You are on page 1of 28

TÜRK İNKILÂBININ STRATEJİSİ

İnkılâbın Atatürk'ün Zihninde Şekillenmesi ve Karar Vermesi:

İnkılâp : • Bir toplumda geri kalmış olan düzenin zorla ve kısa sürede yıkılarak ,çağdaş , ileri yeni bir
düzenin gerekirse zorla kurulmasına inkılâp denir.

Toplumun tüm yapısını değiştirici böylesine köklü bir olay Atatürk'ün zihninde ne zaman
şekillenmiştir? • Atatürk 1881'de doğmuştur. Bu dönem Avrupa'da milliyetçilik ve demokrasi
düşüncesinin hızla yayıldığı bir dönemdir. Osmanlı Devletinde ise istibdatçı bir yönetim vardır.
Osmanlı Devleti’nin Batıya bağımlı olmaktan kurtulup düzlüğe çıkabilmesi için, serbestçe düşüncelerin
ortaya atılıp tartışılması yasaktır. Kimi aydınlar Namık Kemal'in, Ziya Paşa'nın, Ali Suavi'nin yazdıklarını
gizliden gizliye okuyorlardı.

1889'da Tıbbıye'de başlayan yönetime karşı örgütlenme harekâtı tüm yüksekokulları, giderek de
toplumun tüm kesimlerini sardı. Devletin çöküntüye doğru gidişini yakından gören Mustafa Kemal de
bu kötü gidişatı durdurmak için kendi ölçüsünde çalışmalar yaptı. Gizliden gizliye Yeni Osmanlıların
yazdıklarını okuyarak, Fransızca bilgisinden yararlanıp, Fransız ihtilâli'nin ilkelerini öğrenerek, bilincini
geliştirdi. Kafasında yeni yeni düşünceler oluştu. • Bu düşünceleri eyleme koymak için örgütlenmenin
zorunluluğuna inandı.

• Ülkedeki özgürlük yanlısı Meşrutiyetçiler içinde yer alan Mustafa Kemal, Meşrutiyetin yeniden
ilânından sonra İttihatçılarla görüş ayrılığına düşmüştür. Çünkü O, meşrutiyetin ilanını yeterli
görmüyordu, inkılâbın tamamlanmasını istiyordu.

Mustafa Kemal 1910 yılında Fransa'da, Picardie'de yapılan manevralara davet edilen Türk kurulunda
yer almıştı. Bu manevralarda Fransa'nın ünlü askeri uzmanlarıyla tartıştı. Askeri sorunların çözümü
konusunda ortaya attığı görüşler önce küçümsenmiş ise de sonradan hep doğru çıkmıştır. Bir akşam
yemeğinde üst rütbeli bir Fransız subayı Atatürk'e "görüşleriniz hep doğru çıkıyor ama başınızda şu
olduğu için hafife alınıyorsunuz", diyerek Osmanlı başlığını göstermiştir.

Balkan Savaşları'ndan sonra 27 Ekim 1913'te Sofya'ya Askeri Ateşe olarak atanan Atatürk burada
geçirdiği günlerde Bulgaristan'ın kısa sürede nasıl kalkındığı üzerinde durmuş, Osmanlı Devletinin de
kalkındırılması için nelerin yapılması gerektiğini tasarlamaya başlamıştır.

Atatürk Kurtuluş Savaşı'na başlamadan önce yapacakları inkılâpları kafasında tasarlamıştı. • 6


Temmuz 1918'de hatıra defterine "benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben toplumsal
yapımızda arzu edilen inkılâbı bir anda bir coup (darbe) ile tatbik edeceğimi zannederim" diye
yazmıştı.

ATATÜRK'ÜN İNKILÂBI GERÇEKLEŞTİRME STRATEJİSİ:

• İnkılâbın Zamanını Tespit Etmek:

Atatürk bir inkılâpçı olarak zamanı oldukça iyi kullanmıştır. Dolayısıyla bir zamanlama ustası olarak
tanınmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal Paşa, ülkede yapacaklarını kafasında
şekillendirmiştir. Ancak bunların hiçbirini zamanı gelmeden uygulamaya koymamıştır. Zira bir işi
zamansız yapmanın o işi başarısızlığa götüreceği kanısında idi. Her şey sırasında ve zamanında
yapılmalıydı.
Büyük Nutkunda da belirttiği gibi önemli kararları ilk günden açıklamak başarısızlığa neden olabilirdi.
Bu nedenle; "uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve
düşüncelerini hazırlamak ve adım adım ilerleyerek, amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu.

". Nitekim öyle olmuştur, ilk günden itibaren izlenen yol ve yönelinen hedef sonuna kadar
sürdürülmüştür. Bu süre içinde yapılacak inkılâplar "milli bir sır olarak" Atatürk'ün kafasında kalmıştır.
"istediklerimizin hepsi olacaktır. Ancak zamanını seçmek lazım. Her şeyi birden yapamayız. Sıra
beklemek, reaksiyona meydan bırakmamak mecburiyetindeyiz. Dediğim gibi hedefe dolambaçlı
yollardan gitmek cephe hücumundan daha sağlamdır" diyen Atatürk, 1920'den başlayarak yeni ve
çağdaş bir devlet için gerekli olan tüm inkılâpları birer birer gerçekleştirmiştir.

İnkılâbın Şartlarını Hazırlamak:

• Atatürk kafasında belirlediği inkılâpları uygulamaya koyarken bu inkılâpların şartlarını da


hazırlamaya özel bir dikkat göstermiştir. Temel hedeflerden sapmalara izin vermemiştir.

Atatürk Samsun'a çıktıktan sonra, tüm yolları ve propaganda tekniklerini kullanarak, ulusal sorunlar
hakkında halkın bilinçlenmesini sağlamıştır. Kurtuluş Savaşı için ordunun üst kademelerini bir araya
getirmiş, Müdafaai Hukuk Cemiyetlerini önce bölgesel, sonra ulusal bir çatı altında toplamış,
İstanbul'un işgali üzerine Ankara'da olağanüstü yetkilerle donatılmış bir meclis oluşturmuş,
Cumhuriyeti resmen ilân etmeden Cumhuriyetçi bir öz taşıyan Anayasayı yapmış, açık celselerde
Padişahlık kurumunu karşısına almayarak sürekli Osmanlı Hükümeti'ni hedef olarak seçmiş, zaman ve
şartların uygun olduğunu gördükten sonra Padişahlığa karşı da cephe alarak Saltanatın kaldırılmasını
sağlamıştır. Ancak Hilafetin kaldırılması için şartlar oluşmadığından bir süre daha beklenilmiştir.

Atatürk, Yeni Türkiye'ye çağdaş bir yapı kazandırabilmek için bir dizi inkılâp yapmayı tasarlıyordu.
Bunların gerçekleştirilebilmesi için bir partiye ihtiyaç duymuş ve Halk Fırkası'nı kurmuştur. Ancak
tasarladığı inkılâpları bu partinin ilk programına koymamıştır. Çünkü "programa ithal edilmemiş
mühim ve esaslı bazı meseleler vardı.

Önderin Yakın Çevresi Müdafaa - i Hukuk Grubu ve Halk Fırkası ile İlişkileri:

Tüm toplumsal hareketlerin bir öndere ihtiyacı vardır.Türk inkılâbında düşünceyle eylem iç içe
olduğu için tek öndere dayalı olarak yürütülmüş bir inkılâptır. Bu nedenle Türk inkılâbının farklı
dönemlerinde karşımıza çıkan farklı kişiler bir kadro olmaktan öte Atatürk'ün yakın çevresini
oluşturan kişilerdir.

Ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız yeni bir Türkiye'nin oluşturulması bir takım evrelere ayrıldığı
için önderin çevresinde yer alan kişiler de sürekli olarak değişmiştir. Zira bir evrede görev alanlar,
daha sonraki evreye uyum sağlayamayınca çevre dışı kalmışlardır.

Demokratik bir önder olarak çevresine örnek olmuştur. Adeta bir öğretmen gibi hareket ederek,
çevresini eğitmiş; yaptığı inkılâpları onlara benimsetmiştir. Benimsemeyenleri, inkılâp atılımlarını
engellemeye çalışanları da çevre dışı bırakmaktan çekinmemiştir. İnkılâbın yürütülmesi sırasında
çevre değiştirildiği gibi örgüt de değiştirilmiştir.
Önderin Halk ile İlişkileri:

• Atatürk toplumunu çok iyi tanıyan halkıyla kaynaşan bir önderdir. Çocukluk ve gençlik yıllarını
doğum yeri olan Selanik'te geçirmiştir. Eğitiminin bir bölümünü burada, büyük bölümünü ise askeri
okullarda tamamlamıştır. Yatılı olan askeri okullar aynı zamanda ülkenin çeşitli yerlerinden gelen,
farklı değerler sistemine sahip gençlerin yetiştirildiği yerlerdi.

Bu nedenle Mustafa Kemal gidemediği, göremediği yerlerin insanlarını da bir ölçüde bu okullarda
tanımıştı. Kurmay okulunu bitirip göreve başladıktan sonra ise görevi dolayısıyla ülkenin birçok yerini
dolaşmış, insanlarını yakından tanımıştır. Hele cephelerde geçirdiği günler O'na halkını daha iyi
tanıma fırsatı vermiştir, Atatürk sıcak savaş günlerinde cephelerde askerin önünde bulunduğu gibi
barış zamanında da halkının içinde dolaşmaktan büyük zevk almış bir liderdir. Kafasında tasarladığı bir
konuda halkının içine girip "o saf kütlenin" düşüncelerini öğrenmeye çalışmıştır. Atatürk, yaşamı
boyunca halkıyla diyalog içinde bulunmuştur. Bunun için de sık sık yurt gezilerine çıkarak yapacağı, ya
da yaptığı devrimleri halkına anlatmış, halkıyla aracısız bir şekilde görüş alışverişinde bulunarak
ulusuyla bütünleşmiştir.

İnkılabın Hükümete ve Türkiye Büyük Millet Meclisine Mal Edilmesi:

• Atatürk tüm yaşamı boyunca meşruiyet ilkesine bağlı kalmış bir önderdir. Bir inkılâp atılımı
gerçekleştirilirken öncelikle halkın bu konudaki görüşleri, düşünceleri öğrenilmeye çalışılmıştır. Bunun
için de uzun uzun yurt gezileri düzenlemiştir. Bu gezilerde kafasında tasarladığı inkılâplar konusunda
halka bilgi vermiş, onları aydınlatmıştır. Daha sonra Halk Fırkası Grubu toplantılarına konuyu
götürmüştür.

İnkılâbın Millete Mal Edilmesi:

• "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş
ve uygar bir toplum haline getirmektir" diyen Atatürk, inkılâpların milletin selameti için yapıldığını
belirtmiştir.

Atatürk tüm gücünü ulustan aldığı gibi yapılan her eylemin de ulusça yapıldığını belirtmiştir. "Asıl olan
millettir" diyen Atatürk "Bir millet, bir memleket için kurtuluş, selamet ve başarı istiyorsak bunu
yalnız bir şahıstan hiçbir vakit talep etmemeliyiz. Herhangi bir şahsın başarısı demek o milletin
başarısı demektir." Çünkü "kuvvet birdir o da millettir."

"iki Mustafa Kemal vardır. Biri ben fani Mustafa Kemal, öteki milletin daima içinde yaşattığı Mustafa
Kemal. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası
doğurmadı mı? Türk analar daha Mustafa Kemal'ler doğurmayacaklar mı? Ürün Milletindir, benim
değil" "Efendiler bir millette güzel şeyler düşünen insanlar olağanüstü işler başarmaya yetenekli
kahramanlar bulunabilir, lakin öyle kimseler yalnız başına hiç bir şey olmazlar."

"Ben... aziz milletimde gördüğüm yetenek ve ihtiyacı ifadeden başka bir şey yapmadım." "Önemli bir
görevin yerine getirilmesinde benden evvel harekete geçen millet olmuştur." "Milli Mücadeleyi yapan
doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır." Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Atatürk
yapılan her şeyi millete mal etmiştir.

Atatürk, kendine ait olan çiftlikleri üzerindeki tüm mallarıyla birlikte 11 Haziran 1937'de ulusuna
bağışlamıştır.
İnkılâbın Gençliğe Emanet Edilmesi:

Atatürk, ulusasl egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti kurarken hep gençliği
yanında bulmuştur. İşgallere karşı protesto mitinglerinin düzenlenmesinde, gençler aktif görevler
almıştır.

Yeni Türk Devleti kurulduktan ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk “Ey yükselen yeni nesil!
İstikbâl sizsiniz. Cumhuriyeti biz tesis ettik, onu devam ettirecek sizlersiniz” diyerek genç cumhuriyeti
gençliğe emanet etmiştir.

Orduya Verilen Görev :

Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin iki şeye güvendiğini belirtmektedir. Bunlardan biri milletin kararı
diğeri ise ordumuzun kahramanlığıdır. Çünkü ordu, Türk birliğinin, Türk kabiliyet ve kudretinin, Türk
vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Asker ruhlu Türk ulusunun ordusunu çok sevdiği ve onu
kendi ideallerinin koruyucusu olarak gördüğü bilinmektedir.

Ordunun üç görevi vardır:

1. Yurdu düşmandan korumak


2. Ülkedeki asayişsizliği gidermek
3. Cumhuriyeti korumak ve kollamaktır.

Türk ordusu kurulduğu andan itibaren bugüne değin Atatürk’ün izinde yürüyerek Cumhuriyeti her
türlü tehlikelerden korumuştur.
SİYASAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR

Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)


Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılması ile birlikte Türk tarihinde yeni bir dönem
başlamıştı. 20 Ocak 1921'de kabul edilmiş olan anayasada, egemenliğin millete ait
olduğu belirtilmişti. Ancak bu tarihlerde Kurtuluş Savaşı devam ettiğinden, saltanatın
kaldırılması için şartlar uygun değildi. İtilâf Devletleri, Lozan Barış Konferansına, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile birlikte İstanbul Hükümeti'ni de davet ettiler. Osmanlı
Hükümeti bu daveti kabul etti. Galip devletler bu davranışlarıyla, Türkler arasında ikilik
çıkararak, menfaatlerini daha iyi savunacaklarını düşünüyorlardı. Osmanlı Hükümeti'nin
konferansa katılma arzusu, millî mücadelenin ruhuna ve anayasaya aykırı idi. Bu durum,
Mustafa Kemal Paşa'nın saltanatın kaldırılmasıyla ilgili düşüncelerinin haklılığını bir defa
daha ortaya koydu. Aynı zamanda saltanatın kaldırılması için haklı bir gerekçe oldu.
Konu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde tartışıldı. Mustafa Kemal Paşa bir konuşma yapıp,
milletin kendi gayretiyle hakimiyeti ele aldığını ve saltanatın kaldırılmasının gerekliliğini
belirtti. 1 Kasım 1922'de kabul edilen bir kanunla, halifelik ve saltanat birbirinden ayrılıp,
saltanat kaldırıldı. Böylece, Osmanlı Devleti hukukî olarak sona ermiş ve Türk
inkılâplarının en önemlilerinden biri gerçekleştirilmiştir. Saltanatın kaldırılması ile
İstanbul'daki Osmanlı Hükümeti istifa etti. Son padişah Vahdettin, 17 Kasım 1922'de
İngilizlere sığınıp İstanbul'u terk etti. Bunun üzerine Osmanlı sülâlesinden Abdülmecit
Efendi, Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile halife seçildi.

Cumhuriyet Halk Fırkasının Kurulması (9 Eylül 1923)

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, toplumun farklı kesimlerinden ve değişik
düşüncelere sahip kimselerden meydana geliyordu, Hepsi Misak-ı Millî amacında
birleşmekte idiler Zamanla mecliste farklı gruplar oluştu [Tesanüt (Dayanışma) Grubu,
İstiklâl Grubu, Halk Zümresi ve Islahat (Reform) Grubu gibi] Bu durum meclis
çalışmalarının yavaşlamasına sebep oldu Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkan siyasî
anlaşmazlıkları azaltmak ve çeşitli grupları birleştirmek için büyük çabalar gösterdi Bunda
başarılı olamayınca, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurdu Bu
grup, Misak-ı Millî esasları içinde ülkenin bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını
sağlamak için çalışacaktı. Büyük zaferden sonra, Mustafa Kemal Paşa, gazetelere
verdiği demeçte Halk Fırkası adıyla bir siyasî parti kuracağını açıkladı Bu partinin, "tam
bağımsızlık" ve "kayıtsız şartsız millet egemenliği" ilkelerine dayanacağını ve bütün
milletin partide temsil edileceğini söyledi. 1 Nisan 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi,
seçimlerin yenilenmesine karar verdi Mustafa Kemal Paşa, mecliste bulunan Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun, Halk Fırkası'na dönüşeceğini açıkladı 9 Eylül
1923'te Halk Fırkası'nın kuruluşu tamamlandı Genel başkanlığına da Gazi Mustafa
Kemal getirildi Cumhuriyetin ilânından sonra bu parti Cumhuriyet Halk Fırkası adını aldı
Böylece Cumhuriyet Dönemi'nin ilk siyasî partisi kurulmuş oldu.

Ankara'nın Başkent Oluşu 13 Ekim 1923


27 Aralık 1919'da Temsil Heyeti'nin Ankara'ya gelmesi ile, bu şehir Millî Mücadele'nin
karargâhı olmuştu. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da
açılmasıyla yeni Türk devletinin temelleri atıldı. Kurtuluş Savaşı buradan yönetildi.
Böylece Ankara, fiilen başkent durumuna geldi. Lozan Barış Antlaşması'nın
imzalanmasından sonra. İtilâf Devletleri'nin askerleri İstanbul'dan çekildiler. İstanbul'un
işgalden kurtulması ile yeni devletin başkentinin neresi olacağı tartışılmaya başlandı.
Bazı kişiler İstanbul'un başkent yapılmasını istiyorlardı. Ancak meclisin Ankara'da
açılması, buraya fiilen hükümet merkezi olma niteliği kazandırmıştı. Ayrıca Ankara,
Türkiye'nin merkezinde, askerî ve coğrafî özellikleriyle başkent olabilecek konumdaydı.
İsmet Paşa (İnönü), bir kanun teklifi hazırlayarak Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığı'na sundu. "Türkiye Devleti'nin başkenti Ankara'dır." şeklindeki bir maddelik
kanun teklifi kabul edildi (13 Ekim 1923). Kanunun yürürlüğe girmesiyle Ankara yeni Türk
devletinin başkenti oldu.

Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)

Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin
cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir
cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir."
deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu. Cumhuriyetin
ilânının önündeki en büyük engel saltanattı. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel
aşıldı. Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM
üyeleri, yeni seçim kararı alarak dağıldı (l Nisan 1923). Yeni seçimlerin yapılmasından sonra
TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması'nı
onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük
Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu
sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun
devlet şeklini bulmak zorunlu hâle gelmişti. Millî Mücadele Dönemi'ndeki, olağanüstü şartların
bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar
Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını
zorlaştırıyordu.

25 Ekim 1923'te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşaya,
cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin
kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın
cumhuriyeti ilân edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921
Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. "Türkiye Devleti'nin hükümet
şekli cumhuriyettir." hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra
cumhuriyetin ilânı kabul edildi. "Yaşasın cumhuriyet!" sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân
edildi (29 Ekim 1923). Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada
158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk
devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, yaptığı
konuşmasını "Türkiye Cumhuriyeti mesut, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözü ile bitirdi. Böylece
devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi. Devlet başkanlığı konusu çözüme kavuştu.
Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi. Buna göre; cumhurbaşkanı başbakanı atayacak,
başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanının onayına sunacaktı. Bu uygulamayla, meclis
hükümeti sistemi yerine parlamenter rejime geçilmiş oldu. İlk hükümeti kurmakla İsmet Paşa
görevlendirilmişti. Böylece Türk Milleti'nin tarihinde yeni bir devir açılıyordu.
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Osmanlı Devleti, 1517'de Memlûk Devleti'ne son vererek İslâm dünyasında büyük ölçüde
birliği sağladı. Bu tarihten sonra Osmanlı padişahları da halife unvanını kullanmaya
başladılar. Özellikle Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında bu makama büyük bir önem
verildi. Halifeliğin siyasî gücünden faydalanılmak istendi. Buna rağmen devletin yıkılışı
önlenemedi. Milliyetçilik ve millî egemenlik fikri üzerine kurulmuş olan yeni Türk
devletinin yapısıyla saltanat ve halifeliği bağdaştırmak mümkün değildi.
1 Kasım 1922'de saltanat ve halifelik birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı ve halifeliğin
yetkileri dinî konularla sınırlandırıldı. Vahdettin'in ülkeyi terk etmesinden sonra, Osmanlı
sülâlesinden Abdülmecit Efendi, TBMM tarafından halife seçildi. Kendisine sadece
Müslümanların halifesi unvanını kullanması bildirildi. Halife olan Abdülmecit Efendi'nin,
zamanla hükümetin talimatlarının dışına çıktığı görüldü. Kendisini devlet başkanı gibi
görmeye başladı. Bu durum ise yeni rejim için bir huzursuzluk kaynağı oluyordu. Buna
karşı derhal tedbir alınması gerekiyordu. Ayrıca Türkiye'de gerçekleştirilmesi düşünülen
inkılâpların yapılabilmesi için halifeliğin kaldırılması zorunlu idi. Diğer taraftan Mustafa
Kemal Paşa, halifeliğin yabancı güçler tarafından aleyhimize kullanılmasından endişe
ediyordu. Bu sebeplerden dolayı, Mustafa Kemal Paşa 1924 yılında halifeliğin
kaldırılmasına karar verdi,
l Mart 1924 tarihinde yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında, bu
düşüncesini açıkladı. 3 Mart 1924'te TBMM'de kabul edilen bir kanunla halifelik kaldırıldı.
Halifeliğin kaldırılmasıyla, lâik düzenin kurulması yolunda önemli bir adım atıldı. Aynı
zamanda saltanat ve hilâfet yanlılarının dayandığı en önemli güç odağı ortadan
kaldırılmış oldu.
3 Mart 1924 tarihinde
Tevhid-i Tedrisat Yasası (Eğitim-Öğretimin birleştirilmesi) çıkarıldı.
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Şeriat İşleri ve Vakıflar başkanlığı) kaldırılarak yerine Diyanet
İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye
Vekâleti kaldırıldı. Böylece Genel Kurmay Başkanlığı’nın hükümet ve siyaset dışına
çıkması sağlandı. Osmanlı hanedan üyelerinin ülke sınırları dışına çıkarılması
kararlaştırıldı.
TÜRK HUKUK İNKILÂBI

Hukuk alanında yapılan ve bir bütün olarak “Hukuk İnkılabı” olarak nitelendirilebilecek
inkılapların temel amacı laik, demokratik, akla ve bilimsel esaslara ve eşitliğe dayalı bir
devlet ve toplum sistemi ile yaşam biçimi oluşturmak; bunları korumak ve geliştirmek için
gerekli “aklı hür, vicdanı hür” nesilleri yetiştirebilmektir.

Hukuksal Devrimlerin Nedenleri


Dine ve dini örfe dayalı bir hukuk sistemine dayalı Osmanlı Devletinde tüm kuralların İslam
hukukuna uydurulması her zaman esas olmuştur. Osmanlı ülkesinde yaşayan Müslüman tebaya
İslam hukuku, gayrimüslimlere de kendi hukukları uygulanmakta idi. Bu durum devletin
vatandaşlarının kanun karşısında eşit olmamalarını ve din bazında farklı kurallara tabi tutulmaları
ile sonuçlanıyordu.

Cumhuriyet öncesinde yargı işleri din adamları tarafından görülürdü. Kadı adı verilen
yargıçlar din kurallarına göre karar verirdi. Devlet konularının yanı sıra toplumsal ilişkileri
düzenleyen hukuk kuralları eski Türk gelenekleri ile İslam hukukunun yoğrulması sonucu
ortaya konan örfi kurallarla düzenlenmişti. Ticaret, ceza ve usul hukuku alanlarında
Tanzimat sonrası Fransa’dan çeşitli kanunlar alınmış; ancak devletin teokratik yapısı ile
bu durum çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca hukuk sistemindeki çok
hukukluluk esası, yeni çağın hukuki ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşanan sorunlar ve
yukarıda yer verilen aksaklıklar, bağımsız ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine ait
yeni bir hukuk sistemini yerleştirmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

Hukuksal Devrimlerin Gelişimi

Hukuki inkılapların ön şartını oluşturan siyasi inkılapların tamamlanmasının ardından mevcut


hukuk sisteminin yenilenmesi amacıyla çalışmalara başlanmış 1923 yılında Adliye Vekaleti
nezdinde komisyonlar kurulmuştur. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu bazı değişiklikler
yapılarak Türk Medeni Kanunu olarak yürürlüğe girdi. Bu kanun seçilirken basit dili, açık, hakime
geniş takdir yetkisi veren karakteri ve Avrupa’da kabul edilen en yeni, liberal, kadın-erkek
eşitliğine dayanan aile düzenini içeren ve demokratik bir devletin ihtiyacını karşılayabilir olması
özellikleri etken olmuştur. Bu kanun ile topraklarımızda yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilere ayrı
hukuk uygulamaları da sona ermiş; yüzyıllar sonra bu topraklar üzerinde hukuk birliği sağlanmış;
azınlıklara verilen hukuki ayrıcalıklar da kaldırılmıştır. Yeni medeni kanun, evlenme, boşanma,
miras, velayet, hak ve fiil ehliyeti gibi konularda kadın-erkek eşitliği, tek eşlilik ve medeni nikah
usulü getirmiş böylece tüm vatandaşlara aynı medeni hakları sağlamıştır.

Medeni Kanunun yanı sıra 1926 yılında Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, 1927 yılında
Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunu, 1929 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü ve Deniz
Ticareti Kanunları, 1932 yılında İcra-İflas Kanunları yine batı kanunlarından
yararlanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe girmişlerdir.
1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye)
Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarından 1876 anayasası henüz yürürlükten kaldırılmadığı
için bu anayasa 23 maddeden oluşmuştur. En kısa ve özlü anayasadır. Anayasanın en
önemli özelliği saltanat ve mutlak monarşi ile bağdaşmayacak olan milli egemenlik
ilkesinin dile getirilmesidir. Bu Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarından 1921 anayasası ile
oluşturulan hükümet sistemi meclis hükümeti sistemidir.

• “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” İlkesi benimsenmiştir.


• “GÜÇLER BİRLİĞİ” ilkesi benimsenmiştir.
• Meclis hükumeti sistemi ile yasama, yürütme ve yargı gücü TBMM’nin elindedir

Hükümetin doğal başkanı aynı zamanda meclis başkanıdır.


• Hükümet meclisin denetimindedir.
• Seçimler iki yılda bir yapılır.
• Seçmen yaşı 18’dir.
• Çift dereceli seçim sistemi hakimdir.
• Yerinden yönetim ilkesi benimsenmiştir.
1921 Anayasasının 1923 Değişikleri
• Türkiye devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir.
• Cumhurbaşkanı milletvekilleri tarafından bir dönemlik seçilecektir

Cumhurbaşkanının görev süresi 4 yıldır.


• İkinci kez seçilebilmesi mümkündür.
• Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından milletvekilleri arasından seçilecektir.
• Bakanlar ise Başbakan tarafından meclis üyeleri arasından seçilip, Cumhurbaşkanınca
meclis onayına sunulacaktır.
• Devletin dini İslam’dır.
• Devletin resmi dili Türkçedir.
• Başkenti Ankara’dır

1924 ANAYASASININ MADDELERİ;


• Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.
• Devletin yönetim şekli Cumhuriyettir.
• Devletin dini İslam, başkenti Ankara ve dili Türkçe’dir.
• Devletin başkenti, rejimi ve bayrağı değiştirilemez.
• Yasama ve Yürütme yetkileri meclise aittir.
• Yargı, bağımsız mahkemelerce yürütülür.
• Meclis; yürütme yetkisini seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun atadığı Bakanlar kanalıyla
kullanır. Meclis; hükümeti her zaman denetler.
• Üst üste aynı kişi Cumhurbaşkanı seçilebilir.
• Seçimler dört yılda bir yapılır.
• Seçmen yaşı 18 olacaktır.
1924 ANAYASASININ ÖZELLİKLERİ
• Anayasanın üçüncü maddesinde devletin dini İslam olarak benimsenmiştir. Bu
anayasa laik bir anayasa değildir.
• Anayasanın altıncı maddesi olan “Yargı bağımsız mahkemelerce yürütülür”
ifadesiyle kısmen de olsa kuvvetler ayrılığı gerçekleşmiştir. Anayasa ile karma
hükümet sistemi benimsenmiştir.
• Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte kabine sistemine geçiş sağlanmıştır.
• Sert bir anayasadır. Kanunların anayasaya aykırı olamayacağı bir madde ile
belirlenmiştir ancak herhangi bir denetim sistemi uygulanmamıştır.
• “Devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkartılması ve Atatürk’ün laiklik maddesinin
eklenmesi ile laik bir anayasa formuna kavuşmuştur.
• İlk kez özgürlüğün tanımı yapılmış ve sınırları çizilmiştir.
• Çoğunlukçu demokrasi anlayışına sahiptir.
• 1946 yılından sonra çok partili siyasi hayat kabul edilmiştir.
• Yine 1946 yılından itibaren tek dereceli seçim sistemi benimsenmiştir.

NOT: Bu anayasa gerçekleştirilen inkılapların ve değişen şartların gerekçesi olarak


doğmuştur.
1924 ANAYASASINDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER
• Devletin dini İslam’dır ifadesi 1928 yılında kaldırıldı. Böylece laikliğe geçiş sağlandı.
• Seçmen yaşı 18’den 22’ye çıkartıldı.
• Ormanlar devlet kontrolünde olması için devletleştirildi.
• Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. (1934)
• Atatürk’ün belirlemiş olduğu ilkeler anayasaya girdi.
• Laiklik maddesi anayasaya girdi (1937)

1925 yılında çağdaş hukukçular yetiştirilmek üzere Ankara Hukuk Fakültesi açılmış; daha sonra
barolar kurulmuş, mahkemeler yeniden düzenlenmiştir. Medeni hukuk alanındaki tüm haklarına
kavuşan Türk kadınına 1930 yılında belediye üyelikleri için seçme ve seçilme hakkı, 1934 yılında
ise her türlü şeçme ve seçilme hakkı verilmiştir.

Hukuk Alanında Yapılan Değişiklikler


Hukuk alanında yapılan değişiklikle eski mahkemeler kapatıldı. Eski yasalar yürürlükten
kaldırıldı. Uygar ulusların yasaları örnek alınarak boşanma, miras, ceza hukuku yeniden
düzenlendi. Hukuk devrimi ile kadın - erkek arasında eşitlik sağlandı. Miras konusunda
kadın ve erkek eşit pay almaya başladı. Kadınlar da erkekler gibi seçme ve seçilme
hakkına kavuştu. Hukuk alanında yapılan inkılaplar ile Türk hukuku laik bir karakter
kazanmıştır. Bu karakter sayesinde insanlar arasında hiçbir kıstasa bağlı kalınarak ayrım
yapılmıyor; herkes kanun karşısında eşit muameleye tabi tutuluyordu. Kanunların tekliği
ve genelliği şeklindeki evrensel ilkenin benimsenmesiyle çok hukukluluk, azınlıklara
hukuki ayrıcalık ve imtiyazlar kaldırılıyor; devletin egemenliği önündeki engeller
temizleniyordu. Genel anlamıyla Hukuk İnkılabı, dünya işlerini bilim ve akılla yürütme
(legal-rasyonalite) yolunu açıyor, devlet yönetiminde keyfiliğin yerine hukuka tabiliği
hakim kılıyordu.

Toplumsal Alanda Yapılan İnkılaplar

Şapka Kanunu (25 Kasım 1925) :


Şapka Kanunu’nun çıkarılmasının amacı, Türk halkını sosyal yaşamda modern bir
görünüme kavuşturmaktı. Ayrıca bu kanun ile Batı ile bütünleşmekte hedeflenmiştir. Bir
diğer neden ise halk arasında ayrıma yol açan unsurları ortadan kaldırmaktı.

Bu alanda en büyük adım 24 Ağustos 1925’te Atatürk’ün Kastamonu’ya yaptığı


gezide atıldı. Kastamonu’ya başında bir şapka ile giden Atatürk, burada şapka ile ilgili
bir konuşma yaptı. Ardından İnebolu’da yaptığı konuşmada: “Medeni ve uluslararası
kıyafet bizim için çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta
iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket elbette
bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta kenarlıklı başlık. Bunu açıkça söylemek
isterim bu başlığın ismine şapka denir.” diyerek yeni döneminkıyafet anlayışını açığa
kavuşturmuştur.
Bu gelişmelerin ardından TBMM, 25 Kasım 1925’te Şapka Giyilmesi Hakkındaki
Kanun’u kabul etmiştir.
Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması (30 Kasım 1925) :
Hatırlanacağı üzere laik bir devlet haline gelmek için daha önce halifelik kaldırılmıştı.
Bununla beraber Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin hızla çağdaşlaşmasını önleyecek
bütün engelleri kaldırmak istiyordu.

Cumhuriyet Dönemi’nde Türk inkılabının getirdiği yenilikler dolayısıyla bir kısım tarikatlar
ve tekkeler sosyal yenileşmeye direnmeye başlamışlardı.

Atatürk, Kastamonu gezisinde bu konudaki düşüncesini: “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz


ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En
doğru ve gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.” diyerek açıkça ifade etti.
Din istismarının önüne geçmek, laikleşmeyi sağlamak, eşitliği sağlamak, türbe,
tekke ve zaviye gibi yerlerin rejim karşıtı eylemlerin odağı haline gelmesini
önlemek için kanun 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edildi.
Ayrıca bu kanunla “şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, müritlik, falcılık, büyücülük,
üfürükçülük, muskacılık, türbedarlık” gibi ayrıcalık bildiren unvanlar da kaldırılmıştır.

Bu düzenlemeyle sosyal hayatın laikleşmesi konusunda önemli bir adım atılmış oldu.

Takvim, Saat ve Ölçülerde Yapılan Değişiklikler:

Takvim ve Saat Değişikliği :


Osmanlı’da günlük yaşamda Hicri, idari ve mali işlerde ise Rumi takvim
kullanılmaktaydı. Bu durum toplum içinde ve Batı ile olan ticari ilişkilerde sorun
oluşturmaktaydı.
1925’te bir kanunla Hicri ve Rumi takvim bırakılarak artık evrensel bir takvim haline gelen
Miladi takvim kabul edildi. Kabul edilen Miladi takvim 1 Ocak 1926’dan itibaren Türkiye
Cumhuriyeti’nin resmî takvimi olarak yürürlüğe girdi.
Aynı gün ezani saat denilen 12 saat dilimini esas alan saat (ezani) yerine, 24 saat
dilimini esas alan alafranga saat birimi kabul edildi.

Uluslararası Rakamlara Geçilmesi :


Osmanlı’da kullanılan Arap rakamları, Batı ile ekonomik ilişkilerde sorunlara yol açıyordu.
Bu nedenle Beynelmilel Rakamların Kabulü ile Latin rakamlarına geçilmiştir.

Ölçü ve Tartı Birimlerinde Değişiklik :


Osmanlı’da günlük hayatta bölgesel farklılıklar gösteren arşın, okka, endaze gibi uzunluk
ve ağırlık birimleri kullanılıyordu.
1931 yılında yapılan yasal düzenlemeyle bu alanda da dünyanın yaygın olarak kabul
ettiği metre ve kilogram gibi ölçü birimleri kabul edildi.
Böylece yurdun her yerinde tek bir ölçü sistemi uygulanmaya başlanmış, böylece tam bir
ölçü düzeni, ölçü birliği kurulmuş oldu.

Hafta Tatilinde Değişiklik :


Osmanlı’da insanlar inançlarına göre tatil yapıyordu ve bu durum karışıklığa yol
açmaktaydı. 1935 yılında hafta tatili Cuma’dan Pazar’a alınarak Batı ile olan ticari
ilişkiler geliştirilmek istenmiştir.

Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934) :


Osmanlı’da halk çeşitli unvan ve lakaplar kullanıyordu. Bu durum özellikle resmi işlerde
oldukça karışıklığa yol açıyordu. Ayrıca kullanılan dini, sosyal, ailevi ve asalet kaynaklı
lakaplar ayrıma yol açıyordu.

Bu nedenlerden dolayı, toplumsal eşitliği sağlamak ve topluma modern ve milli bir


yapı kazandırmak için 21 Haziran 1934 tarihinde Soyadı Kanunu kabul edildi.
Soyadı Kanunu ile;
• Her ailenin ön adı dışında bir soyadı alması zorunlu hale getirildi.
• Alınacak soyadlarının genel ahlaka aykırı olmaması, gülünç olmaması, yabancı ad
olmaması kararlaştırıldı.
• Soyadı seçme vazifesi kocaya verildi.
Soyadı Kanunu’na uygun olarak Mustafa Kemal’e 24 Kasım 1934’te “Atatürk”
soyadı verildi. Bu soyadının başkası tarafından kullanılması yasaklandı. Atatürk’ün
ailesine ise “Atadan” soyadı verildi.

Kılık-Kıyafet Kanunu (3 Aralık 1934) :


3 Aralık 1934’te çıkarılan bir kanunla da hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun din
adamlarının mabetler ve ayinler haricinde dini kıyafetle dolaşmaları yasaklandı.

Sadece Diyanet İşleri Başkanı, Rum ve Ermeni Patrikleri ile Yahudi Hahambaşısı
her zaman dini kıyafet giyebileceklerdi.

Türk inkılabı kadın kıyafetleri konusunda yasal bir düzenleme getirmemiştir. Kadınların
kıyafet konusunda çağdaş dünyaya uyumlu hâle gelmeleri kendi doğal sürecine
bırakılmıştır.
EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR
Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) :
Osmanlı’da mektep-medrese ayrılığının zararları ve yabancı okulların yıkıcı etkileri
görülmekteydi. Öğretim sistemindeki bu ikilik ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin
önünde büyük bir engel oluşturuyordu.

Eğitim ve öğretimde birliği sağlamak, aynı zamanda eğitimde laikleşmeyi,


modernleşmeyi, eşitliği ve ulusallığı sağlamak, ulusal eğitim ve milli
bilincigeliştirmek için dönemin Maarif Nazırı Vasıf Çınar’ın önerisi ile TBMM 3 Mart
1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu kabul etmiştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü ile;
• Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün okulların programlarının ve eğitim sisteminin
düzenlenmesi Millî Eğitim Bakanlığına bırakıldı.
• Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin bütçesine ayrılan eğitim payı, Milli Eğitim Bakanlığı’na
devredildi.
• Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ve tüm özel vakıfların denetimindeki okullar Maarif
Vekaleti’ne bağlandı.
• Din eğitimi veren bazı eskimiş okullar kapatılarak yerlerine modern İilahiyat Fakültesi,
İmam Hatip okulları açıldı.
• Milli Savunma ve Sağlık (Sıhhiye) bakanlıklarına bağlı okullar bütçeleri ile beraber
Maarif Vekaleti’ne bağlandı.
• Yabancı okulların ders programlarına Türkçe, Tarih ve Coğrafya gibi kültür dersleri
konuldu ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından okutulması sağlandı.
• Yabancı okulların dini ve siyasi amaçlı öğretimi durduruldu.
• Bu okulların sınıflarında ve ders kitaplarındaki dini işaret ve semboller kaldırıldı,
böylece yabancı ve azınlık okullarının zararlı faaliyetleri engellendi.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu önemleri ise şunlar olmuştur:


• Eğitim ve öğretim alanında birlik sağlandı.
• Eğitim ve öğretim millileştirildi.
• Türkiye’de eğitimin çağdaşlaşması ve laikleşmesi sağlandı.
• Medreselerin kapatılmasına ortam hazırlandı.
• Yabancı okullar üzerindeki denetim arttı.
• Tüm okulların devlet denetiminde olması Fransa, Papalık ve bir çok okulu olan
devletlerin itiraz ederek yabancı okullar konusunu yeniden gündeme getirmesine
neden oldu.
• Tevhid-i Tedrisat Kanunu, eğitim sisteminde laik, millî, akla dayalı, bilimsel ve çağın
sosyal ihtiyaçlarına göre düzenleme yapabilme imkânı tanıdığından Türk
inkılabının en önemli adımlarından biri oldu.

Harf Devrimi(1 Kasım 1928) :


Türkler zaman içerisinde çeşitli alfabeler kullanmışlardır. Orta Asya’da Köktürkler ve
Uygurlar zamanında Türk alfabeleri kullanılırken, İslamiyet’in kabulü ile birlikte Arap
alfabesi benimsenmiştir.
Milli Mücadele sonrası alfabenin değişmesi fikri gündeme geldi. Özellikle Azerbaycan’ın
Latin harflerine dayalı yeni bir alfabe kabul etmesi, Türkiye’de de Latin harflerinin
kabulünü tekrar gündeme getirdi.

Harf İnkılabı yapılmak istenmesindeki nedenler şunlardır:


• Okuma yazmayı kolaylaştırarak okur-yazar oranını arttırmak.
• Konuşma dili ile yazı dili arasındaki farkı ortadan kaldırmak.
• Avrupa ile ilişkilerin kolaylaştırılmak istenmesi.
• Öz Türkçe’yi yeniden canlandırmak.
• Halkı çağdaşlaştırmak.
• Arap alfabesinin Türkçe’nin yapısına uymaması
29 Mayıs 1928 tarihinde Maarif Vekaleti’nin kurduğu Dil Encümeni tarafından Elifba
Raporu hazırlandı.
Yapılan çalışmalar sonucunda Mustafa Kemal, 8 Ağustos 1928’de İstanbul Gülhane
Parkı’nda halka hitap ederek harf inkılabını şöyle duyurdu: “Arkadaşlar, güzel dilimizi
ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz.”
1 Kasım 1928’de yeni harflerin kullanılması bir kanunla resmî hâle geldi. 3 Kasım
1928’de yürürlüğe giren kanunla bütün resmî yazışmaların yeni Türk harfleri ile
yapılması yasal zorunluluk oldu.
Harf İnkılabı sonucunda;
• Okur-yazar oranı artmıştır.
• Basılan kitap sayısı artmıştır.
• Batı’daki teknik gelişmelerin takibi kolaylaşmıştır.
• Batı eserlerinin tercümesi kolaylaşmıştır.

Millet Mektepleri
Yeni harflerin kabulü sonrası örgün eğitim yaşı geçmiş olan vatandaşlara (16-40 yaş
arası) yeni harfleri öğretmek amacı ile Millet Mektepleri açılmıştır. Bu okulların açılması
ile ülkede okuma-yazma seferberliği başlatılmıştır.

Başbakan İsmet İnönü, Millet Mektepleri’ndeki eğitim süresinin iki, dört ya da altı ay
devam edeceğini belirli yerlere gelemeyecek durumda olan vatandaşlar için gezici
mektepler açılacağını, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün bürokratların bu
mekteplerde görev alacağını açıklamıştır.

Mustafa Kemal, kendisine başöğretmenliği teklif eden Millet Mektepleri’nin


başöğretmenliğini kabul etmiştir.
Bakanlar Kurulu, 11 Kasım 1928 tarihinde Millet Mektepleri Talimatname’sini onaylamış
ve 24 Kasım 1928 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) (12 Temmuz 1932) :
Türk Dil Kurumu’nun açılmasının nedenleri şunlardır:
• Türk dilini yabancı dillerin etkisinden kurtarmak.
• Aydınların kullandığı Türkçe ile halkın konuştuğu Türkçe arasındaki kopukluğu
gidermek.
• Türkçe’nin kökenlerini araştırmak.
• Türkçe’yi zenginleştirmek.
• Türkçe’yi bilim dili haline getirmek.
• Türkçe’yi halkın anlayacağı şekle getirmek.
• Dil çalışmalarını planlı hale getirmek.
• Türkçe’nin zenginliğini ortaya koymak.
• Türk dilini öz benliğine kavuşturmak.
• Konuşma dili, yazı dili ve bilim dili arasındaki farkları gidermek
Dildeki Osmanlıcılığı bitirmek.
• Teknik kavramlara Türkçe karşılık bulmak.
Dil çalışmaları kapsamında 1928 yılında Dil Encümeni kurularak araştırmalar
başlatılmış ve İmla Kılavuzu hazırlanmıştır.
26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında, Atatürk’ün de katılımıyla I. Türk Dili
Kurultayı toplanmıştır. 12 Ekim 1932’de ise Türk Dili Tektik Cemiyeti (Türk Dil
Kurumu) kurulmuştur.
Bu kurumun kuruluş hedefi:
• Türk dilinden yabancı kelimelerin atılmasıdır.
• Aydınların dili ile halk dili arasındaki kopukluğun giderilmesidir.
• Konuşma dili ile yazı dilinin birleştirilmesidir.
• Halk ağzından derlemelerin yapılması kararlaştırılmıştı.
• Kitaplardan taramalar yapılması gerekliliği belirtilmişti.

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) (15 Nisan 1931) :
Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasının nedenleri şunlardır:
• Türk milletinin menşeini (kökenini) belirleyip İslamiyet öncesi Türk tarihini de
aydınlatmak.
• Türklerin dünya uygarlığına yaptıkları hizmetleri ve katkıları ortaya koymak.
• Türk milletine atılan iftiraları cevaplandırmak. (Sarı ırk, barbar ırk iddilarını çürütmek)
• Türklerden önceki Anadolu tarihinin de aydınlatılmasını sağlamak.
• Türklerin ilişki kurdukları devletler üzerindeki etkileri ortaya koymak.
• Ümmetçi ve hanedancı bir tarih anlayışından milli temeller üzerine kurulu bir tarih
anlayışına geçmek.
• Ortak tarih bilinci oluşturmak.

Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasından önce bir bilim kurulu ve kütüphane kurularak
Türkler ile ilgili çalışmalar yapan yabancı yayınlar incelenmiştir. Ayrıca 1930 yılında Türk
Tarihinin Ana Hatları adında bir eser yayınlanmıştır.
Ardından 15 Nisan 1931’de Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)
kurulmuştur. Bu kurumun görevi, Türk tarihini bilimsel yöntemle incelemek, millî
ve uluslararası kongrelerde Türk Tarih Tezi’ni açıklamaktır.
Yine aynı yıl Türk Tarih Tetkik Heyet Serisi hazırlandı.
1932 yılında ise Birinci Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi ortaya atıldı.
Buna göre:
1. Medeniyetin ilk çıkış yeri Orta Asya’dır.
2. Beyaz ırkın ilk yurdu Orta Asya’dır.
3. Türkler beyaz ırktan olup, ana yurtları Orta Asya’dır.
4. İlk medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur.
5. Tarih öncesi devirde, Orta Asya’da meydana gelen büyük ve uzun süren kuraklık
yüzünden bu medeniyet dağılmış ve sahibi olan Türkler de Hind’e, Çin’e,
Mezopatamya’ya, Anadolu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlara ve dünyanın diğer yerlerine göç
etmişlerdir. Bu göç esnasında gittikleri yerlere medeniyetlerini götürmüşlerdir. Böylece
medeniyet dünyaya Türkler tarafından yayılmıştır.
6. Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olup, bizim
atalarımızdır.
Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin ana hedefi Türk tarih tezi doğrultusunda;
• Türk milletinin medeniyetin beşiği Orta Asya’dan çıktığını,
• Türklerin dünyadaki pek çok medeniyetin kurulup gelişmesindeki katkılarını, bilimsel
yöntemleri kullanarak kanıtlamaktır.

Halkevleri (19 Şubat 1932) :

Halkevleri, halkın kültürel yönden gelişimini sağlamak ve cumhuriyet


ilkeleri ve
inkılaplarını halka aktarmak amacı ile kurulmuştur.

Halkevleri’nin temelini Türk Ocakları oluşturmuştur. Türk Ocakları siyasi bir merkez
haline dönüşmesi nedeniyle 1931 yılında kapatılmıştır.

Halkevleri’nin Şubeleri

• Dil, Edebiyat, Tarih


• Güzel Sanatlar
• Spor
• Temsil
• Kütüphane ve Neşriyat
• Sosyal Yardım
• Halk Dershaneleri
• Köycülük
• Müze ve Sergi

Üniversite Reformu (1933)


Cumhuriyet öncesinde kurulmuş olan yükseköğretim kurumu olan Darülfünun Türk
inkılabının geliştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında yetkin değildi. Bu sebeple 1931
yılında Darülfünûnda yeni bir düzenleme yapılması kararı alındı.

Bu amaçla Mustafa Kemal’in talimatı ile Maarif Vekaleti tarafından davetle 16


Ocak
1932’de Cenevre Üniversitesinden Türkiye’ye gelen Prof. Dr. Albert

Malche incelemelerde bulundu ve hazırladığı raporu Millî Eğitim Bakanlığına sundu.


Raporda;
• Fen branşlarının öğretilme oranının artırılması.
• Eskiyen ders verme tekniklerinin değiştirilmesi.
• Türkçe bilim yayınlarının artırılması.
• İlmi düşüncenin etkin kılınması konularına değinildi.
Bu düzenleme 31 Mayıs 1932’de TBMM’de kanun haline gelerek yürürlüğe girdi. Bu
kanunla Darülfünûn kapandı ve 31 Temmuz 1933 itibariyle Cumhuriyet’in ilk
üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi kuruldu.
Ekonomi Alanında Yapılan İnkılaplar

Osmanlı Dönemi’nde ulusal bir ekonominin kurulamamasının nedenlerinden


bazıları şunlardır:
• Kapitülasyonlar,
• Teknik bilgi yetersizliği,
• Sermaye yokluğu,
• Yeni yatırım yapacak sanayici ve tüccarların olmaması,
• Uzun süren I. Dünya Savaşı ve ardından yapılan Millî Mücadele’nin, Türk
milletinin ekonomik kaynaklarını tüketmesi,
• Bankacılık, ticaret, ulaşım sektörlerinin yabancıların elinde olması,
• Sanayi İnkılâbı’nın gerçekleştirilememesi,
• Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi),
• Tarımın ilkel yöntemlerle yapılması,
• Yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yabancıların eline geçmesi.
Türkiye’nin tüm olumsuzluklar karşısında ekonomik bir savaş da vermesi
gerekiyordu.

Mustafa Kemal ekonomi ilkelerini şu şekilde belirlemişti:


• Milli sermayeye dayalı bağımsız yapı oluşturmak,
• Bütçe denkliğini korumak,
• Dışa bağımlı olmamak,
• Milli parayı her şekilde korumak,
• Özel sektörde gelişmeyi sağlamak,
• Devleti halka destek verir hale getirmek.

İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923) :


Yeni kurulan Türk devletinin ekonomi politikalarını belirlemek amacıyla Lozan
Görüşmeleri‘nin kesildiği sırada 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de çiftçi, tüccar,
sanayici ve işçi temsilcilerinin katılımı (1135 delege) ile İktisat Kongresi toplanmıştır.
Kongre başkanlığını Kazım Karabekir yapmıştır.
Kongrede yapılan çalışmalar sonucunda ekonomik kalkınmanın temel şartının
ekonomik bağımsızlık olduğu belirtilmiş ve Misak-ı İktisadi (Ekonomi Andı – Milli
Ekonomi İlkesi) kabul edilmiştir.
Misak-ı İktisadi Türk milletinin, kendi kaynak ve yeterliliklerini kullanarak millî
bir ekonomi kurmasını öngörmüştür. Yani siyasal bağımsızlık, ekonomik
bağımsızlıkla desteklenerek tam bağımsızlığa ulaşılacaktır.

İzmir İktisat Kongresi’nde millî ekonominin kurulması için şu kararlar alınmıştır:


• Küçük işletmelerden büyük işletmelere geçilecektir.
• Demiryolu ulaşımına öncelik verilecektir.
• Vergi ve toprak reformu yapılacaktır.
• Girişimcileri destekleyen bir banka kurulacaktır.
• Anonim şirketlerinin kurulması kolaylaştırılacaktır.
• Özel teşebbüsün yapamadıklarını devlet üstlenecek; devlet ekonomik görevleri
de olan bir organ olacaktır.
• Hammaddesi yurt içinde olan ürünlerle ilgili sanayi dalları kurulacaktır.
• Çalışma koşulları iyileştirilecek; çalışanların sendikalaşması sağlanacaktır.
• Yabancıların elinde bulunan işletmeler satın alınarak millileştirilecektir.
• Kapitülasyonlar kaldırılacaktır.
• Toprağı olmayan çiftiçiye toprak verilmesi sağlanacaktır.
• Yerli mallar denizde ve karada ucuz şekilde taşınacaktır.
• Yer altı zenginlikleri saptanacaktır.
• Üretimde temek tüketim mallarına öncelik verilecektir.
• Yerli malı kullanımı teşvik edilecektir.
• Sanayiyi teşvik edici yasalar çıkarılacaktır.
Alınan bu kararlarla ekonomide verimlilik arttı. Ülke ekonomisi düzene girdi.
Millî kaynaklardan tasarruf sağlandı. Ekonomide dışa bağımlılığı azalan
Türkiye, buna eş olarak siyasal anlamda da gücünü artırdı.

LOZAN ANTLAŞMASI’NIN “KAPİTÜLASYONLARIN KALDIRILMASI” VE

“OSMANLI BORÇLARININ ÖDENMESİ” NE İLİŞKİN MADDELERİ

Lozan Antlaşmasının ekonomi ile ilgili maddelerine baktığımızda ilk olarak


“kapitülasyon” gerçeği ile karşılaşırız. Milli ve bağımsız bir ekonominin kurulması
yolunda ilk adım, en büyük engel teşkil eden kapitülasyonların kaldırılmasıyla atıldı.
Kapitülasyonlar, imzalanan Lozan Antlaşmasıyla tüm sonuçlarıyla birlikte tamamen
ortadan kaldırılmıştır. Kapitülasyonların kaldırılmasına en fazla Fransa kaşı çıkmıştır.
Hatta eğer bunlar kaldırılırsa yerlerine son duruma uygun yeni bir sistemin getirilmesi
gerek diyecek kadar da ileri gitmişlerdir.

Kapitülasyonların kaldırılması, ekonomik bağımsızlık adına atlan ilk ve en önemli


adımdır. Kapitülasyon bir siyasi bağımlılık göstergesi olmakla birlikte, önemli ve ağır
ekonomik sonuçları da içeren bir uygulamaydı.

Kapitülasyon maddesi dışında antlaşmaya konu olan bir diğer madde de


Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi ile ilgiliydi. Yeni Türk Devleti bu antlaşma ile
Osmanlı borçlarının düzenlenmesini ve tasfiyesini de gerçekleştirmiştir.
Kapitülasyonların kaldırılmasına en fazla karşı çıkan Fransa, borçlar konusunda da
yine Türk Devleti’nin karşısında yer alan devlet olmuştur. Antlaşmada alınan karara
göre, Osmanlı Devleti’nden kalan borçların hem Balkan Savaşları’ndan hem de 1
Ağustos 1914’den sonra Osmanlı Devleti’nden ayrılmış olan devletlerarasında, her
birinin aldığı arazinin geliri ile orantılı olarak paylaştırılması kabul edilmiştir.

Sonuç olarak, Türkiye, savaş öncesi Osmanlı borçlarının yüzde 67’sini ödeyecekti.
Geriye kalan borçların yüzde 11’ni Yunanistan, Yüzde 8’ni Lübnan ve Suriye, yüzde
14’nü ise, Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak kazanan
ülkeler ödeyecekti. Türkiye 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının yüzde 62,54’nü,
daha sonra alınan borçların ise yüzde73.59’unu ödeyecekti.

1 .1923-1929 YILLARI KISMİ LİBERAL DÖNEM


1923-1929 yılları arası Cumhuriyet dönemi Türkiye iktisat tarihi açısından “açık
ekonomi koşullarında yeniden inşa” dönemidir.

Tarım Alanındaki Gelişmeler


Aşar (Öşür) Vergisinin Kaldırılması (17 Şubat 1925)
 Osmanlı Devletinde Ziraat kesimi üzerindeki vergi yükü çok ağırdı. Şer'i bir
vergi olan aşar (öşür) onda bir anlamına geliyor ve çiftçinin ürettiği ürün
üzerinden ve ürün olarak alınıyordu.
 Aşar Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde baskıcı ve adaletsiz
iltizam yöntemiyle tahsil edildiğinden çiftçiyi çok bunaltmıştı.
 17 Şubat 1925'te aşarın kaldırılması, Cumhuriyet idaresinin mali
reformlarının da başlangıcıdır.
 Ziraat Bankası köylüye kredi ve tohumluk ürün yardımı yapmıştır.
 1926'da çiftçilerin kooperatifler kurmaları sağlandı.

Ticaret Alanındaki Gelişmeler


 Yabancılara tanınan ve ekonomik bağımsızlığımızı engelleyen kapitülasyonlar Lozan
BarışAntlaşması’yla kaldırıldı (24 Temmuz 1923).
 İşverenlere kredi sağlamak ve ticareti geliştirmek amacıyla Türkiye’nin ilk özel
bankası olan İş Bankası kuruldu (26 Ağustos 1924).
 Türk karasularında gemi işletme hakkı, avlanma, deniz filosu kurma, taşımacılık
hakları Kabotaj Kanunu ile Türklere verildi (1 Temmuz 1926). Yerli tüccarları
korumak ve ülkeye kontrolsüz yabancı mal girişini önlemek için Koruyucu Gümrük
Tarifesi Kanunu çıkarıldı (1929).

Sanayi ve Madencilik Alanındaki Gelişmeler


 1924’te sanayi işletmelerinin finansman ihtiyacını karşılamak ve modernleştirmek için
Sanayi ve Maadin (madenler) Bankası kuruldu. 28 Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi
Kanunu çıkarıldı.
 Bu kanunla devlet, sanayi ile uğraşacaklara; Ucuz arazi ve bina edinme, nakliye
indirimleri ve kazanç vergisinden muafiyet sağlama gibi kolaylıklar tanımıştır. Ancak
özel sermaye, teknoloji ve bilgi yetersizliği gibi nedenlerden dolayı bu kanun
uygulanamamıştır. Sadece küçük çaplı olarak Uşak’ta ilk şeker fabrikası ve bir dokuma
fabrikası kurulmuştur.

2. 1930 – 1938 YILLARI DEVLETÇİLİK POLİTİKASI

1929 yılı dönemin ekonomik politikalarının ciddi sarsıntılar geçirdiği bir yıldır. 1930 –
1938 yılları Türk ekonomisine canlılık ve etkinlik kazandıran “devletçilik” ilkesinin
uygulamaya girdiği yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet izleyici olmaktan
çıkmış, özel girişimciliği destekleyici ve araştırıcı tavrını bırakmış tüm ekonomiyi
güdümüne almıştır. Çünkü genç devletin gelişmeye ve kalkınmaya ihtiyacı vardır.
Siyasal ve düşünsel alanda olduğu gibi ekonomik işlerde de bireysel ya da özel
girişimciliğin sonuçları beklenemez. Devletin bu alana da ağırlığını koyma zamanı
gelmiştir. Devletçilikte, her türlü özel girişim, devletin öngördüğü plan doğrultusunda ve
denetiminde yapılmaktadır. Özel sermayenin gerçekleştirdiği fabrikalar, şirketler, devletin
izlediği ekonomik programlara aykırı çalışamazlar.

Devletçiliğe Geçiş

Türk parasının değerini korumak, ulusal bankaları desteklemek ve para piyasasını


düzenlemek için Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu (1930).

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1933—1938)


 Ham maddesi Türkiye’de bulunan zirai üretime dayalı sanayi işletmelerinin kurulması
için 1931’de hazırlanmaya başlanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1933 yılında
uygulanmaya konulmuştur.
 Bu planın uygulanabilmesi için yatırımların önemli bir bölümü Sümerbank ve İş
Bankası tarafından teşvik edilmiştir.
 Yeni Türk Devleti 1938 yılına kadar Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ile büyük
yatırımlar yapmıştır.

Dokuma (tekstil) sanayi alanında:


 Gemlik’te ipek fabrikası,
 Beykoz’da deri fabrikası,
 Kayseri, Ereğli, Nazilli ve Malatya’da pamuk dokuma fabrikaları
 Bursa’da merinos fabrikası açılmış ve böylece tekstil sanayi kurulmuştur.
Demir – çelik sanayi alanında:
 Karabük Demir- Çelik Fabrikası kurulmuştur (1939).

Madencilik:
 1935’te Maden Teknik Arama Enstitüsü (MTA),
 1935’te Etibank kurulmuştur.

Temel gıda ve ihtiyaç sanayi alanında:


 Paşabahçe cam fabrikası,
 İzmit’te kâğıt (Selüloz) fabrikası,
 Çok sayıda Şeker fabrikaları
 1935’te Elektrik İşleri İdaresi kurulmuştur.

* Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı başarı ile uygulanmıştır. Bundan dolayı ikinci ve
üçüncü kalkınma planları hazırlanmıştır.

*1938’de uygulamaya konulan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı ikinci Dünya Savaşı
nedeniyle uygulanamamıştır.

Bayındırlık Alanındaki Gelişmeler


 Yabancıların elindeki bazı şirketler satın alınarak millileştirildi.
 Demir ve kara yolu yapımına önem verildi.
 Deniz yollarını ve deniz taşımacılığını geliştirmek için 1937’de Denizbank kuruldu.
 Çok sayıda okul, hastane gibi kurumlar açıldı.
ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASININ ESASLARI
Dış Politikamızın Esasları
• Milli sınırlarımız içinde varlığımızı korumak
• Gerçekçi olmak,
• Hayalperest olmamak
• Medeni ve insanca davranarak bunun karşılığında destek beklemek
• Diğer devletlerin iç politikalarından ve rejimlerinden etkilenmemek
• Hiçbir ülkenin iç işlerine karışmamak, kendi iç işlerimize de dış devletleri karıştırmamak
• Milli politikayı uygularken kamuoyunu dikkate almak
• Dürüst, açık ve tutarlı olmak
• Dünyadaki gelişmeleri takip etmek
• Barış içinde hakka ve hukuka uygun bir şekilde sorunları çözmek
• “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini benimsemek
• Saldırgan bir politika izlememek
• Milli egemenlik ve milli menfaatleri ön planda tutmak
• İlk yıllarda Misak-ı Milli gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Özellikleri
• 1930’a kadar Lozan Antlaşmasından kalan problemler halledildi.
• 1923-1930 arasında Lozan Anlaşması da çözülemeyen problemler halledildi.
• 1920-1936 yılları arasında batıya karşı SSCB’nin dostluğu devam ettirildi.
• 1936-1945 yılları arasında İtalya’nın saldırgan tutumuna karşı ve batı ile ilişkileri yumuşatmak için
İngiltere ile dost geçinildi.
• 1945’de sonra SSCB tehdidine karşı ABD ile dost geçinildi.
• 1928’de Afganistan ile dostluk antlaşması imzalandı
• 1925’de SSCB ile saldırmazlık antlaşması imzalandı.
• 1928’de İtalya ile tarafsızlık ve uzlaşma antlaşması imzalandı.
• 1935-1938 arasında Avrupa’nın bloklaşma durumundan dolayı Avrupalı devletlere karşı çok yönlü
bir politika izlendi ki bu da Montrö Antlaşmasının imzalanmasında etkili oldu.
• 1919-1920 arası Türkiye’nin dost arayışı dönemidir.
• 1920 sonrasında bir yandan SSCB ile iyi geçinilirken; bir yandan da işgalciler arasındaki
ayrılıklardan faydalanmanın yolu arandı.
• Milli çıkarların korunmasına, devletlerin eşitliği ilkesine uyulmasına ve İttifaklar kurulmasına
önem verildi.

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN ÖNEMİ


• Türkiye Cumhuriyeti dünya tarafından tanındı.
• Lozan’daki sorunlar 1930’a kadar Türk dış politikasının temelini oluşturdu.
• Osmanlı Devleti’nin sona erdiği kabul edildi.
• Türk devletinin tam bağımsızlığı kabul edildi.
• İnkılaplar için ortam hazırlandı.
• Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı.
• Sömürge altında yaşayan milletlere örnek oldu.

1923-1930 DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI


• 1920-1936 yılları arasında batıya karşı SSCB’nin dostluğu devam ettirildi.
• 1928’de Afganistan ile dostluk antlaşması imzalandı
• 1930’a kadar Lozan’dan kalan problemler halledildi.
• 1925’de SSCB ile saldırmazlık antlaşması imzalandı.
• 1928’de İtalya ile tarafsızlık ve uzlaşma antlaşması imzalandı.
• 1919-1920 arası Türkiye’nin dost arayışı dönemidir.
Türk-Yunanistan İlişkileri
Lozan Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan arasında barış sağlanmıştı. Ancak iki devlet arasında
çözümlenmesini bekleyen birçok sorun bulunuyordu. Bunlar içerisinde en önemlisi ise, Türkiye’de
kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslümanların değişim (mübadele) sorunu idi.

Nüfus Mübadelesi (Değiş-Tokuş)


Nüfus sorunu, Lozan görüşmelerinde halledildiği halde uygulanma safhasında Yunanistan problem
çıkarmıştır.

Yunanistan İstanbul’da daha fazla Rum kalmasını istiyor; Türkiye ise yasalar çerçevesinde bu işi
halletmek istiyordu.

Nüfus mübadelesi sorunu, Yunan başbakanı ile Mustafa Kemal arasında 1930 yılında görüşülerek 10
Haziran 1930’da imzalanan Ankara Antlaşması ile halledildi. Bu antlaşmadan sonra Türk-Yunan
ilişkileri düzelmiştir.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki dostluk ilişkileri 1954 yılında meydana gelen Kıbrıs sorununa kadar
devam etmiştir.

Türk-Fransız İlişkileri
Türkiye’de Kurtuluş Savaşı sürerken, 20 Ekim 1921’de, Ankara Antlaşması imzalanarak, iki devlet
arasında anlaşmaya gidilmiş Hatay dışarıda olmak üzere, Türkiye-Suriye sınırı çizilmişti. Ancak,
Türkiye ile Fransa arasındaki bu antlaşma ile sağlanan yakınlaşma Lozan Barış Konferansı’na kadar
sürmüştü.
Fransa, Lozan’da Türk heyetinin kesin olarak kaldırılmasını istediği kapitülâsyonların devam
ettirilmesi için en çok direnen devlet olarak ortaya çıkmıştı.” Bu da Türkiye’de olumsuz karşılanmış ve
iki ülke arasındaki ilişkileri etkilemişti. Lozan Antlaşması’ndan sonraya ise, Fransa ve Türkiye
arasındaki ilişkileri etkileyen bazı sorunlar kalmıştı. Bunların başlıcaları, Türkiye ile Fransa’nın mandası
altına konmuş olan, Suriye sınırının saptanması ve Osmanlı borçları sorunu idi.
20 Ekim 1921’de Fransa ile Türkiye arasında Ankara Antlaşması imzalanmıştı. Fakat Eylül 1925’te
Suriye sınırının çizilmesi konusunda anlaşmazlıklar çıktı.

30 Mayıs 1926’da Fransa ile Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı; sorunlar barışçı yollarla
çözümlenecekti.
Hatay hariç, Türkiye-Suriye sınırı 1930’da belirlendi.

Yabancı Okullar Sorunu


Lozan Antlaşması’na göre yabancı okulları Türkiye’nin belirleyeceği şartlara uyacaktı.

Türkiye 1924 yılında okullarda dini ayin yapılması için bulundurulan salonların kapatılmasına; 1925 ve
1926 yıllarında ise yabancı okullarda Türkçe, Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türk öğretmenler
tarafından okutulmasına; derslerde Türklük aleyhine bilgiler olmamasına ve okulların Türk müfettişler
tarafından denetlenmesine dair kanunlar çıkardı.

Fransa ve Papalık başta olmak üzere, Avrupalı devletler Türkiye’nin yabancı okullar konusundaki
uygulamalarına karşı çıktı. Fakat okullar meselesini iç meselesi sayan Türkiye yabancı devletleri iç
işlerine karıştırmadı.
Dış Borçlar Meselesi
Osmanlı Devleti’nin en çok borçlandığı devlet Fransa idi. Bu durum iki devletin sürekli karşı karşıya
gelmesine yol açıyordu. Ancak 1929 Ekonomik Buhranı sonucunda Türkiye, bu borçları ödemekte
epey sıkıntı çekmeye başlayınca 1933’de Paris’te yeni bir antlaşma yapıldı ve borçlar yeni bir ödeme
planına bağlandı.

Irak Sınırı ve Musul Meselesi


İngiltere, zengin petrol yataklarına sahip olmasından dolayı Musul’u Türkiye’ye bırakmak istemiyor ve
bu konuyu kendi lehine çözümleyebilmek için her problemi çıkarıyordu.
Musul meselesi, Lozan’da halledilemeyen önemli konulardan biriydi.

Musul meselesinin çözümü için Türkiye ile İngiltere arasında görüşmeler 19 Mayıs 1924’de başladı.
Fakat İngiltere Hakkâri’yi de tartışmalı bölgeden görmek isteyince görüşmeler kesildi.
Bundan sonra mesele önce Milletler Cemiyetine, sonra Lahey Adalet Divanı’na gitti. Meselenin kendi
konusu olmadığını ileri söyleyen Adalet Divanı meseleyi tekrar Milletler Cemiyeti’ne havale etti.
Meselenin İngiltere’nin güdümünde kararlar alan Milletler Cemiyetine gitmesi, İngiltere’nin işine
gelmekteydi.

NOT: Meselenin bu şekilde uzatılması; İngiltere’nin zaman kazanarak Musul ve civarında olaylar
çıkarıp meseleyi lehine çözümleyebilmek isteyişinin bir sonucudur.
Görüşmeler sonucu 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul ve çevresi İngiliz
mandasında altında bulunan Irak’a bırakıldı.
Irak hükümeti Musul petrol gelirlerinin vergisinin %10’unu 25 yıl süre ile Türkiye’ye vermeyi kabul
etti. (Türkiye bu hakkından bir defaya mahsus olmak üzere 500.000 İngiliz sterlinine vazgeçti.)

Önemi:
• Bugünkü Türkiye-Irak sınırı çizildi.
• Türk-İngiliz ilişkileri düzelmeye başladı.
• Misak-ı Millîden taviz verildi.
Not: Musul’un Türkiye’nin aleyhine çözülmesi Misak-ı milliden verilen önemli bir tavizdir.
Türkiye-Sovyet Rusya İlişkileri
Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı sürdürdüğü sıralarda, Sovyetler Birliği de hemen hemen aynı devletlerle
mücadele halinde bulunuyordu. Bu da iki devleti birbirine yaklaştırmıştı. Bunun sonucunda da, 16
Mart 1921’de, Moskova Dostluk Antlaşması imzalanmıştı. Sovyetler Birliği, Lozan Barış Konferansı
sırasında da Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’ya karşı desteklemiş ve Boğazlar üzerinde mutlak Türk
egemenliği tezini savunmuştu.
Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra, Türkiye’yi en çok uğraştıran ve zorlayan Musul anlaşmazlığı
sırasında, İngiltere’nin ve Milletler Cemiyeti’nin tutumu Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne daha çok
yaklaştırdı.

Türk-İtalyan İlişkileri
İtalya, iç sorunları ve müttefikleriyle olan ilişkileri sonucunda, Mondros Mütarekesi ile girdiği
Anadolu topraklarından askerlerini geri çekmiş ve bir süre Anadolu üzerindeki isteklerinden
vazgeçmişti. Bu da, Türkiye ile İtalya arasında iyi ilişkilerin kurulmasına yol açmıştı.
Türk-Afgan İlişkileri
Türkiye, Doğulu devletler içerisinde ilk ve yakın ilişkileri Afganistan ile kurmuştu. Nitekim Kurtuluş
Savaşı’nın sürdüğü sıralarda iki devlet arasında, 1 Mart 1921’de, Moskova’da, Türk Afgan Dostluk
Antlaşması imzalanmıştı. Bununla iki ülke arasında çeşitli alanlarda işbirliğine girişilmiş ve Türkiye
Afganistan’a öğretmenler ve subaylar göndermiştir.
Lozan Antlaşması’ndan sonra ise, Türkiye ile Afganistan arasındaki bu ilişkiler daha da gelişmiştir.
Mayıs 1928’de Afgan Kralı Amanullah Han Türkiye’yi ziyaret etmiş ve 25 Mayıs 1928’de, Türk-Afgan
Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Afganistan’a gönderilen subay,
öğretmen, doktor sayısı çoğaltılmış ve bundan sonra aralarında hiç bir çıkar çatışması olmayan iki ülke
arasındaki ilişkiler sürekli gelişme göstermiştir.

1932-1939 DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI


1936-1945 yılları arasında İtalya’nın saldırgan tutumuna karşı ve batı ile ilişkileri yumuşatmak için
İngiltere ile dost geçinildi.

1945’den sonra SSCB tehdidine karşı ABD ile dost geçinildi.


1935-1938 arasında Avrupa’nın bloklaşma durumundan dolayı Avrupalı devletlere karşı çok yönlü bir
politika izlendi ki bu da Montrö Antlaşması’nın imzalanmasında etkili oldu.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Girmesi


Milletler Cemiyeti, I. Dünya savaşından sonra dünya barışını sağlamak amacıyla 10 Ocak 1920’de
Cenevre’de kurulmuştur.
Musul Meselesi’nde İngiltere’nin çıkarlarına hizmet etmiş olduğundan dolayı; Türkiye, Milletler
Cemiyeti’ne uzun bir süre güven duymadı.

Türkiye’nin Avrupa’ya çok yakınlaşmak istemeyişinde SSCB’yi küstürmeme düşüncesi de vardır.

Türkiye’nin Milletler Cemiyetine girmek gibi bir amacı yoktu. Lozan’dan sonra Türkiye’nin barış
yolunda gösterdiği çabalar ve Musul’u Irak’a bırakmasından dolayı Türkiye’ye karşı sıcak davranmaya
başlayan İngiltere, Türkiye’yi Milletler Cemiyeti üyeliğine davet edince; uluslararası barışa katkıda
bulunmak istediğini göstermek isteyen Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne 18 Temmuz 1932’de üye oldu.
Balkan Antantı (9 Şubat 1934)
Türkiye, uluslararası diplomasi alanında, barışçı ve iyi ilişkiler kurmaya dayanan çalışmalarını
yaparken, aynı şekilde Balkan devletleri ile de yakın ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Bu amaçla Balkan
devletleri ile uzun süreden beri kesilmiş olan ilişkilerini yeniden kurmak için ikili dostluk antlaşmaları
yapmıştır. Bunlardan en önemlisi de üye ülkelerin güvenliklerini sağlama amacı taşıyan Balkan Antantı
olmuştur.

Sebebi:
1933’den sonra İtalya’nın hızlı bir şekilde silahlanarak Balkanlar’a yönelik politikalar üretmesi Balkan
devletlerini ve Türkiye’yi endişelendirmiştir.

Bu antant devletlerin toprak bütünlüğüne saygı gösterme ve iç işlerine karışmama esasına


dayanıyordu.

Balkan Antantına Katılan Devletler:


• Türkiye,
• Yunanistan,
• Romanya ,
• Yugoslavya,
Önemi:
• Türkiye, Yunan sınırını güvence altına aldı.
• Türkiye bölgede lider konumunda olduğunu gösterdi.
• Türkiye uluslararası barışa katkıda bulunmak istediğini gösterdi.
• Montrö Antlaşması için Türkiye taraftar buldu.
Not: Balkan Antantı İkinci Dünya Savaşının başlaması ile dağıldı.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936)


Türkiye Lozan’da Boğazlar ile ilgili hükümleri, güvenlik konusunda Milletler Cemiyeti’nin etkili olacağı
ve Avrupa’da silahsızlanmanın gerçekleşeceği ümidi ile kabul etmiştir.

1933 yılından itibaren Almanya ve İtalya’nın hızlı bir şekilde silahlanması ve Milletler Cemiyeti’nin bu
duruma bir çare bulamaması Türkiye’yi Boğazların güvenliği konusunda endişelendirdi.

Lozan Antlaşması’nın Türkiye’yi Boğazlar konusunda kısıtlayan hükümlerinin kaldırılması için Türkiye,
10 Nisan 1936’da Lozan’ı imzalayan devletlere birer nota gönderdi.
Antlaşmaların hiçe sayıldığı ve devletlerin dost arayışı içinde olduğu bir dönemde Türkiye’nin istekleri
olumlu karşılandı ve Boğazlar’ın statüsü İsviçre’nin Montrö kentinde tekrar görüşüldü.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Maddeleri


• Lozan Antlaşması’nda kurulan Boğazlar Komisyonu kaldırılarak bütün yetkileri Türkiye
Cumhuriyeti’ne devredilecektir.
• Lozan Antlaşması ile Boğazların iki yanında askersiz duruma getirilen yerlerde, Türkiye asker
bulundurabilecek ve tahkimat yapabilecektir.
• Ticaret gemilerinin her iki yönde Boğazlardan geçişi serbest olacaktır.
• Savaş gemilerinin geçişi ise zaman ve ağırlık bakımından sınırlandırılacaktır Savaş gemilerinin
Boğazlar’dan geçişine sınırlama getirildi.
• Türkiye, savaşa girer veya bir savaş tehlikesi ile karşılaşırsa Boğazları istediği gibi açıp
kapatabilecektir. (Savaş zamanında Türkiye’ye Boğazlar’ı kapatma hakkı tanındı).
• Önemi:
• Lozan’da Misak-ı Milliden verilen taviz Montrö Boğazlar Sözleşmesi ‘nde geri alınarak önemli bir
adım atıldı.
• Türkiye’nin uluslararası güç dengesinde önemi arttı.
• SSCB, kendisini Karadeniz’de güvende hissetti.
• Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki durumu güçlendi.
• Montrö Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’nin egemenlik haklarını tekrar geri getirdi.
• Montrö Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’nin siyasi durumunu güçlendirdi.
• Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye Boğazlarda tam egemenli kurmuş oldu.
İtalya, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ni daha sonra imzaladı. (İtalya Habeşistan’a saldırdığı zaman
Milletler Cemiyeti’nde olan Türkiye de İtalya’nın bu davranışını kınamak zorunda kalmıştı.)

İngiltere, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de güçlü olmasını istiyordu.

SSCB, Lozan’ın oluşturduğu Boğazlar rejimini beğenmiyordu.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görüşmeden çekildi.

Sadabat Paktı (9 Temmuz 1937)


Sebebi:
İtalya’nın Akdeniz Havzası ve Ortadoğu’ya yönelik saldırgan tutumu

Katılan Devletler:
• Türkiye,
• İran,
• Afganistan,
• Irak,
Önemi: Türkiye İran ve Irak sınırını güvence altına aldı.
İtalya’ya karşı Balkanlar’da önemli bir caydırıcılık rolü üstlenmiş olan Türkiye Sâdâbat Paktı ile de
tavrını devam ettirerek dünya barışına katkıda bulunma istediğini göstermiştir.
Türkiye bölgede öncü durumda olduğunu göstermiştir.

Not: İkinci Dünya Savaşı başlayınca pakt dağılmıştır.

Hatay Sorunu ve Hatay’ın Anavatana Katılması


1921 Ankara Antlaşmasıyla Fransa mandası altındaki Suriye sınırları içerisinde kalan İskenderun
Sancağı, Fransa’nın 1936’da bölgeden çekilmeye karar vermesiyle sorun olmuştur. İskenderun
Sancağı’nın Suriye’ye bırakılmasını istemeyen Türkiye’nin girişimleriyle sorun Milletler Cemiyetine
taşınmıştır.
Milletler Cemiyeti verdiği kararla İskenderun Sancağını iç işlerinde bağımsız, dış ilişkilerinde
Suriye’ye bağlı özerk bir statüye kavuşturdu. Ancak bu da sorunu çözmedi.
1938’e gelindiğinde ise Hatay Cumhuriyeti adında bağımsız bir devlet kuruldu.
Cumhurbaşkanlığını Tayfur Sökmen’in; Başbakanlığını ise Abdurrahman Melek’in yaptığı Hatay
Cumhuriyet’i 7 Temmuz 1939’da Türkiye’ye katıldı. Böylece Hatay Türkiye’nin bir parçası oldu.
Önemi:
• Misak-ı Milli yönünde son adım atıldı.
• Güney sınırı son halini aldı.
• Mustafa Kemal, İkinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelerini Türkiye’nin lehine kullanarak doğru bir
siyaset izlediğini gösterdi.
Not: Hatay, Türkiye’ye katılan son toprak parçasıdır.

You might also like