sınırlama yoktur ancak oynayan kişi sayısı çift olmalı- Tevbekârım muhabbetim bu yolda
dır. Zakir ya da Sazandar denen sazcı, samah havasını Mürüvvet dilerim kusurum elde
çalmağa başladığı sırada kadınlardan biri kalkarak bir Göster cemâlini eyleme darda
erkeğe niyaz eder. Niyaz etmek erkeği dansa davet et- Askerî gönlümün gülü gel yetiş.
mek demektir. Niyaz kadın ve erkeğin ellerini diğeri-
nin omuzlarına koyarak birbirlerine kucaklaşır gibi üç Masum-u paklardan erişe himmet,
kez yaklaşmaları suretiyle yapılır. Bu suretle kadın er- Sana sığınmışım Mehdi Muhammed,
kek samaha kalkarlar. Sarı Saltık Kızı Deli gel yetiş.
Samahı samahçılar birbirlerini tutmadan ve bir- Noksani arzeder didar-ı cennet,
birlerine dokunmadan, daire şeklinde dizilerek ya da Bundan sonra, zakir diğer nefeslere geçer. Za-
karşılıklı durarak yaparlar. Tahtacılar belirli geceler kirler tarafından okunan nefes, deyiş ve düvazlardan
toplanarak “erkân” sürerler. Samaha duruş, kadın ve sonra dede, samah duasını okur, “Bismi Şah Allah Al-
erkeğin selamlaşmasıyla başlar. Samaha davet, yöre- lah, Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar aşkına, Allah, Muham-
lere göre farklılık gösterir. Kimi yörelerde kadın erke- med, Ali, Hünkâr Hacı Bektaş Veli huzurunda samahı-
ğin elinin içini öper, kimi yörelerde ise kadın erkeğin mız vardır. Gerçek erenler demine hû...”
sağ omuzuna niyaz eder. Kadının erkeğin ayağına ni-
yaz ettiği yöreler de vardır. Omuz omuza ve cemal ce- Katılanların isteklerine göre, erkek veya kadınlar-
male (yüzyüze) niyazlaşma da yapılır. dan seçilmiş olan saki, her nefesin sonunda, orada-
kilere içki sunar. Nefesler bitince, sazcı samah çalma-
Samahlar ağır ve hareketli olmak üzere iki kısım- ya başlar ve sıra “Pervane” adı verilen oyuncuların oy-
dır. İlk bölüme Ağırlama, hareketli bölüme ise Yürüt- namasına gelir. Bundan sonra samah dönecek olan-
me ya da Yeldirme denilir. Ağırlamada erkek kollarını lar niyazlaşırlar. Önce bir can (meclise katılan erkekler
sağa sola hareket ettirir. Kadın da, kollarını omuz hiza- can, kadınlar bacı diye anılır) ayağa kalkar ve kendi-
sından yukarı kaldırmamak koşuluyla, erkek gibi sağa siyle “pervaz” etmesini istediği bacının önünde el ayak
sola hareket ettirir. Her ikisinin ayakları da birbirine bağlar. Bu duruşa “dara durmak” denir; sağ kol, sol ko-
uyarak bir ileri, bir geri gider, gelir. lun üstünde göğse kavuşturulur ve sağ ayağın başpar-
Bu törenlerde, “Erkân Meydanı”, “Düvaz-ı İmam mağı üzerine konur. Bacı da hemen ayağa kalkar ve
(Oniki İmam) Nefesi” ile açılır: başındaki yazmayı uçlarından tutarak erkeğin başın-
dan aşağı geçirip beline bağlar. Ellerini erkeğin omuz-
Medet, mürvet dedim kapına geldim larına koyarak sağ ve sol omuzlarından öper. Erkek
Muhammed Mustafa, Ali gel yetiş de kadını iki omzundan kucaklayarak alnından öper.
İsyan deryasına gark olup kaldım Daha sonra müziğe uyarak birbirlerine el değdirme-
Hünkâr Hacı Bektaş Veli gel yetiş den ve dedeye arkalarını dönmeden oynamaya baş-
Şu benim halimi Pirime bildir larlar. Samah esnasında kollar sıra ile sağ ve sol yanla-
378
Dünden
Bugüne
Antalya
M Ü Z İ K v e O Y U N K Ü L T Ü R Ü
ra kalkar. Avuçlar yere bakar ve boş kalan el göğse ko- cak kapıdaki köpek kendisini içeriye sokmamaktadır.
nur. Ayaklar da, çelmeler (sağ ayak, sol ayağın üstüne Dede ile karısı (kız anası) köpeğin havlamalarını duy-
doğru atılarak sola dönüşler) yapar. mazlıktan gelirler. Elçi, köpekten güç bela kurtulup
içeri girmeyi başarır. “Filancanın filanca oğluna filanca
Oynarken coşan çiftler ve çevredeki canlar “şah...
kızını vereceksin” diyerek geliş nedenini açıklar. Dede
şah... şah” diye el çırparlar. Samah bitince erkek ve ka-
yine duymamalıktan gelir ancak bu arada karısı ken-
dın başlangıçtaki gibi niyazlaşarak birbirlerinden ayrı-
disine ne istediklerini anlatır. 0 zaman da “düşünelim,
lırlar ve yerlerine otururlar.
bakalım” der. Elçi bir süre sonra yine gelir ve sözleri-
Çiftlerin isteği üzerine dede bir “Hayırlı Gülbengi” ni tekrarlar. Dede “Düşünelim, dostlara akrabalara da-
(dua) çeker: nışalım” diyerek elçiyi savar. Elçinin üçüncü gelişinde
“Allah Allah, çerağımız ruşen, erenler durağı gül- dede, “verdim gitti” der demez, o sırada gruplara ayrıl-
şen ola.. Niyazlarımız pervazlarımız kabul ola. On iki mış kızlar ortaya çıkarlar. Oğlan evini temsil eden kız-
imam, ondört masum-u paklar gözcümüz, kılavuzu- lar, Herdem Türküsü’nü söyleyip oynayarak kız evini
muz ola. Gerçekler demine devranına hu diyelim hu...” temsil eden kızlara yaklaşırlar:
Samahların son dörtlüğünde (Şah beyiti) söz sa- Türkü bitince, kızlar geri dönüp, unutulan eşya-
hibinin adı geçtiğinde, cemde bulunanlarca sağ el yı getirirler. Daha sonra türküye tekrar devam ederler:
dudağa değdirilmek suretiyle niyaz edilir. Samah bit- Herdem herdem
tiğinde samahçılar oldukları yerde, sağ ayak başpar- Siz kız evi, biz oğlan evi
mağı sol ayak başparmağı üzerine, sağ el sol el üzeri- Çarşafını alakoydum
ne gelecek şekilde göğüs üstünde bağlanır. Vücut ha- Yarı yola koyakoydum
fifçe öne doğru eğilir. Oturanlar da aynı şekilde sec- Herdem Herdem.
de durumuna gelirler. Hünkâr Hacı Bektaş devranına
Kızların unutulan eşyaları getirmeleriyle oyun sü-
hu...” diyerek samahın bitiş duasını yapar. Herkes doğ-
rer. Türkünün en son bölümünde, unutulan eşya du-
rulur, niyazlaşmaya geçilir. Niyaz, en büyüğe eğilmek
vaktır. Duvak da getirilince türkü sona erer. Gelinin du-
ve secde etmektir. Tanrıdan sonra en büyük insandır.
vağı örtüldükten sonra, erkek evini temsil eden kızlar-
Bu nedenle her insan diğerinin kıblesini oluşturur. İn-
ca kaçırılmasıyla oyun son bulur. (Hasan Yılmaz, Türk
sana secde etmek Tanrı’ya secde etmek demektir. Al-
Folklor Araştırmaları S. 80,1956)
lah bile güzellere âşıktır.
Semahlarda yapılan el hareketleri ve bazı duruş b. Elmalı’da Zekir Oyunları ve Cezaları
biçimlerinin görüntü dışında iç anlamları vardır. Bir el
Yurdumuzun çeşitli yörelerinde fincan oyunu ola-
yukarı bakarken diğer elin toprağa baktığı duruş biçi-
rak bilinen oyun, burada “Zekir Oyunu” adını alır. Yal-
mi, Hak’tan alınanın halka verilmesini ifade eder.
nız bu oyunda fincan yerine “demir” adı verilen çak-
mak demiri saklanır.
2. SEYİRLİK OYUNLARI
Oluşturulan iki takımdan biri demiri ortadaki on-
a. Düğünlerde Oynanan Bir Seyirlik Oyun bir mendilden birinin altına saklar. Karşı takım oyun-
cuları sırasıyla “güman” larını, yani tahminlerini bildirir-
- Herdem Oyunu ler. Demiri saklayan takımdan bir oyuncu “şimşir” adı
Daha çok Elmalı yöresindeki düğünlerde görü- verilen bir çubukla mendilleri kaldırır. Gümanı doğru
len Herdem Oyunu, genellikle salı gününe rastlayan çıkan oyuncu “Arza” olur ve takımına sayı kazandırır.
çeyiz görme töreni sırasında kadınlar arasında oyna- Oyunu, 51 sayı toplayan takım kazanır. Zekir oyunu-
nır. Oyuncuların üçü kadın, diğerleri kızdır. Kızlar, kız nun en ilginç yönü yenik düşen takıma verilen cezalar-
ve oğlan evlerini temsil etmek üzere iki gruba ayrılır- dır. Bunların her biri kendi başına bir oyun oluşturur:
lar. Kadınlardan biri dedeyi, biri kız anasını, diğeri de
oğlan elçisini temsil eder. Dede rolündeki kadın, ba- b.1. Deve Çekme
şında sarığı, yanında asası ve elinde tespihiyle bir kö- Yenik takımın oyuncuları iple birbirine bağlanır.
şede yerini alır, kız anasını oynayan kadın, onun yanın- Boyunlarına ve ellerine büyük çanlar takılır. Oluşturu-
da yün eğirir. lan bu kervan ev ev dolaştırılır. Kapısının önünde dur-
Elçi atını kişneterek sokak kapısına gelir. An- dukları evden kendilerine çerezler verilir.
379
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Türk boylarının Orta Asya steplerine uyumun ve nüfus artışı, tarım ve sanayideki gelişmeler, gelir
gereği olan göçebe hayat tarzını Anadolu’da da de- düzeyi ve yaşam standartlarındaki artış gibi nedenler-
vam ettirmeleri şu nedenlere dayandırılmaktadır le günümüzde oldukça yaygınlaşan ve özellikle kent-
(Hütteroth’a atfen Sirel ve Yılmaz, 1997): sel nüfus tarafından çıkılan yerler de bulunmaktadır.
Buralara da yayla denmektedir. Ancak yazın sıcaktan
13. ve 14. yüzyıldaki Türk göçleri daha çok
kaçıp serinlemek amacıyla çıkılan bu tür yazlık yerle-
Anadolu’nun kıyı bölgelerine yönelik olmuştur. Ancak
şim yerleri yani sayfiye yerleri özelliğine sahip yayla-
kıyılar her ne kadar ideal bir kışlak yeri olsa da, bir yan-
lardır.
dan şiddetli yaz sıcaklığı ve sıtma tehlikesi, öte yandan
Osmanlı döneminde ülkedeki emniyetsizlik ile birey- Yayla ve göçebe hayvancılıkla ilgili bulunan yay-
lerin güvenliklerini sağlamak için ulaşılması güç dağ- lacılığı ise Emiroğlu (1977a); yaz mevsiminde ve en
larda geri çekilmenin daha kolay olması, kıyı bölgele- sıcak aylarda insan ve hayvanların yaylaya gitmeleri,
rinin sürekli bir yerleşime konu olmasını engellemiş- orada bir süre kalmaları ve ekonomik faaliyetlerde bu-
tir. Ayrıca dağlık alanların özellikle orman sınırı altın- lunmaları şeklinde tanımlamış ve bu faaliyete katılan
daki bölümleri, az eğimli ve su açısından zengin yer- insanların yaylalarda ve esas yerleşim yerlerindeki fa-
leri ile iyi olanaklara da sahipti. Böylece yaz mevsimin- aliyetlerinin, ekonomik hayatlarının bir bütün olarak
de yüksek dağlık alanlardaki yaylalar ile kışın ılık ova- yaylacılık adı altında mütalâa edildiğini belirtmiştir.
lardaki kışlaklar arasında gerçekleşen göçebe hayvan-
Bu soysal ve ekonomik faaliyet, yani yaylacılık
cılığa dayalı yaylacılık şekli ortaya çıkmıştır. Günümüz-
ekonomisi ve yaylacılık gelenekleri, bugünkü Anado-
de bu şekildeki göçebe hayvancılığa dayalı yaylacılık,
lu Türklerine, Orta Asya Türk Devletleri ve toplumların-
Akdeniz çevresinde kalıntı halinde görülebilen bir ge-
dan miras kalmıştır (Doğanay, 2001:274). Yüzyıllar ön-
lenek haline gelmiştir ve Beyrut, Cezayir ve Torosların
cesinin Orta Asya Türk’ünün yaşam biçimi olan bu iş-
güneyinde az sayıda çadırlık gruplar tarafından sürdü-
leyiş, Yörük grupları tarafından Anadolu’ya sokulmuş,
rülmektedir.
yeni yurt olan bu sahada, Asya kıtasının özelliklerini
Değişik anlamlara gelen yayla sözcüğü, hem bir yansıtan bir ortamın bulunmasıyla varlığını sürdür-
fiziki ve hem de beşeri coğrafya terimidir. Fiziki coğraf- müştür.
ya terimi olarak yayla (plâto), akarsularla derin bir şe-
Bugün büyük bir ekseriyetle yerleşik hale gelmiş
kilde yarılmış, yüksek veya yüksekçe düzlüklerdir (İz-
olan Anadolu insanı, kışı geçirdikleri alçak ve sıcak ku-
bırak, 1992:339). Beşeri coğrafya terimi olarak yayla ve
şak ile yazın çıktıkları yüksek ve serin kuşak arasında,
yaylacılık, daha değişik anlamlar ifade etmektedir:
hem kültürüyle hem de geçim tarzıyla ilgili yer değiş-
Eski Türklerde yayla veya yaylak (Orhun yazıtların- tirmektedir. Yaylacılık faaliyetleri ve yayla yerleşmele-
da), yazları oturulan yer, yani kışlak teriminin karşılığı- ri iki kuşak arasındaki yükselti farkı ve bunun bitkilerin
dır (Ögel, 1978: 23-24). Orhun yazıtlarına göre, bu te- yetişme devresine etkilerine bağlı şekilde, hayvancılık
rim yer olarak, hayvanların otlatıldığı yüksek düzlük ve yapmak gayesiyle vardır. Fakat ülkemizde yaylaya gi-
dağlar anlamına gelir. dişlerin birçok yerde, özelliklede Akdeniz Bölgesi’nde
olduğu gibi, kıyı kuşağının bunaltıcı sıcaklarından kaç-
Emiroğlu (1977b:16-17)’nun bildirdiğine göre;
mak, hatta bayram vb. kısa süreli tatillerde dahi bu sü-
Alagöz tarafından göçebe hayvancılığa dayalı olan
reyi dinlenerek değerlendirmek amacıyla da yapıldı-
yayla, köy sürülerinin yazın en sıcak devresinde çıkıp
ğı bilinmektedir. Bunu yayla yerleşmelerinin bir baş-
uzun süre kaldıkları dağ merası şeklinde tanımlamış-
ka tipi olarak ele almak, hayvancılıkla ilgisi olmadığı-
tır. Darkot, ot sağlamak amacıyla, hayvan sürülerinin
nı söylemek ve bunlara sayfiye yaylaları isminin ver-
dağ sıralarındaki yamaç ve düzlüklere yayılmasından
mek gerekir.
yayla teriminin türetildiğini belirtmektedir. Tunçdilek
ise; daha çok yüksek mahallerde yer alan yaylaların ta- Türkiye’de yaylacılık amacıyla yaylalara göçme
rım yapmak, hayvan otlatmak ve bunların dışında ka- hareketi, genellikle dikey ritmik hareketler şeklinde
zanç sağlayan başka işlerde uğraşmak amacıyla gidi- olur. Göçme, belli bölgelerdeki köy, kasaba ve hatta
len, köyden ayrı, fakat köye sosyo-ekonomik bağlarla kentlerle, yükseklerdeki plâto düzlükleri ve dağ ya-
bağlı, çoğu kez köyün ortak mülkiyetinde olan geçici maçları arasında cereyan eder. Bu hareket, yaylacılık
yerleşim yeri olarak tanımlamaktadır. terimlerinden olan yaylalara göçme hareketi (mezra-
lara, komlara, bağ evlerine, rekreasyon merkezlerine
28.02.1998 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlana-
olan yazlık göçmelerde burada hatırlanmalıdır), böl-
rak yürürlüğe giren 4342 Sayılı Mera Kanunu’nda ise
geden bölgeye bazı değişiklikler gösterirse de; genel-
yayla; çiftçilerin hayvanları ile birlikte yaz mevsimini
likle yılın Nisan ve Mayıs aylarında başlar; 15-20 gün
geçirmeleri, hayvanlarını otlatmaları ve otundan ya-
içinde hareket tamamlanır; 3-4 ay yaylada kalınıp eko-
rarlanmaları için tahsis edilen veya kadimden beri bu
nomik faaliyetlerde bulunulduktan sonra, Ağustos
amaçla kullanılan yerdir şeklinde tanımlanmıştır.
sonları veya eylül ayı içinde devamlı yerleşme bölge-
382 Ülkemizin yazı sıcak geçen bölgelerinde görülen lerine, yani alçak bölgelere dönülür.
Dünden
Bugüne
Antalya
Y A Y L A K Ü L T Ü R Ü
Yayla göçlerine, hayvanlarla birlikte, daha çok ka- Çıkış ve dönüş devreleri ritmik olarak cereyan eder.
dın, çocuk ve çobanlar katılır. Gidişte boş götürülen Toros sistemi dağları üzerinde bulunan bu yaylalar-
yayık, tekne, teneke, varil, kazan gibi boş kap-kacak, da, yer yer meskenler sabit olmasına rağmen, büyük
dönüşte tereyağı ve peynir gibi hayvansal gıda mad- çoğunluğu kıl çadır’dır. Rekreasyon amaçlı yaylalarda
deleriyle dolu olurlar. meskenler, genel olarak çağdaş meskenlerdir.
Ülkemizde yaylacılık faaliyetleri Karadeniz, Ak- Bölgedeki bir üçüncü yaylacılık faaliyet şekli ise,
deniz, Ege ve Doğu Anadolu Bölgeleri’nde yaygındır göçebe Yörüklerin yaylacılık faaliyetleridir. Bu faaliyet,
(Doğanay, 2001: 275). Zaten, gerçek yaylacılık faaliyet yılın Mart ayı sonunda kışlaklardan, önce yatay bir ha-
bölgeleri de, bu bölgelerdir. reketle (göçme ile) Toros Dağları eteklerine yönelir. Bir
süre sonra, yani Nisan ayı sonlarında, giderek dikey bir
Ülkemizde dikey ritmik yaylacılık göçlerinin söz
hareket kazanan göçler sonunda, Toros dağları yayla-
konusu olduğu bir bölge de, Akdeniz Bölgesi’dir. To-
cılık bölgelerine ulaşılır. Bu göçler sonunda, zaman za-
roslar boylu boyunca bir yayla sahasıdır. İklimin yük-
man yer değiştirilerek sürdürülen ekonomik faaliyet-
seltiyle birleşerek yaz ve kış mevsimleri arasında ya-
ler, Eylül ayı sonlarında bitirilir ve önce etek ovalarına,
rattığı tezat, Toroslar üzerinde özellikle davarın fayda-
Kasım ayı sonlarında da, kıyı ovalarına inilir (Göney,
lanılabileceği bitki katlarının kademe kademe yayılışı,
1976: 135-136). Bu grup yaylacılık faaliyetinde, de-
kıyı ovaları ile dağ ve platoları birbirine bağlayan yay-
vamlı yerleşmelerden geçici yerleşmeler olan yaylala-
lacılık faaliyetlerine imkân tanımıştır. Torosların yay-
ra ve oradan da sürekli yerleşmelere, düzenli bir göç-
la yerleşmeleri genelde keçi kılından elde dokunmuş
me hareketi yoktur.
çadırlardan meydana gelmektedir. Yazları yağışın son
derece az düştüğü bu bölgenin ormana komşu yayla- Coğrafi, tarihi, sosyal şartların oluşturduğu bu ge-
larından, tomruk ve tahtadan yapılmış meskenlere de niş yaylacılık hareketi ülkemizde yer yer özel karakter-
rastlanır ki, bunların üzerleri, tamamen açık da olabil- ler gösterir.
mektedir.
Yayla meskenleri, yerleşik evler ve göçebe evler
Bölgedeki yayla yerleşmeleri; Nurdağları, Engi- şeklinde olabilir. Kuşkusuz büyük bir çoğunluğu, yer-
zek ve Ahır dağları ile dolayları, Çatıksuyu çevresinde- leşik evler durumundadır. Bunlar da, bölgeden böl-
ki Aladağlar ve Bolkar dağları, Antalya ovaları üçge- geye çok değişik şekiller gösterirler. Plan bakımından,
nin her iki yakasında; Toros sistemi kanatları üzerin- genellikle hayvancılık ekonomisinin gereklerine uy-
deki bazı yörelerde toplanmıştır. Yaylalar ve bu arada durulmuşlardır. Evlerin ek yapıları ahır, ağıl ve sütlük
yaylacılık yöreleri, genellikle 1.000 m.den sonraki Pol- gibi bölümlerdir. Ancak bunlar, fonksiyonel açıdan en
ye, dolin ve uvala gibi, karstik çanaklar içindeki su bu- önemli eklentilerdir. Ailenin barınmasına yönelik bö-
lunan düzlüklerde önem kazanmıştır. Çadırlar buralar- lüm ise, genellikle nihayet bir ocaklık, dar bir avlunun
da kurulur; ya da kalıcı basit meskenler, buralarda ya- kenarında yüksekçe bir yatak sekisi gibi eklentilerden
pılmıştır. oluşur.
Bölgede yaylacılık faaliyetlerini, uygulanış bakı- Bölgenin özelliklerine göre, meskenlerde yapı ge-
mından, üç tipe ayırabiliriz (Doğanay, 2001: 276): Bir reci taş (Akdeniz Bölgesi), kerpiç (İç Anadolu Bölgesi)
kısım yaylalar ve buralardaki yaylacılık faaliyetleri, ta- ve ahşap-taş karışımı olabilir.
mamen rekreasyon amaçlı faaliyetlerdir. Bu yaylala-
Yayla evleri, sahiplerinin ekonomik ve kültürel
ra göçenler, yazları alçak bölgenin kentlerinden (An-
düzeyine göre, hem bölgeden bölgeye, hem de aynı
talya, Alanya, Mersin, Tarsus, Adana, Kozan ve Ceyhan
yaylanın değişik meskenlerinde, kat durumu, oda sa-
gibi) olmaktadır. Günübirlik gidip dönenler de vardır.
yısı ve iç konfor yönünden, büyük farklılıklar gösterir.
Günümüzde büyük şehirlerde yaşayan insanla-
Yaz mevsiminde orta yükseklikteki dağlık alan-
rın şehrin gürültüsü ve kirliliğinden kaçıp, doğal gü-
ları aşağı seviyelere göre ılıman iklimi, ekonomik ne-
zelliklere sahip sessiz alanları tercih etmelerinin doğal
denlerle yapılan yaylacılık faaliyetine, öncelikle yöre
bir sonucu olarak, özellikle kıyı şeridindeki tatil köyle-
halkı tarafından yapılan rekreasyon işlevi kazandır-
rinin sıcak ve nemli havasına karşılık yaylaların çok çe-
mıştır. Büyük kentlere göç eden toprağını ve hayvanı-
şitli bitki örtüsüne sahip olması, ormanları, krater göl-
nı satan yöre halkının, geleneksel olarak yaylaya çık-
leri, ırmakları, dereleri, tarihi, kültürel ve arkeolojik de-
mayı devam ettirmeleri, çevredeki yerleşim birimleri-
ğerleri, dağ ve doğa yürüyüşleri, rafting, kış sporları,
nin rekreasyon gereksinimini karşılayan yaylaları uzak
av ve spor olta balıkçılığı, çim kayağı, şifalı suları, yay-
mesafelere açmış ve sadece tatil amacıyla yaylaya çı-
la şenlikleri ve el sanatları gibi değerleri taşıması ne-
kan bir nüfus ortaya çıkarmıştır. Rekreasyon amacıyla
deniyle bu bölgelerin çekim merkezi olmalarına ola-
yaylaya çıkan nüfusun ve yaylada tatil amaçlı ikinci ko-
nak sağlamaktadır.
nut sayısının artması, yaylalara altyapı ve üstyapı hiz-
Bölgede bir başka yaylacılık faaliyet şekli, kırsal metlerini gerekli duruma getirmiştir. Alt yapı hizmet-
kesim köy yerleşmelerine ait yaylacılık faaliyetleridir. lerinden yol, su ve elektrik olanaklarının sağlanması, 383
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
2. Antalya Yaylaları
Türkiye’de yaylacılık açısından geniş ola-
naklara sahip dağlarımızdan birisi de To-
ros Dağları’dır. Toros Dağları Alp Dağları sis-
teminin güney kanadına ait olup, geniş bir
alana yayılırlar. Bu dağ kuşağının Antalya
Körfezi’nin kuzeyinde kalan kısmı Batı Toros-
ları oluşturur.
Foto1: Yeşilgöl, Akdağ, Gömbe, Kaş
Batı Toroslar, sahip oldukları eşsiz güzel-
km. si yürünebilir. Yaylanın doğal güzelliği sadece bu-
likteki manzaraları, gölleri, ormanları, yaylaları ve al-
nunla da bitmez. Uçarsu’ya ulaşma heyecanı doğase-
pin çiçeklerle süslü çayırları bölge sakinlerini Nisan
verleri sarmış iken, hemen onun yanı başında küçü-
ayından başlayarak, Ekim ayına kadar kendisine çe-
cük bir gölle karşılaşılması ise keşfetme heyecanını
ker. Yöredeki tarımsal hayat tarzının karakteristik bir
doruklara tırmandırır. Bu göl ise Yeşilgöl olarak adlan-
uygulaması olan yaylaya çıkma geleneği günümüzde
dırılmaktadır. Büyük olasılıkla suyunun renginden do-
yeni anlamlar yüklenerek sürdürülmektedir. Gelenek-
layı yeşil göl denmiştir. Yeşilgöl (0.5 km2) oldukça kü-
sel yaylacılık faaliyetlerinde kullanılan yaylalar, günü-
çük bir göldür. Gölün etrafında ağaç yok, ama çevre-
müzde fonksiyonel değişime uğrayarak, insanların ta-
si çayırlarla kaplıdır. Kamp kurulabilir, piknik yapabi-
tillerini geçirdiği sahalar niteliğini kazanmış ve turizm
lir (Bkz. Foto 1).
sektöründe değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu saye-
de tatil anlayışları birbirine tamamen zıt olan iki fark- Haziranın ilk haftasında Tekke köyünde düzenlenen
lı turist tipini aynı bölgede ağırlama olanağına sahip Abdal Musa şenlikler için gelenler Gömbe’ye (Uçarsu’ya)
bulunan araştırma sahası, turizm sektöründe kendine de gelerek dilek dileyip kurban keserler, sema törenleri
önemli ayrıcalıklar sağlama durumundadır. Artık gü- ve folklor gösterileri yaparlar (Bkz. Foto 2).
nümüzde Antalya yaylaları, yerli ve yabancı turistlerin
Gelen turistler her türlü ihtiyaçlarını yayladan kar-
uğrak yeri olmuştur:
şılayabilirler. Gömbe’de pansiyonculuk çok gelişmiştir.
Toplam yatak sayısı 200’ü bulur.
2.1. Gömbe Yaylası
Gömbe yaylası (1.500 m.), Kaş sınırları içinde olup 2.2. Ördübek Yaylası
ilçeye 70 km uzaklıktadır. Kaş’tan Elmalı’ya doğru gi-
dildiğinde, büyük bölümü çam ağaçlarından oluşan Ördübek yaylası (1.200 m.), Finike’nin kuze-
ormandan geçilerek asfalt bir yolla Gömbe’ye ulaşı- yinde ilçe merkezine 47 km., Yazırköyü’ne 8 km uzak-
lır. Yaylaya, Kaş’tan Elmalı ve Gömbe dolmuşlarıyla çı- lıktadır. Finike-Elmalı karayolunun 41. km.sinden ba-
kılabilir. Ayrıca seyahat acenteleri tarafından
günübirlik Gömbe yaylası turları da organi-
ze ediliyor.
Gömbe, yaz aylarında kıyının bunaltan
sıcağından rahatsız olup serin günler geçir-
mek isteyenler tercih ettiği bir yayla/köydür.
Gömbe yaylasının turizm çekiciliği do-
ğal güzelliğidir. Akdağ’ın (3.000 m.) zirvesin-
den eriyen kar sularının 60 m yüksekten dö-
külmesiyle oluşan şelale Gömbe’den görü-
lebilir. Bu çağlayan Uçarsu olarak adlandırıl-
maktadır. Uçarsu’yu daha yakından görmek
için ilginç bir doğa yürüyüşü yapılabilir. Yo-
lun tamamı yürüyüşe dahil edilebilir yada
384 6-7 km.si araçla gidilip sonra yolun kalan 1.5 Foto 2: Uçarsu, Akdağ, Gömbe, Kaş
Dünden
Bugüne
Antalya
Y A Y L A K Ü L T Ü R Ü
Söbüce’de, hayvancılık son yıllarda olduk- Köklü bir kültürü olan Yörüklerin hemen hemen
ça azalmış durumdadır. Daha çok küçükbaş hayvan en geç toprağa yerleştiği ve en yoğun yaşadıkları il
(özellikle koyun) beslenmektedir (Bkz. Foto: 6). Büyük- Antalya’dır (Seyirci, M., 2000: 177). Oysa günümüzde
baş hayvanlar yaylada barınak olmadığı için kışlakta yoğun olarak yaşanılan bu yerlerde bu kültürün izlerine
bırakılmaktadır. Küçükbaş hayvanlar sütlerinden zi- rastlamak nerdeyse mümkün değildir. Artık geleneksel
yade daha çok kesim amacıyla beslenmektedir. Yakla- yaylaya çıkma alışkanlığının yanı sıra sadece dinlenmek
şık 400 dönümlük mera alanından kışlık ot biçilmek- ve sağlıklı bir ortamda bulunmak amacıyla yaylaya çı-
te, bunlar balyalar halinde hazırlanarak kamyon ve kanların sayısı da artmaktadır. Hatta Söbüce’deki yayla-
traktörlerle kışlaklara götürülmektedir. Ayrıca yaylada cılarla görüşüldüğünde elektrik olması durumunda sü-
arpa ve buğday ekimi de vardır. rekli burada kalacaklarını belirterek yaylanın köy statü-
Foto 10.b: Feslikan yaylası, şenliklere Antalya şehri ve yakın çevresinden 5000 dolayında ziyaretçi gelmekte. 389
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Yayla Adı İlçe Adı Uzaklık (km.) Yükselti (m.) Kullanım Durumu Kullanım Türü
Gömbe Kaş 70 1.500 Yaz/Kış Sayfiye
Ördübek* Finike 47 1.200 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
Yeşilyayla* Korkuteli 28 1.000 Yaz/Kış Sayfiye/Hayvancılık
Söbüce* Korkuteli 53 2.100 Yaz Hayvancılık
Beydağı* Kumluca 82 2.030 Yaz Hayvancılık
Altınyaka* Kumluca 27 950 Yaz/Kış Sayfiye
Söğütcuması* Kumluca 52 1.350 Yaz/Kış Sayfiye
Üçoluk* Merkez 40 1.500 Yaz/Kış Sayfiye
Kartal Merkez 48 2.000 Yaz Hayvancılık
Karçukuru Merkez 45 1.950 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
İkiz* Serik 51 1.600 Yaz Hayvancılık
Maşad* İbradi 15 1.200 Yaz Hayvancılık
Salamut* Akseki 25 2.000 az/Kış Hayvancılık
Morca* Akseki 25 2.100 Yaz Sayfiye/Hayvancılık
Çinoğlu* Alanya 20 600 Yaz/Kış Sayfiye
Dereköy Alanya 30 1.000 Yaz/Kış Sayfiye
Pınarbaşı* Alanya 30 900 Yaz Sayfiye
*Ziyaretçiler çadır ve temel ihtiyaç malzemelerini getirmelidir.
392
Dünden
Bugüne
Antalya
Y A Y L A K Ü L T Ü R Ü
395
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
214- Akdeniz Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Yar- 216- S. TÜRKOĞLU, Tarih Boyunca Anadolu’da Giyim Kuşam,
dımcısı, Geleneksel Türk El Sanatları İstanbul., 2002, s.138
215- A. ALKAŞI, “Anadolu Gelini”, Seyhan Grafik Sanatlar Mat- 217- S. TÜRKOĞLU, Tarih Boyunca Anadolu’da Giyim Kuşam,
396 baası, İlgi Dergisi, Sayı:89, İstanbul 1997, s. 9-11. s.144-146.
Dünden
Bugüne
Antalya
G İ Y İ M K Ü L T Ü R Ü
1.2. Takı
Türklerin Anadolu’ya gelirken beraberinde getir-
dikleri ve en çok kalıcı olan takı başlığı ise: Başlığa ta-
kılan tüyler ve songuçlardır. Bu gelenek saraydan hal-
ka kadar sevilerek kullanılmıştır. Anadolu Türkmen ta- Foto:1 Don, Serik-Karadayı Ö.Aydın 2005
kıları olarak kullanılan bitkisel kaynaklı güzel koku-
lu, minik meyveler ve sertleştirilmiş kurutulmuş çi-
çeklerle ipliklere dizilerek kolyeler de yapmışlardır.
Efes Artemisi’nin taşıdığı kolyelerden bazıları da bu
karakterdedir.219
Foto:16 Üçetek, Antalya Arkeoloji ve Etnografya Foto:17 Antalya Arkeoloji ve Etnografya Müzesi,
Müzesi, Ö.Aydın.2008 Ö.Aydın,2008
göre yörede değişik isimler alan üç etekler bulunmak- Antalya ve çevresinde kız ve kadınların giydiği
tadır. Bunlar özel günlerde de giyilmektedirler. Bu yö- giysiler üç etek, şalvar, daş dondu, kutri, merinos, çita-
rede sarılı top, allı ipekli top, altıparmak desenli, me- ri, bindallı, sıpır yaladı, sadife(kadife) bindallı gibi isim-
kikli, oymalı mekikli, zengin alacası olanlarını gelinler ler alır.233
giymektedir.230Önde iki arkada bir peşi olan üç etek;
Kuşak: Orta Asya Türklerinde, kaftan üzerine çok
entariye üç eteğe terk etmiştir. Her türlü işte ve her ko-
yaygın bir gelenek halinde iki çeşit kuşak bağlandığı
numda kullanım rahatlığı verir. İstenirse belden itiba-
daha öncede belirtilmiştir. Kuşak “kurşak” kelimesin-
ren ayrık olan ön etekler kaldırılıp kemere sokulabilir.
den gelmektedir. “bel bağı” da denir. Büyük komu-
Önde ve arkada olmak üzere olan giysiler Alanya- An-
tanlar (Alp’ler) ve hükümdarlar deriden kemerler bağ-
talya Gazipaşa’da ve müzede bulunmaktadır.231
larlardı. Bunlar ikili olduğu gibi rütbe de belirtirler,
Anadolu’nun birçok yerinde üç etekler; atlas şal- (hançer- torba vb.) nın takıldığı ve madeni süslemele-
var, içine helali gömlek giyilen ve üç eteğin beline gü- ri olanları da vardır.
müş kemerle ön eteklerin uçları yürümeyi kolaylaş-
Anadolu erkeği ile kadınının kuşak bağlama gele-
tırsın diye kancalarla kemere tutturulurlar. Çizgili ku-
neğinde belirgin bir fark göze çarpar. Erkekler bölge-
maşlardan veya seraser denilen işlemeli kumaşlardan
lere göre değişen fakat genellikle bel ve karın kısmı-
yapılırdı.232
nı fır dolayı saran yer ,yer kasıklardan göğüs altına ka-
Entariler dört peşliler, dolamalar, topuk dövenler, dar genişliğe erişen kuşaklar takarlar. Bu tür kuşaklar
papaze yakalar, dar kollar, kabartma kollar v.b. kadınlarımız tarafından kullanılmaz. Arkalık ve önlük
takarlar. Üçgen katlananları vardır. Anadolu’da bunun
230- N. ÖKTEN, Bülent KURTİŞOĞLU, “Sarnıç ve Beyce Köylerin- üzerine püskül eklenmiştir.
den İki Çeyiz Sandığının Karşılaştırması”, Motif Dergisi Yıl:8, Hotoz: Eski Osmanlı “baş hotozları” çiçek şek-
2002, s.4–7.
231- Sabahattin TÜRKOĞLU, Anadolu Folklorunda Kadın Giysi-
lindeki elmas iğnelerle süslenirdi. Menekşe, iğne dal-
lerimiz, Türkiye’miz Dergisi, Yıl:24, Sayı:73, 1994, İstanbul, s. lı menekşe, dallı menekşe iğne, kabak çiçeği iğne, yıl-
53–54. dız çiçeği iğne Osmanlı devrine ait çiçek adlı takılar,
232- N. ARAZ, Eski Türk Kadın Kıyafetleri, Sanat Dünyamız Der-
gisi Yıl:7, Sayı:19,1980, Tifdruk Matbaacılık Sanayi, A. Ş. İs- 233- H. ÇİMRİN, Antalya Folkloru Gelenekler, Görenekler, Akde-
tanbul., s.11-14. niz Kitap Evi Yayınları, 1984 s.57. 401
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Foto: 18, 19, 20: Darabulus Kuşak, Gazipaşa- Merkez, B.Deniz, 2008.
Foto 21: Alanya kuşağı, Antalya Arkeoloji ve Etnografya Müzesi Ö.Aydın, 2008
genellikle sekiz ayar altındandır. Üzeri elmas taşlarla duğunu ifade eder.235
süslenmiştir. Bazı elmaslı iğneler ise titrekli idi. Baş ha-
Çeşitli güçlerden korunma, nazardan gözden sa-
reket ettikçe hafif, hafif titrerdi. Geleneksel gelin hoto-
kınma ve dini inanışlar gibi sebepler yanında insanda-
zunun çiçekli takılarından biri de “kuşlu titrekli dal
ki kendini beğendirme içgüdüsü sonucu ortaya çıkan
iğne” dir.234
süsleme ihtiyacı takının kullanım alanını genişletmiş-
tir.
2. Geleneksel Giyimde Takının Önemi
Genelde gümüş gibi madenler ile falefon, pi-
Evlenen kızın düğün içinde baş giyimleri değişi-
rinç, bronz gibi alaşımlar veya sadece boncuklar kul-
me uğrar. Düğünün bitimin de gerdek gecesi ertesin-
lanılmıştır. Akik, firuze, cam, opal, mercan, kehribar
de, kızlıktan kadınlığa geçişi simgeleyen kadın baş gi-
ile boynuzlar işçil (çilkak) gibi deniz veya yumuşak-
yiminde, saç biçimi ve takıları da söz konusudur. Bu
ça kabuklar ile boynuzlar ve dişler, altın- gümüş pa-
değişim hem bir geçişi simgeler hem de gelenek ve
ralar, altın taklidi penezlerde geleneksel takılarımızı
görenek töre gibi toplumsal kurallarla, inanışlarla ve
süslemiştir.236
törenlerle içi içedir. Kimi yörelerimizde giyim kuşamı
tamamlayan takılarda alına sarkıtılan altın sayısı, geli- Başa giyilen altınlı başlığa terlik denilmektedir.
nin evlilik yıllarını ya da çocuk sayılarını belirler. Türk- Anadolu’nun birçok yöresinde bu isimle tanımlanır. İki
menlerde saçı ince örgülü başı beyaz örtülü olanlar ayrı bezden birer parça keserek bir tarafı yüz diğer ta-
bekâr kız, pembe ya da sarı ise sözlü, kırmızı ise evli ol- 235- N. ARAZ, Türkmen Kadınlarında Baş Süsü, Tarla Dergisi,
Yıl:3, Sayı:22,1/ 1968, s.5-6.
236- E. ULUUMAY, Vazgeçilmez Tutku! Takı, Anadolu Folkloru
402 234- S. TANSUĞ, A.g.k ,s.22. Dergisi, Mart Yıl:5 s: 21, c.3 s.783- 784.
Dünden
Bugüne
Antalya
G İ Y İ M K Ü L T Ü R Ü
Foto:22 Malike Bileydi, Antalyalılar Dergisi, Foto:23 Burhanettin Kilit ve Eşi Neriman Hanım,
Sayı:5, 2003 s. 39 Antalyalılar Dergisi, Sayı:5, 2003 s. 38
rafı da astar olarak dikilir. Terlik: ön kısmına zenginlik lanılan kama, bıçak, hançer ve tüfeklerdir.
derecesine göre bir ya da iki sıra altın para dikilir. Her
Ayrıca geniş tokaları olan kemerlerde beli koru-
sırada 26 altın bulunur. Buna Bergama’da “Koşar” de-
maktadır. İşlik gözboncuğu ve mavi boncukta nazar-
nir. Dikişine de “Gayma” denir.
dan koruyacağına inanmaktadırlar.238
Geleneksel halk takıları ise genelde baştan sona
bir sanatkârın eseridir. Bu takılarda madenin işleniş ve 2.1. Gagaklı Takı
bezemeleri yapımında değişik teknikler uygulanmış-
Türkmen ve Yörük takılarının madeni olanları ço-
tır. Savatlama, gümüş kakma, telkari, hasır örme tek-
ğunlukla kancalıdır. Bu kancalara “gagak” adı verilir.
nikleridir.
“Dulukçak” hamaylı kösteklerdir.
Sekeler, alınlıklar, küpeler, tepelikler ve halhal-
lar237 Güneydoğu Anadolu’da en güzel şekli ile uygu- 2.2. Kancalı Tolular
lanmıştır. Yıldız, çiçek, selvi, camii, çark- felek, hayat Toplar ve “döş takıları” gelin göçürmede başa
ağacı, mührü Süleyman, Hz. Fatma’nın eli, buket, saksı, konan tören takılarıdır. 2 ve 3 gagaklı portatif süsle-
yapraktır. En çok kemerlerde, yüzükler, döşlük ve gö- melerdir. Kolayca takılıp- kolayca çıkarırlar. Daha çok
ğüs takıları, gerdanlıklar, kıstılar, gıdıklıklar belikler saç köylülerin kullanmış olduğu bu takılardaki kanca dik-
takıları perişan denilen alın takıları, pazu bentler, te- kat edilmesi gerekir. Göçebe yaşam koşullarına uyan
pelikler erkek kıyafetlerini tamamlamak amacıyla kul- bir örnektir. Tozak ve sorguçların kullanım özellikleri
237- E. ULUUMAY, “Vazgeçilmez Tutku! Takı”, s.783. 238- E. ULUUMAY,Ag.d,s.783-784. 403
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Foto:26 Gazipaşa Merkez B.Deniz, 2008. Foto:27 Gazipaşa Merkez B.Deniz, 2008.
239
ile de benzerlik gösterir. Hafif çukur ve dairesel olup fesin üzerine yerleş-
tirilerek kullanılan takı çeşididir. Tepelikler fesin üzeri-
2.3. Kemer ve Tepelikler ne oturtularak da kullanılmaktadır. Dairenin etrafında
Eski Türklerde “kuymak” madeni eritmek, ku- sarkan zincirler, penezler, boncuklar takan kişiyi nazar-
yum ise tunç dökümü anlamına gelen sözcüklerdir. Bu dan korumak amacıyla kullanılmaktadır. Bolluk ve be-
konuda çalışanlara ise kuyumcu denilirdi. reketi simgelemektedir241
Kemer; giyim tamamlayıcılığının yanı sıra gün- Gümüş, altın yanında yaygın olarak daha az de-
lük kullanımı olan tütün, tabaka, çubuk, dikiş gereçle- ğerli başka alaşımlarla da hazırlanmış örnekleri bulun-
ri, para ve silahları da üzerinde taşıyan önemli bir eş- maktadır. Fes, külah gibi kumaş yapılı başlıkların te-
yadır. Kemerlerin yapısal gösterişi, mendil ve çevreler- pesine oturtulup kenarlarına da para zincir gibi sarkıt
de daha da arttırılmaya çalışılmıştır. Kemer tokaları da süsler eklenen tepelikler vardır. “Gelin başı” nda da
ayrı bir özellik taşır. Kullanan kişinin varlığına göre al- kullanılmaktadır. Tepeliklerdeki süslemede ana parça
tın, gümüşten hazırlanan bu tokaların üzerinde de- plaka şeklindedir. İşlemeli yan parçalarla desteklen-
ğerli ve yarı değerli taşlarda bulunmaktadır. 15-20 cm mektedir. Tepeliklerde genelde alına ve yüze sarkan
ve daha büyük ölçülerde görülen bu kemer tokaları- hareketli parçalar şeklinde hatta uçlarında gümüş-
na TOKURDAK ismi de verilmektedir. Tokaların üzerin- altın paraların olduğu örnekler vardır.242
deki Mühr-ü Süleyman motifi genelde nazara, büyüye Urfa yöresinde başa takılan fes tacın üzerine tut-
karşı korunmak amacıyla işlenmiştir. Üzerindeki tek- turulur. Üst kısmı telkari işlemeli olup, çevresi gümüş
nikler çoğunlukla kazıma, kabartma, telkari, kakma ve paralardan oluşan saçaklarla süslüdür.
savat’dır.240
2.4. Yanak Döven
239- S.TANSUĞ, “Geleneksel Köylü Takıları ve Başlıkları”
Fesin yanlarında yanaklara sarkıtılarak kullanılan
Türkiye’miz Dergisi, Apa Ofset Basımevi, İstanbul, Sayı:48,
1986, s.12-17. dairesel üçgen ve sembolik şekillerde, zincir, penez ve
240- E.KIRTUNÇ, “Anadolu Kuyumculuğu Ürünlerinden Kemer 241- R.E KOÇU, Türk Giyim Kuşam Sözlüğü, Sümerbank Yayını,
ve Tepelikler”, Türkiye İş Bankası Kültür ve Sanat Dergisi, Ankara, 1969s.227–228.
Ajans- Türk Gazetecilik ve Matbaacılık Sanayi A.Ş. Ankara, 242- E. KIRTUNÇ, “Anadolu Kuyumculuğu Ürünlerinden Kemer
404 1990, Yıl:2, Sayı:8, s: 76- 78. ve Tepelikler” s. 76-78.
Dünden
Bugüne
Antalya
G İ Y İ M K Ü L T Ü R Ü
Foto: 31,32,33,34,35 Gümüş Ve Bafon Tepelik Örnekleri Gazipaşa- Merkez B.Deniz, 2008 Foto:32
Foto: 40,41,42 Çeşitli Kadın Takıları, Antalya Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Ö.Aydın,2008.
(nişan takıları), sunma (kına gecesi), gelin göçürme
günü baba evinden eşinin evine giderken kızın taktı-
ğı takılar “duvak günü”, “paça günü” ve “başlık bağla-
ma günü”, yeni evli kadına takılan takılarda altınlı, gü-
müşlü, boncuklu takılardır. Bu takılar yüzük, bilezik,
küpedir. Ayrıca tepelik, başlık, alın takısı, yüz çevresi
takısı ve saç takısı ve boyun, göğüs, kalça, sırt takıla-
rıdır. Altın, gümüş, boncuk dışında Türkmen ve Yörük-
lerde pul, düğme, bitki tohumları, deniz kabukları, kuş
tüyleri, horoz tüyleri, kemikler kaz kıkırdağı, balık ke-
mikleri, ağaç parçalarından hazırlanmış örneklerle çok
zenginlik ve çeşitlilik göstermektedir. Bu takılar kadına
maddi ve manevi bir güç sağlamaktır.
Manisa’nın çevre dağ köylerindeki kadın giysi ve
takıları içinde yer alan mançın bez üzerine dizilmiş pa-
ralardan yapılma alınlıktır.246 Antalya’da Gazipaşa ve
çevresinde terlik ismi ile bilinir. Takılar; sıra inci, altın
para, gerdanlık, gümüş bağırlık, zülüf bastı şeklinde-
dir. Saç şekilleri, boncuklu belikdir.247 Foto:43 Çarık, Antalya Arkeoloji ve
Etnografya Müzesi, Ö.Aydın, 2008.
3. Ayak Giysileri
3.1. Çarık
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde çoğunun ayak-
larında değişik konçları olan çizmeler vardı. Ata biner- Son 40–50 yıldır kullanılmayan çarık kadın, erkek,
ken giydikleri altlıklar ayak ve dize kadar giyilecek en çocuk için tek ayakkabı biçimiydi. Hitit kabartmaların-
ideal giysinin de çizme olduğunu görmüşlerdi. Şalvar- da da rastladığımız çarıklar, sığır ya da ham manda de-
ların alt kısmını da çizmenin içine sokuyorlardı. Türk- risinden yapılan çarık iki kesimde yapılır. Deri ayağın
men boylarının karakteristik ayak giysisi olan “etük” biçimine göre ama daha büyük ölçülerde kesilir. De-
günümüzde “edik” denilmektedir. Kadın pabuçlarına rinin kenarlar kıvrılır. Delikler açılır. Bu deliklerden ge-
ise “büküm edik” denir. Bu kelimeler Oğuzca’dır. Kır- çen iplerle çarık ayak bileğine bağlanırdı. “kara ça-
mızı çizme veya edik en çok hükümdarlar ve komutan- rık” adı verilir. İkincisi ise burnu yukarı doğru kalkık-
lar tarafından giyilmiştir. Halkta bunların basitini taklit tır. Yanları deliklidir. Bu deliklerden deri şeritler geçer
etmişlerdir. Eski Türklerde çizme benzeri deri giysiler ve bu şeritler baldıra kadar sarılır. “Dede burnu” de-
çeşitli renklerde ve üzerlerine deri parçalardan aplike nir. Bu örnekler Hitit kabartmalarında, Asya’da Tanrı-
süslemeler vardır. Maraş ve Gaziantep’te bu gelenek dağ ve Ural- İdil bölgesinde ve Balkan yarım adasın-
günümüze kadar gelmiştir. Selçuklulardan önce ve da görülür.249
daha sonra Türkler, deriden yapılma çarığı da yaygın Ev içinde yün örme çedik, Karadeniz’de çapula,
olarak kullanmışlardır. Divan-ı Lügatüt Türk’de de “ça- güneydoğuda cıstık, kundura, lapçin ve daha eski za-
rukluk”, “çarukladı” çarık giyindi denilmektedir. 20. manlarda ise çarık giyilmiştir.250
yüzyıla kadar yaşayan ilkel ayakkabı türüdür. Kadın-
lar ise ev içinde örme çedik veya terlik giymişlerdir.248
249- N. ARAZ “Anadolu’da Kadının Giyim Sanatı” Türki-
246- M. Emin AVŞAR, A.g.k,s.38.
ye İş bankası Yay. Kültür Ve Sanat Dergisi Yıl:2, Sayı:5,
247- H.ÇİMRİN, A.g.k, s. 57–60. 1990, Ankara, s. 26–32.
248- S.TÜRKOĞLU,“Giyim Kuşamda Yeni Sentezi Anadolu, 250- S. TÜRKOĞLU, “Anadolu Folklorunda Kadın Giysi-
Türkler ve İslamiyet”, Anadolu’da Giyim Kuşam, İstanbul., lerimiz” Türkiye’miz Dergisi Yıl:24, Sayı:73, İstanbul,
2002 s.134-154. 1994, s.55–56. 407
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
3.2.Çorap
Ülkemiz kırsal kesiminde geleneksel yaşam için-
de çorap; çeyizlerde yer alan örnekleri renk ve motif-
leri açısından zengindir. El eğirmesi yünden beyaz ya
da doğal kahve renkli olanları vardır. Gül, kuş, hançer
ve tabanca motifleri bulunur. Bunlar aşkı ve özlemi
simgeler.251 Antalya bölgesinde örülen yün çorapların
nakış isimleri keçi tırnağı, beyaz zeminli, sıçan dişi, yan
burgu, süpürgeli, çit- miti, mapushane yanışı, kelebek-
kirman, gâvur kirmanı, ters makara, makaralı zülüflü,
sarhoş bacağı, merdivenli 24 karalıdır.252
5.1.Çeki
Al ve yeşil krep, çeki adı verilen bu örtüler başa
takılır. Çeşitli baş takıları takılır. Takılar başa kancalarla
tutturulur. Bunlara gümüş zülüflük de denir. Bazı yöre-
lerde “perişan” adı verilir. Baş bağlama günü yeni ge-
line takılır. Al renk gelinliği, yeşil ise soyluluğu belirtir.
Gazipaşa köylerinde al veya yeşil kreplere “Çeki”
adı verilmektedir. Al renk gelinliği yeşil ise soyluluğu
belirtir.253
5.2. Saçbağı
Foto:45,46 Çorap, Antalya Arkeoloji ve Etnografya Kadınlarda, fesin arkasına tutturularak bele kadar
Müzesi, Ö.Aydın, 2008. sarkıtılan, saç örgü aralarını süsleyen bir takıdır. Yapı-
251- İ. ÖZTÜRK, “Geleneksel Sanatlarımızdan Çorap” Anadolu Folk- mında çeşitli irilikte renkli boncuklar ve yün bağcıklar-
loru Dergisi Yıl:3 Sayı: 12, Cilt:2, s.491- 494.
252- H.ÇİMRİN, Antalya Folkloru Gelenekler-Görenekler, Ak- 253- S. TANSUĞ, Türkmen Giyimi, Ak yayınları, Türk süsleme
408 deniz Kitap Evi, Antalya,1984,s.117–118. sanatları serisi: 9, 1985, İstanbul. , s.20.
Dünden
Bugüne
Antalya
G İ Y İ M K Ü L T Ü R Ü
Yörüklerin Giyim, Kuşam ve Araç Gereçleri ile Keçe: Keçi kılından dokunan kumaş.
ilgili Kullandıkları Sözcükler:
Pala: Eski bez parçası.
Aba: Ceket, abla, yağmurdan korunmak için ko-
Potur: Kıldan dokunan pantolon.
yunyününden çoban giysisi.
Peştamal: Kadınların önüne taktıkları yarım etek-
Çepgen: Mintan içine giyinen giysi.
lik.
Çuhadirlik: Dize kadar olan pantolon şeklinde
Tepelik: Başa giyilen sürmeli kadın giysisi.
giysi.
Tozluk Çorap: Koyun yününden örülen yünlü ço-
Çaşır: Siyah koyunyününden yapılan pantolona
rap.
benzeyen giysi.
Toğra: Yünden dokunan torba.
Çorap Taka: Örgü iple yapılan şapka.
Tonguç: Türkmencede düğümlemek anlamına (
Derhem: Meydanî giysi üzerine bağlanan ipek-
Tangmanktan ) gelir.
ten kuşak.
Yalık: Yağlık, mendil.
Dimi: Lastikli pantolona benzeyen giysi.
Keci: Beline sarılan boncuk ve ipliklerden dokun-
Dastar: Özel olarak dokunan yöresel başörtüsü.
muş kolan dokuması.
Entari: Üç eteğin altına giyinen ince elbise.
Şalvar: Dört metre kumaştan paçaları oyalı ve
Fistan: Basmadan yapılan kadın elbisesi. nakışlıdır.
Golan: Yünden örülerek yapılan ip. Keçe, Fes: İpek krep, sakandıra, yeldene, gümüş,
perişan, çıngıl ve gümüşten süsler takılır.
Haba: Ceket.
Yemeni: Gelin ayakkabısı.
Akınlık: Üzeri 20’lik altın, 30–40 altın ve incilerle
işli baş sargısıdır. Başın alın kısmına fes üzerine sarılır.
7. Antalya Yöresi Kadın Giyimi
Evlenmiş kadınlar kullanır. Kulak üzerine gelecek şekil-
de “perişan” denilen gümüşler takılır. Başlarına altınlı, pelikli Türkmen tepeliği giyer, ba-
zen de pocu bağlarlar. Sırtlarında cepken, işlik, alt kıs-
Ayakkabı: Çarık ve yemeni dedikleri normal
mında şalvar bulunur.
ayakkabıdır.
Yöredeki Yörük kadınları ise başlarına fes fe-
Başörtüsü, Çember: Kirazlıdır, kırmızı zeminli si-
sin üzerine de yaşmak, zenginlik derecelerine göre de
yah puanlıdır.
paralar bulunurdu. Günlük yaşamda kollu veya kol-
Çorap: Beyaz yünden yapılmıştır. suz ceketten, kısa bazıları sırma işlemeli kepe giyilirdi.
Hırka: Kazak. Ayakkabı olarak zarif bir yemeni daha sonra kalın to-
puklu iskarpine dönüştü, çok eskidende çarık giyilirdi.
Göğüslük: Entarinin açıklığını kapatan ve giysi-
nin kirlenmesini önleyen ve çocuk önlüğüne benze- Yerli kadınları başlarına üzerine “grep” çekilmiş
yen tasma boncuklarla süslü bir giysi. ve çevresine altın dizilmiş fes ve üzerlerine üç etek en-
tari ile paçaları bağlı pantolon şeklinde basma şalvar,
Göynek: Kendi tezgâhlarında dokudukları beyaz ayaklarına yemeni giyerler. Oldukça büyük bir başör-
kaput bezinden yapılır. Atlet yerine kullanılır. Kol ve tüsü ile de örtünürlerdi. Sokağa çıktıklarında başörtü-
yaka kısımları nakışlıdır. sü üzerine birde peştamal alırlardı. Balkan muhacirleri
İhram: Yünden dokunan kumaş. kadınlarının gezmeye çıktıklarında düz entari giyerler,
fistan veya ipekli çarşafla örtünürlerdi. Ayaklarında ye-
Keceg: Elbise, giyecek. meni, kundura veya iskarpin bulunurdu. Girit göçme-
Kese: Bezden yapılan torba. ni kadınlar siyah saten pelerinli çarşaf örtünür entari
ve iskarpin giyerlerdi. Kadınların ziynetleri ise onluk,
Keci: Beline sarılan boncuk ve ipliklerden dokun- yirmilik mahmudiye gibi ziynet altınlarını başlarına ve
muş kolan dokuması. boyunlarına dizerlerdi beş yüzlük ya da yarım altın ta-
Kepez: Kadınlarında dastar altına giydikleri başlık. karlardı. Yörük kadınlarında ise üç etek entari paçası
boğulmuş don yerli bez gömlek ve bu gömleğin bel-
Mintan: Sırta giyilen kısa elbise.
den aşağı kısmı don üzerine bırakılırdı. Sırtta işleme-
Öncek: Bir çeşit etek. Çulfa dedikleri tezgâhlarda li çuha kepe ve kepe biçimli kısa pamuklu hırka belde
siyah ve beyaz yünden eğirilmiş ipliklerle dokunurlar. ise şal şeklinde kuşaklar bulunur.
Ökçe: Çarık.
410
Dünden
Bugüne
Antalya
G İ Y İ M K Ü L T Ü R Ü
Foto:52,53,54 Antalya Merkezde Şehirli Kadınların Giydiği Modern ve Yöresel Giysiler, Güler Doyran Aile Albümü (52),
Antalyalılar Dergisi Sayı:5, 2003s.38-39. (53,54)
8. Antalya Yöresi Erkek Giyimi li cepken daha sonraları ceket giyilirdi. Belde kuşak,
başta önceleri fes ve etrafında yazma sarma bulunur-
Genellikle ayakta güzel bir şalvar yakasız mintan
du. Beldeki trabulus kuşakta köstekli saat, silahlık, ya-
gömlek, üzerine yelek, yelek üzerine ise ceket giyilir-
semin ve kemikten sigara çubukları taşınırdı. Erkekler-
di. Yazın “sadakor” (delinmiş ipek kozasından çıkan
de ayrıca iri akik taşından yüzük taşımak adetti. Ayak-
ve lifleri ve ipek döküntülerini bükerek elde edilen kaba
ta işlemeli yün çorap ve çarık daha sonraları ise yeme-
ipek ipliğinin eski adı). Yazın bu iplikten dokunan açık
ni giyilirdi. Siyah ve kahverengi dökümlü şalvar dizle-
saman renginde oldukça sağlam ipek düz kumaş, kı-
rin aşağısına kadar iner beyaz yün çorap diz altına ka-
şın yünlü kumaştan yapılmış olan ceket giyerlerdi.257
dar çıkar, şalvarın konçunu örterdi, cepken ve şalvar iş-
Zenginlik derecelerine göre altından kalın bir köstek
lemeli olurdu.
ve çift kapaklı bir saat taşınırdı. Mali durumu daha dü-
şük olanlarında gümüşten olurdu. Başa kasket bazen Antalya’nın sahil bölümünün halk giyinme şek-
fötr şapka ayağa ise tozluk giyilirdi. linde çiftçi, ağa, hoca olmak üzere üç değişik sını-
fa ayrılmıştır. Bunun yanı sıra Yörük ile köylü, yerli ile
Şehirdeki bu giyime karşılık köylerde çuha (çul),
muhacir ve Giritli birbirinden farklı kıyafetler giyinir-
şalvar, üste mintan ve önceleri yakasız sırma işleme-
di. Yerlilerden çiftçi bölümü başta fes veya fes ile bir-
256- ** Antalya’da İpekböcekçiliği Mektebi 1928 yılında açıl- likte beyaz bir bezden sarık, sırtta “mintan” (yakasız
mıştır. 1934 yılında da kara âli oğlu bahçesinde ipek böcek- uzun kollu erkek gömleği)258 “menevrek” (kıldan do-
çiliği şu anki Büyükşehir belediye istasyonu inşa edilmiştir. kunmuş şalvar, Burdur ve Isparta yöresinde tek kat-
Antalya’da ipek böcekçiliği üretimi çok daha eskiye dayan-
lı sık dokunmuş şalvar)259, “dimdiden” dimi; yünlü do-
maktaydı. Kaynaklardan öğrenebildiğimize göre bursa ve
Antalya ile ipek böcekçiliği ve üretimi konusunda rastlanı- kuma kumaş)260, ayağa yün çorap yemeni ya da ça-
lan bilgilerde bursa her yıl 3000- 5000 kutu beyaz- sarı yer- rık giyilirdi. Balkan göçmeni köylüler mintanlarının
li ipek böceği tohumu gönderirdi. Her kutunun yedi yüksük kumaşını kendileri büküp gök renginde boyadıkla-
(11 gram) tohum bulunur ve Antalya’nın üretimi bu 45- 60 rı ve dokudukları “dimdiden” yapmışlardır. Yerli halk-
kg koza üretimi ile halk kendi ihtiyacı olan giysileri (mendil, tan tek farklı giyimleri başlarındaki “abani adapte-
Trablus kuşakları Alanya, giysilik, göynek sadakor kumaş-
si sarık” ve bu sarığın ucunun sarkıtılarak sarılışıdır.
lar, yapımında ve tüketiminde kullanırdı. 1930’lu yıllarda
Antalya’dan Bursa’ya 32.000 kg koza elde edilmiştir. 1930- Soğuk kış aylarında bu sarık kulakların üzeri-
1950 yılları arasında ise büyük gelir kaynağı oluşturmuştur. ne indirilerek kulaklar korunurdu. Girit göçmenleri-
Şuan Antalya’nın güneyinde zerdalilik semtinde yeni kapı
nin kuşaklarının uçları kırmızı, donları siyah olurdu.
karakolunun güneyinde yer alan ve günümüzde (2006 yı-
lında) tekrar restore edilerek kazandırılan kozaklı kahve Donlar diz kapağının altına kadar kısa ve uzun kuy-
ipek böcekçiliği için çok önemli bir merkezdi. Kahveye çok ruklu olur ayaklarında uzun konçlu çorap ve kun-
yakın kozak hanesi bulunan Abuzcelef Hamit Bey’e çuval- dura, çoğu zamanda yumuşak konçlu Girit çizme-
lar dolusu kozalar gelir oda bu ürünleri tüccarlara satardı. si giyerlerdi. Başlarında ise sadece fes bulunurdu.
Kentin önemli bir ticaret noktasıydı. (Hüseyin Çimrin,Bir Za-
manlar Antalya 1. Cilt, Antalya Ticaret Odası 2006 Antalya,
s.539-542). 258- A. ERGÜR A.g.k.,s.184.
257- A.ERGÜR, Tekstil Terimleri Sözlüğü, Boğaziçi Üniversitesi 259- A. ERGÜR A.g.k,,s.180.
Yayım evi 2002 İstanbul. s. 227. 260- A. ERGÜR A.g.k,,s.64. 411
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
KAYNAKÇA
414
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
6. GELENEKSEL EL SANATLARI
ANTALYA’NIN EL SANATLARI
Demirciler Çarşısı
Öznur AYDIN268
Eski demirciler çarşısı vali Haşim İşcan zamanında
inşa edilerek bir arasta içinde yer almıştır. Demirci es-
nafı ise 1939 yılında ihaleyle dükkânları kiralamışlar- Foto: 4, 5, 6: Demirciler çarşısında demirin tavlanma
dır. İlk kurulduğu yıllarda 32 dükkânda 2 şer kalfa, çı- ve son şeklinin verilme aşamaları, E. Oktay, 2006.
rak ve ustasıyla üçer kişi o yıllarda evlerinin geçimini
ayakta kalabilme mücadelesini verdiği izlenmektedir.
sağlarken günümüzde bu sayı çok azalmıştır.
2009 yılında bulundukları mekanın yeni düzenleme-
Sıcak ve soğuk demircilik, demirin demirci ocak- si ve metro çalışmaları nedeni ile geçici olarak bura-
larında ısıtılarak işleme ve biçimlendirme zanaatıdır. dan ayrılmışlardır. 1939lu yıllardan buyana aynı sokak-
Şu an Antalya kent merkezinde, Belediye İşhanı’nın ta demirciler ve bakırcılar bir arada üretim yapmaktay-
kuzeyindeki dar bir sokakta bir avuç esnaf zanaatkâr dılar. Günümüzde bakırcılık ve kalaycılık tamamen tu-
rizme yönelmiştir. Bakır kaplar üzerine geleneksel mo-
268- Yrd. Doç, Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakül-
tesi Dekan Yardımcısı, Kampüs-Antalya,
tiflerin sıklıkla işlendiği örnekler bulunmaktadır. 415
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
na, tas, sahandır. Antalya merkezde yukarı çarşıda de- 3. PAMUK ATICILARI (HALLAÇ)
mirciler ve bakırcılar bir arada yer almaktadırlar.
Günümüzde pamuklu yatak ve yorganların yerini
Günümüzde iki kalaycı vardır. Mutfaklarda kulla- suni malzemelerden yapılan yatak ve yorganlar almış-
nılan yemek kapları bakırdan olduğu için sık sık kalay- tır. Bu nedenle artık pamuklu yatak ve yorganların pa-
lanması gerekirdi. 1970’li yıllara kadar yaygın olarak muklarını atan pamuk atıcılar çok az kalmıştır. Pamuk
kullanılan bakır kaplar alüminyum ve çelik kaplardan atıcılar evleri dolaşırlar, yatak ve yorganların pamuk-
sonra süs amaçla kullanılmaya başlamıştır270. larını atarlar, bazen yorgan ve yastık dikerlerdi. Seyyar
pamuk atıcılarının omuzlarında taşımış oldukları yay-
2. KALAYCILIK ları öküz derisinden gerilmiş bir deri parçasıdır. Ellerin-
20. yy.ın başlarında Antalya’da mutfaklarda de sopa bir de torbalarına koydukları şişeye benzeyen
kullanılan ev aletleri bakırdan yapılırdı. Alüminyum tokmakları olurdu.
mutfak eşyaları kullanılmıyordu. Senede bir kez bakır Pamuk atma işi için bir oda boşaltılır, bu işe tah-
tencereler kalaylanır, genelliklede kalaylama işi büyük sis edilirdi. Burada birkaç gün çalışacağı için evin tümü
bayramların arifesinde olurdu. Kalaycı omzunda çuva- pamuktan çıkan tozla kirlenmemesi için atölyesini ge-
lı ile yüzü ve elbiseleri pislenmiş olarak eve gelir, kalay- niş bir bez parçasıyla çevirirdi. Bu şekilde yatakların
layacağı evdeki aletleri toplar, iki üç gün sonra gümüş üzerine konan cibinlikler gibi bez parçasıyla oda teşkil
gibi parlayan kalaylanmış aletleri getirirdi271. edilmiş olurdu. Çalışırken ev halkı pamuk atıcısını gör-
mez, yalnız deri parçasının kontrbasın çıkarmış oldu-
ğu sese benzeyen sesi duyarlardı. Pamuk atıcı eve gel-
diğinde tüm yatakların pamuğu atılır; bu işlem de tah-
minen bir hafta sürerdi.
4. YORGANCILIK
bu konuda oldukça erken çağlarda batıya kayan “Batı Hindistan ve Çin’ de görmekteyiz. Orta çağ Avrupa’sın
da zırhlı şövalyelerin ve sıradan erlerin giydiği Jüpon,
Türkleri” kendilerine göre bir gelişme yapmışlardı.
ceket, gambesonları sivil halkın pamuklu kapitone ye-
Oysa Orta Asya’daki Kırgız Türkleri yorgana hala “cuur-
lekleri, kadın elbiseleri ve bebe tulumları aynı teknikte
gan” demekte idiler. Zaten yorgan sözü bu günde yal-
hazırlanırdı. 19. yüzyıla kadar iç ve dış giysi olarak öne-
nızca Anadolu, kırım ve Azerbaycan Türk kültür çevre-
mini sürdüren yorgan, günümüzde sadece evlerde ör-
sinde kalmıştır. Yine bu çevrelerin etkisi ile Koybal Türk
tünmek amacıyla kullanılan temel bir gereç olarak iş-
ağızlarına kadar yayılabilmiştir. Yorgan örtünmek ve
levselliğini sürdürmektedir275.
bürünmek içindir. Bu nedenle Anadolu’da kadın çar-
şafları içinde “börük, bürgü, bürme, bürüngeç, bürün- Topkapı sarayının müze haline getirildiği yıllarda
çek” gibi isimler verilmiştir. Eski Türkler de ise bu ayır- bir araya toplanan Osmanlı saray işlemeleri, Türk işle-
ma kesin olarak görülüyordu. Kaşgarlı Mahmut’a göre me sanatının en değerli örneklerinden olmuştur. De-
XI. yüzyıl Türkleri “kadın yorgan büründü” dedikleri za- ğerli taşlardan işlenmiş yastıklar, minderler, divan ör-
man bundan ikili anlam çıkarıyorlardı: tüleri, yorgan yüzleri gibi saray işlemeleri genellik-
le saray atölyelerinde hazırlanmıştır. Bu eserleri işle-
1- “Kadın örtündü ve peçelendi”.
yenlerin profesyonel erkek işleyiciler oldukları anla-
2- “Kadın yorgan büründü”. şılmaktadır. Altın ve gümüşle yapılan saray işleme-
Bundan da anlaşılıyor ki yorgan yalnızca, yatağın leri hem bir ekip işi, hem de kadınların işlediklerin-
üzerine örtülen yorgan ve örtü değildi. “Üstlük, sarı- den farklı, güç isteyen çalışmalardır. XVI. yüzyıl mo-
nılacak örtü, çarşaf” da eski Türkler tarafından yorgan tif ve kompozisyon geleneği XVII. yüzyıl işlemelerin-
sözü ile karşılanıyordu. de de devam etmiştir. Bu dönemde sarayın en seçkin
örneklerini seccadeler, yorgan yüzleri ve makramalar
Bilindiği gibi Türklerde köpmek, köpümek: “bir oluşturmuştur. XVIII. yüzyıldan itibaren “suzeni” tekni-
şeyin içini bazı şeyler ile doldurmak demektir”. Ayın- ği, XIX. yüzyılda sırma ve dival işi tekniklerinin başarı-
taplı mütercim asım efendi, Farsların “Rişte-i nigende” lı örnekleri görülür. Bu teknikle yatak örtüsü, seccade
sözünü yorumlarken şöyle diyordu: “Döşek, yorgan ve ve minder yüzleri yapılmıştır. Topkapı sarayının sefer-
yastık gibi benzeri şeyleri bir kumaş ile kaplayıp ve kö- li koğuşunda 1964 yılından bu yana padişahın çocuk-
püyecek… İpliğidir ki, buna sap adı verilir”. luk ve yetişkinlik kaftanları, iç çamaşırları, yazılı göm-
Anadolu’nun pek çok köyünde minder, çocuk lekleri, kese takke yorganları, çeşitli kumaşlar, az mik-
yorganı, beşik üzerine konan örtü, deve çulu, kaba tarda üstün kalite halı sergilenmekte ve toplam 2500
yünden yapılmış elbise ve çocuk kundağı için “köpen” kadar eser bulunmaktadır. Topkapı sarayı müzesinde
demirdi. XI. yüzyılda da ise Kaşgarlı Mahmud, “ Oğuz- bulunan çocuk takımları arasında iki adet değerli tel-
ların at eğerinin ön ve arka yastıklarına “köpçük” ismi- lerle işlenmiş ve çiçekli kumaştan yapılmış yorgan bu-
ni verdiklerini” bildiriyor. Türk kültür tarihinde önemli lunmaktadır.
bir yeri olan yorgan, yerleşik kültüre geçildikten son- Bir genç kıza, bir ev kadını olabilmesi için öğre-
rada önemini korumuştur. İklim ve çevre koşullarına tilmesi gereken türlü işler arasında işlemeler en fazla
göre pamuk veya yünle doldurulan yorganlar, giderek zaman alır. Bu “manevi bilgi birikimi” anadan kıza ge-
bir sanat dalı haline gelmiş ve esnaf loncaları arasında çerdi. İleride kuracağı yuvayı ve eşine hediye edece-
önemli bir yer edinmiştir.273 ği parçaların tamamlanması ile akranları arasında de-
16. yüzyıl minyatür sanatının en güzel örneklerin- ğeri belirlenmiş olur ve işlediği şeyler düğün günün-
den olan ve sultan III. Murat’ın şehzadelerinin sünnet de çeyizi arasında herkesin önünde meydana konur-
düğünü nedeni ile 1582’de at meydanında 52 gün 52 du. Bundan duyulan zevk her bölgenin geleneği ha-
gece süren şenlikleri konu alan “Sürname” de, sultanın linde devam etmiş ve Türk kızının hüneri arasında sa-
önünde geçit resmi yapan esnaf alayları arasında yor- yılmıştır.
gancı esnafı da yer almaktadır274. Çoğunluk saray ve yakın çevresi için yapılan ve
Yorgan sadece Asya’da yapılan bir şey değildi. bugün müzelerde yer alan bu değerli örneklerin yanı
Amerika Birleşik Devletlerinde, Afrika, Avrupa ülkele- sıra, tahta kalıpların kumaşa basılmasıyla elde edilen
rinde de vardı. Örneğin, ABD’de kadınlar, biriktirdik- yazma yorganlar, Türk halk sanatının ilginç bir bölü-
leri küçük parçaları bir araya getirir, düğün, evlenme, münü oluşturur. Çarşı ve ev faaliyeti olarak sürdürül-
ölüm, hatta siyasal bir olay gibi yaşamlarının önem- müş olan yazmacılık sanatı, yastık, yorgan yüzü, secca-
li bir anını kutlamak için yorgan diker, çene çalarlar- de, bohça, peşkir, mendil gibi birçok çeşitleri ile insa-
dı. Eski çağlarda, antik Mısır Aztek savaşçılarının tunik- noğlunun günlük yaşantısının vazgeçilmez eşyası ol-
lerinde, ısınma ve korunma amacıyla yapılmış yorganı, muştur.
daha sonra altın ve değişik renkte ipliklerle süslenmiş Baskı veya kalem işi olarak yapılan yorgan yüzle-
273- Havva GÖĞÜŞ, a.g.m , s.17-24. ri için de en ünlüleri İstanbul’da kandilli ve Üsküdar’da
418 274- Havva GÖĞÜŞ, a.g.m. s.19 275- Havva GÖĞÜŞ, a.g.m. s.20
Dünden
Bugüne
Antalya
G E L E N E K S E L E L S A N A T L A R I
yapılan örneklerdir. Ayrıca tokat, Kastamonu ve Bar- kalmaktadır. Karadeniz bölgesi bu sanatın geliştiği di-
tın gibi merkezlerde yazmacılık sanatı ürünler arasın- ğer bir merkezdir. Samsun, Ordu, Hopa, Sinop ve di-
da yorgan yüzleri de yer alır. Çoğunluğu” kalem işi” ğer illerde yetişmiş yorgancı esnafı, sanatlarını yörele-
yazmalarından oluşan kandilli yazmaları yorgan yüz- rinde ve Anadolu’nun diğer illerinde sürdürmektedir-
leri ve bohçalar alanında ün yapmışlardır. Yorgan yüz- ler. Manisa, İzmir, Uşak, Gaziantep, Adana illeri ile Ala-
lerinde desen, genellikle etrafta kenar bordürü ve or- şehir, Salihli, Turgutlu, Kilis, Karahallı, ilçelerinde yor-
tada madalyondan (halk dili ile göbek) meydana geti- gancılık sanatının en güzel örnekleri görülmektedir277.
rilecek şekilde yerleştirilir. Diğer bir görünüm ise, bir Anadolu gelinini beraberinde götürdüğü çeyiz için-
saksı içinden veya başlangıç noktası olarak kökten çı- de bulunan yorgan, gelinin değerini belirler, yörenin
kan ve rahatlıkla dağılan dalların çeşitli türleri ile be- adetlerine göre at, eşek, traktör, taksilerle damat evi-
zenmiş olmasıdır. Ayrıca Türk yazmacılığında ender ne taşınan çeyiz, düğün öncesi ve sonrasında sergile-
görülen desen, “tavus kuşu”nun simetrik olarak karşı- nir, gelen misafirlere gösterilir. Dallı güllü basmalar-
lıklı yerleştirildiği yüzeyine çiçek motifleriyle zengin- dan, ipekten, kadifeden yapılmış yorganların her biri
leştirilerek hazırlanır. emek ve sabır örnekleridir. Türk evinde sadece ev ihti-
yaçlarına yetecek, kadar yorgan hazırlanmaz. Ev sahi-
Bölgelere göre değişen motif isimlerinin çoğu,
bi gelecek misafirini rahat ettirmek, en iyi şekilde ağır-
geçmiş yüzyıllara dayanmakta, yeni desenler için ona
layabilmek için her zaman bir iki temiz yorganını yük-
uygun isimler verilmektedir. Yorgan isimleri: dört ke-
lükte hazır bekletir.
mer, kayıoğlu modeli, tek ve çift kare, tek ve çift bak-
lava, balıksırtı veya pulu, baskılı menekşe, batırmalı fi- Çeşitli yörelerimizde kadınlar, kendi ihtiyaçları
yonk, salyangoz fiyonk dikişli, güneş, pervane, muz olan yorganı kendi diker veya mahalle arasında bu işi
yapraklı, kapitoneli, güneş şualı çiçek, dört gül, göbek- yapan usta kadına diktirir. Köylerde yaşlı kadınlar ara-
li dört gül, çınar yaprağı, kuş ağzı, hurma dalı, hasır ör- ya tütün veya yün koymadan parça kumaşları birbiri-
güsü, kabak çiçeği, armut pervane, zigzaglı papatya, ne ekleyip kat, kat edecek “çapıt yorgan” hazırlar, kare,
yavru fırıldak, yelpaze, mekik, tavus kuşlu, üç yaprak- baklava, yıldıza benzer muntazam şekiller verilmiş kü-
lı yonca, “S” modeli, dört göbek altıgen, yelken model- çük kumaş parçalarından hazırlanan yorgan yüzüne
leridir. Yerde oturularak çalışılan yorgancılık sanatına astar geçirip “kurama” denen yorganı vakit geçirmek
zamanımızın tek katkısı dikiş makinesi olmuş, kullanı- için dikerler. Günümüzde bazı yörelerde kadınlar ta-
lan gereçler yıllardır değişmemiştir. Makas, iğne, iplik, rafından kaba dikişle modelsiz yapılan yorgan, tüccar
çırpı ipi, tezgâh, tebeşir, karton, yay ve tokmak (hal- malzemesi kullanılarak pazara yönelik hazırlanmakta-
laç) minyatürlerden tanıdığımız görünümlerini koru- dır.
muşlardır.
Asıl çarşı işi üretim yapan, yorgancılığı kendine
meslek edinen kesim erkeklerdir. Geçmişin basit ve
b. Eski Türk Atasözlerinde Yorgan
sınırlı sayıda modelleri, günümüzde geliştirilmiş zen-
ginleştirilmiştir. Halkın ince zevki ve modern yaşamı
“Ayağını yorganına göre uzat” sözü, çok eski ve öz
bu sanatı olumlu yönde etkilemiş; bilinçli ustalar, bir-
bir atasözüdür. Kaşgarlı Mahmud’un XI. yüzyılda Türk-
birinden güzel, zevkli, ince nakışlı desenler üretmiştir.
ler arasında derlediği atasözlerinden bir benzeri: “yor-
Ev içi ve basma yorgan diken kadınlar arasında model
ganından daha fazla uzatırsan ayağın üşür” o günkü
saklama yoktur. Esnaflar arsında model alışverişi ol-
söyleyişi ile “yogurkandan artuk adhak kösülse üşiyir”.
maz, örnek verilmez. Her yorgancının kendi yarattığı,
Uygur yazılarından “yorganın (veya üst elbisenin) diki-
eski modellerden derlediği yorgan deseni onun hü-
şini fare ısırırsa kız için bir felaket olur” deniyordu. Bu
neridir ve bu modelin kendine özgü kalması için çaba
söz, bir kör inanç veya içinde bir öğüt bulunan atasözü
sarf eder. Örneğin saklanmasının bir nedeni de dese-
de olabilir. “Ya urgan ya yorgan doyurur inşallah” sözü
nin bozulmamasını sağlamaktır. Esnaf modelini kay-
bazı törelerimizde kullanılan bir bedduadır. Halk ara-
bettiğinde müşterisini de kaybeder. Bazı sanatçılar,
sında bilinen bir bilmece: “gündüz yayın gece hamam”
verilmeyen örneği karşıdan bakıp hafızasına yerleşti-
(yorgan, döşek)276.
rerek aynısını çıkarabilir.
c. Günümüz Yorgancılığı El yapımı, geleneksel yorganların, sanatsal yanı
İstanbul Türkiye’nin en ince kalitede, en güzel ve bir yana, en önemli özelliği ise sağlıklı olmalarıdır. Bu
zevkli yorganlarının dikildiği ilimizdir. Hatta kapalı çar- yorganlarda hiçbir zaman elyaf kullanılmamaktadır. İç-
şının bir sokağı hala yorgancılık esnafının adını taşı- lerinde yalnızca yün ve pamuk yer alır. Çoğunlukla da
maktadır. Bugünde meslek kuruluşu olarak teşkilat- pamuk, pamuğun en iyisi “Maydos” pamuğu diye ad-
lanmış bulunan yorgancıların sayısı İstanbul’da yakla- landırılır ve kullanılır. Çanakkale ilinin Maydos ilçesin-
şık 500 civarında olduğu bilinmekte, ancak sayısı hala de yetişen bu pamuk cinsi, yorganın kabarık durması
az olmayan gezginci yorgancılar bu sayının dışında ve motiflerinin göz önüne çıkması için ideal sayılır.
276- Havva GÖĞÜŞ, a.g.m. s.22 277- Havva GÖĞÜŞ, a.g.m. s.22 419
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Foto: 16, 17, 18, 19: Buket kardelen, Kardelen, Yaprak güzeli, Yedi ok, G. Çıragöz, 2005.
Foto: 20, 21, 22, 23: Buket lale, Mormenekşe, Tavus kuşu, Lale ile karanfil, G. Çıragöz, 2005.
Foto: 14, 15: Yorgan ustası Durali Karayel, G. Gürcü, 2005. Nalbantların Kullandıkları Aletler:
Tırnak Kesme Bıçağı: Çelikten olup demirciler
5. NALBANTLIK
tarafından yapılmaktadır. Boyu 25 cm, eni 2,5 cm ka-
Taşımanın ve yolculuğun atlarla yapıldığı yıllar- dardır. Genelde sap kısmı da demirdir. Bıçağın üzeri
da nalbantlık geçerli bir meslekti. Çoğu zaman Antal- tokmakla vurularak, alınması zor ve uzun tırnaklar ke-
ya kentinde nalbantlık yapanlar at ve eşeği nallamak silir.
için Nisan, Mayıs, Ekim, Kasım aylarında Antalya mer-
Sıntıraç: Ağız kısmı çelik olup, ağız genişliği 9 cm,
kezine bağlı Aksu, Boztepe, Kemerağzı, Yeniköy, Kara-
ağız yüksekliği 11 cm, boyun ve sap uzunluğu 38cm.
bayır gibi köylere ve çevrede kurulan pazarlara gider-
dir. Bıçakla fazlası alınan tırnaklarda, sıntıraçlar tırna-
lerdi. Nalbantlar satın aldıkları düz sacdan nal keser-
ğın küçük pürüzleri temizlenir, nalın tırnağa oturma-
lerdi. Hayvanın ayağının büyüklüğüne göre nallardan
sı sağlanır. Sıntıraçla tırnağın temizlenmesi işine “sın-
uygun olanı seçilir; çakılmadan önce hayvanın uzamış
tıraçlama” denir.
tırnakları sıntıraçla tıraşlanırdı. Nal hayvanın tırnağına
yerleştirilerek, hayvanın sahibinin veya kalfanın yardı- Yavaşı: 40 cm uzunluğunda, yaklaşık 3cm çapın-
mıyla çakılırdı. Bir nal genellikle üç ay dayanırdı. Nal- da iki yuvarlak ağaç, halka ile birbirine bir ucundan
bantların yaptıkları mesleğin önemini belirtmek için tutturulmuştur. Diğer ucunda, ağacın birine bağlı ip
şöyle tekerlemeleri vardır: “Bir çivi bir nal kurtarır. Bir bulunur, diğer uç serbesttir. Huysuz atların burunları,
at bir er kurtarır. Bir er bir ordu kurtarır279. nallanmadan önce “yavaşı” ile kıstırılır. Burnunun acı-
sından hayvan, ayağının acısını unutur, nalbantlar ra-
279- Hüseyin ÇİMRİN, Antalya Folkloru, “Geleneksel Sanatlar hatça işlerini görürlerdi.
Süsleme Ve El Sanatları Demirciler”, s. 298- 299. 421
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Kelpeten: Ağız kısmı çelik, sapı demir olup, tır- ti. Balcıoğlu’nun en büyük oğlu mübadeleden sonra
nakta kalan çivilerin çıkarmasında kullanılır. Atina’ya gelmiş ortağı Vasıl Kilikoğlu ile Atina’da mo-
bilya ticareti ile uğraşmış, zengin olmuştur.
Soyu: Yaklaşık 35- 40 cm, ağız yuvasının genişli-
ği 4,5–5 cm.dir. Sapı iki uçtan bir mahmuz, diğeri kes-
ki olarak kullanılır.
Zımba: Boyu 18 cm, çapı yaklaşık 1,5 cm çelikten-
dir. Alafranga veya düz nalın deliklerin açılmasında,
çapakların giderilmesinde kullanılır.
Törpü: Çelikten olup, dört ayrı dişli kısmı bulun-
maktadır. İnce dişli kısımlarla çivi, kalın dişli kısımlarla
tırnaklar düzeltilir.
Çekiç: Çivi çakmak ve sökmek için kullanılır ve çe-
liktir. Kafa kısmının uzunluğu yaklaşık 10cm, sap kıs-
mının ise 33-35 cm.dir.
Tokmak: Pıynar ve meşe gibi sert ağaçlardandır.
Keski bıçağını vurmakta kullanılır.
Foto 27: Gazipaşa. Karatepe köyü. Ö. Aydın 2008.
Örs: Demirci örsüne göre daha küçüktür. Yaklaşık
gövde yüksekliği10 cm.dir. Sikkesi 13cm yatay bölü- 7. ANTALYA YÖRESEL MEKİKLİ DOKUMALARI
mün uzunluğu ise sivri uçla birlikte 20 cm.dir.
-ORMANA BELDESİ GILAMIKLI
6. SEMERCİLER DOKUMACILIĞI
Semercilik eskiden Antalya’da yaygın meslek- “Gılamık’ın” kelime anlamı yörede koza ipeği an-
lerden biriydi. At, katır, deve gibi yük taşıyan hayvanla- lamına gelmektedir. Geçmişte koza üretimi yapılan or-
rın sırtına konulan semer, genellikle ağaç çuval ve saz- mana beldesinde günümüzde Dürdane ve Abdullah
dan yapılırdı. Üçgen çatılı ve hayvanın sırtında hayva- ÇEVİK’in katkıları ile on beş yıldır Nevin Peşmen ve Se-
nın iki yanına doğru açılan bir biçimdedir, sırtına de- vim Kaplan tarafından yaşatılmaya çalışmaktadır. Gü-
ğen iç tarafı saz doldurulmuş iki kanatlı bir çuvaldır. nümüzde Bursa’dan satın alınan el ipeği, Denizli’den
Yük vurulan üst tarafı da semer ağaçları denen ahşap satın alınan çözgülük bürümcük ipliği, İstanbul’dan
küçük direklerle çatılı ve üstüde genellikle deriden di- satın alınan simlerden dokunmaktadır.
kilirdi. Hayvanın omuzları üstüne gelen bölümde yani
Yöresel dokumanın hazırlığı koza ipliği çarkla kar-
üst kısmında yükü bağlamaya yarayan öne doğru çı-
gıya sarılır. Sıcak suda yumuşatılır. Tezgâha çözülen
kıntılı iki kol vardır. Sırtına konulan yük, ip ile hayvanın
bürümcük ipliklerin arasından ipek iplik ile dokuma
sağrısı üstüne gelen bölümlerde kancalara bağlandık-
yapılır. 700–720 tel bürümcük iplik çekilerek 120-12
tan sonra tekrar omuz başı kollarında düğümlenir. Se-
cm boyutlarında 49–50 cm eninde şal, masa örtüsü ve
mer hayvanın sırtına kolan, kayış veya kaytan denen
yatak örtüsü dokunmaktadır. Çataloluk, Karadağ mo-
sağlam bir şeritle bağlanır. Kolonun iki ucu hayvanın
deli, yeni çataloluk, eski model, eynif model, kızılağaç,
kaburgalarından biri üzerine tokalanır. Karın altından
söğüt modelleri vardır.
geçtikten sonra, semerin üzerine dolanan bu kolan,
semeri hayvanın sırtında sıkıca tutmaya ve yükünün
sallanarak düşmesini önlemeye yarar. Semerin omuz
başı kollarına genellikle kaş denir.
Semerler, hayvan sahibinin maddi durumuna
göre sade veya süslü olurdu. İşlemeli ve boncuklu ko-
lanları, hayvanın kuyruğu altından geçen ve inişler-
de semerin omuzlara düşmesini önleyen, paldımı ve
üzerine atılan çulu bazen işlemeli kakmalı olurdu. Es-
kiden değerli madenlerle işlenerek süslenen semerler
de vardı280.
Antalya’da semercilik geçerli bir meslekti. Antalya
ve çevresinde çok sayıda semer kullanılırdı. Antalya’nın
en büyük semerci dükkânı Balcıoğlu ve oğullarına ait-
Foto: 29, 30: Eynif model Çataloluk, Karadağ, Yeniçataloluk modeli, Ö. Özyürek 2008.
Foto: 31, 32, 33: Eski model şal, Eski model ipek, Tezgah.
Foto: 43, 44, 45, 46 72 yaşındaki Müşerref Kayhan 57 yıldır dokuma yapmaktadır.
Kalede bu dokuma sanatını devam ettiren 4–5 kişi kalmıştır. B. Deniz, 2008.
Çulhalık-çullalık-çulfalık: Evlerde kuru- Huriye Aslan evi, B.Deniz. 29.03.2008 (bkz. fotoğ-
lu tezgâhlarda mekiği el de atılan basit, yük- raf:42).
sek tezgâhlarda sürdürülmektedir. İki pedallı bu Eleme: (dolap).
tezgâhlara çözülen ipeklerle kuşak dokuması, flar ya-
Tefe: Defe, dufa, düfa, düfe de denir. Tahta ya da
pılmaktadır. Aynı tezgâhlarda 160-140 tel ipek çözül-
metalden yapılan bir dokuma tezgâhı düzeneği.
mektedir. Alanya’nın dağlık yerleşim bölgesinde Taş-
kent, Bolay, Hadim de ipek şalın çözü ölçüsü (16 kal- Çulfalık Tarak: dokuma tezgâhının tefesi üzerine
be=160 tel 1 kalbe=10 tel) dir. Tezgâh parçalarının ta- takılan, dişleri arasından geçirilen çözgü ipliklerini dü-
nımları ve Gazipaşa köylerinde kullanılan yerel adlar: zenli aralıklarla birbirine koşut, kumaş enini de sabit
tutan, dokuma sırasında atkı ipliklerini sıkıştıran, doku
Masura: Çubuktan hazırlanmış üzerine iplik sarı-
türü ve iplik kalınlığına göre sıklığı değişen eşit aralık-
lan mekiğin içine yerleştirilen parça.
larla dizilmiş, düşey durumda ince metal ya da ahşap
Mekik: Dokuma tezgâhlarında dokuma sürecin- çubuklardan oluşan çerçeve.
de üzerine sarılan ya da içine masurayı sarılı olarak ko-
Ayakçak: Dokuma tezgâhını işletmek amacıyla
nan atkı ipliğini çözgü iplikleri arasında açılıp kapanan
üzerine ayakla aşağı yukarı basılan pedal (Köselerli-
açıklıktan bir uçtan bir uca geçiren şimşir, meşe, kayın
Tarsus-İçel-Gazipaşa-Karalar).
gibi sert ağaçlardan yapılan bir araç.
Kecefe: Kecere, keceve, kecire, kecrede denir. İp-
Çark : (çıkrık)sarma işleminin yapıldığı alet.
lik sarmada kullanılan çıkrığa verilen ad.
Çıkrık-çıkırık: Yün, kıl ve pamuğu iplik durumu-
Ilgıdı: Ilgıda, ılgıdır, ıldız, ılkız, ılgız da denir ipli-
na getirmek için kullanılan araç.
ği çile yapmaya yarayan iki ucu çengelli tahta araç.İp
Çırçır Aleti, Gazipaşa-çakmak köyü, Mühüler mah., bükmeye yarayan çatal ağaç. 427
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
KAYNAKLAR
AAT, ES, ETN. T.V 8, GKS Narh defteri. OTDTS Sanat
Ansiklopedisi.
Atilla ERGÜR, Tekstil Terimleri Sözlüğü, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002, s.6.
Havva GÖĞÜŞ, Mavi Derinlik, “Türklerde Yorgan
Sanatı Ve Geleneği”, Ağustos- Eylül, Ortak Kitap, 1989,
s. 17-24.
Hüseyin ÇİMRİN, Bir zamanlar Antalya Tarih Göz-
Foto 43, 44: 72 yaşındaki Müşerref Kayhan’ın dokuduğu
lem ve Anılar Cilt:2 ATSO Kültür Yayınları. Antalya,
günümüz şal ipek dokumacılığı Kızıl Kule Alanya, 2008.
2006, 640 s.
Hüseyin ÇİMRİN, Antalya folkloru, “Geleneksel Sa-
natlar Süsleme Ve El Sanatları Demirciler”, ATSO kültür
yayını, Ares ofset, 2008, Antalya, s. 298- 299.
Mine Esiner ÖZEN., Türkçe’de Kumaş Adları, İstan-
bul Edebiyat Fak.
Yayınları, Tarih Dergisi sayı: 33, İstanbul, 1980, s.
300.
7- Örçün BARIŞTA., “Alanya ve Çevresinin Mekikli
Dokumaları”, 2. Alanya
Tarih ve Kültür Seminerleri Alanya Belediyesi AL-
SAV yayınları
Alanya, 1996, s. 37-47.
8- Yaşar YÜCEL, Osmanlı Ekonomi-Kültür-Uygarlık
Tarihine Dair Bir
Kaynak Es’ar Defteri ( 1640 Tarihli), T.T.K. Basımevi,
Ankara 1992, s.
54-55.
9- Zahide İMER, Gaziantep Yöresinde Üretilen Kut-
nu, Alaca ve Meydaniye
Kumaşların Bazı Teknolojik Özellikleri, Kültür Ba-
kanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 21.
(Bkz.) Geleneksel El Sanatları ile ilgili olarak, ki-
tabımızın 1. Cildinin “VI-D-15-Korkuteli- 7-KÜLTÜR SA-
NAT- Korkuteli Yöresinde Geleneksel El Sanatları Usta-
ları” bölümünden de faydalanabilirsiniz. Foto 45: 72 yaşındaki Müşerref Kayhan’ın dokuduğu
428 geleneksel darabulus dokuma, B. Deniz, 2008.
Dünden
Bugüne
Antalya
G E L E N E K S E L E L S A N A T L A R I
7. HALI DOKUMA pamuk ziraatının girmesiyle, koyun, ağırlıklı at, keçi, sı-
ğır ve deve besleyen Yeni Osmanlı Yörükleri hayvan-
DÖŞEMEALTI HALILARI cılıktan birkaç yıl içinde vazgeçmiş ve kendi deyimle-
riyle “toprak insanı” olmuşlardır. Günümüzde yaz ayla-
Bekir DENİZ290-Öznur AYDIN291
rında Antalya’nın sıcağından uzaklaşarak yaylaya çık-
Antalya merkez, Alanya, Gazipaşa, Korkuteli, Kaş, makta ve eski göç geleneğini devam ettirmektedir-
Elmalı, Finike çevresi eskiden bir dokuma merkezi- ler293.
dir. Antalya civarında Teke, Karakoyunlu, Gazipaşa ve
Döşemealtı, Antalya’nın kuzeyinde, Toros
Alanya çevresinde Bahşiş ve Sarıkeçili, Korkuteli yöresi
Dağları’nın eteklerinde, 23 köyden meydana gelen
Söbüce Yaylası ile Antalya’nın kuzeyinde yer alan Dö-
geniş bir alandır. Köyler Antalya’ya yaklaşık 20 km.
şemealtı düzlüğünde de Karakoyunlu ve Yeniosman-
uzaklıktadır. Tarihi bilgiler ve Döşemealtı Yörüğü ol-
lı Yörükleri yaşamaktadır. Ayrıca, çevrede konar göçer
duğunu ifade eden yaşlıların ifadesinden “XVII. yüz-
halde yaşayan, yukarıda saydığımız Yörük gruplarına
yıl sonlarında Konya üzerinden Antalya topraklarına
bağlı Töngüşlü, Çoşlu, Saçıkaralı, Eski Yörük, Hacı Ham-
geldikleri” anlaşılmaktadır. Kendi aralarında anlattıkla-
zalı, Hacı Mehmetli, Çakallar, Ötkünlü, Karaevli, Kara-
rı hikayeye göre, “Döşemealtı’na kalabalık bir grup ha-
hacılı, Sarıhacılı, Karatekeli, Hacı Babalar Yörükleri bu-
linde yedi grup çadır kurulmuştur. Bunu gören eski Yö-
lunmaktadır. Tüm bu Yörükler kendilerine özgü halı ve
rük aşiretleri birbirlerine “bu gelenler kim?” diye sorar-
düz dokumalarıyla tanınır292.
lar ve kendi aralarında “Yeni Osmanlı” diye ifade eder-
Döşemealtı Düzlüğünde yedi köye yerleşen Yeni ler. Böylece yaşadıkları bölgeye yeni gelenlere bu ad
Osmanlılar 1945’lere kadar konar-göçer halde yaşa- verilir ve sonradan hepsine birden “Yeni Osmanlı Yörü-
maktaydılar. 1945 yıllardan sonra tarıma yönelmele- ğü” adı verilir294. Yeni Osmanlı Yörükleri “Antalya civa-
riyle birlikte yaşayış biçimleri yarı göçerliliğe dönüş- rında yaşayan Yörük aşiretleri arasında Osmanlı dev-
müştür. 1955’ler den sonra Döşeme Ovası’nın sulu ve letine en çok asker ve at veren aşiret olduklarını” ifa-
290- Prof. Dr. Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Deka- de etmektedirler.
nı, Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü Öğretim Üyesi.
291- **Yrd. Doç. Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Başlangıçta yedi grup çadır halinde yaşadıklarını
Dekan Yrd. Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü. söyleyen Yeni Osmanlılar Döşeme Düzlüğü’nde Oda-
292- Antalya çevresi tarihte, Teke-eli adıyla tanınır: Teke-eli başı, Kömürcüler, Duacı, Başköy, Çıplak, Topallı ve Ki-
veya Teke-ili, Anadolu’nun güneyinde Antalya, Finike, Kaş, rişçiler köylerini kurarlar. Bugün Antalya Etiler Mahal-
Kalkanlı, Milli, Gömbe, Elmalı, Korkud-ili ve Karahisar (Se- lesi ve Aşağı Oba Köyü’nün çoğunluğu Yeni Osmanlı,
rik) ile Antalya ve Alanya arasındaki sahil bölgesi’nin adıdır.
Kızıllı, Kevğirler, Ekşili, Aşağı Oba, Dereli, Kovanlık Köy-
Adıgeçen bölge XIV.yy.dan itibaren Teke-eli adıyla anılma-
ya başlamıştır. Selçuklu ve Beylikler döneminde Teke veya lerinde ise az sayıda Yeni Osmanlı Yörüğünden aileler
Teke-ili adıyla bir bölge adının zikredilmediği kaynakalar- yaşamaktadır.
da belirtilmektedir. Yine aynı kaynağa göre, “bölgeye XIII.
Yeni Osmanlılar konargöçer olmaları nedeniy-
yy.’dan itibaren Üç-ok’ların teşkil ettiği Türkmen toplulukla-
rı yerleşmişti. Ayrıca, Hamid-oğulları Türkmenleri, İğdir Yö- le hayvancılığa ve yaylaya çıkıyor ve hayvancılık ya-
rükleri (Türkmen), Teke Karahisarı’nda İsalu, Menteşe, Gö- pıyorlardı. Halen Söbüce Yaylası’na koyunları ile bir-
ğez, Bayındır, Kara-Koyunlu, İmre-oğlu Cemâatleri, Antal- likte çıkan, araştırmanın yapıldığı yıllarda 80 yaşın üs-
ya yöresinde Saruhan-oğlu, Kızılca-Keçülü Kaş-Kaledost’ta, tünde olan ama günümüzde yaşamayan Hatice Kö-
Bozdoğan, Ozanlar ve Oğuzhanlu ve Milli’de Bayat ken 1990 yıllarında verdiği şifahi bilgilerde “...babası-
Cemâatleri yaşıyordu. Geniş bilgi için bkz. M. C. Ş. Tekindağ,
nın 1927’lerde 40 köşekli deve, 30 buzağı ve 80 kısra-
“Teke-Eli-Teke-ili”, İslam Ansiklopedisi, 121. Cüz, İstan-
bul, 1971, s. 123-128; A. Refik, Anadolu’da Türk Aşiretleri ğının bulunduğu ve koyun ve keçinin sayısını da bil-
(966-1200), İstanbul, 1930; F. Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), mediklerini” ifade etmektedir295
Tarihleri-Boy Teşkilatı - Destanları, Ankara, 1972, s. 140,
153, 170, 176, 191, 208, 209, 344. C. Türkay, Başbakanlık
Döşemealtı halıları 1960 yıllarına kadar sadece
Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oy- Kovanlık, Aşağı Oba ve Killik de oturan Karakoyunlu
mak, Aşiret ve Cemaatler, Tercüman Yayınları, İstanbul, Yörükleri tarafından dokunmakta ve Kovanlık Halısı
1979; C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin adıyla tanınmaktaydı. Konya’dan gelerek Antalya’nın
İskanı, İstanbul, 1987; Z.Arıkan, XV-XVI. Yüzyıllarda Hamit Serik ilçesinin Koca Yatak Köyü’nde kışlayan Karako-
Sancağı, İzmir, 1988, s. 20-22 vd; Y. Halaçoğlu, XVIII. Yüz- yunlu Yörükleri yaklaşık 300 yıl önce Kovanlık Köyü’ne
yılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşi-
retlerin Yerleştirilmesi, Ankara, 1991; O. Aktan, “Antalya
gelerek yerleşmişlerdir. Bugün Antalya civarında,
Çevresinde ve Güney Anadolu’da Depreşen ve Dinen Ko- Serik, Manavgat civarında ve Anamas Yaylaları’nda,
nar - Göçer Asabiyeti”, 1. Akdeniz Yöresi Türk Toplulukları 293- -M. Seyirci.,“Antalya Yöresinde Yaşayan Yeni Osmanlı
Sosyo-Kültürel Yapısı (Yörükler) Sempozyumu Bildirileri, 25 Aşireti”, Türkiye İş Ban. Yay. Kültür ve Sanat, Y. 3, S. 9, Mart
- 26 Nisan 1994, Antalya, Ankara, 1996, s. 1 – 23; M. Seyirci, 1991, s.74
“Alanya Çevresinde Yaşayan Bahşiş Yörükleri”, Kültür ve 294- -M. Seyirci, Antalya Yöresinde Yaşayan Yeni Osmanlı Aşi-
Sanat Dergisi, Türkiye İş Bankası Yayını, S. 25, Mart 1995, s. reti, s.75
40 - 43; M. Seyirci, “Antalya Yörükleri”, Kültür ve Sanat Der- 295- -M. Seyirci, Antalya Yöresinde Yaşayan Yeni Osmanlı Aşi-
gisi, Türkiye İş Bankası Yayını, Mart 1996, s. 49-51. reti,. s.76 429
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Toros Dağları’nın eteklerinde, Döşemealtı diye de bili- lim şeklinde dokunur. Üzeri de yoz kilim (çıbık) motif-
nen Döşemeovası’nda yaşayan Karakoyunlu Yörükleri leriyle süslenir.
tarafından dokunan halılara da Döşemealtı halıları de-
Dokunan örnekler genellikle seccâde şeklindedir.
nir. Bu halılara halk arasında Kovanlık Halıları da de-
Düz halelli seccâde, dokuzlu top (yıldızlı) seccâde, ku-
nilmektedir.
leli yıldız toplu seccâde, akrepli seccâde, lâle mihraplı
Döşemaltı halıları yün malzemelidir. Yün kirmen seccâde, koyun haplı dallı seccâde, toplu seccâde, ib-
ile iplik haline getirilir. Eski halılarda kırmızı, mavi, laci- rikli çeyrek ve heybe toplu seccâde’dir.
vert, yeşil ve beyaz renkler günümüz örneklerinde ise
al (kırmızı), bordo, yeşil, siyah, koyu ve açık mavi ve do-
ğal sarı hakimdir.
Halk arasında motife yanış, motifleri birbirinden
ayıran kuşaklara da su denir. Genellikle çözgü natürel
beyaz, atkı kırmızı renklidir. Halılar zemini süsleyen ya-
nış (desen) adlarına göre isimlendirilir. Halının çevresi
ince dar şeritler ve geniş kuşaklarla (su) çevrilir. Dar şe-
ritler bıçaklı su, tutmaç suyu ve deve yanışlarıyla süs-
lenir. Geniş kenar suyuna goca su denir. Koç boynuzu,
eli belinde ve akrep motifleriyle bezenir. Halk arasında
bu desenlerin hepsine birden koca su adı verilir. Halı-
nın zemini dikdörtgen bir çerçeve ile kuşatılır. İnce, dar
kuşaktan meydana gelen bu kuşak, üslûplaştırılmış
deve figürleriyle süslenir. Zeminde halkın turunç de- Foto:1 Antalya Arkeoloji Müzesi Etnografya Bölümü,
diği bir süsleme bulunabilir. Ağaç şeklinde bir motifle Ö.Aydın, Şubat 2009
doldurulan zeminde ağacın kollarına turunç çiçeği de-
nir. Halıya da dallı halı adı verilir. Ağacın orta yerinde, Döşemealtı halılarının eski örnekleri, taşınma-
eşkenar dörtgen şekilli bir motif bulunur. Halkın, ak- sı daha kolay olduğu için genellikle küçük boyutlu
rep dediği bu motif gerçek bir akrebe benzer. Bazı ör- ve namazlık (seccâde) tipindedir. Genellikle 80x120,
neklerde, yeşil renkli bir zemin üzerinde hale denilen, 90x115 cm boyutlarındadır. Günümüzde taban halı-
bitki motifleri yer alır. Bu halılara da halk arasında ha- sı, kelle halısı, yolluk, çeyrek halı (125x180, 165 x126,
lelli halı denir. Bazı örneklerde ise zeminde göbek mo- 115x164, 115x150, 123x197, 125x200 cm.) minder
tifi bulunur. Halk arasında, göbeğe top denir. Bu tür ve çanta tipleri de dokunmaktadır. Ayrıca, desenleri-
örneklere de toplu halı adı verilir. Top birden fazla işle- ne göre Halelli, Toplu, Yıldızlı, Kocasulu, Dallı, Mihraplı,
nebilir. Genellikle üç top motifi bulunur. Halk arasında, Akrepli, Akrepli-dallı, Yastıklı top, Ambarlı, Terazili Top-
bölgeye gelen bir albay bu deseni dokutturduğu için lu, İbrikli denilen tipleri de vardır. Son yıllarda, özellik-
desene albay topu adı da verilmektedir. Halılarda ge- le Turistik amaçlı üretim sonucu, diğer turistik yöreler-
nellikle köşe bölümü yer alır. Halk arasında köşe bölü- de dokunan halılar gibi, Döşemealtı halılarında da bir
müne yelek adı verilir. Yelek heybe suyu denilen geo- bozulma dikkati çekmektedir296.
metrik karakterli bir desenle süslenir. Son yıllarda “Kır-
mızı toplu su, Çingilli, Aklı su” adlarıyla tanınan desen- 296- -Döşemealtı halıları hk. bkz. A. Aldoğan, “Döşemealtı Ha-
lerde görülür. Aklı su yöre halılarına sonradan girmiş- lıları”, Sanat Dünyamız, Y.8, S.23, 1981, s. 16-26; M. Seyirci,
tir. Ortadaki çiçek motifinin iki tarafında birer testere “Antalya’daki Karakoyunlu Aşireti ve Dokumaları”, IV. Mil-
letlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, C. V. Maddi
dişli yaprak yer alır, aradaki boşluklar üçgen motifle-
Kültür, Ankara, 1992, s. 183 – 191; M. Seyirci, “En Eski Döşe-
riyle (muska) dolgulanır. mealtı Halılarından Altı Örnek”, Milli Kültür Dergisi, s. 62,
Döşemealtı halıları halk arasında Istar ya da Eylül 1988, s. 18-22; M. Seyirci, “Döşemealtı Yöresi Halıla-
rından İlginç Bir Örnek”, Kültür ve Sanat Dergisi, İş Ban-
ip ağacı denilen, dik ve yarı yatık tezgâhlarda doku-
kası Yayını, S. 3, Ağustos 1989, s. 82 - 84; M. Seyirci, “Turis-
nur. Arap (çırakman), el, şıngır, deve, akrep, heybe tik Amaçla Üretilen Döşemealtı Halılarında Bozulmalar”,
suyu, bıçak ucu, tutmaç, top, mektup, mersin yapra- Kamu ve Özel Kuruluşlarla Orta Öğretimde, Üniversiteler-
ğı topu, çetene, çingilli, yastık yanışı, aklı su, böcü (ko- de El Sanatlarına Yaklaşım ve Sorunları Sempozyumu Bildi-
yun gözü), nacaklı su, albay suyu, küçük toplu su, kır- rileri”, 18-21 Kasım 1992 İzmir, Kültür Bakanlığı Halk Kültür-
mızı toplu su başlıca yanışlardır. Kullanılış yerleri halı- lerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Yayını, An-
kara, 1994, s. 403 - 411; M. Seyirci, “Antalya Yöresinde Ya-
nın şekline göre değişir. Halılar Türk düğüm tekniğiyle
şayan Yeni Osmanlı Aşireti”, Kültür ve Sanat Dergisi, Türki-
(Gördes) dokunur ve cm² deki düğüm sıklığı 3x3, 3x4, ye İş Bankası Yayını, Y.3, S. 9, Mart 1991, s. 74 - 77; M. Seyirci,
4x5’dir. Genellikle bu halıların başlangıç ve bitiş yerleri “Döşemealtı Halıları ve Adnan Selekler Koleksiyonu”, Kül-
halının çabuk yıpranmaması ve ilmeklerinin çözgüle- tür ve Sanat Dergisi, Türkiye İş Bankası Yayını, S. 26, Haziran
rinden ayrılıp dağılmasını önlemek amacıyla çizgili ki- 1995, s. 36 - 39; C. Akpınar, “Antalya Döşemealtı Halıları”,
430 Antik & Dekor, S.41, 1997, s. 142-148.
Dünden
Bugüne
Antalya
G E L E N E K S E L E L S A N A T L A R I
Seccâdenin orta zemininde top (yıldız), kenar suyun- heybe suyu motifi görülür298.
da ise içten dışa doğru kaydırma, tutmaç suyu, dokuz-
lu yıldızlı top, kaydırma, tutmaç suyu yanışları yer alır.
435
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
dur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et (balık) den Şaraphane olarak kullanıldığını biliyoruz. Antalya
yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın Rumları’nın ise geleneksel içkisi olan uzo’yu Kıbrıs’tan
lütfundan (nasibinizi) arayıp da şükretmeniz için ge- tahta variller içinde getirdiklerini ve bol bol şarap iç-
milerin, denizi yarıp gittiğini görürsün(üz).” tiklerini görüyoruz309.
Antalya mutfak kültürü hakkında ilk bilgileri sey- Yukarıda İslâm’da deniz ürünlerinin pek de mak-
yahların eserlerinde görüyoruz. Bu konuda ilk önemli bul karşılanmadığını, ancak Selçuklu Sultanı İzzet-
kaynak ise Arap gezgini İbn Batuta’nın seyahatname- tin Keykavus’un kışlık başkenti Antalya’da kara ve de-
sidir. 1332’de buraya gelen İbn Batuta, “buranın bağ ve niz avına çıktığını belirtmiştik. Gerçekten de eski Türk-
bahçeleri çoktur, meyveleri lezizdir. Ahalinin ‘kama- ler arasında bir su kültü olduğu gibi, büyük denizle-
ruddin’ adını verdikleri bir çeşit kayısı çok nefistir. Ba- re de, kutsal bir varlık olarak görüldüğü için, korkuy-
demi lezzetli olduğu için kurutulur, Mısır’a gönderilir. la bakıldığı tarihsel ve kültürel bir gerçektir. Bunun
Nadir ve pahalı kuruyemişlerden biri olarak saygın ye- için eski Türkçe’de “şehir” (Beşbalık, Hanbalık, v.s.) an-
rini bulur, Kahire çarşılarında. Sıcak yaz günlerinde bile lamında kullanılan “balık” sözcüğü kutsal bir anla-
soğuk ve lezzetli olan gözeleri ise herkes tarafından ma da geliyordu. Anadolu’nun bazı yerlerinde avla-
bilinmektedir.” diye yazmıştır. İbn Batuta, Antalya’da nan balığın ‘canı çıksın’ diye birkaç saat bir yerde asıla-
bulunduğu sırada Ahiler’in daveti üzerine onlara ye- rak bekletildiği söylenir. Bu durumda klasik İslâm kül-
meğe de gitmiştir. Kendisine çeşit çeşit yemek, mey- türünde balığın taze olarak yenilmesi uygun görülür-
ve ve tatlı sunulduğunu, bundan sonra Ahilerin türkü- ken, Türkler’de ise -belki de eski inançlarının bir kalın-
ler söylemeye, raksetmeye başladıklarını belirtiyor306. tısı olarak- bekletildikten sonra yenilmesi ilginçtir. Bir
Aslında, Türkler’in yeme-içme sırasında çalgılarla eğ- başka ifadeyle Selçuklu Türkleri’nden itibaren Anado-
lenmeleri eski bir gelenektir. Örneğin, Türkler’in sofra- lu Türkleri’nin deniz ürünlerine karşı mesafeli olmala-
sında bulunan Çinli gezgin Hiung-tsang, “Kağan el- rı, eski pagan kültlerinin etkisinden kaynaklanmış ol-
çilerden oturmalarını rica etti ve onlara çalgı eşliğin- malıdır. Çünkü Antalya örneğinde görüldüğü üzere,
de şarap ikram ettirdi. Herkes içmeye koyuldu. Kısa bir Türkler, daha çok balık yerler, ancak ahtapot ve benze-
süre sonra herkeste büyük bir canlılık görüldü. O za- ri gibi deniz ürünlerini ve onların sakatatlarını yemez-
man haşlanmış büyük bir dana ve koyun eti parçala- lerdi; Hristiyanlara verirler, fazla gelenleri denize atar-
rı getirilerek davetlilerin önüne yığıldı.”307 diye yazıyor. lardı310. Kısacası, Antalya halkı yemek içmek konusun-
Bu ise, eski Türkler’in şölen kültürünün bir devamıdır. da pek tutucu değildir.
Anadolu Türkleri, Orta Asyalı kökenli eski şö- Antalya halkının tutucu olmadığını, limanın do-
len kültürünün devamı olarak, çeşitli tarikatlar da da- ğusunda bulunan kapının üzerinde bulunan “frenk-
hil olmak üzere, içkili şölen geleneğini yaşatmaya de- pesend bir derviş tasviri” bulunmasından anlıyoruz.
vam ettirdikleri gibi; çoğu dinsel törenlerde raks etme Bu tasvirin başucunda Yunanca olarak, “Bu, Seyyid Ah-
geleneğini de korumuşlardır. Bu, Şamanik ve Budist med Bedevi fukarasıdır. Her sene Mısır’dan deniz üze-
bir kültürel ritüelin uzantısı olup, semahların ilk şek- rinde yürüyerek gelip Angilya Kralından 50 esir alıp
li olarak kabul edilir. Yesevî inancında ise Hızır, Ah- kurtarıp yine denizden giderdi.” diye yazıyordu. Evli-
met Yesevî’ye kadeh sunar. Bu kadeh içinde yeşim- ya Çelebi, Antalya şehrini gezerken turuncu, kebbat,
taşından yapılmış ölümsüzlük iksiri (tirilik suyu, ben- hurma, zeytin, incir, şeker kamışı yetiştiğini, her tara-
gisu) vardır. Türkler arasında “ant içme” törenlerinde fın bağ ve bahçelerle dolu olduğunu, en meşhuru-
kullanılan kadeh görülür. Örneğin, 922’de İslâm’ı se- nun da Tekelipaşa bahçesi olduğunu kaydeder311. Bu
çen Bulgar Türkleri Hanı Almuş, Halifeyi anarak İskit, son bahçenin yerinin neresi olduğunu bugün bilmi-
Hun ve Türk töresi üzerine “sucu” bal şarabı kadehi ile yoruz. Bu bahçelerde yetişen türlü türlü leziz meyve
ant içmiştir. İslâmiyet’e geçen Anadolu Türkleri de eski ve sebzelerin Antalya yemek kültürü içinde önemli bir
içki geleneklerini bırakmamış, bal ya da şeker şerbeti yeri haiz olduğunu, gerek dönemin tarihsel kayıtların-
içmeye devam etmişlerdir. Bunun yanında üzümü sı- da gerekse bugünkü Antalya mutfak kültürüne bak-
kıp ağaç fıçı içinde şarap tortusu katarak yaptıkları ve tığımızda görüyoruz. Bunun içindir ki, 20. yüzyıl baş-
“Arap şerbeti” adını verdikleri bu içki, şaraptan daha larına kadar Antalya mutfak kültürü içinde sebzeli ye-
etkilidir. Soğuk içilen bu ekşi içki, İslâm dinine göre ha- meklerin önemli bir ağırlığı varken, son yüzyıldır etli
ram sayılmıyor ve Türkler arasında çok tutuluyordu308. ve otlu yemeklerin öncekine göre daha fazla ve baskın
Antalya’da Mevlevihane olarak bilinen mekânın eski- bir etkisi bariz bir şekilde kendini göstermiştir. Bunun
temel nedenini ise, daha önce de belirttiğimiz üzere,
306- İbn Battûta Seyahatnâmesi, C.I, çev.A. Sait Aykut, İstan- Antalya’nın baskın Akdeniz kimliğinde aramalıdır.
bul, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 403-405.
307-Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi, Pasifik’ten Akdeniz’e 309- Vasos Voyacoğlu, Alanya, çev. Ayşe Ozil, AKTAV Yayınları,
2000 Yıl, çev. Aykut Kazancıgil-Lale Arslan-Özcan, İstanbul, Alanya 2002, s. 54.
Kabalcı Yayınevi, 2007, s.140. 310- A.g.e., s.51.
308- Fuat Bozkurt, Türk İçki Geleneği, İstanbul, Kapı Yayınla- 311- Evliya Çelebi Seyâhatnâmesi, C.XIII, sad. Zuhuri Danış-
rı, 2006, s.31-32. man, İstanbul, 1971, s.172-173. 437
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Antalya mutfak kültürü içinde bahçelerin önemini kıfnamesinde belirtilen imaret masrafları arasında
biliyoruz. Bunun Osmanlı kültürel coğrafyası içindeki Antalya’da yapılan yemeklere ilişkin şunlar yazılıdır:
konumunu anlamak içinse, yine Evliya Çelebi’nin ese- “Çorba için pirinçten bir kile ile dörtte bir kile, buğday
rine bakmalıdır. çorbası için de böyledir. Bu sabah akşam devam eder.
İmaret mutfağı için, keşkek yemeği için bir buçuk kile
E.Çelebi, Osmanlı bahçe kültürü içinde
pirinç, altı okka bal, iki yüz dirhem yağ, üç dirhem saf-
Antalya’nın konumunu şöyle belirtiyor312: “Sofya’nın
ran, cuma akşamlarında sıra ile (ekşiaş) denilen buğ-
dört bir yanında yirmiden fazla gezi yeri bulunur. Vitos
day yemeği verilecektir ki buna bir ile bir buçuk kile
dağı ile Sofya arasında Kom bağları Türk, Arap ve İran
pirinç, on sekiz okka siyah kuru üzüm, dört okka be-
diyarlarında Konya’nın Meram’ı, Malatya’nın Aspoz’u,
yaz kuru üzüm, üç okka kuru erik, dört okka kuru incir,
Antalya’nın Istıranz’ı, serhattaki Siram Peçoy’unun Ba-
üç okka zerdali verilecek, cuma akşamları da zerde ve-
ruthane, Saray Bosna’nın Mevlevihane mesireleri ka-
rilecektir. Zerde için dört okka nişasta, sekiz okka bal,
dar ünlüdür. Sözü edilen koru bağları renk renk ağaç-
altı dirhem safran, altı okka siyah kuru üzüm, iki okka
larla bezeli bir koruluk olmakla bunların hiç birisi ona
kuru incir, iki okka erik ve bir buçuk okka badem tahsis
erişemezler. Tümü de yemyeşil ağaçlardır. İnsan girin-
edilecektir.” Ramazan gecelerinde ve Aşure günlerin-
ce çeşit çeşit çiçeklerin güzel kokularıyla bezenir. Bu
de verilen yemekler hakkında da önemli kayıtların bu-
arada vişne çiçekleri cihanı tutar, yer baştan aşağı çi-
lunduğu yukarıda belirtilen vakıfnamede aynen şun-
çekle kaplanır. Lala Paşa mesiresi de bakımlı bir tekke
lar yazılıdır315: “Ramazan geceleri için: Buğday yeme-
imiş, şimdi sadece bağları kalmış…” Bu güzel bahçe-
ği ile zerde, diğer gecelerde ekşiaş, zerde, pirinç çor-
ler, ayrı bir çalışmanın konusu olacak denli önemli ol-
bası, buğday çorbası, sabah akşam her gün için dört
duğu kadar, imparatorluğun kültürel coğrafyası içinde
kile –ki pişirildikten sonra her ekmek 90 dirhem ağır-
de çok önemli bir yeri haizdirler.
lığında olacak, çorba, ekmek ve yemekler için günde
Antalya bahçeleri, yalnızca Osmanlı ve İslâm bir buçuk okka tuz, pirinç çorbası için iki okka un, bir
gezginlerinin değil, buradan geçen bütün yerli ve ya- okka soğan, buğday yemeği için bir okka ekşi (salça)
bancı gezginlerin de ilk bakışta dikkatlerini çekmiştir. verilecektir. Pirinç çorbası için sekiz okka et, bir miktar
1830’lu yıllarda Anadolu’yu baştan başa gezen İngiliz limon, süt bolluğunda kâfi süt verilecektir. Yemeklerin
gezgini Charles Texier, Antalya şehrinin, Düden sula- pişirilmesi için günde yedi yük odun tahsis edilecek-
rının sürekli bir serinlik sağladığı bahçelerle çevrili ol- tir. Aşure günlerinde: dörtte bir kile pirinç bir kile buğ-
duğunu, insanların yazları kendilerine dallardan kulü- day, dörtte bir kile mercimek, yarım kile mercimek, ya-
beler yaptığını, bu sıcak mevsimi şehir dışında geçir- rım kile bakla, dörtte bir kile kara erik, yirmi okka kuru
diklerini belirtiyor. Bu verimli topraklarda, iyi bir yö- kara üzüm, on okka sarı kuru üzüm, beş okka kuru in-
netimin üretimi desteklemesi ile her türlü meyvenin cir, beş okka armut kurusu, iki okka badem, yarım kile
yetişeceğini belirten Texirer, “(yiyecek açısından) şehir fasulye, otuz okka pekmez verilecektir.”
bundan daha zayıf olamaz: Sadece keçi eti yeniyor”
19. yüzyıl ortalarında klasik bir Antalya evinde
diye üzüntüyle yazıyordu313. Ancak, Texirer’in üzün-
kullanılan mutfak eşyaları da, bu şehrin yemek kül-
tüyle sözünü ettiği keçi eti yeme geleneğinin, buranın
türü hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bu dönem-
kültürel ve coğrafik koşullarıyla, yani sıcak yaz mevsi-
de Antalya evlerinde çoğunlukla sahan, tabe, el tava-
min koyun etine keçi etini tercih ettirmesi keyfiyetini
sı, çeşitli büyüklükte siniler, tencereler, hoşaf tası, ka-
de göz önünde tutmak gerekir. Bu gelenek, Antikçağ’a
dayıf tepsisi, süt tavası, havan, bıçak, satır, kahve ta-
kadar uzanıyordu. 1810’lu yılların gümrük kayıtlarını
kımı, güğüm, bardak, sofra peşkiri, mangal, sitil, tep-
inceleyen Suraiya Faroqhi, Antalya limanından götü-
si, kadayıf tepsisi, hamur leğeni, çanak, tabak, tas, süt
rülüp getirilen mallar arasında en önemli yeri yiyecek
çanağı, pekmez leğeni, tava, çorba tası, şerbet takımı,
maddelerinin tuttuğunu, bunların hemen hepsinin
bakır maşrapa, kevgir, kazanlar, leğen, ibrik, demir sac,
bitkisel kökenli olduğunu; yiyecek maddeleri arasında
sac ayağı gibi çeşitli eşyalar kullanıldığı şer’iye sicili ka-
şehriye, kök, halka, peksimet gibi hububat ürünlerinin
yıtlarında geçmektedir. Aynı dönemde aynı kayıtlarda
başta geldiğini, pirincin ise en önemli ithal maddesi
geçen bahçe isimleri de Antalya’da hangi meyvelerin
olduğunu yazıyor314.
yetiştiğini göstermesi açısından önemlidir. Erikli bah-
1570 (h.978) tarihli Muratpaşa Camisi’nin va- çe, Dut bahçesi [Dutlu bahçe], Yemiş bahçesi, Antal-
ya bahçesi, Yonca bahçesi, Zerdali bahçesi, Tahrancı
312- Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Rumeli-Solkol ve Edirne), bahçe316. Bu adlara bakılırsa, Antalya’da bahçe kültü-
yay.haz. İsmet Parmaksızoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı
rünün sosyal hayatta ve mutfak kültürü içinde meyve-
Yayınları, Ankara 1984, s.221-222.
313- Charles Texirer, Küçük Asya, çev.Ali Suat, yay.haz. 315- Süleyman Fikri Erten, Antalya Livası Tarihi, 2. Baskı, An-
K.Y.Kopraman-M.Yıldız, Ankara, 2002, s. 443. talya, APKSV Yayınları, 1997, s.94-95.
314- Suraiya Faroqhi, “Ondokuzuncu Yüzyılın Başlarında An- 316- Güven Dinç, “Şer’iyye Sicillerine Göre XIX. Yüzyıl Orta-
talya Limanı”, VIII. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 11-15 Ekim larında Antalya’da Ailenin Sosyo-Ekonomik Durumu”,
1976). Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara, TTK Yayınları, OTAM (Osmanlı Tarihi Araştırma Merkezi) Dergisi, Sayı.17,
438 1981, s.1465-1466. 2005, s.119-120, 125.
Dünden
Bugüne
Antalya
M U T F A K K Ü L T Ü R Ü
nin önemli bir yeri olduğu anlaşılıyor. Bu adlardan biri- çevrenin geri sosyal durumu üzerindeki ‘olumlu’ etki-
si olan Yonca bahçesine bakarsak, yoncanın daha çok lerini bugün açıkça görüyoruz!
büyük baş hayvanlar için, özellikle de inekler için ye-
Antalya kökenli bir Rum olan Akıncoğlu kızı
tiştirildiğini anlıyoruz. Ki, bu da Antalya’da süt, yoğurt,
Evangelia Karakalpaki (d.1917), Kaleiçili biri olarak,
peynir, v.s. ihtiyaçlar için inek yetiştirildiğini ve inekler
yapılan yemek ve tatlılar hakkında şunları anlatır319:
için de yonca ekildiğini anlıyoruz. Yonca ihtiyacı için
“Antalya’daki baba evimde yemekler etli pişirilirdi. Etli
de bir bahçe yapılması normaldir.
fasulye, parça etli veya kıymalı ıspanak, etli yaprak sar-
Antalya, önceki yüzyıllarda olduğu gibi, 19. yüz- ması -ki sarma, kıymalı ıspanakta olduğu gibi daima
yılın ilk yarısında da bahçeleri ile dikkat çekiyordu. torba yoğurdu ile yenir- üzerine de kırmızı biberli te-
Bu dönemde yalnızca bir vakfiye kaydından, Antal- reyağı dökülürdü. Kırmızı bibere dikkat etmek gere-
ya merkezinde seksen adet bahçenin olduğunu gö- kir, yağla birlikte kızdırılırsa kararır. Tavayı ateşten al-
rüyoruz. Bu bahçelerde yetiştirilen meyvenin miktarı dıktan sonra ilave edilmesi gerekir. Etli kabak dolma-
şehir halkına yettiği gibi, çevresine de satılarak gelir sı ve kıymalı patlıcan yemeği için farklı bir sos hazırlar-
elde ediliyordu. Antalya şehrinin bahçe ziraatının ge- dık. Birkaç diş sarımsağı bir iki tane yaprağıyla havan-
lişmesine koşut olarak, çiftçiliğin de 19. yüzyılın ilk ya- da dövüp, yemeğin suyundan birazını karıştırarak, ye-
rısında üretimini hızla arttırarak ilerlediği görülüyor. şil renkli, koyu, hoş kokulu bir sos elde ederdik. Kabak
Bu dönemde Antalya halkının dışarıdan aldığı mal- dolması veya patlıcan yemeği tabağa alındıktan son-
lar arasında ise şunlar vardır: Sirke, pekmez, tereyağı ra üzerine bu sostan birkaç kaşık gezdirilirdi… Baba
(revgân-ı sâde), kahve, pirinç (erz), peynir, biber, pas- evimde peynirli pide, kıymalı pide, ıspanaklı pide, bak-
tırma, leblebi, soğan (basal), şehriye, hurma, tuz, sa- lava, saray tatlısı, kadayıf, kuru kayısı pestili ve hoşaf
rımsak, üzüm, kayısı, şeker, zeytin, peynir, ceviz, hel- da yapardık. Yörenin en güzel tatlısı ‘hanım göbeği’
lim peyniri (Kıbrıs’tan), bal (asel), fındık, susam, köfter idi. Çok zor yapılan bir tatlıydı. On kez denersin, an-
(üzüm şırasından yapılan kalın pestil), kırmızı havyar, cak ikisinde tutturabilirsin. Ayrıca, hamuru kevgir-
balık yumurtası, nohut, üzüm, pekmez, zahire, un317. den geçirip tel şehriye, parmak arasında bükerek de
Bunlardan bazıları, Antalya’da da üretilmekle birlik- arpa şehriye yapardık. Sonra da temiz örtülerin üze-
te, dışardan alındığı da oluyordu. Bal gibi bazı önemli rine yayıp kuruturduk. Tereyağı köylerden gelirdi, eri-
gıda maddeleri ise Antikçağ’dan itibaren Antalya böl- tip küplere doldururduk; peynirleri de küplere koyup
gesinde özenle üretilen, üstelik tarihsel belgelere yan- evin bodrum katındaki kilerlerde muhafaza ederdik.
sıyan önemli bir gıdadır. Antalya’daki yabani ot toplayıp pişirmeyi bilmezdik.
Muhtemelen sebzenin bol olmasından dolayıdır. Son-
1812 ilkbaharında Antalya’ya gelen İngiliz Amira-
raları, göçmen olarak Yanya’ya gittiğimizde otlu pide
li Sir Francis Beaufort, bahçelerin kentin çevresinde
yapmayı öğrendik…” Burada bahsi geçen bütün tat-
bulunduğunu belirtir ve bu verimli bahçelerinin gü-
lı ve yemekler, bugün de Antalya ve çevresinin yemek
zellikleri ile verimliliklerini överek anlatır. Beaufort,
kültürü içinde bulunmaktadır. Sözü edilen ot yemek-
şehrin ekonomik hayatının merkezinde pazarın işle-
lerini ise Rumlar Yunanistan’a göçünce, Antalyalılar da
yişini ve bunun Antalya açısından yakın bir gelecekte
Giritliler gelince öğrenmişlerdir320.
maruz kalacağı muhtemel sonuçları konusundaki dü-
şüncelerini ise şöyle aktarır318: “Pazar yerinde çoğun- Vasos Voyacoğlu ise 1900’lerin başlarında Alan-
lukla Smyrna’dan (İzmir) düzenli kervanlarla taşınmış yalı Rumlar’ın yemek kültürü hakkında şunları anlatı-
olan kumaşlar, hırdavat, İngiliz ve Alman yapımı çeşit- yor321: “… Sık sık balık yerdik, ayrıca sebze ve baklagil,
li mallar gördük. Takas için az sayıda eşya da Yunanlı ev yapımı hamur işi; et fazla yemezdik, sadece çarşı-
buğday tacirlerine getirilmişti. Ama onların asıl aradı- da hayvan kestikleri zaman. Öyle ya da böyle çarşam-
ğı peşin paradır; nitekim Malta ile Massina’dan bu kı- ba ve cumaları oruç tutar, zeytinyağlıdan başka bir şey
yılara doğru yol alırken bizim sorguladığımız her tek- yemezdik. Eti kebap yapar, kışın çorba içer, peynirli ya
nede binlerce dolar bulunmaktaydı. Eğer bu talep sü- da kıymalı börek, tarhana, pilav, lahana sarması, asma
rekli olursa, her iki taraf da malların karşılıklı değiş to- yaprağından yalancı dolma yapardık. Yıl boyunca bol
kuşundan kendilerine göre yararlanacaklardır; tarım-
sal üretim yaygınlaşıp refah arttıkça, yeni istekler or- 319- Sula Bozis, Kapadokya Lezzeti, çev.S. Bozis-K. Türker, Ta-
rih Vakfı Yayınları, İstanbul 2004. s.29.
taya çıkarak Avrupalı imalatçılar için yeni yeni pazarlar
320- Giritler, Antalya halkına radika (meze olarak kullanılan acı
açılacak ve günün birinde uygarlık ile endüstri, şimdi bir salata türü), vururez, arapsaçı, deve tabanı (bölge halkı
bu yarı barbar yöreleri kaplayan cehalet ile tembelliğe tarafından ‘şevketi bostan’ olarak da bilinir), askolibrus, ebe
üstün gelebilecektir.” Bu “yarı-barbar” bölgenin yeni gümeci, vs. gibi Antalya’da yetişen otlardan yemek yapma-
pazarların açılması sayesinde uygarlık ile endüstrinin yı öğretmiştir. Giritliler’e özel bazı yemekler ise şunlardır:
Enginar dolması, koklangoz yahnisi (yeşillikle beslenen bir
317- Hasan Moğol, XIX. Yüzyılın Başlarında Antalya, Ankara, salyangoz yemeği) (Havva Oktay, “Kaçaroğlu Ailesi: Antal-
Mehter Yay., 1991, s.79-80, 105-106. yalıya Ot Yemeklerini Öğreten Göçmenler; Giritliler”, Geç-
318- Sir Francis Beaufort, Karamanya, çev.Ali Neyzi-Doğan mişten Geleceğe Antalyalılar, Sayı.2 (Mart 2003), s.32-36).
Türker, AKMED, Antalya 2002, s.128-132. 321- Voyacoğlu, Alanya, s.51-56. 439
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
meyve olurdu, yazın üzüm, incir karpuz, armut, kavun, di. Bu sebeple ekmekler çok lezzetli ve kokulu olurdu.
kışın portakal, elma, mandalina. Anamızın yoğurduğu Çarşı ekmeği almayan evlerde yufka pişirirler, somun,
ekmeği fırınımızda pişirirdik. tepsi ekmeği (kastra) yaparlardı. O devirde esnaftan
okuma yazma bilen oldukça azdı. Bu sebeple birçok fı-
Eğer çoksa hamuru keten bir bezle örttüğümüz
rın veresiye alım yapan devamlı müşterilerinin ekmek
ekmek tahtalarına koyar, çarşıya Ahmet’in fırınına
hesaplarını defter yerine (çetele) denilen bir usulle
gönderirdik…” Voyacoğlu, yukarıda bahsi geçen balık
devam ettirirdi. Çetele: kuruduğu halde yumuşaklığı-
konusunda ise Türkler’in ihtiyaç fazlası balığı denize
nı muhafaza eden parmak kalınlığındaki zakkum bit-
attıklarını kaydeder. Esasen Türkler, çok eski zamanlar-
kisinin 40 cm kadar uzunluktaki bir kesilmiş dalından
da balığa büyük önem verirler ve bunu su kültü için-
yapılırdı. 40 cm.lik dalın 30 cm.lik kısmı uzunluğuna
de değerlendirirlerdi. Eski Oğuzlar’da, Cücenler’de ve
ortadan ikiye ayrılır, küçük yarı parça müşteriye verilir,
Moğollar’da su, bir tabu idi ve onu kirletmemek gere-
büyük yarı parça üzerine müşterinin adı yazılarak fırın-
kirdi. 10. yüzyılda Volga Bulgarları nezdinde bulunan
cıda kalırdı. Her ekmek alışta alıcı evdeki yarım ile fırı-
İbn Fadlan, bu konudaki bir mektubu şöyle aktarıyor.
na gider, fırıncı kendindeki ile birlikte iki yarımı birleş-
“Bu adam Ye’cûc ve Me’cûc kavmindendir. On- tirir, alınan ekmek kadar çentik atardı. Ay sonunda bu
lar, bizden üç aylık mesafede olup çıplaktırlar. Bizim- çentikler sayılarak hesap ödenirdi. Sonraları bu usul
le (Vîsûlar) onlar arasında deniz vardır. Onlar denizin terk edildi. Ancak toplumda hâlâ (çetele tutuyor) de-
öbür kıyısında yaşarlar. Hayvan gibi birbirleriyle çift- yimi bu işlemden kaynaklanmaktadır.”
leşirler. Her gün, Allah onlar için denizden bir balık çı-
Bu dönemde Antalya Rum mutfağında yapı-
karır. Her biri gelip bu balıktan, bıçakla kendisine ve
lan tatlılar hakkında yeterli malûmata sahibiz. Burgu-
âilesine yetecek kadar bir parça keser. Eğer lüzumun-
lu yufkadan yapılan cevizli baklava ve şuruplu saraylı,
dan fazla et alırsa onun ve âilesinin karınları ağrır. Ba-
givrim denilen bir çeşit kadayıf, yine burgulu olan süt-
zen adam ve âilesi hepsi ölürler. Herkes balıktan ihti-
lü ve bademli kadın göbeği. Bunların hepsi elde açı-
yaçları olan eti aldıktan sonra balık tekrar denize dö-
lan yufkadan yapılırdı. Yağ ve irmikten yapılan helva-
ner. Her gün bu şekilde geçinirler. Bizimle onlar ara-
lar, oruçlar için perhizde (sarakostianos) yenilen, bu-
sında deniz vardır. Diğer taraflardan ise dağlarla çev-
nun bayramlarda yenilen tereyağlısı, yine tereyağı ve
rilidirler. Eskiden dışarı çıkmakta oldukları kapı ile ara-
nişastadan yapılan dene helvası. Bütün bunlar şurup-
larında bugün Ye’cûc ve Me’cûc Seddi bulunmaktadır.
lu ve ağır olurdu. Ayrıca tavada katmer, kurabiye, per-
Allah onların meskûn ülkelere çıkmalarını isterse sed-
hizde (sarakosti) hoşaf ve başka şeyler de olurdu. Ho-
din açılması için bir sebep ortaya çıkarır. Aramızdaki
şaf yazın kuru üzüm, kara erik ve incirle kaynatılır ve
deniz kurur ve balıkların gelmesi kesilir.” Arap ve İran
çarşıda Yörükler’den satın alınan karla dondurulur-
kaynaklı rivayetlerde Ye’cûc ve Me’cûc kavminin balıkla
du. Sebze ve meyveden hazırlanan tatlılar da önem-
geçindiği belirtilir. Eski Türkler’de suyun tabu sayılma-
li bir yekûn tutuyordu. Rendelenmiş ayvadan, turunç-
sının nedeni, kan gibi onda da hayatî ve büyüsel kuv-
tan, vişneden, gülden, ham incirden, cevizden, kör-
vetlerin olduğuna inanılmasıdır. Bununla birlikte yu-
pe patlıcandan bademli ve hindistan cevizli yapı-
karıda bahsi geçen Bulgar Türkleri zeytinyağı, susam-
lan tatlılar vardı. Bu leziz tatlılar için gerekli tereyağı
yağı ve tereyağını bilmezlerdi; bunların yerine balık-
da Yörükler’den temin edilirdi325. Yukarıda açıklandığı
yağı kullanırlardı322. Balıkyağı bugün de Anadolu’nun
üzere, eski Türkler, özellikle balıkyağı kullanıyorlardı;
bazı yerlerinde başka amaçlarla, örneğin kırık-çıkık te-
ancak hayvan besinlerini ile beslenmeleri onlara tere-
davisinde ve yemeklere katkı ve sos için kullanılmak-
yağını da erkenden öğretmiş olmalıdır.
tadır. Balığın ve balık yağının bu şekilde kullanımı eski
kültürün devamı niteliğindedir. Antalya şehrinin kalbi sayılan Kaleiçi ile An-
talya vilayetinden verdiğimiz bu bilgiler, tarihsel ol-
20. yüzyıl başlarında bir Burdur zeybeğindeki
manın yanında aynı zamanda günceldir. Antalya mut-
“Rum’dan deveci, Türk’ten değirmenci olmaz”323 dize-
fak kültürü, 20. yüzyıl başlarına kadar kendi kimliğini
sinin Antalya için geçerli olmadığını, yukarıdaki Fırıncı
kültür ve düşünce tarihinin bir düsturu sayılan ‘sürek-
Ahmet örneğinden anlıyoruz. Bu dizede, değirmen iş-
lilik içinde değişim ve dönüşüm’ içinde yaşatmıştır. Bü-
letme konusunda Rumlar’ın Türkler’den daha becerikli
tün bunlar, kültürün karşılıklı etkileşim coğrafyası için-
oldukları anlatılmak istenmiştir. Çünkü aynı dönemde
de oluşmuştur. Örneğin Giritliler, Antalyalılar’a zey-
bu bölgede çok sayıda Türk değirmenci olduğunu bi-
tinyağı yapmayı öğretmişlerdi326. Bundan önceki dö-
liyoruz. Aynı dönemde Antalya fırınları ile esnafların fı-
nemde ise Antalya halkının yemekleri için susamyağı
rından ödünç ekmek vermesi hakkında Sadettin Erten
kullandığını biliyoruz. Tabiî ki bunlar birdenbire orta-
şunları yazıyor324: “Fırıncılar ekmeği odun fırınında ve
tabiî maya ile okkalık, sonraları kiloluk olarak pişirirler- 325- Voyacoglu, Alanya, s.55-56.
322- A.g.e., s.54. 326- Günümüz Girit yemek kültürü hakkında İstanbul kökenli
323- Falih Rıfkı Atay, Bizim Akdeniz, Ankara, 1934, s.23. bir Kanadalı olan Byron Ayanoğlu’nun şu kitabına bkz:
324- Sadettin Erten, “Yirminci Asrın İlk Yarısında Antalya İstiridye Üstü Girit: Dostluk ve Yemek Hikâyeleri, İstanbul, T. İş
440 (1923-1950)”, Kişisel Notlar (daktilo), s.6. Bankası Yayınları, 2005.
Dünden
Bugüne
Antalya
M U T F A K K Ü L T Ü R Ü
dan kalkıp gitmemiş, zaman içinde biri diğerinin ye- B. GELENEKSEL ANTALYA YEMEKLERİ*
rini almıştır. Önceki dönemde Antalya Kaleiçi mutfa-
Antalya bölgesi genellikle Akdeniz iklimine sahip bir
ğının oldukça geniş olduğunu, mutfakların da içinde
bölgedir. Ancak iç kesimlerde karasal iklim özellikleri gös-
birkaç aileyi barındıran bir büyüklükte iken327, Antal-
terir. Bundan dolayı her çeşit sebze ve meyve yetiştiril-
ya ailesi ufalıp küçüldükçe, bu değişimden doğrudan
mektedir. Özellikle batıda yer alan ilçelerinde seracılığın
Antalya mutfağının da etkilenmeye başladığını, küçül-
gelişmiş olması sebze yönünden bir sıkıntı çekilmediği-
düğünü görüyoruz. Eskiden aileler, zorunlu olmadık-
ni gösterir.
ça dışarıdan bir yiyecek maddesi almazlar iken, şim-
di tamamen dışarıya bağımlı duruma gelmişlerdir. Ör- Halkın büyük çoğunluğu, özellikle kırsal kesimde,
neğin, eskiden bulgur, tarhana, turşu, pestil, pekmez, çiftçilikle uğraşır. Bu nedenle kendi yiyeceğini kendisi ye-
reçel evlerde yapılırdı. Ancak şimdi öyle değil. Kaleiçi tiştirmektedir. Kıyıda oturmakta olan halkın çoğunluğu-
evlerinin büyükçe olmasının temel nedeni budur. Kı- nun sebzecilik yapmasına karşın iç kesimlerdeki halk daha
sacası, eski mutfaklar yalnızca bir tüketim değil, aynı çok tahıl yetiştirmektedir. Ot ağırlıklı Girit yemekleri,
zamanda birer üretim mekânı idiler. Şu tarifin ilginç Antalya’nın ayrı bir özelliğidir.
ve son derece doğru bir saptama olduğunu düşünü- Genellikle bitki örtüsünün bodur çalılardan oluşma-
yorum328: “-Eskiden başkaydı. İnsanın rahatı, huzu- sı nedeniyle keçi besiciliği daha gelişmiştir. Kısmen iç ke-
ru, ağzının tadı, çarşıdan satın alınmazdı. Rahatın, simlerde koyun yetiştirilmektedir. Hayvancılığın gelişmiş
huzurun, ağzının tadı için çalışman gerekirdi. Emek olması hayvansal ürünlerin beslenmedeki yerini ve de-
vermen gerekirdi... Bugün herşey kavanozda alınıyor. ğerini artırmaktadır.
İçindekini yedin bitirdin mi, kavanozu, paketi, teneke-
yi çöpe atıyorsun… Öyle. Kaleiçi’nde mutfaklar küçül- 1. ÇORBALAR
dükçe, çöplükler büyümüş…”
Sonuç olarak, yukarıda belirtilen bütün bu le-
ziz yemekler, tümüyle Antalya’ya özgün değildir; Ak-
deniz havzası ile Anadolu’da olduğu gibi, Antalya’da
da yapılıp yenilen belli başlı yemeklerdir; bölgenin
kültürel ortamının açık izlerini taşımaktadır. Türkler,
Anadolu’ya geldiklerinde Orta Asya’nın kültürel coğ-
rafyasından aldıkları ürünleri, bu arada yemek-içmek
kültürlerini de yanlarında getirmişlerdi. Akdeniz’e çık-
malarıyla, yanlarındaki kültürel unsurlara buranın et-
kilerini de katarak varsıl bir mutfak kültürü oluştur-
dukları görülmektedir. Siyasal olarak İslâmik kültür
içinde bulunmalarına karşın, yaşam biçimi olarak eski
kültürleriyle Anadolu ve Akdeniz etkisini dışlamamış-
lar ve yeni bir kültürel sentez elde etmişlerdir. İşte An-
talya mutfak kültürü, bu kültürel coğrafya içinde olu-
şum sürecine girmiş ve kendine özgü bir nitelik ka-
zanmıştır. Bu kültürün daimî oluşum içinde olduğunu
hâlen görüyoruz. Bu ise Anadolu ve Akdeniz mutfak
zenginliğinin Antalya mutfağına yansımasıdır.
Tarhana Çorbası
(Foto:A.Kerim ATILGAN-Kumluca/Altınyaka-2008)
1. Tarhana Çorbası
327- Bu dönemde Kaleiçi evlerinde biri alt katta, diğeri üst kat- Malzemeler : 1 su bardağı tarhana, 8 su bardağı
ta olmak üzere genelde iki mutfak bulunuyordu. Alt katta
temizleme ve yıkama işleri yapıldıktan sonra, herşey temiz-
normal su veya et suyu, 1 yemek kaşığı domates sal-
lenmiş, ayıklanmış veya yıkanmış olarak üst kattaki mutfa- çası, 1 su bardağı haşlanmış nohut, 1 su bardağı ye-
ğa taşınıyor ve hem alt hem de üst katta mermer döşeli tu- şil mercimek, 1 baş sarımsak, 2 yemek kaşığı tereyağ,
valetler bulunuyordu. 2 yemek kaşığı zeytinyağ, ½ adet limon, 2 tatlı kaşı-
328- Cengiz Bektaş ve diğ., Antalya, İstanbul, Özal Basımevi, ğı tuz.
1981, s.141. 441
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Yapılışı: 2. YEMEKLER
Ezilmiş ve suda erimiş tarhanayı tencereye koyu-
1. Şakşuka
nuz. Üzerine azar azar 8 bardak suyu ve salçayı koyup
karıştırınız. Orta ateşte su kaynayıncaya kadar karıştı-
rınız. Kaynayan çorbaya haşlanmış yeşil mercimek ile
nohutları, tereyağını, limon suyunu, tuzu katınız. Yak-
laşık 10 dk karıştırarak kaynatmadan sonra kavrulmuş
sarımsak dilimlerini ekleyip, ocağın altını kapatınız.
442
Dünden
Bugüne
Antalya
M U T F A K K Ü L T Ü R Ü
7. Borana
Haşlanmış yumurtalar sarımsaklı yoğurda doğra-
nır. Üzerine yağ, toz biber ısıtılarak dökülür.
8. Softalar Aşı
Bolca doğranan kuru soğan yağda iyice kavrulur, su
ilave edilerek kaynatılır, içine ufalanmış yufka ekmeği
bulunan tabağın üzerine kavrulmuş soğanlı su dökü-
Malzemeler; ½ kilo kabak, 1 çay kaşığı tuz, ¼ su lür. Sonra da üzerine limon sıkılarak sıcak sıcak yenilir.
bardağı zeytinyağı, 2 soğan, 3 domates, 1 tatlı kaşığı Tencerede kaynayan su içerisine yumurta kırılarak da
kırmızı biberi, ¼ su bardağı su. yenilmektedir.
1. Kabak Tatlısı
3. Öküz Helvası
Üzüm veya keçi boynuzu pekmezi ile yapılan hel-
va büyük güç gerektirdiğinden çok sık yapılmaz. Üze-
rine tereyağı dökülerek servis yapılır.
4. Kıvrım
Hamur yoğrulur. Düz bir yerde açılır. İçine susam,
fıstık, ceviz, badem konur, yuvarlatılır. Bir tepsiye dizi-
lir. Ocaklıkta bir saçın altına konulur. Üzerinde ateş ya-
Patates, biber, kabak veya patlıcan soyularak di- kılarak kızartılır. Üzerine şerbet yapıp dökülür.
limlere ayrılıp kızgın yağda kızartılır, gerekli görüldü-
ğü hallerde dometes sosu da eklenerek servis yapılır. 5. Fıtır
Hamurdan börek gibi yapılır. İçine kaymak ve şe-
ker konur.
444
Dünden
Bugüne
Antalya
M U T F A K K Ü L T Ü R Ü
3. Kapama
Yufka kalın bir şekilde açılır, arasına çökelek, may-
danoz, serilerek arasına serilir. Birbiri üzerine kapatılır.
Saç üzerinde pişirilir, pekmez veya balla yenir.
4. Bastarya (Babacana)
Mısır unu ile yapılan ıspanaklı börek.
Malzemeler; 50 gr limon tuzu, 70 gr pul biber, 20 Malzemeler; 1,5 bardak nohut, ½ bardak tahin, ½
gr toz biber, 30 gr kimyon, 3 su bardağı su, 2 diş sarım- bardak zeytinyağı, 3 çay kaşığı kırmızı biber, 4-5 diş sa-
sak, 6 su bardağı tahin. rımsak, 3 limon.
Yapılışı; 3 bardak sıcak suda 50 gr limon tuzu ve Yapılışı; Nohut ayıklanıp akşamdan ıslatılır. İyice
pul biber eritilir. Soğuyunca içine kırmızı toz biber, haşlanıp kabukları alınır. Ceviz makinesinden geçirilir
kimyon, sarımsak atılır. 6 su bardağı tahin ilave edile- veya dövülür. Porselen bir kaseye alınıp, tahin, dövül-
rek karıştırılır. müş sarımsak, kırmızı biber, tuz konur. Azar azar zey-
tinyağı ve limon suyu ilave edilir. Tabağa yerleştirilip
2. Kısır limon dilimleri, zeytin, maydanoz yaprakları ve turşu
ile süslenir.
4. Tarator
3. Humus 5. Kölle
Buğday, fasulye, nohut, bakla kaynatılır. Kırmızıbi-
ber, karabiber, tuz eklenir. Üzerine ceviz ve badem ez-
mesi eklenerek yenir. Kölle özel anma günlerine özgü
bir yemektir. (Diş köllesi, sünnet köllesi, düğün köllesi)
*Derleyen:
A.Kerim ATILGAN-İl Kültür ve Turizm Md.Yrd.
Kaynaklar:
-Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğü
-İl Kültür ve Turizm Halk Kültürü Arşivi YB.1989.0003
– YB.2001.0001
-Hüseyin ÇİMRİN, Bir Zamanlar Antalya, Yakın Zama-
na Yolculuk,cilt 2,2006 Antalya
446
Dünden
Bugüne
Antalya
M U T F A K K Ü L T Ü R Ü
peynirli, soğanlı, çökelekli katmer, tepsi böreği, bük- 5-Sofra Âdet ve Gelenekleri
me, tomaç ve kapama, çulama gibi börek ve çörekler,
Antalya merkez ve köylerinde yemek genellikle
( Kapama: Yufka kalınca açılır, arasına çökelek, may-
yerde sofrada yenilmektedir. Sofrada sofra bezi, sini
danoz, serilerek arasına serilir. Birbiri üzerine kapatılır.
altı / kasnak kullanılır. Sofrada en büyük kim ise bes-
Saç üzerinde pişirilir, pekmez veya balla yenir.)
mele ile yemeğe önce o başlar. Genellikle tatlı ve mey-
- Balık ve diğer deniz ürünlerinin pilaki, kızartma veler hariç tüm yemekler sini üzerinde konur. Özel
ve buğulamaları, gün yemeklerinin (düğün, mevlit, cem, ölü vb.) önce-
- Kadayıf, kıvrım (Sarıburma: Hamur yoğrulur. Düz sinde ve sonrasında dua okunmaktadır.
bir yerde nişasta ekilerek açılır. İçine susam, fıstık, ce-
Sofrada ilk kez yenilecek turfanda bir sebze veya
viz, badem konularak oklavaya sarılır. Bir tepsiye dizi-
meyve varsa yemeye “yeniyi tattım, derdimi attım”
lir. Ocaklıkta bir saçın altına konulur. Üzerinde ateş ya-
veya “şifa niyetine” sözleri ve şükürle başlanır. Yemeğe
kılarak kızartılır. Soğutulup üzerine sıcak şerbet dökü-
oturulmadan önce ve kalkıldıktan sonra eller yıkanır.
lür.), Arap kadayıfı, cevizli, fıstıklı baklava, yumurta tat-
Sofradan önce büyükler kalkar, sonra da küçükler ve
lısı, kaşık bişisi - lokur lokur (lokma tatlısı), tulumba,
kadınlar kalkar. Bu adet genellikle yok olmasına karşın
kabak tatlısı gibi tatlılar,
bazı köylerde halen uygulanmaktadır.
- Sütlaç, pelte, pelize (süt, şeker ve pirinç karışımı),
muhallebi, zerde, güllaç gibi sütlü tatlılar, Sofrada su küçüğün, söz büyüğün âdetine uygun
davranılır ve tabakta yemek ve parça ekmek bırakma-
- Gaziler (un helvası), tahin ve höşmerim, aside ve
maya dikkat edilir.
ak helva gibi helvalar ve aşure gibi geleneksel tatlar
Antalya Mutfağının başlıca elemanlarıdır.
6-Mutfak, Ocak, Yemek, Sofra İle İlgili
Atasözleri, İnanışlar, Mani, Bilmece, Dua ve
3-Ekmekler
Beddualar
- Yufka (saç ekmeği), bazlama, gömbe (kömbe),
kastere (gastra), tepsi, darı ekmeği gibi ekmekler, su- 6.a. Atasözleri
samlı, karanfilli ve sakızlı peksimetler yapılır.
İşten artmaz, dişten artar.
- Yufka ve bazlama saçta, çörek, kömbe ve gast- Aç köpek fırın deler.
ra altına ve üstüne köz konarak saç altında veya guzi- Pişmiş aşa soğuk su katılmaz.
nede pişirilir. Özellikle yabani ot yemekleri, börek ve Emek olmadan yemek olmaz.
salataları ile bu bitkilerden elde edilen çaylar, bitkisel Pişirirsen aş olur, pişirmezsen kuş olur.(Yumurta)
ilaçlar konusunda Girit’ten göç eden Türklerin katkıla- Gönülsüz yapılan aş ya karın ağrıtır, ya baş.
rı büyüktür.
6.b. İnanışlar
4-Kış Hazırlıkları
Ocağa su dökersen işine şeytan karışır.
Şimdilerde her şey, her daim, her yerde bulunur- Ayakta su içmek günahtır, içenin dizlerine sarı su
ken Geleneksel Antalya Mutfağında kış için tedarik olur. Su açık başla içilmez, baş sol elle kapatılır.
edilecek en temel besin maddeleri un, bulgur, tarha- İki kişi aynı anda su içmez, yoksa ikisi de aynı gün-
na ve salça idi. Bunun yanı sıra kışlık bakliyatlar, tere- de ölürmüş.
yağı, zeytinyağı, tahin, bal ve pekmez alınır, kuruyemiş Herkes yerken sen sofrayı bırakıp gidersen, evlen-
olarak da ceviz, badem, çekirdek, kuru üzüm, incir ve diğin zaman kocan bırakıp gider.
leblebi stoklanırdı. Ayrıca kışa kadar dayanacak armut Yemek yerken su içmek iyiymiş, içindeki kapılar
ve kelek samana sarılarak, yaş üzüm ambarlarda asıla- açılırmış.
rak saklanır, elmalar sandıklarda depolanırdı. Kışın en Sofrada ekmeği çok kırıntılayanın çok çocuğu
çok yenen çerezlerden biri de kavrulmuş buğday, ken- olurmuş.
dirlik (kenevir tohumu), darı, nohutun el taşında ezi- Tabağında yemek bırakmak günah, sıyırmak se-
lerek toz haline getirilmesi sonucunda elde edilen ve vaptır. Bırakanın kısmeti kaçar, sıyıran zengin olur.
“çekilik” denen karışımdır. İsteğe göre çekiliğe toz şe-
ker eklenerek kaşıkla yenirdi. 6.c. Dualar
Kış için hazırlanan en önemli yiyeceklerden ikisi - Allah bereket versin
de reçel ve turşulardır. Antalya’nın simgesi haline ge- - Allah artırsın
len bütün narenciye ürünlerinin yanı sıra ayva, vişne,
- Verdiğin nimetlere şükürler olsun.
kayısı, karpuz, incir ve patlıcanın reçeli yapılır. Turşu
olarak da biber, domates, fasulye, kelek, hıyar, kayako- - Ocağı tütesice
ruğu, cin biber, havuç ve hepsinin doğranmasıyla ya- - Allah ziyade etsin
448 pılan dolma turşu yapılır.
Dünden
Bugüne
Antalya
M U T F A K K Ü L T Ü R Ü
Şu karşıki tepede
Un eleğim elensin
Madem çok seviyosun
Bekle abim evlensin.
Arabada ot mudur?
Yarım karnın tok mudur?
Beyaz gömlek üstünde,
Kravatın yok mudur?
Bahçelerde kereviz
Biz kereviz yemeyiz
Bucağın oğlanına
Boynumuzu eğmeyiz.
Bahçelerde enginar
Enginarın dengi var
Kınamayın a dostlar
Al yanaklı yârim var.
9. SANAT KÜLTÜRÜ
A. BAZI GELENEKSEL TÜRK SÜSLEME VE
YAZI SANATLARI209
1.TEZHİP
Tezhip Türk süsleme sanatlarından biridir. Ke-
lime anlamı “Altınla Süslemek” tir. 18 ve 22 ayar ezil-
miş altınla ve muhtelif renklerle kitap ve levha gibi
yazma eserlerin süslenmesidir. Bu sanat; sevgi, sabır,
zevk ve zarafetin ortaya koyduğu eserler bütünüdür.
Arapça tezhip; “altınlama”, “yaldızlama”, “bezeme”, an-
lamlarına da gelmekte ve yazma kitapların sayfaları-
na, hat levhalarına, murakkalara, hatta tuğraların üst
taraflarına altın tozu ve boya ile yapılan her türlü be-
zemedir. Sözcük yalnız altınla yapılanın dışında, top-
rak boyalarla yapılan bezemeler için de kullanılır. Yal-
nız altınla yapılan tezhibe “halkari” denir. Tezhip yapan
sanatçıya “müzehhib” tezhiplenmiş esere de “müzeh-
heb” adı verilir. Minyatür
olanları mücevher nokta, altı köşelileri şeşhane nokta,
Çeşitleri Ve Türleri
beş yaprağı andıran beş köşelileri pençberg, üç köşe-
Padişahlara, vezirlere, devlet büyüklerine, ta- lileri de seberg adıyla anılır. Kuran-ı Kerim okunurken
nınmış kişilere sunulan ya da özel kitaplar için ha- durulacak ya da secde edilecek ayetleri belirtmek için,
zırlanan her çeşit yazma kitap, özellikle şiir kitapları- ayet hizalarına konan gül biçimli süs de tezhibin ana
nı tezhiplemek eski bir uygulamadır. Ama tezhip en örgelerindendir. Bunun da vakıf, secde, hizib, aşir, sure
çok Kuran-ı Kerim’lerin ilk ve son sayfalarında, surele- ve cüz gülü gibi çeşitleri vardır
rin baş taraflarında kullanılmıştır. Bazen tezhiplenmiş
Tekniği
başka kitaplarda satır aralarına, sayfa kenarlarıyla kö-
şelerine, şiir kitaplarında mısra ya da beyit aralarına Tezhibin en önemli malzemesi boya ve altındır.
da tezhip yapılır. Kuran-ı Kerim’de ayetleri ayırmak için Eskiden pastel rengin çoğunlukta olduğu toprak bo-
nokta yerine geçen küçük yıldız ve çiçek biçimindeki yalar kullanılırdı. Bugün genellikle hazır boyalardan
örgeler de tezhiple yapılır. Bunların geometrik biçimli yararlanılmaktadır. Altın boya ise, altın varak su içinde
ezilerek ve jelatinle karıştırılarak hazırlanır. Uygulana-
cak desen tezhibin yapılacağı kağıdın üstüne silkme
yoluyla aktarılır. Simetrik desenler, her defasında dört-
te biri olmak üzere dört defada kağıda geçirilip tez-
hip edilir.
Pesend (beğenilmiş), desenin altının yanında bo-
yayla da yapıldığı tezhiplere de boyalı halkar adı ve-
rilir. Altınlamanın bir çeşiti de zerefşan (altın serpme)
adını taşır. Bu tür tezhipte altına batırılmış fırça elek te-
line sürtülerek altın zeminin üstüne püskürtülür.
2. MİNYATÜR
Çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimle-
re ve bu tür resim sanatına verilen addır. Ortaçağda
Avrupa’da elyazması kitaplarda baş harfler kırmızı bir
renkle boyanarak süslenir. Bu iş için, çok güzel kırmı-
zı bir renk veren ve Latince adı “minium” olan kurşun
oksit kullanılır. Minyatür sözcüğü buradan türemiş-
tir. Bizde ise eskiden resme “nakış” ya da “tasvir” denir.
Minyatür için daha çok nakış sözcüğü kullanılır. Min-
yatür sanatçısı için de “resim yapan, ressam” anlamına
Tezhib-Hülya BİLİCİ- (Hat-İhlas Suresi-Müfit SEKMEN) gelen nakkaş ya da musavvir denir. Minyatür daha çok
450 209- Hazırlayan. A. Kerim ATILGAN - İl Kültür ve Turizm Md.Yrd. kâğıt, fildişi ve benzeri maddeler üzerine yapılır.
Dünden
Bugüne
Antalya
S A N A T K Ü L T Ü R Ü
parkı içinde yer almaktadır. Şair Metin Demirtaş o yıl- Foto.6-AKM parkı inde yer alan Taş Heykel
ların tanığı olarak gördüklerini şu şekilde anlatır: “An- Sempozyumundan bir eser.
talya halkı bir sabah bakar ki, afişler yırtılmış, Mehmet
Aksoy’un ve Kuzgun Acar’ın heykelleri saldırıya uğra- 1980’li yıllar siyasi çalkantılarla geçtiği için plas-
mış, parçalanmış, duvarlardaki resimlerin üstüne boya tik sanatlar etkinlikleri ne yazık ki yapılamamıştır.
atılmış. Bir vandallar sürüsü geçmiş Antalya’dan.”331 O 1995–2000 yılları arasında festival kapsamında plas-
dönemde yapılan birçok duvar resmi ve meydanlarda- tik sanatlar alanında “Taş Heykel Sempozyumu” yapıl-
ki sanat eserleri bazı çevrelerce bir “tehlike” olarak al- mıştır (foto 5). Bu sempozyum, Antalya Büyükşehir
gılanmış ve eserler maalesef saldırıya maruz kalmıştır. Belediyesi, Antalya Mimarlar Odası, Çağdaş Heykelt-
raşlar Derneği ve Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanat-
Bu siyasi çevrelerce eserler, sanat eseri olarak de-
lar Fakültesi işbirliğinde gerçekleştirilmiştir. Bunlardan
ğil de siyasi bir görüşün simgesi olarak görülmüştür.
en önemlisi olan Taş Heykel Sempozyumu, 1-28 Eylül
Oysa tüm yapılan eserlerin temelinde, düşünce ve
1998’de Karaalioğlu Parkı orta miradosunda yapılmış-
emeği anlatma kaygısı güdülmektedir. Bu eserlerle
tır. Bu dönemde yapılan işler şu anda Akdeniz Üniver-
halk düşünmeye, sorgulamaya ve yaratıcılığa itilmek
sitesi Kampusu’nda, AKM’de (Atatürk Kültür Merkezi)
istenmiştir. Tüm sanatçıların hemfikir olduğu gibi sa-
ve AKM’nin parkı içinde yer almaktadır (foto 6).
nat hiçbir zaman politik bir bakış açısı olamamalıdır.
1992’de kurulan ANSAN (Antalyalı Sanatçılar Der-
1977’deki Plastik Sanatlar Sempozyumunda yapı-
neği) Antalya’da plastik sanatlar alanında önemli kat-
lan eserler, alanlarda ve duvarlarda değil, büyük tuval-
kıları olan bir sanat derneğidir. Bu son yıllarda Ansan,
lerde uygulanmıştır. 1978 ise sanat şenliğinin konusu
sanatın ve sanatçının buluşma merkezi konumunda-
“Barış” olarak belirlenmiştir. Bu yıl içinde “barış” konu-
dır. Ansan onbeş günde bir düzenlediği plastik sanat-
lu heykeller, resimler, yapılmıştır. Atatürk Caddesinde-
lar sergisiyle, halka en yakın galeri olarak dikkatimi-
ki Kültür Sineması’nın önünde, “Barışa Açılan Kapı” adı
zi çekmektedir. Bünyesinde bulundurduğu sanat-çay
ile küçük bir bahçe kapısı yapılmıştır. Ayrıca 1978 yılın-
bahçesiyle, gelenlerin sanata yakınlaşmasını sağla-
da yapılan “Sevgi” heykeli de, o dönemin önemli işle-
maktadır. Ansan, turizm-sanat ilişkisini lüks otellerde
rinden birisidir. Bu etkinliklerin amacı, Türk ve dünya
açtığı plastik sanatlar sergisiyle oluşturmaya çalışmış
sanatçılarını Antalya’da buluşturmak ve Antalya’da sa-
fakat bunun devamını daha sonra getirememiştir.
nat turizmini başlatmaktır.
2006’da I. Ansan Heykel Sempozyumu yapılmış ve bu
331- Metin Demirtaş, “Anımsadıklarım”, 41 Yıllık Festival etkinlik, halka açık olarak yapılan bir çalıştay ile ger-
Kenti Antalya, Altın Portakal Antalya Kültür Vakfı Bası- çekleşmiştir. Ansan, Belediye ve AKSAV (Antalya Kültür
454 mı, Antalya, 2007, s. 53. ve Turizm Vakfı) ile ortaklaşa düzenlenen I. ve II. Antal-
Dünden
Bugüne
Antalya
S A N A T K Ü L T Ü R Ü
Foto.16-Recep Gürbüz yağlı güreşçi heykeli Foto.17- Şehitler için yapılan anıt heykel
lışması olarak hatırlanacaktır. Proje kuratörlüğünü ya-
pan sanat tarihçi Suzan Uğurluçam, sanatında yetkin
kişileri, Antalya’da bir etkinlikle buluşturmayı başar-
mıştır. Alanında önemli eserlere imza atan bu sanat-
çılar hem kendi sanatlarını şehrimize taşımışlar hem
de bizim kültürümüzü ve sanatçılarımızı tanıma fırsa-
tı bulmuşlardır (foto15). Sanat, kültür ve turizmin bir-
leşiminde buluşmayı hedefleyen sanatçılar, bu yıl An-
talya içinde üç ayrı merkezde sergi açmışlardır. Baş-
ka bir plastik yapı anlamında Kepez Belediyesi’nin ça-
lışmalarını yürüttüğü ve Kepez üstünde yer alan “Ata-
türk portresi” Antalya için önemli bir çalışma olacak-
tır. Yapımına halen bünyesinde çalıştırdığı sanatçı-
Foto. 18-Cumhuriyet Meydanında yer “alan misket nın çalışmalarıyla devam edilmektedir. Ayrıca Kepez
oynayan çocuk” heykeli. Belediyesi’ne ait Recep Gürbüz Parkı içinde yer alan
Bu çalıştay Güzel Sanatlar Fakültesi’nin etkinlikle- Recep Gürbüz heykeli (foto 16) ve Antalya Adliyesi
ri içinde önemli bir yere sahiptir. Bu etkinlik sırasında içinde yer alan Atatürk heykeli, halkla iç içe olan hey-
yapılan çalıştayla, Antalya halkı ve üniversitenin bu- kellerdendir. Antalya Müzesinin karşısında yer alan şe-
luşması bir parça da olsa sağlanmıştır. 2008 Yılı Nisan hitler için yapılan anıt heykel de kent merkezinde yer
Ayında Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi alan önemli heykellerdendir. Yapımcısı Heykeltıraş Çü-
“Akdeniz” temalı Güzel Sanatlar Etkinlikleri-1’i düzen- neyt Çağlıcan’dır (foto 17). Yine önemli heykellerden
lemiştir. Fakültenin bu ilk sempozyumu, bildiri sun- birisi de Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından yap-
ma, sergi ve workshop çalışmaları ile zenginleştirilen tırılan, Cumhuriyet meydanında yer alan, misket oy-
bir etkinlik olarak, “Uluslararası Akdeniz Öğrenci Şen- nayan, oyun oynayan çocuklardan oluşan grup hey-
liği-2008” kapsamında gerçekleştirilmiştir. Bu etkinli- kelleridir (foto 18). Yine halkla içiçe olan heykellerden
ği düzenleyen kişi de Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı bir diğeri de Lara mevkiinde yer alan Muratpaşa Be-
Prof. Dr. Bekir Deniz’dir. lediyesi parkı içinde yer alan “balık tutan adam” hey-
kelidir (foto 19). Bu tür heykeller kentle birlikte, hal-
Yine Antalya’da ilki 2007 yılında olmak üzere ikin- kın önünde sonsuza kadar yaşayacak olan heykeller-
cisi de bu yıl gerçekleştirilen “Uluslararası Plastik Sa- dir. Böylelikle Antalya’da kenti kent yapan öğelerden
natçılar Buluşması” adlı etkinlik önemli bir sanat ça- biri olan sanat olgusu heykellerle tamamlanmaktadır.
458
Dünden
Bugüne
Antalya
S A N A T K Ü L T Ü R Ü
ratoru Alexius Kommenos 1103 yılında Antalya’yı tek- I. Gıyaseddin Keyhüsrev tahtından hiddetle doğ-
rar ele geçirir. Türkler tekrar kenti geri alır. Fakat ken- rularak:
tin el değiştirmesi bir türlü sona ermez. Bir süre son-
- Sizin mallarınız benim mallarım demektir. Malla-
ra 1120 yılında kent, İmparator Yuannis Kommenos
rınızı geri alıncaya kadar bu tahta oturmayacağım. Siz
tarafından tekrar geri alınır. Haçlı Seferi’nin ordula-
hiç endişe etmeyiniz. Sultanınız size verdiği sözü mut-
rı Ocak 1148’de Antalya’ya girer. Türkler kuzeyde To-
laka yerine getirecektir, dedi ve çok hiddetli olarak ya-
ros Dağları’nın sarp geçitlerinde Haçlı ordularına saldı-
nında ayakta duran vezirine dönerek emir buyurdu:
rıp birçok zayiatlar verdirseler de Antalya, 87 yıl Bizans
egemenliği altında kalır. 1182 de, bir ara II. Sultan Kı- - Tez zamanda sefer hazırlıkları başlasın.
lıçarslan tarafından kuşatılırsa da ele geçirilemez. An- Selçuklu ordusu 1207 yılının mart ayında Toros
cak askeri bakımından zayıflayan kente bu kez Vene- Dağları’nı aşarak Antalya ovasına indiler. I. Gıyaseddin
dikliler egemen olurlar. Antalya’nın ilk ve tamamen Keyhüsrev, etrafı bir süre büyük bir coşku ile seyretti.
Türklerin egemenliği altına geçişi, Selçuklu Sultanı I. Alabildiğine uzanan deniz çarşaf gibiydi. Sultan, tüc-
Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında olmuştur denebilir. carlara dönerek:
Şehzadeliğinde I. Gıyasseddin Keyhusrev, bugün- - Ağalar geldik herhalde, dedi.
kü Isparta civarındaki Uluborlu’da görevliydi. Bu yöre-
de bulunduğu sırada Antalya’dan kuzeye gidip gelen - Evet sultanım, geldik, diye tüccarlar yanıtladılar.
kervanların sayısal çokluğu dikkatini çekmişti. Keyhüs- I. Gıyaseddin Keyhüsrev, önlerinde büyük bir coşku ile
rev, daha o zaman Antalya’nın önemini anlamış ve Orta denize dökülen şelaleye baktı ve ordusuna emir verdi:
Anadolu’ya sıkışmış gibi duran Türklerin denizlerde de - Şu akarsuyun kıyısında konaklayacağız. Ertesi
söz sahibi olmasının gerektiğine inanmıştı. Selçuklula- sabah da Antalya Kalesi’ni Allah’ın izniyle almaya çalı-
rın Antalya’dan kuzeye giden kervan yolunu kontrol- şacağız. Şimdi dinlenin.
leri altında tutması, özellikle İstanbul’un ticaretini çok
zayıflamıştı. Çünkü deniz yolu uygun değildi. Bazı kay- Askerler, konaklama telaşıyla bir oraya bir bura-
naklara göre, o yıllarda Antalya’dan İstanbul’a kara yolu ya seğirttiler. Güneş, Beydağlarının ardından kaybo-
ile sekiz günde ulaşılırken, deniz yolu ile yolculuk uy- lurken denizin üzerindeki ışık çizgisi de bir anda kay-
gun rüzgâr yakalansa bile 15 günden fazla sürüyordu. boldu.
Bu durum Bizans’ın ve o sırada Antalya’da hüküm süren Ertesi gün, güneş doğmadan komutanlarına ha-
İtalyan Aldobrandini’nin tepkisine neden oldu. reket emrini verdi. Zira o sırada, deniz kıyısındaki kale-
Bu sırada I. Gıyaseddin Keyhüsrev Selçuk tahtına nin burçlarında birtakım parıltılar yanıp sönmeye baş-
oturmuştu. Bizans’ın tepkisi daha da arttı. lamıştı.
Mısır’dan dönen bazı Horasanlı tüccarların Kale surlarının yakınlarına gelindiğinde sultan,
Antalya’da hüküm süren İtalyan Aldobrandini tarafın- ordusunu bir el işaretiyle durdurdu. Sağ elini gözleri-
dan gemilerine ve mallarına el konulması bardağı ta- ne siper ederek kale mazgallarına baktı. Mazgallar ol-
şıran son damla oldu. Horasanlı tüccarlar Konya’ya gi- dukça yüksek idi. Kale duvarlarının sarplığı I. Gıyased-
derek bunları sultana anlatınca Antalya’ya sefer hazır- din Keyhüsrev’i bir an düşünmeye sevk etti. Kaleye ya-
lıkları başlatıldı. pacakları saldırı ok atmadan öteye geçemeyecekti.
Çaresiz okçuları hareketlendirmeyi denedi. Böylece,
1. Antalya’nın Fetih Öyküsü arkada merdiven ve çengel atanlara imkân sağlana-
caktı. Yanındaki komutanlara dönerek, “Okçuları mev-
Yıl 1207. Konya’daki sarayında oturan Selçuklu zileyin” dedi.
Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e bir gün, Antalya’dan
gelen tüccarlar başvurur. Sultan tüccarları dikkatle in- 5 Mart 1207 sabahı okçular. düzgün sıralar halin-
celeyerek: de mevzilendiler. Biraz sonra da ok yağmuru başladı.
Oklar kalenin burçlarında bir yağmur seli gibi görünü-
- Antalya’dan geliyormuşsunuz, derdiniz nedir’? yordu. Kale burçlarındaki askerler ok yağmurundan
diye sordu. başlarını bile çıkartamıyorlardı. Daha sonra Sultan:
Tüccarlar: - Bu kale okla gürzle alınmaz. Kendine güvenen
- Ey yüce sultanımız... Biz., geçimini denizcilikle er kişi varsa burçlara tırmansın, kılıç ve kalkanını kul-
sağlayan tüccarlardanız. Mısır’dan, mal aldık. Oradan lansın, emrini verdi. Ordu bir anda karıştı. Kalenin du-
gemilerle Antalya kıyılarına çıktık. Frenkler, mallarımı- varlarına uzun merdivenler kuruldu. Ancak kale du-
zı aldı: Bizi soyup soyana çevirdi. Sonra da “Gidin, der- varlarına yanaşmak imkânı yok. Savaşın kızıştığı bir
dinizi sultanınıza söyleyin, gücü varsa, gelsin malları- anda, pırıl pırıl zırhlılar giyinmiş bir sipahi omzunda
nızı geri alsın” diyerek bizi kovdu. Halimizi size arz edi- merdiven, yıldırım gibi burçlara koştu. Merdivenini
yoruz. Medet ulu sultanımızdan. dediler. kalenin burçlarına dayayarak tırmanan bu yiğit, üzeri-
ne hücum edenleri dağıtarak, belinde taşıdığı bayrağı 461
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
kale burcunda dalgalandırarak ilk zafer işaretini verdi. geçirmeye başladılar. Bu iki kentte tersaneler kuruldu.
Bu dev yapılı yağız sipahi, Konyalı Hüsameddin Yavlak Türkler bu tarihten başlayarak denizlerde de egemen
Arslan’dır. olmaya başladılar.
Selçuklu ordusu bu ilk şaşkınlıktan kurtulur kur-
3. İlk Türk Donanması
tulmaz hücuma geçti ve gün kararmadan Antalya
Kalesi’nin her burcunda bir Selçuklu bayrağı dalgalan- Fetihten sonra Mübarizeddin Ertokuş Bey, Antal-
maya başladı. Güneşin son ışıkları denizi bir yol gibi ya Valiliğine tayin olundu. Denir ki, Türkler daha ziyâde
çizerken I. Gıyaseddin Keyhüsrev, bir zamanlar Roma kara insanı olup, denizle araları hiç de iyi değildir. Fa-
İmparatoru Hadrianus şerefine yapılan üç gözlü ka- kat Bu doğru değildir. Çünkü Gıyaseddin Keyhusrev’in
pıdan geçti. Doğruca limana indi. Sahilde demirlemiş denizlere açılma siyaseti ve onun bu düşüncesi-
gemileri gözden geçirerek yanındaki tüccarlara sordu: nin oğulları tarafından devam ettirildiğini, Alaaddin
Keykubat’ın Alanya’da bir tersane yaptırması Türklerin
- Hangisi, sizin geminiz? Tüccar, eliyle geniş karın-
denize olan ilgisini açıkça ortaya koymaktadır.
lı bir yelkenliyi işaret ederek:
Nitekim Antalya fethedildikten sonra yapılan ilk
- Mendireğin yanındaki efendim. Allah sizden razı
iş, Türk tüccarların derhal Antalya’ya yerleştirilmesi ve
olsun.
Venediklilerle Selçuklular arasında ilk ticaret antlaş-
I. Gıyaseddin Keyhüsrev gülümseyerek, ması yapılması olmuştur. Bu çalışmaların yanında ‘İlk
- Allah sizden de razı olsun. Frenkler bizim bir ge- Türk Donanması’ Antalya’da kuruldu. Kent, Türk mima-
mimizi, biz de onların şehirlerini aldık. Hem de size ri eserler ile donandığı gibi Mübarizeddin Ertokuş Bey,
verdiğimiz sözü yerine getirdik. sultanın emri ile bu yöredeki ticaretin kesintisiz deva-
mı için gerekli tüm önlemleri aldı.
2. Antalya’da Yapılan Katliam
4. Osmanlı Devrinde Deniz
Ne var ki Anadolu’ya açılan önemli bir kapı konu-
mundaki Antalya İskelesi’nin kaybı Hıristiyan dünya- Osmanlı’nın denizlerde deniz aşın fetihlere yö-
sını ve orada yaşayanları şok etmişti. Antalya’nın geri neldiği dönem, Fatih dönemidir. Fatih Sultan Mehmet
alınması için, uygun fırsat kollamaya başladılar. Kadırga Limanı’nda, ardından da Haliç’te iki ayrı ter-
sane oluşturdu. Gemi yapım tezgâhlarını geliştirerek,
I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ordusuyla Alaşehir yeni bir donanma kurmaya çalıştı. Onu izleyen II. Be-
üzerine yürüdüğü sırada 1211 yılında şehit olması, yazıt Dönemi’nde Venedik’in o dönemdeki deniz üs-
kardeşler arasında taht kavgalarına neden oldu. Şeh- tünlüğüne karşı, Akdeniz’de güçlü olmak için, donan-
rin yerli Hıristiyan halkı bunu fırsat bildiler ve Kıb- maya özel bir önem verildi. Türk denizciliğinin en par-
rıslılar ile gizlice temasa geçildi. Kıbrıs’taki Frenkler lak dönemlerinden biri, Barbaros Hayrettin Paşa’nın
ile Antalya’nın Hıristiyan yerli halkı, 1212 yılında bir Kaptan-ı Deryalık dönemine rastlar. 1534 yılından
cuma günü, ansızın Türkler üzerine saldırdılar ve bü- sonra 12 yıl süreyle büyük ve önemli deniz seferleri ya-
tün Türkleri kılıçtan geçirerek şehre tekrar sahip oldu- pılmış, deniz savaşlarında önemli basanlar elde edil-
lar. Antalya’nın kaybı, Selçuklular tarafından hiç bek- miştir. 1538 ‘de Andrea Dorya’nın 600 parçalık donan-
lemiyordu. Bu Türkler üzerinde büyük bir hüzün ya- masını 122 gemi ile yenmesi, Türk denizciliğinin geldi-
rattı. Sultan İzzeddin Keykavus hemen harekete ge- ği düzeyi gösterir.
çerek Antalya’ya sefer düzenledi. 22 Ocak 1216 günü
şehri tekrar ele geçirdi. Vali yine Mübarizeddin Erto- Türklerde deniz taşımacılığının gelişmesi,
kuş oldu. Anadolu’ya girilmesinden sonra başlar. İpek yolunu
ellerinde bulunduran Türkler, az zamanda kendi de-
Ancak görüldü ki şehirde eski ve yeni. Müslü- nizlerine egemen olarak, deniz ticaret ve taşımacılı-
man ve Hıristiyan unsurların yan yana yaşaması de- ğına başladılar. Ancak büyük taşımacılık, 16. Yüzyılda
nemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Antalya’da cere- Türk sularında yabancı gemilerin çalışmaya başlama-
yan eden söz konusu isyan, şehrin idare şeklinde de sıyla görüldü. Artık bu tarihlerde büyük yelkenli gemi-
kendini gösterdi. Bu nedenle Antalya tekrar geri alın- ler yapılabiliyordu. Kanuni Sultan Süleyman’ın Fran-
dıktan sonra, şehrin bir kısmı, yaklaşık kuzey-güney sa Kralı I. François ile imzaladığı ticaret sözleşmesinde
doğrultusunda bir sur ile ikiye bölündü. Yivli minare Avrupa ile olan deniz ticareti ayrıcalığı Fransız bayrağı-
ve çevresi Türkler için ayrıldı. Yabancı tacir ve Yahudi- nı taşıyan gemilere verildi. Bu ayrıcalıktan sonra, Türk
lerin de ayrı ayrı ve surlarla çevrili mahalleleri olduğu- limanlan arasında Fransız gemileri işlemeye başladı.
nu İbn Battuta’dan öğreniyoruz, Kâtip Çelebi ve Evli-
ya Çelebi de, bu bölünmüşlüğü kitaplarında önemle
vurgularlar.
1223 kışında Alanya da fethedildikten sonra Sel-
462 çuk Sultanları kışlarını artık Antalya’da ve Alanya’da
Dünden
Bugüne
Antalya
D E N İ Z K Ü L T Ü R Ü
Resim 2: Antalya (Peeters 1667) Oruç Reis ayağını karaya basınca yüzünü gözünü
yerlere sürerek Allah’a şükretti ve sahile yakın bir tepe
üzerinde bulunan bir Türk köyüne kadar çıktı. İlk rast-
ladığı bir eve konuk oldu. Burası dul bir kadının evi idi.
5. Büyük Türk Denizcisi Oruç Reis Antalya’da Bundan haberdar olan köylüler yanına gelerek esaret-
Barbaros Hayrettin Paşa’nın kardeşi Oruç Reis’in ten kurtulduğundan dolayı tebrik ederek don, göm-
Antalya’da inşa edilen gemilerle ve Antalyalılar arasın- lek, kaftan, başına tülbent, ayağına pabuç, eline de bir
dan toplanan yiğitlerle denize açılıp, kardeşi Barbaros miktar harçlık vermek suretiyle Türklere özgü konuk-
Hızır (Barbaros Hayrettin Paşa) ile birlikte Akdeniz’de severliğini gösterdiler. Ertesi gün Oruç Reis köyden
dünyaya meydan okuduğunu pek az kişi bilir. hareket ederek Antalya’ya geldi.
1462 yılında ve II. Mehmet zamanında Ceneviz- Oruç Reis, Antalya ile Mısır arasında çalışan Antal-
li “Gatelozio” adındaki ailenin elinde bulunan Midilli yalı Ali Reis’in büyük yelken gemisinde yelkenci ola-
Adası fethedildikten sonra, adaya 200 yeniçeri ile bi- rak çalışmaya başladı ve bu gemi ile İskenderiye’ye
raz sipahi bırakılmış ve bunlardan başka adada Müslü- gitti. Bu sırada Portekizliler, Ümit Burnu’ndan geçe-
man bulunmadığından kendilerine Hıristiyan kızlarla rek Hint denizine saldırmış ve gidip gelen İslam gemi-
evlenme izni de verilmişti. lerine bela kesilmişlerdi. Portekizlilere bir set çekmek
ve Hint denizine sevk edilmek üzere büyük bir donan-
Adada bulunan muhafızlar arasında Selanikli Var- ma temin etmeye karar veren Mısır Hükümdarı Koso-
dar yeniçerilerinden Yakup adında bir sipahi de var- gori, Adana havalisinden gemiler için kereste taşıt-
dı. Yakup da yerli Rumlardan Kotelina isminde bir kız- mak amacıyla Oruç Reis’in bulunduğu kadırga dahil
la evlenmiş; bundan İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adların- beş gemi göndermişti. Bunu öğrenen Rodoslular he-
da dört oğlu dünyaya gelmişti. men bir filo hazırlayarak bunlara karşı gönderdiler ve 463
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
şah olunca, Oruç Reis İspanyol gemileri ile yaptığı sa- Ülkede başta dokuma sanayi olmak üzere şeker
vaşta bir kolunu kaybetti. Yavuz Sultan Selim’e hediye- ve gaz gibi en basit gereksinimleri sağlayacak sanayi
ler gönderdi. Yavuz Sultan Selim ise ona elmas kabzalı malı üretimi yapılamıyordu. Kırsal kesimde halkın ne-
iki kılıç ve iki gemi gönderdi. redeyse yüzde doksanı tarımsal iş kollarında etkinlik
gösteriyordu ve en çok gereksinimi duyduğu madde-
Cezayir şehri halkı, kendilerini İspanyollardan
ler gaz, bez, şekerdi.
kurtarması için Oruç Reis’e başvurdu. Oruç Reis, Ceza-
yirlilerin bu çağrısı üzerine 1516’da Cezayir üstüne yü- Kentlerde ise Türkler daha çok liman ve limanı
rüdü. Cezayir’in Oruç Reis’in eline geçmesini isteme- çevreleyen ticarethanelerde, depolarda amelelik ve
yen İspanyollar, şehri almak istedilerse de başarılı ola- hamallık gibi yoğun insan emeğine dayanan işlere
madılar. Tlemsen’e yerleşen Oruç Reis, İspanyolların yönelmişlerdi. O yıllarda bankacılık, sigortacılık, ban-
ve onlarla işbirliği yapan yerlilerin saldırılarına altı ay- kerlik, simsarlık gibi yeni uğraşı türleri ortaya çıkmaya
dan fazla dayandı. Daha sonra yanında kalan kırk ka- başladı; ancak bu da ağırlıklı olarak yabancıların elin-
dar adamı ile İspanyol hatlarını yardı. Arkasından gön- deydi. Türkler tarlasında çalışır, üretir; tarlasında üret-
derilen Garcia de Tineo kumandasındaki İspanyol do- tiği ürünü, daha çok azınlıkların tekelinde olan, An-
nanması ile Salado ırmağında yapılan savaşta, 1518 yı- talya İskelesi’nde faaliyet gösteren simsarlara ve çen-
lında Cezayir’de öldü. gelcilere kaptırırdı. Açıkgöz gayrimüslim simsarlar, üç
beş kuruşa, çok düşük paralar ödenerek Türk üretici-
Gemiciler Oruç Reis’e “Baba Oruç” derlerdi. Bu un-
lerin elinden aldığı malı, fiyatlarını katlayarak Antalya
van, yabancıların ağzında “kızıl sakallı” anlamına gelen
İskelesi’ndeki depolarına yığarlardı. Antalya Körfezi’ne
‘Barbarossa’ olarak telaffuz edilmiş; Oruç Reis’in ölü-
gelen ve başta Fransa, İngiltere, İspanya ve İtalya ol-
münden sonra da kardeşi Hayrettin Paşa, bu isimle
mak üzere başka ülkelerin acentelerine bağlı ticaret
anılır olmuştur.
gemilerine bölgede üretilen ve Avrupa dokuma sana-
İşte, Türk denizciliğinin en şanlı sayfalarını teşkil yi için önemli bir hammadde özelliği gösteren pamu-
eden Barbaros’un kardeşi Oruç Reis’in ilk deniz kuvve- ğu, üzümü, inciri, palamudu ve daha pek çok tarımsal
tini Antalya’dan toplaması ve bu askeri kuvvetini oluş- ürünü balyalar, çuvallar ya da kutular halinde, Antalya-
turan isimsiz kahramanların Antalya’nın gemicilerin- lı hamalların sırtında yüklenirdi.
den oluşu, Antalya için bir onur belgesi olarak devam-
Yabancı ve gayrimüslimlerin Antalya’da büyük
lı anılacaktır.
konakları vardı. Onlar büyük ölçüde varlıklı birer Be-
6. Son Yüzyılda Antalya’nın Denizi yefendi; Türk ise hamallık yapan yoksul insanlardı. Bi-
rinin parası ve sermayesi vardı; ötekinin yalnızca eme-
1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi Osmanlı ği söz konusu idi. Ülkenin nüfusu sözde ağırlıklı ola-
Devletini kendi kıyılarında tutsak etmişti. Ticaret teke- rak Türk’tü; ancak, limanlarında görünen büyük tonaj-
li yabancıların eline geçmiş; gittikçe dış ve iç borçlan- lı gemiler hep yabancı bandıralar taşıyorlardı.
ma, ülkeyi nefes alamaz duruma getirmişti. Ülkenin li-
manlan sonuna kadar, yabancı ülkelerin gemilerine Diğer Anadolu limanlarında olduğu gibi Antal-
açılmıştı. Denizler sözde Osmanlı Devleti’nindi; ancak ya İskelesi’nde de yabancı bandıralı gemilerin biri ge-
sözü geçenler başkalarıydı. O tarihlerde Türkiye’de fa- lip biri gidiyor, sırtlarında balyalar ya da çuvallar yük-
aliyet gösteren vapur şirketleri şunlardı: Servizio Mari- lü hamallar Antalya topraklarından çok ucuza ve ko-
timi Italiano, Lloyd Triestino, Compagnio Navigazioni layca kapatılan yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sanayi-
İtaliano (İtalyan Şirketleri), Messagerie Paquet et Fre- leşen Avrupa devletleri tarafından hoyratça sömürü-
sine (Fransız), Khidiv Constant Lines, Nelerman Lines lüyordu.
(İngiliz). Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan son-
Bunlar o ana dek, Türk sularında ve limanları ile ra yaptığı işlerden en önemlisi, sahip olduğu deniz-
iskeleleri arasında yük ve insan taşıyan yabancı işlet- lerde kabotaj hakkını yeniden elde etmek oldu. Türki-
melerdi. Her bir işletmeye bağlı çok sayıda gemi Türk ye, kendi limanlarında kendi bayrağından başka bay-
karasularında seyrediyordu.Osmanlı topraklarında bol rak taşıyan gemilerin ticaret yapmamasına çaba gös-
miktarda bulunan çeşitli hammaddeler ve tarım ürün- terecekti. Türk limanlarının durumu iyi değildi. Liman-
leri ticareti çok iyi bilen yabancı tüccarlar ve onların ların tümü neredeyse bütünüyle azgın dalgalara kar-
yerli uzantıları tarafından çok ucuza kapatılıyor, Ana- şı açık bir durumdaydı. Karadeniz ve Akdeniz’e ivedi
dolu insanının alın teri, Batılı efendilerin sofralarına olarak korunaklı limanlar yapılmalıydı. İlk çalışmalar
cömertçe sunuluyordu. bu yönde oldu. Artık Kabotaj Kanunu’na göre yabancı
bir gemiye kıyıdan yükleme yapılması ya da gemiden
Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi, ticaret mal boşaltılması gerektiğinde, bu yükleme -boşaltım
sözleşmeleri, dış borçlar ve yabancı sermaye yatırımla- işini Türk işletmeleri yapacaktı. Diğer bir uygulama ise
rı ile ekonomi yabancıların egemenliği altına girmişti. İstanbul-İskenderun arası karşılıklı posta vapuru sefer-
leri konulması oldu. 465
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
onun Antalya’da yaşadığı ortamı kendi anılarından ta- mıydı? İlkbaharda menekşelerin, portakalların, limonla-
kip edelim: rın çiçeklendiği bu değişik şehri vatan edinmeye çalışa-
cak, sevecek ve ona bağlanacaktık.
“Antalya’da Yenikapı Fırın Rum Sokağı’ndaki büyü-
kannemin evindeyiz. Bir süre önce bu evi yapan mühen- Şimdi sıcak ve ıslak bir havada, ev içinde ci-
dis, mübadele emri geldiğinde çıkıp gidivermişti. Yüksek binliklerin altında uyumak… Yasemin, hanımeli, gül,
tavanlı giriş katında bir de ahır vardı. Atların bağlanaca- menekşe kokuları... Itırlı, baş döndürücü, nemli yeşil-
ğı demir halkaları bile yapılmıştı. Yemliklerinde tümüyle lik ve çiçeklerin kokularıyla yüklü bir hava. Hele saba-
yenilememiş otlar doluydu. Büyük tahta sokak kapısının hın çok erken saatlerinde sokaklardan akan suların şı-
üst yanındaki perforje süslemeli pencerelerinden giren rıltıları… Ağaçların dallarında dolaşan ılık sabah rüz-
rüzgar, bahçeye çıkan kapının üst yanındaki süslü pen- garı nasıl da buğu buğu çiçek kokularıyla dolu.. Kum-
cerelerden çıkıp gidiyordu. En sıcak günlerde bile alt ka- lu yollarda ayak sesleri duyulmayan bir kadının sesi:
tın serin olacağı belliydi. Bu ev öylesine sağlam, öylesine
“Yoğurt alın, kaymak alın.”
özenilerek yapılmıştı ki yaptıranın içinde oturamayışının
acısını kendi yüreğimde duyarken büyükannem, annem, Genç bir Yörük kadını omzunda heybesi, elin-
babam, dadım da Selanik’te kalan sevgili evlerinin acısı- de çektiği eşeğinin yuları, uçarca ses vermeden yürü-
nı çekiyorlardı. Karşılıklı yuvalarından koparılan her iki mekte.
taraftaki insanların hiç de suçları yoktu. Herhalde nasıl “Yoğurt alın, kaymak alın.”
siyasi oyunlar oynanmıştı ki, Gazi Mustafa Kemal Paşa
bu mübadeleye mecbur kalmıştı. Yıllarca komşuluk ya- Bakracında, yaylasında mayaladığı üstü bir par-
pan insanlar birbirinden ayrılırken sarmaş dolaş olmuş- mak sarı kaymaklı yoğurdu el dokuması bir peşkir ile
tu, ama çaresizdiler. kapalı. Elinde de yufka ekmeğine sarılı kurutulmuş
yayla kaymakları… Tadına bakılmaz mı hiç? Dadım
Evimizin alt katında, sokak üstünde iki büyük, bir de elinde yoğurt bakracı ve yufkaya sarılı kuru kaymak-
penceresiz daracık oda vardı. Sokak kapısının solundaki larla merdiven başında görününce bizlerde bir merak
odanın yanından yukarı çıkan merdivenler öylesine ka- bir merak. Kuru kaymak nasıl şey? Bakraç boşaltılıyor,
lın tahtalardan yapılmıştı ki, en ağır yükler taşındığında yıkanıyor ve umulmayacak küçücük bir para…
bile gıcırdamıyorlardı. Hele insan ayakları hiç ses vermi-
yordu. Sandık odasının penceresinden bahçedeki büyük Şehrin göbeği sayılan kale kapısındaki Yiv-
kayısı ağacı, malta eriği ağacı ve körpe bir limon fida- li Minare’nin gölgesi bütün ihtişamıyla yere uzanırken,
nı görülüyordu. Üst katta, uzun sofanın sokak tarafında meltem rüzgarı diner, Manavgat rüzgarları kopardı.
cumbalı bir orta oda, iki yanında da iki büyük oda var- Manavgat, Antalya Körfezi’nin Akdeniz’e bağrını açan
dı. Bu sofanın ve odanın tavanları 5m yüksekliğindeydi. ucundaydı. Rüzgara adını verişindeki özellikleriyse, ak-
Cumbalı odanın tam karşısına gelen duvar baştan başa şam rüzgarının Akdeniz’in açıklarındaki serin havayı ka-
camlıydı. Orta yerdeki çift kanatlı kapılar açıldığında çı- pıp şehrin sıcağına sokmasıydı. Kaleiçi denilen yer tü-
kılan, kenarı kalın tahta parmaklıklı balkon yazın en sı- müyle eski Türk evlerinin sıra sıra dizildiği mahallelerden
cak günlerinde bile püfür püfür esen meltem rüzgarlarıy- oluşuyordu. Bu evlerin özelliğiyse Antalya’nın cehennem
la hep serindi. sıcağına hiç yüz vermeyişleriydi. Daracık sokakların yüz-
leri hep Akdeniz’e bakmaktaydı. Portakal, limon, kayısı,
Bahçedeki küçük ev, eski sahibi mühendisin kızına erik, malta eriği ağaçları, yaseminler, nergisler, horozi-
yaptırdığı evmiş. Büyükannem onu da Selanik’teki evle- bikleriyle bezeli bahçelerde sokak kenarlarındaki arıklar-
rinin karşılığı olarak almıştı; o da bizimdi. Büyükanne- dan hiç dinmeden akan tertemiz sularla dolup boşalan
min Selanik Islahhane Caddesi’ndeki, annesi Hacı Rati- havuzlar vardı. Bey Dağları’nın eriyen kar sularını şehrin
be Hanımefendi’den kalan konağının yerine verilen Ye- sıcakları bile eğlendiremezdi. Bu serin sularla dolu ha-
nikapı Caddesi’nde şahane büyük bir evi daha vardı. Fa- vuzlarda serinleyen yemişler, hem o evlerde yaşayanla-
kat Antalyalıların, “Gazi Mustafa Kemal Paşa memleketi- ra, hem de gelen konuklara sunulurdu. Gündüzleri kala-
mizi ziyaret buyuracaklarmış. Biz sizden rica etsek, bu evi balık olan Yenikapı Caddesi’ndeki dondurmacı, limona-
şehrimiz adına Paşamıza armağan etmek üzere bize ve- tacı dükkanları arı kovanı benzeri işlerdi. Halis inek sü-
rebilir misiniz? Yerine başka bir mülk alırsınız.” ricalarına tünden, sıkma portakaldan, limondan, vişneden yapılan
karışık büyükannem, “Gazi Paşamıza evim değil canım dondurmalar oralardan geçenlerin ellerinde görülürdü.
feda, elbet veririm.” diyerek o evi seve seve bırakmıştı.
Geceleri bir başka âlemdi. Şehirde elektrik, sinema,
Bütün bunları yazarken, şehirlerin de içlerinde yaşa- tiyatro yoktu. Bütün gezmeler yakın uzak mahallelerde
yan insanlar gibi kaderleri olduğunu düşünüyorum. Bir birbirlerine akşam misafirliğine gidiş gelişlerle yaşanırdı.
sam rüzgarı esmişçe verimli topraklarıyla Türkler’in va- İskambil, peçiç, domino, tombala, fincan oyunları bütün
tan edindiği Rumeli topraklarını terk etme gereğine, ka- gençlerin eğlencesiydi.
dere boyun eğerek, göç rüzgarlarının önüne katılmıştık
bizler de. Büyükanneme verilen toprak bıraktığı malla- Artık Antalya’yı tanıyordum. Daracık sokakların
rının üçte birini bile bulmuyordu ama başka çaresi var caddelere açılışındaki anlamı yabancılar bilemezlerdi. 467
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Kitapları böylesine ilgi toplarken tabii durmak ol- Ne yazık ki Cahit Uçuk’un çok parlak gelişen ya-
mazdı. Cahit Uçuk bu sefer de bir gençlik romanı kale- zarlık kariyerine karşılık özel yaşamı hayal kırıklıklarıy-
me aldı. Yedi ay içinde yedi baskı yapan Dikenli Çit ona la doludur. Bâbılâi’deki bu hevesli ve kalemi kuvvetli
hem kazanç sağladı hem de yazarın ününü arttırdı. Sa- genç kadın yazarın karşısına bu sefer ona göre olduk-
dece yaşanılan yerlerin değil yazarın ifadesinin sıcaklı- ça yaşlı ve ciğerlerinden rahatsız ünlü yazar Mahmut
ğını da hissettiğimiz bu kitaptan küçük bir bölüm aşa- Yesari çıkar. Gerçekleşen evlilikleri daha ziyade arka-
ğıda yer alıyor: daşlık özelliğindedir ve kısa bir müddet sonra da biter.
“Yaz öğlesinin baygın sıcaklığı ortalığı sarmıştı. Cahit Uçuk bu yıllarda yazdığı Türk İkizleri kitabı
Yapraklar kıpırdamıyor, hava soluksuzdu. Çiçeklerde do- ile yıllar sonra Christian Hans Andersen ödülünü ka-
laşan arıların vızıltıları, uzak bataklıklardan taşan kur- zanmıştır, tabii ilk halinden daha farklı ve olumlu ma-
bağa sesleri, horozların ötüşleri, bahçenin içinden akan nada bazı eklemelerde bulunarak. Ne yazık ki ödenek
suyun şırıltısı, birbirine karışıyordu. bulunamamış ve 1958 Mayısının 7’si ile 10’u arasında
Floransa’da yapılan ödül törenine katılamamıştır. Ken-
Genç kız, tabiatın senfonisini büyük bir keyifle din-
disi o günlere ait hatıralarını şöyle aktarır:
liyor, toprağı, ağacı, yaprağı, çiçeği, böceği, sevenlerin
duyabileceği eşsiz saadeti yüreğinde duyarak gülümsü- “Kısa bir zaman sonra Yapı Kredi Kültür Yayınları
yordu. Kapalı gözlerinde; sarı tavuğun civcivleri, beyaz Müdürü Vedat Nedim Tör Bey’e bir kitap dolayısıyla ziya-
alacalı buzağıların baş vurarak meme emişleri; ineklerin rete gittiğimde, o beni öylesine coşkun bir sevinçle karşı-
pembe dilleri ile yavrularını yalamaları, tereyağı maki- ladı ki şaşırmıştım. Meğerse o da Yapı Kredi Kültür Yayın-
nesinin içindeki pervanenin dönüşü, küçük tereyağı par- ları adına Floransa’daki o şölene davetli olarak gitmişti.
çaları, kümeslerdeki çeşit çeşit tavuklar, horozlar; folluk- O merasimde benim için yapılan tezahüratı anlattı.
lardaki yumurtalar vardı. Bütün bu gördükleri, duyduk-
“Yıllar önceki merasimlerde giyilen giysilerle sahne-
ları genç kızı yaşatıyor, sevindiriyor, hayata bağlıyordu.
yi dolduran gençler ilk önce ellerindeki borazanları çal-
Ayla, ürpererek gözlerini açtı. Uzaktan gelen kahka- dılar. Sonra büyük bir Türk bayrağı dalgalandı. Orkestra
ha sesleri duymuştu. Bu sesler, ona üç yıl önceki günleri- İstiklal Marşı’nı çalarken, salonda binlerce konuk ayak-
ni hatırlatmıştı. Böyle kahkahalarla gülerek bahçeye gel- ta saygı duruşu yaptılar. Sonra ortalığın sakinleşmesi-
mişler, akşama kadar eğlendikten sonra, ay ışığı altında ni isterce tek bir borazan çalındı. Arkasından üç kez Ca-
evlerine dönmüşlerdi. hit Uçuk… Cahit Uçuk… Cahit Uçuk… diye merasimi
idare eden kişi salona seslendi. Cahit Uçuk ortaya çık-
Kahkahalar, çığlıklar, bağrışma sesleri gittikçe ya-
mayınca, ben heyecandan bacaklarım titreyerek, Cahit
kınlaşıyordu.
Uçuk’un hakkı olan şerefin ortada kalmaması için sah-
Ayla, uzandığı şezlongda doğruldu. Yaklaşan sesle- neye yürüdüm. Bir alkış koptu, bir alkış koptu ki heyecan-
ri dinliyordu: lanmamak hatta ağlamamak mümkün değildi ve Ca-
Ne tuhaf! Sanki bizim çocuklar geliyor!.. hit Hanım size sunulan diplomayı ben sizin adınıza al-
dım. Yine alkışlar alkışlar sürdü gitti. Tebrik ederim Ca-
Genç kız, ayağa kalktı. Bu, neşeli, çılgın kafileyi hit Hanım. Sizler artık memleketimizin dışarılarda yüzü-
merak etmişti. Bahçe kapısından nü ağartan, milletlerarası takdir kazanmış, iftihar ettiği-
bakacaktı, fakat henüz bir adım atmıştı, bahçe- miz yazarımızsınız.”
nin ağaç dallarından yapılmış alçak kapısı ardına ka- Tabii Vedat Nedim Bey’in candan gönülden teşek-
dar açıldı; içeri koşarak Tekin girdi. kür ederek uzattığı şeref diplomasını aldım. Vedat Bey
Ayla, büyük bir çığlık koparmıştı: şeref diplomasındaki sözleri Türkçe’ye çevirdi.
Verte Pitte (40 Dizi Masal), Eve Giren Güneş, Açılan Pen- Küçük kafile, yayla dağının kıyısındaki yoldan yürü-
cereler, Mavi Derinliklerdeki Sır, Kayaya Öyküler Dizisi dükçe hava ılınıyor, ısınıyordu. Çıplak ağaçları, sert rüz-
(38 Öykü) onun bu konuda meydana getirdiği eserler- garları, yarı boşalan evleri ile yayla köyü gerilerde kal-
dendir. mıştı. Sağ yanlarındaki küçük derenin suyu daha çoğal-
mış, çağlayarak akıyordu. Ortalığa güz sabahlarının ga-
Anadolu kültürünün ve yurt sevgisinin, topra-
rip ıssızlığı çökmüştü. Tırmanırken gördükleri çiçeklerin
ğa duyulan saygının ve aile bağları duygularının yo-
yerinde şimdi kuru saplar vardı.” 340
ğun olarak hissedildiği bu kitapların yanı sıra polisi-
ye öyküler de yazarımızın çocuklara sunduğu eserle- İşte böylesine candan bir şekilde Anadolu kül-
rin konusunu teşkil etmiştir. Aşağıda Cahit Uçuk’un, türünü benimsemiş bu ilginç ve kabiliyetli kadın ya-
Türk köylüsünün bağ bahçe ve yaşam koşulları içeri- zarımız Cahit Uçuk, “Mavi Ok” adlı kitabında ise Toros
sinde çocuklarıyla sürdürdüğü düzeni masalımsı ama Dağları’nın eteğinde yurt tutmaya çalışan ve kökenleri
tümüyle gerçek olarak ifade ettiği Türk İkizleri kitabın- tıpkı kendi ailesi gibi Rumeli topraklarından gelmiş bir
dan bir bölüm okuyacaksınız. ailenin hikayesini anlatır. Eserin bizim için en ilgi çe-
kici yönü; kitabın önde gelen kahramanı, evin sevim-
“Ertesi sabah, Fatma Bibi çocuklarını, Abuğ Hasan’ı
li ve akıllı kızı Türk’ün katıldığı hikaye yarışmasında
gün doğmadan uyandırdı. Hava bulutluydu. Sert bir rüz-
ödül kazandığı öyküdür: Burada anlatılanlar o yılların
gar esmesine değin, bulutlar dağılmıyordu.
Antalyası’nın şiir gibi bir dille ve son derece tatlı bir üs-
Parlak, sevinçle döşeğinden çıkarak, titreye titreye lupla ifadesidir ki yazarımızın bu topraklara duyduğu
urbalarını, yün çoraplarını, yemenilerini giydi. Evde bir- büyük sevgiyi de ortaya koyması açısından önem taşır.
kaç günden beri göç başlamıştı. Abuğ Hasan, birkaç bö-
“Bu benim yeni kökler salmaya başladığım toprak-
lük eşyayı, bulgur, buğday, un çuvallarını, kasaba da-
ların hikayesidir.
mına götürmek için yüklü katırların ardında kasaba-
dan yaylaya, yayladan kasabaya gidip gelmişti. Yalnız Ana caddeler beton döşeli, arka sokaklar toprak.
döşekleri, çamaşır ve yemiş sandıkları, erişte tenekeleri Yaz güneşinin yangını bu dar sokaklara giremez. İki katlı
gibi şeyler kalmıştı. Onları el birliği ile katırlara yükleye- kara tahta evlerin cumbaları birbirlerine öyle yakındırlar
rek, damlarından çıktılar. İkizler, ahırdan davarlarını sa- ki, birbirleriyle fısıl fısıl konuşurlar gece gündüz.
lıverdiler.
Eski kale duvarlarını yıktırmış gelen Valilerden biri.
Küçük kafile, bahçenin çit kapısından ayrılırken ço- Onun için Adriyanos Kapısı öylece ortada tek başına kal-
cuklar, arkalarına dönerek yayla damlarına baktılar. mış. Yüz yıllar boyunca beraber yaşadığı surlardan ayrılı-
ğına üzgündür belki de. Surların dibinde akan sular, şim-
Parlak’ın gözleri yaşarmıştı:
di beton bir arıkla caddenin ortasında.
Her yıl göç ettiğimiz halde, kış başlarken bu dam-
Eskiden caddeler toprakmış. Tıpkı arka sokaklar
dan ayrılığa, bahar başlarken kasabadan ayrılığa alışa-
benzeri. Gök delinip, deli yağmurlar yağsa kumlu şose
madım.
onu emer, derinlere çekermiş. Şimdi beton caddelerden
Köyün dar yolundan geçerlerken, sağa sola hav- dereler akıyor deli yağmurlarda. Başımda dedemin bana
layan Ok’la Tok’un sesi, çit kapılarında konu komşu- çadır kadar büyük gelen şemsiyesi, koltuğumda çantam
yu biriktiriyordu. Köyde herkes kasabaya göç etmez- okula gitmek ne güzeldir. İnsan bilir, yağmurun dindiği
di. Yalnız kasabada kış damı olanlar, kışın yaylada kal- dakikada bulutlar dağılacak, sarı güneş mavi gökte, so-
mazlardı. Onlar, iki yana: kağın ıslak kumlu toprağında cam kırıkları ışıl ışıl parla-
Hoşça kalın… yacaktır. Şemsiyemi başıma geçirmek isteyen yağmur,
gergin siyah kumaştan serin serin yüzüme püskürür.
Diyorlar, komşular: Bazı günler yarı yolda yağmur diner. Burada yağmur pek
Gidin güle güle! umursanmaz. Yağmazsa kötüdür. Yaza kuyular –sarnıç-
lar- susuz kalır sonra. Yağmur burada halkın dilinde rah-
Diye karşılık veriyorlardı. Böylelikle, köyden çıktı- mettir. Severiz yağmurumuzu. Damların kiremitleri gök-
lar. Köyün sonundaki dik yokuştan kasaba yoluna in- ten yağmur dileyen açılmış avuçlara benzer. Yassı, yay-
meye başladıkları vakit, rüzgar birdenbire kesilmiş, tek van alt kiremitler. Üst kiremitler ancak iki kiremitin ek
tek tanelerle yağmur yağıyordu. yerlerini kapayacak kadar küçüktür.
Fatma Bibi eşyalara baktı: Yağmurlar, uzun, tatlı ve ılık sonbahar biterken baş-
Bari yağmur atmasa da bu yüklerimiz, döşekleri- lar burada. İri sıcak damlaların üçü beşi birleşerek pa-
miz ıslanmasa… rıltılarla düşerler. Her evde bir koşuşmadır kopar. İçine
ip merdivenle indirilen yıkayıcının arıttığı kuyu, karan-
Parlak, dik yokuştan indikçe, uzaklaştıkları yayla lık ağzını göğe açmış bekler. Savaktan inen boruya ucu
köyünden ayrılığının acısını unutup; her adımda yak-
laştıkları kasabaya gittikleri için seviniyordu. 340- Cahit Uçuk, Türk İkizleri, Uçuk Yayınları, Serveti Fünun
470 Matbaası, İstanbul 1978, s. 207-209.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
bu ağza uzanan bir boru daha eklenir çabucak. Fakat san kendini çevresindeki güzelliklere kaptırıyor. Sağ yan-
ilk önce boşluğa bırakılır. Damlarda birikmiş yaz tozla- da sabahları içine Toroslar’ın gölgeleri düşen deniz. Sol-
rı, serçe, kumru gübreleri birbirine karışarak iner, iner. Su da bahçelikler. Baharda bu bahçelikler tüm tüm tüter.
duru akmaya koyulunca kuyunun ağzına birer sepet ko- Koku öyle bir dumandır ki, rüzgar ne yana eserse o yana
nur, sepetin üstüne temiz tülbentler serilir. Su oluğu bu- gider. Turunçgiller soyunun çiçekleridir havayı böylece
raya yerleştirilir. tütsüleyen.
İnsanın yaşı küçük olursa, köpüre köpüre akan su- Kışın yaban nanuhları, kekikler, sayısız adsız otların
yun kuyudaki yankılarından korkar. Ben de korkmuştum genzi gıcıklayan kokularıyla ıslaktır hava. Güneş sıcak,
dedemin kuyusundaki seslerden. Bana öyle geliyordu ki, gölgeler ısırıcıdır.
gökten başıboş serpilen damlacıklar, toprağın içindeki
Karşı bahçeliklere yürüdüğümüz çoktur. Şehirden,
karanlık deliğe tıkılmaktan hoşlanmıyorlar. Homurda-
çağlayanların haykırışlarından uzaklaşınca, derin bir
nıyorlar, bağırıyorlar biteviye yağmur yağdığı sürece, bu
sessizliğin içine düşülür. İnsanı; kuş, böcek, kurbağa,
dert yanışlar yükselirdi aşağıdan. Ama çok sürmüyor bu
arıklardaki suların seslerinden örülme bir mırıltıdır ku-
ağlayışlar. Kısa zamanda kuyu köpüren sularla taşıverir.
şatır. Yanlarda gölge sızmaz çitler uzayıp gider. Ardın-
Artık saçaklardan taşan su boşluğa akar. Kuyuda sesler
da çalışanların solukları duyulmaz. Yaban asmalarının,
diner, boşluğa akan suyun türküsü başlar.
zakkumlarının, kargıların, yemişsiz incirlerin, baldıran-
İçime bir sevinçtir dolar o zaman. Damla damla ki- ların, böğürtlenlerin, kaktüslerin dolana sarıla ördüğü
remitlere düşüp, oluk dolusu kuyuya dolan sular, artık harım çitlerin ardındaki köpekler görmedikleri yolculara
kova kova çekilecektir. Karanlıklardan gün ışığına kavu- ürürler. Daha içerilerde yeşiller sarar çevreyi. Yeşil çitle-
şan sular değil de benmişim gibi sevinirim. rin dibinde camgöbeği renkli yayvan bir su görünür. Dip-
ten dibe akar bu sular. Suyun altında boyunlarını akışa
Dedemin evinin kuyusunun mermer çemberi, de-
vermiş su bitkileri görünür. Hepsi resim kadar kıpırtısız-
mir çıkrığı, küçük kalaylı bakır kovası vardır. Yaz gelince
dır. Ürkek kurbağalar, uzun bacakları üstünde yaylanıp
bu demir çıkrığın sesi, kuyudan yükselen suyun kahka-
durgun suyu parçalarlar.
haları hiç dinmeyecektir. Kuyunun hemen yanında dede-
min ekip büyüttüğü yasemin ağacı, akşamüstü gökte yıl- Yanımızdan sarı yüzlü, kocamış bakışlı samracı ço-
dızlar doğarken mor renkli tomurcukları ak ak çiçekleri- cuklar geçer. Bu çocuklar şehrin sokaklarından gübre
ni açar. Gecenin karasında yıldız yıldız parlar yaseminler. toplarlar. Önlerindeki sıska eşeğin küfelerini doldurur-
larsa, karınlarını doyurabilirler.
Yasemin, ful buraların öz çocukları. Dedemin evi-
nin dar, ıslak sokağındaki yüksek ev duvarlarından ya- Bu gübrelerle büyük şehirlerde çok para karşılı-
seminler kokulu dallarını uzatırlar. Akşamüstü benim ğı satılan sebzeler yetiştirilir. Bahçelerdeki kargı üstü-
yaşımdaki -12- kızlar yasemin çizerler: -Dizmek demek- ne çamur sıvalı, damları sazla örtülü evler, coğrafya ki-
tir- uzun, morca renkli goncalar henüz patlamadan dal- tabımdaki Afrika kulübelerine benziyor. Bu kulübelerde
larından usul usul toplanır. Bunlar ince uçlarından iplik- taş devri yaşayanlar var sanıyorum. Her yanlarında gü-
lere, veya diplerindeki deliklerinden çam iğnelerine ge- müş sular akan bahçelerinin dışındaki yaşayışı bilmezler.
çirilir. Bunları annelerimize veririz. Kendimiz de saçları- Gök, deniz, esen rüzgarları gözlerler. Sam eseceğini, fırtı-
mıza takarız. Hava kararmaya başladıkça goncalar bi- naların kopacağını bilirler.
rer birer açarlar. Buralarda gelenekmiş bu. Ben de yase-
Kargı duvarlı, saz damlı evlerinin çatılarına tarla fa-
min çizer oldum bura kızlarıyla beraber. Saçlarımızda
releri üşüştü müydü gelen büyük fırtınadır. Çalılara serili
başımızı döndüren yaseminlerimizle gezeriz yatana dek.
çamaşırlar toplanır. Pazara gidecek ertesi günün sebze-
Sonra yastığımıza koyarız. O demetler gece boyunca gü-
sini el birliğiyle, evin önünde akan yayvan arıkta yıkarlar.
zel düşler gösterir insana.
Evin oğlu köfün –küfe- leri eşeğin sırtına vurur. Analı, ba-
Ful’e gelince o minimini bir güle benzer. Güneyin balı, kızlı, oğlanlı küfeleri doldururlar. Çıplak ayaklı oğ-
bütün özelliklerini kendisine toplamıştır. Koyu yeşil fida- lan, bir şarkı tutturarak tozlu yolda pazara gider.
nının tepe dallarında açan bir masal sultanıdır. Yanına
Akşam üstü uzaklardan bir uğultudur kopar ama
yaklaşan sıcak bir solukla hemen sararır solar, kokusu-
çok uzaklardan. Bu deli bir rüzgarın çarptığı ağaçların
nu vermez.
iniltisidir. İnilder, inilder, inilder. Sonra yerdeki otlar fısıl-
Yaz mevsiminde, durduğu yerde atlarının soluk- daşır. Titreşmeye başlar. Birazdan rüzgarın ilk soluğuy-
larıyla sallanan bir arabaya binersiniz. Arabacının terli la bütün bitkiler boylu boyuna yere serilir. Derken daha
vücudu kıpırdar. Kolu kalkar, kamçısı havada şaklar. Bir yukarıda bir karışıklık olur. Andızların, kavakların en sivri
bahçe yoluna çevrilir girersiniz. Yüze çarpan sıcak hava uçlarını, boyunlarını büker. Portakal ağaçlarının kızarmış
ful kokar. Nereden geliyor bu koku diye ararsınız. Araba- yemişleri çalkalanmaya, sarılıp çözülmeye koyulurlar.
cının kulağı arasındaki fulü görürsünüz.
Dam altına sinenler, açık kapı ağızlarında birbirleri-
Tozlu yol tekerlek ve nal seslerini yutar. Burada in- nin seslerini duyamazlar. Çünkü fırtına kuşatmıştır onları.
471
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Baca dumanı içeri bastığından akşam yemeğini sı- Bu sokaktan geçerken kocaman gözlerinde yaş-
cak yiyemezler. Ve fırtınayı kendi başına dışarıda bıraka- lı bir özlemle Rumeli türküleri söyleyişleymiş beni ça-
rak döşeklerine girerler. ğıran.
Gecenin bir vaktinde sesler bıçakla kesilir. Kara bu- Bu daracık sokakta babaannemin anlattığı yiti-
lutların arabası fırtınayı yüklenip gitmiştir birdenbire. rilmiş eski yurdun sıcağından, terbiyesinden, bağlılı-
İnce, yumuşak bulut artıklarından yere serilmiş acılı top- ğından kucak kucak getirmişler, bu sokağın havasına
rağa bir yağmurdur düşer inceden. Yaraları onaran, bay- serpmişlerdi sanki.
gınları ayıltmak için gökten uzanan bir eldir bu rahmet.
Burası bir devşirmeler ülkesi. Okuldaki arkadaşla-
Sabah gün doğmadan önce dışarı uğrayanlar, bü- rımla konuşurken öğreniyorum. Mısırlılar, Dimyatlılar,
tün yeşillikleri gözyaşına boğulmuş görürler. Ağaçların Kıbrıslılar, Rumeliler var içlerinde.
altında portakal ürününü delik, patlak, zedelenmiş yer-
Dünyanın belki hiçbir yerinde bulunmayan eli
de bulurlar. Ağaçlar, çatallarından ikiye bölünmüştür.
açık toprak. Bir örnek sıcaklıkla bu kişilere bağrını aç-
Bir gün önce ılık meltemle yelpazelenen yeşil ipek muz
mış, hepsini besliyor.
yaprakları, eski zaman hırkalarının ipek kumaşları gibi
dilim dilim yırtılmıştır. Yaz sıcaktır, sıcaktır. Yakar fakat kavurmaz.
Ellerinde sepetler bütün aile, pazarda çok ucuza sa- Kışı soğukçadır, üşütür ama dondurmaz. Bu gün
tılacak bu portakalları toplarlar. Sonra ağaçların yarala- bu insanların yaşadığı bu topraklar, geçmiş günlerde
rı sarılır, bahçe elden geçer. boş değilmiş.
Oysa ki şehrin dar sokaklarında, uçmuş birkaç kire- Sokaklarda, eski bahçe duvarlarında, o uzak gün-
mit, pencereden düşüp parçalanmış bir iki saksıdan gay- lerin kalıntılarını görüyorum. Bir sütun başlığı üstünde
ri bir değişiklik yoktur. duran çiçek saksıları. Duvarın taze taşları arasında geç-
miş yüz yılları konuşan bir heykel ayağı. Her yanda ta-
Bu ıslak arka sokaklarda kanadı açık bir kapıdan ke-
rih, her yanda yazıtlar.
narları beyaz badanalı çiçeklikler görünür.
Hasta olduğumdan beri yatağımda hep tarih ki-
Okula giderken hem yağmuru pek almaz, hem de
tapları okudum. Şehirden çıkan her yol, insanı bir ta-
kestirme diye geçeriz bu sokaklardan. Sardunyalar, ak-
rihe ulaştırır. İşte Side, Aspendos, Perge, Termesos…
şam sefaları, fesleğenler, ıtırlar, sarmaş dolaştır o çiçek-
liklerde. Side’de insanların düşlerine girecek kadar güzel
tapınaklar, tiyatrolar, mermer döşeli meydanlar, ha-
Kapı eşiğinde, bağrı açık, eteği belinde, sarı yüzlü
mamlar var. Heykeller o zengin, o görkemli çağların
kocaman gözlü bir kadın belirir:
canlılığını bize getirecek kadar canlı. Öyle çok, öyle
U… Ümüşeee! Abe neredesin? Tez gel burayı… çok ki bu heykeller. Onlara bakarken; ‘söyleyin bana o
Baban gelir işten… günlerin masallarını’ diyesim geliyor.
Sırtında küfesiyle kızın babası köşeden dönmüş- İşte Aspendos, Belkıs tiyatrosu. Ortasında çıt de-
tür bile. Elde bir somun ekmek, kirli küfenin dibinde seniz, ta yukarı basamaklarda ‘çıt’ diye duyulur. Hey-
mevsimine göre mevsimin en ucuz yemişlerini getir- kelleri, kral localarıyla kocaman bir tiyatro. Yüzyıllar
diğinden kurumludur. boyunca depremlere, kasırgalara, dövüşlere göğüs
gererek yaşamış uygarlık kalıntıları.
Bu mahallede oturanlar hamallık ve maşa, kürek
yaparak geçinirler. Kadınlar evde çalışırlar. Dördüncü yüzyılda yaşamış Noel Baba da şehrin
yakınında Demre’de. Kilisesi, mezarı var Noel Baba’nın.
Bir bayram günü dedemle o sokaklardan geçin-
Onu dünya çocukları kadar biz de severiz. Müslüman
ce şaşırdım. Bayram bütün sevinciyle bu sokağa gel-
değil Noel Baba. Fakat çocukların dostu. Hangi dinden
mişti. Yarı yıkık evler baştanbaşa badanalanmıştı. De-
olursak olalım, bütün dünya çocukları birbirimizi seve-
deme hep selam veriyorlardı. Dedem bana: ‘Bunların
riz. Çocukları seven Noel Baba da Müslüman çocukla-
içinde bizim Rumeli’ndeki çiftlikte çalışan birkaç kişi-
rını sever elbet.
ye rastladım. Bana hala o eski çiftlik beyi gözüyle ba-
kıyorlar. Dilden kulağa yayılmış hepsine. O topraklar- Bu toprakta Selçuklular’dan kalma anıtlar, daha
dan bir söz açmaya gör. Bağırlarını yumruklamaya, ağ- canlı, daha bizim. Korkusuz, dik başlı, kahraman ata-
lamaya başlarlar.’ demişti. larımızın destanlarını, eskiden kalma yapıların yazıtla-
rında görmek, ne yüreğe işleyen sevinç?
O zaman birdenbire anlamıştım, niçin bu sokak-
larda tanıdığım, beni çeken bir hava var diye. Bunların Her yakasında çağ çağ yüzyıllar konuşuyor bu
hikayelerini babaannemden dinlemiştim uzun uzun. toprakların. Kıyılarda deniz savaşlarının hikayelerini fı-
Çömlekçi çiftliğinde üç yüz hanelik bir köyleri vardı. sıldar dalgalar.
Çalışırlardı. Topraklarımızda yaşarlardı.
472 Rüzgar, geçmiş yılların türkülerini söyler insana.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
Bu şehir, sadece çevresiyle bir taçtır Türk yurdunun ba- ‘Türk Vardar’341
şında. Öyle bir taç ki her pırlantası geçmişte bir uygar
İşte böyle başarılı yazılar birbiri peşi sıra eserlere
milletin parıltısıyla tutuşur.
dönüşüp ortaya çıkarken hayat da kaderin oluşturdu-
İşte ben bu şehirde yaşıyorum. Burada yaşamak ğu sayısız yolda hızla akmaya devam ediyordu. Cahit
masal gibi, tarih gibi bir yaşayış. Uçuk hem yazarlık hayatının zorluklarından hem de
özel yaşamındaki tersliklerden bıkmıştı. Baba ocağın-
Bu satırları yazarken, dedemin evinin pencereleri
da kafasını dinleyeceği, sevdiği memleketinde huzur
altındaki dar sokaktan bir satıcı geçiyor. Ses iki yakalı
bulacağı günler arzu ediyordu. Hatıralarında bu dü-
evlere çarparak yankılar yapıyor.
şüncelerini samimiyetle anlatır:
Frenk yemişi… Frenk yemişi!...
“En güzeli, diyordum, Antalya’ya gidip basma şal-
Dedem ‘İster misin?’ diye sordu. varı dikerek, başıma beyaz puanlı kırmızı örtüyü dolaya-
Evet! dedim. Para verdi bana. Hemen kalemi bı- rak omzumda çapa veya kürek, portakal fidanlarının sı-
raktım. Bir tabak alarak aşağıya koştum. Kapıyı açtım: ralandıkları bahçemizde ağaçları sulamak, toprağı bel-
lemek, gübrelemek, çapalamaktı. Bahçenin köy evinin
Kaça kaçı? ocağındaki sacayağı üstüne oturttuğum tencerelerde
Üçü yirmi beş. çorbalar, kuru-yaş fasulyeler pişirmek, hamur tahtasın-
da zar zar incecik yufkalar açarak, börekler, baklavalar
Karşımda kim bilir kaç kuşak önce Afrika’da yaşa- yapmak, onları üstü küllenmiş kor ateşlerin üstünde pi-
yan soyun, katıksız çocuğu duruyor. Sepetinde bahçe şirmek. En iyisi bunları yapmaktı. Günün birinde bunla-
çitlerini saran, kayalıklarda, yollarda kendi başına biten rın tümü kendi kendine, hem de başına buyruk oluver-
nar çiçekli kaktüslerin yemişleri dolu. diler. Antalya’ya göç ederek büyük evimize yerleştik.” 342
Uzun parmakları arasındaki bıçakla dört çizgi çek- Bu yalnız günler uzun sürmez ve Antalya’ya pe-
tiği yemişi, el değdirmeden tabağa verişi öyle ustalık is- şinden gelen Galatasaraylı futbolcu Necdet Kayral ile
tiyor ki. Yemişin üstünde ağusu yüreklere işleyen milyon- evlenen Cahit Uçuk, çok sevdiği güzel memleketini
larca diken vardır. yeni eşine tanıtma hevesini anılarında şöyle dile ge-
Parasını alıp gitti o. Ben tabakla yukarı çıktım. ‘Frank tirir:
yemişi, Frank yemişi…’ diyen sesi uzaklaştı adamın. “Nikahtan sonra Necdet’i bizim Kırçamı’ndaki bah-
Şimdi yaklaşan davul sesinin yanı sıra sıcak, yanık çeye davet ettim. Faytona bindik. Yenikapı’daki evimizle
bir erkek sesinin söylediği türküyü işitiyoruz dedemle. bahçemiz arasındaki yolu uzatmak için arabacıya ‘İlkten
Lara’ya bir uzanalım, konuğumuza şelalelerimizi göste-
(Selam da verdim sola sağa relim. Sonra Kırcami’ne gidelim’ dedim.’ Hava güneşliydi,
Bayramınız mübarek ola…) fakat koyun duru mavi sularında, yer yer beyaz bulut kü-
meleri yüzüyordu. Denize kayalıklardan dökülen şelale-
Pencereden baktım. Sopasının ucundan sırmalı
lere gelince yanımda sessizce oturan Necdet’e ‘Bu muh-
çevreler sallanan davulcu, o arka sokakların bağrı yanık
teşem şelalelerin denize dökülüşünü seyretmek ister mi-
göçmen kuşlarından. Bayram bahşişine çıkmışlar.
sin?’ diye sordum. Hayretle yüzüme bakışlarında, ‘Görü-
Sesler uzaklaştı. Sokağın gürültüsü dindi. Allı güllü lecek ne var ki?’ diyen bir soru vardı sanki. Demek ki şela-
urbalı çocuklar. Bayram davulunun peşinden gittiler. leyi görmeye pek istekli değildi.
Sonra bir başka ses, sokağın içine bir türkü benze- ‘Öyleyse buralarda oyalanmayalım, doğru bahçeye
ri yayıldı: gidelim. İster misin?’
(Elma şeker!.. Elma şekeri!...) Sorumu kısaca cevapladı.
Ağzımda Frenk yemişinin çekirdek dolu tadı. Pence- ‘Daha iyi olur. Hiç portakal ağacı görmedim.’
reden baktım.
‘Acaba şelale görmüş müydü?’ diye düşündüm. Ve
Cam parıltılı kırmızı elma şekerlerinin dörde bölün- iki yanı böğürtlenlerle örtülü daracık bahçe yoluna sap-
müş kargı sopalarını, kocaman bir Frenk yemişi yaprağı- tık. Hava öylesine ıtırlıydı ki, yolun kenarındaki yabani
na saplamış. nanelerin kokuları, ve çit arkasındaki bahçeleri saran
Bu yeşil yaprak tepsiyi zorlukla taşıyan çocuğa boş çeşitli dağ çiçeklerinin kokularıyla sarmaş dolaştı. Bu
sokakta alıcı çıkmadı. yollar, beni her zaman olduğum yerden alır, bilinmez si-
hirli dünyaların bahçelerine götürürdü. Yine öyle duy-
Dedeme baktım. Gözleriyle ‘Haydi al!’ dedi. gulanmıştım. Düşerken çığlıklar koparan köpük köpük
Ben kapıyı açtığımda, o başında kaktüs yaprağın-
341- Cahit Uçuk, Mavi Ok, Uçuk Yayınları, Serveti Fünun Mat-
dan tablası, bayram davulunun sesine doğru koşuyor- baası, İstanbul, s. 176-185.
du.” 342- Cahit Uçuk, Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar, s. 145. 473
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
şelalenin havaya serptiği su zerrecikleriyle dolu serin- Bu yolculuk geceleri sekiz, gündüzleri altı saat sür-
lik, bu yaban çiçeklerinin kokularına karışıyordu. Yanım- mekteydi. Gece yolculukları hem sakıncalı, hem de ürkü-
da oturan genç adama bakıyordum ara sıra. Sanki o tü- tücüydü. Karanlığın içine uzanan daracık dönemeçleri
müyle bir başka âlemdeydi. Neydi onun dünyası? Öylesi- dönerken gözlerimi kapatıyordum. Her dakika sağımız-
ne sakin, öylesine gizliydi ki, varla yok arası. Sanki birkaç da akan nehre uçabilirdik. Son derece dikkatle izlediğim
saat önce nikah masasından kalkan güleç yüzlü, sevimli şoförümüz tecrübeliydi. Bir süre sonra rahatlamıştım.
insan o değildi. Hasta mıydı yoksa? Bu sorunun peşinden
Biraz dalmış olacağım ki, burnuma yolculuğum sü-
içimde doğuveren kuruntu, korku ‘Acaba, yoksa?’ başlık-
resince özlemini çektiğim Akdeniz ikliminin o kendine
lı sorular peş peşe içimdeki duygulara akmaya başlamış-
özgü kokuları dolarken, gözlerim açıldı, derin derin so-
tı. Birden sordum.
luk aldım. Düzler Çamı’ndaydık. ‘Gelmişiz’ diye yüreğimi
‘Neyin var Necdet? Sanki bu gezintiden hiç de mem- bir sevinç kabarttı. Düzler Çamı’ndan sonra Bey Dağları
nun görünmüyorsun.’ eteklerinin bir tarafında yalçın tepeler, öbür yanlarında
dipsiz uçurumlar olan daracık, dik, kıvrım kıvrım yollar
Sorum onun keskin ve ciddi hatlı yüzünü belirsizce
başlıyordu. Bunlar öyle dar, öyle kuru toprak yollardı ki,
yumuşattı, gülümsetti. Bu ufacık gülümseme ile birden-
artık gözlerimi kırpmaya bile cesaret edemiyordum. Bazı
bire sevimli, candan biri oluvermişti. Elimi tutarak avuç-
yerlerde araba duruyor, muavin aşağı inerek tekerlekle-
ları içine aldı.
rin uçurumdan yana yerlerine büyük taşlar koyuyordu.
“Sakın yanlış anlama Cahit. Ben sporcu adamım ve
Gökte beliren pembelikler şafağın müjdecisiydi. Sol
duygularımı kolaylıkla açıklayamam.” 343
yanımız çam ormanlarıydı. Pembemsi, sis inceliğindeki
Gerçekten de evlilikleri hep bu açıklanamayan şafakla, doğanın uykudan uyanışlarının mahmur güzel-
belki de daha berrak ve özenilerek yaşanması gereken likleri görünmeye başlamıştı. Kalbim sevinçle çarpmak-
zamanların eksikliğiyle geçti. Zaten Cahit Uçuk her za- taydı. Yol artık tümüyle düzelmişti. Araba daha cesur,
man için iflah olmaz bir kalem sevdalısıydı ve her şe- kendine güvendiği bir hızla şehre giriyordu. Kokular de-
yin önüne geçen yazma tutkusuyla hayata bağlanı- ğişmişti, havada hafiften duman kokusu vardı. Ocaklar
yor, güçlüklere meydan okuyordu. Genellikle kendisi tutuşturuluyor, sobalar ateşleniyordu. Ve birden otobü-
sorumlulukları yüklenerek ve sürekli çalışarak geçiri- sün frenleri feryat feryat haykırdı, durduk.
len yıllar… Kendisi o yıllarda son derece güçlü ve fay-
Otobüs garajındaydık. Artık bir saniye bile duracak
dalı bir teşkilat olarak doğuşuna tanık olduğumuz ‘Ço-
halde değildim. Şoföre bu rahat ve güvenli yolculuk için
cuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk dergisinin de yazarı-
teşekkür ederek otobüsten indim, en öndeki faytona at-
dır. Çocuklar için pek güzel öyküler kaleme alır Cahit
ladım.
Hanım ama ne yazık ki anne olma sevinci hala onun
için uzak ve yaşanılmamış bir hayaldir. Oysa kız karde- ‘Yenikapı, Kırık Sokak, yirmi üç numara.’
şi bu mutluluğu yaşar ve onu yanına çağırarak paylaş-
Atların nal sesleri caddenin kumlu yolunda, ‘Şık, şık’
mak ister. O yıllardaki şartları aksettirmesi bakımından
diye sesleniyorken, lastikli tekerlekler son derece suskun-
da aşağıdaki anlatım ilgi çekicidir:
du. Karakolun önünden geçtik. Sağ yanda görünen, en
“Aldığım mutlu bir haber beni Antalya yollarına üst tepeleri kar külahlı muhteşem Bey Dağları’nın etek-
düşürmüştü. Kız kardeşim, biricik Kayacığım anne ol- lerindeki denize, gökte yüzen bulutların aksi düşmüştü.
muştu. Onu görmeliydim, hemen, derhal görmeli, o Havada bin bir kır çiçeğine karışan öyle bir koku vardı ki,
mini mini bebeği bağrıma basmalıydım. Trene bindim, ciğerlerimin en derinliklerindeki mağaracıklara kadar
Burdur’a kadar trenle gittim. Yol arkadaşım sevimli bir havayı soluyordum. Ankara’nın kışından, İskenderun’un
hanım sayesinde buz, ayaza karşın gayet zevkli bir yol- baharımsı ılığından sonra, Akdeniz havasının bütün ih-
culuk olmuştu, bir istasyon şefinin hanımı olan arka- tişamıyla insanı sarıp okşayışında sevdiklerimin orada
daşım Burdur’a varmadan inmişti. Tren istasyona var- bulunuşlarının da etkisi var mıydı acaba?
dığında, ‘Burdur kadar insanı isteksiz karşılayan bir is-
Halkevi Meydanı henüz boştu. Vakit erkendi. Gözle-
tasyon var mıdır acaba?’ diye düşündüm. Geceydi, yük-
rim Halkevi önündeki belki de bin yıllık çınarı boşu bo-
sekten atladığım basamağın altında çukur olabilir kor-
şuna içim sızlayarak aradı. Arabanın frenleri çekildi. Yir-
kusuyla, kenara tutunarak indim. Bir hayli yürüdükten
mi üç numaralı sevgili evimizin önündeydim. Kapının
sonra, istasyon binasının paslı ışıklarına ulaşabilen yol-
büyük tokmağını kendi şifremle üç kere aralıklı çaldım.
cuların tümü otobüs bulmak için dağılıştılar. Ben orta-
Yukarıda sevinçler, bağrışmalar, koşuşmaların ardından
da tek başıma kalmıştım. Bir otobüs şoförü müşteri arı-
kapı kendi kendine açılıverdi. Merdivenlerdeki paldır kül-
yormuş. Ona buna sorarken işiterek yanına koştum.
dür ayak seslerinden sonra, kız kardeşim Kaya’yla sar-
On beş dakika sonra şoför mahallinin arkasındaki iki ki- maş dolaş olurken, eniştem arabacının parasını ödüyor-
şilik koltuğa oturmuştum. du. Kaya çantamı kapmıştı. Büyük kapı, sokağın yabancı
olmayan sevimliliğine kapandı.
474 343- Cahit Uçuk, Erkekler Dünyasında Bir Kadın Yazar, s. 157.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
Yüksek basamakları çifter çifter çıkarken gözlerim da koymuştu: ‘Gök Korsan’. 346
merdiven başındaydı. Babam, onun yanında annem, ku-
Cahit Uçuk böyle anlatır bir müddet sonra Tepe-
cağında yarım kundak içindeki bebek yeğenim Ali Gün-
başı Tiyatrosunda temsil edilerek kendisine büyük he-
düz Ağva, beni karşılıyorlardı. İlk önce annemin uzattığı
yecan yaşatan oyununun doğuşunu…Gerçi oyunun
oğlanı kucaklayarak bağrıma bastım. Teyzesini tanıyor-
sahneye konuşu hayalindeki gibi olmamıştır ama ha-
muş gibi gülücüklerle kocaman kara gözlerini bana çe-
yat devam eder.. Şimdi de önemli bir romanı hayat
virmişti. O kollarımın arasındayken, anacığımı babacığı-
bulmak üzeredir: Güneş Kokusu ve ilginç bir konuyla
mı, dadıcığımı öptüm.
hemen yazılmayı bekleyen Sabır Taşı.
Orada merdivenlerin başında dakikalarca özlem-
Böyle tempolu ve çok yoğun çalışarak belki de
lerimizi gidermeye çalıştık. Sormaya, konuşmaya gerek
yürütülemeyen bir evlilik gemisinin batışının verdiği
yoktu. Sağdılar, sağlıklıydılar, mutluydular. Evimizdey-
üzüntüyü yok etmeye çalışır Cahit Uçuk.
dik, hep beraberdik. Katıksız, kuruntusuz, güneş güneş
aydınlık bir sevinçle bir aradaydık. Ne güzeldi bu bera- Ankara ve İstanbul’da özel hayatına ve yazarlık
berlik. Mutluluk içimizden, bağrımızdan fışkırmaktaydı.” yaşamına bağlı olarak vakit geçirirken hep sığındığı,
344 vücudunu ve ruhunu dinlendirdiği yer Antalya’dır ve
konu ile ilgili duygularını samimiyetle şöyle ifade et-
Cahit Uçuk bu evliliğinde aslında hep ümitlerini
mekten de kaçınmaz:
canlı tutma arzusunda oldu, Trakya’daki Muratlı civa-
rında, eşinin askerlik yılları sırasında ailesine yolladığı “Elini çabuk tut Cahit. Seni Antalya paklar. Yoksa ra-
kısa bir mektup onun bu konudaki samimi hislerini or- hatın, huzurun kaçacak, diyordum.
taya koyması açısından önemlidir. Bahar gelmişti. Bahar demek, peşinde yaz koşuyor
“İnsanların da kırılan ümit dalları vardır. Öyle sanı- demekti. Yaz demek deniz demekti. Sabah erkenden se-
yorum ki, benim de kırılan dalım çiçeklendi. Belki henüz rin sulara kendimi atabilirdim. Denizin kıpırtısız suları
kuruntu bu, ama dalımın çiçekleneceği ümidindeyim. kıyıdaki çakılların bitip incecik kumsalın başladığı yer-
Antalya’ya ilk geldiğim gece ‘Geri dönmeyeceğim, bu- de bile kıpırdamazdı. Beydağları’nın tepeleri kar külahlı,
rada kalacağım’ dediğimde, ‘Henüz çok erken, daha çok heybetli görüntüleri bu duru, bu kıpırtısız maviliklere bir
gençsin, yaşam seni çağırıyor’ derken ne kadar da hak- tablo gibi düşerdi. Bir zerre kara dumanın bile renklerini
lıymışsınız. bozmadığı büyük, duru beyaz bulutlar göğün sonsuz-
luklarına yelken açmışlarsa, kendimi suya attığımda o
Yine de alınlarımızdaki gizli yazılarımızın şifreleri-
küme küme bulutların içinde yüzüyormuşcasına kulaç-
ni çözmenin çok güç olduğunu da ilave edeceğim. Sizi
lar atmamın sarhoşluğuyla kıyı boyu gidip gelerek yüz-
çok seviyorum. Hasretlerimle sizleri kucaklar, bahçemiz-
me zamanıydı.” 347
le birlikte ağaca, dala, çiçeğe, böceğe, kuşa, kucak kucak
sevgiler.” Cahit Uçuk Antalya’ da bulunduğu zamanı hep iyi
değerlendirmeye çalışır. Aşağıda yer alan hatıra da bu
Kızınız Cahit 345
düşünceye güzel bir örnek teşkil etmektedir:
Çocuklar orada geleceğin uygar insanları olarak
Bir müddet sonra normal yaşam devam etmeye yetişmekteydiler.
başlar. Eşi askerliğini bitirmeye çalışırken Cahit Uçuk
Sabah saat 06.00’da on altı, on yedi, on sekiz yaşla-
da yeni romanlar oluşturma telaş ve arzusundadır. Ka-
rında kızlı erkekli gençler uyanmışlar, yıkanıp taranmış-
fasında tasarladığı bir de tiyatro eseri vardır ki konu-
lar, günlük pantolon ve gömlekten oluşan giysileri sırtla-
su; Alaiye’de yaşadığı yıllarda dinlediği bazı söylence-
rında, enstitünün büyük alanında, dalgalanan sancağın
lerden doğmuştur.
altındaydılar ve hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı oku-
‘Alaiye Koyu’nda rüzgarların dolaşmadığı günlerin yorlardı. Köy çocuklarının en kabiliyetlilerinin bile köyle-
sabahlarında Kızıl Kule’nin muhteşem resmi suya düşer- rinden kopup uygar dünyaya adım atabilmelerinin ne-
di. Kızıl Kule, Akdeniz korsanlarının barınaklarıymış diye redeyse imkansız olduğunu bilen benim gibi biri için, bu
anlatırlardı. İçinde binbir çeşit maceranın öyküleri, insa- ilk görüntü inanılmaz ölçüde sevindiriciydi. Kümesler-
nın yüreğine sokulur, seslenirlerdi sanki. Hayal ediyor- de tavuk yetiştiriyorlar, besledikleri ineklerin sütlerinden
dum…. Piyesimde bir korsan olacaktı; babayiğit, Akde- kendi peynirlerini, tereyağlarını üretiyorlar, baktıkları ko-
niz güneşinin bronzlaştırdığı, güzel, güçlü, yapılı vücu- vanlar balla dolup taşıyor, tarlalarda buğday ekip biçi-
du ve saçları güneşten yaldız yaldız altın, ufukların ardı- yorlar ve öğüttükleri undan kocaman esmer somunlar
nı bile gören gök mavisi gözleriyle genç bir korsan. Adını üretiyorlardı. Her sabah yarım saat beden eğitiminden
1.2 ‘BEŞ ŞEHİR’ YAZARINA MEKTUP rinin yanında, dönemin toplumsal hayatından da ke-
YAZDIRTAN ŞEHİR “ANTALYA” sitler buluruz. Edebiyatımızda şehir veya belde isim-
lerinin tevriyeli kullanımına dayanan bilâdiye türün-
1.2.1.Özet den eserler de yazılmıştır. Bir şehrin vasfında onu öv-
mek için yazılmış methiyeler ile bir şehrin düşman eli-
Doç. Dr. Nesrin Tağızade KARACA349*
ne geçmesi üzerine söylenen şehir mersiyelerini de
Cumhuriyet döneminin önemli isimlerinden Ah- şehirlerle ilgili şiirler grubuna dahil edebiliriz.
met Hamdi Tanpınar (1901-1962); yazar, şair, eleştir-
Coğrafyayı vatan kılan, onun üzerinde yaşanan
men, edebiyat tarihçisi, estetiysen ve kronikçi olarak
hayat ve bu hayatın insanıdır. Tarih ve medeniyeti an-
20. yüzyıl Türk kültür, sanat ve edebiyat alanında son
lamak için coğrafya önemli bir rehber olmakla birlik-
derece özgün bir yere sahiptir.
te coğrafyayı estetize eden, ona felsefi ve derinlikli bir
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş döneminin insanı anlam yükleyen faktör edebiyat ve özellikle de şiirdir.
ve aydını, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının seç- Memleket temalı roman, hikaye ve özellikle şiirlerde
kin bir siması olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanatının de, bütün değil, bütünün belli bir bölümü veya parça-
ve estetiğinin oluşumunda güzel sanatların, tarih, kül- sının esas alınması, sınırlandırılması söz konusudur ki
tür, coğrafya, şehir gibi olguların çok önemli ve işlev- bu parçaların başında şehirler gelir. (Çetişli; 2004, 243)
sel bir rolü, eksilmeyen bir tesiri vardır.
Bilindiği gibi şehirler, tarihin farklı dönemlerine
Hem şiirlerinde hem de diğer eserlerinde ortak tanıklık ederler. Şehrin yüzüne, dokusuna geçmiş dö-
olan duygu “medeniyet buhranı”dır. Tanpınar, mede- nemlerden yansıyan izler, kültür ve kimliğin nasıl olu-
niyet krizinin sosyal hayatımız içerisindeki yansımala- şup geliştiğini anlamamıza yarayan çok önemli gös-
rını okumaya çalışmış, kültür tarihimizin derinliklerin- tergelerdir. Tarih, kültür, sanat, eğitim ve kimlik bakı-
de unutulan önemli meseleleri gün yüzüne çıkararak mından zengin bir içeriğe sahip şehirler, bir yandan
önemli tartışma alanları oluşturmuştur. Kültürümüze ait oldukları kültür coğrafyalarına, uluslara ve devlet-
ve tarihimize yeni bir gözle bakmayı teklif eden Tanpı- lere farklı katkılar sağlarken bir yandan da varlıklarıyla
nar, geçmişin kültür mirasını “an” da yorumlayarak an- toplumsal hayata çeşitli kentsel duyarlılıklar katabilir-
lamaya ve geleceğe aktarma misyonunu gerçekleştir- ler. (Özer; 2002, 36)
miştir.
Yerleşim alanlarını oluşturan mimari ve onunla
Edebiyatımızda seçkin deneme ve şehir kroni- armonik bir bütünlük içinde seyreden yaşama biçimi,
ği eserlerin başında gelen Beş Şehir yazarının haya- zaman içinde şehir hayatını doğurmuştur. Şehir du-
tında, İstanbul, Bursa, Erzurum, Ankara, Konya gibi yarlılığıyla edebi duyarlılığın örtüştüğü oranda, şehir
Antalya’nın da önemli bir yeri vardır. Poetikasını en ve insan da özdeşleşir ve modernitenin gelip dayan-
yalın şekliyle dile getirdiği ve Antalya’dan bir lise öğ- dığı “şehir kültürü”, “kent bilinci” gibi kavramlar doğar.
rencisi tarafından kendisine yöneltilen sorulara ce- Bu kavramların eğitim, kültür, tarih ve sanatla kucak-
vap oluşturduğu “Antalyalı Genç Kıza Mektup” başlıklı laştığı ölçüde şehirlerde yaşayanların kimlikleri de be-
mektup formundaki yazısı ile birlikte Huzur romanın- lirgin bir olgunluğa ulaşır.
da yer alan ‘Antalya’ izleği bildirinin çerçevesini oluş-
Tarih, toplum ve edebiyattan soyutlanmış bir
turacaktır.
coğrafya yoktur. Çünkü edebi eserler, içinde yaşadı-
ğımız maddi çevreyi lirik ve esrarlı bir tahayyül boyu-
tuna taşırken sanatçılar özellikle de şairler ve yazarlar
“Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır.”
vatan coğrafyasını ve onun imar edilmiş parçası olan
Ahmet Hamdi Tanpınar şehirleri farklı bir bilinç ve duyarlılıkla algılar. Vatan
kavramını estetize eden de bu algıdır ve ağırlıklı ola-
rak Türk şiir geleneği bunun sayısız örneğiyle doludur.
Yaşadığı mekanın konumlandığı coğrafya, iklim (Aktaş; 2003, 15-48)
ve mevsim, insan ruhunu etkiler. Tarihi bir perspek-
tifle baktığımızda, insan yaşadığı şehre, bulunduğu Victor Cousin, “... bana bir memleketin haritasını,
çevreye ilgi duymuş ve bu ilgisini mensur veya man- dış biçimini, iklimini, sularını, rüzgarlarını ve bütün do-
zum edebi eserler oluşturarak dile getirmiştir. Dün- ğal coğrafyasını veriniz, size bu memlekette yaşayan in-
yanın her yerinde şehirlerin şiir, hikaye, roman, dene- sanın nasıl olacağını ve memleketin tarihinde ne gibi rol
me türünde lirik anlatımları vardır. Türk edebiyatı da oynayacağını ve nihayet temsil edeceği fikri şimdiden
bunun zengin örnekleriyle doludur. Manzum olanla- söylemeyi üzerime alıyorum” (Yetkin; 1972, 194) diye-
rın en yaygını şehrengizler; bir şehrin güzellerini veya rek edebiyatla coğrafya arasındaki epistomolojik iliş-
güzelliklerini tasvir eden eserler olup, şehrin özellikle- kiyi vurgularken; Mehmet Kaplan da coğrafyanın mil-
letlerin üzerindeki fizyolojik ve psikolojik etkilerine
349- * Başkent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Ede- işaret eder. (Kaplan; 1974, 175)
biyatı Bölümü 477
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Günümüz dünyasının modern kentlerinde este- ği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden 1923
tize bakışın yitirildiği dolayısıyla modernleşme süreci-
yılında mezun oldu. Erzurum, Konya ve Anka-
nin insanı getirdiği nokta ve insana sunduğu konum
ra liseleriyle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sa-
en net çizgileriyle şehirlerde görünür. Modern şehir,
natlar Akademisi’nde edebiyat öğretmenliği yap-
modern insana yeni özellikler ve normlar dayatarak
tı. 1932-1939 yılları arasında aynı akademide este-
konumunu yeniden tayin etmektedir. Öncesi ve mo-
tik ve sanat tarihi dersleri verdi (1939 yılında İstan-
dern söylemde ‘hamaset’ ve ‘lirik tahayyül’ ağır basar-
bul Üniversitesi’ne Yeni Türk Edebiyatı profesörü ola-
ken sonrası süreçte belki de ‘dramatik tahayyül’ diyebi-
rak atandı. Maraş milletvekili olarak 1942-1946 yılla-
leceğimiz eleştirel bir tutum söz konusudur. (Hilmi Ya-
rında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. Bir
vuz) Nitekim, Bachelard’ın Paris için söylediği ‘komşu-
süre Milli Eğitim müfettişliği yaptıktan ve Güzel Sa-
luk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu’ (Bachelard; 1996,
natlar Akademisi’nde eski görevinde çalıştıktan sonra
54) teşhisi, bir anlamda bizi yani İstanbul, Ankara, İz-
1949 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi
mir, Antalya ve bütün Anadolu’yu da kuşatmıştır. Çe-
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yeniden döndü ve bu
peçevre örten bu kuşatılmışlığın gerisinden 1920’lerin
görevde iken 24 Ocak 1962 tarihinde İstanbul’da öldü.
Antalya’sını, Ahmet Hamdi Tanpınar söylemi ve onun
estetiği açısından irdelemeğe çalışacağız. Felsefî/estetik arka planında güzel sanatların da
büyük bir yeri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanatı-
Bu kapsamda şehir ve insan birlikteliğini, şairlerin
nın ve estetiğinin oluşumunda güzel sanatlar kadar
algılayış ve yaklaşımları çerçevesinde Tanpınar’ın, ta-
tarih, kültür, coğrafya, şehir gibi olguların çok önem-
rih ve talih misyonu yükleyerek, ‘hayatının tesadüfleri’
li ve işlevsel bir rolü, eksilmeyen bir tesiri vardır. Tanpı-
olarak nitelediği (Uğurcan; 2001, 95) Orhan Okay Beş
nar, yalnız çok yönlü kültürü ve ışıltılı Türkçe’siyle de-
Şehir için: “Beş Şehir’in en önemli özelliği, buradaki ba-
ğil, Batılılaşma problematiği karşısındaki tavrıyla da
hislerin objektif birer şehir monografisi olmaktan ibaret
genç aydın kuşaklarını kendine bağlamıştır. “Bakmak
kalmamalarıdır. Bunlarda tarih bilgisinden ziyade tarih
başka, görmek başkadır” gibi “İşitmek başka, duymak
kültürünün, sanat tarihi tasvirlerinden çok sanatkar sez-
başkadır” sözünün de en iyi örneğini kişiliği, sanatı,
gisinin, bir toplum kurumunun şematik-sosyolojik ince-
eserleri, ve olağanüstü dikkatinde bulduğumuz Ah-
lemesi yerine de sıcak insanî değerlerin ön planda oldu-
met Hamdi Tanpınar, sadece “görmek” ve “duymak” la
ğu görülür” (Okay 2000, 45) derken, Tanpınar’ın kendi-
kalmayıp aynı zamanda baktığı şeyin ruhunu ve anla-
si de, İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum ve Ankara şehir-
mını da kavrayan bir sanatçıdır.
lerini anlattığı bu eserin ön sözünde; “Beş Şehir’in asıl
konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyu- ‘Rüya’ merkezli yaklaşımların öncelik kazandı-
lan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakış- ğı estetiğinde; şiirlerinde ve diğer eserlerinde ortak
ta birbiriyle çatışır gibi görünen bu iki duyguyu sevgi ke- olan duygu “medeniyet buhranı”dır. Gerek şiirleri, ge-
limesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve rek edebi ve fikri yazılarıyla okuyucusuna her defasın-
olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. da yeni uyanışlar, hazlar ve farkındalıklar sunan Tan-
Bu itibarla onların arkasında kendi insanımızı ve hayatı- pınar, medeniyet krizinin sosyal hayatımız içerisinde-
mızı, vatanın manevî çehresi olan kültürümüzü görmek ki yansımalarını okumaya çalışmış, kültür tarihimizin
daha da doğru olur.” (Tanpınar; 2002, 3) demektedir. derinliklerinde unutulan önemli meseleleri gün yüzü-
ne çıkararak önemli tartışma alanları oluşturmuştur.
1.2.2. Ahmet Hamdi Tanpınar Kimdir? Tanpınar, Türk edebiyatında; “estetik anlayışı” batılı bir
formda anlayarak içeriğine Türk kültür mirasının mü-
1901-1962 yılları arasında yaşamış, çok yönlü ve
cevherlerini yansıtmış ve derinleştirmiş bir sanatçıdır.
oldukça derin bir kişiliğe sahip; şiir, roman, hikaye,
Onun dili kullanma biçimi tarihle, kültürle her şeyden
deneme, fıkra, tenkit ve edebiyat tarihi sâhalarında
önemlisi medeniyet anlayışıyla bir bütünlük içindedir.
tekrar tekrar okunacak ve her okuyuşta insan ruhu-
20. yüzyıl Türk fikir hareketinin içinde önemli ve farklı
nu zenginleştirecek eserler kaleme almış, modern
bir yere sahip olan Tanpınar, kültürümüze ve tarihimi-
Türk edebiyatının seçkin isimlerinden biri olan Ahmet
ze yeni bir gözle bakmayı teklif ederken, geçmişin kül-
Hamdi Tanpınar, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş döne-
tür mirasını “an”da yorumlayarak anlamaya ve gelece-
minin insanı ve seçkin bir yazar olarak hayatın, tabia-
ğe aktarmaya çalışmıştır.
tın, insanın, sanatın ve medeniyetin derin mânalarını
sezen, kavrayan, değişik perspektiflerden ulaştığı tah- Tanpınar, gençlik yıllarında Ahmet Haşim’in şiirle-
lil ve yorumlamaları son derece güzel bir üslupla anla- riyle karşılaşmış, daha sonra hayatı boyunca üstad ka-
tan önemli bir aydınımızdır. bul edeceği Yahya Kemal’i tanımış ve onun telkinleriy-
le Paul Valery ile Marcel Proust’u keşfetmiştir. Bu dört
3 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da doğdu.
edebi şahsiyetin terbiye ve disiplini altında özellikle şi-
İstanbul’da Ravaz-i Maarif İbtidaisi’nde, Sinop ve Si-
iri hayatın vazgeçilmez meselesi haline getiren Tanpı-
irt rüştiyelerinde, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanilerin-
nar, asıl söylemek istediklerini şiir estetiği doğrultu-
de öğrenim gördü. Baytar mektebini bırakarak girdi-
478 sunda kaleme aldığı deneme, hikaye ve romanlarında
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
ortaya koymuştur. Onun kırk yaşın olgunluğuna ulaş- kasvetinden sonra Antalya’nın aydınlığı onun gençlik
tığında yayınlamaya başladığı bu eserlerinde derin bir hatıralarına kaynak olacak, bambaşka bir medeniye-
kültüre ve çok yönlü bir sanatkâr kişiliğe sahip oldu- tin açılımı olarak derin izler bırakacaktır. (Okay 1992,
ğu farkedilir. 9) Yaşar Nabi’ye gönderdiği bir mektubunda (Okay
1992, 9); “… Antalya’ya girişimizi de unutamam. Beyaz
Nitekim; Mehmet Kaplan’ın da; “Tanpınar’ın ro-
kireç sıvalı Anadolu evlerinin duvarlarında, camlarında
man ve hikayeleri sadece estetik bakımdan güzel değil-
akşam ışıkları vardı. Bu ışık arasında arabamızın sarsın-
dir. Onlarda çok zengin psikolojik, sosyal, metafizik ve
tısı bir zafer müjdesi idi. Her taraf adetâ güneş kokuyor-
kültürel değerler vardır. Bu değerlerin bütününü ilk oku-
du.. Sonradan bu yolculuk üzerinde çok düşündüm. Yani
yuşta anlamak ve kavramak mümkün değildir. Onlar es-
Akdeniz’e inmenin manası üzerine…” (Oral 2006, 227-)
tetik bakımdan ne kadar güzel iseler, muhteva bakımın-
Özellikle denizle sahilin birleştiği ince çizgi, denizin
dan da o kadar yoğundurlar... Bu eserlerde; aşk, tabiat,
dalgaların sahile vuruşu, Güvercinlik’teki mağara ağzı-
musiki, tarih, insan kaderi, ferdî meselelerle sosyal mese-
nın deniz suyuyla bir dolup bir boşalması, öğlen saat-
leler iç içedir ve birbirine bağlıdırlar. Tanpınar, Türk ede-
lerinde durgun denizin ışıkla ve dipteki taş ve yosun-
biyatında eserleri en yoğun ve karmaşık olan yazardır.
larla aldığı manzara ileride onun estetiği üzerinde bü-
Bundan dolayı onlar, tam manâsıyla ancak tekrar tek-
yük rol oynayacaktır.
rar okunmak suretiyle anlaşılırlar. Hattâ onları bir kişinin
tek başına anlaması güçtür.” biçiminde işaret ettiği gibi Tanpınar Antalya’ya 1921 yılında tatil yapmak için
değişik yönlerden, farklı bakış açısı ve okumalara kay- tekrar gider. Güvercinlik’teki mağara ağzında yine aynı
naklık etmeğe değer bir şahsiyettir. (Kaplan 1982, 15) ışığı görür. Sahil ve kayalarla birleşmiş deniz, onda mü-
kemmeliyet duygusunu uyandırır. Her şey çok güzeldir
Edebiyatımızda seçkin deneme ve şehir kroniği
yalnız bu güzellik ona “acaip bir ölüm düşüncesi arasın-
eserlerin başında gelen Beş Şehir yazarının hayatında;
dan gelir”. Şiire bu senelerde başlamış olan Tanpınar,
İstanbul, Bursa, Erzurum, Ankara, Konya gibi doğdu-
estetiğinin temeli olan rüya fikrinin Güvercinlik’teki
ğu, yetiştiği, meslek hayatını icra ettiği, ruhunun de-
mağaradan geldiğini de ısrarla belirtir.
rin anlam katmanlarının açılmasını borçlu olduğu, ko-
numu ve tabiatıyla arasında özel bağların kurulduğu 1962’de, ölümünden birkaç ay evvel kaleme al-
bu şehirlerin önemli bir yeri vardır. Kadı olan babası- mış olduğu, sıklıkla atıf yapılan “Antalyalı Genç Kıza
nın görevi dolayısıyla Osmanlı coğrafyasının çeşitli uç- Mektup” başlıklı mektubunda Huzur romancısının sa-
larına gidip gelmiş, yaşamış, İstanbul dışında Sinop, nata ve edebiyata yaklaşımlarının birdenbire billur-
Ergani, Kerkük, Musul, Siirt, Antalya, Bursa, Konya, Er- laştırdığını görürüz. Nitekim, Tanpınar imzalı eserler, o
zurum, Ankara gibi bir çok şehri görme fırsatına sahip mektup okunduktan sonra başka anlamlar ve derin-
olmuştur. Poetikasını en yalın şekliyle dile getirdiği likler kazanırken, sanatının büyülü dünyasının kapıları
ve Antalya’dan bir lise öğrencisi tarafından kendisine tek tek açılmaya başlar..
yöneltilen sorulara cevap oluşturduğu Antalyalı Genç
Liseyi Antalya’da bitiren delikanlı, yıllar sonra An-
Kıza Mektup başlıklı mektup formundaki yazısı ile -ki,
talyalı liseli bir gence gönderdiği mektupta estetiğinin
bu Tanpınar’ın estet kimliğinin ve poetikasının anlaşıl-
temellerini anlatırken: “Sizin sahillerinizde, o denize ba-
masında önemli bir metindir- birlikte Huzur romanın-
karak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğim-
da yer alan ‘Antalya’ izleği bildirinin çerçevesini oluş-
de şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde
turacaktır. Çünkü, Tanpınar’ın büyük ve ‘imkansız’ ter-
dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.” derken
kibinin oluşumunda ‘coşkudan çok hüzün, serinkanlı-
Antalya sahillerinde duyumsadığı ölüm fikri ve o güne
lık ve katlanış havasıyla..’ Akdeniz’in de bir payı vardır.
kadar okuyup tanıdığı, etkilendiği birçok isim Ahmet
(Abacı 2000, 60-)
Hamdi Tanpınar estetiğini oluşturmaya başlayacaktır.
Kavramları sorgulamaya başlayarak iç dünyasına he-
1.2.3.Ahmet Hamdi Tanpınar ve Antalya
nüz ilk adımlarını atan bu hülyalı genç, yetişkin döne-
Savaş, sefalet, açlık ve salgın hastalıkların yayıldı- minde aşk ve ölüme karşı bakış açısını şöyle yansıta-
ğı süreçte, 1916 yılı başlarında babasının Antalya ka- caktır: “(…) bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlama-
dılığına tayiniyle başlayan göç, ailenin büyük acıları- dan hiçbir zaman düşünmedim; hatta onlar benim için
na da zaman ve zemin oluşturmuştur. Anne Nesime eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yega-
Behriye Hanım, yolculuk sırasında tifüse yakalanmış ne hakikatlerdir. İnsan zekasının bu ikiz kanadı, hayat
ve Musul topraklarında vefat etmiş, bu ölüm on üç ya- aynasında daima yan yana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne,
şındaki Tanpınar’ın, iç dünyasından eserlerine de yan- kemale ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimi-
sımış ve derin izler bırakmıştır. İlk defa 1916 baharında ze mal ettiğimiz zaman vasıl oluruz. Şiirin, sanatın tebes-
gördüğü Antalya; İstanbullu bir deniz çocuğu olduğu sümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar, hakiki
halde denizi görememiş, Sinop’ta dalgaların sahili dö- hayat, Hayyam’ın şiirlerindeki destiler gibi ölümün elin-
vüşünü unutamayan Ahmet Hamdi’yi çok etkilemiştir. de yoğrulur, aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını buldu-
Kerkük ve Musul’un acı hatıraları, Arap coğrafyasının ğu zaman yine ölüm onu ebediyetin kucağına atar.”
479
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Özellikle Antalya ve denizinin, Tanpınar’ı şair ve Mümtaz’da Tanpınar gibi tabiatı çepçevre kuşa-
romancı yapan en büyük etkenlerden biri olduğunu tan, ‘geniş ve munis yapan’ güneşi ve denizi çok sev-
Huzur romanındaki pasajlardan da anlamak mümkün- mektedir. İşgal altındaki Huzur’un Antalya’sında mito-
dür. Hastane başındaki kayalar, Güvercinlik ve deniz, lojinin zengin imge dünyası arkasından güneşin de-
roman kahramanlarından Mümtaz’ın hayatının adeta nizle birlikte yarattığı mucize ve zengin çağrışımlar
örgüsünü yapar. pasajlardan fışkırır gibidir ve şehrin işgal altında oluşu
gibi olumsuzluklar bu etki ve canlılığı gölgeleyemez:
1.2.4.Huzur Romanı
Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstıra-
Huzur romanının ilk bölümünde, dördüncü alt bın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ej-
bölümün hemen tamamını Mümtaz’ın Antalya hika- der gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın
yesi doldurmaktadır. Bir anlamda Tanpınar’ın kendi- imkanı bir masal gibi anlatıyor. “Sanki, bana inan, ben
si olan bu anlatımlar “Burası Akdenizdi.” diye başlar. Bi- her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir; topra-
rinci Dünya Savaşı yıllarında İtalyanların işgaline ma- ğı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutup silker, uykula-
ruz kalan Antalya’ya -eserde A.., biçiminde yer almış- rından uyandırırım. Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cev-
tır- “Huzur’un huzursuz kahramanı” olarak nitelenen herime benzetirim. Ben hayatın efendisiyim. Bulundu-
Mümtaz, babasını kaybetmenin ardından hasta an- ğum yerde yeis ve hüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve
nesiyle birlikte gelmiş ve uzak bir akraba yanına yer- balın tadıyım” diyordu.
leşmişlerdir. Anne hastaneye yatırılır ve çocuk Müm-
Ve bu nasihati dinleyen hayat, her üzüntünün üs-
taz annesini ziyaretlerinde, şehrin fiziki ve ruhsal coğ- tünde cıvıl cıvıl ötüyordu. Her gün bir iki vapur ve bir yı-
rafyasına kendini kaptırır; Karaoğlan, Mermerli, İskele, ğın deve ve mekkarenin taşıdığı yükler, yolcular, evleri-
Hastane, Bey Dağları, Güvercinlik, Hastaneüstü, Kon- nin karşısındaki otelin önüne indiriliyor, denkler açılıyor,
yaaltı… gibi muhitler ve mahalleler Antalya’nın Huzur tekrar yükleniyor, çivileniyor, tahta sandıklara maden
romanında işaret edilen mekanları olarak yer alırlar. kuşaklar vuruluyor, yolcular kapının önündeki iskemle-
Nitekim; Tanpınar’ın sanatkar ve aydın ruhunun olu- lere oturup konuşuyorlar, pencerelerden bir fütürist tab-
şum macerası ile Mümtaz’ın Antalya intibaları arasın- lo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut arzulu ka-
da büyük bir paralellik vardır: dın başları uzanıyor, arsız İtalyan neferleri işsizlikten ka-
pıların önündeki çocuklarla saatlerce oynuyorlar, Caro-
………
mio diye diye onları çağırıyorlar, fırınlara ev hanımla-
Burası Akdeniz’di. Mümtaz, Akdeniz’in ne oldu- rının yaptıkları börek, baklava tepsilerini taşıyorlar, bi-
ğunu, nasıl bir hayat rahatlığıyla insanı kavradığını, raz arsızlık edip de azarlandığı zamanlarda pek mah-
güneşin, berrak havanın, ufkun çizgisine kadar uza- çup olmuş gibi başlarını eğiyorlar ve arka sokaktan do-
nan ve her dalgayı, her kıvrımı kendi kenarlarıyla göze laşıp gelmek için sırıta sırıta uzaklaşıyorlardı. Depponun
nakşeden sarahatin, insanı nasıl terbiye ettiğini, ruhu- önünde dünyanın en sulhperver hayvanlarına, iri deve-
muza nasıl doğduğunu, hulasa üzümle zeytini, mis- lere güreş yaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin mah-
tik ilhamla vazıh düşünceyi, en çetin ihtirasla ferdi hu- luklarını insan aklına uymuş görmekle herkes mesut olu-
zur endişesini el ele yürüten tabiatın mahiyetini son- yordu. Geceleri kız, erkek çocuklar Şarampol’e, daha baş-
ra kitaplardan öğrendi. Fakat onları o yaşta bilmeme- ka taraflara ay ışığında ve zifiri karanlıkta evlerinin bah-
si, onlardan lezzet almaması demek değildi. Buradaki çesine su bağlamağa gidiyordu. Hulasa, hayat dar, fakat
tabiat geniş ve munisti.
zamanı, hayatının sürüp giden kötü tesadüflerine rağ-
men onun için ayrı bir mevsim oldu. ….
S…’de hayatlarının bir tarafını yakan humma bu- Mümtaz geldiğinin daha ikinci günü bir yığın arka-
rada da vardı. Her gün şehir yeni bir havadisle çalka- daş bulmuştu. Evin çocuklarıyla beraber çıkıp geziyorlar,
lanıyor, bugün yukarılarda büyük bir isyandan korku portakal bahçelerine, Karaoğlan’a gidiyorlardı. Hatta
ile bahsediliyor, ertesi gün, akşamüstü unutulacak bir şehrin dışındaki cevizlere kadar uzanmışlardı. Mümtaz
zaferin müjdesi sokakları neşe ile dolduruyordu. He- sonraları Kozyataği’nı bu cevizliğe benzettiği için sev-
men her sokak başında münakaşalar oluyor, geceleri mişti. Fakat ekseriya gündüzleri Mermerli’de veya iskele-
yarı gizli sevkıyat yapılıyor, malzeme gönderiliyordu. de deniz kenarında vakit geçiriyorlar, akşama yakın Has-
tahane üstüne çıkıyorlardı.
Evlerinin karşısındaki otel her gün yeni baştan dolup
boşalıyordu. Mümtaz burada, yoldan denize kadar inen büyük
kayalar üstünde oturup akşam saatlerini geçirmeği se-
Fakat bunlar elmas kadar parlak bir güneşin al-
verdi. Bey Dağları’nın üstünde güneş, sanki kendi ölü-
tında, bin türlü arızasında onu kabul eden, onunla de- münün ayinini ve kendi yaldızdan ve koyu lacivert göl-
ğişen, hiddetli sükuneti, uzun baygınlıkları, lezzetle- gelerden lahdini hazırlıyormuş gibi, bu dağların kıvrım-
ri hep onunla beraber yürüyen bir denizin karşısında, larına altın ve gümüş zırhlar geçirir, sonra alçalan ve ar-
bayıltıcı portakal çiçeği, hanımeli, fül kokuları arasın- kaya devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır, büyük ışık
da oluyordu. parçaları şuraya, buraya ateşten yarasalar gibi uçar, ka-
480
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
yaların üstüne asılırdı. Bu, bir mevsim gibi bereketli, velut şeyi besleyen hayat suyu bizden çekilmiştir. Ölüm bile bi-
saatti. Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgarın, yağ- zim kadar kısır değildir.” Hakikaten çocukken oynama-
murun sünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları olan ka- sını o kadar sevdiği ve ömrünün sonuna kadar seveceği
yalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kud- bir balçık parçası bu kayaların yanında ne kadar canlıy-
retleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan dı. Onun yumuşak ve şekilsiz varlığı, her şekli, her iradeyi,
ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle konuşan bir yı- hatta düşünceyi bile kabul edebilirdi. Fakat bu sert kaya
ğın hayal varlık, Mümtaz’ın etrafını alırdı. Ve Mümtaz parçaları hayattan ebediyen uzaktılar; rüzgar eser, yağ-
onların arasında küçücük cüssesiyle, içinde genişleyen mur yağar, zerre zerre ufalırlar, dev cüsselerinde derin iz-
hayat idrakiyle bütün benliğini saran o acayip, kökü çok ler, oluklar peydahlanır; fakat hiçbiri onlardan ilk felake-
derinlerde, korkunun rüzgarında dağılmaya çalışırdı. Bu, tin eliyle yoğrulup kaldıkları hali gideremezdi. Onlar ha-
her şeyin ayrı şekilde dirildiği, seslerin kabartma kazan- yat yolunun üzerinde soracak belli hiçbir sualleri olma-
dığı, derinleşen, dost yüzüne, sıcaklığını kaybeden gök- dığı için, her suali birden soran sonsuz zamanın içinden
lerin altında insanoğlunun namütenahiye doğru küçül- gelmiş, zalim, haşin sembollerdi.
düğü, tabiatın bize her taraftan “ne diye ayrıldın, sefil ıs-
Bazen bir yarasa, tam adım attığı yerden fırlar, cin-
tırapların oyuncağı oldun, gel bana dön, terkibime karış,
sini bilmediği bir başka kuş uzakta yavrularını çağırır-
her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusuna uyur-
dı. Kayalıktan sıyrıldığı zaman içi rahatlardı. Düz şose-
sun” dediği saatti. Mümtaz bu sesi ta belkemiklerine va-
de adımlarını yavaşlatır, bir daha gelmem! diye karar ve-
rıncaya kadar duyar ve manasını pek anlamadığı bu da-
rirdi. Fakat bilinmezin lezzeti gariptir, ertesi akşam yine
vete koşmamak için küçücük varlığı katılaşır, kendi üstü-
orada, ya denizin kenarında, yahut sadece yola yakın bir
ne kapanırdı.
kayanın üstünde bulunurdu. Bu hazzı tek başına tada-
Bazen de daha ilerilere, denize çok yukarılardan ba- bilmek için daha gündüzden çareler arar, arkadaşların-
kan kayalıklara kadar gider, orada yosun bakışlı uçu- dan ayrılırdı.
rumun kenarında, durulmuş suyun yeşil ve somaki bir
Bir gün arkadaşları, onu Güvercinlik’e götürdüler.
ayna gibi akşamın son ganimetlerine açılışını, bir anne
Bu Hastahaneüstü ile Konyaaltı arasında, şehirden epey-
rahmi gibi bu ışık parçalarını alışını ve yavaş yavaş onla-
ce uzak bir yerde bir deniz mağarası idi. Bir müddet de-
rın üstüne kapanışını, örtülüşünü seyrederdi. Ta yerin al-
niz boyunca yürümüşler, sonar kayaların arasına sap-
tından, ilerleyen ve gerileyen dalgaların sağır gürültüsü,
mışlar, nihayet bir oyuktan yer altına girmeğe başlamış-
küçük piyanolar, aşk fısıltıları, kanat çırpışları, şıpırtılar,
lardı. Zifiri bir karanlık içinde ve elleriyle dizleri üstünde
hulasa bilinmeyen varlıkların, yalnız günün bu saati için
sürtünerek yürümek, Mümtaz’ın pek hoşuna gitmemiş-
yaşayan, akşamla gecenin arasındaki geçidi doldurduk-
ti. Fakat bu dehlizin sonunda birdenbire ortalık, güneşe
tan sonra kim bilir hangi sedef kabuğunda, balık pulun-
arasından bakılan taze yaprak yeşili bir aydınlıkla aydın-
da, kaya çukurunda, ay ve yıldız aksinde uyuyan binler-
lanmış ve bu aydınlık içinde asıl mağaraya atlamışlar-
ce varlığın sesleriyle kenarları pul pul, akisleri renkli bü-
dı. Elleri ve dizkapakları yara ve yırtık içinde kalmasına
yük davetler onu çağırırdı. Nereye çağırırlardı? Mümtaz
rağmen, bu koyu tirşe ile nefti arasında değişen aydınlık
bunu bilseydi, belki bu davete koşardı. Çünkü suyun sesi,
Mümtaz’ı çıldırtmıştı. Denizin oyduğu kaya parçası için-
aşkın, ihtirasın sesinden kuvvetlidir. Karanlıkta su sesi in-
de, dalgalar çekildiği zaman durgun, az derin, dibinde-
sanın içindeki ölüm mayasının dilini konuşur.
ki balıklar, kaya kenarlarındaki yengeç ve böcekler gö-
Mümtaz, bu karanlık aynada henüz başlangıçta rünecek kadar berrak sulu, son derecede tabiiye benzer
olan ömrünün dost hayallerini, babasının altında yattığı yapılmış rokay bir havuza benzeyen gölceğiz, ortasında-
ağacı, olduğu gibi bıraktığı mesut çocuk saatlerini, han ki küçük taş parçası adasıyla kalıyordu. Burası mağara-
odasında bakir tenine çok derin bir aşı gibi yapışan köy- nın deniz tarafından yaklaşılabilen kısmıydı. Onun arka-
lü kızını, büyük siyah gözlerini her an bu uğultulu dave- sında, geldikleri taraf daha geniş ve biraz yüksek, fakat
te koşmağa hazır bir ürperme ile arar, sonra onun sade- hep kaya parçaları dolu büyükçe bir salon teşkil ediliyor-
ce boşluğun aynası olduğunu görünce yerinden kalkar, du. Dalga çarpıp mağaranın ağzını örttüğü zaman her
kabuslu bir rüyadan çıkar gibi kayaların dev gölgeleri taraf yemyeşil oluyordu. Sonra garip, adeta toprak al-
arasından, her adımda sendeleyerek, solumaya çalışırdı. tından gelen bir yığın gürültü ile su boşanıyor, etraf gü-
Ona öyle gelirdi ki, bütün bu kayalar, o, yanı başlarından neşli denizin gönderdiği akislerle aydınlanıyordu. O gün
geçerken dirilecekler, neredeyse bir el uzanacak bir tara- Mümtaz kısa pantolonuyla, iki eli çenesinin iki yanında,
fından onu yakalayacak, yahut biri sırtındaki harmaniyi çömeldiği bir taşın üstünden saatlerce, hiç konuşmadan
başının üstüne atacaktı. bu ışık gölge oyununu seyretti.
Çünkü bu kalabalığın gündüz ışığında bile insanı Acaba ne düşünmüştü, neyi beklemişti? Bu dalga-
ürperten bir manzarası vardı. Onlar canlı bir tabiat par- ların ona getirecekleri bir şey olduğunu mu sanıyordu;
çasından ziyade, kim bilir hangi felaketle oldukları vazi- yoksa mağaranın içine dolup boşalan suyun o acayip
yette donup kalmış mahluklara benzerlerdi. Fakat asıl uğultusuna mı kendini kaptırmıştı? Bu seslerde onun için
korkuncu, muhayyilenin durduğu anlardaki manzara- neyin, hangi sırrın daveti vardı?
larıydı. O zaman hayattan boşaltılmış, ebediyen ona ya-
Akşama doğru bir tesadüfle oraya kadar gelmiş
bancı, onu inkar eden bir çehre takınırlardı. Sanki “biz
bir kayık kolayca onları iskeleye getirdi. Mümtaz acele
hayatın dışındayız, derlerdi. Hayatın dışında… O, her 481
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
acele arkadaşlarından ayrıldı ve eve koştu. Gördüğü şeyi Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün he-
annesine anlatmak istiyordu. Fakat kadın o kadar harap nüz manasını dahi kavramadığı kederlerin içinden çı-
haldeydi ki, hiçbir şey söylemedi ve bir daha da annesini kar, birdenbire çok ışıklı, taptaze; fakat bununla bera-
yalnız bırakmadı. ber yine hasret ve ıstırap dolu başka bir dünyaya girer-
Günlerini orada, hastanın yatağının yanı başında, di. Bu, bir ucu İzmir’in Kordonboyu’nda başlayan, öbür
kâh ona bakarak, kâh düşünerek, okuyarak geçirdi. Her ucu babasının hiç anlayamadığı ölümünde biten dün-
gün öğleye doğru telgrafhaneye gidiyor, annesinin çek- ya idi.
tiği telgrafın cevabının gelip gelmediğini öğreniyordu. Orada da kendi çocuk muhayyilesine sığmayan
Sonra hastanın odasına kapanıyor, daima hareketli, da- bir yığın şey, orada da ölüm, gurbet, kan, yalnızlık ve
ima canlı sokağın kendisine kadar çıkan gürültüsü için-
içinde çöreklenen o yedi başlı ejder hüznü vardı.
de ona arkadaşlık ediyordu.” (s. 29-34)
Kim olduğunu bilmediği, fakat annesinin de işite-
Tanpınar; halk mûsikîsini Türk insanının ve coğ-
ceği korkusu ile ürpererek yolunu beklediği çocuk ge-
rafyasının henüz yazılmamış romanına malzeme ola-
rak görürken, türkülerin çağrışım ve muhteva dünya- çince, Mümtaz için gün denen şey kapağını kapatıyor-
sından hareketle; insan, kültür, tarih, medeniyet ve va- du. Ondan sonra ta ertesi akşama kadar yekpare bir
tan coğrafyasıyla ilgili yorumlamalara gider. Türk halk zaman vardı.
mûsikîsinin en belirgin özelliği olarak anonim oluşu- Annesi o hafta içinde bir gece sabaha karşı öldü.
nu vurgularken, dikkatini gelenekselliği ve melodi- Ölmeden evvel oğlundan su istemiş, sonra ona bir
nin esas oluşu etrafında yoğunlaştırır. Tanpınar, yaşa- şeyler söylemeye çalışmış; fakat bir türlü muvaffak
dığı yörelerin (Erzurum, Konya, Kayseri, Ankara vs..) olamamış, sonra yüzü birdenbire sapsarı kesilmiş,
türkülerini, ferdî ihsâslardan cemiyet yelpazesine açı- gözleri kaymış, dudakları bir iki defa titredikten sonra
lan zengin çağrışımlar ve yorumlar eşliğinde değer-
kaskatı kesilmişti. Mümtaz’ın hafızası bu son anı oldu-
lendirirken, biraz da kendisi olan Huzur’un kahramanı
ğu gibi tespit etmişti.
Mümtaz’ın dünyasında çocukluğunda Antalya’da din-
lediği türkülere de yer vermiştir: Bu ölümün arkasında da bir türlü dolduramadı-
“…… ğı uzun bir boşluk vardı. Beklide çocuk bu sıkıntı gün-
lerini hatırlamamaya çalışa çalışa zihninde bu zaman
Akşam oldu mu pencerenin yanına otururdu. Kaç boşluğunu kendisi yaratmıştı. Yalnız İstanbul’a gönde-
gündür sokakta küçük bir çocuk peyda olmuştu. Her rilmek için vapura bindirileceği günü bütün teferrua-
akşam elinde boş bir şişe veya başka bir kap, evlerinin tıyla hatırlıyordu. O gün, onu hısım, akraba hep birden
önünden, türkü söyleyerek geçerdi. Mümtaz, daha soka- bir eski camiin avlusundaki küçük bir mezarlığa götür-
ğın başında iken onun sesini tanırdı:
müşler, orada henüz düzeltilmiş bir toprak yığını gös-
Akşam oldu yakamadım gazımı, tererek, annen burada yatıyor, demişlerdi. Fakat Müm-
taz bu mezarı bir türlü benimsememişti. O, zihninde
Kadir Mevlam böyle yazmış yazımı,,
annesini babasının yanına gömdü. Zaten aradaki za-
Doya doya sevemedim kuzumu man farkı çok azdı… Orada, büyük ölüm ağacının al-
Ben ölürsem yavrum seni döverler, tında babasıyla beraber yatması daha iyi ve daha gü-
zeldi. Bekli de bütün ömrünce ikisini beraber görme-
Mümtaz, annesinin her başını kaldırdıkça, üstü- ğe alıştığı için, ayrı ayrı yerlerde yattıklarını düşünmek
ne dikilmiş bakışlarında bu türkünün güftesine ben- ona ağır geliyordu.
zer bir mana bulunduğunu zannederek içi sızlardı. Bu-
nunla beraber onu dinlemekten de vazgeçemezdi. Mümtaz, o günü çok iyi hatırlardı. Her taraf güneş
Çocuğun sesi güzel ve gürdü. Fakat henüz çok küçük, içinde idi. Aydınlık evlerin tahta duvarlarında, kiremit-
onun için tam nağmenin ortasında ağlayışa benzeyen ler üstünde, bembeyaz şosede ve yol ağızlarından iki-
garip yırtılışları olurdu. de bir karşılarına çıkan deniz parçalarında, eski cami-
in sarı boyalı duvarlarında, mezarlığın küçük ve tozlu
Evlerinin biraz ilerisinde, aşağıya doğru giden so- ağaçlarında, sivri taşlarında, dönüşte bir aylık arkadaş-
kağın tam başında türkü değişirdi. Ses birdenbire yük- larını oynar gördüğü yıkık kale bedenlerinde, her ta-
selir, aydınlanırdı. O kadarki, evlerin duvarlarında, yo- rafta billur sazlarını kurmuş, o acayip, sari, her şeyi ye-
lun üstünde, hatta havaya çarptıkça sanki çok parlak nen hayat şarkısını söylüyordu… Arılar, sinekler, kü-
akislerle kırılırdı: çük sokak kedileri, oturdukları evin önünü benimse-
yen köpek, her tarafa dağılmış güvercinler, herkes ve
her şey bu musıkiden, bu davetten sarhoştu.
Şu İzmir’in minaresi sedeften, annem sedeften
Yalnız bir kişi, ona öyle geliyordu ki, yalnız kendi-
Sen doldur ben içeyim kadehten, aman kadeh- si bu ziyafetin dışındaydı. Talih bir iradesiyle onu her-
ten... kesten ayırmıştı.
482
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
memuriyet arasında kalıyorduk. Ergani madeninde üç kıllı kendimi vereceğim devirdi. Çocuk denecek seviyede
yaşımda iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir ve sadece roman okumayı seven bir adamdım. Bununla
gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü ba- beraber, çözülmesi gereken psikolojik bir muamma kar-
yıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya şısında bulunduğumu ve bunun benim gördüğüm şeyle
başladı. Bir çeşit çok lezzetli bir hayranlık içinde kalmış- kaynaşan şey arasında halledileceğini sezdim. Bu man-
tım. Bu ânı her karlı günde hatırlar ve yağmasını bekle- zaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem ken-
rim. Ergani’den sonra Sinop’a gittik (1908-1910). Orada dim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat
denizle dost oldum. Çocukluğumun en büyük zevki bir henüz çare ve fırsatlara sahip değildim. Bu ancak büyü-
berzahta kurulu şehrin iki yanındaki deniz kıyısında oy- lenme kelimesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat galiba
namaktı. Tophane tarafında (asıl ticaret limanı) bir yer- bu da yetmez, hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözeme-
de Delibaş diye bir ustanın gemi imalâthanesi vardı. Ben diğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu.
yedi, sekiz yaşımda bu geminin gönüllü işçileri içindey-
1921 yılında tekrar Antalya’ya tatil için döndüğüm
dim. Fakat arka taraftaki kumlukta dalgaların gelişini
zaman bir gün yine Hastahanebaşı yolunda iki evin ara-
seyretmekten hoşlanırdım.
sında tekrar güneşle birleşmiş, güneşin havuzu ve sarayı
Sonradan Şile ve Kilyos’a benzediğini öğrendim. olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşem-
Hiçbirisi kumluk sahilde dalgaların birbiri ardınca çığ- di. Fakat bu güzellik bana acayip bir ölüm düşüncesi ara-
lar halinde gelişi kadar güzel olamaz. Siirt’te uzak dağ- sından geldi. Hiçbir şey bu kadar insana yakın, buna rağ-
lara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı gece- men bu kadar ezici, ondan ayrı olamazdı. Bu, şiire ada-
leri tanıdım. Yazları çok sıcak olan bu memlekette dam- makıllı kendimi verdiğim sene idi. Bir çok şair okumuş-
larda yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Son- tum. Yahya Kemal’i, Haşim’i tanıyordum. Zannederim
suzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. ki, o gün kendi şiirimin benim dışımda örneğini gördüm.
Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meş- Bunu gerçekten anladım mı? Bir insan kendisini ancak
guldü. Sırrın içinde yüzerdim. Buna akşam saatlerinde hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut onları
uzak dağların o korkunç yalnızlığını, o ezici morluğu ila- zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimiz-
ve edin. Kerkük’te yine damlarda yatardık (1913-1914). de çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için çok
Yine gece ve yıldızlar. Şimdi kaybettiğimiz bu şehre on şeylerden kurtulmamız lazımdır. Bu, bende çok geç oldu.
üç yaşımda gelmiştik. Üç evde oturduk. Üçünün de ge- 1921 yılında ise, ben henüz bu çağda değildim. Dilin dı-
niş bahçeleri vardı. şında hiçbir şeyin üzerinde duramıyordum. Aynı günler-
de, yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka
Antalya’ya 1916 sonbaharında geldik. Epeyce bü-
manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denen deniz ma-
yümüştüm. Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya ka-
ğarasını gördüm. Bu mağara suyun hücûmuyla, açılıp
yalıklarda, Hastahanebaşı’nda gezmek hakkım vardı.
kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu. De-
Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkuta-
diğim gibi, gördüklerimi henüz küçük bir keşif haline ge-
na kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıl-
tirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan
dırtırdı. Biri bu kayaların sahile bakan yerinde sabah ve
rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır.
akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve
yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde gü- Huzur romanımda Antalya’dan bahis vardır.
neş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bun- Hastahanebaşı’ndaki kayalar, güvercinlik ve deniz,
lar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeyler- Mümtaz’ın iç hayatının adeta örgüsünü yaparlar. Fakat
di. Bu manalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çö- dikkatli okumak, gizli bağları bulmak lazımdır. Bütün ro-
zemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı. Bir gün man bu iç zemin üstüne düşer. İstanbul denizi ve Boğaziçi
İstanbul’a tahsile gönderecekleri gün, Hastahanebaşı’na geceleri gene bu senelerde gelir. Fakat asıl hayaller dün-
giden bu manzara ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbü- yanın bir tarafını çocukluğumun yıldızlı geceleri ve insa-
tün başka şekilde. Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail’in evle- na yalnız nefsinin ve aczinin sembolü dağlar, bir tarafını
rine gidiyordum. Bu evle yandaki evin arasındaki boş- deniz üzerine anlattıklarım teşkil eder. Bunlar benim şiir-
luktan yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendi- lerimin “algebre” tarafıdır diyebilirim. Yıldızlı gece ve de-
ği durgun denizi gördüm. Hiçbir şey insana bu kadar ya- nize, dağın içimizde uyandırdığı yalnızlık duygusundan
kın ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Man- gittim. Deniz insanla durmadan konuşur. Bununla bera-
zara, söylediğim gibi, benim için yeni değildi. Gideceğim ber yalnızlık duygusu benden gitmiş değildir. Bittabi bu
evin denize bakan herhangi bir yerinden Nail ile dama manzaraları bu şekilde örebilmem için hayata İstanbul
oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o anda gibi bir deniz şehrinden bakmam gerekirdi. Şiirde ve fi-
yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika büyülenmiş kirde ilk ve galiba yüzünü gördüğüm son hocam Yahya
gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. Denizin ve Kemal oldu. Haşim’i daha evvel okumuş ve sevmiştim. Bu
aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o anda zihnimde iki şair bana kendilerinden evvelkileri unutturdular. Yah-
herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mühim bir şey olduğu- ya Kemal’in derslerinden -fakülte hocamdı- ayrıca eski
nu biliyordum. Zaten gördüklerimi zihnî hayatıma nak- şiirlerin lezzetini tattım. Gâlib’i, Nedîm’i, Bâkî’yi, Nâilî’yi
484 ledebilecek bir bilgim yoktu. O devirlerde bu şiire adama- ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal’in üzerimdeki
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliği- ğişir. Hislerimiz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız se-
dir. Dilin kapısını bize o açtı. Bazıları bu tesiri başka tür- simizdedir. Çığlık şiirin yapısıdır. Bütün mesele dili bir se-
lü görüyorlar. Hakikatte estetiğimiz ayrıdır. Yalnız millet sin kendisi yapmaktır. Bu, adım adım, yani mısra mısra
ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın mut- olur. Şu halde her mısra şekildir. Sanatta hocalarımdan
lak denecek tesiri vardır. Beş Şehir adlı kitabım onun aç- biri olan ve şiirlerini çok beğendiğim Stephane Mallarme
tığı düşünce yolundadır, hatta ona ithaf edilmişti. İki de- mısraı, “bir çok kelimeden yapılmış hususi bir dalgalan-
fasında da bu kitap bulunduğum yerde basılmadı ve ben ması olan tek ve uzun bir kelime” diye tarif eder ki, çok
bu ithafı yapamadım. Bende asıl büyük tesir, Fransız şi- doğrudur. Valery ise, şairde kulağın daima uyanık bulun-
irinden ve bu şiirin, Baudelaire-Mallarme-Valery kolun- ması gerektiğini söyler ki, aynı şeydir. Çünkü kulağımız
dan geliyor. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gerard de şiir işlerinde en büyük kontroldür. Bence şiir meselele-
Nerval diye çok mühim bir Fransız şairini, Hoffmann ve rinde en güç şey, insanın, kulağıyla tam bir işbirliği yap-
Edgar Allan Poe’yu, Faust’u ile Goethe’yi, Dede Efendi’yi, masıdır. O hem sizin olmalı, hem de sizi idare edecek ka-
Mozart ve Beethoven’i, Bach’ı, sevdiğim Fransız ve İtal- dar dışarınızda, hâttâ tarafsız olmalı. Ancak bu şekilde
yan ressamlarını, Fransız “impressioniste” ressamların şiir nağme olur. Bizi his ve heyecanlarımıza esir olmak-
mühimini, bazı modernlerin payını da ayırmak lazım- tan kulağımızın dikkati kurtarır. O yavaş yavaş şiirle ara-
dır. Nihayet bütün bunlara bence an sevdiğim romancı mıza girer, eseri geçici hislerimizin ifadesi olmaktan kur-
olan Marcel Proust’u da ilave etmek gerekir. Asıl esteti- tarır. Dilin hamuruna gerektiği gibi şekil vermemizi te-
ğim Valery’yi tanıdıktan sonra (1928-1930) yıllarında te- min eder. Şiir hakkında bu tarz düşünen, onu sonunda
şekkül etti. Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve insandan ayıran bir adamın niçin roman yazdığını şim-
şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. di bana sorabilirsiniz. O zaman size derim ki, şiir, söyle-
Yahut da musıkî ve rüya, Valery’nin, “velev ki, rüyalarını mekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hi-
yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalı- kaye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün ol-
dır” cümlesini, “en uyanık bir gayret ve çalışma ile dildeki duğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin
bir rüya halini kurma,” şeklinde değiştirin, benim şiir an- anahtarlarını roman ve hikayelerim verir.
layışım çıkar.
Şiir ve sanat anlayışımda Bergson’un zaman telak-
“Ne içindeyim zamanın” şiiri, şiir halini, kozmosla kisinin mühim bir yeri vardır. Pek az okumakla beraber
insanın birleşmesini nakleder ki, bir çeşit murakabe (içi- o da borçlu olduğum insanlardandır. Fakat 1932 yılla-
ne dalma) ve rüya halidir. Görüyorsunuz ki, hakikî roma- rında Schopenhauer ve Nietzsche’yi çok okuduğumu da
nın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Zaten rü- hatırlatayım. Rüya meseleleri beni Freud ve psikanalist-
yanın kendisinden ziyade, benim şiir anlayışımda, bazı lere götürdü.
rüyalara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl
İşte sanatım hakkındaki fikirlerimi öğrendiniz. Ne
olan duygu bu duygudur. Musikî burada işe girer. Çünkü
kazandınız? Orasını bilmem?. Kendime gelince... İnsan o
bu duygu musikîşinas olmamak şartıyla musikî sevenler-
kadar mühim değildir. Ben herkes gibiyim.
de bu sanatın uyandırdığı hisse benzer. Bunu, yaşadığı-
mızdan başka bir zamana gitmek diye tarif edebilirim. Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gi-
Başka türlü ritmi olan ve mekanla, eşya ile içten kayna- biyim. Bilmem liseniz hâlâ eski yerinde, yani Ambarlı’da
şan bir zaman. mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim.
Bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. Onun
İkinci şiir “Boğazda Akşam”, şiirin örgüsünü anlatır.
heyecan ve coşkunluğunu yaşadım. Size teşekkür ede-
Bu şiirde realite olarak tek bir bulut vardır. Akşamla bu
rim. Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostlukla-
bulut değişir, fakat biraz kavis olur ve ölür. Attığı çığlık-
rımı, başarı dileklerimi söyleyin.
lar camlarda tutuşur, fakat biraz sonra tekrar bir yıldız
olarak gelir, Boğaz sularında yüzer. Böylece bir bulut, bir Minnettarım. Mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum.”
obje etrafında bir atmosferin kurulması hikayesi. Burada Denemelerinde, tabiat ile kendisi arasında kuru-
musikî ile bir benzerlik vardır. Musikî durmadan değişir. lan bağlardan sık sık söz eden (Tanpınar: tarihsiz, 140)
Değişerek âlemini içimizde kurar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri bu özel
Bunların dışında şiirin yapısı, yahut neticeye bizi bağların yaptığı derin etkiler ve tazyikler sonucunda
vardırarak çalışmanın kendisi gelir. yazılmıştır. Edebiyatımızın en çarpıcı şehir kroniği ni-
teliğinde olan Beş Şehir arasında Antalya yoktur ama
Bence şiir bir şekil meselesidir. Şekil her şeyden ev-
Antalya onda her zaman zengin çağrışımlar ve izle-
vel dilin vezin ve kafiye ve şiire ait diğer kaideler yavaş
nimler uyandırmıştır. Antalya ve Tanpınar ilişkisinin iz-
yavaş bizde şahsî bir teknik haline gelirler. Ve dile bu sa-
düşümlerini; Huzur romanı, Antalyalı Genç Kıza Mektup
yede, evvelâ kendi sesimiz, ve biraz da o yolla ve onunla
ve bazı şiirleri etkileşiminde de gördüğümüz gibi; An-
beraber benliğimiz, iç hayat tecrübelerimiz girer. Sesten
talya sevgisi ve tutkusu onun ilk gençlik hatıralarında,
çok bahsettim; çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nab-
sanat ve estetik dünyasının oluşumunda son derece
zımızla değişir. Alelade konuşma anında bile -eğer çok
önemli bir yer tutmuştur.
umumi bir şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima de- 485
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
aktaran dergiler çıkarmaya başladı.351 Aynı yılda faa- başarı göstermiştir. Hüsnü Yıldız, Antalya’nın Elmalı358
liyete başlayan Antalya Halkevi tarafından da 1937- ve Serik359 gibi ilçelerinde oynanan oyunlar, söylenen
1944 yılları arasında iki ayda bir basılan “Türk Akde- bilmece, mani türlerinin çeşitli örneklerini derlemiş ve
niz” dergisi yayım hayatına girdi. Bölgenin tarihi, sos- folklorcuların üzerinde teorik çalışmalar yürütebilece-
yal, ekonomik ve kültürel hayatını inceleme odağına ği zengin bir malzemeyi ortaya çıkarmıştır. Araştırma-
alan dergi, Antalya Halkbilimine ilişkin çalışmaları baş- cının, Türk Folkloru Araştırmaları dergisinde yayımla-
latan ilk kuruluş oldu ve bu konuda çalışma yapacak nan Serik Masalları dizisi da ilgiyi çekmektedir.360
araştırmacılar için en önemli yerel kaynaklardan biri
Antalya ve çevresinin tarihi ve kültürüyle ilgili en
haline geldi. “Türk Akdeniz” Antalya folkloru ürünleri-
kapsamlı çalışmaları, 2003 yılında Çağdaş Gazeteci-
ni derleme çalışmalarını, “Antalya Notları”352 ve onu iz-
ler Derneği tarafından kendisine, Kültür Sanat dalında
leyen “Antalya Köylerinde Düğün”353 adlı yazılarla baş-
Antalya’nın sivil tarihçisi ödülü verilen Hüseyin Çimrin
lattı. Derlemeler genellikle amatör folklorcular- genel-
yürütmüştür. Antalya’nın yerlisi olan yazar, hem çeşit-
likle öğretmenler354- tarafından yürütülmekteydi, bu
li dergilerde yayımlanmış materyalleri gözden geçire-
yüzden yazılar bilimsel incelemeden yoksun kalmış-
rek harmanlayarak hem de kendi derlemelerini yapa-
tı. “Türk Akdeniz” dergisinin kapanması ise halk edebi-
rak yüzyıllar boyunca yörede üretilen sözlü sanat ör-
yatı derleme çalışmalarına büyük bir darbe indirmişti:
neklerini kitaplarına yansıtmıştır. Antalya’yla ilgili her
1944’ten sonra Antalya355 ve ilçeleri356 folkloruyla ilgili
konuda kendisini uzmanlaştıran Çimrin, halk edebiya-
çalışmaların dağınıklığı göze çarpmaktadır.
tı alanında361 da günümüze kadar gelip çatmış birçok
Bölgede derleme yapan bazı araştırmacıların or- türü incelemeye almış ve tarihi ve sosyal gerçeklerle
taya koyduğu çalışmalarının sürekliliği dikkat çekmek- bağdaşlaştırarak açıklama yapmaya çalışmıştır. Günü-
tedir. Antalya ilçelerinden Alanya’nın bilmece, ninni, müzde de Antalya geleneksel kültürü öğelerinin yaşa-
inanç, atasözleri ve deyimler gibi birçok halk edebiyatı tılması ve tanıtılması, kültürel yapının açığa çıkarılma-
örneklerinin derlenmesinde Ali Rıza Gönüllü357 büyük sı yönündeki çalışmalarını sürdürmektedir.
Antalya’da faaliyet yapan İl Kültür ve Turizm Mü-
351- Bk.: Selçuk Uygun, Türk Akdeniz Antalya Halkevi
Dergisi’ne Göre Antalya’da Kültür ve Eğitim, Son Bin Yılda dürlüğü, Antalya Ticaret Sanayi Odası ve Antalya Kent
Antalya Sempozyumu Bildiri Kitabı, 18-19 Aralık 2003, An- Müzesi, Antalya kent kültürü ve folklorunun yaşatıl-
talya, 2006, s. 465-466. ması için önemli katkıda bulunmaktadır. Henüz üze-
352- Ekrem Reşit, Antalya Notları, Halkbilgisi Haberleri Mec- rinde kapsamlı bir çalışma yapılmayan Antalya halk
muası, Ankara, 4, (48), 1935, 308-314. edebiyatı ürünlerinden türküler, destanlar, ağıtlar, ef-
353- Mecit Odabaşıoğlu, Antalya Köylerinde Düğün, Halkbil-
saneler üzerinde durulması gereken birer çalışma ko-
gisi Haberleri Mecmuası, Ankara, 5, (50), 1935, 200-207.
354- Öğretmenler, Antalya Folkloru: Bir Peri Masalı, Türk Ak- nusudur.
deniz, Antalya, 1937, s. 19. Kültürü, Ankara, 34, (393), Ocak 1996, 47-53; Alanya Halk
355- Örneğin: Naci Eren, Eski Antalya’da Evlenme, Türk Folklor İnançlarında At Motifi, Türk Kültürü, Ankara, 35, (414), Ocak
Araştırmaları, İstanbul, 17, (332), Mart 1977, 7927-7929; Os- 1997, 630-637; Ali Rıza Gönüllü, Alanya Folklorundan Derle-
man Saygı, Antalya Yöresinden: Bademağacı Köyü Folkloru, meler, Alanya, Derya Ofset Matbaacılık, 1998.
Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 18, (358), Nisan 358- Hüsnü Yıldız, Elmalı Köylerinde Düğün, Türk Folklor Araş-
1979, 8623-8625; devamı: 18, (358), Mayıs 1979, 8648; Musa tırmaları, İstanbul, 4, (80), Mart 1956, 1270-1272; Elma-
Seyirci, Batı Akdeniz Bölgesi Yörükleri, İstanbul, Der Yayınla- lı Köylerinde Zeki Oyunu, Türk Folklor Araştırmaları, İstan-
rı, 2000; Alpaslan Gönenç, Antalya Efsaneleri (Yüksek Lisans bul, 4, (82), Mayıs 1956, 1307-1308; Elmalı’da Zekir Oyu-
Tezi), Selçuk Üniv., Konya, 2006. nun Cezaları, TFA, İstanbul, 4, (94), Mayıs 1957, 1491-1493;
356- Nevzat Günaydın, Alanya Folkloru, Derleyen: Tevfik Hacı- Elmalı’da Bilmeceler, TFA, İstanbul, 6, (131), Haziran 1960,
hamidoğlu, Türk Dili, Ankara, 48, (387), Mart 1984, 181-184; 2169; Elmalıda Bilmeceler, TFA, İstanbul, 6, (130), Mayıs
Tevfik Hacıhamdioğlu, Alanya Folkloru Araştırmaları (De- 1960, 2151-2153; Elmalı Folkloru: Maniler, TFA, İstanbul, 6,
yimler), Alanya, 1983 ve Alanya Folkloru Araştırmaları: (Du- (132), Temmuz 1960, 2193-2194; Refik Turan, Tarihimizde
alar, Beddualar, Atasözleri), Alanya, 1985. ve Kültürümüzde Elmalı, Milli Folklor, 1, (8), Aralık 1990, 4-7.
357- Ali Rıza Gönüllü, Alanya Bilmeceleri, Türk Folkloru, İstan- 359- Hüsnü Yıldız, Serik Bilmeceleri, TFA, İstanbul, 3, (70), Ma-
bul, 6, (68), Mart 1985, 28-30, 32; Alanya Ninnileri, Türk Folk- yıs 1955, 1117-1118; Serik’ten Maniler, TFA, 4, (77), Aralık
loru, İstanbul, 6, (67), Mart 1985, 25-26; Alanya Deyim ve 1955, 1232; Serik’ten İki Türkü, TFA, 7, (153), Nisan 1962,
Atasözlerinde Deve, Türk Folkloru, İstanbul, 6, (72), Tem- 2705-2706.
muz 1985, 7, 85, 9; Alanya’dan Derlenen Hayvanlarla İlgi- 360- Yıldız Hüsnü Tülüm, Serik’ten Masallar, Anlatan: Şükri-
li Atasözleri, 2, Türk Folkloru, İstanbul, 7, (78), Ocak 1986, ye Yıldız-TFA, 4, (89), Aralık 1956, 142; Beyoğlu Ali, anlatan:
30, 33; Alanya’da Eski Türk İnançlarının İzleri, Türk Folklo- Şükriye Yıldız, TFA, 4, (88), 00.11.1956, 1407-1408; Üvey Ana,
ru, İstanbul, 8, (87), Ekim 1986, 34; Alanya Halk Kültürün- anlatan: Şükriye Yıldız, TFA, 4, (92), Mart 1957, 1467-1469;
de Deve Motifi, Türk Folkloru, İstanbul, (93), Haziran 1991, Zülfü Siyah ile Şehzade, TFA, 5, (109), Ağustos 1958, 1750-
20-23; Alanya Halk İnançlarında Ağaç Motifi, Güneyde Kül- 1751 ve 5, (110), Eylül 1958, 1766-1768; Fatma Abla’nın Kızı,
tür, Antakya, 4, (44), Ekim 1992, 46-48 ve Türk Kültürü, An- TFA, 5, (117), Nisan 1959, 1893-1894, Feslikancı Kız, TFA, 5,
kara, 32, (376), Ağustos 1994, 57-61; Alanya Halk İnançları (116), Mart 1959, 1873-1875.
İçinde Hıdrellez Motifi, Güneyde Kültür, Antakya, 5, (55-56), 361- Bkz.: Muharrem Kesik, Antalya’ya Yapılan İlk Akınlar ve
Eylül 1993-Ekim 1993, 21; Alanya Halk İnançlarında Su Mo- Şehrin Selçuklu Hakimiyeti Altına Girmesi, Son Bin Yılda
488 tifi, İçel Kültürü, Antakya, 7, (30), Kasım 1993, 14-17 ve Türk Antalya Sempozyumu Bildiri Kitabı, s. 1.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
Halk edebiyatı, yöre halkının yaşama biçimini ve aile ve günlük hayat; tarihi şahıslarla; gök cisimleri- ay,
dünyayı algılayışını anlamak için bizlere zengin bir güneş, yıldız vb.; dini konularla ilgili efsaneler) orijinal
malzeme sunmaktadır. Anadolu folklorunun genel Antalya efsanelerinin, ağırlıklı olarak mekan adları ve
hatları ve konuları çok küçük değişikliklerle Antalya tarihi şahıslarla ilgili olduğunu görürüz.
folklorunda da görülmektedir. Bölgenin halk edebi-
Antalya efsaneleri ile ilgili araştırma yürüten Al-
yatının, diğer bölgelere göre başkalaşmasında, iklim,
parslan Gönenç, ilde ve ilçelerde anlatılan efsaneleri
coğrafi durum, çalışma alanları, bölgeye akın etmiş
derlemiştir. Yedi bölümde (Tabii Yerler, Meskun Yerler,
aşiretlerin gelenek ve görenekleri gibi faktörler rol oy-
Tabiatüstü Şahıslar ve Varlıklar, Tarihi Efsaneler, Hay-
namıştır. Günümüz Antalya’sı, coğrafyası, tarihi, arke-
vanlarla İlgili Efsaneler, Dini Efsaneler, Taş Kesilmeyle
olojik zenginliği ve turistik potansiyeli açısından öne-
İlgili Efsaneler) sınıflandırılmış bu elli civarında efsa-
mi küçümsenemez bir kültürel birikime sahiptir. İkli-
ne, Dur Dağı ve Zincirli Kaya’dan Boğa Çayı’na; Demre,
minin yaşam için ve coğrafi konumunun deniz ile ula-
Franca Yaylası ve Perge’den; Karaağaç Mezarlığı’ndan
şıma uygunluğu tarih boyunca yerleşmelerin bu böl-
Kanlı Dut’a; Abdal Musa ve Şeyh Ahi Baba’dan Ke-
gede yoğunlaşmasını ve kent kültürünün gelişmesini
tenci Ömer Paşa’ya; Vahab-i Ümmi’den Üç Kızlar’a;
sağlamıştır.
Kaplumbağa’dan Yusufçuk’a; Kırklar Meydanı’ndan,
Tarih boyunca Bergama Krallığı, Roma İmpa- Taş Kesilen Gelin’e kadar Antalya yöresindeki ya-
ratorluğu, Arapların egemenliği altında kalmış, şam ve inanç sistemiyle ilgili zengin bir malzeme
Türklerin Anadolu’ya gelişinden önce ise Bizans sunmaktadır.365
İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında bulunmuştu.362
Pek çok Antalya efsanesinin Anadolu’nun birçok
Çeşitli uygarlıkların yaşamına sahne olan Antalya’da,
bölgesinde yaygın olduğunu görmekteyiz. Örneğin,
Türk egemenliğine girdikten sonra Türk öncesi me-
“Adam/Kadın Atacağı” efsanesini, Alanya ve Antalya’da
deniyetlere ait anlatılar varlığını sürdürmüştür. Bu-
bilmeyen çok az sayıda kişi vardır. Alanya kalesiyle ilgi-
nun nedeni, söz konusu efsanelerin, yer adlarını ve
li “Adam Atacağı” efsanesinin varyantları, birçok Ana-
özel isimleri inceleyen dilbilim dallarından Toponimi
dolu kalesiyle ilgili da anlatılmaktadır. Bu kalenin al-
ve Onomastikle olan sıkı ilişkisidir. Büyük İskender ve
tında bulunan “Kızlar Mağarası”, “Kızlar Yarığı” adında-
ağabeyinin ölümsüzlüğüne inanan kızkardeşi küçük
ki mekanların benzerleri Antalya kentinde de görül-
Amazon Kyna ile ilgili “Deniz Kızı-Gorgona” anlatısı363
mektedir. Antalya’da “Kadın Yarığı”, “Kadın Deresi” de-
veya İlyada’da karşımıza çıkan ve günümüzde anlatı-
nilen mekan da çeşitli rivayetlere konu olmuştur. Hem
lan Çıralı köyünün Yanartaş efsanesi364, Antalya’nın, bir
Antalya’da hem de Alanya’da anlatılan bu iki rivaye-
derecede Helenistik dönem kültürünün sürdürücü de
tin benzerleri Anadolu’nun bazı kale-şehirlerinde, ör-
olduğunu kanıtlamaktadır:
neğin, Amasra’da ve kimi saraylarda, örneğin, Topkapı
Hem gerçek hem gerçeküstü olayları ve kişileri Sarayı’nda da vardır366.
konu edinen efsane, mit ve rivayet türleri, şekil ve içe-
Bildiğimiz gibi, bütün dinler geleneksel düzeni
rik itibariyle birbirlerine yakın olduklarından, Antalya
korumak için büyük çaba göstermekte ve küçük yer-
folklor derlemecileri tarafından bu anlatıların hepsine
leşim birimlerinde dinin etkisi daha fazla hissedilmek-
genel olarak efsane denmiştir. Her halk sahip olduğu
tedir. İslamiyet’te cinsiyet önemli bir faktör olmasın-
topraklara mevki adları vermiş veya var olanları kendi
dan dolayı erkek ve kadının aktiviteleri net sınırlar-
lisanlarına göre yorumlamış, onlar hakkındaki efsane-
la belirlenmiştir. İslami düzene göre erkeklerin kadın-
leri yaşatmaya devam etmiş veya yenilerini üretmiştir.
lar üzerinde hükümleri büyüktür. Antalya folklorunda
Bu konuda Türkler istisna teşkil etmemiştir.
da gördüğümüz (ister türkülerde ister Türk dönemime
Antalya’yla ilgili en çok bilinen ve söylenen efsa- ait efsanelerde) bu özelliktir: kurallar erkek lehine iş-
neler içinde Bergama kralı Attalos II. tarafından Antal- ler. İşte “Kadın Yarığı” veya “Kadın Deresi” adlı efsane ve
ya kentinin kuruluş efsanesi, Selçuklu sultanı Alaeddin ona benzer rivayetler de kadınların “günah” kavramıy-
Keykubat’ın emriyle inşa edilen Yivli minarenin ve As- la doğrudan ilişkilendirildiğini ve işlenen her bir suçun
pendos tiyatrosunun yapılışı efsaneleri, Roma impara- cezasının - bir kediyle birlikte çuvala konularak dereye
toru Hadrianus’un adına yapılmış kapılarla ilgili anla- atılmak- korkunç olduğunu kanıtlamaktadır.
tılan efsanelerdir. Eğer efsanelerin başlıca gruplarına
dikkat edersek (hayvanlarla, kuşlarla; yer adları, kale- 365- Bkz.: Mustafa Oral, Efsaneden Tarihsel Gerçeğe Denize
ler, abideler vb.; kavim, oba, halk, nesil, totem adları; “Adam/Kadın Atacağı” Anlıtısı, Kıbatek Uluslararası Türk
Kültüründe Deniz ve Deniz Edebiyatı Sempozyumu Bildiri-
362- Bkz.: Hüseyin Çimrin, Bir Zamanlar Antalya, Tarih, Göz- leri, Antalya, 2008, s. 197.
lem ve Anılar, Antalya, Antalya Ticaret Sanayi Odası Yay., 366- Makalede yer alan halk edebiyatı örnekleri: Hüseyin Çim-
2006, s. 218. rin, Antalya Folkloru; Ali Rıza Gönüllü, Alanya Folklorundan
363- Bkz.: Çiğdem Ülker, Mitolojinin ve Şiirin Denizi- Akdeniz, Derlemeler; Tevfik Hacıhamdioğlu, Alanya Folkloru Araştır-
Kıbatek Uluslararası Türk Kültüründe Deniz ve Deniz Edebi- maları (Deyimler); Musa Seyirci, Batı Akdeniz Bölgesi Yörük-
yatı Sempozyumu Bildirileri, Antalya, 2008, s. 60. leri, İstanbul, Der Yayınları, 2000; Türk Folklor Araştırmaları
364- Gönenç, Alpaslan, a.g.e. Dergilerinden derlenmiştir. 489
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Gördüğümüz gibi, Antalya bölgesinde derlenen, karşın, kaleyi bir türlü ele geçirememiş. Bunun üzerine
günümüzde de yaşamını sürdüren efsaneler-mitler- bir gece, 15.000 keçinin boynuzlarına birer mum yak-
söylenceler-rivayetler- farklı dönemlerde farklı halk- tırarak askerleriyle hücuma geçmiş ve şöyle cevap ver-
lar ve medeniyetler tarafından üretilmiştir. Türk ön- miş: “İşte, karşıda savaşa hazır binlerce askerimi görü-
cesi ve Türk kültürünün önemli parçası olan bu anla- yorsunuz. Boş yere kan dökülmesin. Kaleyi teslimden
tılar, Antalya’nın yüzyıllar önce, günümüzde endişey- başka çaremiz yoktur.” Kale komutanı da ister istemez
le karşılanan küreselleşme sürecini yaşadığının güçlü bu öneriyi kabul etmek zorunda kalmış. Kaleye bu ne-
bir kanıtıdır. denle uzun bir süre “Keçi kalesi” denmiş.
1. Antalya Şehrinin Kuruluş Efsanesi Folklor türlerinden efsanelerle en çok karıştırı-
lan rivayetler olmuştur. Olağanüstülüğe yer almadı-
M.Ö. 2. yy.da Bergama Kralı Attalos II. (M.Ö. 159-
ğı rivayetlerin temelinde olmuş veya olması müm-
138), bir gün kendine bağlı kabileleri, hükümranlık
kün olaylar yatar. Bu yüzden rivayetler, günlük hayat
hudutlarını genişletmek ve yeni liman şehirleri kur-
ve dünya hakkında daha gerçekçi bilgiler sunmakta-
mak amacıyla askerlerini güney yönünde göndererek:
dır. Antalya’da, yöre iklimini, özellikle de Antalya’nın
“Gidin, bana bu yeryüzü üzerinde öyle bir güzel yer
ünlü, bitmek bilmeyen yağmurlarını konu alan riva-
bulun ki, bütün kralların gözü kalsın bu yerde. Kimse
yetler anlatılmaktadır. Bunlardan en ilginci, “Kadıkaçı-
gözünü bu yerden ayıramasın. Orada liman şehirleri
ran” rivayetidir. Rivayet, Antalya’ya tayin edilen kadı-
kuracağım.” der.
nın yağan yağmurlar yüzünden bir türlü işbaşı yapa-
Bunun üzerine Bergama’dan ayrılan kabileler mayıp Antalya’dan ayrılışını konu alır. Yıllar sonra bir
aylarca, Ege sahillerini karış karış dolaşırlar ve kral Antalyalıyla karşılaşan kadı, ona: “Sizin orada hala yağ-
Attalos’un istediği güzellikte bir yeri aylarca ararlar. mur yağıyor mu?” diye sorar.368
Sonunda daha güneye inerek Akdeniz sahillerine ge-
lirler. Bugünkü Antalya şehrinin bulunduğu körfe- 4. Masallar
ze geldiklerinde bir süre gözlerini bu göz kamaştırıcı
Yöreden yöreye, ülkeden ülkeye en çok yayılan
manzaradan ayıramazlar. Kabile başkanı: “Şükürler ol-
halk edebiyatı ürünleri, şüphesiz, masallardır. Genel-
sun sana Zeus, nihayet Attalos’un şehrini bulduk.” diye
de bütün illerde anlatılan masallar benzerlik arz eder-
haykırır. Daha sonra Bergama Kralı Attalos II. burada
se de yerli anlatıcıların ilave ettiği unsurlar sebebiyle
bir şehir kurar ve şehre kendi adını verir. Şehre Türk-
küçük farklılıklar gösterebilirler. Antalya’nın, doğu-
ler Adalya, Araplar Antaliye, Cumhuriyet devrinde ise
sunda Mersin, Konya ve Karaman, kuzeyinde Isparta
şehrin ismi Antalya olur.367
ve Burdur, batısında ise Muğla illerinin yer alması ve
2. Adam Atacağı: Antalya halkının bu bölgelerin sakinleriyle sürekli et-
kileşim içinde olması, neredeyse bütün folklor ürün-
Alanya Kalesi’nin en ilginç yerlerinden biri de iç
lerindeki benzerlikleri doğurmuştur. Örneğin, aşağı-
kalenin kuzeydoğusunda surlarla bitişik bulunan yer-
da verilmiş “Yusufçuk” masalı, birçok varyantı bulunan
deki yapının Romalılar zamanında suçluyu uçurum-
masal veya efsane olarak bu illerde de dilden dile do-
dan aşağı atmak suretiyle ölüm cezalarının infaz edil-
laşmaktadır.
diği yerdir. Bu yapının on beş metre derinliği bulun-
maktadır.
4.1. Yusufçuk
Rivayete göre, Romalılar zamanında burada iki
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Orta
suçlu güreştirilir, mağlup olan hasmı tarafından uçu-
halli zengin ve fakir bir köylünün bir kızı ve bir de oğlu
ruma itilerek hayatına son verilirdi. Diğeri ise burada
varmış. Çocukların ikisi de çok sevimli şeylermiş. İki
bulunan çukura bırakılır, belirli bir süre sonra bu çu-
kardeş analarının hazırladığı azığı bellerine bağlar, dü-
kurdan çıkarılarak hürriyetine kavuşabilmesi için son
şerlermiş koyunların ardına. Koyunları gütmek için her
şans tanınırdı. Suçlunun eline verilen üçtaş parçasın-
gün ayrı yönlere giderlermiş. İki kardeş birbirlerini çok
dan hiç olmazsa birisini denize düşürmesi istenirdi.
sever, birbirlerini hiç incitmezlermiş. Babaları oldukça
Düşürdüğü takdirde hürriyetine kavuşurdu. Aksi tak-
kaba bir adammış, Çabuk sinirlenir, çocuklar en küçük
dirde mancınıkla (savaşlarda kullanılan fırlatma ara-
bir kusur işleseler, eşek sudan gelinceye kadar çocuk-
cı) denize atılarak hayatına son verilirdi. İşte bu rivayet
lara sopa atarmış.
nedeni ile kaleyi ziyarete gelen yerli ve yabancı turist-
lerin adam atacağının etrafında taş ararken ve bunu Günlerden yine bir gün iki küçük kardeş koyunla-
denize atmaya çalışırken görmek mümkündür. rını köyden çok uzak bir yerde otlatıyorlarmış. Öğle za-
manı, gelince, analarının yaptığı katmeri yiyip başında
3. Alanya Kalesi Fethi Üzerine Bir Efsane oturdukları pınardan buz gibi suyu içtikten sonra kız-
Derler ki, Alaeddin Keykubat Alanya Kalesi’ni cağızın uykusu gelmiş.
uzun süre kuşatmış (1222), birçok hücum ve kayıplara
490 367- Rivayet metni için bkz.: Hüseyin Çimrin, a.g.e., s. 171. 368- Rivayet metni için bkz.: Hüseyin Çimrin, a.g.e., s. 171.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
- Yusuf, demiş kardeşine. Benim çok uykum var. - Buyurun hanımefendi! diye karşılamış. Tellak-
Azıcık yatayım mı? lar güzelce yıkamış, kokular sürmüş. Şenlikler yapılmış
derken kız, bir bey hanımıyla ahretlik olmuş. O mem-
- Olur, demiş Yusuf. Uzanıvermiş kaba ardıcın
leketin adeti, herkes hamama bir yiyecek getirir, eşiy-
koca gölgesine. Uzanması ile uyuması da bir olmuş.
le dostuyla onu yerlermiş. Eğlence bittikten sonra ye-
Yusuf küçük çakısı ile yeni bir sipsi yapmaya uğraşı-
mek yemeğe başlanılmış. Herkes tepsi bohçalarının
yormuş. Yapmaya çalıştığı sipsi iyi ses vermeyince Yu-
bağını çözmeğe başlamış. Beyin hanımı da uşaklara
suf kargı aramaya çıkmış. Kardeşi ve koyunlardan uzak
boğaça tepsisini getirtmiş. Fatma Abla’nın kızının canı
bir yerde kargıları bulmuş, fakat aradan da bir hayli za-
sıkılmış. Anasına:
man geçmiş.
- Fatma abla, bak bakem, bizim bey daha gelme-
Yeni yaptığı sipsisini neşeli neşeli çalarak karde-
miş mi, boğaça tepsisi gönderecekti. Ne tuttu, canım
şinin yanına dönen Yusuf, ne görse beğenirsiniz? Ko-
böyle gecikilir mi? diye söylenmeğe başlamış.
yunların yerinde yeller esiyor. Hemen kız kardeşini
uyandırmış. İki kardeş başlamışlar koyunları aramaya. Bey hanımı:
Nereye gittilerse koyunları bulamamışlar. Hava karar- - Üzülme cancağızım, zararı yok. Bugün bizden
maya başlayınca, koyunları bulmaktan iyice umutları yeriz, yarın sizden, demiş. Kız ise:
kesilmiş. Yüksek bir kayanın üzerine oturup, başlamış-
- Nasıl olur ahretliceğizim, nasıl olur? diye ayak
lar ağlamaya. Koyunları bulmadan eve dönelerse ba-
diretmiş. Bey hanımı ondan daha inatçı olmalı ki kızı
baları onlara neler yapmaz ki?
yatıştırmış. Yemeği beraberce yemişler. Gülüşüp, eğ-
İki kardeş düşünüp taşınmışlar ve ellerini açarak lenmişler. Vakit gelince giyinmişler. Bey hanımı ha-
Ulu Tanrı’ya şöyle dua etmişler: mam ücretini vermiş. Kız da parayı vermek için çan-
taya el atmış. Bir de bakmış ki çanta yok. Fatma Abla-
- Büyük Allah’ım, bizi iki kuş yapın da, hem baba-
ya çıkışmış:
mızın dayağından kurtulalım, hem de koyunlarımızı
arayalım. - Gördün mü Fatma Abla yaptığını? Bey, tepsiyi
getirmeyi unutsun, sen de para çantasını almayı unut.
Tam dualar bitince Allah onların bu dualarını ka-
Bu affedilecek şey mi? Koş çantayı getir! demiş.
bul edip ikisini de birer kuş yapıvermiş. Halk da bu
kuşlara Yusufçuk ismini vermiş. İşte Yusufçuk, kış gece- Anası:
lerinde öten, birbirine seslenen bu iki kardeştir. O gün - Hanımcığım, bir daha yapmam. Olmuş, bir kere.
bu gün iki kardeş bazen koyunları arar dururlarmış. Hemen getiririm! diye yalvarmağa başlamış. Başlamış,
ama onu dinleyen kim. Kız hala kendi söylediğini bi-
- Yusuf, koyunları buldun mu? Bulamadım, sen
lirmiş:
buldun mu?
- Daha burada mısın, koş. Nedir bana yaptıkları-
4.2. Fatma Ablanın Kızı nız. Böyle şeyi bir daha istemem. Bu kulağına küpe ol-
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Cinler sun, salla dur, diye çırpınır, kendini yermiş. Bunu gö-
cirit oynarken eski hamam içinde, bir ana bir de kızı ren bey hanımı:
varmış. Kümes gibi evlerinden başka bir şeyleri yok- - Zararı yok hanımcığım, kederlenme. Olur böy-
muş. Herkes düzünür, koşunur düğüne, hamama gi- le şeyler. Ben vereyim. Fatma Ablayı yorma, demiş ise
der, o zavallı kızcağız hiç bir yere gidemezmiş. Gitse de kız bir türlü kabul etmezmiş. O etmeye dursun, bey
bile kapı dışarı kovulurmuş. Bir gün böyle, iki gün, üç hanımı onun parasını da vermiş.
gün böyle derken kızcağız dayanamamış. Anasına:
Kız:
- Bana bir kat uruba bulacaksın. Ben düğün ha- - Olmaz, demiş ise de Bey Hanımı:
mamına gideceğim, diye cıdayı dikmiş.
- Niçin olmasın canım, demiş. Bugün benden, ya-
Anası: rın senden.
- Kızım, ben urubayı nereden bulayım, demiş ise
Sonra hamamdan çıkmışlar. Çıkmışlar, ama Fat-
de o aldırmamış. Bulacaksın, dermiş de başka bir şey
ma Ablanın kızı, bey hanımını bırakır mı hiç? İlla bize
demezmiş. Çaresiz kalan ana da, mahalleyi kapı kapı
gideceğiz, diye tutturmuş.
dolaşmış. Her birinden bir şeyler alarak kızını süslemiş.
Kız urubaları giyip altınları takınınca olmuş bir hanım. Hanım:
Güzelliğine, kibarlığına diyecek yok. İşler böylece yo- - Yapma hanımcığım, başka zaman gidelim. Şimdi
lunda olduktan sonra hamama yollanmışlar. Artık onu olmaz, demiş. Öteki ise:
kimse kovamayacak, tellaklar hanım hanım, diye yıka- Çare yok. Ölsem de bugün seni bırakmam, demiş.
yacaklar. Kızdaki sevince payan yok. Kız bu güzel hül- Bey hanımı ne kadar yalvarmış ise de fayda vermemiş.
yalar içinde hamama varmış. Hamamcı: Ne yapsın. “Peki”, demiş.
491
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
6.4. Çekemedim Akça Kızın Göçünü Gelin anan kaldı körpe kuzulu,
Nenni kuzucuğum nenni.
Hey hey, Ufak yaşta gayıp ettin babanı,
Çekemedim akça kızın göçünü, of göçünü, Öksüz diye sen bırakma ananı,
Sırma saçlar bırak döğsün döşünü, Bilirsin hak söyletir anayı,
Gülüver de görem mercan dişini. Nenni yavrum nenni.
Yol ver bana Çıbık Beli geçeyim, a kız geçeyim, *Antalya’nın kuyuları,
Çayır çimen kıyıları,
Hey hey, Ufacık yavrum uyusun ninni,
Yaylaların yeli soğuk esmez mi? Uyusun da büyüsün ninni.
Anadolu coğrafyasını, dağlar, tepeler ve platolar
Sevdiğim de rüyalara girmez mi, a kız girmez mi? ve onların arasına sıkışmış nehirler, düdenler ve geniş
Girmesen de gönül sana küsmez mi, of küsmez mi? çukurluklar oluşturmaktadır. Bu coğrafik yapının izle-
ri ve sıcak iklimin sağladığı meyveler, bitkiler, bütün
7. Ninniler yöre efsanelerinde, masallarında, türkülerinde olduğu
gibi Antalya manilerinde de görülmektedir. Genellikle
*Nenni desen nasıl olur, biçimlerini koruyup söyleyiş geleneğine göre yöreden
Gül açılır bahar olur, yöreye değişiklik gösteren maniler, Anadolu’nun ortak
Babasızlık nasıl olur, malı sayılmaktadır.
Nenni yavrum nenni. Denizde karabalık
Nenni kuzum nenni. Okkalıktır okkalık
Nenni yürek bağım neni. Anne beni evlendir
Yeter gayri bekarlık
*Nenni nenni nen dağları, Ey dağlar, ulu dağlar,
Antalya’nın gül bağları, Etrafı sulu dağlar,
Nen diyeyim uyusun, Bizim ayrılmamıza
Allah diyeyim büyüsün. Gökte melekler ağlar.
Nenni yavrum neni, Deniz mil ile olur,
Nenni guzum nenni. Sevda dil ile olur,
Nenni nenni nedesine, Bu göz çoğunu görür,
Beyler girmiş odasına, Gönül birlik ile olur.
Sıvar beyaz kollarına, Derelerin tozuyum,
Versin kahve babasına. Ben kurbanlık kuzuyum,
Nenni yavrum nenni, Sen beni bilemedin,
Nenni guzum nenni. Ben komşunun kızıyım.
*Ninnilerle ninliyelim, Erik var, şeftali var,
Küçüksün söyleyeyim, Üstümde ev hali var.
Al kundağa beleyeyim, Bana böyle zulmetme,
Nenni kuzum nenni. Vallahi vebali var.
Nennilerin nesdenesi, Portakalın dilimi
Alanya’nın kestanesi, Tut kaynana dilini.
Sütüle beslenesi, Şimdi oğlun gelirse,
Nenni yavrum nenni, Kırar kambur belini.
Nenni guzum nenni. Karlı dağı aşamadım kar diye,
Nen dedim de uyusun, Çok ardıçlar kucakladım yar diye.
Küçücüksün de büyüsün,
Salıncaklarda uyusun, 8. Atasözleri
Nenni yavrum nenni, Atasözleri ve deyimler için büyük Rus yazarı Mak-
Nenni guzum nenni. sim Gorki şöyle demiş: “En büyük hikmet sözün sade-
liğinde barınır. Atasözleri ve deyimler her zaman kısa-
*Mamasını yapan olmaz, dır, fakat özünde kitaplar dolusu akıl ve sezgi vardır”.372
Nazlarını çeken olmaz, İç kafiyenin önemli olduğu ve değişiklikler konusunda
Öksüz diye bakan olmaz, çok hassas olan Türk atasözleri ve deyimler, bazı yöre-
Nenni yavrum nenni.
Bahçemizde gonca güller dizili, 372- Максим Горкий, Собрание сочинений в тридцати
Alnında öksüz yavru yazılı, томах, Москва, Гос. изд. худож. лит., 1949-1955 т. XXVII,
494 с. 442.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
ye özgü olanlar dışında, Anadolu’nun bütün bölgele- Hesabını bilmeyen kasap, elinde ne satır kalır, ne ma-
rinde neredeyse aynen tekrarlanmaktadır. Aynı sözle- sat
ri, Antalya halkı tarafından kullanılan dua ve beddua- Hırsız anahtar istemez
lar için de söyleyebiliriz. Atasözleri: Horozu çok olan yerde sabah erken olur
İbadet de gizli kabahat de
Abdal düğünden, çocuk oyundan hoşlanır
İcadın anası ihtiyaçtır
Aç esner tok gerinir
İki el bir baş içindir
Aç kurt yavrusunu yer
İki su bir ekmek yerini tutar
Aldattım diyen aldanır
İnsan beşer kuldan şaşar
Allah isterse, mermere geçirtir dişini; istemezse, mu-
İnsan dilinden hayvan başından bağlanır
hallebi yerken kırar dişini
İş olacağına varır
Aman, diyene kılıç kalkmaz
İyi iş altı ayda çıkar
Arayan bulur inleyen ölür
Kılık kıyafetle adam olunmaz
Akılsız baş neyler tıraş
Kimi enine çeker kimi boyuna
Alçak eşeğe binen çok olur
Kış gününün hoşluğu ile kadının dervişliğine inanma
Arife günü yalan söyleyenin bayram günü yüzü kara
Köpeksiz köye kurt iner
çıkar
Kul bunalmayınca Hızır yetişmez
Az tamah çok ziyan getirir
Kuzguna yavrusu güzel görünür
Balsız kovanda arı durmaz
Laf torbaya girmez
Bana bak bir gözle, bakayım sana iki gözle
Leyleğin ömrü laklakla geçer
Ben derim bayram haftası, o anlar mangal tahtası
Lokma çiğnemeden yutulmaz
Beslemeden evlat, sürüntüden sabun olmaz
Mart içeri pire dışarı
Bilenle bilmeyen bir olmaz
Misafir misafiri istemez, ev sahibi hiç birini
Bir dirhem et bin ayıp örter
Mum dibine ışık vermez
Bugün buldum yerim yarına Allah kerim
Muhabbet iki baştan olur
Bugünkü tavuk yarınki kazdan iyidir
Ne şeytanı gör, ne salavat getir
Canı camuş kaymağı isteyen, cebinde dombay taşır
Nerde çokluk, orda bokluk
Ceketini kumaşına göre biç
Nerde akşam orda sabah
Cefa çekmeden sefa sürülmez
Oldu olacak kırıldı kör nacak
Çirkefe taş atma üstüne sıçrar
Onunla aşık atılmaz
Çocuk seversen beşikte koca seversen döşekte
Ödünç yiyen kesesinden yer
Çok bilen çok yanılır
Ölüm hak miras helal
Çok koşan çabuk yorulur
Ölme eşeğim ölme yaz gelir yonca biter
Dağdan gelir dağ adamı hasta eder sağ adamı
Ölmeden canımı alma, evlenmeden çor-çocuk verme
Danışan dağ aşar danışmayan düz yolda şaşar
Para parayı çeker
Delisi olan delbeğini çalar
Parasızlık adama her şeyi yaptırır
Dert ağlatır aşk söyletir
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın
Deveden büyük fil var
Saçak altı kurudur, misafirin yoludur
Düğün sesle, ölü yasla olur
Sahipsiz eşeğe binen çok olur
Eğri geminin doğru seferi olur
Sel gider kum kalır
Eloğluna yaranılmaz
Sen ağa ben ağa bu ineği kin sağa
El ağzına bakan karısın tez boşar
Söylesem söz olur, dokudan bez olur
El malıyla zenginlik olmaz
Suyun çağlamazından, insanın söylemezinden kork
Er olan ekmeğini taştan çıkarır
Şık şık eden nalçadır, iş bitiren akçadır
Fazla mal göz çıkarmaz
Şımartma çocuğu başına sıçar
Felek kimine kavun yedirir kimine kelek
Tavuk bile su içerken göğe bakar
Gelen gidene rahmet okutturur
Tazlayan taza düşer, kel başlı kıza düşer
Gelen kısmetiyle gelir
Tez binen tez iner
Giden gelse dedem gelirdi
Tez giden tez yorulur
Göz görür gönül çeker
Topal ile gezen aksamak öğrenir
Güzele bakma huyuna bak
Uma uma dönersin muma
Güzellerin talihi çirkin olur
Uyku geldi bedene, ne mutlu kalkıp gidene
Gurbette taşa yaslanmayan, evdeki hasırın kıymetini
Ürmesini bilmeyen köpek sürüye kurt getirir
bilmez
Var evi Kerem evi, yok evi verem evi
Hacı hacıyı Mekke’de, sarhoş sarhoşu tekkede bulur
Varsa pulun cümle alem kulun
Halden anlayana can kurban
Veresiye şarap içen iki defa sarhoş olur
Hastaya çorba sorulur mu?
Yananla yenen bir şey dayanmaz 495
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
C. EDEBİ ÜRÜNLER VE EDEBİ ları için meçhul bir kent olarak kalmıştır. Kurtuluş Sa-
ŞAHSİYETLER vaşı ise diğer Anadolu kentleriyle birlikte Antalya’nın
tanındığı önemli bir dönem olmuştur. Bu yazının ko-
1- EDEBİ ÜRÜNLER nusu, saptayabildiğimiz kadarıyla, Antalya ile orga-
nik ilişkisi olan edebiyatçı aydınların bu güzel ve çekici
1.1. EDEBİYATÇI GÖZÜYLE ANTALYA: Akdeniz sahil kentine ilişkin gözlemleri ile bu gözlem-
“HERŞEY AKDENİZ’İN DİLİYLE KONUŞUYOR”* lerin zaman içinde değişim ve dönüşümü ile yazarlar
üzerindeki etkilerini incelemektir. Bunu yaparken ise,
Doç. Dr. Mustafa ORAL373* geniş anlamda her türlü edebiyat metnini bu yazıya
Edebiyat coğrafyasında Akdeniz, zengin bir hayal kaynak olarak kullandık.
gücünün, sıcacık düşlerin ve güzelliklerin barındığı sa- Mütareke dönemine kadar merkezden atanan yö-
kin bir gölün yanı sıra, çok sayıda sanatçının esin kay- neticiler açısından âdeta bir sürgün yeri olan Antalya,
nağı olarak tanımlanmış, edebî eserlerde tutkulu aşk- Kurtuluş Savaşı’nın başlamasıyla birlikte İstanbul’un
ların mekânı olarak işlenmiştir. Akdeniz’in bu zenginli- seçkin aileleri ve aydınları için bir sığınak olmuştur.
ği, çeşitli ırkların ve dinlerin sürekli etkileşim içinde ol- Bu dönemde Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Halide
duğu üç kıtayla çevrili olmasından kaynaklanır. Siyasi Edip ADIVAR, Mehmet Emin YURDAKUL gibi önde ge-
ve sosyal anlamda huzurlu ve sakin bir mekân olma- len aydınlar Antalya’ya gelip gitmiştir. Ancak bunlar-
yan Akdeniz, çatışmaların kaynağı, dünya ülkelerinin dan anılarını yazanlar, Antalya’yı anlatmazlar. Bu dö-
yaşadığı sorunların tek bir mercek altında toplandığı nemde Halide Edip’in ailesi ise Antalya’da bulunuyor-
bir merkez olarak görülür. Bölgedeki siyasi çalkantı- du. İşte bunun için Antalya’ya gelip gitmiş, ancak ne
lar, savaş, tarih, mitoloji, sömürgecilik, çok-kültürlülük, ailesinden ne de kentten bahsetmiştir. Bu yıllarda An-
melez kimlikler ve kimlik arayışı, bu coğrafyanın ya- talya, İstanbul’da rahat ve huzuru bozulan ve Kuva-yı
rattığı eserlerin ortak yanlarıdır. Ahmet Hamdi Tanpı- Milliye hareketine sempatiyle bakan burjuva aydın ve
nar, Akdeniz medeniyetini, Akdeniz dediğimiz coğra- ailelerin sığınma yeri olmanın yanında memuriyet ne-
fik bölgenin şartlarının oluşturduğu birbirlerine ben- deniyle gelenler için de bir sığınak olmuştur. Bu yıllar-
zer unsurların, bölgenin medeniyetleri arasında birin- da, 1920-1921 yıllarında Mustafa Uluğ İğdemir Antal-
den diğerine geçerek değiştiği ve özünü kaybetme- ya Numune Mektebi’nde Tarih-Coğrafya öğretmen-
den farklı bir şekil alan medeniyetler silsilesi olarak ta- liği yapmıştır. Bu yıllarda babasının görevi dolayısıyla
nımlar. Osmanlı-Türk aydınları Akdeniz’i şu dört başlık Antalya’ya gelen Ayşe Afet İnan gibi genç aydınlar da
altında konu almışlardır374. Estetik anlayışını yönlen- vardır. Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra ailesiyle ge-
diren medeniyet olarak, sürgün bölgesi olarak, duyuş len Cahit UÇUK da bunlardan biridir. Sabri Esat SİYA-
tarzı ve hayal gücünü yönlendiren etken olarak, kor- VUŞGİL gibi aydınlar da görev için Antalya’ya gelmiştir.
san mekânı olarak.
Antalya’da sadece görev yapmak dışında gelen
Türk aydınının Akdeniz temalı edebî eserleri edebiyatçılar da olmuştur. Mehmet Akif Ersoy, Ham-
daha yenidir. Bu konudaki öncü aydın ise Nabi-zâde dullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Emin Yurdakul gibi
Nazım’dır. Doğrudan Antalya’dan olmasa da, çevre- büyük ozan ve hatipler bunlar arasındadır. Samih Rifat
sinden ilk kez bahseden romancı olan Nabi-zâde Na- gibi Girit kökenli Türkçü bir aydının Antalya ile ilgisi de
zım (1862-1893), 1890/1891’de yayınladığı Karabibik ilginçtir ve araştırmaya değer. Bu yıllarda Antalya’da
adındaki uzun hikâyesi realist bir yapıt olup, insanlık çok sayıda Giritli göçmen yaşıyordu. Ve Giritliler şeh-
olaylarını Antalya’nın Kaş ilçesine bağlı Beymelik kö- rin önemli bir parçası idi. Antalya’nın bu kadar büyük
yünde geçirir375. Ondan sonra Cumhuriyet dönemi- aydınlar için önemli bir çekim merkezi olmasını, bura-
ne kadar başka hangi sanatçılar Antalya’dan bahsedi- nın o sırada Kemalist hareketin Akdeniz’e yegâne çıkış
yor, doğrusu şimdilik ayrıntılı bir araştırma yapmış de- kapısı olması ile açıklamak mümkündür. Ancak bu, tek
ğiliz. Ancak bizim buradaki amacımız, bir kent tarihi açıklama biçimi değildir ve bu yazının sınırlarını aşan
yazımına katkıda bulunmanın yanısıra Türk yazınında önemli bir konudur. Her ne ise, bu durum, Antalya’nın
Akdeniz’in algılanışını ortaya koymak ve bu çerçevede bu vesileyle Türk yazınına girmesine ortam hazırlamış-
Antalya’nın konumuna bakmaktır. Ancak, şunu da he- tır. Kurtuluş Savaşı’nın en civcivli zamanında, 1921’de
men belirtelim ki, bu güzel Akdeniz liman kenti, Müta- Darülfünun Edebiyat Şubesi talebesi Ahmet Hamdi
reke ve Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar İstanbul aydın- Tanpınar’ın İstanbul’dan yaz tatilinde babasının gö-
373- * Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bö- revli bulunduğu Antalya’ya gelmesi, buranın huzurlu
lümü ve rahat bir ortam arayanlar için ideal bir şehir oldu-
374- Emel Kefeli, Edebiyat Coğrafyasında Akdeniz, İstanbul, ğunu gösterir. Cumhuriyet döneminde ise İsmail Ha-
3F Yayınları, 2006, s.11 vd. bib Sevük, düşünce arkadaşlarından Vasıf Çınar’ın Ma-
375- Bu hikâyenin güzel bir özeti ve kimi alıntılar için bkz.
arif Vekilliği zamanında Maarif Eminlikleri kurulunca
Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, C.1
(1859-1910): Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Kadar, İstanbul, bir süre Antalya bölgesi Maarif Eminliği yapmıştır.
Dünya Yayınları, 2004, s.147-155. 497
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
İşte bundan sonra Antalya, bölgesel bir kültür rin açığa kavuşan beyaz ruhları.”
merkezi olmaya başlamıştır. Çünkü bu yıllarda Antal-
Varlık’ın 2. sayısındaki (1 Ağustos 1933) yazısında
ya, çevresindeki iller içinde tek liseye sahip ayrıcalıklı
ise S. E. Siyavuşgil, şimdiki kentin simgesi sayılan por-
bir kent durumundadır. Bunun yanında bu liman kenti,
takal ve şelâleyi yazısının odak noktası yapmıştır. Daha
eşsiz doğasıyla yazar ve ozanlara ilham kaynağı olmuş-
doğrusu bu iki simgeye dayanarak Antalya’yı anlatma-
tur. Babasının görevi dolayısıyla, Alanya’dan Antalya’ya
ya çalışmıştır. Onun bu yazısı ilk dönem Antalya yazı-
gelen ve 1924-1935 arasında burada oturan Cahit Uçuk
larının genel temasına uygundur. 1950’lere kadar de-
(1909-2004), kente ilişkin ilk izlenimlerini, Büyük Müba-
vam eden bu tarzdaki yazıların hemen hepsi roman-
dele ile o günkü Kaleiçi’ne gelip oturan anneannesinin
tik bir nitelikte olup, genelde geçmişe özlem ve hasret
bulunduğu çevreden hareketle şöyle anlatır376: “Sağ ta-
duygusu ile yüklüdür. 1950’li yıllardan itibaren ise kay-
raftaki duvarın dibinde kenarları taşla çevrili bir ark var-
bolan değerlerin korunması karşısında duyulan üzün-
dı. Şırıl şırıl seslenerek arığın içinde hiç durmadan akan
tü ile birlikte buna neden olan yaklaşım ve davranışlar
suyun bir bölümü bahçe duvarındaki delikten içeri gi-
da eleştirilmeğe başlandığı için eleştirel bir dönem de
riyordu. Su çok gür ve güçlü akıyordu. Bu akan suyla
başlamıştır. Bu yazının portakal ve şelâle ile ilgili kıs-
dolu ark, yol boyunca uzayıp gitmekteydi. Araba yan
mından kısacık bir alıntı yapalım378: “Antalya bir por-
sokağa saptı. İki yanında bahçe kapıları olan, taş duvar-
takala benzer. Sıcağın kızartıp yeşil dallara astığı öyle
lı, daracık bir yol… Antalya’nın bahçe duvarlarının üs-
bir portakal ki içinde ağza bir şelâle cömertliğiyle dö-
tüne taşmış yaseminlerin kokuları bütün havayı kap-
külen usaresi kabuğunu çatlatıp fışkıracak gibidir. Ve
lamıştı. Yasemin çardaklarının ardında üstleri portakal
portakal, koku, tat, serinlik dolu bir kâğıt fener gibi
dolu yeşil ağaçlar görünüyordu. Cahit içinden ‘bir cen-
koyu yeşilliklerin bağrında ve avucumuzda atan kü-
netten daha büyük bir cennete geldik galiba’ diye dü-
çük bir kalbi andırır. Meltem, bu mercan yumakları-
şündü. Arabanın koşumlarındaki çıngıraklar, dar soka-
nı, bahçelerin zümrüt akışına, batan güneşler gibi kızıl
ğın taş duvarlarında yankılanıyor, atların nalları da top-
ve yuvarlak taneler halinde dağıtır. Yaprağı, çiçeği ve
rak yolda ses veriyordu. Hadiye’yle Şayan (annesi ile da-
meyvesiyle bir portakal ağacı, suyu, bulutu ve güne-
dısı) fayton arabanın körüğü altındaydılar.”
şiyle bir Antalya denizi kadar kıvrak ve şirindir. Omuz
Kronolojik bir sırayla bakarsak, Antalya üzerine başlarını dalgalara gömerek ta öbür uçta batan güne-
ilk yazınsal metnin 1933 yılında Varlık dergisinin 1. ve şi içenler, bir portakal bahçesinin nemli halısına uza-
2. sayılarında çocukluğunu Birinci Dünya Savaşı yılla- nıp yaprak fışırtısını dinlemeğe benzer.”
rında Antalya’da geçiren Sabri Esat Siyavuşgil (1907-
Bu yıllarda Antalya, Faşist İtalyan tehlikesi (Mare
1968) tarafından “Antalya Hatıraları” başlığıyla hatıra
Nostrum) nedeniyle gerek Atatürk’ün, gerekse Ke-
tarzında izlenimler olarak kaleme alınıp yayınlandığını
malist yazarların dikkat alanına girmiştir. Bu konu-
görüyoruz. Bu izlenimler sekiz yaşındaki bir çocuğun
da ilk derli toplu kitabı da Falih Rıfkı Atay, Bizim Ak-
sonradan yazılmış izlenimleri olarak karşımıza çıkmak-
deniz (1934) başlıklı yapıtıyla ortaya koymuştur. Bu
tadır, ancak bunlar o kadar güçlü izlerdir ki taptaze ve
yapıtında Atay, Antalya’yı bir “kasaba” olarak nitele-
birer canlı bakışla karşımızda durmaktadır. Siyavuşgil,
yip, “1908’e kadar Fizan gibi bir sürgün şehri” olduğu-
Antalya sevgisini “Penceremden Antalya” başlıklı uzun
nu belirtir ve Türkiye tarihinde Antalya’nın konumu-
bir Antalya şiiriyle de ifade etmiş ve bu şiiri Antalya Şi-
nu şöyle açıklar379: “Burdur’la Antalya arasında, yol,
irleri seçkisinin en başında yer almıştır. Varlık’ın 1. sa-
kervansaray harabelerinden geçiyor. Artık bu mıntı-
yısında (15 Temmuz 1933) yayınlanan Antalya günle-
kada Osmanlı devrini aramayınız: Cumhuriyet, Türk
rine ilişkin anılarını ise iskele etrafında toplamakta ve
Akdeniz’inin bu parçasını Selçuklulardan miras almış-
bu konuda şunları yazmaktadır377: “Yosun kokmayan
tır, denebilir. Taş Selçuk köprülerinden hemen sonra,
gemi tekerleksiz arabaya benzer. Onda her şey, yeni
Cumhuriyet beton veya demir köprülerini göreceksi-
bir ruh getirecek melteme uzanmış, sessiz, hareketsiz
niz.” Falih Rıfkı Atay, burayla ilgili bir başka gözlemi-
bekler durur. Boyası uçmuş direklerde, denizin nem-
ni Nisan 1941’de yayınlanan “Bir Gezi” yazısında uzun
li havasıyla artık ıslanmayan kiremit gibi kaskatı yel-
uzadıya anlatmıştır. Falih Rıfkı gibi gezgin bir yazar
ken bezlerinde; toprak renginde kurumuş bir yosun
tarafından Antalya’ya ilişkin bir yazının yayınlanma-
parçasını kollarının çemberinde sımsıkı -uzak bir hatı-
sı önemlidir. çünkü onun keskin gözlem ve düşünce-
ra gibi- sıkan paslı çapalarda geniş bir sıkıntı yaz uyku-
leri ile Antalya’ya içerden değil dışardan bakılarak bu
suna dalmıştı. Uzakta martılar, iskelenin taşlarıyla ufak
Akdeniz kentinin objektif bir değerlendirmesini yap-
kayalar arasında çığlıklarla havalanan ve son bir dav-
mak mümkündür. Bu yazısında Falih Rıfkı Atay’ın An-
ranışla gözden kaybolan martılar, bu kötürüm gemile-
talya, Aksu ve Alanya’ya ilişkin gözlemlerini görüyo-
376- Cahit Uçuk, Bir İmparatorluk Çökerken…, 12. Baskı, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 2002, s.434.
377- Bu yazının tam metni için bkz: Hüseyin Çimrin, Yakın Geç- 378- “Antalya Hâtıraları”, Türk Dili, (Anı Özel Sayısı), C.XXV,
mişe Yolculuk: Bir Zamanlar Antalya, Tarih, Gözlem ve Sayı.246 (1 Mart 1972), s.649.
Anılar, 2. Baskı, Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Yayınları, 379- Falih Rıfkı (Atay), Bizim Akdeniz, Hakimiyeti Milliye Mat-
498 Antalya, 2002, s.514. baası, Ankara 1934, s.24-26.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
ruz. Atay şöyle yazıyor380: “… Kumsal’dan, en yükseği rada, 1930’da kaleme aldığı “Tahtacı Güzelleri” başlık-
3450 metreye çıkan bu dağ (Akdağ), tepe, sırt ve ge- lı şiiri hem Antalya kültürü hem de Antalya tahtacıları
çit yığınlarının, ılık bir ekim ikindisinde, aydın ve koyu, açısından önemli bir şiirdir. Çünkü bu güzel şiir, gözle-
sönüp yanan renklerine bakıyorum. Toroslar, Antalya me dayandığı için folklorik öğeler de içerir382.
körfezinden, bu dalgalarla Akdeniz’e kavuşuyor. Sıfır-
Güneşi baltaların
dan üç bin metre, şehir ve liman üstünde, ezici, boğu-
Ucunda taşıyarak;
cu ve bunaltıcı bir ufuksuzluk hatıra getirebilir. Yatık
Buradan daha çok uzak,
kıyılı, dar limanlı ve yakın yüksek dağlı İskenderun’da
Bir ormana gidiyor
da böyledir. Antalya’nın arkası ve bir yanı alabildiğine
Tahtacı güzelleri…
açıktır. Körfezi çeviren dağlar ise, hem millerce uzakta-
Yemyeşil ormanların
dır, hem de alçaklı yüksekli tepeler, yaylalar, girinti ve
Baş tacı güzelleri…
çıkıntılarla, yüceliğini kaybetmeyen, fakat ağırlığı da
Kırmızı, al, yeşil, mor
duyulmayan, eşsiz bir değişkenlik gösterir. Günün he-
Fistanları rüzgârın
men hiçbir saatinde, ışın-kara resim oyunlarının eksil-
Elinde birer bayrak;
diği görülmez. Oralardan pınarlar saf Türk isimleri akı-
Gür siyah saçlar, gümüş
yor: Akdağ, Beydağ, Çanakyaran, Deliktaş, Yanartaş,
Paralarla karışık;
Kızılcadağ… Türkler’in bu yalçın kayalar üstüne ne za-
Omuzlara dökülmüş…
man konduğu pek bilinmez.”
Çam kokusuyla dolu
Bir başka önemli metin de Ömer Bedrettin Taşkın göğüsler açık;
Uşaklı’nın (1904-1946) ozan Baki Süha Edipoğlu’nun Türkülerle gidiyor
Cenup adlı şiir kitabı vesilesiyle yazdığı Antalya’ya Tahtacı güzelleri…
ilişkin hatıra türündeki yazısıdır. Tanpınar’ın Konya
Lisesi’nden öğrencisi olan ve hocasıyla irtibatını hiç Kırmızı, al, yeşil, mor
koparmayan Hamit Macit Selekler’in yanısıra kentin Fistanları rüzgârın
en tanınmış iki şairinden birisi olan Baki Süha Edipoğ- Elinde birer bayrak…
lu (1915-1972) hakkında Ömer Bedrettin Uşaklı, oza- Semiz katırlarıyla
na ve kente ilişkin şöyle yazar381: “Antalya… Dik ve ka- Yapraklara basarak,
yalık sahillerinde dinlendiğim, en tatlı gençlik yıllarımı Ormanlardan ormana;
ovalarında ve dağlarında çok defa at üstünde geçirdi- Türkülerle gidiyor
ğim nehirlerinin ve şelâlelerinin eşsiz musikisini dinle- Tahtacı güzelleri…
diğim esrarlı şehir! Senin kokulu portakal bahçelerine, Yemyeşil ormanların
eşsiz güzelliklerinin derin füsununa, şair bir evlâdının Baş tacı güzelleri
yeşil dallar ve çiçeklerle işlediği Cenup adlı güzel bir
Bu yıllar kentin kendi ozan ve yazarlarını bağrın-
sanat kapısından girmek; seni, hasretine yakışır bir şiir
dan çıkarmaya başladığı yıllardır. Bu verimli dönem,
diliyle aramak, bu ne büyük zevk!... Ben, Baki Süha’yı,
yukarıda Uşaklı’nın metninden de anlaşılabileceği
bu kutlu beldenin duygulu çocuğunu tanıdığım za-
üzere, Antalya Lisesi’nde görev yapan yetkin edebi-
man o henüz bir lise talebesi idi. Bana arasıra mavi
yat adamları sayesinde açılmıştır. Bu dönemde Antal-
bir deniz damlası, bir şelâle yudumu, küçük bir por-
ya, yani 1940’lı yıllarda Haşim İşcan’ın valiliği zamanın-
takal çiçeği halinde müjdeli şiir pırıltılarıyla gelir; ha-
da çağdaş bir şehir düzeyine çıkarılmaya çalışılmıştır.
lis bir sanat iştiyakı içinde, daima daha güzele yol al-
Bunun için de Antalya’yı Güzelleştirme ve Tanıtma Ce-
mak için durmadan uğraşırdı. Bugün onu, özlü bir şiir
miyeti kurulmuştur. Cemiyet öncülüğünde yapılan iş-
kitabıyla görmek benim için büyük bir sevinç kaynağı
ler ise Vâ-Nu’nun 1944’de yayınlanan Antalya kitabıyla
oldu. Cenup’ta, okuduğum şiirlerin bütünü, bana, ef-
bir rapor haline getirilip yayınlanmıştı. Kitabın iç kapa-
sanevi kaleleri, dökük sokakları, eski evleri, yemyeşil
ğında şöyle bir ithaf bulunur: “Bütün dünyanın yanıp
bahçeleri, esrarlı geceleri ve nihayet her zerresi insa-
yıkıldığı ve tarih yadigârı maddî ve mânevî nice kıy-
na Tanrı’nın büyüklüğünü ve esrarını düşündüren ilâhi
metli eserlerin her tarafta yerle bir olduğu 1943-1944
güzellikleriyle Antalya’nın ruhunu veriyor...”
yılları içinde, bu kitabın muharriri, insanlığın uğradığı
Ömer Bedrettin Uşaklı, Manavgat’ta kayma- felâketten müteessir bir halde, tesadüfen Antalya’yı zi-
kamlık yaparken Baki Süha Edipoğlu ile tanışmıştır. yaret etti. Evvelce bildiği bu Türk vilâyetini sırf şu harp
Uşaklı’nın Antalya’da kaymakam olarak bulunduğu sı- yıllarında ümrana kavuşmuş, güzelleşmiş, ruhen yük-
selmiş buldu ve Türk milletinden doğan bu iftihar edi-
380- Falih Rıfkı Atay, Pazar Konuşmaları, 1941-1950, Dünya lecek hamleyi mensup bulunduğu neşir vasıtalar ile
Yayınları, İstanbul 1966, s.7-8. bizler için ruha ferah verici bir nikbinlik levhası diye
381- Ülkü Mecmuası, C.II, Sayı.14 (16 Nisan 1942), s.19’dan nak-
belirtmekten kendini alamadı. Müellif (yazar), imtisâle
len İnci Enginün (haz.), “Cenup Şiirleri: Baki Süha; Ankara
1942”, Ömer Bedrettin Uşaklı, Bütün Eserleri, Ankara, TDK (bir örneğe göre yapılmağa) lâyık bir örnek saydığı
Yayınları, 1988, s.161-164. 382- Ömer Bedrettin Uşaklı, Bütün Eserleri, s.25. 499
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Antalya’nın intibalarından meydana getirdiği bu ki- rahat bırakın!’ diye bağırıp çağırmam, hattâ terbiyemi
tabını İsmet İnönü devrinin yaratıcı valisi Sayın Haşim bozup küfretmem hiçbir işe yaramıyordu.
İşcan’a hürmetle ithaf eder.”
Biraz uzaklaşıyorlar, sonra gene peşime düşüyorlardı.”
Vâ-Nu (1901-1967) bu kitabının “Bugünkü Antal-
Bu yıllarda Antalya, Haşim İşcan’ın da verimli ça-
ya” başlığı altında, Antalya’ya “bundan oniki yıl evvel”,
lışmalarının sonunda cazip bir kent halini almış, öğret-
yani 1931’de vapurla uğrayıp bir gün kaldığını belirte-
menlerin öncelikli tercih ettikleri bir kent durumuna
rek, o günkü izlenimini “Allah’ın hiçbir şeyi esirgeme-
gelmiştir. Bu durumu o yıllarda yavaş da olsa bir ge-
diği bu şehir kulların en ufak bir himmetini görmedi-
lişim içine giren turizm olgusu ve Antalya’yı tanıtım
ği..” şeklinde olduğunu belirtir. Ancak, yıldan yıla şeh-
amaçlı yayınların artışında ve Antalya Lisesi’nin mer-
rin bayındır bir duruma geldiğine ilişkin kulağına sağ-
kezi bir konumda bulunmasıyla da açıklamak müm-
dan soldan haberler geldiğini ve kentin önemli bir de-
kündür. Bu dönemde üç büyük ilimiz dışında hiçbir
ğişim geçirdiğini de açıklar. Haşim İşcan zamanında
ilimizde birden fazla lise yoktu, hatta pek çok vilâyet
kurulan söz konusu cemiyet sayesinde kentin bayın-
merkezinde de lise yoktu. Antalya ise çevre iller içinde
dırlık alanında büyük bir atılım içine girdiğini belirten
lisesi bulunan önemli bir merkez konumunda bulunu-
yazar, bu paranın kaynağını şöyle açıklar383: “Antalya’yı
yordu. En önemli etken de herhalde Antalya’nın do-
güzelleştirme ve tanıtma cemiyeti kurulmuştur. Bunu
ğal güzelliği olmalıdır. Çünkü bu yıllarda Antalya do-
‘valinin teşvikiyle halk kurmuş’ denebilir. Hakika-
ğası ve kültürüyle bozulmadan kalabilmiş birkaç yer-
ten göze çarpan ve kulaktan kulağa şikâyetleri akse-
den biridir. Örneğin bu yıllarda Antalya ve çevresinde
den zoraki ve bıktırıcı bir iane şekli yoktur. Kendi işi-
geleneksel pehlivan güreşleri ile deve güreşleri halkın
nin, kendi evinin, kendi sokağının, kendi mektebinin,
tercih ettiği kültürel bir faaliyet olarak devam ediyor-
kendi buz dolabının, kendi umumî bahçesinin sürün-
du. Bütün bunlar, Antalya’nın tercih edilir bir şehir ol-
cemede bırakılmaksızın yapıldığını gören halk, bu ku-
masını beraberinde getirmişti. Cavit Orhan Tütengil ile
rula seve seve zahîr oluyor. Kumbaraya para atarcası-
Sami Gürtürk arasında Antalya’ya atanmak için yaşa-
na, hemen her para devrinde cemiyete para teberrü
nan tartışma buna güzel bir örnek oluşturur. Bu yıllar-
ediyor. Ve paralar, koçanları makbuzlarla, bizzat Antal-
da Cahit (Erencan) Külebi gibi değerli bir ozanın bura-
ya halkı tarafından toplanılıyor. Böyle bir devirde bü-
da edebiyat öğretmenliği yapması ve yeni yazını öğ-
tün yapılabilen işlerin sırrı budur.”
retmesi de kente önemli bir katkı olmuştur385.
Bu dönemde Antalya’yı gezen bir aydın kişi de
Ahmet Hamdi Tanpınar, babasının görevi ne-
Mina Urgan’dır. O sırada İstanbul Üniversitesi İngi-
deniyle, 1916-1918 arasında Antalya’da bulunmuş,
liz Dili ve Edebiyatı bölümünde Halide Edip Adıvar’ın
sultanî öğrenimini burada yapmıştır. İstanbul’da öğ-
asistanlığını yapan genç-kız Mina Urgan (1915-2000),
renci iken, 1921’de yaz tatilini geçirmek üzere yeni-
fakültesinde çalışan yabancı profesörlerden duyup
den buraya gelmiş, hemen bütün eserlerine güzel An-
hayran kaldığı Antalya hakkında, “Akdeniz’in en güzel
talya, ve Akdeniz günlerinin izlerini yansıtmıştır. Tan-
kıyılarından biriymiş. Fransız Riviarası da, İtalyan Rivi-
pınar, kendisine yazılan bir mektup üzerine Antalya-
arası da halt edermiş onun yanında. Engin kumsalla-
lı Genç Kıza, yani Gönül Tecim adında Antalya Lisesi
rı, dimdik yarlardan denize dökülen şelaleleri varmış.
Edebiyat Şubesi son sınıf öğrencisine 1961 baharında
Lübnan sediri ormanları, mandalina bahçeleri varmış.
yazdığı mektupta bütün sanat ve yazın görüşünü top-
Karlı Toros dağlarıyla çevriliymiş…” tarzında duyduk-
luca açıklamıştı. Bundan başka Tanpınar’ın bu ayarda
larına dayanarak, 1942 kışında Antalya’ya gitmek iste-
bir mektubu vardır ki bu da 1953’te Yaşar Nabi’ye ya-
yince, “Sen deli misin? Ne yapacaksın Antalya’da?” ka-
zılmıştır. Bu uzun mektupta edebiyat görüşünün olu-
bilinden olumsuz karşılık almış, ancak tek başına git-
şumunda Antalya günlerinden de uzun uzadıya bah-
miştir. Dönemi için oldukça cesaretli sayılan bu se-
seden Tanpınar, Antalya’ya ilk girişine ilişkin ilginç bir
yahatinin ilk izlenimini Mina Urgan şöyle anlatır384:
anısını şöyle anlatır386: “Çocukluğumun belki en ga-
“Antalya’yı görür görmez, kentin olağanüstü güzelliği
rip hâtırası, bu seyahatin (Kerkük-Antalya) sonucudur.
beni hemen çarptı. Yabancı profesörlerin anlattıkların-
Teşrinievvele (Ekim 1916) doğru Antalya’ya gelirken,
da hiçbir abartma yoktu. Antalya, sahiden şahâneydi.
denizi ilk gördüğümüz yerde, ailece her zaman yap-
Gelgelelim, o sırada turizm diye bir olay olmadığın-
tığımız gibi, arabadan inmiştik. Ben sevincimi göster-
dan, kent halkı yabancılara aşırı bir ilgi gösteriyordu.
mek için havaya bir el rövelver sıktım. Annemin ölü-
Nereye gitsem, yaşları on beşle yirmi arasında deği-
münü bir türlü unutamayan ve yıllarca bize yanında
şen sessiz bir oğlan grubu peşimden geliyordu. ‘Beni
gülmeyi men eden babam, beni tokatladı. Hakkı da
383- Vâ-Nu, Antalya İkinci Dünya Harbinde Nasıl Güzelleşe- 385- Sami Gürtürk, Savaşım Sürüyor, Silifke, 1990, s.87.
bildi?, İstanbul, Kenan Matbaası, 1944, s.9. Bu yıllarda ya- 386- Yaşar Nabi (Nayır), Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız
yınlanan benzer bir kitap için bkz: Hulûsi Günay, Antalya, Konuşuyor, İstanbul, 1976, s.46. Tanpınar’ın Antalya günleri
Antalya, Bengü Yayınları, 1945. için ayrıca şu yazımıza da bkz: M. Oral, “Tanpınar’ın Anlatı Sa-
384- Mina Urgan, Bir Dinozorun Gezileri, 43. Baskı, İstanbul, natında Antalya: ‘Akdeniz’e İnmenin Anlamı’ Üzerinde Dü-
500 Yapı Kredi Yayınları, 1999, s.92-93. şünmek”, Folklor/Edebiyat, Nu.XII/48 (Aralık 2006), s.227-236.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
vardı. Ben gerçekten, bu yolculukta gördüklerimin, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyordu.”
duyduklarımın hepsini, hattâ annemin ölümünü bile
Bu tesir, Akdenizli olmak bilincidir ki, önemlidir.
unutmak istiyordum. Akdeniz iklimini, denizi görmüş-
Antalya’da denizden etkilenen Ahmet Hamdi Tan-
tüm. Yeni bir hayat başlıyordu. … Antalya’ya gidişimi-
pınar, İstanbul’da edebiyat öğrencisi iken yazdığı ve
zi de unutamam. Beyaz kireç sıvalı Anadolu evlerinin
“Antalya’nın denizine” diye ithaf ettiği “Sonbahar” baş-
duvarlarında, camlarında akşam ışıkları vardı. Bu ışık
lıklı şiirinde bu etkiyi şöyle ortaya koymuştur388:
arasında arabamızın sarsıntısı bir zaman müjdesi idi.
Her taraf âdeta güneş kokuyordu. Sonradan bu yolcu- Sâhillerin yasta, ufkun bütün sis;
luk üzerinde çok düşündüm. Yâni Akdeniz’e inmenin Deniz, bu akşam bir mâtemin mi var?
mânası üzerinde…” Sularında soldu son uçan nergis,
Yaza mersiye mi ufkunda rüzgâr?
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1961 baharında Antal-
yalı genç kız Gönül Tecim’e yazdığı ve edebiyat an- Ne yorgun inliyor sahilde sesin!
layışını açıkladığı o ünlü mektubunda, sanatı üzerin- Rûhunun hicranı akşamla eş mi?
de Antalya’nın bir etkisini şöyle açıklar387: “Antalya’ya Neye bir veremli hasta gibisin,
1916 sonbaharında geldik. Epeyce büyümüştüm. Ruhunla ıztırap yoksa kardeş mi?
Tek başıma, geceleri deniz kıyısında veya kayalıklar- Karşı ormanlardan geçen atlı kim?
da, Hastahanebaşı’nda gezmek hakkım vardı. Karan- Deniz, uzaklarda yanan bir şey var.
lık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana ka- Ufkun sükûnuna ölüm mü hâkim,
dar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldır- Niçin sustu demin inleyen rüzgâr?
tırdı. Biri bu kayaların sahile bakan bir yerinde sabah Vahşetle tutuşan gözlerinde kin
ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki Mevsim mi bu geçen, yoksa ölüm mü?
taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatle- Yolunda can veren hüzünlü, bitkin
rinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişle- Bir gölgedir şimdi yaprak dökümü
mesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük mânâları
olan şeylerdi. Bu mânâlar sâde güzel değildiler, bana Hayata sırıtan iskeletiyle
bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyor- Son kalan dalları kırıyor eli
lardı. Bir gün İstanbul’a tahsile gönderecekleri gün Sularda eriyen kan ve etiyle
(Ağustos 1918) Hastahanebaşı’na giden bu manzara Ufukta çökerken yazın heykeli
ile bir daha karşılaştım. Fakat büsbütün başka şekilde. Türkler’in Akdenizli olması düşüncesi üzerin-
Dostlarım Ali Kemahlı ile Nail’in (Konuk) evlerine gidi- de Yahya Kemal’le birlikte düşünülmeye başlamıştır.
yordum. Bu evle yanındaki evin arasındaki boşluktan 1903-1912 arasında Paris’te öğrenim gören Yahya Ke-
yine güneşin bütün bir saltanat içinde dinlendiği dur- mal, Avrupalıların Rönesans’tan sonraki süreçte yap-
gun denizi gördüm. Hiç bir şey insana bu kadar yakın tıkları gibi, ulusal bir edebiyat meydana getirebilmek
ve buna rağmen ezici şekilde güzel olamazdı. Man- için “Akdeniz Havzası Medeniyeti” dediği düşünceye
zara, söylediğim gibi benim için yeni değildi. Gidece- sarıldı. Bu eğilim kendi zamanında Ömer Seyfettin gibi
ğim evin denize bakan herhangi bir yerinden, Nail ile aydınlar tarafından küçümsenmiş ise de bizzat öncü-
dama oynadığımız taraçadan da görebilirdim. Fakat o leri tarafından da terk edilmiştir389. Bir zaman için bu
anda yeni bir şey gibi görüyordum. Bir iki dakika bü- akım içinde bulunan Yahya Kemal’in bu konudaki dü-
yülenmiş gibi bu manzaraya baktığımı hatırlıyorum. şüncesini Yakup Kadri, gençlik ve edebiyat anılarında
Denizin ve aydınlığın dersi miydi? Böyle olsa bile o şöyle özetler390: “Ömrünün on yılını Paris’te ve Paris’in
anda zihnimde herhangi bir vuzuh yoktu. Sadece mü- Quartier Latin adını taşıyan bir kültür merkezinde ge-
him bir şey olduğunu biliyordum. Zaten gördüklerimi çirmiş olan o genç Türk şairinden [Yahya Kemal Beyat-
zihnî hayatıma nakledebilecek bir bilgim yoktu. O de- lı] böyle bir şey beklenemezdi. Kaldı ki, o kendisini ve
virlerde bu, şiire adamakıllı kendimi vereceğim devir- Türk milletini ne Asyalı, ne de Şarklı telakki ediyordu.
di. Çocuk denecek bir seviyede ve sadece roman oku- ‘Biz, Akdenizliyiz’, diyordu. ‘Bugünkü medeniyet ilk ışık-
mayı seven bir adamdım. Bununla beraber çözülme- larını bu denizin kıyılarında saçmağa başlamış; insan ve
si gereken psikolojik bir muamma karşısında bulun- insanlık tam ölçüsünü, tam değerini ilk defa burada
duğumu, ve bunun, benim gördüğümle kaynaşan şey bulmuştur. Garplılar bu hadiseye ‘Yunan Mucizesi’ adını
arasında halledileceğini sezdim. Bu manzaranın sırrını
çözebilsem, çözersem, çözebilirsem, kendim için her 388- Mehmed Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul Üni-
versitesi Yayınları, İstanbul, 1963, s.12-13.
şeyi halletmiş olacağıma kani idim. Fakat henüz çare
389- Aysun Aktaş, “Yahya Kemal ve Nev-Yunanilik”, X. Ulus-
ve vâsıtalara sâhip değildim. Bu ancak büyülenme ke- lararası KIBATEK Edebiyat Şöleni Bildirileri (Kiev, 11-16 Ma-
limesiyle anlatılabilecek bir histi. Fakat bu da yetmez, yıs 2005), yay.haz. Fedora Arnaut-Sergiy Grabar, Kiev, 2005,
hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, s.71-80. Bu konuda daha geniş bir açıklama için bkz: Kefeli,
Edebiyat Coğrafyasında Akdeniz, s.45-65.
387- Tanpınar’ın Mektupları, yay. haz. Zeynep Kerman, 390- Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıra-
Dergâh Yayınları, İstanbul 1992, s.245-246. ları, İstanbul, İletişim Yay., 1990, s.116. 501
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
veriyorlar. Halbuki, buna bir ‘Akdeniz Mucizesi’ demek medeniyet merkezi olmuştur. Feridun Andaç, bir gezi
daha doğru olur. Zira, Yunanlılara mal edilen fikir, sa- kitabında Akdeniz’e ulaşmak düşünü Antalya örne-
nat ve medeniyet unsurlarında, Mısırlılar başta olmak ğinde şöyle anlatır392: “Akdeniz’e ulaşmak düşü… Bu
üzere, Akdeniz kıyılarında yerleşmiş bütün milletlerin düşün kardeşi iklimlerden geçtim, coğrafyalar keş-
payı vardır. Nitekim, Yunan mitolojisinde yer almış bazı fettim ama hiçbiri Akdeniz’i anlatamadı. Bir koku, bir
Tanrıların Âsur’dan, Gildan’dan, Hindistan’dan göçüp renk, bir tat bu yer’in yeryüzündeki anlamını kavrat-
gelme olduklarını bizzat eski Yunanlı tarihçiler itiraf maya yetiyordu. Bunu arıyordum… Akdeniz’e kavuş-
ederler. Ancak şu var ki, birer ‘monstre’ (…..…) şeklin- mak, düşümde bu vardı. Her yolcu, yol gezgini gibi bu
deki o Tanrılar Akdeniz ikliminde insani biçimlere gir- düşlerle sarmalamıştım yüreğimin tutkusunu… Ak-
miştir. Bunun gibi, Küçük-Asya denilen Anadolu’dan ve denizliliğin tutkunu değil de yaşayanı olursanız, içi-
Mısır’dan sızan medeniyet unsurları da yine burada ay- nizde nelerin sağalacağını görür, bilirsiniz. Bir akşa-
dınlığa kavuşmuş, yine burada tam ifadesini bulmuş- müstü, Akşam Yeli Meyhanesi’nde Akdenizli şair Me-
tur. Buna göre, Akdeniz’i bütün insanî değerlerin eriti- tin Demirtaş’la yarenlik ettiğimizde, bunun ne anlama
lip süzüldüğü bir pota telakki edersek hiç de mübala- geldiğini daha iyi kavramıştım. Akdeniz insanı bir anı
ğaya düşmüş olmayız.” edinmenin güzelliğini sunuyordu size. Akdenizlilik, in-
sanın insana ulaşan sıcaklığıyla başlıyordu. Bu duygu-
Yahya Kemal’in açtığı bu yoldan yalnızca tam ola-
larla gelip durduğum yerin anlamını kavramaya çalışı-
rak Salih Zeki Aktay ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu
yordum. Akdeniz, bir yelin esintisinde bile gelip bulu-
gitmiş, ancak arkası gelmemiştir. Yakup Kadri, “Okun
yordu beni. Akdeniz’de denizler içre yol alırsınız. Kat-
Ucundan” ve “Erenlerin Bağından” kitaplarında bu akı-
manlaşır gözünüzde mavinin ve yeşilin bin bir tonu.
mın izlerini Yunan’dan biraz daha gerilere, Kitabı Mu-
Ve Akdeniz’i yaşamak için adlandırdıklarınıza bağla-
kaddes hikâyelerine kadar bağlayarak “havza kül-
nırsınız. Akdeniz, tutkuyla bağlandıklarınızdır. Akde-
türü” fikrini kısmen devam ettirmiştir. Salih Zeki ise,
niz derinliktir, anlamdır, an an yaşanılan yoğunluktur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu tarzın tek başına tem-
Uygarlıkların buluşma noktasıdır…”
silcisi olarak kalmıştır. Yahya Kemal’in bu yaklaşımı,
üzerinde ciddi şekilde düşünülmemiş olan uygarlık Antalya merkezli edebiyat metinlerinden biri de
ve uygarlık konusuna bir yaklaşım biçimidir. Bu konu Refik Halit Karay’ın 2000 Yılın Sevgilisi romanıdır. Re-
üzerinde tarih camiasından duran başlıca kişi ise İlber fik Halit Karay’a (1888-1964) kadar Türk hikâyesi, Nabi-
Ortaylı’dır. Bu konu üzerinde edebiyat dünyasında cid- zâde Nâzım’ın Karabibik hikâyesiyle Ebubekir Hâzım’ın
di olarak kalem oynatan bir diğer kişi de Fazıl Hüsnü Küçük Paşa romanı ve Halit Ziya’nın birkaç hikâyesi
Dağlarca’dır. Dağlarca’nın Batı Acısı (1958) başlıklı şiir dışında, İstanbul sınırları dışına çıkamamıştı. Ebube-
kitabında, “Akdeniz Vardı”, “Akdeniz Acılıydı”, “Akdeniz kir Hâzım Tepeyran’ın (1864-1947) 1910’da yayınla-
Güzeldi”, “Akdeniz Seviyordu” ve “Akdeniz Ölümsüzdü” nan Küçük Paşa yapıtı, Karabibik’ten sonra köye yöne-
adlarında beş betiği vardır ve her biri Akdeniz üzeri- len ikinci eserdir. Ve yazarı bu romanı, “bir köylü çocu-
ne önemli düşünce parçalarıdır. Dağlarca, Antalya’dan ğunun muhayyel sergüzeşti” olarak tanımlar. Romanın
değil, Tarsus’tan duymuştur Akdeniz’i ve can evinden kahramanı bir Niğde köyünden Keleş-oğlu Ali’dir. Refik
yakalamıştır. Akdeniz Acılıydı betiğinin 21. şiirinde Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) ile birlikte ise Türk
şöyle seslenir koca ozan Dağlarca391: hikâyesi, Anadolu’ya yönelmekle hikâye sanatımıza
yeni ufuklar açılmıştır. Onun bu hikâyeleri, genç yaş-
Bir orta Avrupa ilinden
ta sürgün edildiği Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’teki
Bir orta Asya iline
gözlemlerinden yararlanarak yazılmıştır. Yazarın bu
Babanla çocuğun buralıdır
hikâyelere Memleket Hikâyeleri adını vermesi de bu
Sen uzak düzeylerdensin
işi bilinçli olarak yaptığını gösterir393. 1954’de yayın-
Ellerin omuzların göğsün başka dilde
lanan 2000 Yılın Sevgilisi romanı ise mekân olarak
Sarışın açık
Side’de, zaman olarak ise Antik Side’de ve 1940’lı yıl-
Sıcaklığın için ulur kavaklardan
larda geçmektedir. Bu romanında Refik Halit, “Eski An-
Ak tüylü köpekler
talya” da denilen Side’ye ilk gelişini ve buraya ilişkin ilk
Eski mutluluklarda çok yaşamaktasın
izlenimlerini roman kahramanı Fahir’in dilinden şöy-
Herkesten çok
le anlatır394:
Unutursun belki
Akdeniz olmasa “1944 senesinin baharında idi; yirmi beş yaşın-
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yukarıdaki şiirin- da idim; henüz doktor çıkmıştım; doktorluk etmeye-
de Akdeniz’i hafızanın memleketi olarak betimledi-
ği görülmektedir. Gerçekten de Akdeniz, gerek ya- 392- Feridun Andaç, Babil’e Yolculuk, Doğan Kitapçılık, İstan-
zının bulunması, gerekse semavi dinlerin yayılması bul 2003, s.84-85.
393- Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, C.II,
açısından başlıca havza olması açısından önemli bir
Dünya Kitapları, İstanbul, , 2004, s.162.
391- Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Akdeniz Acılıydı”, Batı Acısı, İstan- 394- Refik Halit Karay, 2000 Yılın Sevgilisi, İstanbul, İnkılâp ve
502 bul, Varlık Yayınları, 1958, s.29. Aka Kitabevleri, s. 77-78.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
ceğimden serbesttim. Ege bölgesindeki Bergama, Efe- leri ön planda görünüyor395: “Erdoğan, hayatta bir çok
sus, harabelerini gezdikten sonra trenle Burdur’a gel- yer gezmiş ve görmüştü. Seyyahatı çok sever, tabiata
dim; oradan otomobille Antalya’ya indim. Nisan so- çok bağlı idi. Anadolu’nun bir çok şehir ve kasabaları-
nunda henüz sıcaklar basmadan bu civar baştanba- nı dolaşmıştı, hertaraf güzeldi. Her gezen yerli yaban-
şa yeşillik ve çiçek kesilir. Hele o tarihte Mussolini’nin cı insan dahi bu intibada müşterektiler. Ancak, Antal-
kof hülyası ufuktan büsbütün silinmiş olduğundan ya bütün gördüklerinin üstünde bir hüviyet ve husu-
içim daha rahattı, gönlümde çiçekler açmış gibiydi. siyet taşıyordu. İnsan, bu tılsımlı tabiatın zengin deko-
Küçüklerini bırakayım, sadece Termesus, Perge ve As- ru içinde eşyanın sardığı sisten sıyrılıp ulvî ve kutsal bir
pendos harabelerinde günlerce dolaştım. Bunlar vak- mâbede girer gibi oluyordu. Bu güzellik karşısında diz
tiyle her biri milyondan fazla insan barındıran şehir- çökmek, onlara koşup sarılmak, koklamak, öpmek ih-
lerdi ve meselâ Aspendos az çok ayakta duran tiyat- tiyacı ile çırpınıyordu. Gözleri bu kadar güzel bir tablo
rosuyla nasıl bir geçmişe sahip olduğu hakkında sey- ile karşılaşmamıştı Erdoğan’ın. Doğduğu ve yaşadığı
yaha kâfi bir fikir veriyordu. Gezintilerim sırasında ben şehir İstanbul, belki dünyanın en güzel köşelerinden
tek başıma idim. Ne arkeolog, ne turist, ne de köylü ve biri idi. Tabiî ve tarihî güzelliği, eşi bulunmayan muaz-
çoban kimseye rastlamamıştım. Gerçi tamamıyla yal- zam âbideleri ile süslenmişti. Fakat buradaki güzellik-
nız da sayılmazdım, sabahtan akşama kadar içinde, ler orada da yoktu.”
üstünde, altında dönüp dolaşan, her tarafını gözden
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yakın arkadaşı Ah-
geçiren, muhteşem anfiteatrlarda bir aşağı, bir yuka-
met Kutsi Tecer (1901-1967), bir grup arkadaşıyla Ey-
rı inip çıkan, karmakarışık kitabeleri gözlük takmağa
lül 1958’de Antalya ve çevresine yaptığı bir halk kül-
lüzum görmeden okuyup anlamışcasına başlarını sal-
türünü inceleme ve araştırma seyahati sırasında
layan bir takım çevik mahlûklar oralarda benimle be-
Tophane’den, arkadaşı Bedrettin Tuncel’e yazdığı bir
raberdi: Sakallarının allâmeye benzettiği keçiler! Niha-
mektupta şunları kaleme almıştır396: “Kardeşim, ney-
yet sıra Eski Antalya veya Selimiye isimleriyle anılan
miş senin bu Antalya? İki gündür buradayım, beni
harabeye (Side’ye) geldi…”
allak bullak etti. Akdeniz işte, bütün haliyle Akde-
Refik Halit Karay, Side’yi anlatırken, Side’nin Fe- niz. Su, hava, ışık, bitki, insanların yumuşak huyu, her
nike, Pers, Roma, Helen dönemlerini yaşadığını, fa- şey o. Serviler, palmiyeler, portakal, limon… Her şey
kat Side’nin bir Müslüman devri olmadığını, zira daha Akdeniz’in diliyle konuşuyor. Burdur’dan buraya ge-
önce su yollarının bozulması ve depremler yüzünden lirken Kepez denilen bir mevkiden şehir ve deniz gö-
halkının burayı terk edip etrafa dağıldığını belirtir. Ka- ründü. Oradan itibaren yolu asfaltlamışlar. Şehir az çok
ray, Side’de yaşayan insanları “Akdeniz ırkından, kar- imar görmüş. Ama buraya ne yapılsa az.
makarışık unsurların halitasından” diye (s.48) betimle-
“Dün Manavgat şelâlesini, Side harabelerini ve
mekte, aslında çok eski bir deniz kenti olan Side’nin
Aspendos’u gezdim. Doğru dürüst bir müzeleri yok
yanı başında bulunan Akdeniz için ise, “Bu deniz
ya, şehirde ve Side kazı yerinde enfes parçalar var. Biz,
Akdeniz’dir ve Akdeniz hiçbir sahilde buradakinden
Halil Bedi Yönetken’le, özel bir araba ile, İstanbul’dan
daha güzel renkli ve kıyıları gönül açıcı şekillerle kıv-
yola düzüldük, buraya kadar geldik. Balıkesir, Edremit,
rıntılı değildir” demektedir (s.79). Pamfilya sularının al-
Bergama, Soma, Bodrum, Muğla, Burdur… ve nihayet
benisi hakkında ise şunları yazmaktadır (s.91): “Pamfil-
Antalya. Ne mi yapıyoruz? Halk oyunlarımızı, ama şim-
ya suları her akşam olduğu gibi gene koyu çivit ren-
diye kadar bilmediklerimizi yahut bilinenlerin yeni şe-
ginde idi; sulara bu rengi kıyıdan görülmemekle bera-
killerini arıyoruz. İşimiz çenk ü çegane. Ama çok yer-
ber Toros şahikalarının verdiği söylenirdi; onların aksi,
de hayal kırıklığına uğradık. Yerli kültürümüz en güzel
sihri idi. Bir çivit mavisi ki köpüklerin nasıl beyaz kal-
taraflarıyla çöküyor. Henüz bir Folklor Enstitüsü olsun
dığına ve sahilleri çevreleyen uzun kumsalların neden
kuramadık. Kurulsa ne olacak? Hiç olmazsa, ilmî ba-
maviye boyanmadığına insan şaşardı. Hattâ balıkların
kımdan bu kaybolan şeylerin tespitine çalışır. Görsen,
bile mavi çıkması lâzımdı; öyle koyu, kuvvetli bir ma-
kıyafet bakımından öyle sefil bir derekeye düşmüşüz
vilikti, bu!”
ki, insanın içi cız ediyor.
Side’den sonra Antalya da bir romanın konusu ol-
“Seninle yaptığımız seyahatler ne hoştu, ne gü-
muştur. Melih Özer (….-….) tarafından kaleme alınan
zeldi. Bu da, genel olarak, güzel geçti diyebilirim. ‘Geç-
Cennete Doğru (1962) adındaki bu roman, kitabın ka-
ti’ diyorum, çünkü yarın dönüş yolu başlıyor. Hiç dur-
pağında da belirtildiği üzere, bir “Turistik Roman”dır.
madan İstanbul’a doğru akacağız. Üç hafta oluyor
Bu roman, “turistik” olduğu içindir ki, ilk 36 sayfası An-
evden ayrılalı, üç hafta daha gezebilirim. Ne var ki iş
talya ve çevresini tanıtan bir bölümdür. Roman kahra-
mevsimi gelip çattı. İmtihanlar olmasa daha kalabili-
manı Erdoğan bu gezisinde Antalya-Manavgat-Alanya
rim. Bu kadar az değil. Niyetimiz, bizim halk oyunları
yolu üzerindeki tarihi yerleri geziyor, oradaki güzellik-
395- Melih Özer, Cennete Doğru (Turistik Roman), İstanbul,
leri okuyucuyla paylaşıyor. Antalya ve çevresine ilişkin
Minnetoğlu Kitabevi, 1962, s.48.
folklorik malzeme de bu romanda kayıt altına alınıyor. 396- Türk Dili, (Mektup Özel Sayısı), Cilt.XXX, Sayı.274 (1 Tem-
Ancak romanda daha çok Antalya’nın doğal güzellik- muz 1974), s.305-306. 503
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
tesisi adına gelecek yazın bir festival hazırlamak. Bun- değişim ve dönüşümü yönünde herhangi önemli bir
ların faydası oluyor, gelenekler dikkati çekiyor. Sanat katkısı olduğunu söylemek zordur. Yine de, bu etkin-
kaynakları keşfediliyor. liklerin ve edebiyat ürünlerinin Antalya kentinin bir
kültür merkezi olmasında önemli etkileri olmuştur. Bu
“Şimdi Tophane denilen bir mevkide bir parkta
süreçte en çok tanınan kültürel etkinlik ise 1964 yılın-
oturuyoruz. Kaç gündür seyrine doyamadığım o güze-
dan itibaren ulusal çapta düzenlenen Altın Portakal
lim dağlar karşımızda. Adeta Tanrısal bir opera deko-
Film Festivali’dir. Bu festival bünyesinde düzenlenen
ru… Günün her saatinde başka başka halleri var. Eski
edebiyat etkinliklerinin de ulusal planda önemli ko-
liman altımızda. Tekneler uyukluyor. Eylülün bu çağın-
numu vardır. Bu etkinliklerin başında ise Altın Portakal
da hâlâ ağustos böcekleri konserlerine devam ediyor.
Şiir Etkinlikleri gelmektedir. Bu şiir etkinliği, 1976’da
Kaleiçi denilen eski mahalleler, ağaçlar serviler arasın-
düzenlenen hikâye yarışması ile eş-zamanlı olarak dü-
da eski bir kabartma gibi duruyor. Eski sur parçaları,
zenlenmeye başladı. Bu yönüyle, Antalya’da düzen-
eski duvarlar… ve masmavi bir deniz. Masmavi, uzun
lenen bu festivalin ulusal kültür açısından önemli bir
ve durgun…
yeri vardır. Örneğin, son zamanlarda Antalya Sanatçı-
“Kardeşim Bedri, arkadaşlar yanı başımda, sabır- lar Derneği (ANSAN) çatısı altında düzenlenen “öykü
sızlanıyor. 15 km mesafede bir tahtacı köyüne gidile- günleri” etkinliklerine yetkin ve seçkin edebiyatçıların
cek, orada kadın erkek müşterek oyun görülecek. çağrılıp konuşturulmasına karşın, izleyicilerin aynı dü-
“Antalya’da sen (Bedrettin Tuncel) ve Hamdi (Tan- zeyde olduğunu söylemek gerçekten fazla iddialı olur
pınar), daima beraberimdesiniz. Sana ve bütün ev hal- sanırım. Yine de bugünkü Antalya’nın ulusal planda
kına muhabbetlerimi sunuyorum. Annenin ellerinden tanınan başlıca sanatçısı Metin Demirtaş’tır397.
öperim.” Sonuç olarak, Osmanlı’nın son zamanlarında
1958, Antalya tarihinde bir dönüm noktası ol- âdeta bir sürgün yeri olan Antalya, Cumhuriyet dö-
muştur. Bu yıl, Antalya’yı Tanıtma ve Turizm Deneği ta- neminde ise önemli bir kültür merkezi halini almış-
rafından Mayıs’ta düzenlenen Antalya Belkıs Tiyatro tır. Antalya’nın ulusal planda tanınmaya başlaması ise
ve Müzik Festivali ile Ekim’de Karaalioğlu Parkında ya- Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında olmuştur. Antalya’daki
pılan Antalya Fuarı geleneksel bir hale gelerek, ulusal ulusal nitelikteki kültürel etkinliklerin elli yıllık bir geç-
bir nitelik kazanmıştır. 1964’ten itibaren düzenlenme- mişi vardır. Bu kültürel etkinliklere zemin hazırlayan
ye başlayan meşhur Altın Portakal Film Festivali de bu ise şehrin güzelliklerini görüp ülkemiz aydınına tanıt-
kültürel etkinlikler çerçevesinde başlamıştır. Bu festi- maya çalışan edebiyat ve kültür adamlarıdır. Edebi-
val Antalya için kültürel bir açılım olmuştur. Gerçekten, yatçılar, Antalya’nın ilk önce doğasından, ondan son-
bu faaliyetlerin bir devamı olarak, dönemin Belediye ra mahalli kültüründen etkilenmişler, bundan sonra
Başkanı Selâhattin Tonguç zamanında, 1976’da yapı- da bunu ulusal plana taşımaya çalışmışlardır. Antalya
lan 12. Antalya Festivali’ne ilk kez müzik, resim, yon- hakkında yazan ilk edebiyatçılar Sabri Esat Siyavuşgil,
tu, ve edebiyat alanları da açılarak kapsamlı bir kültür Falih Rıfkı Atay, Ahmet Kutsi Tecer gibi Anadolucu ay-
etkinliği halini almıştır. Fakir Baykurt, Asım Bezirci, Ad- dınlarıdır. Bu ilk yazılarda Antalya’nın daha çok doğal
nan Binyazar, Erdal Öz ile Sadun Tanju’dan oluşan seçi- güzellikleri betimlenmiştir. Antalya’nın bir turizm ken-
ci kurulun öncülüğünde ve sinemaya yardımcı bir sa- ti olarak ön plana çıktığı 1960’lı yıllarda ise kentin folk-
nat dalı olarak düzenlenen hikâye yarışmasına ünlü/ lorik zenginliği ile bu zenginliğin kayboluşu karşısın-
ünsüz pek çok yazar katılmıştır. Bunlar içinde Dursun da duyulan üzüntü ile birlikte kentin sahip olduğu do-
Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Ahmet Uysal gibi dönemin ğal güzellikler, ikinci dönem yazılarının ana teması ol-
tanınmış edebiyatçıları da bulunuyordu. 170 başvuru- muştur. Son dönemde ise kentin bir kültür merkezi ol-
nun yapıldığı bu yarışmada Dursun Akçam “Haley” ile ması ile birlikte edebiyat ve popüler kültürün bir arada
birinci, Celâl Özcan “Top Yeri” ile ikinci, Orhan Pamuk harmanlandığı bir söylemle karşılaşıyoruz. Antalya’nın
da “Hançer” ile üçüncü olmuştur. Yalnızca on iki öykü bir sürgün kentinden kültür merkezine geçmesi ise
de övgüye değer görülüp Türkiye’den Yeni Hikâyeler 1956’dan itibaren yapılmaya başlanan Antalya Kültür
başlıklı bir kitapta yayımlanmıştır. Festivali ile bunun hemen ardından Antalya Tiyatro ve
Müzik Festivali (1958) sayesinde olmuştur. Bugünkü
Bu yarışmaya kaç Antalyalı hikâyeci başvurdu- Antalya, sanat ve edebiyat çevreleriyle önemli bir kül-
ğunu bilmiyoruz, ama övgüye değer görülüp yayın- tür merkezi durumundadır.
lanan hikâyeler içinde Başaklar Olgunlaşırken başlık-
lı öyküsüyle katılan tek Antalyalı edebiyatçı ise Du-
ran Yılmaz’dır. Ayrıca, sinema şöleni dışında edebi-
yat ve diğer kültürel etkinliklere halkın rağbet etme-
diğini, halkın katılımının oldukça sınırlı olduğunu bi- 397- M. Sadık Aslankara, “Antalya’da ‘Portakal Çiçeği Diye Bir
liyoruz. Bunlar da gösteriyor ki, bu tür kültürel faali- Sokak…’ ”, Cumhuriyet Kitap, Sayı.882 (11 Ocak 2007), s.23.
yetlerin kentin bütünsel olarak kalkınması ile kültürel Bu yazısında Aslankara, M. Demirtaş’ın Hazırol Kalbim şiir
504 kitabını tanıtıyor.
Dünden
Bugüne
Antalya
E D E B İ H A Y A T
1.2. TÜRK DİLİ ve ANTALYA AĞZI çevre kuşatan olay ve olguları analiz etmeden, etekle-
ri zil çalan bir telaşla oradan oraya koşuşturup, yaşa-
Av. Emrah ŞİMŞİR
dığı çevreye, şehre ve diline uzak, kelimenin tam an-
Kültürün belkemiği olan dil; bir toplumun inanç- lamıyla “yabancılaşmış”, onu dünyayla bütünleştiren
ları, yaşayış biçimi, gelenekleri, kabiliyetleri ve zaafla- çatıyı gözlemleyip kavrayamadan, bakamadan ve gö-
rı gibi çeşitli özelliklerini yansıtan bir ayna konumun- remeden yaşayıp giden, hakikatlerden bihaber yığın-
dadır. Aynı zamanda dil; bünyesinde barındırdığı ata- ların bir parçası olunca, mirasçısı olduğumuz nesiller-
sözleri, deyimler, destanlar ve masallar ile bireylerin den devralınan dil ve söyleyiş özellikleri de sahipsizce
ve toplumların kültürel altyapısını şekillendiren ve birer birer yitip gitmektedir. Hiçbir toplumsal kurum
besleyen, nesilden nesle aktarılarak geçmişle gele- başıboş bırakılmaya gelmediğinden, güçlü ve ege-
cek arasında köprü oluşturan bir bağdır. Bir toplumun men olanın emperyalizmi, sömürdüğü kitlelerin diline
bilim,teknik ve sanata katkıları o toplumun diline de de el atmakta; nüfuzu altındaki kitle iletişim araçlarıyla
yansır; bu çalışmalar o toplumun dilindeki kelime da- milli veya yerel sosyolojik kurumları (ve bu arada tabii
ğarcığından da gözlemlenebilir. Kısacası dil, medeni- ki dili) un ufak etmekte, silmektedir. Neticede bize has
yetin göstergesidir. Göçler, savaşlar, doğal afetler, si- olan ve bizi temsil eden kelimeler diri diri mezara gö-
yasal dönüşümler gibi faktörler nedeniyle, kullanılan mülmekte, geriye bunların gökkubbede yalnız sadası
dil de, zaman içinde değişime uğramakta, farklılaş- kalmaktadır. Kaleiçi semti yerlilerinin anlatımlarından
maktadır. Aynı dilbirliğine mensup insanlar, bu deği- derlenen, geçmişten bugüne kullanılagelmiş, günü-
şimlerin neticesinde çeşitli coğrafyalara yayılarak, za- müzde internet ve televizyonun dejeneratif ve aşındı-
man içerisinde müşterek dillerini değişik biçimlerde rıcı etkisiyle çoğu unutulmaya yüz tutmuş, büyük ço-
konuşmaya başlarlar ki, bu yeni biçim “lehçe” adını al- ğunluğu özbeöz Türkçe olan Antalya’ya has kelimele-
maktadır. Aynı lehçe içindeki bölgesel,yöresel ayrım- rin ufak bir dökümü aşağıda sunulmuştur.
lar ise “ağız” olarak tanımlanmaktadır. Yaşadığımız şe-
hir Antalya, kurucusu Bergama Kralı 2. Attalos’tan bu
1.2.1. Antalya’ya Özgü Bazı Kelimeler ve
güne Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Tür-
Karşılıkları
kiye Cumhuriyeti egemenliği altına girmiş, çağlar bo-
yunca farklı toplum ve kültürlere ev sahipliği yapmış- Abuu : Sevgi, hayret gibi hisleri anlatan cümlelerin ba-
tır. Bu bakımdan Antalya’da Türk dili, diğer kültür ve şında kullanılan ünlem.
toplumların diliyle de etkileşim içerisine girmiş; Teke An : İki tarla arasındaki sınır
Yöresi Ağzı’nın bir alt dalı sayabileceğimiz, bu yöreye An kakmak : Tarla arasındaki sınır hattını bozmak
has Antalya Ağzı oluşmuştur.
Avkalamak : Ovmak, ovalamak
Hızlı sanayileşme, şehirleşme, turizm ve göç olgu- Apappak : Bembeyaz.
ları toplumsal kurumların çoğunu olduğu gibi dili de
etkilemiştir. Bu hızlı dönüşüm neticesinde, şehirlerin Aydaş : Zayıf, ince, cılız çocuk.
kimliği diyebileceğimiz şive de giderek kaybolmakta; Belertmek : Gözlerini irileştirmek.
yerini, inceliksiz, savruk, köksüz, gelişigüzel; o şehrin Borana : Yoğurt ve yumurtadan yapılan yöresel bir ye-
dokusunu yansıtmayan konuşma biçimi almaktadır. mek.
Hal böyle olunca, yöresel söyleyiş özellikleri bu hız- Buymak : Üşümek.
lı toplumsal değişimden nasibini almış,unutulmaya
Cımık/Cımıcık : Az, çok az miktarda.
yüz tutmuş; adeta, eski kuşaklara has bir iletişim aracı,
nostaljik bir olgu haline gelmiştir. Cimcirmek : Çimdiklemek.
Cive : Pirinç, domates, biber, fesleğen ve sarımsakla
1980’lerin başında 170 bin nüfusa sahipken şim-
yapılan yöresel bir yemek.
dilerde 1 milyonu aşan nüfusuyla Antalya, şirin ve kü-
çük bir liman kenti hüviyetinden sıyrılarak 2000’ler- Camekan : Sera
de dünyaca ünlü bir turizm merkezine ve metropo- Cırmık atmak,cırmalamak : Tırnakla yaralamak
le dönüşmüştür. 19. yüzyılda seyyah Charles Fellows, Çilemek : Serpmek
Antalya’yı o güne kadar gördüğü Türk yerleşimleri için- Çileştirmek : Yağmurun çiseleyerek yağması
de en derli toplu olanı olarak tarif etmiş ve “yeşille bü-
tünleşmiş güzel bir şehir” olarak tasvir etmiştir. Aslın- Çıkla : Sırf, safi.
da seyyahın bu tanımı bile, şehrimizin nereden nereye Çintmek : İnce ince doğramak.
geldiği hususunda çarpıcı bir delil niteliği taşımakta- Delbek. : Def benzeri bir çalgı.
dır. Günümüzde insanoğlu, kendini eğitmeden ve ge- Dıgıcık : Az miktar istemek.
liştirmeden, “merak” dediğimiz bilgi anahtarını bindiği
Duma : Nezle, Grip, Soğuk Algınlığı.
geminin bordasından aşağı atarak hayata yelken aç-
mış; geçmişine bakmadan, özünü ve kültürünü tanı- Ebe : Nine
madan, toplumunun değerlerini bilmeden, onu çepe- Ece : Ağabey 505
Dünden
Bugüne
Antalya
S E K İ Z İ N C İ B Ö L Ü M
Elganim : Sakin, kötülük düşünmeyen, sevecen, mü- Oku / (Okuluk) : Düğüne çağrılacak kimselere gönde-
layim ve uysal kişi rilen davetiye mahiyetindeki hediye.
Ebişmek.. : Birinin sırtına binmek. Ödü sıdmak : Çok korkmak.
Endereye. : “Oraya, o tarafa” manasına gelen bir za- Öndüün : Önceki gün.
mir. Palaspandıras : Apartopar, yeterince hazırlanmadan
Endeki. : “O” manasında kullanılır. Samıt : Konuşma ya da duyma engelli kimse
Eftiklenmek. : Huylanmak. Senit : Yufka ekmeği, bazlama, börek açmak için kulla-
Ene. : Hayret ifade eden bir ünlem. nılan; yer sofralarında üzerinde yemek de yenen
Fitçi : İnsanlar arasında laf taşıyarak geçimsizliğe yol yuvarlak ve ayakları olan ahşap ev gereci.
açan kimse. Sinlenmek. : Saklanmak, gizlenmek.
Gaari : Artık Şırkmak. : Ezmek.
Galesiz : Çevresinde olup biten hadiseleri umursama- Tıpıldamak : Bir yerden bir başka yere hızlıca gitmek
yan, tepkisiz kalan, gamsız -gidivermek-.
Gavlamak : Derisi soyulmak Tingedek düşmek : Şaşırıp irkilmek
Hangırda. : Nerede Tüngümek : Hoplayıp zıplamak.
Hapaz :Avuç dolusu Urba. :Giysi.
Heyye : Evet Ünnemek :Seslenerek çağırmak.
Hışdınmak : Boş vermek Yamşalamak : Bir kimsenin söyleyişini alaya alarak
Imsık : Pısırık, pasif, uyuşuk. taklit etmek.
Iravuk : Yardımcı veya ortak. Yeğni : Hafif/Kendini Bilmez
Irgalamak : İlgilendirmek Yel : Romatizmal Ağrılar
İlenmek : Beddua etmek
Gıpçık : Yerinde duramayan, haylaz çocuk. KAYNAKÇA
Kayası mısın : “Keyfimin kahyası mısın?” cümlesinin AKSAN Doğan, Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriy-
dönüşmüş halidir, “işime ne karışıyorsun ” ma- le Dilbilim, TDK Yayınları, 1. Cilt, AÜ Basımevi,Ankara
nasına gelir. 1979, s:65
Katmak. : Özellikle bu yörede çay ve su doldurmak fi- AKSAN Doğan, a.g.e. , s:13
illerinin yerine kullanılır. KÖKEN Cavit, Adelye Ağlıyor, 1999, s:5
Kavurga.. : Patlamış mısır. Antalya İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Antalya Tu-
rizm Envanteri, 1997, s:18
Matuflamak : Bunamak.
ÇİMRİN Hüseyin, Bir Zamanlar Antalya, 1.Cilt, s:77
Mobal boynuna : Vebali boynuna, günahı boynuna
Mostra : İşe yaramaz 2. EDEBİ ŞAHSİYETLER
Naal : Nasıl (Bkz.) Konu ile ilgili olarak, kitabımızın 2.Cildinde-
Nekbet.. : Suratsız, sevimsiz, gıcık, huysuz, asabiyeti ki “IX. ANTALYA KENTİNİN YETİŞTİRDİĞİ/ ANTALYA’DA
yüzüne vurmuş olan kimse. YAŞAMIŞ OLAN/YAŞAYAN MEŞHUR ŞAHSİYETLER”
bölümünden ayrıntılı olarak faydalanılabilir.