You are on page 1of 95

Robert Louis Stevenson

Dr. Jekyll ve Bay Hyde


Robert Louis Stevenson
Dr. Jekyll ve Bay Hyde
Tuhaf Bir Vaka
Çeviren: Cem Soydemir
© Tüm hakları Doğu Batı Yayınları’na aittir.

İngilizce Özgün Metin


The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr.Hyde
İngilizceden Çeviren
Cem Soydemir
Yayına Hazırlayan
Taşkın Takış
Kapak Tasarımı
Harun Ak
Baskı
Tarcan Matbaacılık
Nisan 2018
Doğu Batı Yayınları
Yüksel Cad. 36/4 Kızılay/Ankara
Tel: 0 312 425 68 64-425 68 65
www.dogubati.com
ISBN: 978-605-2133-22-4 / Sertifika No: 15036
Doğu Batı Yayınları-215 Edebiyat-54
Robert Louis (Balfour) Stevenson (13 Kasım 1850 - 3 Aralık 1894)
İskoç şair ve yazar. Treasure Island (Define Adası, 1881); Kidnapped (Kaçırı-
lan Çocuk, 1886), The Master of Ballantrae (Ballantrae’ın Efendisi) adlı roman-
larıyla ünlüdür. Varlıklı bir inşaat mühendisinin oğluydu. Hukuk eğitimi aldı,
ama hiç avukatlık yapmadı. Yayımlanan ilk yapıtı The Pentland Rising (Pentland
Ayaklanması) 17. yüzyılda İskoçya’da kendilerine özgü bir Presbiteryenliği sa-
vunmak amacıyla biraraya gelen Ulusal Ant yanlılarına duyduğu yakınlığı yan-
sıtıyordu. Gençliğinde bohem bir yaşam sürdürdü. Stevenson 1873’ün sonların-
da solunum yollarından rahatsızlanınca tedavi için Fransız Riviereası’na gitti.
Daha sonra da sık sık Fransa’yı ziyaret etti. An Inland Voyage (İç Kesimlere Yol-
culuk, 1878) ve Travels with a Donkey in the Cévennes, (Eşek Sırtında Cévennes
Yolculuğu, 1879) adlı kitapları, bu gezilerinin ürünüydü. 1879 yılında ABD’ye
gitti. Zor koşullarda yaptığı yolculuğu The Amateur Emigrant ( Amatör Göç-
men, 1895) ve Across the Plains (Düzlükleri Geçerken, 1892) adlı yapıtlarında
anlatacaktı. Stevenson İskoçya’ya döndükten kısa bir süre sonra verem tedavi-
si görmek üzere eşi ve üvey oğlu Lloyd Osbourne ile birlikte İsviçre’nin Davos
kentine gitti. 1881 yazını Pitlochry’de geçirdikten sonra İskoçya’ya, Braemar’a
döndü. Define Adası’nı orada yazmaya başladı. 1881’de Young Folks dergisinde
The Sea Cook (Gemi Aşçısı) adıyla tefrika edilmeye başladı. Atmosfer, kişi ve
olayları büyük bir ustalıkla biraraya getiren yapıt çocuklar için heyecanlı bir se-
rüven öyküsü olmanın yanısıra, insan davranışlarının ardındaki belirsizliğe dik-
kat çeken, iğneleyici bir üsluba sahipti. A Child’s Garden’da topladığı şiirleri, bir
yetişkinin çocukluk duygularını yeniden yaşayışını, İngiliz edebiyatında benzeri
görülmemiş bir içtenlikle yansıtıyordu. Stevenson 1888’de ailesiyle birlikte San
Fransisco’dan Güney Denizlerine açıldı ve yaşamının geri kalan bölümünü Gü-
ney Denizlerinde geçirdi. 1890’da Samoa’ya yerleşen Stevenson, orada beyin
kanaması sonucu öldü.

Cem Soydemir
1967 Ankara doğumlu. ODTÜ Sosyoloji bölümü mezunu. 1994’ten beri bir­çok
kitabı Türkçeye kazandırdı. Ağırlıklı olarak edebiyat kuramı, sanat tarihi, si­ne­
ma, eleştirel teori, sosyoloji, felsefe, siyaset bilimi ve sanat alanlarında kitap ve
makale çevirileri yaptı. Kum heykel sergilerinde küratör olarak görev aldı. Çe-
virdiği eser­lerden bazıları: Craig Brandist, Bahtin ve Çevresi; Claire Colebro-
ok, Gilles Deleuze; Julien Benda, Aydınların İhaneti; George Basalla, Teknoloji-
nin Evrimi; V. N. Voloşinov, Freudculuk; Alexander Nehamas, Nietzsche: Ede-
biyat Olarak Ha­yat; Mircea Eliade, Okültizm, Büyücülük ve Kültürel Modalar;
Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby; Edgar Allan Poe, Morgue Sokağı Cinayetleri
(Doğu Batı); Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana; Sanat ve Sorumluluk; Keith
­Ansell-Pear­son, Kusursuz Nihilist; R. W. Connel, Toplum­sal Cinsiyet ve İktidar
(Ayrıntı); Mihail Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları; György Lu­­kács, Ro-
man ­Kura­mı; Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar; Daniel Frampton,
Filmozofi (Metis).
İÇİNDEKİLER

Kapının Öyküsü.................................................................................9
Bay Hyde Mercek Altında................................................................17
Dr. Jekyll’ın İçi Rahattı.....................................................................28
Bir Cinayet Vakası: Carew Cinayeti..................................................31
Mektup Olayı...................................................................................37
Dr. Lanyon’un Başına Gelen Çarpıcı Olay........................................43
Penceredeki Olay..............................................................................48
Son Gece..........................................................................................51
Dr. Lanyon’un Açıklaması................................................................66
Henry Jekyll’ın Vakaya İlişkin Kapsamlı Açıklaması.........................75
Kapının Öyküsü

Avukat Bay Utterson sert yüz ifadesine sahip bir adamdı; bu


yüzün bir gülüşle aydınlandığı hiç görülmemişti; soğuk, çe-
kingen bir sesle, üstelik pek az konuşurdu; duygusal olarak
utangaçtı; ince, uzun, solgun ve kasvetliydi ama nedense gene
de sevimli bir tarafı vardı. Arkadaş ortamlarında ve hele bir de
şarap ağzına layıksa, gözleri insani bir ışıltıyla parlardı; aslında
konuşmasında asla kendisine yer bulamayan, fakat sırf akşam
yemeği sonrasında yüze oturan bu sözsüz ifadelerde de değil,
esasında yaşamındaki tüm davranışlarında daha sık beliren ve
kendisini daha gür sesle dile getiren bir şeydi bu. Bay Utterson
kendisine pek özen göstermezdi; kaliteli şaraba düşkün olsa
da, yalnızken cin içerek nefsini köreltirdi; tiyatrodan hoşlan-
masına rağmen, yirmi yıldır tek bir tiyatronun kapısından geç-
miş değildi. Ama başkalarına karşı hoşgörülü olduğu bilinen
bir gerçekti; işlenen suçun arkasındaki maneviyatın gücü kar-
şısında bazen neredeyse kıskançlıkla karışık bir hayranlık du-
yar ve tehlikeli olup olmadığına bakmaksızın, kınamak yerine
yardımcı olmaya meylederdi.
“Ben Kabil’in sapkınlığına eğilimliyim,” derdi. “Kardeşi-
min kendi bildiğini okuyup tuhaf bir şekilde Şeytan’a uyması-
na ses etmem.” Bu mizacı sayesinde çoğu kez batağa saplanmış
insanların yaşamındaki son güvenilir tanıdık olma şansını ya-
kalardı ve bu sayede, onları olumlu etkileyen son kişi olurdu.
Bu tür kişiler görüşme odasına* geldiğinde onlara karşı tavırla-
rında asla en ufak bir değişiklik olmazdı.
Kuşkusuz bu, Bay Utterson için kolay bir işti; çünkü en uy-
gun koşullarda bile duygularını belli etmezdi; hattâ arkadaş-
lığı da benzer bir iyi niyetli açık fikirliliğe dayanıyor gibiydi.
Arkadaş çevresini talihin cilvesi olarak kabul etmek ılımlı bir
insanın alametifarikasıdır; avukatın tarzı da buydu. Arkadaş-
ları ya kendi kanından ya da çok eskiden beri tanıdığı kişiler-
den oluşuyordu; kurduğu duygusal yakınlıklar aynen sarmaşık
gibi zamanla büyüyordu, münasip olup olmamalarının hiçbir
önemi yoktu. Dolayısıyla, onu uzaktan akrabası, şehrin meş-
hur simalarından Bay Richard Enfield’a bağlayan bağ için de
kuşkusuz aynısı geçerliydi. İkisinin birbirlerinde ne buldukları
ya da nasıl ortak bir sohbet konusu açabildikleri çoğu kişi için
anlaşılması güç bir meseleydi. Pazar gezintilerinde onlarla kar-
şılaşanlar, birbirlerine tek kelime etmediklerini, epey sıkılmış
göründüklerini ve bir arkadaşa rastlayınca onu selamlamanın
âdeta yüreklerine su serptiğini söylerdi. Her şeye rağmen, iki
adam bu gezintileri fazlasıyla önemser, haftanın baştacı eder,
bırakın başka eğlence fırsatlarından feragat etmeyi, kendileri-
ni bu zevklerinden mahrum edecek iş görüşmelerini bile geri
çevirirlerdi.
Bu maksatsız gezintilerden birinde yolları tesadüfen Lond-
ra’nın işlek bir semtindeki bir arka sokağa çıkardı onları. Ses-
siz denebilecek küçük bir sokaktı bu, ama hafta içi günlerde
işlerin canlandığı, hareketli bir yere dönüşürdü. Göründüğü
kadarıyla, sakinlerinin işleri tıkırındaydı; hepsi de kazançla-

*
İngiltere’de avukatların müvekkilleriyle görüşme odası. (ç.n.)

10
rını daha da artırmak umuduyla birbiriyle rekabet halindeydi
ve kazançlarının fazlasını cazibelerini artırmaya harcıyorlardı;
öyle ki vitrinleri davetkâr bir edayla sokak boyunca âdeta gü-
lümseyen kadın tezgâhtarlar gibi yan yana sıralanmıştı. Alım-
lı cazibesini gizlediği, gelip geçenin nispeten az olduğu Pazar
günü bile sokak, bulunduğu semtin donukluğunun aksine bir
orman yangını gibi parıl parıl parlardı; yeni boyanmış kepenk-
leri, iyi cilalanmış pirinç tabelaları, etkileyici genel temizliği ve
albenisiyle, yoldan geçenin hemen dikkatini çeker ve göz zev-
kini okşardı.
Yol doğuya doğru sol kolda, bir köşe başından iki kapı son-
ra bir avlunun girişiyle kesiliyordu ve tam o noktada fesat bir
bina, üçgen çatılı ön duvarını sokağa doğru ürkütücü bir şe-
kilde sarkıtmıştı. Bina iki katlıydı; görünürde hiç pencere yok-
tu, alt katta tek bir kapı, üst katta da rengi solmuş bir duva-
rın kör cephesi, o kadar; her noktası kir pas içinde, uzunca bir
süredir ihmal edilmişliğin izlerini taşıyordu. Üzerinde ne bir
zil ne de bir tokmak olan kapısının rengi atmış, boyası kabar-
mıştı. Aylaklar girintilerine yaslanmış, duvarlarında kibritleri-
ni yakmışlardı; çocuklar merdivenlerinde pusular kurmuştu;
erkek öğrenciler pervazlarına çakılarıyla isimlerini kazımışlardı
ve neredeyse bir nesildir bu davetsiz misafirleri kovalayan da,
yaptıkları tahribatı onaran da çıkmamıştı.
Bay Enfield ile avukat bu arka sokağın karşı tarafındalardı;
ama avlu girişinin hizasına geldiklerinde Bay Enfield bastonu-
nu kaldırıp işaret etti.
“Şu kapı hiç dikkatini çekti mi?” diye sordu; arkadaşının
olumlu jestiyle birlikte ekledi, “Zihnimde çok tuhaf bir öy-
küyle bağlantılı.”
“Öyle mi?” dedi Bay Utterson, sesinin tonu hafiften değiş-
mişti, “Nasıl bir öyküymüş bu?”
Bay Enfield, “Peki, şöyle,” diyerek anlatmaya başladı: “Bir
kış günü, sabahın zifiri karanlığında saat üç dolaylarında dün-

11
yanın ta bir ucundan eve dönüyordum, yolum sokak lamba-
ları dışında başka hiçbir şey görünmeyen bir yere düştü. Geç-
tiğim sokaklarda herkes derin bir uykuya dalmıştı –sokaklar
sanki bir fener alayı gibi aydınlıktı ama kilise gibi de bomboş-
tu– bir insan sessizliğe kulak kesilip dinler, dinler de, nihayet
içinden bir polisle karşılaşmayı diler ya, işte öyle bir ruh haline
kapıldım. Ansızın iki kişi gördüm: Birisi doğuya doğru hantal
adımlarla ama hiç durmadan yürüyen ufak tefek bir adamdı;
diğeriyse, aşağıdaki dik sokağa doğru son sürat koşan sekiz-on
yaşlarında küçük bir kızdı. Evet efendim, ikisi doğal olarak
köşede çarpıştı ve sonra olayın korkunç kısmı yaşandı; çünkü
adam yere düşen çocuğun üzerine soğukkanlılıkla basıp geçti
ve onu çığlık çığlığa yerde yatarken bırakıp gitti. Kulağa pek
önemli gelmeyebilir ama bunu görmek çok korkunçtu. Adam
sanki insan değil de, cehennem zebanisiydi. Avını görmüş avcı
gibi bağırıp, koşar adım peşine düştüm, beyefendinin yakası-
na yapıştığım gibi tutup çığlık atan çocuğun başına toplan-
maya başlamış olan kalabalığın yanına geri götürdüm. Adam
büsbütün soğukkanlıydı ve hiç direnmedi ama bana öyle kötü
baktı ki, sanki koşmuşum gibi üzerimden ter boşandı. Topla-
nan kalabalık çoğunluk kızın ailesiydi; çok geçmeden, doktor
da geldi, kız zaten kazadan önce onu çağırmaya gönderilmişti.
Doğrusu, bu kasap cerraha bakılırsa çocuğun durumu çok da
kötü değildi, daha ziyade korkmuştu. Olayın burada kapan-
dığını zannedebilirsin azizim. Fakat bir gariplik vardı. Bizim
beyefendi daha ilk bakışta bende nefret uyandırmıştı. Doğal
olarak çocuğun ailesinde de. Gelgelelim, bana asıl çarpıcı ge-
len, doktorun haliydi. Yaşını da rengini de göstermeyen, nere-
deyse bir gayda kadar dokunaklı koyu bir Edinburgh aksanına
sahip alelâde bir doktordu. Evet efendim, hepimiz gibiydi; ka-
sap cerrah, esirime her baktığında midesinin kalktığını, yüzü-
nün solduğunu gördüm, neredeyse onu öldürme arzusuyla ya-
nıp kıvranıyordu. Aklından geçenleri biliyordum, tıpkı benim
aklımdan geçenleri onun da bildiği gibi; öldürmek söz konu-

12
su olmadığından, biz de en iyi ikinci şeyi yaptık. Bu olayı ya-
yarak onu rezil edebileceğimizi, bunu muhakkak yapacağımı-
zı, böylece Londra’nın bir ucundan öbürüne adının çıkacağını
adama söyledik. Bir arkadaşı ya da itibarı vardıysa, bunları da
kaybetmesi için elimizden geleni yapacağımıza ahdettik. Tüm
bu süre zarfında biz bir yandan ateş püskürürken, bir yandan
da canavara dönüşmüş kadınları elimizden geldiğince adam-
dan uzak tutmaya çalışıyorduk. Bu kadar nefret dolu yüzü bi-
rarada hiç görmemiştim; bir çember oluşturmuş ve adamı tam
ortalarına almışlardı; düşmanca küçümseyici bir soğukkanlı-
lık hâkimdi adama –gerçi o da korkmuştu, bunu görebiliyor-
dum– ama efendim, gerçek bir Şeytan gibi bunun üstesinden
geliyordu. Adam, ‘Bu kazadan bir kazanç sağlama peşindeyse-
niz,’ dedi, ‘Şüphesiz çaresizim. Hiçbir centilmen, rezalet çık-
masını engellemekten başka bir şey istemez’ ve ekledi, ‘aklı-
nızdaki rakamı söyleyin.’ Böylece, çocuğun ailesine yüz sterlin
vermesi için ona baskı yaptık; kesinlikle sonuna kadar diren-
mek isterdi ama hepimizde de başına bela olacakmışız gibi bir
hava hâkimdi, bu yüzden sonunda pes etti. Bir sonraki iş para-
yı almaktı; bizi nereye götürdü dersin? Tam da bu kapının ol-
duğu yere –bir anahtar çıkardı, içeriye girdi ve az sonra elinde
on altın sterlin ve geri kalan kısmı için de Coutts’s Bankası’n-
da bozdurulabilecek, hamiline yazılmış bir çekle geri döndü;
öykümün konularından birisini oluştursa da, çekin altındaki
imzanın, ismini veremeyeceğim ama çok ünlü ve gazetelerde
sıkça görülen birisine ait olduğunu söylemekle yetineyim. Ra-
kam yüksekti; lâkin imza rakamdan da iyiydi, tabii gerçekse.
Cüret edip beyefendiye tüm bunların şüpheli göründüğünü,
gerçek hayatta birisinin sabahın dördünde bir mahzenin ka-
pısından girip, başka birisinin imzaladığı yaklaşık yüz sterlin
tutarında bir çekle geri dönemeyeceğini söyledim. Ama adam
çok rahattı ve alay eder gibi bir hali vardı. ‘İçiniz rahat olsun,’
dedi, ‘sizinle birlikte bankanın açılmasını bekleyip çeki bizzat
bozduracağım.’ Böylece, hep birlikte yola koyulduk, doktor,

13
çocuğun babası, dostumuz beyefendi ve ben gecenin kalanı-
nı benim dairemde geçirdik; ertesi gün kahvaltıdan sonra hep
birlikte bankaya gittik. Çeki bizzat verdim ve sahte olabilece-
ğine dair kuşkularım olduğunu söyledim. Ne gezer! Çek dü-
pedüz gerçekti.”
Bay Utterson “Demek öyle,” diye karşılık verdi.
Bay Enfield “Görüyorum ki sen de benimle aynı hisleri
paylaşıyorsun,” dedi. “Evet, berbat bir hikâye. Çünkü hiç kim­
seyle ilişki kuramayacak bir adamdı, gerçekten de tam bir baş
belasıydı; oysa çeki yazan kişi aksine tam bir ahlâk abidesiy­di,
üstelik ünlüydü ve iyilik timsali denen türden birisiydi (ki bu
işleri daha da beter ediyordu). Sanırım şantaj söz konusuydu;
dürüst bir insan bir gençlik hatasının bedelini fazlasıyla ödü-
yordu. Bu yüzden, bu kapılı yere Şantaj Evi adını taktım. Ger-
çi, bu bile olayı tam açıklamıyor,” dedi ve sözcükler derin dü-
şüncelere karıştı.
Bay Utterson’un biraz da beklenmedik, “Öyleyse, çeki ya-
zanın orada yaşayıp yaşamadığını bilmiyorsun?” sorusuyla dal-
dığı düşüncelerden çıktı.
“Evinin orası olma ihtimali var, değil mi?” diye karşılık –
verdi Bay Enfield. “Neyse ki adresi gözüme çarpmıştı; bir mey-
danda oturuyordu galiba.”
Bay Utterson “Öyleyse sorma zahmetine hiç girmedin –ka-
pılı evi?” dedi.
Yanıt gayet netti. “Hayır efendim: Bu konuda çok hassa-
sım. Soru sormayla ilgili çok güçlü bir inancım var; soru sor-
mak fazlasıyla kıyamet gününü andırır. Tek bir soru sorarsın
ve bir kayayı kımıldatmış gibi olursun. Bir tepenin üzerinde
sakin sakin oturup beklersin; kayalar yuvarlanırken başka ka-
yaları da harekete geçirir; biraz sonra, olan bitenden habersiz,
arka bahçesinde oturan bir eski tüfeğin tepesine düşüp ölme-
sine neden olur (oysa kırk yıl düşünsen aklına gelmez bu), eşi
de adını değiştirmek zorunda kalır. Hayır efendim ben şunu

14
kendime şiar edindim: Problem ne kadar büyükse, o kadar az
soru sorarım.”
“Çok iyi bir prensipmiş gerçekten de,” dedi avukat.
Bay Enfield “Gene de yeri kendim teftiş ettim,” diyerek de-
vam etti. “Pek de evmiş gibi durmuyor. Başka bir kapısı yok, o
kapıdan da ne giren var, ne çıkan, yalnızca anlattığım macera-
daki beyefendi, ama o da çok nadiren. Birinci katta avluya ba-
kan üç pencere var; alt katta ise hiç yok; pencereler hep kapalı
ama nedense temizler. Bir de, genellikle tüten bir bacası var;
demek ki içinde oturan birisi olmalı. Gene de tam emin deği-
lim; çünkü o avluya bakan binalar o kadar iç içeler ki nerede
birisi bitiyor, nerede diğeri başlıyor söylemesi çok zor.”
Çift bir süre hiç konuşmadan yürümeye devam etti; son-
ra Bay Utterson “Enfield,” dedi, “gerçekten de iyi bir ilke se-
ninki.”
“Evet, bence de,” diye karşılık verdi Enfield.
Avukat “Ama buna rağmen,” diye devam etti konuşmaya,
“Merak ettiğim bir nokta var: Çocuğun üstüne basıp geçen
adamın adını öğrenmek istiyorum.”
“Pekâlâ,” dedi Bay Enfield, “Bunun bir zararı olacağını san-
mam. Hyde adında bir adamdı.”
Bay Utterson “Hımm,” dedi. “Peki, nasıl bir adam bu, neye
benziyor?”
“Tarif etmesi kolay değil. Görünüşünde bir terslik var; hoş
görünmeyen, düpedüz tiksindirici bir yanı var sanki. Hiç bu
kadar itici biriyle karşılaşmamıştım, gene de nedenini tam ola-
rak söyleyemem. Bir yerinde bir kusuru, bir bozukluğu olmalı;
tam neresinde olduğunu söyleyemesem de, bir yerinde biçim-
sel bir bozukluk olduğuna dair güçlü bir his uyandırıyor kar-
şısındakinde. Hayli garip görünümlü bir adam, buna rağmen
nesi garip söyleyemem. Hayır, efendim; elimden bir şey gel-

15
mez; onu tarif edemem. Hatırlayamadığımdan değil; adamın
görüntüsü şu an bile gözümün önünde.”
Bay Utterson gene bir süre tek kelime etmeden yürüdü; an-
laşılan, zihninde meseleyi tartıyordu.
Sonunda “Kapıyı anahtarla açtığına emin misin?” diye sor-
du.
Enfield “Ama aziz dostum...” diye söze başlasa da, şaşkınlık-
tan devamını getiremedi.
“Evet biliyorum,” dedi Utterson; “Biliyorum, garip kaçtı.
Doğrusunu istersen, öteki şahsın adını sormamamın nedeni
de zaten biliyor olmam. Görüyorsun ya Richard, böylece ma-
salın sonuna gelmiş olduk. Atladığın, düzeltmek istediğin bir
yer varsa bunu şimdi yapsan iyi olur.”
“Baştan uyarsaydın keşke,” diye karşılık verdi öbürü, so-
murtkan bir edayla. “Ama senin tabirinle, kılı kırk yararmış-
çasına eminim. Adamın anahtarı vardı; üstelik hâlâ var. Onu
anahtarla kapıyı açarken göreli daha bir hafta olmadı.”
Bay Utterson derin bir iç çekti ama tek kelime etmedi, bu-
nun üzerine genç adam beklemeden tekrar söze başladı. “Bu
da kulağıma küpe olsun, ağzıma kilit vuracağım,” dedi. “Çe-
nesi düşük biri olduğum için utanıyorum. Gel bir anlaşma ya-
palım, bu konudan bir daha hiç söz etmeyelim.”
“Tüm kalbimle söz veriyorum,” dedi avukat. “Bunun için
el sıkışalım, Richard.”

16
Bay Hyde Mercek Altında

O akşam Bay Utterson kasvetli bir ruh haliyle döndü bekâr


evine ve akşam yemeğine isteksizce oturdu. Yemek bittikten
sonra rahlesinde* sıkıcı bir ilahiyat kitabıyla şöminenin kar-
şısına kurulup, yakındaki kilisenin saati on ikiyi vurana dek
okumak ve sonra da bir zihin açıklığı ve minnet duygusuyla
yatağa girmek, onun için bir Pazar günü alışkanlığı olmuştu.
Ama bu gece elbisesini üzerinden çıkarır çıkarmaz bir mum
alıp çalışma odasına gitti. Orada kasasını açtı, kasanın gizli
bölmesinden üzerinde Dr. Jekyll’ın Vasiyetnamesi yazan bir zarf
çıkardı ve yüzünde karanlık bir ifadeyle zarfın içindekini in-
celemeye koyuldu. Vasiyetname bizzat imza sahibinin eliyle
yazılmıştı, çünkü Bay Utterson vasiyetin yerine getirilme va-
zifesini üstlenmiş olsa bile, hazırlanmasına en ufak bir katkıda
bulunmayı reddetmişti; Tıp Doktoru, Medeni Hukuk Dok-
toru, Hukuk Doktoru, Kraliyet Topluluğu Akademi Üyesi (ve
bilumum unvan sahibi) Henry Jekyll’ın sadece ölmesi duru-

*
Üzerinde kitap okunan, yazı yazılan, bazıları açılıp kapanabilen alçak,
küçük masa. (ç.n.)
munda değil, “üç aydan uzun bir süre kendisinden haber alı-
namaması veya nedensizce ortadan kaybolması” durumunda
da tüm mal varlığının “arkadaşı hayırsever Edward Hyde’ın”
kontrolüne geçeceği; adı geçen Edward Hyde’ın doktorun aile
fertlerine küçük miktarlarda ödemelerde bulunmak dışında
her türlü yükümlülük ve borçtan muaf tutularak derhal adı
geçen Henry Jekyll’ın yerine hareket edeceği yazılıydı. Bu bel-
ge uzun süredir avukatın canını sıkmaktaydı. Hem bir avukat
olarak hem de hayatın akla yatkın ve kurallara uygun yanını
seven ama gerçeklere uzak, yadırgatıcı yanını düpedüz aykırı
bulan birisi olarak onu rahatsız ediyordu. Öfkesini kabartmış
olan da, şimdiye dek Bay Hyde hakkında tamamen bilgisiz-
ken, şimdi birdenbire işin tersine dönmesi sonucu hakkında
bilgi sahibi olmasıydı. İsmi kendisi için hakkında hiçbir şey
öğrenemeyeceği, salt bir isimden ibaretken bile işler zaten ye-
terince kötüydü. Şimdi bir de, tiksindirici özellikler eklenme-
ye başlayınca daha da beter olmuştu; uzun süredir görüşünü
bulanıklaştıran hayalî sis perdesinin arasından birdenbire tanı-
dık bir yüz belirmişti.
Tiksindirici bulduğu belgeyi kasaya yerleştirirken kendi
kendine “Başta, delilik olduğunu düşünmüştüm, ama şimdi
bir kötülük olduğundan korkmaya başladım.” dedi.
Ardından üfleyip mumu söndürdü, kalın bir palto giydi
ve Cavendish Meydanı’na doğru yola koyuldu; burası dostu,
ünlü Doktor Lanyon’un ardı arkası kesilmeyen hastalarını ka-
bul ettiği muayenehanesiyle birlikte evinden oluşan tıbbın ka-
lesiydi. “Bunu bilse bilse, Lanyon bilir,” diye geçirdi içinden.
Kendisini tanıyan kâhya nezaketle içeriye davet etti; kapı-
dan girer girmez hiç bekletilmeden dosdoğru Dr. Lanyon’un
şarabıyla baş başa oturduğu yemek odasına götürüldü. Dr.
Lanyon dinç, sağlıklı, şık ve kibar görünümlü, kırmızı yüzlü
bir centilmendi, vaktinden evvel kırlaşmış saçları gürdü, şa-
matacı ve inatçı bir havası vardı. Bay Utterson’u görür görmez

18
sandalyesinden fırlayıp elini iki elinin arasına alarak tokalaştı.
Güleryüzlü samimiyeti adamın genel tarzı olmasına rağmen
göze biraz teatral görünüyordu; fakat altında sahici bir duygu
yatıyordu. İkisi eski arkadaşlardı; lise ve üniversite yıllarına da-
yanan eski bir dostlukları vardı; hem kendilerine hem de bir-
birlerine saygıları sonsuzdu, her zaman olmasa da çoğunlukla
birbirlerinin arkadaşlığından enikonu zevk alırlardı.
Havadan sudan kısa bir sohbetin ardından avukat zihnini
kurcalayan nahoş konuyu açtı.
“Lanyon,” dedi “sanırım Henry Jekyll’ın en eski iki arkada-
şı sen ve benim?”
“Keşke bu kadar da eski arkadaş olmasaydık,” diye kıkırda-
dı Dr. Lanyon. “Ama sanırım öyleyiz. Ama ne fark eder? Onu
artık çok az görüyorum.”
“Öyle mi?” dedi Utterson. “Sizi birbirinize bağlayan ortak
bir ilgi alanınız olduğunu sanıyordum.”
“Öyleydi belki,” diye bir yanıt geldi. “Ama on yılı aşkın bir
süredir Henry Jekyll bana fazla tuhaf geliyor. Kötüye gitmeye
başladı, sağlıklı düşünemez oldu; gerçi hep denildiği gibi eski
günlerin hatırına onunla ilişkimi sürdürüyorum elbette, ama
görüşsem bile çok çok az görüşüyorum adamla. Bilimsellikten
bu kadar uzak zırvalar,” diyerek, suratı âniden mosmor kesi-
len doktor birden patladı, “Damon ile Pythias’ı* bile birbirine
düşman ederdi.”

*
Pythagorascı arkadaşlık idealini işleyen efsanenin kahramanları. Pyt-
hias Syrakusa tiranı I. Dionysios’a komplo kurmakla suçlanır. Damon
arkadaşının yerine kendisinin teslim olmasını ve arkadaşının da mese-
leyi çözüp dönmesini ister; Pythias geri dönmezse Damon idam edile-
cektir. Sonunda, Pythias döner. Şaşkınlığını gizleyemeyen imparator
ikisini de serbest bırakır. Yunan mitolojisinde birbirinden hiç ayrılma-
yan ve birbirleri için yaşamlarını feda eden bu iki arkadaş gerçek dost-
luğu simgelerler. (ç.n.)

19
Doktorun bu beklenmedik ve âni kendini kaybedişi her
nasılsa Bay Utterson’u biraz rahatlattı. “Bilimsel bir konuda
birbirlerine ters düşüyorlar,” diye düşündü ve devir işlemle-
ri dışında bilimsel hiçbir tutkusu olmayan birisi olarak aklına
hemen şu geldi: “Bundan kötüsü olamazdı!” Kendini toparla-
ması için dostuna biraz zaman tanıdı, sonra sormak üzere ol-
duğu soruyu sordu. “Hiç himayesine aldığı birisiyle karşılaştın
mı –Hyde diye biri?”
“Hyde mı?” diye yineledi Lanyon. “Hayır. Hiç sanmıyo-
rum. Ömrümde duymadım.”
Avukatın sabahın ilk ışıklarıyla gün ağarana dek bir yandan
öbür yana dönüp durduğu büyük karanlık yatağına yanında
getirdiği bilgi bundan ibaretti. Karanlıkta birbiri ardına üşü-
şen sorularla boğuşarak bir yön tayin etmeye çalışan zihninin
pek huzur bulamadığı bir geceydi.
Bay Utterson’un evinin hemen yakınındaki kilisenin çanla-
rı saat altıyı çaldığında o hâlâ aynı sorunla cebelleşiyordu. Şu
âna dek yalnızca düşünsel açıdan onu etkilemişti; ama şimdi
hayal gücünü de işe katmış, hattâ daha doğrusu esir almıştı;
gecenin zifiri karanlığında, perdeleri sımsıkı kapalı odada ya-
takta dönüp dururken, Bay Enfield’in hikâyesine ait net re-
simler zihninde belirmeye başladı. Gece bir şehrin sokak lam-
balarının çok geniş bir alanı kapladığının farkına vardı; sonra
hızlı yürüyen bir adamın görüntüsü geldi; hemen ardından
dok­tordan koşarak dönen çocuğu gördü; sonra bu ikisi çarpıştı
ve insan görünümlü bir Cehennem Zebanisi çocuğun üstüne
bastı, çocuğun çığlıklarına aldırmadan çekip gitti. Sonra süs-
lü, ihtişamlı bir evin odasını gördü, dostu bu odada uyuyordu,
rüya görüyor ve rüyasında gülüyordu; ardından, odanın kapısı
açıldı, yatağın cibinliği çekildi, uyuyan uyandı ve hemen yanı
başında kudretli bir şahıs ayakta dikiliyordu, bu ölüm ânın-
da bile kalkıp onun emirlerine itaat etmeliydi. Rüyanın bu iki
farklı bölümünde gördüğü adam siluetini andıran karaltı tüm

20
gece avukata musallat oldu; ne zaman uykuya dalacak olsa,
karaltının uyuyan evlerin arasından sinsice süzülerek gelme-
sinden, sokak lambalarıyla aydınlatılmış şehrin labirenti andı-
ran sokaklarından daha da süratli, neredeyse baş döndürücü
bir hızla ilerlemesinden, her sokak köşesinde bir çocuğu ezip
çığlık çığlığa arkasında bırakarak çekip gitmesinden başka bir
şey görmüyordu. Ama gene de siluetin seçebileceği bir yüzü
yoktu; gördüğü rüyalarda bile yüzü yoktu ya da onu afallatıp
gözünün önünde eriyen bir yüzdü bu ancak; böylece avukatın
zihninde, Bay Hyde’ın gerçekte neye benzediğini öğrenmek
için aşırı güçlü, neredeyse sonsuz bir merak uyandı ve hızla bü-
yüdü. Onu yalnızca bir kez görseydi bile yeterli olurdu, çünkü
gizemli şeylerin âdeti olduğu üzere, dikkatlice incelendiklerin-
de kendilerini saran esrar perdesi aralanır, hattâ belki de tama-
men ortadan kalkar. İşte o zaman arkadaşının tuhaf seçiminin
veya (içinizden öyle demek geliyorsa) esaretinin, hattâ ürkü-
tücü vasiyetname şartının arkasındaki nedeni anlayabilecek-
ti. Hiç değilse, görmeye değer bir yüzü olurdu: merhametsiz
bir adamın yüzü: hiçbir şeyden etkilenmeyen Enfield’ın içinde
bile kalıcı bir nefret hissi uyandıran bir yüz.
O andan itibaren Bay Utterson dükkânların olduğu arka
sokaktaki kapıyı sık sık ziyaret etmeye başladı. Sabah dükkân-
lar açılmadan önce, işlerin yoğun, zamanın kısıtlı olduğu öğ-
len vakitlerinde, şehrin tepesinde buğulu bir ay yükseldiği ka-
ranlık gecelerde, sokağın ışıl ışıl olduğu zamanlarda, cıvıl cıvıl
ya da tenha olduğu zamanlarda, avukat hep orada olmayı ken-
disine görev edinmişti.
“Eğer o Bay Hyde’sa [Saklanansa],” diye geçirdi içinden,
“Ben de Bay Seek’im [Arayanım].”*

*
Hyde ile “Gizlenmek” anlamına gelen İngilizce “Hide” sözcüğünün
okunuşu aynıdır. Ayrıca saklambacın İngilizcesi “hide-and-seek”tir. Ya-
zar burada “Mr. Hyde” ve “Mr. Seek” isimlerini kullanarak ve aynı za-

21
Sonunda sabrının mükâfatını aldı. Yağmursuz güzel bir ak-
şamdı; hava çok soğuktu, ayaz vardı; sokaklar bir dans salonu-
nun zemini kadar temizdi; rüzgâr olmadığından kımıldama-
yan sokak lambaları, muntazam ışık-gölge oyunları yapıyor-
du. Saat ona geldiğinde dükkânlar kapanınca arka sokak çok
tenhalaşmıştı ve hemen her yerden gelen Londra’nın alçak ses-
li, düşük perdeden gürültüsüne rağmen çok sessizdi. Uzaktan
ufak tefek sesler geliyordu; evlerin içinden taşan ailelerin sesle-
ri yolun iki tarafından da rahatça duyuluyordu; üzerine doğru
yaklaşan insanların gürültüsü uzunca bir süredir önden geli-
yordu. Bay Utterson kendisine yaklaşan tuhaf hafif ayak ses-
lerinin farkına vardığında birkaç dakikadır görev yerindeydi.
Çıktığı gece devriyelerinden uzun süredir alışık olduğu için,
çok uzakta olsa bile, şehrin yoğun uğultusu ve gürültüsünün
arasında tek bir kişinin farklı tınlayan ayak seslerini seçebi-
liyordu. Gene de, daha önce hiçbir zaman dikkatini hemen
kapan ve bırakmayan böyle yadırgatıcı keskin bir ses duyma-
mıştı; batıl inanca dayalı güçlü bir önseziyle avlunun girişine
çekildi.
Ayak sesleri hızla yaklaşıyordu, sokağın sonuna dönünce
birdenbire daha da yükseldiler. Girişten dışarıya doğru bakan
avukat çok geçmeden nasıl bir insanla muhatap olmak zorun-
da kalacağını görebildi. Ufak tefekti, çok sade giyinmişti ve
görünüşü, her nasılsa bu kadar uzaktan bile, ona bakan kişi-
nin yakınlık duymasını güçlü bir biçimde engelliyordu. Za-
man kazanmak için yolun karşısına geçerek dosdoğru kapıya
yöneldi; yaklaşınca sanki evine girmek üzere olan birisi gibi
cebinden bir anahtar çıkardı.
Bay Utterson dışarı çıktı, yanından geçmek üzere olan ada-
mın omzuna dokundu ve “Sanırım siz Bay Hyde’sınız,” dedi.

manda “hyde”ın okunuşuna dokundurarak ikili bir kelime/anlam oyu-


nu yapıyor. (ç.n.)

22
Bay Hyde tıslarcasına derin bir nefes alıp geri çekildi. Ama
korkusu sadece bir an sürdü; avukatın yüzüne bakmasa da,
gayet sakin ve soğukkanlı bir şekilde “Adım bu. Ne istiyorsu-
nuz?” diye karşılık verdi.
“Görüyorum ki içeri giriyorsunuz,” diye karşılık verdi avu-
kat. “Ben Dr. Jekyll’ın eski bir dostuyum –Gaunt Sokağı’ndan
Bay Utterson– ismimi duymuş olmalısınız; size rastlamışken
beni davet edersiniz diye düşündüm.”
Bay Hyde anahtarı deliğe sertçe sokarken “Ama Dr. Jekyll’ı
göremezsiniz; evde değil,” diyerek yanıt verdi. Derken âniden
ama gene kafasını kaldırıp bakmadan, “Peki, beni nasıl tanı-
dınız?” diye sordu.
“Bana bir iyilik yapar mısınız?” dedi Bay Utterson.
“Hayhay,” diye cevap verdi öbürü. “Benden istediğiniz ne-
dir?”
“Müsaadenizle yüzünüze bakabilir miyim?” diye sordu
avu­kat.
Bay Hyde tereddüt eder gibiydi, sonra sanki âni bir refleks-
le meydan okurcasına öne doğru bir adım attı ve ikisi birkaç
saniye neredeyse gözlerini hiç ayırmadan birbirlerine baktılar.
“Şimdi sizi nerede görsem tanırım” dedi Bay Utterson. “Belki
işe bir faydası olur.”
Bay Hyde “Evet,” diye cevap verdi, “tanışmasak da, karşı-
laştığımız iyi oldu; bu arada yeri gelmişken, adresimi de vere-
yim.” Ve Soho’da bir sokaktaki bir evin kapı numarasını söy-
ledi.
Bay Utterson “Aman Tanrım!” diye geçirdi içinden, “onun
aklından da vasiyet geçiyor olabilir mi?” Fakat duygularını
kendine sakladı ve adresi mırıldanmakla yetindi.
“O halde,” dedi öbürü, “beni nasıl tanıdınız?”
“Sizi tarif etmişlerdi,” diye yanıtladı.
“Kim tarif etti?”

23
“Ortak arkadaşlarımız var,” dedi Bay Utterson.
“Ortak arkadaşlar mı?” diye tekrarladı Bay Hyde, biraz bo-
ğuk bir sesle. “Peki, kimmiş bunlar?”
“Sözgelimi Jekyll,” dedi avukat.
Bay Hyde öfkeden kıpkırmızı kesilerek “Bunu asla yapma-
dı,” diye patladı. “Yalan söyleyeceğinizi düşünmezdim.”
“Hadi ama,” dedi Bay Utterson, “bu hiç de uygun bir dil
değil.”
Öbürü yüksek sesle hırlayarak vahşice güldü ve bir an son-
ra, olağanüstü bir çeviklikle kapının kilidini açıp evin içinde
gözden kayboldu.
Bay Hyde yanından gidince avukat hoşnutsuz bir bakışla
bir süre öylece kımıldamadan kalakaldı. Sonra birkaç adım-
da bir durup, kafası karışmış birisi gibi elini alnına koyarak,
ağır ağır sokağı tırmanmaya başladı. Yürürken zihninde evirip
çevirdiği, kolay çözülebilecek türden bir mesele değildi. Bay
Hyde solgun ve cücemsiydi, adını koyabileceğiniz bir sakat-
lığı olmamasına rağmen biçimsiz bir görünüme sahipmiş iz-
lenimi veriyordu; çirkin bir gülümsemesi vardı, avukata karşı
çekingenlikle cüretkârlık arasında canice bir tavır takınmıştı;
genizden gelen boğuk, fısıldar gibi ve biraz çatallaşmış bir sesle
konuşuyordu; tüm bunlar onun için eksi puandı, ama tama-
mı bile, Bay Utterson’un adama karşı duyduğu ve şu âna dek
tanımlayamadığı tiksinme, nefret ve korku hislerini açıklama-
ya yetmiyordu. “Başka bir şey olmalı,” dedi aklı karışmış beye-
fendi. “Adlandırmakta zorlansam da, mutlaka daha başka bir
şey olmalı. Tanrı beni affetsin, ama adama insan demek bile
zor! Mağara adamı gibi bir şey mi acaba, öyle diyebilir miyiz
ki? Yoksa şu bildik Dr. Fell* hikâyesi gibi mi? Ya da basitçe tes-

*
İngiliz hiciv şairi Tom Brown’ın 1680’de sözlerini yazdığı “Seni sev-
miyorum Doktor Fell” isimli ninniye konu olan İngiliz ilahiyatçı ve
akademisyen John Fell; onlara ilişkin anekdot Fell’in dekanlık yaptığı

24
tiden sızıp şekil değiştiren kötü bir ruhun dışa yansıması mı?
Evet, bu olsa gerek; ah benim zavallı eski dostum Henry Jekyll,
alnında Şeytan damgası taşıyan bir yüz gördüysem kazara, olsa
olsa senin bu yeni arkadaşının yüzüdür.”
Arka sokağın köşesinden dönünce, artık büyük ölçüde eski
değerini yitirmiş ve kartograflar, mimarlar, entrikacı avukatlar
ve ne yaptığı belirsiz kuruluşların temsilcileri gibi her türden
insana kat kat, oda oda kiralanan eski güzel evlerle kaplı bir
meydana çıkıyordunuz. Ama aralarında biri vardı ki diğerle-
rinden farklıydı: köşeyi dönünce ikinci sıradaki evde hâlâ tek
bir kişi oturuyordu; Bay Utterson yelpaze-penceresi* dışında
artık tamamen karanlığa gömülü, üzerine büyük bir zenginlik
ve konfor havası sinmiş olan bu evin önünde durup kapısını
çaldı. İyi giyimli yaşlıca bir uşak açtı kapıyı.
“Dr. Jekyll evde mi, Poole?” diye sordu avukat.
Poole “Bakayım, Bay Utterson,” derken konuğu zemini taş
döşeli, alev alev yanan, kır evi tarzında açık bir şöminenin ısıt-
tığı, pahalı meşe dolaplarla kaplı büyük, basık tavanlı, konfor-
lu, bir salona götürdü. “Burada şöminenin yanında mı bekler-
siniz, efendim? Yoksa yemek odasınınkini sizin için yakmamı
mı istersiniz?”
“Burada beklerim, teşekkür ederim,” dedi avukat ve şömi-
nenin önündeki uzun parmaklığa yaklaşıp yaslandı. Şimdi yal-
nız başına kaldığı bu salon, arkadaşı doktorun evde en sevdiği
köşeydi; Utterson’un kendisi de buradan Londra’nın en güzel
salonu diye söz etmeyi alışkanlık edinmişti. Ama nedense bu
gece tüylerini ürpertiyordu; Hyde’ın yüzü belleğine kazınmış-
tı; (başına pek sık gelmemesine rağmen) hayattan tiksinme ve
bir mide bulantısı hissediyordu; üzerindeki bu karanlık ruh
haliyle, cilalı kütüphaneye yansıyan şöminenin titrek alevin-

dönemde öğrencisi olan Brown’ı haylazlık yaptığı gerekçesiyle okuldan


atmasıyla ilgilidir. (ç.n.)
*
Kapı üstündeki açık yelpaze şeklinde pencere. (ç.n.)

25
de ve tavanın korkutucu gölgesinde bir tehdit sezinler gibiydi.
Poole’un Dr. Jekyll’ın dışarıya çıktığını bildirmek için gelme-
sinin içini rahatlamasından ötürü utandı.
“Bay Hyde’ı o eski teşrih* odasının kapısından girerken gör-
düm Poole,” dedi. “Demek, Dr. Jekyll evde değil, öyle mi?”
“Kesinlikle efendim,” diye yanıt verdi uşak. “Bay Hyde’ın
kendi anahtarı var.”
Bay Utterson dalgın bir ifadeyle “Efendin bu genç adama
epey güveniyor gibi, Poole,” diye devam etti.
“Evet efendim, aynen öyle,” dedi Poole. “Hepimize onun
dediklerine itaat etmemizi emretti.”
“Burada Bay Hyde’la hiç karşılaştım mı acaba?” diye sor-
du Utterson.
“Hay Allah! Hayır efendim. Buraya hiç akşam yemeğine
gelmedi,” diye yanıtladı uşak. “Aslında evin bu kanadında ona
pek rastlamayız; çoğunlukla laboratuvara gelir, gider.”
“Pekâlâ, iyi geceler, Poole.”
“Size de iyi geceler, Bay Utterson.” Avukat gönülsüzce evi-
nin yolunu tuttu. “Zavallı Henry Jekyll,” diye düşündü, “içi-
me bir şüphe düştü, başı dertte sanırım! Gençken biraz tuhaf-
tı; epey oldu elbette; ama Tanrı’nın adaletinde zamanaşımı ol-
maz. Evet, mutlaka böyle olmalı; eskiden işlenmiş bir günahın
hayaleti, örtbas edilmiş bir ayıbın belası olsa gerek: ceza tam
da bellek bu hatayı unuttuktan ve kendini beğenme affettikten
yıllar sonra gelir (PEDE CLAUDO**). Bu düşüncesinden kor-
kuya kapılan avukat, kutu açılınca içinden fırlayan yaylı kukla
gibi, olur da eski bir suçu açığa çıkıverirse diye, bir süre ken-
di geçmişine dalarak hafızasını köşe bucak yokladı. Geçmişi

*
Hastane veya tıp fakültesinde öğretim, araştırma ve inceleme için ana-
tomik dilimleme yapılan oda. (ç.n.)
**
Romalı şair Horatius’un bir deyişi; tam hali “pede poeno claudo”dur ve
“ceza ağır aksak gelir” anlamındadır. (ç.n.)

26
neredeyse tertemizdi; geçmişinin gizli dosyalarını çekinmeden
karıştırabilen pek çıkmaz; yapmış olduğu birçok kötü şeyden
ötürü kendini küçülmüş hissetti, ama gene de birçok şeyi de
az kalsın yapacakken kendine hâkim olup yapmadığına şükre-
dip, makul ve derin bir şükran duygusuyla başını tekrar dik-
leştirdi. Kafasındaki ilk konuya dönünce bir umut ışığı buldu.
“Bu Hyde Efendiyi güzelce araştırsaydık,” diye düşündü, “kim
bilir ne sırlarını açığa çıkarırdık? Onu bir yoklasak ne karanlık
yönlerini bulurduk; zavallı Jekyll’ın en karanlık suçunun bile,
yanında günışığı gibi kalacağı ne karanlık sırlarını keşfederdik.
Hiçbir şey aynı kalmaz. Bu mahlûkun Harry’nin çatısı altında
bir hırsız gibi onu soyduğunu, ondan çalıp çırptığını düşün-
mek bile içimi ürpertiyor; zavallı Harry, nasıl bir hayal kırıklığı
olur onun için! Peki ya tehlikesi; bu Hyde efendi vasiyetname-
den haberdar olmaya görsün, mirasa bir an önce konmak için
sabredemeyebilir. Evet, bu işe dört elle sarılmalıyım, yeter ki
Jekyll izin versin,” diyerek düşünmeye devam etti, “Jekyll izin
versin yeter.” Vasiyetnamedeki tuhaf maddeler son derece açık
ve net bir şekilde bir kez daha gözünün önünden geçti.

27
Dr. Jekyll’ın İçi Rahattı

İki hafta sonra doktor, fevkalâde bir şans eseri, hepsi de zeki
ve saygıdeğer kişilerden oluşan ve iyi şaraptan anlayan beş, altı
eski dostuna hoş akşam yemeği davetlerinden birini verdi; Bay
Utterson bir yolunu bulup diğerleri ayrıldıktan sonra orada
kaldı. Bu hiç de alışılmadık bir durum değildi, defalarca yaşa-
mışlardı. Utterson sevildiği yerde, tam sevilirdi. Yaygaracı, şen
şakrak, çenesi düşük tiplerin bir ayağı eşikteyken, ev sahiple-
ri bu soğuk avukatı alıkoymak isterlerdi; onun içine kapanık,
ketum ahbaplığıyla bir süre daha vakit geçirmek hoşlarına gi-
derdi, böylece adamın değerli sessizliğinde zihinlerini dinlen-
direrek, kendi yalnızlıklarını deneyimleyerek şen şakrak orta-
mın yorgunluğunu ve bitkinliğini üzerlerinden atarlardı. Dr.
Jekyll da bu kurala bir istisna teşkil etmiyordu; iri yarı, sağlam
yapılı, güleryüzlü, elli yaşındaki, belki biraz kurnaz görünse
de, zeki, becerikli ve nazik olduğu her halinden belli olan bu
iyi huylu adamın, şimdi şöminenin karşısında otururken, Bay
Utterson’a yönelttiği bakışlarındaki samimiyeti ve sıcaklığı gö-
rebilirdiniz.
“Jekyll, seninle bir şey konuşmak istiyordum” diye söze baş-
ladı Bay Utterson. “Hani senin şu vasiyetnamen vardı ya?”

28
Keskin bir gözlemci bunun nahoş bir konu olduğu sonu-
cunu çıkarabilirdi; ama doktor neşeyle karşıladı. “Ah benim
zavallı Utterson’um,” dedi, “Böyle bir müvekkilin olduğu için
ne kadar da bahtsızsın. Vasiyetimi senin kadar dert edinen bi-
risine daha rastlamadım şimdiye kadar; tabii benim bilimsel
fikirlerimi aykırı bulmasına bakılırsa, o eski kafalı, ukala Lan-
yon’un haricinde. Tamam –öyle kaşlarını çatma hemen– bili-
yorum iyi birisi, mükemmel bir adam hattâ; keşke daha çok
görüşsek; ama buna rağmen eski kafalı ukalanın teki; cahil,
küstah bir çokbilmiş. Beni Lanyon kadar hayal kırıklığına uğ-
ratan başka kimse olmadı.”
Utterson söylenenlere hiç aldırmayarak konunun peşini bı-
rakmadı ve “Bunu hiçbir zaman onaylamadığımı biliyorsun,”
dedi.
“Vasiyetimi mi diyorsun? Evet, bunu kesinlikle biliyorum,”
dedi doktor, birazcık sert bir tonda. “Bana öyle demiştin.”
“Tamam, o zaman bir kez daha diyorum,” diye devam etti
avukat. “Genç Hyde hakkında bir şey öğrendim.”
Dr. Jekyll’ın beti benzi attı; gözleri karardı, iri güzel yüzü
limon gibi sarardı. “Daha fazla duymak istemiyorum,” dedi.
“Vasiyet konusunu kapattığımızı sanıyordum.”
Utterson “Çok fena bir şey duydum,” dedi.
“Bu hiçbir şeyi değiştirmez. İçinde bulunduğum durumu
anlamıyorsun,” diye karşılık verdi doktor, tutarsız bir hali var-
dı. “Çok kötü bir durumdayım, Utterson; vaziyetim çok tuhaf
–gerçekten çok tuhaf. Konuşarak halledilemeyecek bir mese-
le bu.”
“Jekyll,” dedi Utterson, “Beni tanırsın. Güvenilir birisiyim-
dir. Rahatlıkla içini döküp itiraf edebilirsin, hiç kimseye bir
şey söylemem, sırrını saklarım; hiç şüphen olmasın, seni bu
durumdan kurtarabilirim.”

29
“Utterson çok iyi bir arkadaşsın,” dedi doktor, “gerçekten
çok iyisin, çok dürüst ve açık sözlüsün, sana nasıl teşekkür
edeceğimi bilemiyorum. Söylediklerine tamamen katılıyo-
rum; sana tanıdığım herkesten daha fazla güvenirim; hattâ bir
seçim yapmam gerekse, kendimden bile fazla güvenirim; ama
gerçekten de, iş senin zannettiğin gibi değil; o kadar da kötü
bir durum yok; ne olur, içini ferah tut, beni hiç dert etme; bu
konuda sadece tek bir şey söyleyeyim: Canım ne zaman isterse
Bay Hyde’dan kurtulabilirim. Gel el sıkışıp anlaşalım; sana çok
ama çok teşekkür ederim, sağ olasın; alınmayacağını umarak
tek bir şey eklemek istiyorum, Utterson: Bu kişisel bir mesele,
senden rica ediyorum daha fazla üzerine gitme, unut gitsin.”
Utterson ateşe bakıp biraz düşündü.
“Kesinlikle haklısın,” dedi sonunda, ayağa kalkarken.
Doktor, “Madem bu konuya girdik ki umarım bu son olur,”
diye konuşmaya devam etti, “anlamanı istediğim bir husus var.
Zavallı Hyde’la gerçekten çok yakından alâkadar oluyorum.
Onu gördüğünü biliyorum; kendisi söyledi; korkarım kabalık
etmiş. Ama tüm samimiyetimle söyleyeyim ki bu genç adam-
la yakından ilgileniyorum; gerçekten çok ama çok yakından
ilgileniyorum; bana söz vermeni istiyorum Utterson, ortadan
kaybolacak olursam, ona karşı hoşgörülü olacaksın ve hakkını
almasına yardım edeceksin. Her şeyi bilsen bunu zaten yapar-
dın; söz verirsen artık kafamdaki yükten kurtulup rahatlaya-
cağım.”
Avukat “Onu seviyormuş gibi numara yapamam,” dedi.
“Senden bunu istemiyorum,” diye rica etti Jekyll ve arka-
daşının koluna girdi; “Sadece adalet talep ediyorum; artık bu-
ralarda olmadığımda sırf benim için ona yardım etmeni isti-
yorum.”
Utterson kendine engel olmayıp iç çekti. “Peki,” dedi, “Söz
veriyorum.”

30
Bir Cinayet Vakası: Carew Cinayeti

Yaklaşık bir yıl sonra, 18– yılının Ekim ayında Londra görül-
medik bir vahşetle işlenmiş bir suçla çalkalanıyordu; kurbanın
yüksek mevkiden biri olması, olayı daha da çarpıcı kılıyordu.
Ayrıntılar az ama dehşet vericiydi. Nehirden pek de uzak ol-
mayan bir evde yalnız yaşayan bir hizmetçi kız saat on bir gibi
yatmak için üst kata çıkmıştı. Sis, şehri erkenden kaplasa da,
gecenin ilk saatlerinde hava bulutsuzdu ve dolunay hizmetçi-
nin penceresinin baktığı dar sokağı pırıl pırıl aydınlatıyordu.
Pencerenin hemen yanındaki sandığının üzerine oturup ha-
yallere daldığına bakılırsa, kız romantik tabiatlıydı. Hiç kim-
seyle bir derdi yoktu, herkese karşı gönlü rahattı, dünya ona
göre güzel bir yerdi (olayı anlatırken gözyaşlarına boğulmuş-
tu). Gene böyle otururken, kır saçlı, yaşlı ve hoş bir beyefen-
dinin sokağa yaklaştığını fark etti; ilk başta dikkatinden kaçan
çok ufak tefek başka bir beyefendinin buluşmak için yaşlı ada-
ma doğru ilerlediğini gördü. Konuşma mesafesine geldiklerin-
de (tam da kızın penceresinin altına denk düşüyordu) yaşlı
adam başıyla selam verip, aşırı kibar bir şekilde öbürüne bir
şeyler söylemişti. Konuşmanın konusu çok önemli değilmiş
gibiydi; aslında el kol hareketlerine bakılırsa, bazen sadece yol
tarifi alıyormuş gibi görünüyordu; adam konuşurken ay ışığı
adamın yüzünü parıldatıyordu; bu manzara kızın çok hoşuna
gitmişti, bu kadar masumane, eski usul bir nezaket, ama gene
de beraberinde, oturmuş bir kendinden hoşnutluğa dayalı asil
bir havayı teneffüs etmek gibiydi. Bir an için kızın gözü diğe-
rine kaydı; onun daha önce bir kez efendisini ziyarete gelmiş
ve kızın içinde nefret uyandırmış olan Bay Hyde adındaki kişi
olduğunu fark edince şaşırmıştı. Elinde tuttuğu ağır bastonla
oynuyordu; ama yaşlı adama tek kelime etmemişti ve onu zapt
edemediği bir sabırsızlıkla dinliyor gibiydi. Ansızın patlayıp,
dizginleyemediği büyük bir öfkeye kapıldı; ayağını yere vuru-
yor, bastonunu sallıyor ve (hizmetçi kızın ifadesine göre) de-
lirmiş gibi davranıyordu. Yaşlı beyefendi biraz incinmiş, daha
çok da şaşırmış gibi bir adım geri kaçtı; bunun üzerine bir-
denbire kendisini kaybeden Bay Hyde, adam yığılıp kalana
dek elindeki bastonla ona vurdu. Ardından da tıpkı bir may-
mun gibi öfkeden kudurmuş halde kurbanının üzerine çıkıp,
ayaklarıyla tepinmeye başladı; maruz kaldığı bu darbe sağana-
ğıyla yaşlı adamın kırılan kemiklerinin çatırtısı duyuluyordu;
sonunda cesedi yolun ortasına yuvarladı. Gördüğü bu sahne-
nin ve duyduklarının dehşetiyle hizmetçi kız kendinden geçip
bayılmıştı.
Kendine gelip polise haber verdiğinde saat iki olmuştu. Ka-
til uzun süre önce gitmişti; ama kurbanı, hayal bile edilemeye-
cek şekilde paramparça vaziyette, sokağın ortasında yatıyordu.
Cinayetin işlendiği baston az bulunur cinsten, çok sert ve ağır
bir tahtadandı; bu hunharca vahşetin baskısıyla tam ortadan
kırılmıştı; kırık parçalardan biri yolun kenarındaki suyoluna
yuvarlanmıştı –hiç şüphe yok ki diğer parçayı katil alıp götür-
müştü. Kurbanın üzerinde bir para kesesi ve bir altın saat bu-
lundu: ama ne bir kimlik belgesi ne de bir kartvizit vardı, sa-
dece mühürlü ve damgalı bir zarf çıktı, muhtemelen onu pos-

32
taneye götürüyordu ve zarfın üzerinde Bay Utterson’un adı ve
adresi yazılıydı.
Zarf ertesi sabah erkenden, daha yatağından bile çıkma-
mışken avukata götürüldü; avukat zarfı görüp, olay kendisine
anlatılır anlatılmaz, dudağını büzüp resmî bir açıklama yaptı:
“Cesedi görene kadar hiçbir şey söylemeyeceğim. Bunun çok
ciddi sonuçları olabilir. Ben üzerimi değiştirene kadar bekle-
menizi rica ediyorum.” Ve yüzündeki ciddiyette en ufak deği-
şiklik olmaksızın, alelacele kahvaltısını edip, cesedin götürül-
düğü polis karakoluna doğru yola koyuldu. Cesedin tutuldu-
ğu odaya girer girmez başını salladı.
“Evet,” dedi, “Onu tanıyorum. Üzülerek söylemeliyim ki
bu Sör Danvers Carew.”
“Aman Tanrım,” dedi polis memuru, “Bu mümkün mü?”
Bir an sonra, gözleri meslekî bir tutkuyla parıldadı. “Epey gü-
rültü koparacak,” dedi. “Belki de katili bulmamıza yardımcı
olur­sunuz.” Sonra hizmetçi kızın ifadesini kısaca aktardı ve
bas­tonun kırık parçasını gösterdi.
Hyde’ın ismini duyar duymaz Mr. Utterson’u zaten bir
korkudur almıştı; ama bastonu görünce, artık şüphesi kalma-
dı; kırılmış ve yıpranmış olsa da, yıllar önce Henry Jekyll’a he-
diye etmiş olduğu bastonu hemen tanıdı.
“Bu Bay Hyde dediğiniz kişi, ufak tefek birisi mi?” diye
sordu.
Polis şöyle dedi: “Hizmetçi kız onu aşırı ufak tefek ve son
derece kötü birisine benziyor diye tarif etmişti.”
Bay Utterson düşüncelere daldı, sonra başını kaldırıp şöyle
dedi: “Benimle gelirseniz sizi evine götürebilirim.”
Şimdi saat sabahın dokuzuydu ve mevsimin ilk sisi çök-
müştü. Kahverengimsi büyük bir örtü gökyüzünü karartmıştı,
ama rüzgâr savaş hazırlığındaki bulutlara hiç durmadan saldı-
rıp onları bozguna uğratıyor, dağıtıyordu; öyle ki, kiraladıkları

33
at arabası sokaklar arasında kıvrılarak ilerlerken Bay Utterson
tan kızıllığının pek çok harikulâde rengini farklı açılardan sey-
rediyordu; burada hava hâlâ akşamın son saatleriymiş gibi ka-
ranlıktı; sanki büyük tuhaf bir yangının aydınlığı gibi bir kızıl-
lık kaplamıştı havayı; sis bir an için dağılır gibi oldu ve sis bu-
lutlarının arasından cılız bir günışığı demeti şöyle bir parlayıp
söndü. Bir görünüp bir kaybolan bu farklı manzaralar eşliğin-
de karanlık ve kasvetli bir mahalle izlenimi uyandıran Soho,
çamurlu yolları, sokaklarda gezinen hırpani insanlar, asla sön-
meyen ya da tekrar sökün eden bu hazin karanlıkla mücadele
etmek için sürekli yeniden yakılan lambalarıyla avukatın gö-
zünde bir kâbusun tam ortasındaki bir şehrin manzarası gibi
görünüyordu. Ayrıca aklından büsbütün karanlık düşünceler
geçiyordu; arabada kendisine eşlik eden kişiye baktığında, ada-
letin ve kanun memurlarının bazen en dürüst insanlara bile
musallat olan korkutuculuğundan bir dokunuş hissetti.
Araba söylenen adresin önünde durduğunda sis biraz da-
ğılmıştı; bir anda gözünün önünde kasvetli, pis bir sokak, bir
meyhane, ucuz bir Fransız lokantası, ucuz romanlar ve çok
ucuz salatalar satan bir dükkân, kapı önlerinde toplanmış, yır-
tık pırtık giysiler içinde bir sürü çocuk, sabah kahvelerini iç-
mek için anahtarları ellerinde dışarıya çıkmış farklı milletten
pek çok kadın belirdi; sis tekrar ortalığı kapladı ve her şey bir-
denbire kırmızı kahverengiye boyanıp onu çevresindeki rezil
ortamdan kopardı. Burası Henry Jekyll’ın çeyrek milyon ster-
linlik mirasını bıraktığı gözdesinin, varisinin eviydi.
Soluk yüzlü, beyaz saçlı yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Riyakâr-
lık okunan yüzünde suratsız bir ifade vardı; ama hali tavrı
mükemmeldi. Evet, burası Bay Hyde’ın evi dedi, ama kendisi
evde değildi; o gece çok geç gelmiş, yarım saat geçmeden tek-
rar gitmişti; bunda bir tuhaflık yoktu; alışkanlıkları çok alı-
şılmadıktı ve çoğunlukla orada bulunmazdı; sözgelimi, onu
düne kadar görmeyeli neredeyse iki ay olmuştu.

34
“İyi o halde, evin odalarına bakalım,” dedi avukat; kadın
bunun mümkün olmadığını anlatmaya başlayınca da ekledi:
“En iyisi bu beyefendinin kim olduğunu size söyleyeyim. Scot-
land Yard’dan Müfettiş Newcomen.”
Kadının yüzünde mide bulandırıcı bir sevinç pırıltısı belir-
di. “Ah!” dedi, “Başı dertte mi! Ne yaptı?”
Bay Utterson ile müfettiş fikir alışverişinde bulundular.
Müfettiş “Pek de popüler birisine benzemiyor,” diyerek gö-
rüşünü bildirdi. “O halde, hanımefendiciğim izin verin de bu
beyefendiyle birlikte etrafı bir kolaçan edelim.”
Bay Hyde, yaşlı kadının kullandığı kısımlar dışında tama-
men boş olan evin sadece birkaç odasını kullanıyordu; ne var
ki, bu odalar da göz zevkini okşayacak şekilde pahalı eşyalarla
döşenmişti. İçi şarap dolu bir büfe; tabaklar gümüş, sofra ta-
kımları çok şıktı; duvarda güzel bir resim asılıydı, bu (Utter-
son’a göre) sanattan iyi anlayan Henry Jekyll’ın bir armağanı
olmalıydı; kat kat halıların renkleri uyumluydu. Halihazırda
odalar kısa süre önce alelacele talan edilmişliğin izlerini taşı-
yordu; cepleri çıkarılmış giysiler, yere saçılmıştı; kilitli çekme-
celer açık bırakılmıştı; şöminede gri küllerden bir öbek var-
dı sanki birtakım belgeler yakılmıştı. Müfettiş sönmekte olan
ateşten yeşil bir çek defterinin ateşin etkisine direnen koçanını
çekip çıkardı; bastonun öbür yarısı kapının arkasında bulun-
du ve bu, kuşkularını perçinlerken polis memuru sevindiğini
gizleyemedi. Hele bir de bankaya kısa bir ziyaret yapıp, kati-
lin hesabına binlerce pound yatırıldığını öğrenince tamamen
tatmin oldu.
Bay Utterson’a şöyle dedi: “Buna güvenebilirsiniz efendim.
Artık elimde. Aklını kaybetmiş olmalı, yoksa bastonu asla ora-
da bırakmazdı, hattâ hepsinden önemlisi de çek defterini ya-
kar mıydı? Çünkü parasız hiçbir şey yapamaz. El ilanları dağı-
tıp, onu bankada beklememiz yeterli artık.”

35
Ama bu o kadar kolay bir iş değildi; çünkü Bay Hyde’ı ta-
nıyanların sayısı neredeyse yok denecek kadar azdı –hattâ hiz-
metçi kızın efendisi bile adamı yalnızca iki kez görmüştü; ai-
lesinin nerede olduğuna dair hiçbir iz yoktu; bir fotoğrafı bile
yoktu; üstelik onu tarif edebilen kişilerin ifadeleri de, sıradan
gözlemcilerden bekleneceği üzere, farklı farklıydı. Sadece tek
bir noktada anlaşabiliyorlardı: kaçağın onu görenler üzerinde
bıraktığı çarpıcı izlenim; adam akıllarından bir türlü çıkma-
yan, kelimelerle ifade edilemeyen biçimsiz bir çirkinliğe sa-
hipti.

36
Mektup Olayı

Bay Utterson öğleden sonra geç vakitlerde kendisini Dr. Jeky-


ll’ın evinin kapısında buldu; Poole onu hiç bekletmeden içeri
aldı ve mutfağa indirip, eskiden bahçe olan bir avludan geçire-
rek, hiç alâkası yokken laboratuvar veya teşrihhane denilen bi-
naya götürdü. Doktor evi ünlü bir cerrahın varislerinden satın
almıştı; anatomik olmaktan çok kimyasal olan kişisel beğeni-
si bahçenin ucundaki yapının yazgısını değiştirmişti. Avukat,
dostunun evinin bu bölümüne ilk kez kabul ediliyordu; loş ve
izbe, penceresiz yapıya merakla göz gezdirdi ve bir zamanlar
meraklı öğrencilerin doldurduğu, şimdiyse kimyasal düzenek-
lerle kaplı masalarla dolu, yerlere kırık dökük ambalaj sandık-
ları ve ambalaj samanları saçılmış, karanlık kubbesinden sı-
zan soluk ışığın aydınlattığı sessiz ve tenha eski ameliyathane-
den geçerken etrafına yadırgamadan kaynaklanan bir tiksinme
duygusuyla göz gezdirdi. Öbür ucunda ise merdiven basamak-
ları, kırmızı çuha kaplı bir kapıya tırmanıyordu; Bay Utterson
buradan geçerek sonunda doktorun yanına kabul edildi. Bu-
rası her tarafı cam kapaklı dolaplarla kaplı ve bir sürü eşyanın

37
yanısıra bir endam aynası* ve bir toplantı masası ve avluya ba-
kan üstü tamamen toz kaplı, demir parmaklı üç penceresi olan
büyük bir odaydı. Şöminesi yanıyordu; şöminenin üstündeki
rafta yanan bir lamba vardı, zira sis evlerin içini bile kaplamaya
başlamıştı; Dr. Jekyll ateşe yakın oturmuştu ve hasta gibi gö-
rünüyordu. Konuğunu karşılamak için ayağa kalkmadı, ama
soğuk bir el uzattı ve değişik bir sesle hoş geldin diyerek avu-
katı selamladı.
Poole yanlarından gider gitmez Bay Utterson “Şimdi, söyle
bakalım, haberi aldın mı?” dedi.
Doktor ürperdi. “Her yerde bas bas bağırıyorlar. Ta yemek
odasından bile duydum.”
“Tek şey söyleyeyim,” dedi avukat. “Carew müvekkilimdi,
ama sen de öyle ve ne yaptığımdan emin olmak isterim. Bu
adamı saklayacak kadar çıldırmış olamazsın, değil mi?”
“Utterson, Tanrı şahidimdir ki.” diye bağırdı doktor, “Tan-
rı’nın üzerine yemin ederim ki onu bir daha asla görmeyece-
ğim. Onunla ilişkimi tamamen bitireceğime dair sana şerefim
üzerine söz veririm. Tamamen bitti. Aslında benim yardım et-
memi de istemiyor; onu benim kadar iyi tanımıyorsun; artık
kimseye zarar verecek durumda değil; hem de hiç; şuraya yazı-
yorum, bir daha hiç kimse adını bile duymayacak.”
Avukat kederle dinledi; arkadaşının hummalı tarzından
hoşlanmamıştı. “Ona çok güveniyor gibisin,” dedi; “kendi iyi-
liğin için umarım haklısındır. Bir dava açılacak olursa, ismin
olaya karışabilir.”
“Ona güvenim sonsuz,” diye yanıt verdi Jekyll; “Bunun için
hiç kimseye söyleyemeyeceğim haklı nedenlerim var. Ama bir
konuda akıl verebilirsin. Bir –bir mektup aldım; polise bildi-
rip bildirmeme konusunda kararsız kaldım. Bu mektubu sana

*
Yatay bir eksen etrafında dönebilen büyük boy aynası. (ç.n.)

38
teslim etmek istiyorum, Utterson; akıllıca bir nasihat verece-
ğinden eminim; işte sana bu kadar çok güveniyorum.”
“Galiba mektubun onun yakalanmasına yol açabileceğin-
den korkuyorsun, değil mi?” diye sordu avukat.
“Hayır,” dedi öbürü. “Hyde’a ne olacağını umursadığımı
söyleyemem; onunla işim tamamen bitti. Bu lanet işin tehli-
keye attığı itibarımı düşünüyorum sadece.”
Utterson bir süre düşündü; arkadaşının bencilliğine şaşır-
mıştı, ama gene de bu onu rahatlatmıştı. “Pekâlâ,” dedi sonun-
da, “mektuba bir bakayım.”
Mektup tuhaf, dikey bir el yazısıyla yazılmıştı ve “Edward
Hyde” diye imzalanmıştı: oldukça kısa ve öz bir biçimde şöy-
le diyordu: Mektubu yazan kişi, yaptığı sonsuz cömert iyili-
ğin karşılığını çok uzun zamandır ödeyemediği velinimeti Dr.
Jekyll’ın, güvenliğinden endişe ederek bir şey yapmasına ge-
rek olmadığını ve icap ederse elinde kullanabileceği sağlam
bir kurtuluş yolu bulunduğunu söylüyordu. Mektup avukatın
epey hoşuna gitmişti; arayıp da bulamadığı gizliliği daha iyi
bir kıvama getiriyordu; geçmişteki bazı kuşkularından ötürü
kendisini suçladı.
“Zarfı sende mi?” diye sordu.
“Yaktım,” diye yanıt verdi Jekyll, “Ne olduğunu bile anla-
yamadan üstelik. Ama üzerinde hiç posta damgası yoktu. Elle
yazılmıştı.”
Utterson “Bunu alıp üzerinde biraz düşünebilir miyim?”
diye sordu.
Jekyll’ın yanıtı “Keşke benim yerime kararı sen versen, ken-
dime olan güvenimi tamamen kaybettim.” oldu.
“Peki, bunu dikkate alacağım,” diye karşılık verdi avukat.
“Öyleyse tek bir şey daha soracağım: Vasiyetinde ortadan kay-
bolmanla ilgili şartları Hyde mı yazdırttı?”

39
Doktorun başı dönüyor, midesi bulanıyor gibi bir hali var-
dı: çenesini sıkıp başını salladı.
“Bundan emindim” dedi Utterson. “Seni öldürmeyi planlı-
yordu. Paçayı iyi kurtardın.”
Doktor büyük bir ciddiyetle karşılık verdi: “Maksadını faz-
lasıyla aştı. Dersimi aldım –Aman Tanrım, Utterson, hem de
ne ders!” Bir an için elleriyle yüzünü kapattı.
Avukat çıkmak üzereyken durdu ve Poole ile bir, iki kelime
etti. Laf arasında “Aklıma gelmişken,” dedi, “bugün elden bir
mektup teslim edilmiş: Mektubu getiren ulak nasıl birisiydi?”
Ama Poole postacı dışında bir şey getiren olmadığından ke-
sinlikle emindi ve “bunlar da sadece genelgelerdi,” diye ekledi.
Bu haber misafiri tazelenmiş korkularla uğurladı. Mek-
tubun laboratuvarın kapısına kadar getirilmiş olduğu kesin-
di; aslında büyük bir olasılıkla orada yazılmıştı; şayet öyleyse,
farklı değerlendirilmeli ve daha dikkatli ele alınmalıydı. Gi-
derken kaldırımdaki gazete satıcıları boğuk sesle bağırıyorlar-
dı: “Özel Baskı! Parlamento Üyesinin Korkunç Cinayeti!” Bu,
aynı zamanda müşterisi de olan bir dostunun cenaze haberiy-
di; elinde olmadan, bir diğerinin de skandalın girdabına yaka-
lanarak itibarının lekeleneceğinden endişelendi. Hiç olmazsa,
alması gereken nazik bir karar vardı; yaradılışı gereği özgüvenli
olsa da, içinde tavsiye almak için bir istek uyanmaya başladı.
Doğrudan olmak zorunda değildi; belki de kendisi bizzat bu
öğüdün peşine düşmeliydi.
Hemen ardından, şöminenin karşısında bir tarafta kendisi,
öbür tarafta başkâtibi Bay Guest ve tam ortalarında da, evinin
mahzeninde güneş görmeden bekletilmiş özel bir şişe yıllan-
mış şarap ile birlikte, ateşe iyi ölçülmüş bir mesafede oturu-
yorlardı. Sis, yakut gibi parıldayan lambalarıyla uykuya dalmış
şehrin üzerine çökmüş uçuşuyordu; her yeri sarıp kaplayan bu
çökmüş bulutların arasında şehrin yaşamı güçlü bir rüzgâr gibi
uğuldayarak ana caddelerde hâlâ devam ediyordu. Şöminede

40
yanan ateş odayı aydınlatıyordu. Şişenin asidi uzun süre önce
kaçmıştı; pencerelerdeki vitrayın renkleri canlanırken, dışarı-
daki yoğun morluk zamanla azalmıştı; sıcak sonbahar öğleden
sonralarının yamaçtaki üzüm bağlarına vuran kızıllığı, Lond-
ra’nın sisini azat edip yaymaya hazırdı. Avukat farkına varma-
dan yavaşça rahatladı. Bay Guest kadar az sır sakladığı başka
hiç kimse yoktu; gerçi kendisi de ne kadar sır saklayabiliyordu,
bundan da tam emin değildi. Guest doktorun evine işle ilgili
çok sık giderdi; Poole’u tanıyordu; Bay Hyde’ın eve aşinalığını
duyma konusunda hataya düşmesi çok zordu; öyleyse şöyle so-
nuçlar çıkarabilirdi: Bu gizemi çözebilecek bir mektubu onun
da görmesi iyi olmaz mıydı? Üstelik her şeyden önce de, Guest
mükemmel bir el yazı uzmanı ve eleştirmeni olduğu için bunu
doğal karşılayıp, yapacağı bir yardım olarak görmeyecek miy-
di? Ayrıca kâtip nasihat vermeye bayılırdı; böyle tuhaf bir bel-
geyi okuyup da bir yorumda bulunmaması çok zordu ve Bay
Utterson bu yorumla olayların gidişatını şekillendirebilirdi.
“Yazık oldu Sör Danvers’a, çok berbat bir durum!” dedi.
“Haklısınız, aynen öyle. Halkın duygularını epey sarstı, or-
talığı karıştırdı,” diye karşılık verdi Guest. “Katil kesinlikle de-
linin biriydi.”
“Bu konuda fikrini almak isterim,” diye karşılık verdi Ut-
terson. “Burada kendi el yazısıyla yazdığı bir belge var; ama
aramızda kalacak, zira bununla ne yapacağımı tam bilemiyo-
rum; olsa olsa kötü bir iş. Ama gerçek bu; tam da senin dedi-
ğin gibi bir katilin el yazısı bu.”
Guest’in gözleri parladı, hemen şevkle incelemeye koyuldu.
“Hayır, efendim,” dedi: “Bir deliye ait değil bu yazı; ama ke-
sinlikle çok tuhaf bir elden çıkma.”
“Üstelik içindeki açıklamalara bakılırsa, yazan da çok tuhaf
biri,” diye ekledi avukat.
Tam o sırada uşak elinde bir notla içeri girdi.

41
“Dr. Jekyll’dan mı efendim?” diye sordu kâtip. “El yazısını
tanıdım sanırım. Kişisel bir şey mi Bay Utterson?”
“Sadece bir akşam yemeği daveti. Neden? Görmek mi is-
tiyorsun?”
“Durun bir dakika. Teşekkür ederim, efendim”; kâtip iki
kâğıdı yan yana koydu ve sebatla içeriklerini karşılaştırdı. “Bu-
yurun efendim,” dedi sonunda, her ikisini de geri vererek; “Sa-
hiden ilginç bir el yazısı bu.”
Bir sessizlik oldu, bu sırada Bay Utterson kendi kendisiyle
mücadele etti. Birdenbire “Onları niye karşılaştırdın, Guest?”
diye sordu.
“Şey, efendim,” diyerek karşılık verdi kâtip, “epey tuhaf bir
benzerlik var; iki el yazısı da birçok bakımdan tıpatıp aynı: sa-
dece eğimleri farklı.”
Utterson “Çok acayip,” dedi.
Guest “Aynen dediğiniz gibi çok acayip,” diye karşılık v­ erdi.
Avukat “Bu mektuptan hiç kimseye söz etmemeliyim, bili­
yorsun,” dedi.
Kâtip “Biliyorum efendim, anlıyorum” dedi.
Ne var ki, Bay Utterson o gece yalnız kalır kalmaz, mektu-
bu bir daha asla çıkarmayacağı kasasına kilitledi. “Nasıl yani!”
diye düşündü. “Henry Jekyll bir cinayet mi planladı!” dedi
içinden ve damarlarında akan kan bir anda buz kesti.

42
Dr. Lanyon’un Başına Gelen
Çarpıcı Olay

Zaman hızla akıp geçti; Sör Danvers’in ölümü halkın vicdanı-


nı sızlatan bir yara açtığından suçlunun yakalanması için bin-
lerce pound ödül konuldu; ama Bay Hyde sanki hiç var olma-
mış gibi polisin bilgisi dışında ortadan tamamen yok olmuştu.
Aslında kötü şöhretli geçmişi büyük ölçüde araştırıldı: adamın
zalimliğine, nasıl da duygusuz ve zorba olduğuna dair masal-
lar anlatılıyordu; kötü, ahlâksız yaşamına, düşüp kalktığı tu-
haf kişilere, kariyerini kuşatıyor gibi görünen nefrete dair öy-
küler ortalığa yayıldı; ama ne var ki, şu an hangi cehennem-
de olduğunu fısıldayan bile yoktu. Cinayet sabahı Soho’daki
evden ayrıldığı andan itibaren, basitçe sırra kadem basmıştı;
zaman ağır ağır ilerlerken, Bay Utterson kapıldığı yoğun pa-
nik duygusundan kurtulup, bir rahatlama hissetmeye başladı.
Onun düşünüş tarzına göre, Bay Hyde’ın ortadan kaybolma-
sı Sör Danvers’in ölümünü ziyadesiyle telafi eden bir olaydı.
Üzerindeki bu kötü etkinin kalmasıyla beraber, Dr. Jekyll için
de yeni bir hayat başladı. Çekildiği inzivadan çıktı, arkadaşla-
rıyla yeniden görüşmeye başladı, bir kez daha onların aşina ol-
dukları o eğlenceli misafire dönüşmüştü; hep hayırsever olarak
tanınsa da, artık inançlı biri olarak da sivriliyordu. İşi gücüyle
uğraşıyor, dışarıda daha fazla vakit geçiriyor, iyilikler yapıyor-
du; sanki yaptığı iyiliklere dair yaşadığı ruhsal farkındalık ile
yüzüne bir ışık gelmiş, bir içtenlik ifadesi oturmuştu; doktor
iki ayı aşkındır huzurluydu.
8 Ocak’ta Utterson doktorun verdiği küçük bir akşam ye-
meği davetine katıldı; Lanyon da oradaydı ve ev sahibi yü-
zünü, üçlünün birbirinden ayrı bir gün bile geçirmediği eski
günlerdeki gibi, bir ona, bir öbürüne çeviriyordu. Ne var ki,
kapı 12 Ocak’ta ve bir kez de 14 Ocak’ta avukatın yüzüne ka-
pandı. “Doktor kendisini eve hapsetti,” diyordu Poole, “hiç
kimseyi görmek istemiyor.” 15 Ocak’ta şansını bir daha dene-
di ve gene geri çevrildi; son iki aydır arkadaşını neredeyse her
gün görmeye alıştığından bu inzivaya çekilme içine dert olu-
yor, kafasını kurcalıyordu. Beşinci gece Guest’i akşam yeme-
ğine davet etti; altıncı gece kendisi kalkıp Dr. Lanyon’a gitti.
Hiç değilse orada kapıdan geri çevrilmedi; ama içeri girdi-
ğinde, doktorun görüntüsünde meydana gelmiş olan değişim
karşısında şaşkına döndü. Sanki yüzüne kendi ölüm fermanı
yazılmış gibiydi. O al yanaklı, neşeli adam sararıp solmuştu;
eti sarkmıştı; görünür şekilde saçları dökülmüş ve yaşlanmış-
tı; gene de, hızlı fiziksel çöküşün bu belirtileri, doktorun zih-
ninin derinliklerine kök salmış korkuya delalet eder gibi gö-
rünen bakışları veya hali tavrı kadar çarpıcı değildi, avukata
göre. Doktorun ölümden korkuyor olmasına ihtimal yoktu;
ama Utterson bundan kuşkulanmadan edemedi. “Evet,” diye
geçirdi içinden; “o bir doktor, kendi durumunu ve günlerinin
sayılı olduğunu biliyor olmalı; ama bu taşıyabileceğinden daha
büyük bir bilgi.” Gene de, Utterson onun kötü görünmesine
ilişkin görüşünü dile getirdiğinde, Lanyon mağrur bir havayla
kendisinin talihsiz bir adam olduğunu söyledi.
“Asla iyileşemeyeceğimi öğrendiğimde büyük bir şok yaşa-
dım,” dedi. “Birkaç hafta ömrüm kaldı. Evet, hayat güzeldi;

44
hayatı sevdim; evet bayım, hayatı, yaşamayı seviyordum. Ba-
zen düşünüyorum da, sonumuzun nasıl olacağını bilseydik,
göçüp gideceğimize daha çok sevinirdik.”
“Jekyll da hasta,” dedi Utterson. “Onu hiç gördün mü?”
Lanyon’un yüzündeki ifade bir anda değişti ve titreyen eli-
ni kaldırarak Utterson’un sözünü kesti. “Artık Dr. Jekyll’ı ne
görmek, ne de adını duymak istiyorum,” dedi yüksek, titrek
bir sesle. “O şahısla ilişkimi tamamen kestim; lütfen rica edi-
yorum benim için artık ölmüş olan birisinden bana hiç söz
etme.”
“Yapma yahu!” dedi Bay Utterson; sonra uzun bir sessiz-
liğin ardından, “Yapabileceğim bir şey yok mu?” diye sordu.
“Üçümüz çok eski dostuz, Lanyon; yeni dostlar edinecek ka-
dar ömrümüz kalmadı artık.”
Lanyon “Yapacak hiçbir şey yok, elden bir şey gelmez,” diye
karşılık verdi; “kendisine sor.”
“Beni görmek istemiyor,” dedi avukat.
Yanıt “Buna hiç şaşırmadım,” şeklindeydi. “Bir gün, Utter-
son, ben öldükten sonra, belki işin aslını, astarını öğrenirsin.
Sana bunu şimdi anlatamam. Ama dilersen oturup, benimle
başka şeyler hakkında sohbet edebilirsin; Tanrı aşkına, lütfen
kal ve böyle yap; ama bu uğursuz konuyu açmadan durama-
yacaksan, ne olursun git ve beni yalnız bırak, çünkü daha fazla
katlanamıyorum buna.”
Utterson eve varır varmaz oturup Jekyll’a bir mektup yaz-
maya koyuldu, eve alınmayışını şikâyet ediyor ve Lanyon ile
aralarındaki bu tatsız dargınlığın nedenini soruyordu; ertesi
gün, dokunaklı kelimelerle, bazen de anlaşılmaz, muğlâk cüm-
lelerle ifade edilmiş uzunca bir yanıt aldı. Lanyon ile olan bo-
zuşma onarılamazdı. “Eski dostumuzu suçlamıyorum,” diye
yazmıştı Jekyll, “ama bir daha asla biraraya gelmememiz gerek-
tiği konusundaki görüşünü paylaşıyorum. Bundan sonra son
derece münzevi bir hayat sürmeye karar verdim; buna şaşırma-

45
malısın ve kapım çoğunlukla yüzüne kapanmış olsa da, dost-
luğumuzdan asla kuşku duymamalısın. Bırak da kendi karan-
lığıma gark olayım. Söyleyemeyeceğim bir bela açtım başıma
ve şimdi bunun cezasını çekiyorum. En büyük günahkâr ben-
sem, en çok acı çeken de benim, bilesin. Maneviyatı bu denli
kıran, insanı insanlıktan çıkaran böyle acıların ve dehşetlerin
bu dünyada yeri olduğunu asla düşünmezdim; yazgımın yü-
künü hafifletmek için tek yapabileceğin, suskunluğuma saygı
göstermek, Utterson.” Utterson şaşkına döndü; Hyde’ın kötü
etkisi son bulmuş, doktor işine gücüne ve eski dostlarına geri
dönmüştü; bir hafta önce gelecek, mutlu ve onurlu yaşlılığı
müjdeleyerek gülümsemişti; ama şimdi, arkadaşlık da, huzur
da, yaşamın tüm anlamı da bir anda yok oldu. Gafil avlanan
böylesine büyük bir değişim, deliliği işaret ediyordu; ama Lan-
yon’un hali tavrı ve söyledikleri göz önünde bulunduruldu-
ğunda, bunun daha derin bir nedeni olmalıydı.
Bir hafta sonra Dr. Lanyon iyileşmek umuduyla yatağına
yattı ve iki hafta geçmeden de öldü. Cenazeden sonraki gece,
mutsuz bir ruh haline bürünmüş olan Utterson çalışma odası-
nın kapısını kilitledi ve melankolik bir mum ışığının eşliğinde
oturup, ölen arkadaşının eliyle yazılmış ve mühürlenmiş bir
zarfı çıkarıp önüne koydu. Üzerinde şunlar yazılıydı: “KİŞİYE
ÖZEL VE GİZLİ: YALNIZCA G. J. Utterson tarafından açı-
labilir, onun daha önce ölmesi durumunda okunmadan imha
edilmelidir,” avukat içinde yazanlara bakmaya korktu. “Bugün
bir dostumu toprağa verdim,” diye düşündü: “Peki ya, bu baş-
ka bir dostumu kaybetmeme yol açarsa?” Sonra korkusunu ve-
fasızlık olarak görüp kendisini suçladı ve zarfı açtı. Zarfın için-
den ikiye katlanıp mühürlenmiş başka bir kâğıt çıktı, üzerin-
de “Dr. Henry Jekyll’ın ölümüne veya ortadan yok olmasına
kadar açılamaz” yazılıydı. Utterson gözlerine inanamıyordu.
Doğru, sırra kadem basmıştı; işte bir kez daha, aynen çok uzun
zaman önce sahibine iade ettiği o çılgınca vasiyetnamede oldu-
ğu gibi, Henry Jekyll’ın ismi ve ortadan yok olma fikri bir kez

46
daha birlikte anılmıştı. Ama vasiyetnamedeki bu fikir Hyde
denilen adamın sinsi önerisinden çıkmıştı; düpedüz açık ve
korkunç bir amaçla oraya ilave edilmişti. İyi ama madem Lan-
yon’un eliyle yazılmıştı, öyleyse ne anlama geliyordu? Avuka-
tın içinde yasağa karşı gelip tüm bu esrarengiz işlerin içyüzü-
nü öğrenmek için büyük bir merak ve istek uyandı; ama mes-
lekî onuru ve ölü dostuna duyduğu saygı çok ciddi engellerdi;
böylece paket özel kasasının en derin köşesinde uykuya daldı.
Merakı dindirmek ile tamamen yenmek başka şeylerdir;
belki de o günden sonra Utterson hayatta kalan arkadaşıyla
görüşmeye pek de can atmamış olabilir. Onun hakkında iyi
düşünüyordu; ama bunlar endişeli ve korkutucu düşünceler-
di. Aslında onu görmeye yeltendi; ama belki de geri çevrilmesi
içini rahatlattı; belki de gönüllü tutsaklığa dayalı o eve kabul
edilip, akıl ermez münzevisiyle oturup konuşmaktansa, kapı-
nın önündeki basamaklarda, şehrin gürültüsü ve açık havada
Poole ile çene çalmak zaten kalbinin derinliklerinde tercih etti-
ği şeydi. Esasen Poole’un vereceği pek de güzel haberleri yoktu.
Görünüşe bakılırsa, doktor kendisini laboratuvarın yukarısın-
daki küçük özel odaya daha fazla kapatmıştı, hattâ bazen bu-
rada uyuyordu; canı sıkkındı, neşesizdi, giderek daha da içine
kapanmıştı, kitap okumayı bile bırakmıştı; sanki zihnini kur-
calayan bir şey var gibiydi. Utterson günden güne değişen bu
inişli çıkışlı haberlere öylesine alışmıştı ki artık, ziyaretlerinin
sıklığı da yavaş yavaş azaldı.

47
Penceredeki Olay

Pazar günü, Bay Utterson, Bay Enfield ile alışıldık gezintilerin-


den birini yaparken yolları tesadüfen bir kez daha arka soka-
ğa çıktı; kapının önüne geldiklerinde her ikisi de durup baktı.
“Neyse,” dedi Enfield, “bu öykü de hiç değilse son buldu.
Ar­tık Bay Hyde’ı bir daha asla görmeyeceğiz.”
“Öyle umarım,” dedi Utterson. “Onu bir kere gördüğümü
sana söylemiş miydim? Senin hissettiğin iğrenme duygusunun
aynısını ben de hissettim.”
Enfield “Görüp de iğrenmemek mümkün mü?” diye karşı-
lık verdi. “Yeri gelmişken, bunun Dr. Jekyll’ın evine çıkan ar­
ka sokak olduğunu anlamadığım için aptalın teki olduğumu
düşünmüşsündür! Anladım anlamasına ama bu biraz da senin
suçun.”
Utterson “Öyleyse bunu keşfettin, değil mi?” dedi ve ekle-
di. “O zaman gel, avluya girip pencerelere bakalım. Doğrusu-
nu söylemek gerekirse, zavallı Jekyll hakkında içim hiç rahat
değil; dışarıda bile yanında bir arkadaşı olsa iyi olurmuş gibi
geliyor bana.”

48
Avlu çok soğuk ve biraz rutubetliydi ve yukarıda yükselen
gökyüzü hâlâ günbatımıyla aydınlık olsa da, vakitsizce alaca
karanlığa gömülmüştü. Üç pencereden ortadaki yarıya kadar
açıktı; Utterson pencerenin yanında oturan, teselli edilemez
bir tutsak gibi son derece kederli bir yüzle hava alan Dr. Jeky-
ll’ı gördü.
“Hey! Jekyll!” diye seslendi. “Umarım daha iyisindir.”
Doktor “Çok hastayım, Utterson,” diye karşılık verdi ümit-
sizce, “çok hastayım. Tanrıya şükür, çok ömrüm kalmadı.”
Avukat “Çok fazla eve kapandın,” dedi. “Dışarı çıkmalısın,
kan dolaşımını düzenlemelisin aynen ben ve Enfield gibi. Bu
benim kuzenim –Enfield– Jekyll. Hadi şimdi gel; şapkanı al
da, gel birlikte dolanalım biraz.”
“Çok iyisin” diyerek iç çekti diğeri. “Çok isterdim; ama ol-
maz, gelemem, hayır, hayır, imkânsız; Buna cüret edemem.
Ama gerçekten, Utterson, seni gördüğüme çok sevindim; ger-
çekten çok sevindim, bu benim için büyük bir zevk; seni ve Bay
Enfield’ı yukarı davet ederdim ama burası hiç uygun ­değil.”
Avukat şakacı bir üslupla “Madem öyle,” dedi, “yapabilece-
ğimiz en iyi şey burada durup, bulunduğumuz yerden seninle
konuşmak.”
“Benim de önermeye girişmek üzere olduğum şey tam da
buydu,” diye karşılık verdi doktor yüzünde bir gülümsemey-
le. Ama kelimeler neredeyse ağzından çıkar çıkmaz, gülümse-
mesi yüzünde donup kaldı ve yerini, aşağıdaki iki centilmenin
de kanını donduracak kadar çaresiz bir korku ve umutsuzluk
ifadesine bıraktı. Ama bunu ancak şöyle bir gördüler, çünkü
pencere derhal kapandı; lakin o bir anlık görüntü yeterli ol-
muştu ve tek kelime etmeden dönüp avludan çıktılar. Gene
sessizce arka sokaktan geçtiler; Pazar günü olmasına rağmen
hâlâ bir yaşam belirtisi gösteren yakınlardaki caddeye ulaştık-
larında Bay Utterson nihayet döndü ve yanındaki arkadaşına

49
baktı. Her ikisinin de beti benzi atmıştı ve ikisinin de gözle-
rinde bunun nedenini açıklayan bir korku vardı.
“Tanrı bizi bağışlasın, Tanrı bizi bağışlasın,” dedi Bay Ut-
terson. Ama Bay Enfield başını büyük bir ciddiyetle sallamakla
yetindi ve bir kez daha tek kelime etmeden sessizce yürümeye
devam etti.

50
Son Gece

Bay UTTERSON bir akşam yemekten sonra şöminenin kar-


şısındaki yerine kurulmuş otururken Poole şaşırtıcı bir ziya-
rette bulundu.
Bir şaşkınlık nidasıyla “Hayırdır, Poole, seni buraya geti-
ren nedir?” diye hafif bir çığlık attı ve sonra Poole’un yüzüne
sorgularcasına baktı, “Canını sıkan ne?” dedi ve ekledi; “yoksa
doktor rahatsızlandı mı?”
“Bay Utterson,” dedi adam, “Bir terslik var.”
“Gel otur şöyle, bir kadeh şarap al,” dedi avukat. “Şimdi ra-
hat bir nefes al da bana olan biteni düzgünce anlat.”
“Doktorun huyunu bilirsiniz efendim,” diyerek karşılık
verdi Poole, “kendini nasıl kapattığını. Şey şimdi de kendisini
o küçük odasına kapadı gene; bu hiç hoşuma gitmedi efendim,
keşke örmez olaydım. Bay Utterson, korkuyorum ­efendim.”
“Bak efendi,” dedi avukat, “açık ol. Neden korkuyorsun?”
“Neredeyse bir haftadır korku içindeyim,” diye karşılık ver-
di Poole, inatla soruyu duymazdan gelerek, “Artık dayanamı-
yorum.”
Adamın görünüşü söylediklerini fazlasıyla haklı çıkarır ni-
telikteydi; hali tavrı daha kötüye gidemezdi; korkusunu ilk
dile getirdiği an dışında bir kez olsun avukatın yüzüne doğru-
dan bakamamıştı. Hattâ şu anda bile, dizlerinin üzerinde ta-
dına bile bakmadığı bir kadeh şarabıyla oturmuş, gözünü yere
dikmişti. “Artık dayanamıyorum,” diye yineledi.
“Hadi ama,” dedi avukat, “İyi bir nedenin olduğunu biliyo-
rum, Poole; bir şeylerin cidden ters gittiğini görüyorum. Bana
ne olduğunu anlatmayı dene.”
Poole boğuk bir sesle “Bence bir cinayet işlendi,” dedi.
“Cinayet mi?” diye çığlık attı avukat, duyduğundan rahat-
sız olmaktan çok korkmuşa benziyordu. “Ne cinayeti? Ne de-
mek istiyorsun, adam, söylesene?”
Gelen yanıt “Söylemeye cesaret edemem, efendim,” oldu;
“ama benimle gelirseniz kendi gözünüzle görebilirsiniz!”
Bay Utterson’un verdiği yegâne tepki ayağa kalkıp şapka-
sını ve paltosunu almak oldu; fakat kâhyanın yüzünde beli-
ren büyük rahatlamayı görünce ve üstelik peşinden gelmek
için kalkarken bıraktığı şarabı ağzına bile değdirmediğini fark
edince hayret etti.
Mevsimine uygun sert ve soğuk bir Mart akşamıydı; gök-
yüzünde sanki savurulup devrilmişçesine sırtüstü yatan soluk
bir ay ve rüzgârla sürüklenen çok ince elek gibi bir bulut kü-
mesi vardı. Rüzgâr konuşmayı zorlaştırıyor, insanın yüzü mos-
mor kesiliyordu. Bir de üstüne, sokaklardan herkesi alışılma-
dık biçimde silip süpürmüştü sanki; zira Bay Utterson Lond-
ra’nın bu kesimini hiç bu kadar ıssız görmediğini düşündü.
Tam tersini isterdi hâlbuki; hemcinslerini görüp dokunma ar-
zusunu ömründe hiç bu kadar şiddetle hissetmemişti; ama ne
yaparsa yapsın, kahredici bir belanın yaklaştığı duygusunu ak-
lından bir türlü atamıyordu. Meydana geldiklerinde her taraf
toz toprak olmuştu, rüzgâr ortalığı kasıp kavuruyordu, bahçe-
lerdeki cılız ağaçlar parmaklıkları dövüyordu. Bütün yol bo-

52
yunca hep bir, iki adım önden giden Poole şimdi kaldırımın
tam ortasında durmuştu ve ısıran soğuğa rağmen şapkasını çı-
karıp, kırmızı bir mendille alnında biriken teri sildi. Tüm lanet
olasıca telaşına rağmen koşuşturmanın ter damlaları değildi
sildiği, bilakis boğucu bir ıstırabın damlalarıydı; yüzü bembe-
yaz olmuş, konuşurken sesi kısılmış ve çatallanmıştı.
“Şey, efendim,” dedi, “işte geldik, burada, Tanrı bağışlasın,
bunda bir kötülük yok.”
“Amin, Poole,” dedi avukat.
Bunun üzerine, uşak çok temkinli bir biçimde kapıyı tık-
lattı; kapının zinciri açıldı ve içeriden gelen bir ses “Sen misin,
Poole?” diye sordu.
Poole “Sorun yok,” dedi. “Kapıyı açın.” Girdikleri hol çok
aydınlıktı; şöminenin ateşi harıl harıl yanıyordu; şöminenin
etrafında kadınlı erkekli bir sürü hizmetkâr tıpkı bir koyun
sürüsü gibi biraraya toplanmış ayakta duruyordu. Orta hiz-
metçisi, Bay Utterson’u görünce histerik bir ağlama krizine
tutuldu; “Tanrı affetsin! Bu Bay Utterson,” diye bağıran aşçı,
avukata sarılıp kucaklayacakmış gibi öne fırladı.
Avukat aksi bir sesle “Ne, ne? Burada ne arıyorsunuz?”
dedi. “Çok ayıp, bu ne hal; bu efendinizin hiç hoşuna gitmez.”
“Hepsi korkuyor,” dedi Poole.
Uzun bir sessizlik oldu, hiç kimsenin sesi çıkmıyordu; sa-
dece hizmetçi kızın sesi yükselir gibi oldu, o da hıçkırıklara
boğuldu.
Poole kıza “Kendine hâkim ol!” diye çıkıştı, kendi gergin-
liğini belli eden hırçın bir ses tonuyla; gerçekten de, kız bir-
denbire öyle yüksek bir tonda ağlamaya başlamıştı ki, hepsi de
korkudan sıçrayıp, yüzlerinde kötü bir şey olacağı beklentisiy-
le, irkilmiş bir ifadeyle iç kapıya bakmışlardı. Kâhya “Şimdi,”
dedi yamağa hitaben, “mumu uzat, buradan hep birlikte çıka-

53
lım hemen.” Sonra Bay Utterson’dan kendisini takip etmesini
istedi ve arka bahçeye doğru önden yola koyuldu.
“Şimdi, efendim,” dedi, “mümkün olduğunca ses çıkarma-
dan beni takip edin. Duymanızı istiyorum, ama o, sizi duyma-
sın sakın. Bakın efendim, bir ihtimal, sizden içeri girmenizi is-
terse, sakın girmeyin.”
Hesapta olmayan bu son yüzünden Bay Utterson’un asabı
neredeyse dengesini tamamen yitirmesine yol açacak denli bo-
zuldu; ama cesaretini yeniden topladı ve kâhyanın peşine takı-
lıp laboratuvar binasına gitti; sandıklar ve ıvır zıvırla dolu ame-
liyathaneden geçip basamakların başına geldiler. Burada Poole
bir kenarda durup dinlemesini işaret etti; kendisi de bu esnada
mumu yere koyup, takındığı büyük ve belirgin kararlılık hava-
sıyla merdivenleri çıkmasına rağmen, üzeri kırmızı çuha kaplı
odanın kapısını biraz kararsızca çaldı.
“Efendim, Bay Utterson sizi görmek istiyor,” diye seslen-
di içeriye; bunu yaparken bile, içeriyi dinlemesi için avukatı
sertçe uyardı.
İçeriden bir ses yakınırcasına yanıt verdi: “Söyle ona, hiç
kimseyi göremem.”
Poole, zafer kazanmışçasına “Teşekkür ederim, efendim,”
dedi; elindeki mumu yukarı kaldırarak Bay Utterson’u tekrar
avludan geçirerek büyük mutfağa götürdü; ateş sönmüştü, yer-
de böcekler zıplıyordu.
“Efendim,” dedi, Bay Utterson’un gözünün içine bakıyor-
du, “o efendimin ses miydi?”
Avukatın cevabı “Çok değişmiş gibiydi,” oldu; avukatın
beti benzi atmıştı, ama bakışa bakışla karşılık verdi.
“Değişmiş mi? Şey, evet, sanırım öyle,” dedi kâhya. “Yirmi
yıldır bu adamın evindeyim, sesi konusunda yanılmam müm-
kün mü? Hayır, efendim; efendimi öldürdüler; en son sekiz
gün önce, Tanrı’nın adını haykırırken duyduk onu, sonra san-

54
ki yok oldu; peki şimdi yerine kim geldi, neden orada, bu Tan-
rı’nın bileceği bir iş, Bay Utterson!”
“Bu çok tuhaf bir öykü, Poole; çok akıl almaz bir öykü,
aslanım” dedi Bay Utterson, bir yandan parmağını ısırırken.
“Diyelim ki senin zannettiğin gibi, Jekyll, Jekyll –şey, cinayete
kurban gitti, katilin burada kalmasının sebebi ne olabilir ki?
Bunun tutar bir tarafı yok; akıl alır gibi değil.”
Poole “Şey, Bay Utterson, sizi ikna edebilir miyim bilmi-
yorum, ama gene de deneyeceğim,” dedi. “Bu hafta boyunca
o kişi ya da şey, yani odadaki her neyse, gece gündüz hiç dur-
madan bağırıp çağırıp, bir ilaç istedi ama hangi ilaç olduğu bir
türlü aklına gelmiyordu. Bazen kendince –yani, tam da efen-
dimin yaptığı gibi– emirlerini bildirmek için bir kâğıda not
yazıp merdivene atıyordu. Bu hafta başka bir şey görmedik;
sadece kapalı bir kapı, kimi notlar ve kimse bakmazken gizlice
içeri alınan, kapı önüne bıraktığımız yemekler. Şey evet efen-
dim, her gün, hattâ bazen aynı günde iki, üç kez emirler ve
şikâyetler olurdu ve beni apar topar şehirdeki bütün eczacılara
gönderirdi. İstediği şeyleri alıp geldiğimde, saf olmadığı için
geri götürmemi veya farklı bir firmaya gitmemi emreden bil-
diren başka bir not olurdu. Artık ne içinse, bu ilacı fena halde
isterdi, efendim.”
Bay Utterson “Bu notlardan elinde hiç var mı?” diye sordu.
Poole eliyle cebini yokladı ve buruşuk bir kâğıt çıkardı,
avukat muma doğru tutarak elindeki notu dikkatlice inceledi.
İçinde şunlar yazılıydı: “Dr. Jekyll, Maw Beyefendilere saygı-
larını sunar. Son gönderdikleri örneğin saf olmadığı ve ken-
di amacı açısından kullanışsız olduğu hususunda onları temin
eder. 18– yılında Dr. J. M. Beyefendilerden büyük miktar-
da satın almıştı. Şimdi onlardan ricası, ellerinden gelen azami
özenle araştırıp aynı kalitede olanını bulmaları ve tek seferde
kendisine iletmeleridir. Maliyetin hiçbir önemi yok. Bunun
Dr. J. için ne kadar önemli olduğu kelimelerle ifade edilemez.”

55
Not buraya kadar sakin bir dille devam etse de, notu yazan
kişi birdenbire kendini kaybedip saçma sapan şeyler söylemeye
başlıyordu. “Tanrı aşkına bana eskisinden biraz bulun,” diye
eklemişti bir de.–
“Bu tuhaf bir not,” dedi Bay Utterson; sonra birdenbire,
“Nasıl oldu da açtın?”
Poole “Maw’s’taki adam esaslı sinirlendi efendim, sanki çok
pis bir şeymiş gibi bana geri fırlattı,” diye karşılık verdi.
Avukat “Bu hiç şüphesiz doktorun el yazısı,” dedi yeniden.
Kâhya “Bence de öyle,” dedi biraz asık bir suratla; sonra
farklı bir tonda konuşarak, “İyi de, el yazısı neden bu kadar
önemli ki?” dedi. “Onu gördüm!”
Bay Utterson “Onu gördün mü?” diye yineledi. “İyi m ­ iydi?”
“Hepsi bu!” dedi Poole. “Şöyle oldu. Bir anda bahçeden
ameliyathaneye girdim. Görünüşe bakılırsa, bu ilacı veya baş-
ka bir şeyi aramak için dışarıya çıkmış; çünkü odasının kapısı
açıktı ve orada odadan uzak bir köşede sandıkları karıştırıyor-
du. Ben içeri girdiğimde başını kaldırıp baktı ve hızla odanın
üst katına kaçtı. Onu sadece bir anlığına görebildim, ama saç-
larım diken diken oldu. Efendim, gördüğüm benim beyim-
diyse, acaba neden yüzüne maske takmıştı? Şayet o efendim-
se, neden bir sıçan gibi bağırıp benden kaçmıştı? Ona yıllarca
hizmet ettim. Ve madem...” Adam duraksadı ve elini yüzünde
gezdirdi.
Bay Utterson “Bu olan bitenlerin hepsi çok tuhaf,” dedi,
“ama sanırım tünelin ucundaki ışığı gördüm. Efendin, Poo-
le, açıkça hastaya eziyet edip çirkinleştiren o illetlerden birine
yakalanmış; bildiğim kadarıyla, sesi bu yüzden değişti; yüzüne
maske takmasının ve arkadaşlarından kaçmasının nedeni de
bu; harıl harıl ilacı araması da bu yüzden, hiç değilse böylece
zavallı ruhu nihai bir iyileşme umudu taşıyacak –Tanrı esir-
gesin, umarım kandırmamışlardır! Benim açıklamam böyle;
şüphesiz yeterince üzücü bir olay, Poole; üstelik akıl almaya-

56
cak kadar kötü bir olay; ama açık ve doğal aynı zamanda; bü-
tün parçalar biraraya oturuyor ve gereksiz yere telaşa kapılma-
mızı engelliyor.”
Kâhya ölü gibi bembeyaz bir yüzle “Efendim,” dedi, “o şey
efendim değildi, gerçek bu. Efendim”, burada etrafını kola-
çan edip fısıldamaya başladı, “efendim boylu poslu, iri yapılı
bir adamdı, ama bu şey daha çok bir cüceye benziyor.” Utter-
son itiraz etmeye çalıştı. “Ama efendim,” diye karşı çıktı Po-
ole, “yirmi yılın ardından efendimi tanımayacağımı mı düşü-
nüyorsunuz? Kafasının ömrüm boyunca her sabah onu gördü-
ğüm odanın kapısının neresine geldiğini bilmediğimi mi sanı-
yorsunuz? Hayır, Efendim, maskenin arkasındaki o şey kesin-
likle Dr. Jekyll değildi –Tanrı bilir bu ne? Ama Dr. Jekyll olma-
dığı kesin; bir cinayet işlendiğine tüm kalbimle inanıyorum.”
Avukat “Poole,” diye karşılık verdi, “böyle diyorsan, bunu
aydınlığa kavuşturmayı kendime vazife edineceğim. Efendinin
duygularına ne kadar değer versem de, onun hâlâ hayatta ol-
duğunu kanıtlıyor gibi görünen bu not, beni ne kadar şaşırt-
mış olsa da, kapıyı kırıp içeri girmek benim için bir görevdir.”
“Ah! Bay Utterson, bir de konuşuyor!” diye bağırdı kâhya.
Utterson “Şimdi ikinci sorum şu,” diyerek kestirip attı:
“Bu­nu kim yapacak?”
“Ya! Siz ve ben elbette,” diye cesur bir yanıt geldi kâhyadan.
Avukat “Ağzına sağlık, pekâlâ öyleyse,” dedi ve ekledi “ve
so­nucu ne olursa olsun, senin başına bir şey gelmemesi için
elim­den geleni yapacağım.”
“Ameliyathanede bir balta olacak,” diyerek konuşmaya de-
vam etti Poole; “siz de şömine demirini alabilirsiniz.”
Avukat bu kaba saba ama ağır aleti eline alıp tarttı. Başını
kaldırıp bakarak “Biliyor musun, Poole,” dedi, “ikimiz de ken-
dimizi tehlikeye atmak üzereyiz.”
“Haklısınız, efendim,” diyerek karşılık verdi kâhya.

57
“Madem öyle, o zaman dürüst olmamız lazım,” dedi öbü-
rü. “İkimizin aklından da söylediğimizden fazlası geçiyor; gel
itiraf edelim. Gördüğün bu maskeli şahsı tanıyabildin mi?”
“Şey, efendim, o kadar hızlı gitti ki ve öylesine iki büklüm-
dü ki o olduğuna yemin edemem,” gibi bir yanıt geldi. “Ama
Bay Hyde mıydı diye soruyorsanız? –Şey, evet, galiba oydu!
Gördünüz ya, neredeyse aynı büyüklükteydi; aynı seri, çevik
hareketlere sahipti; hem başka kim bu laboratuvarın kapısın-
dan girebilir ki? Şunu unutmayın efendim, cinayetin işlendiği
sırada anahtar hâlâ ondaydı, öyle değil mi? Üstelik hepsi bu da
değil. Bu Bay Hyde denen adamla hiç karşılaştınız mı bilmi-
yorum Bay Utterson?”
Avukat “Evet,” dedi, “Onunla bir kez konuştum.”
“Öyleyse, hepimiz gibi siz de, bu beyefendide bir tuhaflık
olduğunu biliyor olmalısınız –insanın ödünü patlatan bir şey–
bunun dışında tam olarak nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum
efendim: hani içinizi ürpertir, dizlerinizin bağını çözdürür ya,
öyle bir şey.”
Bay Utterson “Tarif ettiğine benzer bir şey hissettiğimi ka-
bul ediyorum,” dedi.
Poole “Kesinlikle efendim,” diye karşılık verdi. “O maskeli
şey ilaçların arasından maymun gibi sıçrayıp odaya kaçtığında,
korkudan tüylerim diken diken oldu. Ah, Bay Utterson biliyo-
rum bu bir kanıt değil. Bu kadarını bilecek kadar bilgiliyim;
ama insan sezgilerini de yabana atmamalı, İncil’e el basarım ki
o Bay Hyde’dı!”
“Of!” dedi avukat. “Ben de giderek senin kadar korkmaya
başladım. Bu arkadaşlığın sonu kötülüğe varacak diye korku-
yordum –ve vardı da. Sana gerçekten inanıyorum; ben de za-
vallı Henry’nin öldürüldüğünü düşünüyorum; katili de hâlâ
kurbanının odasında saklanıyor, Tanrı bilir ne amaçla? Peki o
zaman, gel intikamımızı alalım. Bradshaw’u çağır.”

58
Uşak emredilince geldi, yüzü bembeyazdı ve çok gergin gö-
rünüyordu.
Avukat “Kendini topla, Bradshaw,” dedi. “Biliyorum bu
şüphe içini kemiriyor; ama artık buna bir son vermeye karar-
lıyız. Poole ile birlikte odasının kapısını kırıp içeri gireceğiz.
Her şey yolundaysa, tüm sorumluluğu üzerime alırım. Bu sı-
rada, işler sarpa sarmasın veya suçlu arkadan kaçmasın diye sen
ve oğlan elinize sağlam birer sopa alıp köşeye kadar gidin ve
laboratuvarın kapısında nöbet tutun. Yerinizi almanız için size
on dakika veriyoruz.”
Bradshaw giderken avukat saatine baktı. “Pekâlâ, Poole,
şimdi biz de kendi işimize bakalım,” dedi; şömine demirini*
kolunun altına sıkıştırarak, avluya giden yola yöneldi. Bir bu-
lut kümesi ayın üzerini kapadı ve ortalık karanlığa gömüldü.
Püfür püfür eserek binanın o derin sahanlığında bir hava akı-
mı oluşturan rüzgâr, ameliyathaneye gidene dek mumun ışığı-
nı adımlarının etrafında ileri geri savurup durdu; varınca ses-
sizce beklemeye koyuldular. Londra her yandan heybetle uğul-
duyordu; ama hemen yakınlarında sessizliği bozan sadece oda-
nın içinden gelen ayak sesleriydi.
Poole “Bütün gün böyle yürüyor efendim,” diye fısıldadı;
“Gene de, doğrusu akşam daha iyi. Hiç değilse, insan ecza-
cıdan yeni numuneler getirmek için çıkınca bir mola vermiş
oluyor. Ah, ah, öyle bir şeytan ki o, çektiği vicdan azabı hu-
zur veremez ona! Aman efendim, bunun her adımında alçak-
ça akıttığı kanın azabı var! Ama biraz daha yaklaşın da bir
daha dinleyin –can kulağıyla dinleyin Bay Utterson ve söyle-
yin bana, bu doktorun ayak sesi mi?”
Adımların sesi belli bir salınım kazanarak hafifledi ve tuhaf-
laştı, ama tamamen kesilmedi ağır ağır ilerlemeye devam etti;
ne var ki, Henry Jekyll’ın bastığı yeri inleten güçlü adımların-

*
Ateşi karıştırmaya yarayan demir çubuk. (ç.n.)

59
dan farklılardı. Utterson içini çekti. “Başka bir şey var mı?”
diye sordu.
Poole başını salladı. “Bir keresinde,” dedi. “Bir keresinde
ağladığını işittim!”
“Ağladığını mı? Neye benziyordu?” dedi avukat, birden
korkuyla ürperdiğini hissederek.
Kâhya “Bir kadın ya da ruhunu kaybetmiş biri gibi ağlıyor-
du,” dedi. “Oradan içim sızlayarak ayrıldım, neredeyse ben de
ağlayacaktım.”
Ama on dakika geçti. Poole bir saman balyasının içinden
baltayı çıkardı; taarruza başladıklarında karanlık olmasın diye
mumu en yakın masaya koydular; soluklarını tutarak, o sabır-
lı ayağın gecenin sessizliğinde bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir
yukarı gidiş gelişine biraz daha yaklaştılar.
Utterson yüksek sesle “Jekyll,” diye seslendi, “Seni görmek
istiyorum.” Bir an bekledi, ama içeriden hiçbir yanıt gelmedi.
“Seni açıkça uyarıyorum, durumundan kuşkulanıyoruz, seni
görmek zorundayım ve bunu şimdi yapacağım,” diye üsteledi;
“ne pahasına olursa olsun seni göreceğim! Güzellikle olmazsa,
zorla!”
“Utterson,” dedi ses, “Tanrı aşkına, acı bana!”
“Aman Tanrım, bu Jekyll’ın sesi değil –Hyde’ın sesi!” diye
bağırdı Utterson. “Kıralım şu kapıyı, Poole!”
Poole omzunun üzerinden baltayı savurdu; ilk darbeyle
kapı sarsıldı; kırmızı çuha kaplı kapının kilidi ve menteşele-
ri yerinden oynadı. Âdeta hayvani bir korkuyla atılan feci tiz
bir çığlık odada yankılandı. Balta tekrar tekrar havaya kalktı
ve indi, kapının kaplaması kırıldı, çerçevesi yerinden oynadı;
dört darbe daha indi; fakat ahşap sağlamdı, menteşeler ve te-
sisat kusursuz bir işçilik örneğiydi; nihayet beşincide kilit kırı-
lıp parçalandı ve kapının enkazı içeriye halının üzerine düştü.

60
Kendi ayaklanmalarından ve karşılaştıkları sessizlikten kor-
kuya kapılan istilacılar birkaç geri adım atıp odanın içine bak-
tılar. Odayı tamamen aydınlatan lambanın ışığında harıl ha-
rıl yanan şöminenin parlak ateşi, âdeta ıslık çalan çaydanlığın
sesi, bir, iki açık çekmece, çalışma masasının üzerinde munta-
zamca dizilmiş belgeler, şöminenin yanı başında içilmeyi bek-
leyen bir fincan çay gözlerinin önüne serildi: içi ilaç dolu camlı
dolaplar olmasa, o gece Londra’da görebileceğiniz en sıradan,
en sessiz sakin oda derdiniz.
Tam ortada yerde iki büklüm bir adam yatıyordu, adamın
bedeni hâlâ seğiriyordu. Parmak uçlarına basarak usulca yak-
laştılar, bedeni tersine çevirdiler ve karşılarında yatan Edward
Hyde’ın yüzüne bakakaldılar. Üzerinde kendisine çok büyük
gelen elbiseler vardı, doktorun cüssesine uygun giysilerdi; yü-
zündeki kaslar hâlâ bir yaşam belirtisiyle kasılıyordu, ama az
sonra yaşam belirtisi tamamen yok oldu; Utterson adamın av-
cundaki ezilmiş ilaç şişesinden, havaya asılı kalmış kesif esans
kokusundan kendini öldüren birisinin cesedine bakmakta ol-
duğunu anladı.
“Çok geç kaldık,” dedi sertçe, “kurtarmak için de cezalan-
dırmak için de geç kaldık. Hyde kendi günahlarının bedelini
ödedi; şimdi bize kalan sadece efendinin cesedini bulmak.”
Binanın çok büyük bir kısmı neredeyse tüm zemin katı
kaplayan, tavandan aydınlatmalı ameliyathane ile diğer uçta
bir üst kat oluşturan ve avluya bakan odadan müteşekkildi.
Ameliyathane bir koridorla arka sokağa açılan kapıya bağla-
nıyordu; buradan ikinci bir merdivenle yukarıdaki odaya ba-
ğımsız olarak çıkılabiliyordu. Bundan başka birkaç karanlık
oda ve epey büyük bir mahzen vardı. Bunların hepsini o an
şöyle bir araştırdılar. Odalarda hiçbir şey olmadığından her
birine tek bir kez bakmaları yetmişti ve üzerlerinden dökülen
toza bakılırsa kapıların hiçbiri uzun süredir açılmamıştı. Oysa
mahzen bilakis çılgınca ıvır zıvır doluydu, ama bunların çoğu

61
Jekyll’dan önce evin sahibi olan cerrahtan kalmaydı ve çok es-
kilerdi; fakat kapıyı açarken, girişi yıllardır tamamen kapatmış
olan örümcek ağı kopunca hiçbir şey bulamayacaklarını anla-
dılar. Ölü ya da diri hiçbir yerde Henry Jekyll’ın izini bulamı-
yorlardı.
Poole koridorda yere döşeli taşların üzerine basarak “Bura-
ya gömülmüş olmalı,” dedi, sese kulak verirken.
Utterson “Ya da kaçıp kurtulmuş olabilir,” dedi ve arka so-
kağa açılan kapıyı incelemeye koyuldu. Kapı kilitliydi; yerde
taşların hemen yanındaki anahtarı buldu, çoktan paslanmıştı.
“Kullanılıyor gibi değil,” diyerek fikrini bildirdi avukat.
“Kullanılmak mı!” diye bağırdı Poole. “Görmüyor musu-
nuz, efendim. Kırılmış. Sanki birisi üstüne basıp ezmiş gibi.”
Utterson “Oo!,” diyerek konuşmaya devam etti, “üstelik kı-
rık parçalar da paslı.” İki adam korkuyla birbirlerine baktılar.
“Bu iş beni aşar, Poole,” dedi avukat. “Gel odaya geri döne-
lim.”
Tek kelime etmeden merdivenleri tırmandılar ve gene kor-
ku dolu gözlerle arada bir ölüye bakarak odanın içini daha
dikkatli incelemeye koyuldular. Masalardan birinin üzerinde
kimyasal bir deney yapıldığını gösteren izler vardı; beyaz bir
toz farklı miktarlarda tartılıp cam tabaklara bölüştürülmüştü,
sanki bedbaht adam yapmakta olduğu deneyi yarım bırakmak
zorunda kalmış gibiydi.
Poole “Bu ona hep getirdiğim ilacın aynısı,” dediği sırada,
çaydanlık ürkütücü bir sesle fokurdamaya başladı.
Bu, ocak başına gitmelerine neden oldu; burada koltuk ra-
hat ve sıcak bir yere çekilmiş, çay servis edilip koltuğun kolu-
na koyulmuş, hattâ fincanın yanına şeker bile koyulmuştu. Bir
rafta muhtelif kitaplar vardı; çay fincanının yanında da açık
bir kitap duruyordu, Utterson, Jekyll’ın defalarca övgüyle söz

62
ettiği bu din kitabına kendi el yazısıyla ürkütücü sövgüler içe-
ren notlar aldığını görünce şaşırdı.
Odayı araştıran iki adam, daha sonra boy aynasını buldu-
lar; gayriihtiyari bir korkuyla aynanın içine diktiler gözlerini.
Ama ayna öyle bir açıda kalmıştı ki tek görebildikleri şey, ta-
vanda oynaşan kırmızı parıltı, ateşten sıçrayan kıvılcımların
ışığıyla dolapların camekânlarının yüzlerce kez parlaması ve
omuzları çökmüş korku içinde bakan solgun yüzleriyle kendi
görüntüleri oldu.
Poole “Bu ayna çok tuhaf şeylere tanık oldu efendim,” diye
fısıldadı.
Avukat da fısıldayarak “Kendisinden daha tuhaf değil ama,”
diye yanıt verdi. “Jekyll bununla ne…” –derken korkudan de-
vamını getiremedi, ama sonra zayıflığını yendi ve– “Jekyll bu-
nunla ne yapmak istemiş olabilir ki?” dedi.
Poole “Öyle diyebilirsiniz!” dedi. Ardından ikisi birlikte ça-
lışma masasına yöneldiler. Masanın üzerinde muntazam di-
zilmiş belgeler arasında en üstte büyük bir zarf duruyordu ve
zarfın üzerinde doktorun el yazısıyla Bay Utterson’un ismi ya-
zılıydı. Avukat zarfın mührünü açtı ve içindekiler yere dökül-
dü. Öncelikle, altı ay önce geri çevirdiğiyle aynı tuhaf şartların
yazılı olduğu bir vasiyetname vardı; ölümü durumunda va-
siyetname, ortadan kaybolması durumundaysa bir bağış söz-
leşmesi niteliğindeydi; fakat avukat Edward Hyde’ın isminin
yerinde yazılı Gabriel John Utterson ismini okuduğunda ne-
redeyse hayretten küçük dilini yutacaktı. Önce Poole’a, sonra
tekrar elindeki belgeye baktı ve en sonunda da, halının üzerin-
de uzanmış yatan caninin ölü bedenine gözlerini dikti.
“Aklımı kurcalayan bir şey var,” dedi. “Bunca zaman boyun­
ca aklı yerindeydi; benden hoşlanması için hiçbir neden yok-
tu; kendisinin yerine geçildiğine çok sinirlenmiş olmalı; bu
yüzden bu belgeyi yok etmedi.”

63
Öbür sayfayı çevirdi; doktorun el yazısıyla yazılmış kısa bir
nottu, en üste tarih atılmıştı.
Avukat “Aman Poole!” diye bir çığlık attı, “hayatta olma-
lı, bak bugünün tarihi. Bu kadar kısa bir sürede ondan kur-
tulmuş olamazlar, hâlâ hayatta olmalı, kaçıp kurtulmuş olma-
lı! Öyleyse, neden kaçtı? Ve nasıl kaçtı? Bu durumda, intihar
ettiğini söyleyebilir miyiz ki? Aman Tanrım, çok dikkatli ol-
malıyız. Efendini korkunç bir felakete bulaştırabilirmişiz gibi
geldi.”
Poole “Neden okumuyorsunuz efendim?” diye sordu.
Avukat “Çünkü korkuyorum,” diye yanıt verdi, ciddi bir
yüz ifadesiyle. “Tanrı esirgesin, umarım korkmam için bir ne-
den yoktur!” Bunun üzerine gözünü kâğıda yaklaştırıp içinde
yazanları okudu:

“SEVGİLİ UTTERSON,
–Bu not eline geçtiğinde, anlayamadığım ve bu yüzden ön-
ceden tahmin edemediğim nedenlerden ötürü ortadan kay-
bolmuş olacağım; ama içgüdülerim, adını koyamadığım sonu-
mun kaçınılmaz olduğunu ve yaklaştığını söylüyor. O zaman
durma git ve Lanyon’un sana vereceğini bana bildirdiği açıkla-
mayı oku önce; daha fazlasını duymak istersen de, bu değersiz
ve bedbaht dostunun itirafına kulak ver,
HENRY JEKYLL.”

Utterson “Zarfın içinde üçüncü bir belge daha var mıydı?”


diye sordu.
“İşte efendim, buyurun,” dedi Poole ve eline muhtelif yer-
lerinden mühürlenmiş büyük bir zarf verdi.
Avukat bunu cebine koydu. “Bu belge hakkında tek laf et-
meyeceğim. Efendin kaçıp kurtulduysa veya öldüyse bile, böy-
lelikle en azından itibarını koruyabiliriz. Saat on oldu; şimdi

64
eve gidip bu belgeleri sakin bir ortamda okuyup incelemem la-
zım; fakat gece yarısı olmadan önce polisi çağırdığımızda geri
geleceğim.”
Dışarı çıkıp ameliyathanenin kapısını kilitlediler; hizmet-
kârları bir kez daha topluca holde ateşin başında birarada bı-
rakan Utterson, uzun yorucu bir yürüyüşün ardından, bu gi-
zemli olayı nihayet çözüme kavuşturacak olan iki açıklamayı
okumak üzere yazıhanesine döndü.

65
Dr. Lanyon’un Açıklaması

Bugünden dört gün önce, yani 9 Ocak gününün akşamı, üze-


rindeki adres meslektaşım ve eski okul arkadaşım Henry Jeky-
ll’ın el yazısıyla yazılmış taahhütlü bir mektup aldım. Bir hayli
şaşırdım; çünkü birbirimize mektup yazmak gibi bir âdetimiz
yoktu. Aslında adamla daha evvelki gece akşam yemeğinde gö-
rüşmüştüm; görüşmemizde tescil edilmeyi gerektiren herhan-
gi bir şey olduğu canlanmadı zihnimde. Mektubun içeriği me-
rakımın artmasına neden oldu; zira şunlar yazılıydı:

“10 Aralık 18–


SEVGİLİ LANYON,
Sen benim en eski dostlarımdan birisin; zaman zaman bi-
limsel meselelerde ayrı düşsek de, yakınlığımızda bir azalma
olduğunu hatırlamıyorum, en azından benim açımdan durum
böyle. Bana ‘Jekyll, hayatım, onurum, aklım sana bağlı’ desey-
din, bir an bile tereddüt etmeden senin için sol elimi feda et-
mesem içim rahat etmezdi. Lanyon, hayatım, onurum, aklım,
şimdi hepsi senin insafına kaldı; bu akşam beni yüzüstü bıra-
kırsan, hepsini kaybederim. Böyle bir başlangıcın ardından be-
nim için onursuz bir şey yapmanı isteyeceğimi düşünebilirsin.
Buna sen kendin karar ver.
Bu akşamlık diğer tüm işlerini ertelemeni istiyorum –üs-
telik yatağa düşmüş bir imparatora bakmaya çağrılmış olsan
bile; kapının önünde kendi araban yoksa, mutlaka bir araba
tut; gerektiğinde fikir alabilesin diye mektup yanında olsun,
doğrudan benim evime gel. Kâhyam Poole’a ne yapması ge-
rektiğini emrettim; yanında bir çilingirle birlikte seni bekli-
yor olacak. Çalışma odamın kapısını çilingirle açmanız gere-
kecek: ama içeri yalnız girmelisin; soldaki (üzerinde E harfi
olan) camlı dolabı aç, kilitliyse kilidini kır; üstten dördüncü
çekmecenin ya da alttan üçüncü çekmecenin (aynı şey gerçi)
içindeki her şeyi çıkar. Çektiğim derin ıstırabın hezeyanıyla
seni yanlış yönlendireceğim diye ölesiye korkuyorum; ama ka-
rıştırıyorsam da, içindekilere bakarak doğru çekmecenin han-
gisi olduğunu kendin bulabilirsin: bazı tozlar, ufak bir ilaç şi-
şesi ve bir not defteri. Senden ricam bu çekmecenin içindeki-
leri alıp hiçbir şeye dokunmadan aynen olduğu gibi Cavendish
Meydanı’na götürmen.
Senden istediğim iyiliğin ilk kısmı bu: Şimdi ikincisine ge-
lelim. Bu mektubu alır almaz hemen yola koyulursan, gece
yarısından önce geri dönmüş olursun; ama önüne geçileme-
yen veya öngörülmeyen bir engelden korktuğum için değil,
bundan sonra yapacakların için hizmetkârlarının uyuduğu bir
saati beklemeni tercih ettiğimden ötürü sana fazladan zaman
kazandırmak istiyorum. Gece yarısı muayenehanende yalnız
olmanı, sana kendisini benim ismimle tanıtacak olan bir ada-
mı eve kendi elinle almanı ve odamdan getirdiklerini ona biz-
zat vermeni istiyorum. Böylece senin işin tamamlanmış ola-
cak ve sana sonsuza kadar minnettar olacağım. Sabreder de
izah etmem için beş dakika daha verirsen, bunların çok önem-
li ayarlamalar olduğunu anlayacaksın; ne kadar gerçekdışı gö-
rünseler de, birini bile yapmayı ihmal edersen, ölümüme veya

67
aklımı yitirmeme yol açacağın için ömür boyu vicdan azabı
çekeceksin.
Bu ricamı karşılıksız bırakmayacağına güvenim sonsuz,
beni yüzüstü bırakma ihtimalinin düşüncesi bile kalbimin sı-
kışmasına, ellerimin titremesine yol açıyor. Acı bana, şu saat-
te, tuhaf bir yerde, hiçbir hayal gücünün tasavvur edemeyeceği
bir üzüntüden içim kararmış, acı çekiyorum ama şunu da bil
ki, dediklerimi harfiyen yerine getirir ve bana yardım edersen,
sorunlarım kulağa bir masal gibi gelecek.
Yardım et bana sevgili Lanyon, kurtar dostunu,
H. J.”
“Not: Mektubumu mühürlerken yeni bir korku dalgası ka-
sıp kavurdu ruhumu. Postanenin beni yüzüstü bırakması, bu
mektubun eline yarın sabaha kadar geçmemesi gibi bir ihtimal
de var. Böyle bir şey olursa, sevgili Lanyon, senden istedikleri­
mi günün geri kalanında, sana en müsait zaman diliminde yap;
bir diğer ihtimal de ulağımın mektubu gece yarısı sana getir-
mesi. O zaman zaten çok geç olmuş olacak; o gece ­olaysız ge-
çerse, Henry Jekyll’ı bir daha asla göremeyeceğini bilmelisin.”

Mektubu okur okumaz meslektaşımın aklını yitirdiğinden


iyice emin oldum; ama bu şüphe götürmeyecek şekilde kanıt-
lanana dek kendimi onun istediklerini yapmaya mecbur his-
settim. Bu karmaşık duruma pek aklım ermediğinden, öne-
mini kavrayabileceğim bir konumda değildim, ne var ki böyle
kaleme alınmış bir isteği göz ardı etmek ağır bir sorumluluk
içerir. Bu sebeple, masadan kalktım, bir arabaya atladım ve
dosdoğru Jekyll’ın evine gittim. Kâhya gelmemi bekliyordu;
benim gibi o da, yapması gerekenlere dair talimatlar içeren
taahhütlü bir mektup almıştı ve gidip çilingir ve marangoz
çağırmıştı. Zanaatkârlar biz hâlâ konuşurken geldi; tek vücut
olarak topluca yaşlı Dr. Denman’ın ameliyathanesine gittik,
(farkında olacağınız gibi) Jekyll’ın özel odasına girmenin en

68
kolay yolu buydu. Kapı çok sağlamdı, kilidi çok dayanıklıy-
dı; marangoz kapıyı açmada sıkıntı yaşayacağını, zorlarsa ve-
receği hasarın büyük olacağını itiraf etti; çilingir de çaresizli-
ğin eşiğindeydi. Ama neyse ki becerikli adamdı, iki saatlik ça-
lışma sonunda kapı açıldı. Üzerinde E harfi olan dolap kilitli
değildi; çekmeceyi çıkardım, içi tıka basa ıvır zıvırla doluydu,
bulduğum bir örtüye sardım ve alıp Cavendish Meydanı’na
döndüm.
Buraya ulaşınca içindekileri incelemeye koyuldum. Tozlar,
ilaç hazırlayan bir eczacının hassasiyetiyle olmasa da, düzgün-
ce paketlenmişti; anlaşılan Jekyll’ın özel imalatıydı; paketler-
den birini açtığımda bulduğum şey bana beyaz renkli alelâde
kristal tuz gibi göründü. Ardından dikkatimi çeken ufak ilaç
şişesi yarı yarıya kan kırmızısı renginde bir sıvıyla doluydu,
son derece keskin bir kokusu vardı, bana fosfor ve biraz da
uçucu eter içeriyormuş gibi geldi. Diğer bileşenleri hakkında
tahminde bulunamayacağım. Defter alelâde bir kişisel ajan-
daya benziyordu ve içinde birtakım tarihler dışında pek bir
şey yoktu. Bunlar da muhtelif yıllara aitti, fakat atılan tarih-
lerin yaklaşık bir yıl önce birdenbire son bulduğunu fark et-
tim. Bazı tarihlerin altına, genellikle tek kelimelik kısa notlar
düşülmüştü: toplam birkaç yüz kayıtta “çift” kelimesi belki de
altı kez geçiyordu; listenin daha en başında ilk yazılı olduğu
yerde birkaç ünlem işaretiyle birlikte “yetersiz bulgu!!!” iba-
resi eklenmişti. Tüm bunlar merakımı cezbetse de, bana söy-
ledikleri, çoğu şeyin kesin olmadığıydı. İçinde sıvı dolu olan
küçük ilaç şişesi, kâğıda sarılı bir miktar toz ve (Jekyll’ın pek
çok araştırması gibi) pratik fayda sağlayacak hiçbir sonuca var-
mayacak bir dizi deneyin kayıtları. Bu şeylerin evimde olması
kaçık meslektaşımın onurunu, akıl sağlığını ve hayatını nasıl
etkileyebilirdi ki? Gönderdiği ulak bir yere gidebiliyorduysa,
neden bana gelmek yerine başka bir yere gitmiyordu? Buna bir
engel var diyelim, o zaman bu beyefendiyi neden gizlice içeri
almam gerekiyordu? Düşündükçe, bir akıl hastalığı vakasıyla

69
karşı karşıya olduğuma daha kani oluyordum: hizmetkârları-
mı yatmaya göndermiş olduğumdan, icap eder de, kendimi
korumam gerekirse diye emektar tabancamı doldurdum.
Kapı hafifçe tıklatılmadan önce, saat on ikiyi vurduğunda
çalan çanların sesi Londra’da zar zor duyuluyordu. Kapı çalınır
çalınmaz gittim ve orada yere çömelip sundurmanın sütunları-
na yaslanmış ufak tefek bir adamla karşılaştım.
“Dr. Jekyll’dan mı geliyorsunuz?” diye sordum.
Sıkıntılı bir ifadeyle “evet” diye yanıt verdi; içeri girmesini
söylediğimde, arkasına dönüp meydanın karanlığına bile bak-
madan, dediğimi yaptı. Çok da uzak olmayan bir mesafede
bir polis memuru gözleri fal taşı gibi açılmış bize doğru yak-
laşıyordu; görür görmez ziyaretçimin telaşa kapılıp kaçacağını
düşündüm.
İtiraf etmem gerekirse, bu ayrıntılar beni çok kötü etki-
ledi ve içime korku saldı; muayenehanenin parlak ışıklarına
doğru peşinden giderken elimle silahımı kavradım. İşte niha-
yet onu tam anlamıyla görme şansına sahip oluyordum. Daha
önce onu hiç bu kadar net görmemiştim. Dediğim gibi ufak
tefek bir adamdı; yüzündeki iğrenç ifade, muazzam çelimsiz
görünen bir gövdeyle muazzam çevik kasları alışılmadık bir
biçimde kendisinde birleştirmesi ve –son, fakat bir o kadar da
önemli nokta da– yakınınızda olmasının size verdiği tuhaf hu-
zursuzluk hissi beni ayrıca afallattı. Bu, nabzın yavaşlamasının
eşlik ettiği o ölüm ânındaki titreme ile bir benzerlik taşıyor-
du. O sırada, bunu kendine özgü, kişisel bir hoşlanmamaya
yormuştum ve sadece semptomların keskinliğine şaşırmıştım;
ama o zamandan sonra, bunun kaynağının adamın tabiatının
derinlerinde saklı olduğuna ve nefretten daha yüce bir dayana-
ğı olduğuna inanmak için haklı bir nedenim olmuştu.
Bu kişi (içeri girdiği ilk andan itibaren bende ancak tiksin-
dirici bir merak diye tarif edebileceğim bir şaşkınlık yaratmış-
tı) normal bir insanın güleceği tarzda giyinmişti; giysileri pa-

70
halı bir kumaştan dikilmişti ve sadeydi belki ama ona her ba-
kımdan çok ama çok bol geliyordu –pantolonu bacaklarından
sarkıyordu, paçaları yere değmesin diye kıvrılmıştı, ceketinin
bel kısmı kalçasından yere uzanıyordu, yakası genişlemiş yan-
lardan omuzlarına kadar yayılmıştı. Tarif edilemeyecek kadar
tuhaf bu gülünç kıyafete gülemedim bile. Bilakis şu an göz-
lerini dikmiş bana bakan bu mahlûğun tam da özünde anor-
mal ve kötü bir şey –insanı yakalayan, afallatan ve tiksindiren
bir şey– olduğundan ötürü, bu cüretkâr uyumsuzluk, ona cuk
oturmuş, hattâ onu pekiştirmiş gibiydi; öyle ki adamın yara-
dılışına ve karakterine duyduğum meraka, bir de tâbiyetine,
yaşamına, zenginliğine, yazgısına ve dünyadaki yerine ilişkin
bir merak eklendi.
Bu gözlemler, yazıya dökerken çok yer kaplasalar da esasen
onları edinmem ancak birkaç saniye sürdü. Gerçekten de te-
laştan ziyaretçimin paçaları tutuşmuştu.
“Anladınız mı?” diye bağırdı. “Anladınız mı?” Sabırsızlığı
öylesine hararetliydi ki eliyle kolumu tutup beni sarsmaya bile
çalıştı.
Onu durdurdum, ama bu buz gibi soğuk dokunuşunun
kanımı dondurduğunu hissettim. “Hadi ama, beyefendi,” de-
dim. “Daha sizinle tanışma zevkine bile eremedim. Lütfen bu-
yurun oturun.” Ona yol göstermek için her zamanki yerime
geçip oturdum, saatin geç olmasına rağmen elimden geldiğin-
ce bir hastaya karşı takındığım normal tavrımı takınır takın-
maz, zihnimi kurcalayan düşünceler ile ziyaretçime karşı duy-
duğum korku birleşip bana eziyet etmeye başladı.
“Affedersiniz, Dr. Lanyon,” diye karşılık verdi nazikçe.
“De­diğiniz şey çok doğru, kesinlikle haklısınız; sabırsızlığım
ki­barlığımın önüne geçti. Meslektaşınız Dr. Henry Jekyll’ın
bir zamanlar yaptığımız bir işle ilgili talebi üzerine buraya gel-
dim; ama sanıyorum ki...” Konuşmayı bıraktı, elini boğazı-
na koydu, bu sırada sakinliğini korumaya çalışmasına rağmen

71
histeri krizine girmemeye çalıştığını görebiliyordum –“sanıyo-
rum ki, bir çekmece...”
Ama burada tereddüt eden ziyaretçime acıdım, kim bilir
belki de bu acıma giderek artan kendi merakıma yönelikti.
“İşte beyefendi orada,” dedim, bir masanın arkasında yerde
duran, hâlâ örtüye sarılı çekmeceyi gösterirken.
Çekmeceye doğru fırladı, derken durdu ve elini kalbinin
üzerine koydu: çenesinin kasılmasına bağlı dişlerinin gıcırtı-
sını duyabiliyordum; beti benzi öyle bir atmıştı ki tıpkı ölüye
benziyordu, aklını veya canını kaybedeceğinden giderek endi-
şelenmeye başladım.
“Kendinize gelin.” dedim.
Bana ürkütücü bir gülüşle karşılık verdi ve sanki başka ça-
resi kalmamış gibi örtüyü çekip yırttı. Çekmecenin içindekile-
ri görür görmez, öyle büyük bir rahatlama ifadesiyle gürültülü
hıçkırıklara boğuldu ki donakaldım. Hemen akabinde, epey
kontrollü bir sesle “Ölçeğiniz var mı?” diye sordu.
Büyük bir çaba sarf ederek yerimden kalktım ve istediği
şeyi ona verdim.
Yüzünde bir gülümsemeyle başını sallayarak bana teşekkür
etti, ilaç şişesindeki kırmızı sıvıdan ölçerek birkaç damla aldı
ve içine tozlardan birini ilave etti. Başlangıçta kırmızımsı bir
rengi olan karışım, kristalin erimesiyle orantılı olarak açık bir
renk almaya, gürültülü bir sesle kabarcıklar çıkararak köpür-
meye başladı, küçük dumanlar tütüyordu. Derken kabarma
son buldu ve bileşimin rengi önce koyu mora dönüştü, sonra
yavaşça açık yeşil bir renk aldı. Keskin bakışlarla bu değişim-
leri izleyen ziyaretçim gülümsedi, cam kabı masaya koydu ve
sonra dönüp sorgulayan gözlerle bana baktı.
“Peki, o zaman,” dedi, “gerisini de açıklığa kavuşturalım.
Aklınızı mı kullanacaksınız? Yoksa ne yapacağınızı birisi mi
söy­lesin? Bu şişeyi alıp hiçbir açıklama yapmadan evinizden

72
çekip gitmeme müsaade edecek misiniz? Yoksa meraktan çat-
lıyor musunuz? Yanıt vermeden önce güzelce düşünün, çünkü
siz ne derseniz öyle olacak. Ne karar verirseniz, durumunuz-
da hiçbir değişiklik olmayacak, ne daha zengin, ne daha bilgili
olacaksınız; tabii ölümcül acılar içinde kıvranan birisine yar-
dım etme duygusunun ruhunuza kattığı zenginliği saymazsak.
Ama bunu yapmayı seçerseniz, yepyeni bir bilginin, yepyeni
bir şöhret ve gücün kapısı aralanacak önünüzde, burada, bu
odada, hemen şimdi, tam da şu anda, Şeytanın i­nançsızlığını
bile geride bırakacak olağanüstü bir mucizeyle karşılaşınca gör-
düklerinize inanamayacaksınız, aklınız başınızdan gidecek.”
“Bayım,” dedim, gerçekten hissettiğim soğuk bir ifade takı-
narak, “anlaşılmaz şeyler söylüyorsunuz, söylediklerinizin tek
kelimesine bile inanmadan sizi dinlediğime belki de hiç şaşır-
mayacaksınız. Ama işin nereye varacağına bakmadan aşırıya
kaçıp anlamsızca fazla yardım ettim size belki de.”
Ziyaretçim “Pekâlâ, Lanyon”, dedi, “ettiğin Hipokrat yemi­
nini hatırla: bundan sonrası meslekî gizlilik kapsamında. Şim­
di de, en dar, en maddeci görüşlere bu kadar uzun süre bağ­lı
kalmış olan, aşkın tıbbın gücünü yadsımış olan, senden üs­tün
olanlarla alay eden sen –şimdi dikkatlice bak!”
Bardağı dudaklarına dayayıp içindekini bir yudumda içti.
Ardından bir çığlık duyuldu; sendeledi, düşecek gibi oldu,
masayı kavrayıp tutundu, bulunduğu ortamı yadırgayan kor-
ku dolu gözlerle, hayretten ağzı bir karış açık etrafına bakakal-
dı; ben bakarken, sanırım bir değişim gerçekleşti –sanki şişiyor
gibiydi– yüzü âniden karardı ve çehresi âdeta eriyip değişmeye
başladı –hemen ayağa fırladım ve duvara doğru geri sıçradım,
bu olağanüstü şeyden kendimi korumak içim kolumu kaldırıp
kendime siper ettim, dehşete kapılmıştım.
“Aman Tanrım!” diye bağırdım tekrar tekrar, “Aman Tan-
rım!”; çünkü tam da gözümün önünde –beti benzi atmış,
sar­sılmış, allak bullak olmuş, yarı baygın vaziyette, ellerinin

73
üzerinde emekleyen, ölmüş de dirilmiş bir insana benzeyen–
Henry Jekyll tam karşımda dikiliyordu!
Sonraki bir saat boyunca bana anlattıklarını, şu an kâğı-
da dökebilecek kadar hatırlayamıyorum. Gördüğüm kadarı,
duyduğum kadarı ruhumu hasta etmeye yetti; üstelik şu an
bu görüntü gözümün önünden kaybolduğunda bile kendime
bu gördüklerimin gerçek olup olmadığını soruyorum ama bir
yanıt veremiyorum. Hayatım kökünden sarsıldı; uyku uyuya-
maz oldum; amansız bir korku beni esir aldı, ne gündüzüm,
ne gecem kaldı; günlerimin sayılı olduğunu ve öleceğimi his-
sediyorum; hem de şüpheli bir ölüm olacak bu. Adamın gözü-
mün önüne serdiği alçakça ahlâksızlığa gelince, şu an pişman-
lık gözyaşları dökerken bile, dehşete kapılmadan onu düşüne-
miyorum. Tek bir şey söyleyeceğim Utterson ve (şayet hakkını
vererek hatırlayabilirsen) bu da her şeyi açıklamaya yetip de ar-
tacak bile. Jekyll’ın kendi itirafına göre, o akşam sinsice evime
sızan mahlûk, Hyde olarak bilinen ve ülkenin her köşesinde
Carew’in katili olarak aranan suçluydu.
HASTIE LANYON

74
Henry Jekyll’ın Vakaya İlişkin
Kapsamlı Açıklaması

18– yılında çok zengin bir ailenin çocuğu olarak doğdum; bir
de bunun üstüne üstün meziyetlerim vardı; üstelik çalışkan-
dım da; etrafımdaki akıllı ve iyi insanlar tarafından saygı gör-
mekten hoşlanırdım; tahmin edileceği gibi, beni saygın ve seç-
kin bir geleceğin beklediğine kesin gözüyle bakılıyordu. As-
lında en büyük kusurum bana kabına sığmaz bir tez canlılık
veren neşeli mizacımdı; bu, birçokları için mutluluk kaynağı
olabilir; ama benim içinse, içimden gelen ve bir türlü bastıra-
madığım, başını dik tutma ve insanların karşısında herkesten
daha ağırbaşlı görünme arzumun önünde büyük bir engeldi.
Bu yüzden sonunda sevincimi gizler oldum; tefekküre dalma
yaşına gelip, etrafıma bakıp dünyadaki konumumu, geldiğim
noktayı sorgulamaya başladığımdaysa, çoktan aşırı ikiyüzlü bir
hayata mahkûm olmuş haldeydim. Birçok insan benim suçlu-
luk duyduğum bu tür aykırılıklarla böbürlenir; ama kendime
koyduğum yüksek hedeflerden ötürü bunları neredeyse mara-
zi bir utanç duygusuyla gizliyordum. Dolayısıyla, beni oldu-
ğum şey yapan ve hattâ insanın ikili doğasını oluşturan iyilik
ve kötülüğü bende insanların çoğuna kıyasla daha derin bir
uçurumla ayıran, kusurlarımın düşüklüğünden çok beklenti-
lerimin yüksekliğiydi. Bu nedenle, dinin kökeninde yatan ve
en etkili üzüntü kaynaklarından biri olan hayatın bu katı ya-
sası üzerine derinlemesine ve uzun uzadıya düşünmeye başla-
dım. İçten içe ikiyüzlü olsam da, asla riyakâr değildim; her iki
yanım da cidden samimiydi; gündüzleri bilginin gelişmesine
hizmet ederken ya da çektiğim acı ve ıstıraptan kurtulmaya
çalışırken ne kadar kendimsem, iplerimi koparıp utanca gö-
müldüğümde de o kadar kendimdim. Büsbütün mistik ve aş-
kın bir doğrultuya yönelen bilimsel çalışmalarım, bir tesadüf
sonucu, beni oluşturan ögeler arasındaki kalıcı savaşın farkın-
dalığını yeniden canlandırdı ve bu savaşa güçlü bir ışık tuttu.
Böylece, her geçen gün, aklımın gerek ahlâki gerek düşünsel,
her iki yanıyla, hiç durmadan bu hakikate, daha da yaklaştım;
kısmen de olsa böyle korkunç bir sona mahkûm olduğumu
anladım: o adam gerçekte tek değil, iki kişilikten oluşuyordu.
İki diyorum çünkü kendi bilgim dâhilinde ancak bu kadarını
biliyorum, daha fazlasını değil. Belki başka kişilikler ortaya çı-
kacak, belki bana aynı şekilde baskın çıkıp, beni ele geçirecek-
ler; insanın nihayetinde çok çeşitli, birbirine aykırı ve bağım-
sız kişiliklerin idaresini elinde tutan bir canlı olduğunu varsa-
yıyorum. Bence, hayatımda hiç yoldan sapmadım, hiç yanlış
yapmadım, hep tek bir yönde ilerledim. İnsanın ahlâki yanı
sayesinde, insan doğasının ilkel ikiliğini kendi kişiliğimde fark
etmeye başladım; temelde ikisinin toplamı olduğum için haklı
olarak ikisinin de ben olduğum söylenebilse de, bu iki doğanın
bilincimde sürekli birbiriyle mücadele halinde olduğunu gör-
düm; daha en başta, bilimsel keşiflerimin böyle bir mucizenin
gerçekleşme ihtimalinin çok düşük olduğunu göstermeye baş-
lamasından bile önce, keyifle bu unsurları birbirinden ayırma
fikrinin hayalini kurmayı öğrenmiştim. Kendime şöyle diyor-
dum: her biri farklı kimliklerde yaşayabilse, hayat katlanılmaz
zorluklarından kurtulup kolaylaşırdı; beklentilerden sıyrılıp,
kendisinden daha dürüst olan ikizinin vicdan azabını dert et-

76
mekten kurtulan insafsız bildiğini okuyabilirdi; insaflı olansa,
kendi yolunda daha emin ve sağlam adımlarla dik yürüyebilir,
kendisine haz veren iyi şeyler yapmaya devam eder ve kendisi-
ne yabancı bu kötülüğün elinden çektiği utanca ve pişmanlığa
maruz kalmaktan kurtulurdu. Hiç uyuşmayan bu iki demetin
birbirine bağlanması suretiyle bu zıt ikizlerin, bilincin acılar
içinde kıvranan dölyatağında sürekli birbiriyle mücadele et-
mesi insanlığın lanetiydi. Peki, nasıl ayrılacaklardı?
Laboratuvar masasından, yandan vuran ışık konuyu aydın-
latmaya başladığında, dediğim gibi, düşüncelere dalıp gitmiş-
tim. Bir giysi gibi taşıdığımız böylesine katı görünen bedeni-
mizin titrek gayrimaddiliğini, buharımsı halini o âna dek ifa-
de edildiğinden daha derinlemesine algılamaya başladım. Bazı
etken maddelerin, tıpkı koca bir çadırı yerinden söken güçlü
bir rüzgâr gibi, giyip kuşandığımız bu bedeni silkeleyip soy-
ma gücüne sahip olduğunu gördüm. İki haklı nedenden ötürü
itirafımın bu bilimsel kısmına derinlemesine girmeyeceğim.
Öncelikle, yaşamımızın bir kara yazgısı olduğunu ve insanın
bu yükü ebediyen omuzlarında taşıması gerektiğini, bu yük-
ten kurtulmaya yönelik her türlü çabanın daha da alışılmadık,
daha korkunç bir güçle bize geri döndüğünü acı bir tecrübe
olarak öğrendim. İkincisi de, ne yazık ki benim açıklamamın
da açıkça ortaya koyduğu gibi, bulgularım yetersizdi. Böylece,
doğal bedenimin ruhumu oluşturan bazı güçlerin aurası ve ışı-
ğı için gerekli olduğunun farkına varmama rağmen, bu güçleri
etkisiz kılacak olan bir ilaç yapmayı başardım; ilaç bu güçlerin
yerine geçecek ama bununla birlikte, ruhumdaki daha düşük
düzeyli ögelerin ifadesi olacağı ve onların izini taşıyacağı için
gene benim doğal bir parçam olacak olan ikinci bir vücuda ve
yüze sahip olmamı sağlayacaktı.
Bu teoriyi uygulayıp denesem mi diye uzun süre tereddüt
ettim. Ölüm riski taşıdığını gayet iyi biliyordum; çünkü ben-
liğin kalesini bu kadar güçlü kontrol altına alan ve sarsan her
türlü ilaç en ufak doz aşımı yüzünden ya da ilacı alırken yaşa-

77
nan en ufak talihsizlik sebebiyle, dönüşeceğine inandığım gay-
rimaddi ruhsal yapıyı tamamen yok edebilirdi. Fakat böylesine
eşsiz ve engin bir keşifte bulunmanın baştan çıkarıcılığı en ni-
hayetinde belirsiz korkularıma galip geldi. Karışımımı çoktan
hazırlamıştım; deneylerimden gerekli son bileşik olduğunu
bildiğim bir tuzu ilaç toptancısı bir firmadan büyük miktarda
tek seferde satın aldım ve meşum bir gece geç vakit elementle-
rimi karıştırarak bileşimimi hazırladım, bardağa koyup birlik-
te fokurdamalarını ve dumanının tütmesini izledim; kaynama
bitince, güçlü bir cesaret dalgasıyla, ilacı içtim.
Büyük acılar peş peşe geldi: kemiklerde bir ezilme, müthiş
bir mide bulantısı ve benzerine ne doğumda ne de ölümde bile
rastlanamayacak kadar büyük bir korkunun benliğimi sarma-
sı. Sonra bu acılar hızla yok olmaya başladı ve sanki büyük bir
hastalıktan kalkıyormuşçasına kendime geldim. Duyularımda
bir tuhaflık vardı, tarif edemeyeceğim kadar yeni bir şey ek-
lenmişti sanki ve tam da yeni olduğundan inanılmayacak öl-
çüde güzel bir şeydi. Kendimi bedenen daha genç, daha hafif
ve daha mutlu hissediyordum; içimde heyecan verici bir per-
vasızlık olduğunun farkındaydım; karmakarışık duyusal im-
geler tıpkı bir değirmen suyu gibi hayallerime akıyordu; sanki
yükümlülüğün tüm bağları kopmuştu; ruhum o âna dek hiç
bilmediğim, ama pek de masum olmayan bir özgürlüğe kavuş-
muştu. Bu yeni yaşamın daha ilk nefesinde artık kendimin es-
kiye kıyasla daha günahkâr, üstelik on misli günahkâr olduğu-
nu, ruhu ilk günaha* satılmış bir esir olduğumu biliyordum; o
anki düşünce şarap gibi keyiflendirdi beni, bana haz verdi. Bu
duyuların tazeliğinin coşkusuyla ellerimi esnettim; bunu ya-
parken âniden fark ettim ki görünümüm değişmişti.
O vakitler odamda ayna yoktu; şu an bu satırları yazarken
karşımda duran aynayı buraya daha sonra, tam da bu dönü-

*
Hıristiyan inancına göre Hazret-i Âdem’in işlediği ve bütün insanlığa
intikal eden ilk günah. (ç.n.)

78
şümler nedeniyle getirttim. Ama gece sabaha taşmıştı –saba-
hın bu ilk saatlerinde hava hâlâ karanlıktı, ama gündüze gebe
kalma kıvamına iyice yaklaşmıştı– evin diğer sakinleri odala-
rının kapıları kilitli, en derin uykularındaydı; zafer ve umut
sarhoşluğunun verdiği coşkuyla yatak odama mümkün olabil-
diğince yeni görünümümle gitme riskini göze aldım. Gökyü-
zünde beni izleyen yıldızların altında avludan geçerken, uyku
nedir bilmeyen uyanıklıklarında, gördükleri bu tür ilk mahlûk
mu acaba diye merak ettim; koridorlarda sessizce dolanıyor-
dum, kendi evimde bir yabancıydım; Edward Hyde’ın görün-
tüsüyle ilk kez, odama gelince karşılaştım.
Bildiğimi değil, en olası olduğunu düşündüğüm şeyi söy-
leyerek burada yalnızca teorik olarak konuşmam gerekir. Ya-
radılışımın artık belirleyici bir etki atfettiğim kötü tarafı, geri
plana ittiğim iyi tarafından daha sağlıksız, daha az gelişkindi.
Sonuçta onda dokuzu çalışma, fazilet ve kontrole adanmış bir
yaşam olarak geçen hayatım boyunca kötü yanımı neredeyse
hiç göstermedim, öne çıkarmadım. Dolayısıyla, Edward Hy-
de’ın Henry Jekyll’dan böyle daha ufak tefek, cılız ve genç ol-
masının nedeni bana kalırsa bu. Nasıl ki birinin yüzünde iyilik
parlıyorsa, diğerinin yüzünde de kötülük böylesine kalın harf-
lerle yazılmış. Ayrıca (ne olursa olsun, insanın ölümcül yanı
olduğuna inandığım) kötülük bu bedene biçimsizlik, çirkinlik
ve eciş bücüşlük olarak damga vurmuştu. Gene de, aynada bu
çirkinlik abidesine baktığımda bir tiksinme duymuyordum;
bilakis bir hoşnutluk, bir beğeni dalgası kabarıyordu içimde.
Bu da bendim. Doğal ve insani görünüyordu. Gözümde daha
canlı bir ruh imgesi taşıyordu: o âna dek benim demeye alışık
olduğum bölünmüş, eksik yüze göre daha bütünlüklü ve tam
görünüyordu. Buraya kadar kesinlikle haklıydım. Edward Hy-
de’ın görüntüsüne büründüğümde hiç kimsenin daha ilk ba-
kışta bedenimden şüphelenmeden bana yaklaşabildiğini gör-
memiştim. Çünkü benim anladığım kadarıyla, karşılaştığımız

79
bütün insanlar, iyilik ve kötülüğün bir karışımıydı: Edward
Hyde ise insanlık sıralamasında tamamen kötüydü.
Aynanın karşısında bir an için durup oyalandım: ikinci be-
lirleyici deneyi henüz gerçekleştirmiştim; gene de kimliğimi
tekrar kazanamayacak şekilde yitirip yitirmediğim hâlâ belir-
sizliğini koruyordu ve artık bana ait olmayan bir evden gün-
düz vakti kaçmak zorundaydım; telaşla odama koştum ve ila-
cı bir kez daha hazırlayıp içtim; çözünme acısını bir kez daha
hissettim ve bir kez daha Henry Jekyll’ın kişiliği, bedeni ve
yüzüyle ayıldım.
O akşam kritik yol ayrımına gelmiştim. Hâlbuki keşfime,
kutsal emellerin etkisiyle daha asil bir ruhla, haysiyetli bir şe-
kilde yaklaşmış olsaydım, her şey başka türlü olabilirdi; bu
ölüm ve doğumla pençeleşmelerden bir yoldaş yerine belki bir
melek olarak çıkardım. İlacın ayrımcı bir muamelesi yoktu; ne
şeytani, ne de ilâhiydi; lakin yaradılışımın hapishanesinin ka-
pılarını yıkıp açtı; içeride duran şey de tıpkı Filippoi* tutsakları

*
“Filippoi tutsakları” Shakespeare’in oyunu Julius Caesar’ın Trajedisi’ne
bir göndermedir. Filippoi Yunanistan’ın Kavala kenti yakınlarındadır ve
ilk yüzyılda Makedonya’nın en önemli yerleşimlerindendir. Makedon-
ya Kralı II. Philippos’un tahkim ettiği Filippoi kasabasında MÖ 42’de
gerçekleşen Filippoi savaşının ardından (Caesar suikastının failleri Cas-
sius ve Brutus’ün destekçisi olan) tutsaklar, savaşı kazanan Antoninus ve
Octavianus tarafından hain olarak öldürülmek yerine serbest bırakılır.
Hyde da yeni kötülükler işleyebilmek için hak etmediği halde beklen-
medik şekilde hapishanesinden kurtulur. Ayrıca Pavlus’un Filippoilile-
re Mektubu Hıristiyanlığı yeni kabul etmiş olan ve Pavlus’un ikinci ve
üçüncü misyonerlik gezilerinde ziyaret ettiği Filippoi halkına gönderil-
miştir. Bunun dışında, Kutsal Kitap’ta Elçilerin İşleri bölümünde, Silas
ve Pavlus’un Makedonya ziyareti sırasında tutuklanmalarına ilişkin bir
kısım vardır (16:25). Hapishanede Pavlus ve Silas ilâhilerle Tanrı’yı yü-
celtip dua ederler ve bu sırada şiddetli bir deprem olur; böylece hapis­
hanenin bütün kapıları açılır. Fakat onlar iyi oldukları için kaçmazlar.
(ç.n.)

80
gibi dışarıya çıktı. O sırada iyi yanım uykuya dalmıştı; tutkulu
bir şekilde uyanık kalmaya devam eden kötü yanım ise tetik-
teydi ve bunu fırsat bildi; dışarı çıkan şey ise Edward Hyde’dı.
Bu nedenle, artık iki görünümüm olduğu kadar iki kişiliğim
olmasına rağmen, birisi büsbütün kötüydü, diğeri ise hâlâ bi-
zim eski Henry Jekyll’dı ve ikisinin yadırgatıcı, tuhaf bileşimi-
nin değişeceğinden de, düzeleceğinden de umudumu tama-
men yitirmiştim. Gidişat ise tamamen kötü olandan yanaydı.
Daha o zamanlar bile, çalışmaya adanmış bir yaşamın ku-
ruluğuna, yavanlığına duyduğum tiksintinin önüne geçebil-
miş değildim. Hâlâ arada bir neşeli olabiliyordum; keyif aldı-
ğım şeyler (en hafif tabiriyle) haysiyetsiz olduğundan ve ben de
sadece tanınmış ve son derece itibarlı biri olmakla kalmayıp,
giderek yaşını başını almış birisi de olduğumdan ötürü, hayatı-
mın bu tutarsızlığı her geçen gün daha da tatsız bir hal alıyor-
du. Ta ki ben ona kul köle olana dek bu yeni güç beni tam da
bu yönden cezbetti. Ünlü profesörün bedenini bir anda üze-
rimden çıkarıp, tıpkı kalın bir palto gibi Edward Hyde’ınkini
kuşanmak için ilacı içmem yeterliydi. Bu fikre bayıldım; o sı-
rada bana çok komik gelmişti; gayretle ve itinayla tüm hazır-
lıklarımı tamamladım. Polisin Hyde’ın izini sürdüğü Soho’da-
ki evi aldım ve dayayıp döşedim; hiçbir şeye ses etmeyeceğini,
ilkesiz ve ahlâksızın biri olduğunu gayet iyi bildiğim bir yara-
tığı kâhya olarak tuttum. Diğer taraftan, (görünümünü açık-
ça tarif ettiğim) Bay Hyde adında birinin meydandaki evimi
istediği gibi kullanma hakkına ve yetkisine sahip olduğunu
hizmetkârlarıma bildirdim; aksilikleri engellemek için ikinci
kişiliğimi bir misafir gibi davet edip evdekilerin ona âşina ol-
masını bile sağladım. Sonra senin o kadar itiraz ettiğin vasiyet-
nameyi hazırladım; böylece Dr. Jekyll kişiliğindeyken başıma
bir şey gelirse, maddi bir kayıp yaşamadan Edward Hyde’ın
kimliğine bürünebilecektim. Her şeyi düşündüğüm gibi böyle
sağlama alınca, içinde bulunduğum durumun tuhaf dokunul-
mazlıklarından faydalanmaya başladım.

81
Eskiden insanlar sırf isimlerine ve şahsiyetlerine gölge düş-
mesin diye kendi işleyecekleri suçları yaptırmak için kiralık
katil tutarlarmış. Oysa ben bunu zevk için yapan ilk kişiydim
belki de. Bir yük gibi taşıdığı güleryüzlü itibarından ötürü hal-
kın gözü önünde rahat hareket edemeyen, ama bir anda bir
okul çocuğu gibi üzerindeki bu ödünç kisvelerinden arınıp öz-
gürlük denizine balıklama atlayan ilk kişiydim. Ama bana ka-
lırsa, anlaşılması olanaksız sırrım sayesinde her şey güvenlik al-
tındaydı. Şunu düşünsene –hiç var olmamıştım ki! Laboratu-
varımın kapısından içeri girmeye göreyim, hep hazır tuttuğum
ilacı karıştırıp içmem için bana birkaç saniye yeter de artardı;
üstelik Edward Hyde ne yapmış olursa olsun, aynadaki nefes
izi gibi yok olacaktı; onun yerinde, evinde huzurlu huzurlu
oturan, çalışma odasındaki gece lambasını ayarlayan ve tüm
şüphelere gülüp geçebilen bir adam, Henry Jekyll olacaktı.
Dediğim gibi, kılık değiştirerek hızla peşinde koştuğum
hazlar haysiyetsizceydi; bundan daha ağır bir sıfat bulamıyo-
rum. Edward Hyde’ın elinde giderek iğrençleşmeye başladı-
lar. Bu gezintilerden döndüğümde çoğunlukla başkasının yeri-
ne vekâleten sürdürdüğüm bu haysiyetsizlik karşısında bir tür
hayrete düşerdim. Kendi ruhumun derinliklerinden çağırıp
hazzı tatması için tek başına gönderdiğim bu arkadaşın içi do-
ğuştan kötü ve iğrençti; her hareketi, her düşüncesi kendisine
odaklanmıştı; verdiği her eziyetten hayvanca bir tutkuyla haz
alıyordu; sanki taştan yapılmış gibi acımasızdı. Henry Jekyll
bazen Edward Hyde’ın yaptıkları karşısında dehşete kapılır,
apışır kalırdı; fakat bu sıradan yasaların hiçbir şey yapamaya-
cağı bir durumdu ve sinsice vicdanın pençelerinin gevşemesini
sağlıyordu. Her şeye rağmen sonuçta suçlu olan Hyde’dı, sade-
ce Hyde’dı. Jekyll kötü biri değildi; bozulmamışa benzeyen iyi
niteliklerinin yeniden farkına vardı; hattâ mümkün olduğun-
da Hyde’ın yaptığı kötülükleri çabucak düzeltebilirdi. Böylece
vicdanı derin bir uykuya daldı.

82
Göz yumarak suç ortaklığı yaptığım (çünkü şu an bile bun-
ları kendimin işlediğini kabul etmekte zorlanıyorum) kötü-
lüklerin ayrıntılarına girmek gibi bir niyetim yok; ama çok
yakında tüm bunların cezasını çekeceğimi belli eden uyarıla-
ra ve peş peşe yaşananlara dikkat çekmek istiyorum. Burada
sözünü etmeye bile değmeyecek tamamen önemsiz bir olaya
kazara karıştım. Bir çocuğa zalimce davrandığım için yoldan
geçen biri bana öfkelendi, ertesi gün bana bağırıp çağıran bu
adamın senin akraban olduğunu öğrendim; doktor ve çocu-
ğun ailesi de ona katıldı; hayatımı kaybetmekten korktuğum
anlar oldu; sonunda haklı öfkelerini yatıştırmak için Edward
Hyde’ın hepsini alıp kapıya getirmesi ve onlara Henry Jekyll
adına yazılmış bir çek vermesi gerekti. Ama başka bir bankada
Edward Hyde’ın kendi adına bir hesap açılarak, gelecekteki bu
tür muhtemel tehlikeler kolaylıkla bertaraf edildi; elimi arkaya
doğru yatırarak, ikizim için bir imza uydurduğumda, yazgının
ötesine geçebileceğimi sandım.
Sör Danvers cinayetinden iki ay kadar önce, serüvenlerim-
den birini yaşamak için dışarı çıkmış, gece geç bir saatte dön-
müştüm; ertesi gün yatakta tuhaf duygularla uyandım. Bo-
şuna etrafıma bakındım; meydandaki evde bulunan odamın
güzel mobilyalarını, yüksek tavanını gördüm ama hiç işe ya-
ramadı; yatak perdesinin desenlerini, maun çerçevenin şekli-
ni seçebildim ama nafile; bir şey hâlâ ısrarla bulunduğum yer-
de olmadığımı, buradaymış gibi görünmeme rağmen aslında
burada uyanmadığımı, Edward Hyde’ın bedeninde uyumaya
alıştığım Soho’daki küçük odada uyandığımı söylüyordu. Ken-
di kendime gülümsedim ve kendi ruh halimle tembel tembel
bu yanılsamanın unsurlarını sorgulamaya başladım, ama bunu
yaparken bile, arada bir kendimden geçip huzurlu bir sabah
uykusuna sürükleniyordum. Böyle arada bir kestirirken, nis-
peten uyanık olduğum anlardan birinde gözlerim elime takıl-
dı. Henry Jekyll’ın elleri (senin de hep dediğin gibi) şekil ve
boyut bakımından mesleğine çok uygundu: büyük, sağlam,

83
beyaz ve zariflerdi. Ama şu an, Londra’da kuşluk vaktinin sarı
ışığında açık seçik gördüğüm, yorganın üzerinde yarı kapalı,
duran bu kıvrık el, zayıf, damarlı, küt parmaklı, kara kuru, si-
yah kıllı bir eldi. Bu Edward Hyde’ın eliydi.
Yarım dakikaya yakın bir süre gözümü ayırmadan bakmış
olmalıyım, çalan zillerin* gümbürtüsü gibi ani ve ürkütücü bir
korku yüreğimi kaplamadan önce, bir an şaşkınlıktan aptala
döndüm; hemen yatağımdan fırlayıp aynaya koştum. Gözü-
me ilk çarpan görüntüyle damarlarımda akan kan neredeyse
basıncını tamamen yitirip dondu. Evet, yatağa Henry Jekyll
olarak girmiştim, ama Edward Hyde olarak uyanmıştım. Peki,
bunu nasıl açıklayacaktım? Sonra gene korkuya kapılarak ken-
dime şunu sordum: buna nasıl bir çare bulacaktım? Sabahın
geç bir saati olmuştu; hizmetkârlar ayaktaydı; ilaçlarımın hep-
si odadaydı –dehşete kapılarak dikildiğim yerden iki kat mer-
diven inip, karanlık geçitten geçerek dışarıdaki avluya çıkmak,
ardından ameliyathaneyi kat edip odaya ulaşmak uzun bir yol-
culuk olacaktı. Aslında yüzümü örtebilirdim; ama vücudum-
daki değişikliği gizleyemedikten sonra bunun ne faydası olur-
du ki? Birden aklıma hizmetkârların ikinci benliğimin gidip
gelmesine zaten alışık olduğu gelince içimde engelleyemedi-
ğim tatlı bir rahatlama duygusu yükseldi. Mümkün olduğun-
ca kendi bedenime uygun kıyafetler seçerek hızlıca üzerimi de-
ğiştirdim: evden alelacele çıkmıştım, Bradshaw Bay Hyde’ı bu
saatte böyle tuhaf bir kıyafet içinde görünce gerileyip bakakal-
mıştı; on dakika sonra Dr. Jekyll kendi görünümüyle dönüp
oturmuş, kaşlarını çatarak kahvaltı edermiş gibi yapıyordu.
Aslında iştahım kaçmıştı. Bu izah edilemez olay, önceki de-
neyimlerimin böyle tersine dönmesi, sanki “Babil’de birden

*
Daire biçiminde düz ya da içbükey bir metal plaktan oluşan vurma-
lı çalgı. Tek zil üstüne sopa veya bagetle vurularak, çift zil ise birbirine
vurularak çalınır. (ç.n.)

84
beliren elin duvara yazması”* gibi hakkımda verilen hükmü ya-
zıyordu; böylece ikinci kişiliğimin varlığının yol açtığı sorun-
lar ve varoluş olasılıkları üzerine daha ciddi düşünmeye başla-
dım. Dışarıya çıkarma gücüne sahip olduğum bu parçama son
zamanlarda çok iş düştü ve o da beslenip güçlendi; Edward
Hyde’ın vücudu bana irileşmiş gibi geliyordu; ona dönüştü-
ğümde sanki kanımın daha bol aktığını hissediyordum; der-
ken bir tehlikeyi fark etmeye başladım, bu durum daha fazla
uzarsa tabiatımın dengesi kalıcı olarak bozulabilirdi ve gönül-
lü değişimin gücü kaybolabilirdi; o zaman Edward Hyde’ın
kişiliği değişmez bir şekilde bende kalabilirdi, sadece o olabi-
lirdim. İlacın etkisi her zaman aynı olmuyordu. Bir defasın-
da, kariyerimin daha en başında, beni tamamen güçsüz düşür-
müştü; o zamandan beri, ilacı birkaç kez iki misli almak zo-
runda kalmıştım, hattâ bir defasında çok büyük bir ölüm ris-
kini göze alarak dozu üç katına bile çıkardım; huzuruma gölge
düşüren tek şey nadir görülen bu belirsizliklerdi. Ama şimdi,
o sabah yaşanan kazanın ışığında fark ediyorum ki başlangıç-
ta Jekyll’ın bedeninden vazgeçmek çok zor gelmiş olsa da, son
zamanlarda Jekyll kendisini yavaş yavaş ama hiç tereddüt et-
meden diğerine dönüştürüyordu. Dolayısıyla, her şey aynı şeyi
işaret ediyor gibiydi: kendi sahici ve daha iyi benliğimi yavaş
yavaş kaybediyordum ve giderek ikinci ve daha kötü benliğim-
le bütünleşiyordum.
Şu an ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda olduğumu
hissediyorum. İki doğam da aynı belleğe sahipti, ama diğer
tüm yetiler ikisi arasında son derece eşitsiz paylaştırılmıştı.
Jekyll (ki o esasen ikisinin bileşimiydi) artık daha hassas bir
*
Eski Ahit’e bir gönderme. Daniel Kitabı’nda (5:5) şöyle yazar: “Ansızın
bir insan elinin parmakları belirdi, kandilliğin yanındaki saray duvarı-
nın sıvası üzerine yazmaya başladı.” Bölüm Kral Belşazar’ın krallığının
yıkılmasına ilişkindir. Krallık dışarıdan güçlerce yıkılır ama Hyde’ın
gerçekdışı dünyası bizatihi Jekyll’ın vicdanı tarafından içindeki kötü
karakteri öldürmek üzere yıkılır. (ç.n.)

85
kavrayışla, doymak bilmez bir iştahla Hyde’ı dışarı çıkarıyor,
maceralarına ve hazlarına ortak oluyordu; oysa Hyde, Jekyll’a
aldırmıyordu ya da dağdaki eşkıyanın kendisini peşindekiler-
den gizleyen mağara gibi görüyordu onu. Jekyll ikizine karşı
bir babanın şefkatinden ve ilgisinden daha fazlasını gösteri-
yordu; Hyde ise bir oğulun kayıtsızlığından fazlasını. Jekyll ile
kader birliği yapmak, uzun süreden beri gizliden gizliye esi-
ri olduğum, son zamanlarda da aşırıya kaçtığım arzulardan el
etek çekmek anlamına geliyordu. Hyde ile kader birliği yap-
mak ise, binlerce ilginç şeyden ve beklentilerden bir çırpıda
vazgeçmek ve bir anda arkadaşsız kalıp horlanmak demekti.
Pazarlığın terazisi bozulmaya başlamıştı; ama tartıda belirle-
yici olan bir etken daha vardı; Jekyll kendini zevklerden uzak
durup ateşler içinde kavrulurken, Hyde kaybetmiş olduğu her
şeyin bilincinde değildi. İçinde bulunduğum durum ne kadar
tuhaf olursa olsun, bu tartışmanın koşulları insan kadar eski
ve klişe; baştan çıkmış ve korkan her günahkâr için hemen he-
men aynı tahrikler, aynı kışkırtmalar ve aynı tehlike işaretleri
söz konusudur; hemcinslerimin çok büyük bir çoğunluğunun
başına gelen şey bana da oldu: iyi yanımı seçiyordum, ama
bunu sürdürecek gücü kendimde bulamıyordum.
Evet, yaşlı ve küskün, etrafı dostlarıyla çevrili, temiz umut-
lar besleyen doktoru tercih ettim ve Hyde kisvesine bürünerek
tattığım özgürlüğe, nispi gençliğe, çevikliğe, artan dürtülere ve
gizli hazlara veda ettim. Belki de bilinçdışı bir çekinceyle bu
seçimde bulunmuştum; zira ne Soho’daki evden vazgeçtim, ne
de Edward Hyde’ın hâlâ gardırobumda duran giysilerini at-
tım. Kararlılığımı iki ay korudum; iki ay boyunca hiç olmadığı
kadar sade bir hayat sürdüm ve temiz bir vicdanın nimetlerin-
den faydalandım. Ne var ki, sonunda zaman, korkumun di-
riliğini aşındırmaya başladı; hiç şüphesiz vicdanımın övgüleri
etkili oluyordu; âdeta Hyde’ın özgürlük mücadelesinin acıları
ve özlemlerinin pençesinde kıvranır oldum; sonunda ahlâken

86
zayıf olduğum bir anda, beni dönüştürecek ilacı bir kez daha
hazırlayıp içtim.
Nasıl ki bir sarhoş yaptığı şeyin kötülüğü konusunda ken-
di kendisini ikna etmeye çalıştığında, hissiz fiziksel duyarsız-
lığıyla sezdiği tehlikelere, daha önce beş yüz kez maruz kalsa
bile, hiç aldırmaz; aynı şekilde ben de, kendi içinde bulundu-
ğum durumu uzun uzun düşünmüş olsam bile, Edward Hy-
de’ın karakterinin başlıca özelliklerini oluşturan ahlâki duyar-
sızlık ve kötülük yapmaya körü körüne hazır olma nitelikleri-
ni hiç hesaba katmamıştım. Gene de, beni cezalandıran tam
da bunlar oldu. Şeytanım uzun süre kafesinde kapalı kalmıştı
ve kükreyerek dışarı çıktı. İlacı içtiğimde, kötülük eğiliminin
dizginlenmesi daha zor, daha şiddetli bir hal aldığını hisset-
tim. Galiba talihsiz kurbanımın kibarlıklarına kulak asamaz
hale gelmeme yol açan ruhumdaki o sabırsızlık fırtınasını ko-
paran da bu oldu; hiç değilse Tanrı’nın huzurunda diyebilirim
ki ahlâken güçlü, aklı başında hiçbir insan bu kadar basit bir
kışkırtmadan ötürü böyle bir suç işlemez; sanırım bu suçu iş-
lerken içinde bulunduğum ruh hali, oyuncağını kıran mutsuz
bir çocuğun ruh hali kadar bile mantıklı değildi. Ama içimiz-
den en kötü olanın bile kışkırtmalara rağmen istikrarını ko-
rumasını sağlayan o dengeleyici içgüdülerin tümünü kendim-
den kendi isteğimle koparmıştım; benim durumumda baştan
çıkarılmak ne denli belirsiz olursa olsun yoldan çıkmak, günah
işlemek demekti.
İçimdeki şeytan anında uyandı, öfkelenip köpürdü. Ken-
dimi bir anda çok iyi hissedip, bana karşı koymayan bedeni
her darbesinden zevk alarak öldüresiye dövdüm; hezeyanımın
zirvesinde dövmekten yorgun düşünce birdenbire korkuya ka-
pıldım; buz gibi bir ürperti sardı yüreğimi. Gözümün önün-
deki sis perdesi dağıldı; işlediğim suç yüzünden hayatımı kay-
bedeceğimi anladım ve hem gurur duyarak, hem de korku-
dan titreyerek bu katliam sahnesinden kaçtım; kötülük açlı-
ğım doygunluğa ulaşmış ve yeniden azmıştı, yaşam sevgim en

87
yüksek seviyeye çıkmıştı. Soho’daki eve kaçtım ve işi sağlama
bağlamak için elimdeki belgelerin hepsini yaktım; aynı ikiye
bölünmüş esrik ruh hali içinde kendimi lambaların aydınlat-
tığı sokaklara attım; işlediğim suç beni hazzın doruklarına ta-
şımıştı, gelecekte işleyeceğim suçların hayaliyse başımı dön-
dürüyordu ama bir yandan da, peşimdeki intikamcının ayak
seslerine kulak kesilmiş, adımlarımı sıklaştırmıştım. Hyde ilacı
hazırlarken bir şarkı mırıldanıyordu, ilacı da ölü adamın sağ-
lığına içti. Henry Jekyll gözünden akan minnet ve pişman-
lık gözyaşlarıyla ellerini kenetleyip Tanrı’nın huzurunda diz-
lerinin üzerine çökene dek dönüşümün sancıları onu kıvran-
dırmamıştı. Arzulara düşkünlüğün örtüsü bir anda tamamen
sıyrıldı ve hayatımı bir bütün olarak gördüm: babamın elini
tutup yürüdüğüm çocukluğumdan başlayıp, sıkıntılı fedakâr-
lıklarla geçen meslek hayatıma ve oradan da tekrar tekrar aynı
gerçekdışılık duygusuyla, geceleri yaşadığım lanetli kâbusuma
dönüyordum. Acı acı haykırmak geliyordu içimden; dualar ve
gözyaşları içinde, korkunç görüntüler ve seslerle üzerime çul-
lanan hafızamı yatıştırmaya çalıştım; gene de, kötülüğümün
çirkin suratı yakarışlar arasında yeni isteklerle gözlerini ruhu-
ma dikmişti. Vicdan azabının şiddeti yavaş yavaş kaybolur-
ken yerini bir neşe kapladı. Davranışımın sorunu çözülmüştü.
Bundan sonra Hyde’ın varlığı mümkün olamazdı; İstesem de
istemesem de, varlığımın iyi olan yanına hapsolmuştum; ah,
bunu düşünmek ne de mutluluk vericiydi! Doğal yaşamın kı-
sıtlamalarını nasıl da canı gönülden bir uysallıkla kucakladım!
Bu kadar sık girip çıktığım kapıyı nasıl da içten bir feragatle
kilitledim ve anahtarını topuğumla ezdim!
Ertesi gün, cinayete tanık olunduğu, Hyde’ın suçlu oldu-
ğunu tüm dünyanın bildiği, kurbanın halkın nazarında son
derece itibarlı biri olduğu haberleri geldi. Bu sıradan bir suç
değildi, trajik bir delilikti. Sanırım bunu duyduğuma mutlu
olmuştum; sanırım idam korkusunun iyi yanımı destekleyip
öne çıkardığını görmek beni sevindirmişti. Jekyll artık benim

88
sığındığım liman olmuştu; Hyde bir an görünüverse herkes
onu yakalayıp öldürecekti.
Gelecekte yapacaklarımla geçmişin kefaretini ödemeye ka-
rar verdim; dürüstçe diyebilirim ki kararımın bazı faydalı so-
nuçları oldu. Bu son yılın son aylarında ıstırabımdan kurtul-
mak için nasıl şevkle çalıştığımı sen kendin de biliyorsun; baş-
kaları için çok şey yaptığımı, günlerin benim için sakin, hattâ
neredeyse mutlu geçtiğini biliyorsun. Bu iyi ve dürüst hayat-
tan bıkıp usandığımı da söyleyemezdim; bilakis her geçen gün
ondan daha fazla zevk alıyordum sanırım; ama gene de, hâlâ
iki amacım olmasından mustaribim (bu bir lanet gibi tepeme
çöktü); pişmanlık çeken iyi yanım aşınırken, bu kadar uzun
bir süre arzu ve heveslerine kapılmış olan, şimdilerdeyse zin-
cire vurulmuş olan aşağılık tarafım serbest kalmak için sesini
yükseltmeye başladı. Hyde’ı diriltmek gibi bir hayalim yok-
tu; bunu düşünmek bile kanımı donduruyordu: hayır, bir kez
daha beni vicdanımı hafife almaya kışkırtan şey bizzat kendi
içimdeydi; sonunda gizlenen sıradan bir günahkâr gibi kışkırt-
maların kurbanı oldum.
Her şey son bulur; en büyük kap bile sonunda dolar; kötü-
lüğe kısaca tepeden bakış sonunda ruhumun dengesini bozdu.
Gene de paniğe kapılmadım; çöküş doğal görünüyordu, tıpkı
keşifte bulunmamdan önceki eski günlerime bir dönüş gibiy-
di. Güzel, berrak bir Ocak günüydü, buzlar erimişti ve yerler
ıslaktı, ama başımın üzerinde, gökyüzünde hiç bulut yoktu;
Regent’s Park kış cıvıltılarıyla doluydu ve bahar kokularıyla
tatlı görüntüsü vardı. Güneşte bir banka oturdum; içimde-
ki hayvanın daldığı anılarla ağzının suyu akıyordu; hafiften
uyuklayan ruhum birazdan gelecek pişmanlığın belirtilerini
sezdirse de kendini göstermiyordu. Her şeye rağmen, diye ge-
çirdim içimden, ben de aynen komşularım gibiyim; ardından
kendimi başka insanlarla karşılaştırarak, kendi çalışkan iyi ni-
yetimi onların tembel ihmalkârlıklarıyla kıyaslayarak güldüm.
Tam da bu kibirli düşünce aklıma geldiğinde bir vicdan azabı

89
hissettim ve korkunç bir mide bulantısı ve müthiş bir titreme
beni ele geçirdi. Bunlar bende bir baş dönmesi bırakıp çekip
gittiler; kendi sırasını savdıktan sonra baş dönmesi de azaldı
ve düşüncelerimin kıvamında bir değişim olduğunu fark et-
tim; üzerime büyük bir cesaret gelmişti; hiçbir tehlikeyi umur-
samıyordum artık, sorumluluk duygusundan kurtulmuştum.
Aşağıya baktım; giysilerim bedenimden biçimsizce sarkıyordu;
dizimin üzerindeki el damarlı ve kıllıydı. Bir kez daha Edward
Hyde olmuştum. Biraz önce tüm insanların saygısını, sevgisi-
ni kazanmış varlıklı biriydim –evimin yemek odasında sofrası
hazırlanan birisiydim; şimdi ise insanların yakalamak istediği
bir avdım, aranan bir suçlu, evsizin biri, tanınmış bir katil, da-
rağacına yollanacak bir tutsaktım.
Aklım sendeledi ama beni tamamen terk etmedi. İkinci
kişiliğimde duyularımın bir noktaya kadar keskinleştiğini ve
duygularımın da daha gergin bir esneklik kazandığını defalar-
ca gözlemlemiştim; demek böyle oluyordu: Jekyll’ın vazgeçti-
ği yerde, ânın önemine göre Hyde ortaya çıkıyordu. İlaçlarım
odamdaki dolaplardan birindeydi; peki oraya nasıl gidecek-
tim? Çözmem gereken sorun buydu (çünkü kendi mabedi-
mi kendim yıkmıştım). Laboratuvarın kapısını kapatmıştım.
Eve girmeye çalışsaydım, kendi hizmetkârlarım beni darağa-
cına gönderirdi. Başka birisinden yardım almam gerektiğini
gördüm ve aklıma Lanyon geldi. Peki, ama ona nasıl ulaşacak-
tım? Onu nasıl ikna edecektim? Diyelim ki sokaklarda kimse-
ye yakalanmadan evine gidebilmeyi başardım, peki yanına ka-
bul edilmeyi nasıl başaracaktım? Tanımadığı, sinir bozucu ya-
bancı bir ziyaretçi olarak, ünlü hekimi meslektaşı Dr. Jekyll’ın
çalışma odasını talan etmeye nasıl ikna edecektim? Derken bir
kısmı hâlâ bende kalmış olan kendi asıl kişiliğim aklıma geldi:
Kendi el yazımla bir mektup yazabilirdim; beynimde çakan
şimşeğin kıvılcımıyla, yapmam gereken şey bir anda netleşti.
Bunun üzerine, mümkün mertebe kıyafetime bir çeki dü-
zen verdim ve yoldan geçen bir at arabasını çevirerek adını

90
tesadüfen anımsadığım Portland Sokağı’nda bir otele gittim.
Arabanın sürücüsü (ne denli trajik bir yazgıyı örtüyor olsalar
da bu kıyafetlerle aslında fazlasıyla komik bir hal almış olan)
görüntüm karşısında kahkahasını gizleyemedi. Âni bir hiddet-
le dişlerimi gıcırdattım; adamın yüzündeki gülümseme kay-
boldu –ne mutlu ona– gene de benim için daha fazla mutlu-
luk vericiydi, zira başka bir an olsa, onu kesinlikle tüneğin-
den çekip alırdım. Handan içeri girince etrafıma öyle karan-
lık bir yüz ifadesiyle baktım ki hizmetkârlar korkudan titredi;
yüzüme bile bakamadılar; fakat aşırı saygılı bir tavırla dedik-
lerimi yerine getirdiler; bana özel bir odayı verdiler; yazmam
için kalem, kâğıt getirdiler. Hayatı tehlikede olan Hyde benim
için yeni bir yaratıktı; bastıramadığı öfkesinden sarsılmış hal-
deydi; cinayet işleme noktasına gelip dayanmıştı; acı çektirme
arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Gene de bu yaratık kurnazdı;
irade gücüyle büyük çaba harcayarak öfkesini dizginliyordu;
iki önemli mektup yazdı: biri Lanyon’a, diğeri Poole’a; üste-
lik postalanmalarını sağlama almak için, mektupları taahhüt-
lü gönderdi.
O andan itibaren, tüm gününü kendi özel odasında şömi-
nenin karşısında oturup tırnaklarını kemirerek geçirmeye baş-
ladı; alenen korkudan ödü kopan garson gözünün önünde di-
kilirken akşam yemeğini orada korkularıyla baş başa yedi; ni-
hayet akşam olunca, oradan çıkıp her tarafı kapalı bir araba-
ya binerek yola koyulur ve şehrin sokaklarında dolaşırdı. “O”
diyorum –çünkü “Ben” diyemem. Bu Cehennem çocuğunun
insani hiçbir yanı yoktu; onda korku ve nefret dışında canlı
hiçbir şey yoktu. Sonunda sürücünün kuşkulanmaya başladı-
ğını akıl edip arabayı tutmaktan vazgeçtiğinde ve tüm dikkat-
leri üzerine toplayan çok bol kıyafetler içinde gece yoldan ge-
lip geçenler arasına karışıp yayan yola koyulduğunda, içinde
fırtınalar koparıp hiddetlenmesine neden olan iki temel tutku
bunlardı (korku ve nefret). Hızlı adımlarla yürüyor, içi kor-
kuyla doluyor, kendi kendine konuşuyor, gizli gizli ıssız arka

91
sokaklardan gidiyor, dört gözle gece yarısı olmasını bekliyor-
du. Bir keresinde bir kadın onunla konuşmaya çalışmıştı, sanı-
rım kadın ateş isteyip istemediğini soruyordu. Kadının yüzüne
tokat attı ve kadın apar topar kaçtı.
Lanyon’da kendime gelince, eski dostumun korkusu belki
de beni bir şekilde etkiledi: bilmiyorum; ama gene de, geçmi-
şe, bu anlara dönüp baktığımda hissettiğim tiksintiyle karşı-
laştırıldığında devede kulak kalır. Bana bir şeyler olmuştu. Ar-
tık bana işkence eden, içimi kemiren, darağacı korkusu değil,
Hyde olma korkusuydu. Lanyon beni suçlarken rüyada gibiy-
dim; gene rüyadaymış gibi kendi evime dönüp yatağa girdim.
Günün sonunda mecalim kalmadı ve içimi kemiren kâbusla-
rın bile bölemediği derin ve deliksiz bir uykuya daldım. Sabah
ise titreyerek, bitkin ama zinde kalktım. İçimde bir zalimin
saklı olduğu fikrinden hâlâ nefret ediyor ve korkuyordum; fa-
kat bir gün önceki dehşet verici tehlikeleri de aklımdan atabil-
miş değildim; gene de bir kez daha evimdeydim kendi evim-
de, ilaçlarımın yanındaydım; kaçıp kurtulmaktan duyduğum
mutluluk içimde öyle bir parladı ki neredeyse umudun parlak-
lığını bile gölgede bıraktı.
Kahvaltıdan sonra boş boş avluyu arşınlayıp, serin havayı
büyük bir keyifle içime çektim; derken değişimi müjdeleyen o
tarif edilemez duyumları tekrar hissettim; Hyde’ın tutkularıy-
la bir kez daha hiddetlenip kanım donmadan önce, neyse ki
kendimi odama atacak kadar zamanım vardı. Bu sefer topar-
lanıp kendime dönebilmem için iki doz gerekti; heyhat! Altı
saat sonra, ateşin başında mutsuz mutsuz otururken, sancılar
geri geldi; tekrar ilaç almam gerekti. Kısacası, bundan böy-
le, ancak fiziksel egzersizler yapıp kendimi yorarak ve yalnızca
ilacın uyarması sonucu Jekyll’ın görünümüne bürünebilecek-
mişim gibi görünüyordu. Gece, gündüz demeden tüm saatler
boyunca beni uyaran bir ürpertiyle titredim; her şeyden önem-
lisi de, uyusam veya koltuğumda bir an için uyuklasam bile,
hep Hyde olarak uyanıyordum. Sürekli beni bekleyen sonun

92
baskısı altında ve kendimi mahkûm ettiğim uykusuzlukta, bir
insan için olabileceğini düşündüğüm şeyin de ötesinde, kendi
kişiliğimde öfkenin yiyip bitirdiği ve içini boşalttığı, ruhen ve
bedenen yıpranıp bitkin düşmüş ve tek bir düşüncenin esiri
olmuş bir yaratığa dönüşmüştüm: öteki benliğimden duydu-
ğum korku. Ama uyuduğumda ya da ilacın etkisi azaldığında,
neredeyse hiç sektirmeden (çünkü dönüşümün verdiği acılar
her geçen gün giderek daha az belirgin oluyordu) korkunç gö-
rüntülerle dolu bir hayal, nedensiz nefret duygularıyla kayna-
yan bir ruh ve hayatın coşkulu güçlerini içerecek kadar güçlü
olmayan bir beden beni ele geçiriyordu. Hyde’ın sahip olduğu
güçler, Jekyll’ın güçsüzlüğünde artmış gibiydi. Kuşkusuz şu
an onları birbirinden ayıran nefret, ikisinde de eşit ölçüdeydi.
Jekyll’ın içinde, yaşamsal içgüdü gibi bir şeydi. Artık bilincine
yansıyan bazı olayları kendisiyle paylaşan ve kendisiyle birlik-
te aynı ölüme yazgılı olan bu yaratığı tüm çirkinliğiyle görü-
yordu: mutsuzluğunun altında yatan en derin acının da ne-
deni olan ve onları birbirine bağlayan bu bağın ötesinde Hy-
de’ın, tüm yaşama enerjisine rağmen, aslında sadece şeytani
değil, cansız da olduğunu düşünüyordu. Sarsıcı olan buydu;
cehennem çukurunun bu balçığı çığlıklar atıyor ve konuşu-
yordu; bu biçimsiz yaratık elini kolunu sallıyor, hareket edebi-
liyor ve günah işliyordu; cansız olan, şekli şemali olmayan bu
şey, kendisinin olmayan yaşamsal işlevleri gasp ediyordu. Ama
hiç değişmeyen şey şuydu: bu korkunç isyankâr bir eşten bile
yakındı ona, gözünden bile yakındı; bedenine hapsolmuştu,
bedenin içinde homurdandığını duyuyor, yeniden doğmaya
çabaladığını duyumsuyordu; güçsüz olduğu ya da kendini gü-
vensiz hissettiği her an ona başkaldırıyor, onu yaşamdan so-
ğutuyordu. Hyde’ın Jekyll’a yönelik nefretiyse farklıydı. İdam
sehpasına doğru gidişi onu boyuna eğreti intiharlara sürüklü-
yordu ama tekrar tekrar bütün bir kişi değil ama bir kişinin
parçası olduğu ikincil konumuna geri dönüyordu; ne var ki,
bu zorunluluktan nefret ediyordu, Jekyll’ın düştüğü umutsuz-

93
luktan nefret ediyordu ve Jekyll’ın ondan hoşlanmamasından
nefret ediyordu. Dolayısıyla, maymunluk yapıp bana oyunlar
oynuyordu: benim elimle kitaplarımın sayfalarına ağıza alın-
mayacak küfürler yazıyordu, bana gelen mektupları yakıyor,
babamın portresini parçalıyordu; aslında ölüm korkusu olma-
saydı, uzun zaman önce beni mahvetmek için kendini harap
ederdi. Fakat onun yaşam sevgisi mükemmeldi; daha da ile-
ri gideyim: bu yakınlığın iğrençliğini ve tutkusunu anımsadı-
ğımda ve intihar ederek onu da yok etme gücümden nasıl ödü
patladığını anladığımda, sırf aklıma geldiğinde bile midesi bu-
lanan ve kanı donan ben, kalbimin derinlerinde ona karşı bir
acıma hissettim.
Zaman ümidimi tüketiyor, artık bu açıklamayı uzatmanın
hiç faydası yok; ama şu kadarını söyleyeyim, hiç kimse böyle
bir işkenceye maruz kalmamıştır; ama buna rağmen, alıştım
artık, ruhum nasır tuttu, kaderime boyun eğdim –hayır, kesin-
likle abartmıyorum; yıllarca katlanabilirdim cezamı çekmeye,
ama artık başıma gelen bu son felaket beni mahvetti, sonunda
beni yüzümden ve doğamdan kopardı. İlk deneyi gerçekleş-
tirdiğim günden beri hiç yenisini ilave etmediğim tuz stokum
azalmaya başladı. Yenisini alıp gelmesi için birini gönderdim
ve böylece karışımı hazırladım; hazırladığım karışım köpür-
meye başladı, ilk renk değişimi gerçekleşti ama ikincisi ger-
çekleşmedi; gene de, içtim ama hiç etkilemedi. Londra’yı na-
sıl didik didik arattığımı Poole’a sor istersen; ama nafile, tuzu
bulduramadım; ilkinin saf olmadığına, bazı başka şeyler içer-
diğine ve ilacın etkisini, ne olduğunu bilmediğim bu içeriğe
borçlu olduğuna artık eminim.
Yaklaşık bir hafta oldu; şu an bu açıklamayı son ilacın etki-
si altında bitiriyorum. Demek ki, bir mucize olmadıkça Hen-
ry Jekyll son kez kendi düşünceleriyle düşünebilecek, (şu an
mutsuz görünen) kendi yüzünü son kez aynada görebilecek.
Yazmayı uzatmamın lüzumu yok; çünkü açıklamam hâlâ sa-
pasağlam duruyorsa, bu biraz şanslı, biraz da tedbirli olmam-

94
dan kaynaklanıyor. Şayet açıklamamı kaleme alırken değişim
sancılarına maruz kalırsam, Hyde yırtıp paramparça eder; ama
ben sakladıktan sonra araya biraz zaman girerse, muhtemelen
onun muazzam bencilliği ve ânı yaşama tutkusu sayesinde bir
kez daha maymuna özgü öfkesinden kurtulacak. Gerçekten
de, ikimizi de bekleyen akıbet onu çoktan değiştirip mahvetti.
Yarım saat kadar sonra o nefret dolu kişiliğe bir daha ama bu
kez sonsuza dek büründüğümde, koltuğumda nasıl içim ürpe-
rerek titreyeceğimi ve hüngür hüngür ağlayacağımı ya da kor-
kudan kendimden geçmiş bir halde kendimi zorlayarak tehlike
olarak algıladığım her sese dikkat kesilip kulak kabartacağımı
ve (bu dünyadaki son sığınağım olan) bu odada hiç durmadan
volta atacağımı biliyorum. Hyde’ın sonu darağacı mı olacak?
Yoksa son anda kendisini kurtaracak cesareti bulacak mı? Tan-
rı biliyor ya, umurumda bile değil; gerçekten vadem doldu ve
bundan sonra yaşanacak olanlar beni ilgilendirmiyor. Böylece,
burada kalemi bırakıp itirafımı noktalarken, Henry Jekyll de-
nen o bahtsızın hayatına son veriyorum.

95

You might also like