You are on page 1of 2

Bizim AHISKA

Bir hikâye:
ESKİCİ
Refik Halid KARAY
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğ-
ru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye
gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi
ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi
inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat
Orhan Laboç
gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan,
ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyor-
anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşu-
lardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları ka-
nun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra
barık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile...
bir kasabasına gönderiliyordu.
Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere,
ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumu-
üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak
şak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere
değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok
parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla
-Gemel! Gemel! Dedi.
da güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından,
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yol-
cu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca alnından, kollarından ve kulaklarından biçim bi-
kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar, bilmediği çim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara
bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’daki gibi: çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı.
-Hasan gel! Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yu-
-Hasan git! muşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Has- -Ya habibi! Ya ayni!
sen şekline girmişti: Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öp-
-Taal hun yâ Hassen, tüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gel-
Diyorlardı, yanlarına gidiyordu. mişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket
-Ruh yâ Hassen... giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Derlerse uzaklaşıyordu. Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
* Böyle haftalarca sustu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafa-
Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Ha- sında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha
san köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susu- büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes
yordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyor- almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyu-
du. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir ka- yordu, yine susuyordu.
tılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert Hep sustu.
düğüm, daima susuyordu. Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi,
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişler- kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası
le donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zey- kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uza-
tinlikler de seyrekleşti. tılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alış-
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çat- mıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal ye-
lak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kap- rine bürüp düğümleyerek kullanmayı beceriyordu.
kara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil bo- Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir sa-
yası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, tıcıyı çağırdı.
pırıl pırıl yanıyordu. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan tor-
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düz- ba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir par-
lüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız çası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da

Kış 2018 41
Bizim AHISKA

mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.


Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak,
sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu; Hasan da me-
rakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı,
tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılı-
yordu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu:
Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı
keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağ-
zına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunla-
rı birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun
gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altı-
na çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçaları-
nı, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar ça- Orhan Laboç
naktaki macuna parmağını daldırıp tabanla-
ra sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşü-
bakıyordu. nerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfin- Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
den unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu: Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş,
-Çiviler ağzına batmaz mı senin? iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun büktü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarma-
uzun Hasan’ın yüzüne baktı: ladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
-Türk çocuğu musun be? Hasan, yüreği burkularak sordu:
-İstanbul’dan geldim. -Gidiyor musun?
-Ben de o taraflardan... İzmit’ten! -Gidiyorum ya, işimi tükettim.
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi
pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve su- minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye
ratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına,
Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dı-
Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dik- şarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak na-
katle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesin- sıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağ-
deki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. rının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşa-
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu: rak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ne diye düştün bu cehennemin ortasına sen? -Ağlama be! Ağlama be!
Hasan anladığı kadar anlattı. Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten ço-
Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşusunun cuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir
oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora gi- daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağ-
derken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz lamaktadır.
boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar seri- -Ağlama diyorum sana! Ağlama.
li olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu? Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği
-Sen niye buradasın? yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin doldu-
manasına... ve mırıldandı: ğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan
-Bir kabahat işledik de kaçtık! sıcağıyla yanan kızgın göğsüne, bir pınar sızıntısı
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, Gurbet Hikâyeleri,
yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları Semih Lûtfi Kitabevi, İstanbul, 1940.
taze, gevrek, billur sesiyle bir teviye konuşuyordu.
Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, Not: Refik Halid Karay (1888-1965), edebiyatı-
hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinledi- mızın ünlü yazarlarından biridir. Onun daha önce
ğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık eriş- Gözyaşı başlıklı hikâyesini yayımladığımız sayı-
meyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir mızda kısa biyografisine de yer vermiştik (Bizim
türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı Ahıska, S. 28/Sonbahar, 2012).

42 Kış 2018

You might also like