Professional Documents
Culture Documents
kitap
deyince
YAYINLARI
BOYALI KU
BOYAI.I KUŞ, Türkiye'de ilk kez 1968'de yayımlandı. Bu, yazar ola
rak Kosinski'nin, yayınevi olarak E'nin ilk kitabıydı. Boyalı Kuş'un yeni
baskısını sunarken yayınevimizin kurucuları CENGİZ TUNCER ve
AYDIN EMEÇ'i saygıyla anıyoruz.
BOYALI KUŞ
JERZY KOSINSKI
•
lngilizce Aslından Çeviren
Zeynep Umuroğlu Çetinol
Yayın Hakları
© 1965, 1976 by Jerzy N. Kosinski
First published in the United States of America in 1976
by Houghton Mufflin Company
Spertus lnstitute for Jewish Learning and Leadership, c/o Trident Media
Group LLC'den,
Kayı Telif ve Lisans Hakları Ajansı aracılığıyla
© E Yayınları Tic. Ltd. Şti., 2011, 2017
Kapak Tasarımı
Cenk Gümüşcüoğlu
Baskı ve Cilt
•
Sena Ofset
Litros Yolu, 2. Matbaacılar Sitesi, B Blok, 6. Kat, No: 4NB 7-9-11
Topkapı, 34010, İstanbul Tel: (0212) 613 38 46
Matbaa Sertifika No: 45030
ISBN 978-975-390-382-0
E YAYINLARI
YARIM ASIRLIK ÇINAR
Ve Tanrı, ulu Tanrı bildirdi yalnız,
Ayrı ırktan geldiklerini, memeliler olduklannı.
MAYAKOVSKI
NDA
olduğu vardı. Önceleri bununla ilgili bir roman yazmaya karar verdim; ser
vetin boyutlannı, gü.cün ne demek olduğunu, beni kuşatan yüksek sosyeteyi.
anlatan bir şey. Çok yakın geçmi.şime kadar beni kuşatan dehşetten, yoksul
luktan ve yoksunluktan uzak bir şey. Ama evliyken o dünyanın o kadar par
çası olmuştum ki duygulanmın özünü, içinden çekip alamazdım. Bu nedenle
ilk romanımı savaş sırasında evsiz barksız kalmış bir çocuk hakkında yazma
ya karar verdim: Bir zamanlar benim yaşadığım ve milyonlarca başka insan
la paylaştığım serüvenlerdi bunlar. ''Boyalı Kuş'' böyle doğdu.
Daha sonraları Adımlar, Bir Yerde, Şeytan Ağacı vd. geldi. Salaş sokak
ların Don Kişot'u, milyarder dünyasının Kaptan Ahab'ı Kosinski, bir edebi
yat virtüözüydü artık.
Gezme alışkanlığını hiç bırakmadı. Hep hareket halinde oldu, yazdı.
Paris'ten Beverly Hills'e, Roman Polanski ile kansı Sharon Tate'in evine ge
lirken Los Angeles aktaıırıasını kaçıran Kosinski, o akşam Charles Manson
çetesinin, o evde 5 kişiyi öldürdüğünü sonradan öğrendi. Aralarında yakın
dostları da vardı.
••
Onu izleyen birkaç yıl boyunca Princeton Universitesi'nde Yale'de ede-
biyat dersleri veren Kosinski, Amerikan Yazarları Derneği Başkanı olunca
üniversite hayatından ayrıldı.
Romancı ve senaryocu olarak ''Bir Yerde'' adlı yapıtını beyazperdeye
uyarlayan Kosinski, bu çalışmasıyla Yılın En İyi Senaryosu Ödülü'nü almış,
filmde Peter Sellers ve Shirley McLaine oynamıştı.
Televizyonda ve basında sık sık adı geçen, söyleşiler yapan yazı yazan
Kosinski kimi zaman kılık değiştirip dolaşırdı. Bir romanı yaklaşık üç yılda
yazan Kosinski için bir eleştiıırıen şöyle demişti: ''Romanlarını o kadar sey
rek yazıyor ki sanki bir kelimesi ona bin dolara patlıyor; bir sözü yanlış
kullanırsa da hayatına patlıyor.'' Eşinin dediğine göre son zamanlarda ''Ça
lışamıyorum, yazamıyorum," diyoııııllş. Hayatına bu mu mal oldu acaba?
Zira 3 Mayıs 1991 günü eşi Katerina onu banyoda başına geçirilmiş
plastik torbayla ölü buldu. Romanlarındaki şiddet ve korku ölümüne de
egemen olmuş, kahramanları gibi değişik bir ölüm yöntemini seçmişti.
Kosinski, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın
acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiiri
ni yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kol kola yaşadığı ölüm
le bütünleşti.
1939 sonbahan, II. Dünya Savaşı'nın ilk haftaları. Doğu Avrupa'nın
büyük şehirlerinden birinde yaşayan bir aile altı yaşındaki oğlan çocu
ğunu savaş boyunca güvende olması için uzak bir köye gönderdi ve çocuk
böylece kendisi gi.bi binlerce çocukla aynı kaderi paylaşm ış oldu.
Başka bir çık ış yolu bulamayan anne baba, doğuya doğru gi.tmekte
olan bir adama ciddi miktarda para verip çocuğun oralarda yanında
kalabileceği. bir aile bulması için ikna ederek evlatlarını adama emanet
etti çaresiz.
Çocuklannın hayatta kalmasının yalnızca onu oralardan uzaklaş
tırmakla mümkün olduğuna inanıyorlardı. Babanın savaş öncesi Nazi
karşıtı faaliyetleri olmuştu, bu nedenle Almanya'daki çal ışma ya da
toplama kamplanna kapatılmaktan kurtulmak için bir yerlerde saklan
mak zorundaydılar. Çocuğu savaş devam ettiği. sürece bütün bu tehlike
lerden uzak tutmak istiyorlardı. Er ya da geç bir gün yeniden bir arada
olabileceklerinin umudu içindeydiler.
Ancak yaşamın kendi ak ışı bütün bu hesaplan alt üst etti. Savaşın
meydana getirdiği. kargaşa ve işgaller sebebiyle oradan oraya savrulun
ca, aile çocuklannı şehirden götüren adamla iletişimi tamamen kaybet
ti. Artık evlatlannı bir daha asla bulamayacak olma gerçeği.yle yüzleş
mek durumundaydılar.
Bu arada çocuğu götürüldüğü köyde yanına alan kadın iki hafta
sonra hayatını kaybetmiş, oğlan bir başına kalm ıştı. O günden itibaren
bir köyden diğerine savrulurken kimi zaman kendine evinin kapısını
açan birilerini bulmuş, ama çoğu zaman da bulunduğu yerden arkasına
bile bakmadan kaçmak zorunda kalm ıştı.
Hayatının ondan sonraki dört yılını geçirmek durumunda kalacağı
bu köyler etnik açıdan onun doğup büyüdüğü yerden çok farklıydı.
14 JERZY KOSINSKI
*
BOYALI KUŞ ıs
Günlerden bir gün köyde, Bilge Kadın Olga olarak bilinen biri gel
di kulübeye. Ev sahibi, bu yaşlı kadını gayet belirgin bir saygıyla kar
şılamıştı. Kadın beni gözlerimden dişlerime kadar büyük bir titizlikle
inceledi, kemiklerimi yokladı ve küçük bir kavanoza işememi söyle
dikten sonra idrarımı da dikkatle kontrol etti.
Apandisit ameliyatımdan hatıra yara izine uzun uzun baktı, sonra
karnımı elleriyle adamakıllı yokladı.
Bu uzun incelemeden sonra köylüyle çatır çatır pazarlığa girişti.
Sonunda da boynuma bir ip geçirip beni önüne kattı. Sarılmıştım . . .
Ondan sonra kadının evinde yaşamaya başladım. Burası saman,
kuru yapraklar, çalı çırpı ve tuhaf şekilli taşlar gibi aklınıza ne gelirse
onlarla dolu iki bölmeli bir yerdi. içinde kurbağalar, kertenkeleler ve
solucanların cirit attığı bir sürü toprak kap vardı ortalıkta. Tam ortada
yanan ateşin üstünde kaynayan kazanlar sarkıyordu tepeden.
Olga bana tek tek ne yapacağımı gösterdi. Ormandan çalı çırpı
toplayıp ahırları temizlemek ve ateşe göz kulak olmak benim göre
vimdi. Kocaman bir havan içinde çeşit çeşit malzemeyi karıştırıp öğü
terek bir takım tozlar yapıyordu. Bu işlerde de ona yardım edecektim.
Sabahın köründe köydeki evlere götürürdü beni. Yolda bizi gören
ler hemen ıstavroz çıkarır ve saygıyla selamlardı. Hastalar onun yo
lunu gözlüyordu.
Bir keresinde karnındaki sancıyla iki büklüm olmuş inleyen bir
kadına gitmiştik. Olga, eliyle başlarımızın üstünde havaya çeşitli işa
retler resmedip, anlamadığım sözler mırıldanırken bana da kadının
ılık nemli karnını elimle ovuşturıııamı ve bunu yaparken hiç gözümü
ayırmadan kamına bakmamı söylemişti. Sonra yine bir gün, derisi
çürüyerek buruşmuş ve kararmış bacağından san kanlı irinlerin aktı
ğı bir çocuğu görmeye gitmiştik. Çocuğun bacağından öyle kötü ve
ağır bir koku geliyordu ki, Olga bile arada bir odanın kapısını açıp
havalandıı·ıııa ihtiyacı duymuştu.
Yaşlı kadının tarif ettiği gibi, iniltiler ve hıçkırıklar arasında ara
sıra uykuya dalan çocuğun kangrenli bacağına baktım durdum bütün
gün. Anasıyla babası dışarıda bağıra çağıra dua ediyordu. Olga, çocu-
BOYALI KUŞ 29
ğun dikkatinin dağıldığı bir anı fırsat bilerek ateşte kızdırdığı bir demir
çubuğu bacağına yapıştırdığı gibi yarayı dağlamaya koyuldu. Çocuk
cağız duyduğu acıyla feryatlar içinde çırpınarak bayıldı kaldı. Yaradan
kızgın tavaya atılan etin çıkardığı sese benzer bir cazırtı çıkmış, oda
yı yanık et kokusu sarmıştı. Yaşlı kadın hemen yeni toplanmış örümcek
ağı ve küfle yoğurarak ıslattığı ekmek parçalarıyla dağladığı yerin
üstünü kapattı.
Onun hemen bütün hastalıklara şifa olacak bir karışımı mevcuttu.
Yaşlı kadına duyduğum hayranlık giderek artıyordu. Acayip şikayet
lerle gelen bütün insanların derdine deva bulmakta üstüne yoktu.
Kulağı ağrıyan bir hasta mı var örneğin, hemen kulağını kimyon ya
ğıyla yıkar, huni biçiminde kıvırıp sıcak balmumuna batırdığı bir bez
parçasını iki kulağına da sokup uçlarından yakardı. Hareketsiz dursun
diye masaya bağlanmış olan hasta, kulağının içindeki bezin tutuşma
sıyla acı içinde feryat etmeye başlardı. Olga tam zamanında müdaha
le ederek ''talaş'' diye tabir ettiği kalıntıyı üfleyerek söndürür, yanık
yerin üstüne de soğan suyu, teke ya da tavşan ödünü bir yudum vot
kayla karıştırarak yaptığı merhemi sürerdi.
Bunlarla da kalmaz, yağ bezelerini, kan çıbanlarını ve ur gibi şiş
kinlikleri yararak kazır, çürük dişleri çekerdi. Kesip çıkardığı çıbanla
rı sirke içinde tutarak terbiye eder, sonra onları ilaç olarak kullanırdı.
Yaralardan büyük bir dikkatle çekip temizlediği irini, iltihabı özel ka
selere koyarak mayalanana kadar bekletirdi. Çekilen dişlere gelince,
onları havanda döverek toz haline getirmek ve ağaç kabuklarına ko
yarak fırının üstünde kurutmak benim görevimdi.
Bazı geceler geç saatlerde köylünün biri telaşla kapıya dayanır,
Olga'yı doğuma çağırırdı. Yaşlı kadın uykusuzluktan ve soğuktan tit
reyerek battaniyeye sarınıp düşerdi adamın peşine. Bazen doğum için
komşu köylerden birine çağırılıp günlerce geri dönmediği olurdu. O
zaman da ben eve göz kulak olur, l1ayvanları doyurup ateşi canlı tu
tardım.
Olga'nın değişik bir dille konuşuyor olmasına karşın, giderek bir
birimizi daha iyi anlıyor olmuştuk. Kışları, fırtınalardan göz gözü gör-
30 JERZY KOSINSKI
mediğinde ya da kar bütün köyü esir alıp, dışarı çıkmamıza izin ver
mediğinde, sıcacık kulübede diz dize otururduk. Olga bana Tanrı'nın
çocukları ve şeytani ruhlarla ilgili hikayeler anlatırdı.
''Kara Çocuk'' derdi bana. Bir hendekte saklanan köstebek gibi
içimde çöreklenmiş, varlığından haberim olmayan şeytani ruhların
beni esir almış olduğunu ilk ondan duydum ben. Benim gibiler, yani
ecinniler, açık renk gözlü insanların bakışları karşısında efsunlu kara
gözlerini hiç kırpmadan durmasıyla belli ede1·11ıiş kendini. işte bu yüz-
den demişti Olga, diğer insanların gözlerine baktığımda onların başı
na bilmeden kötü ruhları musallat ediyoııııtışum.
Böyle gözler, diye devam etmişti, işi tersine de çevirebiliyoııııuş.
Bu nedenle insanlara, hayvanlara hatta tohumlara bile bakarken çok
dikkatli olmalı, kendisinin şifasını veııııeye çalıştığı kişinin derdinden
başka hiçbir şey düşünmeyerek zihnimi tamamen boşaltmalıydım.
Çünkü sağlıklı bir çocuğa bile kem gözlerimle bakacak olursam onu
hastalıkların ele geçiııııesine, gencecik bir buzağının küt diye düşüp
ölmesine, hasattan sonra biçilen otların çürümesine sebep olabilir
dim.
İçime çöreklenmiş olan kötü ruh, yaradılışı gereği diğer gizemli
yaratıkları da kendine çekerıııiş. Hayaletler etrafımda cirit ataııııış.
Aslında bu hayaletler pek konuşmayan, sessiz ve göze pek görünme-
yen yaratıklaııııış, ama çok inatçıymışlar. insanları tarlalarda ve or-
manlarda tuzağa düşürür, evlerine gizlice girerek kötü huylu kedilere,
kuduz köpeklere dönüşerek kızdırıldıklarında hırlamaya başlarlar
mış. Gece yarısından sonra ne olduklarını bilmek bile istemezmişim.
Hortlaklar da kötü ruhların yanından ayrılmazmış. Onlar aslında
uzun zaman önce ölmüş ama sonsuza kadar lanetlenmiş insanla1·111ış,
yalnızca dolunay zamanı süper güçleriyle donanarak geri dönerler
miş. Kederli bakışları hep doğuya dönük olurmuş.
Elle tutulup, gözle görülmez bu korkutucu yaratıklar arasında en
tehlikelisi ise muhtemelen vampirlermiş çünkü bunlar insan kılığında
görünürlermiş ve kötü ruhların ele geçirdiği kişilere yakın dururlar
mış. Bunların çoğunluğu ya vaftiz edilmeden suda boğulmuş ya da
BOYALI KUŞ 31
giler halinde yaralar açardı. Kadın giderek gücünü kaybedip bir köpek
yavrusu gibi inleyerek yatar kalır, sonra sürünerek kocasının bacakla
rına sarılıp affedilmek için yakarırdı.
Sonunda değirmenci elindeki kırbacı bir kenara bırakır, mumu
söndürüp yatağa girerdi. Kadın acı içinde olduğu yerde büzüşür, in
lemeye devam ederdi. Ertesi sabah yattığı yerden zor bela kalkıp be
reli elleriyle gözündeki yaşları silerek yaralarını gizlerdi.
Kulübenin bir üçüncü sakini daha vardı. Besili bir tekir kediydi bu.
Günlerden bir gün hayvan adeta delirdi. Miyavlamak yerine acı acı
cıyaklıyor, böğürleri sarsılarak kendini oradan oraya atıyor, duvarlara
sürtünüp duruyor, değirmencinin karısının eteklerine yapışıp tıııııalı
yordu. Cıyaklamaları, tuhaf iniltileri evdekileri canından bezdirmişti.
Akşam olduğunda kendini dövercesine kuyruğunu sallayıp deli gibi
bağıııııaya devam ediyordu hala.
Değirmenci iyice azmış vaziyetteki kediyi bodruma kapatıp değir
mene gitti. Giderken de karısına akşam çalışanını yemeğe getireceği
ni söyledi. Kadın yine tek kelime etmeden yemekleri yapıp sofrayı
hazır etti.
Değirmende çalışan genç oğlan öksüzdü, kimsesi yoktu. Zaten de
ğirmencinin yanındaki sezonluk iş onun ilk işiydi. Uzun boylu, kendi
halinde bir gençti. Gözünün önüne düşen lepiska saçlarını duııııadan
eliyle arkaya yatırmaya çalışırdı. Değirmenci karısıyla delikanlının
dedikodusunun ayyuka çıktığını biliyordu. Oğlanın mavi gözlerine
baktığında kadının renkten renge girdiğini, kocasına yakalanmaktan
korkmaksızın bir eliyle eteğini sıyırırken, diğeriyle de dolgun meme
lerini göstermek için elbisesinin korsesini aşağı çekiştirdiğini konu
şurdu köylüler. Bu pervasızlığı sırasında da gözlerini oğlandan ayır
madığını eklerlerdi.
Akşam değirmenci yanında delikanlıyla geldi. Oğlanın omzuna
astığı çuvalın içinde komşulardan birinden aldığı bir erkek kedi vardı.
Kedinin kafası acayip büyüktü ve esaslı uzun bir kuyruğu vardı. Bod
rumdaki kedi iyice azmış artık neredeyse ulurcasına sesler çıkarıyor
du. Değirmenci bodrumun kapısını açar açmaz zincirinden boşanmış-
BOYALI KUŞ 47
çasına fırlayarak kendini odanın ortasına attı. Şimdi iki kedi kesik
kesik soluyarak birbirlerinin çevresinde dönüp duruyor, birbirlerini
tartıyorlardı. ••
Değir· rııencinin kansı sofraya yemekleri getirdi. Uçü de sessiz se-
dasız yemeye koyuldular. Değirmenci masanın tam ortasında oturrııuş
bir yanına karısını diğer yanına da delikanlıyı almıştı. Ben fırının ya
nına çömelmiş karnımı doyururken karşımdaki iki erkeğin yemekle
rini nasıl büyük bir iştahla yediklerini adeta hayranlıkla izliyordum .
••
Onlerindeki koca et parçalarını ve kocaman ekmek somunlarını ağız-
larına tıktıktan sonra votkalarından kocaman yudumlar alıp hızla
midelerine gönderiyorlardı.
Bir tek kadın ağzına attığı küçük lokmaları yavaş yavaş çiğneyip
yutuyordu. Lokmasını almak için kafasını tabağa eğdiği anda genç
oğlan, kadının giysilerinin üstünden belli olan dolgun göğüslerine
şimşek hızıyla kaçamak bakışlar atıyordu.
Odanın ortasında durmakta olan tekir, birdenbire gerildi ve kam
buruyla aynı anda dişleri ve pençelerini çıkartarak erkek kedinin üs
tüne atladı. Erkek kedi önce bir duraksadı, sonra o da gerilip dişi
kedinin ateşler saçan gözlerine doğru hırladı. Dişi onun çevresinde
şöyle bir dönendi, önce bir adım attı, sonra geri çekildi ve bu kez ıslak
burnuyla dokunup dürttü. Şimdi sıra erkek kediye gelmişti. Dişinin
baş döndürücü kokusunu içine çekerek etrafında dolanmaya başla
mış, kuyruğunu dikerek dikkatlice arkasından saldırmaya niyetlen
mişti ama dişi buna pek izin verecek gibi görünmüyordu. Yere yapış
mış adeta bir değirmentaşı gibi dönüyor, tırnaklan dışarı uğramış
pençeleriyle burnuna küçük darbeler indiriyordu.
Değirmenci, kansı ve genç oğlan sessizlik içinde bir yandan ye
meklerini yerken, bir yandan da ağızları açık halde kedileri seyredi
yorlardı. Kadının yüzünü al basmış, neredeyse boynuna kadar kızar
mıştı. Genç oğlan kaçamak bakışlarını aynı hızla tabağa dikiyordu
indiriyordu . Alev alev yanan alnına terler iniyor, dur·ıııadan gözünün
üstüne düşen kısa saçlarını habire eliyle geri itiyordu. Bir tek değir
menci kedileri izlerken sakin sakin yemeğini yemeye devam ediyor ve
48 JERZY KOSINSKI
çalışıyordu.
Kadın ağlayıp yalvararak kocasına doğru atıldı. Kargaşadan ürken
erkek kedi bir sıçrayışta masanın üstüne çıktı, fırının üstünde içi ge
çerek yatmakta olan dişi uyanıp olan biteni izlemeye başladı.
Değiııııenci bir tekmede karısını uzaklaştırdı kendinden. Tıpkı ka
dınların patates soyarken üstündeki çürük noktalan oymak için yap
tığı gibi gayet seri bir hareketle elindeki teneke kaşığı oğlanın gözüne
daldırdı ve göz çukurunda bir tur attırdı.
Göz, kırık kabuğundan çıkan yumurta sarısı gibi fırlayıp önce de
ğirmencinin eline, oradan da tahta döşemenin üstüne aktı. Oğlan
böğürürcesine haykırıp çırpınıyordu ama değirmenci onu duvara ya
pışmış halde tutmaya devam etti. Kanlı teneke kaşığı bu kez diğer
göze daldırdı. ikinci göz daha hızlı fırladı dışarı, önce ne yapacağını
bilmezcesine oğlanın yanağında gezindikten sonra sırayla gömleğiyle
pantolonuna atlayıp nihayetinde yere düştü. .
Bütün bunlar saniyeler içinde olup bitmişti. Gördüklerime inana
mıyordum. Bir an için bu gözlerin yeniden yerine konabileceği gibi
umut ışığı çaktı zihnimde. Değirmencinin kansı aklını oynatmış gibiy
di çığlık çığlığa bağırıyordu. Sonra yan odaya, korkuyla ağlamaya
başlayan çocuklarının yanına koştu. Genç oğlan acı acı haykırmayı
bıraktı, elleriyle yüzünü kapadı. Parmaklarının arasından süzülen kan
önce kollarına oradan da gömleğine ve pantolonuna inmeye devam
etti.
Değirmenci öfkesini hala alamamış, kör olduğunun farkında de
ğilmişçesine oğlanı pencereye doğru itelemeye başladı. Genç çocuk
tökezledi, haykırdı, o sırada neredeyse masaya kapaklanıyordu. De
ğirmenci bir tekmeyle kapıyı açıp oğlanı omuzlarından tuttuğu gibi
fırlattı. Ayağı kapı eşiğine takılan delikanlı haykırarak avluya uçtu. Ne
olduğunu anlamayan köpekler de havlamaya başlamıştı.
Gözler hala yerde duruyordu. Boşluğa dikili kalmış bakışlardan
gözümü ayıııııadan etraflarında bir tur attım. Kediler de ürkekçe oda
nın ortasına geldiler önce, sonra yün yumaklarıyla oynar gibi oyna
maya başladılar göz toplarıyla. Gaz lambasından süzülen ışıkla kendi
50 JERZY KOSINSKI
göz bebekleri ince birer çizgi haline gelmişti. Göz toplarını sağa sola
yuvarladılar, kokladılar, yaladılar, patileriyle birbirlerine pas attılar.
Artık odanın her köşesinden bana bakıyor gibiydi gözler. Adeta yeni
bir hayat ve devinim kazanmış gibiydiler.
Büyülenmişçesine, kendimi alamadan seyrediyordum gözleri. De
ğirmenci orada olmasaydı, dayanamaz ben de alırdım gözleri. Kesin
likle görmeye devam ettiklerinden emindim. Onları cebimde taşır,
gerektiği anda çıkarıp kendiminkilerin üstüne takardım. O zaman
görme yetim şimdikinin iki katına, belki daha da fazlasına çıkardı. Ya
da belki onları kafamın arkasına takardım. Nasıl olacağını tam kesti
remiyordum ama arkamda olup bitenleri gösterebilirlerdi sanki bana.
Ama hepsinden iyisi, onları eve bırakırdım, döndüğümde ben yokken
neler olduğunu anlatırlardı.
Kimbilir, belki de gözlerin kimsenin işine yaramaya niyeti yoktu.
Hani isteseler kedilerin elinden kolayca kurtulup yuvarlana yuvarlana
kapıdan çıkıp gidebilirlerdi. Azat edilmiş kuşlar gibi tarlalarda, göl
lerde, oııııanlarda dolaşıp istediklerine bakarlardı. Özgür oldukları
için ölmezlerdi de. Küçücük olduklarından istedikleri yerde saklanıp
gizlice insanları seyrederlerdi. Bu düşüncelerin heyecanıyla, kapıyı
yavaşça kapatıp onları içeride tutmaya karar verdim.
Değirıııenci, belli ki kedilerin bu oyunundan sıkılmıştı, hayvanları
tekmeleyerek uzaklaştırdı. Ayağıyla basarak ezdi gözleri. Çizmesinin
kalın tabanının altından bir şey fışkırdı. Dünyayı yansıtan müthiş ay
na kırılıvermişti. Yerde peltemsi bir parça ıslaklık kalmıştı. İçimi kor
kunç bir kayıp duygusu kapladı.
Değirmenci bana dikkat bile etmeden kendini tahta kanepeye attı
ve sallana sallana uykuya daldı. Ses çıkarmamaya çalışarak yerimden
kalktım, yerdeki kanlı kaşığı alıp sofrayı toplamaya başladım. Odayı
derli toplu tutmak ve yerleri süpürmek benim görevimdi. Bunları ya
parken yerdeki ezilmiş gözlere ilişmedim, ne yapacağımı pek de bile
miyordum. Sonra bakmamaya çalışarak süpürgeyle tahta kovaya al
dım ve sobaya attım.
Sabah erkenden uyandım. Aşağıda değirmenci ile karısının horul-
BOYALI KUŞ 51
dönmezlerdi.
Leylekler tuhaf kuşlardı. Lekh bana bir keresinde bozulmakta olan
bir yuvayı düzeltmeye çalıştığı sırada kuluçkaya yatmış dişi leyleğin
kendisine gagasıyla nasıl saldırdığını anlatmıştı. O da intikamını ley
lek yumurtalarının arasına bir kaz yumurtası yerleştirerek almıştı.
Yumurtalar çatlayıp yavrular ortaya çıkınca ana baba leylek hayretler
içinde bakakalmıştı. Çünkü yavrularından bir tanesi çarpık kısa ba
cakları, düz gagasıyla gayet şekilsiz bir kuştu. Baba derhal anne ley
leği zinayla suçlayarak piçini hemen orada öldürmeye kalkışmışsa da
anne yavrunun yuvada kalması için büyük mücadele veııııişti. Bu
aile kavgası günlerce sürmüştü. Sonunda anne kaz yavrusunun haya
tını kurtarmaya karar vererek zarar görmesin diye onu dikkatlice ça
tıdan aşağı avludaki samanların üstüne yuvarlamıştı.
Böylelikle bu konu artık kapanmışa, aile birliği yeniden kurulmu
şa benziyordu. Ancak, göç zamanı geldiğinde leylekler her zamanki
gibi bir araya gelip durumu yeniden gözden geçirdiler. Tartışmaların
sonunda dişi leyleğin zina suçu işlediğine ve eşinin yanında olmayı
hak etmediğine karar verildi. Ve kararın gereği yerine getirildi. Kuş
sürüsü kusursuz bir düzende havalanmadan önce gaga ve kanat dar
belerine maruz kalan sadakatsiz dişi, kocasıyla yaşadığı çatıya yığıldı
kaldı. Köylüler onu bulduklarında çirkin kaz yavrusu anne leyleğin
cansız bedeni başında gözyaşı dökmekteydi.
Kırlangıçların yaşantısı da oldukça ilginçti. Meryem Ana'nın en
sevdiği kuşlar olan kırlangıçlar baharın ve mutluluğun habercisi ola
rak kabul edilirlerdi. Sonbahar gelince yorgun ve uykulu bir şekilde
uzaklara, başka diyarların sazlıklarına göç ederlerdi. Oralarda tüne
yerek dinlenmeye koyulan kırlangıçlar, bir zaman sonra ağırlıklarına
dayanamayıp eğilen sazların üstünden suya düşerler, diye anlatırdı
Lekh. Bu yüzden de kırlangıçların kış boyunca suyun altında buzdan
evlerde güvenle yaşadıklarına inanılıı ıııış.
Guguk kuşunun nasıl öttüğü de bir sürü şeyi gösteriııııiş. Mevsimin
ilk ötüşünü duyan kişi, hemen cebindeki bozukları şıngırdatarak pa
ralarını sayarsa yıl boyunca cebinde en az o kadar paranın olacağını
56 JERZY KOSINSKI
yen otlar gibi. Dışarıdan bakınca tek bir kökten büyüyüp birbirine
dolanarak gökyüzüne uzayan iki ağaç gövdesi gibi görünürlerdi.
Bense bir kenarda, yaprakların gerisinde durup onları izlerdim.
Sırtımdaki çuvalın içindeki kuşlar bu ani sessizlik ve sakinlikten şaş
kın, heyecanla ötüşmeye ve çırpınmaya başlardı. Kadın ve erkek bir
birlerinin saçlarını gözlerini öper, yanaklarını birbirlerine dokundu
rurdu. Bedenlerinin birbirine değmesi ve tenlerinin kokusuyla adeta
••
kendilerinden geçerlerdi. ünceleri yavaşça hareket eden elleri giderek
daha oyunbaz olurdu. Lekh kocaman nasırlı ellerini kadının yumuşak
kollarında gezdirirken, o da adamın yüzünü kendi yüzüne çekerdi.
Oııııandaki açıklığın üstünde daireler çizerek uçuşan kuşların merak
lı bakışlarından kendilerine saklayan otların arasına yuvarlanırlardı
sonra birlikte. Lekh sonralan anlatmıştı, orada uzanmış yatarlarken
Ludmilla, zayıf ve kırılgan zihninin gizli geçitlerinde bir yolculuğa
çıkar, Lekh'e hayatındaki dönüm noktalarını, neler çektiğini anlatıp,
tuhaf ve yabani davranışlarının, duygularının temelinde yatan gizleri
onaya dökermiş.
Hava cehennem gibi sıcaktı. Ağaçların en tepelerini kımıldatacak
kadar bile bir esinti olmazdı. Yalnızca çekirgelerin ve yusufçukların
vızıltılarının duyulduğu o yerde, güneşin ışıltısıyla aydınlanan açıklı
ğın üstünde minicik bir esintiyle bir kelebek dönenir dururdu. Ağaç
kakanlar ve guguk kuşları sessizliğe bürünürken benim içim geçer,
uykuya dalardım. Sonra bir takım seslerle uyanırdım uykumdan. Bir
bakardım adamla kadın ayakta birbirine sarılmış, birbirlerine benim
anlamadığım bir şeyler fısıldamakta. Zorlukla kopar, ayrılırlardı bir
birlerinden. Lekh dudaklarında hala istekli bir gülümsemeyle durma
dan_ arkasına bakıp sendeleyerek bana doğru yürümeye başladığında
Salak Ludmilla da arkasından el sallardı adama.
Dönüş yolunda da kapan kurmaya devam ederdik. Lekh daha yor
gun ve aklı başka bir yerde olurdu sanki. Akşamın karanlığı çöküp,
kafeslerdeki kuşların sesi soluğu kesilince onun da neşesi yerine ge
lirdi. Ağzından Ludmilla'dan başka laf çıkmaz, durıııaksızın ondan
bahsederdi. Sivilceli, soluk suratına renk gelir, gülüp kıkırdayarak
BOYALI KUŞ 61
uykuya dalardı.
Bazen günler geçer, Salak Ludmilla hiç ortaya çıkmazdı; O zaman
••
Lekh sessiz bir öfkenin pençesine düşerdi. Oylece durup kafesteki
kuşlara bakarak dalar gider, kendi kendine bir şeyler mırıldanırdı. Bu
uzun uzadıya seyirden sonra kuşların arasında en güçlü olanı seçip
bileğine bağlar, çeşitli malzemelerle pis kokulu rengarenk boyalar ha
zırlamaya girişirdi. Ne zaman ki elde ettiği renkler içine siner, işte o
zaman bileğine bağladığı kuşu ters çevirip kanatlarını iki yana açardı,
başından, göğsünden başlayarak her yerini bir kır çiçeği demetinden
daha canlı görünene kadar gökkuşağı renklerine boyardı.
Sonra yine oııııanın derinliklerine doğru yola çıkardık. istediği
yere vardığımızda Lekh boyalı kuşu alıp benim elime tutuşturur, kü
çücük bedenini hafif hafif sıkmamı söylerdi. Bunu yapınca kuş ötme
ye, ürkekçe tepemizde uçmakta olan kardeşlerini yanına çekmeye
başlardı. Onların sesini duyunca bizimki de heyecanlanıp bir gayret
uçmaya çalışır, şakıdıkça da henüz boyanmış bağrında tutsak minicik
yüreği daha hızlı atmaya başlardı.
Tepemizde yeterince kuşun toplandığına kanaat getirdiğinde Lekh
bana bir işaret çakarak tutsağımızı salıverdirirdi. Küçücük bir gökku
şağı gibi görünen kuş mutlu ve özgür bulutlara doğru havalanır, hızla
kahverengi sürünün arasında dalardı. Diğer kuşlarsa bir an için neye
uğradıklarını anlamaz, kafaları karışırdı. Boyalı kuş sürünün bir o
yanına, bir bu yanına uçar, beyhude bir çabayla onlardan biri olduğu
nu göstermeye çalışırdı. Ancak o ne kadar hevesle içlerine girmeye
çalışsa da üstündeki parlak renklerin gözlerini kamaştırdığı diğer kuş
lar, kuşkulu, onu sürünün dışına kovalarlardı. Hemen sonra da art
arda acımasız bir saldırıyla boyalı kuşu didiklemeye, tüylerini yolma
ya girişirlerdi. Kısa süre içinde artık gökyüzünde tutunamayan renga
renk gövdesiyle yere yapışırdı boyalı kuş. Onu bulduğumuzda da
genel]ikle çoktan ölmüş olurdu. Lekh büyük bir dikkatle kuşu incele
yip kaç darbe aldığına bakardı. Renkli kanatlarının arasından sızan
kanla seyrelen boyalar bulaşırdı Lekh'in ellerine.
Salak Ludmilla gelmezdi ama. Lekh, hüzünlü ve suratsız, kuşları
62 JERZY KOSINSKI
net bir şekilde görebiliyordum. Okyanus suları gibi dalga dalga kaba
rıp geri çekilen bir sıçan ordusu yaşam sürmekteydi birkaç metre aşa
ğıda. Karanlığın içinde parıldayan sayısız gözlerinin, ıslak sırtlarının
ve tüysüz kuyruklarının düzensiz bir ritimde salınıp durduğunu göre-
biliyordum. içlerinden bazıları ara sıra diğerlerinin üstünden hamle
ederek duvarlara tırmanmaya çalışıyor ama başarılı olamayıp altla
rındaki dalganın üstüne gerisin geriye düşüyorlardı.
Bir süre durup bu kara dalgalanmayı izledim, açlıktan azmış sıçan
ların birbirlerinin üstüne nasıl saldırdıklarına, dişlerini birbirlerine
geçirip nasıl öldürdüklerine, derilerini sıyırıp etlerini kemirerek nasıl
yediklerine baktım. Koparılan etlerden fışkıran kanın kokusu diğer
sıçanları bu kavgaya çağırıyordu. Sıçanların her biri illa bu canlı ha
vuzdan kurtulmak için diğerlerinin tepesine çıkarak duvara tıııııan
maya kalkışsa da kayıp düşüyor ve ölümcül kaderinden kaçmayı ba
şaramıyordu.
Açıklığın ağzını teneke bir levhayla örttüm ve ormana doğru yol
culuğuma devam ettim. Yolda böğürtlen, dut gibi meyvelerle karnımı
doyurdum. Hava kararmadan önce bir köye varmayı umuyordum.
Artık akşamüstü olmuştu, güneşin batmasına yakın gözüme ilk
çiftlik evleri ilişti. Tam evlere yaklaşmıştım ki birkaç köpek bir tahta
perdenin ardından fırlayıp üstüme doğru koşmaya başladı. Olduğum
yerde çömeldim hemen, ellerimi deli gibi sallayıp kurbağalar gibi zıp
lıyor ve bağırarak elime geçirdiğim taşları fırlatıyordum. Köpekler
şaşırıp duraksadılar, ne olduğumu ve nasıl davranacaklarını kestire
memişlerdi. Karşılarına çıkan bu insanoğlu kendilerine çok yabancıy
dı. Onlar karşımda salyalarını akıtarak öyle aptal aptal bakakalmış
ken, ben tahta perdenin öbür tarafına atlayıverdim.
Köpeklerin havlamalarıyla benim çığlıklarımı duyan ev sahibi dı
şarı çıkmıştı. Adamı gördüğüm anda kaderin garip ve kötü bir cilve
siyle karşılaştığımı anladım çünkü dönüp dolaşıp bir gece önce kaçtı
ğım köye geri gelmiştim. Köylünün yüzü tanıdıktı, hatta fazla tanıdık
tı, onu kaç kere marangozun evinde güııııüşlüğüm vardı.
O da beni görür görmez tanıdı tabii ki, bağırarak çiftçilerden biri-
72 JERZV KOSINSKI
yeni şeyleri bulacaktı? En zeki olanı bile böyle sefil durumdaki bir
istasyon binasında neyi icat edebilirdi ki?
Ben neleri bulmak, yaratmak isterdim diye düşünürken içim ge-
çerdi. ilk aklıma gelen insan bedeni için bir fitil yaratmaktı. Bu öyle
bir fitil olmalıydı ki ateşlediğin anda teninin, gözlerinin ve saçının
rengi değişsin. Ya da yapı malzemeleri içine yerleştirilecek bir fitil
senin evini bir anda köyün en şahane evi halinde ortaya çıkarsın. in-
sanı kem gözlerden koruması de fena olmazdı, kimse benden korkup
çekinmez, daha kolay ve mutlu bir hayatım olurdu o zaman.
Bu Almanlar kafamı karıştırıyordu işte! Kendilerini harcıyorlardı.
Böylesine sefil ve zalim bir dünya onun hakimi olmak için gösterilen
bunca çabaya değer miydi?
Bir pazar günü ayinden dönmekte olan birkaç köylü çocuk beni
fark etti. Kaçmak için çok geçti artık. Kayıtsız davranmaya çalışarak
korktuğumu belli etmemeye çalıştım. Tam yanımdan geçerken içle
rinden biri bana bir omuz atıp yerdeki çamurlu su birikintisine doğru
ittirdi. Diğerleri dosdoğru gözlerimi hedef alarak tükürüp eğleniyor
lardı. Benden birkaç ''Çingene'' numarası göstermemi istediler. Arala
rından sıyrılıp kaçmaya yeltendim ama etrafımdaki çemberi sıkılaş
tırmışlardı. Hepsi benden uzundu, üstüne ağ atılıp kıstırılmış bir kuş
gibiydim aralarında. Başıma geleceklerden korkuyordum. Gözlerim
ayaklarındaki pazar postallarına ilişince çıplak ayaklarımla onlardan
daha hızlı koşabileceğimi fark ettim. Aralarındaki en uzun boylusunu
gözüme kestirip yerden aldığım kocaman bir taşı suratına yapıştırdım.
Çocuk, yediği darbenin etkisiyle örselenip yamulan suratından kanlar
fişkırarak yere yığıldı . Diğerleri dehşet içinde geri çekilmişlerdi. O
dakikada çocuğun üzerinden atladığım gibi tarlaların arasından köye
doğru kaçmaya başladım.
Eve vardığımda bir an önce olanı biteni anlatıp beni korumasını
sağlamak için çiftçiyi aradım. Ama ne kendisi ne ailesi kiliseden dön
memişti henüz. Ortalarda yalnızca dişsiz kaynanası dolanıyordu.
Korkudan dizlerimin bağı çözülmüştü. Deminki çocuklar yanların
da bir grup adamla birlikte ellerindeki sopaları sallayarak, köy yolun-
102 JERZY KOSINSKI
liyordu kulağıma.
Az kalsın beni de ezeceklerdi. Ben yattığım yerden doğrulurken
onlar da ateş etmeye hazır tüfeklerini üstüme doğrulttular korkuyla.
Karşımda yepyeni yeşil üniformalar içinde gencecik iki asker duruyor
du. İçlerinden daha uzun olanı beni kulağımdan yakaladı, gülüşerek
bana bakıp bir şeyler sordular. Yahudi ya da Çingene miyim diye sor
duklarını anlamıştım. Hemen inkara kalkıştım. Bu onları daha da eğ
lendirmişti. Ben önde, onlar arkamda kendi dalgalarında, üçümüz
köye doğru yürümeye başladık.
Beraberce köy meydanına doğru ilerlerken korku dolu gözlerle
perdelerin gerisinden bizi izleyen köylüler beni tanıdıkları anda birer
birer gözden kayboluyorlardı.
Meydanda kahverengi iki koca kamyon duruyordu. Kamyonların
etrafında toplaşmış askerler üniformalarının düğmelerini çözmüş,
mataralarındakilerle demleniyorlardı. Tarladan dönenler de tüfekle
rini çatıp yerlere çökmüşlerdi.
Birkaç asker etrafımı çevirdi. Kimisi beni işaret edip gülüyor, kimi-
si daha ciddi bakıyordu. içlerinden biri yanıma yaklaşıp yüzünde sıcak
bir gülümsemeyle bana doğru eğildi. Ben tam gülümsemesine karşılık
verecektim ki karnıma yediğim sıkı bir yumrukla nefesim kesilip inle
yerek iki büklüm yere yığıldım. Askerler kahkahalara boğuldu.
Yakındaki kulübelerden birinden bir subay çıktı, beni görünce ya
nıma yaklaştı. Diğer askerler toparlanıp esas duruşa geçmişlerdi. Ben
de kendimi toparlayıp doğruldum.•
Subay buz gibi bakışlarla
•
beni te-
peden tırnağa süzdü ve askerlerine bir şey buyurdu. iki asker beni
kollarımdan tuttuğu gibi bir kulübeye sürüklediler, kapıyı açıp beni
içeri tıktılar.
Yan karanlık odanın ortasında bir adam vardı yerde yatan. Esmer,
ufak tefek bir adamdı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Saçları tiftiğe dön
müştü. Suratında boydan boya bir kasatura kesiği vardı. Elleri arka
sından bağlanmıştı. Ceketinin kolundaki derin yarıktan kan sızıyordu.
Bir köşeye çömeldim. Adam gür siyah kaşlarının altında kehribar
gibi parlayan kara gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Korkuttu bu ba-
BOYALI KUŞ 1 19
Subay bu hareket üzerine bir adım geriledi. Tam üstüne vuran güneş
adamın balmumundan yapılmışçasına parlak, saydam cildini, bir be
beğinki kadar ipeksi lepiska saçlarını gözler önüne sermişti. Ben böy
lesi bir güzelliği daha önce bir kere daha gördüğümü hatırladım. Bir
kilise duvarına resmedilmişti, renkli camlardan süzülen ışıkla aydın
lanan o ilahi güzelliğe kilise orgundan yayılan nağmeler eşlik ediyor
du.
Yaralı yan oturur vaziyete gelene kadar gayret gösterdi. Sessizlik
tok kumaştan kalın bir pelerin gibi örtmüştü avluyu. Askerler dimdik
ve kımıltısız bakıyordu. Yaralı zorlukla nefes alıp veriyor, ağzını aç
maya yeltendiğinde tıpkı rüzgar yiyen bir korkuluk gibi sallanıyordu.
Subayın varlığını hissettiği tarafa doğru eğdi bedenini.
Subay suratında çok belirgin bir tiksintiyle doğrulmak üzereydi ki
yaralının dudakları yeniden kımıldadı. Belli ki kalan son gücünü kul
lanıyordu, hırıltılar arasında ağzından ''domuz'' gibi bir laf çıktı nere
deyse tükürürcesine, aynı anda da kafası arkaya düştü ve betona çarp
tı.
Çıkan sesle şaşkına dönen askerler dönüp birbirlerine baktılar. Su
bay çömeldiği yerden doğrularak sert bir sesle emri verdi. Askerler
topuklarını birbirine vurarak ellerindeki tüfekleri ateşe hazır hale ge
tirdiler, yaralının başına gelip aynı anda takır takır ateş etmeye baş
ladılar. Adamın yediği kurşunlarla sarsıla sarsıla delik deşik olan be
deni sonunda hareketsiz kaldı. Askerler tüfeklerini yeniden doldurup
hazırola geçtiler.
Elindeki kamçısını jilet gibi ütülü pantolonunun dikiş yerlerine
vura vura üzerime yürümeye başladı subay. Ben zaten adamı gördü
ğüm andan itibaren bakışlarımı ondan alamıyordum. Adamın her
zerresinden insanüstü bir kişilik taşıyordu sanki. Güneşin ışığıyla da
ha da yumuşattığı renklerle bezenmiş bir tuvalin üstünde solması
mümkün olmayan kara bir fırça darbesi gibiydi. Acı, keder ve ıstırap
çizgileriyle dolu yüzleri, çukurlarından fırlamış boş boş bakan gözle
riyle kanlı bedenlerinden ayrılmış kolları, bacakları ve çürüyen et ko
kan yara bere içindeki erkeklerin dünyasında bu adam pürüzsüzce
BOYALI KUŞ 123
pırıldayan cildi, siperliğinden taşan altın sarısı saçları, çelik grisi göz
leriyle türünün kusursuz bir örneğiydi sanki. Bedeninin her bir hare
keti içinden taşan muazzam bir gücün sonucuydu. Hayata dair hiçbir
ümidi kalmamış mahlukların ölüm emrini verirken sesi ağzından ana
diline özgü sertlik ve katılıkla çıkıyordu. Daha önce hiç hissetmediğim
türden bir kıskançlığın pençesine düşmüştüm. Şapkasını süsleyen
kurukafa ve iki çapraz kemiğe hayranlıkla bakarken, saygın insanların
korkup çekindiği Çingene suratımın yerinde böylesi aydınlık ve tüysüz
bir kafamın olmasının ne kadar güzel bir şey olacağını düşünüyor
dum.
Adam keskin bakışlarla beni tepeden tırnağa süzdü. Kendimi ça
murlu toprağın içinde kıvranıp, kimseye zararı olmasa da tiksinti
uyandıran bir solucan gibi hissediyordum. Üniformasını süsleyen
sembollerin yarattığı güç ve görkem, onun göz kamaştırıcı varlığı kar
şısında kendi görünüşümden daha da utanmama sebep oluyor, gerçek
bir eziklik duygusuyla kavruluyordum. Beni yok etmek istemesine
mani olacak hiçbir özelliğim yoktu. Göz hizamdaki kemerinin süslü
tokasına diktim gözümü ve vereceği hükmü bekledim.
Avluya yeniden sessizlik hakim olmuştu. Askerler tüm itaatkarlık
larıyla bundan sonra olacakları bekliyorlardı. Verilecek karar bütün
kaderimi belirleyecekti, bunu biliyordum ancak her yanımı bir çeşit
aldırmazlık duygusu sarmıştı. Karşımdaki adamın vereceği karara
sonsuz bir güven duymaya hazırdım. Çünkü bu adamın sıradan in
sanların asla sahip olamayacağı güçlere sahip olduğunu biliyordum.
Kısacık komutu avluyu çınlattı. Arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Bir
asker beni tutup kapıya doğru itti sertçe. Bu görkemli seyirliğin sona
ermesine neredeyse üzülerek yavaşça çıktım kapıdan dışarı ve orada
beklemekte olan papazın tombul kollarına sığındım. Adamcağız gö-
••
züme öncesinden de sefil ve hırpani görünüyordu şimdi. Ustü gümüş
kurukafalar kemikler ve şimşeklerle bezeli Nazi üniformasının yanın
da onun eskimiş papaz cübbesi acınacak bir şey gibi duruyordu.
Papaz beni birinden ödünç aldığı bir atlı arabayla oradan uzaklaş
tırdı. Savaş bitene kadar yakın bir köyde bana göz kulak olacak birini
bulabileceğini söylemişti. Köye varmadan yolda küçük bir kilisenin
önünde durduk. Beni arabada bırakıp içeri girdi. Oturduğum yerden
onun içeride kilisenin papazıyla hararetli hararetli tartıştığını görebi
liyordum. Sonra ikisi birden yanıma geldiler. Ben hemen arabadan
atlayıp adamın önünde saygıyla eğildim ve cübbesinin kolunu öptüm.
Adam beni dikkatlice inceledikten sonra hayır duasını mırıldanıp tek
kelime etmeden kilisesine geri döndü.
Benimki yeniden arabaya atladı ve köyün neredeyse dışında bir
çiftlik evinin önüne kadar sürdü arabayı. Durduğumuz yerdeki eve
girdi. içeride o kadar uzun bir süre kaldı ki artık başına bir şey geldi-
ğini düşünmeye başlamıştım. Son derece kötü bakışlı bir kurt köpeği
hırlayarak çiftliğin avlusunu kolluyordu.
Papaz yanında tıknaz bir çiftçiyle dışarı çıkınca köpek kuyruğunu
kıstırıp hırlamayı kesti. Çiftçi beni adamakıllı inceledikten sonra pa
pazı kenara çekti. Kulağıma çalınanlardan adamın durumdan hiç de
hoşnut olmadığını anlamıştım. Parmağıyla beni göstererek benim vaf
tiz edilmemiş bir Çingene piçi olduğumun bir bakışta belli olduğunu
haykırdı. Papaz adamın söylediklerine karşı çıkıyorsa da adam hiç
oralı olmuyordu. Almanlar köye sık sık baskın yaptıkları için beni
burada tutmasının başını büyük belaya sokacağını, beni buldukları
anda kimsenin hatırını gönlünü dinlemeyeceklerini söylüyordu.
Papazın sabrı yavaş yavaş tükenmeye başlamıştı. Adamın koluna
yapıştığı gibi kulağına bir şeyler fısıldadı. O zaman köylü öfkesini kon
trol altına alarak sessiz küfürlerle peşinden kulübeye gitmemi söyledi.
BOYALI KUŞ 125
ğını şöyle bir çekip bırakacaktı ve bu sefer de şikayet ettiğim için beni
dövmesine kendim bahane yaratmış olacaktım. Bir ara köyden kaçıp
gitmenin planlarını yapıp durdum ancak etrafta öyle çok Alman as
keri vardı ki, yeniden ellerine geçtiğimde bir Çingene piçi olarak ne
muamele göreceğimi, başıma neler geleceğini Tanrı bilirdi.
Bir gün papazın yaşlı bir adama belli dualar karşılığında Tanrı'nın
kendisine yüz ila üç yüz gün bahşedebileceğinden bahsettiğini duy
dum. Yaşlı köylü anlatılanlardan pek bir şey anlamamıştı, o yüzden
de papaz uzun uzadıya açıklamaya girişti. Bütün bunlardan anladığım
kadarıyla daha çok dua okuyana karşı Tanrı daha bağışlayıcı oluyor
ve o kişi bu duaların hayattaki karşılığını hemen alıyordu, yani kısaca
insan ne kadar çok dtıa ederse o kadar iyi ve rahat bir hayat, ne kadar
az dua ederse de o kadar zorlu ve ızdıraplı bir hayat sürüyordu.
Birdenbire müthiş bir aydınlanmayla dünyanın kuralı açık seçik
seriliveııııişti gözlerimin önüne. Neden bazı insanların güçlü, bazıla
rının zayıf, bazılarının özgür, bazılarının tutsak, bazılarının zengin,
bazılarının yoksul, bazılarının sağlıklı, bazılarının hasta olduğunu
anlayıvermiştim. Güçlüler, özgürler, zenginler, sağlıklılar dua etmenin
ne kadar önemli ve gerekli olduğunu ilk görenler ve bunu hayata
geçirenlerdi. Yukarılarda bir yerlerde yeryüzünden gelen bütün dua
lar düzgün bir şekilde sınıflandırılıp herkesin kendi kutusunda birik
tiriliyordu bahşedilen günler.
Gözümün önüne kimi küçük içleri neredeyse boş, kimi de bahşe
dilenlerin içinden taştığı kocaman sandıklarla dolu uçsuz bucaksız
cennet bahçeleri seriliyordu. Kenarda köşede bir yerde de benim gibi
dua etmenin kıymetini henüz keşfedememişlere ait içi boş, hiç kulla
nılmamış küçük sandıklar olduğunu görebiliyordum.
Başkalarını suçlamaktan vazgeçtim o an, bütün suç bendeydi. in-
sanlar, hayvanlar ve olayları yöneten bu kuralları keşfedemeyecek
kadar aptal olan bendim. Ama artık biliyordum ki dünyanın bir düze-
ni, bir adaleti vardı. insanın yapması gereken şey, en uzun ömrün
bahşedileceği kadar dua edip sevap biriktirmekti. Ondan sonra Tan
rı'nın yardımcılarından biri bu yeni üyeyi inançlıların arasına kayde-
•
BOYALI KUŞ 135
dip ona orada yer ayırarak, hasat zamanı buğdayların tane tane birik
mesiyle dolan çuvallar gibi duaları karşılığı bahşedilenlerle dolduru
yordu sandığını. Ben kendime güveniyordum. Kısa süre içinde pek
çoğundan daha fazla birikim sağlayarak sandığımı dolduracağıma ve
cennette bana daha büyüğünü vereceklerine, hatta içindekilerin on
dan da taşarak neredeyse bu kilise kadar büyüğüne ihtiyaç duyacağı
ma inancım tamdı.
••
Oylesine soruyormuşum gibi yaparak papaza dua kitabını sordum.
Hemen en kıymetli olduğu belli olan duaları belleyip kendisinden
bana onları öğretmesini istedim. Tercihimi kimi dualardan yana kul
lanıp diğerlerine ilgisizliğim biraz şaşırtsa da sesini çıkartmayıp bana
istediklerimi üst üste birkaç kez okumaya razı geldi. Kendi sınırlarımı
her anlamda zorlayarak bütün dikkatimi verdim. Kısa sürede gerekli
bütün duaları ezber etmiştim. Yepyeni bir hayata başlamaya hazırdım
artık. ihtiyacım olan her şeye sahiptim, cezalandırılma ve aşağılan-
malarla geçen günlerin geride kalacağını bilmenin sevincini taşıyor
dum içimde. Şu ana kadar önüne gelenin ayağının altında ezebilece
ği bir böcektim. Oysa şimdi bu zavallı küçük böcek yanına kimseyi
yaklaştırıııayan bir boğa haline gelmişti.
Kaybedecek, boşa harcayacak tek bir saniyem bile yoktu. Ettiğim
her dua cennetteki hesabımı kabartacak, sonunda Tanrı'nın izniyle
Garbos artık bana işkence etmeyecekti.
Her anımı dua ederek geçiriyordum. Birbiri ardına hızla okuyor
dum Tanrı katında değerli duaları, hatta aralarda daha etkisiz olan
ları da ihmal etmiyordum ki cennetteki yerim sağlam olsun! Neticede
kimse Tanrı'yı alt edecek kadar kurnaz olamazdı.
Garbos bana neler olduğunu anlamıyordu. Sürekli mırıl mırıl bir
şeyler söyleyerek ortalarda dolaşıp, tehdit ve korkutmalarını pek dik
kate almadığımı görünce yine kendisine Çingene büyülerinden birini
yapıyor olmamdan kuşkulandı. Ben tabii ki ona gerçeği söylemek is
temiyordum çünkü dua etmemi yasaklamasından korkuyordum. Da
ha kötüsü de olabilir, geçmişi benden çok daha eskilere dayanan bir
Hıristiyan olarak cennetteki nüfuzunu kullanıp benim dualarımı ge-
1 36 JERZY KOSINSKI
tek. Ona karşı tek silahım buydu. Dayağı biraz uzun tuttuğunda he
men dişlerinin sayısını söylerdim, bana inanmadığında oturur kendi
si sayardı. Her bir dişinin şeceresini sayabilirdim, sallananı, çürüğü,
diş etlerinin altına gömülü olanları, hepsini ezbere bilirdim. Beni öl
dürecek olursa, yaşayacağı çok çok birkaç senesi olurdu. Ama şimdi
Judas'ın beni sabırsızca bekleyen pençelerinin arasına düşecek olur
sam, o zaman Garbos'un vicdanı tertemiz olacaktı. Korkması gereken
bir şey kalmayacaktı artık, hatta kazara ölümüm koruyucusu Aziz
Anthony'nin onun günahlarını bağışlamasına bile sebep olabilirdi.
Artık omuzlarımı hissedemez olmuştum. Ağırlığımı tartıyor, elle
rimi açıp kapıyor, bacaklarımı çok yavaş yavaş esnetip, neredeyse ye
re değecek kadar tehlikeli bir şekilde aşağı doğru uzatıyordum. Judas
köşede pusuya yatmış, uyur gibi yapıyordu. ikimiz de birbirimizin
kurnazlıklarını biliyorduk. Saldırmak için zıpladığı anda bacaklarımı
hızla geri çekecek gücümün hala var olduğunu bildiği için iyice güçten
düşmemi beklemekteydi.
Vücudumdaki acı birbiriyle iki farklı yönde yarışarak kendini gös
teriyordu. Birinci güzergahta acı ellerden omuzlarıma ve oradan boy
numa uzanıyordu, ikincisinde bacaklarımdan belime. Acının türü de
farklıydı, sanki iki köstebek birbirine doğru yeraltında iki karşıt yön
den tüneller kazarak vücudumun ortasına doğru ilerliyordu. Ellerim
den başlayanına dayanmak daha kolaydı, ağırlığımı sırasıyla bir elim
den diğerine verip adalelerimi esnetiyor ve kan dolaşımını dengeli
yordum . Oysa bacaklarımdan gelen acı dur durak tanımıyor, tıpkı
ahşabın budak kısmında kuytu bir yer bulup ilelebet oraya yerleşen
bir tahtakurusu gibi karnımda ulaştığı noktaya yerleşiveriyordu.
Tuhaf, ağır, insanın içine işleyen bir acıydı bu. Garbos'un ibret ol
sun diye anlattığı hikayedeki adamın çektiği acıya benziyor olmalıydı.
Adamın biri hatırlı bir çiftçinin oğlunu kalleşçe öldüııııüş, anlaşılan
baba da oğlunun katilinin canına eski yöntemlerle kıymaya karar ver-
mişti. iki yeğenini yanına alıp suçluyu ormana kaldırmıştı . Hep bera-
ber bir keresteyi dev bir kurşunkalem gibi yontarak sivriltmişler ve
düz kısmı bir ağaç gövdesine yaslanır vaziyette yere yatıııııışlardı.
140 JERZY KOSINSKI
Sonra kurbanın bacaklarını ayırıp iki ayağından güçlü kuwetli bir ata
bağlamışlar, hafifçe bir dürtmeyle atlan harekete geçirip adamı kazı
ğın sivri ucuna geçirmişlerdi. Kazık adamın etine yeterince girdiğinde
kazığı havaya dikmişler, diğer ucunu da önceden kazıp hazırladıkları
bir çukura gömerek adamı orada yavaş yavaş ölmeye bırakmışlardı.
Ben de şimdi tavana asılı bir şekilde dururken, gözlerimin önüne
adamın karanlık gökyüzünün umursamazlığına doğru acıdan uluya
rak ellerini uzatmaya gayret eden, kazığa geçmiş şiş gövdesi geliyor
du. O haliyle sapanla yediği bir taşla tünediği ağaçtan ucu sivri bir
bitki sapının üstüne düşmüş bir kuş gibi görünüyor olmalıydı.
Yerde yatan Judas yine aldırış etmez bir havada uyandı, uykusun
da esnedi, kulaklarının arkasını kaşıdı ve kuyruğuna yapışan pireleri
avlamaya koyuldu. Ara sıra bana doğru sinsice bakışlar atıyor ama
karnıma yapıştırdığım bacaklarımı görür görmez bıkkınlıkla başka
yöne çeviriyordu kafasını.
Yine de beni bir kere tuzağa düşürmeyi başardı. Bir an için gerçek
ten uyuduğunu düşünüp bacaklarımı aşağı doğru esnetmemle yerin
den ok gibi fırlayan hayvanın topuğumdan bir parçayı götürmesi bir
olmuştu. Yaşadığım korku ve hissettiğim acıyla neredeyse düşüyor
dum yere. Judas muzaffer bir edayla yalanarak duvarın köşesine çök
tü yine. Aralık gözlerini üzerimden ayıııııadan beklemeye koyuldu.
Artık daha fazla dayanamayacak gibi hissediyordum. Kendimi ye
re atıp Judas'a karşı kendimi nasıl savunacağıma dair planlar yapma
ya başladım kafamda ama daha bir şey yapmama kalmadan onun
boğazıma çökeceğinden adım gibi emindim. Kaybedecek zamanım
olmadığını düşününce aklıma hemen dualarım geldi.
Ağırlığımı bir elimden diğerine verdim, kafamı oynattım, bacakla
rımı hareket ettirdim. Judas bu güç gösterim karşısında cesaretini
kaybetmiş bir şekilde süzüyordu beni. Sonunda kayıtsız bir şekilde
kafasını öte yana çevirdi.
Zaman ilerledikçe ettiğim duaların artmasıyla cennete doğru gi
den yolun taşları döşeniyordu.
O gün akşama doğru geldi Garbos odaya. Kan ter içinde kalmış
BOYALI KUŞ 141
mak için bağırıp sesimi duyur ıııak istedim ama ağzımdan, boğazım
dan tek ses çıkmadı. Birkaç kez daha bağıııııayı denedimse de başa
rılı olamadım. Sesim çıkmıyordu.
Temiz hava beni kendime getiııııişti. Köylüler beni dosdoğru kos
koca bir lağım çukuruna götürdüler. Bu çukur birkaç sene önce kazıl
mıştı, hemen yanı başında tuvalet olarak kullanılan binanın pencere
lerinin haç biçiminde kesili camlan için büyük bir övünç kaynağıydı.
Çünkü bu bölgede bu camların eşi benzeri yoktu. Çoğunlukla doğanın
çağrısına tarlalarda uyan köylüler, burayı yalnızca kiliseye geldikle
rinde kullanırlardı. Ancak bu çukur artık tamamen dolmuştu, rüzgar
da kokuyu dosdoğru kilisenin içine taşıdığı için papaz evinin diğer
yanına yeni bir lağım çukuru kazılmaktaydı.
Başıma neler geleceğini anlamıştım, yeniden bağ11·111ak için ağzımı
açtımsa da yine en ufak bir ses çıkmadı. Her debelenişimde bir köy
lünün ağır eli ağzıma, burnuma kapanıyordu. Çukurdan gelen koku
giderek ağırlaşıyordu. Belli ki artık çok yakınındaydık. Son bir kere
daha kurtulmak için çabaladım ama adamlar beni sımsıkı tutuyordu.
Bu arada bir an bile ayin sırasında yaşananları konuşmaktan geri
durmamışlardı. Benim bir vampir olduğumdan zerre kadar kuşkuları
yoktu ve kutsal ayinin yarıda kesilmesinin köylerine uğursuzluk geti
receğinden emindiler. ••
Çukurun başına gelince durduk. Ustünde oluşan iğrenç tabakadan
kara buğday çorbasındaki gibi pis bir koku yükseliyor, yüzeyinde tır
nak büyüklüğünde beyaz kurtlar kaynaşıyordu. Çukurun tepesinde
morumsu mavi parlak gövdeleriyle sinek sürüleri uçuyordu bulut ha
linde, kimisi bu çukura düşüp gömülürken kimisi yeniden havalan-
mayı başaran sineklerin tekdüze vızıltısı duyuluyordu havada.
Midem ağzıma gelmişti. Köylüler beni kollarımdan ve bacaklarım
dan tutup havalandırdılar, altı okka yapıp sallamaya başladıklarında
mavi gökyüzündeki solgun bulutlar gözlerimin önünde dans etmeye
başlamıştı. Kendimi bu kahverengi iğrençliğin ortasında bulduğum
anda da bataklık gibi lağımın içine çekiliverdim.
Günışığını kaybetmiştim artık, boğulmak üzereydim. Kollarımı ba-
148 JERZY KOSINSKI
Çiftçinin kızı Ewka, oğlundan bir yaş küçüktü. Uzun boylu, sarışın,
olgunlaşmamış şeftaliler gibi duran memeleri, parmaklıkların arasın
dan geçebilecek kadar dar kalçalarıyla çöp gibi bir kızdı. O da asla
köye inmezdi. Makar oğlunu yanına alıp tavşanları satmak için civar
daki köylere gittiğinde çiftlikte tek başına kalırdı. Zaman zaman erzak
getiren köylü kadın Anulka'dan başka ziyaretçisi olmazdı.
Köylüler Ewka'yı da sevmezlerdi. Kızın gözlerinde karanlık bir şey
ler olduğunu söylerlerdi. Boğazındaki boynunu biçimsizleştiııııeye
yüz tutmuş yumruyla, çatal çatal çıkan sesiyle alay ederlerdi. Makar'ın
yalnızca keçi ve tavşan beslemesinin sebebinin kızı gören ineklerin
sütten kesilmesi olduğunu söylerlerdi.
Sık sık orada burada Makar'ın ailesiyle birlikte köyün dışına sürü
lüp evlerinin de yakılması gerektiğini konuştuklarına tanık oluyor
dum. Ama Makar'ın bu tehditlere pek kulak astığı yoktu. Fırlattığında
hiç şaşmadan hedefi ustalıkla tutturduğu ••
uzun bir bıçak taşımayı ih-
mal etmezdi ceketinin kol ağzında. Oyle ki bir seferinde beş adım
uzaklıktaki hamamböceğini duvara mıhlayıvermişti. Bıldırcın'ın ce
binde ise ortalıkta bulduğu bir el bombası bulunurdu hep, kendisini,
babasını ya da kız kardeşini rahatsız eden kişileri ya da ailelerin gö
zünü bununla korkuturdu.
Makar'ın Ditko adında çok iyi eğitilmiş bir kurt köpeği vardı, arka
avluda tutardı hayvanı. Avlunun dört yanında tavşan kafesleri sıra
lanmıştı. Kafesler birbirinden tel bölmelerle ayrıldığı için bütün tav
şanları görüp izleyebiliyordu Makar. Adam tam bir tavşan uzmanıydı.
Kafeslerde en zengin çiftçinin bile satın alırken şöyle bir düşüneceği
kadar kıymetli, cins tavşanlar vardı. Çiftlikte ayrıca dört dişi bir de
erkek keçi vardı. Besleyip sütlerini sağmak, otlamaya çıkarmak Bıldır
cın'ın işiydi. Delikanlı bazen kendini keçilerle birlikte ahıra kapatırdı.
Kazançlı bir satış yapıp eve döndüğünde, Makar da oğluyla beraber
kafayı bulup keçilerin durduğu bölmenin yolunu tutardı. Ewka pis pis
sırıtarak evdeki erkeklerin
••
orada gönül eğlendirdiklerini sokuşturur-
du laf arasında. Oyle zamanlarda birilerinin içeri dalmasını engelle-
mek için Ditko kapıya nöbetçi dikilirdi.
BOYALI KUŞ 1 53
de kendime bir çift paten yapıp hazır etmiştim. Uçları kıvrık iki uzun
tahta parçasına geçirdiğim kalın telleri, tavşan derilerinin üstünü
branda beziyle kaplayarak güçlendirdiğim yine kendi üretimim olan
tahta tabanlı botlarıma bağladım.
Kometimin içini kor ateşle doldurup sapından omzuma geçirdim,
brandayı da iki elimle gerip yelken gibi başımın üstüne tuttum. Rüzgar
o görünmez elleriyle anında itmeye başladı beni. Her esintisinde beni
daha büyük bir hızla uzaklaştırıyordu köyden. Sırtımda kometimin
verdiği sıcaklığı hissederek buzun üstünde yağ gibi kayıp gidiyordum.
Şimdi buzla kaplı uçsuz bucaksız gibi görünen düzlüğün ortasınday
dım. Rüzgarın uğultusu kulaklarımda sürüklenip giderken, kenarları
nı beyaz dantellerin süslediği kara bulutlar bana yolculuğumda ya
renlik ediyordu.
Sonsuz bir beyazlığın ortasında adeta uçarcasına yol alıyordum.
Her esintide yüreği pırpır eden, rüzgarın götürdüğü yere doğru kanat
çırpan yalnız bir sığırcık gibiydim. Onun coşkulu bir dansın ritmine
kapılarak gökyüzüne doğru hızla yükselirkenki hali gibi özgür hisse
diyordum kendimi. Ben de yelkenlerimi açmış, kendimi rüzgarın kol
larına bırakmıştım. Köylülerin rüzgarı neden bir düşman gibi gördük
lerini, hastalıkları ve ölümü getireceğine inanarak kapılarını pencere
lerini sımsıkı örttüklerini anlayamıyordum. Onun efendisinin Şeytan
olduğunu söylerlerdi hep, onun buyruklarını yerine getirirmiş rüzgar.
Artık hep aynı hızda esmeye başlamıştı rüzgar ve ben de buzun
üstünde adeta uçmaya başlamıştım. Sazların donmuş saplarına denk
gelince bu hızı kaybetmemek için kenarlarından dolaşıyordum. Güneş
artık parlamıyordu, biraz dinlenmek için durduğumda omuzlarımın
ve bileklerimin soğuktan kaskatı kesilmiş olduğunu hissettim. Biraz
ısınayım diye kometime el atınca ateşin çoktan sönmüş olduğunu
gördüm. Tek bir kıvılcım bile yoktu. Ne yapacağımı bilemiyordum,
korkuyla olduğum yere çöktüm. Köye geri dönemezdim, rüzgara kar
şı böyle bir mücadeleye girecek gücüm yoktu. Çevrede bir çiftlik olup
olmadığını da bilmiyordum, varsa da gece olmadan oraya ulaşabilir
••
miydim ki? Oyle bir yer bulsam bile bana kalacak yer vereceklerinden
BOYALI KUŞ 167
de emin olamazdım.
Rüzgarın uğultusu arasında sanki biri kıkırdıyoı·ıııuş gibi bir ses
duydum. Şeytan'ın uygun bir anda teklifini sunmak üzere yakınlarım
da dolaşıp beni tartıyor olduğunu düşünerek iliklerime kadar titre
dim.
Bu arada kulağıma başka fısıltılar, mırıltılar ve inlemeler de geldi.
Şeytanlar nihayet beni fark etmiş olmalıydı. Beni kin ve nefret konu
larında eğitmek, içimde bu duyguların iyice kök salmasını sağlamak
için önce anamdan babamdan koparmışlar, sonra Marta ve Olga'yı
hayatımdan çıkarmışlar, beni bir marangozun ellerine teslim etmişler,
konuşma becerimden etmişler ve en sonunda da Ewka'mı bir tekenin
koynuna sokmuşlardı. Şimdi de bu ıssızlığın ortasındaki yere sürük
lemişler, suratıma yağdırdıkları karlarla kafamın içindeki düşünceleri
••
iyice köpürtüp karıştırmışlardı. Ucra köylerin arasına yaydıkları buz
tabakası üstünde bir başıma bırakmışlardı beni, tamamen onların
kontrolü altındaydım artık. Kafamdaki bütün düşünceler taklalar atı
yordu onların sayesinde, artık canlarının istediğini yaptırıp nereye
isteseler oraya gönderebilirlerdi beni.
Zaman kavramını tamamen kaybetmiştim. Ayağa kalkıp sızlayan
bacaklarımın üstünde dikildim, yeniden yürümeye koyuldum. Attığım
her adımda içime işleyen acıyla sık sık durmak zorunda kalıyordum.
Hissiz bacaklarımı daha da hareket ettirmeye çalışarak saçımda giy
silerimde biriken buzları koparıp bunlarla burnumu, yanaklarımı ve
kulaklarımı ovuşturuyordum. Kaskatı kesilmiş ellerimle de ayaklarım
daki kanı harekete geçirmeye çalışıyordum.
Ufukta güneş batıyordu, güneşin ışınlan ayınkiler kadar soğuktu
artık. Oturduğum yerden baktığımda dünya etrafımda hamarat bir ev
kadınının ovalayarak parlattığı koskoca bir tava gibi görünüyordu
gozume.
•• • •
yol alıp köy adamakıllı görünür hale gelince bir grup gencin de pa
tenleriyle kayarak yaklaşmakta olduğunu gördüm. Elimdeki içinde
ateş olan bir kornet olmadığı için korkmuştum, hemen fark edilmeden
uzaklaşmaya yeltendimse de geç kalmıştım. Gençler çoktan beni gör
müş, yaklaşmaya başlamışlardı. Rüzgarı önüme alarak ilerlemeye
çalıştımsa da soluğumu kesen soğuktan bunu da başaramadım zaten
bacaklarımın üstünde zorlukla duruyordum. Kometimin kulpuna ya
pışıp buzun üstüne çöktüm.
Gelenler on on beş kişi vardı. Kollarını iki yana sallandırarak hem
dengelerini sağlıyor, hem birbirlerini kolluyorlardı. Rüzgar seslerini
uzağa taşıdığından konuştuklarının tek kelimesini bile anlayamıyor-
dum. iyice yaklaştılar, ihtiyatla iki gruba ayrılıp etrafımı çevirdiler.
Buzun üstünde çömelip brandayla yüzümü kapayarak iyice büzül
düm, içimden beni kendi halime bırakmaları için dua ediyordum.
Kuşku dolu bakışlarla iyice yakınıma geldiler, ben hiç umursamı-
yormuş gibi yapıyordum. içlerinden daha yapılıca üç tanesi yanıma
geldi. ''Bu bir Çingene piçi," diye bağırdı. ''Uğursuz Çingene'nin teki!''
Diğerleri sakince biraz uzakta bekliyorlardı. Yerimden doğrulmaya
yeltendiğim anda üçü birden üstüme çullanıp kolumu arkaya büktü
ler. Diğerleri de hareketlenmişti ••şimdi. Yüzüme ve mideme ardı ardı-
na yumruklar inmeye başladı. ünce dudağım patladı, kanı üstünde
dondu kaldı, bir diğer yumrukla gözüm kapandı. En uzun boylu olanı
bir şey söyledi. Söylediği her neyse bayağı bir heyecan yaratmıştı.
içlerinden bazıları beni bacaklarımdan yakaladı, bazıları da pantolo-
numu indirmeye koyuldu. Ne yapmak istediklerini o anda anlamıştım .
Eskiden bir grup sığırtmacın yanlışlıkla kendi arazilerine giren komşu
köyden bir çocuğa nasıl tecavüz ettiğini kendi gözlerimle görmüştüm
çünkü. Ellerinden kurtulmam için ancak bir mucize gerekiyordu, bu
nu da biliyordum.
Sanki mücadele edecek gücüm kalmamış gibi yaparak pantolonu
mu indirmelerine ses çıkarmadım. Ayağımdaki patenler botlarıma çok
sıkıca tutturulmuş olduğu için tamamen çıkaramayacaklarından
emindim. Kendimi koyverdiğimi, direnmediğimi fark edince beni tu-
BOYALI KUŞ 169
sı. Bir kadınla erkeğin hiçbir şey düşünemeyecek kadar kendini kay
bederek hırıltılar homurtularla zorla birbirinden zevk alma hali.
Ewka ile geçirdiğim anları hatırlardım o zaman, ona nasıl da şef
katli yaklaştığımı, yumuşacık, nazik, hassas dokunuşlarla ağzımı, di
limi teninin üstünde neredeyse uçarcasına gezdirdiğimi hatırlardım.
Onun kendisinin bile bilmediği duyarlı yerlerini keşfetmeye çalışır
dım, bulduğum anda da dokunuşlarımla tıpkı bir sonbahar gecesinin
serin yeliyle üşüyen kelebeğin güneş ışınlarıyla ısınıp hayat bulması
gibi canlandırırdım. Keşfedilmediğinde sonsuza kadar bedeninde tut
sak kalacak bu istek ve arzuları uyandır ıııak için nasıl da incelikli bir
özenle çalıştığım geldi aklıma. Onu özgür kılan bendim, istediğim tek
şey onun zevk almayı bilmesiydi.
Labina ve ziyaretçilerinin sevişmeleri böyle uzun süııııezdi. Yap
rakları ve otları şöyle bir ıslatıp asla köklere kadar inmeyen kısa bahar
yağmurları gibiydiler. Oysa Makar ve Bıldırcın araya giı ıııese Ewka ile
benim aşk oyunlarımızın sonu gelmezdi. Her esintisiyle yeniden har
lanarak gece boyunca sönmezdi ateşimiz. Ama işte yanan kütiikler
üstüne atılan battaniyeyle havasız bırakılıp nasıl söndürülürse öyle
söndürülmüştü bizim aşkımızın ateşi de. Babasından yediğim dayak
yüzünden kendisinden biraz uzak kalınca Ewka beni unutuveı·ıııişti.
Leş kokulu, iğrenç kıllı bir tekenin organını benim tenimin sıcaklığına,
yumuşacık sarılmalarıma, parmaklarımın vücudunda gezinişine öpü
cüklerime değişivermişti.
Labina'nın yatağındaki hareket, iki beden yorgunluktan bitkin dü
şerek uykuya daldığında son bulurdu, işte ben de o zaman yatağa
tıııııanıp kendi soğuk köşeme uzanır, üstüme koyun pöstekilerini çe
kerdim.
Yağmurlu günlerde Labina dertlenir, artık hayatta olmayan kocası
Laba'yı anlatmaya koyulurdu. Yıllar önce, gençken Labina bütün zen
gin köylülerin peşinden koştuğu çok güzel bir kızmış. Kimsenin sözü
ne, uyarısına kulak asmamış, köyün en fakir ama en yakışıklı yanaş
ması olan Laba'ya gönül veııııiş, onunla evlenmiş.
Laba, gerçekten de yakışıklı lakabını hakkıyla taşıyan, kavak gibi
176 JERZY KOSINSKI
ince ve uzun, sağlam yapılı bir gençmiş. Güneşte altın gibi parlayan
san saçları, gökyüzünden daha mavi gözleri varmış, teni bir bebeğin
ki kadar pürüzsüzmüş. Bakışına yakalanan kadınların kanı tutuşur,
akılları gider, bedenleri şehvetle kavrulurmuş. Laba da yakışıklılığının
ve karşı cinste yarattığı etkinin gayet farkında, havalı havalı ortalarda
dolaşır, gölde çırılçıplak yüzmeyi seveııııiş. Kendisini seyretmek için
çalıların ardına gizlendiğini bildiği bakire genç kızları ve evli kadın
ları çapkın bakışlarıyla ödüllendirirmiş.
Ama işte çok yoksulmuş. Kendisini çalıştıran zengin köylülerin her
türlü hakaret ve küçümsemesine katlanmak zorunda kalıyor ıııuş. Bu
adamların hepsi karılarının ve kızlarının Laba'da gözü olduğunu bilir,
bu şekilde alırlarmış intikamlarını. Labina'ya da rahat vermezlermiş
elbet, onun beş parasız kocasının kendilerine mahkum olduğu için ses
çıkaramayacağını bilirlerıııiş.
Bir gün Laba tarladan dönmeyivermiş eve. Ne ertesi gün ne de
sonrasında ortaya çıkmamış. Tıpkı gölün dibine atılan bir taş gibi yok
olmuş. Ya bataklığa düşüp öldüğü ya da kıskanç bir koca tarafından
bıçaklanıp oııııanda bir yere gömüldüğü düşünülüyormuş.
Hayat Laba olmaksızın devam etmiş. ''Laba gibi yakışıklı'' sözü
köye yadigar kalmış.
Laba olmadan bir yıl geçmiş, insanlar unutup gitmiş ama bir tek
Labina onun hala yaşadığına ve bir gün mutlaka geri geleceğine inan
maya devam etmiş. Günlerden bir gün, köylüler sere serpe ağaçların
gölgesine uzanmış keyif yaparken, besili bir atın çektiği bir araba
çıkmış ormandan. Arabanın üstünde kadife örtülü bir sandık varmış,
hemen yanı başında yürüyen ise en kaliteli kumaştan pantolonu, uzun
parlak çizmeleriyle şahane bir deri ceketi omuzlarına atlı askerlerin
sırma işlemeli ceketleri gibi atmış Yakışıklı Laba'dan başkası değilmiş .
Çocuklar haberi yaymak için sokaklara dağılır dağılmaz, köylüler
kadınlı erkekli sokaklara dökülmüşler. Laba umursamaz bir tavırla
selamlamış herkesi, bir yandan da alnındaki terleri silip yola devam
etmesi için atını dürtüklüyormuş.
Labina çoktan kapıya çıkmış, eşikte onu beklemeye başlamış bile.
BOYALI KUŞ 177
Laba önce karısına sarılıp öpmüş, sonra koca sandığı arabadan indirip
kulübeye giı·ıııiş. Komşular etrafında toplaşıp, hayranlıkla atın ve ara
banın güzelliğini seyretmeye koyulmuşlar.
Laba ve Labina'nın yeniden ortaya çıkmasını sabırsızlıkla bekler
ken türlü türlü şakalar yapıyorlarmış. Genç adamın karısına nasıl bir
azgınlıkla koşturduğunu, bu ateşi ancak koca bir kova soğuk suyun
söndürebileceğini konuşup kıkırdıyorlarıııış.
Nihayet kulübenin kapısı açıldığında köylüler hayretten küçük dil
lerini yutuyorlaııııış neredeyse. Çünkü Yakışıklı Laba üstünde yanık
tenli boynunu sarmalayan bembeyaz kolalı yakasını göz alıcı renkler
de bir boyun bağıyla tamamladığı çizgili ipek gömleğiyle inanılmaz
bir ihtişamla dikilmekteymiş kapının eşiğinde. Yumuşacık flanel giy
sileri insanda hemen elini uzanıp dokunma isteği uyandırıyormuş.
Ceketinin göğüs cebinde çiçek gibi katlanmış saten bir mendil görü
nüyormuş. Ayağında siyah cilalı çizmeler varmış ve son olarak bu
görüntüyü cebinden sarkan altın bir köstebek saat zinciriyle süslüyor
muş.
Köylüler ağızları bir karış açık bakıyorlarmış genç adama. Köy ta
rihinde böyle bir şey ne duyulmuş ne görülmüşmüş. Köyün erkekleri
en fazla evde dokunmuş kaba kumaşlardan dikilmiş pantolonlar, ce
ketler, ayaklarına da kalın tahta parçalarına derileri çivileyerek ken
dilerinin yaptıkları çizmeler giyerlermiş. Laba sandığı açmış, içinden
çeşitli renk ve modellerde ceketler, pantolonlar, gömlekler, baktığında
ayna vazifesi görecek kadar parlak deriden ayakkabılar, mendiller,
boyunbağlan, çoraplar ve iç çamaşırları çıkarmaya başlamış. O gün
den sonra herkesin tek konusu Yakışıklı Laba olmuş. Genç adam hak
kında akıl almaz hikayeler anlatılmaya başlanmış. Bu paha biçilmez
giysilerin hangi değirmenin suyu olduğu konuşuluyormuş durmadan.
Labina'yı cevabını veremeyeceği sorularla sıkıştırıyorlarmış. Laba
kendisi de efsaneyi körüklüyor, kansına yaptığı kaçamak açıklamalar
la insanların merakını daha da kamçılıyormuş.
Kilise ayinlerinde artık kimsenin ne papaza ne de mihraba baktığı
yokmuş. Hepsinin gözü kilisenin sağ köşesinde, çiçekli gömleğiyle
178 JERZY KOSINSKI
siyah saten takımını giyip karısının yanında baston yutmuş gibi oturan
Yakışıklı Laba'nın üstündeymiş. Ara ara bileğindeki altın saate baka
rak caka satıyormuş genç adam. O güne kadar köydeki en süslü şey
olan papazın cübbesiyle kuşaklarının bütün havası sönmüş gitmiş.
Laba'nın yakınlarında oturanlar genç adamdan gelen hoş ve alışılma
dık kokularla kendilerinden geçiyorlarmış. Bu kokuların evdeki küçü
cük şişelerde ve cam kavanozlarda saklandığı bilgisi gelmişmiş Labi
na'dan.
Ayin biter bitmez, ahali papazın dikkatlerini çekme çabalarını bo
şa çıkararak hemen küçük kilisenin avlusuna koşup Laba'yı bekleme
ye başlarmış. Genç adam kendinden emin sert adımlarla kayıtsızca
kapıya doğru yönelirken, iki yana açılıp genç adama yol verirlermiş.
Köyün zenginleri yanaşıp kendi evlerinde onun şerefine düzenleye
cekleri yemeklere davet ederlermiş. Başını bir an bile eğmeden ken
disine uzatılan elleri tek tek sıkarmış Laba. Kadınlar ise Labina'yı
hepten yok sayıp üst korselerini göğüsleri görününceye kadar indirir
ler, eteklerini de çıplak baldırlarını sergileyecek kadar cüretkarca yu
karı sıyınrlarmış.
Yakışıklı Laba'nın tarlalarla işi kalmamış artık. Evde karısına yar
dım etmeye zaten tenezzül etmiyormuş. Bütün günlerini renkli giysi
lerini sahildeki bir ağacın dallarına astıktan sonra kendini gölün su
larına atıp yüzerek geçiriyormuş. Kadınlar eskisi gibi çalıların arkası
na gizlenip genç adamın adaleli çıplak vücudunu heyecanla izlemeye
devam ediyorlar ıııış. Söylenen oymuş ki, Laba zaman zaman çalıların
arkasında kadınların kendisine dokunmasına izin veııııekteymiş. Ka
dınlar günah sayılan bu ayıpları için hiç düşünmeden en ağır cezala
n bile göze almaya hazırmış üstelik bu kadınlar.
••
Oğleden sonraları köylüler ter içinde, toza toprağa bulanmış vazi-
yette tarlalardan dönerken aylak aylak gezinen Yakışıklı Laba ile kar
şılaşırlaııııış. Genç adamsa parlak cilalı pabuçlarına toz, çamur sıçrat
mamak için toprağın kuru yerlerine basarak yürümeye gayret eder,
boyunbağını düzeltip, mendiliyle altın saatini parlatırmış.
Gece oldu mu, zengin köylüler Laba'yı aldıııııak için atlı arabala-
BOYALI KUŞ 1 79
başlıyorlardı.
Ben hala böğürtlenlerin altında saklanıyordum. Sarhoş Kalmuklar
etrafımda dört dönerken fark edilmeden orada daha uzun kalmam
pek mümkün görünmüyordu. Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum
artık, donup kalmıştım adeta. Gözlerimi yumdum.
Yeniden açtığımda içlerinden birinin bana doğru yalpalayarak gel
diğini gördüm. Yere daha da yapıştırdım vücudumu, bir yandan nefes
bile almamaya çalışıyordum. Adam uzanıp birkaç böğürtlen kopardı,
ağzına attı. Bir adım daha atınca elimin üstüne basmıştı. Çizmesinin
topuğu ve tabanındaki çiviler etime saplandı. Acıdan ölüyorum san
dım ama yine de ne ses çıkardım ne yerimden kımıldadım. Adam
tüfeğine yaslanarak üstüme işemeye başladıktan sonra bir anda den
gesini kaybedip üstüme düşünce bu kez yattığım yerden fırlayıp kaç
maya yeltendim. Ama asker beni yakaladığı gibi tüfeğinin dipçiğini
göğsüme indirdi, içimde bir şeylerin çatırdadığını hissettim. Yere yı
kılmıştım ama bir şekilde attığım çelmeyle adamı sendeletmeyi de
başaı·ııııştım. Arkamdan silahını ateşledi asker, ben kendimi korumak
için kulübelere doğru zikzaklar çizerek koşmaya başladım. ilkinde
ıskalamasına rağmen bir kez daha ateşledi silahını adam. Ahırlardan
birinin duvarından bir tahta parçası söküp içeri daldım ve kendimi
samanların altına atıp saklandım.
İnsanların canhıraş çığlıkları, ineklerin böğürtüleri, tüfek sesleri,
ateşe verilen kulübelerin ve ahırların çökerken çıkan çatırtıları, atların
kişnemeleri ve Kalmukların kaba saba bağırışları ve kahkahaları sak
landığım yere kadar geliyordu. Zaman zaman bir kadının iniltisi du
yuluyordu. Her kımıldanışımda canım yansa da iyice saklanmak için
kendimi zorlayarak samanların daha dibine girmeye çalışıyordum.
Göğsümün içinde kırılan şeyin ne olduğunu düşünerek elimi kalbimin
üstüne koydum: hala atıyordu. Sakat kalmak istemiyordum. Bütün
gürültülere ve hissettiğim korkuya rağmen yorgunluğa yenik düşüp
uyuyakalmışım.
Sıçrayarak uyandım. Ahır güçlü bir patlamayla sarsıldı. Tavandaki
kirişler düştü, toza dumana bulandı ortalık, göz gözü görıııez oldu.
BOYALI KUŞ 191
başına gelen onca şeye rağmen çok büyük bir adam olmayı başarıyor
du. Bu oğlan çocuğu en büyük Rus yazarlarından biri olan Maksim
Gorki'ydi. Sahra kütüphanesinin raflarının çoğunu onun eserleri dol
duruyordu. Dünyanın her yerinde insanların tanıdığı bir yazardı.
Şiiri de çok seviyordum. Şiirler dualara benzeyen bir biçemde ya
zılıyordu ama çok daha güzel, çok daha anlaşılırdı. Ancak şiirlerin ne
ömrünün ne de günahlarının bağışlanmasına bir yararı yoktu. Şiir
böyle şeyler için değil, zevk almak için okunurdu. Şiir okurken bir ağ
gibi örülerek işlenen süslü, incelikli ve ahenkli sözler yağ gibi kayar
giderdi. Her şeye rağmen kitap okumak benim asıl işim değildi. Gav
rila'yla olan derslerim çok daha önemliydi.
Dünya düzeninin Tanrı ile hiçbir ilgisi olmadığını, Tanrı'nın da
dünyayla işi olmadığını ondan öğrendim ben. Bunun sebebi de gayet
basitti. Tanrı diye bir şey yoktu. Batıl ve boş inançlı aptalları kandır
mak için cin fikirli din adamlarının uydurduğu bir şeydi Tanrı. Ne
Tanrı vardı ne kutsal baba, oğul ve ruh, ne Şeytan vardı ne hayalet,
ne mezarından. fırlayan hortlaklar vardı, ne de günahkarları bulup
kapana kıstıııııak için her yerde ve her zaman tepemizde dolaşan bir
ölüm meleği. Bütün bunlar kendi gücüne inancı olmadığı için Tanrı
kavramına sığınıp ona inanmayı seçen, dünyanın doğal işleyişini kav
ramaktan yoksun cahil insanları kandırmak için uydurulmuş masal
lardı.
Gavrila'ya göre, insan iyisiyle kötüsüyle kendi kaderini kendisi be-
lirlerdi, geleceğinin tek hakimi yine kendisiydi. işte tam da bu yüzden
her birey tek tek çok önemliydi, ne yapmak istediğini, neyi hedefledi
ğini bilmesi yaşamsal değer taşımaktaydı. Kendi yaptığından yalnız
kendisinin sorumlu olduğuna inanan herkes müthiş bir yanılsamanın
içinde demekti. Diğerleri gibi onun davranışları da ancak toplumun
en üst katmanında yer alanlar tarafından algılanabilecek bir model
oluştuııııaktaydı. Bir kadının elindeki iğneyi gelişigüzel batırıp çıka
rarak ortaya bir örtü üstündeki çiçek desenlerini çıkaııııctsı gibi bir
şeydi bu.
İnsanlık tarihinin kuralıydı bu. Bir zaman gelir, adı sanı belli olma-
1 98 JERZY KOSINSKI
insanı bir gölge gibi takip ederdi, ilk günah kavramının en inançlı
Katolik'in yakasını bile bir an için bJrak.ıııayıp hep peşinde olması gibi
bir şeydi bu.
Korkunç bir tedirginlik içindeydim. Babamın ne iş yaptığını tam
olarak hatırlayamıyordum. Evimizde bir aşçı, bir yardımcı, bir de da
dı olduğunu hatırlıyordum ki bu da onların sömürü düzeninin kur
banları olduğunu gösteriyordu. Annemin ya da babamın işçi olmadı
ğını kesinlikle biliyordum. Bu durumda tıpkı köylülerin kara saçlarım
ve gözlerimi bana karşı kullandıkları gibi Sovyetler de toplumsal kö
kenimi yeni hayatımın önünde bir engel olarak mı değerlendirecekti
acaba?
Askerlikte insanlar basamakları Birlik'teki rütbeleri ve görevlerine
göre tırmanırlardı. Yaşlı bir Partili kendisi gibi Partili olmasa bile ku
mandanının verdiği emirleri o an haıfiyen yerine gelirıııek zorunday
dı. Ama daha sonra parti toplantısında aynı kumandanın verdiği ve
uyguladığı kararları eleştirme hakkına sahipti ve eğer bu eleştirilerin
de diğer Partililerin desteğini de arkasına alırsa o kumandan daha
önemsiz görevlere getirilebilir, hatta rütbesi bile indirilebilirdi. Ancak
bazen bunun tersi durumların yaşandığı da olurdu. Kumandan Parti
li bir subayı cezalandırabilir, Parti de bu durumda o subayın rütbesini
indirebilirdi.
Kendimi bir labirentin içinde kaybolmuş gibi hissediyordum. Gav
rila'nın beni yetiştirip ön ayak olduğu bu yolda, insana dair istekler,
özlemler ve umutlar, ormanlardaki ulu ağaçların topraktan daha faz
la nem, gökyüzünden daha fazla günışığı kapmak için birbiriyle kıya
sıya mücadele ederken birbirine dolanan kökleri ve dalları gibiydi.
Kaygılar içindeydim. Büyüdüğümde başıma neler gelecekti? Par
ti'nin sayısız merceğiyle bakıldığında nasıl görünüyor olacaktım? En
derinimde, özümde taze bir elmanın sağlıklı çekirdeğini mi yoksa
kuruyup pörsümüş bir eriğin kurtlanmış çekirdeğini mi saklıyordum?
Ya ''Kolektif' benim en çok derin su dalgıçlığına uygun biri oldu
ğuma karar verirse ne olacaktı? Gölde buzların altında boğularak ne
redeyse can verdiğim anlan hatırlayarak dalmaktan ne kadar çok
BOYALI KUŞ 205
kumandanı yerine kuııııay subay gibi ordu için daha değerli olanlar
tercih sebebiydi. Anığı her kurşun yalnız düşmana ölüm getirmekle
kalmıyordu ki, kendisi de Kızıl Ordu'nun en iyi askerlerinden biri
olarak kendi hayatını tehlikeye atmış oluyordu.
Bütün bunları düşündükçe Mitka'ya duyduğum hayranlık her ge
çen gün daha da artıyordu. Şurada, benden birkaç adım ötede yat
makta olan adam dünyanın daha iyi ve güvenli bir yer olması için
çabalayan bir adamdı ve bunu öyle kilise mihraplarının önünde diz
çöküp dua mırıldanarak değil, zirveyi hedeflediği bir hayatı ona göre
yaşayarak yapıyordu.
Bütün hayatını ele geçirdiği esirleri öldürerek ya da benim gibi
kara böceklerin kaderlerine karar vererek geçiren siyah üniformalı
Alman subayı Mitka ile kıyasladığımda gözüme ne kadar önemsiz ve
değersiz görünüyordu şimdi.
Kamptan gizlice çıkan askerler dönmeyince Mitka tedirgin olmaya
başlamıştı. Gece sayımı giderek yaklaşıyordu, askerlerin firari oldu
ğunun anlaşılmasına ramak kalmıştı. Mitka heyecan ve sinirden ter
içinde, ellerini ovuşturarak çadırın içinde volta atıp duruyordu. Fira
riler en yakın arkadaşlarıydı. Bunlardan birisi şarkılarına Mitka'nın
akordeonuyla eşlik ettiği güzel sesli Grisha, diğeri hemşerisi olan Lon
ka, şiirleri herkesten daha güzel okuyan şair Anton ve Mitka'nın hep
anlattığı gibi bir zamanlar hayatını kurtarmış olan Vanka idi.
Güneş çoktan batmış, muhafızlar değişmişti. Mitka gözlerini savaş
ganimeti olarak kazandığı fosforlu saatinden ayıramıyordu. O sırada
dışarıda bir hareketlenme oldu. Karargaha doğru bir motorsiklet son
sürat yaklaşıyor, biri bağırarak doktoru çağırıyordu.
Mitka beni de çekiştirerek çadırdan fırladı. Diğerleri de aynı anda
dışarıya sökün edip nizamiye önünde birikmişti. Kan revan içindeki
askerlerden birkaç tanesi ayaktaydı, diğerleri de çömelmiş yerde ha
reketsiz yatan dört askerin etrafını sarmışlardı. Kesik kesik anlatılan
lardan anladığımız kadarıyla firar ettikten sonra yakındaki bir köyün
eğlencesine katılan askerler sarhoş olup kadınlarını kıskanan köy er
keklerinin saldırısına uğramışlardı. Sayılan oldukça kabarık olan köy-
BOYALI KUŞ 211
sürdürüyordu.
Bir gece daha şafak sökmeden uyandırdı beni. Derhal giyinmemi
söyledikten sonra tek kelime bile çıkmadı ağzından. Kendim hazırla
nınca onun da çizmelerini giymesine yardım ettim. Acıyla inlemesine
rağmen aceleyle hareket ediyordu. Giyinmesi bitip diğerlerinin uyu
duğuna emin olunca yatağının arkasından tüfeğini çıkardı. Silahı om
zuna astıktan sonra yeri boş kalmasın diye kılıfı yine yerine yerleştir
di. Daha sonra tüfeğin küçük üçayağını ve dürbününü cebine sokuş
turdu. Fişekliğini kontrol etti, duvardaki çengele asılı askeri dürbünü
de alıp benim boynuma geçirdi.
Parmaklarımızın ucuna basarak çadırdan çıkıp mutfağı geçtik. Nö
betçi askerlerin arkasından çalılıklara doğru koşturduk. Yandaki tar
layı da geçtiğimizde kampın dışına çıkmıştık.
Gecenin buğusu ufuk çizgisini sarıp saııııalamıştı adeta. Tarlaların
üstünde yükselen sis perdesinin arasından köye doğru giden yol hayal
meyal seçiliyordu. Mitka ensesinde biriken terleri sildi, fişekliğini çe
kiştirdi, kafama eliyle şöyle bir vurdu, ormana doğru ilerlemeye baş
ladık.
Ne nereye gittiğimizi biliyordum, ne de neden gittiğimizi. Bildiğim
tek şey Mitka'nın tamamen kendi başına buyruk davrandığıydı. Yap
maması gereken şeyin onun gerek ordudaki gerek toplumdaki ününü
ve saygınlığını tehlikeye atacak bir şey olduğu açıkça belliydi.
Bu gerçeğin farkına varınca yanında götürmek için beni seçmiş
�
diyordu adam ne kadar onurlu bir şeydir. insan kendi savaşını taşır
hep içinde. Kendi adaletini kendisi yerine getirirken de kazanan ya da
kaybeden yine kendisidir. İşte Mitka da ne başkalarının ne düşündüğü,
ne ordudaki rütbesi, ne Sovyetler Birliği Kahramanlık Nişanı umurun
da olmaksızın, bütün kazanımlarını riske atarak arkadaşlarının inti
kamını almak için bir yola çıkmıştı. Zaten onların intikamını bile ala
mayacaksa eğer, o zaman keskin nişancı olmak için aldığı eğitim,
döktüğü ter neye yarardı? Kendisinin kendi gözünde bir değeri olma
dıkça, ulaştığı kahramanlık mertebesinin, milyonlarca yurttaşının
duyduğu saygı ve hayranlığın ne kıymeti olabilirdi ki?
Mitka'yı intikamın peşine sürükleyen bir unsur daha vardı. Bir
erkek ne kadar sevilip sayılan ve hayranlık duyulan biri olursa olsun
neticede kendiyle yaşardı. Ve eğer kendisiyle barışık değilse, yapması
gerekip de yapmadığı bir şeyin pişmanlığıyla kendini yiyip bitiriyorsa,
o zaman ister istemez ''bu günahkar dünyanın tepesinde dolaşıp du
ran sürgün bir ruh, mutsuz bir şeytan''a dönüşürdü işte.
Bir şeyi daha çok iyi anlamıştım. Zirveye çıkan pek çok yol, o yol
lara da çıkan patikalar vardı. Ve bir insanın tıpkı Mitka ile benim
ağaca tırmanırken yaptığımız gibi, tek bir dostun el vermesiyle, emek
çi halkın toplu yürüyüşüyle varmaya çalıştığından farklı bu zirveye
tek başına erişebilmesi mümkündü.
Gülümseyerek dürbünü geri verdi Mitka. Köye bakınca pencerele-
ri kapıları sımsıkı kapalı kulübelerden başka bir şey göremedim. Ora-
da burada gezinen kümes hayvanları vardı ortalarda yalnızca. Tam
dürbünü geri verecekken evlerin arasında kocaman bir köpek ilişti
gözüme. Kuyruğunu sallayıp arka ayaklarıyla kulağını kaşıyan bu kö
pek bana Judas'ı hatırlatmıştı. Ben tavanda asılı vaziyetteyken kötü
kötü bakarak bu hareketi yapardı.
Mitka'nın koluna dokunarak kafamla köyü işaret ettim. Benim or
talarda dolaşan insanlar görüp onları gösterdiğimi düşünerek tüfeğin
dürbününe yerleştirdi gözünü ama kimseyi görmeyince soru soran
bakışlarını çevirdi bana. Ben de köpeği işaret ederek ondan hayvanı
öldüııııesini istediğimi belli ettim. Şaşırmıştı. Kafasıyla bunu yapma-
BOYALI KUŞ 217
••
yı reddetti. Ustelediğimde ise yüzüme neredeyse ayıplayarak baktı.
Yaprakların hışırtısını dinleyerek bir süre sessizce durduk. Mitka
bir kez daha dürbünle köye baktıktan sonra silahı topladı. Dallara
tutunarak yavaş yavaş ağaçtan aşağı inerken yine acıyla inliyordu
Mitka.
Boş kovanları nemli toprağın ve yosunların altına gömüp, bize ait
bütün izleri yok etti. Ordugaha yaklaşırken teknisyenlerin test ettiği
makinelerin uğultusunu duyuyorduk. Kimsenin dikkatini çekmeden
çadırımıza döndük.
Öğleden sonra herkes işinde gücünde görev başındayken Mitka
hızla tüfeği temizleyip diğer parçalarıyla birlikte kılıfına geri koydu.
Aynı günün akşamında yine eskisi gibi keyfi yerindeydi, o gergin
liğinden eser kalmamıştı. Odessa'nın güzelliği üstüne yazılmış balad
lar, evlatlarını savaşlarda kaybeden annelerin öcünü alan topçuların
hikayelerini anlatan halk türküleri söyledi içli bir sesle.
Yanındaki askerler de nakarat kısmında güçlü ve berrak sesleriyle
kendisine katılırken uzaktaki köyden cenazeler için çalan kilise çan
larının sesi geliyordu.
•
•
yalarla süslü yabancı bir askeri heyet indi, aynı anda hızla sıraya di
zilen şeref kıtasına askeri bando da marşlarla eşlik etmeye başlamıştı.
Jilet gibi ünifoı·ıııaları içindeki subaylar çubuklu toplama kampı giy
sileri içindeki insanların yanından sessizce yürüyerek geçtiler.
Gar binasının üstünde artık başka bayraklar dalgalanıyor, hopar
lörlerden ara sıra boğuk bir sesle okunan nutuklar ve karşılama ko
nuşmalarıyla kesilen müzikler geliyordu. Yury saatine baktı. Garın
çıkışına yöneldik.
Askeri araçlardan birinin şoförü bizi gideceğimiz yere götürmeyi
kabul etti. Şehrin bütün yollarını askeri konvoylar doldurmuştu, kal
dırımlar insan kaynıyordu .
Yan yollardan birinde eski birkaç binanın pencerelerinden dışarı
bakan yüzlerce çocuk gördüğümüzde yolun bittiğini anladık.
Giriş salonunda bir saat kadar beklettiler bizi. Yury gazetesini açıp
okumaya başladı. Ben ise yaşadıklarıma hiç aldırııııyoı111L1ş gibi dav
ranıyordum. Nihayet yetimhanenin kadın müdürü yanımıza gelip
bizi selamladı, Yuri'den içinde evraklarımın olduğu dosyayı aldı. im-
zaladığı bazı kağıtları da Yuri'ye verip sevecen bir tavırla elini omzu
ma koydu. Hemen silkinerek uzaklaştırdım kendimi, neticede üstüm
deki ünifuııııanın apoletlerine bir kadın elinin değmesi doğru olmaz
dı.
Ayrılık zamanı gelmişti. Yury neşeli görünmeye çalışıyor, espriler
4
Bir gün tıbbi muayene için revire çağırdılar beni. Uniformamı dı-
şarıda bırakmayı reddetmiştim yine, ceketimi pantolonumu koltuğu
mun altına sıkıştırıp muayene oldum. Bir çeşit sosyal komisyonun
karşısına çıkarılıp görüşmeye alındım. Komisyon üyelerinden yaşlıca
bir adam bütün evraklarımı dikkatlice okudu. Sevecen bir yaklaşım
içindeydi, bana adımla hitap ederek ailemin beni gönderdikten sonra
nereye gitmeyi planladığı hakkında bir fikrim olup olmadığını sordu .
Ben sorduklarını hiç anlamıyormuş gibi yapıyordum. içlerinden biri
sorulan Rusça'ya tercüme ettikten sonra savaştan önce ailemle tanış
tığını düşündüğünü söyledi. Ben önümdeki yazı tahtasına büyük bir
soğukkanlılıkla l1ütün ailemin bir bombalama sırasında hayatını kay
bettiğini yazdın1. Komisyon üyeleri kuşku dolu bakışlarla süzüyorlar
dı beni. Onları asker gibi selamlayarak başım dimdik odadan çıktım.
Soruları soran adam canımı sıkmıştı.
Yetimhanede beş yüz kadar çocuk vardı. Küçücük pislik içindeki
sınıflarda gruplar halinde ders görüyorduk. Sınıflar tıklım tıkıştı. Ne
sıralar yetiyordu bu kadar çocuğa ne de tahtalar. Oğlanlarla kızların
çoğu sakattı ve tuhaf hareketleri vardı. Ben, yaşıtım bir oğlanın yanın
da oturuyordum, çocuk durmadan, ''Babam nerede, babam nerede?''
diye kendi kendine mırıldanıp duruyor, babası her an sıranın altından
bir yerlerden çıkıp terli suratına bir şaplak indirecekmiş gibi aniden
BOYALI KUŞ 223
sağa sola fırlattığı için Top Mt:ııııisi idi. Kılıç vardı örneğin, kolunu
kılıç gibi hasımlarının tepesine indiren; Uçak adamı yere devirir üs
tüne çıkar tepinirdi; Nişancı attığı taşlarla en uzak mesafeden bile
hedefi bulurdu; Alev Makinesi kibritleri tutuşturup elbiselerin, sırt
çantalarının içine sokuverirdi.
Kızların arasında da takma adı olanlar vardı. El Bombası avucunun
içinde sakladığı çiviyle onu kızdıranların suratını parçalardı. Ufacık
tefecik kendi halinde bir kız olan Partizan yere çömelip geçene çelme
atarak yere devirir, kankası Torpido ise hasmına sanki sevişmek ister
miş gibi sarılırken kasıklarına dizini geçiriverirdi.
Ne öğretmenler ne de görevliler ele avuca sığmayan bu ekiple
başa çıkamadığı için onlarla ağız dalaşına bile girmemeye çalışırlardı
çünkü daha güçlü kuvvetli oğlanlardan korkuyorlardı. Bazen da bu
olayların ciddi ve ağır sonuçları oluyordu. Top Mermisi belli ki kendi
sine öpücük vermeye yanaşmayan bir kızın kafasına altı çivili çizme
sini fırlatmış, kızcağız birkaç saat sonra hayatını kaybetmişti. Bir baş
ka olayda Alev Makinesi üç oğlanın giysilerini ateşe verip onları sını
fa kilitlemişti. Çocuklardan ikisi ağır yanıklarla hastaneye zor yetişti
rilmişti.
Her kavgada mutlaka birileri kan revan içinde kalıyordu. Canları
pahasına birbirine girişen kızlarla oğlanları ayırmanın mümkünü yok
tu. Hele geceleri daha da kötü şeyler yaşanıyordu. Oğlanlar kızları
karanlık koridorlarda sıkıştırıp taciz ediyorlardı. Hatta bir gece arala
rından birkaçı hemşirelerden birinin ırzına geçmişlerdi bodrumda.
Diğer arkadaşlarına da haber verip çağırarak zavallı kadını orada sa
atlerce tuttular, savaş zamanı orada burada tanık oldukları yöntem
lerle tahrik ettiler. Sonunda kadın neredeyse aklını oynatarak çığlık
kıyamet ortalığı ayağa kaldırınca bir ambulansla hastaneye götürül
müştü.
Kızlar da az değildi, oğlanların ilgisini çekmek için önlerinde so
yunuyor, kendilerine dokundunıyorlardı. Savaş boyunca kendilerini
kullanan adamların neler yaptıklarını hiç çekinmeden uluorta konu-
şuyorlardı. içlerinde artık bir erkekle beraber olmadan uyku tutmadı-
226 JERZY KOSINSKI
postu adeta büzüldü, küçüldü, bıyıkları dikildi ama hiçbir yere kaç
madı. Kendine gelsin diye, ona artık özgür olduğunu hatırlatmak için
sıkı bir ıslık öttürdüm. Bu sesi duyduğu halde miskince kendini diğer
yana devirdi. Sanki aniden ihtiyarlamıştı, bezginlikle kafesine doğru
ilerledi. Bir ara duraksadı, kulaklarını yeniden dikerek arkasına baktı,
sonra kendisini seyreden tavşanların arasından geçerek kafesine girdi.
Artık kafesini kendi içinde taşıyordu. Beynini zincire vurmuş ve kas
larını kendi iradesiyle felç etmişti. Onu uyuşuk kaderine razı hemcins
lerinden ayıran özgür ruhu kuru bir yonca yaprağından rüzgarla ya
yılan hoş bir koku gibi savrulup gitti uzaklara.
Babam işlemleri tamamlayıp odaya geri döndü. Yeniden sarıldılar
bana. Annemle her yerimi tepeden tırnağa kontrol edip hakkımda bir
şeyler konuştular. Artık yetimhaneden ayrılma vakti gelmişti. Veda
laşmak için Suskun'un yanına gittiğimizde, arkadaşım annemleri kuş
ku dolu bakışlarla süzdü ve kafasını sallayarak selamlaşmayı reddet-
tı.
Yetimhaneden çıkarken babam kitaplarımı taşımama yardım etti.
Dışarıda, sokaklarda müthiş bir kargaşa hüküm sürüyordu. insanlar
perişan, üstleri başlan pislik içinde ve bitkin vaziyetteydiler. Sırtların
da bir torba yuvalarına dönenler savaş sırasında evlerine el koyanlar
la kavga halindeydi. Bense annemle babamın arasındaydım, başıma
ve omuzlarıma dokundukları yerlerde sevgilerinin sıcaklığını hissede
rek artık onların koruması altında olduğumu bilerek güvenle yürüyor
dum.
Beni alıp yaşadıkları eve götürdüler. Burası kayıp çocuk merkezin
de aradıkları eşkale uygun bir çocuk olduğunu öğrendiklerinde binbir
zorlukla buldukları küçücük bir apartman dairesiydi. Ancak eve gir
diğimde başka bir sürprizle karşılaştım. Annemlerin dört yaşında bir
oğlan çocuğu daha vardı. Çocuğun ailesinin savaş sırasında öldürül
müş bir öksüz olduğunu söyleyip hikayesini anlattılar. Dadısı oradan
oraya kaçarak kurtardığı bu çocuğu savaşın üçüncü yılında babama
teslim etmiş, bizimkiler de çocuğu evlat edinmişlerdi, onu çok sevdik
leri her hallerinden belliydi.
1
hanede patlayan bir kavga ve kırılan camların sesi gelirdi bir yerler
den.
Kısa sürede şehrin gece hayatına iyice alışmıştım. Yaşı benden bi
le küçük kızların babamdan yaşlı adamlarla iş tuttuğu ıssız sokakların
hangileri olduğunu, kollarında altın saatleriyle jilet gibi giyinmiş
adamların kendilerini bir ömür hapse yollayacak malları nerelerde
sattıklarını hep biliyordum. Hatta sokaklarda dolanırken gençlerin
hükümet binalarının duvarlarına yapıştıracağı afişleri bastığı kimse
nin dikkatini çekmeyecek kadar sıradan evi bile bulmuştum . Milisler
ve askerler bu afişleri buldukları anda büyük bir öfkeyle imha ediyor
lardı. Milisler zaten bildiğimiz insan avına çıkıyordu, silahlanmış si
villerin askerleri öldürdüklerini bile görmüştüm. Gündüz ortalık süt
liman kesilirken, gece savaş bütün hızıyla devam ediyordu .
Her gece şehrin eteklerindeki hayvanat bahçesinin yakınındaki
parka gidiyordum. Burada insanlar kadınlı erkekli bir araya gelip el
lerindeki mallarını satıyor, takas ediyor, içki içip kumar oynuyorlardı.
Bu insanlar bana iyi davranıyorlardı. Bana her yerde bulunmayan
çikolatalardan veriyorlar, bıçak atmasını, kapkaççılığı filan öğretiyor
lardı. Bunların karşılığında ben de milislere ve sivil polislere yakalan
madan söyledikleri adreslere bir takım paketler götürüp teslim edi-
,
BO SON
•
1963 ilkbaharında Amerika doğumlu eşim Maıy ile beraber lsviç-
re'ye gittik. Tatil yapmak amacıyla daha önce de lsviçre'de bulunmuş-
luğumuz vardı ancak bu kez ziyaret nedenimiz bambaşkaydı. Eşim
aylardan beri çaresi olmadığı düşünülen bir hastalıkla boğuşuyordu
ve buraya da başka uzmanların görüşlerini almak üzere gelmiştik.
Burada uzunca bir süre kalacağımızı düşünerek o günlerde pek revaç
ta olan eski ama görkemli bir otelde göl manzaralı bir suit oda tuttuk.
Otelin daimi konuklan arasında şehre il. Dünya Savaşı başlama
dan hemen önce gelmiş Batı Avrupa zenginlerinden oluşan bir grup
bulunmaktaydı. Bu insanlar savaşın ölümcül yüzü kendini gösterme
den kendi vatanlarını terk etmiş oldukları için hiçbir zaman canlarını
•
kurtarmak için mücadele etmek zorunda kalmamışlardı. lsviçre'ye
sığındıkları andan itibaren kendilerini korumak adına yaptıkları yal
nızca günü gününe yaşamak olmuştu. Yetmişli seksenli yaşlarını sür
düren bu pansiyonerler sabahtan akşama kadar duııııadan yaşlılık
muhabbeti yapıyorlardı. Gerek yaşlan, gerekse isteksizlikleri yüzün
den hayatları giderek daha hareketsizleşiyor, neredeyse otel binasının
dışına bile çıkmıyorlardı. Ömürleri lobide ya da restoranında lak lak
ederek ya da en fazla ara sıra bahçede dolanarak geçiyordu.
Ben de onlara uymuştum, sıklıkla peşlerine takılıyordum. Birlikte
gezinirken onların yaptığı gibi iki savaş arası dönemde otelde konak
layan devlet adamlarının portrelerinin önünde duruyor, 1. Dünya Sa
vaşı sonrası otelde düzenlenen uluslararası barış konferanslarının
anısına duvarlara asılı plaketlerin sıkıcı metinlerini okuyordum.
248 JERZV KOSINSKI
du. Oyle bir ortamda ilk kez olmaktan ötüıii ürkek ve şaşkın durumda
olan sözde tanık da kitabı topa tutup yazarını lanetlemeye başlıyordu.
Çok tanınan ve sevilen Doğu Avrupalı bir yazar Fransızcasından
okuduğu Boyalı Kuş üzerine yazdığı yazısında kitaptan övgüyle söz
edince devlet anında duruma müdahale etII4ş, adam da yazısını geri
çekmek zorunda kalmıştı. Yazar ''Jerzy Kosinski'ye Açık Mektup'' baş
lığı altında bu sefer kitabı eleştirdiği yeni bir yazı kaleme alarak ken
disinin editör olduğu bir edebiyat dergisinde yayınladı. Hatta yazısın
da beni çökmekte olan Batı'ya yaranmak adına yabancı bir dilde ya
zarak kendi anadiline ihanet eden bir diğer ödüllü yazara benzeterek
sonumun tıpkı onunki gibi olacağını söylüyor, benim de yaşamımı
köhne bir Riviera otelinde kendi gırtlağımı keserek sonlandıracağım
konusunda uyarıyordu.
Boyalı Kuş'un yayınlandığı günlerde hayatta kan bağıyla bağlı ol
duğum tek yakınım olan annem altmışlı yaşlarındaydı ve halihazırda
iki kanser ameliyatı geçiı ıııişti. Memleketin ileri gelen gazetelerinden
biri annemin hala benim doğduğum şehirde yaşamakta olduğunu or-
BOYALI KUŞ 255
bu çılgın eğlencesi tüm gün sürdü. Akşam olup Almanlar köyü terk
ettikten sonra benim gibi kaçıp sağ kalmayı başaranlar köyden geriye
ne kaldıysa kurtarmak için geri döndük. Manzara dehşet vericiydi.
Tahtaları hala tütmekte olan kulübelerde yakılarak öldürülen insanlar
vardı. Köyün arkasındaki tarlalar silme ceset doluydu, orada kolların
da bebesiyle beyni dağılmış bir ana, burada elindeki ders kitabını
sımsıkı tutan on yaşında bir çocuk. Beş koca hendek açılmış, ölüler
bu mezarlara doldurulmuştu." Doğu Avrupa'da yaşayan her köylünün
savaşa dair bunun benzeri anıları vardı, yüzlerce köy aynı kaderin
kurbanı oldu.
Başka belgelerde ise toplama kamplarından birinin komutanının
hiç tereddüt etmeden ifade ettiği üzere, ''ilk kural çalışamayacak ka
dar küçük oldukları için çocukların derhal öldürülmesi'' idi. Bir diğer
komutan ise gaz odalarında öldürülen Yahudi çocuklarına ait yaklaşık
yüz bin giysiyi Almanya'ya gönderilmek üzere kırk yedi gün içinde
sevkiyata hazır ettiğini söylemişti ifadesinde. Gaz odasına gönderilen
Yahudilerden birine ait bir günlükte ''Yarısı çocuk olmak üzere kamp-
ta her gün yüz Çingenenin öldürüldüğü'' kayıt düşülmüştü. Yine bir
başkası SS muhafızların büyük bir soğukkanlılık içinde gaz odasına
doğru ilerleyen ergenlik çağındaki genç kızların' orasını burasını elle-
diklerini anlatmıştı.
Doğu Avrupa'daki savaş yıllarında yaşanan vahşet ve dehşeti her
hangi bir şekilde abartmadan aktarıııış olduğumun en iyi kanıtı muh
temelen Boyalı Kuş'u kaçak yollardan ele geçirip okumayı başaran
eski okul arkadaşlarımın benim romanımda yazdıklarımın kendileri
nin ve akrabalarının savaş sırasında çektikleri eziyetin yanında ancak
pastoral bir hikaye gibi kaldığını söyleyerek eleştirıııeleriydi. Daha da
ileri giderek beni tarihi gerçekleri sulandırarak Anglo Sakson'ların
yüzyıl önce yaşadığı savaş felaketi sırasında ortada kalmış çocukların
Güney'in harap sokaklarına düştüğü zamanların duygusallığını işin
içine katmakla suçladılar.
Tabii benim için bu türden eleştirilere karşı çıkmak da kolay değil-
di. l 938'deki yıllık aile toplantısının sonuncusuna aralarında tanınmış
BOYALI KUŞ 261
Jerzy Kosinski
New York City 1 976