You are on page 1of 440

Marcel Proust

K ay» Jjm am n İzinde

5W'SLLl lann en > ;~tn 1 n


¿Ilaii
Çeviren: Roza Hakmen
Kayıp Zamanın İzinde
SWANN'LARIN TARAFI

M arcel Proust 10 Temm uz 1871'de A uteuil'de doğdu. Bütün y aşa­


mını etkileyecek astım krizlerinin ilkini 1881'de geçirdi. 1890'da
Hukuk Fakültesi'ne ve Siyasal Bilgiler O kulu'na kaydoldu. Aynı yıl
M aupassant'la tanıştı. A rkadaşlarıyla birlikte Le Banquet yayınlarını
kurdu; burada edebiyat eleştirileri yayım ladı. 1893'te, Swann ın Bir
Aşfcı'nın "eskizi" olabilecek nitelikte bir metin yazdı. 1894'te Drey­
fus olayı başladı. Marcel Proust, babasıyla birlikte, D reyfus yanlıla­
rı arasında yer aldı. 1895'te felsefe lisansı diplom asını aldı. 1898'te
D reyfus olayı büyüdü. Aynı yıl Zola'nın "J'accuse" adlı açık mektu­
bu L'Aurore gazetesinde yayım landı. Proust 1908'de büyük yapıtını
(Kayıp Zamanın izinde) yazm aya koyuldu. 1914'te Guermantes Tara-
fı'n ı G rasset'ye hazırlam aya başladı. 30 K asım 1918'de Çiçek Açmış
Genç Kızların Gölgesinde yayım landı. 10 Aralık 1919'da bu kitap
Goncourt ödülü aldı. 30 N isan 1921'de Guermantes Tarafı II ile
Sodom ve Gomorra yayım landı. Aynı yıl Proust G allim ard'a Sodom ve
Gomorra II ile Sodom ff/'ün elyazm alarını verdi. 1922'de Mahpus ile
Kaçak (Sodom III) daktiloya çekilmeye başlandı. Proust, Ekim ayı b a­
şında bir bronşit krizi geçirdi, bunu zatürree izledi. Yazar, 18
Ekim 'de öldü.

R oza H akm en 1956'da İzmir'de doğdu. 1974'te İzmir Amerikan


Kız Koleji'ni, 1979'da ODTÜ Ekonomi Bölüm ü'nü bitirdi.
B aşlıca çevirileri: Ernest Hemingway, Çanlar Kimin için Çalıyor;
M ario Vargas Llosa, Kent ve Köpekler; N ina Berberova, Eşlik Eden:
Soneçka Antonovskaya; Juan Benet, M adrid'de Sonbahar; O scar Wilde,
De Profundis; M arguerite D uras, M avi Gözler Siyah Saçlar; Anthony
Burgess, Bir Elin Sesi Var; Carson M cCullers, Yelkovansız Saat; Tama
Janow itz, N ew York Köleleri; Mircea Eliade, Matmazel Christina; Anne
Rice, Vampirle Konuşma; M iguel de Cervantes Saavedra, Don Quijo­
te; Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes
Tarafı, Sodom ve Gomorra, Sw ann’larin Tarafı.
Marcel Proust'un
YKY'deki kitapları:

Kayıp Zamanın İzinde:


Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde (1996)
Guermantes Tarafı (1997)
Sodom ve Gomorra (1997)
SvvannTarın Tarafı (1999)
Mahpus (çıkacak)
Kaçak (çıkacak)
Yakalanan Zaman (çıkacak)
MARCEL PROUST

Kayıp Zamanın İzinde _


Swann'larm Tarafı
b ir in c i. E i İ cl/

ÇEVİREN:
ROZA HAKM EN

ROMAN

ODO
İSTANBUL
Yapı Kredi Yayınlan
Edebiyat - 312

Kayıp Zamanın İzinde - Svvann'lann Tarafı / Marcel Proust


Fransızcadan çeviren: Roza Hakmen
Şiir çevirileri: Ahmet Güntan
Redaksiyon: Mehmet Rifat

Kitap Editörü: Elif Gökteke


Düzelti: Alev Özgüner

Genel Tasanm: Faruk Ulay


Kapak Tasarımı: Nahide Dikel
Baskı: Şefik Matbaası

Fransızca ilk baskı: Du côté de chez Swann, Grasset, 1913


Çeviriye temel alınan baskı: A la recherche du temps perdu I - Du côté de chez Swann,
Éditions Gallimard, 1954
1. Baskı: Istanbul, Nisan 1999
2. Baskı: Istanbul, Haziran 2000
ISBN 975-363-910-4

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. 1999


© Éditions Gallimard, 1954

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


Yapı Kredi Kültür Merkezi
İstiklal Caddesi No. 285 Beyoğlu 80050 İstanbul
Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23
http://www.ykykultur.com.tr
http://www.shop.superonline.com/yky
e-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr
Sayın Gaston Calmette'e

Derin ve içten minnetimin


ifadesidir.

Marcel Proust
b ir in c i b o l u m
Combray

Uzun zaman, geceleri erkenden yattım. Bazen, daha mumu


söndürür söndürmez, gözlerim o kadar çabuk kapanıverirdi ki,
"uykuya dalıyorum" diye düşünmeye zaman bulamazdım.
Aradan yarım saat geçtikten sonra da, artık uykuya geçme vak­
ti geldiği düşüncesiyle uyanırdım; hâlâ elimde zannettiğim ki­
tabı bırakıp ışığımı söndürmek isterdim; az önce okuduklarım
hakkında fikir yürütmeye, uyurken de devam ederdim, ama fi­
kirlerim biraz farklı bir seyir izlerdi; kitapta sözü edilen şey,
benmişim gibi gelirdi bana; bu bir kilise de olabilirdi, bir dörtlü
de, I. François'yla Şarlken arasındaki rekabet de. Bu sanı, uya­
nışımdan sonraki birkaç saniye boyunca da varlığını sürdürür­
dü; mantığıma aykırı düşmez, ama gözlerime çekilmiş bir per­
de gibi, mumun artık yanmadığını fark etmemi engellerdi. Ar­
dından da, önceki hayatta var olan düşüncelerin ruhgöçünden
sonra bilinmez olması gibi, benim için anlaşılmaz bir hale gel­
meye başlardı; kitabın konusu benden kopardı, onu düşünüp
düşünmemekte serbest olurdum; aynı anda, görme duyuma
kavuşur, etrafımda, gözlerimi, belki daha çok da zihnimi din­
lendiren, hoş bir karanlık bulunca çok şaşırırdım; zihnim bu
karanlığı sebepsiz, anlaşılmaz, gerçekten karanlık bir şey olarak
algılardı. Saatin kaç olduğunu merak ederdim; uzaktan
duyduğum tren düdükleri, tıpkı bir ormanda öten kuşlar gibi,
mesafeleri vurgular, ıssız kırların enginliğini betimlerdi, kırın

9
ortasında, yakındaki istasyona doğru hızlı hızlı ilerleyen yol­
cuyu hayal eder, yeni yerlere, alışılmadık hareketlere, az önceki
sohbete, kendisine gecenin sessizliğinde hâlâ eşlik eden, yaban­
cı lambanın altındaki vedalaşmalara ve yakında yaşayacağı dö­
nüş huzuruna borçlu olduğu heyecan sayesinde, izlediği bu
küçük yolun, hafızasına nakşolacağını düşünürdüm.
Yanağımı, bir şefkat duygusuyla, yastığın, tıpkı çocukluğu­
muzdaki yanaklar gibi tombul ve körpe olan güzel yanaklarına
gömerdim. Saatime bakmak için bir kibrit çakardım. Neredeyse
geceyarısı. Mecburen seyahate çıkıp geceyi bilmediği bir otelde
geçirmek zorunda kalan hastanın, bir nöbetle uyandığı ve kapı­
nın altındaki ışık huzmesini görerek sevindiği an. Ne mutluluk,
sabah olmuş bile! Hizmetkârlar az sonra kalkar, zili çaldığında
imdadına gelirler. Acılarının dineceği umudu, ıstırabına katlan­
ma metaneti verir hastaya. İşte, ayak sesleri duymaktadır; ses­
ler yaklaşır, sonra uzaklaşır. Kapının altındaki ışık huzmesi yok
olmuştur. Saat geceyarısıdır; havagazını kapatmışlardır; son
hizmetkâr da gitmiştir ve bütün gece çaresiz ıstırap çekmesi ge­
rekecektir.
Tekrar uykuya dalardım, ara sıra, bir iki saniyeliğine, doğ­
ramaların canlıymışçasına çıtırdamasını işitecek kadar, gözleri­
mi açıp karanlığın kaleidoskopuna bakacak kadar, anlık bir bi­
linç ışıltısı sayesinde, eşyaları, odayı ve benim yalnızca küçü­
cük bir parçası olduğum ve duyumsuzluğuna hemen dönüver-
diğim bütünü sarmalayan uykunun tadına varmaya ancak ye­
tecek kadar kısa sürelerle uyanırdım. Bazen de uykumda zah­
metsizce, hayatımın ilk yıllarına, sonsuza dek geçmişte kalacak
bir yaşa döner, çocukça korkularımdan birini, mesela -benim
için yeni bir dönemin başlangıcını simgeleyen- saçlarımın ke­
sildiği güne kadar yaşadığım bir korkuyu, büyükamcamın
buklelerimi çekmesi korkusunu tekrar yaşardım. Uyurken saç­
larımın kesildiğini unutmuş olur, büyükamcamdan kurtulabil­
mek için uyanmayı başardığım an, derhal hatırlardım, ama rü­
yalar âlemine geri dönmeden önce tedbirimi alıp başımı sımsı­
kı yastığıma gömerdim.
Bazen, uykumda, bacağımın ters bir duruşundan, Adem'in
kaburgasından Havva'nın doğuşu gibi, bir kadın doğardı. Tat­

10
mak üzere olduğum hazzı, bana, hazdan vücut bulmuş olan bu
kadının sunduğunu zannederdim. Sıcaklığımı onun bedeninde
hisseden bedenim onunla birleşmek isterdi, uyanırdım. Yanın­
dan henüz bir iki saniye önce ayrıldığım bu kadınla karşılaştı­
rınca, diğer insanlar bana pek uzak gelirdi; yanağımda öpücü­
ğünün sıcaklığını hissederdim, vücudum onun ağırlığı altında
ezilmiş olurdu. Bu kadın, bazı defalar olduğu gibi, hayatta da
tanımış olduğum bir kadının hatlarına sahipse eğer, bütün ben­
liğimle tek bir amaca, tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle
görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte ta­
dabileceklerini zanneden insanlar gibi, ona kavuşmaya hasre-
derdim kendimi. Hatırası yavaş yavaş silinirdi, rüyamdaki kızı
unuturdum.
Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sı­
ralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir. Uyanırken,
içgüdüsel olarak bunlara başvurup yeryüzünün hangi nokta­
sında olduğunu, uykuya daldığından beri ne kadar zaman geç­
miş olduğunu bir çırpıda okuyuverir; ne var ki sıralamalarda
karışıklıklar, kopukluklar olması mümkündür. Gece uykusuz­
luk çekip sabaha karşı, alışılmışın çok dışında bir pozisyonda,
elinde kitabıyla uyuyakalmışsa mesela, havada kalmış olan ko­
lu, güneşi durdurup geriletmeye yeter, uyandığı anda, saati bi­
lemez, az önce yattığını zanneder. Daha da ters ve farklı bir ko­
numda, mesela akşam yemeğinden sonra bir koltukta oturur
halde uyuklarsa, o zaman yörüngesinden çıkan dünyalar iyice
allak bullak olacak, sihirli koltuk zamanda ve uzayda son sürat
dolaştıracaktır kendisini; gözlerini açtığı an, birkaç ay önce,
başka bir ülkede yatmış olduğunu zannedecektir. Ama benim
kendi yatağımda bile, zihnimi tamamen gevşeten derin bir uy­
kuya dalmam, zihnimi yattığım mekânın düzleminden kopar­
maya yeterdi, gecenin ortasında uyandığım zaman, nerede ol­
duğumu hatırlamadığım için, ilk anda kim olduğumu dahi bil­
mezdim; en ilkel, en basit şekliyle, belki bir hayvanın içinde kı­
pırdadığı şekliyle, varoluş hissini taşırdım sadece; bir mağara
adamından daha âciz olurdum; ama sonra, hatıra denen şey
-henüz bulunduğum yerin hatırası değilse de, daha önce yaşa­
dığım ve şimdi de içinde bulunabileceğim yerlerden birkaçının

11
hatırası- kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşluktan
beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli
gibi, bana geri dönerdi; uygarlığın asırlarını bir saniyede aşıve-
rirdim, petrol lambalarının, ardından devrik yakalı gömleklerin
hayal meyal görünen bulanık suretleri, benliğimin esas özellik­
lerini yavaş yavaş tekrar bir araya getirirdi.
Çevremizdeki nesnelerin durağanlığı, bu nesnelerin başka
nesneler değil de, onlar olduklarından emin olmamızın, yani
düşüncemizin onların karşısında durağan olmasının zorunlu
bir sonucudur belki de. Ne olursa olsun, şurası bir gerçek ki, bu
şekilde uyandığım zamanlar, zihnim nerede olduğumu anlaya­
bilmek için boş yere çırpınır, nesneler, ülkeler, yıllar, her şey et­
rafımdaki karanlığın içinde döner dururdu. Kıpırdayamayacak
kadar uyuşmuş olan bedenim, yorgunluğunun aldığı şekilden
yola çıkarak uzuvlarının konumunu saptamaya çalışır, buna
göre, duvarın yönünü, eşyaların yerlerini anlamaya, içinde bu­
lunduğu odayı yeniden oluşturmaya, isimlendirmeye çabalar­
dı. Bedenimin hafızası, kaburgalarının, dizlerinin, omuzlarının
hafızası, yatmış olduğu birçok odayı art arda sunardı kendisi­
ne; bu arada, hayal edilen odanın şekline bağlı olarak yer de­
ğiştiren görünmez duvarlar, zifirî karanlıkta fırıldak gibi döner­
di. Zamanların ve şekillerin eşiğinde duraksayan zihnim, he­
nüz ayrıntıları yan yana getirip odayı tanıyamamışken, bede­
nim, tek tek her odayla ilgili olarak, yatağın türünü, kapıların
yerini, pencerelerin ışık alma durumunu, bir koridor olup ol­
madığını, ayrıca o odada uykuya dalarken aklımdan geçen ve
uyandığımda tekrar aklıma gelen düşünceleri hatırlardı. Yönü­
nü tahmin etmeye çalışan, uyuşmuş tarafım, kendisini mesela
tepesi sayvanlı, büyük bir yatağa, duvara dönük olarak uzan­
mış hayal ederdi; bunun üzerine derhal, "Şu işe bak, annem ba­
na iyi geceler demeye gelmediği halde, uyuyakalmışım sonun­
da," diye düşünür, yıllar önce ölmüş olan büyükbabamın sayfi­
yedeki evinde zannederdim kendimi; zihnimin katiyen unut­
mamış olması gereken bir geçmişin vefalı bekçileri olan bede­
nim ve üstüne yatmış olduğum tarafım, büyükbabamların
Combray'deki evinde, yattığım odanın, tavana ince zincirlerle
asılı, kavanoz biçimli, Bohemya işi camdan idare lambasının

12
alevini, Siena mermerinden şöminesini hatırlatırdı bana, o anda
tam olarak gözümde canlandıramamakla birlikte şimdiki za­
man zannettiğim, az sonra tamamen uyandığımda daha net
olarak göreceğim o çok eski günlerdeki halleriyle hatırlardım
hepsini.
Sonra başka bir pozisyonun hatırası canlanır, duvar farklı
bir yöne kaçıverirdi: Mme de Saint-Loup'nun sayfiye evindeki
odamda olurdum; aman Tanrım, saat en aşağı on olmalı, akşam
yemeğini bitirmişlerdir! Her akşam, Mme de Saint-Loup'yla
mutat gezintimizden döndüğümde, frakımı giymeden önce
yaptığım şekerlemeyi bu kez fazla uzatmışım. Öğle sonrası ge­
zintisinden en geç dönüşlerimizde bile, penceremin camında
günbatımının kızıl yansımalarını gördüğüm Combray günle­
rinden bu yana yıllar geçmiştir çünkü. Mme de Saint-Loup'nun
Tansonville'deki evinde başka türlü bir hayat sürülmektedir,
sadece geceleri dışarı çıkmaktan, bir zamanlar güneşte oyun
oynadığım yollarda şimdi ay ışığında yürümekten, başka türlü
bir zevk almaktayımdır; akşam yemeği için giyinmeden önce
uykuya daldığımı zannettiğim oda, gezintiden dönerken, uzak­
tan, gecenin içindeki tek fener olan lambanın ışığıyla aydınlan­
mış halde gördüğüm odadır.
Bu fırıl fırıl dönen, karışık hatıralar, en fazla birkaç saniye
sürerdi daima; çoğunlukla, bulunduğum yer konusundaki kısa
tereddüdüm sırasında, tıpkı koşan bir atı izlerken, kinetosko-
pun bize gösterdiği, birbirini izleyen pozisyonları tek tek ayıra-
mayışımız gibi, bu belirsizliği oluşturan çeşitli tahminleri birbi­
rinden ayıramazdım. Ama hayatım boyunca yatüğım odaların
kâh birini, kâh başkasını görmüş olur, uyandıktan sonra daldı­
ğım uzun tahayyüllerde de, tek tek bütün odaları hatırlardım:
yatarken, yastığın bir köşesi, yorganın üst kısmı, bir şalın ucu,
yatağın kenarı ve Débats Roses'un bir sayısı gibi, birbiriyle son
derece ilgisiz şeylerle yaptığımız, kuşların tekniğiyle, uzun süre
bastırarak adeta perçinlediğimiz bir yuvaya başımızı gömdü­
ğümüz kış odaları; buz gibi havalarda, (yuvalarını bir yeraltı
geçidinin dibine, sıcak toprağın içine kuran denizkırlangıçları
gibi) dışarıdan kopuk olmanın hazzını yaşadığımız, şöminede­
ki ateş bütün gece yandığı için, birden alevlenen kor parıltıları­

13
nın delip geçtiği, kocaman bir sıcak ve dumanlı hava örtüsüyle
sarmalanmış, elle tutulamayan bir girintinin, odanın ortasına
oyulmuş sıcak bir mağaranın içinde, ısı sınırları değişken olan,
köşelerden, pencereye yakın veya şömineye uzak, soğumuş
bölgelerden esip yüzümüzü serinleten esintilerle havalanan bir
sıcak hava kuşağında uyuduğumuz odalar -aralık panjurlara
yaslanmış ay ışığının büyülü merdivenini yatağın ayak ucuna
kadar uzattığı, bir ışının ucunda, esintiyle sallanan baştankara
gibi, neredeyse açık havada uyuduğumuz, ılık geceyle birleş­
miş olmaktan hoşlandığımız yaz odaları- bazen, ilk gece bile
içinde fazla bedbaht olmadığım, tavanı tutan ince, hafif sütun­
ları zarafetle birbirinden uzaklaşarak yatağın yerini tayin eden
o neşeli, XVI. Louis üslubu oda; -bazen aksine, tavanı normal
bir tavanın iki katı yüksekliğindeki, piramit biçimli, kısmen
maunla kaplanmış küçük oda: daha ilk andan itibaren, yabancı
vetiver kokusuyla manen zehirlendiğim, mor perdelerin düş­
manlığından ve ben orada yokmuşum gibi bağıra çağıra geve­
zelik eden duvar saatinin küstahça umursamazlığından hiç
kuşku duymadığım; bir köşesini verevine kesen, dörtköşe,
ayaklı, garip ve acımasız aynanın, alışılmış görüş alanımın yu­
muşak bütünlüğünde kendine beklenmedik, çıplak bir yer açtı­
ğı; zihnimin, şekline tam olarak kendini uydurabilmek, bu dev
huniyi tepesine kadar doldurabilmek için, saatler boyunca par­
çalanmaya, kendini yukarı doğru uzatmaya çabalayarak gece­
ler boyunca azap çektiği; benimse, gözlerim tavanda, kulağım
kaygılar içinde, burnum huysuzlanarak, kalbim çarparak yata­
ğımda uzandığım ve sonunda alışkanlığın, perdelerin rengini
değiştirdiği, saati susturduğu, eğik ve zalim aynaya merhamet
etmeyi öğrettiği, vetiver kokusunu tam olarak kovamasa da
gizlediği ve tavanı adamakıllı alçalttığı o küçük oda. Alışkan­
lık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çek­
mesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkânlarıy­
la sınırlı kalan zihnimizin, bize içinde yaşanabilecek bir barınak
sunamayacağı için, her şeye rağmen bulduğu zaman sevindiği,
o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!
Şüphesiz artık iyice uyanmış olurdum, bedenim son bir
kez dönmüş, iyilik meleği kesin bilgi, etrafımda dönüp duran

14
eşyaları durdurmuş, beni kendi odamda, yorganın altına yatır­
mış ve komodinimi, yazı masamı, şöminemi, sokağa bakan
pencereyi ve iki kapıyı, aşağı yukarı doğru yerlerine koymuş
olurdu. Ama uyanıştaki cehaletin, bir anda net bir görüntüleri­
ni sunmasa da en azından var olmaları ihtimaline inandırdığı
odalarda bulunmadığımı ne kadar bilsem de, hafızam harekete
geçirilmiş olurdu bir kez; hemen uykuya dönmeye çalışmaz­
dım genellikle; gecenin büyük bölümünü, bir zamanlar
Combray'de, büyükhalamın evinde, Balbec'te, Paris'te, Don-
cieres'de, Venedik'te ve daha başka yerlerde yaşadığımız haya­
tı, mekânları, orada tanıdığım insanları, onlara ilişkin kendi
gözlemlerimi ve başkalarının anlattıklarını hatırlamakla geçirir­
dim.

Combray'de her akşamüstü, annemden ve büyükannem­


den ayrılıp uyuyamadan yatmak zorunda kalacağım saatten
çok önce, yatak odam, kaygılarımın sabit ve sancılı odağı hali­
ne gelirdi. Beni fazlasıyla bedbaht gördükleri akşamlar, eğlene­
yim diye akşam yemeğinden önce lambamın üzerine bir sihirli
fener takmayı âdet edinmişlerdi; bu fener, gotik çağın en önde
gelen mimarlarının ve cam ustalarının yaptığı gibi, donuk du­
varları canlandırıyor, titrek ve anlık bir vitrayı andıran, efsane­
lerin anlatıldığı, elle tutulamayan harelenmelerle, rengârenk,
doğaüstü görüntülerle dolduruyordu. Ama bu, benim üzüntü­
mü artırmaktan başka işe yaramıyordu, çünkü o değişik ışık bi­
le, yatma işkencesinin dışında odama tahammül edebilmemi
sağlayan alışkanlığı yok ediyordu. Artık odamı tanıyamıyor,
trenden inip ilk kez gittiğim bir otel veya "şale" odasındaymı­
şım gibi tedirgin oluyordum.
Golo, kafasında kötü emellerle, kesik kesik hareketlerle
ilerleyen atının üzerinde, bir tepenin yamacında yer alan koyu
yeşil, kadifemsi, üçgen korudan çıkar, sıçraya sıçraya zavallı
Brabant'lı Genoveva'nın şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fene­
rin oluklarına sürülen çerçeve içindeki oval camın şekline uya­
cak biçimde yuvarlak kesilmişti. Görünen şey, şatonun duvarı­
nın bir parçasıydı sadece, önünde de, Genoveva'nın, belinde
mavi kemeriyle hayallere dalmış olduğu geniş bir fundalık var­

15
dı. Şatoyla fundalık sarıydı, ama ben onları görmeden de ne
renk olduklarını biliyordum, çünkü çerçevenin içindeki cam­
dan önce, Brabant isminin altın parıltılı esmer tınısı, renklerini
açıkça göstermişti bana. Golo bir an durur, büyükhalamın yük­
sek sesle okuduğu hikâyeyi üzgün üzgün dinler, gayet iyi anlı-
yormuş gibi gözükür, ihtişamdan yoksun sayılamayacak bir
uysallıkla, hareketlerini metinde verilen bilgilere uydururdu;
sonra da, aynı kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Atının üze­
rindeki ağır ilerleyişini hiçbir şey durduramazdı. Fener yerin­
den kıpırdatılsa da, Golo'nun atının, penceredeki perdelerin
üzerinde ilerlemeye devam ettiğini, perdenin kıvrımlarıyla şi­
şip aralıklarına battığını görürdüm. Golo'nun, atı kadar doğa­
üstü yaradılıştaki kendi bedeni de, karşısına çıkan bütün mad­
di engelleri, yolunu kesen nesneleri kendi kemik yapısına katıp
içselleştirerek, hepsinin üstesinden gelirdi; hattâ kapı tokmağı­
na bile rastlasa, kırmızı giysisi veya hep aynı asaleti ve hüznü
koruyan, ama bu omurga naklinden ötürü en ufak bir şaşkınlık
belirtisi göstermeyen solgun çehresi, derhal kapı tokmağının
üzerine yerleşir, her zamanki yenilmezliğiyle üstünden kayıp
geçerdi.
Merovenjler döneminden çıkıp gelmiş duygusu veren ve
böylesine eski bir tarihin yansımalarını etrafımda dolaştıran bu
parıltılı görüntülerde bir büyü buluyordum elbette. Bununla
birlikte, zaman içinde kendi benliğimle doldurduğum, benli­
ğim gibi ona da herhangi bir dikkat göstermediğim bir odaya
esrarın ve güzelliğin böyle zorla girmesinin beni ne kadar hu­
zursuz ettiğini anlatmam mümkün değildir. Alışkanlığın uyuş­
turucu etkisi ortadan kalkınca, son derece hüzünlü faaliyetlere
girişiyor, yani düşünmeye, hissetmeye koyuluyordum. Kullanı­
mı benim için neredeyse içgüdüsel hale gelmiş olan, sanki ben
çevirmeden, kendi kendine çalışıyormuş hissi veren ve bu yüz­
den de benim gözümde dünyanın diğer bütün kapı tokmakla­
rından farklı olan odamın kapı tokmağı, bir de bakıyordum,
Golo'ya aura işlevi görüyordu. Akşam yemeğinin hazır oldu­
ğunu haber veren zil çalar çalmaz, Golo'yu ve Mavi Sakal'ı hiç
bilmeyen, buna karşılık annemle babama ve sığır haşlamasına
aşina olan iri avizenin mutat ışığını yaydığı yemek odasına ko­

16
şuyor, Brabant'lı Genoveva'nın bahtsızlıkları yüzünden benim
için daha da değerli hale gelmiş olan annemin kollarına atıyor­
dum kendimi; bu arada Golo'nun işlediği suçlar, benim kendi
vicdanımı daha bir titizlikle incelememe sebep oluyordu.
Akşam yemeğinden az sonra, annem, hava güzelse bahçe­
de, kötüyse herkesin çekildiği küçük salonda kalıp ötekilerle
sohbet ederken, ben annemden ayrılmak zorundaydım maale­
sef. Kötü havalarda herkes içeri girer, bir tek büyükannem dışa­
rıda kalırdı, çünkü büyükannem, "sayfiyede evin içine tıkılma­
yı günah" addeder, çok yağmurlu günlerde dışarıda durmama
izin vermeyip beni kitap okumaya odama gönderdiği için ba­
bamla sürekli tartışırdı. "Çocuğu gürbüz ve enerjik hale getir­
menin yolu bu değil," derdi hüzünle, "üstelik bu yavrucağın
hem bedenini, hem de iradesini güçlendirmesi gerekiyor." Ba­
bam omuz silkip barometreyi incelerdi, çünkü meteorolojiden
hoşlanırdı; babamı rahatsız etmemek için gürültü yapmamaya
çalışan annemse, şefkatli bir saygıyla ona bakar, ama babamın
üstünlüklerinin esrarına nüfuz etmek istemediğinden, bu ba­
kışları çok da fazla uzatmazdı. Oysa büyükannemi, her havada,
hattâ yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı, Françoise'm,
kıymetli hasır koltuklan, ıslanmasınlar diye alelacele içeri aldı­
ğı zamanlarda bile, yağmurun dövdüğü bomboş bahçede, alnı
rüzgârın ve yağmurun sağlıklı etkisine iyice açık olsun diye da­
ğılmış ak saçlarını geriye atarken görmek mümkündü. "Niha­
yet bir nefes alabiliyoruz!" diyerek -babamın sabahtan beri ha­
va düzelecek mi diye sorduğu, tabiat duygusundan yoksun ye­
ni bahçıvanın, büyükannemin zevkine göre fazlasıyla simetrik
olarak düzenlediği- iki yanı ağaçlı, ıslak yollarda heyecanlı, ke­
sik kesik, küçük adımlarla ilerlerdi; yürüyüş ritmini belirleyen
şey, koyu mor renkli eteğini baştan aşağı lekeleyip her yağmur­
dan sonra oda hizmetçisini umutsuzluğa düşüren çamurdan
korunmak gibi, asla aklına gelmeyen bir kaygı değildi katiyen,
fırtına sarhoşluğunun, sağlıklı yaşamanın öneminin, benim ap­
talca eğitimimin ve bahçedeki simetrinin ruhunda yarattığı çe­
şitli çalkantılardı.
Büyükannemin bu bahçe turları akşam yemeğinden sonra
gerçekleştiğinde, bir tek şey, onu içeri girmeye ikna ederdi; o

17
da, -dönüp dolaşıp, düzenli aralıklarla, bir böcek gibi, içkilerin
oyun masasının üzerine dizilmiş olduğu küçük salonu aydınla­
tan ışıkların karşısına geldiği anların birinde- büyükhalamın,
kendisine, "Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel
ol!" diye seslenmesiydi. Büyükhalam, büyükannemi kızdırmak
için (büyükannem, babamın ailesine öylesine farklı bir zihniyet
getirmişti ki, herkes ona takılır, üstüne varırdı), içki içmesi ya­
sak olan büyükbabama birkaç yudum içirirdi gerçekten de. Z a­
vallı büyükannem içeri girer, konyağın tadına bakmaması için
kocasına hararetle yalvarırdı; büyükbabam kızar, her şeye rağ­
men bir yudum konyağını içer, büyükannem de üzgün, cesareti
kırılmış bir halde, ama yine de gülümseyerek bahçeye dönerdi,
çünkü son derece alçakgönüllü, şefkat dolu bir insandı ve baş­
kalarına beslediği sevgiyle kendi şahsına, kendi acılarına karşı
aldırışsızlığı, daima bakışlarında bir tebessümde toplanırdı; bu
tebessüm, çoğu insanın çehresinde görülenin tersine, sadece
kendisine yönelen bir alay içerir, bizlere ise, sevdiklerine ancak
tutkuyla ve okşayarak bakabilen gözlerinden bir öpücük yol­
lardı adeta. Büyükhalamın kendisine çektirdiği bu işkence, da­
ha baştan mağlup olan büyükannemin, büyükbabamın elinden
içki kadehini almak için gösterdiği nafile çaba, boş yere yaka­
rışları ve çaresizliği, zaman içinde görmeye alıştığımız, hattâ
gülerek bakıp, kendi kendimizi işkence olmadıklarına ikna et­
mek için kararlılıkla, neşeyle işkencecinin tarafını tuttuğumuz
olaylardandı; o zamanlar beni öylesine dehşete düşürürlerdi ki,
büyükhalamı dövmek isterdim. Ama daha, "Bathilde! Gel de
kocanın konyak içmesine engel ol!" sözlerini işittiğim anda al­
çaklık bakımından yetişkin bir erkeğe dönüşüverir, hepimizin
büyüdüğümüz zaman, karşımızda acılar ve adaletsizlikler gör­
düğümüz zaman yaptığımız şeyi yapardım: Bunları görmek is­
temezdim; hıçkıra hıçkıra ağlayarak evin en tepesine, damın
hemen altında, çalışma odasının yanındaki süsen kokulu küçük
odaya çıkardım; ayrıca dışarıdaki duvarın taşları arasından fış­
kırmış yabani frenküzümünün, aralık pencereden içeri uzan­
mış çiçekli bir dalı da rayihasını yayardı bu odaya. Gündüzleri
penceresinden Roussainville-le-Pin kalesinin burçları bile görü­
nen, aslında daha belirli ve bayağı bir kullanım amacıyla yapıl­

18
mış olan bu oda, kuşkusuz kilitlememe izin verilen tek oda ol­
duğundan, uzun zaman boyunca, dokunulmaz bir yalnızlık ge­
rektiren bütün faaliyetlerimde, yani okuma, düş kurma, ağlama
ve tensellik için, bir sığınak görevi yaptı bana. Heyhat! Bitmez
tükenmez öğle sonrası ve akşam yürüyüşleri sırasında, büyü­
kannemin, yaş dönümüyle birlikte, tıpkı sonbaharda sürülmüş
topraklar gibi neredeyse mor bir renge dönüşmüş olan, dışarı
çıkarken takıp hafifçe yukarı kaldırdığı tülle ortadan ikiye bö­
lünmüş, üzerlerinde daima ya soğuktan ya da hüzünlü bir dü­
şünceden kaynaklanan irade dışı gözyaşlarının kurumakta ol­
duğu, çizgi çizgi, esmer yanaklarını, hafifçe yana eğilerek gök­
yüzüne çevrilmiş olan o güzel yüzünü dönüp dolaşıp önümüz­
den geçerken gördüğümüzde, kendisini üzen, kaygılandıran
şeyin, kocasının perhize aykırı ufak tefek kaçamaklarından çok,
benim iradesizliğim, sağlıksızlığım ve bunların istikbalime dü­
şürdüğü gölge olduğunu bilmiyordum.
Yatmak üzere yukarı çıkarken, tek tesellim, ben yatağa gir­
diğimde, annemin beni öpmeye geleceğini bilmekti. Ama bu iyi
geceler öpücüğü o kadar kısa sürer, annem o kadar çabuk aşağı
inerdi ki, onun yukarı çıkışını, sonra da minik hasır örgü kor-
donlu, mavi muslinden bahçe elbisesinin çift kapılı koridordaki
hışıltısını işittiğim an, benim için ıstırap dolu bir andı. Kendin­
den sonra gelecek olan ânı, annemin yanımdan ayrılıp tekrar
aşağıya ineceği ânı haber verirdi bana. Bu yüzden de, o kadar
sevdiğim bu iyi geceler öpücüğünün mümkün olduğunca geç
gerçekleşmesini, annemin henüz gelmemiş olduğu rahat süre­
nin uzamasını ister hale gelirdim. Bazen, annem beni öptükten
sonra odadan çıkmak üzere kapıyı açtığında, onu çağırmak,
"bir öpücük daha ver," demek isterdim, ama yüzünün derhal
asılacağını bilirdim, çünkü annemin yukarıya beni öpmeye çı­
karak, bana bu huzur öpücüğünü getirerek üzüntüme ve sıkın­
tıma verdiği taviz, bu merasimleri saçma bulan babamı kızdırı­
yordu; annem de, kapının eşiğine varmışken fazladan bir öpü­
cük istemeyi alışkanlık edinmeme izin vermek şöyle dursun,
bu iyi geceler öpücüklerinden, bu ihtiyaçtan, alışkanlıktan top­
tan kurtulmamı istiyordu. Annemi kızgın görmekse, daha bir
saniye önce, yüzünü yatağıma yaklaştırdığında, sanki ben

19
dudaklarımla onun gerçek varlığını ve uykuya dalabilme
gücünü çekip alabileyim diye, Komünyon ayininde kutsanmış
ekmeği uzatırcasına bana sunduğu o sevecen çehresinde bul­
duğum huzuru tamamen kaçırırdı. Yine de, annemin aslında
odamda pek kısa bir süre kaldığı bu akşamlar, yemeğe misafiri­
miz olduğu için yukarıya, bana iyi geceler dilemeye çıkmadığı
akşamlarla karşılaştırıldığında çok hoş sayılırdı. Misafirler, kısa
süreliğine civarda bulunan birkaç yabancının dışında,
Combray'deki evimize gelen tek kişi sayılabilecek M. Swann'la
sınırlıydı genelde; komşumuz olan M. Swann bazen akşam ye­
meğine (o uygunsuz evliliği yaptığından beri, annemle babam
karısını misafir etmek istemediklerinden, yemeğe daha seyrek
gelir olmuştu), bazen de yemekten sonra habersiz gelirdi. Evin
önündeki ulu kestane ağacının altında, demir masanın etrafın­
da oturduğumuz akşamlar, bahçenin girişinden, "zili çalma­
dan" giren ev halkından birinin harekete geçirdiği, madenî,
susmak bilmeyen, ürpertici gürültüsüyle geleni sağır eden,
yaygaracı çıngırağı değil de, yabancıların çaldığı zilin utangaç,
oval, yaldızlı çifte çınlamasını duyduğumuzda, herkes derhal,
"Misafir mi, kim acaba?" diye sorardı, oysa gelenin M.
Swann'dan başkası olamayacağını pekâlâ bilirdik; büyükha-
lam, davranışı sözlerine ters düşmesin diye yüksek sesle, doğal
olmasına gayret ettiği bir tonda konuşarak, aramızda fısıldaş-
mamamızı, gelen insan için bunun son derece tatsız olduğunu,
hakkında, duymaması gereken şeyler konuştuğumuzu zanne­
debileceğin! söylerdi; keşif kolu olarak kapıya gönderilen bü­
yükannem, hem fazladan bir bahçe turu yapmasına bahane çık­
tığı için her zaman sevinir, hem de, bu fırsattan faydalanıp, oğ­
lunun, berberin iyice yapıştırdığı saçlarını parmaklarıyla kabar­
tan bir anne gibi, yoldan geçerken güllere biraz olsun doğallık
kazandırabilmek için, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını
gizlice yerinden sökerdi.
Hepimiz, sanki çok sayıda muhtemel saldırgandan kuşku-
lanabilirmişiz gibi, büyükannemin düşman hakkında getireceği
haberi beklerdik kıpırdamadan; az sonra büyükbabam,
"Swann'in sesi bu, tanıdım," derdi. Gerçekten de kendisini an­
cak sesinden tanır, kemerli bir burna, yeşil gözlere ve Bressant

20
tarzında taranmış, kızıla çalan sarı saçlarla çevrili geniş bir alna
sahip çehresini pek seçemezdik, çünkü sivrisineklerden korun­
mak için bahçede mümkün olduğunca az ışık yakılırdı; ben,
belli etmeden, şurupları getirmelerini söylemek için içeriye gi­
derdim; büyükannem, şurupların sadece misafir olduğunda ik­
ram edilen, istisnai bir şeymiş gibi görünmemesini daha kibar­
ca bulduğundan, buna çok önem verirdi. M. Swann, büyükba­
bamdan çok daha genç olmakla birlikte, kendisiyle çok sami­
miydi; hayattayken büyükbabamın en yakın dostlarından biri
olan babasının, bazen bir hiç yüzünden coşkuları sekteye uğra­
yan, düşüncelerinin yönü değişen, üstün nitelikli, ama garip bir
adam olduğu söylenirdi. Büyükbabam sofrada sık sık, baba
Swann'in, gece gündüz başında beklediği karısının ölümünden
sonraki tutumuna ilişkin, hiç değişmeyen anekdotlar anlatırdı.
Arkadaşını uzun zamandır görmemiş olan büyükbabam,
Swann'larm Combray yakınındaki köşküne, onu görmeye koş­
muş, naaşın tabuta konuşuna şahit olmasını istemediği, göz­
yaşları içindeki M. Swann'i bir süreliğine ölü odasından çıkar­
mayı başarmış. Hafif güneşli bahçede küçük bir yürüyüşe çık­
mışlar. M. Swann, ansızın büyükbabamın koluna girerek hay­
kırmış: "Ah! Kadim dostum, bu güzel havada sizinle dolaşmak
ne büyük mutluluk! Bütün bu ağaçlar, akdikenler, takdirinizi
hiç belirtmediğiniz gölüm, bütün bunlar güzel gelmiyor mu si­
ze? Yüzünüzden düşen bin parça. Şu tatlı esintiyi hissediyor
musunuz? Oh! Kim ne derse desin, hayatın güzel yanları da
var, sevgili Amedee!" Sonra birdenbire, ölmüş olan karısını ha­
tırlamış ve herhalde böyle bir anda bir mutluluk hissine nasıl
kapıldığını anlamaya çalışmanın fazla çetrefil bir iş olacağını
düşünmüş olacak ki, aklına zor bir soru takıldığında daima
yaptığı gibi, eliyle alnını sıvazlayıp gözlerini ovuşturarak kele­
bek gözlüğünün camlarını temizlemekle yetinmiş. Bununla bir­
likte, karısının ölümünün üzüntüsünü bir türlü atlatamamış,
ama bu tarihten ölümüne kadar geçen iki yıl boyunca, büyük­
babama, "N e tuhaf, zavallı karımı çok sık düşünüyorum, ama
her seferinde azar azar düşünebiliyorum ancak," dermiş. "Rah­
metli Swann'in deyişiyle, sık sık, ama her seferinde azar azar",
büyükbabamın en sevdiği ifadelerden biri haline gelmişti ve

21
çok çeşitli şeylerle ilgili olarak bu ifadeyi kullanırdı. Bana kalsa,
Swann'in babasını bir canavar olarak görürdüm, ama yargısına
daha çok güvendiğim ve benim için mahkeme kararı niteliğin­
deki hükümleriyle, ileride mahkûm etme eğiliminde olacağım
hataları affetmemi sağlayacak olan büyükbabam, "Hiç olur mu!
Melek gibi adamdı!" demişti.
Oğlu M. Swann, özellikle evlenmeden önce, uzun yıllar bo­
yunca Combray'de kendilerini sık sık ziyaret ettiği halde, bü-
yükhalam, büyükannem ve büyükbabam, M. Swann'in katiyen
vaktiyle ailesinin görüştüğü çevrede yaşamadığını ve evimizde
Swann soyadı sayesinde adeta kimliği gizlenen bu adamın, as­
lında Jockey Kulübü'nün en seçkin üyelerinden biri, Paris Kon-
tu'nun ve Galler Prensi'nin en aziz dostu, Saint-Germain muhi­
ti yüksek sosyetesinin el üstünde tuttuğu bir kişi olduğunu
-bilmeden ünlü bir soyguncuyu barındıran namuslu otelcilerin
yüzde yüz m asumiyetiyle- akıllarından bile geçirmediler.
Swann'in sürdüğü bu parlak yüksek sosyete hayatı konu­
sundaki cehaletimiz, kısmen ölçülü ve ketum kişiliğinden kay­
naklanıyordu şüphesiz, ama kısmen de, o dönemde burjuvala­
rın, toplumu, herkesin, doğumundan itibaren kendini ailesinin
mevkiine yerleşmiş bulduğu ve istisnai bir meslek hayatının ya
da beklenmedik bir evliliğin sağladığı fırsatlar olmadıkça bu
mevkiden daha üst düzeyde bir kasta nüfuz edemediği, kapalı
kastlardan oluşan bir tür Hindistan gibi tasavvur etmelerinin
sonucuydu. Baba Swann sarraftı; "oğul Swann" da, hayatı bo­
yunca, servetlerin, tıpkı belirli bir vergi mükellefleri kategori­
sindeki gibi, belli gelir düzeyleri arasında oynadığı bir kastın
üyesi olmak durumundaydı. Babasının kimlerle görüştüğü bi­
lindiğinden, kendisinin de kimlerle görüştüğü, kimlerle ilişki
kurmak "durumunda" olduğu belliydi. Başkalarıyla düşüp kal­
kıyorsa, bunlar delikanlılık ilişkileriydi ve babamlar gibi eski
aile ahbapları bu ilişkileri görmezden geliyorlar, M. Swann ye­
tim kaldığından beri, büyük bir sadakatle ziyaretimize gelmeye
devam ettiğinden, bu konuda özel bir hoşgörü gösteriyorlardı;
ama bizim tanımadığımız bu dostlarının, yanımızdayken rast­
laşa, selam vermeye utanacağı türden kişiler olduklarına bahse
girebilirdik. Swann'a ille de ailesiyle eşit konumdaki diğer sar­

22
raf evlatları arasında, şahsi bir toplumsal katsayı biçilmek is­
tense, bu katsayı biraz düşük olurdu, çünkü çok sade bir insan
olduğu ve antika eşyalara, resme, öteden beri "aşırı bir düşkün­
lük" sergilediği için, artık koleksiyonlarını yığdığı eski bir ko­
nakta oturuyordu, ne var ki, büyükannemin gidip görmeyi çok
istediği bu konak, büyükhalamın oturmayı yüzkarası saydığı
bir semt olan Orléans Rıhtımı'nda bulunuyordu. "Bari bu ko­
nuda uzman mısınız? Sizin iyiliğiniz için soruyorum; satıcılar
size sahte resimler kakalıyordur mutlaka," derdi büyükhalam
Swann'a; Swann'in aslında hiçbir konuda söz sahibi olmadığını
düşünür, sohbet sırasında ciddi konulardan kaçman, sadece en
küçük ayrıntılarını bile atlamadan yemek tarifleri verdiğinde
değil, büyükannemin kız kardeşleri sanat konularına değindi­
ğinde de incelikten tamamen uzak bir kesinlik merakı sergile­
yen Swann'a, entelektüel açıdan da olsa, fazla değer vermezdi.
Büyükannemin kız kardeşleri kendisini bir resim konusundaki
fikirlerini söylemeye, takdirini belirtmeye zorladıklarında,
Swann neredeyse kırıcı sayılabilecek bir suskunluğa gömülür,
buna karşılık, resmin hangi müzede bulunduğu veya hangi ta­
rihte yapıldığı konusunda somut bir bilgi verebiliyorsa, açığını
kapatırdı. Yine de, her ziyaretinde, bizim tanıdığımız insanlar­
la, Combray'nin eczacısıyla, aşçımızla, arabacımızla ilgili, ba­
şından yakın zamanda geçmiş yeni bir olayı anlatıp bizi eğlen­
dirmekle yetinirdi genellikle. Bu hikâyeler büyükhalamı güldü­
rürdü elbette, ama Swann'in anlattığı olaylarda daima kendine
yakıştırdığı gülünç rol yüzünden mi, esprili anlatımından ötü­
rü mü güldüğünü pek bilmez, "Hakikaten bir âlemsiniz Mon­
sieur Swann," derdi. Büyükhalam, ailemizin biraz bayağı sa­
yılabilecek tek ferdi olduğundan, yabancıların yanında
Swann'dan söz açılınca, istese Haussmann Bulvarı'nda veya
Opéra Caddesi'nde oturabileceğini, babası M. Swann'dan ken­
disine en az dört, beş milyonluk bir miras kaldığını, ama böyle
tuhaf bir hevese kapılmış olduğunu belirtmeyi ihmal etmezdi.
Bu tuhaf hevesin insanlara o kadar eğlenceli geldiğini düşünür­
dü ki, M. Swann yılbaşlarında bir kutu kestane şekeriyle Pa­
ris'teki evine ziyarete geldiğinde, başka misafiri varsa, mutla­
ka, "Söyleyin bakalım Monsieur Swann, Lyon'a giderken treni

23
kaçırmayacağınızdan emin olmak için hâlâ Şarap Deposu'nun
yakınında mı oturuyorsunuz?" derdi. Ardından da kelebek
gözlüğünün üzerinden, göz ucuyla öteki konuklara bakardı.
Ama oğul Swann sıfatıyla, "burjuvazinin kaymak tabaka­
s ın ın , Paris'in en saygıdeğer noterlerinin, dava vekillerinin ev­
lerinde ağırlanma "hakkına pekâlâ sahip" olan (ve bu ayrıcalığı
biraz boşlayan) bu Swann'm, adeta gizli, bambaşka bir hayatı
olduğunu, Paris'te, yatmaya evine gittiğini söyleyerek bizden
çıktığında köşeyi döner dönmez yolunu değiştirip o güne dek
hiçbir sarrafın veya sarraf ortağının uzaktan yakından görme­
diği bir salona gittiğini büyükhalama söyleseler, büyükhalam
kulaklarına inanamazdı; Aristaios'la arkadaşlık etmek, Aris-
taios'un, kendisiyle sohbet ettikten sonra, (Vergilius'un anlattı­
ğına göre coşkuyla karşılandığı) Thetis'in krallığına, ölümlü
gözlerin göremediği bir âleme dalması, daha kültürlü bir
hanıma ne kadar şaşırtıcı gelirse, büyükhalam da o kadar
şaşırırdı; büyükhalamın aklına gelmesi daha muhtemel bir ben­
zetme yapacak olursak, bu durumu, (Combray'deki pasta ta­
baklarımızda resimlerini gördüğü) Ali Baba'nın, kendi evine
akşam yemeğine gelmesi, sonra da, tek başına kalınca, akla gel­
medik hâzineleri barındıran göz kamaştırıcı mağaraya girmesi
kadar olağanüstü bulurdu.
Swann bir gün Paris'te, akşam yemeğinden sonra ziyareti­
mize geldiğinde, frak giymiş olduğu için özür dilemiş, Fran-
çoise, o gittikten sonra, arabacıdan, Swann'm "bir prensesin
evinde" akşam yemeği yediğini öğrendiğini söyleyince, büyük­
halam, başını örgüsünden kaldırmadan omuz silkip, "Evet, ki­
bar fahişeler âleminden bir prensesin evinde!" diye serinkanlı
bir alaycılıkla cevap vermişti.
Bu yüzden de, büyükhalam Swann'a oldukça kaba davra­
nırdı. Bizim davetlerimizi Swann'm bir lütuf kabul etmesi ge­
rektiğini düşündüğünden, yaz mevsiminde ziyaretimize mutla­
ka bahçesinden toplanmış bir sepet dolusu şeftaliyle veya ahu­
duduyla gelmesini, her İtalya seyahatinden bana sanat şaheser­
lerinin fotoğraflarını getirmesini çok doğal bulurdu.
Evimize ilk defa gelecek olan misafirlerin karşısına çıkara­
cak kadar nüfuzlu bulunmadığından Swann'm davet edilmedi­

24
ği önemli yemek davetleri için ne zaman bir gribiche1 sosu veya
ananas salatası tarifi gerekecek olsa, hiç çekinmeden Swann'i
çağırtırlardı. Fransa hanedanı prenslerinden söz açılacak olsa,
büyükhalam, cebinde belki de Twickenham'dan bir mektup ta­
şıyan Svvann'a, "Sizin de, benim de asla tanışmayacağımız, za­
ten tanışmak da istemeyeceğimiz şahıslar, değil mi efendim?"
derdi; büyükannemin kız kardeşinin şarkı söylediği akşamlar,
piyanoyu itme, sayfaları çevirme işlerini Swann'a yaptırır, baş­
ka yerlerde peşinden koşulan bu şahsa, koleksiyon parçası bir
bibloyla, ucuz bir eşyayla oynar gibi dikkatsizce oynayan bir
çocuğun safiyane hoyratlığıyla muamele ederdi. Şüphesiz, aynı
dönemde birçok kulüp erkeğinin tanıdığı Swann, büyükhala-
mın gözündeki Swann'dan, yani Combray'deki küçük bahçe­
de, akşamları zilin çekingen, çifte çıngırtısı işitildiğinde, peşin­
de büyükannemle karanlığın içinde beliren, sesinden tanıdığı­
mız, anlaşılmaz, belirsiz şahsiyete Swann ailesi hakkında bütün
bildiklerini katıp onda cisimleştirerek yarattığı Swann'dan çok
farklıydı. Ne var ki, hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından
bakıldığında bile, insan, herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir
şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği,
maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz, başkalarının
düşüncesinin yarattığı bir şeydir. "Tanıdığımız birini görmek"
diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir ey­
lemdir. Baktığımız insanın dış görünüşünü, ona ilişkin bütün
kavramlarımızla doldururuz ve gözümüzde canlandırdığımız
bütün içinde, hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar.
Sonuçta yanakları öylesine kusursuz bir biçimde doldururlar,
burun çizgisini öylesine şaşmaz bir kesinlikle izlerler, sesin tını­
sıyla, sanki saydam bir kılıfmışçasına, öyle bir uyumla bütünle­
şirler ki, bu çehreyi her gördüğümüzde, bu sesi her duyduğu­
muzda, karşımızda bulduğumuz, işittiğimiz şey, bu kavramlar­
dır. Başka insanların, SwannTa karşılaştıklarında, çehresinde
hüküm süren ve adeta doğal bir sınır olan kemerli burnunda
duran zarafeti görmelerini sağlayan, Swann'in yüksek sosyete
hayatına ilişkin sayısız özellik, bizim ailenin şekillendirdiği
1 Zeytinyağı, sirke, katı yum urta, salatalık turşusu, kapari ve çeşitli otlarla hazırla­
nan bir sos.

25
Svvann'da bilgisizlik nedeniyle eksik bırakılmıştı şüphesiz; ama
bizimkiler de, bu sayede, nüfuzunu yansıtmayan bu boş ve ge­
niş çehreyi, bu azımsanan gözlerin derinliğini, sayfiye komşu­
luğu hayatımızın, haftalık akşam yemeklerinden sonra oyun
masasının etrafında veya bahçede birlikte geçirilen aylak saat­
lerinin -yarı hatıra, yarı unutuş olan- o belirsiz ve hoş tortu­
suyla doldurabilmişlerdi. Dostumuzun bedensel kılıfı, bu tor­
tuyla ve ailesine ilişkin kimi hatıralarla öylesine iyi doldurul­
muştu ki, bu Svvann, eksiksiz ve yaşayan bir varlık haline gel­
mişti; şimdi hafızamda bir yolculuğa çıkıp, daha sonra ayrıntılı
ve doğru bir biçimde tanıdığım Svvann'dan, bu ilk Svvann'a
-çocukluğumun sevimli hatalarını barındıran ve öteki
Svvann'dan çok, sanki hayatımızda da, tıpkı bir müzedeki gibi,
aynı döneme ait portrelerde bir aile havası, benzer tonlar var­
mışçasına, o dönemde tanıdığım diğer insanlara benzeyen o ilk
Svvann'a - boş vakitlerle, dinlenmeyle dolup taşan, ulu kestane
ağacının, ahududu sepetlerinin ve bir çimdik tarhunun rayiha­
sını taşıyan ilk Svvann'a geçtiğimde, bir insanın yanından ayrı­
lıp, bir başkasının yanma gidiyormuş izlenimine kapılırım.
Oysa büyükannem bir gün, Sacre-Cceur'de tanıştığı (ve
ikisi de birbirlerine bir yakınlık duydukları halde, bizim kast
kavramımızdan ötürü ilişkiyi ilerletmek istemediği) bir ha­
nımdan, ünlü Bouillon ailesinin bir ferdi olan Villeparisis
M arkizi'nden bir ricada bulunmaya gittiğinde, markiz kendi­
sine, "Sanırım M. Svvann'ı yakından tanıyorsunuz, kendisi
yeğenlerim Laumes'ların çok iyi dostudur," demişti. Büyü­
kannem bu ziyaretten, hem Mme de Villeparisis'nin bir daire­
sini kiralamasını tavsiye ettiği, bahçeye bakan apartmanı,
hem de merdivende yırtılan eteğini dikiversinler diye avluda­
ki dükkânlarına uğradığı yelekçiyle kızını çok beğenmiş ola­
rak, coşku içinde dönmüştü. Büyükannem bu insanlara bayıl­
mıştı, kızın pırlanta gibi bir kız, yelekçinin de hayatında gör­
düğü en seçkin, en hoş adam olduğunu söylüyordu. Çünkü
büyükannemin nazarında seçkinlik, toplumsal mevkiden ta­
mamıyla bağımsız bir şeydi. Yelekçinin bir cevabına hayran
olmuştu, "Sevigne bundan iyi ifade edemezdi!" diyordu an­
neme; buna karşılık, Mme de Villeparisis'nin, evinde karşılaş­

26
tığı bir yeğeninden, "A h kızım, ne bayağı adam!" diye söz
ediyordu.
Ne var ki, markizin Swann'la ilgili sözlerinin, büyükhala-
mın nazarında Swann'i yüceltmek değil, Mme de Villeparisis'yi
alçaltmak gibi bir etkisi olmuştu. Sanki büyükannemin söyle­
diklerine dayanarak Mme de Villeparisis'ye beslediğimiz saygı,
ona bu saygıya layık olmadığını gösterecek bir şey yapmama
sorumluluğunu yüklüyordu ve markiz de, Swann'in varlığın­
dan haberdar olarak, akrabalarının onunla görüşmesine izin
vererek bu yükümlülüğünü yerine getirmemişti. "Ne! Swann'i
tanıyor ha? Mareşal Mac-Mahon'la akraba olduğunu ileri sürü­
yordun bir de!" Bizim ailenin Swann'in ilişkileri konusundaki
fikirleri, daha sonra çok düşük seviyeli, yosma diye tanımlana­
bilecek bir kadınla evlenmesiyle de onaylanmış gibi geldi ken­
dilerine; zaten o da karısını bize tanıştırmaya hiç kalkışmadı,
evimize, ziyaretlerini giderek seyrekleştirmekle birlikte, tek ba­
şına gelmeye devam etti, ama bizimkiler, bu kadından yola çı­
karak, Swann'in -evlendiği kadını o çevrede bulduğu zannıy-
la- genellikle girip çıktığı, kendilerinin tanımadığı çevre hak­
kında bir hükme varabileceklerini düşündüler.
Bir keresinde, büyükbabam gazetede, M. Swann'in, babası
ve amcası Louis-Philippe döneminin en gözde devlet adamları
arasında sayılan X... Dükü'nün evindeki pazar öğle yemeği da­
vetlerinin en sadık müdavimlerinden biri olduğunu okudu. Bü­
yükbabam, Mole gibi, Dük Pasquier gibi, Broglie Dükü gibi ki­
şilerin özel hayatına düşünce yoluyla sızmasını kolaylaştıracak
bilgilere, küçük ayrıntılara pek meraklıydı. Swann'in, onları ta­
nımış olan insanlarla görüşmesine müthiş sevindi. Büyükha-
lamsa, aksine, bu habere Swann açısından olumsuz bir yorum
getirdi: Görüştüğü kimseleri, doğduğu kastın, kendi toplumsal
"sınıf'ının dışından seçen bir kişi, büyükhalamın nazarında,
korkunç bir düşüşe uğrardı. Bu gibi şahıslar, ileri görüşlü aile­
lerin, mevki sahibi kişilerle, evlatları için şerefli bir biçimde sür­
dürüp istifledikleri bütün değerli ilişkilerin meyvelerinden bir
anda vazgeçiyorlarmış gibi gelirdi ona (hattâ büyükhalam, ah­
baplarımızdan bir noterin oğluyla ilişkisini, bir prensesle evlen­
di diye kesivermişti, onun gözünde bu, saygıdeğer noter oğlu

27
mevkiinden, kraliçelerin zaman zaman lütuflarmı esirgemedik­
leri anlatılan eski oda hizmetkârlarının ve seyislerin dahil oldu­
ğu maceracılar sınıfına düşmek demekti). Büyükbabamın, bir
daha sefere akşam yemeğine bize geldiğinde, Svvann'ı bu yeni
keşfettiğimiz dostları konusunda sorguya çekme niyetini kına­
dı. Öte yandan, büyükannemin, ablalarıyla aynı asil ruha sahip
olan, ama zihniyetleri farklı, evde kalmış iki kız kardeşi, enişte­
lerinin böyle saçma sapan konuları konuşmaktan nasıl zevk
alabildiğini anlayamadıklarını belirttiler. Yüce şeylere özlem
duyan insanlardılar ve bu yüzden de, tarihî açıdan ilginç olsa
da, dedikodu sayılabilecek şeylerle, genelde doğrudan estetikle
veya erdemle bağlantılı olmayan herhangi bir şeyle ilgilenmele­
ri mümkün değildi. Sosyete hayatıyla uzaktan yakından ilişkili
olabilecek her şeye karşı dimağları o kadar ilgisizdi ki, -akşam
yemeğinde sohbet havai, hattâ sadece somut, maddî konulara
yöneldiğinde ve bu iki yaşlı hanım, kendi sevdikleri konuları
açamadıklarında, geçici gereksizliğini anlamış olan- işitme du­
yuları, bu konular konuşulurken alıcı organlarını rahat konu­
muna geçirir, gerçek bir atrofi başlangıcına maruz bırakırdı. Bü­
yükbabam, o sırada iki kız kardeşin dikkatini çekmek istediği
takdirde, ruh doktorlarının, hastalık derecesindeki dalgınlık va­
kalarında kullandıkları fiziksel uyarılara başvurmak zorunda
kalırdı: bıçağın kenarıyla üst üste birkaç kez bir bardağa vur­
mak, aynı anda sertçe seslenip ısrarla bakmak, yani psikiyatrla­
rın, çoğu kez, belki meslek alışkanlığıyla, belki de herkesi biraz
deli zannettiklerinden, sağlıklı insanlarla olan gündelik ilişkile­
rine de taşıdıkları, şiddet içeren yöntemler.
Swann, akşam yemeğine geleceği günden bir gün önce,
özel olarak büyükteyzelerime bir kasa Asti şarabı gönderip de,
aynı gün halam, Le Figaro'nun bir sayısında, Corot sergisinden
bir tablonun isminin yanındaki "M. Charles Swann'in koleksi­
yonundan" açıklamasını bize göstererek, "Gördünüz mü,
Swann'in adı Le Figaro’da çıkmış," dediğinde, iki kız kardeş,
daha çok ilgilendiler. "Zevk sahibi bir insan olduğunu hep söy­
lemişimdir," dedi büyükannem. "Gayet tabii, senin derdin, biz-
lerden farklı görüşte olmak," diye cevap verdi büyükhalam, bü­
yükannemin asla kendisiyle aynı fikirde olmadığını bilerek ve

28
bizim her seferinde kendisine hak verdiğimizden emin olmadı­
ğı için, bizi, kendisiyle dayanışma halinde karşı koymaya zorla­
dığı büyükannemin fikirlerini toplu halde mahkûm etmeye ite­
rek. Fakat biz sessiz kalmayı tercih ettik. Büyükannemin iki kız
kardeşi, Le Figaro'daki yazıdan Svvann'a söz etmek niyetlerini
belirttiklerinde, büyükhalam vazgeçmelerini öğütledi. Ne ka­
dar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstün­
lüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir
dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek duru­
munda kalmamak için, acırdı. "Bence bahsetmeniz hoşuna git­
mez; eminim ben kendi adımı böyle apaçık gazetede görsem
çok rahatsız olurdum, bundan söz edilmesi de gururumu okşa-
mazdı doğrusu." Büyükannemin kız kardeşlerini ikna etmek
konusunda büyükhalam fazla da ısrarlı davranmadı aslında,
çünkü büyükteyzelerim, bayağılaşma korkusuyla, kişisel ima­
ları ustalıklı dolambaçlarla gizleme sanatında o kadar ileri gi­
derlerdi ki, genellikle imanın yöneldiği kişi bile bunun farkına
varamazdı. Anneme gelince, onun tek düşündüğü, Svvann'a,
karısından değil de, taparcasına sevdiği ve söylentilere bakılır­
sa evlenmesine sebep olan kızından bahsetmeye babamı razı
etmekti. "Bir iki kelimeyle söz etmen, nasıl diye sorman yeterli.
Böylesi ona kimbilir ne kadar acı veriyordun" Ama babam kı­
zardı: "Hiç olur mu canım! Ne saçma fikir. Gülünç olur."
Yine de, Svvann'ın gelişi, aramızdan sadece birisi için azap
dolu bir endişenin kaynağıydı; o da bendim. Sebebi de, yabancı
misafirlerin, hattâ sadece M. Svvann'ın olduğu akşamlar, anne­
min benim odama çıkmamasıydı. Ben akşam yemeğini herkes­
ten önce yer, sonra, yukarı çıkmam gereken saat olan sekize ka­
dar, sofrada otururdum; annemin bana genellikle uykuya dala­
cağım sırada, yatağımda emanet ettiği değerli, kırılgan öpücü­
ğü, böyle akşamlarda yemek odasından kendi odama kadar ta­
şımam ve soyunurken, tatlı yumuşaklığını bozmadan, uçucu
etkisinin dağılıp buharlaşmasına izin vermeden korumam ge­
rekirdi; üstelik tam da bu öpücüğü her zamankinden daha ihti­
yatlı bir şekilde kabul etmem gereken bu akşamlarda, onu hız­
la, herkesin gözü önünde, adeta çalarcasına koparmam gerekir,
ruh hastalarının, bir kapıyı kapatırken, marazı şüpheleri kendi­

29
lerini yakaladığında, kapıyı kapadıkları ânın hatırası sayesinde
başarıyla şüpheye karşı koyabilmek için başka hiçbir şey dü-
şünmemeye gayret etmeleri gibi, yaptığım şeye özel bir dikkat­
le eğilmeye zamanım ve iznim bile olmazdı.
Zilin mütereddit, çifte çıngırtısı duyulduğunda, hepimiz
bahçedeydik. Gelenin Swann olduğunu bilmemize rağmen,
herkes merakla birbirine baktı ve büyükannem keşfe gönderil­
di. Büyükbabam, baldızlarına, "Gönderdiği şarap için anlaşılır
şekilde teşekkür etmeyi unutmayın; biliyorsunuz şarap mü­
kemmel, kasa da çok büyük," diye tavsiyede bulundu. "Fısıl-
daşmaya başlamayın," dedi büyükhalam. "Herkesin alçak sesle
konuştuğu bir eve gelmek de pek hoş bir duygudur doğrusu!"
"Aa, işte M. Swann. Kendisine soralım bakalım, yarın hava gü­
zel olacak mı?" dedi babam. Annem, kendisinin söyleyeceği bir
tek sözün, Swann'in, evliliğinden beri bizim aile yüzünden çek­
tiği üzüntüyü tamamen sileceğini düşünüyordu. Bir ara,
Swann'i bir kenara çekme fırsatını yakaladı. Ama ben de peşle­
rinden gittim; az sonra, diğer akşamlardaki gibi beni öpmeye
geleceği tesellisi olmadan, mecburen annemi yemek odasında
bırakıp odama çıkacağımı düşünerek, ondan bir adım olsun
uzaklaşmaya gönlüm razı olmuyordu. "Monsieur Swann," de­
di annem, "bana kızınızdan söz etsenize biraz; eminim şimdi­
den babası gibi sanat eserlerine meraklıdır." "Hadi gelin de bi­
zimle birlikte verandada oturun," dedi büyükbabam yanımıza
gelerek. Annem sözünü yarıda kesmek zorunda kaldı, ama en
güzel mısralarını kafiye baskısı altında bulmaya mecbur olan
büyük şairler gibi, bu sınırlamadan, bir incelikli düşünce daha
çıkardı: "ikimiz baş başa kaldığımızda, tekrar ondan söz ede­
riz," dedi Swann'a alçak sesle. "Hislerinizi ancak bir anne anla­
yabilir. Eminim kızınızın annesi de benimle aynı fikirdedir."
Hepimiz demir masanın etrafında yerlerimizi aldık. Akşam
odamda uyuyamadan, tek başıma geçireceğim sıkıntılı saatleri
düşünmek istemiyordum; ertesi sabah unutmuş olacağıma gö­
re, bu saatlerin hiçbir önemi olmadığına kendimi ikna etmeye,
bir köprü gibi, beni önümdeki korkunç uçurumun ötesine geçi­
rebilecek, geleceğe ilişkin düşüncelere tutunmaya çalışıyor­
dum. Ama duyduğum kaygıyla gerilmiş, anneme yönelttiğim

30
bakışlar gibi dışa doğru dönmüş olan zihnim, dışarıdan hiçbir
etkinin içine nüfuz etmesine izin vermiyordu. Düşünceler zih­
nime nüfuz edebiliyordu, ama ancak, beni duygulandıracak
güzellik unsurlarının, hattâ eğlendirecek gülünçlük unsurları­
nın tamamını dışarıda bırakmak kaydıyla. Tıpkı anestezi saye­
sinde geçirmekte olduğu ameliyatı hiçbir şey hissetmeden, ta­
mamen bilinçli bir şekilde izleyen bir hasta gibi, sevdiğim mıs­
raları katiyen duygulanmadan ezberimden okuyabiliyor, bü­
yükbabamın Swann'a Audiffret-Pasquier Dükü'nden söz etmek
için gösterdiği çabayı hiç neşelenmeden gözlemleyebiliyordum.
Bu çabaların hepsi sonuçsuz kaldı. Büyükbabam Swann'a, bu
hatip hakkında bir soru sorduğu anda, kulağı bu soruyu, derin
ama yersiz ve nezaket icabı bozulması gereken bir sessizlik ola­
rak algılayan büyükteyzelerimden biri, ötekine seslendi: "Bili­
yor musun Céline, genç bir isveçli öğretmen hanımla tanıştım,
bana İskandinav ülkelerindeki kooperatiflerle ilgili son derece
ilginç şeyler anlattı. Kendisini bir akşam yemeğe davet etmeli­
yiz." "Bence de!" diye cevap verdi kız kardeşi Flora. "Am a be­
nim de vaktim boşa harcanmış sayılmaz. M. Vinteuil'ün evin­
de, Maubant'ı yakından tanıyan yaşlı bir âlimle tanıştım;
Maubant, sahnede canlandırdığı kişilikleri nasıl oluşturduğunu
kendisine en ince ayrıntılarına kadar açıklamış. Gerçekten çok
ilginç. M. Vinteuil'ün komşusuymuş, hiç bilmiyordum; çok da
nazik bir beyefendi." "Nazik komşuları olan tek kişi M. Vin-
teuil değil," diye haykırdı Céline Teyzem, utangaçlığından ötü­
rü yüksek, önceden tasarlayarak konuştuğu için de yapay bir
ses tonuyla; bir yandan da, Swann'a anlamlı diye tanımladığı
bir bakış yöneltti. Céline'in bu cümleyle Asti şarabına teşekkür
ettiğini anlayan Flora Teyzem de bu esnada Swann'a bakmak­
taydı, bakışlarında hem bir kutlama, hem de, belki sadece abla­
sının nüktesini vurgulamak istediğinden, belki bu nükteye il­
ham kaynağı olduğu için Swann'a gıpta ettiğinden, belki de
Swann'in köşeye sıkıştığını zannettiği için onunla alay etmek­
ten kendini alamadığından, müstehzi bir ifade vardı. "Söz ko­
nusu beyefendinin akşam yemeği davetimizi kabul edeceğini
sanıyorum," diye devam etti Flora; "Maubant'dan veya Mme
Materna'dan söz açıldığında, saatlerce hiç durmadan konuşu­

31
yor." "Çok hoş olmalı," dedi büyükbabam içini çekerek; tabiat,
tıpkı büyükteyzelerimin dimağlarına, Molé'nin ya da Paris
Kontu'nun özel hayatına ilişkin bir hikâyeden tat alabilmek
için insanın kendisinin eklemesi gereken bir tutam tuzu biberi
koymayı unuttuğu gibi, maalesef büyükbabamın dimağına da,
İsveç'teki kooperatiflere ya da Maubant'ın canlandırdığı kişilik­
leri oluşturuşuna tutkulu bir ilgi duyma ihtimalini katmayı ih­
mal etmişti. "Biliyor musunuz," dedi Swann büyükbabama,
"söyleyeceğim şey, sorunuzla ilgisiz gibi görünse de, değil as­
lında, çünkü bazı bakımlardan dünya pek de fazla değişmedi.
Bu sabah Saint-Simon'u tekrar okurken, sizin hoşunuza gide­
cek bir şeye rastladım. İspanya büyükelçiliğiyle ilgili kitabın-
daydı; en iyi kitaplarından sayılmaz, bir günlük sadece, ama
hiç değilse çok güzel yazılmış bir günlük; bu da sabah akşam
okumak zorunda olduğumuzu zannettiğimiz o sıkıcı gazeteler­
le karşılaştırılınca, önemli bir fark.1" "Ben size katılmıyorum,
bazı günler gazete okumak benim çok hoşuma gidiyor..." diye
araya girdi Hora Teyzem, Le Figaro'da, Swann'm Corot tablo­
suyla ilgili cümleyi okuduğunu belirtmek için. "Bizi ilgilendi­
ren şeylerden ya da kişilerden söz ettiklerinde!" diye ekledi Cé­
line Teyzem. "Buna bir itirazım yok," dedi Swann şaşkınlık
içinde. "Benim gazetelerde eleştirdiğim şey, her gün dikkatimi­
zi önemsiz şeylere çekmeleri; oysa en önemli konuların işlendi­
ği kitapları, hayatta üç veya dört kere okuyoruz. Madem her
sabah gazetenin şeridini heyecanla koparıyoruz, demek ki bir
değişiklik yapıp gazeteye, ne bileyim ben... Pascal'in Düşünce-
ler'im koymaları gerekir!" (Bu ismi, ukalalık gibi görünmesin
diye, alaylı, tumturaklı bir tonda söylüyordu.) "Yunanistan
Kraliçesi'nin Cannes'a gittiğini veya Léon Prensesi'nin bir mas­
keli balo düzenlediğini de," dedi, kimi yüksek sosyete mensup­
larının sosyete olaylarına karşı sergilediği küçümser tavırla,
"ancak on yılda bir açtığımız, sayfa kenarları yaldızlı kitaplar­
da okurduk o zaman. Böylece doğru orantı sağlanmış olurdu."
Sonra, hafif bir tonda da olsa, ciddi konulardan söz ettiğine piş­
man olarak, "Sohbetimize diyecek yok," dedi alayla, "bu 'zir-
1 Bu cüm lede "gün lük" ve "gazete" diye bağlam a göre farklı biçimlerde karşıla­
nan Fransızca sözcük journal’ dir.

32
ve'lere çıkmaya niye kalkışıyoruz bilmem." Ardından büyük­
babama döndü: "Saint-Simon, Maulévrierinin, oğullarına elini
uzatma cüretini gösterdiğini anlatıyor. Biliyorsunuz, 'Bu kalın
şişenin içinde, öfke, bayağılık ve aptallıktan başka şey göreme­
dim asla/ diye söz ettiği, bu Maulévrier'dir." "Kalın ya da ince,
ben içinde çok farklı şeyler olan şişeler biliyorum," diye atıldı
Flora; Asti şarabı ikisine birden gönderildiği için, o da kendi
adına Swann'a teşekkür etmek istiyordu. Céline gülmeye başla­
dı. Afallayan Swann, sözüne devam etti: "Saint-Simon, 'Ceha­
letten mi, madrabazlıktan mı bilmem, çocuklarımın elini sık­
mak istedi. Neyse ki vaktinde fark edip engel oldum,' diyor."
Büyükbabam, "cehaletten mi, madrabazlıktan m ı"ya hayran ol­
muştu, ama Saint-Simon adının -bir edip sıfatıyla- işitme du­
yusunda tam anesteziye engel olduğu Mlle Céline, kızmaktay­
dı: "Nasıl olur! Bunu takdir mi ediyorsunuz? Bravo doğrusu!
Peki, ne demek oluyor bu; insanlar eşit değil midir? Eğer bir in­
sanın aklı ve yüreği varsa, dük olmuş, arabacı olmuş, ne fark
eder? Sizin Saint-Simon, çocuklarına bütün namuslu insanların
elini sıkmalarını söylememişse, pek güzel eğitmiş onları. Tek ke­
limeyle korkunç. Bir de örnek gösteriyorsunuz!" Büyükbabam,
bu engel karşısında, Swann'a hoşuna gidebilecek hikâyeler an­
lattırmanın imkânsızlığını sezerek, üzgün üzgün anneme dönüp
alçak sesle şöyle dedi: "Bana öğrettiğin, böyle zamanlarda beni
rahatlatan bir mısra vardı hani... Tamam, hatırladım! 'Ne fazilet­
ler var ki Tanrım, bizi nefret ettirdin!' Ah! Ne kadar güzel!"
Gözlerimi annemden ayırmıyordum; sofraya geçildikten
sonra, yemek bitinceye kadar kalmama izin verilmeyeceğini ve
annemin, babam kızmasın diye, kendisini herkesin önünde,
odamdaki gibi birçok kez üst üste öpmeme karşı çıkacağını bi­
liyordum. Bu yüzden de kendi kendime, yemek odasına geçti­
ğimizde, onlar yemeye başladıktan sonra, gitme vaktinin yak­
laştığını hissettiğim zaman, bu kısacık, kaçamak öpücükle ilgili
olarak, tek başıma yapabileceğim her türlü hazırlığı önceden
yapmayı kararlaştırmıştım; annemin yanağının neresini öpece­
ğimi bakışlarımla saptayacak, tıpkı bir ressamın, poz verme se­
anslarının süresi kısıtlı olduğunda paletini hazırlaması, çok ge­
rektiğinde model olmadan da yapabileceği şeyleri önceden,

33
belleğine ve notlarına başvuraraK tamamlaması gibi, zihnimi
hazırlayacak, bu düşünsel öpücük başlangıcı sayesinde, anne­
min bana ayıracağı bir dakikanın tamamını, onun yanağını du­
daklarımda hissetmeye hasredebilecektim. Ne var ki, daha ye­
mek çanı çalmadan, büyükbabam bilinçsiz bir acımasızlıkla,
"Çocuk yorgun görünüyor, gidip yatsa iyi olur. Zaten bu gece
geç yiyeceğiz," dedi. Anlaşma kurallarına büyükannem ve an­
nem kadar titizlikle uymayan babam da, "Doğru, hadi git yat,"
diye onayladı. Annemi öpmek istedim, ama tam o anda yemek
çanı çaldı. "Yeter canım, bırak anneni, iyi geceler dilediniz ya
birbirinize, bu kadar tezahürat da gülünç artık. Hadi çık yuka­
rı!" Böylece yolluğumu almadan gitmek zorunda kaldım; mer­
divenin her basamağını gönülsüzce, gönlüme karşı koyarak,
mecburen çıktım; gönlüm annemin yanına dönmek istiyordu,
çünkü annem beni öperek peşimden gelme iznini kendisine
vermemişti. Daima üzgün üzgün tırmandığım bu iğrenç merdi­
venden yayılan vernik kokusu, her gece yaşadığım bu belirli
türdeki kederi bir şekilde emmiş, sabi deştirmiş ti ve belki de bu
kederin, duyarlılığım üzerindeki etkisini daha da acımasızlaştı­
rıyordu, çünkü zihnim, kokuya bürünmüş haldeki kederime
karşı çaresiz kalıyordu. Uykuda, diş ağrısını, kurtarmak için
üst üste iki yüz hamle yaptığımız, suya düşmüş bir genç kız ve­
ya Moliere'in durmadan tekrarladığımız bir mısraı olarak his­
settiğimizde, uyanıp da zihnimizin diş ağrısı kavramını her tür
kahramanca ya da ritmik kılık değişikliğinden arındırması,
müthiş bir rahatlamadır. İşte odama çıkmanın kederi, bu mer­
divene özgü vernik kokusunun solunmasıyla, -m anevi istila­
dan çok daha zehirli olan- son derece süratli, hem sinsi, hem
de sert bir biçimde, neredeyse bir anda benliğime nüfuz ettiğin­
de yaşadığım şey, bu rahatlamanın tersiydi. Odama vardığım­
da, bütün çıkışları tıkamam, panjurları kapatmam, yatak örtü­
sünü açarak kendi mezarımı kazmam, gecelik biçimindeki ke­
fenimi giymem gerekti. Ama yazın büyük yatağın fitilli doku­
madan perdelerinin altında çok terlediğim için odaya konan
ilave demir yatağa gömülmeden önce, içimde bir isyan hissi
kabardı, bir idam mahkûmu hilesine başvurmak istedim. An­
neme bir not yazıp, kendisine ancak yüz yüze söyleyebileceğim

34
önemli bir şey için yukarı çıkmasını rica ettim. Tek korkum, ha­
lamın Combray'de olduğumuz zamanlar benimle ilgilenmekle
görevli aşçısı Françoise'ın, notumu götürmeyi reddetmesiydi.
Misafir varken anneme bir not götürmenin, ona, bir tiyatronun
kapıcısının sahnedeki bir oyuncuya bir mektup götürmesi ka­
dar imkânsız görüneceğinden şüpheleniyordum. Françoise'ın,
yapılabilecek ve yapılamayacak şeyler konusunda, anlaşılmaz
ya da anlamsız ayrımlara dayanan, zorlayıcı, kapsamlı, karma­
şık ve taviz vermez (süt çocuklarını katletmek gibi kan dökücü
buyrukların yanı sıra, abartılı bir incelikle oğlağı annesinin sü­
tünde pişirmeyi, hayvanların but sinirlerini yemeyi yasaklayan
eski yasaları andıran) yasaları vardı. Yapmasını istediğimiz ki­
mi işlere karşı birden gösterdiği inatçı direnişe bakılırsa, bu ya­
salar, Françoise'ın çevresinin ve bir köy evindeki hizmetkârlığı­
nın katiyen esinlemiş olamayacağı birtakım toplumsal karma­
şıklıkları ve sosyete inceliklerini öngörmüş gibiydi; insan, tıpkı
bir zamanlar orada bir saray hayatı yaşandığına tanıklık eden
eski konakların bulunduğu ve kimyasal madde fabrikası işçile­
rinin, Aziz Theophilos mucizesini ya da Aymon'un dört oğlunu
temsil eden zarif heykellerin arasında çalıştığı sanayi siteleri gi­
bi Françoise'ın da, çok eski, asil ve anlaşılamamış bir Fransız
geçmişine sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. Bu ör­
nekte, Françoise'ın, M. Swann varken benim gibi önemsiz bir
şahsiyet için, annemi rahatsız etmesinin, yangın çıkmadıkça
pek küçük bir ihtimal olmasına yol açan yasa maddesi, Fran-
çoise'ın yalnızca -ölülere, rahiplere ve krallara olduğu gibi—
ebeveyne değil, ayrıca ağırlanan misafire de duyduğu saygının
ifadesiydi sadece; bu saygı, bir kitapta karşıma çıksa, beni duy-
gulandırırdı belki, ama bu saygıya değinen Françoise olunca,
bu konudan söz ederken kullandığı ciddi ve şefkatli ses tonu
yüzünden, sinirime dokunurdu; hele o akşam, yemek davetine
atfettiği kutsallık, merasimi bölmeyi reddetmesine sebep olaca­
ğından, iyice canımı sıkıyordu. Ama ben, kendime bir şans ta­
nımak isteyip hiç duraksamadan yalan söyleyerek, Françoise'a,
anneme bu notu kendi isteğimle yazmadığımı, annemin, ben
yanından ayrılırken, aramamı rica ettiği bir eşyayla ilgili ola­
rak, ona bir cevap göndermeyi unutmamamı tembihlediğini

35
bildirdim; bu not kendisine verilmezse, annemin mutlaka çok
kızacağını da ekledim. Zannederim Françoise bana inanmadı,
çünkü tıpkı duyuları bizden daha güçlü olan ilk insanlar gibi, o
da, kendisinden saklamak istediğimiz gerçekleri, bizim için
kavranması mümkün olmayan işaretlerden, hemen anlayıverir-
di; sanki kâğıdın incelenmesi ve yazının görünüşü, notun içe­
riği ya da hangi yasa maddesine başvurması gerektiği hakkın­
da kendisine bir bilgi verebilirmiş gibi, beş dakika boyunca zar­
fa baktı. Sonra, "Böyle evladı olan ana babanın vay haline!" an­
lamına gelebilecek bir tevekkül ifadesiyle odadan çıktı. Bir iki
dakika sonra dönüp sofradakilerin henüz dondurmalarını bitir-^
mediklerini, uşağın notu o sırada, herkesin önünde vermesinin
imkânsız olduğunu, ama sıra ağızların çalkalanmasına geldi­
ğinde, bir yolunu bulup notu anneme ileteceklerini söyledi.
Kaygılarım o anda dağıldı; artık, az önce olduğu gibi, annem­
den ertesi güne kadar ayrılmış sayılmazdım, çünkü yazdığım
kısa not, şüphesiz annemi kızdıracak (üstelik bu numara beni
Svvann'ın nezdinde gülünç düşüreceği için iki misli kızdıracak),
ama hiç değilse görünmez ve mutlu bir şekilde annemin bulun­
duğu odaya girmemi sağlayacak, annemin kulağına fısıltıyla
benden söz edecekti; çünkü daha bir iki dakika önce, -"tan e li"-
dondurmayla ağız çalkalama kaplarının bile, bana, annem bu
hazları benden uzakta tattığı için, zararlı ve ölümcül derecede
hüzünlü hazlar barındınyormuş gibi geldiği o yasak, düşman
yemek odasının kapıları beni kabul etmek üzere açılıyordu ve
olgunlaşıp kabuğunu yırtan bir meyve misali, yazdığım satırla­
rı okuyan annemin dikkatini, benim coşkun kalbime doğru fır­
latacaktı. Artık ondan ayrı değildim; engeller yıkılmıştı, hariku­
lade bir bağ, bizi birleştirmekteydi. Üstelik bu kadarla da kal­
mıyordu: Annem mutlaka gelecekti!
Swartn'in, yazdığım notu okusa ve amacını tahmin etse,
yaşadığım yürek daralmasıyla alay edeceğini düşünüyordum;
oysa daha sonra öğrendim ki, aksine, benzer bir yürek daral­
ması, uzun yıllar boyunca onun da içini kemirmişti ve belki de
beni en iyi anlayabilecek kişi oydu; Swann, sevdiği kadının,
kendisinin bulunmadığı, gidip onunla buluşamayacağı bir eğ­
lence yerinde olduğunu sezmenin getirdiği yürek daralmasıyla,

36
aşk aracılığıyla tanışmıştı; aşk, bir bakıma bu yürek daralması­
nın kaderidir, onu tekeline alır, özelleştirir; ne var ki, benim du­
rumumda olduğu gibi, yürek daralması, içimize, aşk hayatı­
mızda boy göstermeden önce yerleştiğinde, aşkın bekleyişi
içinde, başıboş ve serbest dalgalanır, belirli bir duygunun teke­
linde değildir, bir gün bir hissin, ertesi gün bir başkasının, kâh
evlat sevgisinin, kâh dostluğun emrindedir. Svvann, Françoise
gelip de notumun iletileceğini haber verdiğinde benim ilk kez
tanıştığım mutluluğu da çok iyi biliyordu; bu yalancı mutlulu­
ğu, sevdiğimiz kadının, onunla buluşmak üzere bir balonun
veya davetin verildiği konağa ya da bir tiyatrodaki prömiyere
gelen bir arkadaşı veya akrabası, bizi çaresizlik içinde, sevdiği­
mizle konuşmak için bir fırsat kollayarak dışarıda aylak aylak
dolaşırken gördüğünde yaşarız. Söz konusu şahıs bizi tanır,
teklifsizce yanımıza gelip orada ne işimiz olduğunu sorar. Biz
akrabasına ya da arkadaşına acil bir mesaj iletmek zorunda ol­
duğumuz yolunda bir yalan uydurduğumuzda da, meselenin
kolaylıkla çözülebileceğini söyleyip bizi girişe alır, beş dakika
içinde sevdiğimizi yanımıza göndereceğine dair söz verir. Düş­
manca, ahlaksızca, harikulade girdapların sevdiğimiz kadını
bizden uzaklara sürüklediğini, bize güldürdüğünü zannettiği­
miz o garip, cehennemi daveti, bir tek cümlesiyle gözümüzde
dayanılır, insani ve neredeyse olumlu kılan iyi niyetli aracıyı ne
kadar da çok severiz! (İşte ben de Françoise'ı o anda o kadar
çok seviyordum.) Yanımıza gelen ve davetin zalim sırlarına vâ­
kıf olan akrabadan yola çıkarsak eğer, diğer davetlilerin de ib­
lisçe bir yanı olmasa gerektir. Sevdiğimiz kadının bilinmez haz­
lar yaşayacağı o erişilmez, işkence dolu saatlere, biz de beklen­
medik bir gedikten nüfuz etmekteyizdir işte; art arda dizilerek
bu saatleri oluşturan anlardan birini, diğerleri kadar gerçek,
hattâ belki sevgilimiz de rol oynadığından, bizim için ötekiler­
den daha önemli bir ânı, kafamızda canlandırmakta, elimizde
tutmakta, ona müdahale etmekteyizdir, hattâ onu biz yaratmış
bile sayılabiliriz: bizim orada, aşağıda olduğumuzun kendisine
söyleneceği an. Davetin diğer anları da, özünde bundan çok
farklı olmasa gerektir, daha olağanüstü, bize öylesine ıstırap
çektirecek bir yanları yoktur herhalde ki, iyi niyetli dost,

37
"Memnuniyetle iner aşağıya! Yukarıda sıkılmaktansa, sizinle-
sohbet etmeyi kesinlikle tercih edecektir," demiştir bize. Hey­
hat! Swann bu tecrübeyi yaşamıştı; sevmediği birinin bir davet­
te bile peşini bırakmamasına sinirlenen bir kadının üzerinde,
üçüncü şahısların iyi niyetlerinin hiçbir etkisi olmaz. Genellik­
le, iyi niyetli arkadaş aşağıya tek başına iner.
Annem gelmedi ve (bulup bulmadığımı bildirmemi rica et­
tiği eşyayla ilgili yalanımın ortaya çıkmamasına bağlı olan) iz­
zetinefsime özen göstermeden, Françoise'la şu mesajı gönderdi:
"Cevap yok." Daha sonra bu cümlenin, lüks otellerin kapı gö­
revlileri, kumarhane görevlileri tarafından, zavallı şaşkın genç
kızlara söylendiğini çok işittim. "Nasıl olur, hiçbir şey demedi
mi? Ama imkânsız! Notumu kendisine verdiniz, değil mi? Peki,
ben biraz daha bekleyeyim." Nasıl ki bu genç kızlar, kapı gö­
revlisi kendileri için fazladan bir lamba yakmaya yeltendiğinde
ışığa ihtiyaçları olmadığını söyleyip bir kenarda dururlarsa,
görevlinin komiyle havadan sudan konuşmasını, sonra birden
saatin farkına varaıp bir müşterinin içkisini buzda soğutmak
üzere komiyi göndermesini izlerlerse, ben de Françoise'ın bana
bir bitki çayı yapma, yanımda oturma tekliflerini reddettim, o
mutfağa gittikten sonra da, yatağıma yatıp bahçede kahve içen
annemlerin seslerini duymamaya çalışarak gözlerimi kapattım.
Ama birkaç saniye sonra, anneme o notu yazmakla, onu kızdır­
mayı göze alarak, kendisini tekrar görebileceğim ânı adeta elle­
rimle tuttuğumu hissedecek kadar ona yaklaşmakla, onu gör­
meden uyuyabilme ihtimalini ortadan kaldırmış olduğumu
hissettim; kalbimin çarpıntıları her an biraz daha sancılı hale
geliyordu, çünkü kendi kendimi, bahtsızlığımı kabullenerek sa­
kinleşmeye ikna etme çabası, çarpıntımı daha da artırıyordu.
Birdenbire bütün sıkıntım dağıldı, tıpkı bir ilaç etkisini göster­
meye başlayıp da ağrımızı dindirdiğinde olduğu gibi, içimi bir
mutluluk kapladı: Annemi görmeden uyumamaya karar ver­
miştim; ne pahasına olursa olsun, onunla uzun süre boyunca
küs kalacağımızdan emin de olsam, yatmak üzere yukarı çıktı­
ğında onu mutlaka öpecektim. Kaygılarımın sona ermesinin
yarattığı huzur kadar, bekleyiş de, tehlike arzusu ve korkusu
da, olağanüstü bir coşku veriyordu bana. Gürültü etmeden

38
pencereyi açıp yatağımın ayakucuna oturdum; aşağıdan beni
işitmesinler diye neredeyse kıpırdamıyordum. Dışarıda da her
şey, ay ışığını bulandırmamak için sessiz bir dikkat içinde do­
nup kalmıştı adeta; ay, bütün nesnelerin önüne yansıttığı, nes­
nenin kendisinden daha yoğun, daha somut bir akisle her birini
ikizleştirip geriye itmiş, tıpkı daha önce katlanmış olan bir hari­
tayı açar gibi, manzarayı aynı anda hem inceltmiş, hem de bü­
yütmüştü. Kıpırdaması gereken şeyler, tek tük kestane yaprak­
ları, kıpırdıyordu. Ama her yaprağın, en ufak ayrıntılarla, en
ince ürpertilerle titizlikle tamamlanan, eksiksiz titreyişi, diğer­
lerine bulaşmadan, onlarla bütünleşmeden sınırlı kalıyordu.
Hiçbir sesi yutmayan bu sessizliğin üzerine yayılan, en uzak­
lardan, muhtemelen kentin öbür ucundaki bahçelerden gelen
sesler bile, öyle bir "m ükem m eliyetle, en ince ayrıntılarına ka­
dar algılanıyordu ki, uzaktan geliyormuş hissini vermeleri,
sanki sadece pianissimo olmalarından kaynaklanıyordu; Kon-
servatuvar orkestrasının kusursuz biçimde, surdinlerle icra etti­
ği ezgiler de, tek nota bile kaçırılmadığı halde, konser salonu­
nun çok uzağından geliyormuş izlenimini uyandırır ve bütün
yaşlı dinleyiciler -Swann biletlerini kendilerine verdiği zaman­
lar büyükannemin kız kardeşleri de- henüz Trevise Sokağı'nı
dönmemiş olan bir ordunun ilerleyişini uzaktan dinlercesine
kulak kabartırlardı.
Kendi kendime yarattığım durumun, annemle babamın
tepkileri açısından, benim için mümkün olan en ağır sonuçlara
yol açabileceğini, bir yabancının tahmin edemeyeceği, ancak
gerçekten yüz kızartıcı suçların sonucu olabileceğini düşündü­
ğü türden ve o ciddiyette sonuçlar doğurabileceğini biliyor­
dum. Ne var ki, bana verilen eğitimde, kabahatlerin sıralaması,
diğer çocukların eğitiminde olduğundan farklıydı; bana, (her­
halde bu kadar özenle uzak tutulmam gereken bir başka kaba­
hat olmadığından) özellikle kaçınmam gereken şeyin, ortak
özelliklerini, yani sinirsel bir güdüye boyun eğmekten kaynak­
landıklarını şimdi anladığım kabahatler olduğu öğretilmişti.
Ama o sırada sinirsel kelimesi telaffuz edilmez, bana, yenik
düşmemin bağışlanabilir, hattâ karşı koymamın imkânsız oldu­
ğunu düşündürebilecek bu sebep, açıkça belirtilmezdi. Yine de

39
ben bu kabahatleri, öncesinde yaşadığım yürek daralmasından
ve ardından gelen cezadan, gayet iyi tanırdım; o anda işlediğim
kabahatin de, daha önce sertçe cezalandırılmamla sonuçlanan
başka kabahatlerle aynı cinsten, üstelik çok daha ağır olduğunu
biliyordum. Annem, yatmak için yukarıya çıkarken yoluna di­
kildiğimde, benim kendisine koridorda tekrar iyi geceler dile­
mek üzere uyumayıp beklediğimi görünce, beni artık evde tut­
mayacaklar, ertesi gün yatılı okula vereceklerdi, bundan hiç
kuşkum yoktu. Ne yapalım! Beş dakika sonra kendimi pencere­
den aşağı atmam gerekse de, umurumda değildi. O anda istedi­
ğim, annemdi, ona iyi geceler dilemekti; bu arzuyu gerçekleş­
tirme yolunda, geri dönemeyecek kadar ilerlemiştim artık.
Svvann'ı geçirmekte olan annemle babamın ayak seslerini
işittim; kapının çıngırağı Swann'in gittiğini haber verince, pen­
cereye yaklaştım. Annem babama, ıstakozu beğenip beğenme­
diğini, M. Swann'in kahveli ve şamfıstıklı dondurmadan biraz
daha alıp almadığını soruyordu. "Ben dondurmayı pek yavan
buldum," dedi annem; "bir dahaki sefere başka bir çeşidini de­
nesek iyi olacak galiba." "Swann'i ne kadar değişmiş bulduğu­
mu anlatamam," dedi büyükhalam, "enikonu yaşlanmış!" Bü-
yükhalam Swann'i hep bir yeniyetme olarak görmeye alıştığın­
dan, onu birdenbire kendisine yakıştırmaya devam ettiği yaşta­
ki kadar genç bulmayınca şaşırmıştı. Zaten annemle babam da,
Swann'i, yarını olmayan günleri hep boş geçen, dakikalar sa­
bahtan itibaren üst üste yığılıp çocuklara hasredilmediği için
diğer insanlara oranla daha uzun günler geçiren, bütün bekâr­
lar gibi, anormal, aşırı, utanç verici ve müstahak bir biçimde
yaşlanmış bulmaya başlamışlardı. "Sanıyorum herkesin gözü
önünde Monsieur de Charlus diye bir adamla birlikte yaşayan
o rezil karısı Swann'i çok üzüyor. Bütün Combray bunu konu­
şuyor." Annem, buna rağmen Swann'in bir süredir eskisi kadar
kederli görünmediğini söyledi. "Babasından aynen aldığı o
gözlerini ovuşturup eliyle alnını sıvazlama hareketini de daha
seyrek yapıyor. Ben aslında o kadını artık sevmediğini düşünü­
yorum." "Tabii ki artık sevmiyor," diye cevap yerdi büyükba­
bam. "Kendisinden uzun zaman önce bu konuda bir mektup
aldım; söylediklerine katiyen katılmasam da, mektup, karısına

40
ilişkin hisleri, en azından sevgisi konusunda şüpheye yer bı­
rakmıyordu. Gördünüz mü, şarap için teşekkür etmediniz ken­
disine!" diye ekledi baldızlarına dönerek. "Nasıl teşekkür et­
medik? Laf aramızda, bence oldukça incelikli bir biçimde teşek­
kürlerimi bildirdim," diye cevap verdi Flora Teyzem. "Evet,
çok güzel ifade ettin; seni çok takdir ettim," dedi Celine Tey­
zem. "Sen de hiç fena sayılmazdın." "Evet, nazik komşulara
ilişkin cümlemle epey gurur duydum." "Ne! Siz buna teşekkür
etmek mi diyorsunuz?" diye haykırdı büyükbabam. "Söyledik­
lerinizi duydum pekâlâ, ama Swann'dan bahsettiğiniz aklım­
dan geçtiyse kör olayım. Hiçbir şey anlamadığından emin ola­
bilirsiniz." "Yok canım, Swann aptal bir insan değil, takdirle
karşıladığından eminim. Kaç şişe gönderdiğini, şarabın fiyatını
belirtemezdim ya!" Annemle babam yalnız kalınca biraz otur­
dular; sonra babam, "Eh, istersen yukarı çıkıp yatalım," dedi.
"Nasıl istersen canım, gerçi benim hiç mi hiç uykum yok; oysa
kahveli dondurma uykumu kaçıramayacak kadar hafifti; neyse,
mutfakta ışık yandığını fark ettim, zavallı Françoise beni bekle­
diğine göre, sen soyunurken rica edeyim de korsemi çözsün."
Ardından annem, holü merdivenden ayıran kafesli kapıyı açtı.
Az sonra, odasının penceresini kapatmak üzere yukarı çıktığını
işittim. Sessizce koridora çıktım; kalbim o kadar hızlı çarpıyor­
du ki, adım atmakta güçlük çekiyordum, ama hiç değilse artık
sıkıntıdan değil, korkudan ve mutluluktan çarpıyordu. Merdi­
ven boşluğunda, annemin elindeki mumdan yayılan ışığı gör­
düm. Sonra kendisini gördüm ve fırladım. İlk anda, ne olduğu­
nu anlayamayarak şaşkınlık içinde baktı bana. Ardından, yü­
zünde bir öfke ifadesi belirdi; tek kelime olsun söylemiyordu,
zaten bundan çok daha küçük kabahatler işlediğimde bile, gün­
lerce benimle konuşulmazdı. Annem bir şey söylese, benimle
konuşulabileceğini kabul etmiş olurdu; kaldı ki böyle bir şey,
bana daha da korkunç gelir, benim için düşünülen cezanın
ağırlığı yanında, suskunluğun, küslüğün çocukça kalacağını
belirten bir işaret gibi algılardım sözlerini. Annemin söyleyece­
ği bir tek söz, kovulmasına karar verilmiş bir hizmetkârla ko­
nuşurken sergilenen sükûnete, askere gönderilen bir evlada, iki
gün küs kalınacak olsa kendisinden esirgenecek bir öpücüğü

41
vermeye benzerdi. Ama o sırada annem, babamın soyunmak
üzere gittiği banyodan çıktığını duydu ve babamın azarından
beni korumak için, öfkesinden kesik kesik konuşarak, "Kaç ça­
buk, koş, hiç değilse baban böye deliler gibi beklediğini görme­
sin!" dedi. Ben hâlâ, "Gel bana iyi geceler dile," diye tekrarlı­
yor, babamın elindeki mumun ışığının duvarda yükselmekte
olduğunu görüp dehşete kapılıyor, ama bir yandan da, baba­
mın yaklaşmasını bir tehdit olarak kullanıyor, annemin, reddet­
meye devam ederse, babamın beni orada bulmasından korka­
rak, "Odana gir, geliyorum," diyeceğini umuyordum. Ama ar­
tık çok geçti, babam karşımızda duruyordu. İstemeyerek, kim­
senin duymadığı şu mırıltı çıktı ağzımdan: "Mahvoldum!"
Fakat öyle olmadı. Babam, "ilkeler"e aldırmadığı ve onun
gözünde "insan hakları" diye bir şey olmadığı için, annemle
büyükannem tarafından bahşedilen daha cömertçe anlaşmalar­
la bana verilmiş olan izinleri sürekli kaldırırdı. Sıradan bir se­
beple, hattâ sebepsiz yere, alışkanlık haline gelmiş, mahrum
edilmemin artık ihanet sayılacağı bir gezintiyi son dakikada ya­
saklar veya o gece de yaptığı gibi, alışılmış saatten çok daha
önce, "Hadi git yat, tartışma istemiyorum!" derdi. Ama aynı
zamanda, (büyükannemin kullandığı anlamda) ilkeleri olmadı­
ğı için, açıkçası, taviz vermeyen bir insan da değildi. Bir an, şaş­
kın ve öfkeli bir ifadeyle bana baktı, sonra, annem çekinerek
olanları kısaca anlatınca, hemen, "Canım, yanma gitsene çocu­
ğun," dedi; "zaten uykun olmadığını söylüyordun, biraz oda­
sında oturursun, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok." "Ama haya­
tım," diye cevap verdi annem utana sıkıla, "uykum olup olma­
ması değil ki mesele, bu çocuğu böyle alıştırırsak..." "Alıştıra­
cak değiliz canım," dedi babam omuz silkerek, "görüyorsun
çocuk üzülmüş, perişan görünüyor yavrucak; biz de işkenceci
değiliz ya! Çocuk hastalansa daha mı iyi? Odasında iki yatak
var nasılsa, Françoise'a söyle, sana büyük yatağı hazırlasın, bu
gece onun yanında yat. Hadi iyi geceler, benim sinirlerim sizin
kadar hassas değil, ben yatıyorum."
Babama teşekkür edilemezdi; gülünç duyarlılıklar diye ad­
landırdığı bu tür davranışlar, sinirine dokunurdu. Kıpırdamaya
cesaret edemeden olduğum yerde duruyordum; babam hâlâ iri

42
cüssesiyle karşımızdaydı; beyaz geceliği ve baş ağrısı çekmeye
başladığından beri geceleri kafasına doladığı morlu pembeli
Hint kaşmiriyle, M. Svvann'ın bana verdiği Benozzo Gozzoli
gravüründe, Sara'ya, İshak'ın yanından ayrılması gerektiğini
söyleyen Hz. İbrahim'i andırıyordu. Bu olayın üzerinden yıllar
geçti. Babamın mumundan yayılan ışığın tırmanışını izlediğim
merdiven duvarı uzun zamandır yok. Benim içimde de, daima
var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini
alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntüle­
re ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntüle­
rimi ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum.
Babamın, anneme, "Çocuğun yanına git," demesi de, uzun za­
mandır imkânsız. Böyle anları bir daha asla yaşayamayacağım.
Ama kısa bir süredir, kulak kabarttığım takdirde, babamın kar­
şısında bastırmayı başardığım ve ancak annemle yalnız kaldığı­
mızda koyverdiğim hıçkırıkları gayet iyi duyabiliyorum yine.
Aslında o hıçkırıklar hiç sona ermedi; şimdi etrafımda hayat
daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gün­
düzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıkları­
nı zannedebileceğimiz manastır çanlarının, gecenin sessizliğin­
de tekrar çalmaya koyulmaları gibi.
Annem o geceyi benim odamda geçirdi; evden ayrılmak
zorunda bırakılmayı bekleyecek kadar ciddi bir kabahat işledi­
ğim anda, annemle babam, o güne dek, güzel davranışlarıma
karşılık verdikleri mükâfatlardan çok daha büyük bir lütuf ba­
ğışlıyorlardı bana. Böyle bir lütufta bulunurken bile, babamın
bana davranışı, önceden tasarlanmış bir plandan ziyade, tesa­
düfi kararların sonucu olan, kendine özgü keyfî özelliğini koru­
yordu, kazanılmış bir hak değildi. Hattâ belki babamın beni
yatmaya gönderirkenki, sertlik adını verdiğim tavrı da, anne­
min veya büyükannemin tutumları kadar layık değildi bu ad­
landırmaya, çünkü mizacı bazı bakımlardan, annemle büyü­
kanneme oranla benimkinden çok daha farklı olan babam, on­
ların çok iyi bildiği bir şeyi, her akşam ne kadar bedbaht oldu­
ğumu o güne kadar tahmin edememişti; ne var ki, annemle bü­
yükannem, beni çok sevdiklerinden ıstıraptan korumaya çalış­
mıyorlar, sinirsel hassasiyetimi azaltabilmem ve irademi güç-

43
lendirebilmem için, ıstırabımın üstesinden gelmeyi öğretmek
istiyorlardı bana. Bana daha farklı türden bir şefkat besleyen
babam buna cesaret edebilir miydi bilmem; kederimi bu sefer
anlamış, o zaman da, anneme, "Git çocuğu avut," demişti. An­
nem o gece benim odamda kaldı ve sanki bekleyebileceğimden
çok farklı olan bu saatleri bir pişmanlıkla gölgelememek için,
annemin benim yanımda oturduğunu, elimi tuttuğunu ve azar­
lamadan ağlamama izin verdiğini görüp olağandışı bir şeyler
olduğunu anlayan Françoise, kendisine, "Hanımefendi, küçük
beyin nesi var, niye böyle ağlıyor?" diye sorduğunda, "Kendi
de bilmiyor ki Françoise, sinirleri bozuk; hadi bana büyük yata­
ğı hazırlayıverin, sonra da yatmaya çıkın," diye cevap verdi.
Böylece, kederim ilk kez cezalandırılması gereken bir kabahat
değil, resmen tanınan irade dışı bir rahatsızlık, benim sorumlu
olmadığım sinirsel bir durum olarak görülüyordu; acı gözyaş-
larımdan artık utanmamanın rahatlığını tadıyordum, vicdan
azabı duymadan ağlayabilirdim. Annem odama çıkmayı redde­
dip uyumam gerektiğine dair küçümser bir cevap gönderdik­
ten bir saat sonra, meselenin, Françoise nezdinde de bana yetiş­
kin bir insan onuru bağışlayan ve beni aniden adeta bir keder
büluğuna, gözyaşlarının rüştüne ulaştıran, insani bir boyuta
kavuşmuş olmasından ötürü, epeyce gurur duyuyordum doğ­
rusu. Mutlu olmam gerekirdi; değildim. Bana öyle geliyordu ki,
annem, ilk kez, muhtemelen kendisini üzen bir taviz vermişti
bana, benim için tasarladığı idealden ilk kez feragat etmişti ve
bütün yürekliliğine rağmen yenildiğini kendine ilk kez itiraf
ediyordu. Bana öyle geliyordu ki, eğer buna zafer kazanmak
denebilirse, bu zaferi anneme karşı kazanmış, tıpkı bir hastalık
gibi, üzüntü ya da yaşlılık gibi, annemin iradesini gevşetmeyi
başarmış, zihnine boyun eğdirmiştim; bu gece, yeni bir döne­
min başlangıcı olacak, acıklı bir tarih olarak kalacaktı. O anda
cesaretim olsaydı, anneme, "H ayır istemiyorum, burada yat­
ma," derdim. Ama annemin mizacında, büyükannemden ken­
disine geçen hararetli idealizmi yumuşatan pratik, günümüzün
ifadesiyle gerçekçi bilgeliği iyi tanıdığımdan, artık olan oldu­
ğuna göre, hiç değilse bu huzur verici zevki bana tattırmayı ve
babamı rahatsız etmemeyi tercih edeceğini biliyordum. Şüphe­

44
siz, annemin güzel yüzü, şefkatle ellerimi tuttuğu, gözyaşlarımı
dindirmeye çalıştığı o gece, hâlâ gençliğin ışıltısıyla parlıyordu;
ama ben böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum, annem
kızsa, öfkesi, çocukluğumda alışık olmadığım bu yeni şefkat ka­
dar üzücü olmazdı benim için; inançsız elimle, annemin ruhuna
gizlice ilk kırışıklığı, ilk beyaz saçı yerleştirmişim gibi geliyordu
bana. Bunu düşününce hıçkırıklarım iyice arttı ve o zaman, kar­
şımda asla acıma duygusuna kendini bırakmayan annemin, be­
nim kederime ansızın yenildiğini, gözyaşlarını tutmaya çabala­
dığını gördüm. Benim bunu fark ettiğimi anlayınca, gülerek,
"Gördün mü minik civcivim, küçük kanaryam, böyle devam
edersen anneni de kendin gibi aptala döndüreceksin. Hadi, ma­
dem ikimizin de uykusu yok, böyle üzülüp duracağımıza bir
şey yapalım, senin şu kitaplarından birini okuyalım," dedi.
Ama yanımda hiç kitap yoktu. "Büyükannenin isim günün için
sana aldığı kitapları şimdi çıkarmamı ister misin? İyi düşün, ya­
rından sonra hediye almadım diye üzülmeyecek misin?" Aksine
çok memnun olmuştum; annemin getirdiği, kâğıda sarılı paket­
teki kitapların sadece kısa ve geniş olduklarını tahmin edebili­
yordum, ama bu bir anlık, örtülü ilk bakışta bile, yılbaşı hediye­
si olan boya kutusuyla geçen yılKi ipekböceklerini gölgede bıra­
kacakları belliydi. Kitaplar, Şeytanlı Göl, Tarla Çocuğu François,
Küçük Fadette ve Usta Gaydacılar’dı. Daha sonra öğrendiğime gö­
re, büyükannem önce Musset'nin şiirlerini, Rousseau'nun bir ki­
tabını ve Indiarıa'yı seçmiş; değersiz kitapları, şeker ve pasta ka­
dar sağlığa zararlı bulan büyükannem, deha ürünlerinin bir ço­
cuğun zihni üzerindeki etkisinin, açık havayla deniz rüzgârının
çocuğun bedeni üzerindeki etkisinden daha tehlikeli olacağını
düşünmez, en az o kadar diriltici olacağına inanırdı. Ama ba­
bam, bana hangi kitapları hediye etmek istediğini öğrendiğinde
büyükanneme neredeyse deli muamelesi yapınca, o da, hediye-
siz kalmayayım diye, kalkıp tekrar Jouy-le-Vicomte'taki kitapçı­
ya gitmiş (o gün hava çok sıcak olduğundan, döndüğünde o ka­
dar perişanmış ki, doktor anneme, büyükannemin böyle yorul­
masına izin vermemesini tembih etmiş) ve George Sand'ın dört
köy romanıyla yetinmiş. "Yavrucuğum," diyormuş anneme,
"çocuğa kötü bir kitap hediye etmeye gönlüm razı olmadı."

45
Aslında büyükannemin gönlü, zihinsel bir yarar sağlama­
yacak olan herhangi bir şeyi satın almaya asla razı olmazdı;
özellikle de, rahatlığın ve gururun tatminlerinden başka şeyler­
den haz almayı öğreten güzel şeylerin sağladığı yarara değer
verirdi. Birisine, faydalı denilen türde bir hediye, bir koltuk, bir
sofra takımı, bir baston alması gerektiğinde bile, bunların "anti­
ka" olanını seçerdi; eşyaların eskimişliği, yararlı olma özellikle­
rini onun gözünde adeta siler, bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak­
tan çok, eski zaman insanlarının hayatını bize aktarma işlevini
yüklenirlerdi sanki. Benim odamda, en güzel sanat eserlerinin,
manzaraların fotoğrafları olsun isterdi. Ama bunları satın alma­
ya geldiğinde, fotoğrafta görülen şey estetik bir değere sahip
olduğu halde, fotoğraf denilen mekanik tasvirde, bayağılığın
ve faydanın hemen hâkimiyet kurduğu kanısına varırdı. Bu
yüzden de kurnazlık etmeye çalışır, ticari bayağılığı tamamen
ortadan kaldıramasa da, hiç değilse azaltmaya, onun yerine, sa­
nat katkısını mümkün mertebe artırmaya, adeta çok sayıda sa­
nat "katman"ı eklemeye gayret ederdi: Chartres Katedrali'nin,
Saint-Cloud Fıskiyeleri'nin, Vezüv'ün fotoğrafları yerine,
büyük bir ressamın bunları resmedip etmediğini Swann'dan
öğrenip, Corot'nun Chartres Katedrali, Hubert Robert'in Saint-
Cloud Fıskiyeleri, Turnemin Vezüv resimlerinin fotoğraflarını
almayı tercih eder, böylece sanat oranını artırırdı. Ne var ki, fo­
toğrafçı, sanat eserinin veya tabiatın tasvirinin dışında tutulup
onun yerine büyük bir ressam konmuş olsa da, bu yorumun
kopyasını çıkarmak, yine fotoğrafçıya düşüyordu. Bayağılıkla
yüz yüze gelen büyükannem, dolan vadeyi uzatmaya çalışıyor­
du tekrar. Swann'a, eserin bir gravürünün bulunup bulunma­
dığını soruyor, mümkünse, eski ve kendinin dışında, ek bir ya­
rarı olabilecek, örneğin bir sanat eserini şimdi göremeyeceği­
miz bir durumda betimleyen (Leonardo'nun Son Akşam Yeme-
ğz'nin zarar görmeden önceki halinin Morghen tarafından ya­
pılmış gravürü gibi) gravürleri tercih ediyordu. Şunu belirt­
mem gerekir ki, hediye alma sanatının bu şekilde yorumlanma­
sı, her zaman parlak sonuçlar vermiyordu. Tiziano'nun, fonda
lagünün yer aldığı bir deseninden edindiğim Venedik fikri, ba­
sit fotoğraflardan edineceğim izlenime kıyasla, gerçeğe çok da­

46
ha uzaktı kuşkusuz. Büyükhalam büyükannem aleyhinde bir
iddianame tertip etmek istediğinde, büyükannemin genç nişan­
lılara ya da yaşlı çiftlere hediye ettiği, daha ilk kullanma teşeb­
büsünde, eşlerden birinin ağırlığı altında çöküveren koltukların
hesabını tutamıyorduk artık. Ne var ki büyükannem, geçmişten
bir çiçekçiğin, bir tebessümün, bazen güzel bir hayalin hâlâ gö­
rülebildiği bir ahşabın sağlamlığıyla ilgilenmeyi çapsızlık ola­
rak değerlendirirdi. Eşyaların bir ihtiyacı karşılayan unsurlarını
bile, bu işlevi artık alışık olmadığımız bir şekilde yerine getir­
melerinden ötürü, tıpkı modern dilde, alışkanlığın aşındırdığı
istiareleri fark edebildiğimiz eski ifadeler gibi, büyüleyici bu­
lurdu. İşte isim günüm için bana hediye ettiği George Sand'ın
köy romanları da, antika bir mobilya gibi, artık sadece köylerde
karşımıza çıkan, kullanımdan kalkmış, tekrar eski renklilikleri­
ne kavuşmuş ifadelerle doluydu. Büyükannem, bir mülkü, eğer
gotik bir güvercinliği varsa veya insanın zihnini zamanda im­
kânsız yolculukların özlemiyle doldurarak üzerinde olumlu bir
etki yaratan eski şeylerden bir başkasına sahipse kiralamaya
daha hevesli olacağı gibi, bu kitapları da diğer seçeneklere ter­
cih etmişti.
Annem yatağımın yanma oturdu; eline, kırmızımsı kapağı
ve anlaşılmaz ismiyle gözümde belirgin bir şahsiyet ve esraren­
giz bir cazibe kazanan Tarla Çocuğu François'yı almıştı. O güne
kadar gerçek bir roman okumamıştım. George Sand'ın tipik bir
romancı olduğunu duymuştum. Bu yüzden de, Tarla Çocuğu
Frarıçois'da tanımlanmaz, harikulade bir şeyler bulmaya şimdi­
den hazırdım. Biraz tahsilli bir okurun, birçok romanın ortak
özellikleri olarak tanıyacağı, merak ya da merhamet uyandır­
mayı amaçlayan anlatım yöntemleri, endişe veya hüzün uyan­
dıran kimi ifade biçimleri, -yeni bir kitabı, birçok benzeri bulu­
nan bir şey gibi değil, kendinden başka varoluş nedeni olma­
yan, benzersiz bir insan gibi algılayan- bana, Tarla Çocuğu Fran-
çozs'nm özünden damıtılmış, baş döndürücü bir koku gibi geli­
yordu. O gündelik olayların, sıradan nesnelerin, alışılmış keli­
melerin altında, adeta tuhaf bir tonlama, vurgulama seziyor­
dum. Olay gelişmeye başladığında, o sıralar kitap okurken ba­
zen sayfalar boyunca bambaşka hayaller kurmaya daldığım­

47
dan, iyice anlaşılmaz geldi bana. Benim dalgınlığımın olayın
akışında açtığı boşluklara, kitabı annem yüksek sesle okudu­
ğunda, bir de onun bütün aşk sahnelerini atlaması ekleniyordu.
Bu yüzden de, değirmencinin karısıyla çocuğun birbirlerine
karşı tutumlarında ortaya çıkan ve ancak doğmakta olan aşkta­
ki gelişmelerle açıklanabilen garip değişiklikler, bana müthiş
esrarengiz geliyor, bu esrarın kaynağının, tanımladığı çocuğu,
nedenini anlayamadığım bir şekilde, canlı, kızıl, büyüleyici
rengiyle sarmalayan, o anlaşılmaz, tatlı "Tarla Çocuğu" sıfatın­
da bulunduğuna hükmediyordum. Annem sadık bir okuyucu
değildi, ama öte yandan da, içinde gerçek duygular bulduğu
eserleri okurken, saygılı ve sade vurgularıyla, o güzel, yumu­
şak sesiyle, harika bir okuyucuydu. Hayatta, kendisinde böyle
bir merhameti ya da takdiri, sanat eserleri değil de, insanlar
uyandırdığında bile, sesinde, davranışında, sözlerinde, bir za­
manlar çocuğunu kaybetmiş bir anneyi üzebilecek bir neşe te­
zahürü, bir ihtiyara, yaşını düşündürebilecek bir doğum günü,
yıldönümü anıştırması, genç bir bilgine can sıkıcı gelebilecek
ev işleri konularını bulundurmamaya nasıl bir saygıyla özen
gösterdiğini görmek, insanı duygulandırırdı. Aynı şekilde,
George Sand'm, annemin hayatta her şeyin üstünde tutmayı
büyükannemden öğrendiği ve benim neden sonra, kendisine,
kitaplarda da her şeyin üstünde tutmamayı öğreteceğim o iyi
yüreklilikle, manevi asaletle dolu olan romanlarını okurken de,
annem, o güçlü akışı bozabilecek her türlü bayağılığı, yapma-
cıklığı sesinden uzak tutmaya dikkat ederek, adeta onun sesi
için yazılmış olan ve sanki bir bütün olarak duyarlılığının kap­
samı içinde yer alan cümlelere, gerektirdikleri bütün doğal seve­
cenliği, sınırsız yumuşaklığı katardı. Cümleleri gereken tonda
seslendirmek için, onlardan önce var olan ve onları esinleyen,
ama kelimelerin belirtmediği samimi vurguyu bulurdu; bu vur­
gu sayesinde, fiil zamanlarındaki çiğlikleri yumuşatıverir, hikâ­
ye bileşik zamanına ve -di'li geçmişe iyi yürekliliğin yumuşaklı­
ğını, şefkatin hüznünü katar, bitmekte olan cümleyi, başlayacak
olan cümleye doğru yönlendirir, sayıları farklı olsa da, heceleri
düzenli bir ritme sokmak için hızını kâh artırır, kâh düşürür, o
sıradan metne, adeta duygusal ve kesintisiz bir canlılık verirdi.

48
Vicdan azabım yatışmıştı, annemin yanımda olduğu o ge­
cenin tatlı akışına bırakmıştım kendimi. Böyle bir gecenin bir
daha tekrarlanamayacağını, hayattaki en büyük arzumun, yani
gecenin hüzünlü saatlerinde annemi odamda tutmanın, haya­
tın zorunluluklarına ve herkesin isteğine zıt olduğunu ve bu
yüzden de, bu arzumun o gece gerçekleşmesine izin verilmesi­
nin, suni ve istisnai bir durum teşkil ettiğini biliyordum. Ertesi
gün yüreğim yine daralacak, annem yanımda kalmayacaktı. Ne
var ki sıkıntılarım hafiflediğinde, onları anlamaz oluyordum;
üstelik ertesi akşam henüz çok uzaktaydı; sıkıntılarım benim
irademden bağımsız ve sadece onları benden şimdilik ayıran
zaman yüzünden önlenebilirmiş gibi gelen şeylerden kaynak­
landığına göre, aradaki süre içinde fazladan bir güç kazanama­
yacağım halde, hazırlık yapmaya vaktim olacağını düşünüyor­
dum.

İşte, uzun zaman boyunca, geceleri uyanıp tekrar tekrar


Combray7yi hatırladığımda, sadece, belirsiz bir karanlığın orta­
sında, bir havai fişeğin ya da projektörün, geri kalanı karanlığa
gömülmüş olan bir binada aydınlattığı kesitleri andıran, ışıklı
bir yüzey görürdüm hep: küçük salon, yemek odası, kederleri­
min habersiz sorumlusu M. Svvann'ın içinden geçip geleceği
karanlık ağaçlı yolun başı ve holden oluşan, oldukça geniş bir
taban, holü geçip ilk basamağına ulaştığım, çıkması bir işkence
olan ve tek başına, bu eğri büğrü piramidin son derece dar göv­
desini oluşturan merdiven; piramidin tepesinde de, annemin
geçtiği, camlı kapılı küçük koridorla benim yatak odam; özetle,
soyunma dramımın, hep aynı saatte görülen, etrafındaki her
şeyden tecrit edilmiş, karanlıkta tek başına beliren (eski piyes­
lerin en başında, taşra gösterileri için tarif edilen dekoru andı­
ran), vazgeçilmez dekoru; adeta Combray, dar bir merdivenle
birbirine bağlanan iki kattan oluşmuş ve saat hep akşamın ye­
disiymiş gibi. Aslında sorulacak olsa, Combray'de başka şeyler
de bulunduğunu, Combray'nin başka saatlerde de var olduğu­
nu söylerdim. Ama bunlardan hatırlayacaklarımı bana sadece
iradi hafıza, zihinsel hafıza sağlayacağı ve onun geçmişe ait bil­

49
gileri, geçmişten hiçbir şey barındırmadığı için, Combray'nin
geri kalanını düşünmeyi canım hiçbir zaman istemezdi. Onla­
rın hepsi, aslında benim için ölmüş sayılırdı.
Sonsuza dek ölmüşler miydi? Mümkündür.
Bütün bu meselelerde tesadüfün büyük rolü vardır ve ikin­
ci bir tesadüf olan ölümümüz de, ilk tesadüfün lütuflarını uzun
müddet beklememize izin vermez.
Kaybettiğimiz kişilerin ruhlarının, daha ilkel bir varlığın,
bir hayvanın, bitkinin veya cansız nesnenin içinde tutsak ol­
duğu yolundaki Kelt inancını çok makul bulurum; bu ruhları
gerçekten de kaybetmişizdir, ta ki, birçokları için hiç yaşanma­
yan bir gün, ruhun hapsolduğu ağacın yanından geçinceye, ru­
hu barındıran nesneyi tesadüfen ele geçirinceye kadar. O za­
man ruh irkilip ürperir, bizi çağırır ve onu tanıdığımız anda,
büyü bozulur. Bizim tarafımızdan kurtarılan ruh ölümü yener
ve bizimle birlikte yaşamaya başlar tekrar.
Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama
gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş,
zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde,
hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşa­
tacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce
rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.
Uzun yıllardır, akşamları yatışımın tiyatrosu, dramı dışın­
da Combray'ye ait her şey benim için yok olmuşken, bir kış gü­
nü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışkın
olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim,
sonra, bilmem neden, fikir değiştirdim. Annem, birini gönde­
rip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenet­
leri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul kek­
lerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir ya­
rının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat et­
meden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan
bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bu­
lunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten
olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir
fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz,
benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, fela­

50
ketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izle­
yerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu,
bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi
vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mut­
luluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla
bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir ni­
teliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anla­
mı neydi? Nerede yakalanabilirdi? ikinci bir yudum alıyorum,
ilk yudumdan fazlasını bulamıyorum, üçüncü yudumda, İkin­
cide bulduğum kadarı da yok. içmeye son vermem gerek, iksi­
rin etkisi azalıyor sanki. Aradığım gerçeğin onda değil, bende
olduğu belli. İksir onu benim içimde uyandırdı, ama onu tanı­
mıyor, yapabileceği tek şey, benim yorumlayamadığım bu ta­
nıklığı, giderek azalan bir şiddette tekrarlayıp durmak; daha
sonra, kesin bir açıklama elde etmek üzere, en azından bu ta­
nıklığı tekrar, bozulmamış haliyle emrimde bulmak istiyorum.
Fincanı elimden bırakıp dikkatimi zihnime çeviriyorum. Gerçe­
ği bulmak ona düşüyor. Ama nasıl? Zihnin kendi kendini aştı­
ğı, hem araştırıcı, hem de arayacağı karanlık diyarın tamamı ol­
duğu ve bilgi dağarcığının hiçbir işine yaramayacağı durumlar­
da hep hissedilen o muazzam belirsizlik. Mesele yalnız aramak
da değil, yaratmak. Henüz var olmayan ve sadece kendisinin
gerçekleştirebileceği, sonra da ışığıyla aydınlatabileceği bir şey­
le karşı karşıya zihnim.
Verdiği mutluluğa ve diğer ruh hallerini silen gerçekliğine
mantıklı herhangi bir kanıt sunmayan, ama bu mutluluğu ve
gerçekliği apaçık ortaya koyan bu bilinmez ruh halinin ne ola­
bileceğini kendi kendime sormaya koyuluyorum yine. Onu tek­
rar ortaya çıkarmak istiyorum. Zihnimde, çaydan ilk yudumu
aldığım âna geri dönüyorum. Aynı ruh halini, yeni bir aydın­
lanma olmadan buluyorum. Zihnimden bir gayret daha göster­
mesini, kaçan duyguyu geri getirmesini istiyorum. Zihnimin
bu duyguyu yakalamak için yapacağı hamleyi hiçbir şey kes­
mesin diye, bütün engelleri, ilgisiz düşünceleri bir kenara iti­
yor, kulaklarımı ve dikkatimi, yan odadan gelen seslere tıkıyo­
rum. Ama zihnimin yorulup başarısız olduğunu hissedince,
tam tersine, az önce yasakladığım şeyi bu sefer teşvik ediyor,

51
onu dağılmaya, başka şeyler düşünmeye, son bir denemeden
önce kendini toparlamaya zorluyorum. Sonra bir daha önünü
tamamen boşaltıyor, karşısına o ilk yudumun henüz tazeliğini
koruyan tadını koyuyorum tekrar ve içimde, çok derinlerde bir
şeyin, zincirlerinden kurtulurcasına yerinden oynadığını, yuka­
rı çıkmak istediğini seziyorum; ne olduğunu bilmiyorum ama
yavaş yavaş yükseliyor; aştığı mesafelerin mukavemetini hisse­
diyor, uğultusunu işitiyorum.
Benliğimin derinliklerinde böyle çırpınan şey, bu tada bağlı
olan, onun peşinden bana gelmeye çalışan bir görüntü, görsel
bir hatıra olmalı. Ama çok uzak ve karmakarışık bir çırpınma
içinde; çalkalanan renklerin ele geçmez girdabının karıştığı bel­
li belirsiz yansımayı ancak sezer gibi oluyorum; ama şeklini se­
çemiyor, bu tek tercümandan, akranı, yanından hiç ayrılmadığı
yoldaşı olan tadın tanıklığını bana tercüme etmesini isteyemi-
yor, ona hangi özel durumun, geçmişin hangi döneminin söz
konusu olduğunu soramıyorum.
Bu hatıra, özdeş bir ânın çekiminin, ta uzaklardan gelip
benliğimin derinliklerinde kışkırttığı, coşturduğu, deştiği o geç­
mişteki an, bilincimin aydınlık yüzeyine ulaşacak mı? Bilmiyo­
rum. Artık hiçbir şey hissetmiyorum, o durdu, belki tekrar aşa­
ğı indi; kimbilir bir daha karanlığının içinden yukarı çıkacak
mı? Tekrar baştan başlayıp on kere ona eğilmem gerekiyor. Her
defasında da, bizi bütün zor görevlerden, önemli işlerden cay­
dıran tembellik, bu çabadan vazgeçmemi, çayımı içip sadece o
günkü dertlerimi, ertesi günün zorlanmadan tekrarlanabilen is­
teklerini düşünmemi öğütledi.
Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat,
Combray'de pazar sabahları (pazarları Missa saatinden önce
evden çıkmadığımdan), Leonie Halamın, günaydın demeye
odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana ver­
diği bir parça madlenin tadıydı. Madlenin görüntüsü, tatma­
dan önce bana hiçbir şey hatırlatmamıştı; belki o zamandan be­
ri pastane raflarında sık sık madlenler görüp yemediğimden,
görüntüsü Combray günlerinden ayrılıp daha yakın geçmişteki
günlere bağlandığı için; belki de bunca zaman hafızanın dışın­
da terk edilmiş olan hatıralardan geriye hiçbir şey kalmadığı,

52
her şey dağıldığı için, şekiller -ağırbaşlı, sofu kıvrımlarının al­
tında müthiş bir şehvet gizleyen küçük pastane midyesinin
şekli d e- ortadan kalkmış, ya da uyuşukluktan, bilince ulaşma­
larını sağlayacak genişleme gücünü bulamamışlardı. Ne var ki,
uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öl­
dükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kı­
rılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha
sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre,
ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, bek­
lemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının
üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya de­
vam ederler.
Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin
tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni niçin bu kadar mutlu et­
tiğini henüz bilmediğim ve bunu keşfetmeyi çok daha sonraya
erteleyeceğim halde), Leonie Halamın odasının bulunduğu, so­
kağa bakan eski gri ev, bir tiyatro dekoru gibi gelip annemler
için yapılmış olan, arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o âna
kadar gördüğüm tek kesite) eklendi; evle birlikte, sabahtan ak­
şama, her mevsimde kent, öğle yemeğinden önce beni gönder­
dikleri Meydan, alışveriş yaptığım sokaklar ve hava güzel ol­
duğunda yürüdüğümüz yollar da görüntüde yerlerini aldılar.
Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik
kâğıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek,
renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakma­
yan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim
bahçedeki, hem M. Svvann'ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vi-
vonne Nehri'nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların
küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim
kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.

II

Paskalya'dan önceki son hafta Combray'ye gittiğimizde,


uzaktan, çepeçevre kırk kilometrelik bir mesafeden, trenden
gördüğümüz haliyle Combray, kentin tamamını özetleyen,

53
temsil eden, ufka onun adına, onun sözünü eden bir kiliseden
ibaretti; yaklaştığımızda da, kilisenin, kırların ortasında, rüzgâ­
ra karşı, koyunlarını etrafına toplamış bir çoban misali, ortaçağ­
dan kalma sur kalıntılarının yer yer primitiflerin tablolarındaki
küçük kasabalar gibi kusursuz bir çemberle kuşattığı evlerin
yünsü, gri sırtlarını, koyu renkli uzun harmanisinin etrafında
sımsıkı bir araya toplamış olduğunu görürdük. Yörenin boz ta­
şından yapılmış, önü merdivenli, kalkan duvarlarının gölge­
lediği evlerin sıralandığı sokaklar, güneş alçalmaya başlar baş­
lamaz "salon" perdelerinin açılmasını gerektirecek kadar ka­
ranlık olduğundan, Combray'de yaşamak biraz kasvetliydi;
ağırbaşlı aziz isimleri taşıyan sokaklardı bunlar (çoğu,
Combray'nin ilk senyörlerinin tarihçesiyle ilgiliydi): Saint-Hi-
laire Sokağı, halamın evinin bulunduğu Saint-Jacques Sokağı,
parmaklıkların önünden geçen Sainte-Hildegarde Sokağı ve
bahçenin küçük yan kapısının açıldığı Saint-Esprit Sokağı;
Combray'nin bu sokakları, hafızamın o kadar ücra, benim gö­
zümde şu andaki dünyanın renklerinden öyle farklı renklere
boyanmış bir bölgesinde bulunuyorlar ki, aslında hem onlara
hâkim Meydan'daki kiliseyi, hem de sokakların hepsini, sihirli
fenerin görüntülerinden daha gerçekdışı buluyorum; öyle anlar
oluyor ki, şimdi Saint-Hilaire Sokağı'ndan geçmek, L'Oiseau
Sokağı'nda -hava deliklerinden çıkan mutfak kokusu hâlâ ara
sıra içimde aynı sıcaklıkta, aynı şekilde kesik kesik yükselen
eski L'Oiseau Flesché otelinde- bir oda tutmak, Öbür Dün-
ya'yla, Golo'yla tanışıp Brabant'lı Genoveva'yla sohbet etmek­
ten çok daha harikulade, tabiat üstü bir temas olurmuş gibi ge­
liyor bana.
Büyükbabamın, evinde kaldığımız kuzininin -büyükhala-
m m - kızı olan Léonie Halam, kocası Octave Eniştenin ölümün­
den sonra, ilk başlarda Combray'den, sonra Combray'deki
evinden, ardından odasından, en sonunda da yatağından çık­
maz olmuştu; artık hiç "aşağı inmiyor", sürekli olarak, belirsiz
bir keder, zafiyet, hastalık, sabit fikir ve ibadet hali içinde yatı­
yordu. Özel dairesi, çok daha ileride Grand-Pré'ye bağlanan
Saint-Jacques Sokağı'na bakardı (buna karşılık, üç sokağın ara­
sındaki Petit-Pré, kentin ortasında bir yeşil alandı); hemen he­

54
men her kapının ön ünde k um taşın dan üç yüksek basam ağın
b u lu n d u ğ u bu m onoton, boz renkli Saint-Jacques Sokağı, gotik
tasvirler yontan birinin, İsa'nın do ğu m u n u n veya çarm ıha geri­
lişinin heykelini yapabileceği taşa d o ğru d an oy m u ş old u ğu bir
geçit alayı gibiydi. A slın da halam artık, evinin sadece birbirine
bitişik iki o d asın d a yaşıyor, öğleden sonraları, odalardan biri
havalandırılırken, ötekine geçiyordu. Bunlar, -tıp k ı bazı yerler­
de, havanın ya d a denizin geniş alanların da, bizim görem ediği­
m iz say ısız tekhücreli hayvanın bir ışık, bir koku yaym ası gibi—
h avad a asılı du ran faziletin, bilgeliğin, alışkanlıkların ve gizli,
görün m ez, dolu dolu , ahlaklı bir hayatın yayd ığı binbir kokuy­
la bizi büyüleyen taşra od aların dan dılar; şü p h esiz do ğal koku­
lardı bunlar ve tıpkı yakın daki kırlar gibi m evsim in rengini ta­
şırlardı, am a evcilleşm iş, insani ve içeriye ait, m eyve bahçesin­
den d o lab a giren yılın bütün m eyvelerinden ustalıkla dam ıtıl­
m ış, h arikulade, du ru bir karışım oluştururlardı, m evsim lerle
değişirlerdi, am a birer m obilya gibi eve yerleşirler, kırağının
keskinliğini, sıcak ekm eğin h o şlu ğu yla yum uşatırlardı; bir köy
saati gibi aylak ve dakik, işsiz gü çsü z ve düzenli, tasasız ve ih­
tiyatlıydılar, çam aşır kokusu, sab ah vaktinin kok u su , ibadetin
k okusuydular, kaygıyı artırm aktan başka işe yaram ayan bir
h u zurda ve içinde y aşam ad an geçip giden ler için sınırsız bir şi­
ir k ayn ağı olan bir yavanlıkta m u tlu lu ğu bulm uşlardı. Bu o d a­
ların havası, öylesine besleyici, öylesine leziz, sü zü lm ü ş bir se s­
sizlikle d o lu p taşardı ki, ben, özellikle P askalya haftasının hâlâ
so ğu k olan ilk sabah ların da, C om b ray'ye yeni geldiğim için ta­
dına dah a çok vard ığım bu havanın içinde, adeta bir oburlukla
yü rü rdü m ; halam a gü n ayd ın dem ek üzere od asın a girm eden
önce, beni birkaç dakika ilk o d ad a bekletirlerdi; bu o d ad a, kış­
tan kalm a bir gü n eş, şöm inenin önüne, ısın m aya gelm iş olur,
iki tuğlanın arasın da, erkenden yakılm ış olan ateş, bütün od aya
bir is kok u su yayar, odayı köylerdeki geniş "ocak ön leri"ne ve­
ya insanın altında d u ru p d ışarıd a yağm u run , karın yağm asın ı,
hattâ içeri kapan m anın rahatlığına, gem ilerin kışın lim anlarda
barınm alarının şiirselliği de eklensin diye, bir sel felaketinin
b aşgösterm esin i istediği, şatolardak i dev d av lu m b azlara benze­
tirdi; d u a iskem lesiyle, b aş d ay ay acak yerlerinde daim a tığ işi

55
örtüler bulunan desenli k adife koltuklar arasın d a gid ip gelir­
dim ; sabahın nem li ve gün eşli serinliğiyle m ay alan ıp "k ab ar­
m ış" olan ve odanın havasını ad eta pıhtılaştıran iştah açıcı ko­
kuları ateş bir ham ur gibi yaprak y ap rak pişirir, kızartır, şişirir,
gö rü n m ez am a elle tutulur bir köy p astası, d ev bir "p o n çik " ha­
line getirirdi; bu kokuların arasın da, göm m e dolabın, konsolun,
dallı çiçekli d u v ar kâğıdının dah a gevrek, dah a ince, dah a re­
vaçtaki, am a aynı zam an d a dah a kuru olan arom alarını tadar
tatm az, d aim a, itiraf edilm eyen bir açgözlülükle, d ö n ü p çiçekli
yatak örtü sü nü n ortalam a, yapışkan, yavan , ağır, m eyveli ko­
k u su n a göm ülürdüm .
Yan o d ad a halam ın alçak sesle kendi kendine k on u ştu ğu n u
d u yard ım . H er zam an epeyce alçak sesle k on u şu rd u , çünkü ka­
fasının içinde, fazla yüksek sesle k on u şu rsa yerinden oyn ataca­
ğı, kırılm ış, yüzer gezer bir şey b u lu n d u ğ u n u zan n ederdi, am a
tek b aşın ayken bile, uzun m ü d d et hiç k on u şm ad an da d u rm az­
dı, çünkü k on uşm anın b oğazın a iyi geld iği, kanın b oğazın d a
d u ru p kalm asın ı önlerse, çektiği nefes d aralm alarıyla iç sıkıntı­
larının azalacağı kanısın daydı; ayrıca, içinde y aşad ığ ı m utlak
atalet halinde, en u fak du yum ların a bile, olağan ü stü önem ve­
rirdi; bu d u y um ların a atfettiği hareketlilik, onları kendine sak ­
lam asını güçleştirir, aktaracak bir sırd aş b u lam ad ığı takdirde
de, kendine du y uru rdu ; bu aralıksız m onolog, tek faaliyetiydi.
N e yazık ki, yü k sek sesle d ü şü n m eyi alışkanlık haline getirdi­
ğinden, yan o d a d a birinin b u lu n u p b u lu n m ad ığın a her zam an
dikkat etm ezdi; kendi kendine şöyle k on uştu ğun u sık sık işitir-
dim : "U y u m ad ığ ım ı kendim e m utlaka hatırlatm alıyım ." (Ç ün­
kü en b ü yü k id d iası, asla u yu m am aktı ve bu iddian ın izleri, bu
id d iay a gösterilen say gı, hepim izin lisanına d am gasın ı v u r­
m uştu: Françoise sabah ları onu "u y an d ırm ay a" gitm ez, o d ası­
na "g irer"d i; halam g ü n d ü z vakti bir şekerlem e y ap m ak istedi­
ğinde, "d ü şü n m e k " ya d a "din len m ek " isted iği söylenirdi; soh­
bet ederken kendini kaybedip, "ben i u yan dıran se s" veya "rü ­
y am d a g ö rd ü ğ ü m " d ed iğin d e ise, yü zü kızarır, hem en toparla­
nırdı.)
Birkaç dak ik a sonra, içeri girip halam ı öperdim ; Françoise
çayını hazırlar, halam kendini h u zu rsu z h issed iyo rsa, çay yeri­

56
ne ıhlam ur isterdi; k ayn ar su y a atılacak olan ıhlam uru eczane
torbasından bir tab ağa b oşaltm ak benim görevim di. K uruyun ­
ca bükülen sap ların o lu ştu rd u ğ u değişken kafesin girift beze­
m eleri arasın d a so lgu n çiçekler, bir ressam tarafın dan düzenle­
nip en estetik şekilde yerleştirilm işçesine açılırlardı. G örü nü şle­
ri d eğ işm iş olan yapraklar, son derece ilgisiz şeyleri, say d am
bir sinek kanadını, bir etiketin y azısız arka yü zün ü , bir gül
yaprağın ı andırır, am a tıpkı bir k uş y u v ası y a p ar gibi istiflen­
m iş, ufalanm ış ya d a örü lm ü ş olurlardı. Sun i bir dü zen lem ede
yer alm ayacak binbir gereksiz ayrıntı -eczacın ın h oş bir sav u r­
gan lığ ı- tıpkı bir kitapta, tanıdık bir ism e rastlad ığım ızd a şaşır­
m am ız gibi, bunların La G are C a d d esi'n d e gö rd ü ğü m gerçek
ıhlam ur sapları o ld u ğu n u , işte bu yüzden , y a p ay değil, hakiki
oldukları ve k uru du k ları için değiştiklerini anlam anın hazzını
yaşatırdı bana. H er yeni kişilik, m utlaka eski bir kişiliğin b aşk a­
laşım ı o ld u ğu için de, m inik gri toplara b ak ıp açm am ış yeşil to­
m urcukları tanırdım ; am a özellikle ufacık altın gülleri andıran
çiçekleri, asılı oldukları narin sa p orm an ında ortaya çıkaran,
pem be bir ay ışığın a benzer tatlı parıltı, -b ir d u v ard a, silinm iş
bir freskin yerini m ey d an a çıkaran ışıltı gibi, ağacın "renklen­
m iş" kısım larıyla renklenm em iş kısım ları arasın dak i farkın işa­
reti- bu taçyaprakların, eczan e torbasını sü slem ed en önce, b a­
har akşam larını rayih alarıyla do ld u ran çiçeklere ait olduklarını
gösterirdi bana. Renkleri hâlâ o m um ışığı pem besiydi, am a çi­
çeklerin günbatım ı denebilecek bu şim d iki g ü d ü k hayatlarında,
yarı yarıya sön m ü ş, küllenm işti. A z sonra, halam , ölü yaprak
veya solgu n çiçek lezzetini sev d iği ıhlam uruna küçük bir m ad-
len batırır, yeterince yu m u şay ın ca da, bir parçasın ı bana uzatır­
dı.
Yatağının bir tarafında, lim on ağacın dan iri, sarı bir konsol­
la, hem eczane, hem de ana altar işlevi gören, bir M eryem A na
heykelciğiyle bir Vichy-Celestins şişesinin altında d u a kitapla­
rıyla ilaç reçetelerinin, kısacası, halam ın yattığı yerden ibadeti­
ni de, perhizini d e sü rdü rm esi, ne p ep sin , ne de ak şam d u ası
saatlerini kaçırm am ası için gerekli her şeyin b u lu n d u ğ u bir ko­
m odin dururdu. Yatağın öteki tarafı pencereye bitişikti; halam ,
oyalanm ak için, sabah tan ak şam a k ad ar gö zü n ü n önünde u za­

57
nan so k ağa b akıp İranlı prensler gibi C om bray'n in gün delik ve
e/.elî tarihçesini takip eder, sonra d a Françoise'la birlikte yo­
rum lardı.
H alam ın yanında dah a beş dakika oturm am ışken, kendisi­
ni yorarım korkusuyla beni dışarı çıkartırdı. Sabahın bu erken
saatin de henüz peru ğu n u tak m adığın dan açık olan, kem iklerin,
dikenli bir tacın sivri uçları veya bir tespihin taneleri gibi g ö ­
rü n d ü ğü solgu n , donu k alnını du d ak larım a uzatır, "H ad i y av ­
ru cu ğu m , git artık, git ayin için hazırlan; aşağ ıd a Françoise'a
rastlarsan , söyle ona sizinle fazla oyalanm asın , b irazdan yanı­
m a çıkıp bir ihtiyacım var m ı diye yo k lasın ," derdi.
Yıllardır halam ın hizm etinde olan ve bir gü n tam am en bi­
zim hizm etim ize gireceğini o sıralar aklın dan bile geçirm eyen
Françoise, gerçekten de bizim C om b ray 'd e o ld u ğu m u z birkaç
ay boyunca halam ı biraz ihm al ederdi. Ç ocu k lu ğu m d a, biz he­
nüz C o m b ray'ye gitm ezken, Leonie H alam kış m evsim ini Pa­
ris'te, annesinin evinde geçirdiği sıralar, Françoise'ı o k ad ar az
tanırdım ki, y ılbaşın d a bü yü kh alam ın evine girm eden önce,
annem elim e bir beş frank sıkıştırır ve "Sakın yanlış kişiye ver­
me. Ben, 'G ü n aydın Françoise,' der, o sırada senin koluna da
hafifçe doku n u ru m , o zam an verirsin," derdi. H alam ın loş so fa­
sına girer girm ez, karanlığın içinde, şeker elyafından yap ılm ış­
çasına dim d ik ve kırılgan, g ö z kam aştırıcı bir başlığın kıvrım la­
rının altında, peşinen takınılm ış bir m innet tebessüm ünün , iç
içe yayılan halkalarını görürdü k . K oridorun küçük kapısının
eşiğinde, bir nişin içindeki azize heykelciği gibi kıpırtısız, ay ak ­
ta duran Françoise'a ait olu rd u bu tebessüm . Bu kilise karanlı­
ğına gözler b iraz alışınca, Françoise'ın çehresinde, çıkar gö zet­
m eyen bir insanlık aşkı, yılbaşı arm ağan ı u m u du n u n kalbinin
asil köşelerinde yoğu n laştırdığı, yüksek sınıflara yönelik seve­
cen bir say gı okunurdu. A nnem sertçe kolum u çim dikler, gür
bir sesle, "G ü n ay d ın F rançoise," derdi. Bu işaret üzerine par­
m aklarım açılır, av u cu m d ak i para, kararsız da olsa uzatılm ış
olan bir ele dü şerdi. A m a C o m b ray'ye gitm eye b aşlad ığım ız­
dan beri, Françoise en iyi tanıdığım insan olm uştu; biz onun
gözdeleriydik; en azın dan ilk yıllarda, bize hem h alam a göster­
diği saygıyı gösterir, hem d e dah a coşkulu bir sevgi beslerdi,

58
çünkü ailenin bir parçası olm am ızın sağ lad ığ ı itibara, (Fran­
çoise, bir ailenin fertleri arasın dak i görün m ez kan bağın a, Yu­
nanlı trajedi yazarları k ad ar say gı duyardı), her zam anki efen­
dileri olm ayışım ızın cazibesi eklenirdi. Bu yü zden de, P askalya
arifesin de C om b ray'ye vard ığım ız zam an, annem Françoise'a
kızının, yeğenlerinin hatırını, torununun sevim li olu p olm adı­
ğını, büyüyün ce ne olacağını, büyükann esin e benzeyip benze­
m ediğin i so rd u ğu n d a, bizi m üth iş bir sevinçle karşılar, genel­
likle o gü n lerde C o m b ray 'd e b u z gibi bir rü zgâr estiğinden, ha­
vaların henüz ısın m am ış olm asın a bizim adım ıza hayıflanırdı.
Françoise'm , annesiyle babasının yıllar önceki ölüm ün e hâ­
lâ ağladığın ı bilen annem , ikisi b aş başa kaldıkların da tatlı tatlı
on lardan söz eder, hayatları hakkında binbir ayrıntı sorardı.
Annem , Françoise'm d am ad ın d an hoşlanm adığını ve d a ­
m adının varlığının, kızıyla sohbetini engellediğini, kızıyla bir­
likte olm aktan aldığı zevki kaçırdığını sezm işti. Bu y ü zden de,
Françoise C om b ray'ye birkaç kilom etre m esafedeki evlerine zi­
yarete gideceği zam an , annem gülüm seyerek, "Françoise, ya
Julien'in işi çıkm ışsa, ev de yo k sa, bütün gü n ü M arguerite'le
b aş b aşa geçirm ek zo run da kalırsan ız, çok ü zü lü rsü n ü z, am a
kaderin ize razı olu rsun u z, d eğil m i?" derdi. Bunun üzerine
Françoise güler, "H an ım efen di her şeyi biliyor, hanım efendi
M m e O ctave için getirtilen ve insanın kalbinin içini gören X
ışınlarından beter," der (X'i, kendisi gibi bir cahilin bu bilim sel
terim i kullanm asına gülerek, sah te bir zorlanm ayla, kendi ken­
diyle alay ederek telaffuz ederdi) ve onunla ilgilenilm esinden
ötürü m ahcup, belki ağladığın ı görm eyelim diye ortadan kay-
boluverirdi; kendi gibi bir köylünün hayatının, m utlulukları­
nın, üzüntülerinin kendinden b aşkasın ı ilgilendirebileceğini,
sevin dirip üzebileceğim hissetm enin h o şlu ğu n u ona ilk yaşatan
annem olm uştu. H alam , biz C om bray'deyken Françoise'dan bi­
raz feragat etm eye razı olurdu, çünkü sabahın beşin den itiba­
ren, peksim eti andıran, kolalan m ış, k u su rsu z kıvrım lı b aşlığıy­
la m u tfağın da da, bayram lık kıyafetleri içindeki k ad ar güzel
olan bu zeki, çalışkan hizm etkârı annem in ne k adar takdir etti­
ğini bilirdi; Françoise her işi iyi yapar, sağlığı yerinde olsun ol­
m asın, hiç sesini çıkarm adan, gö ze batm adan , arı gibi çalışırdı,

59
halam ın bütün hizm etçileri arasın da, annem sıcak su veya sad e
kahve isted iğin de gerçekten kayn ar sıcaklıkta getiren, bir tek
oydu ; Françoise'm dah il old u ğu türdeki hizm etkârlar, eve ilk
d efa gelen bir yabancının en h o şlan m ad ığı hizm etkârlardır,
çünkü belki ev sahiplerinin bu m isafire ihtiyaçları olm adığını
ve kendilerini işten atm ak tan sa onu m isafir etm ekten v azgeçe­
ceklerini bildiklerinden, m isafirin gönlü nü k azan m a zahm etine
girişm eyip herhangi bir kibarlık gösterm ezler; am a aynı za­
m an da, efendilerinin, üzerine titrediği hizm etkârlardır, çünkü
efendiler, bir m isafirde olum lu izlenim bırakan, fakat genellikle
iflah olm az bir beceriksizliği gizleyen o sah te letafete, yaltakçı
gevezeliğe değer verm ezler ve onların gerçek yeteneklerini tec­
rübeyle bilirler.
A nnem lerin bütün ihtiyaçlarının k arşılan dığın dan em in ol­
duktan sonra, Françoise halam a p ep sin in i verm ek ve öğle ye­
m eğinde ne yiyeceğini so rm ak üzere tekrar y u k an çıkar, genel­
likle önem li bir k on u d a gö rü şü n ü belirtm esi ya d a açıklam ada
b u lu n m ası gerekirdi:
"Françoise, M m e G ou pil kız kardeşin i alm aya on b eş dak i­
ka geç gitti, dü şü n ebiliyor m u su n u z? Yolda azıcık oyalanır da,
kiliseye, rahip kutsal ekm ekle şarab ı dağıtırken varırsa hiç ş a ş­
m am ."
"Eh, olacağı b u d u r!" diye cevap verirdi Françoise.
"Françoise, beş dakika önce gelseydin iz, M m e Im bert'i gö­
recektiniz, elinde M m e C allot'nun sattıklarının iki m isli kalınlı­
ğın da k uşkon m azlarla geçti; hizm etçisinden öğreniverin b ak a­
lım, nereden alm ış. Siz b u sene bütün so slara k uşkonm az koyu­
yo rsu n u z ya, m isafirlerim iz için güzellerinden alırdınız."
"M uhterem Peder'den alm ıştır b an a k alırsa," derdi Fran­
çoise.
"A h, Françoise'çığım , m uhterem Peder'den alm ış olur m u
hiç!" derdi halam om u z silkerek. "S iz d e biliyorsu n uz ki ufacık,
işe yaram az k u şkon m azlar onun yetiştirdikleri. Bunlar kol ka­
dardı diyorum size. Sizin k olun u z k ad ar değil elbette, benim
kolum kadar, bu sene d ah a d a zay ıfladılar zavallı kollarım ...
Françoise, dem inki patırtıyı işitm ediniz m i? Benim kafam ka­
zan gibi o ld u ."

60
"H ayır, M ad am e O ctave."
"A h , yavru m , yüce Tanrıya şükredin, kafanız pek sağ lam ­
m ış. M aguelon e, D oktor P ip erau d 'y u çağırm aya gelm iş. D ok­
tor hem en çıktı, birlikte L'O iseau Sok ağı'n a döndüler. H erhalde
çocuklardan biri h astalan d ı."
"Y üce Tanrım !" diye iç geçirirdi Françoise; tanım adığı biri­
nin b aşın a bir dert geldiğin de, dünyanın öbür u cu n da d a olsa,
m u tlaka inlem eye b aşlard ı derhal.
"Françoise, ölüm çanı kim in için çaldı k uzu m ? Ah, Tanrım,
M m e R o u sseau için olm alı. Geçen akşam vefat ettiğini unuttum
gitti. A h, ah, zavallı O ctave'çığım öldü ğü n den beri kafam ye­
rinde değil, yüce Tanrımın beni de çağırm a vakti geldi artık.
K ızcağızım , sizin de vaktinizi alıyorum ."
"N e olacak M adam e O ctave, benim vaktim o k ad ar kıy­
metli değil, vakti yaratan , bize paray la satm ad ı ya. Yine de gi­
d ip şu ateşe bir bak ayım , sö n m ü ş olm asın ."
FrançoiseT a halam , gü n ü n ilk olaylarını bu sab ah sean sın ­
d a böylece birlikte değerlen dirirlerd i. A m a bazen b u olaylar
öy lesin e esraren giz v e cid d i bir niteliğe b ü rü n ü rlerd i ki, ha­
lam F ran çoise'ın yu k arıy a çıkm asın ı b ek ley em ezd i; işte o z a ­
m an, art ard a dört kere çalm an zilin d eh şeten giz sesi evi çın-
latırdı.
"M ad am e O ctave, pep sin saati gelm edi ki," derdi Fran­
çoise. Yoksa bir zafiyet m i hissettiniz?"
"Yok canım ," derdi h alam , "aslın d a doğru , artık zafiyet
h issetm ediğim bir an yok gibi, biliyorsun uz; bir gü n M m e
R o u sseau gibi kendim i tanıyam adan can vereceğim ; am a zili
bunun için çalm adım . İster inanın, ister inanm ayın, M m e
G ou p il'i hiç tanım adığım bir kız çocuğuyla gö rdü m az önce, si­
zi g ö rd ü ğ ü m k ad ar açıkça hem de. H adi gid ip C a m u s'den bi­
razcık tuz alıverin. T héodore m utlaka biliyordur kim old u ğu ­
n u."
"C an ım , M. Pupin'in kızıdır," derdi, sabah tan beri iki kere
C am u s'y e gitm iş old u ğu n d an , hazırdaki bir açıklam ayı benim ­
sem ekten yana olan Françoise.
"M . Pupin'in kızı mı! Ah, Françoise'çığım , ne diyorsu n uz?
Ö yle olsa tanım az m ıyım ?"

61
"B üy ü k kızını dem iyorum ki M ad am e O ctave, küçüğü sö y ­
lüyorum , Jo u y 'd a, yatılı ok u ld a olanı. Bu sabah ben de gördü m
galiba on u."
"H a, o b aşk a," derdi halam . "B ayram için geldi herhalde.
Şim di anlaşıldı! Bayram tatiline gelm iş olacak m utlaka. Bu d u ­
ru m da M m e Sazerat b irazdan öğle yem eğine kız kardeşin e g e­
lir. Tabii canım ! G alopin'in çırağı da elinde bir turtayla geçti,
gördüm ! G örü rsü n ü z bakın, o turta m utlaka M m e G ou p il'e g i­
diyordur."
"M m e G ou pil'in m isafirleri v arsa, az sonra herkes öğle ye­
m eğine gelir M adam e O ctave, saat epeyce ilerledi çün kü," d er­
di Françoise; öğle yem eğiyle ilgilenm ek üzere aşağ ı inm ek için
sabırsızlan d ığın d an , halam a böyle bir oyalanm a fırsatı çıkaca­
ğına sevinirdi.
H alam , "Yok canım , on ikiden önce gelm ezler," diye cevap
verirdi, m ütevekkil; bir yan dan d a en dişeyle saate bir gö z atar,
am a her şeyden vazgeçm iş old u ğu halde, M m e G ou pil'in öğle
yem eğine m isafirleri o ld u ğu n u öğrenm enin kendisine böylesi-
ne heyecanlı, fakat m aalesef bir saatten de fazla beklem ek zo ­
runda kalacağı bir haz verdiğini gösterm em ek için, bakışlarını
hem en kaçırıverirdi. "Ü stelik tam benim öğle yem eğim e denk
gelecek," diye kendi kendine eklerdi, alçak sesle. Ö ğle yem eği,
halam için yeterli bir oyalan m aydı, beraberinde bir eğlence d a ­
ha istem ezdi. "B ari unutm ayın da, krem alı yum urtam ı d ü z
tabakta verin. "Ü zeri yazılı resim lerle sü slü tek tabaklar, bu
d ü z tabaklardı ve halam her yem ekte, o gün verilen tabağın
üzerindeki yazıları oku yarak oyalanırdı. G özlü ğü n ü takıp he­
celerdi: Ali Baba ve Kırk H aram iler, A lâeddin 'in Sihirli L am b a­
sı; sonra da gülüm seyerek, "G ü zel, çok gü zel," derdi.
"A slın d a C am u s'y e gidebilirim ..." derdi Françoise, hala­
mın artık kendisini gönderm eyeceğin den emin olunca.
"Yok canım , gerek yok, M ile P upin 'dir m utlaka. Fran-
çoise'cığım , k u su ra bakm ayın, b o ş yere yukarı çıkardım sizi."
O ysa halam , Françoise'ı b oş yere çağırm adığını bilirdi,
çünkü C om b ray'd e "hiç tan ım ad ığım ız" bir kişi, bir mitoloji
tanrısı k ad ar inanılm ası gü ç bir varlıktı ve zaten Saint-Esprit
Sok ağı'n d a veya M eyd an 'd a, bu şaşırtıcı görüntülerden biri ne

62
zam an ortaya çıktıysa, sıkı araştırm alar son u cun da, hayal ürü­
nü kahram an, C om bray'li birilerinin filanca dereceden akrabası
sıfatıyla, yani m edeni d u ru m u itibarıyla, kişisel veya soyu t d ü ­
zeyde "tan ıd ığım ız biri" boyutlarına indirgenm işti m utlaka:
M m e Sau to n 'u n askerden dönen oğlu, B aşrahip Perdreau'nun
m an astırdan ayrılan yeğeni, rahibin C h âteau d u n 'd e tahsildar
olu p d a yeni em ekliye ayrılan veya bayram için gelm iş olan
ağabeyi gibi. Bunlar ilk görüldüklerin de, sırf derhal tanınm a­
dıkları için, C om b ray'd e hiç tanım adığım ız in san lar b u lu n d u ­
ğu n u zannetm enin heyecanı yaşanm ıştı. O ysa M m e Sauton da,
rahip de, "m isa fir" beklediklerini çok önceden bildirm işlerdi.
A k şam eve döndükten sonra yukarı çıkıp halam a gezintim izi
an lattığım da, Pont-Vieux'nün yakınında bü yü kbabam ın tanı­
m ad ığı bir ad am a rastladığım ızı söylem ek gibi bir tedbirsizlik­
te b u lu n u rsam , halam , "B üyükbabanın hiç tanım adığı bir adam
mı! O lur m u hiç öyle şey !" diye haykırırdı. Yine d e bu haber
yüreğini biraz hoplattığından, iyice em in olm ak isterdi, bunun
üzerine bü yü kb ab am çağırtılırdı. "Pont-V ieux'nün orad a ki­
m inle karşılaştın ız dayıcığım ? Hiç tanım adığın ız bir ad am m ıy­
d ı?" "T anım az m ıyım canım ," diye cevap verirdi b ü yü kbabam ,
"P rospeP di, M m e Bouilleboeufün bahçıvanının k ard eşi." "H a,
iyi öy ley se!" derdi halam rahatlayarak, yü zü hafifçe kızarırdı;
sonra d a alaylı bir gü lüm sem eyle om uz silkip eklerdi: "H iç ta­
nım adığın ız bir ad am la karşılaştığınızı söyledi d e !" Bana, bir
dah aki sefere dah a dikkatli davran m am ve böyle dü şü n m eden
k o n u şu p halam ı telaşlan dırm am am tem bihlenirdi. C om b ray 'd e
herkes herkesi, hem insanları, hem de hayvanları o k ad ar iyi ta­
nırdı ki, halam tesadüfen "hiç tan ım ad ığı" bir k öpeğin so k ak ­
tan geçtiğini görecek olsa, d u rm adan bunu düşün ür, m antık
yürütm e becerisini ve b oş saatlerini tüm üyle bu akıl alm az ola­
ya hasrederdi.
"M m e Sazerat'nın k öpeğidir," derdi Françoise, söylediğin e
kendi de pek inanm am akla birlikte, halam ı rahatlatm ak için,
"k afa patlatm asın " diye.
Eleştirici zihni bir gerçeği bu k adar kolay kabul etm eyen
halam , "Sanki ben M m e Sazerat'nın k öpeğin i tanım ıyorum !"
diye cevap verirdi.

63
"H aa! M. G alopin'in Lisieux'den getirdiği yeni köpek ol­
m alı b u ."
"H a, o olabilir, evet."
"P ek tatlı bir h ayvan m ış," diy e eklerdi Françoise, Theo-
d o re'd an aldığı bilgiyi aktararak, "in san gibi akıllıym ış, hiç
h u y su zlu ğ u yokm uş, hep sevecen, hep nazikm iş. Bu y aşta b öy­
le kibar hayvan az bulunur. M ad am e O ctave, ben gitm ek zo­
ru ndayım , oyalanacak vaktim yok, saat n eredeyse on oldu , he­
n ü z fırınım yan m adı, k uşkonm azlarım ı ayıklayacağım d ah a."
"Françoise, yine m i k uşkonm az! Siz bu sene b asb ay ağı k u ş­
k on m az h astalığın a yakalandınız, Parisli m isafirlerim izi bıktı­
racaksın ız!"
"H iç olur m u, M adam e O ctave, çok seviyorlar onlar k u ş­
konm azı. K iliseden aç dönecekler, gö rü rsü n ü z, hiç n azlan m a­
dan yerler."
"O n lar şim d i kiliseye varm ışlardır bile; vakit kaybetm eyin
en iyisi. H ayd i siz yem eğinizin b aşın a dön ü n ."
H alam Françoise'la bu şekilde hasbıhal ederken ben d e an ­
nem lerle birlikte ayine giderdim . K ilisem izi o k ad ar çok sev er­
dim ki; o ld u ğ u gibi gö zü m ü n ön ünde şim di! A ltından geçtiği­
m iz eski, kapk ara, kalbur gibi delik d eşik olm u ş giriş su n d u r­
m asın ın köşeleri (tıpkı b iraz ilerisindeki vaftiz kurnası gibi), ya-
m u lm u ş ve oyulm uştu: Sanki kiliseye giren köylü kadınların
harm anilerinin v e k u tsan m ış su d an alan çekingen parm ak ları­
nın hafif d o k u n u şu , asırlarca tekrarlana tekrarlana tahrip etm e
gü cü edinerek taşı aşın dırabilm iş, araba tekerleklerinin her gü n
sürtünerek sınır taşında izler bırakm aları gibi, taşta izler açm ış­
tı. O rad a göm ü lü olan C om b ray başrahiplerinin asil kalıntıları­
nın adeta ruhani bir d ö şem e haline getirdiği koroyerindeki me-
zartaşları bile, cansız ve sert bir m ad d e değildiler, çünkü za­
m an onları y u m u şatm ış, bal gibi akışkanlaştırm ıştı; kendi dik ­
dörtgen çerçevelerinin dışın a taşm ışlar, bir yerde, sarı bir d alga,
çiçekli, gotik bir büyükh arfi önüne katıp sü rü klem iş, m erm erin
b eyaz m enekşelerini kaplam ıştı; öte y an da tekrar toparlanm ış­
lar, özlü Latince yazıyı dah a d a sıkıştırm ış, bu kısaltılm ış harf­
lerin düzenlenişinde bir değişik lik d ah a yap m ış, diğer harfleri
h addin den fazla yayılm ış olan bir kelim enin iki harfini birbiri­

64
ne yaklaştırm ışlardı. G üneşin kendini pek az gösterdiği günler,
vitrayların en çok harelendiği zam andı; dolayısıyla, dışarıda
hava k ap alıy sa, kilisede pırıl pırıl olacağını bilirdik; vitraylar­
dan biri, boydan boya, iskam bil kâğıtların daki p ap azlara ben­
zeyen, ta tepede, taştan sayvanının altında, gö k yü zü yle yeryü­
zü arasın d a y aşay an tek bir şahsiyetle kaplıydı, (bazen hafta içi
günlerde, öğle vakti, ayin saati değilken -h avalan d ırılm ış, boş
kilisenin dah a insani ve şatafatlı gö rü n d ü ğü , gü n eş vu rm u ş g ü ­
zel ah şaplarıy la, adeta ortaçağ ü slu b u n d a bir otelin oym a taşlı,
boyalı cam lı lobisi gibi, içinde yaşan abilirm iş izlenim i u yan dır­
dığı ender an lardan b irin d e- vitrayın eğik, m avi yansım asın da,
bir an M m e Sazerat'n ın diz çöktüğü, yanındaki d u a iskem lesi­
ne, öğle yem eği için karşıki pastan eden aldığı, sicim lerle b ağ ­
lanm ış pötifur paketini bıraktığı görülü rdü); bir b aşk a vitrayda,
eteklerinde bir çarpışm anın yer aldığı, pem be bir kar tepesi, şa­
fağın kızıllığıyla ışıld ayan kar tanelerinin y ap ışıp kaldığı bir
cam gibi, karm akarışık tipisiyle şişird iği pencereyi kırağıyla
k aplam ıştı adeta (m uhtem elen aynı şafak kızıllığı, altar p an o ­
su n u d a öyle canlı renklere boyam ıştı ki, bu renkler, sanki taşa
so n su za dek sabitlenm em iş de, d ışarıdan gelen bir ışık huzm esi
tarafından geçici olarak oraya yerleştirilm iş, az sonra kaybolu-
vereceklerm iş gibi görünürlerdi); bütün vitraylar o k ad ar eskiy­
di ki, yer yer, g ü m ü şi eskilikleri, asırların tozuyla ışıldar, o g ü ­
zel, cam dan , aşın m ış nakışları, iplik iplik parlardı. Ü st kısım da
yer alan vitraylardan biri, m avi rengin hâkim old u ğu , yaklaşık
yü z küçük dörtgene b ölün m ü ştü ve m uhtem elen VI. C harles'ı
oy alam ış olan iskam bil oyunlarım hatırlatırdı; am a bir ışık hu z­
m esinin parlam asın ın veya gezinen bakışlarım ın, kâh sön ü p
kâh yanan vitraya, sey yar ve benzersiz bir yangını taşım asının
ardından, cam , bir tav u sk u şu kuyruğu n u n değişk en parıltısına
bürünür, sonra d a titreşen, oynak, alev alev, olağan ü stü bir
y ağm u r olup, karanlık, kayalık tavan dan aşağ ıy a, rutubetli d u ­
varlar boyunca dam lar, ellerinde ayin kitaplarıyla ilerleyen an ­
nem le babam ı, yılankavi sarkıtlarla sedeflenen bir m ağaranın
girintisin de izliyorm uşum izlenim i uyandırırdı bende; birkaç
san iye sonra, bak lava biçim li küçük vitraylar, dev bir m ad aly o ­
na yan yana kakılm ış safirlerin derinlikli saydam lığını, kırılm az

65
sertliğini edinm iş olurlar, am a arkalarında, bütün bu değerli
şeylerden dah a çok sevilen güneşin gü lü m sed iğ i h issedilirdi;
gü n eş, değerli taşları sarm alayan m avi ve y u m u şak ışık selinde
de, m eydanın kaldırım ları veya pazard ak i hasırların üzerinde
o ld u ğu k ad ar kolay tanınırdı; hattâ P ask aly a'd an önce
C om b ray'ye gittiğim izde, ilk pazarlar, sırça unutm abenilerden
d o k u n m u ş bu g ö z kam aştırıcı, yaldızlı halıyı, adeta tarihten,
A ziz L ouis'n in torunlarından k alm a bir ilkbaharı m üjdelem esi­
ne sererek, toprağın henüz çıplak ve k apkara old u ğu n u unuttu­
rur, beni avutu rdu .
D ikey tezgâhta d o k u n m u ş iki d u v ar h alısın da, Esterün taç
giym esi anlatılıyordu (A su eru s'u n , bir Fransız kralının çehresi­
ne, EstePin de, bu kralın âşık old u ğu , G uerm an tes'lardan bir
so y lu hanım ın yü z hatlarına sah ip old u ğu söylenirdi); halıların
so lm u ş renkleri resm e bir ifade, bir vu rgu , bir ışık katm ışlardı:
Esterün d u d a k ların d a, sınır çizgisinin ötesine taşm ış bir pem be­
lik dalgalan ıy ord u ; elbisesinin sarısı öyle gevşek, öyle cöm ert­
çe yayılıyordu ki, sanki bir yo ğu n lu k kazan m ış ve gerileyen
fon d a ileri fırlam ıştı; ağaçların yeşili, yün ve ipekten doku n m uş
halının alt kısım larında canlılığını korum akla birlikte ü st kısım ­
larda so lm u ş o ld u ğu n d an , sararan , yüksekteki dallar, koyu
renk gövd elerin ü zerin de dah a solu k bir tonda, adeta gö rü n ­
m ez bir gü n eşin an iden yansıyan eğik ışınlarıyla yaldızlan ıp si­
likleşerek belirginlik kazan ıyordu. Bütün bunlar ve özellikle de,
benim n azarım d a n eredeyse efsane kahram anı olan şah siyetle­
re ait, değerli eşy alar (A ziz Eloi tarafından işlendiği rivayet ed i­
len, D agobert tarafın dan verilm iş altın haç, II. Ludvvig'in o ğ u l­
larının, som aki ve m ineli bakırdan m ezarı), k ilisede yerlerim ize
do ğru ilerlerken bende, tıpkı bir k ayad a, bir ağaçta, m inik bir
gö ld e perilerin tabiatüstü, elle tutulur izlerine rastlayıp şaşıran
bir köylü gibi, adeta bir periler vad isin d e ilerliyorm uşum d u y ­
gu su n u yaratarak, kiliseyi benim gö zü m d e kentin geri kalanın­
dan tam am en farklı bir yer haline getirirdi: K ilise, dizi dizi ke­
m erleri, şapelleri aşarak , sad ece birkaç metrelik bir m esafenin
değil, ad eta m u zaffer çıktığı art arda dönem lerin de üzerinde
hâkim iyet k u rm u ş olan ve asırlar boyunca uzan an nefiyle, dört
boyutlu -d ö rd ü n c ü boyut Z a m a n 'd ı- bir m ekândı sanki; am an ­

66
sız, yırtıcı XI. yüzyıl, kalın du varlarının ark. na gizlenm işti;
kaba m oloz taşlarla tıkanm ış, köreltilm iş hantal k. nerleri, sa­
dece çan kulesi m erdiveninin giriş su n durm asının ya. nda aç­
tığı derin yarıktan görülebilir, hattâ orad a bile, kaba sab a, su ­
ratsız, kötü giyim li erkek kardeşlerini yabancılar görm esin diye
gü lüm seyerek önüne geçen ablalar m isali, önde cilveleşerek
d ip dibe dizilm iş zarif gotik arkadların arasın dan zar zor gö rü ­
lürdü; A ziz L ou is'yi seyretm iş olan, hâlâ d a gö rü y o rm u ş hissi
veren kulesi, M eydan'ın üzerinde, gök yü zü n e yükselirdi; yeral­
tı m ezarları ise, bir M erovenj karanlığına gö m ü lü rd ü , b u rad a,
taştan, d ev asa bir yarasan ın derisini andıran d am ar dam ar, ka­
ranlık kubbenin altında el yordam ıyla bize yol gösteren Theo-
dore'la kız kardeşi, Sigebert'in küçük kızının m ezarını bir
m um la aydınlatırlardı, m ezarın üstün deki derin -fo sil izine
ben zeyen - yarığı, "F ran k prensesinin ö ld ü rü ld ü ğü gece, şu an­
dak i apsisin b u lu n d u ğu yerde asılı duran kristal lam banın, altın
zincirlerinden kendi kendine k o p u p kristali kırılm adan, alevi
sönm eden taşa göm ülerek, taşı eriterek" açtığı rivayet edilirdi.
C om bray K ilisesi'nin gerçekten bir ap sisi o ld u ğ u söylene­
bilir m i bilm em . O k adar kaba, estetikten ve hattâ din sel coşk u ­
d an o k adar yo k su n d u ki! D ışarıdan g ö rü ld ü ğü n d e, apsisin
baktığı yol k av şağı aşağ ıd a k aldığından, kaba du v arı, hiç d ü ­
zeltilm em iş, ü stü sivri çakıllarla kaplı, m oloz taştan, kiliseye
benzer hiçbir özelliği olm ayan bir oturtm alık üzerin de yü k se­
lirdi, vitraylar aşırı yü ksekteym iş izlenim i uyandırır, bir bütün
olarak d a, kilise d u v arın a değil, hapish ane d u v arın a benzerdi.
Şü ph esiz daha sonraları, gö rm ü ş old u ğu m bütün o m uhteşem
apsisleri hatırladığım da, C om bray K ilisesi'nin apsisin i onlarla
karşılaştırm ak hiç aklım a gelm ezdi. Yalnız bir gün, bir taşra ka­
sab asın d a, bir köşeyi dö n d ü m ve daracık üç sokağın kesiştiği
bir k avşağın karşısında, vitrayları tepede, C om bray K ilisesi'nin
ap sisi gibi asim etrik, kaba ve aşırı yüksek bir d u v ar gördü m . O
zam an, C hartres veya R eim s'te o ld u ğu gibi kendi kendim e, din
d u y gu su n u n ne k ad ar gü çlü ifade edilm iş old u ğu n u d ü şü n m e­
dim de, gayri ihtiyari, "K ilise!" diye haykırdım .
Kilise! K uzey kapısının b u lu n du ğu Saint-H ilaire Soka-
ğı'n da, bir yanındaki M. R apin'in eczanesiyle öbür yanındaki

67
M m e L oiseau 'n u n evine bitişik, teklifsiz; C om b ray 'd e sokak
n um araları olsa, ü zerin de bir kapı n um arası olabilecek, postacı­
nın sab ah lan M. R apin'in dükkânın dan çıkıp M m e
L oiseau 'n u n evine u ğ ram ad an önce u ğram ası beklenebilecek,
sad e bir C om bray'li v atan daş; her şeye rağm en, kiliseyle onun
dışın dak i her şey arasın da, zihnim in asla aşm ay ı b aşaram ad ığı
bir sınır vardı. M m e L oiseau 'n u n penceresindeki küpeçiçekleri,
dallarını her yana b aş aşağ ı uzatm ak gibi kötü bir alışkanlık
edinm işlerdi; çiçeklerin, iyice bü yü dü klerin de, bütün işleri gü ç­
leri, kızarm ış, m orarm ış yanaklarını kilisenin loş cephesine d a ­
y ay ıp serinletm ek o ld u ğ u halde, bu yü zden küpeçiçekleri g ö ­
zü m d e bir kutsallık k azan m ıyord u; çiçeklerle yaslan dık ları ka­
rarm ış taş arasın d a, gözlerim bir m esafe görem ese de, zihnim
bir uçu ru m görüyordu.
Saint-H ilaire'in çan kulesi, ta uzak lardan , u n u tu lm az şekli
C om bray'n in henüz gö rü n m ed iği ufka çizildiğinde, hem en ta­
nınırdı; b ab am , P askalya h aftasın d a bizi Paris'ten getiren trenin
penceresinden bakıp, gö k y ü zü n d e hızla yükselen, küçük dem ir
horozu bir o yan a, bir bu yana dönen çan kulesini gö rd ü ğü n d e,
"H ay d i, battaniyeleri toplayın, geld ik ," derdi. C om b ray'd e
yaptığım ız en u zun gezintilerden birinde, daracık yolun an sı­
zın d ev bir platoya açıldığı bir yer vardı; ufuktaki tırtıklı or­
m anların üzerin de, Saint-H ilaire'in çan kulesinin sivri tepesi,
tek b aşın a yükselirdi, am a o k ad ar incecik ve p espem b eyd i ki,
sanki bu m an zaraya, sad ece tabiattan oluşan bu tabloya birisi
m inik bir san at işareti, tek bir insan izi katm ak istem iş ve gö k ­
yü zü n e bir tırm ık atıverm işti. Ç an kulesine yaklaşıp yanı b aşın ­
dak i d ah a alçak, yarısı yıkık, dörtköşe kule de gö rü ld ü ğü n d e,
özellikle taşların kırm ızım sı koyu rengi çarpardı insanı; sisli
son bah ar sab ah ların d a ise, bağların fırtınalı m oru üzerinde
yükselen çan kulesi, n eredeyse Jap o n sarm aşığı renginde, koyu
kırm ızı bir harabeyi andırırdı.
Ç oğu n lu k la eve dönerken büyükannem m ey dan da, çan
kulesin e b ak m ak üzere beni d u rdu ru rdu . Kulenin, sad ece insan
yü zü n e değil, b aşk a şeylere d e güzellik ve vakar katan o doğru ,
özgü n orantıya u ygu n m esafede, ikişer ikişer ü st üste dizilm iş
pencerelerinden, düzenli aralıklarla karga sürüleri fırlar, sanki

68
kendilerini görm ezm iş gibi yap arak oynaşm aların a izin veren
eski taşlar ansızın y aşan m az olm uş, sınırsız bir hareket kabili­
yeti k azan arak kargalara vu rm u ş, onları itm iş gibi, bir süre çığ­
lık çığlığa h avad a dönerlerdi. A rdından, akşam ın m or k ad ifesi­
ni karm akarışık, her yönde çizdikten sonra, birden sak in leşip
tekrar kuleyle bütünleşirler, u ğu rsu zlu ğ u bırakıp uysallaşırlar-
dı; d eğ işik yerlere k on m uş olan birkaç karga, hiç kıpırdam ıyor-
m u ş gibi görünür, belki ara sıra h avad a bir böcek kapar, çan
kulesinin tepesinde, bir dalgan ın üstün deki balıkçının kıpırtı-
sızlığıyla bekleyen m artılar gibi du ru rdu. Büyükannem nedeni­
ni p ek bilm ese de, Saint-H ilaire'in çan kulesini, bayağılıktan,
özentiden ve çapsızlıktan u zak b u lu rd u; bunlar, büyükh alam ın
bahçıvanının yaptığı gibi insan eliyle gü d ük leştirilm em iş olan
tabiatı ve deh a ürünlerini sevm esin e, sağlıklı bir etkileri o ld u ­
ğu n a inanm asına yol açan etkenlerdi. Şü p h esiz kilisenin gö rü ­
nen bü tü n bölüm leri, kiliseyi d iğer binalardan farklılaştıran d ü ­
şünceyi em m iş gibiydiler, am a bu düşün ce, kendi bilincine çan
kulesin de varıyor, bireysel ve soru m lu bir varlık k azan ıyordu
adeta. Ç an kulesi, kilisenin sö zcü sü yd ü . B üyükan nem zan n e­
derim açık seçik dile getirm ese de, C om bray K ilisesi'nin çan
kulesin de, hayatta en değer verd iği özellikleri, yani d o ğallığı
ve vakarı buluyordu. M im arlık k on u su n da bilgisi olm ayan b ü ­
yükan nem , "Ç ocuklar, benle alay edin isterseniz, k u rallara b a­
kılırsa gü zel olm ayabilir, am a o tuhaf, eski çehresi benim h o şu ­
m a gidiyor. Em inim piyano çalsa, ruhsuz çalm azd ı," derdi. Ç an
kulesin e bakarken, d u a etm ek üzere k av u şm u ş eller gibi yukarı
d o ğru birbirine yaklaşan taştan yam açlarının coşku lu eğim ini
bakışlarıyla izlerken, külahın sü zü lü şü y le öyle bütün leşirdi ki,
b akışları da külahla birlikte h avay a fırlardı adeta; bir yan dan
da, batan gün eşin sad ece en tepesini aydınlattığı taşlara, bu g ü ­
neşli, ışıkla y u m u şam ış bölgeye girdikleri an da, birden çok d a ­
ha yu k arıda, uzakta görünen, bir şarkının bir oktav yu k arıdan ,
"falsetto "y la b aştan alınm asını andıran eski, aşın m ış taşlara
dostça gülüm serdi.
Kentteki bütün faaliyetleri, saatleri ve m an zaraları, Saint-
H ilaire'in çan kulesi şekillendirir, taçlandırır ve kutsardı.
O d am d an baktığım da, çan kulesinin sadece ard u v azla k ap lan ­

69
m ış tabanını görürdü m ; yaz m evsim inin sıcak p az ar sab ah la­
rında, kara bir gü n eş gibi parlayan ardu vazları g ö rd ü ğü m d e,
kendi kendim e, "A m an Tanrım! Saat dokuz! Önce Leonie H ala­
mı ö p ü p sonra da ayine yetişeceksem hem en hazırlan m alıyım ,"
der, o sırad a M eydan 'a vuran gün eşin rengini, p az ar yerinin sı­
cağını ve tozunu, annem in ayinden önce belki bir m endil al­
m ak üzere gireceği (ve dükkânı k apatm aya hazırlanan, az önce
bayram lık ceketini giym ek ve beş dak ik ad a bir, en hazin k oşu l­
larda bile, girişken, sefih, işbitirici bir tavırla birbirine sü rttü ğü
ellerini sab u n lam ak üzere arka tarafa gitm iş olan patronun iki
b ü klüm eğilerek göstereceği m endillere bakacağı) ağartılm am ış
b ez kokan dükkânın önündeki stor gölgelerini en u fak ayrıntı­
larına varıncaya k adar bilirdim .
G üzel havayı fırsat bilip T hiberzy'den öğle yem eğin e gel­
m iş olan akrabalarım ızı düşün erek, her zam ankinden d ah a b ü ­
yük bir çörek getirm esini söylem ek üzere ayinden sonra Theo-
d o re'a u ğrad ığ ım ızd a, kendi d e iri, nar gibi kızarm ış, kutsan ­
m ış bir çöreğe benzeyen, gü n eşin y apışk an pu llar ve dam lacık­
larla k aplad ığı, sivri ucu gök yü zü n e b atm ış çan kulesi olurdu
k arşım ızda. A kşam ları gezm eden dönerken, az sonra annem e
iyi geceler dileyip bir dah a kendisini görem eyeceğim i d ü şü n ­
d ü ğ ü m sırad a, yani gü n ü n son u n da ise, çan kulesi, aksin e o ka­
d ar yu m u şacık bir görün tü arz ederdi ki, kulenin ağırlığıyla
ezilen, ona yer açm ak için hafifçe çuk u rlaşıp kenarları kabaran
so lgu n gö k yü zü n e gö m ü lm ü ş, kahverengi kadifeden bir m in­
deri andırırdı; etrafında dönen kuşların çığlıklarıyla sessizliği
d ah a d a artar, külahı d ah a yü k seğe fırlar, kelim elerle ifade edi­
lem eyecek bir nitelik kazanırdı adeta.
Kilisenin arkasına dü şen , kilisenin kendisinin görün m ediği
sokak lard a alışveriş yaptığım ızda bile, her şey, evlerin arasın ­
dan fırlayan, böyle tek b aşın a gö rü ld ü ğü n d e belki dah a d a et­
kileyici olan çan kulesine göre düzenlenm iş gibi gelirdi bana.
Şü ph esiz, bu şekilde görüldü klerin de dah a gü zel olan birçok
çan kulesi vardır; C om bray'nin kasvetli sokakların dan farklı bir
estetiğe sah ip, dam ların ü zerin de yükselen çan kulelerinden
olu şm u ş çeşitli resim ler n akşolm u ştu r hafızam a. N orm andi-
ya'nın Balbec'e yakın, tu h af bir kentinde, çeşitli nedenlerle sev ­

70
diğim ve itibar ettiğim , XVIII. yüzyıldan kalm a iki büyüleyici
k onağı asla unutam am ; m erdivenden nehre do ğru uzan an g ü ­
zelim bahçeden b ak ıldığın da, konakların ark asın d a kalan kili­
senin gotik külahı, ikisinin arasın dan gö ğe yükselir ve adeta iki
evin cephesini noktalar, tam am lar; am a öylesine farklı, benzer­
siz, halkalı, pem be ve cilalıdır ki, tıpkı k u m sald a iki dü z, yassı,
k u su rsu z taşın arasın a sıkışm ış, koni biçim indeki, p arlak sırlı
bir den izkab u ğu n u n lal rengi, tırtıklı külahının taşlardan ayrı
olu şu gibi, konaklarla bir bütün olu şturm adığı açıkça bellidir.
Paris'te, şehrin en çirkin sem tlerinden birinde bile, öyle bir pen­
cere bilirim ki, birçok d eğişik sokakta yer alan, bir araya yığıl­
m ış dam lard an ve mor, bazen kırm ızım sı, bazen de, atm osferin
çıkardığı en seçkin "su ret"lerd e, küllerden dam ıtılm ış siyahlık­
ta bir kubbeden oluşan art arda iki, hattâ üç ayrı plan görülür;
Saint-A ugustin K ilisesi'n e ait olan bu kubbe, bu Paris m an zara­
sına, Piranesi'nin kim i Rom a m anzaralarının havasın ı verir. N e
var ki, bu küçük gravürlerden hiçbirine, hafızam , ne k adar
zevkle hatırlasa da, u zun süre önce kaybettiğim şeyi, yani nes­
neleri birer görün tü olarak algılam am ıza değil de, benzeri ol­
m ayan in san larm ışçasına onlara inanm am ıza yol açan d u y g u ­
yu k oy am adığın dan , hiçbiri, C om bray'n in, kilisenin arkasına
d ü şen sokak lard aki çan kulesi görün tüsün ü n hatırası gibi ha­
yatım ın derin bir bölüm ü n ü hâkim iyeti altında b ulundurm az.
C om bray K ilisesi'nin çan kulesini ister saat beşte, postan eden
m ektupları alm aya giderken, birkaç ev ötenizde, so ld a, d am la­
rın o lu ştu rd u ğ u çizgiden ansızın tek başın a yükselen bir doruk
olarak görün ; ister aksine, M m e Sazerat'n ın hatırını sorm ak is­
tediğin izde, bu çizginin, d iğer yam açta tekrar alçalışını b ak ışla­
rınızla izleyerek, çan kulesinden sonra ikinci so k ağ a döneceği­
nizi dü şü n ü n ; ister biraz dah a u zak laşıp istasyon a giderken
yandan, dö n ü şü n ü n değ işik bir ânında yakalan m ış bir geom et­
rik şekil gibi profilden yeni yüzeylerini ve köşelerini fark edin;
ister Vivonne kıyılarından, çan kulesinin külahını gök yü zü n ü n
ortasına fırlatm ak için gösterdiği çabayla ortaya çıkm ış gibi g ö ­
rünen, perspektifin yükselttiği, kendini k asm ış, kuvvetli ap sise
bakın; daim a d ö n ü p d o laşıp çan kulesine gelirdiniz, çan kulesi
her an her şeye hâkim di, beklenm edik bir doruktan evlere se s­

71
lenir, adeta bedeni insanların arasın a karışm ış o ld u ğu h alde k a­
labalıktan ayırabildiğim Tanrının h avaya kaldırdığı p arm ağ ıy ­
m ışçasın a, ön üm de dikilirdi. B ugün hâlâ b üyük bir taşra ken­
tinde veya Paris'in pek b ilm ediğim bir sem tin de yol so rd u ğ u m
birisi, yolu tarif ederken u zakta bir hastane kulesini, k öşesin ­
den dönm em gereken bir sokağın b aşın da, rahip başlığının siv ­
ri ucunu havaya dikm iş bir m an astır çan kulesini kerteriz nok­
tası olarak gösterm işse eğer, hafızam o sevgili, k ayıp gö rün tüy­
le belli belirsiz, ufacık bir benzerlik bile bu lsa, yolu tarif eden
şah ıs, do ğru yönde ilerlediğim den em in olm ak için d ö n ü p b a­
k acak olursa, benim , gezintiyi veya işi u n u tu p oracıkta k alak al­
dığım ı, hiç k ıpırd am adan saatlerce çan kulesinin karşısın d a
d u ru p hatırlam aya çalıştığım ı, benliğim in derinliklerinde, unu-
tu ş ırm ağın da k aybolm u ş bir diyarın yeniden fethedilişini, su r­
larının çekilip yeniden k uru lu şu n u hissettiğim i gö rü r hayretle;
elbette o zam an tekrar yola düşer, az önce yolu so rd u ğ u m za­
m an kin den d ah a b üyük bir telaşla yolum u b u lm aya çalışır, bir
so k ağ a saparım ... am a ... kalbim in içinde bir sokağa...
A yinden sonra, kiliseden eve dönerken, Paris'te m ü h en dis
olarak çalıştığı için u zun tatiller dışın d a C om b ray'deki evinde
an cak cum artesi ak şam ın dan pazartesi sabah ına k ad ar k alab i­
len M. Legran din 'le karşılaşırdık çoğunlukla. M. Legran din ,
çok b aşarılı oldukları bilim sel kariyerlerinin haricinde b am b aş­
ka bir edebiyat ve san at kültürüne sah ip olan, bu kültürü m es­
leki uzm an lıklarında kullan m ayıp sohbetlerinde yansıtan kişi­
lerdendi. Birçok edipten dah a aydın (o zam anlar, M. Legran-
din 'in yazar olarak bir şöhreti o ld u ğu n u bilm iyorduk ve bir şi­
irini ünlü bir m üzisyenin bestelediğini öğren d iğim izde çok şa ­
şırdık), birçok ressam d an dah a yetenekli olan b u kişiler, sü r­
dükleri hayatın aslında onlara u ygu n olm adığını d ü şü n ü r ve
bilim sel m esleklerine ya hayal güçlerini d e kullan arak ald ırış­
sızca, ya d a özenli, m ağrur, küçüm ser, hüzün lü ve titiz bir d ik ­
katle yaklaşırlar. U zun boylu, endam lı, u zun sarı bıyıklı, zarif
ve d algın çehreli, m avi gö zlü , yılgın bakışlı, incelikli bir n eza­
ket sergileyen, bildiğim iz herkesten apayrı bir sohbeti olan M.
Legran din , kendisini d aim a örnek olarak gösteren ailem in n a­
zarın da, hayata son derece soylu ve h a ssas bir biçim de y ak la­

72
şan, seçkinlik tim sali bir adam dı. Büyükannem in kendisinde
b u ld u ğu tek kusur, biraz fazla güzel, fazla kitabi kon uşm ası,
hep h av ad a u çu şan , geniş, y u m u şak kravatların daki ve nere­
d ey se okul çocuklarınınkine benzer, d ü z ceketindeki do ğallı­
ğın, dilin de bu lu n m am asıydı. Büyükannem , onun sık sık aris­
tokrasiye, yü k sek sosyete yaşayışın a ve "hiç şü ph esiz, A ziz
P au lu s'u n b ağışlan m ası im kânsız gün ahtan bahsederken k as­
tetm iş o ld u ğ u " sn o p lu ğa karşı yaptığı ateşli kon uşm alara da
şaşırırdı.
Y üksek sosyete hırsı büyükannem in hiç hissetm ediği, hattâ
an lay am ad ığı bir d u y g u old u ğu n d an , bu hırsı böylesine hara­
retle kınam ak d a ona biraz an lam sız gelirdi. Ayrıca, kız kardeşi
Balbec yakın larında yaşayan , A şağ ı N orm an diy alı bir asilza­
deyle evli olan M. L egran din 'in soylu lara böyle şiddetle sald ır­
m asını, hattâ hepsinin 1789 devrim i sırasın d a giyotinden geçi­
rilm ediğine hayıflanacak k adar ileri gitm esini biraz u y g u n su z
bulurdu.
M. Legran din , k arşılaştığım ızda, "Selam , d o stlar!" diyerek
yaklaşırdı bize. "B u rad a u zun süre kalabildiğiniz için şan slısı­
nız; benim yarın Paris'e, küçük deliğim e dönm em gerekiyor."
Sonra kendine has hafif alaylı, hayal kırıklığı ifade eden, biraz
dalgın gü lüm sem esiyle, "E v im d e gereksiz eşyaların hepsi var
şü ph esiz. Sadece gerekli olan şey eksik: b u rad ak i gibi kocam an
bir gö k yü zü parçası. H ayatınızın ü stü n d e hep bir gök yü zü p ar­
çası b u lu n d u rm ay a çalışın y av ru cu ğ u m ," diye eklerdi bana d ö ­
nerek. "E n der b ulunur nitelikte, zengin bir ruha, bir sanatçı m i­
zacına sah ipsiniz, ihtiyaçlarını karşılayın on un."
Eve d ö n d ü ğ ü m ü z d e halam , M m e G ou pil'in ayine geç ka­
lıp kalm adığını sorunca, ona cevap verem ezdik. Ü stelik kilise­
d e bir ressam ın çalıştığını, K ötü G ilbert'in vitrayını k opya etti­
ğini söyleyip, h u zu rsu zlu ğu n u artırırdık. Derhal b ak kala gön ­
derilen Françoise, hem kilisede ilahi sö yleyip tem izlik yaptığı,
hem de bakkal çırağı old u ğu için çeşitli m uhitlerle ilişkisi ve sı­
nırsız b ilgisi olan T heodore'u b u lam ay ıp eli b oş dönerdi.
"A h !" diye içini çekerdi halam , "E ulalie'nin geleceği saati
iple çekiyorum . O ndan b aşk a kim se bu kon uda bilgi verem ez
b an a."

73
Eulalie, bir ay ağı aksayan, ham arat bir kızdı, kulakları ağır
işitirdi; küçükken hizm etine verildiği M m e d e la Bretonne-
rie'nin ölüm ünden sonra "em ekliye" ayrılm ış, kilisenin yanın­
da bir oda tutm uştu; d u rm adan kiliseye, ayine, ayin saatleri dı­
şında d a, bir d u a okum aya veya T heodore'a yardım etm eye
inerdi; geri kalan zam an lard a da, Leonie H alam gibi hasta in­
sanları ziyaret edip sabah ya d a ikindi d u asın d a neler o ld u ğ u ­
nu anlatırdı kendilerine. Eski patronlarının kendisin e öd ediği
m ütevazı aylığa u fak bir katkı olarak ara sıra rahibin veya
C om b ray kilise m uhitinden bir başk a önem li şah siyetin çam a­
şır işiyle ilgilenm ekte bir sakınca görm ezdi. Siyah çuh adan bir
harm ani giyer ve çenesinin altından b ağlanan, rahibelerinkine
benzer b eyaz bir başlık takardı; yanaklarının bir kısm ı ve ke­
m erli burnu, bir cilt hastalığı yüzün den , kınaçiçeği gibi koyu
pem beydi. Eulalie'nin ziyaretleri, m uhterem P ed erd en başka
n eredeyse hiç m isafir kabul etm eyen Leonie H alam ın en b üyük
eğlencesiydi. H alam , diğer ziyaretçilerinin hepsini birer ikişer
bertaraf etm işti, çünkü onun nazarında hepsi, nefret ettiği iki
in san k ategorisinden ya birine, ya öbürüne giriyordu. Bu kate­
gorilerden birincisi, b aşın dan ilk sav d ığı, en kötü in san lardan
olu şu yo rd u ; bunlar, halam a "kendini din lem em esin i" öğütle­
yen ve gü n eşli h av ad a küçük bir y ü rü yü şü n ve güzel, az p iş­
m iş bir bifteğin ona (iki dam lacık Vichy su yu n u n ağırlığını m i­
desin d e on dört saat taşıyan halam a!) sürekli yatm aktan ve al­
dığı ilaçlardan dah a iyi geleceği tezini -sa d e c e kınayan su sk u n ­
luklarla veya şüph eli tebessüm lerle de o lsa - sav u n an kişilerdi.
D iğer kategorideki kişiler ise, halam ın zannettiğinden d e ciddi
bir hastalığı o ld u ğu n u , gerçekten söylediği k ad ar hasta o ld u ­
ğu n u d ü şü n ü r gibi görünenlerdi. D olayısıyla bir iki tereddüt­
ten sonra, Françoise'm iyi niyetli ısrarları üzerine yukarı çıkm a­
larına izin verilen ve ziyaretleri sırasın da çekinerek, "H av a g ü ­
zel o ld u ğu n d a b iraz gayret etseniz, acaba..." dem eyi gö ze ala­
rak kendilerine gösterilen lütfa hiç m i hiç layık olm adıklarını
kanıtlayanlar da, aksine, halam , "K ötü yü m , çok kötüyüm , so­
num yaklaştı, sevgili do stlarım ," ded iğin de, "A h! İnsanın sağ lı­
ğı bir kez elden gitm eyegörsün! A m a dah a u zun süre böyle d a ­
yanabilirsiniz," diy e cevap verenler de, bir dah a asla kabul

74
edilm eyeceklerinden em in olabilirlerdi. H alam yattığı yerden,
b unlardan birini, kendisini ziyaret etm e niyetiyle Saint-Esprit
So k ağı'n d an geçerken gö rd ü ğü n d e veya zilin çalındığını d u y ­
d u ğ u n d a korkuya kapılırdı; bu d u ru m u gü lüm seyerek karşıla­
yan Françoise, halam ın onları geri çevirm ek için b aşv u rd u ğ u ,
daim a etkili olan kurn azlıklara ve halam ı görem eden dönen zi­
yaretçilerin bozum olm u ş yüzlerine, güzel bir oyun gö zü y le b a­
kar, gü lü m sem esi kahkah aya d ö n ü şü rd ü ; aslın da, bu kişilerle
görüşm ek istem ediği için hepsin den üstün o ld u ğu n a hükm etti­
ği hanım ını çok takdir ederdi. K ısacası, halam hem u ygu lad ığı
perhizin onaylanm asını, hem acılarına üzülün m esin i, hem de
geleceği k on u su n da teskin edilm eyi isterdi.
İşte Eulalie bütün bunları m ükem m elen yerine getirirdi.
H alam kendisine bir d ak ik a içinde yirm i kere, "Son u m geldi,
E ulalie'çiğim ," dese, Eulalie yirm i kere, "M âd am e O ctave, h as­
talığınızı o k adar iyi tan ıyorsu nu z ki, dah a dün M m e Sazerin'in
de ded iği gibi, yü z yaşına k ad ar y aşarsın ız," diye cevap verir­
di. (Eulalie'nin, tecrübenin getirdiği say ısız tekzibin sarsm ay ı
b aşaram ad ığı, en sağ lam inançlarından biri M m e Sazerat'nın
adının M m e Sazerin old u ğu y d u .)
"Ben yü z yaşım a k adar y aşam a peşin d e d eğilim ," diye ce­
vap verirdi, öm rüne belirli bir v a d e biçilm em esini tercih eden
halam .
Eulalie ayrıca halam ı yorm adan oyalam ayı en iyi bilen in­
san oldu ğu n dan , beklenm edik bir engel çıkm adıkça her pazar
düzenli olarak yaptığı ziyaretler, halam için, p az ar günleri önce
neşeyle beklediği, am a Eulalie birazcık gecikecek olsa, aşırı aç­
lık gibi bir ıstırap kaynağına dönüşüveren bir zevkti. Eulalie
çok gecikirse, bekleyişin zevki işkence haline gelir, halam g ö zü ­
nü saatten ayıram az, esner, zafiyet hissederdi. Eulalie zili g ü ­
nün sonun da, artık kendisinden um ut kesilm işken çalarsa, ha­
lam n eredeyse fenalık geçirirdi. A slın da p az ar günleri bir tek
bu ziyareti d ü şü n ü rdü ; öğle yem eği biter bitm ez, Françoise, ha­
lam ı "m eşg u l etm ek" üzere yukarı çıkm ak için sabırsızlanır, bi­
zim yem ek odasını bir an önce boşaltm am ızı isterdi. A m a biz
(özellikle güzel havaların C om b ray'ye yerleşm esinden itiba­
ren), kibirli öğle saati, Saint-H ilaire çan kulesini sesli tacının on

75
iki çiçeğiyle bir an arm alan dırıp kuleden aşa ğ ı inerek so fram ı­
zın etrafında, kilise çıkışında teklifsizce bize katılm ış olan kut­
san m ış ekm eğin yanında çınladıktan çok sonra, sıcaktan ve
özellikle de yem ekten ağırlaşm ış halde, hâlâ Binbir G ece M a­
salları tabaklarının b aşın da oturuyor olurduk. Ç ü n k ü Françoise
artık bize bildirm eye bile gerek d u y m ad ığı, d eğ işm ez yum urta,
pirzola, patates, reçel ve peksim et ana m enüsüne, -tarlalard ak i
ve m eyve bahçelerindeki tarım a, gelgitin ürünlerine, ticaretin
tesadüflerine, kom şuların nezaketine ve kendi deh asın a bağlı
olarak ve sofram ız, XIII. yü zyıld a katedrallerin an akapıların a
yontulan dört yapraklı sü sler gibi, m evsim lerin d ö n ü şü n ü ve
hayatın olaylarını yansıtacak şe k ild e- satıcı kadın çok taze ol­
d u ğ u k on u su n d a ısrar ettiği için bir kalkanbalığı, R oussainvil-
le-le-Pin pazarın d a g ö rü p çok b eğen d iği için bir hindi, d ah a ön ­
ce o şekilde pişm işin i bize hiç yedirm ediği için ilikli yabanengi-
narı, açık hava insanı acıktırdığı ve saat yediye k ad ar sin dirm e­
ye bol bol vakit old u ğu için kızarm ış but, değişik lik olsu n diye
ıspan ak , tu rfanda o ld u ğ u için kayısı, on beş gü n e k ad ar artık
k alm az diye fren küzüm ü, M. Sw ann b ilh assa bize getirm iş ol­
d u ğ u için ah u d u d u , iki yıl sonra ilk defa tekrar m eyve verdi d i­
ye bahçedeki ağaçtan kiraz, ben eskiden çok sev d iğim için
krem peyniri, bir gün önceden sip ariş ettiği için badem li p asta,
ikram etm e sırası b izd e o ld u ğ u için bir çörek eklerdi. Bütün
bunlardan sonra da, bizler için özel olarak hazırlanm ış, am a
bilh assa m eraklısı olan b ab am a ithafen, Françoise'm şah si ilha­
m ı, ikram ı olan, bütün yeteneğini sergilediği, özel bir olayı kut­
lam ak için m eydan a getirilm iş bir eser gibi geçici ve hafif bir çi­
kolatalı krem a gelirdi. "B en çok d o yd u m , artık bir şey yiye-
m em ," diyerek bu krem ayı tatm ayı reddeden kişi, bir san atçı­
nın kendilerine hediye ettiği bir eserinde bile, niyet ve im zadan
başk a bir şey önem li olm adığı h alde, ağırlığına ve m alzem esine
bakan hödükler sınıfına dah il edilirdi derhal. H attâ tabağın da
bir tek lokm a bırakm ak, bestecinin gö zü önünde, parça bitm e­
den kalkıp gitm ek k ad ar b ü yü k bir terbiyesizlik addedilirdi.
N ih ayet annem , "H ay d i, bütün gü n b u rad a oturm a; d ışarı­
sı çok sıcak geliyorsa od an a çık, am a önce biraz hava al, so fra­
dan kalkar kalkm az ok u m aya d alm a," derdi bana. Genellikle,

76
iğ biçim li alegorik bedenini hareketli bir kabartm a halinde kaba
taşa işleyen bir sem enderin, teknesini gotik kurnalar gibi sü sle­
d iği pom panın yanm a gid ip arkalıksız sıraya, leylak ağacının
gö lgesin e otururdum ; bahçenin bu köşesinde, Saint-Esprit So-
k ağı'n a açılan bir serv is k apısı vardı, evden b ağım sız bir yapıy­
m ış gibi çıkıntı oluşturan arka m utfaktan, iki b asam ak la d o ğru ­
d an toprak zem ine inilirdi. M utfağın som akiyi an dıran kırmızı,
parlak dö şem esi bahçeden görün ü rdü . Françoise'ın ininden
çok, küçük bir Venüs tapınağına benzerdi. Peynircinin ve m a­
navın, bazen tarlalarının ilk ürünlerini ona ad am ak üzere, uzak
köylerden getirdikleri b ağışlarla d o lu p taşardı. Çatısını d a dem
çeken bir güvercin taçlandırırdı daim a.
Eskiden, bu tapınağı çevreleyen kutsal orm an da fazla oya­
lanm az, kitap okum ak üzere yukarı çıkm adan önce, b ü y ü k b a­
bam ın binbaşıyken em ekliye ayrılm ış olan kardeşi A dolph e
A m cam ın zem in kattaki küçük oturm a od asın a girerdim ; açık
pencerelerinden içeri, oraya nadiren u laşan gü n eş ışınları d eğil­
se de, dışarının sıcaklığı gird iğin d e bile, terk edilm iş av köşkle­
rine gird iğim izd e u zun m ü d d et b u rn u m u zu gıdıklayan , hem
devrim öncesini, hem orm anı çağrıştıran o karanlık ve serin ko­
ku, bu o d ad an hiç eksik olm azdı. A m a yıllar vard ı ki, A dolph e
A m cam ın oturm a odasın a girm ez olm uştum , çünkü am cam ,
an latacağım şu olay nedeniyle, benim yü zü m d en ailem le
b o zu ştu ğ u n d an beri, C om b ray'ye gelm iyordu:
Paris'te ay d a bir iki kere beni am cam ın evine ziyarete gön ­
derirlerdi; gittiğim de am cam , kısa asker ceketiyle, öğle
yem eğini bitirm ek üzere olur, kendisine m or-beyaz çizgili
p am u k lu d an bir iş ceketi giym iş u şağ ı hizm et ederdi. A dolph e
A m cam , u zun zam an dır ziyaretine gitm ediğim den , onu ihm al
ettiğim izden yakınırdı hom urdanarak; b an a bir b adem ezm esi
veya bir m an dalin a ikram ederdi, sonra d a hiç oturm adığım ız,
şöm inesi hiç yanm ayan, du varları yaldızlı silm elerle süslenm iş,
tavanı gö k yü zü taklidi bir m aviye b oyanm ış, büyükbabam lar-
dak i gibi kapitone satenden, am a sarı renkte m obilyaları olan
bir salon dan geçerdik; ardın dan , am cam ın "ç alışm a " od ası
ded iği bir od ay a girerdik; bu odanın du v arların da, siyah bir
fon üzerinde, bir yerkürenin üstün e binm iş, ya d a alnında bir

77
yıldız bulunan tom bul, pem be bir tanrıçanın bir sa v a ş arabasın ı
sü rü şün ü betim leyen, bir Pom pei h avası taşıdıkları kanısıyla
ikinci İm paratorluk üslubunca benim senen, sonraları nefret
edilen, şim dilerdeyse, çeşitli n edenler ileri sü rü lse de, bir tek
sebepten ötürü, İkinci İm paratorluk ü slu b u n d a oldukları için
tekrar sevilm eye başlan an grav ü rler asılıydı. O d a hizm etkârı
gelip arabacının saat kaçta hazır olm ası gerektiğini sorun caya
kadar, am cam ın yanında kalırdım . Bu soru üzerine am cam
derin bir düşün ceye dalar, od a hizm etkârı hayran bakışlarla, en
u fak bir hareketiyle rahatsızlık verm ekten korkarak, am cam ın
asla değişm eyen cevabını beklerdi m erak içinde. N ihayet, son
bir tereddü d ün ardından, am cam her d efasın da, "İkiyi çeyrek
geçe," der, od a hizm etkârı d a hayretler içinde, am a tartışm aya
girişm eden , "İkiyi çeyrek geçe m i? Pekâlâ... haber vereyim ..."
diye cevap verirdi.
O dön em d e tiyatroya âşıktım ; platonik bir aşktı bu, çünkü
annem le b abam henüz tiyatroya gitm em e izin verm em işlerdi;
hayalim deki tiyatro ve orad a y aşan an hazlar gerçeğe o k adar
aykırıydı ki, her seyircinin, tıpkı bir stereoskopa b ak ar gibi, d i­
ğer seyircilerin d e kendi başların a seyrettikleri yüzlerce dekora
benzeyen, am a kendine özel bir dekoru seyrettiğini zan n eder­
dim aşağ ı yukarı.
H er sab ah koşarak M orris afiş direğine gider, ilanlarda
hangi tem sillerin yer aldığın a bakardım . D uyurulan her tem sil,
hayal gü cü m ü, oyunun adını olu şturan kelim elerin ve tutkalla
yer yer kabarm ış, hâlâ ıslak afişin renginin şartlad ığı, her türlü
çıkardan b ağım sız bir saad etin k ayn ağı olan h ü lyalara sü rü k ­
lerdi. O péra-C om ique T iyatrosu'nun yeşil afişlerin de d eğil de,
Com édie-Française'in vişn eçü rü ğü afişlerin de yer alan César
Girodot'nun Vasiyeti ve Kral Oidipus gibi ga rip eserlerin haricin­
de hiçbir şey, Taç Elmasları'mn ışıltılı, b eyaz sorgu cu n dan , Siyah
Domino'nun parlak, esraren giz sateni k ad ar farklı olam azd ı be­
nim n azarım da; annem le b abam , tiyatroya ilk gid işim d e bu iki
oyundan birini seçm em gerekeceğini söylem işlerdi; oyunlar
hakkında, isim lerinden b aşk a şey bilm ediğim den , her birinin
bana vaat ettiği hazzı k avrayıp diğerleriyle karşılaştırabilm ek
için bu isim leri ayrı ayrı derinlem esine incelem eye çalışır, so ­

78
n un da, bir tarafta g ö z kam aştırıcı ve soylu bir oyunu, diğer ta­
rafta yu m u şacık, k adife gibi bir oyunu, gö zü m d e öylesine yo­
ğun bir biçim de canlandırırdım ki, ikisi arasın da bir tercih y a p ­
m am , yem ekten sonra m eyveli, jöleli p astay la çikolatalı krem a
arasın d a bir seçim yap m ak k ad ar im kânsızdı.
Sanat'ın b ü rü n d ü ğü çeşitli biçim ler arasın da, henüz kendi­
siyle tan ışm adığım h alde, sezgilerim e ilk seslenen tiyatro san a­
tını icra eden oyuncular, ark adaşlarım la sohbetlerim in yegâne
k on usuy du . Ayrı ayrı oyuncuların kon uşm a biçim lerindeki, bir
tiradı vu rgu layışların dak i en ufacık farklılıklar bile, kelim elere
sığm az bir önem taşıyo rdu bana sorulursa. Bana bu oyuncular
hakkında söylenenlere d ay an arak, onları yeteneklerine göre sı­
raya dizerdim ; kendi kendim e gün boyu tekrarladığım bu lis­
teler, so n u n da b eyn im de k atılaşm ış ve dokun ulm azlıklarıyla
zihnim i tıkam ışlardı.
D aha sonra, koleje b aşlad ığım d a, derslerde öğretm en k afa­
sını çevirdiği an d a yazışarak sohbete b aşlad ığım her yeni arka­
d aşa so rd u ğ u m ilk soru, tiyatroya gid ip gitm ediği, onun n aza­
rında en iyi oyuncunun Got, İkincinin D elaunay, vs. olu p olm a­
dığıydı. Eğer onun n azarın d a Febvre, T hiron'dan sonra, veya
D elaunay, C oqu elin 'den sonra geliyorsa, zihnim de ikinci sıraya
geçm ek üzere taş gibi sertliğinden sıyrılan C oquelin'in k azan ­
dığı ani hareketlilik ve D elaunay'nin, dördü ncü sıraya geriler­
ken gösterdiği m ucizevi esneklik, sınırsız canlılık, yu m u şay an
ve zenginleşen zihnim e bir gelişm e ve hayata dö n ü ş hissi y a şa ­
tırdı.
Erkek oyuncular zihnim i böylesine m eşgu l ederken, bir ö ğ­
leden sonra Theâtre-Français'den çıkarken gö rd ü ğü m
M aubant, bende aşkın heyecanını, ıstıraplarını uyandırm ışken,
tabiatıyla, bir yıldızın tiyatro k apısın da parıl parıl yanan ism i,
sokaktan geçen, atlarının alınlıkları güllerle sü slen m iş bir kupa
arabasının ay n asın d a gö rd ü ğü m , oyuncu olabileceğini d ü şü n ­
d ü ğ ü m bir kadının çehresi, bende çok d ah a u zun süreli bir he­
yecan yaratır, beni, bu kadın oyuncunun hayatını k afam d a can­
landırm a arzu su yla, nafile ve sancılı bir çaba içinde kıvrandırır-
dı. En ünlü kadın oyuncuları, yeteneklerine göre sıraya dizer­
dim : Sarah Bernhardt, Berm a, Bartet, M adeleine Brohan, Jeanne

79
Sam ary ; am a hepsi ilgim i çekerdi. A d o lp h e A m cam , birçok k a­
dın oyuncu ve ayrıca, oy u n cu lardan tam olarak ay ıram ad ığım
birçok yo sm a tanırdı. O nları evin d e ağırlardı. A m cam a sad ece
belirli gü n lerde gitm em izin nedeni, d iğ er gü n lerde, evine, ai­
lesinin k arşılaşam ay acağı kadın ların gelm esiy d i; dah a d o ğ ru ­
su aile böyle d ü şü n ü y o rd u , çünkü am cam , tam tersine, belki
hiç evlen m em iş olan gü zel du lları, şü p h e siz takm a ad olan
tum turaklı isim lere sah ip kontesleri aşırı bir rahatlıkla b ü y ü ­
kann em e tanıştırm ayı, hattâ kendilerine aile y ad ig ârı m ü cev­
herler hediye etm eyi n ezaket a d d ed erd i ve bu da, b ü y ü k b a­
b am la arasın ın birçok kez b o zu lm asın a yol açm ıştı. Sohbet sı­
rasın d a bir kadın oyuncunun ad ı geçtiğin d e, çoğu kez b abam ,
gü lü m sey erek annem e, "A m can ın a rk a d a şı," derd i; am cam ın
b irçok in san için u laşılm az, k en d isin in se yakın d o stu olan k a­
dın oyunculara beni tak dim edebileceğini, böylece, bir y u m u r­
cak o ld u ğu m h alde, önem li ad am ların m ek tup ların a belki yıl­
lar boyun ca cevap verm eyen, onları kapıcıları aracılığıy la ko­
van kadın ların k ap ısın d a n afile beklem ekten kurtu lab ileceği­
m i d ü şü n ü rd ü m .
Bu yüzden de -saati değiştirilen bir dersim yü zün den am ­
cam ı bir türlü görem ediğim , dah a bir süre de görem eyeceğim
b ah an esiy le- A dolph e A m cayı ziyarete ayrılm ış günlerin hari­
cindeki bir gün, annem le babam ın öğle yem eğini erken yem iş
olm asını fırsat bilip so k ağ a çıktım ve tek b aşım a gitm em e izin
verilen afiş direğine b ak m aya gideceğim e, am cam ın evine k oş­
tum. K apısının önünde iki atlı bir arab a dikkatim i çekti; arab a­
cının yakasın da ve atların gözlüklerinde birer kırm ızı karanfil
vardı. M erdivende, bir kahkaha ve bir kadın sesi geldi k u lağı­
m a, zili çaldığım an d a d a bir sessizlik , ardın dan kapan an k apı­
ların sesi işitildi. K apıyı açan od a hizm etkârı beni görünce şa ­
şırdı, am cam ın çok m eşgu l o ld u ğu n u , herhalde beni kabul ede­
m eyeceğini söyledi; bu na rağm en am cam a haber verm eye gitti­
ğinde, dah a önce işittiğim kadın sesinin şöyle ded iğin i d u y ­
dum : "A h lütfen, izin ver, bir iki dak ik alığın a gelsin; çok h oşu ­
m a gidecek. M asanın üzerin deki fotoğrafı, onun yanındaki re­
sim d e görülen annesine, yeğenine çok benziyor, değil m i? Şu
çocuğu bir kere görm eyi çok istiyoru m ."

80
A m cam ın h om u rdan dığın ı, kızdığım işittim ; sonu n da oda
hizm etkârı beni içeri aldı.
M asanın üzerin de m utat b adem ezm esi tabağı duruyordu;
am cam her zam anki kısa ceketini giym işti, am a karşısında,
pem be ipek elbiseli, iri inci kolyeli, elindeki m andalinayı
bitirm ek üzere olan genç bir kadın oturm aktaydı. Bu hanım a
M adam e diye mi, M adem oiselle diye m i hitap etm em gerekti­
ğini bilem eyip kızardım ve ken disiyle k on uşm ak zorun da kalı­
rım korkusuyla, gözlerim i on dan yana çevirm eye pek cesaret
edem eyerek am cam ı öptüm . G enç kadın gü lüm seyerek bana
bakıyordu, am cam , "Y eğen im ," dey ip ne benim adım ı söyledi,
ne d e onunkini; b ü yü k b ab am la araların da çıkan m eselelerden
sonra, ailesiyle bu tür ilişkileri arasın da herhangi bir bağlantı
kurm aktan kaçınıyor olsa gerekti.
"A n nesine ne k ad ar benziyor," d ed i kadın.
"A m a siz yeğenim in sad ece fotoğrafını gö rd ü n ü z," diye
ters bir cevap verdi am cam .
"K u su ra bakm ayın aziz d o stu m , am a geçen yıl siz h asta­
landığınızda m erdiven de k arşılaşm ıştım kendisiyle. Evet, bir
san iye gördü m kendisini, sizin m erdiven d e epey karanlık, am a
bu bile kendisine hayran olm am a yetti. Bu küçük delikanlı da
annesinin güzel gözlerine ve buna sah ip ," dedi, alnının alt kıs­
m ına parm ağıyla bir çizgi çizerek. "S ay g ıd eğe r yeğeninizin so­
yadı, sizinkiyle aynı m ı?" diye so rd u am cam a.
"D ah a çok b ab asın a benzer," diye h om urdandı, yüz yü ze
tanıştırm aya o ld u ğ u kadar, annem in soyad ın ı söyleyip gıyaben
takdim etm eye d e gö n ü lsü z olan am cam . "T ıpatıp b ab asın a ve
rahm etli annem e benzer."
"B abasını tanım ıyorum ," d ed i pem beli hanım , başını hafif­
çe eğerek, "rahm etli annenizle d e hiç tanışm am ıştım sevgili
dostum . H atırlayacak olursanız, sizinle b ü yü k acınızdan kısa
bir sü re sonra tanışm ıştık."
Biraz hayal kırıklığına uğram ıştım , çünkü bu genç hanım ,
aile içinde ara sıra g ö rd ü ğ ü m d iğ er güzel kadın lardan , özellikle
de her yılbaşında ziyaretine gittiğim bir akrabam ızın kızından
pek farklı değildi. A m cam ın, o gü zel kadın lardan sadece dah a
iyi giyim li olan hanım ark ad aşı, onlarla aynı canlı, iyilik dolu

81
bakışlara, içten, sevecen tavra sahipti. K adın oyuncuların fo toğ­
raflarında hayran o ld u ğu m tiyatrovari görün ü m den , sü rd ü ğ ü ­
nü varsaydığım hayata u ygu n şeytani ifaded en eser yoktu bu
hanım da. Bu hanım ın bir yosm a oldu ğu n a inanm akta güçlük
çekiyordum ; iki atlı arabasın ı, pem be elbisesini, inci kolyesini
görm esem , am cam ın sad ece en seçkin yo sm alarla ilişkisi o ld u ­
ğu n u bilm esem , seçkin bir yosm a old u ğu n a hiç mi hiç inan­
m azdım . K endisin e bu arabasın ı, konağını, m ücevherlerini he­
diye etm iş olan m ilyonerin, bu k adar sad e, hanım hanım cık g ö ­
rünen birisi u ğru n a, servetini harcam aktan nasıl zevk alabildi­
ğini m erak ediyordum . Bununla birlikte, bu kadının hayatını
k afam d a can lan dırm aya çalıştıkça, ah laksızlığı beni allak b u l­
lak ediyordu; belki bu ahlaksızlık k arşım da özel bir gö rün tüd e
so m u tlaşsa, kafam bu k ad ar k arışm azdı - b u rju va ailesinin
evinden ayrılıp kendini herkese ad am asın a yol açan, ona gü zel­
lik ve kibar fahişelerin kötü şöhretini k azan dıran bir skandalin,
bir rom anın esrarı gibi görün m ez olan bu kadının, tanıdığım
onca kadın a benzeyen yü z ifadeleri, sesindeki tonlam alar, artık
bir ailesi bile olm ayan bu kadını, ister istem ez bir iyi aile kızı
gibi görm em e seb ep oluyordu.
"Ç alışm a o d a sı"n a geçm iştik; benim varlığım dan b iraz ra­
hatsız olm u ş gibi görünen am cam , pem beli hanım a sig ara ik­
ram etti.
"İstem em , teşekkür ederim azizim , biliyorsu n uz Gran-
dü k 'ü n gö n d erd iği sig aralara alıştım . Sizin kıskandığınızı sö y ­
ledim ken d isin e." A rdından, bir tabakadan , yaldızlı yabancı ya­
zılarla dolu bir sig ara çıkardı. A nsızın, "A slın d a b u delikanlının
b abasıyla sizin evde k arşılaşm ış olm alıyım ," dedi. "Yeğeniniz
değil m i? N asıl unuttum ? Bana çok iyi, çok kibar davran m ıştı,"
dedi m ütevazı, d u y gu lu bir tavırla. A m a babam ın ölçü lü lü ğü ­
nü ve so ğu k lu ğu n u bilerek, pem beli hanım ın çok kibar diye ni­
telendirdiği davranışın ın kim bilir ne k ad ar katı o ld u ğu n u d ü ­
şü n ü p b abam a gösterilen bu aşırı m innetle onun yetersiz n eza­
keti arasın dak i eşitsizlikten ötürü, sanki b abam bir kabalık et­
m işçesine utandım . D aha sonraları, bu aylak ve çalışkan k adın ­
ların işlevinin insanın içini sızlatan bir yanının, cöm ertliklerini,
yeteneklerini, d u y g u sal bir estetik hayalini -o n lar da sanatçılar

82
gibi bu hayali gerçekleştirm ezler, gü n delik hayatın çerçevesine
so km azlar çü n k ü - ve kendilerine pah alıya m al olm ayan bir
serveti, erkeklerin kaba sab a, yontulm am ış yaşayışlarını, değer­
li ve zarif bir çerçeveye oturtm aya hasrettiklerini d ü şü n dü m .
İşte bu kadın da, am cam ın kendisini gün delik ceketiyle ağırla­
dığı od asın a o yu m u şacık bedenini, pem be ipekli elbisesini, in­
cilerini, bir gran dü k ün d o stlu ğu n d an yayılan zarafeti arm ağan
ettiği gibi, babam ın sırad an bir sö zü n ü d e incelikle işlem iş, b i­
çim lendirm iş, ona değerli bir ad verm iş, tevazu ve m innetle d o­
lu o güzel bakışlarıyla süsleyerek, san at eseri bir m ücevhere,
"h arik u lad e" bir şeye dö n ü ştü rü lm ü ş olarak su n m aktaydı şim ­
di.
"H ad i bakalım , senin gitm e vaktin g eld i," d ed i am cam b a­
na dönerek.
A yağa kalktım , pem beli hanım ın elini öpm ek için dayan ıl­
m az bir arzu du y u y ordu m , am a bunun, bir kaçırm a eylem i ka­
d ar cüretkârca bir hareket olacağını dü şü n ü y ordu m . Kalbim
çarparak kendi kendim e, "Y apm alı m ıyım , yapm am alı m ı­
yım ?" diye soruyordum ; sonra, bir şey yapabilm ek için, ne y ap ­
m am gerektiğini sorgu lam ak tan vazgeçtim . K örü körüne, m an ­
tıksızca, d ah a birkaç san iye önce b u ld u ğu m destekleyici seb ep­
leri u nu tm u ş halde, pem beli hanım ın uzattığı elini d u d ak ları­
m a götürdüm .
"A h , ne k adar şeker! Şim diden çapkın, kadın lara m eraklı;
am casına çekm iş. Tam bir centilm en olacak," dedi pem beli
hanım , cüm lesine hafif bir Ingiliz ak sam katm ak için dişlerini
sıkıştırarak. "B ir gü n bana, k o m şu m u z Ingilizlerin d ed iği gibi,
a cup of teıfl içm eye gelem ez m i? Sabahtan bir 'm av i'2 çekiverir,
olur biter."
"M av i"n in ne old u ğu bilm iyordum . Pem beli hanım ın sö y ­
lediklerinin yarısını an lam ıyordu m , am a bu sözlerde bir soru
gizli olabileceği ve cevap verm em enin de terbiyesizlik olacağı
korkusuyla, dikkatle dinlem eye d ev am ediyordum k on u şm ası­
nı; m üthiş bir yorgunluk hissediyordum .
"H ayır, im k ân sız," d ed i am cam om uz silkerek, "hiç vakti
1 İngilizcede: bir fincan çay.
2 Paris'te m avi kâğıda yazılan şehiriçi telgraflara verilen takma ad.

83
yok, çok çalışıyor. O ku ld a hep birinci," diye ekledi, ben bu y a­
lanı işitip dü zeltm eyeyim diye alçak sesle. "Kim bilir, belki de
ileride bir Victor H u go , bir Vaulabelle olur, değil m i?"
"Sanatçılara bayılırım ," diye cevap verdi pem beli hanım ,
"kadın ları bir tek onlar anlıyor... Bir onlar, bir de sizin gibi seç­
kin kişiler. C ehaletim i m azu r görün sevgili dostum . Vaulabelle
kim dir? O dan ızdak i küçük cam lı kitaplıkta du ran yaldızlı cilt­
ler m i? U nutm ayın, sö zü n ü z var, bana ödünç vereceksiniz on­
ları, çok dikkat ederim ."
Kitaplarını öd ü n ç verm ekten nefret eden am cam bir şey
söylem edi ve beni so fay a k ad ar geçirdi. Pem beli hanım ın a ş­
kından çılgına dö n m ü ş bir halde, yaşlı am cam ın tütün kokan
yanaklarını deli gibi öptüm ; am cam , epeyce sıkıntılı bir tavırla,
açıkça söylem eye cesaret edem ese de, bu ziyaretten annem le
b ab am a bah setm esem dah a m em nun olacağını im a ederken,
ben, gözlerim de y aşlarla, iyiliğini hiç unutm ayacağım ı, bir gün
m innetim i kendisin e gösterm enin yolun u m utlaka bu lacağım ı
söylüyordum . İyiliği beni gerçekten o k ad ar etkilem işti ki, iki
saat sonra, yeni k azan d ığım önem i annem le b abam a açıkça be­
lirtm ediğini d ü şü n d ü ğ ü m birkaç esraren giz cüm lenin ardın­
dan , az önce yap tığım ziyareti kendilerine en ince ayrıntısına
k ad ar anlatm ayı d ah a açıklayıcı buldum . Bu davran ışım la am ­
cam ın başın ı d erd e sok acağım ı d ü şü n m ü y ordu m . Böyle bir şe­
yi istem ed iğim e göre, n asıl dü şü n ebilirdim ? Benim sakıncalı
b u lm adığım bir ziyareti annem le babam ın sakıncalı bulacağını
d a tahm in edem ezdim . Bir d o stu m u z, m ektup yazm ayı ihm al
ettiği bir hanım dan onun adın a özü r dilem em izi tem bihlediği
halde, bizim önem v erm ediğim iz bir su sk u n lu ğa sö z k on usu
hanım ın d a önem verm eyeceğine hükm edip bir şey söylem e­
m em iz, çok sık rastlan an bir olay d eğil m idir? Ben de herkes gi­
bi, başkaların ın zihnini, su n u lan şeylere belirli bir tepki göster­
m ekten âciz, edilgen v e u y sal bir hazne zan n ediyordum ; am ca­
m ın say esin d e gerçekleşen tanışm anın haberini annem le bab a­
mın zihnine su n m akla, b u tanışm a hakkındaki kendi iyi niyetli
yargım ı da, arzu ettiğim şek ilde onlara aktardığım dan hiç k uş­
kum yoktu. N e yazık ki ailem , am cam ın davranışını yargılar­
ken, benim ön erdiğim ilkelerden çok farklı ilkeleri benim sedi.

84
Babam ve bü yü kb ab am la am cam arasın da hararetli m ü n ak aşa­
lar olm u ş; ben bunu dolaylı bir yoldan öğrendim . Birkaç gün
sonra, so kak ta ü stü açık bir arabanın içinde am cam la karşılaştı­
ğım d a, h issettiğim üzü ntü yü , minneti, pişm anlığı ona ifade et­
m ek istedim . D uygularım ın yo ğu n lu ğu y la karşılaştırıldığında,
şap k am ı çıkararak bir selam verm enin alçaklık olacağına hük­
m ettim : A m cam , kendim i ona sad ece sırad an bir nezaket g ö s­
term ekle yüküm lü zannettiğim i düşün ebilirdi. Bu yetersiz ha­
reketi y ap m am ay a karar verip başım ı çevirdim . A m cam , be­
nim , annem le babam ın talim atına u yarak bu şekilde d av ran d ı­
ğım ı d ü şü n d ü ve onları hiç affetm edi; uzun yıllar sonra ölünce­
ye kadar, hiçbirim iz onu bir dah a görm edik.
İşte bu yüzden , A dolph e A m cam ın artık k apalı du ran otur­
m a od asın a girm eyip arka m u tfağın çevresinde oyalandıktan
sonra, Françoise dışarı çıkıp, "K ah v e servisiyle yukarı sıcak su
çıkarm a işini bulaşıkçı kıza bırakacağım , benim M adam e Octa-
ve'ın yanm a gitm em lazım ," ded iğin de, içeri girm eye karar ve­
rir, d o ğ ru d an od am a, kitap ok u m aya çıkardım . Bulaşıkçı kız,
cisim leştiği geçici biçim ler arasın d a bir devam lılık sağ lay an ve
kendisine bir kim lik kazan dıran sabit görevleri yerine getir­
m ekle yü k ü m lü bir tüzel kişi, kalıcı bir kuru m du ; çünkü en az
yılda bir kere, m utlaka değişirdi. Sürekli k uşkon m az yediğim iz
yıl, çoğun lu kla k uşkonm azları ayıklam akla görevli olan b u la­
şıkçı kız, zavallı, m arazi bir kızdı; biz P ask aly a'd a C om b ray'ye
gittiğim izde, ham ileliğinin epeyce ilerlem iş bir safh asın day dı;
Françoise'ın, evin içinde de, dışın d a da, kıza onca iş yaptırm a­
sına şaşıy ordu k , çünkü gü n geçtikçe şişen, m ucizevi biçim iyle
bol iş göm leğinin altından kendini belli eden o esraren giz sep e­
ti ön ünde taşırken zorlan m aya başlam ıştı bile. Bu iş göm leği,
M. Sw an n'in hediye ettiği fotoğraflarda gö rd ü ğü m , G iotto'nun
kim i sem bolik figürlerinin geniş kaftanlarına benzerdi. Bu ben ­
zerliğe d e b izzat M. Sw ann dikkatim izi çekm işti; bize bulaşıkçı
k ızdan haber so racağı zam an, "G iotto'nun M erham eti n asıl?"
derdi. Zaten, ham ileliği nedeniyle y ü zü bile şişm an lam ış olan,
yanakları d ü m d ü z inip bir kare oluşturan zavallı kızın kendisi
de, A ren a'daki, erdem lerin kişileştirim leri olan gü çlü kuvvetli,
erkeksi bakirelere, dah a d o ğru su anaç kadınlara epey benzerdi

85
gerçekten. P adova'daki Erdem ler ve K ötü lü k lerin , bulaşıkçı kı­
za bir başk a bakım dan d a benzediğini, şim d i anlıyorum . N asıl
ki bu kız, siluetini şişiren sem bolü, anlam ını kavram azm ışçası-
na, sıradan , ağır bir yük gibi karnın da taşıyor, bu sem bolün g ü ­
zelliği ve ruhu, yü zü n de katiyen ifade bu lm u yorsa, aynı şekil­
de, k opyası C om bray'deki çalışm a odam ın d u v arın d a asılı,
A ren a'da "C a r ita s"1 adı altın da boy gösteren, güçlü kuvvetli ev
kadını da, bu erdem i, hiç aklından geçm em işçesine, kanlı canlı,
b ayağı çehresinde m erham et k avram ı asla ifade bu lm am ış gibi
tem sil eder. R essam ın gü zel bir b u lu şu y la, dü n ya nimetlerini
ayaklar altına alm ıştır, am a tıpkı su yu n u çıkarm ak üzere ü zü m
çiğner, dah a d o ğ ru su yükselm ek için çuvalların üstün e çıkar gi­
bidir; alev alev yanan yüreğini Tanrıya su n u şu , dah a m ü n asip
bir tabirle "u zatıv erişi" ise, bir aşçının, bod ru m u n hava deliğin ­
den, zem in kat penceresindeki birine bir tirbuşonu uzatıverişini
hatırlatır. K ıskançlık figü rün e gelince, onda bir kıskançlık ifa­
desine dah a yaklaşılm ış gibidir. A m a b u freskte de, sem bol o
k adar çok yer tutar ve o k ad ar gerçeğe uygun dur, Kıskançlığın
d u d ak ların d a tıslayan yılan o k ad ar iridir ve ardına k adar açıl­
m ış ağzını öylesine d o ld u ru r ki, y ü zün dek i kaslar, yılanı tuta­
bilm ek için, balon şişiren bir çocuğunki gibi gerilm iştir ve K ıs­
kançlığın bütün dikkati -b u arad a bizim ki d e - d u d ak hareke­
tinde yoğu n laştığın dan , kıskanç düşüncelere ayıracak vakti
yoktur.
M. Svvann'ın, G iotto'nun bu figürlerine olan derin hayran­
lığına rağm en , ben, onun getirdiği kopyaları astığım ız çalışm a
od asın d ak i bu m erham etsiz M erham eti, bir tıp kitabında, dil­
deki bir tüm örün veya am eliyat gerecinin, gırtlağı ya da küçük-
dili sıkıştırm asını gösteren bir levhaya benzer bu K ıskançlığı,
sıradan , d ü zg ü n hatları ve grim si çehresiyle C om b ray'de kilise­
de gö rd ü ğü m ve çoğu H aksızlığın yedek kuvvetlerine kayıtlı,
sofu, ru h su z birtakım b u rju v a güzellerini hatırlatan bu A daleti
seyretm ekten, u zun süre hiçbir zevk alam adım . A m a dah a son ­
raları, b u fresklerin çarpıcı tuhaflığının, kendine has gü zelliği­
nin, sem bollere bu k ad ar geniş bir yer ayrılm ış olm asından
kaynaklandığını, sem bolün, sim gelenen dü şü n ce ifade edilme-
1 Merhamet.

86
diğin e göre bir sem bol olarak değil, bir gerçeklik, fiilen yaşanan
ya d a m add eten kullanılan bir şey olarak tem sil edilm esinin,
esere d ah a gerçek, d ah a belirgin bir an lam kattığını, m esajını
dah a so m u t, dah a çarpıcı kıldığını anladım . Z avallı bulaşıkçı
kıza bak tığım ızda da, dikkatim iz sürekli olarak, ağırlığını zor
taşıdığı karnına çevriliydi, aynı şekilde can çekişen kişilerin
dikkati de, ölüm ün , kendilerine su n d u ğu , acım asızca hissettir­
diği som ut, sancılı, karanlık, organik yanına, ölüm adını verdi­
ğim iz k avram d an çok, kendilerini ezen ağır bir yüke, nefes d ar­
lığına, su su z lu ğ a benzeyen yü zün e çevrilidir çoğunlukla.
P ad o v a 'd ak i bu Erdem ler ve Kötülükler, bana ham ile hiz­
m etçim iz k ad ar canlı, hizm etçim iz de neredeyse onlar k adar
alegorik gö rü n d ü ğ ü n e göre, dem ek ki epeyce gerçeklik içeri­
yorlardı. Ayrıca bir insanın ruhunun, onda vücut bulan erdem ­
le (en azın d an görün ürdeki) bağlantısızlığı, estetik değerinin
haricinde, psikolojik olm asa da, fizyonom ik bir gerçeklik barın­
dırır içinde. D aha sonraki yıllarda, örneğin m an astırlarda k arşı­
laştığım , hayata geçirilm iş m erham etin, gerçek birer azize say ı­
labilecek canlı tim salleri, genellikle işi b aşın dan aşkın cerrahla­
rın neşeli, gerçekçi, kayıtsız ve sert tavrına, ıstırap çeken insan
karşısın d a hiçbir acım a ve şefkate yer verm eyen, incitmekten
korkm ayan bir çehreye, yani gerçek iyiliğin sevecenlikten uzak,
sev im siz ve asil çehresine sahiptiler.
Bulaşıkçı kız -H atan ın , o lu ştu rd u ğu tezatla, D oğru lu ğun
ü stü n lü ğü n ü d ah a d a çarpıcı kılm ası gibi, gayri ihtiyari Fran-
çoise'ın ü stü n lü ğ ü n ü vu rgu lay arak - annem e göre sıcak su dan
ibaret olan kahveleri dağıttığı ve ardın dan hafif ılık denebilecek
sıcak suları od alarım ıza çıkardığı sırada, ben elim de bir kitapla
yatağım a u zan m ış olu rd um ; odam , hafif aralık duran pan ju rla­
rın ardın daki öğle son rası gün eşin e rağm en, say d am , kırılgan,
titreşen serinliğini korur, sarı kanatlarını panjurların arasın dan
geçirm eyi b aşarab ilm iş bir ışık huzm esi, bir köşede, ah şap la ca­
mın arasın a k on m uş bir kelebek gibi kıpırtısız dururdu. İçeri­
deki ışık, ok u m aya zor yeterdi, güneşin parlak ışığını, sadece
La C ure So k ağı'n d a C am u s'n ü n (Françoise, halam ın "din len ­
m ed iğin i", dolay ısıyla gü rü ltü edilebileceğini bildirdikten son ­
ra) tozlu k asalara v u ru şu yla hissederdim ; sıcak günlere özgü ,

87
titreşimli h avada çınlayan bu vu ru şlarla, sanki u zak larda lal
rengi yıldızlar uçu şu rdu ; ışığın parlaklığını hissettiren, bir de
sinekler vardı, karşım da adeta yaz m evsim inin oda m üziğini
icra ederek küçük bir konser verirlerdi; bu m üzik, tesadüfen
yazın dinlenen ve dah a sonra bize o m evsim i hatırlatan, in san ­
ların m üziğinden farklı bir biçim de çağrıştırır yazı, yaz m ev si­
m iyle arasın da dah a kaçınılm az bir b a ğ vardır; sıcak günlerden
kaynaklanan bu m üzik, ancak böyle gü n lerde yeniden canlanır,
bu günlerin özü n ü barındırır içinde ve hayalini h afızam ızda
u yan dırm ak la k alm ayıp, d ön ü şü n ü, som ut, yakınım ızdaki, her
an ulaşılabilir varlığını doğrular.
O d am d ak i bu loş serinliğin, sokaktaki kızgın gü n eşle ilişki­
si, gölgenin ışıkla ilişkisi gibiydi, yani onun k ad ar ışıltılıydı ve
d ışarıd a geziyor olsam duyularım ın ancak kısm i olarak tadına
varabileceği yaz m evsim inin, eksiksiz bir görün tüsün ü sun ardı
hayal gücüm e; böylece, (kitaplarım da anlatılan heyecanlı m ace­
ralar sayesin de), akan bir su yu n içinde kıpırtısız du ran el m isa­
li, bir hareket selinin sarsıntısını ve canlılığını taşıyan dinlen­
m em e u yu m sağlardı.
N e var ki büyükannem , fazlasıyla sıcak hava b ozm uş, bir
fırtına çıkm ış ya d a sağ an ak bastırm ış olsa bile, gelip dışarı çık­
m am için yalvarırdı. Ben de, elim deki kitabı bırakm ak istem e­
yip, ok u m aya bahçede d ev am eder, kestane ağacının altındaki
hasır ve bezden küçük çardağın ku y tu su n a, aileyi ziyarete gele­
bilecek kişilerin beni görem eyeceğini d ü şü n d ü ğ ü m bir yere
otururdum .
Zihnim de, d ışarıd a olu p bitenleri seyderken bile içine gö ­
m ü ld ü ğ ü m bir b aşk a yu vayd ı. D ışarıdaki bir nesneyi gö rd ü ­
ğü m d e, gö rd ü ğü m ü n bilinci nesneyle aram a girer, etrafını,
m ad d esin e d o ğru d an doku n m am ı engelleyen ince bir m anevi
şeritle kuşatırdı; tıpkı ıslak bir nesneye yaklaştırılan akkor ha­
lindeki bir cism in, önünde daim a bir bu h arlaşm a k u şağı olu ş­
turarak ıslaklığa d eğ m ed iği gibi, gö rd ü ğü m nesnenin m ad d esi
de, ben onunla tem as etm eden, adeta bu harlaşırdı. K itap okur­
ken, bilincim birbirinden farklı durum ların hepsini aynı anda,
adeta alacalı bir ekranda sergilerdi; benliğim in en ücra köşeleri­
ne gizlenm iş özlem lerden, bahçenin so n u n da gö rd ü ğü m , tam a­

88
m en d ışsal olan ufuk çizgisin e k adar uzan an bu farklı d u ru m ­
lar arasın d a en öncelikli, en çok bana ait olanı, hareket halinde­
ki bir kontrol d ü ğ m e si gibi her şeyi yöneten gü d ü , okum akta
old u ğu m kitabın felsefi zenginliğine, güzelliğin e olan inancım
ve hangi kitabı okuyor olu rsam olayım , bu zenginliği, bu g ü ­
zelliği kendim e m al etm e isteğim di. O k u d u ğu m kitabı,
C om b ray'd e, eve çok u zak o ld u ğ u için Françoise'ın C am u s ka­
dar sık alışveriş etm ediği, am a kırtasiye ve kitap bakım ından
dah a zengin olan B orange bakkaliyesinden, onu ilk kez d ü k k â­
nın, bir k atedral k apısın dan dah a esrarengiz, düşüncelerle d a ­
ha fazla donatılm ış olan kapısın ın iki kanadını k aplayan bro­
şürler ve fasiküller m ozaiği içinde, iplerle tutturulm uş halde
görerek alm ış olurdum . Yine de, kitabı satın alm am ın asıl sebe­
bi, benim yarı yarıya sezinlediğim , yarı yarıya an laşılm az bul­
d u ğ u m gerçeğin ve gü zelliğin sırrını, yani keşfi bütün d ü şü n ­
celerim in bulanık, am a sabit hedefini oluşturan sırrı çözm ü ş bi­
ri gibi gö rd ü ğü m bir öğretm enim in veya ark adaşım ın tavsiyesi
olurdu.
K itap okurken içeriden dışarıy a, gerçeğin keşfine do ğru
d u rm ad an hareket eden bu tem el inancın ardından, benim de
katıldığım olaylar zincirinin yaşattığı heyecanlar gelirdi, çünkü
bu öğle sonraları, çoğun lukla bir öm ür boyu yaşan an lard an d a­
ha fazla dram atik olayı barındırırdı içinde. Bunlar, o k u d u ğu m
kitapta cereyan eden olaylardı; evet, olayların etkilediği kişiler,
Françoise'ın d ed iği gibi "g erçek " değillerdi. A m a gerçek bir ki­
şinin m u tlu lu ğu n un veya bahtsızlığının bize yaşattığı bütün
duygular, bu m u tlu lu ğu n veya bahtsızlığın sureti aracılığıyla
ortaya çıkar ancak; tarihteki ilk rom an yazarının yaratıcılığı,
d u y gu m ekan izm am ızda zorun lu tek unsurun bu suret oldu ­
ğun u ve dolayısıyla, gerçek kişileri ortadan kaldırıverm ekten
ibaret bir sadeleştirm enin, belirleyici bir gelişm e olacağını an la­
maktı. Gerçek bir insan, kendisiyle ne kadar derin bir yakınlık
kursak da, b ü yü k ölçüd e du y ularım ız tarafından algılanır, yani
say d am değildir, duyarlılığım ıza, taşıyam ayacağı bir yük bin­
dirir. Başına bir felaket geldiğin de, ona ilişkin kafam ızda taşıd ı­
ğım ız bütünsel kavram ın ancak küçük bir bölüm ü çerçevesinde
duygulan abiliriz; dah ası, o d a kendisine ilişkin bütünsel kavra-

89
minin ancak bir bölüm ü çerçevesinde duygulanabilir. R om an­
cının b u lu şu , ruhun nüfuz edem ediği bölüm lerin yerine, eşit
m iktarda m anevi, yani ruhum uzun özüm leyebileceği u n su r
koym aktı. Bu n oktadan itibaren, bu yeni türdeki varlıkların ey­
lem lerinin, du ygu ların ın , biz onları kendim ize m al ettiğim ize,
artık bizim içim izde oluştuklarına, kitabın sayfaların ı coşku yla
çevirirken nefes alıp verişim izi, bakışlarım ızın y o ğu n lu ğu n u
onlar belirlediğine göre, bize gerçek gibi görün m esinin ne öne­
m i vard ır? Rom ancı bizi bir kez bu d u ru m a soktuktan sonra,
yani bü tü n d u y gu ların , tam am en içsel d u ru m lardak i gibi on
kat arttığı, kitabının, bizi bir rüya m isali, am a uyurken gö rd ü k ­
lerim izden d ah a açık seçik, hatırası d ah a u zun sürecek bir rüya
m isali allak b u llak edeceği bir d u ru m a soktuktan sonra, bir sa ­
at boyun ca, gerçek hayatta sad ece birkaçının yaşan m ası bile
yıllar sürecek ve en yoğu n olanları, m eydan a gelişlerindeki ya­
vaşlık tan ötürü algılan am ay acak, do lay ısıyla d a asla gö rü n ü r­
lük k azan am ay acak , olası bütün m utlulukları ve talihsizlikleri
p e ş p eşe y aşatır bize (kalbim iz de hayatta böyle değişim ler ge­
çirir ve ıstırapların en b ü y ü ğü b u d u r; ne var ki biz bu n u sad e ­
ce k itap okurken, hayalden biliriz; gerçek hayatta kalbim izin
geçird iği değişim ler, tıpkı bazı tabiat olayları gibi, o k ad ar y a­
vaş gerçekleşir ki, kalbim izin içinde b u lu n d u ğ u farklı d u ru m ­
ların her birini saptar, buna karşılık, değişim d u y g u su n u y a şa­
m ayız).
R om an kahram anlarının hayatının ardın dan , rom anın, be­
denim le o k ad ar bütünleşm eyen, yarı yarıya ön ü m de uzan an
dekoru gelirdi; olayların geçtiği yerlerin görün üm ü, başım ı ki­
taptan k ald ırd ığım d a gözlerim in önünde b u ld u ğu m m an zara­
dan çok dah a fazla etkilerdi düşüncelerim i. İşte bu yüzden , iki
y az m evsim i boyunca, C om b ray'deki bahçenin kızgın sıcağın ­
da, o sırad a o k u d u ğu m kitap yüzün den , bıçkıhanelerle dolu,
du ru su ların dibinde, tere öbeklerinin altında tahta parçalarının
çü rü d ü ğü , biraz ileride, alçak du v arlar boyunca salkım salkım
m or ve kırm ızı çiçeklerin u zan dığı, ırm aklarla sulanan, tepelik
bir ülkenin özlem iyle d o lu p taştım . Beni seven bir kadının ha­
yali zihn im de hep var o ld u ğu için de, o iki yaz boyunca, bu ha­
yale akarsu ların serinliği d am gasın ı vurdu; hayalim de canla­

90
nan kadın kim olursa olsun, m or ve kırm ızı çiçek salkım ları, ta­
m am layıcı renkler gibi hem en iki yanından fışkırırdı.
Bunun tek nedeni, hayalini k u rd u ğu m u z bir görüntünün,
tah ay yü lü m ü zd e onu tesadüfen çevreleyen yabancı renklerin
yansım aları tarafından ebediyen d am galan m ası, süslenm esi,
so n su za dek bu renklerden yararlan m ası değildi; çünkü oku­
d u ğ u m kitaplardaki m anzaralar, C om bray'n in gözlerim in önü­
ne serdiği m an zaralard an dah a canlı olm akla kalm ayıp, bir
y an dan d a C om bray görüntülerine bir benzerlik arz ederlerdi.
Bu m anzaralar, yazarın tercihi olduklarından ve ben yazarın
sözlerine, her biri birer vahiym işçesine, peşinen in andığım dan ,
Tabiat'ın, derinlem esine incelenm eye değer, gerçek bir parça-
sıydılar benim n azarım da - oysa içinde b u lu n d u ğ u m m anzara,
özellikle d e bahçem iz, büyükannem in k ü çü m sed iği bahçıvanın
kuralcı hayal gücünün cazibesiz ü rün ü olan bahçem iz, katiyen
bu izlenim i u yan dırm azd ı bende.
Bir kitabı o k u d u ğu m sırada, annem le babam , kitapta tasvir
edilen yerleri gid ip görm em e izin verseler, gerçeğin keşfinde
çok önem li bir adım atm ış olacağım ı zannederdim . Ç ünkü ken­
dim izi daim a ru h u m u z tarafın dan kuşatılm ış gibi h issetsek de,
bizi çevreleyen bu ruh, sabit bir hapish ane değildir; dah a ziya­
de, ru h u m u zu aşm ak , d ışarıy a u laşm ak için sürekli ham leler
yaparak, onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir,
etrafım ızda hep, d ışarıdan bir yankı değil de, içim izdeki bir tit­
reşim in çınlam ası olan ve hiç değişm eyen bir tını işitir gibiyiz­
dir. N esn elerde, ruhum uzun onlara aksettirdiği, kendilerine de­
ğer kazan dıran yansım ayı bu lm aya çalışırız; d o ğal ortam ların­
da, nesneleri, zihnim izde birtaklm fikirlerle yan yana b u lu n m a­
larına borçlu oldukları b ü yü den yoksun bulunca, hayal kırıklı­
ğına u ğrarız; bazen bu ruhun bütün gü cü nü , d ışım ızda oldu k ­
larını, kendilerine asla u laşam ayacağım ızı açıkça sezd iğim iz in­
sanları etkilem ek üzere, beceri ve ihtişam a dönüştürürüz. İşte
bu yüzden , sev diğim kadını daim a, o sıralard a görm eyi en çok
arzu ladığım yerlerle çevrelenm iş olarak hayal etm em in, bu yer­
leri bana onun gezdirm esini, bilinm eyen bir dünyanın kapıları­
nı bana onun açm asını istem em in sebebi, basit ve tesad üfi bir
zihinsel çağrışım değildi; yolculuk ve aşk hayallerim , tek bir-

91
kuvvet halinde fışkıran ve yönü değişm eyen y aşam a gü cü m ün
-b u g ü n , sedefli ve gö rü n ü rde kıpırtısız bir fıskiyeden, değişik
yüksekliklerde kesitler alır gibi, y ap ay olarak ay ırd ığ ım - farklı
anlarından başk a bir şey değildiler aslında.
Son olarak da, bilincim de aynı an da yan yana bulunan d u ­
rum ları içeriden dışarıya, onları sarm alayan gerçek u fka d o ğru
izlem eye dev am ederek, bir başk a türden hazlar buluyorum : ra­
hat rahat oturm anın, h avad ak i güzel kokuyu solum anın , ziy a­
retçiler tarafından rahatsız edilm em enin ve Saint-H ilaire'in çanı
çaldığında, öğleden sonranın tükenm iş olan saatlerinin tek tek
geçişini fark etm enin, son çan sesiyle birlikte saatlerin toplam ı­
nı h esap layıp ardın dan gelen uzun sessizlikle, m avi gö k y ü zü n ­
de koca bir bölgenin açılışını, Françoise'ın hazırlam akta o ld u ­
ğu, kitabın kahram anıyla beraber yaşad ığım yorgunlukları g i­
derecek olan leziz ak şam yem eğine k adar okum ayı sü rd ü rm e­
m i sağlay acak olan bölgenin açılışını görm enin hazzı. H er saat
b aşın d a, sanki bir önceki saati haber veren çan çalalı henüz bir­
kaç dakika geçm iş gibi gelirdi bana; son çalan saat, gö k yü zü n ­
de bir öncekinin hem en yanı başın a yerleşir, bu iki yaldızlı işa ­
retin arasın da kalan küçücük m avi yay parçasına altm ış d ak ik a­
nın sığm asın a in anam azdım . H attâ bazen bu vakitsiz çan, bir
önceki saati haber veren çandan iki kez fazla çalardı; yani arad a
benim işitm ediğim bir saat dah a çalm ış, cereyan eden bir olay,
benim için cereyan etm em iş olurdu; derin bir u yk u gibi sihirli
olan ok u m a zevki, h alü sin asyonlar içindeki kulaklarım ı k an d ı­
rır, sessizliğin gök m avisi yüzeyinden yaldızlı çan sesini silerdi.
C om b ray'deki bahçede, kestane ağacının altında geçen, kendi
hayatım ın sıradan olaylarını özenle ayıklayıp yerine pınarların
su lad ığı bir diyarın ortasın da, garip m aceralar ve özlem lerle
dolu bir hayatı k oy d u ğu m o güzel p azar öğle sonraları, hâlâ si­
zi d ü şü n d ü ğ ü m d e b an a o hayatı hatırlatırsınız, hattâ bu hayatı
-b en ok u m aya d ev am eder, gü n d ü zü n sıcaklığı giderek azalır­
k en - sessiz, titreşim li, gü zel kokulu, berrak saatlerinizin birbiri­
ni izleyen, ağır ağır değişen , yaprakların sü slediği billuruyla
y av aş y a v aş k u şatıp sardığın ız için, içinizde barındırırsınız.
Bazı günler, öğle sonrasının ortasında, bahçıvanın kızı, deli
gibi k oşarak, yoluna çıkan bir portakal fidanını devirir, p arm a­

92
ğını keser, dişini kırar, Françoise'la ben k oşu p bakalım , gösteri­
yi kaçırm ayalım diye, "G eldiler, geldiler!" diye b ağırarak ok u ­
m am ı bölerdi. Bunlar, askerî birliklerin, garnizon m anevraları
sebebiyle C om bray'yi baştan b aşa katettiği ve genellikle de
Sainte-H ildegarde So k ağı'n d an geçtiği günlerdi. H izm etkârları­
m ız parm aklığın ön ünde sıraya dizilm iş iskem lelerde oturup,
p az ar gezm esin e çıkm ış C om bray ahalisini seyreder ve kendile­
rini onlara gösterirken, bahçıvanın kızı, La G are C ad d esi'n d e,
ta u zakta görünen iki evin arasın dak i açıklıktan, m iğferlerin
parıltısını fark ederdi. H izm etkârlar aceleyle iskem leleri içeri
alırlardı, çünkü zırhlı sü variler Sainte-H ildegarde So k ağı'n d an
geçerken bütün sokağı doldurur, dörtnala ilerleyen atlar, yata­
ğın a sığam ayan , azgın bir ak arsu yu n yam açlarına taşm ası g i­
bi,kaldırım ları k aplay ıp neredeyse evlere sürtünürlerdi.
"Z av allı yavrucaklar," derdi, parm aklığın önüne yeni gel­
d iğ i halde gözy aşların a b o ğ u lm u ş olan Françoise; "b u zavallı
gençleri bir çayır gibi biçecekler; d ü şü n d ü k çe içim sızlıyor," d i­
ye eklerdi, elini sızlayan yüreğine bastırarak.
"G ençlerin hayatı önem sem ediklerini görm ek ne güzel,
değil m i M adam e Françoise?" derdi bahçıvan, Françoise'ı "k ı­
zıştırm ak " için.
Sözleri boşa gitm ezdi:
"H ay atı önem sem ediklerini m i? Peki hayatı ön em sem eye­
ceksek, neyi ön em seyeceğiz? H ayat yüce Tanrının asla iki kere
b ağ ışlam ad ığ ı tek nimettir. H eyhat! U lu Tanrım! A m a do ğru ,
önem verm iyorlar! Ben '70'te gö rd ü m onları; b u lanet olası sa ­
v aşlard a ölüm den korkuları kalm ıyor ki; tam m an asıyla birer
deli olu p çıkıyorlar; ciğeri beş para etm ez serserilere dön ü y or­
lar, insanlıktan çıkıp aslan kesiliyorlar." (Françoise'ın nazarın ­
d a, bir insanı, s harfinin üstün e b asa b asa telaffuz ettiği aslan a
benzetm ek, katiyen yüceltici bir şey değildi.)
Sainte-H ildegarde Sok ağı'n m dönem ecine k adarki m esafe
çok kısa oldu ğu n dan , gü n eşte parlayarak hızla ilerleyen yeni
m iğferlerin gelişi, daim a La G are C ad d esi'n d ek i o iki evin ara­
sın dan görülürdü. Bahçıvan, dah a gelecek çok asker olu p olm a­
dığını m erak ederdi; kızgın gü n eş susatırdı kendisini. Bunun
üzerine kızı ansızın, k uşatm a altın daym ışçasına fırlayarak bir

93
çıkış yapar, sokağın köşesine ulaşır ve yü z kere ölüm tehlikesi
atlattıktan sonra, bir sürahi m eyankökü şerbetiyle birlikte geri
döner, Thibcrzy ve M éséglise yönünden, aralıksız saflar halin­
d e en az bin kişinin geldiği haberini getirirdi. Birbirleriyle b a­
rışm ış olan Françoise'la bahçıvan, sa v a ş d u ru m u n da benim se­
necek tutum u tartışırlardı:
"Bakın Françoise," derdi bahçıvan, "en iyisi devrim , çünkü
devrim o ld u ğu n d a bir tek gönüllüler sav aşa katılır."
"Ya! Tam am , buna aklım yattı, hiç değilse dah a d ü rü stçe."
Bahçıvan, sa v a ş ilan edildiğin de bütün tren seferlerinin
du rdu rulacağın ı zannederdi.
"Ö yle ya, kim se kaçm asın d iy e," derdi Françoise.
Bahçıvan da, "Elbette, ne kurn azdır on lar!" diye onaylardı,
çünkü sav aşın , devletin halka oy n adığı bir oyun o ld u ğu ve im ­
kân verilse, sav aştan kaçm ayacak tek bir kişi b u lu n m ayacağı
inancından kim se kendisini vazgeçirem ezdi.
Son u n da Françoise aceleyle halam ın yanm a, ben kitabım ın
b aşın a dönerdik; hizm etkârlar d a tekrar kapının önüne yerleşip
askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışm asını sey reder­
lerdi. O rtalık sakinleştikten uzun bir süre sonra, alışılm adık bir
kalabalık gezintiye çıkar, C om bray sokakları yine dolardı. Ve
her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olm adığı evlerin bile
önünde otu rm uş etrafı seyreden hizm etkârlar, hattâ efendiler,
güçlü bir gelgitin, çekildikten sonra kıyıda bıraktığı, nakışlı tül­
lere benzer yosunlar ve den izkabukları gibi, kapı eşiğini koyu
renkli, dü zen siz bir şeritle süslerlerdi.
Bu günlerin haricinde, çoğun lukla kitabım ı rahat rahat
okurdum . A m a bir keresinde ziyarete gelen Svvann'ın, ok u m a­
mı bölerek, o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergot-
te'un kitabı hakkında yaptığı yorum lar, uzun sü re boyunca, ha­
yalini k u rd u ğu m k adın lardan birinin, artık k afam d a, çatal çatal
u zan an m or çiçeklerle kaplı bir d u varın önünde değil, b am b aş­
ka bir dekorda, gotik bir katedralin kapısının önünde canlan­
m ası sonu cun u d oğu rdu .
Bergotte'un adım ilk kez, çok takdir ettiğim , yaşça benden
b üyük bir ark ad aşım d an , Bloch'tan duym uştum . K endisine
Ekim Gecesi'ne hayranlığım dan bahsettiğim de, trom peti an dı­

94
ran gü rü ltü lü bir kahkaha patlatm ış ve, "M u sset beyefendiye
b eslediğin bu b ay ağı tutkudan v azgeç," dem işti. "Son derece
zararlı bir tiptir, zavallı h ödü ğü n tekidir. A slın da itiraf etm em
gerekir ki, o da, Racine denen ad am da, hayatları boyunca, ol­
du kça ritm ik ve hiçbir anlam ifade etm eyen birer m ısra y azm ış­
lardır, ki bu d a bence, başarıların en b ü yü ğü dü r. Biri, 'Beyaz
O loosson e ve beyaz C am yre', diğeri de, 'M in os'la P asiphae'nin
kızı'dır. O iki serseriyi aklayabilecek bu m ısralara, ölü m sü z
tanrıların sevgilisi, bü yü k u sta Ü stat Leconte, bir m akalesinde
dikkatim i çekm işti. Yeri gelm işken söyleyeyim , bu m üthiş
ad am , benim şu sıralar oku m aya vaktim olm ayan bir kitabı
tavsiye ediyorm uş. D u y d u ğu m a göre, yazarını, Bergotte deni­
len beyefendiyi, en u sta heriflerden biri olarak gö rü y orm u ş; ara
sıra sav u n u lacak yanı olm ayan bir h o şgörü sergilese de, onun
sö zü benim için Tanrı kelamıdır. K ısacası, bu lirik nesirleri oku,
eğer Bhagavata'yı ve Magnus'un Tazısı'm yazm ış olan m uhteşem
ritm u stası d o ğru söylü yorsa, A pollon şah idim d ir ü stadım ,
O lym p os'u n nektarıyla yarışabilecek hazlar y aşay acak sın ."
Bloch, kendisine "ü stad ım " diye hitap etm em i alaylı bir tonda
rica etm işti, kendisi de bana aynı şekilde hitap ederken alaylı
bir ton kullanırdı. A m a aslında bu oyu n d an zevk alıyorduk,
çünkü insanın adlan d ırd ığı şeyi yarattığına inandığı y a şlard ay ­
dık henüz.
Bloch'un, (bana gerçeği ifşa etm elerini beklediğim ) güzel
m ısraların, hiçbir anlam ifade etm edikleri takdirde dah a d a g ü ­
zel olduklarını söylem esiyle karm akarışık olan düşüncelerim i,
ne yazık ki kendisiyle k on u şu p açıklam a yapm asın ı isteyerek
çözem edim . Bloch evim ize bir dah a dav et edilm edi. B aşlan gıç­
ta iyi karşılanm ıştı. Gerçi büyükbabam , sam im iyeti ilerletip eve
getirdiğim arkadaşlarım ın hepsinin Yahudi o ld u ğu n u sö y lü ­
yordu, am a buna kural olarak karşı çıkm ıyordu -k en d i ark ad a­
şı Sw an n d a Yahudi köken liydi- ne var ki, ona so ru lursa, be­
nim tercih ettiğim arkadaşlar, genellikle Yahudilerin en seçkin
örnekleri olm uyordu. Bu yüzden de, eve yeni bir ark ad aş getir­
d iğim d e çoğunlukla Yahudi Kadın'dan, "Ey atalarımızın Tanrısı"
veya "Yahudiler, kırın zincirlerinizi" m ısralarını m ırıldanırdı;
m elodiyi sö zsü z olarak (la-la-la diye) söylerdi am a, ben yine de

95
arkadaşım ın ezgiyi tanıyıp sözlerini hatırlam asından korkar­
dım.
Büyükbabam , dah a kendilerini görm eden , çoğun lukla ti­
pik bir Yahudi soyadı bile olm ayan isim lerini d u y ar d u y m az,
arkadaşlarım ın Yahudi old u ğu n u an lam akla kalm ayıp, b azıla­
rının ailelerine ilişkin tatsız ayrıntıları da tahm in ederdi.
"B u ak şam gelecek olan ark adaşın ın so y ad ı n e?"
"D um ont, büyükbaba."
"D um ont, ha! A m an! H iç gü ven olm az!"
A rdından şarkıya geçerdi:

Okçular, dikkat!
D urm ak yok, u su lca d ev am nöbete.

D aha ayrıntılı birkaç can alıcı soru sord uk tan sonra da,
"D ikkat! D ikkat!" diye haykırırdı; veya işkence m ah kû m u gel­
dikten sonra, belli etm eden onu so rgu ya çekerek, kendi haberi
olm adan Yahudiliğini itiraf etm eye zo rlam ışsa, hiçbir şü ph esi
kalm adığını gösterm ek için,

İm kânı yok! Tutup bu ray a m ı getirdiniz


Bu utangaç Yahudiyi?

ya da

Sevim li Hebron vad isi, babam ın tarlaları

v e yahut

Evet, ben seçilm iş ırktanım

m ısralarının ezgilerini belli belirsiz m ırıldan ıp bizlere b ak m ak ­


la yetinirdi.
B üyükbabam ın bu küçük takıntıları, ark ad aşlarım a ilişkin
dü şm an ca bir du y gu n u n ifad esi d eğild i katiyen. N e var ki ai­
lem, b aşk a nedenlerden ötürü Bloch'tan hoşlanm am ıştı. İlk ön­
ce babam ı sinirlendirm işti; babam , Bloch'un ıslanm ış old u ğu n u
fark ed ip ilgilenerek sorm uştu:

96
"M on sieu r Bloch, hava nasıl dışarıd a? Y ağm ur m u yağd ı?
Tuhaf şey, barom etreye bakılırsa hava çok gü zel olacaktı."
B abam bu so ru su n a şöyle bir cevap alabilm işti:
"B eyefendi, y ağm u r y ağıp y ağm ad ığı hakkında size bilgi
verm em m üm kün değil. Fiziksel koşulların dışın da yaşam ak
k on u su n d a çok kararlı old u ğu m d an , duyularım bana bu konu­
d a u yarıda bu lu n m a zahm etine katlanm ıyor."
Bloch gittikten sonra, babam , "A m a evladım , senin bu ar­
k adaşın geri zekâlı," dem işti bana. "İnanılır gibi değil! H avanın
nasıl o ld u ğu n u bile söylem ekten âciz! Bundan dah a ilginç bir
şey olabilir m i? Tam bir geri zekâlı."
Bloch, büyükannem in de hoşu n a gitm em işti, çünkü öğle
yem eğin den sonra, büyükann em biraz rahatsız o ld u ğu n u sö y ­
lediğin de Bloch hıçkırıklarını zor bastırm ış, gö zy aşlarıy la ısla­
nan yan ağım silm işti.
"S am im i olm asına im kân var m ı?" dem işti büyükannem .
"Beni tanım ıyor bile; ya d a deli olm alı."
Ayrıca herkesi kızdıran bir b aşk a hareketi d e öğle yem eği­
ne bir buçuk saat geç ve ü stü başı çam ur içinde gelip, özür dile­
yeceği yerde, şu sözleri söylem esi olm uştu:
"A tm osfer değişikliklerinin ve keyfî zam an dilim lerinin
beni etkilem esine asla izin verm em . A fyon çubuklarının ve M a­
lezya knsTerinin1 tekrar kullanım a soku lm asın a hiçbir itirazım
olm az, am a onlardan çok d ah a zararlı ve ayrıca yavan burjuva
aletleri olan saat ve şem siyeyi katiyen kullan m am ."
Bloch, bütün b u n lara rağm en , C o m b ray'ye tekrar dav et
edilebilirdi. O ysa an nem le b abam ın bana layık gördü kleri bir
ark ad aş d eğild i; annem ler, büyükannem in rah atsızlığı n ede­
niyle d ö k tü ğü gözy aşların ın sah te olm adığın a h ükm etm işlerdi
sonu n da; yine de, du y arlılığım ızd an kayn aklan an coşkuların,
davran ışlarım ızın tutarlılığı ve y a şam a biçim im iz ü zerin de
pek etkisi olm adığını, ahlaki görevlere saygın ın, ark ad aşlara
karşı sad ak atin , bir eserin m ey dan a getirilm esinin, bir perhizin
u ygulan m asının , b u geçici, ateşli ve kısır taşkınlıklardan çok,
körü körüne uyu lan alışkan lıklar temeline o tu rd u ğu n u , içgü ­
dü sel olarak ya d a tecrübeyle biliyorlardı. Benim , Bloch yerine,
1 El yapım ı, süslü M alezya kaması.

97
burjuva ahlak kurallarına göre d o stlara verilm esi gerektiği k a­
darını bana verecek olan ark ad aşlarla gö rü şm em i tercih eder­
lerdi; bunlar, bir gün beni d ü şü n ü p içleri sev giy le d olarak , d u ­
ru p dururken bana bir sep et d o lu su m eyve gönderm ezler, am a
hayal güçlerinin ve duyarlılıklarının bir ham lesiyle d o stlu ğu n
görev ve icaplarının den gesin i benim lehim e çevirem eyecekle-
ri için, aleyhim e de çevirm ezlerdi. Bu türden kişileri, k u su rla­
rım ız bile, bize karşı görevlerinden k olay k olay sap tırm az;
b u nlara iyi bir örnek olan b ü yü kh alam , yıllar önce bir yeğen iy ­
le b o zu şm u ştu ve kendisiyle asla gö rü şm ü y o rd u , am a yine de
vasiyetn am esin i değiştirm ey ip bütün servetini ona bıraktı,
çün kü yeğeni en yakın ak rab asıy d ı ve öyle y a p m ası "ic a p "
ediyordu.
Yine de ben Bloch'tan hoşlanıyordum , annem le b ab am da
beni kırm ak istem iyorlardı; annem Bloch'la sohbetlerim i zararlı
b u ld u ğ u halde, M inos'la P asiphae'n in kızının an lam dan yok­
sun güzelliğin e ilişkin çözü m sü z sorularım , beni Bloch'la y a p a ­
cağım kon uşm alardan dah a çok yoruyor, üzü yordu . Com -
b ray'ye tekrar davet edilebilirdi, ne var ki o, ak şam yem eğin ­
den sonra, -hayatım ı derinden etkileyecek, önce dah a m utlu,
sonra da d ah a m u tsu z kılacak olan bir ge rçeğ i- b ütün k adın la­
rın yegân e düşüncesinin aşk old u ğu n u ve istisn asız hepsinin
direncinin kırılabileceğini söyledikten sonra, büyükh alam ın ,
çok m aceralı bir gençliği old u ğu n u ve m etres hayatı y a şad ığ ı­
nın herkesçe bilindiğini, çok güvenilir bir kaynaktan d u y d u ğ u ­
nu da ekledi. Ben de kendim i tu tam ayıp bu söylediklerini an­
nem le babam a aktardım ; Bloch evim ize bir dah ak i gelişin de k a­
pıya kondu ve dah a sonra sokakta gö rü p yanına y aklaştığım da
bana çok so ğu k davrandı.
A m a Bergotte kon usun da söyledikleri d o ğru ydu .
İlk günlerde, Bergotte'un üslu bu n u n dah a sonra öylesine
seveceğim yanı, tıpkı bayıldığım ız, am a henüz ele geçirem edi-
ğim iz bir m elodi gibi, bana kendini gösterm iyordu. O kum akta
old u ğu m rom anını elim den bırakam ıyordum , am a tıpkı âşık
old u ğu m u z ilk günlerde, cazibesine kapıldığım ızı zannettiği­
m iz bir kadını görm ek için her gün bir davete, bir eğlenceye
gitm em iz gibi, kitabın sad ece kon usun a ilgi d u y d u ğ u m u san ı­

98
yordum . D aha sonra, ü slu b u n u n gizli bir ahenk dalgasıyla, iç­
sel bir prelü dle yüceldiği bazı p asajlard a kullanm aktan hoşlan­
dığı, arkaik denebilecek k ad ar ender rastlanan ifadeler dikkati­
m i çekti; yine böyle p asajlard a, "h ayat denilen b oş h ayal"den ,
"bitm ez tükenm ez gü zel görün tüler seli"n den , "an lam an ın ve
sevm enin kısır ve h az d o lu işken cesi"n den , "katedrallerin kut­
sal ve büyüleyici cephesine so n su za dek asalet katan dokunaklı
portreler"den sö z etm eye koyuluyor, benim için yepyeni olan
bir felsefeyi, h ariku lade im gelerle ifade ediyordu; harpların o
sırada yükselen ezgisini başlatan , sanki bu im gelerdi ve bu ez­
giye bir yücelik k azan dırıyorlardı adeta. Bergotte'un bu p asaj­
larından biri, diğer bölüm lerden ayırdığım üçüncü veya dö r­
dün cüsü, birincide b u ld u ğu m hazla karşılaştırılm ası m üm kün
olm ayan bir saad et yaşattı bana; benliğim in derinliklerinde,
sanki bütün engellerin, b ütün ayrım ların ortadan kalktığı,
d ü m d ü z, u çsu z b u cak sız bir b ö lged e yaşam ıştım bu m utlulu­
ğu. Sebebi, önceki p asajlard a y aşad ığ ım hazzın kayn ağı olan,
am a benim dah a önce fark etm ediğim , o az rastlanan ifadelere
d ü şk ü n lü ğü , o m elodik akışı, o idealist felsefeyi bu sefer tanı­
yıp, artık Bergotte'un belirli bir kitabının, zihnim in yüzeyin de
tam am en do ğru sal bir şekil çizen, belirli bir bölüm üyle değil,
bütün kitapların da bulunan , "id eal bir Bergotte p asajı"y la karşı
karşıya oldu ğu m izlenim ine k apılm am d ı; buna benzer diğer
bütün p asajlar d a gelip bu bölüm le birleşiyor, ona bir kalınlık,
bir hacim kazandırıyor ve bu say ed e de, zihnim i genişletiyor­
lardı sanki.
B ergotte'un tek hayranı ben değild im ; annem in çok kül­
türlü bir hanım ark ad aşın ın d a en se v d iğ i y azar Bergotte'tu;
D oktor D u Boulbon, B ergotte'un son çıkan kitabını ok u m ak
için hastalarını bekletiyordu ; işte g ü n ü m ü z d e b ütün dü n y ay a
yayılm ış olan, tipik ve yaygın m eyvelerine A vrupa'nın , A m e­
rika'nın, en ücra köylerine varın caya k ad ar her k öşesin d e
rastlan an, am a o sıralar henüz nadiren görülen Bergotte
m erakının ilk toh um ları, D u B ou lbon 'u n m u ayen eh an esin d en
ve C om b ray yakın ındaki bir b ah çed en h avalan m ıştı. Benim
gibi, annem in ark ad aşın ın ve d u y d u ğ u m a göre D oktor Du
B oulbon'un d a, B ergotte'un k itap ların d a en çok h oşlandıkları

99
şey, o m elodik ak ış, o eski ifadeler, çok b asit ve yaygın , am a
k u llan dığı yerlerden d e an laşıld ığı üzere, k en d isin in özellikle
sev d iğ i b aşk a birtakım ifadeler, son olarak d a, h ü zü n lü b ö­
lü m lerdeki sertlik, n eredey se b o ğ u k v u rg u y d u . Ş ü p h esiz ken­
disi de, bunların en b ü yüleyici özellikleri o ld u ğ u n u n fark ın ­
d ay d ı. Ç ü n k ü d ah a sonraki k itapların da, önem li bir gerçekle
k arşılaşm ışsa veya ü n lü bir k atedralin ad ın d an sö z ed iy o rsa,
anlatıyı b ölü y or ve ilk eserlerin d e b ü tü n lü ğü n için de yer alan
o akışı, bir y ak arıy a, bir isy an a, u zu n bir d u a y a d ö n ü ştü rü ­
yo rdu ; b u ak ış, ilk eserlerindeki örtülü haliyle, m ırıltısının ne­
rede b aşla y ıp n erede bittiği tam olarak sap tan am azk en , sa d e ­
ce y ü zey d ek i d alg alan m a larla ayırt edilebilirken , d ah a hoş,
d ah a ah en kliydi belki de. O nun h o şlan d ığı b u bölüm ler, bizim
en se v d iğ im iz b ölüm lerdi. Ben hepsin i ezbere b iliy ordu m . A n­
latısın a k ald ığ ı yerden d ev am ettiğin de, h ayal kırıklığına u ğ ­
rardım . O ân a dek gü zelliği benim için gizli k alm ış bir şey den ,
çam orm an ların dan , d o lu d an , N otre-D am e K a te d ra lin d e n ,
A talya'dan, Phaidra'd a n her sö z edişin de, bu gü zelliği im geler­
le infilak ettirip bilincim e ulaştırırdı. Bu y ü zd en de, evrende,
o bana y ak laştırm ad ığı sürece, benim kendi cılız algılarım la
fark edem eyeceğim ne k ad ar çok şey b u lu n d u ğ u n u hisseder,
her k o n u d a, özellikle b izzat gö rm e fırsatı b u lacağım şeyler
k o n u su n d a, onun bir fikrine, bir istiaresin e sah ip olm ak ister­
dim ; en çok d a eski F ran sız abideleri ve b azı d en iz m an zarala­
rı için geçerliydi bu, çün kü bunları k itap ların d a ısrarla an m a­
sı, onları an lam ve gü zellik b ak ım ın dan ne k ad ar zengin b u l­
d u ğ u n u kanıtlıyordu. N e yazık ki hem en her k on u d a, fikrin­
den h abersizdim . Fikirlerinin benim kilerden tam am en farklı
old u k ların d an hiç şü p h em yoktu, çün kü bu fikirler, benim
yü k selerek u laşm a y a çalıştığım m eçhul bir âlem den geliy or­
lardı; benim dü şü n celerim in , bu k u su rsu z zihne aptallığın d o ­
ru ğu gibi gö rü n eceğin d en em in o ld u ğ u m d a n , hepsin i k afam ­
dan silip atm ıştım , o k ad ar ki, k itapların d an birinde, tesad ü ­
fen benim de ak lım d an geçm iş olan bir d ü şü n cey le k arşılaştı­
ğım d a, san k i iyi yürekli bir tanrı, bu fikri, m eşru ve gü zel ol­
d u ğ u n u belirterek b an a geri verm iş gibi kalbim çarpardı.
U y u y am ad ığ ım gecelerde b ü yü kan n em le an nem e y azd ığ ım

100
şeylerin aynısın a, B ergotte'un bir say fasın d a rastlardım bazen ;
öyle ki, bu say fa, m ek tup larım ın b aşın d a yer alabilecek bir
ön sö z niteliği taşırdı. H attâ d ah a son raları, bir k itap yazm ak
ü zere çalışm ay a b aşla d ığ ım d a , yeterince değerli b u lm ay ıp y a­
rım bıraktığım kim i cüm lelerin n eredey se aynıların a Bergot-
te'ta rastlad ığım oldu . A m a bu cüm lelerden, an cak onun kita­
b ın da o k u d u ğ u m d a bir zevk alab iliy ord u m ; cüm leleri ben
y a zd ığ ım d a, d ü şü n cem i tam olarak yan sıtm a k ay g ısıy la, zih ­
n im de algılad ığım şey e tam b en zetem em e k ork u su y la, y a z d ı­
ğım şeyin k u lağa h oş gelip gelm ed iğin i d ü şü n m ey e fırsat b u ­
lam ıy ordu m ki! O ysa aslın d a bir tek bu tür cüm leleri, bu tür
dü şü n celeri gerçekten sev iy o rd u m . Endişeli ve m em n un iyet­
siz çabalarım , kendi içlerinde birer aşk belirtisi, h azd an yok ­
su n , am a derin bir aşk ın belirtisiydiler. Bu yü zd en de, bu tür
cüm leleri, an sızın bir b aşk asın ın eserin de, yan i k ay gılard an ,
sertlikten u zakken, ken d im e işken ce etm em e gerek yokken
b u ld u ğ u m d a , tıpkı b in d e bir yem ek y a p m ası gerekm ed iğin de,
nihayet o b u rlu ğa v akit b u lab ilen bir aşçı gibi, kendim i bu se v ­
d iğim cüm lelerin h azzın a rah atça b ırakıy ordu m . Bir gü n , Ber­
go tte'u n bir kitabın da, yaşlı bir hizm etçiyle ilgili olarak , y a z a ­
rın o m uhteşem , tu m tu raklı dilin in d ah a d a alaylı kıldığı, am a
benim F ran çoise'd an b ah sed erk en b ü yü k an n em e sık sık y a p ­
tığım bir esprin in ayn ısın a rastlad ım ; bir b aşk a seferin d e, ger­
çeğin birer ay n ası olan eserlerinin birine, benim , ah babım ız
M. L egran d in 'e ilişkin yo ru m larım a benzer bir y o ru m u dah il
etm ekten çekinm ediğini g ö rd ü m (oysa F ran çoise'a ve M. Le­
gran d in 'e ilişkin yorum larım , B ergotte'un katiyen ilgin ç b u l­
m ay acağın d an em in o ld u ğ u m , özellikle fe rag at ed eceğim y o ­
rum lardı); birdenbire, benim m ü tevazı hayatım la gerçekler
âlem inin, zan n ettiğim k ad ar birbirlerinden ayrı olm adıkların ı,
hattâ b azı n ok talarda kesiştiklerin i d ü şü n d ü m ve d u y d u ğ u m
gü venle, m u tlu lu kla, neden so n ra k av u şu lan bir b ab an ın k ol­
ların da ağlarcasın a, B ergotte'un say faların ın üzerin e gö zy aşla-
rımı akıttım .
K itapların dan yola çıkarak, B ergotte'u, çocuklarını kaybet­
m iş ve asla teselli b u lam am ış, gü ç sü z, bu ru k bir ihtiyar olarak
canlandırıyordum k afam d a. D olayısıyla m etinlerini, içim den,

101
bir ezgi gibi, belki y azıld ık ların dan dah a dölce1, d ah a lento2
okuyor, en basit cüm lede bile, şefkat yüklü bir tını b u lu yo r­
dum . H er şeyden çok d a, Bergotte'un felsefesini beğeniyor­
dum , kendim i son su za dek bu felsefeye adam ıştım . Bu yüzden ,
kolejde Felsefe adlı derse b aşlay acağım yaşı iple çekiyordum .
A m a bu derste, sad ece B ergotte'un dü şü n cesin e bağlı kalarak
y aşam ak tan başk a bir şey yapılm asın ı istem iyordum ; o sırada
bana, felsefe derslerinde b ağlan acağım m etafizikçilerin Bergot-
te'a hiç m i hiç benzem eyeceğini söyleseler, öm ür boyu sevm eyi
arzu layan bir âşığa, ileride birlikte olacağı başk a sevgililerden
sö z edilm işçesine, u m u tsu zlu ğa kapılırdım .
Bir p az ar gü n ü bahçede kitap okurken, annem leri ziyarete
gelen Sw ann, okum am ı böldü.
"N e ok u yorsu n u z, bakabilir m iyim ? A a, Bergotte m u? Ber­
gotte'un eserlerini kim tavsiye etti size?"
Bloch'un tavsiye ettiğini söyledim .
"E vet, b u rad a bir kere gö rm ü ştü m o çocuğu, tıpkı Belli-
ni'ni Fatih Sultan M ehm et portresine benziyor. İnanılm az bir
şey! Aynı yay biçim inde kaşlar, aynı kem erli burun, aynı çıkık
elm acık kem ikleri. Bir d e keçi sak al bırakırsa, ikisini ayırm ak
m üm kün olm az. N e olu rsa olsun, zevkli çocukm uş, Bergotte
büyüleyici bir zekâya sah iptir." Bergotte'a ne k ad ar hayran ol­
d u ğ u m u görünce, tanıdığı in san lardan asla sö z etm eyen
Sw ann, iyi yürekliliğinden, benim için bir istisna yaptı ve şöyle
dedi:
"K en disin i çok iyi tanırım , isterseniz, kitabınızı im zalam a­
sını rica edebilirim ."
Bu teklifi kabul etm e cesaretini b u lam ay ıp Sw an n 'a Bergot-
te'la ilgili soru lar sordum . "E n b eğen d iği erkek oyuncu kim, bi­
liyor m u su n u z acab a?"
"E rkek oyu n cu lardan kim i beğendiğin i bilm iyorum . A m a
hiçbirini her şeyden çok d eğ er verd iği Berm a'nın ayarın da bul­
m adığını biliyorum . Siz Berm a'yı hiç izlediniz m i?"
"H ay ır efendim , annem le b abam tiyatroya gitm em e izin
verm iyorlar."
1 Bir parçanın tatlı ve yum uşak çalınacağını belirten m üzik terimi.
2 Bir parçanın y avaş çalınacağını belirten m üzik terimi.

102
"Ç o k yazık. Rica edin kendilerinden. Phaidra'da, El Cid’de
Berm a; eninde son u n da bir kadın oyu ncu du r diyebilirsiniz,
am a ben aslın da san atta 'hiyerarşi'ye pek in an m am !" (Svvann'ın,
dah a önce büyükteyzelerim le sohbetlerinde de birçok kez dik­
katim i çekm iş olan bir huyunu, ciddi konulardan sö z ederken,
önem li bir kon uda fikir belirtiyorm uş izlenim i uyandırabilecek
bir ifad e kullan dığın da, bu ifadeyi, özel, m ekanik, alaycı bir
tonlam ayla, tırnak içine alırm ış gibi vu rgu lam aya özen göster­
diğin i fark ettim; sanki ifadenin so ru m lu lu ğu n u alm ak istem i­
yorm uş, "gü lü n ç insanların deyim iyle hiyerarşi," derm iş gibiy­
di. Peki am a, gülün ç bir ifadey se eğer, niçin hiyerarşi diyordu?)
H em en ardın dan ekledi: "B erm a'yı izlem ek yüce bir keşif ola­
cak sizin için, tıpkı herhangi bir şah eser gibi, m esela, ne bileyim
ben..." (gülm eye b aşladı) "'C h artres K atedrali'nin Kraliçeleri'
gib i." O âna kadar, Svvann'daki bu fikrini ciddi biçim de ifade
etm e k orkusu, bir şıklık ve Parislilik göstergesi, büyükteyzele-
rim in taşra dogm atizm in e zıt bir şey gibi gelm işti bana; ayrıca,
Sw an n 'm y aşad ığ ı m uhitte yaygın bir tarz old u ğu n u ve bu çev­
rede, önceki kuşakların lirizm ine tepki olarak, eskiden bayağı
bulunan sıradan , som ut gerçeklere aşırı bir değer verildiğini,
"cü m le"lerin aşağılan dığın ı tahm in ediyordum . A m a şim di
Sw an n'in d ü n ya k arşısındaki bu tavrın da bir kabalık buluyor­
dum . H erhangi bir kon ud a fikir sahibi olm aya cesaret edem i­
yor, ancak kesin ve som ut birtakım bilgiler verebildiğin de rahat
ediyor gibiydi. A m a böylelikle, bu ayrıntıların önem li old u ğu
yolu n da bir fikir, bir varsayım ileri sü rm ü ş o ld u ğu n u fark etm i­
yordu. Bunun üzerine, benim , annem od am a çıkm ayacak diye
ü zü ld ü ğ ü m , Sw an n'insa, Léon Prensesi'nin evindeki baloların
katiyen önem li olm adığını söylediği o ak şam yem eğini d ü şü n ­
dü m tekrar. O ysa öm rünü bu tür zevklere harcam aktaydı. Bü­
tün bu n larda bir tutarsızlık buluyordum . Çeşitli konulardaki
fikrini ciddiyetle belirtm eyi, tırnak içine alm ak zorun da k alm a­
dan yargılarını ifade etm eyi, bir yandan gülünç olduklarını ileri
sü rd ü ğ ü m eşguliyetlere, öte y an dan kılı kırk yaran bir nezaket­
le kendini hasretm ekten vazgeçm eyi, hangi hayata sak lıyordu ?
Sw an n'in Bergotte'tan b ah sed iş tarzında, kendine has olm ayan,
o dönem de, annem in ark ad aşıy la Doktor D u Boulbon d a dahil,

103
yazarın bütün hayranlarında rastlanan bir şey de dikkatim i
çekli. Sw ann gibi onlar da, Bergotte'la ilgili olarak, "B üyüleyici
bir zekâya sahip, kendine has biri, anlatım ı biraz zorlam alı,
am a çok hoş. İm zasını görm eye hiç gerek yok, ona ait oldu ğu
hemen anlaşılıyor," diyorlardı. A m a hiçbiri, "B ü y ü k bir yazar,
büyük bir yetenek," diyecek k ad ar ileri gitm iyordu. H attâ yete­
nekli o ld u ğu n u bile söylem iyorlardı. Söylem iyorlardı, çünkü
bilm iyorlardı. G enel fikirler m ü zem izd e "b ü y ü k yetenek" diye
adlandırılan tipi, yeni bir yazarın kendine has çehresinde tanı­
m am ız çok u zu n sürer. Tam d a bu nedenle, bu çehre yeni oldu ­
ğu için, yetenek ded iğim iz şeye tam anlam ıyla benzetem eyiz
onu. Ö zgün lük, b üyü, incelik, gü ç gibi ad lar verm eyi tercih
ederiz; sonra bir gün, zaten yetenek denen şeyin bütün bunlar
o ld u ğu n u fark ederiz.
"B ergotte'un, B erm a'dan bahsettiği bir eseri var m ı?" diye
so rd u m M. Sw an n 'a.
"San ıyoru m RacineTe ilgili küçük bro şü rü n de söz ediyor,
am a tükenm iş olm alı. Yeni basım ı d a yapılm ış olabilir. Ö ğreni­
rim. Ayrıca bütün istediklerinizi Bergotte'a sorabilirim , haftada
bir m utlaka ak şam yem eğine gelir bize. Kızım ın yakın ark ad a­
şıdır. Birlikte eski kentleri, katedralleri, şatoları ziyarete gid er­
ler."
T oplum sal hiyerarşi k o n u su n d a herhangi bir fikrim olm a­
dığından, babam ın, M m e ve M ile Sw annTa gö rü şm em ize im ­
k ânsız gö zü y le bak m ası, u zu n zam an önce, onlarla aram ızd a
b üyük u çu ru m lar o ld u ğu n a hükm etm em e yol açm ış ve dolay ı­
sıyla, gö zü m d e itibar k azan m aların a seb ep olm uştu. K o m şu ­
m u z M m e Sazerat'd an d u y d u ğ u m a göre, M m e Sw an n'm ken­
dini kocasına değil, M. d e C h arlu s'e beğendirm ek için yaptığı
gibi, annem in d e saçlarını b oy ayıp du d ak ların a ruj sü rm em esi­
ne hayıflanıyor, M m e Sw an n 'm bizi küçü m sed iğin i dü şü n ü y or­
dum ; bu d a, özellikle M ile Sw ann açısından ü zü yo rdu beni;
çok güzel bir kız o ld u ğu n u d u y m u ştu m ve her defasın da aynı
hayal ürünü, büyüleyici çehreyi k afam d a canlandırarak, sık sık
onun hayalini k uruyordum . A m a o gün, M ile Sw ann'm bu özel
konum unu, bunca im tiyazın ortasın da, d o ğal ortam ındaym ış­
çasına yaşadığın ı, annesiyle b ab asın a ak şam yem eğine m isafir­

104
leri olu p olm adığın ı so rd u ğu n d a, onun için sad ece eski bir aile
ahbabı olan, o altın değerin deki konuğun adını, o ışıltılı hecele­
ri: Bergotte cevabını d u y d u ğu n u , onun yem ek sofrasın da dinle­
diği sam im i kon uşm aların, yani benim için büyükhalam ın soh­
betine tekabül eden sohbetin, Bergotte'un, kitapların da ele ala­
m adığı konulara ilişkin, benim Tanrı kelam ı kabul edeceğim ve
dinlem eyi çok isteyeceğim sözleri oldu ğu n u, gezm eye gittiği
kentlerde, yan ın da, ölüm lülerin arasına inen tanrılar gibi, b ü ­
tün ih tişam ıyla, tanın m adan Bergotte'un y ü rü d ü ğü n ü öğrenin­
ce, hem M ile Svvann'ın ne k adar değerli bir varlık oldu ğu n u,
hem d e beni gö rse, ne k ad ar kaba ve cahil bulacağını d ü şü n ­
düm ; onunla ark ad aş olm anın hoşlu ğu nu ve im kânsızlığını öy­
le yoğu n biçim de hissettim ki, içim aynı an da hem arzuyla,
hem d e u m u tsu zlu k la doldu. Artık onu d ü şü n d ü ğü m d e, ço­
ğun lukla bir katedralin giriş su n du rm asın ın önünde, bana hey­
kellerin anlam ını açıklarken, beni onaylayan bir tebessüm le, ar­
k ad aşı sıfatıyla Bergotte'a tanıştırırken hayal ediyordum . Ve
her defasın d a, katedrallerin bende u yan dırdığı düşüncelerin,
Ile-de-France tepeleriyle N orm an diya ovalarının b ü y ü sü , M ile
Svvann'ın hayalim dek i suretine yansıyordu: O nu sevm eye hazır
o ld u ğu m an lam ın a geliyordu bu. Bir insanın, bilinm eyen bir
hayatın parçası old u ğu n u ve ona olan aşk ım ız say esin de bu ha­
yata n ü fu z edebileceğim izi zannetm ek, bir aşkın d o ğm asın d a
en tem el u n su rd u r v e b aşk a hiçbir şeyin önem senm em esine yol
açar. Bir erkeği sad ece fiziksel görün üm üne bak arak değerlen ­
dirdiklerini id d ia eden kadın lar bile, bu gö rü n ü m de özel bir
yaşayışın yansım asın ı bulurlar. İşte bu yüzden , askerlerden, it­
faiyecilerden hoşlanırlar; üniform a, çehreyi beğenm eyi k olay­
laştırır; zırhın altında, farklı, m aceracı ve şefkatli bir yüreği ö p ­
tüklerini zannederler; genç bir hüküm darın, bir veliahtın, ziya­
ret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzu layacağı gönülleri fet­
hetm ek için, belki bir sarraf için şart olacak d ü zg ü n profile ihti­
yacı yoktur.

Ben bahçede, büyükh alam ın, ciddi işlerle ilgilenm enin y a­


sak old u ğu , dolay ısıyla kendisinin dik iş dik m ed iği p az ar gü n ­
leri d ışın da yapılm asın a anlam verem ediği kitap okum a faali-

105
yelim i sürdürürken (hafta içi günlerde, "N e, sen hâlâ kitap
okuyarak eyleniyor m usun, bu gü n p az ar değil ki," derdi, eğlen­
me kelim esini çocukluk ve zam an kaybı an lam ında kullan a­
rak), Leonie H alam da Eulalie'nin gelm esini bekleyerek Fran-
çoise'la sohbet ederdi. Françoise'a, az önce M m e G oupil'i,
"şe m siy e si/, C h âteau d u n 'd e diktirdiği ipek elbiseyle" geçerken
gö rd ü ğü n ü bildirirdi, "ik in d i d u asın d an önce u zak bir yere gi­
decekse, elbisesi sırılsıklam olabilir."
"O labilir, olabilir," (olm ayabilir de an lam ın da) derdi Fran-
çoise, dah a olum lu bir ihtim ali kesinkes d ışlam ak istem ediğin ­
den.
"T ü h ," derdi halam , alnına vu rarak, "şim d i aklım a geldi,
M m e G ou pil'in kiliseye kutsal ekm ekle şarap dağıtılırken mi
vardığını öğrenem edim sonu n da. U n utm ayayım d a E ulalie'ye
sorayım ... Françoise, çan kulesinin arkasın d aki şu kara buluta,
ardu vazların üstün deki şu u ğ u rsu z ışığa bakın, bu gü n kesin
y ağm u rsu z geçm eyecek. Böyle d ev am etm esi im kânsızdı, aşırı
sıcaktı hava. Yağm ur ne k adar erken b aşlarsa o k adar iyi, çün­
kü fırtına patlam adık ça şu Vichy su yu d a m idem den aşağ ı in­
m eyecek," diye eklerdi; Vichy suyu n u n m idesin den aşağ ı inişi­
ni hızlan dırm a arzu su , M m e G ou pil'in elbisesinin m ah vo ld u ­
ğu n u görm e kork usun dan çok dah a baskındı.
"O labilir, olabilir."
"H ayır, y ağm u r yağınca m ey d an d a sığın acak pek bir yer
d e olm uyor. N e, saat üç m ü o ld u ?" diye haykırırdı halam bir­
den, y ü zü bem beyaz kesilerek. "D em ek ikindi d u ası başladı,
pepsinim i unuttum ! Şim di anlıyorum Vichy suyun un niye mi­
dem d e ağırlık yaptığını."
H alam derhal m or k adife kaplı, yaldızlı d u a kitabına sarı­
lır, o telaşla, bayram günlerine ait sayfaların yerini işaretleyen,
sararm ış kâğıttan dantel şeritlerle çerçevelenm iş resim leri d ü ­
şürür, bir yan dan dam laların ı yutarken, bir yan dan da, kutsal
metinleri hızlı hızlı ok u m aya başlardı; Vichy su yu n dan bunca
uzun zam an sonra alınan pepsin in su y u yakalam ayı ve m ide­
sinden aşağ ıy a indirm eyi b aşarıp b aşaram ay acağın ı bilem em e­
nin yarattığı kaygı, o k u d u ğ u şeyi an lam asın ı biraz güçleştirir-
di. "S aat üç olm u ş, zam an n asıl geçiyor!"

106
C am d a, bir şey çarpm ış gibi ani bir ses, ardından, sanki yu­
karıdaki bir pencereden aşağ ı kum atılıyorm uş gibi gevşek, ha­
fif bir d ökü lm e sesi duyulur, sonra dökülm e sesi yayılır, dü zen ­
li bir ritim kazanır, akışkan, titreşimli, m elodik, gü r ve evrensel
bir hal alırdı: Y ağm urdu bu.
"G ö rd ü n ü z m ü Françoise, ben dem em iş m iydim ? N asıl da
yağıyor! Bahçe kapısın ın çıngırağım işitir gibi oldum , bir gidip
bakıverin, bu h avad a kim d ışarıd a olabilir?"
Françoise gid ip dönerdi:
"M m e A m ed ee'y m iş," (büyükannem ) "d o laşm ay a çıkıyor­
m uş. Y ağm ur da şiddetli halbuki."
"Ş aşırm ad ım d o ğ ru su ," derdi halam , gözlerini devirerek.
"H e p söylerim , onun k afası başkalarınm kine benzem ez. Şu an­
da d ışarıd a onun yerine ben olm ak istem ezdim ."
"M m e A m edee her zam an d iğer insanların tam zıddını ya­
par," derdi Françoise tatlılıkla, büyükannem i biraz "k açık" bul­
du ğu n u söylem ek için, d iğer hizm etkârlarla yalnız kalacağı ânı
beklem eyi tercih ederek.
"İşte ak şam d u ası saati de geçti! Eulalie gelm ez artık," diye
iç geçirirdi halam ; "b u h avad an korkm uş olm alı."
"A m a saat beş olm adı ki M adam e O ctave, saat daha dört
bu çu k ."
"D ört buçuk m u ? A zıcık gün ışığı girsin diye küçük perde­
leri açm ak zorun da kaldım . Saat dört buçukta! Bereket D uası
gü n ü n den bir hafta önce! Ah, Françoise'çığım ! Yüce Tanrı belli
ki çok kızm ış bize. A m a dünyanın gidişatı da pek kötü! Z avallı
O ctave'cığım ın ded iği gibi, yüce Tanrıyı çok unuttuk, o da inti­
kam alıyor."
H alam ın yanakları, Eulalie gelince aniden kızarırdı. N e ya­
zık ki o dah a içeri yeni girm işken, Françoise gelir ve d u d ak la­
rında, sözlerinin halam da u yan dıracağın dan em in o ld u ğu se­
vince katıldığını gösteren bir tebessüm le, dolaylı anlatım kul­
lanm asına rağm en, k u su rsu z bir hizm etkâr sıfatıyla, ziyaretçi­
nin sözlerini harfiyen aktardığını belirtm ek üzere kelim eleri tek
tek heceleyerek kon uşurdu:
"M ad am e O ctave eğer dinlenm iyorsa, kendisini kabul ede­
bilirse, m uhterem Peder çok m utlu olacakm ış. M uhterem Peder

107
rahatsızlık verm ek istem iyorm uş. M uhterem Peder aşağ ıd a,
kendisini salon a aldım ."
A slında rahibin ziyaretleri, halam ı, Françoise'ın zannettiği
k ad ar m utlu etm ez, Françoise'ın, rahibin geldiğin i her haber
verişinde çehresinde sergilem eyi görev bild iği sevinç ifadesi,
hastanın du y gu larıyla tam olarak çakışm azdı. Rahip, (sanattan
hiç an lam asa da, derin bir etim oloji bilgisin e sah ip o ld u ğ u n ­
dan , dah a fazla sohbet etm em iş olm aktan ötürü pişm anlık d u y ­
d u ğ u m , ü stün nitelikli bir insandı) önem li ziyaretçilere kilise
hakkında bilgi verm e alışkanlığıyla (hattâ C om bray bölgesine
ilişkin bir kitap yazm aya niyetliydi), bitm ek tükenm ek bilm e­
yen, üstelik hiç değişm eyen açıklam alar yap arak halam ı yorar­
dı. Ziyareti, bir d e böyle Eulalie'nin ziyaretiyle çakıştı m ı, ha­
lam d a şü p h ey e yer bırakm ayan bir m em nuniyetsizlik yaratırdı.
H alam a k alsa, Eulalie'nin ziyaretinin tadını iyice çıkarm ayı,
herkesi birden ağırlam am ayı tercih ederdi. A m a rahibi kabul
etm em e cesaretini kendinde b u lam ay ıp Eulalie'ye rahiple bir­
likte kalkm am asın ı, o gittikten sonra kendisiyle b aş b aşa biraz
oturm ayı istediğin i işaret etm ekle yetinirdi.
"M uhterem Peder, ressam ın biri şövalesin i sizin kiliseye
yerleştirm iş, bir vitrayı k opya ediyo rm u ş diye du y du m . D o ğ­
ru su bu yaşım a geldim , h ayatım da hiç böyle şey du ym adım !
D ün ya ne hale geldi! Ü stelik kilisedeki en çirkin şey !"
"B ence kilisedeki en çirkin şey dem ek biraz abartılı olur,
çünkü Saint-H ilaire'de görülm eye değer bölüm ler bulunm akla
birlikte, zavallı bazilikam ın bazı bölüm leri de epeyce eski,
bizim p isk o p o slu k b ölgesin de hiç restorasyon yap ılm am ış tek
bazilika! D o ğ ru su giriş su n d u rm ası kirli ve eski, am a yine de
m u hteşem bir yapı; Ester d u v ar halılarına gelince, şahsen ü stü ­
ne para verseler alm am , am a uzm anlar, Sens d u v ar halıların­
dan sonra ikinci sırad a say ıyorlar adını. Ayrıca, biraz fazla ger­
çekçi bazı ayrıntıların yanı sıra, şaşılacak bir gözlem yeteneği­
nin ifadesi olan ayrıntılar b u lu n d u ğ u n u d a kabul etm ek gere­
kir. A m a o vitrayların lafını bile d u y m ak istem iyorum ! Aynı hi­
zad a iki dö şem e taşı b u lam ay acağın ız bir kilisede, gün ışığını
içeri sızdırm ayan , hattâ o adın ı koyam adığım renkteki yan sı­
m alarıyla gö zü yanıltan pencereler b u lu n du rm ak m antığa sığar

108
m ı? Üstelik, d ö şem e taşlarını değiştirm eyi d e reddediyorlar;
gerekçesi de bu taşların, C om b ray başrahiplerinin ve G uerm an-
tes senyörlerinin, yani, hem b u gü n k ü G uerm antes D ükü'nün,
hem kendisi de bir G uerm an tes olan kuzini ve eşi G uerm antes
D üşesi'nin ataları, eski Brabant kontlarının m ezarları olm ası."
(insanlarla ilgilenm eye ilgilenm eye bütün isim leri birbirine ka­
rıştıran büyükannem , ne zam an G uerm an tes D üşesi'nin adı
geçse, dü şesin , M m e d e V illeparisis'nin ak rabası old u ğu n u ileri
sürerdi. H erkes kahkah alarla gü lm eye başlar, büyükannem de
alm ış o ld u ğ u bir davetiyeye istinaden kendini sav u n m ay a çalı­
şırdı: "O m ektupta bir G uerm an tes lafı geçiyordu diye hatırlı­
yo ru m ." Ben d e bir tek bu d u ru m d a, diğerleriyle birlikte b ü y ü ­
kannem in k arşısın d a yer alır, onun yatılı okuldan ark adaşıy la
Brabant'lı G enoveva'nın torunu arasın da bir ilişki olabileceğini
kabul edem ezdim .) "H alb u k i bakınız, R oussainville, eski çağ­
larda fötr şap k a ve d u v ar saati ticareti nedeniyle gelişm iş ol­
m akla birlikte, b u gü n bir çiftçi yerleşim i. (R oussainville'in eti­
m olojisinden pek em in değilim . Eski adının, Radulfi Villa'd an
türeyen R ouville old u ğu n u dü şü n m ek eğilim indeyim , Châ-
teauroux'n un Castrum Radulfi'den türediği gibi, am a bu ndan
bir b aşk a gün sö z ederiz.) İşte bu R oussain ville K ilisesi'nin, he­
m en hepsi yeni, enfes vitrayları var; m eşh ur Chartres vitrayla­
rına eşd eğer old u ğu söylenen o m uhteşem Louis-Philippe'irı
Combray'ye Girişi vitrayının, C om b ray'd e bu lu n m ası dah a an­
lam lı olurdu. D aha dün , D oktor Percepied'nin bu kon ulara m e­
raklı olan kardeşiyle k on uşuy ordu m ; bu vitrayın olağan ü stü
bir işçiliği o ld u ğu n u söylüyordu. A m a çok u sta bir sanatçı ol­
d u ğ u söylenen, ayrıca çok d a nazik bir insan izlenim i u yan d ı­
ran o ressam ın kendisine de sord um , diğerlerinden bile karan­
lık olan bu vitrayda ne b u lu yo rsu n u z diye."
"Em inim M onsenyör'den rica etseniz, size yeni bir vitray
b ağışlar," dedi halam baygın bir sesle, yorulacağını dü şü n m eye
başlayarak.
"D ü şü nebiliyor m u su n u z M adam e O ctave?" derdi rahip.
"O feci vitrayla ilgili yaygaray ı başlatan , M onsenyör'ün ta ken­
disi; vitrayın, bir G uerm an tes olan Brabant'lı G enoveva'nın to­
runlarından G uerm antes Senyörü K ötü G ilbert'i, A ziz H ilarius

109
tni y i fı mi an günahları bağışlanırken temsil ettiğini k anıtladı."
"A ziz I lilarius nerede peki? Ben hatırlam ıyorum ."
"C an ım , vitrayın köşesinde, sarı elbiseli bir hanım vardır,
hiç dikkatinizi çekm edi m i? İşte o, A ziz H ilarius, bildiğin iz gibi
kimi illerde A ziz Illiers, A ziz Hélier, hattâ Ju ra'd a A ziz Ylie d i­
ye anılır. Sanctus H ilarius'un bu y ozlaşm ış biçim leri, azizlerin
isim lerinin u ğrad ığ ı en tuhaf değişim say ılam az aslında. M ese­
la, sevgili Eulalie, sizin adınızı aldığın ız Sanda Eulalia, Burgon-
y a 'd a neye dö n ü şm ü ş, biliyor m u su n u z? Aziz Eloi'y a yani azi­
zeyken aziz olm uş. G ördü n ü z m ü Eulalie, öldükten sonra ya si­
zi de erkeğe d ö n ü ştü rü rlerse?" "M uhterem Peder hep böyle ş a ­
kacıdır." "G ilbert'in kardeşi K ekem e Charles, d in d ar bir h ü ­
k üm dardı, am a akıl hastalığı sonucu ölen b ab ası Deli Pépin'i
küçük yaşta kaybetm iş old u ğu n d an , disiplin siz bü yü yen bir
gencin bütün kendini beğenm işliğiyle saltanat sü rdü ; bir kent­
te, yüzün den h azzetm ed iği birini görecek olsa, kent ahalisinin
tam am ını katlederdi. C h arles'dan intikam alm ak isteyen G il­
bert, C om b ray K ilisesi'ni yaktı; o sırad a var olan eski kilise,
T héodebert'in, m aiyetiyle birlikte bu yakınlarda, T hiberzy'de
(Tlıeodeberciacus) bu lu nan kır evinden Burgonlarla sav aşm ak
üzere ayrılırken, A ziz H ilarius kendisine sav aşta zafer k azan ­
dırdığı takdirde, azizin m ezarı üzerinde yaptırm ayı vaat ettiği
kiliseydi. G ilbert'in yaktığı eski kiliseden geriye bir tek m ezar
kaldı; T héodore sizi indirip gezdirm iş olm alı. G ilbert d ah a so n ­
ra Fatih VVilliam'ın" (rahip bu ism i farklı telaffuz ediyordu)
"y ard ım ıyla talihsiz C h arles'ı b ozgu n a uğrattı; bu yü zden de
birçok İngiliz, kiliseyi ziyarete geliyor. A m a Com brayTilerin
gön lü n ü kazan m ayı b aşaram am ış olm alı ki, halk sab ah d u asın ­
d an çıkarken G ilbert'in üzerine çullanıp kafasını kesti. Théodo-
re'da, bu k on udaki açıklam aların yer aldığı bir kitapçık var, is­
teyenlere ödü nç veriyor."
"Yine de kilisem izin, tartışm asız en ilginç yanı, çan kule­
sin den görünen m uhteşem m anzara. Şüph esiz, sizin sağlığın ız
pek yerinde olm adığın dan , m eşh ur M ilano K atedrali'n deki b a­
sam ak sayısının tam yarısı olan, doksan yedi b asam ağım ızı tır­
m anm anızı önerm eyeceğim . Sağlıklı insanlar bile haklı olarak
yoruluyor, üstelik, kafanızı kırm ak istem iyorsanız, iki büklüm

110
tırm anm ak zorun da kalıyorsunuz, ü stü n ü z başın ız da, oldu ğu
gibi örüm cek ağlarıyla kaplanıyor. H er şey bir yana, sıkı giyin­
m eniz gerekiyor," diye devam ederdi rahip, (çan kulesine çıka­
bileceği düşüncesinin halam ın gu ru run u ne k ad ar kırdığını
fark etm eyerek), "çünkü tepede öyle bir rü zgâr esiyor ki! Bazı­
ları orada ölüm ün soğu k lu ğu n u hissettiklerini ileri sürüyorlar.
H er şeye rağm en, p az ar günleri m utlaka pan oram an ın gü zelli­
ğini görm eye, kim ileri epeyce d e uzaktan gelen dernekler olu­
yor, hepsi d e hayran kalıyorlar. M esela haftaya pazar, h ava g ü ­
zel olursa, Bereket D uası sebebiyle m utlaka ziyaretçiler olacak­
tır. İtiraf etm ek gerekir ki, tepeden b ak ıldığın da m an zara bir
periler âlem ini andırır; çeşitli aralıklardan ovanın görün ü m ü
eşsizdir. H ava açık o ld u ğu n d a gö rü ş alanı Verneuil'e k adar
uzanır. En önem lisi de, genellikle ancak ayrı ayrı görülebilen
m an zaraların bir arad a seyredilebilm esidir, m esela Vivonne
N eh ri'yle yüksek ağaçlardan olu şan bir perdenin nehirden
ayırdığı Saint-A ssise-les-Com bray hendekleri, m esela Jouy-le-
Vicom te'un (yani Gaudiacus vice comitis'in) çeşitli kanalları.
Jouy-le-Vicom te'a her gittiğim de, bir kanala rastlardım , sonra,
bir so k ağa sapınca, b aşk a bir kanal çıkardı karşım a, am a o za­
m an d a önceki kanalı görem ezdim . K afam d a hepsini bir arad a
canlandırm aya çalışsam d a, pek b aşaram azd ım . Saint-H ilaire
çan kulesinden görünen, b am b aşk a bir şeydir, bütün yerleşim i
içine alan bir ağ görürsü n üz. N e var ki, su old u ğu an laşılm az,
kenti m ahallelere ayıran geniş çatlaklar gibi görünür, öyle ki
kent, parçalara bölün m üş, am a d ağılm ad an , bütün halinde d u ­
ran bir çöreğe benzer. En m ükem m el görün tüyü yakalayab il­
m ek için, insanın aynı an da hem Saint-H ilaire çan kulesinde,
hem Jouy-le-Vicom te'ta bu lu n m ası gerekir."
R ahip halam ı o k adar yorardı ki, o gid er gitm ez, halam Eu-
lalie'yi d e gönderm ek zorun da kalırdı.
"A lın E ulalie'ciğim ," derdi cılız bir sesle, el altında bu lu n ­
d u rd u ğu küçük kesesinden para çıkararak, "d u aların ızd a beni
unutm ayın ."
"A a, M adam e O ctave, alm asam , biliyorsunuz, ben bunun
için gelm iyorum size!" derdi Eulalie her d efasın da, sanki ilk
kez böyle bir şey olu yorm u ş gibi tereddütle, çekinerek; y ü zü n ­

111
deki m em nuniyetsiz ifade, halam ı güldürür, am a bir yandan
hoşuna da giderdi; Eulalie ziyaretlerinin birinde parayı alırken
her zam anki k adar canı sıkkın görün m ese, halam şöyle derdi:
"E ulalie'nin nesi vardı, an lay am adım ; her zam an ne k adar
veriyorsam aynısını verdim , am a m em nun kalm adı galib a."
"Şikâyet edilecek d u ru m d a değil halbuki," derdi Françoise
iç çekerek; halam ın kendisine veya çocuklarına verdiği parayı
daim a sö zü n ü etm eye değm eyecek u fak paralar olarak, her p a­
zar Eulalie'nin eline sıkıştırdığı, am a Françoise'ın m iktarını asla
görem ediği bozuklukları ise, m innet bilm ez biri u ğru n a delice
sarf edilen bir servet olarak görürdü . Françoise'ın derdi, h ala­
m ın E ulalie'ye verdiği p arad a g ö zü olm ası değildi. H alam ın
serveti onu yeterince m em nun eder, bir hanım ın zenginliğinin,
hizm etkârını herkesin n azarın d a yücelttiğini, halam ın çok say ı­
dak i çiftliği, rahibin sık ve u zu n ziyaretleri, tüketilen inanılm az
m iktardaki Vichy su yu sebebiyle, kendisinin, Françoise'ın da,
C om b ray'de, Jouy-le-Vicom te'ta ve b aşk a yerlerde bir itibar, bir
şöhret kazan dığın ı bilirdi. Cim riliği halam adın aydı; halam ın
servetini yönetm e görevi kendisine verilse, dünyanın en m utlu
insanı olur ve bu serveti başkaların dan , bir annenin yırtıcılığıy­
la korurdu. Bununla birlikte, iflah olm az derecedeki cöm ertliği­
ni gayet iyi b ild iği halam , hiç değilse parasın ı zenginlere dağıt-
sa, Françoise o k ad ar itiraz etm ezdi. Belki de, zenginlerin hala­
m ın arm ağanların a ihtiyaçları olm adığın dan , halam ı p arası yü­
zün den sevm ekle su çlan am ayacaklarm ı dü şü n ürdü . Zaten ser­
vet ve m evki sahibi in san lara, M m e Sazerat'y a, M. Svvann'a, M.
Legran din 'e, M m e G ou pil'e, halam la "ay n ı tab ak ad an " ve "b ir­
birine y ak ışan " in san lara verilen arm ağanlar, Françoise'a, ava
giden, balolar düzenleyen, birbirlerini ziyaret eden, kendisinin
d e gülüm seyerek takdir ettiği zenginlerin o garip, şaşaalı h aya­
tının âdetlerinden biri gibi görün ürdü. A m a Françoise'ın "b e­
nim gibi insanlar, benden fazla değeri olm ayan in san lar" diye
tanım ladığı ve ona "M ad am e Françoise" diye hitap etm eyip
kendilerini "o n d an dah a d eğ ersiz " görm edikleri takdirde en
çok aşağ ılad ığı kişiler halam ın cöm ertliğinden yararlandığı
zam an, du ru m değişirdi. H alam ın kendi öğütlerine kulak as-
m ayıp, iyiliğine layık olm ayan kişiler için parasın ı sa v u rd u ğ u ­

112
nu (en azın dan Françoise'ın gö rü şü b u ydu ) görünce, hanım ının
kendisine yaptığı bağışları, Eulalie'ye akıtılan hayalî servete kı­
y asla pek cüzi bulm aya başlam ıştı. Françoise, C om bray civarın­
d a, Eulalie'nin ziyaretlerinden elde ettiği gelirle rahat rahat sa ­
tın alam ay acağı k ad ar büyük bir çiftlik b u lu n m ad ığı kanısın­
daydı. Şu n u d a belirtm ek gerekir ki, Eulalie de, Françoise'ın sı­
nırsız ve gizli serveti kon usun da aynı tahm inleri yürütm ektey­
di. G enellikle Eulalie gittikten sonra, Françoise onun hakkında
pek iyi niyetli olm ayan kehanetlerde bu lu nu rdu . O ndan nefret
eder, am a bir yan dan d a korkar ve E ulalie'ye gü leryü z göster­
m ek zo ru n d a h issederdi kendini. Eulalie gittikten sonra, bunun
acısını çıkarır, gerçi ism ini asla telaffuz etm ez, am a kim e yönel­
diğini halam ın an lam am ası im kânsız, bilm ece nevinden keha­
netler veya V aiz'dekiler tarzında genel hüküm ler savu ru rdu .
Perdenin kenarından b akıp Eulalie'nin kapıyı ark asın d an çekti­
ğinden em in olunca, "D alk av u k lar hoşa gitm eyi, paracıklan
toplam ayı bilirler; am a gün gelir, yüce Tanrı hepsinin cezasını
verir, sabretm ek gerek /' derdi; yan yan, im alı bakışı, Yoaş'ın
sırf A taly a'y ı düşünerek,

A k ıp gider, u zu n sü rm ez m u tlu lu ğu kötülerin

deyişini hatırlatırdı.
A m a rahibin d e geldiği ve bitm ek bilm eyen ziyaretiyle ha­
lam ın bütün gücünü tükettiği günlerde, Françoise hem en Eula­
lie'nin ark asın d an o d ad an çıkar, "M ad am e O ctave, ben gid e­
yim d e siz dinlenin, çok yorgun gö rü n ü y o rsu n u z," derdi.
H alam cevap bile verm ez, ölü gibi, gözleri kapalı, adeta
son so lu ğu n u veriyorm uşçasın a iç geçirirdi. A m a Françoise
aşağ ı iner inm ez, dört şiddetli zil sesi bütün evi çınlatır, halam
yatağın d a doğru larak haykırırdı:
"E u lalie gitti m i? Şu işe bakın, M m e G ou p il kiliseye ek­
m ekle şarabın dağıtılm asın dan önce varabildi mi diye sorm ayı
unuttum ! Ç abuk, koşu n peşin den !"
A m a Françoise, Eulalie'ye yetişem eden geri dönerdi.
"N e ak silik!" derdi halam başını sallayarak. "S o racağım tek
önem li şey b u y d u !"

113
İşle l.eom c I lalam ın hiç değişm eyen hayatı, yapm acık bir
küçüm sem e ve yoğun bir sevecenlikle "h ep aynı n ak arat" diye
adlandırdığı lallı m onotonluk içinde geçerdi. Bu nakarat, h ala­
ma daha sağlıklı bir yaşay ış tarzını öğütlem enin fay d a etm edi­
ğini gö rü p zam anla m ecburen alışkanlıklarına say gı gösteren
ev halkının yanı sıra, k asa çakm adan önce Françoise'a halam ın
"din len ip dinlenm ediğin i" sorduran , üç so k ak ötem izdeki am ­
balajcı dahil bütün k asab a halkı tarafından d a k o ru n d u ğu hal­
de, o yıl bir kere kesintiye u ğradı. Bulaşıkçı kız bir gece vakti,
ağaçta gizli kalıp hiç kim se fark etm eden olgu n laşan m eyvele­
rin kendiliğinden dü şm esin i hatırlatan bir d o ğu m yaptı. A m a
sancıları dayan ılm azd ı; C om b ray 'd e ebe b u lu n m ad ığı için,
Françoise gün d o ğm ad an T hiberzy'ye ebe aram ay a gitti m ec­
buren. H alam , bulaşıkçı kızın çığlıkları yü zün den dinlenem edi
ve m esafe pek kısa old u ğu h alde çok geç dönen Françoise'ın
eksikliğini çok hissetti. İşte bu nedenle, annem sabah bana,
"Yukarı çık bak bakalım , halanın bir şeye ihtiyacı var m ı?" d e­
di. Birinci od aya gird iğim d e, açık k apıdan , ikinci o d ad a yan
yatm ış olan halam ın u y u d u ğ u n u gördü m , hafifçe horladığını
işittim . Yavaşça geri dönm ek üzereydim ki, herhalde çıkardı­
ğım gü rü ltü u yk u su n u b ölü p ritm ini değiştirdiğin den , horultu
bir an kesilip sonra dah a pes bir tonda d ev am etti; ardın dan ha­
lam uyan ıp başını hafifçe yana çevirince yü zü n ü gördü m ; y ü ­
zü n de bir dehşet ifad esi vardı; belli ki korkunç bir rüya gör­
m ü ştü; yattığı k on um da beni görm esi im kânsızdı, bense, yan ı­
na gitm em in mi, yok sa dönm em in mi dah a iyi olacağın a karar
verem eyerek old u ğu m yerde kalm ıştım ; am a halam gerçeklik
d u y gu su n a k av u şm u ş, kendisini korkutan görüntülerin yalan
old u ğu n u anlam ıştı bile; hayatın rüyalar k adar zalim olm am a­
sını sağ lay an Tanrıya m innet du y arak, m utlulukla gü lüm seyin ­
ce yü zü biraz aydınlandı; yalnız old u ğu n u zannettiğinde alçak
sesle kendi kendine kon uşm a alışkanlığıyla, şu sözleri m ırıl­
dandı: "Tanrıya şükürler olsun! Tek derdim iz, bulaşıkçı kızın
doğu rm ası. H albuki rü yam d a zavallı O ctave'cığım ın dirild iği­
ni, beni her gün gezm eye çıkarm ak istediğini gö rü y ord u m !"
Eli, sehpanın üzerindeki tespihine uzandı, am a u laşam adan
tekrar u yu yakaldı; onun tekrar sakin bir u yk u ya daldığın ı gö ­

114
rünce parm ak uçlarım a b asa b asa od ad an çıktım ve ne o, ne de
b aşk ası, du y du klarım ı asla öğrenm edi.
Bu d o ğu m gibi çok ender olayların dışın da halam ın naka­
rat d ed iği yaşantısı asla değişm ezd i derken, düzenli aralıklarla
ve her d efasın d a aynen tekrarlanan, tekdüzeliğe ikincil bir tek­
dü zelik dah a katan olayları hariç tutuyorum . Ö rneğin cum arte­
si günleri, Françoise öğleden sonra Roussainville-le-Pin pazarı­
na gittiğinden, herkes öğle yem eğini bir saat erken yerdi. H a­
lam bu haftalık aykırılığa o k ad ar alışm ıştı ki, bu düzen b ozuk ­
lu ğ u d a diğer alışkanlıkları k ad ar vazgeçilm ez olm u ştu onun
için. Françoise'ın ifadesiyle öyle "âd etleştirm işti" ki bu d eğişik ­
liği, bir cum artesi gü n ü , öğle yem eği için her gü n kü saati bek­
lem esi gerekse, sair günlerden birinde, cum artesi gü n kü gibi
bir saa t erken yem işçesine "rah atsızlan ırd ı" A slın da öğle ye­
m eğinin bir saat önceye alınm ası, cum artesi günlerine hepim i­
zin gö zü n d e kendine h as bir h oşgörü, bir sevim lilik k azan dırır­
dı. N orm al olarak yem ek gevşem esin e k adar dah a bir saat ge­
çirm em iz gerekecek saatte, az sonra vakitsiz hindibaların, lütfe­
dilm iş bir om letin, hak edilm em iş bir bifteğin so fraya geleceği­
ni bilirdik. Bu aykırı cum artesilerin tekrarı, sakin h ayatlarda ve
kapalı toplu m larda adeta bir u lu sal birlik d u y g u su yaratan,
sohbetlerin, şak alaşm aların ve alabildiğin e abartılan hikâyele­
rin g ö zd e k on usu haline gelen dahilî, yerel, önem siz olaylardan
biri, neredeyse bir yurttaşlık olayıydı; aram ızd an biri destan
yazm aya eğilim li olsay dı, bu cum artesilerde, bir destan lar d izi­
sinin hazır çekirdeğini bulabilirdi. Sabahtan itibaren, dah a gi­
yinm eden önce, ortada hiçbir seb ep yokken, sırf dayan ışm anın
gücünü hissetm e zevki u ğru n a, birbirim ize, neşeyle, içtenlikle,
vatanseverlikle, "V akit kaybetm eyelim , unutm ayın, b u gü n cu­
m artesi!" derdik; bu arad a Françoise'la fikir teatisinde bulunan
halam , gün ün her zam ankinden uzun olacağını düşün erek, "İs­
terseniz güzel bir dan a eti pişirin onlara, bu gü n cum artesi,"
derdi. Saat on buçukta, birisi dalgınlıkla saatin e bakıp, "Ö ğle
yem eğine dah a bir bu çu k saat var," diyecek olsa, herkes kendi­
sine, "O o, sizin aklınız nerede? Bugünün cum artesi old u ğu n u
u n u tm u şsu n u z!" dem ekten bü yü k m utluluk du yardı; on beş
dakika boyunca buna güler, yukarı çıkıp bu dalgın lığı halam a

115
anlatarak onu eğlendirm eye karar verirdik. C um artesileri, gö k ­
yüzün ün çehresi bile değişirdi sanki. Ö ğle yem eğinden sonra,
gü n eş, cum artesi oldu ğu n un bilinciyle, tepede fazlad an bir saat
oyalanır, birim iz, gezintiye geç k aldığım ızı dü şü n erek, Saint-
H ilaire'in (öğle yem eği veya öğle u y k u su sebebiyle bom b oş
kalm ış sokak lard a, balıkçıların bile terk ettiği kıpır kıpır, bem ­
beyaz ırm ak boyunca, kim seye rastlam ayan , sırf bir iki tem bel
bulutun oyalan dığı b oş gö k yü zü n d en tek b aşların a geçen) iki
çan sesini d u y u p d a "N e, saat dah a iki m i?" ded iğin d e, herkes
bir ağızdan , "Ö ğle yem eğini bir saat erken yedik d e on dan şa ­
şırdınız, bu gü n cum artesi, b iliy orsu n u z!" diye cevap verirdi.
Saat on birde b abam la k on uşm aya gelen bir vahşinin (cum arte­
si günlerinin özelliğini bilm eyen herkese bu ad verilirdi), bizi
so frad a b u ld u ğ u n d a sergilediği şaşkınlık, Françoise'ın hayatta
en çok g ü ld ü ğ ü şeylerden biriydi. A fallayıp kalm ış ziyaretçi­
nin, cum artesi günleri öğle yem eğini erken y ediğim izi bilm e­
m esine gü lerdi, am a (bu d ar gö rü şlü şoven izm e yürekten katıl­
m akla birlikte) gelen vahşinin bu gerçeği bilm ediğini aklından
bile geçirm eyen babam ın, ziyaretçinin bizi yem ek o d asın d a
gö rd ü ğü n d ek i şaşkınlığına, dah a fazla bir açıklam a y ap m ad an ,
"C an ım , b u gü n cu m artesi!" diye cevap verm esini, d ah a d a ko­
m ik bu lu rdu. Françoise, hikâyenin b u rasın a geldiğin de,
gülm ekten gözlerinden akan y a şlan siler, eğlenceyi biraz dah a
artırm a isteğiyle, kon uşm ayı uzatır, "cu m artesi" açıklam asın ­
d an hiçbir şey an lam ayan ziyaretçinin ağzın d an bir cevap u y­
du ru rd u. Biz, Françoise'ın bu ilavelerinden yakın m ak şöyle
d u rsu n , u y d u rd u ğ u k adarıyla yetinm eyip, "Bir şey d ah a söyle­
m işti diye hatırlıyorum . İlk anlattığınızda dah a u z u n d u ," d er­
dik. Büyükh alam bile elişinden başını kaldırır, kelebek g ö zlü ­
ğü n ü n üstün den bakardı.
C u m artesi günlerinin bir b aşk a özelliği de, m ayıs ayı bo­
yunca her cum artesi, ak şam yem eğinden sonra "M eryem A na
ayinleri"ne gitm em izdi.
O rad a ara sıra, "zam an e fikirlerine kapılan özen siz gençle­
rin içler acısı haline" çok kızan M. Vinteuil'le karşılaştığım ız­
dan, annem giyim k u şam ım d a bir aksaklık olm am asın a b üyük
özen gösterir, kiliseye öyle giderdik. H atırladığım k adarıyla ak ­

116
dikenleri sevm eye M eryem A na ayinlerinde başladım . Bütün
kutsallığına rağm en içine girm e hakkına sah ip o ld u ğu m u z kili­
senin her yerinde, altarın üzerin de bile akdikenler olurdu; kut­
lam alarına katıldıkları m ucizelerle ayrılm az bir bütün teşkil
eder, bayram hazırlığı içinde yatay olarak birbirine tutturulm uş
dallarını şam danların , kutsal kâselerin arasın dan uzatırlardı;
yapraklarının üzerinde, g ö z kam aştırıcı beyazlıktaki tom urcuk­
lar, bir gelinliğin k u y ru ğu n a serpilm iş çiçekler gibi, say ısız m i­
nik buket oluştururdu. A ncak k açam ak bak ışlar atm aya cesaret
edebildiğim bu görkem li süslem elerin canlı o ld u ğu n u ve bizzat
doğanın, yaprakların arasın a yollar açarak, sü slem eyi noktala­
m ak üzere b u b eyaz tom urcukları ekleyerek, bu dekoru hem
halk eğlencesi, hem dinî tören niteliğindeki k utlam alara layık
kıldığını hissederdim . D alların ü st kısm ında tek tük taçlar aldı­
rışsız bir zarafetle açılır, kendilerini bir sis gibi çepeçevre sar­
m alayan , şeytan örüm ceği k ad ar ince erkekorganlar dem etini,
son bir b u ğu lu sü s m isali, öyle kayıtsızca taşırlardı ki, bu çiçek
açm a hareketini izlem eye, k afam d a canlandırm aya çalıştığım ­
da, dalgın , çevik, b eyazlar içinde bir genç kızın, başını cilveli
bakışlarla, kısılm ış gözlerle, h oppaca, hızla hareket ettirm esi
olarak dü şü n ürdü m . M. Vinteuil, kızıyla birlikte yanım ıza otur­
m uştu. İyi bir aileden gelen M. Vinteuil, büyükannem in kız
kardeşlerine piyano hocalığı yap m ış, karısının ölüm ünden son ­
ra kalan m irasla em ekliye ayrılıp C om bray yakınına yerleşm iş­
ti; onu evim izde sık sık ağırlardık. A m a aşırı ahlak d ü şk ü n lü ğ ü
yüzün den , kendi ifadesiyle "y ersiz, zam ane zevkine u ygu n bir
evlilik" yap m ış olan Svvann'la k arşılaşm ak istem ediği için, artık
evim ize gelm iyordu. M. V inteuil'ün besteler yaptığını d u y m u ş
olan annem , kibarlık olsun diye, onu ziyarete gittiğinde beste­
lerini de dinlem ek istediğin i söylem işti. Bundan aslın da b üyük
bir m utluluk d u y acak olan M. Vinteuil, terbiyeyi ve iyiliği öyle
bir kuruntu noktasına vardırırdı ki, d aim a kendini başkalarının
yerine koyar, kendi istekleri d o ğru ltu su n d a hareket ederse, hat­
tâ bu isteklerini gösterirse, ortları sıkm aktan, bencillik etm iş ol­
m aktan korkardı. A nnem le b ab am kendisini ziyarete gittikleri
gün, beni de yanlarında götürm üşler, am a d ışarıda k alm am a
izin verm işlerdi; M. Vinteuil'ün evi M ontjouvain, çalılık bir te­

117
penin altındaydı; ben d e çalıların arasın a sak lan d ığ ım d a, tam
karşım da, yarım m etre ötem de, ikinci kat salon unun penceresi­
ni bulm uştum . A nnem le babam ın geldiği kendisin e haber ve­
rildiğinde, M. Vinteuil'ün alelacele birtakım notaları piyanonun
üzerine, gö ze çarpacak şekilde yerleştirdiğini gördü m . A m a an­
nem ler içeri girdiğin de, notaları kaldırıp bir köşeye koydu. G el­
diklerine, sırf onlara kendi bestelerini dinletm ek istediği için
sevindiğini zannetm elerinden k orkm uştu herhalde. Z iyaret sı­
rasın da, annem in, arzu su n u her tekrarlayışında da, "O notaları
piyanonun üstün e kim koydu bilm em , yeri orası d eğ il," deyip,
kon uşm ayı, b ilh assa kendisini dah a az ilgilendiren konulara çe­
virm işti. M. Vinteuil'ün bütün tutkusu, kızm a yönelikti; bir o ğ­
lan çocu ğu havasın dak i kızı, o k ad ar gü rb ü z gö rü n ü rd ü ki, b a­
basının onun için aldığı önlem leri, kızının om u zlarına sarm ak
için daim a fazlad an şallar b u lu n d u rd u ğ u n u görünce, insan gü-
lüm sem ekten kendini alam azdı. B üyükannem , yü zü çillerle
kaplı bu kaba sab a kız çocuğunun b akışlarında çoğu kez ne ka­
d ar tatlı, incelikli, n eredeyse utangaç bir ifade o ld u ğu n a d ik k a­
tim izi çekerdi. M ile Vinteuil, bir şey söylediğin d e, kendi sözle­
rini, karşısındakilerin kulağıyla dinler, yanlış anlaşılm a ihtim a­
lini d ü şü n ü p telaşa kapılırdı; o erkeksi, "n am u slu a d a m " yü zü
adeta ay dınlanarak say d am laşır ve altından, ü zg ü n bir genç kı­
zın ince hatları ortaya çıkardı.
K iliseden çıkm adan önce, altarın ön ünde d iz çöktüm ; tam
ay ağ a kalkarken, an sızın, akdiken lerden acı, b ay gın bir b adem
k ok u su geldi bu rn u m a; o zam an, çiçeklerin ü stü n d e, küçük sa ­
rı lekeler o ld u ğu n u fark ettim; tıpkı b adem li pastan ın tadının,
kızarm ış kısım ların altın da, M ile V inteuil'ün yanaklarının tadı­
nın, çillerinin altında gizlen diğin i tahm in ettiğim gibi, çiçekle­
rin k ok u su n u n d a, bu lekelerin altın da gizlen diğin i d ü şü n ­
düm . A kdikenlerin se ssiz kıpırtısızlığın a rağm en ara sıra y ü k ­
selen bu koku, sanki içlerindeki canlılığın m ırıltısıydı; içinde
canlı antenlerin gezin diği, çiçeklerinin kızılım sı erkekorgan-
larına b ak tığım ızd a, şim d i çiçeğe d ö n ü şm ü ş olan böceklerin
b ah ardaki şiddetin i, tahriş edici gü cü n ü h atırladığım ız, kırlar­
dak i bir çalılık gibi, altar d a akdikenlerin k ok u su y la kıpır
kıpırdı.

118
K iliseden çıktığım ızda, su n du rm an ın ön ünde birkaç dak i­
ka d u ru p M. Vinteuil'le kon uşurdu k. M. Vinteuil, m eydan da
k avga eden çocukları ayırır, küçükleri korur, büyüklere nutuk
çekerdi. Kızı, kalın sesiyle, bizi gö rd ü ğü n e ne k adar sevindiğini
söyler, hem en ardından, sanki içindeki d ah a du y gu lu bir kız
kardeş, evim ize davet edilm ek istediğin i zannettirebilecek bu
şaşkın oğlan çocuğu sözlerinden utanm ışçasın a, kızarırdı. Son­
ra b abası, M ile Vinteuil'ün om uzlarına m an tosunu sarar, kızın
kendi sü rd ü ğü küçük bugilerine binip M ontjouvain'e giderler­
di. Bize gelince, ertesi gün p az ar o ld u ğu ve b üyük ayin saatin ­
den önce kalk m ayacağım ız için, hava sıcaksa ve m eh tap varsa,
b abam bizi do ğru d an eve götüreceğine, şan olsun diye, Cal-
vaire O rm anı yolunda u zu n bir gezintiye çıkarır, yön ve yol
bulm a d u y g u su pek zay ıf olan annem , bu gezintilere, bir strate­
ji dehasının başarıları gö zü y le bakardı. Bazen de viy ad ü ğe ka­
d ar uzanırdık; v iy ad ü ğ ü n g a rd a b aşlayan taştan bacakları be­
nim için m edeni dünyanın sınırları dışın dak i sü rgü n ü ve yıkı­
mı tem sil ederdi, çünkü her yıl Paris'ten gelirken, C om bray'ye
vard ığım ızda istasy on u k açırm am aya çok dikkat etm em iz, ön­
ceden hazırlanm am ız tem bihlenirdi; tren iki dakika durduktan
sonra tekrar hareket eder ve benim g ö zü m d e C om b ray'yle sı­
nırlanan H ıristiyan âlem inin ötesine do ğru , v iy ad ü ğ ü n ü stün ­
de yoluna dev am ederdi. Kentin en güzel villalarının yer aldığı
gar bulvarından dönerdik eve. M ehtap, her bahçeyi, H ubert
Robert gibi, b eyaz m erm erden kırık b asam ak larıy la, fıskiyele­
riyle, aralık parm aklıklarıyla d o ld u ru rd u . Ay ışığı Telgraf b ü ro­
su n u yıkm ış olurdu. G eriye bir tek, yarısı kırık bir sütun kalm ış
olur, am a o d a ölü m sü z bir harabenin güzelliğin i korurdu. Ben
ayaklarım ı sürüyerek yürür, u yk u d an öleceğim i sanırdım ; ıhla­
m urların o güzel kokusu, ancak çok b ü yü k yorgunluklar so n u ­
cun da elde edilebilen ve zahm etine değm eyen bir m ü kâfat gibi
gelirdi bana. Birbirinden çok u zaktaki parm aklıkların ardında,
sessizlikte çınlayan adım larım ızla uyan an köpekler, sırayla
h avlam aya koyulurlardı; ga r bu lvarı (yerine C om bray belediye
parkı yapıldıktan sonra), geceleri hâlâ ara sıra d u y d u ğ u m bu
karşılıklı havlam aların arasın a gelip sığın m ış olm alı ki, şim di
o ld u ğu m yerde bu köpek havlam aları çınlam aya, birbirlerine

119
cevap verm eye b aşladığı an da, ıhlam ur ağaçları ve m ehtabın
aydınlattığı kaldırım ıyla bulvarı görürüm .
Babam birden bizi d u rd u ru r ve annem e sorardı: "Ş u an da
n eredeyiz?" Y ürüyüşten bitkin düşen , am a b abam la iftihar
eden annem , sevecenlikle, en u fak bir fikri olm adığını itiraf
ederdi. Babam om uz silkip gülerdi. Sonra da, sanki anahtarıyla
birlikte ceketinin cebinden çıkardığı, bu yabancı yolların so n u ­
na, Saint-Esprit Sokağı'nın k öşesiyle birlikte bizi beklem eye
gelm iş, tam karşım ızda d u ran , bahçem izin küçük arka kapısını
gösterirdi. A nnem hayranlıkla, "H arik asın !" derdi. O an dan iti­
baren, tek bir adım atm am a gerek kalm az, hareketlerim e ne za­
m andır bilinçli bir dikkatin eşlik etm ediği bu bahçede, benim
yerim e, bastığım yer y ü rü rd ü ; A lışkanlık, küçük bir bebekm i­
şim gibi beni kucağına alıp yatağım a k ad ar taşırdı.
H er zam ankinden bir saat önce b aşlayan ve Françoise'dan
m ahrum o ld u ğ u cum artesi gü n dü zleri, halam için d iğer gü n ­
lerden dah a y av aş geçse de, halam , zay ıf d ü şm ü ş, takıntılı be­
deninin hâlâ k aldırab ildiği tek değişik lik ve eğlence olan cu­
m artesinin gelm esini hafta b aşın d an itibaren sabırsızlıkla bek­
lem eye koyulurdu. O ysa halam ın, ara sıra dah a b ü yü k bir d eğ i­
şikliğe heves ettiği olu rdu; insanın var olan dan başk a bir şeye
su sad ığı, enerji ve hayal gü cü eksikliğinden ötürü kendi kendi­
lerini yenileyem eyenlerin, gelen dak ik adan , kapıyı çalan p o sta­
cıdan, en k ötüsünden bir heyecan, bir ıstırap da olsa, bir yenilik
getirm esini bekledikleri; m u tlu lu ğu n su stu rd u ğ u duyarlılığın,
aylak bir h arp gibi, kendisini kıracak hoyrat bir el de olsa, bir
elin d o ku n u şu yla titreşm eyi arzu ladığı; önüne bir engel çıkm a­
dan kendini arzuların a, üzüntülerin e bırakm a hakkını çeşitli
zorluklara g ö ğ ü s gererek elde etm iş olan iradenin, dizginleri,
zalim d e olsalar, zorun lu olayların eline verm eyi istediği istis­
nai anları, halam d a yaşardı. H erhalde halam ın en u fak bir yor­
gun lukla tükenen gücü, dinlenirken ancak dam la d am la geri
geldiğin den , dep on un d o lm ası u zun sürer, başkalarının faaliye­
te yönelttiği, h alam ın sa nasıl kullanacağını bilem ediği, karar
verem ediği hafif taşm a halinin gerçekleşm esi için aylar geçm esi
gerekirdi. Em inim ki böyle an larda -n asıl ki hiç "b ık m ad ığı"
püreyi her gün tekrar tekrar yem enin hazzı, son u n da püre yeri­

120
ne beşam el so slu patates yem e isteğini d o ğ u ru y o rsa - sıkı sıkıya
b ağlı o ld u ğu tekdüze günlerin birikim inden de, bir an süren,
am a sağ lığ ı açısından yararlı olacağını dü şü n m ekle birlikte
kendi kendine karar verem ediği bir d eğişik liği gerçekleştirm e­
ye onu zorlayacak olan, ev d e m ey dan a gelecek bir felaketin
beklentisi do ğu yo rdu . H alam bizleri gerçekten severdi, ölecek
olsak, ark am ızdan seve seve, bol bol gö zy aşı dökerdi; kendini
iyi hissettiği, ter içinde olm adığı bir an d a ev de yangın çıktığı­
na, hepim izin öldüğün e, yakın da taş ü stü n de taş kalm ayacağı­
na, am a hem en kalkarsa, acele etm eden rahatlıkla yangın dan
kurtulabileceğine dair bir haberin hayalini sık sık kurm u ş olsa
gerekti; böyle bir olay, uzun u zun üzülerek bizlere olan sev gisi­
nin tadını çıkarm ak, perişan bir halde, neredeyse ayakta can çe­
kişerek, am a m etanetini kaybetm eden yöneteceği cenazem izde
bü tü n köyün şaşkın lığın a h edef olm ak gibi ikincil yararların
yanı sıra, çok d ah a önem li bir yarar sağlayabilir, kendisini tam
zam an ın da, hiç vakit kaybetm eden, sinir b ozucu tereddütlere
fırsat verm eden, y a z m evsim ini geçirm ek üzere, içinde bir çağ­
layanı d a olan, M irougrain 'deki güzel çiftliğine gitm eye zorla­
yabilirdi. Bitm ez tükenm ez p asy an s oyunları sırasın d a m utlaka
başarısın ı d ü şled iğ i bu türden bir olay asla cereyan etm ediği
için (aslında dah a ilk gerçekleşm e ânında, o beklenm edik kü­
çük olayların birincisinde, kötü haberin aktarıldığı, vu rgu su n u
asla u n u tam adığım ız o ilk sözlerde, ölüm ün, zihinsel ve soyu t
ihtim alinden çok farklı olan gerçekliğinin d am gasın ı taşıyan
her ayrıntıda u m u tsu zlu ğa kapılacağı halde), hayatını ara sıra
dah a ilginç kılabilm ek am acıyla, tutkuyla izlediği, beklenm edik
birtakım olayları hayalinden u y d u ru rd u m ecburen. D u ru p d u ­
rurken Françoise'ın hırsızlık yaptığını, kendisinin d e em in ol­
m ak için kurnazca bir düzene b aşv u ru p onu su çüstü yak alad ı­
ğını kurardı; tek başın a iskam bil oynarken hem kendinin, hem
rakibinin elini oynam aya alıştığından, kendi kendine, önce
Françoise'ın utana sıkıla özü r dileyişini, ardın dan da kendisi­
nin öfkeyle, hararetle cevap verişini canlandırırdı; aram ızd an
biri, böyle bir an da od asın a girdiğin de, onu ter içinde, gözleri
çakm ak çakm ak, kaym ış p eru ğu n un altından kel alnı açığa çık­
m ış halde bulurdu. Françoise, hiç som u tlaşm ad an kalsalar, ha­

121
lam alçak sesle m ırıldanarak onlara bir gerçeklik kazandırm a-
sa, sırf hayal edilm ekle halam ı yeterince rahatlatam ayacak
olan, kendisine yönelik bu iğneli alayları, belki de ara sıra yan
od adan du yuyordu . Bazen halam bu "y atak içi tem sili"yle de
yetinm ez, oyununu sahnelem ek isterdi. O zam an, bir p azar g ü ­
nü, esraren giz bir biçim de k apatılm ış kapılar ardında, Fran-
çoise'ın d ü rü stlü ğü k on u su n dak i şüphelerini ve ona yol verm e
niyetini E ulalie'ye açar, bir b aşk a seferinde de, Françoise'a, ya­
kında kapıyı yü zün e k apatacağı Eulalie'nin sad akatsizliği ko­
n usun daki kuşkularını anlatırdı gizlice; birkaç gün sonra, bir
gü n önceki sırdaşın dan bıkar, tekrar hainle yakınlaşırdı; bir
sonraki tem silde, roller yine değişird i. Yine de Eulalie'nin ara
sıra u yan dırdığı şüpheler, bir sam an alevinden uzun öm ürlü
olm az, Eulalie halam la aynı ev d e yaşam ad ığın d an , beslenem e-
yip çabuk sönerdi. O ysa Françoise'a ilişkin şüph eler kon usun ­
d a du ru m farklıydı; halam onunla aynı çatı altında oldu ğu n u
sürekli hisseder, am a yataktan çıkarsa ü şüteceğin den korktuğu
için, m u tfağa inerek şü ph elerin de haklı olu p olm adığını d a
araştıram azdı. Z am anla, Françoise'm her an ne yaptığını ve
kendisinden neyi gizlediğin i tahm in etm eye çalışm ak, zihninin
tek m eşguliyeti haline geldi. Françoise'm yüzündeki en ufak
k açam ak ifadeleri, sözlerindeki küçük bir tutarsızlığı, gizlem ek
ister gibi gö rü n d ü ğ ü arzuların ı yakalar oldu. M askesini d ü şü r­
d ü ğ ü n ü Françoise'a d a tek bir sö zle belli eder, Françoise'm yü ­
zü bem beyaz olur, halam , zavallının kalbine hançer gibi sap la­
dığı bu sözlerden zalim bir zevk alırdı. Ertesi hafta p azar günü,
Eulalie'nin bir ifşaatı, -y e n i d o ğ m u ş, alışılm ış yolda ilerleyen
bir bilim e ansızın beklenm edik, yepyeni ufu klar açan keşifler
gib i- halam a, tahm inlerinin, gerçeğin çok gerisinde kalm ış ol­
d u ğ u n u kanıtlardı. "A m a Françoise artık biliyordur bunu, hele
kendisine bir arab a d a verdiğinize gö re." "A rab a mı verm i­
şim !" diye haykırırdı halam . "B ilm em ki, ben öyle san dım , az
önce ü stü açık bir arabanın içinde gö rd ü m onu, kurum kurum
kurulm uş, R oussain ville pazarın a gidiyordu . A rabayı M adam e
O ctave verm iş olm alı diy e d ü şü n d ü m ." Z am anla, Françoise'la
halam , av ve avcı m isali, sürekli birbirlerinin kurnazlıklarını
önceden tahm in etm eye çalışır oldular. Annem , Françoise'm ,

122
kendisine elinden geldiği k adar ağır hakaretlerde bulunan ha­
lam d an so n u n da gerçekten nefret etm esinden korkuyordu.
Françoise, giderek halam ın en sıradan sözlerine, hareketlerine
aşırı bir dikkatle yaklaşır olm uştu. H alam dan bir şey isteyeceği
zam an, ne şek ilde istem esi gerektiğini önceden uzun u zun d ü ­
şü n üyordu . D ileğini bildirdikten sonra da, gizlice halam ı g ö z­
lüyor, ne d ü şü n d ü ğ ü n ü , neye karar vereceğini çehresinden
ok u m aya çalışıyordu. Ve böylece -XVII. yüzyıla ait hatıratları
okuyan ve Yüce H ü k ü m d arca yakın laşm ak isteyen bir sanatçı,
kendi şeceresini, tarihî bir aileden geldiğin i kanıtlayacak şekil­
d e çıkarm ak veya A vru pa'da o sırada saltanat sürm ekte olan
h ü k ü m darlardan biriyle y azışm ak suretiyle bu yolda adım lar
attığını zanneder, am a XVII. yüzyıldakilerle aynı, dolayısıyla
geçerliliği k alm am ış kalıplara bağlı kaldığı için, aradığı şeye
sırtını çevirm iş olur, buna k arşılık - engelleyem ediği bazı takın­
tılara ve aylaklıktan d o ğan bir fesatlığa içtenlikle boyun eğ­
m ekten b aşk a bir şey y apm ayan yaşlı bir taşralı hanım olan ha­
lam , h ayatında XIV. L ou is'y i hiç aklından geçirm ediği halde,
onun kalkışına, öğle yem eğine, dinlenm esine ilişkin en sıradan
gü n delik faaliyetleri bile, tuhaf zorbalıkları sayesin de, Saint-Si-
mon’ un ifadesiyle, V ersailles'daki hayatın "işley işi" ded iği şe­
yin ilginçliğine b ü rü n ürdü bir an lam da; tıpkı kralın su sk u n lu ­
ğun un, keyifli veya kibirli ruh halinin, kendisine Versailles'ın
ağaçlıklı yolların da bir lütuf dilekçesi su n an bir saraylı, hattâ
b üyük bir sen yör tarafından yorum lanm ası gibi, halam da
kendi su skunlukların ın, yü zü n de beliren keyifli veya kibirli bir
ifadenin, Françoise tarafından tutku ve korkuyla yorum ­
lanacağını düşünebilirdi.
H alam ın aynı an da hem rahibi, hem de Eulalie'yi ağırladı­
ğı ve ardın dan din lendiği bir p azar gününün ak şam ın da, hepi­
m iz kendisine iyi geceler dilem ek üzere od asın a çıkm ıştık; an­
nem, halam ın, ziyaretçilerini hep aynı saate denk getiren kötü
talihine hayıflanıyordu:
"B u öğleden sonra yine işler ters gitti, değil m i Leon ie?" d i­
yordu tatlılıkla. "B ütü n m isafirleriniz aynı an d a geldi."
Büyükh alam araya girerek, "F azla m al gö z çıkarm az," de­
di, çünkü kızı h astalan dığın dan beri, her şeyin daim a iyi tarafı­

123
nı göstererek onu yüreklendirm esi gerektiği kanısın daydı. F a­
kat bn kez babam söze girdi:
"1 lazır bütün aile bir araya toplanm ışken, sizlere bir şey
anlatm ak istiyorum , böylece hepinize tek tek söylem em e gerek
kalm az. Korkarım ki Legran din 'le aram ız b ozu ld u ; bu sabah
zor selam verdi bana."
Babam ın anlatacaklarını dinlem ek üzere o d ad a kalm adım ,
çünkü kilisedeki ayinden sonra, M. L egran din 'le k arşılaştığın ­
da, ben de yanın daydım ; her gün gazete haberleri gibi beni
oyalayan, bir eğlence program ı gibi heyecanlandıran ak şam ye­
m eği m en üsün ü öğrenm eye, m u tfağa indim . K iliseden çıktık­
tan sonra, M. L egrandin, civardaki köşklerden birinin, göz aşi­
nalığım ız olan, am a tan ışm adığım ız sah ibesiyle birlikte, yanı­
m ızdan geçtiği sırada, b abam kendisine hem dostça, hem de öl­
çülü bir selam verm iş, d u rm ay ıp yo lu m u za dev am etm iştik; M.
Legran din , sanki bizi tanıyam am ış gibi şaşırarak, belli belirsiz
karşılık verm işti selam ım ıza; gözlerinde, kibarlık etm ek istem e­
yip ansızın u zak laşan b ak ış açılarından, adeta sizi bitm ez tü­
kenm ez bir yolun son u n da, çok uzakta görüy orm u şçasın a, k a­
rınca k adar boyun u za u ygu n dü şecek m inicik bir b aş hareke­
tiyle selam verm ekle yetinen insanların bakışı vardı.
O ysa L egran din 'in yanın daki hanım , iffetli, say gın bir ki­
şiydi; Legran din 'in, hovardalık yaparken yakalanm aktan ötürü
utanm ış olm ası, ihtim al dah ilinde değildi; b abam kendisini ne
şekilde gü cen dirm iş olabileceğini an layam am ıştı. "B ütün o g i­
yinm iş k u şan m ış insanların arasın da, kısa, d ü z ceketiyle, gev ­
şek kravatıyla, öylesine özentiden uzak , içten, sad e, neredeyse
sa f denebilecek bir h avası var ki, çok cana yakın gerçekten; bu
yüzden d e bize k ü sm ü şse çok ü zü lü rü m ," dedi babam . N e var
ki aile m eclisi, oy birliğiyle b abam ın kurun tuya k apıldığına ve­
ya Legran din 'in aklının o an d a b aşk a yerde old u ğu n a karar
verdi. Zaten babam ın kaygıları da ertesi ak şam dağıldı: U zun
bir gezintiden dönerken, Pont-Vieux yakınında Legran din 'i
gördük, bayram o ld u ğu için C o m b ray 'd e kalıyordu. Yanımıza
gelerek elini uzattı. Bana d ö n ü p sordu: "P au l D esjardin s'in şu
m ısraını biliyor m u su n u z, küçük kitap k urdu ?

124
O rm anlar k ap k ara oldu bile, am a gök yü zü hâlâ m avi.

Tam bu saatin incelikli bir ifadesi, değil m i? Paul D esjardins'i


hiç oku m am ış olabilirsiniz. O kuyun uz çocuğum ; şim dilerde,
d u y d u ğ u m a göre ahlak dersleri verip ahkâm kesiyorm uş, am a
uzun bir süre boyunca, berrak su lu boya resim leri andıran m ıs­
ralar yazm ıştır...

O rm anlar k apk ara o ld u bile, am a gö k yü zü hâlâ m avi.

G ök yü zü sizin için hep m avi olm aya devam etsin genç dostum ;
o zam an , benim şim d iki du ru m u m d a o ld u ğu gibi, orm anlar
k apk ara olm uşken, gece hızla in diğinde bile, siz d e benim gibi
gö k yü zü n e b ak arak av u n u rsu n u z." C ebinden bir sig ara çıkar­
dı, u zu n m ü d d et öylece d u ru p u fka baktı. Sonra ansızın, "E lve­
d a dostlar," diyerek yan ım ızd an ayrıldı.

Ben m en üy ü öğrenm ek üzere m u tfağa indiğim saatte, ye­


m ek hazırlıklarına b aşlan m ış olurdu; devlerin aşçılık ettiği m a­
sal âlem lerindeki gibi birer çırağa dö n ü şm ü ş olan d o ğa güçleri­
ne hükm eden Françoise, köm ürü karıştırır, patatesleri b uhar­
dan geçirir, iri teknelerden, k aravan alardan, kazan lardan, balık
tencerelerinden av etinin piştiği çöm leklere, p asta kalıplarına,
küçük krem a çanaklarına k ad ar çok çeşitli seram ik kaplard a,
her b oy dan tencerelerde önceden hazırlanm ış olan m utfak sa­
natı şaheserlerini, ateşte tam kıvam ında pişirerek tam am lardı.
Bulaşıkçı kızın ayıkladığı, bir oyuna ait yeşil bilyeler gibi m asa­
nın üzerine d izilm iş bezelyeleri d u ru p seyrederdim ; fakat asıl
hayranlık d u y d u ğ u m , b aşakların daki incecik eflatun ve gök
m avisi çizgiler, aşağ ıy a, -h â lâ fidanın toprağının d u rd u ğ u -
diplere indikçe, san ki b u dü n yay a ait olm ayan m enevişlenm e­
lerle ton ton açılan, koyu m avi ve pem beye bulan m ış k uşkon ­
m azlardı. Bu ilahi tonların, eğlence olsun diye kendi kendileri­
ni sebzeye dön ü ştü rm ü ş harika yaratıkları ele verdiğini d ü şü ­
n ürdüm ; kuşkonm azların, yenilebilir, sert etlerinin ardın daki o
şafağın ilk renklerinde, o gö k k u şağ ı taslaklarında, o m avi ak­
şam solgu n lu k ların d a görebildiğim değerli özü, ak şam yem e­

125
ğinde k uşkonm az yem işsem , gece boyunca, o harika yaratıklar,
bir Sh ak espeare oyunu gibi şiirsel ve kaba olan farslarında la­
zım lığım ı bir parfüm kabına dönü ştü rdü klerinde d e tanırdım.
Françoise'ın kuşkonm azları ayıklam akla görevlendirdiği,
Svvann'ın bu lu şu olan lakabıyla G iotto'nun M erham eti, k u ş­
konm azları bir sepetin içine d o ld u ru p yanına koyar, dünyanın
bütün dertlerini hissedercesine ıstırap do lu bir h avaya b ü rü ­
n ürdü zavallıcık; kuşkonm azların pem be tüniklerinin üzerin­
deki gök m av isi hafif taçlar, tıpkı P adova fresklerindeki Er-
dem 'in çelenk y a p ıp başın a taktığı, sepetine sap lad ığ ı çiçekler
gibi ince ince, yıldız yıldız çizilm iş olurdu. Bu arad a Françoise,
kim senin kendi gibi kızartam ayacağı, m arifetlerinin kok u su n u
bütün C om b ray'ye yayan tavuklarını şişte dö n d ü rü rdü ; Fran-
çoise'ın öylesine yum uşacık, ağ ızd a eriyiverir hale getirdiği
etin kok u su , benim için d o ğru d an onun bir erdem inin kokusu
o ld u ğu n d an , so frad a bize su n d u ğu n d a, o tavuklar, Françoise'ın
kişiliğini algılay ışım da, yu m u şak lığın ağır b asm asın a sebep
olurdu.
B abam L egran din 'le k arşılaşm am ız kon usun da aile m ecli­
sine danışırken benim m u tfağa in diğim gün ise, kısa süre önce
y aptığı d o ğu m d an ötürü ağır hasta olan G iotto'nun M erhame-
ti'nin, yataktan k alk am adığı günlerden biriydi; yardım cısı ol­
m ayan Françoise işlere yetişem iyordu. Ben aşağ ı indiğim esn a­
da, Françoise, küm ese açılan arka m utfakta, bir tavu ğu öld ü r­
m ekteydi; tavuğun u m u tsu z ve çok d o ğal, am a hayvanın boy­
nunu kulağının altından kesm eye çalışan, gö zü d ö n m ü ş Fran-
çoise'in "P is hayvan! Pis h ayv an !" çığlıklarının eşlik ettiği dire­
nişi, hizm etçim izin, ertesi ak şam yem ekte, aynı tavuğun ayin
kaftanları gibi sırm a işli derisinin ve K om ünyon kâsesinden
dam la d am la dökülen kıym etli su yu n u n gözler önüne sereceği,
azizeleri hatırlatan tatlılığını, yum uşaklığını pek ortaya çıkar­
m ıyordu d o ğru su . Tavuk öld ü ğü n d e, Françoise, akan am a hın­
cını b oğam ayan kanı topladı; tekrar bir öfke parlam asıyla d ü ş­
m anın cesedine bakarak, son bir kez, "P is h ayv an !" dedi. Tir tir
titreyerek yukarı çıktım; Françoise derhal kapı dışarı edilse,
m em nun olurdum . A m a o zam an, kim bana o k adar sıcak b a­
dem li krem alı pastalar, o k ad ar gü zel kokulu kahveler, hattâ...

126
böyle tavuklar pişirecekti? A slın da bu alçakça hesabı benim g i­
bi herkes yapm ak zorun da kalm ıştı. Ç ünkü Léonie H alam , -b e ­
nim henüz b ilm ediğim bir ge rçeğ i- kızı için, yeğenleri için seve
seve canını verebilecek olan F rançoise'm, başka insanlara karşı
inanılm az derecede katı o ld u ğu n u biliyordu. H alam buna rağ ­
m en onu yanında tutm uştu, çünkü zalim liğini bilse de, hizm e­
tini takdir ediyordu. Tıpkı kilise vitraylarında ellerini k avu ştu r­
m u ş d u a eder h alde resm edilen kralların ve kraliçelerin salta­
natlarına kanlı olayların d am gasın ı vu rd u ğu n u tarihin açığa çı­
k arm ası gibi, ben de zam an içinde, FrançoiseTn yu m u şak lığı­
nın, ağırbaşlılığının, erdem lerinin ardın da, arka m utfak trajedi­
lerinin gizlendiğin i fark ettim. A krabaları haricindeki in san la­
rın b aşın a bir felaket geldiğin de, o insan ne k adar uzakta yaşı­
yorsa, FrançoiseTn o k adar m erham et d u y d u ğu n u anladım . Ta­
nım adığı insanların bahtsızlığını, gazetede ok u yu p döktü ğü
gö zy aşları, bahtsızlığa u ğray an kişiyi biraz net bir biçim de gö ­
zü n de canlandırabiliyorsa, derhal kururdu. Bulaşıkçı kız, d o­
ğu m d an sonraki ilk gecelerden birinde, korkunç karın ağrıları
çekm eye b aşlad ı; annem kızın iniltilerini d u y u p yataktan kalktı
ve Françoise'ı u yandırdı; Françoise, bütün du yarsızlığıyla, b ü ­
tün bu bağırm aların n um arad an ibaret oldu ğu n u , kızın "h an ı­
m efendilik tasla d ığım " id d ia etti. Bu tür krizlerin olabileceğin­
den korkan hekim , evim izdeki bir tıp kitabının konuya ilişkin
sayfasın ı işaretlem iş ve böyle bir d u ru m d a ne yapılacağın a dair
talim atı o say fad a bulabileceğim izi söylem işti. A nnem Fran-
çoise'ı kitabı alm aya gönderdi, say fa işaretini de d ü şü rm em esi­
ni tem bihledi. A rad an bir saat geçip Françoise gelm eyince, an­
nem FrançoiseTn yatağın a dö n m ü ş olacağını düşün erek sinir­
lendi ve k ütüph aneye beni gönderdi. O rada FrançoiseTa karşı­
laştım ; işaretli yerin neresi o ld u ğu n u m erak etm iş, krizin klinik
tanımını okuyor, bu du ru m d a, tanım adığı bir örnek hasta söz
k on usu oldu ğu n dan , hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yazarın d eğin ­
diği her sancılı belirtide, "Vah vah! Yüce M eryem , Tanrı zavallı
bir in san a böyle acı çektirm eyi reva görebilir m i? Vah, zavallı!"
diye haykırıyordu.
A m a ben kendisini çağırınca, G iotto'nun M erham eti'nin
başucun a geldi ve gelir gelm ez d e gözyaşları dindi; bulaşıkçı

127
kız y ü /ıin d en gcccniıı yarısında yataktan kalkm ış olm anın sı­
kıntısında ve sinirinde, ne çok iyi bildiği, gazete okurken sık sık
yaşadığı o hoş acım a ve şefkat d u y gu su n u bulabildi, ne d e aynı
aileden olm anın hazzını; tarifini ok u d u ğu n d a ağ lad ığ ı acıların
aynılarını gö zü y le gö rdü ğü n de, h u y su z h u y su z hom urdandı,
hattâ iğrenç, alaylı bir tavırla, bizim gittiğim izi, kendisini işit­
m ediğim izi zannederek, "M ad em öyle, o işi y a p m asay m ış!" d e­
di. "Y aparken iyiydi! Şim di naz yapm asın ! Bunun peşin d en git­
tiğine göre, oğlan d a u ğu rsu zu n teki belli ki. Ah, ah, anacığım ın
köyünde,

G ön ül verm işsen bir köpeğin kıçına


Sanırsın sanki kıç değil, benzer gü listan a

derlerdi."
Françoise, torunu hafif nezle old u ğu n d a, kendisi hasta bile
olsa, gece yatacağın a, çocuğun bir ihtiyacı var m ı diye yok la­
m ay a gider, işinin başın a vaktinde varabilm ek için gü n eş d o ğ ­
m ad an yürüyerek on beş kilom etrelik yolu teperdi; buna k arşı­
lık, yakınlarına beslediği bu sevgi ve ailesinin istikbalini garan ­
tilem e isteği, d iğer hizm etkârlar sö z kon usu o ld u ğu n d a, sabit
bir ilkede ifadesini b u lu rd u, o d a, tek bir hizm etkârın dahi, ha­
lam ın hizm etinde kalıcı olm asına asla izin verm em ekti; halam a
kim seleri yaklaştırm am ak, onun için bir gu ru r m eselesiydi,
kendisi hasta o ld u ğu n d a bile, bulaşıkçı kızın halam ın odasın a
girm esine g ö z yu m m ak tan sa, yatağın d an kalkıp Vichy su yu n u
kendi götürm eyi tercih ederdi. N asıl ki, Fabre'ın gözlem led iği
zarkan atlılardan örüm cek yabanarısı, kendisi öldükten sonra
yavrularının taze et yiyebilm esi için, zalim liğini anatom iyle
destekleyerek, av lad ığı bitki bitleriyle örüm ceklerin, ayakların
hareketini kontrol eden, am a diğer hayati işlevleri etkilem eyen
sinir m erkezini olağan ü stü bir bilgi ve beceriyle deler ve böyle-
ce, felç ettiği böceğin yakınına bıraktığı yum u rtalardan çıkacak
k urtçuklara, kaçm ası, direnm esi im kânsız, am a katiyen çürü­
m em iş, u ysal, zararsız bir av sağ larsa, Françoise da, evi bütün
hizm etkârlar için taham m ül edilm ez hale getirm e yolundaki
d eğişm ez am acını gerçekleştirm ek üzere, m üthiş ustalıklı ve

128
acım asız kurnazlıklara b aşv u ru rd u ; m esela o yaz neredeyse her
gün kuşkon m az yem em izin sebebi, yıllar sonra öğrendik ki,
kuşkonm azları ayıklam akla görevli bulaşıkçı kızın, kuşkonm az
k ok u su yüzün den , son u n da işten ayrılm asına yol açan, şiddetli
astım krizleri geçirm esiym iş meğer.

N e yazık ki Legran din kon usun dak i fikrim izi, kesinlikle


değiştirm eye m ecbur olduk. Pont-Vieux'deki k arşılaşm ad an
sonraki bir p azar gün ü, babam yanıldığını itiraf etm ek zorun da
kaldı: Ayin bittiğinde, dışarıdan, gü n eş ve seslerle birlikte kili­
senin içine öylesine kutsallıktan u zak bir şey n üfuz etm ekteydi
ki, M m e G ou pil'le M m e Percepied (az önce, ben kiliseye biraz
gecikerek gird iğim d e gözlerini du a kitapların dan ayırm am ış
olan, yerim e ulaşm am ı engelleyen küçük sırayı ayaklarıyla
u su lca itm em iş olsalar, gird iğim i görm ediklerini zannedebile­
ceğim herkes), sanki M eydan 'a çıkm ışız gibi, yü k sek sesle, ta­
m am en m ad d i kon ularda bizim le sohbet etm eye b aşlam ışlar­
ken, p az ar yerinin alacalı bulacalı k arm aşasın a hâkim giriş su n ­
durm asın ın altında, gü n eş vu rm u ş eşikte, L egran din 'i gördük;
kendisini son g ö rd ü ğü m ü zd e yanın da b ulunan hanım ın kocası,
onu yörenin bir başk a b ü yü k toprak sahibinin eşine takdim et­
m ekteydi. L egran din 'in yü zün de, olağan ü stü bir heyecan ve
şevk ifadesi okunuyordu; yerlere k ad ar eğildi ve ardın dan da,
m uhtem elen kız kardeşi M m e de Cam brem er'in k ocasın dan ö ğ ­
renm iş old u ğu , sırtını, başlangıçtakinden dah a geriye kaykıltan
ani bir do ğru lm a hareketi yaptı. Bu süratli doğru lu ş, L egran ­
din'in, bu k ad ar do lgu n o ld u ğu n u tahm in etm ediğim p o p o su n ­
da, coşkulu ve kaslı bir d algalan m a yarattı adeta; ve neden bil­
m em , bu salt m ad d ed en oluşan d algalan m a, bu tüm üyle tensel,
m aneviyattan eser taşım ayan, b ayağı bir gayretkeşliğin fırtına­
ya d ö n ü ştü rd ü ğü çalkantı, birdenbire zihnim de, bizim tanıdığı­
m ız Legran din 'den apayrı bir Legran din olabileceği fikrini can­
landırdı. Takdim edildiği hanım , arabacısına bir şey söylem esi­
ni rica etti kendisinden; Legran din arab aya d o ğru ilerlerken, ta­
nıştırılm anın çehresine yerleştirdiği çekingen ve vefalı m u tlu ­
luk ifadesi, hâlâ yüzün den silinm em işti. A deta bir rü yadaym ış
gibi, kendinden geçm iş, gü lü m sü y ord u ; hanım ın yanm a döner-

129
kon, aceleyle, hor zam ankinden hızlı y ü rü d ü ğü için, om uzları
bir sağ a bir sola, gülünç bir biçim de salınıyordu, hiçbir şeye al­
dırm ayarak kendini bıraktığı m u tlu lu ğu n elinde, cansız ve m e­
kanik bir oyuncak olm u ş gibiydi. Biz bu sırada su n du rm an ın
altından geçm iş, ona d o ğru ilerlem ekteydik; Legran din 'in ter­
biyesi, bizi görünce başını çevirm esine m ü saad e etm ezdi, am a
ansızın derin bir tahayyüle dalan bakışlarını, ufkun o k ad ar
uzaktaki bir noktasına dikti ki, bizi görm esi m üm kün olm adı
ve selam lam ası da gerekm edi. İstem eyerek yolunu şaşırıp, nef­
ret ettiği bir lüksün ortasın a d ü şm ü ş gibi görünen döküm lü,
d ü z ceketinin üstün deki çehresinde sa f bir ifade vardı. M ey-
d an 'd ak i rü zgârın sa v u rd u ğ u benekli kravatı, L egran din 'in g u ­
rurlu inzivasının ve soylu bağım sızlığın ın san cağı gibi, d a lg a ­
lan m aya d ev am ediyordu. Tam eve vardığım ız sırada, annem ,
krem alı p astay ı u n u ttu ğu m u zu fark etti ve babam la benden,
geri d ö n ü p pastay ı hem en gönderm elerini söylem em izi rica et­
ti. K ilisenin yakınında, aynı hanım ı arabasın a geçirm ekte olan
ve karşı yönden bize d o ğru gelen Legran din 'le karşılaştık. Ya­
n ım ızdan geçerken, yanın daki hanım la kon uşm aya devam ede­
rek, m avi gözü n ün kenarıyla, ad e ta.gö zk ap ağ ın ın altında ka­
lan, ufacık bir işaret verdi bize; y ü z kaslarını katiyen etkilem e­
yen bu işareti, m uhatabı katiyen fark etm eyebilirdi; am a d u y ­
gularının ifadesini biraz d ar bir alana sığdırm ış olm asını, bu
d u y gu ların yo ğu n lu ğu y la telafi etm ek isteyen Legran din 'in bi­
ze tahsis ettiği o gök m av isi köşe, sevim liliği aşan , n eredeyse
m u ziplik denebilecek, coşk u lu bir cana yakınlıkla ışıl ışıl p arla­
dı; nezaketin gerektirdiği inceliği, gizli bir an laşm ayı çağrıştı­
ran bir gö z kırpışm a, im ay a, doku n du rm aya, suçortaklığm ın
esraren giz havasın a k ad ar vardırdı; son olarak d a, dostlu k ifa­
desini sev gi do lu itirazlara, aşk ifşaatına k adar gö tü rdü ve bu z
gibi donuk çehresinde, aşk la do lu gözbebeği, şato sahibesinin
görm ediği, gizli bir baygınlıkla, sad ece bizim için ışıldadı.
L egran din , bu k arşılaşm ad an bir gün önce, ertesi gün ak­
şam yem eğine beni evine dav et etm iş, annem le b ab am dan , git­
m em e izin verm elerini rica etm işti. "G elin yaşlı d o stu n u za ar­
kadaşlık edin ," dem işti bana. "T ıpkı bir seyyahın, bir dah a gö r­
m eyeceğim iz bir diy ard an bize gön d erdiği bir dem et çiçek gibi,

130
o ırak yeniyetm elik diyarından, benim de u zu n yıllar önce g e­
çirdiğim baharların çiçek k okusunu getirin bana. Çuhaçiçeğiy-
le, d ü ğün çiçeğiy le birlikte, Balzac florasının sevgi dem etini
olu şturan dam k o ru ğu y la birlikte, D iriliş yortusun un çiçeği ça-
y ırp ap aty asıy la birlikte, P askalya sağanakların ın son kartopları
henüz erim em işken büyükhalanızın bahçesini rayihalarıyla
do ld u ran k artopu çiçekleriyle gelin. Hz. Sü leym an 'a layık zam ­
b ağın görkem li ipek giysisiyle, m enekşelerin çokrenkli m ine­
siyle birlikte ve bilh assa, hâlâ son donların serinliğini taşıyan,
bu sab ah tan beri bekleyen iki kelebek için, ilk K u d ü s gülün ün
kapısını aralayacak olan esintiyle birlikte gelin ."
Evde, her şeye rağm en M. Legran din 'in evine ak şam yem e­
ğine gid ip gitm eyeceğim tartışılıyordu. A m a büyükannem ,
L egran din 'in kabalık etm iş old u ğu n a in anm am akta direndi.
"K ilisey e hiç de sosyetik olm ayan, sad e giysileri içinde geld iğ i­
ni kendiniz d e kabul ediyo rsu n u z," diyordu. N e olu rsa olsun,
en kötü ihtim alle, Legrandin terbiyesizlik etm işse de, bunu fark
etm em iş gibi görünm enin dah a u ygun o ld u ğu n u ileri sü rü yor­
du. D oğru yu söylem ek gerekirse, L egran din 'in davranışın a en
çok sinirlenen b abam bile, bu davranışın an lam ı k on usun da,
yine d e bir şü p h e taşıyordu belki. Bir insanın kişiliğinin en d e­
rin, en gizli yanını açığa çıkaran bütün d av ran ış ve hareketler
gibiydi L egran din 'in davranışı: Bunlar, o kişinin dah a önce sö y ­
lem iş o ld u ğ u sözlerle b ağd aşm azlar, asla itirafta b ulunm ayacak
olan san ığın ifadesiyle doğru lan m aları im kânsızdır; kendi d u ­
yularım ızın tanıklığına b aşvurabiliriz ancak, bu tek ve an laşıl­
m az hatıranın k arşısında ise, duyularım ızın bir yanılsam anın
elinde oyuncak olup olm adığını d ü şü n ü rü z; dolayısıyla, bu tür
-aslın d a bir önem taşıyan y e g ân e- davranışlar, çoğun lukla biz­
de çeşitli şüph eler uyandırırlar.
L egran din 'le ak şam yem eğini, evinin terasında yedik,
m eh tap vardı. "H o ş bir sessizlik var, değil m i?" d ed i bana.
"Eserlerini ileriki yıllarda okuyacağınız bir rom an yazarı, be­
nim ki gibi yaralı gönüllere sadece karanlığın ve sessizliğin u y ­
gun d ü ştü ğü n ü söyler. H ayatta, sizin henüz çok u zağ ın d a ol­
d u ğ u n u z öyle bir an gelir ki yavru cu ğum , yorgun gö zler sa d e ­
ce tek bir ışığa, böyle güzel gecelerin karanlıktan dam ıtarak ha­

131
zırladığı ışığa taham m ül edebilir, kulaklar, sad ece ve sadece,
m ehtabın, sessizliğin flütüyle çaldığı m ü ziği dinleyebilir."
Legrandin'in her zam an b ü yü k bir zevkle din lediğim sözlerine
kulak veriyordum , am a kısa bir sü re önce, ilk kez gö rd ü ğü m
bir kadının hatırası, beni h u zu rsu z etm ekteydi; L egran din 'in ci­
vardaki aristokratların birçoğuyla tanıştığını öğrenm iş oldu ­
ğu m d an , belki bu hanım ı da tanıdığını d ü şü n d ü m ve cesareti­
mi toplayıp sordum : "Beyefendi, G uerm an tes şatosu n u n sah i­
besini... sahiplerini tanıyor m u su n u z?" Bu ism i telaffuz etm ek,
sırf tahayyüllerim den çekip çıkarm akla ona nesnel ve sessel bir
varlık k azan dırm ış olm am dan ötürü, adeta isim ü zerin de hâki­
m iyet kurm am ı sağ lad ığı için bana m utluluk verdi.
N e var ki bu G uerm an tes ism inin telaffuzuyla birlikte, d o s­
tu m uzun m avi gözlerinin ortasına, m inik kahverengi bir çizi­
ğin yerleştiğini fark ettim ; sanki gözbebekleri görün m ez bir ka­
zı kalem iyle delinm işti ve bu çiziğin haricindeki kısm ı, m avi
d algalar salgılay arak tepki veriyordu. G özkapaklarm ın etrafı
kararıp sarktı. Acı bir kıvrım la bükülen d u dakları, gözlerinden
d ah a çabuk toparlan arak bir tebessüm le kıvrıldı; bakışları, v ü ­
cud u oklarla delik deşik olm u ş yakışıklı bir şehidin bakışları g i­
bi açılıydı hâlâ. "H ayır, tanım ıyorum ," dedi, am a böylesine b a­
sit bir açıklam aya, böylesine olağan bir cevaba u ygu n düşecek
do ğal, sıradan ses tonunu kullan acağın a, kelim eleri vu rgu lay a­
rak, eğilerek, başın ı selam verir gibi sallay arak konuştu; tavrın­
d a hem -san k i G uerm an tes'ları tanım am ası, ancak garip bir te­
sad ü fü n sonucu olabilirm iş g ib i- şaşırtıcı bir sö zü m ü ze inanıl­
m asını isted iğim iz zam an gö sterdiğim iz ısrar, hem de, bizim
için ü zü cü olan bir d u ru m u gizleyem eyeceğim izi anlayınca,
dile getirdiğim iz itirafın bizi rahatsız etm ediği, kolay, hoş, ken­
diliğinden bir itiraf old u ğu , du ru m un kendisinin d e -G uer-
m an tes'larla tan ışm am an ın - pekâlâ, boyun eğilen bir şey değil,
bizim tarafım ızdan istenen ve - b u örnekte G uerm an tes'larla
görüşm eyi y a sak lay an - bir aile geleneğinden, ahlaki ilkeden
veya yem inden kaynaklanan bir d u ru m olabileceği izlenim ini
u yan dırm ak am acıyla, bu d u ru m u yü k sek sesle du yurm ayı ter­
cih ettiğim iz zam an sergiled iğim iz abartı vardı. "H ayır," diye
devam etti, tonlam asını kendi sözleriyle d e açıklayarak, "hayır,

132
tanım ıyorum kendilerini, tanışm ayı hiçbir zam an istem edim ,
tam bağım sızlığım ı korum aya daim a özen gösterdim ; bilirsiniz,
ben aslın da devrim ci bir kafa yapısına sahibim dir. Bu kon uda
in san lar çok ü stü m e geldi, G uerm an tes'a gitm em ekle hata etti­
ğim i, kaba, yabani bir ad am gibi d avran d ığım ı söylediler. A m a
böyle bir şöhretim olm ası, beni hiç mi hiç korkutm uyor, çünkü
çok d oğru ! A slın da benim yeryü zü nde sev d iğim şeyler, birkaç
kilise, iki üç kitap, bir o k ad ar tablo ve bir d e m ehtapta, sizin
gençliğinizin esintisiyle burn um a u laşan, yaşlı gözlerim in artık
görem ediği çiçek tarhlarının kok u su n dan ibaret." İnsanın, za­
ten tanışm adığı kişilerle görüşm em esi için neden b ağım sızlığı­
na dü şk ü n olm ası gerektiğini ve bu yüzden yaban i diye d am ­
galan dığın ı pek anlayam am ıştım . A m a anladığım bir şey vardı,
o da, Legran din 'in, sad ece kiliseleri, m ehtabı ve gençliği sev d i­
ğini söylerken tam am en d ü rü st olm adığıydı; şato lard a yaşayan
insanları çok sev iyo rd u ve onlarla birlikteyken, h oşa git­
m em ekten o k adar k orkuyordu ki, burjuvalarla, noter veya sar­
raf evlatlarıyla do st old u ğu n u onlara gösterm eye cesaret ede­
m iyor, gerçek ortaya çıkacaksa, kendisi yokken, kendinden
uzakta, "g ıy ab ın d a " çıkm asını tercih ediyordu; yani snoptu.
A nnem le babam ın da, benim de çok hoşlan dığım ız o kendine
has kon uşm aların d a, bütün bunlarla ilgili, asla tek kelim e et­
m ezdi elbette. H atip L egrandin, ben, "G uerm an tes'ları tanıyor
m u su n u z?" diye soracak olsam , "H ayır, tanışm ayı hiç istem e­
d im ," diye cevap verirdi. N e yazık ki, bu cevabı verecek olan
L egrandin, bir b aşk a L egran din 'in b u yru ğu altındaydı; özenle
benliğinin derinliklerinde sak lad ığı ve bizim L egran din hak­
kında, sn o p lu ğu hakkında tehlikeli bilgilere sah ip o ld u ğ u için
bize gösterm ediği bu ikinci Legrandin, yaralı bakışlarıyla, ger­
gin sırıtışıyla, aşırı ciddi ses tonuyla, bizim L egran din 'i bir an ­
da sn oplu ğu n A ziz Sebastian 'ı gibi delik deşik ederek bitkin
dü şü ren ok yağm u ruy la, cevap verm işti bile: "A h! Bana işkence
ediyorsun uz! Hayır, G uerm an tes'ları tanım ıyorum , hayatım ın
bu onm az yarasını d eşm eyin ." Bu asi çocuk Legran din , bu şan ­
tajcı L egrandin, ötekinin gü zel lisanına sah ip olm am akla birlik­
te, o k adar hazırcevaptı, "refleksle" cevap verirdi ki, hatip
L egrandin dah a onu su stu rm ay a kalk ışam adan k on u şm u ş olur,

133
bizim d o stu m u z olan Legrandin, alter egosu n un ifşaatının bı­
raktığı kötü izlenim e ne k adar ü zü lse de, bu izlenim i telafi et­
m eye çalışm aktan b aşk a bir şey gelm ezdi elinden.
Hiç şü ph e yok ki, bu, M. Legrandin'in, sn oplar aleyhinde
atıp tutarken sam im i olm adığı anlam ına gelm iyordu. L egran ­
din sn op oldu ğu n u, hiç değilse kendiliğinden, bilem ezdi, çün­
kü gerçekten bilebildiğim iz tutkular, başkalarının tutkularıdır
ancak; kendi tutkularım ız hakkında bilebildiklerim izi ise, b a ş­
kalarından öğrenm işizdir. Tutkularım ız bizi, dolaylı yoldan, ilk
dürtülerim izin yerine dah a m ü n asip b aşk a dürtüler koyan
hayal gü cü aracılığıyla etkilerler. Legrandin'in snobizm i, asla
ona bir d ü şesi sık sık ziyaret etm esini öğütlem ezdi. L egran ­
din'in hayal gücünü, o d ü şesi Legran din 'e her türlü cazibeye
sah ip bir kadın olarak gösterm ekle görevlendirirdi. Legrandin
de, iğrenç snopların bilm ediği, an lam adığı zekâ ve faziletin ca­
zibesine k apıldığı zannıyla, d ü şese yaklaşırdı. L egran din 'in de
bir sn op o ld u ğu n u , sad ece b aşkaları bilirdi, çünkü hayal gü cü ­
nün ara faaliyetini an lam aları m üm kün olm adığından , bir yan­
d a L egran din 'in sosyete faaliyetlerini, karşısında d a asıl sebebi
görürlerdi.
Evde, hepim izin M. Legran din k on usun daki hayalleri yı­
kılm ış, kendisiyle çok seyrek gö rü şü r olm uştuk. A nnem ,
L egran din 'i, hâlâ b ağışlan m ası im kânsız günah diye ad lan d ır­
dığı sn oplu k k on u su n da her su çüstü yakalayışın da, m üth iş eğ­
leniyordu. B abam sa L egran din 'in h orgörüsün ü böylesine aldı­
rışsızca, neşeyle ele alm akta zorluk çekiyordu; bir yaz tatilinde,
beni büyükann em le Balbec'e gönderm eyi düşü n dü klerin d e,
babam , "B albec'e gideceğinizi Legran din 'e m utlaka söylem eli­
yim ," dedi; "b ak alım sizi kız kardeşiyle görüştü rm eyi teklif
edecek m i? K ız kardeşinin Balbec'e iki kilom etre m esafed e
otu rdu ğu n u bize söylem iş o ld u ğu n u hatırlam ıyordur herhal­
d e." Sayfiyede insanın sabah tan ak şam a k u m sald a kalıp tuzlu
deniz havasın ı so lu m ası ve kim seyle tanışm am ası gerektiğini,
ziyaretlerin, gezintilerin, den iz h avasın dan çalınm ış vakitler ol­
du ğu n u dü şü n en büyükann em se, aksine, planlarım ızdan
L egran din 'e sö z edilm esini istem iyor, tam biz balığa çıkacak­
ken, L egran din 'in kız kardeşi M m e de C am brem eı'in otele çı­

134
kageldiğini, bizi onu ağırlam ak üzere otelde h apis kalm aya
m ecbur ettiğini gö rü r gibi oluyordu şim diden . A m a annem , b ü ­
yükannem in bu korkularına gülüyor, böyle bir tehlike bu lu n ­
m adığını, L egran din 'in bizi kız k ardeşiyle görüştü rm eye pek
de hevesli olm ayacağını dü şü n ü y ord u kendi kendine. N e var
ki, bir ak şam Vivonne kıyısında kendisine rastlad ığım ızda,
Legran din , bizim ona Balbec'ten söz etm em ize gerek k alm a­
dan, oralara gitm eye niyetim iz olabileceğini aklından hiç geçir­
m eyerek kendi kendine tu zağa düştü.
"B u ak şam b u lu tlarda bir b aşk a m orluk, bir b aşk a m avilik
var, değil m i d o stu m ?" dedi babam a. "G ök yü zü n d en çok çiçek­
lere ait, şaşırtıcı bir sinerarya m avisi. Ya şu m inik pem be bulut,
bu tonda bir çiçek, bir karanfil veya ortanca yok m u d u r? H av a­
d a böyle bitkisel bir saltanatı yoğun biçim de sad ece M anche'ta,
N orm an diy a'y la Bretanya arasın d a gözlem ledim . O rad a, Bal-
bec'in, o vahşi yerlerin yakınında öyle sevim li bir koy vardır ki,
A u ge yöresinin, güzelliğin i inkâr edem eyeceğim kızıl yaldızlı
gü n eş batışları, yanında sıradan ve silik kalır; o rutubetli, ılık
h av ad a, ak şam ları birkaç san iye içinde, benzersiz, ilahi dem et­
ler halinde, m avi ve pem be çiçekler açar ve solm aları çoğu kez
saatler sürer. Bazıları d a hem en yaprak y ap rak dökülüverir; iş­
te o zam an, say ısız pem be, kükürt sarısı yap rağın b aştan b aşa
bütün gök yü zü n e saçılm asını seyretm eye d o y u m olm az. O pal
körfez denilen bu koyda, altın kum sallar, tıpkı sarışın birer
A ndrom eda gibi, k om şu kıyılardaki o korkunç kayalıklara, her
kış çok say ıd a teknenin deniz kazaların a kurban gittiği, orad a
batan gem ilerle ünlü o ölüm cül kıyıya bağlı oldu k ların d an , d a ­
ha d a gü zel görünürler. Balbec! Y urdum uzun en eski jeolojik
yapısı, gerçekten, A rm or1, Deniz, yeryüzünün sonu, -k ü çü k
d o stu m u zu n okum ası gereken bir b ü yü cü o lan - A natole Fran-
ce'm , so n su z sisleriyle, Odysseia'd ak i Kim m erlerin gerçek ülke­
si olarak, eşsiz biçim de tasvir ettiği lanetli bölge. Ö zellikle de,
an tikçağdan kalm a o büyüleyici topraklar üzerin e güzelliğin i
b ozm ayan otellerin in şa edilm eye b aşlan d ığı Balbec'ten, iki
adım ötedeki bu ilkel, enfes güzellikteki bölgelere kısa geziler
düzenlem ek, m üthiş bir m utluluktur!"
1 Kelt dilinde deniz ülkesi.

135
"Ya! A caba Balbec'te bir tanıdığınız var m ı?" dedi babam .
"T esad ü f bu ya, bizim oğlan d a bü yü kan n esiyle birlikte iki aylı­
ğına oraya gidecek; annesi de belki onlara katılacak."
G özlerinin babam a dikili o ld u ğu bir an da gelen bu soruyla
gafil avlan an Legrandin, bakışlarını b aşk a bir yöne çevireme-
yince, her san iye biraz dah a y o ğu n laştırarak -b ir y an dan da
hüzünle gü lü m seyerek - babam ın gözlerine sabitledi, dostça,
sam im i, gö z gö ze gelm ekten kaçınm ayan bir edayla, adeta b a­
bam ın yü zü say d am laşm ışçasın a, onun ötesine geçti; o anda,
bu yü zün arkasında, çok u zak larda, canlı renklere b oyanm ış bir
bu lu t gö rü r gibiydi; bulut, Balbec'te tanıdıkları olu p olm adığı
so ru ld u ğ u an da kendisinin b aşk a bir şey d ü şü n d ü ğ ü n ü ve so­
ruyu d u y m adığın ı kanıtlayabilm esini sağlay acak , hayalî bir ta­
nıktı. G enellikle bu tür bakışlar, m uhatabın, "N e d ü şü n ü y o rsu ­
n u z ?" dem esin e sebep olurlar. A m a b ab am m erakla, sinirlene­
rek, acım asızca dev am etti:
"B albec'i bu k ad ar iyi tanıdığınıza göre, o yörede dostları­
nız mı v a r?"
L egran din 'in gü lüm seyen bakışları, son bir u m u tsu z ça­
bayla, azam i sevgi, belirsizlik, sam im iyet ve dalgınlık n oktası­
na ulaştı, am a artık cevap verm ekten b aşk a çaresi kalm adığını
d ü şü n m ü ş olacak ki, şöyle dedi:
"B enim her yerde dostlarım vardır; yaralanm ış, am a m ağ ­
lu p olm am ış, kendilerine acım ayan, m ağfiretsiz bir tanrıya,
acıklı bir inatla, birlikte y akarm ak üzere birbirine yaklaşm ış
ağaç küm elerinin b u lu n d u ğ u her yerd e."
A ğaçlar k adar inatçı, Tanrı k ad ar m ağfiretsiz olan babam ,
"Ben onu kastetm em iştim ," diye Legran din 'in sö zü n ü kesti.
"K ayın validem in başın a bir şey gelirse, oralarda kendini y a p a ­
yalnız hissetm esin diye so rd u m tanıdıklarınız olu p olm adığı­
nı."
"H er yerde o ld u ğ u gibi o rad a da, hem herkesi tanırım,
hem kim seyi tanım am ," diye cevap verdi, öyle kolay kolay tes­
lim olm ayan L egrandin; "nesneleri çok iyi, insanları pek az ta­
nırım. A m a orad a nesneler bile birer in san a, az bulunur, h assas
bir m izaca sah ip, hayatın hayal kırıklığına uğrattığı insanlara
benzerler. Bazen bu, falezd e karşınıza çıkan küçük bir şatodur:

136
G ök yü zü n de yükselen altın ayın, alacalı suları yararak sahile
dönm ekte olan teknelerin direklerine kendi flam asını çektiği,
kendi renkleriyle b oy ad ığı, pem beliğini hâlâ koruyan akşam la
kederini p ay laşm ak üzere yolun kenarında durur; bazen de tek
başına, çirkince, çekingen am a hayalperest, ölü m sü z bir m utlu­
luk ve hayal kırıklığı sırrını bütün gözlerden gizleyen b asit bir
evdir. Bu gerçeklikten yok su n diyar," diye ekledi kurnazca bir
incelikle, "tam am en k u rgu sal olan bu diyar, çocuklara göre bir
kitap değildir, zaten hüzne eğilim li olan küçük dostum a, h assas
yüreğine tavsiye edeceğim tarz olam az kesinlikle. A şk sırları­
nın ve gereksiz pişm anlıkların iklimi, benim gibi g ö zü açılm ış
bir ihtiyara u y g u n düşebilir, am a henüz biçim lenm em iş bir m i­
zaç için d aim a zararlıdırlar. İnanın b an a," diye d ev am etti ısrar­
la, "y arı yarıya Breton olan o koyun suları, benim ki gibi artık el
d eğm em iş olm ayan bir yüreği, yarası dinm eyen bir yüreği sa­
kinleştirebilir, ki bu d a tartışılır. A m a sizin yaşın ızd a sakıncalı­
dırlar küçük bey. İyi geceler sevgili kom şu lar," diye ekleyerek,
her zam anki k açam ak sertliğiyle bizlerden ayrıldı, sonra geri
d ö n ü p doktorlar gibi p arm ağı h avad a, m u ayen e sonucun u
özetledi: "E lli yaşın d an önce Balbec yasak, sonra da, kalbin d u ­
rum una b ağ lı!" diy e bağırdı.
Babam , dah a sonraki k arşılaşm alarım ızda L egran din 'e bu
konuyu tekrar açtı, onu sorularla bunalttı, am a çabaları b oşa
çıktı; biz biraz dah a ısrar etseydik, M. Legrandin, tıpkı sahte
parşöm enler üretm ek am acıyla, dah a kârlı ve fakat şerefli bir iş
yapm ak için harcayacağı em eğin ve bilginin y ü z katını sarf e-
den âlim dolandırıcı gibi, öz kardeşinin Balbec'ten iki kilom etre
uzakta otu rdu ğu n u itiraf edeceğine, bize bir tavsiye m ektubu
verm eye m ecbur olacağına, A şağ ı N orm an d iy a'y a ilişkin bir
m anzara etiği ve göksel coğrafya kurm ayı tercih ederdi, oy sa
bizim bu m ektuptan yararlan m ay acağım ızd an kesinlikle emin
olsa -k i büyükannem in kişiliğini kendi tecrübeleriyle gayet iyi
bildiği için em in olm alıydı a slın d a - vereceği tavsiye m ektubu
onu bu k ad ar korkutm azdı.
A kşam yem eğinden önce Léonie H alam ı ziyaret edebilm ek
için, gezintilerim izden daim a erken dönerdik. H avanın erken
karardığı m evsim başlangıcın da, Saint-Esprit So k ağı'n a vardı­
ğım ız zam an, evin cam larında gü n eş batışının yansım aları, C al­
vaire orm anlarının bittiği yerde de, koyu kızıl bir şerit olurdu
hâlâ; aynı şerit dah a ötedeki göle de yansır, genellikle oldukça
keskin bir so ğu ğu n eşlik ettiği bu kızıllık, zihnim de, gezintinin
şiirsel hazzın dan sonra bana obu rlu ğu n , sıcağın ve dinlenm e­
nin hazzını tattıracak olan tavu ğu n k ızardığı ateşin kızıllığıyla
birleşirdi. Yazın ise, aksine, biz eve d ö n d ü ğ ü m ü z d e gü n eş he­
nüz batm am ış olurdu; Léonie H alam ı ziyaret ettiğim iz sırada,
gün eşin alçalan, pencereye değen ışınları, kalın perdelerle kor­
donların arasın a sıkışır, bölünür, dallan ıp budaklanır, süzülür,
lim on ağacın dan yapılm ış konsolun üzerini küçük altın k akm a­
larla süsler, odayı yandan, orm anların içindeki inceliğiyle ay ­
dınlatırdı. A m a çok ender bazı günlerde, d ö n d ü ğ ü m ü z zam an,
konsol anlık kakm alarını çoktan kaybetm iş, Saint-Esprit Soka-
ğı'n a vard ığım ızda, cam ların ü zerin de gü n eş b atışından tek bir
yansım a bile kalm am ış, C alvaire'in eteğindeki göl, kızıllığını
kaybetm iş, bazen opal rengine b ü rü n m ü ş olu rdu, giderek g e­
nişleyen ve su dak i çizgilerle çatlak çatlak olan u zu n bir ay ışığı
huzm esi, gölü boydan boya keserdi. Böyle ak şam lard a, eve
yaklaştığım ızda, kapının eşiğin de birinin d u rd u ğ u n u gö rür­
dük; annem bana, "A m an Tanrım! Françoise bizi bekliyor, ha­
lan endişelenm iş olm alı; biz d e çok geciktik," derdi.
Vakit kaybetm em ek için üstüm ü zdek ileri bile çıkarm adan
hem en Léonie H alam ın od asın a, onu yatıştırm aya, onun kur­
d u ğ u kötü şeylerin b aşım ıza gelm ediğin i gösterm eye koşardık;
halam ın d a gayet iyi bild iği gibi, "G u erm an tes tarafın a" g id i­
lince, eve kaçta dönüleceği hiç belli olm azdı.
"B uyrun Françoise!" derdi halam . "B en size dem edim mi,
G uerm antes tarafına gitm işlerdir diye? Yüce Tanrım, kurtlar gi­
bi acıkm ış olm alılar! Sizin but d a bu k ad ar bekleyince kupkuru
olm uştur. Bu saatte gelinir mi hiç! D em ek G uerm an tes tarafına
gittiniz!"
"Ben sizin bildiğinizi san ıyord u m , L éonie," derdi annem.
"F ran çoise'ın bizi, sebze bahçesinin küçük kapısın dan çıkarken
gö rd ü ğü n ü zan n ediy ordu m ."

138
C om bray çevresinde, gezinti yapılacak iki "taraf" vardı;
bunlar birbirlerine o k ad ar zıt yönlerdeydiler ki, ikisine gitm ek
için, evden dışarıya, iki ayrı k apıdan çıkardık: Biri, yold a M.
Svvann'ın arazisinin önünden geçtiğim izden, Svvann'ların tarafı
diye de adlan d ırd ığım ız M eseglise-la-V ineuse tarafıydı, öbürü
de G uerm an tes tarafı. D oğru yu söylem ek gerekirse, M eseglise-
la-Vineuse' ü, "o taraf" olarak tanıdım sadece, bir de p az ar gü n ­
leri C om b ray'ye gezm eye gelen insanlarını tanıdım ; bunlar, ha­
lam gibi bizlerin de "hiç tan ım ad ığı" ve b u rad an yola çıkarak,
"h erhalde M eseglise'den ge lm iş" yabancılardı. G uerm an tes'a
gelince, onu bir gün, am a çok dah a sonraki bir tarihte, çok daha
fazla tanıyacaktım ; yeniyetm elik yıllarım boyunca, M eseglise
benim n azarım da, ufuk gibi u laşılm az, ne k adar uzaklara gid i­
lirse gidilsin, C om b ray'ye benzem eyen bir arazinin kıvrım la­
rıyla gö zd en gizlenen bir şey di; G uerm antes ise daim a "o ta-
raf"ın , gerçekten ziy ad e zihinsel sınırı, ekvator çizgisi gibi, ku­
tup gibi, D oğu gibi, adeta soyu t bir coğrafi ifade olarak görün ­
m ü ştü gözüm e. O zam an lar M eseglise'e "G uerm antes yolu y la"
ya da G uerm an tes'a M eseglise yoluyla gitm ek, benim için batı­
ya d o ğ u yoluyla gitm ek k ad ar an lam sız bir ifadeydi. Babam
her zam an M eseglise'den , o gün e dek gö rd ü ğü en gü zel ova
m an zarası, G uerm an tes'tan d a, tipik nehir m an zarası olarak
sö z ettiği için, onları bu şekilde, iki ayrı varlık olarak algılıyor,
zihnim izin yaratılarına m ah su s bütünlükle donatıyordum ; her
birinin en u fak parçası dahi değerliydi benim gö zü m d e ve o ta­
rafın kendine özgü m ükem m eliyetini yansıtırdı, oy sa her ikisi­
nin de, kutsal topraklarına ay ak b asm ad an önce katedilen, ova
m an zarası tim sali ve nehir m an zarası tim sali sıfatıyla üzerinde
yer aldıkları, tam am en m ad d i yollar, onlarla k ıyaslandığında,
tıpkı tiyatro sanatına vu rgu n bir seyircinin nazarında bir tiyat­
ronun yakınındaki küçük sokak lar gibi, seyredilm eye değm ez­
di. A m a hepsinden önem lisi, benim , ikisinin arasına, birbirle­
rinden kilom etre olarak u zaklıkların dan ziyade, beyn im de on­
lara ayırdığım iki bölm e arasın dak i m esafeyi, yani nesneleri
uzaklaştırm anın yanı sıra, ayıran ve başka bir dü zlem e oturtan
türden zihinsel bir m esafe koym am dı. Bu sınırı dah a d a m utlak
kılan bir başk a şey de, aynı gü n içinde, aynı gezinti sırasın da,

139
asla iki tarafa birden gitm em e, bir gün M eseglise tarafına, bir
başka gün G uerm antes tarafına gitm e alışkanlığım ızın, ikisini,
adeta birbirlerinden uzakta, birbirlerine yabancı, farklı öğle
sonralarının kapalı ve birbiriyle bağlan tısız fanuslarının içine
hapsetm esiydi.

M eseglise tarafına gitm ek isted iğim izde, herhangi bir yere


gider gibi, halam ın evinin Saint-Esprit Sok ağı üzerindeki b ü ­
yük kapısın dan (fazla u zu n bir gezinti olm adığı ve bizi fazla
u z a ğ a götürm ed iği için, pek erken say ılm ay acak bir saatte, ha­
va k apalı olsa bile) dışarı çıkardık. Sokakta silahçıyla selâm la­
şır, m ektupları p o sta k u tu su n a atar, geçerken T heodore'a, Fran-
çoise'm yağı veya kahvesi k alm adığını haber verir ve M.
Svvann'm bahçesinin beyaz çiti boyun ca u zan an yold an ilerle­
yerek kentin dışın a çıkardık. M. Svvann'm bahçesine d ah a v ar­
m adan , m isafirleri karşılayan leylakların k ok u su n u duyardık.
Leylakların kendileri de, g ö lg ed e bile em dikleri gü n eşle p arla­
yan eflatun ya d a beyaz tüyden sorguçlarını, küçük, yeşil, kör­
p e yapraklarının arasın dan , bahçe çitinin üzerinden m erakla
uzatırlardı. Bekçinin otu rd u ğu , O kçu Evi diye anılan küçük
tu ğla evin yarı yarıya gizled iği leylakların pem be m inareleri
ise, evin gotik çatısından yukarıya uzanırdı. Bu Fransız bahçe­
sinin içinde İran m inyatürlerinin canlı ve sa f tonlarını koruyan
bu genç hurilerin yanın da, ilkbaharın nympha'la n b ay ağı kalır­
dı. Ben bu hurilerin esnek gövdelerin e sarılm ak, güzel kokulu
başlarının yıldızlı buklelerini kendim e d o ğru çekm ek isterdim ,
am a annem le b abam Sw ann evlen diğinden beri T ansonville'e
gitm ediklerinden, bahçenin önünden, hiç du rm ad an , d ü m d ü z
geçer, bahçenin içine b ak ıy orm u şu z izlenim i uyan dırm am ak
için de, çit boyunca u zan ıp d o ğru d an tarlalara açılan yolu de­
ğil, yine tarlalara, am a çok d ah a u zakta bir noktaya çıkan, vere­
vine uzan an bir b aşk a yolu izlerdik. Bir gü n büyü kb ab am b a­
bam a şöyle dedi:
"H atırlıyor m u su n u z, Sw an n dü n karısıyla kızının R eim s'e
gideceğini, kendisinin d e b u n d an yararlan ıp Paris'te bir gün

140
geçireceğini söylem işti? H anım lar olm adığın a göre, bahçenin
önünden geçen yoldan gidebiliriz, yo lu m u zu kısaltm ış oluruz."
Çitin ön ünde biraz durduk. Leylak m evsim i sona erm ek
üzereydi; bazıları, narin kabarcıkları an dıran çiçeklerini, yük­
sek eflatun avizeler halinde sallan dırm aktaydılar hâlâ, am a
yaprakların arasın da birçok yerde, dah a bir hafta önceki o g ü ­
zel kokulu, d alg a d alg a köpüklerin yerini, kurum uş, çekilm iş,
kararm ış, p ö rsü m ü ş, k ok u su z bir k öpü k alm ıştı. Büyükbabam ,
bab am a, M. Svvann'la birlikte, karısı ö ld ü ğü gü n yaptıkları ge­
zintiden beri arazide nelerin aynı kaldığını, nelerin değiştiğini
gösteriyordu; bu fırsattan yararlan arak, o gezintiyi bir kere d a­
ha anlattı.
Ö nü m ü zde, gün eşin altında u zan an, kenarı latinçiçekleriy-
le bezeli, ağaçlı yol, d o ğru şato ya tırm anıyordu. Sağım ızda ise,
bahçe, aksin e d ü m d ü z u zan m aktaydı. Sw ann'ın annesiyle b a­
bası, çepeçevre yüksek ağaçların gö lgelediği, suni bir göl y ap ­
tırmıştı; ne var ki in san oğlu, en suni yaratıların da bile, m alze­
me olarak tabiatı kullanır; bazı yerler daim a etraflarında kendi­
lerine ö zgü bir hakim iyet kurarlar, bir bahçenin ortasına da,
tıpkı in san oğlu n u n her türlü m ü dah alesin d en u zaktaym ışçası­
na, ezelî d am gaların ı vururlar, konum ları gereği, zorunlu ola­
rak ortaya çıkan ve in san oğlu n u n eserinin üzerine binen bir
yalnızlık, onları her yerde çevreler. İşte bu şekilde, suni göle
inen ağaçlı yolun altında da, iki sıra halinde, birbirine d olaşm ış
unutm abenilerden ve cezayirm enekşelerinden m eydan a gelen,
suların yarı ışıklı, yarı gölgeli alnını çevreleyen o narin, m avi
d o ğal çelenk olu şm u ştu ; gö ld e saltanat süren, kılıçları şahane
bir fü tu rsuzlu k la b ü k ü lm ü ş glayöller, asalarının arm aları olan
m or ve sarı zam bakları, koyunpıtraklarının, ıslak ayaklı düğün-
çiçeklerinin üzerine, y ap rak yaprak döküyorlardı.
M ile Svvann'ın yok lu ğu , -ağ açlı bir yolda karşım a çıkıver-
m esi gibi korkunç bir ihtimali, Bergotte'la ark adaşlık eden,
onunla birlikte katedralleri ziyaret eden ayrıcalıklı kız çocuğu
tarafından tanınm am ve aşağılan m am ihtim alini ortadan kal­
d ırd ığ ın d an - seyretm em e ilk kez izin verilen Tansonville'e ka­
yıtsız bir gö zle bak m am a seb ep oluyordu; oysa b ü yü kbabam la
babam ın nazarında, aksine, Tansonville'e adeta fazlad an bazı

141
rahatlıklar, geçici bir gü zellik ekliyor, d ağ lard a gezintiye çıkıla­
cağı gü n de gö k y ü zü n d e tek bir bulut olm am ası gibi, o gün ü, o
tarafa yapılacak bir gezinti için özellikle elverişli hale getiriyor­
du; onların hesapları yanlış çıksın, M ile Sw ann bir m ucize sa­
yesinde, bab asıyla birlikte, kaçm aya vakit b u lam ay acağım ız
k adar yakın ım ızda k arşım ızd a beliriversin ve böylece m ecbu­
ren kendisiyle tanışalım diye d u a ediyordum . Bu yüzden , çi­
menlerin üzerinde, m antarı su yu n ü stün de yüzen bir oltanın
yanında unu tu lm u ş, adeta M ile Sw ann'in orad a olabileceğini
işaret eden bir sep et an sızın gö zü m e çarptığında, derhal b a­
bam la büyü kb ab am ın dikkatlerini başk a tarafa çekm eye çalış­
tım. A slın da Sw ann o sırad a evden ayrılm asının d o ğru olm adı­
ğını, çünkü evin d e akrabalarını m isafir ettiğini söylem işti, d o la­
yısıyla olta, m isafirlerden birine d e ait olabilirdi. A ğaçlı yollar­
d a hiçbir ayak sesi du y u lm u y ordu . G örünm ez bir kuş, hangisi
o ld u ğu belirsiz bir ağacın yüksek dalları arasın da gid ip gelerek
gün ü k ısaltm aya çalışıyor, bir notayı u zatarak çevresindeki yal­
nızlığı keşfediyordu , am a bu yalnızlıktan aldığı cevap o k adar
kesin, kendisine dönen yankı, sessizlik ve kıpırtısızlıkla o k adar
y ü k lü yd ü ki, sanki dah a hızlı geçsin diye u ğraştığı ânı temelli
d o n d u rm u ş oluyordu. Sabitleşm iş olan gökyü zü n den dökülen
ışık o k ad ar am an sızd ı ki, in san onun dikkatini çekm ek istem i­
yordu; u yk u su sürekli böcekler tarafından bölünen, rü yasın da
herhalde hayalî bir M aelstrom akıntısı gören du rgu n su bile,
ü stün de yüzen m antarı, su y a yansıyan u çsu z bucaksız, sessiz
gök yü zü n d e sü ratle sü rü kler gibi gö rün dü ğün den , m antarı ilk
gö rd ü ğü m d e d u y d u ğ u m heyecanı dah a d a artırıyordu; nere­
deyse dik kon um a gelm iş olan m antar, dalm aya hazırlanır gi­
biydi, M ile Sw an n 'la tanışm a arzu m u ve korkum u bir yana bı­
rakıp balığın oltaya takıldığını kendisine haber verm em gerekir
mi acaba diye dü şü n m ey e b aşlam ıştım ; - tarlalara giden dar
yolda kendilerini izlem ed iğim e şaşıran babam la büyükbabam
bana seslenince, koşarak onlara yetiştim . Yol buram buram ak­
diken kokuyordu. Çit, altarlara yığılm ış çiçeklerin altında k ay­
bolm uş bir dizi şap elden o lu şm u ş gibiydi; gün eş, çiçeklerin al­
tındaki toprağın üzerine, ad eta bir vitraydan geçercesine, k a­
fesli bir ışık d ü şü rü y o rd u ; çiçeklerin rayihası, tıpkı M eryem

142
A na yortu su n d a altarın önünde d u rd u ğ u m d a old u ğu gibi b ay ­
gın, çizd iği şeklin sınırları belirgindi; kendileri de sü slen m iş
olan çiçeklerin her biri, gö z alıcı erkekorgan dem etlerini, kilise­
de vaiz k ürsü sü n e çıkan m erdiveni, vitrayın çerçevelerini kafes
k afes sü sleyen ve çilek çiçekleri gibi etli bir beyazlıkla tom ur­
cuklanan dem etler k ad ar parıl parıl, incecik, ışıltılı dam arlarını
dalgın bir edayla uzatıyorlardı. Birkaç hafta sonra, bir nefesle
dağılıveren pem be ipekten, d ü z bluzlarıyla, aynı güneşin altın­
da, aynı kır yolunu tırm anacak olan yabangülleri, akdikenlerle
kıyaslan d ıkların da ne k adar saf ve köylü görüneceklerdi!
N e var ki, akdikenlerin önünde ne k ad ar d u ru p o gö rü n ­
m ez, sabit kokularını so lu sam , onu ne yapacağın ı bilem eyen
zihnim e su n sam , bir k ayb edip bir bu lsam da, çiçeklerin çocuk­
su bir neşeyle, kimi m üzik aralıkları gibi beklenm edik aralıklar­
la tek rarladığı ritm e ayak u y d u rsam da, bana hep bitm ez tü­
kenm ez bir bollukla aynı b ü yü yü sunuyorlar, am a tıpkı yü z ke­
re çalınsa d a sırrını k eşfedem ed iğim iz ezgiler gibi, dah a derini­
ne inm em e izin verm iyorlardı. O nlara taze bir güçle y aklaşab il­
m ek için, bir iki dakikalığına, başım ı başk a bir yöne çevirdim .
Çitin ardın da yükselen, tarlalara açılan dik bayırda tek tük g e­
lincikler, geride kalm ış tembel peygam berçiçekleri, bir d u v ar
halısındaki hâkim kır m otifinin, halının kenarlarına tek tük ser-
piştirilişi gibi, seyrek tom urcuklarla yam acı sü slüy orlard ı; tıpkı
bir köye yaklaştığım ızı haber veren tek tük evler gibi, henüz
birbirlerinden u zak ve seyrek olm akla birlikte, b u ğ d a y b aşak la­
rının dalgalan d ığı, bulutların küm elen diği u çsu z bucak sız d ü z ­
lü ğü m üjdeliyorlardı bana; yağlı ve siyah şam an dırasın a bağlı
ipinin u cu n da yükselen, kırm ızı sancağını rü zgârd a d algalan d ı­
ran tek bir gelinciğin görün tüsüyle, kalbim , tıpkı alçak bir d ü z ­
lükte bir kalafatçının onarm akta old u ğu ilk kayık görün tüsün ­
de, dah a denizin kendisini görm eden, "D en iz!" diye b ağıran
bir seyyahın yüreği gibi çarpıyordu.
Sonra, bir süre b ak m azsak dah a iyi an layacağım ızı zannet­
tiğim iz şaheserlere tekrar bakışım ız gibi, yine akdikenlere d ö ­
n üyordum , am a gözlerim onlardan başka şey görm esin diye el­
lerim i siper ettiğim halde, bende uyandırdıkları d u y gu , an laşıl­
m azlığını, belirsizliğini koruyor, ortaya çıkm ak, gid ip akdiken

143
çiçeklerine yap ışm ak için boşu n a u ğraşıy ordu . Çiçekler bu
d u y gu y u açıklığa k avu ştu rm am a yardım cı olm uyorlardı; başka
çiçeklerden de bir açıklam a isteyem ezdim . O esn ada, b ü yü kb a­
bam , bana, en sev d iğim iz ressam ın, bildiğim iz eserlerinden
farklı bir resm ini g ö rd ü ğ ü m ü zd e veya o gün e dek sadece kara­
kalem eskizini gö rm ü ş o ld u ğu m u z bir tabloyla karşı karşıya
getirildiğim izd e ya d a sad ece piy an o yla seslendirilişini işittiği­
m iz bir parçayı dah a sonra orkestradan din lediğim izde hissetti­
ğim iz sevinci yaşatarak, Tansonville'in çitini işaret ed ip seslen ­
di ve "Sen akdikenleri seversin , şu pem be akdikene bak, ne g ü ­
zel!" dedi. Gerçekten d e bir akdiken di, am a pem beydi ve be­
yazlardan d a güzeldi. O d a bir törene -a m a tesadüfi bir seçim ­
le, özel olarak ona tahsis edilm em iş, özü n d e tatil olm ayan, her­
hangi bir gü n d e kutlanan sosyetik törenlerin aksine, din sel tö­
renler gibi gerçek bir tören e- gid er gibi sü slen ip püslenm işti,
fakat bunun süsleri dah a d a değerliydi, çünkü, Rokoko ü slu bu
çoban değneklerini sarm alayan pon pon lar gibi, süslenm edik
bir tek nokta b ırakm ayacak şekilde ü st üste binm iş çiçekleri
"ren kli"yd i, dolayısıyla, p em b e bisküvilerin dah a pahalı oldu ­
ğu C am u s'n ü n dükkânının ya d a M eydan 'dak i "m ağ aza"n ın fi­
yatların dan d a anlaşılabilecek C om bray estetiğine göre, dah a
ü stün nitelikliydiler. Ben de, içine çilek katıp ezm em e izin veri­
len pem be krem peynirini d ah a çok beğenirdim . Bu çiçeklerin
rengi de, yenecek bir şeyin ya d a çok önem li bir tören için diki­
len kıyafetin çok sevilen bir sü sü n ü n özel tonuyla aynıydı; bun­
lar, üstünlüklerinin nedeni açık old u ğu n d an , çocukların gö zü ­
ne en gü zel görünen renklerdir ve bu yü zden de, oburluklarına
bir şey vaat etm ediklerini, terzi tarafın dan seçilm ediklerini an­
ladıktan sonra bile, çocukların n azarın d a diğer renklerden dah a
canlı, d ah a d o ğ al olm ayı sürdürürler. Hiç k u şk u su z, beyaz ak­
dikenler gibi pem benin d e çiçeklerindeki şenlik havasının y a­
p ay olarak, insan eliyle yaratılm adığın ı hemen hissetm iş, am a
pem be çiçekler k arşısın d a d ah a b ü yü k bir hayranlık d u y m u ş­
tum; tabiat kendiliğinden, bir altarı süsleyen köy esnafının saf­
lığıyla şenlik havasın ı ifad e etm iş, bu çalıyı aşırı süsleyerek kü­
çük çiçekleri fazlasıyla tatlı bir tona boyam ış, bir taşra-Rokoko
ü slu b u yla bezem işti. D alların ü st kısım larında, incecik dalları

144
önem li b ayram lard a alların üzerinde ışıl ışıl parlayan , saksıları
dantelli kâğıtlarla k aplan m ış gül fidanlarına benzer, dah a açık
renkli yüzlerce m inik tom urcuk vardı; bunlar aralanınca, pem ­
be m erm erden bir kadehin dibindeki gibi, kan kırm ızısı bir
renk görünüyor, tom urcuklandığı, çiçek açtığı her yerde m utla­
ka pem be açacak olan akdikenin kendine h as, day an ılm az özü ­
nü, çiçeklerden dah a çok ele veriyorlardı. Çitin içinde yer alan,
am a çitin tam am ından, ev de kalacak olan sabahlıklı insanların
ortasın da, gezm eye gitm ek üzere giyinip süslen m iş bir genç kız
k ad ar farklı olan, M eryem A na ayinine hazırlanm ış, adeta şim ­
diden ayine katılan bu sofu, harikulade çalı, tiril tiril pem be el­
b isesiyle, gü lüm seyerek ışıldıyordu.
Ç alının arasın dan , bahçedeki ağaçlı bir yol görün ü yordu ;
yol kenarın daki yasem inlerin, m enekşelerin ve mineçiçekleri-
nin arasın d a şebboylar, eski bir C órdoba derisi k ad ar kokulu,
so lu k pem b ed en k örpe keseciklerini açm ışlardı; çakılların ü s­
tünde, yeşile b oyanm ış, uzun, kıvrım kıvrım bir hortum , çok-
renkli dam lacıklarını, ü stün deki çeşitli deliklerden, dikey, priz­
m a şeklinde bir yelpaze halinde, k okusunu so lu d u ğ u çiçeklerin
üzerine fışkırtıyordu. A nsızın old u ğu m yerde d u rdu m ; yalnız
b ak ışlarım ıza hitap etm eyen, dah a derin algılar gerektiren, ben­
liğim ize bü tü n üyle hâkim olan türden bir hayalin k arşısın d ay­
m ışçasın a, kıpırdayam ıyordum . G ezintiden dö n ü y orm u ş gibi
görünen, kızıl-sarı saçlı bir kız, elinde bir bahçe beliyle, pem be
çillerle kaplı yü zü n ü bize çevirm iş, bakm aktaydı. Siyah gözleri
parlıyordu ; gü çlü bir izlenim i nesnel unsurların a indirgem eyi
dah a sonra öğrenm ediğim gibi o zam an d a b ilm ediğim için,
gözlerinin rengini fark edecek "gözlem yeteneği"n e sah ip ol­
m adığım için, u zu n süre boyunca, onu her d ü şü n d ü ğü m d e,
gözlerindeki parıltıyı, kendisi sarışın old u ğu n d an , hep keskin
bir gö k m av isi olarak hatırladım ; öyle ki, belki d e gözleri o ka­
dar siyah olm asay d ı -ilk gö rü şte en çarpıcı özelliğiydi b u -
onun özellikle m avi gözlerine âşık olm ayacaktım .
O nu seyrediyordum ; ilk b aşta bakışlarım , gözlerin sö zcü sü
olm akla k alm ayıp, pencerelerinden, endişeli, don ak alm ış b ü ­
tün du yuların eğildiği, baktığı bedene ve onunla birlikte ruhu­
na d a dokun m ak, onları ele geçirm ek, alıp götürm ek isteyen

145
bakışlardan dı; ardından, büyü kb ab am la babam ın o an da genç
kızı gö rü p beni u zaklaştırm ak için önden k oşm am ı söylem ele­
rinden o k adar korktum ki, bilinçsizce yalvaran , onu benim le
ilgilenm eye, beni tanım aya zorlam a gayreti içindeki bakışlar
yerleşti gözlerim e. Kız, bü yü kb ab am la babam ı görm ek için
gözlerini ileriye, yana çevirdi ve bizim gü lün ç o ld u ğu m u z ka­
nısına varm ış olacak ki, kayıtsız, küçüm ser bir tavırla d ö n ü p
yüzün ü babam ların gö rü ş alanın dan kurtarm ak için kenara çe­
kildi; bab am lar yürü m eye d ev am ed ip on u görm eden önüm ­
den geçtikten sonra, o, bana çevirdiği ifad esiz bakışlarını, adeta
beni gö rm üy orm u şçasın a üzerim e dikti, bak ışların d aki sabitliği
ve gizlem eye çalıştığı teb essü m ü n ü , bana öğretilen terbiye ku­
ralları çerçevesinde, hakaret dolu bir aşağılam an ın kanıtından
b aşk a bir şey olarak yorum lam am m üm kün d eğild i; o esn ada
eliyle yaptığı u y g u n su z hareket ise, içim deki küçük terbiye lü-
gatına göre, aleni bir biçim de bir yabancıya yöneldiğinde, tek
bir anlam taşıyordu , o d a küstahlık ifadesiydi.
Tiz ve otoriter bir sesle, "H ad i Gilberte, gelsene; ne y ap ı­
y o rsu n ?" diye bağıran beyazlı hanım ı dah a önce fark etm em iş­
tim; onun b iraz ötesinde duran, pam u k lu k um aştan bir giysi
içindeki, tan ım ad ığım bir beyefendi, gözlerini bana dikm iş, yi­
yecekm iş gibi b ak m aktay dı; bunun üzerine gü lü m sem esi bir
an da siliniveren kız, bahçe belini alıp bana b ak m adan , u ysal,
an laşılm az ve sin si bir edayla uzaklaştı.
İşte G ilberte adını ilk kez bu şekilde d u y d u m ; dah a birkaç
dakika önce belirsiz bir hayalken bir kişiye d ö n ü ştü rd ü ğü kızı
bir gün bulm am ı sağ lay acak olan, belki de b an a verilm iş olan
bu tılsım dı. Yeşil h ortum dan çıkan su dam laları gibi serin ve
sert olan bu G ilberte adını yasem inlerin ve şebboyların üzerin­
de yankılanırken d u y d u m ; içinden geçtiği -v e tecrit ettiği- te­
m iz havayı, bu ism in, onunla birlikte yaşayan , seyahat eden ta­
lihli insanlara işaret ettiği kişinin hayatındaki esrarla d o ldu ru r­
ken, harelendirirken d u y d u m ; om zu m un hizasın daki pem be
akdikenin altında, bu ism in sahibiyle, benim asla içine girem e­
yeceğim m eçhul hayatıyla o talihli in san lar arasın dak i (benim
için bir işkence olan) yakınlığın özünü sergilerken duydum .
Bir ara, (u zak laştığım ız sırada b ü yü kbabam , "Z avallı

146
Sw an n 'i ne du ru m lara dü şü rü yo rlar; kadın C h arlus'ü yle b aş
b aşa kalabilsin diye ad am ı evden gönderiyorlar! C harlus'tü , ta­
nıdım kendisini! K ız d a bütün bu kepazeliğe şahit olu yor!" d i­
ye m ırıldanırken), annesinin G ilberte'le konuşurken kullandığı
d espotça tonun hatırası, Gilberte'in cevap verm em esi, bana
onun birine itaat etm ek zorun da oldu ğu n u, her şeyin ü stün de
olm adığını gösterdiğin d en , ıstırabım ı biraz dindirdi, içim de bir
u m u t u yan dırdı ve aşkım ın y o ğu n lu ğu n u azalttı. A m a çok geç­
m eden, ya G ilberte'in seviyesin e çıkm ak ya d a onu kendi sev i­
yesine indirm ek isteyen yaralı kalbim in tepkisiyle, aşkım yine
kabardı. O nu seviyordu m , ona hakaret edecek, onu incitecek,
beni hatırlam aya zorlayacak vakti ve ilham ı b u lam adığım a ha­
yıflanıyordum . O k ad ar gü zel bu lu yordum ki onu, geri d ö n ü p
o m u z silkerek, "Bence çok çirkin ve gülün çsü n ü z, iğreniyorum
siz d en !" diye bağırabilm ek isterdim . Bununla birlikte, on dan
u zaklaşıyor, yanım da d a, b u n dan böyle hiç kaybetm em ek ü ze­
re, çiğnenm esi im kânsız tabiat kanunlarının benim gibi çocuk­
lara erişilm ez kıldığı m u tlu lu ğu n ilk örneğini, kızıl saçlı, teni
pem be çillerle kaplı, elinde bir bahçe beli tutarak gülen ve bana
uzun, sinsi ve ifad esiz bak ışlar yönelten bir kız çocuğunun su ­
retini götürü yordu m . H em onun, hem d e benim birlikte d u y ­
d u ğ u m u z adının, p em b e akdikenlerin altına bir tü tsü gibi yay­
dığı büyü, onunla ilgili her şeyi, büyükbabam ların tanışm ak şe ­
refine nail o ld u ğu bü yü kbabasın ı, yüce sarraflık m esleğini, Pa­
ris'teki evinin b u lu n d u ğ u , ıstırap kaynağı C ham ps-E lysées
sem tini ele geçirm ekte, sarm alam akta, kendi rayihasıyla d o l­
du rm ak ta gecikm eyecekti.
"L éo n ie," d ed i büyü kb ab am eve dö n d ü ğ ü m ü zd e, "b u ö ğ ­
leden sonra keşke sen de yanım ızda olsaydın. Tansonville'i
görsen tanıyam azsın. C esaret edebilseydim , o çok sev diğin
pem be akdikenlerden bir dal keserdim senin için." B ü yükba­
bam , belki Léonie H alam ı eğlendirm ek için, belki de onu dışarı
çıkm aya ikna etm e u m u d u n u tam am en kaybetm ediğinden, ge­
zintim izi bu şekilde anlatıyordu. H alam o araziyi eskiden çok
severdi, ayrıca kapısını herkese kapadıktan sonra, kabul ettiği
son ziyaretçi Sw ann olm uştu. H alam , artık Sw ann kendisini
yoklam aya geld iğin d e (evim izde hâlâ ziyaret etm ek için izin is­

147
tediği tek kişi halam dı), yorgun o ld u ğu n u , am a gelecek sefer
ziyaretini kabul edeceğini bildirdiği gibi, o ak şam da, "Evet,
havanın gü zel o ld u ğu bir gün, arabayla bahçenin k apısın a k a­
d ar gid eceğim ," dedi. Bu sözlerinde sam im iydi. Sw an n 'i ve
Tansonville'i tekrar görm eyi isterdi, am a b u arzu su , kalan g ü ­
cünün tam am ını tüketiyordu; arzu n un gerçekleştirilm esi bu
gü cü aşardı. Bazen gü zel h avay la biraz canlanır, yataktan k al­
k ıp giyinirdi; dah a yan o d ay a geçm eden yorgunluk başgösterir,
y atağın a dönm ek isterdi. H alam d a b aşlam ış olan, -gen ellik le
gö rü ld ü ğü n d en dah a genç bir y a şta - ölüm e hazırlanan, k o zası­
na çekilen yaşlıların o her şeyden vazgeçişleriydi; bu olgu , u z a ­
yan hayatların sonların da, birbirine b üyük bir aşk la b ağlan m ış
eski sevgililerin, en yoğu n m anevi b ağları k u rm u ş dostların
arasın d a bile gözlenir; bir n oktada, birbirlerini görm ek için ge­
rekli y o lcu lu ğu ya d a evden çıkışı yapm aktan vazgeçerler, y a­
z ışm a z olurlar ve bu hayatta bir d ah a görüşm eyeceklerini bilir­
ler. H alam d a Sw an n'i bir d ah a görem eyeceğini, evden asla d ı­
şarı çıkm ayacağını gayet iyi biliyor olsa gerekti, am a sanırım
b u kesin k ap an ışı bizim n azarım ızda d ah a d a acıklı kılan se­
bep, halam için inzivayı kolaylaştırıyordu: H alam ın, gü cü n d e
gü n be gü n hissettiği azalm a, onu od asın a h ap solm aya zorlu ­
yor, her faaliyeti, her hareketi, bir yorgunluk, hattâ bir ıstırap
haline getirdiğin den , hareketsizliğe, yalnızlığa ve sessizliğe,
dinlenm enin tazeleyici, kutsal huzurunu kazan dırıyordu.
H alam pem be akdiken çalısını görm eye gitm edi, am a ben
sürekli annem le b ab am a halam ın Tansonville'e g id ip gitm eye­
ceğini, eskiden ne k adar sık gittiğini soruyor, onları, M ile
Sw an n'in b an a tanrılar k ad ar yüce görünen annesiyle bab ası,
ded esiy le ninesi hakkında k on uştu rm aya çalışıyordum . A nnem
ve b ab am la yaptığım sohbetlerde, benim için neredeyse m itolo­
jik bir niteliğe b ü rü n m ü ş olan Sw ann ism ini d u y m a ihtiyacıyla
yan ıp tu tu şu yordu m ; b u ism i kendim telaffuz etm eye cesare­
tim yoktu, am a onları G ilberte ve ailesine ilişkin, kendim i on­
dan u zakta, sü rgü n d e hissetm eyeceğim konulara çekm eye çalı­
şıyordu m ; örneğin ansızın, büyükbabam ın m em uriyetiyle ilgili
olarak, ailem izd e dah a önce bir başk asın ın d a aynı m evkide
b u lu n d u ğ u n u veya Leonie H alam ın görm ek istediği pem be ak­

148
diken çalısının belediye arazisin e dahil o ld u ğu n u zannederm iş
gibi yapıyor, babam ı, yanlışım ı düzeltm ek, gü y a ben istem e­
den, kendiliğin den "Yok canım , Swann'm b ab ası bu lu nm u ştu o
m evkide, o çit Swann'm arazisin e d ah il," dem ek zorun da bıra­
kıyordum . Bunun üzerine, derin bir nefes alm am gerekiyordu,
çünkü önceden içim den tekrarladıkça ağırlığı artan ve işitti­
ğim d e b an a diğer bütün isim lerden dah a dolu, dah a yoğun g e­
len b u isim , içim de so n su za d ek yazılı o ld u ğu yere gelip otur­
d u ğ u n d a, ağırlığıyla nefesim i kesiyordu. Bana verdiği hazzı
annem le b ab am d an talep etm e cüretini gösterm iş olm ak beni
utandırıyordu, çünkü o k ad ar b ü yü k bir hazdı ki bu, kendileri
için bir haz olm adığı h alde onu bana sun m aları, hem karşılık­
sız, hem d e b ü yü k bir zah m et gerektirm işti m uhtem elen. Bu
y ü zden ölçülü d av ran ıp kon uyu değiştiriyordum . Bu dav ran ı­
şım d a kuruntunun d a payı vardı. Sw ann ism ine yüklediğim
b enzersiz cazibenin tam am ını, telaffuz edildiği an da bu isim de
bu lu yord um . O zam an birden, annem le babam ın d a bu cazibe­
ye m u tlaka kapıldıklarını, benim bakış açım ı paylaştıklarını,
hayallerim i onların d a g ö rd ü ğü n ü , b ağışladığın ı, b en im sediği­
ni düşün üyor, sanki onları yenilgiye uğratm ışım , b aştan çıkar­
m ışım gibi ü zülüyordum .
O yıl, annem le b abam , P aris'e d ö n ü ş için her zam ankinden
d ah a erken bir tarih belirlediler; yola çıkılacağı gü n ü n sabahı,
fotoğrafım çekileceği için saçlarım kıvırtılm ış, üzerim e k adife
ceket giydirilm iş, yepyeni bir şap k a özenle b aşım a yerleştiril­
m işti; annem beni her yerde aradıktan sonra, T ansonville'e biti­
şik küçük patik ad a, gö zy aşları içinde bu ldu ; dikenli dallarını
kucaklam ış, akdikenlere ved a etm ekteydim , üstün deki an lam ­
sız sü sleri k aldıram ayan bir trajedi pren sesi m isali, buklelerim i
binbir özenle alnım da toplam ış olan m ü n asebetsiz ele karşı
nankörlük etm iş, saçlarım ın sarıld ığı kâğıtları yolm u ş, yeni
şap k am la birlikte yerlere fırlatm ıştım . A nnem gö zy aşlarım dan
etkilenm edi, am a delinm iş şap kam ı, m ah volm u ş ceketim i gö­
rünce kendini tu tam ayıp bir çığlık attı. A m a ben onu duym a-
yıp, ağ lam ay a dev am ettim. "B enim zavallı akdikenciklerim ,"
diy ordu m , "siz olsan ız beni üzm ez, zorla gönderm ezdiniz. Siz
beni hiç üzm ediniz! Ben de sizi ölünceye k ad ar seveceğim ."

149
G özy aşlarım ı siliyor, büyüyün ce diğer insanlar gibi saçm a sa ­
p an bir hayat sürm eyeceğim e, Paris'teyken bile, bahar m ev si­
m in de ziyaretlere gid ip aptalca k on uşm alar dinlem ek yerine,
kırlara gid ip ilk akdikenleri göreceğim e sö z veriyordum kendi­
lerine.
M eseglise tarafına yaptığım ız gezintilerde, tarlalara bir kez
u laştık m ı, akdikenler yol boyu bizi hiç terk etm ezlerdi. G örü n ­
m ez bir gezgin gibi sürekli akdikenlerin ü stü n de do laşan rü z­
gâr, benim n azarım da C om bray'nin ayırıcı özelliğiydi. H er yıl,
C o m b ray'ye ilk vardığım ız gün, gerçekten orad a o ld u ğu m u
hissetm ek için, tarlaların arasın da koşan rüzgârı b u lm aya çıkar,
onun ardın dan ben de koşardım . M eseglise tarafında, o kubbe
biçim indeki d ü zlü ğü n ü stün de, kilom etreler boyunca hiçbir en­
gebeye rastlam ay an rüzgâr, hep yanınızda olurdu. M ile
Svvann'ın sık sık birkaç gü n lü ğü n e L aon 'a gittiğini biliyordum ;
L aon C om b ray'd en kilom etrelerce u zakta old u ğu halde, arad a
hiçbir engel b u lu n m am ası m esafeyi kısaltır, sıcak öğle so n rala­
rında, ufuktan gelen bir esintinin, en uzaktaki b u ğ d ay b aşak la­
rını eğdiğini, g ö z alabildiğin e uzan an d ü zlü ğe bir d alga gibi
yayıldığını ve ılık bir m ırıltıyla, ayaklarım ın dibindeki evliyaot-
larının, yoncaların arasın d a tükendiğini gö rd ü ğü m d e, ikim izin
pay laştığı bu ova, adeta bizi yaklaştırır, birleştirirdi; bu esinti­
nin, onun d a yakınından geçtiğini, on dan bana an lay am adığım
bir haber getirip k u lağım a fısıldadığını düşün ür, yanım dan g e­
çerken on u kucaklardım . So ld a, C h am pieu (rahibin açıklam ası­
na göre Campus Pagani) adın da bir köy vardı. S ağd a, b u ğ d ay la­
rın ötesinde, Saint-A ndre-des-C ham ps K ilisesi'nin oym alı, rus-
tik çan kuleleri görülü rd ü; b u ğ d ay b aşakları gibi bu iki kule de,
ince uzu n , kabuklu, petek petek, hareli, sararm ış ve pürtüklüy-
düler.
Elm a ağaçları, sim etrik aralıklarla, b aşk a hiçbir m eyve a ğ a ­
cının yapraklarıyla karıştırılam ayacak yapraklarının benzersiz
sü slem esin in ortasın da, b eyaz satenden geniş taçyapraklarını
sergiler ya d a u tangaç, pem be tom urcuk dem etlerini sallandı-
rırlardı. Elm a ağaçlarının, gün eşli toprak üzerindeki yu varlak
gölgesin i ve b atan güneşin, yaprakların arasın da yanlam asına
d o k u d u ğ u , babam ın baston u yla d ü rtü p asla yerinden oynata-

150
m ad iği o elle tutulm az, yaldızlı ipekleri ilk kez M eseglise tara­
fında fark ettim.
Bazen, kaçak, parıltısız, beyaz bir ay, sahneye dah a geç çı­
kacak olan bir kadın oyuncunun, kendi sokak kıyafetiyle, ilgi
çekm em ek için silikleşerek birkaç dakika boyunca salon dan ar­
k ad aşlarım seyretm esi gibi, bir bulut m isali, öğle sonrasının gö ­
ğü n den geçerdi. Ayın suretini tablolarda, kitaplarda bulm aktan
hoşlanırdım , am a bu san at eserleri -en azın dan ilk yıllarda,
Bloch gözlerim i ve zihnim i dah a ince ahenklere alıştırm adan
önce sev d ik lerim - resm ettikleri ayı şim di gü zel bulacağım , o
zam an lar ise tanıyam ayacağım san at eserlerinden çok farklıy­
dılar. Bunlar, Saintine'in rom anları, G leyre'in m an zara resim leri
gibi, ayın, gö k y ü zü n d e gü m ü ş bir orak m isali, keskin çizgilerle
belirdiği, tıpkı benim kendi izlenim lerim gibi naif ve noksan
eserlerdi, büyükann em in kız kardeşleri, bunları sevm em e kı­
zarlardı. Onlar, çocukların önüne, olgu n lu k çağın da kesinlikle
hayran olunacak eserlerin kon m ası gerektiğini, çocukların, d a­
ha b aştan bu eserleri severek zevk sahibi olacaklarını d ü şü n ü r­
lerdi. H erhalde estetik değerleri m ad d i nesneler olarak görü ­
yorlar, dikkatli bir zihnin onları ister istem ez algılayacağın ı, bu
değerlerin karşılıklarını kendi bünyesin de, ağır ağır olgu n laş­
tırm aya ihtiyaç du y m ayacağın ı dü şü n üyorlard ı.
M. Vinteuil, M eseglise tarafında, büyükçe bir gölcü ğü n kı­
yısın da, sırtını çalılık bir bayıra verm iş bir ev olan Mont-
jou v ain 'd e otururdu. Bu yü zden de, gezintilerim iz sırasın da sık
sık, bir bu giyi son sürat süren kızıyla karşılaşırdık. Birkaç yıl
sonra, onu artık tek b aşın a değil, hep yanın da kendisin den y a ş­
ça b ü yü k bir kız ark ad aşıy la birlikte gö rür olduk; yörede kötü
bir şöhreti olan bu kız, gün ün birinde M ontjouvain'e kesin ola­
rak yerleşti. "Z avallı M. Vinteuil'ün kızına olan sev gisi, gözleri­
ni kör etm iş olm alı ki, herkesin k on u ştu ğu şeyi görem iyor, yer­
siz bir kelim e du y m ay a taham m ül edem ezken, kendi evinde,
kızının böyle bir kadını barındırm asına izin veriyor," deniyor­
du. "D ediğin e bakılırsa, üstün nitelikli, pırlanta yürekli bir ka­
dınm ış, m ü ziğe istid adı geliştirilseym iş, o lağan ü stü bir yetene­
ği olurm uş. N e var ki kızıyla m üzik k on u su n da faaliyet gö ster­
m edikleri açık." M. Vinteuil gerçekten bunları söylü yordu ; in­

151
sanların, tensel ilişki kurdukları her şah sın anne b ab asın d a, d a ­
im a m anevi üstünlükleriyle hayranlık uyan dırm aları ilginçtir.
H ak sız yere kınanan fiziksel aşk, her insanı, içindeki bütün iyi­
liği, fedakârlığı açığa çıkarm aya öylesine m ecbur eder ki, bu
özellikleri, yakın çevrelerinde de dikkati çeker. Fiziğiyle çelişen
"h ain " rolünü, tok sesi ve kalın kaşları say esin de, aslın d a layık
olm adığı, sarsılm az "y ard ım sev er h u y su z" şöhretine katiyen
gö lg e d ü şü rm eden , gönlünce oynayabilen D oktor Percepied,
rahip dah il herkesi gözlerinden y aşlar gelinceye k ad ar gü ld ü re­
rek, fü tu rsuzca, "C an ım !" diyordu , "M ile Vinteuil'le ark adaşı,
m üzikle uğraşıyorlarm ış. Şaşırdınız galiba. Ben bilem iyorum
do ğru su . Ü stat Vinteuil dün kendisi söyledi. C anım , bu kızın
d a m ü ziği sevm eye hakkı var. Ben çocukların san ata istidatları­
nın engellenm em esi gerektiğini dü şü n üyoru m . G örü n ü şe b ak ı­
lırsa Vinteuil d e öyle düşün üyor. Ayrıca kendisi d e kızının ar­
k ad aşıy la m ü zik al faaliyetlere katılıyor. O ev de m üzikten geçil­
m iyor yahu! N iy e gü lü y o rsu n u z canım ? Yalnız b iraz fazla u ğ ­
raşıyorlar m üzikle. Geçen gü n m ezarlığın orada Ü stat Vin­
teuil'e rastladım . Bacakları tu tm u yordu ."
M. Vinteuil'ün o dönem de, tanıdığı kişileri görm ezden gel­
diğini, onları gö rd ü ğü n d e başını çevirdiğini, birkaç ay içinde
yaşlan dığın ı, kederine gö m ü ld ü ğ ü n ü , am acı do ğru d an kızının
m u tlu lu ğu olm ayan her türlü çabadan vazgeçtiğini, bütün bir
gü n ü karısının m ezarı b aşın d a geçirdiğini bizim gibi fark etm iş
olan birisinin, adam ın k ederden ölm ek üzere o ld u ğu n u an la­
m am ası, d ed ik odu ların fark ın d a olm adığını zannetm esi biraz
zordu. M. Vinteuil söylentileri duyuyor, belki inanıyordu da.
Belki en faziletli insan bile, en açık seçik biçim de kınadığı sa ­
pıklıkla bir gü n iç içe y aşam ay a, koşulların karm aşıklığı nede­
niyle zorlanabilir - zaten on unla ilişkiye girm ek ve ona acı çek­
tirmek üzere, çeşitli nedenlerden ötürü çok sev d iği bir insanın,
bir akşam ki garip sözleri, an laşılm az tutum u gibi, çeşitli özel
kılıklara bürünen b u ah laksızlığı tam olarak tanıyam az da.
A m a M. Vinteuil gibi bir ad a m için, yanılarak sad ece bohem
çevrelere has zan n ettiğim iz bir d u ru m a boyun eğm ek, b aşk a
insanlara kıyasla çok d ah a b üyük bir işkence olsa gerekti; bir
çocukta, bazen gözlerinin rengi gibi, sırf babasının ve annesinin

152
m eziyetlerini bir araya getirerek, do ğru d an tabiatın geliştirdiği
bir ahlaksızlık, ne zam an kendine gerekli yeri ve gü v en liği sa ğ ­
lam a ihtiyacı d u y sa, böyle bir du ru m ortaya çıkar. Yine de M.
Vinteuil'ün kızıyla ilgili m uhtem el bilgisi, ona b eslediği, tapın­
m ay a varan sevginin azalm ası sonucun u d o ğu rm u y ord u . So­
m ut gerçekler, inançlarım ızın y aşad ığ ı âlem e n üfu z edem ez, bu
inançları do ğu rm ad ık ları gibi, öldürem ezler de; onları sürekli
olarak y alan lasalar d a, zayıflatam azlar; ardı arkası kesilm eyen
bir felaketler veya hastalıklar silsilesi, bir aileyi, Tanrının iyiliği
ya d a aile doktorun un yeteneği kon usun da şü ph eye d ü şü re­
m ez. A m a M. Vinteuil'ün, kızıyla kendisini kötü şöhretleri açı­
sın dan , başkalarının b ak ış açısından d ü şü n d ü ğü n d e, toplu m ­
dak i saygınlıklarını ölçm eye çalıştığın da verdiği toplu m sal hü­
küm , kendisine karşı en dü şm an ca hisleri besleyen bir
C om bray'linin hükm ünden farksızdı; kendini kızıyla birlikte
çukurun dib in de görüy ordu , davran ışların da, bir süredir, b ü ­
tün d ü şü şlerin neredeyse otom atik sonucu olan bir tevazu,
kendinden dah a y u k arıd a bulunan, (o gü n e k ad ar kendisinden
çok dah a alt seviyede b u lu n m u ş d a olsalar) kendinden ü stün
g ö rd ü ğ ü kim selere karşı bir say gı, onların seviyesin e yü k sele­
bilm e çabası görülü yord u. C om bray sokak ların dan birinde
Svvann'la y ü rü d ü ğü m ü z bir gün, bir b aşk a sokaktan çıkan M.
Vinteuil, ansızın bizim le karşılaşın ca, bizi görm ezden gelm eye,
kaçm aya vakit bulam am ıştı; o gü n e k adar M. Vinteuil'le tek ke­
lim e kon uşm ayan Svvann, kendi ahlaki önyargılarının yerle bir
o ld u ğu sırad a başkaların ın y ü z karasını, onlara teveccüh g ö s­
term ek için bir seb ep kabul eden, gösterdiği teveccühün, m u h a­
tabı için ne k ad ar değerli old u ğu n u hissederse, kendi izzetinef­
si d e o k adar okşan an bir sosyete m en subun un kibirli m erha­
m etiyle, M. Vinteuil'le u zu n u zu n sohbet etm iş, ved alaşm ad an
önce de, kızını bir gün Tansonville'e, oyun oynam aya gö n d er­
m esini rica etm işti. İki yıl önce olsa, bu d av et M. V inteuil'ü kız­
dırırdı, am a şim d i öyle yo ğu n m innet d u y gu ları u yan dırıyord u
ki içinde, daveti kabul etm ek gibi bir ölçüsüzlü k y ap m am ay a
m ecbur h issed iyord u kendini. Sw ann'ın, kızm a yönelik n ezake­
ti, kendi başın a öylesine şerefli ve değerli bir destek gibi g ö rü ­
n üyordu ki M. Vinteuil'e, bu desteği saklam anın platonik h az­

153
zını yaşayab ilm ek için, belki d e ondan hiç yararlanm am asının
dah a do ğru olacağını dü şü n üy ordu .
Sw ann yanım ızdan ayrıldıktan sonra, M. Vinteuil, "N e ka­
dar m ükem m el bir insan!" dedi, esprili ve güzel burjuva kadınla­
rın, çirkin ve aptal da olsa, büyüsüne kapıldıkları bir dü şese bes­
ledikleri coşkulu saygıyla. "N e k adar m ükem m el bir insan! Son
derece u ygun su z bir evlilik yapm ış olm ası büyük talihsizlik!"
Bunun üzerine, en içten insanlar bile riyakârlıkla yo ğru l­
m u ş o ld u ğu n d an ve birisiyle ilgili, o kişi sırtını d ö n d ü ğ ü an ifa­
de ettikleri fikirlerini, kendisiyle kon uşurken bir kenara bırak­
tıklarından, annem le b abam da, M. Vinteuil'le birlikte Sw ann'
m evliliğine yan ıp yakıldılar, çünkü onunla aynı türden n am u s­
lu in san lar sıfatıyla, ortak ilkelere ve kurallara istinaden k on u ş­
tukları için, M on tjouvain 'de çiğnenm ediğini zım nen kabul et­
tikleri ilkeler ve kurallar adın a hareket ediyorlardı. M. Vinteuil
kızını Sw an n 'lara gönderm edi. Buna en çok hayıflanan, Sw ann
oldu. Ç ü nkü M. Vinteuil'le her karşılaşm asın ın hem en ardın­
dan, kendisin e ne zam an dır bir şey soracağını, onunla aynı so ­
yadını taşıyan, zannm ca akrabası olan birisi hakkında bilgi iste­
yeceğini hatırlıyordu. Bu karşılaşm anın ardın dan da, M. Vin­
teuil kızını Tansonville'e gön d erdiğin d e, ona soracağı şeyi
u n u tm ayacağına sö z verm işti kendi kendine.
M eseglise tarafına y ü rü yü ş, C om b ray civarındaki iki ge­
zinti seçeneğim izden dah a kısa olanı v e bu yü zden de belirsiz
h avalard a tercih edileniydi; M eseglise tarafın da iklim, oldukça
yağışlıydı, dolayısıyla, sık ağaçlarının altına her an sığınabil­
m ek için, R oussain ville O rm am 'n dan fazla u zak laşm am aya
özen gösterirdik.
G ün eş sık sık yu varlaklığını bozan bir bulutun arkasına
saklanır, bulutun kenarlarını sarartırdı. H ayatın d u rm u ş gibi
gö rü n d ü ğ ü kırlarda, aydınlık sürm ekle birlikte parlaklık yok
olurdu; küçük R oussain ville köyünün b eyaz sivri çatıları, k a­
bartm a halinde, in anılm az bir incelik ve ustalıkla gö k yü zü n d e
şekillenirdi. H afif rü zgârın h avay a sa v u rd u ğ u bir karga u zak ­
larda tekrar yere düşer, b ey azlaşan gö k yü zü fonunda, orm an la­
rın uzaktaki kısım ları, eski m alikânelerin du varlarını süsleyen
tekrenkli resim lerdeki gibi, d ah a m avi görün ürdü.

154
A m a bazen de, gözlükçü nü n vitrinindeki nem ölçerin teh­
didi gerçekleşir, y ağm u r y ağm ay a başlardı; su dam laları, hep
birlikte u çu şa geçen göçm en kuşlar gibi, sık saflar halinde iner­
d i gök yü zü n d en aşağı. Bu dam lalar birbirlerinden hiç ayrıl­
m azlar, süratli yolculukları esn asın da rasgele hareket etm ezler;
her biri kendi yerini koruyarak onu izleyen dam layı kendine
çeker ve gö k yü zü n ü , göç eden kırlangıçlardan dah a fazla ka­
rartırlar. Y ağm urdan kaçıp orm ana sığınırdık. D am laların yol­
cu lu ğu bitm iş gibi görünürken, dah a gü çsü z, dah a ağır bazı
d am lalar yağm ay a d ev am ederdi. A m a dam lalar yapraklardan
hoşlan dığı için, biz sığın ağım ızdan dışarı çıkardık, toprak nere­
d ey se kurum uşken, hâlâ bazı dam lalar yaprakların dam arları
ü zerin de oyalanır, yap rağın ucuna asılır, sonra din lenm iş bir
halde, gü n eşte parlayarak , ansızın kendilerini bırakıp daldan
aşağ ı boylu boyunca kayar ve b u rn u m uza düşerdi.
Y ağm urdan kaçm ak için Saint-A ndré-des-C h am ps K ilise­
s in in su n du rm asın ın altına, taştan azizlerin ve ilk pey gam b er­
lerin arasın a sığın dığım ız d a olurdu. Tam bir Fransız kilisesiydi
bu! K apının ü stün de, azizler, ellerinde birer zam b ak tutan şö-
valye-krallar, d ü ğ ü n ve cenaze törenleri, m uhtem elen Fran-
çoise'ın hayal edeceği şekilde canlandırılm ıştı. H eykeltıraş,
A ristoteles ve V ergilius'a ilişkin kim i anekdotları da, tıpkı Fran-
çoise'ın m utfakta sık sık A ziz L ou is'den , kendisini şah sen tam ­
m ışçasın a ve genellikle de, onun k ad ar "a d il" olm ayan b ü yü k ­
b ab an d an utandırm ak am acıyla araların da bir k arşılaştırm a ya­
parak sö z ettiği şekilde anlatm ıştı. O rtaçağ sanatçının ve (XIX.
yü zyıld a d a var olm aya dev am eden) ortaçağ köylüsünün , an-
tikçağ veya H ıristiyanlık tarihi kon usun dak i, saflıkları ve yan­
lışlıklarıyla dikkati çeken tem el bilgilerini, k itaplardan değil,
hem eski, hem de d o lay sız olan, kesintisiz, sözlü , özü nden sa p ­
m ış, tanınm az hale gelm iş, y aşayan bir gelenekten öğrendikleri
hissedilirdi. Saint-A ndré-des-C ham ps K ilisesi'nin gotik heykel­
lerinde potansiyel halde, kehanet sonucu m evcut bir başk a
C om bray'li tanıdık da, C am u s'n ü n genç çırağı T héodore'du.
Zaten Françoise d a T héodore'u o k adar hem şerisi ve çağd aşı
olarak gö rü rd ü ki, Léonie H alam çok hasta olu p d a Françoise
kendisini yatağın d a çevirm eyi, koltuğun a götürm eyi tek başına

155
becerem ediği ve yardım a ihtiyaç d u y d u ğ u zam an , bulaşıkçı kı­
zın yukarı çıkıp halam ın "g ö zü n e girm esi"n d en se, T heodore'u
çağırm ayı tercih ederdi. Fesat k u m k u m ası olarak haklı bir şöh­
ret yap m ış olan bu çocuk, Saint-A ndre-des-C h am ps K ilisesi'ni
süsleyen ruhla ve Françoise'ın "zav allı h astalar"a, "zav allı ha-
n ım ı"n a gösterilm esi gerektiğini d ü şü n d ü ğ ü say gı h issiyle öy­
lesine do lu yd u ki, halam ın başını yastıktan kaldırırken, y ü zü n ­
d e beliren sa f ve gayretkeş ifade, baygın M eryem A n a'n ın etra­
fında, ellerinde m um larla dört dönen, kab artm alard ak i küçük
m eleklerin ifadesin e benzerdi; sanki o gri ve çıplak, taştan çeh­
reler, kış m evsim in de orm anlar gibi u yk u day dılar, beklem e­
deydiler ve T heodore'unki gibi say gıd eğer ve açıkgöz, olgun
bir elm a kırm ızılığıyla aydınlanan say ısız halk ad am ı çehresin­
d e tekrar canlanm aya hazırdılar. Bu küçük m elekler gibi taşın
üstün e oy u lm ay ıp su n d u rm ad an b ağım sız, adeta ıslak toprağa
b asm am ak için taburenin üstün e çıkm ışçasına k aid e üzerine
oturtulm uş, gerçekten dah a iri boyutlardaki, ayakta du ran azi­
ze heykeli, yörenin köylü kadınlarının d o lg u n yanakların a, bir
çuvalın içindeki olgun salkım lar gibi giysisinin kıvrım larını şi­
şiren, diri göğüslerine, d ar alnına, kısa ve isy an k âr burnuna,
içine göm ü k gözlerine, sağ lam , d u y g u su z, cesur h avasın a sa ­
hipti. H eykele b eklem ediğim bir hoşluk katan bu benzerlik, ço­
ğ u kez, bizim gibi y ağm u rd an korunm ak üzere kiliseye gelen
bir köylü kızı tarafından doğrulan ırdı; kızın, bir heykeldeki
yaprakların yanı b aşın d a biten yap ışk an o tu yaprakların ı an dı­
ran varlığı, sanki san at eserinin gerçekliğini tabiatla k ıyasla­
yarak ölçm e im kânı sağ lam ak am acını gü d erd i. K arşım ızd a, ta
u zak larda görünen, su rlarından içeriye hiç girm ediğim , vaat
edilm iş veya lanetlenm iş toprak R oussain ville, az sonra, bizim
b u lu n d u ğ u m u z yerde y ağm u r d in diğin de, K u tsal K itap'taki bir
köy gibi, evleri yan lam asın a kam çılayan fırtınanın m ızrakları
tarafından cezalandırılm aya d ev am eder veya üzerine, yeniden
ortaya çıkan güneşin, altından, saçaklı, ah arlardak i kutsal ek­
m ek kaplarını andıran u zu n lu kısalı ışınlarını yağd ıran Tanrı
B abam ız tarafından, önceden b ağışlan m ış olurdu.
Bazen de hava iyice berbatlaşır, o zam an eve d ö n ü p içeri
k apan m am ız gerekirdi. K aranlığın ve rutubetin den ize benzet­

156
tiği kırlarda, uzakta, karan lığa ve su y a gö m ü lm ü ş bir tepenin
yam acına asılı, tek tük evler, yelkenlerini indirm iş, açıkta kıpır­
tısız d u rarak geceyi geçirm eye hazırlanan küçük tekneler gibi
parıldardı. A m a yağm u run , fırtınanın ne önem i vardı ki! Yaz
m evsim in de yağışlı hava, tem eldeki sabit güzel havanın geçici,
yü zeysel bir kaprisin den ibarettir; bu gü zel hava, kış m evsim i­
nin istikrarsız, k aypak güzel havasının aksine, toprağa yerleşir,
üzerlerine dam layan y ağm u ra rağm en neşelerini hep koruyan
sık yapraklar halinde biçim lenir, m evsim boyunca, köyün so ­
kaklarında bile, ev ve bahçe du v arların a m or veya beyaz ipek­
ten bayrağını çeker. K üçük salon d a otu ru p kitap oku yarak ak­
şam yem eği saatini beklerken, kestane ağaçlarından dam layan
su yu n sesini duyar, am a sağ an ağın yaprakları cilalam aktan
b aşk a bir etkisi olm adığını, ağaçların yağm u rlu gece boyunca,
yaz m evsim inin tem inatı gibi o rad a d u rm aya d ev am ederek
güzel havanın devam ın ı sağlay acakların ı bilirdim ; y ağm u r ne
k ad ar y a ğ arsa yağsın , ertesi gü n , Tansonville'in b eyaz çitinin
ü zerin de kalp biçim inde, eskisi k ad ar çok say ıd a m inik y ap ra­
ğın kıvrılacağın dan şü ph em olm azd ı; Percham ps Sok ağı'n d aki
k avağın fırtınaya u m u tsu zca yakarışını, selam verişini hüzün ­
lenm eden seyreder, gö k gü rü ltü sü n ü n , bahçenin ucu n da, ley­
lakların arasın da yankılanan son uğultularını kederlenm eden
dinlerdim .
Y ağm ur sab ah b aşlam ışsa, annem le b abam gezintiden v az­
geçerlerdi, dışarı çıkm azdım . A m a dah a sonraları, Leonie H ala­
m ın m iras işleri için son b ah ard a C om b ray'ye gittiğim izde, böy­
le günlerde, tek başım a M eseglise-la-V ineuse tarafına y ü rü yü şe
gitm eyi alışkanlık haline getirdim ; Leonie H alam nihayet öl­
m üş, ölüm üyle, hem izlediği güçten d ü şü rü cü perhizin sonu n ­
d a kendisini öldüreceğini id d ia edenleri, hem d e öteden beri,
hayalî değil, organik bir h astalığı o ld u ğu n u ve hastalık halam ın
canını tükettiğinde, şüphecilerin söyleyecek lafı kalm ayacağını
savunan ları haklı çıkarm ıştı; halam ın ölüm ü sadece bir tek kişi­
ye, am a ona d a ilkel, in safsız bir acı verm işti. H alam ın on beş
gün süren son hastalığı boyun ca Françoise onun yanın dan bir
dak ik a bile ayrılm am ış, gece yatm ak üzere giysilerini bile çı­
karm am ış, bakım ına kim senin en u fak bir yard ım d a b u lu n m a­

157
sına i/in verm em iş, hanımının bedeninden, ancak m ezara gir­
diğin d e ayrılm ıştı. O zam an an ladık ki, Françoise'ın içinde y a­
şad ığı, halam ın kötü sözlerinden, şüph elerinden, öfkelerinden
kaynaklanan korku, kendisinde bizim nefret zannettiğim iz,
am a aslında say gı ve sevgi olan bir d u y g u yaratm ıştı. K ararları­
nın tahmin edilm esi im kânsız, kurnazlıklarının üstesin den g e­
linm esi zor, iyilik dolu yüreğinin yu m u şatılm ası k olay olan ha­
nımı, hüküm darı, esraren giz ve kadiri m utlak efendisi, artık
hayatta değildi. O na kıyasla biz, pek az şey ifade ediyorduk.
Yaz tatilim izi geçirm ek üzere C om b ray'ye ilk gelm eye b aşla d ı­
ğım ız, Françoise'ın gözü n de halam la eşit itibara sah ip o ld u ğ u ­
m u z günler çok geride kalm ıştı. O sonbahar, yerine getirilm esi
gereken form alitelerle, noterler ve çiftçilerle yapılacak g ö rü ş­
m elerle u ğ raşıp duran annem le babam ın, zaten havanın d a en­
gel olacağı gezintiler yap m ay a hiç vakitleri olm adığın dan , be­
nim tek başım a M eseglise tarafında gezin m em e izin veriyorlar­
dı; y ağm u rdan korunm ak için, kocam an ekose bir battaniyeye
sarınıyor, karelerinin Françoise'ı dehşete d ü şü rd ü ğ ü n ü gö rd ü k ­
çe, battaniyeyi om uzlarım a alm aya d ah a hevesli oluyordum ;
giysilerin renginin m atem le hiçbir ilgisi olm adığı fikrini Fran-
çoise'ın zihnine sokm ak im kânsızdı, kaldı ki halam ın ölü m ü ­
nün b izd e yarattığı keder d e Françoise'ı hiç m i hiç tatm in etm i­
yordu, çünkü b üyük bir cenaze yem eği düzenlem em iştik, ha­
lam d an sö z ederken özel bir ses tonu kullan m ıyorduk ve hattâ
benim ara sıra bir şarkı m ırıldan dığım bile oluyordu. Em inim
ki bir kitapta karşım a çıkacak olsa, -b u b ağlam d a ben d e Fran-
çoise'd an fark sızd ım - Roland Destanı'n a ve Saint-A ndre-des-
C h am p s K ilisesi'nin ana kapısın a u ygu n bu m atem kavram ını
benim serdim . N e var ki Françoise yan ım da old u ğu zam an, şey­
tan beni dürtüyor, onu kızdırm ak için, bir pu n d u n a getirip, ha­
lam ın ölüm üne, halam o ld u ğ u için değil, bütün gü lün çlü ğü n e
rağm en iyi bir insan old u ğu için ü zü ld ü ğ ü m ü , halam old u ğu
halde iğrenç bir insan o ld u ğu n u d ü şü n sem , ölüm üne katiyen
üzülm eyeceğim i söylü yordu m ; oysa bu sözlere bir kitapta rast­
lasam , aptalca bulurdum .
Bunun üzerine, bir şair gibi kedere, aile hatıralarına ilişkin
karm akarışık fikirlerle d o lu p taşan Françoise benim teorilerim e

158
cevap verem eyeceği için özür dileyip, "K en dim i ifade etmeyi
b ecerem iyorum ," derse, bu itiraftan, D oktor Percepied'ye yara­
şır, alaylı ve acım asız bir sağ d u y u y la, m uzaffer bir haz d u y u ­
yordum ; "Yine de ak rağban ızdı, ak rağb alara say gı gösterm ek
şart," diye eklediği takdirde de, om u z silkip kendi kendim e,
"Ben de tutup böyle yanlış k on uşan bir karacahille tartışıyo­
ru m ," diyor, düşün cen in tarafsızlığı içinde alçaklığı en çok kı­
nayanların bile, hayatın b ay ağı bir sah n esin d e oynarken b ü rü ­
nebildiği çapsızlıkla yargılıyordu m Françoise'ı.
O sonbah ar yaptığım gezintiler, saatlerce kitap okuduktan
sonra gezm eye çıktığım için, dah a d a zevkliydiler. Bütün sabah
salon da kitap okum aktan yorgu n d ü ştü ğ ü m d e, battaniyem i
om uzlarım a sarıp dışarı çıkardım ; u zu n m ü d d et m ecburen kı­
pırtısız kalan, am a old u ğu yerde bir canlılık ve hız biriktiren
bedenim , bırakılan bir topaç gibi, bu fazlalıkları dört bir yana
sav u rm a ihtiyacı duyardı. Evlerin d u v arları, Tansonville'in çiti,
R oussain ville O rm anı'nm ağaçları, M ontjouvain'in sırtını ver­
diği çalılar, şem siye veya baston darbelerine m aru z kalır, neşeli
çığlıklar işitirlerdi; hem darbeler, hem de çığlıklar, beni coştu­
ran, hızlı bir çıkış yoluna kolayca varm ayı, ağır ve zor bir ay­
dın lan m aya tercih ettiklerinden, aydınlığın sükûnetini tad am a­
m ış, karışık düşün celerden b aşk a bir şey değillerdi. H islerim i­
zin sö zd e ifadeleri, çoğun lukla hislerim izi bu şekilde, kendileri­
ni tanım am ıza im kân verm eyen bir biçim e b ü rü n m ü ş halde dı­
şım ıza çıkarm ak suretiyle bizi bu hislerden kurtarm aktan öteye
gitm ez. M eseglise tarafına neler borçlu old u ğu m u , M esegli-
se'in, tesad üfi çerçevesi ya da zorun lu esin kayn ağı old u ğu m ü ­
tevazı keşifleri h esaplam aya çalıştığım d a, du y gu larım ızla onla­
rın olağan ifadesi arasın dak i bu u y u m su zlu ğ u , ilk defa o son­
bah arda, o gezintilerden birinde, M ontjouvain'in yaslan dığı ça­
lılık b ayırda, hayretler içinde fark ettiğim i hatırlıyorum . Bir sa­
at boyunca y ağm u ra ve rü zgâra karşı neşeyle m ü cadele ettik­
ten sonra, M ontjouvain'in küçük gölü n ün kenarına, M. Vin-
teuil'ün bahçıvanının, aletlerini k o y d u ğu , kirem it kaplı küçük
kulübenin önüne geld iğim d e, gü n eş yeniden açm ıştı; y ağm u ­
run yıkadığı yaldızlı gü n eş ışınları, gö k yü zü n d e, ağaçların, ku­
lübe duvarının, tepesinde bir tavu ğun gezin diği, hâlâ ıslak ki­

159
remit çatının üstün de, yepyeni parlam aktaydı. Esen rüzgâr, d u ­
vardaki çatlaklarda bitm iş yabani otları ve tavu ğu n tüylerini
yana doğru çekiyor, hem otlar, hem d e tüyler, cansız ve hafif
nesnelerin kendini bırakm ışlığıyla, boyları yettiğince, rüzgârın
keyfine göre uçuşuyorlardı. G üneşin tekrar yansıtıcı bir yü zey
haline getirdiği gölcü ğü n üzerinde, kirem it çatı, dah a önce hiç
dikkatim i çekm em iş olan pem be m erm er dam arları olu ştu ru ­
yordu. Suyun ve du varın ü stün de, gök yü zü n ü n gü lü m sem esi­
ne karşılık veren solgu n bir tebessü m görünce, k apatm ış o ld u ­
ğu m şem siyem i sallay arak, heyecanla, "Vay be! Vay be! Vay
b e!" diy e bağırdım . A m a aynı an da, aslın d a bu m u ğlak sözlerle
yetinm eyip, hayranlığım a bir açıklam a getirm eye çalışm am ge­
rektiğini de dü şü n d ü m .
Yine aynı an d a -o ra d a n geçm ekte olan, zaten oldukça ke­
yifsiz görünen ve şem siyen in yü zü n e çarpm asın a ram ak kalın­
ca keyfi iyice kaçıp, "B u gü zel h av ad a yürüm ek ne hoş, değil
m i?" d ed iğim d e so ğu k bir cevap veren bir köylü say e sin d e -
aynı du y gu ların önceden belirlenm iş bir dü zen e göre, herkeste
aynı an da olu şm adığın ı d a öğrendim . D aha sonraları, ne za­
m an uzunca bir sü re kitap ok u yu p, ardın dan canım sohbet et­
m ek istese, kendisiyle k on uşm ak için yanıp tu tu ştu ğu m ark a­
d aşım , az önce sohbetin hazzını y aşam ış olur, o esn ada d a ra­
hat bırakılıp kitap ok u m ak isterdi. A nnem le bab am ı d ü şü n ü p
sev giyle d o lm u ş, onların en hoşuna gidecek, en akıllı u slu k a­
rarları verm işsem , onlar tam d a bu süre içinde benim unuttu­
ğu m bir kabahatim i öğrenm iş olurlar, ben onları öpm ek üzere
kollarına atılırken, onlar kabahatim den ötürü bana sertçe sitem
ederlerdi.
Bazen, yalnızlığın bana yaşattığı coşk u n lu ğa, ondan tam
olarak ayıram ad ığım bir b aşk a heyecan, sarılıp kucaklayabile­
ceğim bir köylü kızının k arşım a çıkıverm esi arzu su n d an k ay­
naklanan bir taşkınlık eklenirdi. Bu arzu y a eşlik eden, çok fark­
lı düşüncelerin ortasın da, ben sebebini tam olarak an lam aya
vakit b u lam adan , ansızın ortaya çıkan haz, bana o düşüncelerin
yaşattığı hazzın bir ü st seviyesi gibi gelirdi sadece. O esn ada
zihnim de yer alan her şeye, kirem it çatıdaki pem be yansım aya,
yabani otlara, ne zam an dır gitm ek isted iğim R oussain ville kö­

160
yüne, R oussain ville O rm anı'nın ağaçlarına, kilisesinin çan ku­
lesine, fazladan bir değer atfederdim ; sırf bu yeni heyecanı on­
ların yarattığını zannettiğim için gö zü m d e dah a arzulanır olur­
lar, yelkenim i kuvvetli, m eçhul ve elverişli bir rü zgârla d o ld u ­
ran coşku, sanki beni onlara ulaştırm ak için acele ederdi. Bir
kadının ortaya çıkıverm esi arzu su , benim n azarım da tabiatın
cazibesine bir b aşk a coşku katıyordu, am a buna karşılık, tabi­
atın cazibesi de, kadının fazlasıyla sınırlı b u lacağım cazibesini
genişletiyordu. A ğaçların güzelliği, bu kadının d a gü zelliğiy­
m iş, bu ufkun, R oussain ville köyünün, o yıl o k u d u ğu m kitap­
ların ruhunu ellerim e o kadının öp ü cü ğü teslim edecekm iş gibi
geliyordu bana; ve hayal gü cü m tenselliğim le tem as ed ip on­
dan gü ç aldıkça, tenselliğim hayal gü cü m ün bütün alanlarına
yayıldıkça, arzu m sınır tanım ıyordu. Bunun bir b aşk a nedeni
de, -alışkan lığın faaliyetine ara verdiği, nesnelere ilişkin soyut
bilgilerim izin bir yana bırakıldığı, dolayısıyla b u lu n d u ğ u m u z
yerin özgü n lü ğü n e, bireyselliğine derinden inandığım ız, tabi­
atın ortasın daki tahayyül an larında hep o ld u ğ u g ib i- arzuları­
m ın seslen diği kadının, bana kadın cinsinin herhangi bir örneği
gibi değil, bu toprağın zorun lu ve do ğal bir ü rün ü gibi gelm e­
siydi. Ç ünkü o sıralard a benim d ışım d aki şeyler, toprak ve in­
sanlar, bana, yetişkin erkeklere gö rü n d ü ğ ü n d en d ah a değerli,
dah a önem li, dah a gerçek bir varolu şla donatılm ış gibi gö rü n ü ­
yordu. Toprakla insanları birbirinden ayırm ıyordum zaten. Me-
seglise'i, Balbec'i arzu ladığım gibi, M esegliseTi veya R oussain-
ville'li bir köylü kızını, BalbecTi bir balıkçı kızı arzuluyordum .
K oşulları keyfim ce d eğiştirsem , bu kızların bana verebileceği
hazzı o k adar gerçek bu lm az, ona in anam azdım . P aris'te Bal­
becTi bir balıkçı kızla veya M esegliseTi bir köylü kızıyla tanış­
m ak, birinin bana k u m sald a görm ediğim den izkabukları, or­
m an da b u lm adığım bir eğreltiotu verm esine benzer, kadının
bana vereceği h azdan , hayal gü cü m ün ona yü k led iği bütün
hazları d ü şm ek anlam ına gelirdi. A m a R oussain ville O rm a-
n ı'n da bu şekilde, yan ın da sarılacak bir köylü kızı o lm adan ge­
zinm ek de, bu orm anın gizli hâzinesini, derindeki güzelliğini
görem em ek dem ekti. Ş a şm az bir biçim de yaprakların arasın a
gö m ü lm ü ş halde hayal ettiğim bu kızın kendisi de, benim gö-

161
/.iim de o yörenin bir bitkisiydi, yalnız diğer bitkilerden dah a
üstün bir türdendi ve yapısı, yörenin gizli lezzetini, d iğer türle­
re oranla daha yakından tatm aya izin veriyordu. Buna (ve kı­
zın, bu lezzeti tatm am ı sağlay acak olan okşam alarının d a farklı
olacağına, bu okşam aların hazzını o kızdan b aşk asıyla y a şa y a ­
m ayacağım a) inanm am kolaydı, çünkü çeşitli kadın larla y a şa ­
nan hazzın bu kadın lardan soyu tlan dığı, genel bir k avram a in­
dirgen d iği ve dolayısıyla kadınların, hiç değişm eyen bir haz-
zın, birbiriyle ikam e edilebilir vasıtaları olarak algılan dığı yaşa
gelm em iştim henüz, d ah a u zun sü re boyunca d a gelm eyecek­
tim. O yaşta, haz, bir k adın a yaklaşırken gü d ü len am aç, önce­
den hissedilen heyecanın sebebi olarak zihinde tek başın a, ayrı,
dile getirilm iş bir halde m evcut değ ild ir bile. O nu tadacağım ız
bir haz olarak dü şü n m ey iz pek, dah a ziyade, kızın cazibesi ola­
rak adlandırırız, çünkü kendim izi değil, sad ece kendi benliği­
m izin dışın a çıkm ayı d ü şü n ü rü z. Bilinm eden beklenen, kendi­
liğinden var olan bu gizli haz, gerçekleştiği an da, birlikte o ld u ­
ğu m u z kadının sevecen bakışlarının, öpücüklerinin bize y aşat­
tığı diğer hazları öyle bir doruk noktasına getirir ki, özellikle
bizim n azarım ızda, sevgilim izin iyi yürekliliğine, bizden esir­
gem ediği lütuflarla ve m u tlu lu klarla ölçtüğüm üz, bize yönelik
dokunaklı tercihine d u y d u ğ u m u z m innetten kaynaklanan bir
taşkınlık olarak ortaya çıkar.
C om b ray'deki evim izin tavan arasın d a, sü sen kokulu kü­
çük o d ad a, bir keşif yo lcu lu ğu n a çıkan seyyahın ya da intihar
etm eye karar verm iş u m u tsu z bir insanın kahram anca tereddü ­
düyle, neredeyse baygınlık geçirerek, kendi içim de, ölüm cül
san dığım m eçhul bir yo ld a ilerlediğim ve son u n da salyan go z
izini andıran d o ğal bir izin, ü stü m e eğilen yabani frenküzüm ü-
nün yaprakların a karıştığı sırad a, aralık pencereden bakınca
kulesinden başk a şey gö rm ed iğim , ilk arzularım ın tek sırdaşı
R oussain ville kalesine m aalesef b oşu n a yakarır, köyünün bir
evladını bana göndersin diye b oşu n a yalvarırdım . Şim di de bo­
şu n a yalvarıyordu m ona. M anzaranın tam am ını gö rü ş alanım a
sığdırıyor, bana bu topraklardan bir kadın getirm elerini istedi­
ğim bakışlarım la, b oşu n a tarıyordum onu. Saint-A ndre-des-
C h am p s K ilisesi'ne gitsem de, su n du rm an ın altında, yanım da

162
bü yü kb ab am olsa m utlaka karşılaşacağım am a k on u şam ayaca­
ğım köylü kızı asla o rad a olm uyordu. K öylü kızının ansızın ar­
kasın d an çıkıp bana geleceği, uzaktaki bir ağaçtan gözlerim i
ayırm ıyordum ; dikkatle incelediğim ufuk hep bom boş kalıyor,
h ava kararıyordu; dikkatim , bu kısır araziye, bu tükenm iş top­
rağa, içinde barındırdığı yaratıkları çekip çıkarm ak istercesine,
nafile kenetleniyordu; böylesine arzu ladığım kadına sım sıkı sa­
rılm adan eve dönm eye razı o lam asam da, onu karşım a çıkara­
cak olan tesad ü fü n gerçekleşm esi ihtim alinin giderek azald ığ ı­
nı kendi kendim e itiraf ed ip m ecburen C om b ray'ye d o ğru yola
k o y u ld u ğu m d a, tıpkı bir m an zara resm indeki ağaçlar gibi, ara­
larından tek bir canlının çıkm adığı R oussainville O rm anı'nın
ağaçlarına, bu sefer n eşeyle değil, öfkeyle vuruyordum . Ayrıca
bu kadın karşım a çıksa bile, onunla kon uşm aya cesaret edebilir
m iydim ? K on u şsam , beni deli zanneder diye dü şü n ü y ordu m ;
b u gezintilerim sırasın da biçim lenen ve gerçekleşm eyen arzu la­
rımın, başk aları tarafın dan p ay laşam ad ığın ı, benim d ışım d a bir
gerçeklikleri olm adığını dü şü n m eye başlıyordum . A rzularım
artık bana m izacım ın tam am en öznel, iktidarsız ve b oş ürünleri
gibi görün ü yordu . O an dan itibaren bütün cazibesini ve an la­
mını kaybeden gerçeklikle, tabiatla arzularım arasın da hiçbir
bağlantı kalm ıyordu; tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürm ek
için o k u d u ğ u rom anın k u rgu su y la içinde b u lu n d u ğ u vagonu n
ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatım la ilişkisi de, ona tesad ü fi bir
çerçeve oluşturm aktan ileri gitm iyordu.
Belki sad izm le ilgili k afam d a oluşan, çok sonraları biçim le­
nen ilk fikrin kayn ağı da, yine M ontjouvain'in yakınında, bir­
kaç yıl sonra y aşad ığ ım ve o sırad a aydınlığa k av u şm am ış olan
bir d u y gu y d u . İleride de göreceğim iz gibi, bu du y gu n u n hatı­
rası, b am b aşk a nedenlerle, hayatım da önem li bir rol oy n aya­
caktı. O gün hava çok sıcaktı; annem le b abam bütün gün
C om b ray 'd e olm ayacakların dan , bana, eve istediğim k ad ar geç
dönebileceğim i söylem işlerdi; ben de M ontjouvain'in, kirem it
çatının yansım alarını seyretm ekten hoşlandığım küçük gölüne
gitm iş, evin arkasındaki bayırda, eskiden bir gün M. Vinteuil'ü
ziyaret eden babam ı beklediğim yerde, çalıların gö lgesin e u za­
nıp u yu m u ştum . U y an d ığım da hava neredeyse tam am en ka­

163
rarm ıştı; ay ağa kalkm ak üzereydim ki, tam k arşım d a, birkaç
santim etre ötem de, babasının vaktiyle babam ı ağırlam ış o ld u ­
ğu, kızının şim d i kendi oturm a od ası olarak k ullan dığı od aya
herhalde yeni girm iş olan M ile V inteuil'ü gö rd ü m (tanıyabildi­
ğim kadarıyla oydu ; kendisini C om b ray 'd e pek seyrek, o d a ço­
cukken gö rm ü ştü m , oy sa şim d i bir genç kız olm uştu). Pencere
aralıktı, içeride lam ba yanıyordu, o beni görm üyor, ben onun
bütün hareketlerini görebiliyordum , am a yerim den kalkarsam
çalıların çıtırtısını işitecek ve belki de oraya onu gözetlem ek
için sak lan dığım ı düşünecekti.
Babası kısa bir süre önce ö ld ü ğü için, m atem deydi. Biz ken­
disini ziyarete gitm em iştik; annem , iyiliğini sınırlayan tek şey
olan bir erdem yüzün den , yani edebine aykırı dü şeceği için git­
m ek istem em işti, am a M ile Vinteuil'e çok acıyordu. M. Vin-
teuil'ün, önce kızına annelik ederek, çocuk bakıcılığı yaparak,
sonra d a kızının kendisine yaşattığı acılarla geçen öm rünün son
yıllarını hatırlıyordu annem ; yaşlı M. Vinteuil'ün son zam anlar­
d a yüzün den hiç eksik olm ayan ıstırabı tekrar görür gibi olu­
yordu; son yıllarında bestelediği eserlerin tam am ını, yaşlı bir
m üzik hocasının, eski bir köy orgcusun un m ütevazı bestelerini
notaya dökm ekten tem elli vazgeçtiğini biliyordu; çoğu kâğıda
bile geçirilm em iş olan, sad ece hafızasında bulunan, bazıları ayrı
ayrı kâğıtlara, okunm ası im kânsız şekilde not edilm iş, gün ışığı­
na çıkm am aya m ahkûm bu bestelerin, kendi içlerinde hiçbir de­
ğerleri olm adığın dan em indik, am a kendisi için b üyük değer ta­
şıdığını ve kızı u ğru n a feda edilm eden önce, hayatının tek am a­
cı olduklarını bildiğim izden , küçüm sem iyorduk onları; annem,
M. Vinteuil'ün çok dah a acı bir fedakârlığını, kızı için nam uslu
ve saygın bir m utlulukla do lu bir istikbal u m u du n dan vazgeçi­
şini de unutm uyordu; büyükteyzelerim in eski piyano hocasının
bu en b ü yü k ü zü n tü sü n ü hatırladıkça gerçek bir kedere gö m ü ­
lüyor, M ile Vinteuil'ün, babasını neredeyse kendi elleriyle öl­
dü rm ü ş olm anın pişm an lığıyla karışık, kim bilir ne acı bir keder
içinde o ld u ğu n u d ü şü n ü p dehşete kapılıyordu. "Z avallı M. Vin-
teuil," diyordu annem , "kızı için y aşad ı, karşılığını görem eden,
kızı için öldü. Ö lüm ünden sonra alacak mı bu karşılığı, alırsa
nasıl bir karşılık alacak? O na bir karşılığı ancak kızı verebilir."

164
M ile Vintem l'ün oturm a odasının karşı duvarın daki şöm i­
nenin üzerin de, babasının küçük bir resm i durm aktaydı; yak­
laşm akta olan bir arabanın tekerlek sesleri d u y u ld u ğu n d a, he­
m en g id ip bu resm i aldıktan sonra kendini bir kanapenin ü zeri­
ne attı ve tıpkı bir zam an lar M. Vinteuil'ün, annem le babam a
çalm ak istediği parçayı yanı başın a k oy d u ğu gibi, bir sehpayı
yanına çekip üzerine resm i yerleştirdi. A z sonra kız ark ad aşı
içeri girdi. M ile Vinteuil onu yerinden kalkm adan, elleri başının
ark asın d a k av u şm u ş h alde karşıladı ve yer açm ak üzere,
kanapenin bir ucun a kıvrıldı. A m a hemen ardından, bu d av ra­
nışıyla ark ad aşı için tedirgin edici olabilecek bir konum u ona
day atıy o rm u ş gibi gö rü n d ü ğü n ü dü şü n d ü . A rkadaşının kendi­
sinden u zak ta bir iskem leye oturm ak isteyebileceğini d ü şü n ü p
kendini p atav atsız b u ldu , h a ssas yüreği pan iğe kapıldı; kanape-
ye tekrar b oy lu boyun ca u zan ıp gözlerini k ap ad ı ve sırf u yk u su
geldiği için böyle u zan m ış old u ğu n u belirtm ek için, esnem eye
koyuldu. A rkad aşın a kaba, üstün lük kuran bir yakınlıkla d a v ­
ran d ığı halde, babasının dalkavu k ça, m ütereddit hareketlerini,
ani kaygılarını on da d a görm ek m üm kün dü. A z sonra ay ağa
kalktı, panjurları k apatm ak isteyip becerem iyorm uş gibi yaptı.
"A çık bırak, hava sıcak ," d ed i ark adaşı. "O lur m u, d ışarı­
d an görecekler," diy e cevap verdi M ile Vinteuil.
A m a hem en ardın dan , arkadaşın ın bu sözleri, belirli bir ce­
va p alm ak am acıyla söylen m iş sözler olarak yorum layacağını
tahm in etti m uhtem elen; gerçekten d e o cevabı du y m ayı isti­
yor, fakat kibarlıktan, telaffuz edilm esinin inisiyatifini ark ad a­
şın a bırakıyordu. Bu yü zd en de, benim görem ediğim b ak ışla­
rında, herhalde büyükann em in o çok hoşlandığı ifadeyle, der­
hal ekledi:
"G örecekler derken, kitap okurken görecekler dem ek iste­
dim ; in san ne k ad ar ön em siz bir şey yapıyor olsa da, gö rü ld ü ­
ğü n ü dü şü n m ek çok tatsız."
A rzu su n u n gerçekleşm esi için zorunlu b u ld u ğu , önceden
d ü şü n ü lm ü ş sözleri, içgü d ü sel bir asaletle, kendiliğinden bir
nezaketle, söylem iyordu. Benliğinin derinliğinde her an m ev­
cut olan utangaç, yalvaran bakire, kaba ve m uzaffer sav aşçıy a
yakarıyor, onu geri çekiyordu.

165
"Evet, bu kalabalık kırlarda, bu saatte seyrediliyor olm a­
m ız çok m uhtem el," d ed i ark adaşı alayla. "H em ne olacak ?"
diye ekledi (M ile Vinteuil'ün hoşlandığını bild iği bir metni ez­
bere okurcasına, iyilikle, alaylı olm asına çalıştığı bir ses tonuyla
söylediği bu sözleri, hınzırca, sevecen bir göz kırpışıyla destek ­
leyerek). "G örü rlerse görsünler, dah a iyi."
M ile Vinteuil ürpererek ay ağ a kalktı. K uruntulu ve h a ssas
kalbi, duyularının arzu ladığı sahneye kendiliğinden u yarlan ­
m ası gereken sözleri bilm iyordu. E sas m izacından m üm kün ol­
d u ğ u k ad ar uzakta, bürünm ek istediği ah laksız kız kim liğine
u ygu n dili bu lm aya çalışıyor, am a onun içtenlikle söyleyeceğini
d ü şü n d ü ğ ü sözler, kendi ağzın d an çıkınca sah teleşirm iş gibi
geliyordu kendisine. Söylem eye cesaret edebildiği tek tük sö z­
leri de, her zam anki u tangaçlığı kararsız cüretini felce uğrattı­
ğın dan , yapm acık bir se s tonuyla telaffuz ediyor, "Ü şü y o r m u ­
sun , terliyor m u su n, yalnız k alıp kitap okum ak ister m iy d in ?"
gibi sorular sıkıştırıyordu aralarına.
"K ü çü k hanım ın k afasın da bu ak şam pek şehvetli d ü şü n ­
celer var galib a," d ed i son u n da, herhalde dah a önce ark ad aşın ­
dan d u y m u ş old u ğu bir cüm leyi tekrarlayarak.
K ız ark ad aşı krep blu zu n un dekoltesine bir öp ücü k k on du ­
runca, M ile Vinteuil küçük bir çığlık atıp kaçtı; zıplayarak , giy­
silerinin bol kolları kanat çırparcasm a h avad a u çu şarak, sevdalı
k u şlar gibi kikirdeyip cıvıld aşarak birbirlerini k ovalam ay a b a ş­
ladılar. Son u n da M ile Vinteuil kanapeye, ark ad aşı da boylu bo­
yunca onun üzerine düştü. N e var ki, arkadaşın ın sırtı, eski pi­
yano hocasının resm inin b u lu n d u ğ u seh pay a dönüktü. M ile
Vinteuil, kendisi dikkatini çekm ezse, arkadaşın ın resm i görm e­
yeceğini an layıp yeni fark etm iş gibi, dedi ki:
"A h ! Şu b ab am ın resm i d e bizi seyrediyor, kim k o y m u ş o
resm i oray a bilm em , kaç kere sö y le d im , yeri o rası d eğ il d i­
ye."
M. Vinteuil'ün de b abam a, notalarla ilgili olarak aynı sözle­
ri söylem iş oldu ğu n u hatırladım . M. Vinteuil'ün resm i, kızıyla
ark ad aşı için, kutsal şeylere karşı çıkış ayinlerinde bir araç işle­
vi görüyor olm alıydı ki, ark ad aşı, herhalde törenin cevapların ­
dan biri olan şu sözlerle karşılık verdi:

166
"C an ım , bırak old u ğu yerde d u rsu n , artık burada değil, bi­
zi rahatsız edem ez. Sence ihtiyar m aym un seni böyle açık pen­
cerenin k arşısın d a görse, m ızıldanır, paltonu giydirm ek ister
m iy d i?"
M ile Vinteuil, "A a, ne ay ıp !" diy e tatlı tatlı sitem etti. Bu
sözleri, b ab asın d an bu şekilde bahsedilm esinin kendisinde
uyan dırdığı öfkeyle söylenm iş oldukları için değil d e (şüph esiz
bu d u y g u su n u böyle an larda, kim bilir hangi safsataların yardı­
m ıyla, b astırm ayı alışkanlık edinm işti), bencil görünm ek iste­
m ediğin den arkadaşın ın kendisin e verm eye çalıştığı hazza ken­
di k o y d u ğu bir sınır oldukları için, iyi yürekliliğini kanıtlıyor­
du. Ayrıca bu sövgülere cevap verirkenki güleryüzlü ılımlılığı,
o riyakâr ve şefkatli sitem i, içten, iyi yürekli m izacına, benim se­
m eye çalıştığı ahlaksızlığın, sahte bir iyilikle dolu, özellikle al­
çakça bir şekli gibi görün ü yor olabilirdi. N e var ki, sav u n m asız
bir ölüye karşı bu k ad ar acım asız olabilen bir insanın kendisine
şefkat gösterm esin den alacağı zevkin cazibesine direnem edi;
bir sıçrayışta ark adaşın ın k ucağına oturdu ve sanki onun kızıy­
m ışçasın a, iffetli bir tavırla, öp ülm ek üzere alnını ona uzattı;
böylelikle, M. V inteuil'ün elinden, m ezarın da bile babalığını al­
m akla, zalim liğin do ru ğu n a ulaştıklarını b üyük bir hazla his­
setti. A rkad aşı, M ile Vinteuil'e d u y d u ğ u yoğun sevginin ve bu
yetim kızın kedere b oğu lm u ş hayatına bir eğlence getirm e iste­
ğinin kolaylaştırdığı bir u ysallıkla, u zan an başı ellerinin arasına
alıp alnına bir öpücük kon durdu.
"B u iğrenç şeye ne y ap m ak istiyor canım , biliyor m u su n ?"
dedi, resm i eline alarak.
Sonra M ile Vinteuil'ün k ulağın a eğilip işitem ediğim bir şey
söyledi.
"Yo, buna cesaret ed em ezsin !"
"B en m i cesaret edem eyeceğim buna tükürm eye? Buna
h a?" d ed i ark adaşı, kasıtlı bir acım asızlıkla.
D evam ını du y am ad ım , çünkü M ile Vinteuil bitkin, sarsak ,
m eşgu l, d ü rü st ve hüzünlü bir ed ay la kalkıp panjurları ve pen ­
cereyi kapadı; M. V inteuil'ün kızı yüzün den hayatı boyunca
çektiği onca ıstıraba, ölüm ün den sonra kızından nasıl bir k arşı­
lık b u ld u ğu n u biliyordum artık.

167
Buna rağm en , M. Vinteuil'ün bu sahneye şahit olsa da, kı­
zının iyi yürekliliğine olan inancının sarsılm ayabileceğini, hattâ
bu kon ud a tam am en yanılm ış d a sayılam ayacağın ı d ü şü n d ü m
sonradan. Hiç şü ph esiz, M ile Vinteuil'ün alışkanlıklarına, g ö rü ­
nürde öyle k u su rsu z bir kötülük hâkim di ki, bu kadarına ancak
bir sad istte rastlanabilirdi; bir kızın, arkadaşın ı, bütün hayatını
kendisin e ad a m ış olan babasının resm ine tükürm eye teşvik et­
tiğini, gerçek bir kır evinin lam basının ışığın da değil, b u lvar ti­
yatrolarının ram p ışıklarında gö rü rü z d ah a çok; m elodram es­
tetiğinin hayattaki tek temeli ise, sadizm dir. G erçek hayatta, sa-
dizm vakaları d ışın da, bir kız, ölü babasının hatırasına ve istek­
lerine say g ıd a , M ile Vinteuil k ad ar acım asızca k u su r edebilir,
am a bu tür davranışlarını, böylesine basit ve saf bir sem bolizm ­
le, kasıtlı olarak özetlem ez; d avran ışın dak i zalim lik, başk aları
için de, k ötü lü ğü , kendi kendine itiraf etm eden y ap an kendisi
için de, b u k ad ar açık seçik olm az. A m a d ış gö rün ü şü n ötesin­
de, M ile Vinteuil'ün kalbindeki kötülük, en azın dan b aşlan gıç­
ta, katışıksız d eğ ild i şüph esiz. O nun gibi sadistler, kötülük sa ­
natçılarıdırlar, oy sa m utlak an lam da kötü olan biri, kötülük sa ­
natçısı olam az, çünkü kötülük onun dışın daki bir şey değildir,
ona tam am en d o ğ al görünür, hattâ on dan ayırt edilem ez; ayrı­
ca böyle bir insan, fazilete, ölülerin anısına, evlat sev gisin e bir
say gı b eslem ed iği için, bunları çiğnem ekten d e sapkın bir zevk
alam az. M ile Vinteuil türü sadistler, öylesine d u y g u sal ve
özü n de faziletlidirler ki, cinsel hazzı bile kötü bir şey, fesatların
ayrıcalığı gibi görürler. Kendilerini bir an bu h azza bırakabil­
m ek için de, fesat bir k im liğe bürünm eye, suçortaklarını, kısa­
cık bir an için, titiz ve sevecen ruhlarından sıyrılm a yanılgısını
y aşay acak şekilde, hazzın insanlıkla ilgisi olm ayan dü n yasın a
so km ay a çalışırlar. M ile V inteuil'ün bunu ne k ad ar istediğini,
başarm asın ın ne k ad ar im kânsız o ld u ğu n u gördükçe anlıyor­
dum . B abasıyla taban tabana zıt olm ak istediği an da bana hatır­
lattığı şey, yaşlı piyan o hocasının d ü şü n m e ve k on uşm a biçi­
m iydi. O nun, kutsallığını lekelediği, hazzı için bir araç olarak
kullan dığı, am a hazzıyla kendisi arasın d a kalan ve bu hazzı
d o ğru d an tatm asını engelleyen şey, babasının fotoğrafından
çok, yü zün ü n b ab asın a benzerliğiydi, babasının, kendisine an­

168
nesinden m iras kalm ış, aile y adigârı bir m ücevher gibi kızına
verm iş old u ğu m av i gözleriydi, M ile V inteuil'ün sapıklığıyla
kendisi arasın a, bu sap ık lığa u ygun olm ayan ve onu, genellikle
kendini vakfettiği say ısız nezaket gereğinden çok farklı bir şey
olarak algılam asın a m ani olan bir dil, bir zihniyet engeli koyan
kibarca dav ran ışlardı. O na haz fikrini aşılayan , hoş gelen şey,
kötülük değildi; hazzı kötü bir şey olarak görüyordu . Kendini
h azza her bırakışın da, bu haz beraberinde, d iğer zam an lard a if­
fetli ru hu nda m evcut olm ayan kötü düşün celer getirdiği için
de, sonuçta h azd a şeytanca bir şeyler buluyor, onu K ötülük'le
özdeşleştiriyordu. Belki d e M ile Vinteuil, ark adaşın ın özünde
kötü olm adığı, kendisine o küfür dolu sözleri söylerken sam im i
olm adığı kanısın daydı. A m a hiç değilse, arkadaşın ın, sahte de
olsalar, ah laksızlıkları ve bayağılıklarıyla iyiliğe ve ıstıraba d e­
ğil, zalim liğe ve h azza eğilim li bir insanın ifadelerine benzeyen
tebessüm ler, bak ışlar sergileyen yü zün ü öp m e zevkini tadıyor­
du. Bir an için d e olsa, b abasının hatırasına ilişkin gerçek d u y ­
gu ları bu k adar vah şi olan bir kızın, kendisi k ad ar sap ık bir su-
çortağıyla oynayacağı oyunları gerçekten oynadığın ı farz ede­
bilirdi. Belki de, başk aların a yaşattığı ıstırap k arşısın d a d u y d u ­
ğu , hangi adla anılırsa anılsın, zalim liğin korkunç ve sürekli bir
şekli olan kayıtsızlığı, herkeste o ld u ğu gibi kendinde de göre­
bilseydi, kötü lü ğü n o k ad ar ender rastlanan, olağan ü stü , şaşır­
tıcı, rahat ettirici bir hal o ld u ğu n u dü şü n m ezdi.

M eseglise tarafına gitm ek oldukça basitti, am a G uerm an tes


tarafına gitm ek bir m eseleydi, çünkü uzun bir gezin tiydi ve ha­
vanın b ozm ayacağın d an em in olm ak gerekirdi. H ava ü st ü ste
birkaç gü n güzel olacakm ış gibi gö rü n d ü ğü n d e; "zav allı tarla­
l a r a bir dam la y ağm u r dü şm ü y o r diye u m u tsu zlu ğa kapılan
ve sakin, m avi gö k y ü zü n d e süzülen tek tük b eyaz bulutlardan
b aşk a şey görem eyen Françoise, inleyerek, "Ş u n lara bakın, d iş­
lerini göstere göstere oyn aşıp duran cam gözler sanki! Z avallı
çiftçilere biraz y ağm u r yağdırm ay ı d ü şü n dü kleri mi var! B u ğ­
d ay lar b ü yüyün ce yağm u r tıpır tıpır y ağm ay a b aşlar am a, son ­
ra d a hiç ara verm eden, denize m i, toprağa m ı yağdığın ı bilm e­
den y ağar du ru r artık," d ed iğin de; b abam birkaç kez üst üste,

169
hem bahçıvandan, hem de barom etreden, aynı olum lu cevabı
ald ığın d a, ak şam yem eğinde, "Yarın hava böyle olursa Guer-
m an tes tarafına gidelim ," denirdi. Ö ğle yem eğinden hemen
sonra, küçük bahçe kapısın dan Percham ps Sok ağı'n a çıkılırdı;
iki üç yabanarısının, bitki derlem ek üzere bütün gü n araların da
do laştığı tahıllarla dolu , tuhaf özelliklerinin ve hırçın kişiliğinin
kayn ağı olarak gö rd ü ğü m adı k adar garip olan bu dar, sivri kö­
şeli so kağı, şim d i C om b ray'd e aram ak boşu n a olur, çünkü eski­
den bu so kağın old u ğu yerde, şim di okul binası yükselm ekte.
A m a benim hayal gü cü m R önesans ü slu b u n d a bir vaiz k ü rsü ­
sü n ün ve bir XVII. yüzyıl aharının altında Rom an ü slu b u n da
bir koroyerinin izlerini gö rü p binanın tam am ını XII. yü zyılda
olm ası gerektiği şekilde restore eden, Viollet-le-Duc'ün öğrenci­
si m im arlar gibi), yeni yapıyı taş taş üstün e bırakm am acasın a
yıkıyor ve P ercham ps So k ağı'n ı ortaya çıkarıp "restore" ediyor.
H ayal gü cü m , restorasyon m im arlarının genellikle bu lab ild i­
ğinden dah a kesin verilere sahip: Ç ocu k lu ğu m dak i
C om bray'n in, hafızam tarafın dan korunm uş, yakında yok ol­
m aya m ah kûm , hâlâ var olan son görüntüleri belki de; yok ol­
m ad an önce b izzat eski C om bray tarafından benliğim e k ayd e­
dildikleri için de, -m ü te v az ı bir portre, büyükannem in rep ro­
düksiyon larını bana hediye etm ekten hoşlandığı o harika port­
relerle karşılaştırılabilirse eğ e r- Leonardo'nun şaheserini ve
San M arco B a zilik asın ın ana kapısını, artık var olm ayan halle­
riyle g ö rd ü ğü m ü z o eski Son Akşam Yemeği gravürleri ve Genti­
le Bellini'nin tablosu gibi du ygu lan dırıcı görüntüler.
L'O iseau So k ağı'n d a, XVII. yü zyılda, senyörlerin, çiftçilerle
araların daki bir an laşm azlık yüzün den , bir derebeylik sö zleş­
m esi m eselesi için ara sıra C om b ray'ye gelm eleri gerektiğinde,
av lu su n a M ontpensier, G uerm an tes ve M ontm orency d ü şesle­
rinin saltan at arabalarının girdiği, eski L'O iseau Flesche oteli­
nin önünden geçerdik. Sonra, ağaçlarının arasın dan Saint-Hi-
laire'in çan kulesinin g ö rü n d ü ğ ü gezinti yoluna gelirdik. O rada
otu ru p bütün gü n çan seslerini dinleyerek kitap okum ak ister­
dim ; o k adar gü zel, o k ad ar huzurlu bir yerdi ki, çanlar saat
başlarını çald ığın d a, sanki gü n ü n sükûnetini bölm eyip arındı­
rır, çan kulesi, y ap acak b aşk a hiçbir işi olm ayan bir insanın

170
gevşek ve özenli şaşm azlığıyla, -ısının ağır ağır, doğallıkla bi­
riktirdiği birkaç altın dam lasın ı sıkıp akıtm ak için - gerektiğin­
de, do lgu n sessizliği sıkıştırırdı.
G uerm an tes tarafının en cazip yanı, gezintim iz boyunca
V ivonne N ehri'nin yatağını hem en hiç terk etm eyişim izdi. Ev­
den çıktıktan on dakika sonra, Pont-Vieux adı verilen bir yaya
k öprü sü n d en , nehrin karşı tarafına geçerdik. C om b ray'ye var­
dığım ızın hem en ertesi gün ü, P askalya yortu su n da, hava g ü ­
zelse v aaz biter bitm ez küçük k öprüye koşar, evlerde, hâlâ orta­
lıktaki birkaç tem izlik gerecinin, şatafatlı hazırlıklar nedeniyle
her zam ankinden kirli gö rü n d ü ğ ü bayram sabah ı k argaşasın ­
d a, henüz siyah ve çıplak olan toprakların arasın da şim diden
gök m avisin e b ü rü n m ü ş akan, sadece vaktinden önce gelm iş
bir g ru p gu gu k k u şu n u n ve erkenci çuhaçiçeklerinin eşlik ettiği,
m avi alevli, tek tük birkaç m enekşenin, külahlarında taşıdıkları
koku dam lasının ağırlığıyla saplarını eğdikleri nehri seyreder­
dim . Pont-Vieux'nün öbür ucun daki, teknelerin çekildiği pati­
kanın k öprü ye yakın kısm ı, yaz m evsim inde, altında hasır şa p ­
kalı bir balıkçının kök saldığı fındık ağacının m av im si y ap rak ­
larıyla örtülürdü. Z angoç üniform asının içindeki nalbantı, be­
yaz koro üyesi ü stlü ğü n ün altındaki bakkal çırağını m utlaka ta­
nıdığım C om b ray'de, bu balıkçı, kim liğini asla öğrenem ediğim
tek kişidir. A nnem le babam ı tanıyor olm alıydı, çünkü b iz ge­
çerken şap kasın ı çıkarıp selam verirdi; bunun üzerine ben adını
sorm ak isterdim , am a balığı korkutm ayayım diye, işaretlerle
su stu ru rlardı beni. N ehri epeyce yüksekten izleyen, teknelerin
çekildiği patikaya girerdik; nehrin karşı yakası, köye ve u zak ta­
ki istasyon a kadar, alçak, geniş çayırlar halinde uzanırdı. O rta­
çağd a, G uerm antes senyörlerinin ve M artinville b aşrah ipleri­
nin saldırılarına karşı Vivonne N ehri'ni savu n m a am acıyla kul­
lanan eski C om bray kontlarının şatosunun yarı yarıya otlara
gö m ü lm ü ş kalıntılarına rastlanırdı bu çayırlarda. Şatodan geri­
ye, zar zor seçilebilen, yam rı yu m ru birkaç kule p arçası, bir za­
m an lar kundaklı yayla silahlanm ış bir askerin tepesinden a şa ­
ğıya taşlar attığı, ü zerin de duran nöbetçinin N ov epo n t'u ,
C lairefontaine'i, M artinville-le-Sec'i, Bailleau-l'Exem pt'i g ö ze­
tim altında tuttuğu birkaç m azg al kalm ıştı sadece; eskiden hep­

171
si, C om b ray'yi çepeçevre k uşatan G uerm an tes derebeyliğine
bağım lı topraklar olan bu yerleşim ler, çoktan yerle bir olm uş,
çim enlerin ü zerin de ders çalışm aya veya ders araların da oyun
oyn am aya gelen p a p a z okulu öğrencilerinin hâkim iyeti altına
girm işti - neredeyse toprağa gö m ü lm ü ş, biraz serinlem ek iste­
yen bir gezgin gibi su kenarına u zan m ış olan bu geçm iş, beni
düşün celere gark eder, C om bray adın a, şim diki küçük k asab a­
nın yanı sıra, on dan çok farklı bir kent eklem em e seb ep olur,
sarı düğünçiçeklerinin altında gizlenen an laşılm az, eski çehre­
siyle zihnim i m eşgu l ederdi. Yum urta sarısı rengindeki düğün -
çiçekleri, çim enlerin ü zerin de tek b aşların a veya ikişer üçer,
g ru p lar halinde oynam ak için seçtikleri bu b ölged e çok k alab a­
lıktılar; onları seyretm enin verd iği hazzı d am ağım la tadam aya-
cağım dan , hazzın tam am ını, çiçeklerin altın yaldızlı yüzeyle­
rinde toplardım ; so n u n da bu haz iyice güçlenip işlevsiz gü zelli­
ğe d ö n ü ştü ğü için, çiçekler oldu klarından da p arlak görün ü r­
lerdi gözü m e; dah a küçücük bir çocukken bile, b u böyleydi, o
zam anlar, bayırdaki patik ad a d u ru p düğünçiçeklerine, belki
asırlar önce A sy a'd an gelerek temelli köye yerleşm iş olan, bu
m ü tevazı ufuktan m em nun, gü n eşi ve su kenarını seven, istas­
yon m an zarasın a bağlı, am a kim i eski resim lerim iz gibi, halka
ö z gü yalınlıklarıyla şairan e bir D oğu şaşaasın ı hâlâ koruyan,
Fransız peri m asalların d ak i prensleri hatırlatan adlarını tam
olarak telaffuz edem ediğim düğünçiçeklerine kollarım ı u zatır­
dım .
Ç ocukların küçük balıkları av lam ak için Vivonne N eh ri'ne
attıkları, içlerini de d o ldu ran nehir su yu y la çepeçevre kuşatıl­
m ış sürahileri seyrederdim ; k atılaşm ış bir su y u andıran say ­
dam yüzeyleriyle, aynı an da hem "m u h tev i", hem d e sıvı ve
akışkan bir billurun içindeki "m u h tev a" olan bu sürahiler, ku­
rulu bir sofra üzerindeki d u ru şların a kıyasla, d ah a lezzetli ve
kışkırtıcı bir serinlik d u y g u su uyan dırırlardı içim de, çünkü ar­
zu lad ığım serinliği, elle yakalan m asın a im kân tanım ayan
oynak suyla, d am ağın tatm asına im kân tanım ayan katı cam
arasın da, sürekli tekrarlanan bir kaçış halinde gösterirlerdi. Ay­
nı yere dah a sonra oltalarla gelm eye k arar verirdim kendi ken­
dim e; ikindi kahvaltısı için yan ım ızd a getirdiğim iz yiyecekler­

172
den biraz ekm ek alıp yu varlay arak Vivonne N ehri'ne atardım ;
su d a adeta bir aşırıdoym a m eydan a gelir, su birdenbire, herhal­
d e o âna k adar eriyik d u ru m u n d a, kristalleşm eye hazır tuttu­
ğu , görün m ez, aç iribaşlardan oluşan oval salkım lar halinde ek­
m eklerin etrafında yoğunlaşırdı.
A z ileride, Vivonne N ehri'nin yatağı, su bitkileriyle tıkanır­
dı. Ö nce tek tek bitkiler görülü rd ü, örneğin bir nilüfer, talihsiz
bir tesad üfle yerleştiği ters akıntı yü zün den bir türlü rahat ede­
m ez, otom atik hareketli bir feribot gibi, bir kıyıya u laştığı an da
hem en karşı kıyıya döner, so n su za dek bu gid iş dö n ü ş yolculu­
ğu n u tekrarlardı. K ıyıya d o ğru itilirken, sap ı açılır, uzar, gerile-
bileceği k ad ar gerilirdi, kıyıya d eğ d iğ i an d a tekrar akıntıya ka­
pılan yeşil halat kıvrılır, bir san iye bile o rad a k alm ayıp, aynı
m an evrayla tekrar harekete geçtiğinden, zavallı bitkiyi varış
değil, kalkış noktası diyebileceğim iz noktaya götürü rdü yine.
H er gezin tim izde aynı d u ru m d a b u ld u ğu m nilüfer, b ü y ü k b a­
bam ın Leonie H alam ı d a aralarına kattığı nevrozlu hastaları ha­
tırlatırdı bana; bunlar, yıllar yılı, hep kurtulm ak üzere old u k la­
rını zannettikleri ve hep korudukları garip alışkanlıkların d e­
ğişm ez görün tüsüy le çıkarlar karşım ıza; kaygılarının ve sa p ­
lantılarının çarkına kapılm ışlardır ve bu çarkın dışın a çıkm ak
için çırpınm aları, sad ece çarkın işleyişini sü rdü rm eye, önüne
geçilem eyen, tuhaf ve u ğ u rsu z perhizlerini harekete geçirm eye
yarar. N ev ro zlu h astalara benzeyen nilüferin hatırlattığı bir
b aşk a şey de, ebediyen tekrarlanan benzersiz işkenceleriyle
D ante'nin m erakını cezbeden zavallılardı; tıpkı beni peşlerin­
den k oşm ay a m ecbur eden annem le babam ın yaptığı gibi, Ver-
giliu s d a iri adım larla u zak laşm asa, D ante onu yak alam ak zo­
ru nda kalm az, işkencenin özelliklerini ve sebebini, bütün ay­
rıntılarıyla, b izzat o zavallılara anlattırırdı.
A m a biraz ileride nehrin akışı yavaşlardı; ırm ağın içinden
geçtiği arazinin, su bitkileri yetiştirm ekten hoşlanan sahibi, Vi-
vonne'un olu ştu rd u ğ u küçük gölleri birer nilüfer bahçesine d ö ­
n üştü rm üş ve halka açm ıştı. Bu bölged e kıyılar sık ağaçlarla
kaplı old u ğu n d an , ağaçların geniş bölgeleri, su y u genellikle ko­
yu yeşile boyardı, am a bazen, fırtınalı bir öğle sonrasını izleyen
sakin ak şam lard a eve dönerken, su, bölm eli Japon m inelerine

173
benzer, m ora çalan, çiğ bir açık m aviye b ü rü n m ü ş olurdu. S u ­
yun yüzeyinde, ortası lal rengi, kenarları beyaz tek tük nilüfer­
ler, çilek gibi kızarırlardı. D aha u zakta çok say ıd a bulunan çi­
çekler, dah a solu k renkli, dah a m at, dah a taneli, dah a çok kıv­
rım lıydılar; tesadüfen öyle zarif sarm allar çizerlerdi ki, akıntıya
k apılm ış giden, bir kır sefasının hüzünlü dağılışın ı hatırlatan,
çözülm üş katm erli gü l çelenklerini andırırlardı. Bir b aşk a köşe,
frenkm enekşesinin, bir ev kadını titizliğiyle, porselen gibi yı­
kanm ış, tertem iz beyazını ve pem besini sergileyen, dah a yay­
gın nilüfer türlerine ayrılm ıştı adeta; biraz ötedeyse, yüzen bir
çiçek tarhı halinde, birbirine bitişik nilüferler, m av im si ve cilalı
kanatlı kelebekler gibi b u su tarhının say d am eğim i üzerine
kon m uş m enekşeleri hatırlatırdı; aynı zam an d a bir gö k yü zü
tarhıydı bu, çünkü çiçeklere, kendi renklerinden dah a çarpıcı,
dah a ilahi renkte bir zem in sağlard ı; bu tarh, ister öğleden son ­
ra nilüferlerin altında, dikkatli, se ssiz ve hareketli bir m u tlu lu ­
ğun rengârenk ışıltısıyla yansın, ister ak şam a do ğru , uzaktaki
bir lim an m isali, gü n eş batışının pem besine ve hayallerine b ü ­
rünerek, dah a sabit tonlardaki çiçek taçlarının etrafında, z am a­
nın en derin, en ele geçm ez, en esraren giz -y an i so n su z - yanıy­
la sürekli bir u yum halinde olabilm ek için d u rm ad an d eğişsin ,
üstün deki çiçekler, daim a gök yü zü n ü n ortasın da açm ış gibi bir
izlenim uyandırırdı.
Bu parktan çıkıldığında, Vivonne N ehri yine ak m aya b a ş­
lardı. Kürekleri bırakıp kayığının içine sırtüstü yatm ış, kayığı
nehrin akıntısına bırakm ış, ağır ağır tepesinden geçen gö k yü ­
zün den b aşk a hiçbir şey görm eyerek, çehresinde m utluluğun
ve huzurun önsezisiyle yol alan bir kürekçiyi kim bilir kaç kere
görm üş, kendi keyfim ce yaşayabileceğim zam an , onu taklit et­
m eyi istem işim dir!
Suyun kenarındaki süsenlerin arasın a oturduk. Aylak bir
bulut, boş gök yü zü n d e uzun u zun oyalanırdı. A ra sıra, sıkıntı­
dan bunalm ış bir sazan, kaygılı bir özlem içinde, su d an dışarı
çıkardı. İkindi kahvaltısı vakti gelirdi. Tekrar yola k oyulm adan
önce uzun uzun çim enlerde otu ru p m eyve, ekm ek ve çikolata
yerdik; Saint-H ilaire'in çan sesleri, yatay ve zayıflam ış olarak,
am a hâlâ yoğu n ve m etalik bir tınıyla bize k ad ar ulaşır, onca

174
zam an dır içinden geçtikleri h avaya karışm ayıp, tek tek bütün
ses dalgalarının birbirini izleyen titreşimleriyle, ayaklarım ızın
dibindeki çiçekleri yalar geçerlerdi.
Bazen, orm anlarla çevrelenm iş nehrin kıyısında, tek b aşı­
na, her şeyden uzak, du varlarını yalayan nehirden başka hiçbir
şeyi görm eyen bir kır evine rastlardık. D üşünceli çehresi ve şık
tülleri yöreye ait olm ayan, herhalde oraya, yaygın deyim le "k a ­
p an m a y a ", kendi adını ve b ilh assa kalbini elinde tutm ayı b a şa ­
ram adığı kişinin adını orad a kim seciklerin bilm ediğinden emin
olm anın acı zevkini tatm aya gelm iş olan, genç bir kadın, kapı­
nın önüne bağlı bir kayıktan ötesini görem ediği pencerede beli­
rirdi. K ıyıdaki ağaçların ark asın d an geçen insanların seslerini
du yun ca, dalgın bir edayla başını kaldırırdı; bu insanların, ha­
yatlarında o vefasız şah sı hiç tanım adıklarını ve tanım ayacakla­
rını, geçm işlerindeki hiçbir şeyin, onun d am gasın ı taşım adı­
ğını ve gelecekte de taşım ayacağını, dah a yüzlerini bile görm e­
den, kesin olarak bilirdi. G enç kadının, bu vazgeçiş içinde sev­
diğini en azın dan görebileceği yerleri bırakıp onu hiç görm em iş
yerlere isteyerek geldiği hissedilirdi. Sevdiğin in geçm eyeceğini
bildiği bir yolda yaptığı yü rü yü şten dönerken onu görür, ge­
reksiz zarafetteki u zu n eldivenlerini, kaderine boyun eğm iş el­
lerinden çıkarışını seyrederdim .
G uerm an tes tarafına yaptığım ız gezintilerin hiçbirinde, Vi-
vonne N ehri'nin k ayn ağın a k ad ar gidem edik; bu kayn ağı sık
sık dü şü n ü rd ü m , varlığı benim n azarım da o k ad ar soyut ve
idealdi ki, il sınırları içinde, C om b ray'den şu k ad ar kilom etre
u zakta b u lu n d u ğu n u öğrenm ek, yeryüzünün bir başk a belirli
noktasında, eski çağlarda, Cehennem 'in kapısının b u lu n d u ğ u ­
nu öğrenm ek k adar şaşırtm ıştı beni. Benim varm ayı çok istedi­
ğim bir sınıra, G uerm an tes'a da, bu gezintilerin hiçbirinde u la­
şam adık. G uerm an tes Şato su sahiplerinin, yani G uerm an tes
D ük ü 'yle D üşesi'nin orad a oturduklarını, o an da var olan ger­
çek kişiler olduklarını biliyordum , am a onları her d ü şü n d ü ­
ğü m de, daim a M erovenj dönem inin esrarıyla ve tıpkı bir gü n eş
batışındaki gibi, "-an tes" hecesinden yayılan turuncum su ışıkla
sarm alan m ış olarak canlandırıyordum kafam da: Bazen kilise­
m izde, "E sterin Taç G iym e Töreni" adlı tasvirde görünen

175
G uerm an tes Kontesi gibi bir d u v ar halısına işlenm iş oluyorlar,
bazen , ben vaftiz kurnasına yakın sam lahana yeşiline, isk em ­
lem e yakınsam m or m aviye bürünen, vitraydaki K ötü G ilbert
gibi d eğişik tonlara bürünüyorlar, bazen d e G uerm an tes ailesi­
nin ataların dan Brabant'lı G enoveva'nın, sihirli fenerini o d a ­
mın perdelerinde gezdird iği veya tavan a tırm andırdığı gö rü n ­
tü sü gibi katiyen elle tutulam ıyorlardı. Buna rağm en ,
G uerm antes'lar, dü k ve d ü şe s sıfatıyla, tuhaf olsalar d a gerçek
insan lardılar benim gö zü m d e; oysa düklükleri, d ü k ü ve d ü şesi
oldukları G uerm antes'ı, gü n eşli "G uerm an tes tarafı"n ın tam a­
m ını, Vivonne N ehri'nin kaynağını, nilüferlerini, ulu ağaçlarını
ve say ısız gün eşli öğle sonrasını k ap say acak şekilde, ölçüsüzce
genişliyor, soyutlaşıyordu. Ayrıca, sad ece G uerm an tes D ük ü ve
D üşesi unvanını taşım adıklarını, eski senyörlerini yenm eye ça­
lışıp başaram ayınca XIV. yü zyıld a evlilik yolu yla edindikleri
C om b ray Kontu unvanını da taşıdıklarını, dolay ısıyla,
C om b ray'd e oturm ayan ilk ve tek C om bray'liler olduklarını da
biliyordum . C om bray K on tu'ydular, ism en, şah sen , Com -
bray'nin sahipleriydiler, şü p h esiz C o m b ray'ye ö zgü o ga rip ve
sofu hüznü içlerinde barındırıyorlardı; kentin sahibiydiler, am a
belirli bir evin sahibi değildiler, herhalde onlar da, C am u s'y e
tuz alm aya giderken kafam ı kaldırdığım takdirde, Saint-H ilaire
K ilisesi'nin ap sis vitraylarında ancak siyah lakayla boy an m ış
arka yü zün ü görebildiğim G ilbert d e G uerm an tes gibi, d ışarı­
d a, sokakta, yeryüzüyle gök yü zü n ü n arasın da bir yerde y aşı­
yorlardı.
Sonraları, G uerm an tes tarafın da, ara sıra, koyu renk çiçek
salkım larının tırm andığı çitlerle çevrili, küçük, su lak arazilere
rastlam ay a başladım . Ç ok değerli bir bilgiyi ele geçirdiğim i d ü ­
şünerek bu çitlerin ön ünde du ru rd um , çünkü en sev d iğ im y a­
zarlard an birinin tasvirlerini ok u du k tan sonra görm eyi çok ar­
zu lad ığım o ırm ak coğrafyasının bir parçasın ın k arşısın d aym ı­
şım gibi gelirdi bana. D oktor Percepied'nin bize G uerm an tes
Şato su 'n u n bahçesindeki çiçeklerden, güzel pın arlardan bah set­
m esiyle zihnim deki gö rü n tü sü değişen G uerm antes, işte bu
coğrafyayla, onun, k öpü k lü ırm aklar tarafından su lan an hayalî
toprağıyla özdeşleşti. M m e d e G uerm antes'ın, aniden bana sev ­

176
dalan ıp beni çağırttığını hayal ediyord um ; bütün gün birlikte
alabalık tutuyorduk. A k şam o ld u ğu n d a da, elim den tutuyor,
vasallara ait küçük bahçelerin önünden geçerken, alçak du v ar­
lara yaslan m ış ince uzun, m or ve kırm ızı çiçekleri gösterip
isim lerini söylüyordu. Yazm ayı d ü şü n d ü ğ ü m şiirlerin konula­
rını anlattırıyordu bana. Bu tahayyüller, ileride yazar olm ayı is­
tediğim e göre, ne yazm ak istediğim i artık bilm em gerektiği ko­
n u su n d a beni uyarıyorlardı. A m a bu kon uyu dü şü n m eye b a ş­
ladığım an da, ölçülem eyecek k ad ar değerli bir felsefi anlam ı
içinde barındırabilecek bir konu b u lm aya çalıştığım da, zihnim
duruyor, dikkatim i yo ğu n laştırdığım yerd e bir boşluktan başka
şey görem iyor, yaratıcı deh aya sah ip olm adığım ı, ya da belki
bir beyin hastalığının, b u dehanın d o ğm asın a izin verm ediğini
h issediyordum . Bazen bu sorun u babam ın çözeceğini d ü şü n ü ­
yordum . B abam o k adar n üfu zlu ve m evki sahibi insanlar nez-
din d e o k ad ar hatırlıydı ki, hayat ve ölüm yasaların dan dah a
kaçınılm az y asalar olarak görm eyi F ran çoise'dan öğrendiğim
yasalard an bile m u af tutulm am ızı, örneğin, m ah allede bir tek
bizim evin "yen ilem e" çalışm alarının bir yıl geciktirilm esini,
bakanla gö rü şü p , kaplıcalara gitm ek isteyen M m e Sazerat'nın
oğlun un , b ak alory a sınavına, so y ad ı S harfiyle b aşlayan gru ­
bun sırasını beklem eden, A harfiyle b aşlay an adaylarla birlikte,
iki ay önceden girm esini sağlardı. A ğır bir h astalığa yakalan-
sam ya d a h aydu tlar tarafından kaçırılsam , babam ın yüce gü ç­
lerle sıkı ilişkileri ya d a yüce Tanrı katın daki karşı konulm az
tavsiye m ektupları sayesin de, hastalığım ın veya esaretim in, be­
nim için tehlikesiz, ön em siz ve gösterm elik olacağın dan hiç
kuşku d u y m az, gerçekliğe kaçınılm az d ö n ü şü n , iyileşm e veya
kurtarılm a vaktinin gelm esini beklerdim sakin sakin; bendeki
bu deha eksikliği, ileride yazacaklarım ın k on usun u arad ığım d a
zihnim de açılan o kara delik de, gerçeklikten yoksun bir yanıl­
sam ad an ibaret olabilir, H üküm etle ve Tanrıyla, çağım ızın bir
num aralı yazarı olacağım k on usun da herhalde an laşm ış olan
babam ın bir m ü dah alesiyle son bulabilirdi. A m a bazen de, an ­
nem le babam , benim geride kalıp onları izlem ediğim i görerek
sabırsızlandıkların da, o an dak i hayatım , babam ın keyfince de­
ğiştirebileceği, suni bir yaratısı gibi değil, aksine, benim için

177
düzenlenm em iş, itiraz kabul etm eyen, m üttefiksiz, tek b aşım a
ortasın da b u lu n d u ğu m ve kendi ötesinde herhangi bir şeyi g iz ­
lem eyen bir gerçekliğin içindeym iş gibi görün ü yordu gözüm e.
O zam an bana, d iğer insanlarla aynı şekilde var olu yorm u şu m ,
onlar gibi yaşlan ıp ölecekm işim ve onların arasın da, yazarlık
yeteneği olm ayanlardan biriym işim gibi geliyordu. Bu yü zden
d e cesaretim kırılıyor, Bloch'un yüreklendirici sözlerine ra ğ ­
m en, edebiyattan temelli vazgeçiyordu m . T ıpkı iyilikleri herkes
tarafından övülen kötü bir ad am için, vicdan azabının ağır b a s­
m ası gibi, benim dü şü n ce b o şlu ğu m a ilişkin bu m ahrem ve d o ­
laysız hissiyatım da, bana yöneltilecek iltifatların hepsine ağır
basıyordu.
Bir gü n annem , "Sürekli M m e d e G uerm an tes'tan sö z ed i­
yordun, D oktor Percepied ona dört yıl önce, h astalan dığın da
çok iyi baktığı için, dü şes, doktorun kızının d ü ğün ü n e,
C om b ray'ye gelecekm iş. D ü ğü n töreninde göreceksin M m e de
G uerm an tes'ı," dedi. Zaten M m e de G uerm an tes'ı en çok D ok­
tor Percepied'den dinlem iştim , hattâ doktor bize, resim li bir
dergide, M m e d e G uerm an tes'ın resm ini de gösterm işti; dü şes,
ü zerin de Léon Prensesi'nin kıyafet b alo su n a giyd iği kostüm le
resm edilm işti.
K ilisedeki d ü ğ ü n töreninde, M issa ayini sırasın da zan goç
yer değiştirince, ansızın, şapellerden birinde oturan, sarışın bir
hanım gördü m ; iri bir burnu, m avi gözleri, keskin bakışları,
eflatun, kaygan , yepyeni, p arlak ve kabarık bir fuları, b u r­
nunun kenarında d a u fak bir sivilcesi vardı. Sıcaktan alev alev
olm u ş izlenim i uyan dıran kırm ızı yü zün de, bulanık ve belli be­
lirsiz de olsalar, bana gösterilm iş olan portreyle kısm i benzer­
likler b u ld u ğu m , özellikle de, kendine has yü z hatlarını tarif et­
m ek isted iğim d e, aynı D oktor Percepied'nin G uerm an tes D üşe-
si'ni tasvir ederken kullanm ış old u ğu ifadelerle, b üyük bir b u ­
run, m avi gözler diye tanım ladığım için, kendi kendim e, "B u
hanım M m e de G uerm an tes'a benziyor," diye d ü şü n d ü m ; d ü ­
şese benzettiğim hanım ın ayin sırasın da o tu rdu ğu şap el, Kötü
G ilbert'in şap eliy di, bal peteği gibi altın sarısı, yaygın, d ü z m e­
zar taşlarının altında eski Brabant kontlarının yattığı bu şap el,
hatırladığım kadarıyla G uerm an tes ailesinin bir tören için

178
C om bray'ye gelen üyelerine ayrılm ış olan şap eldi; M m e de
G uerm antes'ın portresine benzeyen ve tam o gün, onun bu şa ­
pele geleceği gün orad a bulunan ancak bir tek kadın olabilirdi,
o d a M m e de G uerm an tes'ın kendisiydi! Büyük bir hayal kırık­
lığı yaşadım . H ayal kırıklığım ın sebebi, M m e de G uerm antes'ı
dü şü n ürken , onu hep bir d u v ar halısının ya d a vitrayın renkle­
rinde, bir başk a yü zyıld a, y aşayan diğer in san lardan farklı bir
biçim de g ö zü m d e canlandırdığım ı hiç fark etm em iş olm am dı.
M m e de G uerm an tes'ın da, M m e Sazerat gibi kırm ızı bir yüzü,
eflatun bir fuları olabileceği hiç aklım a gelm em işti; yanakları­
nın oval çizgisi, evim izd e gö rm ü ş old u ğu m insanları o kadar
hatırlattı ki bana, hem en dağılan bir anlık bir şüph eye, bu hanı­
mın, kayn ağın da, özünde, bütün m olekülleriyle belki d e Guer-
m antes D üşesi olm adığı, kendisine verilen isim den haberi ol­
m ayan bedeninin, hekim ve tüccar eşlerini de k ap say an , belirli
bir kadın türüne ait o ld u ğu k u şk u su n a kapıldım . "B uym u ş,
M m e d e G uerm an tes b u y m u ş!" diye tercüm e edilebilecek dik­
katli ve şaşkın bir ifadeyle izlediğim görüntünün, aynı M m e de
G uerm antes ism iyle birlikte hayallerim de kim bilir kaç kez kar­
şım a çıkan görüntülerle, d o ğal olarak hiçbir ilgisi yoktu, çünkü
bu görüntü, diğerleri gibi keyfî bir biçim de benim tarafım dan
oluşturulm am ış, ilk olarak dah a birkaç san iye önce, k ilisede çı-
kıverm işti karşım a; onlarla aynı nitelikte d eğild i, bir hecenin
turuncu tonuyla sarm alanabilen görüntüler gibi, arzu ya göre
renklendirilem iyordu; aksine, o k adar gerçekti ki, burn un kena­
rında çıkm ış olan sivilceye varıncaya k ad ar her şeyi, bu görün ­
tünün, hayatın yasaların a tabi old u ğu n u kanıtlıyordu; tıpkı ti­
yatroda bir dö n ü şü m sah nesinde, biz karşım ızdakin in bir ışık
oyunu olabileceğinden şü ph elen diğim iz sırad a, peri kızının el­
b isesin de bir kırışm anın veya küçük parm ağın ın hafifçe titre­
m esinin, canlı bir kadın oyuncunun m add i varlığını ele verm e­
si gibi.
Bir yan dan d a, iri burnun ve delici bakışların (belki ben d a ­
ha karşım daki kadının M m e d e G uerm an tes olabileceğini d ü ­
şünm eye vakit b u lam ad an gö rü ş alanım a ilk girenler, ilk kanca­
yı atanlar onlar oldukları için) gözlerim de sabitlediği bu yepye­
ni, değişm ez görüntüyle, "B u hanım , M m e de G uerm an tes,"

179
fikrini eşleştirm eye çalıştıkça, fikri, görüntünün karşısında,
sanki ikisi, bir boşlukla birbirinden ayrılm ış iki ayrı dü zlem ­
m işçesine hareket ettirebiliyordum sadece. A m a kim bilir kaç
kez hayalini k u rdu ğu m M m e de G uerm antes, şim d i gerçekten
benim d ışım d a var old u ğu n u gö rd ü ğü m için, hayal gücüm
üzerin de d ah a d a güçlü bir hâkim iyet kurdu; beklediğin den bu
k adar farklı bir gerçeklikle tem as edince bir an felce u ğrayan
hayal gü cü m , tepki gösterm eye, bana şöyle dem eye başladı:
"C h arlem agn e'den önce şan ve şöhret kazan m ış olan Guer-
m antes'ların, vasallarının hayatı ve ölüm ü hakkında karar ver­
m eye yetkileri vardı; G uerm an tes D üşesi, Brabant'lı G enove-
va'nın soyu n d an gelm iştir. B u rada b ulunan insanların herhangi
birini ne tanır, ne d e tanım aya tenezzül eder,"
Ve M m e d e G uerm an tes şap eld e, atalarının m ezarları ü ze­
rinde otururken -çehreye u p u zu n , son derece gevşek ve esnek
bir iple b ağlı oldu klarından, tek b aşların a, on dan u zakta dola-
şabilen insan bakışlarının o h ariku lade bağım sızlığı say e sin d e -
bakışları gelişigü zel geziniyor, sütun lara tırmanıyor, hattâ nefte
do laşan bir gü n eş ışını gibi, am a okşayışını hissettiğim an bana
bilinçli görünen bir gü n eş ışını gibi, benim üzerim d e bile d u ru ­
yordu. M m e d e G uerm an tes'ın kendisine gelince, oyun oynar­
ken tanım adığı in san lara seslenen çocuklarının şeytanca cüret­
lerini, ölçüsüz hareketlerini görm ezlikten gelen bir anne gibi kı­
pırtısız o tu rd u ğu n d an , ruhunun aylaklığı içinde, gezip tozan
bakışlarını on aylam akta m ı, yok sa kınam akta m ı old u ğu n u an ­
lam ak, benim için im kânsızdı.
G itm eden önce kendisini yeterince seyredebilm ek bana çok
önem li geliyordu, çünkü yıllardır onu görm eyi ne k ad ar arzu ­
ladığım ı hatırlıyordum ; san ki her bakışım , o iri burnun, kırm ızı
yanakların, bana çehresi hakkında değerli, gerçek ve özel bilgi­
ler gibi gelen bütün özelliklerin hatırasını m add en taşıyıp içime
yerleştirebilirm iş gibi, gözlerim i on dan ayırm ıyordum . Artık
bu çehreye ilişkin bütün düşün celerim -belki özellikle de, en
olum lu yanlarım ızı koru m a içgü d ü sü n ü n bir şekli olan asla ha­
yal kırıklığına u ğram am a a rz u su - bana onu gü zel gösterdiğin ­
den, bedenini etiyle kem iğiyle gö rü p bir an yanılarak insanlı­
ğın geri kalanıyla k arıştırdığım bu kadını (o ve o âna k ad ar ka­

180
fam d a canlandırdığım G uerm an tes D üşesi aslında bir tek kişi
oldu klarına göre), yine d iğer insanlardan ayırdığım için, çev-
rem dekilerin, sanki o başk alarıyla kıyaslanabilirm iş gibi, "D ü ­
şes M m e Sazerat'd an , M ile V inteuil'den dah a gü zel," dedikleri­
ni d u y d u k ça sinirleniyordum . Bakışlarım ı d ü şesin sarı saçları­
na, m avi gözlerine, boynunun kıvrım ına kilitliyor, bana başk a
çehreleri hatırlatabilecek çizgileri atlıyor ve bilerek tam am lan ­
m am ış b u portre k arşısın d a, "N e k adar gü zel!" diye haykırı­
yordum kendi kendim e. "B u ne asalet! K arşım daki, gerçekten
de Brabant'lı G enoveva'nın torunu, soylu bir G uerm an tes!" B ü­
tün dikkatim i yoğu n laştırarak aydınlattığım çehresini, diğer
yüzlerden öylesine tecrit etm iştim ki, şim d i o töreni d ü şü n d ü ­
ğü m d e, d ü şes ve b u hanım ın M m e de G uerm an tes olu p olm a­
dığını so ru p olum lu cevap aldığım zan goç dışın da, törene kâtı-
lanlardan hiç kim se gelm iyor gözü m ü n önüne. A m a d ü şe si gö ­
rebiliyorum ; özellikle de, rü zgârlı ve fırtınalı günlere özgü , bir
gö rü n ü p bir kaybolan sıcak gün eşin aydınlattığı ayin eşyaları
bölm esin den geçildiği sırad a, M m e de G uerm an tes'ın, ism ini
bile bilm ediği, am a d ü şü k seviyeleriyle d ü şesin ü stü n lü ğü n ü
adeta haykırarak ilan ettikleri için, sam im i bir iyi niyet b esledi­
ği ve zaten iyiliğiyle, sad eliğiy le saygılarını dah a d a fazla topla­
yacağı bütün o C om b ray'li insanların arasın dak i görün tüsü,
hâlâ canlı hatıram da. Etrafa, tanıdık birine yöneltilen, belirli bir
anlam la yüklü, kasıtlı bak ışlar yöneltem ediğinden, d ağın ık d ü ­
şünceleri, içinde tu tam ad ığı, m avi bir ışık seli halinde d u rm a­
dan dışarı taşıyor, d ü şes, bu m avi ışığın, her an d eğ d iğ i sıra­
dan insanları rahatsız etm esini, k üçüm serm iş gibi görünm esini
istem iyordu. İpeksi, kabarık eflatun fularının üzerindeki gö zle­
rinde okunan tatlı, hafif şaşkın lığı ve ona eklediği hafif çekin­
gen tebessü m ü hâlâ görür gibiyim . Belirli birine yöneltm eye ce­
saret edem ese de herkes payına dü şen i alsın diye ortaya su n ­
d u ğ u , vasatlarından özü r dileyen ve onları seven bir senyöre
özgü bu tebessüm , benim d ü şese kenetlenm iş olan gözlerim le
de karşılaştı. O zam an, ayin sırasın da, M m e de G uerm antes'ın,
K ötü G ilbert'in vitrayından sü zü lm ü ş m avi bir gü n eş ışınını
andıran bir bakışının üzerim d e bir an d u rm u ş o ld u ğu n u ha­
tırlayıp, "H erh alde benim le ilgileniyor," diye d ü şü n d ü m . Ben­

181
den hoşlandığını, kiliseden çıktıktan sonra d a beni d ü şü n eceği­
ni, belki ak şam G uerm an tes'ta, benim yü zü m d en biraz hüzün ­
leneceğini sandım . Ve o an da d ü şese âşık oldum , çünkü nasıl ki
bazen bir kadına âşık olm am ız için, bize, M ile Svvann'ın bana
bakışında gö rd ü ğü m ü zannettiğim bir aşağ ılam ay la bakm ası,
ona asla sah ip olam ayacağım ızı dü şü n m em iz yeterli olursa, b a­
zen de M m e d e G uerm an tes gibi iyilikle bak m ası, ona sah ip
olabileceğim izi dü şü n m em iz, ona âşık olm am ıza yeter. Gözleri,
k oparılm ası im kânsız olsa da, sad ece bana su n d u ğ u bir ceza-
yirm enekşesi gibi m aviydi; bir bulutun tehdit ettiği, am a yine
de bütün gü cü yle m eydan a ve ayin eşyaları bölm esine oklarını
yağd ıran gü n eş, tören için yere serilm iş kırm ızı halıları sard u n ­
ya tonlarına boyuyor, M m e d e G uerm an tes'ın üzerlerinde g ü ­
lüm seyerek ilerlediği yün lü halılara kadifem si bir pem belik,
ışıktan bir üsttabak a ekliyor, Loherıgririin kim i pasajlarıyla Car-
paccio'n un kim i resim lerine özgü , B audelaire'in , trom pet sesini
niçin h ariku lade sıfatıyla tanım ladığını an lam am ızı sağlayan,
görkem ve neşeyle sarm alan m ış bir sev gi, ağırbaşlı bir yu m u ­
şaklık katıyordu.
O gü n den itibaren, G uerm an tes tarafın da yaptığım gezinti­
lerde, edebiyata kabiliyetim olm am ası, ünlü bir yazar olm a ha­
yalim den tem elli vazgeçm ek zorun da olu şu m , bana eskisinden
de acıklı gelm eye b aşlad ı. G ru ptan biraz ayrılıp tek başım a ha­
yallere d ald ığım d a bu n a öyle ü zü lü y ord u m ki, zihnim , bu ıstı­
rabı y aşam am ak için, adeta acı k arşısın d a kendiliğinden kilitle­
nerek şiirlere, rom anlara, yeteneksizliğim nedeniyle asla ger­
çekleşem eyecek olan, parlak bir şairlik istikbali düşün cesine
yönelm eyi kesinkes redd ediyordu . O zam an, ansızın, bütün bu
edebî kaygıların tam am en d ışın da kalan, her yönüyle bu k aygı­
lardan b ağım sız bir çatı, bir taşın üzerine vu rm u ş gü n eş, bir yo­
lun kendine h as kok u su , verdikleri özel hazla ve gö rdü ğü m ü n
ötesinde, b an a su n du kları, benim se bütün çabalarım a rağm en
keşfedem ed iğim bir şeyleri gizliyorlarm ış gibi göründükleri
için, beni du rdu ruyorlard ı. Böyle bir şeyi içlerinde barındırdık­
larını h issederek o ld u ğu m yerde kıpırtısız duruyor, bakıyor,
kokluyor, düşün cem le, görün tün ün, kokunun ötesine geçm eye
çalışıyordum . B ü yük babam a yetişm em , yola dev am etm em ge­

182
rekince de, onları, gözlerim kapalı bulm aya çalışıyordum tek­
rar; sebebini an lay am ad ığım bir şekilde bana d o p d o lu , açılm a­
ya ve kendilerinin sad ece dış k ab u ğu oldukları bir şeyleri bana
su n m aya hazır görün en çatının çizgisini, taşın rengini tam ola­
rak hatırlam aya çalışıyordum bütün benliğim le. Şü ph esiz bu
türden izlenim ler, gün ün birinde yazar ve şair olm a yolundaki,
kaybetm iş old u ğu m u m u d u bana tekrar k azan dıram azd ı, çün­
kü bu izlenim ler daim a entelektüel değerden yoksun, soyu t bir
gerçekle bağlan tısı olm ayan, belirli bir nesneyle ilintiliydiler.
A m a hiç d eğilse bana m antık d ışı bir zevk, adeta bir verim lilik
y an ılsam ası yaşatıyorlar ve böylece, ne zam an büyük bir edebî
esere u y g u n düşebilecek felsefi bir konu arasam y aşad ığım sı­
kıntıyı, çaresizlik d u y gu su n u unutturuyorlardı. N e var ki, bu
şekil, koku ya d a renk izlenim lerinin bilincim e yüklediği görev,
yani ark aların d a neyin gizlendiğin i görm e çabası öyle zahm et­
liydi ki, bu gayretten kaçınm am ı sağlay acak, bu yorgunluktan
beni esirgeyecek bahaneler aram ay a başlıyordu m hemen. N ey ­
se ki, annem le b ab am bana sesleniyor, ben de o an da araştırm a­
m ı anlam lı bir şekilde sürdürecek sükûnete sah ip olm adığım ı,
eve dönün ceye k ad ar bu konuyu hiç düşünm em enin, bir sonuç
alam ad an b oş yere yorulm am anın dah a do ğru olacağını d ü şü ­
n üyordum . Bunun üzerine, bir şekille veya kokuyla sarm alan ­
m ış o m eçhul şeyle artık ilgilenm iyor, onu, tıpkı balık avına git­
m em e izin verdikleri gün lerde sep etim de eve taşıdığım , üzerle­
ri, tazeliklerini koruyan bir ot tabakasıyla örtülü balıklar gibi,
canlılığını koruyan görüntülerle sarm alan m ış halde eve götür­
d ü ğ ü m için de, hiç kaygılan m ıyordum . Eve vard ığım da, b aşk a
şeyler d ü şü n ü y o rd u m , böylece zihnim de (gezintilerim sırasın ­
d a topladığım çiçeklerin, bana hediye edilen eşyaların o d am d a
birikm esi gibi), üzerin de yansım aların oynaştığı bir taş, bir çatı,
bir çan sesi, bir y ap rak kokusu, artlarında gizlendiğini sezinle­
diğim , am a keşfedecek irade gü cü n ü bu lam adığım gerçekliğin
çoktan ölm ü ş o ld u ğu birçok d eğişik izlenim , üst üste yığılıyor­
du. Yalnız bir keresinde - o gün gezintim iz her zam ankinden
çok dah a u zu n sü rm ü ş old u ğu n d an , dön ü ş yolunun yarısın da,
gü n eş batm ak üzereyken, do lu d izgin ilerleyen arabasının için­
de D oktor Percepied'ye rastlad ığım ıza çok sevinm iş, arabasın a

183
b inm iştik- bu tür bir izlenim i yaşad ım ve on u terk etm eden ön­
ce biraz derinine inebildim . Beni arabacının yanına otu rtm u ş­
lardı, doktorun, C om b ray'ye dönm eden önce M artinville-le-
Sec'te bir hastasına u ğram ası gerektiğinden, rü zg âr gibi hızlı
yol alıyorduk; o hastasını ziyaret ederken, biz d e k ap ıd a bekle­
yecektik. Bir dönem eçte, ansızın, hiçbir şeye benzem eyen o çok
özel hazzı yaşadım : M artinville'in iki çan kulesinin üzerine, b a­
tan güneşin ışınları vu rm u ştu, arabam ızın hareketi ve yolun
çizdiği zikzaklar yüzün den , çan kuleleri yer değiştiriyorm u ş
gibi görün üyordu, son radan gö rd ü ğü m V ieuxvicq'in çan kulesi
ise, ötekilerden bir tepe ve bir de vadiyle ayrıldığı ve ta uzakta,
d ah a yüksek bir p lato d a yer aldığı halde, onların yanı başın ­
d ay d ı sanki.
Ç an kuleleriyle ilgili olarak, külahların şeklini, çizgilerin
yer değiştirişini, cephelerine vuran gü n eşi tespit etm ekle, izle­
nim in derinliğine inm ediğim i, bu hareketin, b u aydınlığın ar­
k asın d a bir şey o ld u ğu n u , çan kulelerinin de bu şeyi hem içle­
rinde barındırdıklarını, hem de gizlediklerini sezinliyordum .
Ç an kuleleri o k ad ar uzak tayd ı ve biz onlara o k adar yak­
laşm ıyor gibiydik ki, bir iki dak ik a sonra M artinville Kilise-
si'nin ön ünde d u rd u ğ u m u zd a çok şaşırdım . O nları ufukta gö r­
menin b an a verd iği hazzın sebebini bilm iyordum , bu sebebi
keşfetm eye çalışm a zoru n lu lu ğu d a çok zahm etli geliyordu b a­
na; gü n eşte k ıpırdayan bu çizgileri zihnim in bir köşesine atm ak
ve o an d a dü şü n m em ek istiyordum . Ö yle y ap say d ım , o iki çan
kulesi de m uhtem elen bana yaşattıkları o an laşılm az hazla b aş­
kalarından ayırm ış old u ğu m ve derinliğine hiç inem ediğim on-
ca ağacın, çatının, kokunun, sesin yanında so n su za dek yerleri­
ni alacaklardı. D oktoru beklerken arab ad an inip annem b ab am ­
la sohbet ettim. Yola çıkacağım ızda, tekrar yerim e çıkıp otur­
dum , çan kulelerini biraz dah a görebilm ek için başım ı çevirdim
ve az sonra onları son kez, yine bir dönem eçte gördüm . Sohbe­
te pek m eraklı olm ayan arabacı sözlerim e zar zor cevap verdiği
ve konuşacak b aşk a kim se olm adığı için, kendi sohbetim le ye­
tinmek zo ru n d a k alarak çan kulelerini hatırlam aya çalıştım. Az
sonra, kulelerin çizgileri ve gü n eşli yüzeyleri, bir ağaç k ab uğu
gibi çatladılar, içlerinde gizledikleri şeyin birazını görebildim ;

184
d ah a bir san iye öncesine k ad ar benim için m evcut olm ayan bir
dü şü n ce, k afam d a kelim elerle ifade b u ldu ve bunun üzerine,
az önce çan kulelerini görm enin bana verm iş o ld u ğu haz o ka­
d ar arttı ki, adeta sarh oş olu p b aşk a hiçbir şey d ü şü n em ez hale
geldim . M artinville'den epey u zak laşm ış o ld u ğu m u z o an da
başım ı çevirince, çan kulelerini tekrar gördü m ; artık gü n eş bat­
m ış old u ğu n d an sim siyah tılar şim di. Yolun dönem eçleri ara
ara onları gö zd en kaybettiriyordu, ardından, son bir kez görün ­
dü ler ve so n u n d a onları görem ez oldum .
M artinville'in çan kulelerinin ardın da gizlenen şeyin, bana
haz veren kelim eler halinde k arşım a çıkm ış olm asına rağm en,
gü zel bir cüm lenin aynısı olm ası gerektiğini dü şü n m eden , d o k ­
tordan kâğıt kalem istedim ve arabanın sarsıntısına aldırm aya­
rak, heyecanım a itaat edip vicdanım ı rahatlatm ak için, yıllar
sonra b u ld u ğu m d a, ü zerin de pek az değişiklik yaptığım şu kü­
çük m etni yazdım :
"M artinville'in iki çan kulesi, kırın ortasında yollarını k ay ­
betm iş gibi o v ad an gö ğe yükseliyordu. A z sonra, çan kuleleri­
nin sayısı üçe çıktı: G eciken Vieuxvicq kulesi, cesurca bir d ö­
n üşle diğerlerine katılarak karşılarında yerini alm ıştı. D akika­
lar birbirini kovalıyor, arab am ız süratle ilerliyordu, am a üç çan
kulesi, ovay a k on m uş kıpırtısız du ran , üzerlerine gü n eş vu rd u ­
ğ u için dikkati çeken üç k u ş m isali, hep ön üm üzde, u zak tayd ı­
lar. Sonra, V ieuxvicq'in çan kulesi ötekilerden ayrılıp m esafe al­
dı ve M artinville kuleleri yalnız kaldılar; batan güneş, ışınlarıy­
la, bu k ad ar uzak tan b ak tığım da bile kulelerin yüzeyindeki oy­
n aşm alarını, gülüşlerin i görebildiğim ışınlarıyla, çan kulelerini
aydınlatıyordu. O nlara yak laşm am ız o k adar çok zam an alıyor­
d u ki, d ah a u zu n bir sü re yanlarına varam ayacağım ızı d ü şü ­
nürken, ansızın dönen arab a, çan kulelerini karşım ıza çıkarı­
verdi; kendilerini öyle fü tu rsuzca arabanın önüne atm ışlardı ki,
az kalsın su n d u rm ay a çarpacaktık. Yolum uza dev am ettik;
M artinville'den u zaklaşırken köy birkaç saniye bizi izledi, son ­
ra ortadan kayboldu; u fukta tek başlarına kalan ve bizim hızla
yaklaşm am ızı seyreden M artinville ve Vieuxvicq çan kuleleri,
gün eşli külahlarını sallay arak vedalaşıyorlardı. A ra sıra biri ge­
ri çekiliyor, ötekilerin bizi biraz d ah a görm esine izin veriyordu;

185
sonra yolun yönü değişti, çan kuleleri, ışıkta, altından üç mil
gibi dön düler ve gözden kayboldular. A m a az sonra, artık g ü ­
neş batm ış, arabam ız C om b ray'ye yaklaşm ışken, çan kulelerini
son bir kez, çok uzaktan gördüm : Şim di de, tarlaların alçak u f­
kunda, gök yü zü n e resm edilm iş üç çiçek gibiydiler. Ü zerine k a­
ranlığın çökm ekte o ld u ğu bir yalnızlığa terk edilm iş, efsane
kahram anı üç genç kızı da dü şü n d ü rü y orlard ı bana; biz dört­
nala uzaklaşırken, onlar çekinerek yollarını b u lm aya çalışıyor­
lardı, soylu siluetleriyle birkaç kez tökezledikten sonra birbirle­
rine sokuldular, arka arkaya dizildiler ve hâlâ pem beliğini ko­
ruyan gö k y ü zü n d e tek bir siyah, büyüleyici şekil o lu ştu ru p te­
vekkülle karanlıkta gözden kayboldu lar."
Bu metni yazdıktan sonra bir d ah a hiç d ü şü n m edim , am a
doktorun arabacısının, genellikle M artinville p azarın dan aldığı
bir sep et d o lu su küm es hayvanını yerleştirdiği koltuğun ü ze­
rinde m etni y azıp bitirdiğim an, o k adar m u tlu ydu m ki, metnin
beni o çan kulelerinden ve artlarında gizledikleri şeyden k ur­
tardıklarını hissederek, sanki ben de bir tavu k m u şu m ve az ön ­
ce yu m u rtlam ışım gibi, av azım çıktığı k adar b ağırarak şarkı
söylem eye koyuldum .
G ezintilerim iz sırasın da, gün boyunca, G uerm an tes D üşe-
si'nin ark ad aşı olm anın, alabalık avlam an ın, kayıkla Vivonne
N eh ri'n de gezm enin ne b ü yü k bir m utluluk olacağını hayal
ederdim ; böyle an larda, m utluluktan b aşk a şeyi gö zü m gö r­
m ez, hayatın bir dizi m utlu öğle sonrasın dan o lu şm asın dan
b aşk a bir beklentim olm azdı. A m a dönüşte, bir yanın da m eşe
ağaçları bulunan, öbür yanın da, batan gün eşin ışığın da, eşit
aralıklarla dikilm iş elm a ağaçlarının gölgelerinin o lu ştu rd u ğu
Jap on desenleriyle süslenen, çitlerle çevrili küçük çayırların
u zan dığı, C om b ray'ye giden yolun b aşın da, hem en yakınım ız­
daki iki çiftlikten oldukça u zaktaki tek çiftliği sol tarafım ızda
gö rd ü ğü m an, aniden kalbim hızlı hızlı çarpm aya başlardı; ya­
rım saate k alm ad an eve varm ış olacağım ızı, G uerm an tes tarafı­
na gittiğim iz ve ak şam yem eğini d ah a geç yediğim iz gün lerde
u ygulan an kural uyarınca, çorbam ı içer içm ez beni yatm aya
göndereceklerini, dolayısıyla annem in, ak şam yem eğine m isafi­
rim iz old u ğu gecelerdeki gibi so frad an kalkam ayacağını ve ben

186
yattıktan sonra bana iyi geceler dilem eye, odam a gelm eyeceği­
ni bilirdim . O an da içine girdiğim hüzün k uşağıy la dah a bir d a ­
kika önce içinde neşeyle sıçradığım k u şak arasın daki sınır, kimi
zam an gö k y ü zü n d e pem be bir şeridi yeşil veya siyah bir şerit­
ten ayıran çizgi k adar belirgin olurdu. Pem be şeritte uçarken
g ö rd ü ğ ü m ü z bir kuş, şeridin sonuna varır, siyahlığa değer ve
içinde kaybolur. A z önce beni çepeçevre kuşatan arzuların,
G u erm an tes'a gitm e, seyahat etme, m utlu olm a arzularının o
k ad ar dışın d a kalırdım ki, gerçekleşecek olsalar, hiçbir haz
d u y m azd ım . Bütün gece annem in kolları arasın d a ağlay abil­
m ek için bunların hepsin den seve seve vazgeçerdim ! Tir tir tit­
rer, kaygılı bakışlarım ı, o gece benim şim d iden kendim i içinde
hayal ettiğim o d am d a görünm eyecek olan annem den ayıra­
m az, ölm ek isterdim . Bu du ru m ertesi sab ah a k ad ar devam
ederdi; sab ah gün eşi, bahçıvanı taklit ederek, pencerem e kadar
tırm anan latinçiçekleriyle kaplı d u v ara m erdivenini d ay ad ığ ın ­
da, yatağım d an aşağ ı atlayıp bahçeye koşar, ak şam olunca an­
nem den ayrılm am gerekeceğini aklım dan bile geçirm ezdim .
Böylece, dönem dönem birbirini izleyen, hattâ bazen aynı gün
içinde bir hum m a nöbeti k ad ar düzenli biçim de biri diğerini
k ovalayan farklı ruh hallerini birbirinden ayırm ayı G uerm antes
tarafında öğrendim ; bu ruh halleri birbirlerine bitişiktir, am a
birbirlerinin o k ad ar dışındadırlar, araların da irtibat kurulm ası
o k ad ar im kânsızdır ki, bir ruh halinde arzu ladığım , korktu­
ğu m veya b aşard ığım şeyi, öteki ruh halindeyken anlam am ,
hattâ tasav v u r etm em m üm kün değildir.
Bu yü zden de M eseglise tarafıyla G uerm an tes tarafı, benim
için, birbirine paralel olarak y ü rü ttü ğü m ü z hayatlar arasın da
en olaylı, en dolu olanında, yani zihinsel hayatım da yer alan
birçok küçük olayla bağlantılıdır hâlâ. Şü ph esiz bu hayatım ız,
içim izde kendini belli etm eden, ağır ağır ilerler; anlam ı ve g ö ­
rünüm ü bizim için d eğ işm iş olan, bize yeni kapılar açan ger­
çekleri keşfetm e hazırlığına, aslında çok önceden, am a farkına
varm ad an başlarız; bizim gö zü m ü zd e geçerlilik kazandıkları
tarih ve saa t ise, görün ür oldukları dakikadır. O an da çim enle­
rin üzerin de k o şu p oynayan çiçekler, gü n eşte akan su, gerçek­
lerin gö rün tüsün ü çevreleyen bütün m an zara, bilinçsiz, dalgın

187
çehresiyle bu gerçeklerin hatırasına daim a eşlik eder; şü p h esiz
bu tabiat parçası, o bahçe köşesi, m ütevazı bir yolcu, hayal k u ­
ran bir çocuk tarafından -k alab alığın arasın da k ayb olm u ş bir
anı yazarı tarafından incelenen bir kral m isali- u zu n u zu n sey­
redildiklerinde, ileride, en geçici özelliklerine varıncaya kadar,
onun say esin d e yaşatılacaklarını hiç dü şü n m em işlerdir; oysa
coşk u n lu ğu m , çit boyun ca uzan an, yakın da yerini yabangülle-
rine bırakacak olan akdikenlerin k okusunu, iki yanı ağaçlı, ça­
kıllı bir yo ld a yankısız bir ayak sesini, ırm akta yetişen bir bitki­
ye y a p ışarak bir an d a patlayıveren su kabarcığını yılların ötesi­
ne taşım ayı b aşarm ış, bu arad a etraftaki yollar silinm iş, o yolla­
rın üzerin de yürüyenler de, onların hatırası da ölm üştür. Bazen
bu şek ilde b u gü n e k ad ar gelm iş olan m an zara parçası, öylesine
tek b aşın a ve her şeyden uzakta belirir ki, zihnim de çiçekli bir
D elos gibi b aşıb oş yüzer, hangi ülkeden, hangi iklim den -belki
d e sad ece hangi rü y a d a n - çıkıp geldiğin i bilem em . A m a Me-
seg lise tarafıyla G uerm an tes tarafını, her şeyden çok, zihnim in
toprağının derinliklerindeki m aden yatakları, hâlâ ayaklarım ı
b astığım dirençli birer zem in olarak d ü şü n m em gerekir. Me-
seg lise v e G uerm an tes tarafında gezin diğim sırad a nesnelere,
in san lara in andığım içindir ki, onların aracılığıyla tanıştığım
nesneler ve insanlar, hâlâ ciddiye aldığım , b an a hâlâ m utluluk
veren yegân e nesneler ve insanlardırlar. Belki içim deki yaratıcı
inanç tükendiğinden, belki de gerçeklik ancak hafızada biçim-
lenebildiğinden, bana ilk kez gösterilen bir çiçeği gerçek bir çi­
çek gibi görem iyorum artık. Leylakları, akdikenleri, peygam -
berçiçekleri, gelincikleri ve elm a ağaçlarıyla M eseglise tarafı,
içinde iribaşların y ü z d ü ğ ü ırm ağıyla, nilüferleriyle ve düğünçi-
çekleriyle G uerm an tes tarafı, benim n azarım da, yaşam ay ı iste­
yeceğim , arad ığım en önem li özelliklere sahip, yani balık avına
gidebilm e, kanoyla gezebilm e, gotik kale kalıntıları görebilm e,
tıpkı Saint-A ndre-des-C h am ps gibi, bu ğday ların ortasında, bir
sam an yığını k ad ar altın sarısı, d ev asa ve rüstik bir kilise b u la­
bilm e şartlarım ı karşılayan yerlerin d eğişm ez tim sali olm u şlar­
dır; hâlâ yolculuklarım sırasın da kırlarda rastladığım peygam -
berçiçekleri, akdikenler ve elm a ağaçları, aynı derinlikte, geç­
m işim le bir d ü zlem d e yer aldıkları için, kalbim le d o ğru d an irti­

188
bat kurarlar. Bununla birlikte, m ekânların bireysel bir yanı ol­
d u ğ u için, tıpkı çocu kluğu m da akşam ları -d a h a sonra aşk a ta­
şm an ve onun ayrılm az bir parçası haline d e gelebilen o k aygı­
nın içim de yeşerdiği saatte- eve dönerken, kendi annem den
dah a güzel, dah a zeki bir annenin bana iyi geceler dilem eye
od am a gelm esini istem eyeceğim gibi, şim d i de, G uerm an tes ta­
rafını tekrar görm e arzu su n a k ap ıld ığım d a, Vivonne
N ehri'ndekiler kadar, hattâ onlardan dah a gü zel nilüferlerin ol­
d u ğ u bir nehir kenarına giderek arzu m u tatm in etm em m ü m ­
kün değildir. O zam anlar, m utluluk ve h u zur içinde uyuyabil-
m em için, benim kendi annem in, genelde k u su r diye adlan d ırı­
lan, am a benim diğer yüz hatlarından ay ırm ad an sev diğim , gö ­
zünün altındaki lekesiyle yü zü n ü bana d o ğru eğm esi gerekirdi;
bu huzuru, ileride hiçbir sevgili verem edi b an a, çünkü sevgili­
lere dah a inandığım ız an da onlardan şüpheleniriz ve sevgilile­
rin kalbine, benim , annem in kalbine bir tek öpücükle, bir art
düşüncenin sakinim i olm aksızın, bana yönelm eyen bir niyetin
izini taşım adan , bü tü n üyle sah ip old u ğu m şekilde sah ip ola­
m ayız; aynı şekilde şim d i tekrar görm ek isted iğim şey de, eski­
den bildiğim G uerm an tes tarafıdır, birbirine so k u lm u ş iki çiftli­
ğin biraz ötesinde, m eşe ağaçlı yolun b aşın d a yer alan çiftliktir;
güneşin tıpkı bir göl gibi aynalaştırdığı, üzerine elm a y ap rak la­
rı resm edilm iş çayırlardır, bazı geceler rü y am d a kendine haslı­
ğıyla, adeta gerçekdışı bir güçle beni sım sıkı saran , am a u yan ­
dığım d a b u lam ad ığım o m anzaradır. Hiç şü p h e yok ki, M eseg-
lise ve G uerm an tes tarafları, birbirinden farklı kim i izlenim leri,
sırf bana hepsini aynı an da yaşatm ış olm aların dan ötürü içim ­
de ebediyen bir bütün halinde birleştirdikleri için, ileride bir­
çok hayal kırıklığına, hattâ birçok hataya m aru z kaldım . Kimbi-
lir kaç kez, bana bir akdiken çalısını hatırlattığı için görm ek is­
tediğim i an lam ad an , bir insanı görm ek istedim , basit bir sey a­
hat etm e arzu su n u , bir aşkın yeniden d o ğ u şu zannettim , zan ­
nettirdim. A m a yine aynı nedenle, b u gü n k ü izlenim lerim ara­
sın da, M eseglise ve G uerm antes taraflarıyla bağlantılı olanlar,
onların m evcudiyeti sayesin de, diğer izlenim lerim den farklı bir
d ay an ağa, bir derinliğe, fazlad an bir boyuta sahiptirler. M e­
seglise ve G uerm an tes tarafları, bu izlenim lere, sad ece bana yö-

189
ııclik bir büyü, bir anlam da katar. Yaz gecelerinde ahenkli gö k ­
yüzü vahşi bir hayvan gibi gürler, herkes fırtına yüzün den su ­
rat asarken, ben, M eseglise tarafı sayesin de, tek başım a, vecd
içinde, yağan yağm urun sesinin ötesinden, görün m ez ve inatçı
leylakların kokusunu içim e çekerim.

İşte bu şekilde kim bilir kaç kere C om bray günlerini d ü şü ­


nerek sab ah ladım ; o u y k u su z, hüzünlü gecelerim i, hatırası d a ­
ha yakın bir tarihte, bir fincan çayın tadıyla -C o m b ray dey işiy­
le "r a y ih a "sıy la - canlanm ış olan gü n dü zleri ve bir de, hatırala­
rın birbirini çağrıştırm asıyla Svvann'm ben d o ğm ad an y aşam ış
old u ğu bir aşk a ilişkin, küçük k asab am ızd an ayrıldıktan yıllar
sonra öğrendiklerim i d ü şü n d ü m ; asırlar önce ölm ü ş kim selerin
hayatına ilişkin böylesine ayrıntılı ve kesin bir bilgi edinm ek,
bazen en yakın dostlarım ızın hayatına ilişkin bilgi edinm ekten
dah a kolaydır ve tıpkı eskiden, im kânsızlığı ortadan kaldıran
çare bilinm ezken, iki ayrı şeh irde bulunan iki insanın k on u ş­
m asının im kânsız old u ğu n u zannettiğim iz gibi, bize im kânsız
görünür. Birbirine eklenen bütün bu hatıralar artık tek bir kütle
olu şturu yordu , am a yine de araların da -e n eskilerle bir rayiha­
nın canlandırdığı dah a yeniler ve bana aktarılm ış olan, aslında
bir b aşk asın a ait hatıralar ara sın d a - gedikler d eğ ilse bile açık
seçik çatlaklar, en azın dan kim i kayaçlarda, m erm erlerde, kö­
ken, çağ ve "o lu şu m " farkını ortaya koyan o dam arlar, renk d e­
ğişim leri görülebiliyordu.
İlk u yan dığım d a y aşad ığ ım kısa süreli belirsizlik, sab ah a
do ğru çoktan dağılm ış oluyordu elbette. O an da hangi o d ad a
b u lu n d u ğu m u an lam ış, karanlıkta odayı zihnim de canlandır­
m ış, -b azen sırf hafızam ın yardım ıyla, bazen de solgu n bir ışık­
tan yararlan ıp onu gö rd ü ğü m yere perdeleri yerleştirm ek sure­
tiyle- odayı baştan aşağ ı yeniden kurm u ş, pencere ve kapı b o ş­
luklarını aynen koruyan bir mim ar, bir halıcı gibi d öşem iş, ay ­
naları, konsolu, her zam anki yerlerine yerleştirm iş oluyordum .
A m a gü n ışığı -so n bir korun, bakır kornişin üzerine vuran,
gün ışığı zannettiğim yan sım ası değil de, gerçek gün ışığ ı- k a­

190
ranlığa tıpkı bir tebeşir gibi, ilk beyaz ve doğru ltu cu çizgisini
çeker çekm ez, perdeleriyle birlikte pencere, kendisini yanlışlık­
la yerleştirdiğim kapının çerçevesinden çıkıyor, bu arad a hafı­
zam ın beceriksizce pencerenin yerine oturttuğu yazı m asası,
şöm ineyi önüne katıp odayı koridordan ayıran d u v arı kenara
iterek alelacele pencereye yer açıyordu; dah a birkaç san iye önce
banyonun b u lu n d u ğ u yere küçük bir avlu yerleşiyor, karanlık­
ta inşa ettiğim oda, perdelerin üzerinde gü n eşin h avaya kalk­
m ış parm ağının solgu n işaretini görür görm ez kaçm aya b aşla­
yarak, u yan ış ânının girdabın da bir gö rü n ü p bir kaybolan o d a­
ların yanın da yerini alıyordu.

191
ik in c i b o l u m
Szvann'ın Bir Aşkı

Verdurin'lerin "k ü çü k y u v a"sın a, "k ü çü k toplu lu k"u n a,


"k ü çü k k ab ile"sin e dahil olabilm ek için bir şartı yerine getir­
m ek yeterliydi, am a zorun lu yd u da: K üçük grubun am entüsü-
nü, açıkça ifade etm eden de olsa, benim sem ek gerekiyordu;
am entünün m add elerin den biri, M m e Verdurin'in o yıl him a­
yesi altına alıp hakkında sö z ederken "VVagner'i böyle çalabil­
m ek yasak lan m alıy d ı!" d ed iği genç piyanistin hem Plante'ye,
hem de R ubinstein'a "taş çıkarttığı" ve D oktor C ottard'ın teş­
histe Potain'den dah a başarılı o ld u ğu y d u . Verdurin'ler, kendi
evlerine gelip gitm eyen şahısların verdiği gece davetlerinin in­
san a fenalık geçirtecek k ad ar sıkıcı old u ğu n a ikna edem edikleri
"ü y e ad ay ları"n ı derhal elerlerdi. Y üksek sosyeteye ilişkin her
türlü m eraktan ve b aşk a salonların cazibesi hakkında b izzat
bilgi edinm e isteğinden vazgeçm ek k on u su n da kadınlar erkek­
lerden d ah a isyankâr olduklarından ve ayrıca Verdurin'ler, bu
araştırıcı anlayışın, bu hoppalık şeytanının, sirayet yoluyla k ü ­
çük m ezhebin gelenekselliğine öldü rücü bir darb e indirebilece­
ğini d ü şü n dü klerin d en , bütün kadın "m ü ritler"i tek tek tasfiye
etm ek zorun da kalm ışlardı.
O yıl, doktorun genç eşi bir yana bırakılacak olursa kadın
müritler, M m e Verdurin'in, adıyla, O dette diye hitap ettiği,
"g ö zb eb eğ im " diye nitelendirdiği, kibar bir fahişe denebilecek
M m e de C recy ve piyanistin, bir zam an lar m uhtem elen kapıcı­
lık y ap m ış olan teyzesiyle sınırlıydı (oysa M m e Verdurin, z a ­
m an içinde kendi isteğiyle bütün ilişkisini kestiği, son derece

195
zengin, hiç tanınm am ış, say gıd eğer bir burjuva ailesinin kızıydı
ve iffetli bir kadındı); yüksek sosyeteyi hiç tanım ayan bu saf
kadınları, Sağan Prensesi'yle G uerm an tes D üşesi'nin , ak şam
yem eği davetlerine gelsinler diye zavallı birtakım yoksu llara
para verm ek zorun da kaldıklarına in andırm ak o k ad ar kolay
olm uştu ki, kendilerini bu iki soylu hanım ın evine davet ettir­
m eyi teklif eden olsa, kapıcı eskisiyle yosm a, küçüm seyerek
teklifi reddederlerdi.
Verdurin'ler sizi ak şam yem eğine dav et etm ezlerdi; onların
evinde, "so frad a k i yeriniz daim a h azır" olurdu. G ece davetleri
için bir program yoktu. G enç piyan ist bir şeyler çalardı, am a
"keyfi isterse" çalardı, çünkü Verdurin'ler kim seyi zo rlam azlar­
dı, M. Verdurin'in ifadesiyle, "H er şey d o stlar için, ark ad aşlar
y aşasın !"d ı. Piyanist Die Walküre'den at gezintisini veya Tris-
tan'm prelü d ü n ü çalm ak istediğin de, M m e Verdurin itiraz
ederdi, am a bu m üzikten hoşlan m ad ığı için değil, tersine fazla­
sıyla etkilendiği için itiraz ederdi. "Yani m utlaka m igrenim tut­
su n istiyorsu n u z, öyle m i? Bu parçayı her çald ığın d a aynı şey
oluyor, biliyorsun uz. Ben başım a gelecekleri biliyorum ! Yarın
yataktan kalkabilene a şk o lsu n !" Piyano çalın m adığı zam anlar
sohbet edilirdi; ark ad aşlard an biri, çoğunlukla dönem in g ö zd e
ressam ı, M. Verdurin'in deyişiyle, "felaket bir esp ri patlatır,
herkesi kırar geçirirdi." En çok gülen de M m e Verdurin olurdu;
hattâ -hislerin i açıklayan m ecazi ifadeleri gerçek anlam larıyla
yorum lam ayı alışkanlık haline getird iğin den - bir keresinde
D oktor C ottard (o sıralar yeni m ezun, genç bir hekim di) M m e
Verdurin'in aşırı gü lm e sonucu çıkan çenesini yerine takm ak
zo ru n d a kalm ıştı.
Verdurin'lere frakla gitm ek yasaktı, çünkü "a rk a d a şla r"
arasın d a teklif yoktu ve "sıkıcı tip ler"e benzem em eye çalışılır­
dı; v ebadan kaçar gibi kaçılan bu türden insanlar, sadece,
m üm kün oldu ğu n ca seyrek düzenlenen kalabalık gece dav etle­
rine, ancak ressam ı eğlen dirm e ihtim alleri varsa veya m ü zisy e­
nin tanıtılm ası açısından bir yarar sağlayabileceklerse çağrılır­
lardı. D iğer gecelerde, kelim e oyunları oynam akla, so fraya ta­
kım elbiseyle oturm akla yetinilir ve dostlar arasın dak i bu ak ­
şam yem eklerinde, "k ü çü k y u v a "y a hiçbir yabancı alınm azdı.

196
A m a "ark ad aşlar" M m e Verdurin'in h ayatında giderek d a­
ha çok yer kapladıkça, dostlarını kendisin den u zakta tutan, za­
m an zam an serbest olm alarına engel teşkil eden her şey, birinin
annesi, diğerinin m esleği, bir b aşkasın ın kır evi veya sağlık so ­
runları da, sıkıcı tiplerle ve dışlan an larla aynı sın ıflandırm aya
girm eye başladı. A k şam yem eğinin hem en ardın dan , Doktor
C ottard d u ru m u tehlikeli bir hastasının b aşın a dönm ek zorun ­
d ay sa, M m e Verdurin, "Belki de bu gece kendisini rah atsız et­
m eseniz çok dah a iyi olur," derdi; "siz gitm ediğin iz takdirde
bü tü n gece dinlenir; yarın sab ah erkenden gidersin iz, iyileşm iş
olur siz gittiğin izde." M m e Verdurin, aralık ayının b aşın d an iti­
baren, m üritlerin N o e l'd e ve yılbaşın d a "d e v am sız lık " göstere­
ceklerini d ü şü n ü p kahrolurdu. Piyanistin teyzesi, yılbaşında
annesinin evindeki aile yem eğine yeğeninin d e gelm esi konu­
su n d a diretir, M m e Verdurin sertçe haykırırdı:
"Y ılbaşı yem eğini taşra'daki gibi onunla birlikte yem ezse­
niz anneniz ölür m ü yani!"
K utsal H afta yaklaştığın d a, M m e Verdurin yine endişele­
nirdi. İlk yıl, C ottard'a, cevabın dan k u şku d u y m ası m üm kün
değilm iş gibi, kendinden em in bir se s tonuyla, "S iz, sevgili
Doktor, bir âlim , laik bir kişi olarak, herhalde K u tsal C u m a'y ı
herhangi bir gü n den farksız kabul ed ip geleceksiniz, d eğil m i?"
diye sorm uştu. A m a doktorun cevabını korkuyla bekliyordu,
çünkü o d a gelm ezse, yalnız kalacaktı m uhtem elen.
"Evet, K u tsal C um a... ved a etm eye geleceğim , P askalya ta­
tilini A u vergn e'd e geçireceğiz çün kü."
"A u v erg n e'd e m i? Pirelere, tahtakurularına yem olm ak için
m i? H ayırlı tatiller!"
K ısa bir sessizlikten sonra eklem işti:
"Bari önceden haber verseydiniz, bir şeyler ay arlayıp rahat
koşu llarda, birlikte y ap ard ık şu seyah ati."
Aynı şekilde kadın "m ü rit"lerden , "m ü d av im "le rd en biri­
nin, ara sıra "d e v am sızlık " gösterm esin e seb ep olabilecek bir
erkek ark adaşı, bir flörtü o ld u ğu n d a, ilişkisini kendi evlerinde,
kendileriyle birlikteyken sü rdü rm esi ve d o stu n u kendilerine
tercih etm em esi k ayd ıy la, bir kadının âşığı olm asın ı norm al
karşılayan Verdurin'ler, "C an ım , d o stu n u zu d a getirin yanın ız­

197
d a ," derlerdi. M me Verdurin'den hiçbir şeyini gizlem eyecek,
"k ü çü k knbile"ye kabul edilebilecek biri olu p olm adığını an la­
yabilm ek için, söz k on usu d o stu denem eye tabi tutarlardı. Böy­
le biri değilse, onu takdim etm iş olan m üridi bir kenara çeker­
ler ve kendi iyiliği için, dostu ya d a m etresiyle arasını b ozarlar­
dı. A ranan şartlara sah ip olan "a d a y "la r ise, m ürit konum una
geçerdi. İşte o yıl da, kibar fahişe, M. Verdurin'e, M. Sw ann
ad ın d a, çok hoş bir ad am la tanıştığını anlatıp yeni arkadaşın ın
Verdurin'lere kabul edilm ekten b üyük m utluluk duyacağını
im a ettiğinde, M. Verdurin bu ricayı derhal karısına iletmişti.
(M. Verdurin her kon ud a, ancak karısından sonra fikir sahibi
olu rdu; onun görevi, karısının ve m üritlerin arzularını, m üthiş
bir yaratıcılıkla gerçekleştirm ekti.)
"B ak, M m e de C recy'nin senden bir ricası var. Sana bir d o s­
tunu, M. Sw an n 'i tanıştırm ak istiyor. N e d ersin ?"
"C an ım , böyle k u su rsu z bir yaratığın ricası geri çevrilebilir
m i? Siz su su n , size fikrinizi soran olm adı, k u su rsu z bir yaratık­
sınız, işte o k adar."
"M ad em siz öyle diy o rsu n u z..." dedi O dette yapm acık bir
edayla ve ekledi: "B iliyorsu nu z, fishing for compliments1 y ap m ı­
yo ru m ."
"P ekâlâ! D ostunuz sevim li biriyse getirin bak alım ."
Şü ph esiz, "k ü çü k yu v a"n ın , Sw ann'in girip çıktığı çevreyle
hiçbir ilgisi yoktu; tipik bir yü k sek sosyete m en subun a so ru lsa,
so sy eted e istisnai bir m evki sahibi olan Sw ann'in, kendisini
Verdurin'lere takdim ettirm esini epeyce an lam sız bulurdu.
A m a Sw ann kadınları o k ad ar çok seviyordu ki, aristokrasiye
m en su p kadınların hem en hem en hepsini tanıdıktan sonra, ar­
tık onlardan öğrenebileceği bir şey kalm ad ığın d a, Saint-Ger-
m ain m uhitinin kendisine bahşettiği, neredeyse soyluluk u n v a­
nı niteliğindeki v atan d aşlığa kabul belgelerini fazla ön em se­
m ez olm uştu; onları, kendi başların a bir değerleri olm ayan,
am a taşranın ücra bir k öşesin d e bir köy soylu su n u n ya d a Pa­
ris'te silik bir çevrede bir zabıt kâtibinin kızını beğen m işse, v a­
kit geçirm eden o çevrede bir m evki edinm esini sağlay an birer
bono, birer akreditif gibi gö rü y ordu adeta. Ç ünkü böyle du-
1 "İltifat avcılığı" anlam ında İngilizce deyiş.

198
ru m larda, arzu ya da aşk, gün lük hayatta artık hissetm ediği bir
kendini gösterm e m erakı uyandırırdı Svvann'da (gerçi bir za­
m an lar hayatını yüksek sosyeteye vakfetm eye kendisini iten de
bu m erak olm uştu herhalde; yüksek sosyete m uhitinde zihinsel
yeteneklerini havai zevklere harcam ış, san at kon usun dak i d e ­
rin bilgisini, yüksek sosyete hanım larının hizm etine su n m u ş,
onların tablo alm alarında ve konaklarının dö şen işin de kullan ­
m ıştı); âşık old u ğu yabancı kadının gö zü n d e parlam ak, Sw ann
soyadın ın kendi b aşın a içerm ediği bir seçkinlik sergilem ek is­
terdi. K adının m ütevazı bir konum u varsa, dah a d a çok isterdi
bunu. N asıl ki zeki bir insan, bir b aşk a zeki insana aptal gö rü n ­
m ekten k ork m azsa, seçkin bir ad am da, seçkinliğinin, b üyük
bir so y lu tarafından değil, kaba saba bir köylü tarafından anla-
şılm am asın d an korkar. D ünya k u ru ld u ğu n d an beri insanların
göze aldığı zihinsel çabaların ve bol keseden sav u rd u k ları ki­
birli yalanların dörtte üçü, kendilerinden dah a aşağ ı seviyede
b ulunan kişiler u ğru n a harcanm ıştır ve aslında kendilerini k ü ­
çültm ekten başk a işe de yaram am ıştır. D üşeslerin karşısın d a
sad e ve rahat olan Sw ann da, bir oda hizm etçisinin k arşısın da,
aşağılan m ak tan korkar, gösteriş yapardı.
Sw ann, çoğu yüksek sosyete m en subun a benzem ezdi; yü k ­
sek toplum sal m evkileri yüzün den adeta bir tarafa bağlı kalm a
m ecburiyetinden kaynaklanan teslim iyetle veya tem belliklerin­
den ötürü, ölünceye k ad ar seçkin çevrelere hapsolan , top lu m ­
sal konum ları dışın dak i gerçekliğin su n d u ğ u hazlardan ken d i­
lerini m ahrum bırakan, bu konum un gereği olan sırad an eğlen­
celere veya taham m ül edilebilir can sıkıntılarına alışm ayı b a­
şardıktan sonra da, ellerindekiyle yetinip bunlara haz adını v e­
ren birçok insan gibi değildi o. Sw ann, birlikte vakit geçirdiği
kadınları güzel b u lm aya çalışm az, güzel b u ld u ğ u kadınlarla
birlikte vakit geçirm eye gayret ederdi. Bunların çoğu, epeyce
b ayağı bir gü zelliğe sah ip kadınlardı, çünkü Sw an n'in k adın ­
larda farkına varm ad an aradığı fiziksel özellikler, en sev d iği
heykeltıraşların, ressam ların eserlerindeki k adın lara hayran ol­
m asın a yol açan özelliklerle taban tabana zıttılar. K ad ın d a d e ­
rin, hüzünlü bir yü z ifadesi Sw ann'in nefsini dondurur, aksine,
sağlıklı, dolgun , pem be bir ten ise nefsini u yan dırm aya yeterdi.

199
Seyahatte karşılaştığı, tanışm aya çalışm ası seçkinliğine a y ­
kırı düşebilecek bir ailede, o gü n e k ad ar rastlam ad ığı, özel bir
b ü yü ye sah ip bir kadın d a bu lu n u yorsa, kadın dan u zak d u ru p
onun uyan dırdığı arzuyu bastırm ak, onunla birlikte yaşayab ile­
ceği hazzın yerine farklı bir hazzı k oy u p eski m etreslerinden bi­
rine m ektup yazarak onu b u lu n d u ğu yere çağırm ak, Sw ann'in
nazarında, adeta seyahat etm ek yerine odasın a k apan ıp Paris
m an zaraları seyretm ek gibi, hayattan korkakça bir vazgeçiş, ye­
ni bir m u tlu lu ğa aptalca sırt çevirm ek olurdu. Sw ann, ilişkileri­
nin olu ştu rdu ğu yapıya hapsolm am ış, bu yapıyı, b eğen diği bir
kadın gö rd ü ğü her yerde, yeni tem eller üzerine, yeni baştan
kurabilm ek için, kâşiflerinkine benzer, sö k ü lü p takılabilir bir
çadır haline getirm işti. Taşınm ası veya yeni bir hazla d eğ iş to­
k u ş edilm esi m üm kün olm ayan ilişkilerini ise, b aşk a insanların
ne k adar im reneceği ilişkiler olsalar d a, bir b aşk asın a karşılıksız
verebilirdi. Kim bilir kaç kez, kendisine yıllar boyunca bir kibar­
lık y ap m ak isteyip uygun fırsat b u lam am ış bir d ü şesin nezdin-
deki itibarını, bir an da kendi elleriyle sıfıra indirm iş, p atav at­
sızca bir telgraf çekip, dü şesten, kır evinde kızını gö rü p b eğen ­
d iği bir kâhyasıyla kendisini derhal, bir tavsiye telgrafıyla iliş­
kiye geçirm esini istem iş, bir parça ekm eğe karşılık bir elm ası
elden çıkaran aç bir insan gibi davranm ıştı. H attâ son radan bu
d u ru m a gü lerdi, çünkü Sw ann'in, az bu lu nu r inceliklerle telafi
ettiği k aba bir yanı d a vardı. Ayrıca, Sw ann, aylak bir hayat
sü rm ü ş olan ve aylaklığın, zekâlarına san at veya bilim k adar il­
gilenm eye değer konular su n d u ğ u ve "H ay at"m , bütün rom an ­
lardan dah a ilginç, dah a rom ansı d u ru m lar içerdiği fikrinde bir
teselli, belki bir m azeret arayan zeki in san lar sınıfm dandı. En
azından, yüksek sosyetedeki ark ad aşların d an en zeki olanlarını
bile, bu d ü şü n cesin e rahatça in andırabiliyordu; b aşın dan geçen
ilginç m aceraları b ilh assa C h arlus B aronu'na anlatıp onu n eşe­
lendirm ekten hoşlanırdı; trende k arşılaşıp evine g ö tü rd ü ğ ü bir
kadının, o sırad a A vrupa siyasetinin bütün iplerini elinde tutan
hüküm darın kız kardeşi o ld u ğu n u keşfeder, böylece A vru­
p a'd ak i siy asi d u ru m u çok hoş bir biçim de izlem e fırsatı b u lu r­
du örneğin veya bir aşçı kadının âşığı olu p olam am ası, papalık
seçim inin sonuçlarına göre belirlenirdi.

200
Ü stelik Sw an n'in böylesine hayasızca kendisine çöpçatan ­
lık etm eye zorladığı kişiler, erdem li, soylu du llardan , general­
lerden ve b ilh assa yakın ilişki içinde b u lu n d u ğ u ak adem isyen ­
lerden olu şan seçkin toplu lu ğu n üyeleriyle sınırlı değildi. Bü­
tün dostları, ara sıra Svvann'dan, bir tavsiye ya d a tanıtm a yazı­
sı talep ettiği m ektuplar alm aya alışıktılar; ricasını ifade edişin ­
deki diplom atik ustalığın, birbirini izleyen çeşitli aşk lara ve d e ­
ğişik bahanelere rağm en hep aynen devam etm esi, sabit bir ki­
şiliği ve hiç d eğişm ey en am açları, beceriksizliklerden çok dah a
çabuk ele verirdi. U zun yıllar sonra, b am b aşk a açılardan kendi
kişiliğim e benzediği için Sw an n'in kişiliğiyle ilgilenm eye b aşla­
d ığ ım d a, b ü yü k b ab am a sık sık anlattırdığım bir şey vardı:
Sw an n 'dan bir m ek tup aldığın da, büyü kb ab am (o sıralar b ü ­
y ü k b abam d eğilm iş henüz, çünkü Sw ann'in b ü yü k aşkı, benim
d o ğm am d an az önce b aşlam ış ve u zun m ü d d et eski alışkanlık­
larına sekte vu rm u ş) ark adaşın ın yazısını, zarfı görür görm ez
tanır ve "Sw an n m utlaka bir ricada bulunuyordur, dik k at!" d i­
ye haykırırm ış. Büyükannem le bü yü kb ab am , belki gü v en sizlik ­
ten, belki de, bir şeyi sad ece onu istem eyen kişilere sun m am ıza
yol açan bilinçsiz, şeytanca gü d ü y le, Sw ann'in yerine getirilm e­
si en kolay ricalarına bile m utlak surette kulak tıkarlardı;
Sw ann, her p az ar ak şam yem eğine büyükannem lere gelen bir
genç kıza kendisini takdim etm elerini rica edecek olsa, bütün
hafta boyunca genç kızın bu lu n acağı yem eğe b aşk a kim i dav et
edebileceklerini d ü şü n ü p du rdu kları ve çoğu kez kim seyi b u la­
m adıkları halde, böyle bir davetten b ü yü k bir m utluluk d u y a ­
cak olan kişiye haber verm ez, Sw ann kendilerine genç kızdan
ne zam an sö z etse, artık onunla gö rü şm ü y orm u ş gibi yapm ak
zo run da kalırlardı.
Bazen bü yü kbabam ların ahbabı olan ve o gün e dek hep
Sw an n'la görüşem ediklerinden yakm an bir çift, gü n ü n birinde,
bir tatm in d u y g u su y la ve belki biraz da im rendirm e arzu su yla,
Sw ann'in artık kendilerine çok sevecen davran d ığın ı ve yan la­
rından hiç ayrılm adığın ı haber verirdi. B üyükbabam onların
m em nuniyetine gö lg e d ü şü rm ek istem ez, am a yine d e b ü y ü ­
kannem e bakarak,

201
N edir bu m u am m a böyle?
Hiçbir şey anlam adım .

veya

Ey kaçak hayalet...

ya da

Böyle d u ru m larda yapılacak en iyi şey,


K ap am ak gözlerini.

diye m ırıldanırdı.
Birkaç ay son ra, b ü y ü k b ab am , Svvann'ın yeni d o stu n a,
"E e, Svvann'la hâlâ sık sık gö rü şü y o r m u su n u z ? " d iy e so rd u ­
ğ u n d a, m uhatabının y ü zü asılır, "B enim y an ım d a adın ı bile
an m ayın on u n !" derdi. "A m a aran ızd an su sızm ıy or san ıy o r­
d u m ..." Sw an n , aynı şek ilde, bü yü kan n em in b azı ak rab alarıy ­
la d a birkaç ay boyun ca çok sıkı fıkı o lm u ştu , hem en her a k ­
şam evlerine yem eğe gid iy ord u . Sonra an iden , hiç haber ver­
m eden, ziyaretleri kesildi. H astalan d ığ ın a hükm ettiler; b ü y ü ­
kannem in kuzini tam haber alm ak ü zere Sw an n 'in evine biri­
ni gönderecekken , çalışm a o d asın d a, aşçı kadın ın h e sap d efte­
rinin arasın d a u n u ttu ğu , Sw an n tarafın d an kalem e alın m ış bir
m ek tu p b u ldu . Sw ann bu m ek tup ta, aşçı k adın a P aris dışın a
çıkacağını, bu yü zd en artık gelem eyeceğini haber veriyordu.
A şçı kadın Sw an n 'in m etresiy di ve on dan ay rılacağı zam an
da, b aşk a k im seye bir açık lam ad a b u lu n m ay ı gerekli gö rm e­
m işti.
M etresi, ak sin e, yü k sek so sy e ted en bir k ad ın sa ya d a en
azın d an , yü k sek so sy e tey e k ab u l ettirilem eyecek k ad ar m ü te­
vazı veya u y g u n su z bir k o n u m d a d eğ ilse, Sw an n y ü k sek so s­
yeteye m etresi u ğru n a geri döner, am a sad ec e m etresin in g i­
rip çıktığı çevreyle veya k en d isin in m etresin i sü rü k led iğ i
çevreyle g ö rü şü rd ü . "B u a k şam S w an n 'd an hayır y o k ," d e ­
nirdi; "A m erik alısın ın O pera gü n ü b u g ü n , b iliy o rsu n u z ,"
Sw ann, gü n d elik alışk an lık larla b ağlı b u lu n d u ğ u , h aftalık ak ­

202
şam yem eklerine, p o k er p artilerin e dü zen li olarak k atıldığı,
özellik le k ap alı salon lara d a v e t ettirirdi m etresini; her ak şam ,
fırça gibi sert, kızıl saçların a h afif bir d a lg a verip yeşil g ö zle­
rindeki k esk in liği b iraz y u m u şattık tan so n ra, y ak asın a tak­
m ak ü zere bir çiçek seçer ve yakın d o st çevresin d eki k ad ın ­
lard an birinin evine, m etresiy le b u lu şm ak ü zere ak şam yem e­
ğin e g id erd i; o zam an , gittiği ev d e, her sö zü n ü geçird iği, so s­
yetenin en g ö z d e k işileriyle k arşılaşac ağ ın ı ve bu kişilerin,
se v d iğ i k adın ın y an ın d a, hayran lıkların ı ve d o stlu k ların ı
k en d isin d en esirgem ey eceklerin i dü şü n ü r, bıkm ış o ld u ğ u
y ü k sek so sy e te h ayatı yen id en bir cazibe kazan ırd ı gö zü n d e,
çün kü yeni aşk ıyla birlikte, bu h ayatın özü n e oynak bir alev
n ü fu z eder, onu canlı renklerle donatır, d ah a değerli ve gü zel
gö sterirdi.
Bu ilişkilerin ya d a flörtlerin her biri, Sw ann'in kendiliğin­
den, zorlan m adan gü zel b u ld u ğ u bir çehrenin, bir bedenin g ö ­
rüntüsünden kaynaklanan bir hayalin, şu veya bu ölçüde ger­
çekleştirilm esi olarak nitelendirilebilirdi; buna karşılık, O dette
d e C recy'den, Sw ann'in belki bir an laşm aya varabileceği, hari­
k ulade bir kadın diye söz eden, am a onu tanıştırm akla yaptığı
iyiliği Sw ann'in gö zü n d e büyütm ek için, elde edilm esi zor bir
kadın gibi gösteren, eski bir ark ad aşı, bir gün tiyatroda ken d isi­
ni O dette de C recy'ye takdim ettiğinde, Sw ann onu çirkin bul­
m am ıştı şü ph esiz, am a on da b u ld u ğ u güzellik, kendisinin ilgi­
siz kaldığı, içinde bir arzu u yan dırm ayan, hattâ fiziksel olarak
iten türden bir güzellikti; Sw an n, O dette d e Crecy'yi, insanına
göre değişm ekle birlikte, hepim iz için belirli bir kadın tipinin
o ld u ğu gibi, nefsine hitap eden tipe zıt bir kadın olarak g ö r­
m üştü. Sw ann'in zevkine göre, O dette de Crecy'nin profili aşırı
keskin, teni aşırı nazik, elm acık kem ikleri fazlasıyla çıkık, yüz
hatları fazlasıyla yorgundu. G özleri güzeldi, am a o k adar b ü ­
yüktüler ki, kendi ağırlıklarını taşıyam ıyorlar, yüzün e yorgun
bir ifade, hep sağlık sızm ış veya keyifsizm iş gibi bir görün üm
veriyorlardı. Tiyatrodaki bu tanışm adan bir süre sonra, O dette
de C recy Sw an n'a bir m ektup y azıp, "cehaletine rağm en güzel
şeylere m eraklı" oldu ğu için çok ilgisini çeken koleksiyonlarını
görm ek istediğini, onu, "çayı ve kitaplarıyla huzur için de" ha­

203
yal ettiği "home' u n d a "1 görünce dah a yakından tanıyacağı k a­
nısında old u ğu n u belirtm iş, am a "onun k ad ar smart2 bir a d a ­
m ın, hiç de smart olm ayan " o hüzünlü sem tte otu rm asına çok
şaşırdığını d a gizlem em işti. Sw ann isteğini yerine getirip onu
evine davet ettiğinde, ziyaretin son u n da, vedalaşırlarken,
O dette, ayak basm ak tan b ü yü k m utluluk d u y d u ğ u b u ev de bu
k ad ar az k aldığına ü zü ld ü ğ ü n ü söylem iş, sanki Sw an n, kendisi
için, tanıdığı diğer insan lardan d ah a özel b iriym iş gibi k on u ş­
m u ş, adeta Sw an n 'la kendisi arasın da, rom an lara yaraşır,
Sw an n 'i gülüm seten bir bağlantı kurm uştu. N e var ki Sw an n'in
y aklaşm ak ta o ld u ğu yaşta, yani gö zü m ü zü n açılm aya b aşlad ığı
ve karşılıklı olm asını pek de beklem eden, sırf âşık olm anın ze v ­
ki için âşık olm akla yetinebildiğim iz yaşta, kalpler arasın dak i
yakın laşm a, gençlikteki gibi aşkın kaçınılm az biçim de yöneldi­
ği hedef değild ir am a, çağrışım lar yolu yla ona sıkı sıkıya bağlı
kalır ve böyle bir yakın laşm a, aşktan önce ortaya çıkarsa, aşkın
nedeni haline gelebilir. G ençlikte, âşık o ld u ğ u m u z kadının k al­
bine sah ip olm ayı hayal ederiz; d ah a ileri y aşlard a, bir kadının
kalbine sah ip o ld u ğu m u zu hissetm ek, ona âşık olm am ıza yete­
bilir. D olayısıyla, özellikle aşkta öznel bir hazzın p eşin d e k oştu ­
ğ u m u z ve bu yüzden de, bir kadının gü zelliğin e d u y u lan h ay­
ranlığın aşk ta en baskın u n su r olm asının beklenebileceği yaşta,
aşk -en fiziksel aşk b ile- tem elinde, b aşlan gıcın da bir arzu ol­
m ad an doğabilir. Bu y a şa gelinceye kadar, h ayatım ızda aşka
birçok kez m aru z kalm ışızdır; aşk artık şaşkın ve edilgen kalbi­
m izin k arşısın d a tek başın a, kendi m eçhul ve kaçınılm az y a sa ­
larına göre ilerlem ez. O na biz destek olur, hafızanın yard ım ıy­
la, telkinle yönlendiririz onu. Belirtilerinden birini tan ıdığım ız­
d a, hatırlayarak diğer belirtileri canlandırırız tekrar, içim izde
b aştan son a kayıtlı olan aşkın şarkısını ezbere bildiğim izden ,
şarkının devam ın ı getirebilm ek için, -gü z elliğin esinlediği bir
hayranlıkla d o lu - b aşlan gıç notalarını bir kadının söylem esin e
gerek du ym ayız. K adın şarkıyı ortasın dan -k alplerin birbirine
yaklaştığı, iki kişinin b u n dan böyle sad ece birbirleri için var
olacaklarından sö z ettikleri n o k tad an - söylem eye b aşlad ığı tak-
1 "Ev, y u va" anlam ında İngilizce kelime.
2 "Şık " anlam ında İngilizce kelime.

204
dirde de, bu m ü ziğe yeterince alışkın o ld u ğu m u zd an , beklenen
n otalarda hem en karşım ızdak in e katılıveririz.
O dette de Crecy Sw ann'i görm eye tekrar gitti, sonra da zi­
yaretlerini sıklaştırdı; O dette'in her ziyaretinde, Sw ann, arada
geçen süre içinde özelliklerini b iraz unuttuğu , ne bunca an lam ­
lı, ne d e gençliğine rağm en bunca so lgu n bir yü z olarak hatırla­
dığı bu çehrenin karşısın d a d u y d u ğ u hayal kırıklığını, yeni
b aştan yaşıyo rd u şü ph esiz; O dette d e C recy kendisiyle konu­
şurken, Sw ann, bu m üthiş güzelliğin , kendiliğinden tercih ede­
ceği türden bir güzellik olm am asın a hayıflanıyordu. A slında
şu n u belirtm ek gerekir ki, o dö n em d e alna kâküller halinde d ö­
külen, "tiftik tiftik" kabartılan, kulak lardan aşağ ıy a dağınık zü ­
lüfler halinde inen saçlar, y ü zün en d ü z yüzeyleri olan alnı ve
yanakların ü st kısm ını kapattığı için, O dette'in çehresi, o ld u ­
ğu n d an dah a zayıf ve çıkıntılı gö rü n ü rdü ; vü cu du gayet d ü z ­
gü n d ü , am a (O dette P aris'in en iyi giyinen kadın larından biri
old u ğu halde, dönem in m o d ası yü zün den ) vü cu t hatları bir d e­
vam lılık arz etm ezdi; o d ö n em d e adeta hayalî bir göbek üzerin­
de öne d o ğru uzan an ve sivri bir uç halin de biten korsajlar, kor-
sajm hem en altından itibaren kabaran, balonu andırır çift etek­
ler, kadınları, birbirine iyi takılam am ış, ayrı ayrı parçalardan
o lu şu yo rm u ş gibi gösterirdi; kırm alar, volan lar ve yelekler, sırf
desenle veya kum aşın sertliğiyle belirlenen bir çizgiyi, tam a­
m en b ağım sız bir biçim de izler, dü ğüm lerle, dantelden kıvrım ­
larla, kehribar saçaklarla son b u lu rlar veya korsenin balenine
paralel uzanırlardı, am a sarm aladık ları canlı varlıkla katiyen
ilişkileri olm azdı; bu cicili bicili giysilerin içindeki kadın, ü s­
tündeki süslerin m im arisinin, kendi bedenine aşırı y ak laşm ası­
na veya fazlasıyla u zak laşm asın a göre, y a b o ğu lu yo rm u ş gibi
görünür, ya d a giysinin içinde kaybolurdu.
A m a O dette gittikten sonra, Sw an n onun sözlerini, bir d a­
haki ziyaret iznini iple çekeceğini söyleyişini d ü şü n ü p gü lü m ­
sü yordu ; bir keresinde, O dette'in, iki ziyaret arasın dak i sürenin
fazla u zam am asın ı rica ederken ne k ad ar tedirgin ve çekingen
gö rü n dü ğü n ü , o esn ada ürkek, yalvaran bakışlarını kendisin­
den ayırm ayışm ı, siyah k adife bağcıklı, beyaz, yu varlak hasır
şapkasın ın önüne iliştirilm iş y ap m a m enekşelerin altından b a­

205
kan bu gözlerin ona ne k adar dokunaklı bir hava verdiğini h a­
tırlıyordu. “ Peki ya siz ?" dem işti Odette. "S iz bir gün bana ça­
ya gelm ez m iy din iz?" Sw ann, işlerini, -aslın d a yıllar önce y ü ­
zü stü b ıraktığı- D elft'li Vermeer incelem esini bahan e etmişti.
"Sizin gibi bü yü k bir âlim e benim gibi silik bir kadının hiçbir
yardım ı doku n am az, b iliy oru m ," diye cevap verm işti Odette.
"B ilginler kurulu k arşısındaki k u rb ağaya benzerim . O ysa ö ğ ­
renm eyi, bilgilenm eyi o k ad ar çok isterdim ki! Eski kitaplara
dalm ak, eski kâğıtlara gö m ü lm ek kim bilir ne k ad ar zevk lid ir!"
diye eklem işti, şık bir hanım ın, "elini ham ura b u lam ak tan " çe­
kinm eyerek, yem ek y ap m ak gibi p is işlere, üstün ü kirletm ek­
ten korkm adan girişm eyi en b üyük zevk say dığın ı belirtirken
b ü rü n d ü ğü kendinden m em nun havayla. "B enim le alay ed e­
ceksiniz am a, ziyaretim e gelm en ize engel olan bu ressam " (Ver-
m eePi k astediyordu ) "k im d ir? A dını dah a önce hiç d u y m am ış­
tım. H alen hayatta m ı? Eserlerini Paris'te görm ek m üm kün m ü
acaba? Sizin nelerden h oşlandığınızı k afam d a canlandırabil-
m ek için görm ek isterdim resim lerini; bu k ad ar çok çalışan bu
alnın gerisin de neler o ld u ğu n u b iraz tahm in edebilm ek, sürekli
d ü şü n d ü ğ ü hissedilen bu k afaya bakıp, 'İşte bunu düşün üyor,'
diyebilm ek isterdim . Ç alışm alarınıza katılm ak ne m üthiş bir
şey o lu rd u !" Sw ann bu sefer de, yeni dostlu klardan korkusun u
bahane etm iş, am a kibarlığından, m u tsu z olm a korkusu diye
adlandırm ıştı. "S ev g id en m i kork uyorsu n u z? N e tuhaf, benim ­
se hayatta arad ığım tek şey sevgi, onu bulabilm ek için canım ı
verirdim ," diyen O dette'in sesi o k ad ar d o ğal ve sam im iydi ki,
Sw ann etkilenm işti. "H erh alde bir kadın yü zün den acı çektiniz.
D iğer kadınların d a onun gibi old u ğu n u san ıyorsun uz. O sizi
an layam am ış; siz o k adar farklısınız ki. Sizd e ilk hoşum a giden
de bu ydu , sizin herkese benzem ediğin izi hem en h issetm iştim ."
"A slın d a," dem işti Sw an n, "em in im sizin d e bir yığın m eş­
guliyetiniz vardır, b oş vaktiniz yoktur, ben kadınları tanırım ."
"Benim hiçbir zam an işim yoktur! H er zam an serbestim , si­
zin için d aim a serbest olurum . G ünün veya gecenin hangi saati
benim le görüşm en iz için u y g u n sa, bir haber yollayın, seve seve
koşarım . Söz m ü ? A slın da en güzeli ne olur, biliyor m u su n u z?
Benim her ak şam evine gittiğim M m e Verdurin'e takdim edil­

206
meniz. D üşünsenize! Sizinle orad a b u lu şu rd u k , ben sizin biraz
da benim için geldiğin izi d ü şü n ü rd ü m !"
Hiç şü ph esiz, Sw ann bu şekilde, araların da geçen k on uş­
m aları hatırlarken, tek başın a k aldığın d a onu düşün ürken ,
onun görün tüsün ü , rom an s dolu hayallerinde yer alan başk a
birçok kadın görün tüsün ü n arasına katıyordu sadece; am a her­
hangi bir tesad ü f say esin d e O dette d e C recy'nin görün tüsü bü ­
tün bu tahayyüllere hâkim olsa, (hattâ belki bir tesad ü fü n yar­
dım ına bile gerek yoktu, çünkü o âna k ad ar gizli kalm ış bir d u ­
rum un ortaya çıktığı esn ad a m eydan a gelen tesadüfü n, bu d u ­
rum üzerin de hiçbir etkisi olm ayabilir) bu tahayyülleri onun
hatırasından ayırm ak artık m üm kün olm asa, o zam an, ne v ü ­
cudunun kusurları bir önem taşırdı, ne d e bu vücudun,
Sw ann'in zevkine, bir b aşk a vü cu da kıyasla d ah a u ygu n olup
olm am ası; çünkü sev d iği kadının v ü cu d u sıfatını bir kere k a­
zan dı m ı, Sw an n 'a m utluluk veya acı verebilecek tek vücut o
olurdu.
B üyükbabam , Verdurin'lerin o dönem deki bütün dostları­
nın aksine, M. Verdurin'in ailesini tanırdı. A m a "gen ç Verdu-
rin" ded iği ve özünde, -h âlâ m ilyoner olm akla birlikte- derbe­
derlerin, ayaktakım ının arasın a d ü şm ü ş bir ad am diye nitelen­
dirdiği M. Verdurin'le ilişkisi tam am en kesilm işti. G ünün birin­
de, Sw an n 'dan , kendisini Verdurin'lerle görüştü rm esin i rica et­
m ek am acıyla yazılm ış bir m ektup aldı. "D ikkat! D ikkat!" diye
bağırm ıştı o zam an büyükbabam . "H iç şaşırm ad ım d o ğru su ,
Sw ann'in sonunun böyle olacağı belliydi zaten. N e m uhit am a!
Bir kere isteğini yerine getirm em im kânsız, çünkü o beyefen­
diyle artık tanışm ıyoruz. Ayrıca bu işin içinde m utlaka bir k a­
dın m eselesi vardır, ben bu işlere karışm am . H adi bakalım !
Sw ann bu Verdurin takım ına d ad an ırsa, bize eğlence çıktı d e­
m ektir."
B üyükbabam Sw an n'in m ektubuna olu m su z cevap verin­
ce, Sw an n'i Verdurin'lere b izzat O dette götürm üştü.
Sw ann'in ilk gecesinde, Verdurin'lerin evinde ak şam yem e­
ğine D oktor C ottard ile eşi, genç piyanist ile teyzesi ve o sıralar
Verdurin'lerin him ayesinde bulunan ressam katılm ış, yem ekten
sonra birkaç m ürit dah a gelm işti.

207
Doktor Cottard, karşısındaki kişinin şak a mı yaptığını, cid­
di mi oldu ğu n u, ona hangi tonda cevap verm esi gerektiğini hiç­
bir zam an tam olarak bilem ezdi. N e olur ne olm az diye, bütün
yü z ifadelerine şartlı ve eğreti bir tebessü m taslağı ekler, böyle-
ce, şaka yapılm ışsa, bu gülüm sem enin tetikte bekleyen inceliği
sayesin de, saflıkla suçlan am ayacağını dü şü n ürdü . A m a söyle­
nen sözün ciddi olm ası ihtimalini d e g ö z önünde bulundurarak,
bu tebessüm ü açıkça çehresine yaym ay a da cesaret edem ediğin ­
den, yü zün de daim a bir tereddüt gezinir, sorm aya cesaret ede­
m ediği şu soru okunurdu: "C id d i mi sö y lü y orsu n u z?" Bir sa ­
londa o ld u ğu kadar, sokakta, hattâ genel olarak hayatta da nasıl
davran m ası gerektiği kon usun da bir türlü em in olam adığından,
yoldan gelip geçenlere, arab alara ve olaylara daim a hınzır bir
tebessüm le m ukabele ederdi; bu tebessü m , davranışı durum a
u ygun olm adığı takdirde, kendisinin bunu pekâlâ bildiğini ve
bu davranışı şakacıktan benim sem iş old u ğu n u kanıtlam ak sure­
tiyle, tutum undaki yanlışlığı dah a b aştan silm eyi am açlardı.
Bununla birlikte, doktor, açıkça soru sorm akta bir sakınca
gö rm ediği her kon uda, şüph elerin in alanını daraltm aya, öğre­
nim ini tam am lam aya çabalam aktan geri kalm azdı.
Ö rneğin, d o ğ u p b ü y ü d ü ğ ü taşra k asab asın d an ayrılırken
ileri gö rü şlü annesinin ken disin e verm iş old u ğu öğütler d o ğ ­
ru ltusun da, bilm ediği bir deyim veya özel isim d u y d u ğu n d a,
m utlaka o kon ud a bilgilenm eye çalışırdı.
D eyim ler kon usun da verilen bilgilerle bir türlü yetinm ez,
kim i deyim lerin, aslın da taşıdıkları an lam dan d ah a kesin, ay ­
rıntılı bir anlam la yüklü olduklarını zanneder, en sık d u y d u ğu ,
şeytan tüyü, kanı bozuk, nerede ak şam orad a sabah, Rabe-
lais'nin çeyrek saati1, lü g at p aralam ak , açık bono verm ek, dilini
b ağlam ak gibi bazı deyim lerin, tam anlam ını ve hangi som ut
d u ru m larda bunları kullanabileceğini öğrenm ek isterdi. D e­
yim leri k u llan am adığı zam an , öğren m iş o ld u ğu kelim e oyu nla­
rına yer verirdi kon uşm aların da. D aha önce d u y m ad ığı bir isim
söylen diğin de de, so rgu lar bir ton da b u yeni ism i tekrarlam ak­
la yetinir, böylece açıkça so ru so rm ak zorun da kalm adan, ken­
disin e bir açıklam a yapılacağın ı dü şü n ü rd ü .
1 Fransızcada "sıkıntılı dakikalar" anlam ında bir deyim: le quart d'heure de Rabelais.

208
H er şeye u y g u lad ığ ın ı zannettiği eleştirel b akıştan aslın da
tam am en yok su n old u ğu için, birisine bir lütufta bulunurken
sözlerinin ciddiye alın m asın ı beklem eden, terbiye icabı k arşı­
sın dak in e m innet borçlu o ld u ğu n u söylem ek gibi bir kibarlığı
D oktor C o ttard 'a gösterm ek, b oşu n a zah m et etm ek olurdu,
çünkü o her şeyi kelim esi kelim esine, en d ü z şekliyle anlardı.
M m e Verdurin d o k to r k on u su n d a kör sayılırdı gerçi, am a yine
de, Sarah B ernhardt'ı izlem ek üzere C ottard'ı sah ne ön ü loca­
sın a d av et ettiği gece, do kto ru hâlâ çok zeki bu lm akla birlikte,
so n u n d a sinirlenm işti: M m e Verdurin nezaketine n ezaket k ata­
rak, "G elm en iz b ü yü k incelik Doktor, üstelik em inim Sarah
Bernhardt'ı d ah a önce birçok kez izlem işsinizdir, ayrıca sah n e­
ye d e fazla yakın sayılırız belk i," ded iğin d e, yetkili birisi ken­
d isin e tem silin önem i k on u su n d a bilgi verinceye k ad ar sab itle­
şeceği m i, silineceği m i belli olm ayan bir teb essü m le locaya
girm iş olan D oktor C ottard, "G erçekten fazla yakınız, Sarah
B ern h ardt'tan d a sık ılm aya b aşlad ık artık. A m a siz gelm em i is­
tediniz. Sizin istekleriniz benim için birer em irdir. Size küçük
bir y ard ım d a b u lu n m ak benim için m utluluktur. O k ad ar iyi
bir in san sın ız ki, insan sizin için ne olsa y a p a r!" diye cevap
verm iş, ardın dan d a eklem işti: "A ltın Ses diye anılan, Sarah
Bernhardt'tı, d eğil m i? Y üreğiyle oy n adığı yazılıyor hep. G arip
bir ifade, d eğil m i?" A m a b ek lediği yorum ların hiçbiri gelm e­
m işti.
"B iliyor m u su n ," dem işti M m e Verdurin kocasına, "bence
doktor için yaptıklarım ızı alçakgönüllü dav ran ıp azım sam akla
hata ediyoruz. Pratik hayatın dışın da yaşayan bir bilim adam ı
o, hiçbir şeyin değerini kendisi anlam ıyor, bilm iyor, bizim sö y ­
lediğim ize inanıyor." "S an a söylem eye cesaret edem em iştim
am a benim d e dikkatim i çekm işti," diye cevap verdi M. Verdu­
rin. Bu kon uşm ayı izleyen yılbaşında da, M. Verdurin, pek u fak
bir şey o ld u ğu n u söyleyerek D oktor C ottard'a üç bin franklık
bir yakut yollam ak yerine, üç yü z fran ga taklit bir taş alıp bu
k ad ar güzelin e zor rastlanacağını im a etmişti.
Bir ak şam , M m e Verdurin M. Sw ann'in geleceğini bildirdi­
ğinde, doktor, sesi şaşkınlıktan sertleşerek, "Sw an n m ı?" diye
haykırm ıştı; en sıradan bir haber bile, her an her şeye karşı ha­

209
zırlıklı o ld u ğu n u zanneden bu adam ı gafil avlardı. K im seden
bir cevap gelm eyince, do ru ğa varan ve "Sw an n m ı? Kim bu
Sw an n ?" diye b ağırm asın a yol açan kaygısı, M m e Verdurin'in
sözleriyle birden dağılıverdi: "C an ım , O dette'in sö zü n ü ettiği
ark ad aşı." "H a, peki, peki, tam am ," dedi doktor yatışarak. R es­
sam a gelince, Sw an n'in V erdurin'lere takdim edileceğine çok
sevin iyordu, çünkü onun O dette'e âşık old u ğu n u varsayıyordu
ve aşk ilişkilerini d aim a desteklerdi. "H ay atta en sev d iğim şey
çöpçatanlık yapm aktır," diye itirafta b u lu n d u D oktor Cot-
tard'ın kulağın a eğilerek; "b u gü n e k ad ar birçok kişiyi evlendir­
dim , hattâ kadınları kendi araların da evlen dirdiğim de o ld u !"
Odette, Verdurin'lere Sw an n'in çok "sm art” o ld u ğu n u sö y ­
leyince, onlar d a "sıkıcı bir tip " olm asın dan korkm uşlardı. O y­
sa Sw ann, aksine, ü zerlerinde m ükem m el bir izlenim bıraktı;
bu izlenim in, Verdurin'lerin bilincinde olm adıkları dolaylı ne­
denlerinden biri, Sw an n'in seçkin yüksek so syete çevresiyle
ilişkileriydi. Sw ann, yü k sek sosyete m uhitinde bir sü re yaşam ış
olm aktan ötürü, zeki de olsalar bu m uhite hiç girip çıkm am ış
kişilerden, bir bakım a ü stün sayılırdı gerçekten; bu üstünlük,
yüksek sosyeteyi, hayal gü cü n e esinlediği arzu yla ya d a kor­
kuyla başka bir şeye dön ü ştü rm em esi ve ona ön em siz bir şey
gözü y le bakm asıydı. Bu çevreye aşina kişilerin kibarlığı, her tür
snopluktan, aşırı nezaket gösterm e k ork usun dan u zak ve b a­
ğım sızdır; bu kişilerin hareketlerinde gözlenen rahatlık ve z a ra ­
fet, kollarını ve bacaklarını esneklikle, diğer uzuvlarının m ü n a­
sebetsiz, sarsak m ü dah alelerine m aru z k alm adan , tam am en is­
tekleri do ğru ltu su n d a kullanan insanların rahatlığı ve zarafeti­
dir. K endisine takdim edilen, tanınm am ış bir gence iyi niyetle
elini uzatan, takdim edildiği büyükelçinin k arşısında ölçülü bir
biçim de eğilen yüksek sosyete m ensuplarının basit, temel be­
den eğitim i, zam anla, kendisi bilincine varm ad an , Sw ann'in
bütün toplum sal tavırlarına yansım ıştı; işte bu nedenle Sw ann,
kendi m uhitinden daha d ü şü k seviyedeki bir çevrenin insanları
olan Verdurin'ler ve ark ad aşlarıy la ilk k arşılaşm asın da, onların
n azarında sıkıcı bir tipin sergilem eyeceği bir cana yakınlık, bir
gayret gösterdi. Sadece D oktor C ottard'la, bir anlık bir so ğu k ­
luk geçti aralarında: D aha birbirleriyle selam laşm adan , doktor

210
kendisine gö z kırpıp anlam lı anlam lı gülüm seyince (Cottard bu
m im iğe "bekle g ö r" adını verirdi), Sw ann, eğlence âlem lerinin
ad am ı olm adığı ve bu tür yerlere binde bir gittiği halde, Cot-
tard'ın kendisini m uhtem elen randevuevi türü bir yerden hatır­
ladığını d ü şü n d ü . İm ayı, özellikle de kendisi hakkında kötü bir
izlenim edinebilecek olan O dette'in yanında yapılm asını zevk­
sizlik olarak niteleyip b u z gibi bir tavır takındı. A m a yanındaki
hanım lardan birinin M m e C ottard old u ğu n u öğrenince, bu k a­
d ar genç bir kocanın, karısının yanında bu tür im alar y ap m ay a­
cağını d ü şü n d ü ve doktorun suçortağı havasın a bu anlam ı yük­
lem ekten vazgeçti. R essam hiç vakit geçirm eden Sw ann'i Odet-
te'le birlikte atölyesine dav et etti; Sw ann kendisinden hoşlandı.
"Belki size benden çok iltim as gösterilip C ottard'ın portresine
bak m an ıza izin verilir," d ed i M m e Verdurin, gücenm iş gibi y a­
parak (Cottard'ın portresini ressam a sip ariş eden de oydu). Ş a ­
kacıktan "M on sieu r" diy e hitap etmeyi alışkanlık haline getir­
dikleri ressam a dönerek hatırlattı: "O güzel bakışları, gö zü n d e­
ki o kurnaz, m u zip ışıltıyı vu rgu lam ayı ihm al etm eyin, 'M on­
sieur' Biche. Biliyorsunuz b ilh assa o gülüm sem eyi görm ek isti­
yorum ; sizden isted iğim , o gülüm sem enin portresidir." Bu ifa­
de kendisine o lağan ü stü gö rü n d ü ğ ü için de, çok say ıd a m isafi­
rin d u y m ası için çok yüksek sesle tekrarladı, hattâ önceden,
saçm a sap an bir bahaneyle birkaçını yanına çağırdı. Sw ann her­
kesle tek tek tanışm ak istedi, hattâ Verdurin'lerin eski dostu Sa-
niette'i bile atlam adı; Saniette, derin arşiv bilgisi, hatırı sayılır
serveti ve seçkin ailesi say esin de kazan dığı itibarı, utangaçlığı,
saflığı ve iyi kalpliliği yüzün den herkesin n ezdinde kaybetm iş­
ti. Saniette konuşurken laflar ağzın d a birbirine dolaşırdı; çok
sevim li bir özelliğiydi bu, çünkü bir kon uşm a kusuru n dan çok
m anevi bir m eziyeti ele verir, Saniette'in, hâlâ çocukluğundaki
m asum iyetini k oru d u ğu izlenim ini uyandırırdı. Telaffuz ede­
m ediği bütün sessiz harfler, söylem eye dilinin varm ad ığı sert
sözlerm iş gibi çıkardı ağzın d an , Sw ann'm M. Saniette'e takdim
edilm eyi rica etm esi, M m e Verdurin'e rolleri değiştirm ek gibi
geldi (o k adar ki, cevaben, aradak i farkı vu rgu layarak , "M on ­
sieur Sw ann, m ü saa d e ederseniz, size d o stu m u z Saniette'i tak­
dim etm ek isterim ," dedi), Saniette'te ise hararetli bir sevgi

211
uyan dırdı, am a Verdurin'ler bunu Sw an n'a hiç belirtm ediler,
çünkü Saniette biraz sinirlerine doku n u yordu ve ona yeni d o st­
lar b u lm aya m eraklı değildiler. Buna karşılık Sw ann'in, p iy a­
nistin teyzesiyle derhal tanışm ak istem esi, Verdurin'leri m üthiş
du y gu lan dırdı. Piyanistin teyzesi, siyah rengin d aim a şık ve
seçkin gö rü n d ü ğ ü zannıyla, her zam anki gibi siyah bir elbise
giym işti ve her yem ekten sonra old u ğu gibi yü zü kıpkırm ızıy­
dı. Svvann'ın k arşısında say gıy la eğildi, am a haşm etle d o ğ ru l­
du. H içbir tahsili olm adığı ve hatalı konuşm aktan korktuğu
için, kelim eleri bilerek an laşılm az biçim de telaffuz eder, bir
yanlış yap acak olsa da, an laşılm azlığın içinde b o ğ u lu p gid ece­
ğini, açıkça fark edilm eyeceğini d ü şü n ü rd ü ; dolayısıyla, k on u ş­
m ası, arad a em in o ld u ğu tek tük kelim elerin seçilebildiği b o ­
ğ u k bir hırıltıdan ibaretti. Sw ann, M. Verdurin'le konuşurken,
piyanistin teyzesinden hafif bir alayla sö z etm ekte bir sakınca
gö rm ed iy se de, M. Verdurin buna gücendi.
"F ev k alad e bir in sandır," diy e cevap verdi. "G ö z k am aştı­
rıcı o ld u ğu n u id d ia etm iyorum , am a em in olun, b aş b a şa soh­
bet edince, hoş bir in san dır." "B u n d an hiç şü ph em y o k ," diye
aceleyle on ayladı Sw ann. "B en pek 'seçkin' görün m ediğin i sö y ­
lem ek istem iştim ," diye ekledi, "seçk in " sıfatını vu rgu layarak ;
"b u d a aslın da iltifat say ılır!" "Ç o k şaşıracak sın ız am a," dedi
M. Verdurin, "k alem i çok kıvraktır. Yeğenini hiç dinlem ediniz
m i? H arikadır, d eğil m i D oktor? Bir şeyler çalm asını rica etm e­
m i ister m isiniz M on sieur Sw an n ?" Sw ann, "İstem ek ne kelim e,
şeref du y arım ..." diye cevap verm eye başlam ışken, doktor
alaylı bir tavırla sö zü n ü kesti. K on u şm ad a tum turaklı ifadele­
rin artık kullan ılm adığını, eski m od a kabul edildiğin i işitm iş ve
un u tm am ış olan C ottard, az önceki "şeref" kelim esi gibi ağır­
başlı bir kelim enin ciddiyetle kullanıldığını d u y d u ğ u an da, ke­
lim eyi söylem iş olan kişinin ukalalık ettiğini sanırdı. Ayrıca ay ­
nı kelim e tesad üfen beylik bir dey işte de geçiyorsa, kelim enin
b aşk a kullanım ları ne k ad ar yaygın olu rsa olsun, doktor, başını
d u y d u ğ u cüm lenin gülün ç o ld u ğu n a hükm eder ve alaylı bir ta­
vırla, cüm leyi o beylik dey işle bitirirdi; m uhatabı, bu deyişi ak ­
lından bile geçirm ediği h alde, kullan m ayı d ü şü n m ü ş olm akla
suçlanırdı adeta.

212
"T ü m Fransa adına şeref d u y arız !" diye haykırdı doktor
alayla, kollarını abartılı bir tavırla h avaya kaldırarak.
M. Verdurin kendisini tu tam ayıp güldü.
"B un lar orada neye gü lü y orlar böyle? Etrafa neşe saçıyor­
su n u z bak ıy oru m ," diye haykırdı M m e Verdurin. Sonra çocuk
taklidi y ap arak , gücenm iş gibi, "B en b u rad a tek başım a cezalı
kaldım , ne sıkıcı!" diye ekledi.
M m e Verdurin, isveçli bir kem ancının hediyesi olan, cilalı
köknardan, İsveç yapım ı, yü k sek bir iskem lede oturuyordu;
şekli bir tabureyi andırdığı ve o gü zel antika m obilyalarına hiç
y ak ışm ad ığı halde, bu hediyeyi salon u n da tutuyordu, çünkü
m üritlerin ara sıra kendisine hediye ettikleri eşyaları, evine gel­
diklerinde gö rü p m em nun olsu n lar diye, görün ü r bir yerde b u ­
lu n d u rm ay a özen gösterirdi. Bu yü zden de, m üritleri, hiç d eğ il­
se kalıcı olm ayan çiçek ve tatlılarla yetinsinler diye ikna etm eye
çalışır, am a başarılı olam azd ı; evinde ü st ü ste yığılan, gereksiz
ve birbiriyle alak asız hediyelerden, ay ak tandırlarından,
yastıklardan, d u v ar saatlerinden, parav an lardan , barom etreler­
den, vazolardan bir koleksiyon olu şm u ştu .
B u lu n d u ğu yüksek m ak am dan , m üritlerin konuşm alarına
coşkuyla katılıyor, "m ask aralık "ların a gü lü y ordu , am a o çene
k azasın d an sonra, gerçekten kahkah a atm ak zahm etine katlan­
m aktan vazgeçm işti; onun yerine, kendisi yorgu n lu ğa ve tehli­
keye m aru z kalm adan, gülm ekten gözlerinin yaşardığın ı ifade
eden k lasik bir m im ik koym uştu. M üdavim lerden birinin, sıkıcı
bir tipe veya sıkıcı tipler sınıfına atılm ış eski bir m ü d av im e iliş­
kin en u fak bir esprisi üzerine, -u z u n m ü ddet karısı k adar n a­
zik olm a idd iasın ı sürdüren, am a gerçekten g ü ld ü ğ ü için kısa
sü red e so lu ğu tükenen ve bu aralıksız, kurm aca n eşe hilesine
yenik d ü şü p geride kalan M. Verdurin'i u m u tsu zlu ğa d ü şü re­
rek - küçük bir çığlık atar, b eyaz bir leke yüzün den b u ğu lan m a­
ya başlayan , k uş gözü n e benzer küçük gözlerini sım sıkı kapatır
ve aniden, adeta u y g u n su z bir görün tüy ü sak lam a ya d a ölü m ­
cül bir darbeden kaçınm a telaşıyla, yü zün ü tam am en, hiçbir ta­
rafı görünm eyecek şekilde ellerine göm er, kendini tutm asa,
baygınlık geçirm esine seb ep olacak kahkahalarını bastırm aya
çalışırm ış gibi görün ürdü. İşte M m e Verdurin bu şekilde, p ek si­

213
m eti sıcak şarab a batırılm ış bir k u ş gibi tünediği sırığının tepe­
sinde, m üritlerin n eşesiyle başı dön m ü ş, dostluk, ded ik o d u ve
on ay lam ay la sarh oş halde, kibarlıktan hıçkırm aktaydı.
Bu arad a p ip o su n u yakm ad an önce Sw an n 'dan izin isteyen
("b u ev d e rahat davranılır, dostlar arasın d ay ız" diyen) M. Ver-
durin, genç piyanistten piyanonun başın a geçm esini rica ed i­
yordu.
"C an ım , ü stü n e varm asan a, işkence görm eye gelm edi ço­
cuk b u ray a," diye haykırdı M m e Verdurin, "canını sıkm ayın,
ben istem iyoru m !"
"N iy e canı sıkılsın k i?" dedi M. Verdurin. "M . Sw ann k eş­
fettiğim iz fa diyez sonatı bilm iyordur belki; bize onun piyano
düzenlem esin i çalsın ."
"Yo, hayır, hayır, benim sonatım ı çalm asın !" diye bağırdı
M m e Verdurin. "G eçen seferki gibi ağlam aktan burn um aksın,
nevraljim tutsun istem iyorum ; çok teşekkür ederim , ben alm a­
yayım ; siz de bir âlem siniz, bir hafta yataktan kalkam ayacak
olan siz d eğilsin iz tabii!"
Piyanistin her çalışından önce tekrarlanan bu sahne, "P at­
roniçe" nin b aştan çıkarıcı özgü n lü ğü n ü n ve m üzik h assasiy eti­
nin sanki yepyeni bir kanıtıym ış gibi büyülerdi dostlarını. O es­
n ad a M m e Verdurin'in yakınında bulunanlar, biraz ötede sig a ­
ra içenlere, k âğıt oynayan lara bir olay o ld u ğu n u , y aklaşm aları­
nı işaret eder, R eich stag'da önem li an larda yapıldığı gibi, "D in ­
leyin, din leyin ," derlerdi. Ertesi gün, o geceye katılam am ış
olanlara sitem edilir, sahnenin her zam ankinden eğlenceli o ld u ­
ğ u söylenirdi.
"P ek âlâ, tam am , an laştık ," dedi M. Verdurin, "sad ece an-
dante'yi çalacak."
"S ad ece andante’yi mi, p es d o ğ ru su !" diye haykırdı M m e
Verdurin. "Z aten benim kolum u kanadım ı kıran da andante.
Patron bir harika! Dokuzuncu Senfoni'nin sadece finalini, Usta
Şarkıcılar'm sad ece uvertürün ü dinleyeceğiz dem ek gibi bir şey
b u ."
Bu arad a doktor, piyanistin çalm asına izin versin diye
M m e V erdurin'e baskı yapm ak tay dı; m ü ziğin M m e Verdurin'e
verdiği rahatsızlıkların n um ara old u ğu n u d ü şü n m üy ordu -b a-

214
zı nevroz halleri gözlem lem ekteydi P atron içe'd e- am a birçok
doktor gibi C ottard da, hastalarına verdiği sert talim atları, ken­
disin e çok dah a önem li gibi görünen bir tehlike k arşısında der­
hal gevşetirdi; hastası, doktorun d a katılacağı bir sosyete d av e­
tinin vazgeçilm ez u nsurların dan biriyse eğer, doktor, sindirim
b ozu k lu ğu n u veya gribini bu seferlik unutm asını tavsiye eder­
di ona.
"B u sefer hastalan m ayacaksınız, em in olu n ," dedi M me
Verdurin'e, bakışlarıyla telkinde bu lu nm aya çalışarak. "H asta­
lansan ız da biz sizi iyileştiririz."
"Sah i m i?" dedi M m e Verdurin, böyle bir lü tu f karşısında
boyun eğm ekten b aşk a çaresi yo k m u ş gibi. Belki d e h astalan a­
cağını söyleye söyleye, öyle bazı anlar geliyordu ki, bunun bir
yalan o ld u ğu n u unutuyor, hasta m aneviyatına bürünüyordu.
H astalar, krizlerini seyreltebilm ek için m ecburen hep akıllı u slu
olm aktan bıkarlar ve canlarının çektiği, norm al olarak kendile­
rini hasta eden her şeyi, hiçbir zarar görm eden yapabilecekleri­
ne inanm aktan hoşlanırlar; kendilerini gü çlü bir varlığın elleri­
ne teslim etm eleri yeterlidir, hiçbir zahm ete katlan m adan , onun
tek bir sözü yle veya vereceği tek bir hapla ay ağ a kalkabilecek­
lerdir.
Odette, piyanonun yakınındaki goblen kanapeye oturm uştu.
"B iliyorsu nu z, benim yerim bellidir," d ed i M m e Verdu­
rin'e.
M m e Verdurin, Svvann'ın bir iskem lede otu rdu ğu n u gö rü p
yerinden kaldırdı:
"O rası rahat değil, O dette'in yanm a geçsenize; M. Sw an n'a
bir yer açarsınız, değil mi O dette?"
Sw ann, otu rm adan önce, "N e güzel bir B eau v ais," dedi ne-
zaketen.
"K an ap em i takdir etm enize sev in d im ," diye cevap verdi
M m e Verdurin. "Size bir şey söyleyeyim mi, bu k ad ar güzelini
katiyen bulam azsınız. Bunun gibisini asla yapm adılar. K üçük
koltuklar da birer harikadır. Birazdan b akarsın ız onlara da.
Bronzların her biri, koltukta anlatılan hikâyede bir şeyi sim geli­
yor; gelin inceleyin, çok eğleneceğinizden şü ph en iz olm asın. Şu
kenarlardaki küçük frizlere bak san ıza; Ayı ile Ü züm ler hikâye­

215
sin d e şu kırm ızı fon üzerin deki asm a dalı m esela. Resim mi s a ­
hiden? N e dersiniz, ad am lar resim yapm ayı biliyorlarm ış, değil
m i! Şu üzü m ler insanın iştahını açm ıyor m u? K ocam onun k a­
d a r m eyve yem iyorum diy e m eyve sevm ediğim i söylüyor. K a­
tiyen öyle değil, ben hepinizden oburum , am a ben onların tadı­
nı gözlerim le çıkardığım için yem em e gerek kalm ıyor. H epiniz
niye gü lü y o rsu n u z canım ? D oktora sorun, bu üzüm lerin benim
içim i tem izlediğini o d a söyleyecektir size. D iğer insanlar Fon­
tainebleau tedavisin e başvuru yor, benim kendi B eau vais ted a­
vim var. M on sieur Sw ann, arkalıklardaki bronzlara d o k u n m a­
d an gitm enize izin verem em . Eski bronzun kayganlığını h isse­
d iy or m u su n u z? Yok, öyle değil, avcu n uzla, iyice okşayın."
"E yvah ! M m e Verdurin bronzları m ıncıklam aya b aşlarsa
bu gece m ü zik din leyem eyiz," d ed i ressam .
"S u su n , yaram azlık yapm ayın . A slın d a," d ed i M m e Verdu­
rin, Sw an n 'a dönerek, "b iz kadın lara bunun k adar şehvetli ol­
m ay an şeyler de yasaktır. A m a bununla kıyaslanabilecek bir
ten olam az ki! M. Verdurin beni kıskanm a şerefini bana bah şet­
tiği zam an lar - canım , bari nezaketen, hiç kıskanm adığını sö y ­
lem e..."
"B en tek kelim e söylem edim ki. Doktor, siz şahitsiniz: Ben
bir şey ded im m i?"
Sw ann terbiye icabı bronzları okşuyor, kısa kesm eye cesa­
ret edem iyordu.
"H a d i bakalım , onları sonra okşarsınız; şim di ok şan m a sı­
rası sizde, kulaklarınızda; kulaklarınızın ok şan m asın dan h oşla­
nırsınız herhalde; işte bu delikanlı, o görevi üstlenecek."
Piyanist parçasın ı çaldıktan sonra, Sw ann ona, hazır b u lu ­
nan d iğer kişilere gösterdiğin d en d e d ah a b üyük bir nezaket
gösterdi. Sebebi de şu ydu:
Bir yıl önce, bir gece davetin de, bir eserin piyan o ve ke­
m anla seslendirilişini dinlem işti. Başlangıçta, enstrüm anlardan
çıkan seslerin m ad d i niteliğinden tat alm ıştı sadece. Kem anın
ince, dayanıklı ve yoğu n do ğru ltu çizgisinin altında, ansızın p i­
yanodan , bir ezginin, çalkantılı bir sıvı kütlesi halinde, m ehta­
bın b ü yü led iği, bem olleştirdiği denizdeki eflatun çırpıntı gibi
çokbiçim li, bölünm ez, çarpışan bir d ü zlem olarak yükselm eye

216
çalıştığını işitm ek, başlı başın a bir zevk olm uştu Sw ann için.
Sonra, bir an gelm iş, hoşuna giden şeyi adlan d ıram ad ığı, sınır­
larını tam olarak çizem ediği halde, birdenbire büyülen m iş, ge­
çip giderken, tıpkı gecenin rutubetli h avasın da dalgalan an bazı
gü l kokularının burun deliklerim izi genişletm esi gibi ruhunu
genişleterek açan cüm leciği veya arm oniyi -k en d i d e em in ola­
m ıy o rd u - yak alam ay a çalışm ıştı. Belki besteyi tanım adığı için
böylesine bulanık bir izlenim i yaşayabilm işti; oy sa bunlar, belki
d e b aşk a hiçbir türden izlenim e indirgenem eyecek, salt m ü ziğe
ait, sınırlı ve tam am en özgü n olan yegân e izlenim lerdir. Bu tür­
den bir izlenim , bir an için, m ad d esizd ir bir bakım a. Şü p h esiz o
sırad a d u y d u ğ u m u z notalar, yüksekliklerine ve sürelerine bağlı
olarak, gözlerim izin önünde çeşitli boyutlarda yüzeyler k ap la­
m aktan, dolam b açlar çizm ekten, bize genişlik, incelik, den ge ve
değişken lik hisleri yaşatm aktan geri kalm azlar. A m a dah a bu
hisler içim izde tam biçim lenem eden, notalar k ayb olu p gid er ve
onların ardın dan gelen, hattâ onlarla eşzam an lı b aşk a notaların
u yan dırdığı hisler, öncekileri bastırır. Ve bu izlenim , ak ışkan lı­
ğıyla, giderek solan tonlarıyla, arad a bir belli belirsiz su yüzün e
çıkan, am a hem en ardın dan yine gö m ü lü p kaybolan m otifleri
sarm alam aya dev am eder; sad ece uyandırdıkları haz aracılığıy­
la tanınabilen bu m otifleri betim lem ek, hatırlam ak, ad lan d ır­
m ak ve ifade etm ek, bir tek şey say esin de m üm kün dür, o da,
dalgaların ortasın da sağ lam tem eller atm aya çalışan bir işçi gibi
bizim için bu kaçak cüm leciklerin kopyalarını çıkaran ve b u n la­
rı izleyen cüm leciklerle k ıyaslayıp onlardan ayırt etm em ize im ­
kân tanıyan hafızam ızdır. İşte bu şekilde, dah a Sw ann'in y a şa ­
dığı o tatlı his geçer geçm ez, hafızası derhal özet halinde, geçici
bir k opya çıkarm ış, Sw ann d a parça devam ederken bu k o p y a­
ya gö z atm ıştı; dolayısıyla, aynı izlenim ansızın tekrar su y ü z ü ­
ne çıktığında, elle tutulabilir hale gelm işti. Sw an n bu izlenim in
alanını, sim etrik gru plaşm aların ı, yazıya geçirilişini, ifad e g ü ­
cünü zihninde canlandırabiliyordu; karşısında, artık sa f m üzik
olm ayan, desen, m im arlık ve dü şün ceden oluşan, m ü ziği hatır­
lam aya im kân tanıyan bir şey vardı. Bu sefer, birkaç san iye b o­
yunca ses dalgalarının üzerinde yükselen bir cüm leciği açıkça
seçebilm işti. Ve aynı an da, cüm lecik ona, dah a önce hayalinden

217
bile geçm em iş, çok özel zevkler vaat etm işti; bu zevkleri kendi­
sine b aşk a hiçbir şeyin tattıram ayacağını h issed iyo rd u , cüm le­
ciğe ilişkin d u y g u su , m eçhul bir aşktı adeta.
C üm lecik, Sw ann'i ağır bir tem poyla bir o yana, bir bu y a­
na sürüklüyor, soylu, an laşılm az ve belirgin bir m u tlu lu ğa d o ğ ­
ru yönlendiriyordu. Sonra birden, gelm iş old u ğu , Sw ann'in
onu izlem eye hazırlan dığı n oktada bir an d u ru p sertçe yön d e­
ğiştiriyor ve Sw ann'i dah a hızlı, narin, hüzünlü, kesintisiz ve
y u m u şak bir hareketle, bilinm ez u fu klara sü rü k lü y ord u bera­
berinde. Sonra kayb oldu gitti. Sw ann onu üçüncü kez görm eyi
tutkuyla istiyordu. Sahiden d e bir dah a gö rü n dü , am a dah a
açık k on uşm adı Sw an n'la, hattâ eskisi k ad ar yoğun bir haz da
u y an dırm adı içinde. Yine de Sw ann evine d ö n d ü ğü n d e, ona ih­
tiyaç d u y d u ; yoldan geçerken bir an g ö rd ü ğ ü bir kadın a, adını
bile bilm eden âşık oluveren, onu bir dah a gö rü p görem eyeceği­
ni bilem eyen, am a hayatına, kendi duyarlılığının değerini artı­
ran yeni bir gü zelliğin suretinin girdiğin i h isseden bir ad am gi­
biydi.
H attâ bir m üzik cüm leciğine d u y d u ğ u bu aşk, bir ara
Sw ann için bir gençleşm e ihtim ali d o ğu racak gibi oldu. H ayatı­
nı idealin deki bir hedefe adam aktan vazgeçeli, gü n lü k tatm in­
lerin p eşin d e k oşm akla sınırlayalı o k adar u zu n zam an olm u ş­
tu ki, açıkça itiraf etm ese de, bu du ru m un ölünceye k adar d e­
ğişm eyeceğini dü şü n ü y ord u ; üstelik, zihnine artık yüce fikirler
b u lam ad ığın d an , tam olarak inkâr edem em ekle birlikte, bu tür
fikirlerin gerçekliğine d e in anm az olm uştu. D olayısıyla, m ese­
lelerin özünü bir kenara bırakm asın a im kân tanıyan önem siz
düşün celere sığın m ayı alışkanlık haline getirm işti. Tıpkı yü k ­
sek sosyete h ayatından vazgeçm esinin dah a iyi olu p olm ayaca­
ğını so rgu lam ad ığı, aksine, bir dav et aldığın da, icabet etm esi
gerektiğini ve dah a sonra ziyarete gitm ezse kartvizit bırakm ası
gerektiğini kesin olarak bild iği gibi, k on uşm asın d a da, herhan­
gi bir şey hakkında kişisel gö rü şü n ü içtenlikle ifade etm ekten
daim a kaçınır, o kon ud a, bir bakım a kendi başlarına birer d eğ e­
ri olan ve yeteneklerini, zekâsın ı sergilem ekten kendisini kurta­
ran som ut ayrıntılara ilişkin bilgi verm eye çalışırdı. Bir yem e­
ğin tarifi, bir ressam ın d o ğu m ya d a ölüm tarihi, eserlerinin ad ­

218
ları gibi kon ularda son derece kesin ve ayrıntılı bilgi verirdi.
Her şeye rağm en , ara sıra bir esere veya hayata b ak ışa ilişkin
bir yargısını belirtm e lüksünü kendim e tanır, am a o zam an da,
sanki kendi sözlerine tam olarak katılm ıyorm uş gibi, alaylı bir
tonda kon uşurdu. N asıl ki bazı m arazi kişiler, yeni bir ülkeye
gittiklerinde, farklı bir perhiz izlediklerinde, bazen de, kendili­
ğinden, esraren giz bir organik gelişm eyle, ansızın hastalıkların­
da hatırı sayılır bir azalm a görüp , ileri bir yaşta, hayatlarında
beklenm edik, köklü bir değişiklik yapm a ihtimalini d ü şü n m e­
ye b aşlarlarsa, Sw ann da, benliğinde, dinlem iş old u ğu cüm leci­
ğin hatırasında ve o cüm leciğe rastlam a u m u d u yla çaldırdığı
birtakım son atlard a, ne zam an dır in anm adığı o görün m ez ger­
çeklerden birinin varlığını hissediyor, sanki m üzik, içinde bu ­
lu n d u ğu m anevi boşlu k üzerinde belirleyici bir etki yapm ışça-
sına, hayatını yeniden bu gerçeklere ad am ak için bir arzu, nere­
d ey se bir gü ç b u lu yo rd u kendinde. A m a dinlediği eserin beste­
cisinin kim o ld u ğu n u öğrenem eyince, eseri de edinem em iş ve
son u n da unutm uştu. Gerçi hafta içinde, o gece kendisiyle bir­
likte davete katılm ış birkaç kişiyle gö rüşm üş; onlara sorm uştu;
am a bunların çoğu, davete konserden sonra gelm işler, ya da
dah a önce ayrılm ışlardı; bununla birlikte, konser sırasın da ora­
d a olanlar d a vardı, fakat onların da bir bölüm ü sohbet etmek
üzere bir b aşk a salon a geçm işti, kalıp dinleyenler ise, onlardan
fazla bir şey duym am ıştı. Ev sahiplerine gelince, yeni bir eser
o ld u ğu n u biliyorlardı sadece, konser için tuttukları sanatçılar
bu eseri seslen dirm ek istem işlerdi; sanatçılar o sırad a turnede
oldukları için de, Sw ann dah a fazla bir şey öğrenem em işti. M ü­
zisyen dostları vardı gerçi, am a cüm leciğin kendisine yaşattığı
o özel, kelim elerle ifade edilm esi m üm kün olm ayan hazzı ha­
tırladığı, çizdiği şekilleri gö zü n d e canlandırdığı halde, cüm leci­
ği tekrarlayam ıyordu bu dostlarına. Sonra d a artık onu d ü şü n ­
m ez oldu.
İşte M m e Verdurin'in evinde, genç piyan ist çalm aya b aşla­
dıktan bir iki dakika sonra, ansızın, iki ölçü uzatılan tiz bir no­
tanın ardından, Sw ann, o sevdiği, hafif, güzel kokulu cüm leci­
ğin, adeta kuluçka dönem inin gizem ini sak lam ak için gerilm iş,
uzatılm ış bu sesten perdenin altından sızarcasın a, gizlice, kesik

219
kesik, hışırtılı bir şekilde yaklaştığını fark etti, onu tanıdı. O k a­
d ar kendine hastı, öylesine şahsi, yeri d o ld u ru lam az bir b ü y ü ­
sü vardı ki, Sw ann adeta sokakta gö rü p hayran o ld u ğ u ve bir
dah a görm ekten u m u d u n u kestiği birine, bildik bir salon da
rastlam ış gibi oldu. Son u n da cüm lecik, rayih asın ın dalları,
kıvrım ları arasın dan , özenli, bir şeyleri haber verircesine u zak ­
laştı ve Sw ann'in çehresinde, gülüm seyişinin yan sım aların ı bı­
raktı. A m a Sw ann bu sefer m eçhul dilberinin adın ı sorabilirdi
(Vinteuil'ün Piyano ve Keman İçin Sonat'ımn andante bölüm ü ol­
d u ğ u n u söylediler), artık onu ele geçirm işti, canı her isted iğin ­
de evinde onunla birlikte olabilir, onun dilini v e sırrını öğren ­
m eye çalışabilirdi.
Bu nedenle, piyan ist parçayı bitirdiğinde, Sw an n yanm a
gid ip kendisine ne k ad ar m innettar o ld u ğu n u söyledi;
Sw ann'in bu hararetli teşekkürü M m e Verdurin'in çok hoşuna
gitti.
"B üyüleyici bir çocuk, değil m i?" dedi Sw an n 'a. "Sonatın
ruhunu an lam ış küçük serseri. Piyanoyla böyle bir noktaya u la­
şılabileceğini dü şü n em ezd in iz, değil m i? Piyano haricinde her
şey sanki! H er d efasın da aldanıyorum , orkestra çalıyor zanne­
diyorum . H attâ orkestradan da güzel, dah a ek sik siz."
Genç piyan ist öne d o ğru eğildi ve gülüm seyerek, espri y a­
pıy orm uş gibi kelim eleri vu rgu layarak , "B ana karşı çok h o şg ö ­
rü lü sü n ü z," dedi.
M m e Verdurin, kocasına, "H ad i, çocuğa portakal şerbeti
ver, bir şey içm eyi hak etti," derken, Sw ann d a O dette'e, o cüm ­
leciğe nasıl âşık old u ğu n u anlatıyordu. M m e Verdurin, biraz
öteden, "O dette, güzel sözler işitiyorsun uz gibim e geliyor," d e­
diğin de, Odette, "E vet, çok gü zel sözler," diye cevap verince,
Sw ann onun sad eliğin e hayran oldu. Bu arad a Vinteuil'e ve
eserlerine ilişkin bilgi edinm eye çalışıyor, bu sonatı hayatının
hangi dönem inde bestelediğini öğrenm ek istiyor, özellikle de, o
cüm leciğin besteci için n asıl bir anlam taşıdığını m erak ediyor­
du.
A m a Vinteuil'e hayranlıklarıyla böbürlenen bütün bu in­
san lar (Swann sonatın gerçekten güzel old u ğu n u söylediğinde,
M m e Verdurin, "H em d e çok güzel! A m a insan Vinteuil'ün so ­

220
natını bilm ediğini itiraf etm ez, bilm em eye hakkı yoktur," diye
haykırm ış, ressam da, "K esin likle çok b üyük bir eser, değil m i?
Yani 'sevilen', 'herkese hitap eden' bir şey değil, am a sanatçılar
için yıldırım etkisi yapan bir şey," diye eklem işti), Svvann'ın
m erak ettiği soruları hiç akıllarından geçirm em iş olm alılardı ki,
hiçbirine cevap verem ediler.
H attâ Sw ann en sev d iği cüm leciğe ilişkin birkaç özel yo­
rum yaptığın d a, M m e Verdurin, "N e k adar ilginç, hiç dikkatim i
çekm em işti; d o ğru su n u söylem ek gerekirse, ben öküz altında
b u zağı aram aktan, gereksiz ayrıntılarda kaybolm aktan pek
hoşlanm am ; biz kılı kırk yarm ak la vakit kaybetm eyiz, salon u ­
m u zu n tarzı d eğild ir," diye cevap verdi; D oktor C ottard, bu d e­
yim ler selinin ortasın da at oynatan Patroniçe'yi şaşkın bir h ay­
ranlıkla, bir öğrenm e gayretiyle seyretm ekteydi. M. ve M m e
C ottard, "M . Biche"in resim leri k adar an laşılm az bulduklarını,
evlerine dön d ük lerin de birbirlerine itiraf ettikleri bir besteyle
ilgili gö rü ş belirtm ekten ya d a sahte bir hayranlık sergilem ek­
ten, halktan in san larda d a rastlan an bir sağ d u y u y la, özenle ka­
çınırlardı. H alk, doğan ın b ü yü sü n e, zarafetine, şekillerine iliş­
kin yegân e bilgisini, ağır ağır sin dirilm iş bir sanatın b asm ak a­
lıp örneklerinden öğrendiği için ve özgü n bir sanatçı da, bu ka­
lıp lan reddetm ekle işe b aşlad ığı için, bu b akım dan halkı tam
olarak tem sil eden M. ve M m e C ottard, kendilerinin m üzikte
arm oni, resim de güzellik dedikleri şeyi ne V inteuil'ün sonatın­
da bulabiliyorlardı, ne d e ressam ın portrelerinde. Sanki p iy a­
nist sonatı çalarken, kendilerinin alışık old u ğu biçim lerde birbi­
rine b ağlan m ay an birtakım notalara gelişigü zel basıyorm uş,
ressam d a tuvallerine gelişigü zel renkler serpiştiriyorm u ş gibi
bir izlenim ediniyorlardı. R essam ın tablolarında bir şekil seçe-
bildiklerinde ise, o şekli, hantallaşm ış, b ay ağ ılaşm ış (yani so ­
kaktaki insanlara bakışlarını bile belirleyen resim ekolünün za­
rafetinden yoksun) ve gerçekten u zak buluyorlardı; M. Biche,
bir om zun yapısını, kadınların saçlarının eflatun olm adığını
bilm iyorm uş gibiydi.
Yine de, m üritlerin d ağ ıld ığ ı bir sırada, doktor, bunun u y­
gun bir fırsat old u ğu n u d ü şü n d ü ve M m e Verdurin, Vin­
teuil'ün sonatına ilişkin son bir iki sö z söylerken, yüzm eyi yeni

221
öğrenen, su ya atlam ak için etrafta fazla kim senin olm adığı bir
ânı seçen acem i yü zücü gibi, ani bir kararlılıkla haykırdı:
"D em ek ki, di primo cartello1 denen cinsten bir m ü zisy en !"
Sw ann, Vinteuil'ün sonatıyla ilgili bir tek şey öğrenebildi:
Eser, kısa bir süre önceki ilk seslendirilişinde, çok ileri bir akı­
m ın izleyicilerini m üthiş etkilem işti, am a kitleler tarafından hiç
bilinm iyordu.
"S o y ad ı Vinteuil olan bir tanıdığım var," dedi Sw ann, bü-
yükteyzelerim in piyano hocasını hatırlayarak.
"O m u acab a?" diye haykırdı M m e Verdurin.
"H ayır, o lam az!" dedi Sw ann gülerek. "K en disin i iki d ak i­
ka görseniz, bu soruyu sorm azdın ız."
"Yani so ru y u sorm ak, çözm ek mi dem ektir?" d ed i doktor.
Sw ann, "A m a ak rabası olabilir," diye sö zü n e d ev am etti.
"Ç o k acıklı bir şey olurdu, am a bir dâhi, sersem bir ihtiyarın
kuzeni olabilir tabii. Eğer öyleyse, itiraf edeyim ki, sersem ihti­
yar beni sonatın bestecisiyle tanıştırsın diy e her işkenceye k at­
lanırım ; her şeyden önce, sersem ihtiyarla gö rü şm eye katlanı­
rım , ki bu da korkunç bir işkence olsa gerek."
R essam , Vinteuil'ün o sırad a ağır hasta old u ğu n u biliyor­
d u ; D oktor Potain, bestecinin hayatını kurtarabileceğinden
em in değildi.
"N e !" diye bağırdı M m e Verdurin. "T edavi olm aya Po-
tain'e giden kaldı m ı?"
"A a, M adam e Verdurin!" d ed i C ottard, sahte bir tonda.
"B ir m eslektaşım , dah a d o ğru su hocam hakkında k o n u ştu ğ u ­
n uzu u nu tu yo rsu n u z."
R essam , Vinteuil'ün delirm e tehlikesiyle karşı karşıya ol­
d u ğ u n u işitm işti. Sonatın kimi p asajların d a bunun fark ed ild i­
ğini ileri sü rü yordu . Sw ann bu yorum u saçm a b u lm adı, am a
k afası karıştı; k on u şm ad a b ozulm aları deliliğe işaret eden
m antıksal bağlantıların hiçbiri sa f m üzikte bu lu n m ad ığın d an ,
bir sonatta fark edilen delilik, ona, dişi bir köpeğin , bir atın,
gerçekten gözlenebilen deliliği k ad ar esraren giz görün ü yord u .
M m e Verdurin, "H ocaların ızdan hiç sö z etm eyin bana, siz
ondan on kat dah a bilgilisiniz," diye cevap verdi D oktor Cot-
1 Üslün yetenekli sanatçılar için kullanılan İtalyanca terim.

222
tard'a, görüşlerini açıkça savu nan , kendisiyle aynı fikirde olm a­
yan kişilere kahram anca kafa tutan birinin ses tonuyla. "S iz hiç
d eğilse hastalarınızı öld ü rm ü y orsu n u z!"
"A m a hanım efendi, Potain A kadem i üyesidir," diye cevap
verdi doktor alayla. "H asta, ilmin krallarından birinin elinde
can verm eyi tercih edebilir... 'Beni Potain tedavi ed iy o r/ diye­
bilm ek, çok dah a şık olur."
"Ya! D aha şık, öyle m i?" dedi M m e Verdurin. "D em ek has­
talıklarda şıklık sö z kon usu artık, bilm iyordum ... G üldürm eyin
beni!" diye haykırdı ansızın, yü zün ü elleriyle kapatarak. "Ben
de aptal gibi, beni m ak araya aldığınızı an lam ad an , ciddi ciddi
tartışıyorum ."
M. V erdurin'e gelince, bu kadarcık şey için gülm eyi biraz
zahm etli bularak p ip o su n d an bir nefes çekm ekle yetindi ve ki­
barlıkta artık karısına yetişem ediğin i d ü şü n d ü hüzünle.
M m e Verdurin, O dette kendisine iyi geceler dilerken "A r­
k adaşın ızdan çok hoşlandık, biliyor m u su n u z?" dedi. "Ç o k sa ­
de, sevim li biri; bize takdim edeceğiniz arkadaşların ızın hepsi
böyleyse, çekinm eden getirebilirsiniz kendilerini."
M. Verdurin, Sw an n 'm, her şeye rağm en , piyanistin teyze­
sini pek beğenm ediğin i belirtti.
"A d am kendini biraz yabancı hissetti tabii," diye cevap
verdi M m e Verdurin; "d ah a ilk gelişinde, yıllardır küçük kabi­
lem izin üyesi olan C ottard gibi tarzım ıza uyu m sağlam asın ı
beklem iyordun herhalde. İlk sefer say ılm az, ilk geliş, tem as
kurm ak içindir. Odette, yarın C hâtelet'de b u lu şm ak üzere sö z­
leştik kendisiyle. Siz alıp getirsenize on u."
"U ğram am ı istem edi."
"Ya! N eyse, nasıl isterseniz. Son an da k açam ak yapm asın
d a!"
Sw ann M m e Verdurin'i çok şaşırttı ve hiçbir zam an kaça­
m ak yapm adı. O nlarla nerede olu rsa olsun, m utlaka b u lu şu ­
yordu; bazen, henüz m evsim i olm adığı için nadiren, şehir d ı­
şındaki restoranlara, sık sık da, M m e Verdurin'in çok sev d iği ti­
yatro gösterilerine gidiyorlardı birlikte; Sw an n'in da Verdu-
rin'lerde oldu ğu bir gün, M m e Verdurin, pröm iyer ve gala g e­
celeri için bir giriş kartları olsa, çok işe yarayacağın ı, Gam bet-

223
ta'nın cenazesinde giriş kartları olm adığın a çok üzüldüklerini
söyleyince, parlak şahsiyetlerle ilişkilerinden asla bah setm e­
yen, sad ece gizlem eyi kabalık addettiği, itibarı yü k sek olm ayan
kişilerle ilişkilerine değin en ve Saint-G erm ain m uhitinde edin ­
diğ i alışkanlıkla bunların arasın a, resm î sosyeteyle ilişkilerini
d e katan Sw ann, şöyle cevap verdi:
"H iç m erak etm eyin, ben ilgileneceğim , Danişefler'in yeni­
den sahnelenm esinden önce, kartınız m utlaka elinizde olacak,
yarın em niyet m ü d ü rü y le birlikte C u m h u rbaşkan lığı Sara-
y ı'n d a öğle yem eği yiyeceğiz."
D oktor C ottard, "C u m h u rb aşk an lığı Saray ı'n d a mı, nasıl
y an i?" diy e adeta gürledi.
"E vet, M. G revy'nin m ak am ın d a," diye cevap verdi
Sw an n, sözlerinin yarattığı etkiden ötürü biraz utanarak.
R essam , "Sık sık böyle rahatsızlanır m ısın ız?" diye takıldı
doktora.
Genellikle, bir açıklam a yapılınca, C ottard, "Ya! Tam am , ta­
m am , an ladım ," der ve heyecanından iz kalm azdı. A m a bu se­
fer, Sw an n'in son sözleri, onu her zam anki gibi yatıştıracağına,
kendisinin birlikte yem ek yediği, hiçbir resm î görevi veya şöh­
reti olm ayan bir adam ın cum h urbaşkanıyla d ü şü p kalkm asına
d u y d u ğ u şaşkın lığı d o ru ğ a çıkardı.
"N e, M. G revy m i? M. G revy'yi tanıyor m u su n u z?" diye
sord u Sw an n 'a; tavrın daki aptallık ve inanm azlık, C u m h u rb aş­
kanlığı Sarayı'nın k apısın d a nöbet tutan ve adam ın biri gelip
cum h urbaşkan ıyla gö rü şm ek istediğin i söylediğin d e, gazeteler­
d e kullanılan ifadeyle "k arşısın d a ne tıynette bir ad am o ld u ğ u ­
n u " an layarak zavallı deliye, m ak am a derhal kab ul edileceğini
bildirip onu nezarethanenin özel revirine götüren bir inzibat
erini getiriyordu akla.
Sw ann, "B iraz tanıyorum , ortak dostlarım ız var," (ortak
dostun G aller Prensi o ld u ğu n u söylem eye cesaret edem edi)
"zaten davetiye gön d erm ek k on u su n da pek seçici davran m az;
ayrıca em in olun, bu öğle yem eklerinin eğlenceli bir yanı yok­
tur, çok basit davetlerdir, so frad a en fazla sekiz kişi bulunur,"
diye cevap verdi, cum h urbaşkanıyla ilişkide olm anın, m u h ata­
bının gö zü n ü kam aştıran o şaşaasın ı silm eye çalışarak.

224
C ottard da, Svvann'm sözlerine harfiyen inanarak, M.
G revy'nin m akam ına davet edilm enin pek m akbul bir şey sa-
yılm adığı, olur olm az herkesin davet edildiği gö rü şü n ü derhal
benim sedi. O andan itibaren, herhangi biri gibi Svvann'm da
C u m hurbaşkanlığı Sarayı'n a girip çıkm asına şaşırm ad ı, hattâ
sıkıcı oldu ğu n u davetli sıfatıyla bizzat itiraf ettiği öğle yem ek­
lerine katıldığı için, ona biraz acım aya başladı.
"Ya! Peki, peki, an ladım ," dedi, iki dakika önce size k u ş­
kuyla bakan, am a açıklam alarınızı dinledikten sonra vizenizi
verip bavullarınızı açm adan geçm enize izin veren bir gü m rü k
m em uru edasıyla.
"B u öğle yem ekleri gerçekten de pek eğlenceli olm asa ge­
rek, davete icabet etm eniz b ü yü k n ezaket," d ed i M m e Verdu-
rin. O nun gö zü n d e cum hurbaşkanı, özellikle k orkulm ası gere­
ken sıkıcı bir tipti, çünkü sah ip o ld u ğu b aştan çıkarm a ve baskı
araçlarını m üritlere u y g u lad ığ ı takdirde, d ev am sızlık göster­
m elerine yol açabilirdi. "D u y d u ğ u m a göre cum h urbaşkan ı d u ­
var gibi sağırm ış ve elleriyle yem ek yerm iş."
"O zam an sah iden de pek eğlen m iyorsu n u zdu r bu yem ek­
lerde," dedi doktor, m erham etli bir tonda; sonra da, sekiz say ı­
sını hatırlayarak, heyecanla, am açsız bir m eraktan çok bir dilbi­
limci şevkiyle sordu: "T eklifsiz ark ad aş toplantıları mı bu öğle
yem ekleri?"
Yine de, cum hurbaşkanının doktorun gö zü n dek i itibarı, so­
n un da Svvann'm alçak gön ü llü lü ğü n den de, M m e Verdurin'in
kötü niyetinden d e baskın çıktı; C ottard her ak şam yem eğin de
taze bir heyecanla soruyordu: "B u ak şam M. Svvann'ı görebile­
cek m iyiz? K endisi M. G revy'nin yakın dostu. Tam bir centil­
m en diyebilir m iyiz onun için?" H attâ Svvann'a d iş hekim liği
sergisi için bir davetiye verecek k adar ileri gitti.
"Yanınızda b aşk a birilerini de getirebilirsiniz, am a köpek­
lerin girm esi yasak. Yanlış anlam ayın, bazı ark adaşlarım ın ha­
beri yoktu, köpekler gibi pişm an oldular, onun için önceden
söylüyorum size."
M. Verdurin ise, Svvann'm hiç sö zü n ü etm ediği n üfuzlu
dostları b u lu n du ğu n u keşfetm enin, karısı ü zerin de olu m su z
bir etki yaptığını gözlem ledi.

225
D ışarıda bir program ay arlan m am ışsa, Sw ann küçük y u v a­
ya Verdurin'lerin evinde katılıyordu, am a sad ece ak şam ları on­
larla b u lu şu yor ve O dette'in ısrarlarına rağm en, yem ek dav et­
lerini hem en hem en hiçbir zam an kabul etm iyordu.
"Siz tercih ederseniz, ikim iz b aş b aşa d a yiyebiliriz ak şam
yem eğin i," diyordu Odette.
"M m e Verdurin ne olacak pek i?"
"E lbisem in hazırlanm ası u zu n sü rd ü derim , araba gecikti
derim olur biter. Bir çaresi b u lu n u r elbet."
"Ç o k tatlısınız."
N e var ki Sw ann b aşk a bazı zevkleri b u lu n d u ğ u n u ve bu
zevkleri (O dette'le sad ece ak şam y em eğin den son ra b u lu şm a­
ya razı olarak), onunla birlikteliğe tercih ettiğini gösterirse,
O dette'in kendisin e olan ilgisinin d ah a u zu n süreceğin i d ü şü ­
n üyordu . Öte yandan, o sıralar sev d alan d ığ ı, bir gü l gibi kör­
pe ve d o lgu n , genç işçi kızın gü zelliğin i O dette'inkine kat kat
tercih ettiğinden, dah a so n ra O dette'i n asılsa göreceğini b ile­
rek, ak şam ın erken saatlerini bu kızla geçirm ekten h oşlan ıyor­
du. İşte bu nedenle de, O dette'in V erdurin'lere gitm eden önce
kendi evine u ğram asın a, hiçbir seferin d e razı olm uyordu.
G enç işçi kız, Sw an n 'in evine yakın , arab acısı Rem i'nin d e bil­
d iğ i bir so kağın k öşesin d e onu bekler, son ra arab aya,
Sw an n'in yanm a binip, V erdurin'lerin evine varın caya k ad ar
kollarının arasın d a kalırdı. Sw an n içeri gird iğin d e, M m e Ver­
du rin Sw an n 'in sab ah g ö n d erm iş o ld u ğ u gülleri işaret ederek,
"A za rı hak ettiniz," d ey ip on u O dette'in yan ın da ayrılm ış
olan yerine oturtur, piy an ist d e ikisi için, aşklarının u lu sal
m arşı haline gelm iş olan V inteuil'ün cüm leciğini çalardı. Ö n­
ce, birkaç ölçü boyun ca uzatılan , ön planın tam am ını k a p la ­
yan kem an trem oloları işitilirdi sad ece; sonra, ansızın, notalar
adeta aralan ır ve cüm lecik belirirdi; tıpkı Pieter de H ooch 'un
tablolarında, ta uzakta, farklı renkte, aralık bir kapının, k ad i­
fem si bir ışık hu zm esin in içinde d a r bir çerçeve halinde resm e
derinlik k azan d ırm ası gibi, cüm lecik d e bir b aşk a dü n y ay a ait­
ti; d an s ederek, ikinci dereceden bir oy u n cu ym u şçasın a sah n e­
ye bir girip bir çıkarak kendini gösterir, kırları hatırlatırdı. Ya­
lın ve ölü m sü z kıvrım lar çizerek, aynı eşsiz tebessü m le sağ a

226
sola zarafetinin lütuflarını d ağ ıtarak geçerdi; am a Sw an n artık
bu teb essü m d e bir d ü ş kırıklığı gö rür gibi oluyordu. Sanki
cüm lecik, yolu n u g ö sterd iğ i m u tlu lu ğu n geçici ve b oş o ld u ğ u ­
nu biliyordu. O uçarı zarafetinde, acının ardın dan gelen ilgi­
sizlik gibi, geçip gitm iş bir şey vardı. A m a Sw ann buna ald ır­
m ıyordu ; o, bu cüm leciği kendi b aşın a değerlen dirm ekten çok
-o n u bestelerken kendisin in de, O dette'in de varlığın dan ha­
b ersiz olan m ü zisy en için, yü zyıllar boyun ca onu işitecek her­
k es için neler ifad e edebileceğini dü şü n m ekten çok-, onu, a ş­
kının bir tem inatı, Verdurin'lere, genç piyaniste bile O dette'le
kendisin i aynı an d a d ü şü n d ü ren , ikisini birleştiren bir y a d ig â ­
rı olarak gö rü y o rd u ; o k ad ar ki, sırf O dette'in k ap risi y ü zü n ­
den, o istem iyor diye, bir san atçıy a sonatın tam am ını çaldırm a
tasarısın d an d a vazgeçm işti; sonatın sad ece bu pasajın ı bili­
yo rd u hâlâ. "G eri kalanını ne y a p acak sın ız?" d em işti O dette.
" Bizim parçam ız, b u ." H attâ Sw an n , cüm leciğin o k ad ar yakın ­
ların dan , am a aynı zam a n d a so n su zlu k tan geçtiği esn ad a,
kendilerine hitap etm ekle birlikte onları tanım adığını d ü şü ­
n ü p ü zü ld ü ğ ü için, cüm leciğin bir anlam ı olm asın a, O dette'le
Sw an n 'a yabancı, kendinden ve sabit bir gü zelliği olm asın a
n eredey se hayıflanıyordu; tıpkı, sev d iğ im iz kişinin h ediye et­
tiği m ücevh erlerin parlak lığın a, hattâ y azd ığ ı m ektuptaki keli­
m elere de, salt geçici bir ilişkinin ve belirli bir kişinin özünden
olu şm u y orlar diye k ızd ığım ız gibi.
Sw ann, birçok gece, Verdurin'lere gitm eden önce genç işçi
kızla o k adar çok oyalanıyordu ki, piyanist cüm leciği çaldıktan
sonra, n eredeyse O dette'in dönm e vakti oldu ğu n u fark ediyor­
du. O dette'i, Z afer Takı'nın arkasında, La Perouse So k ağı'n d ak i
küçük evinin k apısın a k adar geçiriyordu. Belki de bu yüzden,
O dette'ten bütün lütufları bir an d a istem iş olm am ak için, ken­
disinin pek o k ad ar önem sem ediği bir zevkten, O dette'i dah a
erken bir saatte görm e, Verdurin'lere onunla birlikte gitm e zev­
kinden feragat ediyor, dah a çok ön em sediği bu hakkı, birlikte
dönm e hakkını kullanm ayı tercih ediyordu; çünkü bu sayede,
kendisi O dette'ten ayrıldıktan sonra, O dette'i kim senin görm e­
diği, ikisinin arasın a kim senin girm ediği ve onu hâlâ Sw an n'la
birlikte olm aktan alıkoym adığı d u y gu su n u yaşıyordu.

227
Böylece eve Sw ann'in arabasıyla dönm ek, O dette için alış­
kanlık haline gelm işti; bir gece, tam O dette arab ad an indiği,
Sw ann d a ertesi gü n görüşm ek üzere onunla ved alaştığı an da,
O dette evin önündeki küçük bahçeden, çabucak son kasım pat-
larından birini k oparm ış, araba hareket etm eden Sw an n 'a ver­
m işti. Sw ann, dö n ü ş yolu boyunca kasım patını du dakların a
bastırm ış, birkaç gün sonra so ld u ğ u n d a da, özenle yazı m asası­
na kaldırm ıştı onu.
A m a Sw ann, hiçbir seferinde O dette'in evine girm ezdi. S a ­
dece iki kere, öğleden sonra, O dette için çok önem li olan "çay
içm e" işlem ine katılm ak üzere gitm işti evine. O küçük (nere­
deyse tam am ı, birbirine bitişik u fak evlerden oluşan, yer yer,
bu sem tlerin kötü bir şöhrete sah ip o ld u ğ u zam anların tarihî
kanıtı ve pis bir kalıntısı olan derm e çatm a, sefil bir dükkânla
tekdüzeliği ansızın bölünen) sokakların ıssızlığı, bahçelerde,
ağ açlarda kalm ış olan karlar, kış m evsim inin bakım sızlığı ve
doğan ın yakınlığı, Sw an n'in eve gird iğin d e içeride b u ld u ğ u sı­
cağa ve çiçeklere esraren giz bir hava verm işti.
O dette'in, arka taraftaki paralel so k ağ a bakan, yüksekçe bir
zem in kattaki yatak odasın ın sağın d an , dik bir m erdivenle, ko­
yu renge boyanm ış, D oğu işi kum aşların, Türk işi tespihlerin
ve bir ibrişim in u cu n da, (m isafirleri Batı m edeniyetinin son
icatları olan konforlardan m ah rum etm em ek için gazla yanan)
iri bir Japon fenerinin asılı o ld u ğu du varların arasın dan geçe­
rek, salon a ve oturm a od asın a çıkılırdı. Salon la oturm a o d ası­
nın önündeki d ar holün bir du v arı, bahçe çitlerine benzer y al­
dızlı bir kafesle kaplıydı; bu kafesin bir u cu n dan ötekine u z a ­
nan dikdörtgen çiçeklikte, tıpkı bir serad aki gibi, o dönem de
hâlâ ender bulunan, am a bahçıvanların d ah a sonraları üretm e­
yi başardıkları türlerle k ıyaslan am ayacak iri k asım patları eki­
liydi. Sw ann, bir yıldır k asım patların d a yo ğu n laşan m od aya si­
nirleniyordu, am a kurşun i gü n lerde parlayan b u kısa öm ürlü
yıldızların, hoş k okulu ışınlarıyla loş odayı pem be, turuncu ve
beyaz çizgilere b oy am ası hoşu n a gitm işti. O dette onu, b oy n u ­
nu ve kollarını açıkta bırakan, pem b e ipekli bir sabahlıkla kar­
şılam ıştı. Salonun çeşitli girintilerini Çin vazolarının içine ekili
d ev palm iyelerle veya üzerine fotoğraflar, kurdeleler, yelpaze­

228
ler iliştirilm iş parav an larla k apatarak olu şturu lm u ş esrarengiz
köşelerden birinde, yanı b aşın a oturtm uştu Svvann'ı. "R ahat
değilsiniz, durun, ben sizi rahat ettireceğim ," dem iş ve bir ica­
dını gösterirm iş gibi gu ru rlu bir kahkaha atarak, Svvann'ın b a­
şının arkasına, ayaklarının altına Japon ipeklisinden m inderler
yerleştirm iş, değerini u m u rsam ad ığı bir serveti saçarcasına,
hoyratça y o ğu ru p sıkıştırm ıştı m inderleri. A m a oda hizm etkâ­
rı, çoğu Çin porselenlerinin içine konm uş say ısız lam ba getirip,
kış öğle sonrasının geceyi an dıran alacakaran lığın da -b elk i so­
kaktan geçen bir sevdalıyı, aydınlanan cam ların hem ortaya çı­
kardığı, hem d e gizled iği varlığın m u am m ası k arşısında d u r­
d u ru p hayallere gark e d e n - gü nbatım ından dah a kalıcı, dah a
pem be ve dah a insani, ikinci bir günbatım ı yaratan lam baları,
adeta aharların üzerine yerleştirircesine, birer ikişer, çeşitli m o­
bilyaların üstün e yerleştirdiğinde, O dette göz ucuyla hizm etkâ­
rı dikkatle izlem iş, her lam bayı olm ası gereken yere k oy up koy­
m adığını denetlem işti. L am b alardan biri bile yanlış bir yere
konsa, salon un toplu etkisinin m ah volacağı, p elü ş kaplı, eğik
bir şövalenin ü stü n de d u ran portresinin d e iyi ış ık la n d ır m a ­
yacağı kanısın daydı. İşte b u yüzden , kaba bir ad am olan hiz­
m etkârının hareketlerini sinirli bir endişeyle izliyordu; kırılır
diye korktu ğu için daim a kendi elleriyle tem izlediği iki sak sı­
nın fazla yakınından geçti diye, hizm etkârı h aşlad ı ve yanlarına
gid ip köşeleri çatlam ış m ı diye baktı. O dette bütün Çin biblola­
rının ve orkidelerin, özellikle d e çiçeğe benzem edikleri, ipek­
ten, satenden yapılm ış gibi görün dükleri için çok değer verdiği
ve k asım patlarıyla birlikte en sev d iği çiçekler olan cattleya'la-
rın1 biçim lerini "k o m ik " b u lu yord u. Svvann'a orkidelerden biri­
ni göstererek, "Ş u sanki benim m antom un astarın d an kesil­
m iş," dedi; bu "şık " çiçeğe, doğan ın kendisine arm ağan ettiği,
varlıklar sıralam asın d a kendisin den çok u zakta bulunan, am a
incelikli, salon u n da yer alm aya birçok k adın dan dah a layık
olan bu zarif, beklenm edik kız kardeşe say gı gösterir gibiydi.
Svvann'a bir Çin porselenini sü sleyen veya bir paravan ın üzeri­
ne işlenm iş, ağzın d an alevler fışkıran ejderleri; bir orkide d e ­
m etinin taçlarını; şöm inenin üzerinde, yeşim taşından bir kur-
1 Parlak renkli, gösterişli çiçekleri olan bir orkide cinsi.

229
b ağan ın yanında duran, yakut gözlü, savatlı gü m ü şten hecin
devesini gösterirken, canavarların fesatlığından kork m u ş gibi
yapıyor veya tuhaflıklarına gü lüyor; gü ya çiçeklerin ed e p sizli­
ğinden utanıyor; "can ım " ded iği hecin devesiyle k u rb ağayı k u ­
caklayıp öpm ek için adeta dayan ılm az bir arzu d u y u y ord u . Bu
yapm acık davranışları, bazı inançlarında sergilediği, bilh assa,
N ice'te y aşad ığ ı sırada kendisini ölüm cül bir hastalıktan k urta­
ran ve sınırsız bir güç atfettiği altından bir m adalyo n u n u d a ­
im a b oynunda taşıdığı Laghet M eryem i'ne inancındaki sam i­
m iyetle çelişm ekteydi. Odette, Sw an n'a "çayını lim onlu m u,
sü tlü m ü " içtiğini sordu, Sw ann "sü tlü " diye cevap verince, g ü ­
lerek, "Şöyle bir bulutlandıracak kadar," dedi. Sw ann çayı be­
ğendiğin i belirttiğinde de, "G ö rd ü ğü n ü z gibi, sizin nelerden
h oşlandığınızı biliyoru m ," diye cevap verdi. Gerçekten de bu
çay, O dette'in n azarındaki k adar değerli görün m ü ştü Sw an n'a;
aşk, aslında tek başların a, aşk sız var olam ayacak, aşk la birlikte
son a eren h azlarda bir kanıt, bir süreklilik garan tisi b u lm aya o
k ad ar ihtiyaç gösterir ki, Sw ann saat y ed id e O dette'ten ayrılıp
evine giyinm eye giderken, k u p a arab asın d a yol boyunca, bu
öğle sonrasının kendisine yaşattığı m utlulukla d o lu p taşarak,
"B ulun m ası bu k ad ar zor olan bir şeyi, gü zel bir çayı evinde
d aim a bulabileceğim böyle sevim li bir kızla birliktelik hoş olu r­
d u d o ğ ru su ," diye tekrarlayıp d u rm u ştu kendi kendine. Bir sa ­
at sonra O dette'ten kısa bir m ektup aldı; yapm acık bir İngiliz
sertliğiyle disiplin altına alınm ış, Sw ann'inki k adar önyargılı
olm ayan gözlere, dağınık bir zihnin, eğitim yetersizliğinin, sa ­
m im iyetsizliğin ve iradesizliğin işareti gibi gelebilecek, biçim ­
siz, iri harfli yazıyı derhal tanıdı. Sigara tabakasını O dette'in
evinde unutm uştu. "K albin izi d e b u rad a un u tsaydın ız keşke,
onu iad e etm ezdim size," diy ordu Odette.
Sw ann'in O dette'e yap tığı ikinci ziyaret, belki d e dah a
önem li olm uştu. O gü n O dette'in evine giderken, onu her gö rü ­
şü n den önce yaptığı gibi, peşinen k afasın da canlandırm aktay­
dı; Sw ann, O dette'in yü zü n ü gü zel bulabilm ek için, genellikle
çökük ve sararm ış, bazen kırm ızı beneklerle kaplı olan yan ak ­
larını, pem be ve körpe olan tek noktalarıyla, elm acık kem ikle­
riyle sınırlam ak zo run da kalışına ü zü lü yordu , çünkü bu, id e­

230
alin erişilm ez ve m u tlu lu ğu n da sıradan oldu ğu n u kanıtlıyor­
du. Sw ann o gün O dette'e, görm eyi çok istediği bir gravürü gö­
türm ekteydi. O dette biraz rahatsızdı, onu eflatun krepdöşinden
bir sabah lıkla, ağır işlem eli kum aşı bir m anto gibi gö ğsü n d e ka­
vu ştu rarak karşıladı. Sw ann'in yanın da ayakta du rd u ğu sırada,
O dette, açık bıraktığı, yan akların dan aşağ ı dökülen saçlarıyla,
heyecan lan m adığı zam an lar yorgu n ve kasvetli görünen iri
gözleriyle, başını eğerek baktığı gravü rü n üzerine rahatça eği-
lebilm ek için dan s edercesine b ü ktü ğü bacağıyla, Sistina Şapeli
fresklerinden birinde yer alan, Yetro'nun kızı T sippora'ya o ka­
d ar b enziyordu ki, Sw ann bu benzerlik karşısında irkildi.
Sw ann'in, öteden beri özel bir zevki vardı, o da, usta ressam la­
rın eserlerinde, yalnızca bizi çevreleyen gerçekliğin genel nite­
liklerini değil, aksine, genellem eye en kapalı gibi görünen bir
şeyi, tanıdık sim aların hatlarını d a bulm aktı: M esela, Antonio
R izzo'n un D ük Loredan b ü stü n d e, arabacısı Rem i'nin çıkık el­
m acık kem iklerini ve kavisli kaşlarını, kısacası aşikâr bir ben­
zerlik görür, G hirlan daio'nun bir tablosunun renklerinde M. de
Palancy'nin burnunu, Tintoretto'nun bir portresinde, Doktor
d u B oulbon'un yanağına taşan favorilerini, kırık burnunu, içe
işleyen bakışlarını, kanlı gözk apak ların ı bulurdu. Belki de
Sw ann, hayatını yüksek so syete ilişkileriyle, sohbetlerle sınırla­
m ış olm aktan ötürü daim a vicdan azabı d u y d u ğ u için, büyük
sanatçıların, eserlerine özgü n bir gerçeklik ve canlılık teminatı
oluşturan , ç ağ d aş bir tat katan bu çehreleri, tıpkı kendisi gibi
seyretm ekten haz d u y m u ş ve eserlerine konu etm iş olm alarını,
bu sanatçıların kendisine gösterdikleri bir h oşgörü gibi algılı­
yordu; belki ayrıca, yüksek so syete m ensuplarının havailiğine
kendini o k adar kaptırm ıştı ki, eski eserlerde, kendi çağd aşları­
na önceden yapılm ış bu diriltici im aları bulm a ihtiyacı d u y u ­
yordu. Belki de aksine, sanatçı m izacını yeterince koruyabil­
m işti ve bu bireysel özellikleri, aslının sureti olm ayan, dah a es­
ki bir portrede, köklerinden koparılm ış, kurtarılm ış halde bul­
d u ğ u an da, bu özellikler dah a genel bir anlam kazanıyor ve
kendisine haz veriyordu. Sebebi ne olursa olsun, belki bir sü re­
dir y a şa d ığ ı d u y g u bollu ğu (daha ziyad e m üzik tutkusundan
kayn aklan m ış old u ğu halde), resm e olan eğilim ini de artırdığı

231
için, San dro di M ariano'nun (yani ressam ın gerçek eserinden
çok, b ay ağılaşm ış, yanlış bir yorum unu çağrıştıran yaygın laka­
bıyla Botticelli'nin) T sippora'sıyla O dette arasın da o an da b u l­
d u ğ u benzerlik, Sw an n 'a dah a d a derin bir haz verdi - ve ü ze­
rinde kalıcı bir etki bıraktı. Artık O dette'in çehresini, v asat b u l­
d u ğ u yanaklarına göre, gü n ü n birinde onu öpm eye cesaret
ederse, du dakların ın bu yanaklarda bulacağını tahm in ettiği et­
li y u m u şak lığ a göre değerlen dirm iyordu; sanki O dette'in, tipi­
ni an laşılır hale getiren, belirginleştiren bir portresine b akarm ış
gibi, gözleriyle bu çehrenin kıvrım larını izliyor, ensesindeki
ahengi saçların büklüm leriyle ve gözkapakların ın eğrisiyle bir­
leştiriyor, ince ve güzel çizgilerden oluşan bir yu m ak gibi gö rü ­
yordu onu.
O dette'i seyrediyordu, y ü zü n d e ve v ü cu d u n d a, freskin bir
p arçasın ı gö rd ü ve o gün den sonra, O dette'le beraber old u ğu n ­
d a da, on dan ayrı onu d ü şü n d ü ğ ü n d e de, hep bu fresk parçası­
nı b u lm aya çalıştı O dette'te; bu H oran sa ekolü şaheserini,
m uhtem elen yansım asın ı O dette'te b u ld u ğu için bu k ad ar sev i­
yordu; bununla birlikte, araların daki benzerlik, O dette'e d e bir
güzellik, bir d eğer katıyordu. Sw ann, yüce San dro'n u n b ü yü le­
yici b u lacağı bir yaratığın gerçek değerini an lay am am ış oldu ğu
için kendine kızdı ve O dette'le görüşm ekten aldığı hazza, ken­
di estetik k ültürü n d e bir gerekçe b u ld u ğu için de kendini teb­
rik etti. O dette, en ince san atsal zevklerini tatm in ettiğine göre,
dem ek ki k afasın d a O dette'i m utluluk hayalleriyle birleştirm e­
si, o gü n e k ad ar zannettiği gibi, ehveni şere boyun eğm ek sayıl­
m azdı. O dette'in, bu özelliğine rağm en, onun arzu layacağı tip­
te bir kadın olm adığını, çünkü arzularıyla estetik zevkinin d a ­
im a birbirine zıt old u ğu n u unutuyordu. "H o ran sa ekolü şah e­
seri" ifadesi, Sw an n'in çok işine yaradı. O dette'in sureti, dah a
önce n ü fu z ed em ed iği hayaller âlem ine bu sıfat say esin d e gire­
bildi ve b u rad a asaletle d am galan d ı. Sw ann bu kadın a salt ten­
sel açıdan bak tığın da, onun çehresine, vü cu du n a, güzelliğine
ilişkin şüph eleri sürekli yenilenm iş, aşkı baltalanm ıştı; oy sa bu
bakışın yerine kesin bir estetiğin verilerini koyarak aşkını bu te­
m ele otu rttu ğu n da, şüph eleri ortadan kalktı, aşkı sağlam laştı;
üstelik, yıpran m ış bir tenden gelse d o ğal ve vasat bulacağı

232
öp ü şm e ve sah ip olm a, m ü zed e yer alan bir şahesere duyulan
aşk ı taçlan dırdığın da, d o ğaü stü ve tadına do yu lm az zevkler
olarak görün m eye başlam ıştı Sw an n'a.
A ylardır O dette'le görüşm ekten b aşk a bir şey yapm adığın a
hayıflanm a eğilim inde old u ğu zam anlar, vaktinin b üyük bir
b ölüm ü n ü, pah a biçilm ez bir şaheserin benzersiz bir kopyasın a
hasretm esinin m akul sayılabileceğini d ü şü n ü p kendini rahatla­
tıyor, eşsiz güzellikte, bam b aşk a bir m alzem eden yapılm ış bu
tek kopyayı, kâh bir sanatçının alçak gön ü llü lü ğü , m aneviyatçı-
lığı ve tarafsızlığıyla, kâh bir koleksiyoncunun gu ru ru, bencilli­
ği ve şehvetiyle seyrediyordu.
Ç alışm a m asasın ın üzerine, adeta O dette'in fotoğrafını ko­
yar gibi, Yetro'nun kızının bir röprodü ksiyon u n u koydu. O iri
gözleri, cildin k usurlu olabileceğini dü şü n dü ren narin çehreyi,
sü zg ü n yan ak lardan aşağ ı dökülen harika bukleleri hayranlıkla
seyrediyor, eski estetik kavram ını canlı bir kadın fikrine uyarlı­
yor, bu gü zelik kavram ını tek tek fiziksel m eziyetlere d ö n ü ştü ­
rüyor ve bunların hepsini birden, sah ip olabileceği bir kadın da
b u ld u ğ u için gu ru r d u y u y ord u . Seyrettiğim iz bir san at şah ese­
riyle ilişki kurm am ızı sağlay an o belirsiz yakınlık d u y gu su ,
Yetro'nun kızının etten kem ikten aslını gö rd ü ğü n d en beri,
Sw ann için bir arzu ya d ö n ü şm ü ştü ve O dette'in vü cu du n u n
önceleri ken d isin de u yan dırm adığı arzun un yerini d o ld u ru ­
yordu. M asasın d ak i Botticelli'yi u zu n süre seyrettiğinde, dah a
d a gü zel b u ld u ğ u kendi Botticelli'sini d ü şü n ü y o r ve Tsippo-
ra'nın fotoğrafını g ö ğsü n e b astırıp O dette'i kucakladığın ı farz
ediyordu.
Bu arad a, yalnız O dette'te değil, zam an zam an kendinde
d e bıkkınlığı önlem eye çalışıyordu; O dette'in, kendisiyle rahat
rahat görüşebilm e im kânına k avu ştu ğu n d an beri, onunla ko­
n uşacak fazla bir şey b u lam adığını h issed iyor ve dolayısıyla,
artık her b u lu şm aların da O dette'te gö zled iği o biraz anlam sız,
tekdüze ve adeta sabit tavır, son u n da kendi rom anlara özgü
u m u d u n u d a sö n dü rü r diye kaygılan ıyordu; oy sa Sw ann'in
âşık olm asını ve bu aşkın dev am etm esini sağ lam ış olan yegân e
şey, gün ün birinde O dette'in, kendisine olan tutkusunu itiraf
edeceği u m u d u yd u . O dette'in, so n u n da bıkm aktan korktuğu,

233
fazlasıyla donuk dav ran ış biçim ini biraz yenileyebilm ek için,
d u ru p dururken ona u yd u rm a hayal kırıklıkları ve sahte bir öf­
keyle dolu m ektuplar yazıyor, m ektubu, ak şam yem eğinden
önce eline geçecek şekilde gönderiyordu. O dette'in korkuya k a­
pılıp cevap yazacağın ı biliyor, Sw an n'i kaybetm e korkusuyla
sıkışan ruhundan, o gü n e k ad ar kendisine hiç söylem ediği sö z ­
lerin fışkıracağını u m u yordu ; - gerçekten de O dette'ten aldığı
en sev gi dolu m ektupları bu yolla koparabilm işti kendisinden;
m esela O dette, bir öğlen (M urcia'daki sel felaketinin kurbanları
için düzenlenen Paris-M urcia gü n ü y d ü ) "M aiso n D oree"den
yazıp elden gö n d erdiği bir m ektubuna şu sözlerle başlam ıştı:
"Sevgili dostum , elim öyle titriyor ki, kalem i tutm akta güçlük
çekiyorum ..." Svvann bu m ektubu, kuruttuğu kasım patıyla aynı
çekm ecede saklam ıştı. Ya da, O dette kendisine m ektup y azm a­
ya vakit b u lam am ışsa, Sw an n o gece Verdurin'lerin salon una
gird iğin de genç kadın hem en yanm a gelip, "Sizin le kon uşacak ­
larım var," diyecek, O dette'in o gün e k ad ar gizlediği du y gu ları
Sw ann hayretle y ü zü n d e okuyacak, sözlerinde işitecekti.
D aha Verdurin'lerin evine yaklaşırken, panjurları hiç k ap a­
tılm ayan, lam baların aydınlattığı geniş pencereleri uzaktan seç­
tiğinde, o altın yaldızlı ışıkta göreceği, pırıltılı, büyüleyici y ara­
tığı d ü şü n ü p d u ygu lan ırd ı. Bazen m isafirlerin incecik, siyah si­
luetleri, y arısay d am bir abajurun üzerine aralıklı olarak yerleş­
tirilm iş küçük gravü rler gibi, lam baların önünde belirirdi.
O dette'in siluetini arardı gözleri. Sonra, eve vard ığın d a, kendisi
farkına varm ad an gözleri öyle bir m utlulukla parıldardı ki, M.
Verdurin, ressam a, "G alib a işler kızışıyor," derdi. Gerçekten de,
O dette'in varlığı, Sw an n'in n azarında bu eve, ağırlandığı evle­
rin hiçbirinde b u lu n m ay an bir şey katıyordu; o da, dallan ıp b u ­
dak lan arak bütün od alara yayılan ve kalbine sürekli yeni heye­
canlar getiren bir tür d u y u sistem i, bir sinir ağıydı.
Küçük "kabile" denen bu sosyal düzenin norm al işleyişi,
Sw ann'in otom atik olarak O dette'le her gün buluşm asını sağlıyor,
O dette'le görüşm ek konusunda, fazla bir riske girm eden, sahte
bir kayıtsızlık, hattâ isteksizlik sergilem e imkânı veriyordu ona,
çünkü O dette'e gün içinde ne yazm ış olursa olsun, akşam onunla
m utlaka görüşüyor ve dönüşte de evine kadar geçiriyordu.

234
Fakat bir keresin de, bu kaçın ılm az birlikte d ö n ü şü d ü ­
şü n m ek Svvann'da tatsız bir his u yan dırm ış, V erdurin'lere g i­
d işin i geciktirm ek için, genç işçi kızı B o u lo gn e O rm an ı'n a g ö ­
tü rm ü ştü ; V erdurin'lere o k ad ar geç bir saatte vard ı ki, O dette
artık gelm ey eceğin i d ü şü n ü p gitm işti. O dette'in salo n d a ol­
m ad ığ ın ı görün ce Sw an n y ü reğin d e bir sık ışm a hissetti; d e ğ e ­
rini ilk kez ölçtü ğü bir h azzı y aşam ak tan m ah ru m edilm ek
on u sarsm ıştı; o gü n e k ad ar b u hazzı isted iği an b u lab ilece­
ğin den hep em in o lm u ştu , b u da, her türlü hazzın değerin i
g ö z ü m ü z d e azaltan , hattâ değerin i fark etm em izi engelleyen
bir şeydir.
M. Verdurin karısına, "O dette'in olm adığını görünce suratı
nasıl asıldı, fark ettin m i?" dedi. "A b ayı yakm ış bence!"
Bir hastasına u ğray ıp karısını alm ak üzere Verdurin'lere
dö n m ü ş olan ve kim den bah sedildiğini bilm eyen D oktor Cot-
tard, "Suratı mı a sıld ı?" diye sord u öfkeyle.
"N asıl olur, k apıda yakışıklılar yakışıklısı Sw an n'la karşı­
laşm adın ız m ı?"
"H ayır. M. Sw ann geldi m i?"
"B ir dak ik a u ğrad ı sadece. Son derece telaşlı, sinirli bir
Sw an n gördük. Eh, O dette gitm işti tabii."
"Yani araların dan su sızm ıyor, işi pişirdiler, öyle m i?" dedi
doktor, bu deyim leri çekine çekine kullanarak.
"Yok canım , hiçbir şey old u ğu yok, laf aram ızd a, bence
O dette hata ediyor, salağın teki gibi davranıyor, gibisi fazla, sa ­
lak zaten ."
"H ad i canım ," dedi M. Verdurin, "hiçbir şey olm adığını
nereden biliyorsun? G idip kendi gö zü m ü zle gördü k m ü ?"
"O lsa, O dette bana söylerd i," dedi M m e Verdurin gururla.
"Söylü yoru m size, bana bütün m aceralarını anlatır! Şu an da
b aşk a kim se de yok, söyledim ona, Sw an n'la yatm ası lazım . Ya­
p am azm ış efendim , evet, b aşlangıçta ona v u ru lm u şm u ş, am a
Sw ann çok çekingen davranıyorm u ş, dolayısıyla o da çekinm e­
ye b aşlam ış, ayrıca Sw an n'i o gözle görm üy orm u ş, Sw ann
onun nazarında ideal insanı tem sil ediyorm uş, Sw an n'a karşı
hislerini kirletm ekten korkuyorm uş, falan filan. H albuki
Sw ann onun için biçilm iş kaftan ."

235
"K u su ra bakm a am a seninle aynı fikirde d eğilim ," dedi M.
Verdurin, "ben o beyefendiden pek hazzetm iyorum ; gösterişçi
old u ğu n u d ü şü n ü y o ru m ."
M m e Verdurin bir an da, taş kesilm işçesine d o n u p kaldı;
kendilerine "g ö steriş" yapılabileceğini, yani "kendilerinden ü s­
tün" o lu n d u ğ u n u im a eden o d ay an ılm az "g ö sterişçi" kelim esi­
ni du ym azlıktan geldi.
"H er neyse, araların da gerçekten bir şey yoksa eğer, sebebi
beyefendinin O dette'i iffetli zannetm esi değild ir herh alde," d e­
di M. Verdurin alayla. "A slın d a belli de olm az, ad am O dette'i
zeki b u lu yor gö rü n ü şe bakılırsa. G eçen ak şam Vinteuil'ün so ­
natı hakkında ona anlattıklarını d u y d u n m u bilm em ; ben O det­
te'i yürekten severim , am a ona estetik kuram ları an latm ak için
d ü p e d ü z sersem olm ak gerek!"
"A a, O dette hakkında kötü sö z söylem eyin ," dedi M m e
Verdurin, çocuk taklidi yaparak. "Ç o k şeker kız."
"C an ım , şeker olm adığını söyleyen yok ki; kötü bir şey
söylem edik, iffetin de, zekânın d a tim sali değild ir dedik. A slın­
d a ," d ed i M. Verdurin ressam a, "iffetli olm asını ister m iydiniz
gerçekten? O zam an belki bu k ad ar şeker olm azdı, kim bilir?"
Sw an n sah anlıkta, ge ld iğ in d e kendisin i gö rm em iş olan
u şak la k arşılaştı; O dette, u şa ğ a -b ir saat k ad ar ön ce- m uhte­
m elen eve dön m ed en önce bir k akao içm eye P revo st'ya g id e ­
ceğini sö ylem iş, Sw an n gelecek olu rsa, bu m esajı ona iletm esi­
ni tem bihlem işti. Sw an n P revo st'ya d o ğru yola çıktı, am a
arab ası adım başı b aşk a arab alar ve yayalar yü zü n den d u r­
m ak zo ru n d a kalıyordu ; p o lis m em u run u n zabıt tu tm ası, bir
yayan ın geçişin d en d ah a fazla vakit kaybına seb ep olm asa, bu
iğrenç engelleri gö zü n ü k ırp m ad an çiğner geçerdi. Yolda g e­
çen san iyeleri sayıyor, her d ak ik ay a, ne olur ne olm az diye
fa zlad an birkaç san iye ekliyordu, bu d a, O dette'i y ak alam a ih­
tim alini, aslın d a o ld u ğ u n d an d ah a yü k sek gösteriyordu . A n sı­
zın, tıpkı u y k u su n d an u yan an ve d ah a bir san iye önce k afa­
sın da d o lan ıp d u ran , k en d isin den tam olarak ay ıram ad ığı
dü şlerin saçm alığın ı k av ray an ateşli bir hasta gibi, Sw ann da,
Verdurin'lerin evinde, O dette'in gitm iş o ld u ğu n u d u y d u ğ u
an dan beri k afasın d a ev irip çevirdiği düşün celerin garipliğin i

236
fark etti; san ki yeni u yan m ışçasın a, ancak bilincine vardığı
k alp sık ışm asın ın ne k ad ar değ işik bir d u y g u o ld u ğu n u an la­
dı. N e yani? Bütün bu telaş, O dette'i o gece görem eyeceği için
m iy d i? O ysa d ah a bir sa a t önce, M m e V erdurin'in evine gid er­
ken, yegân e a rzu su b u yd u ! Şim di Svvann'ı P revost'ya götüren,
aynı arab a o ld u ğ u h alde, arabanın içindeki kişinin bir saat ön­
ceki kişiden farklı old u ğu n u , artık yalnız olm adığını, k en d isi­
ne y ap ışm ış, k en d isiy le iç içe girm iş bir b aşk a varlığın d a ora­
d a hazır b u lu n d u ğ u n u , on dan belki d e kurtu lam ay acağın ı,
on a, tıpkı bir efendi veya bir hastalık gibi ihtiyatla y ak laşm ası
gerekeceğin i kabullen m ek zo run da kaldı. B ununla birlikte,
b aşk a bir in san ın k en d isiy le b irleşm iş old u ğu n u h issettiği an ­
d an beri, hayatı k en d isin e dah a ilginç görün m eye başlam ıştı.
P rev o st'd a k arşılaşm aları ihtim ali (bu k arşılaşm ay ı bekleyiş,
on dan önceki dak ik aları öylesine yağm alıyor, b o şaltıy o rd u ki,
zihnini dinlendirebilecek tek bir dü şü n ce, tek bir hatıra b u la­
m ıyordu ) gerçekleştiği takdirde, bu karşılaşm an ın d a m uhte­
m elen diğer b u lu şm aları gibi pek sırad an olacağın ı d ü şü n m ü ­
yo rd u bile. H er ak şam o ld u ğ u gibi, O dette'le k arşılaştığı an da,
o değişk en çehreye kaçam ak bir gö z atacak, O dette b ak ışların ­
d a bir arzu n un uyan ışını gö rü r ve k ayıtsız o ld u ğu n a artık
in an m az k ork u su y la gözlerini kaçıracak ve son ra d a O dette'i
d ü şü n m ey e fırsat bu lam ay acaktı, çünkü k afası, O dette'in y a­
n ın dan derhal ayrılm am ak için bahaneler aram ak la, önem se-
m iy orm u ş gibi g ö rü n ü p ertesi gü n V erdurin'lerde b u lu şm ay ı
garan tilem ekle m eşg u l olacak, yani k u cak lam aya cesaret ede­
m eden yak laştığı bu kadın ın an lam sız varlığın ın k en d isin e y a­
şattığı hayal kırıklığını ve işkenceyi şim d ilik u zatıp bir gü n
dah a tekrarlayacaktı.
O dette P revost'da yoktu; b u lvarlardaki bütün restoranlar­
d a aram ak istedi onu. Z am an kazan m ak için, bazı restoranlara
kendisi b akıp bazıların a d a arabacısı Rem i'yi (R izzo'nun D ük
Loredan'ı) gönderdi; sonra d a -k en d i baktığı restoranlarda
O dette'i b u lam ay ın ca- önceden kararlaştırdıkları yere, Rem i'yi
beklem eye gitti. A raba bir türlü gelm iyor, Svvann geleceği ânı,
kâh Rem i'nin "H an ım efen di filan yerde," dem esiyle, kâh "H a ­
nım efendi cafe'lerin hiçbirinde yoktu," dem esiyle canlandırı­

237
yordu kafasın da. Böylece, gecenin aslın da tek olan sonunu,
m ünavebeli biçim de, ya O dette'le k arşılaşıp yürek d aralm ası­
nın n oktalanm asıyla ya d a o gece O dette'i görm ekten m ecbu­
ren vazgeçm esiyle, yani onu görm eden evine dönm esiyle b a ş­
layan saatler olarak görüyordu.
A rabacı son u n da geldi, am a Sw ann'in k arşısın d a d u rd u ğu
an, Sw ann, "H anım efendiyi b u ld u n u z m u ?" diye soracağına,
"Yarın bana hatırlatın d a odun sip arişi vereyim , stok u m u z bit­
m ek üzere olsa gerek," dedi. Belki, Rém i O dette'i bir café'de
b u lm u şsa ve O dette kendisini orada bekliyorsa, gecenin u ğ u r­
su z sonun un ortadan kalktığını, m utlu sonu n gerçekleşm e yo­
lu n da o ld u ğu n u , dolayısıyla ele geçirilm iş, artık k açm ası im ­
kânsız, em in bir yerde bulunan bir m u tlu lu ğa u laşm ak için ace­
le etm esine gerek olm adığını d ü şü n ü y ord u . A m a bu tavrın bir
sebebi de ataletti; nasıl ki vücutları esnek olm ayan bazı in san ­
lar, bir darbeden kaçınm aları, bir alevi giysilerinden u zak laştır­
m aları, acilen hareket etm eleri gerektiğinde, hız alabilecekleri
bir destek b u lm ak istercesine, bir san iye b u lu n du k ları kon um ­
d a kalırlarsa, Sw ann'in d a ruhu böyle bir esneklikten yo k su n ­
du. A rabacı sö zü n ü kesip, "H an ım efen diyi b u ld u m ," deseyd i,
m uhtem elen, "D o ğru ya, aram an ızı istem iştim sizden , hayret,
bek lem iyordu m ," diye cevap verir, hem heyecanını arabacıdan
gizlem ek, hem d e en dişeden u zak laşarak kendini m u tlu lu ğa bı­
rakacak zam anı bu labilm ek için, od u n lard an bahsetm eyi sü r­
dürürdü.
N e var ki arabacı hanım efendiyi hiçbir yerde b u lam adığını
bildirdi ve em ektar bir hizm etkâr sıfatıyla kendi fikrini ekledi:
"Z ann ederim beyefendiye eve dönm ek kalıyor."
A m a Rém i'nin kesin cevabı getirdiği an Sw ann'in kolaylık­
la takınabildiği sahte kayıtsızlık, arabacının onu u m u du n dan
ve arayışın dan vazgeçirm e çabasıyla birlikte u çu p gitti:
"D ah a neler!" diye haykırdı. "H an ım efen diyi bulm am ız
şart, çok önem li bir m evzu. Benim le o m esele hakkında gö rü şe­
m ezse çok kızar, gücenir."
"H an ım efen di nasıl gücenebilir, an lam ad ım ," dedi Rémi,
"beyefendiyi beklem eden giden , Prévost'da olacağını söyleyip
orada d a bulunm ayan, kendisi."

238
Zaten her yerde ışıklar sönm eye başlam ıştı. B ulvarlarda,
ağaçların altındaki esraren giz karanlıkta tek tük birkaç kişi zor
seçiliyordu. A ra sıra kendisin e yaklaşan , kulağın a fısıltıyla bir­
likte olm ayı teklif eden bir kadın gölgesi, Svvann'ı irkiltiyordu.
Bu karanlık bedenlerin hepsine, adeta cehennem de, ölülerin
hayaletleri arasın d a E u rydike'yi arar gibi, k aygıyla d o k u n u ­
yordu.
A ra sıra bizi yalay ıp geçen bu şiddetli heyecan rüzgârı, a ş­
kın olu şturu lm a yöntem leri, kutsal hastalığın yayılm a biçim leri
arasın da en etkili olan larından biridir. Bu d u ru m d a ok yaydan
çıkar, o sırad a birlikte olm aktan hoşlandığım ız kişi kim se, âşık
olacağım ız kişi de odur. Bu kişiyi o âna k adar b aşk aların dan
fazla, hattâ onlar k ad ar beğen m iş olm am ız bile gerekm ez.
Ö nem li olan, o insana d ü şk ü n lü ğü m ü zü n , b aşk a herkesi d ışla­
m asıdır. Bu koşul da, - o kişinin eksikliğini hissettiğim iz a n d a -
onun cazibesinin bize yaşattığı hazların arayışı, yerini ansızın,
yine aynı kişiyi hedef alan, kaygılı bir ihtiyaca bıraktığında, ye­
rine getirilm iş olur; bu âlem in yasaları gereği, bu saçm a ihtiya­
cın giderilm esi im kânsız, tedavisi de zordur: Bu m antığa aykırı,
ıstıraplı ihtiyaç, ona sah ip olm a ihtiyacıdır.
Sw ann, açık kalan son restoranlara gitti arabayla; sükûnetle
dü şü n ebildiği tek şey, m utluluk varsayım ıydı; heyecanını, bu
buluşm anın kendisi için ne k adar değerli oldu ğu n u sak lam aya
çalışm ıyordu artık; Rém i'ye, O dette'i bulurlarsa bir m ü kâfat v a ­
at etti, sanki bunu b aşarm a isteğine bir de arabacının isteği ek­
lenirse, O dette'in, evine yatm aya dön m ü ş olsa bile, b u lvarlar­
daki bir restoranda bulunm asını sağlayabilirm iş gibi. M aison
D orée'ye k adar gitti, Tortoni'ye iki kere girip çıktı, C afé
A nglais'ye de bakıp O dette'i orada d a bulam ayınca, iri adım lar­
la, sersem lem iş halde, Italiens Bulvarı'nın köşesinde kendisini
beklem ekte olan arabasın a d o ğru yü rüyordu ki, karşıdan g e­
len birine çarptı: O dette'ti bu; daha sonra yaptığı açıklam aya
göre, Odette, P révost'da b oş yer bulam ayınca yem eğe M a­
ison D orée'ye gitm iş, orad a bir girintide otu rdu ğu n dan Sw ann
kendisini görem em işti; çarpıştıklarında da, arabasın a dönm ek­
teydi.
O dette Sw ann'i göreceğini aklından bile geçirm ediği için,

239
ilk an da korkuyla irkildi. Sw an n'a gelince, P aris'i b aştan b aşa
katetm esinin sebebi, onu bulabileceğini dü şü n m esi değil, ara­
m aktan vazgeçm eye katlan am am asıydı. Yine de, m antığının, o
gece için gerçekleşm esi im kânsız diy e nitelendirm eye d ev am
ettiği m utluluk, dah a d a gerçek gö rü n dü gözü n e; çünkü ihti­
m aller öngörerek kendisi katkıda bulunm am ıştı gerçek leşm esi­
ne, m utluluk onun dışın day dı; Svvann'ın, k orktuğu yalnızlığı
bir rü yay m ış gibi dağıtıveren, m utlu tahayyüllerini d ü şü n m e­
den dayan dırd ığı bu ışıl ışıl gerçekliği, zihninde olu şturm ası
gerekm iyordu, bu gerçeklik kendiliğinden yayılıyor, Sw an n 'a
kendiliğinden yansıyordu. Aynı şekilde, gün eşli bir h av ad a A k ­
den iz sahiline varan, geride bıraktığı ülkelerin varlığın dan bile
em in olam ayan bir yolcu da, denizin ışıltılı, inatçı m aviliğinden
yayılan ışınlara bakışlarını yöneltm ez, bu ışınlar kendiliğinden
onun gözlerini kam aştırır.
Sw ann O dette'le birlikte onun arabasın a bindi ve R em i'ye
kendilerini izlem esini söyledi.
O dette'in elinde bir dem et cattleya vardı; Sw ann, dantel b a­
şörtü sü n ü n altında d a aynı orkideleri fark etti; onları k u ğ u tü ­
yün den bir sorguca tutturup saçlarına iliştirm işti. D alga d alga
dökü m lü, siyah kadife elbisesi, yanlam asına tutturularak beyaz
faydan bir eteğin alt kısm ını iri bir üçgen halinde açığa çıkarı­
yordu; g ö ğ ü s dekoltesinde, aynı beyaz faydan robaya, yine
cattleya'lar takılm ıştı. Odette, Sw ann'i görm enin sarsın tısın dan
dah a yeni kurtulm uştu ki, önüne çıkan bir engel y ü zün den , at
yana d o ğru bir ham le yaptı. A rabanın içinde ikisi de sav ru ld u ;
O dette bir çığlık attı, nefes nefese kalm ıştı.
"Yok bir şey, korkm ayın," dedi Sw ann.
O dette'i om zu ndan tutm uş, destek olm ak için kendine
d o ğru çekm işti; sonra d ed i ki:
"Sakın konuşm ayın, zaten nefes nefese kaldınız, bana işa­
retlerle cevap verin. G öğsü n ü zd ek i çiçekler sarsıntıyla yerin­
den oynadı, dü zeltsem rahatsız olur m u su n u z? D üşerler diye
korkuyorum , içeriye d o ğru biraz itm ek istiyorum onları."
Erkeklerin kendisine böyle aşırı nazik d av ran m asın a alışık
olm ayan Odette, gü lüm seyerek cevap verdi:
"Yo, katiyen rahatsız olm am ."

240
A m a bu cevap k arşısında u tangaçlığı tutan Sw ann, belki
aynı zam an d a O dette'i m azeretinin sam im iyetine inandırm ak
için, hattâ buna kendi de inanm aya b aşlay arak haykırdı:
"Sakın konuşm ayın, yine so lu ğu n u z kesilecek, hareketlerle
cevap verebilirsiniz pekâlâ, ne dem ek istediğin izi anlarım . G er­
çekten rahatsız olm uyor m u su n u z? Bakın, hafif bir... sanıyorum
çiçektozu d ö k ü lm ü ş ü stün üze; elim le silm em e izin verir m isi­
niz? Ç ok bastırm ıyorum , acıtm ıyorum , değil m i? Yoksa biraz
gıdıklandın ız m ı? Elbisenin k adifesin e d o k u n u p kırıştırm ak is­
tem iyorum da. A m a gerçekten çiçekleri düzeltm ek gerekiyor­
du, y o k sa düşeceklerdi; işte şim d i yerleştirdim iyice... Lütfen
do ğru y u söyleyin, rahatsız olm u yo rsu n u z, değil m i? Peki, ger­
çekten kokuları yok m u diye b ak sam ? Bu çiçekleri hiç koklam a-
m ıştım , izin verir m isiniz? D oğru yu söyleyin ."
O dette, "D eli m isiniz, h oşu m a gittiğini görm üyor m u su ­
n u z?" dem ek ister gibi gü lüm seyerek om u z silkti.
Sw ann öteki elini Odette'in yan ağın da gezdiriyordu; O dette
ona sabit bakışlarla, H oransalı ustanın eserlerindeki, Sw ann'in
kendisini benzettiği kadınların baygın ve ciddi edasıyla baktı;
yine o kadınların gözleri gibi parlak, iri ve narin olan gözleri
gözkapaklarının kenarına yaklaşm ış, iki gözyaşı m isali dam la­
m aya hazırlanıyordu adeta. O dette de, hem dinî tablolardaki,
hem d e p agan sahnelerdeki bütün o kadınlar gibi, boynunu
bükm üştü. H erhalde alışkanlık haline getirdiği, böyle durum la­
ra u ygun dü ştü ğü n ü bilerek takınm ayı ihm al etm ediği bir tavır
içinde, sanki görünm ez bir güç onu Sw an n'a do ğru çekiyorm uş-
çasına, çehresini yerinde tutabilm ek için bütün gücünü harcıyor-
m u ş gibiydi. O dette yüzünü, adeta kendine hâkim olam ayarak
Sw ann'in du dakların a bırakm adan önce, Sw ann bu yü zü iki eli­
nin arasın da, biraz uzağın da tuttu birkaç saniye. Zihnine, k oşu p
yetişm esi, onca zam andır beslediği hayali tanım ası ve çok sev di­
ği bir çocuğun başarısını izlem eye davet edilen bir akraba gibi,
bu hayalin gerçekleşm esini izlem esi için gerekli zam anı verm ek
istem işti. Sw ann belki aynı zam an da, O dette'in, henüz sah ip ol­
m adığı, hattâ öpm ediği ve son kez gö rd ü ğü bu çehresine, temel­
li ayrılm ak üzere oldu ğu m u z bir m an zaraya, adeta onu da alıp
yanım ızda götürm ek istercesine bakışım ız gibi bakm aktaydı.

241
A m a Sw ann O dette'e karşı o k adar çekingendi ki, cattle-
ya'larm ı düzeltm ekle işe b aşlad ığı ak şam ona sah ip olduktan
sonra, belki O dette'i incitm e kork usuyla, belki geriye d ö n ü p
b ak ıldığın da yalan söylem iş gibi görün m e kaygısıyla, belki de
(ilk defasın da O dette'i k ızdırm adığın a göre tekrarlanm asın da
sakınca bulunm ayan) bu talepten dah a fazlasını dile getirecek
cesareti olm adığın dan , ileriki gün lerde hep aynı m azereti k u l­
landı. O dette g ö ğsü n e cattleya çiçekleri takm ışsa, "N e yazık,
cattleya'ları bu ak şam düzeltm ek gerekm iyor; geçen akşam k i
gibi yerlerinden oynam am ışlar; yine de şu pek d ü zg ü n d u rm u ­
yor gibi geldi bana. Bunlar da ötekiler gibi k ok u su z m u acaba,
koklayabilir m iy im ?" diyordu. O dette g ö ğsü n e cattleya takm a-
m ışsa, "A h, bu gece cattleya yok, ben şim d i neyi dü zeltece­
ğ im ?" diy e hayıflanıyordu. Ö yle ki, bir süre boyunca, ilk gece
izlediği sıra d eğişm ed i, ok şam aların a her seferinde, o ilk geceki
gibi, O dette'in boynuna parm aklarıyla, du d ak larıy la d o k u n a­
rak b aşladı; çok dah a sonraları, cattleya'lann dü zeltilm esi âdeti
(veya gösterm elik dü zeltm e m erasim i) çoktandır yürürlükten
kalkm ışken, " cattleya y a p m ak ", bir istiare olarak -aslın d a hiçbir
şeye sah ip olu n m ay an - sah ip olm a eylem inden bahsetm ek iste­
diklerinde dü şü n m eden kullandıkları, bu u nu tu lm u ş âdeti ha­
tırlatan, on dan d ah a u zu n öm ürlü bir ifade olarak, ikisinin or­
tak lisanın da yerini aldı. "A şk y ap m ak " fiilini ifade etm enin bu
özel şekli, kendine eşanlam lı kelim elerle tam olarak aynı şeyi
belirtm iyordu belki de. K adın lar k on u su n d a ne k ad ar gö rm ü ş
geçirm iş ve bıkkın olsak da, farklı kadın lara sah ip olm ayı, hep
aynı ve önceden bilinen bir şey olarak görsek de, zor -y a d a b i­
zim zor zan n ettiğim iz- kadınlar, sah ip olm ayı, yepyeni, değişik
bir h azza dönüştürürler, sah ip olm a eylem ini, ilişkim izdeki
beklenm edik bir olaya day an dırm ak zo run da bırakırlar bizi;
Sw ann için de, o ilk gece, cattleya'lann düzeltilm esi böyle bir
olaydı. O gece Sw ann, heyecandan titreyerek, (am a O dette'in,
bu oyuna geldiği takdirde, niyetini tahm in edem eyeceğini d ü ­
şünerek) çiçeklerin iri eflatun taçyapraklarının arasın dan , bu
kadına sah ip olm a eylem inin çıkm asını u m u yordu ; Sw ann'in
şim diden y aşad ığ ı haz, tahm inine göre, O dette'in farkına v ar­
m adığı için itiraz etm ediği haz, sırf bu nedenle, Sw ann'in g ö zü ­

242
ne, -tıp k ı bu hazzı yeryüzü cennetinin çiçekleri arasın d a tatm ış
olan ilk insana görün m ü ş olabileceği g ib i- o âna k ad ar var ol­
m ayan, kendisinin yaratm aya çalıştığı, -o n a verdiği özel add an
d a anlaşıldığı şek ild e- tam am en d eğişik ve yeni bir haz olarak
görün m üştü.
Artık Sw ann her gece O dette'i evine bıraktığın da, onunla
birlikte içeri giriyor, çoğu zam an da Sw ann dönerken O dette
sabahlıkla onu arab aya k adar geçiriyor, "B aşkalarının ne d ü ­
şü n d ü ğü n d en bana n e?" diyerek, arabacının g ö zü önünde ö p ü ­
yordu. Sw ann'in Verdurin'lere gitm eyip (O dette'le b aşk a şekil­
de de görüşeb ildiğin den beri artık ara sıra gitm ediği oluyordu)
yüksek sosyete toplantılarına katıldığı, giderek seyrekleşen g e­
celerde, O dette, saat kaç olursa olsun, eve dönm eden önce ken­
disin e uğram asın ı rica ediyordu. Bahar m evsim iydi, hava pırıl
pırıl ve bu z gibiydi. Sw ann bu toplantılardan çıktığında fayto­
nuna biniyor, bacaklarının üzerine bir battaniye atıyor, arka­
daşlarının birlikte dönm e tekliflerini, başk a tarafa gideceğini
söyleyerek geri çeviriyor, nereye gidileceğini bilen arabacı da
son sürat yola koyuluyordu. A rkadaşları şaşırıp kalıyorlardı;
gerçekten de Sw ann artık eski Sw ann değildi. Artık kim se ken­
disinden, bir kadınla tanıştırılm ayı rica eden m ektuplar alm ı­
yordu. Artık hiçbir kadınla ilgilenm iyor, kadın larla tanışılan
yerlere gitm ekten kaçınıyordu. R estoranlarda, şehir dışındaki
yerlerde Sw ann'in davranışları, dah a birkaç gü n önceki en tipik
ve hiç değişm eyecekm iş gibi görünen davranışlarının tam ter­
siydi. Ç ünkü tutku, tıpkı içim izdeki geçici ve farklı bir kişilik
gibi, diğer kişiliğin yerini alır ve onun dah a önce kendini ifade
etm ekte kullandığı d eğişm ez işaretleri yürürlükten kaldırıverir.
Buna karşılık, artık d eğ işm ez olan şey, Sw an n'in nereye gitm iş
olursa olsun, son u n da m utlaka O dette'in yanm a dönm esiydi.
Sw ann'i O dette'ten ayıran m esafe, Sw ann'in kaçınılm az biçim ­
de katettiği yol, adeta hayatının karşı kon ulm ası im kânsız, dik
inişiydi. D oğruyu söylem ek gerekirse, so syete toplantılarından
çoğu kez geç saatte çıktığı için, o u zu n yolu gitm eyip d o ğru d an
evine dönerek O dette'le ertesi gün görüşm eyi Sw ann tercih
ederdi; ne var ki, sırf O dette'in evine gitm ek için olağan dışı bir
saatte zahm ete katlanm ak, yanın dan ayrıldığı arkadaşların ın,

243
araların da, "Svvann'ın eli kolu b ağlan m ış, saat kaç olu rsa olsun
onu evine gitm eye m ecbur eden bir kadınla birlikte m u tlak a,"
dediklerini tahm in etm ek, Sw an n'a, bir aşk m acerası y aşay an
ve uykularını, çıkarlarını zevk dolu bir rü yaya fed a ettikleri
için içsel bir büyü edinen insanların hayatını sü rü y o rm u ş h issi­
ni veriyordu. Ayrıca, kendisi fark etm ese de, O dette'in on u bek­
lediğinden, başk alarıyla birlikte b aşk a bir yerde b u lu n m ad ığın ­
dan ve onu m utlaka göreceğinden em in olm ak, Svvann'ın O det-
te'i V erdurin'lerde b u lam ad ığı gece y aşad ığ ı, şim d i u n u tu lm u ş
olsa d a her an yeniden d o ğm ay a hazır bekleyen, yatışm ası
m utluluk denebilecek k ad ar tatlı bir h u zur veren kaygıyı, y ü ­
rek daralm asını etkisiz hale getiriyordu. Belki de O dette, bu yü ­
rek d aralm ası say esin d e Svvann'ın gö zü n d e önem kazanm ıştı,
in san larla genelde o k ad ar ilgilenm eyiz ki, bize bunca acı ve
m utluluk verebilm e gü cü n ü bir kişiye yü k led iğim izde, o kişi
b aşk a bir d ü n yay a aitm iş gibi görün ü r gö zü m ü ze, bir şiirsellik­
le sarm alanır ve hayatım ızı, kendisinin az çok y akın ım ızda b u ­
lunacağı, heyecan do lu bir akış haline getirir. O dette'in, ileriki
yıllarda hayatının neresinde yer alacağını Svvann'ın sükûn etle
d ü şü n m esi m üm kün değildi. Bazen bu güzel, so ğ u k gecelerde
fayton un dan dışarı bak ıp ıssız sokakları p arlak ışığıyla d o ld u ­
ran ayı gö rd ü ğü n d e, tıpkı ay gibi aydınlık ve hafif pem bem si
olan öteki silueti d ü şü n ü rd ü ; gü n ü n birinde zihninin karşısına
çıkıverm işti ve o gü n den beri de, kendi gö rü n tü sü n ü sarm ala­
yan esrarengiz ışığı bütün dü n y ay a yansıtıyordu. O dette'in evi­
ne, hizm etkârlar yatm aya gönderildikten sonraki bir saatte var­
d ığın da, küçük bahçenin k ap ısın a g id ip zili çalacağın a, d o ğ ru ­
dan zem in katın baktığı so k ağ a giderdi; bitişik evlerin, hepsi
birbirine benzer, am a karanlık olan pencereleri arasın d a tek
ışıklı pencere, O dette'in yatak o d ası penceresi olurdu. C am ı tık­
latır, O dette d e cevap verip Svvann'ı karşılam ay a öteki tarafa,
giriş kapısın a giderdi. Piyanonun üzerinde, O dette'in en sev d i­
ği parçalardan bazılarının notaları, açılm ış olarak du ru rd u:
Güllerin Valsi veya Tagliafico'nun (O dette'in, cen azesin de çalın­
m asını vasiyet ettiği) Zavallı Deli’si; Svvann bunların yerine Vin-
teuil sonatının cüm leciğini çalm asını rica ederdi O dette'ten;
O dette çok kötü çalardı gerçi, am a çoğu kez bir eserden bizde

244
kalan en gü zel izlenim , ak ordu b ozuk bir piy an odan beceriksiz
parm akların çıkardığı falsolu seslerin yarattığı izlenim dir. Vin-
teuil'ün cüm leciği Sw an n'in zihninde hâlâ O dette'e olan aşkıy­
la bütünleşiyordu. Bu aşkın, başkalarının d a görebileceği, kendi
dışın dak i herhangi bir şeye tekabül etm ediğini açıkça h issedi­
yordu; O dette'in niteliklerinin, onun yanında geçirdiği saatlere
bu k ad ar değer verm esine bir gerekçe olam ayacağının farkın­
daydı. Ç oğu n luk la, Sw ann gerçekçi aklın m utlak hâkim iyeti al­
tındayken, bu hayalî haz u ğru n a bunca zihinsel ve so syal zevki
feda etm ekten vazgeçm ek isterdi. A m a Vinteuil'ün cüm leciği,
dah a onu işittiği an da, Sw an n'in içinde kendine bir yer açabili­
yor, ruhunun boyutlarını değiştiriyordu ; Sw ann'in ruhundaki
özel bir bölm e, tıpkı aşk ı gibi, kendi dışın daki herhangi bir şeye
tekabül etm eyen, bununla birlikte, aşk gibi tam am en bireysel
olm ayan ve kendini Sw an n 'a so m u t şeylerden üstün bir ger­
çeklik olarak kabul ettiren özel bir zevke ayrılm ıştı. Vinteuil'ün
cüm leciği, Sw an n 'd a, yeni ve b am b aşk a bir bü yü ye du yulan
özlem i uyandırıyor, am a bu özlem i giderm esin e yaray acak be­
lirli bir şey su n m u y ordu ona. C üm lecik, Sw ann'in ruhundaki
bazı bölüm leri, barındırdıkları m ad d i kaygılardan , herkes için
geçerli insani düşün celerden arındırm ış, b oş bırakm ıştı; Sw ann
bu b oşlu klara O dette'in adını yazm ak ta serbestti. Ayrıca Vin-
teuil'ün cüm leciği, kendi esraren giz özünü bu aşkla kayn aştıra­
rak O dette'in sevgisin d ek i küçük noksanlıkları, hayal kırıklık­
larını gideriyordu. C üm leciği dinlerken Sw an n'in yü zün ü gö ­
ren, nefesini açan bir an esteziği içine çekm ekte o ld u ğu n u zan ­
nederdi. M üziğin ona verdiği, yakın da gerçek bir ihtiyaç haline
gelecek olan haz, gerçekten de böyle an larda, çeşitli kokular
tecrübe etmekten, yani bizim için yaratılm am ış olan, bize, g ö z­
lerim izle görem ediğim izden şekilsiz, zihnim izle k av ray am ad ı­
ğım ızdan an lam sız gelen, ancak tek bir d u y u m u zla u laşab ild i­
ğim iz bir âlem le tem as kurm aktan alacağı h azza benziyordu.
D ünyayı sad ece işitm e d u y u su y la algılayan , insanlıktan uzak,
kör, m antıktan yoksun bir varlığa, adeta efsanevi bir tekboynu-
za, hayal ürünü bir yaratığa dö n ü ştü ğü n ü hissetm ek, -h a ssa s
birer resim m eraklısı olan gözlerinde ve keskin bir dav ran ış
gözlem cisi olan zihninde, hayatındaki k uru lu ğun silinm ez

245
dam gasın ı so n su za dek taşıyacak o lan - Sw ann için, m üthiş bir
rahatlam a, esrarengiz bir yenilenm eydi. Buna rağm en Vin-
teuil'ün cüm leciğinde, zihninin u laşam ad ığı bir anlam aradığı
için, ruhunun derinliklerini aklın bütün desteğin den yoksun bı­
rakıp sesin dehlizinden, karanlık filtresinden geçirm ek, garip
bir sarh oşluk veriyordu kendisine. Bu cüm lecikteki h oşlu ğu n
altında yatan ıstırabı, hattâ belki gizli çalkantıyı fark etm eye
başlam ıştı, am a bu yüzden, acı çekm esi m üm kün değildi. C ü m ­
lecik ona aşkın kırılgan o ld u ğu n u söylese de, ne önem i vardı,
kendi aşkı o k adar gü çlü y dü ki! N otalardan yayılan hüzünle
oyn u yordu , bu hüznün kendisini yalay ıp geçtiğini hissediyor,
am a m u tlu lu ğu n u derinleştiren, yu m u şatan bir ok şay ış gibi al­
gılıyord u onu. C üm leciği O dette'e ü st ü ste on kere, yirm i kere
çaldırır, bu arad a öp üşm eyi de kesm ek istem ezdi. H er öpücük,
peşinden bir yenisini getirir. Ah, aşkın ilk zam an ların da ö p ü ­
cükler n asıl d a kendiliğinden çıkıverirler ortaya! M ayıs ayında
bir tarladaki çiçekler gibi d ip dibe fışkırırlar; bir saat içinde kar­
şılıklı verilen öpücükleri saym ak , bu çiçekleri say m ak k adar
zordur. O dette çalm aya ara verecekm iş gibi yapar, "Sen beni
kucaklarken nasıl çalayım ? H er şeyi aynı an da y ap am am ki, ne
istediğin e karar ver, cüm leciği mi çalayım , seninle koklaşayım
m ı?" derdi. Sw ann bu sözlere kızınca d a, bir kahkaha patlatır,
ardın dan Sw an n'i bir öp ücü k yağm u run a tutardı. Bazen d e so ­
m urtkan bir ifade takınıp Sw an n 'a bakardı; o zam an Sw ann yi­
ne k arşısında Botticelli'nin M usa'nın Hayatı freskinde yer alm a­
ya layık bir çehre görür, onu bu freske yerleştirir, O dette'in
boynuna gerekli kıvrım ı verirdi; O dette'i XV. yü zyıla ait Sistina
Şapeli'n in du varın a tem perayla resm ettikten sonra, onu şim d i­
ki an da, piyanonun başın da, öp ülm eye ve sah ip olu nm aya ha­
zır, som ut ve canlı bir varlık olarak bulm ak, Sw ann'i öyle sar­
hoş ederdi ki, gözleri kayarak, çenesi adeta onu yutm ak üzere
ileri d o ğru u zayarak, bu Botticelli bakiresinin üstün e atılır, y a ­
naklarını çim diklem eye koyulu rdu. O dette'in evinden çıktığın­
d a da, kokusuna ya d a y ü z hatlarına ilişkin bir ayrıntının hatı­
rasını beraberinde götürebilm ek için d ö n ü p son bir kez onu ö p ­
tükten sonra, faytonuyla evine giderken, bu günlük ziyaretlere
izin verd iği için O dette'e m innet du yardı; bu görüşm elerin

246
O dette'e pek b ü yü k bir m utluluk verm ediğini sezinliyordu,
am a kendisini kıskançlıktan koruyan -O dette'i Verdurin'lerde
b u lam ad ığı gece ortaya çıkan rahatsızlıktan tekrar m ustarip ol­
m asın a fırsat verm eyen - bu ziyaretlerin, m üth iş sancılı geçen o
ilk geceki krizin tekrarlanm asına engel olacağını ve hayatının
bu özel dönem ini, m ehtapta Paris'i bir b aştan bir b aşa geçtiği
dak ik alar gibi adeta bü yü lü olan bu dönem ini tam am lam asına
yardım edeceğini d ü şü n ü y ord u . D ön üş yolun da, ayın kendisi­
ne göre yer d eğiştirm iş ve neredeyse ufka yak laşm ış oldu ğu n u
fark eder, aşkının da birtakım d eğ işm ez tabiat kanunlarına tabi
o ld u ğu n u sezinler ve girm iş o ld u ğu bu kısa dönem in uzun sü ­
rü p sürm eyeceğini, o aziz çehrenin, bir süre sonra zihnine
u zak laşm ış, k üçü lm ü ş gö rü n ü p görünm eyeceğini, etrafa yaydı­
ğı b ü yü neredeyse tükenm iş gibi gelip gelm eyeceğini m erak
ederdi. Ç ü nkü Sw ann, âşık o ld u ğu n d an beri, tıpkı ilkgençliğin-
de, kendini sanatçı zannettiği zam an lard a old u ğu gibi, çeşitli
şeylerde bir b ü yü b u lm ak taydı; am a aynı b ü yü değildi b u ld u ­
ğu ; şim d i b u ld u ğu büyü, O dette'in nesnelere verdiği büyüden
ibaretti. H avai bir hayatın d ağıtıp sa v u rd u ğ u gençlik ilham ları­
nın, yeniden içinde filizlendiğini h issed iyord u, am a bunların
hepsi, belirli bir insanın yansım asın ı, d am gasın ı taşıyorlardı;
nekahet halindeki ruhuyla b aş b aşa, evinde geçirm ekten şim di
ince bir zevk aldığı u zu n saatler boyunca, y a v aş y av aş kendi
benliğine k avu şu y o rd u , am a benliği bir b aşk asın a aitti.
O dette'in evine sad ece ak şam ları gidiy ordu ; O dette'in gün
içinde vaktini nasıl geçirdiği hakkında da, geçm işi hakkında da
hiçbir bilgisi yoktu; o k ad ar ki, bilm ed iğim iz bir şeyi hayal et­
m em ize im kân vererek b izd e onu öğrenm e arzu su n u u yan dı­
ran o ilk bilgi kırıntısına bile sah ip değildi. Bu yüzden de,
O dette'in o esn ada ne yaptığını veya nasıl bir hayat y aşam ış ol­
d u ğu n u m erak etm iyordu. Sadece ara sıra, birkaç yıl önce, he­
nüz O dette'i tanım azken d u y d u ğ u bir şeyi d ü şü n ü p gü lü m sü ­
yordu: Yanlış hatırlam ıyorsa O dette olm ası gereken bir kadın ­
dan, kendisine bir m etres, bir kapatm a olarak söz edilm işti; bu
tür kadınlarla pek yakınlığı olm ayan Sw ann, onlara hâlâ kimi
rom ancıların hayal güçleri tarafın dan u zun sü re kendilerine at­
fedilm iş olan m utlak ve özü n de ah laksız kişiliği yakıştırıyordu.

247
Ç oğu n luk la bir insanı isabetli biçim de değerlen dirm ek için,
toplu m d ak i şöhretinin tam tersini benim sem enin yeterli o ld u ­
ğu n u düşün üyor, kafasın dak i m etres kavram ını, O dette'in iyi
kalpli, saf, idealist kişiliğiyle kıyaslıyordu; yalan söylem ek
O dette için neredeyse im kânsız bir şeydi; Sw ann bir gün ak şam
yem eğini O dette'le b aş b aşa yem ek istem iş, Verdurin'lere bir
not yazıp hasta o ld u ğu n u bildirm esini rica etm işti; ertesi gün,
M m e Verdurin O dette'e iyileşip iyileşm ediğini so rd u ğ u n d a
O dette kızarıp bozarm ış, kekelem iş, yalan söylem ekten d u y d u ­
ğ u sıkıntıyı, ıstırabı istem eden çehresine yansıtm ıştı; bir gün
önceki sö zd e rahatsızlığına ilişkin binbir ayrıntı uydururken,
yalvaran bakışlarıyla, kederli sesiyle, sözlerinin sahteliği için
özür diler gibiydi.
Bununla birlikte, ender d e olsa bazı günler, O dette öğleden
sonra Sw an n 'm evine geliyor, onu tahayyüllerinin ya d a yakın
zam an d a tekrar ele aldığı Verm eeı'le ilgili araştırm asının orta­
sın da yakalıyordu. Bir hizm etkâr gelip Sw an n'a, M m e de
C recy'nin küçük salon d a kendisini beklediğini haber verirdi.
Sw ann küçük salon un kapısını açar, O dette'in pem be yüzün de,
Sw an n'i gö rür görm ez, -ağ zın ın kıvrım ını, gözlerindeki bakışı,
yanaklarının şeklini d eğiştiren - bir tebessüm belirirdi. Sw ann
tek başın a k ald ığın d a b u tebessü m gözü n ün önünde canlanır,
O dette'in bir gü n önceki gülüm seyişini, bir başk a gün onu kar-
şılarkenki gü lüm sem esin i, Sw ann arab ada cattleya'larm ı d ü ze l­
tirken rah atsız olu p olm adığını so rd u ğ u n d a yü zü n de beliren,
cevap niteliğindeki tebessü m ü gö rü rd ü karşısında; O dette'in
geri kalan zam an lard aki hayatı, Sw ann bu hayat hakkında hiç­
bir şey bilm ed iği için, nötr ve renksiz fonuyla, W atteau'nun, sa­
m an sarısı k âğıt üzerine siyah beyaz ve kırm ızı tebeşirle çizil­
m iş, her yön d e say ısız gü lüm sem eyle kaplı taslak çizim leri gibi
gö rü n ü rdü kendisine. A m a bazen , zihni aksini id d ia ettiği hal­
d e Sw ann'm , hayal edem ediği için bom boş gö rd ü ğü bu hayatın
bir köşesine, bir ark ad aşı ışık tutardı; Sw an n'la O dette'in bir­
birlerini sevdiklerini tahm in eden ve O dette hakkında ancak sı­
radan şeyler söylem eye cesaret edebilecek olan dost, örneğin o
sabah O dette'i A bbattucci Sokağı'n ı tırm anırken gördü ğü n ü
söyler, kenarları A m erika kokarcası kürküyle çevrili pelerinini,

248
başın daki "R em b ran d t" şap k ay ı1, gö ğsü n d ek i bir dem et m e­
nekşeyi tarif ederdi. Bu basit çizim , O dette'in hayatının tam a­
m en kendisine ait olm adığını ansızın fark etm esine yol açtığın­
dan, Sw an n'i altü st ederdi; hiç görm ediği bu kıyafetle O dette'in
kendini kim e beğendirm ek istediğini m erak ederdi; sanki sev ­
gilisinin renksiz -Sw an n için görün m ez olan, dolayısıyla adeta
var olm ay an - hayatının tam am ında, kendisine yönelen bütün o
tebessüm lerin haricinde bir tek şey: R em brandt şap k ası ve g ö ğ ­
sü n d e bir dem et m enekşeyle y ü rü yü şü varm ış gibi, o gün, o sa­
atte nereye gittiğini O dette'e so rm aya karar verirdi.
Güllerin Valsi yerine V inteuil'ün cüm leciğini çalm asını iste­
m enin dışın da, Sw an n O dette'e kendi sev diği eserleri çaldırm a­
ya, m üzikte de, edebiyatta d a O dette'in zevksizliğini dü zeltm e­
ye çalışm ıyordu. O dette'in pek zeki olm adığının farkındaydı
k u şk u su z. O dette Sw an n 'a, b ü yü k şairleri anlatm asını ne k adar
istediğini söylerken, bir çırpıda Borelli V ikontu'nun yazdık ları­
na benzer, am a onlardan d a dokunaklı, kahram anlık şiirleri ve
rom anslar öğrenivereceğini zannediyordu. Vermeer'le ilgili ola­
rak da, bir kadın yü zün den acı çekip çekm ediğini, ona bir k ad ı­
nın mı ilham verdiğini sorm u ş, Sw ann bu kon uda hiçbir şey bi­
linm ediğini söyleyince, söz k on usu ressam la ilgilenm ekten
vazgeçm işti. O dette şu tür yorum larda b u lu n u rdu sık sık: "Ta­
bii ki şiirler d o ğru olsay dı, şairler bütün söylediklerine inansa-
lardı, şiir dünyanın en gü zel şeyi olurdu. A m a çoğun lukla şair­
ler dünyanın en çıkarcı insanları oluyorlar. K onunun yabancısı
değilim , bir ark ad aşım , bir şair bozun tusun a âşıktı. A d am şiir­
lerinde hep aşktan, gökyü zü n den , yıldızlardan sö z ediyordu.
K ızcağız fena kazık yedi! A d am üç yü z bin frangını çarptı." B u­
nun üzerine Sw ann ona san atta güzelliğin ne o ld u ğu n u , şiir ve­
ya resm in nasıl takdir edilm esi gerektiğini öğretm eye kalktığın­
da, O dette bir iki dakika sonra dinlem ekten vazgeçer, "Yaa...
ben öyle old u ğu n u b ilm iyordu m ," derdi. Sw an n O dette'in ne
b üyük bir hayal kırıklığına u ğradığın ı hissettiği için, yalan sö y ­
lem eyi tercih eder, bunların aslında önemli olm adığını, b oş laf
oldu ğu n u , konuyu derinlem esine anlatm anın çok uzun sürece­
ğini, işin esasının b aşk a old u ğu n u söylerdi. A m a O dette heye-
1 Kenarları kıvrık, tüylü şapka.

249
canla, "B aşk a m ı? E sası ne öyleyse? Söylesen e," der, Sw ann bu ­
na rağm en, söyleyeceklerinin O dette'e ne kadar basit, u m d u ­
ğu n d an farklı, coşk u dan ve dokunaklılıktan uzak geleceğini bi­
lerek ve san at k on u su n da hayal kırıklığına u ğrarsa aşk kon u­
su n d a d a aynı d u y gu y u yaşam asın d an korkarak işin esasını
söylem ezdi.
O dette gerçekten d e Sw an n'in entelektüel düzeyini, tah­
m inlerine göre d ü şü k bu lu yordu. "H ep soğukkan lılığını koru­
yorsun, seni çözem iyorum ," diyordu. Sw ann'in p aray a karşı
kayıtsızlığı, herkese gö sterdiği kibarlık ve incelik, O dette'i daha
çok etkiliyordu. G erçekten de hayatta, çoğunlukla Sw an n'dan
çok dah a parlak kişilerin, çevresi tarafından yanlış an laşılm a­
m ış bir âlim in, bir sanatçının, entelektüel ü stü n lü ğü n ü çevresi­
ne kabul ettirm iş o ld u ğu n u kanıtlayan şey, çevresindekilerin,
onun fikirlerine d u y d u k ları hayranlık değil (çünkü bu fikirler
onları aşar), iyi kalpliliğine du y du kları saygıdır. Sw ann'in yük­
sek sosyetedeki kon um u d a O dette'te bir say gı uyandırıyordu,
am a Sw an n'in kendisini bu çevreye sokm ak için bir çaba g ö s­
term esini istem iyordu. Belki böyle bir girişim in so n u çsu z kala­
cağını sezinliyor, hattâ Sw an n'in sırf O dette'ten sö z etm esinin
bile, istenm eyen bazı ifşaatlara yol açabileceğinden korkuyor­
du. Sebebi ne olu rsa olsun, ism ini asla söylem eyeceğine dair
söz alm ıştı Sw an n 'dan . Y üksek sosyeteye girip çıkm ak istem e­
yişinin gerekçesi, bir zam an lar k avga ettiği bir kız arkadaşının,
intikam am acıyla onu kötülem iş olm asıydı. Sw ann, "C anım ,
herkes tanıyor olam az o ark ad aşın ı," diy e itiraz ediyordu. "Ö y ­
le dem e, insanın adı çıkacağına canı çıksın dem işler; insanlar
öyle fesat k i!" Sw ann bir yan dan bu hikâyeye bir anlam vere­
m em işti, am a öte yandan, "in san lar öyle fesat k i", "insanın adı
çıkacağına canı çıksın " türün den sözlerin genelde do ğru kabul
edildiğin i d e biliyordu; geçerli oldukları du ru m lar vardı her­
halde. O dette'in d u ru m u d a bu n lard an biri m iydi? Bu soruyu
kendi kendine so ru y ord u am a so rgu lam ası pek uzun sü rm ü ­
yordu, çünkü b ab ası gibi onun d a, zor bir soruyla karşı karşıya
kaldığın d a zihnine bir rehavet çökerdi. Sebebi ne olursa olsun,
O dette'i böylesine korkutan yü k sek sosyete muhiti, onda belki
b üyük bir arzu d a u yan dırm ıyord u, çünkü kendi tanıdığı çev­

250
relerden o k adar uzak tayd ı ki, onu gözü n de açıkça canlandır­
m ası m üm kün değildi. Bununla birlikte, bazı bakım lardan sa ­
deliğini gerçekten k oru m uş olan O dette (m esela eskiden terzi
olan basit bir kızla ark adaşlığın ı sürdürür, hemen her gün,
kızın o tu rdu ğu evin dik, karanlık, pis kokulu m erdivenini tır­
m anırdı), şıklığa, seçkinliğe de m eraklıydı, am a şıklık kavram ı,
yü k sek sosyete m en suplarm ınkin den farklıydı. O nlar için seç­
kinlik, isim leri bir tür repertuvar oluşturan dostlarından veya
dostlarının dostların dan m üteşekkil bir muhitte, sayıları sınırlı
birkaç kişiden etrafa yayılan ve -b u kişilerin yakın çevresinden
u zak laşıldık ça gü cü azala a z a la - oldukça u zaklara yansıyabilen
bir şeydir. Y üksek sosyete m en su pları bu repertuvarı ezbere bi­
lirler, bu kon ularda sah ip oldukları derin bilgiden, bir zevk, bir
sezgi türetm işlerdir; öyle ki, m esela Sw ann gazetede, bir akşam
yem eği davetin de hazır bulunanların isim lerini o k u d u ğu z a ­
m an, yü k sek sosyete bilgisine b aşv u rm asın a gerek kalm adan,
tıpkı kültürlü bir insanın, sad ece bir cüm le okuyarak, yazarın
edebî niteliğini isabetli bir biçim de değerlendirebilm esi gibi,
sö z k on u su ak şam yem eğinin seçkinlik derecesini derhal söyle­
yebilirdi. O ysa Odette, bu k avram lara sah ip olm ayan, (yüksek
so syete m en supları bu kon uda ne dü şü n ürlerse düşünsünler,
m üth iş kalabalık bir topluluk oluşturan ve toplum un her kesi­
m in de rastlanabilecek), seçkinliği b am b aşk a bir şey olarak ha­
yal eden in san lardan dı; bunların hayalindeki seçkinlik, ait ol­
dukları çevreye göre değişik görünüm lere bürünür, am a -ister
O dette'in hayalini k u rd u ğ u seçkinlik olsun, isterse M m e Cot-
tard'ın k arşısında eğildiği seçkinlik- h epsin de belirleyici özel­
lik, herkesin do ğru d an u laşabileceği bir şey olm asıdır. A slın da
öteki seçkinlik, yani yüksek sosyete m ensuplarının seçkinliği
de herkesin u laşabileceği bir şeydir, am a belirli bir süre gerekti­
rir. O dette birisi hakkında, "Sad ece seçkin yerlere gider," derdi.
Sw ann ne dem ek istediğini so rd u ğ u takdirde de, hafif bir
k üçüm sem eyle cevap verirdi:
"C anım , seçkin yerler işte! Bu yaşta seçkin yerlerin ne dem ek
olduğun u bilm iyorsan ben ne yapayım ? M esela pazar sabahları
Impératrice C addesi, saat beşte Boulogne O rm am 'nda göl turu,
perşem beleri Eden Tiyatrosu, cum aları H ipodrom , balolar..."

251
"H an gi balolar am a?"
"C anım , P aris'te düzenlenenler, seçkin balolar yani. M esela
H erbingeıfl bilirsin, bir sarrafla çalışıyor; nasıl bilm ezsin, Pa­
ris'in en g ö zd e erkeklerinden biri, u zun boylu, sarışın , m üthiş
sn o p bir genç, yakasın da hep bir çiçek vardır, sırtı şeritli, açık
renk paltolar giyer; bütün pröm iyerlere g ö tü rd ü ğ ü , boya k ü p ü
yaşlı bir kadınla birlikte hani. İşte bu H erbingePin geçen ak ­
şam k i b alosu n d a Paris'in bütün seçkin sim aları bulunuyordu.
Ah, o baloya gitm eyi ne k adar isterdim ! A m a k ap ıd a davetiye
gösterm ek gerekiyordu, ben d e bir davetiye edinem em iştim .
A slın da gitm ediğim e d e m em nunum , kalabalıkta ezilecek, hiç­
bir şey d e görem eyecektim . M aksat H erbingePin b alo su n a git­
tim dem ek. Eh, biliyorsun ben gösterişi pek sevm em . Ayrıca
gittim diyenlerin d e yarısı gitm em iştir, rahatlıkla söyleyebilirim
bunu... A m a sen ki o k ad ar şıksındır, o b aloya gitm em ene şaşır­
d ım ."
Sw ann her şeye rağm en , O dette'in bu seçkinlik kavram ını
d eğiştirm eye çalışm ıyordu katiyen; kendi seçkinlik kavram ının
d a dah a d o ğru olm adığını, onunki k ad ar saçm a ve ön em siz ol­
d u ğ u n u dü şü n d ü ğü n d en , bu k on u d a sevgilisin i eğitm eyi an ­
lam sız b u lu yord u; o k ad ar ki, birkaç ay sonra, Sw an n'in ilişki­
leri, kim lerin evine gittiği, O dette'i bir tek açıdan, bu kişiler
aracılığıyla edinebileceği at yarışı özel giriş kartları ve pröm i­
yer biletleri açısından ilgilendirir oldu. Sw ann'in böyle faydalı
ilişkileri olm asını istiyordu, am a bir yan dan da, V illeparisis
M ark izi'ni sokakta yünlü siyah elbise ve bağcıklı boneyle gö r­
d ü ğü n d en beri, bunların pek seçkin insanlar olm adıklarını d ü ­
şün üyordu.
"F ak at d a r l i n g yaşlı bir kapıcıya, tiyatrolardaki yer gö ste­
ricilere benziyor! M arkiz ha! Ben m arkiz değilim , am a üstün e
p ara verseler o kılıkla so k ağ a çıkm am !"
Sw ann'in O rléans Rıhtım ı'ndaki konakta oturm asını bir
türlü anlayam ıyor, kendisine itiraf edecek cesareti b u lam am ak ­
la birlikte, o sem tin Sw an n 'a layık olm adığını dü şü n üy ordu .
Şü ph esiz, "an tik a "y a çok m eraklı o ld u ğ u id d iasın day dı;
bütün bir gü n ü "kıvır zıv ır" arasın d a, "m az isi" olan, "elden
1 "Sevgilim , hayatım, tatlım" anlam ında İngilizce kelime.

252
d ü şm e eşy alar" arayarak geçirm eye bayıldığını söylerken, y ü ­
zün e hayranlıkla dolu, h a ssa s bir ifade yerleşirdi. Sorulan soru ­
ları asla cevaplan dırm am ayı ve gü n ü n ü nasıl geçirdiğine dair
"h e sa p verm em eyi" adeta bir şeref m eselesi say dığı (ve bir aile
prensibi gibi d aim a bu k urala riayet ettiği) halde, bir keresinde
Svvann'a bir kadın ark ad aşın d an sö z etm iş, kendisini evine d a­
vet ettiğini, evindeki bütün eşyaların "dön em m ob ilyası" o ld u ­
ğu n u söylem işti. A m a Sw ann b unun hangi dönem oldu ğu n u
öğrenem edi. Yine de O dette, biraz dü şü n dü kten sonra, eşy ala­
rın "o rtaçağ v ari" old u ğu n u söyledi. Bu ifade, du varlarda ah şap
k aplam a o ld u ğ u an lam ın a geliyordu. Bir süre sonra, aynı arka­
daşın d an tekrar bahsetti ve bir gü n önce bir akşam yem eği d a­
vetinde karşılaştığım ız, biz dah a önce adını hiç d u y m am ış ol­
d u ğ u m u z halde, ev sahiplerinin davran ışların dan çok ünlü biri
o ld u ğu n u an ladığım ız birinin ism ini söylerken, k arşım ızdaki­
nin kim den sö z ettiğim izi derhal an layacağını u m arak benim ­
sed iğim iz, biraz tereddütlü ve bilgiç tavırla ekledi: "Yemek
od ası takımı... on sekizinci y ü zy ıl!" A slın da çok çirkin b u lu yor­
d u bu ü slu b u ; çıplaktı, sanki evin döşen m esi yarım kalm ış g i­
biydi, k ad ın lan d a çok çirkin gösteriyordu , bu m od a tu tm aya­
caktı. A rkad aşın dan üçüncü kez sö z edişin de ise, o yem ek o d a­
sı takım ını y ap m ış olan adam ın adresini gösterdi Sw an n 'a ve
parası o ld u ğ u zam an , kendisin e d e bir takım yapm ası için ad a ­
mı çağırtm ak istediğin i söyledi; aynısın dan yaptırm ak istem i­
yo rdu elbette, kendi hayallerini sü sleyen ve küçük evinin b o­
yutlarına m aalesef u ygu n olm ayan yem ek odası, yüksek büfeli,
R önesans m obilyalı, B lois Şato su 'n d ak i gibi şöm ineli bir yem ek
odasıydı. O gün, Sw an n 'la konuşurken, Sw ann'in O rléans Rıh­
tım ın d ak i eviyle ilgili fikrini ağzın d an kaçırdı; Sw ann, Odet-
te'in arkadaşın ı, yaygın olm am akla birlikte çok hoş olabilecek
XVI. L ou is ü slu b u n a değil de, sahte antikaya m erak saldığı için
eleştirince, O dette'in b u rju valara has "elâlem ne d er" korkusu,
bir kez dah a yosm an ın san at m erakına üstün geldi ve "Senin
gibi kırık m obilyaların, yıpran m ış halıların ortasında mı y a şa ­
sın y a n i?" dedi.
O dette'in gö zü n de, kıvır zıvır peşin d e koşm aktan ve şiir­
den hoşlanan, aşağılık h esaplard an nefret eden, şeref ve aşktan

253
başk a şey düşünm eyen kişiler, insanlığın geri kalanından üstü
bir kaym ak tabaka oluşturuyordu. Bunlara gerçekten m eraklı
olm ak gerekm iyordu, m eraklı o ld u ğu n u söylem ek yeterliydi;
birlikte ak şam yem eği yediği bir erkek, eski d ü k kân lard a d o ­
laşm aktan , ellerini toza bulam aktan hoşlandığını, bu ticari asır­
d a kim seden takdir görem eyeceğini, çünkü bu asrın kaygılarını
taşım adığın ı ve bu yüzden de b aşk a bir çağın adam ı old u ğu n u
itiraf ettiğinde, Odette, "H iç tahm in etm iyordum d o ğ ru su , ne
k ad ar h assas, sevim li bir in san m ış!" der, ona yoğun , ani bir y a­
kınlık du yardı. Buna karşılık, Sw ann gibi bu m eraklara, zevk le­
re sah ip olan, am a sö zü n ü etm eyen kişiler, O dette'in ilgisini
çekm iyordu. Sw ann'in p aray a önem verm ediğini kabul etm ek
zo ru n d a kalıyordu gerçi, am a som urtkan bir ifadeyle, "C an ım ,
Sw ann b aşk a," diye ekliyordu; gerçekten de, O dette'in hayal
gü cü n e hitap eden şey, m anevi değerlerin hayata geçirilm esi
değil, dildeki karşılıklarıydı.
Sw ann, O dette'in hayallerini çoğunlukla gerçekleştirem e­
diğini hissettiğinden, en azın dan kendisiyle birlikte hoşça vakit
geçirm esi için uğraşıyor, O dette'in her kon uda sergiled iği zevk­
sizliğe, sah ip o ld u ğu b ay ağı fikirlere m ü dah ale etm em eye çalı­
şıyordu; aslında O dette'in her şeyi gibi bu zevksizliği, b ayağı
fikirleri de Sw ann'in h oşuna gidiyor, hattâ onu bü yü lü yordu ,
çünkü bu kendine has özellikleri sayesin de, karşısındaki k ad ı­
nın özü görün ü r hale geliyordu. Bu yüzden , O dette Topaz Krali-
çe'ye gideceği için sev in diğin de ya da çiçek festivalini kaçır­
m aktan, hattâ dah a sıradan bir program a, m esela bir kadının
şıklığını tescillem ek için m utlaka düzenli olarak katılm ası g e­
rektiğini zannettiği "R oyale So k ağı Ç ay Salo n u "n d a, çörekli, kı­
zarm ış ekm ekli çay saatin e yetişem em ekten korkup gözlerine
ciddi, endişeli ve kararlı bir bakış yerleştiğinde, Sw ann, hepi­
m izin bir çocuğun do ğallığı k arşısın da, konuşuverecekm iş gibi
görünen bir portrenin gerçeğe yakınlığı k arşısında y aşad ığım ız
hayranlıkla kendinden geçiyor, sevgilisinin ruhunu çehresinde
görüyor ve dudakların ı bu çehreden taşan ruha değdirm ekten
kendini alam ıyordu. "Ya! D em ek O dette'çik çiçek festivaline
gitm ek, kendini gösterm ek istiyor, pekâlâ, götürelim , bize bo­
yun eğm ek dü şer." Sw ann, gözleri biraz bozulunca, evinde ça­

254
lışırken gö zlü k takm ak, sosyete davetlerine giderken de, y ü zü ­
nü gö zlü k k ad ar çirkinleştirm eyen bir m onokl kullanm ak zo­
runda kalm ıştı. O dette onu m onoklla ilk gö rd ü ğü n d e, sevincini
gizleyem edi. "E rkeklerde m onokl hakikaten çok şık du ru yor!"
dedi. "N e k adar yakışm ış! Tam bir centilm en olm uşsun. Bir tek
unvanın ek sik !" diy e ekledi, hafifçe hayıflanarak. Sw ann, Bre-
tanyalı bir kadın a âşık olsa, sevgilisini Breton başlığıyla gör­
m ekten, hortlaklara inandığını işitm ekten m utluluk du yacağı
gibi, O dette'in de böyle olm asın dan hoşlanıyordu. O gü n e ka­
dar, san at zevkleri tensel hazların dan b ağım sız gelişen birçok
erkek gibi, Sw ann'in da, bu zevklerin birinden d u y d u ğ u tat­
m inle diğerin den d u y d u ğ u tatm in arasın da hep tuhaf bir
u y u m su zlu k vardı; giderek dah a b ayağı kadın larla yan yana,
gitgid e dah a incelikli eserlerin cazibesine kapılm ıştı; bir hiz­
metçi kızı, seyretm ek istediği bir D ekadan tiyatro tem silini par­
m aklıklı bir locada izlem eye, veya izlenim ci bir resim sergisine
götürebiliyordu; zaten kültürlü bir yüksek sosyete hanımının,
hizm etçiden dah a fazla bir şey an lam ayacağı, üstelik onun gibi
tatlılıkla su sm ay ı d a becerem eyeceği kanısındaydı. O ysa Odet-
te'e âşık o ld u ğu n d an beri, onunla aynı du y gu ları pay laşm ak,
onunla ortaklaşa, tek bir ruha sah ip olm ak Sw an n'a o k ad ar ca­
zip geliyordu ki, onun hoşlandığı şeyleri sevm eye çalışıyor,
O dette'in yalnız alışkanlıklarını taklit etm ekten değil, fikirlerini
benim sem ekten d e zevk alıyordu; bu fikirler, Sw an n'in kendi
zihninde herhangi bir tem ele otu rm adığın dan , sad ece aşkını
çağrıştırdıkları ve zaten Sw ann d a onları aşkı sebebiyle tercih
ettiği için, aldığı zevk dah a d a büyüktü. Serge Panine'i bir kere
seyretm ekle yetinm em esinin, O livier M etra'nın yönetim indeki
konserlere gitm ek için fırsat kollam asının sebebi, O dette'in b ü ­
tün düşüncelerini öğrenm enin, bütün zevklerini paylaştığın ı
hissetm enin cazibesiydi. O dette'in sev diği eserlerin, m ekân la­
rın, Sw an n 'i ona yaklaştıran b ü yü sü , onlardan dah a güzel olan,
am a O dette'i hatırlatm ayan eserlerin ve m ekânların özündeki
b ü yü den dah a esraren giz geliyordu Sw an n'a. Zaten gençliğin­
deki entelektüel inançların zayıflam asına izin verm iş ve yüksek
sosyete şüpheciliği kendisi farkına varm ad an bu inançlara sız­
m ış old u ğu için, Sw ann, zevklerim izin yöneldiği nesnelerin,

255
kendi içlerinde m utlak bir değerleri bulunm adığını, her şeyin
dönem e, so syal sınıfa bağlı ve m o d ad an ibaret old u ğu n u ve en
b ay ağ ı şeylerin, aslında en seçkin kabul edilen şeylerle yer d e ­
ğiştirebileceğini dü şü n ü y ordu (en azın dan o k ad ar u zun süre
böyle d ü şü n m ü ştü ki, hâlâ bunu söylüyordu). N asıl ki O det­
te'in bir sergi açılışı davetiyesi b u lm aya verdiği önem i, özünde,
kendisinin bir zam an lar G aller Prensi'nin evinde öğle yem eği
yem ekten aldığı zevkten dah a saçm a bu lm u yorsa, aynı şekilde
O dette'in M onte-C arlo'ya veya R igi'ye hayranlığının d a, O det­
te'in çirkin bir yer olarak hayal ettiği H ollan d a'ya ve kasvetli
b u ld u ğ u V ersailles'a kendisinin beslediği hayranlıktan dah a
m an tıksız olm adığını dü şü n üy ordu . Bu yü zden de kendi sev d i­
ği yerlere gitm ekten feragat ediyor, bunu O dette için yaptığını,
sad ece O dette'le birlikte bir şeyler hissetm ek, bir şeyleri se v ­
m ek istediğini düşünm ekten zevk alıyordu.
O dette'i çevreleyen her şey gibi, bir bakım a onu görm enin,
onunla sohbet etm enin yolu olan Verdurin'lerle birliktelikten
d e hoşlanıyordu. Verdurin'lerle birlikteyken, bütün eğlencele­
rin, yem eklerin, m üziğin, oyunların, k ostü m lü geceyarısı ye­
m eklerinin, kır sefalarının, tiyatro seanslarının hattâ "sıkıcı tip­
ler" için nadiren düzenlenen "b ü y ü k gece davetleri"n in özü n ­
de, Verdurin'lerin Sw an n'i dav et ederek olağan ü stü bir lütuf
halinde su n du kları O dette'in varlığı, O dette'in görün tüsü,
O dette'in sohbeti b u lu n du ğu n dan , Sw ann "k ü çü k y u v a "d a ol­
m ayı her yere tercih ediyor, ona gerçek m eziyetler atfetm eye
çalışıyordu, çünkü böylece, bunu bir zevk haline getirirse, ha­
yatı boyunca bu çevreyle görüşeceğini dü şü n üy ordu . Sw ann,
in an am am a korkusuyla, O dette'i daim a seveceğini kendi ken­
dine söylem eye cesaret edem ediğinden , hiç değilse Verdu­
rin'lerle öm ür boyu görüşeceğin i varsayarak (bu önerm e, bir
varsayım olarak, zihninde dah a az say ıd a temel itiraza yol açı­
yordu), gelecekte d e O dette'le her gece b u lu şm ayı sürdü receği­
ni hayal ediyordu; O dette'i daim a sevm ekle aynı şey say ılm az­
dı belki, am a şim dilik, O dette'e aşkı dev am ettiği sürece, onu
h ep göreceğine inanm ak Sw an n 'a yetiyor, dah a fazlasını istem i­
yordu. "N e hoş bir çevre," diyordu kendi kendine. "A slın d a
gerçek hayat bu çevrede yaşanıyor! Y üksek sosyete m en su p la­

256
rından çok d ah a zeki, çok dah a sanatkâr insanlar! M m e Verdu-
rin, biraz gülünç denebilecek ufak tefek abartılarına rağm en,
resm e, m üziğe, ne k ad ar sam im i bir aşkla bağlı, san at eserleri­
ne nasıl tutkuyla yaklaşıyor, sanatçıları m em nun etm eyi ne ka­
d ar arzuluyor! Y üksek sosyete m ensupları hakkında yanlış bir
fikre sah ip, am a yüksek sosyetenin san atkâr çevreler hakkında-
ki fikri dah a da yanlış! Belki ben sohbette entelektüel tatmini
pek aram ıyorum am a aptalca kelime oyunlarına rağm en , Cot-
tard'la vakit geçirm ekten hoşnutum . R essam a gelince, karşısın ­
dakini şaşırtm ak isted iğin de sergilediği özenti tatsız olsa da,
b u gü n e k adar tanıdığım en zeki in san lardan biri. H er şeyden
önem lisi de, in san bu çevrede kendini serbest hissediyor, rahat­
ça, resm iyet gözetm eden canı ne isterse yapabiliyor. O salon
her gün nasıl bir neşeyle d o lu p taşıyor! Tek tük birkaç istisna
dışın da, kesinlikle b u m uhitten b aşkasın a girm eyeceğim bun ­
dan böyle. G iderek bütün alışkanlıklarım , hayatım , oraya ait
olacak."
Verdurin'lerin özü n de m evcut o ld u ğu n u zannettiği m ezi­
yetler, aslında Sw ann'in, O dette'e aşkı say esin d e o ev d e y aşad ı­
ğı hazların, Verdurin'lere yansım asın dan ibaretti; dolayısıyla
bu hazlarla birlikte m eziyetler de ciddiyet, derinlik ve hayati­
yet kazanıyorlardı. M m e Verdurin zam an zam an Sw an n 'a m ut­
luluk getirebilecek tek şeyi ona su n du ğu için; m esela O dette'in,
erkek m isafirlerden biriyle, diğerlerine göre dah a fazla k on u ş­
tuğu, Sw ann'in da O dette'e kızıp eve kendisiyle birlikte dön ü p
dönm eyeceğini sorm ak istem ediği bir gece, M m e Verdurin ken­
diliğinden, "O dette, M. Sw ann'i evine geçireceksiniz, değil
m i?" diyerek, Sw an n 'i m utluluk ve huzura k av u ştu rd u ğ u için;
Sw ann, yaklaşan yaz m evsim in de O dette'in kendi b aşın a bir
yerlere gid ip gitm eyeceğini, onu yazın d a her gece g ö rü p göre­
m eyeceğini d ü şü n ü p endişelenirken, M m e Verdurin ikisini bir­
den sayfiye evine dav et ettiği için - Sw ann, farkında olm adan ,
minnetin ve m enfaatin zihnine sızm asına, düşüncelerini etkile­
m esine izin veriyor, M m e Verdurin'in asil bir ruha sah ip o ld u ­
ğu n u söyleyecek k ad ar ileri gidiyordu. Louvre m üzecilik ok u ­
lundan eski bir ark ad aşı, çok değerli, çok önem li binlerinden
bahsedecek olsa, "Verdurin'leri bin kat tercih ederim ," diyor,

257
kendisinden hiç beklenm eyen, tum turaklı cevaplar veriyordu:
"V erdurin'ler yücegön üllü insanlar, yücegön üllülük de, aslın ­
da, şu yeryü zü n d e önem i olan, insanı sivrilten tek şey. Biliyor
m u su n, in san lar ikiye ayrılıyor: yücegön üllü olanlar ve olm a­
yanlar; ben artık insanın hangi tarafta yer alacağına, kimi sev ip
kim i önem sem eyeceğine kesin karar verm esi gereken y a şa gel­
dim ; bir yaştan sonra insan sevdiklerine b ağlanm alı, diğerleriy­
le harcanan zam anı telafi etm ek için, onlardan ölünceye k adar
ayrılm am alı bence. İşte," diye ekliyordu, hafif bir heyecanla,
p ek farkına varm asak d a, bir şeyi d o ğru old u ğu için değil, sö y ­
lem ek h o şu m u za gittiği için söylediğim izd e, kendi sesim izi içi­
m izden değil, d ışarıdan geliy orm u ş gibi d in lediğim izde sesim i­
ze yansıyan heyecanla, "ben d e kesin tercihimi yaptım , sadece
yücegön üllü insanları sevm eye ve daim a onların arasın d a y a şa ­
m ay a k arar verdim . M m e Verdurin'in gerçekten zeki olu p ol­
m adığını soruyorsun. Em in ol, öyle asil bir yüreğe, öyle yüksek
d ü ze y d e bir ruha sah ip o ld u ğu n u kanıtladı ki bana, bence aynı
d ü ze y d e bir zekâsı olm asa, bu noktaya u laşam azd ı. San at k o­
n u su n d a derin bir an layışı old u ğu kesin. A m a bu belki d e en
hayran olunacak yanı değil; bana gösterdiği benzersiz ilgi, y a p ­
tığı ustalıklı, incelikli küçük yardım lar, hem soylu, hem de tek­
lifsiz tavırları, hayat hakkında bütün felsefe kitapların dan dah a
derin bir k avrayışı o ld u ğu n u ortaya koyuyor."
O ysa Sw ann, V erdurin'ler k ad ar sa d e eski aile dostları, on­
lar k adar san ata dü şk ü n gençlik ark adaşları b u lu n d u ğu n u , ay ­
nı derecede yücegön üllü b aşk a insanlar tanıdığını, bununla bir­
likte, sadelik, san at ve yücegönüllülükten yana tercihini yaptı­
ğın dan beri onlarla hiç gö rü şm ed iğin i düşünebilirdi. N e var ki
bu kişiler O dette'i tanım ıyorlardı ve tam salar, O dette'i Sw an n'a
yaklaştırm aya çalışm azlardı.
K ısacası, Verdurin'lerin m uhitinde, kendilerini Sw ann ka­
dar seven ya d a sev diğin i zanneden bir m ürit d ah a yoktu her­
halde. O ysa M. Verdurin Sw an n 'd an hazzetm ediğini söylerken,
kendi hislerini dile getirm ekle kalm ayıp karısının hislerini de
tahmin etm iş oluyordu. Sw an n'in O dette'e aşkı m uhtem elen
biraz fazla özeldi ve Sw ann ayrıca, M m e Verdurin'i bu aşkın
sürekli sırdaşı haline getirm eyi ihm al etmişti; Sw an n'a duyduk-

258
la n öfkenin artm asında, Verdurin'lerin m isafirperverliğin e
Svvann'ın ölçülü bir karşılık verm esi, Verdurin'lerin hiç tahm in
etm ediği bir sebeple çoğu kez ak şam yem eğine gelm em esi, on­
ların d a bunu, "sıkıcı tipler"in bir davetini kaçırm am a arzu su
olarak yorum lam ası ve nihayet, Svvann'ın gizli tutm ak için al­
dığı bütün önlem lere rağm en, yüksek sosyetedeki parlak m ev­
kiini zam an la keşfetm eleri de rol oynam ıştı şü ph esiz. A m a asıl
seb ep b aşkaydı. Verdurin'ler, Svvann'ın, kendine ayırdığı, giril­
m esi im kânsız bir yanı b u lu n d u ğu n u derhal hissetm işlerdi;
Svvann bu yanıyla, Sağan Prensesi'nin gülün ç olm adığını, Cot-
tard'ın esprilerinde d e gülünecek bir şey bulunm adığını se ssiz ­
ce kendi kendine söylem eye dev am ediyordu; üstelik, Svvann
nezakette asla k usur etm ediği ve Verdurin'lerin d ogm aların a
b aşk ald ırm ad ığı halde, b u d ogm aları kendisine benim setm eye,
onu tam anlam ıyla do ğru yola getirm eye de im kân yoktu, dah a
önce hiç böylesine rastlam am ışlardı. Svvann'ın sıkıcı tiplerle g ö ­
rü şm esi, (oysa Verdurin'leri ve küçük yuvayı, gerçekten, bütün
sam im iyetiyle, onlara bin kat tercih ediyordu) ibret olsu n diye
m üritlerin önünde onları inkâr etm esi şartıyla affedilebilirdi a s­
lında. N e var ki Verdurin'ler, Svvann'ın eski inancını asla inkâr
etm eyeceğini anlam ışlardı.
O y sa Verdurin'lerin, O dette'in ricası üzerin e d av et ettikle­
ri bir b aşk a "a d a y ", O dette'in birkaç kere b u lu şm u ş o ld u ğ u
Forcheville K ontu, Svvann'dan ne k ad ar farklıydı, ona ne
u m u tlar b ağlam ışlard ı! (K ontun, Saniette'in en iştesi o ld u ğu n u
öğren d ik lerin de m üritler hayretten hayrete d ü şm ü şlerd i; eski
arşivci Saniette'in tavırları o k ad ar m ü tevazıy d ı ki, onun ken­
dilerin d en d ah a d ü şü k bir so sy al m evkie sah ip o ld u ğ u n u d ü ­
şü n m ü şlerd i öteden beri, varlıklı ve görece aristok rat bir çev­
renin insanı olabileceği akılların dan bile geçm em işti.) Evet,
Forcheville m üth iş sn optu , Svvann hiç d eğ ild i; Forcheville k a­
tiyen Svvann gibi Verdurin'lerin m uhitini her çevreden ü stün
b u lm u yord u. A m a Svvann'ın, kendi tanıdıkları hakk ın d a M m e
V erdurin'in yaptığı yalan yanlış eleştirilere katılm asın ı en gel­
leyen h assasiy et de F orcheville'de yoktu. R essam ın bazı g ü n ­
ler yap tığı özentili, b ay ağı ve tum turaklı k o n u şm alara ve Cot-
tard'ın sey yar satıcı esprilerine gelince, ressam ı d a, C ottard'ı

259
d a seven Sw an n, onları kolaylıkla hoşgörür, am a alk ışlam a ce­
saretini ve riyakârlığını gösterem ezdi; Forcheville ise, aksine,
ressam ın k on u şm aların a an lam ad an d a olsa hayran k alm asın a
ve doktoru n esprilerine b ayılm asın a im kân tanıyan bir ente­
lektüel d ü ze y e sahipti. Forcheville'in V erdurin'lerde k atıldığı
ilk ak şam yem eği, bütün bu farkları gö zler önüne serdi, k on ­
tun avantajların ı öne çıkardı ve Sw an n 'in gö zd en d ü şü şü n ü
hızlandırdı.
Aynı ak şam yem eğin de, m ü dav im lerin d ışın d a, bir de
So rbo n n e'dan bir profesör, Brichot vard ı; V erdurin'lerle k ap lı­
calard a tanışm ıştı ve ün iversited eki göreviyle derin bilim sel
çalışm aları vaktinin n eredeyse tam am ını d o ld u rm asa, on larla
sık sık gö rüşm ekten m em nuniyet d u y ard ı. Ç ü n k ü Brichot, her
m eslekten bazı zeki in san lard a, tıbba in an m ay an hekim lerde,
Latince çeviri derslerin e in an m ay an lise öğretm enlerinde rast­
lan an ve kendilerine açık fikirli, parlak , hattâ ü stün kişi şöh re­
ti k azan d ıran yan yana iki özelliğe sah ipti: hayata karşı bir
m erak, aşırı bir bağlılık ve kendi u zm an lık k on ularına ilişkin
bir şüphecilik. V erdurin'lerin ev in d e felsefe ve tarihten b ah se­
derken, örneklerini özenle en güncel k on u lard an seçerdi; b u ­
nun tem el nedeni, felsefeyle tarihi hayata bir hazırlık olarak
gö rm esi ve d ah a önceleri sad ece k itap lard an öğren d iği şeyin
küçü k k ab iled e eylem e geçirilm iş o ld u ğu n u d ü şü n m esiy d i;
ayrıca, bazı k on ulara say g ı gö sterm eyi bir zam an lar alışkan lık
haline getird iği ve fark ın d a olm ad an bu alışkan lığı sü rd ü rd ü ­
ğü için, k üçü k kabileyle birlikteyken takın dığı serb est tavırlar
say esin d e, p rofesö r k im liğinden sıyrıldığın ı d a zan n ed iy ord u
belki, o y sa bu tavırları, aksin e, pro fesö r kim liğini hep k o ru d u ­
ğu için serb est tavırlarm ış gibi gö rü n ü y o rd u ona.
Yem eğin d ah a b aşın d a, yeni " a d a y " u ğru n a kıyafetine b ü ­
y ü k ih tim am gö sterm iş olan M m e V erdurin'in sağ ın d a oturan
M. d e Forcheville, ev sah ibesin e, "B e y a z 1 elbiseniz gö z k am aş­
tırıyor," d ed iğin d e, "de"2 diye ad lan d ırd ığı soyluların ne biçim
in san lar olduklarını çok m erak ettiğinden gö zü n ü konttan ayır­
m am ış olan ve dikkatini çekip onunla ilişki kurm a fırsatı kolla-
1 Fransızcası: blanche. Aynı zam anda kadın adı (Blanche) olarak da kullanılır.
2 de\ Fransızcada soyluluk eki.

260
yan doktor, "blanche" kelim esinin üstün e atlayarak, kafasını ta­
b ağın d an k aldırm adan , " Blanche m ı? Blanche de C astille mi
y o k sa?" dedi ve ardından, başını hiç k ıpırdatm adan , sağ a sola
şü ph eli, m ütebessim , kaçam ak bakışlar yöneltti. Svvann gü lü m ­
sem ek için gö sterdiği sancılı ve nafile çabayla bu kelim e oy u ­
nunu aptalca b u ld u ğu n u belli ederken, Forcheville, içtenliği
M m e Verdurin'i büyüleyen ölçülü, yerinde kahkahalarla hem
esprin in inceliğini beğendiğini, hem de m uaşeret adabını b ild i­
ğini kanıtladı.
M m e Verdurin, "H iç böyle bilim adam ı gö rd ü n ü z m ü ?"
d ed i Forcheville'e. "İki dakika ciddi ciddi k on uşm ak m üm kün
değ ild ir kendisiyle. H astan ede d e böyle mi k o n u şu y o rsu n u z?"
diye ekledi doktora dönerek. "Ö yleyse, orası epeyce eğlenceli
olm alı. Benim de hastaneye yatm am gerekecek galib a."
Brichot, "Y anılm ıyorsam , sayın doktor, Blanche d e C astille
denen ihtiyar c ad ıd an sö z ediyo rd u , d eğil mi h an ım efen d i?"
deyince, M m e Verdurin gözleri k apalı, kendinden geçerek
y ü zü n ü elleriyle kapattı, parm akların ın ardın dan b o ğ u k çığlık­
lar geliyordu . "B u m asan ın etrafın da toplan m ış kişiler arasın ­
da so fu lar d a v arsa, onları telaşlan dırm ayı h âşâ istem em , sub
rosfl...1 Ayrıca o harika, A tinalı -y ü z d e y ü z A tin alı!- cum h uri­
yetim izin, bu karanlıkçılık taraftarı C ap et kraliçesini, zorba
em niyet m üdürlerin in ilki olm ası sıfatıyla ne k ad ar k u tsay ab i­
leceğin! b iliy oru m ." M. Verdurin'in itirazına cevaben, "Ö yle
aziz d o stu m , öyle, öy le," diye d ev am etti, ahenkli sesiyle hece­
leri tek tek vu rgu layarak . "D o ğ ru lu ğ u n a y ü z d e y ü z gü v en eb i­
leceğim iz Saint-Denis Tarihi b u k on u d a hiçbir şü p h ey e yer bı­
rakm ıyor. Laiklik taraftarı bir proletarya, koru yu cu azizesini
seçerken, bir azizin an nesinden d ah a isabetli bir seçim y a p ab i­
lir m iy di? A slın da Su geı'n in , A ziz B ernard'ın ve b aşkaların ın
da belirttiği üzere, oğlu da herkes gibi az zılgıt yem em iş ken­
disin d en ."
"B u beyefendi k im ?" diye so rd u Forcheville M m e Verdu-
rin'e. "D eğerli bir şah siyete benziyor."
1 Bir toplantıda konuşulanların veya yapılanların, toplantıya katılanlar tarafından
ifşa edilm ediği ve tavana, saklanacak olan sırrı sim geleyen bir gülün asıldığı eski
bir gelenekten kaynaklanan, "gizlice" anlam ında Latince deyim.

261
"N asıl olur, m eşhur Brichot'yu tanım ıyor m u su n u z? Bütün
A vrupa kendisini tanır."
"Ya! D em ek Brechot!" diye haykırdı, ism i yanlış du yan
Forcheville. "Şim di an laşıldı," diy e de ekledi, faltaşı gibi açıl­
m ış gözlerini ünlü şahsiyetten ayırm adan. "M eşh u r şah siyetler­
le ak şam yem eği yem ek daim a ilginçtir. Bizi k alburüstü konuk­
larla birlikte davet etm işsiniz gerçekten. E vinizde sıkılm ak
m üm kün d eğil."
"A slın d a biliyor m u su n u z," dedi M m e Verdurin m ütevazı
bir tavırla, "b u rad a kendilerini rahat h issed iyorlar d a ondan.
Canları ne isterse onu konuşuyorlar, o zam an d a sohbet havai
fişekler gibi alevleniyor. M esela Brichot'nun bu geceki hali hiç­
bir şey değil; bu ev de bazen o k adar g ö z kam aştırır ki, insanın
karşısın d a d iz çökesi gelir; halbuki b aşk a ortam larda, b am b aş­
ka bir adam dır, esprisizdir, lafı ağzın d an kerpetenle sökm ek g e­
rekir, sıkıcıdır hattâ."
"N e g a rip !" dedi Forcheville hayretler içinde.
Brichot'nunki türünden bir espri anlayışı, gerçek bir zekâyı
barındırdığı halde, Sw ann'in gençliğini geçirdiği ark ad aş çevre­
sin d e d ü p e d ü z aptallık olarak görülürdü. O ysa profesör,
Sw an n'in esprili b u ld u ğu birçok yüksek sosyete m en subun u
kıskandıracak, keskin ve işlenm iş bir zekâya sahipti. A m a aynı
sosyete m en su pları, özellikle sosyete yaşayışın a ilişkin k on ular­
daki, hattâ zekânın alanına girm esi beklenebilecek olan sohbet
k on usun dak i zevklerini Sw an n'a öylesine aşılam ışlardı ki,
Sw ann kaçınılm az olarak Brichot'nun esprilerini ukalaca, b ay a­
ğı ve m üth iş kaba buldu. Sw ann etrafında hep n azik in san lar
görm eye alıştığı için, aşırı milliyetçi profesörün, m uhatabı kim
olu rsa olsun, kaba, askerî bir tavır takınarak kon uşm ası da
Sw an n'i çok rah atsız ediyordu. Ayrıca o gece O dette'in her ne­
d en se yanında getirdiği şu Forcheville denen ad am a M m e Ver-
durin 'in gösterdiği ihtim am da, Sw ann'in h o şgörü sınırlarını
zorlam ış olabilirdi. O dette Sw ann açısından b iraz endişelen­
m iş, geldiğin de sorm uştu:
"M isafirim i nasıl b u ld u n u z?"
Yıllardır tanıdığı Forcheville'in bir kadının hoşuna gid eb i­
leceğini, yakışıklı bir erkek o ld u ğu n u ilk kez fark eden Sw ann

262
da, "İğrenç!" diye cevap verm işti. Şü ph esiz, O dette'i k ıskan ­
m ak aklından bile geçm ezdi, am a her zam anki k adar m utlu
hissetm iyordu kendini; Blanche d e C astille'in, "H en ry Planta-
genet'yle yıllarca birlikte olduktan sonra evlenen" annesini an ­
latm aya b aşlam ış olan Brichot, bir köylünün seviyesine inm ek
veya bir askeri yüreklendirm ek için benim senebilecek güvenli
bir tonda, "D eğil m i M onsieur Sw an n ?" diy e onay alm ak iste­
yince, Sw ann ressam a bir şey sorm ak istediğini, dolayısıyla
Blanche d e C astille'le m aalesef pek ilgilenm ediğini söyleyerek
Brichot'yu adeta tersledi ve ev sahibesini küplere bindirdi. R es­
sam o gün öğleden sonra, M m e Verdurin'in, kısa süre önce öl­
m ü ş olan sanatçı bir dostun u n sergisin e gitm işti; Sw ann da,
(zevkini takdir ettiği) ressam a, sergilenen son eserlerde, daha
öncekilerde bile insanı hayrete d ü şü ren ustalığın ötesinde bir
şeyler b u lu p bu lm adığını so rm ak istiyordu.
"U stalık açısından o lağan ü stü y d ü , am a yaygın deyim le
pek 'yüce' eserler gibi gelm edi b an a," d ed i Sw ann gü lü m seye­
rek.
"Y üce d ağ lar gibi," diy e araya girdi C ottard, yapm acık bir
ciddiyetle kollarını h avaya kaldırarak.
Sofradaki herkes kahkah alara b oğuldu .
"Size söylem iştim , bu ad am la ciddiyetinizi k oru yam azsı­
nız," dedi M m e Verdurin Forcheville'e. "E n beklem ediğiniz an ­
da tuhaf bir espri patlatıverir."
A m a M m e Verdurin, bir tek Sw ann'in gü lm ediğin i de fark
etti. Sw ann zaten Forcheville'in yanında C ottard'ın kendisini
alaya alm asından rahatsız olm uştu. Üstelik, Sw an n 'la yalnız ol­
sa m uhtem elen ilginç bir cevap verecek olan ressam , m erhum
sanatçının ustalığı hakkında u fak bir nutuk atarak davetlilerin
hayranlığını toplam ayı tercih etti.
"R esim lerden birinin nasıl yapılm ış o ld u ğu n u anlam ak
için iyice yaklaştım , b urn um u yapıştırd ım ," dedi. "A m a ne fay­
da! Tutkal mı kullanılm ış, yakut m u, sabu n m u, breş mi, gü n eş
mi, dışkı mı, an lam ak m üm kün d eğil!"
"Bir dah a altı eder," diye haykırdı doktor, am a "b reş" keli­
m esinden sonra biraz geciktiği için, kim se esprisini an lay am a­
dı.

263
"Sanki hiçbir şey ku llan ılm am ış/' diye dev am etti ressam ,
"tıpkı Gece Nöbeti'nde, Yaşlılar Evi Yöneticileri'nde o ld u ğ u gibi,
p ü f noktasını bulm ak im kânsız, üstelik R em brandt'tan ve
H als'tan dah a yetenekli bir fırça. Hiçbir eksiği yok, gerçekten,
yem in ederim ."
Sonra da, ulaşabildikleri en yüksek notadan, alçak bir fal-
settoyla d ev am eden şarkıcılar gibi m ırıltıyla ve san ki sö z ko­
n u su resm in güzelliği saçm alık derecesine u laşm ış gibi, gülerek
sü rd ü rd ü konuşm asını:
"B ir rayih ası var, insanın başın ı d ö n d ü rü yo r, n efesini ke­
siyor, gıdıklıyor, kullanılan m alzem en in ne o ld u ğ u n u an la­
m ak im k ân sız, adeta sih irbazlık, hilebazlık, m u cize, d ü p e d ü z
n a m u ssu z lu k !" diye haykırırken bir kahkah a patlattı. A rdın ­
d an b ü y ü k bir ciddiyetle kafasın ı k ald ırd ı, ahenkli olm asın a
özen g ö sterd iğ i p e s bir n otadan ekledi: "Ve öy lesin e d ü rü st
k i!"
Gece Nöbeti'ni, Dokuzuncu Senfoni ve Samothrâki Nikesi'yle
birlikte dünyanın en büyük şah eseri kabul eden M m e Verdu-
rin'in karşı çıktığı, küfür niteliğindeki "Gece Nöbeti'nden dah a
etkileyici" nitelem esini ve Forcheville'in, kabul g ö rü p görm edi­
ğini an lam ak için sofrayı bakışlarıyla çepeçevre taradıktan
sonra, du dakların a edepli ve u y sal bir tebessüm yerleştiren
"dışk ıy la y ap ılm ış" yorum un u say m azsak , ressam , Svvann d ı­
şın dak i herkesin hayran, bü yü len m iş bakışlarını ü zerin de top­
lam ıştı.
R essam ın kon uşm ası bittiğinde, ak şam yem eğinin tam d a
M. d e Forcheville'in ilk gelişin de bu k ad ar ilginç geçm esinden
fazlasıyla hoşnut kalan M m e Verdurin, "B öyle kendini kaptır­
dığı zam an bayılıyorum bu a d a m a!" diye haykırdı. "Sen niye
öyle ağzın açık b ak ak ald ın ?" d ed i kocasına. "N e k ad ar güzel
k on u ştu ğu n u bilm iyor m u su n ? Sizi ilk kez dinliyor sanki. Siz
konuşurken halini görseydiniz, ağzınızın içine düşecekti nere­
deyse. Yarın bütün söylediklerinizi tek kelim esini dah i atlam a­
d an ezbere tekrar eder."
"A m a ben şaka etm iyorum ," d ed i ressam , yaptığı sü k se ­
den b ü yü k m em nuniyet d u y arak , "siz galiba u y d u rd u ğ u m u ,
n um ara yaptığım ı san ıyorsun u z; sizi d e götüreceğim sergiye,

264
bakalım abartm ış m ıyım , b ah se girerim siz benden çok çarpıla­
caksınız!"
"B iz abarttığınızı d ü şü n m ü y o ru z ki canım , sad ece bir şey­
ler yem enizi istiyoruz, hem sizin, hem de kocam ın; beyefendiye
biraz dah a dilbalığı verin, tabağındaki so ğu d u . O k adar acele­
m iz yok, yangın dan m al kaçırır gibi servis yapıyo rsu n u z, salata
servisi için bekleyin biraz."
M ütevazı bir in san olan ve az k on uşan M m e C ottard, yine
de hayırlı bir ilham say esin d e söyleyecek isabetli bir söz b u l­
d u ğ u n d a, kendine gü ven m eyi bilirdi. Sözlerinin sü k se y arata­
cağını hisseder, bu da gü venini yerine getirirdi; am acı, kendini
gösterm ekten çok kocasının kariyerine destek olm aktı. D olayı­
sıyla, M m e V erdurin'in salata d ed iğin i du y u n ca fırsatı kaçır­
m adı.
"Japon salatası o lm asın ?" dedi alçak sesle, O dette'e döne­
rek.
İsabetli ve atılgan dav ran ıp D u m as'm n b ü yü k yankı u yan ­
dıran yeni oyu nu n a böyle ölçülü am a açık bir im ad a b u lu n d u ­
ğ u için hem gu ru rlan ıp hem u tanarak, sevim li ve saf bir tavırla
gülm eye b aşlad ı; fazla gü rü ltü lü olm asalar da, kahkahalarını
zaptetm esi kolay olm adı. "B u hanım kim ? E sprili b irisi," dedi
Forcheville.
"H ayır, am a hep birlikte cum a ak şam ı yem eğe gelirseniz,
Japon salatasın ı d a y ap arız."
"Beni pek taşralı bu lacak sın ız beyefen di," d ed i M m e C ot­
tard Svvann'a, "am a herkesin sö zü n ü ettiği şu m eşh ur Francil-
lon'u henüz görm edim . D oktor bir kere gö rd ü (hattâ yanlış ha­
tırlam ıyorsam o ak şam ı sizinle birlikte geçirm e şerefine d e nail
olm uş), d o ğru su beni götürm ek için tekrar yer kiralam asını da
ben m antıklı b u lm adım . Elbette T héâtre-Français'ye gittiğine
insan hiçbir zam an p işm an olm az, oyunculuk d aim a m ükem ­
meldir, am a kendi locaları olan ve bizi seyredilm eye değer b ü ­
tün yeni oyunlara götürm eyi ihm al etm eyen çok düşünceli
dostlarım ız old u ğu n d an ," (M m e C ottard pek nadiren kon uş­
m asın da özel isim zikreder, çoğunlukla, yapm acık bir tonda,
sadece kendisi isted iğin de isim veren bir kişinin kendini önem ­
seyen edasıyla, d ah a "seçk in " b u ld u ğ u bir ifadeyle, "d o stlan -

265
m ız", "bir ark ad aşım " dem ekle yetinirdi) "en in de sonu n da
Francillon'u gö rü p bir fikir edineceğim den em inim . Buna ra ğ ­
m en, itiraf ederim ki bu arad a da kendim i b u d ala gibi h issed i­
yorum , çünkü ziyaret ettiğim her salon da, d o ğal olarak herkes
şu lanet olası Japon salatasın d an bahsediyor. H attâ artık canı­
m ızı sıkm aya b aşlad ı," diye ekledi, Sw an n 'm bu son derece ha­
raretli ve güncel konuyla u m d u ğ u k ad ar ilgilenm ediğini fark
ederek. "Yine de ara sıra epeyce eğlenceli olaylara bahane olu ­
yor d o ğru su . Benim bir hanım ark ad aşım var, çok güzel, çok
beğenilen, sev ilip sayılan bir kadın olm akla birlikte, inanılm az
tuhaflıklar yapar; anlattığına göre, evinde o Japon salatasını
yaptırm ış, A lexandre D u m as Fils'in oy u n d a say d ığı her şeyi de
k oy d u rm u ş içine. Birkaç arkadaşın ı da yem eğe dav et etm iş.
Ben m aalesef seçilm işler arasın da değildim . A m a bu öğleden
sonra, gü n ü n d e anlattı, salata feciym iş, gülm ekten öldü rdü bi­
zi. A slında bütün m esele an latım da tabii," dedi, Svvann'ın cid­
diyetini bozm adığın ı görünce.
Sonra d a belki Francillon'u sev m ediğin den dir diye d ü şü ­
n ü p dev am etti:
"A slın d a h ayal kırıklığına u ğ ray aca ğ ım ı san ıyoru m .
M m e d e C récy'nin gö zb eb eğ i Serge Panine'le k ıy aslan ab ilece­
ğini zan n etm em . En azın d an k on u lard a bir derin lik var, d ü ­
şü n d ü rü cü ; öte y an d a, T h éâtre-Français'n in sah n esin d e, sa la ­
ta tarifi veriliyor! Serge Fanine öyle m i ya! Z aten G eorges
O hnet'nin b ü tü n eserlerin d e an latım çok gü zeldir. Benim
Serge Panine'den d e çok se v d iğ im Demirciler U stası'nı biliyor
m u su n u z b ilm em ."
"K u su ra bakm ayın am a," dedi Sw ann alaylı bir tonda,
"ben her iki şah esere d e hayranlık d u y m adığım ı itiraf etm ek
zorun dayım ."
"Sahi mi, nedir b eğen m ed iğin iz? Bir önyargı m ı? Yoksa bi­
raz acıklı mı b u lu yo rsu n u z? A slın da ben hep söylerim , rom an­
lar ve tiyatro oyunları üzerin e tartışm aya girm em ek lazım .
H erkesin bakışı farklıdır, benim en beğen diğim şeyden siz nef­
ret edebilirsiniz."
O esn ad a Forcheville Sw an n 'a seslenerek araya girdi.
M m e C ottard Francillon'd an sö z ederken, Forcheville de M m e

266
Verdurin'e, ressam ın küçük "speech"ine1 hayran o ld u ğu n u b e­
lirtm işti.
R essam ın k on uşm ası bittiğinde, Forcheville, "B öyle bir be-
lagate, böyle bir hafızaya az rastlanır," dem işti M m e Verdu­
rin'e. "G ıp ta ettim d o ğru su ! M ükem m el bir vaiz olabilirm iş. M.
Brechot'yla yarışabilir, hattâ ağzı laf y ap m ad a profesörü geçer
gibim e geliyor. D aha d o ğal, dah a özentisiz. Gerçi arad a biraz
fazla gerçekçi kelim elere de yer veriyor am a gü n ü n beğenisi
bu; ask erde ded iğim iz gibi, böyle kelam sallayanı pek az gör-
m ü şü m dü r; halbuki orad a d a pek cerbezeli bir ark ad aşım var­
dı, beyefendi bana biraz onu d a hatırlattı zaten. H erhangi bir
şey hakkında, ne bileyim , m esela şu bardak hakkında saatlerce
nefes tüketebilirdi; b ard ak değil tabii, saçm aladım ; am a m esela
W aterloo S av aşı ya d a aklınıza gelen her şey hakkında; bu ara­
d a hayalinizden bile geçirem eyeceğiniz hikâyeler anlatırdı. A s­
lında Sw ann da aynı birlikteydi, onu tanım ış olm alı."
"M . Sw an n'la sık gö rü şü r m ü sü n ü z?" diye sord u M m e
Verdurin.
"Yok canım ," diye cevap verdi M. de Forcheville; O dette'e
dah a rahat yaklaşabilm ek için Sw an n'a hoş görünm eyi arzu la­
dığından, bu fırsatı kaçırm ayıp onu pohpohlam ak, n üfuzlu
çevresinden bahsetm ek, am a bir yüksek sosyete m en subun a
yakışır biçim de, beklenm edik bir başarıyı tebrik ederm iş gibi
değil de, dostça bir sitem h avasın d a bahsetm ek istedi: "D eğil
mi Sw ann? H iç gö rüşem iyoruz sizinle. Zaten ben onunla nasıl
görüşebilirim ki? Bu ad am La Trem oille'ların, Lau m es'ların ,
bütün o takım ın evlerinden hiç çıkm az!" İthamı, üstelik asılsız­
dı d a, çünkü Sw ann bir yıldır V erdurin'lerden b aşk a neredeyse
kim senin evine gitm iyordu. Fakat Verdurin'lerin evinde, tanı­
m adıkları insanların ism i bile, kınayan bir sessizlikle karşılanır­
dı. M. Verdurin, bu "sıkıcı tipler"in isim lerinin ve b ilh assa böy­
le patavatsızca, bütün m üritlerin karşısında h aykırtm aların ın,
karısının ü zerin de şiddetli bir etki bırakacağından korkarak,
endişeli bir ilgiyle, fark ettirm eden M m e Verdurin'e baktı. Ve
gördü ki, az önce kendisine verilm iş olan bilgiyi kaydetm em e-
ye, ondan etkilenm em eye, sad ece sessizliğin i korum aya değil,
1 "N utuk" anlamında İngilizce kelime.

267
sağ ırlaşm ay a d a kararlı olan M m e Verdurin, (tıpkı kabahatli bir
ark adaşım ız kon uşm asının arasın a bir m azeret sıkıştırm aya ça­
lıştığında, itiraz etm eden din lersek kabullen m iş izlenim i u yan ­
dırırız korkusuyla veya bir nankörün ağ za alınm ası y asak ism i
yanım ızda telaffuz ed ild iğin d e yaptığım ız gibi) sessizliği bir
onaylam a zannedilm esin, cansız nesnelerin her şeyden haber­
siz sessizliği olsun diye, çehresini an iden her türlü hayat belirti­
sinden, hareketten arındırm ıştı; kavisli aim , Svvann'ın evlerin­
den çıkm adığı o La Trem oille'ların ism inin n ü fu z edem ediği,
güzel bir yu varlak kab artm aya dön ü şm ü ştü ; hafifçe kırışm ış
burnunun altında, canlı m odelden k opy a edilm iş gibi görünen
bir oyuk vardı. H afifçe aralık ağzı sanki kon uşuverecekm iş g i­
biydi. Artık o, b alm u m u n d an bir kalıp, alçıdan bir m ask, bir
abidenin m aketi, Endüstri Saray ı'n a yerleştirilecek bir büsttü;
ziyaretçiler hiç şü p h esiz bu bü stü n ön ünde du racak, bu eseri
yaratan heykeltıraşın, La T rem oille'lara, L au m es'lara ve yeryü ­
zünün bütün sıkıcı tiplerine bedel olan Verdurin'lerin, hepsinin
aksine, zam an a karşı koyan vakarını ifad e etm ek için, taşın be­
yazlığına ve sertliğine n asıl bir p ap alık ihtişam ı kazandırdığını
seyredeceklerdi hayranlıkla. N e var ki m erm er son u n da dile
geldi ve o şahısların evine gitm ek için m id esiz olm ak gerektiği­
ni, kadının d aim a sarh oş, kocasının d a koridora kolidor diyen
bir karacahil o ld u ğu n u bildirdi.
"Ü stü n e çuvalla para verseler o zevatı evim e so k m am ," d i­
ye sözlerini n oktaladı M m e Verdurin, bir yargıç edasıyla
Svvann'a bakarak.
Şü ph esiz M m e Verdurin, Svvann'ın, bu yargı karşısında,
"N e d iy orsu n u z? Benim şaşırd ığım , bu insanların hâlâ kendile­
riyle k on uşm aya tenezzül edecek kişiler bulm aları! Ben olsam
korkardım d o ğru su , insanın b aşın a her şey gelir! Bazı insanlar
nasıl hâlâ bunların peşin d en koşacak k adar aptal olabiliyor?"
diye haykıran piyanistin teyzesinin m eleksi saflığını taklit ede­
cek k ad ar boyun eğm esin i beklem iyordu. A m a hiç değilse
Forcheville gibi, "C an ım , kadın d ü şes, bazı insanlar hâlâ bun ­
dan etkileniyor," diye tepki gösterebilirdi; Forcheville'in bu lafı,
M m e Verdurin'e, "H ay rın ı gö rsü n ler!" diye bir cevap yapıştır­
m a fırsatı verm işti bari. O ysa Sw an n, böylesine bir saçm alığı

268
ciddiye bile alm asının m üm kün olm adığını ifade eden bir ta­
vırla gü lm ekle yetindi. M m e Verdurin'i kaçam ak bakışlarla
sü zm eye d ev am eden M. Verdurin, karısının, sapkınlığın kökü­
nü k azıy am ayan bir engizisyon yargıcının öfkesiyle d o lu p taştı­
ğını üzülerek görüyor, du ygu ların ı yürekten pay laşıy ordu ; fi­
kirlerini açıkça, cesaretle sav u n m ak , k arşıdaki kişiye d aim a bir
hesapçılık ve alçaklık gibi gö rü n d ü ğ ü için de, Svvann'ı inkâra
zorlam aya çalışarak seslendi:
"Fikrinizi açıkça söylesenize, m erak etm eyin, kendilerine
yetiştirm eyiz."
Sw ann bu na şöyle cevap verdi:
"D ü şesten k orktu ğu m filan yok canım (eğer La Tremoil-
le'lardan b ah sediy orsan ız tabii). Em in olun ki onun evine git­
mekten herkes hoşlanır. D üşesin 'derin' bir insan o ld u ğu n u id ­
dia edecek değilim ." (Derin kelim esini, sanki gülün ç bir keli­
m eym iş gibi telaffuz etti, çünkü k on uşm ası hâlâ eski espri anla­
yışının izlerini taşıyordu, oy sa Sw an n 'd a, m ü zik aşkıyla belir­
ginlik k azan an yenilik, geçici olarak alışkanlıklarını değiştir­
mişti - ara sıra fikirlerini hararetle savu n u yordu .) "A m a bütün
sam im iyetim le söylüyorum , zeki bir kadındır, kocası da son d e­
rece kültürlüdür. Ç ok hoş insanlardır."
Sırf b u im an sız yü zün den küçük y u v ad a m anevi birliği
sağlay am ayacağın ı hisseden M m e Verdurin, sözlerinin kendisi­
ne ne k ad ar b ü yü k bir ıstırap verdiğini fark etm eyen bu inatçı
ad am a karşı içinde kabaran öfkeyi zap t edem edi ve kendini
alam ayarak , yürekten haykırdı:
"S iz istiyorsan ız öyle dü şü n ü n , am a hiç değilse bize söyle­
m eyin."
"Z ek âd an ne an ladığın ıza b ağlı," dedi Forcheville, kendini
gösterm e arzu su yla. "Söyler m isiniz Sw ann, sizce zekâ n edir?"
"İşte!" diye haykırdı Odette. "İşte ben de hep bu tür yüce
şeylerden bahsetm esini istiyorum , am a hiç konuşm uyor."
"K on u şu y o ru m ..." diye itiraz etti Sw ann.
"Y alan!" dedi Odette.
"K u yru klu yalan m ı?" diye so rd u doktor.
"S izce," diye ısrar etti Forcheville, "zekâ, sosyete gevezeliği
m idir, girişkenlik m id ir?"

269
"Ö nün üzdeki yem eği bitirin de tabağınızı kaldırsınlar," d e­
di M m e Verdurin acı bir tonda, düşün celere d alıp yem eği u n u ­
tan Saniette'e hitaben. Sonra, belki kullan dığı se s tonundan ha­
fif bir pişm anlık d u y arak ekledi: "Ö nem li değil, acele etm eyin,
diğerleri açısından söyledim , servise engel old u ğu için."
"Fenelon denilen m ü layim an arşist, zekânın pek ilginç bir
tanım lam asını yapıyor..." d ed i Brichot, her heceyi tek tek vu r­
gulayarak.
"D inleyin!" d ed i M m e Verdurin, Forcheville'le doktora.
"Fenelon'un zekâ tanım ını söyleyecek, çok ilginç, böyle bir şeyi
öğrenm e fırsatı her gün çıkm az insanın k arşısın a."
N e var ki, Brichot, önce Svvann'ın kendi tanımını y ap m ası­
nı bekliyordu. A m a Sw ann bir cevap verm eyip tepki gö ster­
mekten kaçınınca, M m e Verdurin'in Forcheville'e sevinerek
su n d u ğu idd ialı çekişm eyi su y a d ü şü rm ü ş oldu.
"Tabii, bana d a böyle yapıyor," dedi O dette som urtarak,
"neyse, k on uşm aya tenezzül etm ediği tek insan ben d eğilm i­
şim , en azın dan bunu öğren d iğim iyi o ld u ."
"M m e Verdurin'in hiç d e tavsiye etm ediği bu La Tre-
m ou aille'lar," d ed i Brichot, hecelerin üstün e b asa b asa, "M m e
de Sevigne denen iyi yürekli snobun, tanıştığına köylüleri açı­
sından sevin diği La Trem ouailleTarın torunları mı acaba? Gerçi
m arkiz için dah a önem li bir seb ep vardı; kendisi her şeyden ön­
ce edebiyatçı old u ğu n d an , yazıları en önem verd iği şeydi. K ızı­
na düzenli olarak gö n d erdiği hatıratında da, d ış siyaset soru m ­
lusu, parlak ilişkileri say esin d e her şeyden haberdar olan M me
de la T rem ouaille'dı."
"Yok canım , aynı aile o ld u ğu n u san m am ," diye kestirip attı
M m e Verdurin, bilm eden.
H âlâ do lu olan tabağını aceleyle u şağ a verdikten sonra tek­
rar düşün celi bir su sk u n lu ğ a gö m ü lm ü ş olan Saniette, nihayet
ağzını açtı ve gülerek, La Tremoille D ük ü 'yle birlikte bir akşam
yem eğine katıldığını ve yem ek sırasın da, G eorge Sand'ın, bir
kadının takm a adı o ld u ğu n u dükün bilm ediğinin ortaya çıktı­
ğını anlattı. Saniette'e sıcak d u y g u lar besleyen Sw ann, dükün
kültürüne ilişkin ayrıntılar anlatıp böylesine bir cehalet içinde
bulunm asının kesinlikle m üm kün olm adığını kanıtlam ak iste­

270
di, am a birden vazgeçip sözü n ü yarıda kesti, çünkü Saniette'in
bu kanıtlara ihtiyacı olm adığını, zaten hikâyeyi az önce kendisi
u y d u rd u ğ u n d an , yalan old u ğu n u d a bildiğini anlam ıştı. Bu de­
ğerli şah sın derdi, Verdurin'lerin kendisini çok sıkıcı bulm asıy-
dı; o ak şam , her zam ankinden de silik o ld u ğu n u n bilincine v a­
rarak, gece bitm eden, bir kez olsun sofradakileri gü ldü rm ek is­
tem işti. O k ad ar çabuk teslim oldu, arzu ladığı etkiyi y aratam a­
d ığı için o k ad ar ü zü ld ü ve Svvann'a, idd iasın ı çürütm ek için
gayret gösterm esin diye, o k adar korkak bir tavırla, "Peki, ta­
m am , üstelik yan ıld ıysam d a su ç değil herh alde," diy e cevap
verdi ki, Svvann hikâyenin hem do ğru , hem de çok h oş o ld u ğ u ­
nu sö yleyem ed iğin e hayıflandı. Bu kon uşm ayı din lem iş olan
doktor, Se non e vero1 deyişinin du ru m a çok u ygu n o ld u ğu n u
d ü şü n d ü , am a kelim eleri d o ğru hatırladığın dan em in olam ad ı­
ğı için şaşırıp yanlış söylem ekten korktu.
Yemekten sonra Forcheville kendiliğinden doktorun yanı­
na gitti.
"M m e Verdurin eskiden gü zel kadın m ış belli ki, ayrıca
sohbet edilebiliyor kendisiyle, benim için en önem li şey budur.
Biraz yaşlan m ay a b aşlam ış tabii. A m a M m e d e C recy çok zeki
bir k adın a benziyor, u yanık biri o ld u ğu gö zd en kaçm ıyor. M m e
d e C recy'den b ah sed iy o ru z," dedi, ağzın d a pipoyla yanlarına
gelen M. Verdurin'e. "Z ann ederim kadın v ü cu d u olarak ..."
"Y atağım a yıldırım dü şeceğin e onun dü şm esin i tercih ede­
rim ," diye yapıştırdı C ottard; bu beylik espriyi araya sokabil­
m ek için, konuşm anın seyri d eğişir de fırsatı kaçırır diye korka­
rak, Forcheville'in bir an solu k alm asını beklem işti; sesine, ez­
berden okum anın vazgeçilm ez özellikleri olan so ğ u k lu ğ u ve
heyecanı örtm eyi am açlayan bir kendiliğindenlik, bir gü ven hâ­
kim di. Forcheville d ah a önceden bildiği espriyi tanıdı ve gü l­
dü. M. Verdurin'e gelince, hiç tereddü tsü z n eşeye b oğuldu ,
çünkü kısa bir sü re önce, g ü ld ü ğü n ü belirtm ek için karısının-
kinden farklı, am a onun k ad ar basit ve açık seçik bir sim ge bul­
m uştu. K ahkah alarla gülen birinin b aş ve om u z hareketlerini
y ap m ay a b aşlad ığı an da, sanki gülerken b oğazın a p ip osu n u n
1 Se non e vero, e ben troımto: "D oğru olm asa da buluş gü zel" anlam ında İtalyanca
deyiş.

271
du m an ı kaçm ış gibi öksürm eye koyuluyordu. A ğzının kenarın­
dan çekm ediği p ip osu yla, bu b oğu lm a ve gü lm e taklidini u zat­
tıkça uzatıyordu. Yani M. Verdurin ve karşı tarafta, kendisine
bir şeyler anlatan ressam ı dinlerken gözlerini k ap atıp yü zü n ü
elleriyle örten M m e Verdurin, neşeyi iki ayrı şekilde tem sil
eden tiyatro m askelerine benziyorlardı.
M. Verdurin p ip o su n u ağzın d an çekm em ekle akıllılık et­
m işti, çünkü yanlarından ayrılm ak zo run da olan C ottard, kısa
sü re önce öğrendiği ve ne zam an aynı yere gitm eye ihtiyaç
d u y sa yaptığı bir espriyi alçak sesle tekrarladı: "B enim gid ip
A u m ale D ük ü 'n ü yoklam am gerekiyor." D olayısıyla M. Verdu-
rin'i tekrar öksü rü k tuttu.
"C an ım , pipon u ağzın d an çeksene, gülm eni b astırm aya ça­
lışm aktan b oğu lacak sın ," dedi, likör ikram etm ek üzere gelen
M m e Verdurin.
"K ocan ız ne sevim li ad am , m üthiş esp rili," d ed i Forchevil-
le M m e C ottard'a. "Teşekkürler hanım efendi. Benim gibi eski
bir asker, bir iki fırta asla hayır d em ez."
"M . d e Forcheville, O dette'i çok sevim li buluyor," d ed i M.
Verdurin karısına.
"O d a sizinle bir öğle yem eği yem ek istiyordu zaten. Bir
şeyler ayarlayalım , am a Svvann'ın haberi olm am alı. Tedirginlik
yaratıyor, biliyor m u su n u z? Tabii bu sizin ak şam yem eklerine
katılm anıza engel teşkil etm ez, sizi sık sık aram ızd a görm ek is­
teriz. Ö nü m ü z yaz, ak şam yem eklerini açık h av ad a yem eyi se­
viyoruz. Boulogne O rm am 'n da ak şam yem eklerine ne d ersi­
niz? G üzel, çok hoş olur. Siz tezgâhınızın başın a geçm eyecek
m isiniz k u zu m !" diye b ağırd ı genç piyaniste; Forcheville gibi
önem li bir adayın k arşısın d a hem nüktedanlığını, hem d e m ü ­
ritler üzerindeki zorbaca n üfu zu n u sergilem ek için.
"M . d e Forcheville b an a seni kötü lü yo rd u ," d ed i M m e C ot­
tard, kocası salon a d ö n d üğü n de.
Yem eğin b aşın dan beri k afası Forcheville'in asaletiyle m eş­
gu l olan C ottard, konta döndü:
"Ş u sıralar bir baronesi tedavi etm ekteyim , Barones Put-
bus; P u tbu s'ler haçlı seferlerine katılm ışlardı, d eğil m i? Pome-
ran y a'd a, C oncorde M eydam 'n ın on katı b ü yü k lü ğü n d e bir

272
gölleri var. Baronesin hastalığı osteoartrit, çok hoş bir hanım.
M m e Verdurin'i d e tanıyor yanılm ıyorsam ."
Bu sözleri, az sonra M m e C ottard'la yalnız kalan Forchevil-
le'e, doktora ilişkin olum lu yargısını tam am lam a fırsatı verdi:
"A yrıca eşiniz ilginç bir adam , çevresi de geniş belli ki. Şu
hekim ler ne k adar çok şey biliyor!"
"M . Sw ann için sonatın cüm leciğini çalacağım ," dedi piy a­
nist.
"N e! A tlar artık beste mi yapıyo r!" diye atıldı M. de
Forcheville, kendini gösterm e hevesiyle.
D aha önce b u kelim e oyunun u hiç d u y m am ış olan Doktor
C ottard, espri yapıldığını k avray am ay ıp M. de Forcheville'in
yanlış anladığını zannetti. H em en yaklaşıp düzeltti:
"Yok canım , son at değil, son at," dedi, hevesli, sabırsız ve
m u zafferan e bir tavırla.
Forcheville şak a ettiğini söyleyince doktor kızardı.
"K om ik bir espri o ld u ğu n u kabul edin doktor."
"B en onu çoktan b iliyordu m ," diye cevap verdi Cottard.
H erkes su stu ; cüm lecik, kem anın iki oktav öteden kendisi­
ne destek olan titrek ve telaşlı trem ololarının arasın dan -tıpkı
dağların ortasın da, hiç kıpırdam ıyorm uş gibi görünen, b aş
d ö n d ü rü cü bir çağlayan ın ardın da birden fark ettiğim iz, elli
m etre aşa ğ ıd a gezinen bir kadının m inicik şekli g ib i- uzaktan,
bütün zarafetiyle görün m ü ş, say d am , kesintisiz, uzun uzun
d algalan an sesli perdenin k orum ası altında ortaya çıkmıştı.
Sw ann, içinden, aşkının bir sırdaşıyla k on uşur gibi konuştu
cüm lecikle; O dette'in bir kız ark ad aşıy d ı sanki, Forcheville de­
nen ad am a aldırm am asın ı söyleyecekti Sw ann'a.
"A h , geç k aldın ız!" dedi M m e Verdurin, laf olsun diye d a­
vet ettiği bir m üride. "Bir Brichot kaçırdınız ki, m üthişti, ağzın­
dan bal dam lıyordu! A m a gitti. D eğil m i M onsieur Sw ann?
Zannederim siz ilk kez karşılaştınız kendisiyle," dedi, bu tanış­
m ayı kendisine borçlu o ld u ğu n u Sw an n'a hatırlatm ak için.
"B rich ot'm uz olağan ü stü değil m iy d i?"
Sw ann kibarca eğildi.
"İlginç b u lm adın ız mı y o k sa?" dedi M m e Verdurin sertçe.
"Ç o k ilginç b u ld u m hanım efendi, bayıldım . Bana biraz faz­

273
la keskin, biraz faza neşeli gelm iş olabilir. A ra sıra b iraz tered­
dü t ed ip y u m u şam asın ı tercih ederdim , am a çok şey bildiği
belli, çok d a iyi, d ü rü st birine benziyor."
Topluluk çok geç saatte dağıldı. C ottard'm karısına söyle­
d iğ i ilk sözler şun lar oldu:
"M m e Verdurin'i bu geceki k adar form un da gö rd ü ğü m s a ­
yılıdır."
Forcheville, birlikte dönm eyi teklif ettiği ressam a, "B u
M m e Verdurin neyin nesidir, hafifm eşrep bir kadın m ı?" diye
sordu.
O dette, Forcheville'in u zak laşm asın ı hayıflanarak seyretti;
eve Sw an n'la birlikte dönm em eye cesareti yoktu, am a arab ad a
su rat astı; Sw ann evine girm ek için izin istediğin de, sabırsızlık­
la om u z silkerek, "Tabii canım ," dedi. Bütün davetliler gittikten
sonra, M m e Verdurin kocasına sordu:
"M m e La T rem oille'dan bah settiğim izde Sw ann nasıl aptal
aptal gü ld ü , fark ettin m i?"
M m e Verdurin, hem Sw ann'in, hem Forcheville'in, bu ism i
söylerken de ekini çoğunlukla kullanm adıklarını fark etmişti.
U n vanlar k arşısın d a ezilm ediklerini gösterm ek am acıyla böyle
y aptıkların dan em in old u ğu için, o d a aynı gururlu tavrı takın­
m ak istiyordu, am a bu tavrın dilbilgisindeki karşılığını tam ola­
rak k avrayam am ıştı. B ozuk k on uşm ası, cum huriyetçi kararlılı­
ğına b askın çıktığından, hâlâ d e La Trem oille'lar veya dah a zi­
y ad e m üzikhol şarkılarının sözlerinde ve karikatürlerde k ulla­
nılan bir kısaltm ayla, d 'L a Trem oille'lar diyor, am a "M ad am e
La Trem oille" ifadesiyle, bu d u ru m u telafi ediyordu. "Sw an n 'in
deyişiyle, D üşes," diy e ekledi alayla; yüzün deki gülüm sem e, bu
kelim enin sad ece bir alıntı oldu ğu n u , böylesine aptalca ve g ü ­
lünç bir adlan d ırm ayı benim sem ediğin i kanıtlıyordu.
"S w an n 'i çok aptal b u ldu m d o ğ ru su ."
M. Verdurin şöyle cevap verdi:
"A çık sö zlü değil, hem d alkavu k , hem kurnaz, hep iki ara­
da bir derede. H erkesi birden idare etm e sev d asın d a. H albuki
Forcheville öyle mi ya! A dam ne dü şü n ü y orsa d o sd o ğru sö y lü ­
yor. H oşu n a gider, gitm ez, o başka. Sw ann gibi her lafı yarı cid­
di, yarı şaka değil. Zaten O dette d e kesinlikle Forcheville'i ter­

274
cih ediyor gö rü n ü şe bakılırsa, haksız da say ılm az hani. Ayrıca,
m adem ki Sw ann kendini bize yüksek sosyete adam ı, d ü şesle­
rin gö zd esi olarak satm ak istiyor, hiç değilse ötekinin bir u n va­
nı var; adam halen Forcheville K ontu," diye ekledi, d ü rü st bir
tavırla, sanki tarihçesini çok iyi bildiği bu kontluk hakkında ke­
sin bir değerlen dirm e y aparm ış gibi.
"Biliyor m u su n ," d ed i M m e Verdurin, "Sw an n Brichot'yla
ilgili olarak d a, tatsız ve epeyce gülün ç laflar doku n du rm aya
kalkıştı. Brichot'nun bu evde sevildiğini görünce, bizi incitmek,
davetim izi aşağ ılam ak için bunu fırsat bildi tabii. Ben onun ne
m al old u ğu n u an ladım , k ap ıd an çıktığı an ev sahiplerini çekiş­
tirm eye b aşlayan sevim li d o st o."
"Söyledim ya san a," diye cevap verdi M. Verdurin, "hayatı
boyunca dikiş tutturam am ış, biraz gösterişli her şeye gıpta
eden bir zavallı o."
A slında istisn asız bütün m üritler Sw an n 'dan dah a kötü ni­
yetliydiler, am a hepsi, fesatlıklarını beylik esprilerle, bir tutam
du y gu sallık la ve dostlukla yu m u şatm ay a özen gösterirdi; oysa,
"K ötü lü k olsun diye söylem iyorum ," türünden alışılm ış k alıp­
lar kullan m aya tenezzül etm eyen Sw ann'in göze aldığı en ufak
bir itiraz, ihanet gibi görün üyordu. Kim i özgü n yazarların u fa­
cık bir küstahlığı bile, şiddetli itirazlarla karşılaşır, çünkü yazar
okurun zevkini önceden okşam am ış, alışık old u ğu beylik d ü ­
şünceleri sun m am ıştır ona; işte Sw ann d a M. Verdurin'i aynı
şekilde kızdırıyordu. Bu y azarlar gibi Sw ann d a, yeni, alışılm a­
dık lisanı yüzün den kötü niyetli zannediliyordu.
Verdurin'lerin gö zü n den d ü şm e tehlikesiyle karşı karşıya
o ld u ğu n u henüz bilm eyen Sw ann, onların gü lün çlü ğü n e iyi ni­
yetle, aşk perdesinin ardın dan b akm aya dev am ediyordu.
O dette'le, bir iki istisna dışın da, sadece geceleri b u lu şu y o r­
du; onu bıktırm a korkusuyla, gü n dü zleri evine gitm eye çekini­
yordu, am a en azın dan O dette'in zihnini m eşgu l etm ek istiyor,
onun hoşlanacağı bir biçim de kendini hatırlatm ak için bahane­
ler arıyordu du rm adan . Bir çiçekçinin veya kuyum cunun vitri­
ninde, hoşuna giden bir çiçek, bir m ücevher görse, derhal
O dette'e gönderm eyi düşün üyor, o çiçeğin ya d a m ücevherin
kendisine verdiği hazzı O dette'in de yaşayacağın ı, bu haz say e­

275
sin d e kendisini dah a çok seveceğini hayal ediyor ve arm ağanı
hem en La P erouse Sok ağı'n a yolluyor, O dette'in kendisinden
bir şey alacağı, böylece bir biçim de kendisini O dette'in yanın­
d ay m ış gibi h issed eceği ânı geciktirm em ek için acele ediyordu.
O dette'in, gö n d erdiği arm ağan ı evden çıkm adan önce alm asını
özellikle istiyor, bu say ede, Verdurin'lere gittiğinde O dette'in,
m innetinden ötürü onu d ah a b üyük bir sevgiyle k arşılay acağı­
nı, hattâ belki de, dü kkân sahibi acele ederse, O dette'in ak şam
yem eğin den önce kendisine bir m ektup göndereceğini ya d a te­
şekkür etm ek için, b izzat ziyaretine geleceğini u m uyordu. T ıp­
kı bir zam an lar O dette'in m izacında küskü n lü ğü n ortaya çıkar­
dığı tepkileri' görm ek için deneyler yaptığı gibi, şim d i de, m in­
net say esin d e, O dette'ten, henüz hiç görm ediği sam im i d u y g u
kırıntıları k oparm ay a çalışıyordu.
O dette sık sık para sıkıntısı çekiyor, öden m esi gereken bir
borcu o ld u ğ u n d a, Sw an n 'd an yardım istiyordu. Sw ann aşkını,
hattâ sad ece n ü fu zu n u ve sağlay ab ileceği yararları O dette'in
gö zü n d e yüceltebilecek her şey gibi, b u n dan d a m em nuniyet
d u y u y ord u . H iç şü p h e yok ki, ilk b aşlard a Sw an n'a, "O dette
senin m evkiinden hoşlanıyor," şim di de, "Seni paran için sev i­
yor," deseler in anm azdı; ayrıca insanların, O dette'le kendisi
arasın d a sn obizm veya para k ad ar gü çlü bir b ağ b u lu n d u ğu n u
dü şü n m eleri, Sw an n 'i rah atsız d a etm ezdi. A m a bu sözlerin
d o ğru old u ğu n u d ü şü n se bile, O dette'in ona cazibesinden veya
m eziyetlerinden ötürü âşık olm adığını, aşkının dah a kalıcı bir
tem el olan m enfaatten kayn aklan dığın ı keşfetm ek, Sw an n'i
belki d e ü zm ezd i, çünkü m enfaat, O dette'in Sw an n'la artık g ö ­
rü şm ek istem eyeceği gü n ü n gelm esini engelleyebilirdi. Şim d i­
lik, O dette'i arm ağan lara b oğarak, ona çeşitli yardım larda b u ­
lunarak, kendi şahsının, zekâsının dışın da birtakım avantajları
kullanıyor, ona kendisini kişiliğiyle beğendirm enin yorgu n lu ­
ğu n d an kurtulabiliyordu. Â şık olm a zevkine, ara sıra gerçekli­
ğinden şü ph eye d ü ştü ğ ü b u aşk u ğru n a yaşam a zevkine k arşı­
lık, m anevi hazlar m eraklısı sıfatıyla öd ediği bedel, bu zevkin
değerini Sw an n 'm gö zü n d e artırıyordu - aynı şekilde, den iz
gö rü n tü sü y le d alg a seslerin in güzelliğin den em in olam ayan in­
san lar da, ancak bu zevkleri tatm alarına im kân veren otel o d a­

276
sına gü n d e yü z frank ödedikleri zam an den iz ve d algaların g ü ­
zel old u ğu n a ve m enfaatten u zak zevklerinin ü stü n lü ğü n e ina­
nırlar.
Sw an n, bu tür dü şü n celere d ald ığ ı bir gü n , yine O dette'in
esk id en m etres hayatı sü rd ü ğ ü n e d air işittiği sözleri h atırla­
m ıştı; birçok kez yaptığı gibi, m etres d iy e ad lan d ırılan - k a ­
ranlık ve şeytani u n surların hareli bir bileşim i olan v e G u sta ­
ve M oreau 'n u n hayaletleri gibi, değerli m ücevh erlerle iç içe
geçen zehirli çiçeklerle b ezen m iş- ga rip şah siy eti, O dette'le,
çehresinde, bir zam an lar kendi an n esin d e ve d o stların d a şahit
o ld u ğ u d u y gu ları, b ah tsız birine d u y u lan m erham eti, bir a d a ­
letsizliğe karşı isyanı, bir iy iliğe d u y u lan m inneti g ö rd ü ğ ü
O dette'le, k on u şm aların d a Sw an n 'in herkesten iyi b ild iği şe y ­
lere, koleksiyonların a, o d asın a, eski hizm etkârın a, tah villeriy­
le ilgilenen bankere sık sık değin en O dette'le k ıyaslarken , h a­
y alin d e canlanan bankerin gö rü n tü sü , on d an bir m iktar p ara
alm a sı gerektiğini hatırlattı Sw an n 'a. O ay, O dette'in m ali sı­
kıntılarını hafifletm ek için, bir ay önceki b eş bin fran ktan d a ­
ha k üçü k bir y ard ım d a b u lu n u rsa, arzu la d ığ ı tek sıra elm as
kolyeyi ona h ediye etm ezse, cöm ertliğinin O dette'te u y an d ır­
d ığ ı, Sw an n 'i çok m utlu eden h ayran lığı ve m inneti tazelem e­
m iş olacaktı; hattâ O dette, aşkının eski tezah ürlerini g ö rm e­
yince, Sw an n 'in ona esk isi k ad ar âşık olm ad ığın ı zan n edecek -
ti belki. O zam an birdenbire, zaten "m etres tu tm ak " denen şe ­
yin, belki d e b u old u ğu n u (m etres tutm a kavram ın ın m u tlak a
esraren giz veya ah lak sız u n su rlard an k ayn ak lan m ası gerek ­
m ed iğin i, od a hizm etkârının, aylık kira ve m asrafları ö d e d ik ­
ten son ra Sw an n 'in eski çalışm a m asasın ın çekm ecesin e k o y ­
d u ğ u , Sw an n 'in d a çekm eceden alıp dört tane binlik b ankn ot
d ah a ekleyerek O dette'e g ö n d erd iğ i o yırtılıp yap ıştırılm ış, ta­
n ıdık ve evcil bin franklık bankn ot gibi, özel hayatının g ü n d e ­
lik alışkan lıkların ın bir p arçası olabileceğini) ve O dette'le ta­
n ışm asın d an son ra (ken disin den önce herhangi birinden p ara
alm ış olabileceğini bir an bile aklın dan geçirm iy ord u çünkü),
on a hiç y akıştırm adığı "m e tre s" sıfatının, belki O dette için de
kullan ılabileceğin i d ü şü n d ü . N e var ki, bu d ü şü n cesin i d erin ­
leştirm eye fırsat b u lam ad ı, çün kü d o ğ u ştan gelen, ara sıra,

277
tam zam an ın d a b aşg ö steren zihin tem belliği n öbetlerin den b i­
rine tu tu lu v erdi ve zihni, tıpkı d ah a sonraki yıllard a, bütün
evler elektrikle ay d ın latıld ığın d a, bir ev d e elektriğin k esilm e­
sin e benzer biçim de tam am en k arardı. Beyni, kısa bir sü re k a­
ranlıkta el y o rdam ıyla yolu n u b u lm ay a çalıştı; Sw an n g ö z lü ­
ğ ü n ü çıkarıp cam larını tem izledi, gözlerini o v u ştu rd u ve an ­
cak k arşısın d a b am b aşk a bir fikir b u ld u ğ u n d a bir ışık g ö reb il­
di; bu yepyen i fikir, gelecek ay O dette'i bir sü rp rizle sevin di-
rebilm ek için, b eş bin yerine altı veya yedi bin frank g ö n d e r­
m esi gerekeceğiydi.
Sw ann bazı akşam lar, O dette'le Verdurin'lerin evinde, d a ­
ha çok d a Boulogne O rm am 'n da, özellikle Sain t-C lou d'd a, se v ­
dikleri yazlık restoranlardan birinde b u lu şm a vaktinin gelm esi­
ni beklerken evinde oturm uyor, eskiden sürekli m isafirleri ol­
d u ğ u seçkin kişilerin evine yem eğe gidiyordu . Bu insanlarla
ilişkisini kesm ek istem iyordu, çünkü gün ün birinde O dette'e
bir yararları dokun abilirdi -belli mi o lu rd u ?- bu arad a da, on­
lar say esin d e O dette'i sık sık sevin dirm e im kânı buluyordu.
Ayrıca, yıllarca içinde y a şad ığ ı yü k sek sosyete m uhiti ve lüks
hayat, bir yan dan küçü m sed iği, am a ihtiyaç d a d u y d u ğ u bir
alışkanlık haline gelm işti Sw an n 'da; en m ütevazı kulübeyle en
görkem li m alikâneleri aynı d ü zey d e görm e noktasına geld iğin ­
de, du yuları bu m alikânelere o k ad ar alışm ıştı ki, m ütevazı bir
ev de kendini rahat h issedem ezdi. Bir apartm an ın D blokun da,
beşinci katta, soldak i dairelerin de d an s partileri düzenleyen
küçük b u rju valarla P aris'in en gü zel balolarını düzenleyen Par­
m a Prensesi'ne, -on ların in an am ayacağı ö lçü d e- eşit say gı b es­
lerdi; ne var ki, burjuva ev sahiplerinin yatak o d asın d a aile b a­
b alarıyla bir arad a b u lu nm ak ona eğlenceli gelm ez, havlularla
örtülü lavaboların, üzerin e yığılm ış p ard ö sü ler ve şap kalarla
vestiyere d ö n d ü rü lm ü ş yatakların görün tüsü, tıpkı tüten bir
lam ba veya kandil kok u su n u n , yirm i yıldır elektriğe alışm ış
olan gü n ü m ü z insanına b oğu cu gelm esi gibi, Sw an n'i adeta ne­
fessiz bırakırdı.
Yem eğe çıkacağı akşam lar, arab ası saat yedi buçukta hazır
olurdu; giyinirken bir yandan d a O dette'i düşün ür, böylece
kendini yalnız h issetm ezdi, çünkü sürekli O dette'i dü şü n m ek,

278
on dan u zakta old u ğu anlara da, yanında old u ğu anların b ü y ü ­
sü n ü kazandırırdı. A rabaya adım ını atarken, O dette dü şü n cesi­
nin d e onunla birlikte sıçrayıp arab aya bindiğini, tıpkı her yere
götürülen, so frad a da, diğer kon uklardan habersiz, yanında
d u racak olan, sevilen bir hayvan gibi dizlerine oturuverdiğini
hissederdi. O nu okşar, sıcaklığıyla ısınır, adeta kendinden g e­
çerdi; burn u ve ensesi, dah a önce hiç tatm adığı hafif bir ürper­
tiyle gerilirken, Sw ann bir yandan da yakasın a hasekiküpele-
rinden küçük bir dem et iliştirirdi. Bir zam andır, özellikle de
O dette Forcheville'i Verdurin'lere tanıştırdığından beri rahatsız
ve m ah zu n olan Sw ann, sayfiyeye gid ip bir sü re dinlenm eye
ihtiyaç du y uy ordu . A m a O dette Paris'te o ld u ğ u sürece, şehir­
den bir tek gü n bile ayrılm aya cesaret edem ezdi. H ava sıcaktı,
baharın en gü zel günleriydi. Taştan şehri baştan b aşa katedip
çeşitli kon aklara k ap an sa da, gözü n ün önünden hiç gitm eyen
görün tü, C om b ray yakınındaki k öşkünün bahçesiydi; bu bah ­
çede, k u şko n m az tarhından önceki gürgenlerin altı, M eseglise
kırlarından gelen rü zgâr sayesin de, saat dörtten itibaren, unut­
m abeniler ve glayöllerle çevrelenm iş gölün kenarı k ad ar serin
olurdu; ak şam yem eği bahçede, bahçıvanın birbirine dolad ığı
frenküzüm leriyle güllerin çevrelediği so frad a yenirdi.
Boulogne O rm an ı'nda veya Sain t-C lou d'd a erken bir saatte
b u lu şu lacak sa, -özellik le yağm u r y ağacak gibiyse ve "m ü-
rit'Terin, evlerine her zam ankinden erken dönm eleri tehlikesi
v a rsa - Sw ann yem ek biter bitm ez, öyle alelacele kalkardı ki, bir
keresin de (yem eğin geç yendiği ve Sw an n'm , Boulogne O rm anı
ad asın d a Verdurin'lerle b u lu şm ak ü zere kahve servisin den ön­
ce kalktığı bir akşam ), ev sah ibesi L au m es Prensesi şöyle d e­
mişti:
"Sw an n şim dikinden otuz y aş b ü yü k ve idrar yolları rahat­
sızlığın dan m u starip olsa, böyle kaçıp gitm esi m azu r görülebi­
lirdi. A m a bu yaptığı, d ü p ed ü z aldırışsızlık."
Sw ann, C om b ray'ye giderek tadını çıkaram ad ığı ilkbaharın
b ü yü sü n ü , hiç değilse K u ğu lar A d ası'n d a veya Sain t-C lou d'd a
bulabileceğini geçirirdi içinden. A m a O dette'ten b aşk a bir şey
d ü şü n em ed iği için, gittiği yerde yaprakların kok u su n u d u y u p
d u y m adığın ı, m eh tap olu p olm adığını bile fark edem iyordu.

279
Bahçede, restoranın p iy an o su n d a seslendirilen sonatın cüm leci­
ğiyle karşılanırdı. Bahçede piyano yoksa, V erdurin'ler ne y ap ıp
ed ip odaların, yem ek salonlarının birinden bir piyan o indirtir-
lerdi; Sw ann Verdurin'lerin n azarında eski itibarına katiyen k a­
v u şm u ş d eğild i oysa. A m a birisi için hoş bir sü rp riz hazırlam a
fikri, sö z kon usu şah ıs sevm edikleri biri bile olsa, gerekli h azır­
lıkları yaptıkları sırada, V erdurin'lerde geçici, tesad ü fi bir y a­
kınlık ve dostluk d u y g u su uyandırırdı. Sw ann bazen, taptaze
bir bahar akşam ının dah a geçip gitm ekte o ld u ğu n u kendi ken­
dine hatırlatır, dikkatini ağ açlard a, gö k y ü zü n d e toplam aya zor­
lardı kendini. A m a bir yandan O dette'in varlığının yol açtığı
k alp çarpıntısı, öte yandan d a bir sü redir yakasını bırakm ayan,
ateşli, hafif rahatsızlık, doğan ın yaşatabileceği d u y g u lar için
şart olan sükûn et ve h u zurdan m ah rum ederdi kendisini.
Verdurin'lerin yem ek davetini kabul ettiği bir ak şam ,
Sw ann so frad a, ertesi gün eski dostlarıyla bir şölene k atılacağı­
nı söylediğinde, O dette herkesin ortasın da, artık m üritlerden
biri sayılan Forcheville'in, ressam ın, C ottard'm ön ünde şu ce­
vabı verm işti:
"Evet, şöleniniz old u ğu n u biliyorum ; yani sizinle benim
evde görüşebileceğiz ancak, fazla geç kalm ayın am a."
Sw ann o gü n e k adar O dette'in şu veya bu m üritle ark ad aş­
lığından ciddi biçim de kuşku lan m am ıştı gerçi, am a O dette'in,
akşam ki buluşm aların ı, Sw an n'in onun evindeki ayrıcalıklı ko­
num un u ve bunun işaret ettiği tercihi böyle herkesin önünde,
sakin bir fü tursuzlukla itiraf etm esinden çok hoşlanıyordu.
O dette'in katiyen ü stün nitelikli bir kadın olm adığını Sw ann
birçok kez dü şü n m ü ştü elbette, kendisinden bu k ad ar aşa ğ ı se­
viyedeki bir insan üzerin de k u rd u ğ u üstün lü k "m ü rit"lerin
önünde ilan edildiğin de böyle gu ru rlan m ası için bir seb ep de
yoktu, am a O dette'in, birçok erkeğin nazarında çok gü zel ve
arzulanır bir kadın o ld u ğu n u fark ettiğinden beri, genç kadının
vü cu du n u n bu erkeklerin gözü n dek i cazibesi, Sw an n 'da, O det­
te'in varlığına, ruhunun en derin noktalarına tam am en hâkim
olm a ihtiyacını do ğu rm u ştu . O dette'in evinde, onu dizlerine
oturtup çeşitli konulardaki fikrini so rd u ğu , artık yeryü zü nde
sah ip olm ayı istediği yegân e varlıkların d ökü m ü n ü çıkardığı

280
dakikalar, m üthiş bir değer kazanm ıştı gözü n de. İşte bu y ü z­
den, o ak şam yem ekten sonra O dette'i bir kenara çekip hararet­
le teşekkür etti; dile getirdiği m innetin derecesiyle, O dette'e
kendisini ne k ad ar m utlu edebileceğini an latm aya çalıştı; en
b üyük m utluluk ise, Sw ann'i, aşkı ve dolayısıyla kırılganlığı
d ev am ettiği sürece, kıskançlığın darbelerinden esirgem esiydi.
Ertesi gü n şölen den çıkarken, sağ an a k h alin de y ağm u r y a ­
ğıy ordu ; Sw an n'in fayton un u n sa ü stü açıktı; bir ark ad aşı, onu
k u p a arab asıyla gideceği yere götürm eyi teklif etti; O dette onu
evine çağırm ış o ld u ğ u için, b aşk a kim seyi beklem ediğin den
em indi ve bu y ağm u rd a O dette'e gideceğine, sakin kafayla,
h u zur içinde kendi evine gid ip yatm ayı tercih ederdi. A m a
belki O dette, onun istisn asız her geceyi k en d isiy le noktalam ak
k on u su n d a ısrarlı olm adığın ı gö rü rse, gecelerini, hem de
Sw an n'in onu özellikle arzu lad ığı bir geceyi ona ayırm ayı ih­
m al edebilirdi.
O dette'in evine vard ığın d a saat on biri geçiyordu; Sw ann
d ah a önce gelem ed iği için özür dileyince, O dette gerçekten de
epey geciktiğini söyleyerek fırtınanın verdiği rahatsızlıktan, b a­
şının ağrıd ığın d an yakındı ve kendisini ancak yarım saat m isa­
fir edeceği, on ikide göndereceği k on u su n da uyardı; az sonra
d a yorgu n d ü şü p u yu m ak istedi.
"Yani bu gece cattleya yok m u ?" d ed i Sw ann. "O y sa ben
gü zel bir cattleya'cık u m m u ştu m ."
O dette biraz som urtkan, gergin bir tavırla cevap verdi:
"Yok canım , bu gece cattleya falan yok, görüy orsu n h asta­
yım !"
"Belki rahatsızlığına iyi gelirdi, neyse ısrar etm iyorum ."
O dette gitm eden önce ışığı sön dü rm esin i rica etti; Sw ann
yatağın perdelerini b izzat çekip evden çıktı. A m a kendi evine
vard ığın d a, birdenbire, O dette'in belki d e birini beklediği geçti
aklından; belki m ah su s yo rgu n m u ş gibi davran m ış, Sw ann
u yu yacağını zannetsin diye ışığı sö n d ü rtm ü ş ve o çıkar çıkm az
da, ışığı tekrar yakıp geceyi birlikte geçireceği adam ı içeriye al­
mıştı. Saate baktı. O dette'in yanın dan ayrılalı yaklaşık bir b u ­
çuk saat olm uştu; tekrar dışarı çıkıp bir fayton çevirdi ve O det­
te'in evinin yakınında, evin arka cephesinin, yani Sw an n'in b a­

281
zı geceler geldiğini haber verm ek için tıklattığı yatak od ası pen ­
ceresinin baktığı so kağa dik bir ara sokakta arabayı d u rdu rdu ;
aşağ ı indi, bütün m ahalle karanlığa gö m ü lm ü ştü , ortalık ıssız­
dı, iki adım yü rü yü p O dette'in evinin n eredeyse tam karşısına
vardı. Sokaktaki evlerin ışıkları çoktan sö n d ü rü lm ü ştü , bütün o
karanlık pencerelerin arasın da yalnız bir tanesinden, -ışığ ın es­
rarengiz, yaldızlı özünü sıkıp çıkaran pan jurların arasın d an -
od ayı d o ldu ran aydınlık dışarı sızıyordu ; kim bilir kaç gece,
Svvann'in so k ağa girer girm ez uzaktan g ö rd ü ğ ü bu ışık, "İçeri­
d e seni bekliyor," m üjdesiyle onu sevin dirm işti, oy sa şim di,
"İçeride, beklediği erkekle birlikte," diyerek işkence ediyordu
Sw an n'a. O erkeğin kim old u ğu n u m erak etti; d u v ar dibinden,
pencereye k ad ar sessizce ilerledi, am a panjurun aralıklarından
hiçbir şey görem iyor, sad ece gecenin sessizliğin d e, mırıltı halin­
de k on u şm alar işitebiliyordu.
H iç şü p h e yok ki, pencerenin ardın daki görün m ez, iğrenç
çiftin içinde hareket ettiği yaldızlı ışığı görm ek, o gittikten so n ­
ra gelen kişinin varlığını, O dette'in riyakârlığını ve o ad am la
y a şad ığ ı m u tlu lu ğu ele veren bu mırıltıyı d u y m ak , Sw ann için
bir ıstıraptı. Yine de geldiğin e m em n un du ; kendisini evinden
çıkm aya zorlayan ve içini kem iren m erakın belirsizliği ortadan
kalkınca, keskinliği de azalm ıştı; ilk an d a ani v e gü çsü z bir
şü p h e olarak ortaya çıkan O dette'in öteki hayatı, şim d i k arşı­
sın d a lam banın ışığıyla aydınlanm ış halde, her şeyden haber­
siz, o o d ad a h apis d u ru yord u, canı isted iği an, içeri girip bu ha­
yatı gafil avlayabilir, yakalayabilirdi; ya d a, dah a iyisi, çok geç
geld iği geceler sık sık yaptığı gibi, pan ju ru tıklatırdı; böylece,
en azın dan O dette Sw ann'in her şeyi bildiğini, ışığı gö rü p ko­
nuşm aları d u y d u ğu n u anlardı; az önce, O dette'i öteki erkekle
birlikte, kendi kuruntularına gülerken canlandırm ıştı k afasın ­
da, oy sa şim d i k arşısında bilinçsizce bir gü v en ve yanılgı içinde
gö rd ü ğü , onlardı; sonuçta, çok u zakta zannettikleri, az sonra
pan juru tıklatacağını akıllarından bile geçirm edikleri Sw ann,
faka bastırm ıştı kendilerini. Belki d e Sw an n'in o esn ad a y a şa d ı­
ğı, neredeyse hoş denebilecek d u y gu , bir şüphenin ve ıstırabın
dindirilm esinden farklı bir şey, zihinsel bir hazdı. Â şık o ld u ­
ğu n dan beri, eskiden ilgilenm ekten zevk aldığı şeyler gö zü n d e

282
yine bir çekicilik k azan m ay a başlam ıştı, am a sad ece O dette'in
hatırasıyla aydınlandıkları ölçüde ilginçtiler; buna karşılık, şim ­
di de kıskançlığı, çalışkan gençliğinin bir b aşk a u nsurunu, ger­
çeklik tutkusunu canlandırm ıştı, am a bu da, Sw an n 'la sevgilisi
arasın da duran, ışığını yalnızca O dette'ten alan bir gerçeklikti,
tam am en bireysel, pah a biçilm ez, adeta nesnel güzellikte, tek
bir hedefi vardı: O dette'in hareketleri, ilişkileri, tasarıları ve
geçm işi. O gü n e kadar, bir insanın hayatındaki gün delik olay­
lar, sıradan hareketler, Sw an n 'a d eğ ersiz şeyler gibi gö rü n m ü ş­
tü hep; bu kon ularda kendisine ded ik od u yapıld ığın d a ü stün ­
d e du rm az, dinlerken yü zeysel bir dikkat sarf ederdi sadece;
kendini en sıradan hissettiği an lardı bunlar. A m a aşkın bu tu­
haf safh asın da, bireysel olan b ü yü k bir derinlik k azan dığın dan ,
Sw ann'in, bir kadının en sıradan hareketlerine d u y d u ğ u m e­
rak da, bir zam an lar Tarih'e b eslediği m eraktan farksızdı. O
âna k adar yapm aktan utanç d u y acağı her şey, bir pencerenin
önünde d u ru p içeriyi gözetlem ek, kim bilir belki yarın bir gün,
ilgisiz kişilerin ağzın d an u stalıkla laf alm ak, hizm etkârlara rü ş­
vet verip casu s gibi kullan m ak, kapıları dinlem ek, artık
Sw ann'in nazarında, tıpkı m etin çözüm lem eleri, çeşitli tanıklık­
ların karşılaştırılm ası ve tarihî eserlerin yorum lanm ası gibi,
gerçek zihinsel değere sah ip, gerçekliğin araştırılm asın a u ygun
birer bilim sel incelem e yöntem iydi.
Tam pan juru tıklatm ak üzereyken, bir an, eve gittiğinde
kapıldığı şüpheleri v e geri d ö n ü p sokakta dikildiğini O dette'in
öğreneceğini d ü şü n ü p utandı. K ıskanç in san lardan , c asu slu ğ a
m eraklı sevgililerden ne k ad ar nefret ettiğini O dette birçok kez
söylem işti. Yapm ak üzere o ld u ğ u şey, pek beceriksizce bir hare­
ketti, O dette'in b u n dan böyle kendisin den nefret etm esine yol
açacaktı, oysa panjuru henüz tıklatm am ış old u ğu o an da, O det­
te kendisini aldatm akla birlikte, belki hâlâ seviyordu. Böyle an­
lık bir tatm in u ğru n a, sabırsızlık yüzün den , ne m utluluk ihti­
m alleri feda edilm iştir! Yine d e gerçeği öğrenm e arzu su dah a
gü çlü y dü ve dah a soylu gö rü n ü yo rd u Sw an n'a. N asıl ki bir
âlim , san atsal değerine kayıtsız k alam ad ığı ışıl ışıl yaldızlı bir
k apağın içindeki değerli elyazm asın a b aşv u rd u ğ u n d a, aradığı
bilgileri orada bulacağını bilirse, Sw ann da, gerçeğe u ygu n bi­

283
çim de k afasın da canlandırabilm ek için hayatını feda edeceği
bir du ru m un ayrıntılarını, ışık çizgileriyle aydın lan m ış bu pen ­
cerenin ark asın d a b u lu p okuyabileceğini biliyordu. Böylesine
m erak ettiği gerçeği, y arısaydam , sıcacık, g ö z alıcı bir m ad d e­
den olu şan bu biricik, geçici ve değerli n ü sh adan öğrenm e fikri,
ona ad eta tensel bir haz veriyordu. H issettiği - v e şid d etle ihti­
yaç d u y d u ğ u - ü stün lük, belki gerçeği bilm esinden çok b ild iği­
ni onlara gösterebilecek d u ru m d a olm asın dan kayn aklan ıyor­
du. Parm ak u cu n da pencereye uzandı. Panjuru tıklattı. İçeride-
kiler du ym ayınca dah a hızlı vu rdu , kon uşm alar kesildi. Odet-
te'in ark ad aşların d an hangisin e ait olabileceğini kestirm eye ça­
lıştığı bir erkek sesi sordu:
"K im o ?"
Sesi tam olarak çıkartam ıyordu. Bir kere dah a vurdu. Önce
pencere, sonra panjur açıldı. Artık geri dö n ü lm ez bir n ok taday­
dı, O dette n asılsa her şeyi öğreneceğine göre, hiç d eğ ilse fazla
bedbaht, fazla kıskanç ve m eraklı görün m em ek için, kayıtsız,
neşeli bir tonda seslen m ekle yetindi:
"R ah atsız olm ayın, geçerken ışık gördü m de, b a ş ağrınız
mı arttı diye m erak ettim ."
İçeriye baktı. K arşısın d a, pencerenin önünde, iki yaşlı
ad am du rm ak taydı, birinin elinde lam b a vardı; sonra odayı
gö rdü , tanım adığı bir odaydı. O dette'e geç saatte geld iği ak ­
şam lar, onun penceresini, birbirine benzer, karanlık pencereler
arasın d a ışıklı tek pencere olm asın dan tanım aya alıştığı için y a­
nılm ış, y an daki evin cam ına vu rm u ştu. Ö zür dileyip oradan
ayrılarak evine dö n d ü ; m erakının tatm ini aşkların a halel getir­
m ediği ve u zu n zam an boyunca O dette'e karşı kayıtsızm ış gibi
davrandıktan sonra, kıskançlığıyla onu aşırı derecede sevdiğin i
gösterm ediği için m u tlu ydu ; iki sevgiliden birinin aşırı derece­
deki sev gisin i gösterm esi, diğerini, yeterince sevm ekten temelli
b ağışık tutar.
Sw ann bu aksilikten O dette'e hiç sö z etm edi, kendisi de ar­
tık bu olayı dü şü n m ü y ordu . A m a zam an zam an d ü şü n cesi bu
un u tu lm u ş anıya rastlayıp çarpıyor, onu öne itiyor, Sw an n'a
keskin ve derin bir acı veriyordu. Sw ann bu acıyı, sanki fiziksel
bir acıym ış gibi, düşün celeriyle yatıştıram ıyordu; am a fiziksel

284
acı düşün ceden b ağım sız old u ğu n d an , dü şü n ce hiç değilse
onun ü zerin de durabilir, azaldığını, geçici olarak din diğin i sa p ­
tayabilir. O ysa bu acıyı, dü şü n ce sırf hatırlam akla yeniden ya­
ratm ış oluyordu. Bu acıyı d ü şü n m em e isteği, dah a çok d ü şü n ­
m ek, dah a çok ıstırap çekm ek anlam ına geliyordu. A rk ad aşla­
rıyla sohbet ederken derdini u n u ttu ğu zam anlar, birdenbire
söylenen bir söz, tıpkı sakarın teki ansızın gelip yaralı bir a d a ­
m ın tam ağrıyan yerine d o k u n m u ş gibi, Svvann'ın çehresini al­
lak bu llak ediyordu. O dette'in yanın dan ayrıldığın da kendini
d aim a m utlu, huzurlu h issed iyo rd u ; O dette'in filancadan söz
ederken alaylı, kendisine yön eldiğin de sevecen olan gü lü m se­
m elerini, o ilk gece arab ad a yaptığı gibi ekseninden koparıp
b ü ktü ğü , n eredeyse istem eyerek dudakların ın üzerine d ü şü r­
d ü ğ ü başının ağırlığını, kollarının arasın da baygın baygın bakı­
şını, bir yandan d a ü şü m ü ş gibi ona so k u lu p başını om zuna
gö m ü şü n ü hatırlıyordu.
A m a kıskançlığı, hiç vakit kaybetm eden, sanki aşkının gö l­
gesiym iş gibi, O dette'in d ah a birkaç saat önce Svvann'a yönelt­
tiği o d eğişik tebessüm ün -şim d i tersine d ö n ü p Sw an n 'la alay
eden, bir başk asın a yönelirken aşk la d o la n - bir kopyasın ı çıka­
rıyor, başının eğim ini, bu sefer b aşk a d u d ak lara d o ğru eğilir­
ken taklit ediyor, Svvann'a su n d u ğ u bütün sevgi gösterilerini
şim di bir b aşk asın a sunulurken tekrarlıyordu. O dette'in evin­
den çıkarken beraberinde g ö tü rd ü ğ ü b ütün tensel hatıralar, tıp­
kı bir dekoratörün su n d u ğ u "pro jeler", taslaklar gibi, O dette'in
b aşk a bir erkeğin karşısın d aki ateşli veya kendinden geçm iş
hallerini hayal etm esine im kân tanıyorlardı. Ö yle ki, Svvann
O dette'le yaşad ığı her h azdan , O dette'in icat ettiği ve ken d isi­
nin de tedbirsizlik ed ip hoşlandığını belirttiği her okşayıştan,
O dette'te keşfettiği her güzellikten pişm anlık d u y ar olm uştu,
çünkü bunların her birinin, bir san iye sonra, kendisi için yeni
bir işkence aletine dönüşeceğin i biliyordu.
Ç ektiği azap , birkaç gün önce O dette'in gözlerinde ilk defa
yak alad ığı kısa bir bakışın hatırasıyla birleşince, day an ılm az
hale geliyordu. Verdurin'lerde, bir ak şam yem eğin den son ray­
dı. Forcheville, belki kayınbiraderi Saniette'in V erdurin'ler tara­
fından pek sevilm ediğini h issed ip onu gün ah keçisi gibi kulla­

285
narak ev sahiplerinin gö zü n d e p arlam ak istem işti; belki Saniet-
te'in, aslında hiçbir kötü niyet gütm eden söylenm iş, bu sözdeki
kırıcı im ayı an lam aları m üm kün olm ayan m üritlerin farkına bi­
le varm adıkları, patav atsızca bir sö zü n e kızm ıştı; belki d e ken­
disini fazlasıyla yakın dan tanıyan ve aşırı h assasiyeti nedeniyle
zam an zam an sırf varlığın dan bile rah atsız o ld u ğu Saniette'i o
evden atm ak için ne zam an dır fırsat kolluyordu; sebebi ne olur­
sa olsun, Forcheville Saniette'in patav atsızca sözlerine öyle bir
kabalıkla cevap verdi, o kükredikçe korkan, acı çeken Saniet­
te'in yakarılarından iyice cesaret alarak öyle hakaretler etm eye
k oyuldu ki, zavallı Saniette, M m e Verdurin'e k alm ası mı gitm e­
si mi gerektiğini sord u; bir cevap alam ayın ca, gözlerin de y a ş­
larla, kekeleyerek çıkıp gitti. O dette bu sahneyi soğukkan lılıkla
izlem işti, am a kapı Saniette'in ark asın d an k apan d ığın d a,
Forcheville'le aynı alçaklık dü zeyin e gelebilm ek için yüzün ün
olağan ifadesini adeta birkaç derece d ü şü rm ü ş, gözleri, Forche-
ville'in cesaretini kutlayan, kurbanıyla d a alay eden sinsi bir te­
b essü m le parlam ıştı; suçortaklığını ifade eden bakışlarında,
"A d am kurşu n a d izilm iş k ad ar oldu. O süklüm pü k lü m halini
gördü n ü z m ü ? A ğlıyord u resm en ," sözleri o kadar açıkça ok u ­
nuyordu ki, gözleri bu bak ışlarla k arşılaşan Forcheville, öfke­
sinden ya d a öfke taklidinden bir an d a sıyrılarak gü lü m sed i ve
şu cevabı verdi:
"B iraz kibar olabilseydi hâlâ b u rad a olurdu; adam akıllı bir
köteğin her yaşta faydası olur."
Sw ann bir gü n öğleden sonra, bir dostun u ziyaret etm ek
üzere evden çıkm ış, görm ek isted iği kişiyi evinde bulam ayınca,
O dette'e u ğram ak gelm işti aklına; b u saatte O dette'in evine hiç
gitm ezdi, am a bu saatlerde hep evde oldu ğu n u , ya öğle u yk u ­
suna yattığını ya d a çay saatin e k ad ar m ektup yazdığını bili­
yordu; O dette'i rahatsız etm eyecek kısa bir görüşm enin hoş
olacağını dü şü n d ü . K apıcı O dette'in galiba evde oldu ğu n u sö y ­
ledi; kapıyı çaldı; k ulağın a bazı gürültüler, ayak sesleri gelir g i­
bi oldu, am a kapı açılm adı. K aygılan ıp sinirlenerek evin arka
tarafındaki so k ağa gitti ve yatak od ası penceresinin önünde
durdu; perdeler kapalı o ld u ğu n d an içerisi görün m üyordu, ca­
ma sertçe vu ru p seslen di; cevap veren olm adı. K om şuların ken-

286
dişini seyrettiğini fark etti. Belki d e ay ak seslerini yanlış d u y ­
d u ğ u n u düşün erek oradan ayrıldı; am a kafası bu olayla o k a­
d ar m eşg u ld ü ki başk a bir şey d ü şü n em iyordu . Bir saat sonra
tekrar O dette'in evine gitti. Bu sefer O dette'i evde bu ldu ; O det­
te d ah a önce geld iğin d e d e ev de o ld u ğu n u , am a u y u d u ğu n u
söyledi; zil sesine uyan m ış, gelenin Sw ann old u ğu n u tahmin
ed ip ark asın d an k oşm u ş, am a yetişem em işti. C am a v u ru ld u ğ u ­
nu d a işitm işti. Sw ann bu sözlerde, hazırlıksız yakalanan y a­
lancıların, u yd u rd u k ları hikâyeyi gerçeğe benzetm ek için y a­
lanlarına ekledikleri do ğru ayrıntıyı derhal tanıdı. O dette açık­
lam ak istem ediği bir şey yaptığın d a, onu benliğinin derinlikle­
rine gizliyordu şü ph esiz. A m a yalan söylem eye niyetli old u ğu
kişiyle karşı karşıya geldiği an da heyecana kapılır, kafasın dan
bütün düşün celer silinip gider, u yd u rm a ve m antık yürütm e
m elekeleri felce u ğrardı; k afasın d a bir boşluk olu şu rd u , am a bir
şeyler söylem esi gerektiği için, önüne çıkan tek şeye, yani gizle­
m ek isted iği ve d o ğru old u ğu için d e tek başın a orada kalm ış
olan şeye sarılırdı. Bu gerçeğin, kendi b aşın a bir önem taşım a­
yan küçük bir parçasını arayıp bulur, aslında böylesinin dah a
iyi o ld u ğu n u , bu doğru lan abilir ayrıntının, u y d u ru lm u ş bir ay ­
rıntı k ad ar tehlikeli olm adığını d ü şü n ü rdü . "B u kadarı do ğru
hiç d eğilse, kâr kârdır, isterse araştırsın, d o ğru old u ğu n u ö ğ ­
rensin, beni ele verecek olan bu ayrıntı d eğ il," derdi kendi ken­
dine. O ysa yanılıyordu, onu bu ayrıntı ele verirdi; O dette far­
kında değild i am a, bu gerçek ayrıntının köşeleri, ancak içinden
keyfî biçim de koparıldığı ayrıntılar bütün ün e oturabilirdi; bu
gerçek ayrıntı hangi u yd u rm a ayrıntıların arasın a yerleştirilirse
yerleştirilsin, o bütünün bir parçası olm ayacağı için, d o ld u ru la­
m ayan boşluklar ve sığdırılam ayan fazlalıklar onu m utlaka ele
verecekti. "Z ili çalıp cam a vu ru şu m u işittiğini, benim geldiğim i
tahm in ettiğini ve beni görm ek istediğini itiraf ediyor," diyordu
Sw ann kendi kendine. "A m a bu, kapının açılm adığı gerçeğiyle
b ağd aşm ıy o r."
Yine de bu çelişkiye O dette'in dikkatini çekm edi, çünkü
onu kendi haline bırakırsa, O dette'in m uhtem elen bir yalan
u y d u racağın ı ve bu yalanın da, gerçeğin zay ıf bir gö stergesi
olabileceğin i d ü şü n ü y o rd u ; O dette k on u şm ak tay d ı; Sw ann

287
onun sö zü n ü kesm iyor, söylediklerin i açgö zlü , sancılı bir d ik ­
katle hafızasına k ay d ed iy o rd u ; O dette'in ağ zın d an çıkan sö z ­
lerin (onunla k on uşurk en gerçeği bu sözlerin ark asın a gizle d i­
ği için), tıpkı k utsal örtü gibi, o pah a biçilm ez ve ne yazık ki
gizli k alm aya m ah kûm gerçeğin -O d ette'in o gü n öğleden
sonra saat üçte, Sw ann g e ld iğ i esn ad a yap tığı şe y in - izini belli
b elirsiz taşıdıkların ı, şeklini k ab aca çizdiklerini h issed iy o rd u ;
bu gerçekle ilgili öğrenebileceği tek şey, O dette'in sö y led iği
yalanlar, ad eta ok u n m ası im k ân sız, ilahi kalıntılardı artık;
b u n d an böyle bu gerçek, kıym etini b ilm ed iği halde, asla ele
verm em ek üzere ona yatak lık eden kadın ın h atırasın da m ev­
cut olacaktı. H iç şü p h e yok ki, Sw an n ara sıra O dette'in gü n ­
delik hayatının heyecanlı ve ilgin ç olm adığın ı, b aşk a erkekler­
le ilişkilerinin de, d ü şü n en her in san ın n azarın d a intihar arzu ­
su uyan dırabilecek, ölü m cü l bir kederi etrafa kendiliğin den ,
evrensel bir biçim de yaym ad ık ların ı d ü şü n ü y o rd u . Böyle an ­
lard a, bu ilginin, bu kederin sad ec e k en d isin de, bir hastalık
olarak b u lu n d u ğ u n u ve b u h astalık geçtiğin d e, O dette'in y a p ­
tıklarının, b aşk aların a verm iş olabileceği öpücüklerin , tıpkı s a ­
yısız b aşk a kadın ın y aptık ları ve öpücü k leri gibi, zararsız hale
geleceğini anlıyordu. N e v ar ki, Sw an n, halih azırdaki sancılı
m erakı tam am en k en d isin den k ay n ak lan d ığı halde, bu m erakı
ön em sem eyi ve m erakını tatm in etm ek için elinden geleni
y ap m ay ı d a m an tık sız b u lm u y o rd u . Ç ü n k ü Sw an n 'in y aşın d a
insanın felsefesi, artık gen çliğin dek i felsefesin den farklıdır,
-ay rıca Sw an n 'in şim d iki felsefesi, dönem in felsefesiyle ve
Sw an n 'in u zu n sü re için de y a şa d ığ ı m uhitte (yani L au m es
Prensesi'nin, zekâyı şü ph ecilik le ölçen, her in san ın kendi ze v ­
kinden b aşk a hiçbir şeyi gerçek ve tartışılm az kabul etm eyen
yakın çevresinde) geçerli olan felsefeyle de destek len iy o rd u -
den eysel, n eredey se tıbbi bir felsefed ir b u ; in san lar bu yaşta
özlem lerini d ışa vu rm ak yerine, gerid e bıraktıkları yılların,
kendi içinde tipik ve kalıcı sayabilecek leri birtakım sab it alış­
kanlıklarla tutk u lardan o lu şan tortu su n u ayırm aya çalışırlar
ve seçtikleri h ayat tarzının her şey d en önce b u alışkanlıkları
ve tutkuları tatm in etm esin e b ilh assa özen gösterirler. Sw ann,
n asıl rutubetli bir iklim in e g zam ası ü zerin deki azdırıcı etkisini

288
dik k ate alıy orsa, O dette'in yaptıkların ı bilm em ekten d u y d u ğ u
ü zü n tü ye h ayatın d a bir yer ayırm ayı d a akıllıca buluyor, nasıl
ki koleksiyonları, ince d am ak zevki gibi -e n azın dan âşık ol­
m ad an ö n ce- k en d isin e haz verebileceğini bildiği zevklerine,
b ü tçesin d e belirli bir m eb lağ ayırıyorsa, O dette'in gü n dü zleri
neler y ap tığ ı k o n u su n d a, öğren m ezse bedb ah t olacağı m alu ­
m atı edinebilm ek için de, hatırı sayılır bir m eb lağ ayırm ayı g e­
rekli gö rü y ord u .
Evine dön m ek ü zere kalkıp O dette'le vedalaştığı sırada,
O dette biraz dah a kalm asın ı rica etti, hattâ ısrarlı davran ıp, ka­
pıyı açm aya yeltendiğinde kolunu tuttu. A m a Sw ann bunun
üzerin de d u rm adı; zaten bir k on u şm ad a yer alan hareket, söz
ve olay b ollu ğu içinde, şüphelerim izin gelişigü zel aradığı bir
gerçeği gizleyen unsurlar, kaçınılm az olarak, hiç dikkatim izi
çekm eden geçip giderler; bizim üzerinde d u rd u ğ u m u z ayrıntı­
lar ise, aksin e ardın da hiçbir şey gizlem eyen ayrıntılardır. O det­
te tekrar tekrar, "N e aksilik, hiç âdetin olm adığı halde bir gün
öğleden son ra geleceğin tuttu, o zam an d a gö rü şem edik ," di­
yordu. O dette'in, görüşem ediklerine böylesine hayıflanacak k a­
dar kendisin e âşık olm adığını Sw ann pekâlâ biliyordu, am a
O dette iyi kalpli bir insandı, genellikle Sw ann'i m em nun etm ek
ister ve k ızd ırd ığın d a çoğunlukla ü zü lü rdü ; dolayısıyla, kendi­
sine d eğ ilse d e Sw an n 'a b ü yü k bir haz verecek olan bu bir saat­
lik beraberlikten on u m ah rum ettiğine üzülm esini de, Sw ann
d o ğal bu ldu . B ununla birlikte, pek o k adar önem li bir şey d e ol­
m ad ığı için, O dette'in dinm eyen ü zü n tü sü son u n da Sw ann'i
şaşırttı. O dette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressam ının kadın fi­
gürlerini her zam an k in d en çok hatırlatıyordu. O esn ad a O det­
te'in yü zü, bu kadınların, bebek İsa'nın bir narla oynayışını ve­
ya M usa'n ın bir y alağ a su boşaltışını seyrederken bile, k aldıra­
m adıkları bir acının ağırlığıyla ezilirm iş gibi görünen, bitkin ve
kederli yüzlerin den farksızdı. D aha önce de O dette'in yü zü n de
böyle kederli bir ifad e görm üştü , am a ne zam an gö rd ü ğü n ü
hatırlam ıyordu. A nsızın hatırladı: Sw an n'la beraber olabilm ek
için hastalık m azeretiyle ak şam yem eğine katılm adığı gecenin
ertesi gü n ü , M m e V erdurin'e yalan söylerken, O dette'in y ü zün ­
de aynı keder vardı. Hiç şü ph esiz, O dette dünyanın en d ü rü st

289
kadını d a olsa, bu k adar m asu m bir yalan yüzün den vicdan
azabı çekm ezdi. A m a O dette'in sık sık sö ylediği yalanlar, bu
k ad ar m asu m yalanlar değil, çeşitli insanların karşısın d a k endi­
sini son derece zor du ru m a düşürebilecek türden keşifleri en­
gellem eye yarayan yalanlardı. Bu y ü zden de, yalan söylediği
zam an korkuya kapılır, kendini sav u n m asız hisseder, b aşarab i­
leceğinden em in olam az, tıpkı u yk u su n u alam am ış bir çocuk
gibi, yorgunluktan ağ lam ak isterdi. Ayrıca, genellikle yalan
sö ylediği erkeği ciddi şekilde incittiğini ve iyi bir yalan u y d u ra­
m azsa, kaderini onun ellerine teslim etm iş olacağını d a bilirdi.
O zam an , sö z kon usu erkeğin k arşısın d a hem ezik, hem d e su ç­
lu h issed erd i kendini. So syal yaşan tısıyla ilgili ön em siz bir y a ­
lan söylem esi gerektiğinde de, d u y g u ve anıların çağrışım ıyla
aşırı bir y orgu n lu ğa yenik düşer, fesatlık etm işçesine bir p iş­
m anlık duyardı.
Svvann'a kim bilir ne ağır bir yalan söylem ekteydi ki, b ak ış­
ları böylesine ıstırapla doluyor, sesi, zorla gö sterdiği çabanın
ağırlığı altında ezilircesine, am an dilercesine sızlanıyordu.
Sw ann, O dette'in, sad ece öğleden sonraki olayın aslını değil,
dah a yakın, belki henüz gerçekleşm em iş, az sonra m eydan a g e ­
lecek ve Sw an n'i gizlenen gerçek k on usun da aydınlatabilecek
olan bir şeyi d e sak lam aya çalıştığını d ü şü n d ü . O esn ada zilin
sesini du y du . O dette hiç du rm ad an kon uşuyordu , am a sözleri
artık bir iniltiye dön ü şm ü ştü ; öğleden sonra Sw an n'la görüşe-
m em iş, kapıyı açam am ış olm ası, bir felaket haline gelm işti.
K apan an giriş kapısının ve bir arabanın sesi işitildi; sanki
birisi, -m uhtem elen Sw an n'in k arşılaşm am ası gereken kişi—
O dette'in evden çıkm ış o ld u ğu söylen diği için, kapıdan dö n ü ­
yordu. Bunun üzerine, Sw ann, sırf her zam ankinden farklı bir
saatte gelm ekle, O dette'in kendisin den gizlem ek istediği ne çok
şeyi engellediğini dü şü n erek bir yılgınlığa kapıldı, n eredeyse
yıkım a u ğradı. A m a O dette'i sev d iği ve bütün düşüncelerini
ona yöneltm eye alıştığı için, kendine acıyacağına ona acıdı ve
"Z avallı yavru cak !" diye m ırıldandı. Sw ann giderken, O dette
m asasının ü stü n de duran bir tom ar m ektubu kendisine verip
p o stalam asın ı rica etti. Sw an n evine d ö n d ü ğü n d e, m ektupları
atm ayı u n u tm u ş o ld u ğu n u fark etti. Tekrar çıkıp postaneye git­

290
ti, cebinden m ektupları çıkardı ve kutuya atm adan önce, zarfla­
rın üzerindeki adreslere baktı. M ektupların hepsi çeşitli dü k ­
kânlara, yalnız biri Forcheville'e yazılm ıştı. Sw ann m ektubu
elinde tutuyordu. "M ektubu açıp okusam , O dette'in ona nasıl
hitap ettiğini, neler söylediğini, araların da bir şey olup olm adı­
ğını öğrenirdim ," diy ordu kendi kendine. "H attâ belki açm a­
m akla, O dette'e karşı dü şü n cesizlik etm iş oluyorum , çünkü
O dette açısından suçlayıcı olabilecek, her halükârda ona acı
çektirecek ve m ektup gönderildikten sonra asla silinem eyecek
olan bir şü ph eden kurtulm anın tek yolu, m ektubu ok u m ak ."
Postaneden evine dö n d ü , am a son m ektubu atm am ış, yanı­
na alm ıştı. Bir m u m yakıp, açm aya cesaret edem ediği zarfa
yaklaştırdı. Başlan gıçta hiçbir şey oku yam adı, am a zarf inceydi,
içindeki sert karta yapıştırınca, say d am kısm ındaki son kelim e­
leri seçebildi. G ayet so ğu k bir veda cüm lesiydi bu. O an da, tam
tersine, Sw an n 'a yazılm ış bir m ektubu Forcheville oku sa, ne
k ad ar sevecen kelim eler görürdü ! Zarftan dah a küçük olan ve
zarfın içinde hareket eden kartı tuttu, sonra, b aşp arm ağıyla
k aydırarak, sırayla çeşitli satırları, zarfın tek kat olan ve içini
gösteren kısm ına den k getirdi.
Buna rağm en , kelim eleri tam olarak seçem iyordu. A slında
pek önem li d e d eğild i, çünkü m ektubun sıradan bir olayla ilgili
o ld u ğu n u ve katiyen bir aşk ilişkisine değin m ediğini anlayacak
kadarını ok u m u ştu; konu, O dette'in bir am casıyla ilgiliydi.
Sw ann bir satırın içindeki "h aklıym ışım " kelim esini açık seçik
okuyabilm işti, am a O dette'in hangi kon uda haklı old u ğu n u an-
layam ıyordu; sonra birdenbire, dah a önce ok u yam adığı ilk ke­
limeleri seçebildi ve bütün cüm lenin anlam ı açıkça ortaya çıktı:
"K ap ıy ı açm akta haklıym ışım , gelen am cam dı." K apıyı açm ak ­
ta! D em ek ki öğleden sonra, Sw ann kapıyı çaldığında, içeride
Forcheville vardı ve O dette onu gönderm işti; Sw ann'in d u y d u ­
ğ u ses d e buydu.
Bunun üzerine, m ektubun tam am ını okudu; O dette m ektu­
bun son u n da, teklifsizliği yü zün den Forcheville'den özür dili­
yor ve sigaraların ı evinde unuttuğu n u söylü yordu ; O dette'in
evine ilk gidişlerinden birinin ardından, Sw an n'a da aynı cüm ­
leyi yazm ıştı. A m a Sw an n 'a yazd ığı m ektupta, "K eşk e kalbinizi

291
bırakm ış olsay dın ız, on u iade etm ezdim size," diye eklem işti.
Forcheville'e böyle bir şey yazm am ıştı; araların da bir aşk m ace­
rası old u ğu n u im a edecek tek bir sö z yoktu. İşin aslına bakıla­
cak olu rsa, O dette, gelenin am cası old u ğu n a Forcheville'i inan­
dırm ak için m ek tup yazdığın a göre, bütün bu olayd a kandırı­
lan kişi, kendisin den ziyad e Forcheville'di. Sonuçta O dette'in
önem verd iği erkek kendisiydi, Svvann'dı; o geldi diye Forche­
ville'i gönderm işti. Peki am a, Forcheville'le araların da bir şey
yo k sa, O dette kapıyı niçin hem en açm am ıştı; o esn ad a kötü bir
şey y a p m ıy o rd u y sa eğer, niçin "K ap ıy ı açm akla iyi etm işim ,
gelen am cam m ış," desindi; kapıyı açm am asın a Forcheville ne
gibi bir açıklam a getirebilirdi ki? O dette'in, onun inceliğine
olan m u tlak güveniyle, hiç kork m adan ellerine teslim ettiği,
am a Sw an n'in, asla öğrenem eyeceğini zannettiği bir olayın iç­
yü zü y le birlikte, m eçhulden alınan ışıklı bir kesit m isali, O det­
te'in hayatının bir kısm ını da, say d am penceresi say esin de g ö ­
rebildiği bu zarfın k arşısın d a, Sw ann bir süre, ü zgü n , kaifası k a­
rışık, am a yine d e m utlu, öylece du rdu . Sonra kıskançlığı haz
d u y m ay a b aşlad ı; bu kıskançlık sanki b ağım sız, bencil bir ha­
yatiyete sah ipti ve Sw an n 'a zarar verm ek pah asın a d a olsa,
kendisini besleyebilecek her şeye açgözlülük le saldırıyordu.
Şim di kendine bir besin bu lm u ştu; Sw ann artık her gün O det­
te'in saat beş civarın da kabul ettiği ziyaretçiler k on u su n d a en­
dişelenecek, Forcheville'in o saatte nerede o ld u ğu n u öğrenm e­
ye çalışacaktı. Ç ü n k ü Sw an n'in aşkı, hâlâ başlangıçtaki yapısını
k oru yord u ve bu yapıya dam gasın ı vu ran şey de, O dette'in
günlerini n asıl geçirdiğini bilm em esi ve Sw ann'in, zihinsel
tem belliği yüzün den , bilgi yerine hayal gü cü n ü k oy m am ası ol­
m u ştu. Ö nceleri O dette'in bütün hayatını değil, sad ece belirli
anlarını, bir olayd an , belki yanlış yoru m ladığı bir olaydan yola
çıkarak, O dette'in kendisini aldatm ış olabileceğini d ü şü n d ü ğ ü
anları kıskanıyordu. K ıskançlığı, tıpkı önce bir kolunu, sonra
İkincisini, ardın dan d a ü çü n cüsü n ü u zatan bir ah tapot gibi, ön­
ce ak şam ü stü beşe, sonra bir b aşk a saate, sonra d a bir üçüncü-
sü n e sıkı sıkı yapıştı. A m a Sw ann kendine dert icat etm eyi bil­
m iyordu. Ü züntüleri, kendisin e d ışarıd an gelm iş olan bir acı­
nın hatırasın dan , dev am ın dan ibaretti.

292
N e var ki, dışarıd an gelen her şey ona acı veriyordu. Odet-
te'i Forcheville'den u zak laştırm ak , birkaç gü n lü ğü n e G ün ey'e
götürm ek istedi. Fakat o rad a da, oteldeki bü tü n erkeklerin
O dette'i, O dette'in de onları arzu ladığı zannına kapıldı. Eski­
den çıktığı seyahatlerde hep yeni insanlarla ilişki kuran , k ala­
balık toplantılara katılan Sw ann, şim di vah şileşm iş, sanki in­
san lardan zalim bir darb e yem iş gibi toplu m d an k açar olm u ş­
tu. H er erkeği O dette'in âşığı olm aya ad a y görürken , in san lar­
dan nefret etm em esi m ü m kü n m ü y d ü ? Böylece kıskançlığı,
Sw an n'in kişiliğini ve başkaların ın gö zü n d e bu kişiliği d ışa v u ­
ran işaretleri değiştirm eye b aşlad ı; üstelik bu, b aşlan gıçta Odet-
te'e beslediği tensel ve gü leryü zlü tutkunun yol açtığı d eğ işim ­
den d ah a keskin ve kökten bir değişim di.
O dette'in Forcheville'e y azd ığ ı m ektubu o k u d u ğ u gün den
bir ay sonra, Sw ann, Verdurin'lerin dü zen lediği bir ak şam ye­
m eğine, B oulogne O rm an ı'na gitti. Topluluk d ağ ılm ak üzerey­
ken, M m e V erdurin'le m isafirlerin çoğu arasın d a fısıltı halinde
k on uşm alar geçtiğini fark etti; an layabildiği k adarıyla, p iy an is­
te ertesi gü n C h ato u 'd ak i toplantıya gelm esini hatırlatıyorlardı;
o y sa Sw an n bu toplantıya d av et edilm em işti.
V erdurin'ler alçak sesle k on uşm uş ve m u ğlak ifadeler kul­
lanm ışlardı, am a ressam , herhalde dalgınlıkla, haykırdı:
"H iç ışık olm asın, Ay Işığı sonatını karanlıkta çalsın ki, etra­
fın aydınlanışım d ah a iyi görelim ."
Sw ann'in iki adım ötede olduğun u gören M m e Verdurin, bir
pot kırıldığını fark eden herkes tarafından benim senen yü z ifad e­
sini takındı; konuşanı su stu rm a ve işitene m asu m görünm e iste­
ğini bom boş bakışlarda sabitleyen, kıpırtısız suçortaklığı işaretini
sa f tebessüm lerin ardına gizleyen bu ifade, potu kıranın değilse
de, m ağdurun, du ru m u ânında fark etm esine yol açar daim a.
O dette, birdenbire hayatın ezici sorunlarıyla m ücadele etmekten
vazgeçen u m u tsu z bir insanın edasına büründü; Sw ann ise, res­
torandan çıkıp O dette'le birlikte eve döneceği ânı iple çekiyordu;
yolda O dette'ten m eseleyi açıklığa kavuşturm asını isteyecek, er­
tesi gün ya C hatou'ya gitm em esini, veya kendisini de davet ettir­
m esini sağlayacak ve sıkıntısını O dette'in kollarında giderecekti.
Nihayet arabalar çağrıldı. M m e Verdurin Sw an n'a döndü:

293
"H ay d i, hoşçakalın, yakın da görüşm ek üzere," derken, b a­
kışlarındaki sevecenlik ve gü lüm sem esin deki rahatsızlık, o g ü ­
ne k ad ar hep yaptığı gibi, "Yarın C h atou 'da gö rü şü y oru z, y a­
rından sonra da b izd e," dem ediğini Sw ann'in fark etm esini en­
gellem eye yönelikti.
M. ve M m e Verdurin, Forcheville'i arabalarına aldılar;
Sw an n'in arab ası onlarınkinin ark asın d aydı, Sw ann O dette'i
kendi arab asın a bindirm ek için, Verdurin'lerin arabasın ın hare­
ket etm esini bekliyordu.
"O dette, sizi biz bırakacağız," dedi M m e Verdurin; "M . de
Forcheville'in yanın da size de bir yerim iz var."
"Peki hanım efendi," diye cevap verdi Odette.
"N asıl olur, sizi evinize ben bırakacaktım ," diye haykırdı
Sw an n, sö zü u zatm adan ; kapı açılm ıştı, saniyeler sayılıydı ve
içinde b u lu n d u ğ u ruh halinde, Sw an n'in tek başın a eve d ö n ­
m esi m ü m kü n değildi.
"A m a M m e V erdurin..."
"C an ım , bu sefer tek başın ıza dönün, O dette'i kaç kere size
bıraktık," d ed i M m e Verdurin.
"H an ım efen diye söylem ek istediğim önem li bir şey vardı
d a..."
"N e yapalım , m ektup yazıverin..."
"H oşçak alın ," dedi O dette, elini Sw an n'a uzatarak.
Sw ann gü lü m sem eye çalıştı, am a yıkılmıştı.
"Sw an n 'in bize karşı davran ışların da ne k adar cüretkâr ol­
d u ğ u n u fark ettin m i?" d ed i M m e Verdurin kocasına, eve dön ­
düklerinde. "O dette'i arab am ıza aldık diye beni çiğ çiğ yiye­
cekti neredeyse. M ün asebetsizliğin bu kadarı d a fazla! Rande-
vuevi işlettiğim izi söylesey di bari! O dette'in bu tür d av ran ışla­
ra nasıl taham m ül ettiğini an lam ıyorum d oğru su . A deta 'Siz
bana aitsiniz,' diyor. D üşüncelerim i O dette'e açıklayacağım ,
um arım beni anlar."
H em en ardından, öfkeyle ekledi:
"İnanılır gibi değil, p is h ayv an !" M m e Verdurin farkında
olm adan , belki aynı kendini haklı çıkarm a içgü dü sü y le, -tıpkı
Françoise'm C om b ray 'd e tavu k bir türlü ölm ezken yaptığı g i­
b i- zararsız bir hayvanı ezm ekte olan bir köylünün, can çekişen

294
hayvanın son çırpınışlarına tepki olarak söyleyeceği kelim eleri
kullanıyordu.
M m e Verdurin'in arabası hareket ettikten sonra, arabacısı
Sw an n 'a baktı ve acaba hastalan dı mı, ya da başın a bir felaket
mi geldi diye sordu.
Sw ann arabacısını gönderdi, yürüm ek istiyordu; Boulogne
O rm an ı'ndan eve yaya döndü. Yürürken yüksek sesle, kendi
kendine kon uşuyordu ; o gü n e k ad ar küçük yuvanın m eziyetle­
rini bir bir sayarken, Verdurin'lerin yü cegön üllü lü ğün ü göklere
çıkarırken kullandığı hafif yapm acık ton hâkim di sesine. N asıl
ki O dette'in o çok hoşlandığı sözlerini, tebessüm lerini, ö p ü cü k ­
lerini, bir başk asın a yöneldiklerinde iğrenç b u lu yorsa, aynı şe­
kilde dah a biraz önce, gerçek bir sanat tutkusuyla, hattâ m an e­
vi asaletle d o p d o lu ve eğlenceli b u ld u ğu Verdurin'lerin salonu
da, artık O dette o rad a bir b aşk asıyla b u lu şu p onu özgürce se­
veceği için, Sw an n'a gülünç, saçm a ve iğrenç görün üyordu.
Ertesi akşam C h ato u 'd a yapılacak toplantıyı k afasın d a tik­
sintiyle canlandırıyordu. "C h ato u 'y a gitm e fikri zaten iğrenç!
D ükkânını k apatıp gezm eye giden tuhafiyeciler gibi! Bu in san ­
ların bu rju valığı inanılır gibi değil; gerçek insanlar değil bunlar,
Labiche'in oyunlarından fırlam ış karakterler!"
C ottard'lar orada olacaktı, Brichot d a belki giderdi. "B u iç
içe y aşayan , sıradan insanların hayatı gülünç bir şey; yarın hep­
si Chatou'da b u lu şm asalar, neye uğradıkların ı şaşırırlar!" H ey­
hat! R essam d a orad a olacaktı; "çöp çatan lık " yapm a m erakı yü ­
zü n den Forcheville'le O dette'i birlikte atölyesine dav et edecek­
ti. O dette'i bu kır gezisin de fazlasıyla şık bir kıyafetle hayal
ediyord u; "Z avallıcık o k adar b ay ağ ı ve o k ad ar d a ap tal ki!!!"
M m e Verdurin'in yem ekten sonra yap acağı esprileri şim d i­
den d u y ar gibiydi; bu espriler, hangi sıkıcı tipi hedef alırlarsa
alsınlar, Sw ann'i hep gü ld ü rm ü ştü , çünkü kendisiyle birlikte
O dette'in de, n eredeyse tek bir varlık gibi, bu esprilere g ü ld ü ­
ğü n ü görm üştü. O ysa şim di, belki de kendisiyle alay ederek
O dette'i güldüreceklerini dü şü n ü y ordu . "N e iğrenç bir eğlen­
ce!" derken yü zün e öyle bir tiksinti ifadesi yerleşiyordu ki,
göm leğinin yakası, m im iğiyle kasılan boğazın ı sıkıyordu. "Y ü ­
zü Tanrının sureti olarak yaratılm ış bir varlık, bu iç bulandırıcı

295
esprilere nasıl gülebilir? A zıcık h a ssas olan her burun, bu p is
kokulardan sakınm ak için, deh şet içinde orad an u zak laşm ay a
çalışır. Bir insanın, kendisine bütün d ü rü stlü ğü y le elini u zatan
birinin arkasın dan gülm ekle, hayat boyu içinden çıkam ayacağı
bir b atağa sap lan dığın ı an lam am ası, inanılır gibi değil gerçek­
ten. Ben bu b oş lafların, d ed ik odu ların çalkalandığı çukurdan
fersahlarca yüksekte b ulunuyorum , bir Verdurin'in esprileri be­
nim ü stü m e sıçram az!" diye haykırdı, başını dikleştirip beden i­
ni gu ru rla doğrultarak. "Tanrı şahidim dir, ben O dette'i bu b a­
taktan çıkarıp dah a soylu, yüksek bir seviyeye, dah a tem iz bir
ortam a getirebilm ek için bütün içtenliğim le çabaladım . A m a in­
san sabrının d a bir sınırı vardır, benim sabrım artık sınıra d a ­
y an d ı," dedi; oysa O dette'i alaylarla do lu bir ortam dan k o p ar­
m a çabası, dah a birkaç dakika önce b aşlam ış, Sw ann bu kutsal
görevi, ancak bu alayların kendisini hedef alabileceklerini ve
O dette'i on dan k oparm ay ı am açlayabileceklerini d ü şü n ün ce
üstlenm işti.
Piyanisti, Ay Işığı sonatını çalm aya hazırlanırken, M m e
Verdurin'i de, Beethoven'in m üziğinin, sinirleri ü zerin de y a p a ­
cağı tahribattan korkarak takındığı m im iklerle canlandırdı k a­
fasında. "G eri zekâlı, yalan cı!" diye haykırdı. "B ir de Sanat'tan
hoşlandığını san ıyo r!" M m e Verdurin, tıpkı dah a önce
Sw an n 'la ilgili olarak sık sık yaptığı gibi, Forcheville hakkında
d a O dette'e ö v g ü dolu , u staca im alarda bulunacak, sonra da,
"O dette, yanın ızda M. d e Forcheville'e bir yer açıverin," d iy e­
cekti. "K aranlıkta çalınacakm ış! Ç öpçatan , m uhabbet tellalı!"
Forcheville'le O dette'i su sm ay a, birlikte hayallere dalm aya, b a­
kışm aya, el ele tu tu şm ay a dav et edecek olan m ü ziğe d e "m u ­
habbet tellalı" adını veriyordu. Platon'un, Bossuet'nin, eski
Fransız eğitim inin san at k on usun dak i katı tutum larını haklı
buluyordu.
K ısacası, Verdurin'lerin sü rd ü ğ ü ve Sw an n'in sık sık "g er­
çek h ayat" diye adlan d ırd ığı hayat, şim d i gözü n e hayatların en
berbatı, küçük y u v a d a m uhitlerin en b ayağısı gibi görün ü yor­
du. 'T o p lu m u n en d ü şü k tab akası resm en ," diyordu, "D an-
te'nin son çem beri. H iç şü p h e yok, o yüce metin, Verdurin'leri
anlatıyor! A slına bakılırsa, arkalarından ded ik od u y ap ılsa da,

296
bu serseriler gü ru h u n dan çok farklı olan yü k sek sosyete m en­
su pları, bunlarla tanışm ayı, parm aklarının ucu n u bile kirletm e­
yi reddetm ekle, b ü yü k bilgelik gösteriyorlar! Saint-Germ ain
m uhitinin bu Noli me tangere's i1, m üthiş bir ileri gö rü şlü lü k !"
Sw an n Boulogne O rm anı'nm ağaçlı yollarından çıkalı epey ol­
m u ştu , evine varm ak üzereydi, am a acısı dinm em iş, kendine
gelm em işti henüz; sam im iyetsiz belagatinin yalancı ton lam ala­
rı, kendi sesinin sahte çınlam aları, sarh oşlu ğu n u giderek artırı­
yor, gecenin sessizliğin d e bağıra çağıra nutuk atm aya dev am
ediyordu: "Y ü k sek sosyete m ensuplarının d a kusurları vardır,
bu k u surları kim se benim k adar iyi bilem ez, am a her şeye rağ ­
m en, bazı şeyleri y apacak k adar alçalm aları d a m üm kün d eğ il­
dir. Tanıdığım seçkin kadınlar m ükem m el olm aktan çok uzak tı­
lar, am a tem eldeki incelikleri, d avran ışların daki dü rü stlü k,
hangi k oşu llard a olu rsa olsun, hainlik etm elerini engellerdi; tek
başın a b u bile, Verdurin cadalozu y la araların da uçurum lar ol­
m ası için yeterlidir. Verdurin! N e biçim soyadı! D oğru su hiçbir
eksikleri yok, kendi çizgilerinde m ükem m el sayılırlar! Tanrıya
şü kürler olsun, bu rezillerle, ayaktakım ıyla iç içe bu lu nm aya
yeterince tenezzül ettim , bir son verm ek gerekiyordu artık."
N e var ki, VerdurinTere dah a birkaç saat öncesine k adar
m al ettiği m eziyetlere VerdurinTer gerçekten sah ip olsalardı b i­
le, Sw an n 'm aşkını desteklem edikleri, korum adıkları takdirde,
Sw an n 'i, VerdurinTerin yü cegön üllü lü ğün ü d ü şü n ü p d u y g u ­
lan dırm ay a, sarh oş etm eye bu m eziyetlerin gü cü yetm ezdi; bu
sarh oşlu k hali, b aşk aları aracılığıyla yayılsa bile, kendisine an ­
cak O dette'ten gelebilirdi; işte aynı şekilde, şim d i VerdurinTere
m al ettiği ahlaksızlık da, d o ğru olsa bile, Sw an n'i dışlayıp
O dette'i ForchevilleTe birlikte çağırm ış olm asalar, Sw an n 'm öf­
kesini k abartm aya, onları "rezillik'Te d am g alam asın a yetm ez­
di. Şü ph esiz, Sw ann'm , Verdurin m uhitine d u y d u ğ u tiksintiyi
ve b u çevreyle ilişkisine son verm enin m u tlu lu ğu n u ifade eden
b u sözleri, ancak sahte bir tonda, dü şü n cesin i dile getirm ekten
çok öfkesini boşaltm ak için seçilm iş sözler gibi telaffuz etm eye
razı olan sesi, kendisinden dah a basiretliydi. A slın da Sw ann bu
1 A ziz Yuhanna İncili'ne göre, İsa'nın yeniden doğduktan sonra Mecdelli M er­
yem 'e söylediği, "Bana dokunm a," anlam ındaki ilk sözleri.

297
sövgü lere kendini kaptırdığı sırad a, kendisi farkında olm asa
da, zihni m uhtem elen bam b aşk a bir şeyle m eşg u ld ü , çünkü
evine d ö n d üğü n de, dış kapıyı kapatır kapatm az, birden alnına
bir şap lak atıp kapıyı tekrar açtırdı ve bu kez d o ğal bir ses to­
nuyla, “Yarın ak şam C h ato u 'd ak i yem eğe kendim i davet ettir­
m enin yolunu b u ldu m galib a!" diye haykırarak tekrar dışarı
çıktı. Am a pek iyi bir yol b u lam am ış olacak ki, dav et edilm edi;
ağır du ru m d ak i bir hastasını tedavi etm ek üzere taşraya gittiği
için günlerdir Verdurin'leri görm em iş ve C h atou 'ya gidem em iş
olan D oktor C ottard, C h ato u 'daki davetin ertesi gün ü, Verdu-
rin'lerde ak şam yem eğine otururken şöyle dedi:
"B u ak şam M. Svvann'ı görem eyecek m iyiz? O nun yakın
dostların dan biri..."
"U m arım gö rm eyiz!" diye haykırdı M m e Verdurin. "Tanrı
bizi o sıkıcı, aptal, terbiyesiz ad am d an koru su n ."
C ottard bu sözleri du yun ca, o âna dek zannettiğinin tam
tersi, fakat d o ğru lu ğu d a tartışılm az olan bir gerçekle yü z yü ze
gelm iş gibi, hem şaşırdı hem boyun eğdi; etkilenm iş bir tavırla,
korku içinde başını tabağın a gö m d ü ve tedricen kendine k ap a­
narak, sesini alçalan bir gam halinde en p es notasına k ad ar d ü ­
şürerek, "Ya! Ya! Ya! Ya! Ya!" diye cevap verm ekle yetindi. Ve
bir dah a d a Verdurin'lerin evinde Sw an n 'dan hiç söz edilm edi.

Svvann'la O dette'i bir araya getirm iş olan Verdurin salonu,


bulu şm aların a bir engel haline geldi. O dette artık ilişkilerinin
başın daki gibi Svvann'a, "Yarın ak şam m utlaka görüşeceğiz,
Verdurin'lerde yem ek daveti var," diyeceğine, "Yarın ak şam
görüşem eyeceğiz, Verdurin'lerde yem ek daveti var," diyordu.
Verdurin'ler O dette'i O péra-C om ique tiyatrosuna, Kleopatra'nın
Bir Gecesi’ni seyretm eye götürecekleri zam an, Sw ann O dette'in
gözlerinde bir korku, Sw ann gitm em esini rica eder m i diye bir
kaygı görüyordu ; eskiden olsa, Sw ann bu korkuyu görün ce d a ­
yanam az, sevgilisin in çehresini öpücüklere boğardı; oy sa şim di
aynı korku onu çileden çıkarıyordu. "M üzik adı verilen o bok
çukurun da çöplenm eye ne k adar hevesli o ld u ğu n u görünce
hissettiğim şey, öfke değil, üzü n tü aslın d a," diy ordu kendi ken­
dine. "K en dim e değil tabii, O dette'e üzülüyorum ; altı ay b o­

298
yunca benim le her gü n gö rü şü p de, kendiliğinden Victor M as-
sé'yi silip atabilecek k adar değişm ed iğin e üzü lü yoru m ! En çok
ü zü ld ü ğ ü m şey de, özü n de azıcık incelik barındıran bir in sa­
nın, binde bir kendisinden rica edildiğin de, bir eğlenceden vaz­
geçebilm esi gerektiğini an layam am ası. 'G itm ey eceğim / dem eyi
öğrenm esi gerekirdi, en azın dan kafasını çalıştırıp m anevi d e­
ğerinin bu cevaba göre ölçüleceğini düşün erek gitm ekten vaz­
geçm eliydi." Sw ann, O dette'in o gece O péra-C om ique tiyatro­
sun a gitm eyip kendisiyle birlikte olm asını, gerçekten de O det­
te'in m anevi değeri hakkında dah a olum lu bir yargıya varabil­
m ek için istediğin e kendini inandırm ıştı; O dette'le konuşurken
d e aynı m antığı kullanıyor, aynı sam im iyetsizliği sergiliyordu,
hattâ sam im iyetsizliği biraz dah a fazlaydı, çünkü O dette'le ko­
nuşurken, onu izzetinefsinden yakalam a arzu su n a d a boyun
eğm ekteydi.
"Yem in ederim ," diy ordu O dette'in tiyatroya gitm esine
birkaç dakika kala, "gitm em en i rica ederken, bencilce d ü şü n ­
seydim eğer, ricam ı geri çevirm eni yürekten dilerdim , çünkü
bu ak şam yapılacak çok işim var; sen hiç beklenm edik şekilde,
gitm eyeceğini söylesen, kendim i tu zağa d ü şm ü ş gibi h issed er­
dim , çok canım sıkılırdı. A m a benim işlerim , zevklerim , her şey
dem ek değil, seni de dü şü n m em gerek. A ksi takdirde, yarın bir
gün, senden tem elli k optu ğu m u gö rd ü ğü n d e, bana sitem etm e­
ye, aşkı tehlikeye düşüren , ciddi bir yargıya varacağım ı hisset­
tiğim kritik bir an da seni u yarm ad ığım için k ızm aya hakkın
olurdu. Bak canım , Kleopatra'nın Bir Gecesi (ne isim !) değil m e­
sele. Ö nem li olan, senin zekânın, hattâ cazibenin gerçekten bu
k adar d ü şü k bir seviyede olu p olm adığı, bir eğlenceden v a zg e ­
çem eyecek k adar aşağılık bir insan olu p olm adığın. Eğer öyley­
sen, seni sevm ek m üm kün olabilir m i? Ç ünkü bu d u ru m d a,
k usurlu am a hiç olm azsa düzeltilm esi m üm kün, belirgin bir
varlık bile sayılm azsın. O zam an, önüne konulan eğim e göre
akan şekilsiz bir su dan , ak vary u m u n da y aşadık ça gü n d e yüz
kere su zannederek cam a çarpacak olan h afızasız ve beyinsiz
bir balıktan farksızsın demektir. Vereceğin cevabın sonu cun da
san a olan sevgim birdenbire bitecek dem iyorum elbette, am a
senin bir insan olm adığını, nesnelerden bile dah a d ü şü k sev iye­

299
de, kendini yüceltm eyi becerem eyen bir varlık o ld u ğu n u an la­
d ığ ım d a, benim n azarım da eski caziben kalm ayacak, anlıyor
m u su n ? Kleopatra'nın Bir Gecesi'ne gitm ekten (bu iğrenç ism i
ağ zım a alm aya sen zorluyorsun beni) vazgeçm eni, ön em siz bir
şey m iş gibi, her şeye rağm en gideceğini u m arak rica etm eyi
tercih ederdim elbette. A m a cevabını bu şekilde değerlen dirm e­
ye, sonu çlar çıkarm aya karar verdiğim için, seni uyarm an ın d a ­
ha d o ğru olacağını d ü şü n d ü m ."
O dette birkaç dak ik adır heyecan ve kararsızlık belirtileri
gösterm ekteydi. Bu konuşm anın, anlam ını k avray am am ak la
birlikte, "n u tu k lar" ve sitem ya d a yalvarm a sean sları sınıfına
dah il edilebileceğini anlam ıştı; erkekleri iyi tanıdığından, bu
tür kon uşm aları, kelim elerdeki ayrıntılardan b ağım sız olarak
değerlen dirm eyi öğrenm işti; erkekler âşık olm asalar bu sözleri
söylem ezlerdi ve âşık oldu k ların d a d a, onlara itaat etm enin an ­
lam ı yoktu, çünkü ileride d ah a d a âşık olurlardı. D olayısıyla,
O dette zam anın hızla ilerlediğini fark etm ese, Sw an n 'i sakin s a ­
kin dinlerdi, am a Sw ann b iraz dah a k on u şu rsa, kendisine de
sevecen, inatçı ve m ah cup bir tebessüm le belirttiği gibi, so n u n ­
d a u vertü rü kaçıracaktı!
Sw ann bazen de, aşkını en çabuk tüketecek şeyin, yalan
söylem ekte direnm esi old u ğu n u sö ylü y ord u O dette'e. "S ırf
kendini b eğen dirm e açısından d ü şü n sen b ile," diyordu , "y alan
söyleyecek k ad ar alçalm anın, cazibeni ne k ad ar azalttığını an la­
m ıyor m u su n ? O ysa bir tek itirafla kaç k u su ru n u telafi edebilir­
din! Z ekâ dü zeyin zannettiğim in çok altın day m ış m eğ er!" A m a
Sw an n 'm , O dette'i yalan söylem ekten vazgeçirm ek için sırala­
dığı bütün sebepler nafileydi; b u sebepler, genel bir yalan sö y ­
lem e sistem ini çökertebilirdi, o y sa O dette'in böyle bir sistem i
yoktu; yaptığı bir şeyi Sw an n 'm bilm esini istem ed iği her d u ­
ru m d a, yaptığını Sw an n 'a söylem em ekle yetiniyordu sadece.
Yani yalan onun için o özel d u ru m a m ah su s bir çareydi; yalan
söylem esi m i, yoksa gerçeği itiraf etm esi m i gerektiğini belirle­
yen tek şey de, o özel du ru m a m ah su s bir koşul, Sw an n'm , y a ­
lanını yak alam ası ihtim alinin bü yü klü ğü yd ü .
O dette fiziksel açıdan kötü bir dönem geçirm ekteydi, şiş­
m anlıyordu; eski etkileyici, m ahzun b ü y ü sü , şaşkın ve hülyalı

300
bakışları, ilkgençliğiyle birlikte k ayb olu p gitm iş gibiydi. Öyle
ki, Sw an n'in kendisine en çok b ağlan d ığı dönem , onu en çirkin
b u ld u ğu dönem di. O dette'te eskiden b u ld u ğ u bü yü yü tekrar
yakalayabilm ek için ona u zun u zu n bakıyor, am a aradığını b u ­
lam ıyordu. Yine de, bu kozanın içinde hâlâ O dette'in y aşad ığ ı­
nı, hep aynı kaçak, ele geçm ez ve sinsi iradenin var oldu ğu n u
bilm ek, onu ele geçirm ek için aynı tutkuyla çabalam asın a yeti­
yordu, O dette'in iki yıl önceki fotoğraflarına b ak ıp ne k adar
hoş o ld u ğu n u hatırlıyordu. Böylece onun u ğru n a katlandığı
zahm etler biraz olsun hafifliyordu gözün de.
Verdurin'ler O dette'i d e alıp Saint-G erm ain'e, C hatou'ya,
M eulan 'a gittiklerinde, çoğun lukla, hava gü zelse, önceden ka-
rarlaştırılm adığı h alde gece d e o rad a k alıp şehre ertesi gün
dönm eyi teklif ediyorlardı m üritlere. M m e Verdurin, teyzesi
P aris'te kalm ış olan piyanistin endişelerini yatıştırm aya çalışı­
yordu.
"Sizd en bir gü n lü ğü n e k u rtu ld u ğu n a çok m em nun olacak­
tır. Ayrıca m eraklan m ası için d e bir seb ep yok, bizim le birlikte
o ld u ğu n u zu biliyor; hem ben bütün so ru m lu lu ğu üzerim e alı­
yorum ."
M m e Verdurin b aşarılı olam adığı takdirde, M. Verdurin
m üritlerden hangilerinin birilerine haber verm esi gerektiğini
öğrenip yola çıkıyor, bir telgraf b ü ro su veya haberci buluyordu.
A m a O dette her d efasın d a teşekkür ed ip kim seye haber verm e­
si gerekm ediğini söylü yordu , çünkü Sw an n 'a, herkesin gözü
önünde ona haber yollayacak olsa, şöhretine gö lge dü şü receği­
ni kesin bir dille bildirm işti. Şehir d ışın da birkaç gü n kaldığı d a
olu yordu; Verdurin'ler onu m ezarları görm eye D reux'ye, ressa­
m ın tavsiyesi üzerine orm an da gü n eş batışı seyretm eye Com -
piegn e'e götürüyor, o rad an Pierrefonds Şato su 'n a dev am ed i­
yorlardı.
"İnanılır gibi değil! Son derece değerli şahısların, kendileri­
ni B eau vais'y e, Sain t-L ou p-d e-N au d'ya götürm esi için sürekli
yalvardıkları, am a O dette'ten b aşk asın ı götürm eyi reddeden,
on yılını m im arlık tahsiline ad a m ış benim gibi birisiyle birlikte,
gerçek san at şaheserleri görm eye gideceğine, dan galaklarla bir­
likte Louis-Philippe'in, Viollet-le-Duc'ün yediği haltlar karşı -

301
sırıda hayranlıkla kendinden geçm eye gidiyor. Bana kalırsa bu
d u ru m d a sanattan an lam aya gerek yok zaten; insanın burnu
pek h a ssas olm asa bile, bok kokularına dah a yakın olm ak için
tatil yap m ay a lağım a gitm ez."
N e var ki O dette D reux'ye veya P ierrefonds'a gittiğinde
-O dette ne yazık ki Svvann'ın, kendi hesabına, onlardan haberi
yok m uş gibi aynı yerlere gitm esine izin verm iyor, "çok tatsız
bir du ru m o lu r" d iy o rd u - Svvann yeryüzünün en b aş d ö n d ü rü ­
cü aşk rom anı olan tren tarifesine göm ülüyor, O dette'e o gün
öğleden sonra, o ak şam , hattâ o sabah k avu şm an ın çaresini arı­
yordu. Ç areden d e öte, bir yetki sağlıy ord u tarife ona. N e de ol­
sa tarifeler ve trenler, köpekler için yapılm am ıştı. Sabah saat se­
kizde kalkan bir trenin P ierrefonds'a saat on da vardığı, yayım ­
lanm ak suretiyle halka d u y u ru ld u ğ u n a göre, dem ek ki Pierre­
fo n d s'a gitm ek m eşru yd u ve ayrıca O dette'ten izin alm ak g e­
rekm iyordu; üstelik, O dette'le b u lu şm ak tan b am b aşk a bir am a­
cı d a olabilirdi bu eylem in, O dette'i hiç tanım ayan insanlar her
gü n P ierrefonds'a gid iy ord u ve bu iş için lokom otifler çalıştırıl­
dığına göre, dem ek ki sayıları d a oldu kça kabarıktı.
K ısacası, Svvann'ın canı istiyorsa eğer, O dette onu Pierre­
fo n d s'a gitm ekten m enedem ezdi! T esadüf bu ya, Svvann'ın da
canı Pierrefonds'a gitm ek istiyordu, O dette'i tanım asa, oraya gi­
deceğinden hiç şü ph esi yoktu. N e zam andır Viollet-le-Duc'ün
restorasyon çalışm aları hakkında dah a kesin bir fikir edinm eye
niyeti vardı. Ayrıca bu güzel h avad a, C om piegn e O rm anı'nda
bir gezinti y ap m ak için dayan ılm az bir arzu duyuyordu.
O gün canının çektiği tek yere gitm esine O dette'in engel ol­
m ası b üyük talihsizlikti d o ğru su . O gün! O dette'in yasağın a
rağm en gidecek olursa, O dette'i o gün görebilirdi! N e var ki
Odette, P ierrefon ds'da herhangi bir tanıdığıyla karşılaşacak ol­
sa, sevinç içinde, "S iz de mi b u rad asın ız!" diyeceği, onu Verdu-
rin'lerle birlikte kaldıkları otele dav et edeceği halde, Svvann'la
k arşılaşsa, aksine, gücenir, takip ediliyorm uş d u y g u su n a k apı­
lır, Svvann'ı dah a az sever, belki onu gö rd ü ğü n d e öfkeyle uzak-
laşırdı. D ön üşün de de, "D em ek artık seyahate bile çıkm aya
hakkım y o k !" derdi, oy sa aslında seyahat etm eye hakkı olm a­
yan Svvann'dı!

302
Bir ara, O dette'le b u lu şm ak için gitm iş izlenim ini uyan dır­
m adan C om p iegn e'e ve P ierrefonds'a gidebilm ek için, o civar­
d a bir şato su olan ark ad aşı Forestelle M arkisi'yle birlikte git­
m eyi d ü şü n m üştü . Sebebini açıklam adan projesinden bahsetti­
ği do stu sevinçten deliye d ö n m ü ş, Sw an n'in on b eş yıldır ilk
kez, nihayet gelip m alikânesini görm eye razı olm asın a çok şa­
şırm ıştı; Sw ann şato d a k alam ay acağın ı söylem işti, am a hiç de­
ğilse birkaç gün boyunca, birlikte çeşitli geziler düzenleyecek­
lerdi. Sw ann şim d iden kendini orad a M. de Forestelle'le birlik­
te hayal ediyordu. O dette'i görm eden önce bile, hattâ onu hiç
görem ese de, onun belirli bir an da nerede bulunacağını bilm e­
den, aniden karşısına çıkıverm esi ihtimalini her yerde h issed e­
rek o yörede d o laşm ak, ne b ü yü k bir m utluluk olacaktı; O dette
yüzün den oraya gittiği için güzelleşen şatonun bahçesi, gö zü n ­
de rom anlardakini an dıran kentin tek tek her so kağı, yoğun,
y u m u şacık bir gün batım ıyla pem beleşen orm an yolları, hepsi
birbirinden farklı say ısız sığın ak, kararsız beklentiler içindeki,
m utlu, başıboş, k oşu şan yüreğini aynı an da barındıracaktı.
"A m an ," diyecekti M. de Forestelle'e, "dikkatli olalım d a O det­
te'le Verdurin'lere rastlam ayalım ; onlar da b u gü n Pierre-
fo n d s'd a olacaklarm ış, yeni öğrendim . O nlarla P aris'te gö rü ş­
m ek için bol bol vaktim iz var, b u rad a da birbirim izden ayrı bir
adım atam ayacak olduktan sonra, şehirden ayrılm anın anlam ı
yok ." A rkad aşı oraya gittiklerinde Sw ann'in niçin sürekli fikir
değiştirip du rd u ğu n u , V erdurin'lerin izine bile rastlam adıkları
halde, niçin C om p iegn e'in bütün otellerinin restoranlarını ince­
leyip hiçbirinde karar kılam adığını, kaçm ak istediğin i belirttiği
şeyi arar gibi gö rü n d ü ğü n ü , b u ld u ğ u an d a d a on dan kaçtığını
anlam ayacaktı, çünkü küçük toplu lu ğa rastlad ığı takdirde, sah ­
te bir ilgisizlikle derhal yanların dan ayrılacak, O dette'i görm ek,
O dette'in de kendisini görm esi, özellikle de kendisine karşı k a­
yıtsız görçıesi, onu tatm in edecekti. Yo, hayır, Odette, Sw ann'in
oraya, onu görm ek için gittiğini pek âlâ tahm in edecekti. M. de
Forestelle yola çıkm ak üzere kendisini alm aya geld iğin d e de,
"M aalesef bu gü n P ierrefonds'a gidem eyeceğim , O dette bugün
orada olacakm ış," dedi. Sw ann her şeye rağm en m utluydu,
çünkü yeryüzündeki bütün insanlar arasın da o gün Pierre-

303
fo n d s'a gitm eye hakkı olm ayan tek kişi k endisiyse, bunun se ­
bebi, O dette'in n azarında d iğer insanların hepsinden farklı biri,
O dette'in âşığı olm asıydı ve bütün d ü n y ad a geçerli seyahat et­
m e ö zgü rlü ğü n e Sw ann için getirilen bu sınırlam a, kendisi için
çok değerli olan bu aşkın, bu köleliğin b ü rü n d ü ğ ü biçim lerden
biriydi. En d o ğru su , O dette'le b o zu şm a tehlikesini gö ze alm a­
m ak, sabırla dö n ü şü n ü beklem ekti. G ünlerini C om p iegn e Or-
m anı'nın bir haritasına, adeta Sevgi D iyarı'nın h aritasıy m ış1 gi­
bi göm ülerek, Pierrefonds Şato su 'n u n fotoğraflarıyla çevrelen­
m iş halde geçiriyordu. O dette'in dönm esi ihtim ali bu lu nan ilk
gü n den b aşlayarak , tren tarifesini açıyor, hangi terene binm iş
olabileceğini hesaplıyor, gecikirse b aşk a hangi trenlere binebile­
ceğini inceliyordu. Bir telgraf gelir d e kaçırır kork usuy la evden
çıkmıyor, O dette son trenle döner d e kendisine sü rp riz yapm ak
için belki geceyarısı ziyaretine gelir diye geceleri yatm ıyordu.
Gerçekten d e apartm an ın d ış kapısının çalındığını d u y ar gibi
oluyor, kapının açılm ası gecikm iş hissine kapılıyor, kapıcıyı
uyan dırm ayı düşün üyor, gelen O dette'se seslen m ek üzere pen ­
cerede dikiliyordu, çün kü en az on kere b izzat aşağ ı inip tem ­
bihlem iş o ld u ğu halde, O dette'e onun ev de olm adığını söyle­
yebilirlerdi pekâlâ. Gelen, bir hizm etkâr oluyordu. Yoldan sü ­
rekli arabalar geçiyordu, dah a önce hiç fark etm ediği bir şeydi
bu. H er arabanın uzak tan gelişini işitip yaklaşm asın ı, kendi k a­
pısının ön ünde d u rm ad an geçm esini ve kendinden b aşk a biri­
ne bir haber ulaştırm ak üzere u zak laşm asın ı dinliyordu. Bütün
gece süren bu bekleyiş n afileydi, çünkü Verdurin'ler d ö n ü şü
dah a erkene alm ışlardı. O dette öğlenden beri Paris'teydi;
Sw an n 'a haber verm ek aklına gelm em işti; ne y apacağın ı bile­
m eyerek ak şam tek b aşın a tiyatroya gitm iş, sonra da evine d ö ­
n ü p u y u m u ştu çoktan.
A slın da Sw ann, O dette'in aklına bile gelm em işti. A ra sıra
böyle Sw an n'in varlığını bile u n u tm ası, Sw an n'i kendisine b a ğ ­
lam ak kon usun da, O dette'in bü tü n cilvelerinden çok d ah a faz­
la işe yarıyordu. Ç ünkü Sw an n b u sayede, sancılı bir telaş için­
d e yaşıyordu; aynı d u y g u , O dette'i Verdurin'lerde b u lam ay ıp
bütün gece arad ığın d a da, aşkını su yü zün e çıkarm aya yetm iş-
1 Mile de Scudery'nin (1607-1701) Clelie adlı rom anında tasvir edilen aşk haritası.

304
ti. Ü stelik Sw ann, benim çocu klu ğu m da C om b ray'd e y a şad ı­
ğım , ak şam old u ğu n d a tekrar d o ğacak olan ıstırapların unutul­
d u ğ u m u tlu g ü n d ü z vakitlerinden de yoksundu. Sw ann gü n ­
düzlerini O dette'siz geçiriyordu; ara sıra, bu k adar güzel bir
kadının P aris'te tek başına so k ağ a çıkm asına izin verm enin, so ­
kağın ortasına m ücevher do lu bir kutu bırakm ak k ad ar b üyük
bir ihtiyatsızlık old u ğu n u dü şü n ü y ordu . O zam an, yoldan g e­
çen herkese, hepsi birer hırsızm ışçasına kızıyordu. A m a hayal
gü cü nü n yak alayam ad ığı o şekilsiz, ortak çehreleri, kıskançlığı­
nı beslem iyor, zihnini yoruyordu. Sw ann, tıpkı d ış dünyanın
gerçekliği veya ruhun ölü m sü zlü ğ ü m eselesini k avram ak için
var gü cü yle çabalayıp sonra da yorgun beynini du ay la rahatla­
tan bir insan gibi, gözlerini ov u ştu ru p, "Tanrım , sen bilirsin!"
diye haykırıyordu. A m a tıpkı AvusturyalI M argarete'nin, koca­
sı Yakışıklı Filiberto öldükten sonra, Brou K ilisesi'nin her yan ı­
na işlettiği, ikisinin isim lerinin iç içe geçm iş başharfleri gibi,
Sw an n'm görem ediği sevgilisin in hayali de, öğle yem eği, m ek­
tuplarını açm ak, so k ağ a çıkm ak, yatm ak gibi gü n delik hayatın­
dak i en b asit eylem lerle, sırf bunları O dette'siz yapm anın h ü z­
nü yüzün den , ayrılm az bir bütün oluşturuyordu. Bazı günler,
öğle yem eğini evinde değil, eskiden yem eklerini b eğen diği
için, şim d i ise rom ansı diye adlandırılan, hem gizem li, hem g ü ­
lünç bir sebepten ötürü gittiği, eve oldukça yakın bir restoran­
d a yiyordu; (hâlâ yerinde duran) bu restoranın adı, O dette'in
otu rd u ğu sokağın adıyla aynıydı: Laperouse. O dette bazen, kısa
bir süre şehir dışın da k aldığın d a, P aris'e dö n ü şü n ü Sw an n'a
haber verm eyi, ancak birkaç gü n sonra akıl ederdi. O zam an
da, eskisi gibi her ihtim ale karşı gerçek bir ayrıntıya sığınm a
önlem ini alm adan , sab ah treniyle yeni geldiğin i söylerdi
Sw an n'a. Bu sözleri yalandı; en azın dan O dette açısından y a­
landı, tutarsızdı, çünkü d o ğru sözler gibi, gara varışının hatıra­
sıyla desteklenm ezdi; hattâ bu sözleri, telaffuz ettiği an da h aya­
linde canlandırm ası bile m üm kün d eğild i, çünkü trenden in di­
ğini ileri sü rd ü ğ ü an da yaptığı b am b aşk a bir şeyin zıt hayali,
buna engel olurdu. O ysa aynı sözler, aksine, hiçbir engelle kar­
şılaşm adık ları Sw ann'm zihnine, kuşku götürm ez bir gerçek
k ad ar sabit bir biçim de yerleşirdi; öyle ki, bir ark ad aşı Sw an n'a

305
aynı trenle geldiğini ve O dette'i görm ediğini söyleyecek olsa,
sözleri O dette'inkilerle çeliştiğinden, Sw ann, gü n ü veya saati
şaşıran kişinin O dette değil, ark ad aşı o ld u ğu n d an hiç kuşku
du ym azdı. O dette'in sözleri, ancak Sw ann bu sözlerin d o ğru lu ­
ğu n dan peşinen k u şku lan m ışsa, yalan m ış gibi gelirdi Sw ann'a.
O dette'in yalan söylediğini d ü şü n m esi için, önceden şü ph elen ­
m iş olm ası zorunlu bir k oşu ld u . Aynı zam an d a da yeterli bir
k oşuldu. Bu d u ru m d a O dette'in her söylediği, Sw an n 'a şüph eli
görün ürdü. O dette bir isim telaffuz etse, âşıkların dan birinin is­
mi oldu ğu n a kanaat getirirdi hem en; bu varsayım kafasın da
oluştuktan sonra da, haftalar boyunca ü zü lü p du ru rd u; hattâ
bir keresinde, seyahate çıkm adıkça kendine nefes aldırm ayacak
olan m eçhul şah sın adresini, vaktini nasıl geçirdiğini öğrenebil­
m ek için bir dedektiflik bü rosu n a b aşv u rd u ve son u n da a d a ­
mın, O dette'in yirm i yıl önce ölm ü ş bir ak rabası old u ğu ortaya
çıktı.
O dette genellikle d ed ik o d u çıkar bahan esiyle Sw ann'in
um um i yerlerde kendisiyle b u lu şm asın a izin verm ediği halde,
ara sıra, ikisinin de davetli o ld u ğ u bir toplantıda -Forchevil-
le'in veya ressam ın evinde, bir bakanlığın hayır dernekleri y a­
rarına dü zen lediği bir b a lo d a - karşılaştıkları olurdu. Sw ann
O dette'i görür, am a onun b aşk alarıyla p ay laştığı eğlenceleri g ö ­
zetler gibi gö rü n ü p sevgilisin i kızdırm aktan korkarak, uzun
süre kalm aya cesaret edem ezd i; -Sw an n , benim birkaç yıl son ­
ra, onun C om b ray'deki evim ize yem eğe geldiği ak şam lar y a şa ­
dığım yürek d aralm asıyla, tek b aşın a evine yatm aya giderken
devam ed e n - bu eğlenceler, sonun u hiç görem ediği için, sınır­
sızm ış gibi gelirdi ona. Bir iki keresinde, böyle ak şam lard a, öy­
le bir m utluluk yaşad ı ki, birdenbire sona eren endişenin şid ­
detli geri tepişi olm asa, bir y atışm ad an ibaret old u ğu için sakin
bir m utluluk diye tanım lanabilirdi: R essam ın evinde kalabalık
bir davete uğram ış, evine dönm eye hazırlanıyordu; göz k am aş­
tırıcı, yabancı bir kadın a d ö n ü şm ü ş olan O dette'i, onca erkeğin
arasın da bırakm aktaydı; O dette'in Sw an n 'a yönelik olm ayan
bakışları ve neşesi, bu erkeklere, belki o rad a, belki de b aşk a bir
yerde (örneğin dah a geç bir saatte gitm esinden korktuğu "Tu­
tarsızlar B alo su "n d a) yaşan acak bir tensellikten bahseder gibiy­

306
di ve Svvann'ı, hayal etm esi dah a zor o ld u ğu için, cinsel birleş­
menin kendisin den bile dah a fazla kıskandırıyordu; tam atölye­
nin k apısın a geld iğin d e, O dette'in kendisine (korktuğu sonu si­
lip atarak daveti m asu m laştıran , O dette'in d ö n ü şü n ü, tasarlan ­
m ası im kânsız, korkunç bir şeyken, kendi arab asın da, yanı
başın da gerçekleşecek olan, gün delik hayatının bir bölüm üne
benzer, yu m u şacık , tanıdık bir şey haline getiren ve O dette'in
kendisini de, o fazlasıyla gö z alıcı ve neşeli d ış görünüm ünden
sıyıran, o görün ü m ü n , esraren giz hazlar u ğru n a değil, sırf öyle
görün m ek isted iği için b ü rü n d ü ğü ve çabucak sıkılıverdiği an ­
lık bir kılık old u ğu n u kanıtlayan) şu sözlerle seslen diğini işitti:
"B eş dakika beklesenize, ben de çıkıyorum , birlikte döneriz, be­
ni eve bırakırsınız."
Şun u belirtm ek gerekir ki, bir keresinde Forcheville d e on­
larla birlikte dönm ek istem iş, O dette'in evinin önüne geldikle­
rinde, içeri girm ek için izin isteyince, O dette Svvann'ı göstere­
rek şöyle cevap verm işti: "O na beyefendi karar verir, kendisine
sorun. N ey se, istersen iz biraz gelin, am a uzun süre k alam azsı­
nız, önceden haber verm iş olayım , beyefendi benim le rahat ra­
hat, u zun u zu n sohbet etm eyi sever, o varken başk a ziyaretçile­
rin de b u lu n m asın dan pek hoşlanm az. Ah! O nu siz de benim
k adar tanısaydınız! Sizi benim k adar kim se tanıyam az, değil mi
my love1?"
O dette'in, Forcheville'in yanında böyle sev gi dolu, tercihi­
ni ortaya koyan sözler söylem esinin yanı sıra, Svvann'a, "E m i­
nim p azar akşam k i yem ek daveti için ark adaşların ıza hâlâ ce­
vap verm em işsinizdir. İstem iyorsanız gitm eyin, am a hiç d eğ il­
se nezaket gereklerini yerine getirin," ya d a, "Yarın çalışm ak
üzere Vermeer araştırm anızı b u rad a bıraktınız m ı bari? N e k a­
dar tem belsiniz! Ben sizi çalıştırm ayı bilirim !" türünden eleşti­
riler d e yöneltm esi, Svvann'ı belki sevgi sözcüklerinden dah a
çok etkiliyordu, çünkü bu eleştiriler, Svvann'm sosyete davetle­
rini, san at çalışm alarını O dette'in takip ettiğini, ikisinin ortak
bir hayatları old u ğu n u kanıtlıyordu. Bu sözleri söylerken O det­
te'in yü zü n de beliren tebessüm , onun her şeyiyle kendisine ait
old u ğu n u hissettiriyordu Svvann'a.
1 "H ayatım , canım, şekerim " anlam ında İngilizce deyiş.

307
Böyle an larda, O dette portakal şerbeti hazırlarken, tıpkı iyi
ay arlan am am ış bir yansıtıcının, bir nesnenin etrafında, d u v ar­
d a gezd ird iği iri, tuhaf gölgelerin bir süre sonra o nesnenin
üzerin de toparlanıp ortadan silinm esi gibi, Svvann'ın O dette
hakkında olu ştu rd u ğu b ütün o korkunç, oynak fikirler de, bir­
denbire, k arşısında du ran o büyüleyici bedenle birleşip k aybo­
lurdu. Svvann ansızın, O dette'in evinde, lam banın altında geçir­
d iğ i bu bir saatin, belki de yalancı bir saat olm adığı, sırf
Svvann'ın kullanım ı için h azırlan m adığı (sürekli d ü şü n m ekle
birlikte k afasın d a tam olarak can lan d ıram adığı o ürkütücü ve
h ariku lad e şeyi, yani O dette'in gerçek hayatında, Svvann'sız
h ayatında yer alan bir saati gizlem eyi am açlam adığı), sah ne ak ­
sesu arlarıy la kartondan yapılm ış m eyvelerden olu şm ad ığı, ger­
çekten O dette'in hayatının bir saati olabileceği hissine kapılırdı;
belki kendisi orad a o lm asa, O dette Forcheville'i aynı koltuğa
oturtacak, ona bilinm edik bir iksir değil, şu portakal şerbetinin
aynısını ikram edecekti; belki d e O dette'in y aşad ığ ı dün ya,
Svvann'ın du rm aksızın hayalinde canlandırm aya çalıştığı, belki
sırf kendi hayalinde var olan o korkunç, d o ğ aü stü âlem değil,
gerçek dü n yay dı, özel bir hüzün barındırm ıyordu içinde;
Svvann'ın oturup yazı yazabileceği şu m asad an , tatm asına izin
verilecek olan şu şerbetten, hem m erak ve hayranlıkla, hem de
m innetle seyrettiği bütün bu eşy alard an olu şu yo rd u sad ece; bu
eşyalar, Svvann'ın hayallerini içlerinde eritip Svvann'ı onlardan
kurtarıyor, bu n a karşılık kendileri de b u hayallerle zenginleşe­
rek, hayallerinin elle tutulur gerçekliklere dönüşebileceğini
Svvann'a gösteriyorlar, ilgisini çekiyor, gö zü n d e önem k azan ı­
yor ve ruhunu dinlendiriyorlardı. Ah! N e olurdu, O dette'le iki­
si aynı ev d e otursalardı; O dette'in evi, onun da evi olsaydı, hiz­
m etçiye öğle yem eği için ne hazırladığını so rd u ğu n d a aldığı ce­
v ap , O dette'in m en üsü olsay d ı; O dette Bois de Boulogne C ad-
d esi'n d e sab ah y ü rü y ü şü yap m ak istediğin de, kendi canı iste­
m ese de iyi bir koca sıfatıyla ona eşlik etm ek, h ava sıcaksa p a l­
tosun u taşım ak zo run da k alsaydı; ak şam yem eğinden sonra
O dette'in keyfi evde sabah lıkla oturm ak istem işse, kendisi de
onunla kalıp onun istediklerini y ap m ay a m ecbur olsaydı; o za­
m an, Svvann'ın hayatının şim d i kendisine öylesine kasvetli g e­

308
len, en sıradan , u fak tefek olayları -tıpkı onca hayalle yüklü,
onca arzu yu som utlaştıran şu lam ba, şu portakal şerbeti, şu
koltuk g ib i- aynı zam an d a O dette'in hayatının da birer parçası
olacaklarından, sın ırsız bir boşluk, esraren giz bir yoğun luk k a­
zanırlardı.
H er şeye rağm en , böylesine özlem ini çektiği şeyin, aşkına
olum lu bir ortam sağ lam ası im kânsız bir huzur, bir sükûnet ol­
d u ğ u n u sezinliyordu. O dette onun nazarında, daim a uzaktaki,
özlenen, hayalî bir varlık olm aktan çıktığında; O dette'e ilişkin
d u y g u su , sonatın cüm leciğiyle uyan an esraren giz heyecan yeri­
ne, sev gi ve m innet o ld u ğu n d a; araların da, Svvann'ın çılgınlığı­
na ve kederine son verecek olan norm al bir ilişki k u ru ld u ğu n ­
da, şü p h esiz O dette'in hayatına ilişkin her şey, kendi başın a il­
ginçliğini yitirecekti gö zü n d e - b u n dan dah a önce birçok kez
(örneğin O dette'in Forcheville'e yazd ığı m ektubu zarfın arka­
sın dan o k u d u ğu n d a) şüphelenm işti. H astalığını, adeta bu ko­
n ud a bir incelem e y ap m ak am acıyla, kendi kendine a şık m ışç a ­
sına bir ön görüyle değerlendiriyor, iyileştiğinde, O dette'in ne
yaptığını hiç u m u rsam ayacağın ı dü şü n ü y ordu . A m a şunu da
belirtm ek gerekir ki, bu hastalıklı halinde, iyileşm e fikri, ölüm
k adar k orkutu yordu onu; zaten iyileşm esi, o sıradak i benliği­
nin ölm esi an lam ın a geliyordu.
Böyle huzurlu gecelerden sonra, Sw an n 'm şüpheleri yatı­
şırdı; ertesi sab ah u y an d ığ ın d a O dette'e şükran duyar, bir gün
öncesinin lütufları, Sw an n 'd a ya minnet, ya d a lütufların tek­
rarlan m ası arzu su n u u yan dırdığın dan veya tüketilm esi zorun ­
lu, doruk n oktasındaki bir aşkı harekete geçirdiğinden, derhal
O dette'e m ücevherlerin en güzelini gönderirdi.
A m a bazen de ıstırabı tekrar canlanır, Sw ann k afasın da çe­
şitli şeyler kurardı: O dette Forcheville'in m etresiydi; Sw an n'm
davetli olm adığı C h ato u 'daki toplantıdan bir gece önce,
Boulogne O rm an ı'nda, Verdurin'lerin lan don u n da Forchevil-
le'le yan yana oturan O dette'e kendisiyle birlikte dönm esi için,
arabacısının bile fark ettiği bir çaresizlikle, b oş yere yalvardık­
tan sonra, tek başın a, m ağlu p , dö n ü p kendi arabasın a giderken,
ikisi birlikte onu izlem işler, O dette kendisini işaret ederek
Forcheville'e, "Ö fkesin den k u d u rd u !" dem işti; o an da Odet-

309
te'in gözlerin deki bakış, Saniette'i Verdurin'lerin evinden k ov­
d u ğ u gece Forcheville'in gözlerinde g ö rd ü ğ ü o fesat, parıltılı,
sin si, yan bakışın aynısıydı.
Böyle zam anlarda Sw ann O dette'ten nefret ederdi. "Ben de
am m a aptalım ," derdi kendi kendine; "başkalarının zevki için
ben para harcıyorum . O dette biraz dikkatli olu p sabrım ı taşır­
m azsa iyi eder, zira kendisine yaptığım bütün yardım ı kesebili­
rim. N e olu rsa olsun, fazladan arm ağanlara bir süre ara verm eli­
yim. N e k adar salağım , dah a dün, Bayreuth'taki temsilleri izle­
m ek istediğini söylediğinde, Bavyera kralının civardaki iki m uh­
teşem şato su n dan birini, ikim iz için kiralam ayı teklif ettim ken­
disine! Ü stelik pek de heyecanlanm adı, henüz bir cevap verm iş
değil, yüce Tanrım, reddetse bari! On beş gün boyunca m üziğin
m 'sin den anlam ayan biriyle W agner dinlem ek de çekilm ez!"
Sw ann, tıpkı aşkı gibi nefretini de kanıtlam aya ve harekete ge­
çirm eye ihtiyaç d u y d u ğu için, kötüm ser hayallerini abarttıkça
abartm aktan hoşlanıyordu, çünkü O dette'e yakıştırdığı ihanetler
sayesin de, ondan giderek dah a fazla nefret ediyordu ve -zihnini
sürekli m eşgu l ed en - bu ihanetler doğrulan dığı takdirde, onu
cezalandırm a fırsatı bulacak, artan öfkesini ondan çıkarabilecek­
ti. Sonun da şu hayali kuracak k adar ileriye gitti: O dette kendisi­
ne bir m ektup yazıp Bayreuth yakınındaki o şatoyu kiralam ak
için para istiyor, am a Sw ann'in gelem eyeceğini de peşinen haber
veriyordu, çünkü Forcheville'le Verdurin'lere, kendilerini şatoya
davet edeceğine dair söz verm işti. Ah! O dette'in, böyle bir m ek­
tubu yazm a cüretini gösterm esini o k adar çok isterdi ki! Böyle
bir ricayı reddetm ek, gerçekten böyle bir m ektup alm ışçasına,
tek tek her kelim esini özenle seçerek yüksek sesle telaffuz ettiği
intikam cevabı kalem e alm ak, ne büyük bir m utluluk olurdu!
Bu hayali kurduğunun hemen ertesi günü, hayali gerçeğe
dönüştü. O dette Sw ann'a yazdığı m ektupta, Verdurin'lerle dost­
larının W agner temsillerini izlem ek istediklerini, eğer Sw ann
kendisine gerekli parayı gönderirse, kendisinin de nihayet,
Verdurin'lerin evinde defalarca ağırlandıktan sonra, onları davet
etme m utluluğunu yaşayabileceğini belirtiyordu. Sw ann'la ilgili
tek laf etm em iş, Verdurin'lerin varlığının Sw ann'i dışladığını
açıkça belirtm eye gerek duym am ıştı.

310
Sw ann, bir gün önce, gerçekten kullanabileceğini hiç u m ­
m adan , her kelim esini tek tek d ü şü n ü p tasarlad ığı korkunç ce­
vabı O dette'e gön d erm e m u tlu lu ğu n a erişm işti. N e var ki,
Bach'la C lap isso n 'u birbirinden ayırm aktan âciz olan O dette'in,
böyle bir şeyi istedikten sonra, sah ip o ld u ğu veya başk a yerden
kolaylıkla bulabileceği parayla, ne yap ıp ed ip Bayreu th 'ta bir
yer kiralayabileceğini d ü şü n ü y ord u . Yine d e orada hesaplı ya­
şam ak zorun da kalacaktı. Sw an n kendisine bin franklık birkaç
banknot yollam ış olsa, şato d a her gece donatabileceği, ardın­
dan d a canı çekerse -b elk i de ilk k ez- kendini Forcheville'in
kollarına bırakıvereceği m ükellef sofralardan vazgeçm esi gere­
kecekti. Ayrıca bu iğrenç seyahatin parasın ı kendisi, Sw ann
öd em iş olm ayacaktı hiç değilse! Ah! N e olurdu, O dette'i git­
m ekten m enedebilseydi! O dette tam yola çıkacakken ayağını
bu rk saydı; onu gara götürecek olan arabacı, isted iği bedel kar­
şılığında O dette'i -S w an n 'm nazarında, iki gündür, Forchevil-
le'e yönelik bir suçortaklığı tebessü m ü yle gözleri ışıldayan ha­
in bir kadın olan O d ette'i- bir süreliğine h apis kalacağı bir yere
götürm eye razı olsaydı!
A m a O dette Sw ann'in n azarında bu görün tüsün ü asla
uzun süre koru m azdı; birkaç gün sonra o ışıl ışıl, dalavereci b a­
kışların parıltısı ve riyakârlığı azalır, Forcheville'e, "Ö fkesinden
k u d u rd u !" diyen iğrenç O dette görün tüsü solm aya, silinm eye
y ü z tutardı. O zam an, öteki O dette'in, yine Forcheville'e g ü ­
lüm seyen, am a "U zu n süre k alam azsın ız, çünkü beyefendi be­
nim le birlikte olm ayı isted iğin de başk a ziyaretçilerim olm asın ­
dan hoşlanm az. Ah! Onu siz d e benim k ad ar tanısaydın ız!"
derken, Sw an n 'a d u y d u ğ u sevgiyle gü lüm seyen O dette'in çeh­
resi y av aş y av aş belirm eye başlar, Sw ann'in, çok değer verdiği
nezaketine veya b aşk a hiç kim seye gü v en m ediği ciddi d u ru m ­
larda ona akıl dan ıştığı zam an verdiği öğütlere teşekkür eden
O dette'in gü lüm seyen çehresi tatlı tatlı ışıldardı.
Bunun üzerine Sw ann, böyle bir kadın a nasıl olu p d a o ha­
karet dolu m ektubu y azab ild iğin e şaşar, şü p h esiz bu tür bir
davranışı kendisinden hiç beklem eyen O dette'in gözü n de, iyili­
ği ve sad akati say esin d e k azan m ış o ld u ğu itibarı, ayrıcalıklı ko­
num u bu m ektup yüzün den kaybettiğini d ü şü n ü rdü . O dette

311
Sw an n'i, Forcheville'de de, b aşk asın d a da b u lam ad ığı bu m ezi­
yetlere sah ip old u ğu için sevdiğin e göre, artık onu eskisi k adar
sevm eyecekti. O dette'in, sırf bu m eziyetleri sebebiyle kendisine
sık sık gösterdiği yakınlık, bir arzu göstergesi olm adığı ve hattâ
aşktan ziyad e şefkat belirtisi o ld u ğu için, kıskançlık anlarında
Svvann'a bir şey ifade etm ezdi, am a çoğunlukla san ata dair bir
yazı ok u y u p veya bir dostla sohbet edip zihni dağıld ığın d a,
şüph eleri kendiliğin den yatıştıkça, tutkusu, karşılık bu lm ak ko­
n u su n d a eskisi k ad ar talepkâr olm az ve bu yakınlık, gö zü n d e
tekrar önem kazanırdı.
O dette bu iniş çıkışların ardından, Sw an n 'm kıskançlığı
yü zün den geçici olarak terk etm ek zorun da kaldığı konum a,
d o ğ al bir gelişm e sonucu yeniden k avu ştu ğu n d a, Sw an n 'a b ü ­
yüleyici gö rü n d ü ğ ü b ak ış açısına tekrar yerleştiğinde, Sw ann
onu zihninde olabildiğin ce şefkatli, onaylayan bakışlarla can­
landırıyor ve bu halini o k ad ar gü zel b uluyordu ki, sanki O det­
te o an da k arşısın d aym ış, onu öpebilirm iş gibi, dudakların ı ona
u zatm aktan kendini alam ıyordu ; O dette'in o büyüleyici, iyilik
d o lu bakışı, san ki onu Sw an n'in hayal gücü, arzularını tatm in
etm ek için yaratm am ış da, gerçekm iş gibi, tarifsiz bir m innet
u yan dırıyord u içinde.
K im bilir ne k adar ü zm ü ştü O dette'i! O dette'e karşı hıncı­
na, geçerli birtakım sebepler bu lu yord u şü ph esiz, am a O dette'i
bu k ad ar sevm ese, böyle bir hınç du ym ası için bu sebepler ye­
terli olm azdı. A rtık sev m ed iği için öfkelenm ediği ve o an d a se­
ve seve yardım edeceği b aşk a kadınlara d a vaktiyle bu kadar
gücen m em iş m iy di? G ün ü n birinde O dette'e karşı d a aynı k a­
yıtsızlığı besleyecek olu rsa, o zam an, O dette'in, önüne fırsat
çıkm ışken, Verdurin'lerin nezaketine karşılık verm ek, ev sahi-
beliği rolünü oynam ak istem esini, aslında son derece doğal
olan, biraz çocukluktan, biraz da ruh inceliğinden kaynaklanan
bu arzu su n u , sırf kıskançlığın dan ötürü korkunç ve affedilm ez
bir şey gibi gö rd ü ğü n ü anlayacaktı.
Sw ann bir kez dah a, aşkın ve kıskançlığın bakış açısına
ters bir gö rü şü , ara sıra zihinsel hakkaniyet denebilecek bir
k aygıyla ve çeşitli ihtim alleri hesaba katm ak am acıyla benim ­
sed iği bakış açısını benim siyor ve O dette'i, adeta onu hiç sev-

312
m em işçesine, kendi n azarın d a herhangi bir kadın m ış gibi, san ­
ki Sw an n sırtını d ö n d ü ğ ü an O dette Sw an n 'dan gizli tasarla­
nan, ona karşı düzenlenen bir hayat sü rm ü y orm u ş gibi yargıla­
m ay a çalışıyordu.
O dette'in, Bayreu th 'ta Forcheville'le veya başkalarıyla,
Sw an n 'la yaşam ad ığı, baştan aşağ ı Sw ann'in hayal gücünün
u y d u rm ası olan b aş d ön d ürü cü birtakım hazlar tadacağını d ü ­
şün m enin ne anlam ı vardı? Tıpkı Paris'teki gibi Bayreuth'ta da,
Forcheville Sw an n'i aklından geçirecek olsa, O dette'in hayatın­
d a önem li bir yer işgal eden, ikisi O dette'in evinde k arşılaştık­
ların da öncelik tanım ak zo run da o ld u ğu biri gibi düşünebilirdi
ancak. Eğer Forcheville'le O dette, Sw an n 'a rağm en Bayreuth'ta
bu lu ndu kların a, bir zafer kazan m ış gibi sevinirlerse, buna
Sw an n, O dette'in gitm esini b oş yere engellem eye çalışarak,
k endisi sebebiyet verm iş olacaktı; oy sa O dette'in esasen itiraz
edilecek bir tarafı d a olm ayan planını on aylam ış olsa, O dette
Sw an n 'in rızasıyla gitm iş olacak, kendisini oraya Sw ann gön ­
derm iş, orad a Sw ann m isafir etm iş gibi hissedecekti; geçm işte
birçok kez onu ağırlam ış olan dostlarını, bu sefer kendisi ağır­
lam aktan d u y acağı zevki de Sw an n 'a borçlu olacaktı.
Sw an n eğer bu parayı O dette'e gönderirse, bu yolculuğa
onu heveslen dirip iyi geçm esi için elinden geleni yap arsa,
O dette, -Sw an n 'a k ü sü p onunla gö rüşm eden yola çıkacağm a-
m utluluk ve m innetle kendisine koşacak, böylece Sw ann da,
n eredeyse bir haftadır tatm adığı, yeri hiçbir şeyle d o ld u ru la­
m ayan O dette'i görm e zevkine erişecekti. Ç ü nkü Sw ann Odet-
te'i zihninde tiksinm eden canlandırabildiği, gü lüm sem esin de
yine o iyiliği gö rd ü ğü an dan itibaren, kıskançlığı, O dette'i d i­
ğer herkesin elinden alm a arzu su n u aşkına eklem ediği sürece,
b u aşk, her şeyden çok, O dette'in şahsının kendisine yaşattığı
d u y gu lara bir d ü şk ü n lük haline geliyordu yine; onun bir bakı­
şının aydınlanışını, bir tebessüm ünün biçim lenişini, sesindeki
bir tonlam anın çınlayışını, bir gösteriym iş gibi hayranlıkla sey­
retm enin veya şaşılacak bir olaym ış gibi sorgulam an ın hazzına
olan d ü şk ü n lü ğü , başk a şeylere ağır basıyordu. Bu özel, ben ­
zersiz haz, sonu n da O dette'e bir ihtiyaç yaratm ıştı Sw an n 'da;
bu ihtiyacı ancak Odette, varlığıyla veya m ektuplarıyla gidere­

313
bilirdi ve Sw ann'in hayatındaki bu yeni dönem e dam gasın ı v u ­
ran bir başk a ihtiyaç k adar m enfaatten b ağım sız, onun kadar
san atsal ve sapkın dı neredeyse; önceki yılların k uru lu ğun u ve
bunalım ını, adeta zihinsel bir aşırı d o ygu n lu ğu n izlediği bu
son dön em de Sw ann, tıpkı ansızın güçlenm eye, kilo alm aya
b aşlayan ve giderek tam am en iyileşecekm iş gibi görünen, s a ğ ­
lıksız bir insan gibi, sebebini bilm eden, m anevi hayatında bek­
lenm edik gelişm eler yaşam ak tayd ı; bu dönem e d am gasın ı v u ­
ran, O dette'e d u y d u ğ u ihtiyaç gibi gerçek dünyanın dışın da
gelişen diğer ihtiyaç, m ü zik din lem e ve bestelerle tanışm a ihti­
yacıydı.
Sw ann böylece, hastalığının kim yasal tepkim esi sonucu aş­
kını kıskançlığa dön ü ştü rdü kten sonra, tekrar O dette'e bir şef­
kat, bir m erham et üretm eye b aşlıyordu . O dette yine eskisi gibi
sevim li ve iyi oluyor, Sw an n ona sert dav ran d ığı için vicdan
azabı çekiyordu. O dette'in kendisine dönm esini arzuluyor, d a ­
ha önce de, O dette'in hoşu n a gidecek bir şey yapıp, çehresinin
m innetle y u m u şam asın ı, du d ak ların d a bir tebessüm ün biçim le­
nişini görm ek istiyordu.
D olayısıyla, her seferinde Sw an n'in birkaç gün sonra, eski­
si k ad ar şefkatli ve u ysal bir tavırla barışm aya geleceğinden
em in olan O dette, artık onun hoşuna gitm em ekten, hattâ onu
kızdırm aktan korkm uyor, işine geldiğin de, Sw ann'in en çok
değer verdiği lütufları esirgiyordu kendisinden.
Belki de Sw ann'in, bozuştu k ları sırad a, O dette'e para gön ­
derm eyeceğini ve ona kötülük etm eye çalışacağını söylerken ne
k ad ar sam im i old u ğu n u O dette bilm iyordu. Belki Sw ann'in,
b aşk a bazı d u ru m lard a, ilişkilerinin geleceğini düşünerek,
O dette'e on su z yaşayabileceğini kanıtlam ak ve ayrılm a ihtim a­
lini hatırlatm ak am acıyla, bir süre genç kadının evine gitm em e­
ye karar verirken, O dette'e karşı d eğ ilse bile en azın dan kendi­
ne karşı ne k adar sam im i old u ğu n u d a bilm iyordu.
Bazen bu du ru m , O dette'in birkaç gün boyunca Sw an n'a
yeni bir kaygı y aşatm ad ığı zam an lard a ortaya çıkardı; Sw ann
O dette'e bu d u ru m d a yap acağı ziyaretlerin kendisine büyük
bir m utluluk verm eyeceğini, dah a büyük ihtimalle, o andaki
huzurunu bozacak bir üzü n tü yaşatacağın ı bilerek genç kadına

314
m ektup y azar ve çok m eşgu l oldu ğu n u, önceden kararlaştır­
dıkları günlerden hiçbirinde görüşem eyeceklerini bildirirdi. Fa­
kat bu sırad a, O dette'ten, onun m ektubunu alm adan y azdığı ve
sö z kon usu ran d evu lard an birini değiştirm esini rica ettiği bir
m ek tup alırdı. Sebebini m erak ederdi; eski şüpheleri, ıstırabı
tekrar su yü zün e çıkardı. Bu yeni, telaşlı halinde, önceki göreli
h u zur sırasın da verdiği sö zü tutam az, derhal O dette'in evine
koşar, onunla her gü n görüşm ek ister, ısrar ederdi. H attâ O det­
te Svvann'ın m ektubunu alm adan önce değil, aldıktan sonra ce­
v a p y azsa ve kısa bir süre ayrı kalm ayı kabul ettiğini belirtse
bile, Sw ann onu görm em eye taham m ül edem ezdi. Ç ünkü ken­
di hesaplarının aksine, O dette'in rızası, Sw an n'in bütün d u y g u ­
larını değiştirirdi. Bir şeye sah ip olan herkes gibi Sw ann da, on­
dan bir an vazgeçse ne olacağını görm ek için, onu zihninden
atar, am a zihnindeki diğer her şeyi, o varken old u ğu haliyle bı­
rakırdı. O ysa bir şeyin yoklu ğu bununla sınırlı kalm az, basit,
kısm i bir eksiklik değildir, diğer her şeyin altüst olm asıdır; ön­
ceki d u ru m d a kestirilm esi m üm kün olm ayan yeni bir d u ru m ­
dur.
A m a bazen de aksine, -O dette bir yolculuğa çıkm ak üze­
reyken - Sw ann bir bahane b u lu p başlattığı küçük bir kavganın
ardın dan , O dette'in dön ü şü n den önce ona m ektup y azm am a­
ya, onunla gö rüşm em eye karar verir, böylece, bü yü k bölüm ü
yolculuk nedeniyle zaten kaçınılm az olan, kendisinin sadece
biraz dah a erken başlattığı bir ayrılığa, O dette'in belki d e te­
melli zannedeceği, ciddi bir b ozu şm a sü sü verir, böyle bir d ar­
gınlığın sağ lay acağı yararları elde etmek isterdi. O dette'i zih­
ninde, Sw ann ziyarette bu lu nm adığı ve m ektup yazm adığı için
şim diden en dişelen m iş ve dertlenm iş bir halde canlandırırdı;
bu hayal, kıskançlığını yatıştırır ve O dette'i görm e alışkan lığın ­
dan vazgeçm esini kolaylaştırırdı. Üç haftalık kabullenilm iş ay­
rılığın uzun süresi say esin de zihninin derinliklerine itilm iş
olan, O dette'i dö n ü şü n d e tekrar görm e düşün cesi, zam an za­
m an ortaya çıkıp Sw an n'a haz verirdi şü ph esiz, am a Sw ann
O dette'in dö n ü şü n e o k adar az sabırsızlanırdı ki, böylesine ko­
lay bir m ahrum iyetin süresini seve seve ikiye katlayabileceğini
dü şü n m eye başlardı. Ayrılık kararının üzerinden üç gün geçer­

315
di; Sw an n'in O dette'le hiç gö rü şm ed iği, üstelik bu seferki gibi
önceden tasarlan m am ış çok dah a u zun süreler geçirdiği o lm u ş­
tu. Buna rağm en, ufacık bir aksilik ya da fiziksel rahatsızlık
-Sw an n 'in o ânı kuraldışı, istisn ai bir an gibi görm esin e yol
açarak, ona bir hazzm sağ lay acağı yatışm anın iyi geleceğini ve
tekrar çaba gösterm enin bir yararı olabileceği âna kadar, irade­
yi dinlendirm enin m akul olacağını d ü şü n d ü re re k - iradesinin
etkinliğini durdurur, baskısını ortadan kaldırırdı; hattâ dah a da
ön em siz bir m azeret çıkar, Sw ann O dette'ten bir k on u d a bilgi
alm aya, örneğin arabasın ı hangi renge boyatm ak istediğin e k a­
rar verip verm ediğini veya adi hisse senedi mi, yoksa im tiyazlı
h isse senedi m i alınm asını istediğin i sorm ayı u n u ttuğu n u hatır­
lardı (onu görm em eye dayan abildiğin i O dette'e kanıtlam ak iyi
gü zeld i de, bu yü zden arabayı yeniden boyatm ak zorun da k a­
lırsa veya h isse senetleri kâr payı getirm ezse pek h oş olm azdı);
işte o zam an, O dette'i tekrar görm e fikri, ta u zak lardan , gerilip
bırakılan bir lastik veya ağzı açılan bir vaku m pom pasın ın için­
deki hava gibi, tek sıçrayışta şim diki zam anın, hemen gerçekle­
şebilecek ihtim allerin alanına giriverirdi.
Hiçbir engelle k arşılaşm ad an ön plana geçen O dette'i gö r­
m e fikri o k ad ar d ay an ılm azd ı ki, Sw ann O dette'ten m ecburen
ayrı k alacağı on beş gün ün giderek yaklaştığını hissettiği gü n ­
ler boyunca hiç böyle telaşlan m am ış, kendisini O dette'e k av u ş­
turacak olan arabanın hazırlan m ası için gereken on dakika bo­
yunca zorlan dığı k ad ar zorlanm am ıştı; sabırsızlık ve m u tlu lu k ­
la kendinden geçiyor, ta u zak lard a zannettiği bir an d a, birden
tekrar yanı b aşın da, bilincinin en yakın noktasında b u ld u ğu
O dette'i görm e d ü şü n cesin e bin kez, sevgiyle sarılıyordu. Ç ü n ­
kü O dette'i tekrar gö rm e fikrinin önündeki engel kalkm ıştı:
Sw ann O dette'ten rahatlıkla ayrı kalabildiğini kendine kanıtla­
dığı an dan itibaren -e n azın dan kendisi öyle san ıyo rd u -, istedi­
ği an u y gu lam ay a koyabileceğinden şü ph e d u y m ad ığı bir ayrı­
lık denem esini ertelem ekte hiçbir m ah zur görm ediği için, artık
O dette'i tekrar görm e fikrine direnm eye çalışm ıyordu. Ayrıca,
bu üç değil, on b eş gü n lü k ayrılık (özveri süresinin, peşinen,
sap tan m ış vadey e göre h esaplan m ası gerekir çünkü), O dette'i
tekrar görm e fikrine, alışkanlığın köreltm iş old u ğu bir tazelik,

316
bir cazibe, bir gü ç katm ış ve o âna k adar kolaylıkla feda edile­
bilecek, beklenen bir haz diye adlandırabileceğim iz bir şeyi,
karşı koyulm ası im kânsız, beklenm edik bir saad ete d ö n ü ştü r­
m üştü. Bütün b u nlara ek olarak, kendisinden hiçbir haber çık­
m ayınca O dette'in ne d ü şü n d ü ğü n ü , ne yaptığını Svvann'ın bil­
m em esi, dolayısıyla adeta yabancı bir O dette'in tutkulu ifşa­
atıyla k arşılaşacağı dü şü n cesi de, O dette'i tekrar görm e fikrini
güzelleştirm işti.
N e var ki O dette, tıpkı Svvann'ın, istediği parayı verm eyi
redderken blöf yaptığını d ü şü n d ü ğ ü gibi, Sw ann arabanın ne
renge boyanacağını veya hangi hisse senedinin alınacağını sor­
m ak üzere geld iğ in d e de, bu soruyu bir bahane olarak görüy or­
du. Ç ü n k ü Sw ann'in geçirdiği buhranların çeşitli aşam alarını
hesaba katm ıyor, işleyişini an lam aya çalışm ıyor, sad ece önce­
den bildiği, zorunlu, yanılm az ve asla değişm eyen sonu ca ina­
nıyordu. O dette'in bu k on udaki fikri, Sw ann'in b ak ış açısından
d eğerlen dirildiğin d e yetersizdi -a m a belki bir o k ad ar da d e­
rindi-; Sw an n'a sorsalar, m uhtem elen O dette'in kendisini an la­
m adığını söylerdi; aynı şekilde bir m orfinm an, tam yerleşik
alışkan lığından k urtu lacağı an d a m eydan a gelen, hariçten bir
olay tarafından veya bir verem li, nihayet iyileşecekken ortaya
çıkan tesad ü fi bir rahatsızlık tarafından en gellendiğinden hiç
k u şku d u y m a z ve doktorun kendisini an lam adığını düşün ür,
çünkü doktoru, bu sö zd e tesadüfleri kendisi k ad ar önem sem ez,
hastası akıllanm a veya iyileşm e hayalleri kurarken, aslın da iç­
ten içe kalıcı bir h asar verm eye dev am etm iş olan kötü alışkan ­
lığın veya hastalık halinin, kendini tekrar hissettirm ek için b ü ­
rü n d ü ğ ü birer kılık olarak değerlendirir. Sw ann'in aşkı, dokto­
run veya bazı hastalıklarda en gö zü pek cerrahın bile, hastayı
kötü alışkan lığından ya d a hastalığın dan m ah rum etm enin hâlâ
bir anlam ı, hattâ im kânı b u lu n u p bu lu n m ad ığın d an şüph eye
düştükleri safh ay a gelm işti.
Sw ann, bu aşkın k ap sam ı hakkında d o ğru d an bir bilince
sah ip değild i şü ph esiz. O nu ölçm eye çalıştığında, bazen bu
k ap sam çok daralm ış, hattâ yok denecek k ad ar u falm ış gibi ge­
liyordu ona; m esela bazı günler, O dette'e âşık olm adan önce, o
anlam lı yü z hatlarını, so lgu n cildini pek beğenm ediğin i, hattâ

317
neredeyse iğrenç b u ld u ğu n u hatırlıyor, yine aynı d u y gu y a k a­
pılıyordu. "G erçekten gözle görülü r bir gelişm e var," diyordu
kendi kendine ertesi gün; "d o ğru y u söylem ek gerekirse, dün
gece onunla aynı yatağı pay laşm aktan neredeyse hiç zevk al­
m adım , hattâ ne gariptir ki, adeta çirkin gö rü n d ü gö zü m e." Bu
d ü şü n celerin de sam im iydi şü ph esiz, am a aşkı, fiziksel arzun un
çok ötesine u zanm aktaydı. Aşkının k apsam ı içinde O dette'in
şah sı bile artık pek fazla yer kaplam ıyordu. Bakışları m asasının
üstüne, O dette'in fotoğrafına iliştiğinde veya O dette kendisini
ziyarete geldiğin de, bu etten kem ikten görün tüyü veya karton­
dan sureti, daim a içinde taşıdığı sancılı ve kesintisiz heyecanla
bağd aştırm ak ta güçlük çekiyordu. A deta şaşırarak , tıpkı h asta­
lığını an sızın karşısında som ut bir varlık olarak gören ve gör­
d ü ğ ü şeyi çektiği acıya benzetem eyen bir hasta gibi, "İşte o,"
diy ordu kendi kendine. " 0 " n u n ne o ld u ğu n u an lam ay a çalışı­
yordu; çünkü aşkla ölüm arasın daki en b ü yü k benzerlik, her
zam an sö zü edilen m u ğlak benzerlikler değil, her ikisinin de
bizi, gerçekliğini kavrayam am aktan , elim izden kaçırm aktan
kork tu ğu m u z kişiliğin sırrını dah a derinlem esine so rgu lam ay a
itmeleridir. Svvann'ın aşkı da öylesine ilerlem iş bir hastalıktı,
Svvann'ın bütün alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine,
sağlığın a, u yk u su n a, hayatına, hattâ ölüm den son rası için arzu ­
ladıklarına öylesine n üfu z etm işti, Sw an n'la öylesine bir bütün
teşkil ediyord u ki, Svvann'ın kendisini de param p arça etm eden
bu aşkı on dan sö k ü p atm ak m üm kün değildi; cerrahi terimle,
aşkı artık am eliyat edilem ez hale gelm işti.
Sw ann ilgi d u y d u ğ u her şeyden öylesine k opm u ştu ki,
O dette'in aslında değerini tam olarak takdir edem eyeceği, şık
bir çerçeveye benzettiği yüksek sosyete ilişkilerini kullanarak
sevgilisin in gö zü n d e az d a olsa bir değer kazanabileceğini
d ü şü n ü p (aşkı, do k u n d u ğu her şeyi dah a değersizm iş gibi g ö s­
terip O dette'in n azarında çaptan d ü şü rd ü ğ ü gibi Sw ann'in iliş­
kilerinin de değerini azaltm asa, bu düşün cesi gerçekleşebilirdi
belki) binde bir eski çevresine dö n d ü ğü n d e, o çevrede, O det­
te'in bilm ediği yerlerde, tanım adığı insanların arasın da olm a­
nın verdiği üzüntünün yanı sıra, aylak sınıfın eğlencelerini an ­
latan bir rom andan veya resim den alacağı kayıtsız zevki y aşı­

318
yordu; aynı şekilde evinde de, kendi ev hayatının işleyişinden,
gardrobun un ve hizm etkârlarının şıklığın dan , b orsad ak i yatı­
rım larından aldığı zevk, en sev d iği yazarlardan biri olan Saint-
Sim on 'un yazıların da, M m e de M aintenon'un günlerini nasıl
geçirdiğini, yem eklerinin m en üsün ü veya Lulli'nin kurnazca
cim riliğini ve şaşaalı yaşayışın ı okum aktan aldığı zevke benzi­
yordu. K opu şu n m utlak olm adığı birkaç istisnai d u ru m d a da,
Svvann'm tattığı yeni zevkin sebebi, benliğinin, aşkına ve k ede­
rine n eredeyse yabancı kalm ış tek tük bölgelerine kısa bir süre
için göç edebilm esiydi. Bu bak ım d an , büyükh alam ın kendisine
yakıştırdığı kim lik, yani dah a bireysel olan C harles Sw ann kim ­
liğinden farklı "Sw an n 'in o ğ lu " kim liği, artık en rahat ettiği
kimlikti. Bir keresinde, Parm a Prensesi'ne (prenses çeşitli gala
ve jübilelere davetiye bularak Sw an n'in sık sık O dette'i sevin ­
dirm esine im kân tanıyabileceği için) d o ğu m gü n ü n d e m eyve
gönderm ek istem iş, m eyvelerini nasıl sip ariş edeceğini pek bi-
lem eyip annesinin bir kuzinini bu işle görevlendirm işti; yeğeni­
ne bir yardım ı d o k u n d u ğu n a pek m em nun olan hanım da
Sw an n'a bir m ektup yazıp izahat verm iş, m eyvelerin hepsini
aynı yerden alm adığını, üzüm leri ü zü m uzm anı C rapote'tan,
çilekleri Jauret'den , arm utları ise dah a gü zel oldukları için Che-
vet'den aldığını bildirm iş, "h er m eyveyi tek tek yerinde gö r­
dü m ve inceledim ," diye eklem işti. G erçekten de Sw ann, pren­
sesin teşekkürlerinden, çileklerin k okusunu, arm utların kıva­
mını kestirebilm işti. A m a özellikle "h er m eyveyi tek tek yerin­
de gördü m ve inceledim " kısm ı, Sw an n'in bilincini, nadiren
gittiği, am a "d o ğ ru adresler" bilgisini ve sip ariş etm e sanatını,
o istediği an hizm etine su n u lm aya hazır bir m iras olarak koru­
yan varlıklı, iyi bir burjuva ailesinin m irasçısı sıfatıyla sah ip ol­
d u ğ u bir bölgeye götürm ü ş, ıstırabını biraz dindirm işti.
Sw ann gerçekten de "Sw an n'in o ğ lu " old u ğu n u o kadar
uzun zam andır un u tm u ştu ki, bir an tekrar bu kim liğe k av u ş­
tu ğu n d a, diğer zam an lar tadabileceği ve artık bıkm ış o ld u ğu
zevklerden çok dah a yo ğu n bir haz y aşam ası do ğald ı; kendisini
hep "Sw an n'in o ğ lu " olarak görm eye dev am eden burjuvaların
nezaketi, aristokratlarınkiyle yarışam azd ı gerçi (aslında bu rju ­
vaların nezaketi dah a gu ru r okşayıcıdır, çünkü hiç d eğ ilse b u r­

319
ju valard a nezaket daim a düşüncelilikle el eledir), am a bir
prensten gelen m ektup, ne k adar krallara layık bir eğlence tek­
lif etse de, eski aile ahbaplarından birinin nikâhında şahitlik et­
m esini ya da sadece törene katılm asını rica eden bir m ek tup k a­
d ar sevin direm ezdi Svvann'ı; eski aile dostlarının bazıları
Sw an n'la gö rü şm eye dev am ediyordu -örn eğin bü yü kb ab am
bir yıl önce kendisini annem in dü ğü n ü n e davet etm işti- b azıla­
rı da, Sw an n 'i şah sen pek tanım ıyorlar, am a rahm etli M.
Svvann'ın oğlu n a, say gıd eğer m irasçısına nezaket borçlu o ld u k ­
larını düşün üyorlardı.
Bununla birlikte, bazılarıyla sam im iyeti yıllara day an an
yüksek so syete m en su pları da, bir ölçüde Svvann'ın evinin, y u ­
vasının, ailesinin bir parçası sayılırlardı. Sw ann p arlak d o stlu k ­
larını düşün ün ce, ailesin den kendisine kalm ış olan gü zel arazi­
leri, güzel gü m ü şleri, güzel sofra örtülerini seyrederken h isset­
tiği rahatlığı, d ış desteği hissediyordu. Evinde bir k alp krizi g e­
çirecek olsa, od a hizm etkârının yardım istem ek üzere ilk k o şa­
cağı kişinin C hartres D ükü, R eu ss Prensi, L ü ksem bu rg D ükü
veya C h arlus Baronu olacağını düşün m enin Sw an n 'a verdiği
teselli, bizim yaşlı Françoise'ın, iyi k um aştan, kendine ait, ü ze­
rine m arkası işlenm iş, y am asız (ya d a olsa olsa yam ayan kişi­
nin titizliğini ortaya koyacak bir beceriyle yam anm ış) bir kefe­
ne sarılacağını dü şü n ün ce, bu kefenin hayalini kafasın da sık
sık canlandırarak refah d u y g u su n u değilse de izzetinefsini d o ­
y u rd u ğu zam an lar b u ld u ğ u teselliye benziyordu. A m a hepsin ­
den önem lisi, Sw an n'in O dette'e ilişkin bütün dav ran ış ve d ü ­
şüncelerini, itiraf etm ediği aynı d u y gu , yani O dette'in k endisi­
ni, herhangi birinden, hattâ Verdurin'lerin en sıkıcı m üridinden
bile dah a az sevm ese d e görm ekten d ah a az h o şlan dığı d u y g u ­
su yönettiği ve belirlediği için, Sw ann zarafetin tim sali kabul
edildiği, peşinden koşu lan , herkesin Sw an n'la görüşem em ek-
ten yakın dığı bu çevreyi d ü şü n d ü ğü n d e, dah a m utlu bir h aya­
tın var olabileceğine yeniden inanm aya başlıyor, tıpkı aylardır
yatağın d an çıkam ayan, perhizdeki bir hastanın, gazeted e resm î
bir öğle yem eği davetinin m en üsün ü veya Sicilya'ya yapılacak
bir gem i yolcu lu ğu n u n ilanını o k u d u ğu n d a iştah lan m ası gibi,
neredeyse böyle bir hayata heves ediyordu.

320
Y üksek sosyete m en su pların dan , kendilerini ziyarete git­
m ed iği için özü r dilem ek zorun daydı, oy sa O dette'ten, ziyareti­
ne gittiği için özür dilem ek zorun da kalıyordu. Ü stelik bu ziya­
retlerin bedelini de öder (O dette'in taham m ülünü azıcık su iisti­
m al ed ip ziyaretine sıkça gidecek olsa, ay son u n da ona dört bin
frank gönderm enin yeterli olu p olm ayacağını d ü şü n ür), her zi­
yaretine bir bahane bulur, ya bir hediye götürür, ya O dette'in
kendisinden istediği bir bilgiyi iletir ya d a O dette'in evine git­
m ekte olan M. d e C h arlu s'e sokakta rastlay ıp ısrarlarına d ay a­
n am ayarak ona eşlik ederdi. H içbir bahan e b u lam ad ığı takdir­
d e de, M. de C harlus'ten, hem en O dette'in evine gitm esini,
sohbet sırasın da, sanki o an da aklına gelm iş gibi, Sw an n 'la bir
şey kon uşacağın ı söylem esini ve onu O dette'in evine çağırtm a­
sını rica ederdi; am a çoğun lukla Sw ann b oş yere bekler, akşam
görüştüklerin de, M. de C h arlus, planın b aşarılı olm adığını bil­
dirirdi. Yani artık sık sık şehir dışın a çıkan O dette, P aris'te ol­
d u ğ u zam an bile Sw an n'la pek az görüşüyor, Sw an n 'i sevdiği
dön em de, "Ben her zam an serb estim ", "B aşkalarının ne d ü şü n ­
dü ğü n d en bana n e?" diyen O dette, şim di Sw ann ne zam an
kendisiyle görüşm ek istese, ya ahlak kurallarını ileri sü rü yor
veya bir işi oldu ğu n u bahane ediyordu. Sw ann, O dette'in de
b u lu n acağı bir yardım severler balosu n a, sergi açılışına, pröm i­
yere gitm ekten sö z ettiğinde, O dette onu, ilişkilerini teşhir et­
m ek istem ekle, kendisine fahişe m u am elesi y ap m ak la su çlu ­
yordu. O k adar ki, Sw ann, so n u n da O dette'le hiçbir yerde gö-
rüşem eyeceğinden korkarak, bir gün, O dette'in çok sevdiğin i
b ild iği eski bir dostun u , A dolph e A m cam ı ziyarete, Bellechasse
So k ağı'n d ak i küçük dairesine gitti; b ü yü kam cam d an , O dette
üzerindeki nüfuzunu kullan ıp kendisine yardım cı olm asını rica
edecekti. Odette, b ü yü kam cam d an Sw an n 'a her sö z edişin de
şairan e bir tavır takınır, "A h! O senin gibi değildir, onun do st­
lu ğu fevkalade bir şeydir, m üth iş bir şeydir! O asla u m u m i yer­
lerde benim le birlikte görün m eyi isteyecek k ad ar d ü şü n cesiz
olm ad ı," derdi; Sw ann d a bu yü zd en çekiniyor, b ü yü kam cam a
O dette'ten bahsederken ne k ad ar ince bir lisan k ullan m ası ge­
rektiğini bilem iyordu. Ö nce O dette'in m ükem m eliyetini
peşinen kabul ettiğini belirterek onun in san ü stü bir varlık, bir

321
m elek oldu ğu n un tartışılam ayacağını söyledi ve kelim elere sığ ­
m ayan, tecrübe ötesi m eziyetlerinden dem vurdu. "Sizin le ko­
n uşm ak istiyorum . Siz O dette'in d iğer bütün kadın lardan ü s­
tün, harikulade bir varlık, bir m elek oldu ğu n u biliyorsunuz.
A m a Paris'te yaşam an ın ne dem ek o ld u ğu n u da bilirsiniz. H er­
kes O dette'i sizin, benim gö rd ü ğ ü m ü z gibi görm üyor. Bazı in­
sanlar, benim biraz gü lün ç bir k on u m d a o ld u ğu m u d ü şü n ü ­
yorlar; O dette kendisiyle dışarıd a, tiyatroda k arşılaşm am ızı d a ­
hi sakıncalı buluyor. Size güveni so n su zd u r; acaba ona hakkım ­
d a bir iki iyi sö z söyleyip benim kendisine selam verm em in,
zannettiği gibi bir zararı do ku n m ayacağı k on u su n da ikna ed e­
m ez m iydin iz on u ?"
Büyükam cam , Sw an n 'a, O dette'in kendisini d ah a çok sev ­
m esini istiyorsa, onunla bir süre gö rüşm em esin i, O dette'e de,
Svvann'ın her isted iği yerde kendisiyle bu lu şm asın a izin ver­
m esini tavsiye etti. Birkaç gün son ra O dette, b ü yü k bir hayal
kırıklığı yaşad ığın ı, b ü yü k am cam m d a diğer erkeklerden fark­
sız old u ğu n u an ladığını sö yledi Sw an n 'a: A do lph e A m cam ona
zorla sah ip olm ak istem işti. Sw an n bu n u d u y d u ğ u an, gid ip
bü yü kam cam ı düelloya davet etm ek istedi, am a O dette kendi­
sini yatıştırınca vazgeçti; yine de b ü yü kam cam la k arşılaştığın ­
da onunla el sık ışm aya y an aşm ad ı. A do lph e A m cam la b o z u ş­
m ak onu ü zm ü ştü , çünkü ken disiyle ara sıra g ö rü şü p b aş b aşa
sohbet etm eyi, O dette'in bir zam an lar N ice'te sü rd ü ğü hayata
dair kim i d ed ik odu ları açıklığa kavu ştu rm ayı u m uyordu.
A do lph e A m cam kışları N ice'te yaşardı. H attâ Sw an n, Odet-
te'le orad a tanışm ış olabileceklerini dü şü n ü y ordu . O dette'in
âşığı o ld u ğu söylenen bir ad am hakkında k ulağın a çalm an tek
tük laflar Sw an n'i allak b u llak etm işti. A m a öğrenm eden önce,
Sw an n'in öğrenilm esi en korkunç, inanılm ası en gü ç diy e nite­
leyeceği şeyler, bir kez öğrenildi m i, kederiyle tem elli bütün le­
şiyor, Sw ann hepsini kabulleniyor, aksini d ü şü n em ez oluyor­
du. A ncak, edindiği bilgilerin her biri, sevgilisi hakkındaki fi­
kirlerine kalıcı bir d am g a vu ru yordu . H attâ bir d efasın d a,
O dette'in, Sw ann'in hayalinden bile geçirm ediği hafifm eşrepli-
ğinin çok kişi tarafından bilindiğini, eskiden aylar geçirdiği Ba-
d en 'd a ve N ice'te, h o ppalığıy la nam salm ış old u ğu n u du y du .

322
S o rgu y a çekm ek niyetiyle, birtakım zevk düşkü nleriyle yakın­
lık k urm aya çalıştı, am a bu kişiler Svvann'ın O dette'le tanıştığı­
nı biliyorlardı; ayrıca Svvann O dette'i onlara tekrar hatırlat­
m aktan çekiniyor, tekrar peşine d ü şerler diye korkuyordu.
A m a o gü n e k adar Baden ve N ice'teki kozm opolit hayata iliş­
kin her şeyi m üth iş sıkıcı b u ld u ğu halde, O dette'in bir zam an ­
lar, belki artık Svvann'ın say esin d e ortadan kalkm ış olan para
ihtiyacını k arşılam ak için, belki de yeniden ortaya çıkabilecek
k aprisler u ğru n a, bu zevk şehirlerinde sefa sü rm ü ş old u ğu n u
öğren diğin den beri, Svvann, kış m evsim in in Prom enade des
A n g lais'd e, y az m evsim in inse B aden'ın ıhlam ur ağaçları altın­
d a geçirildiği yılların, yani M ac M ahon'un başkanlığının ilk
yıllarının gö m ü lü p gittiği o d ip siz k uyu ya doğru , çaresiz, kör
ve b aş dö n d ü rü cü bir kaygıyla adeta çekiliyor, o yıllara sancılı,
am a şairan e güzellikte bir derinlik atfediyordu ; O dette'in - a s ­
lında son derece d ü rü st ve b asit o lan - bakışları veya tebessü­
m ü h akkında yeni bir şeyler öğrenebileceğine inansa, o döne­
m in C öte d 'A zu r tarihçesinde anlatılan binbir ayrıntıyı tek tek
inceler, Botticelli'nin İlkbahar'mm, Güzel Varına'sının veya Ve­
nüs'ünün ruhuna derinlem esine n üfu z edebilm ek am acıyla,
XV. yüzyıl F loran sa'sın dan gü n ü m ü ze kalm ış belgeleri incele­
yen bir estetikçiden dah a bü yü k şevkle çalışırdı. Svvann sık sık
hiçbir şey söylem eden O dette'e b ak ıp hayallere dalıyor, O dette
de ona, "N e k adar m ah zu n su n böyle!" diyordu. Svvann kısa bir
süre önce, O dette'in, o gü n e k ad ar tanıdığı en değerli in san lara
benzer, iyi kalpli biri o ld u ğu fikrinden vazgeçm iş ve onun,
m etres hayatı y aşayan bir kadın oldu ğu n a in anm aya b aşla m ış­
tı; sonra d a tam tersine, eğlence düşkünlerinin, hovardaların
belki d e fazlasıyla yakın dan tanıdığı O dette d e C recy'den , b a­
zen yu m u şacık bir ifadeye bürünen çehreye ve insancıl m izaca
geçm işti. "N ice'te herkesin O dette de C recy'yi tanım ası ne ifa­
d e eder ki? Bu tür şöhretler, do ğru olsalar bile, başkaların ın fik­
riyle olu şu r," diye dü şü n ü y ord u ; bu efsane -gerçek de o lsa -
O dette'in dışın dak i bir şeydi, kişiliğinin d eğişm ez, zararlı bir
p arçası d eğild i; yanlış d av ran ışlara sü rü klen m iş olabilecek bu
insan, gözlerinden iyilik, yüreğinden ıstıraba karşı m erham et
taşan , Svvann'ın elleriyle tuttuğu, kollarıyla sarıp sarm alad ığı

323
u y sal vücutlu bir kadın dı; onun için vazgeçilm ez olm ayı b aşa­
rabilirse, belki bir gü n bü tü n üyle sah ip olabileceği bir kadındı.
O dette karşısın d a oturur, çoğun lu kla yorgu n görünen çehresi,
bir an için, Svvann'ı ıstıraba sürükleyen m eçhul konulardaki
heyecanlı ve sevinçli k aygıdan arınırdı; O dette elleriyle saçları­
nı geriye iter, aim , yü zü genişlerdi; o zam an ansızın, bir dinlen­
m e ya d a içe dö n ü ş ân ında ken disiyle b aş b aşa kalan herkeste
rastlanabilecek basit, insanca bir dü şü n ce, iyi bir d u y g u , sa p sa ­
rı bir gü n eş ışını gibi fışkırırdı gözlerinden. O an d a bütün yü zü
aydınlanır, gri bulutlarla kaplı kırların, tam gü n eş batarken,
bulutların ansızın aralan m asıy la tüm den değişen çehresini ha­
tırlatırdı. Sw ann O dette'in o an d a içinde b u lu n d u ğ u hayatı,
hattâ hülyalı bakışlarla izlerm iş hissini verdiği geleceği onunla
pay laşabilirdi; bu hayat, bu gelecek, kötü bir telaşın tortusunu
taşım ıyordu. Böyle anlar giderek seyrekleşse de, hiçbir y ararla­
rı olm adığı söylenem ez. Sw an n bu kırıntıları h afızasın da bir­
leştiriyor, araları k esip atıyor, adeta so m altın dan , iyilik ve sü ­
kûnetle do lu bir O dette heykeli d ö k ü y ord u ; dah a sonra (bu ki­
tabın ikinci b ölüm ü n de görüleceği gibi), bu O dette uğruna,
öteki O dette'in asla elde edem eyeceği fedakârlıklar yapacaktı.
Yine de bu anlar o k ad ar enderdi, Sw an n artık O dette'i o k adar
az gö rü y ordu ki! O dette ak şam ran d ev u su n u bile son d ak ik ada
kesinleştiriyor, Sw an n'in n asılsa d aim a serbest olacağın ı d ü şü ­
nerek, b aşk a bir ziyaret teklifi alm ay acağın d an em in olm ak isti­
yordu. Birinden çok önem li bir k on u d a cevap beklem ek zorun ­
d a o ld u ğu n u ileri sürüyor, hattâ Sw an n 'i evine çağırdıktan
sonra bile, ark ad aşları gecenin ortasın da tiyatroda veya gece-
yarısı y em eğin de b u lu şm ayı teklif etseler, O dette sevinçten zıp ­
layarak alelacele giyin iyordu. O hazırlıklarını sürdürürken,
yaptığı her hareket, Sw an n'i, on dan ayrılm ak zo run da k alaca­
ğı, O dette'in k arşı kon ulm az bir coşku yla kaçıp gideceği âna
b iraz dah a yaklaştırırdı; hazırlıklar nihayet tam am lan dığın da,
O dette gergin bir dikkatle p arlayan gözlerle ay n ay a son bir kez
b ak ıp du dakların a b iraz d ah a ruj sürdükten , alnındaki bir bu k ­
leyi düzelttikten sonra, altın p ü sk ü llü , gök m av isi gece m anto­
su n u istediğin de, Sw ann öylesine kederli bir h avay a b ü rü n m üş
olurdu ki, O dette kendini alam ay ıp sabırsızlık la, "Son d ak ik a­

324
ya k ad ar k alm an a izin verdim diye bana böyle m i teşekkür edi­
y o rsu n !" derdi. "B en de senin h oşuna gider sanm ıştım . Ö ğren­
d iğim iyi oldu , gelecek sefer ona göre d av ran ırım !" Bazen
Sw ann, O dette'i k ızdırm a p ah asın a d a olsa, nereye gittiğini ö ğ ­
renm eyi k afasın a koyar, Forcheville'in kendisini bilgilendirebi-
leceğini dü şü n erek on unla ittifak kurm ayı hayal ederdi. A slın­
da, O dette'in geceyi kim inle geçirdiğini bild iği d u ru m larda,
Sw ann'in, say ısız tanıdığı arasın da, O dette'in birlikte çıktığı
ad am ı, dolaylı yo ld an d a olsa, tanıyan birini b u lam ad ığı pek
enderdi, isted iği bilgiyi kolaylıkla edinebiliyordu. Şu veya bu
kon uyu ay dın latm asın ı rica etm ek üzere ark ad aşların d an biri­
ne m ektup yazarken , kendi kendine cevap sız so ru lar so rm ak ­
tan v azgeçip so rg u lam a zahm etini bir b aşk asın a devretm enin
rahatlığını yaşardı. Şu rası d a bir gerçek ki, birtakım bilgiler
edinm enin Sw an n 'a pek bir yararı olm uyordu. Bilm ek her za­
m an engelleyebilm e im kânı sağ lam az; am a hiç d eğ ilse b ild iği­
m iz şeyleri, av cu m u zu n içinde tu tam asak d a zihn im izde kulla­
nım a hazır b u lu n d u ru ru z ve bu d a bize, üzerlerinde hâkim iyet
k u rd u ğ u m u z yanılgısını yaşatır. M. de C h arlu s'ü n O dette'le ol­
d u ğ u n u bilm ek, Sw an n 'a d aim a m utluluk verirdi. M. d e Char-
lu s'le O dette'in arasın d a hiçbir şey olam ayacağını, M. d e C har­
lu s'ü n , dostluklarının hatırına O dette'le çıktığını ve O dette'in
her yaptığını zorluk çıkarm ad an kendisine an latacağın ı bilirdi.
Bazen O dette belirli bir ak şam Sw an n 'la gö rü şm ey i o k ad ar ke­
sin bir tavırla reddeder, b aşk a bir eğlenceyi ne olu rsa olsu n ka­
çırm ak istem ezm iş gibi gö rü n ü rd ü ki, M. d e C h arlu s'ü n o gece
serbest olu p O dette'e eşlik etm esi, Sw ann için en önem li şey
haline gelirdi. Ertesi gü n , fazla soru so rm aya d a cesaret edem e­
yerek M. d e C h arlu s'ü sıkıştırır, ilk cevaplarını tam an lay am a­
m ış gibi y ap ıp yeni bilgiler verm eye zorlardı onu; söylenen her
sö z Sw an n'i b iraz d ah a rahatlatırdı, çünkü çok geçm eden,
O dette'in geceyi en m asu m eğlencelerle geçirdiği açığa çıkardı.
"Bir d ak ik a sevgili M em e, tam an layam adım ... O nun evinden
çıkıp gitm edin iz dem ek ki G revin M üzesi'ne. Ö nce b aşk a bir
yere gittiniz. G itm edin iz m i? Ya! N e kom ik! M em e'çiğim , beni
ne k ad ar eğlen dirdiğin izi bilem ezsiniz. D aha sonra Le C hat
N o iF a gitm e fikri d e çok garip, onun aklına gelm iştir m utlaka...

325
Ya? Sizin fikrinizdi dem ek. İlginç. A slın da fena fikir de değil,
O dette orad a bir sürü tanıdığa rastlam ıştır. Sahi m i? K im seyle
k on u şm ad ı m ı? İnanılır gibi değil. Yani ikiniz b aş b aşa öyle
otu rdu n u z m u? G özüm ün önüne geliyor d o ğru su . Ç ok iyi
kalplisin iz M em e'ciğim , sizi çok sev iy o ru m ." Sw ann rahatla­
m ış h issed erd i kendini. Sözlerine kulak bile verm ediği ilgisiz
in san larla sohbet ederken, ara sıra, "D ün M m e d e C recy'yi gör­
dü m , tanım adığım bir beyefendiyle birlikteydi," türünden
cüm leler, ân ında kalbinde katılaşan , taşlaşan , kalbini p arçala­
yan ve yerleştikleri yerden bir d ah a k ım ıldam ay an cüm leler
d u y an Sw ann için, "O dette'in hiç tanıdığı yoktu, kim seyle ko­
n u şm a d ı," sözleri, ne k ad a y u m u şak , akışkan, k olay ve so lu n a­
bilir sözlerdi, içinde nasıl rahatça dolaşırlardı! N e var ki arad an
birkaç san iye geçtikten sonra, bu eğlenceleri onunla birlikte ol­
m aya tercih ettiğine göre, O dette'in kendisini m üthiş sıkıcı bul­
d u ğ u n u d ü şü n ü rdü . Bu eğlencelerin sıradan lığı, Sw an n'i tes­
kin etm ekle birlikte, bir ihanet k ad ar acı d a verirdi kendisine.
O dette'in nereye gittiğini öğrenem ediği gecelerde bile,
Sw an n O dette'in d ö n ü şü n ü onun evinde beklem e iznini ala-
bilse, yürek daralm ası hafifler, (uzun v ad ed e hastalığı ağırlaştı­
ran, am a hiç değilse acıyı geçici olarak dindiren bir ilaç olm akla
birlikte) tek ilacı O dette'in varlığı, onurda birlikteliğin huzuru
olan çarpıntısını yatışırdı; o zam an, O dette'in d ö n ü şü n ü bekle­
yerek geçirdiği ve bir büyü, bir n azar yüzün den diğer saatler­
den farklı zannettiği saatler, dö n ü ş saatinin huzuruna b ü rü n ü r­
dü. N e var ki O dette bu na izin verm ezdi; Sw ann evine döner,
yo ld a kendini çeşitli planlar y ap m ay a zorlar, O dette'i d ü şü n ­
m ekten vazgeçerdi; hattâ soyunurken k afasın dan epeyce neşeli
düşün celer geçirdiği olurdu; yatağa yatıp ışığı söndürürken , er­
tesi gü n gid ip bir san at şaheserini görm e u m u d u taşırdı kalbin­
de; am a tam u yu m ay a h azırlan dığı an da, alışkanlık haline gel­
diği için farkına bile varm ad an kendine u ygu lad ığı baskıyı
üzerinden kaldırır kaldırm az, içini yalayan b u z gibi bir rü zg âr­
la ürperir, hıçkırarak ağlam ay a başlardı. G özyaşlarının sebebini
m erak bile etm ez, gözlerini silip gülerek, "P ek hoş do ğru su , si­
nir hastası old u m ," derdi kendi kendine. Sonra, ertesi gü n bir
kez daha O dette'in ne yaptığını öğrenm eye çalışm ak, onunla

326
görüşebilm ek için araya n üfu zlu kişiler koym ak gerekeceğini
düşünür, içini b ü yü k bir yorgunluk kaplardı. Bu aralıksız, hiç
değişm eyen , sonuç verm eyen, zorunlu faaliyet hali Sw ann için
o k adar d ay an ılm azd ı ki, gü n ü n birinde karnında bir şişlik fark
edince, bunun belki de ölüm cül bir tüm ör o ld u ğu n u , artık hiç­
bir şeyle ilgilenm ek zo run da kalm ayacağın ı, onu hastalığın yö­
neteceğini, fazla gecikm eyecek olan ölüm ânına k adar h astalı­
ğın elinde bir oyuncak olacağını d ü şü n ü p gerçek bir m utluluk
du y du . Zaten o dön em de, kendine açıkça itiraf etm em ekle bir­
likte ölm eyi sık sık istem esinin sebebi, ıstırabının y o ğu n lu ğu n ­
dan çok, çabasının tek dü zeliğin den kaçm a ihtiyacıydı.
Bununla birlikte, O dette'i artık sevm eyeceği, O dette'in ar­
tık ona yalan söylem esi için hiçbir seb ep k alm ayacağı ve
Sw an n 'm onu öğleden son ra ziyarete gittiği gün Forcheville'le
yatıp yatm ad ığın ı b izzat O dette'ten nihayet öğrenebileceği g ü ­
ne k ad ar y aşam ayı d a isterdi. Ç oğu n luk la, birkaç gün boyunca,
O dette'in bir b aşk asın ı sev d iğ in e dair bir şüph e, tıpkı süreğen
bir hastalığın yeni safhaların ın bir an için bizi önceki rah atsız­
lıklardan kurtardıkları izlenim ini yaratm aları gibi, Sw ann'm
dikkatini b aşk a tarafa çekip Forcheville'le ilgili soruyu zihnin­
den uzaklaştırır, Sw ann bu soru k arşısında neredeyse kayıtsız
kalırdı. H attâ içini hiçbir şüph enin kem irm ediği günler de olur­
du. Sw ann o zam an iyileştiğini zannederdi. A m a ertesi sabah
u yan dığın da, bir gün önce adeta çeşitli du y gu ların selinde b o ğ ­
d u ğ u eski acıyı aynı yerde b u lu rd u tekrar. Acı yerinden hiç kı­
pırd am am ış olurdu. H attâ Sw an n, bu acının y o ğu n lu ğu yü zü n ­
den uyanırdı uyku su n dan .
O dette her gü n bu k ad ar vaktini alan bu önem li şeyler (oy­
sa Sw ann, zevk ve eğlenceden b aşk a hiçbir şeyin bu k adar
önem li olam ayacağını bilecek k adar hayat tecrübesine sahipti)
hakkında kendisine hiçbir bilgi verm ediğinden, onları hayal et­
m e çabasını uzun m ü d d e t sürdürem iyor, zihni b oşa çalışıyor­
du ; o zam an gözlük cam ını tem izler gibi parm ağıyla gözkapak-
larını ovu şturu yor ve dü şü n m eyi tam am en kesiyordu. Bununla
birlikte, bu m eçhulün yüzeyin de, zam an zam an ortaya çıkan,
O dette'in m u ğlak sözlerle, u zak akrabalara veya eski dostlara
karşı m ecburiyetlerle açıkladığı bazı faaliyetler yüzerdi; Odet-

327
te'in Sw an n 'la gö rü şm esin e engel teşkil eden m azeretler arasın ­
d a b aşk a hiç kim senin adı geçm ediğinden, bu ak rabalar ve eski
dostlar, Sw an n 'm n azarında O dette'in hayatının sabit, zorunlu
çerçevesini oluşturuyorlardı. Sw ann kendini rahatsız h issed ip,
"Belki O dette bana u ğram ayı kabul eder," diye dü şü n ecek olsa,
O dette'in ara sıra, "K ız ark adaşım la birlikte H ip o d rom 'a gitti­
ğim gü n ," derken takındığı tavır onu kendine getirir, derhal o
gü n ü n H ipo drom gü n ü old u ğu n u hatırlar, "Yok canım , so rm a­
ya bile gerek yok, nasıl dü şü n em edim , bu gü n kız ark adaşıy la
H ipo d rom 'a gittiği gün. İm kân dah ilinde olan şeylerle yetine­
lim; kabul edilm esi im kânsız, peşinen red d ed ilm iş şeyler teklif
ed ip b oş yere yıpranm anın anlam ı y o k ," derdi kendi kendine.
Sw ann, ön ünde say gıy la eğildiği bu H ipo drom 'a gitm e görevi­
ni kaçınılm az b u ld u ğ u gibi, görevin zo ru n lu lu ğu , onunla u zak ­
tan yakın dan ilişkili her şeyi de m akul ve m eşru kılıyordu ad e ­
ta. Sokakta yürürken karşılaştıkları birinin O dette'e selam ver­
m esi Sw an n 'd a bir kıskançlığa yol açtığında, O dette Sw an n'in
sorularını cevaplandırırken selam veren yabancıyı, Sw an n 'a
bahsettiği birkaç önem li görevd en biriyle bağlantılı bir kişi ola­
rak gösterirdi; örneğin O dette, "B irlikte H ipo drom 'a gittiğim
kız ark adaşım ın locasında bu beyefendi d e vard ı," der, b u açık­
lam a, kız arkadaşın ın, H ipo d rom 'd ak i locasına O dette'ten b a ş­
kalarını d a çağırm asının kaçınılm az o ld u ğu n u kabul eden, am a
diğer davetlileri hiç kafasın da canlandırm am ış ya d a canlandı-
ram am ış olan Sw an n'in şüphelerini yatıştırm aya yeterdi. Ah!
H ip o d rom 'a giden o kız ark ad aşı tanım ayı, O dette'le birlikte
kendisini d e H ip o d rom 'a götürm esini ne k adar çok isterdi! Bir
m anikürcü veya tezgâhtar bile olsa, O dette'i sık sık gören her­
hangi biriyle ilişki kurm ak u ğru n a, bütün dostların dan seve se­
ve vazgeçerdi! Bir kraliçe için katlan acağı zahm etlerin çok dah a
fazlasını gö ze alırdı onların her biri için. Onlar, O dette'in haya­
tının bir parçasın ı içlerinde barındırdıklarından, Sw an n'in acı­
larını dindirebilecek tek ilaca sahiptiler. G ünlerini, O dette'in,
belki m en faat u ğru n a, belki de sam im i bir sadelikle ilişkisini
sü rd ü rd ü ğ ü o sırad an in san lardan birinin evinde geçirm eye
can atardı! O dette'in kendisini götürm ed iği, pis, am a im renile­
cek bir evin beşinci katm a sev e sev e temelli yerleşirdi; em ekliye

328
ayrılm ış küçük terzinin âşığıym ış gibi yap arak orad a otursa,
hem en hem en her gü n O dette'i ağırlardı evinde! Bu m ütevazı
sem tlerin birinde, so n su za dek yoksulluk ve pislik içinde, am a
huzurlu ve m utlu y a şam ay a razı olurdu!
A ra sıra, O dette'le Sw an n bulu ştuk ların da, Sw ann'in tanı­
m ad ığı bir adam ın y aklaşm ak ta old u ğu n u görünce, O dette'in
çehresine bir hüzün, Sw ann'in, Forcheville oradayken ziyareti­
ne gittiği gü n O dette'in y ü zü n d e g ö rd ü ğü keder yayılıyordu
yine. A m a nadiren olu yord u bu, çünkü artık bütün işlerine ve
elâlem ne der korkusun a rağm en Sw an n 'la b u lu ştu ğ u gün ler­
de, O dette'in tavrına bir gü ven hâkim di; bu güven, Sw an n'la
ilk tanıştığı gün lerde Sw an n'in yanında, hattâ ondan uzakta,
"S ev g ili dostum , elim öyle titriyor ki, kalem i tutm akta güçlük
çekiyorum ," diye b aşlay an bir m ektup yazarken O dette'in h is­
settiği (en azın dan öyle sö y lü y ord u ve bu rolü sü rdü rm eye he­
vesli old u ğu n a göre, du y gu ların ın bir kısm ı sam im i olsa gerek­
ti) ürkek heyecanın tam tersi, belki bilinçsiz bir intikam ı, belki
de d o ğ al bir son u cuydu . O dette o zam an lar Sw an n 'd an h oşla­
n ıyordu. İnsan ancak ken d isi için, sevdikleri için k orkudan tit­
rer. M u tlu lu ğu m u z artık o sevdiklerim izin elinde olm aktan çı­
kınca, yanların da ne m üth iş bir sükûnet, rahatlık ve cesaret bu ­
luruz! O dette artık Sw an n 'la kon uşurken , ona m ektup y azar­
ken, esk isi gibi Sw an n'in ken disin e ait o ld u ğ u hissini verecek
kelim eler kullan m ıyordu; Sw an n 'd an bahsederken "ben im "
dem ek için, "S iz benim her şeyim sin iz, b u n u do stlu ğu m u zu n
rayih ası olarak sak lay acağım ," türünden cüm leler kurm ak için,
gelecekten, hattâ ölüm den , ikisinin p ay laşacağ ı bir süreç olarak
sö z etm ek için fırsat kollam ıyordu. O ilk zam anlar, O dette
Sw an n'in her sözüne, "S iz hiçbir zam an d iğer in sanlar gibi ol­
m ay acaksın ız," diye hayranlıkla karşılık verir, Sw ann'in kadın ­
lar arasın dak i sü k sesin i bilenlerin, "A slın d a tam olarak yakı­
şıklı say ılm az, am a çok zarif: o perçem i, o m onoklü, o tebessü­
m ü !" diye tasvir ettikleri, tepesi biraz açılm ış, u zu n yüzün e b a­
kar, belki onun m etresi olm a arzu su n d an çok, nasıl biri o ld u ğ u ­
nu anlam a m erakıyla, "Ş u kafanın içinden neler geçtiğini bile-
b ilsey d im !" derdi. H albuki şim di Sw an n'in her söylediğine, b a­
zen sinirli, bazen d e h o şgörü lü bir tavırla, "A h! Sen zaten hiç­

329
bir zam an d iğer in san lar gibi olm ayacak sın !" diye karşılık veri­
yor, Sw an n'in, dertleri yü zün den eskisine göre azıcık y aşlan ­
m ış olan çehresine (am a artık, yorulm az bir âşığın yü zü n ü b oy­
nuzlanan bir erkeğin yü zün den birkaç aylık farkla ayıran g ö ­
rünm ez çizgi, yıkan m ış beyinlerde çizildikten sonra, herkesin,
konser program ını o k u d u ğ u m u zd a senfonik bir eserin an lam ı­
nı, ve ailesini tan ıd ığım ızda bir çocuğun kim e benzediğin i keş­
fetm em izi kolaylaştıran m eleke sayesin de, "A slın d a tam an la­
m ıyla çirkin say ılm az, am a gülünç: o m onoklü, o perçem i, o te­
b essü m ü !" diy e yoru m ladığı çehresine) bakıyor ve "A h! Şu k a­
fanın içinden geçenleri bir değiştirebilsem , m antıklı hale getire-
b ilsem !" diyordu.
A rzu lad ığı şeye in anm aya daim a hazır olan Sw an n, Odet-
te'in kendisine karşı tavrı şü ph eye biraz olsun yer verdiğinde,
açgözlülük le bu kelim elerin üstün e atlardı.
"İstersen değiştireb ilirsin ," derdi.
K afasının içinden geçenleri yatıştırm anın, yönetm enin, ça­
lıştırm anın, b aşk a k adın ların y ap m ay a can attığı, soylu bir g ö ­
rev olacağın ı O dette'e an latm aya çalışırdı; şu n u d a belirtm ek
gerekir ki, bu so y lu görev, b aşk a kadın lara d ü şse , Sw an n, ö z­
g ü rlü ğ ü n e say gısızca el k o n d u ğu n u , day an ılm az bir tecavüzde
b u lu n u ld u ğ u n u d ü şü n ü rd ü . "B eni birazcık sevm ese, d eğ iştir­
m ek istem ezd i," d iy e akıl yü rü tü rd ü Sw ann. "D eğiştirebilm ek
için de beni d ah a sık gö rm esi gerekir." Böylece O dette'in site­
m ini, ilgisinin, hattâ belki aşkının kanıtı olarak algılardı; d o ğ ­
ru yu söylem ek gerekirse, O dette artık sevgisin in kanıtlarını o
k ad ar az su n u y o rd u ki Sw an n 'a, O dette'in çeşitli kon ularda
k o y d u ğu yasak ları Sw an n birer sev gi kanıtı gibi görm eye m ec­
b u r kalıyordu. G ün ü n b irin d e O dette Sw an n 'a arabacısından
h o şlan m ad ığın ı b ild ird i; Sw an n 'i kendisine karşı kışkırttığın­
dan şü ph elen diğin i, öyle olm asa bile, Sw an n 'a d avran ışların da
gerekli d ü rü stlü k ve say gıy ı gösterm ediğin i söyledi. Sw ann'in,
tıpkı öp ü şm ek ister gibi, O dette'in ağzın d an , "B u n d an böyle
b ana gelirken o arab acıyla gelm e," cüm lesini işitm ek istediğini
h issed iy o rd u O dette. K eyfi yerinde old u ğu için söyledi,
Sw ann çok d u y gu lan d ı. O ak şam , yanın da O dette'ten açıkça
b ahsedebilm enin h u zu ru n u y a şad ığ ı (O dette'i tanım ayan in­

330
san larla bile konuşurken, her söylediği, bir biçim de O dette'e
b ağlan ıy ord u çünkü) M. de C h arlu s'le sohbet ederken, Sw ann,
"O y sa O dette'in beni sev diğin i san ıyoru m ; bana o k adar iyi
d av ran ıy o r ki, benim yaptıklarım a kesinlikle k ayıtsız k alm ı­
yor," dedi.
Sw ann O dette'in evine gitm ek üzere arabasın a bindiği sıra­
d a, onunla birlikte gelen, geçerken evine bırakacağı arkadaşı,
"A a, arabayı Loredan sü rm üyor m u ?" derse, Sw ann hüzünlü
bir m utlulukla cevap veriyordu:
"M aale sef o sürm üyor! N eden biliyor m usun? La Perouse
So k ağı'n a Loredan'la gidem iyorum . O dette Loredan'la gitm e­
mi istem iyor, bana yakıştırm ıyor onu; ne yapalım , kadınları bi­
lirsin! L oredan'la gidersem çok canı sıkılır, biliyorum . H iç sor­
m a! R em i'yle gitsem , kıyam et k opar!"
O dette'in kendisine karşı son zam an lard a takındığı bu k a­
yıtsız, dalgın , sinirli tavırlar Sw an n'i ü zü yordu elbette, am a
ü zü n tü sü n ü n farkında değildi; O dette on dan tedricen, günden
gü n e so ğ u d u ğ u için, geçirdiği değişim in boyutlarını, ancak
O dette'in yeni haliyle başlangıçtaki halini yan yana koy up kar­
şılaştırdığı takdirde görebilirdi. Bu d eğişim , Sw an n 'a gece gü n ­
d ü z acı çektiren, derin, gizli bir yaraydı; düşüncelerinin bu y a­
raya biraz fazla yaklaştığını hissettiği an da, aşırı acı çekm ekten
korkarak hem en zihnini başk a tarafa yönlendiriyordu. Kendi
kendine, dalgın bir tavırla, "B ir zam an lar O dette beni dah a çok
sev erd i," d ed iği oluyordu gerçi, am a o zam anı gö zü n d e asla
canlandırm ıyordu. N asıl ki çalışm a od asın d a duran kom odinin
bir çekm ecesinde, O dette'i evine ilk bıraktığı gece onun kendi­
sine verm iş o ld u ğu kasım patları ile "K albin izi de b u rad a unut-
say d m ız keşke, onu iade etm ezdim siz e", "G ece veya gü n dü z,
hangi saatte olu rsa olsun, bana ihtiyaç du yarsan ız, bir haber
verin yeter, hayatım em rin izde," d ed iği m ektuplar b u lu n d u ğ u
için bu kom odini hiç görm em eye çalışıyorsa ve od aya girip çı­
karken kom odinin açığından d o laşıy orsa, aynı şekilde içinde
de, zihnini asla yaklaştırm ad ığı bir alan, düşüncelerini, önün­
den geçm esinler diye, gerekirse uzun, dolam baçlı bir m antık
çizdirerek uzaklaştırdığı bir bölge vardı: m utlu günlerin an ıla­
rının b u lu n d u ğ u bölge.

331
A m a bir gece, gittiği yüksek so syete davetin de, bu sıkı ted­
birler işe yaram adı.
Saint-Euverte M arkizi'nin d ü zen lediği toplantı, m arkizin
dah a sonra hayır dernekleri yararına verilen konserlerde de y a ­
rarlan dığı sanatçıların tanıtıldığı gecelerden biriydi ve m ev si­
m in son davetiydi. Sw ann d ah a önceki davetlerin hepsine git­
m ek istem iş, am a bir türlü k arar verip gidem em işti; bu son g e ­
ceye gitm ek üzere giyin diği sırad a, C h arlus Baronu kendisini
ziyarete geldi; baron, kendi varlığı Sw an n 'a yardım cı olacaksa,
sıkıntısını, h üznünü biraz olsun d ağıtacak sa, Sw an n'la birlikte
m arkizin davetin e gidebileceğini söyledi. A m a Sw ann şöyle ce­
v a p verdi:
"Sizin le birlikte olm aktan ne b ü yü k zevk alacağım ı bile­
m ezsiniz. A m a benim için yapabileceğiniz en b ü yü k iyilik,
O dette'i ziyarete gitm enizdir. O nun üzerinde m üthiş bir n ü fu ­
zu n u z var b iliyorsun uz. O dette evdedir, bu gece, eski terzisine
gitm eden önce bir yere çıkm ayacaktı, zaten oraya giderken de
sizin kendisin e eşlik etm enize sevinir. H er halükârda, dah a ön ­
ce evinde bu labilirsiniz onu. O nu eğlendirir, biraz d a akıl verir­
siniz. Belki yarın için, onun hoşu n a gidecek, üçü m ü zü n katıla­
cağı bir p rogram ayarlarsınız... Bu yaz için de zem ini bir yo k la­
yın bakalım , bir şey yap m ak ister m i, ne bileyim , ü çü m ü z bir­
likte bir gem i yolcu lu ğu yapab iliriz m esela. Benim bu gece ken­
disiyle g ö rü şm e u m u d u m yok, am a yine de isterse, u ygu n bir
fırsat yakalarsan ız, geceyarısına k ad ar M m e d e Saint-Euver-
te'in evine, sonra d a benim eve bir haber yollam anız yeterli.
H er şey için çok teşekkür ederim , sizi ne k adar sev diğim i bili­
y o rsu n u z."
Baron, Sw an n'i Saint-Euverte kon ağın a bıraktıktan sonra
O dette'i ziyarete gideceğin e sö z verdi; Sw ann kon ağa vard ığın ­
da, M. d e C h arlu s'ü n geceyi L a P erouse So k ağı'n d a geçireceği
dü şü n cesiyle yatışm ıştı, am a O dette'le ilişkisi olm ayan her şe ­
ye, özellikle d e yüksek so syete hayatına karşı hüzün lü bir k a­
yıtsızlıkla yaklaşıyor, bu da, g ö rd ü ğ ü her şeye, arzularım ızın
hedefi olm aktan çıkınca gerçek halleriyle gö rd ü ğü m ü z şeylerin
b ü y ü sü n ü katıyordu. D aha arab asın d an indiği an da, ev sah ib e­
lerinin tören gün lerin de davetlilere sun dukları ve kostüm lerle

332
dekorun gerçeğe u ygun olm asına özen gösterdikleri kurgusal
ev hayatı özetinin ilk aşam asın d a, Sw ann B alzac'ın " k a p la n l a ­
rının1 m irasçıları olan, genellikle efendilerine gezintilerinde eş­
lik eden üniform alı uşakların, şap kaları ve çizm eleriyle, çiçek
tarhlarının önüne dizilm iş bahçıvanlar gibi, konağın dışın da,
c ad d e d e veya ahırların önünde durduklarını gö rü p sevindi.
Sw an n'in, y aşay an insanlarla m üzelerdeki portreler arasın da
benzerlikler b u lm a m erakı, hâlâ sü rü yordu , am a d ah a sabit ve
genel bir eğilim e dön ü şm ü ştü ; şim di yüksek sosyete hayatı,
Sw ann artık b u hayattan k op m u ş old u ğu için, bir bütün olarak,
bir d izi resim gibi çıkm aktaydı karşısına. Bir zam anlar, kendisi­
nin d e bir yü k sek sosyete m ensubu old u ğu günlerde, pardösü-
sü yle girip frakıyla çıktığı holde geçirdiği bir iki dakika sü re­
since, aklı hâlâ biraz önce ayrıldığı davette veya şim diden , gire­
ceği toplantıda o ld u ğ u için, orad a neler olu p bittiğini fark et­
m ezdi; hayatın d a ilk kez, holde, sa ğ d a so lda, bankların, san dık ­
ların üzerine yatm ış u yu yan ve bu gecikm iş davetlinin beklen­
m edik gelişiyle u yan ıp soylu tazı profillerini h avay a diken,
d o ğ ru lu p k oşarak etrafında bir halka oluşturan , dağınık, hari­
k ulade, aylak, u zu n boylu, üniform alı u şak lar gü ru h u n u gö r­
dü.
A raların dan biri, özellikle vahşi bir gö rü n ü şe sah ip, çeşitli
işkence v e idam ların konu edildiği kimi R önesans resim lerin­
deki cellatlara oldukça benzeyen bir u şak , eşyalarını alm ak
üzere, haşin bir tavırla Sw ann'in yanına geldi. A m a pam u k lu
eldivenlerinin yu m u şak lığı, bakışlarındaki çelik sertliğini telafi
ediyo rd u ; öyle ki, Sw ann'in şah sına küçüm sem eyle, şap k asın a
ise say gıy la yaklaşır gibiydi. Şapkayı, ölçülü hareketleri y ü zü n ­
den aşırı titizlik gibi görünen bir özenle ve güçlü kuvvetli b ed e­
nine bakınca adeta insanı du y gu lan dıran bir incelikle aldı. Son­
ra da bir yardım cısına, hissettiği korkuyu, dört bir yanı öfkeli
b ak ışlarla tarayarak, bir hayvanın kafese ilk k apatıldığı saatler­
deki telaşını sergileyerek ifade eden, yeni, çekingen bir u şa ğ a
verdi.
Birkaç adım ötede hayallere dalm ış duran üniform alı, iri-
1 Fransızcası tigre: Eskiden arabaların arkasında giden, araba durduğu an atlayıp
kapıyı açan, ufak tefek yapılı, üniformalı uşaklara verilen ad.

333
yarı delikanlı, M antegna'nın en hareketli tablolarında, yanı b a­
şın da insanlar alt alta ü st ü ste birbirlerini b oğazlarken kalkanı­
na day an m ış d ü şü n ü r halde gö rd ü ğü m ü z dekoratif sav aşçı k a­
d ar kıpırtısız, heykelsi ve an lam sızdı; Svvann'ın çevresinde fır
dönen ark adaşların dan ayrı du rarak, tirşe rengi zalim gözleriy­
le dalgın dalgın izlediği bu sahneye, adeta M asum ların k atledi­
lişini veya A ziz Yakub'un şehit edilişini izliyorm uşçasına ilgisiz
k alm ay a kararlıydı. Artık tükenm iş olan bir ırka -belki de
Svvann'ın onunla tanıştığı San Zeno altar pan osu n u n ve Eremi-
tani fresklerinin haricinde hiç var olm am ış, hâlâ orad a hayal
kuran bir ırk a- aitti sanki; bir ilkçağ heykelinin, Ü stat'ın Pado-
valı m odellerinden veya Albrecht DürePin Sakson ların dan bi­
riyle birleşm esinden d o ğan soyu n bir ferdiydi adeta. D oğanın
kıvırdığı, kendisinin briyantinle yapıştırd ığı kızıl saçları, kıv­
rım larının en ince ayrıntılarına k ad ar özenle çizilm işti; aynı şe­
kilde, M antovalı ressam ın sürekli incelediği Yunan heykel sa ­
natında da, saçlar ince ince işlenir; Yunan heykeltıraşları, in san ­
dan b aşk a hiçbir yaratığı canlandırm adıkları halde, en azından
onun b asit şekillerinden, çok çeşitli, adeta bütün canlı varlıklar­
dan ödü nç alınm ış zenginlikler çıkarm ayı başarm ışlard ır; örne­
ğin saçlar, buklelerinin parlak kıvrım ları ve sivri, gagam sı uçla­
rıyla, ü st ü ste binen örgülerinin üçlü, çiçekli tacıyla, aynı an da
hem bir yosu n dem etini, hem bir güvercin yu vasını, hem ner­
gislerden örü lm ü ş bir çelengi, hem de b u rgu b u rgu yılanları
andırırlar.
H oldekiler k ad ar iriyarı, b aşk a b azı üniform alı u şak lar da,
m uhteşem bir m erdivenin b asam ak ların a dizilm işlerdi; onların
dekoratif varlığına ve m erm ersi kıpırtısızlığına dayan arak,
D üklük Sarayı'nm ki gibi "D evler M erdiveni" diye ad lan d ırabi­
leceğim iz m erdivene yönelen Sw ann, O dette'in bu b asam akları
hiç tırm anm adığını dü şü n erek hüzünlendi. Ah! O ysa küçük
terzi em eklisinin karanlık, pis kokulu, insana her an dü şecek ­
m iş hissi veren m erdivenini tırm anıyor olsa, ne b üyük bir m ut­
luluk du yardı; o "beşinci k at"taki od ay a O dette'in geldiği gece­
lerde, hattâ diğer gün lerde d e gidebilm ek, orad a O dette'ten sö z
edebilm ek, O dette'le Sw ann olm adığı zam anlar görüşen ve bu
yüzden de adeta sevgilisin in hayatına ait, dah a gerçek, daha

334
u laşılm az, dah a esraren giz bir şeyleri içlerinde barındıran in­
san larla birlikte olabilm ek için, O p era'd a her hafta sah ne önü
locasına öd ediği kiradan çok dah a fazlasını, seve seve öderdi.
Em ekli terzinin otu rd u ğu binada ikinci bir serv is m erdiveni ol­
m adığın dan , o p is kokulu, am a arzulanan m erdivende, ak şam ­
ları her kapının önünde, p asp asın üzerine bırakılm ış, boş, kirli
bir sü t kabı b u lu n u rdu ; oy sa Svvann'ın o esn ada tırm andığı
m uhteşem , am a aşağılan an m erdivende, çeşitli b asam ak lard a,
sağlı sollu, hizm etkârlar nöbet tutuyor, kapıcı bölm esi pencere­
sinin, daire kapılarının d u v ard a olu ştu rd u ğu girintilerde, d e ­
netledikleri iç hizm eti tem sil etm ekle ve davetlilere sun m akla
görevli bir kapıcı, bir sofracıbaşı, bir vezn edar (haftanın diğer
gün lerin de kendi evlerinde yarı b ağım sız yaşayan , küçük esn af
gibi kendi evlerinde yem ek yiyen, yarın bir gün bir hekim in ve­
ya sanayicinin ev hizm etine girebilecek n am uslu insanlardı
hepsi), nadiren giydikleri ve içinde pek de rahat etm edikleri
gösterişli üniform aları üstlerine geçirm eden önce kendilerine
verilm iş olan talim ata u ym ay a özen göstererek, babacan saflık­
larının yu m u şattığı parıltılı bir şaşaay la, nişlerin içindeki aziz­
ler m isali, kapı kem erlerinin altında dim dik du ru yorlardı; tıpkı
kilise görevlileri gibi giyin m iş, dev yapılı bir teşrifatçı, her d a­
vetlinin gelişinde, b aston u n u yere vuruyordu. Sw ann, kendisi­
ni bir adım geriden izleyen, saçları G oya'n m zan goçları veya
repertuvar oyunların daki noter kâtipleri gibi en sesin de bir fi-
yonkla, m inik bir k uyruk halinde toplanm ış, solgu n yü zlü hiz­
m etkârla birlikte, m erdivenin en üst b asam ağ ın a ulaştıktan
sonra, hizm etkârların, kocam an kürsülerin ardın daki noterlerin
edasıyla oturdukları bir m asan ın önüne geldi, hizm etkârlar
ay ağa kalkıp Svvann'ın adını yazdılar. A rdından, küçük bir hol­
den geçti; bu holün girişinde, -n asıl ki ism ini aldıkları tek tek
bir san at eserine çerçeve teşkil etm ek üzere düzenlenm iş, bil­
h assa çıplak bırakılm ış sergi odaların da, o eserden b aşk a hiçbir
eşya b u lu n m az sa- genç bir üniform alı uşak, Benvenuto Celli-
ni'nin değerli bir nöbetçi heykeliym iş gibi tek b aşın a sergilen ­
m ekteydi; vü cu du hafifçe öne eğik duran, kırm ızı b oy u n lu ğu n ­
dan dah a d a kırm ızı olan yüzün den alev alev utangaçlık ve
gayretkeşlik d algaları fışkıran ve müzik’ salon unun önüne gerili

335
A u b u sso n goblenlerini, acım asız, uyanık, çılgınca bakışlarıyla
d elip geçen delikanlı -alarm sem bolü, bekleyişin cisim leşm esi,
silah başın a çağrısının anısı g ib i- burç kulesinden, askerî bir so ­
ğukkanlılıkla düşm an ın gelişini kollayan bir gözcüye, katedral
k ulesin den , tabiatüstü bir inançla kıyam etin gelişini kollayan
bir m eleğe benziyordu. Sw ann artık konser salon u n a gelm işti;
bol köstekli bir teşrifatçının, eğilerek, bir kentin anahtarlarını
teslim edercesine kendisine açtığı kapılardan geçip içeri girdi.
A m a aklı, O dette izin verm iş olsa o an d a içinde bulunabileceği
ev dey di; p asp asın üstün deki b o ş bir sü t kabının bir an gö rü n ü p
kaybolan hatırası, Sw ann'in kalbini sıkıştırdı.
G oblen kaplam aların ardın da, hizm etkârların görün tüsü,
yerini davetlilerin gö rün tüsün e bıraktığı an da, Sw ann erkek
çirkinliğiyle bir kere dah a yü z yü ze geldi. A m a çok iyi tanıdığı
bu çehrelerin çirkinliği bile, sanki yeni bir şey di Sw an n'in g ö ­
zü n de, çünkü bu yü z hatları, -esk id en bir insanı tanım asına y a ­
rayan kullanışlı işaretler, peşinden koşu lacak hazları, kaçınıla­
cak tatsızlıkları veya m ukabele edilecek kibarlıkları tem sil eden
sim geler oldukları h a ld e - artık sad ece estetik ilişkiler tarafın­
dan düzenlenm iş, b ağım sız çizgilere dön ü şm ü şlerdi. Etrafını
çeviren bu erkeklerin çoğunun kullan dığı m onokllar bile, (eski
gü n lerde Sw ann'in sad ece m onokl takm ış erkekleri diğerlerin ­
den ayırm asını sağlad ıkları halde) artık bütün b u erkeklerin
pay laştığı bir alışkanlığı tem sil etm edikleri için, bir bireysellik
k azan m ışlardı Sw ann'in gözün de. Belki Sw ann, girişte sohbet
etm ekte olan G eneral d e Froberville'le Breaute M arkisi'ne, ken­
disin i Jockey K u lü bü 'ne sokm u ş, dü ello larda ona şahitlik et­
m iş, yararlı ve eski d o stlar olm alarına rağm en, şim d i bir resim ­
deki figürlere bakar gibi baktığı için, generalin, b ayağı, yaralı
ve m uzaffer yüzüne, gözkapakların ın arasın a bir ob ü s m erm isi
gibi gö m ü lm ü ş, K yk lop'un tek gö zü gibi alnının ortasın da d u ­
ran m onoklü, Sw an n'a, şerefle k azan ılm ış olsa d a, sergilenm esi
ayıp, korkunç bir yara gibi gö rü n dü ; M. d e Breaute'nin davetle­
re giderken şenlik sim gesi olarak, inci grisi eldivenler, yaylı si­
lindir şap k a ve beyaz kravatla birlikte (Sw ann'in d a yaptığı g i­
bi) her zam anki gözlü ğü n ü n yerine taktığı m onoklü ise, m ik­
rosk op altında incelenm ek üzere hazırlanm ış bir preparata ben­

336
ziyordu: C am ın arka yüzüne, du rm aksızın tavanların yü k sek li­
ğine, davetlerin güzelliğin e, program ların ilginçliğine ve içkile­
rin lezizliğine gü lüm seyen , kibarlıkla d o lu p taşan , kısık mı kı­
sık bir bakış yapıştırılm ıştı.
"O o, nihayet geldin iz, sizi asırlardır gö rm ü y ordu k ," dedi
general Svvann'a; sonra da Svvann'ın sü zü lm ü ş çehresini fark
ed ip ciddi bir hastalık yüzün den sosyete toplantılarından u zak
kalm ış olabileceği sonucun u çıkararak ekledi: "Ç o k iyi gördüm
siz i!" Bu arad a M. d e Breaute'nin, "A zizim , siz ha, ne yapıyor­
su n u z b u ra d a ?" ded iği yüksek sosyete rom ancısı, yegân e p si­
kolojik araştırm a ve acım asız çözüm lem e organı olan m on oklü­
nü gö zü n e sıkıştırdıktan sonra, esrarengiz, kendini önem seyen
bir edayla, r harfini sert telaffuz ederek cevap verdi:
"G özlem yapıyo ru m ."
Forestelle M arkisi'nin m onoklü m innacıktı ve çerçevesi
yoktu; varlığı açıklanam ayan , az bu lu nu r bir m ad d ed en olu­
şan, fazlad an bir kıkırdak gibi gö m ü ld ü ğ ü g ö zü sürekli ve san ­
cılı bir bü zü lm eye m ecbur ettiği için, m arkinin çehresine hü­
zün lü bir incelik katıyor, kadınların onu derin aşk acıları çeke­
bilecek bir erkek olarak görm elerine yol açıyordu. M. de Saint-
C ande'nin, Satürn gibi d ev bir halkayla çevrelenm iş olan m o­
noklü ise, her an kendini ona göre düzenleyen bir çehrenin
ağırlık m erkeziydi; kırm ızı ve titrek burun la alaylı, sarkık d u ­
daklar, aralıksız m im ikler yap arak cam yu varlak ta çakan zekâ
kıvılcım larının seviyesini tutturm aya çalışıyorlardı; bu m onok-
la b ak ıp y ap ay büyülerin ve incelm iş bir tenselliğin hayalini
kuran zü ppe, ah laksız genç kadınlar, onu dünyanın en güzel
gözlerine tercih ediyorlardı; bu arada, yu varlak gözlü, koca­
m an sazan balığı k afasıy la, ara sıra yönünü bu lm ak ister gibi
ağzını açarak, eğlencelerin ortasın da ağır ağır ilerleyen M. de
Palancy, sanki içinde y aşad ığ ı akvaryum u n cam ının herhangi
bir parçasını, belki de tam am ını tem sil eden sem bolik bir p arça­
sını yanın da getirm iş gibi taşıyordu m onoklünü; G iotto'nun
P ad o v a'd ak i Kötülükler ve Erdemler'inin hayranı olan Svvann,
onu görünce, barınağının b u lu n d u ğ u orm anları sim geleyen
yapraklı bir dalla yan yana betim lenm iş olan H aksızlığı ha­
tırladı.

337
Sw ann, M m e d e Saint-Euverte'in ısrarları üzerin e salon un
içlerine d o ğru ilerlem iş ve Orpheus' tan bir bölüm ü seslendiren
flütçüyü dinlem ek için bir köşeye yerleşm işti; ne yazık ki bu
köşeden görebildiği tek şey, yan yana oturm uş iki orta yaşlı ha­
nım dı: C am brem er M arkizi'yle Franquetot Vikontesi; bu iki ha­
nım, kuzin oldu klarından, davetlerde, ellerinde çantaları, p e ş­
lerinde kızlarıyla, bir gard aym ışçasın a birbirlerini aram ak la va­
kit geçirirler, ancak yan yana iki yeri tu tu p yelpazeleri veya
m endilleriyle işaretleştiklerinde rahat ederlerdi; M m e de
Cam brem er, pek kim seyi tanım adığı için, kendisine eşlik ed e­
cek birini b u ld u ğu n a sevinir, onun aksin e yü k sek sosyeted e
pek g ö zd e olan M m e de Franquetot ise, bütün o parlak d o stla­
rına, gençlik anılarını pay laştığı silik bir kadını kendilerine ter­
cih ettiğini gösterm eyi, bir seçkinlik ve özgü n lü k belirtisi ola­
rak görürdü . Sw ann, iki hanım ın flütü izleyen piy an o parçasın ı
(L iszt'in Aziz Francesco'nun Kuşlarla Konuşması isim li eseri) din ­
leyişlerini h üzün lü bir alayla seyrediyordu: M m e d e Fran­
quetot, virtüözün b aş dön d ürü cü çalışını kaygıyla izliyordu,
piyanistin ellerinin çevik hareketlerle üzerinde kayd ığı tuşlar,
sanki seksen m etre yükseklikte, her an düşebileceği trapezler­
m iş gibi, gözleri yu vaların dan uğruyor, ara sıra yanın da oturan
kuzinine, "İnanılır gibi değil, bir insanın böyle bir şey y ap ab ile­
ceğini hiç d ü şü n em ezd im ," anlam ına gelen, şaşkın , itiraz yüklü
bak ışlar yöneltiyordu; M m e de C am brem er ise, sağ lam m üzik
eğitim i gö rm ü ş bir kadın olarak, m etronom sarkacına d ö n ü ş­
m ü ş b aşıyla tem po tutm aktaydı; başının bir om u zd an diğerin e
salm ım ı (çektiği acıyı artık tanıyam ayan, ona hâkim olm aya d a ­
hi çalışm ayan, sad ece "N e y ap ay ım !" diyebilen bir hastanın o
k ayb olu p gitm iş, kendini bırakm ış bakışları eşliğinde) öyle bir
boyuta ve hıza u laşıy ord u ki, elm as küpeleri ikide birde korsa-
jının süslerine takılıyor, m arkiz saçlarını süsleyen siyah ü zü m ­
leri düzeltm eye m ecbur oluyor, am a buna rağm en tem poyu
hızlandırm aktan geri kalm ıyordu. M m e de Franquetot'nun
öbür yanın da, am a biraz dah a önde oturan G allardon M arkizi,
en sev d iği k on uyu, yani G uerm an tes'larla hısım lığını d ü şü n ­
m ekle m eşg u ld ü ; bu hısım lıktan, hem başkalarının nezdinde
hem d e kendi kendine b üyük şeref duyar, am a biraz d a utanır­

338
dı, çünkü G uerm antes ailesinin en parlak fertleri, belki sıkıcılığı
veya fesatlığı yüzün den , belki m arkiz ailenin dah a d ü şü k sevi­
yedeki bir koluna dahil old u ğu için, belki d e hiç seb ep siz yere,
onu biraz dışlarlardı. M arkiz, tanım adığı birinin, örneğin o es­
n ada M m e de Franquetot'nun yanındayken, G uerm an tes'larla
akrabalığı k on usun da kendisinin sah ip old u ğu bilginin d ışarı­
dan görülem em esine üzülür, B izans kiliselerindeki m ozaikler­
de, her kutsal şahsiyetin yanm a, o an da söylediği sözlerin bir
sütun halinde, alt alta dizilm iş harflerle yazılm ası gibi, bu akra­
balığın d a görün ü r harflerle ifade edilem em esine hayıflanırdı.
O sırad a, genç kuzini L au m es Prensesi'nin, evliliğinden bu y a­
na geçm iş olan altı yıl boyunca, kendisine ne bir d avetiye gön ­
derdiğini, ne d e ziyaretine geldiğin i düşün m ekteydi. Bunu d ü ­
şün m ek m arkizi öfkelendiriyor, am a aynı zam an d a gu ru rlan d ı­
rıyordu da, çünkü kendisini M m e d es L au m es'u n evinde hiç
görem ediklerine şaşıran dostlarına, o rad a Prenses M athilde'le
k arşılaşm a ihtim ali b u lu n d u ğ u için gitm ediğini söyleye söyleye
-aşırı Lejitim ist olan ailesi, böyle bir şeyi katiyen affetm ezd i-
son u n da genç kuzininin evine bu sebeple gitm ediğin e kendi de
inanır olm uştu. O ysa M m e d es L au m es'a gö rü şm e isteğini d e­
falarca belirttiğini hatırlıyordu, am a bulanık bir anıydı bu ve
m arkiz, "İlk adım ı atm ak bana d ü şm ez herhalde, ondan yirmi
y aş b ü y ü ğ ü m ," diye m ırıldanarak, küçültücü sayılabilecek bu
anıyı haydi haydi telafi ediyordu. İçinden sö y led iği bu etkili
sözler say esin d e gö ğsü y le bağlantısını koparm ış olan om u zları­
nı gururla geriye atıyor, bu om uzların üzerine n eredeyse yanla­
m asın a yatırılm ış olan başı, so fraya bütün tüyleriyle birlikte g e­
tirilen gururlu bir sülün ün "y ap ıştırm a" kafasını getiriyordu
akla. M arkiz aslında tıknaz, erkeksi, topaç bir kadındı, am a al­
dığı darbeler, bir uçurum un kenarında, kötü bir po zisy on d a
d o ğan ve dengelerini koruyabilm ek için geriye d o ğru büyüm ek
zorun da kalan ağaçlar gibi d o ğru ltu p dikleştirm işti kendisini.
D iğer G uerm an tes'larla eşd eğerd e olm ayışını kendine unuttu­
ru p avun m ak için, onlarla prensiplerinin sarsılıriazlığı ve onuru
yüzün den sık gö rüşm ediğin i sürekli tekrarlam aya m ecbur ol­
d u ğu n d an , son u n da bu dü şü n ce bedenini biçim lendirm iş, ona,
burjuva kadınlarının n azarında soyluluk göstergesi olan, ara

339
sıra k ulü p erkeklerinin yorgu n bakışlarını kaçak bir arzu yla b u ­
landıran bir heybet kazandırm ıştı. M m e de G allard on 'u n ko­
n uşm ası, tek tek her terim in kullanım sıklığını sap tay arak bir
şifreyi açığa çıkaran çözüm lem elere tabi tu tu lsaydı, en yaygın
terim in bile, "kuzen lerim G u erm an tes'lard a", "G uerm an tes
Teyzem in ev in d e", "E lzear de G uerm antes'ın sa ğ lığ ı", "k u z i­
nim M m e d e G uerm an tes'ın locası" ifadeleri k ad ar sık kullanıl­
m ad ığ ı ortaya çıkardı. M arkize ünlü bir şahsiyetten sö z edildi­
ğinde, onunla şah sen tanışm adığın ı, am a G uerm an tes Teyze­
sinin evinde sık sık rastladığını söylerdi, fakat b u n u öylesine
so ğu k bir tavırla ve sert bir tonda söylerdi ki, şah sen tan ışm a­
m alarının tek sebebinin, m arkizin köklü ve inatçı ilkeleri o ld u ­
ğ u açıkça anlaşılırdı; m arkizin geriye attığı om uzlarını y a slad ı­
ğı bu ilkeler, jim nastik öğretm enlerinin, göğü slerini geliştirm ek
için öğrencilerini d ay adık ları m erdivenlere benzerdi.
O sırad a, kim senin M m e de Saint-Euverte'in evinde gö r­
m eyi beklem ediği L au m es Prensesi girdi salona. Tenezzül edip
geldiği bir salo n d a yü k sek m evkiini hissettirm eye çalışırm ış gi­
bi görün m ek istem ediğinden, önünde yarılm ası gereken bir k a­
labalık, geçm esine izin verilecek kim se b u lu n m asa da om u zla­
rını kısarak yürüyor, yetkililer geldiğin i haber alıncaya k adar
tiyatronun k apısın d a kuyrukta bekleyen bir kral gibi, b ilh assa
arka p lan d a kalıyordu; kendisine en m ütevazı gibi görünen,
(M m e d e Saint-Euverte'in, onu g ö rd ü ğ ü an da, bir m utluluk
çığlığıyla alıp orad an sürükleyeceğini bildiği) bir k öşede, tanı­
m ad ığı M m e d e C am brem eı'in yanın da ayakta duruyor, b ak ış­
larını -v arlığın a dikkat çekip ilgi beklerm iş gibi görün m em ek
için - halının desenlerinde veya kendi eteğinde gezdirm ek le ye­
tiniyordu. Yanı b aşın d ak i m ü zik sev er hanım ın m im iklerini
gözlem liyor, am a taklit etm iyordu. L au m es Prensesi aslında
kırk yılda bir M m e de Saint-Euverte'e beş dakikalığına u ğ ra ­
m ışken, elinden geldiğin ce kibar davran m ayı ve böylece g ö s­
terdiği nezaketi ikiye k atlam ayı isterdi istem esine. N e var ki,
pren ses, m izacı gereği, "ab artı" d ed iği şeyden nefret eder ve
kendi y aşad ığ ı çevrenin "tarz"ın a yakışm ayan gösterilerde b u ­
lu n m aya "m ecbu r o lm ad ığın ı" açıkça ortaya koym aktan hoşla-
nırdı; bununla birlikte, dah a d ü şü k seviyeli d e olsa yeni bir

340
çevrenin, en kendinden em in kişilerde bile ortaya çıkardığı,
u tan gaçlığa benzer taklit d u y g u su yüzün den , bu tür gösteriler­
den etkilenirdi aynı zam an da. Prenses, giderek, acaba çalın­
m akta olan, belki de kendisinin o gü n e k ad ar dinlediği m ü zi­
ğin çerçevesi dışın da kalan parça, bu m im ik ve jestleri gerekti­
riyor m u, acaba bu hareketleri y apm am ak , eseri anlam am anın
gö stergesi ve ev sahibesine karşı d a bir m ü nasebetsizlik m idir
diye d ü şü n m eye b aşladı; öyle ki, çelişkili d u y gu ların ı ifade et­
m ek için bir "orta yol" arıyor, bazen om u z askılarını çekiştir­
m ekle, sarı saçlarına taktığı, hem sad e, hem sevim li bir saç m o­
deli oluşturan, elm aslarla bezenm iş, m ercandan ya d a pem be
m ineden yapılm ış küçük topları düzeltm ekle yetiniyor, bir yan ­
d an donu k bir m erakla coşkulu k om şu su n u inceliyor, bazen,
kısa bir süre, yelpazesiyle tem po tutuyor, am a bağım sızlığın ­
dan feragat etm em ek için, ak sak ritim de tem po tutuyordu. Pi­
yanist, Liszt'in eserini tam am lay ıp C hopin 'in bir prelüdün e
geçtiğinde, M m e de C am brem er M m e d e Franquetot'ya d ön d ü
ve bilgiç bir tatm inle, geçm işe yönelik im alarla yü klü bir sev e­
cenlikle gü lüm sedi. M m e d e C am brem er gençliğin de C ho­
pin 'in o özgür, esnek, doku n m a d u y u su n u harekete geçiren,
uzun, dolam baçlı ve ölçüsüz cüm lelerini, önce çıkış noktaları­
nın dışın d a ve çok ötesinde, u laşm aları beklenen noktanın çok
u zağ ın d a kendilerine bir yer arayan ve bu kaprisli sap m alar­
dan sonra, kasten -ön ceden incelikle planlanm ış, şaşm a z bir
dönüşle, adeta insanı bağırtacak k ad ar çınlayan bir kristal gibi—
d ö n ü p insanı kalbinden vuran cüm lelerini, piyan on u n tuşlarını
okşarcasın a çalm ayı öğrenm işti.
M m e de Cam brem er, pek fazla kişiyle ilişkisi olm ayan bir
taşra ailesin de y aşad ığ ı ve balolara pek gitm ediği için, m alikâ­
nesinin yalnızlığında kendinden geçerek hayalî çiftlerin dansını
yavaşlatır, hızlandırır, onları çiçek toplar gibi tek tek sayar, bir
ara b alo yu bırakıp, göl kenarında, köknarların arasın da esen
rü zgârın sesini dinler ve orad a birdenbire kendisin e d o ğru iler­
leyen, o gün e k ad ar k u ru lm u ş bütün hayallerden, yeryüzü
âşıklarının olam ayacağı k adar farklı, k on uşm ası hafif şarkı sö y ­
ler gibi, falsolu, telaffuzu yabancı, beyaz eldivenli, zay ıf bir d e­
likanlı görürdü. A m a bu m ü ziğin m od ası geçm iş gü zelliği, ar­

341
tık so lm u ş gibiydi. Birkaç yıldır m ü zik u zm an larından itibar
gö rm ediği için şerefini ve b ü y ü sü n ü kaybetm işti; zevksizler bi­
le artık bu m üzikten itiraf etm edikleri, v asat bir zevk alabiliyor­
lardı ancak. M m e d e C am brem er ark asın a k açam ak bir g ö z attı.
M arkiz (arm oniyi ve Yunancayı dahi öğrenm iş biri sıfatıyla,
özellikle bilgili o ld u ğu zihinsel kon ular haricinde yeni ailesine
say g ıd a k u su r etm eyen) genç gelininin C hopin 'i küçü m sed iğin i
ve C hopin çalındığında rah atsız old u ğu n u biliyordu. A m a ken­
di yaşın d a bir gru p insanla birlikte ötede oturm akta olan Wag-
nerci gelininin gözetim inden u zakta o ld u ğu için, M m e de
C am brem er m üziğin yarattığı h ariku lad e izlenim lere kendini
bırakabiliyordu. L au m es Prensesi d e bu izlenim leri yaşıyordu.
D oğuştan m ü ziğe yetenekli olm am akla birlikte, on b eş yıl önce,
Saint-G erm ain m uhitinin piy an o hocalarından biri olan, son
yıllarında yoksul d ü şen ve yetm iş yaşın d a, eski öğrencilerinin
kızlarıyla torunlarına d ers verm ek zo ru n d a kalan, üstün yete­
nekli bir kadın dan m ü zik dersleri alm ıştı. Piyano hocası artık
yaşam ıyordu . A m a yöntem i, o gü zel tınısı, zam an zam an ö ğ ­
rencilerinin, hattâ bunların arasın d a sırad an laşm ış ve m üziği
bırakm ış olanların, bir piyanonun k apağın ı kırk yılda bir açan­
ların bile, parm aklarının altın da tekrar yeşeriyordu. İşte bu
yüzden , M m e d es L au m es başını sallarken son derece bilinçliy­
di ve ezbere bildiği bu prelü d ü piyanistin nasıl icra ettiğini
do ğru değerlendirebilm işti. Piyanistin b aşlad ığı cüm lenin so­
nu, kendiliğinden prensesin d u d ak ların d an dökü ldü . Prenses,
"G erçekten fo k h o ş," diye m ırıldan dı; vu rgu lan arak söylenen ç,
bir h assasiy et gö stergesiyd i ve p ren ses bu harfi telaffuz eder­
ken, du dakların ın güzel bir çiçek gibi, öylesine rom antik bir bi­
çim de kırıştığını hissetti ki, içgü dü leri bakışlarına o esn ada bir
d u y gu sallık , bir boşluk katıp gözleriyle du d ak ları arasın da
uyu m sağlad ı. Bu arad a M m e d e G allardon, L au m es Prense-
si'y le nadiren k arşılaşm a fırsatı b u lab ild iğin e hayıflanm aktay­
dı, çünkü karşılaştıklarında, selam ını karşılıksız bırakarak
pren sese bir ders verm eye niyetliydi. Kuzininin o rad a o ld u ğ u ­
nu bilm iyordu. M m e d e Franquetot başın ı oynatınca, birden
pren sesi gördü. D erhal herkesi rah atsız ederek ona do ğru iler­
ledi; am a M m e de G allardon , bir yandan, evinde Prenses

342
M ath ilde'le b u ru n buruna gelebileceği, ayrıca "ak ran ı" olm adı­
ğı için ilk adım ı atm aya m ecbur olm adığı bir şah ısla ilişki kur­
m ak istem ediğini herkese hatırlatacak so ğu k ve m ağru r bir
edaya bürünm ek, bir yandan da, aceleyle yanm a gidişin i açık­
layıp pren sesi kon uşm ak zorun da bırakacak bir şey söyleyerek,
bu edayı telafi etm ek istiyordu; işte bu yüzden , kuzininin yanı­
na gelince, asık su ratla, zorla kartvizitini uzatırm ış gibi elini
uzatarak , adeta prens ağır h astaym ışçasın a kaygılı bir ses to­
nuyla, "K ocan n asıl?" diye sordu. Prenses, hem başkalarına
karşısındakini u m u rsam ad ığın ı gösterm eyi, hem de yü z hatla­
rını hareket halindeki ağzının ve ışıltılı gözlerinin etrafında
toplayarak çehresini güzelleştirm eyi am açlayan o kendine has
kahkahasını patlatarak cevap verdi:
"G ayet iyi!"
Sonra d a gü lm eye d ev am etti. Bu arad a M m e d e G allardon
iyice d o ğ ru lu p dah a d a so ğu k bir yü z ifad esi takınarak, am a
prens için k aygılan m aya d ev am ederek, kuzinine baktı ve
"O rian e," d ed i (M m e d es L au m es, görün m ez bir üçüncü şah sa
şaşkın şaşkın , gü lüm seyerek b ak m ak suretiyle, kendisine ad ıy­
la hitap etm e iznini M m e de G allard on 'a asla verm ediğini be­
lirtm iş oldu), "yarın ak şam evim e gelip M ozart'ın bir klarnet
beşlisini dinlem eni çok istiyorum . Senin fikrini alm ayı arzu ed i­
yorum ."
M m e d e G allard on sanki bir davette bulunm uyor, bir yar­
dım istiy ordu ve pren sesin M ozart beşlisi hakkındaki fikrine,
adeta yeni aşçısının icadı olan bir yem ek hakkında bir gurm e-
nin fikrini alm ası gerekirm iş gibi ihtiyaç du yuyordu .
"A m a ben o beşliyi biliyorum , hem en şim d i de söyleyebili­
rim fikrim i... çok severim !"
"B iliyorsun kocam iyi değil, karaciğeri hasta... seni görm ek
onu çok m utlu edecektir," diye dev am etti M m e d e G allardon,
davete katılm ayı pren ses için bir hayırseverlik görevi haline ge­
tirerek.
Prenses in san lara evlerine gitm ek istem ed iğin i söylem ek ­
ten hoşlan m azdı. H er gü n , gitm eyi asla d ü şü n m ed iğ i bir d av e ­
te -k ayın valid esin in beklenm edik bir ziyareti, k ayın biraderi­
nin bir çağrısı, bir O pera tem sili, bir kır eğlencesi y ü z ü n d en -

343
katılam am aktan d u y d u ğ u ü zü n tü yü belirten m ek tup lar y a z ar­
dı. Böylece birçok kişiye, onların d o stu old u ğu n u , evlerine se ­
ve seve gideceğini, am a prenslere ö z gü aksilikler nedeniyle g i­
d em ediğin i zannetm e m u tlu lu ğu n u yaşatır, onlar d a kendi d a ­
vetlerinin, prenslerin davetleriyle rekabet ettiğini dü şü n erek
g u ru r du yarlardı. M erim ee'yle b aşla y ıp son olarak M eilhac'la
H alevy'n in oyunların da sergilenen, beylik d ü şü n celerden ve
alışılm ış d u y gu lard an arındırılm ış u yan ık an layışın izlerini ta­
şıyan, nüktedan G uerm an tes m uhitine m en su p olan pren ses,
bu anlayışı so syal ilişkilerine bile uyarlar, gerçekçi, belirgin ve
m ü tevazı olm asın a çalıştığı nezaketine bile yansıtırdı. Bir ev
sahibesine, davetin e katılm ayı ne k ad ar çok isted iğin i u zun
u zu n an latm az, gid ip gidem eyeceğin i belirleyecek olan birkaç
küçük ayrıntıdan söz etm eyi dah a kibar bir d av ran ış olarak
görürdü .
"B ak, du ru m u an latayım ," d ed i M m e de G allard on 'a, "y a ­
rın akşam , ne zam an dır gü n ü m ü soran bir hanım ark adaşım a
gitm em gerekiyor. Bizi tiyatroya götürecek olu rsa, san a gele­
m em , am a ev de oturursak, bizden b aşk a kim se olm ayacağına
göre, erken kalkabiliriz."
"A a, bak, ark adaşın Svvann'ı gö rdü n m ü ?"
"H ayır, görm edim ; canım C harles, b u rad a o ld u ğu n u bilm i­
yordum , kendim i ona gösterm eye çalışayım bari."
"Saint-Euverte hanım efendinin evine bile girip çıkm ası tu­
h af," d ed i M m e de G allardon. "Z eki bir ad a m old u ğu n u biliyo­
rum elbette," diye ekledi, entrikacı old u ğu n u kastederek, "am a
yine de, bir Yahudinin, hem kardeşi, hem d e eniştesi b aşp isk o ­
p o s olan birinin evinde b u lu n m ası tu h af!"
"U tan arak itiraf edeyim ki ben rah atsız olm u yoru m ," dedi
Lau m es Prensesi.
"D in değiştirdiğin i, hattâ on dan önce ebeveyninin, ded ele­
rinin de dinlerini değiştirdiğin i biliyorum . A m a dönm elerin es­
ki dinlerine herkesten çok b ağlı kaldıklarını, sırf görün ü şte din
değiştirdiklerini söylüyorlar, öyle m i?"
"B u kon ud a hiçbir bilgim yok ."
C hopin 'den iki parça çalacak olan piyanist, prelü d ü bitirir
bitirm ez bir poloneze girişm işti. A m a M m e de G allardon kuzi-

344
nine Sw an n'in o rad a o ld u ğu n u haber verdikten sonra, Chopin
m ezarın dan kalkıp gelerek, bütün eserlerini bizzat çalsa, M m e
d es L au m es dikkatini m ü ziğe verem ezdi. Prenses, biri tanım a­
dıkları insanları m erak eden, öbürü tanıdıklarıyla ilgilenen iki
insan türünden İkincisine aitti. Saint-Germ ain m uhiti kadınları­
nın çoğu gibi M m e d es L au m es da, bir yerde kendi yakın çevre­
sin den birini b u ld u m u, kendisine söyleyeceği özel bir şey ol­
m ad ığı halde bütün dikkatini ona yöneltir, başk a hiçbir şeyle il­
gilenm ezdi. Prenses o an dan itibaren, Sw ann'in dikkatini çek­
m ek için, önüne bir parça şeker uzatılıp çekilen evcil bir beyaz
fare gibi, yü zü n ü sürekli Sw an n 'a çevirip C hopin'in poloneziy-
le hiçbir ilişkisi olm ayan, gizli m u tabakat işareti m im ikler y ap ­
m aktan başk a bir şeyle m eşgu l olm adı; Sw ann yer değiştirdi­
ğinde, pren sesin gü lü m sem esi de m ıknatısla çekilirm iş gibi,
ona paralel olarak hareket ediyordu.
"O riane, kızm a am a," diye sözüne dev am etti M m e d e Gal-
lardon, en b ü yü k so sy al beklentilerini ve gün ün birinde yüksek
sosyetenin gö zü n ü k am aştırm a u m u du n u , karşısındakine tatsız
bir şey söylem enin verd iği an laşılm az, anlık, m ahrem haz u ğ ­
runa feda etm ekten asla kendini alam am a huyuyla, "M .
Sw ann'in, insanın evinde ağırlayam ay acağı türden bir insan ol­
d u ğ u n u söylüyorlar, d o ğru m u ?"
"H ayatım ... sen d e biliyorsun d o ğru o ld u ğu n u ," diye ce­
v a p verdi L au m es Prensesi, "elli kere dav et ettin kendisini, hiç­
birinde gelm edi."
Prenses, rezil olan kuzininin yanından ayrılırken yine bir
kahkaha patlattı; m ü ziği dinlem ekte olanları deh şete düşüren
g ü lü şü , nezaket icabı piyanonu n yanın dan ayrılm ayan M m e de
Saint-Euverte'in pren sesi görm esin e sebep oldu. M m e de Saint-
Euverte, M m e d es L au m es'u n hâlâ G uerm an tes'ta, hasta kayın­
pederine bakm akta old u ğu n u zannettiğinden, onu gördü ğü n e
iki kat sevindi.
"N asıl olur pren ses, siz b u rad a m ıydınız?"
"E vet, bir k öşede d u ru yo rd u m , güzel m üzikler din ledim ."
"N e diy orsu n uz, dem ek epeydir b u rad asın ız!"
"E vet, çok hızlı geçtiyse d e uzunca bir süredir bu radayım ,
bir tek sizi görem ediğim için u zu n geldi."

345
M m e de Saint-Euverte ona kendi koltu ğu n u verm ek iste­
yince pren ses itiraz etti.
"Yok canım ! N e gerek var? Ben her yerde rahat ederim !"
Sonra d a soylu hanım efendi sad eliğin i ortaya koyacak şe ­
kilde, b ilh assa arkalıksız bir tabure seçti:
"İşte bu p u f tam bana göre. H em böylece dik duruyorum .
A m an Tanrım, ne çok gürültü ettim, dövecekler beni."
Bu ara d a piy an ist hızını iki katına çıkarm ıştı, m üzik heye­
canı do ru k tayd ı; bir hizm etkâr tepsiyle içecek gezdiriyor, k a­
şıklar tıngırdıyor, M m e d e Saint-Euverte, her haftaki gibi u zak ­
tan hizm etkâra gitm esini işaret ediyor, am a hizm etkâr bir türlü
kendisini görm üyordu . Genç bir kadın ın bıkkın görün m em esi
gerektiği öğretilm iş olan bir yeni gelin, m u tlu lu k içinde g ü ­
lüm süyor, böyle bir şölen verirken "k en disin i d ü şü n m ü ş" ol­
m asın a m innet d u y d u ğ u n u b ak ışlarıyla ifad e edebilm ek için,
ev sah ibesin i arıyordu gözleriyle. O ysa M m e d e Fran-
q u etot'd an d ah a sakin olm akla birlikte, o d a parçayı k aygıyla
tak ip etm ekteydi, am a bu genç hanım ın k aygısı piy an iste değil,
piy an o ya yönelikti; her fortissim o'd a yerinden hoplayan bir
m um un , abajuru ateşe verm ese de, p elesen gi lekelem esinden
korkuyordu. N ihayet dah a fazla d ay an am ay ıp piyanonun ü ze­
rinde d u rd u ğ u platform a çıkan iki b asam ağ ı tırm andı ve şam ­
dan ı k aldırm ak üzere bir ham le yaptı. A m a tam şam d an ı tuta­
cağı an d a, parça son bir akorla son a erdi ve p iy an ist yerinden
kalktı. B ununla birlikte, genç kadının cesur ham lesi ve piy a­
nistle bir an çarpışır gibi olm aları, genelde olum lu bir izlenim
yarattı.
"Ş u genç hanım ın yaptığını gö rd ü n ü z m ü P ren ses?" dedi
G eneral de Froberville, selam lam ak üzere yanm a geldiği
L au m es Prensesi'ne; M m e de Saint-Euverte az önce prensesin
yanın dan ayrılm ıştı. "Enteresan. Sanatçı mı acab a?"
"H ayır, M m e de C am brem er ad ın d a bir k adın cağız," diye
dü şü n cesizce bir cevap verdi pren ses, sonra aceleyle ekledi:
"B en de d u y d u ğ u m u söylü yoru m , kim old u ğu hakkında hiçbir
fikrim yok; ark am d a birileri M m e d e Saint-Euverte'in kır evi­
nin kom şuları olduklarını söylü y ordu , am a kim se tanım ıyor sa ­
nırım. 'Kırlı insanlaP olsalar gerek! Ayrıca b u rad a bulunan göz

346
kam aştırıcı toplulukla sıkı fıkı m ısınız bilm em , am a ben bu şa ­
şırtıcı şahısların isim lerini bile bilm iyorum . M m e d e Saint-Eu-
verte'in gece davetlerine gitm enin dışın da hayatlarını nasıl ge-
çiriyorlardır dersiniz? M arkiz onları d a m üzisyenlerle, iskem le­
ler ve içkilerle birlikte sip ariş etm iş olm alı. İtiraf etm ek gerekir
ki 'Belloir m alı davetliler' m ükem m el. Gerçekten her hafta bu
figüranları tutm a cesaretini gösterebiliyor m u ? İnanılır gibi d e­
ğil!"
"A m a C am brem er, köklü, eski bir soyad ıd ır," d ed i general.
"E sk iliğin e bir diyeceğim yok ," dedi pren ses sertçe, "am a
ö/onıfc1 d eğ il," diye ekledi, G uerm an tes m uhitine has, hafif y a p ­
m acık bir tarzda, öfonik kelim esini tırnak içindeym iş gibi vu r­
gulayarak.
"Ö yle m i d ü şü n ü y o rsu n u z? Ç ok güzel bir k adın ," d ed i ge­
neral, gözlerini M m e de C am brem eı'den ayırm adan. "Sizce öy­
le d eğil m i P ren ses?"
"K en din i çok ön plan a çıkarıyor, bu k adar genç bir kadına
yakışm ay an bir d av ran ış bence; bildiğim kadarıyla küçük ha­
nım akranım d eğil," diye cevap verdi M m e des L au m es ('ak­
ran', G allard on 'larla G uerm an tes'lan n ortaklaşa kullandıkları
bir ifadeydi).
A m a M. de Froberville'in M m e d e C am brem er'e bakm aya
d ev am ettiğini görünce, pren ses, biraz kadın a kötülük olsun di­
ye, biraz d a generale kibarlık etm ek için, "Y akışm am ası... koca­
sı açısından tabii!" dedi. "Yazık, onu tanım adığım a ü zü ldüm ,
gö rü n ü şe bakılırsa epey etkilendiniz kendisinden, sizi tanıştı­
rırdım ," diye ekledi, genç kadın la tan ışsa d a m uhtem elen hiç­
bir gayret gösterm eyeceği halde. "Sizin le v ed alaşm ak zo ru n d a­
yım , çünkü b u gü n bir hanım ark adaşım ın isim günü, onu tebri-
ğe gideceğim ," dedi m ütevazı ve sam im i bir tavırla, gideceği
yüksek sosyete davetini, sıkıcı, am a gitm esi hem zorunlu, hem
d e dokun aklı olan b asit bir törene indirgeyerek. "B asin 'le orada
bu lu şacağız; ben buradayken , Basin, sanırım sizin d e tanıdığı­
nız, bir köprü yle aynı ism i p ay laşan dostları Iena'ları ziyarete
gitti."

1 K ulağa hoş gelen, sesleri birbiriyle uyumlu.

347
"Iena dah a önce d e bir zaferin ism iydi Pren ses," d ed i gen e­
ral. Sonra, p an su m an değiştirir gibi m onoklünü çıkarıp tem iz­
ledi; pren ses m ecburen gözlerini kaçırırken, general k on u şm a­
sına d ev am etti: "N e yapalım , benim gibi em ektar bir askerin
gö zü n d e A m pir asaleti, evet, b aşk a şeydir, am a kendi içinde bir
gü zelliği vardır, sonuç olarak bu insanlar birer sa v a ş kah ram a­
nı."
"B enim kahram an lara say gım so n su z ," d ed i pren ses hafif
alaylı bir tonda; "ben B asin'le birlikte Iena Prensesi'nin evine
gitm iyorsam , katiyen bu sebeple değil, kendileriyle tan ışm adı­
ğım için gitm iyorum . B asin onları tanır ve çok sever. Yo! K ati­
yen zannettiğiniz gibi değil, flört yok ortada, itiraz etm em için
bir seb ep yok! Ayrıca itiraz etm em ne işe y aray acak sa!" diye
ekledi hüzünle, çünkü L au m es Prensi'nin, güzeller gü zeli k uzi­
niyle evlen diği gü n den itibaren karısını sürekli aldattığını her­
kes biliyordu. "H er neyse, böyle bir şey sö z k on u su değil, çok
eskiden beri tanıştığı insanlar, onlardan yararlanıyor, benim de
buna bir diyeceğim yok. Bir kere evlerini öyle bir anlatıyor ki...
D üşün sen ize, bütün m obilyaları 'A m pir'm iş!"
"Ö yle olm ası çok norm al Prenses, dedelerinden kalm a m o­
bilyalar çün kü."
"İyi am a, b u çirkin olm alarını engellem ez ki. H erkes güzel
şeylere sah ip olm ayabilir, am a hiç değilse gülün ç olm am alı. N e
yapayım , bence korkunç bir ü slu p , dünyanın en şatafatlı, en
burjuva ü slu b u ; hele o k u ğ u b aşlı konsollar yok m u, küvet gi­
bi!"
"Yine de gü zel eşy aları o ld u ğu n u san ıyorum , m esela ü ze­
rinde çok önem li bir an laşm an ın im zalan dığı m eşhur m ozaik
m asa..."
"T am am ! Tarihsel açıdan ilginç eşyaları olabilir, bir şey d e ­
m iyorum . A m a gü zel olm aları m üm kün değil... çünkü kor­
kunç! Benim d e bu na benzer eşyalarım var, M ontesquiouTar-
dan B asin 'e m iras kaldı. A m a kim senin gö rm ediği bir yerde,
G uerm an tes'ta tavan arasın d a duruyorlar. H er neyse, zaten m e­
sele bu değil, kendileriyle tanışsam B asin'le birlikte hiç du rm az
koşardım evlerine, sfenkslerinin, bakırlarının ortasın da ziyaret
ederdim onları, am a tanışm ıyoruz! Bana k üçüklüğüm de, tanış-

348
m adiğin iz insanların evine gitm ek ayıptır diye öğrettiler," dedi
p ren ses çocuksu bir tavırla. "Ben de öğretileni yapıyorum . D ü­
şü n sen ize, kapıdan içeri tanım adıkları biri girse, o n am uslu in­
san lar ne y aparlar? Belki de çok kötü karşılarlar beni!"
Prenses cilveli bir tavırla, böyle bir ihtim al k arşısın d a en-
gelleyem ediği tebessüm ü güzelleştirm ek için, m avi gözlerini
generale dikti ve hülyalı hülyalı baktı.
"S ay g ıd eğe r Prenses! Sevinçlerinden h avaya zıplarlardı, siz
d e biliyorsu n uz..."
"Yok canım , niye p ek i?" diye so rd u pren ses heyecanla; bel­
ki, pren ses, Fransa'nın en soylu hanım efendilerinden biri o ld u ­
ğ u için Iena'ların sevineceğini bilm iyorm u ş gibi görün m ek isti­
yordu , belki d e bunu generalin ağzın d an du y m ak istiyordu.
"N iç in ?" N ereden biliyorsun uz? Belki çok tatsız bulurlar bu
du ru m u . Bilem iyorum am a, kendim den yola çıkarsam , ben ta­
nıdığım insanlarla bile görüşm ekten o k ad ar sıkılıyorum ki, bir
de tanım adığım insanlarla görüşm ek zorun da kalsam , 'kah ra­
m an d a olsalar', çıldırırdım herhalde. Ayrıca, b aşk a sebeplerle
tanıştığım ız, sizin gibi eski dostların haricinde, kahram anlık
yü k sek so syeted e pek geçerli olam azm ış gibi geliyor bana. Sık
sık ak şam yem eği daveti verm ekten zaten sıkılıyorum , bir de
so fraya geçerken Sp artacu s'ü n koluna girm em gerekse... Yok,
yok, ben on dördü ncü davetli olarak Vercingetorix'i seçem ez­
dim asla. O nu b ü yü k şölenlere sak lard ım herhalde. Eh, şölen
de d ü zen lem ediğim e göre..."
"A h , Prenses! Bir G uerm an tes o ld u ğu n u z nasıl d a belli!
G uerm an tes'ların zekâsın dan payınızı alm ışsın ız!"
"H er zam an G uerm an tes'/ann zekâsı deniyor, sebebini hiç­
bir zam an an layam am ışım dır," d ed i prenses. "D em ek aynı ze­
kâya sah ip başkalarını d a tan ıyorsu n u z," diye ekledi, m utluluk
içinde, kahkah alarla gülerek; yü zün ü n bütün hatları canlana­
rak bir araya toplanm ış, bir a ğ olu şturm u ştu , gözleri kıvılcım ­
lar saçan, aydınlık bir neşeyle parıld ıyordu ; pren sesin gözlerini
bir tek şey böyle ışıldatabilirdi, o da, prensesin kendi ağzın d an
bile çıkm ış olsa, zekâsına veya gü zelliğin e yönelik övgülerdi.
"Bakın, Svvann sizin C am brem er'i selam lıyor galiba; şu rada...
Saint-Euverte Teyzenin yanın da, görm üyor m u su n u z? O ndan

349
rica edin, tanıştırsın sizi hanım efendiyle. A m a çabuk olun,
Sw ann kaçacak delik arıyor!"
"Sw an n 'in yü zü ne k ad ar solgu n , fark ettiniz m i?" dedi g e­
neral.
"C an ım Charles! Oh! N ih ayet geliyor, benim le görüşm ek
istem ediğini d ü şü n m eye başlam ıştım artık!"
Sw ann, L aum es Prensesi'ni çok severdi; ayrıca pren ses, o
k ad ar sev d iğ i halde, O dette'ten u zak laşm am ak için artık g id e ­
m ediği C om bray'n in yakınındaki G uerm an tes'ı da hatırlatıyor­
d u ona. Sw ann, prensesin hoşlanacağını bildiği ve eski m uhiti­
ne bir an geri d ö n d ü ğ ü n d e d o ğ al olarak bü rü n üverdiği yarı sa ­
natçı, yarı çapkın tavırla -b ir yan dan kırlara d u y d u ğ u özlem i
ifade etm eye kendi adın a ihtiyaç d u y a ra k - konuştu:
"A a !" dedi, hem k on uşm akta o ld u ğ u M m e de Saint-Euver-
te, hem de sözlerini d u y u rm ak isted iği M m e d es L au m es işite­
bilsinler diye yüksek sesle. "B üyüleyici pren ses b u rad aym ış!
Bakın, Liszt'in Assisili Aziz Francesco'su n u dinlem ek için, özel
olarak G uerm an tes'tan gelm iş; tıpkı güzel bir b aştan k ara gibi,
başın a takm ak üzere k u şlardan birkaç minik erik ve akdiken
m eyvesi arak lam aya vakit bulab ilm iş ancak; hattâ üzerlerinde
hâlâ birkaç çiy dam lası, b eyaz kırağılar var, d ü şes soğuktan sız­
lanıyordun Gerçekten çok gü zel sevgili Prenses."
"N asıl olur, say gıd e ğer Prenses, özel olarak G uerm an ­
tes'tan mı geldiler? Bu kadarı d a b iraz fazla! Bilm iyordum , şa­
şırdım k aldım ," diye haykırdı M m e d e Saint-Euverte safça;
Sw an n'm esprilerine pek alışık değildi. Sonra prensesin saç m o­
delini inceledi: "D oğru , tıpkı şeye benziyor... nasıl söylesem ,
k estane değil, hayır, ah, olağan ü stü bir fikir! Peki am a Prenses
program ım ı nereden biliyordu? M üzisyenler bana bile bildir­
m em işlerdi p rogram ı."
Sw ann, hep çapkın bir lisanla kon uştu ğu kadın lardan bi­
riyle birlikteyken, çoğu yü k sek sosyete m ensubunun an lam ad ı­
ğı incelikte iltifatlar y ap m ay ı alışkanlık haline getirm işti; d o la­
yısıyla, istiare yaptığını M m e de Saint-Euverte'e açıklam aya te­
nezzül etm edi. Prenses ise kahkahalarla gülm eye koyuldu,
çünkü Sw an n'm espri an layışı pren sesin yakın do st çevresinde
m üthiş takdir görürdü , ayrıca pren ses, kendisine yapılan her il­

350
tifatta, m üth iş bir zarafet ve day an ılm az bir m izah bulurdu
m utlaka.
"K ü çü k akdiken m eyvelerim in hoşu nu za gitm esine çok se­
vindim C harles. Bu C am brem er denen kadını niye selam lıyor­
su n u z, sizin d e 'kır evi' k om şun uz m u y o k sa?"
Prensesin Sw an n 'la sohbet etmekten m em nun göründüğü­
nü fark eden M m e d e Saint-Euverte, yanlarından uzaklaşm ıştı.
"Sizin de k om şu n u z sayın P renses."
"B enim m i? D em ek bu insanların her yerde kırları var! On­
ların yerinde olm ayı çok isterdim d o ğ ru su !"
"Sizin kom şuların ız C am brem er'ler değil, gelinin ailesi;
M m e d e C am brem er, henüz M adem oiselle Legran din olduğu
yıllarda C o m b ray'ye gelirdi. Bilem biliyor m u su n u z, siz
C om b ray K ontesi unvanına d a sah ipsin iz, rahipler meclisinin
size vergi verm esi gerekir."
"R ah ipler m eclisinin bana ne verm esi gerektiğini bilmiyo­
rum , am a rahibe yılda yü z frank öd ediğim i biliyorum , hiç de
m eraklısı değilim . B aksanıza, şu Cam brem eı'lerin so yad ı inanı­
lır gibi değil. Tam zam an ın da bitiyor, am a kötü b itiy o r!"1 dedi
pren ses gülerek.
"B aşlan gıcı da dah a iyi say ılm az ,"2 diye cevap verdi
Sw ann.
"D oğru , çifte k ısaltm a!"
"Belli ki çok öfkeli ve çok terbiyeli birisi ilk kelimenin so­
n unu getirem em iş."
"A m a m adem ki kendini alam ayıp İkincisine başlayacakm ış,
birinciyi tam am layıp kurtulsa dah a iyi ederm iş. Sevgili Charles,
şakalarım ızın konularına diyecek yok; kuzum , sizi artık hiç göre­
m em ekten sıkıldım ," dedi prenses sevecen bir tavırla, "sizinle
sohbet etm eyi o k adar özlüyorum ki! D üşünsenize, o geri zekâlı
Froberville'e C am brem er soyadının çok kom ik olduğun u anlat­
m am bile m üm kün olm azdı. H ayatın çok korkunç bir şey oldu­
ğu n u kabul edin. Bir tek sizi gördü ğü m de sıkıntım geçiyor."
1 Burada Cam brem er özel adının sonundaki mer [mer] sesiyle 1-r.ınsı/cada "bok,
pislik" anlamına gelen merde [merd] kelimesi arasında bir bağlantı kuruluyor.
2 Bu kez de Cam brem er özel adının başındaki Cambre [kambı | sesiyle I ransızcada
yine "bok, pislik" anlamına gelen mot de Cambroıme (Cambroımr'ım sn/ü) deyişi
arasında bir ilişki söz konusu.

351
Prensesin bu sö ylediği d o ğru d eğild i şü ph esiz. Fakat
Sw ann ve pren ses, ön em siz ayrıntıları aynı şekilde değerlen dir­
dikleri için -b elk i de sebep sonuç ilişkisi tersin eydi- ifad e tarz­
ları ve hattâ telaffuzları, birbirine çok benzerdi. Bu benzerlik
pek gö ze b atm azdı, çünkü sesleri birbirinden çok farklıydı.
A m a zihninizde, Sw ann'in sözlerini, kendilerini sarm alayan tı­
nıdan ve arasın dan sü zü ld ü kleri bıyıktan ayırm ayı b aşard ığ ı­
nız takdirde, b u sözlerin, G uerm an tes m uhitinin cüm leleriyle,
tonlam alarıyla, tarzıyla tıpatıp aynı olduklarını fark ederdiniz.
Sw an n 'la pren ses, önem li m eselelerde asla aynı fikirleri p a y la ş­
m azlardı. A m a Sw ann, hep kederli old u ğu bu son dönem lerde,
sürekli ağ lam ak ü zereym iş gibi ürperiyor, bir katilin, işlediği ci­
nayetten bah setm eye ihtiyaç d u y d u ğ u kadar, o d a kederden
bahsetm e ihtiyacı du yuyordu . Prenses kendisine hayatın kor­
kunç bir şey old u ğu n u söylediğin d e, sanki O dette'ten sö z et­
m işçesine tatlı bir his k aplad ı Sw ann'in içini.
"A h! Evet, hayat gerçekten korkunç. G örü şm em iz lazım
sevgili dostum . Sizinle birlikte olm anın en güzel tarafı, neşeli
olm ayışınız. Birlikte bir gece geçirelim ."
"Bence d e iyi olur; G uerm an tes'a gelsenize, kayın validem
sevincinden deliye döner. Ç ok çirkin diye bilinen bir yer, am a
inanın benim hoşu m a gidiyor, ben 'güzel m an zaralı' yerlerden
nefret ediyo ru m ."
"B ilm ez m iyim , harika bir yerdir," diye cevap verdi
Sw ann, "şu an d a b an a aşırı güzel, aşırı hayat dolu geliyor diye­
bilirim ; m utlu olunacak bir yer orası. Belki orada y aşad ığ ım
içindir, am a her şeyin benim le k on uştu ğu hissine kapılırım !
A niden bir esinti çıkıp d a b u ğ d a y başaklarını dalgalan d ırd ığın ­
da, birinin geleceğini, bir haber alacağım ı hissederim ; sonra o
su kıyısındaki küçük evler... şim d i çok bedbah t olurum o rad a"
"A m an , sevgili C harles, dikkat edin, Ram pillon cadısı beni
gördü , saklayın beni; hatırlatsanıza bana, ne gelm işti başın a,
karıştırıyorum , kızını ya d a âşığını evlendirdi, han gisiydi bile­
m iyorum ; belki ikisini de... birbirleriyle hem de!.. Yok, yok, ha­
tırladım , prensi onu reddetm işti... benim le k on uşuyorm u ş gibi
yapın d a şu Berenike gelip beni ak şam yem eğine dav et etm e­
sin. Ben d e kaçıyorum zaten. Sevgili C harles, kırk yılda bir gö ­

352
rü şm üşken, gelin sizi kaçırıp Parm a Prensesi'nin evine götü ­
reyim ; pren ses o k adar m em nun olurdu ki! B asin'le de orada
b u lu şacağız, o da çok sevinirdi. N ey se ki M em e'den haberleri­
nizi alıyoruz... Sizi artık hiç görm üyorum ki!"
Sw ann prensesin teklifini reddetti; M. de C h arlus'e, M m e
d e Saint-Euverte'in davetinden sonra, do ğru d an evine dönece­
ğini söylem işti; Parm a Prensesi'ne gid ip de, baron dan kendisi­
ne gelebilecek notu kaçırm aya niyeti yoktu; davet boyunca, bir
hizm etkârın gelip kendisine bir m ektup getirm esinden u m u d u ­
nu kesm em işti, belki de eve vard ığın d a kapıcıya bırakılm ış bir
not bulurdu. O gece, M m e d es L au m es kocasına, "Z avallı
Sw an n," dedi, "esk isi gibi sevim li, am a çok bedbah t görünüyor.
Siz d e göreceksiniz, yakın da ak şam yem eğin e geleceğine söz
verdi. A slın da onun zekâsına sah ip bir erkeğin bu tür bir kadın
yüzün den acı çekm esi gülün ç bence; üstelik kadının ilginç bir
yanı d a yok, geri zekâlıym ış," diye ekledi, âşık olm ayan insan­
lara ö zgü sağ d u y u y la; bunlar, zeki bir erkeğin sad ece ü zü n tü ­
sü n e değecek kadınlar yüzün den bedbah t olm ası gerektiğini
düşünürler, ki bu da, insanların kolera basili k adar m inik bir
varlık yüzün den , kolera hastalığını çekm eye nasıl tenezzül ede­
bildiklerine şaşırm ay a benzer.
Sw ann artık evine dönm ek istiyordu, am a tam sıvışacağı
an da, G eneral de Froberville kendisini M m e d e C am brem eı'le
tanıştırm asını rica edince, generalle birlikte, M m e de Cam bre-
m eı'i aram ak üzere salon a dönm eye m ecbur oldu.
"N e dersiniz Sw ann, bu kadının kocası olm ak, vahşiler ta­
rafından katledilm ekten iyidir herhalde, öyle değil m i?"
Bu "v ah şiler tarafından katledilm ek" sö zü üzerine kalbi
acıyla sızlayan Sw ann, generalle sohbete d ev am etm e ihtiyacı
du ydu :
"A h !" dedi. "B u şekilde son bulan nice gü zel hayatlar var­
dır... M esela bildiğin iz gibi... D um ont d'U rville'in küllerini g e­
tirdiği şu denizci, La Perouse..." (Sw ann sanki O dette'ten bah ­
setm iş gibi m utluydu.) "L a Perouse çok esaslı, çok ilginç bir şa ­
hıs bence," diye hüzünle ekledi.
"G ayet tabii, La P erouse," d ed i general. "M eşh u r bir adam .
Sokağı bile var."

353
"L a Perouse So k ağı'n d a oturan bir tanıdığınız mı v a r?" d i­
ye sord u Sw ann telaşla.
"Bir tek M m e d e C h anlivau t var, bizim C h aussepierre'in
kız kardeşi. G eçenlerde çok gü zel bir tiyatro daveti verdi. S a lo ­
nu bir gün en seçkin salon lar arasın d a yer alacak, g ö rü rsü n ü z!"
"Ya! La Perouse So k ağı'n d a oturuyor dem ek. Sevim li bir
yer güzel bir sokaktır, h ü zü n lü dü r çok."
"Yok canım , siz belli ki u zun zam an dır gitm em işsiniz; artık
h ü zün lü değil, yeni binalar yapılıyor bütün o m ah allede."
Sw ann nihayet M. d e Froberville'i genç M m e de Cam bre-
m er'e takdim etm eyi b aşard ığın d a, generalin adını dah a önce
hiç du y m am ış olan M m e de Cam brem er, sanki en sık d u y d u ğ u
isim b u y m u ş gibi sevinç ve şaşkınlıkla gü lü m sedi; yeni ailesi­
nin dostlarını tanım adığın dan, kendisine tanıştırılan herkesi ai­
le do stu sanıyor, evlen diğinden beri hep on dan bah sedildiğini
işitm iş gibi bir tavır takınm akla incelik ettiğini d ü şü n ü y ord u ;
elini tanıştığı kişiye uzatırken k apıld ığı tereddüt, hem ken d isi­
ne öğretilm iş olan ölçülü tu tu m u yenm ek zorun da oldu ğu n u
kanıtlıyordu, hem de hissettiği içten yakınlık say esin de bu çe­
kingenliği yendiğini. İşte bu yü zden de, onun hâlâ Fransa'nın
en seçkin insanları zannettiği kayınvalidesi ve kayınpederi, g e­
linlerinin bir m elek o ld u ğu n u söylüyorlardı; oğullarını evlen di­
rirken, gelin adayının, yü klü servetinden çok m eziyetlerinden
etkilenm iş gibi görün m eyi d e tercih ediyorlardı elbette.
"M üzisyen ruhlu o ld u ğu n u z derhal anlaşılıyor hanım efen­
d i," dedi general, hiç d ü şü n m ed en şam d an olayına im ad a b u ­
lunarak.
A m a o esn ada konser tekrar b aşlad ı ve Sw ann, program ın
bu bölüm ü sona erm eden gidem eyeceğini anladı. A ptallıklarıy­
la ve gülün ç halleriyle gözü n e her zam ankinden çok batan bu
insanların arasın da h apis kalm ak, ona acı veriyordu; bu in san ­
lar, aşkını bilm edikleri, bilseler de ilgilenem eyecekleri için, an ­
cak çocukça bir şeym iş gibi gülüm seyecekleri veya bir delilik­
m iş gibi ona acıyacakları için, aşkını sadece kendi nazarında
var olan, gerçekliği kendisi dışın da hiçbir şey tarafından kanıt­
lanm ayan, öznel bir du ru m gibi görm esine yol açıyorlardı; ona
en çok acı veren, m üzik aletlerinin sesini d u y d u ğu n d a ağlam ak

354
isteyecek k adar çok acı veren şey de, O dette'in hiç gelm eyeceği
bu salon da, onu tanıyan hiç kim senin, hiçbir nesnenin bu lu n ­
m adığı, O dette'in hiçbir biçim de var olm adığı bu m ekânda g e­
çirdiği sü rgü n saatlerinin uzam asıydı.
A m a ansızın, sanki O dette içeri girm iş gibi oldu; bu hayal
öyle keskin bir acı verdi ki Svvann'a, aniden elini kalbine bastır­
dı. Ç ünkü o esn ada kem an yüksek notalara tırm anm ıştı; orada
sanki bir şeyi bekliyor, giderek uzayan bu bekleyiş içinde, bek­
lediği şeyin yaklaşm ak ta old u ğu n u görm enin coşk u su yla, o g e­
linceye k adar dayan abilm ek, onu karşılayabilm ek için, tıpkı
kendi kendine kapan m asın diye bir kapıyı açık tutarcasına, o
geçebilsin diye yolu açık tutabilm ek için, gücünün son d am lası­
nı kullanarak, aşırı bir gayretle o tiz notalara tutunuyordu. D a­
ha Sw ann ne old u ğu n u an lam aya, kendi kendine, "Vinteuil so ­
natının cüm leciği bu, dinlem em eliyim on u !" dem eye vakit b u ­
lam adan , O dette'in ona âşık old u ğu günlere ait anılar,
Sw ann'in o âna k ad ar benliğinin derinliklerinde, gö zd en u zak ­
ta sak lam ayı b aşard ığ ı bütün hatıralar, aşk m evsim in den çıkıp
gelen bu ani ışığa aldan ıp aşk m evsim inin geri geldiğin i zan n e­
derek u yan dılar ve kanatlanıp Sw ann'in etrafını sararak , o an ­
daki talihsizliğine acım adan, m utluluğun u n u tu lm u ş şarkıları­
nı söylem eye b aşlad ılar çılgınca.
Sw ann, "m u tlu old u ğu m zam an lar", "se v ild iğ im zam an ­
lar" gibi soyut ifadeleri dah a önce sık sık telaffuz etm iş ve pek
de acı çekm em işti, çünkü zihni onları, geçm işin sö zd e kesitle­
riyle do ld u rm u ştu , bu kesitler geçm işe ait hiçbir şey içerm iyor­
lardı; oysa şim di, bu soyu t ifadelerin yerine, kaybettiği m u tlu ­
lu ğu n kendine has, uçucu özünü so n su za dek sab itlem iş olan
şeylerin her biri, tek tek karşısına çıkıyordu: O dette'in k en d isi­
ne, arabanın içine fırlattığı, Sw ann'in du dakların a u zu n uzun
b astırdığı kasım patının kar beyazlığındaki kıvrık taçyaprakla-
rını, "Size yazarken elim öyle titriyor ki," sözlerini o k u d u ğu
m ektubun üzerindeki kabartm a "M aiso n D oree" adresini,
O dette'in yalvaran bir edayla, "Beni aram ayı çok geciktirm ez­
siniz, değil m i?" derken bitişen kaşlarını, hepsini tek tek gö rdü ;
Loredan genç işçi kızı alm aya giderken Sw an n'in "a la b ro s" ke­
silm iş saçlarını düzelten berberin kullandığı m aşan ın k o k u su ­

355
nu d u y d u ; o bahar çok sık yağan sağan akları, fayton un da ü şü ­
yerek m eh tapta eve dönüşlerini tekrar y aşad ı; o dönem in b ü ­
tün zihinsel alışkanlıklarından, m ev sim e ait izlenim lerinden ve
tensel tepkilerinden doku n m uş, tekbiçim li bir ağ, birkaç hafta­
lık bir sürenin üzerine örtülm üştü, v ü cu d u tekrar o ağ a takıldı.
O sıralar, sad ece aşkla y aşay an insanların zevkleriyle tanışarak,
tensel bir m erakını giderm ekteydi. İstediği n oktada durabilece­
ğini, bu insanların acılarıyla tanışm ak zo run da kalm ayacağın ı
zannetm işti; O dette'in b ü y ü sü , şim d i bak tığın da, o bü yü yü b u ­
lanık bir hâle gibi genişleten m u azzam korkunun ve O dette'in
her an ne yaptığını bilm em enin, ona her yerde, her zam an sa ­
hip olm am an ın yarattığı so n su z yürek daralm asın ın yanında,
bir hiç gibi geliyordu Sw an n'a! H eyhat! O dette'in, şim d i bir tek
d ak ik ası serbest olm ayan O dette'in, "Sizin le istediğin iz an g ö ­
rüşebilirim , ben her zam an serb estim !" diye haykırışını hatırlı­
yordu ; Svvann'ın hayatına dair her şey e b eslediği ilgiyi, m erakı,
b u hayata girm esine Svvann'ın izin verm esini nasıl şid detle ar­
zu lad ığın ı -k en d isin in se o d ön em d e aksine, sıkıcı birtakım ra­
hatsızlıklara seb ep olur diye bu izni verm ekten k ork tu ğu n u -;
kendisini V erdurin'lere gitm eye razı edebilm ek için O dette'in
n asıl yalvarm ak zorun da kaldığını; ay d a bir kere O dette'i evine
çağırdığın da, O dette'in onu p es ettirm ek için n asıl dil dökm esi
gerektiğini, Sw an n 'a sıkıcı bir şey gibi gelen her gü n gö rü şm e
alışkanlığının ne k adar harika olacağını, hep bunun hayalini
k u rd u ğ u n u tekrar tekrar söyleyişini, sonra, her gün görüşm ek
Sw ann için b aşa çıkılm ası im kânsız, sancılı bir ihtiyaç haline
geld iğ i sırad a da, O dette'in bu alışkanlıktan tiksinip tem elli
yürürlükten kaldırdığını hatırlıyordu. O dette'i üçüncü gö rü ­
şü n d e, O dette ona kim bilir kaçıncı kez, "Peki am a niye dah a
sık gelm em e izin verm iy orsu n u z?" diye so rd u ğ u zam an,
Sw ann gülerek, çapkın bir edayla, "A cı çekm ekten korktuğum
için," d iy e cevap verirken, sözlerinin ne k ad ar isabetli o ld u ğ u ­
nu bilm iyordu. Şim di de m aalesef O dette'in kendisine bir res­
toran dan ya d a otelden, başlıklı bir k âğıd a m ektup yazıp gö n ­
d erd iği olu yord u ara sıra, am a b u lu n d u ğ u yerin ism i, adeta
Sw an n'i yakan , alevden harflerle yazılm ış oluyordu. "Vouille-
m ont O teli'nden yazılm ış ha? O raya ne y apm aya gitti acaba?

356
Kim inle gitti? N eler oldu o rad a?" Italiens B u lvarı'n da sokak
lam baları söndü rü lü rken, kaçam ak gölgelerin arasın d a, bütün
u m u d u n u kaybettiği h alde O dette'e rastlayışını hatırladı;
Svvann'ın n eredeyse tabiatüstü bir gece gibi algılad ığı o gece,
gerçekten de, -Svvann'ı görm enin, eve onunla birlikte dö n m e­
nin O dette için hayattaki en b üyük m utluluk o ld u ğu n d an hiç­
bir k u şku d u y m ad ığı ve onu ararsa, bu lu rsa, O dette'in kızıp
kızm ayacağını d ü şü n m esi bile gerekm ediği bir zam an a v e - bir
kez kapıları k ap an d ı mı bir dah a dönülem eyen esraren giz bir
âlem e aitti. Bütün bunları hatırlayınca, Svvann, tekrar y aşan an
bu m u tlu lu ğu n k arşısın d a kıpırtısız duran, bedbah t bir zavallı
gö rdü ; ilk an da tan ıy am adığı için acıdı ona, hattâ gözlerindeki
y aşlar görülm esin diye başını eğm ek zorun da kaldı. O zavallı
kendisiydi.
Bunu anlayınca acım a d u y g u su yok oldu , am a O dette'in
sevm iş o ld u ğ u öteki Svvann'ı kıskandı, içten içe, pek de ü zü l­
m eden, "O dette on u seviyordu r belki," diye d ü şü n d ü ğ ü onca
erkeği kıskandı, çünkü içinde aşk bu lu n m ayan m u ğlak sevm e
kavram ının yerini, aşk la d o p d o lu olan kasım patı yaprakları ve
La M aison d 'O ı'u n "an tet"i alm ıştı şim di. Sonra, ıstırabı fazla­
sıyla keskinleşince, alnını ovu şturdu , m onoklünü çıkarıp cam ı­
nı tem izledi. H iç şü ph e yok ki, o an da kendini gö rsey di, gö rd ü ­
ğ ü m onokllar koleksiyonuna, m ünasebetsiz bir fikirm işçesine
çekip çıkardığı, b u ğu lu yüzeyinden, bir m endille kaygıları sil­
m eye çalıştığı kendi m onoklünü d a eklerdi.
Kem anın bazı vu rgu ları -aletin kendisini görem ediğim iz
ve bu yü zden de, d u y d u ğ u m u z sesi, tınıyı değiştiren kem an
görün tüsüy le b ağd aştıram ad ığım ız d u ru m lard a- b azı kontral­
to seslerin vurguların a öylesine tıpatıp benzer ki, konsere bir
kadın şan sanatçısının d a katıldığı yanılsam asını yaşarız. B aşı­
m ızı kaldırıp bakar, sadece Çin kutuları k ad ar değerli en strü­
m an kılıflarını görürü z, am a zam an zam an Siren'in aldatıcı
çağrısına yine kanarız; bazen, o bilgiç, bü yü lü , titrek kutunun
içinde h apis kalm ış bir cinin telaşla çırpınıp du rd u ğu n u işitir
gibi oluruz; b azen de sanki do ğaü stü , saf bir yaratık, bir rulo
halindeki görün m ez m esajını aça aça, havanın içinden geçip gi
der.

357
Sanki m üzisyenler cüm leciği çalm aktan ziyad e, cüm leciğin
ortaya çıkm ak için şart k oştu ğu törenleri yerine getiriyorlar, bu
m ucizeyi yaratıp birkaç saniye sürdürebilm ek için gereken b ü ­
yü lü sözleri söylüyorlardı; cüm leciği, sanki m orötesi bir âlem e
aitm işçesine görem eyen ve ona yaklaştığında m aru z kaldığı g e­
çici körlükte, adeta bir başkalaşım ın tazeliğini bulan Sw ann,
cüm leciğin varlığını hissediyor, onu, aşkının k oru yu cu su ve sır­
d aşı olan bir tanrıçaya, kalabalığın içinde Sw an n 'a u laşıp onu
bir kenara çekerek kendisiyle konuşabilm ek için kılık değ iştir­
m iş ve ses görün üm üne b ü rü n m üş bir tanrıçaya benzetiyordu.
C üm lecik bütün hafifliğiyle, huzur vererek, bir rayihanın m ırıl­
tısıyla, söyleyeceklerini Sw an n'a söyleyerek geçip giderken,
Sw ann kelim elerin hepsini dikkatle dinliyor, çabucak u çu p g i­
diverm elerine üzülüyor, farkında olm adan , o ahenkli, kaçak
varlığı geçerken öpecekm iş gibi du dakların ı uzatıyordu. Artık
kendini sü rgü n d e ve yalnız hissetm iyordu, çünkü Sw an n 'a se s­
lenen cüm lecik, usulca O dette'ten b ahsetm ekteydi kendisine.
Sw an n artık eskisi gibi, cüm leciğin O dette'i ve kendisini tanı­
m adığını dü şü n m üy ordu . M utluluklarına kim bilir kaç kere şa ­
hit olm uştu! Gerçi bu m utlulukların dayan ık sızlığı k on u su n da
d a Sw an n'i çok uyarm ıştı. H attâ Sw ann o zam an lar teb essü ­
m ü n d e ve o du ru , kırık tonlam alarında bir ıstırap sezer gibi ol­
d u ğ u bu cüm lecikte, şim di n eredeyse neşeli bir tevekkülün z a ­
rafetini bu lu yord u dah a çok. O zam an lar cüm leciğin, d o lam ­
baçlı, hızlı akışı içinde, gü lüm seyerek sü rü klediği ve Sw an n 'a
sö zü n ü ettiği, Sw an n 'm sa henüz tanım adığı kederler hakkında,
artık Sw an n 'a m al olm uş, kurtulabilm e u m u d u taşım adığı ke­
derler hakkında sanki şim di, tıpkı bir zam an lar m u tlu lu ğu için
söylediği gibi, "N ed ir ki bu? Bunlar hiçbir şey d eğ il," diyordu.
Sw an n'm içi ilk kez Vinteuil'e, bu m eçhul, yüce k ardeşe karşı
m erham et ve sevgiyle d o lu p taştı; o d a kim bilir ne acılar çek­
m işti; nasıl bir hayat yaşam ıştı acaba, bu ilahi gü cü , bu sınırsız
y aratm a gücünü hangi acıların derinliğinden çekip çıkarm ıştı?
Sw ann az önce, aşkını ön em siz bir saçm alık gibi gören d u y g u ­
su z insanların yü zü n de o k u d u ğu sağ d u y u y u d ay an ılm az b u l­
m u ştu; oy sa kendisine acılarının an lam sızlığın dan bahseden,
Vinteuil'ün cüm leciği olunca, şim d i aynı sa ğ d u y u d a bir şefkat

358
bu lu yordu. A radak i fark, cüm leciğin, o insanların aksine, bu
ruh hallerini, gelip geçicilikleri k on usun daki fikri ne olursa ol­
sun , m add i hayattan dah a ciddiyetsiz bir şey olarak değil, çok
dah a ü stün bir şey, sözü edilm eye değer tek şey olarak görm e-
siydi. C üm leciğin taklit etm eye, yeniden yaratm aya çalıştığı
şey, m ahrem bir hüznün b ü y ü sü y d ü ; bu büyünün özü, ifade
edilm eyişi ve onu yaşayan insanın haricindeki herkese b oş gö ­
rünm esi oldu ğu halde, cüm lecik bu özü yakalam ış, görün ür
hale getirm işti. Ö yle ki -ru h u n d a azıcık m üzisyenlik o lan - b ü ­
tün dinleyiciler, dah a sonra gerçek hayatta, yanı b aşların da fi­
lizlenen her aşkta bu b ü y ü y ü gö zd en kaçıracakları halde, cüm ­
leciği dinlerken aynı bü yü n ü n değerini kavrıyor, ilahi h o şlu ğ u ­
nu tadıyorlardı. Hiç şü ph esiz, cüm leciğin bu bü yü yü ifade et­
m ek için kullandığı biçim , bir dizi dü şü n ceye dönüştürülem ez-
di. A m a Sw ann bir yıldır, m ü zik tu tk u su (en azın dan bir süreli­
ğine) içinde yeşerm eye v e kendisine ruhunun zenginliklerini
gösterm eye b aşlad ığın d an beri, m ü zik al m otifleri gerçek fikir­
ler olarak görüyordu ; bir b aşk a âlem e ait, farklı nitelikteki bu
fikirler, karanlıkların ardın da gizlenm elerine rağm en, meçhul
ve zekânın n üfuz edem ediği fikirler olm alarına rağm en, yine
de hepsi birbirinden değişik , değer ve anlam bakım ından farklı
fikirlerdi. Sw ann, Verdurin'lerdeki geceden sonra cüm leciği
tekrar tekrar çaldırıp, bu cüm leciğin kendisini nasıl olu p d a bir
rayiha, bir ok şay ış gibi sarm aladığın ı, aklını b aşın dan aldığını
kavram ay a çalıştığında, şu n u fark etm işti: Bu b ü zü lm ü ş, ürper-
tili şefkat izlenim i, cüm leciği oluşturan beş notanın birbirine
yakınlığından ve araların dan ikisinin sürekli hatırlatılm asından
kaynaklanıyordu; am a Sw ann aslın da, cüm leciğin kendisi ü ze­
rinde m antık yürütm ediğini biliyordu; henüz Verdurin'lerle ta-
nışm azken, sonatı ilk kez işittiği o gece davetin de algılad ığı es­
rarengiz varlığın yerine, zihni d ah a rahat çalışabilsin diye basit
değerler koyup bunları çözüm lediğinin farkındaydı. Piyano­
nun hatırasının bile, m ü ziğe ilişkin konulara bakışını yanıltm a­
ya katkıda b u lu n d u ğu n u ve m ü zisyen e sun ulan alanın, yedi
notalı daracık bir gam değil, n eredeyse tam am ı henüz bilinme
yen, sınırsız bir yelpaze old u ğu n u biliyordu; her biri İ m i k r . k ı
âlem olan m ilyonlarca sev gi, tutku, cesaret ve sıık ıım l ımi,r>m

SV)
dan oluşan bu so n su z alanda, keşfedilm em iş yoğu n karanlıkla­
rın arasın da, ancak tek tük birkaç nota, kimi b ü yü k sanatçılar
tarafın dan keşfedilm işti; bu ustalar, buldukları m otifin içim iz­
deki karşılığı olan d u y gu y u uyan dırm ak suretiyle, bir boşluk
bir hiçlik zannettiğim iz ruhum uzun, o m eçhul, bezdirici, d e v a ­
sa karanlığın, içinde bizden habersiz ne bü yü k bir zenginlik ve
çeşitlilik gizlediğini görm em izi sağlıyorlardı. İşte Vinteuil de
bu m üzisyen lerden biriydi. Vinteuil'ün cüm leciğinde, zihne k a­
ranlık bir yü zey su n d u ğu halde, öylesine yoğu n ve belirgin bir
içerik h issed iliy ordu ve bu içerik o k ad ar yeni ve özgü n bir g ü ­
ce sahipti ki, cüm leciği dinlem iş olanlar, onu içlerinde, zihnin
o lu ştu rd u ğ u fikirlerle aynı seviyede taşıyorlardı. Sw an n onu
zihninde bir aşk ve m utluluk kavram ı gibi taşıyordu ve nasıl ki
Kleve Prensesi ya d a René adları hatırına geldiğin de, özelliklerini
derhal biliyorsa, onun d a kendine has özelliklerini biliyordu.
H attâ Sw ann onu dü şü n m ed iği an larda bile, cüm lecik, m ad d i
k arşılığı olm ayan b aşk a bazı k avram larla, ışık, ses, derinlik,
tensel haz gibi kavram larla aynı şekilde Sw an n'in zihnindeki
gizli varlığını sü rdü rüy ordu ; iç yaşantım ızı çeşitlendirip sü sle­
yen değerli varlıklarım ızdır bu kavram lar. Belki hiçliğe geri d ö ­
necek olu rsak, onları kaybederiz; silinip giderler. A m a y a şa d ı­
ğım ız sürece, tıpkı gerçek nesneler gibi, bu k avram larla d a ta­
nıştığım ızı inkâr etm em iz im kânsızdır; örneğin lam bayı yaktı­
ğım ızd a od am ızd ak i eşyaları dönüştüren, karanlığın hatırasını
bile kovan ışıktan şü ph e edem eyiz. İşte bu şekilde, V inteuil'ün
cüm leciği de, m esela Tristan'm, bizim için belirli bir d u y g u sal
kazanım ı ifade eden bir m otifi gibi, ö lü m lü lü ğü m ü zle b a ğ d a ş­
m ış, epeyce dokunaklı, insani bir özellik kazanm ıştı. İnsan ru­
hunun en özel, en kendine has sü slerinden biri olan cüm leciğin
k aderi, geleceğe ve ruhun gerçekliğine bağlıydı. Belki de gerçek
olan hiçliktir ve hayatım ız var olm ayan bir rüyadır, am a o z a ­
m an, bu m üzik cüm lelerinin de, hayatım ızla bağlantılı biçim de
v ar olan d iğer kavram ların da birer hiç olm ası gerektiğini his­
sederiz. Biz yok olm aya m ah kûm uzdur, am a bizim kaderim izi
izleyecek olan bu ilahi esirler, elim izde birer rehinedirler. O n­
larla birlikte ölm e fikri ise, ölüm ün acılığını, sıradanlığını, hattâ
belki ihtim alini d e biraz azaltır gözü m ü zde.

360
D olayısıyla, Sw ann sonatın cüm leciğinin gerçekten var ol­
d u ğ u n u dü şü n m ekte haksız değildi. Şü ph esiz, cüm lecik bu açı­
dan insani olm akla birlikte, tabiatüstü varlıklar sınıfına dahildi;
bu varlıkları daha önce hiç görm ediğim iz halde, görün m ez âle­
m in kâşiflerinden biri, girm esine izin verilen ilahi d ü n yad a bu
tür bir varlığı ele geçirip de, bizim dü n yam ızı bir süreliğine
onunla aydınlattığında, m utlulukla kendim izden geçerek tanı­
rız onu. İşte Vinteuil'ün d e cüm lecikle ilgili yaptığı buydu.
Sw ann bestecinin, m üzik aletlerini kullan arak cüm leciği ortaya
çıkarm akla, görün ü r kılm akla ve onun m otifini aynen izlem ek­
le yetindiğini hissed iyord u; öyle şefkatli, öyle tem kinli, öyle
h a ssas ve öyle em in bir şekilde izliyordu ki, ses her an d eğ işi­
yor, bir gölgeyi işaret ederken silikleşiyor, dah a cüretkâr bir çiz­
giyi adım adım takip etm esi gerektiğinde, canlanıyordu.
Sw ann'in, bu cüm leciğin gerçekten var o ld u ğu n a inanm akta
haksız sayılam ayacağın ı gösteren bir kanıt d a şu y d u : Eğer Vin-
teuil cüm leciğin çizgilerini görm e ve ifade etm e k on u su n da bu
k ad ar yetenekli olm ayıp, gö rü şü n dek i b oşlu kları veya ifadesin ­
deki yetersizlikleri telafi etm ek için, sağ a sola kendi icadı olan
bazı çizgiler ekleseydi, birazcık h assasiy eti olan her m üzik tut­
kunu, bu hileyi hem en fark ederdi.
C üm lecik yok olu p gitm işti. Sw ann onun ilk bölüm ün so­
n un da, M m e Verdurin'in piyanistinin daim a atlad ığı u zun bir
pasajın ardın dan tekrar ortaya çıkacağını biliyordu. Bu pasajd a,
Sw an n'in ilk din leyişinde fark etm ediği çok parlak fikirler var­
dı; bunlar sanki yeniliğin tekdüze kılıfını hafızasının vestiye­
rinde çıkarıp bırakm ışlardı ve Sw ann d a bu say ed e, şim di onla­
rı algılayabiliyordu. Vargıyı olu şturan önerm eler gibi cüm leciği
olu şturacak olan dağınık m otiflerin hepsini tek tek dinliyor,
cüm leciğin d o ğu şu n a şahit oluyordu. "A d e ta bir Lavoisieı'nin,
bir A m pere'in dâh iyane cesareti!" d iy ord u kendi kendine. "D e­
neyler yapan , bilinm eyen bir kuvvetin gizli yasaların ı keşfe­
den, hiçbir zam an görm eyeceği, görün m ez atlara gü v en ip onla­
rı keşfedilm em iş âlem lere, m üm kün olan yegân e hedefe doğru
süren bir V inteuil'ün cesareti!" Sw an n'in son pasajın başın da
işittiği piyano-kem an diy alo ğu ne k ad ar gü zeldi! İnsan icadı
kelim elerin bu diyaloğu n dışın d a bırakılm ası, zannedilebilece-

361
ği gibi, hayal gücünün hâkim olm asın a izin verm ek bir yana,
on u tam am en safdışı bırakm ıştı; kon uşulan dil, hiç bu k adar
kesin bir zorunluluk olm am ış, bu k adar isabetli sorular ve açık
seçik cevaplar içerm em işti. Ö nce piy an o tek başın a, eşi tarafın­
d an terk edilm iş bir k uş gibi sızlandı; kem an onu işitip, adeta
yan daki bir ağaçtan cevap verdi. Sanki dünyanın başlangıcıydı,
sanki henüz yeryüzünde, dah a d o ğru su , diğer her şeye kapalı,
bir yaratıcının m antığı tarafından kuru lm u ş ve ikisinin ebedi­
yen yalnız kalacakları bu d ü n y ad a, yani bu sonatta, ikisinden
b aşk a hiçbir varlık yoktu. Piyanonun tekrar tatlılıkla şikâyetini
dile getirdiği bu görün m ez ve inleyen varlık, bir k uş m u ydu ,
cüm leciğin henüz tam am lan m am ış olan ruhu m u ydu , yoksa
bir peri m iydi? Ç ığlıkları o k ad ar aniydi ki, kem ancı onları kar­
şılayabilm ek için var gü cü yle yaym a sarılm ak zorun daydı. H a­
rika kuş! K em ancı onu büyülem ek, evcilleştirm ek, yakalam ak
ister gibiydi. Ruhuna girm işti bile; çağrılan cüm lecik, kem ancı­
nın cin tu tm u ş bedenini bir m edy u m gibi sarsm ak tayd ı gerçek­
ten. Sw ann cüm leciğin son bir kez k on uşacağın ı biliyordu. İki­
ye b ölün m ü ş gibiydi, cüm lecikle karşı karşıya k alacağı ânın
beklentisi, Sw an n'i bir hıçkırıkla sarstı; güzel bir d ize veya acı
bir haber de, yalnız o ld u ğ u m u zd a d eğil am a, o dizeyi veya ha­
beri dostlarım ıza aktarırken, onlarda kendim izi bir b aşk ası, d u ­
yarlılığı onları etkileyen biri olarak gö rd ü ğü m ü z zam an bizi
aynı hıçkırıkla sarsar. C üm lecik tekrar ortaya çıktı, am a bu se­
fer, h a v ad a bir an, adeta k ıpırd am ad an asılı kaldı ve sonra tü­
keniverdi. Böylece Sw ann, cüm leciğin kısacık süresinin tam a­
mını değerlen dirm iş oldu. C üm lecik hâlâ o rad ayd ı, sedeflenen
bir kabarcık gibi. Parıltısı azalan , sonra artan ve tam yok olm a­
dan önce en parlak n oktasına u laşan bir gö k k u şağı gibiydi: D a­
ha önce sergiled iği iki renge, prizm anın bütün renklerinde, ala­
calı çizgiler ekledi ve onlara şarkı söyletti. Sw ann kıpırdam aya
cesaret edem iyordu ; elinden gelse öteki insanların da hareket
etm esini engellerdi; sanki en u fak bir hareketin, o her an yok
olabilecek, tabiatüstü, h ariku lad e ve kırılgan b ü yü yü b ozm a­
sın dan korkuyordu. A slın da kon uşm ak hiç kim senin aklından
geçm iyordu. O rada b u lu n m ay an bir tek kişinin, belki de bir
ölünün (Sw ann, V inteuil'ün hayatta olu p olm adığını bilm iyor­

362
du) yüce kelam ı, iki rahibin yönettiği ayinin ü zerin de yükseli­
yor, üç yü z kişinin dikkatini tek başına tutsak ediyor, bir ruhun
çağrıldığı o platform u, d o ğaü stü bir törenin yapılabileceği soy­
lu bir altara dön ü ştü rüyordu . Ö yle ki, cüm lecik nihayet parça
parça çözülüp yerini b aşk a motiflere bıraktığında, Sw an n saflı­
ğıyla ünlü M onteriender K ontesi'nin daha sonat bitm eden ken­
disin e d o ğru eğilerek izlenim lerini itiraf etm esine ilk an da kız-
d ıy sa da, kontesin kullandığı kelim elere gü lüm sem ekten ken­
dini alam ad ı ve belki de bu kelim elerde, kontesin fark etm ediği
derin bir anlam bu ldu . Virtüozlarm u stalığına hayran olan kon­
tes, Sw an n 'a dönerek, "O lağan ü stü , hiç bu k ad ar etkileyici bir
şey gö rm edim ..." diye haykırdı. A m a d o ğru lu k kaygısıyla ilk
sap tam asın ı dü zeltip şu istisnayı etkiledi: "...ruh çağırm a m asa­
ları hariç!"
Sw ann, o geceden sonra, O dette'in kendisine olan aşkının
bir dah a asla canlanm ayacağını, m utluluk um utlarının d a asla
gerçekleşm eyeceğini anladı. O dette'in kendisine beklenm edik
bir sevecenlik, bir ilgi gösterdiği günlerde, Sw ann, kendisine
d o ğru belli belirsiz bir dön ü şü n bu görünürdeki yalancı işaret­
lerini, tıpkı ölüm cül bir hastalığın son aşam asın a gelm iş bir
dostlarına bakan ve çok önem li olayları haber verirm iş gibi,
"D ü n hesapları kendisi yaptı, bizim yaptığım ız bir toplam a ha­
tasını o b u ldu ; bir yum urtayı iştahla yedi, sindirm ekte zorluk
çekm ezse yarın bir pirzola yedirm eyi den eyeceğiz," diye an la­
tan, am a bunların, kaçınılm az bir ölüm ün hemen öncesindeki
ön em siz şeyler old u ğu n u bilen insanlar gibi, şefkatli ve şüpheci
bir ilgiyle, çaresiz bir sevinçle fark ediyordu. Sw ann şim di
O dette'ten uzakta y aşasa, bir m ü d d et sonra ona olan d u y g u la­
rını d a kaybedeceğinden em indi şü ph esiz; öyle ki, O dette Pa­
ris'ten temelli ayrılsa m em nun olur, Paris'te kalm a cesaretini
b u lu rd u kendinde; am a gitm eye cesareti yoktu.
G itm eyi d ü şü n d ü ğ ü oluyordu sık sık. VermeePle ilgili
araştırm asına tekrar b aşlad ığın d an , birkaç gü n lü ğü n e de olsa
Lahey'e, D resden'e, B raun sch w eig'a gitm esi gerekiyordu.
G oldschm idt koleksiyonu satışın da M auritsh uis tarafın dan bir
N icolas M aes tablosu olarak satın alınan Diana Tuvaiet M asasın­
da adlı resm in, aslında Vermeer'e ait old u ğu n d an em indi. Bu

363
kanısını perçinlem ek için, resm i yerinde incelem ek istiyordu.
A m a O dette Paris'teyken, hattâ değilken bile Paris'ten ayrıl­
m ak, -d u y u ların alışkanlıkla körelm iş olm adığı yeni yerlerde
eski yaralar deşilip eski acılar can lan d ırıld ığm d an - Svvann'a o
k adar zalim bir proje gibi geliyordu ki, asla u ygulam ay acağın ı
bild iği için, sürekli bu projeyi d ü şü n eb iliy ordu . A m a bazen
uyurken, seyahat isteği tekrar içinde filizleniyor -Sw an n bu se­
yahatin im kânsız old u ğu n u h atırlam ıyor- ve gerçekleşiyordu.
Bir kere rü yasın da, bir senelik bir yolcu lu ğa çıktığını gördü; bir
vagon u n k apısın dayd ı, peronda ağlay arak kendisiyle v ed ala­
şan genç bir erkeğe do ğru eğilm iş, onu kendisiyle birlikte gel­
m eye ikna etm eye çalışıyordu. Trenin sarsılm asıy la birlikte, y ü ­
reği daralarak u yan dı ve hiçbir yere gitm ediğini, O dette'i o ak ­
şam , ertesi gün, hem en hem en her gün göreceğini hatırladı. B u­
nun üzerine, hâlâ rüyanın etkisi altında, kendisini b ağım sız kı­
lan, O dette'in yanında kalm asını ve on u ara sıra görm e iznini
alm asını sağlay an özel k oşu llara şükretti; ayrıcalıklarını tek tek
saydı: m evkii, O dette'in sık sık ihtiyaç d u y d u ğ u ve ayrılık ihti­
m ali k arşısın d a geri adım atm asını sağ lay an (hattâ Sw ann'i
kendisiyle evlenm eye razı etm ek gibi bir art niyeti old u ğu sö y ­
leniyordu) serveti; aslına bakılırsa Sw an n'in O dette'ten pek bir
şey elde etm esine yaram am ış olan, am a O dette'in, çok değer
verd iği bir ortak dosttan kendisi hakkında ö v gü dolu sözler
din lediği dü şü n cesiyle Sw an n 'i rahatlatan M. d e C h arlus'le
d o stlu ğu ; ve hattâ son olarak da, varlığını O dette için arzulanır
olm asa d a en azından gerekli kılabilm ek için, her gü n yeni bir
d o lap çevirm eye hasrettiği zekâsı; bütün bunlardan m ahrum
olsa kim bilir ne halde olacağını, onca insan gibi yoksul, m üte­
vazı, her işi kabul etm eye m ecbur o lsa ya d a ailesine, karısına
karşı yüküm lülükleri olsa, belki d e O dette'ten ayrılm ak zorun ­
d a kalacağını, k orkusun u hâlâ üzerinden atam adığı rüyanın
gerçek olabileceğini d ü şü n d ü ve kendi kendine, "İn san m u tlu ­
lu ğu görem iyor. K endim izi d aim a o ld u ğu m u zd an dah a b ed ­
baht san ıyoru z," dedi. A m a hayatının yıllardır böyle d ev am et­
tiğini, böyle dev am etm esinden b aşk a bir u m u d u olam ay acağı­
nı, kendisine herhangi bir m utluluk getirm esi im kânsız bir ran­
devu n u n u m u du n u her gü n y aşam ak uğruna, çalışm alarını,

364
zevklerini, dostlarını, sonuçta bütün hayatını feda edebileceğini
dü şü n ün ce, yanılıp yanılm adığını sorgu ladı; belki de ilişkisini
destekleyen, ayrılığı engelleyen koşullar, geleceğini b altalam ış­
tı, belki de asıl istenilecek olay, sad ece rü yad a oldu ğu n a sevin­
d iğ i şey, yani gitm esiydi; insanın bedbahtlığını görem ediğini,
kendim izi daim a o ld u ğu m u zd an dah a m utlu zannettiğim izi
dü şü n d ü .
Ara sıra, sab ah tan ak şam a k adar d ışarıda, sokak lard a, cad ­
delerde gezen O dette'in bir k azad a acı çekm eden ölm esini dili­
yordu. O dette s a ğ salim eve d ö n d ü ğ ü n d e de, insan vü cudunun
bu k ad ar çevik ve sağ lam olm asın a, etrafında kol gezen (ve
kendi gizli arzu su d o ğru ltu su n d a hesabını y ap m ay a b aşlad ı­
ğın dan beri Sw an n 'a say ılam ay acak k adar çok görünen) bütün
tehlikeleri d u rm ad an atlatıp ü stesin den gelerek, in san lara her
gü n , n eredeyse hiç zarara u ğram ad an yalan söylem e ve zevk
p eşin d e koşm a im kânı tanım asına şaşıyor, hayran oluyordu.
Bellini tarafın dan yapılan portresini çok sev diği, karılarından
birine çılgınca âşık olunca, Venedikli biyografi yazarının safça
ifadesiyle, zihnini bu esaretten kurtarabilm ek için onu hançer­
leyen Fatih Sultan M ehm et'e derin bir yakınlık besliyordu.
Sonra, bir tek kendisini d ü şü n d ü ğ ü için kendine kızıyor, kendi­
si O dette'in hayatına zerrece değer verm ediğine göre, kendi
çektiği acıların d a m erham eti katiyen hak etm ediğini d ü şü n ü ­
yordu.
O dette'ten kesin olarak ayrılam adığın a göre, hiç değilse
onu arad a ayrılıklar olm adan , sürekli görebilseydi, acısı sonu n ­
d a yatışır, belki aşkı d a sönerdi. O dette Paris'ten temelli ayrıl­
m ak istem ediğine göre de, Sw ann hiç ayrılm am asını diliyordu.
H iç d eğilse, O dette'in Paris'ten en uzun ayrılışının her yıl a ğ u s­
tos ve eylül aylarında old u ğu n u bild iği için, aylarca önceden
b aşlay arak bu acı ayrılık düşün cesini, peşinen içinde taşıdığı,
yaşam ak ta o ld u ğu günlere benzer günlerden oluşan ve zihnin­
d e bütün say d am lığı ve so ğu k lu ğu y la d o laşarak kederi b esle­
yen, am a kendisine pek keskin acılar da y aşatm ayan onca z a ­
m an içinde eritip su lan dırm a lü k sü n e sahipti. N e var ki O det­
te'in bir tek sözü , Sw an n'in ruhundaki b u iç geleceğe, o renk­
siz, özgürce akan nehre isabet etm eyi başarıyor ve bir b u z par­

365
çası gibi akışkanlığını yok ed ip sertleştirerek tam am ını dondu-
rabiliyordu; Sw ann ansızın, benliğinin du varların ı patlatacak ­
m ış gibi zorlayan, m u azzam bir kütlenin, içini d o ld u rd u ğu n u
hissetm işti, çünkü O dette Sw ann'i inceleyen, gü lü m ser ve sinsi
bir bakışla, "Forcheville Pentekostes yortu su n da m üth iş bir se­
yahate çıkıyor. M ısır'a gidiyor," dem iş, Sw ann da bunun, "P en ­
tekostes yortu su n da Forcheville'le birlikte M ısır'a gid eceğim ,"
anlam ına geldiğin i derhal anlam ıştı. G erçekten de, Sw ann bir­
kaç gün sonra, "H an i Forcheville'le birlikte seyah ate çıkacağını
söylem iştin y a," dese, O dette dü şü n cesizce, "E vet hayatım , on
d o k u zu n d a yola çıkıyoruz, san a bir piram it m an zarası gö n d eri­
riz," diye cevap veriyordu. O zam an Sw ann, O dette'in, Forche-
ville'in m etresi olu p olm adığını öğrenm ek, bunu do ğru d an
O dette'e sorm ak istiyordu. O dette'in ne k adar çok batıl inancı
old u ğu n u ve birtakım yem inleri yalan yere etm eyeceğini bili­
yordu; ayrıca, önceleri kendisini engellem iş olan, O dette'i so ru ­
larıyla kızdırm a, on da nefret u yan dırm a k ork usu da, O dette'in
bir gün kendisini seveceği u m u d u n u temelli kaybetm esiyle bir­
likte ortadan kalkm ıştı.
Bir gün, O dette'in say ısız erkekle (sayılan in san lar arasın da
Forcheville, M. de Breaute ve ressam da vardı) ve bazı k adın ­
larla m etres hayatı yaşadığın ı, randevuevlerin e gid ip geldiğin i
bildiren im zasız bir m ektup aldı. D ostlarının arasın da k en d isi­
ne bu m ektubu yazabilecek (kimi ayrıntılar, m ektubu yazan ki­
şinin Sw an n'in hayatını çok iyi bildiğini gösteriyordu) birinin
b u lu n d u ğ u düşün cesi, onu çok ü zdü . M ektubu kim in yazm ış
olabileceğini tahm in etm eye çalıştı. A m a Sw ann, insanların bi­
linm eyen davranışlarından, sözleriyle görün ü r bir b ağlantısı ol­
m ayan davran ışların dan hiçbir zam an şüphelenm em işti. Bu al­
çakça davranışın filizlenm iş olabileceği bilinm ez bölgeyi, M. de
C h arlu s'ü n m ü, M. des L au m es'u n m u, yoksa M. d 'O rsan 'ın mı
görün ü r kişiliğine yerleştirm esi gerektiğini dü şü n ün ce, bu
ad am lard an herhangi biri, o gün e k adar Sw ann'in yanında im ­
zasız m ektupları on ay lam adığı ve her söyledikleri, bu tür m ek­
tupları kınadıklarını gösterdiği için, bu kalleşliği birinin ya da
ötekinin m izacına yakıştırm ak için bir sebep görem edi. M. de
C harlus biraz den gesiz, am a tem elde iyi ve şefkatli bir insandı;

366
M. d es L au m es ise, biraz kuru, am a sağlıklı ve dü rü st bir m iza­
ca sahipti. M. d 'O rsan 'a gelince, Sw ann en hazin koşullarda bi­
le onun k adar içten sözler söyleyen, onun k adar ölçülü ve isa ­
betli d av ran ışlarda bulunan bir kişi dah a tanım ıyordu. O kadar
ki, zengin bir kadınla y aşad ığ ı ilişkide M. d 'O rsan 'a yakıştırılan
nahoş sıfatı katiyen anlayam ıyor, onu her d ü şü n d ü ğü n d e, ince­
liğini kesin olarak kanıtlayan onca d av ran ışla b ağd aşm ay an bu
kötü şöhretini bir yana bırakm ak zo run da kalıyordu. Bir an gel­
di, Sw ann zihninin karardığını hissetti ve aydınlığa k avu şab il­
m ek için b aşk a şeyler d ü şü n d ü . Sonra tekrar bu düşüncelere
dönm e cesaretini kendinde bu ldu . A m a o zam an da, hiç kim se­
den şü ph e edem eyince, herkesten şü ph elen m esi gerekti. Evet,
M. de C h arlus kendisini severdi, iyi kalpliydi, am a sinir hasta­
sıydı; ertesi gün Sw an n'in hastalan dığın ı öğrense ağlardı, am a
b u gü n , kıskançlığından, öfkesinden, ansızın k apıldığı bir fikir
yüzün den ona kötülük etm ek istem işti. A slın da bu türden in­
sanlar, hepsinden beterdi. L au m es Prensi'nin Sw an n'i M. de
C h arlus k adar sev m ediği m uhakkaktı. A m a tam d a bu sebeple,
onun gibi alıngan d eğild i; ayrıca prens kesinlikle soğu k , am a
kahram anlıktan old u ğu k ad ar alçaklıktan da u zak bir m izaca
sahipti; Sw ann hayatta sad ece bu tür insanlarla dostluk k urm a­
dığına pişm an dı şim di. Sonra, insanları başk aların a kötülük et­
m ekten alıkoyan şeyin iyilik o ld u ğu n u ve esasen, m esela iyilik
k on usun da M. d e C h arlus'ü n ki gibi, ancak kendi m izacına ben­
zer m izaçlar hakkında kesin fikir sahibi olabileceğini dü şü n dü .
M. de C harlus, Sw an n 'a böyle bir ü zü n tü yaşatm anın d ü şü n ce­
sine bile taham m ül edem ezdi. O ysa M. d es Lau m es gibi, farklı
bir insan türüne ait, d u y g u su z bir adam ın , özü n de farklı g ü d ü ­
lerden yola çıkarak hangi dav ran ışlard a bulunabileceğini nasıl
tahmin edebilirdi? İyi yürekli olm ak her şey dem ekti ve M. de
C h arlus de iyi yürekliydi. M. d 'O rsan da öyleydi; Sw an n'la pek
sıkı fıkı olm asa da dostça ilişkisi, her kon ud a aynı fikirleri p ay ­
laşan iki insanın birbirleriyle sohbet etm ekten aldıkları zevkten
k aynaklanıyordu ve bu dostluk, tutkudan kaynaklanan iyi ya
da kötü davranışlara kendini kaptırabilen M. de C h arlus'ü n
coşkulu sevgisinden dah a dingin bir ilişkiydi. Yeryüzünde
Sw an n'a daim a an laşıldığını ve incelikle sevildiğini hissettiren

367
biri v arsa, o d a M. d 'O rsan 'd ı. Peki am a, ya o sü rd ü ğü şerefsiz
hayat? Sw ann onun bu yanını hiç hesaba katm adığın a ve böy-
lesine bir yakınlık ve hayranlık d u y gu su n u , ancak bir alçakla
beraberken yaşad ığın ı sık sık şak a yollu itiraf etm iş oldu ğu n a
pişm andı. İnsanların öteden beri, başkalarını yaptıklarına göre
yargılam aları boşun a değilm iş diye d ü şü n ü y o rd u şim di. Bir
tek, yaptıklarım ızın bir anlam ı vardı; ne d ed iğim iz, ne d ü şü n ­
d ü ğ ü m ü z hiç mi hiç önem li değildi. C h arlu s'ü n ve L au m es'u n
şu veya bu kusurları olabilirdi, am a n am u slu insanlardı. Or-
san 'd a belki bu kusurların hiçbiri yoktu, am a n am uslu değildi.
Bir hata dah a y ap m ış olabilirdi. Sw ann sonra R ém i'den şü p h e­
lendi; evet, Rém i ancak m ektupla ilgili fikir verm iş olabilirdi,
am a bir an do ğru yolda ilerlediği hissine kapıldı. Bir kere, Lore-
dan 'ın O dette'e hınç beslem esi için çeşitli nedenler m evcuttu.
Ayrıca, bizden dah a d ü şü k bir k on um da yaşay an , zengin ­
liğim ize ve k usurlarım ıza hayalî servetler ve ah laksızlıklar ek­
leyerek hem b ize gıpta eden, hem de bizi aşağılay an hizm etkâr­
larım ızın, kaçınılm az olarak bizim çevrem izin in sanlarından
farklı d av ran ışlara yönelm eleri beklenm ez m iydi zaten? Sw ann
b ü yü k b ab am d an da şüphelendi. Sw ann ne zam an on dan bir
iyilik istediyse, her d efasın d a geri çevrilm em iş m iydi? Ayrıca
burjuva d ü şü n ce yapısıyla, böyle bir şeyi Sw ann'in iyiliği için
yap m ış olabilirdi. Sw ann dah a sonra Bergotte'tan, ressam d an ,
V erdurin'lerden de şüph elen di; bu arad a yüksek sosyete m en­
suplarının, bu tür şeylerin m üm kün old u ğu , hattâ belki güzel
bir şak a adı altın da itiraf bile edildiği sanatçı çevrelerden uzak
du rm ak la gösterdikleri bilgeliği bir kez dah a takdir etti; am a
bir yandan d a bu bohem lerin dürüstlüklerini hatırlıyor, aristok ­
ratların sık sık parasızlık , lü k s d ü şk ü n lü ğ ü ve yoz zevkler yü ­
zün den sü rü klen d iği hayat tarzıyla, geçinm ek için her çareye,
neredeyse dolan dırıcılığa b aşv u rm alarıy la karşılaştırıyordu. K ı­
sacası, bu im zasız m ektup, Sw an n'in tanıdıkları arasın da hain­
lik yapabilecek birinin b u lu n d u ğ u n u kanıtlıyordu, am a Sw ann
bu hainliğin, so ğ u k değil d e sevecen bir insanın, bir burjuvanın
d eğil d e bir sanatçının, bir u şağın d eğil d e b üyük soylun un m i­
zacının -b aşk aları tarafın dan k eşfed ilm em iş- özü n de gizlen di­
ğini d ü şü n m ek için bir seb ep görem iyordu. İnsanları yargılar-

368
ken hangi ölçütü kullanm ak gerekirdi? A slın da, alçakça bir
davran ışta bu lu n m ası kesinlikle im kânsız olan tek bir insan bi­
le tanım ıyordu. H epsiyle görüşm ekten vaz mı geçm eliydi? Zih­
ni bulan dı; eliyle iki üç kez alnını sıv azladı, gö zlüğü n ü n cam la­
rını m endiliyle sildi ve nihayet, kendisiyle eşd eğerd e insanlar,
M. de C h arlus'le, L au m es Prensi'yle ve diğerleriyle g ö rü ştü ğ ü ­
ne göre, bunun, onların bir alçaklık yapm aların ın im kânsız ol­
d u ğ u an lam ın a gelm ese de, en azından, bir alçaklık yapm aları
im kânsız olm ayan kişilerle görüşm enin, herkesin boyun eğdiği
bir m ecburiyet o ld u ğu n u kanıtladığın a hükm etti. Sonuçta, şü p ­
helenm iş o ld u ğu bütün dostlarıyla el sıkışm ayı sü rd ü rd ü , yal­
nız, kendisini ü zm eye çalışm ış olabileceklerini, ihtiyat kaydı
olarak, form alite icabı bir kenarda b u lu n du rdu .
M ektubun içeriğine gelince, bu k on ud a hiç kaygılan m adı,
çünkü O dette'e yöneltilen suçlam aların hiçbirinde gerçeğe en
u fak bir benzerlik yoktu. Birçok insan gibi Sw ann'in da zihni
tem beldi ve hayal gü cü n den yok su n du . G enel bir do ğru olarak,
insanların hayatının zıtlıklarla dolu o ld u ğu n u biliyordu, am a
tek tek insanların hayatını dü şü n ürken , o insanın hayatının
kendi bilm ed iği kısm ını da, bildiği kısm ından farksızm ış gibi
hayal ediyordu. K endisine söylenm eyen şeyleri, söylenenler­
den yola çıkarak hayal ediyordu. O dette yanındayken, bir b aş­
kasının yaptığı bir n am ussu zlu k tan , ya d a n am u ssu zca bir
d u y gu su n d an bahsettiklerinde, O dette, bu dav ran ış ve d u y g u ­
lan , Sw an n'in hayatı boyunca anne babasının ağzın d an d u y d u ­
ğ u ve hep sad ık kaldığı ilkelere d ay an arak kınar ve sonra d a çi­
çeklerini düzenler, bir fincan çay içer, Sw an n'in çalışm alarıyla
ilgilenirdi. D olayısıyla Sw ann da bu alışkanlıkları O dette'in ha­
yatının geri kalanına yayıyor, yanın da olm adığı zam anlar
O dette'i hayal ettiğinde, b u hareketlerini tekrarlıyordu kafasın ­
da. O dette'i Sw an n 'a gerçek haliyle tasvir etselerdi, dah a d o ğ ­
rusu, Sw an n 'la birlikteliğinin uzun bir kısm ında o ld u ğu gibi,
am a b aşk a bir erkeğin yanın da tasvir etselerdi, b u portreyi ger­
çeğe u ygu n b u lacağı için çok üzü lü rdü . A m a çaçalarla içlidışlı
olm ası, kadınlarla orjilere katılm ası, aşağılık yaratıkların rezil
hayatını sü rm esi, saçm a sap an say ıklam alardan b aşk a bir şey
olam azdı; Tanrıya şükür, hayal edilen kasım patları, art arda içi­

369
len çaylar ve iffetli itirazlar böyle bir ihtimali tam am en ortadan
kaldırıyordu! Yalnız ara sıra, bazı kişilerin, fesatlıkları y ü zü n ­
den, O dette'in her yaptığım kendisine anlattıklarını im a ediyor­
d u sevgilisine; tesadüfen öğrendiği ön em siz am a doğru bir a y ­
rıntıyı, sanki içinde gizli tuttuğu, O dette'in hayatının eksiksiz
bir tablosun un, ağzın d an kaçırıverdiği küçücük bir parçasıym ış
gibi, tam yerinde kullanıyor, O dette'te aslında bilm ediği, hattâ
hayalinden bile geçirm ediği şeyleri bildiği zannını uyan dırıyor­
du ; O dette'e gerçeği sap tırm am ası için sık sık yalvarıyordu,
am a bunu -k en d isi bu sebebin farkına varsa da, varm asa d a -
O dette her yaptığını kendisin e anlatsın diye yapıyo rd u sadece.
Şü p h esiz Sw ann, O dette'e d e sö ylediği gibi, içtenlikten hoşlanı­
yordu, am a kendisini m etresinin yaptıklarından haberdar eden
bir çaçaym ış gibi hoşlanıyordu. D olayısıyla, Sw ann'in içtenlik
aşkı, m enfaatten b ağım sız olm adığı için, onu dah a iyi bir insan
haline getirm em işti. O nun her şey den çok değer verdiği d o ğ ru ­
lar, O dette'in kendisine söyleyeceği doğru lardı; am a kendisi bu
doğru ları öğrenebilm ek için yalana, O dette'e du rm ad an her in­
sanı m ah va sürükleyen bir şey olarak tarif ettiği yalana b aşv u r­
m aktan kaçınm ıyordu. Sonuç olarak O dette'ten dah a fazla y a­
lan söylü y ordu , çünkü hem O dette'ten dah a bedbaht, hem de
en az onun k adar bencildi. K endi yaptıklarını Sw ann'in ağzın ­
dan dinleyen O dette ise, Sw an n 'a bir yandan kuşku yla, bir
yandan d a, yaptıkların dan u tanıyorm uş izlenim i u yan dırm a­
m ak için, yarad an a sığın ıp öfkeyle bakıyordu.
Sw ann, bir kıskançlık krizi patlak verm eden geçirdiği en
u zun sakin dön em d e, bir gü n , L au m es Prensesi'nin ak şam a bir­
likte tiyatroya gitm e teklifini kabul etmişti. H angi tem silin oy­
nandığını öğrenm ek için gazeteyi açtığında, Théodore Bar-
rière'in Taştan Kızlar başlığını görünce öyle çarpıldı ki, irkilip
başını çevirdi. Sık sık k arşısın a çıktığı için, alışkanlıktan artık
görem ediği "ta ş" kelim esi, bu yeni b ağlam d a sanki ram p ışıkla­
rıyla aydınlatılm ışçasına an sızın tekrar görün ü r olm u ş ve
Sw an n'a, O dette'in bir zam an lar kendisine anlatm ış o ld u ğu şu
olayı hatırlatm ıştı: O dette M m e Verdurin'le birlikte Endüstri
Saray ı'n da bir sergiyi gezm ey e gittiğinde, M m e Verdurin, ken­
disine, "D ikkatli ol, ben seni gevşetm eyi bilirim , sen d e taştan

370
d eğilsin ," dem iş; O dette Sw an n'a bunun sadece bir şak a o ld u ­
ğu n u söyleyince Sw ann da üzerinde durm am ıştı. A m a o z a ­
m anlar O dette'e şim dikinden dah a çok güveniyordu. İm zasız
m ektupta d a tam olarak bu tür m aceralardan bahsediliyordu.
G azeteye b ak m aya cesaret edem eyerek açtı, "Taştan K ızlar" ke­
limelerini görm em ek için sayfayı çevirdi ve k uru lm u ş gibi, taş­
ra haberlerini oku m aya koyuldu. M anş D enizi'nde fırtına çık­
m ıştı, D ieppe, C ab ou rg ve B euzeval'in h asar g ö rd ü ğü bildirili­
yordu. Sw ann b u n u okuyunca tekrar irkildi.
Beuzeval adı, aynı bölged e bir b aşk a yerleşim in adını,
Beuzeville'i getirm işti aklına; bu kentin haritalarda birçok kez
g ö rd ü ğü adı, iki kelim eden olu şu yord u ve Beuzeville'den bir
tireyle ayrılan ikinci ism in, im zasız m ektupta O dette'in âşıkları
arasın d a sayılan, ark ad aşı M. d e Breaute'nin d e ism i o ld u ğu n u
Sw ann ilk kez fark ediyordu. Esasen, M. de Breaute'ye ilişkin
su çlam a pek in anılm az değildi, am a M m e Verdurin, im kânsız­
dı. O dette'in ara sıra yalan söylem esinden, asla d o ğru y u söyle­
m ediği sonucu çıkarılam azdı; M m e VerdurinTe arasın da geçen,
kendisine bizzat aktardığı k on uşm a Sw an n'a yabancı gelm e­
m işti: A slın da b aşk a bir k adın a coşkulu bir sevgi beslem esi en
u zak ihtim al olan -örn eğin O dette gib i- kadınların, hayat tec­
rübesinden yoksun oldukları ve ah laksızlığı bilm edikleri için
yaptıkları, m asum iyetlerini ortaya koyan gereksiz ve tehlikeli
şak alard ı bunlar. O ysa O dette'in, bu olayı anlattığında istem e­
yerek Sw an n 'd a uyan dırdığı şüphelere öfkeyle itiraz etm esi,
Sw an n'm , sevgilisin in eğilim leri ve m izacı hakkında bütün bil­
dikleriyle b ağd aşıyo rd u . A m a Sw ann ani bir kıskançlıkla, elin­
de henüz bir tek kafiyesi olan bir şaire veya bir tek gözlem i
olan bir âlim e gerekli gü cü kazan dıracak fikri ya d a yasayı su ­
nan ilham a benzer bir kıskançlık ilham ıyla, O dette'in iki yıl ön­
ce söylem iş o ld u ğu bir cüm leyi ilk kez hatırladı: "A h! M m e
Verdurin'in gözü bu aralar benden başkasın ı görm üyor, gözbe-
beğiyim , beni kucaklayıp öpüyor, alışverişe birlikte çıkalım d i­
yor, ona sen diye hitap etm em i istiyor." O sırada bu cüm leyle,
O dette'in kendisine anlatm ış oldu ğu , baştan çıkarm ayı am açla­
yan saçm a sözler arasın da bir bağlantı kurm ak şöyle du rsu n,
bu cüm leyi yakın bir do stlu ğu n göstergesi olarak algılam ıştı.

371
O ysa şim di M m e Verdurin'in sev gisin e ilişkin bu anı, birden
o tatsız şak asıy la birleşm işti. A rtık ikisini zihninde birbirin­
den ayıram ıyordu; gerçekte de birbirlerine karıştıklarını gö r­
dü , M m e Verdurin'in sev gisi, şak aların a bir ciddiyet ve ehem ­
m iyet katıyor, şak aları da sevgisinin m asum iyetini lekeliyordu.
O dette'in evine gitti. O dette'e u zak bir yere oturdu. O nu öp m e­
ye cesaret edem iyor, bir öp ücü ğü n , O dette'te de, kendisinde
de, sev gi m i, öfke mi uyandıracağın ı bilem iyordu. Hiçbir şey
söylem iyor, aşklarının ölm esini seyrediyordu. A nsızın bir k a­
rar verdi.
"O d ette," d ed i, "sevgilim , çok tatsızım biliyorum , am a sa ­
na bir şey sorm am lazım . M m e V erdurin'le ilişkin k on usun da
k apıld ığım şü p h eyi hatırlıyor m u su n ? Söyle bana, öyle bir şey
oldu m u, onunla ya da b aşk a bir k ad ın la?"
O dette, "R esm igeçid i izlem eye gelecek m isin iz?" soru su n a
karşılık, töreni çok sıkıcı b u ld u ğu n u , gitm eyeceğini bildirirm iş
gibi suratını b u ru ştu rarak başını iki yana salladı. A m a genellik­
le gelecekteki bir olay söz k on usu o ld u ğu n d a kullanılan bu baş
hareketi, geçm işteki bir olayı inkâr etm ek için kullanıldığında
biraz şü p h e uyandırır. Üstelik, bir kınam a veya ahlaki im kân­
sızlık değil, kişisel tercihe bağlı nedenler getirir akla. Sw ann,
O dette'in, öyle bir şey olm adığını belirtm ek için bu b aş hareke­
tini kullan dığın ı görünce, olm u ş olabileceğini anladı.
"Söyledim ya, sen d e b iliyorsu n ," diye ekledi Odette, sinir­
li, keyifsiz bir tavırla.
"E vet, biliyorum , am a em in m isin? 'Sen d e biliyorsun,' d e­
m e bana, 'Bir kadınla asla bu tür şeyler yapm ad ım ,' d e."
O dette, ders ezberler gibi, alaylı bir tonda, Sw an n 'dan k ur­
tulm ak istercesine tekrarladı:
"B ir kadınla asla b u tür şeyler y ap m ad ım ."
"L ag h et M eryem i m adalyon u n un üstün e elini koy up ye­
m in eder m isin ?"
Sw ann, O dette'in o m ad alyo n üzerine yalan yere yem in et­
m eyeceğini biliyordu.
"A y! C an ım dan bezd ird in beni," diye haykırdı O dette ve
sorun un b ask ısın d an bir ham lede kurtuldu. "Yetm ez mi artık?
Senin neyin var b u gü n ? Senden nefret etm em i, iğrenm em i mi

372
istiyorsun? Ben seninle eski günlerim ize dönelim , birlikte hoşça
vakit geçirelim istiyorum , sen se bana böyle teşekkür ediyor­
su n !"
N e var ki, Sw ann, tıpkı am eliyatı sekteye uğratan , am a
kendisini yıldıram ayan bir spazm ın geçm esini bekleyen bir cer­
rah gibi, O dette'in peşini bırakm adı:
"O dette, san a birazcık olsun kızabileceğim i san ıyorsan y a­
n ılıyorsun ," dedi, ikna edici, sahte bir tatlılıkla. "Ben san a sa d e ­
ce bildiğim şeylerden sö z ediyorum ve her zam an da, sö y led i­
ğim den çok dah a fazlasını biliyorum aslında. A m a bir şeyi sa­
dece başk aların dan d u y d u ğ u m d a senden nefret ediyorsam ,
on u g ö zü m d e ancak sen, bir itirafla yum uşatabilirsin. Benim
san a karşı öfkem hareketlerinden kaynaklanm ıyor, çünkü seni
sev d iğ im için, her hareketini affediyorum ; ben senin riyakârlı­
ğın a, benim b ild iğim şeyi inatla inkâr etm ene yol açan o gülünç
riyakârlığına kızıyorum . A m a do ğru olm adığını bildiğim bir
şeyi bana sav u n d u ğ u n u , yem in ettiğini görüp de hâlâ seni sev ­
m em i bekleyebilir m isin? Odette, ikim iz için de bir işkence olan
bu ânı uzatm a. E ğer istersen, bir san iyede sona erdirebilir, te­
melli kurtulabilirsin. M adalyon un üzerine yem in et, bu tür şey ­
leri hiç yaptın m ı, evet mi, hayır m ı?"
"A m an , ne bileyim ben," diye öfkeyle haykırdı Odette,
"belki yıllar önce, ne yaptığım ın farkında olm adan , iki üç kere
olm u ştu r belki."
Sw ann bütün ihtim alleri ön görm üştü. D em ek ki gerçeklik,
tıpkı y ediğim iz bir bıçak darbesinin tepem izdeki bulutların h a­
fif hareketleriyle alakasızlığı gibi, ihtim allerle alakası olm ayan
bir şey di, çünkü bu "iki üç kere" lafı, Sw an n'in kalbin de adeta
haç biçim inde bir yara açm ıştı. Kelim elerden b aşk a bir şey ol­
m ayan, uzaktan h avaya söylenen bu "iki üç kere" lafının, fizik­
sel bir darb e gibi kalbini parçalayabilm esi, onu zehir içm işçesi­
ne hasta edebilm esi ne tuhaf şeydi! Sw ann elinde olm adan
M m e de Saint-Euverte'in evinde işittiği sözleri d ü şü n d ü : "R u h
çağırm a m asaları hariç, hiç bu k adar etkileyici bir şey görm e­
d im ." H issettiği acı, tahm inlerine katiyen benzem iyordu. G ü ­
vensizliğinin dorukta o ld u ğu gün lerde bile kötülüğün bu k a­
darını hayal etm em iş olm ası bir yana, sö z k on usu şeyi k afasın ­

373
d a canlandırdığında bile, bir belirsizlik içinde canlandırırdı
hep; hayalindeki olay, "iki üç kere olm u ştu r belk i" sözlerinden
fışkıran kendine has dehşeti içerm ez, b ild iği b ütün acılardan,
ilk kez y akalan d ığım ız bir hastalık k adar farklı olan bu benzer­
siz gaddarlık tan yoksun olurdu. Yine de, bütün bu kötülüğün
k ayn ağı olan O dette'e sev gisi azalm am ış, aksine, O dette gö ­
zü n de d eğer kazanm ıştı; sanki acısı arttıkça, bir tek bu kadının
elinde bulunan ilacın, panzehirin bedeli de artıyordu. O dette'e,
birden ciddileştiğini fark ettiği bir hastalıkm ış gibi, d ah a çok
özen gösterm ek istiyordu. O dette'in "iki üç kere" yaptığını sö y ­
lediği o korkunç şeyin tekrarlanm am asını istiyordu. Bunun için
de O dette'e gö z kulak olm ası lazım dı. Bir d o stu m u za sev gilisi­
nin kabahatlerini söylem enin, onun sevgilisin e bağlılığını artır­
m aktan b aşk a işe yaram ad ığı, çünkü söylediklerim ize in anm a­
yacağı söylenir sık sık; halbuki inanırsa bağlılığı çok dah a fazla
artar! Peki am a, diy ordu Sw ann kendi kendine, O dette'i koru ­
m ayı nasıl b aşaracağım ? O nu belki belirli bir k adın dan k oru ya­
bilirdi, am a yüzlerce başk a kadın vardı; O dette'i Verdurin'lerde
b u lam ad ığı o geceden itibaren, katiyen im kânsız bir şeyi, bir
başk a varlığa sah ip olm ayı istem ekle, nasıl bir çılgınlığa k apıl­
m ış o ld u ğu n u anladı. N ey se ki, Sw an n'in ruhuna bir istilacılar
gü ru h u gibi giren yeni acıların altında, tıpkı yaralı bir organın,
h asara u ğray an doku ları derhal yenilem eye koyulan hücreleri
gibi, felçli bir uzvun , eski hareketlerine dev am etm eye eğilim li
kasları gibi, dah a köklü, d ah a yu m u şak , se ssiz ve çalışkan bir
tem el m evcuttu. Ruhunun bu d ah a eski, yerli sakinleri, nekahet
dönem indeki bir h astaya, am eliyat geçirm iş birine dinleniyor-
m u ş yanılgısını yaşatan o an laşılm az onarım faaliyeti için bir
an da Sw an n'in bütün gü cü n ü seferber ettiler. Bu sefer, bitkinli­
ğin getirdiği rahatlam a, her zam anki gibi Sw ann'in zihninde
değil, kalbin de m ey dan a geldi dah a çok. N e var ki hayatta bir
kere var olm u ş olan her şey, tekrarlanm a eğilim i gösterir; işte
Sw ann'in bir an kurtu lm u ş gibi görünen kalbin de de, aynı acı,
kendiliğinden, bittiği zannedilen bir çırpınm anın, can çekiş­
m ekte olan bir hayvanı bir kez dah a sarsm ası gibi, tekrar gelip
aynı haç biçim indeki yarayı açtı. Sw ann, o m ehtaplı gecelerde,
fayton un da kaykılarak La Perouse So k ağı'n a gidişlerini hatırla­

374
dı; o zam anlar, âşık erkek d u y gu ların ı içinde b üyük bir hazla
b esleyip b ü yü tm ü ştü , bu du y gu ların m ecburen vereceği zehirli
m ey ved en habersizdi. A m a bütün bunları dü şü n m esi bir tek
san iye sü rd ü , elini kalbine g ö tü rü p soluklan m asına ve çektiği
ıstırabı gizlem ek için gü lü m sem esin e yetecek k adar bir zam an
aldı sadece. Soruları tekrar p eş p eşe dizm eye başlam ıştı bile.
Ç ü n k ü bu darbeyi Sw an n'a indirebilm ek, o gün e k ad ar y a şa d ı­
ğı en d ay an ılm az ıstırabı ona yaşatabilm ek için, hiçbir d ü şm a ­
nın girm eyeceği zahm etlere girişm iş olan kıskançlığı, Sw ann'in
çektiği acıyı yeterli bu lm u yor ve dah a d a derin bir yara açm aya
çalışıyordu içinde. İşte kıskançlığı Sw an n 'a bu şekilde, fesat bir
tanrıym ış gibi ilham veriyor ve onu m ah va sürüklüyordu. B aş­
langıçta ıstırabı artm adıysa, kabahat onda değil, O dette'teydi.
"S ev g ilim ," d ed i Sw ann O dette'e, "son bir soru, benim ta­
n ıdığım biri m iy d i?"
"Yok canım , yem in ederim , zaten biraz abarttım galiba, o
k ad ar ileri gitm em iştim herh alde."
Sw ann gü lüm seyerek d ev am etti:
"N e yapalım ! Ö nem li değil, am a ism ini keşke söyleyebil-
seydin. O nu k afam d a canlandırabilsem , bir daha bu olayı d ü ­
şü n m ezdim . Senin iyiliğin için söylüyorum , senin canını dah a
fazla sıkm am ış olurdum . İnsan bir şeyi kafasın da canlandırabi-
lince öyle sakinleşiyor ki! A sıl korkunç olan, hayal edilem eyen
şeyler. A m a bana o k ad ar yardım cı oldun ki, seni dah a fazla
yorm ak istem iyorum . Bu iyiliğin için san a bütün kalbim le te­
şekkü r ederim . Başka bir şey sorm ayacağım . Bir tek şey yalnız:
N e k ad ar zam an ön ceydi?"
"A h! C harles, öldüreceksin beni am a! H atırlayam ayacağım
k ad ar eski. Son rad an hiç dü şü n m em iştim , sen ille benim aklı­
m a bu fikirleri tekrar sokm ak istiyorsun galiba. O zam an g ö ­
rü rsü n gü n ü n ü ," d ed i O dette bilinçsiz bir aptallık ve kasıtlı bir
fesatlıkla.
"C an ım , ben sad ece seninle tanışm am ızdan sonra m ıydı
d iye m erak ettim. Olabilir, çok norm al; b u rad a mı oldu ? Belirli
bir gece söyleyebilsen bana, o gece ben ne yaptığım ı k afam d a
canlandırırdım ; O dette'çiğim , kim oldu ğu n u hatırlam am an
m üm kün değil, bunu biliyorsun değil m i?"

375
"C an ım ne bileyim ben, galiba Boulogne O rm an ı'nda, se ­
nin de gelip ad a d a bize katıldığın bir geceydi. Sen Lau m es
Prensesi'nin evinde ak şam yem eğinden gelm iştin ," dedi O det­
te, d o ğru söylediğini kanıtlayan som ut bir ayrıntı b u ld u ğu n a
sevinerek. "Yanım ızdaki m asad a, çok uzun zam an dır gö rm ed i­
ğim bir kadın vardı. Bana, 'H adi gelin şu u fak kayanın arkasına
g id ip m ehtabın su ya yansım asını sey redelim / dedi. Ben önce
esneyerek, 'O lm az, yorgunum , b u rad a rahatım y e rin d e/ d e ­
dim . H ayatın da hiç bu k adar gü zel bir m ehtap görm ediğini
sö yleyip ısrar etti. Ben de, 'H adi canım !' dedim , işi nereye v ar­
dıracağın ı biliyordu m ."
O dette bunları, belki kendisine çok d o ğal geldiğin den , bel­
ki olayın önem ini azalttığını düşün erek, belki d e m ah cup g ö ­
rünm em ek için, n eredeyse gülerek anlatıyordu. Sw an n'in y ü ­
zü n ü görünce, tavrı değişti:
"A lçağın tekisin, bana işkence etmekten zevk alıyorsun;
sırf beni rahat bırakasın diye m ecburen yalan u yd u ru yo ru m ."
Sw an n'in yediği bu ikinci darbe, birincisinden d e feciydi.
Bu olayın bu k ad ar taze olabileceği, gözün ün ön ünde olu p bit­
tiği h alde onu görm em iş olabileceği, kendisinin bilm ediği bir
geçm işte değil, gayet iyi hatırladığı ve O dette'le birlikte geçir­
diğ i gecelerde cereyan etm iş olabileceği aklına bile gelm em işti;
Sw an n'in çok iyi bildiğini zannettiği o geceler, şim di geriye d ö ­
n ü p baktığında, bir sin siliğe, iğrençliğe bürün üyor ve bu gece­
lerin ortasın da, birdenbire o d ip siz uçurum , Boulogne O rm anı
A d ası'n d ak i o an açılıyordu. O dette, zeki olm am akla birlikte,
do ğallığın cazibesine sahipti. Bu sahneyi Sw an n'a öyle bir sa ­
delikle an latm ış ve oynam ıştı ki, nefes nefese kalan Sw ann her
şeyi gö rür gibiydi: O dette'in esneyişini, küçük kayayı. Odet-
te'in -m a a le se f şen şa k ra k - "H ad i canım !" deyişini d u y ar gi­
biydi. O dette'in o gece dah a fazla bir şey söylem eyeceğini, şim ­
dilik yeni bir ifşaat beklem enin an lam sız olacağını h issed iyo r­
du , "Z avallı sev gilim ," ded i, "affet beni, seni ü zdü m , bitti artık,
artık dü şü n m ü y oru m bu kon uyu ."
A m a Sw an n'in bakışlarının, bilm ediği şeylere ve aşklarının
o geçm işteki dönem ine dikilm iş old u ğu , O dette'in gözün den
kaçm adı; bu dönem , belirsizliğinden ötürü Sw ann'in hafızasın ­

376
d a tekdü ze ve h u zurlu y du , am a şim di, Boulogne O rm anı Ada-
sı'n d a, m ehtabın altında, L aum es Prensesi'nin ak şam yem eği
davetin den sonraki o dakikalar, bir yara gibi deşm ekteydi bu
geçm işi. Fakat Sw ann hayatı ilginç bu lm aya -h ayatta yapılabi­
lecek d eğişik keşiflere hayranlık d u y m a y a- o k adar alışm ıştı ki,
bir yan dan bu acıya uzun süre d ay an am ayacağın ı düşünecek
k ad ar ıstırap çekerken, bir yandan da şun ları dü şü n üyordu :
"H ay at gerçekten çok şaşırtıcı, güzel sürprizlerle dolu; aslında
sapıklık, zannettiğim izden çok dah a yaygın bir şey. Ben bu k a­
dına gü ven iyord um ; görün ü rde gayet sad e ve d ü rü st bir kadın;
en azından, hafifm eşrep olsa d a son derece norm al ve sağlıklı
eğilim lere sah ip biri gibi görün ü yordu ; inanılacak tarafı olm a­
yan bir ihbar üzerine kendisini so rgu ya çektim ve itiraf ettiği
bir iki ayrıntı, asla hayal edilem eyecek k ad ar çok şeyi açığa çı­
kardı." A m a Sw ann bu nesnel yorum larla yetinem iyordu.
O dette'in anlattıklarını tam olarak değerlen dirm eye çalışıyor,
söylediklerinden, O dette'in bu tür şeyleri sık sık yaptığı, y a p ­
m aya da dev am edeceği sonu cun u çıkarm ası gerekip gerekm e­
diğini an lam ak istiyordu. O dette'in söylediği sözleri tekrarlı­
yordu kendi kendine: "İşi nereye vardıracağını biliyordu m ",
"ik i üç kere", "H ad i can ım !"; am a bu sözler Sw ann'in hafıza­
sın da silahsız çıkm ıyorlardı ortaya, her birinin elinde kendi bı­
çağı vardı ve her seferinde Sw an n'a yeni bir darb e indiriyorlar­
dı. U zun bir süre boyunca, tıpkı bir hastanın, kendisine acı ve­
ren hareketi ikide birde denem ekten kendini alam am ası gibi,
kendi kendine şu sözleri tekrarlayıp du rdu : "B u rad a rahatım
yerin de", "H ad i canım !"; am a ıstırabı o k adar d ay an ılm azd ı ki,
son u n da vazgeçm ek zorun da kaldı. H ayatı boyunca hafife aldı­
ğı, gülerek yargıladığı davranışların, şim di gö zü n d e ölüm cül
bir hastalığın ciddiyetine bürünm elerine şaşırıyordu. O dette'i
kollam alarını kendilerinden rica edebileceği birçok kadın tanı­
yordu. A m a bu kadınların kendisiyle aynı b ak ış açısını p ay laş­
m alarını bekleyebilir m iydi, Sw ann'in kendisinin de yıllar boyu
benim sediği, cinsel hayatını her zam an yönlendirm iş olan bakış
açılarını değiştirm eyip, gülerek, "Seni kıskanç, başkalarını
zevkten m ah rum etm ek istersin h a!" dem eleri, norm al değil
m iydi? Birdenbire nasıl bir tu zağa d ü şm ü ştü de (bir zam anlar

377
O dette'e olan aşk ın d a sad ece incelikli hazlar bulurken) ansızın
kendini hiçbir çıkış yolu görem ediği bu cehennem de b u lm u ş­
tu? Z avallı O dette! O na kızm ıyordu. O dette yarı yarıya suçlu
sayılırdı. N eredeyse çocuk denecek yaştayken, öz annesinin
onu N ice'te, zengin bir İngilizin ellerine teslim ettiğini d u y m a­
m ış m ıyd ı? A lfred de Vigny'nin eseri Bir Şairin Günlüğü'n d e bir
zam an lar kayıtsızlıkla o k u d u ğu şu satırlar, şim di onun gö zü n ­
d e ne acı bir gerçeği yansıtıyordu: "Bir kadına âşık o ld u ğu m u z­
da, şu soru ları sorm alıyız kendim ize: Etrafında ne tür insanlar
var? N asıl bir hayat y aşam ış? H ayattaki bütün m u tlu lu ğu m u z
bu na bağlıdır." Sw ann zihninde hecelediği, "H ad i can ım !", "İşi
nereye vardıracağını b iliyordu m ," gibi basit cüm lelerin kendi­
sin e bu k ad ar acı verebilm esine hayret ediyordu. A m a basit bi­
rer cüm le zannettiği şeylerin, aslın da, O dette'in anlattıklaruü
dinlerken y a şad ığ ı ıstırabı taşıyan iskeletin parçaları oldu ğu n u
anlıyordu; aynı acı, kendisine her an yüklenm eye hazır bekli­
yordu orada. Ç ü nkü içinde tekrar uyan an his, aynı ıstıraptı. A r­
tık her şeyi bilm esi -h attâ zam anla biraz unutm ası, affetm esi-
b oşu n ayd ı; kendi kendine b u sözleri tekrarladığı an da, eski ıstı­
rap, O dette'in k on u şm asın d an önceki cahil ve güvenli haline
getiriyordu Sw ann'i; acım asız kıskançlığı, onu O dette'in itira­
fıyla sersem letebilm ek için, tekrar henüz bilm eyen insan konu­
m una getiriyordu; öyle ki, arad an aylar geçtikten sonra, bu eski
hikâye, hâlâ yepyeni bir ifşaat gibi allak bullak ediyordu
Sw ann'i. H afızasının o m üthiş yeniden üretm e gücüne hayran ­
dı. Ç ektiği işkenceyi hafifletebilecek tek şey, yaşla birlikte ve­
rim liliği azalan bu üretecin güçten d ü şm esiyd i. N e var ki,
O dette'in cüm lelerinden birinin Sw an n 'a acı verm e gücü tü­
kenm eye yü z tuttu ğu n da, zihninin o âna k adar pek üzerinde
du rm ad ığı, n eredeyse yeni bir cüm le gelip diğerlerinden nöbeti
devralıyor, tap taze bir gü çle saldırıyordu Sw an n'a. Lau m es
Prensesi'nin evinde ak şam yem eği yediği gecenin hatırası
Sw an n'a acı veriyordu, am a hastalığının m erkeziydi sadece.
H astalık, o geceye yakın günlerin hepsine karm akarışık bir bi­
çim de yayılıyordu. Verdurin'lerin sık sık Boulogne O rm anı
A d ası'n a, ak şam yem eğine gittikleri yaz m evsim inin tam am ı,
hatıralarında o m evsim in herhangi bir noktasına dokun duğun -

378
da, Sw an n'a acı veriyordu. O k ad ar acı veriyordu ki, kıskançlı­
ğının Svvann'da u yan dırdığı m eraklar, zam anla, bu m erakları
giderm enin bedeli olan yeni işkencelerin korkusun a yenildi.
Sw ann, O dette'in kendisiyle k arşılaşm ad an önceki hayatının,
k afasın da canlandırm aya hiç çalışm adığı o dönem in, kendisi­
nin bulanık bir biçim de gö rd ü ğü soyut süreç olm adığını, ak si­
ne, belirli yıllardan olu ştu ğu n u ve som ut olaylarla do lu o ld u ­
ğu n u biliyordu. A m a bu som ut olayları öğrenirse, renksiz, ak ış­
kan ve dayanılır olan bu geçm işin, som ut, iğrenç bir bedene,
belirgin, şeytani bir çehreye bürüneceğinden korkuyordu. Bu
yü zden de hâlâ eskisi gibi, onu kafasın da canlandırm aya çalış­
m ıyordu, am a artık d ü şü n ce tem belliğinden değil, acı çekm e
k orkusun dan ötürü. Z am an geçtikçe, Boulogne O rm anı A dası,
L au m es Prensesi adlarını işittiğinde o eski acıyı hissetm eyece­
ğini um uyor, tam acısı dinecekken O dette'i kışkırtıp, onun a ğ ­
zın dan aynı acıyı bir b aşk a görün ü m le yaşatacak olan yeni sö z­
ler, yeni yer adları, yeni du ru m lar du ym ayı tedbirsizlik olarak
görüyordu.
A m a çoğunlukla Sw ann'in bilm ediği, artık öğrenm ekten
d e korktuğu şeyleri, O dette kendiliğinden, farkına varm ad an
ifşa ediyordu; aslında O dette'in gerçek hayatıyla, Sw an n'in d a ­
ha önceleri, hattâ sık sık şim di de, sevgilisinin sü rd ü ğü n ü zan ­
nettiği görece m asu m hayat arasın da var olan ahlaksızlık u çu ­
rum unun boyutlarını O dette bilm iyordu; açık verm ek istem e­
d iği insanların yanın da hep erdem li görünen ah lak sız kişi, b o­
yutlarındaki sürekli artışı kendisinin fark edem ediği ah lak sız­
lıklarının, giderek kendisini norm al yaşayışların ne k ad ar d ışı­
na çıkardığını kestirecek ölçüden yoksundur. O dette'in zihnin­
de bir arad a bulunan hatıralar arasın da Sw an n 'dan gizlediği
olaylar, zam anla diğerlerine, O dette'in bir tuhaflık görem ediği,
onun zihnindeki b ağlam ları içinde gö ze batm ayan olaylara
yansıyor, bu laşıyordu ; O dette bu norm al zannettiği şeyleri
Sw an n 'a anlattığı zam an, Sw ann, bunların açığa v u rd u ğ u hayat
tarzı k arşısında dehşete d ü şü yo rdu . Bir gün Sw ann, O dette'i
gücendirm eden, randevuevin e hiç gid ip gitm ediğini öğrenm e­
ye çalışıyordu. D oğruyu söylem ek gerekirse, gitm ediğin den
em indi; im zasız m ektubun kafasın a soktuğu bu ihtim al, zihnin­

379
de sad ece otom atik olarak yer alm ıştı; orad a gü venle b eslenm e­
m iş, am a varlığını d a sü rdü rm ü ştü ; Sw ann da, şüphenin tam a­
m en fiziksel, am a rahatsız edici varlığın dan kurtulm ak için,
O dette'in onu kökünden sö k ü p atm asını istiyordu. Odette,
"Yok canım !" dedi, sonra da, Sw ann'in norm al karşılam asının
m üm kün olm adığını artık görem ediği bir gu ru rla gü lü m sey e­
rek ekledi: "B aşım ın etini yiyenler var gerçi. D aha dün, rande-
vuevi sahibi bir kadın beni iki saat b u rad a bekledi, istediğim
k ad ar para vereceğini söylüyordu. Bir büyükelçi, 'Beni ona g ö ­
türm ezseniz intihar edeceğim ,' dem iş kendisine. Önce evde
yok dedirttim , son u n da kadın dan kurtulabilm ek için kendim
gid ip konuştum . O na karşı nasıl dav ran d ığım ı görm eni ister­
dim ; od a hizm etçim yan o d ad an beni du y u y orm u ş, av azım çık­
tığı k ad ar bağırıyorm uşu m : 'Söyledim ya, istem iyorum ! C anım
istem iyor, işte o kadar. İstediğim i y ap m a özgü rlü ğü n e sahibim
herhalde! Paraya ihtiyacım olsa neyse...' diyorm u şu m . K apıcıya
talim at verildi, bir dah a içeriye alm ayacak kadını, say fiy ed e ol­
d u ğ u m u söyleyecek. Ah! Senin gizli bir k öşede seyretm eni n a­
sıl isterdim ! Ç ok m em nun olurdun sevgilim . G ördün m ü bak,
hakkında neler söylü yorlar am a, O dette'çiğinin aslında iyi ta­
rafları d a varm ış."
Zaten O dette, Sw an n'in keşfettiğini san dığı kabahatlerini
itiraf ettiğinde de, bu itiraflar, Sw an n'in eski şüphelerine son
verm ekten çok, yeni şü ph eler için çıkış noktası olu şturu yorlar­
dı. Ç ü nkü itiraflar hiçbir zam an şüphelere tam denk d ü şm ü ­
yordu. O dette itirafını yaparken m eselenin özü n ü tam am en ke­
sip atsa da, ayrıntılarda m utlaka Sw an n'in asla hayalinden ge­
çirm ediği, yeniliğiyle onu ezen ve kıskançlığına hedef olan m e­
selenin öğelerini değiştirm esin e im kân verecek bir şey b u lu n u ­
yordu. Üstelik bu itirafları unutam ıyordu artık. Ruhu onları bi­
rer ceset gibi sürüklüyor, bir kenara atıyor, sinesinde saklıyor­
du. Ruhu itiraflarla zehirleniyordu.
Bir keresinde O dette, Paris-M urcia G ün ü'n de, Forchevil-
le'in kendisini ziyarete geldiğin den bahsetti. "N asıl olur, o sıra­
lar Forcheville'le tanışıyor m u yd u n ? H a, evet, do ğru y a !" dedi
Sw ann, bilm ediği an laşılm asın diye son radan lafı çevirerek.
Birdenbire, O dette'ten hâlâ g ö zü gibi sak ladığı o m ektubu aldı­

380
ğı gü n , O dette'in belki d e Forcheville'le birlikte La M aison
d 'O F a öğle yem eğine gitm iş o ld u ğu şü ph esi içini kem irm eye
b aşladı. O dette bunu yem inlerle inkâr etti. Sw ann, "H alb u k i La
M aison d'O r, bana do ğru olm adığını öğrendiğim bir şeyi hatır­
latıyor," d ed i O dette'i korkutm ak için. "Evet, senin beni Pré-
v o st'd a arayıp b u lam adığın gece, La M aison d 'O F d an çıktığım ı
söylem iştim san a, am a oraya gitm em iştim aslın d a," diye cevap
verdi O dette (Sw ann'in tavrından, bildiğini zannederek); ceva­
bındaki kararlılık, alaycılıktan çok çekingenlikten, belli etm eyi
gu ru ru n a yedirem ediği Sw ann'i kızdırm a kork usun dan ve
açıksözlü olabildiğini ona gösterm e arzu su n d an kaynaklanı­
yordu. Böylece, bir cellat sebatı ve gücüyle darbeyi indirdi, am a
acım asızlıktan eser taşım ıyordu, çünkü Odette, Sw an n 'a çektir­
d iğ i acının bilincinde değildi; hattâ gülm eye b aşlad ı, am a belki
u tan dığı, sıkıldığı zan n edilm esin diye gü lü y ord u d ah a çok.
"Evet, La M aison D orée'ye gitm em iştim , Forcheville'in evinden
çıkıyordum . P révost'ya sah iden gitm iştim , yalan değildi;
Forcheville'le orad a karşılaşm ıştık, o da gravürlerini gösterm ek
için evine davet etm işti beni. A m a sonra bir m isafiri gelm işti.
Ben de, sen kızarsın diye korkup La M aison d 'O F d an geldiğim i
söyledim sana. G ördü ğü n gibi aslın da senin hatırın için yalan
söylem iştim . D iyelim ki hata ettim, hiç değilse açık açık sö y lü ­
yorum . Paris-M urcia G ü n ü 'n de onunla öğle yem eği yem iş ol­
sam , san a niye söylem eyeyim , benim ne işim e yarayacak ? Ü ste­
lik o zam an lar ikim iz henüz pek sam im i sayılm azdık, d eğil mi
can ım ?" Bu balyoz gibi inen sözlerle bütün gü cü tükenen
Sw ann, bir an da çökm üş gibi bir ifadeyle gü lüm sedi. D em ek ki
kendisinin, fazlasıyla m utlu bir dönem o ld u ğu için asla d ü şü n ­
m eye cesaret edem ediği aylarda, O dette tarafın dan sev ild iği sı­
ralarda bile, O dette ona yalan söylem eye başlam ıştı! Yani O det­
te'in La M aison D orée'den çıktığını söylediği (ilk " cattleya y a p ­
tıkları" geceydi) o âna benzer, Sw ann'in hayalinden dahi geç­
m em iş bir yalanı gizleyen niceleri olm uştu kimbilir. O dette'in
bir gün kendisine söylediği şu sözleri hatırladı: "M m e Verdu-
rin'e elbisem in hazırlanm ası uzun sü rd ü derim , araba gecikti
derim , olur biter. Bir çaresi b ulunur elbet." H erhalde O dette'in
kendisine bir gecikm eyi, bir ran d evu n un saatin deki d eğişik liği

381
m azu r gösterm ek için yaptığı açıklam alardan b irçoğu d a, ken­
disi hayalinden bile geçirm ediği halde, O dette'in b aşk a biriyle,
"Svvann'a elbisem in hazırlanm ası uzun sü rdü derim , arab a g e­
cikti derim , olur biter, bir çaresi bulunur elbet," d em iş old u ğu
biriyle yaptığı bir program ı gizlem işti. Svvann, yalanların m u h ­
tem el ve karanlık varlığının her yere, en tatlı hatıralarına, O det­
te'in kendisine bir zam an lar söylem iş oldu ğu , kendisinin de
Tanrı kelam ı kabul ettiği en basit sözlere, kendisine anlattığı
bütün gün delik faaliyetlerine, en m utat m ekânlara, terzisinin
evine, Bois C ad d esi'n e, H ipodrom 'a sızm akta o ld u ğu n u h isse­
diyordu ; en ayrıntıyla anlatılm ış gün lerde bile, içine kim i faali­
yetlerin saklanabileceği boşluklar, aralıklar yaratan fazlad an bir
zam an vardı m utlaka; bu zam an say esin d e gizlenen yalanlar,
en çok üstün e titrediği şeyleri (en gü zel gecelerini, O dette'in
m uhtem elen hep söylediğinden farklı saatlerde girip çıktığı La
Perouse Sokağı'nın kendisini) kirletiyor, La M aison D oree'ye
ilişkin itirafı dinlerken d u y d u ğ u koyu dehşeti her tarafa dağıtı­
yor ve N inive'nin Ç ök ü şü 'n deki iğrenç hayvanlar gibi, y av aş
y av aş bütün geçm işini çökertiyordu. Şim di hafızası Svvann'a o
zalim La M aison D oree adını ne zam an fısıldasa, on dan k açm a­
ya çalışıyordu; am a dah a pek kısa bir süre öncesine kadar, ör­
neğin M m e de Saint-Euverte'in davetin de de o ld u ğ u gibi, çok­
tan kaybettiği bir m u tlu lu ğu hatırladığı için değil, yeni öğren­
diği bir felaketi hatırladığı için kaçm ak istiyordu şim di. D aha
sonra, La M aison D oree ad ı da, Boulogne O rm anı A d ası gibi,
zam anla Svvann'a acı verm ez oldu. Ç ünkü aşkım ız, kıskançlığı­
m ız d ed iğim iz şey, sürekli, bölün m ez ve tek bir tutku değildir.
Birbirini izleyen sayısız aşktan, farklı kıskançlıklardan oluşur;
bunların her biri gelip geçicidir, am a kesintisiz bollukları n ede­
niyle, devam lılık, bütünlük izlenim i uyandırırlar. Svvann'ın a ş­
kının canlı kalm ası, h epsi O dette'i hedef alan say ısız arzu ve
sayısız şüphenin ölm esine bağlıydı; kıskançlığının sad ak ati, bu
arzu ve şüphelerin sad akatsizliğin den olu şu yordu. U zun bir
süre O dette'i görm em iş olsaydı, ölü p gidenlerin yerine yenileri
gelm eyecekti. A m a O dette'in varlığı, Svvann'ın kalbine kâh sev ­
gi, kâh şü ph e tohum ları ekm eye d ev am ediyordu.
Bazı geceler O dette birden Svvann'a eskisi gibi iyi dav ran ı­

382
yor, bu iyiliğinden derhal yararlan m ası gerektiği, yoksa yıllarca
bir dah a tekrarlanm ayabileceği k on u su n d a sertçe uyarıyordu
onu; derhal O dette'in evine d ö n ü p "cattleya y ap m aları" gereki­
yordu; Sw an n 'a gü y a d u y d u ğ u bu arzu o k adar ani, o k adar
açıklanm az, o k adar bu yu rgan , ardın dan Sw an n'i okşayışları
d a o k adar gösterm elik ve tuhaf oluyordu ki, bu hoyrat ve
inandırıcılıktan u zak sevgi, Sw an n'i bir yalan, bir kötülük k a­
d ar ü züyordu. Yine O dette'in em ri üzerine onunla birlikte evi­
ne gittiği bir gece, O dette, öpücüklerinin arasın a her zam anki
so ğu k lu ğu y la çelişen tutkulu sözler sıkıştırdığı sırada, Sw ann
ansızın bir gü rü ltü işitir gibi oldu; kalkıp her yeri aradı, kim se­
yi b u lam adı, am a tekrar O dette'in yanına dönm eye cesaret ede­
m edi; bunun üzerine O dette öfkeden köpürerek bir vazoyu
parçalad ı ve "Seninle hiçbir şey yapılm az zaten !" dedi
Sw an n'a. Sw ann O dette'in, k ıskandırm ak ya da kızıştırm ak
am acıyla içeriye birini sak lam ış old u ğu şü ph esin den kurtula­
m adı.
A ra sıra O dette hakkında bir şeyler öğrenm e u m u du yla
randevuevlerin e gidiyor, am a orad a adını söylem eye d e cesaret
edem iyordu. "H o şu n u za gidecek bir kız var elim de," diyordu
çaça. Sw ann da bir saat boyunca, b aşk a bir şey yapm am asın a
şaşırıp kalan zavallı bir kızcağızla ü zgü n ü zgü n sohbet ediyor­
du. Bir keresinde, gencecik, çok gü zel bir kız, "B enim istedi­
ğim , bir d o st bulm ak; o zam an başk a kim seyle birlikte olm am ,
bana kesinlikle güvenebilir," d ed i Sw an n'a. Sw ann, "Sah i mi,
sence bir kadının, bir erkeğin sevgisin d en etkilenip onu hiç al­
d atm am ası m üm kün m ü ?" diye sord u heyecanla. "Tabii ki!
A dam ın a b ağlı!" Sw ann bu kızlara, L au m es Prensesi'nin h o şla­
n acağı türden sözler söylem ekten kendini alam ıyordu. Bir dost
arayan kıza, gülüm seyerek, "N e hoş, kem erinle aynı renkte m a­
vi gözler takm ışsın," dedi. "Sizin d e m anşetleriniz m avi. -B öyle
bir yerde ne güzel sohbet ediyoruz! Canını sıkm ıyorum ya? İşin
var m ıydı? -Yoo, isted iğin iz k ad ar vaktim var. C anım ı sıksaydı-
nız söylerdim . Tam tersine, sizi dinlem ek çok hoşu m a gidiyor.
-T eşekkür ederim . Tatlı tatlı sohbet ediyoruz, gö rd ü n ü z m ü ?"
dedi Sw ann içeri giren çaçaya. "Ya, ben de onu d ü şü n ü y ordu m .
'N e k adar u slu du ru yorlar!' diy ordu m kendi kendim e. Buyrun

383
bakalım ! Artık evim e sohbete geliniyor. Geçen gün prens de
söylü yordu , burası karısının salon u n dan dah a iyiym iş. Artık
yü k sek sosyete kadınları çok yapm acıkm ış, rezalet yani! N eyse,
ben sizi dah a fazla rahatsız etm eden gid ey im ." Ç aça dışarı çı­
kıp Svvann'ı m avi gözlü kızla yalnız bıraktı. A m a Sw ann az
sonra kalkıp kızla vedalaştı; kız ilgisini çekm iyordu, O dette'i
tanım ıyordu.
R essam bir ara rahatsızlanm ıştı, D oktor C ottard kendisine
bir den iz yolcu lu ğu tavsiye etti; m üritlerin birçoğu, onunla bir­
likte yolcu lu ğa çıkm ayı d ü şü n d ü ; Verdurin'ler d e yalnız k al­
m ay a razı olam ay ıp bir yat kiraladılar, sonra d a yatı satın ald ı­
lar; böylece O dette sık sık gem i yolculuklarına çıkar oldu.
O dette'in her gidişin den birkaç gün sonra, Sw ann on dan k o p ­
m ay a b aşladığın ı hissediyor, am a san ki bu m an evi m esafe,
m ad d i m esafeyle doğru orantılıym ış gibi, O dette'in d ö n d ü ğ ü ­
nü öğren d iği an da, onu görm eden edem iyordu. Bir keresinde,
bir ay süreceğini sandıkları bir yolcu lu ğa çıkm ışlardı; belki yol­
d a akıllarına esm iş, belki d e M. Verdurin karısını m em nun et­
m ek için her şeyi önceden gizlice ay arlayıp m üritlere adım
adım , yol aldıkça haber verm iş, sonuçta, Cezayir' den T unus'a,
o rad an İtalya'ya, ardın dan Y unanistan'a, sonra d a İstan bul'a
geçm işlerdi. Yolculuk yaklaşık bir yıldır dev am ediyordu.
Sw ann son derece huzurlu, neredeyse m u tlu ydu . M m e Verdu­
rin, piyan istle D oktor C ottard'ı ikna etm eye çalıştı: Piyanistin
teyzesi d e doktorun hastaları d a kendilerine katiyen ihtiyaç
du y m u y orlardı, üstelik M. Verdurin, P aris'te devrim in patlak
verdiğini kesin kayn aklardan öğrenm işti, M m e C ottard'ın ora­
ya dönm esi ihtiyatsızlık olu rdu; am a ne k ad ar u ğraştıy sa da
in andıram adı, İstan bul'da, piyanistle C ottard'lara özgü rlü k leri­
ni iad e etm ek zorun da kaldı. R essam d a onlarla birlikte döndü.
Bu dört yolcu P aris'e döndükten kısa bir sü re sonra, Sw ann bir
gü n L u xem b o u rg'a gitm ekte olan bir om n ibüse rastlayıp, orada
yapılacak bir işi old u ğu n d an , içine atlayıverm iş, k arşısındaki
koltukta, iki dirhem bir çekirdek, tüylü şap k ası, ipek elbisesi,
m an şon u, şem siyesi, kartvizit cüzdan ı ve tem izleyiciden gel­
m iş b eyaz eldivenleriyle, "g ü n " d o laşm ay a çıkm ış olan M m e
Cottard'ı bulm uştu. M m e C ottard bu am blem lerin hepsini k u ­

384
şanır, hava yağışlı d eğ ilse aynı sem tteki evlerin birinden öteki­
ne yürür, am a sonra, bir başk a sem te geçm ek için aktarm alı
om n ibüsü kullanırdı. İlk birkaç dakika boyunca, do ğal kadın
sevecenliği küçük b u rju va yapm acıklığını d elip geçinceye ka­
dar, ayrıca Svvann'a Verdurin'lerden bahsetm esinin do ğru olup
olm ayacağını da pek bilem ediğinden, M m e C ottard rahat bir
tavırla, ara sıra om n ibüsün patırtısında d u y u lam ay an ağır ak­
sak, yu m u şak sesiyle, bir gü n d e m erdivenlerini tırm andığı yir­
m i beş ev de d u y d u ğ u ve tekrarladığı k on uşm alardan bir derle­
m e sun du:
"Sizin gibi her şeyden haberdar birinin, M irlitons sergisin ­
de, P aris'i ay ağa kaldıran M achard portresini g ö rü p gö rm ediği­
ni sorm aya bile gerek d u y m u y oru m beyefendi. N e diyorsun uz
peki? T asvip edenlerden m isiniz, yoksa kınayanlardan m ı? Bü­
tün salon larda tek konu M achard'ın portresi; M achard portresi
hakkındaki fikrinizi belirtm edikçe, seçkin, nezih, m odern sayıl­
m ıyorsu n u z."
Svvann portreyi görm ediğini söyleyince, M m e C ottard onu
bu itirafa zorlam akla ayıp etm iş olm aktan korktu.
"Ya! H arika, hiç değilse açıkça itiraf ediyorsun uz,
M achard'ın portresini görm edin iz diye alçaldığınızı d ü şü n m ü ­
yorsunuz. Bence fevk alad e bir tutum . Ben gö rdü m portreyi;
farklı görüşler m evcut, bazıları biraz fazla özenli, biraz fazla
abartılı buluyor, bence m ükem m el. D ostu m u z Biche'in m avi-
sarı kadınlarına benzem iyor elbette. A m a size açıkça itiraf ede­
yim , beni çok geri kafalı b ulacaksınız am a, aklım dan geçeni ay­
nen söylüyorum işte: Ben Biche'in resim lerini anlam ıyorum .
Evet, kocam ın portresinin çok gü zel tarafları old u ğu n u kabul
ediyorum , diğerleri k ad ar garip bir portre değil, am a tutup m a­
vi bıyık yapm ış. O ysa M achard öyle m i ya! Biliyor m u su n u z, şu
an da bir arkadaşım ın evine gidiyoru m (böylece sizinle gö rü ş­
m e zevkini de tatm ış oldum ), kocası kendisine sö z verm iş,
A k adem i'ye seçilirse (doktorun m eslektaşlarındandır) Mac-
h ard 'a karısının portresini sip ariş edecekm iş. Rüya k adar güzel
bir proje tabii! Bir b aşk a hanım ark ad aşım var ki, LeloiPı tercih
ettiği idd iasın da. Bert kara cahilin tekiyim , Leloir daha da ü s­
tün bir sanatçı olabilir. A m a bana sorarsanız, bir portrenin,

385
özellikle de on bin franklık bir portrenin, her şey den önce aslı­
na benzer, hem d e hoş bir biçim de benzer olm ası gerekir."
M m e C ottard, uzun sorgu cu n dan , kartvizit cüzdanının
üzerindeki m arkasından, eldivenlerinin iç kısm ına tem izleyici­
nin m ürekkeple y azm ış old u ğu m inik rak am dan ve Sw an n'a
Verdurin'lerden bahsetm enin zo rlu ğu n dan esinlenen bu k on u ş­
m ayı yaptıktan sonra, om nibüsten ineceği Bonaparte Soka-
ğı'nın köşesine gelm elerine dah a çok vakit old u ğu n u görünce,
kendisine farklı sözler söylem esini tavsiye eden kalbinin sesini
dinledi.
"M m e V erdurin'le yaptığım ız yolculuk boyunca, kulakları­
nız hep çınlam ış olm alı beyefen di," dedi. "Sürekli sizden bah­
sed iy o rd u k ."
Sw ann çok şaşırdı, Verdurin'lerin yanında ism inin asla
an ılm adığını zannediyordu.
"Z aten ," diy e d ev am etti M m e Cottard, "M m e d e C recy de
bizim leydi, dah a fazla bir şey söylem eye gerek yok. O dette ne­
reye gid erse gitsin, uzun m ü d d et sizden bahsetm eden d u ra­
m az. Eh, kötülem ek için sö zü n ü zü etm ediği de aşikâr! N asıl
olur, şü ph en iz m i var?" dedi, Sw ann'in k u şku lu bir hareket
yaptığını görünce.
Sam im iyetle inandığı sözlerinin verdiği coşkuyla, ayrıca,
iki dostun birbirlerine b eslediği sev giden bahsederken kullanı­
lan bir kelim eyi hiçbir art niyet gü tm eden kullan arak haykırdı:
"O dette size tapar! O nun yanında size en u fak bir laf ede­
nin vay haline! M ahveder insanı! H er an, her yerde, m esela bir
tablo gö rd ü ğü m ü zd e , 'Ah! O b u rad a olsaydı, hem en söylerdi
gerçek olu p olm adığını. Bu işlerden onun k adar anlayan yok­
tur,' diyordu. Sürekli m erak içindeydi: 'Şu an da ne yapıyor aca­
b a? Biraz çalışsa bari! Bu k ad ar yetenekli bir insanın bu k adar
tem bel olm ası ne kötü.' (Affınıza sığın arak söylüyorum .) 'Şu
an da onu gö rür gibiyim , bizi düşün üyor, nerede o ld u ğu m u zu
m erak ediyor,' diyordu. H attâ bir keresinde çok hoşu m a giden
bir şey söyledi: M. Verdurin, 'Canım , ondan sekiz yü z mil
uzaktasınız, şu an da ne yaptığını nasıl görebilirsiniz?' diyordu.
Odette d e şöyle cevap verdi: 'Bir dostun gözü için hiçbir şey
im kânsız değildir.' Yemin ederim sizi poh poh lam ak için söyle­

386
m iyorum , O dette az bulunur, gerçek bir dostlu kla b ağlı size.
Ayrıca şu n u d a söyleyeyim , eğer bunu bilm iyorsanız, bilm eyen
bir tek siz kalm ışsınız. M m e Verdurin de son gün aynı şeyi sö y ­
lü yordu (biliyorsunuz ayrılık öncesinde sohbetler çok hoş
olur): 'O dette bizi sevm iyor dem iyorum , am a biz ne dersek d i­
yelim , M. Sw ann'in söyleyeceklerinin yanın da hiçbir hükm ü ol­
m az.' A m an Tanrım! Benim d u rağa geldik, sizinle gevezeliğe
d alıp Bonaparte Sokağı'n ı kaçırıyordum az kalsın... Bir zahm et
b ak ar m ısınız, sorgu cu m d ü zg ü n m ü acab a?"
M m e C ottard'ın m an şon u n dan çıkarıp Sw an n'a uzattığı
beyaz eldivenli eli, bir aktarm a biletiyle birlikte, om n ibüsün ta­
m am ına yayılan, tem izleyici k oku su yla karışık bir lü k s hayat
gö rü n tü sü n ü açığa çıkardı. Sw an n, içinin M m e C ottard'a ve ay ­
rıca M m e Verdurin'e karşı sev giy le d o lu p taştığını h issed iyo r­
d u (hattâ bu hanım lara O dette'i d e eklem ek m ü m kü n dü , çün­
kü O dette'e ilişkin d u y gu ları şim d i ıstıraptan arınm ış old u k la­
rından, aşk diye de tanım lanam azdı); M m e C ottard'ın, sorgu cu
h avad a, bir eliyle eteğini k aldırıp ötekinde şem siyesini ve m ar­
kası görünecek şekilde kartvizit cüzdanını tutarak, m an şon unu
ön ünde sallan dırarak B onaparte So k ağı'n d a kahram anca, d ü m ­
d ü z ilerleyişini du y gu lu gözlerle izliyordu.
M m e C ottard, kocasını g ö lg ed e bırakacak bir tedavi yete­
neğiyle, Sw ann'in O dette'e b eslediği m arazi d u y gu ları telafi et­
m ek için, onlara b aşk a, norm al birtakım d u y g u lar aşılam ıştı; bu
m innet ve dostluk d u y gu ları, Sw an n'in nazarında O dette'i d a ­
ha insani (bu du y gu ları Sw an n 'a b aşk a kadın lar d a esinleyebi-
leceğinden, diğer kadınlara dah a benzer) kılacak, onun eski
O dette'e, huzurlu bir şefkatle sevilen, bir gece, ressam ın evin­
deki bir davetin ardın dan Sw an n'i evine, Forcheville'le birlikte
portakal şerbeti içm eye çağıran, Sw an n'm bir arad a m utluluk
içinde yaşayabileceğini gö rür gibi old u ğu O dette'e nihai dö n ü ­
şü m ü n ü hızlandıracaktı.
Sw ann eskiden, ileride O dette'e âşık olm ayacağı günlerin
geleceğini sık sık d ü şü n ü p dehşete kapıldığı zam anlar, hep te­
tikte olacağına, aşkının kendisinden u zak laşm aya b aşladığın ı
hissettiği anda ona sarılıp gitm esine izin verm eyeceğine dair
kendi kendine ant içmişti. N e var ki, aşkının yo ğu n lu ğu n dak i

387
a /a lm a , aynı an da âşık olm aya d ev am etm e arzu su n u n yo ğu n ­
lu ğun da da bir azalm ayla çakışm aktaydı. Ç ünkü insan, eski
benliğinin du ygu larına boyun eğm eyi sürdürerek değişem ez,
yani başka birisine dönüşem ez. Bazen, O dette'in geçm işteki
m uhtem el âşıklarından biri olarak g ö rd ü ğ ü bir erkeğin ism ine
gazeted e rastlayıp kıskançlık hissinin tekrar k abard ığı oluyor­
du. A m a pek hafif bir kıskançlıktı bu ve Sw an n'a, onca acı çek­
tiği -a m a aynı zam an d a öylesine haz dolu d u y gu lar y a şa d ığ ı-
dönem i henüz tam am en geride bırakm adığını ve hayatın tesa­
düfleri say esin d e belki de bu dönem in güzelliklerini uzaktan
gizlice seyredebileceğini kanıtladığı için, tıpkı Venedik'ten ayrı­
lıp istem eye istem eye, asık suratla Fran sa'y a dönen Parisliye,
İtalya'nın ve yaz m evsim inin pek de o k ad ar u zakta olm adığını
kanıtlayan son bir sivrisinek m isali, bu kıskançlık da Sw an n'a,
h oş denebilecek bir heyecan veriyordu. A m a Sw ann çoğun lu k­
la, hayatının, geride bırakm akta old u ğu bu çok özel dönem ini
sürdürebilm ek için değilse de, en azın dan , henüz m üm künken,
bu dönem in açık seçik bir gö rü n tü sü n ü elde etm ek için bir çaba
gösterdiğin d e, artık bunun m üm kün olm adığını fark ediyordu;
ardın da bıraktığı bu aşkı, gö zd en kaybolacak olan bir m an zara­
ya b ak ar gibi görm ek istiyordu; am a aynı an da iki kişi birden
olm ak ve artık y aşam ad ığ ım ız bir du y gu n u n gerçeğe u ygun
gö rün tüsün ü canlandırm ak o k ad ar zor bir şey dir ki, çok geç­
m eden Sw ann'in zihni kararıyor, hiçbir şey görem ez oluyor,
bakm aktan vazgeçiyor, gö zlü ğ ü n ü çıkarıp cam larını siliyordu;
sonra, kendi kendine biraz dinlenm esinin dah a iyi olacağını,
dah a bol bol vakti old u ğu n u söylüyor ve tıpkı bir trende, ken­
disin i hızla m em leketinden, onca yıl y aşad ığ ı, son bir kere v e­
d alaşm ad an ayrılm am aya sö z verd iği m em leketinden uzak lara
götüren vago n da u yu m ak üzere şap k asın ı gözlerinin üzerine
indiren uykulu bir yolcu gibi, m eraksız bir u y u şu k lu ğa gö m ü ­
lüyordu. H attâ ancak F ran sa'y a vard ığın d a uyan an yolcu gibi,
Sw an n da, Forcheville'in esk id en O dette'in âşığı old u ğu n u te­
sad üfen , zah m etsizce öğrendiğinde, bu nu n kendisine hiçbir acı
verm ediğini, aşkın çok u zak lard a kalm ış o ld u ğu n u fark etti ve
aşkı temelli geride bıraktığı ânın habersiz y aşan m ış olm asına
üzü ld ü. Sw ann, O dette'i ilk kez öpm eden önce, O dette'in onca

388
zam an kendisine su n d u ğ u ve bu öp ücü ğü n hatırasıyla d eğ işe­
cek olan çehreyi hafızasına kaydetm ek istem işti; aynı şekilde,
kendisine aşk ve kıskançlık esinleyen, acılar çektiren, bir dah a
hiç görem eyeceği bu O dette'e de, hâlâ var old u ğu sırada, hiç
değilse kafasın da ved a etm ek isterdi.
A m a Sw an n yanılm ıştı. H iç görm eyeceğini san d ığı o Odet-
te'i, birkaç hafta son ra bir kere dah a gördü. U yu yord u, rü yasın ­
d a etraf alacakaranlıktı. M m e Verdurin, D oktor C ottard, kim ol­
d u ğ u n u bilem ediği fesli bir genç, ressam , O dette, III. N apoléon
ve bü yü kb ab am la birlikte, denizin kıvrım larını kâh çok yüksek,
dim dik bir u çu ru m dan , kâh sad ece birkaç m etre yüksekten iz­
leyen bir yo ld a yürüyorlar, sürekli yo k u ş tırm anıp yo k u ş aşağ ı
iniyorlardı; yo k u şu tırm anm akta olanlar, y o k u ş aşağ ı inenleri
gö zd en k ayb ediyord u, gü n ışığı giderek azalm ak taydı, sanki
bir an da her yeri koyu bir karanlık k aplay acak m ış gibiydi. A ra
sıra yüksek d algalar kıyıya çarpıyor, Sw ann yan ağın d a b u z gibi
bir serpinti h issed iyord u. O dette yanağını silm esini söylü yor­
du, Sw ann silm eyi becerem iyor ve hem bu yüzden , hem d e ü s­
tünde gecelik o ld u ğ u için, O dette'ten utanıyordu. Kıyafetinin
karanlıkta fark edilm eyeceğini u m u yordu , am a M m e Verdurin
uzun m ü d d et şaşkın bakışlarını Sw an n 'dan alam adı; Sw ann bu
süre zarfında M m e Verdurin'in yüzün ün şekil değiştirdiğini,
burnunun u zad ığın ı ve p o s bıyıkları o ld u ğu n u gördü. D önüp
O dette'e baktı; O dette'in yü z hatları y orgu n d u , solgu n
yanakların da m inik kırm ızı sivilceler, gözlerinin altında m or
halkalar vardı, am a Sw an n 'a sev gi dolu , gö zy aşı dam laları gibi
k o p u p Sw an n'm üzerin e d ü şm ey e hazır gözlerle bakıyordu ve
Sw ann öyle bir sev gi h issed iyo rd u ki içinde, o an da O dette'i
alıp götürebilm ek isterdi. A nsızın O dette bileğini çevirip küçük
saatin e baktı ve "B enim gitm em lazım ," dedi; herkesle aynı şe­
kilde vedalaşıyor, Sw an n'i bir kenara çekip ak şam a ya d a bir
başk a gün nerede buluşacaklarını söylem iyordu. Sw ann so rm a­
ya cesaret edem edi; onun peşinden gitm ek isterken, O dette'ten
yana bile dönem eden , gü lüm seyerek M m e Verdurin'in bir so ­
rusunu cevaplan dırm ak zo ru n d ay d ı, am a kalbi feci şekilde çar­
pıyordu; O dette'ten nefret ediyordu, az önce öylesine sev d iği
gözlerini oym ak, p ü rü zlü , so lgu n yanaklarını ezm ek istiyordu.

389
M m e V erdurin'le birlikte tırm anm aya, yani ters yön d e yok uş
aşağ ı inen O dette'ten adım adım u zak laşm ay a dev am ediyor­
du. Bir san iye sonra, O dette gideli saatler geçm işti. R essam , III.
N ap o léo n 'u n O dette'in hem en ardın dan ortadan k ayb olm u ş ol­
d u ğ u n a dikkatini çekti Sw ann'in. "H erh alde araların da an laş­
m ışlard ı," diye ekledi; "kıyının biraz aşağ ısın d a bu lu ştular
m utlaka, am a ay ıp olm asın diye birlikte gitm ediler. O dette
onun m etresi." Sw ann'in tanım adığı delikanlı ağ lam ay a b aşla­
dı. Sw ann onu teselli etm eye çalıştı. "O d a haklı aslın d a," dedi,
delikanlının gözlerini k uru layıp rahat etsin diye fesini çıkara­
rak. "B en bunu kaç kere tavsiye ettim kendisine. Ü zülecek ne
var? O dette'i en iyi anlayabilecek erkek o." Sw ann bu sözleri
kendine söylü yordu , çünkü b aşta tanıyam adığı delikanlı da
kendisiydi; bazı rom ancılar gibi o da, kişiliğini iki kahram an
arasın da, rüyayı görenle k arşısındaki fesli genç arasın d a pay-
laştırm ıştı.
III. N ap o léo n 'a gelince, uzak bir çağrışım , baronun her za­
m anki y ü zü n d e küçük bir değişiklik, son olarak d a u zun kor-
donlu Légion d'honn eur nişanı, Forcheville'e bu ism i verm esi­
ne seb ep olm u ştu ; fakat aslında, rü yad ak i kahram an, tem sil et­
tiği ve hatırlattığı her şey bakım ından, Forcheville'di. Ç ünkü
Sw an n uyurken, noksan ve değişk en görüntülerden yanlış so ­
nuçlar çıkarıyordu; zaten u yk u d a geçici olarak öyle bir yaratıcı
gü ç kazan ırdı ki, kim i ilkel organ izm alar gibi, do ğru d an b ölü ­
nerek çoğalırdı; kendi avcunun ısısıyla bir b aşk a elin avcunu
şekillendirir, onu sıktığını zanneder, henüz bilincinde olm adığı
d u y g u ve izlenim lerden de, u yk u su n u n belirli bir n oktasında
aşkın a karşılık verecek veya Sw an n'i u yan dıracak olan şah sı or­
taya çıkarm ak üzere, m antıklı bir olaylar zinciri yaratırdı. Bir­
denbire her yer karanlığa gö m ü ld ü , alarm çanı çalındı, alevler
içindeki evlerden fırlayan in san lar koşarak geçtiler; Sw ann p at­
layan dalgaların ve g ö ğ sü n d e aynı şiddetle, kaygıyla çarpan
kalbinin sesini işitiyordu. A nsızın kalp atışları iki m isli hızlan­
dı, an laşılm az bir acı, bir bulantı hissetti; her tarafı yanıklarla
kaplı bir köylü, geçerken kendisine sesleniyordu: "G elin Char-
lu s'e sorun bakalım , O dette ark ad aşıy la geceyi noktalam aya
nereye gitm iş; C h arlus bir zam an lar onunla beraberdi, O dette

390
ona her şeyi söyler. Yangını onlar çıkarm ış." K endisini u yan dır­
m aya gelm iş olan od a hizm etkârıydı konuşan:
"B eyefendi, saat sekiz, berber geldi, bir saat sonra tekrar
u ğram asın ı sö yledim ."
A m a bu kelim eler, Sw an n'i sarm alayan uykunun dalgaları
arasın a n üfu z ettiklerinde, ancak su yu n dibindeki ışını bir g ü ­
neş gibi gösteren kırılm ayla bilincine ulaşabilm işlerdi; aynı şe­
kilde, az önce o uçurum ların dibin de alarm çanının tınısına bü­
rünen zil sesi de, yangın olayını do ğu rm u ştu . Bu arad a gözleri­
nin önündeki dekor u çu p gitti; gözlerini açtı, denizdeki bir d al­
ganın u zak laşan sesini son kez işitti. Yanağına doku n du . K u ­
ruydu. O ysa so ğu k su yu n tem asını ve tuz tadını hâlâ hatırlı­
yordu. Yataktan kalktı, giyindi. Berberi erken saatte çağırm ıştı,
çünkü bir gün önce, b ü y ü k b ab am a m ektup yazm ış, o gün öğle­
den sonra C om b ray'ye gideceğini bildirm işti. Sw ann, M m e de
C am brem eıün -esk id en M ile L eg ran d in 'd i- C om b ray'd e birkaç
gü n geçireceğini d u y m u ştu ; bu genç kadının çehresiyle onca
zam an dır gitm ediği köyün cazibesi h afızasın da birleşince, ni­
hayet Paris'ten birkaç gü n lü ğü n e ayrılm aya karar verm işti. Bizi
kim i in sanlarla karşılaştıran tesadüfler, onları sev d iğim iz za­
m anla çak ışm adığı için, o zam anın dışına taşarak, aşk b aşlam a­
dan önce ve bittikten sonra ortaya çıkabildiği için, dah a sonra
h o şu m u za gideceği k aderim izde yazılı olan bir insanın hayatı­
m ızd aki ilk görüntüleri, geriye bak tığım ızda bir uyarı, bir ke­
hanet niteliğine bürünürler. İşte Sw ann da, O dette'in, onu tiyat­
roda ilk gö rd ü ğü ve bir dah a göreceğini aklından bile geçirm e­
diği o geceki görün tüsün ü , sık sık bu şekilde hatırlam ıştı; G e­
neral d e Froberville'i M m e d e C am brem er'e takdim ettiği M m e
d e Saint-Euverte'in davetini de, şim di bu şekilde hatırlıyordu.
H ayatta o k ad ar çok şeyle ilgileniriz ki, belirli bir d u ru m da, he­
n üz m evcut olm ayan bir m u tlu lu ğu n tem eli atılırken, aynı sıra­
da, çektiğim iz bir acının doruk noktasına çıkm ası, oldukça sık
rastlanan bir durum dur. Şü p h esiz bu du ru m Sw ann'm başına,
M m e de Saint-Euverte'in evinden başka bir yerde de gelebilir­
di. H attâ kimbilir, belki o gece b aşk a bir yerde olsay dı, başka
m utluluklar, b aşk a kederler çıkacaktı k arşısına ve dah a sonra
geriye baktığında, onlar d a kaçınılm az görünecekti gözüne.

391
A m a Sw an n'a kaçınılm az görünen şey, y aşan m ış olandı ve
M m e de Saint-Euverte'in davetin e gitm eye karar verm iş olm a­
sını, n eredeyse kaderin bir işareti olarak gö rü y ordu ; çünkü h a­
yatın hayal gü cü zenginliğine hayran olm ak isteyen ve en arzu ­
lanır şeyin ne olacağını d ü şü n m ek gibi zor bir m eseleye uzun
süre y o ğu n laşam ayan zihni, o gece y aşad ığ ı ıstırapla henüz ak ­
lından geçm eyen, am a tohum ları atılan hazlar arasın d a zorun ­
lu bir bağlantı kuru yordu - bu ıstırabı ve bu hazları tartıya v u r­
m ak ise, Sw ann için im kânsız denecek k adar zordu.
N e var ki, u yan dıktan bir saat sonra, trende saçının b ozu l­
m am ası için berberine talim at verdiği sırada, rüyasını tekrar
d ü şü n d ü ve tıpkı rü yasın da yanı b aşın da hissettiği şekilde,
O dette'e ilişkin ilk izlenim i, bütün ayrıntılarıyla, tekrar gö zü n ­
d e canlandı; çökük yanaklarını, yorgun hatlarını, m or halkalı
gözlerini, -O d ette'e b eslediği kalıcı aşkı, ona ilişkin ilk izleni­
m inin uzun bir u n u tu şu haline getiren ve birbirini izleyen sevgi
dönem leri b o y u n ca- ilişkilerinin ilk günlerinden beri fark et­
m ed iği ve herhalde hafızasının da, o uyurken, o günlere gid ip
ilk izlenim lerini aradığı b ütün özelliklerini yeniden gördü. Ve
zam an zam an, artık kendini bedbah t hissetm ediği, bu arad a
ahlak düzeyinin d e d ü ştü ğ ü an larda ortaya çıkan o eski kaba
sabalığıyla kendi kendine haykırdı: "H ayatım ın onca yılını h as­
rettiğim , u ğru n a ölm ek isted iğim , en bü yü k aşkım ı y aşad ığ ım
kadın, aslında hoşu m a gitm eyen, tipim bile olm ayan bir k adın ­
m ış m eğer!"

392
Memleket İsimleri

İsim

U y k u su z gecelerim de hayalini k afam d a en sık canlandırdı­


ğım o d alar arasın d a, C om bray'nin taneli, çiçektozlu, yutulabilir
ve so fu bir h avası olan odalarına en az benzeyeni, Balbec'te,
G rand-H ötel de la P lage'dak i odam dı: R ipolin'le boyanm ış d u ­
varlarının arasın da, tıpkı m asm avi suyla do lu bir h avu zu n par­
lak duvarlarının arasın dak i gibi, tem iz, gök m avisi ve tuzlu bir
h ava solu n u rdu . O telin dekorasyonunu yapan Bavyeralı d ö şe­
m eci, her odayı aynı şekilde döşem em işti; benim odam ın üç
d u varı, cam lı, alçak kitaplıklarla kaplıydı ve döşem eci bunu
ön görm em iş olsa da, konum una b ağlı olarak her cam ın üzeri­
ne, değişk en den iz m an zarasının farklı bölüm leri yansıyor ve
böylece, üç d u v ard a, kitaplığın m aun raflarıyla bölünen, ışıltılı
bir den iz m an zaraları frizi oluşuyordu. D olayısıyla od am , "m o ­
dern ü slu p "ta k i m obilya sergilerinde gö rd ü ğü m ü z, içinde yata­
cak olan kişinin gö z zevkini ok şam ak üzere, odanın b u lu n d u ğu
m ekâna u ygu n konuların işlendiği san at eserleriyle bezenm iş
oda m odellerinden birini andırıyordu.
A m a zaten, bu gerçek Balbec'in kendisi de, benim hayalle­
rim deki Balbec'ten çok farklıydı; fırtınalı günlerde, Fran-
çoise'ın, beni C h am p s-E ly sees'ye götürürken, k afam a kiremit
d ü şm esin diy e d u v ar dibinden yürütm ediği ve inleye inleye
gazetelerdeki felaket haberlerini, batan gem i haberlerini anlattı­
ğı o en rü zgârlı günlerde, sık sık Balbec'i hayal ederdim . H ayat­

395
taki en b üyük arzum , den izde bir fırtına görm ekti; bu benim
n azarım da, gü zel bir görün tüden çok, doğan ın gerçek yaşan tı­
sının bütün çıplaklığıyla gö rü n d ü ğ ü bir andı; dah a d o ğru su ,
benim n azarım da güzel görüntüler, benim zevkim için yap ay
olarak düzenlenm em iş, kaçınılm az ve d eğ işm ez olduklarını bil­
d iğim görüntüler, yani d o ğ a m anzaraların ın ve yüce sanatın
güzellikleriydi. M erak ettiğim , öğrenm ek istediğim şeyler ise,
k endim den dah a gerçek old u ğu n u d ü şü n d ü ğ ü m şeylerdi; bana
b ü yü k bir dâhinin düşün cesini biraz olsun açıkladıkları için ya
d a kendi halindeki doğan ın , insan m ü dah alesi olm ad ığın d a or­
taya çıkan gü cü n ü ve zarafetini gösterdikleri için d eğ er verdi­
ğim şeylerdi. N asıl ki annem izi k aybetm işsek, onun fonografta
tek b aşın a din lediğim iz o gü zel sesi, bizi teselli edem ezse, ben
d e m ekanik bir fırtına taklidini, U lu slararası F u a /d a k i ışıklı fıs­
kiyeleri seyredercesine bir kayıtsızlıkla seyrederdim . Fırtınanın
tam am en gerçek olm ası için, kıyının da, yakın zam an d a b eledi­
ye tarafın dan in şa edilm iş bir m endirek değil, d o ğal bir kıyı ol­
m asını isterdim . Zaten d o ğa, içim de u yan dırdığı bütün d u y g u ­
lardan ötürü, insanların m ekanik icatlarının tam tersiym iş gibi
geliyordu bana. Bir d o ğa parçası insanların izini ne k adar az ta­
şıyorsa, benim ruhum un genişlem esine o k ad ar çok im kân tanı­
yordu. Balbec ism ini ise, "b atan gem ileriyle ünlü, yılın altı ayı
boyunca sisten bir kefene b ü rü n ü p dalgaların k öpü ğü n e gö m ü ­
len o kasvetli k ıyılara" çok yakın bir sahil old u ğu n u söyleyen
L egran din 'den du ym u ştu m .
"O ra d a," dem işti, "in san hâlâ, bastığı toprakların, gerçek­
ten d e Fransa'nın, A vrupa'nın, Eski D ünya'nın so n u old u ğu n u
hissediyor, hem de Finistere'dekinden çok dah a yoğu n bir bi­
çim de (hattâ p eş p eşe dikilen yeni oteller bile, yeryüzünün en
eski yapısını değiştirem iyor). O rası, d ü n ya k u ru ld u ğu n d an beri
h ep aynı şekilde, denizdeki sisin ve karanlıkların so n su z âle­
m iyle yü z yü ze yaşayan balıkçıların son lim anıdır."
Bir gü n C om b ray'de, en şid detli fırtınaları seyretm ek için
en u ygun yer olu p olm adığını öğrenm ek am acıyla, Balbec sah i­
linden M. Svvann'a söz ettiğim de, şu cevabı alm ıştım : "Balbec'i
bilm ez olur m uyum ! Balbec K ilisesi XII. ve XIII. yü zyıllarda y a­
pılmıştır, yine de yarı yarıya R om an san atı ü slubundadır, N or-

396
m an gotiğinin en ilginç örn eğidir belki de; o k adar değişiktir ki,
adeta İran sanatı d ersin iz." Benim o âna k adar hep ezelî d o ğ a ­
nın bir parçasın dan ibaret zannettiğim yerlerin, büyük jeolojik
olaylar dönem indeki halleriyle k orunduğunu -v e ortaçağdan
b alin alar k ad ar habersiz olan o vahşi balıkçılarıyla birlikte, ok­
y an u s gibi, Büyük Ayı gibi, insanlık tarihinin dışın da k aldığın ı-
zannettiğim yerlerin, birdenbire, Rom an sanatı dönem ini y a şa ­
yarak yüzyılların akışına girm esi çok hoşum a gitm iş, gotik
yoncaların, zam anı geldiğin de, tıpkı ilkbaharda k utu p karları­
nın ü zerin de yıldız yıldız açan narin, am a u zun öm ürlü bitkile­
rin çiçekleri gibi, o vahşi kayalıkları sü slediğini öğrenm ek, beni
çok sevindirm işti. N asıl ki gotik üslu p, o yerlere ve insanlarına,
dah a önce eksik olan bir belirginlik kazan dırıyorsa, onlar da
karşılığın da gotiğe bir belirginlik katıyorlardı. O balıkçıların or­
taçağd a nasıl yaşadıklarını, cehennem kıyılarındaki, ölüm fa-
lezlerinin eteğindeki bir n oktada toplanm ış bu insanların, çe­
kingen, beklenm edik toplu m sal ilişki denem esini k afam d a can­
lan dırm aya çalışıyordum ; gotik ü slu p da, onu hayalim de hep
yerleştirdiğim kentlerin dışın a çıkmıştı, bu ü slu b u n özel k oşu l­
larda, vahşi kayalıklardaki zarif bir çan kulesi görün ü m ü n de
nasıl yeşerip çiçek açtığını düşün ün ce, bana dah a canlı görün ­
m eye başlam ıştı. Beni Balbec'in en ünlü heykellerinin -y a ssı
burunlu, sırtları kam bu r havarilerle su n d u rm ad ak i M er­
y em 'in - röprodüksiyonların ı görm eye götürm üşlerdi; Bal-
bec'te, onların o so n su z, tuzlu sislerin içinden yükselişlerini g ö ­
rebileceğim i d ü şü n dü kçe, sevinçten nefesim tıkanıyordu. Şubat
ayının o fırtınalı, güzel gecelerinde, rüzgâr, -o d am ın şöm ine­
sin de ne k ad ar kuvvetli u ğu ld u y o rsa aynı kuvvetle sarstığı y ü ­
reğim e, bir Balbec seyahati hayalini ü fleyerek- gotik m im ari ve
den izde fırtına özlem lerini içim de bir araya getiriyordu.
H em en ertesi gün, dem iryolu şirketinin ilanlarında, tur
ilanlarında kalkış saatin i kalbim çarpm adan ok u yam adığım o
harika, cöm ert "b ir yirm i ik i" trenine binm ek istiyordum ; bu
tren, öğle sonrasının belirli bir noktasında enfes bir çatlak aç ı­
yorm uş gibi geliyordu bana; bu esrarengiz b aşlan gıç işaretin­
den itibaren yönünü değiştiren saatler, yine ak şam a ve ertesi
gün ün sabahına varıyorlardı, am a biz bu saatleri Paris'te değil,

397
trenin geçtiği yerlerden birinde görecektik; üstelik çeşitli yerler
arasın d a seçim yapm a şansına d a sahiptik, çünkü tren Ba-
y eu x'd e, C ou tan ces'ta, Vitre'de, Q uestam bert'de, Pontorson'da,
Balbec'te, L annion'da, Lam balle'de, Benodet'de, Pont-A ven'da,
Q u im perle'de duruyor, hiçbirinden vazgeçem ediğim den , arala­
rında bir tercih yapam ad ığım seçeneklerle, isim lerle d o lu p ta­
şarak bü tü n ihtişam ıyla ilerliyordu. H attâ annem le b abam izin
verseler, onu bile beklem eden, çabucak giyinip hem en o ak şam
yola koyulabilir, azgın denizin üzerin de şafak sökerken Bal-
b ec'e varabilir, dalgaların savrulan köpüklerinden kaçıp İran
ü slu b u n d ak i kiliseye sığınabilirdim . N e var ki, P ask alya'd an
bir sü re önce, annem le babam bana K uzey İtalya'da bir tatil v a­
at edince, en vahşi kıyılarda, kulelerinde deniz kuşlarının çığ­
lıkları yankılanan, falezler gibi sarp ve pü rü zlü kiliselerin yanı
b aşın d a, dört bir yandan savrulan ve giderek yükselen d a lg a ­
lard an b aşk a şey görm ek istem ediğim gün lerde bütün benliği­
mi k ap lam ış olan fırtına hayalleri, birdenbire silinerek, bütün
büyülerini kaybederek yerlerini bir b aşk a hayale, onların tam
zıd d ı olan ve ister istem ez kendisini zayıflatacakları için onları
d ışlayan , rengârenk bir ilkbahar hayaline bıraktılar: kırağı so ­
ğu ğ u n u n hâlâ iğne iğne battığı C om bray baharının değil, Fieso-
le kırlarını şim d iden zam baklarla ve dağlaleleriyle kaplayan ,
F loran sa'yı A ngelico'nun resim lerindeki fona benzer gö z k a­
m aştırıcı, yaldızlı bir fona oturtan ilkbaharın hayaline. O andan
itibaren, gü n eş ışığından, k okulardan ve renklerden başk a hiç­
bir şeyin değeri kalm adı gö zü m de; çünkü görüntülerin d e ğ iş­
m esi, arzularım ın d a çehresini değiştirm iş, du yarlılığım a - m ü ­
zikte bazen karşılaşılan ton değişiklikleri k adar an i- b am başka
bir ton getirm işti. D aha sonraları, m evsim in değişm esini bekle­
m eye gerek kalm adan, h avad aki b asit bir değişiklik, bende bu
geçişleri yaratm ak için yeterli olm aya başladı. Ç ünkü çoğun ­
lukla her m evsim de, b aşk a bir m evsim e ait, yolunu şaşırm ış
günler bulunur; bu günler, derhal ait oldukları m evsim leri k a­
fam ızda canlandırarak, bizi alıp o m evsim e götürerek, bize o
m evsim e h as zevklerin arzu su n u aşılarlar ve kurm akta o ld u ğ u ­
m u z hayalleri bölerek, parça parça birbirine eklenen M utluluk
takvim in de bir b aşk a bölüm e ait olan bu kopuk sayfayı, dah a

398
öne ya da arkaya yerleştirirler. Am a nasıl ki sağlığım ızın ya da
keyfim izin ancak tesad üfi ve epeyce kısıtlı bir yarar sağ lay ab il­
d iği birtakım tabiat olayları, bilim in hâkim iyeti altına girdikle­
rinde, yani bilim onları canı istedikçe yarattığında, biz de bu
olayları tesadüflerden b ağım sız olarak y aşayab ilm e fırsatını
b u lu rsak, bu A tlantik O kyanusu ve İtalya hayallerinin ortaya
çıkışı da, kısa bir süre sonra, m evsim ve zam an daki değişiklik­
lerin b oy u n d u ru ğu n d an kurtuldu. Artık bu hayalleri canlandır­
m ak için şu isim leri telaffuz etm em yeterliydi: Balbec, Venedik,
H oran sa; bu m ekânların içim de uyan dırdığı arzu, son u n da
isim lerin kendisin de toplanm ıştı. İlkbahar m evsim in de bile bir
kitapta Balbec ism ine rastlam ak, fırtınalara ve gotik N orm an
ü slu b u n a d u y d u ğ u m arzu yu u yan dırm aya yetiyordu; fırtınalı
bir gü n d e dahi, H o ran sa veya Venedik isim leri, gün eşi, zam ­
bakları, D üklük Sarayı'n ı ve Santa M aria del Fiore'yi arzu lam a­
m a yol açıyordu.
N e var ki bu isim ler, kentlerin bendeki hayalini daim a içle­
rinde barındırm akla birlikte, bu hayalleri dönüştürerek, benim
zihnim de ortaya çıkışlarını, kendi yasaların a tabi tutarak barın­
dırdılar; sonuç olarak, hayallerim i, N orm an diya ya da Toskana
kentlerinin gerçekte olabileceğinden hem dah a güzel, hem d a ­
ha farklı kıldılar ve hayal gü cü m ün keyfî m utluluklarını çoğal­
tarak, ileride yap acağım yolculukların d ü ş kırıklığını artırdılar.
D ünyanın belirli yerlerini dah a özel, dolayısıyla d ah a gerçek
hale getirdiklerinden, bu yerler hakkında k afam d a olu ştu rd u ­
ğu m fikri yücelttiler. O sıralar, zihnim de kentleri, m an zaraları
ve anıtları, aynı m alzem eden alm an çeşitli kesitler, hoş ya da
vasat resim ler olarak canlandırm az, her birini, diğerlerinden
özü n de farklı, ruhum un özlem d u y d u ğ u ve yararlı bilgiler ed i­
nebileceği bir bilinm ez olarak canlandırırdım . Tıpkı insanlar gi­
bi, her biri kendine ait bir isim le anılınca, iyice kendilerine has
oldular. Kelim eler bize nesnelerin açık seçik, bildik ve küçük
birer suretini sun arlar; tıpkı okullarda, çocuklara bir tezgâhın,
bir kuşun , bir karınca yuvasının ne oldu ğu n u öğretm ek üzere,
aynı türe ait şeyleri temsil eden birer örnek olarak duvarlara
asılan resim ler gibi. O ysa isim lerin bize su n du ğu insan surelle
ri -v e insanlar gibi ayrı ayrı bireyler olarak görm eye bizi alıştır
dıkları kent suretleri-, kullanılan yöntem in sınırlılığı yüzün den
veya dekoratörün keyfine u ygun olarak, yalnızca gök yü zü n ü n
ve denizin değil, teknelerin, kilisenin, insanların da m avi veya
kırm ızı old u ğu , tam am ı m avi veya kırmızı afişler gibi tekrenkli,
rengini isim lerden, isim lerin parıltılı ya da koyu tınısından
alan, bulanık resim lerdir. Parma Manastırı'x\ı o k u d u ğu m d an be­
ri gitm eyi en çok isted iğim kentler arasın da yer alan P arm a'nın
ism i, benim k ulağım a yoğu n , kaygan, eflatun ve huzurlu geld i­
ğinden, P arm a'd a m isafir edileceğim bir evden sö z edilse, kay­
gan, yoğun , eflatun ve huzurlu bir od ad a kalacağım ı d ü şü n ü p
sevinirdim ; içinde hiçbir hava dolaşım ı olm ayan, yoğu n Parm a
ism inden ve bu ism e yüklediğim Stendhal'e özgü huzurla m e­
n ekşe yan sım aların dan yola çıkarak hayal ettiğim bu oda, İtal­
ya'n ın herhangi bir kentindeki od alara benzem ezdi. F loran sa'yı
ise, sihirli rayihalarla dolu , çiçeğe benzeyen bir kent olarak d ü ­
şü n üy ordu m , çünkü ona Z am baklar Şehri den iyordu ve k ated­
ralinin adı d a Santa M aria del Fiore1 idi. Balbec'e gelince, o, tıp­
kı içinden çıktığı toprağın rengini koruyan eski bir N orm an
çöm leği gibi, u n u tu lm u ş bir geleneği, bir feodal hakkı, bir yerin
eski statü sü n ü tasv ir eden ve o kuraldışı heceleri oluşturan eski
bir telaffuz şeklini canlandıran isim lerdendi; oraya vard ığım da,
bana sü tlü kahvem i verip sonra da kilisenin önündeki azgın
denizi seyretm eye götürecek olan, ortaçağ halk hikâyelerindeki
kahram anların kavgacı ve haşm etli görün üm ünü yakıştırdığım
hancının k on u şm asın d a bile, bu eski telaffuzu bu lacağım dan
em indim .
Sağlığım d ü zelse ve annem le babam , Balbec'te tatil y a p m a­
m a, ya d a en azın dan N orm an diya'n ın veya Bretanya'nın m i­
m arisiyle, m an zaralarıyla tanışm ak am acıyla, hayalim de d efa­
larca bindiğim "b ir yirm i ik i" trenine bir kerecik binm em e izin
verseler, en güzel kentleri seçip onları gezm ek isterdim ; am a bu
kentleri birbirleriyle ne k ad ar k ıyaslasam da, birbirinin yerini
tutm ası im kânsız, ayrı ayrı insanlar arasın da bir seçim y ap ıla­
m ayacağı gibi, onlar arasın da d a bir seçim yapam ıyordu m : asil,
kırm ızı dantelleri ve son hecesindeki eskim iş yaldızın aydınlat­
tığı çatısıyla, dim d ik Bayeux; eski vitrayları, sonun daki incelt-
1 Italyancada "çiçek" anlamına gelen kelime.

400
m e tarafından siyah ah şap b ak lavalarla kafes kafes bölünen
Vitré; yu m u rta k abuğu sarısın dan inci grisine u zan an bir yelp a­
zedeki beyazlığıyla tatlı Lam balle; yağlı ve sararm ış son harfi
say esin d e tereyağından bir kuleyle taçlanan N orm an katedrali
C outances; köyün sessizliğin d e yolcu arabasının sesiyle onu ta­
kip eden sineğin vızıltısı işitilen Lannion; bu şairane nehir yer­
leşim lerinin yoluna serpiştirilm iş beyaz tüyler ve sarı gagalar
olan, sa f ve kom ik Q uestam bert ve Pontorson; nehrin adeta yo­
su n larla birlikte k apıp götürm ek istediği, palam arı ü stün körü
b ağlan m ış Benodet; Pont-Aven: hafif bir hotozun, h avalan ıp gi­
den ve kanalın yeşil su y u n d a titrek titrek yansıyan, pem beli be­
yazlı kanadı; ortaçağdan beri şırıl şırıl akan nehirlerin arasına
sıkıca bağlan m ış ve vitraylı b ü yü k bir pencerede, kararm ış g ü ­
m üşten kör kazı kalem lerine dönüşen gü n eş ışınlarının, örüm ­
cek ağlarının arasın da çizdiği külrengi resim ler gibi, incilerle
sü slen m iş Q uim perlé.
Bu suretlerin yanıltıcı olm alarının bir b aşk a sebebi de, m ec­
buren çok basitleştirilm iş im geler olm alarıydı; m uhtem elen,
hayal gü cü m ün bütün beklentisini, duyularım ın o an d a bir haz
d u y m ad an , eksik algılad ığı her şeyi, isim lerin sığın ağın a k ap a­
m ıştım ; içlerinde çeşitli hayaller biriktirdiğim bu isim ler, şim di
arzularım ı m ıknatıs gibi çekm ekteydiler; ne var ki isim ler o k a­
d ar u çsu z bucaksız değildirler; bir ism e, kentin başlıca "ilgin ç
özellikleri"nden ikisini, üçünü sığdırabiliy ordu m çok çok, on­
lar d a balık istifi diziliyorlardı; sayfiye yerlerinde satılan büyü-
teçli kalem likleri hatırlatan Balbec ism inin içinde, İran ü slu b u n ­
da bir kilisenin etrafında kabaran d algalar görüy ordu m . H attâ
belki basitleştirilm iş im geler olm aları, bu görüntülerin ü zerim ­
d e hâkim iyet kurm asının bir b aşk a sebebiydi. B abam bir yıl
P askalya tatilinde bizleri Venedik ve H oran sa'ya gönderm eye
karar verince, norm al olarak bir kenti oluşturan öğeleri H oran ­
sa ism ine sığdıram adım ve G iotto'nun dehasının özü o ld u ğu n u
d ü şü n d ü ğ ü m şeyi, birtakım bahar kokularıyla dölleyerek, tabi-
atüstü bir şehir yaratm ak m ecburiyetinde kaldım . H oran sa is­
mi -b ir ism e b üyük bir alan sığdırılam adığı gibi u zu n bir süre
de sığdırılam adığı için - G iotto'nun aynı kişiyi iki ayrı an da, bir
yatağın d a yatarken, bir d e atına binm eye hazırlanırken gö ste­

401
ren kimi resim leri gibi, en fazla iki bölm eye ayrılabiliyordu.
Bölm elerin birinde, bir sayvan ın altın daydım ve tozlu, eğik, g i­
derek ilerleyen, sabah gün eşin den bir perdenin yarı yarıya ört­
tü ğü bir freske bakıyordum ; öteki b ölm edeyse, (erişilm ez birer
ideal gibi değil, içine dalacağım gerçek birer ortam gibi g ö rd ü ­
ğü m isim lere hapsettiğim , henüz yaşan m am ış, el d eğm em iş ve
sa f hayat, en som ut hazlara, en basit sahnelere bile prim itiflerin
eserlerindeki cazibelerini k azan dırdığın dan ) fulyalarla, n ergis­
lerle, dağlaleleriyle d o lu p taşan Vecchio K ö p rü sü 'n d e -ö ğ le ye­
m eğin d e beni bekleyen m eyvelere ve Chianti şarabına bir an
önce k avu şm ak için - hızlı hızlı yürüyordum . İşte (hâlâ Paris'te
old u ğu m halde) gördüklerim , etrafım ı çevreleyen şeyler değil,
bunlardı. En basit ve gerçekçi bir açıdan b ak ıldığın da bile, git­
m eyi isted iğim iz m em leketler, gerçek hayatım ızda, fiilen b u ­
lu n d u ğu m u z m em leketten hep çok dah a geniş bir yer kaplar.
M uhtem elen, o sıralarda, "F lo ran sa'y a, P arm a'ya, P iza'ya, Ve-
n edik'e gitm ek" kelim elerini söylerken zihnim den geçenlere bi­
raz dah a dikkat etm iş olsam , h ayalim de gö rd ü ğü m şeyin kati­
yen bir kent olm adığını, bütün hayatı kış akşam ü stü lerin den
oluşan bir insanlık için, bir ilkbahar sabah ı, ne görülm edik bir
m ucize olursa, o k adar h ariku lade ve benim bütün bildiklerim ­
den o k ad ar d eğişik bir şey o ld u ğu n u , kendim de fark ederdim .
N asıl ki bir ezgi, bir m otif, op eraya sad ece librettoyu okum akla
tasav vu r edem eyeceğim iz, hele tiyatro binasının dışın d a bekle­
yip geçen dakikaları saym ak la hiç bilem eyeceğim iz, farklı bir
şey katarsa, benim günlerim i ve gecelerim i d oldu ran bu ger­
çekdışı, sabit ve hiç d eğişm ey en görüntüler de, hayatım ın
(olayları sadece dışarıdan gören, yani hiçbir şey görm eyen bir
gözlem cinin diğerleriyle karıştırabileceği) bu dönem ini, önceki
dönem lerden farklı kıldı. Ayrıca, sad ece nicelik açısından bakıl­
dığın da bile, hayatım ızın her gü n ü eşit değildir. Benimki gibi
biraz sinirli m izaçlar, günleri katetm ek için, otom obillerdeki vi­
tesler gibi, farklı hızlarla donatılm ışlardır. T ırm anm ası m üthiş
uzun süren, yok uşlu , zahm etli gün ler vardır, şarkı söyleyerek,
süratle aşağ ı k ayd ığım ız inişli günler vardır. Bende bir insana
duyulan aşk k adar kişisel bir arzu uyan dıran H oran sa, Venedik
ve Piza görüntülerini, hiç bıkılm ayan bir ezgi gibi tekrar tekrar

402
zihnim de canlandırdığım o bir ay boyunca, hep benden b ağım ­
sız bir gerçekliğe tekabül ettiklerine inandım ve onlar say esin ­
de, ilk dönem H ıristiyanlarının, cennete girm eden hem en önce­
ki beklentileri k adar güzel bir um ut yaşadım . Bu yü zden de,
du y ularla algılan m ış olm ayıp tahayyülle o lu ştu ru lm u ş -y en ili­
ği sebebiyle d u y u organları için iyice kışkırtıcı o lan - bir şeyi
görm ek, ellem ek, du y ularla tanım ak isteğinin, ü zerin de d u r­
m adığım çelişkisine rağm en, arzu m u en çok alevlendiren şey,
bu görüntülerin gerçekliğini bana hatırlatan şeylerdi, çünkü ar­
zu m u n tatm in edileceğine dair birer vaattiler. C oşku n lu ğu m ,
gerekçesi san atsal hazlara d u y d u ğu m arzu o ld u ğu halde, este­
tiğe ilişkin kitaplardan çok, k ılavuz kitaplarla, en çok d a dem ir­
yolları tarifesiyle besleniyordu. Beni heyecanlandıran şey, ha­
y alim de yakın am a erişilm ez olarak gö rd ü ğü m bu Floransa
kentine, kendi içim deki yoldan u laşm ak im k ân sızsa eğer, dah a
uzun, dolam baçlı bir yoldan, "k aray o lu "y la ulaşabileceğim d ü ­
şüncesiydi. H iç şü ph e yok ki, kendi kendim e Venedik'in,
"G iorgion e'nin okulu, Tiziano'nun evi, ortaçağ konut m im arisi­
nin en zengin m ü zesi" oldu ğu n u tekrarlam ak suretiyle, görece­
ğim şeyi yücelttiğim de, m utlu oluyordum . Yine de, bir iş için
so k ağ a çıktığım da, birkaç m evsim siz bahar gün ünün ardın dan
tekrar b astıran (genellikle K utsal H afta'da C om b ray'ye gittiği­
m izde karşılaştığım ız) kış so ğ u ğ u yüzün den , hızlı hızlı yü rü r­
ken -b u lv arlard a, kestane ağaçlarının su gibi sıvı haline geçm iş,
don d uru cu bir h avayla sarm alan m ış oldu ğu n u , fakat buna rağ­
men, cesaretlerini kırm adan giyinip k uşan m ış dakik m isafirler
gibi, so ğu k havanın kısırlaştırıcı gü cü yle b ü yü m esi engellenen
am a frenlenem eyen, don m u ş kütleler halindeki kaçınılm az ye­
şilliklerini biçim lendirm eye, yu varlam aya başladıklarını gö rü n ­
c e- Vecchio K öprü sü 'n iin şim diden süm büllerle, dağlaleleriyle
k aplan dığını, Büyük K anal'ın, Tiziano'nun resim lerinin hemen
dibinde k araya çarpan dalgalarının, bahar gü n eşi say esin de
resim lerle rekabet edebilecek derinlikte bir m aviye ve asil Dıı
züm rüt yeşiline b ü rü n d ü ğü n ü d ü şü n d ü ğü m d e, dah a d a m utlu
oluyordum . Bir yandan barom etreye b akıp so ğu k tan yakm an
b abam , bir yandan d a hangi trenlerin bize en u ygu n olacağını
araştırm aya b aşlad ığın d a, sevincim den yerim de d u ram az ol­

403
du m , çünkü öğle yem eğinden sonra o köm ür karası laboratu-
vara, çevresindeki her şeyi dönüştürm ekle yü k ü m lü o sihirli
o d ay a girm ek suretiyle, ertesi sabah "akiklerle bezenm iş, zü m ­
rütlerle d ö şen m iş", m erm er ve altından oluşan şehirde uyanıla-
bileceğini kavram ıştım . D em ek ki, hem o, hem d e Z am baklar
Şehri, sad ece isted iğim izde h ayalim izde canlandırdığım ız kur­
g u sa l resim ler değillerdi, Paris'ten belirli bir uzaklıkta -on ları
görm ek istiyorsak m utlaka katetm em iz gereken bir m esafed e-,
yeryü zü n ü n belirli ve tek bir n oktasında m evcuttular, kısacası,
gerçektiler aynı zam anda. Babam , "Son uç olarak, nisanın
20'sin den 29'una k adar Venedik'te kalıp P askalya sabah ı Flo-
ran sa'y a varabilirsin iz," diyerek, her iki şehri de, hem soyut
U zay 'd an , hem de sadece bir tek seyahati değil, aynı an da bir­
çok seyahati içine sığdırdığım ız, birer ihtim alden öteye gitm e­
dikleri için fazla d a h eyecan lan m adığım ız hayalî Z am an 'd an
-k en d i kendini yeniden üretebildiği için, bir şeh irde geçirdik­
ten sonra bir başk a şehirde tekrar yaşayab ileceğim iz Za-
m a n 'd a n - çekip çıkardığında ve bu şehirlere, kullanılınca tüke­
nen, geri gelm eyen, bir yerde geçirm işsek tekrar b aşk a bir yer­
de y aşay am ay acağım ız ve bu yü zd en de, ne için kullan ılm ışlar­
sa, onun gerçekliğini belgeleyen, belirli ve tek tek gün ler tahsis
ettiğinde, bu şehirlerin gö zü m deki gerçekliği dah a d a arttı;
kubbelerini ve kulelerini, düşün ülebilecek en heyecanlı g e­
om etri say esin d e kendi hayatım ın fonuna yerleştireceğim bu
iki Kraliçe şehrin, henüz var olm adıkları zihinsel zam an dan
çıktıklarını ve tem izleyicinin, üzerine m ürekkep d ö ktü ğü m be­
y az yeleğim i geri getireceği pazartesi gü n ü b aşlay an haftaya
d o ğru yöneldiklerini h issediyordum . Ü stelik dah a sevincim in
d o ru ğu n a varm am ıştım bile; o noktaya u laşm am , (yani gelecek
hafta, P askalya'nın hem en öncesinde, G iorgione fresklerinin
yan sım asıyla kızıla boyanm ış, ayak seslerinin yankılan dığı Ve­
nedik sokakların da gezinen kişinin, onca u yarıya rağm en h ay a­
lim de canlandırm aya dev am ettiğim şekilde, "d ö k ü m lü kanlı
paltolarının altında tunç parıltılı zırhlarıyla den iz gibi haşm etli
ve korkunç" ad am lard an biri değil, b izzat ben olabileceğini,
gö rdü ğü m o b ü yü k San M arco fotoğrafının üzerine çizilm iş,
sun durm aların ön ünde m elon şap k asıy la du ran m inik şah siy e­

404
tin ben olabileceğini nihayet k avram am ) babam ın şu sözleri sa­
yesin de gerçekleşti: "B ü y ü k K an al'd a hava hâlâ soğuktur, her
ihtim ale karşı b avu lun a kışlık pardösü n le kalın ceketini de koy­
san iyi edersin ." Bu sözleri duyun ca adeta kendim den geçtim;
o âna k adar im kânsız zannettiğim bir şeyi, gerçekten, o "H int
O ky an u su 'n d aki resifleri hatırlatan am etist kayalarının " arası­
na gird iğim i hissettim ; gü cü m ü aşan , inanılm az bir jim nastikle,
işe yaram az bir k ab u ğu ü stü m d en atarcasına, odam ın beni çev­
releyen h avasın dan k urtu ldu m ve onun yerine, hayal gücüm ün
Venedik ism ine hapsettiği, rü yalard aki atm osfer k ad ar kendine
has, kelim elerle an latılam ayacak, den iz kokan Venedik h avası­
nı koydu m ; m ucizevi bir şekilde bedenim den sıyrılm akta o ld u ­
ğu m u hissettim ; hem en ardın dan , boğazım ızı adam akıllı ü şü t­
tü ğü m ü zd e hissettiğim iz o belli belirsiz k u sm a isteğine k apıl­
dım ve yüksek ateşle y atağ a yatırıldım ; ateşim bir türlü d ü ş­
m ek bilm ediğinden, doktor, o sırad a H oran sa ve Venedik'e git­
m ek şöyle du rsu n , tam am en iyileştikten sonra da, en az bir yıl
boyunca, en u fak bir seyahatten ve heyecandan bile kaçınm am
gerekeceğini bildirdi.
Ve ne yazık ki, Berm a'yı izlem ek üzere tiyatroya gitm em i
de kesinkes y asak ladı; oy sa Bergotte'un dâhi diye nitelediği o
yüce sanatçı say esin de, belki gidem ed iğim H oran sa ve Venedik
kadar, gidem eyeceğim Balbec k ad ar önem li ve gü zel bir şeyle
tanışır, avun u rdu m . A nnem le b abam , beni her gün bir refakatçi
eşliğinde C h am p s-E ly sees'ye gönderm ekle yetindiler m ecbu­
ren; yorulm ayayım diye b an a g ö z kulak olm akla yü k ü m lü kişi,
Leonie H alam ın ölü m ün den sonra bizim hizm etim ize girm iş
olan Françoise'dı. C h am p s-E ly sees'ye gitm ekten nefret ediyor­
dum . Bergotte bir kitabında C h am p s-E lysees'den b ahsetm iş ol­
sa, "k o p y a "sı önceden hayal gü cü m e so ku lm u ş her şey gibi,
orayı d a görm ek isterdim m utlaka. H ayal gü cü m bu kopyaları
ısıtıyor, yaşatıyor, onlara bir şahsiyet k azan dırıyord u ve o z a ­
m an bu kopyaların gerçeğini de görm ek istiyordum , oy sa bu
parkta hayallerim le bağlantılı hiçbir şey yoktu.

Bir gü n , her zam an k i yerim izde, atlıkarıncanın yan ın da sı­


kıldığım için Françoise beni gezm ey e -e şit aralık larla d izilm iş

405
k üçü k kalelerinde şekerci kadınların nöbet tu ttu ğu sınırın öte­
sin e-, yüzlerin aşin a olm adığı, keçi arab asın ın geçtiği, kom şu ,
am a yaban cı bölgelere gö tü rm ü ştü ; F rançoise son ra eşyaların ı
alm ak üzere, sık defne ağaçlarının yakın ın daki isk em lesin e
d ö n m ü ştü ; ben onu beklerken, bir u cu n d a heykelli h av u z b u ­
lun an, gü n eşten sararm ış, k u ru m u ş çim enlikte oy alan ıyo rdu m
ki, ağaçlı yo ld an bir kız, bir yan dan p alto su n u giy ip raketini
kolun a kıstırarak, h avu zu n ön ünde b adm in ton oyn ayan kızıl
saçlı bir kıza, sertçe seslen di: "H oşçak al G ilberte, ben g id iy o ­
rum , u n u tm a, bu ak şam yem ekten sonra san a g e liy o ru z." Ya­
n ım d an geçip giden bu G ilberte ism i, hakkında k on u şu lan biri
gibi onu ad lan d ırm ak la k alm ay ıp d o ğ ru d an ken disin e seslen ­
diğ i için, ait o ld u ğ u kişinin varlığını d ah a d a canlı kılıyordu;
yan ım d an , adeta hareket halinde, h a v ad a çizd iği eğri say esin ­
d e ve h edefe yaklaştıkça artan bir gü çle geçti; yön eld iği kişiye
ilişkin, benim değil, ona seslenen ark ad aşın ın sah ip o ld u ğ u
bü tü n bilgileri, k avram ları d a yan ın da taşıdığın ı h issed iy o r­
du m ; ark ad aşın ın onu telaffuz ederken hatırlad ığı, en azın dan
h afızasın d a saklı bu lu nan , ikisinin gü n d elik yakınlıklarına,
birbirlerinin evine gid iş gelişlerine ilişkin her şeyi, bu talihli
kızın bir h aykırışla h avay a atıverdiği, benim d e ğ d iğ im am a
içine girem ediğim , bu kız için son derece tanıdık ve rahat ol­
d u ğ u n d an b an a iyice u laşılm az gelen ve acı veren b ütün o bi­
linm ezliği beraberinde taşıyordu ; M ile Svvann'ın hayatının g ö ­
rü n m ez birkaç noktasına değerek, ön ü m ü zdek i gecenin, ak ­
şam yem eği so n rasın d a onun evin d e geçecek saatlerin e u sta ­
lıkla d o k u n arak açığa çıkardığı rayih ayı, içinden geçtiği h av a­
d a d o laştırıyo rd u ; çocukların ve hizm etçilerin o rtasın d a ilahi
bir yolcu yu an dıran, P o u ssin 'in gü zel bir bahçesinin ü stü n d e
d o laşıp , atlarla, arab alarla d o lu bir op era b u lu tu gibi tanrıların
h ayatın dan bir gö rü n tü y ü b ütün ayrıntılarıyla yan sıtan y u v ar­
lak b u lu tlara benzer, zarif renkli, k üçü k bir b u lu t olu ştu ru y o r­
du ; ve nihayet, kırpık otların üzerine, aynı an d a hem k u ru m u ş
bir çim enlik, hem d e (m avi so rgu çlu bir m ü rebbiye kendisin i
çağırın caya k ad ar oyu nu n a d ev am eden) sarışın badm in ton
oy u n cu su n u n öğle so n rasın d a bir an olan belirli bir n oktaya,
siğilo tu renginde, bir ak is gibi elle tu tu lm ası im kânsız, hariku-

406
İade bir şeridi, halı gibi serdi; ben bu şerid in üzerin de özlem le
dolu , sa y g ısız adım larla d o laşm ay a d o yam azk en , Françoise,
"H a d i bak alım , p alto n u zu ilikleyiverin d e gidelim hele," diye
b ağırdı ve ilk defa, canım sık ılarak fark ettim ki, Françoise'ın
k on u şm ası çok b ay ağ ıy d ı ve heyhat, şap k asın d a m avi sorgu cu
d a yoktu!
A caba C h am p s-É ly sées'ye tekrar gelecek m iydi? Ertesi gün
gelm edi, am a dah a sonraki gün ler gö rd ü m kendisini; onun kız
ark adaşlarıy la oyun oy n adığı yerin etrafında d o laşıp du ru yor­
du m , hattâ bir keresinde, esir alm aca oynarken bir kişi eksik
kalınca, onların takım ını tam am lar m ıyım diye sord u bana ve
ondan sonra, onun geld iğ i gü n lerde daim a birlikte oyun oyna­
dık. A m a her gü n gelm iyordu; dersleri, din dersi veya bir ak şa­
m üstü kahvaltısı yüzün den , biri C om b ray'deki p atik ada, öbürü
de C h am p s-E ly sées'nin çim enleri ü zerin de olm ak üzere iki ke­
re, G ilberte adın da y o ğu n laşm ış halde, bana acı vererek yanım ­
dan geçm iş olan, benim kinden ayrı hayatı nedeniyle gelem edi­
ği günler oluyordu. Böyle günleri, kendisini görem eyeceğim izi
söyleyerek önceden haber veriyordu; dersleri yüzün den gele­
m eyecekse, "N e sıkıcı, yarın gelem eyeceğim , siz hepiniz bensiz
eğleneceksiniz," diyor, ü zg ü n d u ru şu beni biraz teselli ediyor­
du; buna karşılık, bir çay partisin e davetliyse, ben d e bunu bil­
m eden oyun oynam aya gelip gelm eyeceğini so rm u şsam ,
"U m arım gelm em ! U m arım annem izin verir de ark ad aşım a gi­
derim ," diye cevap veriyordu. H iç değilse böyle günlerde, onu
görem eyeceğim i önceden biliyordum , oy sa bazı günler, annesi­
nin aklına esiyor, onu alışverişe gö tü rü yo rdu , o zam an, ertesi
gün gö rü ştü ğü m ü zd e, son derece d o ğ al bir şey m iş gibi, bir b aş­
kası için, başın a gelebilecek en b ü yü k felaket değilm iş gibi,
"H a, evet, annem le birlikte çıktık," diyordu. Bir de, yağm u rdan
kendi adın a korkan m ürebbiyesinin onu C h am ps-É lysées'ye
getirm ek istem ediği yağışlı gü n ler vardı.
İşte bu yüzden, gö k yü zü n ü n kararsız o ld u ğ u günlerde sa­
bahtan itibaren du rm ad an g ö ğ ü yoklar, bütün önbelirtileri dik ­
kate alırdım . K arşı ap artm an dak i kadını pencerenin önünde,
şapkasın ı başın a takarken görsem , "K arşıd ak i hanım so k ağa çı­
kıyor, dem ek ki dışarı çıkılabilecek bir hava var; bu hanım çıkı­

407
yorsa G ilberte niye çıkm asın ?" diye dü şü n ürdü m . A m a gö k y ü ­
zü giderek kararırdı, annem yine de havanın açm a ihtim ali ol­
d u ğ u n u , gü n eş yü zü n ü bir gösterse açacağını, am a dah a büyük
ihtim alle yağm u r yağacağın ı söylerdi; eh, y ağm u r y ağd ığ ı tak­
dirde de, C h am p s-E ly sees'ye gitm enin ne anlam ı vard ı? D ola­
yısıyla, öğle yem eğinden itibaren, kaygılı bakışlarım ı kararsız,
bulutlu gök yü zü n d en ayıram azdım . Bulutlar dağılm azd ı. Pen­
cereden, gri balkon u görürdü m . Birdenbire, iç karartıcı balkon
taşın d a, biraz d ah a az donu k bir renk görem esem de, adeta bu
yönde bir çaba, ışığını serbest bırakm ak isteyen k ararsız bir ışı­
nın çırpınışını sezinlerdim . Bir san iye sonra, balkon sab ah v ak ­
tinde bir göl k ad ar so lgu n ve ayna gibi olur, dem ir kafeslerin,
taşın üzerine konan yansım alarıyla dolardı. Esen rü zg âr bir an­
d a bunların hepsini dağıtır, taş yine kararırdı, am a yansım alar
san ki evcilleşm iş gibi tekrar geri gelirlerdi; balkon un taşı belli
belirsiz b eyazlaşm aya b aşlar ve tıpkı m üzikte, bir uvertürün
so n u n d a tek bir notayı alıp sırayla bütün ara b asam ak lard an
hızla geçirerek fortissimo' ya ulaştıran sürekli crescendo’ ya benzer
bir yükselişle, gün eşli günlerin b ozulm az, sabit yaldızın a u la­
şırdı; bu yaldızın ü stün de, net siyah çizgilerle, oynak bir bitki
gibi beliren işlem eli dem ir parm aklıkların gölgesi, en küçük ay ­
rıntılarına varıncaya k ad ar öyle bir incelikle çizilm iş olu rd u ki,
adeta bilinçli bir özeni, bir sanatçı tatm inini ele verirdi; o koyu
ve m utlu gölgelerin din ginliğin de öyle bir k adife kabarıklığı
h issedilirdi ki, sanki bu gü n eş gölün ün üzerinde dinlenen o iri
ve yapraklı akisler, sükûnetin ve saad etin tem inatı olduklarını
bilirlerdi.
Bir anlık sarm aşık , kaçak yapışkanotu! Birçoklarına göre
d u v arlara tırm anan, pencereleri süsleyen bitkilerin en renksizi,
en hazini; benim içinse, b alk on u m u zda, belki d e o dak ik alard a
C h am p s-E ly sees'ye varm ış ve beni gö rd ü ğü an da, "E sir alm a-
caya hem en başlayalım , siz benim tak ım d asın ız," diyecek olan
G ilberte'in varlığının gölgesi gibi boy gösterdiği an dan itiba­
ren, bitkilerin en değerlisi; narin, bir esintiyle dağılıveren, am a
aynı zam an d a m evsim le değil, anla bağlantılı; gü n ü n getireceği
veya geri çevireceği d o ğru d an saad etin v aad i ve bu yüzden de,
d o ğru d an saadetlerin hası, aşkın m u tlu lu ğu ; taşın üzerinde yo­

408
su n d an d a y u m u şak ve sıcak; kışm ortasın da bir tek gü n eş ışı­
nıyla doğabilecek ve n eşe saçabilecek k adar canlı.
H attâ her tür bitkinin ortadan k ayb old u ğu , yaşlı ağaçların
gö vd esin i sarm alayan o güzel, yeşil m eşinin, karın altına g iz ­
lendiği gü n lerde bile, kar d u rd u ğ u n d a, am a hava yine de Gil-
berte'in dışarı çıkm asına ihtim al verm eyecek k adar kapalıyken,
an sızın beliren gü n eş, balkonu k aplay an kar örtüsünün üzerine
altın iplikler dokur, siyah gölgeler işler ve annem e, "A a, bak,
hava açtı, her şeye rağm en C h am p s-E ly sées'ye gitm eyi deneye­
bilirsiniz belki," dedirtirdi. O gü n parkta ya kim seyi b u lam az,
ya d a dönm eye hazırlanan tek bir kıza rastlardık, o da Gilber-
te'in kesinlikle gelm eyeceğini söylerdi. H aşm etli, am a so ğ u ğ a
day an ık sız m ürebbiyeler m eclisi tarafın dan terk edilm iş san ­
dalyeler, bom b oş du ru rd u. Bir tek, çim enliğin yakınında, hava
nasıl olu rsa olsun m utlaka park a gelen, yaşını alm ış bir hanım
oturur, d aim a aynı koyu renk, m uhteşem kıyafeti giyerdi; o sı­
ralar, bu hanım la tanışm ak için, m üm kün olsa bütün geleceği­
m i feda ederdim . Ç ünkü G ilberte her gün onun yanm a gidip
konuşur, o d a G ilberte'e, "g ü z el an n eciği"n den haber sorardı;
bana öyle geliyordu ki, bu hanım la tanışsam , G ilberte'in gö ­
zü n de b am b aşk a biri, aile ahbaplarını tanıyan biri olurdum . To­
runları biraz ileride oyun oynarken, yaşlı hanım da, " ş u benim
D éb ats" diye bahsettiği Débats gazetesin i ok u rdu daim a; aris­
tokratlık taslam ak için de, polis m em urun dan , "esk i d o stu m
polis m em u ru ", san dalyeleri kiralayan k adın dan , "S an d aly e ki­
ralayan hanım la ben, yılların d o stu y u z," diye bahsederdi.
Françoise çok ü şü d ü ğ ü için hareketsiz du ram ad ığın d an ,
birlikte C oncorde K öprü sü 'n e, Seine N ehri'nin do n m u ş halini
görm eye gittik; çocuklar d a dahil herkes, sanki Seine, karaya
vurm uş, sav u n m asız, parçalara bölünecek olan bir balinaym ış
gibi, korkusuzca nehre yaklaşıyordu . C h am p s-E ly sées'ye geri
döndük; kıpırtısız atlıkarıncayla karları tem izlenm iş yolların si­
yah ağına takılm ış, elinde adeta d u ru şu n u açıklayan fazlad an
bir b u z parçası tutm akta olan heykelin b u lu n d u ğ u b eyaz çi­
m enlik arasın da, ıstıraptan bayılm ak üzereydim . Yaşlı hanım
bile, Débats'sini katlayıp, önünden geçen bir hizm etçiye saati
sordu, "Ç ok n aziksin iz!" diyerek teşekkür etti ve yol bakıcısın­

409
dan , torunlarına artık ü şü d ü ğ ü n ü ve dönm ek istediğini haber
verm esini rica ed ip ekledi: "S ize çok zahm et olacak. N asıl te­
şekkür edeceğim i bilem iyoru m !" A nsızın h avad a kâğıt gibi bir
yırtılm a oldu: K ukla tiyatrosuyla sirkin arasın da, aralanan gö k ­
yü zün de, güzelleşen ufukta, M adem oiselle'in m avi sorgucu,
m ucizevi bir işaret gibi görün dü . İşte G ilberte d e hızla bana
d o ğru k oşuyordu, dörtköşe kürk şap kasın ın altında yü zü ışıl
ışıl, kıpkırm ızıydı, soğu k tan , geç kalm ış olm aktan ötürü ve
oyun oynam a arzu su yla kıpır kıpırdı; aram ızd a birkaç m etre
k aldığın d a buzun üzerin de kaym ay a b aşlad ı, belki dengesini
koruyabilm ek için, belki d e b u n u dah a zarif b u ld u ğu n d an veya
patencileri taklit ederek, sanki beni kucak layacak m ış gibi kolla­
rını iki yana açm ış, gü lüm seyerek ilerlem ekteydi. "B rava! Bra-
va! M ükem m el d o ğru su ; devrim öncesinden kalm a bir kadın
olm asam , siz gençlerin diliyle 'bom ba gibi', 'çok havalı' der­
d im !" diye haykırdı yaşlı hanım ; h av ad an korkm ayıp geldiği
için G ilberte'e teşekkür etm ek üzere, sessiz Cham ps-Ely-
sees'n in sö zcü lü ğü n ü üstlenm işti. "S iz d e benim gibi, ne olursa
olsun sevgili C h am p s-E ly sees'm ize sad ıksın ız; bizi hiçbir şey
yıldıram az. Biliyor m u su n u z, ben bu haliyle bile seviyorum bu ­
rayı. G üleceksiniz am a, bu kar bana erm in gibi görün ü yor!"
Yaşlı hanım gülm eye koyuldu.
O ilk karlı gün, -G ilb erte'i görm ekten beni m ahrum edebi­
lecek güçlerin tim sali olan kar, tek b u lu şm a yerim izin şeklini
d eğiştirdiği, neredeyse kullanım ını en gellediği, her yanını kılıf­
larla örttüğü için, bir ayrılık gü n ü n ü n hüznüne ve hattâ gö rü ­
nüm üne bürünen günlerin ilk i- yine d e aşk ım d a bir ilerlem e
sağ lad ı, çünkü G ilberte'in benim le pay laştığı ilk üzüntü sayılır­
dı. Bizim gruptan sad ece ikim iz vardık; onunla b aş b aşa olm a­
m ız, benim gö zü m d e hem bir sam im iyetin başlangıcıydı, hem
d e G ilberte -san k i sırf benim hatırım a b u h av ad a kalkıp gelm iş
g ib i- bir partiye davetli o ld u ğ u günlerin birinde, partiden v a z­
geçip beni görm eye C h am p s-E ly sees'ye gelm işçesine d u y g u ­
lanm ıştım ; etrafındaki her şeyi k ap lay an u yu şu k lu ğu n , yalnız­
lığın ve yıkım ın ortasın da canlı kalabilen do stlu ğu m u zu n g ü ­
cüne ve geleceğine dah a bir gü ven le bakıyordum : Gilberte en­
sem den içeri kartopları atarken, ben sev giy le gü lüm süy ordu m ;

410
bu du ru m , hem bu yabancı kış diyarına yapılan yolculukta ona
eşlik etm em e ses çıkarm adığına göre, Gilberte'in beni b aşk ala­
rına tercih ettiğini, hem de felaketin ortasın da bana sad ık k aldı­
ğını kanıtlıyordu benim n azarım da. A z sonra kız arkadaşları,
karın ü stü n de sim siyah , çekingen serçeler gibi, birbiri ardına
sökün ettiler. O yuna koyulduk; öylesine kederli b aşlam ış olan o
gü n ü n m utlulukla sona erm esi gerektiği için, esir alm aca oyna­
m aya h azırlan dığım ız sırada, ben, ilk gü n sertçe Gilberte diye
seslen m iş olan arkadaşın ın yanm a gidince, o, "H ayır, hayır, siz
G ilberte'in takım ında oynam ayı tercih edersiniz, biliyoruz, za­
ten bakın, o da size işaret ediyor," dedi. Gerçekten d e Gilberte,
gün eşin , eski, yıpran m ış brokarların pem be, m adenî parıltıları­
nı hatırlatan yansım alarıyla Altın Ç adır O vası'n a d ö n ü ştü rd ü ­
ğ ü karların üzerinde, kendi takım ına çağırm aktaydı beni.
O k ad ar k orktu ğu m gün, aksine, fazla bedbaht olm adığım
n adir gün lerden biri oldu.
Ç ü nkü artık G ilberte'i her gün m utlaka görm ekten başka
şey d ü şü n m ed iğ im halde (o k ad ar ki, bir keresinde b ü yü kan ­
nem ak şam yem eği saatin de hâlâ eve dönm eyince, eğer bir ara­
banın altında k alm ışsa, bir süre C h am p s-E ly sees'ye gidem eye­
ceğim i dü şü n m ekten kendim i alam adım ; insan âşık oldu m u,
kim seyi sevm ez), G ilberte'le birlikte old u ğu m anlar, bir gün
öncesinden beri sabırsızlıkla, k aygıyla beklediğim , u ğru n a her
şeyi feda edebileceğim anlar, katiyen m utlu anlar değildi; ü ste­
lik b u n u gayet iyi biliyordum , çünkü hayatım ın titiz, kararlı bir
dikkatle incelediğim tek an larıydılar ve bu an larda bir m u tlu ­
luk kırıntısı dahi görem iyordum .
Gilberte'ten ayrı old u ğu m her an, onu görm e ihtiyacı için­
deydim , çünkü sürekli onun görün tüsün ü k afam d a canlandır­
m ay a çalışa çalışa so n u n d a hiçbir şey görem ez oluyor, aşkım ın
neye tekabül ettiğini tam olarak bilem iyordum . Ayrıca Gilberte
beni sevdiğin i hiç söylem em işti henüz. A ksine, bana tercih etti­
ği ark ad aşları o ld u ğu n u , beni, fazlasıyla d algın o ld u ğu m ve
kendim i oyuna verm ediğim halde, sadece iyi bir oyun ark ad aşı
olarak gö rd ü ğü n ü birçok kere söylem işti; hattâ birçok kez, şü p ­
heye yer bırakm ayacak k ad ar so ğu k davranm ıştı; Gilberte'in
n azarında başk aların dan farklı, özel biri old u ğu m a dair inan-

411
cim, onun bana aşkından kayn aklan m ış olsay dı, b u so ğu k d a v ­
ranışları inancım ı sarsabilirdi, am a bu inancım , benim ona a ş­
kım dan kayn aklan dığı için, benim içsel bir m ecburiyet sonucu,
G ilberte'i ne şekilde dü şü n m ek zo ru n d a o ld u ğu m a bağlıydı ve
bu d a inancım ı sağlam laştırıyordu . O ysa ben d e ona olan d u y ­
gularım ı kendisine itiraf etm em iştim henüz. Evet, defterlerim in
her say fasın a onun adını, adresini yazıyo rdu m d u rm ad an , am a
ona beni dü şü n dü rm eyen , gö rü n ü rde etrafım ı onunla d o ld u ­
ran fakat onu hayatım a so kam ayan bu an lam sız satırlara bak­
tıkça, cesaretim kırılıyordu, çünkü onlar bana, kendilerinden
haberi bile olm ayan G ilberte'i değil, kendi arzu m u anlatıyorlar,
b u arzun un tam am en kişisel, gerçekdışı, can sıkıcı ve iktidarsız
bir şey o ld u ğu n u söylüyorlardı. G ilberte'le bir an önce gö rü ş­
m em iz ve karşılıklı aşkım ızı birbirim ize itiraf etm em iz lazım dı;
bu itiraf yapılıncaya kadar, aşk ım ız b aşlam ış say ılam azdı. Hiç
şü ph e yok ki, benim onu görm ek için sab ırsızlanm am ın çeşitli
nedenleri, olgun bir erkeğe o k ad ar zorlayıcı görün m ezdi. D a­
ha ileriki yaşlard a, hazlarım ızı üretm ek k on u su n d a öyle u stala­
şırız ki, bir kadını, benim G ilberte'i d ü şü n d ü ğ ü m gibi, k afam ız­
daki görüntünün gerçeğe u ygun olu p olm adığın a aldırm adan
düşün m ekten aldığım ız hazla, onun bizi sev d iğin d en em in ol­
m aya ihtiyaç d u y m aksızın onu sevm enin hazzıyla yetiniriz;
hattâ dah a gü zel bir çiçek elde etm ek için birçok b aşk a çiçeği
feda eden Japon bahçıvanları gibi, sö z k on u su kadının bize eği­
limini d ah a canlı tutabilm ek için, ona olan eğilim im izi kendisi­
ne itiraf etm ekten du y acağım ız h azd an vazgeçtiğim iz olur.
A m a ben G ilberte'i sev d iğim d ön em d e, A şk'ın gerçekten bizim
d ışım ızda var o ld u ğu n u , bizim ancak engelleri ortadan k aldır­
m am ıza izin verdiğini ve m utlulukları, en u fak bir ayrıntısını
değiştirem eyeceğim iz bir sırayla bize su n d u ğu n u zan n ediyor­
du m hâlâ; bana öyle geliyordu ki, ben kendi b aşım a buyruk
olu p itirafın h o şlu ğ u yerine sah te bir kayıtsızlık k oyarsam , ha­
yalini en çok k u rd u ğu m m utlulukların birinden m ah rum ol­
m akla kalm ayıp, kendi keyfim e göre, yalancı ve d eğ ersiz bir
aşk yaratm ış olacaktım ; bu aşkın gerçek aşk la hiçbir bağlantısı
bulunm adığı için de, gerçek aşkın önceden var olan, esrarengiz
yollarını izlem ekten v azgeçm iş sayılacaktım .

412
A m a C h am p s-E ly sees'ye vard ığım da -h er şeyden önce aş­
kımı, benden b ağım sız olan canlı kaynağıyla yüzleştirebilecek
ve gerekli düzeltm elerin yapılm asın ı sağlayabilecek d u ru m ­
d ay k en - yorgun hafızam ın artık b u lam adığı görüntüleri tazele­
sin diye görm ek isted iğim G ilberte Svvann'la, dah a bir gün ön­
ce birlikte oyun oy n adığım ve şim di, tıpkı yürürken, d ü şü n m e­
m ize fırsat olm adan bir ay ağım ızı ötekinin önüne koym am ızı
sağ lay an içgü d ü gibi kör bir içgü d ü y le tanıyıp selam verdiğim
G ilberte Svvann'la k arşılaştığım an dan itibaren, her şey, sanki o
ve hayallerim deki kız iki ayrı k işiym iş gibi olu p bitiyordu. M e­
sela h afızam d a bir gü n d ü r çakm ak çakm ak iki gözle dolgun ,
p arlak yanaklar v arsa, G ilberte'in çehresi, şim d i bana ısrarla,
benim h atırlam adığım bir özelliğini sunuyor, burnunun öne
do ğru sivrilerek u zay ışı, derhal b aşk a hatlarla birleşip doğabi-
lim de bir türü tanım layan özellikler gibi önem kazan arak, Gil-
berte'i, sivri su ratlılar cinsinden bir kıza dönüştürüyordu. Ben,
gelm eden önce hazırladığım , am a şim di k afam d a bu lam adığım
G ilberte gö rü n tü sü n de gerekli ayarlam aları yapabilm ek için,
dah a sonra, tek b aşım a geçireceğim uzun saatler boyunca, ha­
tırladığım kişinin gerçekten G ilberte, bir eser yaratır gibi y avaş
y a v aş geliştirdiğim aşkın d a, gerçekten G ilberte'e aşkım o ld u ­
ğu n d an şü ph eye d ü şm em i engelleyecek düzeltm eleri yapm ak
üzere, bu beklenen an dan yararlan m aya hazırlanırken, Gilberte
topu bana atıyordu; nasıl ki idealist bir filozofun zihni dış dü n ­
yanın gerçekliğine in an m ad ığı halde, bedeni d ış dün yayı h esa­
ba k atarsa, benim G ilberte'i dah a tanıyam am ışken selam lam a­
m a seb ep olan benliğim d e (sanki G ilberte benim birleşm eye
geldiğim kardeş bir ruh değil de, oyun oynam aya geldiğim bir
ark ad aşm ış gibi) onun attığı topu tutm am ı sağlıyor, görgü ku­
ralları uyarınca, G ilberte'in eve dö n ü ş saatine k adar bana çeşitli
kibar ve ön em siz k on u şm alar yaptırıyordu; sonuç olarak, ne
sessizliğim i k oru yu p o acil ve yolunu şaşırm ış görün tüyü yaka­
layabiliyor, ne de aşk ım ızd a, belirleyici bir gelişm e sağlay acak
sözleri G ilberte'e söyleyebiliyordum ; dolayısıyla her seferinde
ertesi gün öğleden so n ray a k ad ar bu gelişm eleri gö zd en çıkar­
m am gerekiyordu.
Buna rağm en aşk ım ız birtakım gelişm eler kaydediyordu.

413
Bir gün, GilberteTe birlikte, bizim şekercinin kulübesine g itm iş­
tik; şekerci kadın -M . Sw ann, sağlık nedenleriyle, hem etnik eg ­
zam ası, hem de peygam ber kabızlığı sebebiyle bol bol tükettiği
baharatlı çavd ar çöreklerini hep on dan aldırdığı için - bize özel­
likle iyi davranırdı; Gilberte gülerek bana iki oğlan çocuğu g ö s­
terdi, biri çocuk kitapların daki küçük san atçıya benziyordu,
öteki de küçük doğabilim ciye. Birincisi, m oru dah a çok sev diği
için kırm ızı bir şekerlem eyi alm ak istem iyor, İkincisi de, gö zü n ­
d e y aşlarla bakıcısının alm ak istediği bir eriğe itiraz ediyordu,
sebebini son u n da tutkulu bir sesle belirtti: "Ö teki eriği istiyo­
rum , çünkü onun k urdu var!" Tanesi beş santim olan bilyeler­
den iki tane aldım . Ayrı bir çanağın içinde esir tutulan ışıltılı
akik bilyelere bakıyordum hayran hayran; hem genç kızlar gibi
gü leryü zlü ve sarışın oldukları için, hem de tanesi elli san tim ­
den satıldıkları için, çok değerli görün üyorlardı gözü m e. Ben­
den çok dah a fazla harçlık alan G ilberte, hangisini en çok be­
ğen diğim i sordu. Bilyeler hayatın say dam lığın a ve yu m u şak lı­
ğına sahipti. G ilberte'in hiçbirini feda etm esini istem ezdim .
M üm kün olsa, hepsini satın alm asını, hepsini esaretten k urtar­
m asını isterdim . Bununla birlikte, G ilberte'in gözlerinin rengin­
d e olan bir tanesini seçtim. G ilberte bilyeyi aldı, yaldızlı yan sı­
m asını görm ek için çevirdi, elinde yu varladı, fidyesini ödedi,
am a esirini derhal bana vererek, "A lın, bu sizin, size veriyo­
rum , hatıra olarak saklayın on u ," dedi.
Bir b aşk a seferinde, B erm a'yı klasik bir oy u n d a izlem e is­
teği hâlâ kafam ı m eşgu l ettiğinden, B ergotte'un Racine hak-
kındaki, kitapçılarda tükenm iş olan broşü rün ü n kendisin de
b u lu n u p bu lu n m ad ığın ı so rm u ştu m G ilberte'e. O da ism ini
tam olarak kendisin e hatırlatm am ı rica etm işti; bunun üzerine
aynı gece ona küçük bir not yazm ış, zarfın üzerine, defterleri­
m e kim bilir kaç kere yazd ığım G ilberte Sw ann adını k on d u r­
m uştum . Ertesi gü n , aratıp b u ld u rd u ğ u b roşü rü, eflatun k u r­
delelerle b ağlan ıp beyaz m ühürle k apatılm ış bir paketin içinde
getirdi. "İşte bakın, isted iğin iz b ro şü rü n ta k en d isi," dedi ve
m an şon u nu n içinden, benim gö n d erm iş o ld u ğu m telgrafı çe­
kip çıkardı. A m a bu şehiriçi telgrafın -d a h a bir gün önce bir
hiçken, benim yazd ığım bir telgrafken, postacı onu G ilberte'le-

414
rin kapıcısına verip bir hizm etkâr d a G ilberte'in od asın a k adar
g ö tü rd ü ğ ü n d e , pah a biçilm ez bir şey, G ilberte'in o gü n aldığı
telgraflardan biri haline gelen telgrafın - adresin d e, postanenin
b astığı d am gaların , p o stacılard an birinin kurşun kalem le ekle­
diğ i karalam aların altın da, kendi yazım ın an lam sız, yalnız çiz­
gilerini tanım akta gü çlü k çektim ; bu fiilî icraat işaretleri, dış
dü n yan ın m ühürleri, hayatı sim geleyen m or çemberler, hayali­
m i ilk olarak benim siyor, destekliyor, yükseltiyor, n eşelendiri­
yordu.
Bir b aşk a gün de, G ilberte, "B iliyor m u su n u z, bana Gilber-
te diyebilirsiniz, siz d em esen iz de ben size adınızla hitap ede­
ceğim . Ö bür türlüsü çok sıkıcı," dedi. Bununla birlikte, bir süre
bana "siz " dem eye d ev am etti, ben bunu kendisine söyleyince
de, gü lü m sed i ve yabancı dil kitaplarında rastlanan, bize yeni
bir kelim eyi kullan dırm aktan b aşk a am acı olm ayan cüm lelere
benzer bir cüm le kurarak, benim adım la bitirdi. O an da neler
hissettiğim i dah a sonra hatırlad ığım da, Gilberte'in bir an beni
ağzın d a tuttuğu izlenim ini edinm iş old u ğu m u anladım ; bu biz­
zat bendim , çıplaktım , aynı zam an d a Gilberte'in diğer ark ad aş­
larına veya soyadım ı sö yled iğin d e old u ğu gibi, ailem in diğer
fertlerine de ait olan toplu m sal kim liklerin hepsinden sıyrılm ış­
tım; sanki du dakları -b a b ası gibi, vu rgu lam ak istediği kelim e­
leri tane tane telaffuz etm eye özen göstererek - sadece eti yenen
bir m eyvenin k ab u ğu n u soyarcasın a beni bu kim liklerden so y ­
m uş, arındırm ış, bakışları da, sözlerinin benim sediği yeni sam i­
m iyet seviyesine gelerek bana d ah a do ğru d an yönelm iş, bir g ü ­
lüm sem eyi de yanlarına katarak, yaşadık ları bilinci, hazzı, hat­
tâ m inneti belirtm işlerdi.
A m a bu yeni hazlarm değerini, onları y aşad ığ ım an da tak­
dir edem iyordum . Bu hazlar, sev d iğim kız tarafından, onu se­
ven benliğim e verilm iyordu; birlikte oyun oynadığım öteki kız,
öbür benliğim e veriyordu bu hazları; öbür benliğim se, ne ger­
çek Gilberte'in hatırasını taşıyordu içinde, ne de, bir saadeti
yalnızca kendisi arzu ladığı için, o saad etin değerini bilebilecek
yegân e varlık olan sah iplenilm iş kalbi barındırıyordu. H attâ
eve döndükten sonra bile yaşayam ıy ord u m bu hazları, çünkü
beni hep ertesi gü n ü beklem ekle, ertesi gün G ilberte'i ayrıntılı,

415
hu zurlu ve m utlu bir şekilde seyredebileceğim i, G ilberte'in b a­
na nihayet aşkını itiraf edeceğini ve o gü n e k ad ar du ygu ların ı
niçin gizlediğin i açıklayacağını um m akla yü k ü m ü kılan zorun ­
luluk, aynı zam an d a geçm işi de hiçe say m aya, sad ece ileriye
b ak m aya, G ilberte'in bana gösterdiği u fak tefek lütufları, kendi
içlerinde, kendine yeterli birer bütün olarak değil, bir adım d a ­
ha atm am ı ve henüz b u lam ad ığım m utluluğa nihayet u laşm a­
mı sağlay acak birer b asam ak olarak değerlen dirm eye de m ec­
bu r ediyordu beni.
G ilberte ara sıra bana böyle yakınlıklar gösteriyordu, am a
beni görm ekten h o şlan m am ış gibi bir tavır takınarak beni ü z­
d ü ğ ü d e olu yordu; üstelik bu, çoğun lukla, um utlarım ın gerçek­
leşeceğine en çok in andığım gün lerde oluyordu. Bazı günler,
G ilberte'in C h am p s-E ly sees'y e geleceğinden em in olur, bana
b ü yü k bir m u tlu lu ğu n belli belirsiz ön sezisi gibi gelen bir se­
vinçle dolardım ; -sa b a h erkenden salon a gid ip, bütün hazırlık­
larını tam am lam ış, giyin ip kuşan m ış, siyah saçları sağ lam bir
to p u z halinde toplanm ış, o güzel, tom bul beyaz elleri henüz sa­
bun kokan annem i öp erk en - piyanonun ü zerin de tek b aşın a
yükselen toz sü tu n u n u görür, pencerenin altında bir laternanın
Resmigeçitten Dönerken şarkısını çaldığını işitir ve kış m evsim i­
nin, ak şam a kadar, beklenm edik, ışıl ışıl bir ziyaretçiyi, bir ilk­
bah ar gü n ü n ü m isafir edeceğini anlardım . Ö ğle yem eğinde,
karşı binadaki hanım penceresini açınca, iskem lem in yanında
öğle u yk u su n a yatm ış olan bir ışık huzm esi, şim şek gibi bir
hızla -tek ham lede yem ek salon u n u boydan boya k atederek -
kaçıp gider, sonra yine eski yerine, u yk u su n a dönerdi. O kulda,
saat birde b aşlay an derste, gü n eş, yaldızlı ışıltısını ta sıram ın
üzerine kadar, benim ancak üçte katılabileceğim bir eğlencenin
davetiyesi gibi gönderir, beni sabırsızlıktan ve can sıkıntısın­
dan bayılacak hale getirirdi; tam saat üçte, beni çıkışta bekle­
yen Françoise'la birlikte C h am p s-E ly sees'ye d o ğru yola koyu­
lurduk; gü n eş ışığıy la sü slen m iş, kalabalık so kak lard a, gün eşin
yerlerinden sö k tü ğü b u ğu lu balkonlar, yaldızlı bulutlar gibi ev­
lerin önünde, h av ad a asılı du ru rdu. H eyhat! Cham ps-Ely-
see s'd e G ilberte'i b u lam azd ım , henüz gelm em iş olurdu. S ağd a
so lda tek tek otların ucunu tutuşturan görün m ez gü n eşle b esle­

416
nen ve üzerine, bahçıvanın v u rd u ğ u bir kazm a darbesiyle kut­
sal toprakların altından gün ışığına çıkm ış antik heykellere
benzer güvercinlerin kon du ğu çim enlikte kıpırtısız durur, g ö z­
lerim i u fka diker, her an, elindeki ışıl ışıl bebeği gü n eş kutsasın
diye ileriye uzatan heykelin arkasından, m ürebbiyesini izleyen
G ilberte'in ortaya çıkm asını beklerdim . H er zam anki koltu ğu n ­
d a yerini alm ış olan yaşlı Débats okuru, bir görevliye dostça el
sallay arak , "N e gü zel h av a!" diye bağırırdı. Görevli kadın kol­
tuk kirasını tahsil etm ek için yanm a yaklaştığın d a da, kadının
verdiği on santim lik bileti eldiveninin kenarına sıkıştırırken,
sanki kendisine hediye edilen bir buket çiçeğe en u ygu n yeri
ararm ış gibi, binbir cilve yapardı. N ihayet u ygu n bir yer b u l­
d u ğ u n d a, boynunu şöyle bir döndürür, kürk etolünü düzeltir
ve b ileğin deki açıklıktan ucu görünen sarı kâğıt parçasını g ö s­
tererek, genç bir erkeğe korsajm ı işaret edip, "G üllerinizi tanı­
dınız herh alde!" diyen bir kadının gü zel tebessü m ü nü b ah şe­
derdi görevli kadına.
Françoise'ı d a yanım a alır, G ilberte'i karşılam ak üzere Z a­
fer Takı'na k adar giderdim ; orad a d a bulam ayınca, artık gelece­
ğinden bütün üm idim i kesip geri dönerdim , çim enliğe doğru
yürürken, atlıkarıncanın önünde gü r sesli kız üzerim e atılır,
"Ç ab u k , çabuk, G ilberte on beş dakika önce geldi. Ç ok k alm a­
yacak. Esir alm aca oynam ak için sizi bekliyoruz," derdi. Ben
C h am ps-E lysées C ad d esi'n d en yukarı çıkarken, Gilberte'in de,
güzel h avad an yararlan ıp G ilberte için alışveriş y ap m ak iste­
yen M adem oiselle'le birlikte B o issy -d 'A n glas So k ağı'n d an gel­
diğini, dah a sonra d a M. Sw ann'in kızını alm aya geleceğini ö ğ ­
renirdim . Yani kabahat bende olurdu; çim enlikten u zak laşm a­
m am gerekirdi; çünkü Gilberte'in ne taraftan geleceği, erken
mi, geç m i geleceği hiçbir zam an belli olm azd ı ve bu bekleyiş,
hem her noktasında, her ânında G ilberte'in görün tüsün ü n orta­
ya çıkabileceği m u azzam bir alan ve zam an haline gelen
C h am p s-E ly sées'nin tam am ına ve bütün öğleden sonraya, hem
de bu görüntünün kendisine bir heyecan katardı, çünkü G ilber­
te'in görün tüsün ü n ardında, bu görün tün ün kalbim in ortasına
niçin iki buçukta d eğil de dörtte, tepesinde niçin bir oyun bere­
siyle değil d e ziyaret şap k asıy la, niçin iki kuk la tiyatrosunun

417
arasın d a değil d e A m b assad eu rs Tiyatrosu'nun ön ünde sap lan ­
dığını açıklayan sebebi, yani benim G ilberte'e eşlik edem eyece­
ğim , onu bir yere gitm eye veya ev d e oturm aya m ecbur eden fa­
aliyetlerden birini sezinler, bilinm eyen hayatının m u am m asıyla
karşı karşıya kalırdım . Yine aynı m u am m a, derhal esir alm aca-
ya b aşlam ak üzere, gü r sesli kızın em riyle koşarak yanm a gitti­
ğim G ilberte'i gö rd ü ğü m an da d a, beni allak bullak ederdi; bi­
zim yan ım ızd a hep sert ve fevrî olan Gilberte'in (kendisine,
"G ü n eş ne k ad ar güzel, ateş gibi yakıyor," diyen) Débats okuru
hanım a reverans yapışını, çekingen bir tebessüm le, ölçülü bir
tavırla k on uşm asını seyreder, G ilberte'in, anne b abasıyla, on la­
rın ahbaplarıyla, m isafirlikte, benim tam am en d ışım d a kalan
d iğ er hayatında, herhalde b am b aşk a bir genç kız o ld u ğu n u d ü ­
şü n ürdü m . A m a G ilberte'in öteki hayatını bana en çok hissetti­
ren, az sonra kızını alm aya gelen M. Sw ann olurdu. Ç ü nkü M.
ve M m e Sw ann, -k ızları onlarla birlikte y aşad ığ ı ve eğitim i, eğ ­
lenceleri, ark ad aşları onlar tarafın dan belirlendiği için - benim
n azarım d a tıpkı G ilberte gibi, belki d e ona hayat veren kadiri
m utlak tanrılara yaraşır şekilde, G ilberte'ten de fazla, erişilm ez
bir bilinm ezliğe, zalim bir b ü y ü y e sahiptiler. O nlara ilişkin her
şey kafam ı d u rm ad an öyle kurcalardı ki, (eskiden, ailem le g ö ­
rü ştü ğ ü zam an lard a sık sık gö rd ü ğü m halde m erakım ı cezbet-
m em iş olan) M. Sw an n'in kızını alm aya C h am ps-E lysées'ye
geld iği günlerde, gri şap k asıy la pelerinli paltosu nu n görün m e­
siyle birlikte deli gibi çarpm aya b aşlay an kalbim biraz yatıştık­
tan sonra da, M. Sw an n 'm gö rü n tü sü , hakkında bir dizi kitap
o k u d u ğu m u z, en u fak bir özelliği bile bizi heyecanlandıran
tarihî bir şah siyetm iş gibi etkilerdi beni. M. Sw ann'm ,
C om b ray'd e d u y d u ğ u m d a hiç ilgilenm ediğim Paris K ontu'yla
ilişkisi, sanki O rléan s'lan tanıyan tek insan oym uş gibi, o lağ a­
n üstü bir nitelik kazan m ıştı şim d i; M. Sw ann, bu ilişkileri say e­
sin de, C h am p s-E ly sées'nin ağaçlı yolunu doldu ran ve her sınıf­
tan in san lardan olu şan b ay ağ ı fon ü zerin de öne çıkardı; bu k a­
labalığın ortasın da, kendisin e özel bir say gı, bir ilgi gösterilm e­
sini talep etm eden b u lu n m ay a razı olm asını takdir ederdim ;
zaten M. Sw ann kim liğini öyle gizlerdi ki, böyle bir ilgiyi g ö s­
term ek kim senin aklından d a geçm ezdi.

418
M. Sw an n, G ilberte'in ark adaşların ın selam ların a kibarca
karşılık verirdi, hattâ ailem le küs old u ğu h alde, beni de, tanı­
m am ış gibi görün m ek le birlikte, kibarca selam lardı. (Bu selam ­
laşm a, M. Sw an n 'in say fiy ed e beni birçok kere gö rd ü ğü n ü h a­
tırlatm ıştı bana; bu hatırayı sak lam ıştım h afızam d a, am a k a ­
ranlık bir yerinde saklam ıştım , çünkü G ilberte'le gö rü şm ey e
b aşla d ığ ım d a n beri, Sw ann benim g ö zü m d e C om b ray'deki
Sw an n d eğil, G ilberte'in b ab asıyd ı dah a ziyade; artık onun is ­
m iyle eşleştirdiğim kavram lar, eskiden dah il o ld u ğ u ve onu
d ü şü n ü rk en artık hiç k ullan m adığım k avram lar çerçevesinden
farklı o ld u ğ u için, M. Sw ann yeni bir şah siyet haline gelm işti;
yine d e on u suni, ikincil ve yatay bir çizgiyle, eski m isafirim ize
b ağlıy o rd u m ; artık her şeyin değerini, aşk ım a ne k ad ar fay d ası
olabileceğiyle ölçtü ğüm için, o an d a C h am p s-E ly sees'd e k ar­
şım d a du ran ve G ilberte'in neyse ki so yad ım ı sö ylem em iş o la­
bileceği Sw an n 'in gö zü n d e bir zam an lar kendim i ne k ad ar g ü ­
lünç d u ru m a d ü şü rm ü ş o ld u ğu m u , geceleri Sw an n bütün ai­
leyle birlikte bahçe m asasın d a kahve içerken, annem i iyi gece­
ler dilem ey e o d am a çağırttığım C om b ray yıllarını, birden
utançla hatırlam ış, onları silem ediğim e hayıflanm ıştım .) M.
Sw an n, G ilberte'in biraz oyn am asın a izin verir, on b eş dak ik a
bekleyebileceğini söyler ve herkes gibi dem ir bir iskem leye
o tu rarak VII. P h ilippe'in pek çok kez sıkm ış o ld u ğ u eliyle p a ­
rasını ö d ey ip biletini alırdı; bu arad a biz çim enlerin ü stü n d e
o y u n u m u za b aşlard ık; güvercinler, k u şlar âlem inin leylakları
olan o gü zel, kalp biçim indeki m enevişli bedenleriyle çim en­
likten h avalan ıp çeşitli sığın ak lara dağılırlardı; araların dan bi­
ri, b ü y ü k taş kurnanın kenarına konar, içine d ald ırd ığı g a g a ­
sıyla ad eta işlevine işaret ettiği bu yem liğin, bol bol m eyve ve
tahıl su n d u ğ u n u gösterirdi; bir b aşk ası, heykelin alnına konar,
kim i antik eserlerde rastlan an ve çokrenkliliğiyle taşın tek dü ­
zeliğini kıran m ineli figürleri andırır ve sanki heykeli bir sim ­
geyle, ait o ld u ğ u tanrıçaya belirli bir sıfat k azan dıran ve ö lü m ­
lülerdeki isim gibi, on u yeni bir tanrıça haline getiren bir sim ­
geyle taçlandırırdı.
Beklentilerim i gerçekleştirem eyen bu gü n eşli günlerin bi­
rinde, hayal kırıklığım ı Gilberte'ten gizleyem edim .

419
"A slın d a benim size sorm ak istediğim bir sü rü şey vard ı,"
dedim . "B u gü n ü n ark ad aşlığım ızd a çok önem li bir yeri olaca­
ğını d ü şü n m ü ştü m . H albuki siz gelir gelm ez gidiy orsu n u z! Ya­
rın erken gelm eye çalışın ki artık kon uşabilelim ."
G ilberte'in yü zü aydınlandı, sevinçle zıplayarak cevap ver­
di:
"C an ım ark adaşım , yarın kesinlikle gelm eyeceğim den
em in olabilirsiniz! Yarın kalabalık bir çay partisin e davetliyim ;
yarın dan sonra d a yokum , bir kız ark adaşım ın evine gidece­
ğim , onların penceresinden K ral T h eo d osiu s'u n gelişini seyre­
deceğiz, çok heyecanlıyım , ondan sonraki gün d e Michel Stro-
g o jfa gidiy oru z, eh, sonra d a N oel ve yılbaşı tatili var. Tatilde
beni G ü n ey'e götürecekler belki. H arika olm az m ı?! Gerçi o za­
m an N oel ağacım olm ayacak; am a ne olu rsa olsun, Paris'te kal­
sam da, b u raya gelm em , çünkü annem le ziyaretlere gideriz. Ba­
b am beni çağırıyor, h oşçakalm ."
FrançoiseTa birlikte, gü n eşin hâlâ bir bayram gü n ü n ü n ak­
şam ın dak i gibi, bayraklarla don atm aya d ev am ettiği sokaklar­
dan eve dön d ük . Bacaklarım ı sürüklem ekte zorluk çekiyor­
dum .
"B u n da şaşılacak bir şey yok ," d iy ord u Françoise, "bu
m evsim in h avası değil ki bu, çok sıcak. Yüce Tanrım! Kim bilir
ne çok insan hastalanm ıştır, yu k arıda d a her şey birbirine gir­
m iş san ki."
H ıçkırıklarım ı b astırm ay a çalışarak , G ilberte'in C h am ps-
E ly sees'y e u zu n sü re gelem eyeceğin e d air sevin çle h aykırdığı
sö zleri içim den tekrarlıyordu m . A m a zihnim in, G ilberte'i d ü ­
şü n m ey e b a şla d ığ ı an d an itibaren, k en d iliğin den k apıld ığı
b ü y ü ve zihinsel bir alışkan lığın yarattığı içsel baskının, beni
G ilberte'in k arşısın d a her zam an k i gibi -acık lı d a o lsa - özel
bir k on um a yerleştirm esi, vakit geçirm ed en etkisini gö sterm e­
ye b aşlam ış, b u k ayıtsızlık belirtisin e bile bir rom an s katm ıştı;
gözyaşların a d ah a k u ru m ad an y ü z ü m d e beliren teb essü m , bir
ö p ü cü ğü n titrek bir taslağın d an b aşk a şey d eğ ild i aslında.
Postacının geleceği sa a t y aklaşırken , o ak şam d a her ak şam o l­
d u ğ u gibi, "G ilberte'ten bir m ek tu p alacağım ," d ed im kendi
kendim e; "b en i ne zam an d ır sev d iğ in i nihayet itiraf edecek,

420
b u g ü n e k ad ar sev gisin i gizlem esin in , beni görm eden de m u t­
lu olab iliy orm u ş gibi y apm asın ın , basit bir ark ad aş g ö rü n ü ­
m ü n e bü rü n m esin in ard ın d a yatan esraren giz nedeni açıkla­
y acak ."
H er ak şam bu m ektubun hayalini kurar, onu h ayalim de
okur, her cüm lesini kendi kendim e tekrarlardım . Birdenbire
deh şete k apılarak du ru rd um . Gilberte'ten bir m ektup alsam da,
onun bu m ektup olam ayacağını, çünkü bu m ektubu benim
kendi k afam d an u y d u rd u ğ u m u kavrardım . O ndan sonra, eğer
telaffuz edersem , bu -e n değerli, en arzu lan an - kelim eleri ihti­
m aller k apsam ın d an çıkarırım korkusuyla, G ilberte'in bana
yazm asın ı istediğim kelim eleri zihnim den uzak tutm aya çalı­
şırdım . M ucizevi bir tesad ü f sonucu, Gilberte'ten alacağım
m ektup benim k afam d an u y d u rd u ğ u m m ektubun aynısı olsay ­
dı bile, ben bu m ektupta kendi m etnim i görecektim ve benim
dışım d an gelen, gerçek, yeni bir şeyle karşılaşm ışım , zihnim in
d ışın d a, iradem den b ağım sız, gerçekten aşkın su n d u ğ u bir
m utluluk elde etm işim izlenim ini yaşayam ayacaktım .
Bu arad a, G ilberte'in bana yazm adığı, am a hiç değilse
onun bana verm iş o ld u ğ u bir yazıyı oku rdu m tekrar tekrar;
Bergotte'un, R acine'e ilham verm iş olan eski mitlerin gü zelli­
ğiyle ilgili, akik bilyeyle birlikte yanım dan hiç ay ırm adığım y a­
zısıydı bu. Bu yazıyı benim için aratıp b u ld u rm u ş olan ark ad a­
şım ın iyi kalpliliği du y gu lan dırırd ı beni; her insan, tutkusuna
birtakım sebepler b u lm aya ihtiyaç d u y d u ğ u için, hattâ edebi­
yattan ya d a başkaların ın kon uşm alarından, insanı âşık edebi­
lecek özellikler olduklarını öğrendiği m eziyetleri sev d iğ i kişide
b ulunca sevin diği için ve hattâ -Svvann'ın bir zam an lar Odet-
te'in güzelliğinin estetik niteliğiyle ilgili olarak yaptığı g ib i- bu
özellikleri taklit yolu yla benim seyip, aşkının dah a d o ğ al ve
kendiliğinden old u ğu dön em d e aradığı özelliklere aykırı bile
olsalar, yeni birer âşık olm a sebebi haline d ö n ü ştü rd ü ğü için,
ben de başlangıçta, ta C om b ray'den beri, G ilberte'e hayatının
bütün bilinm ezliği yü zün den âşık oldu ğu m halde, onun h aya­
tına dalm ayı, artık benim için hiçbir anlam ı kalm am ış olan ken­
di hayatım ı terk ed ip onun hayatında yeniden vücut bulm ayı
isted iğim halde, şim d i G ilberte'in bir gün benim o bildik, d e ­

421
ğe rsiz hayatım ın m ütevazı hizm etkârı, rahatlatıcı iş ark ad aşı
olabileceğini, geceleri bana çalışm alarım da yardım cı olu p çeşit­
li broşürler arasın d a karşılaştırm alar yapabileceğini düşün üyor,
bunu m üthiş bir ayrıcalık olarak görüyordum . Bergotte'a gelin­
ce, b aşlan gıçta G ilberte'i henüz görm eden sevm em e seb ep olan
o bilge, n eredeyse ilahi ihtiyarı, şim di en çok G ilberte y ü zü n ­
den seviyordum . Bergotte'un Racine'le ilgili yazısı kadar, Gil-
berte'in onu paketlediği, iri beyaz m ühürlerle k ap atıp eflatun
kurdelelerle b ağlad ığ ı k âğıdın görün tüsü de haz verirdi bana.
G ilberte'in ruhundaki en iyi şeyleri, onun havai yanını değil,
vefalı yanını tem sil eden ve Gilberte'in hayatının esraren giz b ü ­
y ü sü y le sarm alan m ış old u ğu halde, benim yan ım da, o d am d a
y aşay an , benim yatağım d a yatan akik bilyeyi öperdim . N e var
ki, G ilberte'e olan aşkım ın bana artık bir hiçlik olarak gö rü n d ü ­
ğ ü an lard a, aşk ım a adeta bir yoğun luk kazan dırdıkları için G il­
berte'e olan aşkım la özdeşleştirm ekten h oşlandığım bu taşta ve
Bergotte'un yazısın d a b u ld u ğu m güzelliğin , aslın d a bu aşktan
önce var o ld u ğu n u , b u aşk a benzem ediklerini, bütün u n surları­
nın G ilberte henüz beni tanım azken, yetenek veya m adenbilim
yasaları tarafın dan belirlenm iş old u ğu n u ve G ilberte beni sev ­
m ese, kitapta da, taşta d a hiçbir değişiklik olm ayacağını, d o la­
yısıyla onlardan bir m utluluk işareti çıkarm am ın an lam sız ol­
d u ğ u n u fark ederdim . A şkım sürekli olarak ertesi gü n ü bekler,
ertesi gün, G ilberte'in aşkını itiraf edeceğini um ar, her akşam ,
gü n d ü zü n b aşarısız çalışm alarını b ozu p dağıtırdı; bu arad a
benliğim in karanlıklarında m eçhul bir işçi, koparılıp atılm ış ip ­
likleri değerlendirir, benim hoşu m a gitm e, m u tlu lu ğu m için ça­
lışm a k aygısı gütm eden, bü tü n işlerinde görülen değişik bir
d ü zen e göre, tekrar yerleştirirdi onları. Benim aşkım a özel bir
ilgi d u y m ayan , sev ild iğim e dah a baştan karar verm em iş olan
bu işçi, G ilberte'in bana an laşılm az gö rü n m ü ş olan hareketleri­
ni ve affettiğim kusurların ı tek tek toplardı. O zam an, bir araya
geldiklerinde, bütün bu hareketler ve k usurlar bir anlam k aza­
nırdı. Bu yeni düzenlem e, G ilberte'in C h am p s-E ly sees'ye gele­
ceğine bir çay partisin e veya m ürebbiyesiyle alışverişe gittiğini,
yılbaşı tatilinde seyahate çıkm aya hazırlandığını görünce, "D e­
m ek ki G ilberte ya h avai ya d a fazla u y sa l," diye düşün m ekte

422
haksız old u ğu m u söylerdi sanki bana. Ç ünkü Gilberte beni
sev se, havai de olm azdı, uysal da; itaat etm eye zorlan dığı tak­
dirde de, benim onu görm ediğim günlerde hissettiğim ıstırapla
itaat ederdi. Bu yeni düzenlem e, G ilberte'i sevdiğim e göre, sev ­
m enin ne dem ek o ld u ğu n u gayet iyi bilm em gerektiğini de
söylerdi bana; Gilberte'in gözün deki değerim i artırm a isteğinin
b ende nasıl sürekli bir kaygı haline geldiğin e dikkatim i çeker,
bu yü zd en Françoise'a m u şam b a bir yağm u rlu kla m avi sorguç-
lu bir şap k a alsın diye, dah a d o ğru su , beni C h am ps-E lysees'ye
bu utanç d u y d u ğ u m hizm etçiyle gönderm esin diye annem e
yalvard ığım ı (annem Françoise'a haksızlık ettiğim i, onun bize
çok bağlı, n am uslu ve vefalı bir kadın old u ğu n u söylerdi ceva­
ben) hatırlatır, G ilberte'i görm e ihtiyacım ın aldığı boyutları, ay ­
lar öncesinden itibaren, onun Paris'ten ne zam an ayrılacağını
ve nereye gideceğini öğrenm ekten b aşk a bir şey d ü şü n em ed iği­
mi, eğer G ilberte oraya gitm eyecekse en güzel m em leketi bir
sü rgü n yeri gibi gö rd ü ğü m ü ve onu C h am p s-E ly sees'de göre­
b ild iğim sürece Paris'te kalm aktan b aşk a şey istem ediğim i k a­
nıtlardı; G ilberte'in davranışlarının ardında bu kaygıyı d a, bu
ihtiyacı d a b u lam ayacağım ı bana gösterm ekte zorluk çekm ez­
di. G ilberte ise, aksine, benim bu kon udaki fikrim e hiç ald ırm a­
dan m ürebbiyesini takdir ediyordu. C ham ps-E lysees'ye, M ade-
m oiselle'le alışverişe gideceği için gelm em eyi d o ğal buluyor,
annesiyle bir yere gidecekse, gelm eyeceğine seviniyordu. Tatili
benim de onun gideceği yerde geçirm em e izin verdiğini farz et­
sek bile, o gideceği yeri seçerken, anne babasının isteklerini,
kendisine sö zü edilen say ısız eğlenceyi düşünür, ailem in beni
nereye gönderm eye niyetli old u ğu y la zerrece ilgilenm ezdi. A ra
sıra, dikkatsizliğim yü zü n den ona oyunu kaybettirdiğim için
beni bir gün öncesinden veya bir b aşk a ark adaşın dan dah a az
sevdiğin i söylediğin d e, ondan özü r diler, beni yine eskisi k a­
dar, diğerlerinden dah a çok sevsin diye ne yapm am gerektiğini
sorardım ; hiçbir şey yapm am a gerek olm adığını, beni zaten
sevdiğin i söylesin ister, sanki benim iyi veya kötü d avran ışları­
m a day an arak, sırf söylediği sözlerle, kendi keyfine ya d a be­
nim keyfim e göre, beni sevin dirm ek için, bana olan d u y gu ları­
nı değiştirecekm işçesine yalvarırdım . H albuki benim ona iliş­

423
kin duygularım ın, onun davranışlarına da, benim isteğim e de
bağlı olm adığını bilm iyor m u ydu m ?
G örünm ez işçinin yaptığı yeni düzenlem e, son olarak şunu
d a söylerdi: Bizi hep ü zm ü ş olan bir insanın davranışlarının sa ­
m im i olm am asını arzu etsek de, bu davranışların geleceğe tut­
tu ğu ışık k arşısında arzu m u zu n eli kolu bağlanır ve sö z k on u ­
su insanın gelecekteki davranışlarının ne olacağını arzu m u za
değil, bu ışığa so rm am ız gerekir.
A şkım bu yeni sözlere kulak verirdi; ertesi gün ün diğer
gün lerden farklı olm ayacağına, Gilberte'in bana ilişkin, artık
değişem eyecek k ad ar eskiyen d u y gu su n u n kayıtsızlık o ld u ğ u ­
na, G ilberte'le d o stlu ğu m u zd a tek sevenin ben old u ğu n a ina­
nırdı. "D o ğ ru ," diye cevap verirdi aşkım , "b u dostlu kla ilgili
y apılacak hiçbir şey yok, değişm esi im k ân sız." Bunun üzerine,
hem en ertesi gün (ya d a yakında bir bayram , bir yıldön üm ü,
yılbaşı gibi d iğer günlerden farklı bir gün, geçm işin m irasını,
geçm işten kalan kederleri reddederek zam anı sıfırdan b aşlatan
özel bir gün v arsa, onu bekleyip) G ilberte'ten eski d o stlu ğ u ­
m u zd an vazgeçm esin i ve yeni bir do stlu ğu n tem ellerini atm a­
sını rica ederdim .

D aim a el altında b u lu n d u rd u ğu m Paris haritası, M. ve


M m e Sw an n'in otu rd u ğu so k ağı d a gösterdiğinden, benim n a­
zarım da adeta bir hazine barındırırdı içinde. D uru p dururken,
neredeyse kahram an ca bir sad akatle, olur olm az bahanelerle,
sokağın adını söylerdim ; o k ad ar ki, annem le büyükannem in
aksine, aşk ım dan haberdar olm ayan b abam sorardı:
"C an ım ne diye sürekli şu sokaktan bah sediy orsu n ? O lağ a­
n üstü bir tarafı yok ki; Boulogne O rm am 'na iki adım m esafede
olm ası bakım ın dan , oturm ak için hoş bir yer, am a aynı avantaja
sah ip en az on so k ak vardır."
A nnem le b ab am a Sw an n ism ini söyletm ek için binbir m a­
zeret yaratırdım ; k afam d a zaten bu ism i d u rm ad an tekrarlar­
dım elbette, am a o eşsiz tınısını işitm eye, notalarını okum akla
yetin em ed iğim b u m ü ziğin seslen dirilm esin e d e ihtiyaç d u ­
yardım . A slın da onca zam an d ır b ild iğim bu Sw ann ism i, tıpkı
kim i afazi vak aların d a, en çok kullanılan kelim elerin bile o la­

424
bild iği gibi, yeni bir isim haline gelm işti benim için. Z ihnim de
her an m evcuttu, buna rağm en zihnim ona alışam ıyord u. Onu
p arçalara ayırır, harflerini tek tek söylerdim , yazılışı her d efa­
sın da beni şaşırtırdı. Benim için tanıdık bir isim olm aktan çık­
tığı an da, gö zü m d ek i m asum iyetini de kaybetm işti. Bu ism i
işitm ekten d u y d u ğ u m haz bana öyle u tan ılacak bir şey gibi
gelirdi ki, ak lım dan geçenleri herkesin o k u d u ğu n u ve ben ko­
nuyu oraya getirm ek isted iğim d e onların d eğiştirm ey e çalış­
tıklarını zan n ederdim . H ep d ö n ü p d o laşıp G ilberte'le ilgili ko­
n ulara gelir, aynı sözleri tekrarlayıp d u ru rd u m ; bunların an ­
lam sız sözlerden -G ilberte'ten u zakta söylenen, onun d u y m a­
dığı, olanı tekrar eden, am a değiştirem eyen d eğ ersiz sö zler­
d e n - b aşk a bir şey olm adığını ne k ad ar bilsem de, sanki b u şe­
kilde G ilberte'i çevreleyen her şeyi evirip çevirerek, y o ğ u ra­
rak, so n u n d a belki on lardan bir m utluluk çıkarabilirm işim gibi
gelirdi bana. A nnem le b ab am a, sanki yü z kere tek rarladığım
sözler, nihayet G ilberte'in tem elli bizim le y a şam ak üzere, ani­
den k ap ıd an içeri girm esi sonu cun u d o ğu racak m ış gibi, G il­
berte'in m ürebbiyesini çok sev d iğin i söylerdim . Débats okuyan
yaşlı hanım ı d u rm ad an göklere çıkarır (annem le b ab am a onun
bir büyükelçi eşi ya d a bir pren ses olabileceğini im a etm iştim ),
gü zelliğin i, ihtişam ını, asaletini överdim ; bir gü n , G ilberte'ten
yanlış d u y m ad ıy sam , adının M m e Biatin old u ğu n u söyledim .
"A a! A nladım kim o ld u ğ u n u ," diye haykırdı annem ; ya­
naklarım ın utançtan kızardığını hissettim . "D ikkat! Dikkat! Z a­
vallı bü yü kbaban olsa, öyle derdi. G üzel ded iğin o kadın mı!
K orkunç bir kadındır, her zam an d a öyleydi. D uldur, kocası
m übaşirdi. H atırlam ıyor m u su n ? K üçükken seni jim nastik der­
sine g ö tü rd ü ğ ü m d e onunla k arşılaşm am ak için ne num aralar
yapardım ; beni tanım adığı halde gelip konuşur, senin İDİr o ğ­
lan çocuğu için aşırı gü zel' o ld u ğu n u söylerdi, insan larla tanış­
m ak on da bir saplantıdır, gerçekten M m e Sw an n'la tanışıyorsa,
onu hep delinin teki gibi görm ekte haklıym ışım demektir. Ç ü n ­
kü d ü şü k bir m uhitten çıkm ış olm akla birlikte, bir ayıbı da
yoktur bildiğim kadarıyla. N e var ki, in sanlarla tanışm ak d a ­
im a vazgeçem ediği bir tutku olm uştur. K orkunç bir kadındır,
son derece b ayağıdır ve ayrıca yapm acıktır."

425
Sw an n 'a gelince, ona benzeyebilm ek için, so frad a sürekli
b u rn u m u çekiştirip gözlerim i o v u ştu ru rdu m . B abam , "B u ço­
cuk geri zekâlı, bü yü yü n ce feci bir şey olacak," derdi. H er şey ­
den çok isted iğim , Sw ann gibi kel olm aktı. Sw ann bana o k a­
d ar o lağa n ü stü bir varlık gibi gö rü n ü y o rd u ki, benim g ö rü ştü ­
ğü m insanların onu da tanım asını, onunla herhangi bir gün,
tesad üfen k arşılaşm an ın m ü m kü n olm asın ı m ucizevi b u lu y o r­
dum . Bir keresin de annem , her ak şam yem eğin deki gibi, bize
öğleden sonra yaptığı alışverişleri anlatırken, "B u arad a bilin
b ak alım Trois Q uartiers'de, şem siye reyonun da kim i gördü m :
Sw an n 'i," deyince, benim için bir çölden fark sız olan h ikây esi­
nin ortasın da esraren giz bir çiçek açıverdi. Sw an n'in o gün ö ğ ­
leden sonra, tab iatüstü siluetiyle kalab alığın içinde boy g ö ste­
rerek bir şem siy e aldığını öğrenm ek ne h ü zün lü bir hazdı!
H epsin e aynı derecede k ayıtsız k aldığım irili ufaklı olayların
arasın d a bir tek bu, G ilberte'e olan aşkım ı sürekli alevlendiren
özel titreşim leri yaratıy ord u içim de. Babam o gü n lerd e Fran­
sa'n ın resm î k on uğu olan ve m üttefiki o ld u ğu id d ia edilen
K ral T h eo d o siu s'u n ziyaretinin ne gibi siy asi sonu çlar d o ğ u ra ­
bileceği k on uşulurken din lem ediğim için, hiçbir şey le ilgilen ­
m ediğim i söylü yordu . O ysa ben öğleden sonra Sw an n 'in ü ze­
rinde pelerinli p alto su olu p olm adığını o k adar m erak ediyo r­
d u m ki!
"Selâm laştın ız m ı?" diye sordum .
"Tabii canım ," dedi annem ; her zam anki gibi, Sw an n'la
aram ızın b ozuk o ld u ğu n u itiraf ederse, M m e Sw an n 'la tanış­
m ak istem ediği için arzu lam ad ığı bir barıştırm a girişim iyle kar­
şılaşm ak tan korkar gibiydi. "O geldi yanım a, ben onu gö rm e­
m iştim ."
"Peki am a siz k ü s değil m isin iz?"
"K ü s m ü ? N iy e küs olalım k i?" d ed i annem sertçe, sanki
ben Sw an n 'la iyi bir ilişkisi o ld u ğu varsayım ına gö lge d ü şü r­
m üş, bir "y akın laştırm a" çab ası içine girm işim gibi.
"O n u artık eve dav et etm ediğin için san a kızm ış olabilir."
"H erkesi evim ize dav et etm ek zo run da değiliz ki; o beni
dav et ediyor m u evine? K arısını tanım ıyorum ."
"A m a C om b ray 'd e hep evim ize gelirdi."

426
"E vet, C om b ray 'd e gelirdi, am a Paris'te b aşk a m eşgu liy et­
leri var, benim de öyle. Fakat em in ol, halim iz birbirine k ü s iki
insana hiç m i hiç benzem iyordu. O nun paketini getirm ekte g e­
ciktikleri için birkaç dakika çene çaldık. Seni sord u, kızıyla bir­
likte oyun oynadığınızı sö yledi," diye ekledi annem . Ben,
Svvann'ın zihninde var olm am gibi bir m ucize k arşısında ken­
d im d en geçm iştim ; hattâ yalnızca var olm akla k alm ayıp, ben
C h am p s-E ly sées'd e onun karşısında aşkla tir tir titrerken, o be­
nim adım ı, annem in kim oldu ğu n u bildiğine göre, benim kızı­
nın ark ad aşı sıfatım a, büyükannem ve büyü kb ab am la, onların
aileleriyle, nerede o tu rdu ğu m u zla, eski günlerim izin, belki be­
nim bile bilm ediğim bazı özellikleriyle ilgili bazı bilgiler de ek­
lediğine göre, dem ek ki zihninde oldukça ayrıntılı biçim de yer
alıyordum . N e var ki annem , kendisini g ö rd ü ğü an Sw an n'in
n azarın d a belirli bir kişiyi tem sil ettiği ve Sw ann'in, onun yanı­
na g id ip selam verm esini gerektirecek ortak bazı anıları p ay laş­
tığı biri sıfatıyla yer aldığı o Trois Q uartiers reyonun da, kendi­
ne has bir büyü b u lm am ış gibiydi.
Zaten annem d e b abam d a, Svvann'ın bü yü kb ab asın dan ,
em ekli sarraf u nvanın dan sö z etm eyi hazların en b ü y ü ğ ü o la­
rak görm üyor gibiydiler. H ayal gücüm , Paris'in tam am ında bir
tek aileyi diğerlerinden ayırm ış ve k utsam ış, aynı şeyi şehrin
binaları için de y ap ıp d ış kapısını kendi yonttuğu, pencerelerini
sü sled iğ i belirli bir evi d e tecrit etmişti. A m a bu sü sleri gören,
bir tek bendim . B abam la annem in nazarında, nasıl Svvann'ın
otu rd u ğu ev, Boulogne O rm anı civarında aynı d ö n em d e inşa
edilm iş d iğer evlere benziyorsa, Svvann'ın ailesi d e d iğer sarraf
ailelerine benziyordu. A nnem ler Svvann'ın ailesini, bütün d ü n ­
y ad a geçerli ölçütlere göre değerlendiriyorlar, herhangi bir
özellik atfetm iyorlardı ona. A ksine, bu ailede takdir ettikleri
m eziyetleri, aynı, hattâ dah a yüksek bir derecede, b aşk a aileler­
d e d e buluyorlardı. D olayısıyla, evlerinin yerinin gü zel o ld u ğ u ­
nu söyledikten sonra, dah a d a iyi bir kon um a sah ip, am a Gil-
berte'le hiç ilgisi olm ayan bir evden, aynı şekilde, onun b ü y ü k ­
b ab asın d an dah a yüksek seviyedeki bir sarraftan söz ediyorlar­
dı; bir an sanki benim le aynı fikirdeym iş gibi görün seler de, bu
bir yanlış an laşılm adan öteye gitm iyor ve çok geçm eden açıklı­

427
ğa k avu şu yo rdu . Ç ünkü annem le babam , G ilberte'i çevreleyen
her şey d e bir bilinm ezlik, renk âlem inde kızılötesi neyse, d u y ­
gu lar d ü n yasın da ona tekabül edebilecek bir özellik görebilm ek
için gerekli, bana aşkım ın sağ lad ığı o geçici ve fazlad an d u y u ­
dan yoksundular.
Gilberte'in C h am ps-E lysees'ye gelm eyeceğini bildirdiği
günlerde, beni ona biraz olsun yaklaştıracak gezintiler y a p m a­
ya çalışırdım . Bazen Françoise'ı Svvann'ların evinin önüne, hac­
ca götürürdüm . M m e Svvann hakkında m ürebbiyeden öğren­
diklerini defalarca tekrarlatırdım Françoise'a. "M ad aly o n u ğ u ­
runa çok inanırm ış. G eceyağrısı kedi görse, b ay k u ş sesi veya
d u v ard a sanki saatin tik-takları gibi bir ses, bir ah şap çıtırtısı
d u y sa, im kânı yok seyahate çıkm azm ış. Ya, inancı çok kuvvet­
liym iş!" G ilberte'e o k ad ar âşıktım ki, yo ld a yaşlı uşaklarına
köpek gezdirirken rastlasam , heyecandan yolu m a d ev am ede­
m eyip durur, sev gi dolu bakışlarım ı u şağın b eyaz favorilerine
dikerdim . Françoise sorardı:
"N eyin iz v a r?"
Sonra, yola dev am eder, G ilberte'lerin evinin önüne, dış
kapısın a gelirdik; bütün kapıcılardan farklı, üniform asının şe­
ritleri bile G ilberte ism ini duyun ca hissettiğim zalim büyüyle
sarm alan m ış olan kapıcı, benim , d o ğu ştan d eğ ersiz old u ğu m
için, kendisinin korum akla görevli o ld u ğ u esraren giz hayata
n üfu z etm esine asla izin verilm eyecek kişilerden o ld u ğu m u bi­
lirm iş gibi du ru rd u; asm a kat pencereleri d e sanki bu hayatın
üzerine kapatıldıklarının bilincinde gibiydiler, m uslin perdele­
rinin asil kıvrım ları arasın da, herhangi bir pencereden çok, G il­
berte'in bakışlarına benzerlerdi. Bazen d e b u lvarlara giderdik,
ben D uphot Sokağı'nın b aşın a dikilirdim ; Svvann'ın, dişçisine
giderken oradan sık sık geçtiğini d u y m u ştu m ; hayal gücüm
Gilberte'in babasını insanlığın geri kalanından o k ad ar farklı kı­
lıyordu, M. Svvann'ın varlığı gerçek d ü n yay a o k ad ar gerçeküs­
tü bir nitelik k azan dırıyordu ki, dah a M adeleine'e gelm eden, o
d o ğaü stü görün tün ün ansızın ortaya çıkabileceği bir so k ağa
yaklaşm ak ta old u ğu m u d ü şü n ü p heyecanlanırdım .
A m a en sık yaptığım şey -G ilb erte'le görüşm eyecek sek -,
M m e Svvann'ın hem en hem en her gün "A k asy a lar" yolunda,

428
B ü yük G öl'ün etrafında ve "K raliçe M arguerite" yolunda y ü rü ­
y ü ş yaptığını öğrendiğim den, Françoise'ı Boulogne O rm anı'na
sürüklem ekti. Boulogne O rm anı benim gö zü m d e, çeşitli çiçek­
leri, birbirine aykırı m an zaraları bir arada gö rd ü ğü m ü z, bir te­
penin ardın da bir m ağara, bir çayır, kayalar, bir nehir, bir çukur,
bir tepe, bir bataklık b u ld u ğu m u z, am a bütün bunların, sadece
suaygırının, zebraların, tim sahların, Rus tavşanlarının, ayıların
ve balıkçılın oyunlarına u ygu n bir ortam ya da özgü n bir fon
sağ lam ak üzere orada bu lu n du ğu n u bildiğim iz hayvanat bah ­
çeleri gibiydi; Boulogne O rm anı da aynı karm aşık yapıya sa­
hipti, birbirinden farklı, kapalı küçük dünyaları bir araya getiri­
yordu -V irgin ia'd a bir tarım işletm esine benzeyen, sekoyalar
ve A m erika m eşeleri ekili bir çiftliğin yanında, göl kenarında
bir köknar k oru su ya d a içinden ansızın y u m u şak kürkü ve g ü ­
zel vahşi hayvan gözleriyle hızlı hızlı yürüyen bir kadının fırla­
dığı, yüksek bir ağaçlık yer alıy o rd u - orası, K adın lar Bahçe-
si'yd i; ve A k asyalar yolu da -tıp k ı Aeneis' teki M ersinler yolu
g ib i- ünlü G üzellerin, onların şerefine tek türden ağaçlarla sü s­
lenm iş m ekânıydı. N asıl ki çocuklar, denizaslanının su y a atla­
dığı kayanın ucunu ta uzak tan gördüklerinde, orada den izasla-
mnı d a göreceklerini bildikleri için, sevinçten yerlerinde d u ra­
m azlarsa, ben d e d ah a A k asyalar yoluna varm ad an çok önce,
akasyaların etrafa yayılan kok u su n u , hem güçlü, hem d e y u ­
m u şak , benzersiz bir bitkisel varlığın yakın da o ld u ğu n u ta
u zaktan hissettiren k ok u su n u d u y d u ğ u m d a, sonra yaklaşıp
yü k sek dallardak i hafif, cılız, d o ğal ve zarif, cilveli kesim li, ince
d o k u lu yaprakları v e yaprakların üstün e kanatlı, titrek, değerli
p arazit kolonileri gibi ü şü şm ü ş yüzlerce çiçeği gö rd ü ğü m d e,
hattâ o dişi, aylak, tatlı isim lerini işittiğim de, kalbim çarpm aya
b aşlard ı, am a sanki bir balonun girişinde teşrifatçının d u y u rd u ­
ğu, gü zel davetli hanım ların isim lerinden başk a bir şey çağrış­
tırm ayan bir vals işitm işçesine, sosyetik bir arzuyla çarpardı.
Bana A k asyalar yolu n da, hepsi evli olm adıkları h alde M m e
Svvann'ın yanında sık sık adları geçen, am a takm a isim leriyle
anılan kimi şık hanım ları görebileceğim i söylem işlerdi; eğer
v arsa, yeni soyadları, adeta kim liklerini gizlem ek için kullanı­
lırdı ve bu hanım lardan bahsederken, kim den sö z edildiğinin

429
an laşılm ası için, bu yeni soyadlarının kullan ılm am ası gerekirdi.
K adın zarafeti b ağlam ın d a G üzelliğin gizli birtakım y asalar ta­
rafından yönetildiğini ve bu gizli bilgilere sah ip olan b u k ad ın ­
ların, onu gerçekleştirm e yetisine de sah ip olduklarını d ü şü n ­
d ü ğ ü m için, kıyafetlerinin, arabalarının, gönü lden inandığım
binbir ayrıntının k arşım da belirm esini peşinen bir vahiy kabul
ederdim ; inancım , bu geçici ve devingen top lu lu ğa bir şah ese­
rin bü tü n lü ğü n ü kazandıran ruhtu. A m a asıl görm ek istediğim ,
M m e Svvann'dı; onun geçm esini, G ilberte'i görecekm işim gibi
heyecanla beklerdim ; Gilberte'in çevresindeki her şey gibi, an ­
nesiyle b abası d a onun b ü yü sü yle sarm alan m ış oldu k ların d an ,
b en d e onun k adar güçlü bir aşk, hattâ dah a çok acı veren bir
heyecan (çünkü onunla ortak noktaları, hayatının b an a yasak
olan m ahrem bölüm ü ydü ) ve son olarak da, (ileride görüleceği
gibi, kısa bir süre sonra, G ilberte'in benim le oyun oy n am asın ­
dan hoşlanm adıklarını öğrendiğim için) bize acı çektirm e im ­
kânlarını sonun a k adar kullan an lara d aim a b esled iğim iz h ay­
ranlık d u y gu su n u uyandırırlardı.
M m e Svvann'ı, üzerinde yün lü k um aştan, kısa, yırtm açlı
bir etek, b aşın d a bir sülün k an ad ıyla sü slen m iş küçük bir bere,
gö ğ sü n d e bir dem et m enekşeyle hızlı hızlı yürüyerek, arab ala­
rının içinde onun siluetini uzaktan tanıyıp kim senin onun k a­
d ar şık olam ayacağını dü şü n en ve kendisini selam lay an beye­
fendilere bir göz kırpışıyla cevap vererek, sanki evine dönm ek
için en kısa yol oym u şçasın a A k asyalar yolu n dan geçerken gö r­
d ü ğ ü m d e, estetik değerler ve yü k sek sosyeted e itibar sıralam a­
sın da, sad eliği ilk sıraya koyardım . A m a eğer gü cü tükenen,
dizlerinin "k esild iğin i" söyleyen Françoise'ı zorlayıp, bir saat
boyunca volta attıktan sonra, nihayet Porte D au ph in e'e b ağ la­
nan ağaçlı yolun başın da, -b en im n azarım da, dah a sonraki yıl­
lard a nüfuzlarına ilişkin d ah a belirgin ve tecrübeye dayan an
bir fikir edindiğim gerçek kraliçelerin katiyen tem sil edem ediği
bir kraliyet itibarının, bir saltan at girişinin canlı sim g esi o lan ,-
Constantin G uys'in desenlerini hatırlatan, iki ince, biçim li, kula
atın rü zgâr gibi u çu rdu ğu, arabacı k oltu ğu n da K azak lar gibi
kürklere bü rü n m üş d ev bir arabacıyla, yanında "rahm etli
B audenord'un k aplan ı"n ı hatırlatan u fak tefek bir u şağ ın otur­

430
d u ğ u , norm alden kasten b iraz d ah a yüksek, son m oda, gö ste­
rişli süslem eleri bir yandan eski m otifleri de çağrıştıran m uhte­
şem faytonu gö rm ü şsem -d a h a d o ğru su , şeklinin, kalbim e d e­
rin ve keskin bir yara halinde o y u ld u ğ u n u h issetm işsem - birin­
ci sıraya sad eliği değil, şatafatı koyardım . A rabanın arkasında
rahatça kaykılm ış oturan M m e Sw ann, o sıralar tek bir ak tuta­
m ın haricinde sap sarı olan saçları, çiçeklerden, çoğunlukla m e­
nekşelerden oluşan, u zun tüllü, ince bir taçla tutturulm uş, elin­
d e eflatun bir gü n eş şem siyesi, du d ak ların d a benim yalnızca
bir kraliçenin iyilikseverliğini gö rd ü ğü m , d ah a ziyad e bir y o s­
m anın kışkırtıcılığını sergileyen, çeşitli anlam lara çekilebilecek
bir tebessüm le, kendisini selam lay an lara hafifçe başını eğerek,
tatlı tatlı karşılık verirdi. Bu teb essü m aslın da kim ilerine, "Ç ok
iyi hatırlıyorum , h arik ay d ı!", kim ilerine, "O k adar isterdim ki!
N e b ü yü k talih sizlik!", kim ilerine de, "İstiyorsan ız, gayet tabii!
Ben bu konvoyu bir süre dah a izleyeceğim , sonra ilk fırsatta ay­
rılacağım ," derdi. Tanım adığı in san lar geçerken de, adeta bir
dostun bekleyişiyle ya d a hatırasıyla biçim lenen ve görenlere,
"N e k ad ar güzel bir k ad ın !" dedirten aylak bir tebessüm d o la­
şırdı du dakların da. Bir de, sad ece bazı erkeklere yönelttiği, acı,
gergin, çekingen ve so ğu k bir teb essü m ü vardı ki, "Evet, p e sp a ­
ye ad am , o yılan dilinizi katiyen tutam adığın ızı gayet iyi bili­
yorum ! Ben sizinle u ğraşıy or m u y u m ?" anlam ına gelirdi. Co-
quelin, kendisini dinleyen dostlarına nutuk çekerek geçer, ara­
b alardaki tanıdıklarına eliyle abartılı tiyatro selam ları verirdi.
A m a ben sad ece M m e Sw an n'i d ü şü n ü r ve onu görm ezlikten
gelirdim , çünkü A tış alanı h izasın a geld iğin d e arabacısına kon­
voyd an ayrılıp durm asın ı söyleyeceğini, ağaçlı yolu yürüyerek
ineceğini bilirdim . M m e Sw an n 'm yanından geçm e cesaretini
kendim de bu labildiğim günler, Françoise'ı o tarafa do ğru sü ­
rüklerdim . Gerçekten de M m e Sw an n'i yaya yolu n da bize d o ğ ­
ru gelirken görürdüm ; halkın kraliçeleri hayal ettiği şekilde,
b aşk a kadınların üzerinde gö rm ediğim iz zengin k um aşlar ve
takılarla donan m ış, eflatun elbisesinin u zu n k uy ruğu n u peşin ­
d e sürüyerek, bakışlarını ara sıra şem siyesinin sap ın a indirerek,
geçenlere pek dikkat etm eden, sanki tek am acı, tek derdi spor
y apm akm ış, gö rü ld ü ğü n ü , bütün başların kendisine çevrildiği­

431
ni dü şü n m ezm iş gibi yürürdü. Yine de ara sıra, tazısına seslen ­
m ek için arkasına dö n d ü ğü n d e, etrafını fark ettirm eden şöyle
bir kolaçan ederdi.
Onu tanım ayan in sanlar bile, onda bir farklılık, bir aşırılık
g ö rü p -belki de Berm a'nın kendini aştığı an larda, cahil seyirci­
ler toplu lu ğu n d a patlayan alkışlar gibi, telepati dalgalarının y a­
y ılm asıy la- m eşhur biri olm ası gerektiğine kanaat getirirlerdi.
K endi kendilerine, "K im acab a?" diye m erak eder, bazen yol­
dan geçen birine sorar veya kendilerini derhal aydınlatabilecek
bilgili ark adaşların a tarif edebilm ek için, kıyafetini hatırlarında
tutm aya çalışırlardı. Bazıları da, adım larını yavaşlatarak kon u­
şurlardı:
"K im bu, biliyor m u su n u z? M m e Sw ann! A nlam adın ız m ı?
Peki, O dette de C recy d esem ?"
"O dette d e C recy m i? Ben de kendi kendim e diy ordu m ki
bu hüzün lü gözler... A slın da pek genç d e say ılm az artık! H atır­
lıyorum da, M ac-M ahon'un istifa ettiği gün yatm ıştım on unla."
"Bence bunu kendisine hatırlatm asanız iyi edersiniz. Şim di
o M m e Sw ann oldu; Jockey K u lü bü üyesi ve G aller Prensi'nin
dostu olan bir beyefendiyle evli. H âlâ d a bir içim su ."
"E vet, am a siz bir de kendisini o zam anlar görseydiniz, ne
k ad ar güzeldi! Çin işi biblolarla dolu tuhaf, küçük bir evde otu­
rurdu. H atırlıyorum da, gazete satıcılarının gü rü ltü sü n den ra­
hatsız olm uştuk, son u n da yataktan kaldırm ıştı beni."
Ben yapılan yorum ları d u y m az, sad ece M m e Sw an n'in et­
rafın daki belirsiz şöhret m ırıltısını fark ederdim . Birkaç san iye
sonra, araların da beni k ü çü m sed iğin i hissettiğim m elez b an k a­
cının bu lu n m ad ığın ı esefle fark ettiğim bütün bu insanların,
hiç dikkatlerini çekm eyen, silik bir delikanlıyı, güzelliği, ah lak­
sızlığı ve şıklığıyla dü n ya çapın d a bir şöhret y ap m ış olan bu
k adın a selam verirken (d o ğru yu söylem ek gerekirse kendisini
tanım ıyordum , am a annem le b ab am kocasını tanıdıkları ve ben
d e kızının ark ad aşı o ld u ğu m için, k en d im de bu hakkı b u lu yor­
dum ) göreceklerini dü şü n ün ce, kalbim sabırsızlıkla çarpardı.
M m e Sw ann yakm a geld iğin d e de, şap k am ı çıkarıp kolum a
kocam an bir daire çizdirerek öyle abartılı ve u zu n bir selam ve­
rirdim ki, gü lüm sem ekten kendini alam azd ı. Etraftakiler güler­

432
di. M m e Sw ann ise, beni G ilberte'le birlikte hiç görm ediği için
adım ı bilm iyordu, am a onun gö zü n d e, -bekçiler gibi, kayıkçı
gibi, ekm ek attığı, göldeki ördekler g ib i- Boulogne O rm anı ge­
zintilerinin, ikincil, aşina, isim siz, bir "sah n e görevlisi" k adar
bireysellikten yoksun şahsiyetlerinden biriydim . O nu A k asy a­
lar yolu n da görem ediğim bazı günler, yalnız kalm ak veya öyle
görün m ek isteyen kadınların gittiği Kraliçe M arguerite yolun­
d a karşım a çıkardı; M m e Sw ann u zu n süre yalnız kalm az, ço­
ğun lukla gri silindir şap kalı, benim tanım adığım bir erkek ar­
k ad aşı d a ona katılır, ikisinin d e arabaları peşlerin de, uzun
u zu n sohbet ederlerdi.

Boulogne O rm anı'nı suni bir yer, bir hayvanat ya da m ito­


loji bahçesi haline getiren karm aşıklığı, bu yıl bir kez dah a g ö z­
ledim ; Trianon'a gitm ek üzere orm anın içinden geçiyordum ;
Paris'te, biz görem eden, çabucak geçip giden sonbaharın gö ­
rüntülerine hem çok yakın, hem d e onlardan m ahrum o ld u ğ u ­
m uz evlerin içinde, dökülen yapraklara du y ulan özlem in, bir
hum m a gibi insanın u yk u su n u bile kaçırabildiği, kasım ayının
ilk sabah larından biriydi. O nları görm e isteğim in çağrısına
u yu p gelen kuru yapraklar, pencereleri k apalı o d am d a, bir ay­
dır, zihnim le yoğu n laşm ay a çalıştığım bir nesnenin arasına gi­
riyor, ara sıra nereye b ak sak gö zü m ü zü n ön ünde kıpırdayan
sarı lekeler gibi, d ö n ü p duruyorlardı. O sabah , günlerdir yağan
yağm u run sesini işitm eyince, tıpkı b itişm iş du dakların iki köşe­
sin de gizli bir m utluluğun açığa çıkm ası gibi, kapalı perdelerin
kenarından gün eşli havanın gü lü m sediğin i görünce, o sarı y ap ­
rakları, gü n eş vu rm u ş halleriyle, güzelliğin in d o ru ğu n d a göre­
bileceğim i hissetm iş, eskiden şöm inem in bacasın d a rüzgâr
u ğu ld ad ığ ın d a deniz kenarına gitm ek için nasıl dayan ılm az bir
istek d u y arsam , o gün de d ay an am ay ıp son bah ar yapraklarını
görm ek için Boulogne O rm an ı'ndan geçerek Trianon'a gitm ek
üzere yola koyulm uştum . Boulogne O rm anı'nın, belki de en
çokyönlü gö rü n d ü ğü saat ve m evsim di, çünkü hem her zam an ­
kinden dah a fazla, hem d e dah a farklı biçim de bölünm üştü.
G eniş bir açıklığın b u lu n d u ğu alanlarda bile, yer yer, yaprakla­
rının tam am ını d ö k m ü ş veya hâlâ yeşil yapraklarını koruyan

433
uzaktaki koyu ağaç küm elerinin o lu ştu rd u ğu fonda, turuncu
renge bürün m üş, çift sıra halindeki kestane ağaçları, sanki yeni
b aşlan m ış bir tabloda ilk boyanan figürler gibi, araların da u z a ­
nan ışıklı yolu, dah a sonra resm e eklenecek kişilerin gezintisine
dekor olarak sunm aktaydılar.
Biraz ileride, yeşil yapraklarının hiçbirini dökm em iş olan
ağaçların arasın da, bir tek küçük, bodur, tepesi bu dan m ış, inat­
çı ağacın çirkin kızıl saçları rü zgârla savruluyordu. Bir başk a
köşede, yaprakların m ayıs ayı olan bu m evsim in ilk uyanışı y a­
şan ıyordu ; kışın açan pem be bir akdiken gibi güleç, m ucizevi
bir Japon sarm aşığm ın yaprakları, d ah a o sabah rengârenk aç­
m ışlardı. Boulogne O rm anı, bitkibilim sel bir kaygıyla ya d a bir
şenliğe hazırlık olarak, henüz yerlerinden sökü lm em iş yaygın
türden ağaçların ortasına iki üç değerli türün dikildiği ve garip
yapraklı bu ağaçların, adeta çevrelerine bir açıklık, aydınlık ve
hava yaydığı fidanlıkların, parkların geçici ve suni havasın a
bürün m üştü. K ısacası, Boulogne O rm anı'nın, en çeşitli türleri
sergilediği, en çok say ıd a farklı unsuru, karm aşık bir bileşim
halinde su n d u ğu m evsim di. Aynı şey, gü n ü n o saati için d e ge-
çerliydi. A ğaçların henüz yapraklarını dökm em iş kısım ları, sa ­
bah güneşinin neredeyse yatay ışınlarının d eğ d iğ i n oktadan iti­
baren, sanki bir m ad d e değişim in e m aru z kalıyorlardı; ışık, tıp­
kı birkaç saat sonra, günbatım ı y aklaştığın d a da görüleceği şe­
kilde, bir lam ba gibi bir an da aydınlanarak ta uzaktaki y ap rak ­
lara yapay, sıcak parıltılar yansıtıyor, gö v d esi yanm az, donuk
bir şam d an a benzeyen bir ağacın üstteki yapraklarını alev alev
tutuşturuyordu. G ün eş bir tarafta kestane ağaçlarının y ap rak la­
rını birer tu ğla gibi kalınlaştırıyor, İran işi, m avi desenli sarı bir
d u v ar gibi, gök yü zü n e kaba bir işçilikle yapıştırıyor, öte tarafta,
aksine gökyüzünden ayırdığı yapraklar, gergin, altın p arm ak la­
rını havaya uzatıyorlardı. Japon sarm aşık ların a b ü rü n m üş bir
ağacın tam ortasına, o g ö z alıcı parlaklıkta tam seçilem eyen,
kırm ızı çiçeklerden, belki bir cins karanfilden oluşan d ev asa bir
buket aşılıyordu. O rm anın, y a z m evsim in de yeşilliğin yo ğu n ­
lu ğu ve tekdüzeliği nedeniyle iç içe geçen değişik bölüm leri,
birbirinden ayrılm ıştı. Açıklık alanlar, her bölüm ün b aşlad ığı
yeri görm e im kânı sağlıy ord u ; bazı bölüm ler de, önlerinde san ­

434
cak gibi dikilen görkem li bir yaprak toplu lu ğu yla işaretlenm iş­
ti. A rm enonville, Pré C atelan, M adrid, K oşu alanı, gölün kıyısı,
tıpkı renkli bir haritadaki gibi ayırt edilebiliyordu. A ra sıra,
ağaçların kenara çekilip yer açtığı veya bir çim enliğin, yu m u ­
şak p latform u nda taşıdığı gereksiz bir yapı, suni bir m ağara,
bir değirm en çıkıyordu ortaya. Boulogne O rm anı'nın bir orm an
olm akla kalm ayıp, ağaçlarının hayatıyla ilgisiz bir am aca hiz­
m et ettiği hissediliyordu ; y aşad ığım coşkunun kaynağı, so n b a­
har hayranlığı değil, bir arzu ydu . R uhum uzun önce sebebini
bilm eden, d ışarıdan kayn aklanm adığını an lam ad an hissettiği
m u tlu lu ğu n tükenm ez kayn ağı olan arzu ydu . A ğaçlara, onları
aşan ve her gü n birkaç saat boyunca çevreledikleri o gezinen
dilberler şaheserine doğru , benden habersiz yönelen, d o y u m ­
su z bir sev giyle bakıyordum . A k asyalar yoluna d o ğru yü rü yor­
dum . içinden geçtiğim yüksek ağaçlı korularda sab ah güneşi
yeni bölünm eler yaratıyor, ağaçları buduyor, d eğişik dalları
birleştirip buketler oluşturuyordu. İki ağacı ustalıkla kendine
çekiyor, ışık ve gölgenin keskin yontm a kalem iyle her birinin
gö vd esin i ve yapraklarını ortadan ikiye b ölüp geriye kalan iki
yarım dan, ya etrafı gü n eşle sınırlanm ış tek bir gö lge sütun u, ya
d a suni, titrek silueti siyah bir gö lge ağıyla kuşatılm ış tek bir
aydınlık hayalet örüyordu. Bir gü n eş ışınıyla altın rengine b o­
yanan en tepedeki dallar, bütün k oruluğun denize batm ışçasına
gö m ü lü o ld u ğ u züm rüt renkli, sıvı atm osferden, tek başların a,
pırıltılı bir ıslaklık içinde çıkar gibiydiler. Ç ü nkü ağaçlar kendi
canlarıyla beslenm eye dev am ediyorlardı; yaprakları d ö k ü ld ü ­
ğ ü zam an bu hayatiyet, gövdelerini saran yeşil k adife kılıfın
üzerinde, veya kavakların tepesine serpiştirilm iş, M ichelange-
lo'nun Yarafı/zş'ındaki gü n eş ve ay k adar yu sy u varlak ökseotu
toplarının beyaz m inesinde, d ah a d a gü zel parlıyordu. A m a
yıllardır adeta aşılanm ış gibi, kadınlarla ortak bir hayat y a şa­
m ak zorun da kalm ış olan ağaçlar, geçerken dallarıyla örttükle­
ri, kendileri gibi m evsim in gü cü n ü hissetm eye m ecbur ettikleri
orm an perisini, süratli, rengârenk sosyete dilberini çağrıştırı­
yorlardı bana; kadın zarafeti şaheserlerinin, bilinçsiz ve suçor-
tağı yaprakların arasın da birkaç saniyeliğine görüneceği yerle­
re heyecanla k oştu ğu m inançlı gençliğim in m utlu günlerini ha­

435
tırlatıyorlardı. A m a Boulogne O rm anı'nın, az sonra Trianon'da
göreceğim kestane ve leylak ağaçların dan bu b ağlam d a daha
etkileyici olan köknarlarıyla akasyalarının arzulattığı güzellik,
benim dışım d a, tarihî bir dönem in hatıralarında, sanat eserle­
rinde, önüne altın dam arlı yaprakların yığıldığı küçük bir A şk
tapın ağın da sabitlenm iş değildi. G ölün kıyısına vardım , Atış
alanına k ad ar gittim . O zam an lar k afam d aki m ükem m eliyet
k avram ı, bir faytonun yüksekliğin den ve o yabanarısı k adar çe­
vik, öfkeli ve D iom edes'in zalim atları gibi gözleri kanlı atların
zayıflığından olu şu yo rd u; işte şim d i de, eskiden sev d iğim şey­
leri yeniden görm e isteğine, yıllar önce beni aynı yollara sü rü k ­
leyen arzu k ad ar şiddetli bir arzu ya kapılm ıştım ve aynı atları
görm ek istiyordum ; onları, M m e Svvann'ın dev arabacısı, ya­
nında yu m ru k b ü yü klü ğü n d eki, A ziz G eorge k adar çocuksu,
küçük u şak la birlikte, atların korkuyla çırpınan çelikten kanat­
larına hâkim olm aya çalıştığı an d a görm ek istiyordum . Heyhat!
Artık sadece, iriyarı üniform alı u şak ların eşliğindeki bıyıklı şo­
förlerin kullandığı otom obiller vardı. H afızam ın gözleriyle gör­
d ü ğü m , b asit birer çelenk k ad ar basık, küçük kadın şap k aları­
nın sevim liliğini teyit etm ek için, onları bir de bedenim in g ö z­
leriyle görm ek istiyordum . Şim di bütün şap k alar dev gibiydi
ve m eyvelerle, çiçeklerle, türlü çeşitli kuşlarla kaplıydı. M m e
Svvann'a bir kraliçe edası veren gü zel elbiselerin yerini, Tanagra
plili, bazen d e D irektuvar tarzı Yunan-Sakson tünikleri ve d u ­
var k âğıdı gibi çiçeklerle bezeli Liberty şifonlar alm ıştı. M m e
Svvann'la Kraliçe M arguerite yo lu n da dolaşabilecek beyefendi­
lerin başın da, o zam anın gri şap k aları, hattâ herhangi bir şap k a
yoktu. Ş ap k asız çıkıyorlardı so k ağa. Benim se, görüntünün bu
yeni unsurların a bir yoğunluk, bir bütünlük, bir varlık k azan dı­
racak inancım kalm am ıştı; ön üm den gelişigü zel geçen, dağınık,
gerçeklikten yoksun unsurlard ı, gözlerim in eskisi gibi bileştir­
m eye çalışabileceği bir gü zellik içerm iyorlardı. Zarafetlerine
in anm adığım , kıyafetlerini ön em sem ediğim sıradan kadınlardı
bunlar. A m a bir inanç yok o ld u ğ u zam an , yeni şeylere gerçek­
lik k azan dırm a gü cü m ü zü kaybettiğim izde, bunun yokluğun u
telafi etm ek üzere inancım ızın bir zam an lar hayat verdiği eski
şeylere fetişistçe bir bağlılık, sanki ilahi gü ç bizim içim izde de­

436
ğil, onların kendisin deym iş ve inançsızlığım ız tesadüfi bir se­
bepten, tanrıların ölüm ünden kaynaklanırm ış gibi, gitgide gü ç­
lenerek varlığını sürdürür.
N e korkunç bir şey! diy ordu m kendi kendim e. Bu otom o­
billerde eski arabaların zarafetini bulm ak m üm kün m ü? H er­
h alde benim artık yaşım geçti, am a kadınların, kum aştan bile
olm ayan elbiselerin cenderesine girdikleri bir dün ya, bana g ö ­
re değil. K ızaran narin yaprakların altında bir araya gelen şey ­
lerin hiçbiri artık yok sa, eskiden onların çerçevelediği zarafe­
tin yerini şim d i b ayağılık ve çılgınlık alm ışsa, bu ağaçları ziy a­
ret etm enin ne an lam ı var? N e korkunç şey! Zarafetin artık b u ­
lu n m adığı gü n ü m ü z d e tek tesellim , eskiden tanım ış oldu ğu m
kadın ları d ü şü n m ek. Peki am a, şap kaların a iri k uş kafesleri,
seb ze bahçeleri otu rtu lm uş bu feci yaratıkları seyreden in san ­
ların, M m e Svvann'ı m inik, sad e, eflatun bir şap k ay la veya
d ü m d ü z, tek bir sü sen çiçeğiyle sü slü küçük bir şap k ay la g ö r­
m enin b ü y ü sü n ü hissetm eleri m üm kün m ü d ü r? K ış sabah ları
sam u r kürkünden bir paltoyla, b aşın da iki d ü z keklik tüyüyle
sü slen m iş sad e bir bereyle yü rü y ü ş yapan M m e Svvann'a rast­
la d ığ ım d a y a şad ığ ım heyecanı tahm in etm eleri m üm kün
m ü d ü r? M m e Svvann'm gö ğ sü n e taktığı, gri gök yü zü n e, bu z
gibi h avay a, dalları çıplak ağaçlara m eydan okuyan canlı, m or
m enekşelerin, tıpkı salon u n dak i vazolardan , çiçekliklerden,
yanan şöm inenin yanın dan ve ipek kaplı kanapenin önünden,
k apalı pencerelerin ark asın d a yağan karı seyreden çiçekler g i­
bi, m evsim i ve h avayı sad ece bir dekor kabul ed ip insani bir
atm osferde, bu kadının atm osferin de yaşam an ın b ü yü sü n e
bürün düklerini ve onun evinin suni sıcaklığını çağrıştırdıkları­
nı an lam aları m ü m kü n m ü d ü r? Zaten kıyafetlerin o eski yıllar­
d ak i kıyafetlerden fark sız olm as d a bana yetm ezdi. Bir hatıra­
nın farklı bölüm leri birbiriyle day an ışm a halin de oldu k ların ­
dan ve h afızam ız onları, bizim herhangi bir parçasın ı çıkara­
m ay acağım ız, atam ay acağım ız, den geli bir b ütün h alin de b a­
rındırdığından, gü n ü m ü o kadın lardan birinin evinde, elim de
bir fincan çayla, o yıllarda (bu kitabın ilk bölüm ü n ün son b u l­
d u ğ u yıldan bir yıl sonra) M m e Svvann'm henüz d eğiştirm e­
m iş o ld u ğ u salon u gibi, d u v arları koyu renklere b oyanm ış, ka-

437
sim ayının alacakaran lığın da kasım patların ın turuncu bir ateş­
le, kırm ızı korlar halinde, pem be-beyaz alevlerle ışıld ad ığı s a ­
lonun da, (ileride görüleceği gibi) arzu lad ığım hazları k eşfed e­
m ediğim dak ik alara benzer dak ik alarla n oktalam ak isterdim .
O dakikaları şim d i d ü şü n d ü ğ ü m d e, hiçbir yere v arm asalar da,
kendi içlerinde bü yü lü d ak ik alar olarak gö rü y ordu m . Onları
tıpkı hatırladığım şek ilde yeniden b u lm ak istiyordu m . H ey­
hat! A rtık m avi ortancalarla renklendirilm iş, bem beyaz, XVI.
L ou is ü slu b u n d a salon lar vardı bir tek. Zaten artık P aris'e çok
geç dön ü lü y ordu . Ç ok u zakta kalm ış bir yıla, dön m em e izin
verilm eyen bir çağa bağlı o ld u ğu n u h issettiğim bu hatıranın
unsurlarını, kendisi de bir zam an lar nafile p eşin d e k oştu ğu
haz k ad ar u laşılm az hale gelm iş olan bu arzun un unsurlarını,
tekrar bir araya getirm esini M m e Svvann'dan rica etseydim ,
bana bir şato d an m ek tup y azıp P aris'e ancak şu b at ay ın da, k a­
sım patı m evsim in den çok sonra döneceğini bildirirdi. Ayrıca
b u kadınların, kıyafetiyle ilgilen d iğim kadın ların aynıları ol­
m aları gerekirdi, çünkü inancım ın henüz yok olm ad ığı yıllar­
da, hayal gü cü m onları bireyselleştirm iş, birer efsan eyle d on at­
mıştı. H eyhat! A cacias C ad d e si'n d e -M ersin li y o ld a - bu k a­
dın lardan bazılarını gö rdü m ; yaşlıydılar, eski hallerinin kor­
kunç birer gö lg esi, V ergilius'un k oru larında u m u tsu zca, kimbi-
lir neyin p eşin d e, b aşıb o ş d o laşan birer hayalettiler. O nlar k a­
çıp gittikten çok son ra, ben hâlâ terk ed ilm iş yolları b oş yere
so rgu lam ay a d ev am ediyord um . G ün eş saklanm ıştı. Tabiat
tekrar Boulogne O rm am 'n d a saltan at sü rm eye b aşlam ış, b u ra­
nın, K adın 'ın C ennet Bahçesi o ld u ğ u fikri u çu p gitm işti; suni
değirm enin üzerin deki gerçek gö k y ü zü griydi; rüzgâr, Büyük
G öl'ün yüzeyini, gerçek bir göl gibi m inik d algalarla kırıştırı­
yordu; gerçek bir orm an dak i gibi, B oulogne O rm an ı'm süratle
kateden iri kuşların, tiz çığlıklar atarak p e ş p eşe k o n d u ğu ulu
m eşeler, druid'leri hatırlatan taçları ve D o d o n a'y a ö zgü ihti­
şam larıyla, san ki hizm et d ışı kalm ış orm anın in san lıkdışı b o ş­
lu ğu n u haykırıyor, hafızanın resim lerini gerçekte aram anın çe­
lişkisini ve bu resim lerin, d u y u larla algılan m ayışların d an , ha­
fızanın kendisin den k ayn ak lan an b ü yü den daim a yoksun k a­
lacaklarını dah a iyi an lam am ı sağlıy orlardı. Benim bildiğim

438
gerçeklik artık yoktu. M m e Svvann'ın, tıpkı eskisi gibi, aynı an ­
d a ortaya çıkm am ası bile, caddenin farklı olm ası için yeterliy-
di. E skiden b ild iğim iz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye
yerleştirdiğim iz m ekânlar âlem ine ait değildirler sadece. O za-
m anlarki hayatım ızı olu şturan , birbirine bitişik izlenim lerin
ince bir dilim idirler; belirli bir görün tün ün hatırası, belirli bir
ânın özlem inden ibarettir; ve evler, yollar, caddeler de, heyhat,
seneler gibi u çu p giderler.

439
V

“...tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye


attıkları silik kâğıt parçalarının, suya girer girmez
çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik
kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan
birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi,
hem bizim bahçedeki, hem M . Swann’ın
bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin
nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük
evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip
hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent
çay fincanımdan dışarı fırladı.”

Combray’de günbatımı, alışkanlık, iyi geceler


öpücüğü, Françoise, ıhlamura batırılan madlen,
Leonie Hala, kilise, Adolphe Amca, pembeli kadın,
bahçede kitap okuma, akdikenler, mehtapta gezinti,
sonbahar yalnızlığı, arzunun doğuşu, Balbec,
zambak kokan oda, Verdurin’ler ve müritleri,
Swann’la O dette’in karşılaşması, Vinteuil’ün sonatı,
Swann’ın aşkı, kasımpatları, kıskançlık, yalan,
bekleyiş, müziğin dili, Cham ps-Elysees’de karlı
günler, Gilberte, hayal kırıklığı, umut...

Ihlamura batırılan bir madlenle


yeniden yakalanan, belleğin yaratıcı gücüyle
yeniden canlandırılan bir geçmiş...

TÜ R K İY E ÇO L O L M A S IN !
( 0212 ) 281 10 27

ISBN 975-363-910-4

You might also like