You are on page 1of 159

Lettres de mon moulin, Alphonse Daudet

© 2010, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.


Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yaz ılı iz ni olmaksız ın hiçbir
yolla çoğaltılamaz .

1. basım: 2010
2. basım: Aralık 2013, İstanbul
E-kitap 1. sürüm Şubat 2014 , İstanbul
Aralık 2013 tarihli 2. basım esas alınarak haz ırlanmıştır.

Yayına haz ırlayan: Ayça Sez en

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design


Kapak resmi: © iStockphoto.com / Daniel Omar Cifani Conforti

ISBN 9789750720215

CAN SANAT YAYINLARI


YAPIM, DAĞIT IM, T İCARET VE SANAYİ LT D. ŞT İ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34 4 30 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
Serti ka No: 10758
ALPHONSE DAUDET
DEĞİRMENİMDEN
MEKTUPLAR

ÖYKÜ

Fransızca aslından çeviren


Volkan Yalçıntoklu
Alphonse Daudet’nin Can Yayınları’ndaki diğer kitabı:

Tarasconlu Tartarin, 2010


ALPHONSE DAUDET, 1840 yılında tüccar bir ailenin çocuğu olarak Fransa’nın Nîmes kentinde
doğdu. Avare geçen bir gençlik döneminden sonra ailenin i ası üz erine on beş yaşında öğrenimini
yarıda bırakmak z orunda kaldı. Paris’te kendi halinde bir gaz eteci olan ağabeyi Ernest’in yanına gitti.
1858 yılında yayımlanan bir şiir derlemesi, Sevdalı Kadınlar, onu edebiyat çevrelerine tanıttı. Asıl
başarıya, güneydeki gençliğinin ve kente gelişinin hikâyesi olan Bir Çocuğun Hayatı/Küçük Şey (1868) ve
öz ellikle Provence yöresini sade bir dille anlattığı eğlendirici masallar derlemesi Değirmenimden
Mektuplar (1869) ile kavuştu. Tarasconlu Tartarin (1872), Pazartesi Hikâyeleri (1873), Jack (1876) ve
Sapho (1884 ), kuruluşundan beri Goncourt Akademisi üyesi ve natüraliz min önemli temsilcilerinden
biri olan yaz arın diğer önemli eserleridir. Alphonse Daudet 1897 yılında Paris’te öldü.

VOLKAN YALÇINTOKLU, 1961’de doğdu. Saint-Joseph Lisesi’nde okudu. Dokuz Eylül Üniversitesi
T ıbbi Biyoloji ve Genetik Bölümü’nü bitirdi. Uz un yıllar kitapçılık yaptı. Fransız ca ve İngiliz ce’den
çeviriler yapıyor. Jules Verne, Alexandre Dumas, George Sand, Honoré de Balz ac, Charles Perrault,
Lyman Frank Baum ve Helene de Witt’in eserlerini çevirdi.
GİRİŞ

Bürosu Pampérigouste’da 1 bulunan noter Honorat Grapazi’nin


huzurunda, “Vivette Cornille’in kocası ve ikamet ettiği
Cigalières’de çiftçilik yapan Bay Gaspard Miti o 2... İşbu belge
gereğince, Provence’ın göbeğindeki Rhône Vadisi’nde, çam ve yeşil
meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üzerinde yer alan un ve yel
değirmenini, hukuki ve ilî teminat altında ve her türlü borç,
takyidat ve ipotekten ari olarak Bay Alphonse Daudet’ye satmıştır.
Sözü geçen değirmen kanatlarının ucuna kadar yükselen
yabanasmaları, yosunlar, biberiyeler ve asalak otlardan da
anlaşılacağı gibi, yirmi yılı aşkın bir süre önce terk edilmiştir ve
öğütme faaliyetini yerine getiremeyecek durumdadır.
Bu konumuna, büyük çarkının kırık olmasına ve tuğlaları
arasında otların yeşerdiği taşına rağmen Bay Alphonse Daudet,
sözü geçen değirmenin zevkine ve edebi çalışmalarına uygun
olduğunu ve tüm sorumluluğu üzerine alarak, satıcıdan, ortaya
çıkabilecek tamirat giderlerini karşılaması konusunda hiçbir talepte
bulunmayacağını beyan etmiştir.
Satış işlemi noterlerin ve sözleşmenin altında imzası bulunan
tanıkların önünde, uygun görülen yat üzerinden yapılmış, Bay
Daudet’nin istenen meblağı nakit olarak ödemesinin ardından Bay
Miti o makbuz karşılığında parayı teslim almıştır.
İşbu sözleşme Pampérigouste noteri Honorat’nın bürosunda,
freci Francet Mamaï ve beyaz cüppeli tövbekârların 3 haç taşıyıcısı
Quique lakaplı Louiset’nin huzurunda yapılmış ve okunduktan
sonra tara arca ve noterce imzalanmıştır...”
1. Pampérigouste hayalî bir bölgenin ismidir. Kökeni bilinmeyen bu söz cük Güney Fransa’da farklı
biçimlerde yaygın olarak kullanılır. Rabelais bu söz cüğü “Papeligosse Valisi” şeklinde kullanmıştır.
Frédéric Mistral, Trésor du Félibrige (Félibrige Haz inesi) adlı yapıtında bu kalıptan alıntı yapmıştır. (Y.N.)
2. Daudet bu ismi, Montauban Şatosu’nda tanıdığı ve duygusal anlamda bağlandığı bir kişiye atfen
kullanmıştır. (Y.N.)
3. Devrimden sonra Fransa’nın diğer bölgelerinde neredeyse ortadan kaybolmuş, ama Güney
Fransa’da XIX. yüz yılda bile varlığını korumuş ve kendilerini çile çekmeye adamış olan laik bir tarikatın
mensupları. (Y.N.)
YERLEŞME

Gelişime en çok tavşanlar şaşırdı!.. Uzun zamandan beri,


duvarlarını ve önündeki düzlüğü otların kapladığı değirmenin
kapılarını kapalı gördüklerinden, sonunda, değirmencilerin
soyunun tükendiğini sanmışlar ve burayı benimseyerek, bir
karargâh, stratejik bir üs olarak kullanmaya başlamışlardı. Burası
adeta tavşanların Jemmapes 1 değirmeni haline gelmişti. Geldiğim
gece, abartısız yirmi kadarı halka halinde platforma oturmuş, ay
ışığına uzattıkları patilerini ısıtıyorlardı. Çatı penceresini aralar
aralamaz, vınn! Telaşlı küçük beyaz popoların hepsi ordugâhları
baskına uğramışçasına, kuyrukları havada fundalıklara kaçıştılar.
Umarım geri dönerler.
Beni görünce en çok şaşıranlardan biri de düşünceli ifadesiyle
yirmi yılı aşkın bir süredir birinci katın kiracısı olan, yaşlı, uğursuz
bir baykuştu. Onu yukarıdaki odada bulduğumda dökülmüş sıva ve
kiremit parçaları arasında, ana milin üzerinde dimdik ve hareketsiz
duruyordu. Yuvarlak gözleriyle bir süre bana baktı, daha sonra beni
tanımadığına şaşırıp “Hu!.. Hu!..” diye öterek tozdan grileşmiş
kanatlarını güçlükle çırpmaya koyuldu. Ah bu lanet düşünürler!
Temizlenmeyi hiç akıllarından geçirmezler! Yine de, asık suratı ve
kırpıştırdığı gözleriyle bu sakin kiracı içlerinde en çok hoşuma
gideniydi. Hemen sözleşmesini yeniledim. Eskiden olduğu gibi
değirmenin üst katı, çatıya açılan girişi de dahil olmak üzere onun
olacak, bana da alt katta bir manastırın yemekhanesini andıran,
beyaz kireçle sıvanmış kemerli ve basık tavanlı küçük oda
kalacaktı.

İşte size ardına kadar açık kapısından güneş ışınlarını içeri alan
bu odadan yazıyorum.
Karşımda yamacın eteklerine kadar ışıl ışıl parlayan bir çam
korusu uzanıyor. Ufukta Alpilles Dağları’nın (Küçük Alpler) zarif
zirveleri seçiliyor... Hiç ses yok... Olsa olsa ta uzaklardan gelen bir
fre sesi, lavantalar arasında bir kervan çulluğunun ötüşü, yoldan
geçen bir katırın çıngırağı... Provence’ın tüm bu güzel manzarası,
gün ışığıyla canlanıyor.
Siz şimdi benden, o gürültülü ve havası kirli Parisinizi
özlememi nasıl beklersiniz? Değirmenimde o kadar mutluyum ki!
Gazetelerden, pustan ve faytonlardan bin mil uzakta, her zaman
özlemini çektiğim hoş kokulu, sıcacık, kuytu bir köşedeyim.
Etrafımda o kadar çok güzellik var ki! Buraya yerleşeli sadece sekiz
gün olmasına rağmen, şimdiden hatıraların ve edindiğim
izlenimlerin sarhoşluğu içindeyim... Dinleyin! Daha dün akşam,
sürülerin yamacın eteğindeki kır evine (çiftliğe) dönüşünü
seyrettim; inanın bana, bu gösteriyi sizin hafta boyunca Paris’te
prömiyerlerini izlediğiniz tüm o gösterilerin birine bile değişmem.
Gerisini siz düşünün!..
Provence’ta sıcakların bastırmasıyla birlikte, çiftlik
hayvanlarının Alpler’e götürülmesinin âdetten olduğunu hemen
belirtmeliyim. Burada yaşayanlar hayvanlarla birlikte beş altı
aylığına yaylalara çıkıyor, açık havada bellerine kadar uzanan
otların arasında konakladıktan sonra sonbaharın ilk serinliğiyle
birlikte çiftliğe iniyor ve sürülerini biberiye kokan, külrengi küçük
tepelerde yeniden sakin sakin otlamaya bırakıyorlar. İşte dün
akşam sürüler dönüyordu. Çiftliğin ana kapısı sabahtan beri iki
kanadı açık bekliyordu, ağıllar taze samanla ağzına kadar doluydu.
Saatler geçtikçe, “Şimdi Eyguières’delerdir... Şimdi Paradou’ya
ulaşmışlardır” deniyordu. Nihayet akşama doğru, birden bir çığlık
koptu. “İşte geliyorlar!” Uzaktan, sürünün bir toz bulutunun içinde
gelmekte olduğunu gördük... Sanki yol da onlarla birlikte
yürüyordu... En başta, boynuzları, vahşi görünümleriyle yaşlı koçlar
ilerliyordu; ardından besili koyunlar ve ayaklarının arasında
yavruları dolanan biraz bitkin anneler geliyor, daha sonra da
üzerlerindeki sepetlerde, henüz bir günlük kuzucukları sallaya
sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, yorgunluktan dilleri
neredeyse yere kadar sarkan kan ter içinde kalmış köpekler ve
papazların ayin cüppesi gibi topuklarına kadar uzanan kırmızı
şayaktan kepenekleriyle sürünün iki bıçkın çobanı geliyordu.
Neşeyle önümüzden geçen sürü bir sağanak gürültüsüyle
yerleri sarsarak kapıdan içeriye doluştu. Çiftlikteki telaş görülmeye
değerdi! Gelenleri tanıyan yeşil, altın renkli iri tavus kuşları tülü
andıran sorguçlarıyla onları, tüneklerinin üzerinden trompet
seslerini andıran müthiş bir gürültüyle karşıladılar. Uyuyan kümes
halkı yerlerinden sıçrayarak uyandı. Güvercinler, ördekler, hindiler,
beçtavukları, hepsi ayaktaydı. Kümes çılgına dönmüştü, tavuklar
sabahlamaktan söz ediyorlardı. Koyunlar, postlarıyla birlikte adeta
Alpler’in yabani kokusunu, dağların insanı sarhoş eden, dans etme
arzusu uyandıran temiz havasını getirmişlerdi.
Sürüdekiler tüm bu hengâmenin ortasında ağıllarına doğru
ilerliyorlardı. Onların yerleşmelerini izlemek öylesine zevkliydi ki.
Yaşlı koçlar yemliklerini görerek duygulanıyor, yolculuk sırasında
doğdukları için daha önce çiftliği görmemiş kuzular ve daha küçük
yavrular etra arına şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin, sürünün çiftliğe girmesinden
önce içleri rahat etmeyecek olan, işleri başından aşkın yiğit çoban
köpeklerinin haliydi. Bekçi köpeğinin kulübesinin kenarından
onları çağırması boşunaydı, kuyunun ağzına kadar soğuk suyla dolu
kovasının onların akıllarını çelmeye çalışması boşunaydı: Çoban
köpeklerinin tek derdi tüm hayvanların ağıllarına yerleştiğini,
küçük çit kapısının sürgüsünün çekildiğini ve çobanların alçak
tavanlı salonda yemeğe oturduklarını görmek ve duymaktı. Ancak
o zaman kulübelerine gidecek ve çanaklarındaki çorbalarını a yetle
yalayıp yutarken çiftlikteki arkadaşlarına, dağların zirvelerinde,
kurtların çiyle kaplı lal rengi kocaman yüksükotlarının arasında
gezindiği karanlıklar diyarında, başlarından geçenleri anlatmaya
razı olacaklardı.

1. Jemmapes Değirmeni: Daudet kullandığı bu ifadeyle –belki de kasten?– 1792’de Dumouriez


tarafından Jemmapes’da Avusturyalılara ve Valmy değirmeninde Prusyalılara karşı kaz anılan iki z aferin
yerlerini karıştırmış gibi görünüyor. (Y. N.)
BEAUCAIRE POSTA ARABASI

Buraya geldiğim gündü... Beaucaire arabasına binmiştim;


yaysız, döküntü yolcu arabalarından biriydi, gideceğimiz yer çok
uzak olmamasına rağmen, ağır ağır yol alarak akşam, durağına
ulaştığında uzaklardan geldiği izlenimini vermek istiyordu.
Arabacıyı saymazsak üst katta beş kişiydik.
İlk yolcu, bodur, kıllı, yabani hayvanlar gibi kokan, kocaman
kanlı gözleri ve kulaklarında gümüş halkalar olan Camarguelı bir
bekçiydi; yanında Beaucaireli bir fırıncı ile çırağı vardı, bu iki
tıknefesin yüzleri kıpkırmızıydı, ama yandan bakıldığında Roma
madalyonuna kazınmış Vitellius’u 2 andıran müthiş pro lleri vardı.
Sonuncusu, önde arabacının yanında oturan adam... Hayır! Bir
kasket; pek fazla konuşmayan ve hüzünlü bir ifadeyle yola bakan,
tavşan derisinden kocaman bir kasket.
Arabadakilerin hepsi birbirini tanıyor ve yüksek sesle rahatça
işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı Nîmes’den geldiğini
söylüyordu, bir çobana yabayla saldırdığı için sorgu yargıcı
tarafından çağrılıp ifadesi alınmıştı. Ne de olsa Camarguelıların
tepesini attırmak kolaydır... Peki ya Beaucairelilere ne demeli!
Bizim iki Beaucaireli Meryem Ana hakkındaki farklı görüşleri
yüzünden birbirlerinin boğazına sarılmayı akıllarından
geçirmiyorlar mıydı? Fırıncı, Provencelıların “Azize Anne” olarak
andıkları Meryem Ana’nın küçük İsa’yı kolları arasında tutan
görüntüsüne bağlanmış dinî bir cemaatin mensubu gibi
görünüyordu; çırak ise tersine, Meryem Ana’nın, kolları iki yana
sarkmış, ellerinden ışık saçarak gülümseyen o güzel görüntüsüne
adanmış yeni bir dinî cemaatin kilise korosunda ilahiler
söylüyordu. Tartışma da, işte tam bundan kaynaklanıyordu. Bu
imanlı iki Katolik’in birbirlerine ve Meryem Ana’ya söylediklerini
duymalıydınız:
“Senin o el değmemiş bakire bir içim su!”
“Hadi canım sen de! Sen Azize Anne’ne bak!”
“Ya seninki, Filistin’de başına gelmedik kalmadı!”
“Ya senin gudubet! Kim bilir ne haltlar karıştırdı? Bunu asıl
marangoz Yusuf’a sormak lazım!”
İnsanın kendini Napoli Rıhtımı’nda gibi hissetmesi için
yalnızca parıldayan bıçaklar eksikti ve inanın, arabacı müdahale
etmeseydi bu hararetli dinî tartışmanın sonu pek de hayırlı
olmayacaktı.
“Meryem Analarınızı bir kenara bırakın da kafamızı
dinleyelim!” dedi arabacı gülümseyerek iki Beaucaireliye, “Bunlar
kadınların meseleleri, erkekler bu işlere karışmamalı!”
Ardından, ha f kuşkucu bir tavırla kırbacını şaklatmasıyla
birlikte, herkes ona hak verdi.

Tartışma sona erse de, hızını alamayan fırıncının biraz daha


gevezelik etmeye ihtiyacı vardı, köşesinde sessiz, çekingen bir halde
oturan hüzünlü kaskete dönerek alaycı bir ifadeyle sordu:
“Eee bileyici, ya senin karın? Karın hangi Meryem Ana’dan
yana?”
Üst kattaki herkes kahkahalarla güldüğüne göre, bu sorunun
iğneleyici bir yanı olsa gerekti. Söylenenleri duymazmış gibi
görünen bileyici gülmüyordu. Bunun üzerine fırıncı bana doğru
döndü:
“Siz karısını bilmezsiniz, bayım. Kendine göre ilginç inançları
vardır. Beaucaire’de onun eşine benzerine rastlayamazsınız.”
Gülüşmeler daha da arttı. Hiç kımıldamayan bileyici, kafasını
kaldırmadan, alçak sesle, “Kapa çeneni, fırıncı!” demekle yetindi.
Fakat geveze fırıncının susmaya hiç niyeti yoktu, daha da
kışkırtıcı bir ifadeyle devam etti:
“İnanılır gibi değil! Fakat dostumuz, böyle bir karısı
olmasından hiç de şikâyetçi değil... O yanınızdayken bir an bile
canınız sıkılmaz... Bir düşünün! O kadar güzel ki, altı ayda bir
kaçırılıyor ve geri döndüğünde size anlatacak bir sürü hikâyesi
oluyor... Ama önemli değil, ilginç bir evlilik işte... Düşünebiliyor
musunuz, daha evleneli bir yıl bile olmamıştı ki, kadın bir çikolata
tüccarıyla İspanya’ya kaçtı.
Yapayalnız kalan ve günlerini ağlayıp sızlamakla geçiren kocası
kendini içkiye verdi... Adeta aklını kaçırmıştı... Bir süre sonra güzel
karısı, elinde küçük zilli bir tef, üzerinde İspanyol tarzı bir
elbiseyle geri döndü... Hepimiz kadına, ‘Sakın ortalıkta görünme,
kocan seni öldürecek.’ dedik.
Ne öldürmesi! Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam
ettiler, hatta kadın ona tef çalmayı bile öğretti.”
Yeniden bir kahkaha tufanı koptu. Bir köşeye sinmiş bileyici,
kafasını kaldırmadan tekrar mırıldandı:
“Kapa çeneni fırıncı...”
Hiç oralı olmayan fırıncı konuşmaya devam etti:
“Beyefendi, belki de, İspanya’dan döndükten sonra kadının
aklının başına geldiğini düşünüyorsunuz! Ah... nerdeee... Kocasının
derin hoşgörüsü kadına yeni bir macera için ilham verdi...
İspanyol’u bir subay izledi, sonra Rhône’da çalışan bir ırmak
gemicisi, ardından bir müzisyen ve ardından... Bilmem kim?.. Fakat
ilginç olan ne biliyor musunuz? Her seferinde aynı komedi... Kadın
kaçar, adam günlerce ağlar, kadın çıkagelir ve adam teselli bulur.
Her seferinde kadın adamın gönlünü alır ve adam da onu bağışlar.
Böyle koca var mıdır, adam sabır taşı mübarek! Doğruyu söylemek
gerekirse dillere destan bir güzelliği var haspanın... Tam bir ay
parçası, işveli, alımlı, çıtı pıtı, üstelik teni de pamuk gibi beyaz...
Erkeklere hep gülümseyerek bakan fındık rengi gözleri var... Aman
Tanrım! Parisli beyefendi, yolunuz bir gün Beaucaire’e düşerse...”
“Ah! Yeter artık, yalvarırım sus fırıncı!..” dedi bileyici bir kez
daha, insanın içini burkan bir ses tonuyla...
Tam o sırada, Anglores Çiftliği’ne varan yolcu arabası durdu.
İki Beaucairelinin yolculukları buraya kadardı. Doğrusu, bu
sohbete benim de dayanacak halim kalmamıştı. Patavatsız adam!
Çiftliğin avlusundan hâlâ kahkaha sesleri geliyordu.

Onların inmesiyle arabanın üst katı adeta boş kalmıştı.


Camarguelıyı da Arles’a bırakmıştık... Bu arada arabacı da inmiş,
atların yanında yürüyordu... Yukarıda, bileyici ile ben yalnız
kalmıştık, her birimiz bir köşeye çekilmiş, konuşmadan
duruyorduk. Hava ısınmıştı, arabanın deri körüğü ateş gibi
yanıyordu. Ara sıra, gözlerimin kapandığını ve başımın ağırlaştığını
hissetsem de uyumam mümkün değildi. Kulağımda hep o alttan
alan, insanın içine işleyen aynı sözler çınlıyordu... “Sus lütfen,
yalvarırım...” Zavallı adam, o da uyuyamıyordu. Arkadan, adamın
geniş omuzlarının sarsıldığını, oturduğu sıranın arkalığına dayadığı,
yaşlı bir insanınkini andıran uzun, solgun ve kaba elinin titrediğini
görebiliyordum. Ağlıyordu...
“Parisli, işte ineceğiniz yere geldik!” diye bağırdı, birden
kırbacının ucuyla yemyeşil tepenin üzerine kelebek misali konmuş
değirmeni gösteren arabacı.
Arabadan inmek için acele ettim. İnmeden önce, bileyicinin
yanından geçerken, kasketin altındaki yüze şöyle bir bakmak
istedim. Niyetimi anlamış olacak ki, zavallı adam birden kafasını
kaldırarak acınası bir ifadeyle yüzüme doğru baktı.
“Yüzüme dikkatlice bakın, dostum,” dedi boğuk bir sesle,
“bugünlerde Beaucaire’de bir cinayet işlendiğini duyarsanız, bu işin
failini tanıdığınızı söyleyebilirsiniz.”
Solgun ve kederli bir yüzdü, küçük gözlerinin feri sönmüştü.
Bu gözler yaşla dolmuş olsa da, sesinde nefretin izleri vardı. Nefret,
güçsüzlerin öfkesidir!.. Karısının yerinde olsaydım, ondan uzak
durmaya çalışırdım.

2. Roma İmparatoru (MS 15-69). Eski portrelerde ve Suetonius’un tasvirlerinde boylu poslu, dolgun
ve kırmız ı yüz lü olarak betimlenir. (Y. N.)
CORNILLE USTA’NIN SIRRI

Bazı geceler, tatlı şarap içip sohbet etmek için evime gelen yaşlı
freci Francet Mamai, geçen akşam, yirmi yıl kadar önce,
değirmenimin tanıklık ettiği küçük bir köy faciasından söz etti
bana. Bu ihtiyar adamın anlatımı beni o kadar etkiledi ki, hikâyeyi
size aynı ondan duyduğum gibi aktarmaya çalışacağım.
Sevgili okurlar, şimdi kendinizi bir anlığına hoş kokular yayan
bir şarap testisinin karşısına oturmuş, yaşlı bir freciyi dinlerken
hayal edin.
“Beyefendiciğim, eskiden buraları şimdiki gibi sessiz,
unutulmuş, kimsenin adını anmadığı bir yer değildi. O zamanlar
değirmencilik bu bölgenin önemli bir geçim kaynağıydı, insanlar
öğütülecek buğdaylarını on mil ötedeki çiftliklerinden bize
taşırlardı... Köyü çevreleyen tepeler yel değirmenleriyle kaplıydı.
Sağda solda, çam ağaçlarının üzerinden esen karayelle dönen
değirmen kanatlarından, patikaları yüklü heybeleriyle inip çıkan
küçük eşek sürülerinden başka bir şey görülmezdi. Hafta boyunca
yukarılardan yankılanan kırbaç seslerini, yelken bezlerinin
gıcırtısını, değirmenci çıraklarının deh, çüş diye bağırışlarını
işitmek insana büyük haz verirdi... Pazar günleri, hep birlikte
değirmenlere gittiğimizde, değirmenciler bize misket şarabı ikram
ederlerdi. Değirmenci kızları, omuzlarındaki dantelli şalları,
boyunlarına taktıkları altın haçlarıyla kraliçeleri andırırlardı. Ben,
yanımda fremi getirirdim, akşam karanlık çökene kadar farandola
dansı yapılırdı. Orada gördüğünüz şu değirmenler, bölgenin neşe ve
zenginlik kaynağıydılar.
Fakat ne yazık ki, birkaç Parisli, Tarascon Yolu üzerine buharla
çalışan bir un fabrikası kurmayı akıl etmişlerdi. Her şey güzel, her
şey yepyeniydi! Köylüler zamanla buğdaylarını fabrikaya
göndermeye alıştı ve zavallı değirmenler işsiz güçsüz kaldı. Ama ne
çare! Bir süre direnmeye çalışsalar da, buharın gücü karşısında
birbiri ardına kapanmaya başladılar. Artık küçük eşekler gelmez
olmuştu... Değirmencilerin güzel kızları altın haçlı kolyelerini
sattılar... Misket şarapları ve farandola dansları mazide kalmıştı...
Karayel boşuna esiyor, kanatlar dönmüyordu. Nihayet günün
birinde, belediye bu viran değirmenleri yıktırıp yerlerine asma ve
zeytin ağaçları diktirdi.
Yine de bir yel değirmeni, tepesinin üstünde, un fabrikalarına
meydan okurcasına kanatlarını döndürmeye devam etti. İşte bu
değirmen, tam da şu an içinde geç saatlere kadar sohbet ettiğimiz
Cornille Usta’nın değirmeniydi.

Cornille Usta, altmış yıldır una bulanmış bir halde yaşayan,


kendini işine adamış yaşlı bir değirmenciydi... Un fabrikalarının
kurulması onu çılgına çevirmişti. Bir hafta boyunca köyün içinde
deliler gibi koşturup etrafına toplananlara fabrikaların tüm
Provence’ı zehirlemek istediğini haykırdı. ‘Oraya gitmeyin,’
diyordu, ‘bu eşkıyalar ekmek yapmak için şeytan icadı buharı
kullanıyorlar, oysa ben değirmenimin kanatlarını yalnızca Tanrı’nın
soluğu olan karayel ve yıldız yeliyle döndürürüm.’ Ardından da,
kendi değirmenine buna benzer methiyeler yağdırıyor ama kimse
ona aldırmıyordu.
“Sonunda zavallı, öfkeden deliye dönerek kendisini
değirmenine kapattı ve orada tek başına yabani bir hayvan gibi
yaşadı. Ebeveynlerinin ölümünden sonra, hayatta kendisinden
başka kimsesi kalmayan daha on beşindeki torunu Vivette’i bile
yanında barındırmak istemiyordu. Bunun üzerine zavallı küçük kız
hayatını kazanmak için ipekböceği çiftliklerinde, zeytinliklerde ve
hasat dönemlerinde neredeyse çevredeki tüm çiftliklerde çalıştı.
Yine de, büyükbabası bu çocuğu çok severmiş gibi görünüyordu.
Sık sık kızgın güneşin altında yürüyerek dört mil uzağa, torununun
çalıştığı çiftliğe gidiyor ve oraya vardığında saatlerce ağlayarak onu
izliyordu...
“Yöre halkı Vivette’i yanında barındırmamasının pintiliğinden
kaynaklandığını düşünüyordu. Torununun çiftlik çiftlik dolaşıp,
ağır koşullarda hizmetçilik yapmasına ve kâhyaların hakaretlerine
maruz kalmasına izin vermesi yüzünden yaşlı değirmenci herkesin
gözünde itibarını kaybediyordu. Üstelik, o güne dek saygıdeğer bir
insan olarak kabul edilen Cornille Usta’nın, şimdi delik deşik bir
kasket, pantolonunun etrafına doladığı yırtık pırtık bir kemer ve
çıplak ayaklarla se l bir halde sokaklarda dolaşmasını kimse hoş
karşılamıyordu... Pazarları ayine geldiğinde, biz yaşlılar onun adına
utanç duyuyorduk. O da bunu hissettiği için bizim gibi meslek
erbaplarının oturduğu sıraya yanaşmaya bile cesaret edemiyor, her
zaman, yoksullarla birlikte kilisenin girişindeki kutsal su kabının
yanında, ayakta bekliyordu.
“Cornille Usta’nın yaşamında anlam veremediğimiz bazı
gariplikler vardı. Uzun zamandan beri, köyde kimse ona buğdayını
vermese de, değirmeninin kanatları tıpkı eskiden olduğu gibi
dönmeye devam ediyordu. Akşamları, sokaklarda, heybesi şişkin un
çuvallarıyla dolu eşeğini iterken ona rastlayanlar vardı.
‘Hayırlı akşamlar!’ diye sesleniyordu ona köylüler...
‘Değirmende işler yolunda demek?’
‘Her zaman olduğu gibi, evlatlarım...’ diye yanıtlıyordu yaşlı
değirmenci neşeli bir ifadeyle. ‘Tanrı’ya şükür iş hiç eksik olmuyor.’
Kendisine bunca işin kimden geldiği sorulduğunda, parmağını
dudaklarına götürerek ciddi bir ses tonuyla karşılık veriyordu:
‘Şiişşt, kimse duymasın, ihraç edilecek buğdayları öğütüyorum!’
Ağzından daha fazlasını almak mümkün değildi.
Değirmenine girmeye gelince, kimse bunu aklından
geçiremiyordu. Küçük Vivette bile oraya adımını atamıyordu.
Önünden geçenler, değirmenin kapısının hep kapalı olduğuna,
kocaman kanatların her zamanki gibi döndüğüne, yaşlı atın
düzlükte otladığına ve pencerenin pervazında güneşlenen uzun
boylu, sıska kedinin kendilerine vahşi vahşi baktığına tanık
oluyorlardı.
Bu görüntülerin üzerindeki esrar perdesi birçok söylentiye yol
açıyordu. Herkes Cornille Usta’nın sırrı hakkında kendince bir
yorum yapsa da, genel kanı bu değirmendeki écu 3 çuvallarının un
çuvallarından fazla olduğuydu.
Zamanla her şey ortaya çıktı. Bakın nasıl:
Bir gün, fremi çalıp gençleri dans ettirirken, küçük Vivette’le
en büyük oğlumun birbirlerine âşık olduklarını fark ettim. Buna
hiç kızmadım, ne de olsa Cornille ismi bizim için saygındı, üstelik
Vivette’in, bu güzel minik serçenin evimizde uçuşacağını
düşünmek hoşuma gidiyordu. Ancak, bizim âşıklar sık sık birlikte
oldukları için, bir kaza yaşanması ihtimaline karşı, işi bir an önce
halletmek istedim ve durumu büyükbabaya açmak üzere
değirmene çıktım... Ah! İhtiyar büyücü! Beni nasıl karşıladığını
görmeliydiniz! Bana kapıyı açmamakta direndi. Derdimi iyi kötü
kilidin deliğinden anlatmaya çalışırken, o lanet sıska kedi bir şeytan
gibi sürekli başımın üzerinde tıslıyordu.
Lafımı bitirmeme fırsat vermeyen ihtiyar, bana edepsizce
fremin başıma dönmemi, oğlumu evlendirmek için acelem varsa,
un fabrikasındaki kızlardan birini seçmemi haykırıyordu. Bu
alçakça sözler karşısında kanımın beynime sıçradığını tahmin
edebilirsiniz, yine de kendime hâkim olacak kadar soğukkanlı
davrandım ve ihtiyar bunağı değirmeninde bırakıp, çocuklara
yaşadığım hayal kırıklığını anlatmak üzere geri döndüm... Zavallı
yavrucaklar söylediklerime inanamıyorlardı. Büyükbabayla
görüşmek üzere değirmene gitmek için bana yalvardılar. Vicdanım
onları reddetmeye el vermeyince, bizim âşıklar fırlayıp gittiler!
Yukarıya vardıklarında, Cornille Usta daha yeni dışarı çıkmış.
İhtiyarcık kapıyı iki kere kilitlese de, merdivenini dışarıda bırakmış,
bunun üzerine bizimkilerin aklına, bu meşhur değirmenin içinde
neler olup bittiğini görmek üzere pencereden içeri girmek gelmiş...
Ne gariptir ki değirmentaşının bulunduğu oda boşmuş!
Ortalıkta ne bir çuval ne de bir buğday tanesi varmış; duvarlarda
da, örümcek ağlarının üzerinde de bir un zerresine rastlamak
mümkün değilmiş... Öğütülmüş has buğdayın değirmenlere buram
buram yayılan o sıcacık, ne s kokusu hissedilmiyormuş. Uzun
boylu, sıska kedi tozlarla kaplı ana milin üzerinde uyuyormuş...
Eski püskü bir yatağın, yırtık pırtık birkaç elbisenin,
merdivenin basamağındaki bir parça ekmeğin, üzerindeki
deliklerden sıva döküntüleri ve kirecin aktığı üç dört çuvalın
bulunduğu aşağıdaki odanın görünümü de aynı sefaleti, aynı terk
edilmişliği yansıtıyormuş.
İşte, Cornille Usta’nın sırrı buymuş. Değirmenin onurunu
kurtarmak ve herkesi, orada hâlâ un üretildiğine inandırmak için,
her akşam sokaklarda gezdirdiği çuvalların içinde sıva döküntüleri
varmış meğer... Zavallı değirmen! Zavallı Cornille! Un fabrikaları
uzun zaman önce son işlerini de ellerinden almıştı. Kanatlar
çırpınmaya devam etse de, değirmentaşı boşa dönüyordu.
Çocuklar gözyaşları içinde geri dönüp, bana gördüklerini
anlattıklarında yüreğim sızladı... Bir an bile kaybetmeden
komşulara koştum ve olan biteni onlara kısaca anlattım, hemen
oracıkta ne yapılması gerektiğine karar verdik: Evlerdeki bütün
buğdayları değirmene götürecektik... Aldığımız kararı hemen
yerine getirdik. Bütün köy halkı, heybeleri buğdayla –bu kez gerçek
buğdayla– yüklü bir eşek kervanının eşliğinde yukarı çıktık!
Değirmenin ardına dek açık kapılarının önünde, alçı
döküntüleriyle dolu bir çuvalın üzerinde oturan Cornille Usta,
başını elleri arasına almış ağlıyordu. Döndüğünde, kendisi yokken
değirmenine girildiğini ve sırrının açığa çıktığını fark etmişti.
‘Zavallı ben!’ diyordu. ‘Artık tek çarem ölmek... Değirmenimin
onuru lekelendi.’
Bir yandan, değişik isimler vererek değirmeniyle gerçek bir
insanmış gibi konuşuyor, diğer yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu,
içimiz parçalanmıştı..
Tam o sırada, eşeklerin düzlüğe varmasıyla birlikte, herkes
değirmencilerin altın çağında olduğu gibi haykırmaya başladı: ‘Hey!
Değirmen!.. Hey! Cornille Usta!’
Ardından, kapının önüne yığılan çuvallardan yere yayılan kızıl
buğday taneleri etrafa saçıldı.
Cornille Usta gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Buğdayları
avucunun içine almış, bir yandan gülüp bir yandan ağlarken
şunları söylüyordu:
‘Ulu Tanrım! Buğday bu! Hem de has buğday. Bırakın onu
seyredeyim.’
Sonra bize dönüp, ‘Ah! Bana döneceğinizden emindim... O
fabrikatörlerin hepsi hırsız,’ diye ekledi.
Zaferini kutlamak için onu köye götürmek istediğimizde,
‘Hayır, hayır, çocuklarım,’ dedi. ‘Önce gidip değirmenimin karnını
doyurmam gerek... Anlarsınız! Uzun zamandır boğazından tek bir
lokma bile geçmedi.’
Zavallı ihtiyarın sağa sola koşuşturup çuvalları yardığını,
taneler öğütülüp, has buğdayın ince tozu tavana doğru yayılırken
değirmentaşını gözleyişini gördüğümüzde, hepimizin gözleri
yaşlarla doldu.
Artık üzerimize düşen bir görev vardı: O günden sonra, yaşlı
değirmenciyi bir gün olsun işsiz bırakmadık. Sonra bir sabah,
Cornille Usta’nın ölümüyle son değirmenimizin kanatları da, bu
kez sonsuza dek durdu... Cornille’den sonra, kimse onun işini
devam ettirmedi. Ne bekliyordunuz ki, beyefendi?.. Bu dünyada
her şeyin bir sonu vardır ve tıpkı Rhône Nehri’ndeki kayıklar,
yüksek yargı organları ve iri çiçek desenli ceketler gibi, yel
değirmenlerinin de zamanının geçtiğini kabullenmek gerekir.”

3. (Fr.) Altın ya da gümüşten yapılmış, madenî, eski Fransız para birimi. (Y. N.)
BAY SEGUIN’İN KEÇİSİ

Paris’teki, lirik şair Bay Pierre Gringoire’a 4.

Zavallı dostum Gringoire, hiç değişmeyeceksin.


Bu nasıl olur? Sana Paris’in önde gelen gazetelerinden birinde
köşe yazarlığı teklif ediliyor ve sen bunu küstahça geri
çeviriyorsun... Bahtsız çocuk, dön bak bir haline! Şu yırtık pırtık
hırkana, eski püskü pantolonuna, açlıktan solmuş yüzüne bir bak.
İşte cafca ı ka yeler uydurma tutkusunun sonu bu oldu! On yıldan
beri, Bay Apollo’nun sayfalarına döktüğün özverili göz nurunun
karşılığı bu mu olmalıydı?.. Sen de hiç mi utanma yok?
Biraz varsa, köşe yazılarına geri dön, ahmak herif! Köşe
yazılarına geri dön. Dilediğin kadar para kazanabilirsin, böylece
Brébant’da 5 her zaman sana ayrılmış bir masaya sahip olabilir,
şapkana taktığın tüyle gala gecelerinde boy gösterebilirsin...
Yok! İstemiyor musun?.. Ömrünün sonuna kadar key nce
yaşayabileceğini mi iddia ediyorsun?.. Tamam, o zaman Bay
Seguin’in keçisinin hikâyesini biraz dinle de, özgür yaşama
arzusunun neye mal olduğunu gör.

Bay Seguin’in, hep aynı şekilde elinden kaçırdığı keçilerinden


yana talihi hiç yaver gitmemişti.
Bir sabah iplerini kopardıkları gibi dağa koşuyor ve orada
kurtlara yem oluyorlardı. Ne sahiplerinin sevgisi ne de kurt
korkusu onlara engel olamıyordu. Göründüğü kadarıyla,
bağımsızlıklarına düşkün keçiler, her ne pahasına olursa olsun
özgürlük ve açık havayı tercih ediyorlardı.
Hayvanlarının mizaçlarını hiç anlamayan Bay Seguin’in yüreği
yanıyor ve kendi kendine, “Buraya kadar, keçiler benden sıkılıyorlar,
artık vazgeçmem gerek,” diyordu.
Yine de yılmadı ve altı keçisini de aynı şekilde kaybetmesine
rağmen yedincisini satın aldı. Ama bu kez, evin arka bahçesinde
yaşamaya kolayca alışması için içlerinden en gencini seçmeye özen
gösterdi.
Ah Gringoire! Bay Seguin’in küçük keçisi tatlı tatlı bakan
gözleri, küçük zabitlerinkini andıran sakalı, parıldayan siyah
toynakları, çizgili boynuzları ve bir kaftan gibi tüm bedenini saran
uzun, beyaz tüyleriyle ne kadar sevimliydi bilemezsin!
Esmeralda’nın oğlağını hatırlar mısın, Gringoire? İşte onun kadar
şirindi. Üstelik uysal ve sokulgandı, sağılırken hiç kımıldamaz,
ayağını süt çanağının içine sokmazdı. Tam anlamıyla muhteşem bir
yavru keçiydi.
Bay Seguin’in evinin arkasında, etrafı akdikenden yapılmış çitle
çevrili bir bahçe vardı. Yeni misa rini oraya yerleştirdi. İpini
oldukça uzun bırakmaya özen göstererek çayırlığın en güzel
yerinde kazığa bağladı. Keçisini ara sıra ziyaret ederek key nin
yerinde olup olmadığına bakıyordu. Keçisinin çok mutlu olduğunu
ve otları a yetle yediğini gördüğünde yüreği sevinçle dolan Bay
Seguin aklından şunları geçirdi:
“Bahçemde asla canı sıkılmayacak bir keçim oldu, sonunda!”
Bay Seguin yanılıyordu, keçisinin canı sıkılmaya başlamıştı.

Bir gün, keçi dağa doğru bakarak içinden şunları söyledi:


“Yukarısı kim bilir ne güzeldir! Boynumun derisini yüzen şu
lanet yular olmadan fundalıklarda hoplayıp sıçramak çok keyi i
olmalı!.. Çitlerle çevrili bir yerde otlamak bir eşek ya da bir sığır
için güzel olabilir!.. Ama keçiler, onların geniş bir alana ihtiyacı
var.”
O andan itibaren, çitlerle çevrili bahçenin otları ona yavan
gelmeye, içi sıkılmaya başladı. Zayı adı, sütü azaldı. Keçinin, gün
boyunca, başı dağlara dönük bir halde yularını çekiştirdiğini, burun
deliklerini açarak hüzünle melediğini görmek çok acıklıydı...
Bay Seguin keçisine bir haller olduğunu fark etmişti, ama bu
duruma bir anlam veremiyordu... Bir sabah, sağılması bittiğinde,
keçisi yüzünü ona döndü ve kendi dilince şunları söyledi:
“Dinleyin Bay Seguin, burada tükenip gidiyorum, bırakın da
dağlara gideyim.”
“Aman Tanrım! Sen de mi!” diye şaşkınlıkla haykıran Bay
Seguin, süt dolu kovayı elinden düşürüverdi... Ardından keçisinin
yanına, otların üzerine çömelerek, “Nasıl olur Blanquette, beni
bırakıp gitmek mi istiyorsun?” diye sordu.
“Evet, Bay Seguin.”
“Yoksa buradaki otlar sana yetmiyor mu?”
“Ah! Hayır, Bay Seguin!”
“Belki de boynundaki ip kısa geliyordur, onu uzatmamı ister
misin?”
“Buna gerek yok, Bay Seguin.”
“O halde sorun nedir? Benden ne istiyorsun?”
“Dağlara gitmek istiyorum, Bay Seguin.”
“Ah zavallıcık, dağlarda kurt olduğunu bilmiyor musun?
Onunla karşılaştığında ne yapacaksın?..”
“Ona boynuz atarım, Bay Seguin.”
“Senin boynuzların ona vız gelir. Kurt daha önce de, senden
daha güçlü boynuzları olan keçilerimi yemişti. Geçen sene burada
yaşayan zavallı yaşlı Renaude’u bilir misin? Bir teke kadar güçlü
kuvvetli, yürekli bir keçiydi. Gece boyunca kurtla mücadele etti...
Ama sabah, ona yem oldu.”
“Zavallı, bahtsız Renaude!.. Ama bu hiç önemli değil Bay
Seguin, bırakın dağlara gideyim.”
“Hey yüce Tanrım!” dedi Bay Seguin. “Benim keçilerime neler
oluyor böyle? İşte bu da kurda yem olmak istiyor. Ama hayır... Seni
kendinden koruyacağım küçük yaramaz, yularını
koparabileceğinden endişeleniyorum, bu yüzden seni ahıra
kapatmak zorundayım, artık hep orada kalacaksın.”
Bunun üzerine, Bay Seguin keçiyi zi ri karanlık bir ahıra
götürüp, kapısını sıkıca kapattı... Ancak ne yazık ki pencereyi açık
unutmuştu, arkasını döner dönmez keçi oradan atlayıp kaçtı.
Şimdi gülüyorsun değil mi Gringoire? Elbette! Sen şimdi, bu
iyi yürekli adama karşı keçinin yanındasındır... Bakalım, hikâyenin
sonunda da gülmeye devam edebilecek misin?
Dağa çıkan beyaz keçi herkeste hayranlık uyandırdı. Yaşlı
köknar ağaçları daha önce hiç bu kadar sevimlisini görmemişlerdi.
Onu küçük bir prenses gibi karşıladılar. Kestane ağaçları onu
okşayabilmek için dallarını yerlere kadar eğiyordu. Katırtırnakları,
o geçerken altın sarısı çiçeklerini açarak ellerinden geldiğince güzel
kokmaya çalışıyorlardı. Bütün dağ gelişini kutluyordu sanki.
Düşünsene Gringoire, bizim keçi kim bilir ne kadar mutluydu!
Ne bağlandığı bir kazık vardı ne de bir ipi... Artık hiçbir şey
dilediğince otlamasına, hoplayıp sıçramasına engel değildi... Orada
ottan bol ne vardı!.. Hem de ne ot!.. Lezzetli, ince, kenarları tırtıklı
bin bir çeşit bitki boynuzlarına kadar yükseliyordu, sevgili
dostum!.. Hepsi arka bahçedeki çimenlikte gördüklerinden o kadar
farklıydı ki! Hele çiçekler!.. Kocaman masmavi çan çiçekleri, geniş
çenekli lâl renkli yüksükotları vardı, bütün orman, baş döndürücü
özsuları dışarı taşan yaban çiçekleriyle kaplıydı!..
Beyaz keçi yarı sarhoş gibiydi, bacaklarını havaya dikmiş
otların içinde yan gelip yatıyor, bayır boyunca, yere düşen
yaprakların ve kestanelerin arasında yuvarlanıp duruyordu. Bir
sıçrayışta ayakları üzerinde doğruluyor, ardından başını dikip
makileri, şimşirleri aşıyor, kâh bir tepenin üstüne çıkıyor, kâh bir
çay yatağına iniyor, her yeri dolanıyordu... Gören, dağda Bay
Seguin’in on keçisi var sanırdı.
Blanquette’in hiçbir şeyden korkusu yoktu.
Akarsuları bir sıçrayışta aşarken üzerine sıçrayan su
damlalarına ve köpüklere bulanıyordu. Ardından, sırılsıklam bir
halde düz kayaların üzerine uzanıp güneşte kuruyordu... Bir
seferinde, yaylanın kenarında, dişlerinin arasında bir sarısalkım
çiçeğiyle ilerlerken, aşağıda, taa aşağıdaki ovada, arkasında çitlerle
çevrili bahçesiyle Bay Seguin’in evini fark etti. Gözlerinden yaşlar
boşanana kadar güldü.
“Ne kadar da küçükmüş, orada bunca zaman nasıl yaşamışım?”
diye sordu kendi kendine.
Zavallıcık! Baktığı o yüksek tepenin üzerinde, kendini dünyayla
baş edebilecek kadar güçlü sanıyordu.
Sözün kısası, Bay Seguin’in keçisi için çok güzel bir gündü.
Öğleye doğru, sağa sola koşuştururken, birden kendisini,
yabanasmalarını a yetle kıtır kıtır yiyen bir dağkeçisi sürüsünün
arasında buluverdi. Beyazlara bürünmüş bizim küçük hovarda,
sürüde büyük heyecan yarattı. Ona yabanasmalarının en
lezzetlilerini ikram eden bu bayların hepsi çok nazikti... Hatta
aramızda kalsın Gringoire, siyah tüylü genç bir dağkeçisi
Blanquette’in gönlünü kazanma mutluluğunu yaşadı. İki âşık, bir
iki saat boyunca ormanda nereye gittiklerini bilmeden dolaştılar...
Bu sırada neler konuştuklarını çok merak ediyorsan, yosunların
altından görünmeden akan boşboğaz kaynak sularının şırıltılarına
kulak vermelisin.

Birden çıkan rüzgâr havayı serinletti. Akşam olmuş, dağ


menekşe rengine bürünmüştü... Şaşkınlıktan donakalan küçük keçi,
“Ne çabuk!” dedi.
Aşağıda, tarlaların üzerine karanlık çökmüş, Bay Seguin’in
etrafı çitlerle çevrili bahçesi sislerin içinde kaybolmuştu, küçük
evin yalnızca çatısı ve bacasından tüten ha f duman seçiliyordu.
Geri dönen bir sürünün çıngırak seslerini duyduğunda küçük
keçinin yüreği sızladı. Yuvasına dönen bir akdoğanın kanatları,
yanından geçerken ha fçe ona dokundu. İçi ürperdi... Ardından,
dağda bir uluma sesi duyuldu:
“Uuuu! Uuuu!”
Birden kurdu düşündü, gün boyunca bizim küçük çılgın onu
aklından hiç geçirmemişti... Aynı anda, vadinin uzaklarından bir
boru sesi işitildi. İyi yürekli Bay Seguin son bir çabayla keçisini
uyarmak istiyordu.
“Uuuu! Uuuu!” diye uluyordu kurt.
“Geri dön! Geri dön!” diye onu çağırıyordu boru.
Blanquette bir an geri dönmeye niyetlendi ama bağlandığı
kazığı, boynunu sıkan ipi, çitlerle çevrili bahçeyi hatırladığında
artık öyle bir yaşama katlanamayacağını ve dağda kalmanın daha
iyi bir kir olduğunu düşündü.
Borunun sesi de kesilmişti...
Keçi kımıldayan yaprakların hışırtısını işitti. Arkasına dönüp
baktığında, havaya dikilmiş iki kısa kulak ve parlayan bir çift göz
gördü... Bu kurttu.

Kocaman gövdesiyle arka ayakları üstüne oturmuştu, hiç


kımıldamıyordu, küçük keçinin şimdiden tadına bakar gibiydi. Onu
midesine indireceğinden emin olan kurt hiç acele etmiyordu,
yalnızca, keçi başını arkaya doğru çevirdiğinde, “Hah! Hah! Hah!
Bay Seguin’in küçük keçisi!” diyerek korkunç bir kahkaha attıktan
sonra, koca kırmızı dilini sarkık dudaklarında gezdirdi.
Blanquette umutsuzluğa kapıldı... Bir an, kurtla mücadele edip
yine de sabaha karşı ona yem olmaktan kurtulamayan yaşlı
Renaude’un hikâyesini anımsayarak, belki de hemen teslim olmak
gerek diye düşündü, ama hemen kendini topladı, başını eğip
boynuzlarını öne doğru çıkararak, Bay Seguin’in cesur keçisi
olduğunu belli edercesine gardını aldı. Kurdu haklayabileceğini
düşünmüyordu, –keçi kurdu öldüremezdi– sadece kurda Renaude
kadar uzun süre dayanıp dayanamayacağını görmek istiyordu.
Canavarın kendisine doğru yaklaşmasıyla birlikte, küçük
boynuzların havadaki dansı başlamış oldu.
Ah cesur keçicik, nasıl da var gücüyle mücadele ediyordu! İnan,
Gringoire, kurt hiç abartısız en az on kere, biraz soluk alabilmek
için geri çekilmek zorunda kaldı. Boğazına düşkün keçimiz, bir
dakika süren bu ateşkes anlarında bile hoşuna giden otları
yemekten geri kalmıyor, sonra dolu ağzıyla savaş alanına geri
dönüyordu... Bu, gece boyunca böyle devam etti. Bay Seguin’in
keçisi ara sıra gökyüzünde ışıldayarak dans eden yıldızlara bakarak,
“Ah! Ne olur şafak sökünceye kadar dayanayım...” diye iç
geçiriyordu.
Yıldızların ışıkları art arda sönmeye başladı... Blanquette
boynuz darbelerini, kurtsa ısırıklarını sıklaştırdı... Ufukta solgun
bir ışık belirdi... Çiftliğin birinde kısık sesli bir horozun ötüşü
yankılanıyordu. Ölmek için günün doğmasını bekleyen küçük keçi,
“Nihayet!” dedi. Ardından, kana bulanmış beyaz kürküyle kendisini
toprağa bırakıverdi.
Kurt hiç vakit kaybetmeden üzerine atılıp keçiyi yedi.

Hoşça kal, Gringoire!


Dinlediğin bu hikâyeyi ben uydurmadım... Eğer günün birinde
yolun Provence’a düşerse dostlarımızdan sık sık şunu duyacaksın:
“Bay Seguin’in keçisi bütün gece kurtla dövüştü ve sonunda sabaha
karşı kurt onu yedi.”
Beni anlayabiliyor musun, Gringoire:
“Ve sonunda sabaha karşı kurt onu yedi.”

4. Pierre Gringoire ya da Gringore, 14 75-1538 yılları arasında yaşamış, Büyük Belagatçiler geleneğine
bağlı, lirik Fransız şair. Fransa’da politik komedinin kurucusudur. Victor Hugo’nun Notre-Dame’ın
Kamburu adlı eserindeki baş karakterlerden biridir; se l ve tasasız edebiyatçıyı temsil eder. (Y.N.)
5. İkinci İmparatorluk Dönemi’nde, Sainte-Beuve, Flaubert, Daudet, Goncourt Kardeşler, Zola ve
Maupassant gibi sanatçı ve yaz arların sık sık uğradığı, göz de bir lokanta. (Y.N.)
YILDIZLAR
Provencelı Bir Çobanın Hikâyesi

Luberon’da çobanlık yaptığım sıralarda, köpeğim Labri 6 ve dişi


koyunlar dışında tek bir canlı varlığa rastlamadan haftalarca otlakta
kaldığım oluyordu. Arada sırada şifalı bitkiler arayan Mont-du-
l’Ure keşişi buralardan geçiyordu, bazen de Piémont’lu birkaç
kömürcünün kara yüzüyle karşılaşıyordum; ama bunlar yalnızlığa
alışmış, köylerde, kasabalarda neler olup bittiğinden habersiz,
konuşma isteklerini kaybetmiş sessiz sakin insanlardı. Bu yüzden,
on beş günde bir, bana iki haftalık erzakımı taşıyan bizim çiftlik
katırının bayır yukarı çıkarken çalan çıngırağının sesini işittiğimde
yamacın üstünden, çiftlikte çalışan küçük çocuğun neşeli yüzünü
ya da Norade Hala’nın kızıl başlığını gördüğümde çok mutlu
oluyordum. Onlara hemen aşağı çiftlikteki haberleri, vaftiz, evlilik
törenlerini anlattırsam da, beni asıl ilgilendiren, efendilerimin,
güzelliği on fersah uzakta bile dillere destan olmuş kızı
Küçükhanım Stéphanette’in nasıl olduğuydu. Umursadığımı pek de
hissettirmeden kutlamalara, gece sohbetlerine katılıp katılmadığını,
yeni taliplerinin olup olmadığını öğrenmeye çalışıyordum; bütün
bunların benim gibi dağlarda yaşayan zavallı bir çobanı niye
ilgilendirdiğini soracak olursanız, size sadece yirmi yaşında
olduğumu ve hayatımda hiç bu kadar güzel bir kızla
karşılaşmadığımı söyleyebilirim.
Bir pazar günü, oldukça geciken on beş günlük erzakın
gelmesini bekliyordum. Sabah kendi kendime, “Herhalde kilisedeki
ayin uzun sürdü,” dedim, ardından, öğlene doğru büyük bir fırtına
koptuğunda, katırın bozuk zemin koşullarından dolayı yola
çıkamadığını düşündüm. Nihayet üç sularında, gökyüzü
yağmurlarla yıkanıp, dağ, güneş ve yağmur damlalarıyla ışıl ışıl
parıldarken, yapraklardan süzülen ve çay yatağından taşan su
sesleri arasından, katırın, bir paskalya günü çalan çan sesini
anımsatan neşeli ve telaşlı çıngırağını duydum. Fakat katırı süren
ne çiftlikte çalışan çocuk ne de yaşlı Norade’dı. Bu... Bu gelen...
Küçükhanım Stéphanette’ti, sevgili çocuklar! Sorgun ağacı
dallarından yapılmış küfeler arasında, tek başına dimdik
oturmuştu, fırtınanın ve dağların serin taze havasından, yüzü
pespembe olmuştu.
Çiftlikte çalışan çocuk hastaymış, Norade Hala da çocuklarının
yanına tatile gitmiş. Güzeller güzeli Stéphanette katırından
inerken bana hem bunlardan hem de yolunu kaybettiği için geç
kaldığından söz etti; ama ışıl ışıl parlayan dantelli eteği ve beline
sardığı çiçekli kurdelesiyle oldukça şık görünen genç kızın hali
fundalıklarda yolunu şaşırmış gibi değil, bir yerlerde uzun süre
dans ederek vakit geçirmiş gibiydi. Ah şirin kız! Gözlerimi ondan
alamıyordum. Doğrusu, onu hiç bu kadar yakından görmemiştim.
Bazen kışın sürüleri ovaya indirip akşam yemeği için çiftliğe
döndüğümde, onu her zamanki gibi şık giysileri ve ha f çalımlı
edasıyla, uşaklarla hiç muhatap olmaksızın salondan hızla geçerken
bir anlığına görürdüm... Oysa şimdi tam karşımda duruyordu ve
buraya kadar benim için gelmişti. Az kalsın aklımı kaybedecektim!
Stéphanette sepetten erzakı çıkarırken bir yandan da merakla
etrafına bakınıyordu. Pazar günü için giydiği bu güzel elbisesini
kirletmemek amacıyla eteğini ha fçe kıvırıp ağıla girdi, uyuduğum
yeri merak ediyordu, saman üstüne koyun postu serili döşeğimi,
duvarda asılı duran geniş kepeneğimi, değneğimi ve çakmaklı
tüfeğimi görmek onu neşelendirmişti.
“Demek burada kalıyorsun, benim zavallı çobanım?” dedi.
“Burada yapayalnız yaşamak kim bilir ne kadar sıkıcıdır. Neler
yapıyorsun? Aklından neler geçiyor?” diye sordu.
“Sürekli sizi düşünüyorum hanımefendi...” diyecek oldum.
Böylece hiç de yalan söylemiş olmayacaktım, ama öylesine
afallamıştım ki ağzımı açıp tek bir söz bile edemedim.
Sanırım içinde bulunduğum ruh halini fark etmişti ve
muziplikleriyle beni daha da güç bir duruma düşürmekten keyif
alıyordu.
“Peki, çoban, arada sırada seni görmek için buraya gelen bir
sevgilin var mı? Eminim, bu ya bir altın keçi 7 ya da dağların
doruklarında gezindiği söylenen peri kızı Estérelle 8 olmalı...”
Aslında, benimle konuşurken başını geriye atıp şirin şirin
gülümsemesi, yanımdan ayrılmak için acele etmesi, ona bir hayal
gibi gelip geçen peri kızı Estérelle’nin havasını veriyordu.
“Hoşça kal çoban!” dedi.
“Güle güle, hanımefendi!”
İşte, boş küfeleriyle yola koyulmuştu bile.
Yokuş yukarı yükselen patikanın doruğunda gözden
kaybolurken, katırın toynağından yuvarlanan çakıltaşları adeta bir
bir yüreğime saplanıyordu. Uzun süre o taşların yuvarlanırken
çıkardıkları sesi dinledim ve akşama kadar bu rüyayı bozabilir
korkusuyla kımıldamaya bile cesaret edemeden yarı uykulu bir
halde kalakaldım. Hava kararırken, vadinin derinlikleri maviye
bürünüp, hayvanlar ağıla girmek için meleyerek birbirlerine
sokulduklarında, aşağıdan bana seslenildiğini duydum;
küçükhanım az önceki gibi güleç bir ifadeyle değil, sırılsıklam
olmuş bir halde soğuktan ve korkudan titreyerek geri geliyordu.
Yamacı indiğinde, Sorgue Irmağı’nın yağmur sularıyla kabarmış
olduğunu görmesine rağmen, ne pahasına olursa olsun oradan
geçmek isteyince boğulma tehlikesiyle karşılaşmış olmalıydı. Daha
da kötüsü, gecenin bu saatinde çiftliğe geri dönmeyi aklından bile
geçirmemeliydi, çünkü küçükhanım ırmağın geçit veren bölümüne
inen yolu kendi başına asla bulamazdı, benim de sürüyü bırakmam
mümkün değildi. Geceyi dağda geçirme düşüncesi, özellikle ailesini
meraklandıracağından onu daha da endişelendiriyordu. Onu
elimden geldiğince teselli etmeye çalıştım:
“Temmuz ayında geceler kısa olur hanımım... göz açıp
kapayıncaya kadar geçer,” dedim.
Sonra, Sorgue’un sularıyla sırılsıklam olmuş elbisesini kurutup,
ayaklarını ısıtması için hemen ateş yaktım. Ardından da kendisine
süt ve peynir getirdim ama zavallıcığın ne ısınıp kendine gelmeyi
ne de yemek yemeği düşünebilecek hali vardı, gözlerinde biriken
iri damlaları gördükçe neredeyse ben de ağlayacak gibi oluyordum.
Bu arada gece iyice bastırmıştı. Dağların zirvelerinde, birkaç
gün ışığı kırıntısından, batı yönünde ise birkaç ışık huzmesinden
başka bir şey kalmamıştı. Hanıma ağıla girip dinlenmesini
söyledim. Taze samanların üzerine yepyeni bir koyun postu
sererek, kendisine iyi geceler diledim ve dışarı çıkıp kapının önüne
oturdum... Tanrı şahidim olsun ki, yüreğimi yakan şu aşk ateşine
rağmen, aklımdan hiçbir kötü düşünce geçmedi, yalnızca
efendilerimin kızının, hemen yakınındaki meraklı sürünün
bakışları eşliğinde –onu adeta diğerlerinden daha beyaz ve değerli
bir dişi koyunmuş gibi izliyorlardı– kendini bana emanet ederek
ağılın bir köşesinde uyumasından büyük bir gurur duyuyordum.
Daha önce gökyüzü bana hiç bu kadar derin, yıldızlar hiç bu kadar
parıltılı görünmemişti. Birden ağılın kapısı açıldı ve güzel
Stéphanette belirdi. Uyku tutmamıştı. Hayvanlar kımıldadıkça
samanları hışırdatıyor ya da rüyalarında meleyorlardı. Ateşin
yanına oturmak istiyordu. Bunu fark ettiğimde, ona omuzlarını
örtmesi için keçi postumu verdim ve ateşi körükledim, hiç
konuşmadan öylece yan yana oturduk. Daha önce yıldızların
altında güzel bir gece geçirdiyseniz, herkesin uyuduğu o saatlerde,
yalnızlığın ve sessizliğin ortasında gizemli bir âlemin belirdiğini
bilirsiniz. İşte o zaman pınarlar daha gür bir sesle akarken, göllerin
üzerinde küçük alevler parıldar. Dağlardaki cinler, periler özgürce
dolaşmaya başlarlar, civardaki ağaç dallarının büyüdüğünü, otların
yeşerdiğini hissettiren belli belirsiz sesler, hışırtılar yankılanır
adeta. Gün varlıklara aittir, geceyse nesnelere... Alışkın değilseniz,
bu ortam ürkütücü olabilir... İşte bizim hanımefendi de tir tir
titriyor, en küçük bir çıtırtıda bana sokuluyordu. Bir seferinde,
aşağıda parıldayan gölden yükselen uzun, melankolik bir çığlık
dalgalanarak bize kadar ulaştı. Aynı anda, güzel bir yıldız, az önce
duyduğumuz o feryadın kendisiyle birlikte taşıdığı bir ışık gibi, tam
kafamızın üzerinden aynı yöne doğru süzüldü.
“Bu da neydi?” diye sordu Stéphanette alçak sesle.
“Cennete giden bir ruh, hanımım,” dedim ve hemen haç
çıkarttım.
O da haç çıkarttı ve bir süre öylece dalıp gitti. Sonra bana
dönerek şunları söyledi:
“Demek, siz çobanların büyücü olduğunuz söylentisi
doğruymuş?”
“Bu doğru değil, sevgili hanımım. Sadece yıldızlara daha yakın
olduğumuz için orada neler olup bittiğini vadidekilerden daha iyi
biliyoruz.”
Omzunda koyun postu, başı eline dayanmış halde ilahi bir
çoban edasıyla gökyüzüne baktı ve “Ne kadar da çoklar! Ne kadar
güzeller! Hiç bu kadarını bir arada görmemiştim! Adlarını biliyor
musun, çoban?” diye sordu.
“Elbette hanımım... Bakın! Tam üzerimizdeki Aziz Jacques
Yolu’dur (Samanyolu). Fransa’dan kalkıp doğrudan İspanya’ya
gider. Onu, Araplarla savaşa giden yiğit Charlemagne’a yol
göstermesi için Galiçyalı Aziz Jacques çizdi.9 Daha ileride
gördüğünüz, parıltılı dört dingiliyle Ruhlar Arabası (Büyükayı)
takımyıldızıdır. Onun önündeki diğer üçü, Üç Hayvan yıldızlarıdır
ve tam üçüncüsünün karşısındaki de Arabacı’dır. Dört bir yandan
yağan şu yıldız yağmurunu görüyor musunuz? Onlar, Tanrı’nın
kendi katına kabul etmediği ruhlardır... Az daha aşağıda ise, Tırmık
ya da Üç Kral (Orion) var. İşte o, biz çobanlara saatin kaç olduğunu
gösterir. Sadece ona bakarak, şu anda gece yarısını biraz geçtiğini
söyleyebilirim. Yine güneye doğru, biraz daha aşağıya
baktığımızda, Yıldızların Meşalesi’nin, diğer adıyla Milanolu
Jean’ın (Sirius) ışıltısını göreceksiniz. Bu yıldızla ilgili olarak
çobanların anlattığı bir hikâye vardır. Rivayete göre, bir gece
Milanolu Jean, Üç Kral ve Civciv Kafesi (Pleiades ya da Ülker yıldız
kümesi) arkadaşları olan başka bir yıldızın düğününe davet
edilmişler. Aceleci Civciv Kafesi hemen harekete geçip,
gökyüzünün derinliklerindeki yukarı yolu tercih etmiş. Yukarı
bakın, en yukarı, gökyüzünün derinliklerine. Üç Kral daha
aşağıdan, kestirmeden gidip ona yetişmiş ama içlerinde en tembeli
olan Milanolu Jean uykuya daldığından en arkada kalmış ve onları
durdurmak için öfkeyle bastonunu fırlatmış. Bu yüzden, Üç Kral
aynı zamanda Milanolu Jean’ın Bastonu olarak da anılır... Ama
içlerinde en güzeli, sevgili hanımım, şafak vakti sürüleri
salıverirken ve akşamları geri dönerken yolumuzu aydınlatan,
bizim Çoban Yıldızımızdır. Biz ona Maguelonne deriz, güzel
Maguelonne.... Provencelı Pierre’in (Satürn ya da Zühal) yıldızı
peşinde dolanır ve her yedi yılda bir onunla nikâh tazeler.”
“Çoban, nasıl olur! Yıldızlar da birbirleriyle evleniyor mu?”
“Elbette, hanımım!”
Ona yıldızların evlilikleriyle ilgili bilgi vermeye çalışırken,
omuzlarıma ha fçe dokunan, ince, narin bir şey hissettim. Uykuyla
ağırlaşmış başını bana yasladığında, kurdele ve dantellerle
tutturduğu saçları aşağıya döküldü. Yıldızlar gün ışığıyla solup
gidene kadar, hiç kımıldamaksızın öylece yanımda kaldı. Ruhumun
derinlikleri biraz altüst olsa da, bana güzel duyguların dışında
hiçbir şey esinlemeyen bu aydınlık gecenin kutsal himayesinde,
yalnızca onu seyretmekle yetindim. Etrafımızdaki yıldızlar, tıpkı
kalabalık bir sürü gibi sessizce, yumuşak devinimlerini
sürdürüyorlardı, ara sıra hayalimde, bu yıldızlardan en narin, en
parıltılısının yolunu kaybederek omuzlarıma yaslanıp, uyumak için
aşağıya indiğini canlandırıyordum.

6. Fransa’nın Landes bölgesinde yetiştirilen, Labrit (ya da Albert) kökenli, genellikle siyah renkli bir
çoban köpeği türü. (Y.N.)
7. Bir Provence efsanesinin hayalî keçisi. Söylentiye göre altın boynuz ları ve toynaklarıyla dağlarda
gez inir, olağanüstü z enginliklerle dolu bir mağarada yaşarmış. Paul Arène, bu efsaneden yola çıkarak
en muhteşem hikâyelerinden biri olan La Chèvre d’or’u (Altın Keçi) yaz mıştır. (Y.N.)
8. Efsaneye göre, adını verdiği Estérel Dağı’nda yaşayan peri. Frédéric Mistral, onu Calendal adlı
eserinin kahramanı yapmış, IV. Bölüm’ün başlığına “Peri Kız ı Estérelle” ismini vermiştir. (Y.N.)
9. Halk diliyle ifade edilen bu astronomik detaylar, Avignon’da yayımlanan Almanach Provençal’den
alınmıştır. (Yaz arın notu)
ARLESLI KIZ

Benim değirmenden köye inerken, yolun kenarına, çitlembik


ağaçlarıyla kaplı bir avlunun dibine inşa edilmiş bir çiftlik evinin
önünden geçiliyordu. Burası, kırmızı kiremitleri, gelişigüzel
aralanmış pencerelerin sıralandığı geniş, koyu renkli cephesi,
çatısındaki rüzgârgülü, tahılları yukarı çeken makarası ve dışarı
taşan birkaç tutam otuyla, tam da Provence usulü bir çiftçi eviydi...
Bu ev, beni neden bu kadar etkilemişti? Bu kapalı kapı neden
kalbimi sıkıştırmıştı? Bunun yanıtını veremesem de, evi
gördüğümde içim ürperiyordu. Etraf oldukça sessizdi... Önünden
geçerken köpekler havlamıyor, beçtavukları ötüşmeden
kaçıyorlardı... İçeride çıt yoktu! Hatta bir katır çıngırağının sesi bile
duyulmuyordu... Pencerelerindeki beyaz perdeleri, tüten bacası
olmasa, evde kimsenin yaşamadığı sanılırdı.
Dün, öğle üzeri, köyden dönerken, güneşten sakınmak için
çiftliğin, çitlembik ağaçlarının gölgelediği duvarları boyunca
yürüdüm... Çiftlik evinin önündeki yolda, suskun uşaklar arabaya
ot yüklüyorlardı... Çiftliğin giriş kapısı açık kalmıştı. Geçerken
içeriye bir göz attığımda, avlunun dibindeki taştan geniş masanın
üzerine dirseklerini dayayarak başını elleri arasına almış, uzun
boylu, saçı sakalı ağarmış yaşlı bir adam gördüm. Üzerinde, kolları
kısacık bir ceket, yırtık pırtık bir pantolon vardı. Bir an
duraksadım. Uşaklardan biri alçak sesle, “Şişt! Bu bizim efendimiz,”
dedi. “Oğlunun başına gelen felaketten beri bu halde.”
O sırada, siyahlara bürünmüş bir kadın ve küçük bir çocuk,
ellerinde altın yaldızlı kalın ayin kitaplarıyla yanımızdan geçerek
çiftliğe girdiler.
Adam, “Hanımımız ve küçük oğlu, ayinden dönüyorlar,” diye
ekledi. “Çocuk canına kıydığından beri her gün giderler... Ah!
Bayım, ne büyük bir yıkım!.. Babasının üzerinde hâlâ ölen
çocuğunun kıyafetleri var, onları çıkarttıramıyoruz... Hadi oğlum!
Deh! Deh!”
Araba ha fçe savrularak yola koyuldu. Daha fazlasını
öğrenmek için arabacıdan beni de yanında götürmesini istedim ve
orada, kuru otların üstünde bu dokunaklı hikâyeyi öğrendim...

Adı Jan’dı. Yirmi yaşlarında, herkesin hayranlığını kazanmış,


bir kız çocuğu kadar uysal, güçlü kuvvetli, temiz yüzlü bir gençti.
Çok yakışıklı olduğundan kadınlar gözlerini ondan alamıyorlardı,
ama onun yüreğinde tek bir kişi, bir keresinde Arles yolu üzerinde
rastladığı, kadifeden, dantelli giysiler içindeki Arleslı küçük kız
vardı... Önceleri, bu ilişki çiftlikte pek hoş karşılanmamıştı. Kız
süse püse çok meraklı, çok cilveliydi, üstelik ailesi de buralı değildi.
Ama Jan ne pahasına olursa olsun bu Arleslı kızı istiyor, “Onu
bana vermezlerse, ölürüm.” diyordu.
Ailenin kabul etmekten başka çaresi yoktu... Hasattan sonra
evlenmelerine karar verildi.
Bir pazar akşamı, çiftliğin avlusunda ailece yemek yiyorlardı.
Buna bir düğün yemeği de demek mümkündü. Nişanlı kız şölene
eşlik etmese de, bütün gece şere ne kadeh kaldırıldı... Yemeğin
sonuna doğru, kapıda beliren titrek sesli bir adam, üstat Estève ile
baş başa konuşmak istediğini söyledi. Estève Usta yerinden kalkıp
dışarı çıktı.
“Efendim, oğlunuzu iki senedir benim metresim olan bir
aşüfteyle evlendirmek üzeresiniz... Söylediklerimi kanıtlayabilirim:
İşte mektuplar!” dedi. “Durumdan haberdar olan ailesi onu benimle
evlendireceklerine söz vermişti, ama oğlunuz ona yakınlaştığından
beri ailesi de, kız da beni istemiyor... Yine de aramızda
yaşananlardan sonra, artık bir başkasının karısı olacağını
düşünemiyorum.”
Estève mektuplara baktıktan sonra, “Tamam, anlaşıldı,” deyip
adamı kendileriyle birlikte şarap içmesi için içeri davet etti.
“Teşekkürler, kederim susuzluğumu bastırıyor,” diye karşılık
veren adam çekip gitti.
Babanın hiçbir şey olmamış gibi masadaki yerini almasının
ardından yemek neşeyle sona erdi...
O gece, Estève Usta ve oğlu birlikte kırlara dolaşmaya gidip
uzun süre dışarıda kaldılar, eve döndüklerinde anne hâlâ onları
bekliyordu.
Babası, “Hanım, sarılıp öp oğlunu, canı çok sıkkın...” dedi.

Jan o geceden sonra Arleslı kızdan hiç söz etmese de, onu
sevmeye devam ediyor, hatta onun daha önceleri bir başkasının
kolları arasında olduğunu öğrendiğinden beri bu sevgi daha da
büyüyordu. Kimseye bir şey söylemeyecek kadar gururluydu; ama
zavallı çocuğun içi içini kemiriyordu!.. Bazı günler, bir köşede hiç
kımıldamadan yapayalnız öylece duruyordu. Bazı günlerse kendini
bir hışım çalışmaya veriyor, on gündelikçinin işini tarlada tek
başına yapıyordu. Akşam olduğunda, Arles yolunu tutup, batıda
şehrin sivri çan kuleleri belirene kadar yürüyor, asla daha ileri
gitmeksizin geri dönüyordu.
Onun bu yalnız ve kederli halini gören çiftlik halkı ne
yapacağını bilemiyor, çocuğun başına bir felaket gelmesinden
korkuyordu... Bir keresinde, masaya oturduklarında, annesi yaşlarla
dolmuş gözleriyle ona bakarak, şunları söyledi:
“Pekâlâ Jan, dinle, her şeye rağmen hâlâ o kızı düşünüyorsan,
onu sana alacağız...”
Babası utançtan kızararak başını öne eğdi...
Jan başını “hayır” anlamında sallayarak dışarı çıktı...
O günden itibaren, yaşam tarzını değiştiren Jan, ailesinin içini
rahatlatmak için neşeli görünmeye çalıştı ve yeniden balolarda,
meyhanelerde, sığırların dağlanması sırasında düzenlenen
şenliklerde boy göstermeye başladı. Hatta Fonvieille kasaba
şenliğinde, farandola dansı yapanların başını o çekti.
Babası, “Kendisini topladı,” derken, her zamanki gibi kaygılı
olan annesi gözünü üzerinden ayırmamaya başlamıştı... Jan,
akşamları kardeşiyle birlikte ipekböceği yetiştirilen odanın hemen
yanında yatıyordu; zavallı kadıncağız yatağını geceleri kozalara
bakacağı bahanesiyle onların odasının yanına taşımıştı...
Nihayet, emekçilerin koruyucusu Aziz Éloi Günü geldi.
Çiftliğe çok neşeli bir hava hâkimdi... Herkes, bol bol ikram
edilen Chateau-Neuf’ü ve tatlı şarabı su gibi içiyordu. Kestane
şekleri atıldı, harman yerinde ateşler yakıldı, çitlembik ağaçlarına
rengârenk fenerler asıldı... Yaşasın Aziz Éloi! Herkes kendinden
geçmişçesine dans ediyordu. Hatta bir ara, küçük kardeşin yeni
gömleği tutuştu. Halinden memnun görünen Jan annesini dansa
kaldırdığında, zavallı kadın kendini tutamayıp mutluluktan ağladı.
Gece yarısı herkes yorgunluktan bitkin bir halde yataklarına
çekildi... Ama Jan, uyuyamıyordu. Küçük kardeşinin sonradan
anlattığına göre bütün gece hıçkırarak ağlamıştı... Ah! Sizi temin
ederim, bu çocuğun yüreği derinden yaralanmıştı...

Ertesi gün şafak sökerken, birinin koşarak odasından geçtiğini


duyan annesi içine doğmuş gibi,
“Jan sen misin?” diye sordu.
Karşılık vermeyen Jan merdivene ulaşmıştı bile. Apar topar
yatağından fırlayan annesi, “Jan, nereye gidiyorsun?” diye seslenip
tavan arasına çıkan delikanlının peşinden gitti. “Oğlum, Tanrı
aşkına ne yapıyorsun?”
Jan kapıyı kapatıp sürgüyü çekti.
“Jan, Janım cevap ver, lütfen! Ne yapıyorsun orada?”
Kadın titreyen elleriyle kapının tokmağını aradı... Sonrasında,
açılan bir pencerenin ve avlunun taşlarının üzerine yığılan bir
bedenin sesi duyuldu, hepsi buydu...
Zavallı çocuk içinden, “Onu çok seviyorum... Artık
dayanamayacağım....” demişti. Ah! Yüreklerimiz ne kadar güçsüz!
Bunu söylemesi zor ama sanırım nefret aşkı öldüremiyor!..
O sabah, köylüler birbirlerine, aşağıdan, Estève çiftliğinden
gelen bu çığlığın kime ait olduğunu soruyorlardı...
Duydukları, üzerindeki geceliğiyle, avludaki, üzeri çiy ve kana
bulanmış taş masanın önünde oğlunun cansız bedenini kolları
arasına almış bir annenin feryadıydı.
PAPANIN KATIRI

Bizim Provence köylülerinin sohbetlerini süsleyen o güzel halk


deyişleri, atasözleri ya da özdeyişler içinde, bunun kadar ilginç ve
tuhaf olanını hiç duymamıştım. Değirmenimin bulunduğu yörede,
kinci, intikam peşinde koşan birine rastlandığında ondan: “İşte bu
adam! Ondan uzak durun! Çiftesini yedi sene bekleten papanın
katırından farksız,” diye söz ediliyordu.
Uzun süre boyunca, bu atasözünün kökenini, papanın
katırının ve yedi sene sonra atılan çiftenin ne anlam ifade
edebileceğini araştırdım. Hiç kimse, hatta Provence efsanelerini
ezbere bilen bizim freci Francet Mamaï bile bana bu konuda bilgi
veremiyordu. Bu sözcüklerin, bu özdeyiş dışında başka bir
bağlamda kullanıldığını hiç duymamış olan Francet de tıpkı benim
gibi, bu deyişin Avignon’da yaşanmış eski bir olaydan
kaynaklandığını düşünüyordu.
“Bunu ancak Ağustosböceği Kütüphanesi’nde bulabilirsiniz,”
dedi yaşlı freci gülerek.
Fikir hoşuma gitti, Ağustosböceği Kütüphanesi hemen kapı
komşum olduğundan, bir hafta boyunca oraya kapanıp kendimi
çalışmaya verdim.
Şairlere gece gündüz hizmet veren bu şirin, muhteşem
kütüphanede, zil çalan küçük kütüphaneciler sürekli olarak müzik
ziyafeti veriyorlardı. Burada oldukça keyi i birkaç gün geçirdim ve
sırtüstü yatarak uzandığım bir haftalık bir araştırma sürecinin
ardından aradığımı, yani benim şu katırın ve yedi sene bekleyen o
ünlü çiftenin hikâyesini buldum.
Biraz naif olsa da hoş bir şekilde nakledilen bu öyküyü, size
dün sabah, cildi gök mavisi, şerit ayraçları şeytanörümceği
ipliğinden yapılmış, mis gibi kurutulmuş lavanta kokan, o
elyazması kitaptan okuduğum gibi aktaracağım.

Papalık dönemi Avignonunu 10 görmeyen, hiçbir şey görmemiş


demektir. Yaşam başka hiçbir şehirde bu kadar şenlikli, neşeli ve
canlı olamazdı. Sabahtan akşama dek süren ayin alayları, hac
ziyaretleri, çiçeklerle kaplı caddeleri, Rhône’dan gelen
kardinallerin, amaları rüzgârla savrulan kadırgaları, Papa’nın
meydanlarda Latince şarkılar söyleyen askerleri ve yardım dilenen
papazların gevezelikleriyle ortalıkta tam bir cümbüş havası
esiyordu. Daha yukarıda, Papalık Sarayı’nın etrafında, tıpkı
kovanlarının çevresinde vızıldayan arılar gibi kümelenmiş evlerin
aşağısında, dantel tezgâhlarının tik takları, ayin kaftanlarına altın
işleyen mekiklerin gelgitleri, vazo işleyicilerin küçük çekiçlerinin
darbeleri yankılanıyor, bu hengâmeye rezonans gövdelerinin
ayarını yapan çalgı imalatçıların melodileri, arış iplikçisi kadınların
ilahileri ve hepsini bastıran çan sesleri ekleniyordu. Buna ilaveten
aşağıdan, köprünün yakınlarından, durmaksızın çalan davulların
gümbürtüsü yayılıyordu. Çünkü bizde, halkın key yerindeyse dans
etmek, durmadan dans etmek gerekirdi ve o dönemde şehrin
sokakları toplu halde farandola dansı yapmak için oldukça dar
olduğundan freciler, davulcular Rhône Nehri’nin serin rüzgârının
estiği Avignon Köprüsü’nü mesken edinmişlerdi. Orada, gece
gündüz herkes durmadan, hiç durmadan dans ediyordu. Ah ne
mutlu zamanlardı! Şehre ne büyük bir huzur hâkimdi! Baltalı
mızraklar inip kalmıyor, devlet hapishaneleri şarap mahzeni olarak
kullanılıyordu. Kıtlıklar, savaşlar asla yaşanmıyordu!.. İşte papalar,
halkı böyle yönetiyordu. Halkın o dönemi özlemle anmasının
nedeni buydu!..

Hele içlerinde Boniface 11 adlı öyle tatlı bir ihtiyarcık vardı ki...
Ah! Öldüğünde tüm Avignon onun ardından ne çok gözyaşı
dökmüştü. Bu hoş ve sevecen hükümdar, katırının üzerinden,
yanından geçen ister sıradan bir kökboyası satıcısı, ister yüksek bir
yargıç olsun herkesi gülümseyerek selamlar ve kibarca kutsardı!
Adeta Yvetot Kralı’ydı 12, ama gülüşündeki inceliği, takkesine
iliştirdiği mercanköşkü dalıyla Jeanneton’a 13 ihtiyaç duymayan,
Provence’a özgü bir Yvetot Kralı... Bu muhterem pederin tanıdığı
tek Jeanneton, Avignon’un üç mil uzağında, Château-Neuf’ün
mersinlerinde, asma danlarını kendi elleriyle diktiği küçük bir
üzüm bağıydı.
Bu saygıdeğer şahsiyet her pazar, akşam duasından çıktıktan
sonra maiyetiyle birlikte vakit geçirmek için oraya gidiyordu.
Tepede, yanında katırı, çevresinde bağ kütüklerinin dibine uzanmış
kardinalleriyle, alçalmaya başlayan güneşe karşı, o zamandan beri
Papa’nın Château-Neuf’leri olarak anılan yakut renkli şarap
şişelerinden birini açtırıyor, şarabını yudumlarken bağını
seyrederek duygulanıyordu. Hava kararıp şişesi boşaldığında,
kendisini izleyen maiyetiyle birlikte neşeyle şehrin yolunu tutuyor,
Avignon Köprüsü’nde davulcuların ve farandola dansı yapanların
arasından geçerken, müziğin etkisine kapılan katırı sekerek rahvan
gidiyor, kendisi de takkesini sallayarak dansa eşlik ediyordu. Bu
görüntü kardinalleri utandırsa da, herkesin, “Ah, mütevazı
hükümdarımız! Ah, temiz yürekli Papamız!” diye haykırmasına
neden oluyordu.

Château-Neuf’deki bağından sonra Papa’nın dünyada en çok


sevdiği varlığı katırıydı. İhtiyar adam bu hayvanın üzerine
titriyordu. Her gece uyumadan önce, ahırının kapısı sıkıca kapalı
mı, yemliğinde bir eksik var mı yok mu diye bakar ve gözlerinin
önünde Fransız usulü şekerli ve baharat çeşnili koca bir kâse şarabı
hazırlatmadan masadan kalkmazdı, ardından kardinallerin dostça
uyarılarına rağmen kâseyi kendi elleriyle katırına götürürdü...
Doğrusu, bu şirin hayvancık, kızıl benekli siyah parlak tüyleri,
dolgun ve geniş sağrısı, güçlü ayakları, küçük zarif başında gururla
taşıdığı ponponları, bağcıkları, gümüş çıngırağı, yonkları, bir
melek kadar sevimli görünümü, tatlı tatlı bakan gözleri, ona
çocuksu bir hava veren ve sürekli bir o yana bir bu yana telaşla
diktiği uzun kulaklarıyla, bunca zahmete değerdi hani... Tüm
Avignonlular ona saygı duyuyor, Papa’nın sevgisini kazanmanın en
iyi yolu olduğunu bildiklerinden, sokakta gördüklerinde ona sevgi
dolu güzel sözler söylüyorlardı; Papa’nın masum katırı böylece
farkında olmadan birçoğunun talihini değiştirmişti, bunun bir
örneği de Tistet Védène ve onun şaşkınlık uyandıran macerasıydı.
Aslında bu Tistet Védène, altından heykeller yapan babası Guy
Védène’in, çalışmayı hiç sevmediği ve çırakları da kendisine
uydurduğu için evden kovmak zorunda kaldığı arsız bir çocuktu.
Tam altı ay boyunca, omzuna attığı ceketiyle Avignon’un tüm
sokaklarında, ama özellikle de Papa’nın evinin yakınlarında dolanıp
duran bu maskaranın uzun zamandan beri Papa’nın katırıyla ilgili
şeytani bir planı vardı. Bir gün Papa Hazretleri surların altında
katırıyla birlikte dolaşırken, birden yanlarında beliren bizim Tistet
ellerini hayranlık içinde birbirine kavuşturarak şunları söyledi:
“Aman Tanrım! Ne muhteşem bir katırınız var Aziz Papa!.. İzin
verin onu biraz seyredeyim... Aman Papacığım ne harika bir katır!..
Alman İmparatoru’nun bile bunun gibi bir katırı yoktur.”
Ardından katırı okşayarak soylu bir genç kızla konuşuyormuş
gibi tatlı tatlı, “Gel bana, hayatım, elmasım, inci tanem...” dedi.
İyi kalpli Papa duygulanarak içinden, “Ne iyi bir çocuk!..
Katırıma nasıl da şefkatle yaklaşıyor!” diye geçirdi.
Peki, ertesi gün ne oldu biliyor musunuz? Tistet Védène, eski
sarı ceketini dantelli güzel bir ayin kıyafeti, mor ipekten kukuletalı
bir papaz pelerini ve tokalı bir ayakkabıyla takas ederek daha önce
yalnızca soylu aile çocuklarının ya da kardinallerin yeğenlerinin
kabul edildiği Papa’nın kilise korosuna katıldı... İşte entrika diye
buna denir!.. Ama Tistet bununla yetinmedi.
Papa’nın hizmetine giren bu maskara, rolünü başarıyla
oynamaya devam etti. Herkese karşı küstah davranan Tistet
katırdan başka kimseye ilgi ve özen göstermiyordu. Sarayın
avlusunda sürekli olarak, bir elinde bir avuç yulaf ya da pembe
saplarını kibarca salladığı evliyaotlarıyla geziniyor ve Papa’nın
balkonuna, “Hey!.. Bakın bunlar kimin için?..” dercesine bakıyordu.
Buna benzer öyle şeyler yaptı ki, sonunda artık yaşlandığını
hisseden iyi yürekli Papa, kardinaller tarafından pek hoş
karşılanmasa da, ahırının gözetimini ve her akşam, içinde Fransız
usulü şarap bulunan kâsenin katırına götürülmesi işini onun
üstlenmesine karar verdi.
Bu durum katırın da hoşuna gitmemişti. Artık şarabının
getirilmesi gereken saatte korodan beş altı çömez, dantelli
pelerinleri içinde samanlığına sokuluveriyor ve bir süre sonra da
Tistet Védène tüm ahırı saran baharat ve sıcak karamel
kokularının eşliğinde, elinde özenle taşıdığı Fransız usulü şarap
kâsesiyle beliriyordu. İşte o zaman, zavallı hayvancağızın işkence
saatleri başlıyordu.
İçini sıcacık tutan, ona kanatlar takan onca sevdiği parfümlü
şarabı acımasızca yemliğine kadar getirip ona koklatıyor ve mis
gibi kokusu burnuna dolduğunda “Sana yok!” diyorlardı.
Yumurcaklar, bu alev alev parlayan güzelim pembe şarabın
tamamını midelerine indiriyorlardı... Üstelik, bu küçük papaz
çömezleri yalnızca katırın şarabını çalmakla kalmıyor, içtiklerinde
çılgına dönüp kulağını, kuyruğunu çekiştiriyorlardı. Quiquet sırtına
tırmanırken, Béluguet kukuletasını kafasına geçirmeye çalışıyordu
ama bu arsız veletlerin hiçbiri, katırın onları bir kıç darbesi ya da
azılı bir çifteyle ta Kutup Yıldızı’na hatta daha bile uzağa
fırlatabileceğini aklına getirmiyordu. Hayır, bunu hiç
düşünmüyorlardı! Ne de olsa, böyle bir tepki Papa’nın hoşgörülü,
bağışlayıcı katırına yakışmazdı... Çocuklar onu kızdırmak için
boşuna çabalıyorlardı, katır sadece Tistet Védène’e kin besliyordu...
Ne zaman, onun arkasında olduğunu hissetse toynakları
kaşınıyordu ve hiç de haksız sayılmazdı. Bu Tistet haytası, ona
alçakça oyunlar oynuyor, hele içtikten sonra bu konudaki
yaratıcılığı iyice artıyordu!..
Bir gün, onu sarayın en tepesindeki çan kulesine çıkarmayı
kafasına takmasın mı? Size bu anlattığım masal değil, iki yüz bin
Provencelı onu seyrediyordu. Bu bahtsız katırın yaşadığı dehşeti
hayalinizde bir canlandırsanıza! Bir saat boyunca, dönerek
yükselen bilmem kaç basamaklı sarmal bir merdiveni gözü kapalı
tırmandıktan sonra, kendisini birden, aydınlığıyla gözlerini
kamaştıran bir sahanlıkta, fantastik bir Avignon manzarasının
karşısında bulmuştu. Çarşıdaki barakalar fındık büyüklüğündeydi,
Papa’nın kışlaları önünde bekleyen askerleri kırmızı karıncalar gibi
görünüyor ve biraz aşağıda, gümüş bir tel üzerine kurulmuş
minicik bir köprüde insanlar boyuna dans ediyor, dans ediyordu.
Ah zavallı hayvancık! O panikle kopardığı yaygara sarayın tüm
camlarını zangır zangır titretti.
“Ne oluyor? Ona neler yapıyorlar?” diye haykırdı, balkona
fırlayan Papa.
Şimdiden avluya inmiş olan Tistet Védène, ağlarmış gibi
yaparak saçını başını yoluyordu.
“Ah Aziz Papa, ne olacak! Katırınız!.. Tanrı aşkına! Şimdi ne
yapacağız?.. Katırınız çan kulesine çıkmış...”
“Nasıl olur! Tek başına mı?”
“Evet efendim, tek başına!.. Bakın! Şurada, tepede! Şu iki kulak
ucunu görüyor musunuz?.. Adeta bir çift kırlangıç...”
“Tanrım!” dedi gözlerini yukarı çeviren bahtsız Papa, “Çıldırmış
olmalı! Kendini öldürecek! Zavallıcık, aşağı insene!”
Şu talihe bak! Onun da tek istediği aşağı inmekti! Ama
nereden! Merdivenden inmeyi aklından bile geçirmemesi
gerekiyordu. Merdiven çıkılırdı, ama inmeye gelince bacakları yüz
kere birbirine dolaşabilirdi... Üzüntüden perişan olmuş bir şekilde,
gözleri fırıl fırıl dönerek sahanlıkta bir aşağı bir yukarı yürürken,
tek düşündüğü Tistet Védène’di.
“Ah alçak! Buradan bir kurtulayım... Yarın sabah sana öyle bir
çifte atacağım ki!”
Bacaklarına biraz olsun güç veren ona çifte atabilme düşüncesi
olmasa asla dayanamazdı... Sonunda bin bir güçlükle onu oradan
kurtarmayı başardılar... Hayvanı ancak bir kaldıraçla sedyeye
taşıyıp, bir sürü iple bağlayarak oradan indirebilmişlerdi.
Düşünsenize, o yükseklikte, bir ipin ucunda asılı kalmış ayakları
boşlukta mayıs böceği misali çırpınıp dururken, üstelik tüm
Avignon halkı onu izlerken görünmek Papa’nın katırına ne kadar
dokunmuş olmalıydı!
Zavallı hayvan bütün gece uyuyamamıştı. Hâlâ kendisini o
lanet sahanlıkta dönüp duruyormuş gibi hissediyor, aşağıda tüm
şehir kahkahalar atıyordu, sonra aklına Tistet Védène alçağı ve
ertesi gün ona atacağı o sıkı çifte geliyordu. Ah dostlar, hem de ne
çifte! Tozu dumanı Pampérigouste’dan bile görülecekti... O,
ahırında bu güzel karşılama törenine hazırlanırken, Tistet Védène
ne yapıyordu biliyor musunuz? Papa’nın kadırgasında, her yıl
diplomasi ve görgü kurallarını öğrenmek üzere, şehirden Kraliçe
Jeanne’ın 14 Napoli’deki sarayına gönderilen genç soylularla birlikte
şarkılar mırıldanarak Rhône Nehri boyunca yol alıyordu. Tistet
soylu olmamasına rağmen, Papa onu katırına gösterdiği özen ve
özellikle de kurtarma çalışmaları sırasında sarf ettiği çabalar
dolayısıyla ödüllendirmek istemişti.
Ertesi gün, düş kırıklığına uğramış olan katırcık, “Ah haydut!
Başına gelecekleri anlamış olmalı!” diye düşündü çıngıraklarını
sallayarak, “Ama hiç fark etmez, alçak, istediğin yere git!
Dönüşünde senin için beklettiğim çiftemden kurtulamayacaksın!”
Ve çiftesini atacağı güne bekledi.
Tistet’nin gidişinden sonra, Papa’nın katırı eski huzurlu
yaşamına geri döndü. Artık ahırda ne Quiquet ne de Béluguet
vardı. Fransız şarabıyla birlikte keyi i günler, uzun öğle uykuları ve
Avignon Köprüsü’nde dansa eşlik eden küçük adımlar geri gelmişti.
Yine de başından geçenlerden sonra, şehirde ona biraz mesafeli
yaklaşılıyordu. Yolda giderken çevresinde fısıltılar yayılıyor,
ihtiyarlar başlarını sallarken, çocuklar çan kulesini göstererek
gülüşüyorlardı. Papa bile dostuna eskisi kadar güvenemiyor, pazar
günleri onun sırtında bağından dönerken biraz şekerleme yapmaya
kalksa, aklından “Sakın uyandığımda kendimi çan kulesinde
bulmayayım!” diye geçiyordu. Bunların farkında olan katır acısını
hiçbir şey söylemeden içine atıyor, yalnızca Tistet Védène’in adı
geçtiğinde uzun kulakları dikiliyor ve ha f bir gülümsemeyle
nallarını kaldırımda biliyordu...
Böyle geçen yedi yılın ardından, Tistet Védène Napoli’den geri
döndü. Henüz orada geçirmesi gereken süreyi tamamlamış olmasa
da, Papa’nın çeşnicibaşısının ani ölümünü öğrendiğinde, bu işin
kendisi için biçilmiş kaftan olduğunu düşünerek göreve talip olmak
üzere geri gelmişti.
Bu entrikacı öyle büyümüş ve boy atmıştı ki, sarayın salonuna
girdiğinde, Papa onu tanımakta güçlük çekti. Papa da kendi payına
yaşlanmış, gözlüksüz iyi göremez olmuştu.
Tistet bunu hiç umursamadı:
“Nasıl olur! Aziz Papa, beni tanımıyor musunuz? Benim, Tistet
Védène!..”
“Védène?..”
“Evet, beni iyi tanıyorsunuz... katırınıza şarabını ben
götürürdüm.”
“Ah! Evet... Evet... Hatırlıyorum... Tistet Védène, iyi bir
çocuktu!.. Peki ama şimdi bizden ne istiyor?”
“Ah! Önemli bir şey değil, Aziz Papa... Sizden isteğim... Bu
arada katırınız hâlâ yaşıyor mu? Sağlığı yerinde mi?.. Ah, çok
sevindim!.. Sizden, ölen çeşnicibaşının yerine göreve beni
getirmenizi isteyecektim.”
“Sen! Çeşnicibaşının yerine... Ama bunun için çok gençsin.
Daha yaşın kaç?”
“Yirmi yaşımı iki ay önce bitirdim Aziz Papa, katırınızdan tam
beş yaş büyüğüm... Ah! Tanrı biliyor ya, ne tatlı bir hayvandı o!
Onu ne kadar sevdiğimi, İtalya’da onu ne kadar özlediğimi bir
bilseniz!.. Onu görmeme izin verecek misiniz?..”
“Elbette, çocuğum, onu göreceksin,” dedi duygulanan iyi yürekli
Papa. “Madem o hayvanı bu kadar seviyorsun, ondan uzak kalmanı
istemem. Şu andan itibaren seni çeşnicibaşılığa atıyorum...
Kardinallerim buna karşı çıkacaklar, ama önemli değil! Buna
alışkınım... Yarın akşam duasından sonra bizi görmeye gel,
kardinaller meclisi huzurunda yeni görevini onaylayıp sana
rütbenin sembollerini takacağız. Sonra sana katırı göstereceğim ve
bizimle birlikte bağa geleceksin... Heh! Heh! Hadi şimdi
gidebilirsin...”
Tistet Védène’in sevinçle salondan çıkarken ertesi günkü tören
için nasıl sabırsızlandığını söylememe gerek yok. Ama sarayda bu
duruma daha çok sevinen ve ertesi gün için daha çok sabırsızlanan
biri daha vardı ve bu bizim katırdan başkası değildi. Öfkeli hayvan,
Védène’in dönüşünden, ertesi akşamki duaya kadar hiç durmadan
yulaf yiyip duvarda çifte talimleri yaptı. O da törene
hazırlanıyordu...
Ertesi gün, akşam duasından sonra, Tistet Védène Papalık
Sarayı’na geldi. Üst düzey din adamlarının hepsi oradaydı. Kırmızı
cüppeli kardinaller, siyah kadifeden giysisiyle şeytanın avukatı 15,
Saint-Agricol Kilisesi haznedarları, kukuletalı mor pelerinleriyle
kilisenin çocuk korosu, alt kademeden din adamları, Papa’nın
üniformalı askerleri, üç tövbekâr tarikatının mensupları,
arkalarında küçük bir çan taşıyan çömezleri ve sert yüz ifadeleriyle
Ventoux dağı keşişleri, bellerine kadar çıplak, kamçılı tarikat
kardeşleri, gösterişli cüppeleriyle ayin eşyası bekçileri, kutsal su
dağıtıcıları ve mumları yakıp söndürenler de dahil olmak üzere
herkes, herkes Papa’nın huzurundaydı... Atama merasiminde her
şey dört dörtlüktü! Çanlar, kestane şekleri, güneş, müzik ve
Avignon Köprüsü’nün dansları coşturan davulları, bu gösterişli
törene eşlik ediyordu.
Védène heybetli görünümü ve temiz yüz ifadesiyle meclisin
ortasında belirdiğinde, salona hayranlık dolu bir mırıldanma
yayıldı. Uçları kıvır kıvır gür saçları, babasının yontu kalemiyle
işlediği heykellerden dökülen altın tozlarını andıran ayva tüyü
sakallarıyla, yakışıklı, sarışın bir Provencelıydı. Ortalığa, Kraliçe
Jeanne’ın bu sarı sakalları birkaç kez okşadığı söylentileri
yayılıyordu. Gerçekten de, Védène hazretleri kibirli ifadesi, dalgın
bakışlarıyla kraliçelere çekici gelecek bir görünüm sergiliyordu... O
gün, halkın gözüne hoş görünmek için Napoli tarzı giysilerini
çıkarmış, Provence usulü pembe şeritli bir ceket giymiş, başlığının
üzerine Camargue’ın simgesi olan uzun bir karaleylek tüyü
takmıştı.
Salona girdiğinde çevresini kibar bir ifadeyle selamladıktan
sonra, Papa’nın, görevinin sembolleri olan safran rengi kaftanını ve
sarı şimşir kaşığı vermek üzere kendisini beklediği basamaklı
sekiye yöneldi. Koşum takımları takılmış halde bağa gitmek üzere
hazır bekleyen katır, basamakların dibindeydi. Tisset Védène, katır
yanından geçerken ona gülümsedi ve sırtına dostane birkaç şaplak
indirmek için biraz durdu, bir yandan da göz ucuyla, kendisini
izleyip izlemediğini anlamak üzere Papa’ya bakıyordu. Koşulların
uygun olduğunu anlayan katır hamlesini yaptı:
“Al bakalım, alçak, bunu yedi yıldır senin için bekletiyorum!”
Ona öyle şiddetli bir çifte attı ki, üzerinde, bahtsız Tistet
Védène’den geriye kalan tek şey olan karaleylek tüyünün uçuştuğu
sarı bir duman girdabını Pampérigouste’tan bile görebilmek
mümkündü.
Katırların çifteleri her zaman bu kadar sarsıcı olmasa da,
bizimki Papa’nın katırıydı, üstelik çiftesini yedi yıldır bu gün için
hazırlıyordu! Hiçbir şey kilisenin kindarlığını bundan daha anlamlı
bir şekilde yansıtamazdı.

10. Roma’dan ayrılan papalar 1309’dan 1378’e kadar Avignon’da ikamet etmişlerdir. Kilise tarafından
onaylanmayan ve Roma’yla rekabet halinde olan papalar, yaşanan Büyük Bölünme sonucu 14 15’e kadar
Avignon’da kalmışlardır. (Y.N.)
11. Hayalî bir ad. Bonifacius isimli dokuz papa Avignon’da değil, Roma’da yaşamışlardır. (Y.N.)
12. Béranger’nin 1813’te revaçta olan şarkı söz lerine gönderme yapılıyor: “Bir z amanlar bir Yvetot
Kralı vardı...” Napoléon döneminin mitleştirmelerinin aksine Béranger, Yvetot Kralı’nı iyi yürekli,
ölçülü ve sağduyulu bir hükümdar olarak tasvir etmiştir. (Y.N.)
13. Béranger’nin şarkısında Yvetot Kralı’na taç giydiren kişi. İronik olarak hanlarda müşterilere yakın
ilgi göstererek hiz met eden kız lar da bu lakapla anılırdı. (Ç.N.)
14. I. Jeanne d’Anjou: 1343’ten 1382’ye kadar Napoli’yi yönetmiş, güz elliği ve maceracı yaşamıyla ün
salmış kraliçe. Hükümranlığı altında olan ve 134 8’de sığındığı Avignon’u aynı yıl 80.000 orine Papa VI.
Clemens’e satmıştır. (Y.N.)
15. Katolik Kilisesi’nde, az iz ler ya da kutlular listesine aday gösterilmiş bir kişinin yaşamını ve
kendisine atfedilen muciz eleri eleştirel açıdan inceleyen, aday gösterilen kişiye ilişkin her türlü
olumsuz noktayı açığa çıkaran kişi. (Ç.N.)
SANGUINAIRES FENERİ

Bu gece uyuyamadım. Sert esen karayelin şiddetli uğultusu


yüzünden sabaha kadar gözümü kırpmadım. Değirmenin ağır ağır
dönen kırık kanatları, sert rüzgârın etkisi altında manevra yapan
bir gemi gibi çatırdıyordu. Kiremitler perişan haldeki çatıdan
uçuşuyor, uzakta, tepeleri kaplayan sık çamların karanlıkta
salınarak hışırdadıkları duyuluyordu. İnsan kendini adeta açık
denizde sanıyordu...
Tüm bunlar bana üç yıl önce, Korsika’da 16 , Ajaccio Körfezi’nin
girişindeki Sanguinaires Feneri’nde geçirdiğim keyi i ve uykusuz
geceleri hatırlattı.
Orada, yalnız kalıp düşlere dalabileceğim, sevimli, kuytu bir
mekân daha bulmuştum.
Zihninizde, bir ucunda feneri, diğer ucunda o sıralarda bir
kartalın yuva kurduğu, Cenevizlilerden kalma eski kulesiyle, kızıla
çalan, vahşi görünümlü bir ada canlandırın. Aşağıda, denizin
kenarında, etrafı otlarla çevrili virane bir karantina binası, akarsu
yarıkları, makiler, iri kayalar, birkaç yaban keçisi, yeleleri rüzgârda
uçuşan Korsika tayları seçiliyor, yukarıdaysa bir deniz kuşu
sürüsünün girdabında, gözcülerin bir aşağı bir yukarı yürüdükleri
bembeyaz duvarlı sahanlıkları, kemerli yeşil kapısı, dökme
demirden küçük kulesi ve güneş ışınlarıyla parıldayan, gündüz
vakti bile ışık saçan fener beliriyordu... İşte bu gece çamlarım
homurdanırken, anılarımda yeniden canlanan Sanguinaires Adası
böyleydi. Değirmeni satın almadan önce, biraz soluklanmaya ve
yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunda, bu büyülü adaya
çekiliyordum.
Orada ne mi yapıyordum?
Burada yaptığımı, hatta daha da azını. Karayel ya da yıldız sert
esmediğinde, su hizasındaki iki kayanın arasına oturuyor,
martıların, karatavukların, kırlangıçların ortasında, denizi
hayranlıkla izlemenin keyi i rehavetiyle kendimden geçiyordum.
Ruhun bu tatlı esrimesini bilirsiniz, değil mi? Ne düşünür ne de
düşler kurarsınız. Benliğinizin sizden uzaklaştığını, uçuşarak etrafa
saçıldığını hissedersiniz. Suya dalan bir martıya, güneşin altında iki
dalganın arasında süzülen köpük zerreciklerine, uzaklaşan geminin
beyaz dumanına, kırmızı yelkenlisindeki mercan avcısına, inciden
bir su damlasına, bir sis yumağına, kısacası kendiniz dışında her
şeye dönüşürsünüz... Ah! Adamda yarı uykulu, darmadağın olmuş
bir halde ne güzel saatler geçirmiştim!..
Rüzgârın şiddetli estiği günlerde sahil pek de tekin olmadığı
için, karantina binasının biberiye ve yabani pelin kokan
melankolik avlusuna kapanır, eski bir duvarın kenarına büzüşerek,
kendimi, eski mezarlar gibi her yanı açık taş kulübelerin içinde,
terk edilişin ve hüznün, güneşle birlikte dalga dalga yayılan, belli
belirsiz kokusuna bırakırdım. Ara sıra bir kapı çarpıyor, rüzgârdan
korunmak için avluya sığınan bir keçinin otlarken çıkardığı hışırtı
sesleri işitiliyordu. Beni fark ettiğinde bir an duraksıyor,
boynuzlarını ciddi bir ifadeyle havaya dikerek çocuksu gözlerini
bana sabitliyordu...
Saat beşe doğru gözcülerin borusu akşam yemeği için beni
çağırdığında, makilerin arasında denizin üzerine doğru yükselen
küçük patikanın yolunu tutuyor ve yavaşça fenere ilerlerken,
yukarı doğru attığım her adımda giderek genişlermiş gibi görünen
denizin ve ışığın o devasa ufkuna yeniden bakmak için geri
dönüyordum.

Yukarıda her şey muhteşemdi. Ortasındaki sofrada balık


çorbasının tüttüğü o geniş döşemeli, meşe kaplamalı yemek
odasını, günbatımının içeri dolduğu terasa açılan büyük kapıyı dün
gibi hatırlıyorum... Gözcüler sofraya oturmak için beni
bekliyorlardı. Biri Marsilyalı, ikisi Korsikalı üç kişiydiler; ufak
tefektiler, sakalları, çatlamış esmer tenli yüzleri ve üzerlerindeki
keçi kılından denizci kabanlarıyla birbirlerine benzeseler de,
tavırları ve mizaçları çok farklıydı.
Bu adamların yaşam tarzlarına bakıldığında, iki ırk arasındaki
farklılıklar hemen göze çarpıyordu. Girişken ve becerikli olan
Marsilyalının her zaman işi başından aşkındı. Sabahtan akşama
kadar adanın dört bir yanına koşturup bahçıvanlık yapar, balık
tutar, deniz kuşlarının yumurtalarını toplar, civardan geçecek bir
keçinin sütünü sağmak için çalılıkların arasında pusuya yatardı;
mutfakta da Aïoli sosunu ve balık çorbasını eksik etmezdi.
Kendilerini yalnızca orada çalışan birer memur gibi görüp
işlerinin dışında hiçbir şeye ilişmeyen Korsikalılara gelince, onlar
gün boyunca mutfakta scopa 17 partileri çeviriyor, oyunlarına
yalnızca ciddi bir ifadeyle pipolarını yakmak ve avuçlarına
koydukları iri, yeşil tütün yapraklarını makasla ufalamak için ara
veriyorlardı.
Yine de, Korsikalı olsun, Marsilyalı olsun, bu üç dürüst, naif,
temiz yürekli insan, kendilerine oldukça garip görünen
misa rlerini özenle ağırlıyorlardı.
Düşünsenize, kendi key nce gelip bir fenere kapanmak onlara
hiç de akıl kârı görünmüyor olmalıydı!.. Onlar için burada günler
geçmek bilmiyordu, karaya çıkma sırasının kendilerine geleceği
günü iple çekiyorlardı. Yaz mevsiminde bu key dilediklerince
yaşıyorlardı. Kurallara göre, bir ay fenerde kalıyor, on gün izin
yapıyorlardı, ama kış gelip havalar kötülediğinde kural, kaide
kalmıyordu. Rüzgâr sertleşip, Sanguinaires Adası kabaran
dalgaların beyaz köpükleriyle kaplandığında, iki üç ay boyunca,
hem de bazen çok berbat koşullarda, burada mahsur kalıyorlardı.
“Bundan beş yıl önce, şu oturduğumuz masada başıma ne geldi
biliyor musunuz, bayım,” dedi bir akşam yemeğinde ihtiyar Bartoli.
“Tıpkı şimdi olduğu gibi bir kış akşamıydı. Fenerde yalnızca ben ve
Tchéco adlı bir arkadaş vardı... Diğerleri, şimdi hatırlamıyorum
ama ya hasta ya da izinliydiler. Sakin sakin yemeğimizi yiyorduk.
Arkadaşım birden yemeğini bırakıp bana garip garip bakmaya
başladı ve kolları önde pat diye masanın üzerine yığıldı. Üzerine
doğru eğilip onu sarsarken, ‘Hey Tché!.. Tché!..’ diye haykırmaya
başladım.
“Hiçbir tepki yoktu! Ölmüştü. Nasıl paniğe kapıldığımı tahmin
edersiniz! Bir saat boyunca, afallamış bir halde titreyerek cesedin
yanında kaldım. Birden aklıma fener geldi. Hava kararmak
üzereydi, hemen yukarı çıkıp feneri yakmam gerekiyordu... Ah! Ne
geceydi bayım, bir bilseniz! Denizin, rüzgârın her zamanki sesleri
bile değişmişti. Her an, merdivenlerden birinin bana seslendiğini
duyar gibi oluyordum... Üstelik her yanımı ateş basmış,
susamıştım! Ama ölüden korktuğum için hiçbir güç beni aşağıya
indiremiyordu... Yine de, şafak sökerken biraz cesaretimi
toplamıştım. Arkadaşımı yatağına yatırıp üzerine bir çarşaf örttüm,
onun için biraz dua ettikten sonra, hemen imdat işareti vermeye
gittim.
“Ne yazık ki deniz çok azmıştı, yardım isteme çabalarım
boşunaydı, kimse gelmedi... İşte zavallı dostum Tchéco ile fenerde
yapayalnız kalmıştık, bunun ne kadar süreceğini Tanrı bilir... Onu
gemi gelene kadar yanımda tutabilmeyi umuyordum! Ama üç gün
sonra bunun mümkün olmadığını anladım... Ne yapmam
gerekiyordu? Onu dışarı mı taşımalıydım? Gömmeli miydim?
Kayalıklar çok sarptı ve adanın üzeri karga kaynıyordu. Bu dini
bütün adamı onlara yem etmek insafsızlık olurdu. O zaman, onu
karantina binasının barakalarından birine taşımaya karar verdim...
İtiraf etmeliyim ki, tüm öğleden sonramı alan bu zahmetli iş
cesaret isterdi... Dinleyin! Bayım, bugün bile, sert bir rüzgârda
adanın o tarafına inecek olsam, kendimi sırtımda bir ölü
taşıyormuş gibi hissediyorum...”
Zavallı ihtiyar Bartoli, bu olayı düşünürken bile alnından terler
akıyordu.

Yemeklerimiz böylece, fener, deniz, gemi kazaları ve Korsikalı


korsanlarla ilgili uzun sohbetlerle geçiyordu... Sonra, hava
kararırken küçük lambasını yakan ilk nöbetçi, piposunu,
matarasını ve Sanguinaires Adası kütüphanesinin tek kitabı olan
Plutarkhos’un kırmızı sırtlı, kalın cildini yanına alıp merdivenlerde
gözden kaybolurdu. Az sonra da, fenerin her yanında, kurulan
saatlerin zincirlerinin, makaralarının ve inip çıkan ağırlıklarının
sesleri yankılanırdı.
Bense, o anlarda manzarayı seyretmek için terasa çıkıyordum.
Batmakta olan güneş, giderek artan bir hızla suya doğru yaklaşıyor,
beraberinde tüm ufku da birlikte götürüyordu. Rüzgâr sertleşirken
ada menekşe rengine bürünüyordu. Hemen yanı başımdaki
gökyüzünde, iri bir kuş ağır ağır kanat çırpıyordu: Bu eski Ceneviz
kulesindeki yuvasına dönen kartaldan başkası değildi... Denizin
üzerindeki sisin yavaşça yükselmeye başlamasıyla, adanın etrafını
çevreleyen beyaz köpüklerin tırtıklı kenar süslerinden başka bir şey
görünmüyordu. Fenerin yanmasıyla birlikte, birden, başımın
hemen üzerinden tatlı bir ışık halesi yayılıyordu. Adanın tamamını
karanlığa gömen parıltılı ışık huzmeleri enginlere doğru denize
yansıyordu, bana ha fçe değip geçen bu devasa ışık dalgalarıyla
gecenin ortasında kendimden geçiyordum... Ama rüzgâr iyice
sertleşince içeri girmem gerekiyordu. Büyük kapıyı el yordamıyla
kapayıp demir sürgüleri çektikten sonra, ayaklarımın altında
titreyerek zangırdayan dökme demirden dar merdivenleri önümü
görmeden çıkarak fenerin zirvesine ulaşıyordum. Burada ışık vardı.
Hayalinizde, feneri, etrafında bazıları devasa kristal bir
mercekle kaplı, bazıları da alevi rüzgârdan koruyan sabit bir
camekâna açılan, iç kenarlarının yavaşça döndüğü altı tilli
kocaman bir Carcel lambası 18 olarak canlandırın... İçeri girdiğimde
gözlerim kamaşıyordu. Geniş mavimtırak daireler halinde dönen
bu bakırların, kalayların, beyaz metalden yansıtıcıların ışıltıları,
şıkırtıları karşısında bir an için afallıyordum.
Gözlerim yavaş yavaş ışığa alıştığında, hemen lambanın altına,
uykuya dalmamak için Plutarkhos’unu yüksek sesle okuyan
gözcünün yanına oturuyordum...
Dışarıda zi ri bir karanlık, dipsiz bir uçurum vardı. Rüzgâr
camekânın etrafında dönen küçük balkonun üzerinde gürleyerek
çılgınca eserken, fener çatırdar, deniz kabarırdı. Dalgalar, adanın
burnundaki kör kayalıklarda top gibi patlardı... Kimi zaman
görünmeyen bir parmağın camı tıklatır gibi olması, ışığın çekimine
kapılan bir gece kuşunun kristale çarpan başının parçalandığı
anlamına gelirdi. Işıltılı ve sıcak fenerde alevlerin çıtırtısından,
yağın sızan damlalarından, boşanan zincirin gürültüsünden ve
Phaleralı Demetrius’un yaşamını okuyan, tekdüze bir sesten başka
bir şey duyulmazdı.
Gece yarısı olduğunda, gözcünün ayağa kalkıp tillere bir göz
atmasının ardından aşağı iniyor, merdivende gözlerini ovuşturarak
yukarı çıkan diğer nöbetçiyle karşılaştığımızda, matarayı ve
Plutarkhos’u kendisine veriyorduk... Sonra, yataklarımıza
çekilmeden önce, dipteki, zincirler, ağırlıklar, çinko depolar ve
halatlarla dolu odaya girdiğimizde, gözcü, küçük bir lambanın
ışığında fenerin her zaman açık duran büyük defterine raporunu
yazıyordu:
Gece yarısı. Deniz kabardı. Hava fırtınalı. Açıkta bir gemi var.

16. Korsika 134 7’den Fransız lara satıldığı 1768’e kadar Ceneviz lilerin egemenliği altında kalmıştır.
(Y.N.)
17. İtalyanlara öz gü bir tür kâğıt oyunu. (Y.N.)
18. İçinde, yağın tile doğru yükselmesini sağlayan küçük pompayı harekete geçiren bir saat
mekaniz masının bulunduğu lamba. (Y.N.)
SÉMILLANTE’IN CAN ÇEKİŞMESİ

Önceki gece karayel bizi Korsika kıyısına sürüklediği için, o


bölge balıkçılarının gece sohbetlerinde dillerinden düşürmedikleri
ve benim de tesadüfen oldukça ilginç ayrıntılarına vakıf olduğum
korkunç bir hikâyeyi anlatmama izin verin.
Bundan iki üç yıl kadar önceydi.
Yedi sekiz gümrük gemicisiyle birlikte Sardinya denizindeydim.
Acemi bir denizci için oldukça çetin bir yolculuktu! Mart ayı
boyunca, havanın sakin olduğu bir tek güne rastlamamıştık. Hep
peşimizde olan azgın rüzgâr yakamızı hiç bırakmamıştı.
Bir akşam fırtınadan kaçıp, küçük adaların ortasındaki
Bonifacio Boğazı’nın girişine sığındık... Adaların görüntüsü hiç de
iç açıcı değildi, kuşlarla kaplı kayalıklarda birkaç tutam pelinden, iç
içe geçmiş sakızağaçlarından, sağda solda balçığın içinde çürüyen
odun parçalarından başka bir şey yoktu; ama inanın, geceyi,
dalgaların dilediğince girip çıktığı tek güverteli eski bir tekne
yerine bu kasvetli kayalıklarda geçirmek daha hayırlıydı, biz de
bununla yetindik.
Tekneden indiğimizde tayfalar balık çorbası hazırlamak için
ateş yakarlarken, baştayfa beni yanına çağırıp, adanın ucunda sisler
arasında kaybolmuş, beyaz duvarlarla çevrili bir araziyi gösterdi:
“Mezarlığa geliyor musunuz?”
“Mezarlık mı, baştayfa Lionetti biz nereye geldik ki?”
“Lavezzi Adası’na, bayım. Sémillante’ın altı yüz mürettebatı,
on yıl önce, rkateynlerinin kıyısında battığı bu adaya gömüldüler.
Zavallılar! Pek fazla ziyaretçileri olmuyor, gelmişken gidip onlara
bir merhaba diyelim.”
“Seve seve, üstat.”
Sémillante mezarlığı ne kadar da hüzün vericiydi! Alçak
duvarlarını, zorla açılan paslanmış demir kapısını, suskun şapelini,
otların arasında kaybolmuş yüzlerce siyah haçı dün gibi
hatırlıyorum... Ne ölmez otundan bir çelenk ne bir mezar taşı
vardı! Ah, zavallı terk edilmiş ölüler, kaderin bir cilvesiyle
gömüldükleri bu mezarlarda nasıl da üşüyor olmalılardı!
Orada bir süre dizlerimizin üzerine çökerek bekledik. Baştayfa
yüksek sesle dua ediyordu. Mezarlığın tek bekçileri olan iri
martıların başımızın üzerinde uçuşurken attıkları boğuk çığlıklar,
denizin iniltili çalkantılarına karışıyordu.
Duanın bitmesiyle, üzüntü içinde tekneyi bağladığımız kıyıya
geri döndük. Biz yokken tayfalar boş durmamıştı. Bir kayanın
kuytusunda ateş yanıyor, tencerenin dumanı tütüyordu. Bir daire
oluşturacak şekilde oturup ayaklarımızı ateşe doğru uzattık,
birazdan dizlerimizin üzerinde içine iki dilim kara ekmek banılmış
kızıl topraktan çorba kâsesi vardı. Yemek sessiz geçti; ıslanmış,
acıkmıştık, üstelik mezarlığın yakınındaydık... Yine de çorba
kâseleri boşalıp, pipolar yakıldığında, ha ften bir sohbet başladı.
Elbette Sémillante’tan söz ediliyordu.
“Peki, neler oldu?” diye sordum başını ellerinin arasına almış,
düşünceli bir ifadeyle ateşe bakan baştayfaya.
“Neler mi oldu?” diye karşılık verdi iyi yürekli Lionetti iç
geçirerek, “Ne yazık ki bayım, bunu kimse tam olarak
söyleyemiyor. Tek bildiğimiz, Sémillante’ın olaydan önceki akşam
kötü hava koşullarında, içindeki askerî birliklerle Toulon’dan
Kırım’a hareket ettiği. Gece hava daha da bozmuş. Yağmur yağıyor,
rüzgâr sert esiyor, deniz daha önce hiç görülmemiş biçimde
kabarıyormuş... Sabah rüzgâr biraz dinse de, deniz hâlâ akşamki
gibiymiş, üstelik her yanı, birkaç adım ötedeki bir fenerin bile
görünmesini engelleyen kahrolası bir sis tabakası kaplamış... Bu
sisler, bayım, insanı nasıl yanıltır bilemezsiniz... Yine de kaptanın
daha sabahtan dümenin hâkimiyetini kaybettiğini, çünkü sis ne
kadar yoğun olursa olsun, gemide bir hasar olmasa, bu kayalıklara
bindirmeyeceğini düşünüyorum. Hepimizin tanıdığı deneyimli bir
denizciydi. Üç yıl boyunca Korsika liman şe iği yapmıştı, üstelik bu
denizleri benim kadar iyi bilirdi.”
“Peki, Sémillante’ın saat kaçta battığı biliniyor mu?”
“Öğle vakti olmalı, evet, bayım, tam öğle vakti. Ama sis
çöktüğünde, öğle vaktinin gecenin zi ri karanlığından farkı
kalmaz... Kıyıdaki bir gümrükçü o gün saat on bir buçukta, pencere
kanatlarını bağlamak için kulübesinden çıktığında rüzgârdan
kasketinin uçtuğunu ve kendisini dalgalara kaptırmak pahasına son
sürat peşinden koştuğunu anlatmıştı. Anlarsınız! Gümrükçüler
zengin insanlar değildir ve kasket onlar için oldukça pahalıdır.
Sonra, bizim gümrükçü bir an için kafasını kaldırdığında, sisin
ortasında yelkenlerini indirmiş halde Lavezzi Adası’na doğru
sürüklenen büyük bir gemi görmüş ama çok hızlı gittiği için gemiyi
iyi seçememiş. Ama her şey bu geminin Sémillante olduğuna işaret
ediyor, çünkü yarım saat sonra adanın çobanı kayalıklarda çatırtı
sesleri duymuş... İşte tam da söz ettiğim çoban geliyor bayım, size
her şeyi kendi ağzıyla anlatacak. Selam Palombo!.. Çekinme gel,
biraz ısın.”
Bir süredir ateşin etrafında dolanan ve adada bir çoban
olduğunu bilmediğim için bizim mürettebattan sandığım
kukuletalı bir adam ürkek adımlarla yanımıza yaklaştı.
Bilmem hangi dişeti hastalığından dolayı, insanı ürküten kalın
dudakları aşağı doğru sarkmış yarı deli, yaşlı bir cüzamlıydı. Neden
söz ettiğimizi ona güçlükle anlatabildik. Nihayet kavradığında,
sarkık dudağını parmağıyla yukarı kaldırarak, bahsedilen gün,
öğleye doğru kulübesinden, kayalıklardan gelen korkunç bir çatırtı
duyduğunu anlattı. Adanın her yanını dalgalar kapladığından dışarı
çıkamamış, ancak ertesi gün kapısını açtığında, kıyının karaya
vuran gemi enkazıyla ve cesetlerle kaplı olduğunu görmüş. Panik
içinde, herkesi durumdan haberdar etmek için Bonifacio’ya gitmek
üzere kayığına binmiş.

Konuşmaktan yorulan çoban yere oturduğunda baştayfa söze


devam etti:
“Evet bayım, bu zavallı ihtiyar bize haber vermeye geldiğinde
korkudan adeta çılgına dönmüştü ve o günden beri bir daha
kendini toparlayamadı. Haksız da sayılmazdı... Düşünsenize,
kumsalda tahta parçaları ve yırtık pırtık yelkenlerin arasında yatan
altı yüz ceset!.. Bahtsız Sémillante!.. Deniz onu öyle bir yutmuş, un
ufak etmişti ki, çoban Palombo derme çatma kulübesinin etrafına
bir çit döşeyecek tahta kalıntılarını bile zar zor toplayabilmişti...
Hemen hepsi, kolları bacakları korkunç bir şekilde kopmuş, yüzleri
tanınmaz halde yatan mürettebata gelince... Onları birbirinin
üzerine yığılmış halde görmek insanın yüreğini sızlatıyordu...
Kaptanı üzerindeki merasim üniformasıyla, rahibi ise boynundaki
ayin atkısıyla bulduk; bir kenarda, iki kayanın arasında gözleri açık
yatan bir miçoyu gördüğümüzde onu hâlâ yaşıyor sandık, ama
hayır! Kader hiçbirinin kurtulmasına izin vermemişti...”
Burada baştayfa sözünü yarıda kesti.
“Nardi, dikkat etsene!” diye bağırdı, “Ateş sönüyor.”
Nardi’nin, korun üzerine hemen alev alan iki üç parça
katranlanmış tahta parçası atmasıyla Lionetti devam etti:
“Bu hikâyenin daha da üzücü bir yanı var, anlatayım... Bu
felaketten üç ay önce, tıpkı Sémillante gibi Kırım’a giden küçük bir
korvet neredeyse aynı noktada, benzer bir kaza atlatmıştı. Ama o
zaman, mürettebatı ve gemide bulunan yirmi nakliye kolu askerini
kurtarmayı başarmıştık... Kendilerinde olmayan bu zavallı
denizcileri Bonifacio’ya götürüp iki gün boyunca liman revirinde
müşahede altında tuttuk... İçleri iyice ısınıp, ayağa kalkacak
duruma geldiklerinde, hadi iyi akşamlar, şansınız açık olsun, deyip
onları Toulon’a yolcu ettik. Bir süre sonra yeniden Kırım’a gitmek
üzere yola çıktılar... Hangi gemiyle hareket ettiklerini tahmin
edin!.. Sémillante ile bayım... O yirmi askeri, şu an bulunduğumuz
yerde, ölülerin arasında yatarken bulduk... Önceki kazada evimde
baktığım ve nükteleriyle bizi sürekli güldüren o yakışıklı, kaytan
bıyıklı, sarışın Parisli onbaşının cesedini bizzat ben buldum... Onu
o halde gördüğümde yüreğim parçalandı... Ah, Azize Meryem!..”
O anda iyice duygulanan zavallı Lionetti piposunun külünü
boşaltıp, kabanının içine büzüştükten sonra bana iyi geceler
diledi... Kendi aralarında alçak sesle bir süre daha sohbet eden
tayfalar, az sonra teker teker pipolarını söndürdüler... Sesler kesilip,
ihtiyar çoban kulübesine döndüğünde, uyuyan mürettebatın
ortasında tek başıma hayallere daldım.
Biraz önce dinlediğim bu iç karartıcı hikâyenin etkisiyle,
zihnimde bu zavallı kazazede gemiyi ve yalnızca iri martıların
tanık olduğu bu can çekişmeyi yeniden canlandırmaya
çalışıyordum. Kaptanın merasim üniforması, rahibin atkısı, yirmi
nakliye kolu askeri gibi etkileyici bazı ayrıntılar, bana bu facia
sırasında olayların nasıl geliştiğini tahmin etmem konusunda
ipuçları veriyordu... Gece vakti Toulon’dan hareket eden
rkateynin kabarmış bir denizin ve şiddetli bir rüzgârın eşliğinde
limandan çıkışını, buna rağmen, yürekli bir denizci olan kaptanları
sayesinde, gemide herkesin kendini güven içinde hissettiğini hayal
ediyordum...
Sabah, denizden yükselen sisin etkisiyle endişeye kapılan
mürettebat güverteye toplanmıştı. Kaptan kıç güverteden hiç
ayrılmıyordu. Askerlerin içinde bulunduğu karanlık kasara altını
sıcak basmıştı. Dalgaların ve sıcağın etkisiyle kendilerini iyi
hissetmeyen bazıları, çantalarının üzerine uzanmışlardı. Gemi
baştan kıça korkunç bir şekilde sallandığı için ayakta durmak
mümkün olmuyordu. Herkes gruplar halinde yere oturmuş,
birbirlerini duyabilmek için bağırarak sohbet ediyordu. Aralarında
korkmaya başlayanlar vardı... Konuştuklarına bir kulak verin!
Nakliye kolu askerlerinin insanın içini karartan sözlerine bakılırsa,
bu sularda kazalara çok sık rastlanıyordu. Özellikle her şeyi alaya
alan Parisli onbaşıları şakalarıyla çevresindekilerin tüylerini diken
diken ediyordu:
“Deniz kazası!.. Bir deniz kazası ne kadar eğlenceli olurdu.
Buzlu suda güzel bir banyonun ardından, bizi baştayfa Lionetti’nin
karatavuklarını mideye indirmek üzere Bonifacio’ya götürecekler.”
Bunları duyan nakliye kolu askerleri kahkahalara
boğuluyorlardı...
Birden bir çatırtı sesi duyuldu... Neler oluyordu?..
“Dümen kırıldı,” dedi aralarından koşarak geçen, sırılsıklam
olmuş bir tayfa.
“İyi yolculuklar!” diye haykırdı bizim çılgın onbaşı. Ama bu kez
kimseyi güldürememişti.
Büyük bir uğultunun hâkim olduğu güvertede sisten göz gözü
görmüyor, ürkmüş tayfalar el yordamıyla gidip geliyorlardı...
Dümen koptuğundan manevra yapmak mümkün değildi...
Sémillante, rüzgârla çılgınca sürükleniyordu... Bizim gümrükçü
fırkateynin geçtiğini gördüğünde, saat tam on buçuktu. Firkateynin
önünden top sesini andıran gümbürtüler yayılıyordu: “Kör
kayalıklar! Kör kayalıklar!..” Her şey bitmiş, hiç umut kalmamıştı,
gemi doğrudan kayalıklara sürükleniyordu... Kamarasına inen
kaptan, bir süre sonra merasim üniformasıyla yeniden kıç
güvertedeki yerini aldı... Ölümü en güzel giysileriyle karşılamak
istiyordu.
Kasara altındaki, paniğe kapılmış askerler, hiçbir şey
söylemeden birbirlerine bakıyor, hastalar ayağa kalkmaya
çalışıyorlardı... Genç onbaşı artık hiç gülmüyordu... İşte bu sırada,
açılan kapının eşiğinde omzundaki atkısıyla rahip belirdi:
“Evlatlarım, dizlerinizin üzerine çökün!”
Herkes söylenene itaat etti. Rahip, dört bir yanda yankılanan
sesiyle can çekişenlerin duasını okumaya başladı.
Birden hissedilen korkunç sarsıntıyı, gerilmiş kolların, birbirine
sıkıca sarılmış ellerin, ölümün görüntüsünün şimşek gibi yayıldığı
bakışların eşliğinde boşluğu delip geçen müthiş ve tek bir haykırış
izledi...
Aman Tanrım!..
Tüm geceyi, bu şekilde on yıl önce batan ve kalıntıları etrafımı
çevreleyen zavallı geminin anılarını düşleyerek geçirdim... Uzakta,
boğazın derinliklerinde, fırtına giderek azarken, kampın ateşi
boranın önünde iki büklüm oluyordu. Kayalıkların dibindeki
kayığımızın, palamarını gıcırdatarak dans ettiğini işitiyordum.
GÜMRÜKÇÜLER

Lavezzi Adaları’na yaptığım o kasvetli yolculuk sırasında


bindiğim, Porto-Vecchio Limanı’na bağlı Emilie, gümrüğün tek
güverteli eski teknelerinden biriydi. Üzerinde rüzgârdan,
dalgalardan, yağmurdan korunmak için, ancak bir masa ve iki
küçük yatağın sığacağı tek bir güverte köşkü vardı. Böyle bir
teknede, rüzgârın sert estiği, denizin kabardığı havalarda tayfaların
halini görmek gerekirdi. Yüzlerden sular akıyor, ıslanmış denizci
gömlekleri buhar odasındaymışçasına tütüyordu, teknede ateş
yakılamadığı ve kıyıya ulaşmak çoğunlukla güç olduğu için, bu
bahtsızlar kış günlerini hatta gecelerini, o sağlıksız, nemli ortamda
ıslak sıraların üzerine çömelmiş bir halde titreyerek geçirirlerdi...
Yine de, hiçbiri bu durumdan yakınmazdı. En sert havalarda bile
aynı sükûnet, aynı iyi niyetle görevlerini yaparlardı. Ama bu
gümrük gemicilerinin ne se l bir yaşam sürdükleri gün gibi
aşikârdı!
Neredeyse hepsi evli ve çocuklu olsa da, aylarca evlerinden
uzak, bu tehlikeli sularda volta vurmak zorunda kalırlardı. Azıkları
kü ü ekmek ve taze soğandan ibaretti. Yıllık maaşları beş yüz
frank olduğu için, sofralarında satın almaya güçlerinin yetmediği
şarap ve ete asla yer yoktu! Yılda beş yüz frank! Limandaki
kulübelerinde ne sıkıntılı bir yaşam sürdürdüklerini, çocuklarının
yalınayak dolaştığını tahmin edebilirdiniz!.. Ama ne gam! Bu
insanların hepsi hallerinden memnun görünüyordu. Arkada,
güverte köşkünün önünde, mürettebatın su içtiği, yağmur suyuyla
dolu bir gerdel vardı ve bu zavallılar son damlalarını
bitirdiklerinde, maşrapalarını sallayarak, hem gülünç hem de yürek
sızlatan bir ifadeyle ne kadar rahatladıklarını belli edercesine
keyi i bir “Oh!” çekerlerdi.
İçlerinde en neşelileri, halinden en memnun olanı, esmer,
tıknaz, Bonifacio’lu Palombo’ydu. Bu adam, hava patlasa da şarkı
söylemekten başka bir şey yapmazdı. Dalgalar kabarıp, alçalan
karanlık gökyüzünde ince dolu bulutları belirdiğinde ve herkes
kulakları kirişte, başlarını havaya kaldırmış yaklaşan rüzgârı
gözlerken, güverteye çöken endişeli sessizliğin ortasında
Palombo’nun dingin sesi duyulurdu:

“Hayır bayım
Bu kadar iltifat olmaz
Bizim akıllı, uslu Lisette
Köyünden ayrılmaz”

Boranın şiddetle eserken tekneyi sarsarak direklerini


gıcırdatması, içini sularla doldurması boşunaydı, gümrükçünün
şarkısı tıpkı dalgaların üzerinde uçuşan bir martı gibi
yankılanmaya devam ederdi. Bazen, rüzgâr şarkısına biraz gür bir
sesle eşlik ettiğinde sözleri duyulmaz olur, ama iki dalga arasında,
tekneye sel gibi dolan sular süzülürken, o küçük nakarat yeniden
her yana yayılırdı:

“Bizim akıllı, uslu Lisette


Köyünden ayrılmaz”

Ancak, yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir gün


sesini duyamadığımda kafamı şaşkınlıkla güverte köşkünden
çıkarıp ona, “Hey! Palombo, bugün şarkı söylemiyor musun?” diye
seslendim.
Yanıt vermeyen Palombo, banka uzanmış hiç kımıldamadan
yatıyordu. Ona yaklaştığımda dişlerinin takırdadığını, tüm
bedeninin ateşten titrediğini fark ettim.
“Pountoura’dan mustarip,” dedi arkadaşları kederle.
Pountoura dedikleri bir akciğer hastalığı olan zatülcenpti.
Kurşuni renkli bu uçsuz bucaksız gökyüzü, sular içinde kalmış bu
tekne, yağmurun altında fok derisi gibi parlayan kauçuktan eski
paltosunun içine büzüşmüş bu zavallı hasta ihtiyar; daha önce hiç
böylesine iç karartıcı bir tabloyla karşı karşıya kalmamıştım. Kısa
süre sonra soğuk, rüzgâr ve dalgaların sarsıntıyla durumu daha da
kötüleşip sayıklamaya başlayınca karaya çıkmak zorunda kaldık.
Uzun süren çabalardan sonra, akşama doğru, daireler çizerek
uçuşan birkaç deniz kuşunun dışında hiçbir yaşam belirtisi
olmayan ıssız, sessiz bir küçük limana girdik. Kumsalın etrafı
yüksek sarp kayalarla, iç içe geçmiş, yeşil, koyu yeşil çalılarla
kaplıydı. Aşağıda, deniz kenarında, gri ahşap panjurlu beyaz bir ev
vardı: Burası gümrük karakoluydu. Bu ıssızlığın ortasında, bir
üniformanın kasketi gibi numaralanmış bu devlet dairesinin
kasvetli bir görünümü vardı. Zavallı Palombo’yu, bir hasta için hiç
de iç açıcı olmayan bu eve götürdük. Gümrükçü ateşin kenarında
karısı ve çocuklarıyla yemek yiyordu. Hepsinin yüzleri sararıp
solmuştu, büyümüş gözlerinin etrafını sıtmadan kaynaklanan
halkalar çevreliyor, bebeğini kucağına almış olan genç anne bizimle
konuşurken titriyordu.
“Burası berbat bir karakol,” dedi müfettiş alçak sesle.
“Gümrükçülerimizi iki yılda bir değiştirmek zorunda kalıyoruz.
Bataklıktan yayılan sıtma onları yiyip bitiriyor...”
Yine de bir doktor bulmamız gerekiyordu. Ama doktor
buradan altı yedi mil ötedeki Sartène’deydi. Ne yapacaktık?
Tayfaların hali perişandı, yol, çocuklardan birini göndermek için
çok uzundu. O zaman, kadın pencereden sarkarak dışarıya seslendi:
“Cecco!.. Cecco!”
Az sonra, kahverengi yünden başlığı, keçi kılından hırkasıyla
kaçak avcıları, hatta haydutları andıran uzun boylu bir delikanlı
kapıda belirdi. Onu daha tekneden inerken, dudaklarında piposu,
bacaklarının arasındaki tüfeğiyle kapının önünde otururken
görmüştüm; ama nedendir bilmem yaklaştığımızı görünce oradan
uzaklaşmıştı. Belki de jandarmalarla birlikte geldiğimizi sanmıştı.
İçeri girdiğinde, yüzü ha fçe kızaran gümrükçünün karısı, “Bu
benim kuzenim, makilerin ortasında yolunu kaybedeceğinden
endişelenmenize gerek yok.”
Sonra ona hastayı göstererek alçak sesle konuşmaya başladı.
Hiç yanıt vermeden başını öne eğen delikanlı dışarı çıkıp köpeğini
ıslıkla çağırdıktan sonra tüfeğini omzuna astı ve uzun bacaklarıyla
bir kayadan diğerine sıçrayarak yola koyuldu.
Bu arada müfettişten biraz korkmuş gibi görünen çocuklar
kestane ve beyaz peynirden oluşan yemeklerini çabucak
bitirmişlerdi. Masada içmek için sudan başka bir şey yoktu! Oysa
bir bardak şarap bu ufaklıklara ne iyi gelecekti. Ah yoksulluk!
Sonunda anneleri onları yataklarına gönderdi, el fenerini yakan
baba sahili gözden geçirmeye gittiğinde, biz de derme çatma
döşeğinin üzerinde, hâlâ denizin ortasında dalgalarla sallanıyormuş
gibi çırpınan hastamızın başında beklemek üzere ateşin yanında
kaldık. Sıkıntısını ha etmek için tuğlaları ısıtıp böğrüne
koyuyorduk. Yatağına yaklaştığımda bir iki defa beni tanıyan bu
bahtsız, minnet duygularını belli etmek için pürtüklü, ateşten
çıkmış tuğla gibi yanan elini güçlükle bana doğru uzatmıştı...
Hüzünlü bir geceydi! Güneşin batmasıyla, hava yeniden
sertleşmişti, dışarıda çatırtılar, gümbürtüler, köpüklerin fışkırtıları
yankılanıyor, suyun ve kayaların çarpışma sesleri duyuluyordu.
Zaman zaman, açık denizden körfeze doğru süzülmeyi başaran
rüzgârın esintisi evin çevresini kaplıyordu. Bunu, şöminenin
etrafına toplanmış, geniş ufukların, enginlerin kazandırdığı
alışkanlıkla sükûnet içinde ateşi izleyen tayfaların yüzünü birden
aydınlatan alevlerin yükselişinden anlıyorduk. Bazen Palombo
ha fçe inlediğinde, tüm gözler ailesinden uzakta, çaresizlik içinde
ölmekte olan zavallı dostumuzun yattığı loş köşeye çevriliyor,
göğüsler şişip derin derin iç çekiliyordu. Bu sakin ve uysal deniz
emekçilerinin, kadersizlikleri karşısındaki duygularını yansıtan tek
tepkileri buydu. Ne isyan ne grev. Bir iç çekiş, hepsi bu!.. Ama,
sanırım yanılmışım. İçlerinden biri, ateşe bir tutam çalı atmak için
önümden geçerken bana yürek sızlatan bir sesle ha fçe,
“Görüyorsunuz, bayım, bizim meslekte bazen çok büyük acılar
yaşanır!..” dedi.
CUCUGNAN PAPAZI

Her yıl, Chandeleur yortusunda Provencelı şairler Avignon’da,


her yanından zarif mısralar ve şirin öyküler taşan küçük, eğlenceli
bir kitap yayımlarlar. Bu yıl çıkan kitap kısa süre önce elime geçti.
İçinde, size biraz kısaltarak nakledeceğim müthiş bir halk hikâyesi
var... Parisliler sepetlerinizi uzatın. Bu kez size, Provence usulü
leziz bir ekmek tatlısı sunuluyor.
Başpapaz Martin... Cucugnan’da 19 görev yapıyordu.
Bu ekmek gibi mübarek, altın gibi saf adam Cucugnanlıları bir
baba şefkatiyle seviyordu. Ona göre, Cucugnanlılar ibadetlerine
biraz özen gösterseler, burası bir yeryüzü cenneti olacak. Ama ne
yazık ki, günah çıkarma bölmesinde örümcekler ağlarını örüyor,
Paskalya ayini sırasında dağıtılan mayasız ekmekler kutsal kabın
dibinde kü eniyordu. Bu durum karşısında içi sızlayan temiz
yürekli rahip, Tanrı’ya, müminlerini hak yolunda bir araya
getirmeden canını almaması için her gün dua ediyordu.
Göreceğiniz gibi, Tanrı onun dualarına kulak verdi.
Bir pazar günü, İncil’in okunmasının ardından Papaz Martin
kürsüye çıktı.
“Kardeşlerim,” dedi, “inanıp inanmamak size kalmış, ama
önceki gece kendimi, bu se l günahkâr faniyi, cennetin kapısında
buldum. Kapıyı Aziz Petrus açtı.
‘Şuraya bakın! Demek sizsiniz, değerli dostum Martin, sizi
hangi rüzgâr attı buraya, sizin için ne yapabilirim?’ diyerek
karşıladı beni.
‘Yüce Aziz Petrus, merakımı bağışlayın ama sevap günah
defterini ve anahtarı elinde bulundurduğunuza göre, bana cennette
kaç Cucugnanlı olduğunu söyleyebilir misiniz?’ dedim.
‘Sizi reddedecek değilim, Bay Martin, oturun birlikte
inceleyelim.’
Bunun üzerine, Aziz Petrus büyük defterini alıp gözlüğünü
taktı.
‘Bakalım, Cucugnan dediniz değil mi? Cu... Cu... Cucugnan.
Değerli dostum Martin, sayfa bomboş. Hindide nasıl kılçık yoksa,
burada da tek bir Cucugnanlı yok.’
‘Nasıl olur! Cucugnan’dan hiç kimse yok mu? Bu mümkün
değil! Bir kez daha bakın...’
‘Kimse yok, aziz dostum, şaka yaptığımı düşünüyorsanız,
bizzat kendiniz bakın.’
Ah, zavallı ben! Ellerimi kavuşturmuş, ayaklarımı yerlere
vuruyor, bir zavallı gibi haykırıyordum.
Bunun üzerine Aziz Petrus, ‘Beni dinleyin, Bay Martin,’ dedi,
‘kendinize bu kadar yüklenmeyin, kalbinize inecek. Ne de olsa, bu
sizin suçunuz değil. Sizin Cucugnanlılar hiç kuşku yok ki arafta
akıbetlerini bekliyor olmalılar.’
‘Ah, bana bir iyilik edin yüce Aziz Petrus! Onları görmeme, en
azından teselli edebilmeme izin verin.’
‘Seve seve, dostum... Alın, hemen şu sandaletleri ayağınıza
geçirin, çünkü yollar hiç de düzgün değil... Tamam, ayağınıza
uydu... Şimdi dümdüz gidin, şu dipteki dönemece vardığınızda,
sağda, üzerinde siyah haçlar bulunan gümüşten bir kapı
göreceksiniz. Kapıyı çaldığınızda açacaklardır... Hoşça kalın!
Soğukkanlılığınızı kaybetmeyin.’

Hiç durmadan yürüdüm, yürüdüm! Ne berbat bir yoldu!


Düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Yılanların ıslık çaldığı,
dikenli, kızıl yakutlarla kaplı dar bir patikayı izleyerek gümüş
kapıya vardım.
‘Tak! Tak!’
‘Kim o?’ diye karşılık verdi biri boğuk bir sesle ve sızlanan bir
ifadeyle.
‘Cucugnan Papazı.’
‘Nerenin?..’
‘Cucugnan.’
‘Ah! İçeri gelin.’
İçeri girdim. Belindeki kemerde elmas bir anahtar bulunan,
gece gibi karanlık kanatlı, gün ışığı gibi parlak pelerinli, uzun
boylu, yakışıklı bir melek Aziz Petrus’unkinden daha kalın bir
deftere bir şeyler yazıyordu...
‘Ne istemiştiniz, dileğiniz nedir?’ dedi melek.
‘Tanrı’nın güzel meleği, bir şeyi çok merak ediyor, öğrenmek
istiyorum, burada Cucugnan’dan gelenler var mı?’
‘Nereden?..’
‘Cucugnan’dan, ben onların başpapazıyım.’
‘Ah! Başpapaz Martin, öyle değil mi?’
‘Hizmetinizdeyim, efendim.’
‘Cucugnan dediniz...’
“Melek büyük defterini açıp, sayfaları daha iyi çevirebilmek
için tükürüğüyle parmağını ıslattı...
‘Cucugnan,’ dedi derin bir iç çekerek, ‘arafta Cucugnan’dan
kimse yok.’
‘Yüce İsa! Yüce Meryem! Yüce Yusuf! Arafta Cucugnan’dan
kimse yokmuş! Ulu Tanrım! Ama nerede olabilirler ki?’
‘Aziz dostum, elbette ki cennetteler. Nerede olmalarını
bekliyordunuz ki?’
‘Ama ben cennetten geliyorum...’
‘Cennetten mi geliyorsunuz!.. Peki o zaman sorun ne?’
‘Ama orada yoklar! Ah! Meleklerin iyi yürekli annesi!..’
‘Başka ne olabilir ki, aziz papa, cennette ya da arafta değillerse,
gidecekleri tek yer...’
‘Kutsal haç! Yüce İsa, Davut’un oğlu! Ay! Ay! Aman Tanrım! Bu
mümkün mü?.. Aziz Petrus yalan söylemiş olabilir mi?.. Oysa
horozun öttüğünü de duymadım!.. Vay halimize! Cucugnanlılarım
orada değilse, ben cennete nasıl giderim?’
Melek, ‘Dinleyin, bahtsız dostum Martin, madem emin olmak
istiyor ve orada olup olmadıklarını merak ediyorsunuz, her şeyi
göze alıp şu patikayı izleyin ve koşmayı biliyorsanız, oradan
koşarak ilerleyin... Solda karşınıza büyük bir kapı çıkacak. İçeri
girdiğinizde her şeyi öğrenmiş olacaksınız. Tanrı yardımcınız
olsun!’ dedi ve kapıyı kapattı.
Kızıl korlarla döşenmiş bu uzun patikada içmiş gibi bir o yana
bir bu yana sallanarak ilerliyordum, her adımda sendeliyordum.
Kan ter içinde kalmıştım, sanki bedenimdeki her tüyün kökünden
ter fışkırıyordu, susuzluktan ölüyordum... Ama inan olsun, Aziz
Petrus’un verdiği sandaletler sayesinde ayaklarımın altı
yanmıyordu.
Aksaya aksaya uzun süre yürüdükten sonra, solumda bir kapı
belirdi... Hayır, kapı değil, adeta açık duran devasa bir fırının
ağzıydı bu. Ah, evlatlarım, orayı görmeliydiniz!.. Orada ne isim
soruluyor, ne kayıt tutuluyordu. Kardeşlerim, içeriye, tıpkı sizin
pazar günleri meyhaneye uğradığınızda yaptığınız gibi, yığınlar
halinde giriliyordu.
Su gibi terlemiş olmama karşın, üşüyordum, titriyordum.
Saçlarım diken diken olmuştu. Her yanı, tıpkı Cucugnanlı nalbant
Éloy’un yaşlı eşeğin toynağını nallamak için dağladığı sırada yayılan
kokuya benzer bir yanık, kızarmış et kokusu kaplamıştı. Bu iğrenç,
yanık kokan ortamda soluk almakta zorluk çekiyordum. Korkunç
bir uğultu yayılıyor, her yandan inlemeler, çığlık sesleri ve küfürler
yankılanıyordu.
‘Hey, sen! İçeri giriyor musun, girmiyor musun?’ diye sordu
boynuzlu bir zebani beni orağıyla dürterek.
‘Ben mi? Hayır, girmiyorum, ben Tanrı’ya bağlı bir müminim.’
‘Tanrı’ya bağlı bir müminsin ha! Lanet olası, o zaman burada
işin ne?..’
‘Ben... Ah, aklıma getirmeyin, düşündükçe dizlerim titriyor.
Uzaktan... çok uzaktan geliyorum... Size sadece, olur ya, burada hiç
Cucugnanlı var mı diye soracaktım...’
‘Ah, Tanrı’nın gazabı! Bütün Cucugnanlıların burada olduğunu
bilmezmiş gibi davranarak benimle dalga geçtiğini mi sanıyorsun!
Gel, çirkin karga, senin namı yürümüş Cucugnanlılarla nasıl
özenle ilgilendiğimizi kendi gözlerinle gör...’

Birden ürkütücü bir alev girdabının ortasında, hepinizin


tanıdığı uzun Coq-Galine’i, hani şu neredeyse her gün körkütük
sarhoş olup zavallı Clairon’a dünyayı dar eden Coq-Galine’i
gördüm.
Catarinet’yi gördüm, hani şu ambarda tek başına yatan, burnu
havada küçük yosmayı... Edepsizler, hatırladınız değil mi?.. Neyse
uzatmadan geçelim.
Zeytinyağını, Bay Julien’in zeytinleriyle hazırlayan Pascal
Doigt-de-Poix’yı gördüm.
Hasat toplarken, demetlerini erkenden düğümlemek için
başkalarından avuç avuç ekin çalan hasatçı Babet’yi gördüm.
Dolap çevirmesini iyi bilen üstat Grapasi’yi gördüm.
Kuyusunun suyunu pahalıya satan Dauphine’i gördüm.
Başında takkesi, ağzında piposuyla gezinirken bana
rastladığında, Artaban gibi kurumlu bir ifadeyle, köpek
görmüşçesine yolunu değiştiren Tortillard da oradaydı.
Zette ile Coulau’yu, Jacques’ı, Pierre’i, Toni’yi gördüm...
Cehennemin ardına kadar açık kapısında, kimi babasını, kimi
annesini, kimi büyükannesini kimi de kız kardeşini görür gibi olan
dinleyiciler, afallamış, korkudan betleri benizleri atmış bir halde
inliyorlardı.
“Kardeşlerim,” diye devam etti temiz yürekli Başpapaz Martin,
“artık bunun böyle sürüp gitmeyeceğini anlamış olmalısınız.
Ruhlarınızın sorumluluğu benim üzerimde ve sizi gözü kapalı
yuvarlandığınız o uçurumdan kurtarmak istiyorum. Yarından tezi
yok kolları sıvayacağım. Ve işim başımdan aşkın olacak! Bakın nasıl
bir yöntem uygulayacağım. İşlerin yolunda gitmesi için her şeyi bir
düzene koymak gerek. Tıpkı Jonquières danslarında olduğu gibi
sırayla ilerleyeceğiz.
Yarın, pazartesi, yaşlıların günahını çıkaracağım. Bu hiç de zor
olmayacak.
Salı günü çocuklar gelecek. Onların işi kısa sürer.
Çarşamba, delikanlılarla genç kızları alacağım. Uzun sürebilir.
Perşembeyi erkeklere ayıracağım. Kısa keseceğiz.
Cuma, kadınlar burada olacak. Onlara, ‘Masal anlatmak yok!’
diyeceğim.
Cumartesi, sıra değirmenciye gelecek. Ona bütün günü
ayırsam da, bu hiç de uzun sayılmaz.
Gördüğünüz gibi çocuklar, buğdayı olgunlaştığında yemek,
şarabı iyice dinlendiğinde içmek gerekir. Fazlasıyla kirli çamaşır
birikmiş, onları yıkamak, hem de iyice yıkamak lazım.
Tanrı’nın merhameti üzerinize olsun. Amin!”
Söylenen yapıldı. Çamaşırlar yıkandı.
O unutulmaz pazar gününden sonra, Cucugnanlıların erdemli
kokuları on fersah uzaktan bile duyuluyordu.
Büyük bir yükten kurtulmanın verdiği mutluluğu yaşayan iyi
yürekli Başpapaz Martin, önceki gece rüyasında kendini izleyen
cemaatiyle birlikte, ışıldayan mumların, güzel kokular yayan
buhurların ve Te Deum’u söyleyen korist çocukların eşliğinde,
görkemli bir ayin alayıyla, yıldızlarla döşenmiş bir yolda Tanrı’nın
huzuruna çıktığını görmüştü.
İşte Cucugnan başpapazının, Roumaille denen alçağın bir
başka gevezeden duyduğu ve bana bu kadarıyla naklettiği hikâyesi
böyleydi.

19. Aude’da küçük bir köyün ismi. Daudet, Roumanille’den alıntı yaparak fantastik bir köy olarak
tasvir etmiştir. (Y.N.)
İHTİYARLAR

“Azan Baba, mektup mu geldi?”


“Evet, efendim... Paris’ten.”
Mektubun Paris’ten gelmesi Azan Baba’yı onurlandırmıştı...
Ama beni değil. İçimden bir ses, sabahın bu saatinde hiç
beklenmedik bir şekilde masamın üzerine yerleşen Jean-Jacques
Sokağı sakini bu Parislinin, bütün günümü alacağını söylüyordu.
İşte, göreceğiniz gibi yanılmamışım:

Dostum, senden yerine getirmeni istediğim bir ricam olacak. Bugün


değirmenini kilitleyip hemen Eyguières’e gideceksin... Eyguières sana üç dört
mil uzaklıkta büyük bir kasabadır, hem bir gezinti yapmış olursun. Oraya
vardığında, Yetim Kızlar Manastırı’nı soracaksın. Manastırı geçer geçmez
karşına, gri ahşap panjurlu, alçak tavanlı, arkasında küçük bir bahçesi olan
bir ev çıkacak. Her zaman açık olduğu için kapıya vurmana gerek yok. İçeri
girdiğinde yüksek sesle, “Merhaba dostlar! Ben Maurice’in arkadaşıyım...”
diye bağıracaksın. O zaman ufak tefek iki ihtiyarın, ah, hem de müzelik iki
ihtiyarın, geniş koltuklarından sana kollarını uzattıklarını görecek ve onlara
benim adıma, sanki kendi yakınlarınmış gibi tüm kalbinle sarılacaksın. Sonra
sohbet etmeye başlayacaksınız; sana yalnızca benden söz edecekler, sana
gülmeden dinlemen gereken yüzlerce deli saçması hikâye anlatacaklar...
Gülmeyeceksin, tamam mı?.. Onlar hayatta benden başka kimseleri
olmayan ve beni on yıldan beri göremeyen ninem ve büyükbabam... On yıl,
uzun bir süre! Ama ne yaparsın? Paris elimi kolumu bağlıyor; onlar da çok
yaşlı... O kadar yaşlılar ki, beni görmek için Paris’e gelmeye kalksalar,
yollarda perişan olurlar... Sevgili değirmenci dostum, ne mutlu ki sen
oradasın, o zavallıları kucakladığında, sanki beni kucaklamış gibi olacaklar...
Onlara sık sık bizden ve aramızdaki dostluktan söz ettim...
Dostluğun yerin dibine batsın! O sabah hava muhteşemdi ve
yollara düşmenin hiç zamanı değildi: Sert esen karayeli, insanın
içini ısıtan güneşiyle tam bir Provence günü yaşanacaktı. Bu lanet
mektup geldiğinde, tüm günümü tıpkı bir kertenkele gibi güneşi
içerek, çamların şarkısını dinleyerek geçireceğim iki kaya
arasındaki sığınağımı belirlemiştim bile... Ama elden ne gelir ki?
Sövüp sayarak değirmenimi kapatıp, anahtarı kedi kapısının altına
bıraktım. Bastonumu, pipomu alıp yola koyuldum.
Saat ikiye doğru kasabaya vardığımda, herkes tarlada
olduğundan ortalıkta in cin top oynuyordu. Ağustosböcekleri
gezinti alanının tozdan bembeyaz olmuş karaağaçlarının dallarında
Crau Ovası’ndaymış gibi ötüşüyorlardı. Belediye meydanında
güneşlenen bir eşek ve kilise çeşmesinin üzerinde uçuşan
güvercinler de vardı, ama bana yetimhaneyi tarif edecek kimse
yoktu. Şans bu ya, bir anda karşıma kapısının köşesine çömelmiş,
örgü ören yaşlı bir peri çıktı. Perinin gizli güçleri öyle etkiliydi ki,
ona aradığım yeri söyler söylemez, örekesini kaldırmasıyla Yetim
Kızlar Manastırı bir büyünün içinden fırlamışçasına karşımda
belirmesi bir oldu.... Bu simsiyah ve kasvetli bina, sivri kemerli ana
kapısının üzerinde yer alan ve etrafı birkaç Latince sözcükle çevrili
kızıl kumtaşından eski haçını büyük bir gururla taşıyordu. Bu
binanın hemen yanında, küçük bir ev daha olduğunu fark ettim.
Gri ahşap panjurları, arkasında da bahçesi vardı... Evi hemen
tanıdım ve kapıyı bile çalmadan içeri giriverdim.
O serin ve dingin uzun koridoru, pembe boyalı duvarı, geride,
açık renkli perdenin arasından titreşen o küçük bahçeyi, çiçekli
kaplamaları ve renkleri solmuş kemanları asla unutmayacağım.
Kendimi, Sedaine döneminden yaşlı bir yargıcın evine gelmiş gibi
hissediyordum. Koridorun ucunda, solda, bir kapının aralığından
bir duvar saatinin tik takları ve okumayı yeni öğrendiği için her
hecede duraklayan bir çocuğun sesi duyuluyordu: O... ZA... MAN... A...
ZİZ... I... RE... NA... EUS... HAY... KIR... DI... BEN... TAN... RI... NIN... KUR... BA...
NIYIM... BU... HAY... VAN... LA... RIN... DİŞ... LE... Rİ... NİN... A... RA... SIN... DA...
PAR... ÇA... LAN... MA... LI... YIM... Yavaşça kapıya yaklaşıp içeri baktım.
Vücudunun her yanı parmak uçlarına kadar kırışmış, pembe
yanaklı tatlı bir ihtiyar, yarı aydınlık, huzurlu küçük bir odada ağzı
yarı açık, elleri dizlerinin üzerinde, koltuğuna gömülmüş uyuyordu.
Ayaklarının dibinde oturan, maviler giyinmiş –üzerinde, yetimlerin
üniforması olan büyük bir pelerin ve çenesin altından bağladığı
küçük bir başlık vardı– ufak bir kız çocuğu, kendisinden daha
büyük bir kitaptan Aziz Irenaeus’un hayatını okuyordu. Bu
mucizevi öykünün etkisi evin tamamını etkisi altına almış, ihtiyar
koltuğunda, sinekler tavanda, kanaryalar pencerenin kenarındaki
kafeslerinde uykuya dalmışlardı. Duvar saati tik taklarıyla
horluyordu. Odadaki tek yaşam belirtisi, canlı ışıltılar ve minicik
dalgalanmalarla kapalı panjurların arasından içeri süzülen beyaz
ışık huzmeleriydi... Çocuk, bu genel uyuşukluk halinin ortasında
ciddi bir ifadeyle okumasına devam ediyordu: BiR... AN ... DA... İ... Kİ...
AS... LAN ... Ü... ZE... Rİ... NE... A... TI... LIP... O... NU... PAR... ÇA... LA... DI...
Tam o sırada içeri girdim... Irenaeus’un aslanları odaya dalsa,
benim kadar şaşkınlık yaratamazlardı. Çok teatral bir sahneydi!
Küçük kız çığlık atarak elindeki kocaman kitabı düşürürmüş,
kanaryalar, sinekler uçuşmaya, duvar saati çalmaya başlamıştı,
ihtiyar korku içinde yerinden sıçramıştı, ben de, biraz şaşkınlık
içinde kapının eşiğinde bekleyerek yüksek sesle, “Merhaba, sevgili
dostlar, ben Maurice’in arkadaşıyım!” diye bağırdım.
Ah, zavallı ihtiyarın kendinden geçmiş bir halde, kucaklayıp,
ellerimi sıkmak için kollarını açmış bana doğru gelişini bir
görmeliydiniz!
“Tanrım! Tanrım!” diye haykırarak odada nasıl da
koşturuyordu.
Kıpkırmızı olmuş yüzünün tüm kırışıklarıyla gülerken, “Ah,
bayım!.. Ah, bayım!..” diye kekeledi ve “Mamette!” diye seslenerek
odanın köşesine yöneldi.
Bir kapının açılmasıyla birlikte, koridorda farelerinkini andıran
hızlı adımlar işitildi... Bu Mamette’ti. Başında hotozu, Mont-
Carmel tarikatı rahibelerinin giysileri ve elinde, eski usule göre
beni onurlandırmak için uzattığı işlemeli mendiliyle kimse bu
küçük ihtiyarcık kadar güzel görünemezdi... İkisinin birbirine bu
kadar benzemesi çok anlamlıydı! Giyim tarzını biraz değiştirip,
başına sarı bir hotoz geçirseniz yaşlı adama Mamette diye
seslenebilirdiniz. Ancak, yüzündeki kırışıklıkların çokluğuna
bakılırsa, Mamette’in hayatı boyunca kocasından daha çok ağladığı
söylenebilirdi. Ona da, yanından hiç ayrılmayan mavi pelerinli
küçük bir yetim eşlik ediyordu. Bu ihtiyarların bu yetimler
tarafından himaye edildiklerini görmek son derece dokunaklıydı.
İçeri girdiğimde, Mamette beni gösterişli bir reveransla
karşılamaya hazırlanıyordu ki, ihtiyarın bir sözüyle hamlesini
yarıda kesti:
“O Maurice’in arkadaşı...”
Hemen titremeye, ağlamaya başlayıp, mendilini bulmaya
çalıştı, yüzü kocasınınkinden daha fazla kızardı... Ah, bu ihtiyarlar!
Duygulanmaya görsünler, damarlarında kalan bir damla kan da
yüzlerine sıçrayıveriyor! “Çabuk, çabuk, bir iskemle...” dedi yaşlı
kadın yanındaki yetime.
Yaşlı adam da kendi yanındaki yetime, “Pencereleri aç!..” diye
bağırdı.
İkisi de birer elimden tuttu, kısa adımlarla yürüyerek, yüzümü
daha iyi görebilmek için, ardına kadar açılan pencerenin yanına
götürdüler beni. Koltuklar birbirlerine yaklaştırılıp, açılır kapanır
bir iskemlenin üzerinde aralarına oturduğumda, arkamızda
bekleyen iki mavili yetimin eşliğinde sorgulama başladı:
“Sağlığı nasıl? Neler yapıyor? Neden bizi görmeye gelmiyor?
Hayatından memnun mu?” Saatler bu şekilde akıp gitti.
Sorularına, arkadaşımla ilgili bildiğim ayrıntıları sıralayarak
elimden geldiğince yanıt veriyor, bazen de pencerelerini sıkıca
kapatıp kapatmadığı ya da odasındaki duvar kâğıdının ne renk
olduğu gibi dikkatimi çekmemiş olan konularda bilgisizliğimi itiraf
etmekten kaçınarak yüzsüzce hikâyeler uyduruyordum.
“Odasındaki duvar kâğıdı!.. Mavi, açık maviydi, hanımefendi,
üzerlerinde çiçekli desenler vardı...”
Duygulanan yaşlı kadın, “Gerçekten mi?” diyor ve kocasına
dönerek ekliyordu: “Ne zevkli bir çocuk!”
“Ah, Evet! Çok zevkli bir çocuk!” diyordu diğeri coşkuyla.
Ben konuştukça, birbirlerine tam bir kir birliği içinde
olduklarını belli edercesine başlarını sallıyor, ha fçe gülümsüyor,
göz kırpıyorlardı; bazen yaşlı adam bana doğru yaklaşarak,
“Kulakları iyi işitmiyor, biraz yüksek sesle konuşun...” diyor, az
sonra ise bu kez yaşlı kadın, “Sizden rica etsem, sesinizi biraz
yükseltir misiniz? Kulakları biraz ağır işitiyor...” diyordu.
Bunun üzerine sesimi yükselttiğimde, ikisi de gözlerimin
derinliklerinde Maurice’i arayarak buruk gülümsemelerini minnet
duygularıyla bana yöneltiyorlardı, ben de heyecanlanmış bir halde
dostumun çok uzaklardan, sislerin arasından, belli belirsiz
gülümseyen görüntüsünü görür gibi oluyordum.
Yaşlı adam, koltuğunda birden doğruldu:
“Mamette, öğle yemeğini yememiş olabilir diye düşünüyorum!”
dedi.
Mamette kollarını panik içinde havaya kaldırarak, “Öğle
yemeğini yememiş mi?.. Ulu Tanrım!”
Hâlâ Maurice’ten söz ettiklerini sandığım için, bu düzenli
çocuğun öğle yemeklerini hiç geciktirmeden muntazaman, hep
aynı saatte yediğini söyleyecektim. Ama hayır, bahsettikleri
benmişim; karnımın aç olduğunu söylediğimde ne büyük bir
hazırlığa giriştiklerini görmeliydiniz:
“Mavişler, çabuk sofrayı hazırlayın! Masayı odanın ortasına
getirin, pazar günleri yaydığımız örtüyü, çiçekli tabakları çıkarın.
Fazla kikirdemeyelim, lütfen! Ve acele edelim...”
Sanırım biraz fazla acele ettiler. Sofra kurulana kadar üç tabak
kırılmıştı bile.
“Muhteşem bir kahvaltı!” diyordu Mamette beni masaya
götürürken, “Ama sofrada yalnız olacaksınız... Bizler erkenden
yedik.”
Ah, bu zavallı ihtiyarlar! Günün hangi saatinde sofraya davet
etseniz, hep erkenden yemiş olurlar.
Mamette’in muhteşem kahvaltısı, iki parmak sütten, birkaç
hurmadan, turta ve çörekten oluşuyordu, bunlar onu ve
kanaryalarını bir hafta beslemeye yeterdi... Bense, tek başıma
sofrada ne varsa silip süpürmüştüm!.. Bu yüzden masanın etrafında
homurdanmalar başlamıştı! Mavişler birbirlerini dürterek
fısıldaşıyor, az ötede, kafeslerinin içindeki kanaryalar ise, “Ah, bu
adam turtanın hepsini bitirdi!” dercesine ötüşüyorlardı.
Gerçekten de, eski eşya kokusunun havaya yayıldığı bu sade ve
huzurlu odayı izlerken, masadaki her şeyi yiyip bitirmiştim...
Özellikle, o iki küçük yataktan gözlerimi ayıramıyordum. Adeta iki
beşiği andıran bu yatakları, hayalimde, sabah gün doğarken,
püsküllü perdelerinin altında kaybolmuş halleriyle
canlandırıyordum. Saat üçü çaldı. Bu saatte tüm yaşlılar uyanırdı:
“Uyuyor musun, Mamette?”
“Hayır, dostum.”
“Maurice, ne kadar iyi bir çocuk değil mi?”
“Ah! Evet, çok iyi bir çocuk.”
İki ihtiyarın yan yana yerleştirilmiş bu küçük yataklarını
görmek, sohbetin devamının nasıl geleceğini tahmin etmeme
yetiyordu.
Bu sırada, odanın diğer ucundaki dolabın önünde büyük bir
karmaşa yaşanıyordu. On yıldır, en üst rafta Maurice için bekletilen
ve benim onuruma açmaya karar verdikleri kiraz likörü
kavanozuna ulaşmaya çalışıyorlardı. Korkuya kapılmış Mamette’in
tüm yakarışlarına rağmen, yaşlı adam bir iskemlenin üstüne
çıkmış, kirazlarını kendisi indirmeye çalışıyordu... Sahneyi
gözünüzde canlandırın: Dolabın üstüne uzanmaya çalışan titrek bir
ihtiyar, iskemlesine sıkı sıkı sarılmış mavişler, arkada, soluk soluğa
kalmış bir halde kollarını iki yana açmış Mamette ve tüm bunların
üstüne açık dolabın içinden ve kırmızı bezlerden yayılan ha f bir
bergamot kokusu... Görüntü büyüleyiciydi.
Nihayet onca çabadan sonra, o meşhur kavanozu ve Maurice’in
çocukluğundan kalma yamru yumru bir tencereyi dolaptan
indirmeyi başardılar. Tencereyi ağzına kadar kirazla doldurdular,
Maurice kirazı çok severmiş! Yaşlı adam servis yaparken kulağıma
bir gurme ifadesiyle, “Bunları yiyebildiğiniz için kendinizi çok
şanslı hissetmelisiniz!.. Onları karım hazırladı... Tatlarına
baktığınızda ne kadar leziz olduklarını anlayacaksınız.”
Maalesef karısı, onları hazırlarken şeker koymayı unutmuştu.
Ne yaparsınız? İnsan yaşlandıkça dalgınlıklar artıyor. Zavallı
Mamette’im, kirazlarınız berbattı. Yine de hepsini yüzümü hiç
ekşitmeden yiyip bitirdim.

Yemekten sonra, izin istemek üzere ayağa kalktım. Sevgili


çocuklarından biraz daha söz edebilmek için kalmamı isteseler de,
hava kararmaya başlamıştı ve değirmen uzaktaydı, bu yüzden
ayrılmam gerekiyordu.
Yaşlı adam da benimle birlikte kalkıp, “Mamette ceketimi
getir!.. Meydana kadar kendisine eşlik edeceğim,” dedi.
Hiç kuşku yok ki, Mamette içinden havanın biraz serinlediğini,
meydana kadar gitmesinin uygun olmadığını düşünüyordu, yine de
hiçbir şey belli etmedi. Yalnızca, sedef düğmeli, tütün rengi şık
ceketini giymesine yardım ederken, bu sevimli yaratığın kocasına
alçak sesle, “Geç kalmazsın, değil mi?” dediğini duydum.
Yaşlı adam da ona muzip bir ifadeyle, “Heh! Heh!.. Bilmem!..
Belki!..” diye karşılık verdi.
Bu sözler üzerine karşılıklı gülüştüler, onların bu halini gören
mavişler de gülüşürken, köşelerindeki kanaryalar da kendilerince
onlara eşlik ettiler... Aramızda kalsın, sanırım kirazların kokusu
hepimizi biraz sarhoş etmişti.
Büyükbabayla dışarı çıktığımızda hava kararıyordu.
Mavişlerden biri onu geri götürmek için bizi uzaktan izliyordu ama
onun farkında olmayan yaşlı adam koluma girmişti ve bir delikanlı
gibi yürümekten gurur duyuyordu. Kapının önünde yıldız gibi
parlayan Mamette bize bakarken, “Zavallı sevgilim!.. Her şeye
rağmen, hâlâ yürüyor,” dermişçesine zarifçe başını sallıyordu.
DÜZYAZI BALADLAR

Bu sabah kapımı açtığımda, değirmenimin çevresinin kırağıdan


geniş bir halıyla kaplanmış olduğunu gördüm. Otlar cam gibi
parlıyor, çatırdıyor, tepenin tamamı tir tir titriyordu... Sevgili
Provence’ım, bir günlüğüne Kuzey ülkelerine dönüşmüştü; biraz
Germenlere özgü fantezilerden etkilenerek kaleme aldığım bu iki
baladı, buz taneleri bana beyaz kıvılcımlarını gönderirken ve
yukarıda, aydınlık gökyüzünde Heinrich Heine’nin ülkesinden
gelip Camargue’a doğru alçalarak, “Hava çok soğuk, çok soğuk, çok
soğuk!” diye ötüşen kalabalık leylek sürüleri süzülürken, saçaklı
kırağı tabakalarıyla kaplanmış çamların, buzdan kristallerle ışıl ışıl
parlayan lavanta demetlerinin arasından yazıyorum.

I
Veliahdın Ölümü

Küçük veliaht hastaydı, küçük veliaht ölümle pençeleşiyordu 20 .


Kralın oğlunun sağlığına kavuşması için ülkenin tüm kiliselerinde
gece gündüz şaraplı ekmek ayinleri düzenleniyor ve kocaman
mumlar yanıyordu. Eski şehrin caddeleri hüzünlü ve sessizdi,
çanlar hiç çalmıyor, arabalar ağır ağır ilerliyordu... Sarayın
yakınlarındaki meraklı kentliler, parmaklıkların arasından kapının
önünde ciddi bir edayla konuşan, göbeklerindeki kemerleri yaldız
tokalı nöbetçileri izliyorlardı.
Şatoda büyük bir kargaşa yaşanıyordu... Mabeyinciler,
başhademeler mermer merdivenlerden koşarak inip çıkıyorlardı...
Koridorlarda ipek giysili nedimler ve soylu delikanlılar yeni
haberleri almak için alçak sesle konuşarak bir gruptan diğerine
gidip geliyor, geniş basamaklı sekilerde, işlemeli mendilleriyle yaşlı
gözlerini silen nedimeler birbirlerini reveranslarla selamlıyorlardı.
Camların ardından, limonlukta bir araya gelmiş çok sayıda
doktorun cüppelerinin siyah kollarını, bukleli peruklarını bilgiççe
salladıkları görülüyordu... Küçük veliahdın, kurulun kararını
bekleyen mürebbisi ve binicilik öğretmeni kapının önünde
geziniyorlardı. Aşçı yamakları onları selamlamadan yanlarından
geçerlerken, binici eğitmeni bir kâ r gibi küfürler savuruyor,
mürebbi, Horatius’tan mısralar okuyordu... Bir ara, ahır tarafından
iç sızlatan uzun bir kişneme duyuldu. Bu küçük veliahdın doru
atıydı, kendisini unutan seyislere yemliğinin boşaldığını
hatırlatmak istiyordu.
Ya kral? Ya kral hazretleri neredeydi?.. Kral, şatonun öbür
ucundaki bir odaya kapanmıştı... Hükümdarlar ağladıklarının
görülmesini sevmezlerdi... Kraliçe içinse durum farklıydı... Küçük
veliahdın başucuna oturmuş, güzel yüzü yaşlar içinde kalmış bir
halde, herkesin ortasında her annenin yapacağı gibi hıçkırarak
ağlıyordu.
Dantelli yatağına uzanmış olan küçük veliaht, kafasını dayadığı
yastıklardan daha beyaz yüzüyle, gözlerini kapamış dinleniyordu.
Görenler onun uyuduğunu sanabilirdi, ama hayır, küçük veliaht
uyumuyordu... Annesine dönüp onun ağladığını gördüğünde
şunları söyledi:
“Neden ağlıyorsunuz kraliçem? Gerçekten de öleceğime
inanıyor musunuz?”
Kraliçe yanıt vermek istese de hıçkırıkları buna izin vermedi.
“Artık ağlamayın, kraliçem, benim bir veliaht olduğumu ve
veliahtların bu şekilde ölmediğini unutuyorsunuz...”
Kraliçenin daha yüksek sesle hıçkırması üzerine korkmaya
başlayan veliaht, “Hey!” dedi, “Ölümün beni ele geçirmesini
istemiyorum, onun yanıma ulaşmasını nasıl engelleyeceğimi
biliyorum... Hemen şimdi, yatağımın başında nöbet tutmak üzere
en güçlülerinden kırk piyade askeri gelsin!.. Penceremizin önüne
tilleri ateşlenmiş halde bekleyen yüz büyük top yerleştirilsin! O
zaman ölüm bize yaklaşmaya cesaret ederse vay haline!..”
Veliahdı memnun etmek isteyen kraliçe eliyle işaret etti.
Hemen ardından, avluda ilerleyen ağır topların sesleri duyuldu;
kırk piyade ellerinde mızraklarıyla odanın etrafını sardı. Bunlar
bıyıkları kırlaşmış deneyimli savaşçılardı. Onları görünce ellerini
çırpan küçük veliaht, içlerinden birini tanıyarak yanına çağırdı:
“Lorrain! Lorrain!”
Asker yatağa doğru bir adım attı.
“Dostum Lorrain, seni çok severim... Bana biraz o uzun kılıcını
göstersene... Ölüm beni almaya gelirse, onu öldürmek gerekecek,
öyle değil mi?”
“Evet, efendim,” diye yanıtladı esmer yanaklarından iki iri
damla yaş süzülen Lorrain.
O sırada küçük veliahdın yanına yaklaşan saray rahibi,
üzerinde İsa bulunan bir haçı göstererek onunla uzun süre alçak
sesle konuştu. Şaşkın bir ifadeyle onu dinleyen küçük veliaht
birden sözünü kesti:
“Sayın rahip, bana söylediklerinizi anlıyorum, ama küçük
dostum Beppo’ya bolca para versem benim yerime o ölemez mi?..”
Rahip onunla alçak sesle konuşmaya devam ettikçe, küçük
veliahdın şaşkınlığı giderek artıyordu.
Rahip sözlerini bitirdiğinde, küçük veliaht derin bir iç ekerek
karşılık verdi:
“Sayın rahip bana söyledikleriniz hiç de iç açıcı şeyler değil,
ama tek tesellim, yukarıda, yıldızların cennetinde yine veliaht
olacağım... Kuzenim olan Tanrı’nın bana layık olduğum gibi
davranacağından eminim.”
Ardından annesine dönerek ekledi:
“Bana en şık giysilerimi, beyaz kakım hırkamı, kadife
iskarpinlerimi getirsinler! Meleklere güzel görünüp, cennete
veliahtlığıma layık bir şekilde girmeliyim.”
Rahip, üçüncü kez küçük veliahda doğru eğilerek onunla uzun
uzun konuştu. Ama daha lafını bitirmeden kralın oğlu öfkeyle
haykırdı:
“Nasıl yani, demek veliaht olmak hiçbir işe yaramıyor!”
Bunun üzerine, başka bir şey duymak istemeyen küçük veliaht
yüzünü duvara dönüp acı acı ağlamaya başladı.

20. Yaz ar, Bossuet’nin ünlü “Madam ölüyor! Madam öldü!” (Oraisons funèbres, “Ağıt Söylevleri”)
söz lerine gönderme yapıyor. (Y.N.)
II
Kırlardaki Kaymakam

Kaymakam önünde arabacısı, arkasında uşağıyla kendisini


Combe-aux-Fées panayırına götüren gösterişli faytonuyla yola
çıkıyordu. Bu önemli gün için işlemeli ceketini, küçük silindir
şapkasını, bacaklarını sımsıkı saran gümüş şeritli pantolonunu
giymiş, sedef kabzalı merasim kılıcını kuşanmıştı... Dizlerinin
üzerinde, dertli dertli baktığı keçi derisinden, işlemeli büyük bir
çanta duruyordu.
İşlemeli deriden çantasına dertli dertli bakan kaymakam,
birazdan Combe-aux-Fées sakinlerine hitaben yapacağı konuşmayı
düşünüyordu:
“Sayın baylar, değerli yurttaşlar...”
Ne var ki, sarı ipeği andıran favorilerini istediği kadar kıvırsa
da, “Sayın baylar, değerli yurttaşlar...” sözlerini peş peşe yirmi kere
tekrarlasa da, konuşmanın gerisini getiremiyordu.
Konuşmanın gerisini getiremiyordu... Faytonun içi ne kadar da
sıcaktı!.. Göz alabildiğince uzanan Combe-aux-Fées yolu, güney
güneşinin altında kavruluyordu... Hava boğucuydu... Yol kenarında,
tozdan bembeyaz olmuş karaağaçların üzerindeki binlerce
ağustosböceği bir ağaçtan diğerine birbirlerine laf yetiştiriyorlardı...
Birden kaymakamın içi ürperdi. Aşağıda, bir tepenin dibindeki
yeşil meşe koruluğu adeta onu çağırır gibiydi.
Yeşil meşe koruluğu adeta onu çağırır gibiydi:
“Sayın kaymakam, buraya buyurun, ağaçlarımın altında
konuşmanızı daha rahat hazırlarsınız...”
Korunun cazibesine kapılan kaymakam faytonundan aşağıya
atlayıp, adamlarına konuşmasını yeşil meşe koruluğunda
hazırlayacağını ve kendisini beklemelerini söyledi.
Yeşil meşe koruluğunda kuşlar, menekşeler, baharlı otların
arasından akan kaynak suları vardı... Şık pantolonu, işlemeli
deriden çantasıyla kaymakamı fark ettiklerinde, kuşlar korkarak
şarkı söylemeyi keserken, kaynaklar gürültü çıkarmamaya,
menekşeler çimenliklerin altına saklanmaya çalıştılar. Daha önce
hiç kaymakam görmemiş olan bu küçük âlemin mensupları
birbirlerine, gümüş şeritli pantolonuyla gezinen bu soylu
beyefendinin kim olduğunu soruyorlardı.
Yapraklı dalların gölgesinde, herkes, alçak sesle birbirine
gümüş şeritli pantolonuyla gezinen bu soylu beyefendinin kim
olduğunu soruyordu. Bu sırada, korunun sükûneti ve serinliğiyle
kendinden geçen kaymakam ceketinin kuyruklarını havalandırdı,
silindir şapkasını otların üzerine bırakıp genç bir meşenin
dibindeki yosunların üzerine oturduktan sonra, dizlerinin üzerine
açtığı işlemeli deriden çantasından büyük bir kâğıt çıkardı.
“Bu bir sanatçı!” dedi çalıbülbülü.
“Hayır,” diye karşılık verdi şakrak kuşu, “sanatçı değil, gümüş
şeritli pantolonuna bakılırsa bir prens olmalı.”
“Bir prens olmalı,” dedi şakrak kuşu.
“Ne sanatçı ne de prens,” dedi yaz boyunca kaymakamlığın
bahçelerinde şarkılar söylemiş olan yaşlı bir bülbül araya girerek.
“Kim olduğunu biliyorum, o bir kaymakam!”
Sonra tüm koruyu fısıltılar kapladı:
“Kaymakammış! Kaymakammış!”
“Kafası da kelmiş!” diye ekledi uzun sorguçlu bir çayırkuşu.
Menekşeler, “Acaba kötü biri mi?” diye sordular.
“Acaba kötü biri mi?” diye sordu menekşeler.
“Hiç de değil!” diye yanıtladı yaşlı bülbül.
Bu sözler üzerine içleri rahatlayan kuşlar, kaymakam orada
değilmiş gibi ötüşmeye, kaynak suları akmaya, menekşeler
kokularını yaymaya başladı. Kaymakam bu hoş gürültüye
aldırmadan, zihnine tarım emekçilerinin ilham perisini çağırdı ve
kalemini kaldırıp nutuk atarken kullanacağı ses tonuyla
konuşmaya başladı:
“Sayın baylar, değerli yurttaşlar...”
“Sayın baylar, değerli yurttaşlar...” dedi kaymakam nutuk
atarken kullanacağı ses tonuyla.
Sözü bir kahkahayla yarıda kesildi. Etrafına baktığında,
şapkasının üzerine tünemiş, gülerek kendisini izleyen yeşil bir
ağaçkakandan başka bir şey göremedi. Omuzlarını silken
kaymakam konuşmasına devam etmek üzereyken, yeşil ağaçkakan
uzaktan bağırarak yeniden sözünü kesti:
“Boşuna uğraşma!”
“Nasıl? Boşuna uğraşma mı?” dedi kıpkırmızı kesilen
kaymakam ve bu küstah hayvanı eliyle kovaladıktan sonra kaldığı
yerden devam etti:
“Sayın baylar, değerli...”
“Sayın baylar, değerli yurttaşlar...” diye kaldığı yerden devam
etti kaymakam.
Ancak bu kez, saplarının ucunda ona doğru dikelen küçük
menekşeler kendisine ha fçe seslendiler:
“Sayın kaymakam, ne kadar hoş koktuğumuzun farkında
mısınız?”
Kaynak suları yosunların altından ona ilahi ezgiler
gönderirken, başının üstündeki dallara yığılan çalıbülbülleri en
güzel şarkılarını söylüyordu, adeta bütün koru nutkunu
hazırlamasını engellemek için sözleşmişti.
Adeta bütün koru nutkunu hazırlamasını engellemek için
sözleşmişti... Kokularla kendinden geçmiş, müzikle esrimiş olan
kaymakam içine dolmaya başlayan büyünün etkisine boşuna
direniyordu. Dirseklerinin üzerinde otlara uzanıp ceketinin
düğmelerini çözdükten sonra iki üç kez daha mırıldandı:
“Sayın baylar, değerli yurttaşlar... Sayın baylar, değerli yurt...
Sayın baylar, değerli...”
Ardından değerli yurttaşların topunu cehenneme yolladı; tarım
emekçilerinin ilham perisine yüzünü utançla kapamaktan başka
yapacak bir şey kalmamıştı.
Hey! İlham perisi kapa yüzünü!.. Bir saat sonra, endişelenerek
koruya giren kaymakamlık görevlileri, kendilerini dehşete düşüren
bir manzarayla karşılaştılar... Hırpani bir derbeder gibi yüzükoyun
çimlerin üzerine uzanmış olan sayın kaymakam, menekşeleri
dişlerinin arasında çiğnerken şiirler yazıyordu.
BIXIOU’NUN CÜZDANI

Paris’ten ayrılmadan birkaç gün önce, bir ekim sabahı –


kahvaltımı yaparken– kapıma, yıpranmış, çamur içindeki giysileri,
tüyleri dökülmüş bir leylek gibi uzun ve çarpık bacaklarıyla, beli
bükülmüş bir ihtiyarın titreyerek yaklaştığını gördüm. Bu
Bixiou’ydu. Evet, Parisliler, sizin acımasız ve çekici Bixiou’nuz,
yergi yazıları ve karikatürleriyle sizi on beş yıldır eğlendiren o
öfkeli alaycı... Ah bahtsız adam, ne hallere düşmüş! İçeri girerken
yüzünde yapmacık bir gülümseme belirmese, onu asla
tanımayacaktım.
Bu ünlü ve sivri dilli muzip başını omuzlarının arasına
gömmüş, bastonunu bir klarnet gibi dişlerinin arasına almış bir
halde odanın ortasına doğru ilerleyip masama çarptığında
dokunaklı bir ses tonuyla, “Bu zavallı köre merhamet edin!..” dedi.
Bu başarılı taklit karşısında kendimi gülmekten alamayınca,
soğuk bir ifadeyle karşılık verdi:
“Şaka yaptığımı sanıyorsunuz... Gözlerime baksanıza.”
Bunu söyledikten sonara, boş bakan gözbebeklerini bana
çevirdi.
“Kör oldum, dostum, bir daha dünyayı göremeyeceğim... İşte
vitriolle zehir zemberek yazmanın sonu bu. Bu lanet meslek
uğruna gözlerimi yaktım, hem de köklerine kadar!” diye ekledi tek
bir kirpiğin bile kalmadığı kavrulmuş gözkapaklarını göstererek.
Öyle derinden sarsılmıştım ki, söyleyecek söz bulamadım.
Sessizliğim onu endişelendirdi:
“Çalışıyor musunuz?”
“Hayır Bixiou, kahvaltı ediyordum, bana eşlik eder misiniz?”
Yanıt vermedi ama burun deliklerinin açılıp kapanışından
tekli mi kabul etmek için can attığını anladım. Elinden tutup onu
yanıma oturttum.
Servis yapılırken zavallı ihtiyar dudaklarında ha f bir
gülümsemeyle masayı kokluyordu:
“Hepsi çok ne s kokuyor. Güzel bir ziyafet çekeceğim; uzun
zamandır doğru dürüst bir şey yemiyorum. Her sabah, elimde bir
dilim ekmek bakanlıklara koşturuyorum... Bildiğiniz gibi, son
zamanlarda tek uğraşım bakanlıkları dolaşmak. Bir tütüncü
dükkânı açmak için izin belgesi almaya çalışıyorum. Ne yaparsınız?
Eve ekmek götürmek gerek. Artık ne çizebiliyor, ne de
yazabiliyorum... Aklımdan geçenleri birine yazdırmak mı?.. Peki
ama neyi yazdıracağım?.. Kafamın içi bomboş, yaratıcılığımı
kaybettim. İşim Paris’in ikiyüzlülüklerini görüp onları aktarmaktı;
ama artık bunu yapmam mümkün değil... Bu yüzden, ben de bir
tütüncü dükkânı açmayı düşündüm. Elbette ki Paris’in
bulvarlarında değil, bir dansözün annesi, üst rütbeli bir subayın ya
da üst düzey bir bürokratın dul karısı 21 olmadığım için böyle bir
nimetten yararlanmam imkânsız. Hayır! Tek istediğim uzaklarda,
taşrada, Vosges’un bir köşesinde küçük bir tütüncü dükkânı açmak.
Porselenden şık bir pipom olacak; kendimi Hans ya da tıpkı
Erckmann-Chatrian’ın kitaplarındaki gibi Zébédé olarak
tanıtacağım ve artık yazamadığım için, çağdaşlarımın kitaplarının
sayfalarından tütün külahı yaparak teselli bulacağım.
“İşte hepsi bu, çok şey istemiyorum, öyle değil mi?.. Ancak, bu
hiç de sanıldığı kadar kolay değil... Oysa beni kayırmaları gerekirdi.
Bir zamanlar, herkesin gözdesiydim. Mareşaller, prensler, bakanlar
neşeli sohbetlerimi sevdikleri ya da benden korktukları için beni
sofralarında konuk ederlerdi. Artık kimsenin gözünü
korkutmuyorum. Ah gözlerim, zavallı gözlerim! Artık hiçbir yere
davet edilmiyorum. Masada bir körün bulunması hiç de iç açıcı
değil... Rica etsem, biraz ekmek uzatır mısınız?.. Ah alçaklar! Bu
dükkânı bana pahalıya ödetecekler. Altı aydır elimde dilekçe, bütün
bakanlıkları geziyorum. Sabahları sobaların yakılıp, Ekselanslarının
atlarının avlunun kum zemininde gezdirildiği saatte gidiyorum,
akşamları kocaman lambaların getirildiği, mutfaklardan iştah açıcı
kokuların yayılmaya başladığı saatte dönüyorum...
“Hayatım bekleme odalarının tahta sıraları üzerinde geçiyor.
İçişleri Bakanlığı’ndaki odacılar beni gördüklerinde: ‘Ah! Yine bu
saygıdeğer beyefendi geldi!’ diyorlar. Ben de gözlerine şirin
görünebilmek için kelime oyunları yapıyorum ya da kurutma
kâğıtlarının bir köşesine pala bıyıklar çizip onları güldürmeye
çalışıyorum... İşte, yirmi yıllık göz kamaştıran başarının ardından
bir sanatçının düştüğü durum bu!.. Üstelik Fransa’da, bizim meslek
için ağzının suyu akan kırk bin yeniyetme var! Dahası, her gün
ülkenin dört bir yanından, edebiyata ve baskı makinesinin
gürültüsüne aç sürüyle ahmağı Paris’e taşıyan lokomoti er var!.. Ah
hayalperest taşra, Bixiou’nun sefaletinden ders alabilseydin!”
Bu sözlerin ardından, burnunu tabağın üzerinde gezdirip hiç
konuşmadan kıtlıktan çıkmışçasına yemeye başladı... Onu bu halde
görmek insanın içini sızlatıyordu. Sürekli ekmeğini, çatalını
kaybediyor, bardağını el yordamıyla bulmaya çalışıyordu. Zavallı
adam, bu yeni duruma daha alışamamıştı!

Bir süre sonra söze devam etti:


“Benim için daha da korkuncu nedir biliyor musunuz? Artık
gazetelerimi okuyamıyorum. Bunun ne kadar acı olduğunu
anlamak için meslekten olmak gerekir... Bazı akşamlar eve
dönerken, o nemli kâğıdın ve taze haberlerin kokusunu almak için
bir gazete alıyorum... Öyle güzel kokuyor ki!.. Ama, bana yazanları
okuyacak kimse yok! Karım bunu yapabilir ama istemiyor:
Haberlerin uygunsuz yakıştırmalarla dolu olduğunu söylüyor... Ah,
bu eski metresler, evlendikten sonra onlardan iffetlisi yoktur. Bayan
Bixiou olduğundan beri, öyle bir dindar kesildi ki!.. Gözlerimi
Salette 22 suyuyla ovmaya kalkışıyor! Okunmuş ekmek dağıtmalar,
yardım parası toplamalar, Sainte-Enfance misyonerleri 23 ve daha
neler neler!.. Gırtlağımıza kadar hayır işlerine gömüldük... Halbuki,
bana gazeteleri okuyarak da hayır işleyebilirdi. Ama hayır, bunu
kabul etmiyor... Kızım burada olsaydı, o bana gazeteleri okurdu,
ama gözlerim görmez olunca, sofradan bir boğaz eksilsin diye, onu
Notre-Dame-des-Arts’a gönderdim...
“İşte, canımı sıkan bir mesele daha! Daha dokuz yaşını
bitirmedi ama geçirmediği hastalık kalmadı... Nanemolla! Üstelik
çirkin, benden bile çirkin... Gudubetin teki!.. Ne yaparsınız?
Hayatım insanları karikatürize etmekle geçti... Ah şu işe bakın, size
ailevi meselelerimi anlatıyorum. Bu sizi ne ilgilendirir ki?.. Hadi,
bana şu içkiden biraz daha verin. Biraz çakırkeyif olmam lazım.
Buradan Eğitim Bakanlığı’na gideceğim. Görevlileri güldürmek
kolay değil, hepsi de eski öğretmen.”
Bardağına içki doldurdum. Hüzünlü bir edayla, içkisini
yudumlamaya başladı... Birden, anlam veremediğim bir fantezinin
etkisine kapılarak, elinde bardağıyla ayağa kalkıp kör bir engereği
andıran başını sevimli bir gülümsemeyle sağa sola çevirdi, az sonra
iki yüz kişilik bir ziyafet sofrasına hitap edecekmiş gibiydi.
Ardından tiz bir sesle haykırdı:
“Sanata! Edebiyata! Basına!”
Ardından on dakika boyunca, kadehini elinden bırakmadan, bu
soytarı beyinden asla çıkmamış dâhiyane, mükemmel bir
doğaçlama yaptı.
Hayalinizde “186* yılı kaldırım edebiyatı” başlıklı bir gösteriyi
canlandırın: Birbirimizin boğazına sarıldığımız, birbirimizi
dolandırdığımız, açlıktan öldüğümüz halde çıkarlar ve büyük
paralarla ilgili tartışmalarla burjuvaları bile geride bıraktığımız o
eksantrik dünyadaki, o gübrelikte, o uçsuz bucaksız cehennemdeki
sözde edebî toplantılarımız, gevezeliklerimiz, atışmalarımız,
gülünçlüklerimiz... Elindeki para toplama çanağı ve parlak mavi
ceketiyle “niya... niya... niya...” diyerekten Tuilleries’ye giden yaşlı
T... Tombola Baronu... Bir de o yıl ölenleri anmalarımız, gösterişli
de n törenlerimiz, mezarlık masra arını ödemediğimiz bir zavallı
için ağıt söylevine hep, “Kederle uğurladığımız aziz dostumuz!”
sözleriyle başlayan sözcümüz, intihar edenler, aklını kaybedenler...
Zihninizde tüm bunların, el kol hareketleriyle, muhteşem
mimiklerle ve bütün ayrıntılarıyla anlatıldığını canlandırırsanız,
Bixiou’nun doğaçlaması hakkında kir sahibi olabilirsiniz.

Söylevini tamamlayıp içkisini bitirdikten sonra, bana saati


sordu ve hoşça kal bile demeden sert bir ifadeyle çekip gitti... Bay
Duruy’un 24 odacılarının bu sabah onu nasıl karşıladıklarını
bilemem ama o korkunç körün gidişinden sonra, kendimi hayatım
boyunca yaşamadığım derin bir karamsarlığın, huzursuzluğun
içinde buldum. Mürekkep hokkam midemi bulandırıyor, kalemim
bana korku veriyordu. Uzaklara gidip ağaçların arasında koşmak,
mutluluk verecek bir şeyler yaşamak istedim. Ulu Tanrım, bu nasıl
bir kindir böyle! Nasıl bir kederdir! Bu nasıl bir kara çalma, dil
uzatma arzusudur böyle! Ah! Zavallı se l!
Kızından söz ederken tiksintisini belli eden alaycı gülüşü hâlâ
kulaklarımda yankılanırken öfkeyle odamı arşınlıyordum.
Birden körün oturduğu iskemlenin dibinde, ayağımın altında,
bir şeyin yuvarlandığını hissettim. Eğildiğimde, yanından hiç
ayırmadığı ve kininin zehrini sakladığını söylediği, köşeleri
yıpranmış parlak, kalın bir cüzdan gördüm. Bizim camiada, Bay
Girardin’in karikatürleri kadar ünlü olan bu cüzdanın içinde,
insanın dehşete kapılmasına neden olacak şeyler olduğu
söylenirdi... Elime, bunu öğrenebilmek için güzel bir fırsat
geçmişti. Şişkin, eski cüzdan yere düştüğünde dağılmış, içindeki
kâğıtlar yere saçılmıştı; hepsini teker teker toplamam gerekti...
Tomarın içinden, çiçek desenli kâğıtlar üzerine yazılmış ve
hepsi de, “Babacığım,” diye başlayıp, “Les Enfants de Marie’den
Céline Bixiou,” diye sonlanan bir yığın mektup çıktı.
Kuşpalazı, havale, kızıl, kızamık gibi (zavallı küçük,
geçirmediği hastalık kalmamıştı) çocuk hastalıklarıyla ilgili eski
reçeteler ve nihayet, içinden küçük bir kızın başlığından
fırlamışçasına çıkan iki üç tel sarı, dalgalı saçın bulunduğu ve
üzerine bir körün büyük har erle, çarpık çurpuk yazdığı, “Céline’in
Notre-Dame-des-Arts’a girdiği 13 Mayıs günü kestiğim saçları,”
notunun yer aldığı mühürlü bir de zarf vardı.
İşte Bixiou’nun cüzdanının sırrı buydu.
Parisliler, hepiniz aynısınız. Tiksinti, ironi, şeytani bir
gülümseme, acımasız şakalar ve en sonunda, “Céline’in Notre-
Dame-des-Arts’a girdiği 13 Mayıs günü kestiğim saçları.”
21. Fransa’da 1674’ten itibaren, tütün satma iz ni devletin tekelindeydi. Tütün dükkânı açma işlemi
ödüllendirme ya da kayırma amacıyla atamayla yapılıyor, bu konuda eski devlet görevlilerine, eski
askerlere ve kamu hiz metinde çalışmış kişilerle, onların ailelerine öncelik tanınıyordu. “Dansöz ün
annesi”ne gelince, burada, yasa tarafından öngörülmemiş, biraz şahsi bir kayırma durumu söz konusu...
(Y. N.)
22. Söylentiye göre, Meryem Ana, 19 Eylül 184 6’da Grenoble’un güneydoğusundaki Salette-
Fallavaux’da Mélanie ve Maxime adlı iki çobana görünmüştür. Burada akan bir kaynağın suyunun her
hastalığa şifa olduğuna inanılır. (Y.N.)
23. XIX. yüz yılda, öz ellikle Çinli çocuklara destek olmak amacıyla kurulmuş bir Katolik cemiyeti.
(Y.N.)
24. Victor Duruy, 1863-1869 yılları arasında, yani bu Mektup’un yayımlandığı dönemde Milli Eğitim
Bakanlığı yapmış kişi. (Y.N.)
ALTIN BEYİNLİ ADAMIN HİKÂYESİ

Neşeli öyküler isteyen hanımefendiye

Hanımefendi, mektubunuzu okurken pişmanlık duyguları


yaşadım. Öykülerimin biraz fazla matem kokan havası yüzünden
kendime kızdım ve bugün size neşeli, hem de fazlasıyla neşeli bir
şeyler yazmaya karar verdim.
Zaten, neden mutsuz olayım ki? Davulların ve misket
şaraplarının ülkesinde, ışıklı bir tepenin üzerinde, Paris’in
sislerinden bin fersah uzakta yaşıyorum. Evimin etrafı güneş ve
müzikle çevrili, yağmurkuşlarının orkestrasını, baştankaraların
korolarını, sabahları kervançulluklarının ötüşlerini, öğlenleri
ağustosböceklerini, çobanların frelerini ve bağlardaki esmer
kızların gülüşlerini dinliyorum...
Aslında burası karamsar düşüncelere dalmak için hiç de uygun
bir yer değil; bu yüzden hanımlara pespembe şiirler, hoş öyküler
göndermem gerekiyor.
Ama hayır! Hâlâ Paris’e fazlasıyla yakınım. Her gün,
çamlarımın dallarına kadar hüzün serpintilerini yollamaya devam
ediyor. Bu satırları yazarken bile, zavallı Charles Barbara’nın acıklı
ölüm haberini aldım ve bütün değirmenim yasa gömüldü.25 Elveda
kervançullukları! Elveda ağustosböcekleri! Şu an yüreğimde neşeye
yer yok... İşte hanımefendi bu yüzden size, söz verdiğim gibi
matrak bir hikâye yerine, yine hüzünlü bir masal anlatacağım.

Bir zamanlar altın beyinli bir adam varmış; evet, hanımefendi,


beyni saf altındanmış. Doğduğunda, başı ağır, kafatası kocaman
olduğundan doktorlar bebeğin yaşamayacağını söylemişler. Yine de
bebek yaşamış ve güneşin altındaki zarif bir zeytin desi gibi
büyümüş; ama koca kafası da onunla birlikte büyüyormuş;
yürürken başını sürekli eşyalara çarptığını, sık sık yere düştüğünü
görmek insanın içini sızlatıyormuş... Bir gün merdivenlerden düşüp
alnını mermer basamağa çarptığında kafatası bir külçe gibi
çınlanmış. Öldüğünü sanmışlar, ayağa kaldırıldıklarında, alnında
bir sıyrık ve sarı saçlarının arasında pıhtılaşmış iki üç altın
damlacığından başka bir şeyi olmadığını görmüşler. Ebeveyni
çocuğun altından bir beyni olduğunu işte o gün öğrenmiş.
Bu gerçeği herkesten saklamışlar, çocuğun bile durumdan
haberi yokmuş. Ara sıra, neden kapının önünde diğer çocuklarla
oynamasına izin verilmediğini soruyormuş.
“Değerli hazinem, sonra seni kaçırırlar!” diye yanıtlarmış
annesi.
Kaçırılmaktan çok korkan küçük çocuk da hiçbir şey
söylemeden, kendi kendine oynamak üzere bir odadan diğerine
dolanırmış...
On sekiz yaşına geldiğinde çocuğa kaderin kendisine bahşettiği
mucizevi armağanı açıklayan ebeveyni, onu besleyip bu yaşa
getirmelerinin karşılığı olarak biraz altın istemişler. Çocuk hiç
duraksamadan, kafasından ceviz büyüklüğünde bir altın parçası
koparıp –masal bunu nasıl yaptığından söz etmiyor– gururla
annesinin ayaklarının dibine atmış... Sonra, kafasının içindeki
zenginliklerden gözü kamaşmış, hırstan çılgına dönmüş, elindeki
güçle kendinden geçmiş bir halde baba evini terk edip, hazinesini
saçıp savurmak üzere dış dünyaya açılmış.

Krallara yaraşır bir yaşam sürdürmesine, altınlarını hesapsızca


harcamasına bakılırsa, beynindeki hazinesi hiç tükenmeyecekmiş
gibi görünüyormuş... Oysa hazinesi tükeniyor, her geçen gün
gözlerinin feri giderek sönüyor, yanakları çukurlaşıyormuş. Nihayet
bir sabah, çılgın bir sefahat âleminin ardından, şölenden kalan
artıkların ve ışıkları solan avizelerin arasında uyanıp, külçesindeki
devasa gediği fark ettiğinde korkuya kapılmış; artık bu yaşam
tarzına son vermesi gerektiğini anlamış.
O günden sonra yeni bir hayata başlayan altın beyinli, eski
çevresinden uzakta, çalışarak parasını kendi kazanmaya başlamış,
bir cimrinin kuşkucu ve ürkek ruh haliyle, sefahat eğilimlerinden
uzak duruyor, artık hiç dokunmak istemediği o uğursuz
zenginlikleri unutmaya çalışıyormuş... Ne yazık ki, onun peşini
bırakmayan bir arkadaşı bu sırrını biliyormuş.
Bir gece başında korkunç bir acıyla sıçrayarak uyanan bu
bahtsız, kendini kaybetmiş bir halde doğrulduğunda, ay ışığında,
paltosunun altına bir şeyler saklamaya çalışarak uzaklaşan
arkadaşını görmüş...
Beyninden yine bir şeylerin eksildiğini anlamış!..
Bir süre sonra, altın beyinli adam âşık olmuş, bu aşk sonun
yaklaştığının habercisiymiş... Yüreğindeki en temiz duygularla, ufak
tefek sarışın bir kadını sevmiş. Kadın da onu seviyormuş ama
kalbinde ponponların, beyaz tüylerin, konçları altın sarısına çalan
kahverengi püsküllerle kaplı potinlerin de özel bir yeri varmış.
Yarı bebek yarı kuşu andıran bu şirin yaratığın key uğruna,
altın parçaları erimeye başlamış. Kadının kaprislerinin ardı arkası
kesilmezken, onu üzmemek için hayır demeyi asla beceremeyen
bizimki de, servetinin hüzünlü sırrını sonuna kadar saklamış.
“Çok zenginiz öyle mi?” diye sorduğunda, zavallı adam, beynini
bilmeden yiyip bitiren bu küçük mavi kuşa aşkla gülümseyerek,
“Ah, evet! Çok zenginiz!” diye yanıt veriyormuş hep.
Bazen içini korku kaplayıp, masra arı kısmaya çalışsa da,
minik dişi seke seke yürüyerek, cilveyle yanına geliyor ve ona
şunları söylüyormuş:
“Zengin kocacım, bana pahalı bir hediye alır mısın?”
Bizimki de, ona en pahalı hediyeyi alıyormuş.
Bu şekilde akıp giden iki yılın ardından, genç kadın, nedendir
bilinmez, bir kuş gibi ölüp gitmiş... Dul koca, tükenmekte olan
hazinesinden kalanlarla, sevgili karısına görkemli bir cenaze töreni
yaptırmış. Dört bir yanda yankılanan çan sesleri, siyah tüllerle
kaplanmış gösterişli saltanat arabaları, başlıklı atlar, kadifelerin
üstüne serpiştirilmiş gözyaşı şekilli gümüşler, hiçbir şey gözüne hoş
gelmiyormuş. Artık hiç önemi kalmayan altınlarını kiliseye, cenaze
taşıyıcılarına, çelenk satıcılarına, önüne gelen herkese teklifsizce
dağıtmış... Öyle ki, mezarlıktan çıkarken, o olağanüstü beyinden
geriye sadece kafatasının kenarlarından sarkan birkaç parça altın
kalmış.
Ardından, adamın caddelerde, ellerini, yolunu ararmış gibi öne
uzatmış, bir sarhoş gibi sendeleyerek yürüdüğü görülmüş. Akşam
olup dükkânlar ışıklarla aydınlandığında, göz alıcı kumaş ve takı
yığınlarının bulunduğu geniş bir vitrinin önünde durup, kuğu tüyü
işlemeli mavi satenden bir çift çizmeyi uzun uzun seyre dalmış.
Sonunda “Bu potinlerin kimin hoşuna gideceğini çok iyi biliyorum,”
diyerek gülümsemiş ve karısının ölmüş olduğunu unutarak
çizmeleri satın almak üzere içeri girmiş.
Duyduğu korkunç çığlık üzerine dükkânın arka tarafından
koşup gelen satıcı kadın, afallamış bir halde tezgâha dayanmış ve
kendisine acıyla bakan birini görünce korku içinde geriye çekilmiş.
Bir elinde kuğu tüylü mavi çizmeleri tutan adam, kanlar içindeki
diğer elinin tırnaklarının ucundaki altın kazıntılarını uzatıyormuş.
İşte hanımefendi, altın beyinli adamın hikâyesi böyle. Fantastik
havasına rağmen bu masal başından sonuna gerçekliğin izlerini
taşıyor... Dünyada beyinlerinin gücüyle hayatlarını kazanmak
zorunda kalan ve en ufak gereksinimlerini bile beyin ve omurilik
sıvılarının birikimleriyle karşılayan o kadar insan var ki. Onlar için
her gün katlanılmaz bir kederdir ve bir gün o keder çekilmez
olduğunda...

25. Louis-Charles Barbara (1822-1866), Fransız öykü ve roman yaz arı. Karısının ve en küçük oğlunun
ölümünden sonra ruhsal dengesi altüst olduğundan, Dubois düşkünler yurduna kapatılmış ve orada
pencereden atlayarak intihar etmiştir. (Y.N.)
ŞAİR MISTRAL

Geçen pazar uyandığımda, kendimi Faubourg-Montmartre


Caddesi’ndeki evimde sandım. Yağmur yağıyordu, gökyüzü griydi,
değirmenime hüzün çökmüştü. Bu soğuk, yağmurlu günü
değirmende geçirmeyi düşündüğümde içimi bir korku kapladı ve
biraz ısınmak için hemen çamlarımın üç mil uzağındaki Maillane
köyünde oturan büyük şair Frédéric Mistral’e gitmeye karar
verdim.
Karar verdiğim hızla harekete geçtim: Mersin ağacından
yapılma kalın değneğimi, Montaigne’in kitabını yanıma alıp atkımı
boynuma dolayarak yola koyuldum!
Tarlalarda kimse yoktu... Şirin ve Katolik Provenceımız pazar
günleri toprağını dinlenmeye bırakıyordu... Evlerin önünde
yalnızca köpekler vardı, çiftlikler kapalıydı... Uzakta, üzerini
kaplayan çadır bezinden sular damlayan iki tekerlekli bir yük
arabası, kuru yaprak rengindeki kapüşonlu pelerinine bürünmüş
yaşlı bir kadın vardı; kırmızı ponponları, üzerlerinde mavi beyaz
hasır örtüleri, gümüş çıngıraklı merasim elbiselerinin içinde hızlıca
ilerleyen katırların çektiği bir araba çiftliklerdekileri ayine
götürüyordu. Biraz daha ötede, sisler arasından seçilen sulama
kanalındaki kayığında ayakta duran bir balıkçı, serpme ağını suya
atıyordu...
O gün, yolda kitap okumak mümkün değildi. Yıldız yeli
bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru insanın yüzüne yüzüne
çarpıyordu... Yolu bir solukta kat ettim ve nihayet üç saatlik bir
yürüyüşten sonra önümde, rüzgârdan korumak için Maillane’ın
etrafını çepeçevre sarmış servi korularının belirdiğini gördüm.
Köyün sokaklarında bir kedi bile yoktu; herkes ayine gitmişti.
Koroya eşlik eden yılankavi boruların seslerinin yayıldığı kilisenin
önünden geçerken, renkli camların arasında ışıldayan mumları
gördüm. Şairin, önünde bahçesi olan tek katlı küçük evi köyün
diğer ucunda, Saint-Rémy yolunun solunda, en sonda yer alıyordu.
Yavaşça içeri girdim... Kimse yoktu! Salonun kapısı kapalı olsa da,
arkasında yürüyen ve yüksek sesle konuşan birinin sesini duydum...
Bu adımları ve bu sesi tanıyordum... Kireç badanalı küçük
koridorda, elimi zile dayayarak yürek çarpıntısıyla bekledim. İçerde
çalışıyordu... Şiirini bitirmesini beklemeli miydim?.. Aman canım,
ne olursa olsun, girelim.
Ah siz Parisliler, Maillanelı şair Mireille’ine Paris’i tanıtmak
için şehrinize gelip salonlarınızda boy gösterdiğinde, dik yakası ve
kendini şöhreti kadar rahatsız eden geniş şapkası ve kentli giysileri
içindeki o Chactas’ın 26 Mistral olduğunu sandınız... Hayır, o
değildi. Bu dünyadaki tek Mistral, geçen pazar günü, kulaklarının
üzerine indirdiği fötr şapkası, içinde yeleği bulunmayan ceketi,
belini saran kırmızı Katalan tarzı kemeri, parlayan gözleri,
yanaklarındaki esin ateşi ve dudaklarındaki gülümsemesiyle bir
Yunan çobanı gibi zarif, ellerini pantolonunun cebine sokmuş,
uzun adımlar atarak kafasında dizeler kurarken, evine davetsiz
daldığım kişiydi...
“Şuraya bak! Bu sen misin?” diye haykırdı Mistral boynuma
sarılarak, “Ne iyi ettin de geldin!.. Bugün Maillane Festivali var.
Avignon müziği çalacak, boğa güreşleri, ayin alayları düzenlenecek,
farandola dansı yapılacak, her şey çok muhteşem olacak... Annem
ayinden dönünce, yemeğimizi yiyip, hemen dans eden güzel kızları
izlemeye gideriz...”
O benimle konuşurken, heyecanla, uzun süredir görmediğim
ve içinde keyi i saatler geçirdiğim, açık renkli duvar kâğıtlarıyla
kaplı bu küçük salona bakıyordum. Hiçbir şey değişmemişti. Sarı
kare desenli kanepe, iki hasır koltuk, kolsuz Venüs heykeli,
şöminenin üzerindeki Arleslı Venüs heykeli şairin Hébert
tarafından yapılmış portresi, Étienne Carjat’nın çektiği fotoğrafı ve
bir köşede, pencerenin kenarında bir kayıt memurununkini
andıran, eski kitaplarla ve sözlüklerle kaplı eski, küçük çalışma
masası, hepsi yerli yerindeydi. Bu masanın ortasında açık duran
büyük bir defter vardı. Bu, Frédéric Mistral’in yedi yıldan beri
üzerinde çalıştığı ve altı aydır son mısralarını yazmakta olduğu, bu
yılın sonunda Noel’de yayımlanması planlanan son şiir kitabı
Calendal’dı. Yine de eserinin hâlâ hazır olduğuna inanamıyordu.
Bildiğiniz gibi, iyice mükemmelleştirilmesi gereken bir kıta, kulağa
daha hoş gelmesi gereken bir uyak her zaman vardır... Mistral,
mısralarını, sanki herkes onun diliyle okuyup, harcadığı emeği
takdir edecekmiş gibi Provence diliyle yazıyordu... Ah temiz yürekli
şair! Montaigne şu sözleri adeta onun için söylemişti: “Çok az
kişinin anlayıp hakkını vereceği bir uğraş için neden bu kadar
çabaladığını sorduklarında şu dediklerimi hatırla: ‘Birkaç kişi anlasa
da bana yeter, bir kişi bile yeter, hatta kimse anlamasa da razıyım.’”

Calendal’ı yazdığı defter elimdeydi, heyecanla sayfalarını


karıştırıyordum... Pencerenin önünde, caddede, birden fre ve davul
seslerinin yankılanmasıyla birlikte bizim Mistral’in dolaba koşup
kadehler, şişeler çıkarması bir oldu, masayı salonun ortasına
çektikten sonra müzisyenlere kapıyı açmaya giderken bana, “Hiç
gülme... Bana konser vermeye geldiler... Biliyorsun belediye meclisi
üyesiyim,” dedi.
Küçük odaya insanlar doldu. Davulları iskemlelerin üzerine,
eski amayı bir kenara bıraktılar; tatlı şarap dağıtıldı. Şenlikle,
farandola dansının geçen yılki kadar güzel olup olmayacağıyla,
boğaların azgınlık yapıp yapmayacaklarıyla ilgili ciddi bir sohbetin
eşliğinde Bay Frédéric’in sıhhatine içilen birkaç şişeden sonra,
müzisyenler izin isteyerek diğer belediye meclisi üyelerine konser
vermeye gittiler. O sırada, Mistral’in annesi geri döndü.
Masa bir çırpıda kuruluverdi: Beyaz, güzel bir örtü serildi, iki
servis açıldı. Evin âdetlerini biliyordum; Mistral’in misa ri
olduğunda annesi sofraya oturmazdı... Zavallı yaşlı kadın yalnızca
Provence dilini bildiği için Fransızlarla anlaşmakta güçlük
çekiyordu... Zaten ona mutfakta ihtiyaç vardı.
Tanrım, o öğle yemeği ne muhteşemdi: Bir parça oğlak rostosu,
dağda yaşayan hayvanların sütünden yapılmış peynir, üzüm reçeli,
incir ve misket üzümü ve kadehte harika görünen pembe rengiyle
Château-Neuf-du-Pape şarabı... Tatlılar yenirken şiir defterini
aldım ve Mistral’in önüne bıraktım.
“Çıkmaya karar vermiştik,” dedi şair gülümseyerek.
“Hayır! Hayır!.. Calendal! Calendal!”
Mistral boyun eğdi ve mısralarının ölçüsüne göre tempo
tutarak, yumuşak ve müzikal sesiyle ilk ezgiyi okumaya başladı:
“Çılgınca âşık olmuş bir kızın / hüzünlü hikâyesinden sonra / şimdi
Tanrı izin verirse Cassisli / yoksul bir balıkçı genç var sırada...”
Dışarıda, ikindi ayinini haber veren çanlar çalıyor, meydanda
kestane şekleri patlatılıyor, caddelerde hiç durmadan fre ve davul
sesleri yankılanıyordu. Camargue boğaları böğürerek
koşuşturuyorlardı.
Bense, dirseklerimi masa örtüsünün üzerine dayamış, yaşlı
gözlerle Provencelı genç balıkçının öyküsünü dinliyordum.
Calendal aşkın kahramanlaştırdığı bir balıkçıdan başkası
değildi. Sevdiği güzel Estérelle’in yüreğini kazanabilmek için
olağanüstü işlere kalkışan bu gencin çabalarının yanında,
Herakles’in on iki görevi hiç kalırdı.
Bir defasında, kafasına zengin olmayı koymuş, olağanüstü av
aletleri icat etmiş ve limana her türden balığı getirmeyi başarmıştı.
Bir başka defasında ise, Ollioules Boğazları’nın korkunç korsanı
Kont Sévéran’ın karargâhını basıp eşkıyalarının ve metreslerinin
önünde üzerine yürümüştü... Bu Calendal ne yaman bir gençti! Bir
gün, Sainte-Baume’da, Süleyman Tapınağı’nın çatısını yapan
Provencelı Üstat Jacques’ın mezarının yanında birbirlerine pergelle
saldırmaya hazırlanan iki grubun arasına dalmış ve onları ikna
ederek yatıştırmayı başarmıştı...27 İnsanüstü çabalar gösteriyordu!..
Yukarıda, Lure kayalıklarında, hiçbir oduncunun çıkmayı göze
alamayacağı ulaşılmaz bir dağservisi ormanı vardı. Calendal oraya
gitti. Otuz gün boyunca ağaç gövdelerine inip kalkan baltanın
çıkardığı ses duyuldu. Orman inliyor, devasa yaşlı ağaçlar peş peşe
uçurumların dibine yuvarlanıyorlardı. Calendal aşağı indiğinde,
dağda tek bir dağservisi bile kalmamıştı...
Nihayet bunca çabanın karşılığında Estérelle’in kalbini
kazanan genç balıkçı, Cassis sakinleri tarafından konsül 28 olarak
seçilmişti. İşte Calendal’ın öyküsü böyleydi... Ama Calendal’ın ne
önemi vardı? Şiirde asıl vurgulanmak istenen denizi, dağları, tarihi,
gelenekleri, efsaneleri, manzaraları ve ölmeden önce büyük şairine
kavuşan naif ve özgür halkıyla Provence’tı... Şimdi dilediğinizce
demiryolu hatları döşeyin, telgraf direkleri dikin, Provence dilini
müfredattan çıkarın! Provence, Mireille ve Calendal’da sonsuza dek
yaşayacak.

“Bu kadar şiir yeter!” dedi Mistral defterini kapatırken. “Şenliğe


gitmemiz gerek.”
Dışarı çıktık; bütün köy sokaklara dökülmüştü, sert bir
poyrazın süpürdüğü gökyüzü, yağmurun ıslattığı kırmızı çatıların
üzerinde parıldıyordu. Ayin alayını izlemek için tam zamanında
gelmiştik. Tam bir saat boyunca, ilahilerin, duaların ve dört bir
yandan yankılanan çanların eşliğinde, mumların ve güneşin
ışıklarının rüzgârında dalgalanarak ilerleyen beyaz, mavi, gri
pelerinli tövbekârların, peçeli kızlar tarikatının, altın sarısı
çiçeklerle bezeli pembe amaların, dört kişinin omuzlarında
taşıdıkları süslemeli tahta aziz heykellerinin, ellerindeki iri çiçek
demetleriyle putlar gibi boyanmış seramik azize heykellerinin, ayin
cüppelerinin, kutsal ekmek kaplarının, yeşil kadifeden
gölgeliklerin, beyaz ipeğe sarılmış çarmıhta İsa haçlarının bitmek
bilmez geçit törenini izledik.
Geçit bitip, azizlerin heykelleri şapellerindeki yerlerine
yerleştirildikten sonra, boğaları, meydandaki güreşleri, üç adım
atlama, boyunkıran, şişme tulum yarışmalarını 29 ve Provence
şenliklerinin en seçkin gösterilerini seyretmeye gittik. Hava
kararırken Maillane’a geri döndük. Meydanda, Mistral’in akşamları
kâğıt oynadığı küçük kafenin önünde, büyük bir şenlik ateşi
yakılmıştı. Farandola dansının hazırlıkları yapılıyordu. Kâğıt
fenerler karanlıkta her yanı aydınlatıyor, gençler dans için yerlerini
alıyordu. Çok geçmeden, davulların çağrısıyla birlikte, ateşin
etrafında gece boyunca dans edecek olan devasa bir çember oluştu.
Akşam yemeğinden sonra, daha fazla gezinecek halimiz
kalmadığından, Mistral’in odasına çıktık. İçinde iki geniş yatak
olan, mütevazı bir köy odasıydı burası. Duvarlar kâğıtla kaplı
değildi, üstelik kirişler de açıktaydı. Dört yıl önce, Akademi
Mireille’in yazarına üç bin franklık bir ödül verdiğinde, Bayan
Mistral oğluna, “Duvarları kâğıtla kaplatıp, tavanı yaptırsak mı?”
demişti.
Mistral ise, “Hayır! Hayır! Şairlerin parasına dokunulmaz,”
demiş ve oda yine çırılçıplak kalmıştı.
Ne var ki, şairlerin parasına dokunulmasa da, Mistral’in
kapısını çalanlar onun cömertliğinden yararlanmışlardı...
Calendal’ın yazıldığı defteri odaya getirmiştim, uyumadan önce
ona birkaç kıta daha okutmak istiyordum. Mistral porselenlerle
ilgili bölümü seçti. Birkaç cümleyle özeti şöyleydi:
“Nerede olduğunu hatırlayamadığım büyük bir ziyafetti.
Masaya, Moustiers porseleninden muhteşem bir sofra takımı
yerleştirilmişti. Her tabağın altında, sırlarına maviyle işlenmiş bir
Provence öyküsü vardı; Provence’ın tüm tarihi oradaydı. Naif ve
hünerli bir çalışmanın ardından yazılan bu kıtaların, o zarif
porselen tabakların altına tıpkı bir Theocritus tasviri gibi nasıl
incelikle işlendiğini görmek gerekirdi.”
Mistral, bir zamanlar kraliçelerin konuştuğu ve günümüzde
sadece çobanların anladığı, dörtte üçü Latin kökenli sözcüklerden
oluşan mısralarını okurken, ben içimden, perişan haldeki ana dilini
böylesine yücelten bu adama hayranlık duyuyor, hayalimde, Baux
prenslerinin 30 Alpilles’lerde rastlanan, tören avlusunun zeminini
gagalayan tavukları, dehlizlerin ince sütunları altında tepinen
domuzları, çimenlerin yeşerdiği şapelde otlayan eşekleri, okunmuş
su kaplarına dolmuş yağmur sularını içen güvercinleri ve nihayet,
kulübelerini eski sarayın yıkıntıları arasına yapmış iki üç köylü
ailesiyle, merdivenlerinde tırabzan parmaklığı, pencerelerinde cam
kalmamış, kemerlerindeki yonca yaprakları kırılmış, kapılarındaki
armaları yosunla kaplanmış, çatısız eski saraylarından birini
canlandırıyordum.
Sonra, günün birinde, orada yaşayan köylülerin çocuklarından
biri, bu görkemli yıkıntıların etkisine kapılmış ve onların bu
şekilde yüzüstü bırakılmalarına öfkelenmişti. Hemen hayvanları
tören avlusundan çıkarmış ve yardıma gelen perilerin sayesinde,
büyük merdiveni yeniden inşa etmiş, duvarları tahtalarla kaplamış,
pencerelere cam takmış, kuleleri dikmiş, taht salonunun
yaldızlarını yenilemiş ve bir zamanlar papaların, imparatoriçelerin
ikamet ettiği geniş sarayı eski haline getirmişti.
Restore edilen bu saray, Provence diliydi.
O köylü çocuğu ise, Mistral’di.

26. Chateaubriand’ın önemli karakterlerinden biri olan Chactas, Montesquieu, Voltaire ve


Rousseau’nun yaz ı geleneğinde, ansız ın medeniyetle tanışan bir yabani olarak tasvir edilmiştir. (Y.N.)
27. Mistral, Calendal’a düştüğü bir notla kavganın nedenini şöyle öz etlemişti: “Üstat Jacques ve
Soubise iki efsanevi şahsiyetti. Meslektaşlarının ve kalfalarının söylediği kadarıyla, Galyalı olan Üstat
Jacques, Süleyman Tapınağı’nın mimarıydı. Görkemli yapının inşasından sonra ülkesine geri dönmek
üz ere Marsilya’ya geçmiş ve Sainte-Baume Ormanı’na çekilmişti. Kuz ey Galyalı olan Soubise Baba
tapınağın çatısını yapmış ama işleri bittikten sonra, Üstat Jacques’ı kıskanarak ondan ayrılmış ve
Bordeaux’ya gitmişti. Bir süre sonra çırakları Üstat Jacques’ı öldürmüşlerdi. Burada Kuz ey ve
Güney’in çatışması bir kez daha alegorik bir üslupla yansıtılmıştır.” (Y.N.)
28. XII. yüz yıldan Devrim’e kadar Fransa’nın güneyinde belediye başkanları böyle anılıyordu. (Y.N.)
29. Provencelıların, kökenleri eski Yunan’a ve Roma’ya dayanan şenlik oyunları. Üç adım atlamada,
hedef, ayakları bağlanmış bir halde peş peşe üç kez z ıplayarak en uz ak mesafeye ulaşmaktı.
Boyunkıranda, boyunları aynı ipin ucuna bağlanmış iki yarışmacı birbirlerini sürüklemek üz ere mücadele
ediyorlardı. Şişme tulumda ise amaç şişkin bir tulumun üz erinde peş peşe üç kere sıçrayıp yere
düşmeden ellerini üç kere çırpmaktı. (Y.N.)
30. Adını Saint-Rémy yakınlarındaki Baux şehrinden alan Baux Hanedanı, Provence soyluluğunun en
seçkin örneklerindendi. XII. yüz yıl başlarında yetmiş dokuz kasabaya, şatolara, Provence sınırlarını
aşan geniş topraklara sahip olan hanedan uz un bir refah döneminden sonra gücünü kaybetmişti.
Buradaki gönderme, hiç kuşkusuz Mistral’e yapılıyordu. Calendal’ın söz ü edilen ilk bölümünün başlığı
“Baux Prensleri” idi. (Y.N.)
ÜÇ KISA AYİN

Bir Noel Hikâyesi


I

“Demek, mantarlı iki hindi dolması, Garrigou?..”


“Evet, muhterem peder, iki, muhteşem, mantarlı hindi dolması.
Sözüme güvenebilirsiniz, doldurulmalarına ben de yardım ettim.
Derileri öyle gergindi ki, kızarırken az kaldı yarılacaktı...”
“Yüce İsa! Mantarı çok severim!.. Garrigou, bana hemen
cüppemi getir... Peki mutfakta, hindilerden başka ne vardı?..”
“Ah, birbirinden leziz yemekler!.. Öğleden beri sülünlerin,
çavuşkuşlarının, dağ tavuklarının, yaban horozlarının tüylerini
yolduk. Her yanda tüyler uçuşuyordu... Bir de gölden yılanbalıkları,
sazanlar, alabalıklar getirildi...”
“Alabalıklar iri miydi, Garrigou?”
“İşte bu büyüklükteydiler, muhterem peder!.. Kocamandılar!..”
“Ah Tanrım! Onları görür gibi oluyorum... Şişelere şarap
doldurdun mu?”
“Evet, muhterem peder, şişeleri doldurdum... Ama doğrusu, az
sonra gece yarısı ayininden çıktığınızda içeceğiniz şarapla
kıyaslandığında hiçbir şeye benzemiyor. Şatonun yemek
salonundaki rengârenk şaraplarla dolu, parıldayan sürahileri
görseydiniz... Ya gümüşten sofra takımlarına, işlemeli kâselere,
çiçeklere, şamdanlara ne demeli!.. Böylesi bir Noel yemeğine hiçbir
yerde rastlamadım. Sayın marki, bu çevredeki soyluların hepsini
yemeğe davet etti. Yargıcı ve noter kâtibini saymazsak, masada en
az kırk kişi olacaksınız... Ah, muhterem peder, böyle bir sofraya
konuk olmak ne büyük bir mutluluk!.. O hindileri koklamam bile
yetti, mantarların kokusu hâlâ burnumda... Ah, ah!”
“Tamam evlat, tamam. İsa’nın doğduğu gecede, oburluk ederek
günah işlemeyelim... Hemen gidip mumları yak, sonra da ayin için
ilk çanı çal, gece yarısına az kaldı, geç kalmayalım...”
Bu sohbet, bin altı yüzlü yıllarda, bir Noel gecesinde, bir
zamanlar Barnabitlerin 31 başrahipliğini yapmış, şimdilerde
Trinquelage 32 Şatosu’nun kilisesinin ücretli rahipliğini yürüten
dom Balaguère ile çömezi ya da en azından, bu gece, şeytanın,
yuvarlak yüzünün şaşkın ifadesine bürünerek muhterem pederi
korkunç bir açgözlülük günahına teşvik etmesine bakılırsa, çömezi
olduğunu sandığı ayin eşyası bakıcısı Garrigou arasında geçiyordu.
İşte sözde çömez Garrigou (Öhö! Öhö!) şapelin çanlarını var
gücüyle çalarken, muhterem peder ayin eşyalarının bulunduğu
küçük bölmede cüppesini giyiyor ve bu iştah kabartıcı yemek
tasvirleriyle aklı karışmış bir halde sürekli şunları tekrarlıyordu:
“Kızarmış hindiler... pulları parıldayan sazanlar... kocaman
alabalıklar!..”
Dışarıda gece rüzgârı, çanların seslerini dağıtarak esiyordu ve
üzerinde Trinquelage’ın eski kulelerinin yükseldiği Ventoux
Tepesi’nin yamaçlarında yavaş yavaş ışıklar belirmeye başlamıştı.
Bunlar, şatodaki gece yarısı ayinine katılmak için gelen ortakçı
aileleriydi. Yokuşu beş altı kişilik gruplar halinde şarkılar
söyleyerek tırmanıyor, baba, elindeki fenerle en önden ilerlerken
kadınlar, rüzgârdan korudukları çocuklarını da altına aldıkları
kahverengi mantolarına sıkı sıkıya sarınmış olarak arkadan
geliyorlardı. Bu kararlı topluluk, gecenin bu saatine ve soğuğa
rağmen, her yıl olduğu gibi ayin çıkışında, mutfakların yanında
kendileri için kurulmuş sofralara oturacakları düşüncesiyle neşe
içinde yürüyordu. Ara sıra sarp yokuşta, bir soylunun, önde oturan
meşalecilerin rehberliğinde yol alan arabasının camları ay ışığında
parıldıyor ya da tırıs giden bir katırın çıngırakları yankılanıyordu ve
pusla çevrelenmiş el fenerlerinin ışığında yargıcı tanıyan ortakçılar,
onu selamlıyorlardı:
“İyi akşamlar, Üstat Arnoton!”
“İyi akşamlar, evlatlar!”
Gece aydınlıktı, yıldızlar soğukta parıldıyor, sert poyraz ısırıyor,
yağarken giysileri ıslatmadan aşağı süzülen ince bir dolu, kar
beyazı Noel geleneğine sadık kalıyordu. Yokuşun zirvesindeki şato,
devasa kuleleri, beşik çatıları ve şapelinin karanlık, mavi
gökyüzüne doğru yükselen çan kulesiyle ulaşılması gereken bir
hedef gibi beliriyordu, yapının karanlık fonunda, pencerelerde
gidip gelen, salınan, göz kırpan küçük ışık kümeleri, yanan kâğıdın
küllerinin arasında uçuşan kıvılcımları andırıyordu... Şapele
ulaşmak için, asma köprüyü ve surun gizli kapısını aştıktan sonra,
meşalelerin ve mutfaktan yayılan ışıkların aydınlığında net bir
şekilde seçilebilen arabaların, uşakların, tahtırevanların bulunduğu
ön avluyu geçmek gerekiyordu. Etlerin çevrildiği şişlerin çıkardığı
şıkırtılar, tencerelerin gürültüsü, sofra hazırlanırken birbirine
çarpan kristal ve gümüş takımların çıkardığı sesler yankılanıyor;
kızarmış et ve karışık sosların içindeki baharatlı otların kokularının
yayıldığı ılık bir buhar tabakası, ortakçılar kadar rahiplerin ve
yargıcın iştahını da kabartıyordu. Herkesin dilinde şu sözcükler
dolaşıyordu:
“Ayinden sonra muhteşem bir ziyafet çekeceğiz!”

31. 1530’da Milano’da kurulan Saint Paul Tarikatı’na mensup rahiplerin oluşturduğu topluluk. (Y.N.)
32. Provence lehçesini çağrıştırsa da, hiç kuşkusuz hayalî bir isim. (Y.N.)
II
Çın, çın, çın!.. Çın, çın, çın!..
Gece yarısı ayini başlıyordu. Şatonun şapeli, iç içe geçmiş
küçük kemerleri, tavana kadar yükselen meşe kaplamaları, yerlere
serilmiş halıları, her yanda ışıldayan mumları ile minyatür bir
katedrali andırıyordu. Ne kalabalıktı! Ne tuvaletler vardı! En önde,
koronun etrafını çevreleyen arkası oymalı sıralarda, kayısı renkli
taftadan giysisiyle Trinquelage Markisi ve davetli soylular
oturuyordu. Onların karşısında, brokar kumaştan ateş renkli
giysisiyle markinin yaşlı annesi, onun yanında da kabartma
desenlerle süslenmiş dantelden hotozuyla markinin genç karısı
kadife kaplı dua iskemlesindeki yerini almıştı. Biraz arkada, büyük,
sivri perukları, tıraşlı yüzleri ve göz alıcı ipeklerin, nakışlı
damaskoların arasında biraz ciddi duran siyah elbiseleriyle yargıç
Thomas Arnoton ve noter kâtibi Üstat Ambroy dikkat çekiyordu.
Daha geride şişman sofracıbaşılar, hizmetkârlar, araba uşakları,
kâhyalar ve saf gümüşten bir halkaya geçirdiği bütün anahtarlarını
belinden aşağı sarkıtmış Barbe kadın duruyordu. Arkadaki
banklarda hizmetkârlar ve aileleriyle gelmiş olan ortakçılar
oturuyordu ve nihayet en arkada, işlerinin arasında biraz ayin
havası almak isteyen ve sessizce açıp kapadıkları kapının arasından,
kilisenin yanan onca mumla ılımış, şenlikli ortamına ziyafet
kokuları getiren aşçı yamakları beliriyordu.
Ayini yöneten rahibin dikkatini dağıtan aşçı yamaklarının
küçük beyaz başlıkları mıydı? Ya da bu dalgınlığın nedeni
Garrigou’nun, sunağın kenarında hızlı bir tempoyla salladığı ve
adeta her an, “Acele edelim, acele edelim... Ne kadar çabuk
bitirirsek, sofraya o kadar erken otururuz,” dermiş gibi görünen o
küçük, kudurmuş çıngırak olabilir miydi?
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu şeytanın çıngırağının her
çınlayışında rahip ayini unutup yalnızca ziyafeti düşünüyor,
zihninde işleri başlarından aşkın aşçılar, demirci ocağı gibi yanan
fırınlar, yarı açık tencere kapaklarından yayılan buğular ve içleri
mantarla dolu, çıtır çıtır kızarmış iki muhteşem hindi
canlanıyordu...
Ya da iştah kabartıcı kokular yayan yemekleri taşıyan soylu
genç hizmetkârlarla birlikte, ziyafet için şimdiden hazırlanmış olan
büyük yemek salonuna girdiğini hayal ediyordu. Oh, bu ne harika
bir görüntüydü! Kendi tüyleriyle kaplanmış tavus kuşları, altın
sarısına çalan kahverengi sülünlerin kanatları, yakut renkli şişeler,
yeşil dalların arasına yerleştirilmiş rengârenk meyve piramitleri ve
Garrigou’nun (Ah elbette, Garrigou!) sözünü ettiği, sedef gibi
parlayan pullarıyla sudan yeni çıkmış gibi görünen, rezene
yapraklarının üzerine yatırılmış, kocaman burun deliklerine
baharatlı otlar yerleştirilmiş o leziz balıklar. Bu enfes görüntüler,
dom Balaguère’e, o muhteşem yemeklerin sunağın işlemeli
örtüsünün üzerine yerleştirildiğini düşündürecek kadar canlıydı,
öyle ki rahip iki üç kere Dominus vobiscum! yerine şaşırarak
Benedicite 33 demişti. Muhterem peder bu küçük dalgınlıklar
dışında, tek bir satır bile atlamadan, dizlerini kırarak eğilmeyi bir
kez bile ihmal etmeden, görevini hakkıyla yerine getiriyordu.
Böylelikle birinci ayinin sonuna kadar her şey yolunda gitmişti,
ama bildiğiniz gibi, Noel gecesi aynı rahibin art arda üç ayini
tamamlaması gerekiyordu.
“İlki bitti!” dedi rahip kendi kendine, biraz rahatlamış bir
ifadeyle iç çekerek, ardından hiç vakit kaybetmeden çömezine ya
da çömezi sandığı kişiye işaret etti ve...
Çın, çın, çın! Çın, çın, çın!..
İkinci ayinin başlamasıyla, dom Balaguère de günah işlemeye
başlıyordu.
“Hadi, hadi, acele edelim,” diye sesleniyordu ona Garrigou’nun
çıngırağı biraz sert sesiyle. Bu kez, kendini oburluk illetine
kaptırmış olan ve kabarmış iştahıyla kendinden geçen bahtsız
rahip, dua kitabının sayfalarını tüm bir çırpıda okuyup geçiyordu.
Çılgınlar gibi eğilip doğruluyor, belli belirsiz haç çıkarıyor, işini bir
an önce bitirmek için ayinin gerektirdiği tüm ritüelleri baştan
savma yerine getiriyordu. Kolları İncil’e isteksizce uzanıyor,
Con teor duasını 34 okurken sertçe vurması gereken göğsüne şöyle
ha fçe bir dokunuyordu. Adeta çömeziyle arasında kimin daha
hızlı geveleyeceği konusunda bir yarış başlamıştı. Ayetler ve
karşılıkları hızla birbirini izliyor, karışıyordu. Layıkıyla telaffuz
edilse çok zaman alacak sözcükler dudak ucuyla söyleniyor,
anlaşılmaz mırıldanmalara dönüşüyordu.

“Oremus ps... ps... ps...


Mea culpa... pa... pa...”

Her ikisi de, fıçıdaki üzümü alelacele çiğnerken etrafa sular


sıçratan bağcılar gibi, ayinin Latincesini kafa göz yara yara
okumaya çalışıyorlardı.
“Dom... scum!..” diyordu Balaguère.
“... Stutuo!..” diye yanıtlıyordu Garrigou ve lanet olası küçük
çıngırak, dörtnala koşturmak için posta atlarının boyunlarına
takılanlar gibi hiç durmadan çınlıyordu. Tahmin edeceğiniz gibi,
ayin bu hızla çabucak sona ermişti.
“İkincisi de bitti!” dedi nefesi neredeyse kesilecekmiş gibi
görünen rahip, yüzü kıpkırmızı olmuş, kan ter içinde kalmıştı,
ardından soluk bile almadan sunağın merdivenlerini
yuvarlanırcasına indi ve yine...
Çın, çın, çın!.. Çın, çın, çın!..
Üçüncü ayin başladığında, yemek salonuna geçmek için sadece
birkaç adım kalmıştı. Ama ne yazık ki, ziyafet saati yaklaştıkça
sabırsızlıktan ve kabaran iştahından dolayı ne yapacağını şaşıran
bahtsız Balaguère’in aklında yalnızca biraz ötede duran pulları
yaldızlı sazanlar, kızarmış hindiler vardı... Onlara dokunuyor,
onları... Ah! Tanrım!.. Leziz yemeklerin dumanı tütüyor,
şaraplardan hoş kokular yayılıyor ve küçük çıngırak
kudurmuşçasına çınlarken ona, “Çabuk, çabuk, daha çabuk!..” diye
haykırıyordu.
Ama nasıl daha çabuk olabilirdi ki? Dudaklarını zor bela
oynatabiliyor, sözcükleri dillendiremiyordu... Ulu Tanrı’yı
aldatmadan, ayinini kısaltmadan bunu yapması mümkün değildi...
Ve bahtsız pederin yaptığı da buydu!.. Gitgide kendini günahın
çekiciliğine kaptırıyor, ayetleri önce birer birer, sonra ikişer ikişer
atlıyordu. Çok uzun olduğu için havarinin Yeni Ahit’teki
mektuplarını tamamlamıyor, İncil’e şöyle bir değindikten sonra,
Credo’ya dokunmadan geçiyor, Pater duasını atlıyor, Tanrı’ya
minnet ederek başlayıp, ayin usulüne göre Sanctus’la devam eden
giriş bölümüne uzaktan selam veriyor, böylece hızlı adımlar ve
şeytanî hamlelerle sonsuz cehennem azabına giderek yaklaşıyordu.
Ona mükemmel bir uyumla eşlik eden Garrigou (Uzak dur,
Şeytan!) cüppesini düzeltiyor, dua kitabının sayfalarını ikişer ikişer
çeviriyor, rahlelere çarpıyor, kutsal su kâselerini deviriyor ve küçük
çıngırağı giderek daha hızlı ve daha şiddetli sallıyordu.
Tek bir sözcüğünü bile anlayamadıkları bu ilahileri, rahibin
mimiklerine göre izlemek zorunda kalan katılımcıların
yüzlerindeki şaşkınlık ifadesini görmek gerekirdi! Birileri
otururken, diğerleri ayağa kalkıyor, birileri diz çökerken, diğerleri
doğruluyordu ve bu ilginç ayinin tüm evreleri bankların üzerindeki
kalabalığın uyumsuz hareketleriyle birbirine karışıyordu.
Gökyüzündeki küçük ahıra doğru yoluna devam eden Noel yıldızı,
bu karmaşayı gördüğünde şaşkınlığa kapılarak solmuştu...
“Rahip çok hızlı gidiyor... Takip edebilmek mümkün değil,”
diye mırıldandı markinin annesi başı dönmüşçesine hotozunu
sallayarak.
Çelik çerçeveli iri gözlükleri burnuna düşmüş olan Üstat
Arnoton, dua kitabının hangi sayfasına geldiklerini bulmak için
boşuna çabalıyordu. Aslında ayine katılanların hepsi ziyafeti
düşündükleri için ilahilerin son hızla sürüp gitmesine
kızamıyorlardı ve dom Balaguère ışıldayan yüzüyle onlara dönüp
Ite, missa est sözlerini haykırarak ayinin bittiğini bildirdiğinde,
şapelde tek bir ağızdan yankılanan Deo gratias 35 sesleri, ziyafetin
ilk kadeh tokuşturmalarını haber verircesine sevinç ve coşkuyla
doluydu.

33. Katoliklerin yemekten önce okudukları duanın ilk söz cüğü. (Ç.N.)
34. Günah çıkarma duası. (Ç.N.)
35. Tanrı’ya şükürler olsun. (Ç.N.)
III
Beş dakika sonra, soylular topluluğu rahiple birlikte masaya
oturuyordu. Baştan başa ışıklarla aydınlanmış şatoda şarkılar,
haykırışlar, kahkahalar, mırıltılar yükselirken, çatalını
dağtavuğunun kanadına batıran muhterem peder dom Balaguère,
günahının vicdan azabını şarabının ve etlerin leziz sularının
dalgalarında boğmaya çalışıyordu. Zavallı mübarek adam öylesine
yiyip içti ki, gece daha nedamet getirmeye fırsat bulamadan mide
fesadından ölüp gitti. Ertesi sabah, kulaklarında hâlâ bir önceki
geceki şölenin uğultusuyla Tanrı katına çıktığında başına gelenleri
siz tahmin edin.
“Günahkâr, sakın gözüme görünme!” diye haykırdı Göklerin
Efendisi. “Suçun, erdemli bir yaşamı bir kalemde silip atacak kadar
büyük... Benden, bir gece ayini çaldın... Tamam, o zaman! Bunun
bedelini üç yüz ayinle ödeyeceksin ve cennete ancak kendi
şapelinde, bu günahı senin hatan yüzünden birlikte işlediğin
kişilerin huzurunda üç yüz Noel ayinini tamamladıktan sonra
gidebileceksin...
... İşte dom Balaguère’in zeytinlikler ülkesinde anlatılan gerçek
öyküsü böyleydi. Bugün Trinquelage Şatosu’nun yerinde yeller esse
de, Ventoux Tepesi’nin yeşil meşelerinin arasındaki şapel hâlâ
dimdik ayakta. Rüzgâr aralık duran, eşiği otlarla kaplı kapılarını
dövüyor. Sunağın köşelerinde ve renkli vitrayları çoktan kırılıp
gitmiş olan yüksek pencerelerin aralığında kuş yuvaları var. Yine
de, her yıl Noel gecesinde ayine ve ziyafete giden köylüler,
yıkıntıların arasında mucizevi bir ışığın parıldadığını, bu belli
belirsiz şapelin, kara ve rüzgâra rağmen açık havada yanan
mumlarla aydınlandığını görüyorlardı. İsterseniz gülebilirsiniz, ama
yörenin bağcılarından Garrigue –hiç kuşkusuz Garrigou’nun
torunlarından biriydi– bana bir Noel akşamı içki âleminden sonra,
Trinquelage Şatosu’na çıkan dağda yolunu kaybettiğinde
gördüklerini şöyle anlatmıştı: Saat on bire kadar hiçbir şey
olmamıştı, her yer sessiz ve sakindi. Gece yarısına doğru, birden
kulenin eski, çok eski bir çanının, adeta on fersah uzaktan gelirmiş
gibi yankılanan çınlaması işitilmişti. Az sonra da, Garrigue şatoya
çıkan yolda alevlerin titreştiğini, belli belirsiz gölgelerin harekete
geçtiğini görmüştü. Şapelin girişine doğru yürüyenler, fısıldaşanlar
vardı:
“İyi akşamlar, Üstat Arnoton!”
“İyi akşamlar, evlatlar!..”
Herkes içeri girdiğinde, yavaşça yaklaşan yürekli bağcı, kırık
kapının aralığından içeri baktığında ilginç bir sahneyle
karşılaşmıştı. Az önce geçtiklerini gördüğü bu insanların tamamı,
harabeye dönmüş nefte, eski sıralar hâlâ oradaymış gibi, koronun
etrafındaki yerlerini almışlardı. Brokar kumaştan elbiseleri,
dantelden başlıklarıyla hanımefendiler, göz alıcı giysileriyle soylu
beyefendiler, büyük dedelerimizin giydikleri çiçek desenli
ceketleriyle köylüler, hepsi solmuş, yaşlanmış yüzleri, yıpranmış
ifadeleriyle oradaydılar. Ara sıra, şapelin her zamanki sakinleri olan
gece kuşları bu ışıklarla uyanarak, alevleri bir tülbentle sarılmış
gibi belli belirsiz yukarı doğru yükselen mumların etrafında
süzülüyorlardı. Ama Garrigue’i en çok eğlendiren, bu kuşlardan
birinin, devamlı peruğunu düzeltmeye çalışan, gözlükleri çelik
çerçeveli bir zatın başının üstüne sıkıca tünemiş bir halde sessizce
kanatlarını çırpmasıydı.
En geride, koronun ortasına diz çökmüş, çocuk gibi kısa boylu,
ufak tefek bir ihtiyar, sesi çıkmayan tokmaksız bir çıngırağı
umutsuzca sallarken, bir rahip de sırmaları dökülmüş cüppesiyle
sunağın önünde gidip geliyor, tek bir sözcüğü bile anlaşılmayan
dualar okuyordu... Bu kişi hiç kuşku yok ki, üçüncü ayinini yöneten
dom Balaguère’den başkası değildi.
PORTAKALLAR
Fantezi

Paris’te portakalların, yere düşüp toplanan meyveler gibi


hüzünlü bir halleri vardır. Yağmurlu ve soğuk karakışın ortasında,
ılımlı lezzetlere alışkın kentlere çıkageldiklerinde, parıldayan
kabukları ve yoğun kokuları onların biraz farklı, biraz uçarı
görünmelerine yol açar. Sisli akşamlarda, kırmızı kâğıttan
fenerlerin loş ışığında, seyyar satıcıların el arabalarına yığılarak
keder içinde kaldırımlara sıralanırlar. Arabaların ve atlı
tramvayların gürültüsü arasında yitip giden tekdüze ve tiz bir
haykırış onlara eşlik eder:
“İki kuruşa Valensiya portakalı!”
Ağacından geriye kalan ince yeşil sapıyla uzaklardan gelen bu
yuvarlak meyve, Parislilerin dörtte üçüne şekerleme gibi görünür.
İpeksi bir kâğıda sarılmış olmaları, panayırlarda boy göstermeleri
bu çağrışımı daha da güçlendirir. Özellikle ocak ayı yaklaştığında,
caddelere saçılmış binlerce portakal ve yol kenarındaki çamurlu
sularda sürüklenen kabukları, insanın aklına devasa bir Noel
ağacının, Paris’in üzerinden geçerken yapay meyvelerle dolu
dallarını silkelediğini getirir. Portakallara, seçilmiş ve parlatılmış
halleriyle ışıklı tezgâhlarda, hapishanelerin ve düşkünler
yurtlarının kapılarında, bisküvi kolileri ve elma yığınlarının
arasında, dans salonlarının ve pazar gösterilerinin sergileneceği
tiyatroların önlerinde, kısacası her yerde rastlamak mümkündür.
Ne s kokuları gaz kokularına, akordu bozuk kemanların
gıygıylarına ve gösteri salonlarının üst katlarındaki sıraların 36
tozuna karışır. Portakallar hayatımıza o kadar girmişti ki, insan
onların ağaçta yetiştiğini unutabilir, oysa onlar, bize Güney
Fransa’dan sandıklarla gönderilmiştir; meyveleri toplanmış,
budanmış, kılık değiştirmiş ağaçlar ise kışı geçirdikleri sıcak
seralardan sonra, kendilerini kısa süreliğine açık havada gösterirler.
Portakalları daha yakından tanımak için onları, kendi ülkelerinde,
Balear Adaları’nın, Sardinya’nın, Korsika’nın, Cezayir’in,
Akdeniz’in ılık, parlak mavi atmosferinde görmek gerekir. Blida’nın
girişindeki o muhteşem portakal ağacı korularını hatırlıyorum.
Koyu yeşil renkli, cilalanmış gibi parıldayan yaprakların arasında
renkli cam gibi ışıldayan meyveler, etraftaki göz alıcı çiçekleri,
yaldızlı renkler yayan görkemli bir haleyle sarmalıyordu. Sağda
solda, ağaçların dalları arasındaki açıklıklardan, küçük şehrin
surları, bir caminin minaresi, bir marabutun 37 türbesinin kubbesi
ve daha yukarıda, etekleri yeşil ve ara sıra kar yığınlarının belli
belirsiz öbekler halinde aşağıya doğru döküldüğü, zirvesi beyaz bir
kürkle kaplı Atlas Dağları’nın devasa kütlesi seçilebiliyordu.
Orada bulunduğum sırada bir gece, bölgede otuz yıldan beri
yaşanmamış bir doğa olayı olmuştu, şehri soğuk bir hava dalgası
kaplamış ve Blida sabah vakti beyaz bir kar tabakasıyla örtülmüş
olarak uyanmıştı. Cezayir’in bu berrak, temiz havasında, kar bir
sedef tozu gibi yağıyordu. Kar tanelerinden beyaz tavus kuşu
tüylerininkilere benzer yansımalar yayılıyordu. Ama en güzeli
portakal bahçeleriydi. Ağaçların sık ve sağlam yaprakları karı, tıpkı
lake tepsilerde servis edilen meyveli sorbeler gibi duru ve hiç
bozulmamış bir halde muhafaza ediyordu, karla kaplanmış tüm
meyvelerin zarif bir şekerlemeyi andıran hoş bir görünümü vardı,
tıpkı beyaz şeffaf kumaşlara sarılmış altınlar gibi ha fçe
ışıldıyorlardı. Bu manzara, dantel cüppelerin altındaki kırmızı
rahip giysilerinin, sunakları kaplayan güpürlerin yaldızlı süslerinin
sergilendiği bir kilise törenini andırıyordu.
Ama portakallar konusunda aklımda kalan en güzel anılar
Barbicaglia’da, Ajaccio yakınlarında yer alan ve sıcak saatlerde
şekerleme yapmaya gittiğim büyük bir bahçede yaşadıklarımla
ilgilidir. Orada, Blida’dakilerden daha uzun ve seyrek olan portakal
ağaçları, bahçeden dikenli bir çit ve bir hendekle ayrılan yola kadar
iniyordu. Yolun hemen ardında, uçsuz bucaksız, masmavi deniz
uzanıyordu... O bahçede ne keyi i saatler geçirmiştim! Başımın
üzerindeki çiçekli ve meyveli portakal ağaçları mis gibi kokularını
yayar, bazen sıcaktan ağırlaşmış gibi görünen olgun bir portakal
dalından koparak yankısız, boğuk bir ses çıkararak yanıma, toprağa
düşerdi. Portakalı almak için elimi uzatmam yeterliydi. İçleri koyu
kırmızı olan bu meyveler muhteşemdi. Lezzetlerine ufkun
mükemmel manzarası eklenirdi! Yaprakların arasından, sisli havada
harelenen kırık cam parçaları gibi göz kamaştıran denizin mavisi
görülürdü. Bir de, dalgaların çok uzaklara kadar havayı sarsan
çalkantıları, insanı görünmez bir kayıktaymışçasına sallayan
fısıltının ahengi, o insanın içini ısıtan sıcak, portakalların kokusu...
Ah, Barbicaglia bahçesinde uyumak ne keyi iydi!
Yine de bazen, uykumun en tatlı anında davul sesleriyle
yerimden sıçrayarak uyandığım olurdu. Zavallı davulcular yolun
üzerinde prova yapıyorlardı. Çitin aralıklarından, davulların bakır
kasnaklarını, kırmızı pantolonların üzerine giydikleri beyaz
önlükleri seçebiliyordum. Yolun tozunun acımasızca yansıttığı göz
kamaştırıcı güneş ışınlarından korunmak isteyen bu zavallıcıklar,
bahçenin alçak çitinin dibine sığınıyorlardı. Ne davul çalıştı o!
Davullarını çalarken nasıl da terlerlerdi! O zaman, kendimi
daldığım hayallerden zorla uzaklaştırıyor, elimin hemen yanında,
dallarından sarkan bu altın kırmızısı ne s meyvelerden birkaçını
onlara fırlatıyordum. İsabet alan davulcu susuyordu. Önündeki
hendekte yuvarlanan o muhteşem portakalın nereden geldiğini
anlamak için bir süre çevresini gözden geçirdikten sonra çabucak
eğilip yerden aldığı meyveyi kabuklarını bile soymadan dişliyordu.
Barbicaglia’nın hemen yanında, bahçeden alçak bir duvarla
ayrılan ve bulunduğum yerden rahatça görebildiğim ilginç, küçük
bir bahçe daha olduğunu hatırlıyorum. Mütevazı bir şekilde
düzenlenmiş küçük bir araziydi. Sarı kumlarla kaplı zemini,
yemyeşil şimşirlerle çevrili yolları, giriş kapısının önündeki iki servi
ağacıyla Marsilya malikânelerinin bahçelerini anımsatıyordu. Hiç
gölgeliği yoktu. Dipte, zemin hizasında mahzeninin parmaklıkları
beliren, beyaz taştan bir bina vardı. Bu yapıyı önce bir taşra evi
sanmıştım, ama daha dikkatle baktığımda tepesindeki haçtan,
okuyamasam da taşa kazılmış bir yazıttan, buranın Korsikalı bir
ailenin mezarı olduğunu anladım. Ajaccio’nun çevresinde, her biri
özel bir bahçenin ortasına inşa edilmiş birçok şapel vardır. Aileler,
ölülerini pazar günleri bu mekânlarda ziyaret ederler. Bu şapeller
sayesinde ölüm, iç içe geçmiş mezarlıkların iç karartıcı
görüntüsüyle anılmaktan kurtulmuş oluyor. Sessizliği yalnızca
dostların ayak sesleri bozuyor.
Bulunduğum yerden, tatlı bir ihtiyarın bahçenin yollarında
minik adımlarla sakin sakin yürüdüğünü görebiliyordum. Her gün
ağaçları buduyor, toprağı belliyor, suluyor, solmuş çiçekleri özenle
koparıyordu. Ardından, hava kararırken ölmüş akrabalarının yattığı
küçük şapele giriyor, beli, tırmıkları, süzgeçli büyük kovaları büyük
bir titizlikle yerlerine koyuyordu ve tüm bunları bir mezarlık
bahçıvanın sükûneti ve dinginliğiyle yapıyordu. Bu tatlı ihtiyar her
günkü görevlerini farkında olmasa da adeta huşu içinde yerine
getiriyor, her işini sessizce görürken, mahzenin kapısını sanki birini
uyandırmaktan korkarmışçasına usulca kapıyordu. Bu küçük
bahçenin görkemli bir sessizlik içinde yapılan bakımı bir kuşu bile
rahatsız etmiyor, komşuluğu insanın içini karatmıyordu. Yalnız,
deniz daha uçsuz bucaksız, gökyüzü daha yüksek görünüyor ve bu
bitmek bilmeyen şekerleme, şaşırtıcı yaşam gücüne sahip doğanın
ortasında çevresine sonsuz bir uykunun dinginliğini yayıyordu.

36. “Kümes” olarak da adlandırılan, gösterinin güçlükle iz lendiği ve duyulduğu bu bölme konforsuz
banklarına rağmen keseye uygun olması nedeniyle öz ellikle halkın alt katmanları tarafından tercih
edilirdi. (Y.N.)
37. Ermiş bir Müslümana verilen ad. Aynı z amanda bu kişinin imamlığını yaptığı camiyi ya da –burada
olduğu gibi– mez arını ifade edebilir. (Y.N.)
İKİ HAN

Bir temmuz günü öğleden sonra, Nîmes’den dönüyordum.


Boğucu bir sıcak vardı. Gökyüzünü kaplayan mat gümüş
rengindeki güneşin altında kavrulan tozdan bembeyaz olmuş yol,
zeytin bahçelerinin ve küçük meşelerin arasından göz alabildiğince
uzanıyordu. Ne bir gölgelik ne bir esinti vardı. Yalnızca sıcak
havanın titreşimi ve ağustosböceklerinin tiz çığlıklarından oluşan
ve kulakları sağır eden, hızlı tempolu bu çılgın müzik, o devasa ışık
titreşiminden çıkar gibiydi... İki saat boyunca bu ıssız yolda
yürüdükten sonra, birden karşımda yolun tozlarının arasında
beliren birkaç beyaz ev gördüm. Burası, Saint-Vincent konaklama
alanıydı: Beş altı çiftlik evi, cılız incir ağaçlarının arasında susuz bir
yalak ve daha ötede yolun iki yanında karşı karşıya bakan iki
büyük handan oluşuyordu.
Bu karşılıklı iki handa tuhaf olan bir şeyler vardı. Bir yanda,
önünde duran posta arabası, koşumları çözülen terlemiş atlar, alçak
duvarlarının gölgesinde alelacele bir şeyler içen yolcular, katırlar,
yük arabaları, akşam serinliğini beklemek üzere sundurmaların
altına uzanmış arabacılarla dolu avlusuyla yaşam fışkıran, kapıları
ardına kadar açık, yeni, büyük bir bina vardı. Haykırışların ve
küfürlerin yankılandığı salondan masalara vurulan yumrukların,
tokuşturulan kadehlerin, bilardo toplarının, açılan limonata
şişelerinin tıpalarının sesleri geliyor ve camları titreterek şarkı
söyleyen birinin şen ve coşkulu sesi tüm bu gürültüyü bastırıyordu:

“Güzel Margotan
Sabah kalkıp erkenden
Gümüş ibriğiyle
Su almaya giderdi dereden”
Karşıdaki han ise, tam tersine sessiz ve terk edilmiş gibiydi.
Giriş kapısının önünü otlar bürümüş, pencere kanatları kırılmış,
merdivenin basamakları yoldaki taşlarla döşenmişti, kapının
üzerinden bir sorgucu andıran cılız bir çobanpüskülü dalı
sarkıyordu... Bu görüntü öylesine içler acısıydı ki, burada mola
verip bir şeyler içmek için insanın merhamet duygularının çok
güçlü olması gerekiyordu.

İçeri girdiğimde, perdesiz üç geniş penceresinden içeri sızan,


göz kamaştırıcı güneş ışınlarıyla daha da kasvetli ve ıssız görünen
uzun bir salonla karşılaştım. Üzerinde tozlarla kaplanmış
bardakların durduğu ayakları sallanan birkaç masa, yalvarırcasına
top bekleyen delikleri ve yırtılmış çuhasıyla bir bilardo masası, sarı
bir divan ve eski bir tezgâh üzerlerine çöken sıcağın ağırlığıyla
uyuyordu. Ve tavanı, camları, bardakları, her yanı sinek kümeleri
kaplamıştı! Hayatımda hiç bu kadar sineği bir arada görmemiştim...
Kapıyı açtığımda, arı kovanına girmişim gibi, bir kanat vızıltısı, bir
titreşim başladı.
Salonun bir ucunda, pencerenin pervazında, cama dayanmış,
dalgın dalgın dışarıyı seyreden bir kadın vardı.
“Hey! Hancı!” diye seslendim iki kere.
Bizim oralarda, yaşlıların taktığı, kırmızıya çalan dantel
başlığından sarkan kurdelelerin çevrelediği kırışmış, derisi çatlamış,
toprak rengi köylü yüzünü yavaşça bana doğru çevirdi. Yaşlı bir
kadın olmasa da, gözyaşları onu çökertmişti.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu gözyaşlarını silerken.
“Biraz oturup bir şeyler içmek istiyorum...”
Yerinden hiç kımıldamadı ve ne söylediğimi anlamamışçasına
şaşkın şaşkın bana baktı.
“Burası han değil mi yoksa?”
Kadın iç çekti:
“Evet, han olmasına han da... Ama neden diğerleri gibi
karşıdaki hana gitmiyorsunuz? Orası daha şenlikli...”
“Benim için biraz fazla şenlikli... Burada dinlenmeyi tercih
ederim,” dedim ve yanıtını beklemeden masanın birine oturdum.
Niyetimin ciddi olduğunu anlayan hancı kadın telaşla gidip
geliyor, çekmeceleri açıyor, şişeleri sallıyor, bardakları siliyor,
sinekleri kovalıyordu... Hizmet edilecek bir yolcunun varlığının
onun için çok önemli olduğu anlaşılıyordu. Zavallı kadın ara sıra
duruyor, bu işin üstesinden gelemeyeceği endişesine kapılmışçasına
başını elleri arasına alıyordu.
Ardından dipteki bölmeye geçtiğinde, kocaman anahtarları
şıngırdattığını, kilitleri zorladığını, ekmek teknesini karıştırdığını,
ü ediğini, tabakların tozunu alıp yıkadığını duydum. Ara sıra derin
derin iç çekiyor, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu.
On beş dakika süren hazırlıktan sonra önüme bir tabak kuru
üzüm, kaya gibi sert, bayat bir Beaucaire ekmeği ve bir şişe kötü
şarap koydu.
“Yemeğiniz hazır!” dedikten sonra, bu garip kadın hemen geri
dönüp pencerenin önündeki yerini aldı.

Şarabımı içerken onu konuşturmaya çalışıyordum.


“Pek fazla konuğunuz olmuyor galiba?”
“Ah hayır, bayım, buraya kimse gelmez... Burada yalnızca biz
varken, durum faklıydı: Yıl boyunca kapımızın önü arabadan
geçilmezdi, kılkuyruk 38 mevsiminde avcılara ziyafetler verirdik...
Ama komşular geldikten sonra, işlerimiz ters gitmeye başladı...
Herkes orayı tercih ediyor, bizim hanı iç karartıcı buluyorlar.
Doğrusu burası o kadar da sevimli bir yer değil, ben de güzel
sayılmam, üstelik hastalıklıyım, iki küçük kızım öldü... Oysa
karşıda kahkahalar hiç eksik olmaz. Karşı hanı, dantel giysileri,
boynundaki üç halkalı altın zinciriyle oldukça güzel görünen
Arleslı bir hanım işletiyor. Âşığı olan posta arabacısı yolcuları hep
oraya indirir. Üstelik oda hizmetçisi olarak bir sürü ha fmeşrep
kadın tutmuşlar... Yani işlerini iyi biliyorlar! Bezouce’un,
Redessan’ın, Jonquières’in bütün gençleri orada. Arabacılar ona
uğramak için yollarını değiştiriyorlar... Bense burada tek başıma
ömrümü tüketiyorum.”
Bunları söylerken alnını yine cama dayamıştı, sesi dalgın ve
kayıtsızdı. Hiç kuşkusuz karşı handa zihnini kurcalayan bir şeyler
dönüyordu...
Birden, yolun karşısında büyük bir hareketlenme oldu. Posta
arabası tozları kaldırarak hareket ediyor, kamçı sesleri, arabacının
borusu ve kapıya koşturan kızların bağırışları duyuluyordu:
“Hoşça kal!.. Hoşça kal...” Ve yine tüm bu gürültüyü az önceki
o müthiş ses bastırdı:

“Gümüş ibriğiyle
Su almaya giderdi dereden
Oraya vardığında
Üç şövalye gördü kendisini bekleyen”

... Bu sesi duyar duymaz tüm bedeni titreyen kadın bana döndü
ve “Duyuyor musunuz?” diye sordu alçak sesle, “bu kocam, güzel
söylüyor değil mi?”
Şaşkınlıkla ona baktım.
“Nasıl? Kocanız mı?.. O da mı karşı hana gidiyor?”
O zaman hüzünlü ama oldukça sakin bir ifadeyle, “Ne
bekliyordunuz ki, bayım?” dedi. “Erkekler böyledir, karşılarında
ağlayan bir kadın görmek istemezler, oysa ben kızlarımın
ölümünden sonra sürekli ağlıyorum... Üstelik kimsenin uğramadığı
bu koca fakirhane, insanın içini karartıyor. Canı çok sıkıldığında
zavallı José’m karşı hana içmeye gider ve sesi çok güzel olduğu için
Arleslı kadın ona şarkı söyletir. Şiişşt!.. İşte yeniden başlıyor.”
Ve titreyerek ellerini öne doğru uzattıktan sonra yüzünü daha
da çirkinleştiren gözyaşlarına boğuldu, pencerenin önünde
kendinden geçmiş bir halde Arleslı kadın için şarkı söyleyen
José’sini dinliyordu:

“İçlerinden biri,
‘Günaydın tatlı kız’ dedi ona.”

38. Genellikle kutup bölgesinde yaşayan, kasım ve nisan ayları arasını Fransa’da geçiren ördekgiller
familyasından göçmen kuş türü. (Y.N.)
MILIANA’DA
Yolculuk Notları

Bu kez sizi, bir günlüğüne Cezayir’in, değirmenden iki ya da


üç yüz mil uzaktaki, küçük, şirin bir kentine götüreceğim... Böylece
davulların ve ağustosböceklerinin seslerinden biraz uzaklaşmış
olacağız...
... Yağmur yağacak, gökyüzü gri, Zaccar Tepesi’nin 39 zirvesi
sisle kaplı. İç karartıcı bir pazar günü... Oteldeki küçük
odamdayım, Arapların surlarına bakan pencere açık, oyalanmak
için sigaranın birini yakıp birini söndürüyorum... Otelin tüm
kütüphanesi emrime tahsis edildi, müşterilerin ayrıntılı bilgilerinin
bulunduğu bir kayıt defteri ile Paul de Kock’un 40 birkaç romanı
arasında, Montaigne’in birkaç bölümü eksilmiş bir kitabını
buldum... Kitabı rastgele açtım, Etienne de la Boétie’nin ölümü
üzerine yazdığı o muhteşem mektubu yeniden okudum... Ve şimdi,
hiçbir zaman olmadığım kadar karamsar bir halde derin
düşüncelere daldım... Yağmur yağmaya başladı. Pencerenin
pervazına düşen her damla, geçen yılın yağmurlarından kalma toz
yığınlarının üzerine geniş bir yıldız çiziyor... Kitabım elimden
kayıyor ve uzun uzun bu melankolik yıldızı seyrediyorum...
Saat kulesi ikiyi çalıyor, – kule dediğim yer, bir marabutun,
buradan, uzun beyaz duvarlarını görebildiğim türbesi... Zavallı
derviş!.. Bundan otuz yıl önce, türbesinin ortasına yerleştirilecek
belediyeye ait kocaman bir kadranın, her pazar saat ikide, Miliana
kiliselerine öğleden sonra duasının zamanının geldiğini
bildireceğini kim öngörebilirdi ki?.. Ding! Dong! İşte çanlar
çalmaya başlıyor!.. Daha uzun süre de çalmaya devam edecekler...
Oda gerçekten de çok kasvetli. Felse düşünceler olarak da
adlandırılan, kocaman sabah örümcekleri her yana ağlarını
örmüşler... Dışarı çıkalım.

Büyük meydana vardığımda 3. Piyade Alayı’nın 41 bandocuları


şe erinin etrafına toplandılar. Karargâhın pencerelerinden birinde,
yanında kızlarıyla birlikte general belirdi; kol kola girmiş
kaymakam ve sulh yargıcı da meydanı turluyorlar. Yarı çıplak Arap
çocukları, bir köşede vahşi çığlıklar atarak bilye oynuyorlar. Biraz
ileride, yırtık pırtık giysileri içindeki yaşlı bir Yahudi, dün burada
bıraktığı güneş ışığını arıyor, yerinde bulamayınca şaşırıyor... “Bir,
iki, üç, başla!” Bando, geçen kış laternaların pencerelerimin altında
çaldıkları, Talexy’nin eski bir mazurkasına başlıyor. O zamanlar
canımı sıkan bu mazurka, şimdi beni gözlerimi yaşlarla dolduracak
kadar duygulandırdı.
Ah, 3. Alay’ın müzisyenleri nasıl da mutlu görünüyorlardı!
Ritim ve şamatanın etkisiyle kendilerinden geçmiş, gözlerini
onaltılık notalara sabitlemiş, tempo tutmaktan başka bir şey
düşünmüyorlar. Tüm benlikleriyle, enstrümanlarının ucuna iki
bakır telle tutturulmuş o el büyüklüğünde kare şeklindeki kâğıda
odaklanmışlar. “Bir, iki, üç, başla!” Bu askerler için hepsi bundan
ibaret; çaldıkları milli ezgiler asla onların ulusal duygularını
kabartamaz... Ne var ki ben bandoda değildim, bu müzik içimi
hüzünle dolduruyor ve oradan uzaklaşıyorum...

Bu kasvetli pazar öğleden sonrasını nerede geçirsem? Güzel!


Seyyid Ömer’in dükkânı açık... Oraya gidelim.
Dükkânı olsa da, Seyyid Ömer bir tüccar değildi. Emir
soyundan gelen ve yeniçeriler tarafından boğularak öldürülen eski
bir Cezayir valisinin 42 oğluydu. Seyyid Ömer babasının ölümünden
sonra, çok sevdiği annesiyle birlikte Miliana’ya çekilmiş ve birkaç
yıl boyunca tazıları, şahinleri, atları ve karılarıyla birlikte portakal
ağaçları ve çeşmelerle çevrili serin ve şirin saraylarda bilge bir
soylu olarak yaşamıştı. Fransız işgalinde, önce Abdülkadir 43 ile
işbirliğine giderek düşmanımız olmuş, ardından emirle arası
açılınca silah bırakmıştı. Seyyid Ömer’in yokluğunda Miliana’ya
giren emir, intikam almak için onun saraylarını yağmalamış,
portakal bahçelerini yerle bir etmiş, annesini, boğazını büyük bir
sandığın kapağına sıkıştırarak öldürdükten sonra atlarını ve
karılarını alarak gitmişti... Öfkeden çılgına dönen Seyyid Ömer
hemen Fransızların hizmetine girmiş, emire karşı sürdürülen savaş
boyunca en mükemmel ve en acımasız askerimiz olmuştu. Savaş
bitince Seyyid Ömer Miliana’ya geri döndü, ama bugün bile
Abdülkadir’den söz edildiğini duyduğunda rengi solar, gözleri
nefretle parlar.
Seyyid Ömer altmış yaşında. Ama yaşına ve çiçek hastalığının
yüzünde bıraktığı izlere rağmen, uzun kirpikleri, kadınsı bakışları,
çekici gülümsemesi ve soylu ifadesiyle hâlâ yakışıklılığını koruyor.
Savaş yüzünden malını mülkünü kaybetti, eski büyük servetinden
geriye Şelif Ovası’nda bir çiftlik ve Miliana’da gözünün önünde
yetiştirdiği üç oğluyla birlikte mütevazı bir yaşam sürdürdüğü bir
ev kaldı. Yerli şe eri ona büyük saygı duyuyor. Bir anlaşmazlık
çıktığında herkes ona başvuruyorlar, verdiği kararlar neredeyse her
zaman kanun yerine geçiyor. Dışarı pek fazla çıkmaz, öğleden
sonraları yola bakan evinin bitişiğindeki dükkânına çekilir. İçerisi,
kireç badanalı beyaz duvarları, dükkânı halka biçiminde çevreleyen
tahta sediri, yastıkları, iki mangalıyla oldukça sade döşenmiştir...
İşte Seyyid Ömer’in, tıpkı Süleyman gibi sorunları dinlediği ve adil
kararlar verdiği mekân burasıdır.

Bugün pazar olduğundan içerisi kalabalık. Bir düzine kabile


şe , kapüşonlu pelerinleriyle çepeçevre diz çökerek oturmuşlar.
Her birinin yanında uzun bir çubuk ve telkariden bir kâsenin içine
yerleştirilmiş bir ncan kahve var... İçeri girdiğimde kimse yerinden
kımıldamadı... Oturduğu yerden beni sevimli gülümsemesiyle
karşılayan Seyyid Ömer, eliyle hemen yanındaki sarı ipekten geniş
bir yastığın üzerine oturmam için işaret ettikten sonra parmağını
dudağına götürerek konuşulanları dinlememi istedi.
Mesele şu: Bir arazi meselesi yüzünden anlaşmazlığa düşen
Beni-Zougzoug kabilesinin şe yle Milianalı bir Yahudi, sorunu
Seyyid Ömer’e anlatıp onun vereceği karara uymak konusunda
anlaşmışlar. Aynı gün randevu alınmış, tanıklar çağrılmış; ama
birden kir değiştiren Yahudi, tanıklarını getirmeden tek başına
gelmiş, Seyyid Ömer yerine Fransızların sulh hâkimine başvurmayı
tercih ettiğini söylemiş... İçeri girdiğimde durum böyleydi.
Yahudi –yaşlı, sarımtırak sakallı, kahverengi ceketli, mavi
çoraplı, kadife kasvetli bir adam– başını yukarı kaldırıyor, yalvaran
gözlerini yuvarlıyor, Seyyid Ömer’in terliklerini öpüyor, kafasını
öne eğiyor, diz çöküyor, ellerini kavuşturuyor... Arapça bilmesem
de, Yahudi’nin yüz ifadesinden ve sürekli tekrarladığı “Zulh hâkimi,
zulh hâkimi” sözlerinden neler söylediğini tahmin edebiliyorum:
“Seyyid Ömer’in adaletine güveniyoruz. Seyyid Ömer bilgedir,
Seyyid Ömer adildir... Yine de, zulh hâkimi davamızın çözümünde
daha yerinde bir karar verecektir.”
Dükkândakiler bu sözlere içerleseler de, tam bir Arap gibi
davranıp soğukkanlılıklarını korumaya devam ettiler...... Seyyid
Ömer, –alaycıların şahı– yastığına uzanmış dudağında kehribar
ağızlığı, dalgın bakışlarıyla onu gülümseyerek dinliyor. Birden,
konuşmasının en hararetli anında biri, Yahudi’nin sözlerini sert bir
sesle caramba diye bağırarak kesiyor. Kabile şe nin tanığı olarak
orada bulunan bir İspanyol sömürgeci yerini terk ederek
İskariyot’a 44 yaklaşıyor ve ona her dilden –hatta aralarında, burada
anmak istemediğim kadar ağır bir Fransızca küfür de var– ve her
türden küfürler savuruyor... Seyyid Ömer’in Fransızca bilen oğlu,
babasının huzurunda böyle bir sövgünün dile getirilmesi karşısında
kızararak dışarı çıkıyor. –Arap terbiyesinin bu özelliğini akılda
tutmalı.– Dinleyiciler her zamanki gibi soğukkanlılıklarını
korurken, Seyyid Ömer her zamanki gibi gülümsüyor. Ayağa
kalkan Yahudi korkudan titreyerek geri adımlarla kapıya
yaklaşırken “Zulh hâkimi, zulh hâkimi” diye mırıldanmaya devam
ediyor... Dışarı çıktığında, öfkeli İspanyol da peşinden gidiyor ve
caddenin ortasında yüzüne iki yumruk –Bam! Güm!– indiriyor...
İskariyot kollarını göğsünde birleştirerek diz çökerken, yaptığından
biraz utanan İspanyol içeri dönüyor... İspanyol’un uzaklaşmasıyla
hemen ayağa fırlayan Yahudi sinsi bakışlarını etrafını çevreleyen
kalabalığın üzerinde gezdiriyor. Yahudilere besledikleri kinin bir
araya getirdiği her ırktan –Maltalılar, Mahonlular 45, zenciler,
Araplar– insan var orada ve onu bu halde görmenin key ni
çıkarıyor... Bir an duraksayan İskaryot, sonra bir Arap’ı pelerininin
eteğinden yakalıyor:
“Gördün değil mi, Ahmet?.. Buradaydın sen de... O Hıristiyan
beni yumrukladı... Tanığım olacaksın... Evet... Evet... Tanıklık
edeceksin.”
Arap pelerininin eteğini çekip Yahudi’yi iteliyor... Hiçbir şey
bilmiyormuş, hiçbir şey görmemiş, o sırada başka yere
bakıyormuş...
“Ama Kaddur sen gördün, o Hıristiyan’ın bana vurduğunu
gördün...” diye haykırdı zavallı İskaryot, elindeki frenkincirinin
kabuğunu soyan iriyarı bir zenciye.
Zenci aşağılayıcı bir ifadeyle yere tükürdükten sonra uzaklaştı.
O da hiçbir şey görmemiş... Kömür rengi gözleri kasketinin altında
bir iblis gibi parlayan ufak tefek Maltalı da bir şey görmemiş.
Başındaki nar sepetiyle gülerek uzaklaşan esmer tenli Mahonlu
kadın da hiçbir şey görmemiş.
Yahudi’nin haykırışları, yakarışları, çırpınışları boşuna... Tanık
yok! Kimse bir şey görmemiş... Neyse ki o sırada iki dindaşı,
başlarını öne eğmiş bir halde duvarın kenarından süklüm püklüm
yürüyor. Yahudi gözüne onları kestiriyor.
“Çabuk, gelin, kardeşlerim! Hemen dava vekiline, hemen zulh
hâkimine gidiyoruz!.. Siz gördünüz... Yaşlı bir adamı nasıl
dövdüğünü gördünüz!”
Görmez olurlar mı! Tabii ki görmüşler.
Seyyid Ömer’in dükkânında büyük bir coşku yaşanıyor...
Kahveci ncanları dolduruluyor, çubuklar yakılıyor. Sohbetler
ediliyor, kahkahalar atılıyor. Bir Yahudi’nin dayak yemesini görmek
çok keyi i!.. Uğultuların ve dumanların arasından yavaşça kapıya
yanaşıyorum; Yahudi mahallesine gidip, İskariyot’un din
kardeşlerinin bu hakarete nasıl tepki vereceklerini görmek
istiyorum...
Seyyid Ömer arkamdan, “Bu akşam yemeğe gel, müsyö” diye
seslendi bana...
Tekli ni kabul edip teşekkür ediyorum. Şimdi dışarıdayım.
Yahudi mahallesinde herkes istim üstünde. Olay şimdiden
in ale neden olmuş. Dükkânlarda kimse yok. Nakışçılar,
terzihaneler, saraçhaneler, bütün İsrail sokaklara dökülmüş...
Erkekler –kadife kasketli, mavi yün çoraplı– gruplar halinde
toplanmış, ellerini kollarını sallaya sallaya konuşuyorlar... Solgun
benizli, tombul yanaklı, yüzleri siyah şeritlerle çevrili, sırma
göğüslüklü dümdüz elbiselerinin içinde tahtadan yapılmış put gibi
dimdik duran kadınlar miyavlaya miyavlaya bir gruptan diğerine
mekik dokuyorlar... Oraya vardığımda, kalabalıkta bir
hareketlenme oluyor. İnsanlar itişip kakışıyor, sağa sola
koşuşuyorlar... Tanıklarının desteğini almış olan Yahudi –hikâyenin
kahramanı– yüreklendirici sözlerle kendisini teşvik eden
kasketlilerin oluşturduğu iki saf arasında ilerliyor.
“Öcünü, öcümüzü, Yahudi halkının öcünü al, kardeşim. Hiç
çekinme, yasalar senden yana.”
Üzeri çamsakızı ve meşin kokan çirkin bir cüce, acınası bir
ifadeyle yanıma yaklaşıp derin derin iç çekerek, “Görüyorsun, değil
mi? Biz zavallı Yahudilere nasıl davranıyorlar! Şuraya bak, yaşlı bir
adamı neredeyse döve döve öldüreceklermiş,” diyor.
Gerçekten de, zavallı İskariyot canlıdan çok ölüye benziyor.
Solmuş yüzü, feri sönmüş gözleriyle önümden geçerken
yürümüyor, adeta sürünüyor... Ancak yüklü bir tazminatla
iyileşebileceği için, onu doktora değil, dava vekiline götürüyorlar.

Cezayir’deki dava vekillerinin sayısı çekirgelerinkinden aşağı


kalmaz. Görünen o ki, hatırı sayılır bir meslek. Dava vekili olmak
için sınava, tavsiye mektubuna, staja gerek yok. İnsan Cezayir’de
bu mesleğe, tıpkı Paris’te edebiyat camiasına girildiği gibi elini
kolunu sallayarak başlayabilir. Bunun için biraz Fransızca, biraz
İspanyolca, biraz Arapça bilmek, cebinde daima bir yasa kitabı
bulundurmak ve her şeyden önemlisi kişiliğin bu mesleğe uygun
olması yeterli.
Dava vekilinin çok çeşitli işleri olur: Avukat, bakanlık memuru,
simsar, bilirkişi, muhasebeci, arzuhalci, yani sömürgenin Jacques
Ustasıdır 46 . Ancak bilindiği gibi Harpagon’un bir tek Jacques
Ustası vardı, oysa sömürge dava vekili kaynıyor. Sadece Miliana’da
bunlardan düzinelerce var. Bu beyler, büro masra arından
kurtulmak için genellikle müşterileriyle büyük meydandaki kafede
buluşur, apsent ile champoreau 47 arasında –nasıl olur, bilmem–
onlara akıl verirler. İşte vakur İskaryot da, iki tanığıyla birlikte bu
kafeye doğru gidiyordu. Onları kendi hallerine bırakalım.

Yahudi mahallesinden çıktıktan sonra, Arapların işlerinin


görüldüğü şubenin 48 önünden geçiyorum. Dışarıdan bakıldığında,
arduvaz renkli çatısı ve üzerinde dalgalanan Fransız bayrağıyla
adeta bir belde belediyesini andırıyor. Tercümanı tanırım, içeri
gireyim de karşılıklı birer sigara tellendirelim. Bu güneşsiz pazar
gününün sonunu peş peşe sigara içerek getireceğim herhalde!
Şubenin önündeki avluda, eski püskü giysileriyle duvarın
dibine çökmüş halde bekleyen elli civarında Arap var. Açık havada
olmalarına rağmen, bu bedevi topluluğundan ağır bir koku
yayılıyor. Çabucak geçelim... Şubeye girdiğimde, çıplak tenlerine
birer uzun, kirli entari giymiş iki yaygaracının, çalınmış bir
tespihten söz ederek öfkeli mimikler eşliğinde tercümanla
tartıştıklarını görüyorum. Kenardaki hasır iskemleye oturup onları
izlemeye başlıyorum... Tercüman üniforması çok şık; Milianalıya
da pek yakışmış hani! Kostüm açık mavi, siyah şeritleri ve altın
rengi parıldayan düğmeleri var. Tercüman ise sarışın, pembe beyaz,
kıvırcık saçlı, nüktedan ve hayal gücü gelişmiş biri; biraz geveze –
Ne de olsa onca dil biliyor! Biraz da şüpheci, Doğubilimleri
okulunda Renan’ın 49 öğrencisi olmuş!– spora çok düşkün, Arap
çadırlarına olduğu kadar kaymakamın karısının düzenlediği
gecelere de kolayca uyum sağlayabiliyor, mazurka dansını
herkesten iyi beceriyor, kuskusun en lezizini o yapıyor. Kısacası, bir
Parislinin tüm özelliklerini taşıyan bizim tercümana kadınların
hayran olmasına şaşırmamak gerek... Şıklık konusunda ise tek
rakibi şubenin Arap çavuşudur. Bu çavuş ince çuhadan gömleği,
sedef düğmeli tozluklarıyla tüm garnizonu kıskandırır. Arap
şubesine atandığında angarya işlerden kurtulmuş; elinde beyaz
eldivenleri, kıvır kıvır saçları, koltuğunun altında koca koca
defterler, caddelerde boy gösterir durur. Onu hem severler hem de
korkarlar ondan. Ne de olsa nüfuzlu. Bu çalınmış tespih tartışması
uzun süreceğe benziyor. İyi akşamlar! Sonunu beklemeye hiç
niyetim yok.
Dışarı çıktığımda, bekleme odasındaki telaşı görüyorum.
Kalabalık; siyah bir kapüşonlu pelerine bürünmüş, uzun boylu,
solgun benizli, kibirli bir yerlinin etrafında toplanmış. Bu adam
sekiz gün önce Zaccar’da bir panterle boğuşmuş, panter ölmüş ama
adamın kolunun yarısını koparmış. Sabah akşam pansuman için
şubeye geliyor ve avluya her girişinde başından geçenleri anlatması
için önünü kesiyorlar. Davudi sesiyle yavaş yavaş konuşan bu adam,
ara sıra pelerinini aralıyor ve göğsünün üzerine asılmış, kanlı
bezlerle sarılı sol kolunu gösteriyor.

Sokağa çıkmamla şiddetli bir fırtınanın patlaması bir oldu.


Yağmur yağıyor, şimşek çakıyor, gök gürlüyor, keşişleme esiyor...
Hemen bir yere sığınalım. Rasgele bir kapıdan içeri daldım ve
kendimi Mağrip tarzı bir avlunun küçük kemerlerinin altına
toplanmış olan bir grup Çingene’nin ortasında buldum. Burası
Miliana Camii’nin avlusuydu, fakir Müslümanların doğal sığınağı
olduğu için yoksul avlusu diye anılır.
Pirelenmiş cılız tazılar kötü kötü etrafımda dolaşıyor. Sırtımı
dehlizin sütunlarından birine dayayıp, gözlerine batmamaya
çalışıyor, avlunun renkli döşeme taşları üzerinde kayarak seken
yağmur damlalarını izliyorum. Çingeneler küme küme yere
uzanmışlar. Yanımda, boynu ve bacakları açık, el ve ayak
bileklerinde demirden bilezikler bulunan genç, güzelce bir kadın
genzinden gelen hüzünlü sesle garip bir şarkı söylüyor. Bir yandan
da teni kırmızı bakır rengine çalan çırılçıplak bir bebeği emziriyor,
boştaki diğer koluyla da taş bir havanda arpa dövüyor. Acımasız
rüzgârın azdırdığı yağmur, zaman zaman bebeğin bacaklarını ve
annenin vücudunu sular içinde bırakıyor. Bu duruma hiç
aldırmayan Çingene kadın, rüzgârın altında arpa dövüp bebeğini
emzirirken şarkı söylemeye devam ediyor.
Fırtınanın biraz durulmasından yararlanarak aceleyle bu
mucizeler avlusunu terk edip, Seyyid Ömer’in zamanı yaklaşan
akşam yemeğine gitmek için yürümeye başlıyorum... Büyük
meydandan geçerken, yine bizim ihtiyar Yahudi’ye rastlıyorum.
Dava vekilinin koluna girmiş olan yaşlı adamı arkadan neşeyle
gelen tanıkları izliyor, onların etrafında da bir sürü Yahudi
yumurcak hoplayıp zıplıyor... Tüm yüzler sevinçle parlıyor. Görevi
üstlenen dava vekili mahkemeden iki bin frank tazminat istemeye
karar vermiş.

Seyyid Ömer’in evindeki ziyafet muhteşem. Yemek odası iki üç


çeşmenin şırıldadığı zarif bir avluya açılıyor... Sofrada Türk
mutfağına özgü yemekler var, Baron Brisse’e 50 tavsiye ederim. Bu
yemekler arasında bademli pilici, vanilyalı kuskusu, biraz ağır olsa
da enfes bir kaplumbağa yahnisini, kadı lokması da denen ballı
peksimetleri özellikle çok beğendim.. Masada şarap niyetine
yalnızca şampanya vardı. İslam kurallarına göre haram sayılmasına
rağmen, Seyyid Ömer hizmetkârlar arkalarını döndüklerinde azar
azar şampanya içiyor... Yemekten sonra, ev sahibinin odasına
geçtik; reçel, pipo, kahve ikram edildi... Oda çok sade döşenmiş: bir
divan, birkaç hasır iskemle, biraz geride ise üzerinde sırma işlemeli
küçük kırmızı yastıkların bulunduğu yüksek bir yatak var... Duvara
Amiral Hamadi’nin kahramanlıklarını gösteren eski bir Türk resmi
asılmış. Görünen o ki, Türk ressamlar tablo çizerken tek bir renk
kullanıyorlar. Bu resimde deniz, gök, gemiler, hatta Amiral Hamadi
bile yemyeşil, hem de ne yeşil!..
Arap âdetlerine göre, misa rlerin geç saate kalmadan
kalkmaları lazım. Kahveleri içip, nargileleri tüttürdükten sonra ev
sahibime iyi geceler dileyip onu karılarıyla baş başa bıraktım.
Bu geceyi nerede sonlandırsam? Otele çekilip uyumak için çok
erken, henüz sipahilerin yat borusu bile çalınmadı. Zaten Seyyid
Ömer’in sırma işlemeli küçük yastıkları uyumamı engellemek
istercesine etrafımda olağanüstü bir farandola dansı yapıyorlar...
İşte tiyatronun önündeyim, girelim bakalım.
Miliana Tiyatrosu, elden geldiğince bir gösteri salonuna
dönüştürülmüş eski bir saman ambarı. Aydınlanmayı, avizeler
yerine ara verildiğinde yağ doldurulan büyük gaz lambaları
sağlıyor. Parterdekiler ayakta, orkestra için banklar konmuş.
Locadakiler çalım satıyor, ne de olsa hasır iskemlelerde
oturuyorlar... Salonun çevresinde uzun, loş, parkesiz bir geçit var...
İnsan kendini sokakta sanır, aynı bir sokak... İçeri girdim, oyun
başlamış. Şaşkınlık içindeyim, erkek oyuncular hiç fena değil,
rollerini hakkını vererek yerine getiriyorlar. Hemen hepsi amatör,
3. Alay’ın askerleri; alay onlarla gurur duyuyor, her akşam
alkışlamaya geliyorlar. Kadınlara gelince, ne yazık ki aynı şeyleri
söylemek mümkün değil!.. Hepsi, o küçük taşra tiyatrosu kadınları
gibi abartılı, kendini beğenmiş ve sahte... Yine de tüm bu
kadınların arasında, tiyatroya yeni başlamış gibi görünen Milianalı
iki genç Yahudi kız dikkatimi çekiyor... Anne babaları salonda,
büyülenmiş gibiler. Kızlarının bu işten binlerce duro 51
kazanacağına inanıyorlar. Milyoner komedyen Rachel’in 52 efsanesi
Doğulu Yahudiler arasında çok yaygındı.
Bu iki küçük Yahudi kızın sahnedeki duruşları ne komik, ne
acıklı... Kolları ve yakaları açık giysileri, pudralı, fondötenli
yüzleriyle sahnenin bir köşesinde kaskatı kesilmiş bir halde
utangaçça bekliyorlar. Bir yandan üşüyor, bir yandan utanıyorlar.
Arada sırada ne anlama geldiğini bilmedikleri bir cümleyi
anlaşılmaz bir şekilde söylüyor ve aynı anda iri gözleriyle şaşkın
şaşkın salona bakıyorlar.

Tiyatrodan çıkıyorum... Etrafımı çevreleyen karanlığın


ortasında, bir köşeden gelen haykırışlar duyuyorum... Bunlar
bıçaklarla kozlarını paylaşan birkaç Maltalı hiç kuşkusuz...
Surlar boyunca yürüyerek ağır ağır otele dönüyorum. Ovadaki
portakal ağaçlarından ve mazılardan hoş kokular yayılıyor. Hava
yumuşacık, gökyüzünde neredeyse tek bir bulut bile yok... Biraz
ötede, yolun sonunda, eski bir tapınağın kalıntısı olan harap bir
duvarın hayaleti beliriyor. Bu duvar kutsaldır: Arap kadınları her
gün buraya gelir, adak niyetine haik 53 ve ipekli peştamal, maşlah
parçaları, gümüş tellere sarılmış uzun, kızıl saç örgüleri asarlar...
Tüm bu adaklar ayın ince ışık huzmelerinin altında, gecenin ılık
esintisinin ortasında dalgalanır durur...
39. Miliana’nın kuz eyindeki dağlık bölge. (Y.N.)
40. Döneminde çok okunan ve yaz dığı kitapların çokluğuyla tanınan Fransız yaz ar. Öz ellikle burjuva
geleneklerini gülünç bir üslupla anlattığı romanlarıyla ünlenmiştir. (Y.N.)
41. Cez ayir’in işgaline katılan, Fransız Ordusu’na ait piyade alayı. (Y.N.)
42. 1671’den itibaren Cez ayir’i yöneten valilerin sonuncusu, 1818’de iktidara gelen ve 1830 işgalinde
görevinden alınan Hüseyin’di. (Y.N.)
43. (1808-1883) 1832’den itibaren Fransız birliklerine karşı direnişi örgütlemiştir. 184 7’den 1852’ye
kadar Fransa’da hapsedilmiş, serbest bırakıldıktan sonra Şam’a çekilmiştir. (Y.N.)
44. Yahuda İskariyot, İsa Peygamber’i ele vermesiyle tanınan havari. “İskariyot” adı soy belirtmez ,
Latince sicarius yani katil söz cüğü boz ularak türetilmiştir. (Ç.N.)
45. Balear Adaları’ndan biri olan Minorka’nın başkenti Port-Mahon kökenliler. (Y.N.)
46. Molière’in Cimri adlı eserinde, Harpagon’un yardımcısı olarak aşçılık ve arabacılık görevlerini
yerine getiren karakter. (Y. N.)
47. Sütlü kahveye, rom ya da benz eri alkollü içeceklerin eklenmesiyle yapılan bir içki türü. (Ç. N.)
48. Cez ayir’in her idari bölgesinde, Cez ayir Valisi tarafından atanan birkaç Fransız memur ve bir
tercümanın görev yaptığı bir şube vardı. Yerli kabile şe eriyle işbirliği içinde çalışan bu şubelerde
temel idari görevler (adli, mali, polisiye) yerine getiriliyordu. (Y.N.)
49. Ernest Renan (1823-1892), Doğubilimleri okulunda hiç ders vermemiştir. İbranice eğitimi aldığı
Collège de France’ta 1862’de ve 1870’den itibaren bu dalda öğretmenlik yapmıştır. (Y.N.)
50. Orman ve Su İşleri’nde görev yaptıktan sonra gastronomi konusunda uz manlaştı. Yemek
konusunda makaleler ve çok satan kitaplar yaz dı.
51. Beş pesetalık gümüş İspanyol parası. (Y.N.)
52. Elisabeth-Rachel Félix (1821-1858), ünlü Fransız aktris. Yahudi bir tüccarın kız ı olan Rachel
1831’de ailesiyle Paris’e gelmiştir. Kraliyet Konservatuvarı’nın kurucularından biri tarafından, şarkı
söylediği bir kafede keşfedilmiştir. Kitleleri Corneille’in, Racine’in, Voltaire’in oyunlarına çekmiştir.
(Y.N.)
53. Doğulular tarafından manto olarak kullanılan dikdörtgen şeklindeki, beyaz ya da kahverengi şeritli
büyük kumaş parçası. (Y.N.)
ÇEKİRGELER

Yine bir Cezayir anısı, ardından değirmene döneceğiz...


Sahel’deki o çiftliğe vardığım geceyi uykusuz geçirdim. Yeni bir
ülkeye gelmenin, yolculuğun huzursuzluğu, çakalların uluması,
dahası sinir bozucu, iç daraltan bir sıcak, cibinliğin delikleri
arasından bir solukluk olsun hava girmiyormuşçasına yaşanan bir
boğulma hissi... Sabaha doğru penceremi açtığımda, kenarları siyah
ve pembe saçaklarla bezeli ağır bir yaz sisi tıpkı savaş alanının
üzerindeki bir barut bulutu gibi yavaşça süzülüyordu. Tek bir
yaprak kımıldamıyordu ve gözlerimin önündeki güzel bahçelerde,
yamaçlarda aralıklarla sıralanan ve kızgın güneşin altında şekerli
şaraplarını hazırlayan üzüm ağaçlarını, gölgeli bir köşeye sığınmış
Avrupa meyvelerini, bodur portakal ve ip gibi dizilmiş mandalina
ağaçlarını görebiliyordum, hepsi de aynı kasvetli havayı, fırtınayı
bekleyen yaprakların devinimsizliğini yansıtıyordu. Muz ağaçları
da, ince, ha f saçları ara sıra esen bir yelle birbirine karışan o
uzun, açık yeşil sazlar da derli toplu sorguçlar gibi sessizce ve
dimdik bekliyorlardı.
Bir süreliğine, dünyanın tüm ağaçlarının bir araya geldiği, her
birinin mevsimi geldiğinde gurbet çiçeklerini açıp meyvelerini
verdiği bu bitkiler âlemini seyre daldım. Buğday tarlaları ve mantar
meşelikleri arasında, görüntüsü bu boğucu sabah vaktini ferahlatan
bir dere akıyordu; bu bütünlüğün ihtişamını ve düzenini, Mağrip
tarzı kemerleri ve şafakla beyazlara bürünmüş taraçalarıyla bu
çiftliği, etrafında kümelenen ahırları ve ambarları hayranlıkla
izlerken, bir yandan da, yirmi yıl önce bu Sahel Vadisi’ne
yerleşmeye geldiklerinde, viran bir yol bakıcısı kulübesi ile
ekilmemiş arazide yetişen cüce palmiyeler ve sakızağaçlarından
başka bir şey bulamayan o yürekli insanları düşünüyordum. Her
şeyi baştan yaratmaları, her şeyi inşa etmeleri gerekmişti. Üstelik
Araplar da hiç durmadan isyan ediyorlardı. Bir de bunlara
hastalıklar, göz iltihapları, hummalar eklenmişti, yetersiz ürünler,
deneyimsizlikler, her an karar değiştirmeye meyilli dar görüşlü bir
yönetimle yaşadıkları çatışmalar bellerini büküyordu. Ne kadar
emek harcamışlardı! Ne kadar yorulmuşlardı! Dur durak bilmeden
hep tetikte olmuşlardı! Şimdi bile, zor günlerin geride kalmasına ve
bin bir güçlükle kazanılan servetlerine rağmen çiftlikte ilk
uyananlar adam ve karısı oluyordu. Sabahın o saatinde, zemin
kattaki büyük mutfaklarda, çalışanların kahvaltılarını denetlemek
için gidip geldiklerini duyabiliyordum. Az sonra zilin çalmasıyla
birlikte işçiler yola döküldüler. Bourgogne’lu bağcılar, başlarındaki
fesleri ve yırtık pırtık giysileriyle Kabiliyeli çiftçiler, Mahonlu yol
işçileri, baldırı çıplak Maltalılar, Luccalılar, idare edilmesi güç,
uyumsuz bir kitle oluşturuyorlardı. Kapının önünde ayakta duran
çiftlik sahibi, her birine, o gün yapması gereken işi biraz sert bir
ses tonu ve kesin bir ifadeyle bildiriyordu. Görev dağıtımını
bitirince kafasını kaldırıp endişeyle gökyüzünü inceledi, beni
pencerede görünce, “Ekin için kötü bir hava,” dedi. “Siroko geliyor.”
Gerçekten de güneş yükseldikçe, güneyden, tıpkı bir fırının
kapağı açılıp kapandığında yayılan sıcak hava gibi yakıcı ve boğucu
esintiler geliyordu. İnsan nereye oturacağını, ne yapacağını
bilemiyordu. Tüm sabah böyle geçti. Ne konuşmaya ne de
kımıldamaya halimiz vardı, koridordaki hasır iskemlelerin üzerinde
kahvelerimizi içtik. Serinlemek için döşeme taşlarının üzerine
uzanmış olan köpekler, bezgin bezgin duruyorlardı. Eksantrik bir
öğle yemeği bizi biraz olsun kendimize getirdi. Zengin soframızda
sazanlar, alabalıklar, yabandomuzu ve kirpi eti, Staouëli tereyağı,
Crescia şarapları, guavalar, muzlar kısacası etrafımızı çevreleyen
doğanın karmaşasını yansıtan çeşit çeşit yiyecekler yer alıyordu.
Birden, kavurucu bir sıcağın hâkim olduğu bahçeden yayılan
havadan korunmak için kapattığımız balkon kapısının önünde
çığlıklar yankılandı:
“Çekirgeler! Çekirgeler!”
Yüzü bir felaket haberi almışçasına solan ev sahibiyle birlikte
hemen dışarı çıktık. Biraz önce çıt çıkmayan evin içinde bir telaştır
başladı, on dakika boyunca, yeni uyanmanın huzursuzluğu içinde
birbirine karışan hızlı adımlar ve belli belirsiz sesler duyuldu.
Hizmetkârlar uyudukları hollerin gölgelerinden dışarı fırladılar,
ellerine geçen metal eşyalara, bakır kazanlara, leğenlere,
tencerelere sopalarla, döveçlerle, dirgenlerle vuruyorlardı. Çobanlar
borularını çalıyor, diğerleri deniz kabuklularının kavkılarını, av
kornolarını öttürüyorlardı. Çadırlarından fırlayan Arap kadınların
tiz perdeden çıkardıkları “Yu! Yu!” sesleri bu korkunç ve uyumsuz
gürültüyü bastırıyordu. Söylenenlere göre, çekirgeleri kaçırmak ve
yere inmelerini önlemek için çoğu zaman büyük bir gürültü
çıkarmak, havayı seslerle titreştirmek yeterli oluyormuş.
Peki ama bu korkunç hayvanlar neredeydi? Sıcaktan kaynayan
gökyüzünde, ufuktan, ormanın tüm dallarını sarsan bir fırtına
rüzgârının gürültüsüyle yaklaşan bakır renkli bir dolu bulutu gibi
yoğun bir kütleden başka bir şey seçilemiyordu. Bunlar
çekirgelerdi. İki yana açtıkları kuru, gergin kanatlarıyla birbirlerine
destek olarak küme halinde uçuyorlardı ve tüm çabalarımıza,
çığlıklarımıza aldırmadan ovayı devasa bir gölgeyle kaplayarak bize
doğru ilerliyorlardı... Az sonra başımızın üzerinde belirdiler;
çekirge bulutunun kenarlarında bir saçaklanma, bir yarılma
görüldü. Kızıla çalan renkleriyle biraz farklı görünen bazı
çekirgeler kümeden ayrılarak sağanağın ilk damlaları gibi
alçalmaya başladılar, ardından tüm bulutun yarılmasıyla, sık taneli
ve gürültülü bir böcek dolusu yağmaya başladı. Göz alabildiğince
uzanan tarlalar, bir parmak kadar iri, devasa çekirgelerle
kaplanmıştı.
İşte o zaman katliam başladı. İğrenç bir ezilme sesi, un ufak
olan samanların hışırtısı yayıldı. Bu hareketli toprak tapanlar,
kazmalar ve sabanlarla altüst ediliyor ama çekirgeler adeta
öldürüldükçe çoğalıyor, uzun bacakları birbirine dolaşmış bir
şekilde katmanlar halinde kaynaşarak vızıldıyorlardı. Üsttekiler
umutsuz hamleler yapıyor, bu garip ezme işlemi için koşulmuş
atların burunlarına sıçrıyorlardı. Çiftliğin ve tarlalardaki Arap
çadırlarının köpekleri üzerlerine atıldıkları çekirgeleri ezip
parçalıyorlardı. O sırada, önlerinden giden borazancılarıyla birlikte
bahtsız çiftçilerin yardımına gelen iki turco 54 bölüğünün
belirmesiyle katliamın seyri değişti.
Askerler onları ezeceklerine, yere attıkları uzun barut
şeritlerini tutuşturuyorlardı.
Öldürmekten yorulmuş, iğrenç kokudan midem bulanmış
halde geri döndüm. İçerisi de dışarısı gibi kapı, pencere
aralıklarından, bacanın boşluklarından girmiş çekirgelerle doluydu.
Ağaç kaplamaların kenarında, şimdiden delik deşik olmuş
perdelerin üzerinde geziniyor, düşüyor, uçuşuyor, çirkinliklerini bir
kat daha artıran devasa gölgeleriyle beyaz duvarlara
tırmanıyorlardı. O iğrenç koku evin içini de kaplıyordu. Akşam
yemeğinde sudan vazgeçmek gerekiyordu. Sarnıçlar, leğenler,
kuyular, canlı balık havuzları, her şey berbat olmuştu. Akşam, gün
boyunca onca çekirgenin öldürüldüğü odamın mobilyalarının
altında hâlâ kanatların, kavurucu sıcaklarda açılan badıçların
çıtırtısını andıran pırpırlarını duyuyordum. O gece hiç
uyuyamadım. Zaten bütün çiftlik de ayaktaydı. Alevler toprağı
yalayarak ovanın bir ucundan diğer ucuna yayılıyordu. Askerler
çekirgeleri öldürmeye hâlâ devam ediyorlardı.
Ertesi sabah bir önceki gün gibi penceremi açtığımda,
çekirgeler çekip gitmişti. Ne var ki arkalarında büyük bir yıkım
bırakmışlardı! Tek bir çiçek, bir tutam ot kalmamıştı, her şey
kemirilmiş, yanmış, kararmıştı. Muz, kayısı, şeftali ve mandalina
ağaçlarının hayat kaynağı olan yapraklarından eser kalmamıştı; ne
ağacı oldukları, yalnızca kabukları soyulmuş, güzelliği kaybolmuş
dallarından anlaşılıyordu. Sarnıçlar, havuzlar temizleniyor, dört bir
yanda çiftçiler çekirgelerin bıraktıkları yumurtaları ezmek için
toprağı kazıyorlardı. Her toprak yığını altüst edildikten sonra
özenle eziliyordu. Bu bereketli toprak yığınlarının ortasında
beliren, içleri özsuyuyla dolu binlerce beyaz kökü gördüğünde
insanın yüreği parçalanıyordu.

54. Fransız ordusunun Cez ayir’deki yerlilerden oluşan avcı piyade birliği. (Y.N.)
SAYGIDEĞER
KEŞİŞ GAUCHER’NİN İKSİRİ

“Şunun bir tadına bakın, komşum, sonra bana nasıl


bulduğunuzu söylersiniz.”
Graveson papazı, incileri sayan bir mücevher ustasının
titizliğiyle, bardağıma iki damla, bu yeşile çalan altın sarısı renkli,
sıcak, parıltılı, ne s likörden koydu... İçtiğimde içim güneş
ışınlarıyla dolmuş gibi sıcacık oldu.
“Keşiş Gaucher’nin bu iksiri, Provence’ımızın neşe ve sağlık
kaynağıdır,” dedi adam zafer kazanmış bir edayla. “Değirmeninizin
iki mil uzağındaki Prémontré tarikatı manastırında üretilir.
Dünyanın tüm şartröz likörlerinden daha ne s değil mi?.. Bir de bu
iksirin hikâyesinin ne kadar keyi i olduğunu bir bilseniz!.. Dinleyin
hele...”
O zaman başpapaz, duvarlarında İsa’nın çarmıha gerilmeye
mahkûm edilişinden defnedilmesine kadar yaşanan süreci
resmeden küçük tablolar, pencerelerinde de papazların
cüppelerinin üzerine giydikleri beyaz üstlükler gibi kolalı, açık
renkli perdeler bulunan bu şirin ve dingin yemek salonunda, biraz
kuşku uyandıran ve uygunsuz bu hikâyeyi tıpkı Erasmus ya da
Assoucy’nin öykülerinden biriymiş gibi hiçbir art niyet
gözetmeksizin, naif bir ifadeyle anlatmaya başladı:
“Yirmi yıl kadar önce, Prémontré tarikatı ya da bizim
Provencelıların andıkları adlarıyla ak keşişler, büyük bir sefaletin
pençesine düşmüştü. O zamanlar manastırlarının halini
görseydiniz içiniz sızlardı.
Büyük duvar, Pacôme Kulesi parça parça dökülüyordu.
Manastırın otlarla kaplı bahçesindeki küçük sütunlar yarılmış,
azizlerin duvarlardaki oyuklara yerleştirilmiş taştan yontuları
yıkılmaya yüz tutmuştu. Kırılmadık tek bir vitray, sağlam duran tek
bir kapı kalmamıştı. Tıpkı Camarque’daki gibi esen rüzgâr
avlularda, şapellerde mumları söndürüyor, camların kurşun
çerçevelerini kırıyor, kutsal kâselerin içinde bulunan suyu etrafa
savuruyordu. Ama daha da üzücüsü, manastırın boş bir güvercinlik
gibi sessizce duran çan kulesiydi. Çan alacak paraları olmayan
keşişler sabah duasını badem ağacından yapılmış tahta kaşıkları
çalarak haber veriyorlardı!..
Zavallı ak keşişler! Şaraplı ekmek yortusunun ayin alayına,
yamalı harmanilerinin içinde, kavun, karpuzdan başka bir şey
yemedikleri için çökmüş, solmuş yüzlerindeki hüzünlü ifadeyle
katıldıklarını daha dün gibi hatırlıyorum. Arkalarından da, yaldızı
dökülmüş asası, güvelerin yediği yünden başlığıyla utanç içinde
yürüyen başpapaz efendi geliyordu. Sa ardaki tarikat mensubu
kadınlar acı içinde ağlıyor, irikıyım sancak taşıyıcılar zavallı
keşişleri birbirlerine göstererek bıyık altından gülerken, ‘Sürüden
ayrılmayan sığırcık kuşları zayıf düşermiş,’ diyorlardı.
Doğrusu, bahtsız keşişler de kendi kendilerine dünyanın dört
bir yanına uçuşup yaşamlarını sürdürebilecekleri uygun bir otlak
bularak başlarının çaresine bakmanın daha doğru olup
olmayacağını sorma noktasına gelmişlerdi.
Bu ciddi meselenin manastır meclisinde tartışıldığı bir gün,
başrahibe, Keşiş Gaucher’nin söz almak istediği bildirildi... Ek bir
bilgi olarak, Keşiş Gaucher’nin manastırın sığırtmacı olduğunu
yani günlerini, kaldırım taşlarının yarıkları arasında ot bulmaya
çalışan iki cılız ineği önüne katıp avlunun bir kemerinden diğerine
dolanarak geçirdiğini söyleyelim. On iki yaşına kadar, Baux’da,
Bégon Hala olarak anılan yaşlı bir kaçığın yanında yaşayan, sonra
da keşişlerin manastıra aldıkları bu bahtsız sığırtmaç, biraz kalın
kafalı ve kıt zekâlı olduğundan yalnızca hayvan gütmeyi ve Pater
noster duasını ezbere okumayı öğrenebilmişti, onu da Provence
dilinde okuyordu. Biraz garip düşüncelere sahip olsa da, keçi
kılından çile gömleği ve kamçısıyla uyum içinde yaşayan dini bütün
bir Hıristiyan’dı.
Saf saf, paldır küldür meclis salonuna girip, başrahibi, meclis
azalarını, muhasibi bir bacağını arkaya atarak selamladığında
herkes gülüşmeye başladı. Solgun yüzü, keçi sakalı, biraz deli
bakan gözleriyle, girdiği her yerde aynı tepkiyle karşılanan Keşiş
Gaucher bu duruma pek aldırmamıştı.
‘Muhterem meclis azaları,’ dedi zeytin çekirdeğinden tespihini
çekerken saf bir ifadeyle, boş fıçı çok ses çıkarır diye boşuna
dememişler. İçi zaten boş olan zavallı kafamı biraz daha oyarak,
sanırım bizi tüm sıkıntılardan kurtaracak bir çözüm yolu buldum.
‘Bakın nasıl oldu. Beni büyüten Bégon Hala’yı tanırsınız.
(Ruhu şad olsun. Çılgın ihtiyar. İçtikten sonra ne edepsiz şarkılar
söylerdi.) Muhterem pederler, Bégon Hala, sağlığında, dağda yetişen
otları yaşlı bir Korsika karatavuğundan daha iyi tanırdı. Hayatının
son günlerinde Alpilles Dağları’ndan toplayabileceğimiz beş altı
şifalı otu bir araya getirerek eşsiz bir iksir hazırlamıştı. Bunun
üzerinden uzun yıllar geçti, ama Aziz Augustin’in yardımı ve
başrahibimizin izniyle ve sıkı bir araştırmayla bu gizemli iksirin
formülünü bulabileceğimizi düşünüyorum. İksiri şişeleyip biraz
pahalıya sattıktan sonra, tıpkı Trappe ve Grande Chartreuse
tarikatına mensup kardeşlerimiz gibi zaman içinde
zenginleşeceğiz.’
Henüz sözlerini bitirmeden, başrahip yerinden kalkıp boynuna
sarıldı. Meclis üyeleri sıkmak için elini yakaladılar. Diğerlerinden
daha fazla heyecanlanan muhasip, abasının lime lime olmuş
eteklerini saygıyla öpüyordu... Ardından herkes, kir alışverişinde
bulunmak üzere yerine oturdu ve meclis kısa süre içinde,
Gaucher’nin tamamıyla iksirine yoğunlaşabilmesi için ineklerin
bakımını keşiş Thrasybule’ün üstlenmesine karar verdi.
Peki, nasıl oldu da o muhterem adam Bégon Hala’nın
formülünü bulmayı başardı? Ne emekler harcadı, uykusuz kaç gece
geçirdi? Hikâye işin bu kısmına hiç değinmiyor. Ama kesin olan bir
şey vardı ki, ak keşişlerin iksirinin adı altı ay içinde her yanda
duyulmaya başlamıştı. Artık Arles’ın tamamında, Provence
armasıyla mühürlenmiş, üzerine zevkten dört köşe olmuş bir
keşişin resmi bulunan gümüş renkli etiket yapıştırılmış toprak bir
testi, tatlı şarap şişelerinin ve yeşil zeytin küplerinin arasındaki
yerini almıştı, iksirin gördüğü rağbet sayesinde, Prémontré
Manastırı zenginleşmişti. Pacôme Kulesi onarıldı, başrahibe yeni
bir ayin başlığı alındı, kilisenin pencerelerine el yapımı zarif
vitraylar takıldı ve güzel bir Paskalya sabahı, çan kulesine asılan
farklı büyüklüklerde bir dizi çan, çın çın ötmeye başladı.
Patavatsızlıklarıyla manastır cemaatinin eğlencesi haline gelmiş
olan zavallı Keşiş Gaucher’ye gelince; artık manastırda ondan
bahsedilmez olmuştu. Artık saygıdeğer Gaucher olarak anılıyordu,
bu zeki ve bilgili adam manastırın bitmek tükenmek bilmeyen
ufak tefek işlerini bir kenara bırakmış, otuz keşiş dağlarda kendisi
için kokulu otlar ararken, o, damıtım evine kapanmıştı... Meclis
heyetinin bahçesinin dibinde bulunan terk edilmiş eski bir
şapelden bozma bu damıtım evine hiç kimse, hatta başrahip bile
giremiyor, temiz yürekli pederler bu mekâna gizemli ve olağanüstü
bir anlam yüklüyorlardı. Bazen gözü pek ve meraklı bir keşiş
çömezi asmalara tutunarak giriş kapısının gülbezeğine ulaşıyor,
ancak bir büyücüyü andıran sakalı ve elindeki sıvı ölçeğiyle
fırınlarına doğru eğilmiş Keşiş Gaucher’yi ve etrafını çevreleyen
pembe kumtaşından karnileri, devasa imbikleri, kristalden sarmal
boruları, vitrayların kırmızı aydınlığında büyülü bir ışık gibi
parıldayan bir sürü garip alet edevatı gördüğünde hemen olduğu
yere yığılıp kalıyordu.
Hava kararmaya başlayıp, çanlar son akşam duasını çaldığında,
bu gizemli mekânın kapısı sessizce açılıyor, muhterem Gaucher
ayine katılmak için kiliseye geçiyordu. Manastırda nasıl ihtimamla
karşılandığını görmeliydiniz! Keşişler iki yanında sıra oluyor, o
geçerken, ‘Şiişşt!.. Susun, sırrı o biliyor!’ diyorlardı.
Manastır muhasibi peşi sıra onu izliyor, başını öne eğerek
onunla konuşuyordu... Bu pohpohlamaların ortasında üç köşeli,
geniş kenarlı şapkasını geriye atan Gaucher alnını siliyor, keyi e
büyük avlulardaki portakal ağaçlarına, yepyeni rüzgârgüllerinin
döndüğü mavi çatılara, bembeyaz parıldayan bahçede, zarif ve
çiçeklerle kaplı küçük sütuncukların arasında yeni pelerinleri ve
dingin yüz ifadeleriyle ikişer ikişer gezinen keşişlere bakıyordu.
‘Tüm bunları bana borçlular,’ diye iç geçiren muhterem, bunu
her anımsayışında böbürleniyordu.
Zavallı adamın bu kibrinin cezasını nasıl ödediğini şimdi
göreceksiniz.
Bir akşam ayin sırasında, olağanüstü bir heyecanla kiliseye
geldi; yüzü kıpkırmızı olmuştu, soluk soluğa kalmıştı, başlığı yan
yatmıştı, öyle kendinden geçmişti ki, kutsal sudan alırken kolunu
dirseklerine kadar suya batırdı. Önce, bu durumun geç kalmış
olmanın verdiği heyecandan kaynaklandığı sandılar. Ama ana
sunağı selamlamak yerine orgun ve kürsülerin önünde reveranslar
yaptığı, kiliseyi rüzgâr hızıyla kat ettikten sonra, koltuğunu
bulabilmek için beş dakika boyunca ortalıkta gezindiğini ve yerine
oturduktan sonra çakırkeyif bir ifadeyle sağa sola salındığını
gördüklerinde, üç sahında da şaşkınlık dolu mırıltılar yankılandı.
Bir dua kitabından diğerine doğru zincirleme olarak şu fısıltılar
duyuluyordu:
‘Muhterem Gaucher’nin neyi var?.. Muhterem Gaucher’ye ne
oldu?’
Sabırsızlanan başrahip, sessizliği sağlamak için asasını iki kez
döşeme taşlarının üzerine düşürdü. Ötede, koronun ortasında
mezmurlar devam etse de, karşılıklar yeterince coşkulu gelmiyordu.
Birden, Ave verum’un tam ortasında, koltuğunda geriye doğru
kaykılan keşiş Gaucher, tiz perdeden bir şarkı mırıldanmaya
başladı:

‘Paris’te bir ak keşiş varmış


Tarari, tarara...’

Herkes büyük bir üzüntüyle ayağa kalkıp bağırmaya başladı:


‘Götürün şunu, onu cin çarpmış!’
Manastır meclisi azaları haç çıkarırken, başrahibin asası inip
kalkıyordu. Ama Gaucher’nin ne gördüğü ne de duyduğu vardı;
sonunda güçlü kuvvetli iki keşiş, şeytanı içinden kovmak
istermişçesine çırpınan ve tarari tararalarını söylemeye devam eden
Gaucher’yi, koronun kulisine açılan küçük kapıdan dışarı çıkarmak
zorunda kaldı.
Ertesi sabah, gün doğumunda, bahtsız Gaucher başrahibin dua
odasında gözlerinden seller gibi yaşlar dökülürken, dizlerinin
üzerine çökmüş günahını itiraf ediyordu:
‘Hep iksir yüzünden Aziz Papa, iksir aklımı başımdan aldı,’
diyordu göğsüne vura vura. Onun bu kadar üzüldüğünü, bu kadar
pişman olduğunu gören iyi yürekli başrahip de duygulandı.
‘Haydi, haydi, Gaucher, biraz sakinleşin, her şey güneş
ışınlarının altındaki çiy tanesi gibi unutulup gidecek... Yaşananlar
sandığınız kadar yüz kızartıcı değil. Sadece şarkı biraz... şeydi...
şey!.. Neyse, umarım çömezler seni duymamışlardır... Bu arada, tüm
bunların başınıza nasıl geldiğini anlatsanıza... İksiri deniyordunuz
değil mi? Elinizin ayarı biraz fazla kaçmış... Evet, evet anlıyorum,
tıpkı Peder Schwartz 55 gibi icadınızın kurbanı olmuşsunuz... Ama
söylesenize dostum, bu korkunç iksiri kendi üzerinizde denemeniz
şart mıydı?”
‘Ne yazık ki, evet, Aziz Papa... Ölçü kabı alkolün derecesini
ayarlamam için yeterli oluyor ama iş, kıvamını anlamaya gelince,
bu konuda yalnızca dilime güvenebilirim...’
‘Ya! Çok güzel, ama size sormam gereken bir şey daha var...
Zorunluluk gereği tadına baktığınızda iksir hoşunuza gidiyor mu?
Bundan keyif alıyor musunuz?’
‘Ne yazık ki, evet, Aziz Papa!’ dedi bahtsız Gaucher yüzü
kızararak... ‘İki akşamdır tadı, kokusu öyle enfes ki!.. Bunun
şeytanın alçakça bir oyunu olduğundan eminim... Bu yüzden artık
yalnızca ölçü kabını kullanmaya karar verdim. Ne yapalım, likörün
tadı eskisi kadar ne s olmasın, ısıtılınca üzeri boncuk boncuk
olmayı versin...’
‘Sakın ha!’ diye araya girdi başrahip kendini tutamayarak.
‘Müşterileri kaçırmamak gerek... Artık sizi etkileyen dozu
bildiğinize göre, yapmanız gereken tek şey biraz dikkatli
davranmak... Söylesenize, iksirin kıvamını anlamak için kaç damla
içmeniz lazım? On beş ya da yirmi damla, öyle değil mi?.. Hadi
yirmi damla diyelim... Şeytanın yirmi damlada aklınızı başından
alması için çok kurnaz olması gerek... Ayrıca, olası aksaklıkları
engellemek için sizi kilisede akşam ayinine katılmaktan muaf
tutuyorum. Akşam duanızı damıtım evinde okuyacaksınız... Şimdi
muhterem dostum, içiniz rahat olsun ve özellikle, içtiğiniz
damlalarınızı iyi sayın.’
Ne yazık ki zavallı Gaucher damlaları boşuna sayıyordu... Onu
sıkıca kavrayan şeytan bir türlü bırakmıyordu.
Damıtım evinde, şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş ayinler
gerçekleşti!

Gündüz her şey yolunda gidiyor, ocaklarını, imbiklerini sakince


hazırlayan Keşiş Gaucher, Provence’ın narin, kenarları diş diş,
rengârenk, hoş kokulu, güneşte kavrulmuş otlarını özenle
ayırıyordu... Ama akşam olup şifalı otlar kaynadığında ve iksir kızıl
bakırdan leğenlerde demlenip ılımaya başladığında, zavallı adamın
çilesi başlıyordu.
‘On yedi... on sekiz... on dokuz... yirmi!..’
İnce çubuktan, gümüş bir bardağa dökülüyordu. İlk yirmi
damlayı neredeyse hiç keyif almadan bir dikişte içiyordu. Ama aklı
yirmi birinci damlada kalıyordu. Ah, o yirmi birinci damla! İşte o
zaman, şeytana uymamak için, laboratuvarının bir köşesinde diz
çöküp dualar okuyordu. Ama hâlâ sıcak olan iksirden yayılan ne s
kokulu buğular etrafını sarıyor ve bir şekilde kanına girerek onu
kazanların başına sürüklüyordu. Burun deliklerini sonuna kadar
açarak üzerine doğru eğildiği altın sarısına çalan yeşil renkli iksiri
çubuğuyla yavaşça karıştırırken, oluşan zümrüt halkaların içinde
parıldayan altın pulcuklarda Bégon Hala’nın gülen ve ışıklar saçan
gözlerini görür gibi oluyordu...
‘Hadi, bir damla daha!’
Bahtsız Goucher damla damla ekleyerek sonunda bardağı
ağzına kadar dolduruyordu. Ardından, gücü tükenmiş bir halde
kendini geniş bir koltuğa bırakıyor, gözleri yarı kapalı kendinden
geçmiş olarak günahının tadına yudum yudum varırken, keyi i bir
vicdan azabı içinde alçak sesle, ‘Ah! Cehennemliğim ben,
cehennemlik...’ diyordu.
Daha da kötüsü, bardağın dibini bulmaya başladığında, bu
şeytani iksirin etkisiyle Bégon Hala’nın edepsiz şarkılarını
hatırlıyordu: ‘Bir ziyafet vermekten söz ediyordu mahallenin üç
dedikoducu karısı...’ ya da ‘André Efendi’nin ormana yalnız giden
çoban kızı...’ ardından da ak keşişlerin ünlü tekerlemesi geliyordu:
‘Tarari, tarara.’
Ertesi sabah oda komşuları bıyık altından gülerek kendisine,
‘Heh, heh! Keşiş Gaucher, dün akşam yatarken yine çakırkeyiftiniz,’
dediklerinde utancından yerin dibine geçiyordu.
O zaman gözleri yaşlarla doluyor, umutsuzluğa kapılıyordu,
kendisini perhizle, çile kuşağıyla cezalandırıyordu. Ama hiçbir şey
iksirin içindeki şeytana karşı koyamıyor ve her akşam aynı saatte
aynı işkence başlıyordu.
O sıralar, Tanrı’nın bir lütfuymuşçasına, manastıra sipariş
yağıyordu. Nîmes’den, Aix’ten, Avignon’dan, Marsilya’dan
siparişler geliyordu. Manastır günden güne adeta küçük bir
imalathaneye dönüşüyordu. Keşişlerden bazıları paketleri
hazırlıyor, bazıları etiketleri yapıştırıyor, diğerleri ise nakliye ve
muhasebe işleriyle uğraşıyordu. Bu hengâme içinde ibadet işleri
biraz aksasa da, sizi temin ederim ki, bölgede yaşayanların keyi eri
yerindeydi...
Bir pazar sabahı, muhasip, gözleri parlayarak ve gülümseyerek
kendisini dinleyen heyete, yıllık bilançoyu okurken, Keşiş Gaucher
haykırarak içeri girdi:
‘Buraya kadar... Artık dayanamayacağım... Bana ineklerimi geri
verin.’
‘Keşiş Gaucher, neyiniz var?’ diye sordu, bu tepki karşısında
biraz endişelenmiş gibi görünen başrahip.
‘Neyim mi var, Aziz Papa?.. Cehennem kazanında yanarken,
zebaninin topuz darbelerine maruz kalacağım... Bir ayyaş gibi
sürekli içiyorum...’
‘Ama size damlalarınızı saymanızı söylemiştim.’
‘Ah! Evet damlalar! Artık kadehleri saymam gerekiyor... Evet,
muhterem pederler, artık zıvanadan çıktım. Her gece üç kadeh...
Bunun böyle devam edemeyeceğini anlamalısınız... Artık iksiri
dilediğiniz kişiye yaptırabilirsiniz. Ama bir daha bu işe karışırsam,
Tanrı’nın ateşi beni alev alev yaksın!’
Meclis heyetinin dudaklarındaki gülümseme kaybolmuştu.
‘Seni uğursuz, bizi serse l bırakacaksın!’ diye haykırdı
muhasip muhasebe defterini sallayarak.
‘Yani cehennemlik olmamı mı tercih ediyorsunuz?’
Bunun üzerine başrahip ayağa kalktı ve ‘Muhterem pederler,’
dedi kutsal yüzüğün parıldadığı beyaz elini uzatarak, ‘her şeyin bir
çaresi vardır... Sevgili oğlum, içinizdeki şeytan akşamları harekete
geçiyor öyle değil mi?..’
‘Evet, sayın başrahip, muntazaman her akşam... Bu yüzden
hava kararmaya başladığında, haşa huzurdan, semerini gören
Capitou’nun eşeği gibi terlemeye başlıyorum.’
‘Tamam, o zaman, içiniz rahat olsun. Bundan böyle, her akşam
ayininde hoşgörüsüyle sizi her tür günahtan muaf tutacak Aziz
Augustin duasını okuyacağız. Böylece tüm günahlarınız
bağışlanmış olacak.’
‘Oh! İşte bu güzel, teşekkürler muhterem başrahip!’
Başka bir şey sormayan Keşiş Gaucher, bir kuş gibi ha emiş
olarak imbiklerinin başına döndü.
Gerçekten de, o günden sonra her akşam duasının sonunda,
ayini yöneten rahip, ‘Şimdi ruhunu cemaatimiz için feda eden
bahtsız Gaucher’miz için dua edelim... Oremus, Domine...’ demeyi
ihmal etmiyordu.
Bütün o beyaz kukuletalar sahınlığın karanlığında
eğildiklerinde, duaları karın üzerinde ha fçe titreşen bir meltem
gibi yayılırken, manastırın öbür ucundan, damıtım evinin alev
kırmızısı vitraylarının arkasından, avaz avaz bağıran Keşiş
Gaucher’nin şarkıları duyuluyordu:

‘Paris’te bir ak keşiş varmış


Neler yapar neler yaparmış
Paris’te bir ak keşiş varmış
Bir bahçede körpecik rahibeleri oynatırmış
Tıpış tıpış bir bahçede
Körpecik rahibeleri...’

... Hikâyenin tam burasında, papaz dehşet içinde, “Tanrım, ya


cemaatim bunları duyarsa,” dedi.
55. Uz un süre, daha önce icad edilmiş olan barutun mucidi olarak kabul edilmiştir. Aslında, topların
çaplarını ve güçlerini artırarak daha gelişkin modellerin üretilmesini sağlamıştır. (Y.N.)
CAMARGUE’DA

I
Yola Çıkış

Şatoda 56 büyük bir hareketlilik yaşanıyor. Habercinin,


bekçiden alıp getirdiği yarı Fransızca yarı Provence diliyle yazılmış
pusulada, şimdiden iki üç büyük balıkçıl ve deniz çulluğu
sürüsünün geçişine tanık olunduğu ve ilkbahar kuşlarının bölgeyi
ziyaret ettiği yazıyordu.
“Sizi de aramızda görmek isteriz!” diye ekleyen nazik
komşularım beni de davet etmişlerdi; bu sabah beşte, daha şafak
sökmeden tüfekler, köpekler ve erzaklarla yüklü büyük arabalarıyla
yamacın altına beni almaya geldiler. Zeytinliklerin soluk yeşilinin
zar zor seçildiği, meşelerin yeşilliğine de fazlaca kış havası ve
yapaylık veren bu aralık sabahında, biraz çorak, biraz ıssız olan
Arles yoluna koyulduk. Ahırlar hareketleniyor. Gün ağarmadan
uyananlar var, çiftliklerin pencereleri aydınlık. Uyku sersemi
akkuyruklu kartallar Montmajour Manastırı’nın taş yıkıntılarının
arasında kanat çırpıyorlar. Yine de, bu saatte hendekler boyunca
tırıs giden sıpalarıyla yol alan yaşlı köylü kadınlarla karşılaşıyoruz.
Dağlardan toplayıp, Saint-Trophyme Katedrali’nin basamaklarında
bir saat içinde satacakları şifalı otları, Ville-des-Beaux’dan altı mil
uzağa götürmeyi göze almışlar!..
Şimdi karşımızda Arles’ın surları da belirdi; tıpkı eski baskı
resimlerdeki gibi üzerlerindeki mızraklı nöbetçilerden daha küçük
görünen, alçak ve mazgallı surlardı bunlar. Dar yolların ortasına
kadar uzanan cumba gibi çıkmış, oymalı, yuvarlak balkonlarıyla,
Mağrip tarzı kemerli, alçak kapılarıyla, Kısa Burunlu Guillaume 57
ve Müslüman Araplar dönemini anımsatan eski, simsiyah evleriyle,
Fransa’nın en göz alıcı şehirlerinden biri olan bu muhteşem
kasabadan dörtnala geçtik. Bu saatte henüz sokaklarda kimse yok.
Yalnızca Rhône rıhtımında hareketlilik var. Camargue hattında
işleyen buharlı gemi, iskele basamaklarının dibinde kazanlarını
ısıtıp hareket etmeye hazırlanıyor. Kızıl şayaktan ceketler giymiş
çiftçiler, çiftliklere çalışmaya giden Roquetteli kızlar aralarında
gülüşüp sohbet ederek bizimle güverteye çıkıyorlar. Sabahın sert
rüzgârına karşı kahverengi mantolarına sarınmışlar, Arles usulü
yüksek topuzları hoş bir küstahlığı yansıtan, gülüşlerini ve
muzipliklerini daha geniş bir alana yaymak arzusuyla dikilen
başlarını daha zarif ve küçük gösteriyor... Kampananın çalmasıyla
yola koyuluyoruz. Geminin, pervanenin ve karayelin üçlü etkisiyle
iki kıyının manzarası sürekli değişiyor. Bir yanda çorak, taşlıklı
Crau Ovası, diğer yanda kısa otları ve sazlarla kaplı bataklıklarıyla
denize kadar uzanan daha yeşil görünümlü Camargue beliriyor.
Gemi zaman zaman sağa ya da sola, İmparatorluk kıyısına ya
da Ortaçağ’da söylendiği gibi, hatta yaşlı denizcilerin hâlâ
söyledikleri gibi Arles Krallığı’nın 58 dubalı iskelelerine
yanaşıyordu. Her iskelede beyaz bir çiftlik evi, küçük bir koru var.
Aletlerini yüklenen işçiler, kollarına sepetlerini takan kadınlar
iskeleden uzatılan merdivenden aşağı iniyorlar. İmparatorluğun ya
da Krallığın iskelelerine yanaştıkça gemi boşalıyordu ve ineceğimiz
Mas-de-Giraud İskelesi’ne vardığımızda, güvertede neredeyse kimse
kalmamıştı.
Bizi almaya gelecek orman bekçisini beklemek üzere
girdiğimiz Mas-de-Giraud, Barbetane beylerine ait eski bir çiftliktir.
Yüksek tavanlı mutfakta çiftçiler, bağcılar, çobanlar, yanaşmalar,
kısacası çiftliğin tüm çalışanları ciddi bir ifadeyle masalara
oturmuş, sessizce ve yavaşça yemeklerini yiyorlar, servis yapan
kadınlar, onlar sofradan kalktıktan sonra yiyecekler. Az sonra
orman bekçisi üstü kapalı, iki tekerlekli bir arabayla belirdi. Adam
tam bir Fenimore 59 karakterini andırıyor. Karada ve denizde avlara
kolculuk ediyor. Kendisine şafağın pusunda, akşamın
alacakaranlığında sazların arasına pusu kurmuş halde ya da
göllerde, sulama kanallarında küçük teknesinin üzerinde hiç
kımıldamadan ağlarını gözlerken rastlayan yöre halkı ona lou
Roudeïrou (gözcü) lakabını takmış. Onun bu sessiz ve dikkatli hali
sürekli olarak avları gözetlemesinden kaynaklanıyor olmalı. Yine
de, tüfekler ve sepetlerle yüklü araba önümüzde ilerlerken, bize av
haberleri, geçen sürülerin sayısı ve nerede, ne kadar göçmen kuş
avlandığı hakkında bilgiler veriyor. Sohbet ederken ormanın
derinliklerine doğru yürüyoruz.
Ekilmiş arazileri geride bıraktıktan sonra, işte vahşi
Camargue’ın tam ortasındayız. Otlakların, bataklıkların, sulama
kanallarının arasından göz alabildiğince uzanan çöven otları
beliriyor. Sazlar ve ılgın ağaçları sakin bir denizin ortasındaki
adacıkları andırıyor. Yüksek ağaçlar yok. Uçsuz bucaksız ovanın
ahenkli bütünlüğünü bozan hiçbir şey yok. Uzakta, çiftlik
ağıllarının alçak çatıları yerlere kadar uzanıyor. Dağılarak tuzlu
otların üzerine uzanan ya da kızıl kepenekli çobanlarının etrafında
bir arada ilerleyen sürüler, sonsuza dek uzanırmış gibi görünen
mavi ufkun ve açık göğün enginliğinde bu manzaranın
tekdüzeliğini bozamayacak kadar minik kalıyorlar. Bu ovadan, tıpkı
dalgalarına rağmen tekdüzeliğini koruyan bir deniz gibi ıssızlık ve
sonsuzluk duygusu yayılıyor, güçlü soluğuyla önüne hiçbir engel
çıkmadan aralıksız esen karayel, bu hissi artırırken manzarayı
adeta düzleştirip genişletiyor. Her şey önünde eğiliyor, bodur çalılar
sonsuz bir kaçışın emarelerini yansıtırcasına eğilip bükülüyor,
güneye doğru yerlere uzanıyor.

56. Metindeki coğra tasvirler dikkate alındığında, buranın Fontvieille’de, Daudet’nin “sevgili
komşuları” Ambroy Ailesi’nin yaşadığı Montauban Şatosu olduğu düşünülebilir. (Y.N.)
57. Toulouse Kontu Guillaume d’Orange’ın lakabı. (Y.N.)
58. . Eski Arles Krallığı, Almanya’ya bağlıydı, Rhône’un batısında ise Fransa Krallığı yer alıyordu. Bu
yüz den eski deniz ciler Rhône’un sol kıyısını İmparatorluk, sağ kıyısını ise Krallık olarak anıyorlardı.
(Y.N.)
59. James Fenimore Cooper, Son Mohikan ve The Prairie (Çayır) adlı eserlerin Amerikalı yaz arı. (Y.N.)
II
Kulübe

Kulübe sazdan bir çatıyla kurumuş sarı kamıştan duvarlardan


ibaret. Avcıların toplanma yeri işte burası. Camargue usulü kulübe
yüksek tavanlı, geniş ve penceresi yok, gün ışığı içeriye sadece
akşamları kanatları kapatılan camlı kapıdan giriyor. Kireçle
sıvanmış beyaz duvarlar boyunca tüfekleri, av çantalarını, bataklık
çizmelerini bekleyen askılıklar sıralanmış. Dipte, tavana destek
olmak üzere zemine sabitlenmiş sağlam bir direğin etrafında beş
altı beşik tonoz var. Geceleri, uzaktaki denizi gürültüsüyle
yakınlaştıran karayel esip kulübenin her yanı çatırdadığında, insan
kendini bir geminin kamarasında uzanmış gibi hisseder.
Ama kulübe en çok öğleden sonraları keyi i oluyor. Güneyin
güzel kış günlerinde, birkaç ılgının kökünün yandığı şöminenin
yanında tek başıma oturmayı çok severim. Karayel ya da yıldız yeli
esince kapı sarsılır, sazlar, kamışlar sızlanır ve tüm bu sarsıntılar
etrafımdaki doğanın büyük deviniminin küçük bir yansımasıdır.
Müthiş bir hava akımının etkisiyle çalkalanan kış güneşi, ışınlarını
kâh bir araya getirir, kâh sağa sola serpiştirir. Hayran olunası mavi
gökyüzünün altında geniş gölgeler süzülür. Işık da gürültüler de
kesik kesik gelir; sürülerin birden yankılanan ve rüzgârda yitip
giden çıngırak sesleri unutulur, hemen ardından, sarsılan kapının
altından bir nakarat güzelliğiyle yeniden süzülür... Günün en hoş
anları, avcıların dönüşünden hemen önce alacakaranlık çöktüğünde
yaşanır. Rüzgâr dinmiştir. Kısa bir süreliğine dışarı çıkarım. Kızıl
rengiyle alev alev yanarmış gibi görünen güneş, ısısını yitirmiş bir
halde huzur içinde batar. Kararan hava üzerinize doğru inerken
nemli siyah kanadıyla size şöyle bir değer geçer. İleride, ateşlenen
bir tüfeğin namlusundan çıkan ateş etrafı saran karanlıkla daha da
canlanan kızıl bir yıldız parıltısıyla yeri yalayarak geçip gider. Gün
ışığının hâlâ aydınlattığı yerlerde, hayata bir telaş hâkim olur.
Üçgen şeklinde upuzun bir ördek sürüsü adeta yere inecekmiş gibi
alçaktan uçuyor, ama kulübede yanan lambanın ışığını fark edince
birden uzaklaşıyorlar, sürünün başını çeken ördeğin boynunu
kaldırıp havalanmasıyla diğerleri de vahşi çığlıklar atarak onun
peşinden yükseliyorlar.
Az sonra, iri yağmur damlalarının yere çarpmasını andıran
müthiş bir tepinmenin yaklaştığı duyuluyor. Çobanlarının
çağırmasıyla soluk soluğa, koştura koştura gelen köpeklerin düzene
sokmaya çalıştığı binlerce koyun ürkmüş olarak ve karmaşa içinde
ağıla doğru koşuyorlar.Kendimi bu kıvırcık yün ve meleme
sağanağına kaptırıyorum, bu devasa çalkantıda, çobanlar
gölgeleriyle birlikte sıçrayan dalgalar tarafından sürükleniyormuş
gibi görünüyorlar... Sürülerin ardından tanıdık adımlar, neşeli sesler
duyuluyor. Avcıların neşeli gürültüleriyle dolan kulübede bağ
çubukları yakılıyor. Yorgunluk ne kadar fazlaysa, kahkaha sesleri o
kadar yüksektir. Kulübede tatlı bir yorgunluktan kaynaklanan bir
karmaşa yaşanıyor; tüfekler bir kenara bırakılmış, çizmeler sağa
sola atılmış, av çantaları boşalmış, her yana hepsi kana bulanmış
kızıl, altın sarısı, yeşil, gümüş renkli tüyler saçılmış. Sofra kurulup,
ne s yılanbalığı çorbasının kokusu etrafa yayıldığında, etrafı
kabaran iştahların büyük sessizliği kaplıyor, bu sessizliği yalnızca
kapının önünde kâselerini yalayan köpeklerin vahşi homurtuları
bozuyor...
Akşam muhabbeti kısa sürüyor. Daha şimdiden göz kırpmaya
başlayan ateşin yanında, yalnızca orman bekçisiyle ben kaldık.
Sohbet ediyoruz, daha doğrusu, ara sıra birbirimize köylü usulü
yarım yamalak bir şeyler söylüyor, tükenmekte olan bağ
çubuklarının son kıvılcımlarını andıran kısa ve çabuk la ar
atıyoruz. Sonunda orman bekçisi de ayağa kalkıp fenerini yakıyor,
ben de, onun gecenin içinde kaybolan ağır ayak seslerini
dinliyorum.
III
Umutlu Bekleyişte (Pusuda)

Umut! Burada pusuya böyle derler. Pusuyu, pusuya yatmış


avcının bekleyişini ve geceyle gündüz arasında her şeyin bekleyişe,
umut edişe, tereddüde gömüldüğü o belirsiz saatleri tanımlamak
için ne uygun bir sözcük. Sabah pususuna güneş doğmadan önce,
akşam pususuna alacakaranlık çökünce yatılır. Ben, göl sularının
gün ışığını uzun süre muhafaza ettiği bu bataklıklı bölgelerde,
ikincisini tercih ediyorum...
Bazen pusuya daracık olduğu için kolayca alabora olan ve en
ufak bir manevrada sarsılan o omurgasız küçük kayıklarda yatılır.
Sazların arasına gizlenen avcı, sadece kasketinin siperliğinin,
tüfeğinin namlusunun ve havayı koklayıp, sinekleri ağzıyla
kaparken kenara yasladığı iri patileriyle kayığın suyla dolup yan
yatmasına neden olan köpeğin başının göründüğü kayığının
dibinde ördekleri gözler. Bu pusu benim gibi deneyimsizler için çok
karmaşık. Bu yüzden ben, umuda, deriden uzun çizmelerimle
bataklıkta bata çıka gider, deniz kokulu sazların ve sıçrayan
kurbağaların arasında ilerlerken çamura batmamak için yavaşça,
tedbirlice yürürüm...
Nihayet, ılgın ağaçlarının oluşturduğu bir adacıkta, kuru
toprağın bir kenarına ilişirim. Orman bekçisi, bana saygısını
göstermek için birinci sınıf bir avcı ve balıkçı olan beyaz tüylü, iri
Pirene köpeğini bırakmıştır, ama doğrusu yanımda olması biraz
ürkütür beni. Bir sutavuğu menzilime girdiğinde, başının önüne
sarkan uzun ve yumuşak iki kulağını bir artist gibi geriye atıp bana
alaycı bir ifadeyle bakar; sonra tam öne atılmaya hazırlanırken
sabırsızca kuyruğunu sallar ve sanki bana, “Hadi silahını
ateşlesene!” demek ister.
Silahımı ateşleyip hede tutturamadığımda, yere yayılır, bıkkın,
umudunu kaybetmiş, küstah bir ifadeyle esner, gerinir...
Evet, tamam, kabul ediyorum, iyi bir avcı değildim. Pusu
benim için güneşin batması, zayı ayan gün ışığının suya sığınması,
parıldayan göllerin kararmış gökyüzünün griliğini açık gümüş
rengine boyaması anlamına gelir. Bu suyun kokusu, sineklerin
aralarından geçtikleri sazlara gizemli sürtünüşleri, titreşen uzun
yaprakların o ha f mırıltısı bana keyif verir. Ara sıra gökyüzünde,
çobanların sürüleri toplamak için çaldığı deniz kabuğunun
hırıltısını andıran hüzünlü bir ezgi yankılanır. Balıkçıl
balabankuşunun iri gagasıyla suya dalarken çıkardığı “rrruuuu”
sesidir bu! Başımın üzerinde tuna kuşu sürüleri süzülürken, ayazda
büzüşen, dağılıp saçılan tüylerinin hışırtısını, küçük kemiklerinin
aşırı yorgunluktan çatırdadığını işitirim. Sonra, geriye hiçbir şey
kalmaz. Gece olur, karanlık çöker, suyun üzerinde bir parça gün
ışığı kalmıştır...
Birden, içimin sanki arkamda biri varmış gibi huzursuzca
titrediğini hissederim. Arkama döndüğümde, güzel gecelerin
eşlikçisi yusyuvarlak dolunayın, önce belirgin bir şekilde tatlı tatlı
yükseldiğini, ardından ufukta uzaklaştıkça ağır ağır süzüldüğünü
fark ederim.
İşte, kendini belli eden bir ışık huzmesi hemen yanımda, az
sonra, hemen ileride bir başkası belirir... Artık bütün bataklık
aydınlanmıştır, minicik ot tutamlarının gölgeleri bile seçilmeye
başlamıştır. Pusu biter, kuşlar bizi fark ettiği için artık geri dönmek
gerekir. Mavi, ha f, puslu bir ışık selinin ortasında, göllere, sulama
kanallarına düşmüş yıldızları ve ay ışığının suyun dibine kadar
uzanan ışık huzmelerini hareketlendiren adımlarımızla yürürüz.
IV
Kızıl ve Beyaz

Hemen yakınımızda, bir tüfek menzili uzaklıkta, bizimkine


benzeyen ama biraz daha rustik bir kulübe daha var. Orman
bekçisi, hanımı ve büyük iki çocuğuyla orada oturuyor. Kız evin
yemeklerini hazırlayıp, balık ağlarını onarır, oğlansa balık
sepetlerini çekmesi için babasına yardım eder, göletlerin savaklarını
gözler. Daha küçük olan iki çocuk okumayı öğrenene ve ilk
komünyon ayinleri gerçekleşene kadar Arles’daki büyükannelerinin
yanında kalacaklar. Burası okula ve kiliseye uzak, üstelik
Camargue’ın havası çocuklar için uygun değil. Gerçekten de, yaz
gelip bataklıklar kuruduğunda ve sulama kanallarının beyaz balçığı
çatlamaya başladığında, ada oturulmaz hale gelir.
Bir ağustos ayında, genç yabanördeği avı sırasında karşılaştığım
o kor gibi yanan manzaranın hüznünü ve vahşetini hiç
unutmayacağım. Diplerinde nemli bir köşe arayan semenderlerin,
örümceklerin, susineklerinin hareketliliğiyle hâlâ bir nebze de olsa
yaşam belirtisi gösteren göletler, güneşin altında devasa üzüm
fıçıları gibi yer yer tütüyorlardı. Etrafa bir veba havası, binlerce
sineğin oluşturduğu girdapla daha da ağırlaşan bir mikrop buğusu
yayılıyordu. Orman bekçisinin evinde herkes tir tir titriyordu,
herkesin ateşi vardı ve bu sararmış, çökmüş yüzleri, etrafı
halkalarla çevrili büyümüş gözleri, içlerini ısıtmasa da onları yakıp
kavuran bu acımasız güneşe üç ay boyunca katlanmak zorunda
olduklarını görmek insanın içini sızlatıyordu... Camargue’da orman
bekçiliği yapmak çok zor ve çok acı! Yine de, onun yanında karısı
ve çocukları var, oysa iki mil ötedeki bataklıkta at bekçiliği yapan
adam yılın tamamını tek başına geçiriyor, tam bir Robinson hayatı
yaşıyor. Sazdan yaptığı kulübesinde, sorgun dalından yapılmış
hamağından üç kara taşın bir araya getirilmesiyle hazırlanmış
ocağa, ılgın ağacı gövdesinden yontulmuş taburelerden bu garip
evin kapısını kilitleyen beyaz ahşaptan anahtara kadar, her şey
onun elinden çıkmış.
Adam da, en az evi kadar tuhaf. Köylü güvensizliğini çalı gibi
gür kaşlarının altında gizleyen, münzevileri andıran sessiz bir
lozof. Otlağa gitmediği zamanlar, kapısının önüne oturur, atlarına
verdiği ilaçların şişelerini saran pembe, mavi ya da sarı
broşürlerden birini çocuksu ve dokunaklı bir ifadeyle yavaş yavaş
çözmeye çalışır. Bu zavallının ne okumaktan başka bir eğlencesi, ne
de okuyacak başka kitabı vardır. Kulübeleri komşu olmasına
rağmen bizim bekçiyle görüşmezler. Yolda bile karşılaşmaktan
kaçınırlar. Bir gün, bizimkine aradaki bu tatsızlığın nedenini
sorduğumda, bana ciddi bir ifadeyle şu yanıtı verdi:
“Düşüncelerimiz uyuşmuyor... O kızıl, bense beyazım 60 .”
Bu ıssız çölün yalnızlığında, birbirlerine yakınlaşması gereken,
bu birbirinden cahil ve saf iki yabani, yılda zar zor bir kere
indikleri şehirde, Arles’ın yaldızlı ve aynalı küçük kafelerinde,
Ptolemaiosların 61 sarayına gelmiş Theokritos gibi gözleri kamaşan
bu iki sığırtmaç, siyasi düşünceleri yüzünden birbirlerinden nefret
etmenin yolunu bulmuşlardı!

60. Kız ıl: cumhuriyetçi; beyaz : kralcı. (Y.N.)


61. MÖ 323’ten 30’a kadar Mısır’ı yönetmiş ve İskenderiye’yi sanat merkez i haline getirmiş Yunan
hanedanı. T heokritos, Ptolemaiosların sarayında yaşamıştır. (Y.N.)
V
Vaccarès

Camargue’ın en güzel yanı, Vaccarès’dır. Avı bir kenara bırakıp


sık sık bu tuz gölünün, büyük denizden kopmuş, içinde tutsak
olarak yaşadığı topraklarla bütünleşmiş gibi görünen bu küçük bir
su parçasının kıyısına otururum. Genellikle kıyılara iç karartıcı bir
görüntünün hâkim olduğu bu kurak, çorak beldede, Vaccarès,
yemyeşil otlar, kantaronlar, su yoncaları ve iklim koşullarına göre
kışın mavi, yazın kırmızı açarak değişen renklerine göre mevsimleri
simgeleyen statislerle kaplı kadife gibi zarif, yüksek kıyılarıyla
kendine özgü ve göz alıcı bir ora sergiler.
Akşam beşe doğru, güneş alçalırken, üzerinde enginliğini
sınırlayacak tek bir kayık, tek bir yelkenli bulunmayan bu üç
fersahlık su kütlesinin harika bir manzarası vardır. Altından her
yandan süzülen suların, zeminde en ufak bir çöküntüye
rastladığında yukarı çıkmaya hazır olduğu marnlı bir zeminin
kıvrımları arasında yer yer beliren göletlerin, sulama kanallarının
kendi halinde büyüsü değildir burayı güzel yapan. Burası, enginlik,
genişlik hissi verir insana. Dalgaların ışıltısı buraya kılkuyruk,
balıkçıl, balabankuşu, telliturna sürülerini çeker; kıyı boyunca
avlanan bu kuşlar çeşit çeşit renklerini sergilemek istercesine uzun
bir şerit halinde dizilir. Ardından karaleylekler, gerçek Mısır
karaleylekleri gelir, bu parlak güneşin altında ve sessiz manzarada
kendi ülkelerindeymiş gibi uçuşurlar. Gerçekten de, benim
bulunduğum yerden, suyun çalkantısından, kıyıya dağılmış atlarını
çağıran bekçinin sesinden başka bir şey duyulmaz. Bu atların
hepsinin de çarpıcı isimleri vardır: “Cifer!.. (Lucifer) Estello 62!..
Estournello 63!..” İsmini duyan at, yelesini rüzgârda savurarak
bekçinin yanına gelir ve elinden yulaf yer...
Yine aynı kıyının biraz daha uzağında, büyük bir sığır sürüsü
tıpkı atlar gibi özgürce otlar. Ara sıra ılgın ağaçlarının arasından
eğik sırtlarının çıkıntılarını, yarım ay şeklindeki küçük
boynuzlarının dikilişini fark ederim. Birçoğu ferrade olarak anılan
ve sığırların dağlandığı köy şenliklerinde dövüştürülmek için
yetiştirilen bu Camargue sığırlarından bazılarının ismi, şimdiden
Provence ve Languedoc sirklerinde duyulmaya başladı bile. Bu
komşu sürüde, Arles, Nîmes ve Tarascon müsabakalarında bilmem
kaç kişinin ve atın midesini deşmiş olan Romain adlı muhteşem
dövüşçü bir sığır vardır. Bu yüzden arkadaşları onu liderleri olarak
seçmişler; çünkü bu tuhaf sürülerde hayvanlar kendi kendilerini
yönetirler, şe eri olarak benimsedikleri yaşlı bir boğanın etrafında
toplanırlar. Camargue’ın üzerinde, bu uçsuz bucaksız ovada, hiçbir
şeyin önüne çıkamayacağı korkunç bir kasırga belirdiğinde,
sığırların başlarını öne eğip, bedenlerinin en güçlü noktası olan
geniş alınlarını rüzgâr yönüne çevirerek şe erinin arkasında
birbirlerine nasıl sokulduklarını görmek gerek. Bizim Provencelı
çobanlar bu toplu manevraya vira la bano au giscle, yani “boynuzu
rüzgâra çevirmek” derler. Bu şekilde konumlanmayan sürülerin hali
haraptır! Ne olduğunu şaşıran sürü ürküp kendi etrafında
dönerken, yağmurdan önlerini göremeyen, kasırgayla sürüklenen
sığırlar, fırtınadan kurtulmak için son hızla Rhône’a, Vaccarès’e,
hatta denize doğru koşturarak kaybolup giderler.

62. Provence dilinde yıldız anlamına gelir. (Y.N.)


63. Provence dilinde sığırcık anlamına gelir. (Y.N.)
KIŞLA ÖZLEMİ

Bu sabah, şafak sökerken korkunç bir trampet gürültüsüyle


yatağımdan sıçradım... Tram tarm tram! Tram tarm tram!..
Sabahın bu saatinde, bizim çamlıktan trampet seslerinin
gelmesi çok garip!
Hemen yataktan fırlayıp kapıyı açmak için koştum.
Ortada kimse yoktu! Gürültü kesilmişti... İki üç kervan
çulluğu, ıslak yabanasmalarının arasında kanatlarını çırparak
uzaklaştı... Ha f bir yel ağaçlarda şarkı söylüyordu...
Doğuda, Alpilles Dağları’nın zarif doruğunda, üzerinde
güneşin yavaşça yükseldiği altın renkli bir toz bulutu belirdi...
Güneşin ilk ışını, değirmenin çatısını yalamıştı bile. İşte tam bu
sırada, görünmeyen trampet gizlendiği yerden yeniden çalmaya
başladı... Tram... tram... tarm, tram, tram.
Lanet olsun! Ben trampeti unutmuştum. Peki, seheri ormanın
derinliklerinde bir trampetle selamlayan bu kendini bilmez de
kimdi?.. Etrafıma bakındım, lavanta demetlerinden, dallarını yola
kadar eğmiş çamlardan başka hiçbir şey göremedim... Belki de, sık
ağaçlıkların arasında benimle dalga geçmek isteyen bir orman cini
var...
Bu, olsa olsa Ariel 64 ya da Puck Usta’dır 65. Maskara,
değirmenimin önünden geçerken muhtemelen içinden şöyle
demiştir:
“Bu Parisli çok ehlikeyif, şuna bir sabah konseri verelim.”
Bunun üzerine, eline büyük bir trampet almış, tram tarm tram
diye çalmaya başlamıştır. Lanet olası Puck sussana artık!
Ağustosböceklerimi uyandıracaksın.

Ama bu Puck değil!


31. Piyade Alayı’nın Pistolet lakaplı trampetçisi Gouguet
François. İzne gelmiş ve burada canı sıkılıyor. Belediyeden trampet
ödünç alıp –izin verirlerse– Prince-Eugène Kışlası’nın özlemiyle
ormana geliyor ve hüzünlü bir ifadeyle çalmaya başlıyor
Bugün de, benim küçük, yeşil tepemde hayal kurmaya gelmiş...
Bir çama yaslanmış, bacaklarının arasına yerleştirdiği trampetini
coşkuyla çalıyor... Ürken keklikler ayaklarının dibinde uçuşuyorlar
ama o bunun farkında değil. Yaban kekiklerinin yaydığı hoş
kokuyu alamıyor.
Güneşin altında, dallar arasında titreşen zarif örümcek
ağlarını, trampetinin üzerinde seken çam iğnelerini görmüyor.
Düşlerine ve müziğine kapılmış, hayranlıkla bagetlerin inip
kalkışını izliyor ve o kocaman ablak yüzü her vuruşta neşeyle
doluyor.
Tram tarm tram! Tram tarm tram!..
“Geniş döşeme taşlarıyla kaplı avlusu, ip gibi sıra sıra dizilmiş
pencereleri, başlarındaki kepleriyle ahalisi, karavana seslerinin
yankılandığı alçak kemerleriyle, nerede o bizim güzel kışla!..”
Tram tarm tram! Tram tarm tram!..
“Ah! Nerede o çınlayan merdivenler, kireç badanalı koridorlar,
mis gibi kokan koğuşlar, parlatılmış palaskalar, ekmek tahtaları,
ayakkabı boyası kavanozları, gri battaniyeli demir karyolalar,
askılıklarda ışıldayan tüfekler!”
Tram tarm tram! Tram tarm tram!..
“Ah! Nöbetçi kulübesindeki o güzel günler, parmaklara yapışan
iskambil kâğıtları, tüylü kalemle çizilmiş süslemelerle ucubeye
çevrilmiş maça kızı, portatif yatağın üzerinde takımından rasgele
çekilip alınmış eski bir Pigault-Lebrun kitabı, neredeler şimdi!..”
Tram tarm tram! Tram tarm tram!
“Ah! O bakanlık kapılarında nöbet bekleyerek geçen uzun
geceler, yağmurun içeri girdiği, ayakların üşüdüğü eski nöbetçi
kulübesi!.. Soyluların davetlere giderken üzerimize çamur sıçratan
arabaları!. Ah! O angarya görevler, cezalı olduğumuz günler, leş
gibi kokan kovalar, tahta yataklar, yağmurlu sabahlarda çalan o
duygusuz kalk borusu, gaz lambalarının yandığı saatte sislerin
ortasında kışlaya dönüşler, soluk soluğa kalmış halde yetişilen
akşam içtimaları!”
Tram tarm tram! Tram tarm tram!
“Ah! O Vincennes Ormanı, beyaz pamuktan kocaman
eldivenler, surların üzerinde gezintiler... Ah! Askeri okulun
parmaklıkları, askerlerin sevgilileri, Salon de Mars’da çalan
trompet, salaş meyhanelerde içilen apsentler, hıçkırıklar arasında
verilen sırlar, çekilen piyade kılıçları, bir el kalbin üzerinde
söylenen duygusal şarkılar!..”
Zavallı, sen hayal kurmaya devam et! Seni engelleyecek
değilim, trampetini var gücünle çal. Seni gülünç bulmaya hakkım
yok.
Sen kışlanın hasretini çekiyorsan, ben de benimkini özlemiyor
muyum sanki? Benim Parisim de, tıpkı seninki gibi peşimi
bırakmıyor. Sen çamların altında trampet çalıyorsun! Bense
müsveddeler yazıp duruyorum... Ah! Biz Provencelılar! Orada,
Paris’in kışlalarında mavi Alpilles Dağları’nı ve lavantaların yabani
kokularını özlerdik; şimdiyse Provence’ın bağrında kışlanın
hasretini çekiyoruz. Bize onu hatırlatan her şey meğer ne
kıymetliymiş!..
Köyde saat sekizi çaldı. Pistolet bagetlerini elinden
bırakmadan, geri dönmek için yola koyuldu... Trampet çala çala
ormandan aşağıya inişini duyuyorum... Bense otların üzerine
uzanmışım,uzaklaşan trampetin gürültüsü eşliğinde, yüreğim
özlemle dolmuş bir halde, bütün Parisimin çamların arasında
belirdiğini görür gibi oluyorum...
Ah! Paris!.. Paris!.. Hep Paris!

64. Shakespeare’in Fırtına adlı oyununun önemli karakterlerinden biri olan hava perisi. (Y.N.)
65. Danimarka ve İsveç efsanelerinde yer alan bu iblis, Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’nın
karakterlerinden biridir. (Y.N.)

You might also like