You are on page 1of 265

• • • • •

ÇEViRi ROMANLAR DiZiSi

YAZARIN BU DİZİDE CIKAN KİTAPLAR!:


1) Adımlar
2) Bir Yerde
3) Şeytan Ağacı
4) Boşluk
5) Kör Randevu
6) İhtiras Oyunu
7) Çelik Bilye

kitap
deyince

YAYINLARI

E Yayınları Tic. Ltd. Şti.


Yakuplu Mahallesi, Haramidere Beysan Sanayi Sitesi, Yayıncılar Kooperatifi
Birlik Caddesi, No: 32, Kat: 1, D: 29, 34524 - Beylikdüzü / İSTANBUL
Tel: (0212) 526 89 17 - http://www.eyayinlari.com - bilgi@eyayinlari.com
JE KOSINSKI

BOYALI KU

İngilizce Aslından Çeviren:


Zeynep Umuroğlu Çetinol

BOYAI.I KUŞ, Türkiye'de ilk kez 1968'de yayımlandı. Bu, yazar ola­
rak Kosinski'nin, yayınevi olarak E'nin ilk kitabıydı. Boyalı Kuş'un yeni
baskısını sunarken yayınevimizin kurucuları CENGİZ TUNCER ve
AYDIN EMEÇ'i saygıyla anıyoruz.
BOYALI KUŞ
JERZY KOSINSKI

lngilizce Aslından Çeviren
Zeynep Umuroğlu Çetinol

Kitabın Özgün Adı


The Painted Bird
Grove Press New York baskısından cevrilmistir.
, ,

Bu kitabın hiçbir bölümü, tanıtım amaçlı kısa alıntılar hariç,


yayıncısının yazılı izni olmadan kullanılamaz.

Yayın Hakları
© 1965, 1976 by Jerzy N. Kosinski
First published in the United States of America in 1976
by Houghton Mufflin Company

Spertus lnstitute for Jewish Learning and Leadership, c/o Trident Media
Group LLC'den,
Kayı Telif ve Lisans Hakları Ajansı aracılığıyla
© E Yayınları Tic. Ltd. Şti., 2011, 2017

Kapak Tasarımı
Cenk Gümüşcüoğlu

Baskı ve Cilt

Sena Ofset
Litros Yolu, 2. Matbaacılar Sitesi, B Blok, 6. Kat, No: 4NB 7-9-11
Topkapı, 34010, İstanbul Tel: (0212) 613 38 46
Matbaa Sertifika No: 45030

Altıncı Basım Kasım 2021

ISBN 978-975-390-382-0

Sertifika No: 10763


VAVINLARI
Onsuz geçmişimin, bütün geçmişimin
anlamını yi.tireceğine inandığım .
kanm Mary Hayward Weir'e.
E YAYIN VE BOYAIJ KUŞ'UN 50. YILI

Altmışlı yıllar siyasal ve kültürel olarak toplumsal hareketliliğin en


civcivli zamanlarıydı. Siyasete ilginin doruk noktasına ulaştığı, gençlik
hareketinin yükselişe geçtiği, köprü tartışmalannın başladığı, sol klasikle­
rin art arda çevrildiği ve kitap satan yerlerle kitap basım rakamlannın
• •
giderek çoğaldığı yıllardı. ilk kez bir sosyalist parti Türkiye işçi Partisi
(TİP) meclise giııııişti ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
(DİSK), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), Türkiye Öğretmenler Sendikası
(TÖS) gibi örgütler Türkiye'de farklı ve talepkar gerçek bir okuyucu kitle­
sinin oluşmasına katkıda bulunmuşlardı.
Sadece Türkiye'de değil bir çok ülkede altmışlı yıllar toplumsal hare­
ketliliğin doruğa ulaştığı yıllardı ve herkes için yeni bir dünyanın haberci­
si görünümündeydi. Ancak zaman geçtikçe kimisi için yenilginin başlan­
gıcı kimisi içinse yeni bir dönemin habercisi ama her zaman için umudun
ve hayal kuııııanın yılları oldu.
E Yayınlan işte bu yıllann içine doğdu. 1968 yılında Jerzy Kosinski'nin
Boyalı Kuş romanıyla yayın hayatına başladı. Kurucularının her ikisi de
gazeteci olan Cengiz Tuncer ve Aydın Emeç gerek mesleki algı gerekse
konjonktür olarak güncel ve çeviri kitaplara yöneldiler.
Ardından gelen yetmişli yıllar ise televizyonun hayatımıza girmesiyle
birlikte farklı okuyucu kitlesinin oluşmasına ve eğlence biçiminin değiş­
mesine yol açarak her ne kadar o dönem renksiz de olsa renkli dünyaların
kapılannı açtı. Bu algı değişimi elbette farklı yayın türlerine olan beklen­
tiyi de değiştirdi ve artırdı. E Yayınlan bu değişim ve dönüşüm noktasın­
da çizgisini oluşturdu ve yetmişli yıllarda televizyona reklam veren ilk
yayınevi oldu. Günümüzde halen ilk kitabı yanın asırdır satan bir yayıne­
vi olarak da tarihe geçti.
8 JERZY KOSINSKI

Zorlu ve o dönem için ''farklı'' olarak tanımlanabilecek yıllar içinde


Batı'nın güncel kitaplarını izleyen ve eşzamanlı olarak Türkiye'de yayım­
layan yayınevi pek yoktu. E Yayınlan bu ilişkinin yaygınlaştırılmasında
öncü rol oynadı. Romandan belgesele, bilimden tarihe, polisiyeden çağdaş
feminist kadına dek birçok kitabı ve yazan Türkçeye kazandırdı. 'Çok
Satan' kitaplarıyla yeni okur kitlesinin oluşmasına katkıda bulundu:
Boyalı Kuş (Jerzy Kosinski), Kelebek (Henri Charriere), Baba (Mario
Puzo), İnsan Asker Doğmaz (Konstantin Simonov), Otel (Arthur Hailey),
Çakal (Frederick Forsyth), Odessa (Frederick Forsyth), Köstebek (John Le
Carre), Lanetliler Taburu (Sven Hassel), Şibumi (Trevanian), Kalbimi
Vatanıma Gömün (Dee Brown) gibi artık kendi türünün klasikleri olan
kitapları okurlarıyla buluşturdu. 68, 78, 88, 98'li kuşaklar okudu ve oku­
maya devam ediyor. Kitap fuarlarında standımıza gelen 68 ve 78'lilerin
çocukları ''bu kitapların ilk baskıları bizde var'' dedikçe yaşayan bir yayı­
nevi olmanın kıvancını yaşıyoruz.
Bugün de aynı çizgisiyle günümüz koşullarında kitap listelerine yeni
konu başlıkları ekleyerek yayın hayatını aynı coşkuyla ve istekle sürdürü­
yor. Yenilenmeyi düzenli baskıda olan kitaplarımızın çevirilerini gözden
••
geçirerek de sürdürüyoruz. Onceki yıl yeni çevirisiyle okura sunduğumuz
Baba kitabımızdan sonra yayınevimizle yaşıt ilk kitabımız Boyalı Kuş'un
elinizdeki baskısını da İngilizce aslından yeniden çevirttik. Her iki kitabı­
mızı da daha önce birkaç yapıtımızı çeviren Zeynep Umuroğlu Çetinol'un
başarılı çevirisiyle yayımladık.
2018 dünyada ve Türkiye'de 68'in, yani yeni bir dünya ve düzen için
başkaldırının 50. Yılı. Bu aynı zamanda yeninin ve değişimin peşinde olan
yayınevimizin de 50. yılı.
Bu vesileyle kurucularımız Cengiz Tuncer ve Aydın Emeç'i bir kez daha
saygıyla anıyor, okuyucularımızla daha nice yıllar birlikte olmak dileğiyle
diyoruz ...

E YAYINLARI
YARIM ASIRLIK ÇINAR
Ve Tanrı, ulu Tanrı bildirdi yalnız,
Ayrı ırktan geldiklerini, memeliler olduklannı.

MAYAKOVSKI
NDA

Jerzy Kosinski, 14 Haziran 1933 yılında Polonya'nın L6dz kentinde doğ­


du. Altı yaşında, il. Dünya Savaşı nedeniyle evinden ayrılmak zorunda
kaldı. Bu, acılarla dolu bir yaşamın da başlangıcı oldu. Nazi işgalindeki
Doğu Avrupa'da çeşitli köylerde ırgatlık, hayvan bakıcılığı, çiftçilik yaptı.
Dokuz yaşındayken köylülerle yapılan bir çatışmada konuşma yeteneğini
yitiren Kosinski, beş yılı aşkın bir süre hiç konuşamadı. Savaş sonunda
anne ve babasıyla yine bir araya gelen Kosinski, sakat çocukların gittiği bir
okula yerleştirildi. Tatile gittiğinde, bu kez bir kayak kazası sonucunda
konuşma yeteneğine kavuştu.
••
Ulkesi Polonya'da devlet kontrolündeki Stalinist üniversitede çalışmala-
rını sürdürürken Marksizm'i reddetmesi nedeniyle iki kez okuldan uzaklaş­
tırılan Kosinski, daha sonralan sosyal psikoloji doktorası yapma hazırlıkları
içindeyken birden yükseldi, doçent oldu. Bilim Akademisi'nden burs aldı.
Devlet kolektivizminden sıyrılmaya sürekli çaba harcayan Kosinski ka­
yak öğretmenliğinden sosyal danışmanlığa kadar pek çok işte çalıştı, hep
gezdi. Kendisini, uyduııııa bir Amerikan vakfının davetlisi göstererek pa­
saport alan Kosinski 1957 yılında New York'a gitti.
Kamyon şoförü olarak Amerika'nın her tarafını dolaşan Kosinski, oto­
park bekçiliği, sinema projeksiyonculuğu, portre fotoğrafçılığı, limuzin ve
yarış arabası sürücülüğü yaptı. Bu arada lngilizcesini o kadar ilerletti ki
Ford Vakfı Bursu almakta fazla zorlanmadı. İki yıl sonra ilk belgesellerini
yazıyordu. Yayımlandığında çok satanlar listelerine giren iki kitabı Boyalı
Kuş ve Adımlar, onun sağlam bir yazarlık kariyerinin başladığını haber
veriyordu. Sefalet bitmek üzereydi, ihtişamın da eşiğindeydi.
Kosinski eşiğe adımını attı. Orada kendisini Pittsburghlu bir çelik zen­
gininin dul eşi bekliyordu: Mary Weir. İki yıl onunla arkadaşlık yaptı, son­
ra da evlendi. Mary Weir'le geçirdiği on yıl içinde ağır sanayi dünyasında
büyük iş adamları ve yüksek sosyete arasında yaşadı. Özel uçakları, 17
mürettebatı, yatları, Pittsburgh, New York, Hobe Sound, Southampton,
Paris, Londra ve Floransa'da evleri vardı. Yaşadığı hayat ancak romanlarda
yaratılabilen bir dünyaydı. Kosinski şöyle diyordu: ''Evliliğim sırasında ak­
lımda hep Stendhal ile E Scott Fitzgerald'ın, yani kafalarını zenginliğe takmış
olup da kendilerinde para olmayan yazarlann, bu hayatı denemeye haklan
12 JERZY KOSINSKI

olduğu vardı. Önceleri bununla ilgili bir roman yazmaya karar verdim; ser­
vetin boyutlannı, gü.cün ne demek olduğunu, beni kuşatan yüksek sosyeteyi.
anlatan bir şey. Çok yakın geçmi.şime kadar beni kuşatan dehşetten, yoksul­
luktan ve yoksunluktan uzak bir şey. Ama evliyken o dünyanın o kadar par­
çası olmuştum ki duygulanmın özünü, içinden çekip alamazdım. Bu nedenle
ilk romanımı savaş sırasında evsiz barksız kalmış bir çocuk hakkında yazma­
ya karar verdim: Bir zamanlar benim yaşadığım ve milyonlarca başka insan­
la paylaştığım serüvenlerdi bunlar. ''Boyalı Kuş'' böyle doğdu.
Daha sonraları Adımlar, Bir Yerde, Şeytan Ağacı vd. geldi. Salaş sokak­
ların Don Kişot'u, milyarder dünyasının Kaptan Ahab'ı Kosinski, bir edebi­
yat virtüözüydü artık.
Gezme alışkanlığını hiç bırakmadı. Hep hareket halinde oldu, yazdı.
Paris'ten Beverly Hills'e, Roman Polanski ile kansı Sharon Tate'in evine ge­
lirken Los Angeles aktaıırıasını kaçıran Kosinski, o akşam Charles Manson
çetesinin, o evde 5 kişiyi öldürdüğünü sonradan öğrendi. Aralarında yakın
dostları da vardı.
••
Onu izleyen birkaç yıl boyunca Princeton Universitesi'nde Yale'de ede-
biyat dersleri veren Kosinski, Amerikan Yazarları Derneği Başkanı olunca
üniversite hayatından ayrıldı.
Romancı ve senaryocu olarak ''Bir Yerde'' adlı yapıtını beyazperdeye
uyarlayan Kosinski, bu çalışmasıyla Yılın En İyi Senaryosu Ödülü'nü almış,
filmde Peter Sellers ve Shirley McLaine oynamıştı.
Televizyonda ve basında sık sık adı geçen, söyleşiler yapan yazı yazan
Kosinski kimi zaman kılık değiştirip dolaşırdı. Bir romanı yaklaşık üç yılda
yazan Kosinski için bir eleştiıırıen şöyle demişti: ''Romanlarını o kadar sey­
rek yazıyor ki sanki bir kelimesi ona bin dolara patlıyor; bir sözü yanlış
kullanırsa da hayatına patlıyor.'' Eşinin dediğine göre son zamanlarda ''Ça­
lışamıyorum, yazamıyorum," diyoııııllş. Hayatına bu mu mal oldu acaba?
Zira 3 Mayıs 1991 günü eşi Katerina onu banyoda başına geçirilmiş
plastik torbayla ölü buldu. Romanlarındaki şiddet ve korku ölümüne de
egemen olmuş, kahramanları gibi değişik bir ölüm yöntemini seçmişti.
Kosinski, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın
acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiiri­
ni yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kol kola yaşadığı ölüm­
le bütünleşti.
1939 sonbahan, II. Dünya Savaşı'nın ilk haftaları. Doğu Avrupa'nın
büyük şehirlerinden birinde yaşayan bir aile altı yaşındaki oğlan çocu­
ğunu savaş boyunca güvende olması için uzak bir köye gönderdi ve çocuk
böylece kendisi gi.bi binlerce çocukla aynı kaderi paylaşm ış oldu.
Başka bir çık ış yolu bulamayan anne baba, doğuya doğru gi.tmekte
olan bir adama ciddi miktarda para verip çocuğun oralarda yanında
kalabileceği. bir aile bulması için ikna ederek evlatlarını adama emanet
etti çaresiz.
Çocuklannın hayatta kalmasının yalnızca onu oralardan uzaklaş­
tırmakla mümkün olduğuna inanıyorlardı. Babanın savaş öncesi Nazi
karşıtı faaliyetleri olmuştu, bu nedenle Almanya'daki çal ışma ya da
toplama kamplanna kapatılmaktan kurtulmak için bir yerlerde saklan­
mak zorundaydılar. Çocuğu savaş devam ettiği. sürece bütün bu tehlike­
lerden uzak tutmak istiyorlardı. Er ya da geç bir gün yeniden bir arada
olabileceklerinin umudu içindeydiler.
Ancak yaşamın kendi ak ışı bütün bu hesaplan alt üst etti. Savaşın
meydana getirdiği. kargaşa ve işgaller sebebiyle oradan oraya savrulun­
ca, aile çocuklannı şehirden götüren adamla iletişimi tamamen kaybet­
ti. Artık evlatlannı bir daha asla bulamayacak olma gerçeği.yle yüzleş­
mek durumundaydılar.
Bu arada çocuğu götürüldüğü köyde yanına alan kadın iki hafta
sonra hayatını kaybetmiş, oğlan bir başına kalm ıştı. O günden itibaren
bir köyden diğerine savrulurken kimi zaman kendine evinin kapısını
açan birilerini bulmuş, ama çoğu zaman da bulunduğu yerden arkasına
bile bakmadan kaçmak zorunda kalm ıştı.
Hayatının ondan sonraki dört yılını geçirmek durumunda kalacağı
bu köyler etnik açıdan onun doğup büyüdüğü yerden çok farklıydı.
14 JERZY KOSINSKI

Köylüler, kendilerininkinden başka dünya bilmeyen tamamen cahil in­


sanlardı. Soylannı akraba evlilikleriyle devam ettiriyorlardı, hepsi açık
tenliydiler, hepsinin gözleri mavi ya da gri renkteydi. Oysa yeni gelen
çocuk yanık tenli, kara kaş lı kara gözlüydü, saçlan simsiyahtı. Doğulu
köylüler onun konuştuğu okumuş insanlara özgü dili anlamakta güçlük
çekiyorlardı.
Önce onun kaybolmuş bir Çingene ya da Yahudi çocuğu olduğunu
düşünüp uzak durdular. Çünkü Almanlar onlar gibilerin yerinin gettolar
ya da toplama kamplan olduğuna hükmetmişti ve Çingenelere ya da
Yahudilere evlerini açıp banndıranlan en ağır cezalara çarptınyorlardı.
Buralan Doğu Avrupa'nın yüzyıllardan beri ihmal edilmiş, en ücra
köşelerdeki köylük yerleriydi. Şehir merkezlerinden çok uzak, ulaşımla­
rı yok denecek gibiydi. Birkaç asfalt yol ve köprü dışında ne okul, ne
hastaneleri vardı. Hiçbirinde elektrik yoktu. Mezralarda atalarının ya­
şadığı usulde yaşayıp gidiyordu insanlar, birbirlerine nehirler, ormanlar
ve göller yüzünden kan davalan güdüyorlardı. Geleneksel olarak bildik­
leri, tanıdıkları tek yasa da güçlü ve varsıl olanın her zaman zayıf ve
yoksulun hakkından geldiğini söylüyordu zaten. Dinen de Katolik ve
Ortodoks olarak bölünmüş olan bu insanları birleştiren tek şey, aş ırılık­
ta sınır tanımayan batıl inançları ile insan hayvan ayırımı yapmaksızın
tüm canlılan kıran hastalıklardı.
Hepsi kör cahild� vahşiydi. Başka türlü olma şanslan da yoktu zaten.
Topraklan verimsiz, iklimleri se, tti. Balıksız nehirleri taştıkça tarlalan ve
otlaklan suya boğar bataklıklara çevirirdi. Zaten bölgenin coğrafyasını da
bu bataklıklarla bölünen alanlar oluşturuyordu. Balta gi., ,,ıemiş sık 01 ıııan­
lar ise ezelden beri asilerin ve eşkıyalann yuvalandığı yerler olmuştu.
Ülkenin bu bölgesinin Almanlarca işgali, buralardaki sefaletin ve
geri kalmışlığın şiddetini artırmıştı sadece! Köylü zaten binbir zorlukla
elde ettiği ürününün büyük bölümünü askerlere, kalanını da gerillaya
teslim etmek zorundaydı çünkü buna karşı çıkmanın cezası köylerinin
baskınlara uğrayıp yakılıp yıkılarak harabeye döndürülmesiydi.

*
BOYALI KUŞ ıs

Ben, her an her dakika ailemin gelip beni bulmasını bekleyerek


yaşıyordum Marta'nın kulübesinde. Ağlayıp zırlamanın bir faydası
olmamıştı. Çünkü benim içli mızıldanmalarım Marta'nın umurunda
bile değildi!
Çok yaşlı, ihtiyarlıktan beli bükülmüş bir kadındı Marta. Sanki
kendini ortadan ikiye katlamaya çalışıyormuş da bunu başaramıyor­
muş gibi bir görüntüsü vardı. Hiç tarak yüzü görmediğinden arap­
saçına dönmüş uzun saçları çözülmesi artık mümkün olmayan dü­
ğümlü şeritler halinde uzuyordu kafasında. Cin yuvası, derdi Marta
bunlara. Şeytansı güçlerin bu düğümlerin içinde yuvalanarak yavaş
yavaş ihtiyarlamasına neden olduğuna inanırdı.
Eğri bastonuna dayanarak topallayarak ortalarda dolaşır, kendi
kendine pek anlayamadığım bir dilde mırıldanıp dururdu. Derin çiz­
gilerin bir ağ gibi sardığı kurumuş ve pörsümüş suratı fırında fazla
kalmış bir elma gibi kahverengiye dönük bir kırmızılıktaydı. Yaşlı be­
deni sanki içinde esen kuwetli bir yele tutulmuş gibi sürekli sallanır,
yamuk yumuk parmaklarıyla kemik torbasına dönmüş ellerinin titre­
mesi hiç duııııazdı, tıpkı cılız boynuna tutturulmuş bir değnek gibi
uzun kafasının dört bir yana sallanmasının durmadığı gibi.
Gözleri zor görürdü. Kalın kaşlarının alnndaki küçük kesiklerden
bakardı ışığa. Göz kapaklarında sürülmüş topraklar üzerindeki saban
izleri vardı sanki. Gözlerinin kenarından her daim süzülen yaşlar kırı­
şıklıkları takip ederek yüzünden kayarak iner, aşağılarda yapışık sü­
mükleriyle ve ağzından çıkan köpüklü salyalarla buluşurdu. İçten içe
çürümeye kurumaya yüz tutmuş grimsi bir mantara benziyordu, ani bir
rüzgarın esintisiyle içindeki küflü tozu uçuııııasını bekler gibiydi.
Başlarda ondan çok korkardım, ne zaman bana doğru yaklaşacak
olsa gözlerimi yumardım. O zamanlar da algıladığım tek şey bedenin­
den yayılan pis koku olurdu. Marta her zaman giysileri üzerinde uyur­
du. Temiz havanın odaya getirebileceği sayısız hastalık tehlikesine
karşı en iyi savunmanın böyle mümkün olduğuna inanırdı.
Sağlıklı kalabilmek için, derdi, insan yılda iki kereden fazla yıkan­
mamalı, bir Noel'de bir de Paskalya'da, onu bile giysilerini çıkarıııadan
16 JERZY KOSINSKI

üstten ıslanarak yapmak gerek. Sıcak suyu yalnızca yamru yumru


ayaklarındaki sayısız nasırın, kemik çıkıntısının, tırnak batıklarının
acısını ağrısını azaltmak için kullanırdı. Ayaklarını haftada bir ya da
iki leğende suya sokması sırf bu sebeptendi.
Başımı bir tırmığa benzeyen yaşlı, titrek elleriyle okşardı sık sık.
Bahçeye çıkıp oynamam ve hane halkından sayılan hayvanlarla ah­
baplık etmem için beni yüreklendirirdi.
Zamanla o hayvanların göründüklerinden daha tehlikesiz olduğu­
nu anlamıştım. Yaşlı dadımın geceleri bana resimli kitaplardan oku­
duğu hayvan hikayelerini getiriyorlardı aklıma. Bu hayvanların da
kendi yaşantıları, sevdaları, kendi dillerinde kavgaları vardı.
Bahçedeki kümeste, tavuklar attığım darılan kapmak için bir gay­
ret itişip dururlardı. Kimileri çift gezer, kimileri kendinden küçükleri
iteleyip gagalardı. Yağmur sonrası oluşan su birikintilerine dalar veya
tüylerini zarif hareketlerle yumurtalarının üstüne yerleştirip hızla uy­
kuya dalarlardı.
ilginç şeyler olurdu avluda. Kuluçkadan çıkan sarı, siyah renkteki
civcivler ortalıkta takma ayaklı gerçek yumurtalar gibi dolanmaya
başlarlardı cılız bacaklarıyla. Bir keresinde aralarına tek bir güvercin
geldi. Geldi ama hiç de hoş karşılanmadı. Kanatlarını çırparak hızla
inişe geçtiğinde tavukların ödü kopmuş, korkuyla sağa sola kaçışmış­
lardı. Güvercin tavuklara gırtlak nağmeleri eşliğinde kibarca yaklaşıp
yaltaklanmaya başladığında hayvanlar kayıtsız, hatta küçümseyerek
izlemişlerdi onu. Daha yaklaştığı anda gıdaklayarak köşe bucak da­
ğılmışlardı.
Günlerden bir gün, güvercin yine tavuklar ve civcivlerle ahbaplık
kurmaya çabalarken, küçük, siyah bir şekil bulutlardan kopup hızla
Üzerlerine gelmeye başladı. Tavuklar cıyaklayarak ahıra ve kümese
doğru kaçışırken siyah şey uzaktan fırlatılan bir taş gibi indi yere.
Kaçıp saklanmayı başaramayan bir tek güvercin kalmıştı. Daha kanat­
larını bile açamadan siyah kuş sivri keskin gagasıyla güvercini yaka­
ladığı gibi yere yapıştırıp aynı hızla saldırıya geçti. Güvercinin tüyleri
bir anda kana bulanmıştı. Marta elindeki değneğini sallayarak kulü-
BOYALI KUŞ 17

beden dışarı fırlayana kadar, gagasında güvercinin paçavraya dönmüş


cansız gövdesi, çoktan uçup gitmişti şahin.
Marta'nın bahçede etrafını telle bir güzel çevirdiği küçük kayalık
yerde beslediği bir yılan vardı. Hayvan askeri törenlerdeki göndere
çekili bayrak gibi çatalını dalgalandırarak yaprakların arasında kıvrı­
larak gezinir dururdu. Dünya umurunda değil gibiydi. Benim varlığı­
mı fark edip etmediğini hiç bilemedim.
Bir keresinde kendine ait alanda yosunlu kayalardan birinin altına
saklanmış, yemeden içmeden uzun süre orada kalmıştı. Marta onun
oradaki gizemli faaliyetleri hakkında konuşmamayı tercih ediyordu.
Nihayet bir gün yağla parlatılmış bir erik gibi ışıldayan kafasıyla çıktı
ortaya. Bu muazzam girişin ardından inanılmaz bir gösteri başladı.
Bedenini çöreklendirdiği yerde zorlukla fark edilir birkaç titreme dı­
şında büyük bir hareketsizliğe gömüldü sürüngen. Sonra son derece
yavaşça üstündeki derinin içinden sıyrıldı, şimdi daha ince ve körpe
görünüyordu. Artık çatallı dilini göstermiyordu, bunun için yeni de­
risinin sertleşmesini bekliyor gibiydi. Yarı saydam görünen eski deri
üstünden artık tamamen sıyrılmıştı. Marta bu deri parçasını neredey­
se saygıyla karışık bir özenle aldı yerden ve ortadan kaldırdı. Böyle
bir derinin çok önemli iyileştirici özellikleri olduğunu ama benim
bunları anlayamayacak kadar küçük olduğumu söyledi.
Marta ve ben bu inanılmaz değişimi büyük bir hayranlıkla izlemiş­
tik. Bana insan ruhunun bedenden ayrılmasının da aynı buna benzer
şekilde gerçekleştiğini, ruhun gökyüzünde yükselerek Tanrı'nın ayak­
larına doğru uçtuğunu anlattı. Bu uzun yolculuğun sonunda Tanrı onu
sıcacık ellerinin arasına alarak nefesiyle yeniden can veriyor, sonra ya
cennetteki meleklerden birine dönüştürüyor ya da ateşlerde cayır ca-
yır yansın diye cehennemin dibine gönderiyordu.

Kulübenin daimi ziyaretçileri arasında kırmızı tüylü küçük bir sin­


cap vardı. Kamını doyurduktan sonra kuyruğunu yere vura vura av­
luda hoplayıp, zıplayıp neşeyle dans eder, tiz çığlıklarıyla tavukların
ve güvercinin ödünü koparırdı.
18 JERZY KOSINSKI

Bu sincap her gün gelip omzuma kurulur, kulaklaruııı, boynumu,


yanaklarımı öpücüklere boğar, saçımı çekiştirip benimle eğlenirdi.
faslı bitince de oııııana geri dönmek üzere hızla ortadan kaybolurdu.
Bir gün, kulağıma gelen bir takım seslerle koşarak yüksekçe bir
yere çıktım, çalıların arkasına gizlendim. Dehşetler içinde ne göreyim!
Köyden birkaç çocuk bunu önlerine katmış tarlada kovalayıp durmu­
yorlar mı? Sincap korkuyla kendini uııııana atıp canını kurtarmak için
kaçıyordu. Çocuklar hızını kesmek için önüne taşlar attıkça zavallı
küçük şey giderek güçten düşüyor, sıçramalarının arasındaki mesafe
azalıyor ve giderek yavaşlıyordu. Sonunda yakalanmasına rağmen
büyük bir cesaretle ısırıklarıyla mücadele etmeye devam etti. Çocuk­
lar hayvanın üstüne eğilip, ellerinde tuttukları bidondaki sıvıyı üstüne
boca ettiler. O anda korkunç bir şeyler olacağını hissetmiştim. Küçük
dostumu kurtaııııanın yollarını düşündüm büyük bir çaresizlikle, ama
artık çok geçti.
Oğlanlardan birinin omzuna asılı teneke kutunun içinden kor ha­
linde bir tahta parçası çıkarmasıyla hayvancağıza değdirmesi bir oldu.
Anında tutuşmuştu garibim. Çocuk sincabı elinden yere fırlattı. Adeta
nefesimi kesen canhıraş bir feryatla alevlerden kurtulmak için olduğu
yerde son kez sıçradı hayvan. Artık alevler bütün bedenini saı·ııııştı,
yalnızca uzun tüylü kuyruğunun kımıltısı birkaç saniye daha sürdü.
Artık tütmekte olan bedeni yerde bir iki yuvarlandı önce ve sonra
hareketsiz kaldı. Oğlanlar ellerindeki değneklerle dürtüp gülerek eğ­
lenerek seyrettiler kömürleşen hayvanı.
Küçük dostumun ölümüyle artık sabahlan yolunu gözleyeceğim
kimsem kalmamıştı. Marta'ya olan biteni anlattım ama o bunun pek
üstünde durmadı. Kendi kendine bir şeyler mırıldandı, nazar duaları
etti, sinsice yaklaşarak eve girıııeye çalıştığına inandığı ölümü gizli
büyüleriyle kovalamaya çalıştı.
Sonra bir gün hastalandı. Kaburgalarının altında bir yeri gösterip,
orada keskin bir acısı olduğundan şikayet ediyordu. Bir kafes içinde
sonsuza dek kapatılmış yüreğinin çırpınıp durduğu yerdeydi ağrısı.
Tanrı veya Şeytan gönderiyor bu ağrıları orama, derdi, bu dünyadaki
BOYALI KUŞ 19

misafirliğine bir son veı ıııek içinmiş bu ağrılar! Bense Marta'nın da


yılanı gibi deri değiştirip hayata sil baştan neden başlayamadığını
anlayamıyordum bir türlü.
Bu düşüncemi dile getirdiğimde Marta çok öfkelendi, benim Şey­
tan soyundan kafir bir Çingene piçi olduğumu söyleyerek lanetler
okudu. Bana hastalıkların insan bedenine nasıl en beklemediği za­
manlarda girdiğini anlattı. En olmaz zamanlarda, at arabasıyla gider­
ken hemen arkanızda oturuyor, ormanda meyve toplamak için eğil­
mişken sırtınıza zıplıyor ya da sandalla geçerken nehirden sıçrıyor
olabilirdi. Hastalıklar insan bedenine havadan, sudan, başka insanlar
ya da hayvanlarla temastan gizlice, sinsice, binbir çeşit hinlikle gele­
bilirdi, hatta -bu noktada tuhaf bir ifade belirdi yüzünde- kemerli bir
burnun üzerinden bakan bir çift kara gözden bile bulaşması mümkün­
dü. Çingene ya da cadı gözü diye bilinen bu gözler sakatlık, felç, veba
ve ölüm getirebilirdi insana. işte sırf bu yüzden kendisinin ya da ev-
deki hayvanların gözlerinin içine dosdoğru bakmamı tamamen yasak­
lamıştı. Ola ki, kazara böyle bir şey yaptığımda derhal üç kere yere
tükürmem ve ıstavroz çıkarmam gerekiyordu.
Ekmek yapmak için yoğurduğu hamurun mayasının tutmaması onu
öfkeden kudurturdu. Böyle zamanlarda beni büyü yapmakla suçlar,
ceza olarak iki gün ekmek veııııemekle tehdit ederdi. Sırf Marta'nın
gönlünü alayım ve yanlışlıkla gözlerinin içine bakmayayım diye kulü­
benin içinde gözlerimi kapatarak dolaşırdım. Tabii o arada eşyalara
takılıp kaplan kovalan devirir, çiçek tarhlarını ezip, parlak ışığın kör­
leştirdiği pervaneler gibi her şeye çarpıp dururdum. O arada Marta da
bir kazın tüylerini yolarak ateşin üs.tüne serperdi. Çıkan dumanı odaya
doğru üfleyerek kendince kötü ruhları kovma büyüsü yapardı.
Ne zaman ki kötü ruhları uzaklaştırdığına kanaat getirir, o zaman
bunu yüksek sesle dile getirirdi. Ve gerçekten de bir sonra yoğurduğu
ekmek tam istediği kıvamda olurdu.
Marta hastalığına ve ağrılarına boyun eğmeyip amansız bir müca­
dele içine girdi. Ağrıları dayanılmaz hale geldiğinde hemen bir parça
çiğ et alıp onu ince ince dilimler ve toprak bir çömleğin içine dizerdi.
20 JERZY KOSINSKI

Sonra bu etleri kuyudan gün doğmadan hemen önce çektiği suyla


ıslatırdı, çömleği de kulübenin bir köşesine kaldırırdı. Etin çürüyüp
bozulduğu süre içinde ağrılarının hafiflediğini söylerdi. Sonra, ağrı­
ları yeniden başlayınca bu işlemi bir kez daha büyük bir özenle tek­
rarlardı.
Yanında kaldığım süre içinde Marta benim yanımda ne bir damla
bir şey içti, ne de gülümsedi. Bunun bana ağzındaki dişleri sayma
fırsatı vereceğini söylerdi çünkü sayılan her dişin ömründen bir sene
eksilteceğine inanıyordu, bundan çok korkardı. Ağzında fazla dişi de
kalmamıştı zaten! Ama bu sayede ben de onun yaşında biri için her
senenin ne kadar kıymetli olduğunu anlamıştım.
Ben de onun gibi dişlerimi göstermeden yiyip içmeye çalışıyor,
kuyunun içindeki mavi siyah aynada kendi yansımama bakarak ağzı­
mı açmadan gülümseme talimleri yapıyordum.
Yerdeki saç tellerini toplamama da asla izin vermezdi. Dökülen tek
bir saç telinin bile kem gözlere yakalandığında ciddi boğaz hastalık­
larına sebep olduğunu bilmeyen var mıydı?
Gece olunca Marta sobanın yanına oturur, kafasını sallayıp mırıl­
danarak dualarını okumaya başlardı. Ben de yanına ilişir, anamı ba­
bamı düşünürdüm. Artık muhtemelen başka çocukların olan oyuncak­
larım gelirdi aklıma. Cam gözlü tüylü koca ayım, yolcuları pencerele­
rinden gözüken ve pervaneleri dönen uçağım, küçük tankım ve çekin­
ce merdivenleri uzayan itfaiye aracım . ..
Anılarımdaki resimler zihnimde daha keskin ve gerçek çizgilere
dönüşünce Marta'nın kulübesi giderek ısınırdı sanki. Annemi piyano­
nun başında otururken görebiliyor, şarkılarının sözlerini duyabiliyor­
dum. Küçükken, dört yaşındayken apandisit ameliyatından önce ya­
şadığım korkuyu, hastanenin kaygan zeminini, doktorun ben daha
ona kadar saymayı bitiremeden uyutan maskeyi yüzüme yerleştirme­
sini hatırlıyordum.
Sonra aniden bütün bu hatıralar yaşlı dadımın bana anlattığı olağa­
nüstü masallardaki hayallerime dönüşüveriyordu. Ailemin beni yeni­
den bulup bulamayacağını merak etmeye başlıyordum. Acaba onlar da
BOYALI KUŞ 21

dişlerini sayacak kem gözlülerin yanında bir şey içmemeleri ya da gü­


lümsememeleri gerektiğini biliyorlar mıydı? Babamın o kocaman sıcak
gülüşünü hatırlayıp endişelenmeye başlıyordum, ya onun da dişlerini
sayıyorlardıysa, o zaman kesinlikle genç yaşta ölür giderdi.
Bir sabah uyandığımda kulübeyi buz gibi soğuk buldum, sobanın
ateşi geçmişti. Marta odanın ortasında, eteklerini sıyırmış, çıplak
ayakları leğenin içinde oturuyordu.
Onunla konuşmaya çalıştım ama bana cevap vermedi. Soğuktan
buz keşmiş ellerini gıdıkladım ama düğüm düğüm parmaklan hiç
kımıldamadı. Rüzgarsız bir günde ipe serili nemli bir çarşaf gibi sar­
kıyordu bir eli koltuğun kenarından aşağı. Başını tutup kaldırdığımda
ıslak gözleri bana bakıyormuş gibi geldi. Böyle bakan gözleri daha
önce bir kere, nehir ölü balıklan kıyıya attığında görmüştüm ben.
Sonunda anladım ki Marta da tıpkı yılan gibi deri değiştiııııeyi
bekliyordu, yani böyle bir zamanda rahatsız edilmemesi gerekirdi.
Aslında ne yapacağımı pek bilemiyordum ama sabırlı olmaya çalıştım.
Sonbaharın son günleriydi. Rüzgar küçük dalları kırıyor, Üzerle­
rinde kalan son kuru yapraklan kopararak gökyüzüne savuruyordu.
Kümesteki tavuklar baykuşlar gibi tünedikleri yerde tek gözleri açık
uykulu ve durgun bakınıyorlardı. Çok soğuktu ve ben sobayı nasıl
tutuşturacağımı bilmiyordum. Ne yaptıysam Marta'nın ağzından tek
kelime alamamıştım. Hiçbir dediğime cevap vermiyordu. Benim gö­
remediğim bir şeye gözünü dikmiş öylece hareketsiz oturıııc1ya devam
ediyordu.
Yapacak başka şey olmadığından yeniden yatağa girdim. Kalktı­
ğımda Marta'nın hüzünlü ilahiler�ni mırıldanarak mutfakta dönüp
durduğunu göreceğimden emindim. Ama akşam yeniden gözümü
açtığımda o hala ayakları suyun içinde oturup duruyordu. Adamakıl­
lı acıkmıştım ve karanlıktan korkuyordum.
Gaz laııtbasını yakıııaya karar verdim. Marta'nın bir yerlerde gizledi­
ği kibritleri aramaya başladım. l.öıtıbayı dikkatlice raftan almaya çalışı­
yordum ki nasılsa lc111ıba elimden kaydı ve yere birkaç damla gaz sıçradı.
Nemlenen kibritler tutuşmayı reddediyorlardı. Sonunda bir tanesi
22 JERZY KOSINSKI

parlar parlamaz elimden fırlayıp yerdeki gaz birikintisinin üstüne düş­


tü. Önce, hafiften mavi bir duman çıkararak cılız bir şekilde pırpırla­
narak kaldı, sonra aniden odanın ortasına doğru ilerlemeye başladı.
Artık karanlıkta değildim, Marta'yı gayet net bir şekilde görebili­
yordum. O ise olan bitenin hiç farkında gibi görünmüyordu. Duvarla­
ra ve hasır koltuğunun bacaklarına tırıııanmaya başlayan alevler hiç
umurunda değildi sanki!

içerisi adamakıllı ısınmıştı. Alevler Marta'nın ayaklarını soktuğu
leğeni de da sardığından bu sıcaklığı fark etmemesi mümkün değildi
ama o yine de kımıldamıyordu. Bu dayanıklılığına hayran kalmıştım.
Bütün gece ve gün boyunca orada hiç hareket etmeden öylece otur­
muş olmasına rağmen kılı kıpırdamıyordu.
Oda artık adamakıllı ısınmıştı. Alevler, basınca ses veren kuru ka­
buklar gibi çatırdayarak pencereden üfüren havanın yarattığı cılız
cereyanla çardağa dolanan asmalar gibi tıııııi:inıyordu duvarlara. He­
men kapının dibinde, kaçmaya hazır bekliyordum Marta'nın kımılda­
masını. Ama o hala öyle hareketsiz, etrafında olan bitenden habersiz­
miş gibi kaskatı duruyordu. Alevler sevgi dolu bir köpek gibi oturdu­
ğu yerden sarkan kollarını yalamaya, ellerinin üstünde kırmızı mor
izler bırakarak yukarılara, keçeleşmiş örgülerine doğru tırmanmaya
başlamıştı artık!
Birdenbire Marta'nın başında alevlerden bir ışık çemberi oluşup
onu parıltılı bir Noel ağacına dönüştürdü. Yalazlar dört bir yanını
sarmalamıştı, tıpkı bir meşale gibiydi. Lime lime olmuş tavşan derisi
ceketinden kopan parçalar ayağının dibindeki su dolu kovaya düştük­
çe ses çıkarıyordu. Alevlerin arasından sarkık ve buruşuk tenini ve bir
deri bir kemik kalmış kollarının üzerindeki beyazlaşan noktaları gö­
rebiliyordum.
Avluya doğru kaçmaya başlamadan önce son bir kez daha seslen­
dim adını. Evin bitişiğindeki kümeste tavuklar korku içinde gıdaklayıp
çırpınıyorlardı. Genellikle sakin yaradılışta olan inek bile böğürüyor,
kafasıyla ahırın kapısına toslayarak çıkmaya çalışıyordu. Marta'nın iz­
nini beklemeden hayvanları salmaya karar verdim. Tavuklar kümesten
BOYALI KUŞ 23

kendilerini kaybetmiş bir halde kanatlarını çılgınca çırparak fırladı,


inek de sonunda ahırın kapısını luııııayı başaıııııştı. Alevlerden uzakta
kendine uygun bir yer bulup kayıtsızca geviş getiııııeye koyuldu.
Evin içi artık devasa bir fırına dönmüştü. Bulduğu bütün delikler­
den ve pencerelerden dışarı kaçarak sonunda evin saman kaplı damı­
na sıçramış, kaygı verici şekilde tütmeye başlamıştı. Marta'ya hayret
ediyordum. Bütün bu olanlara gerçekten de nasıl bu kadar kayıtsız,
bu kadar duyarsız kalabiliyordu, bunu anlayamıyordum. Bütün o du­
aları ve büyüleri, kendine ait her şeyi küle döndüren bu alevlere kar­
şı bir dokunulmazlık bahşetmiş olabilir miydi ona sahiden de?
Hala dışarı çıkmamıştı. Sıcaklık artık dayanılmaz bir noktaya gel­
diğinden kendimi avlunun uzağında bir yerlere atmak zorunda kal­
dım. Çünkü kümes ve ahır da alevlere yenik düşmüştü.
Ateşten ürken sıçanlar deliler gibi oradan oraya kaçışıyorlardı.
Tarlanın karanlık bir köşesine sinmiş kedinin sarı gözlerinde bile alev­
lerin yansıması vardı.
Ben inatla onun kılına zarar gelmemiş bir halde evden çıkacağına
inansam da, Marta hala ortalarda yoktu. Duvarlardan biri yıkılıp, alev­
ler artık kömürleşen iç odayı da yutarcasına içine aldığı anda düşün­
düm ilk kez onu bir daha göremeyeceğimi!
Gökyüzüne doğru yükselen duman bulutu içinde sanki gözüme
tuhaf bir şey ilişmişti! Ne olabilirdi ki bu? Acaba Marta'nın ruhu yük­
selerek cennete doğru yol almaya mı başlamıştı? Yoksa annemin ma­
sallarındaki cadı gibi Marta ateşlerin içinden yeniden doğmuş, yaşlı
ve sertleşmiş derisini yenileyerek çalı süpürgesi üstünde bu dünyayı
terk mi ediyordu? •
Alevler ve kıvılcımların inanılmaz gösterisiyle böyle hayallere da-
lıp gitmişken, kulağıma gelen insan sesleri ve köpek havlamaları beni
daldığım alemden hızla çekip çıkardı. Çevredeki çiftçilerin eve doğru
koşarak gelmekte olduklarını gördüm. Marta bu köylüler konusunda
beni hep korkuturdu. Eğer, derdi, bunlar seni tek başına yakalarlarsa
ya uyuz bir kedi yavrusu gibi boğazlarlar ya da baltayla parça parça
doğrarlar.
24 JERZY KOSINSKI

Yaklaşmakta olan adamlardan ilki gözüme iliştiği an koşmaya baş­


ladım. Beni görmemişlerdi. Koşarken yerdeki ağaç köklerine ve diken­
li çalılara takılıp, düşe kalka deliler gibi kaçıyordum. Sonra bir hen­
değe yuvarlandım. Uzaktan kulağıma köylülerin, çökmekte olan du­
varların sesi geliyordu. Sonra da uyuyakalmışım.
Tan ağarırken uyandım, neredeyse donmak üzereydim. Düştüğüm
çukurun üstüne adeta buğudan bir cibinlik geçirilmişti. Baktığımda te­
pemde bir öıiimcek ağı var gibi hissediyordum. Düştüğüm yere doğru
tıııııanıp bakındığımda, Marta'nın kulübesinin yerinde arrık sadece ara
sıra kıvılcımlar saçmaya devam eden bir kül yığını olduğunu gördüm!
Ortalık tamamen sessizliğe gömülmüştü. Annem babamla bir gün
bulaşacağıma inanıyordum, çünkü ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar
başıma gelenlerden mutlaka haberdar olmalıydılar. Neticede onların
çocuğu değil miydim ben? Tehlikeli zamanlarda çocuklarının yanında
olmayacaklarsa anne baba olmanın ne anlamı vardı ki?
Yakınlarda bir yerlerde olabileceklerini düşünerek seslendim on­
lara. Kimse cevap vermedi.
Çok küçüktüm, çok açtım ve çok üşümüştüm. Ne yapacağım ya da
nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Annemlerden de hala
ses seda yoktu.
Titremeye ve kusmaya başladım. Birilerini bulmak zorundaydım.
Köye gitmek zorundaydım.
Sonbaharla birlikte saraııııaya yüz tutmuş otların arasından uzak­
taki köye doğru yüıiimeye başladım bereli bacaklarımla topallayarak.
Annemle babam ortalarda yoktu.
Tarlaların arasından geçerek köylülerin evlerine doğru koşmaya
başladım. Dört yol ağzında bir zamanlar maviye boyalı ahşabı çürü­
meye yüz tutmuş bir haç dikiliydi. Haçın en tepesine asılı dini tasvir­
den geriye yalnızca önünde uzanan boş tarlaları ve doğan güneşin
kızıl parıltısını seyre dalmış bir çift yaşlı göz kalmıştı. Haçın kolların­
dan birine tünemiş olan külrengi kuş beni fark edince kanatlarını
çırparak toz oldu.
Uzaklarda, Marta'nın soğumaya yüz tutan kulübesinden geriye
kalanlardan tüten duman ince bir hat halinde gökyüzüne yükseliyor,
rüzgar is kokusunu tarlaların ötesine taşımaya devam ediyordu.
Köye girdiğimde soğuktan donmuş ve korkmuş bir haldeydim. Pen­
cerelerine tahtalar çakılarak korunan saman damlı alçacık köy evleri
toprak yolun iki yanına diziliydi, uzaktan bakınca sanki toprağa gö­
mülü gibi görünüyorlardı.
Bahçe çitlerine bağlı köpekler fark etti beni ve zincirlerini zorlaya­
rak hep birden deli gibi havlamaya başladılar. Aralarından birinin her
an zincirlerinden kurtulup saldıracağından korkarak yolun ortasında
öylece hareketsiz kalmıştım.
Annemle babamın yanımda olmadıkları ve artık olamayacakları
düşüncesi işte o anda balyoz gibi indi beynime. Olduğum yere çökerek
anneme, babama hatta yaşlı dadıma seslenip onları çağırarak ağla­
maya başladım.
Bir süre sonra köyden kadınlı erkekli bir grup insan etrafıma top­
lanıp bilmediğim bir dilde konuşmaya başlamışlardı.
Kuşkulu bakışları ve davranışları beni daha da korkutmuştu. Bir
26 JERZY KOSINSKI

çoğunun yanında zorlukla zapt ettikleri azgın köpekleri vardı.


içlerinden biri beni elindeki tırmıkla dürtünce kenara sıçradım . Bir
diğeri elindeki sivri yabayı etime batırdı. Yine bağırıp ağlayarak geri
kaçtım.
Kalabalığın harareti giderek artıyordu. Bu arada bir taş yedim.
Bundan sonra başıma neler geleceğini düşünmemeye çalışarak yüzü­
mü yere yapıştırdım. Artık üstüme yağmur gibi inen kuru tezek, çürük
patates, elma koçanı, taş ve topraktan korunmak için ellerimle yüzü­
mü kapamıştım, çığlıklarım, gözyaşlarım yolun tozuna toprağına ka­
rışıyordu.
Birinin beni yattığım yerden tutup kaldırdığını hissettim. Uzun
boylu, kızıl saçlı bir köylü beni saçımdan yakalamış bir eliyle kendine
doğru çekerken, diğer eliyle kulağıma yapışmış büküyordu. Ben çare­
sizlik içinde adama karşı koymaya çalışıyordum, etraftaki kalabalık
ise halimle eğleniyordu. Adam ayağındaki tahta tabanlı terliğiyle bir
tekme savurdu. Serseri güruh katılırcasına gülerken, köpekler de ba­
na saldırmak için fırsat kolluyorlardı.
Adamın biri elinde bez bir çuvalla kalabalığı yararak ••
geldi, beni
boynumdan yakaladığı gibi çuvalı başıma geçiriverdi. ünce yere fır-
latıldığımı sonra da bütün bedenimi o iğrenç çuvalın içine sokmak için
beni adeta yoğurmaya başladığını hissettim.
Ellerim ayaklarımla çaresizce çırpınıp, ısırıp tırnaklamaya çalışa­
rak adamla mücadele ederken kafamın arkasına yediğim bir darbeyle
bayılıp kendimden geçmişim.
Uyandığımda her yanım acılar, ağrılar içindeydi. Birinin sırtına
vurulmuş bir yerlere götürülüyordum. Beni taşıyan adamın terli sı­
caklığını pis kalın çuvalın içinden bile hissedebiliyordum. Çuvalın
ağzını iple bağlamışlardı. Kendimi kurtarmak için çırpınmaya başla­
dığım anda adam beni yere çalıp iyice sersemletene kadar tekmeledi.
Nefes alamaz hale gelmiştim. Hareket etmekten korkarak yan baygın
olduğum yerde büzülüp kaldım.
Burnuma çalınan tezek kokusu ve keçilerle sığırların çıkardığı ses-
lerden bir çiftliğe geldiğimizi anlamıştım. içinde hapsolduğum çuvalı
BOYALI KUŞ 27

yere fırlattı adam, sonra kamçılanmaya başladım. Can havliyle çuva­


lın içinden çıktım sürünerek, ipin boynumu sıktığı yer çok acıyordu.
Elinde kırbacıyla karşımda dikilmekte olan adam bu kez bacaklarımı
hedef aldı. Kırbacı her şaklattığında mecburen sincap gibi zıplıyor­
dum. Sonra odaya insanlar doluşmaya başladı; baştan aşağı lekeli bir
önlük takmış bir kadın, yün yataklardan ve fırınların arkasından çıkan
hamamböcekleri gibi hareketli iki küçük çocuk ve iki de ırgattı gelen­
ler.
Hepsi etrafımı saııııışlardı. içlerinden biri saçıma dokunmaya dav-
randı. Ben tam o anda dönünce elini korkuyla geri çekiverdi. Arala­
rında benim hakkımda konuşmaya başladılar. Ne dediklerini anlama­
sam da birkaç kez Çingene kelimesinin geçtiğini duydum. Onlarla
konuşmaya, derdimi anlatmaya çalıştım ama benim konuştuğum lisan
ve beden dilim yalnızca alaylı gülüşmelerine sebep oldu.
Beni buraya getiren adam kırbacıyla yeniden bacaklarıma çalışma­
ya başlamıştı. Ben her seferinde daha yükseğe zıplarken odadakiler
ulurcasına kahkahalar atıyorlardı.
Sonra elime bir parça ekmek tutuşturup odunluğa kilitlediler. Ye­
diğim kırbaç darbelerinden bütün bedenim sızım sızım sızlıyordu,
uykuya dalmam mümkün değildi. Odunluk çok karanlıktı ve sıçanla­
rın etrafta cirit attığını duyuyordum. Bacaklarıma her değdiklerinde
elimde olmadan attığım çığlıklar duvarın gerisinde uyuklayan tavuk­
lan ürkütüyordu.
Bunu takip eden günler içinde köylüler çoluk çocuk beni seyret­
meye geldiler. Artık sahibim sayılan adam her gün yenisi açılıp kana­
yan ve eskileri kabuklanan•• yaralı bacaklarımı kırbaçlayarak beni bir
kurbağa gibi zıplatıyordu. Uzerime geçiııııem için verilen çuval dışın-
da tamamen çıplak sayılırdım, zaten zıpladıkça iki bacağımı geçirdi-
••
ğim delikli çuval altımdan kayıp duruyordu. ünümü ellerimle kapat-
ma gayretim adamlara kahkahalar attırırken, kadınlan kıkır kıkır
güldürüyordu. Bazılarının gözlerinin içine dimdik bakıyordum bazen,
o zaman hızla gözlerini başka yöne çevirip yere üç kere tükürüyorlar­
dı.
28 JERZY KOSINSKI

Günlerden bir gün köyde, Bilge Kadın Olga olarak bilinen biri gel­
di kulübeye. Ev sahibi, bu yaşlı kadını gayet belirgin bir saygıyla kar­
şılamıştı. Kadın beni gözlerimden dişlerime kadar büyük bir titizlikle
inceledi, kemiklerimi yokladı ve küçük bir kavanoza işememi söyle­
dikten sonra idrarımı da dikkatle kontrol etti.
Apandisit ameliyatımdan hatıra yara izine uzun uzun baktı, sonra
karnımı elleriyle adamakıllı yokladı.
Bu uzun incelemeden sonra köylüyle çatır çatır pazarlığa girişti.
Sonunda da boynuma bir ip geçirip beni önüne kattı. Sarılmıştım . . .
Ondan sonra kadının evinde yaşamaya başladım. Burası saman,
kuru yapraklar, çalı çırpı ve tuhaf şekilli taşlar gibi aklınıza ne gelirse
onlarla dolu iki bölmeli bir yerdi. içinde kurbağalar, kertenkeleler ve
solucanların cirit attığı bir sürü toprak kap vardı ortalıkta. Tam ortada
yanan ateşin üstünde kaynayan kazanlar sarkıyordu tepeden.
Olga bana tek tek ne yapacağımı gösterdi. Ormandan çalı çırpı
toplayıp ahırları temizlemek ve ateşe göz kulak olmak benim göre­
vimdi. Kocaman bir havan içinde çeşit çeşit malzemeyi karıştırıp öğü­
terek bir takım tozlar yapıyordu. Bu işlerde de ona yardım edecektim.
Sabahın köründe köydeki evlere götürürdü beni. Yolda bizi gören­
ler hemen ıstavroz çıkarır ve saygıyla selamlardı. Hastalar onun yo­
lunu gözlüyordu.
Bir keresinde karnındaki sancıyla iki büklüm olmuş inleyen bir
kadına gitmiştik. Olga, eliyle başlarımızın üstünde havaya çeşitli işa­
retler resmedip, anlamadığım sözler mırıldanırken bana da kadının
ılık nemli karnını elimle ovuşturıııamı ve bunu yaparken hiç gözümü
ayırmadan kamına bakmamı söylemişti. Sonra yine bir gün, derisi
çürüyerek buruşmuş ve kararmış bacağından san kanlı irinlerin aktı­
ğı bir çocuğu görmeye gitmiştik. Çocuğun bacağından öyle kötü ve
ağır bir koku geliyordu ki, Olga bile arada bir odanın kapısını açıp
havalandıı·ıııa ihtiyacı duymuştu.
Yaşlı kadının tarif ettiği gibi, iniltiler ve hıçkırıklar arasında ara
sıra uykuya dalan çocuğun kangrenli bacağına baktım durdum bütün
gün. Anasıyla babası dışarıda bağıra çağıra dua ediyordu. Olga, çocu-
BOYALI KUŞ 29

ğun dikkatinin dağıldığı bir anı fırsat bilerek ateşte kızdırdığı bir demir
çubuğu bacağına yapıştırdığı gibi yarayı dağlamaya koyuldu. Çocuk­
cağız duyduğu acıyla feryatlar içinde çırpınarak bayıldı kaldı. Yaradan
kızgın tavaya atılan etin çıkardığı sese benzer bir cazırtı çıkmış, oda­
yı yanık et kokusu sarmıştı. Yaşlı kadın hemen yeni toplanmış örümcek
ağı ve küfle yoğurarak ıslattığı ekmek parçalarıyla dağladığı yerin
üstünü kapattı.
Onun hemen bütün hastalıklara şifa olacak bir karışımı mevcuttu.
Yaşlı kadına duyduğum hayranlık giderek artıyordu. Acayip şikayet­
lerle gelen bütün insanların derdine deva bulmakta üstüne yoktu.
Kulağı ağrıyan bir hasta mı var örneğin, hemen kulağını kimyon ya­
ğıyla yıkar, huni biçiminde kıvırıp sıcak balmumuna batırdığı bir bez
parçasını iki kulağına da sokup uçlarından yakardı. Hareketsiz dursun
diye masaya bağlanmış olan hasta, kulağının içindeki bezin tutuşma­
sıyla acı içinde feryat etmeye başlardı. Olga tam zamanında müdaha­
le ederek ''talaş'' diye tabir ettiği kalıntıyı üfleyerek söndürür, yanık
yerin üstüne de soğan suyu, teke ya da tavşan ödünü bir yudum vot­
kayla karıştırarak yaptığı merhemi sürerdi.
Bunlarla da kalmaz, yağ bezelerini, kan çıbanlarını ve ur gibi şiş­
kinlikleri yararak kazır, çürük dişleri çekerdi. Kesip çıkardığı çıbanla­
rı sirke içinde tutarak terbiye eder, sonra onları ilaç olarak kullanırdı.
Yaralardan büyük bir dikkatle çekip temizlediği irini, iltihabı özel ka­
selere koyarak mayalanana kadar bekletirdi. Çekilen dişlere gelince,
onları havanda döverek toz haline getirmek ve ağaç kabuklarına ko­
yarak fırının üstünde kurutmak benim görevimdi.
Bazı geceler geç saatlerde köylünün biri telaşla kapıya dayanır,
Olga'yı doğuma çağırırdı. Yaşlı kadın uykusuzluktan ve soğuktan tit­
reyerek battaniyeye sarınıp düşerdi adamın peşine. Bazen doğum için
komşu köylerden birine çağırılıp günlerce geri dönmediği olurdu. O
zaman da ben eve göz kulak olur, l1ayvanları doyurup ateşi canlı tu­
tardım.
Olga'nın değişik bir dille konuşuyor olmasına karşın, giderek bir­
birimizi daha iyi anlıyor olmuştuk. Kışları, fırtınalardan göz gözü gör-
30 JERZY KOSINSKI

mediğinde ya da kar bütün köyü esir alıp, dışarı çıkmamıza izin ver­
mediğinde, sıcacık kulübede diz dize otururduk. Olga bana Tanrı'nın
çocukları ve şeytani ruhlarla ilgili hikayeler anlatırdı.
''Kara Çocuk'' derdi bana. Bir hendekte saklanan köstebek gibi
içimde çöreklenmiş, varlığından haberim olmayan şeytani ruhların
beni esir almış olduğunu ilk ondan duydum ben. Benim gibiler, yani
ecinniler, açık renk gözlü insanların bakışları karşısında efsunlu kara
gözlerini hiç kırpmadan durmasıyla belli ede1·11ıiş kendini. işte bu yüz-
den demişti Olga, diğer insanların gözlerine baktığımda onların başı­
na bilmeden kötü ruhları musallat ediyoııııtışum.
Böyle gözler, diye devam etmişti, işi tersine de çevirebiliyoııııuş.
Bu nedenle insanlara, hayvanlara hatta tohumlara bile bakarken çok
dikkatli olmalı, kendisinin şifasını veııııeye çalıştığı kişinin derdinden
başka hiçbir şey düşünmeyerek zihnimi tamamen boşaltmalıydım.
Çünkü sağlıklı bir çocuğa bile kem gözlerimle bakacak olursam onu
hastalıkların ele geçiııııesine, gencecik bir buzağının küt diye düşüp
ölmesine, hasattan sonra biçilen otların çürümesine sebep olabilir­
dim.
İçime çöreklenmiş olan kötü ruh, yaradılışı gereği diğer gizemli
yaratıkları da kendine çekerıııiş. Hayaletler etrafımda cirit ataııııış.
Aslında bu hayaletler pek konuşmayan, sessiz ve göze pek görünme-
yen yaratıklaııııış, ama çok inatçıymışlar. insanları tarlalarda ve or-
manlarda tuzağa düşürür, evlerine gizlice girerek kötü huylu kedilere,
kuduz köpeklere dönüşerek kızdırıldıklarında hırlamaya başlarlar­
mış. Gece yarısından sonra ne olduklarını bilmek bile istemezmişim.
Hortlaklar da kötü ruhların yanından ayrılmazmış. Onlar aslında
uzun zaman önce ölmüş ama sonsuza kadar lanetlenmiş insanla1·111ış,
yalnızca dolunay zamanı süper güçleriyle donanarak geri dönerler­
miş. Kederli bakışları hep doğuya dönük olurmuş.
Elle tutulup, gözle görülmez bu korkutucu yaratıklar arasında en
tehlikelisi ise muhtemelen vampirlermiş çünkü bunlar insan kılığında
görünürlermiş ve kötü ruhların ele geçirdiği kişilere yakın dururlar­
mış. Bunların çoğunluğu ya vaftiz edilmeden suda boğulmuş ya da
BOYALI KUŞ 31

anneleri tarafından terk edilmiş çocuklc1.1·1111ş. Yedi yaşına kadar suda


veya c.,ı ınanda büyür sonra yeniden insan biçimine girerek, imkan
bulabildikleri an Katolik ya da Uniate > kiliselerine dadanırlarıııış
< 1

arsızca. Oralara bir kez sızmayı başardıklarında, mihrabın çevresinde


dolanıp aziz tasvirlerini ve kutsal heykelleri kırıp tahrip ederek fırsa­
tını bulduklarında da uyuyan adamların kanını emerlermiş.
Olga benim de vampir olmamdan kuşkulandığını söyler dururdu.
içimdeki kötücül istek ve arzuları zapt etmek, bir hortlak ya da haya-
lete dönüşmemi engellemek için hazırladığı acı şurubu her sabah
mutlaka içmek ve sarıııısaklanmış bir odun kömürünü dişlemek zo­
rundaydım.
Köydeki diğer insanlar da korkuyordu benden. Ne zaman kendi
başıma köyde yürümeye kalksam, başlarını hızla başka yöne çevirip
ıstavroz çıkarmaya başlıyorlardı. Daha da kötüsü hamile kadınlar be­
ni görür görmez panik içinde kaçmaya başlıyorlardı. Biraz daha yü­
rekli olanlarsa köpeklerini üstüme salıyordu. Şayet Olga'nın kulübe­
sinden fazla uzaklaşmamayı ve süratle koşmayı öğrenmemiş olsay­
dım, bu kısa gezintilerden eve sağ salim dönmem pek mümkün olma­
yabilirdi.
Çoğu zamanımı kulübede geçiriyordum. Az bulunur olduğu için
albino kedinin Olga'nın pek değer verdiği kara tavuğunu öldüııııesine
engel oluyordum. Aynca büyük bir kavanoz içinde hoplayıp duran
kurbağanın patlak gözlerine bakıyor, sobanın ateşini harlıyor, kayna­
yan kazandakileri karıştırıp, çürük patatesleri soyuyordum. Tabii bir
de Olga'nın yaralara ve çıbanlara sürdüğü küfleri dikkatlice bir kase­
ye topluyordum.
Olga köyde çok saygı gören biri olduğundan onun yanındayken
kimseden korkmazdım. Köylüler onu sık sık çağırıp, satmak için pa­
zara götürecekleri sığırlara yollarda nazar değmesin diye gözlerini
suyla temizlemesini isterlerdi. Olga onlara domuz satın alırken nasıl
üç kere tüküreceklerini de gösteriyor, inekler boğalarla çiftleştirilme-
1 Uniate Church: Kendi ayin biçimlerini ve dillerini koruyarak papanın otoritesini
kabul eden Doğu Katolik Kilisesi. ç.n.
32 JERZY KOSINSKI

den önce kutsanmış bitkilerle yoğrulmuş ekmekle nasıl doyurulacak­


lannı tarif ediyordu. Olga tamamen sağlıklı olduğuna hükmetmeden
köyden kimse at veya inek almaya kalkışamazdı.
Olga hayvanın üstüne bir maşrapa suyu boca eder, nasıl silkinip
titrediğine bakarak satış bedelini tayin ederdi.
Artık bahar gelmek üzereydi. Nehrin üzerindeki buz tabakası çat­
lamaya, solgun güneş her an yeni kıvrımlar ve girdaplar oluşturarak
çağlamaya hazırlanan nehir sularının içine işlemeye koyulmuştu bile.
Mavi yusufçuklar, aniden bastıran sert ve soğuk rüzgarlara karşı mü­
cadele ederek tutunmaya çabalıyorlardı. Güneşin sıcaklığıyla göl yü­
zeyinde oluşan tiftiğimsi birikintiler bu ani esintilerin kıskacında kü­
çük tutamlar halinde döne döne uçuşuyordu havada.
Herkesin dört gözle beklediği havalar gelmişti gelmesine ama ge­
lirken o korkunç salgını da getiı ıııişti beraberinde. Bu hastalığın pen­
çesine düşenler şişle mıhlanmış solucanlar gibi oldukları yerde kıvra­
nıp, dehşetli bir üşüme ve titremeyle gelen tarifi imkansız acılarla
baygın düşüyor, kendilerine bile gelemeden göçüp gidiyorlardı. Ben
de Olga'nın peşi sıra evden eve koşturuyor, büyülü gözlerimle hasta­
lara bakarak bu lanet hastalığı içlerinden söküp çıkarmaya çalışıyor­
dum, ama nafile bir çabaydı bu! Belli ki düşman başa çıkılamayacak
kadar güçlüydü.
Pencereleri sımsıkı kapalı, yan karanlık kulübelerden acılar içinde
kıvranan ve ölmekte olan hastaların canhıraş feryatları yükseliyordu.
Kadınlar ömürleri süratle tükenen kundaktaki bebelerini göğüslerine
bastırıp acılarını azaltmaya çalışıyor, erkekler ise umutsuz bir çabayla
ateşler içinde kavrulurken tir tir titreyen eşlerinin üstüne yorganlar
ve koyun postlarını yığıyorlardı. Çocuklar gözyaşları içinde ölmüş ana
babalarının artık yalnızca boşluğu seyreden gözlerine bakıyorlardı.
Veba inatçıydı, gitmeye hiç niyeti yoktu.
Köylüler evlerinin kapı eşiklerinde durup gözlerini göğe dikerek
Tanrı'yı arıyorlardı. Bu büyük acıları yalnızca o dindirebilirdi, çare
ondaydı. Izdıraplar içinde kıvranan insan bedenlerinin huzur içinde
sonsuz uykuya dalmasını yalnızca O mümkün kılabilirdi. Çaresi olma-
BOYALI KUŞ 33

yan bu gizemli ve korkunç hastalığa yakalananları yalnızca o kurta­


rabilir, kaybettikleri evlatlarının ardından gözyaşı döken anaların
acısını o dindirebilirdi yalnızca. Yalnızca o . . .
Ancak Tanrı, hikmetinden sual olunmaz, erişilmez bilgeliğiyle bek­
liyor, hiçbir şey yapmıyordu.
Köyü mikroplardan arındıırııak için evlerin etrafında ateşler ya-
kıldı, köy yolları, bahçeler, avlular dumana boğuldu. Durgun ve açık
hava, önce çelik baltanın bir ağacın körpe gövdesine değdiği anda
çıkardığı sesi getirdi uzaklardan. Sonra yere düşen ağaçların çatırtılı
gümbürtüleri duyulmaya başladı, çünkü köylüler ateşi canlı tutmak
için yakın ormanlarda durmaksızın ağaç kesiyordu. Tarlaları aşıp kö­
ye doğru yaklaştıkça sesler azalıyor, belli belirsiz bir hale geliyordu.
Hastalık yüklü hava mum ışığını soluklaştıran gölgeler gibiydi, sesle­
ri zehirli ağına düşürüp hızla yutuveriyordu sanki!
Bir gece benim de yanaklarım alev alev yanmaya, bedenim ardı
arkası kesilmeyen ürpertilerle sarsılmaya başladı. Olga yüzüme dik­
katle baktı önce, soğuk elini alnıma koyup yokladı. Sonra tek kelime
etmeden beni tarlanın uzak bir ucuna götürdü sürükleyerek. Hızla
derin bir çukur kazdı, üstümdekileri çıkardı ve bana derhal çukura
girmemi söyledi.
Bütün vücudum bir yandan ateşten kırılırken, diğer yandan da
gecenin soğuğunda tir tir titriyordu. Olga beni gırtlağıma kadar gö­
müp, çukuru toprakla doldurdu. Sonra yeri ayaklarıyla ezerek ve kü­
rekle vurarak etrafımdaki toprağı düzledi. Yakınlarda karınca yuvala­
n olup olmadığını kontrol ettikten sonra çevremde üç ayrı ateş yaktı.
Solmaya yüz tutan bitkilerin kökü gibi serin toprağa gömülü be­
denimin ateşi birkaç dakika içinde soğumaya başlamıştı. Kendimden
geçmiş bir halde hiçbir şeyin farkında değildim artık. Ekilip büyüme­
ye bırakılmış bir lahana gibi koca tarlanın bir parçası haline geldim.
Olga beni unutmadı. Gün içinde pek çok kez yanıma gelip gırtla­
ğımdan aşağı serin içecekler akıttı. Sanki benim bedenim vasıtasıyla
toprağı suluyor gibiydi. Topladığı taze yosunlarla ateşleri harlayınca
çıkan dumandan gözlerim sulanıyor, boğazım cayır cayır yanıyordu.
34 JERZY KOSINSKI

Zaman zaman esen ıiizgann dumanı dağıttığı anlarda etrafıma bakın­


dığımda, toprak yüzeyini kaba saba, pürtüklü bir halıya benzetiyor­
dum. Sağımda solumdaki küçücük bitkiler gözüme dev ağaçlar gibi
ulu görünüyorlardı. Olga yanıma gelirken gölgesi arazinin üstüne
korkunç bir canavar gibi çöküyordu.
Son kez alacakaranlıkta yiyecek bir şeyler getiııııek için geldiğinde,
ateşi tazeledi ve kulübesine uyumaya gitti. Beni giderek daha derinle­
rine çekiyormuş gibi hissettiğim toprağa kök salmışçasına gömülü, bir
başımaydım artık!

için için yanan ateşlerden çıkan kıvılcımlar sonsuz karanlığın için-


de ateş böcekleri gibi dans ediyordu. Kendimi, toprağın dizginleme­
siyle dallarını doğrultmayı başaramadan var gücüyle güneşe doğru
yol almaya çalışan bir bitki gibi hissediyordum. Sanki kafam da bede­
nimden ayrı bir varlık haline gelmişti, baş döndüıiicü bir hızla gök­
yüzüne yuvarlanıp sonunda güneşe kavuşuyordu.
Buz gibi rüzgarın alnımı tokatladığını hissettiğim zamanlarda ise
dehşetten hiçbir şey hissedemez hale geliyordum. Hayalimde karınca
ve karafatma süıiileri birbirlerine seslenip toplaşarak kafatasımın al­
tında bir yerlere doğru saldırıya geçiyordu. Beynimin içinde üreyerek
düşüncelerimi yiyip bitirecekler ve beni içi kazınmış bir balkabağına
döndürüp bırakacaklardı.
Nerede olduğumu bile unutmuşken duyduğum bir ses uyandırdı
beni. Vücudum artık neredeyse toprakla bütünleşmiş bir haldeydi,
kafam da içindeki düşüncelerle iyice ağırlaşmıştı. Ateşler sönmüş, et­
rafa küllü bir renk hakim olmuştu. Dudaklarımda, yüzümde ve saçım­
da soğuk çiy damlacıklarının nemini hissettim.
Beni uyandıran sesi bir kez daha duydum. Tepemde daireler çize­
rek uçan kuzgun süıiisünden geliyordu. O sırada içlerinden bir tane­
si geniş kanatlarını hışırdatarak yakınlarıma bir yere kondu. Diğerle­
ri de onu izleyip alçalarak tek tek yere konmaya başlarken, ilk gelen
yavaşça kafama doğru yaklaşmaya başladı.
Dehşete kapılmış, gözlerimi kuşun parlak siyah tüylü kuyruğun-
BOYALI KUŞ 35

dan ve delici bakışlarından alamıyordum bir türlü. Diğerleri de etra­


fımdaki çemberi daraltarak daha da yakınıma geldiler, bir yandan da
gagalarıyla minik darbeler indirip benim canlı olup olmadığımı anla­
maya çalışıyorlardı.
Kaderime razı gelmeye hiç niyetim yoktu. Avazım çıktığı kadar
bağ11111e:1.ya başladım. Bir anda neye uğradıklarını şaşıran kuşların ço­
ğu önce kanatlarını açarak biraz havalandıysalar da, hemen öteye
kondular yeniden. Kuşku dolu gözlerle beni izleyerek yavaş yavaş
yeniden bir çember oluştuı·ıııaya başladılar.
Bir kez daha haykırdım olanca gücümle. Ancak bu sefer onları
korkutmayı başaramamıştım, giderek artan bir gözü karalıkla çembe­
ri iyice daraltıyorlardı. Kalbim yerinden çıkacakıııışçasına atıyordu.
Yeniden haykırdım, hiç oralı olmadılar. Adamakıllı yaklaşmışlardı ar­
tık. Şekilleri gözümün önünde giderek büyüyerek bulanıklaşıyor, ga­
gaları daha ürkütücü görünüyordu. Yerle birleştiği noktada birbirin­
den iyice ayrılan kıvrık pençeleri dev tırmıklara benziyordu.
içlerinden biri neredeyse burnumun dibine kadar gelip durdu. Ça-
resizlik içinde yeniden haykırdım ama kuş şöyle hafifçe bir silkindik­
ten sonra bir kez daha bağırıııama fırsat vermeden gagasını kafama
gömdü . Başımı gagasıyla didikledikçe kopardığı tutam tutam saçım
suratına yapışmıştı.
Bu saldırıdan kaçınmak için kafamı umutsuzca sağa sola salla­
dıkça boynumun etrafını sımsıkı saran toprağı kabartıyor, gevşeti­
yordum. Bu çırpınışlarımın kuşların dikkatini daha da çekmekten
öte faydası olmadı. Dört yanımı tamamen sarmış durumdaydılar
artık, bulabildikleri her fırsatta gagalamaya devam ediyorlardı. Ne
kadar yüksek sesle bağırmaya çalışırsam çalışayım, giderek kuvve­
tini kaybeden sesimin Olga'nın kulübesine kadar ulaşması mümkün
değildi.
Kelimenin tam anlamıyla kuşların oyuncağı olmuştum. Ben kafamı
salladıkça onlar daha da azıyor, kudurganlaşıyorlardı. Ama bu arada
sanki yüzümden özellikle uzak duııııe:1.ya çalışıyor, durmaksızın kafa­
mın arka tarafına, enseme saldırıyorlardı.
36 JERZY KOSINSKI

Gücüm giderek tükeniyordu. Saldırılan savuştuııııak için her ha­


reket ettirişimde kafam daha da ağırlaşıyor, koca bir buğday çuvalını
bir yerden başka bir yere taşıyormuşum gibi zorlanıyordum. Deliııııe­
me ramak kalmıştı. Olan biteni bir sis bulutu ardından görür gibiydim
sanki.
Sonunda dayanamayıp pes ettim, onlardan biri haline geldim. Ben
de artık bir kuzgundum. Soğuktan buz kesmiş kanatlarımı topraktan
kurtarıp onlar gibi iki yana açtım. insanı kendine getiren serin rüz-
garla birlikte güneşin ufukta kalemle çizilmiş bir yay gibi uzanan ışın­
larına doğru havalandım. Uçarken keyifli keyifli ötmeye başladığım­
da, kanatlı yoldaşlarım da bana eşlik ediyordu.
Olga beni kuduruk kuş sürüsünün tam ortasında, saldırılarından
kafamda derin yaralar açılmış bir vaziyette bulduğunda neredeyse
donmak üzereydim. Yaşlı kadın süratle toprağı kazarak beni gömülü
olduğum yerden çıkardı.
Kendime gelip iyileşmem günler sürmüştü. Olga toprağın soğu­
ğuyla hastalığımı kendine çekerek aldığını söyledi. Dediğine göre as­
lında hastalığımı iyileştirenler kendilerinden biri olup olmadığımı
anlamak için kanımın tadına bakan kuzgunlara dönüşmüş hayaletler­
di. Mutlaka öyle olmalı, demişti kendinden emin, yoksa gözlerimi
oymadan beni bırakırlar mıydı hiç!
Günler haftaları kovaladı . Veba salgını etkisini yitiı ıııeye, yeni me­
zarların üzerinde taze otlar bitmeye başlamıştı. Zehirli diye, kimse
salgın kurbanlarının yattığı mezarları kaplayan otlara bile dokunma­
ya cesaret edemiyordu.
Bir sabah köylüler nehir kıyısına gelmesi için Olga'ya haber gön­
derdiler. Sudan solungaçlarının kenarında uzayan sert bıyıklarıyla ür­
kütücü, o bölgede pek rastlanmayacak kadar kocaman ve güçlü bir
balık çıkarmışlardı, balığı ağdan kurtarmaya çalışırken de balıkçılar­
dan birinin daman kesilmişti. Olga adamın kolundan fışkıran kanı
durdurmak için hemen turnike uyguladı. Bu arada diğer balıkçılar
balığın karnını yarıp içini temizliyorlardı. Hava kesesinin zarar göııııe­
miş olduğunu fark edince birden sevinç çığlıkları atmaya başladılar.
BOYALI KUŞ 37

Ben gayet rahattım, hiçbir şeyden kuşkulanmadan etrafa bakınıp


duruyordum. Birdenbire tombul bir adam beni tuttuğu gibi havaya
kaldırdı ve diğerlerine seslenerek bir şeyler söyledi. Kalabalık aniden
çılgınca alkışlamaya ve beni elden ele havada dolaştırmaya başladı.
Daha ne olduğunu bile anlamadan kendimi nehire attıkları hava ke­
sesinin üstünde buluveııııiştim. Benim ağırlığımla hava kesesinin ya­
nsı suya gömülmüştü. Birisinin ayağının ucuyla itelemesiyle kıyıdan
uzaklaşmaya başladım. Dehşet içindeydim, kollarımı ve bacaklarımı
can simidine sarılır gibi altımdaki yüzen balona dolamıştım. Nehrin
çamurumsu soğuk sularına batıp çıkarak ilerlerken, çığlıklar atarak
insafa gelmeleri için balıkçılara yalvarıyordum.
Nafile, giderek daha da uzaklaşıyordum kıyıdan. Kalabalık el kol
sallayarak kıyı boyunca koşup beni takip ediyordu. Bazıları taş atıyor,
kimi taşlar bacaklarıma isabet ediyordu. Biri neredeyse altımdaki ba­
lonu delecekti. Akıntı öyle güçlüydü ki hızla nehrin ortasına sürükle­
niyordum. Nehrin iki tarafına da ulaşmak artık imkansız görünüyor­
du. Bu arada bir tepenin arkasında kalan köylüler görünmez olmuş­
lardı.
Aniden çıkan bir esintiyle suyun yüzeyi kırıştı, böylesi bir rüzgara
karada hiç denk gelmemiştim. Akıntıyla birlikte kayarcasına hareket
ediyordum artık. Birkaç kez altımdaki balonumsu kese dalgalara gö­
mülür gibi olduysa da hemen toparlanıp bütün haşmetiyle yavaşça
ilerlemeye devam etti. Sonra aniden bir girdaba kapıldığımı, olduğum
yerde önlenemez bir şekilde döndüğümü hissettim. Hiçbir şekilde iler­
lemiyor, altımdaki balon aynı noktada dönüp duruyordu.
Ben de mümkün olduğunca vücudumu hareket ettirerek bu dön­
günün dışına çıkmaya çalışıyordum. Bütün geceyi bu şekilde geçire­
ceğim düşüncesi bir kabus gibi çökmüştü içime. Altımdaki bir şekilde
patlarsa anında boğulup gideceğimden emindim çünkü yüzme bilmi­
yordum.
Güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Bir an geliyor güneş tam
gözüme giriyor, yansımaları suyun üstünde baş döndürücü bir şekilde
dans ediyordu. Hava iyice soğumuştu, aniden sertçe esen bir rüzgar
38 JERZY KOSINSKI

beni içinde olduğum girdaptan çekip çıkardı.


Olga'nın köyünden çok uzaklardaydım artık! Akıntıyla kuytuluk
bir yere sürüklendim. Gölgelerin arasında çamurlu suların içinde sa­
lınan sazların karartısıyla, çoktan uykuya dalmış ördeklerin gizli yu­
valan ilişti gözüme. Orada burada kümelenmiş sazların arasından
süzülerek ilerliyordum. Sivrisinekler başıma üşüşmüştü. Suyun üstün­
de gezinen bitkilerin hışırtısına, ürkek bir kurbağanın vıraklaması
eşlik ediyordu. Can havliyle yapıştığım hava kesesi bir kamışın sivri
ucuna denk gelmesiyle patlayıverdi ve ayaklarımın nehrin süngerim­
si zeminine değdiğini hissettim.
Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Yalnızca uzaklardan insanın mı hayvanın
mı olduğunun ayırdına varamadığım bir takım sesler geliyordu. Bütün
tüylerim diken diken olmuştu, kendimi kasmaktan iki büklüm vazi­
yetteydim, olduğum yerden doğrulamıyordum bile. Bütün dikkatimle
etrafa kulak verdim ama hiçbir şey duyamadım.
Böylesine bir başıma olmaktan çok ürkmüştüm. Birden aklıma yar­
dım edecek kimse olmadan tek başıma kaldığımda Olga'nın kendimi
nasıl kurtaracağıma dair söylediği iki şey geldi. Bunlardan birincisi,
bitkileri ve hayvanları tanımanın, yani zehirli ve şifa veren otları bilip
ayırt etmenin ne kadar önemli olduğuydu. ikincisi ise insanın mutla-
ka bir ''kuyruklu yıldızı'', yani ateşinin olmasıydı. ilki zordu, böyle
konularda bilgi sahibi olmak için büyük tecrübe gerekliydi. ikincisi
için ise yanlarına delikler açılmış bir konserve kutusu bulmak yeter­
liydi. Kutunun tepesine uzunca bir teli kement usulü bağladın mı,
kiliselerdeki buhurdanlıklar gibi kutuyu elinde sallayarak tutmak
mümkün olurdu.
Böyle küçük bir konserve kutusu hem taşınabilir bir ısıtıcı hem de
mini bir mutfak olarak iş görür, çok işe yarardı. Yanıcı herhangi bir
malzemeyle dibindeki ateşi sürekli canlı tutmak mümkündü. Tıpkı
demircilerin körükleriyle yaptıkları gibi, kutu sallandıkça yanlarında­
ki deliklerden giren havayla ateş harlanır, ''kuyruklu yıldız'' dışarı
kaçmadan hep kutunun içinde kalırdı. Yakacaklarını doğru seçip, sal­
lama ivmesini de gerektiği şekilde ayarladın mı, ateşi ister ısınmak
••
ister yemeğini pişirmek için kullanabilirdin. Orneğin kuru bitkiler ve
nemli yapraklarla elde edilen hafif ateş patates, şalgam ve balık pişir­
mek için; kuru dallar ve samanın harlı ateşi ise taze avlanmış bir
kuşu kızartmak için daha uygundu. Kuş yuvalarından toplanan taze
yumurtaları pişiııııek için patates sapları en iyi seçimdi.
Gece boyunca ateşin geçmemesini sağlamak için, kuyruklu yıldızı
ulu ağaçların dibinden toplanan ıslak yosunlarla sıkıca sarıp sarıııa­
lamak gerekirdi. Islak yosun için için yandığında dumanıyla yılanları
40 JERZY KOSINSKI

börtü böceği de uzak tutmaya yarıyordu. Herhangi bir tehlike anında,


kutuyu biraz sallayarak ateşi yeniden harlamak mümkündü. Karlı ve
yağmurlu günlerde kuru ve reçineli ağaç kabukları ve dallarla ateş
takviye edilmeli, kutu sık sık sallanmalıydı. Ama rüzgarlı ve kuru
havalarda buna pek gerek yoktu. Birazcık ıslatılmış taze otla ateşin
harını azaltmak daha doğruydu.
Ateş kutusunun bir diğer faydası da köpeklere ve insanlara karşı
koruma sağlamasıydı. Kıvılcımlar saçarak sallanan bu tuhaf şey kar­
şısında en azgın köpekler bile tüylerine sıçramasından korkarak kaçı­
yor, ne kadar saldırgan olursa olsunlar insanlar da gözleri ya da yüz­
lerinin yanması riskini göze alamayarak geri çekiliyorlardı. Ateşli si­
lahla korunan bir kaleye ancak taşlarla ya da uzun sivri sırıklarla
saldırmak mümkün olabilirdi .
işte tam da bu yüzden kuyruklu yıldızın sönmemesini sağlamak
en önemli şeydi. Çünkü bir anlık dikkatsizlik, yorgunluktan uyuyakal­
mak ya da aniden bastıran yağmurla ne olduğunu bile anlamadan
sönebilirdi. Üstelik kibrit oralarda o kadar zor bulunan, dolayısıyla
değerli bir şeydi ki, insanlar zorlukla elde ettikleri kibritleri ortadan
ikiye ayırarak idareli kullanmaya çalışırlardı.
Bu yüzden kuzinelerde ya da fırınlarda yanan ateşin geçmemesi
için büyük özen gösterilirdi. Evin kadınları ateş köz halinde kalmaya
devam etsin diye külleri adamakıllı temizlemeden geceleri yatmaya
gitmezlerdi. Şafak vakti uyanınca da ilk işleri önce büyük bir saygıyla
haç çıkardıktan sonra üfleyerek ateşi canlandırmaktı. Ateş, derlerdi,
doğası gereği insanın dostu değildir, bu yüzden onun huyuna gitmek
gerekir. Ayrıca ateşi paylaşmanın, daha doğrusu birinden ateş almanın
şanssızlık getireceğine inanırlardı. Bu dünyadan ateş ödünç alan biri
cehennemde o ateşi iade etmek zorunda değil miydi neticede? Ateşin
hane dışına taşınmasının ineklerin sütünün kurumasına ve kısırlaş­
masına sebep olduğuna, annelerin bebelerini doğururken korkunç
felaketler yaşayabileceklerine de inanırlardı.
Parlaklık ve ısı nasıl ateşin olmazsa olmazıysa, hayatın olmazsa
olmazı da ateşti. Vahşi köpek sürülerinin koruması altındaki yerleşim
BOYALI KUŞ 41

birimlerine yaklaşabilmenin tek yolu yanında elinin altında bir ateş


kaynağının olmasıydı. Ateş olmazsa karlı kış günlerinde soğuktan
donmak ya da açlıktan ölmek işten bile değildi.
Sağdan soldan topladıkları yakacakları taşımak için insanların sırt­
larında ya da kemerlerinde mutlaka küçük çuval torbalar bulunurdu.
Gündüzleri tarlalarda çalışan köylüler yemeklerini ''kornet'' adını ver­
dikleri ateş kutularında pişirirlerdi. Geceleri çoluk çocuk eve döner­
ken var güçleriyle salladıkları ateş kutularından çıkan kıvılcımlar,
havada kırmızı parıltılı yaylar çizerek kuyruklu yıldızlar gibi saçılırdı
gecenin karanlığına. Zaten bu kutuların kornet adıyla anılması da bu
yüzdendi, gerçekten de parlak kuyruklu yıldızlara çok benzerdi gö­
rüntüleri. Olga bu parıltıların savaş, veba ve ölümü temsil ettiğine
inanırdı.
Bir kornet yapmak için gereken teneke kutuyu bulmak hiç de kolay
bir şey değildi. Bu kutuları yalnızca asker taşıyan trenlerin geçtiği
demiryollarının çevresinde bulmak mümkündü . Köylüler yabancıla­
rın da gelip kutuları toplamasına engel olmak için elinden geleni ar­
dına koymaz, kendi topladıklarını da ateş pahasına satarlardı. Bu
teneke kutular yüzünden demiryolunun her iki tarafındaki köylerde
yaşayanların kavgası hiç eksik olmazdı. Erkek çocuklarını da yanları­
na katan köylerin erkekleri sırtlarına çuvallarını, ellerine baltalarını
alıp her gün teneke toplamaya ve rakiplerini püskürtmeye giderlerdi.
ilk kometimi bana veren Olga'ydı. Ona da şifasını verip tedavi
ettiği bir hasta vermişti para yerine bu teneke kutuyu. Doğrusu ben
de çok iyi bakmıştım ateş kutuma. Genişlemeye yüz tutmuş hava de­
liklerini küçültmüş, yamulmuş vuruk yerlerini çekiçle düzeltmiş, te­
nekesini parlatıp pırıl pırıl yapmıştım. Çaldırırım korkusuyla hayatta
sahip olduğum bu tek ve en önemli şeyi bir telle bileğime sağlamca
bağladığımdan, kometim her zaman yanımda olurdu. Çatırdayarak
yanan ateşi hem bir güven duygusu verir, hem de ona sahip olduğum
için kendimi acayip gururlu hissettirirdi. Sık sık şifalı otlar ve bitkiler
toplamak için ormana gönderirdi beni Olga. Kometim yanımda oldu­
ğu için oııııana tek başıma gitmekten hiç korkup çekinmediğim gibi,
42 JERZY KOSINSKI

fırsat bu fırsat deyip çuvalımı ağzına kadar ormandan topladığım ya­


kacaklarla doldururdum.
Ama şimdi Olga uzaklardaydı ve ateş kutum yanımda değildi. So­
ğuktan ve korkudan tir tir titriyordum. Ayaklarım, bacaklarım sazların
açtığı kesiklerden yara bere içindeydi ve kanıyordu. Bacaklarımdan
baldırlarıma kadar yapışıp göz göre kanımı emen sülükleri ellerimle
etimden tek tek koparıp attım. Karanlık bastıkça nehrin üstüne ürkü-
tücü gölgeler düşmeye başlamıştı. iki kıyısında dizili kayın dallarının
çıtırtısı, salkım söğütlerin suya dokunarak okşayan yapraklarının hı­
şırtısına karışırken, Olga'nın sözünü ettiği gizemli yaratıkların inilti­
lerini duydum. Kafaları yarasa, gövdesi yılan bu yaratıklar acayip
şekillere giriyor, sonra da insanın bacaklarına dolanarak içindeki ya­
şama arzusunu çekip alıyordu. O kişi olduğu yerde çökerek bir daha
uyanmamak üzere derin bir uykuya dalıyordu. Bu acayip yılanları
daha önce ahırda gördüğümü hatırladım birden, inekler bu yüzden
ürkerek acı acı böğürmeye başlamışlardı. ineklerin bütün sütünü içip
tükettikleri hatta daha da fenası hayvanların içine süzülerek midele­
rinde ne var ne yoksa yiyip bitirerek zavallıları açlıktan öldürdükleri
söylenirdi.
Oramın buramın çizilmesine aldıııııadan, arapsaçına dönmüş ya­
bani otların, sazların kamışların kimi zaman altından, kimi zaman
arasından geçerek nehirden bir an önce uzaklaşmak için düşe kalka
koşmaya başladım.
Uzaklardan böğüren bir ineğin sesi geldi. Bunu duyunca hızla bir
ağaca tırmanıp tepesinden etrafta ne var ne yok göııııeye çalıştım.
Gözüme ateş kutularının parıltıları ilişince gelenlerin tarlalardan geri
dönenler olduklarını anlamıştım. Ağaçtan indiğim gibi çalıların ara­
sından sesi gelen köpeği kollayarak parıltıların daha yakınlaşmasını
beklemeye başladım.
Sesler giderek yaklaşıyordu. Belli ki duvar gibi yükselen çalıların
arkasında bir patika vardı. Kulağıma ayaklarını sürüyerek genç sığırt­
maçların peşinden giden hayvanların sesleri geldi. Çocukların elinde­
ki kametlerden sıçrayan kıvılcımların havaya yükselirken birden zik-
BOYALI KUŞ 43

zaklar çizerek karanlığa gömüldüklerini görebiliyordum artık. Ses


çıkarmadan çalılık boyunca onlarla beraber hareket etmeye devam
ettim. Niyetim uygun bir anda içlerinden birine saldırıp bir kornet ele
geçirmekti.
Yanlarındaki köpek kokumu almıştı. Birkaç kez burnuyla çalılıkla­
rı kokladıysa da hemen geri çekildi. Belli ki karanlık onu da ürküt-
••
müştü. Ustelik hırlayarak yaklaştığı her an yılan taklidi yaparak onu
geri kaçınıyordum. Ancak bu arada sığırtmaçlar da bir tehlike oldu­
ğunu sezmiş, hiç ses çıkarıııcımaya çalışarak etraftan gelen sesleri
dinlemeye başlamışlardı.
Kendimi adeta çalılıklara yapıştırmıştım. inekler arkasına saklan-
dığım dallara sürünüyorlardı artık. O kadar yakınımdaydılar ki, ko­
kularını bile duyabiliyordum. Köpek bir hamle daha yaptı, ama yılan
gibi tıslayarak hayvanı bir kez daha geri püskürttüm.
inekler daha da yanaşınca elimdeki değneğin sivri ucuyla ikisini
dürtükledim. Böğürüp peşlerinde köpek tırıs tırıs ilerlemeye başladık­
larını görünce ulurcasına bir haykırışla elimdeki değneği en yakınım­
daki sığırtmacın suratına indirdim ve ne olduğunu anlamasına fırsat
vermeden elindeki korneti kaptığım gibi çalılıkların arasına topukla­
dım.
Çıkardığım uluma sesinden ödleri kopan ve hayvanların panik
içinde sağa sola kaçışmasıyla adamakıllı korkan genç sığırtmaçlar ye­
diği darbeden sersemlemiş arkadaşlarını sürükleyerek köye doğru
kaçmaya başladılar. Bense hızla ormanın derinliklerine doğru kaçıp
kornetin ateşinin harını kırmak için üstüne nemli yaprak attım.
Yeterince uzaklaştığıma emin olduğumda üfleyerek ateşi körükle­
yip yeniden canlandırdım. Birden canlanıveren ateşin aydınlığıyla
karanlıkta saklanmakta olan börtü böcek ortaya çıkıvermişti. O sırada
gözüme ağaçların dallarına asılmış büyücüler ilişti. Onlar da gözleri­
ni bana dikmiş, kafamı karıştırıp beni yoldan çıkarmak için tuhaf tuhaf
bakıyorlardı. Uzaklardan, nedamet getirmiş günahkarların ölü beden­
lerinden kaçıp gezinmekte olan ruhlarının tüyler ürperten sesleri gel­
di kulağıma. Paslı kornetin ışığında ağaçların üstüme doğru eğildiğini
44 JERZV KOSINSKI

görür gibi oldum. Sanki içine hapsoldukları ağaçlardan kurtulup dı­


şarı çıkmaya çalışan hayalet ve hortlakların hüzünlü iniltilerini duyu­
yordum artık!
Ağaç gövdelerinin sağında solunda derin balta izlerini görünce bir
vakitler Olga'nın bana anlattıklarını hanrladırn. Köylüler ağaçlara
böyle kesikler atarak düşmanlarına büyü yaparlarmış. Balta ağacın
özsuyunun bulunduğu yere kadar saplandığı tam o anda büyü yapan
kişi mutlaka düşmanının adını söyleyip, yüzünü hayal ederıııiş ki
ağaçtaki derin kesik düşmanına hastalık ve ölüm getirebilsin. Etrafıma
bakınınca ağaçların hepsinde böyle kesikler olduğunu gördüm. Bura­
daki insanların çok düşmanları vardı dernek, onların başına felaket
getirebilmek için adamakıllı büyük bir gayret sarf ettikleri gün gibi
ortadaydı .
iyice ürkmüştüm, elimdeki korneti deli gibi sallıyordum. Ağaçlar
sanki baştan çıkarıcı bir saygıyla bana doğru eğilmiş, daha derin ka­
ranlıklarına doğru yol almaya davet ediyorlardı beni. Nehir kenarın­
daki köylerden mümkün olduğunca uzak durmak istediğim için enin­
de sonunda nasılsa kabul edecektim bu daveti.
Olga'nın büyülerinin beni ona kavuşturacağına inancım tamdı, bu
yüzden ormanın içlerine doğru ilerlemeye başladım. Kaçmaya kalkı­
şırsam eğer, yaptığı büyü sayesinde ayaklarımın beni mutlaka ona
geri getireceğini söylemez miydi Olga hep? Dernek ki korkmamı ge­
rektirecek bir şey yoktu. İçimde ya da dışımda her neyse artık, gizli
bir güç beni dosdoğru yaşlı Olga'ya yönlendirecek ona geri götürecek­
ti, bundan hiç şüphem yoktu.
Artık köylülerin ''Kıskanç'' diye isim taktıkları değirmencinin ya­
nında yaşıyordum. O bölgede yaşayan herkesten daha sessiz bir adam­
dı değirmenci. Komşuları ziyaretine geldiğinde bile hiç konuşmadan
oturur, kırk yılda bir, o da laflan uzata uzata ağzından bir kelam çı­
kardı. Düşünceli düşünceli votkasını yudumlarken gözleri duvardaki
kimbilir ne zamandır oraya yapışıp kurumuş sinek ölüsüne takılı ka­
lırdı.
Yalnızca karısı odaya girdiği zaman uyanırdı dalıp gittiği bu derin
hayallerden. Kendisi de en az kocası kadar sessiz olan kadıncağız her
zaman kocasının arkasına geçip oturur, odaya bir erkek girip gözü ona
iliştiği anda gözlerini utançla yere indirirdi.
Ben onların odasının hemen üstündeki tavan arasında uyuyordum .
Gece oldu mu kavgaları uyandırırdı beni. Adam karısının değirmende
yanında çalışan genç oğlanla cilveleştiğinden, tarlada ve değir ıııende
orasını burasını cüretkarca açıp çocuğu baştan çıkardığından şüphe­
lenir, bağırıp çağırırdı. Kadın da ağzını açıp inkara bile kalkışmaz,
öylece dururdu. Bazen bu tek taraflı kavga bitmek bilmez, öfkeli de­
ğirıııenci odadaki mumları yakıp ayağına çizmelerini geçirdiği gibi
kadını tekmeleyip dövmeye başlardı. Değirmencinin karısının çıplak
vücudunu kırbaçlamasını döşemelerin arasındaki çatlaktan izlerdim.
Kadın kuştüyü yorganı üstüne çekerek kendini korumaya çalışır ama
adam yorganı çekip yere atardı. Bacakları iki yana açık vaziyette üs­
tünde dikilerek indirdiği her darbeyle kadının tombul etinde kıııııızı
izler bırakırdı.
Hiç acıması yoktu. Kırbacını her indirdiğinde kadının kaba etlerin­
de, göğüslerinde, boynunda, bacaklarında, omuzlarında incecik çiz-
46 JERZY KOSINSKI

giler halinde yaralar açardı. Kadın giderek gücünü kaybedip bir köpek
yavrusu gibi inleyerek yatar kalır, sonra sürünerek kocasının bacakla­
rına sarılıp affedilmek için yakarırdı.
Sonunda değirmenci elindeki kırbacı bir kenara bırakır, mumu
söndürüp yatağa girerdi. Kadın acı içinde olduğu yerde büzüşür, in­
lemeye devam ederdi. Ertesi sabah yattığı yerden zor bela kalkıp be­
reli elleriyle gözündeki yaşları silerek yaralarını gizlerdi.
Kulübenin bir üçüncü sakini daha vardı. Besili bir tekir kediydi bu.
Günlerden bir gün hayvan adeta delirdi. Miyavlamak yerine acı acı
cıyaklıyor, böğürleri sarsılarak kendini oradan oraya atıyor, duvarlara
sürtünüp duruyor, değirmencinin karısının eteklerine yapışıp tıııııalı­
yordu. Cıyaklamaları, tuhaf iniltileri evdekileri canından bezdirmişti.
Akşam olduğunda kendini dövercesine kuyruğunu sallayıp deli gibi
bağıııııaya devam ediyordu hala.
Değirmenci iyice azmış vaziyetteki kediyi bodruma kapatıp değir­
mene gitti. Giderken de karısına akşam çalışanını yemeğe getireceği­
ni söyledi. Kadın yine tek kelime etmeden yemekleri yapıp sofrayı
hazır etti.
Değirmende çalışan genç oğlan öksüzdü, kimsesi yoktu. Zaten de­
ğirmencinin yanındaki sezonluk iş onun ilk işiydi. Uzun boylu, kendi
halinde bir gençti. Gözünün önüne düşen lepiska saçlarını duııııadan
eliyle arkaya yatırmaya çalışırdı. Değirmenci karısıyla delikanlının
dedikodusunun ayyuka çıktığını biliyordu. Oğlanın mavi gözlerine
baktığında kadının renkten renge girdiğini, kocasına yakalanmaktan
korkmaksızın bir eliyle eteğini sıyırırken, diğeriyle de dolgun meme­
lerini göstermek için elbisesinin korsesini aşağı çekiştirdiğini konu­
şurdu köylüler. Bu pervasızlığı sırasında da gözlerini oğlandan ayır­
madığını eklerlerdi.
Akşam değirmenci yanında delikanlıyla geldi. Oğlanın omzuna
astığı çuvalın içinde komşulardan birinden aldığı bir erkek kedi vardı.
Kedinin kafası acayip büyüktü ve esaslı uzun bir kuyruğu vardı. Bod­
rumdaki kedi iyice azmış artık neredeyse ulurcasına sesler çıkarıyor­
du. Değirmenci bodrumun kapısını açar açmaz zincirinden boşanmış-
BOYALI KUŞ 47

çasına fırlayarak kendini odanın ortasına attı. Şimdi iki kedi kesik
kesik soluyarak birbirlerinin çevresinde dönüp duruyor, birbirlerini
tartıyorlardı. ••
Değir· rııencinin kansı sofraya yemekleri getirdi. Uçü de sessiz se-
dasız yemeye koyuldular. Değirmenci masanın tam ortasında oturrııuş
bir yanına karısını diğer yanına da delikanlıyı almıştı. Ben fırının ya­
nına çömelmiş karnımı doyururken karşımdaki iki erkeğin yemekle­
rini nasıl büyük bir iştahla yediklerini adeta hayranlıkla izliyordum .
••
Onlerindeki koca et parçalarını ve kocaman ekmek somunlarını ağız-
larına tıktıktan sonra votkalarından kocaman yudumlar alıp hızla
midelerine gönderiyorlardı.
Bir tek kadın ağzına attığı küçük lokmaları yavaş yavaş çiğneyip
yutuyordu. Lokmasını almak için kafasını tabağa eğdiği anda genç
oğlan, kadının giysilerinin üstünden belli olan dolgun göğüslerine
şimşek hızıyla kaçamak bakışlar atıyordu.
Odanın ortasında durmakta olan tekir, birdenbire gerildi ve kam­
buruyla aynı anda dişleri ve pençelerini çıkartarak erkek kedinin üs­
tüne atladı. Erkek kedi önce bir duraksadı, sonra o da gerilip dişi
kedinin ateşler saçan gözlerine doğru hırladı. Dişi onun çevresinde
şöyle bir dönendi, önce bir adım attı, sonra geri çekildi ve bu kez ıslak
burnuyla dokunup dürttü. Şimdi sıra erkek kediye gelmişti. Dişinin
baş döndürücü kokusunu içine çekerek etrafında dolanmaya başla­
mış, kuyruğunu dikerek dikkatlice arkasından saldırmaya niyetlen­
mişti ama dişi buna pek izin verecek gibi görünmüyordu. Yere yapış­
mış adeta bir değirmentaşı gibi dönüyor, tırnaklan dışarı uğramış
pençeleriyle burnuna küçük darbeler indiriyordu.
Değirmenci, kansı ve genç oğlan sessizlik içinde bir yandan ye­
meklerini yerken, bir yandan da ağızları açık halde kedileri seyredi­
yorlardı. Kadının yüzünü al basmış, neredeyse boynuna kadar kızar­
mıştı. Genç oğlan kaçamak bakışlarını aynı hızla tabağa dikiyordu
indiriyordu . Alev alev yanan alnına terler iniyor, dur·ıııadan gözünün
üstüne düşen kısa saçlarını habire eliyle geri itiyordu. Bir tek değir­
menci kedileri izlerken sakin sakin yemeğini yemeye devam ediyor ve
48 JERZY KOSINSKI

zaman zaman da göz ucuyla karısıyla misafirini süzüyordu.


Erkek kedi aniden kararını vermişti, hareketleri birden daha belir­
ginleşti, bir adım attı. Dişi kedi oyunbazca geri çekilir gibi yaptı ama
erkek gerilerek bir sıçrayışla dört ayak üstüne dişinin üstüne adeta
kondu ve hiç vakit kaybetmeden dişlerini boynuna geçirerek bir ham-
lede girdi dişinin içine. işini bitirdiğinde bitkindi ama gevşemişti. Ye-
re yapışmış vaziyette olan dişi cırlayarak kendini erkeğin altından
kurtardığı gibi soğumuş fırının önüne attı. Sudan çıkmış balık misali
debeleniyor, patileriyle boynunu sıvazlayarak kafasını sıcak duvara
sürtüyordu.
Değirmencinin karısıyla genç oğlan, lokmaları ağızlarında alık alık
birbirlerine bakıyorlardı. Kadının nefesi hızlanmıştı -belli ki ne yap­
tığını bilmiyordu- ellerini memelerinin altına yerleştirmiş mıncıklayıp
duruyordu. Genç oğlan bir kedilere bir kadına bakarak kurumuş du­
daklarını yaladı, zorlukla yemeğine geri döndü.
Değirmenci son lokmasını ağzına attıktan sonra kafasını geriye
atarak elindeki votkayı bir dikişte yuvarladı. Adamakıllı sarhoş olma­
sına rağmen ayağa kalktı ve bir elindeki teneke kaşığı öbür eline vura
vura genç oğlana yaklaştı. Delikanlı afallamış öylece duruyordu. Ka­
dın eteklerini toplayıp ateşin başına yürüdü.
Değirmenci delikanlıya doğru eğilip kızarmış kulağına bir şeyler
fısıldadı. Oğlan bıçağın ucuyla dürtüklenmiş gibi yerinden fırlayıp
inkara koyuldu. Değirmenci bu kez yüksek sesle sordu karısına göz
koyup koymadığını. Oğlan kıpkırmızı kesildi ama cevap vermedi. De­
ğirmencinin karısı arkasını döndü ve bulaşıkları temizlemeye koyul­
du.
Değirmenci ortalıkta gezinen erkek kediyi işaret ederek yeniden
bir şeyler fısıldadı oğlanın kulağına. Oğlan oradan bir an önce çıkmak
niyetiyle bir gayret oturduğu yerden kalkmaya yeltendi. Değirmenci
bir anda harekete geçerek altındaki iskemleyi devirdi, oğlan daha
neye uğradığını anlamadan bir kolunu boğazına dayadığı gibi duvara
yapıştırdı ve midesine tekmeyi indirdi. Korkudan ödü kopmuştu. Oğ­
lan hareket edemiyor, kesik kesik nefes alırken bir şeyler söylemeye
BOYALI KUŞ 49

çalışıyordu.
Kadın ağlayıp yalvararak kocasına doğru atıldı. Kargaşadan ürken
erkek kedi bir sıçrayışta masanın üstüne çıktı, fırının üstünde içi ge­
çerek yatmakta olan dişi uyanıp olan biteni izlemeye başladı.
Değiııııenci bir tekmede karısını uzaklaştırdı kendinden. Tıpkı ka­
dınların patates soyarken üstündeki çürük noktalan oymak için yap­
tığı gibi gayet seri bir hareketle elindeki teneke kaşığı oğlanın gözüne
daldırdı ve göz çukurunda bir tur attırdı.
Göz, kırık kabuğundan çıkan yumurta sarısı gibi fırlayıp önce de­
ğirmencinin eline, oradan da tahta döşemenin üstüne aktı. Oğlan
böğürürcesine haykırıp çırpınıyordu ama değirmenci onu duvara ya­
pışmış halde tutmaya devam etti. Kanlı teneke kaşığı bu kez diğer
göze daldırdı. ikinci göz daha hızlı fırladı dışarı, önce ne yapacağını
bilmezcesine oğlanın yanağında gezindikten sonra sırayla gömleğiyle
pantolonuna atlayıp nihayetinde yere düştü. .
Bütün bunlar saniyeler içinde olup bitmişti. Gördüklerime inana­
mıyordum. Bir an için bu gözlerin yeniden yerine konabileceği gibi
umut ışığı çaktı zihnimde. Değirmencinin kansı aklını oynatmış gibiy­
di çığlık çığlığa bağırıyordu. Sonra yan odaya, korkuyla ağlamaya
başlayan çocuklarının yanına koştu. Genç oğlan acı acı haykırmayı
bıraktı, elleriyle yüzünü kapadı. Parmaklarının arasından süzülen kan
önce kollarına oradan da gömleğine ve pantolonuna inmeye devam
etti.
Değirmenci öfkesini hala alamamış, kör olduğunun farkında de­
ğilmişçesine oğlanı pencereye doğru itelemeye başladı. Genç çocuk
tökezledi, haykırdı, o sırada neredeyse masaya kapaklanıyordu. De­
ğirmenci bir tekmeyle kapıyı açıp oğlanı omuzlarından tuttuğu gibi
fırlattı. Ayağı kapı eşiğine takılan delikanlı haykırarak avluya uçtu. Ne
olduğunu anlamayan köpekler de havlamaya başlamıştı.
Gözler hala yerde duruyordu. Boşluğa dikili kalmış bakışlardan
gözümü ayıııııadan etraflarında bir tur attım. Kediler de ürkekçe oda­
nın ortasına geldiler önce, sonra yün yumaklarıyla oynar gibi oyna­
maya başladılar göz toplarıyla. Gaz lambasından süzülen ışıkla kendi
50 JERZY KOSINSKI

göz bebekleri ince birer çizgi haline gelmişti. Göz toplarını sağa sola
yuvarladılar, kokladılar, yaladılar, patileriyle birbirlerine pas attılar.
Artık odanın her köşesinden bana bakıyor gibiydi gözler. Adeta yeni
bir hayat ve devinim kazanmış gibiydiler.
Büyülenmişçesine, kendimi alamadan seyrediyordum gözleri. De­
ğirmenci orada olmasaydı, dayanamaz ben de alırdım gözleri. Kesin­
likle görmeye devam ettiklerinden emindim. Onları cebimde taşır,
gerektiği anda çıkarıp kendiminkilerin üstüne takardım. O zaman
görme yetim şimdikinin iki katına, belki daha da fazlasına çıkardı. Ya
da belki onları kafamın arkasına takardım. Nasıl olacağını tam kesti­
remiyordum ama arkamda olup bitenleri gösterebilirlerdi sanki bana.
Ama hepsinden iyisi, onları eve bırakırdım, döndüğümde ben yokken
neler olduğunu anlatırlardı.
Kimbilir, belki de gözlerin kimsenin işine yaramaya niyeti yoktu.
Hani isteseler kedilerin elinden kolayca kurtulup yuvarlana yuvarlana
kapıdan çıkıp gidebilirlerdi. Azat edilmiş kuşlar gibi tarlalarda, göl­
lerde, oııııanlarda dolaşıp istediklerine bakarlardı. Özgür oldukları
için ölmezlerdi de. Küçücük olduklarından istedikleri yerde saklanıp
gizlice insanları seyrederlerdi. Bu düşüncelerin heyecanıyla, kapıyı
yavaşça kapatıp onları içeride tutmaya karar verdim.
Değirıııenci, belli ki kedilerin bu oyunundan sıkılmıştı, hayvanları
tekmeleyerek uzaklaştırdı. Ayağıyla basarak ezdi gözleri. Çizmesinin
kalın tabanının altından bir şey fışkırdı. Dünyayı yansıtan müthiş ay­
na kırılıvermişti. Yerde peltemsi bir parça ıslaklık kalmıştı. İçimi kor­
kunç bir kayıp duygusu kapladı.
Değirmenci bana dikkat bile etmeden kendini tahta kanepeye attı
ve sallana sallana uykuya daldı. Ses çıkarmamaya çalışarak yerimden
kalktım, yerdeki kanlı kaşığı alıp sofrayı toplamaya başladım. Odayı
derli toplu tutmak ve yerleri süpürmek benim görevimdi. Bunları ya­
parken yerdeki ezilmiş gözlere ilişmedim, ne yapacağımı pek de bile­
miyordum. Sonra bakmamaya çalışarak süpürgeyle tahta kovaya al­
dım ve sobaya attım.
Sabah erkenden uyandım. Aşağıda değirmenci ile karısının horul-
BOYALI KUŞ 51

dayarak uyuduğunu duydum. Sessizce kendime bir yiyecek çıkını ha­


zırladım, kometime gerektiği kadar kor doldurdum, avludaki köpeği
havlamaması için bir parça sosisle kandırıp, kulübeden kaçtım.
Ahırın bitişiğinde yükselen
••
değirmenin dibinde yığılmış yatan de-
likanlı ilişti gözüme. ünce hızla geçip gitmeyi düşündüm yanından,
ama artık göremediğini hatırlayınca durdum. Hala kendine geleme­
mişti. Yüzünü ellerinin arasına almış, bir yandan inliyor bir yandan
hıçkırıyordu. Yüzünde ellerinde ve gömleğindeki kanlar kuruyup sert­
leşmişti. Ona bir şeyler söylemek istedim ama bana gözleri hakkında
bir şeyler sorar ve ben de artık onları unutması gerektiğini söylemek
zorunda kalırsam diye korktum. Neticede değirmenci gözlerini ezerek
püre haline getirmişti. Onun için öylesine üzgündüm ki!
Bir insanın kör olması daha önce görmüş olduğu her şeyi unutma-

sına da sebep olur mu diye merak ediyordum. Eğer öyleyse o zaman


rüya bile göremezdi ki! Ama öyle değilse, gözleri olmayanlar anıları­
nı görmeye devam edebiliyorlarsa o zaman durum çok kötü sayılmaz­
dı . Dünya her şekilde aynıydı ve tıpkı hayvanlar ve bitkiler gibi insan­
lar da birbirlerinden farklı olsalar da insan onları yıllar yılı görünce
neye benzediklerini bilir, anlardı. Ben bu dünyada yalnızca yedi yıl
yaşamıştım ama bir sürü şey hatırlıyordum. Gözlerimi kapadığım an­
da bir çok ayrıntı gayet canlı bir şekilde zihnimi dolduruveriyordu
hala! Kim bilir belki bu delikanlı da gözleri olmayınca tamamen yeni
ve çok daha güzel bir dünyayı görmeye başlayabilirdi.
Köyden gelen sesler işittim . Değirmencinin uyanabileceği korku­
suyla yoluma devam ettim. Zaman zaman ellerimle gözlerimi yoklu­
yordum. Daha dikkatliydim yürürken••
çünkü artık gözlerin sağlam
kökleri olmadığını biliyordum. üne doğru eğilince dallardaki elmalar
gibi aşağı sarkıp kolayca düşebiliyorlardı. Kesin karar vermiştim. Hen­
deklerin üstünden atlarken başımı arkaya doğru atacaktım . Ancak ilk
denememde takılıp düştüm. Korkuyla hemen parmaklarımla gözleri­
mi yokladım hala yerlerinde olup olmadıklarını anlamak için. Gerek­
tiği şekilde açılıp kapandıklarından emin olduktan sonra havada kek­
liklerin ve ardıç kuşlarının uçtuğunu görüp onları izledim büyük bir
52 JERZY KOSINSKI

keyifle. Çok hızlı uçmalarına rağmen, bulutların altına girip yağmur


damlalarından daha küçük göründüklerinde bile onları gözlerimle
takip edebiliyordum. Kendime gördüğüm her şeyi hatırlayacağıma
dair yemin verdim. Bir gün birisi çıkıp benim gözlerimi de oyarsa
yaşadığım sürece gördüğüm her şeyi belleğime kazımış olacaktım.
Benim görevim komşu köylere kuş satan Lekh için kuş kapanları
hazırlamaktı. Kuş yakalama konusunda Lekh'in üstüne kimse yoktu.
Yalnız çalışırdı. Çok küçük, zayıf ve kilosuz olduğum için almıştı beni
işe. Çünkü bu halimle kendisinin uzanamadığı, sığamadığı yerlere,
yani ağaçların ince dallarının ucuna, ısırgan ve devedikeni topakları­
nın aralarına, bataklıkların içindeki adacıklara kapanları kurabiliyor­
dum.
Lekh'in bir ailesi yoktu. Kulübesinde serçeden baykuşa her çeşit
kuş bulunurdu. Köylüler bu kuşlara karşılık ona süt, tereyağı, ekşi ma­
ya, peynir, ekmek, sucuk, votka, meyve ve hatta kumaş gibi temel ihti­
yaç maddelerini verirlerdi. Lekh de gezdiği köylerde kafeslere koydu­
ğu güzel ötüşlü kuşlarının güzelliğini sergileyip eksiklerini tamamlar­
dı.
Adamın sivilceli ve çilli bir suratı vardı. Köylüler böyle suratların
kırlangıç kuşu yuvalarından yumurta çalanlarda görülen bir şey oldu­
ğunu söylerlerdi. Lekh ise çocukken düşüncesizce ateşe tükürdüğü
için bu hale geldiğini iddia ederdi. Köyde katiplik yapan babasının
büyüdüğünde Lekh'in kendisi gibi olmasını istediğini anlatmıştı. Oysa
o daha küçücükken oııııanların büyüsüne kapılmış. Kuşların uçabilme
özelliğine pek imrenirmiş, onlarla ilgili her şeyi okuyup öğrenmiş. Bir
gün babasının evinden kaçıp yabani kuşlar gibi köy köy, orman orman
dolaşmaya başlamış. işte o zamanlar başlamış kuş yakalamaya. Tarla
kuşlarının ve bıldırcınların şaşırtıcı yaşamlarını en ince ayrıntısına
kadar gözlemlemiş. Guguk kuşlarının tasasız ötüşlerini, saksağanların
tiz çığlıklarını, baykuşların kendine özgü bağırışlarını bire bir taklit
edermiş. Şakrak kuşunun flörtöz ötüşünü, dişisi kaçan mutsuz bıldır-
54 JERZY KOSINSKI

cının yuvanın etrafında daireler çizerek uçuşunu, acımasız oğlan ço­


cuklarının yağmalayarak bozduğu yuvasına üzülen kırlangıcı tanır,
biliııııiş. Bir şahinin uçuşundaki gizeme, leyleklerin kurbağa avlarken­
ki sabrına hayranmış. Bülbülün ötüşüne imrenirmiş.
Kısaca Lekh'in bütün çocukluğu kuşlar ve ağaçlar arasında geçmiş­
ti. Şimdiyse büyük bir hızla kelleşiyor, dişleri çürüyüp dökülüyor, su­
ratı giderek daha buruşuyordu. Gözleri de eskisi gibi görmüyordu
artık. Bu nedenle kendi elleriyle yaptığı kulübesine yerleşmiş, bir kö­
şesinde kendi yaşarken evin kalanını kuş kafesleriyle doldurmuştu.
Bu kafeslerin dibinde bir yerde bana da küçücük bir yer ayarlamıştı.
Lekh hep kuşlardan konuşurdu. Ben de anlattıklarını can kulağıy-
••
la dinlerdim. Orneğin Aziz Joseph gününde uzak denizlerden köye
gelen leylek sürülerinin Aziz Bartholomeus sopasıyla kurbağaları ça­
murlara sürene dek oralarda kaldığını ondan öğrendim. Kurbağaların
ağzına dolan çamur yüzünden vıraklamalarını duyamayınca leylekler
onları yakalayamıyor ve başka yerlere göçmek zorunda kalıyorlardı.
Leyleklerin yuva yaptıkları evlere şans getirdiğini de öğrenmiştim.
Leylekler köye gelmeden onlar için yuva hazırlamasını bilen tek
adamdı Lekh. Ve onun yaptığı yuvaların boş kaldığı görülmemişti. Bu
işi oldukça iyi bir para karşılığı yaptığı için ancak zengin çiftçiler on­
dan bu hizmeti talep edebiliyorlardı.
Lekh yuvaları çok büyük bir titizlikle hazırlardı. Yuva yapmak için
seçilen çatının orta yerine önce ana iskeleti oturtmak için kanallar
açar, rüzgar yuvayı bozmasın diye de bu kısmı her zaman batıya dönük
tutardı. Sonra bu kanalların ortalarına leyleklerin getirdiği çalı çırpı­
yı tutması için uzun çiviler çakardı. Kuşların gelme vakti yaklaştığın­
da dikkatlerini çekmek için çivilerin arasına büyükçe kırmızı bir bez
gererdi.
Bahar geldiğinde havada uçan ilk leyleği görmenin şans getirdiği
kadar oturan ilk leyleği görmenin de dert ve talihsizlik getirdiği bili­
nen bir şeydi. Leylekler köyde neler olup bittiğini bilmek açısından da
önemliydi. Uzaklarda oldukları zamanlarda kötülüklere mekan olan
ya da günahkar insanların yaşadığı evlerin çatısına bir daha asla geri
BOYALI KUŞ 55

dönmezlerdi.
Leylekler tuhaf kuşlardı. Lekh bana bir keresinde bozulmakta olan
bir yuvayı düzeltmeye çalıştığı sırada kuluçkaya yatmış dişi leyleğin
kendisine gagasıyla nasıl saldırdığını anlatmıştı. O da intikamını ley­
lek yumurtalarının arasına bir kaz yumurtası yerleştirerek almıştı.
Yumurtalar çatlayıp yavrular ortaya çıkınca ana baba leylek hayretler
içinde bakakalmıştı. Çünkü yavrularından bir tanesi çarpık kısa ba­
cakları, düz gagasıyla gayet şekilsiz bir kuştu. Baba derhal anne ley­
leği zinayla suçlayarak piçini hemen orada öldürmeye kalkışmışsa da
anne yavrunun yuvada kalması için büyük mücadele veııııişti. Bu
aile kavgası günlerce sürmüştü. Sonunda anne kaz yavrusunun haya­
tını kurtarmaya karar vererek zarar görmesin diye onu dikkatlice ça­
tıdan aşağı avludaki samanların üstüne yuvarlamıştı.
Böylelikle bu konu artık kapanmışa, aile birliği yeniden kurulmu­
şa benziyordu. Ancak, göç zamanı geldiğinde leylekler her zamanki
gibi bir araya gelip durumu yeniden gözden geçirdiler. Tartışmaların
sonunda dişi leyleğin zina suçu işlediğine ve eşinin yanında olmayı
hak etmediğine karar verildi. Ve kararın gereği yerine getirildi. Kuş
sürüsü kusursuz bir düzende havalanmadan önce gaga ve kanat dar­
belerine maruz kalan sadakatsiz dişi, kocasıyla yaşadığı çatıya yığıldı
kaldı. Köylüler onu bulduklarında çirkin kaz yavrusu anne leyleğin
cansız bedeni başında gözyaşı dökmekteydi.
Kırlangıçların yaşantısı da oldukça ilginçti. Meryem Ana'nın en
sevdiği kuşlar olan kırlangıçlar baharın ve mutluluğun habercisi ola­
rak kabul edilirlerdi. Sonbahar gelince yorgun ve uykulu bir şekilde
uzaklara, başka diyarların sazlıklarına göç ederlerdi. Oralarda tüne­
yerek dinlenmeye koyulan kırlangıçlar, bir zaman sonra ağırlıklarına
dayanamayıp eğilen sazların üstünden suya düşerler, diye anlatırdı
Lekh. Bu yüzden de kırlangıçların kış boyunca suyun altında buzdan
evlerde güvenle yaşadıklarına inanılıı ıııış.
Guguk kuşunun nasıl öttüğü de bir sürü şeyi gösteriııııiş. Mevsimin
ilk ötüşünü duyan kişi, hemen cebindeki bozukları şıngırdatarak pa­
ralarını sayarsa yıl boyunca cebinde en az o kadar paranın olacağını
56 JERZY KOSINSKI

garantilermiş. Hırsızlar için de yılın ilk guguk kuşu ötüşünü hatırla­


maları önemliymiş. Eğer bu sesi ağaçlar yapraklanmadan önce duy­
muşlarsa, soygun planlannı unutmalannda fayda varmış çünkü bu
soygunun başansız olacağı anlamına geliııııiş.
Guguk kuşlannı bir başka severdi Lekh. Onlann kuşa döndürülmüş
soylu insanlar olduklarına ve yeniden insan olmak için çaresizce Tan­
rı'ya yakardıklarına inanırdı. Yavrularını büyütüp yetiştirme yöntem­
lerini soylu geçmişlerinin bir göstergesi olarak görürdü. Guguk kuş­
ları, derdi, yavrularının eğitimini asla kendileri üstlenmezler. Bunun
yerine, yavrulannı besleyip bakmaları için kuyruksallayan kuşları
tutar, kendileri ise yeniden insana dönüşmek için Tanrı'ya yakararak
ormanda uçmaya devam ederlerdi.
Yarasalardan tiksintiyle bahseder, onların yarı kuş yarı fare oldu­
ğunu söylerdi. Kötü ruhların görevlendi1·111esiyle her an yeni kurban­
ların peşindeydi yarasalar, kafa derisine yapışabilme özellikleriyle
insanların beyinlerine günahkar arzular aşılarlardı. Ama bazı fayda­
ları da yok değildi. Lekh bir keresinde üstüne ağ atarak tavan arasın­
da bir yarasa yakalayıp evin dışındaki karınca yuvasının üstüne koy­
muştu. Ertesi sabah yarasadan geriye yalnızca beyaz kemik parçaları
kalmıştı. Lekh bu kemikleri büyük bir özenle topladı, lades kemiğini
ayırarak boynuna taktı. Kalan kemik parçalarını da toz haline getirip
bir bardak votkaya karıştırdı. Sevdiği bir kadın vardı, bu iksiri ona
içirdi. Bu, dedi, onun bana karşı duyduğu arzuyu artıracak.
Lekh, bana bir erkeğin kuşları mutlaka dikkatlice izlemesi gerek­
tiğini ve onlann davranışlarından öğrenilecek çok şey olduğunu öğ­
retti. Eğer gün batımının kızıllığında gökyüzünde envai çeşit kuşun
kalabalıklar halinde uçtuğu görülürse, bu, kanatlarına konmuş kötü
ruhların lanetliler arayışı içinde olduğu anlamına geliyordu. Çeşit tür­
lü kargalar bir tarlada bir araya gelmişlerse, bu toplanma Şeytan'ın
onların içine diğer kuşlara karşı nefret tohumlannı ekmesi için olurdu.
Uzun kanatlı beyaz kargalann ortaya çıkması sağanak yağışlann, ba­
harda alçaktan uçan yabani kazlar da yazın yağmurlu, hasadın da
kötü geçeceğinin göstergesiydi.
BOYALI KUŞ 57

Sabah gün ağarırken, kuşlar henüz uykudayken çıkardık Lekh ile


kuş avına. O önden, çalıların ve bodur bitkilerin üzerinden zıplayarak
ilerlerdi. Ben de tam arkasından onu takip ederdim. Saatler ilerleyip,
gün ışığı ormanın en karanlık yerlerini ve tarlaları aydınlatmaya baş­
layınca, bir gün önceden kurduğumuz kapanlara yakalanan kuşları
toplamaya başlardık. Lekh, korku içinde çırpınıp duran kuşları kapan­
lardan çıkarırken ya tatlı sözler söyleyerek hayvanları sakinleştirmeye
çalışır ya da öldüııııekle tehdit ederdi. Sonra onları omzuna astığı
kocaman bez çuvala tıkardı. Kuşlar orada yorgunluktan bitkin düşene
kadar çırpınır, sonra sesleri kesilirdi. Çuvala giren her yeni tutsakla
Lekh'in sırtındaki çuval yeniden canlanır, hareket etmeye başlardı.
Çuvala son katılan kuşun yakınları tepemizde dönenip dururken ötüş­
leriyle üzerimize lanet yağdırırlardı. Lekh de kırlaşmış kaşlarının al­
tından öfkeyle bakarak onlara aynı şekilde cevap verirdi. Kuşlar biraz
daha ısrarcı olunca çuvalı yere bırakır, sapanına bir taş yerleştirip,
sürüyü hedef alarak taşı fırlatırdı. Hiç ıskaladığı olmazdı, zaten aka­
binde kuşlardan biri hareketsiz düşüverirdi gökyüzünden yere doğru.
Lekh arkasına dönüp kuşun cansız bedenine bakmaya gerek bile gör­
mezdi.
Omzumda asılı kuş çuvalıyla arkasından koştururken öğlene doğ­
ru Lekh'in adımları hızlanır, alnında biriken terleri daha sıklıkla sil­
meye başlardı. Onun için günün en önemli saati yaklaşıyordu. Çünkü
köylülerin ''Salak Ludmilla'' diye isim taktıkları kadın, oııııanın uzak
bir köşesinde, yalnızca ikisinin bildiği yerde onu bekliyor olurdu.
Orman derinlere doğru giderek daha sıklaşır, ürkütücü bir hal alır­
dı. Gürgen ağaçlarının sümüksü çizgiler taşıyan yılan renkli gövdele-
ri bulutlara doğru yükselirken, insanoğlunun ta başlangıcından bu
yana var olan - öyle derdi Lekh- ıhlamur ağaçlarınııı mektup kağıt­
larının üstündeki kenar süslerine benzeyen küfle bezenmiş kurşuni
renkteki gövdeleri tüm heybetiyle dikilirlerdi. Aç kuşların boyunlarını
yiyeceğe uzatması gibi gövdelerinden dışarı uzanan meşe ağaçlarının
dalları güneş ışınlarını engelleyerek çamları ve kavakları gölgelere
mahkum ederdi. Lekh bazen durup ağaçların yer yer beyazlıklar gö-
58 JERZY KOSINSKI

rünen gövdelerine, çürümeye yüz tutmuş kabuklarına, budakların


arasına bakarak hayvanların izlerini sürerdi. Huş ağaçlarının arasında
yol alırken yeni filiz veııııiş körpecik dallan dikkatlice eğip öyle ge­
çerdik.
Varlığımız etrafımızı bir sis perdesi gibi saran yeşilliklere tünemiş
kuşları ürkütür, kanat çırparak sürüler halinde havalanmasına sebep
olurdu. Korku dolu cırıltıları anlar korosunun vızıltısına karışır, etra­
fımızda ışıldayarak hareket eden bir bulut kümesi oluşurdu. Lekh
arılardan korunmak için ellerini yüzüne kapatıp çalılıkların arasına
sığınmak için kaçar, bense havadan gelen bu hınçlı akına karşı koymak
için bir elimi havada sallarken, diğer elimle kucağımdaki kuş çuvalı
ve kapanlara sarılır, Lekh'in peşi sıra koştururdum.

Salak Ludmilla değişik bir kadındı ve ben ondan acayip korkardım.


Hemcinslerinden daha uzun ve yapılıydı. Hiç makas görmemiş gibi
duran saçları şelaleler gibi dökülürdü omuzlarından aşağı. Neredeyse
beline kadar inen koca memeleri, güçlü ve kaslı baldırları vardı. Yaz
gelince memelerini ve hatta kızıl kasık tüylerini açıkta bırakan solmuş
bir çuval dolardı üstüne yalnızca. Çevrenin erkekleri ve genç delikan­
lıları canları istediğinde Ludmilla ile nasıl oynaşıp eğlendiklerini an­
latırlardı. Köylü kadınlar onu tuzağa düşürüp yakalamak için uğraşıp
dururdu ama Lekh'in hep gururla söylediği gibi Ludmilla ele avuca
sığmayan, kendisi istemedikçe kimsenin gücünün onu yakalamaya
yetmeyeceği bir kadındı . Bir sığırcık gibi çalıların altında gözden kay­
bolur, kimseler yokken ortaya çıkıverirdi.
Nerelerde yaşadığını bilen yoktu. Bazen köylüler sırtlarında tır­
mıkları, kazmalarıyla tarlalara giderken Salak Ludmilla'nın uzaklar­
dan kendilerine cilveler yapıp el ettiğini görürlerdi. Çalışma niyetle­
rini hepten kaybedip onlar da kadına el sallarlardı. Yalnızca ellerinde
orakları ve çapalarıyla yaklaşan karıları ve analarının seslenmesi ken­
dilerine getirirdi adamları. Kadınlar köpeklerini Ludmilla'nın üstüne
salarlardı. Ama saldırsın diye gönderilen en kocaman ve tehlikeli kö­
pek geri dönmemeyi tercih etmişti. Bu olaydan sonra Ludmilla ne
BOYALI KUŞ 59

zaman ortaya çıksa o köpek de yanında olduğundan diğer köpekler


kuyruklarını kıstırıp kaçmaya başlamıştı.
Salak Ludmilla'nın bu koca köpekle bir erkekle yaşar gibi yaşadığı
söylenirdi. Hatta kimileri kadının, vücudu köpek kıllarıyla kaplı, kurt
kulaklı ve dört patili çocuklar doğuracağını ve bu canavarların oııııan­
da bir yerde yaşayacaklarına dair kehanetlerde bulunuyorlardı.
Lekh, Ludmilla ile ilgili bu hikayeleri asla ağzına almazdı. Yalnızca
bir kere kadın daha gençken annelerinin onun köyün kilisesinde ilahi
yazan adamın çirkinliği ve zalimliğiyle nam salmış oğluyla evlenme­
sini şart koştuklarından bahsetmişti. Ludmilla bu evliliği reddedince
nişanlısını öyle kızdııııııştı ki adam onu oyuna getirıııiş, bir grup sar­
hoşa kadın kendinden geçene kadar tecavüz ettiııııişti köyün dışında
bir yerde. Ludmilla o olaydan sonra bambaşka biri olmuş, aklını kay­
betmişti. Kimseler ailesinin kim olduğunu bilmediği ve Ludmilla'nın
da aklı yerinde olmadığı için ona Salak Ludmilla adını takmışlardı.
Ormanda yaşayan Ludmilla köyün erkeklerini ayartıp çalılıkların
ardına çeker, onları öyle memnun ederdi ki ondan sonra adamların
şişko ve pis kokulu kanlarına bir daha dönüp bakası olmazdı. Müm­
kün değildi, tek bir erkek asla doyuramazdı onu, illa ki art arda birkaç
adamla birlikte olacaktı. Her şeye rağmen Lekh'in büyük aşkıydı Lud­
milla. Adam onu cihandaki bütün yaratıklardan daha şahane, daha
güzel ve daha parlak tüyleri olan rengarenk bir kuşa benzetir, uzak
diyarlara kanat açan özgür ruhundan dem vuran içli şarkılar uydurup
söylerdi onun için. Lekh, Ludmilla'nın bambaşka, pagan bir dünyaya
ait olduğuna inanırdı, o dünya ki insanoğlunun koyduğu yasaklan
tanımayan, hayatın özgürce yaşandığı bir yerdi. Kuşlar ve ağaçların
hükümdarlığındaki o ilkel ve yabani dünya, sonsuz ölüm ile yeniden
doğuş döngüsünün fazla fazla yaşandığı bir yerdi.
Her öğlen Ludmilla'ya rastlamayı umut eden Lekh ile ormandaki
açıklığa doğru yürürdük. Oraya varınca Lekh baykuş gibi ötmeye baş­
lar, Ludmilla da saçında gelinciklerden, mavi kantaronlardan süslerle
otların arasından gösteriverirdi kendini. Lekh hemen ona doğru koşar,
birbirlerine sarılarak ayakta öylece sallanırlardı kendilerini çevrele-
60 JERZY KOSINSKI

yen otlar gibi. Dışarıdan bakınca tek bir kökten büyüyüp birbirine
dolanarak gökyüzüne uzayan iki ağaç gövdesi gibi görünürlerdi.
Bense bir kenarda, yaprakların gerisinde durup onları izlerdim.
Sırtımdaki çuvalın içindeki kuşlar bu ani sessizlik ve sakinlikten şaş­
kın, heyecanla ötüşmeye ve çırpınmaya başlardı. Kadın ve erkek bir­
birlerinin saçlarını gözlerini öper, yanaklarını birbirlerine dokundu­
rurdu. Bedenlerinin birbirine değmesi ve tenlerinin kokusuyla adeta
••
kendilerinden geçerlerdi. ünceleri yavaşça hareket eden elleri giderek
daha oyunbaz olurdu. Lekh kocaman nasırlı ellerini kadının yumuşak
kollarında gezdirirken, o da adamın yüzünü kendi yüzüne çekerdi.
Oııııandaki açıklığın üstünde daireler çizerek uçuşan kuşların merak­
lı bakışlarından kendilerine saklayan otların arasına yuvarlanırlardı
sonra birlikte. Lekh sonralan anlatmıştı, orada uzanmış yatarlarken
Ludmilla, zayıf ve kırılgan zihninin gizli geçitlerinde bir yolculuğa
çıkar, Lekh'e hayatındaki dönüm noktalarını, neler çektiğini anlatıp,
tuhaf ve yabani davranışlarının, duygularının temelinde yatan gizleri
onaya dökermiş.
Hava cehennem gibi sıcaktı. Ağaçların en tepelerini kımıldatacak
kadar bile bir esinti olmazdı. Yalnızca çekirgelerin ve yusufçukların
vızıltılarının duyulduğu o yerde, güneşin ışıltısıyla aydınlanan açıklı­
ğın üstünde minicik bir esintiyle bir kelebek dönenir dururdu. Ağaç­
kakanlar ve guguk kuşları sessizliğe bürünürken benim içim geçer,
uykuya dalardım. Sonra bir takım seslerle uyanırdım uykumdan. Bir
bakardım adamla kadın ayakta birbirine sarılmış, birbirlerine benim
anlamadığım bir şeyler fısıldamakta. Zorlukla kopar, ayrılırlardı bir­
birlerinden. Lekh dudaklarında hala istekli bir gülümsemeyle durma­
dan_ arkasına bakıp sendeleyerek bana doğru yürümeye başladığında
Salak Ludmilla da arkasından el sallardı adama.
Dönüş yolunda da kapan kurmaya devam ederdik. Lekh daha yor­
gun ve aklı başka bir yerde olurdu sanki. Akşamın karanlığı çöküp,
kafeslerdeki kuşların sesi soluğu kesilince onun da neşesi yerine ge­
lirdi. Ağzından Ludmilla'dan başka laf çıkmaz, durıııaksızın ondan
bahsederdi. Sivilceli, soluk suratına renk gelir, gülüp kıkırdayarak
BOYALI KUŞ 61

uykuya dalardı.
Bazen günler geçer, Salak Ludmilla hiç ortaya çıkmazdı; O zaman
••
Lekh sessiz bir öfkenin pençesine düşerdi. Oylece durup kafesteki
kuşlara bakarak dalar gider, kendi kendine bir şeyler mırıldanırdı. Bu
uzun uzadıya seyirden sonra kuşların arasında en güçlü olanı seçip
bileğine bağlar, çeşitli malzemelerle pis kokulu rengarenk boyalar ha­
zırlamaya girişirdi. Ne zaman ki elde ettiği renkler içine siner, işte o
zaman bileğine bağladığı kuşu ters çevirip kanatlarını iki yana açardı,
başından, göğsünden başlayarak her yerini bir kır çiçeği demetinden
daha canlı görünene kadar gökkuşağı renklerine boyardı.
Sonra yine oııııanın derinliklerine doğru yola çıkardık. istediği
yere vardığımızda Lekh boyalı kuşu alıp benim elime tutuşturur, kü­
çücük bedenini hafif hafif sıkmamı söylerdi. Bunu yapınca kuş ötme­
ye, ürkekçe tepemizde uçmakta olan kardeşlerini yanına çekmeye
başlardı. Onların sesini duyunca bizimki de heyecanlanıp bir gayret
uçmaya çalışır, şakıdıkça da henüz boyanmış bağrında tutsak minicik
yüreği daha hızlı atmaya başlardı.
Tepemizde yeterince kuşun toplandığına kanaat getirdiğinde Lekh
bana bir işaret çakarak tutsağımızı salıverdirirdi. Küçücük bir gökku­
şağı gibi görünen kuş mutlu ve özgür bulutlara doğru havalanır, hızla
kahverengi sürünün arasında dalardı. Diğer kuşlarsa bir an için neye
uğradıklarını anlamaz, kafaları karışırdı. Boyalı kuş sürünün bir o
yanına, bir bu yanına uçar, beyhude bir çabayla onlardan biri olduğu­
nu göstermeye çalışırdı. Ancak o ne kadar hevesle içlerine girmeye
çalışsa da üstündeki parlak renklerin gözlerini kamaştırdığı diğer kuş­
lar, kuşkulu, onu sürünün dışına kovalarlardı. Hemen sonra da art
arda acımasız bir saldırıyla boyalı kuşu didiklemeye, tüylerini yolma­
ya girişirlerdi. Kısa süre içinde artık gökyüzünde tutunamayan renga­
renk gövdesiyle yere yapışırdı boyalı kuş. Onu bulduğumuzda da
genel]ikle çoktan ölmüş olurdu. Lekh büyük bir dikkatle kuşu incele­
yip kaç darbe aldığına bakardı. Renkli kanatlarının arasından sızan
kanla seyrelen boyalar bulaşırdı Lekh'in ellerine.
Salak Ludmilla gelmezdi ama. Lekh, hüzünlü ve suratsız, kuşları
62 JERZY KOSINSKI

sırayla kafesten çıkarıp cafcaflı renklerde lioyamaya ve acımasız hem­


cinslerinin öldürıııesi için gökyüzüne salmaya devam ederdi. Günün
birinde kocaman bir kuzgun yakaladı Lekh. Kanatlarını kıı 1111zıya,
göğsünü yeşile ve kuyruğunu da maviye boyadı. Kulübemizin üstünde
beliren kuzgun sürüsünü gördüğü anda da salıverdi boyalı kuşu. Bi­
zimki sürüye katıldığı anda dehşetli bir mücadele başladı. Boyalı kuş
dört bir taraftan saldırıya uğramış, bir anda siyah, k.ıııııızı, yeşil, ma­
vi renkte tüyler havada uçuşarak ayaklarımıza düşmeye başlamıştı.
Kuzgunlar cinnet geçiriyorıııuş gibi dönenip duruyordu gökyüzünde.
Boyalı kuzgun bir anda hızla tarlaya çakılıverdi. Ama canı hala bede­
nindeydi, gagasını zorlukla açıp kapıyor, beyhude bir çabayla kanat­
larını oynatmaya gayret ediyordu. Gözleri gaga darbeleriyle oyulmuş­
tu, boyalı tüylerinin arasından oluk oluk kan akıyordu. Son bir çabay­
la çamurdan kurtulup havalanmaya çalıştı ama artık bunun için hiç
gücü kalmamıştı.
Lekh giderek kilo kaybediyoı·du. Zamanının çoğunu kulübede ge­
çiriyor, kendi yaptığı votkayı içip Ludmilla için içli şarkılar söylüyordu.
Bacakları iki yana açık yatağın yanına oturur, elindeki uzun sopayla
yere bir şeyler çiziktirirdi. Çizgiler zamanla daha belirginleşerek koca
memeli, uzun saçlı bir kadın resmine dönüştü.
Elde boyanacak kuş kalmayınca, Lekh cebinde votka şişesi, kendi­
ni dışarılara vurmaya başlamıştı. Bazen bataklıkta başına bir şey gel­
mesinden korkar, peşine düşerdim. Uzaktan şarkısını duyardım. Kış
mevsimine özgü kalın sis perdesi gibi yayılırdı bataklıktan boğuk ve
hüzünlü sesi. Şarkısı göçücü kuşlarla birlikte kanatlanırcasına yol alır,
ormanın sonsuz derinliklerine ulaştığında ses giderek kaybolurdu.
Köylerde insanların alay konusu olmuştu. Salak Ludmilla'nın onu
büyüleyip taşaklarına ateş saldığını ve bu ateşin onu meczuba çevir­
diğini söylüyorlardı. Lekh bunları duyunca çılgına dönüyor, gözlerini
oysunlar diye üstlerine kuşlarını salmakla tehdit edip, küfürler ve
lanetler yağdırıyordu. Hatta bir keresinde bana da saldırıp suratıma
bir tane indirmişti. Benim varlığımın ve Çingene gözlerimin Ludmil­
la'yı korkutup kaçırdığını düşünüyordu. Ondan sonraki iki gün boyun-
BOYALI KUŞ 63

ca hastalanıp yatak döşek yattı. Ayaklandığında kendine bir çanta


hazırladı, yanına bir somun ekmek alıp ormana gitti. Bana da kapan
hazırlayıp yeni kuşlar yakalamamı tembihledi.
Haftalar geçti. Lekh'in talimatlarına uygun olarak hazırladığım
kapanlara artık çoğunlukla esintiyle sürüklenen tül gibi şeffaf örüm­
cek ağlan yakalanıyordu. Leylekler ve kırlangıçlar çoktan göçüp git­
mişlerdi. Orman giderek tenhalaşırken yalnızca yılanlar ve kertenke­
lelerin sayısı çoğalıyordu. Kuşlar ağarmış kanatlarıyla tüylerini ka­
bartmış öylece duruyorlardı kafeslerinde.
Sonra bir gün hava iyice kapadı. Kuş tüyü şekilsizliğinde bulutlar
bütün gökyüzünü kaplayıp, sarı solgun güneşi arkalarına aldı. Tarla­
ların üstünden bütün şiddetiyle esen rüzgar uzun yaprakların boyun­
larını büküyordu. Neredeyse toprağa gömülü kulübelerin çevresinde­
ki ekinlerin küf renginden kahverengiye hatta siyaha dönen fırça gibi
kökleri kalmıştı yalnızca. Bir vakitler kuşlara durak olan . çalılıkların
üstünden esen rüzgar devedikenlerini ve çürümeye yüz tutmuş pata­
tes saplarını oradan oraya sürüklüyordu.
Ludmilla yanında kocaman köpeğiyle çıkıverdi bir gün ortaya.
Davranışları iyice tuhaflaşmıştı. Durup durup Lekh'i soruyordu. Ben
de ona kuşçunun günler önce gittiğini, nerelerde olduğunu bilmedi­
ğimi söyledim. Kuşların ve köpeğin şaşkın bakışları altında bir kahka­
ha atıp, bir hıçkırıklarla ağlayarak kulübeyi arşınlamaya başladı. Gö­
züne Lekh'in eski kasketi ilişince, yüzünü kaskete gömüp gözyaşlarına
boğuldu. Aniden elinden atıp yere çaldı kasketi, çıkıp üstüne tepin­
meye başladı. Sonra Lekh'in yatağının altında tuttuğu votka şişesini
buldu. Kafasına dikip hepsini bitirdikten sonra bana tuhaf bir şekilde
bakarak peşinden otlağa gelmemi söyledi emredercesine. Ben kaçma­
ya çalıştım ama bu sefer de köpeğini üstüme saldı.
Otlak mezarlığın tam arkasındaydı. Biraz ötede karnını doyur ıııak
için dolanan birkaç inekle, yaktıkları ateşin başında ısınmaya çalışan
köy gençleri vardı. Bizi fark etmesinler diye mezarlığın içiı1den geçip
yüksek bir duvara tıı·ıııandık. Görülmemek için duvarın öbür tarafına
geçince Ludmilla köpeği ağaca bağladı, elindeki kayışla beni tehdit
64 JERZY KOSINSKI

ederek pantolonumu çıkaııııamı emretti. Kendisi de üstünü örten bez


parçasından kurtulup tamamen çıplak kalmışn, beni hızla kendine
doğru çekti.
Bir süre boğuşup debelendikten sonra yüzümü kendisininkine yak­
laştırdı ve bacaklarının arasına uzanmamı emretti. Kendimi kurtar­
maya çalışınca beni kamçılamaya başladı. Çığlıklarım ilerideki genç
çobanların dikkatini çekmişti.
Ludmilla yanımıza doğru gelenleri fark edince bacaklarını iyice
ayırdı. Gençler yavaş yavaş yaklaşırken gözlerini kadının çıplak vücu­
dundan alamıyorlardı.

Tek kelime etmeden etrafımızı sardılar. içlerinden iki tanesi hiç
vakit kaybetmeden pantolonunu indirmişti bile. Diğerleri ne yapacak­
larına karar veremez gibiydiler. Kimsenin beni umursadığı yoktu. Sır­
tına bir taş yiyen köpek bir kenara çökmüş, yarasını yalıyordu.
Çobanlardan uzun 'boylu olanı kadının üstüne çökünce Ludmilla
adamın altında inleyip kıvranmaya başladı. Adam kadının iri meme-

lerini tokatlıyor, uçlarını ısırıp karnını ovalıyordu. işini bitirip ayağa
kalktığında yerini bir başkası aldı. Ludmilla zevkten inleyip titreyerek
kolları ve bacaklarıyla sarılarak adamı kendine doğru çekiyordu. Di­
ğerleri de etraflarına çökmüş'
dalgalaı·ını geçiyorlardı.
Mezarlığın arkasından doğru, ellerinde tırmık ve kürekleriyle yak-
laşan bir grtıp kö}·lü kadının sesi duyuldu. Daha genç olanlaı·dan bir­
kaçı başı çekiyor, el kol hareketleriyle diğerlerini peşlerinden sürük­
lüyoı·du. Çobanlar hemen pantolonlarını çekip toparlandılarsa da ka­
çıp uzaklaşmadılar, tam tersi umarsızca çırpınan Ludmilla'nın tepesi­
ne çöktüler. Köpek hırlayıp lıavlamaya devam ederek kendini kurtar­
maya çalışıyor ama onu ağaca bağlayan ipi bir türlü gevşetemiyordu.
Kadınlar giderek yaklaşmıştı. Ben belli bir mesafede, mezarlık duva­
rının dibine sinmiş olanları seyrediyordum ki. Lekh'in otlağın içinden
koşarak gelmekte olduğunu gördüm.
Lekh dönüp köye geldiğinde neler olup biteceğini duymuş olma­
lıydı. Kadınlar artık adamakıllı yakındaydılar. Genç adamlar mezarlık
duvarına doğru kaçmaya başladılar, Ludmilla kendini toparlayacak
BOYALI KUŞ 65

zaman bulamadan köy kadınları onu tutup üzerine çullanmıştı bile.


Lekh onlardan hala epeyce uzaktaydı. Nefes nefese kalmıştı, yeterin­
ce hızlı koşamıyordu. Adımları zaman zaman ağırlaşıyor, bazen sen­
deleyip tökezliyordu.
Kadınlar Ludmilla'yı sırtüstü otların üstüne yatırdılar. Birileri kı­
mıldamasını engellemek için ellerinin ve bacaklarının üstüne otur­
muşken, diğerleri ellerindeki t111111klarla kadına acımasızca saldırıyor,
tırnaklarıyla vücudunu çiziyor, saçlarını yolup yüzüne tükürüyorlardı.
Lekh kadın kalabalığını yarıp geçmeye çalıştıysa da hepsi bir olup
önünü kestiler. Ne kadar mücadele ettiyse de onların zalim darbele­
rinden kurtulmayı başaramadı. Kadınlar onu da yere yatırıp üstüne
çullandılar. Sonra hızlarını alamayıp ellerindeki kazmalarla vura vura
köpeği öldürdüler. Adamlar duvarın üstünde otururken hareketlenip
bana doğru davranınca, ufak ufak uzaklaşmaya, daha güvende olaca­
ğım mezarların arasına kaçıp saklanmaya hazırlandım. Köylüler ha­
yaletler ve hortlaklardan korktukları için mezarlığa yaklaşmazlardı.

Ludmilla kanlar içindeydi artık. işkenceye maruz kalmış vücudu


kızarıp morarmaya başlamıştı. inim inim inlerken bedeni acıyla kıv-


ranıyor, kendini kadınların ellerinden boşuna bir çabayla kurtarmaya
çalışıyordu. içlerinden biri elinde hayvan pisliğiyle dolu mantar tıpa-
lı bir şişeyle yaklaştı. Diğerlerinin kahkahaları ve tezahüratları arasın­
da Ludmilla'nın bacakları arasına çömeldi ve şişeyi kadının içine sok­
tu. Bir hayvan gibi acı içinde uluyor, böğürüyordu artık Ludmilla.
Diğer kadınlar bunu bü}iik bir soğukkanlılıkla seyrederken, içlerinden
biri şişeı1in dışarıda kalan ucuna bütün gücüyle bir tekme savurdu.
Ltıdmilla'nın içinde kırılıp parçalanan şişenin sesi duyuldu. Şimdi
kadınlar bir olmuş, hepsi Ludmilla'yı tekmelemeye başlamışlardı.
Ayaklarındaki çarıklarına, bacaklarına kanlar bulaşmıştı. En son ye­
diği tekmeden sonra Ludmilla artık yaşamıyordu. •
••
Ofkelerini kusup sakinleşen kadınlar güle oynaya köyün yolunu
tuttular. Lekh yerinden doğruldu, onun da yüzü kanlar içindeydi. Vü­
cudunu çekmekten uzak bacaklarının üstünde zorlukla durabiliyordu,
ağzına dökülen dişleri tükürdü. Hıçkırıklara boğularak Ludmilla'nın
66 JERZY KOSINSKI

cansız, paramparça olmuş bedenine kapandı. Bir yandan haç çıkarır­


ken, diğer yandan şişmiş dudaklarının arasından anlaşılmaz sözler
mırıldanıyordu.
Ben tir tir titreyerek kımıldamaya cesaret edemeden duvarın üs­
tünde oturup kalmıştım. Gökyüzü karardı. Ludmilla'nın özgür ve gü­
nahkar ruhunun bağışlanmasını isteyen ölü ruhların fısıltılarını duyu­
yordum. Ay yükseldi. Soğuk ve solgun ışığı yerde yatan ölünün san
saçlı başında çömelen kara gölgeyi aydınlattı yalnızca.
Bir geçti içim, bir uyandım. Mezarların, mezar taşlarının üstüne
kazılı haçlara takılı kalmış ıslak yaprakların üstünden sertçe esti rüz-
gar. inleyen ruhların sesine köyden gelen köpek havlamaları karıştı.
Gözümü yeniden açtığımda Lekh'in hala Ludmilla'nın başında dur­
duğunu gördüm. Hıçkırmaya devam ediyordu. Onunla konuşmaya
çalıştım ama oralı olmadı. Kulübeye dönme düşüncesi bile korkutu­
yordu beni. Oralardan ayrılmaya karar verdim. Tepemde kuşlar ötü­
şerek dört dönüyordu.

Marangozla karısı kara saçlarımın çiftliklerinin üstüne yıldırımları


çekeceğine inanıyorlardı. Kavurucu yaz gecelerinde taş ya da kemik
bir tarakla saçıma şöyle bir dokunduklarında tepemden ''Şeytan biti''
dedikleri mavi sarı kıvılcımların çıktığı da doğruydu. Köyde sıklıkla
korkunç fırtınalar kopar, yangınlara sebep olup insanların ve hayvan­
ların ölümüne yol açardı. Şimşeğin cennetten fırlatılan ucu alevli upu­
zun bir ok olduğuna inanıldığı için köylüler yangınları söndürmek için
hiçbir şey yapmazlardı, çünkü tıpkı yıldırım çarpmış birini kurtarma­
nın mümkün olmaması gibi insan gücünün bu ateşi söndürmeye yet­
mesi mümkün değildi. Derlerdi ki, yıldırım düştüğü haneyi delip ge­
çerek toprağın derinliklerine dalar, orada sinip sabırla gücünü yeni­
den toplayarak ateş oklarını her yedi yılda bir yine aynı noktaya çe­
kermiş. Yıldırım isabet ederek yanmış bir evden kurtarılarak kullanı­
lan eşyalarda bile yeni yıldırımları kendine çekecek güç bulunurmuş.
Akşam karanlığı çöküp kandillerin ve gaz lambalarının solgun ve
titrek ışıklan kulübeleri aydınlatınaya başlarken gökyüzü saman kap­
lı damların üstünde seyreden kapkara bulutlarla kaplanırdı. Köylüler
susup siner, korkuyla pencerelerden dışarı bakıp giderek şiddetlenen
gök gürültülerine kulak verirlerdi. Çini ocakların önünde çömelmiş
dua eden yaşlı kadınlar dualarına ara verir, Tanrı'nın lütfunu bu sefer
kimin hak edeceğini, kimin her yerde hazır ve nazır Şeytan'ın laneti­
ne maruz kalıp yangınlardan, sakatlanmalardan hatta ölümden nasi­
bini alacağını düşünmeye koyulurlardı. Gıcırdayan kapıların iniltileri,
fırtınanın eğdiği ağaçların iç çekişleri ve rüzgarın uğultusu, arafta
kalmış ya da cehennemin hiç sönmeyen ateşinde ağır ağır kavrularak
azap çekmekte olan uzun zaman önce ölmüş günahkarların ilenme-
68 JERZY KOSINSKI

leri gibi gelirdi köylülere.


Böyle zamanlarda marangoz omzuna kalın bir ceket atar, birkaç
kere ıstavroz çıkarıp ayak bileğime zincirle bir asma kilit takıp zincirin
öbür ucunu da yıpranmış bir koşum takımına geçirirdi. Sonra da gök
gürültüleri ve peş peşe çakan şimşekler arasında beni arabasına bin­
dirip öküzlerini çılgıncasına kamçılayarak tek bir evin ve insanın ol­
madığı ağaçsız, ıssız bir yere götürür ve orada bir başıma bırakırdı.
Ayağımdaki zincir ve koşum takımı yüzünden kulübeye dönemeyece­
ğimi bilirdi.
Arabasının giderek uzaklaşan sesini dinleyerek, orada öylece tek
başıma kalırdım. Yakınlarda çakan şimşekler uzaktaki kulübeleri ka­
lemle çizilmişçesine aydınlatıverirdi bir hat halinde, sonra hiçbir şey
yokmuşçasına kopkoyu bir karanlığa gömülürdü her yer.
Ondan sonra hava aniden durulur, her yere fırtına öncesi sessizlik
hakim olurdu. Bitki ve hayvanların yaşantısı bile sekteye uğrardı ade­
ta. Ben yine de ıssız tarlaların, ağaç gövdelerinin iniltisini ve çayırla­
rın türküsünü duyardım. Yakındaki ormanlarda
••
yaşayan kurt adamlar
sürünerek gelip etrafımı sararlardı. Ustünden buğular yükselen ba-
taklıklardan kanatlarını çırparak gelen yarı saydam zebaniler ve ba­
şıboş dolanan hortlakların havada çarpışmasından çıkan kemik sesle­
ri duyulurdu. Tenimde donuk, buz gibi kanatlarıyla kuru ve ürpertici
dokunuşlarını hissederdim. Dehşet içinde, hiçbir şey düşünemez hal­
de kalırdım öylece. Ayağıma zincirle bağlı koşum takımlarını ardım­
dan sürüyerek kendimi çamurlu topraklarda oradan oraya atardım.
Tanrı yukarıda gökyüzünde bir yerlerde bu müthiş oyunun saatini
kendine göre ayarlardı. Onunla aramda ise bütün kasvetiyle kapkara
bir gece uzanırdı.
Karanlık bir kan pıhtısı gibi elle tutulur bir haldeydi adeta, bütün
yüzüme ve bedenime bulaşmıştı. O karanlığı yudumladım, yutkun­
dum, içinde boğuldum. Karanlık etrafıma yeni yollar açtı, bu düz
araziyi dipsiz bir uçuruma döndürdü. Aşılması mümkün olmayan dağ­
lar, tepeler dikti, vadiler açtı, nehirleri doldurdu. Köyleri, ormanları,
yolları, tapınakları ve insanları kucakladığı gibi yuttu, yok etti. Bili-
BOYALI KUŞ 69

nenin sınırlarının ötesinde bir yerde oturmuştu Şeytan, sülfür sansı


şimşekleri, yıldırımları salıp, bulutların arkasından gök gürültülerini
yağdıııııaktaydı. Her gök gürültüsü dünyayı köküne kadar sarsıp bu­
lutları her seferinde dünyaya biraz daha yaklaştırırdı, şiddetli yağmur­
lar ortalığı neredeyse bir bataklığa dönüştürene kadar.
Saatler geçip de kemik kadar beyaz ay yerini solgun güneşe bırak­
tığında, bizim marangoz da arabasıyla beni almaya gelirdi.
Fırtınalı bir akşamüstü hastalandı adam. Karısı etrafında dört dö­
nüp ona bir takım acı şuruplar hazırlamakla meşgul olduğu için beni
köyün dışına götürüp bırakmayı akıl edememişti. ilk gök gürültüsü
patladığında hemen koşup ağıldaki samanların altına saklandım.
Saniye geçmemişti ki ağıl birdenbire korkunç bir gürültüyle zan­
gırdadı. Hemen akabinde alevler duvarlardan birini sarmış, reçineli
kalasları tutuşturuvermişti. Esen rüzgarın körüklediği kızıl kanatların
ucu kulübeye ve hayvanların durduğu ahırı da yalamaya başlamıştı.
Ne yapacağımı bilemeden avluya doğru koştum. Komşu kulübe­
lerde yaşayanlar da karanlığın içinde oraya buraya koşturuyorlardı.
Herkes ayaklanmış, bağırıp çağırıyordu. Baltasını, tırmığını kapan
marangozun cayır cayır yanan ağılına doğru koşuyordu. Köpekler
havlıyor, kadınlar kucaklarında bebeleriyle rüzgarın çapkınca uçurdu­
ğu eteklerini kontrol etmeye çalışıyorlardı. Bütün canlılar dışarıdaydı
artık. Balta saplarıyla, küreklerle dürtüklenerek kontrol edilmeye ça­
lışılan inekler kuyruklarını dikmiş, kudurmuşçasına böğürerek dört
yana koştururken, titrek bacaklarının üstünde henüz durabilen buza­
ğıları da beyhude bir çabayla analarının memelerine yapışmaya gay­
ret ediyorlardı. Sersem sepelek bir vaziyette ağılın kapısını yıkıp tah­
ta perdeyi aşan öküzler koca kafalarını öne eğmiş evlerin görünmeyen
duvarlarına tosluyorlardı. Adamakıllı ürken tavuklar kanatlarını aça­
rak ortalarda uçuşuyorlardı.
Bunları görünce tabanları yağladım. Ağıla, kulübeye yıldırımı kara
saçlarımın çektiğine ben de inanmıştım, yani beni ele geçirdiği an
öldürecekti bu kalabalık.
Deli gibi esen fırtınada, içi yağmur suyuyla dolmuş hendeklere
70 JERZY KOSINSKI

batıp çıkarak, çamurlarla boğuşarak oııııana vardım düşe kalka. Or­


mandan demiryoluna ulaşana kadar fırtına dinmiş, iri yağmur dam­
lalarının sesi geceye hakim olmuştu. Yakındaki sık ağaçlığın dibinde
kendime korunaklı bir yer buldum, oraya büzülüp yosunların itirafla­
rını dinleyerek sabahı ettim.
Trenin buralardan şafak sökerken geçtiğini biliyordum. Demiryolu
yalnızca birkaç mil ötedeki istasyona kereste nakletmek amacıyla kul­
lanılıyordu. Küçük bir lokomotif tomrukları taşıyan ağır vagonları
çekerdi.
Tren yakınıma geldiğinde, en sondaki vagonun yanına koşup bir
sıçrayışta kendimi içeri attım ve ormanın koruyucu derinliklerine doğ­
ru yol almaya başladım. Bir süre sonra demiryolunun kenarında yeşil
bir düzlük gözüme ilişince lokomotiftekiler beni görmeden kendimi
rayları sarmalayan çayırın yumuşak zeminine bıraktım.
Ormanın içinde ilerlerken gözüme parke taşlı bir yol ilişti birden,
her tarafı otlarla kaplanmış olduğundan uzun zamandır kullanılma­
dığı çok belliydi. Bu yolun sonunda karşıma metruk bir sığınak çıktı.
Çevresi kalın beton duvarlarla güçlendirilmiş askeri bir sığınaktı bu.
Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Bir ağacın gerisine saklandım ve elime
bir taş alıp kapısına fırlattım. Taş geri sıçrarken yankı yaptı sonra yine
ortalığa sessizlik hakim oldu. Sığınağın çevresini dolaştım, her taraf
parçalanmış mühimmat kasaları, metal parçalar ve boş teneke kutu­
larla doluydu. Bir moloz yığınına tırmanıp sığınağın tepesine kadar
çıktım. Orada da bir sürü kullanılmış konserve kutusu vardı. Biraz
ileride gözüme kuyu gibi bir açıklık ilişti. Hemen kenarından sarkıp
aşağıya baktım, burnuma çalınan rutubetle karışık iğrenç bir kokunun
yanı sıra tiz sesler gelmişti kulağıma. Orada bulduğum eski bir miğ­
feri fırlattım hemen. Sesler birden çoğalmıştı. Ondan sonra metal,
tahta, beton artık elime ne geçirdimse art arda aşağı fırlatmaya baş­
ladım. Cırıltılı sesler giderek yükselerek çoğaldı, belli ki aşağıda can­
lı bir takım hayvanlar vardı.
Etrafıma bakınıp düz metal bir levha buldum, güneş ışığını yansı­
tarak açıklıktan içerisini aydınlatmaya çalıştım. Artık aşağısını gayet
BOYALI KUŞ 71

net bir şekilde görebiliyordum. Okyanus suları gibi dalga dalga kaba­
rıp geri çekilen bir sıçan ordusu yaşam sürmekteydi birkaç metre aşa­
ğıda. Karanlığın içinde parıldayan sayısız gözlerinin, ıslak sırtlarının
ve tüysüz kuyruklarının düzensiz bir ritimde salınıp durduğunu göre-
biliyordum. içlerinden bazıları ara sıra diğerlerinin üstünden hamle
ederek duvarlara tırmanmaya çalışıyor ama başarılı olamayıp altla­
rındaki dalganın üstüne gerisin geriye düşüyorlardı.
Bir süre durup bu kara dalgalanmayı izledim, açlıktan azmış sıçan­
ların birbirlerinin üstüne nasıl saldırdıklarına, dişlerini birbirlerine
geçirip nasıl öldürdüklerine, derilerini sıyırıp etlerini kemirerek nasıl
yediklerine baktım. Koparılan etlerden fışkıran kanın kokusu diğer
sıçanları bu kavgaya çağırıyordu. Sıçanların her biri illa bu canlı ha­
vuzdan kurtulmak için diğerlerinin tepesine çıkarak duvara tıııııan­
maya kalkışsa da kayıp düşüyor ve ölümcül kaderinden kaçmayı ba­
şaramıyordu.
Açıklığın ağzını teneke bir levhayla örttüm ve ormana doğru yol­
culuğuma devam ettim. Yolda böğürtlen, dut gibi meyvelerle karnımı
doyurdum. Hava kararmadan önce bir köye varmayı umuyordum.
Artık akşamüstü olmuştu, güneşin batmasına yakın gözüme ilk
çiftlik evleri ilişti. Tam evlere yaklaşmıştım ki birkaç köpek bir tahta
perdenin ardından fırlayıp üstüme doğru koşmaya başladı. Olduğum
yerde çömeldim hemen, ellerimi deli gibi sallayıp kurbağalar gibi zıp­
lıyor ve bağırarak elime geçirdiğim taşları fırlatıyordum. Köpekler
şaşırıp duraksadılar, ne olduğumu ve nasıl davranacaklarını kestire­
memişlerdi. Karşılarına çıkan bu insanoğlu kendilerine çok yabancıy­
dı. Onlar karşımda salyalarını akıtarak öyle aptal aptal bakakalmış­
ken, ben tahta perdenin öbür tarafına atlayıverdim.
Köpeklerin havlamalarıyla benim çığlıklarımı duyan ev sahibi dı­
şarı çıkmıştı. Adamı gördüğüm anda kaderin garip ve kötü bir cilve­
siyle karşılaştığımı anladım çünkü dönüp dolaşıp bir gece önce kaçtı­
ğım köye geri gelmiştim. Köylünün yüzü tanıdıktı, hatta fazla tanıdık­
tı, onu kaç kere marangozun evinde güııııüşlüğüm vardı.
O da beni görür görmez tanıdı tabii ki, bağırarak çiftçilerden biri-
72 JERZV KOSINSKI

ne bir şeyler söyledi, adam hemen marangozun kulübesine doğru


koşturdu, bir diğeri de köpekleri etrafımda tutarak benim kaçmamı
engelledi. O sırada peşinde karısıyla marangoz da yanımıza gelmişti.
Yediğim ilk tokat beni havalandırdığı gibi marangozun tam da
ayaklarının dibine düşürdü. Adam beni kaptığı gibi havaya kaldırdı
ve düşmeyeyim diye sıkıca kavradıktan sonra tokatlarını birbiri ardı­
na indirmeye başladı. Sonra bir kedi yavrusuymuşum gibi boğazım­
dan yakalayıp beni kendi evine doğru sürüklemeye başladı. Ev ve
ağıldan geri kalanların üstünde hala dumanlar tütmeye devam edi­
yordu. Oraya vardığımızda beni bir tezek yığınının üstüne savurdu.
Kafama yediğim son bir darbeyle kendimden geçip bayılmışım.
Kendime geldiğimde adamın elinde büyükçe bir çuvalla bir şeyler
yaparak yanımda durduğunu gördüm. Birden hatırlayıverdim, buna
benzer bir çuvalı hasta kedileri boğmak için kullanıyordu. Ağlayarak
ayaklarına kapandımsa da tek kelime etmeden bir tekme savurdu ve
çuvalı hazırlamaya devam etti.
Birdenbire aklıma bir zamanlar Partizanların savaş ganimetlerini
ve ikmal malzemelerini artık kullanılmayan askeri sığınaklarda sak­
ladıklarını karısına anlatması geldi. Sürünerek yeniden yanına gittim,
beni boğmaktan vazgeçerse kendisine eski asker botlarının, üniforma­
larının, palaskalarının bulunduğu bir sığınağın yerini gösterebileceği­
mi, kaçtığımda öyle bir yer keşfettiğimi söyledim yeminler ederek. Pek
inanmamış gibi davransa da aklını çelip heveslendirmeyi başarmış­
tım. Yanıma çömeldi, beni sımsıkı tuttu omuzlarımdan. Mümkün ol­
duğunca soğukkanlılıkla bulduklarımın ne kadar değerli şeyler oldu­
ğu konusunda inandırıcı olmaya çalışarak teklifimi yineledim.
Şafak sökerken öküzünü arabaya koştu, beni kendine bir iple bağ­
ladı, yanına koca bir balta aldı, ne karısına ne komşularına tek kelime
etmedi. Yola koyulduk.
Sığınağa giderken kendimi kurtarmanın yollarına kafa yordum
durdum ama beni bağladığı ip çok sıkı ve sağlamdı. Oraya vardığımız-
••

da arabayı durdurdu ve sığınağa doğru yürümeye başladık. ünce te-


pesine çıkıp dolaştık, bir müddet sanki ne taraftan gireceğimizi unut-
BOYALI KUŞ 73

muşum gibi davrandım. Biraz daha dolandırdıktan sonra açıklığın


bulunduğu yere getirdim. Adam açıklığın üstüne kapattığım teneke
levhayı hevesle kenara doğru ittirdi. O iğrenç koku burun deliklerim­
den içeri dolmuştu yine, aşağıdan sıçanların bağırışları duyuldu.
Adam aşağı doğru eğildi ama gözleri karanlığa alışmadığı için bir şey
göremedi.
Bense çaktırmadan diğer tarafa doğru kaymaya başlamıştım. Artık
çukurun ağzı tam ortamızdaydı ve birbirimize bağlı olduğumuz ip
iyice gerilmiş vaziyetteydi. Birkaç saniye içinde kaçmayı başaramaz­
sam adamın beni öldürüp aşağıya atacağından adım gibi emindim.
Bu düşüncenin içime saldığı dehşet hissiyle bir anda asıldım bile­
ğime bağlı ipe, öyle ki ip bileğimi kestiği gibi kemiğime dayanıvermiş­
ti. Bu ani atılımımla adam dengesini kaybedip öne doğru sendeledi.
Toparlanma gayretiyle elini kolunu hareket ettirirken bir çığlık atarak
bütün ağırlığıyla küt diye düştü aşağıya. Güç almak için ayağımı anın­
da teneke levhanın dayandığı beton çıkıntıya dayadım. Bizi birbirimi­
ze bağlayan ip adamakıllı gerilmiş, çukurun pürüzlü ağzına sürtüne­
rek sonunda kopuvermişti. Aynı anda aşağıdan önce adamın haykı­
rışları, ardından kesik kesik iniltileri geldi . Sığınağın beton duvarla­
rında hafif bir zangırdama duyunca korkuyla çukurun ağzına doğru
emekledim ve yine küçük bir teneke parçasıyla içeriyi aydınlatarak
aşağı baktım.
Marangozun iriyarı cüssesini artık kısmen görebiliyordum çünkü
yüzü ve kolları sıçan denizinin içinde kaybolmuştu. Hayvanların göz­
leri dönmüştü, yığınlar halinde adamın kollarına ve karnına tırmanı­
yorlardı. Biraz sonra hepten görünmez oldu çünkü sıçan denizi adamı
tamamen yutmuştu. Aşağıdaki devingen yığın büsbütün kana boyan­
mıştı. Sıçanlar içeri yansıyan gün ışığında tespih taneleri gibi parlayan
gözleriyle hırıldayarak dişlerini çıkarmış, kuyruklarını titreterek gide­
rek daha büyük bir iştahla saldırıyor, bu ziyafetten paylarına düşeni
almak için mücadele ediyorlardı.
Bense korkudan kaskatı kesilmiştim. Büyülenmişçesine bu göste­
riyi izliyordum. Çukurun ağzından kendimi bir türlü çekip alamıyor-
74 JERZY KOSINSKI

dum. Elimi uzatıp teneke kapağı kapatmaya bile gücüm kalmamıştı.


Birdenbire, tıpkı bir yüzücünün telaşsız, sakin kulaç atışı gibi sıçan
denizini yararak ağır ağır önce kopuk parmaklarıyla etleri sıyrılıp is­
kelet haline gelmiş bir el, sonra da kolun geri kalanı çıktı ortaya. Al­
tında kıvıl kıvıl kaynaşan sıçanların üstünde bir an asılı kaldıktan
hemen sonra üstünde hala yer yer kumaş parçalan duran kemirilmiş
etlerin kızıl kana boyadığı mavimsi beyaz iskeleti de hayvanların çal­
kantılı devinimiyle bir anda yüzeye çıkıvermişti. Açlıktan gözü dön­
müş sıçanlar üstündeki kumaş parçalarını ve derileri dişleriyle çekiş­
tirerek adamın koltuk altlarında, kaburgalarının arasında kalan son
et parçalarını ve bağırsaklarını didikleyerek artık şeklini çoktan yitir­
miş gövdenin derinlerine yumulmaya çalışıyorlardı. Bir tarafı kemir­
meyi bitirir bitirmez hemen bir başka et parçası bulmaya koyuluyor­
lardı. Bir süre sonra ceset art arda gelen bu saldırı dalgalan arasında
gözden kayboldu. Adeta bir kan denizine dönüşmüş olan yüzeye ye­
niden çıktığında ise artık sadece kuru bir kemik yığınından ibaretti.
Dehşet içindeydim, marangozun baltasını aldığım gibi kaçtım ora­
dan. Arabanın yanına geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Öküz olan
bitenden habersiz sakin sakin otluyordu. Arabaya atlayıp dizginleri
çektim ama hayvan sahibinden başkasıyla yola çıkmaya pek niyetli
değildi. Sıçan ordusu her an peşime düşecekmiş gibi bir duyguyla
dönüp•• arkama baktım ve o korkuyla kamçıyı hayvanın tepesine indir-
dim. ünce şaşkın, tereddütlü etrafına bakındı ama arkasından üst
üste yediği birkaç darbe hayvanı sahibini beklemesi gerekmediğine
ikna etmeye yetmişti.
Araba silkinerek hızla ilerlemeye başladı, tekerlekler yol boyunca
üstünde biten yabani otları, çalıları ezip geçiyordu. Yolun nereye çı­
kacağını bilmiyordum. Tek bildiğim buradan ve marangozun köyün­
den olabildiğince uzaklara gitmek istediğimdi. Oı ıııanın içinden gidip
yerde köylülerin arabalarının geçtiğini gösteren yollardan uzak dur­
maya çalışarak çılgınca sürüyordum arabayı. Karanlık çöküp gece
olunca arabayı çalılıkların arasına gizleyip uyudum.
Sonraki iki günü de yollarda geçirdim. Bir ara askeri karakol olarak
BOYALI KUŞ 75

kullanılan bir kereste fabrikasının yakınından geçtim. Arabaya koşulu


öküz giderek güçten düşüyordu, acia111c:1kıllı zayıflamıştı. Ama ben yete­
rince uzaklaştığıma eıııin olana kadar koştuııııaya devaıtı eti iırı.
Küçük bir köye vardım. Soğukkanlı davranmaya çalışarak karşıma
çıkan ilk kulübenin önünde durdum. Evin sahibi köylü beni görünce
haç çıkararak gözlerini üstüme dikti. Arabayı öküzle beraber kendisi­
ne vereceğimi ama bunun karşılığında bana kalacak bir yer gösterip
yemek vc::ııııesini teklif ettim. Adam kafasını kaşıyarak biraz düşündü,
karısına ve komşularına danıştı ve sonunda -tabii öküzün ve benim
dişlerimi uzun uzadıya inceledikten sonra- teklifimi kabul etti.
Burası tren yoluna da nehire de oldukça uzakta bir köydü. Alman
birlikleri yılda üç kere köylülerin orduya vermekle yükümlü olduğu
gıda ve malzemeyi tahsil etmek için geliyordu yalnızca köye.
Yanında kaldığım demirci aynı zamanda köyün de ağasıydı. Köy­
lünün değer verip saydığı bir adam olduğu için ben de burada nispe­
ten daha iyi muamele görüyordum. Yine de içip kafayı bulduklarında
benim köylerine ancak felaket getireceğimi ve olur da Almanlar köy­
lerinde bir Çingene piçi barındığını fark ederlerse bütün köy halkını
cezalandıracaklarını söylerlerdi. Ama kimse cesaret edip de bunları
demircinin yüzüne söyleyemiyordu, beni de çok rahatsız ettikleri söy­
lenemezdi. Tamam, demircinin de sarhoş olduğu zamanlarda ayak
altındaysam tokadı bastığı olurdu ama bundan fazlasını görmezdim.
Yanındaki iki yanaşması benden çok birbirleriyle dalaşmayı tercih edi­
yordu. Köyde kadına kıza düşkünlüğüyle bilinen öz oğlu da zaten hiç
çiftliğe uğramaz, ortalarda görünmezdi.
Demircinin karısı bana her sabah bir kase sıcak pancar çorbasıyla
bayat bir dilim ekmek verirdi. Ben de ekmeği bu tatsız tuzsuz çorbaya
banarak karnımı doyururdum. Sonra kometimin ateşini canlandırır,
diğer oğlanların başına geçip hayvanları otlamaya götürürdüm.
Geceleri demirci sobanın yanında horlamaya başlayınca karısı dua
etmeye koyulur, yanaşmaları hayvanlara bakar, oğlu da köyde avlan­
maya çıkardı. Kadın benim önüme kocasının ceketini koyar, bitlerini
ayıklatırdı. Ben de odanın en aydınlık köşesinde oturur, miskin miskin
ceketin dikiş yerlerinde yuvalanmış minicik içi kan dolu bitleri ayık­
layıp masanın üstüne dizer sonra tırnaklarımla ezerdim. Eğer bitlerin
sayısı benim öldürmekle bitiremeyeceğim kadar çoksa demircinin
BOYALI KUŞ 77

karısı da yanıma yardıma gelir, elindeki votka şişesini masanın üstün­


de yuvarlayarak bitleri çıtırdatarak un ufak ederdi. Bit ölüleri küçük
kan göllerinin ortasında yamyassı kalırdı. Yerin pis zeminine düşenler
ise dört bir yana zıplayarak kaçışırlardı. Onları ayağının altında ezerek
öldürmek neredeyse imkansızdı.
Demircinin karısı bütün bitleri ve pireleri öldürmemi istemezdi.
Etine dolgun bir pireye denk gelirsek, kadın bunu büyük bir dikkatle
ayınr, özellikle bu iş için ayırdığı bir kavanoza koyardı. Pirelerin sa­
yısı bir düzineye filan ulaşınca bunları çıkarır yoğurduğu hamura ka-
tardı. içine bir miktar insan, bir miktar hayvan sidiği, bir ölçek gübre,
bir örümcek ölüsü, bir çimdik de kedi pisliği eklerdi. Bu karışımın
karın ağrısına bire bir geldiğini söyler, belli zamanlarda ağrısı tuttu­
ğunda misket haline getirdiği bu karışımı ilaç niyetine yuttururdu
demirciye. Tabii ki bunun neticesinde adam kusmaya başlardı. Kadın
kocasını hastalığı içinden kusarak attığına ikna ederdi. Demirci kus­
maktan bitkin, soluk soluğa kalıp titreyerek sobanın dibindeki hasırın
üstüne yığılırdı. O zamanlarda da kadın rahatlaması için biraz ballı
su içilirdi kocasına. Ağrı ve ateş azalmazsa, bu sefer de başka bir
kavanozun içinde birbiriyle didişip duran tahtakuruları ve karıncala­
rı un haline getirdiği at kemiklerine ekler, içine birkaç yumurta kırar,
bir damla benzinle karıştırıp adama dayardı. Bu karışımın da bir di­
kişte içilmesi gerekiyordu. Bunu yaptığında kocasını bir bardak votka
ve bir sosisle ödüllendirirdi .
Demircinin ziyaretine zaman zaman tabancalı tüfekli esrarengiz
atlılar gelirdi. Bütün evi kolaçan ettikten sonra demirciyle masada
otururlardı. Biz de demircinin karısıyla mutfakta ev yapımı votkaları
şişelere doldurur, sosisleri ipe dizer, peynir, katı yumurta ve domuz
pastırması hazırlardık.
••
Bu silahlı adamlar Partizanlardı. Oyle habersiz gelirlerdi köye sık-
lıkla. Bunlar birbirleriyle dalaş halindeydiler. Demirci karısına anla­
tırken duymuştum, bunlar hem Almanlarla hem Ruslarla savaşmak
isteyen ''Beyazlar'' ve Kızıl Ordu'ya destek olmak isteyen ''Kızıllar''
olarak ikiye bölünmüşleı ıııiş.
78 JERZY KOSINSKI

Köyde pek çok söylenti dolaşıyordu. ''Beyazlar'', kişisel mülkiyet


haklarını korunup, toprak ağalarının imtiyazlarının olduğu gibi kal­
masından yanaydı. Sovyetlerin desteklediği ''Kızıllar'' ise toprak refor­
munun gerçekleşmesi için mücadele ediyorlardı. Her iki taraf da gi­
derek artan biçimde köylünün desteğini talep etmekteydi.
Toprak ağalarıyla işbirliği içindeki ''Beyaz'' Partizanlar, ''Kızıl'' Par­
tizanlara yardım ettiğinden şüphelendikleri köylüden bunun acısını
çıkarırken, yoksulların yanında yer alan ''Kızıl''lar da ''Beyaz''lara yar­
dım edenleri cezalandırıp, zengin köylülerin ailelerine zulmediyorlar­
dı.
Alman birlikleri de boş duııııuyor, köye yaptıkları baskınlarda köy­
lüleri sorgulayarak Partizanların geliş gidişleri hakkında bilgi almaya
çalışıyor, gözdağı veııııek için de bir iki köylüyü kurşuna diziyorlardı.
Böyle zamanlarda demirci beni patates ambarına saklayıp, Alman su­
baylarının suyuna gidiyor, fazladan yiyecek ve buğdayı kendilerine za­
manında veııııeyi taahhüt ederek adanılan yumuşatmaya çalışıyordu .
••
Oyle zamanlar olurdu ki, geldiklerinde karşıt görüşlü Partizanlar
köyün ortalık yerinde birbirine saldırır, her yeri savaş meydanına çe­
virirlerdi. Tabancalar, tüfekler, el bombaları patlar, kulübeler ateş alır,
başıboş hayvanlar böğürtülerle ortalıkta koşuşturur, çocuklar yalın
ayak başı kabak çığlık çığlığa kaçacak delik arardı. Köylüler dualara
sığınan karılarını alıp ambarlara saklanırlardı. Gözleri artık neredey­
se gör rııez, kulakları işitmez, ağzında dişi kalmamış yaşlı nineler de
yamuk yumuk paııııaklanyla istavroz çıkarıp dualar mırıldanarak
kendilerini makineli tüfeklerin önüne atar, savaşçılara Tanrı katında
hesap verııı�lerini dileyerek lanetler okurlardı.
Yaşanan bu meydan muharebelerinden sonra köyde yaşam yavaş
yavaş normale dönerdi. Ama bundan sonra da köy erkeklerinin ve
çocukların ölen Partizanların silahlarını, üniformalarını ve çizmeleri­
ni kapma kavgası başlar, ölüleri nereye gömecekleri ve mezarları ki­
min kazacağı konusunda ağız dalaşına girerlerdi. Bu tartışmalar sü­
rerken çürümeye başlayan cesetlerin etrafında gündüzleri köpekler
koklayarak dolaşır, geceleri de sıçanlar cesetleri kemirir dururdu.
BOYALI KUŞ 79

Gecelerden birinde demircinin karısı beni dürterek uyandırdı ve


hemen oradan kaçmamı söyledi. Kulübenin etrafında bir takım erkek
sesleri ve silah tıkırtıları duyulmaya ramak kala yatağımdan fırlayıp
••
tavan arasına saklanmayı başarmıştım, Ustümü bir çuvalla örttüm,
döşeme tahtalarının arasındaki açıklıktan çiftlik avlusunu olduğu gibi
görebiliyordum.
Sert bir ses demirciye dışarı çıkmasını emretti. iki silahlı Partizan
adamı yan çıplak bir vaziyette avluya sürükledi. Soğuktan titreyerek
kıçından düşen pantolonunu çekiştirmeye çalışıyordu demirci. Birli­
ğin omuzlarındaki apoletlerinde yıldızlar sıralanmış uzun boylu ko­
mutanı adama yaklaşıp bir şeyler söyledi. Söylediklerinin bir kısmını
duyabilmiştim ancak: '' . . . Sen anavatan düşmanlarına yardım ve ya-
taklık ettin."
iki elini teslimiyetle kaldıran demirci Baba, Oğul ve Kutsal Ruh
adına bunu yapmadığına yeminler ederken yediği ilk darbeyle yere
yıkılmıştı. Toparlanıp ayağa kalkarken yeminler ederek böyle bir şey
yapmadığını söylemeye devam ediyordu. Adamlardan biri tahta per­
denin kazıklarından birini söküp havada şöyle bir sallayarak demirci­
nin suratına indirdi. Adam yeniden yere kapaklanınca bu kez diğer
Partizanlar meşin çizmeleriyle tekmelemeye•• giriştiler. Adam acılar
içinde kıvranıyor, haykırıyordu ama nafile. Ustüne eğilip kulaklarını
çektiler, büktüler, topuklarıyla erkeklik organlarını ezip, parmaklarını
kırdılar.
Yere bir çuval gibi yığılıp, inlemeleri kesilince, Partizanlar demir­
cinin iki çalışanını, kansını ve ellerinden kurtulmak için debelenen
oğlunu tutup dışarı çıkardılar sürükleyerek. Kadını ve adamları ağılın
kapısından içeri itekleyip onları at arabasının dingili üzerine buğday
çuvalları gibi baş aşağı yatırdılar. Giysilerini parçalayıp ellerini ayak­
larına bağladılar. Sonra kollan sıvayıp demiryolu raylarından söktük­
leri çelik çubuklarla kurbanlarını kıyasıya dövmeye, acıyla kıvrandır­
maya başladılar.
Kaba etlerine inen her darbe, kırmızı mor izler bırakıp etlerini şi­
şirirken insanlar duydukları acıyla artık dayak yiyen köpekler gibi
80 JERZY KOSINSKI

ulurcasına sesler çıkarmaya başlamıştı. Bense korkudan tir tir titreye­


rek soğuk terler döküyordum olduğum yerde.
Yağmur gibi inen darbeler birbirini kovaladı. Demircinin kansı acı
acı feryat ederken Partizanlar kadının kuru kalçalarıyla, cılız baldır-
larıyla ilgili kaba ve pis şakalar yapmaya devam ediyorlardı. inleme-
leri, haykırışları kesilmeyince kadını tutup ters çevirdiler, artık yüzü
gökyüzüne dönük akça memeleri iki yana sarkmış vaziyetteydi.
Adamların acımasızlığın doruğuna çıkarak kadının karnına ve vücu­
dunun diğer yerlerine giderek daha hararetli indirdikleri darbelerin
neticesinde açılan etlerinden kanlar sızmaya başlamıştı. Dingilin üs­
tündeki diğerlerinin de artık gücü kuweti kalmayınca zalimler üstle­
rini giyinip kulübeye daldılar, eşyaları kırıp döküp ortada ne varsa
yağmaladılar.
Tavan arasına girer giııııez beni buldular elbet. Boğazımdan kedi
yavrusu gibi yakalayıp evire çevire dövdüler, saçlarımı çektiler. Benim
terk edilmiş bir Çingene çocuğu olduğuma hükmederek yüksek sesle
beni ne yapacaklarını tartıştılar. Sonra içlerinden biri birkaç kilometre
uzaktaki Alman karakoluna teslim edilmeme karar verdi. Bu durumda
karakol komutanının yiyecek teslimatını zaten gecikmeli gerçekleşti­
ren köyle ilgili kızgınlığının bir nebze geçeceğini düşünüyordu. Bir
diğeri de küçük bir Çingene piçi yüzünden bütün köyün ateşe verilme­
sine gerek olmadığını ekleyerek bu fikre sıcak baktığını belirtti.
Ellerimi ve ayaklarımı bağlayarak beni dışarı sürüklediler. Parti­
zanlar beni işaret ederek köylülerden ikisine bir şeyler söyledi. Adam­
lar itaatkar bir şekilde kafalarını sallayarak dinlediler söylenenleri.
Beni arabaya atıp iplerle sıkıca bağladıktan sonra kendileri de öne
bindiler ve yola koyulduk.
Birkaç kilometre boyunca Partizanlar da atlarının üstünde salına
salına bize eşlik etti. Yol boyunca demirciden kaldırdıkları yiyecekle­
ri paylaştılar. Ormanın derinliklerine varınca köylülerle yine bir şeyler
konuştular, atlarını mahmuzlayıp ormanın içinde gözden kayboldular.
Tepeme vuran güneşten ve duruş pozisyonumun rahatsızlığından
iyice yorgun düşmüştüm, uyuklamaya başladım. Rüyamda bir ağaç
BOYALI KUŞ 81

kovuğuna büzülmüş, altımdaki dünyayı alaycı bakışlarla süzen bir


sincaptım önce. Sonra birdenbire bir çekirge oluverdim. Uzun bacak­
larımla yay gibi gerilip zıplaya zıplaya dünyaları aştım. Zaman zaman
bir sis bulutunun ardından kişneyen atların, gıcırdayan tekerleklerin
ve binicilerinin seslerini duyar gibi oluyordum.
Tren istasyonuna vardığımızda öğlen olmuştu. Etrafımızı anında
Alman askerleri sardı. Hepsinin üstündeki üniformaların rengi sol­
muştu, ayaklarındaki postallar parçalanmak üzereydi. Köylüler asker­
leri saygıyla selamladılar ve Partizanların yazdığı notu verdiler. Nö­
betçilerden biri subayı çağırmaya gidince, askerler arabanın çevresin­
de toplaştılar. Bana bakıp bakıp aralarında bir şeyler konuşuyorlardı .
içlerinde nispeten daha yaşlı olan birisinin sıcaktan çok bunaldığı
besbelliydi, adamın gözündeki gözlükler terden buğulanmıştı. Araba­
ya dayanıp buz mavisi gözlerinde duygusuz bakışlarla dikkatle bak­
maya başladı bana. Adama gülümsedim ama o hiç oralı olmadı. Ben
de bu sefer gözlerimi gözlerinin içine diktim, bakalım bakışlarımla
ona uğursuzluk getirecek miydim? Adamı hasta edebilirdim de, ama
birden onun için üzüldüm ve hemen bakışlarımı kaçırdım .
istasyon binasından çıkan genç bir subay arabaya yaklaştı. Etrafı-
mızdaki askerler derhal kendilerine çekidüzen verip, esas duruşa geç­
tiler. Köylüler tereddüt içindeydi, ne yapmaları gerektiğinden emin
olmadıklarından onlar da askerlerin yaptığı gibi esas duruşa geçip
yaltaklandılar.
Subay askerlerden birine bir şey söyledi, o da sıradan çıkıp yanıma
geldi, eliyle saçlarımı karıştırdı, gözkapaklarımı çekerek gözlerimin
içine baktı, dizlerimdeki ve baldırlarımdaki yaraları inceledi. Sonra
raporunu vermek için subayın yanına gitti. Subay gözlüklü yaşlıca
askere dönüp bir şeyler söyledikten sonra yürüyüp gitti .
Arkasından askerler de sağa sola dağıldı. istasyon binasından ne-
şeli bir müzik duyuluyordu. Gözetleme kulesindeki makineli tüfekli
nöbetçiler çelik miğferlerini düzelttiler.
Gözlüklü asker yanıma geldi, tek kelime etmeden beni arabaya
bağlayan ipi çözdü, boşta kalan ucunu ilmek yapıp kendi bileğine
82 JERZY KOSINSKI

geçirdi ve başıyla kendisini takip etmemi işaret etti. Arkama dönüp


iki köylüye baktığımda onların çoktan arabaya binip atlarını kamçıla­
dıklarını gördüm .
istasyon binasının önünden geçtik. Asker yol üstündeki deponun
önünde durdu, orada kendisine bir teneke benzin uzattılar. Sonra
birlikte tren yolu boyunca oııııanın derinliklerine doğru yürüdük.
Askerin beni vurduktan sonra üstüme benzini döküp beni yakmak
için emir aldığından adım gibi emindim. Böyle olaylara çok tanık ol­
muşluğum vardı. Partizanların muhbirlikle suçlanan bir köylüyü nasıl
kurşuna dizdiğini gözlerimle görmüştüm. Hatta öldürdükten sonra
gömmek için adama kendi mezarını bile kazdırmışlardı. Almanların
uııııana doğru kaçan yaralı bir Partizanı nasıl vurduğunu ve sonra
adamın cesedinden yükselen alevleri hatırladım.
Acı çekmekten çok korkuyordum. Kurşunla vurulmak mutlaka çok
acı verici olmalıydı ama yanarak ölmek çok daha korkunçtu. Ancak
yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Askerin elinde bir tüfek vardı ve be­
nim ayağıma geçirilen ipin bir ucu onun bileğine bağlıydı.
Ayaklarım çıplaktı ve elim kolum bağlıydı. Sıcak ayaklarımın altı­
nı kavuruyordu. Demiryolundaki traversler ayağıma battığı için zıp­
layıp daha çok rayların üstünden gitmeye çalışıyordum ama ayağıma
bağlı ip yüzünden orada da bir türlü dengeyi tutturamıyordum. Kü­
çücük adımlarımla koca adamın düzenli adımlarına ayak uydt.ıııııam
çok zordu.
Akrobatik hareketlerle raylar üzerinde ilerleme gayretimi yüzünde
belli belirsiz bir gülümsemeyle izliyordu. Bu gülümseme bir anlam
ifade etmiyordu, adam neticede benim canımı alacaktı.
Çoktan istasyon bölgesinin dışına çıkmıştık, son makas noktasını
da geride bıraktık. Hava karaııııaya başlamıştı. Ormana yaklaştıkça
güneşin ağaçların arkasında kayboldu. Asker bir an durup benzin te­
nekesini yere bıraktı, tüfeğini öbür eline aktardı. Rayların üstüne otu­
rup, derin bir iç çekerek bacaklarını esnetti. Yavaşça gözlüklerini çı­
kardı gözünden, koluyla kalın kaşlarında biriken terleri sildikten son­
ra palaskasını açıp bir klipsle takılı küçük küreği çıkardı. Gömlek ce-
BOYALI KUŞ 83

binden bir sigara çıkarıp yaktı, kibriti dikkatlice söndürdü.


Tek kelime etmeden benim artık bacağımın derisini adamakıllı
sıyırmış ipi gevşetme uğraşımı izledi. Sonra pantolon cebinden küçük
biri çakı çıkardı, çakıyı açtı, yanıma yaklaştı, bir eliyle bacağımı tutup
diğer eliyle ipi kesti dikkatlice. Sonra ipi yuvarladı ve eliyle rayların
ilerisine fırlattı.
Ben minnettarlığımı göstermek için gülümsemeye çalıştım ama
ondan bir karşılık alamadım. Şimdi öylece oturuyorduk, o sigarasın­
dan derin nefesler çekiyor, bense halkalar halinde havaya dağılan
mavimsi sigara dumanını izliyordum.
Orada otururken ölmenin kaç çeşidi olabileceğini düşünmeye baş­
lamıştım. O ana kadar yalnızca iki çeşidi ben çok etkilemişti.
Çok iyi hatırlıyordum, savaşın ilk günleriydi, evimizin hemen kar­
şısındaki evlerden birine bomba isabet etmişti. Bizim bile bütün cam­
larımız kırılmıştı. Duvarların yıkıldığını görmüş, yerin sarsıldığını
hissedip tanımadığımız insanların ölürkenki canhıraş feryatlarına
tanık olmuştuk. Kapıların, tavanların hatta üstünde hala resimler ası­
lı duvarların bir boşluğun içine yuvarlandığını kendi gözlerimle gör­
müştüm. Koca koca koltuklar, kanepeler, tabureler, yastıklar ve hatta
kuyruklu piyanolar sokağa dökülüveııııişti bir çığ gibi. Bunları tiz
çığlıklar atan avizeler, parlak metal mutfak kapları, çaydanlıklar ve
alüminyum lazımlıklar izlemişti. Kitapların sayfaları ciltlerinden ay­
rılmış, havada ürkek kuş sürüleri gibi bir o yana bir bu yana uçuşu­
yordu. Küvetler bağlı oldukları borulardan kendilerini sanki bile iste­
ye kopararak parmaklıkların ve trabzan süslerinin arasına sihirli bir
şekilde konmuş, oluklarla çevrelenmişti.
Ortadan ikiye ayrılan binanın içi toz duman dağıldıktan sonra gös­
terdi kendini. Kırılan zeminler ve tavanlar birbirine yapışmıştı, insan­
ların gövdeleri aralardaki boşlukları tıkayan bez parçaları gibi görü­
nüyorlardı. Duvar kağıdı, boya ve sıva parçaları aç sinekler gibi yapış­
mıştı bu kırmızı renge boyalı bez parçalarına. Etrafın hala devam et­
mekte olan hareketliliği karşısında yalnızca ölüler sakin ve huzurluy-
du.
84 JERZV KOSINSKI

Derken tavanlardan kopup gelen kirişlerin altında kalan, içinden


kazıklara oturtulmuşçasına demir çubuklar ve borular geçen, yıkılan
duvarların altında ezilen ve parçalanan insanların canhıraş feryatları
ve iniltileri duyuldu. Bombanın açtığı çukurun karanlığından can hav­
liyle tek bir yaşlı kadın çıktı yıkıntılara tutunmaya çalışarak. Dişsiz
ağzıyla bir şeyler söylemeye çabaladıysa da hiç ses çıkmadı ağzından.
Yarı çıplaktı, bir deri bir kemik göğsünden pörsümüş memeleri sarkı­
yordu. Çukurun yolla birleştiği yerde oluşan molozdan tümseğe ulaş­
tığında şöyle bir durup dikildi ve hemen akabinde arka üstü devrilerek
yıkıntıların ardında gözden kayboldu.
Bir insanın ölümünün bir başka insanın elinden daha az ilginç bir
şekilde olması da mümkündü. Çok zaman önce değil, ben daha Lekh'in
evinde yaşarken orada toplananlar arasında iki köylü bir şekilde kav­
gaya tutuşmuştu. Kulübenin ortasında birbirlerine dalarak gırtlak
gırtlağa gelmişler, yerlerde yuvarlanmışlardı. Kudurmuş köpekler gi-
biydiler, dişleriyle birbirlerinin giysilerini parçalayıp etlerini koparı-
yorlardı. Sert ve kaba elleri, dizleri, omuzlan ve ayaklan ayrı ayrı can
bulmuştu sanki. Kendilerini adeta vahşi bir dansın ritmine kaptırmış
zıplayarak, kıvrılıp bükülerek pençelerini savurup birbirlerini tırmık­
lıyorlardı. Yumruk yaptıkları ellerindeki kemikler birbirlerinin kafala­
rına tokmak gibi iniyor ve bu ağır darbelere maruz kalan kemiklerin
çatırtısı duyuluyordu.
Etraflarında halka olup bu gösteriyi izleyen konuklar bir ara bir
kütürtünün ardından boğuk bir hırıltı duydular. Adamlardan biri bir
süredir diğerinin tepesine çökmüş vaziyetteydi. Alttaki güçlükle soluk
alıp veriyordu, giderek kuwetten düşüyor gibi görünmesine rağmen
bir gayret kafasını••
kaldırıp mücadeleyi kazanmakta olana adamın su-
ratına tükürdü. Ustteki bu hareketi affetmedi. Bir su kurbağası gibi
şişinip gerinerek yumruğunu var gücüyle adamın kafasına indirdi.
Kafası yerinden kımıldamak şöyle dursun, giderek büyüyen bir kan
gölünün ortasında dağılıp kalan adam anında ölmüştü.
Şimdi ben de kendimi Partizanların öldürdüğü uyuz köpek gibi
hissediyordum. Adamlar önce köpeğin kafasını okşamışlar, sonra ku-
BOYALI KUŞ 85

!aklarının arkasını kaşıyarak hayvanı rahatlatmışlardı. O da mutlu


mesut kesik kesik havlayarak sevilmenin keyfini çıkarıyordu. Sonra
yakalaması için bir kemik attılar. Köpek kısa pis kuyruğunu sallayarak
kelebekleri ürkütüp çiçekleri ezerek kemiğin peşinden fırladı. Kemiği
yakaladığını sevinçle zıplayarak gösterdiği anda tak diye vurdular
hayvanı.
Asker palaskasını yeniden taktı. Dikkatimi çeken bu hareketle bir
an için düşüncelerimden uzaklaştım.
O an, kaçmaya kalkışırsam oııııana kadar olan mesafeyi, adamın
tüfeğine ne kadar zamanda davranıp beni vuracağını hesaplamaya
çalıştım hızla kafamda. Orman adamakıllı uzaktaydı, bayırın daha
yarısına vaııııadan ölüp gitmem işten değildi. ' En iyi olasılıkla otluk
araziye ulaşabilirdim ama orada da hem hızlı koşamazdım, hem de
kabak gibi ortada olurdum.
Asker oturduğu yerden kalkıp sesli bir şekilde gerindi. Ortalığa tam
bir sessizlik hakimdi. Hafifçe esen rüzgar benzinin kokusunu alıp gö­
türmüş, yerine tatlı bir çam ve mercanköşk kokusu getirmişti .
Tabii ki beni sırtımdan da vurabilir, diye düşündüm. insanlar biri-
ni gözlerinin içine bakmadan öldürmeyi tercih ederlerdi.
Asker bana dönüp, ''haydi koş şimdi, durma," dercesine bir işaret
yaptı ormanı göstererek. işte, beklenen son yaklaşıyordu. Ben anla-
mazlıktan gelip ona doğru yanaştım. Adeta ona dokunmamdan kork­
muş gibi geriye doğru sıçradı adam ve bir eliyle gözlerini kapatarak
diğer eliyle yine ormanı işaret etti sertçe.
Beni oyuna getirmek için akıllıca bir yol bu, diye düşündüm. Bana
bakmamaya çalışıyordu. Kazık çakmış gibi olduğum yerde kaldım. Bu
sefer sabırsızlıkla baktı yüzüme ve kendi kaba dilinde bir şeyler söy­
ledi. Benim yaranmaya çalışırcasına gülümsemem onu daha da çile­
den çıkartmıştı. Yeniden ormanı gösterdi eliyle, sertçe. Ben yine kı­
mıldamadım. Sonra birden süngüsünü çıkardığı tüfeği de altına ala­
rak rayların üstüne uzanıverdi.
Ben hızla mesafeyi bir kez daha hesapladım, bu kez risk gözüme
daha az görünmüştü. Uzaklaşmak için harekete geçtiğimde askerin
86 JERZY KOSINSKI

bu kez içtenlikle gülümsediğini fark enim. Toprak setin bittiği yere


vardığımda dönüp geriye baktım, hala orada öyle hareketsiz uzanmış,
sıcakta kestiııııeye devam ediyordu.
Ben telaşla el sallayıp ormanın serin gölgeli çalılıklarına doğru
kendimi bir tavşan gibi bayır aşağı koyverdim. Çalıların dikeni oramı
buramı çiziyordu, nefesim kesilene kadar durmadım. Sonunda ken­
dimi yosunların nemli rahatlığına bıraktım.
••
Oylece uzanıp orıııandan gelen seslere kulak vermişken birden
demiryolu tarafından iki el silah sesi duydum. Anlaşılan asker beni
infaz ediyor numarası yapıyordu.
Bu sese uyanan yaprakların arasında tüneyen kuşlar kanat çırpma­
ya başladı. Hemen sağımda, ağaçlardan birinin kökünden bir kerten­
kele fırlayıp gözlerini bana dikti. Elimi indirsem ezebilirdim onu ama
çok bitkindim.


Erken gelen sonbahar ekinlerin çoğunu mahvetti, derken kış fena
halde bastırdı. İlk önce günlerce kar yağdı. İnsanlar kışların nasıl geç­
tiğini bildiğinden telaşla kendileri ve hayvanları için yiyecek depola­
dılar, kulübelerinde ve ahırlarındaki delikleri sap samanla tıkayıp
kapattılar, bacalarını, saz damlarını sert rüzgarlara karşı güçlendirdi­
ler. Derken hava karların altında kalan her şeyi buz tutturarak don
yaptı.
Kimse beni yanında tutmak istemiyordu. Yiyecek zaten kıt oldu­
ğundan kimsenin bir gırtlağı daha doyuracak gücü yoktu. Verebile­
cekleri iş de yoktu. Kimse her yerinden buzlar sarkan ağıllara girip
gübreleri temizleyemiyordu. insanlar sığınaklarını kümes hayvanları,
buzağılar, tavşanlar, domuzlar, keçiler ve atlarla ortak kullanıp birbir­
lerine sokularak kendilerini ısıtmaya çalışıyorlardı ama beni de ara­
larına alacak yerleri yoktu.
Kış şiddetini hiç kesmedi. Kurşuni renkte bulutlarla yüklü gökyüzü
bütün ağırlığıyla sazdan damların üstüne abanmış gibiydi. Bazen kas­
vetli bir bulut, kötü ruhların günahkarların peşine düştüğü gibi diğer­
lerini hızla geride bırakıp yükseliyordu ardında hüzünlü bir iz bıraka­
rak. Camlarda nefesleriyle erittikleri yerden dışarıya bakan köylüler
köyün üstüne uğursuz bir gölgenin çöktüğünü görünce ıstavroz çıka­
rıp dualar mırıldanmaya başlardı. Şeytan'ın üstüne bindiği kara bu­
lutlan köylük yerlere sürdüğü belliydi ve orada durduğu sürece baş­
larına geleceklerin en kötüsüne hazırlıklı olmalıydılar.
Kat kat üstüme geçirdiğim çaputlar, tavşan kürkleri ve at derileriy­
le soğuktan korunmaya çalışarak köyden köye dolanıp dururken, de-
miryolunda bulduğum bir teneke kutudan yaptığım yeni kometimle
88 JERZY KOSINSKI

birazcık da olsa ısınabiliyordum. Bulduğum her fırsatta sırtımda taşı­


dığım çuvaldaki yakacakları tazeliyordum. Yüküm hafifleyince telaş­
la ormana gidip çalı çırpı topluyor, ağaç kabuklarını koparıp tezek ve
yosunları ayıklayıp diğerlerinin arasına katıyordum. Çuvalımı doldu­
runca içim güven duygusuyla dolu, kometimi sallayarak sıcaklığının
verdiği rahatlığın keyfini sürerek yoluma devam ediyordum.
Yiyecek bulmakta zorlanmıyordum. Kar yağışı devam ettiği için
insanlar kulübelerinden çıkmıyorlardı. Karların arasından kendime
yol açıp tehlikesizce ambarlara dalıyor, patateslerin ve pancarların en
iyilerini seçip daha sonra kometimin ateşinde pişiriyordum. Dışarıya
bakarken gören olsa bile, gördükleri miskince hareket eden şekli şe­
mali belirsiz çaput yığınının bir hayalet olduğunu sanıyor, çok çok
üstüme köpeklerini salıyorlardı. Sıcak kulübelerde kıvrıldıkları yer­
den kalkmaya zaten gönlü olmayan köpekler karlara bata çıka peşime
düştüklerinde ise kometimi sallayarak kolaylıkla korkutup geri püs­
kürtüyordum onları. Soğuktan donmuş, bitkin bir halde kulübelerine
geri dönüyorlardı.
Tabanı kalın tahtadan pabuçların üstüne kat kat sardığım kumaş­
larla ayaklarım iyice kocamanlaşmıştı. Bedenim de hafif olduğu için
karlara batmadan kolayca hareket edebiliyordum. Bir tek gözlerim
açıktaydı, bu şekilde rahatça istediğim yere gidebiliyordum, kuzgun­
lardan başka karşıma çıkan tek bir canlı yoktu.
Geceleri ormanda uyuyordum, ağaç köklerinin dibinde kar birikin­
tilerinin altında tavşan yuvası gibi bir çukur kazmıştım kendime. Çü­
rümüş yapraklar ve bataklık kömürüyle beslediğim kometimle sığına­
ğım ısınıyor, dumanından çıkan tatlı bir koku sarıyordu ortalığı. Ateş
gece boyunca yanmaya devam ediyordu.
Sonunda, birkaç hafta boyunca esen nispeten ılık rüzgarlarla kar­
lar erimeye başlayınca, köylüler de kendilerini dışarı attı. Yapacak bir
şey yoktu. Kış boyu adamakıllı dinlenip güçlenen köpekler çiftliklerin
çevresinde gezinmeye başlamışlardı. Anık yiyecek çalamıyordum, her
an tetikte dolaşıyordum. Şansımı Alman karakollarından yeteri kadar
uzak köylerde denemek zorundaydım.
BOYALI KUŞ 89

Ormanda ilerlerken eriyen karlar üstüme düşüyordu, kaç kere ne­


redeyse sönüyordu kometimin ateşi. Yolculuğumun ikinci gününde
kulağıma çalınan bir çığlıkla durakladım. Hareket etmeye bile korka­
rak bir çalının arkasına sığındım, etrafıma kulak kabarttım. Sonra o
sesi yeniden duydum. Tepemde kargalar kanat çırpmaya başladılar,
bir şeyden ürkmüşlerdi. Ağaçları siper alarak sessizce sesin kaynağına
doğru ilerledim. Daracık çamurlu bir yolun üstünde devrilmiş bir at
arabası gördüm. Ama ortalarda arabacı yoktu.
At beni görünce başını kaldırıp kulaklarını dikti. Yanına yaklaştım.
Zavallı hayvan öyle sıskaydı ki neredeyse kemikleri sayılıyordu. Kas­
lan zayıflıktan iplik iplik sarkmıştı adeta. Kapanmaya yüz tutan kan
çanağına dönmüş donuk gözleriyle baktı bana. Zorlukla başını kıpır­
datınca gırtlağından kurbağa vıraklamasına benzer bir ses yükseldi.
Atın bacaklarından biri topuğun hemen üstünden kırılmıştı. Kırı­
lan kemikten sivri bir parça etini delerek fırlamıştı, hayvan bacağını
her hareket ettirdiğinde yarası biraz daha genişliyordu. lzdırap için-
deki atın dört bir yanında leş kargaları bekleşiyordu. içlerinden birisi
ağaçların dallarına konduğunda erimeye yüz tutmuş kar kümeleri küt
diye düşüyordu yere. Bu ses gücü kuvveti kalmayan atın her seferinde
başını zorlukla hareket ettirerek gözlerini açıp etrafına bakınmasına
sebep oluyordu.
Arabanın etrafında dolandığımı görünce beni yanına çağırırcasına
kuyruğunu salladı hayvan. Ben de bu çağrıya uyarak yanına gittim,
kocaman kafasını omzuma koydu ve yanağını yanağıma dayadı. Ben
başını, boynunu okşadıkça iyice sokuldu.
Bacağına doğru uzanıp yarasına baktım. Hayvan da sanki benim
vereceğim hükmü beklercesine kafasını o yana çevirmişti . Bir iki adım
attırmaya çalıştım. inleyerek adım atmaya gayret ettiyse de nafile,
yapamayacaktı. Pes ederek, neredeyse utanç içinde kafasını öne eğ­
mişti. Boynunu okşadım yine, kalbi hala atmaktaydı. Peşimden gel­
mesi için harekete geçirmeye çalıştım, çünkü bu vaziyette ormanda
kalması demek, ölmesi demekti. Onu ikna etmek için sıcacık ahırlar­
dan, samanların kokusundan dem vurup, insanların kırılan kemikle-
90 JERZY KOSINSKI

rini şifalı bitkilerle nasıl iyileştirdiklerini anlattım.


Hala karlar altında olan yemyeşil çayırlardan, otlaklardan, yeni­
den ortaya çıkmak ilkbaharı nasıl beklediklerinden bahsettim. Köyüne
geri götürüp de sahibine teslim etmeyi başarırsam, köylülerle aramın
düzelebileceğini belki o zaman beni çiftlikte bile tutabileceklerini an­
lattım uzun uzun. Sanki doğru söylediğimden emin olmak istercesine
yarı kapalı gözlerini zaman zaman kırpıştırarak dinledi anlattıklarımı.
Bir adım geride durup küçük bir dal parçasıyla dürterek adım at­
tırmaya çalıştım. Yaralı bacağını basamadığı için olduğu yerde bir iki
sallandı. Ancak sonunda onu hareket etmeye razı etmiştim. Acı içinde
yavaşça topallayarak adımlar atmaya başladı. Ara sıra durup olduğu
yere çöküveriyordu. O zaman ben kôllarımla boynuna sarılıp okşuyor,
kırık bacağını tutup yeniden kaldırıyordum. Bir süre sonra sanki bir
süreliğine zihninden silinip gitmiş eski bir anısını hatırlamışçasına
canlanıp yeniden harekete geçiyordu. Yaralı bacağının üstüne bastık­
ça bacağını delip çıkan kırık kemik daha görünür hale geliyor, adeta
çamurlu karların üstüne bununla basıyor, acı dolu kişnemeleri yüre­
ğimi parçalıyordu. Kendi ayağımdaki takunyamsı pabuçların rahatsız­
lığını unutup, sanki kaval kemiği kırık olan benmişim gibi ben de her
adımımda acıyla inliyordum.
Yanımda at, çamurlara bata çıka, yorgunluktan bitkin vaziyette
köye vardım. Anında etrafımızı köpek sürüsü sardı, saldırıııaya hazır
deli gibi hırlıyorlardı. Elimdeki korneti sallayarak kıvılcımları en sal­
dırgan olanların tüylerine saçarak yanımıza yaklaştırmamaya uğraşı­
yordum. At olan bitene kayıtsız, uyuşturulmuş gibi öylece duruyordu
yanımda.
Köylüler kulübelerinden çıkmaya başlamışlardı. Tesadüfe bakın ki
içlerinden biri iki gün önce arabasını ormanda bırakıp giden köylüy­
dü. Köpekleri kovalayıp atın kırık bacağını uzun uzun inceledikten
sonra hayvanı vurmaktan başka çare olmadığını söyledi. Ancak eti,
tabaklık derisi ve ilaç yapmak için kemikleri işe yarayabilirdi. işin
aslı o bölgede en değerli şey hayvanın kemikleriydi. At kemiklerinin
bir takım şifalı bitkilerle karıştırılmasıyla elde edilen ilaç ciddi bir
BOYALI KUŞ 91

hastalığın tedavisi için kullanılıyordu. Toz haline getirilmiş at dişi


kurbağa bacağıyla kaynatılınca diş ağrılarına iyi geliyordu. Kavrulmuş
at toynakları soğuk algınlığını iki günde geçiriyor, sara krizi tutmuş
birinin üstüne konulan leğen kemiği hastanın nöbetlerini bastıııııaya
yarıyordu.
Atın sahibi hayvanı incelerken ben bir kenarda durup bekledim.
Sonra sıra bana geldi. Adam beni de tepeden tırnağa inceleyip daha
önce nerelerde bulunduğumu, hangi işleri yaptığımı sordu. Elimden
geldiğince soğukkanlılıkla şüphe uyandıracak hikayelere girmemeye
çalışarak cevapladım sorularını. Anlattıklarımı defalarca tekrarlattı, o
bölgenin ağzıyla konuşma çabalarım adamın komiğine gitmişti. Du­
rup durup terkedilmiş bir Yahudi ya da Çingene çocuğu olup olmadı­
ğımı sordu. Aklıma gelen herkesin ve her şeyin üstüne iyi bir Hıristiyan
ve itaatkar bir işçi olduğuma dair yeminler ettim. Diğer köylüler dur­
muş beni süzmeye devam ediyorlardı. Neyse, sonunda çiftçi beni ya­
nına alıp çalıştırmaya karar verdi. Dizlerimin üstüne çökerek bacak­
larına sarıldım.
Ertesi sabah çiftçi ahırdan iki kocaman, güçlü at çıkardı. Onları
sabana koşup çitin yanında sesini çıkarmadan bekleyen ayağı sakat
atın yanına sürdü. Sonra boynuna bir kement attı ve ucunu sabana
bağladı. Sağlıklı atlar kulaklarını seğirterek kurbana baktılar kayıtsız­
lıkla. Zavallı at boynunu sımsıkı saran ipten rahatsız, başını sağa sola
oynatıyor ve zorlukla nefes alıp veriyordu. Bense bir kenarda durmuş,
onun hayatını nasıl kurtarabileceğimi, bu çiftliğe geri getirirken başı­
na bunların geleceğine dair en ufak bir fikrim olmadığına onu nasıl
ikna edebileceğimi düşünüyordum. Çiftçi atın boynundaki ilmeği kon­
trol etmek için yanına yanaştığında, hayvan kafasını çevirip adamın
yüzünü yalamaya başladı. Adam ona bakmadan burnuna okkalı bir
şamar indirdi. Canı yanıp küçük düşen hayvan başını öne eğdi. Çift­
çinin ayaklarına kapanıp hayvanın canını bağışlaması için yalvaı·ıııaya
hazırlanıyordum ki o an atın bana sitemkar bakışlarla baktığını gör-
--
düm. Olmek üzere olan bir insanın ya da hayvanın ölümünden so-
rumlu olan insanın dişlerini saydığında neler olacağını hatırladım
92 JERZY KOSINSKI

birden. Hayvan bana tam bir teslimiyet ve kaderini kabullenmişlikle


çaresizce bakarken ağzımı açıp tek bir kelime bile etmeye korktum.
Bakışlarını üstümden çeksin diye bekledim ama çekmedi.
Birdenbire çiftçi avuçlarını kendine yaklaştırıp ikisine de birer tü­
kürük kondurduktan sonra kamçıyı eline aldı ve koşulu atların sağrı­
larına indirdi. Hayvanlar hızla harekete geçtiler, ip gerildi ve ölüme
mahkum atın boynundaki ilmeği sıkmaya başladı. Zavallı hayvan
gırtlağından çıkan boğuk bir sesle yere yıkılarak, rüzgarın devirdiği
çitler gibi yerde sürüklenmeye başladı. Diğerleri toprağın yumuşak
olduğu yere kadar acımasızca birkaç metre daha sürükledikten sonra
nefes nefese kalıp durdular. Çiftçi yürüyüp kurbanın yanına kadar
gitti, boynuna ve dizlerine tekmeler savurup durumu kontrol etti .
••

Hayvan hiç kımıldamadı. Olümün kokusunu alan koşulu atlar, yerde-


ki hayvanının açık gözlerini kendilerine dikmiş bakışını görmekten
kaçınırcasına başlarını öne eğmiş, ayaklarını yere vurup tepiniyorlar­
dı.
Günün kalan kısmını çiftçinin hayvanın derisini yüzmesine ve ke­
miklerini ayırmasına yardım ederek geçirdim.
Haftalar geçmiş, köydekiler artık benimle uğraşmayı bırakmışlar­
dı. Arada bir çocuklardan biri çıkıp benim Alman birliklerine teslim
edilmem ya da köyde bir Çingene piçi barındığının ihbar edilmesi
gerektiğini söylüyordu. Kadınlar yolda karşılaşınca beni görmezden
geliyor, çocuklarının başını başka tarafa çeviriyorlardı. Erkekler tek
laf etmeden şöyle bir bakıp yüzüme tükürüyorlardı.
Hepsi de laflarını ölçerek tane tane konuşan insanlardı. Gelenek­
leri uyarınca kelimelerini idareli kullanırlardı ve gevezeliğin insanın
en kötü düşmanı olduğuna, ağzı kalabalık olanların karaktersiz ve
hilekar kimseler olduğuna inanırlardı. Bunları Yahudi ya da Çingene
falcıların yetiştirdiği kesindi. Bir araya geldiklerinde koyu bir sessizlik
sarardı ortalığı, bu sessizliği çok arada sırada birinin ağzından çıkan
anlamsız bir laf bozardı. Konuşmaya ya da gülmeye kalktıklarında da
kem gözler dişlerini görmesin diye ağızlarını elleriyle kaparlardı. Bir
tek votka onların dilini çözer, biraz olsun gevşemelerini sağlardı .
BOYALI KUŞ 93

Benim usta herkesin saygı duyduğu, düğünlere, kutlamalara sık


sık davet edilen biriydi. Bazen, gittiği yerlere beni de yanında götür­
düğü olurdu, tabii çocukları hasta filan değilse, karısı ve kaynanası
da karşı çıkmazsa. Bu gibi toplantılarda beni ortaya çıkarır, savaştan
önce annemden ve dadımdan öğrendiğim şiirleri ve öyküleri şehirli
dilimle anlattırıp oradakileri eğlendirmemi isterdi. Köylülerin o ağda­
lı yerel diline kıyasla benim sert ünsüzlerle dolu, makineli tüfek gibi
akıcı konuşmam çok komik gelirdi onlara. Hünerlerimi sergiletmeden
önce ustam bana bir koca yudum votka içirtirdi. Zaten ayakta salla­
narak odanın ortasına doğru ilerlerken bir de ayağıma çelme takarak
beni düşürmeye çalışır, öyle eğlenirlerdi.
Kimsenin gözlerine ya da dişlerine gözüm takılmasın diye bakışla­
rımı kaçırarak şovuma başlardım. Ne zaman tekerleme söyler gibi
hızla okusam şiirleri, adamların gözü hayretle fal taşı gibi açılır, benim
aklımı oynattığımı ya da böyle hızlı konuşmamın bir çeşit hastalıktan
kaynaklandığını düşünürlerdi .
••
Ozellikle hayvanlarla ilgili fabllar ve masallara bayılır, kahkahala-
ra boğulurlardı. Dünyayı Gezen Keçi, Çizmeli Kedi, Boğa Ferdinand,
Karlar Kraliçesi, Yedi Cüceler, Mickey Mouse ve Pinokyo masalların
dinlerken bir yandan içtikleri votkaları püskürtüp neredeyse gülmek­
ten katılıyorlardı.
Daha sonra beni tek tek masalarına çağırırlardı, bazı masalları
yeniden anlatmamı, şiirleri okumamı ister, zorla kadeh kaldırtırlardı.
itiraz ettiğimde ise votkayı gırtlağımdan dökerlerdi. Çoğunlukla daha
gece bitmeden ben sarhoş olmuş ve neler olup bittiğinden habersiz
hale gelmiş olurdum. Karşımdaki insanların yüzü bulanarak anlattı­
ğım hikayelerdeki hayvanların şeklini almaya başlardı. Tıpkı hala ha­
tırladığım çocuk kitaplarındaki çizgi karakterlere benzerlerdi. Kendi­
mi ıslak duvarları süngerimsi yosunlarla kaplı derin bir kuyudan aşa­
ğı düşer gibi hissederdim. Ancak kuyunun dibinde beni bekleyen su
değil, içine girdiğimde her şeyi unutarak derin biı· uykuya daldığım
sıcak yatağım olurdu.
Artık kış mevsiminin sonuna gelmiştik. Benim çiftçi her gün beni
94 JERZY KOSINSKI

de alıp orıııana götürüyor, oradan odun getiriyorduk. Hava nemli ve


ılıktı. Koca koca ağaçların dallarını saran nemden adamakıllı kabaııııış
tüylü yosunlar aşağılara sarkıyor ve uçlarında biriken su ağaç kabuk­
larının bir halı gibi örttüğü yerlere damla damla düşüyordu. Biriken
sular dört bir yana doğru hoplaya zıplaya ilerlerken kimi zaman kar­
şısına çıkan ağaç köklerinin batağında kayboluyor, sonra yeniden or­
taya çıkıp çocuklar gibi oyunbaz ve delibozuk, yollarını buluyordu.
Komşu ailelerden biri tatlı kızlarını evlendirirken büyük bir düğün
daveti vermişleri. En güzel ve temiz pazar giysileri içindeki köylüler,
düğün için temizlenip süslenmiş ahırda dans ediyorlardı. Damat çok
eski bir geleneğe uygun olarak herkesi ağzından öpüyor, gelin ise
durmadan kadeh kaldıııııaktan çakırkeyif, kalçalarını çimdikleyip,
memelerini elleyen adamların farkında bile olmaksızın bir gülüp, bir
ağlıyordu.
Oda boşalıp herkes dans etmeye başlayınca ben yaptığım gösteriy­
le hak ettiğim yemeğin başına, masaya koştum hemen. Sarhoşların
eğlencesi olmaya devam etmemek için odanın en karanlık köşesine
çekildim. Birbirinin omzuna kolunu arkadaşça dolamış iki adam girdi
içeri. ikisini de tanıyordum. Köyün en zengin çiftçilerindendi ikisi de.
Bir sürü hayvanları, evleri, tarlaları vardı ikisinin de.
Sessizce köşedeki boş varillerin arkasına süzüldüm. Adamlar yiye­
ceklerin durduğu masanın yanındaki sıraya oturmuş, yavaş yavaş ko­
nuşuyorlardı. Birbirlerine yiyecek ikram edip adet olduğu üzere göz­
lerini birbirlerinden kaçırıyorlar ve suratlarındaki ciddi ifadeyi taşı­
maya devam ediyorlardı. Sonra içlerinden biri cebine doğru uzandı.
Bir eliyle bir sosis tutarken, diğer eliyle de cebinden sivri uçlu uzun
bir hançer çıkardı ve hiçbir şeyden kuşku duymadan yanında oturan
arkadaşının sırtına var gücüyle sapladı.
Sonra elindeki sosisi iştahla çiğneyerek arkasına bile bakmadan
odadan çıkıp gitti. Yaralı adam yerinden kalkmaya davrandı. Cam
gibi donuk bakışlarla etrafa bakındı, gözü bana ilişince bir şeyler söy­
lemeye çalıştı ama ağzından yalnızca yarısı çiğnenmiş bir lahana par-
çası döküldü. Ayağa kalkmak için bir hamle daha yaptıysa da olduğu
BOYALI KUŞ 95

yerde sarsılıp kayarak masayla sıra arasına düştü. Titrememi önleme­


ye çalışmam boşunaydı, dışarı bir göz attım, ortalarda kimsenin ol­
madığına emin olunca kapı aralığından bir sıçan gibi hızla süzülerek
ağıla doğru koştum.
Şafak söküyordu, köy delikanlıları kızları ağıla götürmüşlerdi. Bir
saman balyası üstünde kıçı başı ortada bir adam kolları bacaklarıyla
kendine dolanmış bir kadını almıştı altına. Harman yerinde kafayı
iyice bulmuş adamlar küfürler ediyor; kusarlarken sağda solda sızıp
horuldayanlara takılıp adamları uyandırıyor, köşelere çekilmiş oyna­
şanlara bir rahat vermiyorlardı. Ben arka taraftaki bir tahtayı arala­
yarak oradan sıvıştığını gibi ahırda yattığım samanların üstüne attım
kendimi
••
.
Oldürülen adamın cesedi düğünden sonra hemen kaldırılmadı.
Ailesi büyük odada toplandı, ölü bitişik odalardan birine yerleştirildi.
Köyün yaşlılarından bir kadın ölünün sol kolunu açıp çamurumsu bir
karışımla sıvamıştı. Bu arada kadınlar ve erkekler girdi odaya sırayla.
Hepsinin çenelerinin altında şişkinlikten boyunlarına doğru sarkan
iğrenç yumrular vardı. Yaşlı kadın bu insanları ölünün yanına getirdi
tek tek, bu yumrulara doğru tuhaf ve anlaşılmaz hareketler yaptıktan
sonra ölünün canı gitmiş parmağını yedi kez dokundurdu bu yumru­
lara. Korkudan beti benzi atmış hasta, ihtiyar kadın ölünün parmağı­
nı kendisine her dokundurduğunda söylediği sözleri tekrarladı, ''Ey
illet, bu el seni de gittiği yere götürsün!''
Bu muameleden sonra hastalar ölünün ailesine dertlerinin derma­
nı karşılığında bir miktar para verdiler. Ceset, sol eli göğsünün üstün­
de, katılaşmış sağ eline bir kandil tutuşturulmuş olarak dört gün bek­
letildi odada. Dördüncü günün sonunda odadaki koku adamakıllı
ağırlaşınca, köye bir papaz çağınldı ve ölüyü toprağa verme hazırlık­
larına başlandı.
Cenazeden sonra uzun bir süre geçmesine rağmen, çiftçinin kansı
cinayetin işlendiği odayı temizlemeye yanaşmadı. Yerdeki tahtaların
arasına işleyip pas rengi mantarlar gibi kuruyup kalan kan lekelerini
bakar bakmaz görmek mümkündü. Herkes cinayet kanıtı olan bu le-
96 JER2Y KOSINSKI

kelerin er ya da geç katili buraya geri getireceğine ve ölümüne sebep


olacağına inanıyordu.
Oysa, benim yüzünü gayet net hatırladığım katil, cinayeti işlediği
bu odaya sıklıkla gelip hiç istifini bozmadan tıka basa kamını doyur­
maya devam etmekteydi. Kan lekelerinin nasıl olup da onu korkut­
madığını hiç anlayamıyordum. Adamın öldürdüğü adamın kanlarının
üstüne basarak odada dolaşmasını, soğukkanlılıkla piposunu tüttür­
mesini, votkasını yuvarladıktan sonra ağzına bir salatalık turşusu at­
masını hayretler içinde ve tuhaf bir ilgiyle izliyordum.
Bu anlarda lastiği sonuna kadar gerili bir sapan gibi hissediyordum
kendimi. Sarsıcı, şok edici bir şeyin olmasını bekliyordum sanki; kan
lekelerinin olduğu yerde birdenbire açılan bir yarığın adamı hızla
yutup hiçbir iz bırakmadan yine aynı hızla kapanması ya da bütün
bedeninin aniden nöbet geçirircesine titreyip sarsılması gibi. Ama hiç­
bir şey olmadan korkusuzca geziniyordu adam kan lekeleri üstünde.
Bazen kan lekelerinin intikam gücünü ve niteliğini kaybettiğini düşü­
nürdüm geceleri. Neticede iyiden iyiye solmaya başlamıştı renkleri,
kedi yavruları üsti.i ne işiyor, evin kadını da verdiği sözü unutup yer­
leri paspaslamaya giı·işiyordıı .
••
üte yandan da adaletin yerini öyle de kolay ve kısa sürede bulma-
dığını biliyordum. Köyde anlatılan bir hikayeyi duymuştum. Bir kuru­
kafa mezardan fırladığı gibi yokuş aşağı yuvarlanmış haçlara ve to­
mtırcuklanan çiçek tarhlarına hiç dolcunmadan zigzaglar çizerek.
Mezarlık bekçisi elindeki kürekle kurı1kafayı durdurmaya çalıştıysa
da kurııkafa onda11 l<tırtulup mezarlık kapısına doğru yönelmiş. Bunu
gören bir ormancı da elindeki tüfeği ateşleyerek durdurmaya çalışmış
ama yılmaz kurukafa bütün bu engelleri aşarak köye inen yolda yu­
varlanmaya devam etmiş. Uygun bir anı kolladıktan sonra kendini bir
••

köylünün atlarının ayakları arasına atmayı başarmış. Urkerek şaha


kalkan atlar arabanın devrilmesine sebep olunca köylü hemen oracık­
ta can vermiş.
Köylüler kazayı duyunca meraklanmış, işin aslını astarını öğren­
mek istemişler. Biraz araştırınca kurukafanın kazaya kurban giden
BOYALI KUŞ 97

adamın abisinin mezarından çıktığını öğrenmişler. Meğer, on yıl önce


babalarının mirası büyük kardeşe kalmışmış. Erkek kardeşle karısının
ağabeyin başına konan bu talih kuşunu bir türlü hazmedemediği bi­
linirmiş. Sonra ağabey bir gece aniden ölüvermiş. Kardeşiyle yengesi
tek bir akrabanın bile ölüyü ziyaret etmesine izin vermeden adamı
apar topar gömmüşler.
Böylesi ani bir ölümün sebebine ait dedikodular almış yürümüş
köyde ama kimsenin bu konuda kesin bir kanıtı yokmuş. Babanın
mallarının idaresini ele alan küçük kardeş zaman içinde büyük servet
ve saygınlık sahibi olmuş.
Mezarlık kapısındaki kazadan sonra kurukafa yuvarlanmayı bıra­
kıp yolun tozu toprağı arasına yerleşmiş usulca. Dikkatlice bakanlar
kafa kemiklerinin arasında kocaman paslı bir çivinin durduğunu gör­
müşler.
Böylece, onca yılın ardından kurbanın celladına verdiği cezayla
hak yerini bulmuş. Ve insanlar ne yağmurun, ne ateşin ne de rüzgarın
işlenmiş bir suçun izlerini silemeyeceğine inanmışlar. Çünkü adalet,
saf ve masum birinin kafasına inmeden önce durmasını da bilen güç­
lü bir elin tuttuğu koca bir balyoz gibi asılı dururdu dünyanın üstün­
de. Köylülerin dediği gibi güneş bir toz zerreciğini bile görülür kılardı.
Büyükler beni bir başıma bıraktığında -ki bu sıklıkla olurdu- köy­
lü çocuklara karşı hep arkamı kollamak zorunda kalırdım. Hepsi iyi
avcılardı ve ben onların avıydım. Benim çiftçi bile onların yoluna çık­
mamam konusunda uyarmıştı beni. Hayvanları alır, köylü çocuklar­
dan uzağa, çayırın öbür ucuna götürürdüm. Orada otlar daha verim­
li ve boldu ama hayvanların bitişik tarlalara kaçıp ekinlere zarar ver­
memesi için birinin gözünün mutlaka üstlerinde olması gerekirdi. Bir
de bu tarafta ani saldırılara karşı oldukça güvendeydim ve göze çap­
mıyordum. Yine de zaman zaman sürünerek yaklaşan çobanlardan
birinin ani saldırısına maruz kaldığım oluyordu . Bir güzel sopa yiyip
tarlalara kaçmak zorunda kalıyordum. Bir yandan da bağırarak ar­
kamda bıraktığım hayvanlar ekinlere zarar verirse patronumun bunu
cezasız bırakmayacağını söyleyerek onlara gözdağı verirdim. Bu ge-
98 JERZY KOSINSKI

nellikle işe yarar, hemen hayvanlarının başına geri dönerlerdi.


Yine de her an saldırıya uğrayacağım korkusuyla bir an olsun hu­
zur bulamazdım. Çobanların en ufak bir hareketi, kıpırtısıyla kafamda
yine aynı senaryolar dönmeye başlardı.
Köy çocukları ormanda çoğunluğu tüfek kovanları ve şekillerinden
ötürü ''sabun'' diye tabir edilen dinamit lokumlarını bulmaya pek me­
raklıydılar. Bu cephaneliklerin gizlendiği yerleri bulmak için oııııanın
içine doğru epey yürüdükten sonra çalıların dibini eşelemek gereki­
yordu. Burada bulunanlar birkaç ay önce karşı karşıya gelip çarpışan
••

iki Partizan birliğinin geride bıraktıklarıydı. Ozellikle ''sabun'' kalıp-


ları pek sıklıkla bulunan bir mühimmattı. Köylülerin bazıları bunların
kaçan ''Beyaz'' Partizanlara ait olduklarını iddia ederken, diğerleri
bunların ''Beyaz''ların ''Kızıl''lardan aldığı ama yanlarında taşımakta
güçlük çektikleri için geride bıraktıkları ganimetler olduğuna yemin
ediyordu.
Kimi zaman ormanda bozuk tüfeklere de rast geliniyordu. Çocuk­
lar bunların namlularını kesip kısaltır, dallardan kabza yaparak taban­
ca niyetine kullanırlardı. Etraftaki çalıların içinde çokça bulunan tüfek
kurşunlarını bir lastik bantla tutturdukları çiviyle ateşlerlerdi.
Basit ve ilkel olsalar da bu tabancalar kimi zaman öldürücü olabi­
liyordu. Köydeki çocuklardan ikisi kavga ederken böyle bir silahla
birbirlerini vurarak ciddi biçimde yara almışlardı. Bir başkasının elin­
de patlayan yine böyle uyduruk bir silah çocuğun bütün parmakları­
nın ve kulağının kopmasına sebep olmuştu. Böylesi kazaların en iç
parçalayıcı olanı ise komşularımızdan birinin oğlunun başına gelendi.
Eşek şakası yapmak maksadıyla bir arkadaşı çocuğun kometinin dibi­
ne birkaç tüfek kurşunu koymuş. Bundan haberi olmayan çocuğun
ertesi sabah kornetini yakıp bacaklarının arasında sallamasıyla bütün
'

kurşunlar patlayarak çocuğun ömür boyu felçli ve kötürüm kalmasına


neden olmuştu.

Köydekiler tozlama dedikleri bir yöntemle kurşunu yuvasından


çıkartıp içine barut tozunun bir kısmını döküyor, sonra kurşunu ko-
BOYALI KUŞ 99

vana geri itiyorlardı. Üstünü yine barut tozuyla kapatıyorlardı. Üstün­


de oynanan fişek, ucu açıkta kalacak şekilde bir tahta parçasına yer­
leştirilerek hedefe bakar şekilde toprağa gömülüyor, ucundaki barut
ateşleniyordu. Ateş kovana ulaştığı anda kurşun on metreden fazla
menzildeki hedefi bile vurabiliyordu. ''Tozlama''da uzmanlaşmış atı­
cılar kimin daha uzaktaki hedefi vuracağı konusunda bahse girer, ya­
rışmalar düzenlerlerdi. Gözü kara delikanlılar bazen kızlara hava
atmak için fişeği ellerinde tutarak ateşlerler, bunun sonucunda da
kendilerinin ya da seyircilerden birinin yaralanmasına yol açarlardı.
Hatta köyün en yakışıklı gençlerinden biri öyle bir yerinden yaralan­
mıştı ki, ne zaman bu olayın bahsi geçse insanlar kendilerini tutama­
yıp gülmeye başlarlardı. O günden sonra delikanlı genç kızların ve
kadınların kendisine kıkırdayarak bakmasından kaçınmak için her­
kesten uzak, bir başına dolaşır olmuştu.
Yine de kimseyi yıldırmazdı bu kazalar. Büyükler de küçükler de
ormanın derinliklerindeki çalıların diplerinde saatlerce cephanelik
aramaktan, bulduklarını değiş tokuş etmekten vazgeçmezlerdi. En
değerli, en gözde buluntu saniyeli fitildi. Onu verip karşılığında yirmi
kurşun ya da tahta sap uydurulmuş bir tabanca almak mümkündü.
Saniyeli fitil sabun mayını yapmanın olmazsa olmazıydı. Yapılması
gereken tek şey fitili ''sabun'' kalıbının içine yerleştirip ateşlemekti,
sonra da tabana kuwet oradan uzaklaşmak gerekirdi çünkü bu pat-
lama köydeki bütün evlerin camlarını zangırdatmaya yeterdi. Bu fi­
tiller özellikle düğün ve vaftiz zamanlarında pek kıymete binerdi.
Patlamaların bu özel günlere eğlence anlamında büyük katkısı olur,
kadınlar heyecandan titreyerek bekledikleri bu sesi çığlıklarla kaı·şı­
larlardı.
Kimsenin benim ahırda bir fitille üç dinamit ''sabun''u sakladığım­
dan haberi yoktu. Bir gün ormanda çiftçinin karısı için yabani kekik
toplarken bulmuştum onları. Fitil adamakıllı uzun ve neredeyse yep­
yeniydi.
Bazen, ortalıkta kimseler yokken sahip olduğum gizli hazinemi
sakladığım yerden çıkarır, elimi okşarcasına üstünde gezdirirdim. Bu
100 JERZY KOSINSKI

cisimler tuhaf, sıra dışı bir duygu uyandırıyordu bende. Sabunların


kendiliğinden yanıcı özelliği olmasa da, içine fitil yerleştirilip ateşlen­
diğinde fitil boyunca ilerleyen alevin kısacık sürede koskoca çiftlik
evini yerle bir edecek kadar büyük bir patlamaya neden olması işten
değildi.
Bu fitilleri ve dinamitleri icat eden insanların kimler olabileceğini
••
düşündüm. Kuşkusuz Alman'dı bunlar. Oyle ya, köylerde herkes Al-
manlara karşı koymaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini konuşmu­
yor muydu? Polonyalıların, Rusların, Çingenelerin ve Yahudilerin
kafasını, zekasını alıp höpürdetmemişler miydi?
insanlara böyle şeyleri icat etme yeteneğinin nereden geldiğini
••
merak ediyordum. Orneğin neden köylülerde böyle bir yaratıcılık bu-
lunmuyordu? Farklı bir saç ve göz rengiyle nasıl bir üstünlüğü olabi­
liyordu bazılarının diğerlerine karşı?
Köylülerin sabanları, orakları, tırmıkları, çıkrıkları, kuyuları, mis­
kin ve deııııansız atların ya da hastalıklı öküzlerin döndürdüğü değir­
men taşları öyle basit şeylerdi ki en kalın kafalı adamın bile bunları
icat edip nasıl kullanılacağını anlayabilmesi mümkündü. Oysa bir
mayına böylesi yıkıcı güç katan fitili icat etmek kesinlikle en kafası
çalışan çiftçinin kapasitesini bile fazlasıyla aşan bir şeydi.
Almanların bu tip şeyleri icat etme konusunda pek yetenekli ol­
dukları bir gerçekti, tıpkı dünyayı esmer tenli, kara kaşlı kara gözlü,
iri burunlu ve koyu renk saçlı olanlardan tamamen temizlemeye ka­
rarlı olduklarının bir gerçek olduğu gibi. Yani bu durumda benim
yaşam şansımın pek kuvvetli olmadığı gayet açıktı. Şu ya da bu şekil­
de yeniden düşecektim ellerine ve o zaman geçmişte olduğum kadar
şanslı olamayabilirdim.
O an aklıma ormandan kaçmama göz yuman gözlüklü Alman gel-
di. Sarışın ve mavi gözlüydü ama hiç de öyle akıllı filan görünmüyor-
du. Bütün gün artık kullanılmayan küçük bir istasyonu bekleyip benim
gibi küçücük bir çocuğun peşine düşmek hangi akla sığardı zaten?
Köyün en bilgesi olanın dediği doğruysa eğer ve Almanlar eski tren
istasyonlarını korumakla harcıyorlardıysa zamanlarını, o zaman kim
BOYALI KUŞ 101

yeni şeyleri bulacaktı? En zeki olanı bile böyle sefil durumdaki bir
istasyon binasında neyi icat edebilirdi ki?
Ben neleri bulmak, yaratmak isterdim diye düşünürken içim ge-
çerdi. ilk aklıma gelen insan bedeni için bir fitil yaratmaktı. Bu öyle
bir fitil olmalıydı ki ateşlediğin anda teninin, gözlerinin ve saçının
rengi değişsin. Ya da yapı malzemeleri içine yerleştirilecek bir fitil
senin evini bir anda köyün en şahane evi halinde ortaya çıkarsın. in-
sanı kem gözlerden koruması de fena olmazdı, kimse benden korkup
çekinmez, daha kolay ve mutlu bir hayatım olurdu o zaman.
Bu Almanlar kafamı karıştırıyordu işte! Kendilerini harcıyorlardı.
Böylesine sefil ve zalim bir dünya onun hakimi olmak için gösterilen
bunca çabaya değer miydi?
Bir pazar günü ayinden dönmekte olan birkaç köylü çocuk beni
fark etti. Kaçmak için çok geçti artık. Kayıtsız davranmaya çalışarak
korktuğumu belli etmemeye çalıştım. Tam yanımdan geçerken içle­
rinden biri bana bir omuz atıp yerdeki çamurlu su birikintisine doğru
ittirdi. Diğerleri dosdoğru gözlerimi hedef alarak tükürüp eğleniyor­
lardı. Benden birkaç ''Çingene'' numarası göstermemi istediler. Arala­
rından sıyrılıp kaçmaya yeltendim ama etrafımdaki çemberi sıkılaş­
tırmışlardı. Hepsi benden uzundu, üstüne ağ atılıp kıstırılmış bir kuş
gibiydim aralarında. Başıma geleceklerden korkuyordum. Gözlerim
ayaklarındaki pazar postallarına ilişince çıplak ayaklarımla onlardan
daha hızlı koşabileceğimi fark ettim. Aralarındaki en uzun boylusunu
gözüme kestirip yerden aldığım kocaman bir taşı suratına yapıştırdım.
Çocuk, yediği darbenin etkisiyle örselenip yamulan suratından kanlar
fişkırarak yere yığıldı . Diğerleri dehşet içinde geri çekilmişlerdi. O
dakikada çocuğun üzerinden atladığım gibi tarlaların arasından köye
doğru kaçmaya başladım.
Eve vardığımda bir an önce olanı biteni anlatıp beni korumasını
sağlamak için çiftçiyi aradım. Ama ne kendisi ne ailesi kiliseden dön­
memişti henüz. Ortalarda yalnızca dişsiz kaynanası dolanıyordu.
Korkudan dizlerimin bağı çözülmüştü. Deminki çocuklar yanların­
da bir grup adamla birlikte ellerindeki sopaları sallayarak, köy yolun-
102 JERZY KOSINSKI

dan eve doğru büyük bir hızla yaklaşıyordu.


Sonum gelmiş olmalıydı. Taşı suratına geçirdiğim çocuğun babası
ve ağabeylerinin kalabalığın arasında oldukları kesindi, bana acıma­
yacakları ortadaydı. Doğru mutfağa yöneldim, kometime kor halinde
birkaç kömür attığım gibi ahıra koştum ve kapıyı arkamdan sıkıca
kapadım.
Kafamda binbir düşünce ürkek tavuklar gibi dolaşıyordu. Kalaba­
lığın beni eline geçirmesi artık an meselesiydi.
O anda aklıma fitil ve mayınlardan oluşan hazinem geldi. Hemen
onları sakladığım yeri eşeledim. Titreyen parıtıi:1.klarımla fitilin bir
ucunu sabunların içine tıktım ve kometimdeki korla ateşledim. Fitil
tutuşur tutuşmaz ucundaki kırmızılık ıslıksı bir ses çıkararak hızla
ilerlemeye başladı. ''Sabun''ları ahırın öbür ucundaki kırık saban ve
tırmıkların durduğu yığının altına doğru ittirdim, korku ve telaşla
arka cephedeki tahtalardan birini söktüm.
Kalabalık avluya ulaşmıştı bu arada, öfkeli haykırışlarını duyabili­
yordum artık. Kometimi kaptığım gibi açtığım delikten dışarı tarlala­
ra doğru süzüldüm, sık buğdayların arasında köstebek gibi sürünerek
ormana doğru ilerledim.
Korkunç bir patlamayla ayağımın altındaki yer sarsıldığında ben
buğday tarlasını yarılamış olmalıydım. Geriye dönüp baktığımda ahır­
dan geriye yalnızca birbirine hüzünle omuz vermiş iki duvar kaldığı­
nı gördüm. Sağda solda paramparça tahta parçaları ve samanlar uçu­
şurken tepelerine kocaman mantarımsı bir toz bulutu çökmüştü.
Ormanın kıyısına vardığımda durup biraz soluklandım. Çiftçinin
evinin yanmadığını görmek içimi rahatlatmıştı. Kulağıma bağrış çağ­
rış sesleri geliyordu ama peşimden gelen kimse yoktu.
Artık oraya dönemeyeceğimi biliyordum. Ormanın derinliklerine
doğru ilerlemeye devam ederken sık bitki örtüsünün altında tüfek,
fitil ve ''sabun'' bulmak için bakınmaya devam ettim.

Yine günlerce ormanda dolanıp köylere yaklaşmanın yollarını ara-


dım. ilk seferinde bir evden diğerine ellerini kollarını sallayıp bağıra-
rak koşturan insanlar gördüm. Neler olduğunu bilmiyordum ama
oraya pek yaklaşmamak daha akıllıca olacaktı. Bir sonraki köyden
silah sesleri geliyordu, bu da Partizanların ya da Almanların yakınlar­
da olduğunu gösteriyordu. Hayal kırıklığı içinde iki gün daha dolan­
dım ormanda. Sonunda aç ve bitap düşmüştüm, bir sonraki köyde
şansımı denemeye karar verdim, orası oldukça sakin görünüyordu.
Ormandan çıkar çıkmaz küçük bir tarlayı süren bir adam çıktı
karşıma. Adam kocaman elleri ve ayaklarıyla dev gibi bir şeydi. Bütün
suratını kaplarcasına uzun kızıl favorileri neredeyse gözlerine kadar
uzuyordu, sazlık görüntüsündeki saçları tarak yüzü görmemişti. Bit­
kin ve bıkkın gri gözleriyle izledi beni yanına yaklaşırken. Becerebil­
diğim kadar o yörenin ağzıyla konuşmaya çalışarak yatacak bir yer ve
biraz yiyecek karşılığında hayvanlarını sağıp, otlamaya götürebilece­
ğimi, ahırını temizleyebileceğimi, odunlarını kesip kapan kurabilece­
ğimi ve hatta her türlü hastalık ve diğer illetlere karşı insanlar ve
hayvanlar için büyü bile yapabileceğimi söyledim . Köylü beni büyük
bir dikkatle dinledikten sonra tek kelime etmeden evine götürdü.
Adamın hiç çocuğu yoktu. Karısı konu komşusuna danıştıktan son­
ra beni eve almayı kabul etti. Ahırda bana yatacak bir yer verip yapa­
cağım işleri anlattılar.
Yoksul bir köydü burası da. insanlar içi dışı kil ve samanla sıvanan
kütüklerden kulübelerde yaşıyorlardı. Duvarları toprağa gömülüydü
kulübelerin, balçıkla sıvanmış söğüt dallarıyla yaptıkları damlarının
üstünü sazlıklarla kaplamış, kilden bacalarla taçlandırmışlardı. Sadece
104 JERZY KOSINSKI

birkaç köylünün evinde ahır vardı, bunlar da duvardan tasarruf etmek


için evlere bitişikti. Yakındaki tren istasyonunda konuşlanan Alman
askerleri ikide bir gelip bulabildikleri yiyecekleri alıp götürüyordu.
Almanlar aniden çıkıp geldiğinde ormana kaçmak için zaman bu­
lamadığımda patronum beni ahırın altında ustaca gizlenmiş daracık
girişli bodrumda saklardı. Yeri kazarken ben de yardım etmiştim ve
benimle karısından başka kimsenin burasının varlığından haberi yok­
tu.
Koca kalıplar halinde tereyağları, peynirler, füme jambonlar, iple­
re dizili sosisler, şişelerce ev yapımı içki ve diğer gıdaların depolandı­
ğı bir kilerdi burası ve her zaman gayet serin olurdu. Almanlar evin
altını üstüne getirip yiyecek ararken, domuzların peşi sıra tarlada
koşturup beceriksizce tavukları yakalamaya uğraşırken, ben burada
oturup yiyeceklerin baş döndürücü kokularını çekerdim içime. Asker­
ler tam da kiler kapağının üstündeyken hapşırığımı engellemek için
burnumu sıkar, onların tuhaf konuşmalarına kulak kabartırdım. As­
keri araçların sesi tızaklaşmaya başlar başlamaz patron gelip beni
çıkarır, günlük işlerimi yerine getirmeye koyulurdum.
Mantar sezonu başlamıştı. Bunu dört gözle bekleyen aç köylüler
sevinçle ormana koşturuyordu. Ormanda ne kadar çok kişi olsa o
kadar çok mantar toplanacağı için patron beni de hep yanında götü­
rürdü. Diğer köylerden de akın akın gelirlerdi mantar toplamak için.
Benim koca adam bu saçlarımla tam bir Çingene'ye benzediğimi fark
edip insanların bizi Almanlara ispiyonlaması endişesiyle simsiyah
saçlarımı sıfır numaraya vurmuştu usturayla. Dışarı çıktığım zaman­
larda yüzümün yarısına kadar inen koca bir şapka takıyordum hep,
böylece daha az dikkat çekiyordum. Yine de diğer köylülerin kuşku­
lu bakışl�rından rahatsız olmadığım söylenemezdi. Bu yüzden pat­
ronumun paçasından ayrılmamaya dikkat ediyordum. Onun işine çok
yaradığım için uzunca bir süre beni yanında tutacağını hissediyor­
dum.
Mantar toplamaya gittiğimizde ormandan geçen demiryolunun
oradan geçerdik. Günde birkaç kez arkasındaki uzun yük vagonlarını
BOYALI KUŞ 105

puflayarak çeken lokomotifler düdük çalarak geçerdi yanımızdan.


Makineli tüfekler vagonların tepesini delip de çıkmış gibi bir görüntü
verirdi, miğferli askerler ellerindeki dürbünleriyle orrııanı ve gökyü­
zünü tararlardı.
Daha sonraları demiryolu hattında alışılmadık tarzda bir tren gö­
rünmeye başladı. Kapalı hayvan vagonları hıncahınç insan doluydu .
istasyonda çalışanlardan bazılarının getirdiği haberlere göre bu tren-
ler ölüm cezasına çarptırılan Yahudi ve Çingene esirleri taşımaktaydı.
Her vagonda daha az yer kaplamaları için kolları havada, mısır sap­
ları gibi istiflenmiş genci, yaşlısı, kadını, erkeği, bebeğiyle iki yüz esir
bulunuyordu. Geçici olarak toplama kamplarının yapımında çalışan
komşu köylerden insanlar da tuhaf hikayeler anlatıyordu. Trenden
indirilen Yahudiler gruplandırılıyor, çırılçıplak soyulup üstlerinde ne
var ne yoksa alınıyordu. Saçları tamamen kesiliyor ve bu saçlar muh­
temelen şilte yapmakta kullanılıyordu. Almanlar hepsinin dişlerini tek
tek kontrol ediyor, altın kaplaması olanların dişleri oracıkta sökülü­
veriyordu. Gaz odaları ve fırınların miktarı sayıca bu kadar çok insana
yetmediğinden, gaz odalarında öldürülenler yakılamayıp toplu halde
kampın çevresine kazılan çukurlara gömülüyordu.
Köylüler bu hikayeleri dalgın dalgın dinleyip, Tanrı'nın nihayet
Yahudileri cezalandırdığını, onların bu cezayı çok uzun zaman önce,
lsa'yı çarmıha gerdikleri gün hak ettiğini konuşuyorlardı. Tanrı asla
unutmazdı yapılanları. Bu zamana kadar Yahudilerin yaptıklarını gör­
mezden gelmiş olsa da, onları asla affetmemişti. Şimdiyse adaleti ye­
rine getirmesi için Almanları kullanıyordu. Yahudilerin doğal yollar­
dan ölmek gibi bir lüksleri olamazdı. Burada, yeryüzünde azap çeke­
rek cehennem ateşlerinde yanacaklardı. Onlar, Hıristiyan bebelerine
acımasızca kıyıp kanlarını içen, gerçek inancı reddeden atalarının
rezilliğinin, günahlarının bedelini ödüyorlardı.
Köylüler bana da her zamankinden daha kötücül bakışlarla bakı­
yorlardı artık. ''Seni gidi pis Yahudi Çingenesi," diye bağırıyorlardı,
''Sen de yanacaksın ateşlerde piç kurusu, görürsün bak!''
Çobanlardan birkaçı beni yakalayıp ateşe çekerek Tanrı buyruğuna

106 JERZV KOSINSKI

uygun olarak topuklarımı yakmaya yeltendiğinde bile bu konunun


benimle hiç ilgisi yokmuş gibi davranmaya çalışıyor, onlarla dişimle
tırnağımla mücadele ediyordum. Diğerleri en koca lokomotiflerdekin­
den daha güçlü mekanizmalarla çalışan Almanların özenle tasarladı­
ğı özel fırınlara atılıp yakılırken, benim gayet sıradan kamp ateşlerin­
de kavrulmaya hiç niyetim yoktu.
Tanrı'nın beni de cezalandıracağı endişesiyle geceleri gözüme uy­
ku girmiyordu. Tanrı'nın gazabının yalnızca adına Çingene denilen
koyu renk gözlü ve saçlı insanlara yönelen bir şey olması mümkün
müydü gerçekten? Hala gayet iyi hatırladığım babam açık renk saçlı,
mavi gözlü biriyken annem neden esmerdi? Her ikisi de koyu tenli ve
aynı sona mahkum Bir Çingene ile Yahudi arasında ne fark vardı o
zaman? Savaştan sonra dünya üstünde yalnızca sarı saçlı, mavi gözlü
insanlar kalacaktı herhalde. Peki ama sarışın insanlardan doğabilecek
esmer çocuklara ne olacaktı?
Yahudileri taşıyan trenler geçerken hava aydınlanmışsa ya da gün­
düz vaktiyse demiryolunun iki yanına dizilinir; makiniste, ateşçiye ve
Alman muhafızlara el sallayarak tezahüratta bulunulurdu. Zaman
zaman kapalı vagonların üst kısımlarındaki küçük kare pencerelerde
bir insan sureti ilişirdi gözlere. Nereye götürüldüklerini ya da dışarı­
dan gelen seslerin kime ait olduğunu anlamak isteyen esirlerden ba­
zıları diğerlerinin omzuna çıkmış olmalıydı. Köylülerin samimi teza­
hüratını gören zavallılar onların kendilerini selamladığını sanıyordu
kuşkusuz. Pencerelerdeki Yahudi suretleri yerini giderek ümitsizce
yardım isteyerek sallanan sıskacık, solgun el kol yığınına bırakırdı.
Köylüler trenin geçişini büyük bir ilgiyle izler, içindeki kalabalık­
larının çıkardığı ne şarkıya, ne ağlamaya ne de inlemeye benzeyen
tuhaf mırıltılar duyarlardı. Tren geçip uzaklaşırken arkasındaki oııııa-
nın koyu karanlığında bile pencerelerden uzanan gövdesiz kollar gö-
rünmeye devam ederdi.
Krematoryumlara yollanan insanların sırf canı kurtulsun diye kü­
çücük çocuklarını vagon pencerelerinden fırlattığı geceler olurdu.
Zaman zaman ne olursa olsun kurtulmaya azmetmiş birkaç Yahudi,
BOYALI KUŞ 107

tahta döşemeleri yerinden oynatıp açmayı başardıkları deliklerden


kendilerini demiryolu yatağına, raylara ya da semafor tellerinin üstü­
ne atarlardı. Tekerleklerin altında kalarak parçalanan bedenleri tren
yolundan çayırlara doğru yuvarlanırdı.
Gündüzleri tren yolu çevresinde dolanan köylüler rast geldiklerin­
de parçalanmış bedenlerin üstündeki giysileri ve ayakkabılarını alırdı.
Vaftiz olmadıkları için hastalıklı kabul ettikleri Yahudilerin kanı ken­
dilerine bulaşmasın diye bu giysilerinin astarlarını büyük bir dikkatle
sökerler bu arada astarın içinde değerli bir şey saklanmış olabilir mi
diye bakarlardı. Tabii ki buldukları ganimetler için birbirleriyle kav­
gaya tutuştukları çok olurdu. Sonra ölüleri rayların arasında çıplak
halde bırakırlardı. Günde bir kez devriyeye çıkan motorize Alman
askerleri de ya üstlerine benzin dökerek bu cesetleri olduğu yerde
ateşe verir ya da yakınlara bir yerlere gömerlerdi.
Günlerden bir gün, önceki gece Yahudileri taşıyan birden fazla
trenin birbiri ardına geçtiği lafı dolaşmaya başladı köyde. Bunun üze­
rine köylüler mantar toplama işini her zamankinden erken bıraktılar,
hep beraber demiryoluna koşuşturduk. Rayların iki yanında tek sıra
halinde etrafı kontrol ederek yürüyor, tellerin üstünde, rayların ke­
narlarında kan izleri olup olmadığına bakıyorduk. Birkaç mil kadar
hiçbir şeye rastlamadık. Birden kadınlardan biri bir yabani gül öbeği­
nin altındaki ezilmiş dalları fark etti. Köylülerden biri dikenli dalları
araladı, beş yaşlarında bir oğlan çocuğunun orada öylece yattığını
••
gördük. Ustündeki gömlek ve pantolonu paramparça olmuştu. Uzun
siyah saçları ve kavisli kaşları vardı . Uyuyor gibi görünüyordu, belki
de ölmüştü. Köylülerden biri ayağıyla dürttü oğlanı. Çocuk sıçrayarak
gözlerini açtı. Başına üşüşen insanları görünce bir şeyler söylemek
istediyse de ağzından pembemsi köpükler taştı sadece, çenesinden
gırtlağına doğru aktı. Çocuğun kara gözlerinden çekinen köylüler hız­
la geri çekilerek ıstavroz çıkardılar.
Arkasından gelen sesleri duyunca dönüp bakmak istedi. Ama vü­
cudundaki kemikler kırılmış olmalıydı zira bu hareketine bir inilti ve
ağzından çıkan koca bir kan baloncuğuyla son veı·ıııek zorunda kaldı.
108 JERZV KOSINSKI

Sırt üstü devrilip yeniden gözlerini kapadı. Köylüler kuşkuyla izliyor­


lardı çocuğu. Kadınlardan biri sürünerek yanına yaklaştı, ayağındaki
ayakkabıları kaptığı gibi aldı. Çocuk kıpırdandı, inledi ağzından yine
kanlar geldi. Gözlerini açar açmaz bakışlarından kaçınarak panik hal-
de istavroz çıkaran köylüleri gördü. Yeniden kapandı gözleri. iki adam
••

bacaklarından yakalayıp yüzüstü çevirdiler. Olmüştü çocuk. Sırtında-


ki ceketi, gömleği ve pantolonunu çıkarıp sürüklemeye başladılar.
Alman devriyeleri bulsun diye rayların arasına bıraktılar.
Eve dönerken dönüp birkaç kez arkama baktım. Gözden en son
kapkara saçları kaybolmuştu beyaz demiryolu taşlarının üstünde ya­
tan çocuğun.
Ölmeden önce aklından en son ne geçirmiş olabileceğini tahmin
etmeye çalıştım. Ailesi ya da yakınları onu trenin penceresinden fır­
latırken devasa fırınların ateşlerinde feci şekilde ölmekten kurtaracak
insanların yardım edeceğini söylemişlerdi herhalde. Çocuk da kendi­
ni kandırılmış ve ihanete uğramış hissediyor olmalıydı. Bir hayvan
vagonuna kapatılmış olsa bile ana baba kucağının sıcaklığına sığın­
mayı, sağında solunda ekşimsi kokularıyla onu sıkıştırıp duran diğer
insanların varlığıyla yalnız olmadığını hissetmeyi, bu yolculuğun ta­
mamen bir yanlış anlamanın sonucu olduğunu söylenmesini tercih
ederdi mutlaka.
Yaşadığı trajediye ne kadar üzülürsem üzüleyim, zihnimin bir yer­
lerinde onun ölmüş olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. Diyelim
kurtulup köye geldi, bunun ona ne faydası olacaktı ki, diye düşünü­
yordum. Bu durum hepimizin hayatı için bir tehdit oluştururdu. Bir
Yahudi çocuğun bulunup köye getirildiğini duydukları anda Almanlar
buraya üşüşürlerdi. Bütün evlerin altını üstüne getirip çocuğu mutla­
ka ele geçirirlerdi, bu arada beni de saklandığım yerde bulacakları
kesindi. Benim de trenden fırlatılan çocuklardan biri olduğumu dü-
şünerek ikimizin de işini hemen oracıkta bitirir, arkasından da bütün
köy halkına gereken cezayı verirlerdi.
Kasketimin siperliğini gözlerime kadar indirip ayaklarımı sürüye
sürüye köylülerin arkasından yürüyordum. Yakaladıkları Yahudileri
BOYALI KUŞ 109

ve Çingeneleri yakmak için koca koca fırınlar yaptıklarına inanılan


insanların, diğerlerinin göz ve saçlarının rengini değiştirmesi daha
kolay olmaz mıydı acaba?
Ormanda mantar toplamak sıradan günlük işlerden biri haline gel­
mişti. Mantarlar sepetlerde kurutuluyor, ahırlarda, dam altlarında
saklanıyordu. Toplandıkça çoğalıyordu mantarlar. Köy halkı her sabah
ellerinde boş sepetlerle ormana dalıyordu . Güz güneşiyle üstüne gök­
yüzüne uzanan yüksek ağaçların gölgesi düşen çalılıkların durgun
sakinliğinde tembelce vızıldayarak dolaşıyordu ölmeye durmuş çiçek­
lerden topladıkları balla yüklü arılar.
Ormanda iki büklüm dolaşan köylüler mantarın kaynağını bulduk­
larında birbirlerine neşeyle seslenirlerdi. Bu seslere ardıç, fındık, me­
şe ve gürgen ağaçlarının dallarında tünemiş kuşlar cıvıltılarıyla cevap
verirken tatlı bir ahenksizlik hakim olurdu ormana. Ağaçlardan biri­
nin kovuğuna saklandığı için göze görünmeyen bir baykuşun uğursuz
çığlığı duyulurdu kimi zaman. Keklik yumurtalarıyla kendine ziyafet
çekmekte olan kızıl tüylü bir tilki çalıların arasından hızla seğirtir,
engerek yılanları tıslamalarıyla sürünerek geçerdi. Tombul bir yabani
tavşan sıçraya sıçraya çalıları aşardı.
Ormanın senfonisi bozan tek şey oflayıp poflayarak geçen lokomo­
tifin, tıkırdayan vagonlarının, gıcırtılı tekerleklerinin sesi olurdu. Köy
halkı öylece durur demiryoluna bakardı bu sesi duyunca. Kuşlar sus
pus olur, baykuş gri pelerinini üstüne örterek ağacın kovuğuna sini­
verirdi. Tavşan uzun kulaklarını diker önce etrafına bakınır, kendini
güvende hissettiği anda da hoplayıp sıçramaya devam ederdi.
Mantar mevsimi sona erene dek demiryolu çevresinde dolaşmaya
devam ederdik. Yarısı taşa toprağa gömülü kömürleşmiş parçaların
kapkara küllere bulandığı kemik yığınlarının yanından geçerdik. Köy­
lüler durup dudaklarını büzerek bakarlardı bu tepeciklere. Trenden
atlayarak can verenlerin bedenlerinin bile kendilerine ve hayvanları­
na hastalık bulaştıracağından korkardı çoğu, bu yüzden hemen ayak­
larıyla iteleyerek yerdeki küllerin üstünü de toprakla örtmeye çalışır­
lardı.
1 10 JERZY KOSINSKI

Bir keresinde sepetimden düşen bir mantarı alıyormuş gibi yapa­


rak yerdeki küllerden bir avuç alıverıııiştim. Elim, parmaklarım hala
benzin kokan bu küllerden yapış yapış olmuştu. Ellerimi çevirip çevi­
rip baktım, ama küllerde hiç de insana benzer bir şey varmış gibi
gelmedi. Sanki mutfaklardaki tezek ve bataklık yosunu yakılan fırın­
ların içindeki küllere de pek benzemiyordu bu. Birden içimi bir korku
sarmıştı. Hızla elimdeki külleri ovuşturup silkelemeye başladım çün­
kü yakılmış bir adamın hayaletinin tepemizde dolaşarak bizi izlediği
duygusuna kapılmıştım. Bu hayaletin bundan böyle benim peşimi as­
la bırakmayacağını, geceleri uyurken damarlarıma hastalıklar, beyni­
me de delilik aşılayacağını biliyordum.
Trenin her geçişinde çirkin ve kindar suratlı bir tabur hayaletin bu
dünyaya arzı endam ettiğini görüyordum. Devasa fırınlardan çıkan
dumanların göklere yükselerek Tanrı'nın ayakları altına tertemiz yu­
muşacık bir halı serdiğini söylüyordu köylüler. Oğlunun öldürülmesi­
nin bedeli olarak bu kadar çok Yahudi'nin kurban edilmesi gerekir
miydi acaba, diye merak ediyordum. Belki de yakında bunca insanın
yakılabilmesi için dünyanın kendisi dev bir fırın haline gelecekti. Za­
ten bütün insanların bir gün yok olup gideceği söylenmiyor muydu,
küller küllere, toprak toprağa denilerek.
Demiryolu raylarının arasında sayısız defter, günlük, aile fotoğra­
fı, eski pasaport, kimlik ve kağıt parçaları bulurduk. Köylüler arasında
okuması yazması olanın sayısı pek fazla olmadığından en çok fotoğ­
raflar rağbet görürdü. Fotoğrafların çoğunda derli toplu kıyafetler
içindeki yaşlılar baston yutmuş gibi otururken diğerleri, yani çocuk­
ları bizim köylülerin daha önce hiç göı ıııedikleri tarzda kıyafetleriyle
ellerini bu büyüklerin omuzlarına koymuş gülümsüyordu. Kimi za­
man güzeller güzeli kızların ve yakışıklı gençlerin fotoğraflarını bul­
duğumuz da oluyordu. Arada aziz görünümlü yaşlı adamların, solgun
gülümsemeleriyle yaşlıca kadınların, parklarda oynayan çocukların,
ağlayan bebeklerin, öpüşen yeni evlilerin fotoğrafları çıkıyordu. Fo­
toğrafların arkasında -belli ki trenin sarsıntısıyla titreyerek- aceleyle
yazılmış veda cümleleri, bağlılık yeminleri, kendi kutsal kitaplarından
BOYALI KUŞ 111

pasajlar vardı. Ancak ya sabah çiyi silmişti bu kelimelerin çoğunu ya


da kızgın güneş ağartarak okunmaz hale getirmişti yazılanları.
Köylüler bunları toplamaya bayılıyordu. Köylü kadınlar adamların
fotoğraflarına bakıp fısıldaşıp kıkırdarken, erkekler de kadınların, kız­
ların fotoğraflarına bakıp açık saçık şakalar yaparlardı. Buldukları
fotoğrafları birbirleriyle değiş tokuş eder, kulübelerinin ve ahırlarının
duvarlarına asarlardı. Hele bazılarının dört duvarının birinde Meryem
Ana, birinde Isa peygamber, birinde bir haç, birinde de Yahudilerin
fotoğraflan asılı olurdu. Değiş tokuş ettikleri genç kız fotoğraflarını
tahrik unsuru olarak kullanıp uygunsuz şeyler yapan yanaşmaları ya­
kalıyordu çiftçiler zaman zaman. Köyün en güzel kızlarından birinin
fotoğraflardan birindeki yakışıklı bir gence vurulup nişanlısının artık
suratına bakmadığı bile söyleniyordu.
Günlerden bir gün köyün gençlerinden biri demiryolunda sağ ola­
rak genç bir Yahudi kızının bulunduğu haberini getirdi. Kızın sadece
bir omuzu çıkmıştı ve vücudunda birkaç ezikten başka bir şeyi yoktu.
Köylüler kızın vagonun altındaki delikten tren dönemeçte yavaşladı­
ğında atlamış olduğunu ve bu yüzden ciddi bir yarası olmadığını dü­
şündüler.
Herkes koşa koşa bu mucizevi yaratığı görmeye gitti . Kızcağız kol-
larına girmiş iki adam arasında sendeleyerek yürüyordu. incecik yü-
zünde renkten eser yoktu. Kara kalın kaşları, kapkara gözleri vardı.
Bir kurdeleyle at kuyruğu tutturulmuş
••
upuzun parlak siyah saçları
arkadan sırtına dökülüyordu. Ustündeki elbisesi yırtılmıştı, beyaz te-
ninin üstünde yaralar, bereler, çizikler vardı. Sağlam koluyla omzu
çıkan taraftaki kolunu destekliyordu.
Yanındakiler kızı köy ağasının evine götürdüler. Meraklı kalabalık
çevresini sarmış, sağını solunu inceliyordu. Kız olan biteni pek anlıyor
gibi görünmüyordu. Yanına biri yaklaştığında hemen ellerini önünde
birleştirerek kimsenin anlamadığı bir dilde dualar mırıldanmaya baş­
lıyor, parlak kara gözleriyle korku içinde etrafına bakınıyordu. Ağa
köyün ihtiyarlarına ve Yahudi kızı bulan Gökkuşağı lakaplı gence da­
nıştıktan sonra kararı açıkladı. Ertesi gün resmi emirlere uygun olarak
1 12 JERZY KOSINSKI

kız Alman makamlarına teslim edilecekti.


Köylüler yavaş yavaş evlerine dağıldılar. içlerinden birkaç arsız ve
cüretkar genç kalıp kızı seyrederek edepsiz şakalar yapmaya devam
etti. Odadaki yarı kör birkaç cadaloz torunlarını kızın şerrinden koru­
mak için yüzüne doğru üç kere tükürüp bir şeyler mırıldandılar.
Sonra Gökkuşağı geldi, kızı alıp kolundan tuttuğu gibi kendi ku­
lübesine götürdü. Bazıları onu biraz tuhaf bulsa da köyde oldukça
sevilen biriydi. İlahi ve göksel işaretlere ilgisi çoktu, özellikle de gök­
kuşağına. Zaten takma adını da bundan almıştı. Akşamları sohbet
edebileceği misafirlerini ağırlar, saatler boyu gökkuşağından bahse­
derdi. Ben de karanlık bir köşeye siner, anlattıklarını dinlerdim. Gök­
kuşağının aslında içi boş, kavisli bir saz parçası olduğunu ondan öğ­
renmiştim. Bir nehir ya da gölden içine bir ucundan çektiği suyu diğer
ucundan dünyaya dağıtıyordu. Dünyanın bambaşka yerlerindeki göl­
lerde ve nehirlerde aynı cins balıkların ve aynı su canlılarının buluna­
bilmesinin sebebi buydu.
Gökkuşağı'nın kulübesi bizimkine bitişikti. Onun ahırının duvarıy­
la benim yattığım yerinki ortaktı. Karısı öleli birkaç sene olmuştu ama
hala genç bir adam olmasına karşı yeniden evlenme konusunda te­
reddütlüydü. Gökkuşağına merakından hep yukarılara baktığı için
göz hizasındaki kalçaları göremediğini söyleyerek eğlenirdi komşula­
rı hep. Kendisi tarlalarda çalışırken çocuklarına bakan yaşlı bir kadın
vardı, yemeklerini de o pişirirdi. Gökkuşağı'nın tek eğlencesi arada
bir içip kafayı bulmaktı.
Genç Yahudi kız geceyi Gökkuşağı'nın kulübesinde geçirecekti .
Aynı gece ahırdan gelen sesler ve çığlıklarla uykumdan uyandım. ilk
başta çok korkmuştum. Sonra duvardaki bir deliğe gözümü dayayın­
ca neler olup bittiğini gördüm. Kız ahırın ortasındaki bir çuval yığını
üstünde yatıyordu. Hemen yanındaki kütüğün üstünde bir gaz lam-
bası yanıyordu. Gökkuşağı kızın başucunda oturmuştu. ikisi de kıpır-
tısızdı. Adam ani bir hareketle kızın üstündeki elbiseyi tutup omuzla­
rından aşağı indiriverdi. Askılardan biri kopmuştu. Kız kaçmaya yel­
tendiyse de Gökkuşağı dizleriyle kızın uzun saçlarını hapsedip başını
BOYALI KUŞ 1 13

bacaklarının arasında kıstırdı. Eliyle diğer askıyı da kopardı. Kız bir


çığlık attıktan sonra hareketsiz kaldı.
Gökkuşağı emekleyerek kızın ayaklarına doğru ilerledi, bu kez
ayaklarını aldı dizlerinin arasına ve tek bir hareketle elbiseyi çıkardı.
Genç kız doğrulup sağlam koluyla elbiseyi üstünde tutmaya çalıştıysa
da, Gökkuşağı kızı gerisin geriye itti. Kız artık çıplaktı. Gaz lambasının
titrek alevi genç kızın teninde gölgelerin dolaşmasına sebep oluyordu.
Gökkuşağı kızın yanı başına çöküp kocaman nasırlı ellerini kızın
üstünde gezdirmeye başladı. iri gövdesi yüzünü göı·ıııemi engelliyor-
du ama kızcağızın küçük çığlıklarla bölünen sessiz hıçkırıklarını du­
yabiliyordum. Sonunda adam çizmelerini ve pantolonunu çıkarıp
üstünde kaba kumaştan gömleğiyle kaldı.
Perişan haldeki kızın üstüne ata binercesine abanıp omuzlarını,
memelerini ve karnını okşamaya koyuldu. Dokunuşları sertleştikçe kız
daha çok inleyip sızlanmaya, kendi dilinde anlaşılmaz sesler çıkarma­
ya başlamıştı. Gökkuşağı dirseklerinin üstünde doğrulup biraz aşağı­
lara kaydırdı kendini ve sert bir hareketle kızın bacaklarını aralayıp
kendini kızın üstüne bıraktı.
Kız acıyla haykırarak gerildi, parmaklarını havada bir şeyler yaka­
lamak istercesine açıp kapatıyordu. Sonra tuhaf bir şey oldu. Gökku­
şağı kızın üstündeydi, bacakları hala kızın bacakları arasındaydı ama
belli ki kalkmaya çalışıyordu. inleyip küfrederek kendini her doğrul-
tuşunda kız daha büyük bir acıyla haykırıyordu. Kızın apış arasından
kendini kurtarmaya çalışması boşunaydı. Sanki görünmez tuhaf bir
güç onu kızın içine hapsetmişti, tıpkı kapana kısılmış bir tavşan ya da
tilki gibiydi artık.
Zangır zangır titremekte olan kızın üstünde öylece kalakaldı. Bir
süre sonra yeniden kurtulmayı denedi ama her seferinde hem kendi­
si hem de kız acılar içinde kalıyordu. Bir yandan eliyle yüzündeki
terleri siliyor, bir yandan tükürüp küfürler ediyordu. Bir daha kurtul­
mayı denediğinde kız bacaklarını daha çok açıp, kalçalarını daha yük­
seğe kaldırdı, sağlam eliyle adamı karnından iterek yardımcı olmaya
çalıştı ama bütün bu çabalar boşunaydı. Adeta görünmez bir bağla
1 14 JERZY KOSINSKI

birbirlerine kenetlenmiş gibiydiler.


Buna benzer bir şeyin köpeklerin başına sık sık geldiğini görmüş­
tüm. Birbirlerini öldürürcesine çiftleştikten sonra bir türlü ayrılamaz­
lardı. Birbirlerinin çevresinde dönüp dönüp sonunda kıç kıça gelirler,
uzaktan bakıldığında tek bedende iki baş taşıyan yaratıklar gibi görü-

nürlerdi. işte o anda insana en yakın dost olan bu hayvanlar birer
hilkat garibesi haline gelirlerdi. Acı acı havlayarak, cıyaklarcasına
sesler çıkararak, titreyerek kopmaya çalışırlardı birbirlerinden. Göz­
leri anlatılması güç bir acıyla kan çanağına dönerken, bakışlarıyla
onları ayırmak için ellerindeki sopalarla, tırmıklarla vuran köylüler­
den yardım dilenirlerdi. Tozun toprağın içinde yuvarlanarak, yedik­
leri darbelerden kan revan içinde birbirlerinden kopmaya çalışırlardı.
Çevrelerine toplanan insanlar gülüp eğlenir, hayvanları tekmeleyip
ellerine ne geçtiyse üstlerine yağdırırlardı. Bunlardan kendilerini ko­
rumaya çalışırken zıt yönlere doğru kaçışmaya çalışırlar, ancak birbir­
lerinin çevresinde dolaşabilirlerdi. Kuduııııuş bir halde birbirlerini
ısırmaya başlar, bir süre sonra pes edip bitkin bir şekilde çevrelerin­
dekilerin kurtarıcılığına sığınırlardı .

işte o zaman köy çocukları bu hayvanları tuttuğu gibi bir nehire
ya da bir su birikintisine atıyorlardı. O zaman da yine zıt yönlere
doğru çaresizce yüzmeye gayret ederlerdi. Artık havlayamayacak ka­
dar yorgun olurlardı. Zaman zaman ağızlarından köpükler saçan su­
ratları su yüzünde bir görünüp bir kaybolurdu. Akıntıyla sürüklenir­
ken nehir kıyısı boyunca toplanan kalabalık keyifle bağrışarak su üs­
tüne her çıktıklarında hayvanları taşlarlardı.
Kimi zaman da köpeklerini böyle kaybetmeyi göze alamayan köy­
lüler erkek olanın organını keserek onları birbirlerinden ayırırdı ki bu
da bıçağı yiyen hayvanın kan kaybından yavaş yavaş ölmesine de yol
açabiliyordu. Köpeklerin günlerce birbirine kenetlenmiş vaziyette or­
talarda dolaşıp tellere, çalılara takılarak hendeklerde yuvarlandıktan
sonra ayrılmayı başarabildiği de görülmemiş şey değildi.
Gökkuşağı yine kendini kurtarmak için debelenmeye başlamıştı.
Bir yandan da avaz avaz bağırarak, oflayıp puflayarak Meryem Ana'ya
BOYALI KUŞ 115

yalvarıyordu. Altındaki kız da acıyla feryat ederek adamın yüzünü


gözünü tırmalamaya, ellerini ısırıııaya başlamıştı. Gökkuşağı duda­
ğındaki kanı yaladıktan sonra bir kolunun üstünde doğrulduğu gibi
kızın suratına yumruğunu yapıştırdı. Yaşadığı panikle aklı da başın­
dan iyice gitmiş olmalıydı çünkü yeniden kızın üstüne çöküp meme­
lerini, kollarını ve boynunu ısırmaya başlamıştı. Kalçalarına birbirinin
ardına yumruklar indiriyor, sonra kızın etlerini yolmak istercesine
avuçlayıp sıkıyordu. Kız boğazı kuruyana kadar haykırıyor, bir ara
sesi kesiliyor sonra yeniden başlıyordu. Gökkuşağı yorgunluktan bit­
kin düşene kadar kızı dövmeye devam etti.
Bir süre öylece hareketsiz yattılar. Yalnızca gaz lambasının titrek
alevinde kıpırtı vardı.
Gökkuşağı kendini toplayıp yardım çağırmak için seslenmeye baş-
••
ladı bu kez. ünce köpekler duyup geldi sesini, ardından etekleri tu-
••
tuşmuş bir halde ellerinde baltalar ve bıçaklarla birkaç adam. ünce
neler olduğunu anlamadan bakakaldılar yerde yatanlara. Gökkuşağı
boğuk bir sesle hızla olanları anlattı. Kapıyı kapatıp kimseyi içeri sok­
madılar, yalnızca bu işleri nasıl halledeceğini bilen kasabanın yaşlı
ebesine haber saldılar.
Kadın gelince yerde birbirine kenetlenmiş kadınla adamın başına
çömeldi, yanındakilerin yardımıyla bir şeyler yapmaya başladı. Hiçbir
şey göremiyordum, son kez kulakları delen çığlığını duydum genç
kızın. Sonra bir sessizlik kapladı ortalığı ve Gökkuşağı'nın ahırı karan­
lığa gömüldü.
Şafak sökerken gözümü yine duvardaki deliğe yapıştırmıştım. Ahı­
rın tahtalarının aralıklarından süzülen gün ışığı toz bulutlarını aydın­
latıyordu yol yol. Duvara yakın bir yerde tahta zeminde üstü atın
battaniyesiyle tamamen örtülü bir insan bedeni yatıyordu.
Henüz bütün köy uykudayken hayvanları otlağa götürmek zorun­
daydım. Akşamüstü köye döndüğümde köylülerin bir gece önce olan­
ları konuştuklarını duydum. Gökkuşağı, sabah devriyesine çıkan Al­
manların bulması için genç kızın ölü bedenini götürüp demiryoluna
bırakmıştı.
1 16 JERZY KOSINSKI

Köylüye haftalarca konuşacakları bir konu çıkmıştı. Gökkuşağı bi­


le iki kadeh içtikten sonra Yahudi kızın kendisini nasıl içine çekip bir
türlü bırakmadığını anlatıp duruyordu.
Bu olaydan sonra geceleri tuhaf tuhaf rüyalar görmeye başlamış­
tım. Ahırdan gelen iniltiler, çığlıklar duyuyor, buz gibi bir elin bana
dokunduğunu, gaz yağı kokan simsiyah bir tutam saçın yüzüme değ­
diğini hissediyordum. Gün doğarken hayvanları götürdüğüm otlağın
üstündeki sis bulutuna korkuyla bakıyordum. Bazen rüzgar incecik
ama kömür gibi kara bir is bulutunu getiriyordu benim olduğum yere.
Korkudan titriyor, buz gibi terler döküyordum. Bu kara bulut gözü­
mün içine bakarmışçasına tepemde dolanıp sonra cennete doğru yük­
seliyordu.
Alman devriyeleri çevredeki ormanlık alanda yoğun bir şekilde
Partizanları aramaya başlamışlardı. Yiyecek teslimatı konusunda da
köylüleri iyice sıkıştırıyorlardı artık. Buradaki günlerimin sayılı oldu­
ğu apaçık ortadaydı.
Evinde kaldığım çiftçi bir gece ansızın beni uyandırıp bir an önce
ormana kaçmam gerektiğini söyledi. Köye baskın olacağı haberini al­
mıştı. Almanlar köylerden birinde savaşın başından beri saklanan bir
Yahudi olduğunu öğrenmişler. Adamı herkes tanır, bilirmiş çünkü bü­
yükbabası buralarda geniş topraklara sahip, herkesin sevip saydığı
biriymiş. Yahudi olmasına rağmen, son derece efendi, düzgün bir
adam olduğu söylenirmiş.
O gece geç vakit ayrıldım evden. Hava oldukça basık ve kapalıydı
ama bir süre sonra bulutlar dağılmaya, yıldızlar ortaya çıkmaya baş­
lamış, mehtap bütün güzelliğiyle kendini göstermişti. Çalıların arka­
sına saklandım.
Gün doğunca da görünmeden köyden uzaklaşmak için rüzgarda
salınan başakların arasına daldım. Başak saplan ayaklarıma batıyor,
etlerimi kesiyordu ama ben bir an önce tarlanın orta yerine ulaşmaya
çalışıyordum. Bastığım yere çok dikkat etmem gerekiyordu, ardımda
burada olduğumu anlayacakları türden izler bırakamazdım. Sonunda
başak saplarının uzunluğuyla beni gizleyebileceği bir nokta buldum.
Sabah ayazı adamakıllı içime işlemişti. Titreyerek bir tespih böceği
gibi kıvrılıp uyumaya çalıştım.
Dört yanımdan gelen kaba konuşmalarla uyandığım anda kendimi
toprağa neredeyse yapıştırmıştım. Almanlar tarlanın her tarafını sar­
mışlardı, çizmelerinin altında ezilen başak saplarının çıtırtılı sesi ge-
1 18 JERZY KOSINSKI

liyordu kulağıma.
Az kalsın beni de ezeceklerdi. Ben yattığım yerden doğrulurken
onlar da ateş etmeye hazır tüfeklerini üstüme doğrulttular korkuyla.
Karşımda yepyeni yeşil üniformalar içinde gencecik iki asker duruyor­
du. İçlerinden daha uzun olanı beni kulağımdan yakaladı, gülüşerek
bana bakıp bir şeyler sordular. Yahudi ya da Çingene miyim diye sor­
duklarını anlamıştım. Hemen inkara kalkıştım. Bu onları daha da eğ­
lendirmişti. Ben önde, onlar arkamda kendi dalgalarında, üçümüz
köye doğru yürümeye başladık.
Beraberce köy meydanına doğru ilerlerken korku dolu gözlerle
perdelerin gerisinden bizi izleyen köylüler beni tanıdıkları anda birer
birer gözden kayboluyorlardı.
Meydanda kahverengi iki koca kamyon duruyordu. Kamyonların
etrafında toplaşmış askerler üniformalarının düğmelerini çözmüş,
mataralarındakilerle demleniyorlardı. Tarladan dönenler de tüfekle­
rini çatıp yerlere çökmüşlerdi.
Birkaç asker etrafımı çevirdi. Kimisi beni işaret edip gülüyor, kimi-
si daha ciddi bakıyordu. içlerinden biri yanıma yaklaşıp yüzünde sıcak
bir gülümsemeyle bana doğru eğildi. Ben tam gülümsemesine karşılık
verecektim ki karnıma yediğim sıkı bir yumrukla nefesim kesilip inle­
yerek iki büklüm yere yığıldım. Askerler kahkahalara boğuldu.
Yakındaki kulübelerden birinden bir subay çıktı, beni görünce ya­
nıma yaklaştı. Diğer askerler toparlanıp esas duruşa geçmişlerdi. Ben
de kendimi toparlayıp doğruldum.•
Subay buz gibi bakışlarla

beni te-
peden tırnağa süzdü ve askerlerine bir şey buyurdu. iki asker beni
kollarımdan tuttuğu gibi bir kulübeye sürüklediler, kapıyı açıp beni
içeri tıktılar.
Yan karanlık odanın ortasında bir adam vardı yerde yatan. Esmer,
ufak tefek bir adamdı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Saçları tiftiğe dön­
müştü. Suratında boydan boya bir kasatura kesiği vardı. Elleri arka­
sından bağlanmıştı. Ceketinin kolundaki derin yarıktan kan sızıyordu.
Bir köşeye çömeldim. Adam gür siyah kaşlarının altında kehribar
gibi parlayan kara gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Korkuttu bu ba-
BOYALI KUŞ 1 19

kışlar beni, hemen başımı öteye çevirdim.


Dışarıdaki kamyonların motorlarının çalıştığını duydum. Postalla­
rın, tüfeklerin, mataraların ve kamyonların sesi askerlerin seslerine
karışıyordu.
Kulübenin kapısı açıldı, içeri köylüler ve askerler daldı. Yerdeki
yaralıyı sürükleyerek çıkartıp bir at arabasına oturttular. Adamın kırık
parmakları bir mankeninki gibi cansız sarkıyordu ellerinden. Bizi sırt
sırta bağladılar, benim yüzüm arabayı sürecek köylülerin arkasına,
••

onunki de yolu görecek şekilde arkaya dönüktü. ündeki iki köylünün


yanına bir de asker oturmuştu. Aralarındaki konuşmalardan bizi yakın
bir kasabadaki karakola götürdüklerini çıkarmıştım.
Kamyonların taze tekerlek izleriyle dolu bir yolda birkaç saat yol
aldık, sonra anayoldan ayrılıp ormana giden patikaya saptık. Kuşlar
ve tavşanlar kaçışmaya başladı. Arkamdaki yaralı boş bir çuval gibiy­
di. Hala yaşadığından da pek emin değildim; sadece bana ve arabaya
bir urganla bağlanmış hareketsiz bedeninin varlığını hissedebiliyor­
dum.
Yol boyunca iki kez mola verdik. Köylüler azıklarının bir kısmını
Alman askere ikram ettiler, o da karşılığında birer sigara ve şeker
verince yaltaklanıp teşekkür ettiler. Koltukların altındaki sandıktan
çıkardıkları şişeleri kafaya diktiler, sonra da çalılıkların ardına gidip
işediler.
Hiçbirinin bizi umursadığı yoktu. Açlık ve yorgunluktan bitkin düş­
müştüm. Orman tarafından esen tatlı bir rüzgar burnuma reçine ko­
kusu getirdi. Arkamdaki yaralı inledi. Atlar üstlerine konan sinekleri
kovalamak için başlarını ve uzun kuyruklarını duııııaksızın sağa sola
sallıyordu.
Yeniden yola koyulduk. Öndeki Alman asker ağzı açık uyumaya
başlamıştı, horultusu ancak sinekler yüzüne konduğunda ağzını ka­
payınca kesiliyordu.
Küçük ama kalabalık bir şehre girdiğimizde vakit akşamı bulmuş­
tu. Sağımızda ve solumuzda tuğla bacalı beton evler sıralanmıştı. Bü­
tün evlerin bahçelerinin parmaklıkları beyaz veya maviye boyalıydı.
120 JERZV KOSINSKI

Güvercinler sürüler halinde çatı oluklarında toplanmışlardı.


Şehre girer gi1· 111ez caddede oynayan çocukların dikkatini çekmiş­
tik. Ağır aksak ilerleyen at arabasının etrafını sarıp bizi seyretmeye
••
başladılar. ündeki Alman askeri elleriyle ovuşturarak gözlerini açtı,
kollarını esnetti, arabadan aşağı atlayıp pantolonunu çekiştirerek ya­
nımız sıra yürümeye başladı, etrafındaki hiçbir şeyin farkında değildi.
Evlerden çıkıp kafileye eşlik eden çocukların sayısı giderek çoğal­
mıştı. Ansızın büyücek oğlanlardan biri elindeki ince uzun kayın da­
lını yaralıya geçiriverdi. Adam acıyla irkilerek kendini geri çekti. Ço­
cuklar iyice gaza gelmiş ellerindeki taş ve sopalarla bize saldırmaya
başlamıştı. Yaralının başı yana düştü. Sırtlarımız birbirine yapışık ol­
duğundan omuzlarının terden sırılsıklam olduğunu hissedebiliyor­
dum. Benim payıma düşen birkaç taş parçası da olmuştu ama ben
adamla arabacıların arasında olduğum için daha korunaklı bir durum­
daydım. Çocuklara eğlence olmuştuk, ellerine geçirdikleri kuru hay­
van pisliği, çürük domates, kuş ölülerini fırlatıp duruyorlardı üstümü-
ze. içlerinden biri kafayı bana takmış, arabanın yanı sıra yürürken
elindeki sopayı düzenli olarak orama burama indiriyordu. Ben de
çocuğun alaycı yüzüne okkalamak için gereksiz bir çabayla ağzımda
tükürük biriktirmeye çalışıyordum.
Bu sırada kadın erkek demeden kalabalığa katılanlar durmadan
''Yahudilere ölüm, piçlere ölüm," diye çığlıklar atıyor, çocukları iyice
gaza getiriyorlardı. Bu arada arabacılar da bu saldırıdan kendilerini
korumak için inip atların yanında yürümeye başlamıştı. Böylelikle
••
yaralı ve ben gayet açık bir hedef haline gelmiştik. Uzerimize yeniden
taş yağmaya başladı. Taşlardan biri yüzüme isabet edip yanağımı kes­
ti, bir diğeri ise alt dudağımı yardı, geçti. Kırılan dişim sallanmaya
başlamıştı. Denk getirdiklerim kanlı tükürüğümden payını alsalar da,
ustalıkla kaçıp yeniden saldıııııayı başarıyorlardı.
içlerinden bazıları yol kenarlarından topladıkları sarmaşık ve ısır-
gan dallarıyla bizi kamçılamaya başladılar. Hissettiğim acıyla bütün
bedenim yanıp kavruluyordu adeta, birbiri sıra üstüme yağan taşlar
artık hedefi tutturmaya başlamıştı. Bunlardan birinin gözüme isabet
BOYALI KUŞ 121

etmesini önlemek için çenemi göğsüme yapıştırdım iyice .


••
ününden geçtiğimiz sevimsiz evlerden birinden tıknaz ama yapılı
bir papaz fırlayıverdi ansızın. Üstünde rengi solmuş eski bir cübbe
vardı. Elindeki değneği sağa sola savurarak kalabalığın içine daldı. Alı
al moru mor, nefes nefese kalmış, yorulmuştu yine de saldırganları çil
yavrusu gibi dağıtmayı başardı.
Şimdi arabanın yanında bizimle yürüyordu. Nefesi yavaş yavaş
düzelmeye başlamıştı. Bir eliyle alnındaki terleri silerken, diğer eliyle
benimkine yapışmıştı. Yaralı adam belli ki baygındı, omuzları durdu­
ğu yerde gevşemiş, araba sarsıldıkça bedeninin her yeri sopaya tuttu­
rulmuş bir kukla gibi sallanıyordu.
Araba askeri polis karargahının avlusuna girdi. Papazın içeri gir-
mesine izin vermediler. iki asker yaralının iplerini çözüp adamı ara-
badan indirdiler, oturur vaziyette bir duvara dayadılar. Ben de yanın­
da dikilmeye başladım.
Hemen ardından simsiyah üniformalı, boylu poslu bir Nazi subayı
girdi avluya. Hayatımda hiç bu kadar dikkat çekici bir üniforma gör­
memiştim. Subayın şapkasının siperliğinde çapraz iki kemiğin altın­
dan kendini gösteren bir kurukafa, yaka apoletlerinde yan yana iki
gümüş şimşek, sol kolundaki kırmızı kumaş şeridin üstünde ise bir
gamalı haç parlıyordu.
Askerlerden birinin verdiği raporu dinledikten sonra parlak uzun
çizmeleriyle beton zemine sert darbeler indiriyormuşçasına adımlar
atarak yaklaştı subay yaralı adama ve çizmesinin burnunun tek bir
hareketiyle yüzünü ışığa doğru çevirdi.
Yaralının yüzü haşat olmuş vaziyetteydi. Kırık burnu ve ağzı yedi­
ği darbelerle ezilip parçalanmış etlerinin arasına saklanmış, adeta
görünmez olmuştu. Göz çukurlarını ot, toprak ve hayvan boku karı­
şımı yumrular doldurmuştu. Subay çizmelerinin parlaklığına yansı­
yan şeklini şemalini yitirmiş kafanın yakınına çömeldi ve yaralıyla bir
şeyler konuşmaya başladı.
Yerde bir deri bir kemik halinde yatan kanlı yığın o an hareketlen­
di, birbirine bağlı elleriyle kendini ittirerek doğrulmaya gayret etti.
122 JERZY KOSINSKI

Subay bu hareket üzerine bir adım geriledi. Tam üstüne vuran güneş
adamın balmumundan yapılmışçasına parlak, saydam cildini, bir be­
beğinki kadar ipeksi lepiska saçlarını gözler önüne sermişti. Ben böy­
lesi bir güzelliği daha önce bir kere daha gördüğümü hatırladım. Bir
kilise duvarına resmedilmişti, renkli camlardan süzülen ışıkla aydın­
lanan o ilahi güzelliğe kilise orgundan yayılan nağmeler eşlik ediyor­
du.
Yaralı yan oturur vaziyete gelene kadar gayret gösterdi. Sessizlik
tok kumaştan kalın bir pelerin gibi örtmüştü avluyu. Askerler dimdik
ve kımıltısız bakıyordu. Yaralı zorlukla nefes alıp veriyor, ağzını aç­
maya yeltendiğinde tıpkı rüzgar yiyen bir korkuluk gibi sallanıyordu.
Subayın varlığını hissettiği tarafa doğru eğdi bedenini.
Subay suratında çok belirgin bir tiksintiyle doğrulmak üzereydi ki
yaralının dudakları yeniden kımıldadı. Belli ki kalan son gücünü kul­
lanıyordu, hırıltılar arasında ağzından ''domuz'' gibi bir laf çıktı nere­
deyse tükürürcesine, aynı anda da kafası arkaya düştü ve betona çarp­
tı.
Çıkan sesle şaşkına dönen askerler dönüp birbirlerine baktılar. Su­
bay çömeldiği yerden doğrularak sert bir sesle emri verdi. Askerler
topuklarını birbirine vurarak ellerindeki tüfekleri ateşe hazır hale ge­
tirdiler, yaralının başına gelip aynı anda takır takır ateş etmeye baş­
ladılar. Adamın yediği kurşunlarla sarsıla sarsıla delik deşik olan be­
deni sonunda hareketsiz kaldı. Askerler tüfeklerini yeniden doldurup
hazırola geçtiler.
Elindeki kamçısını jilet gibi ütülü pantolonunun dikiş yerlerine
vura vura üzerime yürümeye başladı subay. Ben zaten adamı gördü­
ğüm andan itibaren bakışlarımı ondan alamıyordum. Adamın her
zerresinden insanüstü bir kişilik taşıyordu sanki. Güneşin ışığıyla da­
ha da yumuşattığı renklerle bezenmiş bir tuvalin üstünde solması
mümkün olmayan kara bir fırça darbesi gibiydi. Acı, keder ve ıstırap
çizgileriyle dolu yüzleri, çukurlarından fırlamış boş boş bakan gözle­
riyle kanlı bedenlerinden ayrılmış kolları, bacakları ve çürüyen et ko­
kan yara bere içindeki erkeklerin dünyasında bu adam pürüzsüzce
BOYALI KUŞ 123

pırıldayan cildi, siperliğinden taşan altın sarısı saçları, çelik grisi göz­
leriyle türünün kusursuz bir örneğiydi sanki. Bedeninin her bir hare­
keti içinden taşan muazzam bir gücün sonucuydu. Hayata dair hiçbir
ümidi kalmamış mahlukların ölüm emrini verirken sesi ağzından ana­
diline özgü sertlik ve katılıkla çıkıyordu. Daha önce hiç hissetmediğim
türden bir kıskançlığın pençesine düşmüştüm. Şapkasını süsleyen
kurukafa ve iki çapraz kemiğe hayranlıkla bakarken, saygın insanların
korkup çekindiği Çingene suratımın yerinde böylesi aydınlık ve tüysüz
bir kafamın olmasının ne kadar güzel bir şey olacağını düşünüyor­
dum.
Adam keskin bakışlarla beni tepeden tırnağa süzdü. Kendimi ça­
murlu toprağın içinde kıvranıp, kimseye zararı olmasa da tiksinti
uyandıran bir solucan gibi hissediyordum. Üniformasını süsleyen
sembollerin yarattığı güç ve görkem, onun göz kamaştırıcı varlığı kar­
şısında kendi görünüşümden daha da utanmama sebep oluyor, gerçek
bir eziklik duygusuyla kavruluyordum. Beni yok etmek istemesine
mani olacak hiçbir özelliğim yoktu. Göz hizamdaki kemerinin süslü
tokasına diktim gözümü ve vereceği hükmü bekledim.
Avluya yeniden sessizlik hakim olmuştu. Askerler tüm itaatkarlık­
larıyla bundan sonra olacakları bekliyorlardı. Verilecek karar bütün
kaderimi belirleyecekti, bunu biliyordum ancak her yanımı bir çeşit
aldırmazlık duygusu sarmıştı. Karşımdaki adamın vereceği karara
sonsuz bir güven duymaya hazırdım. Çünkü bu adamın sıradan in­
sanların asla sahip olamayacağı güçlere sahip olduğunu biliyordum.
Kısacık komutu avluyu çınlattı. Arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Bir
asker beni tutup kapıya doğru itti sertçe. Bu görkemli seyirliğin sona
ermesine neredeyse üzülerek yavaşça çıktım kapıdan dışarı ve orada
beklemekte olan papazın tombul kollarına sığındım. Adamcağız gö-
••
züme öncesinden de sefil ve hırpani görünüyordu şimdi. Ustü gümüş
kurukafalar kemikler ve şimşeklerle bezeli Nazi üniformasının yanın­
da onun eskimiş papaz cübbesi acınacak bir şey gibi duruyordu.
Papaz beni birinden ödünç aldığı bir atlı arabayla oradan uzaklaş­
tırdı. Savaş bitene kadar yakın bir köyde bana göz kulak olacak birini
bulabileceğini söylemişti. Köye varmadan yolda küçük bir kilisenin
önünde durduk. Beni arabada bırakıp içeri girdi. Oturduğum yerden
onun içeride kilisenin papazıyla hararetli hararetli tartıştığını görebi­
liyordum. Sonra ikisi birden yanıma geldiler. Ben hemen arabadan
atlayıp adamın önünde saygıyla eğildim ve cübbesinin kolunu öptüm.
Adam beni dikkatlice inceledikten sonra hayır duasını mırıldanıp tek
kelime etmeden kilisesine geri döndü.
Benimki yeniden arabaya atladı ve köyün neredeyse dışında bir
çiftlik evinin önüne kadar sürdü arabayı. Durduğumuz yerdeki eve
girdi. içeride o kadar uzun bir süre kaldı ki artık başına bir şey geldi-
ğini düşünmeye başlamıştım. Son derece kötü bakışlı bir kurt köpeği
hırlayarak çiftliğin avlusunu kolluyordu.
Papaz yanında tıknaz bir çiftçiyle dışarı çıkınca köpek kuyruğunu
kıstırıp hırlamayı kesti. Çiftçi beni adamakıllı inceledikten sonra pa­
pazı kenara çekti. Kulağıma çalınanlardan adamın durumdan hiç de
hoşnut olmadığını anlamıştım. Parmağıyla beni göstererek benim vaf­
tiz edilmemiş bir Çingene piçi olduğumun bir bakışta belli olduğunu
haykırdı. Papaz adamın söylediklerine karşı çıkıyorsa da adam hiç
oralı olmuyordu. Almanlar köye sık sık baskın yaptıkları için beni
burada tutmasının başını büyük belaya sokacağını, beni buldukları
anda kimsenin hatırını gönlünü dinlemeyeceklerini söylüyordu.
Papazın sabrı yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Adamın koluna
yapıştığı gibi kulağına bir şeyler fısıldadı. O zaman köylü öfkesini kon­
trol altına alarak sessiz küfürlerle peşinden kulübeye gitmemi söyledi.
BOYALI KUŞ 125

Papaz yanıma yaklaşıp gözlerini gözlerime dikti. Hiç konuşmadan


bir süre öylece bakıştık. Ne yapmam gerektiğini bilemeden elini öp­
meye yeltendim ama dudaklarım yanlışlıkla kendi koluma dokunun­
ca fena halde bozuldum. Güldü adam bu sefer, kafamın üstünde ıs­
tavroz çıkartıp uzaklaştı.
Papazın iyice uzaklaştığından emin olur olmaz adam beni kula­
ğımdan yakaladığı gibi neredeyse havalandırıp kulübeye soktu. Ba­
ğırtılarıma karşılık parmaklarıyla kaburgalarımı öylesine sertçe dürt­
tü ki nefesim kesildi.
Kulübede üçümüz, yani ruhsuz, suratsız, hep yarı açık bir ağızla
dolaşan çiftçi Garbos, öfkeli ve sinsi bakışlı köpeği Judas ve de ben
vardık. Garbos duldu, karısı ölmüştü. Ne zaman ineklerinden ya da
domuzlarından biri komşuların ekinlerine zarar verse, adamlar pisli­
ğine lafı hemen bir zaman önce anası babası kaçınca yanına pansiyo­
ner olarak aldığı Yahudi kıza getirirlerdi. Kimsesiz kızı her gün nasıl
dövüp ırzına geçtiğini, onu kötü şeyler yapmaya zorladığı için kızın
dayanamayarak kaçtığını vururlardı yüzüne. Garbos kızı evinde ba­
rındırdığı zaman zarfında, bunun için aldığı parayla çiftliğini bir güzel
elden geçirmiş, yenilemişti. Bütün bu suçlamaları duyunca öfkelenir,
iftiracı komşularını Judas'ı üstlerine salmakla tehdit ederdi. Bu-tartış­
malar her seferinde adamların kendilerini korkuyla evlerine kapatıp,
bu vahşi ve çirkin yaratığı pencerelerinin ardından izlemesiyle son
bulurdu.
Garbos'u kimseler ziyaret etmezdi. Günler boyu bir başına oturur­
du kulübesinde. Benim işimse iki domuz, bir inek, bir düzine tavuk
ve iki hindiye bakmaktan ibaretti.
Ortada hiçbir sebep yokken, durup dururken dövmeye başlardı
beni, tek kelime etmeden. Sessizce arkamdan yaklaşır, bacaklarıma
kamçısını indiriverirdi. Kulaklarımı çeker, başparmağıyla kafamı oyar­
casına dürter, katıltana kadar koltuk altlarımı ve tabanlarımı gıdıklar­
dı. Benim Çingene olduğuma inandığı için ille de Çingene hikayeleri
anlatmamı isterdi. Bense savaştan önce evdeyken öğrendiğim birkaç
şiirle hikayeden başka şey bilmediğimden anlattıklarım bazen nede-
126 JERZY KOSINSKI

nini bilmediğim bir şekilde daha da çileden çıkarırdı Garbos'u. O za­


man beni ya yine dövmeye başlar ya da Judas'ı üstüme salacağını
söyleyerek korkuturdu.
Judas her an, her dakika büyük tehlikeydi. Tek bir çene hareketiy­
le birini öldürmesi işten değildi. Komşuları Garbos'u elma çalan biri­
nin üstüne köpeğini saldığı için suçlarlardı hep, çünkü hayvan hırsızı
boğazından yakalayınca adam anında ölmüştü.
Garbos beni kullanarak Judas'ı kışkırtıp dururdu. Hayvan giderek
en kötü düşmanının ben olduğuma inanmış olmalıydı. Beni gördüğü
anda kirpi gibi bütün kılları dikiliverirdi. Kan çanağına dönmüş göz­
leriyle bakar, burnu ve ağzı titrer, keskin ve çirkin dişlerinin arasından
••
salyalarını akıtmaya başlardı. Ustüme öylesine şimşek gibi saldırırdı
ki, bir yandan zincirlerini koparmasından deliler gibi korkarken, diğer
yandan da bu zincirlere dolanarak kendini boğması için dua ederdim.
Köpeğin azgın öfkesini ve benim korkumu görünce Garbos hayvanı
çözer, tasmasından yakaladığı gibi üstüme doğru sürerek beni duvara
yapıştırırdı. Salyalar köpükler saçan ağzının boğazıma yapışmasına
ramak kala hayvanın koca bedeni vahşi bir öfkeyle sarsılıyor olurdu.
Kendi tükürüğü ve salyasıyla neredeyse boğulacak gibi görünen hay­
vanı Garbos iyice kışkırtmaya devam ederken, bazen öyle dibime ka­
dar yaklaşırdı ki sıcak ve nemli ı1efesi suratımı yalardı.
Böyle zamanlarda canım neredeyse bedenimi terk eder, şişenin dar
boğazından ağır ağır damlayan bal gibi dolaşmaya başlardı kanım
damarlarımda. Duyduğum dehşetle neredeyse öbür dünyayı boylar­
dım. Gözü dönmüş köpeğin gözleriyle onu tasmasından tutan adamın
kıllı ve lekeli elleri arasında gidip gelirdi bakışlarım. Bu işkenceyi
daha fazla yaşamamak için boynumu bir an önce hayvanın dişlerine
teslim etmeyi düşünürdüm. Tam o anlarda tilkinin kazları tek bir ham­
lede boğazından yakalayarak öldürmesinin aslında merhametinden
kaynaklandığını anlardım.
Ama Garbos köpeğini hiç salmazdı. Onun yerine, karşımda oturup
votkasını içerken kendi oğulları küçücük yaşlarında ölüp gitmişken
Tann'nın benim yaşamama neden izin verdiğine ahlanıp dururdu.
BOYALI KUŞ 127

Durup durup bana bunun nedenini sorardı, ben de buna ne cevap


vereceğimi bilemezdim. Diyecek bir şey bulamadığım için yine daya­
ğı yerdim.
Bu adamın benden ne isteğini ve ne için dövdüğünü bir türlü an­
layamıyordum. Elimden geldiği kadar ayağının altında dolaşmamaya
çalışırdım. Bana ne söylese yapıyordum ama o yine beni dövmeye
devam ediyordu. Geceleri mutfağa, yattığım yere sessizce süzülür,
kulağımın dibinde bağıııııaya başlardı. Ben korkuyla çığlık atarak ye­
rimden fırladığımda gülmeye başlardı. O sırada Judas da saldırmaya
hazır, zincirlerini zorluyor olurdu. Bazen de ben uyurken köpeği ses­
sizce içeri sokar, ağzını eski bir bez parçasıyla bağlayarak karanlıkta
üstüme salardı . Ben neler olduğunu ya da nerede olduğumu bile an­
layamadan dehşet içinde pençeleriyle beni tırmalayan bu korkunç ve
kıllı canavarla mücadele etmeye başlardım.
Günlerden bir gün köyün papazı at arabasıyla Garbos'u görmeye
geldi. Adam her ikimizi de takdis ettiği sırada gözü benim omuzla­
rımda ve boynumda kimisi kararmaya yüz tutmuş mor izlere takıldı.
Beni kimin ve neden dövdüğünü sorgulamaya başladı. Bunun üzerine
Garbos tembellik ettiğim için beni dövmek zorunda kaldığını söyledi.
Garbos'u yalandan azarlayarak ertesi gün beni kiliseye getirmesini
tembihledi.
Adam gider gitmez Garbos beni içeri çekip üzerimdekileri çıkart­
tırdı ve elindeki söğüt dalıyla dövmeye başladı. Bunu yaparken yü­
züm, kollarım ve bacaklarım gibi görünen yerlerime vurmamaya dik­
kat ediyordu. Her zamanki gibi ağlamam yasaktı ama ne zaman elin­
deki sopa hassas bir noktama indi, işte o an kendimi daha fazla tuta­
mayıp inledim. Adamın alnında damla damla terler birikmiş, boynun-
daki damarlar iyice şişmişti. Inlememi engellemek için kalın bir kumaş
parçasını ağzıma tıktı, dilini kurumuş dudaklarının üstünde gezdir­
dikten sonra dayağa devam etti. ••
Sabah erken saatte kiliseye gitmek için yola çıktım. Uzerimdeki
gömlek ve pantolon sırtımdaki ve popomdaki taze yaralara yapışmış­
tı. Garbos beni adamakıllı uyarmıştı, eğer yediğim dayaklardan papa-
128 JERZY KOSINSKI

za tek kelime edecek olursam, Judas'ı üstüme salacaktı. Dudaklarımı


ısırıp, ağzımdan bu konuda tek laf çıkmayacağına yeminler ettim, bir
yandan da papazın bir şey anlamaması için dua ediyordum.
Yaşlı bir kadın grubu günün ağarmasıyla kilisenin önünde toplanıp
bekleşmeye başlamıştı. Bedenlerine ve ayaklarına şeritler halinde ku­
maşlar sarıp saııııalanmış bir halde soğuktan hissizleşen parmaklarıy­
la ellerindeki tespihleri çekerek durmaksızın dualar mırıldanıyorlardı.
Papazın geldiğini gördüklerinde hareketlenip ellerindeki yamuk yu­
muk sopalara dayanarak yerlerinden kalktılar ve bir an önce adamın
cübbesinin yağlı kollarını öpmek için birbirlerini iterek koşuşturmaya
başladılar. Ben ise kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak bir kenar­
da duruyordum. Ancak içlerinde gözleri hala iyi görenlerden bazıları
beni fark edince, ''vampir'' ve ''Çingene piçi'' diye bağırarak suratıma
doğru üç kere tükürdüler.
Kiliseler bana hep çok etkileyici gelmiştir. Ne de olsa bu binalar
Tanrı'nın dünyanın çeşitli yerlerine serpiştirdiği evleridir. Tanrı elbet­
te bunlarda oturmaz ama nedense aynı anda bu evlerin hepsinde
bulunduğuna inanılır. Sanki zengin çiftçilerin olur da gelirse diye sof­
ralarında onun için her zaman fazladan bir tabak bulundurdukları
davetsiz bir misafir gibidir Tanrı.
Papaz beni görünce yakınlık göstererek saçlarımı okşadı. Artık söz
dinleyen bir çocuk olduğum için çiftçinin beni dövmek zorunda kal­
mayacağına onu inandırmaya çalışarak sorularına cevap verirken ka­
fam karışmaya başlamıştı. Çünkü bana ailem, savaştan önce yaşadı­
ğımız yer, hangi kiliseniı1 cemaatinden olduğumuz gibi sorular soru­
yordu ve ben bunları pek hatırlayamıyordum. Dini konulardaki ceha­
letimi anladığı anda beni kilise orgcusunun yanına götürdü ve ona
bana ayinlerde kullanılan bazı kutsal eşyaları tanıtmasını söyledi.
Benim pazar ve akşam ayinlerinde kendisine yardımcı olacak şekilde
yetiştirilmemi buyurdu.
Böylece haftada iki kere kiliseye gelmeye başladım. Yaşlı kadınlar
kendilerini neredeyse süıiinerek tahta sıralara yerleştirene kadar bek­
ler, sonra arkaya, kutsal suyun durduğu yere yakın bir sıraya geçer
BOYALI KUŞ 129

otururdum. Bu kutsal su kafamı acayip karıştırıyordu. Bildiğimiz su­


dan hiçbir farkı yok gibiydi. Ne rengi, ne kokusu vardı ve hatta örne­
ğin at kemiği tozu bile bundan daha etkiliydi. Yine de sihirli gücünün
bilip bilinen bütün faydalı bitkilerden, sihirli sözlerden ve karışımlar­
dan daha fazla olduğuna inanılıyordu.
Ne pazar ayinlerinin, ne de mihrabın önünde dikilen papazın ne
işe yaradığını da anlamış değildim. Bunların hepsi bana Olga'nın bü­
yücülüğünün daha gösterişli, daha incelikli ve özenli hazırlanmışı
gibi geliyordu. işin derinine inip kavramak ise aynı derecede zordu.
içinde kutsal ruhun yaşadığına inanılan görkemli taş mihrabın
üzerindeki oymaları, yanlarından sarkan süslü püslü örtülerin işleme­
lerini hayranlıkla incelerdim. Kutsal eşyaların saklandığı odada, için­
deki şarabı kana dönüştüren ve hayali şekillerle bezenmiş parlak kut­
sal kaseye, papazın ekmek dağıttığı yaldızlı ayin tabağına ve kilise için
toplanan paranın tutulduğu, ağzı akordeon gibi açılan kare keseye
korkuyla karışık bir saygıyla dokunurdum. Olga'nın kurbağalar, kanlı,
kokulu irinler ve hamamböcekleri kaynayan taslarla dolu iğrenç ve
sefil kulübesini bu tanrısal mekanla kıyaslamak mümkün olamazdı
zaten.
Papazın kilise dışında olduğu zamanlar orgcu kendine ayrılan böl­
mede müziğiyle meşgul olurdu. Ben de bu zamanları fırsat bilip kutsal
eşyaların saklandığı odaya gizlice süzi.ilür, papazın ayinlerde becerik­
li hareketlerle cübbesinin üstüne geçirip boynuna doladığı beyaz ör­
tünün üstünde parmaklarımı neredeyse şehvetle gezdirirdim. Beline
doladığı kuşağın püsküllerini tek tek düzeltir, sol kolundan sallandır­
dığı işlemeli şeritten yayılan kokuyla adeta kendimden geçerdim.
Boynuna taktığı ipek şalın üstüne işlenmiş, söylendiğine göre kan,
ateş, umut, nedamet ve matemi simgeleyen bu rengarenk desenleri
hayranlıkla seyrederdim
Büyü yaparken mırıldanarak konuşan Olga'yı, şekilden şekle giren
surat ifadesiyle karşısındaki insanda nasıl korkuyla karışık bir saygı
uyandırdığını hatırladım. Gözlerini devirir, kafasını ellerini kollarını
tuhaf şekilde ritmik hareketlerle sallar dururdu yaşlı kadın. Halbuki
130 JERZY KOSINSKI

papaz ayin sırasında duaları okurken gündelik halinde nasılsa yine


öyle olurdu . Tek fark üzerine giydiği süslü giysiler ile konuştuğu de­
ğişik lisandı.
Kuvvetli ve gür sesi sanki kilisenin kubbesini ayakta tutuyor, dua­
ya başladığı anda oturdukları yerde uyuklamakta olan yaşlı kadınlar
kendine gelip, canlanıyorlardı. Kırışık gözkapaklarını bir gayret aça­
rak önce boş ve donuk bakışlarla nerede olduklarını kavramaya çalı­
şıyor, korkuyla sağa sola bakınıp iki yana sarkık ellerini kucaklarında
telaşla birleştirerek kaldıkları yerden dualarına devam ediyorlardı.
Biraz zaman geçince de rüzgarı yiye yiye zayıf düşmüş otlar gibi baş­
ları öne düşüp yeniden uyuklamaya başlıyorlardı.
Ayin biter bitmez, birbirlerini ittirip öne geçmeye çalışarak sırala­
rın arasından papazın koluna yüz sürıııeye koşturuyorlardı. Müzik
susmuş olurdu bu arada, orgcu kapıda papazı selamlayıp bana da
eliyle artık gidebileceğimin işaretini verirdi. Bu işaret benim esas işi­
me dönmem yani yerleri süpürmeye, hayvanları besleyip yemeği ha­
zırlamaya koyulmam gerektiği anlamına gelirdi.
Otlaktan, kümesten ya da ahırdan döndüğüm gibi Garbos beni eve
sokar, sille tokat dövmeye girişirdi. Söğüt dalından kamçı başlarda
gelişigüzel inerken adam giderek aşka gelir, üzerimde yeni dayak yön­
temleri denemeye girişirdi. Tenimdeki yara ve kesiklerin kabuk bağ­
layıp iyileşme şansı yoktu hiç, illa ki sarı irinler akar hale gelirlerdi.
Geceleri Judas'ın korkusundan uyku da tutmazdı. Ufacık bir gürültü­
ye, döşemelerin hafif bir gıcırtısına kulaklarım dikiliverirdi. Odanın
bir köşesine büzülüp göz alabildiğine koyu karanlığa bakar durur­
dum. Evdeki ya da avludaki en ufak bir hareketi, sesi kaç11·111amak için
kulaklarım uzayıp kabak kadar olmuştu neredeyse.
Birazcık içim geçtiğinde de dışarıdan havlayan köpeklerin sesi rü­
yalarıma dadanıp uykularımı bölerdi. Gecenin karanlığını koklayarak
başlarını aya dikip ulumaları bana ölümümün yaklaştığını hissettirir­
di. Bu sesleri duyan Judas da sinsice yatağımın dibine kadar yaklaşır,
Garbos'un tek bir komutuyla üstüme atlayıp saldırıya geçer, pençele­
riyle bedenimde daha sonra köyün şifacısının yakarak patlatmak zo-
BOYALI KUŞ 131

runda kalacağı iltihaplı yaralar açardı.


Ben çığlıklar içinde yattığım yerden sıçrayınca köpek de havlama­
ya ve kendini duvardan duvara atmaya başlardı. Seslerimizi duyan
Garbos uyku mahmurluğuyla eve hırsız girdi sanıp dosdoğru mutfağa
koşardı önce. Sonra da bağırtılanmın sebepsiz olduğunu anlayıp ne­
fesi kesilene kadar dövüp tekmelerdi beni. Her yanım kanlar içinde,
yaralı öylece kalırdım yerde kımıltısız. Yeni bir kabusun içine düşece­
ğim korkusuyla uyuyup kalırsam diye de ödüm kopardı.
Uykusuzluktan bitkin dolaşıp dururdum ertesi gün, bu sefer de
işimi ihmal ettiğim için yerdim dayağı. Ahırdaki samanların üstünde
uyuyakaldığım zamanlarda Garbos beni arayıp bulur, dayak faslı sil
baştan başlardı.
Garbos'un yerli yersiz öfke patlamalannın altında gizli bir sebep
olması gerektiği sonucuna varmıştım. Marta ve Olga'nın büyüleriyle
yok etmeye ya da iyileştirmeye çalıştığı illetleri, hastalıklan hatırla­
maya çalıştım. Garbos'un öfke fırtınalarına yol açan sebepleri anlaya­
bilmek için dikkatlice gözlem yapmaya karar verdim. Hatta•• bir iki
seferinde bir ipucu yakaladığıma adamakıllı inanmıştım. Orneğin,
ardı ardına yediğim iki dayak kafamı kaşıdıktan hemen sonra yaşan­
mıştı. Kim bilir, parıııaklarımı kafamda gezdirip yakalamaya çalışırken
kendi sıradanlığını yaşayan bitlere verdiğim rahatsızlıkla Garbos'un
davranışları arasında bir ilişki vardı belki de . Kaşıntım dayanılmaz
hale gelmesine karşın derhal kestim kaşınmayı. Ama bitlere ilişmeyip
onları rahat bırakmamdan iki gün sonra yine yemiştim dayağı. Ne­
denleri bulmak için yeniden kafa yormam gerekiyordu belli ki.
Bu kez yonca tarlasıyla bizim çiftliği bölen tahta çitin kapısının bu
işle bir ilgisi olabileceğini düşündüm. Çünkü kapıdan geçtiğim üç
sefer de Garbos beni yanına çağırıp suratıma tokadı basmıştı. Kötü bir
ruhun bu kapıdan geçerken yoluma çıkıp Garbos'u bana karşı doldur­
duğuna hükmettim. Bu yüzden kapıdan geçmek yerine tahta çitin
üstünden atlayarak kötü ruhlardan sakınmaya karar verdim. Neticede
bu da işe yaramadı çünkü yolu uzatmadan kapıdan geçmek yerine
çitin üstüne tırmanmama bir anlam veremeyen Garbos kendisiyle ka-
132 JERZY KOSINSKI

fa yapmak için bunu yaptığımı düşünüp bu kez daha esaslı dövdü


beni.
Adam kötülük ve fesatlıkla dolu olduğum inancıyla durmaksızın
işkence ediyordu. Çapa sapını kaburgalarımın arasına sokup bastırı­
yor, beni dikenli çalıların ve ısırganlann üstüne fırlattıktan sonra ba­
tan dikenlerden kurtulma çabalarımı eğlenerek izliyordu. Lafını sözü­
nü dinlememeye devam edersem tıpkı kocaların zina yapan karılarına
yaptığı gibi karnıma fare bağlayıp gezdiı·ıııekle tehdit ediyordu beni .
işte her şeyden çok da bundan korkuyordum. Gözümün önüne göbek
deliğimin üstüne çekilen bardağın içindeki fare geliyor, kaçmak için
göbeğimden başlayıp içime doğru etlerimi dişleyerek can havliyle iler­
lerken verdiği tarifi mümkünsüz acıyı iliklerime kadar hissediyordum.
Garbos'a etki edecek çeşit türlü büyüler üstüne kafa patlattım ama
hiçbirinin uygulanabilirliği yoktu. Günlerden bir gün adam ayaklarımı
bir tabureye bağlayıp çavdar sapıyla gıdıklamaya koyulunca Olga'nın
bana anlattığı hikayelerden birini hatırlayıverdim birden. Gövdesinde
Alman subayın üniforması üstünde gördüğüm kurukafanınkine ben­
zer bir şekil bulunan pervanelerle ilgili bu hikayeye göre bunlardan
birini yakalayan üstüne üç kere üflerse ev ahalisinden en yaşlı olanı
kısa sürede ölür gideııııiş. Büyükanne ve büyükbabalarından gelecek
mirasa kavuşmak için sabırsızlanan genç evlilerin geceler boyu ışıklı
yerlerde pervane avına çıkması meğerse bu yüzdenmiş.
Bunu hatırlayınca geceleri Garbos ve Judas uyurken evin içinde
dolanmaya, pervaneler girsin diye camlan açmaya başladım. Akın akın
içeri doluşan pervaneler titrek mum ışığının etrafında birbirlerine çar­
pa çarpa dolanarak adeta bir ölüm dansı yapıyorlardı. Ateşe koşanlar
ya canlı canlı kavruluyor ya da eriyen mumlara yapışıp kalıyorlardı.
Bu pervanelerin, Tanrı'nın takdir ettiği şekilde başka başka varlıklara
dönüşerek doğasına uygun çileleri çekmek üzere yeniden doğduğu
söylenegelirdi. Doğrusu onlann çekeceği çileler benim hiç umurumda
değildi. Benim derdim ''o'' pervaneyi bulmaktı ama bunun için pence­
rede dikilip elimdeki kandili sallayarak alayını içeri toplamaktan başka
yapabileceğim bir şey de yoktu. Elimdeki ışık kaynağı ve evdeki hare-
BOYALI KUŞ 133

ketlenmeyle Judas, onun havlamalarıyla da Garbos ayağa dikiliverdi.


Elimde kandil, kandilin etrafında pervaneler ve börtü böcekle ortalar­
da dolandığımı görür göııııt:z Garbos'un aklına ilk gelen benim bir
Çingene ayiniyle şeytan çağırdığım oldu. Tabii sonrasında dayağı yi­
yerek layığımı buldum.
Yine de yılmadım ama. Birkaç hafta sonra şafak sökerken peşinde
olduğum kurukafalı pervaneyi yakalamayı başardım. Dikkatlice üstü­
ne üç kere üfledikten sonra uçsun diye koyverdim. Sobanın etrafında
bir iki dolandıktan sonra gözden kayboldu. Anık yaşayacak birkaç
günü kaldığını bildiğimden Garbos'a acıyan gözlerle bakıyordum. Cel­
ladının türlü illet, acı ve ölüm diyarından yola çıktığının farkında
değildi elbet. Hatta belki çoktan o bilinmezlikler diyarından bu eve
ulaşmış, hevesle bekliyordu elindeki orakla dokunduğunda canını
alacağı anı. Dayak yemek bana koymuyordu artık, gözlerimi gözleri­
ne dikiyor, orada ölümü işaret eden şeyler bulmaya çalışıyordum. Ah
kendisini nelerin beklediğini bir bilseydi!
Ancak tuhaftır ki Garbos gayet sağlıklı ve güçlü görünmeye devam
ediyordu. Beşinci gün geldiğinde, ben Azrail'in görevlerini ihmal et­
tiğinden adamakıllı kuşkulanmaya başlamıştım ki birden kulağıma
Garbos'un çığlıkları geldi ahırdan doğru . Onu son nefesini vermek ve
günah çıkarmak için papazı çağırtmak üzere bulacağımı ümit ederek
koşturdum hemen yanına, ama o ne, adamı dedesinin zamanından
beri ahırın bir köşesinde yaşamakta olan küçük kaplumbağanın ölü
bedeninin üstüne eğilmiş buldum! Küçük kaplumbağasının koca kö­
yün yaşayan en yaşlı varlığı olmasıyla pek öğünürdü Garbos!
Zaman içinde adamın sonu gelsin diye bildiğim bütün büyüleri
denemekten de usanmıştım. Tabii ki Garbos boş durmuyor, üstümde
yeni yeni işkence yöntemleri denemeye devam ediyordu. Bazen beni
tutup koltuk altlarımdan meşe ağacına asıyor, Judas'ı da serbest bıra­
kıyordu ağacın altında. Oyun haline getirdiği bu işkencelerine yalnız­
ca papaz arabasıyla uzaktan göründüğünde ara veriyordu.
Sanki koca bir mezar taşı ölmeden üstüme kapanıyordu. Papaza
neler olup bittiğini anlatmayı düşündüm ama adam Garbos'un kula-
134 JERZY KOSINSKI

ğını şöyle bir çekip bırakacaktı ve bu sefer de şikayet ettiğim için beni
dövmesine kendim bahane yaratmış olacaktım. Bir ara köyden kaçıp
gitmenin planlarını yapıp durdum ancak etrafta öyle çok Alman as­
keri vardı ki, yeniden ellerine geçtiğimde bir Çingene piçi olarak ne
muamele göreceğimi, başıma neler geleceğini Tanrı bilirdi.
Bir gün papazın yaşlı bir adama belli dualar karşılığında Tanrı'nın
kendisine yüz ila üç yüz gün bahşedebileceğinden bahsettiğini duy­
dum. Yaşlı köylü anlatılanlardan pek bir şey anlamamıştı, o yüzden
de papaz uzun uzadıya açıklamaya girişti. Bütün bunlardan anladığım
kadarıyla daha çok dua okuyana karşı Tanrı daha bağışlayıcı oluyor
ve o kişi bu duaların hayattaki karşılığını hemen alıyordu, yani kısaca
insan ne kadar çok dtıa ederse o kadar iyi ve rahat bir hayat, ne kadar
az dua ederse de o kadar zorlu ve ızdıraplı bir hayat sürüyordu.
Birdenbire müthiş bir aydınlanmayla dünyanın kuralı açık seçik
seriliveııııişti gözlerimin önüne. Neden bazı insanların güçlü, bazıla­
rının zayıf, bazılarının özgür, bazılarının tutsak, bazılarının zengin,
bazılarının yoksul, bazılarının sağlıklı, bazılarının hasta olduğunu
anlayıvermiştim. Güçlüler, özgürler, zenginler, sağlıklılar dua etmenin
ne kadar önemli ve gerekli olduğunu ilk görenler ve bunu hayata
geçirenlerdi. Yukarılarda bir yerlerde yeryüzünden gelen bütün dua­
lar düzgün bir şekilde sınıflandırılıp herkesin kendi kutusunda birik­
tiriliyordu bahşedilen günler.
Gözümün önüne kimi küçük içleri neredeyse boş, kimi de bahşe­
dilenlerin içinden taştığı kocaman sandıklarla dolu uçsuz bucaksız
cennet bahçeleri seriliyordu. Kenarda köşede bir yerde de benim gibi
dua etmenin kıymetini henüz keşfedememişlere ait içi boş, hiç kulla­
nılmamış küçük sandıklar olduğunu görebiliyordum.
Başkalarını suçlamaktan vazgeçtim o an, bütün suç bendeydi. in-
sanlar, hayvanlar ve olayları yöneten bu kuralları keşfedemeyecek
kadar aptal olan bendim. Ama artık biliyordum ki dünyanın bir düze-
ni, bir adaleti vardı. insanın yapması gereken şey, en uzun ömrün
bahşedileceği kadar dua edip sevap biriktirmekti. Ondan sonra Tan­
rı'nın yardımcılarından biri bu yeni üyeyi inançlıların arasına kayde-

BOYALI KUŞ 135

dip ona orada yer ayırarak, hasat zamanı buğdayların tane tane birik­
mesiyle dolan çuvallar gibi duaları karşılığı bahşedilenlerle dolduru­
yordu sandığını. Ben kendime güveniyordum. Kısa süre içinde pek
çoğundan daha fazla birikim sağlayarak sandığımı dolduracağıma ve
cennette bana daha büyüğünü vereceklerine, hatta içindekilerin on­
dan da taşarak neredeyse bu kilise kadar büyüğüne ihtiyaç duyacağı­
ma inancım tamdı.
••
Oylesine soruyormuşum gibi yaparak papaza dua kitabını sordum.
Hemen en kıymetli olduğu belli olan duaları belleyip kendisinden
bana onları öğretmesini istedim. Tercihimi kimi dualardan yana kul­
lanıp diğerlerine ilgisizliğim biraz şaşırtsa da sesini çıkartmayıp bana
istediklerimi üst üste birkaç kez okumaya razı geldi. Kendi sınırlarımı
her anlamda zorlayarak bütün dikkatimi verdim. Kısa sürede gerekli
bütün duaları ezber etmiştim. Yepyeni bir hayata başlamaya hazırdım
artık. ihtiyacım olan her şeye sahiptim, cezalandırılma ve aşağılan-
malarla geçen günlerin geride kalacağını bilmenin sevincini taşıyor­
dum içimde. Şu ana kadar önüne gelenin ayağının altında ezebilece­
ği bir böcektim. Oysa şimdi bu zavallı küçük böcek yanına kimseyi
yaklaştırıııayan bir boğa haline gelmişti.
Kaybedecek, boşa harcayacak tek bir saniyem bile yoktu. Ettiğim
her dua cennetteki hesabımı kabartacak, sonunda Tanrı'nın izniyle
Garbos artık bana işkence etmeyecekti.
Her anımı dua ederek geçiriyordum. Birbiri ardına hızla okuyor­
dum Tanrı katında değerli duaları, hatta aralarda daha etkisiz olan­
ları da ihmal etmiyordum ki cennetteki yerim sağlam olsun! Neticede
kimse Tanrı'yı alt edecek kadar kurnaz olamazdı.
Garbos bana neler olduğunu anlamıyordu. Sürekli mırıl mırıl bir
şeyler söyleyerek ortalarda dolaşıp, tehdit ve korkutmalarını pek dik­
kate almadığımı görünce yine kendisine Çingene büyülerinden birini
yapıyor olmamdan kuşkulandı. Ben tabii ki ona gerçeği söylemek is­
temiyordum çünkü dua etmemi yasaklamasından korkuyordum. Da­
ha kötüsü de olabilir, geçmişi benden çok daha eskilere dayanan bir
Hıristiyan olarak cennetteki nüfuzunu kullanıp benim dualarımı ge-
1 36 JERZY KOSINSKI

çersiz kıldırabilirdi hatta benim dualarımdan bir kısmını hiç şüphe


yok ki pek dolu olmayan kendi sandığına aktarıııası da mümkündü.
Dayakları sıklaşmıştı. Yeni yeni kazanmaya başladığım sevaplar­
dan kazandıklarımı kaybetmeme endişesiyle duamın tam ortasınday­
ken benden bir şey istediğinde anında cevap veremezdim. Böyle du­
rumlarda Garbos işi saygısızlık ve küstahlığa vardırdığım korkusuyla
bunun önünü almaya koyulurdu. Zaten attığı dayakları papaza ispi­
yonlayacağım korkusunu hep içinde taşıyordu. Böylelikle yaşantım
dua etmek ve dayak yemekten ibaret hale geldi.
Geceleri şafak sökene kadar durmaksızın dua ediyordum artık,
duaların hesabını filan iyice karıştırmıştım. Cennet bahçelerinde ge­
zintiye çıkan meleklerin yeryüzündeki kara kaşlı kara gözlü bir oğlan
çocuğunun ağzından dökülüp gökyüzüne doğru serçe sürüleri gibi
yükselen dualarını görünce memnuniyet ve şaşkınlıkla durduğunu
gözümde canlandırırken, ismimin melekler konseyinden en kıdemsiz
azizlere, oradan önem sırasıyla diğer azizlere ve en nihayetinde Tan­
rı katına ulaştırıldığını hayal ediyordum.
Garbos ona karşı bütün saygımı kaybettiğim düşüncesiyle canımı
her zamankinden daha fazla yakarak döverken bile ben zaman kay­
betmemek için dualarımı okumaya devam ediyordum. Neticede acı
gelip geçiciydi, oysa dualarımın kazandırdıkları sonsuzluğu kucakla­
yacaktı . Kötü şeyler yaşıyordum zaten, çünkü eskiden geleceğimi hu­
zurlu ve rahat kılmanın bu muhteşem yolu hakkında hiçbir şey bilmi­
yordum. Daha fazla zaman kaybetmeyi göze alamazdım, geçmiş se­
nelerdeki dua eksiklerimi kapatmak zorundaydım.
Kendimden geçmiş bir halde dolaşırken, kötülük çağıracağı belli
bir Çingene büyüsü yaptığımdan emindi artık Garbos. Yeminler ede­
rek ona yalnızca dua ettiğimi söylesem de inanmadı bana.
Sonunda bir gün bu korkusu gerçek oldu. ineklerden biri ahırın
kapısını
••
kırıp yan komşunun bahçesine dalarak ciddi hasara sebep
oldu. Ofkeden deliye dönen komşu da baltasını kaptığı gibi Garbos'un
bahçesine dalarak hıncını bütün elma ve şeftali ağaçlarından aldı.
Garbos körkütük sarhoştu, Judas ne kadar gayret etse de kendini
BOYALI KUŞ 137

zincirinden kurtarmayı başaramadı. Bu felaket yetmezmiş gibi ertesi


gün de kümese dalan bir tilki en çok yumurtlayan tavukları telef etti.
Yine aynı günün akşamı Judas Garbos'un bir sürü para saydığı pek
kıymetlisi bir hindiyi tek pençe darbesiyle öldürdü.
Garbos hepten dağılmıştı. Kendi yaptığı votkayı yuvarlayıp adama­
kıllı kafayı bulunca içindekileri döktü. Aslında koruyucu Aziz Ant­
hony'nin şerrinden korkmasaymış beni çoktan öldürmüş olurmuş.
Kendisinin dişlerini saydığımı, benim ölümümün onun ömründen kaç
sene alıp götüreceğini filan da biliyoııııuş. Tabii bu arada diye ekledi,
Judas bana bir şey yapar da kazara ölürseymişim hem büyülerim,
lanetlerimin etkisi kalmazmış, hem de o durumda Aziz Anthony ceza
kesmezmiş.
Bu arada papaz da belli ki buz gibi kilisede üşütüp fena halde
hastalanmıştı. Odasında, yatağında ateşler içinde sanrılarla kıvrana­
rak sayıklıyor, Tanrı ile konuşuyordu. Garbos'un gönderdiği yumurta­
ları götürdüğüm bir gün onu görebilmek için demir parmaklıklara
tırmandım. Baktığımda adamın yüzünde renk kalmadığını gördüm.
Saçlarını tepesinde koca bir topuz yapmış kısa boylu, tombul bir kadın
olan ablası yatağın çevresinde dört dönüyor, köyün kocakarısı ise ada­
mın vücudunun çeşitli yerlerine emdikleri kirli kanla beslenip semiren
sülükler yapıştırıyordu.
Çok şaşkındım. Papaz kendini Tanrı'ya adamış biri olarak ömrü
boyunca en etkili duaları etmiş olmalıydı, oysa şimdi sıradan biri gibi
hasta yatıyordu orada öylece.
Böylece kiliseye yeni bir papaz geldi. Kel kafalı yaşlı biriydi, incecik
parşömen kağıdına dönmüş bir suratı vardı. Cübbesinin üstüne mor
bir kuşak takııııştı. Elimde sepetle beni görünce durdurup nereli ol-
duğumu sordu, esmer tenim merakını uyandırmıştı. O sırada bizi gö-
ren orgcu çocuk hemen adamın kulağına bir şeyler fısıldadı. Papaz da
beni kutsadıktan sonra yürüyüp yanımdan uzaklaştı.
Orgcu yeni papazın kilisedeyken çok ortalarda dolanıp dikkat çek­
memi istemediğini söyledi. Buranın geleni gideni çoktu, tamam adam
benim Çingene ya da Yahudi olmadığıma inanmıştı ama her şeye kuş-
138 JERZY KOSINSKI

kuyla yaklaşan Almanlar olayı farklı değerlendirebilir, bunun cezasını


bütün cemaate kesebilirdi.
Yerimden fırladığım gibi mihrabın önünde diz çöktüm. Deli gibi
ardı ardına sıralamayı başladım duaları, tabii ki yalnızca en değerli
olduğunu bildiklerimi söylüyordum. Zamanım azalmıştı. Aynca, kim­
bilir orada, yani Tanrı'nın oğlunun yaşlarla dolu gözleri önünde ya da
Kutsal Meryem Ana'nın anaç ve şefkatli bakışları altında okunan du­
alar başka yerlerde okunan dualardan katbekat daha değerliydi belki
de. Çünkü cennete giden yol burada çok daha kısaydı, tıpkı rayların
üstünde giden bir tren gibi çok daha hızlı bir iletim aracı kullanan özel
bir elçi tarafından taşınıyordu dualar cennete. Orgcu beni kilisede
yalnız görünce yeni papazın uyarısını hatırlattı. Ben de istemeye iste­
meye kutsal yadigarlarla süslü mihrabın başından ayrıldım.
Garbos evde beni bekliyordu. içeri adımımı atar atmaz evin boş
odasına sürükledi. Odanın tavanının en yüksek noktasında kirişlere
iki çengel takılıydı, çengellere de deri kayışlar geçirilmişti.
Bir tabureye çıkıp beni kucağına aldı, ellerimi bu kayışlardan ge­
çirmemi söyledi. Sonra da beni havada sallanır vaziyette bırakıp Ju­
das'ı odaya saldı, kendisi dışarı çıkıp kapıyı da üstümüze kilitledi.
Judas beni fark eder fark etmez hemen sıçrayarak ayaklanma doğ­
ru bir hamle yaptı. Ben ayaklarımı karnıma çekerek bu hamleyi ucu
ucuna savuşturdumsa da köpek hemen yeniden saldırıya geçti. Birkaç
başarısız denemenin ardından yere yatıp beklemeye koyuldu.
Gözümü üzerinden ayırmamam gerekiyordu. Bacaklarımı serbest
bırakıp aşağı sallandırdığım anda Judas'ın ayaklarıma yetişmesi işten
değildi ancak bu vaziyette ne kadar dayanabileceğimden de hiç emin
değildim. Tahminimce Garbos'un beklentisi benim dayanamayıp yere
yığıldığım anda Judas'ın üstüme saldıııııası yönündeydi. Böyle bir
durumda, ağzının en dibinde tam çıkmamış sararıııış yiııııi yaş dişle­
ri de dahil olmak üzere Garbos'un bütün dişlerini saymış olmam gibi
bunca aydır bütün çektiklerim boşa gitmiş olacaktı. Kim bilir kaç gece
boyunca onun devirdiği votkalardan kafayı bulup sızmasını, sonra da
ağzı açık horlamasını bekleyip adamın iğrenç dişlerini saymıştım tek
BOYALI KUŞ 139

tek. Ona karşı tek silahım buydu. Dayağı biraz uzun tuttuğunda he­
men dişlerinin sayısını söylerdim, bana inanmadığında oturur kendi­
si sayardı. Her bir dişinin şeceresini sayabilirdim, sallananı, çürüğü,
diş etlerinin altına gömülü olanları, hepsini ezbere bilirdim. Beni öl­
dürecek olursa, yaşayacağı çok çok birkaç senesi olurdu. Ama şimdi
Judas'ın beni sabırsızca bekleyen pençelerinin arasına düşecek olur­
sam, o zaman Garbos'un vicdanı tertemiz olacaktı. Korkması gereken
bir şey kalmayacaktı artık, hatta kazara ölümüm koruyucusu Aziz
Anthony'nin onun günahlarını bağışlamasına bile sebep olabilirdi.
Artık omuzlarımı hissedemez olmuştum. Ağırlığımı tartıyor, elle­
rimi açıp kapıyor, bacaklarımı çok yavaş yavaş esnetip, neredeyse ye­
re değecek kadar tehlikeli bir şekilde aşağı doğru uzatıyordum. Judas
köşede pusuya yatmış, uyur gibi yapıyordu. ikimiz de birbirimizin
kurnazlıklarını biliyorduk. Saldırmak için zıpladığı anda bacaklarımı
hızla geri çekecek gücümün hala var olduğunu bildiği için iyice güçten
düşmemi beklemekteydi.
Vücudumdaki acı birbiriyle iki farklı yönde yarışarak kendini gös­
teriyordu. Birinci güzergahta acı ellerden omuzlarıma ve oradan boy­
numa uzanıyordu, ikincisinde bacaklarımdan belime. Acının türü de
farklıydı, sanki iki köstebek birbirine doğru yeraltında iki karşıt yön­
den tüneller kazarak vücudumun ortasına doğru ilerliyordu. Ellerim­
den başlayanına dayanmak daha kolaydı, ağırlığımı sırasıyla bir elim­
den diğerine verip adalelerimi esnetiyor ve kan dolaşımını dengeli­
yordum . Oysa bacaklarımdan gelen acı dur durak tanımıyor, tıpkı
ahşabın budak kısmında kuytu bir yer bulup ilelebet oraya yerleşen
bir tahtakurusu gibi karnımda ulaştığı noktaya yerleşiveriyordu.
Tuhaf, ağır, insanın içine işleyen bir acıydı bu. Garbos'un ibret ol­
sun diye anlattığı hikayedeki adamın çektiği acıya benziyor olmalıydı.
Adamın biri hatırlı bir çiftçinin oğlunu kalleşçe öldüııııüş, anlaşılan
baba da oğlunun katilinin canına eski yöntemlerle kıymaya karar ver-
mişti. iki yeğenini yanına alıp suçluyu ormana kaldırmıştı . Hep bera-
ber bir keresteyi dev bir kurşunkalem gibi yontarak sivriltmişler ve
düz kısmı bir ağaç gövdesine yaslanır vaziyette yere yatıııııışlardı.
140 JERZY KOSINSKI

Sonra kurbanın bacaklarını ayırıp iki ayağından güçlü kuwetli bir ata
bağlamışlar, hafifçe bir dürtmeyle atlan harekete geçirip adamı kazı­
ğın sivri ucuna geçirmişlerdi. Kazık adamın etine yeterince girdiğinde
kazığı havaya dikmişler, diğer ucunu da önceden kazıp hazırladıkları
bir çukura gömerek adamı orada yavaş yavaş ölmeye bırakmışlardı.
Ben de şimdi tavana asılı bir şekilde dururken, gözlerimin önüne
adamın karanlık gökyüzünün umursamazlığına doğru acıdan uluya­
rak ellerini uzatmaya gayret eden, kazığa geçmiş şiş gövdesi geliyor­
du. O haliyle sapanla yediği bir taşla tünediği ağaçtan ucu sivri bir
bitki sapının üstüne düşmüş bir kuş gibi görünüyor olmalıydı.
Yerde yatan Judas yine aldırış etmez bir havada uyandı, uykusun­
da esnedi, kulaklarının arkasını kaşıdı ve kuyruğuna yapışan pireleri
avlamaya koyuldu. Ara sıra bana doğru sinsice bakışlar atıyor ama
karnıma yapıştırdığım bacaklarımı görür görmez bıkkınlıkla başka
yöne çeviriyordu kafasını.
Yine de beni bir kere tuzağa düşürmeyi başardı. Bir an için gerçek­
ten uyuduğunu düşünüp bacaklarımı aşağı doğru esnetmemle yerin­
den ok gibi fırlayan hayvanın topuğumdan bir parçayı götürmesi bir
olmuştu. Yaşadığım korku ve hissettiğim acıyla neredeyse düşüyor­
dum yere. Judas muzaffer bir edayla yalanarak duvarın köşesine çök­
tü yine. Aralık gözlerini üzerimden ayıııııadan beklemeye koyuldu.
Artık daha fazla dayanamayacak gibi hissediyordum. Kendimi ye­
re atıp Judas'a karşı kendimi nasıl savunacağıma dair planlar yapma­
ya başladım kafamda ama daha bir şey yapmama kalmadan onun
boğazıma çökeceğinden adım gibi emindim. Kaybedecek zamanım
olmadığını düşününce aklıma hemen dualarım geldi.
Ağırlığımı bir elimden diğerine verdim, kafamı oynattım, bacakla­
rımı hareket ettirdim. Judas bu güç gösterim karşısında cesaretini
kaybetmiş bir şekilde süzüyordu beni. Sonunda kayıtsız bir şekilde
kafasını öte yana çevirdi.
Zaman ilerledikçe ettiğim duaların artmasıyla cennete doğru gi­
den yolun taşları döşeniyordu.
O gün akşama doğru geldi Garbos odaya. Kan ter içinde kalmış
BOYALI KUŞ 141

bedenime ve üstümden akan terlerin yerdeki birikintisine baktı. Beni


asılı olduğum çengellerden indirip köpeği tekmeleyerek dışarı kova­
ladı. Bütün gece boyunca ne kollarımı hareket ettirebildim ne de kal-
••
kıp yürüyebildim. Oylece döşeğin üstünde yatarak dualarımı sırala-
maya devam ettim. Y üzlerce, binlerce gün kazandım yine dualarımla.
Kocaman bir tarla dolusu tahıl kadar bağışlanmışlık kazandım, cen­
nette bunların hepsinin karşılığını alacağımdan adım gibi emindim
zaten. Belki daha şimdiden bile azizler yaşamımda köklü değişiklikler
yapmayı düşünmeye başlamış olabilirlerdi.
Garbos beni her gün tavandan sallandırmaya devam etti. Bazı gün­
ler sabahları, bazı günler öğleden sonralan yapıyordu bunu çiftlikte­
ki iş durumuna göre. Aslında avluya dadanacak tilkilerden ve hırsız­
lardan korkmasa geceleri de asacaktı beni çengellere.
Her seferinde aynı şeyler yaşanıyordu. Gücüm daha yerindeyken
köpek yerde umursamazca uzanıp ya uyuyor gibi yapıyor ya da pire­
lerinin peşine düşüyordu. Gücüm çekilmeye, kollarım ve bacaklarım­
daki acı artmaya başlayınca buriu hissediyor, hemen dikkat kesilip
kulakları dikiyordu. Bütün vücudumdan boşanan terler yerde küçük
bir göl oluşturuyordu. Bacaklarımı aşağıya doğru uzattığım anda hay­
van saldırıya geçiyordu.
Böyle böyle aylar geçti. Garbos giderek çiftlik işlerinde benim yar­
dımıma daha çok ihtiyaç duyar hale gelmişti çünkü artık daha çok içip
daha sarhoş olmaya başlamıştı. Çalışmaya gönlü ve hali yoktu. Artık
beni yalnızca ihtiyaç duymadığı zamanlar sallandırıyordu. Domuzlar
ve inek açlıktan böğürmeye başlayınca beni aşağı indiriyor ve işlere
koşuyordu. Kollarımdaki kaslar iyice kuwetlenmişti, saatlerce asılı
kalsam da pek zorlanmıyordum artık. Kamıma saplanan ağrıya da
dayanmayı öğrenmiştim ama arada sırada giren kramplar korkutu­
yordu yine de. Bu arada Judas beni gafil avlamaktan ümidi kesmiş
olsa da fırsatını yakaladığında saldırıya geçmekten vazgeçmiyordu.
Ben kendimi dualarıma vermiştim tamamen, dur durak bilmiyor­
dum. Gücümün azaldığını hissettiğimde hemen yere düşmeden önce
on ya da yirmi dua daha edebileceğime ikna ediyordum kendimi.
142 JERZY KOSINSKI

Bunları bitirince hemen yeni hedefler koyuyordum. Her an bir muci­


ze olabileceğine inandıı·ııııştım kendimi. Dualarım sayesinde bağışla­
nıp ömrüme eklenen süre sayesinde hayatım kurtuluyordu her sefe­
rinde.
Zaman zaman acımı unutmak için dikkatimi başka yöne çevireyim
diye Judas'a sataşıyordum. Sanki düşecekmiş gibi yapınca hayvan
öfkeden kudurup havlayıp zıplamaya başlıyordu. Yeniden uykuya dal­
dığında ağzımı şapırdatıp dişlerimi gıcırdatarak, sesler çıkararak ra­
hatını bozuyor, uyandırıyordum hayvanı. Neler olduğunu anlayamı­
yor, benim gücümün tükendiğini sanıp sevinçle sağa sola koşturuyor,
zıplıyor, duvarlara çarpıyor, kapının dibinde duı·ıııakta olan tabureyi
deviriyordu. Nefes nefese kalıyor, sonra dayanamayıp bir köşeye çö­
küyordu. Yorgunluktan bitkin, horultularla uyumaya başladığı o anı
fırsat bilip kendimi ödüllendiriyor, dualar eşliğinde kollarımı bacak­
larımı uzatıp rahatlatıyordum.
Bazen beklenmedik bir anda kapının sürgüsü çekiliyor ve Garbos
odaya dalıyordu. Beni kanlı canlı bir halde görünce küfür kıyamet
girişiyor, koca hayvanı küçük bir köpek yavrusu gibi inletene kadar
tekmeleyip
••
dövüyordu .
Ofkesi, gazabı öylesine şiddetliydi ki acaba o anda Tanrı kendisin-
de mi vücut buluyor diye merak etmekten kendimi alamazdım, ama
sonra suratında ilahi bir ifadeden eser olmadığını görünce vazgeçer­
dim böyle düşünmekten.
Yediğim dayaklar giderek azalmaya başlamıştı. Çünkü asılı kaldı­
ğım süreler daha uzun, çiftliğin işleri çoktu. Beni neden çengellere
asmaya devam ettiğini de merak ediyordum doğrusu. Bunca zamandır
başaramadığı halde köpeğin beni öldüreceğine inanıyor olabilir miy­
di gerçekten de?
Çengellerden indirildikten sonra kendime gelmem her seferinde
zaman alıyordu. Bir çıkrığa sarılı iplikler gibi uzayan kaslarım eski
haline gelmeyi reddediyordu sanki, zorlukla hareket ettiriyordum vü­
cudumu. Kendimi tıpkı gövdesini zorlukla taşıyan uzun ama kırılgan
bir ayçiçeği sapı gibi hissediyordum.
BOYALI KUŞ 143

işleri biraz yavaştan alsam hemen Garbos'tan dayak yemeye baş-


lıyordum. Adam benim gibi tembel birini katiyen yanında barındır­
mayacağını söyleyip beni Almanlara teslim etmekle tehdit ediyordu.
Ben de ona ne kadar faydalı olduğumu kanıtlamak için her zaman­
kinden daha fazla çalışıyordum ama ne yapsam faydasızdı, adamı
memnun edemiyordum. O içip içip beni çengellerden sallandırmaya,
Judas da ayaklarımın altında sabırla beklemeye devam ediyordu.
Böyle böyle geçti bahar. Artık neredeyse on yaşındaydım ve ömrü­
mün her bir günü karşılığında biriktirdiğim duaların sayısını Tanrı
bilirdi ancak. Yakın zamanda çok büyük bir kilise festivali olacaktı,
bütün köylüler bir çeşit bayram kabul edilen bu etkinlik için harıl
harıl yeni giysiler hazırlamaktaydı. Kadınlar kilisede kutsanmaları için
kekik, ıhlamur, yabani gül ve karanfillerden çelenkler yapıyordu. Ki­
lisedeki sıraların koridorlara bakan kısımları ve mihrap kayın, kavak
ve söğüt gibi ağaçların yeşillikleriyle süslenmişti. Festival bitiminde
bu dallar çok kıymete binecek, lahana, keten kenevir gibi sebze ya­
taklarına dikilerek hem ürünlerin daha hızlı büyümesi hem de bitki­
lere dadanan zararlılara karşı koruma sağlanacaktı.
Festival günü Garbos sabah erkenden kiliseye gitti. Ben son yedi­
ğim dayağın etkisiyle bütün vücudum ağrılar içinde kıvranarak çift­
likte kaldım. Tarlaları aşarak bizim oralara ulaşan kilise çanının kesik
sesini duyan Judas bile kulaklarını kabartıp dikkat kesilmişti.
Katolik yortusuydu o gün. Kilisede Tanrı'nın oğlunun, lsa'nın var-
lığını o gün diğer bütün yortulardan daha kuwetli hissettireceği söy­
leniyordu. O gün herkes, günahkarlar, erdemli insanlar, dualarını
- eksiksiz okuyanlar, hiç dua etmeyenler, zenginler, yoksullar, hastalar,
sağlıklılar akın akın kiliseye koşuyordu. Ben ise Tanrı'nın yarattığı bir
canlı olmasına karşın daha iyi bir yaşama kavuşma şansı sıfır olan bir
köpekle baş başa bırakılmıştım geride.
Hızla karar verdim. Bunca zamandır dualarımı biriktirerek elde
ettiğim sevaplarımın sayısı pek çok genç azizin sevabıyla rekabet ede­
cek, hatta onları geçecek kadar artmıştı. Tamam, bugüne kadar dua­
larımın karşılığını bu dünyada görıııüş değildim ama bunlar muhak-
144 JERZY KOSINSKI

kak ki cennette yani adaletin kanun olduğu yerde gözden kaçmaya­


caktı.
Korkmamı gerektirecek bir şey yoktu. Tarlaları ayıran yolları takip
ederek hemen kiliseye doğru yürümeye koyuldum.
Kilisenin avlusu her yanı çiçeklerle bezenmiş at arabaları ve görül­
memiş bir renk cümbüşü içindeki neşeli kalabalıklarla dolup taşıyor­
du. Ben hemen bir köşeye sinip yan kapılardan birinden kiliseye sıza­
bileceğim anı kollamaya başladım.
Tam o anda kilisenin hizmetlisi beni fark edip yanına çağırdı. Ko­
rodaki çocuklardan biri o gün zehirlendiği için yeni gelen papaz yeri­
ni benim almamı uygun görmüş. Hemen gidip üstümü değiştiı·ıııem
gerekiyor ıııuş.
Bunu duyduğumda bütün vücudumu bir sıcak dalgası yaladı ade­
ta. Y üzümü gökyüzüne çevirdim. Hasat zamanı kocaman bir yığın
oluşturarak biriken patatesler gibi dualarım işe yaramış, yukarılarda
bir yerlerde sonunda fark edilmiştim. Birazdan, mihrabın yanındaki
yerime geçtiğimde Tanrı'nın temsilcisi olan papazın koruyucu kanat-
••
ları altında ona iyice yakın olacaktım. Ustelik bu yalnızca bir başlan-
gıçtı. Bundan böyle çok daha rahat bir hayatım olacaktı. işte sonunda
bir insanın kusacak bir şeyi kalmamış midesini tekrar tekrar ağzına
getiren eziyetlerin sonu gelmişti. Artık ne Garbos'un••
dayakları işken-
celeri, ne Judas korkusu olacaktı yeni hayatımda. Onümde açılan yol
beni başakların tatlı esintilerle sağa sola savrulduğu altın sarısı tarla­
lar kadar engebesiz, yepyeni bir hayata götürecekti. Hiç vakit kaybet­
meden kiliseye doğru koştum.
Ama içeri girmek pek öyle kolay değildi. Rengarenk giysiler için­
deki kalabalık kilisenin avlusundan kapıya doğru hücum ediyordu.
Kalabalığın içinden biri beni fark ederek hemen diğerlerine gösterdi.
Köylüler üstüme çullanarak ellerindeki söğüt dallarıyla, kızılcık sopa­
larıyla kamçılamaya başladılar. Daha yaşlıca olanları bu sahneyi gü­
lerek izliyorlardı. Beni bir at arabasının altına doğru sürükleyip atın
kuyruğuna bağladılar. Ben kendimi kurtarmayı başarana kadar kişne­
yip şaha kalkan atın birkaç çiftesini yemiştim bile.
BOYALI KUŞ 145

Kendimi kilisenin giyinme odasına attığımda bütün vücudum tit­


riyordu, ağrılar içindeydim. Ayini başlatmak için sabırsızlanan papaz
geciktiğim için oldukça öfkeliydi. Diğerleri çoktan giyinmişti zaten.
Üstüme hemen korodakilerin giydiği kolsuz cübbeyi geçirdim, tedir­
gindim. Kafasını diğer tarafa çevirdiği anda çocuklardan biri ya çelme
takıyordu ya da beni çimdikliyordu. Neden böyle geri kaldığımı anla­
yamayan papaz beni sabırsızlıkla ittirince sıralardan birine kapaklan­
dım, kolumu incittim. Sonunda bütün hazırlıklar tamamlandı, kapılar
açıldı. Büyük bir sessizlik içinde bekleyen kalabalığın arasından geçip
mihrabın arkasında, papazın iki yanında üçer üçer dizilip yerimizi
aldık.
Ayin gayet ihtişamlı bir şekilde başlamıştı.
Papazın sesi her zamankinden daha melodik çıkıyor, orgun sesi
kilisenin duvarlarında yankılanarak kalabalığın kalbindeki yerine ula­
şıyor, görevli çocuklar hizmetlerini büyük bir titizlikle yerine getiri­
yorlardı.
O anda yanımdaki çocuğun dirseğini böğrüme geçirmesiyle irkil­
dim. Kafasıyla duıınadan mihrabı işaret edip duruyordu. Hiçbir anlam
veremeden bakınıyordum, kalbim heyecandan ağzımdan çıkacak gi­
biydi. Çocuk yeniden başıyla mihrabı gösterdiği anda papazın da sa­
bırsız bakışlarla benden bir şey beklediğini fark ettim. Belli ki bir şey
yapmam gerekiyordu, ama neydi benden beklenen? Adamakıllı pa­
niklemiştim. Tam o anda çocuklardan biri kulağıma ayin kitabını ge­
tirmemi fısıldadı.
Birden hatırladım, ayin kitabının mihrabın bir ucundan diğer ucu­
na taşınması gerekiyordu. Bunun nasıl yapıldığını izlemiştim kaç kez.
Koroda görevli çocuklardan biri mihraba yaklaşır, ayin kitabını altın­
daki sehpasıyla beraber alarak mihrabın önündeki en alt basamağa
kadar geri geri yürüyüp taşır, mihrabın önünde diz çöker, sonra yeni­
den ayağa kalkarak elindekileri diğer tarafa taşıyıp sonunda yerine
geri dönerdi.
Şimdi bütün bunları yapmak benim görevimdi. Kilisedeki kalaba­
lığın gözü benim üzerimdeydi. Tam o anda bir Çingene kulunun Tan-
146 JERZY KOSINSKI

n'nın mihrabına hizmetinin öneminin altını çizmek istercesine orgun


sesi kesiliverdi.
Mutlak bir sessizlik hakim olmuştu bütün kiliseye.
Bacaklarımın titremesini kontrol altına alarak mihraba çıkan ba­
samaklara tırmandım. Azizlerin ve eııııi�lerin yüce Tanrı'nın büyük­
lüğünü gösteııııek için asırlar boyunca biriktirdiği kutsal dualarla
dolu ayin kitabı bakır toplu ayaklan olan ahşap bir sehpa üstünde
önümde duruyordu. Daha elimi bile dokundurmadan biliyordum ken­
dimde bunu kaldırıp mihrabın öbür ucuna kadar taşıyacak gücü bu­
lamayacağımı. Altındaki olmadan bile kutsal kitabın kendisi fazlasıy­
la ağırdı.
Geri adım atmak için çok geçti artık. Mihrabın durduğu platformun
üstüne ulaşmıştım çoktan, kandillerin titrek ışığı gözlerimde parlıyor-
du. Alevlerin titrekliği ızdıraplar içindeki lsa'nın çaıııııha gerili göv-
desine yeniden can veriyordu sanki. Ama yüzündeki ifadeye baktığım­
da bunun böyle olmadığını görüyordum, donuk bakışları, aşağıda bir
yere, mihrabın altında bir yere kilitlenmişti.
Tam arkamda birinin sabırsızlıkla tısladığını duydum. Terli avuç­
larımı ayin kitabının üstünde durduğu sehpanın altına uzattım, dik­
katlice yerleştirdim, derin bir nefes aldım ve bütün gücümü kullana­
rak kaldırdım. Geriye doğru bir adım attım, parmaklarımın basamağın
ucunda olduğunu hissediyordum. Aniden, ayin kitabı ellerimde iyice
ağırlaştı, sendelediğim anda bir daha dengemi bulmayı başaramadım.
Kilisenin tavanı fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. Elimdeki ayin kitabı
altındaki sehpayla birlikte basamaklardan aşağı yuvarlandı. Ağzım­
dan istemeden bir çığlık yükseldiği anda kafam ve omuzlarım yerle
buluşmuştu. Gözlerimi açtığımda üzerime eğilmiş öfkeden mosmor
olmuş suratları gördüm.
Kaba, nasırlı eller beni tuttuğu gibi yerden kaldırdı ve kapıya doğ­
ru itmeye başladı. Kalabalık şaşkınlık içinde iki yana açılıp yol verdi.
Yukarıdan yükselen bir erkek sesi haykırmaya başladı: ''Çingene! Vam­
pir!'' Kalabalık bu haykırışa ortak oldu hemen. Pençelerini üzerime
geçirmiş, çekiştiriyor, itip kakıyorlardı. Dışarı çıkarıldığımda bağışlan-
BOYALI KUŞ 147

mak için bağırıp sesimi duyur ıııak istedim ama ağzımdan, boğazım­
dan tek ses çıkmadı. Birkaç kez daha bağıııııayı denedimse de başa­
rılı olamadım. Sesim çıkmıyordu.
Temiz hava beni kendime getiııııişti. Köylüler beni dosdoğru kos­
koca bir lağım çukuruna götürdüler. Bu çukur birkaç sene önce kazıl­
mıştı, hemen yanı başında tuvalet olarak kullanılan binanın pencere­
lerinin haç biçiminde kesili camlan için büyük bir övünç kaynağıydı.
Çünkü bu bölgede bu camların eşi benzeri yoktu. Çoğunlukla doğanın
çağrısına tarlalarda uyan köylüler, burayı yalnızca kiliseye geldikle­
rinde kullanırlardı. Ancak bu çukur artık tamamen dolmuştu, rüzgar
da kokuyu dosdoğru kilisenin içine taşıdığı için papaz evinin diğer
yanına yeni bir lağım çukuru kazılmaktaydı.
Başıma neler geleceğini anlamıştım, yeniden bağ11·111ak için ağzımı
açtımsa da yine en ufak bir ses çıkmadı. Her debelenişimde bir köy­
lünün ağır eli ağzıma, burnuma kapanıyordu. Çukurdan gelen koku
giderek ağırlaşıyordu. Belli ki artık çok yakınındaydık. Son bir kere
daha kurtulmak için çabaladım ama adamlar beni sımsıkı tutuyordu.
Bu arada bir an bile ayin sırasında yaşananları konuşmaktan geri
durmamışlardı. Benim bir vampir olduğumdan zerre kadar kuşkuları
yoktu ve kutsal ayinin yarıda kesilmesinin köylerine uğursuzluk geti­
receğinden emindiler. ••
Çukurun başına gelince durduk. Ustünde oluşan iğrenç tabakadan
kara buğday çorbasındaki gibi pis bir koku yükseliyor, yüzeyinde tır­
nak büyüklüğünde beyaz kurtlar kaynaşıyordu. Çukurun tepesinde
morumsu mavi parlak gövdeleriyle sinek sürüleri uçuyordu bulut ha­
linde, kimisi bu çukura düşüp gömülürken kimisi yeniden havalan-
mayı başaran sineklerin tekdüze vızıltısı duyuluyordu havada.
Midem ağzıma gelmişti. Köylüler beni kollarımdan ve bacaklarım­
dan tutup havalandırdılar, altı okka yapıp sallamaya başladıklarında
mavi gökyüzündeki solgun bulutlar gözlerimin önünde dans etmeye
başlamıştı. Kendimi bu kahverengi iğrençliğin ortasında bulduğum
anda da bataklık gibi lağımın içine çekiliverdim.
Günışığını kaybetmiştim artık, boğulmak üzereydim. Kollarımı ba-
148 JERZY KOSINSKI

caklanmı ümitsizce oynatarak kurtulmaya çabaladım. Dibi boylar


boylamaz aynı hızla yukarı hareket ettim. Ağzımı açarak derin bir
nefes aldım yeniden batmadan önce. Birkaç kez daha gömülüp gömü­
lüp çıktım. Neyse ki lağım çukuru fazla derin değildi. Son kez çaba­
ladığımda çukurun kenarındaki kalın saplı bitkileri yakalamayı başar­
mıştım. Beni kendine doğru çeken güce karşı koymaya çalışırken
pisliklerle sıvanmış gözlerimle etrafımı yanın yamalak görmeye çalı­
şarak kendimi kenardan yukarı çekmeyi başardım.

Ve o bataktan sürünerek kurtulduğum anda da dalga dalga gelen


••
kasılmalarla kusmaya koyuldum. Oyle sarsılmıştım ki gücümün kalan
son damlası da uçup gitti ve çalıların, ısırgan otlarının arasında öyle­
ce yıkıldım kaldım.
Uzaktan orgun ve ilahi okuyan insanların seslerini duyduğumda
ayin bittikten sonra kiliseden çıkan insanların benim hala yaşadığımı
gördüklerinde yeniden o çukura atacaklarını tahmin ettim. Bir an
önce kaçmam gerekiyordu, hemen ormana doğru yöneldim. Güneş
üzerime yapışan kahverengi pisliği kurutup kabuk gibi iyice sertleş­
tiı ıııişti, bana bu seferki yolculuğumda böcekler ve haşereler eşlik
ediyordu
Kendimi ormana, ağaçların gölgeliğine atar atmaz kendimi yerde­
ki nemli otların, yaprakların üzerinde yuvarlayarak, ağaç kabuklarına
sürtünerek üstümdeki pislikten kurtulmaya çalıştım. Saçlarımı kumla
toprakla ovaladıktan sonra yeniden kustum.
Birdenbire fark ettim, sesime bir şey olmuştu. Yeniden bağırmaya
çalıştım ama dilim damağımda çaresizce dönüp duruyordu. Sesimi
kaybetmiştim. Korkumdan soğuk terler döküyordum, böyle bir şeyin
olabileceğine inanmak istemiyor, kendimi sesimin geri geleceğine
inandırmaya çalışıyordum. Biraz bekleyip yeni bir deneme yaptım.
Değişen bir şey yoktu. Ormanın sessizliğini bozan tek şey etrafımda
uçuşup duranların vızıltısıydı.
Olduğum yere çöktüm. Ayin kitabını elimden düşürürkenki çığlı­
ğım çıkardığım son ses olarak kulaklarımda çınlıyordu. Gerçekten de
BOYALI KUŞ 149

ağzımdan çıkan son ses bu mu olacaktı? Kocaman bir gölün ortasın­


daki tek başına duran bir ördeğin çığlığı gibi giderek uzaklaşacak
mıydı benim sesim de? Nerelere gitmişti sesim? Kilisenin yüksek kub­
beli tavanındaki kirişlerin arasından soğuk duvarlara çarparak kutsal
fresklerin, güneş ışınlarını zorlukla sızdıran rengarenk vitrayların
arasında dolaştığını, orgdan kilisenin her yanına dağılan notalar eşli­
ğinde kasvetli koridorlardan mihraba, mihraptan minbere, minber­
den yukarıdaki çıkmalara, oradan yeniden mihraba doğru süzüldüğü­
nü görüyordum sesimin.
Göz kapaklarımın altında bir yerde hayatım boyunca gördüğüm
birkaç dilsiz resmigeçit yapıyordu adeta. Zaten sayıları fazla olmasa
da konuşma engelleri hepsini birbirine benzer kılıyordu. Seslerine
yansıtamadıkları kelimelerin yerini tutması için suratlarını saçma sa­
pan buruşturuyor, ağızlarından çıkmayanları acayip seslerle ifade et­
meye çabalıyorlardı. İnsanlar onlara hep tedirgin yaklaşırdı, çarpık
suratları, çenelerinden akan salyalarıyla tuhaf yaratıklar olarak algı­
lanırlardı.
Benim sesimi kaybetmiş olmamın mutlaka bir sebebi olmalıydı.
Henüz bağlantı kuramadığım bir güç tarafından yönetiliyor olmalıydı
benim kaderim. Ben bu gücün Tanrı ya da onun azizlerinden biri ol­
duğundan şüphelenmeye başlamıştım. Okuduğum sayısız duanın ba­
na bağışlamış olması gereken şeyler vardı, Tanrı'nın beni böylesine
korkunç bir şekilde cezalandırması için bir sebep yoktu. Başka bazı
güçlerin gazabını üzerime çekmiş olmalıydım. Tanrı'nın bir şekilde
boşladığı ya da elini eteğini çektiği konulara el atmış olmalıydılar.
Kiliseden uzaklaşarak ormanın derinliklerine doğru ilerledim. Gü­
neş ışığının asla erişemediği kara toprakların üstünde uzun zaman
önce kesilmiş ağaçların kesik gövdeleri görülüyordu. Bunlar eksik
gövdelerini giysilerle kapamaktan aciz sakatlar gibi bir başlarına di­
kiliyorlardı. Kendilerini yeniden ışığa ve havaya doğru yöneltecek
güçten mahrumdular. Hiçbir kuwet onların bu durumunu değiştire­
mezdi artık, can sularının yapraklarına erişmesinin mümkünü yoktu.
Gövdelerindeki budaklar çevrelerini saran akrabalarına sonsuza dek
1 50 JERZY KOSINSKI

göı·ıııeden bakan ölü gözlerdi sanki. Onları artık ne ağlatacaktı, ne de


sarsacaktı esen rüzgarlar, ama uı ıııanın rutubetinin kurbanı olarak
durdukları yerde öylece yavaş yavaş çürüyeceklerdi.
Oııııanda pusu kuııııuş köylü çocukların eline düştüğümde, başı­
ma fena şeylerin geleceğini düşünmüştüm. Onlarsa beni tuttukları
gibi köyün başı olan adama götürdüler. Adam beni evire çevire ince­
leyip yaram, çıbanını filan olup olmadığına baktı. istavroz çıkarmayı
bildiğimi de görünce önce beni köylülerden birinin yanına yerleştir­
meye çalıştı. Bu gayreti karşılık bulamayınca Makar adındaki bir çift­
çiye teslim etti.
Makar köyün uzağında bir çiftlikte kızı ve oğluyla yaşıyordu. An­
laşıldığı kadarıyla karısı uzun yıllar önce ölmüştü. Köye gelip yerleşe­
li henüz birkaç sene olduğundan köylüler de tanımıyorlardı adamı,
pek içlerine almamışlardı. işin aslı şuydu; adamın çocukları diye ta-
nıttığı kız ve oğlanla günahkar bir ilişki içinde olduğundan kimselere
yanaşıp yakınlık kurmadığı dedikodusu alıp yürümüştü köyde. Makar
kısa boylu, tıknaz, kalın enseli bir adamdı. Konuşursam Çingene ol­
duğum anlaşılır diye dilsiz taklidi yaptığımdan kuşkulanıyordu. Bazı
geceler sırf bir çığlık attıııııak için benim uyuduğum tavan arasındaki
küçük odaya dalardı aniden. Ben korkudan titreyerek uyanırdım uy­
kumdan, yiyeceğe uzanan aç bir civciv gibi açardım ağzımı, yine de
en ufak bir ses bile çıkmazdı boğazımdan. Hayal kırıklığına uğrayıp
uzun uzun yüzüme bakardı. Beni birkaç kez böyle bir sınava tabi
tuttuktan sonra pes edip bunu yapmaktan vazgeçti.
Oğlu Anton yirmi yaşındaydı. Kızıl saçlı, donuk bakışlı, kaşsız kir­
piksiz bir gençti. O da en az babası kadar uzak dururdu köylülere.
Biri laf attığında hiç oralı olmaz, sırtını döner giderdi. Kendi kendine
konuşup, başkalarına hiç cevap veı· ıııediği için delikanlıya ''Bıldırcın''
adını takmışlardı.
152 JERZV KOSINSKI

Çiftçinin kızı Ewka, oğlundan bir yaş küçüktü. Uzun boylu, sarışın,
olgunlaşmamış şeftaliler gibi duran memeleri, parmaklıkların arasın­
dan geçebilecek kadar dar kalçalarıyla çöp gibi bir kızdı. O da asla
köye inmezdi. Makar oğlunu yanına alıp tavşanları satmak için civar­
daki köylere gittiğinde çiftlikte tek başına kalırdı. Zaman zaman erzak
getiren köylü kadın Anulka'dan başka ziyaretçisi olmazdı.
Köylüler Ewka'yı da sevmezlerdi. Kızın gözlerinde karanlık bir şey­
ler olduğunu söylerlerdi. Boğazındaki boynunu biçimsizleştiııııeye
yüz tutmuş yumruyla, çatal çatal çıkan sesiyle alay ederlerdi. Makar'ın
yalnızca keçi ve tavşan beslemesinin sebebinin kızı gören ineklerin
sütten kesilmesi olduğunu söylerlerdi.
Sık sık orada burada Makar'ın ailesiyle birlikte köyün dışına sürü­
lüp evlerinin de yakılması gerektiğini konuştuklarına tanık oluyor­
dum. Ama Makar'ın bu tehditlere pek kulak astığı yoktu. Fırlattığında
hiç şaşmadan hedefi ustalıkla tutturduğu ••
uzun bir bıçak taşımayı ih-
mal etmezdi ceketinin kol ağzında. Oyle ki bir seferinde beş adım
uzaklıktaki hamamböceğini duvara mıhlayıvermişti. Bıldırcın'ın ce­
binde ise ortalıkta bulduğu bir el bombası bulunurdu hep, kendisini,
babasını ya da kız kardeşini rahatsız eden kişileri ya da ailelerin gö­
zünü bununla korkuturdu.
Makar'ın Ditko adında çok iyi eğitilmiş bir kurt köpeği vardı, arka
avluda tutardı hayvanı. Avlunun dört yanında tavşan kafesleri sıra­
lanmıştı. Kafesler birbirinden tel bölmelerle ayrıldığı için bütün tav­
şanları görüp izleyebiliyordu Makar. Adam tam bir tavşan uzmanıydı.
Kafeslerde en zengin çiftçinin bile satın alırken şöyle bir düşüneceği
kadar kıymetli, cins tavşanlar vardı. Çiftlikte ayrıca dört dişi bir de
erkek keçi vardı. Besleyip sütlerini sağmak, otlamaya çıkarmak Bıldır­
cın'ın işiydi. Delikanlı bazen kendini keçilerle birlikte ahıra kapatırdı.
Kazançlı bir satış yapıp eve döndüğünde, Makar da oğluyla beraber
kafayı bulup keçilerin durduğu bölmenin yolunu tutardı. Ewka pis pis
sırıtarak evdeki erkeklerin
••
orada gönül eğlendirdiklerini sokuşturur-
du laf arasında. Oyle zamanlarda birilerinin içeri dalmasını engelle-
mek için Ditko kapıya nöbetçi dikilirdi.
BOYALI KUŞ 1 53

Ewka babasından da ağabeyinden de hoşlanmazdı. Hele bazı za­


manlar kendisini de bütün bir akşamüstünü keçi ahırında geçir ıııesi
için zorlayacakları korkusuyla günlerce evden çıkmadığı olurdu.
Yemek pişirirken benim yakınında olmamdan hoşlanırdı. Ben de
onun için sebzeleri soyar, ateşe odun taşır, külleri döker temizlerdim.
Bazen yanı başına oturup bacaklarını öpmemi isterdi benden. Ben
de ince baldırlarını avuçlayarak ilk önce dudaklarımı hafifçe bilekle­
rine dokundurur, sonra gergin adalelerini sıvazlayarak yukarılara çı­
kar, dizlerinin arkasındaki yumuşak çukuru ve bembeyaz kalçalarını
öpücüklere boğardım. Sonra eteğini sıyırırdım yavaşça. Sırtıma hafif
hafif vurarak beni cesaretlendirince gaza gelip yumuşak etlerini küçük
öpücükler, hatta ısırıklarla ödüllendirirdim. Ewka'nın önündeki yu­
muşacık tümseğe ulaştığım anda da kızın vücudunu kasılmalar ve
titremeler sarardı. Solukları giderek hızlanırken adamakıllı azgınla­
şarak parmaklarını saçlarıma geçirir, ensemi okşar, mıncıklar, kulak­
larımı çekiştirirdi. Sonra beni hızla kendine çekerek başımı kendine
yaslardı sımsıkı, kendinden geçip tükenmiş bir halde bitkin, sırtüstü
yığılırdı bankın üstüne.
Sonrasında yaşadıklarım da hoşuma giderdi doğrusu. Ewka yattı­
ğı yerden doğrulur, beni bacaklarının arasında tutmaya devam ederek
sarılır, her yanımı okşamaya koyulurdu. Y üzümü ellerinin arasına alır,
boynumdan başlayarak her yanımı öpücüklere boğardı . Çalı süpürge­
si gibi kuru ve cansız saçları yüzümü örterdi. Kafamı kaldırıp gözleri­
ne baktığımda, yanaklarından başlayarak boynuna ve omuzlarına
doğru bir kızıllığın yayılmakta olduğunu görünce ellerim ve ağzım
aşka gelirdi. Ewka'nın solukları yeniden sıklaşır, bir ürpertiyle beni
yine kendine doğru çekerdi.
Erkeklerin ayak seslerinin yaklaştığını duyar duymaz hemen mut­
fağa koşup, üstünü başını düzeltir, ben de hemen tavşan kafeslerine
seğirtip akşamlık yemlerini vermeye koyulurdum.
Makar ve oğlu uykuya dalınca Ewka geç vakit bana yemeğimi ge­
tirirdi. Yanıma çırılçıplak uzanır, bir yandan ellerini sabırsızlıkla ba­
caklarımda gezdirirken, öbür yandan beni alelacele soymaya koyulur-
154 JERZY KOSINSKI

du.Bu arada ben lokmaları hızla ağzıma tıkıştırıp karnımı doyuruyor


olurdum. Birlikte yan yana uzanırdık yatakta, Ewka vücudunu benim­
kine sımsıkı yapıştırır, orasını burasını öpüp okşamamı, hatta emme­
mi isterdi. Söylediği her şeyi yerine getirirdim, istekleri saçma gelse,
zahmetli, acılı bile olsa itiraz etmezdim. Ewka'nın hareketleri yeniden
kasılmalara dönüşürdü, bir an altımda kıvranırken bir an sonra üstü­
me çıkar, sonra beni kucağına oturtur, şehvetle tırnaklarını sırtıma,
omuzlarıma geçirirdi. Çoğu geceyi böyle geçirirdik, zaman zaman
bitkin, uykuya yenik düşerdik, uyanınca onun içinde fokurdayan duy­
gularına yeniden teslim olurduk.
Ewka'nın içinde bütün vücuduna gizlice zulmeden bir şeyler vardı
sanki. Güneşte kuruması için tahtaya geçirilmiş bir tavşan derisi gibi
gerilip gerilip gevşeyiveriyordu.
Makar çiftlikten uzakta olduğu, Bıldırcın'ın da keçilerle ahıra ka­
pandığı zamanlar Ewka'nın gündüz vakti de tavşan kafeslerinin oraya
geldiği olurdu. Birlikte tahta perdenin üstünden atlayıp adamakıllı
uzamış buğdayların içine dalarak gözden kayboluverirdik. Ewka ön­
den gidip gözden uzak, uygun bir yer bulur bulmaz bir an önce so­
yunmam için sabırsızlıkla üstüme başıma el atardı. Ben onun bütün
tuhaf istek ve arzularını doyurmaya çalışarak üstüne çökerken, dingin
bir gölün üstünde suyun esintiyle oluşan ürpermeleri gibi başaklar
tepemizde yumuşacık salınırdı. Ewka'nın içi geçtiği anlarda sırtüstü
uzanıp yüzümü gökyüzüne çevirdiğimde, altın bir nehir gibi görünen
sapsan başakların arasında salınan mavi peygamberçiçekleri ilişirdi
gözüme. Biraz daha yükseklerde güzel havaların haberciliğini yapan
minik serçelerin fır döndüğünü görürdüm. Kelebekler gamdan uzak,
tasasız birbirlerinin peşinde daireler çizerek uçuşurken, yalnız bir at­
maca başına geleceklerden habersiz bir güvercini pençelerinin arasına
düşürmek için dolanır dururdu.
Kendimi güvende, mutlu hissederdim o anlarda. Ewka uykusunda
kımıldanır, eli kendiliğinden beni arardı yine. Yeniden üstüne uzanır,
bacaklarının arasından yolumu bulurdum öpücüklerimle.
Ewka beni gerçek bir erkek haline getiııııeye çalışıyordu. Geceleri
BOYALI KUŞ 1 55

yanıma geldiğinde oramı buramı öpücüklere boğar, gıdıklar, sıkıştırır,


diliyle bir şeyler yapardı. Tanımadığım bilmediğim duygular içindey­
dim, şaşırıyordum, hiçbir şekilde kontrol edemediğim bir şeyler olu­
yordu bedenimde. Bu şeyler ne zaman ve nasıl geleceğini önceden
kestiremediğim kasılmalar eşliğinde geliyordu bazen hızlı, bazen ya­
vaş. Bildiğim tek şey yaşadıklarımın önüne geçmekten tamamen aciz
olduğumdu.
Ewka bitkin bir şekilde yanımda uykuya dalıp rüyalarında mırıl­
danırken, ben de kendimdeki bu değişikliklere kafa yorar bunları dü­
şünür dururdum, tavşanların seslerini dinleyerek.
Ewka için yapamayacağım şey yoktu. Ateşlerde yanmaya mahkum
dilsiz bir Çingene olduğum gerçeğini unutturmuştu bana. Ben artık
sığırtmaçların alay edip taşladığı yerden bitme bir cin değildim. Rü­
yalarımda sonbahar yaprakları gibi altın sarısı saçları ve simsiyah jilet
gibi üniformasıyla mavi gözlü, uzun boylu yakışıklı bir Alman suba­
yına dönüştüğümü görüyordum ya da ormanın ve bataklıkların bütün
gizlerine vakıf bir kuşçu oluyordum.
Bazen hünerli ellerimle köy kızlarında vahşice tutkular uyandırı­
yordum, kırlarda bayırlarda peşimden koşup altın sarısı başakların,
yabani kekik kokularının arasında yanıma uzanan şehvet düşkünü
Ludmilla'lara dönüştürüyordum onları. Bazen de tıpkı bir örümcek
gibi var olan bütün bacaklarımla Ewka'nın vücuduna dolanıyor, usta
bir bahçıvanın elma ağacına aşıladığı incecik bir dal gibi onun bir
parçası haline geliyordum.
Durup durup gördüğüm acayip bir rüya daha vardı. Ewka'nın beni
yetişkin bir erkek haline getirme gayreti meyvesini çabucak vermiş,
iğrenç bir ucubeye dönüşmüştüm rüyamda. Cinsel organım büyümüş
devasa bir hal almışken, bedenim çocuk halini korumaya devam edi­
yordu. Bir kafese kapatılmıştım, ahali kafesin ardında durup kahka­
halarla izliyorlardı beni. Tam o sırada Ewka anadan doğma bir halde
kalabalığın arasından çıkıp yanıma geliyordu ve bedenlerimiz tuhaf
bir birleşme yaşıyordu. Ewka'nın pürüzsüz bedeni üzerinde ben kor­
kunç bir çıkıntı haline geliyordum. Büyücü Anelka etrafımızda sinsi
156 JERZY KOSINSKI

sinsi dolaşıyor, elindeki kocaman keskin bıçakla cinsel organımdan


kesip beni kızın gövdesinden ayırarak karıncalara yem etmenin yolu­
nu kolluyordu.
Günün ilk ışıklarıyla başlayan gürültüler kabuslarımı sona erdiri­
yordu. Horozlar ötmeye, tavuklar gıdaklamaya başlıyor, tavşanlar
kafeslerinde eşinerek yem beklediklerini belli ediyordu. Bütün bun­
lardan rahatı kaçan Ditko da hırlamaya ve havlamaya başlıyordu.
Ewka hırsız gibi gizlice odasına süzülürken ben de kızmış bedenleri­
mizin ısıttığı samanları tavşanlara götürüyordum.
Makar günde birkaç kez kolaçan ederdi tavşan kafeslerini. Bütün
tavşanları tek tek isimleriyle bilirdi, dikkatinden hiçbir şey kaçmazdı.
Gözünü üstlerinden ayırmayıp pek özen gösterdiği birkaç dişi tavşan
yavruladığı zamanlar kafeslerinden çıkmazdı. Hele bir tanesi vardı ki,
Makar'ın göz bebeğiydi adeta. Pembecik gözleriyle bembeyaz ve ko­
caman bir hayvandı, hiç yavrulamamıştı. Makar zaman zaman bunu
alıp odasına çıkarır ve günlerce orada tutardı. Geri geldiğinde zavallı
pek hasta görünür, kuyruğunun altında bir yer kanar dururdu. Gari­
banın karnını doyuracak hali bile olmazdı.
Günlerden birinde Makar beni yanına çağırdı, beyaz tavşanını öl­
dürmemi emretti. Gerçekten bunu yapmamı istediğine inanamıyor­
dum. Dişi tavşan eşine az rastlanan kar beyazı kürkü nedeniyle çok
kıymetliydi. Ayrıca besili ve kocaman karnı gayet doğurgan bir hayvan
olduğunun göstergesiydi. Ne benim suratıma ne de tavşana bakma­
dan Makar bir kere daha yeniledi emrini. Ne yapacağımı bilemez du­
rumdaydım. Çünkü Makar benim hayvanları yeterince süratli, dola­
yısıyla acısız öldürebilecek kadar kuwetli olduğumdan emin olmadı­
ğı için bu işi asla bana bırakmaz, hep kendisi hallederdi. Derileri yüzüp
tabaklamaktı benim işim. Sonra Ewka devreye girip acayip lezzetli
tavşan yahnisi pişirirdi. Benim tereddüt ettiğimi görünce Makar sura­
tıma tokadı indirdiği gibi isteğini derhal yerine getirıııemi söyledi.
Hayvanı yakaladım, sürükleyerek avluya çıkardım, çünkü adama­
kıllı ağırdı. Tiz bir şekilde cıyaklayarak çırpındığı için tavşanı bir tür-
1ü arka ayaklarından yakalayıp kaldırmayı ve kulağının arkasına öl-
BOYALI KUŞ 157

dürücü darbeyi indiııııeyi başaramıyordum. Artık onu havaya kaldır­


madan öldüııııekten başka çarem yoktu. En uygun anı kollayıp bütün
gücümle vurdum hayvana. Elimden düştü. Bir kez daha bindim tepe-
••
sine. Oldüğünden emin olunca onu bu işler için kullanılan direkteki
çengele astım. Bir taşa sürterek bıçağımı iyice biledim ve derisini yüz­
meye başladım.
Kürküne zarar ve1·111emek için önce bacaklarındaki deriyi sıyırıp,
ardından kas dokusunu kemiklerden ayırıııaya koyuldum dikkatlice.
Her bıçak darbesinden sonra deriyi sıyıra sıyıra boynuna kadar gel­
dim. En özen gösterilmesi gereken, en önemli yer burasıydı çünkü
öldürücü darbe kulağın arkasına indirildiği için bu noktada kanama
çok yoğun oluyor, dolayısıyla deriyle kas dokusunu birbirinden ayırt
etmek çok zorlaşıyordu. Kıymetli tavşanlarının kürkünde oluşan en
ufak bir hasar Makar'ı müthiş öfkelendirdiğinden, hele bunun derisi­
ni yüzerken bir zarar verirsem neler olabileceğini düşünmeye bile
cesaret edemiyordum.
Bu duyguyla derisini hayvanın başına doğru daha da özenle sıyı­
rırken, birdenbire elimin altındaki kanlı gövdenin bir titremeyle sar­
sıldığını hissettim. O anda her yanımdan buz gibi bir ter boşandı. Bir
an durup korkuyla bekledimse de başka hiçbir hareket olmayınca
bunun bir yanılsama olduğunu düşünüp işime devam ettim. Sonra
birden yine hareketlendi hayvanın gövdesi. işte o an tavşanın aslında
sadece baygın durumda olduğunu anladım.
Hemen bir sopa bulup işini bitirmek için fırladım ama korkunç bir
cırlamayla beni olduğum yere mıhladı. Derisi yan yüzülmüş vaziyet­
teki hayvan asılı olduğu direkte iyice kıvranıp debelenmeye başlamış­
tı. O şaşkınlıkla ve tabii ne yaptığımın pek farkında olmadan hayvanı
asılı olduğu çengelden kurtarıp serbest bıraktım.
••
Tavşan yere indiği
anda bir o yana bir bu yana koşmaya başladı. Ustüne toz, talaş, çamur,
tezek, ktıru yaprak yapışmış yarısı yüzülmüş kanlar içindeki kürkünü
arkasından sürükleyerek yerlerde yuvarlanırken acısından iç parçala­
yıcı çığlıklar atıyordu. Yerdeki çerçöp tüylerine bulanmıştı, gözlerinin
üstüne düşen deri parçalan etrafını gö1·11ıesini engellediği için yön
158 JERZY KOSINSKI

duygusunu da iyice kaybetmiş, kendini oradan oraya atıyordu.


Bu iç yakıcı feryatlar eşliğindeki hareket avluyu birbirine katmıştı.
Diğer tavşanlar da kafeslerinde adamakıllı ürkmüş vaziyetteydi. Dişi­
ler yavrularının üstünde tepiniyor, erkekler birbiriyle dalaşıyor, kafa­
larını tellere tosluyorlardı. Ditko da çıldırmış, hoplaya zıplaya kendi­
ni zincirinden kurtarmaya çalışıyordu. Kümestekiler ise kanatlarıyla
umutsuz bir gayretle havalanmaya çalıştıktan sonra süklüm püklüm
domateslerin ve soğanların arasına iniş yapıyorlardı.
Artık tamamen kızıl bir renge bürünmüş olan dişi tavşan ortada
dört dönerek bir kafeslere bir sebze tarlalarına koşturuyor, fasulyele­
rin arasına daldığında sarkan derilerinin sırıklara takılmasıyla kor­
kunç feryatlar içinde debelenirken kanının son damlalarını da kaybe­
diyordu.
Sonunda Makar evden elinde bir baltayla fırladı. Kanlı bir top
haline gelmiş zavallı hayvanı önce tek bir darbeyle ikiye ayırdıktan
sonra tekrar tekrar indirdi baltayı . Küfür kıyamet gidiyordu, yüzü
sapsarı kesilmişti.
Sonunda zavallı tavşandan geriye sadece kanlı bir et yığını kaldı-
••
ğında bakışlarını bana çevirdi. Ustüme yürürken hiddetten mosmor
kesilmişti. Kendimi sakınmaya fırsat bulamadan karnıma yediğim ne­
fesimi kesecek kadar güçlü tekmeyle tahta perdenin üstünden uçtum.
Etrafımdaki her şey fırıl fırıl dönüyordu. Gözlerimin üstüne düşen
kendi derim dünyayı kapkara bir kukuleta giymiş gibi karartmıştı.
Yediğim tekmeyle haftalarca kımıldayamadan eski bir tavşan ka­
fesinde yattım. Günde bir kere Bıldırcın ya da Ewka bana bir tas yemek
getiriyordu. Ewka yalnız geldiğinde ne halde olduğumu görünce tek
laf etmeden çekip gidiyordu.
Günlerden bir gün durumumdan haberdar olan Anelka elinde bir
köstebekle yanıma geldi. Hayvanı gözlerimin önünde parçalayarak
cansız bedenini karnıma yatırdı, soğuyana kadar tuttu. işini bitirdi-
ğinde tedavisinin semeresini en kısa zamanda göreceğimden son de­
rece emindi.
Ewka'yı özlüyordum. Sesini, dokunuşunu, gülüşünü, her şeyini
BOYALI KUŞ 159

özlüyordum. Her ne kadar bir an önce iyileşmeye çabalasam da bunun


için irade ve kararlılık yeterli olmuyordu. Ayağa kalkar kalkmaz kar-
nıma giren dehşetli bir sancı beni olduğum yere mıhlıyordu. işemek
için kafesin dışına emeklemek bile tek başına korkunç bir acıya sebep
olduğundan bir süre sonra bundan vazgeçip yattığım yerde halletme­
ye başladım işimi.
Nihayet Makar durumumu kendi gözleriyle görmeye geldi ve iki
gün içinde kendimi toparlayıp işimin başına dönmemiş olursam beni
köylülere teslim edeceğini söyledi. Zaten yakında Almanlara zorunlu
gıda teslimatını yapacaklardı, bu arada beni de memnuniyetle askeri
polise teslim ederlerdi.
Bu tehditten sonra kalkıp kendi kendime yürümeye çalışmaya baş­
ladımsa da bacaklarıma söz geçiremiyordum, çabucak yoruluyordum.
Bir gece dışarıdan bazı sesler geldiğini duydum. Tahta döşemelerin
arasındaki bir budak deliğine gözümü uydurup baktığımda Bıldır­
cın'ın erkek keçiyi tutup babasının gazyağıyla aydınlanan loş odasına
doğru sürüklediğini gördüm.
Teke pek sık çıkarılmazdı ahırından dışarı. Leş gibi kokan bu ko­
caman azgın hayvanın kimseden korkusu yoktu. Ditko bile ona iliş­
mezdi. Durmadan tavuklara hindilere saldırır, tahta perdeye ve ağaç
gövdelerine tos atardı. Bir kere de benim peşime düşüp kovalamıştı,
Bıldırcın onu uzaklaştırana kadar tavşan kafeslerine saklanmak zo­
runda kalmıştım.
Makar'ın odasına bu tuhaf ziyaret kafamı karıştırmıştı. Hemen ka­
fesin tepesine tıııııandım, buradan odanın içini görebiliyordum. Biraz
sonra Ewka da bir örtüye sarınmış vaziyette odaya girdi. Makar elin­
deki ince bir dal parçasını hayvanın karnında, onu yeterince sertleş­
tirene kadar gezindirdi. Sonra dürte dürte arka ayaklarının üzerinde
dikilmesini sağladı. Ön ayaklarını da bir rafa dayamıştı koca hayvan.
Ewka üzerindeki örtüyü sıyırdı, çırılçıplak kalan bedeniyle hayvanın
altına doğru kaydı, tıpkı bir erkeğe dolanır gibi hayvana sarıldı. Ben­
se bütün olan biteni dehşete düşmüş bir vaziyette izliyordum. Makar
zaman zaman kızını kenara doğru ittirip hayvanı elindeki dal parça-
1 60 JERZY KOSINSKI

sıyla daha da azdırıyordu. Ve sonunda Ewka'nın hayvanın etrafında


dönüp, sarılıp, ihtirasla kucaklayıp içine alarak tekeyle çiftleşmesini
sağladı
içimde bir şeyler patlıyordu sanki. Kafamdaki düşünceler bir cam
sürahinin parçalan gibi kırılıp dört yana savrulmuştu. Patlak bir hava
kesesi gibiydim, etrafımı saran çamurlu suların giderek daha derinle­
rine gömülüyordum.
Yaşananlar birdenbire netleşmişti, artık her şeyi açıkça görebiliyor­
dum. Hayatta başarılı olmuş insanları tarif ederken sıkça söylenen bir
deyişi hatırlayıp anlamını o an kavradım, ''Şeytanla işbirliği yapar o,"
derlerdi bu gibiler için. Lucifer, Cadaver, Mammon; Belzbuth, Exter-
minator gibi iblislerin yardımını kabul etmekle itham ederlerdi. iblis-
lerin güçleri şu köylülerin bile emrine amadeyse, diye düşündüm, bu
güçleriyle onları çağıran herkesin yanında yer almaları küçücük bir
cesaretlendiı·ıııeye bakıyor olmalıydı
Gözümde kötü ruhların işlerini nasıl yürüttüklerini canlaııdırmaya
çalıştım. Tıpkı süriilmüş tarlalar gibiydi insan aklı ve ruhu, iblisler
kötülük tohumlarını dur durak bilmeden işte bu hazır bekleyen tarla­
lara ekiyorlardı. Şa)·et bu tohumlar filizlenirse, onlar da gerekli bütün
yardımı sunuyordu o insana, tabii ki bu yardımın bencilce amaçlarla
kullanılarak diğerlerine zarar vermesi şartıyla. Şeytan'la anlaşma im­
zaladığı andan başlayarak o kişi etrafına daha fazla mutsuzluk, kötü­
lük, dert, bela ve ızdırap saçmak zorundaydı. Ola ki aşk, dostluk ve
meı·haınet duygularına yenik düşmeye başlayıp kötülük yapmaktan
kaçınır hale gelirse, sahip olduğtı özellik derhal gücünü kaybetmeye
başlayacak, etrafına saçmak için bünyesinde barındırdığı her türlü
elem keder ve yenilgiyi kendi hayatında yaşamaya mahkum olacaktı.
insan ruhunda filizlenerek orayı mesken edinen bu kötü ruhlar, o
kişinin yalnızca yaptıklarını değil, güdülerini ve duygularını da göz­
lem alrında tutuyorlardı. Burada önemli olan şey, kişinin şeytanla
bilerek ve isteyerek işbirliği yapmasıydı. Kendisine bağışlanan şeytani
güçleri devreye sokarak etrafındakileri kaldırılabilirliği hesaplanmış
en büyük eziyetlere maruz bırakırken bunu yapmaktan keyif alması
BOYALI KUŞ 161

ve bu keyiften beslenmesi çok önemliydi.


Anlaşılan ancak nefret, hırs, açgözlülük, hınç, intikam, eziyet gibi
kötücül duygulara ve hedefine ulaşmak için yeterli ihtirasa sahip olan­
lar şeytanla yaptıkları anlaşmadan kazançlı çıkabiliyorlardı. Diğerleri,
yani kafası karışık, kararsız, ne istediğini tam bilmeyip küfürle yakarış,
kiliseyle meyhane arasında sıkışanlar ise, ne Tanrı ne de Şeytan'ın
desteği olmaksızın, hayatla tek başına mücadele etmeye çabalıyorlar­
dı.
Bu zamana kadar ben de onlardan biri olmuştum. Dünyanın ku­
rallarını daha önce kavrayamadığım için kendime kızıyordum. Çünkü
belli ki bu iblisler yalnızca içinde kötülük barındırdığını açık edenlerin
yanında olmayı seçmekteydi.
Ruhunu bir kere satmaya görsün o kişi artık hayatı boyunca iblis­
lerin boyunduruğu altında yaşayacaktı. Ancak bu kötülüklerin değer­
lendirmesini kendinden daha kıdemliler yapacaktı, bütün kötülükler
aynı kefeye konulamaz, aynı değeri taşıyamazdı. Zararı tek kişiye
dokunacak olan bir kötülükle, kalabalıkları etkileyecek olan bir tutu-
••
labilir miydi? ününde upuzun bir gelecek olan gencecik bir adamın
hayatını mahvedecek bir kötülük, tabii ki üç günlük ömrü kalmış bir
ihtiyarın hayatını mahvetmekten daha önemli, daha kıymetliydi. Gü­
nahsız birine kancayı takıp onu doğru yoldan çıkararak bir günahka­
ra dönüştürmeyi başardın mı özel olarak ödüllendirilmen işten değil­
di. Uzun lafın kısası, masum ve günahsız birine eziyet çektirmek ye­
rine onun içiı1e nefret tohumları ekmek çok daha önemliydi. Hele
koca bir toplumtın içini kin ve nefretle doldurmaktan daha büyük
başarı yoktu. Bundan yola çıkarak dünyadaki bütün sarışın ve mavi
gözlü insanlarına esmerlerden ilelebet nefret etmesini aşılamanın sağ­
layacaklarını hayal bile etmekte zorlanıyordum.
Artık Almanların bu sıra dışı başarısının sırrını da anlamaya baş­
lamıştım. Zaten köyün papazı da çok eski zamanlarda bile Almanların
savaşmaktan nasıl zevk alan bir ırk olduğunu anlatmamış mıydı köy-
••
lülere? Oyle toprağı işlemeyi filan sevmezdi bunlar, bütün bir yıl bo-
yunca hasat zamanını bekleyecek sabırları olmamıştı hiç. Bunun ye-
1 62 JERZY KOSINSKI

rine tarihleri boyunca diğer kabilelere, köylere saldırılar düzenleyip


onların ekinlerini yağmalamayı tercih etmişlerdi. Bu özellikleri tabii
ki iblislerin dikkatini çekmiş olmalıydı. Gerekli pazarlıklar yapılıp,
imzalar atılmış, neticede Almanlar bu müthiş becerilerle ve yenilmez
güçlerle donatılmışlardı. işte tam da bu yüzden diğerlerine bu denli
rafine ve incelikli yöntemlerle kötülük yapabiliyorlardı. Başarı da bir
kısırdöngü oluşturuyordu elbet, ne kadar çok kötülük yapılırsa, elde
edilen gizli güç o kadar çok oluyor ve ne kadar gücün varsa o kadar
kötülük yapabiliyordun.
Almanları kimse durduramazdı, onlar yenilmezlerdi. Faaliyetlerini
büyük bir ustalıkla yürütüyorlardı. Kinlerini diğer uluslara da bulaş­
tırıyorlar, düşmanlarının soyunu yok ediyorlardı. Her Alman ruhunu
daha doğarken Şeytan'a teslim etmiş olmalıydı. Güç ve kudretlerinin
kaynağı, sım da buradaydı işte.
Karanlık kafesin içinde buz gibi terlediğimi hissettim birden. Be­
nim de nefret ettiğim ne çok insan vardı. Yeterince kuvvetli olduğum­
da dönüp, geride bıraktığım o insanların evlerini ateşlere veııııeyi,
çocuklarını, hayvanlarını zehirlemeyi, kendilerini öldürücü bataklık­
lara çekmenin hayalini az mı kuı·ırıuştum? Bir anlamda ben de artık
o şeytansı güçlere hizmet etmeyi kabul etmiş biriydim. Tek ihtiyacım
olan şey onların desteğiydi. Neticede yaşım çok küçüktü, önümde
uzun ve verimli bir gelecek uzandığını, nefretimin şiddetinin ve kötü­
lük yapma hevesimin zararlı otlar gibi nasıl da hızla büyüyüp etrafı
sarabileceğini onlar da gayet iyi biliyor, görüyor olmalıydılar.
Artık daha güçlü hissediyordum, kendime güvenim artmıştı. Başı­
ma geleni kabullenip, herkese ve her şeye boyun eğme zamanları
geçmişti. iyilik ve güzelliklere, dualara, mihrapların, papazların ve
nihayet Tanrı'nın gücüne inanmıştım da ne olmuştu? Bütün bunlar
beni konuşma becerimden etmişti. Ewka'ya duyduğum aşk, onun için
gözü kapalı her şeyi yapma isteğim de karşılığını almıştı işte, görmüş­
tüm günümü!
Bundan böyle yalnızca Şeytan'ın el uzattıklarının yanında yer ala­
caktım. Henüz onların günahlarına kayda değer bir katkıda bulunma-
BOYALI KUŞ 1 63

rnışrırn ama zaman içinde Almanların bu konudaki en önemli isimle­


ri kadar tanınmış biri olabilirdim. Kazanacağım nişanlar ve ödüllerin
yanı sıra en incelikli ve ustalıklı yöntemlerle diğerlerini yok edecek
güçlerle de payelendirilecektirn. Etrafımdaki herkese kötülük aşılaya­
caktırn, onlar da benim aşıladıklarırnı başkalarına aktarınca kazandık­
larım sahip olduğum güç ve başarıyı katlayarak artıracaktı.
Kaybedecek tek bir dakikam bile yoktu. Bir an önce beni harekete
geçirecek kin ve nefretin gizilgücünü oluşturarak, iblislerin dikkatini
üstüme çekmeliydim. Benim gibi birinden yararlanma fırsatını kaçır­
mak istemeyecekleri ortadaydı, tabii gerçekten varlarsa!
Artık acı duymuyordum. Sürünerek eve ulaştım ve pencereden
içeri baktım. Tekeyle oynanan oyun bitmişti, hayvan bir köşede duru­
yordu, sakinleşmişti. Ewka oyuna Bıldırcın ile devam ediyordu. Her
ikisi de çırılçıplak, sırayla birbirinin üstüne binip kurbağalar gibi zıp­
lıyor, yerlerde yuvarlanıyor, Ewka'nın bana öğrettiği gibi birbirlerini
kucaklıyorlardı. Makar da çıplaktı artık, ayakta dikilmiş bu ikisini
seyrediyordu. Delikanlı bir tahta perde gibi kaskatı kesildiğinde Ewka
üstünde tepinerek sarsılmaya başlamıştı. Makar kızının yanında diz­
lerinin üstüne çömelince koca bedeniyle diğerlerin önünü kapadı.
Bu tuhaf oyunu seyretmeye biraz daha devam ederken bu görün­
tülerin bir sarkıtın üstünden süzülürken buz tutan su damlaları gibi
zihnimde donakaldığını fark ettim.
Artık harekete geçmem gerektiğini biliyordum, topallayarak yürü­
meye başladım. Ditko bana alışkın olduğu için biraz hırlayıp uyuma­
ya koyuldu. Köyiin öbür ucunda yaşayan Anelka'nın kulübesine doğ­
ru ilerledim. Kendimi göstermemeye çalışarak ortalarda bir kornet
bulmaya çalıştım. Kümes hayvanları varlığımı hissedip gıdaklamaya
başlamıştı. Kapı aralığından içeri doğru göz attım.
Tam o anda uyandı yaşlı kadın. Neler oluyor diye dışarı çıktığı
anda arkasına saklandığım koca fıçının berisinden neredeyse uluya­
rak fırladığım gibi elimdeki sopayı kaburgalarına indirdim. Yaşlı cadı
can havliyle Tanrı'yı ve bildiği bütün azizleri yardımına çağırarak ko­
şarken bahçedeki domates sırıklarının üstüne kapaklandı.
1 64 JERZY KOSINSKI

Hemen küf kokulu odaya daldım ve sobanın yakınlarında bir ko­


rnet buldum. İçini hemen korla közle doldurup uııııanın yolunu tut­
tum. Kulaklarımda Anelka'nın canhıraş çığlığı ve ona eşlik eden köpek
havlamalarıyla yardımına koşan insanların sesleri çınladı durdu uzun
••
sure.
Köyden kaçmak yılın bu zamanlarında pek de zor bir şey değildi.
Köy çocuklarının kendi yaptıkları patenleri ayaklarına bağladıktan
sonra, kafalarının üstüne branda parçaları gerip kendilerini rüzgarla­
ra bırakarak buz tutmuş bataklıkların ve otlakların üzerinde nasıl
kaydıklarını çok görmüşlüğüm vardı.
Köylerin aralarındaki açık araziler hep batak alanlar olurdu. Bahar
geldiğinde eriyen karlarla sazlıkların ve çalılıkların üstünü örtecek
kadar kabaran sulardaki küçük balıkların ve diğer canlıların sayısı
••
hızla artardı. Oyle ki kimi zaman başını periskop gibi sudan çıkarmış
yüzen bir yılan bile göı·ıııek mümkündü. Ama bataklıklar küçük su
birikintilerinden ve göllerden oldukça farklıydı, onlar kadar çabuk
donmazlardı. Sanki rüzgarlar ve sazlar suyu çalkalandırarak savun­
maya geçip üstündeki buzlanmayı geciktirirlerdi.
Ama sonunda her yer bembeyaz olurken bataklıkları da buz kaplar,
yüzeyinde yalnızca yer yer tepelerini buz tutmuş kar tanelerinin s.üs­
lediği diğerlerinden boylu sazlar görünürdü.
Sonra deli rüzgarlar gelirdi. Evlerin arasından esip köyleri aşarak
açık arazide iyice hız kazanan rüzgar, beraberinde getirdiği kuru yap­
raklarla dallan kaldırdığı kar taneleriyle haııııanlayıp bataklığın üs­
tünde bir bulut haline getirirdi. Acımasızca eğerdi ulu ağaçların uzun
ve gururlu dallarını buzdan örtünün üstüne doğru. Rüzgarların çeşit
çeşit olduğunu biliyordum. Bazen birbirleriyle kafa kafaya gelirlerdi .
işte o zaman kıyasıya bir meydan muharebesi başlar, birbirlerinin
alanlarını ele geçirip daha geniş bir alanda hüküm sürmek için elle­
rinden geleni artlarına koymazlardı.
Olur da bir gün köyden ayrılmak zorunda kalırım düşüncesiyle ben
166 JERZY KOSINSKI

de kendime bir çift paten yapıp hazır etmiştim. Uçları kıvrık iki uzun
tahta parçasına geçirdiğim kalın telleri, tavşan derilerinin üstünü
branda beziyle kaplayarak güçlendirdiğim yine kendi üretimim olan
tahta tabanlı botlarıma bağladım.
Kometimin içini kor ateşle doldurup sapından omzuma geçirdim,
brandayı da iki elimle gerip yelken gibi başımın üstüne tuttum. Rüzgar
o görünmez elleriyle anında itmeye başladı beni. Her esintisinde beni
daha büyük bir hızla uzaklaştırıyordu köyden. Sırtımda kometimin
verdiği sıcaklığı hissederek buzun üstünde yağ gibi kayıp gidiyordum.
Şimdi buzla kaplı uçsuz bucaksız gibi görünen düzlüğün ortasınday­
dım. Rüzgarın uğultusu kulaklarımda sürüklenip giderken, kenarları­
nı beyaz dantellerin süslediği kara bulutlar bana yolculuğumda ya­
renlik ediyordu.
Sonsuz bir beyazlığın ortasında adeta uçarcasına yol alıyordum.
Her esintide yüreği pırpır eden, rüzgarın götürdüğü yere doğru kanat
çırpan yalnız bir sığırcık gibiydim. Onun coşkulu bir dansın ritmine
kapılarak gökyüzüne doğru hızla yükselirkenki hali gibi özgür hisse­
diyordum kendimi. Ben de yelkenlerimi açmış, kendimi rüzgarın kol­
larına bırakmıştım. Köylülerin rüzgarı neden bir düşman gibi gördük­
lerini, hastalıkları ve ölümü getireceğine inanarak kapılarını pencere­
lerini sımsıkı örttüklerini anlayamıyordum. Onun efendisinin Şeytan
olduğunu söylerlerdi hep, onun buyruklarını yerine getirirmiş rüzgar.
Artık hep aynı hızda esmeye başlamıştı rüzgar ve ben de buzun
üstünde adeta uçmaya başlamıştım. Sazların donmuş saplarına denk
gelince bu hızı kaybetmemek için kenarlarından dolaşıyordum. Güneş
artık parlamıyordu, biraz dinlenmek için durduğumda omuzlarımın
ve bileklerimin soğuktan kaskatı kesilmiş olduğunu hissettim. Biraz
ısınayım diye kometime el atınca ateşin çoktan sönmüş olduğunu
gördüm. Tek bir kıvılcım bile yoktu. Ne yapacağımı bilemiyordum,
korkuyla olduğum yere çöktüm. Köye geri dönemezdim, rüzgara kar­
şı böyle bir mücadeleye girecek gücüm yoktu. Çevrede bir çiftlik olup
olmadığını da bilmiyordum, varsa da gece olmadan oraya ulaşabilir
••
miydim ki? Oyle bir yer bulsam bile bana kalacak yer vereceklerinden
BOYALI KUŞ 167

de emin olamazdım.
Rüzgarın uğultusu arasında sanki biri kıkırdıyoı·ıııuş gibi bir ses
duydum. Şeytan'ın uygun bir anda teklifini sunmak üzere yakınlarım­
da dolaşıp beni tartıyor olduğunu düşünerek iliklerime kadar titre­
dim.
Bu arada kulağıma başka fısıltılar, mırıltılar ve inlemeler de geldi.
Şeytanlar nihayet beni fark etmiş olmalıydı. Beni kin ve nefret konu­
larında eğitmek, içimde bu duyguların iyice kök salmasını sağlamak
için önce anamdan babamdan koparmışlar, sonra Marta ve Olga'yı
hayatımdan çıkarmışlar, beni bir marangozun ellerine teslim etmişler,
konuşma becerimden etmişler ve en sonunda da Ewka'mı bir tekenin
koynuna sokmuşlardı. Şimdi de bu ıssızlığın ortasındaki yere sürük­
lemişler, suratıma yağdırdıkları karlarla kafamın içindeki düşünceleri
••
iyice köpürtüp karıştırmışlardı. Ucra köylerin arasına yaydıkları buz
tabakası üstünde bir başıma bırakmışlardı beni, tamamen onların
kontrolü altındaydım artık. Kafamdaki bütün düşünceler taklalar atı­
yordu onların sayesinde, artık canlarının istediğini yaptırıp nereye
isteseler oraya gönderebilirlerdi beni.
Zaman kavramını tamamen kaybetmiştim. Ayağa kalkıp sızlayan
bacaklarımın üstünde dikildim, yeniden yürümeye koyuldum. Attığım
her adımda içime işleyen acıyla sık sık durmak zorunda kalıyordum.
Hissiz bacaklarımı daha da hareket ettirmeye çalışarak saçımda giy­
silerimde biriken buzları koparıp bunlarla burnumu, yanaklarımı ve
kulaklarımı ovuşturuyordum. Kaskatı kesilmiş ellerimle de ayaklarım­
daki kanı harekete geçirmeye çalışıyordum.
Ufukta güneş batıyordu, güneşin ışınlan ayınkiler kadar soğuktu
artık. Oturduğum yerden baktığımda dünya etrafımda hamarat bir ev
kadınının ovalayarak parlattığı koskoca bir tava gibi görünüyordu
gozume.
•• • •

Yeniden kalkıp batan güneşe doğru yol alırken havadaki en ufak


bir esintiyi dahi ka<s:ıııııamak için tepemdeki brandayı olabildiğince
gerili tutuyordum. Neredeyse umudumu tüketmiştim ki hayal meyal
uzaklardaki evlerin çatılarının göründüğünü fark ettim. Biraz daha
1 68 JERZY KOSINSKI

yol alıp köy adamakıllı görünür hale gelince bir grup gencin de pa­
tenleriyle kayarak yaklaşmakta olduğunu gördüm. Elimdeki içinde
ateş olan bir kornet olmadığı için korkmuştum, hemen fark edilmeden
uzaklaşmaya yeltendimse de geç kalmıştım. Gençler çoktan beni gör­
müş, yaklaşmaya başlamışlardı. Rüzgarı önüme alarak ilerlemeye
çalıştımsa da soluğumu kesen soğuktan bunu da başaramadım zaten
bacaklarımın üstünde zorlukla duruyordum. Kometimin kulpuna ya­
pışıp buzun üstüne çöktüm.
Gelenler on on beş kişi vardı. Kollarını iki yana sallandırarak hem
dengelerini sağlıyor, hem birbirlerini kolluyorlardı. Rüzgar seslerini
uzağa taşıdığından konuştuklarının tek kelimesini bile anlayamıyor-
dum. iyice yaklaştılar, ihtiyatla iki gruba ayrılıp etrafımı çevirdiler.
Buzun üstünde çömelip brandayla yüzümü kapayarak iyice büzül­
düm, içimden beni kendi halime bırakmaları için dua ediyordum.
Kuşku dolu bakışlarla iyice yakınıma geldiler, ben hiç umursamı-
yormuş gibi yapıyordum. içlerinden daha yapılıca üç tanesi yanıma
geldi. ''Bu bir Çingene piçi," diye bağırdı. ''Uğursuz Çingene'nin teki!''
Diğerleri sakince biraz uzakta bekliyorlardı. Yerimden doğrulmaya
yeltendiğim anda üçü birden üstüme çullanıp kolumu arkaya büktü­
ler. Diğerleri de hareketlenmişti ••şimdi. Yüzüme ve mideme ardı ardı-
na yumruklar inmeye başladı. ünce dudağım patladı, kanı üstünde
dondu kaldı, bir diğer yumrukla gözüm kapandı. En uzun boylu olanı
bir şey söyledi. Söylediği her neyse bayağı bir heyecan yaratmıştı.
içlerinden bazıları beni bacaklarımdan yakaladı, bazıları da pantolo-
numu indirmeye koyuldu. Ne yapmak istediklerini o anda anlamıştım .
Eskiden bir grup sığırtmacın yanlışlıkla kendi arazilerine giren komşu
köyden bir çocuğa nasıl tecavüz ettiğini kendi gözlerimle görmüştüm
çünkü. Ellerinden kurtulmam için ancak bir mucize gerekiyordu, bu­
nu da biliyordum.
Sanki mücadele edecek gücüm kalmamış gibi yaparak pantolonu­
mu indirmelerine ses çıkarmadım. Ayağımdaki patenler botlarıma çok
sıkıca tutturulmuş olduğu için tamamen çıkaramayacaklarından
emindim. Kendimi koyverdiğimi, direnmediğimi fark edince beni tu-
BOYALI KUŞ 169

tan kollarını gevşettiler. içlerinden ikisi çıplak karnıma abanıp üstleri


buz tutmuş eldivenli elleriyle vurıııaya başladılar.
Bütün adalelerimi kastım, fark ettirmeden tek bacağımı önce geri
çektim, sonra var gücümle üstüme abanan oğlanlardan birine tekme­
yi savurdum. Çocuğun kafasından ses geldi. Bu sesin önce kırılan
tahta patenimin sesi sandım, oysa biliyordum çocuğun kafasına indi­
rirken kırık filan değildi. Bir diğeri aynı

anda bacaklarıma yapıştı, bu
kez pateni onun boynuna indirdim. iki oğlan da kanlar içinde buzların
üstüne yığıldı. Geri kalanlar korkup paniklemişlerdi, bir kısmı hemen
buzun üstünde incecik kırmızı izler bırakarak yaralılarını köye doğru
sürüklemeye başladı. Geride dört kişi kalmıştı.
Bunlar beni buz balıkçılarının avlanmak için açtığı deliklerden bi­
rinin yanına götürdüler sürükleyerek.

Deli gibi çırpınıyor mücadele
ediyordum ama faydasızdı. iki tanesi buzun üstündeki deliği kırarak
iyice genişletti ve karga tulumba delikten içeri attılar beni. Bir yandan
da ellerindeki ucu sivri sopalarla ittirerek yüzeye çıkmama engel olu­
yorlardı.
Artık bütün bedenimle buz tutmuş batağın içindeydim. Ağzımı
sımsıkı kapatıp nefesimi tuttum, buzun altında yalnızca beni aşağı
doğru iten sivri sopanın acısını hissediyordum. Yavaşça buzun altına
doğru kaydırdım kendimi, pürtüklü tabanı kafamı, omuzlarımı ve çıp­
lak ellerimi yalıyordu. Beni dürttükleri sivri uçlu sopayı da bırakmış
olmalıydılar, çünkü o da yanımda salınıp duruyordu.
Buzun içine gömülmüştüm sanki. Beynim, zihnim donmuştu. Bo­
ğularak dibe doğru çekildiğimi hissediyordum. Neyse ki burası çok
derin değildi. Tek kurtuluşumun yanımdaki sopanın ucunu dibe yas­
layıp kuwet alarak kendimi deliğe doğru kaldırmak olabileceğini dü­
şündüm birden. Sopayı yakaladım, gerçekten de sopa buzun altında
daha kolay hareket etmeme yardımcı olmuştu. Ciğerlerim patlamak
üzereydi artık, ağzımı açıp batağı yutmam işten değildi. Son bir gay­
retle kendimi deliğin yanında bulduğum anda kafamı dışarı uzatıp
içimde tuttuğum nefesi saldım. Hemen ardından aldığım derin nefes
ciğerlerime fokurdayarak kaseye dökülen bir çorba gibi indi. Deliğin
1 70 JERZY KOSINSKI

kenarına tutundum. Kendimi hemen dışarı atmaya niyetim yoktu, ne­


ticede çocukların ne kadar uzaklaştığını bilemezdim. Biraz daha bek­
lemeye karar verdim.
Hala hayatta olan tek yerim suratırndı. Bedenimin geri kalanını
hiçbir şekilde hissetmiyordum, sanki dönüşüp buzun bir parçası hali
gelmişti. Yine de bacaklarımı hareket ettiı·ıııeye çalıştım.
Kafamı bir kez daha uzatıp baktığımda çocukların neredeyse göz­
den kaybolmakta olduklarını gördüm. Artık beni göremeyeceklerine
••
emin olduğumda da kendimi çekip dışarı çıktım. Ustürndeki giysiler
tamamen buz kesmişti, her kıpırdanışırnda çıtırtılı sesler çıkarıyor­
dum. Kaskatı kesilen bacaklarım ve kollanın açılsın diye hopladım,
zıpladım, kendimi karlarla ovdum. Ama bedenim birkaç saniyeliğine
ısınır gibi olsa da hemen donmaya başlıyordu yeniden. Pantolonumu
yukarı çekip yırtık yerlerinden bacaklarıma bağladım. Delikten aşağı
uzanıp sopayı aldım, ona abandım. Rüzgar her yönden kıskaca almış­
tı sanki beni, her adımımda geri itiyordu. Bitkinlikten ilerlemekte
adamakıllı zorlandığım anlarda tahta ata biner gibi sopayı bacakları­
mın arasına sıkıştırıp kendimi öyle ittiriyordurn.
Köye arkamı verip oradan giderek uzaklaşmaya, ormana doğru
ilerlemeye başladım. Artık akşamın geç saatleriydi, güneşin rengi kah­
verengiye dönüşüp çatıların ve bacaların karartısı ardına saklanmıştı.
Rüzgar her esintisiyle bedenimdeki o çok kıymetli azıcık sıcaklığı da
alıp götürüyordu. Ormana ulaşana kadar bir an bile durup dinlenrne­
rnern gerektiğini çok iyi biliyordum. Birazdan gözlerim ağaçların üs-
••
tündeki kabukların hatlarını seçmeye başladı. Urkek bir tavşan çalı-
ların arkasından fırladı. Ormanın başladığı yerdeki ilk ağaçlara ulaş­
tığımda başım dönmeye başladı birden.
Şimdi sanki yaz ortasındaydık, başımın üstünde altın başaklar sa­
lınıyor, Ewka sıcacık elleriyle bedenimi okşuyordu. Gözümün önünde
en sevdiğim yemekler resmigeçit yapıyordu; sarımsak, sirke, tuz ve
biberle tatlandırılmış koca bir biftek, lahanalı, turşulu lapa, domuz
pastırması patates, mısırla tepeleme dolu bir tabak ve borç çorbası.
Birkaç adım daha attım, artık oııııc:1.ndaydırn. Ayağımdaki patenler
BOYALI KUŞ 171

ağaç köklerine ve çalılara takılıyor, zaman zaman sendelememe sebep


oluyordu . Bir ağaç kütüğünün yanına çöktüğüm anda, kuştüyü yastık
ve yorganlı pofuduk bir yatağın sıcaklığına gömülmeye başlamıştım.
••
Ustüme biri eğilmişti, bir kadın sesi duydum. Birilerinin kucağında bir
yerlere taşınıyordum. Etrafımdaki her şey mis kokulu bir yaz gecesinin
baş döndürücü nemli sıcaklığında eriyip gitti, yok oldu.
Duvara yaslanmış kocaman bir yatakta açtım gözlerimi. Alçak ya­
tağın üstüne koyun pöstekileri atılmıştı. Odanın içi sıcacıktı. Kalın bir
mumun titrek ışığı evin kireç badanalı duvarlarını, saman damını ve
kirli zeminini aydınlatıyordu. Baca pervazında bir haç asılıydı. Ocağın
başında çömelip gözlerini alevlere dikmiş bir kadın vardı. Kadının
üstünde çuval kumaşından bir etek vardı, ayakları çıplaktı. Tavşan
derisinden yeleğinin düğmeleri göğsüne kadar açıktı. Benim uyandı­
ğımı fark edip yanıma gelip oturunca yatak kadının ağırlığıyla gıcır­
dadı. Elleriyle çenemi tutup kaldırdı ve dikkatlice süzdü beni. Mas­
mavi gözlerinde bir ıslaklık vardı sanki. Gülümsediğinde buralarda
adet olduğu gibi elleriyle ağzını kapamıyordu. Tersine, hiç çekinme­
den eğri büğrü sararmış dişlerini gözler önüne seriyordu.
Tam da anlayamadığım bir lehçeyle konuşurdu benimle. inat ve
ısrarla ''zavallı Çingenem, kimsesiz küçük Yahudim'' diye çağırırdı be-
••
ni. ünceleri konuşamadığıma inanmamıştı. Zaman zaman ağzımı aç-
tırıp boğazıma küçük küçük darbeler indiriyor, beni korkutmaya çalı­
şıyordu ama gerçekten ses çıkaramadığımı anladığında bunları yap­
maktan vazgeçti.
O ilk gün bana bir kase dolusu koyu borç çorbası içirdi. Donmuş
kulaklarımı, ellerimi, ayaklarımı inceledi uzun uzun. Kendi adının
Labina olduğunu söyledi. Onunla kendimi güvende ve rahat hisset­
miş, çok sevmiştim.
Labina gündüzleri çalışmaya zengin köylülerin evine gidiyordu,
çoğunlukla karısı hasta ve çok çocuklu olanların ev işlerini görüyordu.
Mideme doğru dürüst yemek girsin diye beni de yanında götürdüğü
çok olurdu. Köydekiler benim Almanlara teslim edilmem gerektiğini
BOYALI KUŞ 1 73

söyledikleri zaman da küfrü basar, Tanrı nezdinde bütün insanların


eşit olduğunu, kendisinin beni üç kuruşa satacak kadar hain ve aşa­
ğılık biri olmadığını haykırırdı.
Gece oldu mu evine erkekleri alırdı. Bir bahaneyle kulübelerinden
çıkabilen adamlar ellerinde votka şişeleri ve yiyecek dolu sepetlerle
kadının kapısına dayanırdı.
Kulübede eşya olarak üç kişinin rahatlıkla sığacağı kadar büyük
bir yatak vardı yalnızca. Bu yatağın bir kenarıyla duvar arasındaki
boşluğa çuvalların üstünü koyun pöstekileriyle kaplayarak bir yatak
hazırlamıştı benim için Labina. Misafirler gelmeden önce yatırırdı be­
ni ama ben çoğu zaman onların neşeli şarkıları, sarhoş taşkınlıklarıy­
la uyanırdım. Labina'nın yarım ağız hak ettiğimi söylediği dayakları
yememek için de uyur gibi yapmaya devam eder, kirpiklerimin ara­
sından odada olup bitenleri izlerdim.
Adamlar önce gece yanlarına kadar süren içki içme yarışına giri­
şirlerdi. İçlerinden biri diğerleri gibi evine gitmez, mutlaka Labina'da
kalırdı. İkisi sıcak sobanın başına oturup aynı şişeden içmeye devam
ederlerdi. Labina kafayı bulup adama yanaşınca, adam önce kadının
kalçalarına atardı kocaman elini, sonra da eteğinin içinden yukarılara
doğru çıkarıp oralarda gezindirirdi.
Labina başlarda kendini biraz naza çekip, karşı koyuyormuş gibi
yapardı. Adam diğer elini yeleğinin içine daldırıp memelerini sıkıştır­
maya başlayınca küçük çığlıklar atar, nefesi sıklaşırdı. Bazen yere diz
çökerdi adam, kafasını kadının bacaklarının arasına gömerken iki
eliyle de kaba etlerini mıncıklardı. Labina inleyerek bedenini öne
eğerdi o zaman.
Sonra üfler mumu söndürürlerdi. Karanlıkta soyunup, kahkahalar
atar, küfürler savurur, birbirlerini kovalayıp sağa sola çarparak eşya­
ları devirirlerdi, üstüne bastıkları boş şişeler odanın bir ucundan diğer
ucuna yuvarlanırdı gürültüyle. Sonunda yatağa devrilirlerdi. işte o
zaman yatak çökecek diye ödüm kopardı. Adeta dövüşürcesine sevi­
şirlerdi. Labina domuz gibi sesler çıkarır, adam köpek gibi ulurdu.
Bazen küfrederler, bazen Tanrı'nın bazen Şeytan'ın adını andıklarını
1 74 JERZY KOSINSKI

duyardım. Onlar, devasa yatakta oradan oraya savrulurlarken ben


bizimle kulübede yaşayan zavallı sıçanları düşünürdüm.
Gece yarısı rüyalarımın tam ortalık bir yerinde uyanıp kendimi
yatakla duvar arasında sıkışmış vaziyette bulduğum çok olurdu. La­
bina ile o geceki arkadaşının azgın sevişmeleri nedeniyle yatak yürü­
yüp odanın ortalık yerine kadar gelmiş olurdu.
••
Ustünden düştüğüm döşeğime tırmanacak yer kalmadığı için ken-
dimi büyük yatağın altına yuvarlar, ayaklarımla ittire ittire yatağı ye­
niden duvara doğru yaklaştırıııaya çalışırdım. Yatağın altı soğuk ve
ıslak, kedi pislikleri ve parçaladıkları kuşlardan arta kalanlarla dolu
olurdu. Karanlıkta örümcek ağlarına dalardım istemeden. Ağları par­
çalanınca korkuttuğum örümcekler yüzüme gözüme tırmanır, saçla­
rımın içine girerlerdi. Sıçanlar da korkuyla deliklerine koşuştururken
küçük ılık bedenlerinin bana sürtündüğünü hissederdim.
Bu karanlık dünyayla etimle kanımla kurduğum ilişki içimi korku
ve tiksintiyle doldururdu. Altında uzanıp yatağı duvara itmek için
doğru anın gelmesini beklerken ellerimle yüzüme yapışan örümcek
ağlarını sıyırırdım.
Gözlerim giderek karanlığa daha alışır olmuştu. Adamın kocaman
terli gövdesiyle Labina'nın titreyen vücuduna abandığını, kadınınsa
bacaklarını adamın tombul kalçalarına doladığını görebiliyordum.
Sanki taşla ezilmiş bir kuşun iki yana açılmış kanatlarını görüyordum
baktığımda.
Köylü homurdanarak kendini şöyle bir kaldırır, elinin tersiyle ka­
dının memelerini tokatlamaya koyulurdu. Memeler taşa çarpılan ıslak
bir bez parçası gibi ses çıkaran tokatlarla sağa sola savrulurdu. Sonra
adam kadının üstüne iyice abanır, yatağa çivilerdi. Labina da anlamsız
kelimeler haykırarak adamın sırtını yumruklardı. Zaman zaman da
kaldırır, dizlerinin ve dirseklerinin üstünde durdurur, kadına arkadan
sahip olurdu.
Birbirine düğüm olmuş bu iki insan suretine tiksintiyle ve hatta bir
çeşit hayal kırıklığıyla bakardım. Sevişme dedikleri buydu demek:
kaba saba, ter içinde bırakan, pis kokutan, insanlıktan uzak, hayvan-
BOYALI KUŞ 175

sı. Bir kadınla erkeğin hiçbir şey düşünemeyecek kadar kendini kay­
bederek hırıltılar homurtularla zorla birbirinden zevk alma hali.
Ewka ile geçirdiğim anları hatırlardım o zaman, ona nasıl da şef­
katli yaklaştığımı, yumuşacık, nazik, hassas dokunuşlarla ağzımı, di­
limi teninin üstünde neredeyse uçarcasına gezdirdiğimi hatırlardım.
Onun kendisinin bile bilmediği duyarlı yerlerini keşfetmeye çalışır­
dım, bulduğum anda da dokunuşlarımla tıpkı bir sonbahar gecesinin
serin yeliyle üşüyen kelebeğin güneş ışınlarıyla ısınıp hayat bulması
gibi canlandırırdım. Keşfedilmediğinde sonsuza kadar bedeninde tut­
sak kalacak bu istek ve arzuları uyandır ıııak için nasıl da incelikli bir
özenle çalıştığım geldi aklıma. Onu özgür kılan bendim, istediğim tek
şey onun zevk almayı bilmesiydi.
Labina ve ziyaretçilerinin sevişmeleri böyle uzun süııııezdi. Yap­
rakları ve otları şöyle bir ıslatıp asla köklere kadar inmeyen kısa bahar
yağmurları gibiydiler. Oysa Makar ve Bıldırcın araya giı ıııese Ewka ile
benim aşk oyunlarımızın sonu gelmezdi. Her esintisiyle yeniden har­
lanarak gece boyunca sönmezdi ateşimiz. Ama işte yanan kütiikler
üstüne atılan battaniyeyle havasız bırakılıp nasıl söndürülürse öyle
söndürülmüştü bizim aşkımızın ateşi de. Babasından yediğim dayak
yüzünden kendisinden biraz uzak kalınca Ewka beni unutuveı·ıııişti.
Leş kokulu, iğrenç kıllı bir tekenin organını benim tenimin sıcaklığına,
yumuşacık sarılmalarıma, parmaklarımın vücudunda gezinişine öpü­
cüklerime değişivermişti.
Labina'nın yatağındaki hareket, iki beden yorgunluktan bitkin dü­
şerek uykuya daldığında son bulurdu, işte ben de o zaman yatağa
tıııııanıp kendi soğuk köşeme uzanır, üstüme koyun pöstekilerini çe­
kerdim.
Yağmurlu günlerde Labina dertlenir, artık hayatta olmayan kocası
Laba'yı anlatmaya koyulurdu. Yıllar önce, gençken Labina bütün zen­
gin köylülerin peşinden koştuğu çok güzel bir kızmış. Kimsenin sözü­
ne, uyarısına kulak asmamış, köyün en fakir ama en yakışıklı yanaş­
ması olan Laba'ya gönül veııııiş, onunla evlenmiş.
Laba, gerçekten de yakışıklı lakabını hakkıyla taşıyan, kavak gibi
176 JERZY KOSINSKI

ince ve uzun, sağlam yapılı bir gençmiş. Güneşte altın gibi parlayan
san saçları, gökyüzünden daha mavi gözleri varmış, teni bir bebeğin­
ki kadar pürüzsüzmüş. Bakışına yakalanan kadınların kanı tutuşur,
akılları gider, bedenleri şehvetle kavrulurmuş. Laba da yakışıklılığının
ve karşı cinste yarattığı etkinin gayet farkında, havalı havalı ortalarda
dolaşır, gölde çırılçıplak yüzmeyi seveııııiş. Kendisini seyretmek için
çalıların ardına gizlendiğini bildiği bakire genç kızları ve evli kadın­
ları çapkın bakışlarıyla ödüllendirirmiş.
Ama işte çok yoksulmuş. Kendisini çalıştıran zengin köylülerin her
türlü hakaret ve küçümsemesine katlanmak zorunda kalıyor ıııuş. Bu
adamların hepsi karılarının ve kızlarının Laba'da gözü olduğunu bilir,
bu şekilde alırlarmış intikamlarını. Labina'ya da rahat vermezlermiş
elbet, onun beş parasız kocasının kendilerine mahkum olduğu için ses
çıkaramayacağını bilirlerıııiş.
Bir gün Laba tarladan dönmeyivermiş eve. Ne ertesi gün ne de
sonrasında ortaya çıkmamış. Tıpkı gölün dibine atılan bir taş gibi yok
olmuş. Ya bataklığa düşüp öldüğü ya da kıskanç bir koca tarafından
bıçaklanıp oııııanda bir yere gömüldüğü düşünülüyormuş.
Hayat Laba olmaksızın devam etmiş. ''Laba gibi yakışıklı'' sözü
köye yadigar kalmış.
Laba olmadan bir yıl geçmiş, insanlar unutup gitmiş ama bir tek
Labina onun hala yaşadığına ve bir gün mutlaka geri geleceğine inan­
maya devam etmiş. Günlerden bir gün, köylüler sere serpe ağaçların
gölgesine uzanmış keyif yaparken, besili bir atın çektiği bir araba
çıkmış ormandan. Arabanın üstünde kadife örtülü bir sandık varmış,
hemen yanı başında yürüyen ise en kaliteli kumaştan pantolonu, uzun
parlak çizmeleriyle şahane bir deri ceketi omuzlarına atlı askerlerin
sırma işlemeli ceketleri gibi atmış Yakışıklı Laba'dan başkası değilmiş .
Çocuklar haberi yaymak için sokaklara dağılır dağılmaz, köylüler
kadınlı erkekli sokaklara dökülmüşler. Laba umursamaz bir tavırla
selamlamış herkesi, bir yandan da alnındaki terleri silip yola devam
etmesi için atını dürtüklüyormuş.
Labina çoktan kapıya çıkmış, eşikte onu beklemeye başlamış bile.
BOYALI KUŞ 177

Laba önce karısına sarılıp öpmüş, sonra koca sandığı arabadan indirip
kulübeye giı·ıııiş. Komşular etrafında toplaşıp, hayranlıkla atın ve ara­
banın güzelliğini seyretmeye koyulmuşlar.
Laba ve Labina'nın yeniden ortaya çıkmasını sabırsızlıkla bekler­
ken türlü türlü şakalar yapıyorlarmış. Genç adamın karısına nasıl bir
azgınlıkla koşturduğunu, bu ateşi ancak koca bir kova soğuk suyun
söndürebileceğini konuşup kıkırdıyorlarıııış.
Nihayet kulübenin kapısı açıldığında köylüler hayretten küçük dil­
lerini yutuyorlaııııış neredeyse. Çünkü Yakışıklı Laba üstünde yanık
tenli boynunu sarmalayan bembeyaz kolalı yakasını göz alıcı renkler­
de bir boyun bağıyla tamamladığı çizgili ipek gömleğiyle inanılmaz
bir ihtişamla dikilmekteymiş kapının eşiğinde. Yumuşacık flanel giy­
sileri insanda hemen elini uzanıp dokunma isteği uyandırıyormuş.
Ceketinin göğüs cebinde çiçek gibi katlanmış saten bir mendil görü­
nüyormuş. Ayağında siyah cilalı çizmeler varmış ve son olarak bu
görüntüyü cebinden sarkan altın bir köstebek saat zinciriyle süslüyor­
muş.
Köylüler ağızları bir karış açık bakıyorlarmış genç adama. Köy ta­
rihinde böyle bir şey ne duyulmuş ne görülmüşmüş. Köyün erkekleri
en fazla evde dokunmuş kaba kumaşlardan dikilmiş pantolonlar, ce­
ketler, ayaklarına da kalın tahta parçalarına derileri çivileyerek ken­
dilerinin yaptıkları çizmeler giyerlermiş. Laba sandığı açmış, içinden
çeşitli renk ve modellerde ceketler, pantolonlar, gömlekler, baktığında
ayna vazifesi görecek kadar parlak deriden ayakkabılar, mendiller,
boyunbağlan, çoraplar ve iç çamaşırları çıkarmaya başlamış. O gün­
den sonra herkesin tek konusu Yakışıklı Laba olmuş. Genç adam hak­
kında akıl almaz hikayeler anlatılmaya başlanmış. Bu paha biçilmez
giysilerin hangi değirmenin suyu olduğu konuşuluyormuş durmadan.
Labina'yı cevabını veremeyeceği sorularla sıkıştırıyorlarmış. Laba
kendisi de efsaneyi körüklüyor, kansına yaptığı kaçamak açıklamalar­
la insanların merakını daha da kamçılıyormuş.
Kilise ayinlerinde artık kimsenin ne papaza ne de mihraba baktığı
yokmuş. Hepsinin gözü kilisenin sağ köşesinde, çiçekli gömleğiyle
178 JERZY KOSINSKI

siyah saten takımını giyip karısının yanında baston yutmuş gibi oturan
Yakışıklı Laba'nın üstündeymiş. Ara ara bileğindeki altın saate baka­
rak caka satıyormuş genç adam. O güne kadar köydeki en süslü şey
olan papazın cübbesiyle kuşaklarının bütün havası sönmüş gitmiş.
Laba'nın yakınlarında oturanlar genç adamdan gelen hoş ve alışılma­
dık kokularla kendilerinden geçiyorlarmış. Bu kokuların evdeki küçü­
cük şişelerde ve cam kavanozlarda saklandığı bilgisi gelmişmiş Labi­
na'dan.
Ayin biter bitmez, ahali papazın dikkatlerini çekme çabalarını bo­
şa çıkararak hemen küçük kilisenin avlusuna koşup Laba'yı bekleme­
ye başlarmış. Genç adam kendinden emin sert adımlarla kayıtsızca
kapıya doğru yönelirken, iki yana açılıp genç adama yol verirlermiş.
Köyün zenginleri yanaşıp kendi evlerinde onun şerefine düzenleye­
cekleri yemeklere davet ederlermiş. Başını bir an bile eğmeden ken­
disine uzatılan elleri tek tek sıkarmış Laba. Kadınlar ise Labina'yı
hepten yok sayıp üst korselerini göğüsleri görününceye kadar indirir­
ler, eteklerini de çıplak baldırlarını sergileyecek kadar cüretkarca yu­
karı sıyınrlarmış.
Yakışıklı Laba'nın tarlalarla işi kalmamış artık. Evde karısına yar­
dım etmeye zaten tenezzül etmiyormuş. Bütün günlerini renkli giysi­
lerini sahildeki bir ağacın dallarına astıktan sonra kendini gölün su­
larına atıp yüzerek geçiriyormuş. Kadınlar eskisi gibi çalıların arkası­
na gizlenip genç adamın adaleli çıplak vücudunu heyecanla izlemeye
devam ediyorlar ıııış. Söylenen oymuş ki, Laba zaman zaman çalıların
arkasında kadınların kendisine dokunmasına izin veııııekteymiş. Ka­
dınlar günah sayılan bu ayıpları için hiç düşünmeden en ağır cezala­
n bile göze almaya hazırmış üstelik bu kadınlar.
••
Oğleden sonraları köylüler ter içinde, toza toprağa bulanmış vazi-
yette tarlalardan dönerken aylak aylak gezinen Yakışıklı Laba ile kar­
şılaşırlaııııış. Genç adamsa parlak cilalı pabuçlarına toz, çamur sıçrat­
mamak için toprağın kuru yerlerine basarak yürümeye gayret eder,
boyunbağını düzeltip, mendiliyle altın saatini parlatırmış.
Gece oldu mu, zengin köylüler Laba'yı aldıııııak için atlı arabala-
BOYALI KUŞ 1 79

rını gönderirleı ıııiş. Kimi zaman kilometrelerce ötedeki davetlere bile


gittiği olurmuş genç adamın. Labina yorgunluktan ve aşağılanmaktan
bitkin, tek başına otururmuş evinde. Çiftliğin işlerine koşturur, atın
bakımıyla ilgilenir, kocasının kıymetli eşyalarına göz kulak olur, onla­
rı yıkar temizleııııiş. Yakışıklı Laba için zaman duııııuş gibiyken Labi­
na hızla çökmekteymiş. Eti gevşemeye, cildi iyice sarkmaya başlamış.
Böyle böyle bir yıl geçmiş.
Bir sonbahar günü Labina tarladan dönüyormuş. Kocasını tabii ki
her zamanki gibi kıymetli hazinesiyle tavan arasına kapanmış bulaca­
ğını sanıyormuş. Çünkü tavan arası artık Laba'nın krallığının merke­
ziymiş. Odanın asma kilidini her zaman göğsünde taşıdığı Meryem
Ana madalyonunun zincirinde taşıyoııııuş. Labina bakmış ki ev tama­
men sessiz, ne bacadan duman çıkıyor, ne de kıyafet değiştirirken
neşeli şarkılar mırıldanan Laba'nın sesi geliyormuş.
Kadın korkuyla kulübeye koşmuş. Tavan arasına çıkan kapının açık
olduğunu görünce basamakları hızla tırmanmış ve gördüğü şeyle ol­
duğu yerde donup kalmış. Sandık kapağı kırık, tamamen boşalmış bir
vaziyette duruyormuş yerde. Tepesinde, kocasının giysilerini astığı
tavandaki çengelde artık Yakışıklı Laba'nın çiçek desenli boyunbağın­
dan asılmış gövdesi salınmaktaymış. Çatıda da hırsız sandığın içinde­
kileri dışarı çıkardığı koca bir delik varıııış. Güneşin batarken yumu­
şayan ışığı Yakışıklı Laba'nın donuk suratını ve ağzından sarkan ma­
viye dönmüş dilini aydınlatıyor, genç adamın çevresinde vızıldayarak
sinekler uçuşuyoııııuş.
Labina neler olduğunu hemen anlamış elbet. Göldeki yüzme fas­
lından sonra eve dönen kocası tavandaki deliği ve içi tamamen boşal­
tılmış sandığı, yani bütün o kıymetli giysilerinin uçup gittiğini, geriye
yalnızca samanların üstüne atılmış çiçekli boyunbağının kaldığını
görmüş olmalıymış.
Sandığının içindeki hazinesinin çalınması Laba'nın yaşama sebe­
bini de alıp götürmüş. Artık ne kendi dururken damada kimsenin
dönüp bakmadığı düğünler, ne açık mezarların başında adeta tapına­
cak bir şeymiş gibi seyredildiği cenaze törenleri, ne gurur ve kibirle
180 JERZY KOSINSKI

vücudunu sergilediği göl fasılları, ne kadınların arzulu dokunuşları


kalmış geride.
Köydeki kimsenin beceremeyeceği kadar hünerli ve kararlı bir ha­
reketle Laba hızla boynuna çiçekli bağını geçirmiş, sonra boş sandığın
üstüne çıkıp tavandaki çengele yetişmiş.
Labina kocasının kıymetli hazinelerini nasıl ele geçirdiğini hiçbir
zaman bilememiş. Çünkü Laba ortalarda olmadığı zaman dilimini ağ­
zına bile almamış hiç. Kimse onun ne nelerde olduğunu, ne neler
yaptığını, bu hazineyi elde etmek için ne bedeller ödediğini asla öğ­
renememiş. Bildikleri tek şey bu hazineyi kaybetmenin ona mal oldu-
~ .
gu şeymış.
Ne hırsız ne de çalınanlar bulunmuş. Ben oralardayken ortada
dolaşan söylentiye göre bu işi yapan boynuzlanmış bir koca ya da
nişanlıydı . Kimileri de bunun genç adama aşkından kıskançlıktan gö­
zü dönen bir kadının yaptığını söylüyordu. Hatta bunun Labina'nın
işi olduğunu düşünenler bile vardı. Labina bunları duyunca suratı
bembeyaz olur, elleri titremeye başlar, dudakları acı bir gülümsemey-
le bükülürdü. Kendisine bu iftirayı atan köylünün üstüne tırnaklarını
çıkardığı gibi öyle bir saldırırdı ki, etraftakiler o adamı ya da kadını
elinden zor alırlardı. Labina eve döner dönmez kendini alkole verir,
iyice sarhoş olup beni göğsüne yaslar, hıçkıra hıçkıra ağlardı.
Bu kavgalardan birinde kalbi duruverdi. Köylülerin onun cansız
bedenini kulübeye taşıdıklarını gördüğümde artık buradan da kaç­
mam gerektiğini anlamıştım. Kometimi doldurup, içine ateş koydum.
Yakışıklı Laba'nın kendini astığı kıymetli boyun bağını Labina yatağın
altında saklardı, giderken yanıma onu da aldım çünkü kendi canına
kıymak için kullanılan ipin uğur getirdiği herkesin bildiği bir şeydi.
içimden boyunbağını hiçbir zaman kaybetmemeyi diledim.
Yaz bitmek üzereydi. Tarlalarda buğdaylar biçilip balyalar haline
getirilmişti, köylüler var güçleriyle çalışıyorlardı ancak balyaları am­
bara taşımak için yeterli sayıda atlan ve öküzleri olmadığından işleri
yetiştirmekte zorlanıyorlardı.
Köyün yakınlarında, nehrin iki yakasını birleştiren bir demiryolu
köprüsü vardı. Bu köprünün iki ucunda makineli tüfekli askerlerin
nöbet kuleleri yükselirdi.
Gece olup uçaklar gökyüzüne kesikler atarak dolanırken köprünün
üstü tamamen karartılır, adeta hayat kesintiye uğrardı. Sabah oldu
mu etraf yeniden canlanır, miğferli askerler silahlarıyla ortalığa dö­
külür, köprünün en yüksek yerine dikilmiş gamalı haçlı bayrak rüz­
garda dalgalanır dururdu.
Sıcak ve boğucu gecelerden birinde uzaklardan tarlaları aşarak
gelen top sesleri kuşları bağrış çağrış içinde sürüler halinde havalan-
dırdı, herkes panikledi. Gökyüzünde şimşekler çakıyordu sanki. in-
sanlar korkuyla dışarı fırlayıp evlerinin önünde toplaştı. Erkeklerden
bazıları mısır koçanı pipolarını tüttürürken bu insan işi şimşeklere
bakarak bilmiş bilmiş, ''Almanlar geliyor," derken, diğerleri, ''Hayır,
Almanlar yenildi, gelenler Kızıllar'', diye karşı çıkınca bir ağız dalaşı
başlıyordu.
Bir grup, Sovyet komiserlerin gelince toprakları zenginden alıp
fakire vererek eşit olarak dağıtacaklarını, toprak ağalarının, rüşvetçi
memurların, acımasız polislerin sonunun geleceğini savunuyorlardı.
Diğerleri de buna şiddetle karşı çıkıyorlardı. Boyunlarındaki haç­
lara ve kutsal kitaplarına el basarak Sovyetler geldiğinde kadınlarıyla
çocuklarına kadar her şeylerine el koyup kamulaştıracaklarını haykı-
182 JERZV KOSINSKI

rıyorlardı. Gözlerini doğuya, gökyüzündeki kızıl parıltılara ve şimşek­


lere çevirip Kızılların gelmesinin insanların dinden imandan çıkması,
atalarından gördükleri gelenek görenekleri unutması, kendilerini gü­
nahkar yaşantılara vermesi anlamına geldiğini söylüyorlardı, ta ki
Tanrı'nın adaleti Incil'de söylendiği gibi onları tuza çevirene kadar
böyle dönecekti bu devran.
Kardeş kardeşe düşmüş, babalar analarının gözleri önünde evlat­
larına balta bıçak girişir olmuştu. Sanki görünmez bir güç kafaları
bulandırıp aileleri ikiye ayırıyordu. Tek aklı başında olanlar yaşlılardı,
onlar da bir kavgacı taraftan diğerine koşturup, incecik pürüzlü ses­
leriyle dünyada yeterince savaş olduğunu, bunlara bir de kendi köy­
lerindekinin eklenmesine ihtiyaç olmadığını söyleyip barışı sağlamaya
çabalıyorlardı.
Ufuk çizgisinin ötesinden gelen gök gürültüsüne benzer giderek
yaklaşmakta olan sesler duyuldu mu kavga biraz yatışırdı. Ahali bod­
rumlarında, ahırlarında sığınak yapma derdine düşüp Sovyet komi­
serleri de Tanrı'nın ilahi öfkesini de unutur giderdi.
Tereyağı, domuz eti, dana eti, çavdar, buğday gibi gıdalarla doldu­
ruyorlardı sığınaklarını. Bazıları yeni egemen gücü karşılamak için
kırmızı kumaşlardan bayraklar dikiyordu gizli gizli, bazıları da kutsal
resimler, ikonlar, haçlar ve Isa heykelleri tıkıştırıyordu güvenli yerlere.
Olan biten her şeyi tam olarak kavrayamasam da, ortalıktaki te­
laşlı ve korkulu havayı hissedebiliyordum. Kimsenin bana aldırdığı
yoktu zaten. Kazma seslerini, korku dolu fısıldaşmaları ve duaları
dinleyerek kulübelerin arasında keyfimce dolanıyordum. Tarlalara
uzanıp kulağımı yere dayayınca uzaktan topların bir yerleri güm güm
dövdüğünü duyabiliyordum.
Yaklaşan Kızıl Ordu muydu acaba? Topraktan gelen ses tıpkı kalp
atışlarına benziyordu. Tanrı günahkarları neden tuzdan direklere dön­
dürüyordu kolayca, yani neden tuz? Tuz dediğin öyle ucuz bir şey
değildi ki! Neden günahkarları ete ya da şekere döndürmüyordu, ne­
ticede köylülerin bu gıda maddelerine de en az tuz kadar ihtiyacı var­
dı.
BOYALI KUŞ 183

Yere uzanmış gökyüzündeki bulutlara bakıyordum, sanki onlar


gibi ben de yüzercesine hareket ediyordum. Eğer söylenenler doğruy­
sa, kadınlar ve çocuklar kamulaştırılacaklarsa yani toplumsal mülki­
yetin bir parçası olacaklarsa, o zaman her çocuğun birden çok anası,
babası, kız ve erkek kardeşleri olacaktı. Benim için çok güzel bir şey­
di bu, herkese ait olmak yani. Her nereye gidersem gideyim güven
verici elleriyle başımı okşayan babalarım, beni göğsüne şefkatle yas­
layan analarım, köpeklere karşı koruyacak ağabeylerim olacaktı. Kü­
çük kardeşlerime de ben göz kulak olup onlarla ilgilenecektim. Köy­
lülerin bundan neden bu kadar korkup çekindiklerini hiç anlayamı­
yordum doğrusu!
Bulutlar birbirine karışıp, bir yerlerde birbirlerinin içinde erirken
yer yer daha koyu ve yoğun, yer yer de daha hafif ve aydınlık oluyor­
du. Tanrı yukarılarda bir yerden her şeyi idare ediyordu. Benim gibi
bir karasinekle ilgilenmeye neden vakit bulamadığını artık daha iyi
anlıyordum. Onun idare etmesi gereken savaş halinde koca koca or­
dular, insanlar, silahlar vardı. Kimin kazanıp kimin kaybedeceğine,
kimin ölüp kimin kalacağına o karar vermek zorundaydı .

iyi de neler olacağına madem Tanrı kendisi karar veriyordu, o
zaman neden bu köyleler kaderleri konusunda bu kadar endişeliydi­
ler, kiliselere din adamlarına bu kadar bel bağlıyorlardı? Sovyet ko­
miserleri söylendiği gibi kiliseleri yerle bir edip din adamlarını öldü­
rüp inananları ipe göndereceklerse zaten Kızıl Ordu'nun bu savaşı
kazanmak konusunda küçücük bir şansı bile yok demekti. Fazla mesai
yapmaktan ne kadar yorgun olursa olsun Tanrı kullarını böyle bir
tehlikeye maruz bırakacak bir gaflete düşemezdi. Yine kiliseleri yakıp
yıkan, insanları katleden Almanların bu savaşı kazanmasının anlamı
neydi o zaman? Tanrı'nın gözünden bakıldığında madem iki taraf da
cinayet işliyordu, o zaman ikisinin de savaşı kaybetmesi daha anlam­
lıydı.
''Kadınların ve çocukların• kamulaştırılması," diyordu köylüler, be-
nim de kafam karışıyordu. iyi düşünürsem iyi olur, diye düşünerek
Sovyet komiserleri diyordum kendi kendime, belki beni de diğer ço-
184 JERZY KOSINSKI

cuklardan ayırmaz. Sekiz yaşında bir çocuktan bile çelimsiz görünsem


de artık neredeyse on bir yaşında olmuştum ve Rusların beni artık
çocuktan saymamasından korkuyordum. Her şeyin ötesinde ben ko­
nuşamıyordum, dilsiz olmuştum. Yemek işi de biraz sıkıntılıydı bende,
sık sık yediklerimi kusuyordum. Kamulaştınlmayı kesin hak ediyor­
dum yani!
Bir sabah köprünün üstünde sıra dışı bir hareketlilik dikkatimi
çekti.
Miğferli askerler telaşla sağa sola koşturuyor, toplar tüfekler sökü­
lüp parçalanıyor ve gamalı haçlı bayrak gönderden indiriliyordu. Ko­
ca koca askeri araçlar köprüden batıya doğru hareket halindeydi.
Alman marşlarının kulakları tırmalayan sesi giderek zayıflıyor, uzak­
laşıyordu . ''Kaçıyor bunlar," dedi köylüler, ''savaşı kaybettiler," diye
fısıldadı daha yürekli olanları.
Ertesi gün öğle saatlerinde sayıları yüz kadar, belki biraz daha
fazla bir atlı grubu köye daldı. Atlarının üzerinde hayvanlarla bir bü­
tün olmuşlarcasına rahattılar.
••
Belli bir düzende ilerlemiyorlardı, da-
ğınık vaziyetteydiler. üstlerinde parlak düğmeli yeşil Alman ünifor-
maları vardı, keplerini gözlerine kadar indirmişlerdi.
Köylüler gelenlerin kim olduğunu hemen anlamışlardı. Korku için­
deydiler, telaşla birbirlerine Kalmuk'ların geldiğini, adamlar ellerine
geçirmeden kanlarını ve çocuklarını saklamaları gerektiğini haber
verdiler. Aylardan beri bu atlılar hakkında korkunç hikayeler anlatılı­
yordu. Bir zamanlar yenilgi nedir bilmeyen Alman ordusu Sovyet top­
raklarının bir bölümünü istila edince, Sovyetlerden ayrılan ve Kal­
muklar olarak tanınan bir grup kendi isteğiyle Almanlara katılmıştı.
Kızıllara duydukları nefretle yanlarında yer aldıkları Almanlar da
onlara savaş geleneklerine uygun olarak köyleri yağmalama ve kadın­
lara tecavüz etme iznini vermişlerdi. Kalmuklar özellikle Kızıl Or­
du'nun ilerlediği yollar üstündeki kasaba ve köylerle Almanlara gere­
ğince itaat etmediği belirlenen bölgelere gönderilirdi.
Adamlar ellerinde kamçıları, doludizgin koşturdukları
••
atlarının
üstüne eğilmiş, naralar atarak dalmışlardı köye. üstlerindeki ünifor-
BOYALI KUŞ 185

maların açık düğmeleri arasından yanık tenleri görülüyordu. Kimileri


atına eğersiz binmişti, istisnasız hepsinin belinde uzun kılıçları vardı.
Köye korku dolu bir karmaşa hakim olmuştu. Kaçıp saklanacak
zaman bulamamışlardı. Bu atlılar benim çok ilgimi çekmişti. Çünkü
hepsinin benimkinden bile koyu, maviye çalan karalıkta parlak saçla­
rı vardı. Hepsi yanık tenli, esmer, koyu renk gözlü adamlardı. Elmacık
kemikleri çıkık, beyaz dişleri iriydi ve suratlarının şişmişçesine ablak
bir görüntüsü vardı.
Onlara bakarken bir an için içimde büyük bir gurur duygusunun
kabardığını hissettim. Çünkü bu atlılar kara kaşları, kara gözleri, es­
mer tenleriyle aynı bana benziyorlardı. Bu köyün insanlarından ge­
ceyle gündüz gibi farklıydılar. Koyu tenli, esmer Kalmukların gelişiyle
yaşadıkları dehşet köyün sarışın halkının aklını başından almıştı .••
Bu arada atlılar hayvanlarıyla evlerin aralarına dağılmışlardı. Uni-
formasının bütün düğmeleri ilikli, kasketli tıknazca biri sağa sola
emirler yağdırmaktaydı. Adamlar atlarından indiler ve hayvanları
evlerin önündeki çitlere bağladılar. Eyerlerinin altından atın ve bini­
cisinin sıcaklığıyla yarı pişmiş etleri çıkardılar ve iştahla yemeye ko­
yuldular. Bir yandan da mataralarındaki içkileri birbiri ardına yuvar­
lıyor, tükürükler saçarak abuk sabuk konuşuyorlardı.
Bazıları çoktan kafayı bulmuştu bile. Evlerin kapısına dayanıp va­
kit bulup saklanmayı başaramayan kadınlara dadandılar. Köyün er­
kekleri ellerinde oraklarıyla kadınlarını koruyup kurtarmaya çabalı­
yorlardı. Bir Kalmuk'un elindeki kılıcı hızla indirdiği gibi birini boydan
boya ikiye ayırdığını görüp kaçmaya yeltenenler bu kez de kurşunla­
ra hedef olmuşlardı.
Kalmukların köyün dört bir yanına dağılmasıyla her yerden çığlık­
lar yükselmeye başlamıştı. Ben zaten onları gördüğüm gibi koşup köy
meydanındaki böğürtlen kümesinin altına girmiş, bir solucan gibi
kıvrılıp saklanmıştım.
Olduğum yerden etrafta olan biteni izliyordum. Köye tamamen bir
panik havası hakim olmuştu. Erkekler Kalmuklara karşı koymaya, ev­
lerini, kadınlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Silah sesleri giderek ço-
186 JERZY KOSINSKI

ğalıyordu. Başından kurşunlandığı için kendi kanından burnunun


ucunu göremeyen bir adam, yönünü kaybetmiş dönenip duruyordu
ortalarda. Kalmuklardan biri hemen oracıkta işini bitiriverdi adamın.
Çocuklar da dört bir yana dağılmıştı, korku içinde çitlerin ve hendek­
lerin üstünden atlayarak kaçışıyorlardı. Hatta bir tanesi benim sak­
landığım çalılara doğru koşarken beni fark edip geri kaçınca bir atın
altında kalarak ezildi.
Kalmuklar şimdi yarı çıplak bir kadını yakalamış, kulübeden dışa­
rı sürüklüyordu. Kadın çırpınıyor, çığlıklar atıyordu. Boşuna bir ça­
bayla kendini sürükleyen adamın bacaklarına yapışmıştı. Atlılardan
bazıları kadınları kızları ortalarına almışlar acımasızca kamçılıyorlar­
dı. Merhamet dilenmek için kendini ortaya atan babaları, kocaları,
ağabeyleri kovalayıp kamçılıyor, kılıçtan geçiriyorlardı. Çiftçilerden
biri kanlar fışkıran kopuk kolunu tutmuş, kendini oradan oraya atarak
ailesini arıyordu.
Biraz ötede yere yatırdıkları bir kadının boğazına yapışmıştı asker­
lerden biri, diğeriyse bacaklarını ikiye ayırmıştı. Adamlar alkış kıya­
met birbirini gaza getirirken çığlıklar içinde çırpınarak kurtulmaya
çalışan kadının üstüne çöküp sırayla ırzına geçtiler. Sonunda olduğu
yerde hareketsiz kalakaldı zavallı kadın.
Bu kez ortaya başka bir kadın getirildi. Bu kadının da çığlıklarına,
yalvarıp yakaııııalarına bakmadan çırılçıplak soyup yere yıktı Kalmuk-
lar. iki asker düşünülebilecek en iğrenç şekilde aynı anda tecavüz
etti kadına. Bu tecavüze ve kırbaçlanmaya dayanamayan bu kadın da
bir süre sonra kendinden geçti. Bu arada hemen yanı başlarında bir
başka grup ise iki genç kızı yakalamış, onları mide bulandırıcı şeyler
yapmaya zorlayıp art arda üstlerinden geçiyorlar, kızlar mücadele et­
tikçe tekme tokat girişiyorlardı.
Irzına geçilen kadınların kızların çığlıklarıyla inliyordu bütün köy.
Ellerinden kurtulmayı nasılsa başaran kızın teki ulurcasına sesler çı­
karak yarı çıplak fırladı evlerin birinden, bacaklarından aşağı kanlar
süzülüyordu. Hemen peşinden koşarak iki asker çıktı, onlar da yan
çıplaktı. Kahkahalar atarak kaba espriler yapan arkadaşlarının bakış-
BOYALI KUŞ 187

ları altında kızı meydanda yakaladılar. Çocuklar olanı biteni ağlaya


zırlaya izliyorlardı.
Kurbanlar duııııadan değişiyordu. Sarhoşluğun dibine vuran Kal­
muklar giderek azgınlaşıyor, azgınlaştıkça daha da sapıklaşıyorlardı.
Birbirini becermeye, birkaç kişi bir araya gelip yakaladıkları kadınla­
ra aynı anda tecavüz etmeye kadar vardıııııışlardı işi, hatta bunu ya­
rış haline getirmişlerdi. Aralarında yavaş yavaş köyün daha genç ve
güzel kızları için kavgalar da çıkmaya başlamıştı, oysa bu zavallılar
üst üste tecavüze uğramaktan paçavraya dönmüştü. Çığlıklarından
kadınların kim olduklarını ayırt eden kocalar ve erkek kardeşlerin
çaresiz haykırışları duyuluyordu kapalı tutuldukları evlerden.
Meydanın ortasında at sırtında ırza geçme becerilerini sergileyen-
ler vardı. içlerinden biri üniformasını çıkaııııış tamamen çıplak kal-
mıştı. Kıllı bacaklarının bir kısmını örten çizmelerinden başka bir şey
yoktu üstünde. Daireler çizerek atının üstünde birkaç tur attıktan
sonra arkadaşlarının getirdiği çıplak bir kadını yakaladığı gibi yüzü
kendine dönük şekilde önüne oturttu. Kadını atın yelesine doğru
uzandırdı. Tırıs giden hayvanın her hareketinden faydalanarak kadı­
nın ırzına geçerken, her saldırısında zafer dolu çığlıklar atıyordu. Se­
yirciler çılgınca alkışladı bu gösteriyi. Sonra asker kadını tuttuğu gibi
hızla çeviriverdi atın üstünde. Kadın da şimdi ata biner pozisyonday­
dı. Göğüslerine yapıştığı gibi bu kez arkadan saldırıya geçerek mari­
fetlerini sergiledi adam. Diğerlerinin gazına gelen bir başka adam da
atladı atın üstüne. Hayvan taşıdığı yükün ağırlığıyla inleyerek yavaş-
ladı. iki adam artık baygın durumda olan kadını bu kez aralarına
alarak iğrenç emellerine alet ettiler.
Bu mide bulandırıcı gösterilerin sonu gelmiyor, kızlar kadınlar bir
atlıdan diğerine elden ele dolaştırılıyorlardı. Adamlar işleri öyle azıt­
mışlardı ki artık, içlerinden biri bir kısrakla çiftleşmeye koyulurken
diğerleri de bacaklarından ayırdıkları genç bir kızı azdırdıkları bir
aygırın alnna itiyorlardı.
Yaşadığım korku ve içimde kabaran tiksintiyle saklandığım çalılık­
ların altında iyice büzüldüm. Artık her şeyi anlıyordum. Tanrı'nın be-
188 JERZY KOSINSKI

nim yakarıııalarıma neden kulak asmadığını, neden konuşma beceri­


mi benden aldığını, neden Garbos'un durup durup beni dövdüğünü,
neden tavandaki çengellerden sallandınldığımı çözmüştüm. Ben es­
merdim çünkü. Saçlarım ve gözlerim bu Kalmuklarınki gibi karaydı.
Besbelli onlarla birlikte başka bir dünyaya aittim. Benim gibi birisine
merhamet edilmesi mümkün değildi. Korkunç kader beni bu vahşiler­
le, bu zalimlerle aynı renk saç ve göz rengine mahkum etmişti işte.
Kulübelerden birinden aniden ak saçlı bir ihtiyar fırladı. Köylüler
onu ''ermiş'' diye çağırırlardı, kendisi de bir ermiş olduğuna inanıyor
olmalıydı çünkü iki eliyle kocaman tahta bir haç taşıyordu, başına da
sararmış meşe yapraklarından bir taç takmıştı. Gör·ıııı:=yen gözleriyle
gökyüzüne bakıyordu hep. ihtiyarlıktan yamru yumru olmuş, yara
bere içindeki çıplak ayaklarıyla yolunu bulmaya çalışıyordu. Okuduğu
ilahiler dişsiz ağzından bir ağıt gibi acıyla dökülürken elindeki haçı
göremediği düşmanlara doğru sallıyordu.
Askerler onu görünce bir anlığına bile olsa ayılmışlardı sanki . En
sarhoşlarının bile ne kadar rahatsız ve tedirgin olduğu gözden kaçmı­
yordu. Sonra içlerinden biri fırladığı gibi ihtiyara bir çelme takıp ada­
mı yere devirdi. Zavallı yere yıkılırken elindeki haçı düşürmüştü. Kal-
muklar dalgalarını geçmeye devam ediyorlardı. ihtiyar bir yandan
tutuk vücudunu doğrultmaya çalışırken bir yandan da kemikli, biçim­
siz ellerini uzatmış, düşürdüğü haçı bulmaya çalışıyordu. Ancak ne
zaman yakalayacak gibi olsa askerlerden biri haçı ayağıyla daha ile­
riye doğru iteleyerek onu engelliyordu. Emekleyerek ortada dolanır­
ken bitkin düşmüş, soluk soluğa kalmıştı adamcağız. Bir Kalmuk haçı
kaldırıp yere, ihtiyarın hemen yanına sapladı. Koca haç birkaç saniye
dikili kaldıktan sonra yerde yatan adamın üstüne devrildi bütün ağır­
lığıyla. Adamcağız son bir kez daha inledikten sonra tamamen hare­
ketsiz kaldı.
Tam o sırada bir askerin sürünerek kaçmaya çalışan bir kıza fırlat­
tığı bıçak yerini buldu. Toz toprak arasında kanlar içinde kalan kıza
kimse dönüp bakmadı bile. Sarhoş Kalmuklar kadınlan kızlara işken­
ce edip elden ele geçirmeye, dayakla iğrenç şeyler yapmaya zorlama-
BOYALI KUŞ 189

ya devam etmekteydi. içlerinden biri bir eve dalıp beş yaşlarında bir
kız çocuğunu çıkardı sürükleyerek. Sonra arkadaşları iyice görsün
diye çocukcağızı tutup havaya kaldırdı ve elinin tek bir hareketiyle
üstündeki elbiseyi yırttı. Bu arada çocuğun annesi yerlerde sürünüp
kendisinden merhamet dilenmekteydi. Adam kadının kamına bir tek­
me savurduktan sonra küçük kızı bir eliyle sıkıca tutarken diğer eliy­
le pantolonunun düğmeleri çözdü ağır ağır ve bacaklarından aşağı
indirdi. Olduğu yere çöküp yürek dağlayan çığlıkları arasında çocu­
ğun ırzına geçti. Yavrucuk boş bir çuval gibi yığılıp hareketsiz kaldı­
ğında da onu çalılıkların arasına fırlatıp anasına dönmüştü bile.
Bir evin kapı eşiğinde yan çıplak birkaç asker yapılı bir köylüyle
dövüşüyordu. Adam elindeki baltayı büyük bir öfkeyle sağa sola sa­
vuruyordu. Sonunda askerler adamı alt etmeyi başardılar ve korkudan
dili tutulmuş karısını saçlarından yakaladıkları gibi kulübeden dışan
sürüklediler. Askerlerden üçü üstüne oturarak adamı zapt ederken
diğerleri gözünün önünde kansını dövüp tecavüz ettiler.
Sonra iki kızını çıkardılar kulübeden dışarı sürükleyerek. Seyre
dalıp dikkatleri dağıldığı anda köylü kendisini zapteden Kalmukların
elinden kurtulduğu gibi yerinden fırladı ve en yakınındaki askerin
kafasına baltayı indirdi. Askerin kafası kırlangıç yumurtası gibi çatla­
dı önce. Sonra beyaz beyaz beyin parçalan fışkıran kanlara bulanarak
saçlarının arasından ortalığa saçıldı. Bunu gören diğer askerler öfke­
den deliye dönmüştü, köylünün etrafını •
çevirip adamı kontrol altına
aldılar ve bu kez ona tecavüz ettiler. işleri bitince de karısının gözleri
önünde adamın cinsel organını kestiler. Kadın çılgına dönmüştü, ısırıp
tırnaklayarak kocasını kurtaııııak için mücadele edince tuttukları gibi
zorla ağzını açtırdılar ve kanlı et parçalarını boğazından içeri tıktılar.
O sırada kulübelerden biri yanmaya başladı. Ortalık iyice karışmış­
tı, bu karışıklığı fırsat bilen birkaç köylü artık kendinde olmayan ka­
nlarıyla yeni ayaklanmış bebelerini sürükleyerel� ormana doğru kaç­
maya yeltendiler. Kalmuklar bunu fark edince arkalarından ateş et­
meye, bazılarının arkasından gidip atlarının ayaklan altında ezmeye
koyuldular. Ele geçirdiklerini de hemen orada dövüp işkence etmeye
1 90 JERZY KOSINSKI

başlıyorlardı.
Ben hala böğürtlenlerin altında saklanıyordum. Sarhoş Kalmuklar
etrafımda dört dönerken fark edilmeden orada daha uzun kalmam
pek mümkün görünmüyordu. Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum
artık, donup kalmıştım adeta. Gözlerimi yumdum.
Yeniden açtığımda içlerinden birinin bana doğru yalpalayarak gel­
diğini gördüm. Yere daha da yapıştırdım vücudumu, bir yandan nefes
bile almamaya çalışıyordum. Adam uzanıp birkaç böğürtlen kopardı,
ağzına attı. Bir adım daha atınca elimin üstüne basmıştı. Çizmesinin
topuğu ve tabanındaki çiviler etime saplandı. Acıdan ölüyorum san­
dım ama yine de ne ses çıkardım ne yerimden kımıldadım. Adam
tüfeğine yaslanarak üstüme işemeye başladıktan sonra bir anda den­
gesini kaybedip üstüme düşünce bu kez yattığım yerden fırlayıp kaç­
maya yeltendim. Ama asker beni yakaladığı gibi tüfeğinin dipçiğini
göğsüme indirdi, içimde bir şeylerin çatırdadığını hissettim. Yere yı­
kılmıştım ama bir şekilde attığım çelmeyle adamı sendeletmeyi de
başaı·ııııştım. Arkamdan silahını ateşledi asker, ben kendimi korumak
için kulübelere doğru zikzaklar çizerek koşmaya başladım. ilkinde
ıskalamasına rağmen bir kez daha ateşledi silahını adam. Ahırlardan
birinin duvarından bir tahta parçası söküp içeri daldım ve kendimi
samanların altına atıp saklandım.
İnsanların canhıraş çığlıkları, ineklerin böğürtüleri, tüfek sesleri,
ateşe verilen kulübelerin ve ahırların çökerken çıkan çatırtıları, atların
kişnemeleri ve Kalmukların kaba saba bağırışları ve kahkahaları sak­
landığım yere kadar geliyordu. Zaman zaman bir kadının iniltisi du­
yuluyordu. Her kımıldanışımda canım yansa da iyice saklanmak için
kendimi zorlayarak samanların daha dibine girmeye çalışıyordum.
Göğsümün içinde kırılan şeyin ne olduğunu düşünerek elimi kalbimin
üstüne koydum: hala atıyordu. Sakat kalmak istemiyordum. Bütün
gürültülere ve hissettiğim korkuya rağmen yorgunluğa yenik düşüp
uyuyakalmışım.
Sıçrayarak uyandım. Ahır güçlü bir patlamayla sarsıldı. Tavandaki
kirişler düştü, toza dumana bulandı ortalık, göz gözü görıııez oldu.
BOYALI KUŞ 191

Uzaklardan hiç durmaksızın gelen makineli tüfek takırtılarına tek tük


atılan tabanca ve yaklaşan tank sesleri de karışıyordu. Tedbiri elden
bırakmadan dışarıya bir göz attığımda sarhoş Kalmukların panik için­
de top tüfek seslerinden huzursuzlanan atlarına binmeye çalıştıkları­
nı gördüm. Çoğu yan çıplaktı hala. Bu seslerinin nehir ve orman ta­
rafından geldiğini fark etmiştim. Kanatlarına birer kızıl yıldız kondu­
rulmuş bir uçak köyün üstünden neredeyse damları yalayarak geçti.
Top atışları duııııuştu ama tank sesleri giderek yaklaşıyordu. Sovyet
birlikleriydi gelen, yani Kızıl Ordu'ydu.
Kendimi sürüyerek dışarı çıkmaya çalışırken göğsümün ortasına
••
korkunç bir acı saplandı, olduğum yerde kaldım. Oksürmeye başladı-
ğımda kan kustuğumu gördüm. Binbir zorlukla tepeye ulaşmayı ba­
şardım. Nehrin iki yakasını birleştiren köprü artık yoktu. O büyük
patlamayla havaya uçmuş olmalıydı. Orman tarafından doğru ilerle­
yen tankların hemen arkasından sanki pazar gezmesine çıkmışçasına
keyifle yürüyen miğferli askerler geliyordu. Kalmuklar köye yakın
samanlıkların arkasına sinmiş saklanıyorlardı. Tankları görünce elle­
rini kaldırarak yalpalaya yalpalaya çıktılar saklandıkları yerden. Tes­
lim olurken tabancalarını, tüfeklerini palaskalarıyla birlikte oldukları
yere bırakmışlardı. Kimisi hemen dizlerinin üstüne çöküp merhamet
dilenmeye başlamıştı bile. Kızıl Ordu askerleri süngüleriyle dürtüp
ittirerek hepsini ortaya topladı. Kısa süre içinde Kalmukların hepsi ele
geçirilmişti. Başıboş kalan atları tarlalara yayılmış, otlamaya koyul­
muşlardı.
Tankların gelişi durmuştu ama arkadan yeni birlikler gelmeye de-
vam ediyordu. Nehrin üstünde dubalı bir köprü belirdi. istihkamcılar
bir araya gelmiş havaya uçan köprüyü inceliyorlardı. Uçaklar köyün
üstünde pike yaparak adeta keyifle uçuyordu. içimde bir şeyler kırıl-
mıştı sanki, savaş bitmiş gibi görünüyordu.
Köyü çevreleyen tarlalarda harıl harıl bir çalışma başlamıştı. Bir
yandan çadırlar dikiliyor, sahra mutfakları kuruluyor, diğer yandan
telefon kabloları çekiliyordu. Yeni gelenler farklı bir dilde konuşup
şarkılar söylüyorlardı. Bu dilin Rusça olduğuna hükmettim.
192 JERZY KOSINSKI

Köylüler endişeli bakışlarla izliyorlardı Kalmukları andıran yeni


••
gelenleri. Ozbek ve Tatar kökenli Kızıl Ordu askerlerini gören kadınlar
korkuyla çığlıklar atarak oldukları yerde adeta büzüşüyorlardı oysa
bu adamlar herkese samimi bir yakınlık göstererek yaklaşıyorlardı.
Bir grup köylü ellerinde acemice boyanmış orak çekiçli bayrakla­
rıyla uygun adım yürüyerek gelince askerler onları tezahüratlarla
karşıladı. Bölük komutanı grubu karşılamak için sahra çadırından
çıktı, hepsinin tek tek elini sıkarak içeri davet etti. Köylüler mahcup
ve çekingen kasketlerini çıkardılar, bir süre ellerindeki bayraklarını ne
yapacaklarını bilemeden sağa sola bakındılar, sonra kıııııızı bayrakla­
rı çadırın dışında bırakıp içeri girdiler.
Üstünde kızıl haç işareti olan beyaz bir kamyonun yanında beyaz
önlüğüyle bir doktor ve yardımcısı yaralı kadın ve çocuklara bakmaya
başlamışlardı bile. Kamyonun çevresini saran kalabalık merakla dur­
muş neler yapıldığını izliyordu.
Çocuklar askerlerin peşinden koşup şeker istiyorlar, onlar da ço­
cukları elleri boş göndeı·ıııiyor hatta sevecenlikle kucaklayıp oyunlar
oynuyorlardı.
,,
Oğlen olduğunda bütün köy Kızıl Ordu askerlerinin esir aldığı Kal-
mukları nehir kıyısındaki meşe ağaçlarına astığı haberiyle çalkalan­
maya başlamıştı. Göğsümün ve elimin acısıyla onca zorlandığım hal­
de meraklı köy kalabalığının peşine takılıp ben bile kendimi nehrin
oraya sürüdüm.
Azınan çanı kozalakları gibi havada sallanıp duran Kalmukları çok
uzaktan bile görıııek mümkiindü. Elleri ayakları bağlanarak bir ağaç­
tan baş aşağı sallandırılmıştı her biri. Güler yüzlü Sovyet askerleri
gazete kağıtlarına sigara sararak sakin sakin dolanıyorlardı ortada.
Yanlarına kimsenin yaklaşmasına izin verilmese de, tecavüzcülerini
tanıyan kadınlardan bazıları ağaçlara asılı bedenleri küfürlerle lanet­
leyerek taşlamaya başladılar. Sinekler Kalmukların etrafında vızılda­
yarak dolaşıyor, karıncalar ve diğer böcekler ağızlarından burunların­
dan girip kulaklarında yuvalanarak oradan darmadağınık saçlarının
arasına dalıyor, gözlerinde geziniyorlardı. Yığınlarla gelip adeta en
BOYALI KUŞ 193

kral yerleri kapmak için birbirleriyle dalaşıyorlardı.


Ateşte tütsülenmeye bırakılmış domuz sosislerine benziyordu rüz­
garda salınıp duran bedenler. Bazıları durup durup bir silkinmeyle
boğuk sesler çıkararak, bazıları ise fısıltı halinde dışa vuruyordu acı­
sını. Bazıları ise çoktan can veııııişti. Yuvalarından dışarı uğramış gi­
bi görünen gözleriyle bomboş bakıyorlar, fırtlamış boyun damarlarıy­
la iyice ürkütücü bir görüntü sergileyerek öylece asılı duruyorlardı.
Köylüler yakınlarda bir yerde kocaman bir şenlik ateşi yaktılar, Kal­
muklara bakıp yaptıkları eziyetleri hatırlayarak hak ettiklerini düşün­
dükleri sonun keyfini çıkarmaya koyuldular.
Aniden esmeye başlayan rüzgarın ağaçları sallamaya başlamıştı.
Esintiyle adamların ağaçlara asılı bedenleri havada daireler çizerek
dalgalanıyordu. Onları izleyerek bayram eden köylüler telaşla ıstav­
roz çıkarmaya koyuldular. Ben hemen sağıma soluma bakındım, san­
ki ölümün kokusunu almıştım ve ölüm meşe ağaçları arasında haşarı
çocuklar gibi dolaşıp, elleriyle dallarından sarkan bedenleri okşayarak
etraflarını yarı saydam bedeninden yayılan örümcek ağlarıyla ören
ölü Marta'da vücut bulmuştu. Hayalet adamların kulaklarına tatlı tat­
lı sözler fısıldayıp kandırarak yüreklerine damla damla serinlik serpi­
yor, sonra da boğazlarına yapışıyordu.
••

Olüm şimdi her zamankinden daha yakınımdaydı. Hava kadar ha-


fif bir kumaşa dokunurcasına neredeyse elimi değdiriyordum ona,
buğulu gözlerine bakabiliyordum. Gelip tam önümde durdu, saçını
başını düzeltip kırıtarak beni kendisiyle buluşmaya davet ediyordu
şimdi. Ondan korkmuyordum zaten, beni alıp ormanın ötesine, ateş­
li fokurtularına dalların uzandığı dipsiz bataklıklara, geceleri hortlak­
ların çiftleşirken çıkardığı gürültülerin insana ağaç tepelerinde esen
keskin rüzgarların çıkardığı ses gibi, hatta uzak bir odadan yayılan
keman sesi gibi geldiği diyarlara götürmesini umuyordum.
Elimi uzattım beni alması için, ama o hışırdayan yapraklar ve dal­
larına asılı cesetlerle yüklü ağaçların arasında gözden kayboluvermiş­
ti.
Sanki içime bir ateş düştü o an. Başım dönüyordu, buz gibi ter
194 JERZY KOSINSKI

döküyordum. Nehre doğru yürümeye başladım. Rüzgarın serin esin­


tisi beni biraz olsun kendime getirdi, bir ağaç kütüğünün üstüne çök­
tüm.
Nehir burada oldukça genişleyerek akıyordu. Kırık dallar, tahta
parçalan, kumaşlar suyun deli akıntısına kapılmış döne döne sürük­
leniyordu. Gözüme suda iyice şişmiş ölü bir at ilişti. Hatta bir ara
çürümeye başlamış bir insan ölüsünün suyun yüzeyine çıkmak üzere
olduğunu gördüğümü sandım. Sonra akıntı duruldu, su berraklaştı.
Ardından önümden yığınlar halinde ölü balıklar geçti, patlamalarla
ters yüz olup su yüzüne çıkmış olmalıydılar. Uzun zaman önce gök­
kuşağının peşine takılıp geldikleri bu nehirde sanki artık onlara yer
yoktu.
Soğuk iliklerime işlemişti, titriyordum. Efsunlu bakan kara gözlü
bir çocuğu nasıl karşılayacaklarını bilmiyordum gerçi ama Kızıl Ordu
askerlerine yanaşmaya karar verdim yine de. Sıra sıra asılı bedenlerin
yanından yürüyerek geçerken göğsüme dipçiğini indiren adamı görür
gibi oldum. Her yanını böcekler saıııııştı, ağzı açık, havada öylece
dönüp duruyordu. Yüzünü daha iyi görmek için kafamı kaldırdığım
anda göğsüme yeniden bıçak gibi bir acı saplandı.

Haftalar sonra taburcu edildim sahra hastanesinden. 1944 yılının
bahar aylarıydı. Kalmuk'un dipçiğiyle artık nerem kırılıp parçalandıy­
sa göğsümde hissettirdiği korkunç acı geçmiş, tamamen iyileşmiştim.
Korktuğum gibi olmamıştı. Sovyet askerleri onlarla kalmama ses
çıkaııııcıdılar ama bu durumun da geçici olduğunun farkındaydım.
Tahminimce yeniden cepheye gitme emrini aldıklarında beni köyler­
den birinde bırakacaklardı. Askerler konaklamak için nehir kenarını
seçip düzenlerini oturtmuşlardı, yani pek cepheye gidecek gibi de
görünmüyorlardı. Zaten bu birlik çoğu yeni silah altına alınmış, savaş
başladığında çocuk yaşlarda olan gençlerden oluşan bir muhabere
birliğiydi. Askeri araçları, topları tüfekleri, telgraf ve telefon cihazları
yepyeniydi, belli ki hiç savaş görmemişlerdi. Çadırların bezleri, asker­
lerin üniformaları solacak kadar güneşe bile maruz kalmamıştı.
Uzak cephelerde devam ediyordu savaş. Alman ordusunun ve bit­
kin müttefiklerinin uğradığı yenilgilere dair haberler yayınlanıyordu
her gün radyoda. Askeı·ler bir araya gelip radyo başına toplanıyor, bu
haberleri dikkatlice dinledikten sonra daha büyük bir şevk ve gururla
askeri eğitimlerine geri dön.üyorlardı. Ai]eleriı1e ve arkadaşlarına yaz­
dıkları mektuplarda savaş sona ermeden düşmanla karşı karşıya gel­
me ve çarpışma imkanı bulabileceklerinden pek emin olmadıkların­
dan, çünkü o zamana kadar kendilerinden kıdemli ağabeylerinin Al­
manların işini çoktan bitirmiş olacağından bahsediyorlardı.
Birliğe sakin ve düzenli bir yaşam hakimdi. Geçici olarak inşa edi­
len havaalanına her birkaç günde bir inen çift kanatlı uçakla postalar
ve gazeteler getiriliyordu. Askerler memleketlilerinden yıkılan evleri­
nin ve köylerinin yeniden kurulmaya başladığı haberlerini alıyorlardı .
1 96 JERZY KOSINSKI

Gazetelerde bombalanarak harabeye dönmüş Sovyet ve Alman şehir­


lerinin, yıkılmış kalelerin, ucu bucağı görünmeyen sıralara dizili saçı
sakalı birbirine karışmış Alman savaş esirlerinin boy boy fotoğrafları­
nı göııııek mümkündü. Savaşın sonunun yaklaşmakta olduğu lafları
askerler ve subaylar arasında giderek daha sıklıkla konuşulmaya baş­
lamıştı.
Benimle özellikle iki adam ilgileniyordu. Bunlardan birisi birliğin
siyasi komiseri olan Gavrila idi. Nazi istilasının daha ilk günlerinde
bütün ailesini kaybettiği söyleniyordu Gavrila'nın. Diğeri ise keskin
nişancılık eğitmeni olan Manyak Mitka idi.
Birilerinin benimle ilgilenmesi, kanatlarının altına alması hoşuma
gidiyordu. Gavrila benimle birliğin sahra kütüphanesinde her gün
saatlerini geçiriyordu. Bana okumayı da öğretmişti. Artık on bir ya­
şından büyük olduğumu, Rusya'da benim yaşımdaki çocukların oku­
ma yazma şöyle dursun gerektiğinde düşmanla çarpışmayı bile bildi­
ğini söylüyordu. Ben de artık çocuk muamelesi görmek istemiyordum,
bu yüzden deli gibi çalışıyor, sürekli askerlerin davranışlarını gözlem­
leyip onları taklit ederek yol yordam öğrenmeye çalışıyordum.
Kitaplar müthiş etkiliyordu beni. Üstünde harfler basılı o basit ka­
ğıt sayfalardan insanın yalnızca duyularıyla algılayarak yakaladığı
gerçek dünyalar yaratmak mümkündü. Hatta daha da ileri gidip kitap
dünyasının bir şekilde günlük hayatın sunduğundan çok daha zengin
ve leziz tatlar sunduğunu bile söyleyebilirdim. Tıpkı konservelenmiş
etlerin insana daha lezzetli gelmesi gibi bir şeydi bu. Hayatın içinde
gerçekten kim olduğunu bilmediğin bir sürü insan tanıyordun ama
kitaplardaki insanların aklından neler geçirdiklerini, neler hissettik­
lerini, neler planladıklarını da bilebiliyordun.
Hayatımın ilk kitabını Gavrila'nın yardımıyla okudum. Adı ''Çocuk­
luğum'' olan kitabın kahramanı tıpkı benim gibi küçük bir oğlan ço­
cuğuydu ve kitabın daha ilk sayfasında babasını kaybediyordu. Defa­
larca okudum bu kitabı, her okuduğumda içim yeniden umutla dolu­
yordu. O küçük oğlanın da hiç kolay bir yaşamı yoktu. Gavrila'nın
anlattığına göre o da annesinin ölümünden sonra yapayalnız kalıyor,
BOYALI KUŞ 197

başına gelen onca şeye rağmen çok büyük bir adam olmayı başarıyor­
du. Bu oğlan çocuğu en büyük Rus yazarlarından biri olan Maksim
Gorki'ydi. Sahra kütüphanesinin raflarının çoğunu onun eserleri dol­
duruyordu. Dünyanın her yerinde insanların tanıdığı bir yazardı.
Şiiri de çok seviyordum. Şiirler dualara benzeyen bir biçemde ya­
zılıyordu ama çok daha güzel, çok daha anlaşılırdı. Ancak şiirlerin ne
ömrünün ne de günahlarının bağışlanmasına bir yararı yoktu. Şiir
böyle şeyler için değil, zevk almak için okunurdu. Şiir okurken bir ağ
gibi örülerek işlenen süslü, incelikli ve ahenkli sözler yağ gibi kayar
giderdi. Her şeye rağmen kitap okumak benim asıl işim değildi. Gav­
rila'yla olan derslerim çok daha önemliydi.
Dünya düzeninin Tanrı ile hiçbir ilgisi olmadığını, Tanrı'nın da
dünyayla işi olmadığını ondan öğrendim ben. Bunun sebebi de gayet
basitti. Tanrı diye bir şey yoktu. Batıl ve boş inançlı aptalları kandır­
mak için cin fikirli din adamlarının uydurduğu bir şeydi Tanrı. Ne
Tanrı vardı ne kutsal baba, oğul ve ruh, ne Şeytan vardı ne hayalet,
ne mezarından. fırlayan hortlaklar vardı, ne de günahkarları bulup
kapana kıstıııııak için her yerde ve her zaman tepemizde dolaşan bir
ölüm meleği. Bütün bunlar kendi gücüne inancı olmadığı için Tanrı
kavramına sığınıp ona inanmayı seçen, dünyanın doğal işleyişini kav­
ramaktan yoksun cahil insanları kandırmak için uydurulmuş masal­
lardı.
Gavrila'ya göre, insan iyisiyle kötüsüyle kendi kaderini kendisi be-
lirlerdi, geleceğinin tek hakimi yine kendisiydi. işte tam da bu yüzden
her birey tek tek çok önemliydi, ne yapmak istediğini, neyi hedefledi­
ğini bilmesi yaşamsal değer taşımaktaydı. Kendi yaptığından yalnız
kendisinin sorumlu olduğuna inanan herkes müthiş bir yanılsamanın
içinde demekti. Diğerleri gibi onun davranışları da ancak toplumun
en üst katmanında yer alanlar tarafından algılanabilecek bir model
oluştuııııaktaydı. Bir kadının elindeki iğneyi gelişigüzel batırıp çıka­
rarak ortaya bir örtü üstündeki çiçek desenlerini çıkaııııctsı gibi bir
şeydi bu.
İnsanlık tarihinin kuralıydı bu. Bir zaman gelir, adı sanı belli olma-
1 98 JERZY KOSINSKI

yan sayısız insan kalabalık.lan arasından, biri çıkıverirdi. insanların


sağlık ve mutluluk içinde yaşamasını isteyen bu bilge kişi dünyevi
konular için ilahi yardımın gelmesini beklemenin hiçbir faydası olma­
dığını anlatırdı kalabalıklara. Ve tıpkı rengarenk ipliklerle oluşturula­
cak karmaşık bir desenin altından kalkabilecek bir nakışçı gibi bilgi
birikimi ve tecrübeye sahip biri davranış ve düşünceleriyle toplumla­
ra öncülük edebilirdi zaten.
Sahra kütüphanesinde, sahra hastanesinde, dinlenme salonunda,
asker çadırlarında hep böyle büyük adamların portreleri ve fotoğraf­
lan asılıydı. Uzun uzun çoğu artık hayatta olmayan bu bilge adamla­
rın yüzlerine bakardım. Kimilerinin isimleri kısacıktı ancak dillere
destandı. Kimileri uzun sakallıydı. Resmi diğerlerinden daha büyük
ve daha görkemli olan içlerinde en yakışıklısıydı ve hala hayattaydı.
Zaten K1zıl Ordu onun liderliğinde ve komutasında Almanları yeniyor,
diyordu Gavrila. Bütün insanları özgürlüğüne kavuşturarak herkesi
eşit kılan yeni düzeni de o getirecekti. Ve yeni düzende zenginle fakir
arasındaki fark ortadan kalkacak, kimse kimseyi sömürmeyecek, kim­
se kimseyi gaz odalarında can vermeye mahkum edemeyecekti. Gav­
rila da dahil olmak üzere birlikteki tüm diğer subaylar ve görevliler
sahip oldukları her şeyi, eğitimlerini, rütbelerini, evlerini barklarını
bu büyük adama borçluydu. Kütüphaneler raflarındaki koca koca,
parlak ciltli kitaplarını ona borçluydu. Ben askeri doktorlardan gör­
düğüm ilgi ve bakımla iyileşmemi ona borçluydum. Her Sovyet vatan­
daşı sahip olduğu her şeyi bu adama borçluydu.
Bu adamın adı Stalin idi.
Bez duvarlardaki fotoğraflarında şefkatle bakan gözleriyle hoş bir
yüzü vardı. Sanki uzun zamandır görmediğimiz, kollarını bizi kucak­
lamak istercesine uzatan sevecen bir amca ya da dedeydi o. Gavrila
bana Stalin'in hayat hikayesini okuyor ve anlatıyordu. Daha benim
yaşlarımda bir çocukken bile Stalin temel sosyal haklar ve imkanlar­
dan yoksun insanların hakları için mücadele eden, yüzyıllardan bu
yana acımasız zenginlerin yoksulları sömürmesi üzerine kurulu düze­
ne karşı çıkan biriymiş.
BOYALI KUŞ 1 99

Durup durup Stalin'in fotoğraflarını inceliyordum. Belli ki gençli­


ğinde de siyah saçları da, kara gözlerinin üstündeki kara kaşları da
gür ve fırça gibiymiş, sonralan buna kalın bıyıklar eklenmiş. Aslında
benden çok daha fazla benziyordu bir Çingene'ye. Siyah üniformalı
Alman subayının öldürdüğünden de, demiryolunda köylülerin buldu­
ğu oğlan çocuğundan da çok daha fazla benziyordu bir Yahudi'ye.
Neyse ki çocukluğunda benim yaşadığım köylerde yaşamak gibi bir
şanssızlığa uğramamıştı. Esmerliği yüzünden benim gibi durmadan
dayak yemiş olsaymış, üzerine saldıran köpekleri ve köy çocuklarını
savuşturmakla uğraşsaymış hayatlarını iyileştirıııek için başkalarına
yardım edecek zamanı nereden buluııııuş Stalin?
Stalin Gürcü'ymüş. Yalnız Gavrila Almanların Gürcüleri de yakarak
yok etmeyi planlayıp planlamadığından hiç bahsetmemişti. Ama fo­
toğraflarda Stalin'in etrafındaki insanlara baktığımda, Almanların bu
insanları ele geçirdiğinde bir dakika bile tereddüt etmeden onları da
fırınlara tıkacağından bir an bile kuşku duymuyordum. Çünkü hepsi
de yanık tenli, siyah saçlı ve kara gözlü insanlardı.
Moskova, Stalin orada yaşadığı için, ülkenin kalbinin attığı yer
olmasının yanı sıra bütün dünya emekçilerinin hayalini kurduğu şe­
hirdi. Askerler Moskova'yı konu alan marşlar söyler, yazarlar bu şehir
üzerine kitaplar, şairler şiirler yazarlardı. Moskova'da geçen filmler
yapılır, şehir hakkında müthiş hikayeler anlatılırdı. Anlaşılan şehrin
sokaklarının çok derinlerinde yaşayan dev köstebekler gibi trenler
vardı. Işıltılı vagonlarıyla şehrin altında kayarcasına ilerleyerek en
görkemli kiliselerdekilerden bile daha güzel mermerlerle ve mozaik­
lerle süslenmiş istasyonlarda duruyordu.
Stalin'in evi Kremlin'di. Burası eski sarayların ve kiliselerin bir
arada bulunduğu etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir alandı. Bu duvar­
ların ardından tarihi yapıların kökleri gökyüzüne doğru uzanan kır­
mızı dev turplar gibi görünen kubbeleri seçilirdi. Bazı fotoğraflarda
Stalin'in hocası Lenin'in de Kremlin'de yaşadığı yer görülüyordu. As­
kerlerin kimisi Leninci, kimisi ise Stalinci idi. Bu tıpkı bazı köylülerin
Tanrı'yı oğlundan, diğerlerinin ise oğlunu Tann'dan daha yüce gör-
200 JERZY KOSINSKI

mesi gibi bir şeydi.


Askerler Stalin'in Kremlin'deki çalışma odasının ışıklarının gece
geç saatlere kadar yandığın anlatırlardı. Dünyanın bütün emekçileri
gibi Moskovalıların da içleri geleceğe dair heyecan ve umutla dolardı
bu pencerelere bakınca. Çünkü büyük Stalin işte o pencerelerin geri­
sinde oturmuş onlar için çalışıyor, bir yandan işçi sınıfını koruyup
kollarken diğer yandan onların düşmanlarını yenip, savaşı kazanmak
için en iyi ve doğru yöntemleri tasarlıyordu. Dünyanın neresinde olur­
sa olsun baskı ve zulüm altında yaşayan, ezilen halkların esenliğinden
başka bir şey yoktu onun kafasında. Kurtuluşları yakındı ve işte Stalin
bunu en kısa sürede hayata geçirmek için gece gündüz çalışıyordu.
Gavrila'dan bütün bu öğrendiklerimi hazmetmek için uzun uzun
düşünüyordum tarlalarda dolaşırken. Dua etmekle harcadığım za­
manlar için öyle pişmandım ki şimdi. Tanrı, kutsal oğlu, anası, önem­
lisi önemsiziyle bütün o azizler hakikaten yoktularsa benim ettiğim
onca dua uçup nerelere gitmişti öyleyse? Yuvaları haylaz çocuklar
tarafından dağıtılınca sürüler halinde döne döne gökyüzünde uçan
kuşlar gibi başıboş dolanıp duruyor muydu benim dualarım? Yoksa
tıpkı kaybettiğim sesim gibi gizli bir yerde tutsak edilmiş, yeniden
ortaya çıkmak için çırpınıp durmakta mıydı?
Hele o dualardaki bazı sözleri hatırlayınca kendimi korkunç şekil­
de aldatılmış hissediyordum. Gavrila çoğunun hiçbir anlam taşımayan
sözlerden oluştuğunu söylemişti. ••
Nasıl olup da bunu daha önce fark
etmediğimi anlayamıyordum. üte yandan da aslında din adamlarının
kendilerinin de Tanrı'ya inanmayıp, onu diğer insanları kandırmak
için kullandıklarına inanmakta güçlük çekiyordum. Peki, Katolik ol­
sun, Ortodoks olsun kiliselere ne demeliydi? Onların da sırf Tanrı'nın
sahip olduğu düşünülen inanılmaz güç üzerinden insanları korkutup,
onların ruhban sınıfı desteklemesini sağlamak için kurulduğunu söy­
lüyordu Gavrila. Papazlar iyi niyetli ve dürüstlerse eğer, bir gün bir­
denbire Tanrı diye bir şey olmadığını, en yüksek kilise kubbesinin
üzerinde kızıl yıldızlı kanatlarıyla uçakların uçtuğu uçsuz bucaksız bir
gökyüzünden başka bir şey olmadığını anlayıverdiklerinde ne olacak-
BOYALI KUŞ 201

tı zavallılara o zaman? Ettikleri tüm duaların, mihrabın başında yap­


tık.lan ayinlerin, insanlara verdikleri vaazların en ufak bir değeri ve
önemi olmadığını, bütün bunların yalnızca bir aldatmaca olduğunu
öğrendiklerinde ne yapacaklardı?
Bu korkunç gerçeğin indirdiği darbe, bir evladın henüz kaybettiği
babasının cansız bedenine son kez baktığında duyduğu acıdan çok
daha büyük olacaktı. Çünkü hem ölen hem geride kalan için Tann'ya
inanıp onun varlığına sığınmak her zaman rahatlatıcı bir duygu ol­
muştu, bu yüzdendir ki insanlar bu dünyadan genellikle evlatlarının
yanında göçerlerdi. Doğanın kanunu böyleydi. Ölenler, kendileri git­
tikten sonra Tanrı'nın evlatlarını koruyup kollayacağını düşünerek
teselli bulurken, kalanlar da sevdiklerinin mezara girdikleri anda on­
ları Tanrı'nın karşılayacağına inanarak rahatlarlardı. Tanrı kullarının
dualarına kulak verip, işledikleri sevapların çetelesini tutamayacak
kadar meşgul olsa bile, onlar Tanrı'yı bir an bile akıllarından çıkarma­
dan sürdürürlerdi yaşamlarını.
Gavrila'nın öğrettikleriyle içimi giderek daha büyük bir güven duy­
gusu dolduruyordu. Bu dünyada iyiliğe ulaşmanın daha gerçekçi yol­
ları vardı, zaten Komünist Parti üyeleri gibi bazı insanlar ömrünü
bunu yapmaya adamıştı.
Halkın içinden seçilerek özel bir eğitimden geçirilen bu insanlara
özel görevler veriliyordu. Görevlerine, dava ne gerektiriyorsa yapma­
ya, her türlü yokluğa,

zorluğa hatta ölüme bile dayanacak şekilde
hazırlanıyorlardı. insanlara davranışlarını anlamsız karmaşalar ola-
rak değil de belli bir şablonun parçaları olarak değerlendirecekleri bir
mesafede durup, olaylara da öyle bakacak şekilde eğitilirlerdi. Çünkü
Parti en • usta nişancıdan bile daha geniş ve keskin bir bakış açısına
sahipti. işte tam da bu yüzden Parti üyelerinin her biri olayların yal-
nızca anlamını kavramakla kalmaz, onları şekillendirerek yeni hedef­
lere doğru yönlendirirdi. Ve yine bu yüzden hiçbir şey şaşırtmazdı
Parti üyelerini. Bir lokomotif için motor neyse, işçi sınıfı için de Parti
oydu. Halkı en iyi ve doğru hedeflere yönlendiren, yaşamlarını iyileş­
tirmenin kısa yollarını gösteren yalnızca Parti'ydi. Ve Stalin de bu
202 JERZY KOSINSKI

motorun istimini ayarlayan mühendisti.


Uzun ve zorlu geçen Parti toplantılarından hep bitkin, sesi çatal­
laşmış olarak dönerdi Gavrila. Sıklıkla düzenlenen bu toplantılarda
Parti üyeleri değerlendirmelerini gerek eleştiri gerekse övgü şeklinde
yaparken kendi özeleştirilerini de verirlerdi. Çevrelerinde olan biten­
lere hakkında hepsinin bilgisi olurdu. Papazların ve toprak ağalarının
etkisiyle kendilerine zarar verecek faaliyetlerde bulunacak gibi görü­
nenleri erken davranıp engelleme yoluna giderlerdi. Parti'nin çelik
gibi sağlam olmasının en önemli nedeni Parti üyelerinin birbirlerini
sürekli kontrol altında tutmasıydı. Parti üyeleri gençler, yaşlılar erler
ve subaylar arasından seçilenlerden oluşmaktaydı. Parti'nin gücü tıp­
kı bir arabanın ilerlemesini engelleyen kırık tekerleğin hemen değiş­
tirilmesi gibi içindeki kötü ve işe yaramazlardan hızla kurtulmayı
becerebilmesinden gelir, diye açıklıyordu Gavrila. Bu kendini arındır-
ma işinin yapıldığı yer Parti toplantılarıydı. işte yine burada üyeler
gerekli katılık ve dayanıklılığı kazanmaktaydılar.
Parti üyelerinin insanlar üzerinde etki sahibi olmak gibi müthiş bir
özelliği vardı. Şöyle bir bakıldığında sıradan, diğerleri gibi giyinmiş,
diğerleri gibi çalışan ve dövüşen biri gibi dururlardı. Büyük bir ordu­
nun neferleri gibiydiler. Parti üyesi olması olası kişi üyelik kartını üni­
forıııasının yüreğinin tam üstündeki cebinde taşıyor olurdu. Bunu fark
eder etmez o kişi tıpkı ışığa hassas fotoğraf kağıdının karanlık odada
suyla buluştuğu anda değişime uğraması gibi benim gözümde öyle
farklılaşıyordu ki, en iyi, en bilge kişilerden biri haline geliveriyordu.
O seçilmiş kişinin düşünceleri bir kasa patlayıcıdan daha güçlüydü.
Konuşmaya bir başladı mı anında susulur, o dinliyorken kelimeler
daha özenle seçilerek konuşulurdu.
Sovyet dünyasında önemli olan insanın kendini nasıl gördüğü de­
ğildi. Değerlendirme kriteri diğerlerinin onu nasıl gördüğüydü, değe­
ri böyle belirlenirdi. Bu dünyada yalnızca ''Kolektif' diye adlandırılan
grup birinin değerini ve önemini değerlendirecek yetkinliğe sahipti.
O kişinin nasıl daha faydalı hale getirileceğine ya da sağladığı fayda­
ların daha aza nasıl indirgeneceğine bu grup karar verir, o da diğer-
BOYALI KUŞ 203

lerinin kendi hakkındaki düşünce ve yargılarına göre kendini yeniden


biçimlendirirdi. Gavrila bir insanın kendi içinde sakladığı kişiliği keş-
fetmesinin hiç bitmeyen bir süreç olduğunu söylerdi. insanın derinle-
rinde bir yerlerde pusu kurmuş bekleyen bir casus, bir işçi sınıfı yani
halk düşmanı olmadığını bilmesinin yolu yoktu. işte tam da bu yüzden
insan daima çevresindeki eşinin, dostunun, ailesinin gözetimi altında
olmalıydı.
Gavrila'nın içinde yaşadığı dünyada bir insanın gereğinde tokat­
lanmayı, gereğinde öpülmeyi, yeri geldiğinde fark edilmemeyi seçen
değişik yüzleri olabilirdi. Her an, her dakika mesleki yetkinliği, ailevi
durumu, kolektif çalışmalarındaki başarısı ve Parti içindeki başarısı
ilgili kıstaslarla dikkatlice değerlendirilmeliydi ki kendi yerini alacak
olan ya da yerine geçeceği kişiyle karşılaştırılması doğru sonuçlar
versin! Parti, insanları çok farklı mercekler altında şaşmaz bir hassa­
siyetle inceleme altına alırdı. Ve bu inceleme ile ortaya kimsenin asla
tahmin edemeyeceği sonuçlar çıkabilirdi.
Parti üyesi olmak kesinlikle en büyük hedefti. Ancak zirveye giden
yol büyük engellerle doluydu. Birlikteki yaşantıyı gözlemleyip daha
çok şey öğrendikçe Gavrila'nın dünyasının ne kadar kaııııaşık oldu­
ğunu daha net görebiliyordum. En tepeye çıkmak için aynı anda pek
çok basamağı çıkmak zorundaydı insan. Mesleğindeki başarı basa­
maklarında yolu yarılamışken, siyasettekilere henüz adım atmış ol­
ması mümkündü. Ya da birinde bu adımı atmışken diğerinde inişe
geçmiş olabilirdi. Tabii ki böyle bir durumda zirveye ulaşma şansı
diğerlerine göre daha azalmış olur, diyordu Gavrila ve zirve bir adım
ötede olduğu kadar iki adım geride de olabilirdi. Hatta tam zirveye
ulaştım, dediği anda insan aniden tökezleyip düşebilir ve başladığı
noktadan yeniden tıııııanmaya koyulabilirdi.
Bir insanın değerlendirilmesi bir noktada ait olduğu sosyal sınıfa
bağlı olduğundan artık hayatta olmasalar bile o kişinin ailesi ve geç­
mişi büyük önem taşıyordu. Eğer o kişi işçi kökenli biriyse siyaset
basamaklarını tırmanırken bir köylü ya da memur çocuğundan kesin­
likle çok daha fazla şansa sahip olmaktaydı. Ailesinin sosyal geçmişi
204 JERZY KOSINSKI

insanı bir gölge gibi takip ederdi, ilk günah kavramının en inançlı
Katolik'in yakasını bile bir an için bJrak.ıııayıp hep peşinde olması gibi
bir şeydi bu.
Korkunç bir tedirginlik içindeydim. Babamın ne iş yaptığını tam
olarak hatırlayamıyordum. Evimizde bir aşçı, bir yardımcı, bir de da­
dı olduğunu hatırlıyordum ki bu da onların sömürü düzeninin kur­
banları olduğunu gösteriyordu. Annemin ya da babamın işçi olmadı­
ğını kesinlikle biliyordum. Bu durumda tıpkı köylülerin kara saçlarım
ve gözlerimi bana karşı kullandıkları gibi Sovyetler de toplumsal kö­
kenimi yeni hayatımın önünde bir engel olarak mı değerlendirecekti
acaba?
Askerlikte insanlar basamakları Birlik'teki rütbeleri ve görevlerine
göre tırmanırlardı. Yaşlı bir Partili kendisi gibi Partili olmasa bile ku­
mandanının verdiği emirleri o an haıfiyen yerine gelirıııek zorunday­
dı. Ama daha sonra parti toplantısında aynı kumandanın verdiği ve
uyguladığı kararları eleştirme hakkına sahipti ve eğer bu eleştirilerin­
de diğer Partililerin desteğini de arkasına alırsa o kumandan daha
önemsiz görevlere getirilebilir, hatta rütbesi bile indirilebilirdi. Ancak
bazen bunun tersi durumların yaşandığı da olurdu. Kumandan Parti­
li bir subayı cezalandırabilir, Parti de bu durumda o subayın rütbesini
indirebilirdi.
Kendimi bir labirentin içinde kaybolmuş gibi hissediyordum. Gav­
rila'nın beni yetiştirip ön ayak olduğu bu yolda, insana dair istekler,
özlemler ve umutlar, ormanlardaki ulu ağaçların topraktan daha faz­
la nem, gökyüzünden daha fazla günışığı kapmak için birbiriyle kıya­
sıya mücadele ederken birbirine dolanan kökleri ve dalları gibiydi.
Kaygılar içindeydim. Büyüdüğümde başıma neler gelecekti? Par­
ti'nin sayısız merceğiyle bakıldığında nasıl görünüyor olacaktım? En
derinimde, özümde taze bir elmanın sağlıklı çekirdeğini mi yoksa
kuruyup pörsümüş bir eriğin kurtlanmış çekirdeğini mi saklıyordum?
Ya ''Kolektif' benim en çok derin su dalgıçlığına uygun biri oldu­
ğuma karar verirse ne olacaktı? Gölde buzların altında boğularak ne­
redeyse can verdiğim anlan hatırlayarak dalmaktan ne kadar çok
BOYALI KUŞ 205

korktuğumun bir önemi olacak mıydı? Belki de bu yaşadığımın benim


için çok önemli ve değerli bir deneyim olduğuna karar vereceklerdi.
Hep istediğim gibi patlayıcılar icat eden biri olacağıma hayatımın
sonuna kadar suyu her gördüğünde korkudan titreyen, her dalıştan
••
önce panik atak geçiren bir dalgıç olarak mı geçirecektim? Oyle bir
durumda ne olacaktı?
Ama Gavrila bir insanın kendi düşünce ve isteklerini diğer insan­
larınkinden üstün tutmasının nasıl mümkün olabileceğini anlatmaya
devam ediyordu.
Ben onun söylediği her kelimeyi neredeyse içiyor, verdiği yazı tah­
tasına cevabını istediğim bütün sorulan tek tek yazıyordum. Toplan­
tıların öncesinde ve sonrasında askerlerin neler konuştuklarına kulak
veriyor, hatta bazen çadırın bez duvarından toplantıda konuşulanları
dinliyordum.
Bu yetişkin Sovyetlerin hayatı da pek kolay değildi. Ya da en azın­
dan benim Çingene zannedilip bir köyden diğerine dolanıp durduğum
hayatım kadar zordu. Hayat denilen ülkeyi bir ağ gibi saran yollar
çıkıyordu bir erkeğin karşısına seçmesi için. Bunlardan kimileri çık­
maz yollardı, kimileri insanı sonunda bataklıklara çıkarıyor, kimileri
tehlikeli tuzaklara çekiyordu. Gavrila'nın dünyasında en doğru yolun
hangisi olduğunu ve gidilecek son noktanın neresi olduğunu ancak
Parti bilebilirdi.
Tek bir kelimeyi dahi kaçırmadan Gavrila'nın öğrettiklerini ezber­
letmeye çalışıyordum. Bir insanın mutlu ve yararlı olması için emekçi
halkın yanında yer alıp, onlarla birlikte kendine uygun görülen sırada
uygun adım yürümesi gerek, diyordu Gavrila. Sıranın en önündekine
yetişmek için çaba göstermek de en arkada kalmak da kötüydü. Çün­
kü o zaman kitlelerle iletişimi kaybederdin ki bu da çürüme ve yoz­
laşmaya yol açan bir durumdu. Birinin tökezlemesi bütün sıranın
yavaşlamasına neden olurken düşmesi ise diğerlerinin ayakları altın­
da kalıp ezilmesi anlamına gelirdi.
Akşamüstü saatlerinde köylüler ordugah yakınında tezgah açıp
kendi tarlalarının ürünü taze sebze meyveleri Amerika'dan Kızıl Or­
du'ya gönderilen konserve domuz etleriyle ya da pantolon ve ayakka­
bı yapmaya uygun çadır bezleriyle takas etmeye getiriyorlardı.
Mesai bitiminde askerlerin arasından akordeon ve şarkı sesleri
yükselmeye başlardı. Köylülerin kimileri sözlerini pek anlamadıkları
bu şarkılara kulak kabartıp hiç çekinmeden eğlenceye katılırken, di­
ğerleri tedirgin bakışlarla hemşerilerinin Kızıl Ordu'ya gösterdiği bu
beklenmedik sevgi gösterisi ve tezahüratı izlerdi.
Adamlarının yanında gelen kadınların sayısı giderek artıyordu.
Çoğu hiç sakınmadan askerlerle açıkça cilveleşiyor ve davetkar tavır­
larıyla adamları kocalarının ya da erkek kardeşlerinin tezgahına çek­
mek için uğraşıyorlardı. Kül rengi saçlı ve mavi gözlü bu kadınlar
eski püskü giysilerinin yakasını paçasını açar, kalçalarını sallaya sal­
laya ortalarda kırıtarak dolaşıp kendi mallarını sergilerlerdi. Bunu
gören askerler de hemen koşup çadırlarından renkli teneke kutular­
daki domuz ve sığır etleriyle sarıııa sigara kağıtlarını getirirlerdi. Ka­
dınlan yanlarındaki erkekleri umursamadan içlerine düşecekmiş gibi
süzer, hatta bazen daha ileri gidip farkında değilmiş gibi yaparak ka­
dınların dolgun vücutlarına sürtünür, kokularını içlerine çekerlerdi.
Askerler kızlarla kadınlarla buluşmak ve çiftçilerle alışverişe de­
vam etmek için arada gizlice ordugah dışına çıkıp köylere gidiyorlar­
dı. Birlik kumandanı askerin köylüyle iletişimini engellemek için elin­
den geleni yapıyordu. Gerek siyasi komiserler gerekse tabur komu­
tanları bu tip bireysel ve keyfi kaçamaklara karşı askerleri sürekli
uyarıyorlardı. Gazete haberlerinde, radyo bültenleri ve bildirilerde
BOYALI KUŞ 207

zengin çiftçilerin ulusalcı Partizanların etkisi altında olduklarını, bu


adamların Sovyet Ordusu'nun ve işçi köylü devletinin hızla yaklaş­
makta olan zaferini geciktirmek amacıyla ortalarda dolandıklarını
söylüyor, böyle kaçamakların sonunda bazı askerlerin birliğine fena
halde hırpalanmış vaziyette döndüklerini, hatta aralarında geriye hiç
dönmeyip ortadan tamamen kaybolanlar olduklarına olduğuna işaret
ediyorlardı.
Bütün engelleme ve korkutmalara rağmen birkaç asker nöbetçile­
rin göz yummasıyla kamptan gizlice çıkmayı başarmıştı. Birlik'te ha­
yat son derece durağan ve sıkıcı olduğundan askerler ufacık bir hare­
ket ve eğlenceye hasretti. Mitka da arkadaşlarının bu kaçamağından
haberdardı, hatta bacağındaki sakatlık olmasaydı kendisi de onlarla
birlikte kaçmış olabilirdi. Zaten sıklıkla Kızıl Ordu askerlerinin Nazi­
lerle savaşarak bu köylüler için hayatlarını riske atmış olduklarını ve
bu nedenle onlarla muhabbet etmemeleri için bir sebep olmadığını
dile getirirdi.
Mitka sahra hastanesine adım attığım ilk günden itibaren benimle
ilgilenmişti. Onun ağzıma tıktığı yemeklerle kilo alıp kendimi topar­
lamıştım. Karavana kazanından etin en iyi kısımlarını benim için ayı­
rır, çorbanın üstündeki yağları temizleyip öyle içirirdi. Can acıtıcı iğ­
neler yapılırken
••
yanımda durur, eziyetli muayenelerde bana cesaret
aşılardı. Oyle ki mide fesadına uğradığım bir sefer Mitka iki gün bo-
yunca başımı beklemiş, kusarken başımı tutup suratıma ıslak bezlerle
kompres yapmıştı.
Gavrila beni Parti meseleleri gibi ciddi ve siyasi konularda eğitip
yetiştirirken, Mitka hayatıma şiiri sokuyor, gitarını tıngırdatıp şarkılar
söylüyordu. Birliğin çadır sinemasına götürüp seyrettiğimiz filmler
hakkında beni bilgilendiren oydu. Ordu kamyonlarının motorlarını
tamir eden teknisyenleri seyretmeye, keskin nişancıların nasıl eğitim
aldığını güııııeye de hep onunla gitmiştim.
Mitka birliğin en sevilen, en saygın adamlarından biriydi. Çok par-
••
lak bir askeri sicili vardı. Ozel günlerde ve askeri törenlerde giydiği
soluk üniforması bütün tabur ve tümen komutanlarını kıskandıracak
208 JERZY KOSINSKI

kadar çok madalya ve nişanla bezenmişti. Mitka aynı zamanda Sov­


yetler Birliği Kahramanlık Nişanı'nın da sahibiydi ve bu en değerli
askeri nişan olarak kabul edilirdi.
Keskin nişancılıktaki başarısıyla bütün çocuk ve yetişkin kitapla­
2
rında, gazete sayfalarında yer almış, kolhozlarda > ve fabrikalarda
<

halka izletilen filmlere konu olmuş, milyonlarca Sovyet vatandaşının


tanıdığı biri haline gelmişti. Birliğin gurur kaynağıydı. Savaş muha­
birleri onunla röportaj yapmaya gelir, çekilen boy boy fotoğrafları
çeşitli mecralarda yayınlanırdı.
Askerler akşamları kamp ateşinin başında toplandığında Mitka'nın
daha bir sene önceye kadarki tehlikeli görevlerde elde ettiği başarıla­
rı konuşmaya doyamazlardı. Düşman birliklerinin gerisine paraşütle
iniş yapıp Alman subaylarını ve casuslarını uzun menzil keskin nişan­
cılığıyla nasıl tek başına indirdiğini bir efsane gibi anlatırlardı. Bu
tehlikeli görevi yerine getirip cepheden sağ salim geri dönmesi ve
gönderildiği aynı ölçüde tehlikeli diğer görevlerdeki başarısını hay­
ranlıkla karışık bir saygıyla anarlardı.
Bunları dinlerken benim de gururla kabarırdı göğsüm. Mitka'nın
hemen yanı başında otururken başımı onun güçlü koluna yaslar, di­
ğerlerinin sorularına verdiği cevapların tek bir kelimesini bile kaçır­
mamak için bütün dikkatimi vererek etkili sesiyle yaptığı konuşmala­
rı dinlerdim. Ben büyüdüğümde savaş hala devam ediyor olursa onun
gibi keskin bir nişancı olarak emekçi halkın dilinden düşürmediği bir
kahraman olmanın hayalini kurardım.
Herkesin gözü Mitka'nın tüfeğinde olurdu. Bazen kendisini büyük
bir hayranlıkla seyredenleri mutlu etmek amacıyla ısrarlara dayana­
mayarak tüfeği kılıfından çıkarıp nişangahı ve kabzası üstündeki göze
görünmeyen toz zerreciklerini üflerdi. Genç askerler mihrabın önün­
deki genç bir papaz heyecanıyla içleri pır pır ederek eğilip tüfeği say­
gıyla seyrederken, büyükleri bir annenin bebeğini beşiğinden kaldır­
dığı özenle parlak kabzasını kocaman nasırlı elleriyle kavrayarak
kaldırırlardı. Silahın teleskobik dürbününün kristal kadar berrak mer-
2 Kolhoz: Eski Sovyet Rusya'daki kolektif tanın çiftlikleri. ç.n.
BOYALI KUŞ 209

ceğinden Mitka'nın hedef aldığı düşmanına baktığı gibi bakarlardı


nefeslerini tutarak. Bu mercek uzaklan öylesine yakınlaştırırdı ki,
Mitka'nın düşmanın yüzündeki en ufak bir mimiği bile göııııesini
mümkün kılar, ardında Alman yüreği atan noktaya hiçbir yanılma
payı blrakıtıaksızın nişan almasını mümkün kılardı.
Askerler silahını hayranlıkla izlerken dalıp giden Mitka'nın yüzünü
gölgeler kaplar, eli farkında olmadan içinde hala bir Alman kurşunu­
nun gömülü olduğu kaskatı bacağına giderdi. Bir sene önce nişancılık
hayatına son veren, onu her gün hem fiziksel hem ruhsal acılar içinde
kıvrandıran o kurşundu işte. Bu olaydan sonra o güne kadar ''Usta''
lakabıyla anılan adama Sıyrık Mitka denmeye başlamıştı.
Elbette birliğin nişan eğitmeni hala oydu, sanatının inceliklerini
genç askerlere öğretiyor olsa da yapmak için can attığı iş bu değildi.
Bazı geceler uyku tutmayınca fal taşı gibi açık gözlerle çadırın üçgen
tavanını seyrettiğini görürdüm. Büyük olasılıkla düşman cephesine
yakın bir çalılığın ya da bir yıkıntının ardına gizlenmiş; subay, posta
eri, pilot ya da tank şoförlerinden birini pusuya düşürmek için uygun
anın gelmesini beklediği zamanları hayal ediyor olurdu. Kim bilir kaç
kere düşmanla karşı karşıya gelmiş, menzili ayarladıktan sonra sila­
hını ateşlemişti. Mitka'nın usta nişancılığıyla düşman subaylarını de­
viren kurşunlarla pekişmişti Sovyetler Birliği'nin gücü.
Alman mangaları insan avı konusunda eğitim göııııüş köpekleriy­
le kaç kez peşine düşüp dere tepe demeden Mitka'nın saklanabileceği
yerleri aramıştı kim bilir? Ve kim bilir kaç kere kendisi de sağ salim
geri dönebileceğinden umudunu kesmişti? Yine de bu zamanların
onun hayatının en mutlu günleri olduğundan adım gibi emindim.
Karşısındakilerinin hem yargıç hem celladı olduğu günleri hiçbir şeye
değişmezdi. Bir tek tüfekle düşmanının en kuwetli adamlarını indirip
••
gücünü eksiltiyordu. Oldüreceği kişileri üniformalarının rengine, apo-
letlerinin üstündeki rütbeleri ve nişanlarına bakarak seçiyordu. Tetiğe
dokunmadan önce hedefinin tüfeğinden çıkacak kurşunla ölmeye la­
yık biri olup olmadığını mutlaka sorguluyor olsa gerekti. Bir teğmen
yerine yüzbaşı, yüzbaşı yerine albay, tank topçusu yerine pilot, tabur
210 JERZY KOSINSKI

kumandanı yerine kuııııay subay gibi ordu için daha değerli olanlar
tercih sebebiydi. Anığı her kurşun yalnız düşmana ölüm getirmekle
kalmıyordu ki, kendisi de Kızıl Ordu'nun en iyi askerlerinden biri
olarak kendi hayatını tehlikeye atmış oluyordu.
Bütün bunları düşündükçe Mitka'ya duyduğum hayranlık her ge­
çen gün daha da artıyordu. Şurada, benden birkaç adım ötede yat­
makta olan adam dünyanın daha iyi ve güvenli bir yer olması için
çabalayan bir adamdı ve bunu öyle kilise mihraplarının önünde diz
çöküp dua mırıldanarak değil, zirveyi hedeflediği bir hayatı ona göre
yaşayarak yapıyordu.
Bütün hayatını ele geçirdiği esirleri öldürerek ya da benim gibi
kara böceklerin kaderlerine karar vererek geçiren siyah üniformalı
Alman subayı Mitka ile kıyasladığımda gözüme ne kadar önemsiz ve
değersiz görünüyordu şimdi.
Kamptan gizlice çıkan askerler dönmeyince Mitka tedirgin olmaya
başlamıştı. Gece sayımı giderek yaklaşıyordu, askerlerin firari oldu­
ğunun anlaşılmasına ramak kalmıştı. Mitka heyecan ve sinirden ter
içinde, ellerini ovuşturarak çadırın içinde volta atıp duruyordu. Fira­
riler en yakın arkadaşlarıydı. Bunlardan birisi şarkılarına Mitka'nın
akordeonuyla eşlik ettiği güzel sesli Grisha, diğeri hemşerisi olan Lon­
ka, şiirleri herkesten daha güzel okuyan şair Anton ve Mitka'nın hep
anlattığı gibi bir zamanlar hayatını kurtarmış olan Vanka idi.
Güneş çoktan batmış, muhafızlar değişmişti. Mitka gözlerini savaş
ganimeti olarak kazandığı fosforlu saatinden ayıramıyordu. O sırada
dışarıda bir hareketlenme oldu. Karargaha doğru bir motorsiklet son
sürat yaklaşıyor, biri bağırarak doktoru çağırıyordu.
Mitka beni de çekiştirerek çadırdan fırladı. Diğerleri de aynı anda
dışarıya sökün edip nizamiye önünde birikmişti. Kan revan içindeki
askerlerden birkaç tanesi ayaktaydı, diğerleri de çömelmiş yerde ha­
reketsiz yatan dört askerin etrafını sarmışlardı. Kesik kesik anlatılan­
lardan anladığımız kadarıyla firar ettikten sonra yakındaki bir köyün
eğlencesine katılan askerler sarhoş olup kadınlarını kıskanan köy er­
keklerinin saldırısına uğramışlardı. Sayılan oldukça kabarık olan köy-
BOYALI KUŞ 211

lüler silahlarını ele geçirdikleri askerlerden dördünü baltayla öldür­


müş, diğerlerini de ağır yaralamışlardı.
Birlik komutanı yanında kıdemli subaylarla birlikte nizamiyeye
doğru gelirken askerler onlara yol verip hazırola geçtiler. Yaralılar bir
gayretle yerlerinden doğrulmaya çalıştılar. Komutan sapsan yüzünde
duygularını asla belli etmeyen soğukkanlı bir ifadeyle yaralılardan
birinden olan biteni dinledikten sonra yaralıların derhal hastaneye
sevk edilmesi emrini verdi. Yürüyebilecek durumda olanlar zorlukla
adım atarken yüzlerinde gözlerindeki kanları yenleriyle temizlemeye
çalışıyorlardı
Mitka yerde yatanların başına çöktü, hiç ses etmeden onların par­
çalanmış suratlarına baktı. Başında dikilenlerin de ne kadar üzgün
oldukları belliydi.
Vanka, suratı bembeyaz, etrafını çevirenlere bakar gibi sırtüstü
yatıyordu. Gaz lambasının solgun ışığı altında bile göğsündeki yol yol
pıhtılaşmış kan izlerini seçmek mümkündü. Lonka'nın suratı bir balta
darbesiyle ikiye ayrılmış, parça parça dağılan kafatası kemikleriyle
boynundan kurdeleler gibi dökülen kas ve sinirleri harman olmuştu.
Korkunç şekilde ezilmiş ve şiş suratlarıyla yatan diğerleri neredeyse
tanınmaz haldeydi.
Cesetler bir ambulansla karargahtan götürülürken Mitka yaşadığı
üzüntüyle koluma yapışmıştı.
Yaşanan trajedinin raporu akşam birliğe okundu. Askerler düş­
manca tavırlar sergilemekte olan yerel halkla her türlü temasa ve
Kızıl Ordu ile ilişkileri daha kötüleştirecek her türlü davranışa yasak
getiren yeni emirleri yutkunarak dinlediler .
O günün gecesini kendi kendine bir şeyler mırıldanıp, kafasını
yumruklayarak, zaman zaman sessizliğe gömülüp düşüncelere dala­
rak uykusuz geçirdi Mitka.
Günler günleri kovaladı. Birlik'teki hayat artık yavaş yavaş norma­
le dönüyordu. Yeniden şarkılar söylenmeye ve yakında gelecek çadır
tiyatrosu için hazırlıklar yapılmaya başlanmıştı. Ancak Mitka hala tam
olarak kendine gelmiş sayılmazdı. Eğitimleri onun yerine bir başkası
212 JERZY KOSINSKI

sürdürüyordu.
Bir gece daha şafak sökmeden uyandırdı beni. Derhal giyinmemi
söyledikten sonra tek kelime bile çıkmadı ağzından. Kendim hazırla­
nınca onun da çizmelerini giymesine yardım ettim. Acıyla inlemesine
rağmen aceleyle hareket ediyordu. Giyinmesi bitip diğerlerinin uyu­
duğuna emin olunca yatağının arkasından tüfeğini çıkardı. Silahı om­
zuna astıktan sonra yeri boş kalmasın diye kılıfı yine yerine yerleştir­
di. Daha sonra tüfeğin küçük üçayağını ve dürbününü cebine sokuş­
turdu. Fişekliğini kontrol etti, duvardaki çengele asılı askeri dürbünü
de alıp benim boynuma geçirdi.
Parmaklarımızın ucuna basarak çadırdan çıkıp mutfağı geçtik. Nö­
betçi askerlerin arkasından çalılıklara doğru koşturduk. Yandaki tar­
layı da geçtiğimizde kampın dışına çıkmıştık.
Gecenin buğusu ufuk çizgisini sarıp saııııalamıştı adeta. Tarlaların
üstünde yükselen sis perdesinin arasından köye doğru giden yol hayal
meyal seçiliyordu. Mitka ensesinde biriken terleri sildi, fişekliğini çe­
kiştirdi, kafama eliyle şöyle bir vurdu, ormana doğru ilerlemeye baş­
ladık.
Ne nereye gittiğimizi biliyordum, ne de neden gittiğimizi. Bildiğim
tek şey Mitka'nın tamamen kendi başına buyruk davrandığıydı. Yap­
maması gereken şeyin onun gerek ordudaki gerek toplumdaki ününü
ve saygınlığını tehlikeye atacak bir şey olduğu açıkça belliydi.
Bu gerçeğin farkına varınca yanında götürmek için beni seçmiş

olması müthiş gururlandırdı beni. Neticede bu gizemli görevinde Sov­


yetler Birliği'nin ulusal kahramanına yardım edecek kişi ben olacak­
tım.
Çok hızlı ilerliyorduk. Sık sık tökezliyor, tüfeği durmadan omzun­
dan kayıyordu, belli ki çok yorulmuştu. Her tökezleyişinde okkalı bir
küfür savuruyordu, oysa küfür kendisinin askerlerine kesinkes yasak­
ladığı bir şeydi. Hemen yanı başında yürüdüğüm için küfrettiğini duy­
duğumu fark edince bana bunları derhal unutmamı emretti. Oysa bir
bilseydi ki ben yeniden konuşabilmek, olgun erikler gibi ağız sulan­
dırıcı Rus küfürlerini dolu dolu tekrarlamak için neler verıııezdim!
BOYALI KUŞ 213

Gayet dikkatli davranarak herkes uykudayken geçtik köylerden.


Bacalar henüz tütmüyordu, köpekler ve horozlar bile suskundu. Mit­
ka'nın yüzü gergindi, dudakları kupkuru kesilmişti. Elindeki matara­
daki soğuk kahveden koca bir yudum alıp gerisini bana verdi. Adım­
larımızı yeniden hızlandırdık.
Ormana vardığımızda gün aydınlanmış olmasına karşın ortalık
hala pusluydu. Ağaçlar geniş kol ağızlı siyah cüppeleri içindeki mey­
menetsiz keşişler gibi dikiliyordu, kollarını iki yana açmış çıplaklıkla­
rın üstüne örtü olmuştu sanki dallarıyla. Ağaçların tepesinde bir yer­
lerde güneş bulduğu küçücük bir açıklıktan sızarak kestane ağacının
yaprakları üstüne düşmüştü.
Etrafına biraz bakındıktan sonra Mitka ormanın kıyısında tarlala­
ra yakın bir yerde, ulu bir ağaç kestirdi gözüne. Ağacın gövdesi nem­
li ve kaygandı ancak üstünde koca koca budak delikleri vardı. Mitka
beni arkamdan iterek kalın dallardan birine tırmandırdıktan sonra tek
tek dürbünü, üçayağı ve tüfeği uzattı. Bunları dallara astım. Sıra onu
yukarı çekmeye gelmişti. Mitka oflaya puflaya tırmanmaya girişti,
belli ki canı çok yanıyordu. Nefes nefese de kalmıştı. O yanıma gelin­
ce ben bir üst dala tıı111c1ndım. Böyle böyle ağacın neredeyse tepesini
bulmuştuk. Biraz soluklandıktan sonra Mitka görüşümüzü engelleyen
dalların kimisini aralayıp birbirine bağladı, kimisini kırıp attı. Nihayet
hem kimsenin bizi göremeyeceği şekilde güzelce gizlenebileceğimiz
hem etrafı görebileceğimiz rahat bir yerimiz olmuştu. Dalların yap­
rakların arasında kaybolmuş kuşlar cıvıldayıp duruyordu etrafımızda.
Durduğumuz yerin yüksekliğine giderek alışıyordum. Tam karşı­
mızda köy evleri bir siluet halinde uzanıyordu. Artık yavaş yavaş ba­
calardan dumanlar tütmeye de başlamıştı. Mitka tüfeğine nişangahı
ve teleskopik dürbünü taktıktan sonra üçayağı dallardan birine sabit­
ledi. Arkasına dayanıp tüfeği de büyük bir dikkatle onun üstüne yer­
leştirdi. Asker dürbünüyle uzun uzun karşısındaki köye baktı sonra
dürbünü bana uzattı, kendisi de merceği ayarlamaya girişti. Bu sırada
ben de köyü izliyordum. Dürbünle en uzaktaki evler bile hemen yanı
başımızda gibi görünüyordu. Görüntü öyle inanılmaz bir netlikteydi
2 14 JERZY KOSINSKI

ki avlularda yerleri gagalayarak dolaşan tavukları, sabahın bu kör


vaktinde güneşin henüz cansız ışıklan altında tembelce uyuklayan
köpeklerin yanı sıra neredeyse damlardaki samanları bile tek tek gö­
rebiliyordum.
Mitka yeniden dürbünü kendisine vermemi istedi. Tam geri vere­
cekken gözüme evlerin birinden çıkan uzun boylu bir adam ilişmişti.
Adam esneyerek kollarını ileri uzattı, uzun uzun gerindi, başını kal-
••
dırıp tek bir bulut bile olmayan gökyüzüne doğru baktı. üstündeki
gömleğinin önü açık, pantolonunun dizleri yamalıydı. Mitka dürbünü
elimden alıp ulaşamayacağım bir dala astı. Yeniden tüfeğinin dürbü­
nüyle köyü izlemeye koyuldu. Ben de gözlerimi kısmış bir şeyler gör­
meye çalışıyordum ama dürbünsüz tek görebildiğim şey uzaktaki
evlerin saman çatılarının hayal meyal görüntüsüydü.
Aniden patlayan tüfeğin sesiyle ben yerimden sıçradım, kuşlar
kondukları dallardan havalandı. Mitka alnı terden sırılsıklam olmuş
kırmızı suratını tüfekten uzaklaştırdı. Ben dürbüne doğru uzanınca
yüzünde özür dilercesine bir gülümsemeyle elimi engelledi. Bu hare­
ketine içerlemiştim ama bir yandan da neler olduğunu tahmin edebi­
liyordum. Demin gördüğüm köylünün yardım istercesine iki elini
gökyüzüne doğru uzatıp dizlerinin üstünde kulübesinin hemen eşiği­
ne serildiğini görür gibiydim.
Mitka tüfeğindeki boş kovanı cebine koyup, yeni bir kurşun koydu .

Yeniden köyü gözetlemeye başladı, bir yandan da gergin dudaklarının
arasından ıslık gibi bir ses çıkarıyordu.
Oradaki sahneyi gözümün önüne getirmeye çalıştım. Kulübeden
dışarı fırlayan yoksul görünümlü yaşlı bir kadın yüzünü gökyüzüne
çevirip haç çıkardığı anda yerde yatan adamı görünce sendeleyerek
kanlı cesede yaklaşıyor, yanına çöküp başını kendisine çevirdiğinde
adamın kanlar içinde olduğunu görüyor olmalıydı. Ondan sonra çığlık
çığlığa yardım isteyerek komşu evlere koşuyor, çığlıkları duyan köy
erkekleri pantolonlarını aceleyle bacaklarına geçirirken, henüz uyku­
larından tam uyanamamış kadınlar kulübelerinden dışarı fırlıyorlardı
mutlaka. Kısa süre içinde oraya buraya koşturan insanlarla köy hare-
BOYALI KUŞ 215

ketleniyor, kanlı cesedin üstüne eğilen adamlar şaşkınlık içinde sağa


sola bakınıp nereden ateş edildiğini anlamaya çalışıyor olmalıydılar.
Mitka yeniden harekete geçmişti. Tüfeğin dipçiğini omzuna, göz­
lerini teleskopik dürbüne yerleştirdi. Alnında boncuk boncuk biriken
ter damlalarından biri önce gür kaşının üstüne, oradan da burnunun
yanındaki çukurdan yanağından inerek çenesine doğru ilerledi ağır
ağır. Henüz dudak kıvrımına vaııııadan Mitka ardı ardına üç kez ateş­
lemişti tüfeğini.
Gözlerimi•• kapayıp yeniden köyde olanları gözümde canlandırma-
ya giriştim. Uç kişi cansız yere yığılmış, bu mesafeden muhtemelen
tüfek sesini bile duymamış diğer köylüler panik içinde sağa sola kaçı­
şıyorlardı.
••
Bütün köye korku hakim olmuştu. Olenlerin yakınlan hıçkırıklar
içinde cesetleri kollarından bacaklarından yakalamış evlerine ve ahır­
larına sürüklüyorlardı. Neler olduğunu zaten anlamayan çocuklar ve
yaşlılar ortalarda dolanmaya devam ediyordu. Birkaç dakika içinde
ortalarda kimse kalmamış, evlerin kepenkleri bile sıkı sıkıya örtülmüş­
tü.
Mitka'nın köyü gözetlemesi oldukça uzun sürdüğüne göre dışarı­
larda hiç kimse kalmamış olmalıydı. Yine de birdenbire elindeki dür­
bünü bırakıp hızla tüfeğine sarıldı.
Ne olduğunu merak etmiştim. Büyük olasılıkla gençlerden biri ev­
lerin arasından dolanarak keskin nişancının kurşunlarına hedef olma­
dan evine ulaşmaya çalışıyordu. Kurşunların ne taraftan geldiğini
kestiremediği için zaman zaman durup kendini kollayarak sağına
soluna bakınıyordu. Sıra sıra vahşi gül öbeklerinin yanında durduğu
bir anda Mitka tüfeğini ateşledi.
Genç adam önce olduğu yere mıhlandı adeta, sonra dizleri sırayla
büküldü ve nihayet dikenli güllerin arasına yuvarlandı.
Tüfeğine yaslanarak biraz soluklandı Mitka. Köylülerin artık hep­
si evlerine kapanmıştı, hiçbirinin dışarı bakacak cesareti bile yoktu.
Mitka'ya öyle imreniyordum ki! Bir tartışma sırasında askerlerden
birinin ona söylediği şeylerin anlamını o anda kavradım. insan olmak,
216 JERZY KOSINSKI

diyordu adam ne kadar onurlu bir şeydir. insan kendi savaşını taşır
hep içinde. Kendi adaletini kendisi yerine getirirken de kazanan ya da
kaybeden yine kendisidir. İşte Mitka da ne başkalarının ne düşündüğü,
ne ordudaki rütbesi, ne Sovyetler Birliği Kahramanlık Nişanı umurun­
da olmaksızın, bütün kazanımlarını riske atarak arkadaşlarının inti­
kamını almak için bir yola çıkmıştı. Zaten onların intikamını bile ala­
mayacaksa eğer, o zaman keskin nişancı olmak için aldığı eğitim,
döktüğü ter neye yarardı? Kendisinin kendi gözünde bir değeri olma­
dıkça, ulaştığı kahramanlık mertebesinin, milyonlarca yurttaşının
duyduğu saygı ve hayranlığın ne kıymeti olabilirdi ki?
Mitka'yı intikamın peşine sürükleyen bir unsur daha vardı. Bir
erkek ne kadar sevilip sayılan ve hayranlık duyulan biri olursa olsun
neticede kendiyle yaşardı. Ve eğer kendisiyle barışık değilse, yapması
gerekip de yapmadığı bir şeyin pişmanlığıyla kendini yiyip bitiriyorsa,
o zaman ister istemez ''bu günahkar dünyanın tepesinde dolaşıp du­
ran sürgün bir ruh, mutsuz bir şeytan''a dönüşürdü işte.
Bir şeyi daha çok iyi anlamıştım. Zirveye çıkan pek çok yol, o yol­
lara da çıkan patikalar vardı. Ve bir insanın tıpkı Mitka ile benim
ağaca tırmanırken yaptığımız gibi, tek bir dostun el vermesiyle, emek­
çi halkın toplu yürüyüşüyle varmaya çalıştığından farklı bu zirveye
tek başına erişebilmesi mümkündü.
Gülümseyerek dürbünü geri verdi Mitka. Köye bakınca pencerele-
ri kapıları sımsıkı kapalı kulübelerden başka bir şey göremedim. Ora-
da burada gezinen kümes hayvanları vardı ortalarda yalnızca. Tam
dürbünü geri verecekken evlerin arasında kocaman bir köpek ilişti
gözüme. Kuyruğunu sallayıp arka ayaklarıyla kulağını kaşıyan bu kö­
pek bana Judas'ı hatırlatmıştı. Ben tavanda asılı vaziyetteyken kötü
kötü bakarak bu hareketi yapardı.
Mitka'nın koluna dokunarak kafamla köyü işaret ettim. Benim or­
talarda dolaşan insanlar görüp onları gösterdiğimi düşünerek tüfeğin
dürbününe yerleştirdi gözünü ama kimseyi görmeyince soru soran
bakışlarını çevirdi bana. Ben de köpeği işaret ederek ondan hayvanı
öldüııııesini istediğimi belli ettim. Şaşırmıştı. Kafasıyla bunu yapma-
BOYALI KUŞ 217
••
yı reddetti. Ustelediğimde ise yüzüme neredeyse ayıplayarak baktı.
Yaprakların hışırtısını dinleyerek bir süre sessizce durduk. Mitka
bir kez daha dürbünle köye baktıktan sonra silahı topladı. Dallara
tutunarak yavaş yavaş ağaçtan aşağı inerken yine acıyla inliyordu
Mitka.
Boş kovanları nemli toprağın ve yosunların altına gömüp, bize ait
bütün izleri yok etti. Ordugaha yaklaşırken teknisyenlerin test ettiği
makinelerin uğultusunu duyuyorduk. Kimsenin dikkatini çekmeden
çadırımıza döndük.
Öğleden sonra herkes işinde gücünde görev başındayken Mitka
hızla tüfeği temizleyip diğer parçalarıyla birlikte kılıfına geri koydu.
Aynı günün akşamında yine eskisi gibi keyfi yerindeydi, o gergin­
liğinden eser kalmamıştı. Odessa'nın güzelliği üstüne yazılmış balad­
lar, evlatlarını savaşlarda kaybeden annelerin öcünü alan topçuların
hikayelerini anlatan halk türküleri söyledi içli bir sesle.
Yanındaki askerler de nakarat kısmında güçlü ve berrak sesleriyle
kendisine katılırken uzaktaki köyden cenazeler için çalan kilise çan­
larının sesi geliyordu.

Gavrila, Mitka ve birlikteki diğer dostlarımdan ayrılma fikrine alış­


mam günler sürdü. Ancak Gavrila durumu çok net açıklamıştı. Savaş
bitiyor, ülkem Almanların işgalinden tamamen kurtuluyordu. Ve yö­
netmeliklere göre savaş zamanı kaybolan çocuklar ailelerinin hayatta
olup olmadığı belirlenene kadar özel merkezlere teslim edilmeliydi.
Gavrila bütün bunları bana anlatırken gözyaşlarımı akıtmamaya
çalışarak gözlerimi bir an bile kırpmadan sessizce dinledim onu. Gav­
rila da çok üzüntülü ve gergindi. Bana gelecekte neler olacağı konu­
sunu Mitka ile uzun uzadıya tartıştıklarından adım gibi emindim.
Başka bir çözüm yolu olsaydı mutlaka bulmuş olurlardı.
Gavrila söz vermişti, savaş bittikten sonraki üç ay içinde yakınla­
rımdan ortaya çıkıp beni sahiplenecek kimse olmazsa bunu kendisi
yapacak ve beni konuşmayı yeniden öğreneceğim bir okula göndere­
cekti. Bu süre içinde benden cesur olmamı, ondan öğrendiğim her
şeyi kelimesi kelimesine hatırlayarak her gün Sovyet gazetesi Prav­
da'yı okumayı ihmal etmememi istiyordu.
Birlikten ayrılırken hem askerler hem Gavrila ile Mitka beni hedi-
••
yelere boğmuşlardı. Ustümde birlik terzisinin benim ölçülerime göre
diktiği Sovyet ünifo1·111ası vardı. Elimi cebime attığımda da kabzasının
iki yanına Lenin ve Stalin'in resimleri oyulmuş küçük tahta bir taban­
ca buldum.
Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Kayıp çocuklar merkezi olarak kullanı­
lan yetimhanenin bulunduğu şehre çavuş Yury götürecekti beni, as­
keri bir görevi de vardı zaten orada. Gideceğimiz yer benim savaştan
önce de yaşamakta olduğum, ülkenin en büyük sanayi şehriydi. Gav­
rila her şeyi kendisi tek tek kontrol ederek kişisel dosyamın eksiksiz
BOYALI KUŞ 219

olmasını sağlamıştı. Adımı, daha önce yaşadığım yerlerin adlarını,


hatırlayabildiğim kadarıyla ailem, akrabalarımız ve dostlarımızla il­
gili bütün ayrıntıları, mahallemizin adı gibi ona verdiğim bütün bil­
gileri toparlayıp dosyama eklemişti.
Bizi götürecek şoför aracın motorunu çalıştırdı. Mitka beni cesa­
retlendirircesine omzumu okşayarak bir kere daha Kızıl Ordu'nun
onuruna uygun davranmayı ihmal etmememi hatırlattı. Gavrila bana
sımsıkı sarılarak uğurlarken birlikteki diğer askerler tıpkı yetişkin bi­
riymişim gibi elimi sıktılar tek tek. Fena halde ağlamak istiyordum
ama başımı kaldırıp yüzüme ciddi bir ifade oturtarak dimdik durdum
karşılarında.
istasyona doğru yola çıktık. Bindiğimiz tren asker ve sivil doluydu.
Dura kalka bombalanmış kasabalardan, terk edilmiş köylerden geçtik.
insansız araçlar, tanklar, kanatları ve pervaneleri kopmuş uçaklar gör-
dük. Durduğumuz istasyonlarda yanlarında şaşkınlıkla trene bakan
yarı çıplak çocuklarıyla yırtık pırtık giysili perişan görünümlü insanlar
vagonlara koşturup yiyecek ve sigara dileniyordu. Böylece gideceği­
miz şehre varmamız iki gün sürdü.
Bütün yollar orduya teçhizat ve malzeme taşıyan askeri kamyon­
ların ve Kızıl Haç araçlarının geliş gidişine tahsis edilmişti. Garda
peronlar Sovyet askerlerinin yanı sıra, serbest bırakılmış farklı ünifor­
malar içinde savaş esirleri, koltuk değneklerine ve bastonlarına yas­
lanıp birbirlerini itip kakarak ilerlemeye çalışan savaşın kör sakat
bıraktığı perişan görünümlü asker ve sivillerle kaynıyordu. Hemşireler
eşliğinde ağır adımlarla ilerlemeye çalışan çubuklu giysili insanları
görenler derin bir sessizliğe gömülüyorlardı, çünkü bunlar toplama
kamplarındaki fırınlardan kurtarılıp yeniden hayata dönmeye çalışan
savaş esirleriydi.
Sımsıkı yapışmıştım Yury'nin eline. Gözlerimi bu insanların külren­
gindeki suratlarından, geçmeye yüz tutmuş bir ateşin külleri arasında
cam kırıkları gibi parlayan hummalı bakışlarından alamıyordum.
Garın orta peronuna arkasında tek bir vagon sürükleyen bir loko­
motif girdi. Pırıl pırıl parlayan vagondan renkli üniformaları madal-
220 JERZY KOSINSKI

yalarla süslü yabancı bir askeri heyet indi, aynı anda hızla sıraya di­
zilen şeref kıtasına askeri bando da marşlarla eşlik etmeye başlamıştı.
Jilet gibi ünifoı·ıııaları içindeki subaylar çubuklu toplama kampı giy­
sileri içindeki insanların yanından sessizce yürüyerek geçtiler.
Gar binasının üstünde artık başka bayraklar dalgalanıyor, hopar­
lörlerden ara sıra boğuk bir sesle okunan nutuklar ve karşılama ko­
nuşmalarıyla kesilen müzikler geliyordu. Yury saatine baktı. Garın
çıkışına yöneldik.
Askeri araçlardan birinin şoförü bizi gideceğimiz yere götürmeyi
kabul etti. Şehrin bütün yollarını askeri konvoylar doldurmuştu, kal­
dırımlar insan kaynıyordu .
Yan yollardan birinde eski birkaç binanın pencerelerinden dışarı
bakan yüzlerce çocuk gördüğümüzde yolun bittiğini anladık.
Giriş salonunda bir saat kadar beklettiler bizi. Yury gazetesini açıp
okumaya başladı. Ben ise yaşadıklarıma hiç aldırııııyoı111L1ş gibi dav­
ranıyordum. Nihayet yetimhanenin kadın müdürü yanımıza gelip
bizi selamladı, Yuri'den içinde evraklarımın olduğu dosyayı aldı. im-
zaladığı bazı kağıtları da Yuri'ye verip sevecen bir tavırla elini omzu­
ma koydu. Hemen silkinerek uzaklaştırdım kendimi, neticede üstüm­
deki ünifuııııanın apoletlerine bir kadın elinin değmesi doğru olmaz­
dı.
Ayrılık zamanı gelmişti. Yury neşeli görünmeye çalışıyor, espriler
4

yapıp kafamdaki asker kepini düzeltiyor, kolumun altında sımsıkı tut­


tuğum, Gavrila'nın ve Mitka'nın imzalayıp hediye ettiği kitapların
bağlarını sağlamlaştırıyordu. Bizim iki koca adam gibi sarılıp birbiri­
mizle vedalaşmamızı sabırla bekledi müdire hanım.
Sonra elimi sol göğüs cebimin üstündeki Gavrila'nın hediyesi olan
kızıl yıldıza götürüp, Lenin'in profilden işlenmiş resmine dokundum.
Dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca emekçiye yol gösteren bu
yıldızın bana da uğur getireceğine olan sarsılmaz inancımla müdire
hanımın arkasından yürüdüm.
Kalabalık koridorlar boyunca ilerleyip derslerin devam ettiği sınıf­
ların açık kapılarının önünden geçtik. Dışarılardaki çocuklar bağrış
BOYALI KUŞ 221
••
çağrış şamata içindeydiler. Ustümdeki üniforrııayı gören çocuklardan
bazıları parmaklarıyla beni gösterip alay etmeye başlamışlardı. Ben
içlerinden birinin fırlattığı bir elma koçanına hedef olmamak için eği­
lince olan müdire hanıma oldu.
ilk birkaç gün rahat huzur bulamadım. Müdire hanım üstümdeki
••
üı:ıiforrııamı çıkarıp Uluslararası Kızıl Haç Orgütü'nün çocuklar için
gönderdiği giysileri giymemi söylemişti. Aldığı emri yerine getirmek
için üniformamı zorla çıkartmaya kalkan bir hemşireye neredeyse bir
tane geçiriyordum. Geceleri ceketimi ve pantolonumu katlayıp yata­
ğımın altına saklayıp uyumaya başlamıştım.
Ancak bir süre sonra epeydir su ve sabun yüzü görmediği için
üniformam kokmaya başladı, yine de ondan ayrılmaya gönlüm razı
gelmiyordu. Bu itaatsizliğimi daha fazla kaldıramayan müdire hanım
iki hemşire gönderip üniformamı zorla aldı elimden. Verdiğim müca­
deleyi diğer çocuklar büyük bir keyifle izliyordu. Bu hoyrat kadınların
elinden bir şekilde kurtulup kendimi sokaklara attım. Oralarda dolaş­
tığını gördüğüm dört Sovyet askerine yanaştım ve el kol işaretleriyle
dilsiz olduğumu anlatnm . Bana uzattıkları kağıda cephede görev ya­
pan bir Sovyet subayının oğlu olduğumu ve bu yetimhanede onun
dönmesini beklediğimi karaladım. Sonra da kelimeleri özenle seçerek
müdire hanımın bir toprak ağasının kızı olduğunu, Kızıl Ordu asker­
lerinden nefret ettiğini ve iki hemşiresini kullanarak üniformam ne­
deniyle beni her gün dövdürdüğünü yazdım.
Tam da tahmin ettiğim gibi mesajım genç askerleri öfkelendirip
harekete geçiııııişti. Peşimden yetimhaneye geldiler, bir tanesi müdi­
re hanımın boydan boya halı kaplı makam odasındaki saksıları yere
atıp ayağıyla çiçekleri ezerken, diğerleri hemşirelerin peşinden koşu­
yor yakaladıkları anda tokatlayıp kaba etlerini çimdikliyorlardı. Kor­
kudan ödü kopan hemşireler kaçarken çığlık ••çığlığa bağırışıyorlardı.
O günden sonra hepsi beni rahat bıraktı. Oğretmenler bile anadi-
limde okuyup yazmayı reddetmemi göııııezden gelmeye başlamışlar­
dı. Elimde tebeşir, kara tahtaya benim dilimin Rusça olduğunu ve
Rusça'nın öğrencilerine zulmetmeyen öğretmenlerin yaşadığı ve bir
222 JERZY KOSINSKI

insanın diğerlerinin sömürüsüne maruz kalmadığı bir ülkenin dili ol­


duğunu yazdım.
Yatağımın başucunda kocaman bir takvim asılıydı. Burada geçir­
diğim her günün üstüne kırmızı kalemle bir çarpı atıyordum. Alman­
ya'da hala devam etmekte olan savaşın bitmesine daha ne kadar kal­
dığını bilmesem de Kızıl Ordu'nun bu savaşı sonlandırmak için elin­
den geleni yaptığından adım gibi emindim.
Her gün bir yolunu bulup yetimhaneden çıkıyor, Gavrila'nın ver­
diği parayla bir Pravda gazetesi alıyordum. Son kazanılan zaferlerle
ilgili haberleri okuyup, Stalin'in resimlerine uzun uzun bakıp moral
buluyordum. Stalin gayet genç ve sağlıklı görünüyordu, her şey yo­
lundaydı, savaş da yakında bitecekti. ••

Bir gün tıbbi muayene için revire çağırdılar beni. Uniformamı dı-
şarıda bırakmayı reddetmiştim yine, ceketimi pantolonumu koltuğu­
mun altına sıkıştırıp muayene oldum. Bir çeşit sosyal komisyonun
karşısına çıkarılıp görüşmeye alındım. Komisyon üyelerinden yaşlıca
bir adam bütün evraklarımı dikkatlice okudu. Sevecen bir yaklaşım
içindeydi, bana adımla hitap ederek ailemin beni gönderdikten sonra
nereye gitmeyi planladığı hakkında bir fikrim olup olmadığını sordu .
Ben sorduklarını hiç anlamıyormuş gibi yapıyordum. içlerinden biri
sorulan Rusça'ya tercüme ettikten sonra savaştan önce ailemle tanış­
tığını düşündüğünü söyledi. Ben önümdeki yazı tahtasına büyük bir
soğukkanlılıkla l1ütün ailemin bir bombalama sırasında hayatını kay­
bettiğini yazdın1. Komisyon üyeleri kuşku dolu bakışlarla süzüyorlar­
dı beni. Onları asker gibi selamlayarak başım dimdik odadan çıktım.
Soruları soran adam canımı sıkmıştı.
Yetimhanede beş yüz kadar çocuk vardı. Küçücük pislik içindeki
sınıflarda gruplar halinde ders görüyorduk. Sınıflar tıklım tıkıştı. Ne
sıralar yetiyordu bu kadar çocuğa ne de tahtalar. Oğlanlarla kızların
çoğu sakattı ve tuhaf hareketleri vardı. Ben, yaşıtım bir oğlanın yanın­
da oturuyordum, çocuk durmadan, ''Babam nerede, babam nerede?''
diye kendi kendine mırıldanıp duruyor, babası her an sıranın altından
bir yerlerden çıkıp terli suratına bir şaplak indirecekmiş gibi aniden
BOYALI KUŞ 223

irkilerek bakınıyordu etrafına. Tam arkamızda oturan kız bütün par­


maklarını bir patlamada kaybetmişti. Gözü hep diğer çocukların solu­
canlar gibi hareketli parmaklarındaydı. Bu bakışları fark ettiklerinde
çocuklar onun bakışlarından korkup hemen ellerini sıraların altına
saklarlardı. Biraz ötede çenesinin büyük bir bölümüyle tek kolunu
kaybetmiş bir çocuk oturuyordu. Mecburen başkaları besliyordu ço­
cuğu, sınıfın her yerine iltihaplı yaralarından kötü bir koku yayılırdı.
Hepimiz birbirimize büyük bir korku ve tiksintiyle bakıyorduk.
Kimse yanındakinin ne yapıp ne yapmayacağını bilemiyordu. Sınıfta­
ki çocukların çoğu benden büyük ve daha güçlüydü. Konuşamadığımı
biliyorlar, benim geri zekalının teki olduğumu düşünüyorlardı. Bana
isimler takıyor, ara sıra da dövüyorlardı. Tıklım tıkış yatakhanede
gözümü bile kırpmadan uykusuz geçirdiğim gecelerin sabahında sı­
nıfa girdiğimde kendimi tuzağa düşmüş gibi hissediyordum, iyice ku­
runtulara korkulara kapılıyordum. Korkunç bir felaketin eşiğindey-
••
dim sanki. Oyle gergindim ki en ufak bir olay bile dengemi bozmaya
yetiyordu. Çocukların saldırısına uğramaktan çok kendimi savunur­
ken birine ciddi bir zarar vermekten korkuyordum. Çünkü bizi burada
sık sık uyarıyorlardı, birini yaraladığımız anda hapsi boylayacaktık.
Başıma böyle bir şeyin gelmesi Gavrila'nın yanına dönme umudumun
sonu demekti.
Yine de bir boğuşma itişme olduğunda hareketlerimi kontrol et­
meyi başaramıyordum. Sanki ellerim kendi kendine yeniden can bu­
luyordu, bir türlü karşımdakinden koparıp alamıyordum ellerimi. Bir
de bir kavgadan sonra uzun süre sakinleşemiyordum, neler olduğunu
düşünüp düşünüp yeniden gaza geliyordum.
••
Ustüme gelindiğinde kaçmayı da beceremiyordum. Bana doğru
hareketlenen çocukları görünce olduğum yerde mıhlanıp kalıyordum.
Kendimi böyle yaparak arkadan darbe almaktan sakındığıma, düşma­
nımın gücünü ve niyetini böyle ölçtüğüme ikna ediyordum. Oysa ger­
çek bu değildi. Kaçmak istediğimde bacaklarım birer demir yığını
haline gelip öyle bir ağırlaşıyordu ki! Geçmişteki kaçışlarımı hatırla­
maya çalışmanın da bir yararı olmuyordu. Sanki gizemli bir mekaniz-
224 JERZY KOSINSKI

ma beni olduğum yere kilitleyip bırakıyordu. Mecburen durup saldır­


ganlarımı bekliyordum.
Duı·ıııaksızın Mitka'nın bana öğrettiklerini geçiriyordum aklım­
dan: bir erkek kendisine kötü muamele edilmesine asla izin verme­
meliydi, çünkü kendisine olan saygısını kaybettiği noktada hayatının
bir kıymeti ve önemi kalmazdı. Öz saygısını korumanın ve kendini
değerli kılmanın tek yolu kendisine yanlış yapanlardan intikamını
alma becerisine sahip olmasıydı.
Kötü muamele ve aşağılamanın bedeli mutlaka ödetilmeliydi.
Dünyada öyle çok haksızlık vardı ki! insan başına gelenleri, kendisine
çektirilen ızdırapları doğru şekilde ölçüp biçip, alacağı intikamın du­
ruma uygun olmasına dikkat etmeliydi. Hayatta kalmak bir insanın
en az düşmanı kadar kuvvetli olup kendisine yaşattıklarını misliyle
ödettiğinde mümkün olabilir, demişti Mitka . Bir de seçilecek intikam
yönteminin kişinin karakterine ve olanaklarına uygun olması önem­
liydi. Aslında olay çok basitti: Birinin sana yaptığı kötülük sırtına inen
bir kamçı gibi acı vermişse o zaman sen de onu aynı şekilde acı vere­
cek şekilde cezalandıracaktın. Suratına inen bir tokat üst üste binler­
ce darbe yemişsin gibi bir etki yarattıysa içinde, o zaman sen de inti­
kamını karşındakinde o darbenin ağırlığını hissettirecek şekilde ala­
caktın. Netice itibarıyla yaşadığın bütün acı, öfke ve aşağılanma kar­
şılığını aynı şekilde bulmalıydı ki inti'kamını layığıyla alabilesin. Bir
tokat bazen bir kişide hiçbir etki yaratmazken, bir diğerinde günlerce
dayak yemiş gibi bir hissiyata nede11 olabilirdi. Birinci ör11ekteki ka­
fasını öte yana çevirdiği anda yediği tokadı unuturken, ikincisi için o
tokat haftalarca kabuslar gördürüp işkenceler yaşatabilirdi.
Elbette bunun tersi de olabilirdi. Sırtına inen sopanın acısı yediğin
bir fiske kadar acıttıysa canını, o zamanda intikamın o fiske ağırlığın­
da olmalıydı.
Hayat yetimhanede kavga kıyamet ve dalaşlarla geçiyordu. Hemen
herkesin bir takma adı vardı. Sınıfımdaki çocuklardan birinin takma
adı Tank'tı, çünkü yoluna çıkan herkesin karşısında tank gibi dikilip
yumruğunu indiriveriyordu. Diğeri durup dururken eline geçirdiğini
BOYALI KUŞ 225

sağa sola fırlattığı için Top Mt:ııııisi idi. Kılıç vardı örneğin, kolunu
kılıç gibi hasımlarının tepesine indiren; Uçak adamı yere devirir üs­
tüne çıkar tepinirdi; Nişancı attığı taşlarla en uzak mesafeden bile
hedefi bulurdu; Alev Makinesi kibritleri tutuşturup elbiselerin, sırt
çantalarının içine sokuverirdi.
Kızların arasında da takma adı olanlar vardı. El Bombası avucunun
içinde sakladığı çiviyle onu kızdıranların suratını parçalardı. Ufacık
tefecik kendi halinde bir kız olan Partizan yere çömelip geçene çelme
atarak yere devirir, kankası Torpido ise hasmına sanki sevişmek ister­
miş gibi sarılırken kasıklarına dizini geçiriverirdi.
Ne öğretmenler ne de görevliler ele avuca sığmayan bu ekiple
başa çıkamadığı için onlarla ağız dalaşına bile girmemeye çalışırlardı
çünkü daha güçlü kuvvetli oğlanlardan korkuyorlardı. Bazen da bu
olayların ciddi ve ağır sonuçları oluyordu. Top Mermisi belli ki kendi­
sine öpücük vermeye yanaşmayan bir kızın kafasına altı çivili çizme­
sini fırlatmış, kızcağız birkaç saat sonra hayatını kaybetmişti. Bir baş­
ka olayda Alev Makinesi üç oğlanın giysilerini ateşe verip onları sını­
fa kilitlemişti. Çocuklardan ikisi ağır yanıklarla hastaneye zor yetişti­
rilmişti.
Her kavgada mutlaka birileri kan revan içinde kalıyordu. Canları
pahasına birbirine girişen kızlarla oğlanları ayırmanın mümkünü yok­
tu. Hele geceleri daha da kötü şeyler yaşanıyordu. Oğlanlar kızları
karanlık koridorlarda sıkıştırıp taciz ediyorlardı. Hatta bir gece arala­
rından birkaçı hemşirelerden birinin ırzına geçmişlerdi bodrumda.
Diğer arkadaşlarına da haber verip çağırarak zavallı kadını orada sa­
atlerce tuttular, savaş zamanı orada burada tanık oldukları yöntem­
lerle tahrik ettiler. Sonunda kadın neredeyse aklını oynatarak çığlık
kıyamet ortalığı ayağa kaldırınca bir ambulansla hastaneye götürül­
müştü.
Kızlar da az değildi, oğlanların ilgisini çekmek için önlerinde so­
yunuyor, kendilerine dokundunıyorlardı. Savaş boyunca kendilerini
kullanan adamların neler yaptıklarını hiç çekinmeden uluorta konu-
şuyorlardı. içlerinde artık bir erkekle beraber olmadan uyku tutmadı-
226 JERZY KOSINSKI

ğını söyleyenler bile vardı. Gece oldu mu sıvışıp parklarda sarhoş


askerlere dadanıp onlarla beraber oluyorlardı.
Çocukların geri kalanı oldukça sessizdi, duvarlara yaslanıp kayıt­
sızca ne ağlayıp ne güler, yalnızca kendilerinin gördüğü görüntülere
boş boş bakar dururlardı . Bu çocuklardan bazılarının gettolardan ve
toplama kamplarından geldiği söylenirdi. işgal sona ermeseydi muh-
temelen uzun zaman önce hayatlarını kaybetmiş olurlardı. Diğerleri
de belli ki yanlarında kaldıkları koruyucu aile adı altındaki zalim ve
açgözlü insanların istismarına maruz kalmış, en ufak itaatsizliklerinde
kırbaçlanmış, dayak yemişlerdi. Bazılarının geçmişine dair en küçük
bir bilgi yoktu, ne nereden geldiklerini, ne ailelerinin nerede olduğu­
nu, ne savaş boyunca nerelerde yaşadıklarını bilen yoktu. Kendileri
hakkında konuşmayı reddederek, yüzlerinde hafif bir gülümseme ve
hatta bu sorgulanmayı neredeyse hoş görür bir ifadeyle geçiştirirlerdi
sorulan sorulan.
Geceleri uykuya dalıp gideceğim diye• ödüm kopuyordu çünkü ço-
••
cukların uyuyanlara eşek şakaları yaptığını bilmeyen yoktu. Unifor-
mamı çıkarmadan bir cebimde bıçak diğer cebimde ahşap bir muşta
ile uyuyordum.
Her günün sabahında takvimime bir çarpı daha atıyordum. Pravda
gazetesi Kızıl Ordu'nun artık Nazi yılanlarının yuvasına ulaştığını yaz-
maktaydı. •
Yavaş yavaş Suskun adlı bir çocukla arkadaşlığımı ilerletmiştim.
Çocuk dilsiz gibi takılıyordu, yetimhaneye geldiğinden bu yana sesini
duyan olmamıştı. Konuşabildiği bilinen bir şeydi ama savaş zamanın­
da kendi kendine bundan böyle konuşmasına gerek olmadığına karar
vermişti. Diğer çocuklar onu konuşturmak için binbir eziyet ediyor­
lardı, hatta bir keresinde kanlar içinde kalana kadar dövmüşlerdi ama
yine de tek bir söz çıkmamıştı çocuğun ağzından.••
Benden yaşça daha büyük ve daha güçlüydü. ünceleri birbirimizi
görmezden geliyorduk çünkü ben, onun, benim gibi konuşamayan
çocukların taklidini yapıp dalgasını geçtiğini sanıyordum. Bir de Sus­
kun aslında dilsiz olmayıp konuşmamayı seçtiği için onunla takılıp
BOYALI KUŞ 227

arkadaşlık edersem diğerlerinin benim de onun gibi yaptığımı, yani


istesem konuşabileceğimi ama bunu yapmayı reddettiğimi düşüne­
ceklerine inanıyordum.
Bir gün çocuklardan biri beni koridorda sıkıştırıııış hırpalarken
Suskun yardımıma yetişip çocuğu bir yumrukta yere yapıştırdı. Ertesi
gün ders arasında patlak veren bir kavgada bu sefer ben kendimi onun
yanında yer almak mecburiyetinde hissettim.
O günden itibaren sınıfın en arka sırasında beraber oturmaya baş-
••
ladık. ünceleri birbirimize küçük notlar yazarak iletişim kuruyorduk,
daha sonraları işaretlerle anlaşmayı öğrendik. Yola çıkmak için bek­
leyen Sovyet askerleriyle arkadaşlık etmek için gara yaptığım kaça­
maklarda artık Suskun bana eşlik ediyordu. Sarhoş bir postacıdan
beraberce aşırdığımız bisiklete atlayıp hala mayınlarla dolu olduğu
için halka kapalı parktan geçerek umumi banyoda yıkanan çıplak kız-
ları izlemeye gidiyorduk.
Geceleri gizlice yatakhaneden kaçıp yakınlardaki sokaklarda ve
meydanlarda geziniyor, açık pencereleri taşlayıp sevişen çiftleri kor­
kutuyor, beklemedikleri anda gelen geçenlere saldırıyorduk. Benden
daha kalıplı ve güçlü olduğu için vurucu güç rolü her zaman Suskun'a
aitti.
Sabahları mallarını satmak için köylüleri şehirdeki pazara taşıyan
trenin düdüğüyle uyanırdık. Akşam olunca pencerelerinden yansıyan
ışıklarıyla ağaçların arasında ateş böceği sürüsü gibi görünen tek va-
gonluk aynı tren köye geri dönerdi.
Bulutsuz sıcak günlerde, güneşten iyice kızmış tren rayları boyun­
ca çakıl taşlarına çıplak ayaklarımızla basarak canımız acıya acıya
yürürdük. Etrafta yakınlardaki köy ve kasabalardan gençler varsa o
zaman da hemen gösterimizi başlatırdık. Ben rayların üstüne yüzü­
koyun uzanıp başımı kollarımın arasına alırdım. Telaşsız bir sabırla
trenin gelmesini beklerken, Suskun da çığırtkanlık yapıp seyirci top­
lamaya koyulurdu. Tekerleklerin uğultusunu duyunca trenin yaklaş­
tığını anlardım, zaten kısa süre içinde raylar da titremeye başlardı.
Lokomotif tam üstüme geldiğinde bütün vücudumu iyice yapıştırır-
228 JERZY KOSINSKI

dım yere, o anda hiçbir şey düşünmemeye çalışırdım. Kömür kazanın­


dan gelen yakıcı sıcaklığın bütün vücudumu yaladığını hissederdim.
Sıra sıra vagonlar üstümden geçerken o ritmik tıkırtıların en sonun­
cusunu duymayı beklerdim. Çocukken köylerde bu oyunu nasıl oyna­
dığımızı hatırlıyordum. Bir keresinde lokomotifin yanmış kömür ar­
tıklarını saçarak geçmesinden sonra rayların üstüne yatan çocuğun
sırtının ve kafasının fırında kavrulup kömürleşmiş bir patates haline
geldiğini göı·ıııüştük. Çocuk artık yaşamıyordu. Olaya tanık olanlar­
dan bazıları lokomotiften dışarı sarkan makinistin aslında onun ray­
larda yattığını gördüğünü buna rağmen kor halindeki kömür artıkla­
rını saçtığını iddia etmişlerdi. Bir başka olayda en son vagondan sar­
kan uzun bağlantı demirinin raylara uzanan çocuğun kafasını bir
balkabağı gibi ezdiğini hatırlıyordum.
Bu tatsız ve sevimsiz olayları hatırlamak bile üstünden tren geçer­
ken raylara uzanmış olmanın verdiği korku dolu heyecanın baştan
çıkarıcılığını engel olamıyordu. Lokomotifle başlayıp son vagonun
geçişine kadarki zaman içerisinde bir tülbentten süzülen süt kadar
katışıksız bir canlılık hissediyordum içimde. O kısacık süre içinde lo­
komotifin sesi, vagonların tıkırtısı bana hayatta olmaktan daha önem­
li bir şey olmadığını hissettiriyordu. Ne yetimhane, ne konuşamadı­
ğım, ne Gavrila, ne Suskun, her şeyi unuturdum o anlarda. Bu çılgın­
ca deneyimin en derinindeki duygu buradan yara almadan, hasarsız
bir şekilde kurtulmanın verdiği mutluluktu.
Tren geçip gittikten sonra ellerim ve dizlerim titreyerek yattığım
yerden doğrulurken düşmanlarımdan aldığım intikamın verdiğine
yakın bir haz duyuyordum.
Hayatta olmanın verdiği keyfi gelecekteki korkulu ve ızdıraplı za­
manlarda kullanmak üzere içimde saklamaya çalışırdım. Yaklaşmakta
olan treni beklerken içime dolan korkunun yanında diğer tüm korku­
lar anlamını kaybedip önemsizleşmekteydi.
Yattığım yerden kalkınca tren yolu boyunca umursamaz bir tavır
takınarak yürürdüm. Suskun, beni koruyup kollaması son derece do­
ğal bir şeymiş gibi davranarak bana yaklaşan ilk kişiydi. Eliyle üstüme
BOYALI KUŞ 229

başıma yapışan mıcırları, kumları temizlerdi. Yavaş yavaş ellerimin,


dizlerimin titremesini, dudaklarımdaki kasılmayı kontrol altına alır­
ken diğerleri etrafımı çevirip hayranlıkla beni izlemeye devam eder­
lerdi.
Sonra Suskun ile beraber yetimhaneye dönerdik. Son derece gurur
duyardım kendimle, onun da benimle gurur duyduğunu biliyordum.
Başka hiçbir çocuk benim yaptığım şeyi yapmaya cesaret edemezdi.
Böylelikle zamanla benimle uğraşmayı bıraktılar. Yine de ara ara bu
gösteriyi yineleyerek bu saygıyı canlı tutmam gerektiğinin farkınday­
dım. Aksi halde bu cesaretimin rastlantısal olduğundan kuşku duy­
maya başlarlardı. Göğsümdeki Kızıl Y ıldız'a dokunarak demiryolu
güzergahının yolunu tutar, yaklaşan trenin gök gürültüsünü andıran
sesini duymayı beklerdim.
Suskun ve ben artık zamanımızın çoğunu demiryolunda geçirir
olmuştuk. Gelen geçen trenleri izleyip, bazen en arkadaki vagona
atlar, tren yavaşlayınca kendimizi aşağı atardık.
Şehirden oldukça uzakta olan demiryolu bağlantı noktası uzun
zaman önce, büyük olasılıkla savaştan bile önce yapılmaya başlanmış
ancak tamamlanamayarak yarım kalmıştı. Köprünün uzatılmasının
planlandığı sarp kayalığın bittiği yerden birkaç yüz metre ötedeki
makaslar hiç kullanılmadığından paslanarak yosun tutmuştu. Birkaç
kere buralarda dolaşıp makasların hareketli kolunu kaldırmaya çalış­
tıksa da paslı mekanizmayı yerinden kımıldatmamız mümkün olma­
mıştı.
Günlerden birinde bir çilingirin yetimhanedeki açılmayan bir ka­
pıyı sadece kilidi yağlayarak nasıl açtığını gördük. Ertesi gün Suskun
mutfaktan bir şişe yağ aşırdı. Aynı günün akşamında şişedeki yağı
makas değiştirme mekanizmasına boca ediyorduk. Bir süre yağın me­
kanizmanın yataklarına
••
nüfuz etmesini bekledik, sonra var gücümüz-
le kola asıldık. ünce mekanizmanın içinden sanki bir şeyler kırılmış
gibi bir ses geldi, ardından büyük bir gıcırtıyla raylar birbirine kavuş­
tu. Beklemediğimiz bu başarı ürkütmüştü bizi, hemen kolu bir kenara
fırlatıp oradan uzaklaştık.
230 JERZY KOSINSKI

Bu olaydan sonra ne zaman makasın oradan geçsek Suskun'la ba­


kışmaktan kendimizi alamazdık, ne de olsa bu bizim küçük sırrımızdı.
Ne zaman bir ağaç gölgesinde oturup ufuk çizgisinden beliren bir tren
görsem müthiş bir güç hissederdim kendimde çünkü o trendeki insan­
ların hayatı benim elimdeydi sanki. Tek bir hareketimle koca treni
içindekilerle birlikte uçurumdan aşağı ı1·111ağın sakin sularına kavuş­
turabilirdim. Yapmam gereken tek şey o kola asılmaktı.
insanları gaz odalarına ve fırınlara taşıyan trenler geliyordu aklı-
ma. Bütün bu düzeni kurup birilerinin yakılma emrini verenler de
başlarına geleceklerin farkında olmayan kurbanlar üstünde böyle bir
güce sahip olmanın keyfini yaşıyor olmalıydılar. Ne ismini ne cismini
bilmedikleri milyonlarca insanın kaderini ölüm ya da yaşam şeklinde
tayin ediyorlardı. Yapmaları gereken tek şey o emri vermekti, emri
alan kasaba ve köylerdeki özel birlikler ve kolluk kuvvetleri insanları
gettolara ve toplama kamplarına götürüyorlardı.
Böyle bir güce sahip olmak müthiş bir duygu olmalıydı. Yalnız bu
güce sahip olduğunu bilmek mi yoksa bunu kullanabilmek mi daha
keyifliydi bunu bilmiyordum işte!
Birkaç hafta sonra Suskun ile beraber civar köylerden gelenlerin
ürünlerini ve elişlerini sattığı şehir pazarına gittik. Etine dolgun köy­
lü kadınlarının yüzüne gülüp iltifatlar yağdırarak onlardan bir iki el­
ma, birkaç havuç hatta bir kase kaymak l<oparıııayı bile başarmıştık.
Pazar yeri her zamanki gibi kalabalıktı. Köylüler bağıra çağıra tezgah­
larına müşteri çekmeye çalışıyor, kadınlan rengarenk etekleri bluzla­
rı pazarın ortasında deniyor, kalabalıktan ürkmüş düveler ve domuz­
lar tiz seslerle bağrışıyorlardı.
Milislerden birinin altındaki gıcır bisiklete içim giderek bakarken
önümdeki süt ürünlerinin satıldığı tezgahı görmedim ve takıldım.
Devrilen tezgahtaki süt, ayran şişeleri, kaymak kaseleri, testiler kırılıp
paramparça olmuş, içindekiler her yere saçılmıştı. Ben daha kaçmaya
fırsat bulamadan öfkeden kıpkırmızı kesilen tezgah sahibi yumruğunu
suratıma geçi1·11ıişti bile. Ağzımdan kanlar fışkırarak yere yapıştım.
Kırılan üç dişimi yere tükürdüm. Adam beni tavşan gibi boynumdan
BOYALI KUŞ 23 1

yakalayıp kaldırdı ve bir kum torbasıymışım gibi art arda yumrukla­


nnı indirıııeye başladı. Kendi gömleği bile benim kanımla kırmızıya
bulanmıştı. Sonra etrafta birikip bizi seyredenleri iterek kendine yol
açtı, beni boş bir turşu fıçısının içine tıkıp bulduğu etraftaki bütün
çerçöpü de üstüme boca etti .
ilk önceleri neler olduğunu anlayamamıştım bile. Kulağıma köy-
lülerin kahkahaları geliyordu, yediğim yumruklardan ve fıçının yu­
varlanmasından başım deli gibi dönüyordu. Ağzıma burnuma kan
dolmuştu, yüzümün de şişmeye başladığını hissediyordum.
Bir anda Suskun'un bembeyaz olmuş yüzünü gördüm. Tir tir titre­
yerek beni fıçının içinden çıkarmaya çalışıyordu. Köylüler bir yandan
bana Çingene piçi diye sesleniyor, bir yandan Suskun'un çaresizce
çabalanmasını seyrederek eğleniyorlardı. Daha da azgınlaşıp üstümü­
ze saldıracaklarından korktuğu için beni oradan çıkarmakla uğraşma­
yıp fıçıyı ilerideki çeşmenin oraya doğru yuvarlamaya başladı. Köylü
çocuklar etrafını sarmış, çelme takıp tökezleterek fıçıyı ele geçirmeye
çalışıyorlardı. Suskun elindeki sopayla onları uzakta tutmayı başardı,
o sırada çeşmenin yanına gelmiştik.
Kanlar içinde ve sırılsıklam bir vaziyette emekleyerek fıçıdan çık­
tım, her yanıma kıymıklar batmıştı. Yürüyecek halde olmadığım için
arkadaşım beni sırtına aldı, uzun ve eziyetli bir yolculuktan sonra
nihayet yetimhaneye varmıştık.
Doktor ağzımdaki ve yanağımdaki yaralara pansuman yaparken
arkadaşım kapının dibinden ayrılmadan bekledi. Adam çıkar çıkmaz
odaya daldı ve uzun uzun yüzümdeki yaralara baktı.
İki hafta sonra bir şafak vakti dürterek uyandırdı beni. Üstü başı
toz toprak içindeydi, gömleği terden sırılsıklam olmuş, üstüne yapış­
mıştı. Belli ki bütün geceyi dışarıda geçirmişti. Kendisinin peşinden
gelmemi işaret etti. Hızla giyindim, kimsenin ruhu bile duymadan
yetimhanenin dışındaydık yine.
Demiryolu makaslarını yağladığımız bölgeye yakın bir yerlerdeki
terk edilmiş bir barakaya sürükledi beni. Barakanın damına tırman­
dık. Suskun yolda bulduğu bir sigara izmaritini yakıp biraz bekleme-
232 JERZV KOSINSKI

miz gerektiğini işaret etti. Neden burada olduğumuzu ve ne yapaca­


ğımızı anlamamıştım ama zaten yapacak başka işimiz de yoktu.
Güneş yükselmeye başlamış, damın üstündeki çiy damlaları bu­
harlaşmaya, yağmur oluklarının altına öbeklenmiş kahverengi kurtlar
ortalığa dökülmeye başlamıştı.
Sislerin arasından düdüğünü çalarak trenin yaklaştığını gördük.
Suskun çok gergindi, eliyle treni işaret etti. O gün şehirde yine pazar
vardı ve pazarcı köylüler günün bu ilk treninin bütün vagonlarını her
zamanki gibi ağzına kadar doldurmuştu. insanlar ellerinde sepetleri
trenin basamaklarından üzüm salkımları gibi sarkıyordu.
Suskun bana iyice sokuldu. Sırılsıklam terlemişti, avuçları ıpıslak­
tı. Durup durup gergin dudaklarını diliyle ıslatıyor, terli siyah saçları­
nı arkaya doğru yapıştırıyordu. Trenin gelmesini beklerken adeta
birkaç yaş ihtiyarlamış gibiydi.
Tren hızla makasa doğru ilerliyordu. Pencerelerinden, merdiven­
lerinden sarkan sarışın köylülerin saçları rüzgarda dalgalanıyordu.
Suskun'un aniden ve sertçe koluma yapışmasıyla ben yerimden sıç­
rarken, lokomotif arkasında görünn1eyen bir güç tarafından itiliyor­
muşçasına savrularak raylardan çıktı. Onunla birlikte ilk iki vagon da
havalanarak aynı kaderi paylaşmıştı. O hızla birbirinin üstüne kor­
kunç bir gürültüyle yığılan diğer vagonlar çığlıklar arasında kayalık­
lardan aşağı yuvarlandı. Gökyüzüne doğru yükselen toz ve buhar
bulutuyla hiçbir şey görünmez olmuştu ama aşağıdan çığlıklar ve
feryatlar yükselmeye devam ediyordu.
Tamameı1 afallamış, neye tığradığımı anlamamıştım, bir yandan
da yaprak gibi titriyordum. Suskun, oturduğu yere boş bir çuval gibi
yığılıp kalmıştı. Bir süre yavaş yavaş açılmakta olan toz bulutuna bak­
tı, sonra aniden arkasını dönüp dama çıkan basamaklara yöneldi be­
ni de yanında sürükleyerek. O tarafa akın edenlere kendimizi göster­
meden dosdoğru yetimhanenin yolunu tuttuk. Dört bir yandan kaza
yerine giden ambulansların siren sesleri geliyordu.
Yetimhanedeki herkes hala uykudaydı. Yatakhaneye girmeden
Suskun'a dönüp baktım, yüzünde en ufak bir rahatsızlık ya da gergin-
BOYALI KUŞ 233

lik kalmamıştı. O da bana bakıp gülümsedi. Y üzümdeki ve ağzımdaki


yaraların üstündeki sargı bezleri olmasaydı ben de ona gülümseyebi­
lirdim.
Bu olayı takip eden birkaç gün boyunca tren faciasından başka laf
konuşulmadı okulda. Gazetelerde günlerce siyah çerçeveli ölüm ilan­
ları yayınlandı. Polis olayı siyasi bir sabotaj olarak değerlendirip suç­
luların peşine düştü. Birbirine geçmiş şekilsiz vagonlar ancak vinçler-
le kaldırılabildi.
Suskun beni bir sonra yine pazara sürükledi. Kalabalığın arasında
dolanırken eski tezgahların çoğunun kurulmamış olduğunu gördük.
Masalarının üstlerinde siyah haçların yanında tezgah sahibinin ölüm
ilanı ve başsağlığı kartları duruyordu. Suskun bunları tek tek inceler­
ken aldığı keyfi benden gizlemeye gerek duymuyordu. Yavaş yavaş
beni hırpalayan, eziyet eden adamın tezgahına yaklaşıyorduk.
Kafamı kaldırdığım anda •tezgahın tam da hatırladığım haliyle kar-

şımda durduğunu gördüm. Ustünde yine süt ve krema şişeleri, ayran
testileri, bezlere sarılmış tereyağlar ve birkaç çeşit meyve vardı. Bir
kukla gösterisinde olduğu gibi, pat diye beliriverdi benim dişlerimi
döken ve fıçıya tıkan adamın kafası tezgahın arkasından o anda.
içimi dolduran yakıcı bir acıyla dönüp baktım Suskun'a. O da neye
uğradığını anlamamış, adama öylece bakakalmıştı. Kendini toplar
toplamaz elime yapışıp beni hızla oradan uzaklaştırdı. Ne zaman yo­
la çıktık, işte o zaman kendini otların üzerine atıp korkunç bir ızdı­
rapla avazı çıktığı kadar bağırıp ağlamaya başladı Suskun. Ve bu,
benim onun sesini ilk duyuşum oldu.

Bir sabah müdire hanım öğretmenlerden biriyle beni odasına ça­


ğırttı. Aklıma ilk gelen Gavrila'dan bir haber geldiğiydi ama koridorda
ilerlerken içime bir kuşku da düşmedi desem yalan olur.
Müdire hanım beni odasında bekliyordu, yanında savaştan önce
ailemi tanıdığını düşündüğünü söyleyen Sosyal Komisyon üyesi de
vardı. Beni sıcak bir şekilde karşılayıp oturmamı söylediler. Belli et­
memeye çalışsalar da ikisinin de tedirgin olduklarını fark etmiştim.
Ben de benzer bir duyguyla etrafıma bakındım, hemen bitişikteki oda­
dan sesler geldiğini duydum.
Komisyon üyesi adam yerinden kalkıp yan odaya geçti ve orada
birileriyle konuşmaya başladı. Sonra çıkıp kapıyı açık bıraktı. İçeride­
ki odada bir adamla kadın ayakta dikiliyordu .
••
Yüzleri bana bir şekilde tanıdık gelmişti. Unifo1·111amı süsleyen kı-
zıl yıldızın altında deli gibi atan kalbimin sesini duyabiliyordum. Ka­
yıtsız görünmeye çalışarak uzun uzun adamla kadının yüzlerine bak­
tım. Aramızda çok çarpıcı bir benzerlik vardı. Bu insanlar benim an­
nem ve babam olabilirlerdi. Düşünceler kafamın içinde oradan oraya
seken serseri kurşunlar gibi dolanıyordu, oturduğum iskemleye sım­
sıkı yapışmıştım. Annemle babam . . . Buradaydılar . . . Ne yapacağımı
bilemiyordum, onları tanıdığımı kabul mü etmeliydim yoksa tanımı­
yor gibi yapmaya devam mı etmeliydim, bilemiyordum.
Bana doğru yaklaştı ikisi de. Kadın yüzüme eğildi, yüzü gözyaşla­
rıyla sırılsıklamdı. Kollarına girerek ona destek olan adamcağız da
titreyen elleriyle gözyaşlarıyla ıslanan yüzünden kayan gözlüklerini
düzeltti. O da hıçkırıyordu. Yine de kendini toparlayıp benimle Rusça
konuşmayı başaran o oldu. En az Gavrila'nınki kadar temiz ve akıcı
BOYALI KUŞ 235

bir Rusça ile konuşuyordu. Benden ceketimin önündeki düğmeleri


açmamı istedi, onların oğluysam eğer göğsümde, sol tarafımda bir
doğum lekesi olmalıydı.
Söylediği yerde bir doğum lekem olduğunu biliyordum elbet. Yine
de bir an tereddüt ettim. Açıp gösterirsem bu her şeyin sonu olacaktı,
hiç kuşkusuz onların oğluydum ben. Bir an durup düşündümse de
kadının gözyaşları yüreğimi dağlamıştı. Yavaşça düğmelerimi çözme­
ye başladım.
Kim ne yaparsa yapsın böyle bir durumdan sıyrılmamın yolu yok­
tu. Gavrila'nın hep söylediği gibi anne babalardı çocuklar üzerinde
asıl

hak sahibi olanlar. Yetişkin değildim, daha on iki yaşındaydım .
istemiyor olsalar bile beni buradan alıp götürmek onların göreviydi.
Kafamı kaldırıp yüzlerine baktım yeniden. Kadıncağız pudrasına
karışan gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle ba­
kıyordu. Adam heyecanla ellerini ovuşturuyordu. Bana hiç zarar ve­
recek birilerine benzemiyorlardı. Tersine gayet kırılgan görünüyorlar­
dı.
Artık ceketimin düğmeleri tamamen açıktı, doğum lekem olduğu
gibi ortadaydı. ikisi birden ağlayarak sarılıp beni öpücüklere boğdular.
Yine bir kararsızlık sardı içimi. istesem o an buradan fırlar, kalabalık
trenlerden birine atlayıp kimsenin izimi bulamayacağı kadar uzaklara
kaçabilirdim. Ailemin yanına dönmem demek bütün hayallerime veda
etmem demekti. Ne insanların teninin rengini değiştirebilecek bir bil­
gin, ne patlayıcı maddeler mucidi, ne Mitka ve Gavrila'nın toprakla­
rının bir parçası olabilirdim artık.
Dünyam bir barakanın çatısı kadar küçücük bir yere sıkışıyordu

sanki. insanın kendinden nefret edip ona zulmedeceklerin tuzağına
da kendisini sevip korumak isteyenlerin kollarına da düşmesi müm­
kündü.
Kimsenin ellerinden alamayacağı ebeveynlik haklan yüzünden bi­
rilerinin oğlu olmayı, birilerinin kafamı okşamasını, benimle ilgilen­
mesini ya da sırf benden daha güçlü oldukları için bana zarar verebi­
leceklerini düşünerek onların her dediğini yapma fikrini böyle birden-
236 JERZY KOSINSKI

bire ve kolayca kabul edemezdim ki!


Elbette, çocuklar küçükken analı babalı olmanın faydaları çoktu
ama benim yaşımdaki birinin artık bu tür aile baskılarından uzak ol­
ması gerekirdi. Kimin peşinden gidip, kimden ne öğreneceğime ken­
dim karar verebilirdim. Yine de oradan kaçıp gitmemi engelleyen bir
şeyler vardı işte! Anam olan kadının yaşlarla dolu yüzüne, babam olan
adamın titreyen ellerine baktığımda onların saçlarımı okşayıp sırtımı
sıvazlayacağından emin olmasam bile sanki bir güç beni gitmekten
alıkoyuyordu. Kendimi Lekh'in boyalı kuşu gibi hissediyordum, bir
mıknatıs gibi kendi türüme çekiliyor, onlara doğru kanat açma ihtiya­
cı duyuyordum.
Babam formalitelerle uğraşmak için odadan çıktı. Annemle yalnız
kaldığınızda bana bundan böyle onlarla çok mutlu bir hayatım olaca­
ğımı, istediğim her şeyi yapabileceğimi söyledi. Hatta çok istiyorsam
üzerimdeki ünifoııııanın yenisini bile diktireceklerdi.
Bunları dinlerken aklıma bir zamanlar Makar'ın tuzağa düşürüp
yakaladığı yabani tavşanı gelmişti. Kocaman çok güzel bir hayvandı.
İnsan baktığında hayvanın içindeki özgürlük dürtüsünün ne kadar
güçlü olduğunu görebiliyordu. Kafese kapatı\dığı andan itibaren ade­
ta çıldırmış; yerleri tepmeye, kendini oradan oraya atmaya başlamış­
tı. Onun bu huzursuz hareketliliği Makf1r'ı giderek daha çok öfkelen­
dirıııiş, birkaç gün sonra dayanamayıp kafesin üstünü kalın bir mu­
şambayla örtmüştü. Hayvan bir süre daha debelendikten sonra pes
ederek sakinleşip evcilleşmiş hatta bir süre sonra onu elimle besleme­
me izin verir olmuştu. Sarhoş olduğu günlerden birinde Makar kafesin
kapısını açık bırakınca hayvan fırladığı gibi kırlara koşmuştu. Ben
onun yeşillikler arasında hızla gözden kaybolacağını düşünürken tav­
şan kulaklarını dikip öylece duııııuş adeta özgürlüğün tadını çıkarma­
ya koyulmuştu. Uzaklardan, ormandan kulağına yalnızca onun duya­
bildiği sesler geliyor, burnuyla yalnızca kendisinin alabildiği güzel
kokuların keyfini çıkarıyordu. Bütün bu güzellikler yalnızca kendisine
aitti, içinde tutulduğu kafes sanki bir tarih olmuştu onun için.
Sonra birdenbire bir şey oldu. Kulakları gevşeyip düştü, güzelim
BOYALI KUŞ 237

postu adeta büzüldü, küçüldü, bıyıkları dikildi ama hiçbir yere kaç­
madı. Kendine gelsin diye, ona artık özgür olduğunu hatırlatmak için
sıkı bir ıslık öttürdüm. Bu sesi duyduğu halde miskince kendini diğer
yana devirdi. Sanki aniden ihtiyarlamıştı, bezginlikle kafesine doğru
ilerledi. Bir ara duraksadı, kulaklarını yeniden dikerek arkasına baktı,
sonra kendisini seyreden tavşanların arasından geçerek kafesine girdi.
Artık kafesini kendi içinde taşıyordu. Beynini zincire vurmuş ve kas­
larını kendi iradesiyle felç etmişti. Onu uyuşuk kaderine razı hemcins­
lerinden ayıran özgür ruhu kuru bir yonca yaprağından rüzgarla ya­
yılan hoş bir koku gibi savrulup gitti uzaklara.
Babam işlemleri tamamlayıp odaya geri döndü. Yeniden sarıldılar
bana. Annemle her yerimi tepeden tırnağa kontrol edip hakkımda bir
şeyler konuştular. Artık yetimhaneden ayrılma vakti gelmişti. Veda­
laşmak için Suskun'un yanına gittiğimizde, arkadaşım annemleri kuş­
ku dolu bakışlarla süzdü ve kafasını sallayarak selamlaşmayı reddet-
tı.
Yetimhaneden çıkarken babam kitaplarımı taşımama yardım etti.
Dışarıda, sokaklarda müthiş bir kargaşa hüküm sürüyordu. insanlar
perişan, üstleri başlan pislik içinde ve bitkin vaziyetteydiler. Sırtların­
da bir torba yuvalarına dönenler savaş sırasında evlerine el koyanlar­
la kavga halindeydi. Bense annemle babamın arasındaydım, başıma
ve omuzlarıma dokundukları yerlerde sevgilerinin sıcaklığını hissede­
rek artık onların koruması altında olduğumu bilerek güvenle yürüyor­
dum.
Beni alıp yaşadıkları eve götürdüler. Burası kayıp çocuk merkezin­
de aradıkları eşkale uygun bir çocuk olduğunu öğrendiklerinde binbir
zorlukla buldukları küçücük bir apartman dairesiydi. Ancak eve gir­
diğimde başka bir sürprizle karşılaştım. Annemlerin dört yaşında bir
oğlan çocuğu daha vardı. Çocuğun ailesinin savaş sırasında öldürül­
müş bir öksüz olduğunu söyleyip hikayesini anlattılar. Dadısı oradan
oraya kaçarak kurtardığı bu çocuğu savaşın üçüncü yılında babama
teslim etmiş, bizimkiler de çocuğu evlat edinmişlerdi, onu çok sevdik­
leri her hallerinden belliydi.
1

238 JERZY KOSINSKI

Bu olay kafamdaki soru işaretlerini daha da artırmıştı. Acaba ken­


di kendime kalıp sonunda beni evlatlık alacak olan Gavrila'yı bekle­
sem daha mı iyi olacaktı? Aslında tek başıma takılıp ne olacağını
bilmeden bir köyden bir köye, bir kasabadan diğerine dolanmayı çok
daha fazla tercih ederdim. Belli ki buralarda olaylar fazla sürprizsiz
yaşanıyordu.
Annemlerin tuttuğu apartman dairesi bir oda ve bir mutfaktan
oluşuyordu. Tuvalet hemen merdivenlerin başındaydı. Kimse kimse-
nin yanından birbirine çarpmadan geçemiyordu. Babamın kalbinde
bir sorun vardı. Birazcık üzülüp sıkılsa hemen yüzü sapsarı kesiliyor,
her yanını ter basıyordu. O an hemen ilaçlarını alması şarttı. Annem
gün doğmadan sokaklara çıkıp yiyecek almak için ucu bucağı görün­
meyen kuyruklara giriyordu. Döner dönmez de hemen yemek yapma­
ya ve ortalığı toplamaya girişiyordu.
Küçük oğlan tam bir baş belasıydı. Ne zaman elime gazeteyi alıp
Kızıl Ordu'nun zafer haberlerini okumaya kalksam oyun oynamak için
tutturup paçalarıma yapışıyor, kitaplarımı deviriyordu. Bir gün beni
öyle kızdırdı ki dayanamayıp koluna yapıştım. Biraz fazla sert sıkmış
olmalıyım ki oğlanın kolundan bir çatırtı geldi, avazı çıktığı kadar
bağlrtııaya ve ağlamaya başladı. Babam hemen doktoru çağırdı, adam
kolda kırık olduğunu söyledi. Kolu hem�n alçıya alınan çocuk o gece
ağrısından inlerken korku dolu bakışlarını da benden alamıyordu.
Annemle babam tek kelime etmemişlerdi ama onların da gözü hep
benim üstümdeydi.
Evden gizlice kaçıp sık sık Suskun ile buluşmaya gidiyordum. Bir
gün buluşma yerine gelmeyiverdi. Yetimhaneye gidip sorduğumda
arkadaşımın başka bir şehre gönderildiğini söylediler.
Bahar gelmişti. Mayıs ayında yağmurlu bir günde nihayet savaşın
sona erdiği haberi geldi. insanlar sokaklara dökülmüş birbirlerine sa-
rılıp öpüşüyor, dans ederek şarkılar söylüyorlardı. Akşam olduğunda
şehrin her yerinden sarhoşlukla kavga çıkaran ve yaralananları has­
taneye yetiştiren ambulansların sesleri gelmeye başlamıştı. Savaşın
bittiğini öğrendiğimiz günden sonra yetimhaneye daha sıklıkla gidip
BOYALI KUŞ 239

Gavrila ya da Mitka'dan mektup gelip gelmediğini kontrol etmeye


başladım ama onlardan hiç haber yoktu.
Dünyada neler olup bittiğini anlamak için gazeteleri büyük bir
dikkatle okuyordum. Daha orduların hepsi geri dönmemişti. Almanya
hala işgal altındaydı, Gavrila ile Mitka memleketlerine dönene kadar
yıllar geçebilirdi.
Şehirdeki yaşam koşulları giderek daha ağırlaşıyordu. Her gün
köylerden kasabalardan akın akın insan geliyordu şehre, burada ya­
şamanın, kaybettiklerini burada yeniden kazanmanın daha kolay ol­
duğunu düşünüyorlardı. Oysa ne doğru dürüst bir iş, ne yaşayacak
yer vardı. Umduklarını bulamayınca şaşkınlık içinde sokaklarda do­
lanıyorlardı. Hepsinin sinirleri gergindi, her an kavga çıkarmaya ha­
zırdılar. Tramvaylarda, otobüslerde, lokantalarda yer kapmak için
bile dövüşüyorlardı. Anlaşılan savaştan sağ çıkmayı başarabildikleri
için seçilen ve önemli kişiler olduklarına, bu sebeple saygı görmeyi
hak ettiklerine sonuna kadar inanıyorlardı.
Bir gün annemle babam bana sinemaya gitmem için biraz para
verdiler. Savaştan sonraki ilk gün saat altıda buluşmak için sözleşen
genç bir kızla genç bir adamın hikayesini anlatan bir Sovyet filmi
vardı sinemada.
Gişenin önündeki upuzun kuyrukta saatlerce beklemek zorunda
kaldım. Tam sıra bana geldiğinde cebimdeki bozukluklardan birini
kaybettiğimi gördüm. Gişe görevlisi benim dilsiz olduğumu fark edin­
ce eksik paramı tamamlayıp geldiğimde yeniden sıraya girip saatlerce
beklememem için biletimi kenara ayırdı. Koşa koşa eve gittim, yarım
saat bile olmadan parayı alıp geri dönmüştüm. Biletimi almak için
gişeye ilerlerken kapıdaki görevli beni yeniden sıranın sonuna iteledi.
Yazı tahtam yanımda değildi, daha önce zaten sırada olduğumu ve
biletimin ayrıldığını adama bir türlü anlatamıyordum. Onun da zaten
benim işaretlerimi anlamaya niyeti yoktu. Bizi seyredip eğlenenlerin
önünde kulağımdan tuttuğu gibi dışarı attı beni. Ayağım kayıp kaldı-
••
rıma düştüm. Ustelik kanayan burnumdan süzülen damlalar ünifor-
mamı lekelemişti. Hemen eve dönüp burnuma soğuk kompres yaptım
240 JERZY KOSINSKI

ve adamdan intikamımı nasıl alacağımı planlamaya koyuldum.


Annemler artık yatmaya hazırlanıyordu. Beni giyinik görünce şa­
şırıp o saatte nereye gittiğimi sordular elbet, ben de işaretlerle endi­
şelenmelerine gerek olmadığını, biraz yürüyüp döneceğimi anlattım.
Onlar hala gece bu saatte sokakların benim yaşımda bir çocuk için
tehlikeli olduğunu konuşup söylenirlerken ben kendimi dışarı atmış­
tım bile.
Dosdoğru sinemanın yolunu tuttum. Bu kez gişe önünde fazla sıra
yoktu, gündüz beni hırpalayan görevli aylak aylak ortalarda dolaşı­
yordu. Yol kenarından iki tuğla alıp••sessizce sinemanın bitişiğindeki
binanın merdivenlerine tırmandım. Uçüncü katın sahanlığında durup
aşağı boş bir şişe fırlattım. Tam da tahmin ettiğim gibi görevli sesin
geldiği yöne doğru gelip yerdekinin ne olduğunu anlamak için eğildi.
Ve ben o anda elimdeki tuğlaları adamın tepesine yağdırdım. Sonra
da koşa koşa merdivenlerden inip karanlık sokaklara daldım.
O olaydan sonra sokağa artık yalnız geceleri çıkar olmuştum. An­
nemle babam bu yaptığıma kızıp karşı çıkıyordu ama onları dinleyen
kimdi? Gün boyunca uyuyor, akşam karanlık çökünce gece gezintile­
rim için hazır oluyordum.
Bir atasözü, bütün kedilerin karanlıkta aynı olduklarını söyler . Bu
söz elbette insanlar için geçerli değildi. Hatta bunun tam tersini söy­
lemek bile mümkündü. Gündüzleri sınırları. net çizgilerle belirlenen
yollarda aynı şekilde koşturanlar gece olunca tanınmayacak kadar
farklılaşıyorlardı. Adamlar ceplerinde taşıdıkları şişeleri yudumlaya­
rak bir sokak lambasının gölgesinden diğerine çekirgeler gibi atlaya­
rak dolanır, kadınlar daracık eteklerinin üstünde bütün memelerini
ortaya çıkaran bluzlarıyla kapı girintilerinde müşteri bekler, sonra
sallanarak yaklaşan adamlarla karanlıklara karışıp gözden kaybolur­
lardı. Kanı canı çekilmiş şehirde ara sıra parklarda çalıların ardında
sevişen çiftlerin inlemelerinden başka ses duyulmazdı. Bombalanarak
harabeye dönmüş bir evin yıkıntıları gece karanlığında sokağa çıkacak
gözü karalıkta bir kızın ırzına geçen çocuklara ev sahipliği yaparken,
bir ambulansın köşeyi dönerken çıkardığı acı fren, yakındaki bir mey-
BOYALI KUŞ 241

hanede patlayan bir kavga ve kırılan camların sesi gelirdi bir yerler­
den.
Kısa sürede şehrin gece hayatına iyice alışmıştım. Yaşı benden bi­
le küçük kızların babamdan yaşlı adamlarla iş tuttuğu ıssız sokakların
hangileri olduğunu, kollarında altın saatleriyle jilet gibi giyinmiş
adamların kendilerini bir ömür hapse yollayacak malları nerelerde
sattıklarını hep biliyordum. Hatta sokaklarda dolanırken gençlerin
hükümet binalarının duvarlarına yapıştıracağı afişleri bastığı kimse­
nin dikkatini çekmeyecek kadar sıradan evi bile bulmuştum . Milisler
ve askerler bu afişleri buldukları anda büyük bir öfkeyle imha ediyor­
lardı. Milisler zaten bildiğimiz insan avına çıkıyordu, silahlanmış si­
villerin askerleri öldürdüklerini bile görmüştüm. Gündüz ortalık süt
liman kesilirken, gece savaş bütün hızıyla devam ediyordu .
Her gece şehrin eteklerindeki hayvanat bahçesinin yakınındaki
parka gidiyordum. Burada insanlar kadınlı erkekli bir araya gelip el­
lerindeki mallarını satıyor, takas ediyor, içki içip kumar oynuyorlardı.
Bu insanlar bana iyi davranıyorlardı. Bana her yerde bulunmayan
çikolatalardan veriyorlar, bıçak atmasını, kapkaççılığı filan öğretiyor­
lardı. Bunların karşılığında ben de milislere ve sivil polislere yakalan­
madan söyledikleri adreslere bir takım paketler götürüp teslim edi-
,

yordum . Görevi tamamlayıp parka döndüğümde mis gibi parfüm


kokan kadınlar beni yanlarına yatırıp kendilerini tıpkı Ewka'nın bana
öğrettiği gibi sevip okşattırıyorlardı. Gecenin karanlığının yüzlerini
gizlediği bu insanların arasında kendimi çok rahat hissediyordum.
Kimseye sıkıntı vermiyor, kimsenin yoluna taş koymuyordum. Bana
verdikleri kanunsuz işleri yaparken dilsizliğimin bu iş için artı puan
olduğunu düşündükleri ortadaydı.
Ama bir gece her şey aniden tersyüz oldu. Birdenbire ağaçların
ardından ellerinde cep fenerleriyle beliren polislerin düdüğü gecenin
sessizliğini böldü. Milisler bütün parkı kuşatmışlardı, hepimizi topla­
yıp nezarete aldılar. Bu arada az kalsın beni polis merkezine götürür­
ken göğsümdeki Kızıl Yıldız'a aldırış etmeden sertçe iten milisin par­
mağını kırıyordum.
242 JERZY KOSINSKI

Annemle babam ertesi sabah beni almaya geldiler. Uykusuz bir


gecenin ardından üstüm başım yırtılmış, kir pas içindeydim. Dostla­
rımı kaybettiğim, gece insanlarımdan ayrıldığım için çok üzgündüm.
Annemle babam tek kelime etmediler ama ne yapacaklarını bilmez
bir şaşkınlıkla bakıyorlardı bana.
Çok zayıf ve çelimsizdim, bir türlü gelişemiyordum. Doktorlar an­
nemlere dağ havasının ve sporun bana yarar sağlayacağını söylemiş­
lerdi. Zaten öğretmenlerim de şehir yaşamının bana iyi gelmediğini
düşünüyorlcırdı. Sonbahar gelince babam memleketin batı kesimle­
rindeki dağlık bölgede kendine bir iş buldu ve böylece şehirden ayrıl-
dık. ilk karlar düşmeye başladığında da hava almam için beni dağa
gönderdiler. Bir kayak hocası benimle ilgileneceğine söz veı ıııişti.
Onun dağdaki barınağında kalıyordum, annemler de haftada bir beni
görmeye geliyorlardı.
Her sabah erkenden kalkıyorduk. Kayak hocası dua etmek için
dizlerinin üstüne çöktüğünde adamcağızı hoşgörüyle izliyordum. Şe­
hirde okumuş koskoca bir adamdı yine de yaşamını basit bir köylü
gibi sürdürüyor ve koca dünyada aslında bir başına olduğu ve hiçbir
şeyden yardım beklememesi gerektiği fikrini bir türlü kabullenemi-
yordu. Dünyada herkes tek tabancaydı aslında. insan Gavrilaların,
Mitkaların ve Suskunların harcanıp feda edilebilir olduklarını ne ka­
dar erken kabullenirse o kadar iyiydi. Birinin dilsiz olmasının bir öne-
mi yoktu, neticede kimse birbirinin söylediğini anlamıyordu ki! insan-
lar birbiriyle çatışabilir, sevişebilir, kucaklaşabilir, birbirini hor göre­
bilirdi ama sonunda yalnızca kendisini tanır bilirdi. Kalın gövdeli
sazlar bir nehri kıyı sındaki çamurlu hattan nasıl ayırıyorsa duygulan,
duyuları ve anıları da bir insanı diğerlerinden öyle ayırıyor ve farklı
kılıyordu. Etrafımızı çevreleyen dağların zirveleri gibi birbirimizden
vadilerle ayrılıyorduk, ya göremeyeceğimiz kadar yüksekte ya uzana­
mayacak kadar alçakta oluyorduk birbirimizden.
Günlerimi dağ yollarında kayak yaparak geçiriyordum. Tepelerde
in cin top oynuyordu. Oteller pansiyonlar yakılıp yıkılmış, vadileri
244 JERZV KOSINSKI

mesken tutanlarsa savaş zamanı uzaklaştırılmıştı. Yavaş yavaş yeni


insanlar buralara yerleşmek için gelmeye başlamışlardı.
Kayak hocası sakin ve sabırlı bir adamdı. Onun sözünden çıkma­
maya çalışıyordum. Hatta ara sıra takdir edici sözlerini duymaktan
hoşlanır olmuştum.
Kar fırtınası çok ani geldi. Etrafta göz gözü görmüyordu. Hocamı
da gözden kaybetmiştim. Aşağıya, sığınağa mümkün olduğu kadar
çabuk ulaşmak için kendi başıma kaymaya karar verdim. Ayağımdaki
kayaklarla buzlanmış zemin üzerinde uçarcasına yol alıyordum, hızım
arttıkça soğuk soluğumu daha da kesiyordu. Karşıma bir anda çıktı o
derin uçurum ama artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Nisan güneşi odaya dolmuştu. Kafamı yavaşça hareket ettirdim,


hiç acı duymuyordum. Ellerimin üstünde doğruldum. Yeniden yatağa
uzanmak üzereydim ki telefon çaldı. Hemşire çoktan çıkmıştı odadan,
telefon da durmadan çalmaya devam ediyordu.
Bir gayretle yataktan çıktım, sendeleyerek komodine doğru gittim.
Ahizeyi kaldırdım kulağıma götürdüm, telefonun öbür ucunda benim­
le konuşmak için sabırsızlıkla bekleyen biri vardı ... İşte anda konuşa­
bilmeyi öyle çok istedim ki!
Kendimi zorlayarak ağzımı açtım. • Gırtlağımdan yukarı doğru ses-
ler yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Bütün gücümü bir noktada topla-
yıp bu sesleri önce heceler sonra kelimeler haline getirdim. O kelime­
ler bezelye taneleri gibi ağzımdan saçılıverdi birden. Ahize elimden
düştü, bunun mümkün olabildiğine inanamıyordum. Aklıma üşüşen
bütün kelimeler cümleler, hatta Mitka'nın şarkılarından bazı sözler
birbiri ardına dökülüveriyordu ağzımdan. Uzaklarda bir köy kilisesin­
de kaybolup giden sesim beni yeniden bulup bütün odayı dolduı·ıııuş­
tu. Hiç ara vermeden konuşuyordum, önceleri ağzımdan köylüler
sonra şehirliler gibi çıkan sesim, ıslanınca ağırlaşan kar taneleri gibi
kelimelerin anlamlarıyla buluştuğu yerde hayat buldukça, tekrar tek­
rar tekrar bu sesin bana ait olduğunu söyleyerek balkona açılan şu
kapıdan uçup gitmeyeceğine ikna ediyordum kendimi.
Boyalı Kuş'un bu yeni basımı
ilkinde yer almayan
malzemeler içeııııektedir.

BO SON

1963 ilkbaharında Amerika doğumlu eşim Maıy ile beraber lsviç-
re'ye gittik. Tatil yapmak amacıyla daha önce de lsviçre'de bulunmuş-
luğumuz vardı ancak bu kez ziyaret nedenimiz bambaşkaydı. Eşim
aylardan beri çaresi olmadığı düşünülen bir hastalıkla boğuşuyordu
ve buraya da başka uzmanların görüşlerini almak üzere gelmiştik.
Burada uzunca bir süre kalacağımızı düşünerek o günlerde pek revaç­
ta olan eski ama görkemli bir otelde göl manzaralı bir suit oda tuttuk.
Otelin daimi konuklan arasında şehre il. Dünya Savaşı başlama­
dan hemen önce gelmiş Batı Avrupa zenginlerinden oluşan bir grup
bulunmaktaydı. Bu insanlar savaşın ölümcül yüzü kendini gösterme­
den kendi vatanlarını terk etmiş oldukları için hiçbir zaman canlarını

kurtarmak için mücadele etmek zorunda kalmamışlardı. lsviçre'ye
sığındıkları andan itibaren kendilerini korumak adına yaptıkları yal­
nızca günü gününe yaşamak olmuştu. Yetmişli seksenli yaşlarını sür­
düren bu pansiyonerler sabahtan akşama kadar duııııadan yaşlılık
muhabbeti yapıyorlardı. Gerek yaşlan, gerekse isteksizlikleri yüzün­
den hayatları giderek daha hareketsizleşiyor, neredeyse otel binasının
dışına bile çıkmıyorlardı. Ömürleri lobide ya da restoranında lak lak
ederek ya da en fazla ara sıra bahçede dolanarak geçiyordu.
Ben de onlara uymuştum, sıklıkla peşlerine takılıyordum. Birlikte
gezinirken onların yaptığı gibi iki savaş arası dönemde otelde konak­
layan devlet adamlarının portrelerinin önünde duruyor, 1. Dünya Sa­
vaşı sonrası otelde düzenlenen uluslararası barış konferanslarının
anısına duvarlara asılı plaketlerin sıkıcı metinlerini okuyordum.
248 JERZV KOSINSKI

Zaman zaman bu gönüllü sürgünlerin bazılarıyla sohbet ettiğim


de oluyordu, ama ne zaman Doğu ve Orta Avrupa'daki savaş yılların-
dan laf açacak olsam anında kendilerinin lsviçre'ye savaştan önce
geldiklerini, dolayısıyla da savaşı ancak radyo ve gazete haberlerin­
den takip ettiklerini hatırlatıyorlardı. Ben de o zaman lafı hemen top­
lama kamplarının en yoğunlukta olduğu o ülkeye getirerek, 1939-
1945 yılları arasındaki askeri operasyonlar sonucu bir milyon insanın
hayatını kaybettiğini ve işgalcilerin beş buçuk milyon insanı yok etti-
••
ğini söylüyordum. üstüne basa basa bu kurbanların üç milyondan
fazlasının Yahudi, üçte birinin de on altı yaşın altındaki çocuklar ol­
duğunu belirtiyordum. Basit bir hesaplamayla bin insandan iki yüz
yiııııisinin öldüğü ortaya çıkıyordu. Kaç kişinin sakat kaldığını, trav­
maya uğradığını, ruh ve beden sağlığının bozulduğunu hesaplamaksa
mümkün değildi. Yaşlı dinleyicilerim anlattıklarıma başlarını kibarca
sallayarak kulak verip, kendilerinin toplama kampları ve gaz odala­
rıyla ilgili duyduklarını hep gazetecilerin abartması olduğunu düşün­
düklerini kabul ediyorlardı. Ben de bütün çocukluğumu ve ilk gençlik
yıllarımı Doğu Avrupa'da geçiııııiş biri olarak onları savaş zamanında
yaşatılan zulmün anlatılanlardan katbekat korkunç olduğuna inandır­
maya çalışıyordum.
Eşimin tedavi için hastaneye gittiği g\i_nlerde ben de bir araba ki­
ralar, kafamda özellikle şurayı göreyim diye bir düşünce olmaksızın
çevrede dolaşmaya çıkardım . Bol dönemeçli yemyeşil İsviçre yolların­
da ilerlerken, savaş sırasında yaklaşan tankları engellemek için arazi­
ye kurulan çelik ve beton tank tuzaklarının arasından geçerdim. Tıp­
kı otelde yaşamını sürdürmekte olan yaşlı sürgünler gibi bulunduğu
yere yakışmayan amaçsız ve anlamsız tuzaklar hiçbir zaman gerçek­
leşmemiş bir işgale karşı kurulan savunma sisteminin bir hatırası ola­
rak ••hala öylece duruyorlardı.
Oğleden sonraları çoğunlukla bir kayık kiralayıp gölde öylesine
dolaşırdım. O anlarda Birleşik Devletler'le tek duygusal bağım olan
olan karımın ölmekte olduğu düşüncesiyle hissettiğim yalnızlık en
yoğun haliyle işlerdi içime. Doğu Avrupa'daki memleketimde ailem-
BOYALI KUŞ 249

den geriye kalanlarla nadir de olsa yazışmalarımız zaten sansür ku­


rulunun insafına kalmıştı, ancak üstü örtülü ve şifreli mektuplarla
haberleşebiliyorduk.
Gölün üstünde akıntınıQ beni götürdüğü yerlere sürüklenirken beni
boğan şey yalnızca karımın ölümüyle yaşayacağım yalnızlık korkusu
değildi. Bir sürgün olarak kendimi hiçbir zaman eksiksiz hissedememe­
nin verdiği acıya savaştan sonra yapılan barış antlaşmalarının ne kadar
etkisiz olduğunu göııııenin getirdiği umutsuzluk da eklenirdi. Otel du­
varlarını süsleyen o plaketleri düşündüğümde barış antlaşmalarının
altında imzası olanların gerçekten iyi niyetli olup olmadıklarını sorgu­
lardım. Çünkü bunların sonrasında gelişen olaylar konuşulup planla­
nanlarla hiçbir şekilde bağdaşmıyordu. Ama otel sakini ihtiyar sürgün­
ler, savaşın iyi niyet ve insancıllığından sual olunmaz politikacıların
dünyasında nedeni bilinmez bir sapma sonucu meydana geldiğine
inanmaya devam etmekteydiler. Barışın garantörleri durumunda olan­
ların yeri geldiğinde savaşı ateşleyenlere dönüşüverdiğini bir türlü ka­
bullenemiyorlardı. Ve işte bu kabullenmeyiş nedeniyle kaçma imkanı
olmayan ben ve ailem gibi milyonlarca insan o antlaşmalarla konulan
yasaklardan çok daha vahim olaylar yaşamak zorunda bırakılıyordu.
Bire bir yaşayarak tanığı olduğum gerçekliklerle gönüllü sürgün-
lerin ve diplomatların dünyayı bu gerçeklerden bu denli uzak ve hat-
ta hayalci bir yaklaşımla algılamaları arasındaki büyük çelişki beni
müthiş rahatsız ediyordu. Böylelikle geçmişimi yeniden gözden geçir­
meye başlayıp çalışmalarımı sosyal bilimlerden ziyade edebiyat ala­
nında değerlendirmeye karar verdim. Abartılarla ütopik bir gelecek
vadeden politika dünyasının aksine romanlarda hayatın gerçekte ya­
şandığı şekliyle yansıtılabilmesinin mümkün olduğunu biliyordum.
Avrupa'ya bu seferki zorunlu ziyaretimden altı yıl önce Amerika'ya
gittiğimde kendi kendime savaş yıllarını geçirdiğim ülkeye bir daha
asla ayak basmayacağıma dair yemin etmiştim. O dönemi yaşayıp
hayatta kalmam bir mucizeydi, aynı kaderi paylaşan yüz binlerce ço­
cuğun da benim kadar şanslı olmadığını gayet iyi biliyordum. Bu hak­
sızlığı iliklerime kadar hissetsem bile kendimi asla böylesine kişisel
250 JERZY KOSINSKI

vicdani muhasebeleri malzeme yapıp satan ya da halkımın ve benim


kuşağımın üstüne çöken kabusu tarihe aktaran biri olarak görmedim,
ben yalnızca bir hikaye anlatıcısıydım.
''....gerçek, karşısında insanların birbiriyle farklı düşüncelere sahip
olamayacağı tek şeydir. Herkesin bilinçaltında ona hükmeden, yaşama­
yı her ne pahasına olursa olsun diğer bütün isteklerden üstün kılan bir
güç vardır. insan yaşamak ister çünkü dünya yaşamaktadır," diye yaz-
mıştı toplama kampındaki bir Yahudi mahkum, gaz odasında son nefe­
sini veı·ıııeden kısa bir süre önce. ''Biz burada ölümle ahbaplık ediyo­
ruz," diye yazmıştı bir başkası. ''Her yeni gelen numaralandırılıp o
numara derisine işleniyor. O andan itibaren ''kendiniz'' değilsiniz artık,
sadece bir numaradan ibaretsiniz. Sizi siz yapan her şeyi unutup hiçbir
değeri olmayan, yalnızca hareket eden bir numaraya dönüşüyorsu­
nuz ... Her an mezarlarımıza biraz daha yaklaşıyoruz...Bu ölüm kam­
pında katı bir disiplin hüküm sürüyor. Zihnimiz köreliyor, düşünceler
bile numaralandırılmış: bu yeni lisanı kavramanın mümkünü yok..."
Bir roman yazmaktaki amacım zalimliğin ve peşi sıra getirdiği ız­
dırap ve umutsuzluğun dili olan ''bu yeni lisanı'' irdelemekti. Kitap
İngilizce de yazılabilirdi, memleketimi terk ederken anadilimi de ge­
ride bıraktığım için sosyal psikoloji konuşunda bu dilpe iki kitap yaz-
mıştım zaten. Aynca Ingilizce benim için yepyeni bir dünyaydı, bu
dilde kendimi insanın anadilinin her zaman bünyesinde barındıraca­
ğı duygusal çağrışımlardan uzak tutarak yazabilirdim.
Hikaye evrilmeye başladıkça bazı konulan daha derinine işleyip
farklı noktalara taşıyarak beş kitaplık bir roman haline getirıııeyi is­
tediğimi fark ettim. Bu beşlik seride bireyin toplumla ilişkisi çeşitli
yönleriyle ortaya konulacaktı. Serinin ilk kitabında en bilinir toplum­
sal metaforlan kullanacaktım. İnsanoğlu en hassas ve korunmasız
olduğu çocuk haliyle, toplum ise en ölümcül haliyle yani savaş orta­
mında resmedilecekti. Savunmasız birey ve yıkıcı toplum yani çocuk
ve savaş karşıtlığının insanlık dışı halleri en iyi şekilde temsil edece­
ğini umuyordum.
Dahası, bana çocukluğu anlatan romanların doğasında hep hayal
BOYALI KUŞ 25 1

dünyasının sınırlarını zorlayan bir şey varmış gibi geliyordu. Yaşam­


larımızın o en erken ve en duyarlı evresine yeniden dalmamız müm­
kün olmadığından, bugünkü benliğimiz ile ilgili değerlendiııııeleri
yapabilmek için o zamanı yeniden yaratmak zorundaydık. Romanlar
yapıları gereği bizleri yönlendirip farklı kişiliklere bürünmeye zorlasa
bile, insanın kendisini bir çocuk olarak hayal etmesi bir yetişkin olarak
hayal etmesinden genellikle çok daha zordur.
Yazmaya başladığımda ilk aklıma gelen Aristophanes'in yergi tü­
ründe yazılmış oyunu Kuşlar olmuştu. Oyunun ana karakterleri olan
Antik Yunan şehrinin saygın yurttaşları pastoral bir ortamda, ''insanın
açık havada güven içinde uyuyup dinlenirken kuşlar gibi tüy çıkara­
bildiği huzur dolu bir diyarda'' yaşayan isimsiz kahramanlar olarak
betimlenmişti. Aristophanes'in neredeyse iki bin yıl önce yarattığı or­
tamın evrenselliği beni müthiş etkilemişti.
Aristophanes'in gerçek olaylar ve karakterler hakkında yazarken
kuşları böylesine simgesel biçimde kullanmasının kendisini tarih ya­
zarlığının maruz bıraktığı kısıtlamalardan nasıl kurtardığını görünce
ben de aynı yöntemi çocukluğum boyunca bire bir yaşayarak gözlem­
lediğim köylü geleneğiyle harmanladım. Köylülerin en gözde eğlen­
celerinden biri yakaladıkları kuşun tüylerini rengarenk boyadıktan
sonra sürüye katılması için gökyüzüne salmaktı. Parlak renklere bu­
lanan kuş sürünün bir parçası olmanın güvenine sığınmak için hem­
cinsleriyle buluştuğunda diğerleri bu boyalı kuşları kendileri için teh­
like addederek anında saldırıya geçer, gagalarıyla parçalayıp canını
alırlardı. Ben de kitabımı herhangi bir tarihsel ve coğrafi kısıtlamaya
gitmeksizin efsanevi bir diyarda ve belirsiz bir zamanda kurgulamaya
karar verdim. Romanımın adı da ''Boyalı Kuş'' olacaktı.
Kendimi yalnızca bir hikaye anlatıcısı olarak gördüğümden, Boya­
lı Kuş'un ilk baskısında kendimle ilgili çok az bilgi yer aldı, gelen
hiçbir röportaj teklifini de kabul etmedim... Ancak bu duruşum zaman
içinde beni daha sıkıntılı bir noktaya getirdi. Bir çok yazar, eleştiı ıııen
ve okuyucu romanımın otobiyografik bir eser olduğunu gösteren ka­
nıtlar bulmaya girişti. Niyetleri kötü değildi, beni kendi kuşağımın
252 JERZY KOSINSKI

özellikle savaştan sağ çıkmayı başaranların sözcüsü rolüne soyundur­


mak istiyorlardı ancak benim için hayatta kalmak tamamen kişisel bir
mücadelenin sonucu olan bir şeydi ve bunu başaran yalnızca kendi
adına konuşma hakkına sahip olabilirdi . Kendi yaşadıklarım ve köke­
nimle ilgili ayrıntıların okuyucunun Boyalı Kuş'u okumasını sağlamak­
tan çok anlatılanların güvenilirliğini gösteren bir malzeme olarak
kullanılmaması gerektiğine inanıyordum.
Ayrıca o zamanlar kurmaca edebiyatla otobiyografik anlatımın
farklı türler olduğuna inanıyordum ve hala da bunu savunurum. Oto­
biyografide tek bir insanın yaşamı irdelenir, bu tür okuyucuyu başka
bir insanın varlığını gözlemlemeye davet ederken bir anlamda kendi
yaşamını onunkiyle karşılaştırırıaya da teşvik edilir. Oysa kuııııaca
edebiyatta okuyucu yalnızca benzetmeler, karşılaştıı·ıııalar yapmaya
değil, kendi kişisel deneyimleri, hayal dünyası ve yaratıcılığını da kul­
lanarak hayali bir yaşantıya katkıda bulunmaya, kendini özdeşleştir­
diği karakteri zenginleştirıııeye çağınlır.
Romandaki çocuğun yaşamının benimkinden bağımsız olması ko­
nusundaki inancımı ve kararlılığımı hep korudum. Yabancı yayıncıların
çoğu Boyalı Kuş'u yayınlarken kitabımı yabancı dilde basan ilk yayı­
nevlerinden biriyle yaptığım kişisel yazışmalanmdan alıntılan önsöz
ya da sonsöz şeklinde yayınlamayı doğru,bulmadılar. Bu eklemelerin
kitabın vurucu etkisini azaltacağını düşünüyorlardı. Bu yaklaşımlarına
karşı çıktım. Çünkü ben bu mektuplan kitabın vizyonunu güçlendir­
mek için yazmışnm, amacım okurun kitapla arasına giren, kurduğu
bağı zayıflatan bir şey olması değildi. Onlarsa varlığımın bu şekilde
araya sıkıştırılmasının romanın tek başına sahip olduğu değeri gölge­
leyip bütünlüğünü bozacağını düşünüyorlardı. Sonuçta Boyalı Kuş ilk
basımdan bir yıl sonra karton kapaklı olarak en ufak bir biyografik
bilgi içeııııeksizin yayınlandı. Muhtemelen bu sebeple de okullarda
okutulacak kitap listelerinin pek çoğunda Kosinski adı çağdaş yazarlar
yerine artık hayatta olmayan yazarlar arasında yer almı_ştır.
Boyalı Kuş'un Birleşik Devletler'de ve Batı Avrupa ülkelerinde ya­
yınlanmasından sonra (bu arada kitabım kendi memleketimde yayın-
BOYALI KUŞ 253

lanmak şöyle dursun, sınırlarından bile içeri sokulmamıştır) bazı Do­


ğu Avrupa gazete ve dergilerince kitabın aleyhinde büyük bir kam­
panya başlatıldı. Bütün ideolojik farklılıklarına rağmen gazeteler ro­
mandaki hep aynı paragraftan (ki bunlar tamamen bağlam dışı de­
ğerlendirilmiş alıntılardı) hedef alıp eleştirmek konusunda birleştiler
ve s\ıçlamalannı haklı çıkaı ıııak için cümlelerin yerleri ve sıralarıyla
oynadılar. Devlet kontrolü altındaki başyazarlar öfke saçan kalemle­
rini beni kitabı ısmarlama yazmakla suçlamak için kullandılar, sözde
ben bu kitabı Amerikan hükümetinin örtülü siyasi amaçlan doğrultu­
sunda yazmıştım. Birleşik Devletler'de basılan her kitabın Kongre Kü­
tüphanesi'nde kayıt altına alınması gerektiğinden haberi olmayan bu
yazarlar Birleşik Devletler hükümetinin kitaba finansal destek sağla­
dığını kanıtlamak için kesin kanıt olarak kütüphane katalog numara­
sını yayınladılar. Diğer cephede de Sovyet karşıtı gazeteler kitabım­
daki bazı ifadeleri cımbızla ayıklayıp Rus askerlerinden onları bir
umut ışığı gibi göstererek bahsettiğimi ve böylelikle de Sovyetler'in
Batı Avrupa'daki varlığını savunduğumu ileri sürdüler.
Doğu Avrupa kaynaklı suçlamaların birleştiği nokta ise romanın
sözümona belirsiz bir zaman ve mekanda geçmesiydi. Romanda kul­
landığım kişi ve yer isimlerinin belli bir ulusa atfedilmesine yol açma­
ması konusundaki titizliğime rağmen, eleştirmenler Boyalı Kuş'u Doğu
Avrupa'da yaşadığı bilinen bazı toplulukların yaşam biçimlerini kara­
layıcı ve onur kıncı öğeler taşımakla suçladılar. Aleyhimde yazanlar­
dan bazıları daha da ileri giderek gelenek ve göreneklerini bu kadar
ayrıntılı anlattığım yerlerin kendi memleketleri olduğunu ve benim
kültürlerini aşağıladığımı ileri sürdüler. Bu arada diğerleri de yerli
halkın kültürünü çarpıtarak köylülüğün karakteristik yapısına kara
çaldığım ve düşmanlarının eline karşı propaganda yapacakları bir si­
lah verdiğim için kitabıma saldıı·ıııaya devam ediyorlardı.
Sonradan öğrendiğime göre birbirinden farklı konulardaki suçla­
malar aşırı milliyetçi bir grubun, insanlarda tehlike ve tehdit duygu­
lan yaratmak amacıyla yürüttüğü geniş çaplı bir komplo hareketinin
parçasıymış. Hedefleri ise savaş sonrası geride kalan bir avuç Yahu-
254 JERZV KOSINSKI

di'nin memleketi terk etmesini sağlamakmış. New York Times gaze­


tesi Boyalı Kuş'un Doğu Avrupa'da ''silahlı bir hareket'' başlatma ama­
cı taşıyan güçlerin propaganda malzemesi olmakla suçlandığını yaz­
mıştı. Şu işe bakın ki, tıpkı gördüğü muameleyle yabancılaşarak kim
olduğunu unutan o toprakların yerlisi küçük bir Çingene çocuğuyken
sahip olduğuna inanılan yıkıcı güçleri ve büyüleri karşısına çıkanlar
üstünde kullanan biri gibi sunulan kahramanı gibi, kitabın kendisi de
giderek tamamen farklı bir role soyundurulmaya başlandı .
ilk önce memleketin başkentinde başlatılan kitap karşıtı bu kam-
panya kısa sürede bütün ülkeye yayılmıştı. Birkaç hafta geçmeden ki­
tapla ilgili yazılar çığ gibi büyüyerek dedikodular yüzlerce makaleye
dönüşmüştü bile. Devlet güdümlü televizyonlarda ''Boyalı Kuş'un ''İzi-
ni Sürerken'' adında yapılan dizi programlara sözde benimle ve ailem-
le savaş yıllarında karşılaştığını iddia eden insanlar çıkarılıp röportaj­
lar yapılıyordu. Sunucu önce kitabımdan bir bölümü okuyor, sonra o
bölüme konu edilen kişi olduğu iddiasıyla adamın birini davet ediyor-
••

du. Oyle bir ortamda ilk kez olmaktan ötüıii ürkek ve şaşkın durumda
olan sözde tanık da kitabı topa tutup yazarını lanetlemeye başlıyordu.
Çok tanınan ve sevilen Doğu Avrupalı bir yazar Fransızcasından
okuduğu Boyalı Kuş üzerine yazdığı yazısında kitaptan övgüyle söz
edince devlet anında duruma müdahale etII4ş, adam da yazısını geri
çekmek zorunda kalmıştı. Yazar ''Jerzy Kosinski'ye Açık Mektup'' baş­
lığı altında bu sefer kitabı eleştirdiği yeni bir yazı kaleme alarak ken­
disinin editör olduğu bir edebiyat dergisinde yayınladı. Hatta yazısın­
da beni çökmekte olan Batı'ya yaranmak adına yabancı bir dilde ya­
zarak kendi anadiline ihanet eden bir diğer ödüllü yazara benzeterek
sonumun tıpkı onunki gibi olacağını söylüyor, benim de yaşamımı
köhne bir Riviera otelinde kendi gırtlağımı keserek sonlandıracağım
konusunda uyarıyordu.
Boyalı Kuş'un yayınlandığı günlerde hayatta kan bağıyla bağlı ol­
duğum tek yakınım olan annem altmışlı yaşlarındaydı ve halihazırda
iki kanser ameliyatı geçiı ıııişti. Memleketin ileri gelen gazetelerinden
biri annemin hala benim doğduğum şehirde yaşamakta olduğunu or-
BOYALI KUŞ 255

taya çıkarınca, kadıncağız hakkında ''döneğin anası'' gibi zalim ve


çirkin ifadelerle dolu yazılar yazıp bağnaz Partizanların peşine takılan
öfkeli kalabalıkların annemin evine saldırmasına sebep oldular. An­
nemin hemşiresinin çağrısıyla olay yerine gelen polis de hiçbir etkin
müdahalede bulunmaksızın laf olsun diye saldırganları kontrol altına
almaya çalışıyormuş gibi yapmıştı yalnızca.
Eski bir okul arkadaşım bana New York'ta ulaşıp olan biteni aktar­
dıktan sonra olayları engellemek için devreye soktuğum uluslararası
kuruluşların girişimleri de ne yazık ki başarılı olamadı. Kitabımı oku­
mak şöyle dursun kapağını dahi görmemiş öfkeli kasaba halkı saldı­
rılarına aylarca devam etti. Nihayet ülke dışından kuruluşların yaptı­
ğı baskıdan biraz olsun utanan hükümet yetkilileri oranın yerel yöne­
timine annemin başka bir şehre nakledilmesini buyurdular. Annem
saldırıların giderek azaldığı birkaç haftayı daha evinde geçirdikten
sonra her şeyini geride bırakarak başkente taşındı. Güvendiğim bazı
arkadaşlarımın yardımları sayesinde nerede ve nasıl olduğundan ha­
berdar olmayı ve kendisine düzenli olarak para göndermeyi başara­
bildim.
Ona böylesine eziyet eden ülke bütün ailesinin ve halkının kökünü
neredeyse kazımış olmasına rağmen, annem ısrarla son nefesini do­
ğup büyüdüğü topraklarda veı ıııek ve babamın•• yanına gömülmek
istedi. Başka yerlere göç etmeyi hep reddetti. Oldüğünde bile yüz
karası gibi muamele gördü, yakınlarına ibret olsun diye cenaze töre­
niyle ilgili bilgilerin kamuya yansıtılmasına izin verilmedi, ölüm ilanı
bile defnedildikten birkaç gün sonra ancak yayınlanabildi.
Birleşik Devletler'de bu saldın haberleri basında giderek daha çok
yer bulurken, vatandaşlığa geçmiş Doğu Avrupalılardan gelen isimsiz
tehdit mektuplarının sayısı artarak ortamı daha da kızıştırıyordu. Bu
mektuplarda benim kendilerine iftira attığım, kültürel ve etnik miras­
larını aşağılayarak onlara hakaret ettiğim iddia ediliyordu. Bu isimsiz
mektupların sahiplerinden de Boyalı Kuş'u okuyan yoktu, hepsinin
yaptığı şey kulaktan dolma bilgilerle göçmen yayınlarının baş konusu
haline gelen Doğu Avrupa'ya yapılan saldırılar tezini papağan gibi
256 JERZY KOSINSKI

tekrar etmekten ibaretti.


Bir gün Manhattan'daki dairemde tek başıma otururken kapının
zili çaldı. Gelmesini beklediğim bir gönderi olduğu için hiç düşünme­
den açtım. Uzun pardösüler giymiş iriyarı iki adam beni iterek hızla
içeri daldı ve kapıyı arkalarından kapadılar. Beni duvara elleriyle çi­
vileyip tepeden tırnağa incelemeye koyuldular. Kafalarının karıştığı
belliydi, içlerinden biri cebinden Boyalı Kuş kitabına karşı yürütülen
saldırılardan bahseden New York Times haberinin kupürünü çıkarmış,
bir bana bir benim gazete haberindeki eski fotoğrafıma bakıyordu.
Birden kitapla ilgili şeyler söyleyerek bağırıp çağırmaya başladılar.
Ceplerinden çıkardıkları gazete kağıdına sarılı uzun çelik boruyla döv­
mekle tehdit ediyorlardı. Ben de hemen aradıkları kişinin ben olma­
dığımı, gazetede fotoğrafı olan yazarın kuzenim olduğunu ve insan­
ların bizi hep birbirimizle karıştırdığını, kendisinin biraz önce çıktığı­
nı ancak her an geri dönebileceğini söyledim. Ellerinden silahlarını
bırakmadan kanepeye geçip beklemeye koyuldular. Dertlerinin tam
olarak ne olduğunu sordum. içlerinden biri Boyalı Kuş'u yazarak mem-
leketlerini karalayıp halkını alay konusu yapan Kosinski'ye haddini
bildirmeye geldiklerini söyledi. Birleşik Devletler'de yaşadıklarına
bakmamalıydım, onlar son derecede vatansever insanlardı. O arada
dili benim gayet iyi hatırladığım lehçeye çalan diğeri de Kosinski aley­
hinde atıp tutmaya başlamıştı. Hiç sesimi çıkarmadan onların yayık
hatlara sahip köylü suratlarını, tıknaz bedenlerini ve düğmeleri zor­
lukla kapanan eski püskü pardösülerini inceledim. O saz damlı kulü­
belerin, bataklıklarla kaplı çayırlıkların, sabana koşulan öküzlerle
sürülen tarlaların zamanından koca bir nesil daha geçmişti ama bun­
lar hala benim tanıdığım köylülerdi. Sanki bir adımda Boyalı Kuş'un
sayfaları içinden çıkıp hayat bulmuşlardı. Bir an için tuhaf bir duy­
guyla bu ikili tamamen bana ait bir şeymiş gibi hissettim. Bunlar be­
nim karakterlerimden ikisi iseler, çıkıp beni ziyarete gelmelerinden,
benim ikram ettiğim votkayı kabul etmekte önce biraz nazlanıp sonra
kafaya dikmelerinden doğal bir şey olamazdı elbet! Onlar içkilerini
yudumlarken ben yerimden kalkıp duvardaki yana yatmış kitapları
BOYALI KUŞ 257

düzeltiyoııııuş gibi yaparak rafın en dibinde duran iki ciltlik Amerika­


nizm Sözlüğü'nün arkasında sakladığım küçük tabancamı elime al­
dım. Adamlara boruları yavaşça yere bırakıp ellerini havaya kaldır­
malarını emrettim. Söylediklerimi yaptıkları anda da diğer elimde
tuttuğum fotoğraf makinesiyle art arda fotoğraflarını çekmeye koyul­
dum. Bu fotoğrafları da eğer haneye tecavüz ve saldın girişimleri
sebebiyle mahkemeye gitmeye karar verirsem kimliklerinin tespiti için
kullanacağımı ifade ettim. Adamlar bunu yapmamam için yalvarıp
yakarmaya başlamışlardı, neticede ne bana ne de Kosinski'ye verdik­
leri bir zarar yoktu. Bunun üzerine biraz düşünürmüş gibi yapıp na­
sılsa elimde bu görüntüler olduğu için kendilerini daha fazla tutmaya
gerek olmadığına karar verdiğimi söyledim.
Doğu Avrupalıların karalama kampanyasından bana doğrudan
yansıyan tek olay bu değildi. Sıklıkla evimden ya da garajımdan çık­
tığımda yanıma yaklaşan kişilerin sözlü tacizlerine de maruz kalıyor­
dum. Kaç kez beni tanıyarak tehdit edip hakaret edenlerle karşılaştım
sokaklarda. Memleketlim bir piyanistin onuruna düzenlenen bir kon­
serde yaşlı başlı bir grup ''vatansever'' kadın ellerindeki süslü şemsi­
yelerle demode küfürler savurarak üstüme çullanmıştı. Şimdi, Boyalı
Kuş'un yayınlanmasından on yıl sonrasında bile, kitabımın hala ya­
saklı olduğu memleketimin insanları beni hainlikle suçlayamaya de­
vam etmekteler. Ne trajiktir ki, devlet hala onların önyargılarını bes­
lemeye, kitabımın kahramanı olan küçük oğlan çocuğunun güç bela
kurtulduğu güçlerin kurbanları olmalarını sağlamaya devam etmek­
tedir!
Boyalı Kuş'un basılmasından yaklaşık bir sene kadar sonra Ulusla­
rarası Yazarlar Birliği P.E.N memleketlim olan genç bir şairle ilgili
olarak benimle iletişime geçti. Genç kadın zor ve riskli bir kalp ame­
liyatı için Amerika'ya gelmişti ve ne yazık ki işler doktorların öngör­
dükleri kadar iyi sonuçlanmamıştı. P.E.N hiç İngilizcesi olmadığı için
ameliyatı takip eden birkaç ay boyunca genç kadınının yardıma ihti­
yacı olacağını söylemişti. Daha yirmili yaşlarının başında olmasına
karşın genç kadının basılmış pek çok şiir kitabı vardı ve adı ülkenin
258 JERZV KOSINSKI

en gelecek vaat eden edebiyatçıları arasında anılıyordu. Ben de eser­


lerini birkaç senedir beğenerek takip etmekte olduğum için kendisiy­
le tanışmak fikri çok hoşuma gitmişti.
New York'ta geçirdiği birkaç haftalık nekahet devresi süresince
şehirde gezip dolaştık. Arka plana Manhattan parkını ve gökdelenleri
koyarak genç şairin boy boy fotoğraflarını çektim. Oldukça yakın ar­
kadaş olmuştuk. Vize süresini uzatmak için yaptığı başvuru konsolos­
lukça reddedilince memleketini ve dilini sonsuza kadar terk etmeye
niyeti olmadığından geri dönmekten başka çaresi kalmamıştı genç
kadının. Bir süre sonra üçüncü şahıslar aracılığıyla bir mektup aldım
kendisinden. Mektubunda Ulusal Yazarlar Birliği'nin dostluğumuzdan
bir şekilde haberdar olduğunu ve kendisinden Boyalı Kuş'un yazarıy­
la New York'taki karşılaşmasını konu alan bir öykü yazmasını talep
ettiklerini yazıyordu. Bu öyküde ahlaksal değerlerden nasibini alma­
mış, anavatanının temsil ettiği her şeye kara çalıp•• kötülemeye yemin
etmiş bir sapkın olarak tanımlanacaktım elbette. Oncelikle tek kelime
İngilizce bilmediğini, dolayısıyla Boyalı Kuş kitabını okumadığını ve
benimle hiç politika konuşmadığını söyleyerek böyle bir şey yazmayı
reddetmişti genç kadın. Ancak meslektaşları bütün ameliyat masraf­
larını Yazarlar Birliği'nin üstlenmiş olduğunu sürekli hatırlatmaktan
geri durmamışlar, gençler üstündeki hatırı sa}'l.lır etkiye sahip seçkin
bir şair olması dolayısıyla ülkesine ihanet etmiş bir adama kalemiyle
saldırmasının bir yurttaşlık görevi olduğunu ısrarla ifade etmişlerdi.
Kendisinden istenen bu karalama yazısının yayınlandığı haftalık
edebiyat dergisini arkadaşlarım daha sonra bana gönderdi. Ben de
ortak dostlarımız aracılığıyla kendisine nasıl köşeye sıkıştırılmış oldu­
ğunu bildiğimi ve yapmak zorunda kaldığı şeyi anlayışla karşıladığımı
ifade etmek amacıyla kendisine ulaşmaya çalıştımsa da kendisinden
herhangi bir karşılık alamadım. Birkaç ay sonra da zaten kızcağızın
ölümcül bir kalp krizi sonrasında hayatını kaybetmiş olduğunu öğren­
dim.
Romanı ister övüyor, isterse yeriyor olsun Batı dünyasının Boyalı
Kuş değerlendirmelerinde de her zaman bir miktar rahatsızlık olduğu
BOYALI KUŞ 259

hissediliyordu. Amerikalı ve lngiliz eleştirmenlerin çoğu çocuğun de-


neyimlerinin fazlasıyla zulüm ve acımasızlık eksenine oturtulmuş bu-
larak karşı çıktılar. içlerinden çoğu benim tuhaf hayal dünyamı yan-
sıtmak için savaşın korkunçluğunu kullandığımı iddia ederek hem
yazar olarak beni hem de romanımı yok saymayı tercih ettiler. Ulusal
••
Kitap Odülleri'nin yirmi beşinci yıldönümü münasebetiyle saygın ve
çağdaş bir Amerikalı yazarın yazdığı yazıda Boyalı Kuş gibi şiddet ve

vahşet içeren tarzdaki kitapların lngilizce dilinin geleceği açısından
parlak örnekler olmadığı dile getirildi. Başka eleştirmenler de kitabın
yalnızca kişisel anılara dayalı bir yapıt olduğunu söyleyerek kimin
eline malzeme olarak savaştan yara almış Doğu Avrupa hikayeleri
verilse, her birinden bir tutam katarak böylesine sert ve sürükleyici
bir dram ortaya çıkarabileceğini iddia ettiler.

işin aslına bakılırsa kitabı tarihsel bir roman olarak değerlendir-
meyi seçenlerden hemen hiçbirinden de zahmet edip mevcut kaynak­
ları referans gösteren çıkmadı. Belli ki eleştirmenler ne savaştan sağ
salim çıkmayı başaranların anılarını, ne de resmi savaş belgelerini
••

okumanın konuyla ilgisi olmadığını düşünmüşlerdi. Orneğin hiçbiri-


sinin ilgisini çekmemiş olmalıydı ki bir Nazi düşmanını saklayan Doğu
Avrupa köyüne verilen cezadan kurtulmayı başaran on dokuz yaşın­
daki bir gencin anlattıklarını okumamışlardı, oysa bu gencin ifadesine
ulaşmak son derece kolaydı! ''Almanların asayişi sağlamak için Kal­
muklarla beraber köye nasıl girdiklerini gözlerimle gördüm," diyordu
delikanlı ifadesinde. ''Bu korkunç sahneyi yaşadığım sürece hafızam­
dan silmem mümkün değil. Köyü işgal ettikleri andan başlayarak ka­
dınların ırzına geçmeye başladılar. Sonra komutanları köyü toptan
ateşe vermelerini emretti. Galeyana gelen barbarlar ellerindeki odun
parçalarıyla evleri yakmaya koyuldular, kaçmaya yeltenenleri ya sırt­
larından vurdular ya da yanan evlere gerisin geri zorla soktular. Hat­
ta küçücük bebeleri ve çocukları bile analarının kucağından koparıp
ateşe attılar. Çocuklarını kurtarmak için koşturan acıdan deliye dön­
müş anaların önce bir bacağına sonra diğerine kurşun yağdırdılar.
Yeterince acı çektirdiklerine inandıklarında da öldürdüler. Askerlerin
260 JERZY KOSINSKI

bu çılgın eğlencesi tüm gün sürdü. Akşam olup Almanlar köyü terk
ettikten sonra benim gibi kaçıp sağ kalmayı başaranlar köyden geriye
ne kaldıysa kurtarmak için geri döndük. Manzara dehşet vericiydi.
Tahtaları hala tütmekte olan kulübelerde yakılarak öldürülen insanlar
vardı. Köyün arkasındaki tarlalar silme ceset doluydu, orada kolların­
da bebesiyle beyni dağılmış bir ana, burada elindeki ders kitabını
sımsıkı tutan on yaşında bir çocuk. Beş koca hendek açılmış, ölüler
bu mezarlara doldurulmuştu." Doğu Avrupa'da yaşayan her köylünün
savaşa dair bunun benzeri anıları vardı, yüzlerce köy aynı kaderin
kurbanı oldu.
Başka belgelerde ise toplama kamplarından birinin komutanının
hiç tereddüt etmeden ifade ettiği üzere, ''ilk kural çalışamayacak ka­
dar küçük oldukları için çocukların derhal öldürülmesi'' idi. Bir diğer
komutan ise gaz odalarında öldürülen Yahudi çocuklarına ait yaklaşık
yüz bin giysiyi Almanya'ya gönderilmek üzere kırk yedi gün içinde
sevkiyata hazır ettiğini söylemişti ifadesinde. Gaz odasına gönderilen
Yahudilerden birine ait bir günlükte ''Yarısı çocuk olmak üzere kamp-
ta her gün yüz Çingenenin öldürüldüğü'' kayıt düşülmüştü. Yine bir
başkası SS muhafızların büyük bir soğukkanlılık içinde gaz odasına
doğru ilerleyen ergenlik çağındaki genç kızların' orasını burasını elle-
diklerini anlatmıştı.
Doğu Avrupa'daki savaş yıllarında yaşanan vahşet ve dehşeti her
hangi bir şekilde abartmadan aktarıııış olduğumun en iyi kanıtı muh­
temelen Boyalı Kuş'u kaçak yollardan ele geçirip okumayı başaran
eski okul arkadaşlarımın benim romanımda yazdıklarımın kendileri­
nin ve akrabalarının savaş sırasında çektikleri eziyetin yanında ancak
pastoral bir hikaye gibi kaldığını söyleyerek eleştirıııeleriydi. Daha da
ileri giderek beni tarihi gerçekleri sulandırarak Anglo Sakson'ların
yüzyıl önce yaşadığı savaş felaketi sırasında ortada kalmış çocukların
Güney'in harap sokaklarına düştüğü zamanların duygusallığını işin
içine katmakla suçladılar.
Tabii benim için bu türden eleştirilere karşı çıkmak da kolay değil-
di. l 938'deki yıllık aile toplantısının sonuncusuna aralarında tanınmış
BOYALI KUŞ 261

ve saygın akademisyenler, hümanistler, hekimler, avukatlar ve finans­


çıların bulunduğu altmış kişilik bir akraba grubu katılmıştı. Bunlardan
yalnızca üçü savaştan sağ çıkabildi. Annem babam Birinci Dünya Sa­
vaşı, Rus Devrimi, yirmili ve otuzlu yıllarda azınlıklara uygulanan
baskı dönemlerini göı ıııüştü. Bütün bu yılların her biri ızdırap, keder,
ailelerin birbirinden uzak düşmesi, sevdiklerinin kaybı, sakatlanması
gibi acıların yaşanmasıyla geçmiş olsa bile ikisi de 1939 yılında her
yere zincirinden boşanmışçasına hakim olan vahşete hiçbir şekilde
hazır değildi.

il. Dünya Savaşı boyunca hep tehlike içinde yaşadılar. Neredeyse


her gün sığınacak yeni bir yer bulmanın peşinde koşarak korku, açlık
ve kaçıştan ibaret bir hayatları oldu. Kimliklerini saklamak için daima
tanımadıkları insanların arasına karışarak yaşamak zorundaydılar.
Benliklerine giderek daha fazla hakim olan yersiz yurtsuzluk yani
köksüzlük duygusu altında eziliyorlardı. Daha sonralan annemin ba­
na anlattığı kadarıyla, kendilerinin fiziksel olarak en güvensiz olduk­
ları zamanlarda bile beni güvenliğimi düşünerek uzaklara gönderme
kararıyla büyük bir yanlış yapmış olabilecekleri düşüncesi içlerini bir
kurt gibi kemirmeye devam etmişti. Küçücük çocukların ülkenin her
tarafına yayılmış toplama kamplarına ya da yakılmak üzere fırınlara
götürülmek amacıyla trenlere bindirildiğini gördüklerinde duydukla­
rı acıyı kelimelerle ifade etmesinin mümkün olmadığını söylemişti.
İşte belki tam da bu yüzden, yani annem babam ve onlar gibi tarif

edilemeyecek acılar çekmiş diğerlerinin adına bu acıyı içlerinden at-


malarını sağlamak için bu romanı yazmak istemiştim.
*

Babamın ölümünden sonra annem onun savaş sırasında oradan


oraya kaçarlarken tuttuğu yüzlerce küçük not defterini vermişti bana.
Defterleri verirken de, babamın bu savaştan sağ çıkacağına hiçbir za­
man inanmadığı halde hiç ihmal etmeden her gün dair minicik ve
düzgün bir yazıyla matematik çalışmalarıyla ilgili aynntılı notlar al-
262 JERZY KOSINSKI

dığını söylemişti. Babam aslında bir filolog ve Antik Latin ve Yunan


sanatı uzmanıydı ancak savaş zamanında matematikle uğraşmak
onun günlük gerçeklerden uzaklaşıp rahatlamasını sağlamıştı. insana
dair her şeyi üstü kapalı bir şekilde satır aralarında veren yazı dünya­
sından uzaklaşıp mantığın katışıksız dünyasına sığınarak etrafını sa­
ran korkunç günlük gerçeklerden kendini soyutlayabilmişti.
Babamın ölümünden sonra annem bende babamın karakteristik
özelliklerinin izlerini bulmaya çalıştı durdu. Dikkatini en çok çeken
şey benim babamın aksine kendi düşüncelerimi açık açık yazarak ifa­
de etme tercihimdi. Babam tüm yaşamı boyunca kalabalıklara hitap
etmeyi, ders vermeyi, kitap ya da makale yazmayı reddeden biri ol­
muştu. Bunun sebebi mahremiyetin kutsallığına inanmasıydı, ona
göre en değerli ve faydalı hayat kendini başkalarının gözüne sokma­
dan yaşanan hayattı. Bireyin kendine ait bir dünya yaratırken kazan­
dığı sanatsal başarının ancak kendisinin ve sevdiklerinin mutluluğuy­
la ölçülebildiğine inanıyordu.

Kendini ortaya dökmeme konusuı1daki isteği aslında başkalarının


dahil olmasına izin vermediği kendine ait felsefi sistemi oluşturmaya
yönelik ömürlük çabasının bir parçasıydı. Ben• ise belki de dışlanma
ve kimliğini saklamak küçüklüğümdeki yaşantının bir gerçeği olduğu
için, tam tersi bir taV1r sergileyerek kendimi herkese açık bir kurgu
dünyası yaratmak zorunda hissediyordum.
Yazıya dökülmüşlüğe karşı hissettiği güvensizliğe rağmen beni In-
gilizce yazınaya ilk yöı1lendiren farkında olmaksızın yine babam ol­
muştur. Birleşik Devletler'e gelişimden itibaren bana her gün eskiden
beri not tuttuğu defterlerindeki özenle, bıkmadan usanmadan mektup
yazmaya başlamıştı. Bu mektuplarda bana Ingilizce gramer kuralları
ve deyimlerini ders verircesine açıklıyor, bu dilin püf noktalarını an­
lamamı sağlıyordu. Kenarları mavi kırmızı şeritli ince mavi kağıtları
bir dilgibilgininin hassasiyetiyle kelimelerle doldurduğu bu mektup­
larda ne kişisel ne de memleketle ilgili haberler hiçbir zaman yer al­
madı. Büyük olasılıkla babam yaşadığım hayatın bana öğretmediği
BOYALI KUŞ 263

pek az şey kaldığını, oğluna kendisinin aktaracağı taze fikirlerinin


olmadığını düşünüyordu.
Bu zaman zarfında üst üste birkaç cidıli kalp krizi geçirdi ve görüş
alanını neredeyse dörtte bir sayfaya indiren göııııe kaybı yaşadı. Bu
dünyadaki zamanının azaldığını bildiğiııden, bana bırakabileceği en

büyük mirasın bir ömürlük çalışmasıyla değerini katladığı Ingiliz dili
hakkında bildiklerini bana aktarmak olduğunu düşünmüş olmalıydı.
Onun beni ne kadar iyi tanıdığını ve ne kadar çok sevdiğini onu
bir• daha asla göremeyecek olduğumda anladım Öğretmeyi hedefledi-
ği Ingilizce kalıplara örnekleri bile beni'11 sevdiğim şair ve yazarların
eserlerinden bulup çıkar ııııştı. Her dersi benim özel ilgi alanıma giren
konulardan seçip hazırlayabilmek için çok büyük bir çaba harcamış
olmalıydı.
Babam ne yazık ki bunca katkısı oldı.:ğu Boyalı Kıış'un yayınlandı­
ğını göremeden öldü. Şimdi, bana yazdığı mektuplarını her okuyu­
şumda babamın ne kadar bilge biri olduğı.ınu bir kez daha fark ediyo­
rum. Onun bana miras bırakmak istediği şey, yeni bir ülkede yollarımı
açacak bir ses, bir dil bırakmaktı. Bu mirasın beni özgürleştirip gele­
ceğimi kurmayı seçtiğim toprakların her anlamda parçası olmamı
mümkün kılmasını umuyor olmalıydı.
*

Birleşik Devletler'deki toplumsal ve sanatsal baskıların altmışlı yıl­


ların sonunda azalmasıyla birlikte Boyalı Kuş modern edebiyat ders­
lerinde ek kitap olarak çeşitli okul ve üniversitelerde okutulmaya
başlandı. Öğrenciler ve öğretmenler mektuplarının yanı sıra sık sık
kitabım hakkında yazılan makalelerin ve dönem ödevlerinin kopya­
larını da gönderiyorlardı. Pek çok genç okuyuc\ım kitaptaki karakter­
lerin ve olayların kendi yaşadıklarına benzer olaylarla ve karşılaştık­
ları kişilerle benzerlikler taşıdığını, dürıyayı kuşlarla onları yakalayan­
lar arasındaki mücadele şeklinde algılayanlar için bir topografı sun­
duğunu düşünmekteydiler. Bu okuyucular çoğunlukla etnik azınlıkla­
ra mensup, kendilerini toplumsal açıdan yetersiz ve engelli hisseden
264 JERZV KOSINSKI

ve çocuğun yaşadıklarında kendi hallerini gören kişilerdi. Boyalı Kuş'u


kendi entelektüel, duygusal ve fiziksel varolma çabalarının bir yansı­
ması olarak algılıyorlardı. Çocuğun kırsalın bataklarından ve orman­
larından gettolara ve bir başka kıtanın şehirlerine uzanan yolculuğun­
da karşılaştığı zorlukların rengi, dili ve kültürleri yüzünden hayatı
boyunca ''yabancı'' damgası yiyen özgür ruhlu göçebelerinkinden
farkı olmadığını, çoğunluğu oluşturan ''yerleşik''lerin de duydukları
korkuyla onları dışladığını ve saldırdığını düşünüyorlardı. Bu arada
başka bir okuyucu grubunun beklentisi de romanın kendilerine Bosch­
vari görüntülerle dolu hayali.bir dünya sunmasıydı.

Bugün, Boyalı Kuş'un bf-r eser olarak ortaya çıkmasının üstünden


yıllar geçmişken romanımla ilgili karışık duygu ve düşüncelere sahip
olduğumu söyleyebilirim. Geçtiğimiz on yıl kitabıma bir eleştirıııen yan­
sızlığıyla bakmamı sağlarkeR, kitap hakkındaki tartışmalar ve kendim­
le beraber yakınlarımın hayatında meydana getirdiği değişiklikler bu
kitabı yazmaya ilk karar verişimin nedenlerini sorgulamama yol açtı.
Tabii ki romanın da kertJine ait bir hayatı olacağını öngörememiş,
yazınsal anlamda bir yenililc olmak yerine benim ve yakınlarımın ya­
şamlarına yönelik bir tehdit olacağını asla düşünmemiştim. Memle­
ketimi yönetenler için romanım da tıpkı ad\nı aldığı kuş gibi sürüden
ayrı düşürülerek yakalanıp tüyleri boyandıktan sonra yeniden gökyü­
züne salınacak bir avdı, benim payıma düşen ise elim kolum bağlı,
verdikleri hasarı seyretmek oldu. Bütün bunların yaşanacağını bilsey­
dim Boyalı Kuş'u hiç yazmayabilirdim. Ancak kitap, tıpkı kahramanı
oğlan çocuğu gibi bütün saldırılara göğüs germeyi başardı, çünkü
hayatta kalmak onun c:ia doğasında vardı. O küçücük çocuk bile esir
alınamazken hayalleri esir almak nasıl mümkün olabilirdi ki?

Jerzy Kosinski
New York City 1 976

You might also like