You are on page 1of 41

José Saramago

KÜÇÜK ANILAR

Çocukluk ve ilk gençlik Anıları

Portekizce aslından çeviren İNCİ KUT

CAN YAYINLARI
José Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde doğ du. Henü z ü ç yaşındayken, ailesi Lizbon'a taşındı. Ekonomik sıkıntılar
nedeniyle yü ksekö ğ renim yapamayarak başka işlere yö nelmek zorunda kaldı; sağ lık gö revlisi, yayıncı, çevirmen,
gazeteci olarak çalıştı. 1947'de ilk romanı olan Günah Ülkesi'ni yazdı. On iki yıl boyunca bir yayınevinde yayın
yönetmenliği ve Yeni Seara dergisinde edebiyat eleştirmenliğ i yaptı. 1972-1973 yıllarında Lizbon'da siyasi makaleler
yazdı. Portekiz Yazarlar Birliğ i'nin yö netim kurulunda gö rev aldı. 1976'dan beri ise, yalnızca yapıtlarından gelen
gelirle yaşamaktadır. Saramago'nun uluslararası dü zeyde tanınmasını sağ layan yapıtı, 1983'te yayınlanan Memorial
do Convento'dur. Fernando Pessoa'nın takma isimlerinden biri olan Ricardo Reis'in Lizbon'a dö nü p yaratıcısıyla
karşılaşmasını konu alan O Ano da Morte de Ricardo Reis (Ricardo Reis'in Oldü ğ ü Yıl), 1984'te yayınlandı.
Saramago'nun en ironik yapıtı sayılan Historia de Cerco de Lisboa da (1988) tarih ü zerine kurulu bir denemedir. 1995
yılına ait Ensaio sobre a Cegueira (Körlük) insan varoluşunun özü, Tanrı ve Şeytan hakkında bir romandır. 1997'de ise,
sıradan bir memur olan Senhor Jose'nin çevresinde dö nen bir roman olan Todos os nomes yayınlandı. Saramago'nun
yapıtlarının arasında iki şiir kitabı, birçok deneme, oyun ve roman vardır. Bunların arasında ö zellikle romanlarıyla
birçok ö dü ller almış olan Saramago'nun edebiyat yaşamının asıl meyvesi, 1998'de aldığ ı Nobel Edebiyat Odü lü 'dü r.
Yapıtlarındaki hayal gü cü , sevecenlik ve ironiyle, anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağ layarak çağ ımızın en
önemli edebiyatçıları arasında yerini alan Saramago, Kanarya Adaları'nda yaşamaktadır.
Inci Kut, lise ö ğ renimini Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra Ankara Universitesi Dil ve Tarih-Coğ rafya Fakü ltesi
Ingiliz Dili ve Edebiyatı ve Varşova Universitesi Ispanyol Filolojisi bö lü mlerinden mezun oldu.Türkiye’deki
Ispanyolca ö ğ renimine katkıda bulunmak amacıyla, bu alanda ilk kez, Ispanyol dili ve grameri ü zerine çeşitli
yö ntemler ve değ işik boyutlarda sö zlü kler hazırlayarak yayınladı. 1990 yılından başlayarak edebi çeviri alanına
yö nelerek başta Miguel Delibes, Gabriel Garcı́a Má rquez, Isabel Allende, Mario Vargas Llosa vejó se Mauro de
Vasconcelos olmak ü zere ö nde gelen birçok Ispanyol ve Gü ney Amerikalı yazarın roman ve ö ykü lerini Tü rkçe'ye
kazandırdı.
O zamanlar henüz doğmamış olan
ve gelmekte öylesine geciken Pilar'a
Bırak alıp seni götürsün
bir zamanlar olduğun o çocuk
TAVSİYELER KİTABI
Bizim kö ye Azinhaga derler, hani sö zgelimi ta ulusalcılık hareketlerinin başlangıcından bu yana (XIII.
yü zyılda çoktan belediye sınırları içindeymiş) hep o aynı yerdedir, ama o eski şanından geriye hiçbir şey kalmamış;
hemen yanı başından (herhalde dü nya yaratıldığ ından beri) geçen ve, az da olsa bildiğ im kadarıyla, sayısız kereler
yatağ ının dışına taşmış olsa da yö nü nü hiç değ iştirmemiş olan ırmağ ın dışında hiçbir şey. Kö ydeki en son evlerle
arasında bir kilometre bile bulunmayan Almonda, -yani bizim kö ydeki ırmak- Tejo Irmağ ıyla birleşir; bir zamanlar,
kış aylarında sel gibi yağ an yağ murlarla bulutlar boşaldığ ında, bizim Almonda, kısıtlı su miktarının elverdiğ i ö lçü de,
Tejo'nun tarlaları kaplamasına yardım eder, ırmağ ın yukarılarında lebalep dolan barajlar da biriken fazla sularını
boşaltmak zorunda kalırlardı. Burada arazi basıktır, adına yaraşır hiçbir orogra ik engebeye sahip olmaksızın, tıpkı
avuç içi gibi dü mdü z uzanır; orada burada yü kselen birkaç bent ise, sellerin coşkulu akışını zapt etmekten çok, ırmağ ı
daha az zarar verebileceğ i yerlere doğ ru yö nlendirmeye yarar. Bizim kö yde doğ muş ve yaşamış olan insanlar, çok
eski zamanlardan beri, kö yü n kişiliğ ini şekillendirmiş olan bu iki ırmakla haşır neşir olmayı ö ğ renmişlerdir:
ayaklarının dibinde akıp gitmekte olan Almonda ve biraz daha ö tede, yol boyunca ona eşlik eden karakavak, dişbudak
ve sö ğ ü tlerden ö rü lü bir duvarın ardına yarı gizlenmiş olan Tejo ırmakları; her ikisi de, şu ya da bu nedenle, ailelerin
belleklerinde de sohbetlerinde de hiçbir zaman eksik olmaz, işte ben bu yerlerde dü nyaya gelmişim ve daha iki
yaşıma varmadan, ihtiyaçlar yü zü nden gö ç etmek zorunda kalan annemle babam, beni buralardan alıp başka tarz
duygular, başka tarz dü şü nceler, başka tarz yaşamlar içinde olan Lizbon'a gö tü rmü şler, sanki benim doğ duğ um yerde
doğ mak kaderin bir yanılgısının sonucuymuş, talihin umulmadık bir dalgınlığ ından kaynaklanmış da, bu yanılgıyı
onarmak hâ lâ onların ellerindeymiş gibi. Ama ö yle olmadı. O çocuk, kimsecikler farkına varmadan, toprağ a kol atıp
kö k salmış, o zamanki ben olan o kırılgan tohum, gü vensiz minicik ayaklarıyla yerdeki çamura basarak (o uçsuz
bucaksız hava okyanusunun oynak zeminine, bitkisel ve hayvansal artıklardan, her şeyin ve herkesin kalıntısından,
ufalanıp toz haline gelmiş kayalardan, tıpkı durmadan geri dö nen gü neşler ve aylar, seller ve kuraklıklar, soğ uklar ve
sıcaklar, rü zgâ rlı ve sakin havalar, acılar ve neşeler, varlıklar ve hiçlikler gibi hayatın içinden geçip gittikten sonra
hayata geri dö nmü ş olan ve kaleydoskopun içindeki gibi sayısız maddelerden oluşan, kâ h kuru, kâ h nemli o çamura
basarak) toprağ ın o ö zgü n damgasını bir daha silinmemek ü zere ondan alacak zamanı bulmuştu. Alınyazısının
okunmaz sayfalarında ve kaderin ilerisi gö rü nmeyen kıvrımlarında, yeniden dü nyaya gelmek için Azinhaga'ya geri
dö neceğ imin yazılı olduğ unu, bildiğ imin bilincinde olmadan, bir tek ben biliyordum. Bü tü n çocukluğ um boyunca,
ayrıca yeniyetmeliğ imin ilk yıllarında, zeytinliklerin gü mü şsü gri rengiyle çevrelenmiş alçacık evleriyle, suyun ve
yeşilliklerin mırıltılı sınırları içinde, kimi zaman yaz aylarının yakıcı sıcağ ıyla kavrulan, kimi zaman da kış aylarının
ö ldü rü cü soğ uğ undan perişan olan ya da kapılardan içeri giren sellerden boğ ulan bu yoksul ve ilkel kö y, kişiliğ imin
oluşma sü recinin tamama erdiğ i yer olmuştu; benim gibi minik bir keseli hayvancağ ızın, suskun, içine kapalı,
mü nzevi kişiliğ inden ne yapılabilirse yalnızca onu iyi ya da belki kö tü bir şekilde yaratmak ü zere içine çekildiğ i bir
keseydi.
Bilenlerin dediklerine gö re bizim kö y bir keçiyolunun, yani bir azinhaga'nın kenarında doğ up o yol
boyunca gelişmiş; Arapça'da "dar yol" anlamına gelen az-zinaik'ten gelen bir terim bu; ama kelime anlamı
dü şü nü ldü ğ ü nde kö yü n o başlangıç zamanlarında olabilecek bir şey değ il, çü nkü dar da olsa, geniş de olsa yol her
zaman yoldur, oysa keçiyolu, kestirme bir yoldan, istenilen yere daha çabuk gitmek için kullanılan ve genellikle başka
bir amacı ya da uzaklık konusunda ö lçü sü z tutkuları olmayan bir yan yoldan başka bir şey değ ildir. Geniş alanlara
yayılan zeytinciliğ in bu bö lgede ne zaman başlatıldığ ını bilemiyorum, ama yaşlıların anlattıklarına dayanan
gelenekler de doğ ruladığ ı için hiç kuşkum yok ki, o zeytin ağ açlarının en yaşlılarının ü zerinden en azından iki ya da ü ç
yü z yıl geçmiştir. Daha başka yü zyılların geçeceğ i de yok. Zeytin ağ açları dikili hektarlarca ve hektarlarca arazi
bundan birkaç yıl ö nce acımasızca silinip sü pü rü ldü , yü z binlerce ağ aç kesildi, toprağ ın derinliklerinden sö kü ldü ya
da kuşaklar boyunca kandillere ışık, aşlara tat veren o yaşlı kö kler çü rü sü n diye oldukları yerde bırakıldı. Avrupa
Topluluğ u, yerinden sö kü len her bir zeytin ağ acı için, çoğ unluğ u bü yü k toprak ağ aları olan sahiplerine birer prim
ö dedi, bugü nse benim çocukluğ umdaki insanı biraz da tedirgin eden o gizemli zeytin ağ açlarının yerinde, kü ler ve
yosunlarla kaplı, kertenkelelerin gizlendiğ i oyuklarla delik deşik olmuş o bü klü m bü klü m gö vdelerin yerinde, siyah
zeytinlerle ve kuşlarla yü klü dallardan oluşan o gö lgeliklerin yerinde, gö zlerimizin ö nü nde uzanan tek şey, hibrid
tohumdan yetişme, uçsuz bucaksız, tekdü ze, bitmek bilmeyen bir mısır tarlası; mısırların her biri aynı yü kseklikte,
belki de saplarında aynı sayıda yapraklara sahip ve belki de yarın sapların aynı yerlerinde aynı sayıda koçanlara, her
bir koçanda da belki aynı miktarda taneye sahip olacaklar. Şikâ yet ediyor değ ilim, bana ait bile olmayan bir şeyi
yitirdim diye ağ lıyor da değ ilim; ben yalnızca bu manzaranın benimki olmadığ ını, doğ duğ um yerin burası olmadığ ını,
burada bü yü mediğ imi anlatmaya çalışıyorum. Mısırın bir ana ihtiyaç maddesi olduğ unu, hatta pek çok kimse için
zeytinyağ ından ö nde geldiğ ini zaten biliyoruz; ben bile çocukluğ umda, yeniyetmeliğ imin o kö rpe yıllarında, ırgatlar
hasat kaldırdıktan sonra, boynumda asılı bez bir torbayla, gizli kalmış mısır koçanlarını aramak için o zamanki mısır
tarlalarının arasında dolaşıp durmuşumdur. Yine de bugü n, kö ydeki insanların, o yaşlı zeytin ağ açlarını sö kmenin bir
hata, çok bü yü k bir saçmalık olduğ unu sö ylediklerini duyduğ um zaman, hınzırca bir tatminkâ rlığ a benzer bir
duyguya, aramadığ ım ve istemediğ im, ama gelip beni bulan bir intikam duygusuna kapıldığ ımı itiraf edeyim. Ziyan
olan onca zeytinyağ ının ardından da boş yere ağ layacaklar. Şimdi bana anlattıklarına gö re yeniden zeytin ağ açları
dikiyorlarmış, ama kaç yıl yaşarlarsa yaşasınlar, hani şu hep kü çü cü k kalan cinsinden. Yok daha çabuk boy
atıyorlarmış, yok zeytinler daha kolay toplanıyormuş. Ama benim anlayamadığ ım, kertenkelelerin nereye
saklanacağı.
Benim bir zamanlar olduğ um o çocuk, bu manzarayı, sonradan dö nü ştü ğ ü yetişkinin bulunduğ u o
yü ksek noktada durup baktığ ında hayal etme eğ iliminde olduğ u biçimiyle görmemişti hiç. O çocuk, bü tü n o çocukluk
dö nemi boyunca, o manzaranın içinde bulunuyordu yalnızca, onun bir parçasını oluşturuyordu, o kadar, onu
sorgulamıyor, şu sö zleri ya da benzerlerini ne sö ylü yor ne de dü şü nü yordu: "Aman ne gü zel manzara, ne harika bir
panorama, ne gö z kamaştırıcı bir gö rü ntü !" Elbette ki kilisenin çan kulesine çıktığ ında ya da yirmi metre
yü ksekliğ inde bir dişbudak ağ acının tepesine tırmandığ ında, onun o genç gö zleri, ö nü nde açılan engin boşlukların
değ erini bilip onları belleğ ine kazıyabiliyordu, ama yakınlarda bulunan, elleriyle dokunabildiğ i, ayrıca kendisi
bilincine bile varmadan onu anlamaya ve ruhunun derinliklerine katmaya zorlayan şeylere ve varlıklara yö nelip
onların ayırdına varmayı her zaman yeğ lediğ ini de sö ylemek gerekiyor (o çocuğ un, içinde ö ylesine bir mü cevher
taşıdığ ından haberi bile olmadığ ını hatırlatmam mazur gö rü lecektir); bu şey, ister kıvrıla kıvrıla giden bir yılan olsun,
ister bir buğ day başağ ını havaya kaldıran bir karınca ya da yem teknesinden karnını doyuran bir domuz, çarpık
bacakları ü zerinde salınan bir karakurbağ ası, ayrıca bir taş, bir ö rü mcek ağ ı, saban demirinin toprağ ı kaldırdığ ında
geride bıraktığ ı yarık, terk edilmiş bir kuş yuvası, şeftali ağ acının gö vdesinden akmış reçineden bir gö zyaşı, yerdeki
otların ü zerinde parıldayan kırağ ı. Ya da ırmak. Uzun yıllar sonra, o yeniyetme, artık yetişkin olduğ undaki sö zcü kleri
kullanarak, içinde yü zmü ş ve sandala binmiş olduğ u -bugü n artık kirlenmiş, pis kokulu, kü çü cü k bir akıntı olan- o
ırmakla ilgili bir şiir yazacaktı: Adım Protoşiir koyduğu mısralar şöyleydi:
Belleğimin birbirine dolanmış yumağından, kördüğümlerin karanlığından çekiyorum uç vermiş görünen bir ipi.
Açıyorum onu azar azar, parmaklarımın arasında yok olup gider korkusuyla. Upuzun bir ip, yeşilli mavili, balçık
kokulu, canlı çamurun sıcacık yumuşaklığında. Bir ırmak bu.
Akıp gidiyor artık ıslak ellerimin içinden.
Suyun tümü geçip gidiyor açık avuçlarımın arasından, ve birden bilemiyorum sular benim içimden mi doğ uyor, yoksa
bana doğru mu akıyor.
Devam ediyorum çekmeye, artık bir anıyı değil, ırmağın kendi bedenini.
Tenimin ü zerinde tekneler seyrediyor, ben de onların, ve onları ö rten o gö kyü zü nü n, gö zlerin ışıltılı zarı ü zerinden
ağır ağır kayıp giden o upuzun karakavakların ta kendisiyim.
Balıklar yüzüyor kanımın içinde, belleğin belirsiz çağrıları gibi iki suyun arasında gidip geliyor.
Kollarımın gücünü hissediyorum, ve onların uzantısını oluşturan oltayı.
Irmağın ve benim içimin derinliklerine iniyor, ağır ve güçlü bir kalp atışı
Artık gökyüzü daha yakın, renk değiştirmiş.
Ve tümüyle yemyeşil, şakıyarak, daldan dala uyandırıyor kuşların cıvıltısını
çünkü.
Sonra geniş bir dü zlü kte durduğ unda tekne, ışıldıyor çıplak bedenim gü neşin altında, suların yü zeyini tutuşturan o en
büyük parlaklığın arasında.
Orada eriyor tek bir gerçeğin içinde, belleğimdeki belirsiz anılarla geleceğin ansızın ortaya çıkan karaltısı.
Adını bilmediğim bir kuş iniyor bilmem nereden ve gidip sessizce konuyor sert pruvasına teknenin.
Bekliyorum hiç kımıldamaksızın, sular tü mden maviye boyansın, dallardaki kuşlar karakavakların neden upuzun,
yapraklarının neden mırıltılı olduklarını söylesinler diye.
işte o zaman ilerliyorum, insan boyutunda bir tekne ve ırmağ a dö nü şmü ş bedenimle, çevresini dikey kılıçların sardığ ı
o altın renkli gölete.
Orada gömüyorum oltamı canlı taşa kadar üç karış derinliğe.
Ta başlangıçtaki gibi derin bir sessizlik çöküyor eller birleştiğinde ellerle.
Sonra artık bileceğim her şeyi.
Her şey bilinmiyor, hiçbir zaman da bilinmeyecek, ama ö yle zamanlar olur ki bildiğ imize inanabiliriz,
belki de o anda, ruhumuza, bilincimize, aklımıza, ya da bizleri az çok insan yapmakta olan o şeyin adı her neyse onun
içine daha fazla bir şey sığ amayacağ ı içindir. Sarp tepenin ü zerinden bakıyorum zar zor kımıldayan akarsuya, sular
neredeyse tü mden kıpırtısız, sonra saçma bir şekilde her şeyin yeniden eskisi gibi olabileceğ ini hayal ediyorum,
çocukluğ umdaki çıplaklığ ımla yeniden içine dalıversem, o upuzun, ıslak oltayı ya da suda şapırdayan o kü rekleri
bugü nkü ellerimin arasında yeniden tutabilsem, bir zamanlar ben olan ve zamanın bir yerine takılıp kalmış olarak
bıraktığım kişinin düşlerin sınırına kadar alıp götürdüğü o ilkel tekneyi suların pürüzsüz teni üzerinde sürebilsem.
Benim doğ duğ um ev yok artık, ama bu umurumda değ il, çü nkü orada yaşadıklarımla ilgili hiçbir anım yok. Oteki de
yok oldu bir enkaz yığ ınının altında, hani on ya da on iki yıl boyunca asıl yuvamız olan şu ev, yü reğ imizin
derinliklerinde candan bağ lı olduğ umuz yer, anneannemle dedemin -adları Josefa ile Jeronimo'ydu- yoksul mu yoksul
evi, içinde o çocukla o yeniyetmenin kesin başkalaşımlarının gerçekleştiğ ini bildiğ im o sihirli koza. Ancak bu kaybım
da uzun zamandan beri artık bana acı vermez oldu, çü nkü belleğ imin yenileyici gü cü sayesinde, onun o bembeyaz
duvarlarını her istediğ im an yeniden ayağ a kaldırabiliyor, girişe gö lge veren zeytin ağ acını yeniden dikebiliyorum,
ana kapı ü zerindeki kü çü k kanadı ve gü nlerden bir gü n çö reklenmiş kü çü k bir yılanı gö rdü ğ ü m bahçenin parmaklıklı
kapısını açıp kapatabiliyorum, sü t domuzlarının meme emmelerini seyretmek için domuz ağ ıllarına girebiliyorum,
mutfağ a gidip o yaz susuzluğ umu bininci kez giderecek olan suyu testiden kalaylı pirinç maşrapaya boşaltabiliyorum.
Sonra da anneanneme şö yle diyorum: "Anneanne, gidip şuralarda biraz dolaşacağ ım." O da diyor ki: "Git, git!" ama
bana dikkatli olmamı tembihlemiyor, o zamanlar bü yü klerin kendi baktıkları kü çü klere daha fazla gü venleri vardı. Bir
lokma mısır ekmeğ iyle bir avuç zeytin ve kuru inciri heybeme koyuyorum, bir kö pekle tatsız bir karşılaşma olursa
kendimi savunabileyim diye kendime bir sopa buluyorum ve kırlara çıkıyorum. Seçebileceğ im pek fazla yer yok: ya
ırmak ve onun kıyılarını kaplayıp koruyan, neredeyse geçit vermez bitki ö rtü sü ya zeytin ağ açları ve çoktan biçilmiş
olan buğ daylardan kalma kaskatı anızlar ya Almonda'yla birleştiğ i noktadan sonra Tejo'nun kıyılarını izleyen
yabangü lleri, kayınlar, dişbudaklar ve karakavaklardan oluşan yoğ un yeşillikler ya da, son olarak, kuzey yö nü nde,
kö yden beş-altı kilometre uzaklıktaki Paul do Boquilobo,( Paul do Boquilobo, Portekizce’de "Kurtağzı Bataklığı" anlamına gelir. (Ç.N.)) yani o
manzaraları yaratanın alıp cennete gö tü rmeyi unuttuğ u bir gö l ya da bir gö let, bir su birikintisi. Pek fazla seçeneğ im
yoktu, orası doğ ru, ama o melankolik çocuk için, dalgın ve sıklıkla hü zü nlü olan o yeniyetme için bunlar, her biri
evrenin tü mü değ ildiyse bile, evrenin bö lü ndü ğ ü dö rt parçayı oluşturuyordu. Bu serü ven saatlerce sü rü p gidebilirdi,
ama amacına erişmeden asla sona ermezdi. Sıcaktan kavrulan uçsuz bucaksız zeytinlikler arasında tek başıma
dolaşmak, her iki ırmağ ın da kıyılarında neredeyse tıkız bir duvar oluşturan ağ aççıkların, ağ aç gö vdelerinin,
bö ğ ü rtlen çalılarının, sarmaşıkların arasından zahmetli bir yol açmak, gö lgeli bir açıklıkta oturup ormanın, yalnızca
kuşların şakımasının ve dalların rü zgâ rın dü rtmesiyle hışırdamasının kesintiye uğ rattığ ı sessizliğ ine kulak vermek,
suyun içinde yetişen ağ layan sö ğ ü tlerle kaplı geniş alanları daldan dala atlayarak bataklığ ın ü zerinde enine boyuna
dolaşmak; bü tü n bunların ö zellikle sö zü nü etmeye değ ecek hü nerler olmadığ ı sö ylenebilir, hele hele, uygar dü nyadaki
herhangi bir çocuğ un, isterse tembel tembel evinde oturuyor olsun, yolunun ü zerine çıkacak ne kadar kü çü k yeşil
adam varsa hepsinin tozunu attırmak için çoktan Mars'a yolculuk ettiğ i, Knox Kalesindeki altını bekleyen o korkunç
mekanik ejderhalar ordusunu çoktan silip sü pü rdü ğ ü , tiranozorların kralını çoktan havaya uçurup paramparça ettiğ i,
dalgıç giysisi de dalgıç sandığ ı da kullanmaksızın en derin denizaltı çukurlarına çoktan indiğ i, insanlığ ı Dü nya'yı yok
etmeye gelen korkunç gö k cisminden çoktan kurtardığ ı bizimki gibi bir çağ da. Bu kadar mü thiş kahramanlıkların
yanında, Azinhagalı o kü çü k oğ lanın sunabileceğ i tek şey, yirmi metrelik dişbudak ağ acının tepesine tırmanması ya
da, eğ er isterseniz, iddiasız bir şekilde ama damak tadının key ine varmak uğ runa, sabahleyin erkenden meyve
bahçesindeki incir ağ acına tırmanıp geceki çiyden hâ lâ nemli olan meyvelere erişerek, içlerinden fışkıran bal
damlalarını, tıpkı tatlı dü şkü nü bir kuş gibi emmesi olabilirdi ancak. Pek ö nemsiz şeylerdi bunlar, orası doğ ru, ama
tiranozorları yenen o kahraman çocuk da herhalde küçücük bir kertenkeleyi eliyle yakalayamazdı.
Manzaranın ruhsal bir durum olduğ unu, herhangi bir klasik alıntıyla da pekiştirerek ciddi ciddi ileri
sü ren birileri her zaman çıkacaktır, yani daha sıradan sö zcü klerle ifade edecek olursak, bir manzarayı seyrederken
edindiğ imiz izlenim, her zaman mizaç farklılıklarına ve o manzaranın tam da gö zlerimizin ö nü nde olduğ u anda
içimizde harekete geçen neşe ya da şiddet unsurlarına bağ lı olacaktır. Bundan kuşku duymaya cesaret edemem.
Bö ylece, ruhsal durumların insanın yalnızca olgunluk dö nemine, yani yetişkin insanlara, ciddi kavramları şu ya da bu
şekilde idare edebilen kimselere ait oldukları dü şü nü lü r ve manzaradaki ince farklılıkların bu kavramlar sayesinde
irdelenebileceğ i, tanımlanabileceğ i, ayrıntılarıyla ele alınabileceğ i varsayılır. Her şeyi bildiklerini sanan yetişkinlerin
dü şü nceleri bunlar. Orneğ in hiç kimse o yeniyetmeye sormadı ruhsal açıdan kendini nasıl hissettiğ ini ve ruhundaki
depremö lçerin ne gibi ilginç titreşimleri kaydetmekte olduğ unu, unutulmaz bir sabahın daha gece denebilecek kadar
erken bir saatinde, atların arasında uyumuş olduğ u ahırdan çıktığ ında, insan gö zü nü n o gü ne kadar gö rdü ğ ü en ışıltılı
dolunayın o bembeyaz ışığ ı alnına, yü zü ne, tü m bedenine ve bedeninin de ö tesinde bir yere dokunduğ unda. Artık
gü neş doğ duktan sonra, çoğ unu panayırda satmış olduğ u domuzları tepelerden ve vadilerden gü derek geri dö nerken,
sanki pek iyi yerleştirilememiş gibi duran yassı taşların oluşturduğ u kaba saba bir yol kalıntısının ü zerinde
yü rü mekte olduğ unu fark ettiğ inde neler hissettiğ ini de soran olmamıştı; dü nya var olduğ undan beri terk edilmiş bu
ıssız yerde hiç beklenmedik bir keşif olmuştu bu. Ancak çok sonraları, aradan uzun yıllar geçtikten sonra anlayacaktı,
hiç kuşkusuz bir Roma yolunun kalıntıları üzerinde yürümüş olduğunu.
Her şeye rağ men, bu şaşırtıcı durumlar, yani benimkiler olduğ u kadar, sanal â lemleri vaktinden ö nce
yaratan insanlarınkiler de, bir defasında gü neş battıktan sonra Azinhaga'da anneannemle dedemin evinden çıkarak
(o zamanlar on beş yaşlarında kadardım), Tejo'nun ta ö te yanındaki uzak bir kö ye kadar gidip â şık olduğ umu
sandığ ım bir kızcağ ızla buluştuğ um zamankiyle kıyaslandığ ında hiç kalır. Irmağ ın karşı tarafına Gabriel adında yaşlı
bir sandalcı geçirmişti beni (kö ydekiler ona Graviel derlerdi), gü neşten ve içkiden suratı kıpkırmızı kesilmiş, ak saçlı,
dev gibi bir adamdı, hani Aziz Cristó bal kadar iriyarıydı. Bizim kıyıda, liman dediğ imiz iskeledeki tahtaların ü zerine
oturmuş onu beklerken, bir yandan da, gü nü n son ışıklarının dokunduğ u suyun yü zü nde kü reklerin tempolu sesine
kulak veriyordum. Ağ ır ağ ır yaklaşıyordu bana doğ ru, bir daha hiç unutamayacağ ım bir anı yaşamak ü zere olduğ umu
sezinlemiştim (acaba ruhsal durumumdan mı kaynaklanıyordu?). Karşı kıyıdaki limanın biraz daha yukarısında,
çiftlikteki sığır sürüsünün gidip altında öğle uykusuna yattığı kocaman bir çınar ağacı vardı. Hemen yola koyularak, az
bulunur bir avın peşindeki kaçak bir avcı gibi, ekili tarlaların, çalılıkların, hendeklerin, su birikintilerinin, mısır
tarlalarının arasında kestirmeden ilerledim. Hava kararmıştı, kırların sessizliğ i içinde yalnızca benim ayak seslerim
duyuluyordu. Talihli bir buluşma oldu mu olmadı mı, orasını sonra anlatacağ ım. Dans edilir, havai işekler atılırken
gece yarısına doğ ru çıkmıştım kö yden, yani ö yle sanıyorum. Oncekinden daha az ışıltılı bir dolunay her yanı
aydınlatıyordu. Kırlar arasından kestirme bir yoldan gitmek için sapmak zorunda olduğ um noktaya varmadan,
ü zerinde yü rü dü ğ ü m dar yol birden sona erip yü ksek bir çitin ardına gizlenir gibi oldu ve gecenin içinde gö kyü zü nü n
saydamlığ ına karşı ilk anda kapkaranlık gö rü nen, çok yü ksek, tek bir ağ aç, sanki yolumu kesmek istermiş gibi
dikiliverdi karşıma. Ansızın çıkan kısa bir esinti, kö rpe otları salladı, sazlıklardaki yeşil sazları titretti, bir su
birikintisinin kopkoyu sularını dalgalandırdı. Tıpkı bir dalga gibi, hışırtılar içinde ağ acın gö vdesinden yukarı doğ ru
tırmanarak çevreye yayılan dallarını havaya kaldırdı, işte o sırada yapraklar arka yü zlerini aya doğ ru kaldırdılar ve o
kayın ağ acı (bu bir kayın ağ acıydı) en yü ksek dalına varana kadar tepeden tırnağ a beyazlara bü rü ndü . Anlık bir olaydı
bu, yalnızca bir an sü rdü , ama anısı ö mrü m oldukça aklımdan silinmeyecek. Orada tiranozorlar, Marslılar ya da
mekanik ejderhalar yoktu, gerçi bir gö k cisminin gö kyü zü nü boydan boya geçtiğ i doğ ru (ö yle olduğ una inanmakta
sakınca yok), ama insanlık, daha sonra anlaşılacağ ı gibi, tehlikede falan değ ildi. Uzun sü re yü rü dü kten sonra, gü n
ışığ ına daha çok vakit varken, kendimi kırların ortasında samanlardan ve dallardan yapılma bir kulü benin ö nü nde
bulmuştum, içeride bulduğ um bir parça bayat mısır ekmeğ iyle açlığ ımı bastırabildim. Sonra oracıkta uyuyakaldım.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp da gö zlerimi ovuşturarak, çevredeki tarlaları zar zor gö steren ışıltılı bir sisin içine
çıktığ ımda, eğ er iyi hatırlıyorsam, eğ er şu anda uydurmuyorsam, sonunda henü z doğ muş olduğ umu ta içimde
hissetmiştim. Zaten doğma vaktim gelmişti artık.
Köpeklere karşı duyduğum korku nereden çıktı acaba? Ya atlara duyduğum hayranlık?
Son zamanlarda geçirdiğ im birkaç uyumlu deneyime rağ men, kö pek tü rü nü n bilinmedik bir
temsilcisiyle karşılaştığ ımda zorlukla bastırabildiğ im kaygı, şö yle yedi yaşlarındayken bir akşam, artık neredeyse
gece olmuş ve sokak lambaları yanmışken, Saldanha'da Fernâ o Lopes Sokağ ı'nda iki aileyle paylaştığ ımız bir
apartman dairesine girmeye hazırlanırken kapıldığ ım o mü thiş panikten kaynaklanıyor, bundan eminim; kapının
birdenbire açılmasıyla, komşulardan birinin en dehşetengiz Asya ya da Afrika canavarlarını andıran kurt kö peğ inin
dışarı fırlaması bir olmuş, adının şanına yaraşır olduğ unu kanıtlamak için de hemen ü stü me atılmıştı; ö keden
kuduran hayvan, havlamalarıyla ortalığ ı ayağ a kaldırırken, zavallı ben, umutsuzluk içinde, ağ açların arkasına elimden
geldiğ ince saklanmaya çalışarak imdadıma yetişsinler diye haykırıyordum. Sırf aynı binada oturuyorlar diye
komşumuz olduklarını sö ylediğ im, yoksa altıncı kattaki tavan arası dairelerinde oturan bizler gibi ö nemsiz kişilerle
aynı dü zeyde olmayan o insanların hayvanı yanlarına çağ ırmaları, içimizdeki temel yardımseverlik duygusunun
gerektirdiğ inden çok daha uzun sü rmü ştü . O arada, eğ er hafızam beni yanıltmıyorsa, eğ er duyduğ um korkunun
ü zerine bir de kü çü k dü şmü ş olmanın hoşnutsuzluğ unu eklemiyorsam, kö peğ in sahipleri olan o narin ve zarif gençler
(ailenin yeniyetme çocukları olan bir delikanlıyla genç bir kızdı), o zamanlar denildiğ i gibi, gü le gü le bir hal
olmuşlardı. O yaşımdaki bacaklarımın çevikliğ i sayesinde hayvan, beni ısırmak bir yana, bana yetişemedi bile, belki
de niyeti beni ısırmak değ ildi; kapının ö nü nde pat diye karşısına çıkınca onun benden korkmuş olması çok daha olası.
Aslında ikimiz de birbirimizden korkmuştuk, olan buydu. Geri kalanıyla son derece sıradan olan bu ö ykü nü n en
şaşırtıcı yanı, ben daha kapının dışındayken, kö peğ in, yani tam olarak o kö peğ in, gırtlağ ıma atılmak ü zere beni orada
beklediğini biliyor olmamdı... Bunu biliyordum, nasıl olduğunu bana sormayın, ama bunu biliyordum...
Ya atlar? Atlarla olan sorunum daha dokunaklı, hani insanın ruhunda ö mü r boyu acısını duyduğ u tü rden bir şey.
Annemin kız kardeşlerinden biri -adı Maria Elvira'ydı- Mouchâ o dos Coelhos'un bir bö lü mü ü zerindeki Mouchâ o de
Baixo çiftliğ inde bekçi olarak çalışan Francisco Dinis diye biriyle evliydi; Tejo'nun sol kıyısındaki geniş bir arazinin
tü mü bu adla biliniyordu ve ırmaktan içerilere doğ ru bir yerde bulunan Vale de Cavalos adında bir kö yü n aşağ ı yukarı
dümdüz ilerisindeydi. Biz şimdi Francisco Dinis Enişteme geri dö nelim. O bü yü klü kte ve ö ylesine ö nemli bir arazinin
bekçisi olmak demek, taşra aristokrasisinden biri olmak demekti: omzunda çift namlulu av tü feğ i, başında yeşil bir
şapka, sırtında, sıcaktan kavrulsa da, soğ uktan donsa da, yakası her zaman ilikli duran beyaz bir gö mlek, belinde ten
rengi bir kuşak, ayaklarında çiftçi çizmeleri, üzerinde kısa bir ceket - ve tabii bir de atı. Şimdi bakın, onca yıl boyunca -
sekiz yaşımdan on beş yaşıma kadar uzun, çok uzun yıllar boyunca-, şu benim eniştemin hiç aklına gelmedi içimin
gittiğ i o eyere beni oturtmak; ben de, o zamanlar herhalde bilincinde olamayacağ ım çocukça gururum yü zü nden,
hiçbir zaman bunu ondan istemedim. Gü nlerden bir gü n, hâ lâ genç sayılan ve o zamanki tabiriyle başkentteki
tü ccarlardan birinin "dostu" olan bir hanım, kimin aracılığ ıyla olduğ unu hatırlamıyorum ama (belki annemin bir
başka kız kardeşi olan Maria da Luz'u tanıdığ ı için, belki de babamın kız kardeşlerinden biri olan ve Lizbon'da çok
uzun yıllar sonra benim gidip oturacağ ım Estrela'da Ferreiros Sokağ ı'nda Formigal ailesinin evinde hizmetçilik eden
Natâ lia'yı tanıdığ ından), anneannemle dedemin mü tevazı evine ezelden beri verilmiş adıyla Kü çü k Ev'de kalmaya
gelmişti. Zayıfmış da dinlenmeye ihtiyacı varmış gibisinden bir nedenle, Azinhaga'nın gü zel havasını solumak, o
arada da hem varlığ ıyla hem de parasıyla evin sıkıntısını ha i letmek amacıyla bir sü re kalmak ü zere gelmişti oraya.
Adını tam olarak hatırlayamadığ ım bu kadınla (adı belki Isaura'ydı, belki de Irene'ydi, ama Isaura olsa gerek) alt alta
ü st ü ste ne zevkli gü reşlere tutuşup ne kol gü reşleri yapardık, hadi sen it, dur ben iteyim derken sonunda hep o yenik
dü şer (o zamanlar ben on dö rt yaşlarında falandım), gö ğ sü gö ğ sü me, orası orama değ erek ikimiz birden evdeki
yataklardan birinin ü zerine yığ ılırken, anneannem Josefa, bile bile ya da sa lığ ından kahkahalarla gü ler, benim çok
kuvvetli olduğ umu sö ylerdi. Kadın, yü zü kıpkırmızı kesilmiş olarak nefes nefese ayağ a kalkıp bozulan saçlarını
dü zeltirken, ciddi ciddi gü reşmiş olsa kendisini yenmeme gö z yummayacağ ına yeminler ederdi. Onun sö zü ne
gü venecek kadar aptal ya da saf olmalıyım ki denemeye hiçbir zaman cesaret edemedim. O tü ccarla olan ilişkisi,
ondan olma kızının da kanıtladığ ı gibi, ciddi ve istikrarlı bir şeydi; annesiyle birlikte temiz hava almaya gelmiş olan
solgun benizli, içine kapanık, yedi yaşlarında bir kızdı bu. Eniştem Francisco Dinis, sopa gibi sıska, ufak tefek bir
adamdı, evde oldukça kazak bir erkekti ama kişiliğ inin uysal yanını hep patronlara, kendinden ü st sınıftakilere ve
şehirden gelme kimselere gö sterirdi. Bu yü zden de misa ir hanımın çevresinde kibarlıkla ve nezaketle dö nü p
durmasında garipsenecek bir şey yoktu, aslında bu, kırsal kesim insanının içten gelen terbiyesinin bir kanıtı olarak
algılanabilirdi ama o bunu ö yle bir tarzda yapardı ki bana hep basit bir saygıdan çok, kö le ruhuyla kö rü kö rü ne
bağ lılık gibi gö rü nmü ştü r. Gü nlerden bir gü n, nur içinde yatsın, bu adam, misa irlere ne kadar iyi davrandığ ını
gö stermek çabasıyla, kü çü k kızı tuttuğ u gibi atın ü stü ne oturttu ve sanki kü çü k bir prensesin seyisiymiş gibi onu alıp
anneannemle dedemin evinin ö nü nde bir o yana bir bu yana dolaştırmaya koyuldu; o arada ben de gururu kırılmış
olmanın hoşnutsuzluğ u içinde sus pus olmuştum. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, ertesi yıl mekanik çilingir olarak
mezun olacağ ım Afonso Domingues Meslek Okulu'nun yıl sonu gezisinde, çocukluğ umda elimden alınmış olan bir
hâ zineyi, yani elimin erişebileceğ i bir yerdeyken dokunmama izin verilmeyen bir macera zevkini belki de
yeniyetmeliğ imde bana geri verir dü şü ncesiyle, Sameiro'nun o kederli atlarından birine bindim. Ama artık çok geçti.
Sameiro'nun kadidi çıkmış kü lü stü r beygiri beni kendi canının istediğ i yere gö tü rdü , key i istediğ inde durdu, ü stelik
beni eyerden dü şü rü p o ö teki seferki kadar ü zü ntü içinde bıraktığ ında veda etmek için başını çevirip bakmadı bile.
Bugü n evimin her yanında bu hayvanların resimleri durur. Evime ilk kez gelen herkes binici miyim diye sorar bana
hep, oysa tek gerçek, asla binemediğ im bir attan dü şmü ş olmanın acısını hâ lâ çekiyor olmamdır. Dışarıdan
bakıldığında hiç belli olmuyor ama, ruhum yetmiş yıldan bu yana topallamakta.
Laf lafı açtı, at konusundan enişteme geçtik, eniştemden de Verdi'nin Otello'sundaki son sahnenin taşra
versiyonuna gelelim. Azinhaga'daki en eski evlerin çoğ unda olduğ u gibi, -tabii ben burada az gelirli insanların
evlerinden sö z ediyorum- teyzemlerin Mouchâ o dos Coelhos'daki evi, ki burada yü ksekliğ i iki metreden az olmayan
ve kışın seller içeri girmesin diye dışarıdan bir merdivenle çıkılan taştan bir temel ü zerine inşa edilmiş olduğ unu
sö ylemem gerekir, iki bö lü mden oluşuyordu: bunlardan biri sokağ a (yani bizimkinde kırlara) bakan bö lü m, ki biz
buna dış-ev derdik, ö teki de, bu kez ahşap bir merdivenle meyve sebze bahçesine açılan ve ö ndekinden daha basit
olan mutfak bö lü mü . Kuzenim José Dinis'le ben mutfakta aynı yatakta yatardık. Bu José Dinis benden ü ç-dö rt yaş
kü çü ktü , ama aramızdaki yaş ve gü ç farkı, tü mü yle benim lehime olmasına karşın, en bü yü k kuzeninin yö redeki
kızların açık ya da kapalı tercihlerinde onun ö nü ne geçmeye çalıştığ ı kanısını edindiğ inde, benimle kavgaya
tutuşmasını hiçbir zaman engellemezdi. Zavallı çocuğ un Alpiarçalı bir kız yü zü nden çektiğ i delice kıskançlık krizlerini
hiç unutamam; adı Alice olan bu gü zel ve narin kız, daha sonra genç bir terziyle evlenecek ve uzun yıllar sonra, terzilik
yapmayı sü rdü ren kocasıyla birlikte Azinhaga'ya yerleşecekti. Tatillerin birinde, kızın oraya geri dö ndü ğ ü nü bana
sö ylediklerinde, gidip hiç belli etmeden kapısının ö nü nden geçmiş, o kısacık an içinde, ancak gö z açıp kapayana kadar
geçen bir sü rede, geçmişte kalmış yılların tü mü nü karşımda bulmuştum. O, başını ö nü ne eğ miş dikiş dikiyordu, beni
gö rmedi, bu yü zden de beni tanıyıp tanımadığ ını bilemiyorum. Kuzenim José Dinis'le ilgili olarak hatırladığ ım şeyse
şu: Birbirimizle kedi kö pek gibi didişmemize rağ men, tatil sona erdiğ inde Lizbon'a geri dö nmek ü zere ailemle
vedalaşırken, onun umutsuzluk içinde kendini yerden yere atıp ağ ladığ ını kaç kez gö rmü şü mdü r. Yü zü me bile
bakmak istemez, yanına yaklaşmaya yeltenecek olsam beni tekme ve yumruklarla karşılardı. Teyzem Maria Elvira ne
kadar haklıydı oğlu için dediğinde: "Bizim oğlan kötüdür, ama iyi yüreklidir."
José Dinis, dairenin dö rdü lleşmesi gibi son derece zor bir matematik işlemini kimseden yardım
istemeden çözümlemişti bile, yani kötü bir çocuktu ama iyi yürekliydi...
Yani kıskançlık Dinis ailesinin kalıtımsal bir hastalığ ıydı. Hasat mevsimlerinde, ama aynı zamanda
tarlalarda kavunların artık olgunlaşmaya, mısır tanelerinin de koçanlarında sertleşmeye başladığ ı zamanlarda,
Francisco Dinis Enişte'nin geceyi tü mü yle evde geçirdiğ i pek enderdi. Toprak ağ alarının uçsuz bucaksız arazileri
kadar bü yü k olan, zaten aslında da o tü rden bir yer olan çiftliğ in içinde at sırtında, tü feğ i eyerin ü zerine çapraz asılı
olarak, bü yü k ya da kü çü k çapta kanun kaçaklarının peşinde oradan oraya dolaşırdı. Oyle tahmin ediyorum ki, ister
ayın lirik etkisiyle olsun, ister eyerin bacak arasına sü rtü nmesinden, kadın ihtiyacıyla sıkışacak oldu mu, eve kadar
atını sü rer, bir an içinde ihtiyacını gö rü r, harcadığ ı çabanın ü stü ne birazcık dinlendikten sonra gece devriyesine
yeniden dönerdi. Unutulmaz bir sabah çok erkenden, kuzenimle ben o günkü dövüşlerden ve koşuşturmalardan bitkin
dü şmü ş bir halde uyurken, Diniş Enişte, mutfaktan içeri fırtına gibi dalıp elindeki tü feğ i havada sallayarak ö keyle
gü rledi: "Kim vardı burada? Kimdi burada olan?" diye. Ilk başta, uykumdan ö ylesine şiddetle koparılmış olmanın
şaşkınlığ ıyla, aralık duran kapıdan onların çift kişilik yatağ ını ve ü zerinde beyaz geceliğ iyle teyzemi zar gö r
gö rebilmiştim; zavallı kadıncağ ız ellerini başına gö tü rmü ş, "Bu adam deli!" diye inleyip duruyordu. Belki deli değ ildi
ama kuşkusuz kıskançlık krizine tutulmuştu. Francisco Dinis, orada neler olup bittiğ i konusunda ona gerçeğ i
sö ylemezsek topumuzu geberteceğ ini sö ylü yordu avaz avaz bağ ırarak, oğ luna hemen, ama derhal cevap vermesini
buyurdu, ama Jose Dinis'in gü ndelik yaşamda haydi haydi kanıtlanmış olan cesareti, alaybozan tü feğ iyle silahlanmış,
ağ zından kö pü kler saçan bir babaya karşı koymasına yetecek kadar değ ildi. Bunun ü zerine ben araya girerek eve hiç
kimsenin girmediğ ini, her zamanki gibi akşam yemeğ inden sonra yattığ ımızı, başka bir şey de olmadığ ını sö yledim.
"Ya sonra, ya sonra, buraya hiç kimsenin girmediğ ine yemin eder misin?" diye bö ğ ü rdü bizim Mouchâ o de Baixolu
Otello. Neler olup bittiğ ini kavramaya başlamıştım, zavallı Maria Elvira Teyzem yatağ ından yü reklendiriyordu beni:
"Sen sö yle ona, Zezito, sen sö yle, o bana inanmıyor," diye. Sanıyorum ö mrü mde ilk kez şeref sö zü veriyordum. Öyle
komikti ki, on dö rt yaşında bir çocuk teyzesinin yatağ a başka bir adamı almadığ ı konusunda yemin ediyordu, sanki
ben orada horul horul uyurken onun koynuna kimseyi alıp almadığ ını bilebilirmişim gibi (yok, yok, alaycı olmamın
gereğ i yok, Maria Elvira Teyzem son derece namuslu bir kadındı), ama o şeref sö zü ndeki ciddiyetin, herhalde içerdiğ i
yenilik nedeniyle olsa gerek, etkisini gö sterdiğ i kesin, çü nkü kırsal kesim insanının konuşması, -kü fü rleri ve lanetleri
bir taraf bırakacak olursak- tumturaklı sö z sanatı savurganlığ ına kaçmadan, "evet evet"lerle "hayır hayır"lardan
oluşurdu. Eniştem yatışmıştı, tü feğ ini duvara dayadı ve her şey açıklığ a kavuştu. Yattıkları yatak, baş ve ayak
uçlarında yerinden çıkabilen pirinç çubuklar olan cinstendi; bunlar yandaki dikey borulara aynı metalden yapılma
toparlak parçalarla tutturulmuş, iç taraftaki somun zamanla oynayıp yerinden çıkmıştı. Eniştem içeri girip de gaz
lambasının itilini yü kselttiğ inde, namus lekesinin kanıtı olduğ unu sandığ ı şeyle karşılaşmıştı: Yatağ ın başucundaki
çubuk, yan taraftan kurtulmuş, uykuda olan kadının tepesinden tıpkı suçlayıcı bir parmak gibi sarkıyordu. Maria
Elvira Teyzem yatakta dö nerken herhalde bir kolunu kaldırmış ve çubuğ un yerinden fırlamasına neden olmuştu.
Francisco Dinis kim bilir ne utanılacak sahneler, ne rezil şehvet â lemleri, akla hayale gelebilecek her tü rlü erotik
ahlaksızlıklar içinde kendilerinden geçen bedenlerin ne olmadık çırpınışlarını gö zü nü n ö nü ne getirmişti, o zamanlar
ben bunları akıl edebilecek durumda değ ildim, ama o zavallı adamın ö yle bir şeyin sö z konusu bile olmadığ ının
farkına varacak kadar zekâ sının olmaması, en belirgin kanıtlara rağ men kıskançlığ ın insanın gö zlerini ne dereceye
kadar kö r edebildiğ ini gö stermekte. Eğ er ben ö dleklik etmiş olsaydım (bilmiyorum, gö rmedim, ben uyuyordum
gibisinden), belki de Mouchâ o de Baixo'da gecenin sessizliğ i iki el tü fek sesiyle sesiyle bozulacak ve masum bir kadın,
kendisini ö ldü ren kocasının kokularından ve sıvılarından başkasını tanımamış olan çarşa ların arasında cansız
yatıyor olacaktı.
Bu eniştemin, arada bir, çiftlikteki dolaşmaları sırasında avladığ ı bir dağ tavşanı ya da adatavşanıyla
çıkageldiğ i olurdu. Bekçi olan onun gibi biri için av yasağ ı içi boş bir kavram olsa gerekti. Gü nlerden bir gü n, kâ irler
ordusunu bozguna uğ ratmış bir haçlı askerinin muzaffer edasıyla dö ndü eve. Eyerinin çatısına asılı koca bir kuş
getirmişti, gri bir balıkçıldı bu, ö ldü rmenin yasal olduğ undan kuşku duyduğ um yepyeni bir hayvandı benim için.
Koyuca bir rengi olan eti balık tadını andırıyordu, o da eğ er, damak zevkine hiçbir zaman varmadığ ım, boğ azımdan
da hiç geçmemiş olan lezzetleri şimdi bunca yıl sonra hayal etmiyorsam.
Bir ibret dersi olan Kocatoynak'ın hikâ yesi de Mouchâ o de Baixo'dan çıkma; adını unuttuğ um ya da
belki hiçbir zaman bilmediğ im bu kadına çok kocaman ayakları var diye biz takmıştık bu adı; gizleyemediğ i bir
talihsizlikti bu ayaklar onun için, çü nkü hepimiz gibi (yani biz çocuklardan ve kadınlardan sö z ediyorum) o da
yalınayak dolaşırdı. Kocatoynak, teyzemlerin bitişik komşusuydu; kocasıyla birlikte bizimkinin eşi olan bir evde
otururlardı (çocukları var mıydı yok muydu hatırlamıyorum) ve kelimenin tam anlamıyla, iyi tarafıyla da kö tü
tarafıyla da bedenimin ve ruhumun yetiştiğ i o yerlerde her zaman olduğ u gibi, bu iki aile ayrı telden çalıyorlardı; ne
birbirlerine gidip gelirler ne birbirleriyle konuşurlardı, hatta birbirlerine bir gü naydın bile demezlerdi. (Anneannem
Josefa'nın Taksim denilen yerde otururken yan komşusu, -kö yü n o bö lü mü ne bu ad verilmişti, çü nkü orada yetişen
zeytin ağ açları farklı farklı kimseler arasında taksim edilmişti- dedem Jerö nimo'nun kız kardeşlerinden biri olan
Beatriz'den başkası değ ildi, ama işe bakın ki aynı kandan oldukları halde ve her biri aynı duvarın iki yanında oturan
kapı komşuları olmalarına rağ men birbirleriyle ilişkiyi kesmişlerdi, benim çocuk belleğ imin erişmediğ i zamanlardan
beri birbirlerinden nefret ederlerdi. Onları ayırmış olan ö kenin nedenlerini hiçbir zaman ö ğ renememişimdir.)
Kocatoynak'ın elbette ki kilisedeki vaftizde ve nü fus dairesinde verilmiş bir adı vardı, ama bizim gö zü mü zde
Kocatoynak'tı o ve bu son derece çirkin lakap her şeyi açıklamış oluyordu. O kadar ki, hiç unutmam, gü nlerden bir gü n
(herhalde on iki yaşlarında falandım), evin kapısında, merdivenin en tepesinde otururken, nefret edilen o komşu
kadının geçtiğ ini gö rü nce (sırf yersiz bir aile dayanışması yü zü nden ondan nefret ediliyordu, yoksa kadının bana
herhangi bir kötülük yaptığından değil), içeride dikiş dikmekte olan teyzeme seslendim: '"Bizim Kocatoynak geçiyor,"
diye. Sesim umduğumdan daha yüksek çıkmıştı, Kocatoynak beni duydu. Ta aşağıda durduğu yerden, son derece haklı
olarak bana sö ylemediğ ini bırakmadı, Lizbonlu kü çü kbeyin terbiyesizliğ ini ele alarak beni adamakıllı azarladı
(Lizbonlu bir kü çü kbeyden başka her şey olabilirdim ya, neyse), anlaşılan bü yü klere saygı gö stermeyi bana
ö ğ retememişlerdi, oysa o zamanlar toplumun dü zgü n işleyebilmesi için temel bir kuraldı bu. Bü tü n bu sö vü p
saymasının sonunda da, gü neş battıktan sonra eve dö ndü ğ ü nde hepsini kocasına anlatmakla tehdit etti beni. Gü nü n
geri kalanını yü reğ im sıkışıp midem kasılarak ve başıma en kö tü sü nü n geleceğ inden korkarak geçirdiğ imi itiraf
etmekten başka çarem yok, çünkü dediklerine göre adam kaba saba herifin teki olarak nam salmıştı. Akşam hava iyice
kararana kadar gö rü nmez olmaya karar vermiştim içimden, ama Elvira Teyzem benim bu manevramı fark etmişti,
tam ben yakınlarda bir yerde gö zden kaybolmaya hazırlanırken, dü nyanın en sakin ses tonuyla şö yle dedi bana:
"Onun işten gelme saatinde sen git evin kapısında otur, onu bekle. Seni dö vmeye kalkışacak olursa ben buradayım,
ama sakın gidip saklanma!" Bö yle şeyler iyi ders olur insana, bü tü n ö mü r boyu sü rer, tam boyun eğ meye
hazırlanırken omzumuzdan tutup sarsar bizi. Çok iyi hatırlıyorum (gerçekten hatırlıyorum, yoksa son dakikada
uydurduğ um edebi bir sü sleme değ il) o akşam gü neşin harikulade gü zel battığ ını ve benim orada sokak kapısının
basamağ ında oturup kıpkırmızı bulutlarla e latun gö kyü zü ne baktığ ımı, başıma ne geleceğ ini bilmeksizin, ama
gü nü mü n besbelli kö tü biteceğ inden emin olarak. Vakit geç olmuş, hava çoktan kararmıştı ki komşu işinden dö ndü ,
evin merdivenini çıktı, ben de "Işte vakit geldi," diye dü şü ndü m. Ama adam bir daha dışarı çıkmadı. Orada içeride
neler olduğ unu bugü n hâ lâ bilemiyorum. Acaba karısı olanları ona anlattı da adam bir yeniyetmenin terbiyesizliğ ini
ciddiye almaya değ meyeceğ ini mi dü şü ndü ? Yoksa kadın bü yü k bir â licenaplıkla bu talihsiz olaydan kocasına tek bir
kelime bile etmeyerek, kendisinin hiçbir kabahati olmayan o kocaman ayaklara karşı yapılmış bu hakareti bö ylelikle
kabullenmiş mi oldu? Aşağ ılayıcı bir ses tonuyla bana takabileceğ i bü tü n adları, ö rneğ in kekeme demeyi dü şü ndü de
iyi kalpliliğ i yü zü nden mi sö ylemedi? Kesin olan bir şey varsa o da, teyzem akşam yemeğ i için beni çağ ırdığ ında,
dü şü ncelerimin arasında yalnızca hoşnutluk olmadığ ıydı. Evet, aslında bana ö dü nç verilmiş bir cesareti sergilemeyi
becerdiğ im için kendimi hoşnut hissediyordum, ama aynı zamanda bir şeylerin eksik olduğ u şeklinde rahatsız bir
izlenim de vardı içimde. Yaşım pekâ lâ uygun olduğ una gö re, sert bir şekilde kulaklarımı çekerek ya da uygun bir
yerime birkaç şaplak indirerek beni cezalandırmalarını tercih mi ederdim acaba? Yok, acı çekme isteğ im o kadar
aşırıya gidemezdi, ama yine de o gece bir şeylerin havada kaldığ ından hiç kuşkum yok. Ya da, olanları yazdığ ım şu
anda dü şü nü yorum da, belki de ö yle olmadı. Belki de Mouchâ o dos Coelhos'dayken aramız açık olan o komşuların
davranış biçimi, gereksinim duyduğum ikinci bir ibret dersinden başka bir şey değildi.
Bu anı kitabıma başlangıçta vermeyi dü şü ndü ğ ü m adın -Baştan Çıkarılış Kitabı-nedenlerini
açıklamamın vakti geldi; bu adın, ilk bakışta, hatta ikinci ve ü çü ncü bakışlarda, buraya kadar ele alınan konularla ve
hele bundan sonra anlatacaklarımın bü yü k bir çoğ unluğ uyla hiç ilgisi yokmuş gibi gö rü nü yor. Ilk baştaki iddialı
dü şü ncem -yıllar ö nce Manastır Güncesi ü zerinde çalıştığ ım zamanlardan kalma bir dü şü nceydi bu-, insan ruhundaki
ermişliğ in, yani bizim kalıcı, gö rü ndü ğ ü kadarıyla da yok edilemez hayvanlığ ımızı altü st edebilen bu "teratolojik"
tezahü rü n, doğ anın dü zenini bozduğ unu, onu şaşırttığ ını ve yanlış tarafa yö nlendirdiğ ini gö stermekti. Hieronymus
Bosch'un Baştan Çıkarılış adlı tablosunda resmettiğ i o hayal â lemindeki Aziz Antonius'un, sırf bir ermiş olması
nedeniyle, doğ anın gö zle gö rü len ya da gö rü lmeyen tü m gü çlerini, aklın içindeki canavarları ve yine onun yarattığ ı
yü celikleri, şehvet dü şkü nlü ğ ü nü ve karabasanları, tü m gizli istekleri ve gü n ışığ ına çıkmış tü m gü nahları en
derinlerden yukarılara çıkmaya zorladığ ını dü şü nü yordum o zamanlar. Ne gariptir ki bu kadar uzak bir konuyu alıp
(ne yazık ki edebi yeteneklerimin bu tasarının ihtişamının çok aşağ ısında kaldığ ını anlamakta gecikmeyecektim)
anıların basit bir dö kü mü ne gö tü rme girişimi -ki bu iş elbette daha uygun bir ad gerektirecekti-, kendimi o ermişle
bir biçimde benzer durumda gö rmemi engelleyemedi. Yani demek istiyorum ki, ben de bu dü nyanın bir ferdi
olduğ uma gö re, en azından insan denilen bu varlıktaki "yapısal ayrılmazlık" ö zelliğ i nedeniyle, benim de tü m
arzuların sahibi ve tü m baştan çıkarıcı şeylerin hede i olmam kaçınılmazdı. Aslında, herhangi bir çocuğ u, sonra
herhangi bir yeniyetmeyi, daha sonra da herhangi bir yetişkini alıp Aziz Antonius'un yerine koyacak olsak,
aralarındaki farklılıklar nasıl ifade edilebilirdi? Tıpkı hayal gü cü ndeki canavarların o evliyanın yakasını
bırakmadıkları gibi, karanlık gecenin içindeki en mü thiş korkular da benim bir zamanlar olduğ um o çocuğ un peşini
bırakmamıştı, gezegendeki tü m Antoniusların ö nü nde şehvetle raksetmeyi sü rdü ren tü m çıplak kadınlar da, bir gece,
â detim olduğ u gibi tek başıma Salon Lizbon Sinemasına doğ ru yü rü rken, yorgun ve kayıtsız bir sesle bana "Benimle
gelmek ister misin?" diye soran o tombul fahişeden farklı değ illerdi. Bom Formoso Sokağ ı'nda, hani oradaki taş
merdivenlerin kö şesinde olmuştu bu, on iki yaşlarında falan olmalıydım. Bosch'vari doğ aü stü sahnelerden
bazılarının, ermişle çocuk arasındaki herhangi bir karşılaştırma olasılığ ının yerini alır gibi gö rü ndü ğ ü doğ ruysa,
bunun nedeni, o zamanlar kafamızın içinden neler geçtiğ ini artık hatırlamayışımız ya da hatırlamak istemeyişim
izdir. Bosch'un tablosunda ermişi rü zgâ rların arasından havada taşıyan o uçan balık, bizim uçan bedenimizden pek
de farklı değ il, tıpkı benim bedenimin, Carrilho Videira Sokağ ı'ndaki binalar arasında uzanan bahçelerin içinde, kâ h
limon ve yenidü nya ağ açlarına sü rtü nerek, kâ h kollarımı şö yle bir oynatmakla çatıların ü stü ne yü kselerek onca kez
uçtuğ u gibi. Aziz Antonius'un benimkiler gibi korkular yaşamış olduğ una inanamam; durmadan tekrarlayan o
karabasanda, ne eşyaları ne kapıları ne de pencereleri olan ü ç kö şeli bir odanın içinde hapsolduğ umu gö rü rdü m hep,
bir kö şede de "o şey" olurdu (bö yle diyorum, çü nkü ne olduğ unu bir tü rlü anlayamadım), yavaş yavaş bü yü meye
başlar, bir yandan hep aynı olan ha if bir mü zik çalarken, o şey gitgide bü yü r, bü yü r, sonunda beni en son kö şede
sıkıştırdığ ında, boğ ulurcasına, sıkıntı içinde, terden sırılsıklam uyanırdım, gecenin o meşum sessizliğ i içinde. Hiç
ö nemli bir şey olmadığ ı sö ylenebilir. Işte belki de bu yü zden bu kitap isim değ iştirip Küçük Anılar adını aldı. Evet,
küçüklüğümdeki küçük anılardan başka bir şey değil bunlar.
Devam edelim. Barata ailesi, Cavaleiros Sokağ ı'ndaki 57 numaralı apartmandan Fernâ o Lopes
Sokağ ı'na taşındığ ımızda girdi benim hayatıma. 1927'nin Şubat ayında hâ lâ Mouraria'da oturduğ umuzu sanıyorum,
çü nkü Sâ o Jorge Kalesi'nden VII. Eduardo Parkı'nda kamp kurmuş olan asilerin ü zerine açılan top ateşiyle mermilerin
çatıların ü zerinden ıslık çalarak geçişini duyduğ umu bugü n olmuş gibi hatırlıyorum. Kalenin içindeki dü zlü kten,
bizim oturduğ umuz binayı ortalayacak biçimde çekilecek dü z bir çizginin, Lizbon'daki askeri isyanların geleneksel
kumanda noktasına varması kesindi. Hedefe isabet ettirebilmek ya da ettirememek artık bir nişancılık ve ustalık
sorunuydu, ilk gittiğ im okul Martens Ferrâ o Sokağ ı'ndaki okul olduğ una ve o zamanlar ilkokula yedi yaşında
başlandığ ına gö re, Cavaleiros Sokağ ındaki evden ben okula başlamadan az ö nce çıkmış olmamız gerek. (Gerçi gö z
ö nü ne alınması gereken, belki de daha tutarlı bir ihtimal daha var, anlatmaya devam etmeden ö nce onu da
kaydedeyim: O top atışlarının, 7 Şubat 1927'deki başarısız ihtilal girişimindekiler değ il de ertesi yılki girişimdekiler
olabileceğ i ihtimali. Aslında sinemaya gitmeye ne kadar kü çü k yaşta başlamış olsam da -hani daha ö nce sö zü nü
ettiğ im Salon Lizbon, ya da daha bildik takma adıyla "Bit Sineması", Mouraria'da,-Marqué s de Alegrete Kemeri'nin
yanındaydı-, bö yle bir şey daha beş yaşımı bile bitirmemiş olduğ um Şubat 1927'de dü nyada olamazdı.) Cavaleiros
Sokağ ındaki evi paylaştığ ımız insanlar arasında bir tek evin oğ lunu hatırlıyorum. Çocuğ un adı Felix'ti, onunla birlikte
en korkunç karabasanları gö rmü şü zdü r, bunların hepsi de o zamanlar sinemada bize gö sterdikleri, bugü nse
gülmekten kırılacağımız, tüyler ürpertici filmler yüzünden olsa gerekti.
Baratalar iki erkek kardeştiler; bunlardan biri, benim babam gibi polis memuruydu, ama o Kriminal
Soruşturma denilen bir başka bö lü mdeydi. Birkaç yıl sonra şef yardımcılığ ına ter i edecek olan babam, o zamanlar
PTAB'de, yani Polis Teşkilatı Asayiş Bö lü mü 'nde, personel durumunun gereğ ine gö re sokakta ya da karakolda gö rev
yapan basit bir polisti ve -her zaman sivil giyimli dolaşan ö tekinin tersine- 567 olan kimlik numarasını yakasında
taşırdı. Sanki şu anda gö zlerimin ö nü ndeymiş gibi kesin bir netlikle hatırlıyorum, yazın gri pamukludan, kışın da kalın
mavi abadan dikilen ve dolman denilen ü niforma ceketinin sert yakasındaki nikelajlı pirinçten yapılmış bu
numaraları. Polis teşkilatının Kriminal Soruşturma bö lü mü ndeki Barata'nın adı Antö nio'ydu, bıyıklıydı ve Conceiçâ o
adında biriyle evliydi; bu kadın yü zü nden yıllar sonra sorun çıkacaktı, çü nkü annem, babamla onun arasında belli bir
yakınlık olduğ undan kuşkulanmıştı ya da bu konuda yeterli kanıtları vardı, en hoşgö rü sahiplerininkiler de dahil
olmak ü zere her tü rlü değ erlendirme ö lçü tü nü n ışığ ında abartılı bir iddiaydı bu. Gerçekte neler olup bittiğ ini hiçbir
zaman ö ğ renemedim; ben yalnızca, artık yeni eve taşındığ ımızda annemin içini dö kmek için sö ylediğ i yarım yamalak
birkaç sö zden sonuç çıkarıp hayal edebildiğ im şeylere dayanarak anlatıyorum bunları. Çü nkü ailelerimizin oturmakta
olduğ u Padre Sena Freitas Sokağ ı'ndan Carlos Ribeiro Sokağ ı'na taşınmamızın en gü çlü nedeni buymuş gibi
gö rü nü yor; bu iki sokak da Penha de França Kilisesi'nden Vale Escuro'nun girişine kadar inen yamaçta o zamanlar
yeni inşa edilmekte olan mahallenin sokaklarıydı. Işte ben bu Carlos Ribeiro Sokağ ı'ndan çıkmıştım, yirmi iki
yaşımdayken, Ilda Reis'le evlenmek için.
Barata kardeşlerden ö tekini daha da az hatırlıyorum, ama yine de onu kısacık boyuyla, şişmana yakın
tıknaz haliyle gö zü mü n ö nü ne getirebiliyorum. Ne iş yaptığ ını bir zamanlar biliyorsam da unuttum gitti. Galiba
karısının adı Emilia'ydı, eğ er yanılmıyorsam adamınki de José : bu isimler, tıpkı sö zde ha ifmeşrep bir kadın olan
Conceiçâ o'nunki gibi, unutulmuşluğ un alü vyonları altında yıllarca ve yıllarca gö mü lü kaldıktan sonra, suyun altına
bağ lı bir balık ağ ı mantarının dipteki çamur katmanlarından birdenbire kurtulması gibi, ihtiyaç olduğ unda belleğ in
derinliklerinden yavaşça yü zeye çıkıverdiler. Iki çocukları vardı, Domitilia ile Leandro, ikisi de benden biraz daha
bü yü ktü ; her ikisi hakkında da anlatılacak hikâ yeler var, hele o kızla ilgili olarak, ne mutlu bana, hatırlanacak çok tatlı
şeyler var. Leandro'yla başlayalım. O zamanlar Leandro, oldukça akılsızdı demeyeyim ama, pek zeki gö rü nmü yordu
ya da zekâ sını gö stermek için pek fazla çaba harcamıyordu. Amcası Antonio Barata, imalı sö zlerle, benzetmelerle,
üstü kapalı laflarla nefesini tüketmez, dosdoğru "eşşek" derdi ona, hem de üstüne basa basa. O dönemde hepimiz Joâo
de Deus'un Temel Okuma Kitabı'ndan sö kü yorduk okumayı; kendisi çok saygıdeğ er bir kişi, harika bir eğ itimci olarak
daha hayattayken layık olduğ u ü ne kavuşmuş olmasına rağ men, alfabedeki dersler boyunca sö zcü klerle ilgili birkaç
tuzak kurmak gibi sadistçe bir eğ ilimden kaçmayı bilememiş ya da istememişti, belki de saf bir kayıtsızlıkla,
okumanın gizemleri konusunda doğ anın daha az yetenekli yarattığ ı bazı acemi ö ğ renciler için bunların birer tuzak
olabileceğ i aklının ucundan bile geçmemişti. Leandro'nun amcasından aldığ ı fırtınalı dersleri hatırlıyorum da (o
gü nlerde Morais Soares yakınlarında Carrilho Videira Sokağ ı'nda oturuyorduk), zavallı çocuğ un, hatırladığ ım
kadarıyla, hiçbir zaman doğ ru sö yleyemediğ i zor bir kelimeye takıldığ ı her defasında sille tokat sona ererdi bu
dersler (avuç içine vurulan ve "beş gö zlü kız" olarak da bilinen değ nek gibi, tokat da o zamanlar geçerli olan eğ itim
yö ntemleri için vazgeçilmez bir araçtı). Sö yleyemediğ i o uğ ursuz kelime "acelga"ydı, ama çocuk onu hep “a
cega,(Acelga Pazı. A cega:Kör kadın(Ç.N)) diye telaffuz ederdi. Amcası bas bas bağ ırırdı: "Acelga, eşşek herif, acelga
diye. Leandro da, bir yandan şamarın inmesini beklerken, tekrar ederdi: “A cega!" Ne birinin saldırganlığ ına ne de
ö tekinin çektiğ i azaba değ ecek bir şeydi bu; zavallı çocuk, kafasını kesseler her defasında "a cega" diyecekti. Besbelli
Leandro disleksi(Disleksi:Okumayı ö renme gü çlü ğ ü . (Ç.N)) hastasıydı, ama bu sö zcü k, sö zlü klerde var olsa da, bizim sevgili, iyi yü rekli
Joâo de Deus'un okuma kitabında yer almıyordu.
Domitilia'ya gelince; bir gü n ikimiz, bedenlerimizde dokunulacak, içine girilecek, hareket ettirilecek ne
varsa hepsini merak ederek, pü rheves sevgilicilik oyunu oynarken yatakta yakalanmıştık. O zamanlar kaç
yaşındaydım diye merak ediyorum da, on bir yaşlarımda ya da belki biraz daha kü çü k olmam gerektiğ ini sanıyorum
(aslında tam olarak bilmem imkâ nsız, çü nkü Carrilho Videira Sokağ ı'nda aynı evde iki kez oturmuştuk). Pervasız
yumurcaklar (kim bilir ikimizden hangimizin ikriydi bu, ama girişimin benden çıkmış olması daha muhtemel),
kıçlarına birkaç şaplak yediler, ama pek de şiddetli olmayan, gö stermelik bir dayak olduğ unu hatırlıyorum. Annem de
dahil olmak ü zere evdeki ü ç kadının, ö ylesine mahrem keşi lerde bulunabilmek için gerekli olan uzun zamanı
beklemeye dayanamamış olan aceleci gü nahkâ rlara belli etmeden, aralarında ne kadar gü lmü ş olduklarından hiç
kuşkum yok. Evin arkasındaki terasta (çok yü ksek olan beşinci katta), çö melip suratımı parmaklıkların arasına
sokmuş olarak ağ ladığ ımı, o arada Domitilia'nın da ö teki tarafta gö zyaşlarıma eşlik ettiğ ini hatırlıyorum. Ama ıslah
olmaya hiç niyetimiz yokmuş. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, ben artık Padre Sena Freitas Sokağ ı'nda 11
numarada otururken, kız bir gü n Conceiçâ o Yengesini ziyarete gelmişti, işe bakın ki ne yengesi oradaydı ne de
amcası, annemle babam da evde değ illerdi de bu sayede bol bol vakit bulabilmiştik birbirimize yaklaşıp araştırma
yapmaya, gerçi işi sonuna kadar vardırmamıştık ama her ikimizde de paha biçilmez anılar bırakmıştı, yani en
azından bende, çü nkü şu anda bile onu belden aşağ ısı çırılçıplak olarak gö zü mü n ö nü ne getirebiliyorum. Daha
sonraları Barata kardeşler artık Chile Meydanı'nda otururlarken, Domitilia'ya gö z koymuş olarak onları ziyarete
giderdim, ama o zamanlar artık bü yü mü ş ve her şeyi yapabilecek durumda olduğ umuzdan, baş başa kalacak zamanı
pek bulamazdık. Yine bu Padre Sena Freitas Sokağ ı'ndayken bir gecenin birkaç saatini kuzinlerimden biriyle
uyuyarak (ya da uyumayarak) geçirmiştim (onun adı da anneminki gibi Maria da Piedade'ydi, annem onun teyzesi
olduğ u gibi aynı zamanda vaftiz annesiydi de), o benden biraz daha bü yü ktü , aynı yatağ ın içinde, o başucundan
ayakucuna doğru yatmıştı, ben de ayakucundan başucuna doğru yatıyordum. Annelerimizin sa lıkla aldığ ı yararsız bir
önlemdi bu. Onlar bizim duymamamız gereken sohbetlerine bizi yatırmak için ara vererek, o sevgi dolu elceğ izleriyle
bizi gü zelce yatırıp ü stü mü zü ö rttü kten sonra mutfakta yeniden sohbete dalarlarken, birkaç dakikalık arzu dolu bir
bekleyişten sonra, yü reklerimiz gü m gü m atarken, çarşa la battaniyenin altında, karanlıkta, mazur gö rü lecek bir
gereksinim ve heyecan içinde, ama ayrıca anatomik gö rü ş açısı bakımından erişebileceğ imiz mesafede olan şeyler
konusunda yalnızca metodik değ il aynı zamanda aydınlatıcı bir tarzda birbirimize karşılıklı dokunarak bedenlerimizi
inceden inceye keşfe çıktık. Hatırlıyorum da, benim tarafımdan gelen ilk hareket, yani tabir yerindeyse ilk bordalama
hareketi, sağ ayağ ımı alıp Piedade'nin çoktan çiçek açmış olan orasına dokundurmak olmuştu. Gecenin ilerlemiş bir
saatinde, babamın Francisco adındaki bir kardeşiyle evli olan Maria Mogas Yengem, eve dö nmek ü zere bizi yataktan
kaldırmaya geldiğinde, ikimiz de melek gibi uyuyor pozuna geçmiştik. Ne masum zamanlarmış onlar.
Padre Sena Freitas Sokağ ı'nda iki ya da ü ç yıl oturmuş olmamız gerekiyor. Ispanyol Iç Savaşı
başladığ ında biz o sokakta oturuyorduk. Carlos Ribeiro Sokağ ı'na taşınmamız 38'de, hatta belki de daha ö nce 37'de
olsa gerek. Hâ lâ anlatılmaya değ er olan bu anımın yepyeni noktaları ve yepyeni tarihleri su yü zü ne çıkarmasını
saymazsak, bazı olayları zamanın içinde yerli yerine oturtmak bana imkâ nsız değ ilse bile oldukça zor geliyor, ama
eminim şimdi bu anlatacağ ım şey Ispanya'da Iç Savaş başlamadan ö nce olmuştu. O zamanlar alt tabakadan insanlar
arasında pek makbul olan ve herkesin kendi evinde imal edebildiğ i bir oyun vardı (benim pek az oyuncağ ım
olmuştur, genellikle tenekeden olan bu oyuncaklarım da sokaktaki seyyar satıcılardan alınmış olurdu); bu dediğ im
oyun, ü zerine her iki yanında on birer tane olmak ü zere yirmi iki adet çivi çakılmış dikdö rtgen bir tahtadan
oluşuyordu; bu çivilerin dağ ılımı, şimdiki modern taktikler ortaya çıkmadan ö nce futbol sahalarında oyuncuların yer
aldığ ı biçimde olurdu, yani ö n sırada beş tane, bunlar forvetler, sonra ü ç tane, bunlar orta oyuncular, aynı zamanda
İngilizce'deki gibi half da denirdi bunlara, onların arkasında iki tane savunma oyuncusu ya da back, en sonda da kaleci
ya da keeper. Kü çü k bir misketle oynanabilirdi, ama tercihen madeni bir bilye kullanılırdı, hani şu rulmanlarda
bulunanlardan; bu bilye, kü çü k bir spatulayla çivilerin arasından sırayla bir o yana bir bu yana sü rü lü rdü , ta ki kaleye
girene (kaleler de vardı) ve bö ylelikle gol olana kadar. Bu son derece ilkel malzemelerle insanlar eğ lenirlerdi, hem
kü çü kler hem de bü yü kler, kavgalı gü rü ltü lü karşılaşmalar ve şampiyonalar yapılırdı. Şimdi bu kadar uzaktan
bakıldığ ında bir altın çağ mış gibi gö rü nebilir, belki de birkaç dakika boyunca ö yle olmuştur. Ama şimdi gö rü leceğ i
gibi her zaman öyle olmuyordu. Bir gü n babamla ben evin arkasındaki terasta bu oyunu oynuyorduk (hatırlıyorum da
o zamanlar imkâ nları kıt olan insanlar vakitlerinin çoğ unu evin arkasında, ö zellikle de mutfaklarda geçirirlerdi), ben
yerde oturuyordum, babam da kü çü k bir tahta tabureye oturmuştu, hani şu her zaman kullanılan, ö zellikle de
ü zerlerine oturup dikiş diken kadınlar tarafından vazgeçilmez olarak gö rü lenlerden. Antö nio Barata arkamda ayakta
durmuş, oyunu seyrediyordu. Benim babamda ö yle kolay kolay oğ luna yenilecek gö z yoktu, bu yü zden de benim
acemiliğ imden yararlanarak acımasız bir şekilde gol ü stü ne gol atıyordu. Bizim bu Barata, polis teşkilatında bir
Kriminal Soruşturma memuru olarak, gö zetimi altındaki tutuklular ü zerinde etkili bir psikolojik baskı kurmak için
kullanılan çeşitli yö ntemler konusunda yeterinden fazla antrenman yapmış olsa gerekti, ama biraz daha fazlasını
yapmak için bu fırsattan yararlanabileceğ ini dü şü nmü ş olmalıydı. Ayağ ıyla sü rekli olarak arkamdan dü rterken bir
yandan da "Kaybediyorsun, kaybediyorsun!" deyip duruyordu. O kü çü k çocuk kendisini yenmekte olan babasına ve
kendisini kü çü k dü şü rmekte olan komşuya dayanabildiğ i kadar dayandı, ama birden çileden çıkarak Barata'nın
ayağ ına bir yumruk indirdi (zavallıcık, onun yumruğ u bir kö pek yavrusunun vurduğ u iske gibi olmuştu), bir yandan
da bu gibi durumlarda kimseyi gü cendirmeden sö ylenebilecek bir çift sö zle içini boşalttı: "Rahat dursana!" Sö zü daha
bitmemişti ki, oyundan galip çıkan babasının suratına iki tokat aşketmesiyle çocuk terasın beton zemine yuvarlandı.
Bü yü ğ ü ne saygıda kusur ettiğ i için vurmuştu elbette. Her ikisi de, yani baba da komşu da, asayişin korunmasıyla
gö revli dü rü st polis memurları oldukları halde, sonunda bu ü zü cü hikâ yeyi -hem kendisininkini hem de onlarınkini-
anlatabilmek için henüz çok büyümesi gereken bir kişiye saygıda kusur ettiklerini hiçbir zaman fark edememişlerdi.
Daha sonraları, o aynı terastan, benden ü ç-dö rt yaş bü yü k olan Deolinda adında bir kıza â şık
olmuştum; bizimkine paralel olan Travessa do Calado Sokağ ı'nda, arkası bizim eve bakan bir apartmanda
oturuyordu. O zamanlar sevgili olmak demek, konuşma teklif edip az ya da çok sü rekli olacağ ına dair sö zler vermek
demekti ("Benimle çıkmak ister misin?" "Olur, eğ er niyetin ciddiyse." ), ama burada açıklamam gerekir ki bizim
aramızda bö yle bir şey asla olmadı. Uzun uzun bakışır, birbirimize işaretler yapardık, aradaki avluların ve çamaşır
iplerinin ü zerinden terastan terasa konuşurduk, ama sö z verme konusunda fazla ileri gitmemiştik. Çekingen ve içime
kapanık halimle birkaç kez evine de gitmiştim (bü yü kannesi ve bü yü kbabasıyla oturduğ unu hatırlıyorum), ama aynı
zamanda her şeye ya da olabilecek her şeye kararlıydım. Bu her şey, sonunda bir hiçle noktalanacaktı. Kız çok gü zeldi,
kü çü k, yuvarlacık bir yü zü vardı, ama dişleri çü rü k çarıktı, bu da hiç hoşuma gitmiyordu, ü stelik duygusal olarak bana
bağlanamayacağı kadar küçük olduğumu düşünüyordu galiba. Kendi yaşıtı olan başka bir talibi olmadığından birazcık
gö nü l eğ lendiriyordu yine de aramızdaki yaş farkının bu kadar gö ze çarpmasından ü zü ntü duyuyordu ya da ben o gü n
bu gü ndü r yanılgı içindeyim. Bir an geldi, ben bu girişimden vazgeçtim. Kızın soyadı Bacalhau'ydu, ben de, anlaşılan
daha o zaman bile sö zcü klerin sesleri ve anlamları konusunda duyarlı olduğ umdan, karımın hayatı boyunca Deolinda
Bacalhao Saramago(Bacalhao:Morina balığ ı; saramago:yabani turp.(ç.n)) gibi bir adın yü kü nü çekmesini
istememiştim.
Bir başka yerde anlatmıştım soyadımın neden Saramago olduğ unu; bu Saramago'nun babamın soyadı
değ il, ailemizin kö yde herkesin bildiğ i lakabı olduğ unu da. Babam, ikinci oğ lunun doğ umunu bildirmek ü zere Nü fus
Mü dü rlü ğ ü 'ne gittiğ inde, gö revli nü fus memuru (adı Silvino'ymuş) sarhoşmuş (babam inadına hep ö yle olmakla
suçlardı adamı) ve alkolü n etkisiyle, hiç kimse bu isim sahtekâ rlığ ının farkına varmadan, babamın bana vermeyi
istediğ i kısa ve ö zlü José de Sousa adının arkasına bir de Saramago'yu eklemeye, tehlikeyi gö ze alıp kendi hesabına
karar vermiş. Bö ylelikle, en sonunda, tü m ilahı gü çlerin araya girmesi sayesinde -burada elbette şarabın ve onu
içmekte aşırıya kaçan herkesin tanrısı olan Bakü s'ten sö z ediyorum-, gelecekte kitaplarımı imzalamak için bir takma
ad uydurma ihtiyacını duymadım. Şanslıymışım, hem de çok şanslıymışım ki, o zamanlar ve daha sonra da uzun yıllar
boyunca Pichatada, Curroto ve Caralhana (Pichatada: Çü kü baglı; curroto: kıçıkırık; caralhana: kaltak (Ç.N.)) gibi mü stehcen
namıdiğ erleri sırtlarında taşımak zorunda kalan Azinhagalı bazı ailelerin çocuğ u olarak dü nyaya gelmemişim.
Ailemin aklının ucundan bile geçmeyen bu Saramago soyadıyla damgalanmış olarak atılmışım hayata ve ancak yedi
yaşıma geldiğ imde beni ilkokula yazdırmaya gö tü rü p de nü fus kâ ğ ıdımı gö stermeleri gerektiğ inde, gerçekler
bü rokratik gayya kuyusunun içinden bü tü n çıplaklığ ıyla çıkıvermiş; bu işe çok sinirlenen babam, zaten Lizbon'a
taşındığ ından beri bu lakaptan çok rahatsız oluyormuş. Ama işin daha da beteri, evraklarında da gö rü leceğ i gibi
babamın adı yalnızca José de Sousa'yken, her zaman sert ve gü vensiz olan Yasa, o halde bu adamın nasıl olur da tam
adı José de Sousa Saramago olan bir evladı olabileceğ ini ö ğ renmek istemiş. Bö ylelikle bir uyarı alan babamın, her şeyi
sağ lıklı ve dü rü st bir şekilde yerli yerine oturabilmesi için, adını yeniden kaydettirme yoluna gitmekten başka çaresi
kalmayınca kendisi de José de Sousa Saramago adını almış. Herhalde insanlık tarihinde evladın babaya adını verdiğ i
tek vaka budur. Bu durum pek fazla işimize yaramadı, yani ne bizim ne de insanlık tarihinin, çü nkü hoşlanmadığ ı
şeyler konusunda azimli olan babam, her zaman kendisine yalnızca Sousa denmesini istedi, öyle olmasını da sağladı.
Bir gü n, komşularımızdan biri, -yani aynı sokakta oturduğ umuz için komşu diyorum (hâ lâ Padre Sena
Freitas Sokağ ı'ndaydık), yoksa birbirimizi tanıdığ ımızdan değ il, genç bir adamdı, belki yirmili yaşlarındaydı- aklını
kaçırdı. Dediklerine gö re fazla okumaktan, fazla çalışmaktan çıldırmış. Tıpkı Don Kişot gibi. Bir kriz geçirdiğ ini
hatırlıyorum, gö zü mü zle gö rdü ğ ü mü z tek kriz olmuştu zaten, çü nkü daha sonra ondan bir daha haber alamamıştık,
herhalde onu, o zamanlar tımarhane diye algılanagelen Rilhafoles'e kaldırmışlardı. Birdenbire dışarıdan yü rek
parçalayıcı, canhıraş feryatlar duymaya başlamıştık, hemen pencereye koştuk, annem, Conceiçâ o ve ben, neler oluyor
gö relim diye. O, sokağ ın karşı tarafında, bizimkinden oldukça yü ksek bir binanın en ü st katında oturuyordu, bizim
oturduğ umuz binanın biraz daha sağ ında olan bu bina Cesâ rio Verde Sokağ ı'nın kö şesindeydi. Tekrar tekrar
pencereye çıktığını gördük, hani sanki kendini aşağı atmak istermiş gibi; öyle olduğunu, hemen arkasından birilerinin
uzanıp onu tutmalarından anlıyorduk, o ise debeleniyor, insanın içini parçalayan bir sesle bağ ırarak hep aynı
sö zcü kleri tekrarlıyordu: "Ay, Aziz Hilario! Ay, Aziz Hilario!" diye. Aziz Hilario'yu neden bö yle çağ ırıp duruyordu
hiçbir zaman ö ğ renemedik. Bir sü re sonra bir ambulans gö rü ndü , herhalde itfaiyenin ambulansı olsa gerekti, onu alıp
içine koydular, bir daha da geri dönmedi, en azından biz orada oturduğumuz sürece.
O sıralarda ben artık Xabregas'daki Afonso Domingues Meslek Okulu'na gidiyordum, ama bir zamanlar
Sâ o Vicente de Fora Manastırının içinde bulunan Gil Vicente Lisesi'nde geçirdiğ im kısacık iki yıldan sonra. Tam
olarak sö ylemek gerekirse, kısa sü reli ö ğ renimimin kronolojisi şö yle oldu: Ortaokula 1933'te daha on yaşımdayken
girdim (dersler ekim ayında başlıyordu, benim yaş gü nü mse kasımdaydı), 1933-34 ve 1934-35 ders yıllarında
oradaydım, sonra on ü ç yaşımı bitirmeme az kala Afonso Domingues'e gittim. Besbelli lise mü fredat programında
bulunmayan Atö lye Çalışması, Mekanik ve Makine Çizimi gibi teknik dersler nedeniyle, Afonso Domingues'de bir yıl
geriden gittiğ imi de gö z ö nü nde bulundurmak gerekiyor, yani bu dersler için birinci sınıfa, geri kalan dersler içinse
ikinci sınıfa gidiyordum. Bö ylelikle Teknik Okul'a devam durumum şö yle olmuştu: 35-36, ikinci ve birinci sını lar; 36-
37, ü çü ncü ve ikinci sını lar; 37-38, dö rdü ncü ve ü çü ncü sını lar; 38-39, beşinci ve dö rdü ncü sını lar; 39-40, beşinci
sınıf. Sameiro'ya yaptığ ımız gezi, hani şu benden bir tü rlü ayrılmak istemeyen atın olduğ u gezi, 38-39 ders yılının
sonunda, ama sınavlardan ö nce yapılmıştı; oyun sırasında bir ara atlayayım derken bü yü k bir şanssızlıkla sol
ayağ ımın burkulması sonucu ö kçe kemiğ im kırılmış, bir aydan uzun bir sü re, dizime kadar çıkan, alçıdan yapılma bir
tü r çizmeyle dolaşmak zorunda kalmıştım; alçının içine giren, ü zengi dediğ imiz kıvrık bir demir parçası sayesinde
yere basabiliyordum. Bu bacak alçısı, okul arkadaşlarımın imzaları, resimleri ve karalamalarıyla pek eğ lenceli bir hal
almıştı. Hatta içlerinden biri, yazılı matematik sınavında alçımdan kopya çekmekte yararlanabileceğ imi bile
düşünmüştü: "Paçanı yukarı çekiverir-sin, işte o kadar." Onun bu tavsiyesine uymadığım halde sınavda geçmiştim.
Bu dü nyaya gelmemle ilgili bir başka ö ykü yü anlatmam için uygun zamanın geldiğ ini sanıyorum.
Soyadımın neden olduğ u o nazik kimlik sorunum yetmiyormuş gibi, onun yanında bir başka sorun daha çıkmıştı, o da
doğ um tarihimdi. Ben aslında 16 Kasım 1922 gü nü ö ğ leden sonra saat ikide doğ muşum, yoksa nü fus kâ ğ ıdımda yazılı
olduğ u gibi ayın 18'inde değ il. Olan şu ki, o sıralarda kö yden uzakta bir yerde çalışmakta olan babam, oğ lunun
doğ umunda hazır bulunamamış olması bir yana, eve de ancak 16 Aralık'tan sonra, bü yü k bir olasılıkla da gü nlerden
pazar olan 17'sinde dö nebilmiş. O zamanlar, herhalde bugü n de ö yledir, herhangi bir doğ um olayının otuz gü nlü k bir
sü re içinde nü fusa kaydedilmesi gerekiyormuş, yasanın ihlali durumundaysa para cezası uygulanırmış. Ataerkil aile
dü zeninin geçerli olduğ u o zamanlarda, meşru bir çocuk sö z konusu olduğ unda nü fus kaydının çocuğ un annesi ya
da herhangi bir akrabası tarafından yapılması hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmediğ inden, doğ umun tek faili
olarak da resmen babanın kabul edildiği göz önüne alındığından (Gil Vicente Lisesi'ne kayıt kâğıdımda annemin değil,
yalnızca babamın adı geçiyor), babamın kö ye geri dö nmesini beklemişler, para cezasını ö demek zorunda kalmamak
için de (az da olsa herhangi bir miktar aile bü tçemiz için fazla gelecekmiş), doğ umun gerçek tarihini iki gü n ileri
almışlar ve böylelikle sorun çözümlenmiş. Azinhaga'da hayat hep ö yle, hep zahmetli ve zor olduğ undan, erkekler çoğ u
zaman haftalar boyunca çalışmak için kö yden uzaklara giderlerdi, dolayısıyla bu olay bu tü r kü çü k sahtekâ rlıkların ne
ilki olsa gerekti ne de sonuncusu olacaktı. Nü fus kâ ğ ıdımdaki doğ um tarihime gelince; ö ldü ğ ü mde iki gü n daha yaşlı
olacağım, ama aradaki farkın fazla dikkat çekmeyeceğini umuyorum.
Aynı merdiven sahanlığ ının sağ tarafında (hâ lâ Padre Sena Freitas Sokağ ında oturuyorduk), bir karı
kocayla bir de oğ ullarından oluşan bir aile oturuyordu. Adam, Intendente Mahallesindeki Viü va Lamego seramik
fabrikasında ressam olarak çalışıyordu. Karısı Ispanyol'du, ama Ispanya'nın neresinden olduğ unu bilmiyorum,
adı Carmen'di; çocukları da kü çü cü k sarışın bir oğ landı, o zamanlar ü ç yaşında kadardı (ben onu ö yle hatırlıyorum,
hani sanki biz orada oturduğ umuz sü re boyunca hiç bü yü memiş gibi). O ressamla ikimiz iyi arkadaştık, bu size
şaşırtıcı gelebilir, çü nkü sö z konusu olan, benim kü çü cü k dü nyamda sıra dışı bir mesleğ i olan yetişkin bir insandı,
oysa ben, kafası kuşkular ve kesin kanılarla dolu, ama her ikisinin de bilincinde olmayan, şaşkın bir yeniyetmeydim.
Adamın soyadı Chaves'di, adı neydi hatırlamıyorum, belki de hiçbir zaman ö ğ renmemiştim, benim için o her zaman
yalnızca Bay Chaves'di. Işinde vakit kazanmak ya da belki fazla mesai parası almak için evde de seramik yapardı, ben
de o saatlerde onu ziyarete giderdim. Kapıyı çalardım, karısı açardı, her zaman suratsızdı, benimle pek ilgilenmezdi,
kü çü k yemek odasına geçerdim, orada, hareketli bir masa lambasının aydınlattığ ı bir kö şede, adamın
çalıştığ ı çö mlekçi tornası dururdu. Benim ü zerine oturacağ ım yü ksek sıra da orada beni bekliyor olurdu. Piştikten
sonra bu tü r seramiklerdeki o bildik mavi renge dö nü şen neredeyse gri denebilecek bir boyayla ü zerleri sırlı çanak
çö mleğ i boyamasını seyretmeye bayılırdım. Çiçekler, sarmal kıvrımlar, arabesk sü slemeler, ö rgü lü kordonlar onun
fırça darbeleriyle meydana çıkarken, biz de sohbet ederdik. Ben çok genç olduğ um ve hayat tecrü bem tahmin
edilebileceğ i gibi olduğ u halde, bu duyarlı ve ince ruhlu insanın kendini yalnız hissettiğ ini sezinleyebiliyordum.
Bugü nse bundan eminim. Ailem Carlos Ribeiro Sokağ ı'na taşındıktan sonra da onu evinde ziyaret etmeyi sü rdü rdü m
ve bir gü n ona halk edebiyatı tarzında yazılmış bir mani gö tü rdü m, o da onu kalp biçiminde kü çü k bir tabağ ın içine
yazdı, bu hediyeyi vereceğ im kişi, kur yapmaya başlamış olduğ um IIda Reis olacaktı. Eğ er belleğ im beni
yanıltmıyorsa, bu benim ilk "şiirsel eserim" olacaktı, doğ rusunu sö ylemek gerekirse, henü z bitirmediysem bile on
sekiz yaşımı bitirmek ü zere olduğ umu dü şü nü rsek, oldukça geç bir eser sayılabilirdi. Dostum Chaves tarafından
hararetle tebrik edilmiştim: Sü slemeli sö z sanatı oyunlarına, yani o zamanlar son derece moda olan ve ancak
içtenliğ in gü lü nç olmaktan kurtarabildiğ i o enfes şiir yarışmalarına katılmam gerektiğ i kanısındaydı. Aldığ ım ilhamın
meyvesi şu mısralardı: "Aman duymasın kimse / verdim bu sırrı sana: / sırlı bir kalp verdimse / benimki senden
yana." En azından, ama en azından Gümüş Menekşe madalyasına layık görüleceğimi kabul etmeniz gerekir...
Karı-koca iyi anlaşamıyor gibi gö rü nü yorlardı; o sevimsiz Ispanyol kadın, Portekiz'in kokusunu taşıyan
ne varsa nefret edilecek bir şey olarak gö rü yordu. Adam ne denli sabırlı ve nazikse, ne kadar sö zü nü sakınır, ö lçü lü
konuşursa, kadın da o kadar jandarma gibi kaba saba, suratsız, enine boyuna iriyarı, Camö es'in (Luis Vaz de Camoes:1524-1580
Portekizl'in Homeros, Vergilius ve Dante'yle eşdeğ er gö rü len en bü yü k şairi. (Ç.N.) dilini acımasızca katleden sivri dilli bir hatundu. Hele o saldırgan

karakterinin yanında bü tü n bunlar hiç kalır. Iç Savaş patlak verdiğ inde ben onların evinde dinlemeye başlamıştım
Radyo Sevilla'yı. Ne tuhaftır ki kavgada kimden yana olduklarını bir tü rlü kesin olarak anlayamamıştım, ö zellikle de
bir Ispanyol olarak kadının kimi tuttuğ unu. Yine de Bayan Carmen'in daha ilk baştan itibaren Franco'dan yana
olduğ undan kuşkulanıyorum... Radyo Sevilla'yı dinlerken, kafamın içinde uzun bir sü re silinmeyecek cehennemi bir
kargaşa yaratmıştım. O zamanlar radyoda General Queipo de Llano siyasi sö yleşiler yapardı, kusura bakmasınlar ama
bunların tek kelimesini bile hatırlamıyorum, Belleğ imde hiç silinmeden kalan şeyse, sö yleşinin ardından gelen bir
reklamdı, şö yle diyordu: "Ah, ne kadar gü zel renkler, Revi Boyaları, en gü zel renkler." Siyasi konuşmalar bittikten
sonra Queipo de Llano'nun bizzat kendisinin bu neşeli reklamı okuduğ una inanmış olmasam, bu anının pek ö yle ö zel
bir yanı olmazdı. Ispanya Iç Savaşı'nın "kü çü k tarihi" içinde bu olayın eksik kalmasına gö nlü m razı olmazdı. Bu
boş la lar için kusura bakmayın. Oysa, aradan birkaç ay geçtikten sonra, her iki taraf ordularının ilerlemelerini ve geri
çekilmelerini işaretlemek için renkli toplu iğ neler batırdığ ım Ispanya haritasını tutup çö pe atmış olmam gerçekten
ciddi bir olay. Tek bilgi kaynağ ımın sansü r uygulanan Portekiz basını olduğ unu sö ylememe gerek yok, o da, tıpkı
Radyo Sevilla gibi, Cumhuriyetçilerin zaferini asla haber yapmazdı.

Işin aslına bakarsanız benim de disleksi hastalığ ına ya da ona benzer bir şeye tutulduğ um anlar
olmuştur, Leandro bu konuda tek değ ildi. Orneğ in, "sacerdote(Din adamı(Ç.N)) kelimesinin "saquerdote" diye okunması
gerekir diye tutturmuştum, ama aynı zamanda yanılıyor olabileceğ imden de kuşkulandığ ımdan, bu kelimeyi
sö ylemem gerektiğ inde (çok "entel" bir kelime olduğ undan onu kullanmam pek sık gerekmiyordu, gerçi bugü n çok
daha az gerekli, çü nkü din adamları o kadar az bulunur oldu ki), beni dü zeltmek zorunda kalmasınlar diye, sö ylediğ im
şeyin neredeyse anlaşılmaz olması için elimden geleni yapardım. Kuşkunun yararı denilen şeyi herhalde ben
icat etmiş olsam gerek. Bir sü re sonra bu zorluğ u kendi olanaklarımla çö zü mlemeyi becermiştim ve bu kelime
ağ zımdan dü zgü n çıkar olmuştu. Ters sö ylediğ im başka kelimeler de vardı (bunlar ilkokul dö nemi hikâ yelerim),
örneğin "sacavertense" Bu kelime, doymak bilmez bir ejderhaya dö nü şmü ş olan Lizbon tarafından gü nü mü zde yenilip
yutulmuş olan Sacavé m beldesinden olan kimse anlamının yanı sıra, aynı zamanda, gü nü mü zdeki zorbalıklar ve ikinci
ya da ü çü ncü ligdeki tas iye hareketleri karşısında ayakta kalmayı becerip beceremediğ ini bilemediğ im bir futbol
kulü bü nü n de adıydı. Peki ben o zamanlar bu kelimeyi nasıl mı telaffuz ediyordum? Beni duyanların ayıpladığ ı, hiç
olmadık bir şekilde sö ylü yordum: "Sacanavense" diye. Sonunda o asi hecelerin konumlarını değ iştirebildiğ imde ne
kadar rahatladığımı hâlâ hatırlarım.
Bir kez daha Cavaleiros Sokağ ı'na geri dö nmem gerekiyor. Bizim oturduğ umuz evin arkası, bir zamanlar
adı Suja olan Guia Sokağ ı'na bakıyordu, fado'ların gü ftelerinin ve gitarla içki eşliğ inde sö yleyen Maria Severa ile
Marqué s de Marialva'nın hatıralarının kaçınılmaz olduğ u şu ü nlü Capelâ o Sokağ ı da oraya açılıyordu. Bizim sokak
kaleyi de gö rü yordu, yukarıdan ateş edildiğ inde ıslık çalarak bizim çatının ü stü nden geçip giden top mermileriyle
ilgili anım da işte oradan geliyor. Biz en ü st katta oturuyorduk (biz zaten hemen her zaman en ü st katlarda
oturmuşuzdur, çü nkü oraları daha ucuz oluyordu), o zamanlar ev ilanlarında belirtildiğ i gibi, mutfağ ı kullanma
hakkıyla birlikte ikinci elden kiralanmış bir odada yaşıyorduk. Banyonun sö zü bile edilmezdi, çü nkü o tü r lü ksler o
zamanlar yoktu. Kö şesinde açıkta diyebileceğ imiz bir pis su borusu, katı olduğ u kadar sıvı da olmak ü zere her tü rlü
atık için işe yarardı. Ressamın Elkitabı'nın bir yerinde, geceden ve gü ndü zden kalma atıkların kaplarını gö tü rü p
genellikle bembeyaz, tertemiz bir bezle ü zeri ö rtü lü olan sö z konusu boruya boşaltan kadınlardan sö z etmiştim;
bunlara oturak, lazımlık ve tü kü rü k hokkası da denilirdi, ama aslında bu sonuncusu, belki de bayağ ılığ ı ailelerin
sö zcü k dağ arcığ ındaki hoşgö rü sınırlarını aştığ ından pek ender kullanılırdı. Lazımlık daha kibarcasıydı. Cavaleiros
Sokağ ı'nda daracık, dimdik bir merdiveni olan bu ev, uyurken ya da gö zlerim açık olarak gö rdü ğ ü m karabasanlar
dö nemime aittir, çü nkü gece olup da kıyı kö şenin gö lgelerle dolmaya başlaması, onların her birinden bir canavarın
pençelerini bana doğ ru uzatıp şeytani yü z gö z hareketleriyle beni dehşete dü şü rmesi için yeterliydi. Annemle
babamın odasında yerde yattığ ımı hatırlıyorum (dedim ya, zaten tek oda içindeydik), korkudan tir tir titreyerek
oradan onlara seslenirdim, çü nkü yatağ ın altındaki ya da askıya asılı bir paltonun içindeki yahut oradaki iskemlelerin
birinin ü stü ndeki tanımlanamaz varlıklar kımıldayıp bir lokmada yutmak için ü stü me atılmakla tehdit ederlerdi beni.
Bu tü r korkularımın sorumlusu, ö yle sanıyorum ki Mouraria'daki o ü nlü "Bit Sineması"ydı: Arkadaşım Fé lix'le
birlikte orada, Lon Chaney'in binbir yü zü yle, kö tü insanlarla ve en rezil tü rü nden hayasızlarla, hayalet gö rü ntü leriyle,
bü yü cü lü klerle, lanetli kulelerle, kapkaranlık deniz dipleriyle, uzun lafın kısası, az paraya bireysel ve kolektif korkuyu
yaratan ve o zamanlar henü z emekleme dö neminde olan her tü rlü gö z aldatıcı efektlerle ruhumuzu doyururduk. O
ilmlerden birinin bir yerinde, romantik bir tavırla terasta oturmuş, yü zü ndeki ifadeden anlaşıldığ ı kadarıyla sevdiğ i
kadını dü şü nmekte olan baş kahraman çıkıyordu (o zamanlar ö yle denirdi, ama "Bit Sinemasındaki bizler,
herhangi bir etikete gerek kalmadan "esas oğ lan" derdik yalnızca), adam sağ kolunu oradaki bir duvarın ü stü ne
dayamışken, bir anlık bir duraksamadan sonra, duvarın arkasından, uğ ursuz gö rü nü mlü bir kukuletanın altına
gizlenmiş bir cü zamlının son derece ağ ır hareketlerle çıkarak, hastalığ ın kemirdiğ i ellerinden birini baş aktö rü n kar
gibi beyaz elinin ü zerine koymasıyla, hemen oracıkta, gö zlerimizin ö nü nde, Hansen'in hastalığ ına tutulması bir
olmuştu. Bü tü n tıp tarihinde bu kadar hızlı bir hastalık bulaşması vakasına asla rastlanmamıştır. Bö ylesine bir
korkunun sonucu olarak, o gece Fé lix'le ikimiz aynı yatakta yatarken (neden ö yle, onu da bilmiyorum, çü nkü bu
alışılmış bir şey değ ildi), sabahın kö r karanlığ ında uyandım ve aynı zamanda ö teki ailenin yemek odası olan yatak
odasının orta yerinde ilmdeki cü zamlıyı gö rdü m, tıpkı ilmde gö rü ndü ğ ü gibiydi, kapkara giysiler içinde, kafasında
sivri uçlu kukuletası, elinde kendi boyunda bir hacı değ neğ iyle. Uyumakta olan Fé lix'i sarsarak kulağ ına fısıldadım:
"Baksana, şuraya bak." Fé lix dö nü p baktı, şimdi bunu açıklayabilecek kimse varsa beri gelsin, benim gö rdü ğ ü mü n
eşini gö rdü , yani o cü zamlıyı. Dehşet içinde kafalarımızı çarşafın altına soktuk ve uzun bir sü re ö yle kaldık, korkudan
ve havasızlıktan boğ ulacak hallerdeyken sonunda çarşafın kenarından şö yle bir bakmaya cesaret edebildik de o
zavallı yaratığ ın çekip gitmiş olduğ unu anlayıp rahat bir nefes alabildik. Filmin sonunda oğ lan, gidip Lourdes'daki
mağ arada yıkanmasını sağ layan inanç gü cü yle iyileşiyor ve lekeler içinde girdiğ i mağ aradan tertemiz çıkarak
kendisini bekleyen sevgilisinin ya da bizim aynı teklifsizlikle dediğ imiz gibi saf kızın kollarına atılıyordu. Bu
korkularımız Fernâ o Lopes Sokağ ı'na taşınmamızla sona erdi, orada da yeni bir korku, kö pek korkusu bekliyordu
beni. Cavaleiros Sokağ ındaki evimiz çatı katıydı, Fernâ o Lopes'deki de ö yle olacaktı. Bizim katın arka tarafından
bakıldığ ında bina bana ö yle yü ksek gö rü nü rdü ki, daha sonraları, hatta artık yetişkin bir erkek olduğ umda, pek çok
kez rü yamda oradan aşağ ı dü ştü ğ ü mü gö rmü şü mdü r, ama dü şmek derken kelimenin sö zlü k anlamıyla dü şmek iili
anlaşılmamalı, yani korumasız bir biçimde dü şmek değ ildi benimkisi, çü nkü gö rdü ğ ü m şey şuydu: Alt katların
teraslarına, iplere asılı çamaşırlara, çiçek saksılarına ha ifçe sü rtü nerek ağ ır ağ ır aşağ ı iniyordum, ta ki sonunda
hiçbir yerime bir şey olmadan Guia Sokağ ı'nın taşlarına yumuşacık bir hareketle konana kadar. O gü nlerden
kalma çok canlı bir anım da, annemin isteğ iyle, karşıdaki bakkaldan tuz almaya gitmem, sonra da, bir yandan
merdiveni çıkarken, kü lahı açıp birkaç tuz kristalini ağ zıma atmamdır, tuz taneleri eridiğ inde, aynı zamanda hem
garip hem de bildik bir tat bırakırdı ağ zımda. Omrü mde boğ azımdan geçmiş en ilkel meşrubatı keşfetmem de o
dö neme rastlar: Su, sirke ve şeker karışımı olan bu içecek, şekerini saymazsak, İncil'imde, Hz. Isa'nın son susuzluğ unu
gidersin diye kullanacağ ım aynı şeydi. Yine o zamanlar başlamıştım "artistik" resim becerilerimi geliştirmeye. Hep
aynı çizgilerle bir leylek, bir de transatlantik çizmeyi ö ğ renmiştim, ü st ü ste defalarca çizerek eriştiğ im bu
kusursuzluk, bilmem ki bu nedenle mi, sonunda beni bıktırmıştı. O noktadan sonra artık her ne olursa olsun resmini
çizmek elimden gelmez oldu, bir tek, o da mecburiyetten, yıllar sonra Afonso Domingues Meslek Okulu'nda resmini
çizmek zorunda kaldığ ım motor parçaları dışında (ö rneğ in bir otomobil karbü ratö rü nü n kesitini çizmek, on dö rt
yaşında bir çocukcağ ızın gö rdü ğ ü nden sonuç çıkarmakta sınırlı yeteneğ inden çok, Sherlock Holmes'un kıvrak
zekâ sına çok daha uygun bir işti). Transatlantiğ i ve leyleğ i çizme becerisini bana ö ğ reten, Felix'in babası olmuştu;
şimdi aklıma geliyor da, bu adamın o dö nemin pedagoji yö ntemlerinin en iyileri konusunda son derece kesin ikirleri
vardı: Oğ lunu bir dikiş ipliğ iyle ayak bileğ inden masanın ayağ ına bağ lar, okul ö devlerini bitirmesi için gerekli olan
bü tü n sü re boyunca onu orada bırakırdı. Ben henü z okula gitmiyordum. Bu utanç dolu gö revinde Felix'e eşlik eder,
acaba günün birinde bana da aynı şeyi yaparlar mı diye merak ederdim.
Ayağ ında tulum pantolonuyla, saçları fırça gibi kesilmiş oğ lan çocukların girebildiğ i sinema salonlarında
her şey korkudan ibaret değ ildi elbet. Komik ilmler de vardı, Şarlo, Buster Keaton ya da Şişko'yla Sıska, yani Laurel
ile Hardy gibileri, ama benim en sevdiğ im aktö rler Pat'la Pataşon'du, bunlar bugü n tü mden unutulmuşa benziyor.
Kimse artık onlar hakkında bir şey yazmıyor, ilmleri televizyonda da gö sterilmiyor. Ben onları en çok, arada bir
gittiğ im Animatograf Sineması'nda seyrederdim; hatırlıyorum da bir defasında onların değ irmenci oldukları bir
ilmde (şu anda bile gö zü mü n ö nü ndeler) ne kadar çok gü lmü ştü m. Onların Danimarkalı olduklarını çok sonraları
ö ğ renmiştim, adları da, uzun boylu, sıska olanınki Cari Schenströ m, kısa boylu, şişman olanınki de Harald
Madsen'miş. Bu iziksel ö zellikleri nedeniyle, bir gü n gelecek, birinin Don Quijote, ö bü rü nü n de Sancho Panza rollerini
oynayacakları kesinlikle biliniyordu. 1926 yılında o gü n gerçek oldu, ama ben o ilmi gö rmedim. Benim hiç
sevmediğim biri varsa o da Harold Lloyd'du. Hâlâ da hoşuma gitmez.
Bü yü kbabamla babaannem hakkında henü z bir şey sö ylemedim. Şair Murilo Mendes'in cehennem için
sö ylediğ i gibi, onlar var olmasına vardılar da, bir işlevleri yoktu. Bü yü kbabamın adı Joâ o de Sousa'ydı,
babaanneminki de Carolina da Conceiçâ o; sevecenlik konusunda daha bin fırın ekmek yemeleri lazımdı, ama yine de,
doğ rusunu sö ylemek gerekirse, karşılıklı sevgi gö sterileri sö z konusu olduğ unda ne dereceye kadar hazır
olduğ umuzu ö ğ renebilmek için onların da benim de çok az fırsatımız olmuştu. Onları pek ender gö rü rdü m, her
ikisinde de karşılaştığ ımı sandığ ım soğ ukluk, gö zü mü korkuturdu. Ben beğ ensem de beğ enmesem de bir araya
gelen birtakım koşullar, Azinhaga'daki sığ ınağ ımın, her zaman bü yü k bir doğ allıkla ve kendiliğ inden, anneannemle
dedemin evi olmasına neden olmuştu, hatta Maria Elvira Teyzemin Mouchâo de Baixo'daki evinden daha fazla. Her ne
olursa olsun, babaannem Carolina duygularını gö stermeyen biriydi, ö rneğ in bir gü n olsun beni ö ptü ğ ü nü hatırlamam,
ö ptü yse bile, hani kuş gagalaması gibi, kupkuru dudaklarıyla ö pmü ştü r (aradaki fark kolaylıkla anlaşılır), bence beni
ö yle ö peceğ ine hiç ö pmeseydi daha iyiydi. Anneannemle dedemi bö yle koşulsuz tercih etmemi hiç anlamayan biri
varsa o da babamdı; bir gü n, annemin tarafını kastederek "ninemle dedem" demiştim de, hoşnutsuzluğ unu ö rtbas
etme zahmetine girişmeden, "Otekiler de var ya," demişti. Elimden ne gelirdi ki? Hissetmediğ im bir sevgiyi var gibi
mi gö stermeliydim? Duygular yö nlendirilemez ki, o an işimize geldiğ i gibi takılıp çıkarılabilen şeyler değ ildir onlar,
hele hele, yaşımız dolayısıyla, el değ memiş, ö zgü r bir yü reğ e sahipsek. Babaannem Carolina ben on yaşımdayken
ö lmü ştü . Bir sabah annem felaket haberini vermeye gelmişti Largo do Leâ o'daki okula. Benim hiç haberim olmayan,
ama gö rü nü şe gö re, aile bü yü kleri ö ldü ğ ü nde torunların derhal okuldan alınmalarını zorunlu kılan bir sosyal davranış
kuralı nedeniyle mi bilemiyorum ama, beni okuldan almaya gelmişti. Tam o sırada okulun holü nde, kapılardan birinin
ü stü nde asılı duran duvar saatine baktığ ımı hatırlıyorum; sanki gelecekte kendisine yararlı olabilecek bilgileri bilinçli
bir şekilde toplamaya çalışan biriymişim gibi, o saati aklımda tutmam gerektiğ ini dü şü nmü ştü m. Saat sabahın onunu
biraz geçiyordu gibi hatırlıyorum. Benim o el değ memiş, ö zgü r çocuk yü reğ im, hayatta bir rol ü stlenmeye karar
vermişti sonunda: olguları tarafsız bir gö zle kaydederken duygularını ikinci plana iten soğ ukkanlı bir gö zlemci rolü .
Bunun bö yle olduğ unu da, yü reğ imden daha da el değ memiş ve ö zgü r olan ikinci bir ikir gö stermişti bana: Bu da,
annemin ve okul mü dü rü Bay Vairinho'nun ö nü nde duygusuz bir torun gibi gö rü nmemek için bir-iki- damla gö zyaşı
dö kmenin iyi olacağ ı ikriydi. Çok iyi hatırladığ ım bir şey varsa o da, babaannem Carolina'nın bir sü re bizim evde
hasta yattığ ı. Içinde yattığ ı yatak annemle babamın yatağ ıydı, ama o gü nlerde onlar nerede yatıyorlardı hiçbir ikrim
yok. Bana gelince; ben oturduğ umuz evin ö teki odasında yerde hamambö cekleriyle birlikte yatardım (uyduruyor
falan değ ilim, geceleri ü stü mde dolaşırlardı). Hatırlıyorum da annemle babam bir kelimeyi tekrar edip duruyorlardı,
ben de onu babaannemin geçirdiğ i hastalığ ın adı sanıyordum: "Albü min" diyorlardı, onun albü mini olduğ unu
sö ylü yoyorlardı şimdi dü şü nü yorum da herhalde albü minü ri hastasıydı, ama aslına bakılırsa ikisi aynı kapıya çıkar,
çü nkü ancak albü mini olan kimse albü minü ri hastası olabilir). Annem ona sıcak sirkeli pansumanlar yapardı,
bilmiyorum ne için. Sıcak sirke kokusu, çok uzun bir süre Babaannem Carolina'yla ilgili olarak kalmıştır belleğimde.
Bazen merak ediyorum acaba kimi anılarım gerçekten benim miydi, yoksa bilinçsizce kahramanı
olduğ um ve kendileri gerçekten orada bulunmuş kişiler bana anlattıkları için sonradan ö ğ rendiğ im olaylar hakkında
başkalarının anıları mıydı diye, hoş belki onlar da başkalarından duydukları şeyleri anlatıyorlardı ya. Ama Cava-leiros
Sokağ ı'na taşınmadan ö nce, Morais Soares Sokağ ındaki bir binanın dö rdü ncü ya da beşinci katında alfabeyi
ö ğ renmeye başladığ ım o kü çü k ö zel okul ö yle değ ildi. Alçacık bir sandalyeye oturur, ağ ır ağ ır, ö zenle çizerdim har leri
taştahtaya, o zamanlar arduvaza taştahta denirdi, belki de onun ne olduğ unu bile bilmeyen bir çocuğ un ağ zından
doğ ru dü zgü n çıkamayacak kadar iddialı bir kelimeydi arduvaz. Bu bana ait bir anı, kişisel, bir resim kadar net; içine
eşyalarımı koyduğ um, kahverengi çuvalbezinden yapılma, omuzda taşımak için askısı da olan torbam da eksik değ il o
resmin içinde. Arduvazın ü zerine kırtasiyecilerde iki cinsi satılan bir tebeşirle yazardım, bunlardan daha ucuz olan
biri, ü zerine yazdığ ım taş kadar sertti, oysa daha pahalı olan ö teki beyazdı, yumuşacıktı, renginden dolayı "sü tlü "
derdik ona, tam olarak sö ylemek gerekirse, sü t beyazına kaçan açık gri renkteydi. Ancak resmi okula girdikten sonra,
o da ilk aylarda değ il ha, parmaklarım sonunda dokunabilmişti daha gü ncel olan yazı tekniklerinin o kü çü cü k
harikasına.
Bugü nü n çocukları bunu nasıl kavrayacaklardır bilemiyorum ama, o uzak dö nemlerde, bizim gibi
çocuklar için zaman, hepsi de bitmek bilmez bir şekilde ağ ır ağ ır sü rü klenen ö zel birtakım saatlerden oluşuyor
gibiydi. Bunlardan her birinin ancak altmışar dakikadan oluştuğ unu artık çaresiz bir şekilde anlamaya
başlamamız için aradan birkaç yıl geçmesi gerekiyordu ve ondan daha da sonra, istisnasız bü tü n bu dakikaların
altmışar saniyede sona erdiğinden emin oluyorduk...
Bir bakkal dü kkâ nının kapısında annemle çekilmiş (ve ne yazık ki kaybolmuş) bir fotoğ rafımız, Alto do
Pina'da, Sabino de Sousa Sokağ ı'nda oturduğ umuz zamana aittir; resimde annem bir sırada oturuyor, ben de ayakta
durup onun dizlerine dayanmışım, yanımızda da bir çuval patates var, ü zerindeki elle yazılmış bir kâ ğ ıt, o zamanlar
ve daha sonra da yıllar boyu mahalle arasındaki dü kkâ nlarda kullanılageldiğ i gibi, mü şteriye daha dü kkâ na girmeden
ö nce malın iyatını bildiriyor: kilosu 50 kuruş. Gö rü nü şü me bakılırsa ü ç yaşlarımda olmalıyım, bu da benim en eski
resmim olsa gerek. Francisco'nun, yani 1924'ü n Aralık ayında dö rt yaşındayken bronkopnö moniden ö len kardeşimin
daha bebekken çekilmiş bir resmini de saklarım. Birkaç kez dü şü nmü şü mdü r o resmin benim olduğ unu sö yleyip
bö ylelikle kişisel resim albü mü mü zenginleştirmeyi, ama bunu hiç yapmadım. Oysa dü nyanın en kolay şeyi olurdu;
annemle babam bir kez ö ldü kten sonra yalanımı meydana çıkaracak kimse kalmazdı, ama hayatını zaten kaybetmiş
olan birinin gö rü ntü sü nü çalmak affedilmez bir saygısızlık gibi geldi bana, mazur gö rü lecek tarafı olmayan bir rezillik
olurdu bu. Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek gerek, Francisco'ya da yalnızca ona ait olan şeyi.
Kö ydeki aileme geri dö nü yorum. Dedem Jerö nimo'nun Misericö rdia de Santarem Manastırının
kapısındaki turnikeli kapıya bırakıldığ ı sö ylenirdi, bunun bö yle olduğ una da hiç kuşku yok, çü nkü anneannem Josefa,
belki kendisi de bilmediğ inden ya da susmayı yeğ lediğ inden, fazla ayrıntıya girmeden birkaç kez bundan sö z etmişti
bana. Dedemin kız kardeşinin, yani araları açık olan bü yü k halam Beatriz'in doğ umu ve hayatıyla ilgili olaylar
hakkındaysa daha da az şey biliyordum. Ondan sö z etmek, asılmış birinin evinde ipten sö z etmekten farksızdı. En
şaşırtıcı soru da annemin nü fus kaydında ortaya çıkıyordu, çü nkü meçhul bir bü yü kbabayla Beatriz Maria'nın torunu
olduğ u yazılıydı nü fus cü zdanında. Kimdi bu kadın? Bu konuda en kü çü k bir ikrim bile yok, ama bu isim benzerliğ i,
hani eğ er gerekecek olsa, Jerö nimo'nun annesinin, yandaki evde oturan Beatriz'in de annesi olduğ unu
doğ rulayacak kanıtlara bir yenisini eklemiş olurdu. Bü yü k halam Beatriz'in nü fus cü zdanı eğ er elimizde olsaydı, bu
sorunu hemencecik açıklığ a kavuştururdu. Ama bü tü n bu hikâ yede tuhaf olan bir konu daha var: Kö yde oturmakta
olan ve kim olduğ unun bilinmesi için pek çok neden bulunan biri, neden kim olduğ u bilinmeyen bir kişi olarak
gö rü nü yordu? Besbelli ki dedem Jerö nimo'nun annesi, oğ lunu yanında alıkoymak istememiş ya da bunu yapamamış,
bu yü zden de onu manastırın kapısına bırakmıştı, ama ben kızı Beatriz'e ne olduğ unu da hâ lâ bilmiyorum. Acaba o da
mı bir hayır kurumuna verilmişti? Gö rü nü şe bakılırsa, kalpleri fethetmesiyle ve çam yarması gibi olmasıyla nam
salmış olan, anneannem Josefa'nın sır vermesi sayesinde benim de kulağ ıma gelen o ü nlü Berberi (herhalde Mağ ripli
olsa gerekti), bü yü k halam Beatriz Maria'yı iki kez gebe bırakmıştı, meğ er ki o ikisi arasındaki gö zle gö rü lü r
farklılıklara rağ men -dedem uzun boylu, bü yü k halam kısacıktı-, iki kardeş ikiz olmasınlar, gerçi ö yle olsa işler çok
daha kolaylaşacaktı. Kimseyi asla aldatamayan bir şey varsa o da dış gö rü nü ştü , yani fersahlarca ö teden tanınabilen
bir tü r klan içinde dedem Jerö nimo'yla kız kardeşini, annemi ve onun bü tü n kardeşlerini, Maria Elvira'yı, Carlos'u,
Manuel'i ve Maria da Luz'u birleştiren aynı aile havasıydı (esmer ten, belirgin yü z hatları, kü çü k ve çekik gö zler).
Onları yaratan erkek soyu, o kıyı yö resinden biri değ ildi. Herhangi bir kimsenin dü şü nebileceğ inin tersine,
Azinhaga'dan gelip geçmesiyle ilgili olarak ardında en kü çü k bir yazılı belge kalmamış gibi gö rü nen Mağ ripli bü yü k
bü yü kbabam, ailemizin son derece mü tevazı soyağ acını sü slemek için benim romantik bir uydurmam değ il,
doğ rulanmış bir genetik gerçekti. Kö yü n dışında, sö ğ ü t ağ açları arasında bir kulü bede yaşarmış, havlamadan sessizce
bakarak gelen ziyaretçileri korkutan, onlar uzaklaşmadan da ü zerlerinden gö zlerini ayırmayan koskocaman iki
kö peğ i varmış. Anneannem Josefa'nın anlattığ ına gö re, o ziyaretçilerden biri ö lmü ş ve oracıkta defnedilmiş. Adam,
karısını neden baştan çıkardığ ı (terbiyeli bir kelime kullanmış) konusunda Mağ ripliden açıklama istemek ü zere
gitmişmiş oraya ve gö ğ sü nü n ortasına kurşunu yemiş. Katilin bu suçundan dolayı mahkemeye çıkarıldığ ı konusunda
hiçbir kayıt yok. Acaba kimdi bu adam?
Fernâ o Lopes Sokağ ı'nın yanındaki Casal Ribeiro Bulvarı'nda paldır kü ldü r dü şmem de bir gerçekti,
hem de en katı gerçeklerden biriydi, ü stelik hem insanların esenliğ i hem de Tanrı'nın inayeti açısından hayırlı olması
gereken gü nlerden birine rastlamıştı, çü nkü o gü n, adaletin savunucusu ve nerede olurlarsa olsunlar unutulmuşların
en bü yü k koruyucusu olan Aziz Antonius yortusuydu. Belki de bu feci dü şü ş, yoldan gelip geçenlerden dilendiğ im
birkaç kuruşun, binanın girişinde dindar olsun olmasın bü tü n iyi insanlar için bir sığ ınak olan kü çü k mihrapta
ibadete değ il, karamela satın alıp en bü yü k gü nahlardan biri olan oburluğ umu doyuma ulaştırmaya yö nelik
olduğ unun farkına varan ermişin alçakça bir intikamıydı (bu olasılığ ı da gö z ardı etmemek gerek). O ü zü cü olay şö yle
gelişmişti: Ben, mahalledeki meslektaşlarımla yarış halinde o her zamanki nakaratı yü ksek sesle tekrarlayıp
duruyordum: "Aziz Antonius rızası için birkaç kuruş, Aziz Antonius rızası için birkaç kuruş," diye, tam o sırada Casal
Ribeiro Bulvarı'nın ö te yanından yaşını başını almış bir beyefendinin geçtiğ ini gö rdü m, o uzak geçmişte Lizbon
sokaklarında sık sık rastlanılan biçimde koyu renk giyinmişti, başında şapkası, elinde bastonu vardı. Onu gö rmemle,
aynı sadakanın peşinde olan rakiplerimden ö nce davranmak için koşmaya başlamam bir oldu. Bulvarda yol çalışması
vardı, bü tü n taş dö şeme kaldırılmıştı (galiba çarpık çurpuk eski bazalt taşları asfaltla değ iştiriyorlardı) ve yerde bir
timsahın bile derisini sıyırabilecek kadar sert bir mıcır vardı. Işte orada ayağ ım takıldı, orada dü ştü m ve orada dizim
patladı, sonunda bacağ ımdan aşağ ı şakır şakır kanlar akarak yerden kalkabildiğ imde, yaşlı başlı beyefendi bana baktı,
yü zü ne sahte bir merhamet ifadesi takındı, sonra belki de o terbiyesiz sokak çocuklarından ö ylesine farklı olan kendi
sevgili torunlarını dü şü nerek yoluna devam etti. Dizimin acısından, ama aynı zamanda yerden kalkmam için bana en
kü çü k bir yardımda bulunmayan birinin ayaklarının dibinde dü şmü ş olmaktan gururum kırılmış olarak, ağ laya ağ laya
eve kadar zorlukla sü rü kledim kendimi, orada annem dizimi o kaçınılmaz tentü rdiyotla ve beni gü nlerce dizimi
bü kemez halde bırakacak sımsıkı bir bandajla tedavi etti. Şimdi dü şü nü yorum da bu ü zü cü olayın, henü z başlamakta
olan dinsel eğ itimimin gö sterdiğ i doğ ru yoldan ayrıldığ ım için gerçekleşmiş olması pek muhtemel. Aynı apartmanda,
eğ er yanılmıyorsam ikinci katın sol tarafında, son derece koyu Katolik bir aile oturuyordu (anne, baba, bir oğ lan, bir
de kız çocuk); evin hanımı, benim genel olarak Kilise'nin, ö zel olarak da Aşai Rabbani ayininin sırlarını ö ğ renmeye
başlamam için Bayan Piedade'ı ikna etmişti. Yani uzun lafın kısası beni kilisede ayine gö tü rmek istiyorlardı. Annem
olur hanımefendi demiş, o nazik ve seçkin komşuların oğ luna gö sterdikleri ilgi için teşekkü r etmişti, ama sonradan
onu tanıdığ ım kadarıyla, hayatının son zamanlarında artık dul kaldığ ında mahalledeki arkadaşlarıyla birlikte kiliseye
gitmeye başlamış olmasının dışında, din konusu hiç ilgisini çekmediğ inden kuşkucu olan annem, ö yle sanıyorum ki
bu rızayı, benim o ya da başka komşularla birlikte plaja gitmeme izin verebileceğ i aynı tavırla gö stermişti. Şimdi
benim çö zmem gereken sorun, acaba bu olay o dü şme olayından ö nce mi olmuştu, sonra mı? Her ne zaman olduysa,
beni ö n sırada kendi yanlarına oturttukları halde, bir-iki kez kiliseye gitmem pek fazla bir gelecek vaat etmiyordu.
Rahibin çö mezi çıngırağ ı çalıp da mü minler itaatkâ rlıkla başlarını ö nlerine eğ diklerinde, ben başımı ha ifçe yana
çevirip gö rü lmemesi gereken neler olup bittiğ ini anlamak için belli etmeden gö zetlemiştim. Soruna geri dö necek
olursak, o dü şme olayı eğ er daha ö nce olduysa, demek oluyor ki beni ayine gö tü rdü kleri zaman ben, azizlerden biri
nedeniyle hayal kırıklığ ına uğ ramış ve geri kalan hepsinin aynı olduğ una inanmış olduğ umdan oraya zaten tecrü be
sahibi biri olarak gidiyordum. Yok eğ er daha sonra olduysa, yediğ im bu darbe, beni cennete gö tü rmesi gereken doğ ru
yoldan ayrıldığ ım için bana verilmiş bir ceza olarak gö rü lebilirdi, bö yle bir olasılıktaysa Tanrı, benim bir pagan olarak
birkaç yıllık çıraklık dö nemimi gö z ö nü ne almadan, kü çü cü k bir kabahatin kefaretini hepten ö deten son derece
hoşgö rü sü z biri gibi utanç verici bir şekilde davranmış demekti. Oyle olup olmadığ ını hiçbir zaman bilemeyeceğ im.
Yine de unutmamak gerekir ki Ilahi gü çler, beni ve yine Femâ o Lopes Sokağ ı'nın sakinlerinden olan iki arkadaşımı hiç
değ ilse bir kez olsun gö zetmişlerdi. Nasıl olduğ unu hatırlamıyorum, evde bir av tü feğ i kurşunu bulmuş,
arkadaşlarıma gö stermeye gö tü rmü ştü m; yalnızca gö stermekle de kalmamıştım, bir komplo hazırlıyormuşuz gibi
heyecandan zangır zangır titreyerek yakındaki merdivenlerden birinde bir araya gelmiş, içindeki barutla saçmaları
dışarı çıkarmak için kurşunu açmıştık. Girişteki taş basamakların ü stü ne oturarak, bir kibrit yakıp ü stü ne tutarsak ne
olacağ ını gö rmek için kü çü k barut kü mesinin çevresini sarmıştık. Barutun birden parlaması pek ö nemsenecek tü rden
değ ildi ama adamakıllı bir korku geçirmemize yetmişti. Yü zü mü z ve ellerimiz yanmadıysa, kesinlikle Aziz Antonius
ya da onun o çok sayıdaki semavi meslektaşlarından biri mucizevi elini bizimle patlamanın arasına koymuştu da
ondan. Eğer öyle olduysa ben dizimdeki yarayı tercih ederdim.
Casal Ribeiro Bulvarındaki dü şme olayını anlatmayı dü şü ndü ğ ü mde, Maria Natâ lia Teyzemle birlikte VII.
Eduardo Parkı'nda bir sokak fotoğ rafçısı tarafından çekilmiş bir resim vardı aklımda; zengin evlerde çalışan ne kadar
hizmetçi, Lizbon'un bü tü n kışlalarında da ne kadar er varsa hepsi pazar gü nleri mutlaka o parkta dolaşmaya
çıkarlardı. Pek çok başkaları gibi kaybolan o resimde, ü zerimde gö mlekle kısa pantolon vardı, dizlerime kadar çıkan
siyah renkli çoraplarım beyaz bir lastikle tutturulmuştu. iyi giyinme sanatının ana kurallarından biri, çorabın
koncunu, gö rü nmesin diye lastiğ e sarmaktı, ama gö rü nü şe bakılırsa ben sosyal yaşantının o ra ine ayrıntıları
konusunda henü z bilgi sahibi değ ildim. Sol dizimdeki kabuk bağ lamış yara açık seçik gö rü lü yordu, ama Casal Ribeiro
Bulvarı'ndaki yara değ ildi o. Ondan birkaç yıl sonra Gil Vicente Lisesi'nin yakınlarında bir yerde olmuş, bir sağ lık
ocağ ında tedavi edilmişti. O zamanlar "kenet" denilen, aşağ ı yukarı pens biçiminde bir metal parçası takmışlardı
dizime, yaranın kenarlarını birleştirmek için iki kenarına saplanır, kenarların birbirine değ mesiyle yaranın kabuk
bağ laması hızlandırılmış olurdu. Yaranın izi uzun yıllar silinmeden kaldı, hatta bugü n bile ha if bir iz seçilebiliyor. O
zamanlardan kalma bir başka yara izi de, ta Mouchâ o de Baixo'dayken, bir gü n bir mantar parçasından kendime gemi
yontayım derken usturayla açılan ince bir çizginin izidir. Geminin içini oymak için usturanın ucunu mantara
batırırken, yayın yumuşaklığ ından ustura birden kapanıverdi ve keskin kenarı, sağ elimin işaretparmağ ının dış
kenarında, tırnağ a yakın bir yerinde ö nü ne ne geldiyse keserek kendine yol açtı. Neredeyse etimi doğ ruyordum.
Sonra o zamanki mucizevi ilaçlardan biri olan kınaçiçekli alkolle iyileşti. Yara mikrop kapmadan mü kemmel kapandı
gitti. Zaten Maria Elvira Teyzem benim iyi et tuttuğumu söylerdi.
Bay ve Bayan Formigalların evinde çalışırdı Maria Natâ lia Teyzem (onlardan sö z ederken hep çoğ ul
kullanılırdı); bir de sokak işlerine bakan bir hizmetçileri vardı, alışveriş etmek ya da dışarıdaki başka işleri gö rmek
için sokağ a çıkan oydu. Hatırlıyorum da bir sabah (acaba iki haftada bir pazar gü nleri gezmeye gitmek için teyzemle
buluşmaya mı gitmiştim?) evin mutfağ ındaydım (çü nkü pırıl pırıl bakırdan çerçeveleriyle farklı bü yü klü klerdeki
kapakları, ü zerinde her zaman içinde sıcak su bulunan kazanıyla oradaki siyah renkli ocak kadar beni bü yü leyen
başka bir şey hiç gö rmemiştim), yaşlı Bay Formigal çıkageldi, yanında da eşi Bayan Albertina, o da yaşını başını almış
bir kadındı, ama gayet iyi gö rü nü yordu. Aşçı kadınla iki hizmetçi -biri iç işlere, biri dış işlere bakan hizmetçiler-,
reverans yaptıktan sonra bir kenara dizilip emirlerini beklemeye koyuldular, ama saçları gibi bembeyaz bıyığ ı ve
sivri bir sakalı olan Bay Formigal, Casal Ribeiro Bulvarı'nda dizimde açılan yarayı gö rmeye gelmişti yalnızca (sırf
nezaketinden, yoksa doktor ya da hastabakıcı falan olduğ undan değ il). Tıpkı bir koruyucu havasında, acıyan gö zlerle
baktı bana ve sordu: ''Demek dizkapağ ından yaralandın, ö yle mi?" O cü mleyi hiç unutmadım. Aslında yaralanmış olan
dizkapağ ım değ il dizimdi, ama o kelimenin kendi kişiliğ ine hiç yaraşmayan, fazlasıyla avam bir kelime olduğ unu
dü şü nmü ş olsa gerekti. Gö zlerimi ö rselenmiş eklem yerime indirerek bir tek "Evet efendim," diyebildim. Yanağ ımı
okşadı, sonra arkasında Bayan Albertina'yla birlikte çekip gitti. Gururdan gö ğ sü kabarmış olan Maria Natâ lia Teyzem,
aşçı kadın ve dış işlere bakan hizmetçi, sanki kafamın ü stü nde semavi bir hale varmış, sanki iç işlere bakan hizmetçi
kadının adı sanı olmayan yeğ eninin içinde o zamana kadar hiç bilinmeyen hü nerler ve değ erler ansızın
tomurcuklanmış da Bay Formigal'ın o bakımlı, bembeyaz elinin yü zü mü ve kısa kesilmiş saçımı ha ifçe okşamasıyla
sonunda çiçek açıvermiş gibi bakıyorlardı bana. Bay ve Bayan Formigallar, herhalde kilisede ayine gitmek için olacak,
dışarı çıkmak ü zereydiler, ama Bayan Albertina mutfağ a geri dö ndü . Elinde bir torba dolusu çikolata vardı. "Al, bunlar
senin, dizini bir an ö nce iyileştirsin," dedi, sonra arkasında tuvalet pudrasının kokusundan bir iz ve dizkapağ ımı yerli
yerinde bırakarak çekip gitti. Teyzem beyefendiyle hanımefendinin yatak odasını gö stermek için beni o zaman mı
yukarı çıkardı bilmiyorum, ama sanmıyorum. Oda çok şatafatlıydı, ağ ır havalıydı, neredeyse kilisenin içi gibiydi, her
taraf kırmızı kadifeyle sü slenmişti, yatağ ın başucu, yatak ö rtü sü , yastıklar, perdeler, sandalyelerin kumaşları.
"Bunların hepsi en iyi cins Şam işi kadife, hem de en â lâ sından," diye bilgi verdi teyzem, sonra ben ona yatağ ın
ayakucundaki kanepenin neden S biçiminde olduğ unu sorduğ umda şö yle açıkladı: "Bu bir iskos, beyefendi bir yanına
oturuyor, hanımefendi ö teki yanına, bö ylece birbirlerine bakmak için kafalarını çevirmek zorunda kalmıyorlar, çok
kullanışlı." Hazır oradayken bir denemek isterdim, ama Maria Natâ lia Teyzem kapının eşiğ inden içeri adımımı
almama bile izin vermedi. O çikolatalarla başıma gelenleri ise hiç sormayın. Bay ve Bayan Formigalların evinden
çıkmadan ö nce birkaç tanesini yemiştim de ağ zımda sanki cennet taamıymış gibi bir tat bırakmıştı, ama
Maria Natâ lia Teyzem kesin bir dille açıkça uyarmıştı beni: "Sakın başka yeme, dokunabilir," diye, ben de her zamanki
gibi uslu çocuk olduğ umdan sö zü nü dinlemiştim. VII. Eduardo Parkı'nda elimde bir torba dolusu çikolatayla, hem de
ağ zıma atmam yasaklanmış olarak dolaştığ ımı hiç hatırlamadığ ıma gö re, oradan dosdoğ ru Fernâ o Lopes Sokağ ı'na
gitmiş olmamız gerek; teyzem beni eve bırakmadan ö nce olan biteni anlattı; mutfakta olanları, yeğ enine gö sterilen
şe kati, Bay Formigal'ın kafamı okşamasını, işte bu çikolataları da hanımefendi .verdi, ne kadar da iyi bir insan şu
hanımefendi diye artık nasıl ballandıra ballandıra anlattığ ını tahmin edebiliyorum. Derken gece oldu, o zamanlar
mü zikli oyunların manilerini dinlemek için radyomuz olmadığ ından tavuklar gibi erkenden yattığ ımız için annem de
beni yatmaya gö ndermekte fazla gecikmedi. Annemlerle ben aynı odada yatardık, onlar kendi çift kişilik yataklarında,
ben de eğ ik olan çatının en alçak yerinde kü çü k bir sedirde, daha doğ rusu açılır kapanır bir karyolada. Oteki tarafta,
duvara dayalı bir sandalyenin ü zerinde, canımın o kadar çektiğ i bir torba dolusu çikolata duruyordu. Annemle
babam yattıklarında -her zamanki gibi ö nce babam, sonra da bulaşıkları yıkamaya ya da bir çorap yamamaya koyulan
annem yatmıştı ben gö zlerimi yummuş, uyur gibi yapıyordum. Işığ ı kapatıp uykuya dalmışlardı, ama beni bir tü rlü
uyku tutmuyordu. Gecenin geç bir saatinde, oda karanlıklar içindeyken, usulcacık yatağ ımdan kalktım, ayaklarımın
ucuna basa basa çikolata torbasına kadar gittim, sonra ü ç adımda sessizce yatağ ıma dö nü verdim, çarşafın altına
girerek o ne is çikolataları mest olmuş bir halde yemeye koyuldum, ta ki sonunda kendimden geçene kadar.
Sabahleyin gö zlerimi açtığ ımda, akşamki ziyafetten arta kalan ne varsa hepsini gö ğ sü mü n alt tarafında ezilmiş bir
halde buldum, cıvıyıp yapış yapış olmuş bu kahverengi çikolata hamuru o gü ne kadar gö rdü ğ ü m en pis, en iğ renç
şeydi. Hem ü zü ntü mden, hem de utancımdan ve hayal kırıklığ ından ö yle çok ağ ladım ki, belki de bu yü zden annemle
babam beni ne cezalandırdılar ne de azarladılar. Gerçekten de bu talihsiz olaydan dersimi almıştım. Oburluğ un
cazibesine kapılmıştım ve oburluk beni dayak yememe gerek kalmadan cezalandırmıştı.
Arada bir pazar gü nleri ö ğ leden sonra kadınlar vitrinlere bakmak için Baixa'ya inerlerdi. Genellikle yayan olarak
giderler, bazen tramvaya binerlerdi, o yaştayken başıma gelebilecek en kö tü şeydi bu, çü nkü o sıcak havada içerideki
neredeyse iğ renç denebilecek kokudan çok geçmeden başım dö ner, midemin bulanmasıyla birkaç dakika içinde
kusardım. O konuda çok nazenin bir çocuktum. Bu koku hoşgö rü sü zlü ğ ü (buna daha başka ne ad verebileceğ imi
bilmiyorum) zamanla azalmıştı, ama yıllar boyu tramvaya biner binmez başımın dö nmeye başladığ ı kesin. Bana
acıdıklarından mı, yoksa bacaklarını biraz hareket ettirmek istedikleri için mi, nedeni her neyse, o pazar gü nü yayan
olarak inmiştik Fontes Pereira de Melo Bulvarından aşağ ı, sonra Liberdade Bulvarı'na, en sonunda da Ali Baba'nın en
değ erli hâ zinelerinin sergilendiğ i Chiado'ya çıkmıştık, annem, Conceiçâ o, sanıyorum Emilia da vardı, bir de ben.
Vitrinleri hatırlamıyorum, zaten amacım onlardan sö z etmek değ il, o dakikalarda aklımı meşgul eden çok daha ciddi
meseleler vardı. Grandella Mağ azalarının kapılarından birinde adamın biri balon satıyordu, ya kendim istediğ im
için (ki bundan çok kuşkuluyum, çü nkü ancak kendisine bir şeyin verileceğ ini uman kişi onu istemeyi gö ze alır) ya da
belki annem istisnai bir şekilde bana herkesin ortasında bir sevgi gö sterisinde bulunmak istemişti, o balonlardan biri
benim elime verildi. Hiç hatırlamıyorum, yeşil miydi yoksa kırmızı mı, sarı mıydı mavi mi, yoksa yalnızca beyaz
mıydı? Ondan sonra olan şey, gö zlerime sonsuza dek kazınmış olması gereken o rengi belleğ imden silip gö tü recekti,
çü nkü ne de olsa o benim altı ya da yedi yıllık ö mrü mü n tamamında sahip olduğ um ilk balondu. Artık eve
dö nmek ü zere Rossio'da yü rü yorduk, ben sanki bü tü n dü nyayı bir ipin ucuna bağ lı olarak havada
gö tü rü yormuşçasına gururluydum, tam o sırada birden birinin arkamdan gü ldü ğ ü nü duydum. Dö nü p bakınca
gö rdü m. Balon sö nmü ş, ben farkına varmadan yerlerde sü rü nmekten pis, buruşuk, biçimsiz bir şey olup çıkmıştı,
arkadan gelen iki adam da gülerek parmaklarıyla beni gösteriyorlardı, herkesin içinde rezil olan beni. Ağ lamadım bile,
ipi elimden bıraktım, sanki bir cankurtaran simidiymiş gibi annemin koluna yapışarak yü rü meye devam ettim. O pis,
buruşuk, biçimsiz şey aslında bütün dünyaydı.
Aşağ ı yukarı o dö nemlerde bir gü n Mafra'ya geziye gitmiştik. Azinhaga'da doğ muştum, Lizbon'da
oturuyordum ve bu kez, kim bilir belki de kaderin bir cilvesiyle, o zamanlar anlamını kimsenin çö zü mleyemeyeceğ i
bir kaş gö z hareketi sonucu, elli yıldan fazla bir sü re sonra bir yazar olarak geleceğ imin kesin olarak kararlaştırılacağ ı
bir yere beni gezmeye gö tü rmü şlerdi. Barataların da bizimle geldiklerini hatırlamıyorum. Dahası babamın bir
tanıdığ ının bizi oraya arabasıyla gö tü rdü ğ ü nü hayal meyal hatırlıyorum, o kadar ki o kişinin hayatımızdan geçerken
geride başka bir iz bırakmadığ ını biliyorum. O kısa geziden (manastıra girmemiş, bü yü k kiliseyi şö yle bir
dolaşmıştık) aklımda kalan en canlı anı, içeri girince sol taraftaki, yani sanıyorum kilise dilinde Incil tarafı denilen
yerdeki ikinci şapele yerleştirilmiş olan, hâ lâ da orada duran bir Aziz Bartolomeus heykeli olmuştur. Yaşım
dolayısıyla heykeller â lemi konusunda ö ylesine bilgisiz bir halde orada dolaşırken, şapelin içinde de ö ylesine az ışık
varken, rehberin gevezeliğ i ve o zavallı din şehidinin elleri arasında tuttuğ u (mermerden de olsa) pö rsü mü ş deri
kıvrımlarını işaret ederkenki etkileyici hareketi olmasaydı, herhalde bahtsız Bartolomeus'un derisinin yü zü lmü ş
olduğ unun farkına bile varmayacaktım. Ne korkunç şeydi. Manastır Güncesi'nde Aziz Bartolomeus'dan sö z edilmez,
ama 1980 ya da 1981 yıllarına doğ ru sarayın o muazzam kü tlesini ve bü yü k kilisenin kulelerini bir kez daha
seyrederken yanımdakilere, "Gü nü n birinde bunu bir romanımın içine koymayı isterdim," dediğ imde, o acılı anın
anısının kafamın içinde bir yerde pusuda beklemekte olması pek muhtemel. Yemin etmiyorum, yalnızca muhtemel
olduğunu söylüyorum.
Iki ile dö rt-beş yaşlarım arasındayken annemin kucağ ında bazı yolculuklar yapmış olmalıyım. Eskiden
omzunda çapasıyla kaba saba bir ırgat, şimdiyse bir devlet memuru, yani başkentle ilgili olarak anlatılacak bir sü rü
yeni haberle dolu dağ arcığ ıyla çiçeğ i burnunda bir polis memuru olan babamın yıllık izinlerini Lizbon'da geçirmesi
mantıklı olmazdı, çü nkü ona asıl saygınlık kazandıracak şey, eski iş arkadaşlarının karşısına çıkıp kibar la lar etmek
ya da hiç değ ilse fazla taşralı gö rü nmemek için şivesini elinden geldiğ ince dü zeltmek ve bir meyhanenin samimi
havası içinde bir-iki kadeh atarken onlara kadınlarla ilgili hoşlarına gidecek ö ykü ler anlatmak olurdu, hani kimden
olduğ unu asla itiraf etmese de polisten gö receğ i belli bir korumanın karşılığ ını bedeniyle ö deyen bir fahişenin, hatta
Figueira Meydanındaki pazarda kolay lokma olan bir satıcı kadının hikâ yesi tü rü nden şeyler. Uzun yıllar sonra
anneannemin anlattığ ına gö re, bana baksın diye onun yanına bıraktıklarında beni dış odada yere serilmiş bir
battaniyenin ü zerine oturtur, oradan arada bir seslendiğ imi duyarmış: "Anâ ne, anâ ne!" diye. "Ne istiyorsun yavrum?"
diye sorarmış. Ben de gö zyaşları içinde, sağ elimin başparmağ ını emerek (sağ eliminki miydi?) cevap verirmişim:
"Kaka istiyorum," diye. Ama benim imdat çağ rıma koştuğ unda iş işten geçmiş olurmuş. "Çoktan altına etmiş
olurdun," derdi anneannem, gü lerek. Yani annem, Francisco ve ben 1924 ilkbaharında Lizbon'a gittiğ imizde benim
hayat tecrü bem bir buçuk yıldan fazla değ ilken, başkalarıyla iletişim kurma yeteneğ im pek de gelişmiş olamazdı. Bu
yü zden, demin bahsettiğ im açık saçık olayların sonradan, tatilleri geçirmek için Azinhaga'ya gidişlerimizde
gerçekleştiğ ini tahmin ediyorum, annem beni anneannem Josefa'ya emanet ederek gençlik arkadaşlarıyla hasret
gidermeye koşar, onlara uygarlıkla ilgili olarak kendi deneyimlerini anlatır, hatta gururu ve utancı konuşmasına engel
olmazsa, Lizbon gibi bü yü k bir metropolde erotik eğ lencelerle doğ ru yoldan sapmış bir kocanın kö tü muamelesini de
bunların arasına katardı. Oyle tahmin ediyorum ki bu ü zü cü sahnelerin şaşkın ve korkmuş tanığ ı olduğ umdan ben
ömrümde asla bir kadına el kaldırmamışımda. Bunlar bana ibret olmuştur.
Evde işler iyi gitmediğ inde kadınların falcıya gittikleri zamanlardı bunlar. Biz daha Fernâ o Lopes
Sokağ ı'nda otururken, annemin odaya kapanıp uzun uzadıya okuduğ u duaları ve yaktığ ı tü tsü leri hatırlıyorum; koyu
renkli birtakım kü çü cü k, yuvarlak tohumları ocaktaki korların ü zerine atarken bir yandan da şu sö zlerle başlayan bir
bü yü duası okurdu: "Kokalar, benim kokalarım, hem de ayrıca..." O sonu gelmeyen duanın gerisini hatırlamıyorum,
ama o tohumların kokusunu ö yle yoğ un olarak hatırlıyorum ki, şu anda bile buram buram burnumda. Aynı zamanda
hem iç bayıltıcı hem de baş dö ndü rü cü kokusuyla insanı sersemleten, sağ lıksız, ince bir duman çıkarırlardı. Onların
nasıl "kokalar" olduğ unu hiç anlayamamışımdır, herhalde Şark işi bir şey olmalıydılar. Belki de bu hatırladıklarım
yü zü nden olacak, gü nü mü zde tinsel bir atmosfer yarattıklarını sanarak, bazı evlerde son derece ağ ır bir koku yayan
Doğu kökenli günlüklerle havayı arındırmalarına hiç dayanamam...
Bir gü n, Maria Elvira Teyzem, Jose Dinis ve ben, Mouchâ o de Baixo'da bir kavun tarlasındayken, nasıl
oldu hatırlamıyorum, ama eminim ö yle sıradan bir rastlantı değ ildi, Alice ve annesi babasıyla karşılaştık ve benim o
kindar kuzenim, kızın ona gö sterdiğ i ilgiden çok daha fazlasını bana gö sterdiğ ini gö rü nce, ondan bekleneceğ i gibi
ö yle bir kıskançlık krizine tutuldu ki, elindeki kavun dilimini tutup suratıma fırlattı. Yü zü me nişan almıştı ama isabet
ettiremedi, yalnızca gö mleğ ime geldi kavun. Dedim ya, her şey için ve bir hiç yü zü nden kedi kö pek gibi durmadan
didişirdik. Ama bu kez sorun Alice'ti, Şimdiye kadar yaptığ ımdan daha ayrıntılı bir şekilde ondan sö z etmemin
zamanı geldi. O olaydan bir sü re sonra (sanıyorum bir sonraki yazdı) biz ü çü mü z, kızın ailesinin taşınmış olduğ u
(daha ö nce Alpiarça'da oturuyorlardı) Vale de Cavalos'a gittik, hatta eğ er belleğ im beni fazla yanıltmıyorsa, onları
evlerinde de ziyaret ettik. (Olayların bu şekilde geliştiğ inden kesin olarak emin değ ilim, ama nasıl olduysa oldu, bir
fırsat çıkmıştı da -işte belki de o zaman olmuştu bu-, patikalardan ve kestirme yollardan tarlalar arasından geçerek
Mouchâ o de Baixo'dan Vale de Cavalos'a giden bir yolu keşfetmiştim.) Derken, bir-iki hafta sonra orada bir şenlik
kutlanıyordu, ben de ne yapıp edip Alice'i gö rmem gerektiğ ine karar vermiştim. On beş yaşımdaydım, o yaz on altı
yaşımı doldurmama az kalmıştı. Tejo ü zerindeki gezintilerim, Graviel'in kıyıya demir atmışken yerdeki kü çü k taşlara
dibi sü rten sandalı, alacakaranlıktaki solgun ışık, gidiş-dö nü ş yaptığ ım uzun yü rü yü şler gibi duygusal birtakım
serü venlerimle ilgili hikâ yeleri bu kitabın ilk sayfalarında bırakmıştım. Bu yü zden onları tekrarlayacak değ ilim, şimdi
madalyonu çevirip ö bü r yü zü nü gö sterecek cesareti bulmam gerekiyor. Kö y meydanında dans ediliyordu,
yerel ilarmoni bandosu bu vesileye yaraşır bir coşkuyla çalıp duruyordu. Alice'le konuşmuştum, beni fazla aşırıya
kaçmadan iyi karşılamıştı, onunla dans etmiştim (eğ er ona dans denilebilirse, benim onu idare etmemden daha fazla
o beni idare ediyordu; eminim diyemeyeceğ im ama ö yle olduğ undan kuşkulanıyorum, bir ara yakınımızda dans
etmekte olan bir kız arkadaşına ne yaparsın gibilerden bir işaret yaptı). En sonunda, artık geç bir saatte (Alice'ten
sonsuza dek vazgeçmeme onun bu hareketinin neden olduğ unu bugü n artık biliyorum), yenilgiyi kabul edip kızın
yanından ayrıldım. Daha birkaç yıl ö nce karanlıkta ve onun yarattığ ı canavarlar karşısında korkudan tir tir titrerken,
hışırtılar ve gö lgelerle dolu o gecenin içinde nasıl olup da kaybolmadığ ımı hâ lâ merak ederim. Yü rü yü şü mü n sonunda
bacaklarım şişmiş olarak bitkin bir halde sığ ındığ ım o kaba saba ahşap kulü be, sonradan ö ğ rendiğ ime gö re, eniştem
Francisco Dinis'in çiftliğ in içinde geceleri dolaşırken mola verdiğ inde girip dinlendiğ i bir yerdi. Karnım acıktığ ından
içeride el yordamıyla yiyecek bir şeyler arandım, daha ö nce sö zü nü ettiğ im ve sabahleyin artanını yediğ imde anlama
fırsatını bulacağ ım gibi kü lenmiş olan o mısır ekmeğ i parçasını bulabildim bir tek. Portatif yatağ ın şiltesi yoktu, ama
yorgun kemiklerimle uzandığ ım yaprak tabakası hoş kokuyordu. Sabaha kadar kalan birkaç saati uyuyarak geçirdim,
sabahleyin eniştem çıkageldi. Yanından hiç ayrılmayan kö peğ inin havladığ ını duydum -adı Pilot'tu-, uyku
mahmurluğ u içinde gö zlerim ışıktan kamaşarak kulü beden dışarı çıktım. Mouchâ o de Baixo'ya vardığ ımda başımdan
geçen macerayı Maria Elvira Teyzemle José Dinis'e anlattım, yaşadığ ım duygusal iyaskonun sonunda gururumun
kırıldığ ını ele verecek her tü rlü ayrıntıyı atlamaya ö zen gö sterdiğ imden, kuzenim bü yü k bir ö keyle dinlemişti beni.
Alice kendisini dansa kaldırmamı istemişti ve ben dans etmeyi bilmiyordum. Terzi benden daha talihli çıkmıştı.
Hiçbir zaman öğrenemeyeceğim ama acaba kız da talihli miydi, Allah bilir.
Balık tutmakta hiçbir zaman usta olamamışımdır. Kendi yaşıtım olan ve benimkiler kadar mü tevazı
olanaklara sahip herhangi bir çocuk gibi, misinasının ucuna olta iğ nesi, kurşunu ve mantarı bağ lı olan sıradan bir
kamış kullanırdım, yani sonraları bizim oralarda ortaya çıkacak olan ve ben artık epeyce bü yü yü p balıkçılık
hayallerimi bir yana bıraktığ ımda yö redeki bazı meraklıların ellerinde gö rme fırsatını bulduğ um o modern gereçlere
benzer bir yanı hiç yoktu. Bu yü zden de benim tuttuklarım, birkaç sazanla az sayıdaki kü çü k boy bıyıklı sirozun ve
boşa harcanmış pek çok saatin ö tesine hiçbir zaman geçmezdi (daha doğ rusu boşa geçmiş denemezdi, çü nkü ben hiç
farkına varmadan, gelecekte benim için daha az ö nemli olmayacak şeyleri "tutuyordum": hayalleri, kokuları, sesleri,
esintileri, duyguları). Gü neş tepemde fazla kaynamıyorsa gü neşin altında ya da herhangi bir ağ layan sö ğ ü dü n
gö lgesinde oturup beklerdim balık oltaya gelsin diye. Genellikle, suyun kenarına oturmuş olarak, "bizim kö yü n
suyu"nda, yani Almonda'da avlanırdım akşamü stleri, çü nkü hava çok sıcak olduğ unda balıkların taşların arasına
girdiklerini ve oltaya gelmediklerini herkes bilirdi. Kimi zaman da bizim suyun ö tekiyle birleştiğ i yerde, buradaki
ya da karşı taraftaki kıyıda oturur, belirli bazı zamanlarda da daha uzaklara doğ ru kü rek çekerek Tejo Irmağ ı'nı
gü neye doğ ru geçip en hoşuma giden şekilde, sanki bir gö lgeliğ in altındaymışım gibi kıyıdaki kum çıkıntılarının
gö lgesine sığ ınırdım. O yö relerin en tecrü beli balıkçıları, kendi yö ntemleri, kendi stratejileri, kendi sihirli becerileri
olduğ unu sö yleyerek bö bü rlenirler, bunlar genellikle bir sezon sü rdü kten sonra her defasında bir ö ncekilerden daha
etkili olan başka yö ntemlere, başka stratejilere, başka sihirli becerilere bırakırlardı yerlerini. Ben bunların
hiçbirinden yararlanmayı asla becerememişimdir. Bunlardan aklımda kalan en sonuncusu, ü nlü bir gü l idanı tozuydu
(o zamanlar duyduğ um, bugü ne kadar da sü rmü ş olan merakım, bu işten anlayanların gü l idanının neresini toz
halinde pü skü rtü yor oldukları konusundaydı; çiçeğ i olduğ una inanmak geliyor içimden); şiirsel bir tuzak olarak daha
ö nceden suya atılan bu toz sayesinde balıklar, biraz yersiz bir benzetme olursa kusura bakmayın ama, sığ ırcıklar gibi
tuzağ a yakalanıveriyorlardı. Zavallı ben, bu işe layık olmayan parmaklarımla hiçbir zaman dokunabilmiş değ ildim o
altın tozuna. Zaten Tejo'nun balıkçılık tarihindeki en bü yü k (ama asla gö zle gö rü lmemiş olan) bıyıklı siroz karşısında
uğ radığ ım başarısızlığ ın nedeni de herhalde buydu. O ü zü cü olayı en basit şekilde anlatayım: Elimde balık tutma
gereçlerimle Almonda'nın ö teki suyla birleştiğ i yere gitmiştim, "ırmak ağ zı" dediğ imiz yerde kumdan dar bir
uzantının ü zerinden o dö nemde Tejo'ya geçilirdi, işte orada duruyordum, gü n ışığ ı artık çekip gitmek ü zereydi ve
oltanın mantarı suyun altında en kü çü k bir hareket belirtisi gö stermemişti, sonra birdenbire, iğ neye takılan balığ ın
çırpınışlarını bildiren o heyecanlı titreyişten eser olmadan, oltayı neredeyse elimden sö kü p alırcasına suyun
derinliklerine dalıverdi. Oltayı çektim, o da beni çekti, ama bu mü cadele fazla uzun sü rmedi. Belki misina pek iyi
bağ lanmamıştı ya da belki çü rü mü ştü , şiddetli bir çekişle balık, iğ neyi de, mantarı da, kurşunu da, hepsini birden alıp
gö tü rdü . Şimdi siz dü şü nebiliyor musunuz benim ne hale geldiğ imi? Irmağ ın kıyısında, o namussuzun saklanmış
olması gereken yerde, elimde hiçbir işe yaramayan o gü lü nç kamışla, ne yapacağ ımı bilemez halde, yeniden durulmuş
olan sulara bakakalmıştım. işte o sırada ö mrü mdeki en saçma ikir geldi aklıma: koşa koşa eve gidip oltayı yeniden
hazırlamak ve o canavarla kesin olarak hesaplaşabilmek için ırmağ a geri dö nmek. Iyi gü zel de, anneannemlerin evi
benim bulunduğ um yerden bir kilometreden fazla uzaklıktaydı; o bıyıklı sirozun, yeni tayını gelene kadar, yalnızca
balık yemini değ il aynı zamanda iğ neyle kurşunu, hatta o arada mantarı da sindirmekle vakit geçirerek beni bekliyor
olacağ ı gibi saçma bir umuda kapılmak için insanın hepten salak olması (ya da en azından saf olması) gerekirdi. Yine
de, bü tü n mantık ve sağ duyu kurallarının tersine, ırmağ ın kıyısından bir koşu tutturdum, yolu kısaltmak için
zeytinliklerin ve anızla kaplı tarlaların içinden geçtim, soluk soluğ a evin içine dalarak, bir yandan oltayı hazırlarken
anneanneme olanları anlattım, o da bana balığ ın hâ lâ orada olduğ una inanıp inanmadığ ımı sordu, ama ben onu
duymuyordum, duymak istemiyordum, duyacak halde değ ildim. Aynı yere geri dö ndü m, gü neş batmıştı bile, oltayı
atıp bekledim. Dü nyada suyun sessizliğ inden daha derin bir sessizlik olduğ unu sanmıyorum. O saatte onu duymuş,
bir daha da unutmamıştım. Yalnızca suyun akıntısının bir parçacık salladığ ı mantarı seçemeyecek hale gelene kadar
kaldım orada ve sonunda, ruhuma işlemiş bir hü zü nle, oltayı toplayarak eve dö ndü m. O bıyıklı siroz çok uzun
yaşamıştı, o kadar gü çlü olmasına bakılırsa çok iri bir balık olmalıydı, ama eceliyle ö lmeyeceğ i kesindi, gü nü n birinde
birisi onu avlayacaktı. Yine de,her ne olursa olsun, benim olta iğ nem takılmıştı solungaçlarına, benim işaretimi
taşıyordu, benimdi o.
Gü nlerden bir gü n Tejo'nun ağ zında balık tutmaya gitmiştik, bir kerecik olsun Jose Dinis'le barış halinde,
uyum içindeydik (ırmağ ın ağ zında olduğ umuzdan kuşkuluyum, çü nkü ne o kadar uzaklara yü rü mü ştü k ne de o yö ne
de gitmiştik; herhalde yaz sıcaklarının kurutamayacağ ı kadar derin olan ve yü kselen sularla birlikte sü rü klenerek
gelmiş birkaç balık sü rü sü nü n bulunduğ u bir su birikintisi olsa gerekti), bir-iki sıska balık yakalamıştık ki, aşağ ı
yukarı bizim yaşımızda iki oğ lan çıkageldi, Mouchâ o de Cima'dan olsalar gerekti, bu yü zden de, bir taş atımı uzaklıkta
bulunmasına rağ men onları tanımıyorduk (tanımamız da pek tavsiye edilmezdi ya). Bizim arkamızda bir vere
oturdular ve her zamanki konuşma başladı: "E, balık var mı bari?"', biz de “Eh şö yle bö yle' dedik, onların gü venini
kazanmaya kesin kararlı olarak. Yine de, bize gü lmesinler diye, tuttuğ umuz iki parçanın kazanın içinde olduğ unu
söyledik. Kazan dediğimiz şey, silindir biçiminde bir teneke kutuydu, üzerine oturan bir kapağı vardı, bir de kolumuza
asmaya yarayan yuvarlak telden sapı. Genellikle bir sopanın ucunda omuzda taşınan bir tü r sefertası olan bu
kutuların içinde ırgatlar tarlaya giderken yiyeceklerini taşırlardı, her birinin olanaklarına gö re mevsiminde soğ uk
domates çorbası, kuru fasulye çorbası, artık ne olursa. Gö rü ndü ğ ü mü z kadar beceriksiz olmadığ ımızı açıkça belli
ettikten sonra, suyun kurşun gibi ağ ır yü zeyinde hiç kıpırdamadan duran mantarlara çevirdik dikkatlerimizi yeniden.
Ortalığ ı bir sessizlik kaplamıştı, vakit geçip gidiyordu, bir sü re sonra ikimizden biri dö nü p arkasına baktığ ında o ikisi
artık orada değ ildi. Yü reklerimiz hop etti, gidip kazanın kapağ ını kaldırdık. O iki balığ ın yerinde iki dal parçası
yü zü yordu suyun ü stü nde. O iki haylaz, en kü çü k bir ses çıkarmadan, kutunun kapağ ını nasıl açıp da balıkları oradan
alıp atmışlardı, bugü ne kadar anlayabilmiş değ ilim. Eve dö nü p de başımıza gelenleri anlattığ ımızda, Maria Elvira
Teyzemle Francisco Eniştem bizim hesabımıza gülmekten katıldılar. Şikâyet edecek halimiz yoktu, bunu hak etmiştik.
Avcılık yeteneğ imin balıkçılık becerilerimin de altında kaldığ ı gerçeğ ini sö ylemek zorundayım. Bir
defasında sapanımla bir serçe avladığ ım olmuştu, ama onu o kadar isteksizce ve ö ylesine acıklı bir şekilde
ö ldü rmü ştü m ki, gü nü n birinde pişmanlıktan kıvranarak içimi dö ktü ğ ü m bir yazımda bu iğ renç olayı anlatmaktan
kendimi alamamıştım. Yine de, gö kteki minik kuşlara karşı nişancılığ ım her zaman iyaskoyla sonuçlanmış olsa bile,
Almonda'daki kurbağ alar konusunda hiç de ö yle olmaz, hem isabetli hem de acımasız olan sapanımla onları kırıp
geçirirdim. Doğ rusu çocuklardaki acımasızlığ ın haddi hesabı yok (bü yü klerinkinin de sınırsız olmasının en bü yü k
nedeni de bu zaten): Dalgalanan balçığ ın ü zerine gü zelce oturup aynı zamanda hem yukarıdan gelen sıcacık havanın,
hem de aşağ ıdan gelen serinliğ in tadını çıkararak gü neşlenen o masum kurbağ aların bana ne zararı vardı ki? Attığ ım
taş vınlayarak gidip tam yerine isabet eder, bahtsız kurbağ alar hayatlarının son perendesini attıktan sonra sırtü stü
dü şü p ayakları havada kalırlardı. O ö lü mlerin failinde merhametten eser olmadığ ı gibi, ırmak da dö ktü kleri azıcık
kanı alıp gö tü rü r, o arada ben de, zafer kazanmışçasına bir edayla, aptallığ ımın bilincine varmaksızın, yeni kurbanlar
peşinde ırmağın bir aşağısına bir yukarısına dolaşıp dururdum.
Ne gariptir ki başka yerlerdeki başka insanların '"terzi kadın"dan sö z ettiklerini hiç duymadım.
Vaktinden ö nce akılcı olduğ umu daha o kü çü k yaşlarımda kaç kez gö stermiş biri olarak (hani kilisede ayine gittiğ im
zaman, çıngırak çalındığ ında neyi gö rmemi istemediklerini anlamak için başımı yana çevirip baktığ ım o sapkınlık
ö ykü sü var ya, onu hatırlamak yeterli), o "terzi kadın" ın olsa olsa bir "tahta bö ceğ i" ya da ona benzer bir hayvancık
olacağ ını dü şü nmü ş, hatta hatırladığ ım kadarıyla bunu anneme de sö ylemiştim; ama tü mü yle yersiz bir dü şü nceydi
bu, çü nkü "tahta bö cekleri" (yani bildiğ imiz tahta kurtları), modern betonların çimentoları kadar olmasa da, o
zamanki kemirilmesi zor olan kaba saba yapı harçlarının içinde yaşayamazlardı.Öyleyse neydi bunlar? Evin sessizliğ i
içinde bir ara annem, sanki dü nyanın en doğ al şeyini sö ylermiş gibi şö yle derdi: "işte yine başladı o terzi kadın." Ben
de kulağ ımı duvarda onun işaret ettiğ i yere yaklaştırır, orada bir dikiş makinesinin yanılgıya meydan vermeyen
sesini duyardım, yemin ediyorum ki duyardım, hani şu pedallı olan makinelerden (zaten başkası yoktu ya), onun
dışında arada bir de yine ona ö zgü bir başka ses daha duyardım, sanki sü rü klenir gibi bir ses, terzi kadın iğ nenin
hareketini durdurmak için sağ elini kaldırıp tekerleğ e dokundurduğ unda çıkan fren sesi. Lizbon'dayken de
duymuştum onu, ama Azinhaga'da anneannemlerin evindeyken de duymuştum, anneannem Josefa, Maria Elvira
Teyzeme şö yle derdi: "Işte terzi kadın, bak yine başladı." Kireç badanalı duvarın masum beyazlığ ından çıkan sesler
aynı seslerdi. O zamanlar bana yaptıkları masalsı -başka tü rlü olamazdı- açıklama, net bir şekilde duyduğ umuz o
şeyin, pazar gü nü çalışmış olan imansız bir terzi kadının acıklı alınyazısının sonucu olduğ u biçimindeydi; bu bü yü k
kabahati yü zü nden evlerin duvarlarının içinde sonsuza dek makinede dikiş dikmeye mahkû m edilmişti (ama yargıcın
kimliği hakkında hiçbir kayıt yoktu). Pazar günleri çalışmak ihtiyacında olan herhangi bir Hıristiyan'ı hiç acımadan ve
kılı kıpırdamadan cezalandırma merakı, uzak geçmişte bir başkasını daha kurban seçmişti kendine: Ay'daki adam,
hani buradan aşağ ıdan bakıldığ ında son derece belirgin bir şekilde gö rdü ğ ü mü z, sırtında bir çalı çırpı demeti taşıyan
şu adam, kö tü ö rnek olmaya devam etmekten kendilerini alamayan pervasızlara ibret olsun diye, o yü kü sonsuza
kadar taşımak ü zere yerleştirilmişti oraya. Duvarların içindeki "terzi kadın"a geri dö necek olursak, dü nyada ne
haltlar olup bitti de ö ylesine ortadan kayboluverdi bilemiyorum, çü nkü yetmiş yıldan fazla oluyor, ne onun sesini
duyuyorum ne de ondan sö z edebilecek birine rastladım. Belki de ceza indirimine uğ ramıştır. Eğ er ö yle
olduysa, umarım aynı merhamet Ay'daki adama da gösterilir. Zavallıcık artık yorulmuştur.
Hem de onu oradan indirecek olsalar, o gö lgeyi oradan yok etseler, Ay daha fazla ışık verir, bu işten hepimiz kazançlı
çıkardık.
Dedim ya, anneannemlerin evine Kü çü k Ev derlerdi, bulunduğ u yerin adı da Taksim'di, belki de
karşısındaki seyrek ve dağ ınık zeytinlik (sonradan futbol sahası olmuştu, son zamanlarda da park yapıldı) başka
başka kimseler arasında taksim edilmiş olduğ undandı: Sanki ağ açlar yerine sığ ırlar sö z konusuymuş gibi,
zeytin ağ açlarının gö vdelerine sahiplerinin adlarının baş har leri kazınmıştı. Ev, o zamanlar yapılageldiğ i gibi son
derece kaba saba, tek katlı kerpiç bir binaydı., ama zemini, ırmağ ın yü kselmesine karşı bir ö nlem olarak, yerden bir
metre kadar yü kseltilmişti, hiçbir penceresi bulunmayan kö r cephesinde geleneksel kü çü k bir kapıdan başka bir şey
yoktu, içerisi geniş iki bö lü mden oluşuyordu, sokağ a baktığ ı için dış oda denilen bir tanesinde iki yatakla birkaç
sandık -belleğ im beni yanıltmıyorsa ü ç tane sandık-dururdu, onun devamında da mutfak yer alıyordu; ikisinin de
tepesinde çatı boşluğ u vardı ve zeminleri topraktandı. Geceleri, gaz lambası sö ndü rü ldü ğ ü nde, çatıdaki çatlakların
arasından serseri bir yıldızın ışıltısı seçilebilirdi. Dedem, belirsiz aralıklarla, belki iki ya da ü ç ayda bir, dış odanın
zeminini çamurla sıvardı. Bir kova suyun içinde yeterli miktarda çamuru eritir, sonra dizleri ü zerine çö kerek,
çamurlu karışımın içine batırdığ ı bir bezle kollarını bir o yana bir bu yana gezdirir, ö n taraftan başlayıp arkaya doğ ru
gelerek zeminin her yanını yeni bir çamur tabakasıyla kaplardı. Çamur tamamen kurumadıkça ü stü ne basmamız
yasaktı. O ıslak çamurun kokusu hâ lâ burnumda, suyu buhar olup uçtukça yavaş yavaş solan o kırmızı renk de
hâ lâ gö zlerimin ö nü ndedir. Hatırladığ ım kadarıyla mutfak hiç çamurla sıvanmazdı, sü pü rü lmesine sü pü rü lü rdü ama
yine de aşırıya kaçmadan. Çamurla sıvandığ ı asla gö rü lmemişti. Dış odada, yataklarla sandıklardan başka ham
ahşaptan, yani boyanmamış bir masa vardı, bu yü ksek ayaklı masanın ü zerinde de kenarları zımparalanmış, cıvalı
sırları yer yer dö kü lmü ş eski bir ayna, bir şapel saati ve hiçbir değ eri olmayan birkaç ıvır zıvır dururdu. (Çok
sonraları, kırk yaşımı çoktan aştığ ım zamanlarda, Lizbon'daki bir antikacıdan ona benzer bir saat satın almıştım,
sanki çocukluğ umdan ö dü nç alınmış bir şeymiş gibi onu hâ lâ saklarım.) O ayna, yine boyalı olmayan, kü çü k, kaba
saba bir tuvalet masasının parçasıydı; ortadaki bir, yanlardaki ikişer çekmenin içi, hiçbir işe yaramayan ve yıldan yıla
gö zle gö rü lü r hiçbir değ işikliğ e uğ ramayan ufak tefek şeylerle doluydu. Masanın ü zerindeki beyaz duvarda, tıpkı
yü zlerden oluşan bir galaksi gibi aile resimleri yer almıştı; dış odanın kireç badanalı duvarlarına onları sü s eşyaları
olarak dağ ıtmak kimsenin aklına gelmemişti. Mihraptaki azizler gibi duruyorlardı orada; ortak bir kutsal emanet
odasındaki yerleri değ iştirilemez sabit eşyalar gibiydiler. Mutfak bizim bü tü n dü nyamızdı. Orada iki tane yatak,
dü zgü n olmayan zeminde sallanıp duran ve kımıldamasın diye her defasında ayağ ının altına bir şey konması gereken
bir masa, maviye boyalı iki iskemle, arka duvarında belli belirsiz dış hatlarıyla az çok insan biçimindeki "ocak
tanrıçasının durduğ u bir ocak vardı, geri kalan her şey gibi o da yok oldu gitti; dayılarımın en genci ve babam gibi
polis memuru olan Manuel Dayım, anneannem ö ldü ğ ü nde eve konup da onun yerine, orta karar zevk sahibi olan
herhangi bir kimseye iğ renç gelen, ama kendisinin gö z kamaştırıcı bulduğ u bir bina çıktığ ında. Bu eseriyle mutlu olup
olmadığ ını hiç sormadım ona, çü nkü kö klü aile geleneklerimize uyarak birbirimizle konuşmaz olmuştuk. O "ocak
tanrıçası"nın, pagan bir ev perisinin kü çü ltü lmü ş temsili olduğ unu tahmin ediyorum, hani Romalıların ev tanrıları
gibi (o zamanlar sıklıkla kullanılan bir sö zü hatırlıyorum, "tanrının yanına gitmek" demek sadece "eve dö nmek"
anlamına gelirdi). O kabartmadan anlaşılabildiğ i kadarıyla, tanrıça dö rt kö şeli tuğ lalardan yapılmış ve bunlar ö yle bir
biçimde yerleştirilmişti ki, en altta iki tanesi gö vdenin ü st kısmına benzeyecek şekilde yan yana, onların ü zerinde
boynu oluşturacak şekilde ortaya bir tane, en ü ste de kafa olacak şekilde yanlamasına ü çü ncü bir tuğ la duvara
gö mü lmü ştü . Anneannem buna "ocak tanrıçası" derdi, ben de bu bilgiyle yetinmiştim, ta ki yıllar sonra, kitap
okumanın ö ğ retici erdemleri sayesinde, sanıyorum asıl cevabı bulana kadar. Gerçekten ö yle bir şey miydi o tanrıça?
Ocak kü çü ktü , içine ancak iki kişi sığ abiliyorduk, genellikle de anneannemle ben. Her zaman olduğ u gibi, kışın
soğ uktan ibriklerin içindeki sular geceleyin donunca, sabahleyin suyun ü zerinde oluşan buz tabakasını bir sopayla
kırmamız gerektiğ inde, ö n tarafımız sıcaktan kavrulur, arkamız soğ uktan donardı. Hava adamakıllı soğ uk olduğ unda,
evin içinde olmakla dışarıda olmak arasında fazla bir fark yoktu. Mutfağ ın bostana açılan kapısı ö ylesine eskiydi ki,
arasına elimin sığ dığ ı aralıklarıyla kapıdan çok parmaklığ ı andırırdı, ama en acayip tarafı, yıllar boyunca ö yle kalmış
olmasıydı. Sanki menteşelerine taktıklarında zaten eskiydi. Ancak çok sonraları, dedem Jeró nimo vefat ettiğ inde
(dedem, 1948'de bu dü nyadan çekip gitmişti), aslında basit birkaç yamadan ö teye geçmeyecek şekilde birazcık tamir
gö rdü . Yine de ö yle sanıyorum ki yerine hiçbir zaman yenisini koymadılar. Anneannemle dedem evlendikten
sonra bü tü n ö tekiler kadar yoksul olan bu eve yerleşmişler; biri, o zamanlar herkesin dediğ i gibi Azinhaga'nın en
gü zel kızıymış, Misericordia de Santaré m'in turnikeli kapısına bırakılmış bir kimsesiz çocuk olan ö tekine de esmer
teni yü zü nden "kara değ nek" derlermiş. Hep o evde oturmuşlar. Anneannemin anlattığ ına gö re, dedem Jeró nimo,
evlendiklerinin ilk gecesini o rutubetli havada evin kapısında oturarak geçirmiş; dizlerinin ü zerinde bir sopayla,
çatıyı taş yağ muruna tutmaya yemin etmiş olan kıskanç rakiplerini bekliyormuş. Sonunda hiç kimsecikler
gö rü nmemiş ve dolunay gö kyü zü nde bü tü n gece yol almış (bırakın da ö yle olduğ unu hayal edeyim), o arada
anneannem de yatağ a uzanmış, gö zlerini yummadan kocasının gelmesini bekliyormuş. Birbirlerine sarıldıklarında
artık sabah olmuşmuş.
Yirmili yıllarda Lizbon'un mü tevazı mahallelerindeki ailelere onca gö zyaşı dö ktü ren o ü nlü Ormanlar
Perisi Maria romanından bahsetmenin vakti geldi. Yanılmıyorsam Romano Torres Yayınevi tarafından basılmış olan
bu roman, on altı sayfa tutan haftalık fasikü ller ya da kitapçıklar halinde belli gü nlerde abonelerin evlerine dağ ıtılırdı.
Cavaleiros Sokağ ı 57 numaranın en ü st katindayken bize de gelirdi, ama o dö nemde, arduvaz ü zerine har ler
çizmekten aklımda kalmış olan kıt ve her halü kâ rda yetersiz bilgimin dışında, hiyerogli leri çö zü mlemek gibi zor bir
zanaate henü z başlamış değ ildim. Annemle ben de bilgi sahibi olalım diye -çü nkü ikimizin de okuması yazması yoktu;
ben daha bir sü re ö yle kalacaktım, annemse bü tü n ö mrü boyunca cahil kalacaktı- bunları yü ksek sesle okuma işini
ü stlenmiş olan da, Fé lix'in, hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım adını bir tü rlü hatırlayamadığ ım annesiydi.
Okuyucu ile dinleyicileri olarak ü çü mü z, o alçak taburelere oturur, kelimelerin kanatlarına binerek bizimkinden çok
farklı bir dü nyaya giderdik. Kudretli ve kö tü kalpli bir rakibenin nefretinin ve kıskançlığ ının kurbanı olan bahtsız
Maria'nın haftalar boyunca aman vermeden başına gelen binlerce felaketin arasında bir tanesi vardı ki sonsuza dek
belleğ ime kazınmıştır. Zamanla aklımdan silinen, ama zaten burada anlatılmasına gerek olmayan tü rlü maceralar
sırasında Maria, amansız dü şmanının şatosunun karanlık mahzenlerine kapatılmıştır; dü şmanı da, değ erli okurların
daha ö nce anlattıklarımdan zaten bildikleri şeyleri, yani daha doğ uştan içinde var olan kö tü kalpliliğ ini sanki
doğ rulamak ihtiyacındaymış gibi, o zavallı kızcağ ızın iş işleme sanatında ve kadınlara ö zgü daha başka ev işlerinde
Allah vergisi yeteneğ inden yararlanıp onu bildik bilmedik en ağ ır cezalarla korkutarak, kendisi için çalışmasını
emreder. Gö rü yorsunuz ya, yalnızca kö tü kalpli değ il, aynı zamanda sö mü rü cü ymü ş de. O arada Maria'nın zindana
kapatıldığ ı bü tü n o sü re boyunca işlediğ i dü nya gü zeli parçalar arasında muhteşem bir déshabillé (ince ve sü slü
sabahlık(ç.n)) vardır ki hınzır Ispanyol dilber onu kendine ayırmaya karar vermiştir. Derken, ancak romanlarda
geçen ve onlar olmasa kimsenin bu romanları yazma zahmetine girişmeyeceğ i o inanılmaz rastlantılardan biri
sonucunda, Maria'ya â şık olan, ondan da bü yü k bir sevecenlikle karşılık gö ren kibar bir beyefendi, sevgilisinin orada
mahpus tutulduğ undan ve zindanda oturup iş işlemekten parmaklarının delik deşik olduğ undan habersiz, kalkıp o
şatoyu ziyarete gider. Uzun zamandan beri ona gö z koymuş olan Ispanyol kadın -zaten yukarıda kısa ve ö z bir şekilde
değ inilen o korkunç rekabetin nedeni de budur-, onu hemen o gece baştan çıkarması gerektiğ ine karar verir. Ve bunu
dü şü nmesiyle gerçekleştirmesi de bir olur. Gecenin geç bir saatinde, ü zerinde o déshabillé'yle, iç gıcıklayıcı kokular
sü rü nerek, cefakâ r ve melekler kadar saf Maria'ya ne kadar â şık olursa olsun hayatın gereğ i olarak içinden gü ç
fışkıran o beyefendiyi bir yana bırakın, gö kyü zü ndeki tü m azizlerin başını dö ndü recek kadar şuh bir tavırla,
konuğ unun yatak odasına usulca girer. Koynuna girmiş olan o ahlaksız yaratığ ın kollarında, dantellerin arasından
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gö rü nen o yusyuvarlak, sarhoş edici memelerin ü zerindeyken, yenilgiyi kabullenip
o baştan çıkarıcı uçuruma yuvarlanmasına ramak kaldığ ı bir sırada, birdenbire, tam da o hain kadın zaferini ilan
etmeye hazırlanırken, o kibar beyefendi, sanki Kleopatra'nın memelerinin arasındaki engerek tarafından
sokulmuşçasına geri çekilir ve titreyen elini uzatarak o işlemeleri tutup çekerken bir yandan da avaz avaz bağ ırır:
"Maria! Maria!" diye. Ne olmuştur? Biliyorum inanılması zor, ama romanda ö yle yazıyordu. Maria zindandayken, tıpkı
denizdeki bir kazazedenin suya bir şişe atıp da içindeki mesajın kendisini kurtaracak olan bir el tarafından gü nü n
birinde bulunmasını beklemesi gibi, o déshabillé'nin ü zerine kendi adını ve hapsedildiğ i yerin neresi olduğ unu
belirten bir yardım çağ rısı işlemiştir. Son anda bu alçakça tuzaktan kurtulan beyefendi, o şehvet dü şkü nü
kadını kendinden uzaklaştırarak taparcasına sevdiğ i bakire Maria'yı tutsaklıktan kurtarmaya koşar. Işte aşağ ı yukarı
o sıralarda Femâ o Lopes Sokağ ı'na taşınmış olmamız gerek, çü nkü romana abone olan Felix'in annesi olduğ undan,
Ormanlar Perisi romanı biz oradayken sona ermişti. Biz yalnızca haftalık bedava okuma seansından yararlanıyorduk,
o da az şey değ ildi, ö zellikle de, o zamanlar çok kü çü k yaşta olmama rağ men, ö ylesine dramatik ve insanı altü st eden
bir olaylar zincirinin anısı belleğimden asla silinip gitmeyecek olan benim için.
Okumayı kısa zamanda sö kmü ştü m. Martens Ferrâ o Sokağ ındaki -yalnızca girişiyle her zaman karanlık
olan merdivenlerini hayal meyal hatırlayabildiğ im- ilkokulda almaya başladığ ım o ö zenli eğ itim sayesinde, neredeyse
hiçbir geçiş dö nemi yaşamadan, bir gazetenin sayfalarında ü st dü zeylerdeki Portekiz dilini dü zgü n bir biçimde
okuma aşamasına geçmiştim; Haber Gazetesi adındaki bu gazeteyi babam her gü n eve getirirdi, ö yle sanıyorum ki iyi
satış yapan gazetelerin dağ ıtıcısı, hatta belki kendisi de bir gazete bayiinin sahibi olan bir arkadaşı ona hediye
ediyordu bu gazeteyi. Yoksa, bizim buna benzer lü kslere harcayacak paramız olamayacağ ına gö re, onu satın aldığ ını
hiç sanmıyorum. Durumumuz hakkında açık bir ikir sahibi olmanız için şu kadarını sö yleyeyim yeter: Annem, yıllar
boyunca, her mevsim şaşmaz bir dakiklikle, kış sona erdiğ inde battaniyeleri alıp rehinciye gö tü rü r, sonra parasını
santim santim biriktirip her ayın faizlerini ve son taksidi bu şekilde ö deyerek, ilk soğ uklar bastırmaya başlarken
onları rehinden kurtarabilirdi ancak. Elbette ki artık tarihe karışan o sabah gazetesini hiç duraksamadan okuyor
değ ildim, ama benim için apaçık olan bir şey vardı: Gazete haberleri, adlarını, işlevlerini ve aralarındaki
ilişkileri okulda ö ğ renmekte olduğ um aynı karakterlerle yazılıyordu (biz onlara karakter değ il, harf diyorduk). Bu
yü zden de daha har leri sö kmeyi yeni ö ğ renmiştim ki, okuduğ umu anlamasam da, okumaya başlamıştım bile.
Gazeteyi okurken bildiğ im bir kelimeyi sö kmek, sokakta giderken doğ ru yolda olduğ umu, doğ ru yö nde ilerlediğ imi
sö yleyen bir işaret gö rmek gibiydi. Işte bö ylece, pek rastlanmadık bir şekilde, Gazete üzerine Gazete, bir ay derken bir
ay daha, sanki duvara bakarmışım gibi gazeteye baktığ ımı gö rdü kçe beni alaya alan evdeki bü yü kleri duymazdan
gelerek, sonunda bir gü n hiç kekelemeden, heyecanlı ama muzaffer bir edayla, art arda birkaç satırı yü ksek sesle bir
defada okuyarak onları şaşkınlıktan ne diyeceklerini bilemez halde bırakmıştım. Okuduklarımın hepsini
anlamıyordum, ama bunun ö nemi yoktu. Onceleri kuşkuluyken bu kez yenilgiyi kabul eden o dediğ im bü yü kler,
annemle babamın dışında bir de Baratalardı. Şu işe bakın ki, hiç kitap olmayan o evde aslında bir tane kitap vardı, tek
bir tane; kalın bir kitaptı, yanılmıyorsam cildi açık maviydi, adı A Toutinegra do Moinho'ydu, yazarı da, eğ er belleğ im
yine yanıltmıyorsa, Emile de Richebourg'du; Fransız edebiyatı tarihlerinin, hatta en ayrıntılı olanların bile,
onun adına pek itibar ettiklerini sanmıyorum, ama duyarlı kalpleri ve en ateşli tü rden bir romantizmi kelimelerle
keşfetme sanatında onun ü stü ne yoktu. Yine fasikü ller halinde basılmış olduğ u her halinden belli olan bu mü thiş
edebiyat şaheserinin sahibi, onu pelü r kâ ğ ıdına sarılı olarak naftalin kokuları içinde konsolun bir çekmesinde tıpkı
bir hazine gibi saklayan Conceiçâ o Barata'ydı. Bu roman, bir okuyucu olarak benim ilk bü yü k deneyimimi
oluşturacaktı. Galveias Sarayı'nın kü tü phanesinden henü z çok uzaktaydım, ama oraya ulaşmak için ilk adım atılmıştı
artık. Ailemle Barata ailesinin oldukça uzun bir sü re bir arada oturmaları sayesinde, bu kitabı okumayı sona erdirip
yeniden başa dö nmeme yetip de artacak kadar vaktim olmuştu. Yine de, Ormanlar Perisi Maria'yla olduğ unun tersine,
ne kadar çabalarsam çabalayayım, bu kitabın tek bir pasajını bile hatırlayamıyorum. Toutinegra'smı silinmez
mürekkeple yazdığ ını sanan Emile de Richebourg'un herhalde hiç hoşuna gitmezdi bu dikkatsizlik. Ama iş o kadarla
da kalmamıştı. Yıllar sonra, Moliè re'i de Fernâ o Lopes Sokağ ındaki o altıncı katta okumuş olduğ umu bü yü k bir
şaşkınlıkla keşfedecektim. Gü nlerden bir gü n, babam elinde bir kitapla eve gelmişti (onu nasıl ele geçirdiğ ini
dü şü nemiyorum), Portekizce-Fransızca bir konuşma kılavuzundan başka bir şey değ ildi bu, sayfaları ü ç sü tuna
bö lü nmü ştü , soldaki birincisi Portekizce'ydi, ortadaki Ikincisi Fransız dilindeydi, onun yanındaki ü çü ncü sü de ikinci
sü tundaki kelimelerin telaffuzunu gö steriyordu. Konuşma kılavuzunun yardımıyla bir Fransız'la iletişim kurması
gerekecek olan bir Portekizlinin karşılaşabileceğ i çeşitli durumlar arasında (tren istasyonunda, otel resepsiyonunda,
araba kiralama bü rosunda, limanda, tiyatroya bilet alırken, terzide giysi prova ederken, vb.), iki kişi arasındaki bir
diyalog beklenmedik bir şekilde insanın karşısına çıkıveriyordu; bu iki erkekten biri ö ğ retmen gibi bir şeydi, ö teki de
bir tü r ö ğ renci gibiydi. Bunu pek çok kereler okumuştum, çü nkü ö ğ retmenin açıklamakta olduğ u şeye, yani
doğ duğ undan beri dü zyazı dilinde konuşmakta olduğ una inanamayan o adamın hayreti çok komiğ ime gidiyordu. Ben
Moliè re hakkında hiçbir şey bilmiyordum (nasıl bilebilirdim ki?), ama daha a-e-i-o-u'dan ö teye geçmemişken, ana
kapıdan girmiştim onun dünyasına. Hiç kuşku yok, çok şanslı bir çocuktum ben.
Birinci sınıfı Martens Ferrâ o Sokağ ı'nda okuduktan sonra transfer olduğ um Largo do Leâ o okulunun -
ilk adını bir tü rlü hatırlayamadığ ım- mü dü rü nü n Vairinho diye az rastlanır bir soyadı vardı (bugü n Lizbon telefon
rehberinde bir tane bile Vairinho yok); uzun boylu, zayıf, ciddi suratlı bir adamdı; tıpkı babamın yaptığ ı gibi, saçını
bir taraftan alıp ö teki tarafa gö tü rerek briyantinle tutturmak suretiyle gizlerdi ini, ama itiraf edeyim ki bence
ö ğ retmenin saçı bizim pederinkinden çok daha hoş gö rü nü yordu gö ze. Babamın gö rü nü mü , o kü çü k yaşımda bile
parodilerdeki kadar gü lü nç geliyordu bana (saygısızlığ ımı bağ ışlayın), ö zellikle de onu yataktan kalktığ ında, dağ ınık
saçlarını normal tarafına dü şmü ş olarak ve kafasının beyaz derisini yumuşacık bir solgunlukta gö rdü ğ ü m zamanlar,
çü nkü polis memuru olduğ u için çoğ unlukla ü niformasının kasketini kafasına geçirmiş olarak dolaşırdı. Largo
do Leâ o okuluna gittiğ im zaman, ikinci sınıfı okutan ö ğ retmen hanım, yeni gelen çocuğ un verilen derslerden ne
dereceye kadar yararlanmış olduğ unu bilmediğ inden ve benim gibi birinden dikkate değ er bir bilgelik beklemesi için
hiçbir neden bulunmadığ ından (başka tü rlü dü şü nmek zorunda olmadığ ını kabul etmek gerekir), benim gidip en geri
kalmış ö ğ renciler arasında oturmamı istemişti; bunlar, sınıftaki sıraların dağ ılımı nedeniyle, ö ğ retmen hanımın sağ
tarafında, kendilerine ö rnek olmaları gereken en çalışkanların karşısında hiçbir şeyden habersiz durumdaydılar.
Dersler başladıktan birkaç gü n sonra ö ğ retmen hanım, yazım kuralları bilimine ne derece aşina olduğ umuzu anlamak
amacıyla bir metin yazdırdı. O zamanlar benim yuvarlak ve dengeli, dü zgü n, yaşıma gö re gü zel bir yazım vardı. Neyse,
olan şu ki bizim Zezito (adımın bu kısaltmasında benim hiç kabahatim yok, aile içinde beni bu adla çağ ırırlardı, adım
Manuel olsaydı da bana Nelinho deselerdi çok daha beter olurdu ya...), diktede bir tek yazım hatası yapmıştı, o da çok
ö nemli bir şey değ ildi, dü şü nü n ki kelimenin bü tü n har leri oradaydı ama ikisi yer değ iştirmişti: "Sınıf"
yazacağ ıma "sınfı" yazmıştım. Belki de fazla dikkat harcamaktan olmuştu. Şimdi dü şü nü yorum da, hayatımın
hikâ yesi işte orada başladı. (O okulun sını larında, bü yü k bir olasılıkla da ü lkedekilerin hepsinde, o zamanlar
oturduğ umuz ikişer kişilik sıralar, aradan elli yıl geçtikten sonra 1980'de, Portekiz'e Yolculuk adlı kitabıma koymak
amacıyla insanları ve yö releri tanımak için gitmiş olduğ um Pinhel ilçesindeki Cidadelhe Kö yü ' nü n okulunda
karşılaştıklarımla tıpatıp aynıydı. Hayatımın ilkbaharında onlardan birinde oturmuş olabileceğ imi dü şü ndü ğ ü mde
heyecanımı saklayamadığ ımı itiraf edeyim. Ozensizce kullanılmaktan bizimkilerden daha kırık dö kü k, her tarafı
daha lekeli ve çiziklerle dolu olsalar da, sanki 1929'un Largo do Leâ o'sundan oraya getirilmiş gibiydiler. ) Hikâ yenin
bıraktığ ımız yerine geri dö nelim. Sınıfın en çalışkan ö ğ rencisi, giriş kapısının tam yanındaki bir sırada oturur, son
derece onurlu bir şey olan sınıf kapıcılığ ı gö revini yerine getirirdi, çü nkü dışarıdan birisi kapıyı vurduğ unda kalkıp
açmak ona dü şü yordu. Derken, başka bir okuldan yeni gelmiş olan, yani kö tü bir ö ğ renci olduğ undan kuşkulanılan bir
çocuğ un yazım yeteneğ ine şaşıran ö ğ retmen hanım, benden gidip sınıf birincisinin yerine oturmamı istedi, tabii ki
orada bulunan ve tahtından indirilen kralın da yerinden kalkmaktan başka çaresi kalmamıştı. Eşyalarımı alelacele
toplayıp sınıf arkadaşlarımın şaşkın bakışları karşısında (hayranlık mı doluydu bu bakışlar? Yoksa kıskançlık mı?)
sınıfı boydan boya geçerek, kalbim kü t kü t atar bir halde gidip yeni yerime oturmam, bugü n gibi gö zü mü n ö nü ndedir.
PEN Kulü p, Levantado do Châo adlı romanıma ö dü l verdiğ inde, orada hazır bulunanlara, ne şimdiki ne de gelecekteki
hiçbir ö vü nç kaynağ ımın o gü nkü yle kıyaslanabileceğ ini belirtmek için bu ö ykü yü anlatmıştım. Oysa bugü n, çocuk
pedagojisinden, ancak benim -eğ er o zaman ö yle bir şeyden sö z ediliyor idiyse- atom zerreciklerinden anladığ ım
kadar anlayan bir ö ğ retmen hanım tarafından acımasızca yerinden edilmiş olan o zavallı çocukcağ ızı dü şü nmeden
edemiyorum. Evlatlarıyla haklı olarak iftihar eden ana babasına nasıl anlatmıştır acaba, hani sanki Tom Mix'le atı
Şimşek gibi, u kun ö te yanından ansızın belirmiş olan bilinmedik bir yabancının yü zü nden tahtından alaşağ ı
edildiğ ini? Bu bahtsız sınıf arkadaşımla sonunda dostluk kurabildim mi hatırlamıyorum, herhalde suratımı gö rmek
bile istememiştir. Dahası, eğ er belleğ im beni yanıltmıyorsa, ondan kısa bir sü re sonra, kim bilir belki de ö ğ retmen
hanımın duyarsızlığ ı yü zü nden çıkan sorunu çö zü mlemek için, başka bir sınıfa verildiğ imi sanıyorum. O keden
kuduran bir babanın, oğ lunun kurbanı olduğ u ayrımcılığ ı (acaba o zamanlar bu kelime kullanılıyor muydu?) şiddetle
protesto etmek için Okul Mü dü rü Vairinho'nun o isine dalmasını hayal etmek hiç de zor değ il. Gerçi, doğ rusunu
isterseniz, o ilkel zamanlardaki ana babaların bu tü r ayrıntıları pek de umursamadıkları gibi bir izlenim var bende.
Her şey sınıfı geçtin mi geçmedin mi, sınavı verdin mi vermedin mi sorusuna indirgenmişti. Geri kalanı vız geliyordu.
ikinci sınıftan ü çü ncü sınıfa geçtiğ imde Profesö r Vairinho babamı çağ ırttı. Dediğ ine gö re çalışkan, iyi bir
ö ğ renciymişim, bu yü zden de ü çü ncü ve dö rdü ncü sını ların ikisini birden bir yılda yapabilecek yetenekteymişim.
Uçü ncü sınıfı normal derslikte okuyacaktım, oysa dö rdü ncü sınıfın karmaşık dersleri, evi aynı okulun en ü st katında
olan Vairinho'nun kendisi tarafından ö zel derslerde ö ğ retilecekti bana. Babam kabul etmişti, ö zellikle de bu dü zen
ona bedavaya geleceğ inden; ö ğ retmen sırf iyilik olsun diye yapıyordu bunu. Bu ö zel anlaşmadan yararlanacak tek kişi
ben olmayacaktım, aynı durumda olan ü ç arkadaşım daha vardı, bunlardan ikisi hali vakti yerinde ailelerin
çocuklarıydı. Uçü ncü sü hakkında bir tek annesinin dul olduğ unu duyduğ umu hatırlıyorum. Bu çocuklardan birinin adı
Jorge'du, birininki Mauricio'ydu, yetim olan çocuğ un adı bile aklımdan çıktı, ama zayıf, birazcık kambur hali gö zü mü n
ö nü nde. Jorge'un, eğ er yanılmıyorsam, bıyığ ı terlemeye başlamıştı bile. Mauricio'ya gelince; tam bir baş belasıydı o,
kavgacı, kuduruk, hep dö vü şmeye bahane arayan bir çocuktu; bir defasında bir ö ke krizine tutulduğ unda sınıf
arkadaşlarından birinin ü stü ne atladığ ı gibi elindeki mü rekkepli kalemi çocuğ un gö ğ sü ne saplayıvermişti. Bö yle bir
yaradılışta, bö ylesine kö tü huyları olan bir çocuk hayatta ne yapmıştır acaba? Onlarla arkadaştık, ama pek fazla
samimiyetimiz yoktu. Onlar bizim eve hiç gelmemişlerdi (ikinci elden kiralanmış odalarda oturduğ umuzdan, onları
davet etme ikri aklımın ucundan bile geçmemişti), ben de onların evlerine hiç çağ rılmamıştım. Birlikteliğ imiz,
ilişkilerimiz, oyunlarımız yalnızca teneffü slerde olan şeylerdi. Aklıma gelmişken (olası disleksi hastalığ ımın bir başka
şekilde ortaya çıkması mıydı acaba?), hatırlıyorum da o gü nlerde "retardador” kelimesini "redentor' kelimesiyle
karıştırıyordum, hem de akla gelebilecek en olmadık yerlerde. Sinema gö rü ntü lerini ağ ır çekimle kaydetme efekti o
zamanlar yeni yeni kullanılıyordu ya da ben o zaman keşfetmiştim, buna da "ağ ırlaştırıcı efekt" deniyordu. Derken,
bir oyun sırasında kendimi yere atmam gerekiyordu, ama bunu çok ağ ır bir şekilde yapmaya karar vermiştim ve bir
yandan da şöyle diyordum: "Bakın bu kurtarıcı efekt!"
Ötekiler kullandığım bu kelimeye aldırmamışlardı; belki de benim iyi bilmediğim bir şeyi onlar hiç bilmiyorlardı.
Okul dışında, başka apartmanlardaki çocuklarla muhteşem birkaç kavgayı hatırlıyorum, birbirimizi taş
yağ muruna tuttuğ umuz bu savaşlarda neyse ki ne kan dö kü lmü ştü ne de gö zyaşı, ama adamakıllı ter dö kmü ştü k.
Kalkanlarımız, gidip çö plü klerden bulduğ umuz tencere kapaklarıydı. Gerçi ben ö yle pek fazla yararlık gö sterebilmiş
değ ildim ama hatırlıyorum da bir keresinde bir taş yağ muru altında saldırıya geçmiştim de sırf bu kahramanca
hareketim sayesinde bize karşı koymakta olan dü şmandan iki-ü ç kişiyi bozguna uğ ratmıştım. Bugü n bana ö yle
geliyor ki, yü zü m açık olarak ö ylece ilerlerken, açıkça sö ylenmese de herkesin bildiğ i bir savaş kuralına itaatsizlik
etmekteydim, o da her ordunun kendi pozisyonunu koruması ve doğ rudan saldırıya ya da karşı saldırıya geçmeden
oradan dü şmana ateş açması gerektiğ i kuralıydı. Aradan yetmiş yıldan fazla bir sü re geçtikten sonra, belleğ imin
sisleri arasında, iki tarafın yaylım ateşi kafamın ü zerinde geçip giderken, kendimi sol elimde bir tencere kapağ ı, sağ
elimde bir taşla (iki tane de pantolonumun ceplerinde vardı) gö rü r gibi oluyorum. Profesö r Vairinho'nun ö zel
derslerinden en iyi hatırladığ ım şey, ders sona erdiğ inde, biz dö rdü mü z tahta platformun ü zerindeki kü rsü nü n
karşısına sıralanmış olarak dururken, kara kaplı defterlerimizin içine o gü nü n notlarını, o gü zel el yazısıyla K, O, I ve P
olarak kısaltarak yazardı: kö tü , orta, iyi ve pekiyi. Benimkini hâ lâ saklarım, o zamanlar ne kadar iyi bir ö ğ renci
olduğ um oradan anlaşılabilir: "Kö tü "ler çok azdı, "orta"lar pek fazla yoktu, "iyi"lerden bol bol vardı, "pekiyi" ler de
eksik değ ildi. O gü nkü sayfanın altını babam imzalar, yalnızca Sousa diye atardı imzasını, dedim ya, oğ lunun onu
almak zorunda bıraktığ ı Saramago soyadı hiçbir zaman hoşuna gitmemişti. Dö rdü ncü sınıf sınavını, hem şehirdeki
hem de kö ydeki aileme bir gurur kaynağ ı olacak şekilde başarıyla vermiştim. Sö zlü sınav zemin kattaki bir sınıfta
yapılmıştı (binanın teneffü se çıktığ ımız avlusuna açılan arka tarafına kıyasla zemin kattı, ama sokaktan gelindiğ inde
birinci kat oluyordu), gü neşin pırıl pırıl parladığ ı berrak bir sabahtı, her iki tarafın da açık olan pencerelerinden içeri
rü zgâ r esiyordu, avludaki sık yapraklı ağ açlar yemyeşildi (onların gö lgesinde bir daha hiç oynayamayacaktım), eğ er
belleğ im beni yanıltmıyorsa, yeni giysim kollarımın altında dar geliyordu. Oğ retmenler heyetinin sorduğ u bir soru
karşısında duraksadığ ımı hatırlıyorum (belki de yanıtı bilmiyordum ya da belki arada bir olduğ u gibi kekemeliğ im
yü zü nden dilim tutulmuştu), okulda daha ö nce hiç gö rmediğ im genç bir adam, avluya açılan kapılardan bana en yakın
olanın menteşelerine dayanmış olarak ü ç adım ö temde dururken, sorunun yanıtını usullacık fısıldamıştı bana. Ne işi
vardı o adamın orada, neden herkes gibi sınıfın içinde oturmuyordu? Anlaşılır şey değ il. Bu olay 1933'te olmuştu,
ocak ayında, ve ben ekim ayında, o zamanlar eski Sâ o Vicente de Fora Manastırının içinde bulunan Gil Vicente
Lisesi'ne girecektim. Bir sü re bu iki adın, yani lisenin adıyla azizin adının mutlaka birlikte olmaları gerektiğ ini
sandım... Bu Gil Vicente'nin kim olduğ unu bilmem beklenemezdi. (Cil Vicente, 1465-1537 yılları arasında yaşamış
ünlü Portekizli tiyatro yazarı ve şair. (Ç.N.))
Oyle sanıyorum ki (ama kesin olarak emin değ ilim), o Portekizce-Fransızca konuşma kılavuzundaki
"dersler" ve o zamanlar belleğ imin kuvvetli olması sayesinde, lisedeyken beni ilk kez tahtaya kaldırdıklarında çok
sü kse yapmıştım; papier kelimesini ve daha başka birkaç kelimeyi ö yle bü yü k bir kolaylıkla yazmıştım ki
ö ğ retmen, belki de Moliere'in dilinde uzmanlaşmış biriyle karşılaştığ ını dü şü nerek, pek memnun kalmıştı. Beni
yerime yolladığ ında başarılı olmamdan duyduğ um sevinç o kadar bü yü ktü ki, platformdan aşağ ı inerken
arkadaşlarımı gü ldü recek bir yü z ifadesi takınmadan edemedim. Sırf heyecanımdan olmuştu bu, ama ö ğ retmen
bunun gelecekteki yaramazlıkların bir habercisi olmasından korkmuş olmalı ki hemen o anda bana vermek niyetinde
olduğ u notu dü şü receğ ini sö yledi. Yazık olmuştu, o kadar da ciddi bir şey değ ildi yaptığ ım. Daha sonra, zaman
geçtikçe, sınıfında profesyonel bir tahrikçi olmadığ ını anlayacak fırsatı bulacak ve alelacele verdiğ i bu yargıyı
değ iştirecekti. Matematik ö ğ retmenine gelince; tabii ki ö ğ retmen kadrosundan habersiz olan acemi birinci sınıf
ö ğ rencileri olarak içimizden hiçbiri ondan sö z edildiğ ini duymamıştı. Bu yü zden de, kendisini tanıtmaya girişmeden,
derslerimizi yaparken izleyeceğ imiz kitabın kendisininki, yani kendi yazdığ ı kitap olacağ ını sö yleyince şaşırmıştık.
Tabii hiç kimse sormaya cesaret edememişti, "Peki sizin adınız ne?" diye. Sonradan imdadımıza yetişen bir okul
görevlisi olmuştu. Öğretmenin adı Germano'ydu. Soyadını hatırlamıyorum.
Birinci sınıfta bü tü n derslerim iyiydi, bir tek koro dersi dışında, ondan ucu ucuna geçiyordum. Şö hretim
ö yle bir yayılmıştı ki birkaç kez daha yü ksek sını lardan bü yü k ö ğ rencilerin bizim sınıfa gelip, herhalde ö ğ retmenlerin
benim hakkımda sö yledikleri sö zler yü zü nden olacak, Saramago adındaki ö ğ rencinin kim olduğ unu sordukları
olmuştu. (Babamın arkadaşlarına gö stermek ü zere cebinde bir kâ ğ ıt parçası taşıdığ ı mutlu zamanlardı onlar, aldığ ım
notların daktiloyla yazılı olduğ u kâ ğ ıdın başlığ ı "Şampiyonumun notları" idi. Hem de bü yü k har lerle.) Unü m ö yle
olmadık bir şekilde yayılmıştı ki, ikinci sınıfın başında, Oğ renci Derneğ i için seçim yapılırken, dü şü nebiliyor
musunuz, beni veznedarlık gö revine seçmişlerdi. On iki yaşındaydım... Hatırlıyorum da elime bir sü rü kâ ğ ıt
tutuşturmuşlardı (harçlar ve bilançolar), ne işe yaradıklarına pek aklım ermiyordu, gerçekten de sonunda hiçbir işe
yaramamışlardı. Ikinci sınıf kö tü geçti. Kafamın içinde neler olmuştu bilemiyorum, belki ayaklarımın bu yollar için
yaratılmadığ ından kuşku duymaya başlamıştım, belki de ilkokuldan getirmiş olduğ um bilgi birikimi ve enerji artık
tükenmişti. Ayrıca babamın hayatın ve baştan sona bir lise öğreniminin hesabını yapmaya başladığını da unutmamak
gerekir, daha sonra ne gibi bir geleceğ im olabilirdi ki? Notlarım genelde dü şü ktü , ö rneğ in matematikte ne birinci
dö nemde sınavı geçebilmiştim ne de Ikincisinde, sonunda asgari notun birazcık fazlasıyla geçebildiysem, sınava
girmemi sağ layacak şekilde durumumu dü zeltmiş olmamın son ve umutsuz bir çabayla kendimi dersime vermiş
olmamdan kaynaklandığ ını kimse sanmasın. Bunun başka bir açıklaması vardı. Bize vermeye niyetlendiğ i notları
açıkladığ ı gü n, sınıftakilerin kanısına gö re, benim sayılar bilimi konusundaki bilgimin sınavda kalacağ ımı belli eden
iki dü şü k nottan daha fazla olup olmadığ ı gibi hoş bir soru sormak esmişti Profesö r Germano'nun aklına; çocuklar da
tam bir dayanışma içinde oybirliğ iyle evet efendim, o daha fazlasını biliyor diye cevap vermişlerdi... Aslında
bilmiyordum.
Gil Vicente'ye, Sâ o Vicente Meydanı'ndan Campo de Santa Clara'ya giden dar sokağ a paralel çıkan bir
yokuştan girilirdi. Ana kapıdan içeri girer girmez bü yü k bir avlu vardı, teneffü slerde oraya çıkardık. Burasını çok
geniş bir alan olarak hatırlıyorum (eğ er hâ lâ varsa, bugü n nasıldır bilemiyorum), belki de birinci sınıftan
yedinci sınıfa kadar tü m ö ğ rencilerin oraya sığ abildiğ im, yine de boş yer kaldığ ını sanıyorum. Daha ö nce de
anlattığ ım gibi, bir defasında orada çok kö tü dü şmü ştü m de sol dizim yarılmıştı, yara izi yıllarca silinmemişti. Beni
revire gö tü rmü şlerdi, oradaki hastabakıcı (hep nö betçi bir hastabakıcı olurdu) bana bir "kenet" takmıştı, Daha ö nce
de yazdığ ım ve burada ek bir ayrıntı için tekrarlayacağ ım gibi, gö ze basit bir kıskaç gibi gö rü nen, uçları dik açı
biçiminde kıvrılmış, dar bir dikdö rtgen metal parçasıydı bu, yaranın kenarlarına geçirildikten sonra olabildiğ ince
dü zgü n bir şekilde yavaşça sıkıştırılır, bö ylece kesik dokuların kapanma sü reci hızlandırılmış olurdu. Metalin ete
girmesini gö rmemin (ve çok fazla olmadığ ını kabul etsem de, hissetmemin) bende yarattığ ı izlenimi bugü n gibi
hatırlıyorum. Daha sonra, "kenet" i çıkarsınlar diye revire geri dö ndü ğ ü m gü ne kadar, dizim bandajlı olarak, bacağ ımı
bü kemeden dolaşmıştım. O metal parçasını yavaşça çekip çıkaran pens ve artık kanamayan iki kü çü k açık yara da çok
canlı olarak hatırladığım şeyler. Ben daha fazlasını bekliyordum.
Lisenin upuzun, geniş koridorlarını da neredeyse fotoğ raf gibi denebilecek bir netlikte hatırlıyorum;
koyu renkli yer dö şemesi cilalanmışa benzeyen vişneçü rü ğ ü karolarla kaplıydı, bü tü n gü n onca bot ve ayakkabının
bastığ ı yeri temiz tutmak o kadar zahmetli ve bitmek bilmeyen bir iş olmalıydı ki belki de cilalı değ ildi, ama
eğ er tahmin edileceğ i gibi cilalı değ ildiyse, nasıl oluyordu da o kadar parlıyordu anlayamıyorum. Duvarlarda ne bir
çizik yerlerde ne bir kâ ğ ıt parçası ne bir sigara izmariti olurdu, bugü nkü gençliğ in davranışında ö ylesine olağ an olan
o aşırılıkların ve kayıtsızlıkların hiçbiri yoktu, sanki o zamandan bugü ne kadar geçen sü re bunları mü kemmel bir
eğ itim formasyonu için vazgeçilmez ö ğ eler haline getirmiş gibi. Belki de Ahlak ve Yurttaşlık Bilgisi dersinde
ö ğ rendiklerimiz sayesinde ö yle oluyordu, ama doğ rusunu isterseniz bize ö ğ retilmiş olan kurallardan bir tekini bile
hatırlayamıyorum. Oğ retmeni kimdi? Onu da hatırlamıyorum, rahip olmadığ ını biliyorum, Gil Vicente Lisesi'nde din
dersi olmadığ ını da biliyorum. Ne yazık ki, o zamanlar hâ lâ laik ve cumhuriyetçi olan o dersler, orada geçirdiğ im iki
yıl içinde, ö zellikle de ikinci yıl, daha ö nce kadar hiç olmadığ ım kadar bü yü k bir yalancıya dö nü şmemi
engelleyememişti. Hiç nedensiz yalan sö ylü yordum, sağ a sola yalanlar atıyordum, her konuda ve bir hiç için yalan
sö ylü yordum. Şimdi dedikleri gibi, tutku halinde yalan sö ylü yordum. Siyasete karışacak adam olmadığ ı halde, ama
otoritenin temsilcisi olarak amirlerinin sö zü nü dinleyip emirlerini yerine getirmekten başka çaresi olmayan, bundan
da kaçınmayan babam hakkında bile bir şey uydurmuştum; sını ların bulunduğ u koridora açılan galerinin ü st katında
bir arkadaşımla dolaşıyorduk (sıska bir çocuktu, dişlekti, her Allah'ın gü nü ö ğ le yemeğ inde arasında sade bir omlet
bulunan bir parça ekmek yerdi), dediğ im gibi, babamın Kitap Fuarı'nda Antö nio Ferro'nun Salazar adlı kitabını satın
aldığ ı yalanını uydurmuştum. Bu arkadaşımın adını hatırlamıyorum. Çok iyi hatırladığ ım bir şey varsa o da
suskunluğ u ve bakışıydı: Herhalde evinde ayaklanmadan yana olmuşlardı... En mazur gö rü lebilecek yalanlarım, hiç
gö rmediğ im ilmlerin olaylarını uydurmaktı. Bizim oturduğ umuz Penha de França ile lise arasında, bugü n General
Roçadas Bulvarı ile daha ileride Graça Sokağ ı'nın bulunduğ u yolda iki tane sinema vardı, biri Salon Oriente, biri de
Sinema Royal, o tara larda oturan arkadaşlarımla ben, o zamanlar bü tü n sinemalarda â det olduğ u gibi
ilmlerin dışarıda sergilenen resimlerine bakarak oyalanırdık. Sekizi ya da onu geçmeyen o birkaç resme bakarak,
başı, ortası ve sonuyla bü tü n hikâ yeyi baştan sona oracıkta kuruverirdim, hiç kuşkusuz bu şekilde kendi kafama gö re
kurgulama manevrasında, Moureria'daki "Bit Sineması "nın altın çağ ında Yedinci Sanat hakkında vaktinden ö nce
edinmiş olduğ um bilgilerin de yardımı olmuştur. Arkadaşlarım, birazcık da kıskanarak, pü rdikkat dinlerlerdi beni,
arada bir kuşkulu bir yeri açıklığ a kavuşturmak için sorular sorarlar, ben de yalan ü stü ne yalan atardım, ö ylesine
uydurduğum şeyleri gerçekten gördüğüme neredeyse kendim de inanarak...
Gil Vicente Lisesi'ne gitmeye başladığ ımda hâ lâ Herö is de Quionga Sokağ ı'nda oturuyorduk. Oyle
olduğ undan eminim, çü nkü dersler başlamadan birkaç gü n ö nce, annemle babamın yatak odası olmayan bir odada
yerde oturmuş (o zamanlar artık sosyal merdivende bir basamak yü kselmiştik, bir apartman dairesinin bir
bö lü mü nü işgal ediyorduk) Fransızca kitabımı okuduğ umu hatırlıyorum. Bu Herö is de Quionga Sokağ ındaki evde bir
biz vardık, bir Fernâ o Lopes Sokağ ındaki evden buraya taşınırken bizimle birlikte gelen Baratalar vardı, bir de onların
bilmem nereden gelen bir teyzeleri vardı, yaşını başını almış bu kadının adı, bü yü k Barata'nın karısınınki gibi
Emilia'ydı. Arada bir, sanıyorum ayda bir-iki defa, bir akrabaları onları ziyarete gelirdi, yeğ enleri ya da kuzenleriydi,
adı Jü lio'ydu, gö zleri gö rmü yordu ve bilmem hangi yurtta kalıyordu. Açık gri renkli pamuklu bir forma giyerdi. Köse
suratlıydı ve kafasında azıcık saçı vardı, o da fırça gibi kesilmişti, gö zleri neredeyse beyazdı, her gü n mastü rbasyon
yapıyormuş gibi bir havası vardı (bunu şimdi dü şü nü yorum, o zamanlar ö yle dü şü nmezdim), ama onda en hoşuma
gitmeyen şey, etrafa yaydığ ı kokuydu, bayat bir şey kokusu, hü zü nlü ve soğ uk yemek kokusu, doğ ru dü rü st
yıkanmamış çamaşır kokusu gibi bir şey, belleğ imde her zaman kö rlü kle bağ lantılı olarak kalacak olan duygulardı
bunlar, bü yü k bir olasılıkla da Körlük adlı deneme kitabımda yeniden ortaya çıkan aynı duygular. Bana sımsıkı
sarılırdı, bu da hiç hoşuma gitmezdi. Yine de yazı yazmaya hazırlandığ ını gö rdü m mü hemen gidip yanma otururdum.
Amacına uygun olan kalın bir tabaka kâ ğ ıdı iki metal levhanın arasına yerleştirir, sonra da sivri uçlu bir aletle, sanki
dü nyanın en sağ lam gö zlerine sahipmiş gibi, hiç duraksamadan, bü yü k bir hızla kâ ğ ıdı delmeye koyulurdu. Jü lio'nun,
belki de, o şekilde yazı yazmakla, kö rlü ğ ü nü n çaresiz karanlığ ı içinde yıldızların ışıklarını yaktığ ını dü şü ndü ğ ü nü
hayal etmek istiyorum şimdi ben.
O zamanlar Mü neccim Krallar henü z yoktu (ya da ben onları hatırlamıyorum), Hz. Isa'nın doğ um
sahnesinin inekle, ö kü zle ve geri kalanlarla temsil edilmesi diye bir â det de yoktu. En azından bizim evde yoktu.
Akşamdan ayakkabı ("ayakkabıcık") ocağ ın ü stü ne, gaz lambalarının yanına bırakılır, ertesi sabah da gidip
bakılırdı acaba Çocuk İsa oraya ne bıraktı diye. Evet, o zamanlar bacadan aşağ ı inen Çocuk Isa'ydı, çobanlar ona sü t ve
peynir gö tü rsü nler diye bekleyerek, gö beğ i açıkta, samanların içinde yatmazdı, ö yle ya, hayatta kalmak için onlara
ihtiyacı olacaktı o çocuğ un, yoksa Mü neccim Kralların getireceğ i ve bilindiğ i gibi kendisine hayatta yalnızca acılar
tattıracak olan altın, günlük ve mür lazım değildi ona. O dö nemdeki Çocuk Isa henü z çalışan bir Çocuk Isa'ydı, topluma
yararlı olmak için çaba gö steren biriydi, yani kısaca pek çok başkası gibi bir proleterdi. Her ne olursa olsun, evdeki
biz en kü çü klerin bazı kuşkuları vardı: Çocuk Isa'nın bacaların içlerini kaplayan o kapkara, yapışkan ise bulanmış
duvarlardan bü tü n gece inip çıkarak bembeyaz giysilerini bu şekilde kirletmeye hevesli olabileceğ ine inanmak zor
gelirdi bize. Belki de bu sağ lıklı kuşkuculuğ umuzu yarım yamalak sö zcü klerle belli ettiğ imizden, bir Noel gecesi
bü yü kler, doğ aü stü bir şeyin gerçekten var olması bir yana, ü stelik de bizim evin içinde olduğ una bizi inandırmak
istemişlerdi. Içlerinden ikisi, sanıyorum iki kişiydiler, belki babamla Antö nio Barata'ydı, koridora gidip oyuncak
arabaları bir uçtan öbür uca sürüklemeye başladılar, mutfakta bizim yanımızda kalanlar da şöyle diyorlardı: "Duyuyor
musunuz? Duyuyor musunuz? Bunlar melekler!" Ben o koridoru sanki içinde doğ muşçasına iyi bilirdim, ö rneğ in
ellerimle ve ayaklarımla iki yana tutunup kafam tavana değ ene kadar tırmandığ ımda, meleklerin varlığ ıyla ilgili
herhangi bir belirtiye asla rastlamış değ ildim. Orada yukarıda dururken ne melek ne de peri, ilaç olsun diye bir tane
bile bulunmazdı. Gel zaman git zaman, artık delikanlı olduğ umda, bu becerimi yinelemeye kalkışmıştım da
yapamamıştım. Bacaklarım uzamıştı, ayak bileklerimin ve dizlerimin eklemleri eskisi kadar esnek değ ildi, kısacası
yaşlanmanın ağırlığı vardı üzerimde...
Bir başka anım (Ressamın Elkitabı'nda anlatmıştım), Emilia Teyze'yle ilgili, pek de hoş olmayan bir
olaydı; daha ö nce de dediğ im gibi ensesinde toplayıp bir kurdeleyle bağ ladığ ı bembeyaz saçlarıyla yaşını başını almış
bir kadındı, iriyarıydı, dimdik dururdu, hem yaradılıştan hem de fazla içkiden yü zü kıpkırmızıydı, hep gö rü lmedik
derecede temiz bir insan olduğ u izlenimi bırakmıştır bende. Bizden biraz daha aşağ ıda, Morais Soares Sokağ ı'yla
Herö is de Quionga'nın kö şesindeki bir meyhanenin kapısında, mevsiminde kestane kebap satardı, ama ayakları
katlanabilen bir masanın ü zerinde daha başka abur cubur da bulundururdu: karamelalar, balbadem çikolatalar, balı
olmayan sade çikolatalar, kolye dediğ imiz ipe geçirilmiş fıstıklar falan. Arada bir şarabı fazla kaçırır, kafayı bulurdu.
Bir gü n evdeki kadınlar onu odasında yerde boylu boyunca yatarken bulmuşlardı, bacaklarını açıp eteğ ini
kaldırmış, bilmem hangi şarkıyı sö ylü yor, bir yandan da mastü rbasyon yapıyordu. Ben de sokulmuştum merakla
seyretmek için, ama kadınlar ö nü mde engel oluşturmuşlardı, asıl ö nemli olanı zar zor gö rebilmiştim... Dokuz
yaşlarında falandım, daha fazla değ il. Temel cinsellik eğ itimimin en baştaki bö lü mlerinden birini oluşturmuştu bu
olay.
Daha az eğ itici olmayan bir ü çü ncü anım, Sular idaresini aldatmak için evde yapılan numaraydı. Ince bir
iğ neyle kurşun borunun gö zle gö rü lü r bir yerine bir delik açılır, buraya bir bez parçası bağ lanarak bir ucu bir kabın
içine sarkıtılırdı. Bö ylelikle ağ ır ağ ır, damla damla dolardı kap, bu su saatten geçmediğ i için de tü ketim kaydedilmiş
olmazdı. Aktarım tamamlandığ ında, yani kap dolduğ unda, bir bıçakla o minicik deliğ in ü zerine bastırılır, yerine
oturan kurşun suçu ö rtbas ederdi. Bu ne kadar sü rdü bilemiyorum, ama onca kez delinen boru gü nü n birinde bu
sahtekâ rlığ a suç ortağ ı olmayı daha fazla istemeyerek, yeni de olsa eski de olsa her delikten su akıtmaya başladı.
"Şirketin adamı"nı acilen çağ ırmak şart olmuştu. Adam geldi, baktı, borunun bozuk kısmını kesti, kendisi için
herhalde bir yenilik olmayan bu hileden haberdar olduğ unu belli etmek istemeyerek, borunun içine bakıp şö yle dedi:
"Evet, her tarafı çü rü mü ş." Yeni boruyu lehimle tutturduktan sonra çekip gitti. Şirket'e rapor ederek bizi sıkıntıya
sokmak istemediğ ine gö re iyi bir adam olsa gerekti. Hatırladığ ım kadarıyla, aile reislerinin ü çü de bu olay sırasında
Allahtan evde yoktu, yoksa evin içinde iki tane polis memuru varken, hele bunlardan biri emniyetin suç
masasındayken, bö yle kanunsuzluklar yapmaya nasıl cesaret edebildiğ imizi onlara anlatmak kolay olmazdı. Ciddi bir
şekilde gö z ö nü ne alınması gereken bir başka olasılık da, şirket gö revlisinin babam ya da ö teki ikisinden biri
tarafından önceden haberdar edilmiş olmasıydı. Bu da pekâlâ olabilirdi.
Herö is de Quionga Sokağ ı hakkında sö yleyebileceğ im pek az şey kaldı, çok da ö nemi olmayan tek tü k
anılar: yerde uyurken ü zerimde dolaşan hamambö cekleri; annemle benim aynı kâ senin başına oturup bir kaşık o, bir
kaşık ben, her birimiz kendi tarafımızdan çorba içmemiz; çok yağ mur yağ dığ ı bir sabah, annemin çok kızmasına
rağ men, hasta olmadığ ım ve daha başka ö nemli bir nedenim de olmadığ ı halde dersleri kaçırmaya cesaret
edebildiğ im için kendim bu işe daha da çok şaşırarak, okula gitmemeye karar verişim; evin arka tarafındaki boydan
boya terasa açılan pencerelerin birinde camdan aşağ ı ip gibi kayan yağ mur sularını seyretmem; camın ü zerindeki
dü zgü n olmayan yerlerde ö teki taraftaki şeylerin biçimsizleşen gö rü ntü lerine bakmanın ne kadar hoşuma gittiğ i;
fırından aldığ ımız ve "yedi buçukluk" dediğ imiz, mis gibi kokan, sıcacık minik ekmekler; daha ince hamurdan yapılan
ve daha pahalı olan, bü yü k bir iştahla yeme zevkine kırk yılda bir eriştiğ imiz "vanilyalılar"... Zaten ekmeğ e her zaman
bayılmışımdır.
Daha ö nce sö ylediğ imin tersine, Barata ailesi Cavaleiros Sokağ ı'ndan Fernâ o Lopes Sokağ ı'na
taşındığ ımızda girmedi benim hayatıma. Kayıp olduğ unu sandığ ım ve başka bir şeyler ararken Allah'ın hikmetiyle hiç
beklenmedik bir şekilde ö nü meçıkıveren birtakım kâ ğ ıtların sayesinde, yö nü nü şaşırmış olan belleğ im, dağ ılmış olan
bazı şeyleri bir araya getirip yerli yerine oturtabilmiş, kuşkulu ve belirsiz olan şeylerin hü kü m sü rdü ğ ü yere en
sonunda kesin ve gerçek olanları koyabilmişti. Bunun anlaşılabilmesi için, sık sık gerçekleşen taşınmalarımızın tam
ve kesin gü zergâ hını vereyim: ilk taşındığ ımız yer, Picheleira'da Quinta do Pemade-Pau diye bilinen bir yerdi, sonra
Alto do Pina'da E Sokağ ı (burası sonradan Luı́s Monteiro Sokağ ı olacaktı), daha sonra sırasıyla Sabino de Sousa
Sokağ ı, Carrilho Videira Sokağ ı (işte Baratalar ilk olarak burada ortaya çıkmışlardı), Cavaleiros Sokağ ı
(Baratalar yoktu), Fernao Lopes Sokağ ı (yine onlarla birlikte), Heró is de Quionga Sokağ ı (yine onlarla birlikte), bir
kez daha Carrilho Videira Sokağ ındaki aynı ev (hep Baratalarla birlikte), Padre Sena Freitas Sokağ ı (yalnızca Antonio
Barata ve Conceiçâ o ile birlikte) ve Carlos Ribeiro Sokağ ı (en sonunda bağ ımsız olarak). On yıldan biraz fazla bir sü re
içinde on ev, hem de kirayı ö demediğ imizden değ il, yani ben ö yle sanıyorum... Gö rü ldü ğ ü gibi, Carrilho Videira
Sokağı'nda iki kez oturduğumuzu yazdığımda yanılmıyormuşum, ama cinsel fizyolojinin ve hormonal gelişmenin bazı
temel sorunları ü zerinde durup dü şü nmeden, Domitilia'yla başımdan geçen o olay sırasında yaklaşık on bir yaşımda
olduğ umu sö ylemem son derece ciddi bir hataymış. Gerçek hiç de ö yle değ ilmiş. Aslında ben altı yaşımdan bü yü k
değ ilmişim, kız da sekizinde falan olmalıymış. O zamanki ince uzun halimle eğ er on bir yaşlarımda olsaymışım kızın
da on ü ç yaşında olması gerekirdi ki, bu durumda işler çok daha vahim bir hal alır ve suçumuzun cezası her birimizin
kıçına inen ikişer şaplakla sınırlı kalmazdı... Artık kuşku ortadan kalktığ ına ve vicdanım yanılgının ağ ırlığ ından
kurtulduğuna göre hikâyeme devam edebilirim.
O zamanlar â det olduğ u gibi, kamyonete para veremeyen kimselerin evden taşınmaları, sırık, halat ve
çuvallardan başka gereç kullanılmadan, sırt hamallarının omuzlarında gerçekleştirilirdi. Ve bu iş sabır isterdi, hem de
çok bü yü k sabır. Ama ufak tefek şeyleri onlar taşımazlardı, bu yü zden de annem, bü tü n o yıllar boyunca (bu fantezi
değ il, kendi gö zlerimle gö rdü m) kafasının ü stü nde sepetler ve bohçalar taşıyarak, ya da daha uygun olduğ unda
kalçasının ü stü ne oturtarak, iki ev arasında kilometrelerce mekik dokumak zorunda kalmıştı. Belki de bu gidip
gelmeler sırasında hatırlamıştır, kö ydeyken babam çeşme başında kendisine teklifte bulundu diye aklı başından
gitmiş bir halde şaşkın şaşkın yü rü rken, tepesinde testiyle evin içine girebilmek için çö melmesi gerektiğ ini unuttuğ u
gü nü . Bunu akıl etmeyince testi kapının ü stü ne çarpıp yeri boylamış. Tuzla buz olan testi, akıp giden su,
anneannemin ö kesi, belki de kazanın nedenini ö ğ renince gü lü şmeler. Benim hayatımın da oracıkta, kırık bir testiyle
başladığı söylenebilir.
Anneyle çocukları Lizbon'a 1924 ilkbaharında gelmişler. Aynı yıl aralık ayında Francisco ö lmü ş.
Bronkopnö moniden gittiğ inde dö rt yaşındaymış. Noel arifesinde defnedilmiş. Aslında ben yanlış anılar diye bir şey
olmadığ ını dü şü nü yorum, yanlış olarak hatırladıklarımız şeylerle kesin ve gü venilir olarak kabul ettiklerimizin
arasındaki fark, basit bir gü ven sorunuyla sınırlıdır; kesinlik dediğ imiz o i lah olmaz belirsizliğ in içindeki her
durumda duyduğ umuz bir gü vendir bu. Francisco'yla ilgili tek anım yanlış mıydı? Belki de ö yleydi, ama doğ rusu ben
seksen ü ç yıldır onu doğ ru olarak gö rü yorum... Alto do Pina'da E Sokağ ı'nda bir bodrum katı, duvardaki yatay
bir açıklığ ın altında bir konsol var, bu ince uzun açıklık, pencereden çok, sokağ ın kaldırımıyla aynı hizada bir hava
deliğ i gibi (perde olduğ unu tahmin ettiğ im şeyin arkasından gelip geçenlerin bacaklarını gö rü yorum), konsolun en
alttaki iki çekmecesi açık duruyor, en sonuncusu bir ö ncekiyle bir tü r merdiven oluşturacak şekilde daha fazla dışarı
çekilmiş. Francisco'nun ö leceğ i yılın yaz ayları ya da belki sonbahar. O sıralar (gö rmek isteyenler için resmi orada
duruyor) neşeli, sağ lıklı, kusursuz bir yaratık, anlaşılan konsolun ü zerinde duran bir şeye erişmek için bedeninin
bü yü mesini, kollarının uzamasını beklemeye sabrı yok. Hatırladıklarımın hepsi bu. O sırada Francisco'nun dağ cılık
hevesini kö kü nden yok etmek ü zere annem çıkıp geldi mi, bunu bilemiyorum. Onun evde olup olmadığ ını bile
bilmiyorum, yoksa yakınlardaki bir apartmanın merdivenlerini temizlemeye mi gitmişti? Daha sonraları, ben neler
olup bittiğ ini anlayacak kadar bü yü dü ğ ü mde, ihtiyaçtan bunu yapıyor idiyse, ihtiyacın daha da bü yü k olduğ u o
zamanlar da yapmış olması pek muhtemel. Francisco'nun kardeşi, şayet dü şecek olursa o pervasız dağ cıyı koruyacak
hiçbir şey yapamazdı. Ağ zında emziğ iyle yerde oturuyor olmalıydı, ancak bir buçuk yaşındaki haliyle, ne yaptığ ının
farkında bile olmadan, gö rmekte olduğ u şeyleri sonradan, aradan bir hayat boyu sü re geçtikten sonra, kalkıp
saygıdeğ er okurlara anlatmak için o kü çü cü k beyninin bir kö şesine kaydetmekle meşguldü . Işte bu benim en eski
anım. Belki de yanlıştır...
Oysa şimdi anlatacağ ım şeyde bir yanlışlık yok. Acı ve gö zyaşları şimdi buraya çağ rılacak olsalar, o
şiddet dolu, acımasız gerçeğ in tanıkları olurlardı. Francisco ö lmü ştü , ben de sanıyorum iki-ü ç yaşlarındaydım. Evin
biraz ö tesinde (hâ lâ E Sokağ ı'nda oturuyorduk), bir inşaattan kalma bir kireçtaşı yığ ını vardı. Uç-dö rt tane bü yü k
çocuk beni zorla oraya gö tü rdü ler (karşı koymak için gö sterdiğ im gü çsü z çabalar hiçbir işe yaramamıştı). Beni itip
yere dü şü rdü ler, pantolonumla donumu aşağ ı indirdiler, birileri kollarımla bacaklarımdan tutarlarken, bir tanesi
sidik yoluma bir tel sokmaya başladı. Bağ ırdım, umutsuzca debelendim, becerebildiğ im kadar tekmeler attım, ama o
gaddarca hareket devam ediyor, tel daha derine giriyordu. Belki de eziyet çeken o kü çü cü k çü kü mden şakır şakır
akmaya başlayan kanlar beni daha beterinden kurtardı. Oğ lanlar korktular ya da sadece yeterince eğ lendiklerini
dü şü ndü ler ki kaçıp gittiler. Oralarda yardımıma gelecek kimse yoktu. Kanlar bacaklarımdan aşağ ı akarken,
giysilerimi kireçtaşı yığ ınının ü stü nde bırakarak, ağ laya ağ laya eve kadar kendimi zorlukla sü rü kledim. Annem zaten
beni aramaya çıkmıştı (neden sokakta tek başıma olduğ umu hatırlayamıyorum) ve beni o perişan halde gö rü nce
feryadı bastı: "Ah canım yavrum! Kim yaptı bunu sana?" diye, ama çığ lıklar ve gö zyaşları bir işe yaramıyordu, suçlular
çoktan uzaklaşmışlardı, belki de o mahalleden değ illerdi. Çok şansım varmış ki içerdeki yaralarım geçti, çü nkü yerden
alınan bir telde her şey olabilirdi, hepsinden ö nce de tetanos için açık bir kapıydı. Francisco'nun ö lü mü nden sonra
sanki talihsizlik yakamızı bırakmak istemiyordu. Bir sü re sonra, artık beş yaşımdayken, boğ azımda bir sorun çıkınca
beni kardeşimin ö lmü ş olduğ u o aynı hastaneye gö tü rmek zorunda kaldıklarında annemle babamın ne kadar
kaygılandıklarını tahmin edebiliyorum. Daha sonra hastalığ ımın yalnızca anjin ve sinü zit olduğ u anlaşılmıştı, beş-altı
gü nde geçmeyecek bir şey değ ildi, gerçekten de ö yle olmuştu. Aradan bunca zaman geçtikten sonra bü tü n bu
ayrıntıları nasıl olup da bildiğ imi soracaklardır bana. Bu uzun bir hikâ ye, ama birkaç kelimeyle
ö zetlenebilir. Kü çü klü ğ ü mü n anılarını ve deneyimlerini yazma ikri bundan yıllar ö nce aklıma geldiğ inde, kardeşim
Francisco'nun ö lü mü nden de bahsetmem gerektiğ ini biliyordum (çü nkü hayatı o kadar kısa sü rmü ştü ki). Onun
Câ mara Pestana Bakteriyoloji Enstitü sü 'nde difteriden ya da annemin ifadesiyle kuşpalazından ö ldü ğ ü nü aile içinde
her zaman duymuşumdur. Oysa ölümün gerçekleştiği tarihten söz edildiğini hiç hatırlamıyorum. Konuyu araştırmaya
başlayarak Câ mara Pestana Enstitü sü 'ne mektup yazdım, onlar da bü yü k bir nezaketle bana cevap yazarak, giriş
kayıtlarında Francisco de Sousa adında dö rt yaşında bir çocuk bulunmadığ ını bildirdiler. Herhalde beni uğ ratacakları
hayal kırıklığ ını tela i etmek için olacak, 4 Nisan 1928 tarihinde José Sousa adıyla benim kendi girişimin kaydının bir
kopyasını yolladılar bana (aynı ayın 1 Tinde taburcu olmuşum), isim aynen bö yle, yani iki kez kısaltılmış olarak
yazılmış. Saramago'nun izi bile yok, bu da yetmiyormuş gibi, José ile Sousa arasına konulan "de" tanım edatı da yok
olmuş. En azından bu kâ ğ ıt sayesinde o gü nlerde geçirdiğ im anjin ve sinü zit sırasında ateşimin kaça yü kseldiğ ini
ö ğ renebildim... Annemle babamın bana yaptıkları ziyaretlerin birini gayet net olarak hatırlıyorum. Ben tecrit odası
dedikleri yerdeydim, bu yü zden de birbirimizi ancak bir camın arkasından gö rebiliyorduk. Yatağ ımın ü stü nde
topraktan yapılma oyuncak bir ocak olduğ unu da hatırlıyorum, bir muz kabuğ unu yelpaze gibi kullanarak ocağ ın
olmayan ateşini canlandırıyordum. Evde ö yle yapıldığ ını gö rmü ştü m, aslında hayat hakkında daha fazla bir şey
bildiğim de yoktu...

Kardeşime geri dö nelim. Doğ al olarak her şeyden ö nce ilk yaptığ ım şey, doğ duğ umuz kö yü n bağ lı
olduğ u Golegâ Kaymakamlığ ınım Nü fus Mü dü rlü ğ ü mden, Jose de Sousa ile Maria da Piedade'ın Azinhaga doğ umlu
oğ ulları olan Francisco de Sousa'nın doğ um serti ikasını bana yollamalarını istemek oldu, çü nkü ö ldü ğ ü tarihin
de aynı belgede gö rü nmesi gerekiyordu. Ama hayır efendim, ö yle olmadı, ö lü m tarihi gö rü nmü yordu. Bu resmi
belgeye bakacak olursanız, Francisco ö lmemişti. Câ mara Pestana Bakteriyoloji Enstitü sü 'nü n yö neticilere yakışır
bü yü k bir ciddiyetle onun oraya asla yatırılmamış olduğ unu sö ylemesi zaten şaşırtıcıyken -oysa ben son derece kesin
bir kaynaktan onun oraya yatırıldığ ını biliyordum-, bu kez Golegâ Nü fus Mü dü rlü ğ ü , ü stü kapalı bir şekilde,
kardeşimin hayatta olduğ unu bildiriyordu bana. Geriye bir tek çare kalıyordu: Lizbon mezarlarının uçsuz bucaksız
arşivlerinde araştırma yapmak. Bu işi benim yerime yapmayı kabul edenler oldu, onlara her zaman minnettar
kalacağ ım. Francisco 22 Aralık gü nü ö ğ leden sonra saat dö rtte ö lmü ş, ayın 24'ü nde neredeyse aynı saatte Ben ica
Kabristanına defnedilmişti (annemle babam için kim bilir ne kadar hü zü nlü bir Noel olmuştur). Yine de
Francisco'nun ö ykü sü burada bitmiyor. Içtenlikle inanıyorum ki 1966 yılında ben nü fus mü dü rlü klerinde neler olup
bittiğ i konusuna ö ylesine dalıp gitmiş olmasaydım, Bütün isimler adlı romanım bugü n okuduğ umuz şekliyle var
olamazdı...
Adı Francisco Carreira'ydı ve ayakkabıcıydı. Dü kkâ nı pencereleri olmayan izbe bir hü creydi, ancak
çocukların eğ ilmeden geçebilecekleri bir kapısı vardı, çü nkü bir buçuk metreden biraz yü ksek olsa gerekti. Onu hep
taburesinde oturur gö rü rdü m, ö nü ndeki tezgâ hın ü zerinde meslek aletleri dururdu, bunların arasında, ne zamandan
kaldığ ı bilinmeyen bir artık tabakasının içinde, çarpılmış başsız çiviler, kö sele kırpıntıları, kü t burunlu bir iğ ne, işe
yaramaz bir pens gö rü nü rdü . Çarpılmış belkemiğ iyle vaktinden ö nce yıpranmış hasta bir adamdı. Bü tü n kuvveti,
birer levye kadar gü çlü olan kollarıyla omuzlarında birikmişti. Bunlarla kö seleleri yumuşatır, ipliklere mum sü rer,
ilmikleri çeker, isabet ettiremediğ ini hiç gö rmediğ im iki kü çü k çekiç darbesiyle kabaraları çakardı. Ben bir deri
parçasına zımbayla delikler açmakla oyalanır ya da tanenin etkisiyle kö seleye dö nü şecek kıvama gelsin diye deriyi
içine bastırdığ ı suyla oynarken, o da bana gençlik hikâ yelerini, belirsiz siyasi emellerini, korkunç bir uyarı olarak
kendisine gö sterilmiş olan ve -uyaran kişinin ifadesiyle-davaya ihanet edecek olana yö neltilecek tabancanın
ö ykü sü nü anlatırdı... Sonra bana okulun nasıl gittiğ ini, Lizbon'da olan bitenlerle ilgili ne gibi haberlerim
olduğ unu sorardı, ben de onun merakını giderebilmek için lafı elimden geldiğ ince uzatırdım. Bir gü n onu çok endişeli
buldum. Seyrek saçlarını elindeki bizle dü zeltiyor, ipliğ i çekerken durup kalıyordu, benim iyi bildiğ im ve ö zellikle
ö nemli olan bir soru soracağ ına işaret eden belirtilerdi bunlar. Derken az sonra Francisco Carreira sakat bedenini
geriye doğ ru yasladı, gö zlü ğ ü nü alnına kaldırıp birden soruverdi: "Sen dü nyaların çokluğ una inanıyor musun?"
Fontenelle'i okumuştu, ben okumamıştım, bu konuda kulaktan dolma azıcık bilgiye sahiptim. Gö k cisimlerinin
hareketleri hakkında bir cevap çırpıştırıverdim, Kopemik'in adından şö yle bir bahsettim ve orada bıraktım. Her ne
olursa olsun, evet, ben başka dü nyaların olduğ una inanıyordum, bü tü n sorun oralarda kimse olup olmadığ ını
bilmekte yatıyordu. Tatmin olmuştu ya da bana ö yle gelmişti de rahat bir nefes almıştım. Uzun yıllar sonra onun
hakkında iki sayfalık bir yazı yazacak, başlığ ını da, besbelli Lorca'dan esinlenerek, "Mucizevi Ayakkabıcı" koyacaktım.
Bundan başka hangi kelimeyi kullanabilirdim? Dü şü nsenize, bizim kö yde, otuzlu yıllarda, Fontenelle'den sö z eden bir
ayakkabıcı...
Daha ö nceki bir sayfada domuzları satmak için panayıra gitmemi anlatırken sö yleyecek bir şeyim
kalmıştı. O yıl komşular arasındaki sü t domuzu satışı az olmuş, bunun ü zerine dedem, kalan domuz yavrularını
Santaré m Panayırına gö tü rmenin en iyisi olduğ una karar vermişti. Manuel Dayıma yardım etmek ü zere benim de
gitmek isteyip istemediğ imi sordu, ben de iki kez dü şü nmeye gerek bile gö rmeden evet efendim dedim. Yolculuk için
botlarımı cilaladım (çıplak ayakla yü rü necek yol değ ildi), gidip sundurmanın altından da boyuma en uygun sopayı
seçtim. Oğ leden sonra yola koyulduk, sü t domuzları yoldan ayrılmasın diye pü rdikkat kesilmiş olan dayım arkadan
yü rü yordu, ben de, onları bir arada tutan, bazılarının gerçek annesi, bazılarının de bu defalık analığ ı olan dişi domuz
ayağımın dibinde, en ö nde yü rü yordum. Arada bir dayım benim yerime geçiyordu, bana da, onun daha ö nce yaptığ ı
gibi, huzursuz hayvanların ayaklarıyla yoldan kaldırdıkları tozu yutmaktan başka çare kalmıyordu. Cruz de Lé gua
Çiftliğ ine vardığ ımızda neredeyse gece olmuştu, orada yatmamız ö nceden ayarlanmıştı. Domuzları bü yü k bir
barakanın içine soktuk, ya içeri girmek istemediğ imizden ya da daha bü yü k bir olasılıkla çiftlik kâ hyası bizi davet
etmediğ inden, bir pencereden vuran ışığ ın altında ayakü stü torbamızdakileri yedik. Biz yemek yerken bir uşak gelip
atların yanında yatabileceğ imizi sö yledi. Bize iki tane battaniye verdikten sonra çekip gitti. Ahırın kapısı açık
duruyordu, bu da işimize geliyordu çü nkü panayırın açılış saatinde Santaré m'e varabilmemiz için sabah erkenden,
daha gü nü n ilk ışıkları gö kyü zü nü aydınlatmadan yola çıkmamız gerekiyordu. Yatağ ımız, ahırın bü tü n arka duvarı
boyunca uzanan yemliğ in iki ucundan biri olacaktı. Atlar kişniyor, ayaklarını taş dö şeli yere vuruyorlardı. Yemliğ in
içine tırmanıp tıpkı beşikte yatar gibi taze samanların ü zerine uzandım, battaniyeye sarınmış yatarken hayvanların
ağ ır kokusunu soluyordum, hayvanlar bü tü n gece huzursuz olmuşlardı ya da ara ara uykumdan uyandığ ımda bana
ö yle gelmişti. Hiç olmadıkları kadar perişan durumdaki bacaklarım ve ayaklarım yü zü nden kendimi çok yorgun
hissediyordum. içerideki karanlık sıcak ve yoğ undu, atlar yelelerini şiddetle sallıyorlar, kafası neredeyse ayaklarıma
değ en dayım horul horul uyuyordu. Daha yeni daldığ ım derin uykudan, sabahın kö r karanlığ ında dayımın
seslenmesiyle uyandım: "Hadi kalk Zé , gitmemiz gerekiyor." Yemliğ in içinde kalkıp oturduğ umda, uykudan kapanan
gö zlerim beklenmedik bir ışıkla kamaşmıştı. Yere atlayıp dışarı çıktım: Karşımda yusyuvarlak, koskoca bir ay
duruyordu, mehtabın tü m gü cü yle aydınlattığ ı ışıltılı bir beyazlık, bunun karşıtı olarak da gö lgeli yerlerde son derece
yoğ un bir siyahlık gö rü nü yordu. Omrü mde bir daha bö yle bir mehtap gö rmedim. Gidip domuz yavrularını bularak
vadiye kadar indik, her taraf yü ksek ağ aççıklarla, bö ğ ü rtlen çalıları ve derin hendeklerle kaplıydı, sabah karanlığ ında
şaşkın haldeki sü t domuzları kolaylıkla dağ ılıp kaybolabilirlerdi, bu yü zden binbir dikkatle ilerliyorduk. Vadinin
dibine indiğ imizde her şey daha kolaylaşmıştı. Uzü mleri artık olgunlaşmış olan bağ lar boyunca, gecenin serinliğ inin
bastırdığ ı toz kaplı bir yoldan yü rü dü k, bağ kü tü klerinin arasına atlayarak iki koca ü zü m salkımı kesip gö mleğ imin
altına soktum, bir yandan da acaba bekçi var mı diye etrafı gö zlü yordum. Yola geri dö nü p salkımlardan birini dayıma
ikram ettim. Hem yü rü yor, hem de buz gibi soğ uk ve tatlı ü zü mleri yiyorduk, taneler ö yle sertti ki sanki kristalize
olmuş gibiydi. Gü neş doğ duğ unda Santarem'e doğ ru tırmanmaya başlamıştık. Bü tü n sabahı ve ö ğ leden sonranın bir
bö lü mü nü panayırda geçirdik. Işler fena gitmemişti ama domuz yavrularının hepsini satamamıştık. Nedenini artık
hatırlamıyorum -herhangi bir neden gö stermiş olması da pek olası değ il ya-, dayım eve dö nü ş yolculuğ unun Tejo'nun
bu bö lü mü boyunca yayılan alçak tepeler ü zerinden yapılmasına karar vermişti. Onun bu kaprisinden Allah razı olsun,
o sayede ilk Roma yolumu tanımış oldum...
Yağ mur yağ ıyor, rü zgâ r yaprakları dö kü lmü ş ağ açları sallıyor ve geçmiş zamanlardan bir gö rü ntü çıkıp
geliyor, uzun boylu, zayıf; yaşlı bir adam, şimdi daha yakından bakınca gö rü lü yor sellerin bastığ ı bir yoldan yü rü yü p
geldiğ i. Omzunda bir çoban asası var, çamur içinde, eski pü skü kabanının ü zerinden gö kyü zü nü n tü m suları
sü zü lü yor. Onü sıra domuzlar yü rü yor, kafalarını ö ne eğ mişler, burunları yere sü rtü nü yor. Ip gibi yağ an yağ murun
arasında gö rü ntü sü bulanarak yaklaşan bu adam benim dedem. Yorgun argın yü rü yor yaşlı adam. Yokluklarla,
cehaletle geçmiş yetmiş yıllık zor bir hayatı sü rü klü yor arkasında. Yine de bilge bir adam, suskun, yalnızca kaçınılmaz
olanı sö ylemek için açıyor ağ zını. O kadar az konuşuyor ki, yü zü nde uyarı ışığ ına benzer bir şey yandığ ında ona kulak
vermek için hepimiz susuyoruz. Garip bir tarzda bakıyor uzaklara, hatta o uzaklar karşısındaki duvar olsa da.
Yü zü sanki keserle yontulmuş, durağ an ama anlamlı bir ifade taşıyor, keskin bakışlı kü çü k gö zleri ara sıra ışıldıyor,
sanki dü şü nmekte olduğ u şeyi kesin olarak anlamış gibi. Bu topraklardaki, bu dü nyadaki onca kişiden biri o, belki de
bir olanaksızlıklar dağ ı altında ezilmiş bir Einstein, bir ilozof, okuması yazması olmayan bir bü yü k yazar. Hiçbir
zaman olamayacağ ı bir şey. O koca incir ağ acının altında yattığ ımızda, yaşadığ ı hayatı, kafalarımızın ü zerinde
parıldayan Samanyolu'nu, yetiştirdiğ i hayvanları, ta uzaklarda kalmış çocukluğ unun hikâ yelerini ve efsanelerini
anlatmasını dinlediğ im o ılık yaz gecelerini hatırlıyorum. Sabaha yakın çıkan soğ uktan korunmak
için battaniyelerimize sıkı sıkı sarınarak geç vakit uykuya dalardık. Ama şu melankoli anımda kafamdan silinmeyen
gö rü ntü , yağ murun altında, sanki değ iştiremeyeceğ i bir kadere boyun eğ en biri gibi inatla, sessizce ilerleyen o yaşlı
adamın gö rü ntü sü . Belki de ö lü mü n kendisi. Neredeyse ellerimle dokunabildiğ im bu yaşlı adam nasıl ö leceğ ini
bilmiyor. Son gü nü nden birkaç gü n ö nce sonunun geldiğ ini sezinleyeceğ ini, meyve bahçesinde ağ açtan ağ aca
dolaşarak gö vdelerine sarılıp onlarla, dost gö lgelerle, bir daha yiyemeyeceğ i meyvelerle vedalaşacağ ını henü z
bilmiyor. Çü nkü o bü yü k gö lge gelmiş olacak, sular altındaki o yolda ya da gö kkubbenin ve gö k cisimlerinin o sonsuz
sorgulamasının altında anılar onu hayata geri döndürmedikçe. O zaman ne diyecek acaba?
Evinin kapısında oturuyordun sen, anneanne, yıldızlı, uçsuz bucaksız geceye açılan kapısında evinin,
hakkında hiçbir şey bilmediğ in ve asla yolculuk yapamayacağ ın gö kyü zü nü n altında, bü yü lü tarlaların ve ağ açların
sessizliğ i içinde, sonra doksan yaşının vakarı içinde ve hiçbir zaman kaybetmediğ in bir gençlik ateşiyle dedin ki:
"Dünya öyle güzel, öleceğime öyle yanıyorum ki." Aynen böyle dedin. Ben oradaydım.
Yeni doğ muş sü t domuzlarının arasında, arada bir, ö tekilerden daha zayıf olan birkaç tanesi çıkar,
ö zellikle de mevsim kışsa, kaçınılmaz olarak gecenin soğ uğ undan etkilenirlerdi, onlar için ö lü mcü l olabilirdi bu soğ uk
hava. Yine de bildiğ im kadarıyla bu hayvanlardan hiçbiri ö lmemişti. Her gece dedemle anneannem domuz ağ ıllarına
gidip sü t domuzları arasında en zayıf olan ü ç-dö rt tanesini alır, ayaklarını temizledikten sonra onları kendi
yataklarına yatırırlardı. Orada koyun koyuna yatarlardı, insanları ö rten aynı battaniyelerle aynı çarşa lar hayvanları
da ö rterdi, anneannem yatağ ın bir yanında, dedem yatağ ın ö bü r yanında, ikisinin arasında da herhalde kendilerini
gökyüzü cennetinde sanan üç-dört tane domuz yavrusu...
Kü çü k Ev'in meyve sebze bahçesi, biçim ve bü yü klü k olarak birbirinden farklı iki bö lü mden oluşuyordu.
Bunlardan daha kü çü k ve aşağ ı yukarı dö rt kö şe olan birincisine, mutfak kapısındaki iki taş basamaktan inilir ya da
doğ rudan doğ ruya sokağ a açılan parmaklıklı bir kapıdan girilirdi; açıkça sö ylemek gerekirse bu kapı, şafak vakti
parlayan ilk yıldızla birlikte anneannem domuzları alıp dışarı çıkarken ya da neredeyse gü nbatımında onları eve geri
getirirken domuzların girip çıkmasına yarardı. Elbette biz de kullanırdık o kapıyı, ama hayvanların dışarı çıkmak ya
da içeri girmek için başka seçenekleri yoktu. Bahçenin bu bö lü mü nde, bana hep yıkılmak ü zereymiş gibi gö rü nen bir
sundurmanın altında dö rt-beş tane ağ ıl vardı, burada yan yatıp memelerini ortaya çıkaran dişi domuzlar yavrularını
emzirir, bü tü n gece ve onları orada bıraktıkları gü ndü z saatlerinde yavrularla birlikte uyurlardı. Aslında her dişi
domuzun, arkasında bir batın yavruyla birlikte, kendine ait yere girmesi için ağ ılların kapılarını açmak yeterliydi. Ben
onların yuvalarını şaşırdıklarını hiç hatırlamıyorum, ama telaştan gö zleri hiçbir şey gö rmeyen bir-iki domuz
yavrusunun yanlış kapıdan içeri girmeleri de ender rastlanan bir şey değ ildi. Gerçi orada fazla kalmazlardı. Bö yle
şeyleri gö rmemiş ya da duymamış olanlar için ne kadar inanılmaz gö rü nse de, anne domuz, her bir yavrusunun sü tü
içmek için memeyi emme tarzını tanır, bu yü zden de araya sokulan yabancı yavru bir burun darbesiyle derhal
kovulurdu. En fazlasından bir ısırıkla karşılaşabilirdi ki ben ö yle olduğ unu hiç hatırlamıyorum. Zavallı domuzcuk, o
annenin kendisininki olmadığ ını çok geç olarak anlar, imdadına koşsunlar diye telaş içinde homurdanırdı. Dedem ya
da anneannem, "Zezito," derlerdi, "git şuna bir bakıver." Ben de, domuzgillerin yetiştirilmesi konusunda artık
deneyimli bir çırak olarak gidip yanlış eve giren yavruyu arka ayaklarından birinden yakaladığ ım gibi ö teki elimle
karnından tutarak tatlı yuvasına yö nlendirir, se ih evladı yuvasına geri dö nü ş yolunu buldu diye meşru anasının
keyiften homur homur homurdanmasını duyma zevkine erişirdim. Peki ben nasıl biliyordum yolunu kaybeden
yavrunun hangi ağ ıla ait olduğ unu? Ondan kolay ne var? Her bir sü t domuzunun derisine ağ ıl sayısı kadar kesik
atardık, birinci için bir kesik, ikinci için iki kesik ve bö ylece birbiri ardından devam ederdi. (Anneannemin dü kkâ nda
ne kadar para harcadığ ını gö steren işaretler yö ntemi bundan çok daha karmaşıktı ve onun bir kuruş bile yanıldığ ını
gö rmemiştim. Bir defterin içine, ortalarında çarpı işareti olan birtakım halkalar, halkaların dışında olan çarpılar,
kendisinin çubuklar dediğ i çizgiler, şimdi hatırlayamadığ ım daha başka işaretler çizerdi. Bazen kendi hesaplarını, adı
Vieira olan dü kkâ n sahibinin tuttuğ u kâ ğ ıtla karşılaştırdığ ını gö rü rdü m de bu ayarlamadan hep anneannem kazançlı
çıkardı. O defterlerden birini ondan istemediğ im için kendimi hiç affetmeyeceğ im, anneannem Josefa'nın aritmetiğ i
yeniden icat ettiğ ini gö steren harika bir belgesel kanıt olurdu, hatta bunun bilimsel olduğ unu bile sö yleyebilirdik;
Jose Dinis'in daha on yaşında bile yokken dairenin dö rdü lleşmesi gibi tarihi bir problemi çö zdü ğ ü nü hatırlayacak
olursak, benimki gibi bir aile için bu hiç de olağ andışı ya da ö nemli sayılmaz...) Domuz ağ ıllarından ve domuzların ara
sıra birkaç avuç mısır unuyla çeşnilendirilen su ve hamur karışımını şapırdata şapırdata yedikleri hamur
teknelerinden başka, bahçenin bu kısmında bir tavuk kü mesi, bir tavşan kü mesi, bir de eşek ahırı vardı. Tavuk
kü mesiyle ilgili olarak, insan kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, anlatılacak fazla bir şey hiçbir zaman olmaz;
bunların içinde birkaç tavukla onları dölleyen bir horozun birlikte yaşadıkları, satmak için yumurtalar, civcivlerin
çıktığ ı yumurtalar, kralın doğ um gü nü nde sofrada yemek için yumurtalar bulunduğ u varsayılır. Anneannemlerin
kü mesi de bir istisna değ ildi, bü tü n ö teki kü meslerde olan şeyler onda da vardı ama sü lü ngiller familyasından
olanların miktarı ve onların ü rü nleri bakımından herhalde ö tekilerden daha fakirdi. Tavşan kü mesine gelince; onun
bir hikâ yesi var. Carlos Dayım, arada bir, meydandaki hapishanede yattığ ı zamanlarla -ö zellikle aranan bir meta olan
ve dayımın aklını resmen başından alan bakır telefon tellerini direklerin tepesinden aşırdı diye- hırsızlık kuşkusuyla
herhangi bir yerde irarda olduğ u zamanlar arasında kalan boş vakitlerinde, hep de gecenin geç saatlerinde ziyaret
ederdi orasını. Kö tü insan değ ildi ama çok fazla içerdi ve kendisinin olanı başkasınınkinden ayırt etmekte zorluk
çekerdi. Ben onun tavşan etini tavuk etine tercih ettiğ ini pek sanmıyorum, ama tavşangiller, deyim yerindeyse,
dilsizdiler; birkaç homurtudan başka ses çıkmaz, onları kulaklarından tutup da bir çuvalın içine koyarlarken seslerini
yü kseltmeyi hiç bilmezlerdi, oysa tavuklar bü tü n konu komşuyu ayağ a kaldırabilecek yaygarayı kopartacak kadar
çocukça davranırlardı. Anneannem, genel kural olarak gü nü n ilk belirtileri daha çok uzaklardayken yataktan
kalktığ ında, Carlos Melrinho, geceki gezintilerinden sonra bir evlat yadigâ rı olarak ona bir-iki tavşan bırakma
hayırseverliğ ini gö stermişse, kendini dü nyanın en mutlu kadını sayabilirdi. Bunun atfedilebilecek bir şey olmadığ ı
sö ylenebilir, ama en iyi ailelerde bile her şeyin gü llü k gü listanlık olmadığ ını hepimiz biliriz. Her halü kâ rda, orada
burada telefon telleriyle tavşanlardan çok daha fazlasını gö tü renler hiç eksik olmaz ama yine de dü nyanın gö zü nde
namuslu insan olarak kabul gö rmeyi becerirler. O zamanlar, o yö relerde, her şey gö rü ndü ğ ü gibi olurdu, olduğ u gibi
de gö rü nü rdü . Kü çü k Ev'deki tek istisna belki de az ö nce sö zü nü ettiğ im eşek ahırıydı. Benim tanıma fırsatını
bulamadığ ım bir merkebin barındığ ı zamanlardan kalmıştı bu ad. Aradan uzun yıllar geçmesine rağ men de adı hep
ö yle kaldı; kö keni hakkında herhangi bir kuşkuya yer vermemek için ahırın içinde eski yemlik hâ lâ dururdu, sanki
baklaların ve samanların anısıyla karnını doyurmak için her gece oraya dö nmek eşek ruhunun kaderiymiş gibi.
Mutfağ ın yanında bulunan ekmek fırınından başka, yalnızca dişi domuzlarla yavrularının -o da ancak tıkış tıkış-
sığ dığ ı ağ ıllardan daha bü yü k olan bir başka ahırdan daha sö z edersem, bahçenin bu bö lü mü nü n dö kü mü
tamamlanmış olur. Bu bü yü k ahırda, her yıl olmasa da, semirtilmek için seçilmiş bir domuz barınırdı; haftada en az
bir kere, elimde yabayla, bu nankö r hayvanın yattığ ı yeri değ iştirmek, sidik ve dışkılarla kirlenmiş pis kokulu
samanları kaldırıp yerine, doğ al kokusunun tazeliğ ini bir saate varmadan kaybedecek olan yeni samanlar koymak
zorundaydım. Bir gü n ben bu işle uğ raşırken yağ mur yağ maya başladı, ö nce koca koca seyrek damlalar, derken
sonunda şakır şakır boşandı. Eşek ahırına sığ ınıp yağ murdan korunmamın iyi olacağ ını dü şü ndü m, ama dedemin
sesi beni yarı yolda durdurdu: "Insan başladığ ı işi bitirmeli, yağ mur ıslatır ama kemikleri kırmaz." Doğ ruydu. Dö nü p
yabayı elime alarak hiç aceleye getirmeden, hiç telaş etmeden, iyi bir ırgat gibi işimi bitirdim. Sırılsıklam olmuştum,
ama mutluydum.
Toprağ a saplanmış sırıklardan yapılma kaba saba bir çit, bahçenin iki bö lü mü nü birbirinden
ayırıyordu; bunların birinden ö tekine geçişi de yine kaçınılmaz olan parmaklıklı bir kapı sağ lıyordu. Içeri girince sol
tarafta, altı dö rt kö şeli olup yukarı doğ ru daralan tipik piramit biçimiyle ortası sırıklı koskoca bir saman yığ ını
vardı; anneannemin, elinde bir tırmık, bir bez, bir de iple, yanında ö teki yoldaşlarıyla birlikte, buğ day hasatlarından
arta kalan sapları bekçilere belli etmeden toplamak için sabahın kö r karanlığ ında gizli gizli yaptığ ı zahmetli
çalışmanın meyvesiydi bu yığ ın. Onun yanında, dalları saman yığ ınının ü st tarafına değ ecek kadar yakınında, o bü yü k
incir ağ acı vardı ya da sadece Bizim incir, çü nkü başka bir incir ağ acı daha vardı ama o hiçbir zaman fazla bü yü mezdi,
hem doğ ası gereğ i, hem de ö teki emektar ağ acın onda uyandırdığ ı saygı nedeniyle. Yıllanmış bir zeytin ağ acı da vardı,
bahçeyi ikiye bö len çit onun çarpılmışgö vdesine dayanırdı. Çevresini saran bö ğ ü rtlen çalıları ve ona korkutucu bir
bekçilik gö revi yapan bir akdiken yü zü nden, anneannemlerin evinin civarında hiç tırmanmadığ ım tek meyve ağ acıydı
bu. Pek fazla olmasa da birkaç ağ aç daha vardı: ellerinden geleni yapan bir-iki yabani erik ağ acı, az meyve veren bir
nar ağ acı, meyveleri on adım ö teden mis gibi kokan birkaç ayva ağ acı, bir zeytin ağ acı daha. Geri kalan azıcık toprak
sebze yetiştirmek içindi, ö zellikle de bü tü n yıl yaprak veren, bu yü zden de yerel mutfak kü ltü rü nü n temel
malzemesini oluşturan Portekiz lahanası; içinde zeytinyağ ından başka çeşni olmaksızın kuru fasulyeyle pişirilmiş
lahana; arada bir de, ü stü ne gü ndelik tayın dö kü lmeden ö nce tabağ ın dibine mısır ekmeğ inin içi dö şenirdi. Bahçenin
bu bö lü mü , Salvador'unki dedikleri bir zeytinlik boyunca uzanan, elli-altmış metre uzunluğ unda dar bir toprak
parçasıydı; ö teki yanında da, onu yoldan ayıran, yeşil sazlardan, bö ğ ü rtlen çalılarından, her yerde bulunan
agavelerden ve birkaç mü rver ağ acından oluşan kalın bir çit vardı. Bu çitin yakınlarında, iki-ü ç kere, yılanların içine
sığ madıklarında attıkları kurumuş yılan gö mleklerinden bulmuştum. Bu deriler domuzların bilmem hangi hastalığ ına
iyi gelirmiş. Sonuna doğ ru yaklaştıkça arazi daralır, en sonunda da kaplumbağ a kuyruğ u gibi sivrilirdi. Anneannemle
ben, sıkışıp da zeytinliklerin içine dalmaya vakit olmadığ ında işte orada de i hacet ederdik. (Dedem bu sorunu
domuzlarla nerede dolaşırsa orada hallederdi herhalde.) Okuyucu de i hacet etmek biçimindeki ö rtmeceli ifademe
şaşırmasın. Doğ anın yasasıydı bu. Adem'le Havva da cennetin herhangi bir kö şesinde aynı işi yapmak zorunda
kalmışlardır.
Sandık maviydi, yağ lıboyayla boyanmıştı, kirli bir gö kyü zü nü nki gibi yorgun bir rengi vardı. Dış odada
dururdu, kapıdan girince sağ tarafta. Bü yü ktü , kocamandı, içine kuru baklaların konulduğ u sandıktı bu. Anneannem
onu açmamamı tembih eder, baklaların çıkardığ ı tozun, bunu yapacak tedbirsiz kişinin derisini isilikle kaplayarak (o
rahatsız edici iskelere biz ö yle derdik) korkunç bir kaşıntıya neden olduğ unu sö ylerdi. Dedem, insanın karakterinin
oluşmasıyla ve ruh gü cü nü n sağ lamlaştırılması yö ntemleriyle ilgili karmaşık sorunlar konusunda son derece katı
birtakım ikirlere sahipti, bu tü r tembihlere ve endişelere bıyık altından gü ler, arada bir, gü neş battıktan sonra
sığırlarla birlikte eve döndüğünde, sandığı açıp açmadığımı sorardı bana.
O zamanlar kaşıntı yapan bu sebzeye pek meraklı olmadığ ımdan -hâ lâ ö yleyimdir ya-, sandığ ın dışında
da gö rebileceğ im ve hiçbir tehlikeye maruz kalmadan dokunabileceğ im baklaların aynısına bakacağ ım diye sandığ ın
o haşmetli kapağ ını kaldırmak, Almonda'nın ve Tejo'nun kıyılarında ya da Boquilobo Bataklığ ının labirenti andıran
karmaşası içinde keşfe çıkmak gibi başka ö lçekteki serü venlere dalmış benim gibi on yaşında bir çocuğ un merakını
kabartacak bir iş değ ildi. Ancak dedenin o sessiz alaycılığ ı, torununun kolay etkilenirliğ ine o kadar çok dokunmuş,
onun o kü çü k gururunu o kadar çok kışkırtmıştı ki, bir gü n evde yalnızken sandığ ın başına geçti, o ağ ır kapağ ı
kollarının erişebildiğ i yü ksekliğ e kadar ıkına sıkına kaldırarak kireç badanalı duvara çarpana kadar geri itti, işte
orada duruyordu baklalar. Koyu renklerinin ü zerini bir tü l gibi ö rtmü ş olan incecik bir toz, o ani hava akımıyla
yerinden kalkarak elleriyle kollarına konmuş, ö nceden sö ylendiğ i gibi kabarcıkların çıkması ve kaşıntının başlaması
birkaç saniyeden fazla sü rmemişti. Ancak, sanki ellerinin bu hali o inatçı çocukcağ ız için yeterli bir kanıt değ ilmiş
gibi, bir de ellerini o hınzır baklaların içine daldırıp onları çakıl taşları gibi tıkırdatmış ve bu kez gerçekten de bir toz
bulutunun kalkmasına neden olmuştu. Anlatacağ ım başka bir hikâ ye olmasa, o rahatsız edici sonucu burada uzun
uzadıya tarif etmem yersiz kaçmazdı. Ellerimi sandığ ın kö şelerinden birinden dö ndü rü p kapağ ın ü st kenarına
kolaylıkla eriştikten sonra aşağ ı indireyim diye dolaştırırken, sandığ ın iç tarafının gazete kâ ğ ıdıyla kaplanmış
olduğ unu fark etmiştim. Anneannemlerin evi kitap okuyan insanların evi değ ildi, daha ö nce de kaç kere dediğ im gibi
ikisinin de okuması yazması yoktu. Diyelim ki dayılarımdan biri askerden izinli olarak bir sü re kalmak için geldi,
birkaç har i okuyabilecek yetenekte olsa bile ancak bü yü k har leri, hem de en bü yü kleri okuyabilirdi. O Século
gazetesinin o sayfalarının oradaki varlığ ı -son derece haklı bir nedene dayanarak, sayfa başında ü lkenin her tarafında
okunan bir gazete olduğ unu duyuruyordu, "son derece haklı bir nedene dayanarak" dememin nedeni de, Azinhaga'ya
ulaşan tek gazete olmasıydı-, dediğ im gibi o sayfaların oradaki varlığ ı, ancak anneannemin onları, artık okunup bir
tarafa atıldıktan sonra, her zaman alışveriş yaptığ ı Bay Joâ o Vieira'nın dü kkâ nından istemiş olduğ u anlamına
geliyordu. Bu benim anneannemler narin ve nazenin insanlar olsalardı, ben bugü n o kâ ğ ıtların o eski ahşap sandığ ın
kapağ ında gerçekten de var olan yarıkları tıkamak ve bö ylelikle baklaların o tehlikeli kahverengi tozunun savunmasız
Melrinho, Caixinha ve Saramago klanlarına acımasızca saldırıya geçmelerini engellemek için orada bulundukları
olasılığ ını kabul ederdim. Bu kez sanatsal olan bir başka varsayım da, har lerin, kelimelerin ve resimlerin,
anneannemin gö zü ne, fazla uzağ a gitmeye gerek yok, Çinlilerin ya da Arapların yazılarının yıllar sonra torununun
gözüne görüneceği kadar çekici görünmüş olması. Bu anlaşılmaz şey hâlâ aydınlatılmayı bekliyor.
On yaşımdaydım, ama su gibi okuyor, okuduğ umu da gayet gü zel anlıyordum, ü stelik çok kü çü k olmama
rağ men yazım hataları da yapmıyordum; gerçi bu, yeri gelmişken sö yleyeyim, o zamanlar madalya almayı
gerektirecek bir marifet değ ildi. Bu yü zden de, o dayanılmaz kaşıntılar bir kova soğ uk suyun iksir gibi gelecek
serinliğ ini ya da sirkeyle ovulmayı bekliyor olsa da, bir rastlantının karşıma çıkardığ ı değ işik okuma parçalarının
içine dalmak için bu fırsattan yararlanmış olmam anlayışla karşılanacaktır. 1933 yılının yaz aylarıydı, on
yaşımdaydım, bir ö nceki yılın belli bir gü nü nde O Século gazetesinin o sayfalarında yayınlanmış olan bü tü n
haberlerin içinde aklımda yalnızca tek bir anı kaldı: altında açıklayıcı yazısıyla birlikte, Avusturya Şansö lyesi
Dollfuss'un ü lkesinde askeri bir geçit tö renine katılmasını gö steren bir fotoğ raf. 1933 yılı yazı, Hitler Almanya'da
iktidara geçeli altı ay olmuş, ama ben bu haberi Lizbon'dayken babamın eve getirdiğ i Diario de Noticias gazetesinde o
zaman okuyup okumadığ ımı hatırlamıyorum. Anneannemlerin evinde tatildeyim, bir yandan dalgın dalgın ve yavaşça
kollarımı kaşırken, bir şansölyenin (şansölye de neyin nesiydi?) bu kadar kısa boylu olabileceğine şaşırıyorum.
Dollfuss'un ertesi yıl Avusturyalı Naziler tarafından öldürüleceğini ne o biliyor ne de ben biliyorum.
Yine o dö nemlerdeydi (belki hâ lâ 1933 yılıydı, belki de 1934 olmuştu bile, eğ er tarihler beni
yanıltmıyorsa), bir gü n oturduğ umuz Penha de França'yla o zamanlar Gil Vicente Lisesi'nin bulunduğ u Sâ o Vicente
arasındaki her gü nkü yolum olan Graça Sokağ ı'ndan geçerken, tam eski Sinema Royal'in karşısındaki bir tü tü n ve
gazete bayiinin kapısında asılı bir gazete görmüştüm, ilk sayfasında bir şey yakalamaya hazırlanır gibi bir pozisyonda
mü kemmel çizilmiş bir el resmi vardı. Altında şö yle yazıyordu: "Kadife eldiven giymiş bir demir yumruk." Haftalık
mizah dergisi Sempre Fıxe'ydi bu, resmi çizen Francisco Valença'ydı; elin de Salazar'ın eli olduğu anlaşılıyordu.
Bu iki gö rü ntü -biri, birliklerin geçişini seyrederken gü lü mseyen Dollfuss, Hitler tarafından çoktan ö lü me
mahkû m edilmiş miydi Allah bilir, biri de, Salazar'ın riyakâ r bir kadifenin yumuşaklığ ının ardına gizlenmiş demir
yumruğ u- ö mrü m boyunca kafamdan çıkmadı. Nedenini sormayın. Hatırlamak isteyeceğ imiz şeyi çoğ u kez unuturuz,
bazen de geçmişten gö rü ntü ler, tek tek sö zcü kler, debdebeli sahneler, tasvirler çıkıp gelir, saplantı halinde, tekrar
tekrar, en kü çü k uyarıya tepki gö stererek; bunun hiçbir açıklaması yoktur, ö ylece oradadırlar. Ta o zamanlar bile,
elbette yeterince bilgi sahibi olmaktan çok ö nsezilerime dayanarak, benim için Hitler'in, Mussolini'nin ve Salazar'ın
aynı topun kumaşı olduklarını, aynı soydan geldiklerini, demir yumruk olarak birbirlerinin eşi olduklarını, yalnızca
kadifenin kalınlığı ve yumruğu sıkma konusunda birbirlerinden farklı olduklarını işte bütün bunlar sayesinde bilirim.
«
Ispanya'da iç savaş başladığ ında ben, Gil Vicente Lisesi'nden Xabregas'daki Afonso Domingues Meslek
Okulu'na çoktan geçmiştim; Portekizce, Matematik, Fizik, Kimya, Mekanik Çizim, Mekanik ve Tarih derslerinin yanı
sıra biraz da Fransızca ve Edebiyat ö ğ renmek (dü şü nsenize, o zamanlar bir meslek lisesinde Fransızca ve Edebiyat
okutuluyordu...) ve mekanik çilingirlik mesleğ inin sırlarını yavaş yavaş anlayabilmek için -çü nkü ne de olsa bunun
için gidiyordum oraya- elimden geleni yapıyordum. Gazetelerde okuduğ uma gö re, bir tarafın savaşçılarına kızıllar
deniyor, ö teki tarafınkiler milliyetçiler olarak tanınıyordu; gazeteler kimi zaman haritalarıyla birlikte çarpışma
haberlerini verdiklerinden, daha ö nce de anlattığ ım gibi, ben de kendi haritamı yapmaya karar vermiştim ve
çarpışmaların sonuçlarına gö re farklı renklerdeki -sanıyorum kırmızı ve sarı renkli- kü çü cü k bayrakları bu haritanın
ü zerine saplıyor, bu sayede, o zamanki devamlı kullanılan deyimiyle, operasyonların gelişmesini izleyebildiğ ime
inanıyordum. Ta ki aradan fazla bir zaman geçmeden gelip çatan gü nü n birinde emekli askerler tarafından
aldatıldığ ımı anlayana kadar; bunlar kendilerini basına sansü r uygulama işine vererek, demir yumrukla kadife
eldiveni, saygıda kusur etmeden, kendilerine mal etmişlerdi. Yalnızca Franco'nunkiler olmak kaydıyla bü tü n zaferlere
onlar karar veriyorlardı. Benim harita çö pe atılmış, bayraklar kaybolup gitmişti. Mocidade Portuguesa'nın yeşilli
kahverengili ü niformalarının dağ ıtıldığ ı Camö es Lisesi'ndeki arkadaşlarımla bağ lantılı olarak, sokağ a kadar
varan kuyruğ un sonundan hiçbir zaman ayrılmamanın bir yolunu bulmamın nedenlerinden biri de bü yü k bir
olasılıkla buydu, ben hâ lâ oralardayken mezunlardan biri gelip (ona ö yle diyorlardı) ü niformaların tü kendiğ ini haber
vermişti bize. Ondan sonraki haftalarda birkaç kez daha bere, gö mlek ve pantolon dağ ıttıkları oldu, ama ben, yanımda
birkaç kişiyle birlikte, hep sivil giyimli olarak gitmiştim eğ itime, geçit tö renlerine son derece karşıydım, silah
kullanmakta son derece beceriksizdim, hedefe ateş etmekte son derece tehlikeliydim. Kaderim değildi bu benim.
Lisedeki arkadaşlarımdan biri şişko bir çocukcağızdı, hüzünlü bir hali vardı, yuvarlak camlı kocaman bir
gö zlü k takardı, her zaman ilaç kokuyormuş duygusunu verirdi insana. Sınıfa gelmediğ i çok olurdu, ama hastalık
mazeretiyle devamsızlıktı onunki. Ne sabahleyin derse gelip gelmeyeceğ i bilinirdi ne de bü tü n gü n kalıp kalmayacağ ı.
Yine de zeki ve çalışkan olduğ undan en yü ksek notları alanlardan biriydi. Jimnastik dersinden izinliydi, bizim
gü rü ltü lü patırtılı oyunlarımızınsa yanına bile yaklaşamazdı. Teneffü slerde onu yakından hiç gö rmemiştim. Onu
liseye arabayla getirirler, sonra da arabayla gelip alırlardı. Okulda yemekhane olmadığ ından, biz ö ğ renciler
yemeğ imizi nerede olursa orada yerdik, koridorlarda, avluda, manastır avlusunun lisenin bulunduğ u kata ait olan
galerisinde. Mü dü rü n verdiğ i ö zel bir izin sayesinde, bir hizmetçi kadın onun yemeğ ini daha sıcakken getirir, aşağ ı
kattaki salonlardan birinde, yaygaralardan ve kavga gü rü ltü den uzakta, sessiz sakin bir ortamda, ö rtü sü ve peçetesi
olan bir sofrada yedirirdi. Acırdım ona. Belki de bunu fark etmişti, çü nkü bir gü n kendisine eşlik etmek isteyip
istemeyeceğ imi sordu. Besbelli yemek yemek için değ il, yalnızca ona arkadaşlık etmek için. Ben de evet dedim. Yukarı
katta her zamanki sucuklu, peynirli ya da omletli sandviçimi bitirdikten sonra ona katılmama ve sınıfa birlikte
çıkmamıza karar verdik. O yuvarlak yü zü nde hü zü nlü bir ifadeyle, iştahsız bir tavırla ağ ır ağ ır çiğ niyordu lokmasını,
hizmetçi kadının "Birazcık daha, yavrum, hadi birazcık daha..." diye yalvarmalarına kulak asmadan. Derken, bu durum
karşısında, ikinci gü n yanına gittiğ imde, onu canlandırmak için soytarılıklar yapmaya başladım, diyelim sanki kendi
kendimle çarpışıyormuşum gibi yapıyordum, işe bakın ki komedyenlik sanatının bu kadar ilkel gö sterileri
sonuç vermişti. Çocuk gü lü yor, neredeyse farkına bile varmadan yemeğ ini yiyordu, hizmetçi kadın bayılmıştı bu işe.
Aile içinde benden sö z etmiş olmalılar ki bir gü n beni evine davet etti, ev tam bir malikâ neydi (bana saray gibi
gö rü nmü ştü ), Cruz de Pedra Bulvarı'nda, Tejo'ya bakan kat kat bir bahçenin tepesindeydi. Onun yanına gittiğ imde
kendinden kü çü k bir kız. kardeşi de oradaydı, annesi bizlerle birkaç dakika kaldıktan sonra çıkıp gitti. Çay saatiydi.
Kü çü k bir salonda kahvaltı ettik. Salonun mobilyası Bay ve Bayan Formigalların evini hatırlatmıştı bana, ama onun
kadar debdebeli değ ildi, o Şam işi kadifeler yoktu. Fincanımın ve sofra ö rtü sü nü n altına konulan ve arkadaşımın
masanın ta ö bü r ucundan kü çü k bir şırıngayı sıkmasıyla şişen lastik bir boruyla oyun yaparak beni korkutmak
istediler. Tabakla incanın atlayıp sıçramaya başladığ ını gö rdü m ama korkmadım. Orada bir şeyin etkisi gö rü lü yordu
ve bunun nedenini bulmam gerekiyordu. Ortü yü kaldırdım ve sonunda hepimiz birden gü lmeye başladık. Sonra
bahçeye inip eşek oyunu oynadık (ü zerinde bö lmelerle bunların içinde numaralar olan bir tahtanın adıydı bu, taşları
atarak en fazla sayıyı yapmaya çalışıyorduk) ve ben kaybettim. Artık Afonso Domingues'e devam ederken onun evine
son kez gittim. Sahte olduğ unu bildiğ im bir gururla, teknik ö ğ retim ö ğ rencisi olduğ umu kanıtlayan kimlik cü zdanımı
gö sterdim ona, ama hiç ö nemsemedi, şö yle bir gö z attı, o kadar. Bir daha da onlardan haber almadım. Afonso
Domingues'e giderken onların malikâ nesi yolumun ü stü ndeydi, ama gidip kapılarını çalmak için gerekli olan o birkaç
metreyi aşacağ ım diye hiçbir zaman yolumu değ iştirmedim. Herhalde orada artık yararlı olmadığ ımın bilincine
varmış olmalıydım.

Bir gü n mekanik dersinde işaret sopasını kırdım. Oğ retmen daha gelmemişti, biz de fırsattan
yararlanarak her zamanki gibi şamata yapıyorduk, kimileri fıkra anlatıyor, kimileri de avuç içi oyununu oynuyorlardı
(re leksleri harekete geçirmek için harika bir oyundur, çü nkü avuçları aşağ ı doğ ru duran oyuncu, avuçları yukarı
doğ ru olanın kendisine indirmeyi deneyeceğ i şaplaktan kaçmaya çalışır), ben de, artık hangi amaçla olduğ unu
bilmiyorum ama belki bir ilmde gö rdü ğ ü mdendir, mızrağ ın nasıl kullanıldığ ını gö stermek için işaret sopasını mızrak
tutar gibi kavrayarak, herhalde atından dü şü rmem gereken dü şmanım olan karatahtaya doğ ru koştum. Uzaklığ ı iyi
hesaplayamamışım, ö yle bir çarptım ki sopa elimde ü ç parçaya ayrıldı. Bu marifetim kimileri tarafından alkışlarla
karşılanmış, kimileri de yü zlerinde dü nyanın her dilinde "hapı yuttun" anlamına gelen o eşsiz ifadeyle bakarak
susmuşlardı, o arada ben de sanki bir mucizenin gerçekleşmesini beklermişim gibi, sopanın iki parçasının kırık
uçlarını birbirine uydurmaya çalışıyordum. Mucize gerçekleşmeyince kırık parçaları gö tü rü p kü rsü nü n durduğ u
platformun ü stü ne koydum, tam o sırada ö ğ retmen içeri girdi. "Ne oldu?" diye sordu. Ben olmadık bir cevap
verdim ("Sopa yerdeydi de istemeden ü stü ne basmışım, ö ğ retmenim"), o da kabul eder gibi gö rü ndü . "Biliyorsun ya,
yenisini getirmen gerekecek," dedi. Bu kuraldı ve ö yle olması gerekiyordu. Işin kö tü sü , okul malzemeleri satılan bir
dü kkâ na gidip bir işaret sopasının kaç para olduğ unu sormak evde kimsenin aklına gelmemişti.
Hemencecik fazlasıyla pahalı olacağ ı prensibinden hareketle, en iyi çö zü m yolunun bir marangozhaneden aynı boyda,
işlenmemiş durumda, yuvarlak bir sopa satın alıp, gerçek bir işaret sopasına olabildiğ ince benzemesini sağ layana
kadar ü stü nde çalışmam olduğ una karar verildi. Oyle de yapıldı. Annem de babam da, ne lehime ne de aleyhime, bu
işe karışmamışlardı. Cumartesi ö ğ leden sonraları ve pazarlar da dahil olmak ü zere belki de iki hafta boyunca, elimde
çakıyla, tıpkı bir mahkû m gibi, o lanet sopayı yonttum, rendeledim, tö rpü ledim, eğ eledim, cilaladım durdum.
Azinhaga'da edindiğ im deneyim, alet edevat kullanmamda işe yaramıştı. Yaptığ ım iş ö yle mü kemmel denebilecek bir
şey olmamıştı, ama idarenin onayı ve ö ğ retmenin anlayışlı bir tebessü mü yle, kırılan sopanın yerini şere le almıştı.
Benim mesleki uzmanlık alanlının marangozluk değ il, mekanik çilingirlik olduğ unu da gö z ö nü nde bulundurmak
gerekiyordu...

José Diniş genç ö ldü . Çocukluğ umuzun altın yılları sona ermişti, her birimiz hayata atılmak zorunda
kalmıştık, aradan bir sü re geçtikten sonra bir gü n Maria Elvira Teyzeme sordum, "José Dinis'e ne oldu?" diye. O da,
fazla açıklama yapmadan"José Diniş ö ldü ” diye cevap verdi. Zaten biz bö yleydik, içimiz kan ağ lardı, ama dışımızdan
belli etmezdik. Dü nya bö yledir, şimdi doğ arsın, sonra yaşarsın, sonunda da ö lü rsü n, bunun ü zerinde daha fazla
dü şü nü p taşınmaya değ mez, José Diniş de geldi geçti, zamanında birkaç gö zyaşı dö kü lmü ştü r, ama doğ rusu insanlar
hayatlarını ö lü lerine ağ lamakla geçiremezler. Bu sayfalar yazılmış olmasaydı, bugü n kimsenin José Dinis'i
hatırlamayacağ ına inanmak istiyorum. Ekin biçme makinesinin basamağ ına çıkıp dengemizi zar zor bularak buğ day
tarlasını bir uçtan bir uca dolaşırken, başakların nasıl kesildiğ ini seyrettiğ imizi ve tepeden tırnağ a toza bulandığ ımızı
hatırlayabilen bir tek ben varım. Tejo'nun kıyısında yediğ imiz koyu yeşil renkli o ne is karpuzu, yaz aylarında suyun
azalmasıyla ortaya çıkarak kimi zaman genişleyip dil gibi uzanan o kumlu toprak parçalarından birinin ü zerinde,
adeta ırmağ ın içinde yer alan kavun tarlasını hatırlayabilen bir tek ben varım. Çakının gıcırtısını, siyah çekirdeklerle
kıpkırmızı dilimleri, art arda kestikçe (çakı meyvenin eksenini boydan boya kesmeye yetişmezdi) ortasında meydana
çıkan gö beğ ini (bazı yerlerde ona yü reğ i derler), gırtlağ ımızdan aşağ ı gö ğ sü mü ze kadar akan suyunu
hatırlayabilen bir tek ben varım. Ama bir keresinde José Dinis'e sadakatsizlik ettiğ imi hatırlayabilen de bir tek ben
varım. Maria Elvira Teyzemle birlikte mısır koçanlarını aramaya giderdik; her birimiz boynumuzda asılı bir torbayla
kendi yolunda yü rü rken, hasat mevsiminde dikkatsizlikle sapında unutulmuş koçanları toplardık. Derken José
Dinisen yü rü dü ğ ü yolda kocaman bir koçan gö rdü m, acaba farkına varmadan geçip gider mi diye hiç sesimi
çıkarmadım. Kısa boyunun kurbanı olarak gö rmeden geçince ben de gidip onu kopardım. Malı gasp edilen zavallı
çocuğ un ö kesi gö rü lecek şeydi, ama Maria Elvira Teyzem ve yakınlarda bulunan ö teki bü yü kler bana hak verdiler,
onu kendisi gö rmü ş olsaydı ben gidip elinden almayacaktım ki. Yanılıyorlardı. Ben cö mert bir insan olsaydım, o
koçanı ona verirdim ya da ona yalnızca şö yle derdim: "José Dinis, bak karşında bir tane var." Kabahat sü rekli olarak
içinde bulunduğ umuz rekabetteydi, ama bana ö yle geliyor ki Kıyamet Gü nü , yaptığ ım iyiliklerle kö tü lü kleri teraziye
koyduklarında, o koçanın ağırlığı yüzünden cehennemin dibini boylayacağım...
Anneannemlerin meyve sebze bahçesinin biraz uzağ ında birtakım yıkıntılar vardı. Eskiden kullanılan
domuz barınaklarının kalıntılarıydı bunlar. Biz bunlara Veiga'nın barınakları derdik, bir zeytinlikten ö tekine
kestirmeden gitmek istediğ imde geçerdim oradan. On altı yaşlarımda falandım, bir gü n onun içinde otların arasında
ayakta durmuş eteklerini dü zelten bir kadınla pantolonunu iliklemekte olan bir adama rastladım. Kafamı çevirip
yoluma devam ettim, biraz uzakta, birkaç gü n ö nce altında kocaman yeşil bir kertenkeleyi gö rmü ş olduğ um bir zeytin
ağ acının yakınında, yolun kenarındaki çitin ü stü ne oturdum. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra kadının
karşımdaki zeytinliğ in içinden geçtiğ ini gö rdü m. Koşar adım gidiyordu. Adam da yıkıntıların içinden çıkıp yanıma
yaklaştı (o yö reden geçmekte olan, ö zel bir iş için tutulmuş bir traktö rcü olsa gerekti) ve yanıma oturdu. "Temiz
kadınmış,"
dedi. Hiç sesimi çıkarmadım. Kadın zeytin ağ açlarının gö vdeleri arasında, gittikçe uzaklaşarak, bir gö rü nü yor, bir
kayboluyordu. "Dediğ ine gö re onu tanıyormuşsun, gidip kocasına haber verecekmişsin." Yine cevap vermedim. Adam
bir sigara yaktı, ağ zından iki duman bulutu çıkardı, sonra çitin ü zerinden atlayarak vedalaştı: "Hoşça kal." Ben de
"Güle güle," dedim. Kadın hepten gözden kaybolmuştu. O yeşil kertenkeleyi bir daha hiç görmedim.
Albüm

s. 97. Aradan yıllar geçmiş, bu belki de babamın son resmi. Saçmalıklarına rağ men kö tü insan değ ildi. Ben artık koca
adam olmuştum, bir gü n bana "Sen gerçekten de her zaman iyi bir evlat oldun," dedi. O anda bü tü n yaptıklarını
affettim. Birbirimize hiç bu kadar yakın olmamıştık.

You might also like