You are on page 1of 93

MUKADDİME

Elhamdü lillâhi Rabb’il âlemin, vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî
ve sahbihî ecmaîn.
Pek muhterem ve aziz kardeşlerim,
Racim olan şeytanın şerlerinden Allahü Teâlâ Hazretleri’ne sığınır; Rahim ve Rahman olan
Allahü Celle ve Âla Hazretleri ism-i şerifini yâd ile bu eseri yazmaya başlarım. Sebebi şudur ki :
Bu âleme gelen her canlı muayyen ve mukadder olan ömrünü bitirir ve mecburen geldiği bu
âlemi terk edip, bir daha gelmemek üzere gider. Bu herkes tarafından görülmekte ve bilinmektedir.
Ancak buradaki kalış müddetince yaptığı iyilik veya kötülüğü de kendisiyle beraber gitmektedir ki,
artık bundan sonra yapacağı hiçbir şey kalmamıştır. Yalnız şu var ki, üç ameli onun hesabına da
kıyamete kadar yaşamakta devam edecektir:
Bunlardan birisi: Sadaka-i cariyesidir ki bunlar, sağlığında yaptırdığı cami, mekteb, medrese,
hastahane ve benzeri, insanlara faydalı tesislerle çeşmeler, köprüler vesair hayırlardır. Diğer taraftan,
günahı mucip kötü âdet ve ananeler ve küfrü mucip fena ameller işlerse bütün bunlar da sadaka-i
cariye gibi, defter-i a'maline günah olarak yazılır, durur.
İkincisi: İlm-i nafi'dir ki, bırakılan ilmi eserler bu meyanda zikr olunabilir.
Üçüncüsü: Arkasından kendisi için dua edecek ve başkalarının da hayır dua ile anmasına
vesile olacak salih bir evlat bırakmaktır.
Bu fakîr-i pür taksîr kardeşiniz de, ihvan-ı müslimîne bir hediye kalmak ve bademâ hayırla
yâdımıza vesile olmak ümidiyle şu kitabçığı yazmaya cesaret ettim. Her cahil cesur olur fetvasınca,
vaki olacak hata ve kusurlarımın affını ve erbabı tarafından da tashihini ayrıca rica ederim.
Hepimizin malumudur ki, bu dünya muvakkat bir âlemdir. Ahiret âlemi ise bakidir. İnsanlar
bu imtihan evinde ahiretini kazanmak için çalışmalıdır. -Ne'ûzü billâh- kazançların en güzeli olan
ahiretini kaybedip imansız gitmek felaketlerin en büyüğü ve en acısıdır.
Hadis-i şerif kitablarında beyan buyrulduğu gibi; insan imanlı olarak yaşayıp imanlı olarak
öldüğü takdirde, onun cennetteki makamı kendisine gösterilerek işte senin yerin, denir. O mevta da o
güzel yerin hayranı olur, kendisini nimetler içinde bulur ve kabri nurla doldurulup genişletilerek;

‫ٌة ِم ِر اِض َا َّنِة‬


‫( َر ْو َض ْن َي َجْل‬cennet bahçelerinden bir bahçe) olur. İçinde zevk ü sefa ile
yaşar. Her ne kadar cesedi çürümüş olsa dahi, ruhen o nimetlere nail olur. 1
-Maazallah- bu dünyanın fitnelerine kapılıp da imansız olarak veya imanını zâyi ederek
ahirete göçerse, ona da cehennemdeki yeri gösterilip, işte senin de yerin burasıdır, denir ve sabah
akşam her gün o azap, bela ve felaket yeri kendisine arz olunur. Bu suretle, ta kıyamete kadar bu hâl
devam eder. Bu gibilerinde kabirleri;

‫( ْف ٌة ِم َف ِر الِّن اِن‬cehennem çukurlarından bir çukur ) olur. Envai çeşit azaplarla


‫ُح َر ْن ُح َري‬
ruhen muazzep olur, durur. Tabi, bu kötü durumdan kurtulmak için Cenâb-ı Hakk'ın bizlere verdiği
hayat, sağlık, afiyet, akıl, zekâ gibi sayılmakla bitmez nimetlerinin kadrini bilmek lazımdır. Bunlardan
azami derecede istifade fırsatını kaçırmamak, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uymak ve yasaklarından
kaçınmak aynı zamanda sevgili Peygamberimiz Efendimiz sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem
Hazretleri’nin sünnetlerine de uyarak, şu fâni dünyadan iman ile göçmek, ne büyük bir nimettir.
Değirmenin dönmesi, nasıl suyun veya cereyanın gelmesine vabeste ise, insanların ve bilhassa

1
Tirmizi 2460 (4/639)

1
erbâb-ı tarîkin, feyz-i ilâhîye nail olabilmesi de, bir takım evrâd ve ezkâra devam etmeğe bağlıdır. Bu
hususta, şimdiye kadar yazılmış birçok eser mevcuttur. Bu fakir-i pür taksir de, bunlardan ve hadis
kitablarından, zikir, tesbih, tahmid ve istiğfara müteallik ve faydalı olanlarından bir miktarını, sabah,
akşam okumakta olduğumuz evradı toplayarak kardeşlerimizin istifadelerine sunuyorum. Bunlara
devam ettikleri müddetçe, Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretleri’nin sonsuz lütuflarına nail olacakları
ümidiyle ve bazı arkadaşlarımın isteklerine uyarak bunların faydalarından bazılarını bu kitabçıkta
zikretmeyi münasip gördüm. İnsan, yeni bir çamaşır veya elbise giyinirken nasıl yıkanıp temizlenerek
dışını temizlerse, okuyacağı evrâd ve ezkâr için de abdest alıp günahlardan pak olur. Ancak iç kısmın
da günahlardan pak olması için güzel bir tövbe lazımdır. İstiğfarlar pek güzel bir tövbedir. Efendimiz
(S.A.V) Hazretleri de bütün günahlardan arî olduğu halde sırf ümmetine ve bizlere örnek ve numune
olmak için, hem de terfi-i derecata vesile olacağından, günde yüz kere istiğfar buyururlardı. Onun için
bizim de, her gün en aşağı yüz kere istiğfar etmemiz bir sünnet-i seniyye olmuş olur. Sonra Allâhü
Celle ve Âla Hazretleri Kur'an-ı Kerim’inde istiğfar ile emir buyurmuştur. Binaenaleyh başı sıkılan ve
arzularına nail olmak isteyen her mümin ve müvahhid için istiğfardan daha iyi ne deva olabilir? Bu
sebeble, büyüklerimiz kendilerine iltica eden herkese her dertliye ve her ihtiyaç sahiplerine istiğfarı
tavsiye buyurmuşlardır.
Seyyid’il istiğfara gelince; bunu iki cihan serveri sevgili Peygamberimiz Efendimiz (S.A.V)
Hazretleri, Buhârî2 ve Zübdet'ül Buhârî vesair hadis kitablarında da beyan buyurduğu gibi; sabah
akşam, üçer kere her kim okursa ve o gün emr-i Hak vaki olur da ahirete göçecek olursa, cennetlik
olacağını tebşir buyurmuşlardır.
İstiğfarları her namaz sonunda dahi üç kere okumak bir emr-i masnundur ve emr-i
peygamberîdir.3 Bu istiğfarlar hakkındaki terğib ve teşvikler pek çoktur; hatta sokak, çarşı ve
pazarlarda ve bahusus mümin kardeşler için yapılan istiğfarların ecir ve mükâfatı hakkında pek çok
eser vârid olmuştur ve bilhassa cuma namazının arkasından, hem de yerinden kalkmadan yüz kere:

‫ا‬ ‫ِدِه َا ْغِف‬ ‫ِم‬ ‫ي‬ ‫ظ‬ ‫ْل‬ ‫ا‬ ‫ِدِه اَن اِهلل‬ ‫اَن اِهلل‬
‫َت ُر َهلل‬ ‫ْس‬ ‫َحِب‬
‫َع َو ْم‬ ‫ْب‬ ‫َحِب‬
‫َو ْم ُس َح‬ ‫ُس ْبَح‬
Sübhânallâhi ve bi hamdihî sübhânallâhil azîm ve bi hamdihî estağfirullâh’ı ve yatacağı
vakit de üç kere:

‫َا ْغِف ا اَّلِذى َال ِاَل ِاَّال ا اْلَق ُّيو َاُتو ِاَل ِه‬
‫َه ُه َو َحْلَّى َم َو ُب ْي‬ ‫ْس َت ُر َهلل‬
Estağfirullâh ellezî lâ İlahe illâ hüvel hayyel kayyum ve etûbü ileyh’i4 okusa, Cenâb-ı
Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri’nin o kimseyi mağfûrîn zümresine ilhak buyuracağı gibi, ana ve babasının
da bir çok günahlarının af buyrulacağı beyan buyrulmuştur. Onun için, din kardeşlerimin bu büyük
nimetten azami derecede istifadede bulunmalarını ümit ederek sözü biraz uzatmış oldum. İstiğfarın
faziletleri hakkındaki rivayetler çoktur. Biz burada bu kadarla iktifa ediyoruz.
İkinci tesbihata gelince; bu, bizim namaza başlarken okuduğumuz Sübhâneke’nin yerine diğer
mezheplerden birinde okunan duadır. Bu dua, tevhîd, tesbih, tahmid ve istiğfarı hâvî olmakla beraber,
Cenâb-ı Hak’dan bizi, en iyi ahlaka ulaştırmasını ve kötü ahlaklardan koruyup, muhafaza etmesini, o
kötü ahlakları bizden uzak etmesini ve nasib etmemesini temenni ve niyaz ile Hakk’ı övmek ve
istiğfar ile sona ermektedir.
Üçüncüsüne gelince; o da bizim Sübhâneke’miz gibi diğer bir mezhebin namazda Fatiha’dan
evvel okunan bir duadır ki meali; kişinin günahlardan ve hatalardan temizlenmesini, -beyaz elbiselerin
kirlerden korunduğu gibi- kendisinin de hatalardan böylece korunmasını ve hatalarla kendi arasının,
şark ile garbın yani doğu ile batının arasının uzaklığı gibi uzak olmasını, bunların birleşmesi nasıl
mümkün değilse, kendisiyle günahlarının arasının da böylece açık ve uzak olup günahlardan mahfuz
kalmasını Cenâb-ı Hak’tan tazarru ve niyaz etmesidir.
2
Buhâri. Daavât 2,16; Ebu Davud, Edep 100-101
3
Et-Tergîb ve't-Terhîb cilt: 2, sayfa: 463
4
Ebu Davud, Vitir 26; Tirmizi, Daavât 118

2
İstiğfar hakkında birçok ayet-i celile ve birçok da ehâdîs-i nebeviye olduğu cümlenin malumu
olmakla beraber, hassaten bir hadis-i şerif de beyan buyrulan, darlık ve meşakkatlerden, gam ve
kederlerden kurtulmaktır. Aynı zamanda da Cenâb-ı Hakk'ın o müstağfire, yani istiğfara devam eden
kuluna hiç ummadığı yerlerden rızklar vereceği müjdelenmiştir. Binaen aleyh insanın hem rahatı, hem
de bol rızklarla merzuk olabilmesi için, istiğfara çok devam etmesinin lüzumu beyan buyrulmuştur;
gaflet edilmemesi tavsiye olunur.
Peygamber (S.A.V) Efendimiz’in de, günde yüz kere istiğfara devam ettikleri kuvvetle
mervidir.5 Zikr-i İlâhîyeye evvela istiğfardan başlamak lazımdır. Çünkü istiğfar sabun gibidir, manevi
kirleri giderir. Sonra zikr-i ilâhîye devam edilince çok faydalı ve tesirli olacağı tabiîdir.
Zikrullah hakkındaki âyât-i kerîme ve ehâdis-i nebeviyelerin ne kadar çok olduğu erbabına
malumdur.
Hazret-i Allah'ın (Celle Şânühû) Kitab-ı Aziz’inde kullarına hitaben;

‫َيآَاُّيَه ا اَّلِذيَن َاَم ُنوا اْذُك ُر وا اَهلل ِذ ْك ًر ا َك ِثًريا‬


buyurması ve ehl-i imana, Hakk'ı çok zikretmeyi tavsiye ve emir etmesi ve kulun Hâlık’ını
zikri ânında onunla beraber oluşu kadar acaba şâyân-ı iftihar bir şey olur mu? İşte bu sebebten kula
yakışan en önemli vazife, daimi surette gece gündüz, her fırsatta Hâlık’ının zikriyle meşgul olup,
gönül aynasını cilalandırması ve böylece Hakk'ın rızasını kazanıp, çeşitli eltaf-ı sübhâniyesine nail
olarak, dünya ve ahiret saadetlerini kazanmasıdır ve bu ne büyük bir devlettir. Rasul-ü Ekrem (S.A.V)
Efendimiz’den, amellerin Allahü Teâlâ'ya en ziyade sevgilisi veya efdal ve akrab olanı hangisidir, diye
sorulduğu vakitte;

‫َاْن ُمَتو ِل اُنَك ْط ِم ِذ ْك ِر اِهلل‬


‫َت َو َس َر ٌب ْن‬
Ölürken bile dilin zikrullah ile meşgul olarak Mevlâ’sına kavuşmasıdır,6 buyurmuşlardır.
Hatta diğer bir hadis-i şerifte; Mirac gecesinde Arş-ı Âlâ’nın nuru içinde gark olmuş bir kimse
gördükleri zaman, Peygamber Efendimiz (s.a,s.) Cebrail aleyhisselâm'a veya başka bir meleğe
sormuşlar ki:
Bu büyük eltaf-i sübhâniyyeye mazhar olan zat yoksa bir melek midir?
Hayır, melek değildir, denilmiş.
Öyle ise Peygamber midir? diye tekrar sormuşlar; ona da, hayır diye cevab vermişler.
Öyle ise kimdir o, deyince :
Bu bir kişidir ki, dünyada iken lisanıyla daima Allahü Teâlâ’yı zikreder ve gönlü de mescitlere
yani camilere bağlı bulunurdu (Yani, kulakları ezân-ı Muhammedîde olmakla beraber, vaktinden evvel
camiye gider, ibadetleriyle meşgul olurdu). Aynı zamanda kendisinin bu hayata kavuşmasına sebeb
olan ve gece gündüz büyütmek için her türlü meşakkatlere göğüs geren, nafakasının temini ve
istikbalinin güzel olabilmesi için çalışan ana ve babasına karşı katiyen isyan etmez ve onları zerre
kadar incitmemeye gayret ederdi. Üstelik ellerinden gelen her iyilik, ihsan ve atıyyelerle onları taltif
etmeyi vazife sayardı, diye cevab verildi.
Bunu yapabilen öyle bahtiyar ve mesut bir insandır ki, ahiret gününde herkes kendi başının
kurtulmasını isterken, o zâkir her şeyden emin ve nurlara gark olmuş halde, o günkü dehşetli
manzarayı makamından seyretmekte olduğu beyan buyrulmuştur. Zira yüzlerce köle azad etmenizden
ve pek çok tasaddukta bulunmanızdan hatta altın, gümüş infak etmenizden ve düşmanla karşılaşıp
dövüşmenizden ki, -siz onların, onlar da sizin boyunlarınızı vururlar- işte bunların hepsinden en
hayırlısı zikrullah olduğu bildirilmiş, ayrıca, insanları Allahü Teâlâ Hazretleri’nin azabından
kurtaracak yegâne şeyin yine zikrullah olduğu belirtilmiştir.
5
Müslim, Zikr 42
6
Beyhaki, Şuabul İman 1/393 Hadis No:516

3
İmam Tirmîzî'nin beyan ettiği bir hadis-i nebevîde ise, kıyamet gününde ind-i ilâhîde efdal-i
ibâdın kim olacağı sualine karşı; “Allahü Teâlâyı çok çok zikredenlerdir”, buyurulmuştur. O zaman,
“Fî sebîlillah muhârip ve mücahit olan gazilerden de mi hayırlı ve efdaldir?” sualine karşı: “Evet, o
gazi eğer düşmanla, dövüş esnasında kılıncı kırılıp kanlar içinde kalsa dahi, yine zikrullahın
kesreti, yani Allahü Teâlâyı çok zikredenler, bunlardan derece itibariyle efdal ve âlâdır”, buyurduğu
gibi, yataklarında dahi Hakk’ın zikriyle meşgul olan zevât-ı muhteremenin bile yüksek derecelere nail
olacağını bildirmiştir.7
Dört şey kimde bulunursa ona dünya ve ahiretin bütün hayırları verilmiş sayılır:
Allahü Teâlâ’nın verdiği nimetlere şükür,
Allah Celle ve Âla Hazretleri’ni daima zikir,
İptilalara sabır,
İffetine ve kocasının malına hıyanet etmeyip, emirlerine itaat eden kadın,
İşte bu evsafı haiz olan bahtiyarlara, dünya ve ahiret nimetleri verilmiş demektir. Hem de
Allahü zül Celâl vel Kemâl Hazretleri’ni zikredenlerle etmeyenler, ölülerle dirilere benzetilmiştir.
Burada Hakk'ı zikreden kimse hayat sahibine, zikirden gafil olan zavallılar da ölülere teşbih
olunmuştur. Hayat sahibinden her zaman faydalanmak nasıl mümkünse, zâkirden de aynı faydanın
hâsıl olacağı; ölülerden nasıl fayda hâsıl olamazsa, zikrullahtan haberi olmayan gafillerden de böylece
bir fayda elde edilemeyeceği ve olamayacağı da pek aşikâr bir şeydir.
Binaenaleyh, insanların çok uyanık olması gerekir. Bu gibi Hak’tan gafil olan kimselerden bir
hayır beklenmesi, zehirden şifa beklemek kadar hatalı bir şeydir. Bu sebebtendir ki, gerek mücahitlerin
cihadından gerekse salihlerin namaz, oruç, zekat, hac ve sadakalarından ecirce daha büyük olanı,
Allah'ı çok zikredenler olduğu (Ekserühüm lillâhi Tebareke ve Teâlâ zikren) buyurulmuştur ki, Allah
Sübhânehû ve Teâlâ’yı zikredenlerin derecelerinin ne kadar yüce olduğu böylece görülmektedir. Hatta
bir rivayette, “Zikrullahtan daha üstün sadaka olmaz” buyrulmuş olmakla, zikrullahla meşguliyetin,
sadaka dağıtmaktan efdal olduğu da belirtilmiştir.

‫ْك ِث ِذ ْك اِهلل َقْد ِر َئ ِم اِْالَمياِن‬


‫َمْن ْمَل ُي ْر َر َف َب َن‬
Çok zikirle meşgul olmayanların imandan uzak oldukları da ifade buyrulmuştur.8
Artık bu beyan olunan hadis-i şeriflerle, insan insaf edip Hakk'ın zikrini en mühim vazife
bilerek, ehl-i sünnet ve cemaatten olan bir mürebbi bulmalıdır. Bu mümkün olmazsa bu eser onun için
en güzel bir mürşid ve mürebbi olarak kâfi gelir. Çünkü Allahü Teâlâ’nın azabından insanları
kurtaracak şeyin, ancak zikrullah olduğu ayrıca tasrih buyrulmuştur.

TOPLU OLARAK ZİKİR YAPILMASI HAKKINDA


Zikrullah herkesin kendisine düşen bir vazifedir. Fakat bunun toplu olarak yapılmasında pek
çok faydalar vardır ki, bunu yalnız başına yapılan zikirde bulmak mümkün değildir. Çünkü toplu
olarak yapılan zikrullaha melekler de iştirak ederler. Onlarla birlikte oturup, sema ile yer arasını
doldururlar. Bu şekilde Âdemoğlunun Hâlık-i zül Celâl’i zikri, onların da hoşuna gider.
Âdemoğlundan sadır olan zikrin, meleklerden sadır olan zikirden eşref ve âlâ olduğu bildirilmiştir. 9
Zira ademoğlundaki dünyevi meşguliyetlerle birlikte, bir de şehvet ve nefis gibi azılı düşmanların ta-
sallutlarını düşünürsek, hak vermemek mümkün değildir. Hatta bu bahtiyar zâkirlerin arasında bir de
başka niyetle gelmiş zikirden gafil, belki de onların ne yaptıklarını görmek veya tarassut etmek,
gözlemek maksadıyla dahi gelmiş bir kimse bulunsa, onun da onlarla birlikte mağfiret-i İlâhiyeye
mazhar olacağı beyan buyrulmuştur.
7
Tirmizi, Daavât:5
8
Et-Tergîb ve't-Terhîb; cilt:2, sayfa: 401 de 28. hadis; Heysemi, Mecmauz-zevaid 10/60 Hadis No:16785
9
Et-Tergîb ve't-Terhîb, cilt:2, sayfa: 402 haşiyesi.

4
Enes ibn-i Mâlik (r.a.) in beyan buyurduğuna göre: “Bir kavim ancak Allahü Teâlâ
Hazretleri rızasını kastederek zikrullah için toplanmış olsalar, semâdan bir münâdî tarafından
kendilerine: Seyyiatınız hasenata tebdil olduğu halde kalkınız, diye nida edilir ki, buradan
kalkıp giderken seyyiatınız hasenata çevrilmiş ve günahlardan tamamıyla temizlenmiş bir halde
ayrılmış olursunuz”,10 demektir.
Yine Enes (r.a.)’ın beyan ettiği diğer bir hadis-i şerife göre, Cenâb-ı Hakk'ın bir takım seyyar,
yani gezici melekleri vardır ki, onlar daima zikrullah meclislerini ararlar. Onları buldukları zaman
etrafını ihata edip onlarla birlikte durarak ellerini semaya, Rabb’ül İzzet’e çevirip derler ki:
Ey Rabbimiz, biz senin öyle kullarını bulduk ki, onlar senin nimetlerini tazîm edip kitab-ı
ilâhiyyeni okumakta ve Nebiyy-i Muhterem’ine (S.A.V) salât ü selâm etmekte ve senden dünya ve
ahiretlerini talep etmektedirler.
Mukabeleten Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak da:
Onları benim Rahmetime ğaşyediniz,11 buyurur. (Bir rivayette, onlarla beraber oturanları da,
buyrulmuştur.) Diğer bir rivayete göre de, her zikir meclisine, meleklerden bir cemaat iştirak edip,
onların her türlü zikirlerine tahmid, tesbih, tekbîrlere beraberce devam ederler. Cenâb-ı Hak da
meleklerine:
Şahid olunuz, ben onları mağfiret ettim, buyurdu. Melekler;
Ya Rabbi, onların arasında filan ve filan da vardı, bunlar yanlışlıkla gelmiş kimselerdir
deyince, Cenab-ı Hak :

‫ي‬‫اْلَق َال ْشَق ى ِهِب ِل‬


‫ْم َج ُس ُه ْم‬ ‫ُه ُم ْو ُم َي‬
Onlar öyle bir kavimdir ki, onlarla oturup kalkanlar dahi şaki olmayacaklar12 buyurur ki, ne
kadar şâyânı dikkattir.
Binaen aleyh, ehl-i insafın, bunlar hakkında söylenen her türlü sözleri bırakıp, bir an evvel
aralarına karışmayı bir nimet, devlet ve saadet bilmeleri iktiza eder.
Resulullah Efendimiz (S.A.V) :
Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, kıyamet gününde bir kavim ba's eder ki, yüzleri
nurdan pırıl pırıl, inciden minberler üzerine oturmuşlar, bütün insanlar onlara gıbta ederler,
halbuki, bunlar ne enbiyâ ve ne de şühedâdırlar, deyince, bir arabî, iki dizi üzerine gelerek :
Yâ Resûlallah, onları bize beyan et ki, biz de onları bilelim, dedi. O zaman Efendimiz (S.A.V)
buyurdular ki:

‫ُه ُم اْلُم َتَح اُّبوَن ىِف اِهلل ِم ْن َقَباِئَل َش ىَّت َو ِبَالٍد َش ىَّت ْجَيَتِم ُعوَن َعَلى‬
‫ِذ ْك ِر اِهلل‬
Onlar, Allahü Teâlâ Hazretleri rızası için birbirleriyle muhabbet kuran muhtelif
kabilelerden ve muhtelif mahallerden, Allah’ın zikri için toplanmış kimselerdir.13
Her zaman Hakk’ın zikri için toplanan kimselerin etrafını, melekler çevirip onları rahmet-i
ilâhiyyeye gark etmeleri suretiyle, üzerlerine mağfiret-i ilâhiyye nazil olacağı ve Allahü Teâlâ
Hazretleri onları kendi indinde bulunan meleklerine zikredeceği, yani, bakın benim şu kullarıma
beni nasıl anıyorlar, diye methedeceği, Müslim ve Tirmîzî ve İbn-i Mâce hazeratı tarafından rivayet
10
Müslim, Zikr: 40
11
Buhari, Daavât 66
12
Müslim, Zikr: 25
13
Taberani, Mu’cemül Kebir Cilt3/291 Hadis No:3430

5
edilmiştir.
Tirmîzî'nin bir rivayetine göre de :
Cennet bahçelerine uğradığınız vakit onların meyvelerinden yiyiniz, buyurulunca:
O cennet bahçesi nedir, denilmiş, cevaben:
Zikir meclisleri, yani halka-i zikirdir,14 buyrulmuştur. Görülüyor ki, insanların toplu olarak,
gerek cehrî ve gerekse hafî zikir meclislerinin melekler tarafından aranmakta oldukları ve onlardan
çıkan manevi râyıha-i tayyibelerle ve gayet güzel kokularla onları buldukları ve tanıdıkları ve onlarla
zikirlere iştirak edip, o manevi hazdan nasiplerini almakta oldukları beyan olunurken, zımnen bizlerin
de melekler gibi ashâb-ı zikri bulup onlarla hemhal olmamıza işaret ve tavsiye vardır.

ZİKRULLAHTAN SONRA SALEVÂT-I ŞERİFE GETİRİLMEDEN


DAĞILAN MECLİSLERİN AKIBETİ HAKKINDA
Cümlenin malumudur ki, insanın en şerefli ve en aziz ve kıymetli vakitleri, Hâlık-ı zül Celâl
Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri’yle beraber bulundukları zamandır; şeref ve izzet, sahibil mülk vel
melekût olan Allahü Celle ve Âla Hazretleri maiyyetinde bulunmaktır. Bu devlet ve saadet bulunmaz
bir nimet-i uzmâ olup, bundan haberdar olmayan gafillerin o aziz, kıymetli ve bir daha ele geçirilmesi
mümkün olmayan nefeslerini boş yere zayi edip, telafisi olmayan hayatlarını ellerinden kaçırmaları ne
kadar acı bir şeydir. Bunu bize izah eden dört hadis-i şerif zikir olunmuştur ki, hulâsa olarak
kardeşlerime bildirmeyi ve duyurmayı bir borç addederim.
Hepimiz biliriz ki, yerlerin şerefi o yerlerde sakin olan insan ve eşyalarla kaimdir. Mesela;
gayet güzel bir orman içinde, soğuk, tatlı, leziz ve bol miktarda akarsular, çağlayanlar var. İlim
sahipleri ve güzel, kıymetli birçok mabetlerle dolu olan böyle bir yerin değeriyle, çorak, susuz,
mabetsiz ve ilim sahiplerinden mahrum bir yerin değeri hiç müsavi olur mu? Onun için insanlar daima
böyle güzel yerleri ararlar ve oralarda sakin olmayı isterler. O hava ve sulardan, manzaralardan
istifade etmek fırsatını kaçırmamaya çalışırlar. Gerek ilim ve gerekse zikir meclisleri de bu maddi
güzelliklerden ve fâni faydalardan daha çok mühim olan ebedi hayat faydalarını kazanmaya
vesiledirler.
Ahireti kazanmak insanın birinci vazifesiyken, nefis, şehevât ve şeytanın iğfallerine kapılıp da
günahlara giriftar edecek işlerde ve yerlerde bulunan, zikrullah ve salevâtlardan mahrum olan
zavallıların hâlinin ne kadar üzücü ve acıklı olduğu, et-Tergîb c. II s. 410 da beyan buyurulan hadis-i
şeriflerle anlaşılmaktadır.
Ebû Hüreyre (r.a.) Hazretleri rivayet ettiği üç hadis-i şerifle, Abdullah ibn-i Muğaffel (r.a.)’ın
rivayetlerinde şöyle buyrulmuş:

‫َم ا ِم ْن َقوٍم َيُقوُموَن ِم ْن ْجَمِلٍس َال َيْذ ُك ُر وَن اَهلل ِفيِه ِا ََّالَقاُموا َعْن ِم ْثِل‬
‫ٌة اْلِق ا ِة‬ ‫ِه‬ ‫َل‬ ‫َن‬ ‫ا‬ ‫َك‬ ‫ٍر‬ ‫ا‬ ‫ِج ي ِة مِح‬
‫َو َع ْي ْم َح ْس َر َيْو َم َي َم‬ ‫َف‬
“Burada Allahü Tebareke ve Teâlâ Hazretleri zikrinden hali olan meclislerden kalkanlar
ancak bir merkep cifesinin başından dağılanlara benzetilmiş ve kıyamet gününde de bu hallerinden
dolayı nadim ve pişman olacakları15” bildirilmiş. Filhakika, böyle bir hayat nimetine bir daha
kavuşmak imkânı olamayacağından, bu fırsatı kaçırıp da hevây-ı heveslerine mağlup olanlar, o aziz ve
kıymetli nefeslerini ve saatlerini zayi ettiklerine ne kadar acısalar yine azdır.
Binaenaleyh, bu gibi günahı ve nedameti mûcib olan yerlere sokulmamaktan daha iyisi yoktur.

14
Tirmizi, Kitabut Daavât 82
15
Ebu Davud, Edep:25; A.B. Hanbel: 389,494

6
Cenâb-ı Hak, cümlemizi hıfz ve himayesinden bir an ayırmasın, âmin, bi hürmet-i Seyyidil mürselîn.

MECLİSLERDEKİ HATA VE KUSURLARIN AFFINA SEBEB OLAN


BİR DUA

‫ِا ِا‬ ‫ِد‬


‫ُس ْبَح اَنَك الَّلُه َّم ََو َحِبْم َك َاْش َه ُد َاْن َال َلَه ََّال َاْنَت َو ْح َد َك َالَش ِر يَك َلَك‬
‫َاْس َتْغِف ُر َك َو َاُتوُب ِاَلْيك‬
“Sübhâneke allâhümme ve bihamdike, eşhedü en lâilâhe illâ ente, vahdeke lâ şerike leke
estağfirüke ve etûbü ileyk”
Her kim bu duayı, bulunduğu meclisten kalkarken üç kere okursa, oradaki günahların mahv ve
izalesine sebeb olacağı gibi, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve tahmid edip şehadet kelimesini de okumasıyla,
Hak Celle ve Âla’ya istiğfar ve rücû'unun ayrıca mükâfatını alacağı aşikârdır. Onun için her meclisden
kalkarken -gerek bir iş için ve gerekse bir sohbet için buluşulan her toplantıdan- unutulmaması elzem
olan bu duayı okumadan, kalkmamanızı tavsiye ederim.

KELİME-İ TEVHİDİN FEZÂİLİ HAKKINDA


Hazret-i Ebü’d Derdâ (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Bir kimse
günde yüz kere Lâ ilâhe illallah derse, kıyamet gününde, Allahü Teâlâ Hazretleri, o kulunun
yüzünü ayın on dördüncü bedir gecesindeki parlaklığı gibi ba's ve haşr edecek ve sevap cihetinden
onun amelî derecesine hiç kimsenin ameli ref olunmayacaktır; ancak onun kadar ve daha ziyade
diyenlerinki müstesnadır.
İmam-ı Buhârî'nin Ebû Hureyye (r.a.)’den rivayet ettiği hadise göre :
Yâ Resûlallah, kıyamet gününde şefâat-i seniyyelerinize en ziyade lâyık olanlar kimler olacak,
sualine cevaben:

‫اْلِق ا ِة َقاَل َال ِاَل اَّال ِا اِل ا ِم‬ ‫ِب‬


‫َه ُهلل َخ ًص ْن‬ ‫َاْسَعُد الَّناِس َش َف اَعىِت َيْو َم َي َم َمْن‬
‫َقْلِبِه ْف ِس ِه‬
‫َو َن‬
Sahih bir itikatla evâmir-i ilâhiyyeye ittiba ve nevâhîden ictinabla beraber, şer-i şerifle
âmil ve müstekim olduğu halde bütün kalbiyle lâ ilahe illallah diyenler kıyamet günü şefâatımla
en bahtiyar olacaklardır,16 buyurmuşlardır.
Müslimin17 rivayetinde ise, Bir kimse Lâ ilahe illallah diye şehâdet getirirse, Allahü Teâlâ o
kimse üzerine cehennemi haram kılar, buyurulmuştur.
Buhârî ile Müslim'in müttefikan rivayet ettikleri hadis-i şerifte ise, Efendimiz (S.A.V) in
arkasında Muaz (r.a.) ile bir yere giderlerken, “Yâ Muaz ibn-i Cebel” diye üç kere seslenmişler, o da
“Lebbeyk ve sa'deyk yâ Resûlallâh” deyince, buyurmuşlar ki:

‫َم اِم ْن َاَح ٍد َيْش َه ُد َاْن َالِاَلَه ِاَّال اُهلل َو َاَّن َحُمَّم ًد ا َر ُس وُل اِهلل ِص ْد قًًا‬
16
Buhari, İlim 33 Rıkak 51
17
Müslim, Kitabu’l-iman 32

7
‫ِم ْن َقْلِبه ِاَّال َح َّر َم ُه اُهلل َعَلى الَّناِر‬
“Kim, bütün kalbiyle inanarak Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah
resûlü olduğuna şehâdet getirirse, muhakkak Allahü Teâlâ Hazretleri o kulunu nâre, yani
cehenneme haram kılar18.” Ve yine;

‫َّنا‬‫ل‬ ‫ا‬ ‫ا َّنَة َّر ا َليِه‬ ‫ا‬ ‫َّال‬‫َقاَل َال ِاَل ِا‬
‫َر‬ ‫َع‬ ‫َخ‬ ‫َد‬
‫َه ُهلل َل َجْل َو َح َم ُهلل‬ ‫َمْن‬
gibi19 ehâdîs-i nebeviyyeler en büyük tebşiratlardır. Fakat bu kelime-i tevhidi söylemekle
yapılan başka günahlar veya şeriatin haricindeki hareketler, namazı inkâr vesair ferâizi inkâr veya
küfrü mûcib olan şeriat-i Ahmediye ve sünen-i nebeviyeyi tahkir ve istihza veya bunlara mümasil işler
yapılmadıkça demektir. Yoksa her fenalığı yapıp da sonra benim tevhidim var demek, abes olur.
Çünkü Zeyd ibn-i Erkam (r.a.) ‘in naklettiği bir hadiste:

‫َمْن َقاَل َال ِاَلَه ِاَّال اُهلل ْخُمِلًص ا َدَخ َل اَجْلَّنَة ِقيَل َو َم ا ِاْخ َالُصَه ا َقاَل َاْن‬
‫اِر ِم اِهلل‬
‫ْحَتُجَزُه َعْن َحَم‬
buyrulmuştur. Yani : “Her kim ihlas ile birlikte Lâ ilahe illallah derse, cennete dahil olur”
“İhlâs nedir?” diye sormuşlar, O da : “Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri yasak ettiği şeylerden
bu şehadet sözünü uzak tutmasıdır”20, diye cevab vermişlerdir.
Tirmîzî'nin rivayetinde ise:

‫َم اَقاَل َعْبٌد َال ِاَلَه ِاَّال اُهلل َقُّط ْخُمِلًص ا ِاَّال ُفِتَح ْت َاْبَو اُب الَّس َم اِء َح ىَّت‬
‫ْف ِض ِا اْل ِش ا ا َن اْلَك اِئ‬
‫ُي َى َىل َعْر َم ْج َت َب َب َر‬
buyurulmuştur. Yani: “Her kim ihlas ile kelime-i tevhidi söylerse, muhakkak semâ kapıları
açılır (büyük günahlardan sakındığı müddetçe) hatta arşa kadar sevabı gider.21”
Ebû Sa'îd el Hudrî (r.a.)‘ın rivayetinde ise, Musa aleyhisselâm’ın,
-“Yâ Rab, bana bir şey talîm et ki, onunla seni zikredeyim ve sana dua edeyim” demesi
üzerine, Allahü Celle ve Âla Hazretleri,
-“Lâ ilahe illallah, de” buyurmuştur. Tekrar,
- “Yâ Rab, bütün kulların onu söylüyor” deyince, Cenab-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes
Hazretleri,
-“Lâ ilahe illallah, de” buyurmuş.
-“Ya Rab, bana mahsus bir şey istiyorum” demesi üzerine, Hallâk-ı Âlem Celle ve Âla
Hazretleri buyurmuşlar ki:
-“Yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir gözüne “Lâ ilahe illallah” da diğer
gözüne konmuş olsa, kelime-i tevhîd, ecir ve sevap cihetinden onlardan ağır gelir.22”

18
Buhari, İlim 49
19
Taberani, Mu’cemu’l-evsat Hadis No:6710
20
Taberani, Mu’cemu’l-evsat Hadis No:1289
21
Tirmizi, Daavât 126
22
İbn-i Ebi Şeybe, Musannef Hadis No:29643

8
İsmullahın üzerine ağır gelecek hiçbir şey olmadığı da bildirilmiştir.

“LÂ İLAHE İLLALLAHU VAHDEHÛ LA ŞERİKE LEH” DEMENİN


FEZÂİLİ HAKKINDA
Her kim günde on kere:

‫ُك‬ ‫ى‬‫َل‬ ‫ا‬ ‫َل‬ ‫ْل‬ ‫ْل‬ ‫ا‬ ‫َل‬ ‫َل‬ ‫ي‬ ‫ِر‬ ‫َال‬ ‫ا‬ ‫َّال‬‫َال ِاَل ِا‬
‫َه ُهلل َو ْح َد ُه َش َك ُه ُه ُم ُك َو ُه َحْلْم ُد َو ُه َو َع ِّل‬
‫ِد‬
‫َش ْيٍئ َق يٌر‬
derse, Hazret-i İsmail neslinden on köle âzâd etmiş gibi sevaba nail olacağı ve tam bir ihlasla
23

kalben tasdik, lisanen de söylediği takdirde, Hazret-i Allah Celle ve Âla’nın o zikri söylenen kuluna
re'fet ve rahmet nazarıyla bakacağı ve onun tevhidini ve şükrünü kabul edip, talep ve isteklerine
icabetle hacetlerini de kaza edeceği gibi bu tesbihi zikredenlerden daha çok bir salih amel sahibi de
bulunmayacağı ayrıca bildirilmiştir. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri:

‫ا‬ ‫َّال‬‫ا ْل َا ا الَّنِبُّيوَن ِم ِلى َالِاَل ِا‬ ‫َف‬ ‫الُّد اِء ا ِم‬
‫َه ُهلل‬ ‫ْن َقْب‬ ‫َن‬ ‫َة‬
‫َخ ْيُر َع ُدَع ُء َيْو َعَر َو َخ ْيُر َم ُق ُت َو‬
‫َو ْح َد ُه َالَش ِر يَك َلُه َلُه اْلُم ْلُك َو َلُه اَحْلْم ُد َو ُه َو َعَلى ُك ِّل َش ْيٍئ َقِد ٌري‬
buyurmuşlardır. Meali: “Duaların en hayırlısı arefe gününde yapılan duadır. Ben ve bütün
benden evvelki peygamberlerin dualarının en hayırlısı da:

‫َالِاَلَه ِاَّالاُهلل َو ْح َد ُه َالَش ِر يَك َلُه َلُه اْلُم ْلَك َو َلُه اَحْلْم ُد َو ُه َو َعَلى ُك ِّل َش ْيٍئ‬
‫َقِد ٌري‬
zikridir. Hatta bunu günde yüz defa söylemenin fezâili çok yüksek olmakla beraber,
sabah ve ikindi, hatta akşam namazlarından sonra, çarşı ve pazarlarda dahi söylemenin fezâili
saymakla bitmez ve tükenmez.24”
Bazı rivayetlerde ise

‫ي‬‫َد َالَش ِر يَك َل َل اْل ْلُك َل ا ُد ىِي ِمُي‬ ‫ا‬ ‫َّال‬‫َال ِاَل ِا‬
‫ُه ُه ُم َو ُه َحْلْم ْحُي َو ُت‬ ‫َه ُهلل َو ْح ُه‬
‫َو ُه َو َح ٌّى َال ُمَيوُت ِبَيِدِه اَخْلْيُر َو ُه َو َعَلى ُك ِّل َش ْيٍئ َقِديٌّر‬
olarak da bildirilmiştir. Bununla beraber, Allahü Tebareke ve Teâlâ Hazretleri rızası kastıyla
25

hangi şekliyle denirse densin, Allahü Teâlâ Hazretleri de bu kelime-i tayyibenin okunduğundan naşi, o
kulunu cennetine ve nimetlerine kavuşturur, buyurulmuştur.
Binâenaleyh, bu gibi fezâil-i kesîreyi câmi olan ve Peygamberimizle beraber bütün büyük
23
Müslim, Zikr 30
24
Tirmizi, 3934
25
Tirmizi, Daavât 35,97

9
peygamberlerin de okuduğu bu çeşid tevhidlerin okunması ve vird edinmesinin bir çok dünyevi ve
uhrevi hayırları, nimetleri ve pek çok faydalı câlib olduğu aklıselim sahiplerince malumdur. Gaflet
edilmeyip bu fani dünyada ebedi ahiret nimetlerine mazhar olabilmek için elden gelen gayreti sarf
etmenin ne kadar münasip olacağı cümlenin malumudur.

TESBİHLERİN FAZİLETLERİ HAKKINDA


Efendimiz (S.A.V) Hazretleri, Allahü Celle ve Ala Hazretleri’ne en sevgili kelamın:
Sübhânallâhi ve bi hamdihî olduğunu, Ebû Zer Hazretleri’ne vaki olan hitabında beyan buyurmuş
olmakla beraber, yine “İki kelime vardır ki, dile gayet kolay, hafif, mizanda ise sevap bakımından
gayet ağır, bununla beraber Rahman olan Hazret-i Allah'a da çok sevgilidir, onlar da: Sübhânallâhi
ve bihamdihî sübhânallâhil azîm sözleridir.” buyurmuşlardır.26
Yine Ebû Zer (r.a.)’dan rivayet olunur ki: Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri “Dikkat ediniz,
Allahü Teâlâ Hazretleri’ne en sevgili olan kelamı size haber vereyim mi?” buyurdular; ben de,
“Allahü Teâlâ'ya en sevgili olan kelamı bize buyurun yâ Resûlallâh” dedim. Efendimiz (S.A.V) de,
tahkik; Allahü Teâlâ’ya en sevgili kelam Sübhânallâhi ve bi-hamdihî27 ‘dir.” dediler. Müslim'in diğer
bir rivayetinde, Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz’den efdal-i kelam sual olunduğu vakit, “Allahü
Teâlâ'nın, melekleri veya kulları için seçtiği Sübhânallâhi ve bihamdihî28 dir.” buyurmuştur.
Yine Hâkim'in rivayetinde, Efendimiz (S.A.V) Hazretleri buyurmuşlar ki:
Bir kimse Lâ ilahe illallah derse, cennete dahil olur veya cennet ona vacip olur. Ayrıca her
kim, yüz kere Sübhânallâhi ve bihamdihî derse, Allahü Teâlâ o kuluna 124 000 hasene yazar. Ashâb-
ı kiram:
O takdirde bizden kimse helak olmaz, deyince:
Evet, sizden biriniz dağların bile tahammül edemeyeceği kadar hasenatla gelir de, sonra
Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlerle karşılaştırınca nimetler ağır gelir. Fakat yine Cenâb-ı Hakk'ın
rahmet, fazl, ihsan, lütuf ve keremiyle müsamaha olunarak afv-ı ilâhîye mazhar olurlar. 29
Diğer bir hadis-i şerifde ise : “Her kim, gece kalkıp namaz kılmaktan veya malından infak
etmekten veya düşmanla cenk etmekten korkarsa, sübhânallâhi ve bihamdihî tesbihini çok etsin.
Çünkü bu tesbih, Allahü Teâlâ’ya, bir dağ kadar altını infak etmekten daha sevgilidir 30”
buyurmuşlardır.
Ebû Hüreyre (r.a.) Hazretleri rivayetinde: “Her kim günde yüz kere sübhânallâhi ve bihamdihî
derse, onun günahları –deniz köpükleri kadar çok olsa dahi- mağfiret olunur” buyurulmuştur. 31
Mus'ab (r.a.) in rivayetinde:
Biz, Resülullâh Efendimiz’in yanlarında bulunuyorduk, bize buyurdular ki:
Sizden biriniz günde bin hasene kazanmaktan aciz misiniz, deyince, mecliste oturanlardan
birisi:
Bizden biri nasıl bin hasene kazanabilir, diye sordu. O zaman Efendimiz (S.A.V) Hazretleri
şöyle buyurdular:

‫َنٍة َا ُّط ْن َاْل ِط ي ٍة‬ ‫ٍة‬ ‫ِم‬


‫ُيَس ِّبُح َأَة َتْس ِبيَح َفُتْك َتُب َلُه َاْلُف َح َس ْو َحُت َع ُه ُف َخ َئ‬
26
Buhârî, Daavât 65; Müslim, Zikr 31; Tirmîzî, Daavât 60; Neseî; İbni Mâce, Edep 56
27
Müslim, Zikr 85
28
Müslim, Zikr 84
29
Hâkim, Müstedrek Hadis No:7731
30
Taberani, Evsat, Tefsir, İbn-i Kesir 8/293
31
Buhari, Bed’ül-halk 11; Müslim Zikr 28

10
Yani; “Yüz kere Cenâb-ı Hakk’ı tesbih eder, ona karşılık bin hasene sevabı yazılır veya bin
günahı silinir.” 32
Resul-u Ekrem (S.A.V) Efendimiz Hazretleri : “Benim Sübhânallâh, vel-hamdülillâh, vallâhü
ekber demekliğim, güneşin üzerine doğduğu her şeyden bana daha sevgilidir33” buyurdukları gibi;
“Allahü Teâlâ Hazretleri’ne de kelamların en sevgilisi şu dört kelamdır: Sübhânallâh, velhamdü
lillâh, lâ ilahe illallah, vallâhü ekber”, buyurur. Bunların hangisiyle başlansa zarar etmez. Yani evvela,
lâ ilahe illallah veya velhamdü lillâh veya Allâhü ekber, deseniz de caizdir.
Ümmü Hâni (r.a.) diyor ki :
Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri’ne bir gün uğradığında dedim ki:
Yâ Resûlallâh, artık yaşım ilerledi ve zaîf düştüm. Bana bir amel tavsiye buyur ki ben
onu oturduğum yerde yapayım. Buyurdular ki:
Yüz kere tesbih eyle. Çünkü bu tesbih, İsmail evlatlarından yüz köle âzâd etmeye muadildir.
Yüz kere Allah'a hamd eyle. Bu da senin için yüz atı eğeri, gemi ve yükleriyle beraber fî sebîlillâh
vermeye muâdildir. Yüz kere de Allâhü ekber de. Bu da senin için kabul edilmiş ve kilâdelenmiş yüz
deveyi kurban etmeye muadildir.34 Yüz kere de lâ ilahe illallah de. Bu da senin için gök ile yerin
arasını sevapla doldurur ve o gün senin bu amelinden efdal hiçbir amel sahibi bulunmaz, ancak
senin yaptıklarını yapanlar müstesna.35
Abdestle namaz imanın yarısıdır. Elhamdülillâh kelimesinin sevabı mîzânı doldurur.
Sübhânallahi velhamdülillâh ın sevabı ise, gökle yer arasını doldurur. Namaz nurdur, sahibini
günahlardan korur ve doğru yola sevk eder; ecri, sevabı ahirette sahibine nur olur, kalbi de hakâyık-i
ilâhiyyeye karşı münkeşif olur. Dünya ve ahirette zahir ve bâtını nurlu olur. Sadaka burhan olur. Şöyle
ki: Kıyamet gününde maldan sorulduğu vakit sadakaları alâmet olur. Sadaka fâilinin imanına
hüccettir; çünkü münafıklar itikatsızlıklarından nâşî sadaka vermezler. Şu halde sadaka, imana alâmet
oldu.
Sabrın ziya olması da, taatlara nefsini cebr ve yasaklara karşı da onu men etmektir. Bir de bela
ve felaketlerde feryat etmemelidir.
İbrahim el Havâss'a göre sabır, Kitab ve Sünnet üzere sebattır.
Ebû Ali ed Dekkâk (r.a.) ise; “Sabrın hakikati takdire itiraz etmemektir” buyurmuştur.
Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerim de, emirlerine imtisal ettiğin takdirde lehine, aksi halde ise aleyhine
hüccettir. Her insan kendi nefsi için çalışır. Bazısı taat-i ilâhiyye sebebiyle kendisini azab-ı ilâhîden
kurtarır, bazısı da nefsini şeytan ve hevâsına satarak kendini helak eder.
Et-Tergîb vet-Terhîb, c. 2, s. 427 de zikredilen hadis-i şerif ise her türlü hayırları kendisinde
toplamıştır. Bir kere nezafete davet eder, iç ve dış temizliğine teşvik eder; haset, kin, gazap, ucüp, riya,
hırs, şehvet ve bütün ezalardan azade olmak, amel-i sâlihlerle birlikte evâmîr-i ilâhiyyeye icabetle
beraber beş vakit namazı erkânına riayetle kılmak, zekatı vermek, fukaraya, zuafâya yardımda
bulunmak, ihtiyaç sahiplerine elden gelen hizmetleri esirgememek ve sair ibadet ve taatleri îfâyı ihmal
etmemek, sabır, şecaat, metanet, azim, adalet, hikmet, kanaat, zühd, takva gibi mekârim-i ahlakı dahi
elde etmeğe çalışmak yolunu gösterir; bilhassa, müslimîni irşada, evâmîr-i ilâhiyyeye imtisâle ve
nevâhîden ictinâbe sa'y ve gayreti müstelzimdir. Cenâb-ı Hak Sübhânehû ve Teâlâ’dan, selamet,
hidayet, sâlih amellere muvaffakiyet ve Efendimiz (S.A.V) Hazretleri sünen-i seniyyesine ittibalar
nasip ve müyesser eylemesini temenni ve niyaz eyleriz.
Ebû-Zer (r.a.) Hazretleri, beşinci Müslümandır. Zühd ve takvası çok yüksek, dünyaya hiç
meyil ve muhabbeti olmayan, para ve servetlerin biriktirilmesine katiyen râzı olmayan, seçkin bir
sahabe idi.
Ashâb-ı Kirâm'dan bazıları Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz’e:
32
Müslim, Zikr 36-37; Tirmizi, Daavât 58
33
Müslim, Zikr 32; Tirmizi, Daavât 128
34
Kilâde: Kurbanlık olduğunu bilmek için kesilecek hayvanların boyunlarına takılan şey.
35
A.B.Hanbel 6/344

11
Yâ Resûlallah, zenginler, malları çok olanlar çok sevap alıyorlar. Çünkü bizim
kıldığımız namazı onlar da kılıyorlar, tuttuğumuz orucu onlar da tutuyorlar ve aynı zamanda
mallarından fazlasını da tasadduk ediyorlar, dediler. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri de:
Cenâb-ı Hak sizler için de tasadduk edecek şeyler ihsan etmedi mi? buyurarak her tesbihin
bir sadaka, her tekbirin bir sadaka ve her tahmidin bir sadaka, emr-i ma'rufun bir sadaka, münkerattan
nehyin bir sadaka, hatta muamelât-ı zevciyyenin dahi sadaka olduğunu bildirince,
Yâ Resûlallah, bizim şehvetlerimizi icrada da mı sadaka ecir ve sevabı vardır, demişler.
Efendimiz (S.A.V) de:
Evet, eğer siz şu şehvetlerinizi haramda kullanmış olsanız, nasıl günah işlemiş olursanız,
helale kullandığınız için de böylece sevaba ve ecre nail olursunuz buyurmuşlardır.36
Ve yine “Her insan vücudunda üç yüz altmış mafsal (oynak yerleri) yaratılmış olup,
bunların her birine şükren-lillâh birer sadaka lazım olduğu, binaenaleyh, her kim ki, Allahü
Teâlâ’ya tekbir, tesbih, tahmid, tehlil ve istiğfar eder ve Müslümanların yollarından onlara ezâ
veren taş, diken, kemik vesaire gibi şeyleri kaldırır ve emr-i ma'ruf, nehy-i münker yaparsa, bu; üç
yüz altmış mafsalın şükrü olarak sadaka yerine geçeceği gibi; cehennemden de kendisini kurtarmış
olduğu halde akşama dahil olur37” buyurulmuştur.
İbni Ebî Evfâ (r.a.) in rivayeti ise çok şayan-ı dikkattir.
Bir arabî:
Ya Resûlallah, Kur'ân-ı azîmüşşanı tam ve güzel okumaya çok çalışıyorum,
yoruluyorum, yine de layık-ı vechile okuyamıyorum. Bana öyle bir şey öğretiniz ki Kur'ân-ı
okumuş gibi çok sevap alayım, demiş. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri de buyurdular ki:
Sübhânellahi velhamdülillahi ve lâ ilahe illallahü vallahü ekber de, buyurunca, arabî
bunları tekrarladı ve parmaklarıyla saydı ve sordu:
Yâ Resûlallah, bunlar hepsi Rabb’in içindir, bana bir şey yok, yani benim için bir şey yok
mu, demek istedi.-Bunun üzerine Efendimiz (S.A.V) Hazretleri:
Sen de,

‫الَّلُه َّم اْغ ِف ْر ىِل اْر ْمَحىِن اْر ُز ْقىِن اْه ِد ىِن‬
‫َو‬ ‫َو‬ ‫َو‬
de, buyurdular. Arabî bunları öğrenip gitti. Efendimiz Hazretleri:
Arabî muhakkak elleri hayırla dolarak gitt38i, buyurdular. Onun için bu Allâhümmağfirlî
verhamnî verzüknî vehdinî duasını iki secde arasında okumak hem secdeler arasındaki durmayı temin
eder, hem de güzel bir yalvarış yapılmış olur ki, makbûl-i ilâhî olacağına şüphe yoktur.
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivayetinde ise, Efendimiz (S.A.V) Hazretleri, Ashab-ı Kiram
Hazeratına, “kalkanlarınızı alınız” deyince:
Yâ Resûlallah, hazır bir düşman mı var, diye sormuşlar. Cevaben:
Hayır, velâkin Cehennem ateşinden korunacağınız kalkanı alınız, bu kalkan, Sübhânallahi
velhamdü lillâhi ve lâ ilahe illallâhu vallâhü ekber dir, bunu deyiniz. Çünkü kıyamet gününde bunlar
sizin önünüzden ve ardınızdan gelecekler, yani sizin necatınıza sebeb olacaklardır 39, buyurdular.
Bunlar baki olan sâlih ve makbul amellerdendir. Binaenaleyh hiç gaflet etmeyip, her halde,
her gün en azı yüz kere söylemek her mümin ve müvahhide elzemdir. Bunun için şundan veya bundan
izin almaya da lüzum yoktur. Çünkü izni, şâri'-i din Resul-ü Ekrem Efendimiz vermiştir. Arkasından

36
Müslim, Zekat 53
37
Darimi, Edep 160
38
Müslim, Zikir 33-36
39
Nesâi, Sünenü’l-kübra 9/313 Hadis No:10617

12
ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh denilirse daha âlâ ve efdal olur. Zira bazı rivayetlerde bu da vardır.

ÇEŞİTLİ TESBİHLERİN FAZİLETLERİ HAKKINDA


Cüveyriye radıyallâhü anhâ validemiz buyuruyorlar ki40 ; Rasul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz
bir gün onun yanından çıkmışlar ve duhâ vaktinden sonra gelmişlerdi. Cüveyriye validemiz ise, hâlâ
tesbihatıyla meşguldüler. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri buyurdular ki:
Hâlâ sen bıraktığım hâl üzere misin?
Evet, cevabını alması üzerine Efendimiz (S.A.V):
Ben sana dört kelime öğreteyim ki, bunları üç kere tekrarlarsan, senin bu gün sabahtan
beri yapmış olduğun tesbihlerinle tartılsalar onlardan ağır gelirler. O kelimeler şunlardır 41:

‫اَن اِهلل َد ْلِق ِه ِر ا ْف ِس ِه ِز َنَة ِش ِه ِم َد ا َك ِل اِتِه‬


‫َع َد َخ َو َض َن َو َعْر َو َد َم‬ ‫ُس ْبَح‬
Sa'd ibn-i Ebî Vakkas (r.a.) in kızı Âişe, babasından nakil ve rivayet eder ki:
Bir gün Resûlallah (S.A.V) le beraber, önünde 400 kadar çakıl taşı veya çekirdek
bulunan bir kadına uğramıştık. Kadın bunlarla zikir yapıyordu. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri
kadına:
Sana bundan daha kolay ve efdal olanı haber vereyim mi42, dediler ve:

‫ْبَح اَن اِهلل َعَد َد َم اَخ َلَق ىِف الَّس اِء ْبَح اَن اِهلل َعَد َد َم اَخ َلَق ىِف‬
‫َم َو ُس‬ ‫ُس‬
‫ِل‬ ‫ِهلل‬ ‫ِل‬ ‫ِهلل‬
‫اََالْر ِض ََو ُس ْبَح اَن ا َعَد َد َم اَخ َلَق َبَنْي َذ َك َو ُس ْبَح اَن ا َعَد َد َم ا ُه َو َخ ا ٌق‬
‫ا َاْك ِم ْث َذِل ا م ِلَّلِه ِم ْث َذِل والَ ِاَل ِاَّال ا ِم ْث َذِل‬
‫َه ُهلل َل َك‬ ‫َل َك‬ ‫َو ُهلل َبُر َل َك َو َحْل ُد‬
‫وال َل وَال َّو َة ِاَّال ِباِهلل ِم ْث َذِل‬
‫َل َك‬ ‫ُق‬ ‫ََحْو‬
tesbihini beyan buyurdular. Müslim'in43 rivayetinde ise:

‫اَن اِهلل ِز َنَة ِش ِه‬ ‫اَن اِهلل ِر ا ْف ِس ِه‬ ‫اَن اِهلل َد ْلِق ِه‬
‫ْر‬ ‫َع‬ ‫ْب‬
‫َن َو ُس َح‬ ‫َض‬ ‫َع َد َخ َو ُس َح‬
‫ْب‬ ‫ُس ْبَح‬
‫اَن اِهلل ِم َد ا َك ِل اِتِه‬
‫َد َم‬ ‫َو ُس ْبَح‬
olarak kayd edilmiştir.
İmam-ı Neseî'de ise, âhirine velhamdülillâh kezâlik ziyadesi vardır.
Müslim'in diğer bir rivayetinde de:

‫ِا ِا‬
‫ُس ْبَح اَن اِهلل َو َحِبْم ِدِه وَال َلَه َّال اُهلل َو اُهلل َاْك َبُر َعَد َد َخ ْلِق ِه َو ِر َض ا َنْف ِس ِه َو ِز َنَة‬
40
Et-Tergîb, cilt: 2, sayfa: 438
41
Müslim, Zikir 79
42
Tirmizi, Daavât 113
43
Müslim, Zikr 79

13
‫ِش ِه ِم َد ا َك ِل اِتِه‬
‫َعْر َو َد َم‬
olarak vârid olmuştur.
Tirmîzî'nin rivayetinde ise, Efendimiz (S.A.V) Hazretleri Cüveyriye (r.a.ha) validemize
mescitte iken uğramışlar, sonra dışarı çıkmışlar, öğleye yakın bir zamanda yine mescite geldiklerinde
bakmışlar ki yine mescitteler, “Sabahtan beri hep bu hâl üzere misin?” diye sormuşlar. O da “evet”
deyince. Efendimiz (S.A.V) hazretleri, “Ben sana bazı kelimeler öğreteyim ki, onları üçer kere
okumaklığın senin için daha âlâ ve efdaldir” buyurmuşlardır. Bu konuda, Müslim her cümleyi üçer
kere okumayı, Neseî ise bütün cümleyi ayrı ayrı üçer kere okumayı tavsiye etmişlerdir. Bu rivayetlerin
muhtelif oluşu, herhâlde müteaddit zamanlardaki hâdiselere göre olsa gerektir. Allâhü â'lem44.

CEVÂMİUL HAMD-Ü ZİKRE AİT RİVAYETLER


Her kim Hazret-i İbni Ömer (r.a.)’dan rivayet olunan :

‫َا ُد ِلَّلِه ِّب اْل اَلِم ًد ا َك ِث ا َطِّي ا ا ًك ا ِفيِه َلى ُك ِّل اٍل َا ُد ِلَّلِه‬
‫َح َحْلْم‬ ‫َع‬ ‫َحْلْم َر َع َني ْمَح ًري ًب ُمَب َر‬
‫ِن‬
‫ْمَحًد ا ُيَو اىِف َعَم ُه َو ُيَك اىِف َم ِز يَد ُه‬
duasını üç kere okursa, hafaza melekleri onun ecir ve sevabını ne kadar yazacaklarında aciz
kalırlar da kendilerine gelen vahiyde “kulumun söylediği gibi yazın” diye emir buyurulur.
Ebû Sa'îd-el-Hudrî (r.a.)’ın rivayetinde, bir kişinin namazda okuyabileceği hayırlı bir dua
öğretmesini talep etmişler; Efendimiz (S.A.V) Hazretleri de:
Cebrail aleyhissalâtü vesselâm Hazretleri geldi buyurdu ki: Muhakkak namazda en
hayırlı dua:

‫ُك ُّل َل اْل ْل ُك ُّل َل ا ْل ُك ُّل ِا‬


‫َالَّلُه َّم َلَك اَحْلْم ُد ُه َو َك ُم ُك ُه َو َك َخْل ُق ُه َو ْيَك ُيْر َجُع‬
‫َل‬
‫اَال ُك ُّل َا ُلَك ِم ا ِرْي ُك ِّلِه َا وُذِبَك ِم الَّش ِّر ُك ِّلِه‬
‫َن‬ ‫َو ُع‬ ‫ْم ُر ُه ْس َئ ْن َخْل‬
duasıdır.” buyurdu45.
İmâm-ı Beyhakî'ye göre, Peygamber (S.A.V) Efendimiz Hazretleri, Mu'âz ibn-i Cebel (r.a.)
Hazretleri’ne buyurmuşlar ki:
Her gün ne kadar zikredersin? On bin kere zikreder misin? Şimdi ben sana öyle kelimelere
delâlet edeyim ki, onlar sana gayet ehven ve kolay olmakla beraber on bin kere zikirden daha
efdaldir. Şöyle de:

‫ِا ِا‬ ‫ِا ِا‬ ‫ِا ِا‬


‫َال َلَه َّالاُهلل َعَد َد َك ِلَم اِتِه َال َلَه َّالاُهلل َعَد َد َخ ْلِق ِه َال َلَه َّال اُهلل ِز َنَة‬
‫ْث‬ ‫ا َاْك ِم‬ ‫ا اِتِه َال ِاَل ِاَّال ا ِم ْث َذِل‬ ‫ِم‬ ‫ا‬ ‫َّال‬‫ِش ِه َال ِاَل ِا‬
‫َه ُهلل َل َك َم َعُه َو ُهلل َبُر َل‬ ‫َه ُهلل ْلَء َمَس َو‬ ‫َعْر‬

44
Tirmizi, Daavât 104; Nesâi, Sehv 94; Müslim, Zikr 79
45
Beyhâki, Şuabu’l-İman 6/232 Hadis No:4088

14
‫َذِلَك َم َعُه َو اَحْلْم ُد ِلَّلِه ِم ْثَل َذِلَك َمَعه‬
Bunların sevabını yazmaya melek de, başkası da kadir olamaz. 46
Bu ve bunun emsali hadis-i şeriflerle bildirilen ibareler lâfzan çok kısa velâkin mana itibarıyla
had ve hududu bulunmasına imkan olmayan enginliktedir ve beşer kudretinin bunları kavramaya kâfi
gelmediği cümlece malumdur. Binaenaleyh bunların üzerinde durmayıp emir olunduğumuz vechile
zikirle meşgul olmak daha iyi ve daha güzeldir. Çünkü bunlar atom misalidir, atomun cüssesi ufak
fakat tahribatı nasıl büyükse, bunların da lafızları, kelimeleri az; manaları ise ölçü ve hudut tanımaz.
Mesela adede kelimâtih in ihata ettiği anlamda görüldüğü gibi, Allahü Teâlâ’nın kelimelerinin ve
mahlûklarının adet ve sayısını bilmek hiç mümkün müdür? On bin diye vâki olan adet kesretten
kinayedir, yoksa tahdid değildir. Amma bir insanın durmadan gönlünü ve dilini zikrullah ile meşgul
etmesi ve gönlüne Hak'dan gayri şeyleri sokmamak üzere onu murakabesi altında bulundurması,
bununla beraber nefsini bil'umum şehevânî yaramaz şeylerden, arzu ve heveslerden koruması ve her
türlü, gerek kebâir ve gerekse sağâir günahlardan hatta mekruhlardan uzak kalması, farz, vacip, sünnet
ve müstehaplara da son derece riayetkâr olarak ve kimseyi incitmemesi, hak ve hukuka da ziyadesiyle
dikkat edip, mümkün oldukça beş vakit namazın cemaatle kılınmasına önem vererek devam etmesi ve
bahusus sabah namazından sonra işrak vaktine kadar bulunduğu mescitte, mümkün değilse evinde
oturup bir Yasin-i şerif okuduktan, evrâd ve zikrini ifadan sonra işrak namazını kılıp işine gitmesi ne
kadar güzeldir. Bunu yapanın bir de nafile hac ve umre sevabına nail olacağı hakkında müteaddit
hadis-i şerifler vardır.
İlâhî nurun gönüle dahil olabilmesi için, o kalbin gayet saf, yumuşak ve ince olması gerektir.
Bu da ancak maddi ve manevi bilumum iç ve dış günahlarından ârî ve uzak olması ve rikkat-i kalp
denilen yumuşaklık -ki bu haslet, sertliğin, gılzatın zıddı olan merhamet, acımak demektir- sıfatına
sahip olmasıyla kabildir.
Maddi günahlar herkesin malumu olan içki, zina, kumar, sirkat, zulüm, yalan, katl, israf ve
emsali günahlardır. Para ve malın israfı ne kadar mezmum ise şüphesiz ki, emsali olmayan ve bir daha
ele geçmesi mümkün olmayan ömr-ü azizini, hevây-ı nefs ve şehvanî arzular peşinde zâyi etmek de
israfın en büyüğü ve en kötüsü olduğu cümleye malumdur.
Şüphesiz ki, hakiki Müslümanların, bunların hepsinden ve bahusus kibir, gurur, azamet, haset,
ucüp, hırs, riya, kin, gıybet, fahr, gazap, nemime ve merhametsizlik gibi manevi günahlardan da azade
ve uzak olması ve bunların yerlerini ahlak-ı hamîde ve hasene ile tezyin eylemesi, başlıca ve mühim
vazifelerinden olduğunu söylemek zâid ve fazla olsa gerektir. Bu iyi hasletler, şecaat, sehâvet, hikmet,
adalet, merhamet, muavenet, sadakat, sabır, emanete riayet, sözünde durmak, hayâ, ahdine vefa ve
benzerleridir ki, bunlar hep şe'âir-i İslâmiyyenin ve kemâlât-ı insâniyyenin başlıca alametlerindendir.
Bunlarsız ruhun terakkisi mümkün değildir.
Nezafet ve hüsn-i ahlak, kemâlât-ı insâniyye ve imanın en yüksek mertebelerindendir. Nezafet
iç ve dış temizliğiyle olur. Hüsn-i ahlak ise ancak sâlih kulların arasına girerek hem din ilmini hem de
tasavvuf ilmini öğrenip amel etmekle mümkündür. Mesela; soğuk bir demiri narlı bir ateşin içine
soktuğumuz vakit, soğuk olan o demirin bir müddet sonra ateşten aldığı ateşlik sıfatıyla ateş gibi
yakmaya başladığı herkesçe bilinen bir şeydir. Bunun gibi kabiliyeti olan bir insan da, iyi bir insanın
hizmetinde bulunduğu zaman hiç farkına varmadan onun gibi iyi ve güzel sıfatların sahibi olur. Bunun
misali pek çoktur. Bilhassa ashab-ı kiramın hâli, malum olanların başında gelir.
Enes ibn-i Mâlik (r.a.) rivayetinde der ki: “Bir gün Übeyy ibn-i Kâ’b (r.a.) mescid-i şerife
giderek Allahü Teâlâ’nın rızayı şerifi için namaz kılıp hiç kimsenin yapmadığı bir hamdle Allahü
Teâlâ’ya hamd edeceğini beyan etmiş. Namazını kılıp hamd ü sena edeceği sırada arkasından yüksek
bir sesle:

‫ُك ُّل َل اْل ْل ُك ُّل ِب ِدَك ا ُك ُّل ِا‬


‫َالَّلُه َّم َلَك اَحْلْم ُد ُه َو َك ُم ُك ُه َو َي َخْلْيُر ُه َو ْيَك‬
‫َل‬
46
Ebu Nuaym, Ma’rifetü’s-sahabe Hadis No:6693

15
‫ِاَّن َلى ُك ٍئ َقِدي ِاْغ ِف‬ ‫ِن ِس‬
‫ٌر ْر‬ ‫ُيْر َجُع اَالْم ُر ُك ُّلُه َعَال َيُتُه َو ُّر ُه َلَك اَحْلْم ُد َك َع ِّل َش ْي‬
‫ىِل َم اَم َض ى ِم ْن ُذُنوىِب َو اْع ِص ْم ىِن ِفيَم ا َبِق ىَ ِم ْن ُعْم ِر ى َو اْر ُز ْقىِن َاْع َم اًال َز اِكَيًة‬
‫َتْر َض ى َهِبا َعىِّن َو ُتْب َعَلَّى‬
sadâsını işitir ve gelip Rasul-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri’ne kıssayı anlatır. Efendimiz (S.A.V)
Hazretleri, o duayı okuyanın Cebrail aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir.”
Hazret-i Ali (k.v.) nin beyanında ise, Cebrail aleyhisselâm, Peygamber-i zîşân (S.A.V)
Hazretleri’ne gelerek:
Bir gün veya bir gece Cenâb-ı Hak Hazretleri’ne lâyık-ı vechile ibadet etmek ister ve
böylece mesrur olmayı kastedersen,

‫َالَّلَه َّم َلَك اَحْلْم ُد ْمَحًد ا َك ِثًريا َخ اِلًد ا َمَع ُخ ُلوِد َك َو َلَك اَحْلْم ُد ْمَحًد ا َالُمْنَتَه ى‬
‫َلُه ُدوَن ِعْلِم َك َو َلَك اَحْلْم ُد ْمَحًد ا َال ُمْنَتَه ى َلُه ُدوَن َم ِش َّيِتَك َو َلَك اَحْلْم ُد‬
‫ْمَحًد ا َال آِخ َر ِلَق اِئِلِه ِالَّاِر َض اَك‬
hamdine devam et diye tavsiye buyurdukları mervîdir.47 Onun için bunlara devam edilmesi
şâyân-ı tavsiyedir.

LA HAVLE VE LA KUVVETE İLLÂ BİLLÂH'IN FEZÂİLİ HAKKINDA


Ebû Mûsâ (r.a.) Hazretleri buyurmuşlar ki:
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh'ı çok söyle. Çünkü bu Cennet hazinelerinden bir hazinedir.48
Ebû Hureyre (r.a.) Hazretleri ise :
Bana Resûlallâh (S.A.V) Hazretleri buyurdular ki, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh-il-
aliyyil-azîmi çok söyle, çünkü bu Cennet hazinelerindendir49” diye rivayet etmişlerdir. Ve yine
mumaileyh tarafından, bu “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” ı okumanın 99 derde deva olacağı ve
en azından hüzün ve kederi gidereceği bildirilmiştir.
Mu'âz ibn-i Cebel (r.a.) ın rivayetinde, Resul-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri;
Sana Cennet kapılarından bir kapıya delâlet edeyim mi? buyurmuşlar, o da:
Evet, yâ Resûlallâh, nedir o, demişler. Efendimiz (S.A.V) de:
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhdır,50 buyurmuşlardır.
Ebû Zer (r.a.) Hazretleri rivayetlerinde, Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri, “Allahü Teâlâ
Hazretleri bir kuluna nimet verir, o kul da o nimetlerin elinde kalmasını isterse, Lâ havle ve lâ
kuvvete İllâ billâh ı çok söylesin51” buyurmuşlardır. Binaenaleyh günde yüzden aşağı yapmamak
47
Beyhaki, Şuabu’l-iman Hadis No:4217
48
Buhari, Daavât 50
49
Buhari, Daavât 50, Kader 7; Ebu Davud, Vitir 26
50
Buhari, Meğazi 38; Müslim, Zikr 44-46
51
Taberani, Dua 1/477

16
evlâdır. Çünkü her gün yüz defa okunan kimsenin katiyen fakirlik yüzü görmeyeceği beyan
buyurulmuştur.
Mâlik el Eşca'î (r.a.) Hazretleri, bir gün Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri’ne gelip Avf'ın
oğlunun esir olduğunu haber vermişler. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri de “Ona söyleyin, Lâ havle ve
lâ kuvvete illâ billâh’ı çok söylesin” diye emretmişlerdir. Halbuki o anda Avf'ın oğlu zincirlerle
ayaklarından bağlı bulunuyormuş. Allahü Teâlâ’nın hikmetine bakın ki, bu duaya devamıyla bir gün
ayağındaki zincirler kendiliğinden çözülmüş, o da fırsattan istifade ederek hemen orada bulduğu bir
deveye atlayıp kaçmaya başlamış. Yolda rastladığı deve çobanlarına bir nara atarak onları korkutup
kaçırmış, bütün develeri önüne katıp babasının evine gelmiş, ev halkı son derece sevinmişler ve
develer hakkında Resûl-ü Ekrem'den ne yapacaklarını sormuşlar. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri de
“istediğiniz gibi hareket edin” buyurmuşlardır. Bunun üzerine derhal:

‫َل ْخَم ا ْق ِم ُث َال َتِس‬ ‫ِق‬


‫َو َمْن َيَّت اَهلل ْجَيَعْل ُه َر ًج َو َيْر ُز ُه ْن َح ْي ْحَي ُب‬
âyet-i celîlesi52 sâdır olmuş ve bir kimse Allah'dan korkup emirlerine imtisal ederek ve
yasaklarından kaçarak ittikâ üzerinde olursa, Cenâb-ı Hakk'ın, onu bütün sıkıntılardan kurtarıp
ummadığı yerlerden rızıklandıracağı beyan buyurulmuştur.53

GECE VE GÜNDÜZ OKUNACAK ZİKİRLER HAKK’INDA


Her kim Sûre-i Bakara'nin sonunda olan iki ayeti her gece okursa ona kâfidir. Yani, ona gerek
fazilet cihetinden ve gerekse o gece gelecek afetlere karşı; hatta zuafâ için, gece kılacağı teheccüt
namazına da yeter. Her kim gece yatmadan evvel veya gece vaktinde Yasin suresini Hak rızası için
okursa mağfiret olunur. Çünkü bu sureye Kur'ân'ın kalbi denilmiştir. Zira kudret-i ilâhiyyeye delâlet
eden, ibretle dolu ve insanları intibâhe davet eden ayetleri muhtevidir. Sabah akşam okumayı
unutmamalıdır.
Efendimiz (S.A.V) Hazretleri bir gün ashab-ı kirama:
Sizlerden biriniz bir gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaktan aciz olur musunuz, deyince, bu
soru ashab-i kirama ağır geldi de :
Buna kim kadir olur yâ Resûlallâh, dediler O zaman Efendimiz (S.A.V) Hazretleri, “İhlâs
suresinin (Kulhüvallâhü ehad) Kur'ân'ın üçte birine muâdil olduğunu54” beyan buyurdular.
Her kim her gün 200 defa İhlas suresini okursa onun 50 senelik -kul borcundan gayri-
günahları af ve mahvolur.
Her gece Sure-i Mülk’ü (Tebarekellezî bi yedihil mülk) okuyanları Allâhu Azze ve Celle azab-
ı kabirden men eder, yani korur. Geceleri Duhan suresini okuyanlar için 70.000 melek sabaha kadar
istiğfar ederler.
Her gece Vâkı'a suresini (İzâ vaka'til vâkıa) okuyana kattiyyen fakirlik isabet etmez. Belki
Cenâb-ı Hak onun rızkını genişletir.
Geceleri Yasin suresini okuyan kimse mağfur olarak sabaha dahil olur. Duhan suresini cuma
geceleri okuyan kimse de mağfur olarak sabaha dahil olur.
Ebul Münzir el Cühenî (r.a.) Resûl-ü Ekrem Efendimiz (S.A.V) Hazretleri’ne:
Yâ Resûlallâh, efdal kelamı bana talim buyursanız, diye rica etmişler, Efendimiz (S.A.V)
Hazretleri de:

52
Talak 6
53
Et-Tergib ve't Terhîb, c. 2, s. 446.
54
Buhari, Fezailü’l-Kur’an 13; Müslim, Musaffirin 259

17
‫َد َالَش ِر ي َل َل اْل ْل َل ا ُد ىِي ِمُيي ِب ِدِه‬ ‫ا‬ ‫َّال‬‫َال ِاَل ِا‬
‫َك ُه ُه ُم ُك َو ُه َحْلْم ْحُي َو ُت َي‬ ‫َه ُهلل َو ْح ُه‬
‫اَخْلْيُر َو ُه َو َعَلى ُك ِّل َش ْيٍئ َقِد ٌري‬
Günde yüz kere söyle, bu takdirde amel cihetinden insanların efdali olursun; ancak senin
gibi günde yüz kere veya daha fazla söyleyenler müstesna55, buyurmuştur.
Diğer bir rivayette ise, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh'ı günde yüz kere kim derse, o
kimseye katiyen fakirlik isabet etmeyeceği” bildirilmiştir.56
Ebû Hüreyre (r.a.) Hazretleri rivayetinde ise şöyledir: “On köle âzâd etmiş gibi olmakla
beraber yüz de hasene yazılır, yüz seyyiesi de mahvolunur. Ve o gün için o zât şeytanın şerrinden
mahfuz olur, ta akşama kadar ve ondan efdal hiç kimse gelmez, ancak ondan daha fazla diyenler
müstesna57.”
Müslim58 ve Tirmîzî59 rivayetlerinde ise; “Her kim günde yüz kere Sübhânallâhi ve bi hamdihî
derse, denizlerin köpükleri kadar çok hataları olsa dahi, dökülür.” Yani; günahları kalmaz, af ve
mağfirete mazhar olur, buyurulmuştur.
Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah (r.a.) rivayetinde de, “Her kim günde iki yüz kere Lâ ilahe
illallâhü vahdehû lâ şerike leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir derse, ne
evvelki ne de sonraki kimselerden hiçbirinin (sevap cihetinden) ona yetişemeyeceği ve onu
geçemeyeceği (ancak ondan daha efdal amel işleyenler müstesna)” bildirilmiştir.
Ebud-Derdâ (r.a.) Hazretleri rivayetinde ise; “Bir kul günde yüz kere Lâ ilahe illallah derse
kıyamet gününde yüzü ayın ondördüncü bedir gecesi gibi parlak olduğu halde ba's olunur ve onun
amelinden efdal hiçbir amel dergâh-ı izzete ref olunmaz (ancak onun gibi veya daha ziyade
söyleyenler müstesna)” buyurulmuştur.
Görülüyor ki, Et-Tergîb vet-Terhîb adlı dört ciltten ibaret hadis-i şerif kitabını mutalaa
etmekte iken rast geldiğimiz bu gibi fezâilleri, elimizden geldiği kadar bazen Türkçesini, bazen da
aynını yazmak suretiyle kardeşlerime beyan etmeye çalıştım. Râvîlerin müteaddit oluşu sebebiyle
kelimeler arasında ufak tefek farklar varsa da, gaye ve netice hep birdir. Maksat zikrolunan evradı,
zikri, tesbihi bildiren adet kadar okumaya gayret etmek ve vaat olunan mükâfata nail olmak elbette
büyük bir bahtiyarlık alametidir. Zaten bu sonu olmayan fânî dünyada, ömrü azizini beyhude şeylerle
zayi etmek kadar da kötü bir şey yoktur. İnsan kaybettiği küçük bir dünya metaına bazen ne kadar
acınır. Hele bu biraz da kıymetli bir şey olursa artık onu ömrü boyunca unutamaz. Halbuki ömrün bir
saniyesini ve bir nefesini bile telafi etmeye imkan var mıdır?
Yine herkesin malumudur ki, bu evradların fezâili ayrı, kemâlât-ı insâniyenin ve imanın
kemali, o da ayrı.
Evrâd ve zikirden gönüle nurlar iner. İnsan bunlardan çok büyük fayda ve zevklere nail olur
ve vadedilen çok büyük sevaplara ve mağfiretlere müstehak olur. Lâkin ahlaken tekemül etmemiş
kimselerin yalnız evrâd ve zikir yoluyla olgunlaşması pek de kolay olmaz. Bu zikir ve evrâdlara
devamla beraber bir de nefsi ile mücadele ve mücâhedeye azmi, kararı, sabır ve sebatıyla beraber
ölünceye kadar çalışması da şarttır. Zira nefsi hevâsı ile mücâhede, cihâd-ı ekberdir.

‫ِعْث لُِاَّمِت َك اِر اَال َالِق‬


‫ُب ُت َم َم ْخ‬
55
Ebu Nuaym, Mar’ifetü’s-sahabe Hadis No:6390
56
Et-Tergîb vet-terhîb, c. 2, s. 449
57
Buhari, Daavât 65; Müslim, Zikr 27
58
Müslim, Zikr 28
59
Tirmizi, Daavât 59

18
buyrulduğu60 gibi;

‫َيْو َم َال َيْنَف ُع َم اٌل وَال َبُنوَن ِاَّال َمْن َاَتى اَهلل ِبَق ْلٍب َس ِليٍم‬
âyet-i celîlesinde beyan buyurulan kalb-i selîm ise, derin ve geniş mücahedelerdeki
muvaffakiyetlere ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmet, tevfîk ve inayetine vabestedir. İnsanın ahlaken tekemmül
nisbetinde ve kalb-i selîmi derecesinde Allahü Teâlâ Hazretleri’ne ve Resûl-ü Ekrem (S.A.V)
Hazretleri’ne kurbiyyet hasıl edebileceği aşikârdır.

Şiir
Ne devlettir ki dildârım sen oldun...
Enîs ü munis ü yârim sen oldun.

Dil-i pür-derdimin dermanı sensin...


Şifây-ı cân-ı bimarım sen oldun.

Bana hasm olsa âlem halkı gam yok...


Ne korku çün nigehdârım sen oldun.

Safâlar ger cefâlar bulsa canım...


Refîk-ı cümle etvârım sen oldun.

Sana dil vermişem ey cân-ı âlem...


Ezelden çünkü dildârım sen oldun.

Disem ism-i şerîfin yâdımız bes...


Dilimde cümle güftarım sen oldun.

Sana ta'zım eder dillerde Hakk’ı...


Der inkârım yok ikrarım sen oldun.

İbrahim Hakkı Hazretleri yukarıdaki manzumeleri, cidden, büyük bir teslimiyet, kavî bir iman,
derin bir tevekkülün beliğ bir ifadesidir ki, hayran olmamak kabil değildir. Cenâb-ı Hak cümlemize
böyle iman, tevekkül ve teslimiyet nasip buyursun.

DEVAMLI ZİKRULLAHIN ADABI


Ey aziz! Ehlullah demişler ki, zâkir, zikrullah ederken ol halde nice âdâb ile müteeddib
olmalıdır:
Evvela, kalıp ve kalbini, bilcümle meşguliyetten fariğ ve hâlî kılmalıdır.
60
Beyhaki, Sûnenü’l-kübra Hadis No:21301 Şuara:89

19
Tövbe için gusletmeli veya abdest almalıdır.
İki rekat namaz kılıp dua etmelidir.
Hoş kokulu tenha bir yerde oturmalıdır.
Ol mekânın, karanlık bir köşesinde, itikâf niyetiyle bir seccade kadar yer ayırıp, hasır veya
kilim üzerine bir seccade sermelidir.
Ol seccade üzerinde kıbleye karşı aks-i teverrük şeklinde veya bağdaş kurarak elleri dizleri
üzerine koyup gizlice zikrullaha devam etmelidir.
Gözlerini yumup, iç gözlerinin açılmasına gayret etmelidir.
Şeyhinin hayalini muhafaza ile himmet talebiyle ve ona muhabbetle ruhaniyetine yetmelidir.
Gece kâim, gündüzleri sâim olmalıdır.
Fazla açlık ve tokluktan sakınmalıdır. Hayvani yağ olmayan yağlı taamları hadd-i vasat, orta
derecede yemelidir. Nefsin hazlarını, isteklerini, cismin rahatını bil külliye; tamamen terk etmelidir.
Gece ve gündüz yatmayıp, kemend ile uyumalıdır. Ta ki bedende bulunan eczây-ı anâsır-ı habise
mahvolup, ol perdelerden gönül halâs bulup, âlem-i melekûte basiretle nazar kılarak, huzur-u ünse
yetmelidir. Zikrullahtan sakit olunca, huzur-u kalp ile susmalıdır. Gönülde zikrullahın varidatını
gözleyip, teveccühle bir saat kadar kalmalıdır. Ta ki otuz senede riyazetle bulunmayan cezbe devletini
bir lâhzada bulmalıdır. Zikrullahın arkasında su içmekten son derece sakınmalıdır. Zira zikrullahta
hareket, heyecan, hararet ve yanıklık vardır. Bunlar da zevk ve şevk-ı mevt îrâs eder bir halettir.
Zikrullahın arkasından içilen su, bu nurları söndürür ve kendisine bir durgunluk verir. Bir takım
hastalıklara sebeb olur. Zâkir halvette her an zikrullah ile olmalıdır. Aldığı derslere muvâzabet
etmelidir. Allah ism-i şerifini, ism-i Zât ve cemi' sıfatları câmi'dir, diye bilmelidir. Gerçi, Mevlâ’ya
vuslat yolları çoktur; lâkin, zikrullah en sahih ve en açık ve güzel bir yoldur. Gerek Allah ve gerekse
Lâ ilâhe illallah kelimelerinde tecvide riayetle Lâ ‘yi uzatıp, ilâhe kelimesinde hemzeyi göstermelidir
ve ol kelimeyi, doğru dürüst söylemelidir. Lâ ilâhe dedikte, mâsivâyı nefiy ve yok edip illallah dedik-
te, Hakk'ın varlığını ve birliğini, isbat etmelidir ve bu kelimeyi hafif bir sesle, kuvvet-i nefesiye ve
huzur-u kalple, gece gündüz tekrar edip, her kere de manasına yetmelidir. Mademki zâkirin beşeriyeti
galip ve şehvetine râgıptır ve benliğine mülazımdir, ol kimse lisanıyla Lâ ilâhe illallah dedikçe
kalbiyle lâ ma'bûde illallah demesi lazımdır. Vakta ki, beşeriyeti zaif, şevk ve zevki ziyade olur, ol
zaman lisanıyla Lâ ilahe illallah dedikçe Lâ matlûbe illallah demelidir. Vakta ki, anın kalbinden
efkâr ve havâtır fânî olur, vahdet-i vücut anın bâtınından zuhura gelir, ol zaman lisanıyla Lâ ilahe
illallah dedikçe kalbiyle de Lâ mevcude illallah demesi caiz olur ve bu zâkir La ilahe ile mâsivâyı
nefyettikçe, İllallah ın tesiri kalbinde yerleşir ve ordan azalara sirayet ettikçe baştan aşağı bütün
vücudun eczaları harekete gelir ve kalbinden kapılar açılıp, nice hâlât ile âlî makamlar bulur ve
tecelliyât-i mezkûre ile zikirden gaib olur ve ol gaybet, müşahede sayılır. Velhasıl, mâsivâdan pâk
olan gönülde marifetullah emaneti konulur. Onun için denilmiştir ki; kim ki gaflet uykusundan uyanır,
ol kimseye ârif-i agâh; uyanık, arif kişi derler. Bu zâkir zinhar, sakın himmeti çok aşağı olan ve bir
takım keşif ve kerametlere aklananlardan olmasın. Zira bu keşif, keramet insanı, zâkiri yolundan
alıkoyduğu için, hayz-ı ricaldir, demişlerdir. Ve halvethanesinde dersi olan zikrullahtan maada hiçbir
evrad, kıraat ve dualarla meşgul olmaya. Sabah ve ikindiden sonra birer cüz Kur'an-ı Kerim tilâvet
olunur ve arkasından malum olan hatm-i hâcegân yapılır ve duası edilip, sabahleyin iki rekat da işrak
namazı kıldıktan sonra zikrine devam eder. Yüzleri de bir örtü ile kapar ve etrafla hiçbir şekilde kimse
ile de meşgul olmayıp, hemen zikrini lâyıkıyla ifâya çalışır ve ol kadar çok zikretmelidir ki, eseri,
dilinden kalbine, andan ruhuna geçmeli ve andan sırrında zahir olmalıdır, Ta kim, anın kalbi
mâsivâdan sâde ve ruhu âzâde ve sırrı da mukaddes olup, mezkûre yetmelidir.
Nitekim Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri’ne, irşad olunmak için, dış memleketlerden on altı
kişi gelmiş ve o da gelenleri ayrı ayrı halvetlere koymuş ve Lâ ilahe illallah a devamlarını tenbih
etmiş. Bir hafta sonra yanlarına gidip sormuş:
Kalbinizde ne buluyorsunuz? Onlar da demişler ki:
Ancak muhabbet-i dünyayı buluyoruz, şimdi tembih etmiş ki:

20
Muhabbet-i dünyayı ve onda olanları, yani dünyaya tealluk eden herşeyi içinizden çıkarıp,
izzet ve lezzetlerini katiyen unutmak gerektir. Bir hafta sonra yine onların yanlarına gidip:
Kalbinize ne gelmiştir, diye sormuş. Cevaben:
Pes, ancak muhabbet-i ahiret gelmiştir, demişler. Yine onlara tenbih edip demiş ki:
Anı dahi terk ediniz. Bir hafta sonra yine yanlarına varıp:
Kalbinize ne dolmuştur, diye sormuş; onlar da haber vermişler ki:
Ancak muhabbeti enâniyet; yani kendilerini sevme muhabbeti dolmuştur. Pes, onlara tenbih
etmiştir ki:
Kendi varlığınızı da terk edesiniz, demiş. Bir hafta sonra tekrar sormuş ki:
Kalbinizi ne almıştır? Haber vermişler ki:
Ancak muhabbetullah almıştır. Pes imdi onlara ism-i celâli telkin edip, on gün kadar ta'yin ey-
lemiş. Vakta ki, kırk gün tamam olmuş, Hazret-i Cüneyd (k.s.) onlara gelerek demiş ki:
Kalbinizde ne kalmıştır? Onların cümlesi demişlerdir ki:
Kalbimizde mâsivâ mahvolmuştur, ancak Allâhü azîmüşşân kalmıştır. Şimdi Cüneyd (k.s.)
onlara dua edip demiş ki:
Ona devam ediniz. Çünkü murâd aldınız, kanda dilerseniz gidiniz ve felah bulunuz. Size tabi
olanı bu huzura yediniz. Yani, kalb-i selim sahibi olup size teslim olanları, böylece irşad ediniz,
buyurmuşlardır.

BEYİT
Hest tac-i ârifân ender cihan ez çâr terk.
Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.

Şimdi bu makama vasıl olan zâkir, halvet-i maneviyede, el-ünsü billâh olur. Ne halvetle olur,
ne de halk ile olur. Kesrette ve manâda Hak ile olur, vahdette ve kesrette halk ile olsa dahi, Hak'dan
zerre miktarı gafil olmaz ve Hak ile halktan mahcup kalmaz. Vahdet, kesret, halvet, sohbet müsâvî
olur. Zira ki, anın her halinde, el-ünsü billâh olur.

BEYİT
Kesreti vahdette bulmak, vahdeti kesrette hem,
Bir ilimdir ol ki cümle ilm ü irfan andadır.

Çünkü bu zâkirin kalbi, kelime-i tevhidin mülâzemetinde vaz’ olunan envâr-i vahdaniyetle
münevver olur, elbette ol envâr, aktar-ı kalbinden, safahât-i kainat üzerine mün'akis olur. Pes ol zaman
görür ki, vücut, mevcudat, emr-i hakiki değil, itibaridir. Ve cümle kainatın zulümâtı, anın şühudunda
mahvolup, envâr-ı mükevvin kalır. Cemî' ahvalde, hususan mazahir-i ef’âlde, gayriden gönlünü pâk
edip, sırrı vahdâniyet-i fa'âlle devam-ı iştigal bulur ve her ata ve men'i, fayda ve zararı andan bilir ve
cemi' ezâ ve belayı, in'âm ve ihsanı ve bütün insanların hareketlerini vesair ahval ve nizamı Hak'dan
görüp, halk ile bir muamelesi kalmaz. Huzûr-ı Hak ile sürur-ı daim bulup, katiyen müteellim ve
müteessir olmaz.

NAZIM
Reeytü hayâlez zılli ekbere ibretin

21
Li men hüve fi ılmil hakîkati râkî

Şuhusun ve eşhâbun temerrü ve terkazi


Erel külle yefna vel muharriku baki.

Ve zikr-i Bakî müdâm ise, müntec-i fikir tamamdır ki, ol hâtime-i erkândır.

NAZIM
Ger dilersen ki, kalmasın efkâr
Hakk’ı zikret ki, dil dola envâr.

Kim ki mest etmez anı zikrullah


Aşkı münkerdir, etse de ıkrâr.

Kıl anı bir bahane ile birûn


Ta derûn ola menba-ı esrâr,

Der-kenar eyle ortadan kendin


Sen sana hoş sarıl hemen ey yâr.

Zikri Hak'dan gelir dile hâlet.


Hakk’ı zikr eyle Hakk’ı, leyl ü nehar.

KELİME-İ TEVHİDİN FEZÂİL VE KERÂMAT-I HAVASSI VE TESİRİ


Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Kelime-i tayyibe olan Lâ ilâhe illallah hısn-ı ekber ve âlâdır
ve ılm-i tevhid-i Mevlâdır. Kim ki, ol hısn-ı hasîne girer, muhakkak ol kimse, naîm-i sermed ve
saadet-i ebed tahsil eder. Kim ki, anınla tehassundan tehallüf eder, tahkik ol kimse ebedi azabı ve
şekâveti kesb eder. Bu kelime-i tayyibe, kalbin dairesine hısn olmadıkça ve saltanatla hevây-ı nefsini
ol nokta-i merkeze duhulden men etmedikçe muhakkak sen ol hısnın haricindesin ki, ruhun ana duhul
kılmamıştır ve mücerred telaffuzundan bir fayda hasıl olmamıştır. Şimdi düşün ki, bu kelime-i
tayyibeden senin nasibin ne kılınmıştır? Eğer nasibin anın ruhu ve manası ise, muhakkak iki cihan
saadeti senin bilinmiştir ve ismin zümre-i ehl-i fazl içre ve evliya defterine yazılmıştır ve eğer nasibin
andan mücerret laklaka-i lisan olmuştur, ol münafıklar hazzı bulunmuştur. Zira ki, zikr-i hısn, men
etmez. Nitekim kılıncın adını anmakla, kılınç hiçbir zaman kesmez. Şimdi, bu kelime-i tayyibe
manasıyla, ruh ile ceset menzilesindedir, manasız cansız bir ceset gibidir. Nitekim cansız cesetten bir
fayda gelmez; bunun gibi bu kelime, manasız “kal'â” olmaz. Şimdi ol kimseler ki, âlem-i fazldan
olmuşlardır, onlar bu kelimeyi suret ve manasıyla almışlardır. Ve suretiyle zahirlerini, manasıyla da
batınlarını tezyin ederek, kötü, yaramaz ve günah olan şeylerden ve her kötü huydan kendilerini pâk
kılmışlardır. Bununla iki âlem saadetini bulmuşlardır. Madem ki Lâ ilahe illallah diyorsun, ehil ve
evlat ile sükun bulup, mal ve meskene niçin meyledersin? Demek ki, anı sıdk ile söylemediğin
muhakkaktır. Zira ki, lisân-ı hal, lisân-i mâkâlden daha iyi söyler, yani insanın hali, dilinden daha
güzel kendisini bildirir. Eğer Lâ ilahe illallah dediğin zaman manasının kalbinde bir semeresi varsa,
niçin felanı inkâr, felana ittikâ (dayanma) edersin ve felândan havf, felândan reca edersin? Mademki
Lâ ilahe illallah dersin, mâsivâ ile niçin ünsiyet edersin? Ne sen onun ve ne de ol senindir. Zira Lâ

22
ilahe illallah dersen, eğer anın meskeni senden mücerret lisan olup, kalbinde anın semeresi olmadıysa
korkulur ki, münafıklar zümresinden olursun. Eğer anın meskeni sende kalp ise, hakka ki sen
müminsin. Eğer anın meskeni sende ruh ise, tahkîkâ sen âşık-u sâdıksın. Eğer anın meskeni sende sır
ise, şüphesiz sen ârif-i mükâşifsin. Lâ ilahe illallah kelimesinde, Lâ harfi bir temizleyicidir ki, anınla
vücut-ı esrardan ağyar tozları tamamiyle giderilir. Ta ki arş, tecellî-i illallah ve zat-ı pâke nazargâh
olduklarından agâh olup, anın üns ve muhabbetine lâyık ve sezâvâr olalar ve şarâb-ı aşk ile mest olup,
ebeden huzurunda kalalar, Nitekim Hak Teâlâ, “Yâ Dâvud! Benim sakin olacağım evi temizle ki,
ben anda sakin olayım” buyurmuştur; irfanın şerhi, tasfiye-yi kalp olduğunu duyurmuştur. Şimdi,
mademki mâsivâya nazarla muğbersin, Lâ ilahe nefyine muhtaç ve muztarsın. Vakta ki şühud-ı sahib-
i külde, külli şeyden gaibsin o zaman Lâ ilahe nefyinden rahat bulursun ve illallah isbatına vasıl
olursun ve tekrar tekrar söylemekle zevk ve lezzet alırsın. Andan Allah kâfî, O'dur bakî, olduğunu
bilirsin. Eğer sultanı Lâ ilahe illallah insaniyetin medinesine tasallut kıldıysa, anın diyarı dairesinde,
enâniyetten eser olmaz ve anda ağyardan bir ev ikâmet kılmaz ve anınla senin dahi sabrın ve kararın
kalmaz. Melikler bir diyarı zabt edince, anın aziz olan ehlini nasıl zelil ediyorlarsa, tevhid'in La ilahe
illallah girdiği yerde de hiçbir melik ve varlık, kibir, azamet kalmaz; hepsi yıkılıp gider, mezmum sı-
fatlar ve huylar, iyi ve mahmuda tebdil olunup, her sultanın hükmü nihayet bulur. Sultan-ı tevhid, yani
La ilahe illallah ol validir ki, anın hükmü, evvelin ve âhirînin cümlesine şâmil olur. Bütün edalar,
kimi tav'an kimi de kerhen ona mahkûm olurlar. Yani, tevhidin hükmü altına girip, ba'demâ isyan,
kabahat ve günah işleri işlemekten çok korkar ve uzak kalırlar. Her işleri hemen itaat ve ibadet olup,
herkesle de gayet güzel geçinirler. Kimseyi kırmaz, incitmez ve darıltmazlar. Herkese karşı haklarını
daima helal edip, kimseden bir hak istemezler. Hakk’ın rızasına tam manasıyla uygun bir şekilde
hareket ederler; ne kibir, gurur, ne ucüp, ne hırs, hased, kin, gazap ve şehevât, ne de riya ve emsali,
hiçbir çirkin huy ve ahlak onlarda bulunmaz. İman ve İslamiyet, yalnız dillerinde değil, bilfiil
halleriyle de, iman ve İslamiyetlerini izhar ve ilan etmekte, dosta düşmana İslamiyetin ne demek
olduğunu göstermektedirler, işte asıl Müslüman böyle olacaktır ve böyle de olmalıdır. Yoksa diliyle
Lâ ilahe illallah der, sonra da İslamiyetin hiç de istemediği bütün çirkin ve günah işleri yapar, işte bu
hal en kötü ve cahilane bir harekettir. Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i,
kendisinin sevdiği ve razı olduğu amellerle müzeyyen eylesin, âmîn...
Lâ ilahe illallah, bir şecere-i mübârekedir ki, anın neticesi, marifet ve vahdaniyettir; semeresi
ikrardır. Cemî-i kâinatın vücudundan maksat, ancak bu devlettir. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri
buyurmuştur:
Kulum, ben seni ancak, benim tevhidim için halk eyledim ve bütün eşyayı da senin için
halk ettim. Gökler, seni gölgelendirir, yerler de senin ikametin ve faydalanmaklığın içindir.
Yüksekteki nurlar da seni aydınlatmak için, süfli olan bütün mevcudat da sana hizmet için
yaratılmıştır ve senin tasarrufuna verilmiştir. Bunların hepsi senin için yaratılmış olduğunu ve
senin de bana kulluk etmek için yaratıldığını fehmeyle ve bunun kadir ve kıymetini bil. Bütün
varlıklar, ne görüyor ve ne biliyorsan, bunların hepsinin senin için yaratılmış olması, senin ne
kadar kıymetli ve sevgili olduğuna alâmet olmaz mı? Şimdi senin bunları unutup, nefs-ü hevâna
uyarak, Hâlık-ı zül Celâl’a, yani bütün bunları sana bahşedene karşı isyan etmekliğin ne kadar
hatalı ve kusurlu, cahilane hem de pek cahilane birşey olduğunu söylemek şüphesiz ki zaiddir.
Her bir nimet ki, seni benden alıkoyar, onlar nimet değil, birer azaptır. Zira seni benim azabıma
sevk etmektedir. Yine her bir ihsanım ki, seni benden men eder ve zevk ü safaya götürür, o da
senin için bir ihsan değil, belki bir beladır. Bu ders çok dikkat edilmesi lazım gelen bir derstir.
İrfan yolcularının menzilleri üçtür. Biri âlem-ı fena, biri âlem-i cezbe, biri de âlem-i kabzadır.
Âlem-ı fenâda oldukça, Lâ ilahe illallah demek ve devam etmek lazımdır. Âlem-i cezbede olanlara
ise, Allah Allah Allah diye devam etmek lazımdır. Âlem-i-kabzada ise, zâkirin dersi Hû Hû Hû
olmalıdır, denilmiştir. Lâ ilahe illallah kalplere gıda, Allah Allah Allah lafz-ı celîli, ruhlara gıda, Hû
Hû Hû kelimesi de sırlara gıdadır, buyurulmuştur. Belki, Lâ ilahe illallah kalplerin mıknatısı, yani
çekeni, Allah lafza-i celâli de ruhların mıknatısıdır; Hû kelimesi de sırların mıknatısıdır,
buyurulmuştur. Kalp, ruh ve sırrın misalleri, bir hokka içinde sedef, sedef içinde inci mesabesindedir
veya bir ev içinde kafes, kefes içinde bir kuş. Şimdi hokka veya ev, kalbe; sedef ve kafes, ruha; inci
veya kuş da sırra misaldir, şimdi eve girmedikçe kafese erişilmez; kafese erişilmedikçe de kuşu
görmek mümkün olmaz. Bunun gibi, kalbe vasıl olmayan ruhdan elbette haberdar olamaz. Ruha vasıl

23
olmayanın ise, ne sırra, ne de sırdan sonrakilere vasıl olamayacağı aşikârdır. Binaenaleyh, âlem-i
kalbe ne zaman dahil olursan, bil ki âlem-i ervaha ve andan âlem-i sırra ve daha ilerisine de vasıl
olursun. Kalbin kapısı Lâ ilahe illallah ile açılır. Ruhun kapısı da Allah ism-i şerifine devam ile açılır.
Sırrın kapısı ise, Hû ismi şerifiyle açılır. Fakat bu tesbihler mecazîdir. Maksat kalp âlemine vasıl
olmadan, ruh âlemine duhul olunmadığına ve âlem-i ervahdan da geçmedikçe, âlem-i esrara vusul
mümkün olmadığını beyandır. Bunlar üç daireye benzerler ki, biribirinin içindedir. En üstte olan en
büyüğü ki, sır tabir olunur. Onun altındaki elbette andan küçüktür. Buna da ruh tabir olunur. En altta
olan tabiî en küçüğüdür ki, buna da kalp derler. Mesela: Âlem-i kalp, âlem-i ruhtan ufak bilinmiştir.
Zira âlem-i kalp, ruh ve sır âlemlerinden, âlem-i şehadete, yani dünya âlemine daha yakındır. Bu âlem
ise, ruh, ceset, darlık ve tehlike, hüzün ve keder, korku ve rica âlemi bulunmuştur. Âlem-i ervah ve
âlem-i sır ise, geniş ve rahat, huzur, sürur, keramet, emniyet ve selamet âlemleridir. Şimdi sen bu nefis
âleminden kalp âlemine ve zulmet âleminden nur ve şühuda çıkmak ve yükselmek arzu ve gayretinde
bulunursan, neticede gözlerin görmediğini ve kulakların işitmediğini görür ve işitirsin. Nefis âlemi,
beşeriyet âlemi, tabiat âlemi diye üç âlem zikrederler. Bu üç âlem bu dünyanın -ki adalet âlemidir-
tehlikeli ve korkunç birer kademesidir. Kalp âlemi, ruh âlemi, sır âlemi diye üç âlem daha vardır ki,
bunlar da âlem-i fazlın mertebeleridir. Nefis âlemi gafletten ibarettir.
Dünya âlemi, âlem-i beşeriyet, fâsıkların yeridir. Tabiat âlemi de, münafıkların yeridir ki,
cehennemin en dibi onlara mahsusdur. Âlem-i kalp, âbidlerin mirac âlemidir. Âşıkların miracı ruh,
ariflerin miracı da sırdır. Zikrullaha devam edince tabiatın, beşeriyetin ve nefsin düştükleri yerlerden
kurtulup, kalp derecesine yükselmeye sebeb bulur ve bu terakki ile ol zaman Hakk'ın tasarrufuna
teslim olursun ve O’na gidersin ve ol kalplerin sahibi ve mutasarrıfı olan Hazret-i Allah artık seni
istediği gibi tasarruf eder. Bazen iyilikler, saadet ile servetler, sıhhatler ve afiyetler ve bazen da darlık-
lar, sıkıntılar, fakirlik, rahatsızlık ve bunlara benzer hallerle kullarını halden hâle çevirir ve bunları
görür. Eğer hâline şükredebilir ve razı olursan ne mutlu sana. “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe, yer ve
gök ehlinin amellerine denk olur” iktızasınca seni senden alır ve kalbin mutmein ve sakin olur. Pes
imdi, kelime-i Lâ ilahe illallah dır ki, bidayet ve nihayet odur; kelime-i tayyibe ve sevap odur; hısn-ı
hasîn, en metin kal'â odur ve davet-i Rabbil âlemin odur.

‫ِع‬ ‫ِص ِم‬ ‫ِح ِن‬ ‫ِخ‬


‫َالَّلُه َّم َاْد ْلىِن ىِف ْص َك اَحْل ِني آ َني َياُم ُني‬
BEYİT
Ne haddi var bu hâkin nice tevhîd-i Huda söyler.
Ne mümkündür ki şemsi, zerre medh eyler, sena söyler.

İbrahim Hakkı Hazretleri Mârifetname'de fenn-i salisin, bâb-ı sânîsinin, fasl-ı hamisinin
dokuzuncu nevi olarak izaha çalıştığı zikrin lüzum ve fezâili hakkındaki yazılarını hep beraber
okumuş bulunuyoruz. Hepsi pek güzel, fakat onların üzerimizdeki tesirini bulabilmek ne kadar
müşküldür. Bugünün tasavvuf ehli, erbâb-ı tarikat ve dervişan diye ad alan bizlerin hâli gözlerimizin
önündedir. Ne saklanacak ve ne de inkâr edecek hâlimiz var. Adlarımızın derviş olmasının şu veya bu
tarîkdan oluşumuzun veya şeyhimizin şöyle kemâli ve kerametleri var diye övünmemizin bize ne
faydası olabilir? İşte İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel bir şekilde açıklamaktadır ki, insanın kemâli,
onun kalp âlemine geçmesinden sonra mümkündür. Nefs, beşeriyet ve tabiat âlemleri içerisinde
bocalayan insanın kemalden bahsetmesi, olgun insan diye tavsif olunması pek gülünç olur.
Nefsâniyetin iktizası, kibir, gurur, hırs, hased, nefs-i hevâsına mağlup kimse demektir ki, bu gibi
kimselerde kemal değil, belki zeval, yükselme ve terakki değil, belki düşme ve tedenni vardır. Artık
gerisini sen hesapla. Beşeriyetin iktizası yeyip içmek, zevk ü sefadır; bunlardan geçmedikçe nasıl
kemâl umulur? Tabiat icabı da böyle değil mi? İnsanlar yaşamak sevdasını taşıdıkça, elbette nefsin
esiri ve kölesi olmaktan kurtulmanın mümkün olamayacağı herkesin bildiği bir şeydir.
Nefsin, beşeriyetin, tabiatin iktizaları hep gaflettir. Gaflet ise pek büyük günahtır. Hem de
öyle bir günahtır ki, tarifi de mümkün değildir desem caizdir. Çünkü insan, gafletin ne demek

24
olduğunu bilmez ve ömrünü boşuna zayi eder. Bir de üstelik der ki: Ben o kadar fena bir adam
değilim. Çünkü şu bilinen günahların hiçbirini işlemem. Fakat ömrün üç nefesten ibaret olduğunu
bilmemek kâfidir: Geçen nefes geçti. Gelecek nefese de, henüz sahip değiliz. Zaman bulunduğumuz
nefesden ibarettir. Bunu da boşuna geçirdiğimize göre halimiz elbette acınacak bir haldir. Nefsâniyet,
beşeriyet, tabiat halleri kolay geçilecek gibi değildirler. Çünkü birçok zaruretler bizi, gayriihtiyarî
istemeden nefsin arzularına doğru sürüklemekte olduğu görülmektedir. Bunlardan kurtulmak hassaten
Allahü Teâlâ’nın bir lütuf ve ihsanıdır. Yoksa insan kendiliğinden ne kadar çalışsa da, muvaffak
olması yine Hakk'ın lütfuna bağlıdır. İnsan niçin tarikate girer ve neden derviş olur, şöyle bir kendini
tartacak olursa, kendi kendine der ki: İşte şu kadar namaz kılıyorum, şu kadar da orucum var, bu
kadar da nafile namaz kılıyorum ve nafile oruç tutuyorum. Üstelik bu kadar da zikrim, tesbihim, evra-
dım, dualarım, kıraatlerim var. Şüphesiz bunlar hep medâr-ı iftiharımızdır ve çok güzel, imrenilecek
şeylerdir. Herkes de maşallah felan kişiye bakın ne kadar sofu oldu diye meth ü sena ederler. Fakat
bizim sofu, merasim meraklısı, Marifetname'deki teraziye konacak olursa, sofuluk değil, müslümanlık
bile yoktur. Bir işe yaramayan bir sürü bilgi edinmiştir ki, ne kıymeti ne de faydası vardır. Hepsi
dünyayı ele geçirebilmek için birer sebebtir. Bir ilim ki, ahirette onun sahibine bir faydası yoktur
muhakkak ki, zayiattandır. İlim denince matlub olan ilim, Hak Sübhanehu ve Teâlâ Hazretleri,
gönüllere indirdiği ilimdir ki, bunun mekteb ve medresesi yoktur. Fakat hem dünyada hem de ahirette
sahibine faydası tamdır; peygamberlerdeki ilim gibi. Bizim bugünün dervişi, sofusu hatta hacısı,
hocası ve hatta şeyhleri bile, ne sakal ne bıyık, Hak getire. Halbuki ne sakallı, bıyıklı kimseler vardır
ki, o sakal ve bıyıkları hemen bir âdet ve gösterişden ibarettir. Evet, sakal sünnet-i seniyyedir; hem de
sünnet-i Hudâdır. Kur'ân-ı Kerim’e de müvafıktır. Çünkü sakalsızlık Allahü Teâlâ’nın hilkatini tağyir
ve tebdil ve adeta beğenmezliktir; münkir ve müstehzillerin haklarında çok şiddetli hükümler vardır.
Bununla beraber sakalın, bıyığın kıymetini bilmediğimiz gibi, hakkına da riayet edebildiğimiz yoktur.
İnsanlıktaki kemal ise, yalnız böyle sakal, bıyık, cübbe şalvar, sarık gibi zahirî kalıp ve kıyafetle
mümkün değildir. Vakıa, sözümüz bunların hiçbirisi de olmasın demek değildir. Bunlar yani bu
sıfatlar bizleri birçok günah ve hatalardan da korurlar. Mesela, insan böyle sarığıyla, sakalıyla fena
yerlere, günah yerlerine kolayca giremez ve gidemez. Bu suretle de birçok günahlardan mahfuz kalır.
Lâkin bunun da kâfi gelmediği görülmektedir ki, bunun için İbrahim Hakk’ı Hazretleri
Marifetname'sindeki esaslara çok riayet etmek lazımdır. Az yemek az uyumak, az konuşmak ve uzletle
beraber zikrullaha devam, bir de bunlara beraber kâmil ve olgun, âlim, fâzıl kimselerin ve meşayıhın
can ve başla hizmetlerinde kusur etmemek ve onların hallerini kendisine örnek ittihaz ederek gece
gündüz daima Cenâb-ı Hakk’ı tazarru ve niyaz ile, hıfz ü himayesini talep etmek, Bir göz açıp
yumacak kadar da olsa beni bana bırakma yâ Rab, diye yalvarmayı hiçbir zaman elden
bırakmamak ve insanlardan daima kaçmak, bahusus kadın taifesiyle akraba dahi olsa, fazla ünsiyet
yapmamak insanın ahiret bakımından kendi menfaati iktizasındandır. Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i
Muhammed'i (S.A.V) ve bizleri de hıfz ü himayesinde daim kılsın, âmîn, bi hürmeti seyyidil
mürselîn, vel-hamdülillâhi Rabbil Âlemîn...
Bir aynaya bakmadan insanın kendi yüzünü ve arkasını görmesi mümkün olmadığı gibi, iç
alemindeki kusurlarını görmek basiretine sahip olması da ancak peygamberlere mahsusdur. Nadiren,
Üveysî denilen doğrudan doğruya Resûl-ü Ekrem (S.A.V) in mânen terbiyesinde yetişen bazı
evliyadan gayrisi hep bir usul ve sülûke tabi olarak yetişmektedirler. Bu hususta en büyük amil,
insanın ahlaken tekemmül etmesidir. Onun için biraz da ahlak-ı hasenenin lüzumundan bahsetmek
isterim. Filvaki ahlak-ı hasene ile tehalluk etmemiş bir kara yüzlünün bundan bahse kalkması her ne
kadar doğru bir şey değilse de, Allâhü Celle ve Âla Hazretleri af ve mağfiretine sığınarak, hadis-i
şeriflerde beyan buyurulan güzel ahlaklardan bazılarını beyan etmeyi münasip görmekteyim.

GÜZEL AHLAKLAR HAKKINDA

‫َم اِم ْن َش ْيٍئ َاْثَق ىِِف اْلِم يَز اِن ِم ْن ُح ِن اُخْلُلِق‬


‫ْس‬ ‫ُل‬
“Amellerin tartılacağı o günde (Ahiret gününde) mizanda, ahlak-ı haseneden daha ağır

25
gelen bir amelin olmayacaktır.61”

‫ِن ا ُلِق َل ُلُغ ِبِه َة اِح ِب الَّص ِم الَّصَلوِة‬ ‫ِاَّن اِح‬


‫ْو َو‬ ‫َر َج َص‬ ‫َد‬ ‫َيْب‬ ‫ُخْل‬ ‫َو َص َب ُح ْس‬
“Ahlak-ı hasene sahibi bir kimse, o güzel ahlakı sayesinde çok oruç tutan ve çok namaz
kılan bahtiyar kimselerin eriştiği derecelere nail olacaktır62.” Buhârî63 ve Müslim64 rivayetlerinde de:

‫ِاَّن ِم ْن ِخ َياِر ُك ْم َاْح َس َنُك ْم َاْخ َالًقا‬


“Ahlak-ı hasene sahibi olanlar, muhakkak sizlerin en hayırlılarınızdandır” buyurulmuştur.
Hazret-i Âişe validemizden gelen bir rivayette de:

‫َا َالًقا َاْلَطَف ِبَا ِلِه‬ ‫ِمِن ِا‬ ‫ِا ِم‬


‫َّن ْن َاْك َم ِل اْلُم ْؤ َني َمياًنا َاْح َس َنُه ْم ْخ َو ُه ْم ْه‬
Meali; müminlerin iman cihetinden en kamili, olgunu ahlaken en güzeli ve ehline yani
efrâd-ı ailesine karşı en şefkatli ve merhametli olanıdır 65, buyurulmuştur.
Güzel ahlaklar sayesinde ahiretin yüksek ve şerefli mevkilerine erişileceği müteaddit
hadislerle beyan olunmuştur. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri:

‫َاَال ُاْخ ُك ْم ِبَاْي ِر اْلِعَباَدِة َاْه ِنِه َعَلى اْلَبَد ِن َالَّصْم ُت ُح اُخْلُلِق‬
‫َو ْسُن‬ ‫َو َو‬ ‫َس‬ ‫ُرِب‬
Meali; agâh ve mütenebbih olunuz ki, sizlere ibadetin kolayını ve bedene de ehven olanını
bildireyim mi, bunlar; sekine, edep ve vekâr dairesinde sükûte mülâzemet ve ahlak-ı hasenedir66,
buyurmuşlardır.
Diğer bir hadis-i şerifte67 de:

‫َقْد َاْفَلَح َمْن َاْخ َلَص َقْلَبُه ِلِال َمياِن َو َجَعَل َقْلَبُه َس ِليًم ا َو ِلَس اَنُه َص اِد ًقا‬
‫َو َنْف َس ُه ُمْطَم ِئَّنًة َو َخ ِليَق َتُه ُمْس َتِق يَم ًة‬
Burada her şeyde ihlasın lüzumu ile imanda da en mühim olan şeyin ihlas olduğu
bildirilmekte; dünya ve ahiret ve saadet ve kurtuluşunun muhakkak kalplerinde imanlarını, ihlasla
yaşatanlar ve kalplerini her türlü ğıll u gışdan âri ve her türlü mezmum ahlaklardan beri ve bahusus
kibir, gurur, ucüp, riya, hırs, hased, gazap ve şöhret ve emsalinden temizleyenler için olduğu
belirtilmektedir. Ayrıca:

‫اِر ِم اِهلل‬
‫َو اِال ْخ َالُص َاْن َتْه ُج َر ُه َعْن َحَم‬
“İhlas, Allahü Teâlâ Hazretleri’nin haram kıldığı bütün günahlardan uzak olmakla olur”
buyurulmuştur.

61
Tirmizi, Birr 61
62
Müstedrek 187
63
Buahari, Menakib 23
64
Müslim, Tezail 68
65
Tirmizi, İman 6; A.B.Hanbel 6/47
66
Hennad, Zühd 2/545 Hadis no:1129
67
A.B.Hanbel 5/147

26
Kalbini manevi günahlardan ve insanların mânen helakine sebeb olan ahlak-ı mezmume-i
bâtıneden salim kılan, dilini daima doğruluğa alıştıran, zikr-i lisânı ve zikr-i kalbî devletine nail olan
ve bu suretle de nefsini mutmein kılan yani emmârelikten, levvâmelikten, mülhimelikten kurtarıp
mutmainne derecesine ulaştıran ve ahlakını da müstekim kılıp, Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz’in
sünen-i seniyyelerine tamamiyle ittibâ edenler sâlihîn ve kâmilin zümresindendirler. Bu gibi zevât-ı
muhteremelerin bu güzel yollarını izlemek ve onların peşinden ayrılmamak devlet ve saadetini Cenâb-
ı Hak cümlemize nasip ve müyesser eylesin, âmîn.
Câbir (r.a.)’in rivayetinde ise: “Bana en sevgiliniz ve kıyamet gününde meclis cihetinden en
yakınınız, ahlaken en güzel olanınızdır” buyurulur. Bu husustaki hadisler müteaddittir.
Ebû Zer (r.a.) Hazretleri rivayeteri ise şâyân-ı dikkattir:
Yâ Eba Zer, sana iki haslet için delâlet edeyim mi ki, bunlar bedene hafif mizanda ise diğer
amellerden ağırdır, deyince:
Buyurunuz yâ Resûlallâh, dedim; buyurdular ki:
Hüsnül hulka ve uzun sükûte müdâvemet ve mülâzemet eyle. Nefsim yed-i kudretinde olan
Hak Celle ve Âlâ’ya yemin ederim ki, bütün mahlûkat bu iki amelin misli gibi amel edemezler.
Yani, her ne kadar çok amelleri olsa dahi, yerinde sükutun ve ahlak-ı hasenenin sevabına
erişmeleri mümkün olmaz.
Görülüyor ki, Efendimiz (S.A.V) Hazretleri gerek ahlak-ı hasenenin ve gerekse onun bir cüzü
olan sükutun lüzumunu beyan üzere ne kadar titizlikle üzerinde durmuşlardır. Bütün hayırların
bunlardan neş'et ettiği ve kezâlik bütün şerlerin de kötü ahlaklardan ileri geldiği herkesçe müsellemdir.
İnsanlara ve bahusus Müslümanlara verilen hayırların en büyüğü ahlak-ı hasene olduğunu beyan
sadedinde Usâme (r.a.)’in rivayet ettiği şu hadis-i şerif de şâyân-ı dikkattir:

‫ُك َّنا ُج ُلوًس ا ِعْنَد الَّنِّىِب َص َّلى اُهلل َتَعاىَل َعَلْيِه َو َس َّلَم َك َاَمَّنا َعَلى ُر ُؤ ِس َنا‬
‫الَّطْيُر َم اَيَتَك َّلُم ِم َّنا ُمَتَك ِّلٌم ِاْذَج اَئُه ُاَناٌس َفَق اُلوا َمْن َاَح ُّب ِعَباِد اِهلل َتَعاىَل َقاَل‬
‫َاْح َس ُنُه ْم ُخ ُلًق ا‬
Meali: Bizler Resûlullâhın huzurlarında terbiye, nezaket, edep ve hayâlarımız icabı
hiçbirimizin sesi çıkmaz, sakin ve sâkit, güya başımızın üzerinde bir kuş varmış gibi oturmakta iken
dışarıdan gelenlerden bazı kimseler, “Yâ Resûlallâh Allah'ın kullarından Allahü Teâlâ’ya en
sevgili olan kimdir?” diye sordular; cevaben : “Ahlaken en güzel olanıdır68” buyurdu.
Abdullah ibn-i Amr ibn-i As (r.a.)’dan rivayet olunmuştur ki, Muaz ibn-i Cebel (r.a.) sefere
çıkmak murâd buyurduklarında Peygamber (S.A.V) Efendimiz’den vasiyet istemişler, Efendimiz
(S.A.V) Hazretleri de :

‫ُاْعُبِد اَهلل وَال ُتْش ِر ْك ِبِه َش ْيًئا‬


“Allahü Teâlâ Hazretleri’ne hiçbir şeyle şirk koşmadan kulluk eyle” buyurmuşlardır. Tekrar
tavsiyesini artırmasını isteyince:

‫ِاَذا َا ْأ َفَا ِس‬


‫َس َت ْح ْن‬
“Bir kusur ve kabahat işlediğinde derhal arkasından bir iyilik yap” buyurmuşlardır. Zira
“İnnel hasenâti yüzhibne's seyyiat” buyurulmuştur.
68
Taberani, Mu’cemü’l-kebir 1/197 Hadis No:473

27
‫ِاَّن ا َناِت ْذ ِه الَّس ِّيآِت‬
‫َحْلَس ُي َنْب‬
Meali: “İyilikler kötülüklerin günahlarını giderir, demektir.” Yine Mu'âz (r.a.) Hazretleri
biraz daha vasiyet rica etmişler. O zaman Efendimiz (S.A.V) Hazretleri:

‫ُل‬ ‫ْل‬ ‫ِق‬ ‫ِا‬


‫ْس َت ْم َو َيْح ُس ْن ُخ ُقَك‬
“İstikamet üzere hareket et ve ahlakını da güzel eyle” demektir.
İmâm Mâlik'in Mu'âz (r.a.)’den bir rivayetinde; Resûlullâh (S.A.V) Efendimiz’in hayvana
bineceğim sırada, üzengiye ayağını koyduğum zaman bana son nasihati şu olmuştur:

‫َياُمَعاُذ َاْح ِس ِن ُخ ُلَق َك لِلَّناِس‬


“Ey Mu'âz, insanlarla iyi geçinecek kadar güzel bir ahlaka sahip ol.69”
İmâm Tirmîzî'nin70 Ebû Zer (r.a.)’den rivayetinde:

‫ِاَّتِق اَهلل َح ْيُث ا ُك ْنَت َاْتِبِع الَّس ِّيَئَة اَحْل َنَة ْمَتُحَه ا َخ اِلق الَّنا ُخِبُلٍق‬
‫َس‬ ‫َو‬ ‫َس‬ ‫َو‬ ‫َم‬
‫َح َس ٍن‬
buyurulmuştur. Meali : “Nerede olursan ol Allah’tan kork, hata ve kusurlarının peşinden
bir iyilik işle ki, o günahları mahvetsin ve insanlarla ahlak-ı hasene ile ülfet et 71” demektir. Ahlak-ı
hasenenin günahları suyun karı ve buzu erittiği gibi eriteceği ve kötü ahlakların da hayırlı amelleri
sirkenin balı bozduğu gibi bozacağı, ifsat edeceği İbn-i Abbâs (r.a.)’den rivayet edilmiştir.
Ebû Dâvûd72 ve Tirmîzî'nin73 beyanlarında şöyle buyurulmuştur: Müminlerin iman cihetinden
ekmeli (en kâmili ve olgunu) ahlaken en güzel olanıdır. Sizlerin en hayırlınız da ailesine hayırlı
olanınızdır. Siz kendinizi insanlara mallarınızla beğendirip sevdiremezsiniz. Belki onlara karşı tatlı dil,
güler yüzle ve güzel ahlakınızla daha çok ve daha iyi ülfet ve ünsiyyet edersiniz. Zira bir Müslümana
ahlak-ı haseneden daha efdal bir şey verilmemiştir. İnsanlar başkaları tarafından görülmesini
istemediği şeyi yalnız kalınca yapmamalıdır.
İmâm Tirmîzî, Ahmed ibn-i Hanbel, Taberânî ve İbn-i Hibbân Hazretleri ayrı ayrı
rivayetlerinde, Cenâb-ı Peygamber (S.A.V) Efendimiz Hazretleri: “Sizin bana en sevgiliniz ve
ahirette de en yakınınız ahlaken en güzel olanınızdır. Ve yine en mebğuzunuz ve ahirette de bana
en uzak olanınız, ahlaken en kötü olanınızdır” buyurmuş olmakla bu kötü huylardan burada üç
tanesini beyan buyurmuşlardır, bunlar da: “Sersârûn, mütefeykıhün ve müşeddikûn” dur, deyince :
Yâ Resûlallâh, Sersârûn ve müteşeddikûn u biliyoruz, fakat mütefeykıhün nedir? diye
sormuşlar, Efendimiz de :
O, mütekebbir demektir74, buyurmuşlardır.
Sersârûn zorlukla ve çok konuşan, müteşeddikûn da sözlerinde mübalağa ederek fesahat
taslayandır; mütefeykıhün da tıpkı müteşeddikûn gibi ağzını lafla doldurup, belagat ve fesahatini izhar
ile başkalarının üzerine üstünlük taslayan kibirli kimsedir. Zaten çok konuşmak hadd-i zâtında hiç iyi
69
Muvatta, Hûsnûl-huluk 1
70
Tirmizi, Birr 55
71
Beyhaki, Şuabu’l-iman Hadis No:7793
72
Ebu Davud, Sünnet 14
73
Tirmizi, Rıda 11
74
Tirmizi, Birr 71; A.B.Hanbel 2/369

28
bir şey olmamakla beraber bir de tekellüf ve belagat ve fesahat satacağım diye böbürlenmek ve
üstünlük taslamak elbetteki kimsenin beğenmediği mezmum sıfatlardan ve huylardandır. Allâh (c.c.)
Hazretleri cümlemizi kötü huylardan muhafaza buyursun ve iyi huylarla huylandırsın, âmin.
Her şey ve her fenalık ve kötülük için tövbe etmek mümkündür, kötü ahâklı insanın tövbe
etmesi mümkün değildir. Zira bir günahdan tövbe ettiği zaman mutlaka ondan daha şerlisini işler.
Allah katında kötü ahlaktan ve fena huydan daha büyük bir günahın olmadığı da ayrıca beyan
olunmuştur.
Efendimiz (S.A.V) Hazretleri de dualarında75:

‫َالَّل َّم ِاىِّن َا وُذِبَك ِم الِّش َق اِق الِّنَف اِق وِء اَال َالِق‬
‫ْخ‬ ‫َو ُس‬ ‫َو‬ ‫َن‬ ‫ُع‬ ‫ُه‬
diye kötü ahlaktan Cenâb-ı Hakk'a sığınmışlardır.
Evliyaların sıfatlarını beyan eden bir hadis-i şerifte de şöyle anlatılmıştır: Onlar çok konuşmak
ve kelimelerin manalarını derinleştirmek ve incelemek gibi huylara sahip olmadığı gibi hiçbir bidati de
işlemezler, aynı zamanda çok lâf etmekten son derece kaçınırlar ve sözlerin derinliğine de dalmazlar
ve yapmış oldukları güzel amellerini de beğenmeyerek kendilerini müâhaze ederler. Bununla beraber
son derece sahavete sahip ve mâliktirler. Öyle ki, icabında mallarını feda ettikleri gibi canlarını da
fedadan zerre kadar sakınmazlar. Sonra gönüllerinde hiçbir kimse için gıll ü ğış, hıyanetlik ve
dargınlık, kin ve hased gibi şeyler de bulunmaz. Bütün zahirî ve manevi günahlardan ve ahlak-ı
mezmumelerden de hiçbirisi üzerlerinde bulunmaz. Riya, kibir, kin, gazap, hırs, hased, ucüp ve gıybet
gibi çirkin ve mezmum olan huylardan da beridirler. Selâmet-i sadr ile tavsif olunan bunlardır. Yarın
ahiret gününde:

‫َال َيْنَف ُع َم اٌل وَال َبُنوَن ِاَّالَمْن َاَتى اَهلل ِبَق ْلٍب َس ِليٍم‬
76
sırrına mazhardırlar: “mal ve evlatların hiçbirisinden fayda beklemeyip, ancak kalb-i
selime mâlik olan bahtiyarlardır.” Yukarıda zikrolunan güzel huylarla birlikte mezmum olan
ahlaklardan da uzak kalırlar ve bütün müminlere karşı da son derece merhametli, rahim ve şefkatli ve
hem de imamlarına karşı hürmetkar olup evliyâyı umura da nasihatlerden geri kalmazlar; buyük küçük
demeyip herkese karşı şefkat ve merhametle nesâyıh ve irşadda bulunurlar. İşte bu gibi bahtiyarların
hürmetine rahmet-i ilâhî nazil olur, topraklardan bereketli mahsuller hasıl olur ve düşmanlara karşı
zafer de yine bunların hürmetine ihsan olunur.

HAKİKAT-İ İMAN
İnsan haddizatında çok zaîf ve aciz bir mahlukdur. Her an ölüme mahkûm olduğu halde
kendini bundan kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmez. Eğer doğumu ile ölümü arasında geçirdiği
hayatı içerisinde Hâlık-ı zül Celâl ve Tekaddes Hazretleri ve Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz’in
emirlerine itaat ve yasaklarından korunup kaçınmak suretiyle iyi ahlaklar elde edip kötü huylardan da
uzak kalabildiyse ne mutlu bu bahtiyar Müslümana. Zira

‫َال ُلُغ اْل ُد ِق يَقَة اِال َمياِن ىَّت ْخَي َن ِم ِل اِنِه‬


‫َح ُز ْن َس‬ ‫َيْب َعْب َح‬
buyurulmuştur ki77, kulun hakîkat-i imana ulaşması, dilini kötü ve fena şeylerden
muhafazasına vabeste olduğu söyleniyor; çünkü dilin aynı zamanda gönlün de tercümanı olması
sebebiyle dilinden Allah ve Resulü’nün razı olacağı güzel şeyleri söylemesi ve bilhassa nasihat ve irşat

75
Ebu Davud, Vitr 32; Nesâi, İstiâze 21
76
Şuara 85
77
Beyhaki, Şuabu’l-iman hadis No:5006

29
gibi makbul ve memduh ameller işlemesi, o kulun kalbinin temizliğine ve güzelliğine alâmettir. Bunun
aksine Hak Celle ve Âlâ'nın ve Resulü (S.A.V) Hazretleri emir ve arzularına muhalif, yalan ve
faydasız, boş laflarla, dedikodu, mâlâyânî gibi günahı mucip sözlerle meşgul olan kimselerin ise bu
hareketleri ve sözleri, gönüllerinin ve kalplerinin bozukluğuna ve zulmetine alâmet ve işarettir.
Nitekim

‫ِق‬ ‫ٍد‬ ‫ِق ِا‬


‫َالَيْس َت يُم َميانُ َعْب َح ىَّت َيْس َت يَم َقْلُبُه‬
hadis-i şerifinde78 de açıkça beyan olunduğu gibi “kişinin imanının doğruluğu, kemâl-i iman
sahibi olması, kalbinin doğru olmasına bağlıdır”. Onun doğruluğu ise;

‫وَالَيْس َتِق يُم َقْلُبُه َح ىَّت َيْس َتِق يَم ِلَس ا ُهُن‬
ile bildirilmiştir79 ki, "kalbin doğruluğu da dilin doğruluğuna bağlıdır, demek olur. Çünkü
her kap, içinde ne varsa onu döker: İçinde bal varsa bal, zehir varsa zehir sızıp akacağı cümlenin
malumudur. Gönlü Hak ile ve hakikatlerle, marifetlerle dolu olan bir kimseden tabiatıyla uygunsuz ve
fena söz çıkmaz. Diğer a'zâ ve cevârih de dile bağlıdır. Her gün bütün azalar dile yalvarırlar, sen doğru
oldukça biz de doğruyuz, sen bozulunca biz de bozuluruz derler. Buna binaen dilin doğruluğu bütün
a'zâ ve cevârihin de doğru olmasını intaç eder. Cevârihin doğruluğu da Hak Celle ve Âlâ Hazretleri ve
Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri sünen-i seniyyelerine inkıyâd ile onlara muhalefetten son derece
ictinâb etmektir; işte bu da kalplerinin gayet ve müstekim olduğuna delâlet eder ve imanın kemâline
alâmettir.
Râmûz-u şerifin 483. sayfasında şu hadis-i şerif yer alır:

‫َالَيْبُلُغ اْلَعْبُد َاْن َيُك وَن ِم َن اْلُم َّتِق َني َح ىَّت َيَد َع َم ا َال َبْأَس ِبِه َح َذ ًر ا ِلَم ا‬
‫ْأ‬ ‫ْل‬ ‫ا‬ ‫ِبِه‬
‫َب ُس‬
Meali: “Kul (belki de mahzurludur düşüncesiyle) ilk bakışta kötü bir tarafı görülmeyen
şeyleri bile terk edecek kadar titiz davranmadıkça takva ehli olma mertebesine erişemez.80”
Abdullah ibn-i Ömer (r.a.) in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte81 bu husus daha açık olarak
bildiriliyor:

‫َالَيْبُلُغ َعْبٌد َص ِر يَح اِال َمياِن َح ىَّت َيَد َع اْلِم َز اَح َو اْلِكْذ َب َو َيَد َع اْلِم َر َءا‬
‫َو ِاْن َك اَن ِحُم ًق ا‬
Meali: “Kul, imanın hâlis ve safîsine erişemez, boş ve faydasız sözleri ve latifeyi (şakayı) ve
bahusus kizbi (yalanı) -velev şaka kabilinden dahi olsa- terk etmedikçe ve haklı bile olsa münakaşayı
bırakmadıkça”; çünkü münakaşa insanları büyük günahlara sokmaya sebeb olur, arkadaşlar arasında
ayrılığa, nefrete, hatta muhasamaya kadar götürür. Bundan naşi münakaşadan son derece sakınmak
lazımdır. Münakaşa aynı zamanda kibir alâmetidir.
Hazret-i Enes (r.a.) in rivayetinde ise:

78
A.B.Hanbel 3/198
79
A.B.Hanbel 3/198
80
Tirmzi, Kıyamet 19
81
İbn-i Hacer, Elmetalibu’l aliye Hadis No:2992

30
‫َال ُلُغ اْل ُد ِق َق ةَ اِال َمياِن ىَّت ِحُي َ ِللَّناِس اِحُي ُّب ِل ْف ِس ِه‬
‫َن‬ ‫َم‬ ‫َح ّب‬ ‫َيْب َعْب َح ْي‬
buyuruluyor ki, bu hadis-i şerif Müslümanlar için gayet mühim bir düsturdur. Meali : “Kulun
hakikat-i imana ulaşması, kendisi için sevdiği her çeşit şeyi diğer insanlar için de sevmesiyle olur.
Başkalarının da o nimetlere mazhariyetini arzu edip istemedikçe hakîkat-i imana nail olamaz 82.” Bu
nevi hasletin, İslâmiyet, hatta bütün beşeriyyet için en büyük bir düstur olması yakışır. Onun içindir ki
insanların saadet ve selametleri el birliğiyle olur. Yoksa bir kısmı mesut, diğer bir kısmı da sefil ol-
dukça fenalıklardan, kötülüklerden, soygunculuktan vesaireden kurtulması mümkün olmaz. Şu halde
insanlığın bütün saadet ve selameti, hakiki kâmil bir imana sahip ve malik olmalarına bağlıdır. Bu
günkü insanların İslâmiyyetten kaçmaları, kendi kendilerini ızdırâba sokmaları ve dolayısıyla dünya
ve ahiretlerini mahv ederek azap-ı ilâhîye duçar olmalarına sebeb olur.
Bir de Buhârî83, Müslim84, Ahmed ibn-i Hanbel85, Neseî86, İbn-i Mâce87 hazeratının Hazret-i
Enes (r.a.)’den rivayet ettikleri şu hadise bakınız:

‫َال ِم َا ُد ُك (ِاَمياًناَك امًال) ىَّت َاُك وَن َا َّب ِاَليِه ِم َلِدِه اِلِدِه‬
‫ْن َو َو َو‬ ‫َح‬ ‫َح‬ ‫ُيْؤ ُن َح ْم‬
‫ِع‬
‫َو الَّناِس َاَمْج َني‬
Meali : “Sizden birinizin hakîkat-i imane (kâmil bir imâna) sahip ve mâlik olması için benim
ona evlâdından, ana ve babasından ve bütün insanlardan daha ziyade sevgili olmam iktizâ eder;
böyle olmadıkça da tam mümin olamaz” Bunun için ashab-ı kirâm Hazretleri daima huzûr-ı
saadetlerinde bulundukça: “Fidâke ebî ve ümmî yâ Resûlallâh (Anam ve babam sana feda olsun ey
Allah'ın Resulü)” derlerdi ve bunu da bilfiil ispat etmişlerdir.
Yine Râmûz'un 485. sayfasında:

‫َذ‬‫ى ِلَّلِه َفِا‬


‫َض‬
‫ض ِلَّلِه‬
َ ‫ْغ‬ ‫ىَّت‬ ‫َال ِحُي ُّق اْل ُد ِق يَق َة ِاَمياٍن‬
‫َفَعَل‬ ‫َح َي َب َو َيْر‬ ‫َعْب َح‬
‫َذِلَك َقْد ِا َت َّق ِق يَق َة اِال َمياِن‬
‫َف ْس َح َح‬
buyruluyor. Meali : “Kul gerçek imanı, Allah için kızıp, Allah için sevmedikçe elde edemez;
herşeyini Allah için yapacak olgunluğa erişince gerçek imanı elde eder. 88” Esasen imanın kemâli
şunlarla ele geçer: Efendimiz (S.A.V) Hazretleri’ni lâyık-ı vechile sevmek ve onun sünen-i
seniyyesine tam manasıyla bağlanmak ve bu uğurda her türlü fedakârlığı yapmaktan kaçınmamak,
cömertlik, şecaat ve adalette âdeta yarış yapmak, dünya zevklerine katiyen iltifat etmeyip zühd ve
takva sahibi olmak, Efendimiz (S.A.V) Hazretleri’ne her gün çok çok salât ü selâm okumak -gerek
kitabtan ve gerekse tesbih ile ezberden-, mübah, mekruh, müfsit ve haram olan şeylerden son derece
sakınmak -mübah olan şeylerde her ne kadar günah yoksa da nefsin arzularına meyletmek hiçbir
zaman dervîşâna yakışmaz; zira dervişlik demek, nefse muhalefetle beraber üstazının emrine mutavaat
edip sözünden dışarı çıkmamak, onun arzularını kendi arzuları üzerine daima tercih etmektir; değil
üstazın sözünden dışarı çıkmak en ufak itirazların bile caiz olmadığı ve mu'terizlerin katiyen felah
bulamayacakları erbâb-ı hakâyıkın kitablarında beyan edilmiştir-, günahlardan son derece korkmak ve
kaçmak gerektiği gibi, emanete riayet ve ahde vefa ve sadakat şeair-i İslamiyye’den olmakla beraber
82
Ebu ya’la, Müsned Hadis No:3002
83
Buhari, İman 8
84
Müslim İman, 16
85
A.B.Hanbel 3/177
86
Neseî, Alametü’l-iman 19
87
İbn-i Mace, Mukaddime 66
88
Taberani, Mu’cem’ul-evsat 2/161 Hadis No:662

31
bilhassa dervişânın bu hususlara son derece titizlikle dikkat etmeleri elbette çok yerinde olur. Zira
emanete riayetsizlik, ahde vefasızlık, hayâsızlık ve sadakatsizlik insanın feyzine ve imanın kemâline
mânidir. İman 72 cüz olup bunun 71'i hayâda biri de sair kısımlarda olduğu Ebû Bekr el-Kettanî
Hazretleri Câmius senâi alallâh adlı kitabının 51. sayfasında beyan buyurulmuştur. Bir de:

‫َالِاَمياَن ِلَم ْن َال َاَم اَنَة َلُه وَالِديَن ِلَم ْن َالَعْه َد ُهَل‬
buyurulmuştur. Hazret-i Enes (r.a.)’den rivayet olunan bu hâdîs-i şerif gibi İbn-i Ömer
(r.a.)’dan rivayet olunan diğer bir hadis-i şerifte de :

‫َال ِاَمياَن ِلَم ْن َال َاَم اَنَة َلُه َو َال َص َالَة ِلَم ْن َال ُطْه َر َلُه َو َال ِديَن ِلَم ْن َال‬
‫َالَة َل ِض الَّصَالِة ِم الِّديِن َك ِض ِع الَّر ْأِس ِم ا ِد‬
‫َن َجْلَس‬ ‫َمْو‬ ‫َن‬ ‫َص ُه َو َمْو ُع‬
Meali : “Emanete ve ahde riayet etmeyenlerin dinleri ve imanları kâmil olmayacağı gibi
taharetsizlerin namazlarının sahih olmadığı, namazsızın da dini olmadığı89” (yani kâmil olmadığı,
eğer hiç kılmıyorsa tabi dini olmadığı) bildiriliyor. Çünkü namazın dindeki yeri başın vücuttaki mevkii
gibidir, başsız vücutun yaşaması mümkün olmadığı gibi, namazsız bir dinin de yaşamasına imkan
olamayacağı aşikârdır.
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbül Felak Hazretleri cümlemizi ve cümle ümmet-i
Muhammed'i (S.A.V) doğru yolda kılsın, ibadetlerine ve bâhusus namaz ve orucuna, zekat ve hac
farizalarına ve sair sünen-i seniyye, nevâfil ve ferâizi îfâya da muvaffak eylesin, âmîn, bihürmeti
Seyyidil mürselîn...

NEFİSLE MÜCÂHEDE
Deylemi'de Câbir (r.a.)’dan nakledilen şu :

‫ِرَب‬ ‫ْك‬‫َال‬ ‫ا‬ ‫ِم اِجْل اِد اَال َغر ِِاىَل اِجْل اِد‬ ‫ٍم‬ ‫َد‬ ‫ْق‬ ‫َقِد‬
‫ُه َو‬ ‫َه‬ ‫ُت‬
‫ْم ْم َخ ْيَر َم َر َج ْع ْم َن َه ْص‬ ‫ُت‬
‫َجُماَه َد ُة اْلَعْبِد َه َو ُها‬
hadis-i şerifinde “Düşmanla cihad, cihad-ı esğar (küçük muharebe) nefisle mücadele cihad-
ı ekber olarak tavsif ediliyor.90” Cihad-ı ekber (büyük muharebe, meydan muharebesi) yani nefis ile
mücâdele ve mücâhede edip onun bâtıl arzularına mâni olmaya çalışmak ve kemâl-i iman ve
İslamiyyete engel olacak hareketlerden kurtarmak ve dolayısıyla onu emmârelikten, levvâmelikten,
mülhimelikten mutmeinneliğe daha sonrada râzîye, marziyye ve sâfiyye mertebelerine ulaştırmaya
çalışmak elbette pek kolay bir şey değildir. Bu konuda, gaza murâd eden bir kişiye Muhammed ibn-i
Fazl Hazretleri tavsiyelerini ders etmekte fayda mülâhaza ettik, buyurmuşlar ki: “Nefis ve arzularını
öldür. Bu senin bütün küffârı öldürmenden efdaldir”. Zira, küffâr seni Allah'tan ayıramaz velâkin
hevây-ı nefsin seni Allah'tan men edicidir. Onun için onunla mücâdele daha efdaldir.
Ufak veya küçük diye vasıflandırılan bir muharebe bile evvela bir başa, bir kumandaya, bir
sürü malzemeye, sonra da birçok zahmet, meşakkat ve uykusuzluklara ve nihayet bir kısım insanların
da şehâdetine, birçok malın ve mülkün mahv ü senasına müncer olduğu herkesin bildiği bir şeydir.
Küçük muharebe böyle olunca, büyük muharebenin ne demek olduğu pek kolay anlaşılır zannederim.
Evvelâ, bu yolun talibine lazım olan şey, kendini irşad edebilecek hâzık, erbâb bir mürebbî,
89
Taberani, Mu’cem’ul-kebir 11/94
90
Hatip Tariki Bağdadi 13/523

32
ilmen, ahlaken ve edeben temiz ve tekemmül etmiş ve yed-i sahîh sahibi bir üstaz-i kâmil ve irşada
me'zûn olan bir âlim-i âmil bulmak şarttır. Rüyalar vasıtasıyla kendilerine irşat için izin verildiğini
iddia eden şeyh taslaklarına büyüklerimiz tarikat hırsızı diye ad vermişlerdir.
Gerek İmâm-ı Rabbânî'nin eserinde ve gerekse Risâle-i Behâiyye'de rüya ile amelin caiz
olmadığı da ayrıca tasrih olunmuştur. 91
Zaten maksat insanın kendisinin olgunlaşması, şehvetin, şeytanın, nefsin elinden paçayı
kurtarması, kötü ahlak ve dünyaya meyil ve muhabbeti terk edip zühd ve takva sahibi olmasıdır. Nasıl
merâtibe riayetle yetişmemiş bir kumandanın muharebe kazanması muhal ise, netice itibariyle
ordusunda düşmana muvaffakiyet usullerini, tabiyelerini, korunma ve müdafaa kaidelerini bilmesi ve
maharet göstermesi icap ederse mürşitlik de öyledir; tabiatiyle ahiret yolunun vurucuları ve tehlikeleri,
hüsranları hiç şüphesiz dünyanınkinden çok fazla ve korkunçtur. İnsanları kötü bir akıbete, ben bunları
kurtaracağım diye atmak, dünya sevgisinin ve nefsin esiri, kölesi olmanın, binnetîce de cehlinin
alâmetidir. Fakat mürşitlik taslayan o zavallı insan bunları ve inceliklerini müdrik olmadığı için
lâfların güzelliğiyle ve bazı ilâhî ve kasideleri okumakla veya kitablardan öğrendiği bir takım sözlerle
işi halletmeye kalkışması kadar cehalet olamaz sanırım. Zira Halık-ı Zülcelâl Hazretleri en çok sevdiği
kulları, kendilerini başkalarına tanıtmayan ve başkalarının da kendisini bilmediği ve dünyaya iltifatı
olmayan zühd ve takvâ sahipleri olduğu beyan olunmuştur. Hele izhâr-ı kerametten o kadar sakınırlar
ki, onu âdeta kadının hayzı gibi sayarlar.
Netice olarak memleketlerin ve vatanın muhafazası ve müdafaası nasıl mücâhedelere ve
çalışmalara bağlı ise, dinin de muhafaza ve müdafaası ve tekemmülü böylece ve daha çok çalışmalara,
gayretlere, sabırlara bağlı olduğu inkâr edilemez bir hakikattir.
Hakiki üstazı, mürşidi ve mürebbîyi arayıp bulmak da namaz, oruç gibi bir farzdır. Böylesini
bulunca da ona tam manasıyla teslim olmak, emirlerine bilâ itiraz inkıyâd etmek lazımdır. Çünkü
itirazlar haklı dahi olsa tecviz edilmemiştir. Zira itiraz teslimiyete muhaliftir.

‫ِا‬
‫َمْن َم اَت َو ْمَل َيْع ِر ْف َم اَم َز َم اِنِه َفَقْد َم اَت مَيَْتًة َج اِهِلَّيًة‬
Zamanının din önderini bilmeden ölen kimse cahiliyet çağında ölmüş gibidir. Zamanındaki
mürşid-i kâmilleri arayıp bulmadan ve onlara tam manasıyla teslim olmadan ölenlerin hâlinin ne kadar
acıklı olacağı pek aşikârdır. Sonra vaktin ne kadar kıymetli ve aziz olduğunu da bilmek lazımdır ki,
onu boş yere zayi edip harcanmaya. Zira vakit nakittir, bir daha ele geçmez. Öyle ise bu kıymetli ve
aziz vakitlerini, aziz olan zikrullaha hasr etmek elbette daha evlâdır.

‫ِبِذ ِهلل ِئ‬


‫َاَال ْك ِر ا َتْطَم ُّن اْلُقُلوُب‬
Âyet-i celilesiyle, “kalplerin rahatlığı ve sükûnu zikrullâh ile olabileceği92” buyrulmuştur.
Vücudun rahatlığı da tabi ki kalbin rahatlığına bağlıdır. Zira kalbi rahat olmayanın vücudunun rahat
olması mümkün değildir. Öyle ise insana ve bahusus mümin ve müvahhide yakışan, Halık-ı Zülcelâl
vel İkrâm Hazretleri’ni lâyık-ı vechile ve usulüyle daima zikre kendini alıştırmaktır.
Bu hususta, Risâle-i Behâiyye'de beyan olunduğu vechile bu yolun altı esası vardır. Onlar da
şunlardır :
Zikr-i müdâm,
Murakabe,
Vükûf-ı kalbi,
Hıfz-ı nisbet,
Râbıta-i muhabbet,
91
Risâle-i Behâiyye, sayfa: 97
92
Ra’d 28

33
Sohbet-i şeyh.
Bunlardan biri noksan olsa bu tarîkat-i aliyyenin sırrına vâkıf olunmaz. 93
Zikrullahı murâd eden kimse üstü başı temiz olduğu halde ve mümkün oldukça temiz bir
yerde iki dizi üzerine ve mümkün olursa aks-i teverrük edip otura, dudaklarını birbirine yapıştırıp
dilini de damağına yapıştıra, gözlerini de yumup diğer azalarını da hareketten men edip üstazının
ruhaniyetinden istimdâd ede; sonra sol memesinin altındaki kalpten kalb-i hakîkîye Lafza-i celâli
nurdan harflerle nakş edip Vacibül Vücûd’a teveccüh ile kendinden geçe, bu hâl üzere zikrullahla
meşgul ola. Zikir tamamiyle kalpte yerleşip karar bulunca zikri ruha sonra sırra, hafiye, ahfâya daha
sonra nefs-i natıkaya nakl olunur. Nihayet fevk-ı re'ste, ümm-i dimağ da zikreder. Nihayet sultan-ı
zikir zuhur eder. Nefsaniyet tamamiyle muzmahil olup âsâr-i zikir bütün vücutta sârî olarak eczâyı
bedende zikri işitir. Artık zikrini hiçbir vecihle durdurmak mümkün olmaz; yani ne işle meşgul olursa
olsun o zikrinden ayrılmaz ve gafil de olmaz. İşte bundan sonra kendisine tevhid zikri verilir. O da
evvelki gibi kalpte, ruhta, sırda, hafî ile ahfada en az günde 5000 Tevhidi Lâ ilahe illallâh ı diliyle
zikreder. Bu merâtîpten sonra habs-i nefes ile her nefeste 21'e kadar nefes almadan kendisine
öğretildiği vechile 1001 kere tevhidine devam eder. Bunların murakabeleri ve duaları da vardır. Onları
da üstazı müridine telkin eder. Bunlar kitablardaki yazılarla olmaz. Onun için bunun inceliklerini
yazmaya lüzum görmedim. Çünkü boşuna bir emektir. Tevhîd ile cezbe-i kayyumiyyet, cezbe-i
kayyumiyyet ile murakabe, mürâkabe ile de fenây-ı tam yani yokluk hasıl olur. İşte o zaman da vâsıl-ı
Hak olup tehlikelerden kurtularak selamete erişir; vâsıl ilallâh olur.
Zâkir, İsm-i celâli zikri esnasında gördüğü nurlarla mukayyed olup kalmamalıdır. Zira bu
nurlar dahi envâr-ı ilâhiyyenin hicaplarındandır. İlâhî nurların bunların manasında olduğunu bilmeli;
yoksa bu nurlar ile takayyud zâkiri, Hakk'ın tecellisinden mahrum eder. Bu bahiste söylenmiş şu güzel
kıtayı sunuyoruz:

Zikr eyleyerek perde-i zulmetleri ref’et,


Ta ki ola envâr-i letaif sana peyda.

Zinhar sakın envâr-i letaiflere bakma;


Hakk'ın çün ola sende tecellisi hüveydâ.

Bu nurlar evvela kırmızı, sonra sarı, beyaz, yeşil, siyah olurlar. Bazen da ahfada beyaz nur
zahir olur. Fakat hakikatte nur vücûd-i insanîdir, taraf-ı ilâhîden mahvedilmiştir. Nefs-i natıkanın nuru
ise gök renginde mavi olarak zahir olur. Letaif tamamıyla ve kemâliyle tasfiye olmadan habs-i nefese
geçilse, kelime-i tevhidi zikirde zahmet çekilir ve belki kelime-i tevhidin neticesi onda zuhur etmez.
Yine bahsimizle ilgili bir kaç mısra takdim ediyoruz:

Kalbinle zikret ey hümâm,


İsm-i celâli her subh ü şâm,

Zikre huzûr üzre devam.


Eyle kemâl-i i'tisâm.

Nakl eyle ruha zikrini,


Ruhunda eyle fikrini,

93
Risâle-i Behâiyye, sayfa: 34

34
Ref’ eyledikde sırrını,
Sır cânibine kıl hırâm.

Sırrınla zikri muttasıl,


Şevk ile durma eylegil

Zikrinden olma munfasıl.


Ta bulmayınca sır nizâm.

Sırdan hafîye zikri ver,


Zikrinde eyle müstekır,

Olsun zikirden müstenîr,


Bulsun o da a'lâ makam,

Zikri hafîden al geçir.


Ahfâda durma zikri sür,

Nakl eyle zikri nefse ta,


İtsin o da zikrin edâ.

Sultan-ı zikr etse zuhûr,


Olsa vücûdun ğark-ı nur,

Eczây-ı cismin bî-kusur,


Zikri ederler iltizâm.

Bu nimetin bil kadrini,


Eyle Hudâ'nın şükrünü.

İsm-i celâl olan Allah ism-i şerifinin zikrinden ve letaiflerdeki mahallerinden sonra zikr-i
tevhide geçer ve onun da murakabelerinden sonra o kimseye habs-i nefes ile tevhîd zikri verilir ki, Lâ
kelimesinin göbeğini alıp uçlarını dimağına uzatır. İlahe kelimesini sağ omuzdan yazar ve İllallah
kelimesini ters olarak yukarıdan aşağı yazar ve Allah lafzını kalbine sertçe indirir. Bunu bir nefeste 21
kere kadar yapmaya gayret eder ve günde 1001 kere tekrarlar.
Netice, zikrin nefiy tarafında yani Lâ kısmında nefy-i vücûd-ı beşeriyyet hasıl olup, İllâ isbât
kısmında ise cezbe-i kayyûmiyyet zahir olmaktadır. Bu netice hasıl olmazsa zâkirin âdâb-ı zikrindeki
kusurundan nâşîdir.
Âdâb-ı zikir de şunlardır:
Zikreden, zikrini huzur üzere edip, manası olan lâ maksude illallah mülâhaza ederek ve bu
mülâhazada son derece dikkat ve ihtimam üzere olarak bütün dünya ve ahirete müteallık mâsivâyı ve
bütün ilim ve âmâli nefiy tarafında mülâhaza ile nefy-i beriyyete son derece sa'y ede ve bütün havâtırı

35
-gerek hayır, gerek şer- kalbinden çıkara ve isbât tarafında İllallah deyince, Hak Sübhânehû ve
Teâlâ’nın birliğini mülâhazada nefsini yok ede. Bu tevhidinde akla nazar etmeye. Beş vakit namazını
sünnetleriyle birlikte, vakitlerinde cemaatle ta'dîl-i erkâna riayet ederek edâ ede. Sonra halktan uzlet
edip bütün vakıtlarını kelime-i tevhidin zikrine hasreyleye.
Zikrin edeplerine riayetle zikrin neticesini tahsil ederse, o zaman üstazı ona murakabeyi talim
eder ve zâkir artık murakabe ile meşgul olup zikri muvakkaten terk eder. Her gün diliyle en aşağı 5000
kelime-i Tevhidi gizlice zikreder.

Gönül mecmuasında ders olan ma'nây-ı Tevhidi


Lisânı zikr ile meşgul olanlar eyledi izhâr.

Mükedder olsa mirât-ı gönül ceng-i teallukdan.


Olur tevhîd ile saykal bulursa mazhar-i esrar.

Malum olduğu vechile murakabe, gözlemek demektir. Kedinin fareyi gözlediği sıradaki
dikkati bize bir ders olabilir. Talib-i Hak olan kimse, Hak Teâlâ’nın emrettiğini işleyip nehyettiği
bütün yasaklardan ictinâb ile her hal, zaman ve mekânda kulun cemî-'i ahvâline muttali olduğunu
mülâhaza ede ve bundan asla gafil olmaya. Bu hal nihayet kendisine bir meleke ola.
Kişinin efdal-i imanı, kendi nerede olursa olsun Allahü Teâlâ Hazretleri ilmen kendisini muhît
olduğunu bilmesidir.

Gözetir Halıkını hergiz unutmaz


Ömrünü zâyı' edip olmaz o Hak’tan gafil.

Nazar et çeşm-i basîretle Cenâb-ı Hakk’a.


Olma bir demde nezâretten o semte zâhil.

Murakabenin usülû budur ki, murakabe kasteden kimse tenha bir yerde tehâret-i kâmile ile
oturup bütün mevcudatı yok zanneder. Hatırını tamamiyle her şeyden ayırır. Muhabbet-i tamme ile
bütün letaifleriyle birlikte Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eder, ta ki kendinden geçe ve buna devam ede.
Hatırına bir şeyler gelirse derhal onları ihraç ede. Ya zikr-i lisan veya zikr-i kalple zikrede ve yine
murakabesine devam ede. Ta ki havâtır tamamiyle silinip selamet bula ve artık hatırına bir şeyler
gelmeye. Murakabeden ayrılmayıp Cenâb-ı Hakk'ı iştiyak ile ve aşkla mülâhazaya devam edip ehl-i
gafletten son derece uzak ola ve dilinden istiğfarı bırakmaya. Her şeyde Hak Teâlâ’nın envârına nazır
ve esrarına mürâkıb ola.

Beyit
Gerek sâlikliğe dâim Hak ile üns ede canda,
Görür gibi mürâkıb olmak ister Hakk’ı her anda.

Vukuf-i kalbi ise üçüncü şart idi:


Kalbini bütün hatıralardan ve fikirlerden tecrîd edip boşalta ve teveccüh-ü tam ile kalbe
teveccüh ede. Sonra da basiret gözüyle hakîkat-i kalbe nazar edip dura ve esrâr-ı Hakk'ın zuhuruna
kalbinde muntazır ola.

36
Beyit
Kalptir âyine-i esrâr-ı İlâh,
Görür esrârı eden kalbe nigâh.

Müminin kalbi hazâin-i melekûtten bir hazinedir. Bir kimse kalbini havâtır ve vesveselerden
sıyırır ve kurtarırsa, temizleyip basiret gözüyle kalbine baksa, kalpte olan nurlar ve envâr-i vahdet,
esrâr-ı rübûbiyyet ona münkeşif olur. Cenâb-ı Hak o kulunu çeşitli kerametlerle mükerrem ve
muhterem eder. Zira müşahedeye mâni olan, dünyaya bağlılık, te'allükât ve nükûş-ı kâinattır ki, mir'ât-
i kalp yani gönül aynası onlarla mahcup ve mukedder olup esrâr-ı vahdeti görmez ve bilmez.
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri insanın hakikatini kalbine koymuş ve onu sıfât-ı
nefsâniyyesiyle örtmüştür. Bir kimse sıfât-ı nefsâniyeden -ki, mezmum olan huylardır; benlik, riya,
kibir, hased, nemime, hırs, gazap, gıybet, hayâsızlık, buhl, korkaklık, merhametsizlik ve emsali gibi
kötü sıfatlar- kendisini kurtardığı zaman kalbinin hakikatine teveccüh etme (Men arefe nefsehû fekad
arefe Rabbehû) sırrı zuhur eder. Bu hadisteki “nefs” den murad, hakîkat-i insandır ki, Allâhü Celle ve
Âla Hazretleri onu kalbine koymuştur. Kalbe teveccühe devam eden kişiye hakikat keşfolunur.

Kâşif gerek mezâhir-i esmâyı bilmeğe.


Arif gerek hakâyık-ı eşyayı bilmeğe.

Ol kimse kim hakîkat-i nefsi bilmiye.


Mümkün müdür o kimseye Mevlâ’yı bilmeğe.

Bununla beraber maddi manevi bütün günahlardan hatta kerahetlerden bile kaçar, uzak kalır
ve edebe çok riayet edip, daima kendisinin Halık-ı Zülcelâl Hazretleri murakabesi altında olduğuna
yakînen ve tam bir imanla inanır ve kalbine bu vechile teveccüh eder.

Bu teveccühünde kalbini ağyardan muhafaza edip yarım veya bir saat içinde kalbine ağyardan
bir şey gelmezse ve buna kadir olunca elbette kalbinde tecellî-i Hak zuhur edip vâsıl-ı Hak olur ve bir
daha başka yola muhtaç olmaz.

Kalbtir sâlikin nazargâhi,


Eder onda tecellîleri seyrân.

Okunur kalbde ders-i ilm-i ledün,


Keşf olur anda sâlike irfan.

Ruh-u insanı Hudâ eyledi kendi haremi,


Kodu anda ne kadar varsa sırr-ı kademi.

Kalbi, dergâh-i muallâsı edip ol haremin,


Gözleyen kimse o dergâhı görür çok keremi.

37
Cümle ârifler o dergâhdan erişdi Hakk’a,
Öyle dergâh kim o, âleme sığmaz ızamı.

İntisâb eyle o dergâh-ı muallâya, yürü,


Çekme beyhûde gezib âlem-i firkatte gamı.

Durma var yüz sür o dergâha niyâz eyleyi gör.


Sana keşf ede Hudâ, öyle ulûm ü hikemi.

Dördüncü vazife ise hıfz-ı nisbet idi:


Nisbetin muhafazası bu yolda yürümek isteyen kimseler için rükn-ü azîm ve çok mühim bir
esastır. Sâlik nisbetin muhafazası için, üstazından aldığı derslere ve ahidlere son derece riayetkar
olmakla beraber, hiçbir zaman derslerini, zikrini, evradını, kıraatini, namaz ve niyazını ve cemaati
bırakmamak ve onun sözünden dışarı çıkmamak, derse başka bir şey ilâve etmemek ve dersten eksik
yapmamak, başka üstazların sohbetlerine gitmemek, hatta üstazından gayri hiçbir ehl-i sülük ile
görüşmemek ve hatta üstazına muhalif olan kimselerle görüşmemek, yani sohbet etmemek lazımdır.
Öyle ki, “Beni Hakk'a vasıl kılacak ancak üstazımdır” diye itikat ede ve bütün tekliflerini can ü
gönülden kabul edip hepisini üstazının dediği gibi işleye. Onu Resûlullâh'ın vekili bile. Ona itaati ve
tabi' olmayı Allâhü Celle ve Âlâ’ya ve Resulü’ne itaattir diye itikat ede. Bu itaat ve i'tikadde
olmayanın nur-u iktidâ kalbinden zail olur ve Hakk'a vâsıl olamaz. Binaenaleyh üstazından aldığı
dersleri ihmal edip yapmazsa ahdini bozmuş olacağından yeniden özür dileyip ahdini tazelemek
gerekir:

Hıfz-ı nisbetle 94 erer ehl-i irâdet vasla.


Olur envâ-ı kerâmâte tarikatte cedîr.

Emr-i şeyhi gözetip hükmüne teslim olanın,


Güç olan işleri elbette olur cümle yesîr

Şeyhine sıdk ile var da ona eyle hizmet.


Emrine taate kıl nefsini bir abd-i esîr.

Kişinin kalbinde Hak Celle ve Âlâ Hazretleri kibriyâ ve azametiyle marifet ve muhabbeti
kararlaştırıp, daima Hak Celle ve Alâ’dan agâh olduğu keyfiyyetidir. Agâh olmak, uyanık bulunmak
demektir. Eğer bir kimse bütün ilimleri kesb etse son nefesinde ona hiçbir faydası olmaz; meğer ki
nisbet-i huzur melekesini tahsil etmiş ola; gençliği ganimet bilip bir nice gün riyazetle huzur
melekesini tahsil edip saâdet-i ebediyeye nail ola.
Beşinci vazifesi ise; üstazına, mürebbîsine, şeyhına olan muhabbetten ibarettir. Eğer müritte
bu râbıta-i muhabbet olmasa, şeyhinden hiçbir suretle istifade edemez; çünkü feyzine sebeb olan
râbıta-i muhabbettir. Bu sebebten bütün turuk-ı aliyyede râbıta-i muhabbet rükün, asıl ve esas
olmuştur. Binaenaleyh, âşıkın maşukunda kendini ifna ettiği gibi sâlikin de nefsini şeyhinin nefsinde
ifna etmesi, yok etmesi, onun emirlerinden hiçbir emri -velev ki hatalı dahi bulsa- katiyen itiraz et-
94
Nisbetin manası: Tarîk-ı aliyye sâdâtı, huzur ve âgâhlık melekesinden, “nisbet” lafzıyla tabir ve kinaye
ederler. Bazıları “muhabbet”, bazıları da “aşk” ile tabir buyurmuşlardır

38
meyip, reddetmeyip sözünü tutması lazımdır. İyi bilmeli ki, bu rabıtalar muhabbete mukarîn olmazsa
zerre kadar fayda vermediği gibi, belki de zarar verir.
Altıncı vazife de: Meşâyıhın sohbetine devam etmektir. Zira meşâyıhın ekseriyyâ müridlerine
ifade ve ifâzaları sohbet ile olmuştur. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri, ashâb-ı kiram hazeratına ifade ve
ifâzaları ekseriyetle sohbet ile vâki olduğundan ashâb-ı kiram Hazretleri’ne “sohbet” kökünden
alınarak “sahâbî” tesmiye olunmuştur. Hatta bazen arifler sâlikleri bir sohbette Hakk'a îsâl ederler.
Her ne kadar onların sohbetleri zahirde va'z ü nasihate dâir olmazsa da. Onun için ariflerin sohbetleri
sair nâsın kelamlarına kıyas olunmaya. Ariflerin sohbetleri feyz îrâs ettiği gibi, nazarları da feyz îrâs
eder. Çünkü bakışları ayn-ı Hak'dır. İşte Necmettin-i Kübrâ Hazretleri bir köpeğe olan nazarı ve bakışı
münasebetiyle o köpekte hâsıl olan hâlât bütün insanların hayretini mucip olmuştur.
Bilhassa Seyyid Ahmed-i Bedevi Hazretleri velayetlerinden ve kudret-i ruhaniyetlerinden idi
ki, bir sâlik huzurlarına istifâza niyetiyle gelse hemen o sâliki bir nazar-ı aliyye ile makam-ı velayete
eriştirir ve hilafet verirlerdi. Binaen alâ zâlik, tarikatte sohbet en büyük bir esastır.
Eğer sohbetin adabına riayet olunursa... Eğer riayet olunmazsa sohbetin faydası olmadığı gibi
belki zararı da olur.

Âdâb-ı sohbet de şunlardır:


Evvela mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rekat namaz kılmak, fukaraya
sadaka vermek, günahlardan ve kötü huylardan tövbe etmek, kalbini hatıralardan pâk etmek, içeri
girmek için izin istemek, eğer izin olursa ta'zîm ile huzuruna girmek ve edebe riayetle beraber niyet-i
hâlısa ile girmek, ellerini öpüp arka arkaya geri çekilmek, izin verilmedikçe oturmamak, izin
olmadıkça konuşmamak ve şeyhin yüzüne sebebsiz bakmamak, mahv-i vücûd edip sükut üzere otur-
mak, izin verilse dahi az konuşmak, hatırını evham ve hayâlâttan muhafaza etmek, şeyhin sohbetine
candan kulak verip dinlemek ve husn-i kabul etmek, anlayamadığı bir şey olursa onu kendi kusuruna
hamletmek, “ben anlayamadım” demek, hiçbir suretle şeyhin kavl, fiil ve ahvâline katiyen itiraz
etmemek, şeyhin kelamını haktır, diye itikat etmek ve sözlerini zabtedip muhafaza etmek, sonra yalnız
kalınca mülâhaza edip muktazâsıyla amel etmek, sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin
istemek ve ellerini, dizlerini öpüp geri geri gitmek, evine varınca iki rekat şükür namazı kılmak,
şeyhine dua etmek...

Şiir
Edeptir bâis-i vuslat Hudâ'ya
Edeptir zâd olan râh-ı hüdâya.

Edeple meclis-i şeyhe girenler


Bulur anda füyûz-ı bî-nihâye.

Tarîkatten garaz ancak edebdir,


Edeb oldu hakikat içre mâye.

Edeple şeyhine hizmet edenler


Erişdi fevk-ı arşa saldı sâye.

Hâcegân Hazretleri âdâb-ı tarîk hakkında on bir kelimeleri vardır ki, şunlardır :

39
Kelime-i tevhidi habs-i nefes ile zikretmek ve cemi' vakitlerini bununla meşgul etmek; zira
kelime-i tevhîd gibi kalbe cila veren zikir olmaz.

Kelime-i tevhidi söylerken tek adet üzere habs-i nefes ede ve nefesi salıvere. 21 adede
baliğ oldukta netice-i zikir hasıl olur. Netîce-i zikir zuhur etmezse, zakirin âdâb-ı zikirde kumiyyetin
zuhurudur. Bu mertebede netîce-i zikir zuhur etmezse, zakirin âdâb-ı zikirde kusurundandır. Yeniden
âdabına riayetle zikre meşgul ola. Âdâbı da dokuzdur. Erbabından öğrenilir.

İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî diye; nefesini ıtlâk ederken bu kelamı mülâhazanın
faydası şudur ki, iki nefesin arasını havâtırdan muhafaza etmiş olur ve zakirin aşkı Cânib-i Hakk'a
ziyâde olur. Eğer bu kelime mülâhaza olunmasa zikrin mâbeynine gaflet girer; gaflet girince de huzur
olmaz. Huzur olmayınca da zikrinde fena bulmaz. Fena bulmayınca da zikrin neticesi hasıl olmaz.
Onun için bu kelimeyi, yani İllâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî cümlesini söylemek ve mülâhaza
etmek oldu.

Zâkir, nefesini alıp verirken nefesini gafletten muhafaza etmek lazımdır. Zira nefesleri
muhafaza huzura sebebtir, huzur ise, rükn-ü a'zamdır. Bir kimse nefesi girip çıkarken gaflet etse
nefesleri zayi olmuş sayılır. Enfâsını zayi eden kimse nefsine mâlik olamaz ve dalâlette kalıp helak
olur, diye Şeyh Şehâbeddin (k.s.) Hazretleri buyurmuşlardır.

Beyit
Alma gafletle nefesi, etme sakın hüsrânı.
Alan enfâsı huzur üzre, bilir Sübhân’ı.

Hiçbir nefes yoktur ki, onda râyıha-i Vahdâniyyet-i Hak Sübhânehû ve Teâlâ olmaya. Bir
kimse nefeslerini huzur üzere alıp verse elbette o râyıha-i Vahdâniyet’ten kokular alır. Onun için
evliyâullâh yanında, hıfz-ı enfâs elzem ve efdâl-i â'mâl olur.

Kalbi havâtırdan muhafaza etmektir. Hak Teâlâ Hazretleri kalbi mir'ât-i cemâl-i zât u sıfat
eylediği gibi, havatırı da kalbin müşahedesine hicap eyledi. Bir kimse kalbini havatırın duhulünden
men etmese, Hakk'ın cemâl-i zâtını ve envâr-ı esmâ-u sıfatını müşahede edemez.
Sâlike kalbini havâtırdan muhafaza etmek o kadar lazımdır ki, eğer bir çeyrek veya yarım saat
kadar kalbini havâtırdan muhafaza edebiliyorsa, cemâl-i zâtı ve envâr-ı sıfatı müşahede eder; lâkin
kalbi havâtırdan bu kadar zaman muhafaza edebilmek pek de kolay bir şey değildir. Çok mücâhede ve
riyâzatlara muhtaçtır. Onun için kalbin havâtırdan muhafazası âlâ makam olmuştur. Kalbi havâtırdan
muhafaza etmenin yolu budur ki, sâlik bütün havassını mahsûsâta tealluktan men ede.
Aklını dahi ma'külâta95 taallûktan96 hıfzede. Kelime-i tevhidi çok söyleye. Kalbini başka şey-
lerle meşgul olmaktan muhafaza eyleye. İstiğfarı da çok yapıp Hakk'a tam manasıyla yönele. Nâsdan
mümkün mertebe kaçıp boş kelam söylemekten dilini tuta. Kalbini daima gözetleyip havatırın
girmesine mâni ola. Dünya işlerini imkan nisbetinde azaltıp kalbini meşgul eden işlerden son derece
sakına.

95
Ma'külât:
96
Taallûk: İlgi, bağ

40
Vükûf-i kalbi97’dir ki, vücutdaki kalbe teveccüh ederken basiret98 gözüyle de hakîkat-i kalbe
nazar edip durmaktır. Ta ki inayet-i ilâhiyyeye mazhar olup nisbet-i tarîkat-i aliyye onda takarrür99 ve
tahakkuk ede. Eğer sâlikler diğer zikir ve evradlarla sülükten müteessir 100 olmazlarsa, meşâyıh-ı izam
hazeratı bunlara vükûf-ı kalbiyi talim edip onu meşgul ederler. Ta ki onlarda terbiyeye kabiliyet gele.
Sonra sair vazifelerle meşgul edip Hakk'a vâsıl kılarlar. Bundan nâşi vükûf-ı kalbi bu yolda asıl ve
usûl oldu.

Vücûd-ı ehadiyyet-i Hak Teâlâ’yı her halde ve her şeyde devam üzere murakabeden ibarettir.
Vücûd-ı vahdet-i ilâhiyyeyi101 cemî-i mevcudatı102 muhît103, keyf104 ve kemden105, levh106 ve şekilden,
cihet ve mekândan münezzeh bir emr-i nûrânî bir vücûd-ı hakkânî mülâhaza ede ve daim o emr-i
nûrânîyi cemî-i eşyada murakabe ede. Bu murakabede fütur getirmeden müdâvemet107 eyleye. Ta ki
vücûd-ı zât-i Hak Sübhânehû ve Teâlâ’yı, bütün görünen eşyada müşahede eyleye. Zira bütün eşyanın
Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve birliğine delâlet eylediği cümlenin malumudur.
Eğer murakabe esnasında vesair zamanlarda kalbine havâtır hutûr 108 eylese, sâlik gözünü eşya-
dan bir şeye dikip ondan ayırmaya; taki o hatıralar def olup gide veyahut hatıralar gelince vücûd-ı
vahdet-i zât-ı ilâhiyyeyi mülâhaza ede; ta ki havâtırda vücûd-ı vahdet-i zât-i ilâhiye 109 zuhur edip
havâtır muzmahıl110 ola.

Nazar ber-kadem111 diye tabir olunan esastır ki, sâlikin yürüdüğü zamanda gözünü
ayaklarının ucuna dikip başka taraflara bakmamasıdır. Zira gözleri her ne zaman ki Hak'dan gayrı
şeylere bakar, gönüllerini elden kaçırırlar. Sonra onu toplamak pek de kolay olmaz. Onun için havâss-i
hamse112 yollarından biri olan gözü her yerde ve her halde güzelce muhafaza edip, dikkatini etrafa
dağıtmamak lazımdır. Bahusus devrimizde -ki her tarafın günahlarla dolu olduğu bir devirdir- insanın
evinden bile ihtiyaç olmadan sokağa çıkması caiz olmadığı halde, hanım kardeşlerimizin hatm-i
hâceye113 gitmeleri, -ister yakın olsun ister uzak- ne kadar tehlikeli ve zararlı olacağı da pek aşikârdır.
Hele şimdiki devrin toplantıları gıybet, dedikodu ve mâlâyani114, boş ve faydasız bir sürü sözlerle hem
gönüllerini öldürmetken, hem de sayısız günahlar kazanmaktan hâil olamazlar. Onun için hanım
kardeşlerimizin evlerinde oturup ev işleriyle ve çocuklarıyla ve efendileriyle meşgul olup, derslerini
de yine evlerinde yapmaları daha âlâ ve efdaldır.
Bazı nefsi cezb eden güzel şeylere bakmak sebebiyle kalpte alâka hasıl olup sâlik meftun olur
ve sülûkden mahrum kalır; Hak'tan da münkatı' olur. Orta ve müntehi sâlikler dahi yolda giderken
etrafa bakarak giderlerse huzûr-ı kalpleri ve cemiyet-i bâtınları zail olur. Sonra o cemiyeti tahsil, kat-ı
müşkül olur. Onun için sâliklerin cümlesine lazımdır ki, yolda giderken ve hatta otururken gözlerini
önünden ayırmaya. Nazar ber kadem manâsı dahi budur. Sâlikin masivâdan el çekip, cemiyeti dahi
97
Vükûf-i kalbi:
98
Basiret: Kalp gözüyle görme
99
Takarrür: Bir yerde karar kılma
100
Müteessir: Olumsuz etkilenme
101
Vücûd-ı vahdet-i ilâhiyye:
102
Mevcudat: Varlıklar
103
Muhît: Semt
104
Keyf: Sağlık, sıhhat, afiyet
105
Kem: Kötü
106
Levh: Yazı yazılan düz nesne
107
Müdâvemet: Devamlılık
108
Hutûr: Hatıralar
109
Vücûd-ı vahdet-i zât-i ilâhiye:
110
Muzmahıl: Perişan hale gelmiş
111
Nazar ber-kadem:
112
Havâss-i hamse:
113
Hatm-i hâce: Nakşibendi tarikatı mensuplarının Kuran-ı Kerim'den bazı sureleri belirli sayıda
okuyarak ve salavat getirerek toplu halde yaptıkları ayin.
114
Mâlâyani: Faydasız söz ve iş

41
terk edip tarîk-ı Hakk'a sa'y ve gayretle çalışıp âfâka nazarı terk eylemesi lazımdır.

Halvet der encümendir. Bu kelime bâtında Hak'la meşgul olup zahirde halk ile olmaktan
kinayedir. Bu ancak müntehi olan sâliklerin halidir. Zira mübtedî sâlikler ehl-i gaflet ile düşüp
kalktıklarından elbette kalplerinde perişanlık ve nisbetlerinde de noksanlık hasıl olur. Bunlara nâsdan
uzlet ve Hak ile ünsiyyet tahsili lazımdır; ta ki nâs ile muamelesi, Hak ile olan ünsiyyete mâni olmaya.
Halk ile cemiyet dahi Hak ile halvete mâni olmaya. Halvet-i zahire halvet-i bâtıneyi tahsil içindir.
Yoksa halvet-i zahire şeriatte ve sünnette makbul değildir, belki bidattir.

Sefer der vatandır. Sâlikin, mâsivâyı terk edip Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ile sefer etmesinden
veya sıfât-ı zemîmesini sıfât-ı hamîdeye tebdîl ve terakkisinden veya mertebe-i ilm-i yakînden ayn-ı
yakîne ve ayn-ı yakînden Hakk’el yakîne intikalinden ibarettir. Sâlik, bu zikrolunan mertebelerde
seyretmedikçe Hak Teâlâ’ya tekarrüb edemez. Sâliklerin zahirî seferleri bâtın seferini tahsil içindir. Bu
olmazsa zahirî seferi abestir, beden yorgunluğudur, taksirata ve birçok ibadetlerin de terkine sebeb
olur. Hatta bazı sâliklere göre zahiri sefer haramdır. Onun için hâcegân hazretleri zahirî sefere itibâr
etmeyip bâtınî seferi murâd edip, “sâlikin seferi vatandadır” dediler.

Vukuf-ı zamânîndir ki, bulunduğu zaman-ı hâle muttali olup, geçmiş zamanı da
muhasebeden ibarettir. Zira insana lazım olan her vaktini gözetip muktazâsıyla amel etmektir. Her
gününü, akşamda ve gecesinde ve sabahta muhasebe edip göre ki, geçen vakitler ibadetle mi geçti,
yoksa günah, hata, isyan ve kabahatlerle mi geçti? Eğer taatle geçti ise Cenâb-ı Hakk'a hamd ü sena ve
şükür edip ibadetlerine devam ede. Yok, eğer isyan, kusur ve muhalefetle geçtiyse tövbe ve istiğfar
edip gelecekte bir daha bu gibi hatalara düşmemeye dikkat edip taat-ı ilâhiyyeye sa'y ü gayret gösterip
gafleti terk ede. Zira gafletin, günahların en büyüğü olduğunu ehlullah kitablarında beyan etmişlerdir.
Gafletin başlıcası Hak'dan i'râz olduğunu, bir zaman ve bir an Allah'tan gafletin cehenneme girmekten
daha şedîd olduğunu da ayrıca izah eylemişlerdir. Bütün ömrünü gafletle geçiren kişilerin hâline artık
ne demek lazım geleceği erbâb-ı insafa bırakılır.
İnsan kendini yoktan halk eden ve ana karnında yetiştiren, sonra dünyaya çıkarıp çocukluktan
kemâle ulaştıran ve İslâm dîni gibi güzel bir din ile mütedeyyin kılan; akıl, fikir, sağlık, afiyet, sıhhat
ve mütenâsib endam ile kusursuz yaratan ve göz, kulak gibi nimetlerle mütena'im kılan; itaat etiği
takdirde cennet ve cemâliyle taltif edeceğini, aksi takdirde, isyan ederse cehennemiyle
cezalandıracağını önceden haber veren ve binaen aleyh bu iki yoldan hangisini isterse hareket etmekte
sahibini muhayyer kılan ve nihayet saymakla bitmez bütün bu nimetlerle kendisini perverde eden
Allâhu Zülcelâl Hazretleri’nden nasıl olur da gafil olur. Halbuki gideceği yer yine O'nadır; kaçmak
kurtulmak imkanı da yoktur. Öyle ise onun kapısından ayrılma ve ondan gayrisine de bakma ki, helak
olmayasın. Dâim-ü izzeti Allah'tan iste ki, O senin Rabb’indır. O'nunla iftihar eyle ki, sen O'nun
kulusun.
Hazret-i Ali (k.v.) buyurmuşlar ki, “Sen benim Rabb’im olduğun müddetçe o izzet bana yeter;
ben de Sen’in kulun olabildiğim müddetçe, bu da bana iftihar etmek için kâfidir.”
Her kim izzeti, Allâhü Celle ve Âlâ’dan bekler ve isterse, her şey onun önünde zelil olur ve
izzeti daim olur. Bunun aksine izzeti Allâhü Celle ve Âla’nın gayrısından isteyen ve bekleyenler de,
herkesin yanında zelil olur; ve bu zillet de daim olur. Nitekim meşhur olan Hazret-i Ömer (r.a.)’in
hikâyesi buna en güzel bir delildir:
Şam-ı Şerif’e ma'iyetiyle beraber yaklaştıkları sırada önlerine çıkan bir sudan geçmek için
ayakkabılarını omuzuna alıp devesinin de ipinden tutarak ve eteklerini toplayarak sudan geçmeye
hazırlanırken, kumandan olan zat der ki:
Yâ Emîrel müminin, ehl-i Şâm’ın kibarları ve büyükleri karşıda sizi istikbal için
hazırlanıyorlar, bu vaziyette ise sizin izzet ve şerefinize nakısa gelir, diyerek, kendisinin devesine
binmek suretiyle bir devlet adamına yakışır şekilde gitmesi arzusunu izhar etmesine karşılık, Hazret-i
Ömer (r.a.) hemen celâdetini izhar ile, kumandanı göğsünden iterek:”

42
Allahü Teâlâ’nın bize verdiği izzet yetmiyor mu ki, biz kullarnın vereceği izzet ve şerefe
muhtaç olalım, onlardan paye ve kıymet bekleyelim” diyerek ona lazım gelen dersi vermiştir.
Deveye binmemesinin bir sebebi de, kölesiyle nöbetleşerek bindikleri için o sırada binme
nöbeti kölede olduğundandı. Her işinde adaletin timsâli olan Hazret-i Ömer (r.a.)’in şu hâli bütün
ümmet-i Muhammed için bir numune olması gerektir.
İnsan kıymetinin ne demek olduğunu bu mübarek zât bütün beşeriyyete bakın nasıl
göstermiştir. Kölesi dahi olsa, o da bir insandır, Allâhü Celle ve Âlâ’nın yarattığı bir mahlûktur. Hem
kendileri Emîrel müminîn Halîfe-i rûy-i zemîn olduğu halde, kölesini de devesine bindirip kendisinin
deveyi yedmesi, ne büyük bir tevazu örneği ve ne kıymet biçilmesine imkan olmayan bir alicenaplık
numunesidir. İnsan haklarına karşı göstermiş olduğu bu büyüklük harikası kıyamete kadar bütün
beşeriyyetin hayranlık ve takdirini mûcib olacak değerde asil bir harekettir.
Bütün saadet ve selamet ancak ve ancak İslamî düsturlara tam riayetle bulunacak ve insanların
hakiki sükun ve huzura kavuşmaları da yine Müslümanlıkla olacaktır.
Bizim anladığımız Müslümanlıkla hakiki Müslümanlığın ne demek olduğu güzelce anlaşılmış
olur. Cenâb-ı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri hemen cümlemizi hakîkat-i İslamiyye’yi anlayıp ona
göre hareket etmemizi nasip buyursun, âmîn.
Bu sayılan 11 esasa riayetle hareket etmek, insanın hürriyetine kavuşmasına ve nefsin elinden
kurtulmasına, hakiki mürid olmasına ve dolayısıyla da kalbin hakîkat-i zikre ulaşmasına vesile olur.
Çünkü bir insan ne kadar çok zikir ve ibadetlerle meşgul olup geceleri kâim, gündüzleri sâim dahi
olsa, nefsin elinden kurtulmadıkça büyük ve küçük bilumum günahlardan ve hatta mekruhlardan
yakasını sıyırmadıkça ibadetlerinin ne lezzetini alabilir ve ne de kalbi hakiki zikre nail olabilir.
İnsanlar sıhhatlerinin iktizası mümkün oldukça yaz mevsimlerinde havası güzel, suları soğuk
ve tatlı olan yeşillik, ormanlık mıntıkaları veya sıcak su kaplıcaları olan yerleri arar ve bulurlar.
Oralarda hâline göre bir müddet ikamet ederek sıhhî faydalar elde etmeğe çalışırlar da hayat-ı
ebediyyelerinde kendilerine huzur ve selameti kazandıracak hakiki insanlık ve İslamlığı aşılayacak
zevât-ı muhteremeleri arayıp bulmak ve onların huzurlarında hiç olmazsa 10-20-30-40 gün kadar kısa
da olsa bir müddet oturup bilmediklerini öğrenip feyzyâb olmak devlet ve şerefini istemezler mi?
Fakat bazı böyle yüksek huzurlarda çok bulunan bedbahtlar da vardır ki, onların huzuru o âlî ve
muhterem zâtları rahatsız etmekten ve mânen onları incitmekten başka bir işe yaramaz. Zira edebe
riayeti olmadığı gibi, söylenenleri de kulaklarına sokmazlar. Bunlar bildikleri ve gördükleriyle amel
etmedikleri gibi gıybet ve dedikodulardan da kendilerini alamazlar. Daima birbirlerinin aleyhinde
bulunmakla beraber, kendilerinden başkasını da beğenmezler. Kibir, ucüb, riya, hased, hırs, gazap ve
şehvetin esiri olarak aziz ömürlerini şu fânî dünyanın üç beş günlük hayatına feda edip, ahiretin saadet
ve selametini gayıb ederler ki, ne büyük bir hüsran ve telafisi mümkün olmayan ne büyük bir zarar ve
felakettir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi hıfz u himayesinde daim buyursun, âmîn...
Sâlik, sülûkün hangi mertebesinde olursa olsun vaktini muhafaza ve muhasebe edip, zayi olan
zamanların telafisine çalışmak ona vacip olur. Çünkü, vaktinde vazifesini yapmayıp ihmal edenin,
gaybettiği vakit zayiattandır.

Şiir
Nakd-i ömrü yok yere sarf etme gaflet eyleyip,
Her zaman taatte ol gafletle ebter olmagil.

Vaktine âlim olup derk eyle durr-u nef' ini.


Olma câhil vaktine hüsrâna mazhar olmagil.

43
Ta'mîr-i evkât ve tedârik-i mâfât böyle olmalıdır: Vaktini zâyi eden kimseye lazımdır ki,
gündüzünü sâim gecelerini de kâim ola, kalbini tefrikadan, dağınıklıktan, gaflet ve tealluk-ı mâsivadan
hıfzede, dilini boş sözlerden ve gözünü faydasız şeylere bakmaktan, kulaklarını lüzumsuz ve günahı
mucip seslerden, ayaklarını abes yerlere gitmekten muhafaza ede, haram ve şüpheli şeyleri yemekten
son derece sakına, icabında açlık ve susuzluğa tahammül ve devam ede; ahlak-ı zemîmeyi toptan terk
ede, ehl-i dünyadan da son derece uzaklaşa. Daima tövbe ve istiğfâre devam ede, emr-i ma'ruf ve
nehy-i münkerden de geri kalmaya, zühd ve takva üzere ola, vaktinde yapılması lazım gelen taati ve
zikri vakitlerinde yapıp başka zamana bırakmaya, tembellikten son derece sakına, zira, ahiret yolunun
en büyük afeti tembelliktir, daima mücâhedeyi elden bırakmaya, muhabbet-i ilâhiyyeye mâni olan her
şeyden, haramdan kaçar gibi kaça, her vaktini ganimet bilip, hiçbir vaktin faydasını kaçırmaya; çünkü;

‫َاْل اِئ َك ِث ٌة ِعَظ اْل اِئِب َذ ا اْل ْقِت ِبَال َفاِئَد ٍة‬
‫َه ُب َو‬ ‫َم َص ُب َري َو ُم َم َص‬
Yani; “musibetler pek çoktur, fakat en büyük musibet ise vaktin faydasız ve boş yere
geçmesidir.” Allah muhafaza buyursun. Ya bu kıymetli vakitleri bir de günah yerlerde ve günah
işlerde geçerse, bu zâyiât ne büyük bir zâyiattır.
Meşâyıh-ı kiram hazretleri vasiyetlerinde buyurulmuştur ki: Tarîkat-i aliyyenin hıfzı mümkün
olmaz, ta ki bu on iki şart yerine getirilmedikçe ve sâlik bunlarla huylanmadıkça:
Halk ile karışmayı terk etmeli, ihtilâtı ancak zaruret miktarı ola.
Nimetlerle ve lezzetli şeylerle zevklenmeyi terkede, ta ki kanaat ile muttasıf ola.
Beş vakit namazı cemaatle kıla, âdaba riayet ve devam ede; gidip gelirken önünden başka yere
bakmaya.
Yeri gelmedikçe katiyen konuşmaya.
Helal yiyip haramdan kaça, şüphelilerden de sakına.
Halkın ezâsına sabır ve tahammül ede, zira tahammülsüz adam seyyid olmaz.
Ehl ü iyâlına şiddet-i muhabbetten ihtiraz ede, zira kasvet-i kalbi muciptir.
Cömertliği, kendi muhtaç olduğu zamanda bile elden komaya; başka muhtaçları kendine tercih
ede ve bunu kendine hulk ve huy edine, bilhassa fukara ve mesâkine karşı cömert ola.
Ehl ü iyâl ve ahbaplarıyla husn-ü huluk ile muamele ede.
Ehl-i dünyadan kaça ve onlara tevazuyu terk ede.
Gecede ve gündüzde evradını muhafaza ve devam ede.
Huzûr-ı kalple ve devam üzere zikre dikkat ve ihtimam eyleye.

Kişi bu on iki şarta Cenâb-ı Hakk'ın izin ve tevfîkıyla devam eylese elbette gönlü ibadet ve
taatle üns tutar, halktan ayrılıp kalbe murakabe kapısı açılarak müşahedeye istidat hasıl olur ki, bu
sıddıklar mertebesidir. Lâkin bir on iki şart daha vardır ki, evvelkilerin devamına sebeb olurlar:

Halkın reddine ve kabulüne iltifat etmeye, yani söz dinleyip dinlememesine bakmadan yoluna
devam ede.
Halkın zemmine ve methine itibar etmeye.
Dünya işlerinde maksadına nail olamadığına sabır ve rıza göstere.
Aleyhine de olsa, daima doğruyu söyleye.
Kimseye fena ve kötü dua etmeye.
Başkalarını kendinden efdal ve hayırlı bile.

44
Gece ve gündüz zikrullahtan fariğ olmaya.
İşlerinde istiharesiz ve müşaveresiz hareket etmeye.
Mühim olan işlerinde ervâh-ı meşâyıhdan istimdat eyleye.
Halkla katiyen muhasamat yani düşmanlık etmeye ve nefsini islahla meşgul ola.
Hiçbir vechile müminler hakkında gıll ü ğış ve kin tutmaya.
Müminler hakkında hayır duadan hiçbir zaman gafil olmaya.
Ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmâîn.

Ulemâ ve hükemâ demişlerdir ki: Kişinin nefs-i natıkasını bilip kendinde gizlenen ve saklanan
ve vaz' olunan fezâili ve kemâlâtı ve hakâyıkı ve onların kadir ve kıymetlerinin ne olduğunu bilip
anlaması, fezâil ve marifetin esası, âlem-i melekût ve müşâhedâtın miftah ve mübtenâsıdır.
Kim ki nefsini bilmeye, ona insan ismini ıtlak etmek, yani vermek sahih olmaz. “Men ârefe
nefsehû” sırrına vâkıf olmayanın, hayvanlıktan gayri nasibi olmaz. 115
Şeyh Muhammed Üftade (k.s.) Hazretleri buyururlar ki116: Kişinin nefsini ahlak-ı
zemîmelerden temizlemesi ve kötü huylardan kurtarıp ıslah eylemesi, en mühim ve en faydalı ve
hayırlı işlerdendir. Ta ki âhir hâlinde, son zamanında muztarib ve mütezellil olmaya. Şol kişiler ki,
el'ân zamanımızda seyr-i sülük iddia ederler, fakat nefsin hallerini ve hilelerini bilmezler. Bundan nâşî
ekser-i zamanda halleri, da'vâlarını tekzib edip biribirlerini gâh sever ve gâh buğz, adavet ve haset
ederler. İşte bu haller nefsin mekir ve hilelerini bilmediklerinden ve hamlıklarından neş'et eder.
Bununla beraber üzerimize vacip olan, cümleyi kendimizden hayırlı ve efdal bilmektir. Nefs ile
mücâhedeyi hiçbir zaman elden bırakmamak ve tevhîd çomağıyla emmâreliği mutmeinneliğe ve
cadde-i istikamete sokmaktır. Malumdur ki, sülük ve mücâhededen murâd, kişi kalbini mâsivâya
iltifat, itibar, meyil ve muhabbetten halâs ve Cenâb-ı Hakk'a teveccüh-i tam ile teveccüh edip saâdet-i
ebediyyesine sa'y ve gayret etmesidir.
Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Edep ikidir: Biri gizli biri de aşikârdır.” Gizli olana âdâbü’s sır derler ki, kalbin tahareti ve
temizliğidir. Bu manevi olan âdâptır. Aşikâr olanı ise, temizliğin zahir olanıdır ki, bu da bütün azaları
masiyetten, küçük, büyük bütün günahlardan ve kusurlardan muhafaza etmektir.
Huccet-ül İslam şeyh Muhammed el-Gazâlî (k.s.) hazretleri, kulun iki cihanda necat ve
selameti ve saadet-i ebediyyeye ne ile vâsıl olacağını beyan sadedinde buyururlar ki:
“Ey birader, muhakkak bilip anlayasın ki, kul için Allahü Teâlâ’nın likâsından gayride katiyen
necat yoktur ve likâ'ullaha da ancak Allahü Teâlâ’ya muhabbet, ve marifet üzere ömr-ü dünyevisini
ifna ve Hakk'â arif ve muhib olduğu halde fevt olmaktan gayrı çâre ve tarîk yoktur. Zira Hakk'ın
muhabbet ve ünsiyyeti ancak Hak Sübhânehû ve Teâlâ’yı devam üzere zikirle hasıl olur.”
Marifetullah dahi Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın ef’âl ve sıfatına ve acâib-i masnû'âtına devam
üzere tefekkür ve teemmül ile hâsıl olur. Bu ise ancak dünyaya ve dünya şehevâtını terk edip, kifâf ve
zaruret miktarına kanaat ile gecede, gündüzde vakitlerini zikr ü fikr ve evrâd-u vezâif-i ubûdiyyete
devam ve lâyık-ı vechile yapmaktan mümkün olur. Hemen Cenâb-ı Hak Sübhânehû ve Teâlâ
cümlemizi inayet ve ihsan ile tevfîkât-i samedâniyyesine mazhar buyursun, âmîn ve sallalâhû alâ
seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlîhî ecmain...
Şeyh Sa'dettin-i Kaşgarî (k.s.) Hazretleri buyururlar ki:
“Ey yârân, biliyor musunuz ki Hak Celle ve Âla Hazretleri bunca azamet ve kibriyâsıyla
sizlere gayet yakındır; daima bu itikat üzere olasınız. Bu mana hâlen sizlere malum değilse bile, siz
daim edep üzere olup gerek yalnız, gerek cemaat içinde, hatta çok tenha bir evin içinde dahi olsanız

115
Hasbühâlis sâlik fî akvalil-mesâlik haşiyesinde sayfa 22-31
116
Hasbühâlis sâlik fî akvalil-mesâlik haşiyesinde sayfa 32.

45
ayağınızı uzatmayıp utanarak gözlerinizi yumup oturasınız. Zahirde ve bâtında Hak'la dürüst olasınız.
Âdâb-ı zahire ve bâtınaya riayet edip, emirlere uyup, yasaklardan kaçmak, daima abdestli olmak,
istiğfar ve sükute devamla bütün işlerinde ihtiyata riayetle beraber selef-i sâlihînin eserlerini okumak
ve imkan nisbetinde onları kendinde tatbik etmeğe çalışmak gerektir.
Âdâb-ı bâtına ve âdâb-ı kalbiyyenin ehem ve elzemi yani en lüzumlusu ağyar hâtırasından
firar etmektir. Gerek hayır ve gerek şer ikisi de hicapta beraberdir.”

MÜMİNLERİN KARDEŞLİK VAZİFELERİ VE BUNUN


EHEMMİYYETİ VE FEZÂİLİ
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbül Felak Hazretleri Sûre-i Hucurât'ta müminlerin kardeş
olduğunu bildirmiş; bunu da bir edây-ı tahsis ile te'kîd buyurmuştur. Böylece “müminler ancak
kardeşlerdir” fermân-ı celilesi sâdır olmuştur. Bu edây-ı tahsis bir de âlimler hakkında sâdır olmuştur
ve Allah'tan korkanların ancak ulemâ olduğu beyan buyurulmuştur. Buna binâen ulema-i kiram
Hazretleri buyurmuşlar ki: “Havf ve haşyet, yani Hak korkusu ilmin mülazımıdır.” Bu sebeble havf ve
haşyet, yani korkudan ârî olan, kaçılması ve sakınılması lazım olan günahları irtikâb eden kimselerin
ilim sahibi olmaları, yani hakikî ulemâdan olmaları mümkün olmaz. Çünkü ilmin sıfatı olan haşyet
kendisinde olmadığından bildiklerinin hiçbir kıymeti olmaz. Bunun gibi kardeşlik haklarına riayet
etmeyen Müslümanların, müminlerin de kıymeti o kadardır.
Hazret-i Ömer (r.a.) in halîfe-i rûy-i zemîn olduğu halde bir kölesine karşı gösterdiği şefkat ve
merhameti insanlara ve bahusus müminlere bilfiil göstermesi ne kadar şâyân-i takdir ve tebriktir. Bu
halin bütün Müslümanlarca, biribirlerine karşı kardeşlik haklarına riayeten yapılması elbette çok
lazımdır. Zira bütün müminlerin, bir ceset gibi yekpare olduklarını bir hadis-i şerif ifade etmiştir.
Binaenaleyh nasıl bir taraflarının ağrıması ve sızlaması bütün vücudun rahatsız olmasına sebeb
oluyorsa, mümin ve Müslümanlardan birinin rahatsızlığı da hepsini rahatsız eder. Eğer rahatsız
olmuyorsa ve hiç umursamıyorsa, onun imanın çok zaîf oluğunun alâmetidir. Çünkü mesela, el veya
ayak parmaklarının bir sebebten nâşî kesilmesinden haberi olmayan bir insanın ya morfinlenmiş veya
ölüme yaklaşmış olduğu anlaşılır. Bu hal ancak ölüm hali olabilir, artık kendisinden faydalanmak
mümkün değildir. İşte bunun gibi hakiki mümin, kardeşinin sürûru ile mesrur, gam ve kederiyle
mağmum ve mükedder olur. Bu sebebten insanın nefsiyle mücâhede edip onu kemale ulaştırması en
mühim vazifelerinden biridir. Bir müminin bir mümin kardeşini hasbeten lillâh sevmesi, imanın
lezzetini bulmasına kâfidir. Biribirlerini hasbeten lillâh sevenlerin, Allâhü Celle ve Âla Hazretleri
nihayetsiz eltaf-i sübhâniyyesine nail olması, meleklerini bile imrendirmiştir. Hâlık-ı Zülcelâl
Hazretleri de kendisini sevdiğini beyan buyurmaları ve bahusus kıyamet gününde nail olacağı husûsî
ikram ve ihsanlara peygamberlerin, sıddıkların ve şühedânın bile gıbta ettikleri pek açık bir lisanla
beyan buyurulması, kardeşlik haklarına riayetin ne kadar kıymetli ve ehemmiyyetli olduğunu pek
güzel bir şekilde izah etmektedir. Onun için hac vazifesini yapan bir Müslümanın bir gazası kırk
hactan, hac vazifesini yapmayanın bir haccı da kırk gazâdan hayırlı olmasının hikmeti ne güzel
anlaşılır. Binaenaleyh mümin daimî bir cihad halindedir; bu cihad Allâhü Teâlâ’ya hiçbir suretle isyan
etmeyip, emirlerini tutup, yasaklarından kaçmaktır.
Abdullah ibn-i Mübarek (k.s.) buyurmuşlar ki; asıl cihad, nefs-ü hevâsıyla olan mücâhededir.
Zira düşmanla cihad her zaman olmaz. Bazen muharebe olsa da, bazen de sulh ve selamette olunur.
Halbuki nefsi hevâsıyla mücâhede ölünceye kadar geceli, gündüzlü devam etmektedir. Çünkü küffâr
ile muharebede galip olursa ganimete nail olur. Şayet ölürse o zaman da en büyük mertebe olan
şehâdet mertebesine ulaşır. Halbuki şeytanı, nefsi öldürmeye imkan yoktur. Amma şeytan bizi
aldatmak suretiyle öldürürse -ki bu Allâhü celle ve Âlâ’ya itaatten uzaklaşmak ve ona karşı âsî
olmaktır- o zaman ebedi bir hüsrana düşüleceği pek aşikârdır. Bunun için, Hâtem-i Esam namıyla
meşhur, âbid ve zâhid bir zât demiş ki:
“Hudut bekçiliği nefsimedir, silahım da amelimdir, dinim ganimetim, şeytan düşmanım, ben
de nefsimle daima gazadayım. Yani benim hududum ancak nefsimdir. Onu yanlış yollara gitmekten
korumak da elbette benim vazifemdir. Binaenaleyh onun bekçiliği en büyük ve en mühim bekçiliktir.”

46
Efendimiz (S.A.V) Hazretleri, ashab-ı kiram hazeratına:
Rabıta-i İslam'ı en iyi bir şekilde muhafaza etmek, Müslümanlar arasında İslam bağlarını
sağlamlaştırmak ve onu daima ayakta tutmak için en sağlam ve mu'temed olan şey nedir, demişler.
Ashab-ı kiram hazeratı da, evvela namazı öne sürmüşler ve “namazdır” demişlerse de, Efendimiz
(S.A.V) Hazretleri:
O bir hasenedir, güzel şeydir, amma o değildir, buyurmuş. Sonra orucu söylemişler.
O da bir hasenedir güzel şeydir, amma o da değil, buyurmuşlar. O zaman :
Öyleyse cihaddır, demişlerse de, Efendimiz Hazretleri :
Hayır, o da hasenedir, güzeldir, fakat rabıta-ı İslam’ın, yani İslam bağlılığının en
kıymetli mutemedi, temeli ve en sağlamı, en iyisi ve en güzeli, kişinin Allah yolunda, Allah için
yani hasbeten lillâh mümin kardeşini sevmesi ve hudud-u ilâhiyyeyi tecavüz edip isyan va-
dilerine sapmış, hevây-ı nefislerinin ve şehvetlerinin kurbanı olarak evâmir-i ilâhiyyeye
muhalefet ve mümâneat ile ömr-i azizlerini ifna etmiş kimselere de yine Allah için gazap
etmektir, onlarla dostluk ve ahbaplığı kesmektir, buyurmuşlar. Bu âsîler isterse babaları veya
kardeşleri vesaire olsun.117
Bu, Allah için sevmek ve Allah için gazap etmektir ki, buna elhubbü fillâh, elbuğzu fillâh
derler. En efdal ameldir. Bu olmadıkça diğer yapılan amellerin ınd-i İlâhîde kabule şâyân olmadığı
Cenâb-ı Hakk'ın Musa aleyhisselama olan hitab-ı celâlinde beyan olunmuştur. Şöyle ki:
Yâ Musa, benim için neler yaptın, dediği zaman, namazından, orucundan, sadakasından
bahsedince :
Onlar senin içindir; namazın burhan, orucun kalkan, sadakan ise sana gölge, zekatın
senin için nurdur. Binaenaleyh benim için ne yaptın, deyince:
Yâ Rabbi delâlet buyur, bilemedim, demiş; Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, de:
Benim için hangi dostumu, sevdin, hangi düşmanıma buğz ettin, buyurmuşlardır.
Bundan anlaşılıyor ki, efdâl-i a'mâl, hubbü fillâh ve buğzu fillâhdır. Bu sebebten her mümin
ve müvahhidin, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmesi şarttır. İmanın kemâli bununla
mukayyeddir. Ve bu suretle daimî bir mücâhede ve mücâdele içinde sevap üzerine sevap alınır ki,
bunların sevabını hiçbir amel ile elde etmeye imkan yoktur. Bu haslet Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir
ameldir. Onun için buna sahip olan bahtiyarlar, kıyamet gününde herkesin havf ve hüzün içinde feryat
ve figanlarla bir kurtuluş ve bir selamet yolu aradıkları zamanda, Cenâb-ı Hakk'ın arşının gölgelerinde
nurdan ve incilerden kürsüler üzerinde nurdan esvaplar içinde nûrânur olacaklardır. Peygamberlerin,
şehitlerin ve sıddıkların gıbta ettikleri fevkalâde saltanatlar içinde ve Cenâb-ı Hakk'ın himayesinde
olduklarından kendilerine hiçbir korku ârız olmayıp:

‫َالَخ ْو ٌف َعَلْيِه ْم َو َالُه ْم ْحَيَز ُنوَن‬


sırrına mazhar olacaklardır.
Binaenaleyh sevmek, sevilmek kadar mühim ve çok elzem bir amel -ki râbıta-i İslâm’ın
esasını ve kökünü teşkil etmektedir- bulmak mümkün değildir. Bu ise ancak hakîkat-i imanda
birleşmekle mümkün olabileceği muhakkaktır. Yoksa iman ve İslam’dan uzak olan kimselerin
birleşmeleri ve sevgileri, ahiret âlemi için hiçbir sevap ve değer taşımaz. Onların birbirleriyle sevgileri
mutlaka bir menfaate dayandığı için devamı da mümkün olmaz.

‫َاْل ِم وَن اْل ِل وَن َك ا ِد اْل اِح ِد‬


‫َجْلَس َو‬ ‫ُم ْؤ ُن َو ُمْس ُم‬
sırrının tecellisi ancak ve ancak Hak için bilâ garaz sevişenler arasında tahakkuk edebilir. Bu

117
Ebu Davud Tayalisi, Müsned Hadis No:776

47
suretle kurulan cemiyetlerde daima ve en iyi bir şekilde payidar olabilirler.

İmâm Gazali (k.s.)’nin kardeşlik hakkındaki izahatı


Kardeşlerin birbirlerine karşı olan ihtiyacı iki elin birbirlerine olan ihtiyacı gibidir. Gerek
elleri yıkamakta ve gerekse sair işlerde birbirine yardımı sayesinde işlerinde muvaffak oldukları
malumdur; halbuki bir el ile bunlar mümkün değildir. Buna binâen, iki şahsın bir vücut gibi olmasının
lüzum ve ehemmiyyeti bildirilmiş oluyor. Bu sevgiyi Gazâlî üç kısıma bölmüş;
Ednâ,
Evsat,
Âlâ.

Edna kardeşlik; birbirlerine karşı olan haklarda kardeşini en az kendi evinde bakmaya mecbur
olduğu hizmetkârlar mesabesinde tutup, kardeşinin ihtiyacını, o istemeden evvel îfâ etmesidir.
İstedikten sonraki verişi hukuka riayetsizliğin alâmetidir ve kusurundan neş'et eder.
Evsat olanı da; kardeşini kendi yerine koyması, gerek malında ve gerek evinde ikamete
me'zun ve serbest olmasına razı olup, her cihetten kendi ihtiyaçlarında kardeşiyle müsâvî olmasını
candan istemesidir. Hatta bazıları evsaplarını yırtarak ikiye bölmek suretiyle ikramda bulunmuşlardır.
Bütün bunların içten gelen bir arzu ve tam bir sevinç ve sürür ile olması şarttır.
Âlâya gelince; kendi nefsine kardeşini her bakımdan tercih etmesidir. Hatta kendi muhtaç iken
ekmeğini, suyunu veya esvabını kardeşine vermektir ve hatta ölüm pahasına olsa dahi bu mürüvveti ve
bu ikram ve ihsanı yapmaktan kaçınmamaktır. Mâzide bunların ispatı çok görülmüşdür.
Ihyây-ı Ulûm'un ikinci cildinin 150. sayfasında beyan olunduğu vechile, Cüneyd-i Bağdadi
(r.a)’in devrinde, aleyhlerinde yapılan bir ihbar üzerine bir topluluğun katledilmesine hükmolunmuş.
Adetleri bir hayli olan bu zavallıların içlerinde bulunan Ebül Hüseyin Nûrî Hazretleri sırası en
gerilerde olduğu halde, ilk maktulun kendisi olması için cellatın önüne hemen atılmasıyla şaşıran
celladın “niçin böyle yaptın” demesi üzerine:
Kardeşlerimin bir müddet daha yaşamalarını istiyorum da onun için yapıyorum, demiş. Bu
keyfiyyet hükümdara arz edilince bu güzel hareket takdirle karşılanır, o cemaatın durumu daha
dikkatle araştırılır masumiyetleri meydana çıkar ve cümlesi afv olunurlar. Aleyhlerinde bulunanların
cezalarının affını da, Cüneyd Hazretleri ve rüfekâsı hükümdardan talep ile cümlesinin birden afva
mazhariyetlerine, işte o Ebül Hüseyn Nûrî Hazretleri hayatını bile kardeşlerinin hayatına tercih edişi
sebeb olmuştur. Müslümanlıkta en üstün makam bu makamlardır ki, ancak hakiki Müslümanlara ve
sıddıklara mahsustur ve sevişenlerin en son dereceleridir. Bu üç mertebenin dışında olan sevgiler ve
kardeşlikler ancak bir merasimden ve isimden ibarettir ki, hiçbir faydası ve kıymeti yoktur.
İşte bu muhterem ve âlicenap insanlar birbirlerinin evlerini ziyaret ettiklerinde, evlerinde
olmasalar bile kendi evlerinde imiş gibi yemek ve içmekte ve hatta paralarında bile tasarruf etmekte
idiler. Kardeşlik sevgi ve teklifsizliğinin îcâbı olan bu hâlin verdiği sevinçle ev sahibi olan zâtların
hizmetkârlarını ve cariyelerini âzâd ettikleri beyan edilmektedir. Bu bahtiyar kardeşlerin bir şeye
ihtiyaçları olup da kardeşine arz ettiği zaman kesesini önüne atıp, “istediğin kadar al” derlermiş.
Ca'fer ibn-i Muhammed Hazretleri düşmanlarının bile ihtiyaçlarını reddetmemiş ve
kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermeyen insanı kardeşten bile saymamışlardır. Hatta bu gibilerin cenaze
namazlarını kılar gibi dört tekbir alıp onları ölülerden addetmelidir, demişlerdir. Zira bunlar
kardeşlerinin bütün hallerini tarassud edip evlerinin ihtiyaçlarını haberleri olmadan temin ederler,
borçlarını bile birbirlerinden haberdar olmayarak öderlermiş. Binaenaleyh insan kendi ihtiyacını ve ço-
cuklarının ihtiyaçlarını nasıl düşünürse kardeşlerinin ihtiyacını da aynı şekilde ve belki daha
ehemmiyyetli olarak düşünmesi ve yapması lâyık ve lazımdır. Daha âlâsı bazıların kardeşlerini evlâd
ve efrâd-ı ailesinden daha üstün tuttukları da mervîdir. Zira ehl ü ıyâl insanı dünyaya sevk eder,

48
kardeşler ise birbirlerine daima ahireti hatırlatırlar.
Hazret-i Hasen (r.a.) “Bizim kardeşlerimiz bize evlat ve ıyâlımızdan daha sevgilidir”
buyurmuştur. Binâen alâ zâlik, ihvan arasında ayrılığa ve nefrete sebeb olacak her şeyden son derece
sakınmak ve kaçınmak lazımdır.
Mesela şakalaşma, eğlenme, istihza ve onu küçümseme gibi şeylerden tevakki şarttır.
Bunlardan kaçınmanın yegâne çaresi ise, insanın kendi varlık ve benliğini yenmesine bağlıdır.
Varlığını ve benliğini yenemeyen insanlar cemiyete faydalı olamazlar ve kardeşliklere hiçbir zaman
devam edemezler. Bu sebebten büyüklerimizin bizlere olan tavsiyeleri kendimizi daima başkalarından
aşağı görmektir. Herkes kendini böyle görünce o zaman insanların ve bahusus kardeşlerin birbirlerine
sevgi ve samimiyeti fazla olur. Birbirlerine karşı saygı ve sevgileri artar ve daim olur. Sevginin devam
ve bekasına sebeb olan şeylerden birisi de, kardeşlerin arzularına her zaman ve her şeyde hemen
muvafakat etmek ve hiçbir suretle itiraz etmemektir. Hatta kalk gidelim denince “nereye” diyeni bile
makbul saymamışlardır. Bu müvâfakatlarla birlikte, bir de kardeşlerine karşı hizmeti cana devlet
bilmeli ve her nevi mümkün olan yardımlardan geri kalmamalıdır. Muhtaç olanları, zu'afâyı ve
çocuklarını okutamayan zavallıları ve bahusus yetim ve miskinleri bulup yardımlarına koşmalıdır.
Kardeşler arasında hediyeleşmek de sevginin artmasında başlıca sebeblerdendir. Hediyeyi de yerine
göre ve lâyık-ı vechile yapmak lazımdır. Güler yüz, tatlı dil de doğrusu yabana atılmaz, hele tatlı dil ve
güler yüzle verilen selâmların kıymetine paha biçilmez.
Kardeşlere karşı saygısızlık, hürmetsizlik veya tahkirâmîz hareketler, vahim ve çirkin sözler,
yüksek sesle konuşma, benlik, kibir ve gurur alâmeti olmakla beraber hiçbir Müslümana katiyen
yakışmayan pek çirkin vasıflardan ma'duttur. Çünkü madem ki Müslüman Müslümanın kardeşidir, hiç
olmazsa onun bütün hukuklarını kendi hakları gibi bilmesi lazımdır; kendisine yapılmasına razı
olmadığı bir hareketi kardeşine karşı yapması elbette çok âdîce bir iştir. Onun için, arkasından bile
gaybubetinde dahi haklarını muhafaza ve müdafaa şarttır. Zira kardeşinin hatta bir yabancının bile,
velev düşmanı dahi olsa, bir takım köpekler tarafından ısırılacağını görünce, acaba o anda vicdanı olan
bir insan seyirci kalabilir mi? Nerede kaldı ki canı gibi kıymetli kardeşinin ırzını, namusunu, şeref ve
haysiyetini lekelerken susup durmak! Elbette doğru olmaz. Çünkü ırz, namus, şeref ve haysiyet her
şeyden üstün ve kıymetlidir.
Onun için, Cenâb-ı Hak da Kur’an-ı Kerim’inde gıybeti haram kılmış ve ölü kardeşinin etini
yemeye teşbih buyurmuştur. Bir de kardeşlerinde katiyen kusur aramaya ve görmeye kalkma. Çünkü
kusursuz insan bulunmaz. Peygamberler ve büyük veliler müstesna, hemen hemen herkesin iyi ve kötü
tarafları vardır. İyiliği galip olanlara âdil denmiştir. Kardeşlerinin özürlerini kabul edip kusurlarını
görmemek müminlerin şânından olup, kusur aramak da münafıkların alâmetidir, buyurmuşlardır.
Kardeşler arasında münâfereti ve sevgisizliği doğuran sebeblerden birisi de münakaşa ve
mücadeledir. Bu huy çok mezmumdur. Ekseriyetle kendi zekâsının üstünlüğünü göstermek için
benliğinde mündemic kibir ve gururdan ileri gelir.
Ebud-Derdâ (r.a.) Hazretleri bir çiftçiyi tarlasını sürerken görmüş; bakmış ki öküzlerden biri
kaşınmak için durunca, derhal eşi olan öteki öküz de durmuş. Bu hali görünce ağlayarak:
Şu hayvanlar bile birbirlerine muvafakat ediyorlar da, bu insanların ve bahusus tarik
kardeşlerinin birbirlerine muhalefeti, mücâdele ve münakaşası ne kadar çirkindir, buyurmuştur.118
Ebû Hüreyre (r.a.) Hazretleri’ne karşı bir tavsiyede bulunan Efendimiz (S.A.V) Hazretleri:
“Komşuluk ettiğin kimseye komşuluk hakkını güzel edâ et ki, (yani ona ikram ve ihsanda
bulun ki) tam Müslüman olasın119” buyurmuştur. Bir kimse tam ve kâmil mümin ve müslim olamaz,
kendisi için sevdiği şeyleri mümin ve müslüman kardeşleri için de sevmedikçe ve istemedikçe. Bir de,
Müslüman kardeşine yük olmak, onu köle gibi kullanmak ve ondan istifade etmek için kardeş
olunmaz. Belki onun yüklerini azaltmak ve ondan kendisinin islahına lazım olan şeyleri öğrenmek için
kardeş olunur.
Hazret-i Ömer (r.a.) Hazretleri bile Selmân-i Fârisi (r.a.) Hazretleri’ne gelip:
118
İhyâ-ül ulûm; cilt: 2, sayfa: 157
119
Tirmizi 2305; A.B.Hanbel 2/310

49
Benim hakkımda sana kerih gelen ne gibi şeyler işitiyorsun, demiş. O da özür diledikten
sonra:
Sizin iki takım esvabınızın olduğunu ve onun birini gece, birini de gündüz giydiğinizi ve
yemeklerinizde iki kap yemek bulunduğunu işitiyorum, buyurmuşlar. Hazret-i Ömer (r.a.) Hazretleri:
Başka var mı, deyince:
Hayır, diye cevab vermişler. Bundan anlaşılıyor ki, insan kardeşini, kendi ayıplarını ve
kusurlarını öğrenmek için kardeş ediyor, yoksa onun ayıplarını ve kusurlarını görmek için değil.
Ebû Bekir el-Kettanî (r.a.) Hazretleri anlatıyor:
Bir kişi bana musahip oldu, fakat onun sohbeti bana çok ağır geliyordu. Bir gün kendisine
epeyce bir şeyler hediye ettim; fakat bir türlü o siklet ve ağırlık benden gitmedi. Nihayet kendisini
evime götürdüm ve yüzümü yere koydum; kendisinden ayaklarıyla yüzüme basmasını istedim. O
yüzüme ayaklarını koydu, sonra benden o ağırlık ve siklet gitti. Yani insanların benliği her şeyi
mahvetmekte, tevazu ve mahviyet de her şeyi halletmektedir.

Kusurlarından naşi kardeşleri terk etmemek


Ebüd-Derdâ (r.a.) Hazretleri bu hususta buyurmuşlar ki:
İnsan bazen dürüst, bazen da eğri olabilir. Bunun için hemen şu veya bu kusuru vardır, diye
terk olunmaz.
İbrahim el-Nehaî (r.a) Hazretleri:
Kardeşini yaptığı günahtan nâşî sakın terk etme; çünkü bu gün günah işlerse umulur ki yarın
da terk eder. Hele âlimin hatasını katiyen söylemeyiniz ve ondan ayrılmayınız, tövbesini bekleyiniz,
buyurdu.
Yine iki kardeşten biri yoldan çıkmış. Diğer kardeşine demişler ki:
-Senin kardeşin yoldan çıktı. O da Cenâb-ı Hakk’a ahd etmiş ve yalvarmış ki:
-Yâ Rab! Benim kardeşime salâh-ı hal nasip edinceye kadar yiyip içmeyeceğim. Tam kırk gün
bu hal ile geçmiş. Fakat Cenâb-ı Hak da bu sadık kardeşinin duasını kabul edip, yoldan çıkan
kardeşine salâh-ı hal nasip etmiş.
Hazret-i Ömer (r.a.) Hazretleri hakkında da buna benzer bir rivayet vardır. Şöyle ki:
Hazret-i Ömer (r.a.) in Şam'da bir kardeşliği varmış. Onun yoldan çıktığını duyunca kendisine
bir mektup göndermiş ve Kur'an'dan, Cenâb-ı Hakk'ın günahları affedici ve tövbeyi kabul edici ve aynı
zamanda şedîdül ıkâb olduğunu bildiren Hâ-mîm Suresi’nin başındaki ayetleri yazmış. Bu mektubu
alan kardeşi de Hazret-i Ömer (r.a.) e dua ile birlikte tövbekâr olmuştur. İster kardeş, ister yabancı biri
çamura, batağa veya denize düşerse, sen de onu orada görüp kurtarmaya gücün yeterken bırakıp
geçsen reva ve hak mıdır, insana yakışır mı? Elbette günahlar da böyle bir bataklıktır. Düşenlerin
kurtarılması için çalışmak, hem insanî hem vicdan ve hem de kardeşlik, dinî sevgi ve muhabbetin icabı
bir vazife-i mühimmedir.
İhmal edenler muhakkak manevi mesuliyetten kendilerini kurtaramazlar. Cenâb-ı Hak
cümlemizi afv ve mağfiretine mazhar eyleyip, tevfikât-i samedâniyesine nail eylesin de, din
kardeşlerimizi candan sevmek ve sevginin îcâbı olan her çeşit yardım, muavenet ve muvafakatleri îfa
etmek nasip eylesin ve ahirette Allah için sevişenlere vaad olunan cennetin yüksek makamlarına
eriştirsin;

‫َال َخ ْو ٌف َعَلْيِه ْم َو َال ُه ْم ْحَيَز ُنوَن‬


Sırrına nail eylesin, âmîn bihürmeti seyyidil mürselîn salevâtullâhi aleyhim ecma'în...

50
GÜMÜŞHANELİ HAZRETLERİ’NİN NASİHATLERİ
Mahviyet ve tevazu îcâbı kendinizi daima cahil ve avam addediniz.
Amelleriniz, tahsilleriniz ve ahlakınız bakımından âlim olunuz ve nâsa akılları ereceği kadar
söyleyiniz.
Birbirinize arka çevirmeyin, buğz etmeyin, ayrılmayın, hased etmeyin, kardeş olunuz.
Âlimlerin zalimlerinden ve inatçılarından olmayınız.
Daima müzâkere ve hakkı izhar için ilminizi ve tetebbularınızı artırınız.
Cemaate, cumaya, bayramlara, evrâdlarınıza, vaad ve ahdinize riayetkar olunuz.
Cemaati, zekatı, haccı, orucu, emaneti, emr-i bil ma'rufu terk edenlere yakın olmayınız.
Avretlerini açanlara, gençlere yani saç ve sakalı bitmeyenlere yakın olmayınız ve kadınlara
benzemeyiniz.
Muhkem binalar ve kabirlerini taş ve kireçle yapanlara yakın olmayınız. Binalara kurban kes-
meyiniz.
Faiz, haram nesne ve yetim malı yemeyiniz ve yiyenlere yakın olmayınız.
Zulmen gasp olunan malı yemeyiniz ve gâsıblara yakın olmayınız.
Ulemâya, meşâyıha, vâlideyne ezâ etmeyiniz. Kalplerini kırmayınız ve inat etmeyiniz.
Sakallarınızı kesmeyiniz ve kısaltmayınız. Âdette ve hey'ette Yehûd ve Nasârâya
benzemeyiniz.
Ehl-i zinaya ve livâtaya, deyyuslara, fuhuş işleyenlere ve rüşvet alanlara yakın olmayınız.
Dalâlet fırkalarına, ilhadcılara, sihirbazlara, tembellere, tenâsüha inananlara yakın olmayınız.
Kâhinlere, yıldıza bakanlara, falcılara, cin ve ifrit sahiplerine yakın olmayınız.
Huddam sahiplerine, vefk sahiplerine, gizli şeyleri bilirim, diyenlere yakın olmayınız.
Tılsım bilgilerine, ilm-i felâsifeye ve sözlerine yakın olmayınız.
Her nev'i şarap ve müskirat içenlere yakın olmayınız.
Her çeşit ilaca ve ecnebi memleketlerinden gelen ilaçlara ve küffâr eliyle yapılan eşyaya yakın
olmayınız, (kendiniz yapınız demektir.)
Ressamlara, oyunculara, çalgıcılara yakın olmayınız.
Vücutlarına dövme yapanlara ve saçlarını siyaha boyayanlara yakın olmayınız.
Ecnebi yani yabancı, nikahla helal olan kadınlara bakmayınız ve yakın olmayınız.
Kefere, putperest ve müşriklerin kestiklerine yakın olmayınız.
Ashab-ı kirama ve evliyâullaha sebbedenlere, müctehidîn, sâdât ve selefe ta'n edenlere yakın
olmayınız.
Harp meydanından, taundan, veba ve itaat-i meşâyıhdan ve ulülemre itaatten kaçanlara yakın
olmayınız.
Taamlara ve cenzelerdeki bidatlere yakın olmayınız.
Nemmamlara ve Kur'ân ve Hadîs'ten gayrı şeylerle taviz edenlere yakın olmayınız.
Hiçbir israfa ve israfçılara yakın olmayınız.
Diyâr-ı küfürden gelen yağ, şeker ve sair yiyeceklerle, kab ve esvaplara yakın olmayınız
(kendiniz yapınız demektir.)
Zalimlerin kapısına, oyun, eğlence ve töhmet yerlerine (plaj, dans yeri, balo ve emsali) yakın

51
olmayınız.
Evkafın sattığı emlâke, fâsid ve noksan alışverişe, ham meyvelerı alıp satmaya ve vakıf malını
tebdil ve tağyire yakın olmayınız.
Kuş uçurmaya, nefes ve celb-i havas ve davet-i cine yakın olmayınız.
Kefere sözlerine ve haram sözlere ve efrenc sözlerine (şehinşah gibi) yakın olmayınız.
Amirlik, imamlık, kadılık gibi şeylere ve sâlihleri azil, zalimleri tayine yakın olmayınız.
Ayakta, yollara ve mübarek yerlere işemeyiniz.
Yolları kapatmak ve onlara pislik dökmek ve geçenlere ezâ veren muzır şeyleri atmaya yakın
olmayınız.
Zühd, vera', velayet, keşif, kerâmât, ilhâmat, Allâh’ı ve Resûlullâh’ı gördüm iddiasında
bulunmayın.
Yüksek binalara, köşklere, bineklere ve her türlü ziynet ve zâyıâta yakın olmayın.
Mescitlerde seslerinizi yükseltmeyin ve çocuk, deli ve dilenciyi sokmayın.
El ve başla selâm vermeyin. Âlimden gayrının elini öpmeyin. Hiç kimseye eğilmeyin ve
sarılmayın.
Kuş uçurmayın, süt kuzusunu kesmeyin, evde köpek bulundurmayın.
Haktan meyleden müftülere ve muhaddislere: dinini bilmeyen doktorlarla, müflis tacirlere
yakın olmayın.
Hırsızlara, hainlere, ganimetten çalanlara, harpten kaçanlara, yetim malı ve haram yiyenlere
yakın olmayın.
Baston ve her çeşit küffar âdetlerine yakın olmayın.
Memleketin saadet ve selameti için siyaseti sağlam ve dürüst yapın.
İcrâ-i hudûd-u şer'iyeye ve erkân-ı dine ve mazluma yardım ediniz.
Zulmü terk ile bütün maâsîden istiğfar ediniz.
Hak sahipleriyle helalleşin, kimseyi incitmeyin ve tahkir etmeyin.
Bütün işlerinizi ve niyetlerinizi tashih ediniz.

Hatm-i besmele-i şerif


1200

Hatm-i tehlil
70.000

Hatm-i Salât-ı münciye


40

Hatm-i sûre-i Feth


100

52
Hatmi lâ havle-i şerif
1.000

Hatm-i sûre-i Yasin


70

NASAYIH-I HÂCE ABDÜLHALIK KUDDİSE SİRRUH

‫ِبْس ِم اِهلل الَّر َمْحِن الَّر ِح يِم‬


Bu risale 120 şeyhler şeyhi, pirler sultanı, veliler kutbu, ulu makamlar, yüksek kerametler, gayb
âleminden gelen varidat ve kudsî keşifler sahibi, Hâce Abdülhâlık-ı Gucdüvânî (kaddes Allâhü
ruhahül aziz) tarafından, özlü sözler halinde, tarikat mensuplarından bir müride emir buyurulmuş
nasihatlerini ihtiva eder. Bahis konusu müridin, Hâce Evliyâ-i Kelân olduğu nakledilir.
Kim bu ince vasıflarla sıfatlanırsa, marifet çeşmesinden bir damla onun cân-ı dimağına akar
ve ebediyete kadar mest-i ilâhî olur. Müritlerin uyanıklarının hepsi bu cinsten bir mestliğe
dalmışlardır. Yâ Rab, pak kullarının canlarına açtığın o esrardan bir koklam da biz bîçarelerin canına
nasip eyle.
Hazret-i Şeyh (k.s.), her tarikat mensubuna önce takvayı emir etmiştir. Çünkü tarikate sülük
edenlerin ilk makamı takvadır. Buyurdular ki:
Ey oğulcağızım! Sana vasiyet ederim ki, takvayı kendine şiar edinesin. İbâdet cinsinden
vazifelerine sım sıkı sarılasın. Ahvâlini kontrol edesin. Daima, hatalardan korku halinde olasın. Allah
(c.c.)’ın hukukunu ve Rasul-ü Ekrem (S.A.V) Hazretleri’ne olan borcunu ödeyesin. Anne - babanın,
bütün şeyhlerinin hukukunu gözetesin ki, Hak Teâlâ da seni hıfzeyleye. Senin üzerine bir vecîbe olsun
ki, Kur'ân-ı kerîm okumayı asla bırakmayasın. İster zahiri, ister bâtını olsun, hep Kur'ân'da gözet ve
oku. Gizli veya aşikâr, Kur'ân'ı ibret ve tefekkürle kan ve göz yaşlarıyla oku. Her bir halini Kur'ân'a
döndür ve benzet. Zira halk içinde Cenâb-ı Hakk'ın hücceti, Kur'ân'dır.
İlim öğrenmekten hiçbir adım uzak kalma. Fıkıh ve hadis ilmini öğren. Cahil sofulardan uzak
ol ki onlar, din yolunun hırsızları ve Müslümanlığın yol kesicileridir.
Üzerine borç olsun ki, sünnet-i şerîfeye sımsıkı sarılasın ve selef-i salihînin imamlarının
yoluna gidesin. Çünkü dinde yeni çıkan herşey sapıklıktır. Gençlerle, kadınlarla, ehl-i bidatle,
zenginlerle sohbet etme. Çünkü senin dinini alıp götürürler. Dünyalıktan iki somuna razı ol ve helal ye
ki, bütün hayırların anahtarı budur. Haramdan uzak ol. İnsanlardan kaç ve fukara ile sohbet eyle.
Kendi tenha mahallinde otur ki, seni ateş yakmasın. Helal giyin ki, ibadetlerin tadına erebilesin.
Allah'ın celalindan daima kork ve unutma ki, bir gün hesab mahallinde ayakta durdurulacaksın. Gece
ve gündüz çok namaz kıl ve cemaati terk etme, amma, imam veya müezzin olma.
Kıballere kitab sayfalarına adını yazma. Mahkemelerde zaruret olmadan bulunma. Sultan ile
sohbet etme. Büyüklerin nasihatlerinden dışarı çıkma. Arslandan kaçar gibi insanlardan kaç.
Üzerine borç olsun ki, az şöhretli olasın. Dindarlığın herkesin diline düşmesin. Yine üzerine
borç olsun da seyahat et ki, nefsin hor olsun. Şeyhlerin gönüllerini gözle ve dikkat eyle. Hânegâh inşa
eyleme. Hânegâhda otuma. Birinin methiyle mağrur veya kötülemesiyle gamlı olma. Halkın methi de,
zemmi de, nazarında aynı olmalıdır. Halkla iyi huyla geçim eyle.
Üzerine borç olsun, edepli ol. Bütün halka, onların küçük veya büyüğüne merhamet eyle. Yine
üzerine borç olsun ki, gülmeyesin; çünkü gülmek gaflettendir ve gönülü öldürür.
Hazret-i Muhammed (S.A.V) Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Benim bildiğimi siz bilseydiniz,
120
Fatih millet kütüphanesi, Farsça 827, sayfa: 346 ve devamından alınmıştır.

53
az güler çok ağlardınız.121” Allah'ın mekrinden emin bir hal takınma. Fakat onun rahmetinden ümit de
kesme. Havf ve reca arasında yaşa ki, tarikat sâliklerinin makamı budur. Bazen havf, bazan da reca.
Yine Şeyh (k.s.) buyurdu ki: Ey oğulcuğum! Şeyh, müridin babası gibidir. Hatta oğluna
babasından daha da şefkatlidir. Çünkü onu Allah'a yakınlık makamına erdirir. Gücün yeterse kadın
alma. Çünkü o zaman dünyanın talibi olursun ve dünyayı talep ederken, din elinden gider. Nefsin
müştak ise daima mücâhedede ol. Daima ahiretin gamını çek, ölümü çok hatırla. Başkanlık isteyici
olma ki, kim başkanlık severse, ona tarikat sâlikidir demek lâyık olmaz.
Üzerine borç olsun, daima oruç tut, çünkü oruç, insanı mahfuz tutar. Fakr içinde pâkîze ol.
Dünyadan perhizkar ol ve ahirete râğıb ol. Dindar ve vefalı ol. Fakih ve âlim ve sabit-kadem ol. Allah
(c.c.) yolunda, şeyhlere hem mal, hem beden ve hem de can ile hizmet et. Onların seyir ve sülûküne
ihtimam göster. Şeyhlerden ne görürsen inkâr etme (Şeriate muhalif olması hali müstesna), çünkü
inkâr edersen, şeyhlerden birşey elde edemezsin.
Devlet adamlarının kapısından birşey isteme. Yarın için azık biriktirme. Allah'ın rızka kefil
olduğuna güven. Çünkü Kur'ân'da buyuruyor ki122:

‫َو َم ا ِم ْن َداَّبٍة ىِف اَالْر ِض ِاَّال َعَلى اِهلل ِر ْز ُقَه ا‬


Tevekkül makamına ayak bas ki, Allahü Teâlâ buyurur123:

‫ِهلل‬
‫َو َمْن َيَتَو َّك ْل َعَلى ا َفُه َو َح ْس ُبُه‬
Yani : “Kim Allah'a kulluk ederse, Allah ona kâfi gelir.” Bilesin ki rızık bölüşülmüştür.
Allah sana ne vermişse, halka bezleyle.
Buhul ve hasetten uzak ol; çünkü cimrilik ve kıskançlık, yarın cehenneme atılacaktır. Dış
görünüşünü süsleme ki, dışı süslemek, için haraplığının alâmetidir. Allah'ın vaadine güven. Bütün
yaratıklardan ümit ve tamahı kes; onlarla ünsiyet etme. Doğruyu söyle ve korkma. Daima Hak ile
beraber ol. Mahlûkattan kimseyle sohbet etme. Allahü Teâlâ’dan uzak düşersin.
Üzerine borç olsun ki, kendi nefsinin ihtiyacı peşinde ol. Kendi nefsini aziz tut. Çünkü seni
taşıyıcıdır. Dilini tut. Halka daima nasihat eyle. Sana borç olsun ki, yeme ve içmeyi azalt. Az uyu ve
az söyle. Yemeğe muhtaç olmadıkça asla bir şey yeme ve mazeret olmadan asla söz söyleme. Uyku
sana galebe çalmadıkça uyuma ki, bir miktar uyuduktan sonra namazı daha dürüst ve daha çok
kılarsın.
Sema meclisinde çok oturma ki, zamanla sema, çok nifak çıkarır. Semâ bir çok gönülü
öldürür. Semâyı inkâr da etme ki, Semânın, semâ' erbabı çoktur ve semâ' reva değildir ancak bir
kimseye ki, gönlü diri, kendi ölü ola. Kimse ki bu halet bulunmaz, oruç ve namazla meşgul olursa
daha uygundur. Gönlün daima gamlı, gözün yaşlı, amelin halis, duan mücâhede, elbisen yıpranık
olmalıdır. Arkadaşların derviş, evin mescit, malın fıkıh, ziynetin zühd, munisin ulu Rabb'in olmalıdır.
Kendisinde şu beş hasleti bulmadığın kimseyi arkadaşlığa kabul etme:

Ahireti, dünyaya tercih etmeli.


İlmi, dünya ameline tercih etmeli.
Horluğu, rağbetliliğe tercih etmeli.
Gizli ve aşikâr ameli gözetici olmalı.
Ölüme hazırlıklı olmalı.

121
Buhari, Kusuf 2; Müslim, Salat 112
122
Hud, 6
123
Talak, 3

54
Yine buyurdu ki : “Ey oğulcağızım; seni dünya mağrur etmesin, aldatmasın. Üzerine borç
olsun ki, halvette yalnız olasın, kırık gönüllü olasın. Allah'ın korkusundan ta keramete nail oluncaya
kadar müstağrak olasın. Dünyadan uzak şöyle yaşa ki, yabancı bir ülkede, sanki gurbettesin.
Dünyadan soyulmuş ve pâk ol. Ve tertemiz dışarı çık. Çünkü yarın hangi taifeden olacağını bile-
mezsin.”
Yine buyurdu ki : “Ey oğulcuğum! Bu zikrettiğim vasıflara dikkat et ve ezberle; ben
yakınlarımdan öğrendiğim ve işlediğim gibi, sen de bunları katında tut ve işle ki, Hak Teâlâ da sana
dünya ve ahirette nazar kıla. Bu zikredilen evsaf, müridlerden birinde zahir olursa, ona şeyhlik
verilmesi lâyık olur. Kim onları tahakkuk ettirirse, ona maksat hasıl ve maksud edilmiş olur. Fakat bu
mertebe herkese değmez.”
Hâce Evliyâ-i Kelân diyor ki:
Şeyhim bunları söyledikten sonra elimi tuttu ve son olarak şöyle dedi: “Sana vaciptir ki,
yaşadığın müddet benim mescidimde bulun. Terk edersen, özrün apaçık ve meşru' özür olsun...”
Dualar...

HER MÜSLÜMANIN BİLMESİ LAZIM OLAN 54 FARZIN BEYANI


Allahü Teâlâ’yı bilip daima zikretmek.
Helalinden yemek ve içmek.
Abdest almak.
Beş vakit namaz kılmak.
Cünüplükten gusl etmek.
Kişinin rızkına Allahü Teâlâ’nın kefil olduğunu hak bilmek.
Helalden pâk libas giymek.
Hakk’a tevekkül etmek.
Kanaat etmek.
Nimetlere mukabil Hak Teâlâ’ya şükretmek.
Hak'dan gelen kazaya razı olmak.
Belalara sabretmek.
Günahlara hemen tövbe etmek.
İhlâs üzere ibadet etmek.
Şeytanı düşman bilmek.
Kur'ânı hüccet tutmak.
Ölümü hak bilmek.
Hak Teâlâ’nın sevdiğini sevip, sevmediğinden kaçmak.
Babaya ve anaya iyilik etmek.
El Emrü bil ma'rûf ven nehyü anil münker yapmak.
Akrabayı ziyaret etmek.
Emanete hıyanet etmemek.
Daima Allahü Teâlâ’dan korkup, ferahı terk etmek.

55
Allahü Teâlâ’ya ve Resulü’ne itaat etmek.
Günahlardan kaçıp ibadetle meşgul olmak.
Din reislerine itaat etmek.
Âleme ibret nazarıyla bakmak.
Tefekkür etmek.
Dilini fuhuş sözlerden korumak.
Kalbini pâk tutmak.
Hiç kimse ile alay etmemek.
Harama bakmamak.
Sözlerinde sadık olmak.
Kulağını münkerat dinlemekten men etmek.
İlim talep etmek.
Kile ve terazisini hak üzere tutmak.
Hakk'ın azabından emin olmayıp daima korkmak.
Fukaraya sadaka vermek ve yardım etmek.
Hakk'ın rahmetinden ümidini kesmemek.
Nefsi hevâsına uymamak.
Allah rızası için yemek yedirmek.
Kifayet miktarı rızık talep etmek.
Malının zekatını vermek.
Hayız ve nifâs halinde iken eşine yaklaşmamak.
Cemî' masiyetten kalbini pâk tutmak.
Kibirliliği terk etmek.
Baliğ olmamış yetimin malını muhafaza etmek.
Taze gençlere yakın olmamak.
Mâlî ve bedenî kudreti olduğu zaman hac etmek.
Zulümle kimsenin malını yememek.
Hakka şirk koşmamak.
Zinadan kaçınmak.
Şarap ve içki içmemek.
Yalan yere yemin etmemek.

Hased, kibir, riya, hırs, gazap, şehvet, gaflet, şöhret, kin gibi şeylerden uzak olmak da kalp
temizliğinin alâmetlerindendir. Bunları tekrar tekrar dikkatle okuyup ve belleyip amel etmeye çalış ki,
Allahü Teâlâ’nın makbul ve memduh kullarından olasın ve sallallâhu alâ seyyidinâ Muhammedin ve
alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Mızraklı ilmihâli muhakkak bul ve dikkatle oku, o sana yeter ve artar. Bu elli dört farz da
oradan alınmıştır.124
124
Mızraklı ilmihâl, s. 49.

56
Peygamberimiz (S.A.V) Efendimiz Hazretleri, Muaz ibn-i Cebel (r.a.) Hazretleri’ne söylediği
nasihatler125 :
Resûl-ü Ekrem Efendimiz elimden tuttu, biraz yürüdükten sonra buyurdular ki:
Yâ Muaz, sana Allahü Teâlâ’dan korku üzere olmanı, sözlerinde doğru olmanı; ahdine
vefa, emaneti edâ, hıyanetliği terk, yetime merhamet, komşu haklarına riayet, kinini ve ğâyızını
yutmak, yumuşak konuşmak, bol selâm vermek, imama itaat etmek, Kur'ân'ın mananasına
vukuf peyda etmek, ahireti sevmek, hesaptan havf etmek, emelini azaltmak, amelini güzel et-
mek, hiçbir Müslümana şetm etmemek, yalancıları tasdik etmemek, sadıkları tekzip etmemek,
imâm-ı âdile âsi olmamak, yeryüzünde fesat çıkarmamak hususlarını tavsiye ve vasiyet ederim.
Yâ Muaz, Allahü Teâlâ’yı her taş ve ağacın bulunduğu yerde zikreyle. (Yani dünya taş ve
ağaçtan hâlî olamayacağından daima zikreyle demektir.) Hem, günah işleyince hemen akabinde
tövbe eyle. Gizli günahlarına gizlice, aşikâr günahlarına da açıkça tövbe eyle (Yani tövbekâr
olduğunu âleme beyan eyle).126
Bu nasihatler ne kadar kıymetlidir. Hemen Cenâb-ı Hak cümlemize tevfikini refîk eyleye ve
sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alihî ve sahbihî ecmaîn.
Aynı kitabın tövbe bahsinin 18. hadisinde de şöyle denilmektedir127:
Efendimiz (S.A.V) Hazretleri buyurmuşlar ki:
“Günahlarına tövbe edip nedamet eden kişi Allâhu Teâlâ’nın rahmetine mazhar
olmakta; kendi amellerini beğenen mütekebbir ve iftiharcı kişi ise ğazab-ı ilâhîyeye
intizardandır, (çünkü mürai ve kezzaptır.)”
Ey Allah'ın kulları, biliniz ki, her amel sahibi yaptığı amelle karşılaşacaktır. Kimse dünyadan
çıkmaz, işlediği iyi veya kötü amelini görmedikçe; yani hâl-i ihtizarda iyiler yapmış oldukları
iyiliklerin mükafatını, kötü iş işleyenler de cezalarını görmedikçe ruhları kabzolunmaz. Bütün
amellerde itibar sonlarınadır. Gece ile gündüz insanları Hakk'a götüren binekler ve vasıtalardır.
Binaenaleyh bu gece ile gündüzde ahirete ve Allâhu Teâlâ’ya gidişi güzel ediniz. Yani hayırlı amelleri
çoğaltıp kötü hareketlerden uzak durunuz; tövbeyi tehirden sakınınız. Belki tövbeyi ve iyi amelleri
çoğaltınız. Çünkü ölüm size ansızın gelir. Sizden birinizi yani sizleri, Allahü Teâlâ’nın hilmi
aldatmasın. Muhakkak cennet ve cehennem sizlere ayakkabınızın tasmasından daha yakındır. Bu
teşbih, nimet ve azabın bize süratle erişmesini anlatmak içindir. Ruhun çıkışından sonra mut'î olan
müminler itaatlerinin sevabını, asîler de isyanlarının cezasını görürler. Âkil olan, Allahü Teâlâ’ya
tövbe edip ibadet ve taate devam eder. Zira ömrün ne zaman biteceğini Allahü Teâlâ’dan başkası
bilemez. Sonra Efendimiz (S.A.V) Hazretleri:

‫ِم‬ ‫ِم‬
‫َفَم ْن َيْع َمْل ْثَق اَل َذَّر ٍة َخ ْيًر ا َيَر ُه َو َمْن َيْع َمْل ْثَق اَل َذَّر ٍة َش ًّر ا َيَر ُه‬
ayet-i kerîmesini okudular.

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ’NİN İTİKAD


HAKK’INDA BİR NAZMI
Nev'ı rabi’: İtikâd-ı kalbi tashih ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebine tatbiki bildirir.
“Ey aziz! Malum olsun ki, sahabe-i güzîn hazeratı ve onlardan sonra gelen tabiin ve eimme-i
dîn-i mübin ve selef-i sâlihîn radıyallâhü Teâlâ anhüm ecmain cümlesinin itikadı bu manzumenin
mezâmininde nizam bulmuştur."

125
Et-Tergîb ve't-terhîb, cilt: 4, sayfa: 107 (tövbe bâbından)
126
Beyhaki, Zühd 2/472 Hadis No:966
127
Et-Tergîb ve't-terhîb, cilt: 4, sayfa: 90 (İbni Abbas (r.a.) rivayet ediyor)

57
Hudâ Rabbim benim hakkâ Muhammeddir Resulullah.
Hem İslam dînidir dînim, kitabımdır kelâmullah.

Akâid içre Ehl-i sünnet oldu mezhebim cem'an


Amelde Ebû Hanîfe mezhebidir mezhebim vallah.

Dahî zürriyyetiyim Hazret-i Adem nebînin hem,


Halîl'in milletiyim dahî kıblem Kâ'be beytullah.

Bulunmaz Rabb’imin zıddı ve ne emsâli âlemde.


Ve sûretten münezzehdir, mukaddesdir teâlallah.

Şeriki yok berîdir doğmadan doğurmadan ancak.


Ehaddır küfvü yok İhlas içinde zikr eder Allah.

Ne cismü ne arazdır ne mütehayyiz ne cevherdir.


Yimez içmez zaman geçmez berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden teğüyyürden dahî elvân ü eşkâldan


Muhakkak ol müberrâdır budur selb-î sıfâtullah.

Ne göklerde ne yerlerde ne sağ ve sol ve ön, ardda


Cihetlerden münezzehdir ki hiç olmaz mekânullah.

Hudâ vardır velî varlığına yok evvel ü âhir.


Yine ol varlığıdır kendiden, gayrı değil vallah.

Bu âlem yoğiken ol var idi ferd ü tek ü tenha


Değildir kimseye muhtac u hep muhtaç, gayrullah.

Ana hâdis hulul etmez ve birşey vacib olmaz kim


Her işde hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.

Hulul etmez o zat abde ve hiçbir ferde zulm etmez.


İbâdın aslahı lâzım değil kim halk ede Allah,

Ana bir kimse cebr ile bir iş işletemez aslâ.


Ne kim kendi murad eyler vücuda ol gelür billah.

Anın herbir kemâli bî-tegayyür hasıl olmuşdur,

58
Ki yoktur muntazır olunacak hiçbir kemâlullah.

Sıfât-ı bâ kemâliyle o dâim muttasıldır kim


Kamû noksan sıfatlardan beridir Zülcelâl Allah.

Sekizdir çün sıfât-i zâti, ilim ile irâdettir


Hayât u kudret u halk u basar, sem' u kelamullah

Alîm oldur ki ilmine erişmez kimsenin aklı,


İhâta eylemişdir cümle bu eşyayı ilmullah.

Mürîd oldur dileyici ve herşey üzre kâdirdir,


Ne kim diler, olur peydâ alâ vefk-ı murâdillah.

Cemî-i lıayr ü şerri ol diler takdir u halk eyler


Velî hayrı sever ancak ki sevmez şerleri Allah.

Basîr oldur hakikatte ki hep eşyaya nâzırdır


Velî gözden münezzehdir, basardır min sıfatillah

Semî' oldur her âvâzı işitir sır ile cehri


Münezzehdir kulaktan ol, sıfattır anda sem'ullah.

Mütekellimdir ol ammâ berîdir dilden, ağızdan,


Hurûf-ü lafz-u savt ile değil vasf-ı kelâmullah.

Sübûtiyye sıfâtı kim ne aynıdır ne gayridir


Kadîm u dâim u zâtiyle kâimdir sıfâtullah.

Hakk’ın mükrem ıbâdıdır melekler yerde göklerde


Avâmından avâm-ı nâsı efdal eylemiş Allah.

Yemek içmek hem erkeklik dişilik yokdur onlarda


Hakk'a hiç âsi olmazlar, mutî'dirler li-emrillah

Ve Cebrâil ü Mîkâîl ü İsrafil ü Azrâil.


Mukarrebdir, peygamberdir bu dördü hep emînullah.

Hakk’ın yüz dört kitabı kim nebîler üzre inmişdir.


Kütübdür anların dördü, suhuf yüzü kelâmullah.

59
Zebûr'u verdi Dâvud'a dahî Tevrât'ı Mûsâ’ya.
Ve hem İncîl'i Îsâ'ya getirmiş Cebrâil vallah.

Habîbullah'a Kur'ân'ı getirdi hâcet oldukça.


Yiğirmi üç yıl itmâm eyleyib, kat' oldu vahyullah.

Dahî ben enbiyâ hakkında bildim ismet ü fıtnat


Nezâfet, hem emânet, sıdkıla teblîğ-ı hükmüllah.

Gadirle zenb ü humk ü kizb ü kitman ü hıyânetten


Münezzehdir, müberrâdır, cemî-i Enbiyâullah.

Nebiler ismini bilmek dediler bazılar vacib,


Yiğirmi sekizin bildirdi Kur'ân'da bize Allah :

Biri Âdem biri İdris ü Nûh ü Hûd ile Sâlih,


Hem İbrahim ü İshak ile İsmâil zebîhullah,

Dahî Ya'kub ile Yûsüf, Şuayb u Lût ile Yahyâ,


Zekeriyyâ ile Hârûn, ah-i Mûsâ kelîmullah,

Ve Dâvud u Süleyman u dahî İlyas u Eyyüb’dur,


Birisi Elyesa'dır dahî Îsâ'dır o ruhullah,

Birinin ismi Zül-kifl ü, biri Yûnus nebîdir hem,


Hitamı ol habîb-i Hak Muhammed'dir Resûlullah.

Uzeyr ü Lokman u Zül-karneyin'de ihtilâf olmuş,


Ki, bazı enbiyâdır der ve bazı der veliyyullah.

Cemî-i enbiyânın evvelidir Hazret-i Âdem.


Kamûdan efdal u âhir Muhammeddir Habîbullah.

İkisinin arasında katı çok enbiyâ gelmiş,


Hisâbın kimseler bilmez, bilir anı heman Allah.

Risâlât-ı rüsül, mevt ile bâtıl olmaz ol kat'â


Ve efdaldir melekler cümlesinden Enbiyâullah.

60
Bizim Peygamberin ahkâm-ı şer'i öyle bakidir
Ki ehl-i mahşeri bu şer' ile fasl edecek Allah.

Ve mi'râc-ı Nebî hakdır, ana şahsıyla muhtasdır


Çıkıp fevkal-ulâya Hakk'ı görmüşdür Habîbullah.

Cihan cümle cihâtıyla ve eczâ ve sıfâtıyla


Hem ef'dâl-i ıbâdın hayr ü şerri cümle halkullâh.

Anın ilm ü murad u hak u takdiriyle hâdisdir


Ki yokdur Hâlık u bâri iki âlemde gayrullah,

Ibâdın ihtiyârı vardır, ef'âlinde cüz'îce.


O ef'âl üzre bulmuşlar sevab u hem ıkâbullah.

Ol ef'’âlin cemîlidir, Hakim hubbu rızâsıyla


Kabîhinde bulunmaz ne muhabbet, ne rızâullah.

Sevâb ifdâlıdır Hakk'ın ve adlidir ıkâb anın


Vücûb îcâbsız Hakk'a; be-istihkâk-ı abdullah.

Mukârindir bu fi'le istitaat kim o kudrettir


Bulunsa istitaat olunur teklif-i şer'ullah.

Ki abdin kendi vüs'unda ne kim olmaz, anı aslâ


Ana din içre teklif etmemişdir ol rahîm Allah,

Haram erzâkdır herkes yer içer kendi rızkın hep


Ve kimse kimsenin rızkın alıp ekl edemez vallah.

Ecel vaktinde meyyittir o maktul u ecel birdir


Ve hal-i ye'sin imânı değil makbûl ındallah,

Heyulâ yokdur ezhân içre bir cüz' olduğu hakdır


Ki ol vasf-ı tecezzîden müberrâdır der ehlullah.

Kabirde meyyite Münker Nekir dört şey süâl eyler.


Ki Rabbın kim, nebîn kimdir, nedir dînin ve kıblen gâh.

Cevâbın verenin cânıyla cismi zevk eder anda

61
Şaşıp küffâr u âsîler çeker anda azâb ullah.

Bu dünyaya gelen gider ki kalmaz canlı hiç kimse


Dahî yevm-i kıyâmette eder emvatı bâs Allah.

Verirler defter-i a'mâlini her âdemin anda


Kiminin sağ eline, kimine soldan, maâzallah.

Kitabıyla hısâbı var, Hudâ'nın ruz-ı mahşerde.


Sorarlar herkesin ef'âl ü akvâlin bi-emrillah.

Kebâirle seğâir ehline ol gün şefâatler


Ederler Enbiyâ ve ehl-i ilm ü evliyâullah.

Ameller vezn olundukda sıratı geçmemiz hakdır


Ve kevserle sekiz cennet verir mü’minlere Allah.

Giricek Cennete müminler anda çok bulup ni’met.


Görürler şübhesiz anda niteliksiz Cemâlullah.

Ve Cennetle Cehennem şimdi var ehliyle bakîdir


Cehennem yedidir, ehlin yakar daim o narullah.

Kazâyıla gelir her hayr u şer Tanrı cenabından


Bulur hayr, ehlini daim; olur şer, ehline hemrâh.

Ve Peygamber ne kim eşrât-ı saatten haber vermiş


İnandım cümlesin ızhar eder vaktında hem Allah.

Çıkar yer dâbbesi Deccâl u Ye'cûc ile Me'cûcu.


Doğar gün, mağribinden çün iner gökden o Ruhullah

Kebîre mümini îmandan ıhrac eylemez dahî


Ne küfre dâhil u ne taatin habt ede indallah

O isyan eylemez anı muhalled hem cehennemde


Meğer kim i’tikad eyler helâl anı, maazallah.

Huda afv eylemez şirki ve illâ andan ednayı


Dilediği kulundan her günahı afv eder Allah.

62
Kebâirsiz kaçan caiz ıkâb olmak sağairle
Ve bî-tevbe giden caiz, kebâirden geçe Allah.

Kabul eyler duâyı Hak Teâlâ kendi fazlıyla


Ve hâcât-ı ıbâdı hem kazâ eyler Reûf Allah.

Dahî İslâm ile îman ikisi şey-i vâhiddir


Cenab-ı Hak'dan ol her ne getirdiyse Resûlullah

Kamusun dil ile ikrâr u tasdik eyledim bil-kalb.


Birine yokdur inkârım inandım şübhesiz vallah.

Çü din a'mâli îmandan muhakkak başka, haricdir


Pes, îman izdiyad u nâkıs olmaz hıfz ede Allah.

Dimem kim inşâallah mü’minim, bil mü’minim hakkâ


Bu ma’nâ ile îman, kisbî ve mahlûkdur lillah.

Ve ammâ Tanrının kendi kuluna ma'rifet gencin


Hidayet kıldığı ma'nâ ile vehbîdir ol billah

Ve îman-ı mukallid hem sahih olmuşdur ammâ kim


Ol istidlâl-i aklı terk ile âsim olur billâh.

Kerâmât-i velî hakdır, Nebisi mu'cizatıdır


Keser az müddet içre çok mesafe evliyâullah.

Bulurlar vakt-ı hâcette, taâm u hem libâs anlar


Behâim hem cemâd anlarla söylerler bi-iznillah.

Gehî su üzerinde meşy ederler vecd ü haletle


Havada gâh uçarlar hark eder âdâtını Allah.

Erişmez bir velî hiçbir nebînin rütbesine hem


Ana ermez ki andan sâkıt ola emr ü nehyullah.

Ve efdal evliyâ: Sıddîk-ı ekbcr ba'dehu Fârûk


Ve Zin-nûreyn den sonra Alî'dir ol veliyyullah.

63
Bu dördü hem hilâfette bu tertib üzre kâimdir.
Bu çâr yârdan sonra, hem efdal evliyâ-ullah,

Kalan Eshabıdır ki, cümlesinin zikri hayr olsun


Cemî-i âl ü Ashab-ı kirâmı sevmişem fillah.

Aşere-i Mübeşşere ve Fâtıma, Hasan, Hüseyin


Bu ümmetten bulara Cennet ile neşhedü billâh.

Ve gayri kimseye aynıyla cennetlik denilmez kim


O gaybe hükm olur, gaybi ne bilsin kimse ğayrullah.

Ve Ashab-ı kiramın cümlesinden sonra ümmetten.


Cemî-i Tabiîn olmuşdur efdal evliyâullah.

İmâm'ül müslimîn, sultan-ı müslim hür mükellef hem


Kureyşî, tahir olmalı edip tenfîz-i hükmüllah.

Velî Hâşimli ma'sum, efdal olmak şart değildir kim.


O fisk ü cevr için hiç mün'azil olmaz bi-şer'illah.

Ve berr ü fâcire uyub, namazım kılarım bile


Hem anların cenazesi namazın kılarım Allah.

Ve huf üzre hazarda hem seferde mesh caizdir


Ve müskir olmayan temr ü ineb suyu mübahullah.

Tasaddukla duamızdan bulur emvâtımız ni’met


Ve fazl-ı emkine, eşhas u ezman hakdır eyvallah.

Bilinmez müşrikîn eftali cennette mi, nârda mı


Ve küffâre Kirâmen Kâtibîn vermiş kerîm Allah.

Nekim ma'dûmdur ol şey-i mer'î add olunmaz hem


Mükevven kâinata benzemez şeydir Teâlâllah.

Isâbet-i nazar caiz ve sıhr insana vâkı'dir.


Beşer aklından efdaldır, ulûm-ı enbiyâullah,

Delile müctehid evvel bakıb eyler isâbet, hak.

64
Ve sonra hükme baktıkta, hatasın afv eder Allah.

Ki hak birdir, muayyendir ve Kur'ân u hadîs ancak,


Ne mıkdar olsa mümkün, zâhirine haml olur hergâh

Bu zâhirden ol ehl-i bâtının da'vâsı ma'nâya


Udûl u hem nusûsu redd ü istihfaf-ı şerullah

Hem istihlâl-ı zenb u rahmet-i Hak'dan yeis hem de


Azâbından emîn olmak, bu cümle küfrdür billah.

Ve lafz-ı küfrü tav' ile ve kâhin sözlerin tasdik


Küfürdür lâkin inkârı, yeniden tövbedir lillah.

Hudâ otuz iki farzı ibâdmına buyurmuşdur,


Kamusun farz bildim, boynuma aldım, bi-tav'illah.

Şürutu beşdir İslâm'ın ki tevhid ü salât u savm


Zekât u hac ganîler Hakk’ına farz eylemiş Allah.

Namazın şartı hariçte olanlar altı farz olmuş,


Ve erkânı içinde oldular hem altı farz-ullah

Dışındaki taharet, setr-i avret, vakti bilmekdir


Ve abdest almak u niyet, hem istikbâl-i Beytullah,

Namaz içinde tekbir ü kıyâm ile kırâettir.


Rükû' u ka'de-i uhrâ, ikişer secdedir lillah.

Vüzûun farzı, yüz yumak yedini mirfakıyla hem.


Başa mesh eyleyip ayakları gusl et dedi Allah.

Ve guslün farzı üçdür kim temazmuzdur hem istinşak.


Üçüncü cümle a'zasın yumaktır tevbeten lillah.

Teyemmüm eylemek vaciptir, abdest ile ğusl için,


Su bulunmazsa yâ kudret yoğisedir bu şerullah.

Anın rüknü iki vurmak, şürutu beş: Biri niyyet,


Sa'îd ü tahir u mesh, biri acz-i ibâdillah.

65
Ve savmin farzı üç: Niyetle ekli şürbü terk etmek,
Fecir doğdukda gün batınca imsâk oldu emr ullah.

Dahî haccın furuzu üç: Biri ihrâma girmekdir,


Biri vakfe Cebel üzre, ziyaret oldu Beytullah.

Haramı itikad etmek haram; andan sakınmaktır;


Helâli hem helâl etmek budur cümle furûzullah.

Hem Eshab-ı güzin ü Tabiîn ü müctehidînin


Ne kim var Ehl-i sünnet vel-cemâa cümle ehlullah

Kamunun ı'tikadın bu yüz on beyt içre bil Hakk’ı


Budur hak mezheb ancak bunda sabit eylesin Allah.

Eğer benden küfür amd u hataen sadır olduysa


Sen o küfrün cemîinden berî oldum li-vechillah.

Dahî şer'a muhalifse eğer ef'âl ü akvâlim,


Ben anlardan rücu' ettim ve tübtü kurbeten lillah.

Nekim kılmış Habîbullah bize tebliğ-i ahkâmı,


Kabul ettim anı âmentü billâhi ve hükmillah.

Dilim ikrarını kalbimle tasdîk eyledim candan,


Senin hıfzında îmânım emânet olsun ey Allah!

GÜZEL AHLÂKLAR
Şimdi sizlere az da olsa güzel ahlaklardan bahsedeceğim. Malûmunuzdur ki bu hususta
söylenen hadis-i şerifler pek çoktur. Müminlerin en mükemmeli ahlaken en güzel olanlarıdır. En evvel
lazım olan şey Ehl-i sünnet akaidi üzerine iman ve itikaddır. Tabi bunlar olmayınca diğer güzel
huyların hiç kıymeti kalmaz. Bu hususun izahı ayrı bir bahiste bildirilecektir. Güzel ahlakların
başlıcaları, meşâyîh-i kiramdan Muhammed el Müftî el-Hâdimî kuddise sirruhû'nun kitabında şöylece
sıralanmıştır:
İhlâs, ihsan, tevazu, zikr-i minnet, nasihat, tasfiye, gayret, gıbta, sehâ, îsâr, mürüvvet,
fütüvvet, hikmet, şükür, rıza, sabır, havf ve rica, el buğzu fillâh, el hubbu fillâh, tevekkül, humûl,
nazarında zem ve methin müsâvîliği, mücahede, hayırlı amellere sa'y, ölümü anma (hatırlama), işlerini
Hakk’a teslim, ilim talebi, gönül selametliği, şecaat, hilim, rıfk, tövbe, ahde vefa, vaadini yerine
getirme, zühd, kanaat, hayırlara çalışmak, rıkkat-i kalp, şevk, hayâ, Allah'ın emirlerine ta'zîm, el ünsü
billâh, Allah'a kavuşma arzusu, vekâr, zekâvet, istikamet, edep, feraset, sadakat, murakabe, mürâbata,
muhasebe, müâtabe, kinini yenmek, ibadet için çok yaşamayı istemek, huşu, yakîn, ubûdiyyet,

66
mükafat.

KÖTÜ AHLÂKLAR
Sâlik için gerekli olan, muhakkak bütün işlerin azimet tarafını tercih edip, ruhsatlardan
sakınması, uzaklaşması ve bütün işlerinde Allahü Teâlâ’nın rızasını istemesi ve Resûlullah
Efendimiz’in (S.A.V) sünen-i seniyyesine ittibâ etmesidir. Öyle ki, azimetlerle amel, kendisinin tab'ına
uyması ve âdet kabilinden olmaması, dünya adamlarının yollarına gitmemesi de gerektir. Çünkü onlar
bütün işlerinde Allah'tan gafildirler. Onların gidişleri de dünya ve ahiret sonu iyi olan bir yol değildir.
Binaenaleyh ahiret yolcusu olan erbâb-ı kemâlin, nefsânî sıfatlardan ve şeriatte mezmum, hakikatte
habis olan mezmum sıfatlardan uzaklaşması lazımdır. Bu kötü sıfat ve ahlaklar da şunlardır:
Fâsid akideler, günahları irtikâb, tövbeyi terk, farz, vacip ve sünnetleri bilmemek, ibadete
tembellik, kibir, ucüp, kin, hased adavet, riyaset sevgisi, riya, övünmek, hile, hıyanet, müdâhene,
hasislik, hırs, tamah, harama ve mübaha meyil, şehvete meyil, çalgı dinlemek, günah yerlerinde
bulunmak, hırsızlık, iftira, sövme, dövme, gıybet, kovuculuk, yalancılık, başkalarıyla istihza, hakaret
etmek, gazap, incitme, gönül kırma, buğz, gayz, dargınlık, mücâdele, imtihan, feryâd ü figân, oburluk,
tufeylîlik, tembellik, sihirbazlık, sertlik, zulüm, dünya sevgisi, israf, aşırı sevinme, ahde vefasızlık,
şakalaşma, tezeyyün (aşırı süslenme), rüşvetçilik, fitne sevgisi, seviye birliği istemek, kötü arzuları
temenni, tûl-i emel, arka dönme, hayâ azlığı, korkaklık, efradı ailesini kıskanmamak, ganimet
malından çalmak, vs.
Bu gibi mezmum sıfatların hepsi manevi necislerdir. Bu necisleri hâmil olarak Hakka tekarrüb
hiçbir suretle mümkün olmaz, zahirî necasetlerle ibadete yaklaşmanın mümkün olmadığı gibi. Bunun
için her sâlike nefsini bu kötü ahlaklardan temizlemesi ve sakınması lazımdır ki, ind-i ilâhîde olan fevz
felaha nail olsun.

İYİ AHLÂKLARDAN HİLM


İyi insan olabilmek için insanların yanında ve ind-i ilâhîde ve meleklerin katında razı olunan
ahlak-ı hamîdelerle ahlaklanmak lazımdır.
Efendimiz (S.A.V) buyurmuşlardır ki, “Ahlaklar hazîne-i ilâhîde mahfuzdur. Cenâb-ı Hak
kuluna hayır murâd ederse, onlardan bir ahlakı ona ihsan eder128.”
Allah'ın razı olduğu ahlakların başında hilm ile tevazu gelir. Bu iki ahlak bütün iyi huyların
menşei ve eşrefidir.
Hilm: Vekâr ve sekînet sahibi olmak ve yavaşlıkla beraber, ukubet etmek istedikte acele
etmemek, teenni ile hareket etmektir. Bu hareketlerden netice olarak afv ve ihsan gibi büyüklükler
doğar. Elbette bu herkes indinde makbul ve memduhdur. Hilmin seyyidül ahlak olduğu cümlenin
malumudur. Hilm, ahlak-ı hamîdelerin en iyisidir ve hilm, gayzını, kinini yenmekten efdaldır. Zira,
gayzın yenilmesi tekellüfle zorlanarak hasıl olur. Hilm ise, hiç zorlanmaya ve tekellüfe lüzum
kalmadan tabi haliyle meydana gelendir. Gayzını yutmak ve onu yenmek bir çok zaman şiddetli
mücâdelelere vabestedir ve nihayet kendisine hilm sıfatı gelerek itiyat hâlini alır; bir daha hiç
bunalmadan, yorulmadan hadiseleri hilm-i tabîsiyle karşılar. Bu ise aklın kemâline delâlettir. Aklın
diğer huylar üzerindeki istilasıdır. Bu sebeble gayzın kuvveti tabii olarak kırılır ve akla teslim
olmaktan başka çâre bulamaz. Lâkin önceden bu hâli kazanabilmek için tehallüm denilen vasfı, ancak
çalışmak, zorlanmak ve hilm sahiplerine hizmet etmekle elde etmek mümkündür. Zira ilim, nasıl ki bir
çok seneler erbabına hizmet etmekle kazanılırsa, hilim de böylece yapılan hizmetlerin mükafatı olur.
En ufak ve âdî işler bile erbabına hizmet etmedikçe lâyık-ı vechile yapılamayacağı herkesin meşhudu
ve malûmudur. Mesela, bir merkebi bile nallayabilmek için bir nalbanta hizmet etmeden yapmaya
kalksanız, hayvanı mutlaka ya topal veya sakat edersiniz. Bu kadar basit görülen şeyler bile bir
hizmete muhtaç oluyorsa hilim denilen bu güzel huyu iktisâb edebilmek için de muhakkak hilim
128
Taberani, Evsat Hadis No:8860

67
sahiplerine hizmet etmek lazımdır.
Bir zât ilme merak etmiş. Evini barkını ihmal edip birçok seneler gurbet illerinde ilim elde
etmeye çalışmış ve nihayet memleketine dönerken yolu üstünde bulunan kâmil bir zata uğramış.
Hâlini ona arz etmiş. O zat:
Evlâdım, kazandığım bu ilimle etrafına lâyık-ı vechile faydalı olman mümkün olmaz. Her
halde benim nasihatlerimi ehemmiyetle dinlemen gerekir, deyince;
Buyurun efendim sizi dinliyorum, diyerek önünde diz çökmüş. Fakat üstaz-ı kâmil ona;
Yo, öyle hemen bir şeyler söylemekle olacak şey değildir bu, sen bakalım burada bize de biraz
hizmet et de biz sana lâyık olduğun zamanda müsade ederiz, diyerek onu alıkoymuş. İki sene
hizmetinde devam ettikten sonra hilmin ve sair güzel ahlakların ne demek olduğunu anlamış ve
kendine hâl edinmiş olunca evine dönmesine müsade etmiştir. Evine vardığında ilk karşılaştığı çok
mühim bir vaziyetten ancak o kâmil zâta olan hizmetleri neticesinde elde ettiği hilim ve sabır
sayesinde kendisini kolayca kurtarmıştır.
İlim teallümle olduğu gibi, hilim de tehallümledir. Hayır temenni edenlere hayır verilir.
Şerlerden korunmak isteyenler de korunur. Binaenaleyh hilmin iktisabı evvela tekellülle, şiddetle
mukabele ve zorlanmakla, zoru zoruna dedikleri gibi uzun zamanlar mücâhede ve mücâdelelerle
mümkündür; yoksa hemen kolayca elde edilebilmesi mümkün değildir. Maamâfih bazı zevât-ı
muhtereme bu huylar hilkaten cibillî olarak, anadan doğma verilmiştir. Fakat bunlar müstesna
kimselerdir. Velilikleri ezelde tahakkuk eden bahtiyarlardır. Bizlerse hiç de öyle değiliz; her iyi huyu
kazanabilmek için mutlaka erbabı olan ahlak-ı kâmile sahiplerine lâyık-ı vechile hizmette
bulunmalıyız. Bu sebebtendir ki, “İlmi talep ediniz, fakat ilimle beraber sekine, vekar ve hilmi de talep
ediniz; ilim öğrendiğiniz üstatlarınıza ve ilim öğrettiğiniz talebelerinize karşı yumuşak olunuz, sakın
cebâbire, zalim, gaddar kimselerden olmayınız” diye ne güzel tavsiyelerde bulunulmuştur. Sonra
cehliniz ilminize galip olur da hiçbir fayda temin edemezsiniz. Zira tekebbür ve cebbarlık gazap
sıfatını kamçılar da hilimden ve yumuşaklıktan sizleri alıkoyar.
Bakınız, şu dua ne kadar güzeldir: “Ya Rab, beni ilim, gına ve hilimle ziynetlendir. Takva
ikram eyle, afiyetle de cemallendir.” Hem daima Cenâb-ı Hak’tan yükseklik isteyiniz. O yükseklik ise,
sana darılıp ayrılanlara senin gidip ziyaret etmekliğin ve seni hayırlardan men edene senin
vermekliğindir ve sana cahillik edene karşı da, zorla nefsini, gazabını, kinini yenerek yumuşak
davranmaklığındır.
Beş şey bizlere Peygamberlerin sünneti olarak verilmiştir. Bunlar:
Hayâ
Hilim
Cemaat
Misvak
Güzel kokudur.

Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz der ki: “Müslim kişi hilmi sayesinde sâim ve kâim olanların
derecesine ulaştırılır. Müslüman kardeşlerine karşı olan haklarını onlara bağışlayan kimseler de hiç
şüphesiz mağfiret-i ilâhiyeye mazhar olurlar”
Gazablarını yenerek hilm ile muamele eden kimselerden Cenâb-ı Hakk'ın azabını men
edeceği, Rabb’ine karşı özür dileyenlerin özrünü Cenâb-ı Hakk'ın kabul edeceği, kardeşlerinin ayıbını
saklamakla onların da ayıplarını Cenâb-ı Hakk'ın örteceği bildirilmiştir. Sizlerin en kuvvetliniz, en
hilimle, yumuşaklıkla, afv ile muamele edeninizdir. Gücü, kuvveti yettiği halde yine afv ile muamele
eden de hilim sahibidir. Her kim gücü yettiği halde, yani hasmına lâyık olduğu cezayı verebilecek
kudrette olduğu halde affedip ona hilimle muamele ederse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onun
kalbini rızay-ı ilâhîsiyle dolduracak; bir rivayette de Allahü Teâlâ onların kalplerini emn ve iman ile
dolduracak, diye buyurulmuştur ki, ne büyük bir devlettir. İnsanın gazabını Allahu Teâlâ'nın rızasını

68
talep ederek yenmesi büyük ecre sebeb olur. Her kim kadir olduğu halde gazabını yenerse, hem kalbi
iman ile doldurulur, hem de yarın kıyamet gününde bütün halkın arasında kendisine yüksek bir
imtiyaz verilerek cennet hurilerinden istediği kadarı emrine verilir.
Lokman hekim oğluna nasihatinde demiş ki:
Oğlum! Sakın bir kimseden yüzsuyu dökerek bir şey isteme ve kinini, gayzını, gazabını yen
ki, senin de gizli mahcup olacağın esrarların, kabahatlerin meydana çıkmasın ve yine kendi kadir ve
kıymetini bil ki, hayatın ve yaşayışın sana fayda versin. Bu sebebten buyurulmuş ki, bir an bile olsa
hilimle muamele etmek birçok şerleri def eder.
Bütün ilim ehli ittifak edip demişler ki: “Gazap hâlinde hilimle hareket, amellerin efdaldir.”
Bütün büyükler bu hususlarda hep bizlere örnek olmuşlar ve kendilerine karşı yapılan haksız
ve yanlış hareketleri müsamaha ile karşılayıp affettiklerini ve onlara güç ve kuvvetleri yeter olduğu
halde dahi ceza yapmadıklarını bizzat göstermişlerdir.
Hilim bahsi, İmâm-ı Gazali (k.s.) Hazretleri Ihyây-ı Ulûm'unda bir çok örneklerle doludur.
Bahusus Hazret-i Ömer (r.a.) gibi bir zâte karşı söylenen sözler hiç affolunmaz cinsten olduğu halde o
büyük insan hep nefsini yenerek, gazabını yutarak afv ve müsamaha ile muamele buyurmuştur. Hatta
bazılarına da çok büyük hediyelerle karşılık vererek taltif buyurmuşlardır. Bunlardan birisi kendi
torunlarıdır ki, aleyhinde konuşmasına muttali olunca ona gayet güzel bir elbiselik kumaş ile bin
dirhem verilmesini emir buyurmuşlardır. Bu konuda Hazret-i Ömer (r.a.) in bir sarhoşa verdiği ders
dikkate şayandır: Bir gün huzurlarına bir sarhoşu getirmişler. Adam Hazret-i Ömer'e (r.a.) karşı mü-
nasebetsiz ve tahkir dolu sözler söylemiş. Böyle iken Hazret sarhoşu affetmiş ve salıvermiş. Bu
hareketine şaşıranlar neden böyle yaptığını sormuşlar. Cevaben:
Eğer o sırada ben ona ceza verecek olsaydım, sırf nefsime uyarak, ona kızdığım için
cezalandıracaktım. Ben ise hiçbir kimseyi nefsim için cezalandırmayı uygun göremem,
buyurmuşlardır.
Hiç şüphe yok ki bu hâdiseler bizler için pek büyük birer ders-i ibrettir. Hemen öyle kızdığı
vakitte ağzından çıkanı kulağı duymayacak derecede mukabelede bulunmanın; sonra gücüne, kuvvet
ve kudretine güvenerek o zavallıyı perişan etmenin elbette muvafık bir hatt-ı hareket olmadığını her
aklı selîm sahibi teslim eder. Yine malumdur ki, bu gibi hareketler aklın zaif, nefis ve şehvetin galip
olmasından ileri gelir ki, bunlar insan sıfatı değildir. Bu gibi hareketler ancak hayvanlara yakışır.
Çünkü insan mümtaz bir mahluktur. Allahü Teâlâ onlara, hiçbir mahluka vermediği akıl, zekâ, vicdan,
ruh yüksekliği, merhamet, şefkat, acıma ve yardım etme, hürmet, saygı ve saire gibi üstün vasıflar
vermiştir. Halbuki diğer mahlukların hiçbirisinde böyle bir şey göremezsiniz. Onlar ancak
şehvetlerinin esiri olduklarından canları nasıl isterse öyle hareket ederler. Kuvvetleri nisbetinde de
birbirlerine musallat olurlar. Acımak, merhamet etmek, günah, ayıp diye bir şey bilmezler. Onun için
insanın kıymeti çok büyüktür. Hele ince ruhlu, kâmil ve olgun bir Müslümanın hâli! Sana biri sövsün
çirkin sözler söylesin, sen de ona karşı çeşitli hediyeler vermekle mukabele et. Bak zalimi, kötü ahlak
sahibini nasıl yola getiriyorlar. Halbuki ağır cezalar yapabilirlerdi ve haksız da değillerdi. Kötü huy ve
kötü ahlak sahibi böyle sert cezalarla hemen ıslâh-ı nefs etsin, bu olmaz. Fakat onun kapalı olan
insanlık damarlarını okşamak suretiyle -ne de olsa bir insandır- bakarsınız ki, hem mahcup olur, hem
de bir daha böyle adiliklere teşebbüs etmeye çekinir. Binaenaleyh ona iki türlü ikram edilmiş oluyor:
Birisi cezadan kurtuluyor, diğeri kendisi intibaha davet edilmiş oluyor. Bu da çok büyük bir nasihat ve
ders-i ibrettir.
Üç şey, üç huy, üç haslet kimde bulunursa, o kimsenin Allâh’a imanı kemâl derecesindedir:
Birincisi, râzı olduğu zaman rızâsı onu bâtıla götürmüyor; ikincisi, kızdığı zaman gazabı onu
Hak'tan çıkarmıyor, üçüncüsü, gücü yettiği vakitte bile kendisinin hakkı olmayan bir şeyi almıyorsa
o, en bahtiyar kimse demektir.
Selmân-i Fârisi (r.a.), nasihat isteyen bir kişiye buyurmuşlar ki: “Kızma”. Adam her halde
gazûb bir kimse olsa gerek ki, “Kızmadan yapamam” demiş. “Öyleyse kızdığım vakit eline ve diline
hakim ol” buyurmuş. Yani nefsini yenmesini bil, gazabına esir olma, insan gibi hareket et. Çünkü
insanlar hayvanlar gibi değildirler, öldükten sonra hayvanlar gibi helak olup gitmeyecekler. Belki

69
cennet ve cemâlullah ile müşerref olacaklarından her halde ve mutlaka nefislerine hakim olmaları
iktizâ eder. Zira o büyük ahiret saadeti, cennet ve cemâlullah öyle para ve pul ile alınır bir şey değildir;
belki o insanlığın ve Müslümanlığın icabına göre hareketlere vabestedir. İnsan şöyle biraz düşünecek
olsa kâfidir. Bizim yaratılışımızın esası, kökü şu kara topraktır. Halbuki bu toprak biraz evvel
güneşten kopan bir ateş parçasıydı. Hayatı sönmüş, boşluğa atılmıştı. Bak Cenab-ı Hak ona nasıl
tekrar hayat verdi. Bizim hayatımıza sebeb olan bütün gıdalarımız da orada yetişiyor. Sonra biz de
onları yiyoruz. Kan olup şu vücudumuzun hayatiyyetini devam ettiriyor. Bir de bakıyoruz ki, her bir
azâmız ayrı ayrı görevde. Hikmetine aklımız bir türlü eremez. Kimi göz olmuş kainatı seyreder. Kimi
kulak olmuş hâdiseleri dinler. Kimi burun olmuş envaı çeşit kokulardan koku alır. Hele o akıl. Ona ne
akıl erer ne de fikir! Olmuşu olacağı anlar ve sezer, insana istikamet verir. Ne acayip bir nimet? O
topraktan yine kimi et, kimi deri, kimi yağ, kimi bağırsak, kimi mide, ciğer, kalp, el, ayak, neticede şu
eşine rast gelinmez kainatı içine almış zübde-i mahlukat oluyor. Biraz hastalansa, ya donacakmış gibi
üşür veya sıtmalı hastalarda olduğu gibi ateşler gibi yanar. İşte bu iki kuvveti de mu'tedil olarak
insanda cem eden Allâhü Celle ve Âla Hazretleri cennet ve cehennemi de onun için halk etmiştir.
Sakın inkârcılar gibi inkâra kalkma. Kendini düşün, hem pek iyi düşün. Senin gibi çok üstün bir
mahluku şu topraktan yaratan madde ile maneviyatı sende toplayan hiç görülmedik esrar ile seni
dolduran Allahü Teâlâ Hazretleri bu kuvvet ve kudreti karşısında insana lâyık olan şey, O’na teslim
olup sözlerini kabul edip emirlerine imtisal etmek ve yasaklarından kaçmaktır. Çünkü her söylediği
binlerce ve belki de yüz binlerce hikmetlerle doludur. İşte sen bu gün meydandasın. Bak sana bu gün
gökleri bile fethetmiş, yer ve gök hepsini senin emrine vermiştir.
Ey insan, daha ne istiyorsun? İşte, sen sözünü dinlediğin takdirde o, hazırlamış olduğu cenneti
ile beraber, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayale bile gelmeyen envaı çeşit
nimetleri ile taltif edecektir. Buna mukabil, münkirler için de o azap evi olan cehennemi yaratmıştır ki,
bu kadar envaı çeşit sayısız, hesapsız nimetlerle kendisini özemiş, bezemiş olduğu halde, nankörlük
edip de onu tanımayanlar ve yolunda gitmeyenler için böyle cezaya elbette ki lüzum vardı. Cenâb-ı
Hak bizleri lûtf u keremiyle Hakk'ı tanıyan ve Hak yolunda ömrünü ifna edip, Hakk’ın rızasına nail
olduğu halde cennet ve cemâliyle müşerref olan kullarından eylesin, âmîn, bi hürmeti seyyidil
mürselîn, vel hamdü lillâhi Rabbil âlemîn.
Biz yine mevzuumuza dönelim:
Kur’an-ı Kerim’in içinde Hak kelamındaki “Rabbâniyyîne, selâmen, hevnen, kehlen,
kirâmen” gibi kelamlar hep hilm sıfatıyla tefsir edilmiştir. Sonra bir duada : “Yâ Rab, Bana o zaman
erişmesin, ben de o zamana erişmeyeyim ki, o zamanda ilim sahiplerine uyulmaz ve hilim sıfatıyla
muttasıf muhterem kişilerden utanılmaz” buyurulmuştur.
O zamanda insanların kalpleri, insanlık ve İslamlıktan uzak, tıpkı acemlerin kalpleri gibi
olacak ki, bu her ne kadar lisanları Arap lisanı üzerine ise de, kalplerinin İslâmlıktan uzak oluşu
dolayısıyla sözlerinin kıymeti yoktur, demektir.
Eşca' isminde bir zât Resûl-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz Hazretleri’ne kabilesi namına elçi
olarak gelmişti. Efendimiz (S.A.V) Hazretleri ona hitaben buyurdu ki:
Yâ Eşca'! Sende Allah ve Resulü’nün sevdiği iki huy vardır.
Anam, babam sana feda olsun onlar nedir, diye sorduklarında:
Onlar, hilim ve teennidir, buyurdular. Bunların cibili olup olmadığını tekrar sorduğunda:
Allahü Teâlâ Hazretleri seni o iki cibilliyette halk buyurmuştur,129 dediler. Bunun üzerine
Eşca', Resulü’nün sevdiği bu iki huy ve ahlakı kendisine ihsan ettiği için Allahü Teâlâ ve Tekaddes
Hazretleri’ne hamd ü senada bulunmuştur.
Bu demektir ki, hilm ve teenni ile hareket her halde ve herkes için pek lüzumlu ve
ehemmiyetle üzerinde durulmaya lâyık ve şâyestedir. Onun için, her Müslümanlık davasında bulunan
kimselerin bu huyları iktisab edip kazanmaları lazımdır.
Her kimde ki şu üç şeyden birisi bulunmazsa, onun amellerini bir şeyden saymayınız, kıymet

129
Buhari, Halku ef’alu ibad 1/72

70
vermeyiniz:
Birincisi: Kendisinde Allâhü Azze ve Celle Hazretleri’ne karşı ma'âsî (isyan) işlemesine mâni
olan bir takva yoksa.
İkincisi: Akılsız ve sefih kişilerden kendisini men edecek bir hilmi yoksa.
Üçüncüsü: Halk ile güzelce geçinebilecek iyi bir ahlaka sahip değilse.
Bu suretle bizlere takvanın, hilmin ve güzel ahlakın lüzumu ne güzel duyurulmuş olmaktadır.
Bize düşen hemen kuşaklarımızı sıkarak, mücâdele ve mücahede-i nefs ile bu huyları kendimize tabiî
olarak mâl etmeye çalışmaktır. Evet, yarınki kıyamet gününde -ki bunda hiç şüphemiz yoktur- bütün
mahlukatın toplandığı o ahiret gününde bir münâdî nida edip ehl-i fazlı sorar. Onlar da derhal toplanıp
cennete doğru süratle giderlerken, melekler kendilerini karşılayıp, böyle süratle cennete doğru
gidişlerinin sebebini sorar. Onlar da cevaben:
Bizler ehl-i fazlız, derler. Melekler de:
Sizin o fazlınız nedir, derler. Onlar cevaben:
Bize zulüm olunduğu vakit sabreder, bir kötülük yapıldığı zaman da afv ve mağfiret ederdik,
bizlere cahilane muamele olunduğu zaman da hilm ile mukabele ederdik, derler. O zaman melekler de:
Buyrun, cennete giriniz. Orası, böyle iyi işler ve ameller işleyenlerin ne güzel yeridir, diye
onları taltif buyururlar.
Hazret-i Ömer (r.a.) buyururlar ki: “İlmi öğreniniz ve ilimle beraber sekine, vekar ve hilmi de
teallüm ediniz.” Ne güzel bir tavsiye! Zira sekine vekar ve hilimden ârî olan ilimden, matlub olan
fayda hasıl olmayacağı açıkça beyan buyurulmuş oluyor.
Hazret-i Ali (k.v.) nin şu sözleri ne kadar kıymetlidir: “Hayır, malın ve çocukların çokluğunda
değildir; belki hayır, sizin ilminizi çoğaltmakla beraber hilminizi de artırmanızdadır” buyurmuşlardır.
Bununla beraber, Allahü Teâlâ’ya karşı yaptığın ibadetle sakın insanlara karşı övünme. Yani;
“Ben geceleri bu kadar ibadet eder, gündüzleri de şöyle oruç tutarım” deme. Bir iyilik veya iyi bir
amel işlediğin vakit Allahü Teâlâ’ya hamd ü sena eyle. Bir seyyie, bir günah veya hoş görülmeyecek
bir fenalık işlediğin zaman da hemen arkasından Allahü Teâlâ’dan mağfiret dile.
Hasan-ı Basri (k.s.) Hazretleri de, “İlmi talep ediniz ve onu vekar ve hilimle ziynetlendiriniz”
tavsiyesinde bulunmuştur. Hilmin ilk mükafatı, cahillere karşı bütün insanların, hilim sahibinin
yardımcısı olmasıdır, diye Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz söylemişlerdir.
Muâviye (r.a.) de, “Bir kişi rey sahibi olamaz, ta hilmi cehline galip olmadıkça” diyor. Demek
ki, hakîkat-i rey, yaşın on sekiz olmasıyla değil, aklın kemâle gelmesiyle olacağını bildiriyorlar ki, pek
mühimdir ve üzerinde durulmaya değer. Daha sonra da şunları ilâve ediyor: “Sabrı da şehvetine galip
gelmesi gerektir”. Tabiî bu da mümkün değildir, ancak ilmindeki kuvvet ve kemâle vabestedir. Şu
halde rey sahibi demek, hilmi cehline, sabrı da şehvetine galip olan demektir ki, o da ancak ulemây-ı
zevil ihtirâma mahsusdur. Bunun ne kadar doğru olduğunu zamanlar bize pek âlâ göstermektedir.
Bu günün reyi, ma'lum olduğu vechile on sekiz veya yirmi yaşını dolduran kadın erkek her
insana; gerek cahil, gerek âlim; gerek hasta, gerek ihtiyar, sakat herkese şamildir. Halbuki, bu
zavallıların çoğu evinin idaresinden bile aciz, aklı hiçbir şeye ermeyen kimselerdir; kim nereye çekse
o tarafa gitmeye meyyal; hani akan suyun içindeki ufak taş, kumların suyun önünde yuvarlandığı gibi,
idarecilerin önünde yuvarlanıp giderler ki, böylelerinin memleket için çok büyük zararlar îrâs
edeceğinden şüphe yoktur.
Bu günkü profesörlerimizin bile, dince malumatları olmadığından “şeriat isteyenleri şöyle
yaparız” diye küfre kadar kendilerini sürükledikleri görülegelmektedir. Hâlbuki dünya işlerinde bile
lâyık olduğumuz seviyeye, senelerden beri bir türlü ulaşamadığımız bir gerçektir. Her gelen idarecinin
ilk vazifesi, iş başındaki, eski sakıt idareye mensup, senelerin tecrübesine sahip iş adamlarını hemen
değiştirmek ve yerlerine kendi adamlarını oturtmak oluyor ki, çok yanlış bir zihniyet olsa gerektir.
Çünkü hiçbir memurun, hiçbir idarenin adamı olmaması ve yalnız milletin işlerini görmeye ma'tuf,
seçilmiş, tecrübeli ve ahlaken temiz kimselerden olması gerekir. Ancak bulunduğu yerin ehli değil de

71
vazifesini hakkıyla yapamıyorsa, o zaman tabi daha lâyıklısı aranır. Fakat idarecilere âlet olamazlar.
Dünkü mağlup Japon ve mağlup Alman'a hele komşumuz, dünkü yavrumuz Bulgar'a ne dersiniz?
Hepsi de bizi fersah fersah geçmişlerdir. Dünya işlerinin bu durumu aklın kemaline değil, zaafını
alâmettir.
Ve yine Muaviye (r.a.)’a birisi soruyor:
En cesur ve şeca'atli insan kimdir? O da cevaben:
Hilmiyle cahilin cehlini reddedendir, diyor, tekrar:
En cömert kimdir, cevaben:
Dinin salâhı için dünyasını verendir.
Enes (r.a.), kendisine şetmeden bir adama şöyle demiş:
Eğer sözlerin yalan ve iftira ise, Allah seni mağfiret etsin. Eğer sözlerinde sadık isen, yani ben
senin dediğin gibi kötü bir adam isem Allah beni mağfiret etsin. Ne güzel cevab!
Muâviye, (r.a.) Gurabe isminde bir emîre, kavminin halinden ve onları ne şekilde idare
ettiğinden sormuş. O da cevaben şöyle demiş:
Cahillerini hilimle karşılar, isteyenlere istediklerini veririm ve onların hacetlerini görmeye ve
bitirmeye çalışırım.
Bakınız Reîsül müfessirîn olan Hazret-i Abbâs'ın oğluna biri sövmüş. O da mukabeleten:
Bu adamın hacetlerini sorun da verelim, demiş. Bunun üzerine o zavallı başını önüne eğerek
mahcubiyet ve pişmanlıkla afv dileyerek çekilip gitmiş.
Bakınız, insanlık ne kadar güzel bir şey, eğer ona, söyledikleriyle mukabele edilseydi,
neticede kim bilir ne çirkin ve korkunç hâdiseler çıkabilirdi.
Şu da başka bir canlı misal:
Ümmetin efdali ve Peygamber (S.A.V) Efendimiz’in kaynatası ve İslâm milletinin ilk halifesi
olan Hazret-i Ebû Bekir es Sıddîk (r.a.), Resûlullah (S.A.V) Hazretleri’yle beraber oturdukları bir
sırada bir adam gelip, Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) karşı itale-i lisanda bulundu. Bir müddet Hazret-i Ebû
Bekir hiç sesini çıkarmadı. Fakat nihayet dayanamadı. Mukabeleye yeni başlamıştı ki, Hazret-i Fahr-i
kainat (S.A.V) Efendimiz ayağa kalktı. Giderken Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) :
Yâ Resûlâllah! O adam bana o çirkin sözleri söylerken oturup duruyordunuz; şimdi ise
ben mukabeleye başlayınca neden kalkıp gidiyorsunuz, demeleri üzerine, Efendimiz (S.A.V)
Hazretleri:
Yâ Ebû Bekir! O size karşı sözlerini söylerken bir melek ona cevab veriyordu. Şimdi ise siz
hakkınızı müdafaaya kalkıp konuşunca, melek gitti, yerine şeytan geldi. Ben de meleğin olmadığı ve
şeytanın bulunduğu yerde oturamam, buyurmuşlardır. Ne kadar şâyân-ı dikkat değil mi?
Her ne kadar bu gibi insanlara mukabele etmek, cevab vermek mümkünse de -ki buna ruhsat
da vardır- efdal olanı susmaktır. Cahile en güzel cevab sükuttur, demişlerdir. Susmak zillet değildir,
zelil ancak zalimlerdir...
Halil ibn-i Ahmed diyor ki; “Sana kötülük edene karşı iyilik yapıp ihsanda bulunmak, onunla
senin aranızda bir perdedir ki, onun fenalığı sana tesir etmez ve onun pişman olmasına sebeb olur.
İnsan her ne kadar bu hilim sıfatı ile muttasıf değilse bile, zorla kendini halim yapmaya çalışması
lazımdır ki, dünya ve ahiret saadetine nail olsun. Çünkü hilm ile bir müddet sonra o kimsenin sana
köle olacağında şüphen olmasın.”
Şu beş haslet kimde olursa bütün güzel huyları kendisinde toplamış olur: Bunlardan birincisi
hilim; ikincisi kimseye eziyet etmemek; üçüncüsü, kişiyi Allah'tan uzak eden kötü hareketlerden,
işlerden, halâs etmek, kurtarmak; dördüncüsü, bir kişinin nedamete ve tövbeye dönmesine sebeb
olmak; beşincisi, zemden sonra methe vesile olmak. Bunların hepsinin, şu dünya metaının birazını
vermekle mümkün olmadığı daima görüle gelen şeylerdendir. Vehb diyor ki :

72
“Merhamet edene merhamet olunacağı gibi, sükut edenler de selamete erişirler. Cahilin
dünyada nasibi nedamettir. Şerre haris olanlar hiçbir zaman rahatlık ve selamet bulamazlar.
Mücâdeleyi terk etmeyenler, daima şetmolunurlar. Şerlerden kaçmayanlar da günahlardan
kurtulamazlar. Şerleri kerih görenler ise korunurlar. Allahü Teâlâ’nın vasiyetine uyanlar hıfzolunurlar.
Allah'ın gazabından korkanlar, emin olurlar. Allahü Teâlâ’nın velisi olduğu kimseler, her türlü
fenalıklardan men olunurlar. Allah'tan istemeyenler, daima fakir kalırlar. Allah'ın mekrinden emin
olanlar, rezil, rüsvay olurlar. Allahü Teâlâ’ya sığınanlar da her zaman, her yerde ve her işte zafere
ulaşırlar.” Vesselam...
Bir adam, Mâlik ibn-i Dînâr'a (r.a) “sen benim için şöyle, böyle söylemişsin” deyince; O da:
Ne mümkün? Sen bana bu takdirde nefsimden daha ekremsin demektir; eğer ben sana böyle
bir şey söyledi isem bütün hasenatımı sana hediye etmiş ve bağışlamış olurum, demiştir.
Bazı ulemâ buyurmuşlar ki: “Hilm, aklın en yüksek derecede kemâline işarettir.”
Hele İsâ aleyhisselâm’a Yahûddan bir cemaat fena ve şer sözler söyledilerse de o, bunlara
mukâbeleten hep hayır söylemiştir. Demişler ki:
Onlar sana ne diyorlar? Sen de onlara ne söylüyorsun? Buyurmuşlar ki:
Herkes kendi hazinesinde ne varsa, onu harcar.
Görülüyor ki, kötü ve fena sözler sahibinin fenalığına, iyi ve hayırlı sözler de, sahibinin
iyiliğine alâmettir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, bunlar hep imandan sonraki şeylerdir. Yoksa
imansız olan bir kimsenin şöyle iyi ahlakı, böyle iyi huyu var demek cömertliğinden bahsetmek bizim
sadedimizin dışındadır. Onlar ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, nihayet yerleri cehennemdir. Zira
imansızların yeri cehennemdir, vesselam.
Hilm, her eleme şifâdır da denilmiş; içe de şifâ, dışa da şifâ.
Aziz kardeş! Şimdi senden benim ricam şu: Bunları okudun ya. Bakalım kendini bu terazi ile
bir tart ve ona göre hal ve hareketini güzelce ayarla. Doktor insanın kendisi olmadıkça, dışardan gelen
doktorun tavsiyesinin ne kıymeti olur? İlaçları vaktinde almazsan, perhizlere ve tavsiyelere riayet
etmezsen doktor sana ne yapsın?
Bu konuda İmâm Şafiî'nin şu sözleri şâyân-ı dikkattir. Buyurmuşlar ki, “Kızılması lazım gelen
bir yerde kızmayan hımardır, yani merkeptir; razı olması istenen bir yerde razı olmayan şeytandır.”
Pek güzel bir sözdür. Günah ve ma'sıyetlere göz yummak ve bunları müsamaha ile karşılamak elbette
kâr-ı akıl değildir. Barışılması istendiği halde barışmamak da affolunmaz bir kabahattir. Burada
aklıma bir hikâye geldi.
Vaktiyle firavunlardan biri hamamda yıkanırken şeytan aleyhilla'ne ona kendisinin kim
olduğunu sormuş. Firavun, hiç görmediği bir kimse olduğu için “bilmiyorum” diye cevab vermiş.
Şeytan:
Öyle ise, sen nasıl tanrılık davası yapıyorsun? Daha karşındakini bilmiyorsun, demiş. Sonra da
kendini takdim ile,
Acaba senden ve benden daha kötü bir kimse var mıdır? Sen tanrılık davası yapan firavun, ben
de, rahmet-i ilâhiyyeden kovulmuş bir şeytanım. Yine cevâbını kendisi şöyle vermiş:
Evet, senden ve benden daha fena ve kötü adam odur ki, kendisinden özür dileyip afv
isteyenin özrünü kabul etmez.
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak cümlemizin kusur ve günahlarını affeyleyip, rızay-ı ilâhîsine
muvafık amellere ve bu hilim sıfatıyla ahlaklanmak şerefine sizleri de, bizleri de muvaffak eylesin,
âmîn...
Asıl hüner, her şeyi yerli yerinde yapabilmektir. Bu da kuvvetli bir ilim ve mağlup olmaz
nefislerle mümkündür. Azgın nefislerde her ne kadar ilim olsa da o kişi yine nefsinin esiri olmaktan
kendini kurtaramaz. Onun için herkese ve bahusus her ilim sahibine tasavvuf şarttır. Tasavvufsuz
ilimler hebâen mensurdur. Zühd, takva, hilim, sabır ve sair ahlaklar, hep tasavvufun mahsulüdür,

73
vesselam...

PEYGAMBER (S.A.V) EFENDİMİZ’İN NUMUNE OLAN GÜZEL


AHLAKLARINDAN HİLM VE SEKÎNET HAKK’INDA130
Ey aziz! Ehl-i edep demişler ki:
Allâhü Celle ve Âla Kelam-ı kadîminde Efendimiz (S.A.V) Hazretleri’ni en yüksek bir ahlak
ile övmüştür. Bu ahlakların icabı rakîk, şefîk, halîm, selîm, emîn, miskinlerin hâmîsi ve buna benzer
vasıfların sahibi olan Hz. Muhammed(s.a.v.)’in; Cenâb-ı Hakk'ın kullarıyla ve bütün insanlarla hüsn-ü
muamele ve ünsiyyeti, ümmet ve ashabıyla sohbet ve muamelesi, ehil ve ıyâlıyla ülfet ve mükâlemesi
ve ona ıktidâ edip izince giden ashab-ı kiramın ve evliyây-ı ızâmın ve ulemây-ı dînin ve selef-i
salihinin daima âdetleri, meşrebleri, bî'atleri cümle mahlukâta hüsn-i ahlak ile muamele, lütuf ve yu-
muşaklıkla mükâleme idi ve müsamaha ile muaşeret, muvafakatle mübaşeretti; hilm ile nasihat, rıfk ile
muhabbetti; tevazu ile şefkat, beşâşetle ülfetti ve îsâr ile hizmet, ihsan ile fütüvvetti; kerem ile
meveddet, hayâ ile mürüvvetti; müdârât ile mürâfakat, tahammül ile komşuluktu; afv ile şefâ'at, cûd
ile sehâvetti; teveddüd ile talâkat, telattufla zarafetti; vekar ile sekînet, rica edene re'fetti; sıdk ile
sıyânet, herkese i'ânetti; ve cümleye hayır dua ve hüsn-ü zan ile sena idi ve kendi nefsini küçültme,
dostları ta'zîm, ayıpları örtme, ezalara tahammüldü. İnsanların ihsan ve güzelliklerini ifşa eder, kendi
ihsanlarını saklarlar; küçüklere acırlardı; büyüklere vefalıydılar. Velhâsıl, bunlara benzer bütün güzel
huylara sahiptiler. Halbuki, bizlere cümleden ehem ve elzem olan Habîb-i ekrem (S.A.V) Efendimiz
Hazretleri’ne ittibâ ve iktidâ etmektir. Ve onun âl ve ashabı âdât ve âdâbıyla mu'tad ve mü'eddeb
olmaktır ve rızay-ı Mukallibel Kulûb’ü gönüllerde arayıp bulmaktır. Onun için de cümle halkına rıfkat
ve şefkat kılmaktır.

NAZIM
Ma'den-i eltaf idi Peygamber, etmezdi ğulü
Hüsn-i ahlâk ile zâtı olmuş idi dopdolu.

Halka eylerdi tevâzu, ger şerif u ger vazî'


Nefsi toprak gibi alçak, gönlü su misli duru.

Sevse, ger buğz eylese, Allah için eylerdi ol,


Kendi nefsi için sevib, hem olmadı hergiz adu.

Gülmedi hiç kahkahayla, sövmedi hiç nesneye


Lutfile bessâm idi, yüzü gülec ol mâh-rû.

Hürmet ü lutf u hayâ ve hilm ile mevsuf idi,


Kimseye lâ demedi, kim gelse ona yalvaru.

Kendi ehl-i beyti hâcetin görürdü kendisi,


Dâima miskinler ile otururdu ol ulu.

130
Marifetnâme, sayfa: 528.

74
Na’l ü sevbine yamalıklar dikerdi giyinib,
Hasta görmek, ta'ziyet için yürürdü ey amu.

Geh binerdi deveye, at u katır geh merkebe,


Ardına adam alırdı, olsa idi almalu

Geh terebbu' eyleridi geh dikerdi bir dizin,


Mecmaul âdâb idi, mahfî, ayân, yüzü sulu.

Arpa ekmeğine yâhud mercimek çorbasına,


Kılsalar da'vet vanrdı, aramazdı reng ü bû.

Yerdi üç parmakla tatlı ve yalardı onları,


Besmeleyle üç nefesde su içerdi dinlenü.

I'tizâr etseydi kimse, özrün eylerdi kabul,


Yok idi indinde lûtf ile keremden sevgülü.

Dursa zikrullah idi otursa zikrullah idi,


Kimseye vermezdi cân ü gönlünü illâ ki Hû.

Ey aziz! Ehl-i edep demişlerdir ki, Hak Teâlâ ibâdına ınâyetiyle kıldığı re'fet ve rahmeti ve
biribirlerine lazım olan şefkat ve ülfeti duyurmuş ve bu hususta Kelâm-ı kadîminde bir çok âyât-i
beyyinâtı zikretmiştir. Biz onları yazmayı bıraktık. Zira okumasını herkes lâyıkıyla becerememektedir.
İsteyenler Marifetnâme’nin 529. sayfasına baksınlar.

RÜBÂÎ
Mahlûk-ı Hudâya şefkat et rahmet bul.
Eblehlere hilm ü hürmet et rahat bul.

Sen herkese rıfk u rağbet et rif'at bul.


Ger idemedinse uzlet et izzet bul.

Bundan sonra da yine husn-i hulk hakkında bir çok ehâdîs-i şerîfeyi beyan etmiştir ki, biz yine
onları yazmaktan feragat eyledik.131

BEYİT
Cihan bağında ey âkıl budur makbul-i ins ü cin.

131
Marifetnâme, sayfa: 530-531.

75
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin.

Ey aziz! Ehl-i edep demişlerdir ki: Habîb-i Ekrem (S.A.V) Efendimiz Hazretleri, ümmet ve
ashabına şefkat ve re'fetiyle, hüsn-i muaşereti talim ve tefhim edip fezâil ve faydalarını duyurmuştur.
Merhamet edenlere Allah (c.c.) merhamet eder, siz yerde olanlara merhamet eyleyiniz ki,
gökte olanların Halık’ı, Rahman olan Allâhü Celle ve Âla da size merhamet etsin. Siz küçüklere
merhamet ediniz ki, sizden büyükler de size merhamet etsinler. Müminlere lazımdır ki, birbirlerine
hayır sanıp nush edeler. Birbirine merhamet edip i'ânesine gideler. Biribirlerinin elemiyle müteellim
olup meserret semtine gideler. Nitekim bedenin bir uzvu müteellim oldukta, cemi-i a'zay-ı beden onun
elemin bulur. Ta, ol uzvun elemi zail oluncayadek cümle beden rahatsız olur.
Ve buyurmuştur ki: “Müminler biribirinin kardeşidir; âlimler nefs-i vahide gibidir. Halkın
hayırlısı, nâse menfaatlısıdır.” Onun için ashab-ı kiram ve onların tabilini ve ulema-y-ı dîn-i mübîn
biribirlerine mü'în olup menfaat ederlerdi. Belki ehl-i kitab zimmiye ve cemi-i mahlukâta bile
merhamet edip yardımlarına giderlerdi.
Ve yine buyurulmuştur ki: “Ümmetimin ebdâlı, kesret-i salât ve sıyâm ile cennete dâhil
olmazlar; belki, rahmet-i kulûb ve selâmet-i sudur ve sehâvet-i nüfus, ile dâhil olurlar. 132” Ve ol
Hazret kendi mübarek yediyle yetim uşakların başlarını meshederlerdi. Ve onlara telâttuf edip
tebessümle söylerlerdi.
Ve buyurmuştur ki: “Yâ Mu'âz! Yetim uşaklara merhametli peder gibi olasın. Ne ekersen
onu biçeceğini yakînen bilesin. Kim ki, Müslüman kardeşini dünyada mesrur ederse, Hak Teâlâ
Hazretleri de onu dünya ve ahirette mesrur eder. Her kim ki, mümin kardeşini dünya gussalarından
birisinden halâs eylese, Hak Teâlâ onu kıyamet gününde, gussalarından âzâd eyler.”
Ve yine buyurmuştur ki: “Allahü Teâlâ’nın kulu, madem ki mümin kardeşlerinin
yardımındadır, Mevlâ’sı da onun yardımındadır. Peder ve validesine ikram ve ihsan eden için,
cennetin iki kapısı açıktır! Hak Teâlâ o kimseye rahmet etsin ki, kendi evlâdına yardım eyler, yani
ol emri ona teklif etmez ki, ol emri işlemekte kendüye âsî olmasından korkula. Ve â'mâlin efdali,
müminin gönlüne, içine sürür idhâl etmektir.”
Ve yine buyurmuştur ki: “Bir kimse kendi iyâline bir dirhem infak eylese, benim indimde
Hak yoluna bin dinar infakından ahsendir.”
“Bir kimse peder ve validesine bir gün mutî' olsa, benim indimde bin yıl nafile ibadetinden
hayırlıdır. Bir kimse ehli ıyâlı yanında bir saat eğlense, benim indimde mescidimde itikâfından
efdaldir.” İmanı ekmel olan mümin, kendi ehliyle hulk-u hasen olandır. Kadınlara hayır sanıp rıfk ve
hilm ile muamele eyleyiniz ki, indinizde esir olup, emânetullâh bulunmuşlardır. Kölesini eliyle
dövenin kefareti, onu âzâd etmektir. Lisânına mâlik olanın ayıpları örtülüdür. Kezm-ı gayz edenin gü-
nahları mağfurdur. Câriye ve kölelerinizle lütuf ve yumuşaklıkla konuşun. Bir günde yetmiş kere
kusur etseler dahi, afv ile muamele ediniz ve onlara kendi yediklerinizden yediriniz. Kendi
esvaplarınızdan giydiriniz ve evlatlarınız gibi ikram ediniz. Onlara takatlerinden fazlasını teklif
etmeyiniz ki, onların da bedenleri et ile kandan ibarettir. Onlar da sizler gibi benî ademdirler. Onlara
zulüm edenlerin hasmı Allâhü Celle ve Âla’dır.
Her kim ki, ana ve babasına mutî' olup da sılay-ı rahim eylese, ehline, evlat ve hizmetkârlarına
mülayim söylerse, ihvanına ikram edip, kendi hanesine devam eylese, tahkik o kimse tekmîl-i
mürüvvet eylemiştir. İnsanlığın kemâline ermiştir.
Evliya ile mücâlese ve ulemâ ile mükâleme eyleyiniz; hükemâ ile sohbet ve fukara ile
ünsiyyet eyleyiniz. İki kişinin konuşmaları birbirine emanettir; pes, biribirine helal olmaz ki, diğerinin
gizli sözünü başka kimseye söyleye veya onun gizli işlerini halka izhar eyleye. Mümin, mümine ruh
ile ceset gibidir. Müminin mümine merhamet ve şefkatle bakışı ibadettir; yüzüne gülmesi kefarettir.
Müminin kalbine sürür vermek mûcib-i rızay-ı Rahman’dır.
Her kim ki, Hak Teâlâ’ya ve âlem-i ahirete inanmıştır, ol kimse komşusuna ikram ve
132
Beyhaki, Şuabu’l-iman Hadis No:10467

76
misafirine hürmet eylesin. Her kim ki, bir şey söyleyecekse, hayır söylesin veya sükut etsin.
Efendimiz buyurmuştur ki:
Yâ Ebâ Hüreyre, nefsine muhabbet eylediğin işi, nâsa da muhabbet eyle ki, mümin olasın.
Komşunla komşuluğu güzel eyle ki, Müslüman olasm. Cibrîl-i emin bana, hüsn-i mücâveretle öyle
çok emrederdi ki, komşunun, komşusuna vâris olacağını zannederdim.133
Ol Hazret’e gelip komşusundan şikayet eden birine buyurmuştur ki:
Kendini komşuna eziyetten men edip komşunun eziyetine sabredesin. Ta mevt ile ayrılıp
gidinceye kadar.134
Güzel komşuluk, heman yalnız komşuya eziyet etmemek değildir. Belki, güzel komşuluk,
komşunun ezasına sabır ve tahammüldür. Muhakkak hüsn-i hulk, güzel komşuluk ve sılay-ı rahim,
Mevlâ'nın rızasını celbe vesiledir ve hataları gidericidir, arıtıcıdır.
Hüsn-i hulk Allahü Teâlâ’nın rahmetinden sahibine bir yulardır ki, bir meleğin elindedir. O
melek ise onu daima hayra çeker, gider. Hayır da onu cennete götürür. Kötü ahlak ise, Allahü
Teâlâ’nın azabından sahibinin burnunda bir yulardır ki, ucu bir şeytanın elindedir. Şeytan ise onu
cehenneme çeker, gider; şer onu cehenneme idhal eder.
Her kimde ki üç huy olmaz, ol kimse imanın tadını bulmaz.
Birisi hilimdir ki, onunla cahilin gazabını reddeyler. Biri de vera'dır ki, onunla haramlardan
men eder. Biri de husn-i hulktur ki, onunla halka müdârât eyler. Sadakaların en efdali halka
müdârâttır. Edây-ı fariza ile emir olunduğum gibi, müdârât-ı nâs ile de memurum. Rıfk ve müdârâttan
nasibi olan, dünya ve ahiret hayırlarını bulmuştur. Rıfk ve müdârâttan mahrum olan, dünya ve ahiret
hayırlarından bibehre ve nasipsiz kalmıştır. İmandan sonra aklın başı, müdârât-ı nâsdır. Ve halka
meveddetle, husn-i imtizaç ve ünsiyyettir.
İstişare edenin işi rasttır, doğrudur. Kendi reyine kanaat edenin sonu iflastır. Dünyayı terk
eden, indallah merğub olur. Halkın elinde olanı terk eden, mahbûbül kulûb olur. Emanet almayan rahat
bulur. İnsanlardan bir şey istemeyen aziz olur. Müminlere nasihat ve şefkat, saadet alâmetidir.
Hak Teâlâ refiktir, rıfkı sevip, şiddeti almaz. Rıfk için eylediği lütfu, şiddet için kılmaz. Hak
Teâlâ bir ev halkına hayır murâd ederse, onları rıfk ile mu'tad edip, şiddetten âzâd eder. Zira
Müslüman odur ki, onun elinden ve dilinden Müslümanlar selamette olalar ve cümlesi onun zarar ve
ziyanından emin olalar.

BEYİT
Nefs-i kabul kıl ey Hakkı halkı incitme,
Kim incidirse seni, Hak'dan anla sen anı.

Cümle Halk ile Husn-ı Hulk ile Muamelenin ve Lutf-u Lâin ile
Mükâlemenin Mahiyeti ve Keyfiyeti Hakkında.
Ey aziz! Ehl-i edep demişlerdir ki; Hazret-i Habîb-i Ekrem (S.A.V) Hazretleri ümmet ve
ashabına, meveddet, muhabbet, ülfet ve sohbetin âdâb ve erkânını talim buyurmuşlardır.
Nitekim ehâdîs-i şerifesinde, lûtfile buyurmuşlardır ki:
“Ey ümmet ve ashabım! Ahlak-ı Hak ile mütehallık olunuz. Muhakkak biliniz ki, ilim ve
hilim anın ahlâkındandır. İlim, ancak teallümle vücuta gelir. Hilim ise, tehallümle hasıl olur. Hayrı
ihtiyar eden kimse hayır bulur. Şerden sakınan hıfz olunup selamette kalır. Öyle ise ilmi talep

133
Buhari, Edep 28; Müslim, Birr 140-141
134
A.B.Hanbel 5/151

77
ediniz. İlim ile beraber hilim ve sekîneti de talep ediniz. İlim öğrettiğiniz kimselere mülayim
söyleyiniz. Kendisinden ilim öğrendiğiniz kimselere de ta'zîm eyleyiniz. Cebâbire-i ulemâdan
olmayınız ki, cehliniz size galip olmasın. Ey, ümmetim! Sizden kat-ı rahim edene, sılay-ı rahim
eyleyiniz. Sizi mahrum edene, siz kerem kılınız. Size cehille muamele edene, siz hilim ile muamelede
bulununuz. Bu huylarla indallah rif'at bulursunuz.135” Hak Teâlâ Hazretleri dîn-i İslâmı, mekârim-i
ahlak ile mahfuf (etrafı kuşatılıp çevirilmiş) ve mehâsin-i a'mâl ile müzeyyen kılmıştır ki, anlar husn-i
muaşeret ve kerem-i tabiattir, yumuşaklık, ata ve ihsandır, it'âm-ı ta'âm ve bezl-i selâmdır, hastaları
ziyaret, ihtiyarlara ta'zîmdir, kötülükleri affedip, komşularla iyi ve güzel geçinmektir, gayz ve kinini
yutmak ve aralarını ıslah etmektir, cömertlik, kerem ve semâ-hattir, iyiliklerini izhar, ayıplarını
örtmektir.
Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır:
Müslümanla karşılaştıkta ona selâm veresin.
Seni davet ettikte, icabet edip gidesin.
Senden nasihat istedikte, ona nasihat edesin.
Aksırdığı vakitte, hamd edince “elhamdü lillâh” deyince, ona “yerhamük Allah” diyesin.
Hasta oldukta, ziyaretine gidesin.
Öldüğü vakitte cenazesine gidesin.
Mümin, gayet yumuşak olup, deve gibi nereye çekilirse gider. Eğer bir taş üzerine dahi
çökertilirse, çöker.
Ol Hazret’in, gazada mübarek dişleri şehit oldukta, ashab-ı kirama çok ağır gelip dediler ki :
Bu kavme lânet eyle ki, bu fiili sana işlediler. Pes, ol Hazret ashabına cevab etmiştir ki:
Ben Allah'ın kullarına lânet için gönderilmiş değilim, ancak onları Hakk'a davet için ba’s
olunmuşumdur ve “rahmeten lilâlemîn” bulunmuşumdur; yâ Rab! Kavmime hidayet eyle, zira
onlar bilmezler136, buyurmuştur.
Bundan dolayı kim ki zalimîne bedduâ ederse, tahkik ol kimse Muhammed-i Emîn’i (S.A.V)
mahzun edip, iblîs-i laîni sevindirmiş olur. Kim ki zalimi affederse, tahkik ol kimse Muhammed-i
Emîn’i (S.A.V) mesrur edip, iblîs-i laîni mahzun etmiş olur.
Yetim çocuklar haksız olarak dövülse, onun ağlaması sebebiyle Arş-ı Rahman hareket eyler.
Hak Teâlâ buyurur ki:
Ey benim meleklerim! Siz şahit olunuz ki, ol yetimi razı edeni, ben kendi indimde razı
ederim.
Kim ki, pazardan evlâdına bir turfanda meyve getirse, sadaka etmiş olur. Evvela kıza versin
ki, anlarda rikkat ağleb olduğundan dolayı Hak Teâlâ Hazretleri onlara daha erhamdır.
Evlâdın peder ve validesi üzerinde üç hakkı vardır:
Doğdukta, ismini gökçek etmektir (yani güzel bir isim koymaktır)
Âkil oldukta, kitabını öğretmektir.
Bâlığ oldukta, evlendirmektir.
Kocanın karısı üzerinde olan hakkı şudur ki, eğer avret bir deve üzerinde bulunsa bile, kendi
nefsini erkeğinden men etmesin; ondan izinsiz, Ramazan’ın gayrısında oruç tutmasın. Kocasından
habersiz evinden çıkıp başka yere gitmesin; sevap umarken günaha batmasın. Eğer bir avret, kocasının
evinden kaçarsa onun namazı kabul olunmaz. Ta dönüp, elini eline verip, “her ne işlersen işle”
demedikçe halâs olmaz. Tahkik, bir avret beş vakit namazını kılsa ve bir ay orucunu tutsa ve kendisini
nâmahremlerden korusa ve erkeğine itaatle hareket etse, ol hatun Cennet-i â'lâya dâhil olur.
135
A.B.Hanbel, Zühd 2/156 Hadis No:636
136
Beyhaki, Delailü’n-nübüvvet 2/197 Hadis No:607

78
DİĞER GÜZEL HUYLAR
TEVÂZU: Alçak gönüllülük etmek, huzû' ve huşu üzere olmak ve kendisini hakir tutmaktır.
İnsan kendi varlık ve benliğini kırmadıkça tevâzû sahibi olamaz. Ve ona terfî-ı derecat da mümkün
olmaz. Her mümin ve müvahhide, hilm ile tevâzu'un lüzumu pek aşikârdır.

RE'FET: Merhamettir. Esirgemek, şefkat etmek ve acımak re'fettendir. İnsanın şefkat ve


merhameti ne kadar çok olursa, şüphesiz ki, kıymeti de o kadar fazla olur.

LİNET: Kelamda ve sair umur ve hususlarda insanın yumuşak tabiatli olması, sertlik
yapmamasıdır. Sertlik bazen fena neticeler doğurduğu gibi, çok yumuşaklığın da bazen zararları
olabilirse de, tahammül etmek ve sabırla karşılamak evlâdır. Hazret-i Osman (r.a.)’ın şehâdeti de fazla
yumuşaklığının ve merhametinin neticesidir.

BEŞÂŞET: Güler yüzlü, tatlı dilli olmağa derler ki, insanın herkese karşı beşuş bulunmasının,
iyi huylardan olduğu malumdur.

AF VE İHSAN: Bütün insanlara karşı, bahusus kendisine zulüm ve cefa edenler, dost veya
düşman da olsalar, bunlara karşı afv ile muamele etmekle beraber, bir de ihsanda bulunmak ne kadar
büyüklüktür.

SILA-İ RAHİM: Akraba ve teallükâtı ve dostları ziyaret edip, onların gönüllerini hoş etmek,
muavenete muhtaç olanların yardımına koşmak ve bahusus, kendisiye alâkayı kesen akrabalara karşı
alçak gönüllülük edip, ziyaretlerine gitmek Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir huydur. Rızkının
bolluğunu, ömrünün uzunluğunu isteyen kimse sıla-i rahim yapsın. Et-Tergîb ve't-Terhîb bu hususta
41 hadis-i şerif kaydetmiştir. Sıla-i rahim yapmayanın bulunduğu yere, rahmet-i ilâhiyye nazil olmaz,
buyurulmuştur.

MERHAMET: Bütün mahluklara ve bahusus zuafâ, yetim ve miskinlere karşı insanların


şefkat ve himaye kanatlarını açıp, dertlerine merhem olmaya çalışması merhamet eseri olup, zıddı ise
merhametsizliktir. Bu gibi zuafâ, fukara ve miskinlerin zaruret içinde çırpınmalarına göz yummak,
elbette büyük felaketlerin doğmasına sebeb olabilir ki, bunun yegâne âmili, merhametsizliktir.
Binaenaleyh, merhametli olmak ahlâk-ı hamîde sahiplerine yakışan meziyetlerdendir.
Dulların, miskinlerin hacetlerine koşanların mükafatı fî-sebîlillah mücâhit sevabı olduğu;
bunların, geceleri kâim, gündüzleri sâim olan kimselerin sevapları kadar sevap alacaklarına dair, hadis
kitablarında en azından yirmiden fazla hadis-i şerif zikredilmiştir.

MEŞÂYIHA TA'ZÎM: Müslümanlıkta yaşlanmış, saçını, başını ağartmış, “sinn-i şeyhuhet”e


erişmiş kimselere elden gelen hürmet, saygı ve ta'zîmi yapmaktır. Ulemâ ve üstazların, bu hürmet ve
saygıya herkesten daha lâyık olduklarını beyana lüzum yoktur. Her fırsatta kendilerinden
faydalandığımız bu mübarek zevata karşı borcumuz olan ta'zîm, tekrîm ve hürmette kusur etmek, edîb
ve kâmil insanlara katiyen yakışmaz. Ulemâsına, meşâyıhına ve üstazlarına hürmet, kendi ke-
mallerinin alâmetidir.

İHVANA HİZMET: Din kardeşlerine karşı olan hizmet borcudur ki, kişi öz kardeşine
hizmete nasıl borçlu ise, din kardeşine de aynı surette, hatta daha ziyadesiyle hizmete borçludur. Bu
hizmet, biribirlerine muhataba meveddet ve sevgilerin çok artmasına sebeb olur. Hem ind-i ilâhîde

79
dereceleri artar, hem de Cenâb-ı Hakk'ın çeşitli lütuf ve sonsuz ikramlarına erişilmesine vesile olur. Bu
hususta Ihyâ-u Ulûm'un ikinci cildinde çok uzun tergîb ve teşvikler vardır. Et-Tergîb ve’t-Terhîb'in
dördüncü cildinde de pek geniş malûmat mevcuttur. İnsan onları okuyunca, âdeta bütün işlerini
bırakıp, ihvan ve sulehânın hizmetine koşacağı geliyor.

TÖVBE: İnsanın, hayatı içinde işlemiş olduğu günahlara ve ibadetsiz geçirdiği vakitlere,
nedamet ve pişmanlık duyup, Hakk'a rücû ve ilticasına denir ki, halktan yüz çevirmesine vesile olur.
Bu tövbe, her mümin için farz-ı ayndır. Bir an evvel tövbe-i nasûh ile tövbe edip; âbid, zâhid, sâlih ve
Hakk'ın nimetlerine şâkir, aynı zamanda zâkir kullarının arasında yer almaya sa'y ve gayret göstermesi
elzemdir. Tövbeden mahrum, isyan vadilerinde, keyfe mâ yeşâ yaşayanların akıbetleri, felaket ve
hüsranla neticeleneceğinde şüphe yoktur. Binaenaleyh, evlâda ve iyâle, dost ve ahbaplara her fırsattan
istifade ile tövbenin lüzumunu ve ehemmiyetini duyurmağa çalışmalıdır.

ALLAH'TAN HAYÂ: Hayâ Cenâb-ı Hakk'ın kullarına bir lütuf ve ihsanıdır. İman ile hayâ
bir karın kardeşi olup birinin bulunduğu yerde diğeri de bulunur. Mesela, imanın bulunduğu yerde
hayâ da olur. Hayânın bulunmadığı yerde ise imanın bulunmayacağı da aşikârdır. “Hayâ imandandır”
hadis-i şerifi de bunun delilidir. Hayâsı olmayan kişi, gazab-ı ilâhiyeye uğrayacağı cihetle, hat ve
harekâtı kötüleşir ve adileşir. Hayâsız insan, kendisinin liyakatsizliği sebebiyle, emanet edilen
nimetten de mahrum olur. O zaman tam manasıyla hainlik üzerine çöker ve onda merhametten eser
kalmaz. İşte o zaman bütün hareketleri şeytanî olur. Artık onda islami bağlılık da kalmaz. Bunun için
ehl-i İslam indinde hayânın kıymeti pek yüksektir.

TAAT: Hakk'a inkıyâd edip, mutî' olmaya derler. Kula lazım olan kendisinin fânî olduğunu
idrak edip, muhtaç olduğu maddi ve manevi kuvvet ve kudreti ve hiç tükenmeyen sonsuz nimetleri
kendisine meccânen lütuf ve ihsan eden Hâlık-i Zülcelâl’e karşı şükran borcunu ödemek üzere emir
olunduğu ibadeti yapmayı ve yasaklarından da kaçınmayı borç bilmektir. Taatte ihmal ve kusur ile
Hakk'a vuslat mümkün olmayacağı gibi, insanın olgunluğu da mümkün olamayacağı, her akl-ı selîm
sahibi için malumdur.

SABIR: Âbidlerin ibadetleri, zâhidlerin zühdleri, sâimlerin oruçları, hacıların esnây-ı hacta
karşılaştıkları müşkülleri yenmek için nefsini feryâd ü figandan hapsedip, günah ve kötülükleri de
işlememek üzere nefislerine hakim olmaları, hep sabırla mümkündür. Çünkü sabrı olmayan veya pek
az olan kimseler, teşebbüslerinde muvaffak olamazlar. Muvaffakiyetlerin birinci sırrı sabır olup
istikametten ayrılmamaktır. Cenâb-ı Hak Kur'ân’ı azîmüşşan’da sabırları pek güzel övmüştür.“Sabrın
imandaki yeri, başın cesetteki yeri gibidir. Sahibini cennete idhal eder. Sevabı da köle azadından
efdaldir”, buyurulmuştur.
Sabır, gam, gussa ve kederlerden kurtulmayı Allah'tan beklemektir. Bu da amellerin efdali ve
âlâsıdır. Her şeyin bir cevheri vardır. İnsanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabırdır. Sabır, bir
nevi nefsi ovmaktır. Yani, bir şeyi yumuşatmak için nasıl ovulursa, nefsi de böylece ıslah edebilmek
ve ondan lazım gelen faydayı elde etmek için, onu da ovmalıdır. Yani, onu kendi haline bırakmayıp,
riyâzetlerle Hakk'ın emirlerine inkıyada ve rızasını talebe alıştırmaktır. Nefeslerimizi nasıl ki tabii
olarak hiç yorulmadan ve zorlanmadan alıp veriyorsak, sabırla da tıpkı böyle her şeyi hal-i tabiisinde
karşılamalıdır. Sâbir, menhî olan meâsîlerden, mekruhlardan ve mezmum olan şeylerden, zahiren ve
bâtınen sabır etmelidir. Yani, yapmamak için dayanmalıdır. Her ne kadar bunların iyi olmadığı ilimle
bilinirse de, sabır olmadıkça ilim kâfî gelmez. Bu sebebten ilimle sabır biribirinden ayrılmayan iki re-
fik veya ruh ile ceset gibidir. Yani, ruhsuz ceset gibi, cesetsiz ruh da bir şeye yaramaz; kemal ikisinin
birleşmesiyledir.
Cenâb-ı Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri bütün Peygamberlerine de hep sabır tavsiye
buyurmuştur. Onların ümmetlerinden görecekleri her türlü meşakkat ve sıkıntıları ancak, sabırları
sayesinde yenecekleri ve kendi nefislerine değil, Allah için sabır etmeleri gerekçesi duyurulmaktadır.

80
Seriyy-i Sakatı (k.s.) Hazretleri’nden sabrın mâhiyeti sorulmuş, o da lazım gelen malûmatı
verirken, ayağını bir akrep sokmağa başlamış. Kendisine:
Efendim, niçin öldürmüyorsunuz veya defetmiyorsunuz, diyenlere:
Allah'tan hayâ ederim, hem sabırdan bahsedeyim, hem de bir akrebin ısırmasından dolayı
feryat ve figân edeyim, olacak şey değildir bu, demiştir.137
Cüneyd (r.a); Allahü Teâlâ Hazretleri müminlere iman ile ikram etmiş ve imanlarını akılla,
akıllarını da sabırla ikram etmiştir, demiş, binaenaleyh, iman mü'minin ziyneti, akıl imanın ziyneti,
sabır da aklın ziyneti olduğunu beyan etmiştir. Şu halde sabır, imanda en mühim mevkiyi ihraz etmiş
olmaktadır.
Cenâb-ı Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, Kur'ân-ı Azîmüşşân’ın tam yetmiş küsur yerinde,
müteaddit vesilelerle sabrı zikretmektedir. Sabrın lüzumu, sabrın ehemmiyyeti, sabrm derecesi,
kemâli, sevabı anlatılmakta ve sâbirleri tebşir etmekte, sayısız faydalar saymakta, dolayısıyla kullarına
sabırlı olmalarını teşvik ve terğîb etmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, sabır muhakkak lazımdır.
Ahlaklar umumiyyetle iki kısımdır: Bir kısmı Peygamberlerde ve bazı velilerde olduğu gibi
vehbîdir; Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin bir lütuf ve ihsanıdır. Onun için onlarda, katiyen yorulmadan
ve zorlanmadan tabii haliyle cereyan etmektedir. Çünkü onlar bizlere numune olacaklardır; binâen alâ
zâlik, numunelerin herhalde hiç noksansız ve en güzel, en iyi şekilde ve kemal derecesinde olmaları
matluptur ve böyle olması da tabîdir.
Sabrın imandaki yeri, cesetteki ruh gibi demişlerdir ki, ruhsuz bir cesedin hiçbir kıymeti
olmadığı gibi, sabırdan mahrum imanın da buna benzetilmiş olması ne kadar şâyân-ı dikkattir.
Dünyanın bütün harekâtı da bunu bize açıkça göstermektedir. Bütün muvaffakıy-yetler hep sabrın
sonunda elde edilen nimetlerdir. Bundan dolayı sabrı bilme, hal edinme ve amel ile izah etmektedirler.
Bunu şöyle anlatırlar: Sabır bir ağaç; hal onun dalları, yaprakları; amel de meyvesidir. Bilgi, maarif
olmuş, hali olmazsa, yani, bilgi ona hal olamamış ise, dalsız, yapraksız ve meyvesiz bir ağaç gibidir.
Ne zaman ki, ilmi kendisine hal olursa, o zaman sanki ağaç dallanır, yapraklanır ve meyvelenir; işte
böyle bir ağaçtan nasıl istifade edilirse, ilmi kendilerine hal olan kimselerden de o zaman istifade
mümkündür.
Şakîk el-Belhî, evliyâullahtan ve mücâhidînden âlim ve fâzıl bir zattır. Vefatıyla yerine
talebelerinden olgunca birini münasip görmüşlerse de o zat:
Ben henüz o seviyeye erişmedim, belki bir sene sonra bu mümkün olabilir, diyerek özür
dilemiş; cemâ'at de :
Pekâlâ, bir sene sana müsa'ade, demişler; bir sene sonra tekrar o zâtı vazifeye davet edince
kendisinde henüz o kabiliyeti göremediğini söyliyerek bir sene daha izin istemiş. İkinci senenin
sonunda derse başlamış, cemaat de çok memnun kalmışlar ve kendisine:
İki seneden beri niçin bizi derslerinizden mahrum ettiniz, demeleri üzerine;
Ben kendimi tecrübe ediyordum. Bakıyordum ki hayvanât benden ürküp kaçıyorlardı. Elbette
hayvanlar kaçınca insanlar da kaçacaklar diye düşünüyordum. Şimdi ise hayvanlar artık benden
kaçmaz oldular, anladım ki dersin zamanı gelmiştir.
Öyle ya, korkak bir adamın şecaatten bahsetmesi; cimri, bahîl ve sıkı bir kişinin cömertlikten
söz açması; sabırsız bir adamın sabırdan dem vurması; her tarafı gazap halinde olan birinin ilimden
söz etmesi; kibir, gurur, ucub, hased, hırs vesaire gibi kötü huyların kendisini istilâ etmiş olduğu bir
bedbahtın, bütün bunların fenalığından bahsetmesi; tevazu ve hilimden nasibi olmayan birinin de
tevazu ve hilmin iyiliğinden söz etmesi ve buna benzer haller ne kadar abes ve gülünç ise, ilimdeki
hüneri ancak güzel lâf etmekten ibaret olan kimselerin de halleri bu kadar acaiptir. Binâenaleyh,
ulemâ-i zevil ihtirama yakışan, yalnız kelimeler üzerindeki sanat inceliklerini bilmekle gösterdikleri
bu çeşit malumat-füruşluk olamaz ve bunlar hiçbir zaman ehli yanında makbul ve memduh değildir.
Hele akıl sahiplerine hiç de yakışmıyan bir sıfattır. Bu sebeble, her ilim sahibine lazım ve lâyık olan,
evvelemirde kendi nefsinin ıslahı için sa'y ve gayret göstermesi; bunun için de muhakkak surette
137
İmâm-ı Şa’rânî cilt: 4, sayfa: 220

81
kendisini yetiştirebilecek derecede âlim, fazıl, kâmil, ahlak ve seciyyesi üstün, dünyaya meyyal
olmayan, şan, şeref ve şöhrete kıymet vermiyen tasavvuf ehlinden bir zatı kendisine rehber edinmesi
şarttır. Kendi kendine yetişene, “hudâyî nâbit” derler; öyleleri ya sobalara odun veya hayvanlara yem
olurlar. Ne zamanki güzel bir aşıcının eline geçer, o da ona güzel bir aşı vurursa, gerek nebatatta ve
gerekse hayvanatta, zamanımızda görüldüğü gibi pek güzel meyveler ve çok güzel yavrular elde etmek
mümkündür. Hatta bu gün bu çalışmalar neticesinde hergün iki yumurta yumurtlayan tavuklar bile
elde edildiği görülmektedir. Koyunlar, atlar, sığırlar hep gözlerimizin önündedir. Bizim eski
ineklerimizin, günde azami üç beş kilo verdiği süte karşılık, bugün yeni cins ineklerin 25 ilâ 35 kilo
gibi bol miktarda süt vermekte oldukları meydandadır. Sen artık bizim ineklerin sütleri şöyle yağlıdır,
böyle güzeldir diye kendini ister aldat, ister teselli et. Şu demek oluyor ki, çalışma neticesinde her
şeyde bir ıslah, bir kemal elde edilebilmektedir. O halde eşref-i mahlukat olan insan niçin ıslah edilip,
kemale ulaştırılmasın? Bu muhakkak ki, bizim beceriksizliğimizden başka birşey değildir. Baksanıza,
sabırdaki azmiyle yakîn nimetine mazhar olanların, geceleri kâim, gündüzleri sâim olanların
sevaplarına nail olacakları bildirilmiş. Bunun gibi, “sabr eden derviş muradına ermiş” atalar sözünü de
unutma. Sabredip sevabını da Allah'dan umanlar şüphesiz, hisapsız sevaplara nail olacaklardır.
Mahlukâtın her imkanının bir had ve hududu vardır. Lâkin, Hak Sübhânehu ve Teâlâ’nın hazineleri ne
biter, ne de tükenir. O sabr edenlerin ecrini hesapsız olarak verir. Hatta bazı suallere, sabrın imandan
olduğu ve imanın sabır ve cömertlikten ibaret bulunduğu mealinde cevablar verilmiştir. Hac'dan
sorulduğu zaman “El-haccü el-arefetü” buyurulmuştur ki, Hac arefeden ibarettir, demektir. Bu demek
değildir ki, Hac yalnız Arafat'ta bulunmakla tamam olur; belki, Arafat’sız hacılık olmaz manasınadır.
Yoksa diğer erkânlarına lüzum yok demek değildir. Fakat en mühim rüknü Arafat’tır. Binaenaleyh,
sabır imandır. İman da sabırdır. Yani, imanın yukardaki hadiste geçen hacda olduğu gibi en büyük
rükünlerinden biri de sabırdır. Zira sabır olmadıkça ne ibadetlere devam ve sebat; ne de, menhiyattan
kaçıp, korunmak mümkün olabilir. Hele, Allahü Teâlâ’nın sabırlıları sevmesi ve onlarla olmak şerefini
bahşetmesi, hangi tada ve lezzete denk olabilir? Hemen Cenâb-ı Hak, bizleri bu nimetlerin kadir ve
kıymetini bilenlerden eylesin, âmin...
Hazret-i Ömer ibn-il-Hattab (r.a.)'ın Hazret-i Ebû Mûsâ el-Eş'arî (r.a.)'ye yazdığı bir mektup
ne kadar ehemmiyetlidir. Şöyle buyurur:
“Yâ Ebâ Mûsâ, sabre devam eyle; iyi bil ki sabır ikidir; biri diğerinden efdaldir: Musibetlere
sabır güzeldir; lâkin, Allahü Teâlâ’nın haram kıldıklarından sabır edip uzak kalmak daha efdaldir.
Yine iyi bil ki, sabır imanın kıvamıdır. Bu sebebten takva, yani Allahü Teâlâ’nın yasaklarından
korunup kaçmak, iyiliklerden, ihsanlardan efdaldir. İyilikler, ihsanlar hep güzel şeyler; fakat
günahlardan korkup kaçmak, iyiliklerin, ihsanların ta kendisi ve daha da efdalidir.”
Hazret-i Ali (k.v.) buyururlar ki, “iman, dört esas üzerine kuruludur: Yakîn, sabır, cihad ve
adalet”. Yine buyururlar ki: “iman, cesetteki baş gibidir.” Başı olmayan cesedin ne kıymeti vardır,
öyleyse, sabrı olmayanın da imanı böyledir. Kemalsiz imandır. İmanında kemal yoktur, demek olur.
Ebüd-Derdâ (r.a.) Hazretleri de buyururlar ki:
İmanın son noktası, en üstünü, Allahü Teâlâ’nın hükümlerine sabır ve takdirine razı olmaktır.
Her kim kadere iman ederse, özünden inanırsa, bütün kederlerden emin olur.
Ey kardeş! İyi bilesin ki sabır, din makamlarından bir makam, sâliklerin menzillerinden bir
menzildir. Bilumum din makamları şu üç şeyle tamamlanır: Bilgi, hal, amel. Bilgi, buna maârif de
diyorlar ki esasdır, halleri cezbeder, kişiyi hal sahibi yapar. Haller de amelleri meydana getirir. Maârifi
ağaca, hali dallara ve yapraklarına, ameli de meyvesine benzetmişlerdir. Yani, ağaç olmayınca dal,
yaprak ve meyve nasıl olmazsa maârif, bilgi olmayınca da, ne hal, ne de amel olur. Binaenaleyh,
Allahü Teâlâ’ya giden sâliklerin yollan şu üçden ibarettir. Bunlar da birbirlerinden ayrılmazlar. Bunlar
denk ve tamam olunca İslâm makinesi güzel işler. Ufacık bir saatin bile çarkları denk olmazsa, o
saatin hiçbirşeye yaramaz olduğu herkesçe ma'lumdur. Diğer bilumum makineler de böyle değil
midir? Bazı esaslardan olan çark ve aletlerin bozulması veya kırılması, yüz milyonlarca liraya mal
olan tayyare ve gemiyi muattal ve işe yaramaz bir hale getirir; tamir kabul ederse ne âlâ, etmeyecek bir
dereceye geldiyse, artık onu bir tarafa atmaktan başka çare kalır mı? Şu halde sabır, maârif ve halin
mahsulüdür ki, meyvesi iyi kulluktur. Bunu anlamak için şunları bilmeye muhtacız:
Cenâb-ı Hakk'ın sayısız mahlukları arasında üç nevi mahluk vardır; bunlar insan, hayvan ve

82
melektir. Bunları gözümüzün önüne alınca bakıyoruz ki, hayvan dediğimiz bütün her çeşit canlılar
sırf şehvetin mahsulüdür. Akıl, zekâ, kiyaset ve ahlak-ı hamide diye saydığımız, hılim, sabır, sehâvet,
adalet, merhamet, şefkat, re'fet, hamiyyet ve istikbal davası gibi huyları ve meziyyetleri yoktur. Sırf
şehvetleri iktizası yiyip, içip, şehvetlerini istedikleri gibi, güçleri nisbetinde teskin edip, müddetleri
hitamında ölüp giderler. Bulduklarım yiyebilmek için günah felân tanımazlar. Ellerine fırsat geçince
insanları bile yerler. Maymun gibi bazı hayvanlarda görülen şeklî bazı kemâlât, taklitçiliktir, yine bir
nevi hayvani hâlâttır ve onların üstünlüğüne delâlet etmez. İşte kim bilir nice bin seneden beri hayvan
yine o hayvandır. Hemen hemen hiç değişmemiştir. Hatta hayvan demek şehvetlerinin esiri olan
mahluklar demektir.
İkincisi olan meleklerde ise, katiyen şehvet yoktur. Yalnız vazifeleri ne ise onu blirler ve onu
yaparlar. Yaratılışları muayyen bir iş içindir. Hepsinin vazifeleri ayrı ayrıdır. Bir kısmı insanın
muhafazası için yaratılmıştır. İç ve dış hizmetlerimizde bizlere yardımcıdırlar. Bunların varlıklarına,
Allahü Teâlâ’nın bildirmesiyle inanır iman getiririz. Mesela, hasenat ve seyyiâtımızı da bu cins
melekler yazar. Daima bizleri gözler ve hareketlerimizi takip ederler. İyilikler yapınca hemen sağdaki
melek vakit geçirmeden yazar. Eğer günah işlersek tövbe edebilmemiz için -bazı rivayetlere göre altı
saat kadar- mühlet verirler. Eğer bu müddet içinde tövbe edip, vaz geçersek günah yazmazlar. Bu,
mahzâ Rabb’imizin kullarına bir lûtfudur. Fakat üçüncüsü olan biz insanlar ise, böyle hayvanlar
menzilesinde kalmayıp; eşref-i mahlukat, ekrem-i mahlukat yer yüzündeki halifeliğe lâyık; gayetle
mümtaz; akıl, feraset, zekâ, ilim, irfan ile müzeyyen kılınmışızdır. Allahü Teâlâ bütün esmayı o insana
talim buyurmuş, cennet ve cemâliyle müşerref olabilecek derecede yüksek bir evsafta, şehvetini
icabında kırıp durdurabilecek kudrette yaratmıştır. Müslüman onu ancak meşru yolda kullanarak
iffetini de muhafaza ederek, ümmet-i Muhammed'in (S.A.V) çoğalıp, Allahü Teâlâ’ya kulluk
edebilecek bir zümrenin bekasına hizmet için kullanır. Günah, haram, yasak ve yaramaz şeylerin
hepsinden son derece sakınır, aynı zamanda insanlık ve İslâmlık iktizâsı merhamet, şefkat, sevgi,
saygı, teâvün, birbirlerine yardım, malen, ruhan, ceseden birleşme, topluluk, cemiyetçilik, kardeşlik,
ülfet, ünsiyet, cömertlik, iffet, hayâ ve daha sayılmakla bitmiyecek kadar çok ve üstün meziyetleri
kazanmaya çalışır. İki meleke ve onların sayısız yardımcılarıyla desteklenmiş olan insan, rehberimiz,
mürşidimiz, mürebbimiz, ciğerimiz olan Peygamberimiz (S.A.V) Efendimiz Hazretleri gösterdiği ve
gittiği yoldan gider ve kitabımız olan Kur'ân-ı azîmüşşan’ın da emirlerine ve yasaklarına riayet ederek
yaşarsa, melekleri de geçer, rahmet ve cemal evi olan cennete nail olur. Orada cemâl-i ilahiyesini
müşahede ile bütün diğer cennet nimetlerini unutur, müstağrak-ı feyz-i ilâhî olarak, mest ve hayran
kalır. Cennet hurilerini de hayretlerde bırakacak güzellikler ve tavsifine imkan olmayan bunca
nimetler, işte şu insan için hazırlanmıştır. O insan ki, hayvanlar gibi şehvetinin esiri değildir; belki o
şehveti, aklı, zekâsı sayesinde, üstüne binilen bir at ve bir araba gibi kullanılıp menzil-i maksuduna
selametle ulaşır; Hakk'ın rızasını kazanmaya çalışır. Onun için akıl, hayvanın üzerine binen adamın
elindeki gem, dizgin gibidir. Hayvanı onunla istediği gibi sevk eder. Dizginleri elinden bıraktığı
zaman azgın hayvan nasıl başını alıp gider, zabtolunmaz hale gelir ve hatta üstündeki sahibini yerlere
atıp, sürükler ve perişan ederse, şehvetlerine mağlup olan kimselerin halleri de tıpkı buna benzer. İn-
sanlık şeref, meziyet ve ulviyyeti, şehvetlerine mağlup olanların değil, belki şehvetlerini, şeriat, iman
ve İslâm'ın verdiği salâbet-i dîniyye sayesinde Hakk'ın rızasına uygun bir şekilde kullanarak
hayatlarını idâme ettirmeye sa’y ve gayret gösteren bahtiyar kimselerin hakkıdır. Bir çocuk
doğuşunda, bir hayvandan farklı değildir. O da tıpkı hayvanlar gibi yalnız şehvetiyle (yani arzularıyla)
yaşar. Onda akıl henüz kemâle ermemiştir. Ağlaması, bağırıp çağırması hep şehvetinin icabıdır. Fakat
lutf-u İlâhî ile büyüyüp temyiz haddine eriştiği ve nihayet bulûğ derecesine vardığı zaman, akıl erdiği
ve iyiyi, kötüyü, helali, haramı, günahı, sevabı ayırabilecek noktaya geldiği için kendisine teklifât-ı
ilâhiye gelir. İşte bu devirde Cenâb-ı Hak tarafından ona yardımcı, hidayetçi iki melek verilir.
Bunlardan biri doğruyu gösterir, diğeri de ona yardım eder. Bu suretle hayvânî şehvet sıfatıyla;
melekî, ruhî sıfatlar, daha açıkçası, şeytan askerleriyle Hakk'ın askerleri olan melekler karşılıklı olarak
mücâdele ve muharebeye başlarlar. Burada insan, bu iki taraftan birinin yardımcısı olmak
durumundadır. Eğer şeytan askerlerine yardım eder, şehvetin iktizasını işlerse, tam bir komünist gibi,
bir hayvan gibi, belki ondan daha aşağı derekeye, es-fel-i sâfilîne düşer. O güzel, canım insanlıktan
hiçbir nasip alamadan bu fanî dünyaya gözlerini yumar. Bu insanlık cevherini boşu boşuna zayi
ettiğinden dolayı azap ve elem evi olan cehennemin yolunu kendi eliyle seçmiş olur ki, ne kadar
acınsanız yine azdır. Çünkü sizin yeriniz, süflilerin yeri olan cehennem değil, belki ulvîlerin makam

83
olan cennet ve cemâlullah idi.
Eğer bu mücâdele ve muharebede aklınızı başınıza alıp, şehvetin esiri olmadan Hakk'ın
askerlerine yardımcı olur, şeytanı mağlup eder, yenerseniz, Cenâb-ı Hak da onun askerlerinin
yardımcısı olduğunuzdan nâşi sizlere her zaman ve her yerde yardım edeceğini vaat buyurmuştur.
Şu gördüğün ufacık gövde, bütün kainatı içine alımış bir zübdedir, kainatın hülâsasıdır. Bu
cesette iki zıd kuvvet birbirleriyle çarpışmaktadır. Vücut ikliminde, yani bu cesette, bu kuvvetlerden
hangisi galib gelse, onun hükmü altında yaşamak mecburiyyetinde kalınmaktadır. Dünyadaki esirlik
çok ehvendir. İnsan ne kadar zalim bir devlete esir düşmüş olsa bile, yine bazı hürriyetlere sahipdir.
Abdest alıp namaz kılmanıza, Kuran okumanıza karışmazlar. Yalnız, onun koyduğu tel örgülerin,
kampların içinde mahpussunuz. Fakat dininize ve diyanetinize karışmadıkları müteaddit hadiselerle
sabittir. Hatta dindarlara bazı müstesna haklar bile tanırlar. Fakat nefsin, şehvetin şeytanın esiri
oldunuz mu, bunların ilk vazifeleri sizi Allah'dan ayırmak ve sizi yalnız, yardımcısız bırakıp, istediği
gibi mahv ve perişan etmektir. Artık tutulur tarafınız kalmaz. İnsanlığa faydalı değil, tam tersine
zararlı bir canavardan daha beter bir hale gelirsiniz.
Şimdi sen, bir insan olmak münasebetiyle iyice düşün, bu iki askerden hangisine yardım
etmenin lazım olduğunu bil de, bu fani dünyayı namütenahi olan ahiret nimetlerine değişme. Fakat bu,
bu kadar kolay bir iş değildir. Mücâdele ve muharebelere alışmamış, bahusus korkak ve menfaatperest
insanların hiç de işi değildir. Bu ilk bulûğ yaşından itibaren muharebe ve mücâdeleleri göze almış,
yılmaz, korkmaz ve bitmez, tükenmez bir sabra muhtacdır. Bu da kâfî değildir. İnsanın evvela
düşmanını bilmesi lazımdır. Dünyadaki düşmanlar görülür ve maddi imkanlarla çarpışılır, zafer bulur-
san ne mutlu, eğer mağlup olursan, esir olur veya şehit düşersin, yine cenneti hak edersin. Lâkin bir
düşman olan şeytan, ne görülür ne de tutulur. Binaenaleyh, bununla mücâdele, manevi ve ruhanîdir.
Mânen ve rûhen desteklenmiyen, bu desteği temin edemiyenlerin bu muharebelerde muvaffak olmaları
çok müşküldür. Görüyoruz ki dünyadaki muharebeler için milletler güçleri nisbetinde nasıl çalışıyor
ve hazırlanıyorlar. Askerlik hizmeti diyerek paralı, parasız birçok kuvvetleri talim ve terbiye ile
muharebe usulleri öğreterek, senelerce hürriyetlerinden mahrum ediyoruz. Eğer harb öyle kolay bir
şey olsaydı herkes evinde işiyle, gücüyle meşgul olur, şayet bir harb olursa silahını alıp koşardı. Ko-
şardı amma iş işden çoktan geçmiş olurdu. Askerlik hizmeti nasıl mecburi ve lazımsa, kumandanları
ve harb malzemeleri de keza, hem de hiç eksiksiz olması gerekse, bunlardan bir kaçı olmadığı takdirde
mağlubiyyeti göze almaktan başka çâre kalmayacağı nasıl mâlûmunsa; bu şeytan aleyhillanenin ve
onun hizmetkârları olan şehvet ve nefsaniyetin karşısında da mânen seni destekliyecek, muktedir,
şehvet ve nefislerine hakim, sâhib-i ilm ü irfan olan zevât-ı kiramın da yardımlarına muhtaç olduğunu
unutma ve onların himayesinden ayrılma ki, şeytan seni yalnız bulup da ezmesin ve Hak'tan ayırıp
cehennemlik etmesin. Kumandansız muharebe nasıl mümkün değilse, mürşidsiz, bu azgın düşmanların
hakkından gelmek de öylece mümkün değildir dersem sakın beni ayıplama. Sen herşeyi kendi aklınla
ölçmeye kalkarsan muhakkak aldanırsın. Ölçü, Allah'ın ve O’nun Resulü’nün ölçüsüdür. Birisine farz,
diğerine sünnet derler. Senin ölçün ancak bu iki ölçüye uygun ve denk olursa, o zaman makbul olur.
Yoksa zararda olduğunu bilmen gerektir. Sen ne kadar sabırlı olursan ol, düşmana atacak silahın,
kurşunun olmadığı takdirde sabrın ne faydası olur.
Sabrın baş destekçisi zikrullahdır. En az günde beş bin zikir yapmıyanların halleri haraptır.
Bu, askerin cephanesi gibidir. Silahlı ve cephanesi olmayan askerin hali neyse, senin halin de öyledir.
Binaenaleyh, evvela tövbeni yap, Hakk'a dön, sonra beş vakit namazını cemaatle edaya devam et, hele,
sabah ve yatsı namazlarını hiç kaçırma ve sabah namazından sonra hemen camiden çıkma, işrak
vaktine kadar otur, bildiğin zikirlerle ve bahusus İhlas suresini çok okumak suretiyle vaktini doldur.
Güneş doğduktan 30 veya 45 dakika sonra iki veya dört rekat işrak namazını kıl, Allah'a güzelce
yalvar, eğer borç namazların varsa, herhâlde hiç olmazsa hergün bir kaç günlük kaza namazı kıl, hem
bunları bir an evvel bitirmeye bak. Sonra hastalık veya çeşitli iptilâlar, dertler, musibetler yüzünden
belki de kılamayacak hale gelebilirsin.
Sabrın tabi birçok nevileri vardır. Yerine göre hepsinin derecesi, sevabı ayrı ayrıdır. Mesela,
can kaybı, mal kaybı, çeşitli hastalıklar, biribirine benzemez, bazısı hafif, bazısı çok ağır iptilâlar,
ağrısı, acısı, sızısı herkeste başka başkadır. Geceleri uyuyamaz, gündüzleri, ağrısına, acısına
dayanılmaz, şüphesiz bunlara sabır, dile kolaydır. Hele iman ve İslâmiyeti zaîf kimselerin hali ne

84
kadar acıdır. Herkese şikayet ede ede kalırlar. Ziyaretine gelenler de geldiklerine pişman olurlar.
Müslüman ise, “çok şükür Mevlâ’ma” diyerek sabr eder ve Allah'tan şifâ isteyerek kimseyi rahatsız
etmemeye gayret eder. Bunlar, insanın başına gelince tabii olarak katlanmak mecburiyetindedir. Lâkin
günahlara gelince, bunlar da, nefsin, şehvetin hoşuna giden, dünya zevklerinin alındılı şeylerdir ki,
onları terk edip, uzaklaşmak, öyle hastalıklara, musibetlere sabr etmeye benzemez. Nefisler, şehvetler
bir kere şahlandı mı artık onun önüne geçmek, düşman ordularını yenmekten çok daha zordur. Hele
alışılmış, âdet haline getirilmiş ise, bu i'tiyâda, haklı olarak tabiat-i saniye diyorlar ki, bundan
kurtulmak âdeta bir şans ve bir bahtiyarlıktır. Mesela: kahvehaneler, sinema, tiyatro, kumar, içki, zinâ,
deniz düşkünlüğü, pazar gezmeleri, hava almak bahanesi vesaire gibi. Bedeninin en güzel ve kıymetli
yerlerini açmakta beis görmeyen ve onları örtmeyen hanımların hâli, bize göre çok ayıp ve çirkin;
fakat ona göre hiç de öyle değil, gayet tabii bir haldir; ne sıkılır, ne de utanır, herşeyi meydanda,
herkesin gözü önünde öylece denize de girer, bir de yüzücülük meharetini gösterir ve katiyen
çekinmez. Çünkü bunu, tabii hakkı görmektedir. Şimdi bunlara istediğiniz kadar sabır tavsiye ediniz,
faziletinden bahsediniz, günahların da azaplarından, felaketlerinden söz ediniz, hepsi boştur. Çünkü
artık, gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri de ya çok ağır hasta veya ölmüştür. İş ancak Mevlâ’ya
kalmıştır. Onun için, günahlara sabır, musibetlere olan sabırdan çok daha fazla faziletli sevaplı ve
ecirlidir. Halbuki musibetlere sabr edenlerin, yarın kıyamet gününde hesapsız ve sorgusuz hemen alel-
acele ve süratle cennetteki yerlerini alıp zevk ve safâlarına bakacakları rivayet edilmiştir. Şu halde,
günahlara karşı sabr edenlerin mükafatını beyana gücümüz yetmeyecektir. Yani, akıllarımız, onların
mükafatını idrakten acizdir. Sadece lâ yuad ve lâ yuhsâ olduğuna inancımız vardır. Marifetname sahibi
İbrahim Hakkı (k.s.) Hazretleri sabır hakkında ayet ve hadisler zikrederek şöyle buyurmaktadır :
Ey aziz! Ma'lum olsun ki, Hak Teâlâ Hazretleri kullarına, inayetiyle sabrı talim ve terğib edip,
Kur'ân-ı Kerîm’inde müteaddit surelerde, yetmişi mütecaviz yerde sabrı zikretmiştir. Biz size burada
ancak bir tanesini zikredip onunla iktifa edeceğiz. Este’îzü billah:

‫ي‬ ‫ِر‬‫الَّص اِب‬ ‫ا‬ ‫َّن‬‫اَاُّي ااَّلِذي َا وا ا ِعي وا ِبالَّص ِرْب الَّصَلوِة ِا‬
‫َن‬ ‫َهلل َمَع‬ ‫َو‬ ‫َي َه َن َم ُن ْس َت ُن‬
Meali: “Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyiniz; muhakkak ki
Allah sabredenlerle beraberdir.”138 Bu mevzuda birçok hadis de vârid olmuştur. Nitekim Efendimiz
(S.A.V) Hazretleri:
“Ey ümmetim, iman iki parçadır. Bir parçası sabır, bir parçası da şükürdür139”
buyurmuşlardır. Sabrın en efdali, musibetin iptidasında bulunan sabırdır. Buna teslimiyet derler. Sabır,
her taatın başlangıcıdır. Her musibetten kaçmanın aslıdır. Her ibadetin aslı sabırdır. Müjdeler olsun o
kimselere ki, mihnetlere sabr edicidir. Acı bir söze sabr edemiyen kimse, nice acı kelimeler işitse
gerektir. Sabır, zaferi getirir; yani, mûris-i zaferdir. Sabır acıdır. Onu yutan hürdür. Mihnetlere sabır,
hüsn-i yakîne yetmektir. Hak Teâlâ’dan ziyade sabırlı kimse yoktur ki, müşrikler ona iftira eyledikleri-
ni işitir de onlara yine afiyet ve rızık ihsan eder. Sabrın evveli acı, âhiri tatlı ve lezzetlidir. Sabır,
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatıdır. İmanın başı sabırdır. İman, sabırla cömertliktir. Hiçbir kimseye sabırdan
daha hayırlı bir bahşiş i'ta olunmamıştır. Sabır Allahü Teâlâ’dandır; acele ise şeytandandır. Nusret
sabır iledir. Ferah da sıkıntı iledir. Kim ki malında ve nefsinde bir musibete erişirse ve onu gizleyip
kimseye şekva eylemezse, tahkîka, Allahü Teâlâ ona iman lezzeti ve ihvan izzeti ikram ve ihsan eder;
cemi' günahlarını mağfiret eyler.
Hazret-i Eyyûb aleyhisselam, müptela olduğu hastalığında iken her seher vaktinde Hak Teâlâ
anı vasıtasız iyâde (hasta ziyareti) edip, lütuf ve keremiyle, “Habîbim Eyyûb, nicesin?” (Yani
belamızın gelişiyle nicesin) buyurmuş. Hazret-i Eyyûb aleyhisselam da, halâvet-i hitab-ı izzetle
müstetab olup, hastalığın acısını unuturmuş. Eyyûb aleyhisselam iâde-i afiyet edince Cenâb-ı Hakk'ın
hitabındaki tadın gâyib olmasından korku ve üzüntü duymuş, ondan dolayı hasretle derdinden şekva
kılmıştır. Buradaki şekva, derdinin son bulup da hitab-ı izzetin kesilmesi sebebiyledir. Allâhü a'lem.
Kıyamet gününde sabırlılara mükafat olundukta derler ki:

138
Sûretü'l-Bakara, ayet: 157
139
Kudai, Müsned-i şihab 1/258 Hadis No:152

85
Yâ Rab! Bizi bir daha dünyaya gönder ki, kendi etlerimizi makasla kendimiz doğrayıp,
elemine sabr edelim, ta ki bu devlete, bundan daha ziyade erelim.

ŞİİR
Âteş duhana der: Ne kaçarsın ırâğa zûd,
Bensiz karâr yokdur, olur hoş benimle ûd.

Oldur bana muhabbet edip kadrimi bilen,


Zira ki buldu kendi fenâsında ûd, sûd.

Ey yâr-ı şu'lehârımız ehlen ve merhabâ;


Ey fânî-i şehîdimiz ey mefhar-i şühûd.

Mahv oldu hâk, nân olub ol yandı mi'dede,


Nân oldu tatlı cân ki, odur zübde-i vücûd.

Mahv olsa cân, okur o adem levhini iyân.


Mahv eyle cânı koyma cehâlette ey vedûd.

Cân aşk oduna yansa, sakar'dan emin olur.


Fakr ü fenaya erse bulur devlet-i hulûd.

Uşşâka aşk sırrını der Hakk’ı olsalar,


Ashab-ı Kehf misli hem eykâz u hem rükûd.

Sabır ve Tahammülün Had ve Hakikati, Halâvet ve Kerameti


Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, sabır, nefsi cezadan haps ve men etmektir. Sabır nefis
nazlarından, mücâhede ile huruc edip gitmektir. Sabır, fıtam-ı nefs üzerine devam ve sebata yetmektir.
Sabır ikidir: Biri mekruhla sabırdır, biri de mahbubsuz sabırdır. Sabır, kalbe, musibet kadar
nazil olur. Musibetlere sabretmek, mevhibelerin efdaline yetmektir. Sabr-ı cemil, câlib-i ecr-i cezîldir.
Sabr etmek ayıpları örtücüdür. Bollukta şükür, sıkıntıda sabır büyük mükafatı mucipdir. Gazabında
halim ol.
Sabreyle, musibet olmaz. Sabreden musibetten elem duymaz. Belaya sabreden kazaya râzı
olmuş olur. Rıza ile sabır âsân olur. Sabırlılara bela, bal olur. Sabır ile koruk helva olur. Sabrın sonu
zaferdir. İmânın aslı sabırdır. İslâmın aslı rızadır. Eğer görürsen ki Hak Teâlâ belaları üzerine
yağdırmıştır, anla ki seni ikaz eylemiştir. Nimet buldukta şekûr ol. Mübtelâ oldukta sabûr ol.
Musibette ceza' ve feza', musibetten eşed ve es'abdır. Ceza', sabırdan ziyade teablidir. Sabır, elem ve
belalardan terk-i şekvadır. Sabır, belayı rıza ile istikbaldir. Sabırlılara nimet ve hikmet beraberdir.
Sabırlı baş selamettedir. Sabır güzel alâmettir. Belâ Hak'tan atadır; pes, beladan ceza' hatadır. Bela
güzeldir, zira ki ol bahş-i ezeldir. Sabır bir mübarek şerbettir ki, mûcib-i afiyettir.

86
NAZIM
Fakr ü fenâ iste sen ey bül-vefâ,
Ta bulasın genc-i bekâdan safâ.

Kendini yok anla yakîn fakr odur,


Hem ben ü sen, o deme oldur fenâ.

Kibri koy el dil ile pür andan al,


Kibre bedel ancılayın kibriya

Hâk ol u pâk ol seni sen görme hiç


Ta bite hâkinde güzel tûtyâ,

Versen eğer aşka bu cânı revân,


Bin can alırsın hoş u bî-müntehâ.

Kalbe verir aşk demi, hoş hayat.


Cân-ı cihandır o demi can-fezâ.

Bil ki bir Allah'tır edip, eyleyen,


Her ne olursa ver ana hoş rızâ.

Mâni' u mu'tî çün odur cümleden,


Halkı unut Hâlık'a eyle senâ.

Hakk’ı, edib Hakk'a gönülden rücû',


Sâbir ol andan geleni bil ata.

Sabır ve Tahammülün Tesir ve Faydaları


Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, kulun kalbini huzur-ı Mevlâ'dan meşgul eden dört arızadan
üçüncüsü, şedâid ve musibetlerdir; bunlardan ceza' ve feza' etmektir. Bunların kifayeti ancak sabırla
bulunmuştur. Pes, sabrın cemi mevâzıında sabûr olmak, iki emir için lazım bilinmiştir. Evvelki emir,
ibadet ve huzura vusul addolunmuştur. Zira ki, mebde' ve mebnây-ı emr-i ibadet, huzur, sabır ve
tahammül bulunmuştur. Sabırlı olmayan kimse, ibadet ve huzurdan bir nesneye vâsıl olamaz. Zira ki
bu dünya, dâr-i mihnet ve cây-i meşakkattir. Madem ki insan dünyada muammerdir, anın envâ-ı
şedâid ve mesâible mübtelâsı mukarrerdir. İnsana arız olan şedâid ve mesâib, kişinin ehil, evlâd,
akraba, ihvan ve dostlarında bulunan fakirlik, hacetler, ayrılıklar, hastalıklar, ölüm ve emsali gibi
musibetler ve kendi nefsinde bulunan çeşitli hastalıklar, ağrılar, sızılar, dertler, kederler, vesvese ve
korkular, halkın düşmanlığı, kavgası, gürültüsü, hasedi, sövüp sayması, ta'yîb, tahkir, gıybet ve iftirası
ve emsali musibetlerdir. Malında bulunan çeşitli arızalar, çalma, çırpma gibi musibetler de
unutulmamalıdır. Bu musibetlerin her birinin bir acısı, yankısı vardır ki, bu acıları, hararetleri ve
zahmetleri ancak, cümlesine sabır ve tahammül etmekle önlemek mümkündür. Zira ki, feryat ve figân

87
ile vakit geçirmek, kulun kalbini ibadet ve huzurdan men ve kat' eyler.
Buyrulmuş ki, dört gûnâ mevt ile meyyit olmayan halâvet-i ibadeti bulamaz ve lezzet-i huzuru
da alamaz: Bunlardan birincisi beyaz ölümdür ki, bu açlığa tahammüldür. İkincisi siyah ölüm ki,
insanların kendisini zem etmelerine tahammüldür. Üçüncüsü kırmızı ölümdür ki, nefis ve arzularına
muhalefettir. Dördüncüsü yeşil ölümdür ki, kazây-ı ilâhînin cereyanına rıza göstermektir. Kim ki bu
dört ölüme sabır ve tahammül kılmıştır, o kimse ibadet ve huzura nail olmuştur.

BEYİT
Hicranına tahammül eden vuslatı bulur,
Tûbâ limen yüsâidühüs-sabrü ves-sebat.

Ela, bis-sabri tebluğu mâtürîd,


Ve bittakvâ yelînü lekel-hadîd.

Bundanda anlıyoruz ki, insanların, muradlarına nail olabilmeleri için sabra ihtiyaçları
herşeyden fazladır. Bütün güçlükleri yenmek de takva ile olacağı anlaşılmaktadır.
İkinci emir, sabırdan olan iki cihanın hazineleridir. O hazinelerin bazısı, necat, fevz, rızık ve
a'dâya zaferdir. Emsal ve akran arasında üstünlük, Hak'dan rahmet, muhabbet ve senadır.
Ve kişi sabırla Hakk'ın indinde yüksek derecelere birçok kerametlere ve hesapsız ecirlere ve
sevaplara nail olur. Hak Teâlâ kuluna, bir an sabır için bunca kerametler ihsan eder. Dünya ve ahiretin
hayırları sabırdadır. Nitekim Hazret-i Ömer (r.a.) buyurmuşlar ki: Mü'minin bütün hayrı, bir saat
sabrındadır.

ŞİİR
İzâ dâka'z-zemânu aleyke, fasbir
Ve lâ tey'es, min'el-fereci'l-karîbi.

Ve tıb nefsen, feinne'e-leyle hublâ.


Asâ, te'tîyke, b'il-veledi'n-necîbi.

Sabrın fazileti hakkında sana bu kifayet eder ki: Hak Teâlâ Hazretleri, sabrı, kendi kitabında
nice vechile methetmiştir. Şimdi, bu haslet-i şerîfeyi ganimet bilip, bununla muttasıf olmaya cehdeyle.
Ta ki zorluklar içinde kolaylığı bulup ebediyyen fevz ile mesrur olasın. Amma sabırdaki güzellik,
şiddetin vakit ve miktarına tezekkürdür ki, ol ne tekaddüm eder, ne de teehhür, ne ziyade olur, ne de
noksan, öyle ise feryâd ü figanda bir lütuf ve menfaat yoktur; belki zarar ve keder çoktur. Zira ki
umur, evkâtı ile merhumdur. Ve hep edip eyleyen Hudây-ı bî çûndur, Hak Teâlâdır.

BEYİT
Her işi Hakdan bilir, halkı unutmuş hakşinas;
Ol görür kim hayra şer, adle zulüm olmuş libâs.

88
Eyyühe's-sâbirûne fi'1-belvâ
Tarrikû tarrikû ile'l-Mevlâ.

NAZIM
Ey ruh seyr-i âlem-i imkân nene gerek?
Dilde seyâhat eyle, bu zindan nene gerek?

Vahdet ki meşrebindir olur halvetin cihan;


Tercîh-i gâr u kûh u beyâbân nene gerek?

Ger meşrebin vesî' ise, bil Cennet içresin,


Seyr-i bahar u bâğ u gülistan nene gerek?

Sabır ve Tahammülün Kısımları ve Menfaatleri, Feryâd u Figânın Afetleri


Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Sabır bir devây-ı mürr-ü nâfi'dir, şürbü her menfaati câmi'dir
ve her mazarratı dâfi'dir. Bir deva ki bu sıfatlarla muttasıf olur, âkil olan kimse nefsine ikram edip onu
içer. Bir lahzanın acılığı, bir sene tat verir deyip, ol devanın acılığına ve şiddetine sabır ve tahammül
eder. Yani, sabır her ne kadar acı ve zor bir şey ise de, menfaati pek büyük olduğundan sabrı kendine
huy edinmeye çalışmak, her derde deva olan bir ilaca benzetilmiştir. Bu da dört kısımdır: Birisi taat
üzerine sabırdır; biri günahların terkinde sabırdır; birisi, fuzûl-i dünyadan sabırdır; birisi de, dert ve
musibetlere sabırdır. Bunlara sabır edebilen sabırlılara hisabsız menfaat ve faydalar hasıl olur ki, onlar
da taattir ve istikamettir, vaad olunan sevapları bulmaktır, mesâib ve belalardan da iki âlemde âzâd
olmaktır. Pes, sabırla taat ve menzilleri, huzur ve mekârim-i celîlesi, üns billâh ve menâfi-i celîlesi
hasıl olur. Sabırlı olan kimse, kahr-u sahat-ı kazadan, ceza', feza' ve kavgadan ve meşakkat-i
dünyadan, ahiret azaplarından, nefsin arzularına uymaktan, düşmanlarla boğuşmaktan ve nice bin
beladan necat bulup muradına erişir. İki cihanın saadetiyle rıza makamına ulaşır. Sabra takat
getiremeyip feryad ü figân eyleyen, her menfaatten mahrum, her mazarratla mağmumdur zira ki, ol
zaîf kimse ibadete devama sabır edemez ki huzûr-ı ünsü bula. Gafil kalır. Veya ma'sıyetten sabır
edemeyip irtikâbıyla hâib ve hâsir olur. Veya fuzûl-i dünyadan sabır edemeyip belasını bulur. Veya
musibette sabır edemeyip, feryat ve figânıyla sabrın fezâil ve sevabından mahrum kalır. Ve çok kere
feryadının kesretinden dolayı sabrın mükafatı fevt olup, bir musîbet iki olur ki, biri gelen bela, biri de
zâyi olan sevaptır. Bu sebebten denilmiştir ki; musîbette sabırdan mahrum olmak, musîbetten eşed bir
musîbettir. Binaenaleyh, feryat ve figânın çokluğunda ne fayda vardır ki, hasıl-ı mevcudu zail eder ve
zâhib-i mefkûdu sana reddeylemez. Birşey geçmez. Bari feryat ve figânı çok etme ki, senden biri
giderse diğeri kalsın.
Hazret-i Ali (k.v.) bir şahsı taziye esnasında buyurmuşlar ki: Eğer sabır edersen Hakk'ın
takdiri câri olur, sen de sevap kazanırsın. Eğer feryat ve figân edersen, yine takdîr-i İlâhî hükmünü icra
eder, sen de sevaptan mahrum kalırsın. Çünkü edip eyleyen bir Hâlık ve Bârîdir, kaza ve kaderi
âlemde câridir, ahkâmı vaktinde cümleye sâridir; pes, tedbir ve tedarikle, feryat ve figânla afiyet
libaslerinden soyunmuş olur. Tefviz, tevekkül, sabır, tahammül arifler kârıdır zira bunlar, marifet
âsârıdır.

Sabır ile her kemalin hasıl olduğu ve sabır ile herkesin afiyet bulduğu ve
sabrın sonunun rızây-ı ilâhiye ulaşmak olduğu
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Bütün ilimlerin ve amellerin ve her marifet ve kemâlin ıllet-i

89
mucidesi sabır ve tahammüldür. Her nedamet ve melâmetten necat ve selametin sebebi, sabır ve
teennidir. Elemlerin acısına tahammül, sabrın neticesi ve rızayı ilâhinin başıdır. Bu da iki cihanın
saadeti ve göz bebeğidir.
Nitekim bir çömlekçi, içine ilim tahsil arzusu doğmuş, bütün mallarım dağıtarak, ancak evinin
zarurî ihtiyacını bırakıp, evinden izin alarak, tahsîl-i ilim için uzak yerlere gitmiş. Yirmi sene zarfında,
ulûm-ı arabiyye ve diniyyeyi tamamiyle öğrenip vatanına dönerken yol üstünde bulunan bir pir-i
kâmile misafir olmuş ve ahvâlini ona anlatmış. O kâmil zat ona sormuş: “İlim ve amelin aslı nedir?”
Cevab veremeyince, o kâmil zattan izahını istemiş. O zat da: Eğer bize bir müddet hizmet edersen,
ilmin aslına erişip evine dönersin, demiş. Bu cevab üzerine çömlekçi, bu âlim pîre hizmeti kabul
ederek yanında iki yıl kadar kalmış. Nihayet o pîr-i kâmil zât çömlekçiyi çağırıp şöyle demiş : “Gel
benim oğlum! Sana o sualimin cevabını artık vereyim de sen de ehlinin yanına gidesin ve ömrün
oldukça bize hayır ile dua edesin. Şimdi, muhakkak bilesin ki, bütün ulûm-u a'mâlin ve her ma'rifet-ü
kemâlin aslı sabırdır. Bunlar ancak sabırla hasıl olurlar. Tahammül ve teenni de sabıra dahildir. Her
işte sabırlı olursan, her nedametten selamet bulursun. İki âlemde her yüzden maksat ve arzuna nail
olursun. Bu cevher-i nefis için seni bir müddet alıkoymamdaki hikmet budur ki, kadr ü kıymetini bilip,
kulağında küpe edinesin. Bunu zinhar unutmayasın.” Pes, bu âlim bu cevhere mâlik oldukta, ol
kâmilin dua ve rızasını alıp memleketine dönmüş. Vaktaki yatsıdan sonra evine gelmiş. O sırada
hatırına gelmiş ki, yirmi iki yıldan beri haberleşmediğim evin kapısını, bu vakıtta çalmazdan
mukaddem pencereden bir bakayım, göreyim ki bunca zamandan beri bu hanede kim kalmıştır. Vakta
ki pencereden bakmış görmüş ki kendi ehliyle bir taze civan oynaşmaktadır. Hemen gayretinden,
kıskançlığından aklı gitmiş. Kendini unutup pencere deliğinden o civanı öldürmeye kastederken, o pir-
i kâmilin verdiği sabır dersini hatırlamış. İki yıl bekleyip kazandığım cevheri, acele ile zâyi etmeyip
kapıyı çalayım da ondan sonra bu delikanlıyı öldüreyim, diyerek kapıyı çalmış. Kapı çalınınca, o
delikanlı içeriden: “Kimsin?” diye seslenmiş. Cevaben: “Bu evin eski sahibiyim”, deyince, ailesi
sesinden tanımış, sevinerek; “Hey oğul kapıyı aç, sen doğmazdan evvel gurbete giden baban
gelmiştir.” O âlim bu sözden delikanlının kendi oğlu olduğunu anlamış ve kerâmet-i sabırla elim bir
nedametten selamet bulmuştur.
Bu felaketten kurtulduğu için Cenâb-ı Hakk'a çok hamd ü senalar kılmıştır ve o mürşid-i
kâmile de dualar edip, müderris ve musannif olmuştur. Hanefî fıkhını ihya edip, nihayet Kudûrî adlı
kitabını da te'lif etmiştir.

BEYİT
Hazm olunmaz belâlara sabr et,
Âfiyet hoş-güvâr olur ey dil.

Naklolunur ki; Bir kâmil vefatı sırasında oğluna demiş ki: “Oğlum! Bir nasihatim vardır ki anı
sana vasiyet eylerim; eğer kabul edip amel edersen iki âlemde, Halık’ın ve mahlukun makbulü
olursun, her halinde saadet ve selamet bulursun.” Oğlu da: “Buyur babacığım”, demiş, Ölüm halinde
olan babası: “Oğul, mum makası ol”, demiş ve ahirete göçmüş. Bu sözdeki hikmeti, kimisi sabırla,
kimisi de rıza ile te'vil etmiştir. Rıza ile te'vil eden o kâmilin muradına yetmiştir. Zira ki, sabır, mu-
sibetten erişen elemi ketm edip, feryâd ü figân kılmamaktadır. Rıza ise beladan asla müteellim
olmamaktadır. Çünkü mumun fitili, ateşinden müteellim olmadığı, duman ve kokusundan eziyet
bulmadığına delâlet kılmıştır ki, o kâmilin, “hemen oğul mum gibi ol” buyurması, kazaya rızayı,
oğluna duyurmuştur. Zira ki makâm-ı sabırdan, makâm-ı rıza âlâdır. Sabır ile rızayı kazanan vâsıl-ı
Mevlâdır.

ŞİİR
Sehhil alâ nefsike umûren,
Ve kün alâ mürrihâ sabûren.

90
Sabr kıl etme umûrunda şitab
Sabr ile derler olur koza düşâb

Sabr ile dostun olun düşmanlar.


Sabr ile rehber olur rehzenler.

Sabr, Esmâ-yı ilâhîdendir.


Hikmet-i nâ'mütenâhîdendir.

İlm ü hikmette şekerler yediler.


Sabra miftah-ı ferecdir dediler.

Sabır ve Tahammülün Tahsil ve Kazanılmasının Yolları


Ey aziz, Ehlullah demişlerdir ki; Nefsi alıştığı âdet ve an’anelerinden çevirmek ve onun arzu
ve isteklerini vermemek, her ne kadar güç ise de, başaranların akıbeti çok güzel, halleri saîd ve sonu
da, ebedi dünya ve ahiret nimetlerine nail olmaktır. Fırsatları te'hir etme ki, te'hir harectir. Mihnetlere
sabır eyle ki, miftah-ı ferecdir. Hiçbir zengin ve cömert baba ve ana, evlatlarını yemekten, içmekten
boş yere men etmez. Mesela tıbbî bir hararetle bir müddet men etmeleri, onları acaba sevme-
diklerinden mi, yoksa paralarına kıyamadıklarından mı veya mübtelâ oldukları hastalıktan bir an evvel
kurtulmaları için mi olmuştur? Bunu üzerlerine titredikleri evlatlarının bir an evvel iyi olmaları için
yaptıklarından kimsenin şüphesi olmaz. Keza, bir doktor hastasına perhizler verir ve çok acı ilaçları,
şurupları içirir ve bazen de, hastalığın îcâbı olarak vücudu kurtarmak için kolunu, bacağını da keserler.
Şimdi bunları bizi sevmedikleri için bir an evvel kurtulalım diye mi yapıyorlar? Evet, hiçbir akl-ı
selim sahibi diyemez ki, bunları bizi sevmedikleri için yapıyorlar. Sevdikleri için yaptıkları muhakkak
ve aşikârdır. Hasta da bunu iyi bildiği için doktoruna güzelce teslim olup, dediğinden dışarı
çıkmamaya çalışır. İşte tıbkı bunun gibidir ki Rabbül Âlemîn ve Erhamerrahimîn olan Allâhü Zül
Celal Hazretleri de sana istediğin bir şeyi vermediyse, bunu anla ki, ol senin muhtaç olup murad
eylediğin eşyaya mâliktir. Sana vermeye de kadirdir. Fazl, cud, kerem ve ihsan ona mahsustur. Senin
her halin ve cemi' eşyanın halleri anın malumudur. Zira ki, anınçün fakr, acz, buhl, cehalet mutasavver
değildir. Belki, cümleden ganî ve akvâ, ekrem ve a'lemdir. Bu takdirce yakînen biliyorsun ki, hakikatte
Hak Teâlâ Hazretleri istediğin o şeyi senden men etmemiştir. İllâ ki, senin hayır ve salahın için
etmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Mübîn’de bildirildiğine göre, yerde ve göklerde olan bütün eşyayı sana
müsahhar kılmıştır.
Bunlar hep senin hayır ve salahın için değil midir? Ol lütuf ve kerem sahibi Halık-ı Zülcelal
Hazretleri, dünyayı ve içindekileri gözden düşüren, hiçe bırakan marifetini sana ihsan eylemiştir.
Cenâb-ı Hak, evliyasını, dostlarını, sevdiklerini, dünya zevk ve safâsından men etmiştir. Deve
çobanının develerini pis, kokmuş bataklıklardan sakladıkları, korudukları gibi. Hak Teâlâ seni şiddetli
musibet ve iptilâlarla mübtelâ eylediyse anla ki, menfaatin içindir ve ol seni imtihan için iptilâ
etmekten ganîdir ve senin halini alimdir ve sana raûf ve rahimdir.
Zira ki Allahü Teâlâ, şefkatli bir validenin veledine olan şefkatinden daha çok şefik, raûf ve
rahimdir. En kıymetli olan evliya ve asfiyâsını çok mübtelâ kılmıştır.
Ne vakit görürsen ki, Hak Teâlâ dünyayı senden hapis ve men etmiştir, şiddet ve musibetleri
üzerine dökmüştür, anla ki, tahkîkâ sen Allahü Teâlâ’nın indinde aziz ve muhteremsin. Makâmât-ı
âliyede şerif ve mükerremsin. Zira ki, ol seni evliyası menziline çıkarmıştır. Ruhun anın mevahib-i
kerîmesine yetmiştir. Şimdi, sana lazım olan budur ki, herhâlde sabûr ve şekûr olasın. Ta ki, sabrın
acısı içinde rızay-ı ilâhînin tadını bulasın vesselam...

91
VERA': Şüpheli olan nesnelerden kaçınmaktır. Amellerin seyyididir. Vera'ı olmayanın sair
amellerine ehemmiyet verilmeyeceği bildirilmiş olduğundan, mümin kişinin, her nevi şübehâttan,
meâsî ve münkerâttan son derece korkup kaçması lazımdır. Vera' sahibinin kalbi safa ile doludur. Kalp
gözü parlak ışıklıdır.
ZÜHD : Dünyadan yüz çeviren, yani dünyaya iltifat etmeyip, ibadet ve taatle ömürlerini
geçiren kimselere “zühd sahibi” denir. Asıl zühd ise, Hâlık-ı Zül Celâl’ın sevdiği şeyleri sevmesi,
buğz ettiklerine buğz etmesidir. Kişinin, dünyanın haramından kaçar gibi şüpheli helallerinden de
kaçması ve nefsine acıdığı gibi bütün Müslümanlara da acıması ve yine haramdan sakındığı gibi, boş
ve faydasız sözler söylemekten kaçınması ve yine kokmuş bir ölüden kaçar gibi çok yemekten de
sakınması ve dünya ziynetlerinden de ateşten kaçar gibi kaçması lazımdır ki, hakiki zühd sahibi olsun.
Zühd-ü hakîkî, ahiretteki rahatı için dünya rahatlarını terk etmektir. Daha ileri gidenler ise,
“Haktan kendini meşgul eden her şeyi terk etmektir” demişlerdir.
Zühd, arpa ekmeği yeyip aba giymekten ibaret olmayıp, elinden gidenlere üzülmemek,
gelenlere de sevinmemektir.
Yahya Bin Muâz (r.a) der ki: Zühd, sehâ-i nefti mûcib olur. Sahib-i zühd olanlara, Cenâb-ı
Hak, teallümsüz ilim, mürşidsiz hidayet nasip eder. Ve gönül gözlerini açar. Bu gibi kimselerle
görüşüp istifade etmeye çalışınız.
Allahü Teâlâ Hazretleri ve insanların sevmesi için bir amele delâlet buyurulması, Efendimiz
(S.A.V) Hazretleri’nden rica olunmuş, cevaben, “Dünyada zühdü tercih et ki, Mevlâ seni sevsin ve
nâsın elindekilere iltifat etme ki, nâs da seni sevsin” buyurulmuşlardır.
Zühd, kişinin Hak Celle ve Âlâ’nın kendisine helal bir rızık verdiği zaman, onu kendi
ihtiyarıyla terk edip, başkalarına vermeyi tercih etmesidir.
Ahmed ibn-i Hanbel (r.a) Hazretleri, zühdün üç mertebesi olduğunu söylemiştir. Bunlardan
birisi avam zühdüdür ki, haramı terk etmesidir. İkincisi, havassın zühdüdür ki, helaldan zaruret
miktarından fazlasının terk etmesidir. Üçüncüsü de, ariflerin zühdüdür ki, Hak Celle ve Âlâ’dan
gayrisini terk etmeleridir.
Sahib-i zühd olan insana, Cenâb-ı Hak bir melek gönderip, onun kalbine hikmet ağacı diktirir.
Hulâsa, zâhidlik, sahibinin aklının kemâline işaret ve alâmettir. Cenâb-ı Hak cümlemizi akıbetini
gören, hayırları celb ve zararları terk edenlerden etsin, âmîn.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri zühd hakkında, zâhidlik ile gönlün halâs olduğunu ve
dünya sevgisinin huzûr-u Mevlâ’ya mâni olduğunu beyan sadedindeki sözleri şöyledir :
“Ey aziz: Ehlullah demişler ki, dünya sevgisi, kulu Mevlâ’sından ayırıp, ibadet ve huzurdan
men eder. Dünyayı gönülden çıkarmak, ancak zâhidlikle olur. Bunun için sana lazımdır ki, seni
Mevlâ’ndan ayıran ve ona ibadetle huzurdan alıkoyan dünyayı terk edesin. Zira, nefis ve kalp birdir.
Birşeyle meşgul olunca diğerinden mahrum olunur. Halbuki, dünya ve ahiret bir terazi misalidir. Bir
tarafı ağır olunca diğer tarafı yukarı kalkar. Dünya, şark ile garp gibi, doğu ile batı gibidir. Birisine
meyleylediğin takdirde uzaklaşırsın.”
Hazretri Ebüd-Derdâ (r.a.) der ki: “Ticaretle ibadeti cem' etmeğe çalıştım, cem' olmadılar.
Ticareti bıraktım, ibadete devam nasip oldu.”
Hazret-i Ömer (r.a.) de, şöyle der: “İbâdetle ticaret cem' olsaydı, benim için mümkün olurdu.”
Dünyaya muhabbet eden ahiretine zarar verir. Ahiretine muhabbet eden dünyasına zarar eder.
Öyleyse, bakîyi, fâniye tercih ediniz. Muhakkak bil ki, zahirin dünya ile, bâtının onun fikriyle meşgul
iken, senin için ne ibadet müyesser olur, ne de huzur. Eğer dünyayı bırakıp, zahir ve bâtınınla andan
ayrılabilirsen, senin için hem ibadet, hem de huzur hasıl olur.
Fakat şunu unutmamalı ki, huzur bulamıyorum diye hiçbir ibadet ve zikir katiyen terk
olunmaz. Evet, sular her ne kadar bulanık dahi olsa, elbette bir zaman sonra durulacağı hatırdan
çıkarılmamalıdır. Bunun daha acısı, Cenâb-ı Hak kendisine bir çok nimetler ve imkanlar vermiş
olduğu halde yaşını başını da almış bir kimsenin ömrünü kahve, gazino ve sinema gibi, sıhhati ve
ahlâkı ifsad eden, insanı o güzel, cânım ibadetlerden alıkoyan yerlerde geçirmesidir. Bu alışkanlık,

92
kötü âdet ve arkadaşların verdiği zarar, o ticaret veya işi ile meşgul olup ibadet taat bilmeyenlerden
daha çok acı ve zararlı olduğu inkâr olunmaz bir felakettir.
Bir kâmil zat demiştir ki, dünya aslında bir cîfe-i habîs-i kabîha misalidir. Görmez misin ki
sonu, aynı cife, fesat ve izmihlâldir. Lâkin, bu cifenin dışı gayet güzel kokularla ve altın, gümüş ve
çeşitli cevherlerle ziynetlenmiş olduğundan, gafiller dışına aldanmışlardır. Zahidler ise, bundan uzak
kalmışlardır. Halbuki, dünyanın haramından zühd etmek farz-ı ayındır. Helalinden zühd ise, nafile ve
güzel bir harekettir. Dünyanın haramı ateş, helali de ölü misalidir. Ancak zaruret indinde hacet miktarı
yemek caizdir. Mesela, bir kimse gayet güzel bir helva pişirse ve lâkin içine biraz zehir katsa ve bunu
iki kişiden biri görüp diğeri görmese, sonra o canım helvayı gayet kıymetli tabaklara koyup, o iki
kimsenin önüne koysa, tabi zehirin konduğunu gören ondan uzak kalır ve ölüm tehlikesini bildiği için,
onun ne süsüne ve ne de tadına önem vermez ve yemez. Öteki arkadaşı ise, onu kemâl-i afiyetle yer ve
üstelik arkadaşını da yemeye zorlar. “Sen de yesene” der ve helak olup gider. İşte haram ile helalin
misali böyledir. Haramlar mutlaka insanı helak eder. Helalin da her ne kadar zehiri yoksa da, pis
mikroplu sular ve her çeşit pisliklerle yapılmış bozuk gıda gibidir. Gören ve bilen kimsenin onu
yemekten kaçındığı ve bilmeyenin de, bilakis hırsla yediği malumdur ve akıbetinin de o zehirlenip
ölen gibi olmasa da, bir çok tehlikeli hastalıklara duçar olacağı şüphesizdir. İşte dünyanın helalinin
akıbeti de böyledir. Buna, körlük ve cehalet derler. Yememek ve ondan kaçmak da, ilim ve basiret
sahiplerinin işidir. Gafil ve cahilde de, eğer bu ilim ve basiret olsaydı, o da yeyip helak olmazdı.

Yüzün tut bu dirin âyînesinden seyr kıl anı.


Ki bu sûret ki sen tuttun, ne ma'nâdır anın şânı.

Gönülden iste cânı, husn-i tenden geç ki hiçdir bu


Ger olsa şem-i cân, tabân olur âfâk-ı mestanı.

Eğer Cennet dilersen nefsden geç, gönlüne gel kim.


Cehennem nefsdir, bed huylarıdır nâr-ı sûzânı.

Huzûz-ı nefsi terk et, ver hukukun hakperest ol kim.


Dü âlemdir haram ol câna kim, olmuş o hakkâni

Muhabbet ehline bî dost, gülsen külhan olmuşdur.


Bulan anı iki âlemde olmuş mest ü hayranı.

93

You might also like