You are on page 1of 5

1

ŞERRUH PAŞA’NIN SIRRI


(Bu hikaye daha önce Gölge e-Dergi'nin 55.sayısında Nisan 2012'de yayınlanmıştır.)

"Mustafa Yaşar'dan Şerruh Paşa illüstrasyonu, Gölge e-Dergi'deki hikaye için çizildi."

Edirne – 1920’ler

Edirne eşrafından biri olan Saffet Bey’in günleri korku ve endişeyle geçmekteydi.
Şehrin dışında sayılabilecek konağının arka bahçesine bakan camın kırılmasıyla başlamıştı
korku dolu günleri. Camı kıran şey kağıt sarılı bir taştı ve kağıtta bozuk bir yazıyla Serafim
Kaptan isimli, namlı bir eşkıya çetebaşı kendisinden yüklü miktarda para istemekteydi. “Bir
hafta sonra konağına geleceğim, altını hazır etmezsen konağı içindekilerle birlikte cayır cayır
yakarım!” sözleriyle bitiyordu eşkıyanın mektubu. Saffet bey, Faruk Nafiz isminde tıknaz,
2

şişmanca bir oğlu ve Ferahnaz isminde zarif, döneminin salon adabına göre yetişmiş bir kızı
dışında kimi kimsesi olmayan, yegane malı elindeki konakla istenilen miktarı
karşılayamayacak denli berbat bir halde bulunan çiftlik olan eski zenginlerdendi. Bu belayı
başından nasıl defedebilecekti? Çiftliğini elden çıkarmasına rağmen yine de bu yüklü parayı
denkleştirememiş sağdan soldan borç ister olmuştu. O zorlu yıllarda kimsede kendisine
yardım edecek para çıkışmamış, birkaç kişi adet olduğu üzere para vermeyip akıl vererek
başka bir eşkıya yahut kabadayı tutmasını öğütlemişti. Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek
deseler de bu kez yeni bir eşkıyanın ocağına düşmemek için bu fikre de yanaşmamıştı Saffet
Bey. Edirne bitince bu kez uzak yerlerdeki ahbaplarına, aile dostlarına, tanıdıklara haber
göndermiş kendisini eşkıya elinden kurtarabileceğine inandığı beli silahlı kabadayılardan bile
medet ummuştu. Çoğu mektubuna cevap gelmemiş, gelenlerden de bir netice çıkmamıştı.
Eşkıyanın gelişine dört gün kala gelen bir mektup ise Saffet Bey’i biraz olsun
umutlandırmıştı. Cevap gelmesini hiç ummadığı birinden geliyordu mektup. Ta çocukluk
yıllarında bir kez ismini duyduğu, büyük büyük dedesinin ailesinden kız aldığı hasebiyle
irtibatı olduğunu bildiği ama hiç görüşmediği bir uzak akrabaydı. Istranca dağlarının
göbeğinde oturan eski bir ayan-derebeyi ailesinden gelmekte olan, Istrancalızade’lere
gönderilmiş mektuba verilen cevap o ailenin kalan son üyesi Abdülharis Şerruh Paşa’dan
gelmişti. İsmini hiç duymadığı bu kişi, kendisine yardım edeceğini ama oldukça kalabalık bir
maiyeti olduğu için önceden hazırlık yapılması istediğini söylemiş “Eşkıyaya para vermenize,
zaptiyeye haber salmanıza lüzum yoktur. Ben kendi hizmetkarlarımla bu işi halledeceğim. Size
önden uşağımı ve bir miktar parayı onunla birlikte gönderip gereken hazırlıkları
bildireceğim. Bazı şahsi eşyalarımı da o getirecek. Ben ve adamlarım ise en kısa zamanda
Edirne’ye intikal edeceğiz. Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa.” diyerek mektubunu
sonlandırmıştı. Mektubun gelişinden bir gün sonra konağa iki atın çektiği büyük bir talika
yanaşmış, içinden inen çirkin suratlı kambur bir adam inerek Şerruh Paşa’nın şahsi eşyalarını
getirdiğini belirtmişti. Beraberinde gelen birkaç amele ile tuhaf görünüşlü süslü ve büyük bir
sandığı konağın mahzenine indirdikten sonra kendi yataklarını adamların kendi
getireceklerini, her birinin Paşa dahil bu mahzende kalacağını söylemişti. Saffet Bey her ne
kadar "Koca paşa mahzende yatar mı?" dese de paşanın kahyası olan kambur Fatin Efendi,
herhangi bir oda hazırlamamasını paşanın mahzende kendi alıştığı biçimde daha çok rahat
edeceğini söyledi. Saffet bey kaç kişinin gelip kalacağını ve paşanın ne zaman geleceğini
sorduğunda şöyle demişti: “-Dokuz silahlı adam, Paşa’nın bahçıvanı ve yanaşması Sadrettin,
bir ben bir de Şerruh Paşa hazretleri... Ha bir de paşanın köpeği. Ben burada kalarak paşayı
bekleyeceğim, onun gelmesi yakındır, eşkıyanın gelişinden önce muhakkak gelecektir. Eşkıya
olup Istranca dağlarında paşadan korkmayan kimse yoktur, merak etmeyin.”
Eşkıyanın geleceği güne değin kimse gelip gitmemiş, Fatin efendi yemeklere bile
gelmeyerek bazen dışarı çıkarak dışarıda yediğini söyleyerek günlerini konağın mahzeninde
geçirmeye devam etmişti. Gün geceye dönüp güneş battığında eli kanlı gözü kara eşkıyalar
konağın kapılarına elde meşale dayanmışlardı. Her biri hapishane kaçkını, ırza ve cana
kastetmekten çekinmez, parmak, kol keserek ziynet eşyası çalmaktan gocunmaz harami ruhlu
haydut kere haydut adamlardı. Başlarında Rodop dağlarının sayılı fırtınalarından koca
vücutlu, dağlar ejderhası Serafim Kaptan konağı temellerinden itibaren sarsarak
gürlemekteydi: “Vre Saffet efendi! Sana verdiğimiz müddet bitmiştir! Paran canından
kıymetli olduğuna göre seni konağınla birlikte yakacağız? Daksi vre?” O korkulu saatte
birden bire Saffet Bey’in tam ümidini kestiği anda bir şeyler olmuştu. Karanlıktan vızır vızır
seslerle fırlayan fişekler ve top ateşlerini andıran tüfek namlularının çelik parıltılarını
görmüştü. Eşkıyalardan kimisi yıkılmış, kimisi sağa sola kaçmaya başlamıştı. Gecenin
karanlığında ay ışığı altında kara donlu atlara binmiş kara suretli, dev yapılı süvariler elde
tüfek eşkıyaların tepesine yıldırım gibi düşmüştü. Atlılardan birisi kılıç çekmiş bir halde
Serafim Kaptan’ın üzerine hücum ederek tek vuruşta koca eşkıyanın kafasını koparmıştı.
3

Kalan eşkıyanın aman dilemelerine aldırış etmeyen atlılar yağlı kurşunlarla vücutlarını
kalbura çevirdikleri eşkıyaları ölen yoldaşlarının ve reislerinin yanına göndermişlerdi. Evin
içinde silah seslerini dinleyerek ölmeyi bekleyen ev ahalisi, camın önünde kah sedire eğilip
kah müsademeyi seyrederken mahzenden çıkıp gelen Fatin’in sözleriyle birlikte rahata
ermişti: “Sakın endişe buyurmayın! Gelen paşa hazretleridir. Eşkıyaların kaffesini birden
tepelemeye muvaffak olmuştur.” Saffet bey ve ev ahalisi Fatin’in ardından konağın bahçesine
indiklerinde kara suretli, yüzü sarılı süvarilerin atlarından inerek toprağı kazdıklarını gördüler.
İri yarı, deyim yerindeyse dev gibi, korkunç görünüşlü bir adamın beraberinde bir aslan kadar
iri, kara suretli, en az adam kadar korkunç bir köpekle birlikte cesetleri bir araya toplamak
üzere diğerleriyle birlikte sürüklediklerini gördüler. Atlarını bahçenin demir parmaklıklarına
bağlamışlardı. Bunların başında uzun boylu kara suretli birini gördüler. Aile ahalisinin yanına
yaklaştığında ellerinde tuttukları gaz lambalarının ışığında yüzünü görmüşlerdi. Fatin bu
adamın önüne gidip el etek öptüğünde onun Şerruh Paşa olduğunu anlamışlardı. İnce uzun
boylu, kendinden emin gibi mağrur duruşlu, esmer suretli, sert bakışlı ve kartal misali kemer
burunlu, gayri müslim balkan çetecileri gibi saçları omuzlarına dek inmekte olan pala bıyıklı
bir garip kişiydi. Sırtında paltosu, belinde kabzası işlemeli tabancası ve çerkez kaması, sol
bacağının yanında kuşağına asılı karabelası, elinde altın savatlı kamçısı ve başındaki kenarı
sarıklı kırmızı fesi ve giydiği siyah çizmeleriyle bu adam, tıpkı eski zamanların dağlarında
saltanat süren isyancı Osmanlı derebeylerine benziyordu. Yok, yok... Sert duruşlu, kavi bir
Balkan ayanıydı. Fatin’e bir şeyler emrettikten sonra adamlarının başına dönmüştü. Fatin
ailenin yanına giderek paşanın kendisini konakta beklemelerini emrettiğini söyleyince konağa
geçip girişteki büyük sofada beklemeye başlamışlardı. Konağın kapısından içeriye önce silahlı
külahlı korkunç görünüşlü dokuz adam geçerek ev sahibini selamladıktan sonra mahzene
inmişlerdi. Onların ardından içeriye dev yapılı adam girmişti Fatin’le birlikte. Dev yapılı
adam paşanın hususi bahçevanı olmalıydı. Bir süre sonra da içeriye paşa girmişti. Tek kelime
konuşmayan bu adam içeriye girer girmez sanki o sert havasından sıyrılmış gibiydi.
Çizmelerini çıkartmış, paltosunu ve silahlarını sofadaki somyanın üstüne bıraktıktan sonra
herkese selam verdikten sonra Saffet Bey ve Faruk Nafiz ile selamlaşıp salona geçtiler.
Silahlarını çıkarınca, ceketinin üzerinde duran Şecaat ve Sadakat madalyaları, sedef düğmeli
yeleğinden parlayan altın kösteği, elindeki oltu taşı tespihi daha çok göze çarpmaya başlamış
adeta bir salon efendine benzemişti. Kahve veya çay hiçbir şey istememişti. Sert konuşmasına
rağmen İstanbul aksanıyla konuşmaktaydı. Ama buna rağmen tavırlarında eski Osmanlı
ayanlarının davranışları ve adetleri belli ediyordu kendini. ”Her ne kadar alafranga-i nevi’ye
aşina olsak da kökümüz Osmanlı. Erkekler arasına hanımın oturduğu görülmemiştir. Affınıza
sığınarak Ferahnaz hanımın bir süreliğine odasına gitmesini temenni ederim. Görüşeceğim
bazı hususlar ailenizin erkeklerini ilgilendirmektedir.” Ferahnaz hanım bu hali yadırgasa dahi
eski adetleri bildiğinden odasına çıktığında Şerruh Paşa, Faruk Nafiz’e dönerek sordu: “Evli
misiniz?” Faruk Nafiz: “Henüz kısmet olmadı paşa hazretleri.” Şerruh Paşa acayip bir
sırıtışla: “Evlenmeye bakınız Faruk bey oğlum. Belki suretinizden dolayı kadın kısmı beni
nasıl görür diye dertlenmektesinizdir. Hiç düşünmeyin. Kadın kısmı adamda güç ve mevkii
arar. Haliniz vaktiniz yerinde. Bunları kullanmaktan çekinmeyin. Şan kazanmaya bak, adamın
altına yatmak için can atarlar! Ben dağlarda da bulundum. Nice altmışlık eşkıya gördüm,
içlerindeki hırsla nice taze kızlarla güreş tutarlardı! O hırs olmadı mı adama adam denmez!”
Adamın kaba saba konuşmasından dolayı Faruk Nafiz’de, Saffet bey de feci halde rahatsız
olmuşlardı. Kendi ağzıyla bir dönemler eşkıyalık yaptığını söylemekten çekinmemiş, dağ
kalelerinde yaşaya yaşa dağ adamı haline geldiğini itiraf ederek, adeta kadimin kanlı
derebeylerinden birisi olduğunu ima etmişti. Paşa Saffet Bey’e dönerek: “Sizi eşkıyadan
kurtardım. Paranız size kalsın. Sizden bunun karşılığı tek isteğim bu konağı sizden almaktır.
Konağı bana bırakacaksınız.” Saffet Bey: “Burası aile yadigarımızdır paşam. Nasıl size
verelim?” Şerruh Paşa’nın yüz hatları çirkin bir hal alırken: “-Bak Saffet efendi. Ben Şerruh
4

Paşa’yım. Eşkıyadan, kabadayıdan, paşadan, ağadan, zaptiyeden korkmam. Ben bu konağı


alacağım dedimse alacağım. Siz doğmadan yıllar evvel ben bu konakta yürüdüm. Ben sizin
büyük büyük dedenizin evlendiği İsmihan hanımın abisi Abdülharis Şerruh Paşa’dan başkası
değilim! Derhal kağıt kalem getirip konağı bana devrediniz.” Faruk Nafiz hem adamın
kabalığından hem bu isteğinden tiksinerek olduğu yerden kalkarak salondan çıkmaya hamle
etti. O anda salonun kapısının büyük bir gürültüyle kendiliğinden kapandığını görerek olduğu
yerde kaldı. Gaz lambalarının ışıklarının titreşerek sönmesiyle odanın karardığını gördüler.
Şerruh Paşa’nın tırnaklarının simsiyah bir şekilde uzadığını, ağzından korkunç derecede sivri
iki dişinin fırladığını, gözlerinin kızıla çaldığını gördüler. O paşanın sadece bir derebeyi değil
aynı zamanda eski Balkan masallarından fırlamış ürkünç bir gulyabani, kanlı bir hortlak
olduğunu o anda idrak ettiler. Şerruh Paşa gürledi: “Hala duruyor musun Saffet!” Saffet bey o
an nasıl cesaret edebildiyse salondaki yazı masasının çekmecesinde duran silahını bir koşuda
çekip alarak Şerruh Paşa’ya doğrulttuysa da vampir hipnozunun etkisi altına girerek
ateşleyemedi. Derken bir anda kapılar açılarak o dev köpek Saffet Bey'i yere yıktı. Köpek
hırlayarak ve mezar kokusunu Saffet Bey’in burnuna üfleyerek karabasan gibi üzerine
çökmüşken içeriye Fatin ve Sadrettin ile birlikte Paşa'nın dokuz adamı girdi. Şerruh Paşa’nın
emriyle Fatin bir kağıt kalem alarak pis bir sırıtışla Saffet Bey’in başına eğildi. Şerruh Paşa,
Saffet Bey’in hareket etmediğini görünce bir bakışta adamı Sadrettin’i öne çıkarttı. Sadrettin
belinden koca bir satır çıkararak koca eliyle boynunu kavradığı Faruk Nafiz’in boynuna
dayadı. Saffet Bey hırsından sesini çıkaramayarak istemeye istemeye kağıdı imzalayarak
konağı paşaya devretti. Fatin kağıdı paşaya gösterdikten sonra Paşa suratında pis bir
sırıtmayla arkasındaki dokuz adama dönerek: “Afiyet olsun. Bunları size bıraktım, yukarıdaki
bana yeter!” diyerek Fatin ve Sadrettin ile birlikte odadan çıktı. Odadan korkunç çığlıklar
yükselirken adamlarına döndü: “Fatin sen kağıdı al şimdiden şehre git, sabaha tez elden
tasdik ettir. Sadrettin sende bahçeye bir çukur kaz arta kalanları gömersin.” Şerruh Paşa
yukarıya çıkan merdivenlere yöneldiğinde kendisine korkuyla bakmakta olan Ferahnaz
hanımı gördü. Pis bir sırıtışla merdivenlerden yukarıya doğru kendinden emin bir şekilde
yürüyerek kızın üzerine üzerine gitmeye başladı. Ferahnaz korkunç bir kabusun içinde
olmadığından adı gibi emindi. Can havliyle çığlık çığlığa merdivenlerden yukarıya çıkarak
odasına doğru koşmaya başladı. Odasının kapısını örterek kilitledikten sonra önüne büyükçe
bir sandığı sürükleyerek kapattı. Korkuyla yatağına doğru gerilerken gri bir dumanın kapının
ve sandığın altından geçerek odaya dolduğunu gördü. Sisler odanın bir köşesinde toplanarak
insan suretini andıran bir görüntü oluşturmaya başladılar. Bir anda Şerruh Paşa’nın kanlı canlı
odanın içerisinde peyda olduğunu gören Ferahnaz gözlerinden akan yaşlarla boğazından gelen
hıçkırıkları bastırarak geriledi. Şerruh kızın bileklerini yakaladıktan sonra yatağa fırlatıp kızın
kafasını öte tarafa çevirip boynunu açığa çıkardıktan sonra üzerine çöktü. Ferahnaz, mezar
kokusunu andıran çürümüş nefesi suratında hissederken Şerruh Paşa sivri dişlerini ortaya
çıkararak: “Bugüne kadar hep köylü kısmının eşkıyaların kanları besledi beni. Asil bir
boyundan hayat suyu içmeyeli çok zaman olmuştu!”
Ferahnaz’ın son hissettiği şey oldukça garipti. Karabasan çökme haliyle, aşık olma
arasında, ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu. İçinde hem öte alemlere dair bir korku hem
de tarifsiz bir istek duyuyordu. Şerruh Paşa kızın üzerinden kalktığında pencereden dışarı
baktı. Doğmakta olan güneşi görerek mahzene indi. Kendi özel yapımı olan büyük tahta
sandukasına girdi.
Konağın yeni efendisi asırlık hortlak Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa, ölüm ile
yaşam arasında tuhaf bir uyku haline dalmıştı. Yeni yerleştiği bu yeni yerde yeni kurbanlarını
arayacağı kanlı bir geceyi bekleyerek elleri göğsünde kabrinde ölü gibi soluksuz uzanmıştı.
5

Mehmet Berk Yaltırık


10 Mart 2012 -EDİRNE

You might also like