Professional Documents
Culture Documents
İnkılâp : • Bir toplumda geri kalmış olan düzenin zorla ve kısa sürede yıkılarak ,çağdaş , ileri yeni bir
düzenin gerekirse zorla kurulmasına inkılâp denir.
Toplumun tüm yapısını değiştirici böylesine köklü bir olay Atatürk'ün zihninde ne zaman
şekillenmiştir? • Atatürk 1881'de doğmuştur. Bu dönem Avrupa'da milliyetçilik ve demokrasi
düşüncesinin hızla yayıldığı bir dönemdir. Osmanlı Devletinde ise istibdatçı bir yönetim vardır.
Osmanlı Devleti’nin Batıya bağımlı olmaktan kurtulup düzlüğe çıkabilmesi için, serbestçe düşüncelerin
ortaya atılıp tartışılması yasaktır. Kimi aydınlar Namık Kemal'in, Ziya Paşa'nın, Ali Suavi'nin yazdıklarını
gizliden gizliye okuyorlardı.
1889'da Tıbbıye'de başlayan yönetime karşı örgütlenme harekâtı tüm yüksekokulları, giderek de
toplumun tüm kesimlerini sardı. Devletin çöküntüye doğru gidişini yakından gören Mustafa Kemal de
bu kötü gidişatı durdurmak için kendi ölçüsünde çalışmalar yaptı. Gizliden gizliye Yeni Osmanlıların
yazdıklarını okuyarak, Fransızca bilgisinden yararlanıp, Fransız ihtilâli'nin ilkelerini öğrenerek, bilincini
geliştirdi. Kafasında yeni yeni düşünceler oluştu. • Bu düşünceleri eyleme koymak için örgütlenmenin
zorunluluğuna inandı.
• Ülkedeki özgürlük yanlısı Meşrutiyetçiler içinde yer alan Mustafa Kemal, Meşrutiyetin yeniden
ilânından sonra İttihatçılarla görüş ayrılığına düşmüştür. Çünkü O, meşrutiyetin ilanını yeterli
görmüyordu, inkılâbın tamamlanmasını istiyordu.
Mustafa Kemal 1910 yılında Fransa'da, Picardie'de yapılan manevralara davet edilen Türk kurulunda
yer almıştı. Bu manevralarda Fransa'nın ünlü askeri uzmanlarıyla tartıştı. Askeri sorunların çözümü
konusunda ortaya attığı görüşler önce küçümsenmiş ise de sonradan hep doğru çıkmıştır. Bir akşam
yemeğinde üst rütbeli bir Fransız subayı Atatürk'e "görüşleriniz hep doğru çıkıyor ama başınızda şu
olduğu için hafife alınıyorsunuz", diyerek Osmanlı başlığını göstermiştir.
Balkan Savaşları'ndan sonra 27 Ekim 1913'te Sofya'ya Askeri Ateşe olarak atanan Atatürk burada
geçirdiği günlerde Bulgaristan'ın kısa sürede nasıl kalkındığı üzerinde durmuş, Osmanlı Devletinin de
kalkındırılması için nelerin yapılması gerektiğini tasarlamaya başlamıştır.
Atatürk bir inkılâpçı olarak zamanı oldukça iyi kullanmıştır. Dolayısıyla bir zamanlama ustası olarak
tanınmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal Paşa, ülkede yapacaklarını kafasında
şekillendirmiştir. Ancak bunların hiçbirini zamanı gelmeden uygulamaya koymamıştır. Zira bir işi
zamansız yapmanın o işi başarısızlığa götüreceği kanısında idi. Her şey sırasında ve zamanında
yapılmalıydı.
Büyük Nutkunda da belirttiği gibi önemli kararları ilk günden açıklamak başarısızlığa neden olabilirdi.
Bu nedenle; "uygulamayı birtakım evrelere ayırmak ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve
düşüncelerini hazırlamak ve adım adım ilerleyerek, amaca ulaşmaya çalışmak gerekiyordu.
". Nitekim öyle olmuştur, ilk günden itibaren izlenen yol ve yönelinen hedef sonuna kadar
sürdürülmüştür. Bu süre içinde yapılacak inkılâplar "milli bir sır olarak" Atatürk'ün kafasında kalmıştır.
"istediklerimizin hepsi olacaktır. Ancak zamanını seçmek lazım. Her şeyi birden yapamayız. Sıra
beklemek, reaksiyona meydan bırakmamak mecburiyetindeyiz. Dediğim gibi hedefe dolambaçlı
yollardan gitmek cephe hücumundan daha sağlamdır" diyen Atatürk, 1920'den başlayarak yeni ve
çağdaş bir devlet için gerekli olan tüm inkılâpları birer birer gerçekleştirmiştir.
Atatürk Samsun'a çıktıktan sonra, tüm yolları ve propaganda tekniklerini kullanarak, ulusal sorunlar
hakkında halkın bilinçlenmesini sağlamıştır. Kurtuluş Savaşı için ordunun üst kademelerini bir araya
getirmiş, Müdafaai Hukuk Cemiyetlerini önce bölgesel, sonra ulusal bir çatı altında toplamış,
İstanbul'un işgali üzerine Ankara'da olağanüstü yetkilerle donatılmış bir meclis oluşturmuş,
Cumhuriyeti resmen ilân etmeden Cumhuriyetçi bir öz taşıyan Anayasayı yapmış, açık celselerde
Padişahlık kurumunu karşısına almayarak sürekli Osmanlı Hükümeti'ni hedef olarak seçmiş, zaman ve
şartların uygun olduğunu gördükten sonra Padişahlığa karşı da cephe alarak Saltanatın kaldırılmasını
sağlamıştır. Ancak Hilafetin kaldırılması için şartlar oluşmadığından bir süre daha beklenilmiştir.
Atatürk, Yeni Türkiye'ye çağdaş bir yapı kazandırabilmek için bir dizi inkılâp yapmayı tasarlıyordu.
Bunların gerçekleştirilebilmesi için bir partiye ihtiyaç duymuş ve Halk Fırkası'nı kurmuştur. Ancak
tasarladığı inkılâpları bu partinin ilk programına koymamıştır. Çünkü "programa ithal edilmemiş
mühim ve esaslı bazı meseleler vardı.
Önderin Yakın Çevresi Müdafaa - i Hukuk Grubu ve Halk Fırkası ile İlişkileri:
Tüm toplumsal hareketlerin bir öndere ihtiyacı vardır.Türk inkılâbında düşünceyle eylem iç içe
olduğu için tek öndere dayalı olarak yürütülmüş bir inkılâptır. Bu nedenle Türk inkılâbının farklı
dönemlerinde karşımıza çıkan farklı kişiler bir kadro olmaktan öte Atatürk'ün yakın çevresini
oluşturan kişilerdir.
Ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız yeni bir Türkiye'nin oluşturulması bir takım evrelere ayrıldığı
için önderin çevresinde yer alan kişiler de sürekli olarak değişmiştir. Zira bir evrede görev alanlar,
daha sonraki evreye uyum sağlayamayınca çevre dışı kalmışlardır.
Demokratik bir önder olarak çevresine örnek olmuştur. Adeta bir öğretmen gibi hareket ederek,
çevresini eğitmiş; yaptığı inkılâpları onlara benimsetmiştir. Benimsemeyenleri, inkılâp atılımlarını
engellemeye çalışanları da çevre dışı bırakmaktan çekinmemiştir. İnkılâbın yürütülmesi sırasında
çevre değiştirildiği gibi örgüt de değiştirilmiştir.
Önderin Halk ile İlişkileri:
• Atatürk toplumunu çok iyi tanıyan halkıyla kaynaşan bir önderdir. Çocukluk ve gençlik yıllarını
doğum yeri olan Selanik'te geçirmiştir. Eğitiminin bir bölümünü burada, büyük bölümünü ise askeri
okullarda tamamlamıştır. Yatılı olan askeri okullar aynı zamanda ülkenin çeşitli yerlerinden gelen,
farklı değerler sistemine sahip gençlerin yetiştirildiği yerlerdi.
Bu nedenle Mustafa Kemal gidemediği, göremediği yerlerin insanlarını da bir ölçüde bu okullarda
tanımıştı. Kurmay okulunu bitirip göreve başladıktan sonra ise görevi dolayısıyla ülkenin birçok yerini
dolaşmış, insanlarını yakından tanımıştır. Hele cephelerde geçirdiği günler O'na halkını daha iyi
tanıma fırsatı vermiştir, Atatürk sıcak savaş günlerinde cephelerde askerin önünde bulunduğu gibi
barış zamanında da halkının içinde dolaşmaktan büyük zevk almış bir liderdir. Kafasında tasarladığı bir
konuda halkının içine girip "o saf kütlenin" düşüncelerini öğrenmeye çalışmıştır. Atatürk, yaşamı
boyunca halkıyla diyalog içinde bulunmuştur. Bunun için de sık sık yurt gezilerine çıkarak yapacağı, ya
da yaptığı devrimleri halkına anlatmış, halkıyla aracısız bir şekilde görüş alışverişinde bulunarak
ulusuyla bütünleşmiştir.
• Atatürk tüm yaşamı boyunca meşruiyet ilkesine bağlı kalmış bir önderdir. Bir inkılâp atılımı
gerçekleştirilirken öncelikle halkın bu konudaki görüşleri, düşünceleri öğrenilmeye çalışılmıştır. Bunun
için de uzun uzun yurt gezileri düzenlemiştir. Bu gezilerde kafasında tasarladığı inkılâplar konusunda
halka bilgi vermiş, onları aydınlatmıştır. Daha sonra Halk Fırkası Grubu toplantılarına konuyu
götürmüştür.
• "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş
ve uygar bir toplum haline getirmektir" diyen Atatürk, inkılâpların milletin selameti için yapıldığını
belirtmiştir.
Atatürk tüm gücünü ulustan aldığı gibi yapılan her eylemin de ulusça yapıldığını belirtmiştir. "Asıl olan
millettir" diyen Atatürk "Bir millet, bir memleket için kurtuluş, selamet ve başarı istiyorsak bunu
yalnız bir şahıstan hiçbir vakit talep etmemeliyiz. Herhangi bir şahsın başarısı demek o milletin
başarısı demektir." Çünkü "kuvvet birdir o da millettir."
"iki Mustafa Kemal vardır. Biri ben fani Mustafa Kemal, öteki milletin daima içinde yaşattığı Mustafa
Kemal. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası
doğurmadı mı? Türk analar daha Mustafa Kemal'ler doğurmayacaklar mı? Ürün Milletindir, benim
değil" "Efendiler bir millette güzel şeyler düşünen insanlar olağanüstü işler başarmaya yetenekli
kahramanlar bulunabilir, lakin öyle kimseler yalnız başına hiç bir şey olmazlar."
"Ben... aziz milletimde gördüğüm yetenek ve ihtiyacı ifadeden başka bir şey yapmadım." "Önemli bir
görevin yerine getirilmesinde benden evvel harekete geçen millet olmuştur." "Milli Mücadeleyi yapan
doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır." Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Atatürk
yapılan her şeyi millete mal etmiştir.
Atatürk, kendine ait olan çiftlikleri üzerindeki tüm mallarıyla birlikte 11 Haziran 1937'de ulusuna
bağışlamıştır.
İnkılâbın Gençliğe Emanet Edilmesi:
Atatürk, ulusasl egemenliğe dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti kurarken hep gençliği
yanında bulmuştur. İşgallere karşı protesto mitinglerinin düzenlenmesinde, gençler aktif görevler
almıştır.
Yeni Türk Devleti kurulduktan ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk “Ey yükselen yeni nesil!
İstikbâl sizsiniz. Cumhuriyeti biz tesis ettik, onu devam ettirecek sizlersiniz” diyerek genç cumhuriyeti
gençliğe emanet etmiştir.
Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin iki şeye güvendiğini belirtmektedir. Bunlardan biri milletin kararı
diğeri ise ordumuzun kahramanlığıdır. Çünkü ordu, Türk birliğinin, Türk kabiliyet ve kudretinin, Türk
vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Asker ruhlu Türk ulusunun ordusunu çok sevdiği ve onu
kendi ideallerinin koruyucusu olarak gördüğü bilinmektedir.
Türk ordusu kurulduğu andan itibaren bugüne değin Atatürk’ün izinde yürüyerek Cumhuriyeti her
türlü tehlikelerden korumuştur.
SİYASAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, toplumun farklı kesimlerinden ve değişik
düşüncelere sahip kimselerden meydana geliyordu, Hepsi Misak-ı Millî amacında
birleşmekte idiler Zamanla mecliste farklı gruplar oluştu [Tesanüt (Dayanışma) Grubu,
İstiklâl Grubu, Halk Zümresi ve Islahat (Reform) Grubu gibi] Bu durum meclis
çalışmalarının yavaşlamasına sebep oldu Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkan siyasî
anlaşmazlıkları azaltmak ve çeşitli grupları birleştirmek için büyük çabalar gösterdi Bunda
başarılı olamayınca, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurdu Bu
grup, Misak-ı Millî esasları içinde ülkenin bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını
sağlamak için çalışacaktı. Büyük zaferden sonra, Mustafa Kemal Paşa, gazetelere
verdiği demeçte Halk Fırkası adıyla bir siyasî parti kuracağını açıkladı Bu partinin, "tam
bağımsızlık" ve "kayıtsız şartsız millet egemenliği" ilkelerine dayanacağını ve bütün
milletin partide temsil edileceğini söyledi. 1 Nisan 1923'te Türkiye Büyük Millet Meclisi,
seçimlerin yenilenmesine karar verdi Mustafa Kemal Paşa, mecliste bulunan Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun, Halk Fırkası'na dönüşeceğini açıkladı 9 Eylül
1923'te Halk Fırkası'nın kuruluşu tamamlandı Genel başkanlığına da Gazi Mustafa
Kemal getirildi Cumhuriyetin ilânından sonra bu parti Cumhuriyet Halk Fırkası adını aldı
Böylece Cumhuriyet Dönemi'nin ilk siyasî partisi kurulmuş oldu.
Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin
cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir
cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir."
deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu. Cumhuriyetin
ilânının önündeki en büyük engel saltanattı. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel
aşıldı. Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM
üyeleri, yeni seçim kararı alarak dağıldı (l Nisan 1923). Yeni seçimlerin yapılmasından sonra
TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması'nı
onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük
Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu
sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun
devlet şeklini bulmak zorunlu hâle gelmişti. Millî Mücadele Dönemi'ndeki, olağanüstü şartların
bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar
Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını
zorlaştırıyordu.
25 Ekim 1923'te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşaya,
cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin
kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın
cumhuriyeti ilân edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921
Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. "Türkiye Devleti'nin hükümet
şekli cumhuriyettir." hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra
cumhuriyetin ilânı kabul edildi. "Yaşasın cumhuriyet!" sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân
edildi (29 Ekim 1923). Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada
158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk
devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, yaptığı
konuşmasını "Türkiye Cumhuriyeti mesut, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözü ile bitirdi. Böylece
devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi. Devlet başkanlığı konusu çözüme kavuştu.
Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi. Buna göre; cumhurbaşkanı başbakanı atayacak,
başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanının onayına sunacaktı. Bu uygulamayla, meclis
hükümeti sistemi yerine parlamenter rejime geçilmiş oldu. İlk hükümeti kurmakla İsmet Paşa
görevlendirilmişti. Böylece Türk Milleti'nin tarihinde yeni bir devir açılıyordu.
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Osmanlı Devleti, 1517'de Memlûk Devleti'ne son vererek İslâm dünyasında büyük ölçüde
birliği sağladı. Bu tarihten sonra Osmanlı padişahları da halife unvanını kullanmaya
başladılar. Özellikle Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında bu makama büyük bir önem
verildi. Halifeliğin siyasî gücünden faydalanılmak istendi. Buna rağmen devletin yıkılışı
önlenemedi. Milliyetçilik ve millî egemenlik fikri üzerine kurulmuş olan yeni Türk
devletinin yapısıyla saltanat ve halifeliği bağdaştırmak mümkün değildi.
1 Kasım 1922'de saltanat ve halifelik birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı ve halifeliğin
yetkileri dinî konularla sınırlandırıldı. Vahdettin'in ülkeyi terk etmesinden sonra, Osmanlı
sülâlesinden Abdülmecit Efendi, TBMM tarafından halife seçildi. Kendisine sadece
Müslümanların halifesi unvanını kullanması bildirildi. Halife olan Abdülmecit Efendi'nin,
zamanla hükümetin talimatlarının dışına çıktığı görüldü. Kendisini devlet başkanı gibi
görmeye başladı. Bu durum ise yeni rejim için bir huzursuzluk kaynağı oluyordu. Buna
karşı derhal tedbir alınması gerekiyordu. Ayrıca Türkiye'de gerçekleştirilmesi düşünülen
inkılâpların yapılabilmesi için halifeliğin kaldırılması zorunlu idi. Diğer taraftan Mustafa
Kemal Paşa, halifeliğin yabancı güçler tarafından aleyhimize kullanılmasından endişe
ediyordu. Bu sebeplerden dolayı, Mustafa Kemal Paşa 1924 yılında halifeliğin
kaldırılmasına karar verdi,
l Mart 1924 tarihinde yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında, bu
düşüncesini açıkladı. 3 Mart 1924'te TBMM'de kabul edilen bir kanunla halifelik kaldırıldı.
Halifeliğin kaldırılmasıyla, lâik düzenin kurulması yolunda önemli bir adım atıldı. Aynı
zamanda saltanat ve hilâfet yanlılarının dayandığı en önemli güç odağı ortadan
kaldırılmış oldu.
3 Mart 1924 tarihinde
Tevhid-i Tedrisat Yasası (Eğitim-Öğretimin birleştirilmesi) çıkarıldı.
Şer’iye ve Evkaf Vekâleti (Şeriat İşleri ve Vakıflar başkanlığı) kaldırılarak yerine Diyanet
İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye
Vekâleti kaldırıldı. Böylece Genel Kurmay Başkanlığı’nın hükümet ve siyaset dışına
çıkması sağlandı. Osmanlı hanedan üyelerinin ülke sınırları dışına çıkarılması
kararlaştırıldı.
TÜRK HUKUK İNKILÂBI
Hukuk alanında yapılan ve bir bütün olarak “Hukuk İnkılabı” olarak nitelendirilebilecek
inkılapların temel amacı laik, demokratik, akla ve bilimsel esaslara ve eşitliğe dayalı bir
devlet ve toplum sistemi ile yaşam biçimi oluşturmak; bunları korumak ve geliştirmek için
gerekli “aklı hür, vicdanı hür” nesilleri yetiştirebilmektir.
Cumhuriyet öncesinde yargı işleri din adamları tarafından görülürdü. Kadı adı verilen
yargıçlar din kurallarına göre karar verirdi. Devlet konularının yanı sıra toplumsal ilişkileri
düzenleyen hukuk kuralları eski Türk gelenekleri ile İslam hukukunun yoğrulması sonucu
ortaya konan örfi kurallarla düzenlenmişti. Ticaret, ceza ve usul hukuku alanlarında
Tanzimat sonrası Fransa’dan çeşitli kanunlar alınmış; ancak devletin teokratik yapısı ile
bu durum çelişkilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca hukuk sistemindeki çok
hukukluluk esası, yeni çağın hukuki ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşanan sorunlar ve
yukarıda yer verilen aksaklıklar, bağımsız ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine ait
yeni bir hukuk sistemini yerleştirmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
Medeni Kanunun yanı sıra 1926 yılında Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, 1927 yılında
Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunu, 1929 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü ve Deniz
Ticareti Kanunları, 1932 yılında İcra-İflas Kanunları yine batı kanunlarından
yararlanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe girmişlerdir.
1921 Anayasası (Teşkilatı Esasiye)
Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarından 1876 anayasası henüz yürürlükten kaldırılmadığı
için bu anayasa 23 maddeden oluşmuştur. En kısa ve özlü anayasadır. Anayasanın en
önemli özelliği saltanat ve mutlak monarşi ile bağdaşmayacak olan milli egemenlik
ilkesinin dile getirilmesidir. Bu Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarından 1921 anayasası ile
oluşturulan hükümet sistemi meclis hükümeti sistemidir.
1925 yılında çağdaş hukukçular yetiştirilmek üzere Ankara Hukuk Fakültesi açılmış; daha sonra
barolar kurulmuş, mahkemeler yeniden düzenlenmiştir. Medeni hukuk alanındaki tüm haklarına
kavuşan Türk kadınına 1930 yılında belediye üyelikleri için seçme ve seçilme hakkı, 1934 yılında
ise her türlü şeçme ve seçilme hakkı verilmiştir.
Cumhuriyet Dönemi’nde Türk inkılabının getirdiği yenilikler dolayısıyla bir kısım tarikatlar
ve tekkeler sosyal yenileşmeye direnmeye başlamışlardı.
Bu düzenlemeyle sosyal hayatın laikleşmesi konusunda önemli bir adım atılmış oldu.
Sadece Diyanet İşleri Başkanı, Rum ve Ermeni Patrikleri ile Yahudi Hahambaşısı
her zaman dini kıyafet giyebileceklerdi.
Türk inkılabı kadın kıyafetleri konusunda yasal bir düzenleme getirmemiştir. Kadınların
kıyafet konusunda çağdaş dünyaya uyumlu hâle gelmeleri kendi doğal sürecine
bırakılmıştır.
EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR
Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) :
Osmanlı’da mektep-medrese ayrılığının zararları ve yabancı okulların yıkıcı etkileri
görülmekteydi. Öğretim sistemindeki bu ikilik ise yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin
önünde büyük bir engel oluşturuyordu.
Millet Mektepleri
Yeni harflerin kabulü sonrası örgün eğitim yaşı geçmiş olan vatandaşlara (16-40 yaş
arası) yeni harfleri öğretmek amacı ile Millet Mektepleri açılmıştır. Bu okulların açılması
ile ülkede okuma-yazma seferberliği başlatılmıştır.
Başbakan İsmet İnönü, Millet Mektepleri’ndeki eğitim süresinin iki, dört ya da altı ay
devam edeceğini belirli yerlere gelemeyecek durumda olan vatandaşlar için gezici
mektepler açılacağını, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün bürokratların bu
mekteplerde görev alacağını açıklamıştır.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) (12 Temmuz 1932) :
Türk Dil Kurumu’nun açılmasının nedenleri şunlardır:
• Türk dilini yabancı dillerin etkisinden kurtarmak.
• Aydınların kullandığı Türkçe ile halkın konuştuğu Türkçe arasındaki kopukluğu
gidermek.
• Türkçe’nin kökenlerini araştırmak.
• Türkçe’yi zenginleştirmek.
• Türkçe’yi bilim dili haline getirmek.
• Türkçe’yi halkın anlayacağı şekle getirmek.
• Dil çalışmalarını planlı hale getirmek.
• Türkçe’nin zenginliğini ortaya koymak.
• Türk dilini öz benliğine kavuşturmak.
• Konuşma dili, yazı dili ve bilim dili arasındaki farkları gidermek
Dildeki Osmanlıcılığı bitirmek.
• Teknik kavramlara Türkçe karşılık bulmak.
Dil çalışmaları kapsamında 1928 yılında Dil Encümeni kurularak araştırmalar
başlatılmış ve İmla Kılavuzu hazırlanmıştır.
26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında, Atatürk’ün de katılımıyla I. Türk Dili
Kurultayı toplanmıştır. 12 Ekim 1932’de ise Türk Dili Tektik Cemiyeti (Türk Dil
Kurumu) kurulmuştur.
Bu kurumun kuruluş hedefi:
• Türk dilinden yabancı kelimelerin atılmasıdır.
• Aydınların dili ile halk dili arasındaki kopukluğun giderilmesidir.
• Konuşma dili ile yazı dilinin birleştirilmesidir.
• Halk ağzından derlemelerin yapılması kararlaştırılmıştı.
• Kitaplardan taramalar yapılması gerekliliği belirtilmişti.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) (15 Nisan 1931) :
Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasının nedenleri şunlardır:
• Türk milletinin menşeini (kökenini) belirleyip İslamiyet öncesi Türk tarihini de
aydınlatmak.
• Türklerin dünya uygarlığına yaptıkları hizmetleri ve katkıları ortaya koymak.
• Türk milletine atılan iftiraları cevaplandırmak. (Sarı ırk, barbar ırk iddilarını çürütmek)
• Türklerden önceki Anadolu tarihinin de aydınlatılmasını sağlamak.
• Türklerin ilişki kurdukları devletler üzerindeki etkileri ortaya koymak.
• Ümmetçi ve hanedancı bir tarih anlayışından milli temeller üzerine kurulu bir tarih
anlayışına geçmek.
• Ortak tarih bilinci oluşturmak.
Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasından önce bir bilim kurulu ve kütüphane kurularak
Türkler ile ilgili çalışmalar yapan yabancı yayınlar incelenmiştir. Ayrıca 1930 yılında Türk
Tarihinin Ana Hatları adında bir eser yayınlanmıştır.
Ardından 15 Nisan 1931’de Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)
kurulmuştur. Bu kurumun görevi, Türk tarihini bilimsel yöntemle incelemek, millî
ve uluslararası kongrelerde Türk Tarih Tezi’ni açıklamaktır.
Yine aynı yıl Türk Tarih Tetkik Heyet Serisi hazırlandı.
1932 yılında ise Birinci Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi ortaya atıldı.
Buna göre:
1. Medeniyetin ilk çıkış yeri Orta Asya’dır.
2. Beyaz ırkın ilk yurdu Orta Asya’dır.
3. Türkler beyaz ırktan olup, ana yurtları Orta Asya’dır.
4. İlk medeniyetin yaratıcısı Türkler olmuştur.
5. Tarih öncesi devirde, Orta Asya’da meydana gelen büyük ve uzun süren kuraklık
yüzünden bu medeniyet dağılmış ve sahibi olan Türkler de Hind’e, Çin’e,
Mezopatamya’ya, Anadolu’ya, Kafkasya’ya, Balkanlara ve dünyanın diğer yerlerine göç
etmişlerdir. Bu göç esnasında gittikleri yerlere medeniyetlerini götürmüşlerdir. Böylece
medeniyet dünyaya Türkler tarafından yayılmıştır.
6. Anadolu’nun ilk yerli halkı olan Hititler, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olup, bizim
atalarımızdır.
Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin ana hedefi Türk tarih tezi doğrultusunda;
• Türk milletinin medeniyetin beşiği Orta Asya’dan çıktığını,
• Türklerin dünyadaki pek çok medeniyetin kurulup gelişmesindeki katkılarını, bilimsel
yöntemleri kullanarak kanıtlamaktır.
Halkevleri’nin temelini Türk Ocakları oluşturmuştur. Türk Ocakları siyasi bir merkez
haline dönüşmesi nedeniyle 1931 yılında kapatılmıştır.
Halkevleri’nin Şubeleri
Sonuç olarak, Türkiye, savaş öncesi Osmanlı borçlarının yüzde 67’sini ödeyecekti.
Geriye kalan borçların yüzde 11’ni Yunanistan, Yüzde 8’ni Lübnan ve Suriye, yüzde
14’nü ise, Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak kazanan
ülkeler ödeyecekti. Türkiye 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının yüzde 62,54’nü,
daha sonra alınan borçların ise yüzde73.59’unu ödeyecekti.
1929 yılı dönemin ekonomik politikalarının ciddi sarsıntılar geçirdiği bir yıldır. 1930 –
1938 yılları Türk ekonomisine canlılık ve etkinlik kazandıran “devletçilik” ilkesinin
uygulamaya girdiği yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet izleyici olmaktan
çıkmış, özel girişimciliği destekleyici ve araştırıcı tavrını bırakmış tüm ekonomiyi
güdümüne almıştır. Çünkü genç devletin gelişmeye ve kalkınmaya ihtiyacı vardır.
Siyasal ve düşünsel alanda olduğu gibi ekonomik işlerde de bireysel ya da özel
girişimciliğin sonuçları beklenemez. Devletin bu alana da ağırlığını koyma zamanı
gelmiştir. Devletçilikte, her türlü özel girişim, devletin öngördüğü plan doğrultusunda ve
denetiminde yapılmaktadır. Özel sermayenin gerçekleştirdiği fabrikalar, şirketler, devletin
izlediği ekonomik programlara aykırı çalışamazlar.
Devletçiliğe Geçiş
Madencilik:
1935’te Maden Teknik Arama Enstitüsü (MTA),
1935’te Etibank kurulmuştur.
* Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı başarı ile uygulanmıştır. Bundan dolayı ikinci ve
üçüncü kalkınma planları hazırlanmıştır.
*1938’de uygulamaya konulan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı ikinci Dünya Savaşı
nedeniyle uygulanamamıştır.
Yunanistan İstanbul’da daha fazla Rum kalmasını istiyor; Türkiye ise yasalar çerçevesinde bu işi
halletmek istiyordu.
Nüfus mübadelesi sorunu, Yunan başbakanı ile Mustafa Kemal arasında 1930 yılında görüşülerek 10
Haziran 1930’da imzalanan Ankara Antlaşması ile halledildi. Bu antlaşmadan sonra Türk-Yunan
ilişkileri düzelmiştir.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki dostluk ilişkileri 1954 yılında meydana gelen Kıbrıs sorununa kadar
devam etmiştir.
Türk-Fransız İlişkileri
Türkiye’de Kurtuluş Savaşı sürerken, 20 Ekim 1921’de, Ankara Antlaşması imzalanarak, iki devlet
arasında anlaşmaya gidilmiş Hatay dışarıda olmak üzere, Türkiye-Suriye sınırı çizilmişti. Ancak,
Türkiye ile Fransa arasındaki bu antlaşma ile sağlanan yakınlaşma Lozan Barış Konferansı’na kadar
sürmüştü.
Fransa, Lozan’da Türk heyetinin kesin olarak kaldırılmasını istediği kapitülâsyonların devam
ettirilmesi için en çok direnen devlet olarak ortaya çıkmıştı.” Bu da Türkiye’de olumsuz karşılanmış ve
iki ülke arasındaki ilişkileri etkilemişti. Lozan Antlaşması’ndan sonraya ise, Fransa ve Türkiye
arasındaki ilişkileri etkileyen bazı sorunlar kalmıştı. Bunların başlıcaları, Türkiye ile Fransa’nın mandası
altına konmuş olan, Suriye sınırının saptanması ve Osmanlı borçları sorunu idi.
20 Ekim 1921’de Fransa ile Türkiye arasında Ankara Antlaşması imzalanmıştı. Fakat Eylül 1925’te
Suriye sınırının çizilmesi konusunda anlaşmazlıklar çıktı.
30 Mayıs 1926’da Fransa ile Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı; sorunlar barışçı yollarla
çözümlenecekti.
Hatay hariç, Türkiye-Suriye sınırı 1930’da belirlendi.
Türkiye 1924 yılında okullarda dini ayin yapılması için bulundurulan salonların kapatılmasına; 1925 ve
1926 yıllarında ise yabancı okullarda Türkçe, Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türk öğretmenler
tarafından okutulmasına; derslerde Türklük aleyhine bilgiler olmamasına ve okulların Türk müfettişler
tarafından denetlenmesine dair kanunlar çıkardı.
Fransa ve Papalık başta olmak üzere, Avrupalı devletler Türkiye’nin yabancı okullar konusundaki
uygulamalarına karşı çıktı. Fakat okullar meselesini iç meselesi sayan Türkiye yabancı devletleri iç
işlerine karıştırmadı.
Dış Borçlar Meselesi
Osmanlı Devleti’nin en çok borçlandığı devlet Fransa idi. Bu durum iki devletin sürekli karşı karşıya
gelmesine yol açıyordu. Ancak 1929 Ekonomik Buhranı sonucunda Türkiye, bu borçları ödemekte
epey sıkıntı çekmeye başlayınca 1933’de Paris’te yeni bir antlaşma yapıldı ve borçlar yeni bir ödeme
planına bağlandı.
Musul meselesinin çözümü için Türkiye ile İngiltere arasında görüşmeler 19 Mayıs 1924’de başladı.
Fakat İngiltere Hakkâri’yi de tartışmalı bölgeden görmek isteyince görüşmeler kesildi.
Bundan sonra mesele önce Milletler Cemiyetine, sonra Lahey Adalet Divanı’na gitti. Meselenin kendi
konusu olmadığını ileri söyleyen Adalet Divanı meseleyi tekrar Milletler Cemiyeti’ne havale etti.
Meselenin İngiltere’nin güdümünde kararlar alan Milletler Cemiyetine gitmesi, İngiltere’nin işine
gelmekteydi.
NOT: Meselenin bu şekilde uzatılması; İngiltere’nin zaman kazanarak Musul ve civarında olaylar
çıkarıp meseleyi lehine çözümleyebilmek isteyişinin bir sonucudur.
Görüşmeler sonucu 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul ve çevresi İngiliz
mandasında altında bulunan Irak’a bırakıldı.
Irak hükümeti Musul petrol gelirlerinin vergisinin %10’unu 25 yıl süre ile Türkiye’ye vermeyi kabul
etti. (Türkiye bu hakkından bir defaya mahsus olmak üzere 500.000 İngiliz sterlinine vazgeçti.)
Önemi:
• Bugünkü Türkiye-Irak sınırı çizildi.
• Türk-İngiliz ilişkileri düzelmeye başladı.
• Misak-ı Millîden taviz verildi.
Not: Musul’un Türkiye’nin aleyhine çözülmesi Misak-ı milliden verilen önemli bir tavizdir.
Türkiye-Sovyet Rusya İlişkileri
Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı sürdürdüğü sıralarda, Sovyetler Birliği de hemen hemen aynı devletlerle
mücadele halinde bulunuyordu. Bu da iki devleti birbirine yaklaştırmıştı. Bunun sonucunda da, 16
Mart 1921’de, Moskova Dostluk Antlaşması imzalanmıştı. Sovyetler Birliği, Lozan Barış Konferansı
sırasında da Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’ya karşı desteklemiş ve Boğazlar üzerinde mutlak Türk
egemenliği tezini savunmuştu.
Lozan Antlaşması’ndan hemen sonra, Türkiye’yi en çok uğraştıran ve zorlayan Musul anlaşmazlığı
sırasında, İngiltere’nin ve Milletler Cemiyeti’nin tutumu Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne daha çok
yaklaştırdı.
Türk-İtalyan İlişkileri
İtalya, iç sorunları ve müttefikleriyle olan ilişkileri sonucunda, Mondros Mütarekesi ile girdiği
Anadolu topraklarından askerlerini geri çekmiş ve bir süre Anadolu üzerindeki isteklerinden
vazgeçmişti. Bu da, Türkiye ile İtalya arasında iyi ilişkilerin kurulmasına yol açmıştı.
Türk-Afgan İlişkileri
Türkiye, Doğulu devletler içerisinde ilk ve yakın ilişkileri Afganistan ile kurmuştu. Nitekim Kurtuluş
Savaşı’nın sürdüğü sıralarda iki devlet arasında, 1 Mart 1921’de, Moskova’da, Türk Afgan Dostluk
Antlaşması imzalanmıştı. Bununla iki ülke arasında çeşitli alanlarda işbirliğine girişilmiş ve Türkiye
Afganistan’a öğretmenler ve subaylar göndermiştir.
Lozan Antlaşması’ndan sonra ise, Türkiye ile Afganistan arasındaki bu ilişkiler daha da gelişmiştir.
Mayıs 1928’de Afgan Kralı Amanullah Han Türkiye’yi ziyaret etmiş ve 25 Mayıs 1928’de, Türk-Afgan
Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Afganistan’a gönderilen subay,
öğretmen, doktor sayısı çoğaltılmış ve bundan sonra aralarında hiç bir çıkar çatışması olmayan iki ülke
arasındaki ilişkiler sürekli gelişme göstermiştir.
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine girmek gibi bir amacı yoktu. Lozan’dan sonra Türkiye’nin barış
yolunda gösterdiği çabalar ve Musul’u Irak’a bırakmasından dolayı Türkiye’ye karşı sıcak davranmaya
başlayan İngiltere, Türkiye’yi Milletler Cemiyeti üyeliğine davet edince; uluslararası barışa katkıda
bulunmak istediğini göstermek isteyen Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne 18 Temmuz 1932’de üye oldu.
Balkan Antantı (9 Şubat 1934)
Türkiye, uluslararası diplomasi alanında, barışçı ve iyi ilişkiler kurmaya dayanan çalışmalarını
yaparken, aynı şekilde Balkan devletleri ile de yakın ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Bu amaçla Balkan
devletleri ile uzun süreden beri kesilmiş olan ilişkilerini yeniden kurmak için ikili dostluk antlaşmaları
yapmıştır. Bunlardan en önemlisi de üye ülkelerin güvenliklerini sağlama amacı taşıyan Balkan Antantı
olmuştur.
Sebebi:
1933’den sonra İtalya’nın hızlı bir şekilde silahlanarak Balkanlar’a yönelik politikalar üretmesi Balkan
devletlerini ve Türkiye’yi endişelendirmiştir.
1933 yılından itibaren Almanya ve İtalya’nın hızlı bir şekilde silahlanması ve Milletler Cemiyeti’nin bu
duruma bir çare bulamaması Türkiye’yi Boğazların güvenliği konusunda endişelendirdi.
Lozan Antlaşması’nın Türkiye’yi Boğazlar konusunda kısıtlayan hükümlerinin kaldırılması için Türkiye,
10 Nisan 1936’da Lozan’ı imzalayan devletlere birer nota gönderdi.
Antlaşmaların hiçe sayıldığı ve devletlerin dost arayışı içinde olduğu bir dönemde Türkiye’nin istekleri
olumlu karşılandı ve Boğazlar’ın statüsü İsviçre’nin Montrö kentinde tekrar görüşüldü.
Katılan Devletler:
• Türkiye,
• İran,
• Afganistan,
• Irak,
Önemi: Türkiye İran ve Irak sınırını güvence altına aldı.
İtalya’ya karşı Balkanlar’da önemli bir caydırıcılık rolü üstlenmiş olan Türkiye Sâdâbat Paktı ile de
tavrını devam ettirerek dünya barışına katkıda bulunma istediğini göstermiştir.
Türkiye bölgede öncü durumda olduğunu göstermiştir.