Professional Documents
Culture Documents
1. basım: 2010
2. basım: Aralık 2013, İstanbul
E-kitap 1. sürüm Şubat 2014 , İstanbul
Aralık 2013 tarihli 2. basım esas alınarak haz ırlanmıştır.
ISBN 9789750720215
ÖYKÜ
VOLKAN YALÇINTOKLU, 1961’de doğdu. Saint-Joseph Lisesi’nde okudu. Dokuz Eylül Üniversitesi
T ıbbi Biyoloji ve Genetik Bölümü’nü bitirdi. Uz un yıllar kitapçılık yaptı. Fransız ca ve İngiliz ce’den
çeviriler yapıyor. Jules Verne, Alexandre Dumas, George Sand, Honoré de Balz ac, Charles Perrault,
Lyman Frank Baum ve Helene de Witt’in eserlerini çevirdi.
GİRİŞ
İşte size ardına kadar açık kapısından güneş ışınlarını içeri alan
bu odadan yazıyorum.
Karşımda yamacın eteklerine kadar ışıl ışıl parlayan bir çam
korusu uzanıyor. Ufukta Alpilles Dağları’nın (Küçük Alpler) zarif
zirveleri seçiliyor... Hiç ses yok... Olsa olsa ta uzaklardan gelen bir
fre sesi, lavantalar arasında bir kervan çulluğunun ötüşü, yoldan
geçen bir katırın çıngırağı... Provence’ın tüm bu güzel manzarası,
gün ışığıyla canlanıyor.
Siz şimdi benden, o gürültülü ve havası kirli Parisinizi
özlememi nasıl beklersiniz? Değirmenimde o kadar mutluyum ki!
Gazetelerden, pustan ve faytonlardan bin mil uzakta, her zaman
özlemini çektiğim hoş kokulu, sıcacık, kuytu bir köşedeyim.
Etrafımda o kadar çok güzellik var ki! Buraya yerleşeli sadece sekiz
gün olmasına rağmen, şimdiden hatıraların ve edindiğim
izlenimlerin sarhoşluğu içindeyim... Dinleyin! Daha dün akşam,
sürülerin yamacın eteğindeki kır evine (çiftliğe) dönüşünü
seyrettim; inanın bana, bu gösteriyi sizin hafta boyunca Paris’te
prömiyerlerini izlediğiniz tüm o gösterilerin birine bile değişmem.
Gerisini siz düşünün!..
Provence’ta sıcakların bastırmasıyla birlikte, çiftlik
hayvanlarının Alpler’e götürülmesinin âdetten olduğunu hemen
belirtmeliyim. Burada yaşayanlar hayvanlarla birlikte beş altı
aylığına yaylalara çıkıyor, açık havada bellerine kadar uzanan
otların arasında konakladıktan sonra sonbaharın ilk serinliğiyle
birlikte çiftliğe iniyor ve sürülerini biberiye kokan, külrengi küçük
tepelerde yeniden sakin sakin otlamaya bırakıyorlar. İşte dün
akşam sürüler dönüyordu. Çiftliğin ana kapısı sabahtan beri iki
kanadı açık bekliyordu, ağıllar taze samanla ağzına kadar doluydu.
Saatler geçtikçe, “Şimdi Eyguières’delerdir... Şimdi Paradou’ya
ulaşmışlardır” deniyordu. Nihayet akşama doğru, birden bir çığlık
koptu. “İşte geliyorlar!” Uzaktan, sürünün bir toz bulutunun içinde
gelmekte olduğunu gördük... Sanki yol da onlarla birlikte
yürüyordu... En başta, boynuzları, vahşi görünümleriyle yaşlı koçlar
ilerliyordu; ardından besili koyunlar ve ayaklarının arasında
yavruları dolanan biraz bitkin anneler geliyor, daha sonra da
üzerlerindeki sepetlerde, henüz bir günlük kuzucukları sallaya
sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, yorgunluktan dilleri
neredeyse yere kadar sarkan kan ter içinde kalmış köpekler ve
papazların ayin cüppesi gibi topuklarına kadar uzanan kırmızı
şayaktan kepenekleriyle sürünün iki bıçkın çobanı geliyordu.
Neşeyle önümüzden geçen sürü bir sağanak gürültüsüyle
yerleri sarsarak kapıdan içeriye doluştu. Çiftlikteki telaş görülmeye
değerdi! Gelenleri tanıyan yeşil, altın renkli iri tavus kuşları tülü
andıran sorguçlarıyla onları, tüneklerinin üzerinden trompet
seslerini andıran müthiş bir gürültüyle karşıladılar. Uyuyan kümes
halkı yerlerinden sıçrayarak uyandı. Güvercinler, ördekler, hindiler,
beçtavukları, hepsi ayaktaydı. Kümes çılgına dönmüştü, tavuklar
sabahlamaktan söz ediyorlardı. Koyunlar, postlarıyla birlikte adeta
Alpler’in yabani kokusunu, dağların insanı sarhoş eden, dans etme
arzusu uyandıran temiz havasını getirmişlerdi.
Sürüdekiler tüm bu hengâmenin ortasında ağıllarına doğru
ilerliyorlardı. Onların yerleşmelerini izlemek öylesine zevkliydi ki.
Yaşlı koçlar yemliklerini görerek duygulanıyor, yolculuk sırasında
doğdukları için daha önce çiftliği görmemiş kuzular ve daha küçük
yavrular etra arına şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin, sürünün çiftliğe girmesinden
önce içleri rahat etmeyecek olan, işleri başından aşkın yiğit çoban
köpeklerinin haliydi. Bekçi köpeğinin kulübesinin kenarından
onları çağırması boşunaydı, kuyunun ağzına kadar soğuk suyla dolu
kovasının onların akıllarını çelmeye çalışması boşunaydı: Çoban
köpeklerinin tek derdi tüm hayvanların ağıllarına yerleştiğini,
küçük çit kapısının sürgüsünün çekildiğini ve çobanların alçak
tavanlı salonda yemeğe oturduklarını görmek ve duymaktı. Ancak
o zaman kulübelerine gidecek ve çanaklarındaki çorbalarını a yetle
yalayıp yutarken çiftlikteki arkadaşlarına, dağların zirvelerinde,
kurtların çiyle kaplı lal rengi kocaman yüksükotlarının arasında
gezindiği karanlıklar diyarında, başlarından geçenleri anlatmaya
razı olacaklardı.
2. Roma İmparatoru (MS 15-69). Eski portrelerde ve Suetonius’un tasvirlerinde boylu poslu, dolgun
ve kırmız ı yüz lü olarak betimlenir. (Y. N.)
CORNILLE USTA’NIN SIRRI
Bazı geceler, tatlı şarap içip sohbet etmek için evime gelen yaşlı
freci Francet Mamai, geçen akşam, yirmi yıl kadar önce,
değirmenimin tanıklık ettiği küçük bir köy faciasından söz etti
bana. Bu ihtiyar adamın anlatımı beni o kadar etkiledi ki, hikâyeyi
size aynı ondan duyduğum gibi aktarmaya çalışacağım.
Sevgili okurlar, şimdi kendinizi bir anlığına hoş kokular yayan
bir şarap testisinin karşısına oturmuş, yaşlı bir freciyi dinlerken
hayal edin.
“Beyefendiciğim, eskiden buraları şimdiki gibi sessiz,
unutulmuş, kimsenin adını anmadığı bir yer değildi. O zamanlar
değirmencilik bu bölgenin önemli bir geçim kaynağıydı, insanlar
öğütülecek buğdaylarını on mil ötedeki çiftliklerinden bize
taşırlardı... Köyü çevreleyen tepeler yel değirmenleriyle kaplıydı.
Sağda solda, çam ağaçlarının üzerinden esen karayelle dönen
değirmen kanatlarından, patikaları yüklü heybeleriyle inip çıkan
küçük eşek sürülerinden başka bir şey görülmezdi. Hafta boyunca
yukarılardan yankılanan kırbaç seslerini, yelken bezlerinin
gıcırtısını, değirmenci çıraklarının deh, çüş diye bağırışlarını
işitmek insana büyük haz verirdi... Pazar günleri, hep birlikte
değirmenlere gittiğimizde, değirmenciler bize misket şarabı ikram
ederlerdi. Değirmenci kızları, omuzlarındaki dantelli şalları,
boyunlarına taktıkları altın haçlarıyla kraliçeleri andırırlardı. Ben,
yanımda fremi getirirdim, akşam karanlık çökene kadar farandola
dansı yapılırdı. Orada gördüğünüz şu değirmenler, bölgenin neşe ve
zenginlik kaynağıydılar.
Fakat ne yazık ki, birkaç Parisli, Tarascon Yolu üzerine buharla
çalışan bir un fabrikası kurmayı akıl etmişlerdi. Her şey güzel, her
şey yepyeniydi! Köylüler zamanla buğdaylarını fabrikaya
göndermeye alıştı ve zavallı değirmenler işsiz güçsüz kaldı. Ama ne
çare! Bir süre direnmeye çalışsalar da, buharın gücü karşısında
birbiri ardına kapanmaya başladılar. Artık küçük eşekler gelmez
olmuştu... Değirmencilerin güzel kızları altın haçlı kolyelerini
sattılar... Misket şarapları ve farandola dansları mazide kalmıştı...
Karayel boşuna esiyor, kanatlar dönmüyordu. Nihayet günün
birinde, belediye bu viran değirmenleri yıktırıp yerlerine asma ve
zeytin ağaçları diktirdi.
Yine de bir yel değirmeni, tepesinin üstünde, un fabrikalarına
meydan okurcasına kanatlarını döndürmeye devam etti. İşte bu
değirmen, tam da şu an içinde geç saatlere kadar sohbet ettiğimiz
Cornille Usta’nın değirmeniydi.
3. (Fr.) Altın ya da gümüşten yapılmış, madenî, eski Fransız para birimi. (Y. N.)
BAY SEGUIN’İN KEÇİSİ
4. Pierre Gringoire ya da Gringore, 14 75-1538 yılları arasında yaşamış, Büyük Belagatçiler geleneğine
bağlı, lirik Fransız şair. Fransa’da politik komedinin kurucusudur. Victor Hugo’nun Notre-Dame’ın
Kamburu adlı eserindeki baş karakterlerden biridir; se l ve tasasız edebiyatçıyı temsil eder. (Y.N.)
5. İkinci İmparatorluk Dönemi’nde, Sainte-Beuve, Flaubert, Daudet, Goncourt Kardeşler, Zola ve
Maupassant gibi sanatçı ve yaz arların sık sık uğradığı, göz de bir lokanta. (Y.N.)
YILDIZLAR
Provencelı Bir Çobanın Hikâyesi
6. Fransa’nın Landes bölgesinde yetiştirilen, Labrit (ya da Albert) kökenli, genellikle siyah renkli bir
çoban köpeği türü. (Y.N.)
7. Bir Provence efsanesinin hayalî keçisi. Söylentiye göre altın boynuz ları ve toynaklarıyla dağlarda
gez inir, olağanüstü z enginliklerle dolu bir mağarada yaşarmış. Paul Arène, bu efsaneden yola çıkarak
en muhteşem hikâyelerinden biri olan La Chèvre d’or’u (Altın Keçi) yaz mıştır. (Y.N.)
8. Efsaneye göre, adını verdiği Estérel Dağı’nda yaşayan peri. Frédéric Mistral, onu Calendal adlı
eserinin kahramanı yapmış, IV. Bölüm’ün başlığına “Peri Kız ı Estérelle” ismini vermiştir. (Y.N.)
9. Halk diliyle ifade edilen bu astronomik detaylar, Avignon’da yayımlanan Almanach Provençal’den
alınmıştır. (Yaz arın notu)
ARLESLI KIZ
Jan o geceden sonra Arleslı kızdan hiç söz etmese de, onu
sevmeye devam ediyor, hatta onun daha önceleri bir başkasının
kolları arasında olduğunu öğrendiğinden beri bu sevgi daha da
büyüyordu. Kimseye bir şey söylemeyecek kadar gururluydu; ama
zavallı çocuğun içi içini kemiriyordu!.. Bazı günler, bir köşede hiç
kımıldamadan yapayalnız öylece duruyordu. Bazı günlerse kendini
bir hışım çalışmaya veriyor, on gündelikçinin işini tarlada tek
başına yapıyordu. Akşam olduğunda, Arles yolunu tutup, batıda
şehrin sivri çan kuleleri belirene kadar yürüyor, asla daha ileri
gitmeksizin geri dönüyordu.
Onun bu yalnız ve kederli halini gören çiftlik halkı ne
yapacağını bilemiyor, çocuğun başına bir felaket gelmesinden
korkuyordu... Bir keresinde, masaya oturduklarında, annesi yaşlarla
dolmuş gözleriyle ona bakarak, şunları söyledi:
“Pekâlâ Jan, dinle, her şeye rağmen hâlâ o kızı düşünüyorsan,
onu sana alacağız...”
Babası utançtan kızararak başını öne eğdi...
Jan başını “hayır” anlamında sallayarak dışarı çıktı...
O günden itibaren, yaşam tarzını değiştiren Jan, ailesinin içini
rahatlatmak için neşeli görünmeye çalıştı ve yeniden balolarda,
meyhanelerde, sığırların dağlanması sırasında düzenlenen
şenliklerde boy göstermeye başladı. Hatta Fonvieille kasaba
şenliğinde, farandola dansı yapanların başını o çekti.
Babası, “Kendisini topladı,” derken, her zamanki gibi kaygılı
olan annesi gözünü üzerinden ayırmamaya başlamıştı... Jan,
akşamları kardeşiyle birlikte ipekböceği yetiştirilen odanın hemen
yanında yatıyordu; zavallı kadıncağız yatağını geceleri kozalara
bakacağı bahanesiyle onların odasının yanına taşımıştı...
Nihayet, emekçilerin koruyucusu Aziz Éloi Günü geldi.
Çiftliğe çok neşeli bir hava hâkimdi... Herkes, bol bol ikram
edilen Chateau-Neuf’ü ve tatlı şarabı su gibi içiyordu. Kestane
şekleri atıldı, harman yerinde ateşler yakıldı, çitlembik ağaçlarına
rengârenk fenerler asıldı... Yaşasın Aziz Éloi! Herkes kendinden
geçmişçesine dans ediyordu. Hatta bir ara, küçük kardeşin yeni
gömleği tutuştu. Halinden memnun görünen Jan annesini dansa
kaldırdığında, zavallı kadın kendini tutamayıp mutluluktan ağladı.
Gece yarısı herkes yorgunluktan bitkin bir halde yataklarına
çekildi... Ama Jan, uyuyamıyordu. Küçük kardeşinin sonradan
anlattığına göre bütün gece hıçkırarak ağlamıştı... Ah! Sizi temin
ederim, bu çocuğun yüreği derinden yaralanmıştı...
Hele içlerinde Boniface 11 adlı öyle tatlı bir ihtiyarcık vardı ki...
Ah! Öldüğünde tüm Avignon onun ardından ne çok gözyaşı
dökmüştü. Bu hoş ve sevecen hükümdar, katırının üzerinden,
yanından geçen ister sıradan bir kökboyası satıcısı, ister yüksek bir
yargıç olsun herkesi gülümseyerek selamlar ve kibarca kutsardı!
Adeta Yvetot Kralı’ydı 12, ama gülüşündeki inceliği, takkesine
iliştirdiği mercanköşkü dalıyla Jeanneton’a 13 ihtiyaç duymayan,
Provence’a özgü bir Yvetot Kralı... Bu muhterem pederin tanıdığı
tek Jeanneton, Avignon’un üç mil uzağında, Château-Neuf’ün
mersinlerinde, asma danlarını kendi elleriyle diktiği küçük bir
üzüm bağıydı.
Bu saygıdeğer şahsiyet her pazar, akşam duasından çıktıktan
sonra maiyetiyle birlikte vakit geçirmek için oraya gidiyordu.
Tepede, yanında katırı, çevresinde bağ kütüklerinin dibine uzanmış
kardinalleriyle, alçalmaya başlayan güneşe karşı, o zamandan beri
Papa’nın Château-Neuf’leri olarak anılan yakut renkli şarap
şişelerinden birini açtırıyor, şarabını yudumlarken bağını
seyrederek duygulanıyordu. Hava kararıp şişesi boşaldığında,
kendisini izleyen maiyetiyle birlikte neşeyle şehrin yolunu tutuyor,
Avignon Köprüsü’nde davulcuların ve farandola dansı yapanların
arasından geçerken, müziğin etkisine kapılan katırı sekerek rahvan
gidiyor, kendisi de takkesini sallayarak dansa eşlik ediyordu. Bu
görüntü kardinalleri utandırsa da, herkesin, “Ah, mütevazı
hükümdarımız! Ah, temiz yürekli Papamız!” diye haykırmasına
neden oluyordu.
10. Roma’dan ayrılan papalar 1309’dan 1378’e kadar Avignon’da ikamet etmişlerdir. Kilise tarafından
onaylanmayan ve Roma’yla rekabet halinde olan papalar, yaşanan Büyük Bölünme sonucu 14 15’e kadar
Avignon’da kalmışlardır. (Y.N.)
11. Hayalî bir ad. Bonifacius isimli dokuz papa Avignon’da değil, Roma’da yaşamışlardır. (Y.N.)
12. Béranger’nin 1813’te revaçta olan şarkı söz lerine gönderme yapılıyor: “Bir z amanlar bir Yvetot
Kralı vardı...” Napoléon döneminin mitleştirmelerinin aksine Béranger, Yvetot Kralı’nı iyi yürekli,
ölçülü ve sağduyulu bir hükümdar olarak tasvir etmiştir. (Y.N.)
13. Béranger’nin şarkısında Yvetot Kralı’na taç giydiren kişi. İronik olarak hanlarda müşterilere yakın
ilgi göstererek hiz met eden kız lar da bu lakapla anılırdı. (Ç.N.)
14. I. Jeanne d’Anjou: 1343’ten 1382’ye kadar Napoli’yi yönetmiş, güz elliği ve maceracı yaşamıyla ün
salmış kraliçe. Hükümranlığı altında olan ve 134 8’de sığındığı Avignon’u aynı yıl 80.000 orine Papa VI.
Clemens’e satmıştır. (Y.N.)
15. Katolik Kilisesi’nde, az iz ler ya da kutlular listesine aday gösterilmiş bir kişinin yaşamını ve
kendisine atfedilen muciz eleri eleştirel açıdan inceleyen, aday gösterilen kişiye ilişkin her türlü
olumsuz noktayı açığa çıkaran kişi. (Ç.N.)
SANGUINAIRES FENERİ
16. Korsika 134 7’den Fransız lara satıldığı 1768’e kadar Ceneviz lilerin egemenliği altında kalmıştır.
(Y.N.)
17. İtalyanlara öz gü bir tür kâğıt oyunu. (Y.N.)
18. İçinde, yağın tile doğru yükselmesini sağlayan küçük pompayı harekete geçiren bir saat
mekaniz masının bulunduğu lamba. (Y.N.)
SÉMILLANTE’IN CAN ÇEKİŞMESİ
“Hayır bayım
Bu kadar iltifat olmaz
Bizim akıllı, uslu Lisette
Köyünden ayrılmaz”
19. Aude’da küçük bir köyün ismi. Daudet, Roumanille’den alıntı yaparak fantastik bir köy olarak
tasvir etmiştir. (Y.N.)
İHTİYARLAR
I
Veliahdın Ölümü
20. Yaz ar, Bossuet’nin ünlü “Madam ölüyor! Madam öldü!” (Oraisons funèbres, “Ağıt Söylevleri”)
söz lerine gönderme yapıyor. (Y.N.)
II
Kırlardaki Kaymakam
25. Louis-Charles Barbara (1822-1866), Fransız öykü ve roman yaz arı. Karısının ve en küçük oğlunun
ölümünden sonra ruhsal dengesi altüst olduğundan, Dubois düşkünler yurduna kapatılmış ve orada
pencereden atlayarak intihar etmiştir. (Y.N.)
ŞAİR MISTRAL
31. 1530’da Milano’da kurulan Saint Paul Tarikatı’na mensup rahiplerin oluşturduğu topluluk. (Y.N.)
32. Provence lehçesini çağrıştırsa da, hiç kuşkusuz hayalî bir isim. (Y.N.)
II
Çın, çın, çın!.. Çın, çın, çın!..
Gece yarısı ayini başlıyordu. Şatonun şapeli, iç içe geçmiş
küçük kemerleri, tavana kadar yükselen meşe kaplamaları, yerlere
serilmiş halıları, her yanda ışıldayan mumları ile minyatür bir
katedrali andırıyordu. Ne kalabalıktı! Ne tuvaletler vardı! En önde,
koronun etrafını çevreleyen arkası oymalı sıralarda, kayısı renkli
taftadan giysisiyle Trinquelage Markisi ve davetli soylular
oturuyordu. Onların karşısında, brokar kumaştan ateş renkli
giysisiyle markinin yaşlı annesi, onun yanında da kabartma
desenlerle süslenmiş dantelden hotozuyla markinin genç karısı
kadife kaplı dua iskemlesindeki yerini almıştı. Biraz arkada, büyük,
sivri perukları, tıraşlı yüzleri ve göz alıcı ipeklerin, nakışlı
damaskoların arasında biraz ciddi duran siyah elbiseleriyle yargıç
Thomas Arnoton ve noter kâtibi Üstat Ambroy dikkat çekiyordu.
Daha geride şişman sofracıbaşılar, hizmetkârlar, araba uşakları,
kâhyalar ve saf gümüşten bir halkaya geçirdiği bütün anahtarlarını
belinden aşağı sarkıtmış Barbe kadın duruyordu. Arkadaki
banklarda hizmetkârlar ve aileleriyle gelmiş olan ortakçılar
oturuyordu ve nihayet en arkada, işlerinin arasında biraz ayin
havası almak isteyen ve sessizce açıp kapadıkları kapının arasından,
kilisenin yanan onca mumla ılımış, şenlikli ortamına ziyafet
kokuları getiren aşçı yamakları beliriyordu.
Ayini yöneten rahibin dikkatini dağıtan aşçı yamaklarının
küçük beyaz başlıkları mıydı? Ya da bu dalgınlığın nedeni
Garrigou’nun, sunağın kenarında hızlı bir tempoyla salladığı ve
adeta her an, “Acele edelim, acele edelim... Ne kadar çabuk
bitirirsek, sofraya o kadar erken otururuz,” dermiş gibi görünen o
küçük, kudurmuş çıngırak olabilir miydi?
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu şeytanın çıngırağının her
çınlayışında rahip ayini unutup yalnızca ziyafeti düşünüyor,
zihninde işleri başlarından aşkın aşçılar, demirci ocağı gibi yanan
fırınlar, yarı açık tencere kapaklarından yayılan buğular ve içleri
mantarla dolu, çıtır çıtır kızarmış iki muhteşem hindi
canlanıyordu...
Ya da iştah kabartıcı kokular yayan yemekleri taşıyan soylu
genç hizmetkârlarla birlikte, ziyafet için şimdiden hazırlanmış olan
büyük yemek salonuna girdiğini hayal ediyordu. Oh, bu ne harika
bir görüntüydü! Kendi tüyleriyle kaplanmış tavus kuşları, altın
sarısına çalan kahverengi sülünlerin kanatları, yakut renkli şişeler,
yeşil dalların arasına yerleştirilmiş rengârenk meyve piramitleri ve
Garrigou’nun (Ah elbette, Garrigou!) sözünü ettiği, sedef gibi
parlayan pullarıyla sudan yeni çıkmış gibi görünen, rezene
yapraklarının üzerine yatırılmış, kocaman burun deliklerine
baharatlı otlar yerleştirilmiş o leziz balıklar. Bu enfes görüntüler,
dom Balaguère’e, o muhteşem yemeklerin sunağın işlemeli
örtüsünün üzerine yerleştirildiğini düşündürecek kadar canlıydı,
öyle ki rahip iki üç kere Dominus vobiscum! yerine şaşırarak
Benedicite 33 demişti. Muhterem peder bu küçük dalgınlıklar
dışında, tek bir satır bile atlamadan, dizlerini kırarak eğilmeyi bir
kez bile ihmal etmeden, görevini hakkıyla yerine getiriyordu.
Böylelikle birinci ayinin sonuna kadar her şey yolunda gitmişti,
ama bildiğiniz gibi, Noel gecesi aynı rahibin art arda üç ayini
tamamlaması gerekiyordu.
“İlki bitti!” dedi rahip kendi kendine, biraz rahatlamış bir
ifadeyle iç çekerek, ardından hiç vakit kaybetmeden çömezine ya
da çömezi sandığı kişiye işaret etti ve...
Çın, çın, çın! Çın, çın, çın!..
İkinci ayinin başlamasıyla, dom Balaguère de günah işlemeye
başlıyordu.
“Hadi, hadi, acele edelim,” diye sesleniyordu ona Garrigou’nun
çıngırağı biraz sert sesiyle. Bu kez, kendini oburluk illetine
kaptırmış olan ve kabarmış iştahıyla kendinden geçen bahtsız
rahip, dua kitabının sayfalarını tüm bir çırpıda okuyup geçiyordu.
Çılgınlar gibi eğilip doğruluyor, belli belirsiz haç çıkarıyor, işini bir
an önce bitirmek için ayinin gerektirdiği tüm ritüelleri baştan
savma yerine getiriyordu. Kolları İncil’e isteksizce uzanıyor,
Con teor duasını 34 okurken sertçe vurması gereken göğsüne şöyle
ha fçe bir dokunuyordu. Adeta çömeziyle arasında kimin daha
hızlı geveleyeceği konusunda bir yarış başlamıştı. Ayetler ve
karşılıkları hızla birbirini izliyor, karışıyordu. Layıkıyla telaffuz
edilse çok zaman alacak sözcükler dudak ucuyla söyleniyor,
anlaşılmaz mırıldanmalara dönüşüyordu.
33. Katoliklerin yemekten önce okudukları duanın ilk söz cüğü. (Ç.N.)
34. Günah çıkarma duası. (Ç.N.)
35. Tanrı’ya şükürler olsun. (Ç.N.)
III
Beş dakika sonra, soylular topluluğu rahiple birlikte masaya
oturuyordu. Baştan başa ışıklarla aydınlanmış şatoda şarkılar,
haykırışlar, kahkahalar, mırıltılar yükselirken, çatalını
dağtavuğunun kanadına batıran muhterem peder dom Balaguère,
günahının vicdan azabını şarabının ve etlerin leziz sularının
dalgalarında boğmaya çalışıyordu. Zavallı mübarek adam öylesine
yiyip içti ki, gece daha nedamet getirmeye fırsat bulamadan mide
fesadından ölüp gitti. Ertesi sabah, kulaklarında hâlâ bir önceki
geceki şölenin uğultusuyla Tanrı katına çıktığında başına gelenleri
siz tahmin edin.
“Günahkâr, sakın gözüme görünme!” diye haykırdı Göklerin
Efendisi. “Suçun, erdemli bir yaşamı bir kalemde silip atacak kadar
büyük... Benden, bir gece ayini çaldın... Tamam, o zaman! Bunun
bedelini üç yüz ayinle ödeyeceksin ve cennete ancak kendi
şapelinde, bu günahı senin hatan yüzünden birlikte işlediğin
kişilerin huzurunda üç yüz Noel ayinini tamamladıktan sonra
gidebileceksin...
... İşte dom Balaguère’in zeytinlikler ülkesinde anlatılan gerçek
öyküsü böyleydi. Bugün Trinquelage Şatosu’nun yerinde yeller esse
de, Ventoux Tepesi’nin yeşil meşelerinin arasındaki şapel hâlâ
dimdik ayakta. Rüzgâr aralık duran, eşiği otlarla kaplı kapılarını
dövüyor. Sunağın köşelerinde ve renkli vitrayları çoktan kırılıp
gitmiş olan yüksek pencerelerin aralığında kuş yuvaları var. Yine
de, her yıl Noel gecesinde ayine ve ziyafete giden köylüler,
yıkıntıların arasında mucizevi bir ışığın parıldadığını, bu belli
belirsiz şapelin, kara ve rüzgâra rağmen açık havada yanan
mumlarla aydınlandığını görüyorlardı. İsterseniz gülebilirsiniz, ama
yörenin bağcılarından Garrigue –hiç kuşkusuz Garrigou’nun
torunlarından biriydi– bana bir Noel akşamı içki âleminden sonra,
Trinquelage Şatosu’na çıkan dağda yolunu kaybettiğinde
gördüklerini şöyle anlatmıştı: Saat on bire kadar hiçbir şey
olmamıştı, her yer sessiz ve sakindi. Gece yarısına doğru, birden
kulenin eski, çok eski bir çanının, adeta on fersah uzaktan gelirmiş
gibi yankılanan çınlaması işitilmişti. Az sonra da, Garrigue şatoya
çıkan yolda alevlerin titreştiğini, belli belirsiz gölgelerin harekete
geçtiğini görmüştü. Şapelin girişine doğru yürüyenler, fısıldaşanlar
vardı:
“İyi akşamlar, Üstat Arnoton!”
“İyi akşamlar, evlatlar!..”
Herkes içeri girdiğinde, yavaşça yaklaşan yürekli bağcı, kırık
kapının aralığından içeri baktığında ilginç bir sahneyle
karşılaşmıştı. Az önce geçtiklerini gördüğü bu insanların tamamı,
harabeye dönmüş nefte, eski sıralar hâlâ oradaymış gibi, koronun
etrafındaki yerlerini almışlardı. Brokar kumaştan elbiseleri,
dantelden başlıklarıyla hanımefendiler, göz alıcı giysileriyle soylu
beyefendiler, büyük dedelerimizin giydikleri çiçek desenli
ceketleriyle köylüler, hepsi solmuş, yaşlanmış yüzleri, yıpranmış
ifadeleriyle oradaydılar. Ara sıra, şapelin her zamanki sakinleri olan
gece kuşları bu ışıklarla uyanarak, alevleri bir tülbentle sarılmış
gibi belli belirsiz yukarı doğru yükselen mumların etrafında
süzülüyorlardı. Ama Garrigue’i en çok eğlendiren, bu kuşlardan
birinin, devamlı peruğunu düzeltmeye çalışan, gözlükleri çelik
çerçeveli bir zatın başının üstüne sıkıca tünemiş bir halde sessizce
kanatlarını çırpmasıydı.
En geride, koronun ortasına diz çökmüş, çocuk gibi kısa boylu,
ufak tefek bir ihtiyar, sesi çıkmayan tokmaksız bir çıngırağı
umutsuzca sallarken, bir rahip de sırmaları dökülmüş cüppesiyle
sunağın önünde gidip geliyor, tek bir sözcüğü bile anlaşılmayan
dualar okuyordu... Bu kişi hiç kuşku yok ki, üçüncü ayinini yöneten
dom Balaguère’den başkası değildi.
PORTAKALLAR
Fantezi
36. “Kümes” olarak da adlandırılan, gösterinin güçlükle iz lendiği ve duyulduğu bu bölme konforsuz
banklarına rağmen keseye uygun olması nedeniyle öz ellikle halkın alt katmanları tarafından tercih
edilirdi. (Y.N.)
37. Ermiş bir Müslümana verilen ad. Aynı z amanda bu kişinin imamlığını yaptığı camiyi ya da –burada
olduğu gibi– mez arını ifade edebilir. (Y.N.)
İKİ HAN
“Güzel Margotan
Sabah kalkıp erkenden
Gümüş ibriğiyle
Su almaya giderdi dereden”
Karşıdaki han ise, tam tersine sessiz ve terk edilmiş gibiydi.
Giriş kapısının önünü otlar bürümüş, pencere kanatları kırılmış,
merdivenin basamakları yoldaki taşlarla döşenmişti, kapının
üzerinden bir sorgucu andıran cılız bir çobanpüskülü dalı
sarkıyordu... Bu görüntü öylesine içler acısıydı ki, burada mola
verip bir şeyler içmek için insanın merhamet duygularının çok
güçlü olması gerekiyordu.
“Gümüş ibriğiyle
Su almaya giderdi dereden
Oraya vardığında
Üç şövalye gördü kendisini bekleyen”
... Bu sesi duyar duymaz tüm bedeni titreyen kadın bana döndü
ve “Duyuyor musunuz?” diye sordu alçak sesle, “bu kocam, güzel
söylüyor değil mi?”
Şaşkınlıkla ona baktım.
“Nasıl? Kocanız mı?.. O da mı karşı hana gidiyor?”
O zaman hüzünlü ama oldukça sakin bir ifadeyle, “Ne
bekliyordunuz ki, bayım?” dedi. “Erkekler böyledir, karşılarında
ağlayan bir kadın görmek istemezler, oysa ben kızlarımın
ölümünden sonra sürekli ağlıyorum... Üstelik kimsenin uğramadığı
bu koca fakirhane, insanın içini karartıyor. Canı çok sıkıldığında
zavallı José’m karşı hana içmeye gider ve sesi çok güzel olduğu için
Arleslı kadın ona şarkı söyletir. Şiişşt!.. İşte yeniden başlıyor.”
Ve titreyerek ellerini öne doğru uzattıktan sonra yüzünü daha
da çirkinleştiren gözyaşlarına boğuldu, pencerenin önünde
kendinden geçmiş bir halde Arleslı kadın için şarkı söyleyen
José’sini dinliyordu:
“İçlerinden biri,
‘Günaydın tatlı kız’ dedi ona.”
38. Genellikle kutup bölgesinde yaşayan, kasım ve nisan ayları arasını Fransa’da geçiren ördekgiller
familyasından göçmen kuş türü. (Y.N.)
MILIANA’DA
Yolculuk Notları
54. Fransız ordusunun Cez ayir’deki yerlilerden oluşan avcı piyade birliği. (Y.N.)
SAYGIDEĞER
KEŞİŞ GAUCHER’NİN İKSİRİ
I
Yola Çıkış
56. Metindeki coğra tasvirler dikkate alındığında, buranın Fontvieille’de, Daudet’nin “sevgili
komşuları” Ambroy Ailesi’nin yaşadığı Montauban Şatosu olduğu düşünülebilir. (Y.N.)
57. Toulouse Kontu Guillaume d’Orange’ın lakabı. (Y.N.)
58. . Eski Arles Krallığı, Almanya’ya bağlıydı, Rhône’un batısında ise Fransa Krallığı yer alıyordu. Bu
yüz den eski deniz ciler Rhône’un sol kıyısını İmparatorluk, sağ kıyısını ise Krallık olarak anıyorlardı.
(Y.N.)
59. James Fenimore Cooper, Son Mohikan ve The Prairie (Çayır) adlı eserlerin Amerikalı yaz arı. (Y.N.)
II
Kulübe
64. Shakespeare’in Fırtına adlı oyununun önemli karakterlerinden biri olan hava perisi. (Y.N.)
65. Danimarka ve İsveç efsanelerinde yer alan bu iblis, Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’nın
karakterlerinden biridir. (Y.N.)