Professional Documents
Culture Documents
:
/•..'••'/•• OLCAY ÖNERTOY '' . i
v-v
" . ' • ' ' ' ' "-'-f • - : • • • . ' . '•:—• ' :'-';"••• '. •"'"
Bazı, saatlerce tanha bir istasyonda tren yahut güneşle beraber uyumuş
bir küçük kasabanın otelinde uyku beklerim. Fazla bir yağmur, yahut kar
fırtınasında bir iki gün köyde kapanıp kalırsam arayıp soranım bulunmaz.
Gün olur ki bomboş bir ovanın ortasında otomobil bozulur; şoför yoldan
geçen kamyonlardan pompa, tel, meşin ve lâstik parçaları tedarik edip maki-
ne veya tekerleğini tamir edinceye kadar etrafta dolaşırım; yahut eski taş-
basması Muhammediyelerdeki Cennet bağı resimlerini andıran cılız bir ağacın
altında otururum. • •_». ',
işte bu gezilerde "Anadolu Notları" adı ile iki ciltte topladığı, bazılarını
da genişleterek romanlarına konu yaptığı Anadolu gerçeklerinin malzemesi
toplanmıştır. .".•'.•..- v •-':
İlk olarak bir Anadolu köyü ile karşılaşan Feride, İstanbul'da iken gö-
zünün önünde canlandırdığı köyü şöyle anlatıyor.
6 Anadolu Notlan, C. I. s. 5
7 Çalıkuşu, s. 144
8 Anadolu Notları, C. I. s.25
REŞAT NURİ GÜNTEKİN VE ANADOLU ->. 85
"O güne kadar Beykoz'dan uzak yola gitmemiş ve Ortaköy ile Çengel-
köy'den başka köy görmemiş olan Şehzade Şemsettin Efendi, Sarıpınar'ı
daha uzaktan görünce karşısında oturan valiye: "Hakikaten harabe haline
gelmiş biçare şehir... Vah, vah Vah, vah " dedi. Biraz sonra heyet şe-
refine en yeni elbislerini giyerek ilk sokağın iki tarafında selâm vaziyeti almış
olan halkı gördüğü zaman ise; "Ne sefalet ya Rabbi, ne sefalet" diye içini
çekti, "zelzele ne kıyafete sokmuş zavallıları."9
Aradan yıllar geçmesine rağmen Anadolu, ile bütün ilgilenmenin sözde
kaldığını, Kan Davası'nda öğretmen Ömer'den dinliyoruz.
" Onlara, vergi tahsildarlarından daha başkalarının da tırma-
inanabilecekleri yolları olanlara asırlardan beri yardım diye, ışık diye götür-
düğümüz şey sadece edebiyattır, nutuktur: "Var mı sizin gibi özü, sözü doğru
insanlar bu dünyada?... Akıl sizde, ahlâk sizde, namus, merhamet, temizlik,
güzellik sizde Lâkin neden öyle bazılarınız afacanlık ederler; birbirlerinin
toprağını, karısını, neyini kapmağa, durup dururken hayatına kıymağa kal-
karlar? Neden bazılarınız tembellik edip fakir kalırsınız; pislikten, mikrop-
tan korkmaz, takımınızla ölürsünüz; bereket dolu topraklarınızı işlemezsiniz,
ateş diye yakıp ormanlarımızın kökünü kurutursunuz? Vergileri saklar, ka-
çakçılık yaparsınız ? Neden pensiline inanmaz, kendinizi afsunculara okutur-
sunuz? Bunlar, sinek gibi ufak şeyler ama ne de olsa mide bulandırır.... Söy-
leyin bakalım dertlerinizi, yazalım birer birer defterlerimize
Sizler de bütün teslimiyetinizle gözlerinizi yumun, ameliyat masasına yatar
gibi bırakın güzel vücut ve ruhlarınızı, çırılçıplak, sizin iyiliğinizden ve yük-
selmenizden başka emelleri olmayan fedakâr büyüklerimizin, idealist mek-
tep hocaları, profesörler, fen adamları vesiremizin kucaklarına Tanrı'nın
üzerlerine ne istenirse yazılması mümkün kaymak kâğıtları gibi yaratmış
olduğu o bembeyaz, dupduru sayfalara sizin ve sizinle beraber de memleke-
tin yüce kaderini ve istikbalini yazsınlar."10 s. ~-., '. •'. '_/''., ;•
Bu bilinmeyen Anadolu'ya herhangi bir görevle gitmek ise sürgüne git-
mekten farksızdır. Bu düşüncenin yaygın oluşu yüzünden de Anadolu'ya
9 Değirmer, s.142
10 Kan Davası, s. 182
86 , OLCAY ÖNERTOY ' ." '
hizmet etmek isteyen idealist gençler, karşılarına çıkan herhangi bir güçlüğü
fırsat bilerek daha görevlerine başlamadan geri dönerler. Kurtuluş Savaşı son-
larına doğru gençler arasında yayılmış olan "Gençler Anadolu"ya parolasına
uyarak altı arkadaşıyla yola çıkan ve gittiği ilçede onyedi yıldanberi çalışan
bir doktorun, ilçeye gidişini anlatan aşağıdaki satırlar gençlerdeki bu yılgın-
lığı ortaya koyuyor.
"Bahar aylarında olmamıza rağmen geri dönmüş gibi görünen münase-
betsiz kış yolları kestiğinden beş altı gün Eskişehir'de bir handa oturmaya
mecbur olmuştuk. İdealistlerden birini bir gece kömür çarptı, ertesi gün ken-
dine geldikten sonra da: "Aman kardeşler, yol yakınken ben geri döneyim
.......Perişan oldum....Bakalım biraz kendimi toplarsam arkanızdan gelirim."
dedi. İstasyona giderken hastalığım biraz mübalâğalandırıyor, ikide bir ba-
caklarının kuvveti kesilmiş gibi kollarımıza dayanıyordu. Fakat istasyonun
büfesinde son bir toplantı yaptığımız sırada tren, bir manevra için bir parça
kımıldanacak olmuştu. Gidiyor sanarak arkasmdan öyle bir koştu ki hayret
ettik.
iki gün sonra ikinci bir arkadaşımıza Ankara'da Sıhhat Vekâletinde
büyücek bir memur dayısından bir telgraf geldi. İstanbul hastahanelerinden
birine tayin edildiği için geri dönmesini bildiriyordu. Aşırı bir heyecanla "Ne-
den böyle yapar bu adam? Sonradan beni böyle bir emrivaki karşısında bı-
rakmanın mânâsı var mı ?" diye söylendi ve fakat ertesi günki postayı bekle-
meden asker treninin furgonuna kendini dar attı. O akşam arkasından biraz
söylendik ama bize de bir dayıdan telgraf gelseydi bilmem ne diyecektik?
Anadolu'daki büyük işler için beş kişi kalmıştık. Eskişehir'de birkaç
gün fazla kalaydık belki daha da eksilirdik, Fakat ertesi gün yolun açıldığına
11
dâir haber geldi ve hareket ettik."
Doktor gibi, Anadolu'da kalmak zorunda olanlar ise, ya kendisini çöl
ortasında unutulmuş kabul eden istasyon memuru gibi, gelen geçene İstan-
bul'a aldırmaları için yalvarmakta, ya da i\i bir görev sahibi olduğu halde
kendisini oraya gönderenleri lanetle anmaktadır.
"Mutasarrıf, Meşrutiyetten sonra, altmışına doğru ilk defa İstanbul'dan
çıkmış bir Babıâli beyi, yıllardan beri ihtiyar dadısı Nâlân kalfanın kendi
eliyle pişirdiği fosfatin muhallebisiyle yaşayan bir merak hastası idi. Kala-
mış'taki köşkünden sonra sancak ona eski sürgünlerin gönderildikleri Fizan
gibi görünmüştü. Dört seneden beri vücutça, ruhça perişan bir halde idi " 1 2
11 Kavak Yelleri, s. 66
12 Değirmen, s. 91
REŞAT NURİ GÜNTEKİN VE ANADOLU ^ • :'- 0Î /
O, şaşırmıştı.
" buraya bir iki saat bir mesafede bir "Zeyniler" nahiyesi var.
Havası, suyu güzel, menazır-ı tabiiyesi ferahfeza, ahalisi halûk ve müstakim,
cennet gibi bir yer Mahaza, Zeyniler'i beğenmeye-
cek olursanız bana iki satır birşey yazarsınız, derhal sizi burada münasip bir
yere alırım. Hoş siz orayı gördükten sonra merkeze tayin edilseniz de "İste-
mem"diye ayak direyeceksiniz ya.
Hava güzel, manzara güzel, yiyecek, içecek ucuz, ahali iyi, Şöyle böyle
İsviçre köyleri gibi birşey, insan Allah'tan ne ister?
13 Çalıkuşu, S.112
14 Çalıkuşu, s. 134-135
88 OLCAY ÖNERTOY ' ' • -,-,. ••-•.
Feride bu kadar övülen yere gidip de, kapkara, çoğu yıkılmaya yüz tut-
muş evler, daracık pis sokaklarla karşılaşınca büyük bir hayâl kırıklığına
uğrar.
Tabiî öğrencilerin oturması için sıra yoktur. Sadece din öğretildiği için
buna gerek de görülmemiştir. Aynı şekilde Zehra gittiği yerde okul olarak,
harap bir binayla karşılaşır ve kendisi binayı onarır, ayrıca yerli zenginlerin
bazılarından topladığı paralarla ders araçları alıp, binayı büyütür. Şahin
efendi de aynı şekilde okul binasını oturulmayacak kadar harap bulur ve için-
de barınılabilir bir duruma getirinceye kadar, oradan oraya koşar. Ayrıca
softalar da, evkaf tarafından maarife verilmiş olmakla beraber, arsanın için-
15 Yeşil Gece
16 Çalıkuşu, s. 151-152
REŞAT NURİ GUNTEKIN VE ANADOLU 89
de bulunan harap medresenin yıkılmasına razı olmazlar. Ömer, bir dağ köyü
olan Yukarı Sazan'da, okul olarak sadece dış duvarları ve kapısı sağlam kal-
mış bir yıkıntı ile karşılaşır ve önce çocuklarla beraber, sınıf olarak kullanıla-
bilecek ve oturulabilecek birkaç oda bölerler.
Şahin Efendi ilçeye gider gitmez orada softalığın hakim olduğunu anlar:
"Sarıova'ya geleli daha üç saat olmadığı halde softalığın bu kasabaya ne
büyük bir kudretle hâkim olduğunu anlamıştı.
Ahalinin yarısından ziyadesi sarıklıydı. Otuz bir Marttan sonra İstan-
bul'da birdenbire miskinleşen softalar burada meydan kahvelerinde, medre-
18
se önlerinde, çarşı sokaklarında azgın oğul arıları gibi kaynaşıyorlardı."
Medrese öğrenimine verilen önem de, medreseye gönderilen çocuklarla
diğerleri arasındaki ayrılık anlatılarak şöyle belirtilmiş:
"Sokaklarda oynayan yalınayak, başı kabak halk çocukları arasından
yakalanarak medreseye gönderilen ve başına sarık sarılan çocuklar, ayrı bir
bayrağın altından geçmiş gibi olurlar ve eski arkadaşlarıyla aralarına bir ya-
17 Çalıkuşu, s. 159
18 Yesü Gece, s. 51
90 ••.""" OLCAY ÖNERTOY • ' ;." A
19 Yeşü Gece, s.
20 Yeşl Gece, s. 110
21 Yecil Gece, s. 114
V ••.-.•• -•••• • •••-':•. .. •• •:• ' . y •-
:
24 Zehra, - 'V .. ~••'''. .... .. ' V .;- '•-.>• -
REŞAT NURİ GÜNTEKİN VE ANADOLU 93
Bazı fakir köylerde ise çocuklar, tarlada hayvanların gördükleri işi yap-
tıkları için büyükleri onları okula göndermek istemez. Yukarı Sazan köyün-
deki "Döneaba"nın, torunlarım okula göndermesini isteyen öğretmen Ömer'e
verdiği cevap köylülerin bu tutumunu ortaya koyuyor.
"-Bizimkiler çocuk mu ki? Hayvan.... Öküz, inek yok bizde Onları ça-
lıştırıp giderim. Sana verirsem ne iderim ben ?"25
-Yazık değil mi çocuklara, karda, kışta oraya kadar nasıl gidip geliyor-
:
lar? •••••••
' ,•••
. • - v ;•->: • .>-;•••.•;• "'•;! •
-Onlar, yola alışıktır, çamursuz havalarda bir saate bile kalmadan gi-
derler. Sade yağmurlu, çamurlu, karlı havalarda biraz zorluk çekiyorlar.
Ömer, yol kesip soygunculuk yapmayı göze alan, köylüler tarafından köye
alınmak istenmeyen bir gurup çocukta birşeyler öğrenmeye başladıktan son-
ra meydana gelen değişikliği şöyle anlatıyor.
" Hep bir arada ağır işlere koştuğum, yahut birbirleriyle boğuş-
maya bıraktığım zaman onlar gerçi yine vahşi haykırışmalardan başka sesi
olmayan bir sürüdür. Fakat teker teker karşıma aldığım ve hele ufaktan
ufağa derslere başladığım zaman aralarındaki farklar gitgide çoğalıyor. Kara
tahtaya renkli tebeşirlerle çizmeye başladığım karışık çizgilerde bir hayvan,
bir ağaç, bir derenin üzerine doğan güneşi tanıdıkları zaman yüzlerindeki
ve hareketlerindeki hayret ve sevinç, bana adeta heyecan veriyor." 28
Eğitim için gerekli olan öğretmen ve okul ihtiyacı ile beraber Anadolu,
yazarın dolaştığı yıllarda genel olarak kültürün artmasında önemli rol oya-
yan gazete ve kitaptan da yoksundur. Bunun nedeni de çoğunlukla, kitap
satanların cahil oluşu, bu yüzden okunmaya değer kitapların getirilmeyişi,
gazetenin nasıl satılacağını bilmeyişleridir. Bu yoksunluğu çeken sade ilçe
ve köyler değil, Anadolu'nun belli başlı illeridir. "Bizde halk gazete ve kitap
okumaz" diye yakınanlara, yazar, gazete ve kitap satışının nasıl yapılması
gerektiğini de belirtiyor.
"Kitap ve gazete müşterileri biraz işçi müşterilerine benziyor. Tiryakiler
vardır ki satıcının peşini kovalarlar, onu iğnenin deliğinde olsa bulup çıkar-
mayı iş edinirler. Fakat öyleleri de vardır ki, satıcı onları kovalamağa, birer
birer avlamağa ve böylelikle tiryakilerin sayısını artırmağa mecburdur.
Bu ise gazete ve kitabı hergün onun gözünün göreceği, elinin erebileceği
yere koymakla olur."
Yazar, gazete ve kitaptan yoksun olan Anadolu'da halkın eğitimi için
tiyatrodan yararlanılabileceğini düşünüyor. Onu bu düşünceye götüren Ana-
dolu'da halkın pek rağbet ettiği tuluat tiyatrolarının çokluğudur. Tuluat
tiyatrolarmın çokluğunu ve ne kadar üstün bir biçimde halkı etkileyebilme
yeteneğine sahip olduklarını şu sözlerle açıklıyor:
"Evet, Anadolu'daki tuluat tiyatroları orta kültür müesseselerinden
çok fazladır. Hem de şu farkla ki, mektebin talebesi senelerce aynı, iki yahut
üçyüz talebedir, fakat tuluat sahnelerinin seyircileri her gece değişir.
Anadolu'da kaç kitap, kaç mecmua okunuyor? Bunu ne siz sorun; ne
Ankara caddesinin kitapçıları söylesin. Fikir terbiyesi vasıtası olarak radyo-
dan istifadeniz nedir? Şimdiye kadar hiç. O şimdilik bizi kelimesiz, fikirsiz
bir yeni ahenge alıştırmağa çalışıyor. Bundan sonra dillerin de halk terbiyesi
için faydalı birşeyler söylerse ne mutlu! x
; |>
Buna mukabil yüzlerce tuluat sahnesi her gece topladığı birçok bin genç
insana durmadan söylüyor. Hem onların söyledikleri saatler ruhların en zi-
yade açıldığı, duygu ve fikir olarak ne duyarsa plâk gibi kapıp, zaptettiği
saatlerdir. Müzikle, dansla gevşemiş insanların sahnedeki boyalı kadın gibi
mücerret fikirlere de vurulmağa müsait bulundukları zaaf saatleri
"Bir ara kulağıma "amca, amca" diye bir ses geldi. Yanımdaki parmak-
lıktan aşağıya bakınca sazlar ve kurumuş çamurlar arasında yan çıplak bir
kız çocuğu gördüm, Lüksün kuvvetli ışığı altında saçları ve yüzü bembeyaz,
gözleri kamaşmış bana elini uzatıyor.
Bir köylü oturduğu yerde cura çalıyor, birkaç delikanlı etrafında el çır-
parak, ayak vurarak türkü söylüyorlardı:
Önemli bir para olarak sözü geçen on beş lira, o yıllara göre bir değeri
olmakla beraber gene de servet kabul edilebilecek bir para değildir. Bu kadar
küçük bir parayla yetinebilen köylü, güçlükle kazandığı parayı, yaşantısında
hiçbir değişiklik yapmadan, bir parça toprak alabilmek, ya da bazı mutluluk
günlerinde ele güne karşı küçük düşmemek için biriktirir. Bu nedenle de köy-
lüden tek istenmeyecek şey para, yaptığı en küçük bir hizmete karşılık onu
memnun edecek tek şey gene paradır. Bu tutumundan ötürü Anadolu'luyu
cimri olarak nitelendirenlere, onun cimri olmadığını da şu sözlerle belirtiyor.
—Peki, sebebi?
-Sebebi pis su... Birkaç saatlik bir yerde iyi bir su var... Fakat bir türlü
para bulup getirtilemiyor.... Dere suyu tekmil çamur... Halk, kuyu suyu iç-
mek mecburiyetinde.... Kuyuların da çoğuna lâğım karışıyor... Doğrusu ahali,
gene iyi dayanıyor. Anlaşılan pis su içe içe mikroba karşı bir nevi muafiyet
kazanmışlar. Ben kendi hesabıma evde çoluk çocuğa kaynamış su içiriyorum."37
de bir sonuç alamayışı, çocuklar arasında ölümün gittikçe artması, onu âdeta
bunabma sürükler.
"(M) de ne büyük bir ateşle çalışacaktım. Fakat olmadı. Su yoktu. Ahali
kokmuş bir bataklıktan su içiyordu. Beş yaşına kadar olan çocuklar arasında
müthiş bir dizanteri hüküm sürüyor, her gün hükümet konağının karşısın-
daki camiin mezarlığına bir iki masum cenazisi geliyordu. Belediye doktoru,
"Kasabaya içilecek su gelmeyince bu ölümlerin önü alınmayacak" diyordu.
Vilâyete, belediyeye, hâsılı dört yana baş vurdum. Beni tasdik etmeyen yok-
tu. Fakat işler çok ağır yürüyor, mini mini çocuk tabutları pencerenin önün-
den geçmekte devam ediyordu. Sinirlerim fena halde bozulmuştu. Bu cena-
zeleri gördükçe boğazım tıkanıyor, yumrukla göğsüme vurarak "Katil...
Katil...Bunları sen öldürüyorsun...Hani vicdanının sesini dâima dinleyecek-
tin, diye söyleniyor, hattâ bazen hıçkırarak ağlıyordum."38
Susuzluk ve pisliğin zaman zaman yarattığı çeşitli hastabkların ise,
doktorsuzluk yüzünden bugün bile kısa süre içinde çok sayıda ölüme neden
olan salgın durumuna geldiği bir gerçektir. Soğuk ve karlı bir kış gününde
öğretmen Ömer'i hükümet doktorunu çağırmak için tek başına dağ köyün-
den ilçeye götüren de böyle bir salgın hastalıktır. Öğretmen kendisini doktora
tanıtırken bir yandan da salgının korkunçluğunu belirtir:
"-Ömer diye bir adam, diyor, bir dağ köyü öğretmeni.... Adını belki
işitmişsinizdir. Yukarı Sazan diye bir köy... Uzun zamandan beri salgın var
orada.... Köylüler, büyük, sürü sürü ölüyorlar... Hükümet doktorundan
yardım aramağa geldim."39
Ancak bir sorun da doktor olan yerlerde doktorun halkı kendisine
bağlayabilmesidir. Çünkü, cahillikten, bazı yerlerde halk doktordan çok,
hocalara ve hastabğın okunarak geçeceğine inanmaktadır.
Kavak Yelleri romanındaki doktor, Anadolu'nun ihtiyaç duyduğu bir
doktor olarak verilmiştir:
"Bir kaza hekimi için şöhretten daha kârlı bir gelir kaynağı akla gelmez.
Fukara babası doktor; görmeden yan cebine konan paraya az, çok demeyen,
yol üstündeısi fukaranın para almadan diline, nabzına bakan; daha düşkün-
lerine Avrupa firmalarından gelmiş reklâm ilaçlardan bedava komprimeler
dağıtan, iğneler vuran ve hattâ bazılarının yastığı altına usulca birkaç lira
bırakan fukara babası doktor "40
38 Acımak, s. 67
39 Kan Davası, s. 9
40 Kavak Yelleri, s. 5
100 OLCAY ÖNERTOY
Yazarın bir romanına ad olarak verdiği önemli bir problem de, bugün
bile çoğunlukla suçsuz kişilerin ölümüne yol açan kan davasıdır. Kan Davası
romanında, Ömer'in öğretmenlik yaptığı Yukarı Sazan ve onun biraz aşağı-
sındaki Aşağı Sazan, kan davası yüzünden birbirine düşman olmuş iki köy-
dür. Bu yüzden aralarında zaman zaman aşağıdaki satırlarda belirtildiği gibi
savaşa benzer çarpışmalar olmaktadır.
"Her zaman Hacı Rüstem'in oturduğu peykeye uzun sakallı bir ihtiyar
oturtmuşlardı.... Düşmemesi için iki koluna iki adam girmişti. Çamurlara
bulanmış, yan çıplak bir adam onun ayakları dibinde yumruklarıyla göğ-
sünü dövüyor, korkunç bir sesle: "Aşağı Sazan takımıyla battı Baba.... Allah
öcümüzü aldı. Rahat öl gayri." diye haykırıyordu." 42
Aynı zamanda da Bozova Valisi, yanında başka bir heyetle Aşağı Sa-
zan'a "geçmiş olsun" demeğe gelmiştir.
Meydan kahvesinde yine bir divan kuruluyor. - . \.
Her muharebenin bir barışı vardır. Yukarı Sazan'dan inen yardım Aşağı
Sazan'ı, Aşağı Sazan'm uğradığı büyük felâket Yukarı Sazan'ı yatıştırmış-
lar."*
Belki de Ömer, bir aydın öğretmen olarak bu köye gelmeseydi, kan da-
vası daha yıllarca sürüp gidecekti.
"Kız gibi donanmış asri otel bildiğimiz eski zincirli hanlardan biri....
Yan yana iki araba geçecek genişlikte kemerli bir kapı.... Birinci kat dükkân,
kahve, depo, ahır gibi şeyler.... Bunlardan bazılarının yüzü sokağa, bazıları-
nınki içeriki toprak avluya çevrilmiş
46 Anadolu Notlan, s. I. , s. 49
104 OLCAY ÖNERTOY
Yazarın birkaç yerde değindiği başka bir özellik ise Anadolu halkındaki
kuvvetli din inanışı nedeniyle yatırlara verilen önemdir. Anadolu Notları'nda
yazarın kendi çocukluk anıları arasında verdiği İzmir'deki sütninesiyle bera-
ber gittiği "Mızrakb Dede", Çalıkuşu'nda Feride'nin öğretim yaptığı ve kal-
dığı okulun arkasındaki mezarlıkta, Hatice Hanımın her akşam kandilini
yaktığı yatır ve Değirmen'de bir gece çıkan yangında yanması büyük olay-
lara neden olan "Kelâmi Baba" türbesi bunlardandır. Yatırların halk için ne
derece önem taşıdığı "Kelâmi Baba" türbesini anlatan şu satırlarda belirtil-
miş.
"Kelâmi Baba türbesi bir nevi enbiya tarihi müzesiydi. Orada kocaman
bir kemik vardı ki Yunus Peygamberi yutan balığa, bir sopa vardı ki Haz-
ret-i Musa'ya âit olduğu söylenirdi. Yine orada Hazret-i Nuh'un gemisinden
kopmuş bir tahla parçasıyla Eyüp Peygamber'in fukaralığı zamanında üstün-
de yattığı kerevet görülürdü.
Oldukça çok yer gezen yazarın dikkatini çeken bir özellik de Anadolu'da
zamanlar ve yerlerin birbirine yakın oluşlarıdır. Bazı yerler, İstanbul'un bir-
kaç semtinin Meşrutiyetten önceki yıllardaki görünüşünü verdiği gibi, bazen
de bu benzeyiş yüzünden hep aynı yerlerde dolaşıldığı kanısı uyanıyor. Bir
Anadolu tablosu diyebileceğimiz bu görüntü aşağıdaki satırlarla canlandı-
rılmış :
"Bir sokak daha dönelim. Toprak kulübeler arasında bir arsa Ortada
bir bostan kuyusu ile bir eşek Eşeğin arkasına yirmi, otuz metrelik bir
ip, ipin ucuna da bir kova bağlanmış... Hayvan kuyu ile kulübelerden biri
arasındaki yol üzerinde akşam piyasası yapar gibi ağır ağır gidip geliyor....
Onun her geliş gidişinde kova bir kere kuyuya dalıp çıkıyor, böylelikle de
kulübelerin su ihtiyacı gideriliyor
Bazı bir ova yolunda saatlerce gidersiniz, Karşınıza bir köy çıkar... Hay-
retle düşünürsünüz: "Ben bu alçak, toprak kulübeleri, bu sokakları; teker-
leğinin biri çıkmış bu öküz arabasını; onun üstünde tünemiş tavukları, yarı
çıplak çocukları; biraz ötede omuzunda testi ile su taşıyan yalınayak küçük
kızı, sırtında bir çalı demetiyle yokuştan inen peştemalh büyük anayı bir
saat evvel bir daha, iki saat evvel bir daha gördüm, sakın araba beni bir daire
etrafında dönüp dolaştırdıktan sonra hep aynı yere getirmesin?" 49
gözlerine yonga sıçrar; hattâ otların arasında bacaklarını yılan sokar Bü-
51
tün bunlara peygamberler gibi tahammül ederler." şeklinde belirlediği Ana-
dolulu tipleri veriyor.
Bunlar arasında, yazar kışın soğuk günlerinde birkaç gün kaldığı bir
otelde, müşterileri üşütmemek için, yorulmak bilmeden etraftan yakacak
toplayan, her çağıran müşterinin hizmetine koşan genç, gözü pek bir Ana-
dolulu'yu canlandırır.
"-Ne olacakmış sanki!.. Nasip ne zamansa bir yol daha ağlayıp bağıra-
caksın geçip gidecek.
Garibi şu ki, kadın da onun gibi duygusuzdur. Kocasının bu korkunç
sözlerine onun mavi gömleğinde görüp tırnaklarıyla çıkarmağa uğraştığı bir
53
çamur lekesinden daha az ehemmiyet veriyor "
51 Kavak Yelleri, s. 27
52 Kavak Yelleri, s. 52
53 Kan Davası, s. 154
REŞAT NURİ GÜNTEKİN VE ANADOLU 107
lüleri bir araya toplayıp yüzlerine gülmektir. Fakat, uzun süredenberi Ana-
dolu'da bulunan ve Anadolu köylüsünü yakından tanıyan mühendis Murat
Bey köylünün dalkavukluktan hoşlanmadığını şu sözlerle açıklıyor:
" köylüyü ifrit eden zaten bu dalkavukluklardır. Dün yolda
çocuklara yaptığını gibi: "Köylüler kadar mübarek, müslüman insan var
mıdır?" diye başladın mı anlar: "Bakalım yine neremizden vurmağa geldi?"
diye kuşkulanırlar "54
Anadolu'lu karakterinin verilişi yanında köy ve ilçelerin belli tipleri
olan, ebe, muhtar, diiû inançları çok kuvvetli olan Anadolu'lu üzerinde he-
men hemen hâkimiyet kuran din adamları ve ilçenin ya da köyün her der-
dine koşan, halkı kendisine bağlayan becerikli kadınları tanıyoruz. Anadolu'
nun günlük yaşantısında önemli rol oynayan bu kadınlardan biri aydın bir
kişi olan ilçe doktorunu bile kendisine bağlayan "Karabağlı Yenge"dir.
"Karabağlı Yenge, açıkgözlüğü ve çakırpençeliği sayesinde çabuk belini
doğrultmuş ve kasabanın meşhur simaları arasına girmiştir. Bütün belli başlı
ailelerin evlerine girip çıkar ve bu evlerdeki insanlardan her birinin ayrı ayrı
avucunun içine alır. Hafakanı yahut basurmemesi olan ihtiyar kadına, onun
kocakarı ilâçları hekim ilâcından ziyade tesir eder.'Nasıl ki, bir aralık geçir-
diğim uzun bir anteritte, kendi ilâçlarımdan ümit kestiğim, tedavinin arka-
sını bıraktığım bir zamanda onun zorla içirdiği bir takım ot ve kök suları ve
hastalığımın taban tabana zıddı olduğunu bildiğim halde dayanamıyarak
yediğim bazı karmakarışık, fakat çok lezzetli yemekleri beni iyi etmiştir.
Karabağhnm genç kadınlar nezdindeki itibarı daha da büyüktür. Kav-
galı zamanlarında kaynanalarıyla, kocalarıyla aralarını bulur, çocuğu olmayan-
lara nasihatle ve yine bizce meçhul bir takım ilâçlar verir; çarşıya çıkmaya
ihtiyacı olanların önlerine düşer, dükkân dükkân gezer; kâh tatlı dil dökerek,
kâh bağırıp çağırarak dükkâncıları serseme çevirip iyi bir malı en ucuza fi-
yata satın alır. Gelin çeyizi düzme gibi daha ehemmiyetli işlerde yalnız pazar-
lığından değil, zevkinden de istifade etmek için onu vilâyete kadar götürür-
ler. Evlenecek kızlar ve hele evlatlıklarla kimbilir ne konuşur ki, bu gibileri
onu karabağlı yenge diye yere göğe koymazlar."( 5î )
Anadolu'nun yerli tipleriyle beraber Anadolu'daki çeşitli memur tipleri,
özellikle yöneticilik görevini yürüten kaymakam, belediye başkanı ve vali-
ler tanıtılmış, Bunların bazıları gene, idealist, istediklerini yapamamaktan
56 Anadolu Notlan, s. 95