You are on page 1of 18

Frankfurt Okulu

bu okulun en temel özelliklerinden bir tanesi, izm lerden sıyrılarak felsefe yapmak, Bu
nedenle de eleştirel kavramını daha çok kendilerine
hem Marksist olduklarını iddia ediyorlar bir anlamda da katı bir Marksist tutum içerisinde
değil, marksizmin daha çok eleştirel yanını temsil ettiklerini söylüyorlar.
Bu eleştirilerin kökenini daha Kant'a kadar götürdüklerini söylüyor bu filozoflar. kant da
daha çok bir bilgi eleştirisi söz konusuyken, bunlar bu eleştiriyi bir toplum eleştirisi ne
dönüştürmeye çalışıyorlar.
Içinde farklı bilim adamlarının çoğunlukla da sosyologların olduğu farklı görüşlerde olsalar
da Marksist felsefede birleştikleri bir okul.
gurunberg sosyoloji ekonomi konuları ön plana çıkarken, felsefeci olarak horkheimer ın
enstitü Müdürlüğü'ne getirilmesinden itibaren eleştirel teori kavramı gündeme getiren
filozof.
1931 yılından itibaren bu okulun amacının eleştirel bir çaba içerisinde olma, sadece mevcut
durumu Betimlemek değil eleştirmek ve dönüştürmek olduğunu vurgulayan bir anlayışı temsil
ettiğini söylüyor. Ondan önce kuramsal bir çabadan çok bilimsel bir çaba ön plandayken,
horkhemer ile birlikte Felsefi bir tutum gelişmeye başlıyor. horkheimer ile birlikkte adorno
bu okulun en önemli temsilcilerinden bir tanesi.
80 den sonra en etkili üyesi habermas. Hala yaşıyor.
80'den sonra hem popülerliği hemde marksist özelliği azalmaya başlıyor. habermas daha çok
hermenötik alana yöneliyor.
1923 felix well Marksizm haftası diye bir bir hafta düzenliyor.
Hegelci marksistler ve hegel'den bağımsız düşünen marksistler olarak iki gruba ayrılıyorlar.
Çünkü bazı metinlerinde Marx ın nerede kendisi konuşuyor nerede hegel konuşuyor
anlaşılması güç. Felsefe ile Marksizm yani hegel ile ya da bilim olarak Marksizm tartışmalar
çıkıyor.

**********************************
Marx'ın bu kapitalist toplum eleştirisini Hem biz Kapitalizm ilişkisi içerisinde bir kültür
eleştirisi, aynı zamanda kapitalist toplumun ama daha modernleşmiş, endüstrileşmiş
kapitalist toplumun eleştirisini Marksist ilkelerden hareketle gerçekleştirmek istiyorlar.
Her türlü indirgeyici düşünceyi eleştiriyorlar bu filozoflar, bu açıdan baktığımız zaman hem
idealizmin yani özneyi, bilinci merkeze alarak felsefe yapma tarzını hem de materyalistlerin
salt maddi dünyadan hareket ederek felsefe yapmalarını, indirgeyici bir tutum olarak
nitelendiriyor lar. Ve diyalektiğin özüne aykırı olduğunu bu tür düşünme tarzının dile
getiriyorlar.
Özne ile nesne arasındaki parçalanmayı, bölünmeyi gidermek aynı zamanda Marksist kuram
açısından baktığımız zaman kavram ile gerçeklik arasındaki parçalanmışlığı gidermek, bu
karşıtlıklar arasında dinamik bir bağ kurma. Bu nedenle kendi kuralları daha çok
diyalektikten yola çıkan ve aynı zamanda diyalektiğin eleştiren ve özgürleştirici yanını ön
planda tutan bir anlayış olarak görüyorlar.
Bunun karşıtlığına geleneksel teori diyorlar. Eleştirel teori ile geleneksel teori arasında bir
ayrım yapmaya çalışıyorlar. Bu ayrı mı ilk kez 1930'lu yılların başlarında horkheimer
tarafından geliştiriliyor. Doğal toplum Özellikle de kapitalist üretim ilişkilerinin diyalektik
bir anlayışla çözümlenmesini ve eleştirilmesi ni öneriyorlar. Aynı zamanda Salt indirgemeci,
pozitivist anlamda bilimselci diyebileceğimiz ben ve nesnelleştirici düşüncenin kapitalist
toplumu anlamakta yetersiz olduğunu düşünüyorlar
Geleneksel teori dediğimiz, pozitivist anlamda bilimsel ci, nesnelleştirici ve bu
nesneleştirici düşüncenin aynı zamanda insanı da dünyada eşit bir biçimde, metalar arası
değiş tokuş edilebilir bir varlığa dönüştürdüğünü iddia ediyorlar.
İnsan bir birey olmaktan çok, modern kapitalist toplumlarda herhangi bir Meta gibi birbirinin
yerine ikame edilebilir, birbirinden yalıtılmış atomik öge biçiminde düşünülüyor.
O halde geleneksel anlamda pozitivist bakış açısının yerine Eleştirel Bir Bakış açısının
geçirilmesi gerektiğini iddia eden bir Kuram.
Tüm pozitivist anlayışları olumlayıcı felsefe olarak nitelendiriyorlar. Eleştirel kuramının en
önemli özelliği olumsuz layıcı olması demektir. Maddi hayatın, özellikle İrrasyonel haline
gelmiş toplumsal ilişkilerin devrimci ve özgürleştirici bir düşünce ile olumsuzlanması
gerektiğini iddia ediyorlar.
bilimi, bilimsel otoriteyi kullanarak bilim dışı anlayışların ortaya 10 olmasına yol açıyor
pozitivist, geleneksel anlayış. Özellikle bu anlamda hem Batı Avrupa'da hem dünyada sosyal
bilimlerin geleceği, pozitivist düşüncenin egemenliğinde ve aynı zamanda bir Meta
üretiminin hakim olduğu bir bilinçlilikte gerçekleştirilmiş olduğunu söylüyorlar. Her şey
bireysel yarar ya da çıkar toplumsal yarar ya da çıkar, ölçme ve değerlendirme biçiminde
işliyor. Üniversitelerde oluşturulmaya çalışılan Optimum kar Optimum bilgi aslında
işlevsiz, niteliksiz bir bilgi haline dönüşüyor. Toplumsal kurumların ideolojisi haline geliyor
bilim, geleneksel kuram, pozitivist kuram böyle bir işlevi yerine getiriyor.
Kapitalist toplum kendine uygun bir bilimsel tutum ve anlayışı biçimlendiriyor.
bu filozoflar kendilerini aykırı filozof var olarak nitelendiriyor lar, ve eleştirel bir tutum
takınılması gerektiğini iddia ediyorlar. Aydınlanmanın ve modernizmin sadece deneyi
gözlemi ön planda tutan, ama Deney ve gözlemin gerisinde var olan bir takım çelişki ve
toplumsal çelişkileri görmezlikten gelen, Hatta üstünü örtmeye yarayan türden bir sosyal
bilim anlayışının kapitalist toplumun araçsallaştırıcı, insanı şeyleştirici, toplumu totaliter ve
baskı altında tutmanın bir aracı haline dönüştüğünü vurguluyorlar.
Bu nedenle bağımsız bir düşünme ve eleştirel bir düşünmenin ancak toplumdaki
özgürleştirici gücü açığa çıkarabileceğini, toplumu, insanı gerçek anlamda rasyonel
ideallerine uygun bir biçimde geliştirebileceğiniz, dönüştürebileceğini iddia ediyorlar.
Eleştirel kuram kendi köklerini kant dan itibaren ve aynı zamanda hegel de ortaya konulmuş
biçimiyle bir köke bağlamaya çalışıyorlar.
Sadece Marx ile yetinmiyorlar, Marxın eleştirel tutumunun Kant ve hegelden itibaren
felsefe tarihinde önemli bir tutum olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorlar..
Olgulara normatif ya da yansız bakmanın olanaklı olmadığı, her bakış açısının ideolojik ve
toplumsal temelleri kökenleri olduğunu, eleştirel kuramın açığa çıkarması gerektiğini
vurguluyorlar.
Pozitivizm ile birlikte, aydınlanma ile birlikte felsefenin eleştirel tutumu bir kenara
bırakılmıştır diyorlar.
Felsefeyi ve sosyal bilimleri de pozitivist bilim idealine göre oluşturmaya çalışmaktadır. Ya
ideolojik düşünme biçimini, öznenin önceliğini ya da maddenin determinist yapısını göz
önünde bulundurmaktadır sosyal bilimler,
sadece niceliksel araştırmalar yapılmaktadır ama niteliksel anlamda anlamak çabasından,
eleştiri çabasından sosyal bilimler gittikçe uzaklaşmaktadır. Pozitivist ve geleneksel teori
hakim olduğu ölçüde.
O halde sosyal bilimlerde bilimsel ci değil daha eleştirel, felsefi Bir anlayışın sosyal bilimlere
Egemen olması gerektiğini düşünüyorlar.
grünberg döneminde daha nesnel bir pozitivist anlayışı temsil ediyor, olayları olguları
tarihselliği içerisinde anlamaya çalışan pozitivist bir anlayışı temsil ediyor Onun dönemi.
Çok yoğun ve kapsamlı tarihsel araştırmalar yapıyorlar.
Gerçek anlamda Frankfurt okulunun Eleştirel Bir hale getirilmesi horkheimer ve onunla
birlikte adorno nun, ve marcuse nin birlikte başlıyor.
Kendi kuramlarının ne ölçüde geleneksel teoriden ayrıldığını ortaya koymaya çalışıyorlar.
gürünberg de Marksist bir araştırma enstitüsü olarak düşünülüyor ama daha çok geleneksel
düşünceyi, tarihsel bir plana indirgemeye çalışıyor. Ama sadece tarihsellik de değil, olay ve
olguları, kapitalist toplumun yorumlanmasında Eleştirel Bir anlayışını ön plana çıkarılması
gerektiğini daha çok horkheimer döneminde ön plana çıkarıldığını görüyoruz.
Ve böylece Kapitalizm ile bütünleşmiş bir pozitivizm eleştirisini gerçekleştirmeye
çalışıyorlar.
Özellikle horheimer ve adorno nun birlikte yazdıkları çok önemli bir yapıt var,
aydınlanmanın diyalektiği diye. Yani insan ideallerinin, hümanist insan anlayışının
aydınlanma ile birlikte ortaya çıkmış olmasına rağmen, insanın geleceğe umutla bakması
gerekirken, gittikçe özgür bir varlık haline gelmesi beklenirken, bir başka değişle Hegelci
ve Marksist düz, çizgisel gelişim anlayışının pek de olgusal koşullara uygun düşmediğini
iddia ediyor.
Tarihin gittikçe geriye doğru evrildiğini görüyorlar. Ve aynı zamanda kapitalist toplumun
gittikçe faşist bir karakter taşıdığını iddia ediyorlar, baskıcı devletler haline dönüştüğünü,
bireyin değerinin yatsındığı bir toplum modelinin ön plana çıktığını görüyorlar.
Aydınlanmanın idealleri çöküyor ve tersine dönüyor. Rasyonel olan irrasyonel hale geliyor.
Yani tam tersine döndüğünü görüyoruz, eşitlikten insanların üstünlük düşüncesi Peşine
Düştüğü, egemenlik hakkının olduğu düşüncesinin geliştiği bir döneme rastgeliyoruz.
Bunun temelinde de özellikle araçsallaştırıcı bir akıl olduğunu iddia ediyorlar, kapitalist
toplumun bu teknik aklı, endüstriyel aklı, farkında olmaksızın, bu şekilde derinlemesine bir
şekilde tersyüz ediyor,
Özellikle bu eleştiriler kuramcıların, marksın yanlış bilinç üzerinde çok yakından
durduklarını biliyoruz. Kültür endüstrisinin bu yanlış bilinçliliği arttıran bir öge olduğunu
söylüyorlar.
Bu sistem zorla getirilmiş olamaz, sadece baskı ile yapılmış olsa işçi sınıfı bunu ortadan
kaldırır, bunun yanlış bir bilinçliliğin Egemen haline gelmesi gerekiyor. Bu yanlış bilincin
oluşumunda Özellikle de pozitivist bilim anlayışının, çok önemli bir rol üstlendiğini
görüyoruz. Buna olumlayıcı felsefe diyorlar. Sistem önceden değiştirilmez bir şey olarak
kabul edip, o sistem içerisinde sorunları çözmeye çalışıyorlar, Bu çözümlerde genellikle
kapitalist toplumun işleyişine hizmet edebilecek bir biçimde bilimsel anlayışı temsil
ediyorlar. Tüm sistemi onaylayan, onun hayatta kalmasını sağlayan bir bilim anlayışı.
Bu anlayış insanların bilincinede nüfuz ediyor, her türlü haksızlığı her türlü olumsuzluğu
olağanmış gibi gösteriyor. Olan ile olması gereken arasındaki anlayışı ortadan kaldırıyor
pozitivist yaklaşım.
Egemen sınıfın, tüm toplumun Geri kalanını Manipüle etmesi, Egemen sınıfın ürettiği
değerleri, egemen'den bile daha fazla benimseyen bir toplumun oluşması söz konusu. Bu
hegemonyadan kurtulamadığımız ölçüde, eleştirel anlamda nesnel bilimsel tutumu
geliştiremeyiz diyorlar.
Topluma anlamakta, açıklamakta marksizmin bilimsel bir kuram olduğunu söylüyorlar,
bireyi açıklayan kuramın ise psikanalitik Kuram olduğunu söylüyorlar.
Bu filozoflara göre psikanalitik kuramın özünde Freud un özellikle güdüler teorisinin,
marcuse çok yoğun çalışmalar da bulunuyor. Güdüler teorisinin özgürleştirici bir bilim ve
özgürleştirici bir felsefe açısından önemli bir kuram olduğunu düşünüyorlar.
Böylece eleştirel kuram dediğimiz bir yanı ile Marksist düşünceden etkilenmiş diğer yanı ile
de psikanalitik Kuramdan etkilenen filozofların Ortaya koymuş oldukları düşünceler
bağlamında gelişen bir okul olduğunu görüyoruz.
Psikoanalitik Kurama Bu açıdan baktığımızda insanın tarihinin, bireyin kendi üzerinde
oluşturmuş olduğu baskının bir sonucu olarak görüyorlar. Uygarlığın temelini, özgürleştirici
gücün bastırılması sonucuyla ortaya çıktığını söylüyor freud.
Tüm tarih bireyin kendini baskılama sürecinden başka bir şey değildir. Diyor Freud.
Freud'un kuramı marcuse açısından sadece bireyi Temel alan değil kültürel ve sosyolojik
olarak ele alınması gerektiği düşünüyor.
rakan a göre Freud farkında olmaksızın Aslında tutucu gibi görünen psikoanalitik Kuramını,
farkında olmaksızın devrimci bir Kuram olarak ortaya koymuştur.
marcuse de aynı görüşe sahip.
adorno psikanalitik Kuram çerçevesinde, bireylerdeki totaliter eğilimin, toplumdaki
Egemen sınıf tarafından nasıl işlendiğini, yönlendirildiğini açıklamaya çalışır.
Öne Alman toplumunun gittikçe daha ırkçı, daha totaliter bir topluma nasıl
dönüştürüldüğünü anlamayı açıklamaya çalışıyor.
adorno nun çok önemli görüşleri var özne ve nesne bağlamında, diyalektiği anlama
açısından
kendi diyalektiklerine hegelci, ve Marksist diyalektikden daha farklı bir diyalektik olması
gerektiği, noktasında farklı bir anlam katmaya çalışıyor.
Buna da negatif diyalektik diyor, olumlayıcı değil olumsuz layıcı bir diyalektik anlayışı
temsil ettiklerini söylüyor. Bu negatif diyalektik aynı zamanda eleştirel olmanında özünü
oluşturuyor kendi felsefelerinin adorno ya göre.
hegel ve Marksist diyalektik ten farklı olarak, eleştirel olması, olumsuzlayıcı, yıkıcı
olması. Genel olanı değil, tikel olanı ön plana çıkarması. Bireysel olanı genel içerisinde
eritilmemesi gerektiğini söylüyor adarno.
özellikle marcuse da bu negatif diyalektiğin bir ölçüde bireyin, daha özgürleştirici bir
biçimde kavranması yönünde önemli bir düşünce biçimi olduğunu söylüyor. hatta marcuse
Heidegger in öğrencisi.
Aynı zamanda adorna heidegerci varoluşçulukla çok yakından ilişkili bir filozof, bireyin
önemini genelin karşısında savunan filozoflar olarak kendilerini gösteriyorlar. Hatta bu
düşünceleri Marksist düşünürler tarafından eleştiriliyor, Marksizm içerisinde liberal
teorilerine yakınlaştırılmış oluyor bu filozofları.
katı ve Ortodoks marksistler tarafından bu filozoflar daha liberal düşünen filozoflar olarak
eleştiriyorlar.
Negatif düşünce kavram ile sadece özgürlüğü savunmuyorlar, bireysel yanında önemli
olduğunu insanın, otantik bir varoluşa insanın sahip olabilmesi için negatif diyalektik bir
tutum ve eleştirel diyalektik tutum sergilemesi gerektiğini vurguluyorlar.
Aydınlanma Bu anlamda bireyin özgürlüğünü, Otantikliğini yok eden bir şey, Sanat gittikçe
kitlesel bir olguya dönüşüyor ve daha çok bireyin kendini sanat aracılığıyla,
bireyselleştirdiği ifade ettiği biçimler, toplumsal biçimlere dönüşüyor.

Marksist eleştiriyİ, kendi çağları ve koşulları çerçevesinde, daha gelişmiş bir kapitalist
dünyada bu Eleştirinin yine topluma yönelik bir eleştiri olarak tekrardan canlandırılmasını
istiyor Bu filozoflar. Bu eleştirel felsefeyi, sadece marks a kadar değil, hegel ve kant
dayandırıyorlar, çünkü bugün marksizmin içinde bulunduğu bir takım sorunlar var çünkü
Batı Avrupa sosyalizmi yeteri kadar devrimci bir geleneği izleyememiştir. Batı
Avrupa'sında henüz sosyalist bir devrim gerçekleştirilememiştir. Bunun nedeni yeterince
Eleştirel Bir Bakış açısının yoksunluğu olduğunu dile getiriyorlar. Toplumun daha doğru bir
çözümlemesini yapabilirsek, devrimci bir eylemin, dönüştürücü bir eylemin ön plana
çıkarabileceğini söylüyorlar.
Bu nedenle kantçı eleştirel geleneğe kadar geri götürüyorlar Kendi eleştirel kuramlarının
kökenlerini.
kant daha çok anlama yetisinin ve aynı zamanda anlama yetisi aracılığıyla Dış dünyanın
bilgisinin olanaklı bir takım koşullarını, Apiori Önsel birtakım koşullarını araştırmaya
çalışıyordu. Hegel bu eleştiri geleneğini toplumun oluşum sürecine uygulamış oldu bu
filozoflara göre
o halde Sadece Kant'ın bilgi eleştirisi niteliğinde ele almamız gerekmiyor, aynı zamanda
hegel de olduğu gibi topluma tarihe, bu eleştirel yapıyı uygulamanız gerekiyor.
Tarihin özündeki bir takım değişimleri, A piori önsel kavramların belirleyiciliğini bir
şekilde tarih içerisinde aramak, hegelci düşünce biçimi çerçevesinde, tarihin oluşumuna da
bu eleştirel geleneği ve toplumların yapısına, gelişime sürecine bu eleştirel anlayışı,
birtakım kavramların oluşum sürecini uygulamak gerekiyor.
Bu nedenle bu eleştirel gelenek, hegelci anlamda daha kapsayıcı, kuşatıcı bir eleştirel anlayışı
temsil ediyor, ve Marx'ın bunun bir devamı olduğunu bu filozoflar düşünüyorlar.
Kendi kuramlarını bu filozoflar, içkin eleştiri olarak nitelendiriyor lar.
Yani dıştan pozitivist bir anlayışla, ki kantın Bu açıdan baktığımız zaman, onun felsefesi
biraz daha pozitivizme olanak sağlayan bir felsefe,
sadece görüngülerin bize göründüğü biçimi ile yetinmeyen, onların gerisindeki bir takım
çelişkileri de kavramaya yarayan bir içkin Eleştirinin yapılabilmesi gerektiğini vurguluyorlar
bu filozoflar.
Geleneksel felsefe, pozitivist ve pragmatist daha sonra Pragmatizm ile 1940'lardan sonra
Amerika'da karşılaşıyorlar, Genellikle bu Amerika andro sakson felsefesinin, pragmatist
felsefesinin de pozitivist felsefenin sadece biraz daha ön pratik olanak sağlayan, bir felsefe
olmak bakımından pozitivist anlayıştan, var olan sistemi kabullenici ve iyileştirici bir
anlayıştan Öteye geçemeyeceğini, eleştiren özellikten yoksun olduğunu vurguluyorlar.
Bu nedenle aydınlanmanın olumsuz bir biçimde bilim ve akıl alanında kendini gösterdiği,
aşırı pozitivist ve pragmatist anlayışları yadsımaya çalışıyorlar.
Özellikle üniversitelerde bu tür bir akıl anlayışının, endüstrileşme ve sanayileşme ile birlikte
daha çok ekonomik açıdan, bilimin ekonomik açıdan getirdiği yararlar bağlamında bilimin
ele alındığını ve bilimin bir ölçüde Egemen sınıfın toplumu yönlendirmek ve yönetmek
açısından, özellikle pozitivist sosyal bilimlerin böyle bir işlevi üstlenmiş olduğunu
vurgulayarak, Yani bilim insanı özgürleştirmek ten uzak, daha çok totaliteler, bütünlükler,
farklılıkları yok eden ortadan kaldıran, ve aynı zamanda bireyleri yönlendiren yöneten,
bunların yönetilmesinde mi yönlendirilmesinde etkili olan bilimsel çalışmaları ön plana
çıkaran bir aydınlanmacı anlayışın, gittikçe siyasal totaliter rejimlerin de payandası
olduğunu, işbirlikçisi olduğunu dile getiriyorlar.
Burada onların çok önemli bir kavramı ile karşılaşıyoruz, araçsal akıl, kant aklın bir şekilde
etik kuramı açısından, araçsallaştırılmaması gerektiğini söylüyordu, Teknik, pratik akıl ile
gerçek anlamda pratik aklın birbirinden ayrılması gerektiğini vurguluyordu.
Oysa aydınlanma felsefesinin özü, hegel e göre dinsel bilince karşı bir tutumdur. Yani insan
kendi aklına dayanarak herhangi bir otoriteden yoksun bir biçimde, Kendi aklına dayanarak
olguları görebilmesi, kavrayabilmesidir.
kant açısından da insanın içine düşmüş olduğu, aklın düşmüş olduğu olumsuz durumdan
gene aklın kendisine dayanarak, hiçbir otoriteye başvurmaksızın aklı kullanmaya cesaret
etme yetisidir, aydınlanmanın temelinde bulunan özellik.
Işte Kant'ın teknik ve pratik akıl ile, gerçek anlamda pratik aklın ayrılması gerektiği
düşüncesinden hareketle Frankfurt Okulu, araçsal aklı eleştiriyorlar.
Aynı zamanda bu araçsal akıl, amaçlar ile araçları birbirine karıştıran bir akıldır.
Aydınlanmanın en temel özelliklerinden bir tanesi akıl aracılığıyla, Özgür, daha mutlu bir
toplum kurulmasıdır. Oysa aydınlanma bunun tersi istikametinde ilerlemektedir.
Insanı özgür kılmak yerine, insanı Teknik ve teknoloji karşısında özgürleştirmek yerine daha
da köleleştirmiştir.
Altay teknik ve teknoloji bizi daha mutlu kılması gerekiyor, daha özgür bireyler olmamız
gerekiyor. Daha Özgür demokratik devletler oluşturmamız gerekiyor.
Oysa bireylerin Manipüle edildiği, birtakım araçlarla çok kolay yönlendirildiği, bireylerin
kişisel özelliklerinin tümüyle yok edildiği, aynı tarz düşünen aynı tarzı yaşayan, herkes
ortak bir birey anlayışı içerisinde bütünleştirdiği ve yönlendirdiği bir toplumsal aşamaya
geçmiş oluyoruz aydınlanma ile birlikte.
Aydınlanmanın aklı, Karanlığa gömülen bir akıl haline geliyor, bu özellikle hırkheimer ın
akıl tutulması adlı yapıtında görüyoruz. Aklın Gölgeler içerisinde kaldığı, aklın tutulduğu
bir durum diyor buna.
Yani akıl Adına Akıl dışı olanı, Akıl üretmeye başlıyor günümüzde.
Bu nedenle aydınlanmacı akıl anlayışın sağlam bir eleştirisinin yapılması gerekiyor bu
filozoflara göre.
Çünkü kantçı hegelci ve marksist tarih anlayışı, bize aklın gelişimi ile birlikte insanın
özgürleşebileceğini, daha özgür bireyler haline dönüşebileceğini dile getiriyorlardı.
Oysa akıl Gittikçe daha vahşete dönüşür. Aydınlanma önümüzü aydınlatmak yerine geleceği
karartıcı bir yön izliyor.
İnsan gittikçe bu araçlara tapınmaya başlıyor, bilim kutsanıyor, karşı çıkılamaz bir otorite
olarak kendini gösteriyor.
Onların bu eleştirileri postmodern düşünürleri çok etkilemiştir. Onların bu modernizmin
eleştirisi.
Bu filozoflar aklın iki ayrı yanı olduğunu, kantçı ve hegelci felsefenin yapmış olduğu ayrıma
dayanarak. ilki soyutlayıcı, çözümleyici, Analitik düşünen bir yanı olduğunu, bir de hegel
in pozitif dediği bir yanı olduğunu yani kuşatıcı, kapsayıcı, sürece anlıyan, süreci
dondurarak değil, süreci bütünlüğü içerisinde, devinim içerisinde anlayan bir akıl, bu Akıl
diyalektik dediğimiz Akıl. Aklın diyalektik kullanımı.
kant da bu akıldan bahsediyor ama, bu aklın doğru bir bilgi sunamayacağını söyler. Ancak
bu aklın daha çok estetik varlık alanında ve Aynı zamanda da gerçek pratik akıl alanında,
bu türden bir diyalektik aklın var olabileceğini söylüyor.
Bu araçsallaştırılmış akıl aynı zamanda sanatı edebiyatı, kültürel olguları da, eşit
olmayanları eşitmiş gibi görerek değerlendiriyor. Özgün olanın, kültürün ortak paydasın da
yok edilmesi gerektiğini düşünüyor bu akıl. Sanat özgünlüğünü yitiriyor, ortak alan popüler
olan ön plana çıkarıyor.
Sanat böylece eğlence aracı haline dönüştürülmüş oluyor Aynı zamanda. Ekonomik
mübadele aracı olarak görülüyor aynı zamanda.
Araçsal akıl sanatı da araçsal bir hale dönüştürüyor. Sanatın bu türden bir endüstrileşmesi ne
adorno endüstri kültür diyor.
Bir eğlenme aracı, boş zamanı değerlendirilecek bir araç haline geliyor. Insanın özgün bir
şekilde, Kendi düşüncelerini duygularını dışavurumu halinden uzaklaşıp daha çok popüler
olanı hedef alan.
bÖylece İnsanların düşünce ve duyguları ortaklaşa hale dönüştürülüyor, insanların bilinçaltı
bu sanat yapıtları ile birlikte aykırı düşünmeye, farklı düşünmeye olanak sağlamayacak
biçimde kötürümleşmiş oluyor adorna ya göre. Alınıp satılan, Meta Haline dönüşen, elde
edilebilecek, sahip olunabilecek bir şey haline dönüşüyor. Özgün sanat eserleri sayısızca
çoğaltılarak, ekonomik değer olarak üretiliyor. adorno müzisyen Ayrıca, müzik sanatı
gittikçe, kitle sanatına, eğlence sanatına dönüşüyor.
Akıl bizi özgürleştirmek yerine Gittikçe daha çok totaliter bir toplumda yaşamamıza neden
oluyor.
bu filozoflar araçsal akıl olarak nitelendirdikleri aklı, daha çok kant ın understanding dedi
aklıyla özleştiryorlar. verctatn ile Özdeş tutuyorlar.
Oysa vernüt daha kuşatıcı, daha karşıtlıkları bir arada gören, süreci bütünlüğü içerisinde
kavrayan, olayları daha kapsamlı daha geniş bir süreç içerisinde anlamaya çalışan akıl olarak
karşımıza çıkıyor.
Araçsal aklın karşısına, nesnel aklı koymaya çalışıyorlar.
Bu araçsal akıl nedeniyle, zorunlu ihtiyaçlarımız yerine daha Gereksiz olan ihtiyaçlara
yöneltiyor bizi.
Gene bu akıl Gereksiz olan arzularımızı kampçılayan bir akıl. Daha fazla tüketimi,
doyumsuz olan akıl haline geliyor.
Oysa insan aydınlanma ile birlikte, aydınlanmanın bahşettiği birtakım umutların gene
aydınlanmacı akıl tarafından, yok edildiğini görüyoruz.
O nedenle aydınlanmanın diyalektiği adlı yapıt da, hem horheimer hem de adarno özellikle
aydınlanmanın, kendinden önceki, mitleri, inançları, tapınma araçlarını, dinsel düşünme
biçimlerini yok etmekle birlikte, aklı Egemen kılan, aklı kutsayan bir anlayışı beraberinde
getirdiğini vurguluyorlar, aydınlanmacı akıl kendinden önceki, dinsel inanç ve mitleri yok
ederken, kendisi tapınılması gereken bir inanç oluşturuyor.
Marx ve Hegel insanın yabancılaşmış yanını, nesneleşmiş yanını en iyi ifade eden filozoflar
olarak görülüyor, bu filozoflar tarafından. hegel de kapitalist toplumun gittikçe yoksullaşan
bir süreci içerdiğini, yani üretimin artması ile birlikte, daha geniş kitlelerin bu üretim
aracılığıyla yoksullaştırıldığı bir toplumun oluşturulduğunu ön görebiliyor. hem de Marx
üretimin insanı gittikçe kendi arzularından, ve otantik varoluşunu gerçekleştirmesinden
uzaklaştırdığını sadece bir makinanın dişlisi haline dönüştürdüğünü ifade ediyor. Insan bu
yabancılaşma ile birlikte, özgürleşme sürecinden de yoksun bir hale geliyor.
bacon cı anlayışın gittikçe daha pekişmiş hale gelmesi, aydınlanma döneminde.
bacon bilginin bir egemenlik oluşturduğunu söylüyor, bilmek aynı zamanda doğaya
hükmetmektir.
Doğaya hükmetmenin bir tür özgürleştirici olduğunu düşünüyor ön aydınlanma filozofları,
insan tekniği ve bilimi Kullandıkça doğa üzerinde ki egemenliğini, daha fazla arttırabilir
düşüncesi söz konusu.
Bu nedenle Frankfurt Okulu filozofları, emeğin ön plana çıkarılması, insanın doğa
üzerindeki tahakkümünün gittikçe arttırılması düşüncesinin ve emeğin Bu anlamda
yüceltilmesi düşüncesinin çok yanlış olduğunu, Marksist Kuram açısından da bir yanlışlık
taşıdığını ileri sürüyorlar.
Böylece adarno ve horkheimer çok önemli bir düşünceyi dile getiriyor, insanın doğa
üzerindeki hakimiyeti aynı zamanda insanın diğer insanlar üzerindeki, ve kendi içlerindeki
doğa üzerindeki hakimiyetine dönüşür diyor.
Bu araçsal aklın yaratmış olduğu olumsuz durumdan, gene aklın farklı bir özelliği ile,
nesnel özelliği ile kurtulabiliriz, aklı ancak kendisiyle iyileştirebiliriz.
Bu nedenle aydınlanmacı aklın, araçsal aklın temelinde kartezyen bir düşünce yattığınıda
geliyoruz, bacon un bilgi doğaya Egemen olmaktır görüşünde yattığını, Bilgi aynı zamanda
iktidardır diyor bacon.
O halde bilginin iktidar oluşturmayacak biçimde kullanılması gerekir, özgürleştirici bir
biçimde kullanılması gerekir. Tahakküm oluşturmayacak şekilde kullanılması gerekir adorno
ve horheimer a göre.
Bu da özne ile nesne arasında doğru bir ilişki kurmakla gerçekleşebilir. Insan doğadan,
nesneler dünyasından koparak ona ikinci bir doğa olarak bir kültürel Doğa yaratmıştır. Bu
kültürel doğa ile aynı zamanda organik Doğa arasında uzlaşmaz bir karşıtlık oluşturmuştur.
Yapılması gereken özne ile nesnenin mümkün olduğunca birbirleriyle, iktidar oluşturmayacı
bir biçimde tek Yanlı değil karşılıklı bir ilişki içerisinde bütünlüklü bir yaşam biçimini
oluşturabilmektedir diyor adorno.
Hegelci düşünce, 1 özdeşlik düşüncesidir genellikle, nesne, Dış dünya ile öznenin,
düşüncenin örtüşmüş olduğu bir felsefedir. Ama bu felsefe materyalist bir anlayıştan
uzaktır, aklı doğa ile bütünlüklü bir biçimde gören ya da aklı doğa üzerinde gene Egemen
kılan, doğayı akıl ile biçimlendiren bir anlayışı temsil etmektedir hegelci felsefe. Bu nedenle
de idealist bir düşüncedir. Ama yine de diyalektik olarak özne ile nesne, insan varlığı ile Dış
Dünya Arasında doğru bir diyalektik ilişki kurulabilmiştir. Fakat hegel Bu ikisini bir şekilde
birbirinin içine giydirerek, birbirleriyle özleştirerek bu diyalektik ilişkiyi Kuran filozoflardan
bir tanesidir. Bu ise idealist bir anlayıştır çünkü mümkün olduğunca, adarno ya göre özne ile
nesneyi kavram ve gerçekliği birbirinden ayırmak ve aynı zamanda birbirinden ayırdığımız
oranda bütünleştirmek gerekir.
Işte kendi felsefesine negatif diyalektik felsefe adını vermesinin nedeni, adorno ve
horkheimer ınü
hegelci düşünme biçiminin, Aynen geleneksel teori de olduğu gibi, yani pozitivist pragmatist
felsefeler dolduğu gibi özneyi ön plana çıkaran, özneyi nesne üzerinde Egemen kılan ve her
şeyi genel içerisinde, tikel olanı genel içerisinde eriten bir felsefe olduğunu iddia ediyorlar.
Bu nedenle hegel in felsefesi her ne kadar özünde devrimci bir içerik taşıyorsa da,
diyalektik bir içerik taşıyorsa da, hegel in felsefesi de pozitivist ya da Pragmatist felsefede
olduğu gibi tek yönlü, tikel görmezden gelen, tümeli genel olanı, soyutlayıcı düşünceyi,
Egemen kılan bir felsefedir.
Hegelci düşünce ve bir ölçüde de Marksist düşünce kavramın ve genelin totelleştiriciliği,
altında düşünen felsefeler dir. Bu nedenle olumlayıcı yanı ağır basan Felsefelerdir. bu
filozfolara göre.
gene negatif diyalektik açısından baktığımız zaman, olumsuzlama diyalektiğin en temel
özelliklerinden bir tanesidir.
hegel de kendi felsefesinde olumsuzlamanın değerinden bahseder, olumsuzlama yaratıcı
güçtür, tüm yaratıcı güç olumsuzlama da kendini gösterir.
Fakat her ne kadar hegel olumsuz lamayı ön plana çıkarmış olsa da, adornoya göre bu
olumsuzlama geçici bir uğraktır insan düşüncesinde.
Aynı zamanda bu olumsuzlama farklı olanın, aykırı olanı 1 özdeşlik gücü ile, özleştirme
gücü ile bir araya getirmektir.
Diyalektik biliyorsunuz üç ayrı evreden oluşmaktadır hegelci diyalektik.
Bir Salt anlak, bir de negatif evre dediğimiz yani olumsuzlayıcı akıl dediğimiz akıl, birde
kapsayıcı, kuşatıcı, bütünleştirici akıl dediğimiz, bir akıl evresinden yani olumlayıcı akıl
evresinden geçmektedir, hegelci mantık ve diyalektik.
adarnoya göre diyalektiği diyalektik kılan, olumlayıcı yani Spekülatif türden bir akıl
değildir, karşılıkları bir araya getiren uzlaştıran, bir senteze kavuşturan akıl değildir.
Felsefeyi felsefe, mantığı mantık kılan en önemli özelliği onun olumsuzlayıcı olmasıdır.
adoarno için olumlayıcı yani Spekülatif bir aklın totalite oluşturan, baskı oluşturan,
farklılıkları, karşıtlıkları, karşıtlıklar olarak görmeyip, farklı bir kavramsal çerçeve içerisinde
uzlaştıran bir akıl.
olumlayıcı aakıl ile araçsal aklın ortak özelliklerini görüyorlar.
hegelin diyalektiğinin bu yanını görmezden gelerek, hegelci aklın bu yönünü görmezlikden
gelerek, daha çok olumsuzlayıcı yani üzerinde durmamız gerektiğini vurguluyorlar.

herbert marcuse
geçen hafta araçsal Akıl kavramını ele almıştık özellikle horkheimer ve adarno
bu düşünceyi aynı zamanda Marcuse da savunuyor. Akıl aracılığıyla, akıl karşıtı bir toplum
yaratıyoruz.
Aydınlanmacı aklın tek yanlılığı,
bu aydınlanmacı akıl eleştirisinin yanı sıra özellikle de teknolojinin buna eklemlenmesi, yani
Sanayi toplumunun gelişimi ile birlikte içinde bulunduğumuz toplum gittikçe tekdüze
toplum ve aynı zamanda baskıcı totaliter bir topluma dönüşüyor.
marcuse özellikle bir aydınlanma eleştirisi gerçekleştiriyor. diğer ikisi ile benzer düşüncelere
sahip fakat onların Ortaya koymuş olduğu ileri Sanayi toplumunda, insanı nasıl tek düze
varlıklar haline getirdiğini ve her bireyin birbirine Özdeş kılındığı bir topluma dönüştüğünü
söylüyor.
Bu düşüncelerini büyük ölçüde de özellikle teknolojiye dayalı eleştirileri büyük ölçüde de
heidegger in varoluşçu düşünceleri ile temas kurarak ondanda etkilenerek geliştiriyor.
heidegger in teknolojiye ve tekniğe ilişkin öne sürmüş olduğu olumsuz görüşleri, aynı
zamanda bu araçsal aklın bir sonucu olarak Ele alıyor.
Bu anlamda Marcuse varoluşçu düşünce ile de yakından ilgili bir filozof. adarnoda ilgili
otantiklik, özgürlük, bireysellik dediğimiz şeyin artık günümüz toplumunda sadece bir
yanılsamadan ibaret olduğunu göstermeye çalışıyor.
Özellikle teknoloji ve sanayi üretiminin insanları gittikçe yozlaştırdığı, tekdüze birer otomat
haline getirdiğini söylüyor. Basın organları ile insanların aynı şekilde yönlendirildiği, tek
boyutlu bir insan.
Bu tür insanlar yığınlar olarak, iradeleri olmayan insanlar olarak görülüyor, istatiksel veri
haline dönüştürülüyor araçsal akıl aracılığıyla ve teknolojinin ilerlemesi ile birlikte.
Böylece insanlar, moda, özgürlük adalet gibi Aslında gerçekliği olmayan ama sanki varmış
gibi gösterilen kavramlar ile Manipüle ediliyor yönlendiriliyor.
Aynı yaşam biçimlerinin, daha fazla tüketmeyi, belli tarzlarda tüketmeyi , giyinmeyi
ve bunlar sadece bizim yaşam biçimimizi belirlemiyor, aynı zamanda bizim düşüncelerimizi
de belirliyor. Siyasal politik tutumlarımız da yakından etkiliyor. Politik ve siyasal anlamda
da bir tekdüzelik ortaya çıkıyor.
Böylece bireysel anlamda özgürlükten bahsetmediğimiz gibi toplumsal anlamda da
özgürlükten bahsedemiyoruz.
marcuse un temel düşüncesi, Sanayi Toplumu içerisinde belki Marksist devrim önemli bir
aşamadır bunu gerçekleştirebilmek gerekir, Ama en azından bu devrimi
gerçekleştiremiyorumsak, kapitalist toplumda bireylerin Özgür bireyci yanlarını da
koruyarak, daha özgürlükçü bir topluma geçişin olanaklarının neler olduğu üzerinde
duruyor.
Bu nedenle baktığımız zaman kendisinden önceki filozofa göre, daha umutlu bir filozof.
Diğer iki filozof 1960'lı ve 70'li lerden sonra toplumsal gelişme ile birlikte Marksizm den
gittikçe umutlarını yitirmiş olan filozoflar. Toplamın bir devrim aracılığıyla
dönüştürebileceğine, tümüyle Kökten değiştirilebileceği ne olan inançlarını yitirmiş
filozoflar.
marcuse Freud çu güdüler kuramının daha özgürlükçü bir Kuram olarak kurmaya çalışıyor.
Marksist bir açıdan devrimci bir kuram olarak görüyor. Diğerlerinden farklı olarak
Oysa Freud çu kurama baktığımız zaman, uygarlık, gelişme aslında güdülerin, insanın
içgüdülerinin ehlileştirildiği, bastırıldığı bir süreç.
Oysa marcuse, bu güdüler kuramının tamamen devrimci bir içeriğe sahip olduğunu
söylüyor. Bu bastırmanın, özellikle modern toplumun bir sonucu olduğunu, modern aklın
işin içine karışmasıyla, artık sadece insanın kendi kendini frenlemesi, kendi güdülerini
denetim altında tutması söz konusu olmuyor, toplumda da, toplumsal anlamda bir artık baskı
ortaya çıkıyor. Yani Bu baskıyı insanlar aynı zamanda içselleştirebiliyorlar. Böylece baskı
artık dışarıdan bir zorlamayı gerektirmiyor, baskı daha çok insanın kendi düşüncesinde
içsel kavrayış biçiminde, kendi kendisini denetlemesi ile ortaya çıkan bir duruma
dönüşüyor. buna da artı ya da artık baskı diyor.
marx ın artı değer kavramını biraz daha dönüştürerek, Yani insanın kendi kendisine
uyguladığı, benimsediği türden güdülerini denetlemesi, içinde bulunduğumuz toplumun daha
da totaliter, daha da baskıcı bir toplum haline getiriyor marcuse a göre.
marcuse özellikle erich fromm ile birlikte Frankfurt Okulu düşüncesine, freud çu bir
anlayışı empoze etmeye çalışıyor
marcuse ile fromm arasındaki en temel ayrımlardan bir tanesi, fromm psikanalitik kuramdan
geliyor, psikolog aynı zamanda. oysa marcuse psikolojiye felsefe alanından yönelen bakan
bir filozof, freud u felsefi açıdan ele alan biri.
Ikisi arasında bir tartışma var, Özellikle fromm freud da ki Libido kavramının aşırı
abartılmış bir kavram olduğunu söylüyor. Yani her şeyi, cinsel güdüler ve arzular ile
açıklayan bir kavram olduğunu, Oysa bütün yaşamın buna bağlanmasının gerekli olmadığını.
marcuse buna katılmıyor.
fromm insan özünden, insan doğasından bahsediyor ama bu doğa özellikle ortaçağdaki
natura değil, değişmez sabit bir doğa değil, daha çok antik çağda var olan bir insan
doğası(burayı anlamadım söyledi ismini de) kavramına karşılık geliyor.
Ama her ne kadar bir insan doğasından bahsediyorsak, hümanist bir düşünceyi temsil etmiş
oluyor. Bu nedenle fromm düşünceleri daha hümanist ve politik psikanaliz anlayışını
temsil ediyor. Bu nedenle de daha çok idealist bir düşünce olarak görülüyor, hem
horkheimer tarafından hem adorno tarafından .
fromm bu okula tam olarak üye olmasa bile, bu okula Ve bu okulun yayın organına büyük
katkıları olan bir filozof olsa da, yavaş yavaş birtakım idealist eğilimler görülerek, özellikle
bu İçgüdü kuramı açısından, okulun görüşlerinden uzaklaşmış oluyor.
En son noktayı da marcuse koyuyor, fromm rahatsız oluyor, kendisinin otoriter bir psikolog
olmasına rağmen marcuse un, onun freudcu yorumunu revizyonist olarak nitelendirilmiş
olması
Çünkü asıl freud cu Kuramın temelinde it, ego, ve güdüler kuramının yattığını
bu daha çok freud cu Kuramı bu Keskin hatlardan daha uzak, daha toplumsal, daha günlük
yaşama uygun bir biçimde yorumlamaya çalışan bir anlayışı temsil ettiğini marcuse
neden nedenle de freud cu kuramda tüm materyalistik ögeleri görmezden gelmekle
suçluyor
kendisinin freud cu kurama en sadık filozoflardan biri olduğunu söylüyor marcuse.
Kendisini Ortodoks bir freudcu olarak görüyor, freud un kendisinden daha freud cu. freud u
kendi kuramının devrimci yönünü görememekle suçluyor.
lacan da aynı düşünceye sahip, diğerlerinin freud u yeterince anlayamadıklarını ve en iyi
yorumu kendisinin yaptığını, ve freud cu yorumun özüne uygun bir yorum olduğunu
söylüyor. freud un bile kavrayamadığı bir içerik taşıdığını iddia ediyor.
marcuse, Görünürde freud cu kuram tutucu, baskıcı bir kuramdır, ama içeriğine baktığımız
zaman tamamen devrimci bir nitelik taşıyor. Aynı zamanda bu düşünce marks ın diyalektik
düşüncesi ile uyumlu bir kuramdır.
marcuse un felsefesinin 2 türden ele alabiliriz, araçsal, aydınlanmacı akla yönelik olan
eleştirisi ve bir de endüstri toplumu ve kültürünün oluşturduğu bir durum olarak yeni
toplumun çözümlenmesi
kendi felsefesini bir devrim felsefesi olarak görüyor bunu da 3. Bir evre olarak
nitelendirebiliriz.
Bir de estetik bir kuram ortaya koyuyor marcuse, aynı zamanda bu Estetik Kuramın
Marksist yabancılaşma dan uzak, gerçek anlamda Sanata uygun ve insan yaşamını ve
örgütlenmesini, aynı zamanda insanın çalışma hayatını bir tür oyuna, şenliğe
dönüştürebilecek bir toplumsal yaşam oluşturabileceğini, Marksist anlayışa uygun bir yaşam
oluşturabileceğini iddia ediyor.
Bu Devrim yolu ile de gerçekleştirilebilir aynı zamanda Evrim yolu ile de gerçekleşebilir.
yani Kapitalist toplum aklın doğru kullanımı yolu ile, aklın içeriksel, nesnel kullanımı yolu
ile aynı zamanda farklı bir toplumu gerçekleştirebilir.
Bunun içinde, yani özgürlükçü felsefenin gelişmesi içinde freud un güdüler kuramının çok
önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz.
Sanat, onun için insanın yaratıcı etkinliğinin ve yaratıcı üretimin en üst evresidir. Insan
aklının en üst noktasıdır sanat.
Sanat bir sınıfın ideolojisini yansıtmaz, bir sınıfa topluma bağlı bir yaratıcı faaliyet değildir.
Sanat Özünde özgürleştirici dir diyor.
marx ın, ya da Marksistlerin savunduğu gibi Egemen sınıfın ideolojisini temsil etmek gibi
bir yönü yoktur sanatın. En burjuva görünen sanat bile devrimci içeriğe sahiptir diyor.
Var olan burjuvaziyi olumsuzlayan bir içerik taşımaktadır diyor.
bu nedenle marcuse liberal değerler ile Sosyalist değerleri mümkün olduğunca bir potada
eritmeye çalışan bir filozof olarak görülüyor.
Onun felsefesini nihilist felsefe olarak görenler de var, Özellikle devrimin her türlüsüne karşı
bir olumlu havası var, mümkün olduğunca kurulu düzeni yok etmek, kaosa kargaşaya teşvik
etmek gibi düşünceler suçlanıyor.
Başarılı ya da başarısız olsun, toplamu değiştirmek dönüştürmek ve bu yönde eylemde
bulunmak her durumda meşru olması gereken bir durumdur. Ve insan ancak böyle eylemler
aracılığıyla kendi özgürlüğünün bilincine ulaşabilecektir.
Hatta şiddeti bile savunduğu dönemler oluyor. Şiddet insanın geleceğini daha özgür hale
getirecek amaçlar için kullanılıyorsa olumlu bir içeriğe sahiptir.
Bir şey kendiliğinden ne iyidir ne de kötü onu ne için kullandığınız önemlidir.
Artık işçi sınıfı toplum ile bütünleşmiş bir sınıf haline gelmiştir, devrimci bir rolü yoktur
artık diyor. Hatta tam tersine gittikçe işçi sınıfı Toplumun en tutucu kesimi haline
dönüşmüştür. Devrimci bir niteliği kalmamıştır. Işçi sınıfı artık, Marx'ın dediği gibi sadece
zincire bağlı değildir, bir sürü boyunduruk altındadır. Menfaati, çıkarı bulunmaktadır
modern toplumda.
Hizmet sektörünün, Gittikçe daha da gelişmesi nedeniyle beyaz yakalılar, yöneticiler,
artmıştır.
Fabrikalarda ise artık daha çok Mühendisler çalışmaya başlamıştır. Maks ın döneminin
aksine. Salt bir işçi sınıfı çok kalmamıştır. Mavi yakalıların yerini makineler almıştır
sanayide.
Bu devrimci özne, daha çok toplumun dışına itilmiş insanlar aracılığıyla gerçekleştirilebilecek
bir şeydir marks ın döneminde emeğinden başka hiçbir Kazancı olmayan işçi sınıfı, artık
birçok kazançlar elde etmeye başlamıştır. Bu nedenle de sistemle bütünleşmiştir, Hatta
taşıyıcısı haline dönüşmüştür.
marks ın Tarihin devrimci öznesi olarak nitelendirdiği proteria sı ile uzaktan yakından
ilişkisi yoktur.
Ama buna rağmen toplumun dışına itilmiş bir grup vardır, Bu gün buna prekaria deniyor
ama o zaman bu kavram yok, bu grupları Tek Tek adlandırıyor
öğrenciler, toplumsal dönüşümün motorunu oluşturacak bir yoğunluktadır, kitledir.
Marjinaller, gay, lezbiyen gruplar, toplumsal değerler ile çatışan, toplumdan gereği gibi
yararlanamayan şeyler
mülteciler
işsizler
güvencesizler
geleceğe umutla bakamayanlar
sistemin kendi içerisine empoze edemediği
suçlular
Bunlar ancak bir araya gelirse Devrim yapabilir diyor.

Özellikle öğrencilerin devrimci bir özne haline dönüşmesi gerektiğini vurguluyor,


öğrencilerin öncülüğünde toplumun dışına itilmiş kesimler ile birlikte, bir Sosyalist devrimin
gerçekleştirilebileceğini söylüyor. 68 hareketleri başladığında, özelliklede cinsel devrim,
yine bu devrimin özünde marcuse un kullanmış olduğu, psikanalitik kuramda kullanmış
olduğu kavramların çok önemli yer aldığı bir devrim girişimi gerçekleşiyor.
68 öğrenci hareketlerini Bu kitabın(tek boyutlu insan) çok önemli ölçüde etkilemiş olduğu
söyleniyor.
Bir röportajında bu devrimin neden başarısız olduğu yönündeki sorusuna, kendisinin yeteri
kadar iyi anlaşılmadığını söylüyor. Ve öğrencilerin yeterince, bir işçi sınıfı kadar örgütlenip
devrimi yönlendiremediklerini, bu devrimi yöneten bir öznenin oluşamamasından
Devrim'in başarısızlığa uğradığını söylüyor.
Ama özünde başarısız sayılamayacağı nı söylüyor, Örneğin o devrimden sonra gençler
rahatça sevgilileriyle öpüşe biliyorlardı, ondan önce hoş karşılanmıyordu.
Çünkü hiçbir devrim başarısızlığa uğrasa bile Özünde dönüştürücü gücünü yitirmez diyor.
Tam anlamıyla hedefe ulaşamadı sadece diyor.
Bu artık baskı olduğu sürece kolay kolay sistem dönüşemez diyor, devrimci bir hareket
başarılı Hale dönüşemez.
Her Marx, hem hegel hem freuddan etkilenmiş, hegelin felsefesinin Özünde bir eylem ve
özgürlük felsefesi olduğunu savunuyor.
Olan ile olması gereken arasındaki ayrımı ortaya koyuyor. Ve aynı zamanda sanat dediğimiz
olgu , bu olan ile olması gereken arasındaki ayrımı bir kapatma çabasından ibaret. hegelin
felsefesine kadar devrimci bir felsefe ise, eyleme dönük bir felsefe ise sanatın özü, içeriğide
özgürlükçü bir eylemi temel alan bir İçeriğe sahip diyor.
Insanlar ihtiyaçtan fazlasını üretiyor, tüketiyor bunun.
İnsanların yaşadığı dönem dönem kıtlık zamanları, insanları daha fazla çalışma yani
tüketeceği besinden daha fazlasını üretme mecburiyetinde olduğu dönemlerde
bu kıtlık ekonomisi yaratılmıştır diyor, ve daha sonraki dönemlerde tabiat şartları değişse
bile, bu tür bir ekonomiye gerek olmadığı halde, insanlar tükettiklerinden daha fazla üretme
baskısı altında kendilerini hissetmişlerdir. Insanların dönem dönem açlık ve sefalet ile
Yüzyüze kalması, tarım ürünlerinin yeterli olmamasından dolayı, daha fazla üretip kıtlık
dönemlerinde ürettikleri fazlayı tüketmek için
daha sonra bu üretim mantığı, fazladan çalışmaya, fazladan üretime, birileri tarafından el
koyulma biçiminde gerçekleştirilmiştir.
Bugün içinde yaşadığımız ekonomik durum, bu kıtlık ekonomisine göre organize edilmiş,
oluşturulmuş bir şeydir.
Böylece (Freud cu çerçevede) yaşam enerjisinin bir kısmını, cinsel enerjinin bir kısmını
insanlar sınırlamak ve üretime harcamak durumunda kalmışlardır.
Kapitalist toplumda da genellikle sermaye sahiplerinin ya da burjuvanın proteria üzerinde ki
baskısına dönüşmüştür. Daha fazla Üretim yapmak,
bu durum aydınlanmanın araçsal aklının devreye girmesi ile de çok yakından ilişkilidir, her
şeyin, parasal değer
çalışmanın artık baskı aracılığıyla gerçekleştirilmesi, Güdülerin bastırılması yoluyla değil,
daha çok serbest bırakılması ve bir oyuna dönüştürülmesi, eğlenceye dönüştürülmesi
gerektiğini söylüyor.

Birazda louis Althusser den bahsedelim, marcuse ile ilgisi, artık baskı dediğimiz ve
kapitalist sistemin de odağında olan, yani gönüllü kölelik bir tür.
Kendini özellikle althusser in felsefesinde bir ideoloji kavramı ile birlikte ortaya koyuyor.
Devletin iki farklı aygıtı var, baskı aygıtları var bir de ideolojik aygıtı var.
Baskı aygıtı, Kolluk Kuvveti, hukuk Bunlar genelde devletin doğrudan görülen ve baskı
uyguladıkları araçlar.
Bir de ideolojik aygıtları var; kapitalist sistem varlığını daha çok bu aygıtlar aracılığıyla
sürdürüyor. Okul, eğitim, felsefe,vb
farklı bir Marksist görüş gerçekleştirmeye çalışıyor, hegelci Marksist anlayıştan, marksı
mümkün olduğunca uzaklaştırmaya çalışıyor.
Çünkü marksizmi hegelin, ya da diyalektiği hegel in anladığı bir sistem olarak düşünecek
olursak, o sistem özünde özcü bir sistemdir, Aristoteles çi özcülüğü ortaya çıkaran bir
sistemdir, Bu nedenle 1844 el yazmaları gibi marksın bir takım çalışmaları, marxsın
ideolojik düşündüğü evreye aittir. henüz Gerçek anlamda bilimsel düşünemediği evreye ait.
Oysa Marksizm bir bilimdir, Çünkü tarihi Materyalizm diye bir düşünceyi temel alan bir
bilimdir. Bugün sosyal bilimler Marxsizme karşı olanlar bile onun kavramlarıyla Düşünmek
zorunda
bir de marksizmin felsefesi vardır, ama henüz ona uygun bir felsefe yaratılamamıştır.
Kendisi bilim felsefesi ile ilgilidir
Ayrıca her felsefe ya da her bilim bir sorunsal üzerine düşüncedir. Kendisine nesne edindiği
bir sorun bağlamında düşünür.
Ideolojik dönemde ele alınan sorunsal, genellikle ideolojik nitelikler Taşıyan sorunsaldır,
daha çok inanç ile felsefe ile yakından ilişkilidir
Oysa bilimsel sorunsal tamamen ideolojik tutumlardan arınmış, kopmuş, bağımsız bir
düşünceyi gerçekleştirmekle ancak oluşabilir diyor.
Tüm uygarlık tarihinde 3 ayrı bilim kıtasının oluştuğunu söylüyor ve her bilime göre aynı
zamanda, ona uygun bir felsefenin, düşünce biçiminin gerçekleştirildiğini söylüyor
Althusser.
Her dönemden önce bir bilimsel sorunsal söz konusudur, ve bu sorunsala uygun zaman
içerisinde bir felsefe oluşur.
Felsefe bilimsel düşünceyi tamamlar. Oysa Biz genellikle felsefe bilime yol gösterir diye
düşünürüz. Ona göre ise bilim felsefeye yol gösteriyor.
Bütün uygarlık tarihinde 3 ayrı bilimsel kıta, yani bilimsel devrim gerçekleşmiştir. pisagor
gibi Antik Yunan ile birlikte matematik kıtası kurulmuştur, önce matematik bilimi alanında
bir gelişme söz konusudur, antik Yunan'ın temel özelliğini belirleyen matematik alanıdır, ve
buna uygun felsefe yapılmıştır.
Platon, Aristoteles gibi filozoflar bu matematiksel düşüncenin, matematik biliminin el
verebileceği, oluşturabileceği türden bir felsefe gerçekleştirmişlerdir.
Gene modern çağda fizik kıtası kurulmuştur, astronomiyi de kastediyor burada. Bu kıtanın
kurucularıda Galileo, modern felsefede fizik kıtasına uygun bir felsefedir. Empiristler,
rasyonalistler, tüm bu filozoflar fiziksel düşünceye uygun türde felsefe yapmışlardır. en
doruk noktasını kant ın felsefesi oluşturur diyor. kant tamamen Newton un fiziğine uygun bir
felsefe ortaya koyar, uzam zaman kavramlarıyla düşünür.
En son kıta ise Max ile birlikte gerçekleşmiştir. Devrimci kıta. Buna da tarih kıtası diyor.
Tüm sosyal bilimlerin temeli bu tarih kıtasıdır Mars'ın Ortaya koymuş olduğu tarih kıtasıdır.
Ama henüz bu kıtaya uygun yani Marks'ın ortaya koymuş olduğu düşünce biçimine uygun
felsefe ortaya konulamamıştır. Açığa çıkartılamamıştır.
her felsefenin Bir doğrudan söylemek istediği vardır bir de kendisinin bile çoğu zaman
farkında olmadığı, dile getiremediği sorunsal vardır.
marks da bu sorunsalı kavramaya çalışalım, bunu yaparsak Böylece bu bilime uygun
felsefenin yine Marksist kuram içerisinde örtük bir biçimde var olduğunu ve bu felsefenin
açığa çıkartılan bileceğini söylüyor.
Bunun için semptomatik okumayı öneriyor, bu genellikle bir rahatsızlığın bir kaygının bir
hoşnutsuzluğun dışa vurumudur. Hoşnutsuzluğun ne olduğunu biz Marx'ın eserlerinde
aramamız gerekir.
Epistemolojik Kopuş kavramıyla bunu dile getirmeye çalışıyor. Yani Marks'ın düşüncesi,
ortaya koyduğu düşünceler başlangıçtan itibaren var olan bir düşünce değil zaman içerisinde
oluşan düşünceler. Marks'ın erken döneminde ortaya koymuş olduğu çalışmalar bilimsel
çalışma olmaktan uzak çalışmalar. Bunlar daha çok felsefi ve ideolojik çalışmalar. Tam
anlamıyla bilimin henüz oluşmamış olduğu, ideolojik bakış açısının egemen olduğu özellikle
hegel ci yabancılaşma kavramının çok önemli bir yer tuttuğu Bu nedenle henüz bilimsel
kavramlar ile değil ideolojik kavramlar ile düşündüğü, yazdığı bir dönem.
Asıl Kopuş diyor, epistemolojik kopuş diyor yani felsefi düşünceden, ideolojik düşünceden
Kopuş
Çünkü Her felsefi, ideolojik düşünce Bir önceki bilim anlayışının bilim kıtasının varoluşuna
bağlı düşünme biçimlerinden oluşmaktadır, Oysa yeni bilime uygun olabilmesi için bir
epistemolojik kopuşun yaşanmış olması gerekir. Bu epistemolojik kopuşu da tam olarak
1844 den sonra 1845 de Marx'ın El almış olduğu Alman ideolojisi adlı yapıtında ortaya
konulmuş olduğunu söylüyor.
Bu eser tam bir kopuşu müjdeleyen, gösteren bir eserdir.
Gerçek bilimsel diyebileceğimiz eseri Marx'ın, bilimsel bir düşünce ortaya koydu eser
Capital ve ondan sonra yazdıkları. Marx'ın bilimsel yanını aramak istiyorsak,
daha önce düşünmüş olduğu tüm düşünce biçimlerini, eserlerini doğru bir marksizmi
anlamaya çalışırsak görmezden gelebiliriz Hatta okumamıza bile gerek yok. Gerçek marks ı
daha çok Capital de Ortaya koymuş olduğu düşüncelerden tanıyabiliriz.

You might also like