You are on page 1of 295

‫ي‬ ‫ِب ِم اِهلل الَّر ِن الَّر ِح‬

‫ْم‬ ‫َمْح‬ ‫ْس‬


‫َاَحْلْم ُد ِلِّلِه َر ِّب اْلَعاَلِم َني َو الَّصَلوُة َو الَّسَالُم َعَلى‬
‫ِبِه َا ِع‬ ‫وِلِه َّم ٍد آِلِه‬
‫َر ُس َحُم َو َو َص ْح َمْج ْني‬
KANAAT
Kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaatsız insanlar her zaman
çok zahmet çekerler. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip daima
kanaatle, güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Hele o İbrâhîm-i Edhem
Hazretleri’nin sayısız saray nimetlerini ve saltanatını terk edip, ehl-i
kanaatin arasına girdikten sonra aldığı zevk-i maneviyi anlatabilmek
mümkün değildir. Bahusus Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri’nin ve Ehl-i Beyt'inin kanaatleri bütün ümmete büyük bir
ders-i ibrettir.1 Hâne-i saadetlerinde çok kereler ocak yanmaz ve
yemek pişmezdi; su ve hurma ile iktifa2 ederlerdi. Arpa ekmeği ile dahi
birbiri üzerine her gün mübarek karınlarını doyurmazlardı. Birkaç gün
aç olup Hakk'a tazarru3 ve niyaz4 etmeyi, birgün de bir miktar yiyip
Hakk'a şükretmeyi severlerdi; bazen aç oldukları halde bile oruç
tutarlardı. Daima ümmetini de böylece kanaatkârlığa teşvik ederlerdi.
“Şeref-i ni'met5 tevazuda, izzet takvada, hürriyet de kanaatte
bulunur”6 buyurmuşlardır. Ve yine Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlar ki:
1
Ders-i ibret: İbret dersi, göz ve fikir açacak hadise
2
İktifa: Yetinme
3
Tazarru: Kendi kusurlarını bilip, kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak;
ağlayıp sızlamak
4
Niyaz: Yalvarma, yakarma, dua
5
Şeref-i ni'met: Nimetin şerefi
6
Câmi'ul-Usûl'ün 156. sahifesinde hâyât-ı-tayyibenin kanaatte, azabın da

1
“Cenab-ı Hakk beş şeyi, yine beş şey üzerine koymuştur:
İzzet7 taatte8, zillet masiyette9, heybet gece namazlarında10, hikmet11
boş midede, zenginlik de kanaattedir12.”
Ey sâlik! Tamayı13 ve tûl-u emeli14 kökünden kes, at. Ancak
büyüklerden biri, “Tilki olup da kendini arslana besletmektense,
arslan olup tilki gibileri beslemek daha iyidir” demiştir. Bundan da
anlaşılıyor ki, kanaat tembellik demek değildir. Bu ders, hakikate güzel
bir misal teşkil eder.
Abdülvehhâb nâmındaki bir zât diyor ki:
Ben Cüneyd (r.a.)’in yanında oturuyordum, birçok da
misafirleri vardı. O arada bir zât, beşyüz dinar getirip, “Bunu lütfen
kabul buyurun” dedi. Cüneyd Hazretleri de, “Daha başka paranız var
mı?” diye sordu. O da, “Evet, var” dedi. Cüneyd (r.a.), “Paranızın
daha fazla olmasını ister misiniz?” diye bir sual daha sordu. O zât da,
“Evet, isterim” deyince, “Öyle ise, sen bunlara daha ziyade
muhtaçmışsın” diyerek, parayı kabul etmemişlerdir.
Bâyezîd-i Bestâmi (r.a.) Hazretleri’ne sormuşlar: “Sen bu
mertebeye nasıl vasıl15 oldun?” Cevaben: “Esbâb-ı dünyayı16 cem17
edip kanaat ipine bağladım” buyurmuştur.

kanaatsizlikte olduğu bildirilmiştir.


7
İzzet: Üstünlük, yücelik
8
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
9
Masiyet: Günah, isyan, itaatsizlik
10
Heybet : Hürmetle beraber korku veren hal
11
Hikmet: İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı
12
Kanaat: Elindekinden hoşnut olma durumu
13
Tama: Aç gözlülük, aşırı istek
14
Tûl-u emel: Uzun emel, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dalmak ve
düşünmek
15
Vasıl: Ulaşan, erişen, kavuşan
16
Esbâb-ı dünya: Dünyanın sebepleri
17
Cem: Toplama, birleştirme

2
Kanaata münafî18 huylardan biri de, hırs19 ve israftır.20 Bilhassa
yeme içme ve giyimde israfı mutlaka bertaraf etmek lazım gelir.
Nitekim mühim tasavvufi eserlerden olan Marifetname'nin en çok
üzerinde durduğu şeylerden biri de açlıktır. Ona çok önem vermiş
olması, insanlarda matlup21 olan kemâlin tahsili, herşeyden evvel açlığa
vabeste22 olduğundandır. Açlıktan muradı, az yemeyi tavsiyedir.
Hakikaten bugünün insanı, bütün gücünü ve ömrünü yemek, içmek
için feda etmektedir. Bu hâl bizlere tabii gibi görünürse de, hakikat-i
insaniye23 sahipleri, zekî ve akl-ı kâmil24 insanlar için adeta şaşılacak
kadar gayr-i tabiidir.25 Zira bu hayattan murat, ancak Alahü Celle ve
Alâ’yı tanıyıp, lazım gelen kulluğu yapabilmektir. Bunun için de fazla
bir şeye ihtiyaç yoktur. Ev ve sair eşyalar da buna göredir. Onlar
dünyaya ve dünya ziynetlerine katiyen iltifat etmezler. Çünkü onların
gönüllerinde bunların en iyisi ve en güzelleri vardır; hem de külfetsiz
olarak, her mevsimde her çeşidi bulunur. Lakin onlar, bunlara da iltifat
etmezler. Gayeleri, Hakk Sübhanehu ve Teâla ve onun rızasıdır. Gönül
âlemine erişen bahtiyarlar, Cenab-ı Hakk’ın namütenahi 26 nimetlerine
mazhariyetlerinden27 naşi,28 fâni29 olan bu dünyanın alayişine30
kapılmazlar ve fâni olacak olan bu kıymetli hayatlarını hiçbir zaman
boşa geçirmek istemezler. Olana kanaat edip, hemen Hakk Sübhanehu
ve Teâla’nın zikrine dalarlar. Bu esnada herşeyi de unuturlar. Şimdi
sen, bizim gibi dünyaya mübtelâ31 olanları görüp herkesi de öyle
18
Münafî: Aykırı, zıt
19
Hırs: Aç gözlülük, şiddetli istek ve arzu
20
İsraf: Lüzumsuz yere harcamak, savurganlık
21
Matlup: İstenilen, talep edilen
22
Vabeste: ….e bağlı
23
Hakikat-i insaniye: İnsanın gerçek mahiyeti
24
Akl-ı kâmil: Aklen kemale ermiş
25
Gayr-i tabii: Tabiata aykırı, tuhaf, doğal olmayan
26
Namütenahi: Sonsuz, ucu bucağı olmayan
27
Mazhariyet: Erişme, nailiyet
28
Naşi: Ötürü, dolayı
29
Fâni: Geçici, ölümlü
30
Alayiş: Gösteriş, boş süs ve debdebe
31
Mübtelâ: Bir şeye kendini kaptırmış, düşkün

3
zannetme. Marifetname sahibinin sözleri bize göre değil, o ehlullah
olan ve hakk yolun yolcularına, o bahtiyarlara göre söylenmektedir.
Eserin 304. sahifesinde, irfan yolcularının az yemesi hususunda geniş
malumat vardır ve bu mevzuyu altı fasılda izah etmektedir.

4
1.Fasıl…

5
Birinci fasıl sekiz bölüme ayrılmıştır. Onun da birinci
bölümünde, az yemenin fayda ve hassaları beyan olunur.
“Yiyiniz, içiniz ve lakin israf etmeyiniz; muhakkak Allahü
Celle ve Âla müsrifleri sevmez”32 fermân-ı ilâhîsinde ne güzel
buyurulmuştur. İsraf herşeyde mezmum33 olduğu gibi, yemek ve
içmekte de caiz olmadığı bildirilmektedir. Tabi bu israflar, bizim
dünya için fazla çalışmamıza, fazla kazanmamıza ve dolayısıyle fazla
yorulmamıza sebep olmaktadır. Bu ise, en kıymetli metâımız 34 olan
ömrümüzü ve daha doğrusu ahiretimizi elimizden almaktadır. Bu yol
akıllıların yolu değil, ancak cahillerin yoludur. Akıllı insan, o baha
biçilmez kıymetli ömrünü fâni dünyanın fâni lezzetlerine elbette feda
edemez.
Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hakk: “Ey âdemoğlu! Ben izzet
denilen devleti, bana yapılacak taatin içine koyduğum halde,
insanlar o izzeti, sultanların kapısında (yani memuriyetlerde)
arıyorlar; halbuki onu orada katiyen bulamayacaklardır” diyerek,
gayet açık bir lisanla hakikatleri beyan buyurması ne kadar şayan-ı
dikkattir.35 Bugün iş tam tersinedir. Zira bugün bütün gençlerimizin
yaptıkları tahsillerin gayesi, hep birer memur olabilmek ve bu suretle
istikballerini temine çalışmaktır. Bu ise çok yanlış bir harekettir. İnsan
okumalı, okumalı ama devlete memur olmak ve milletin başına yük
olmak için değil. Başka sahalarda memlekete faydalı olabilmek için
okumalıdır. Bu, daha çok mümkündür. Baksana, bugün memlekette
ticaret sahası üç buçuk Yahudi’nin elinde, bu bizim için ne kadar
acıdır. Gençlerimiz bu hususta acaba ne düşünüyorlar? Bunun için
okumalı, fakat memlekete daha faydalı olmağa çalışmalıdır.
Hem de ne olacak memur olup da, nihayet muayyen 36 bir maaş
sahibi olacaksın. Halbuki ticaret ve sanayi, Hakk kapısıdır. Kul

32
A'râf Suresi, ayet 31
33
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
34
Metâı: Sermaye
35
Şayan-ı dikkat: Dikkate değer
36
Muayyen: Belirli

6
kapısına iltica37 edip sığınacağına Hakk Sübhanehu ve Teâla’nın
kapısına sığınmak elbette evladır. Onun vereceği rızık az bile olsa,
herhalde memuriyetten alacağın çok maaştan daha hayırlıdır. Bir kere
Hakk'a dayanmak yeter. Sonra bugün servet sahiplerinin çoğu hep
erbâb-ı ticaretten olduğu hepimizin gözü önündedir. Ben bildiğim bir
kardeşten bahsedeyim: Şimdi merhum olan bu zât, kafasını çalıştırıp,
ufak çapta bir kaba kâğıt fabrikası kurdu, fakat çok borçlanmıştı. Ömrü
vefa etmeyerek, sizlere ömür dünyasını terk edip ahirete gitti. Geride
kalan üç evladı fabrikaya sahip çıktılar. Az zamanda babalarının
bıraktığı bir milyonun üstündeki borcu ödediler. Hem de bugün çok
müreffeh38 bir hayata sahiptirler. Mütemadiyen39 de fabrikalarını tevsi40
etmektedirler.
Şunu da yazmadan geçemeyeceğim; hepimize bir ibret levhası
olsa gerek. Bu fabrikanın kâtibi bir Ermeni vatandaştır. Tabi her gün
pahalılık biraz daha artmaktadır. Çocuklar bu Ermeninin maaşını
artırmak istedikleri vakit, bu Ermeni bakın ne demiş: “Efendiler, sizin
fabrikanızın çok borcu var, şimdi benim maaşımın artırılacak zamanı
değil, siz ne zaman borçtan kurtulur ve para kazanmaya başlarsanız
zammı da o zaman yaparsınız.”
Ben, bunları duyunca tüylerim ürperdi. Böyle bir fedakârlığı
malesef bizler gösteremiyoruz. Bugün miletimizin hâli malum, maaş
alan memurlar hiçbir türlü kanaat edip yeter diyemiyorlar. Her sene
zam, her sene zam. Yalnız bu sene 22 milyar 41, bütçedeki memur
maaşlarının karşılığı. Bu ne demek; onun için bizim memleketimiz bir
türlü kalkınamıyor. “İşten artmaz, dişten artar” dediklerini
unutmamalıyız. İnsan ne kadar çok kazansa, harcadıktan sonra birşey
artmaz. Onun için, “Kanaat tükenmez bir hazinedir” demişlerdir.
Şimdi israfın neden haram olduğunu bilmem anlayabiliyor muyuz?
Saadet ve selamet çok kazanıp israf ile harcamakta değil, belki
37
İltica: Sığınma
38
Müreffeh: Bolluk ve refah içinde yaşayan
39
Mütemadiyen: Durmadan
40
Tevsi: Genişletme
41
NOT: 1970’li yılların Türkiyesi

7
kanaat ile iktisad edip, devlet ve milletin kalkınmasına hizmet
etmektedir. Bu, her vatandaşın başlıca vazifelerinden biridir. Biz,
Avrupalı’nın yaşadığı gibi yaşamaya özenirsek, hiçbir zaman
kölelikten kurtulup hakiki hürriyetimize kavuşamayız.
Allahü Teâla dünyanın hemen en güzel yerini bizlere ihsan
etmiş. Elhamdülillâh herşeyi ne kadar bol; bol ama biz yine
yiyeceğimiz ekmeğin ununu vesair birçok ihtiyaçlarımızı hep
dışarıdan, dış yardımlardan temin etmeye çalışıyoruz. Halbuki
gözümüzün önünde iki devlet var ki, bunların ne arazileri var, ne de
bağ ve bahçeleri; herşeylerini ticaretleri vasıtasıyla dışarıdan bol bol
getirip yaşıyorlar. Eğer bizim bu arazilerimiz onların elinde olsa, emin
olun ki dışarıdan birşey almadan çok müreffeh geçinirler, belki de
dışarıya çok da ekin vesair hububat satarlar, keselerini ve hazinelerini
altınla doldururlar. Bunun yerine bizim köylü kardeş, köyünü, tarlasını,
işini, gücünü bırakır, okuyup nihayet memur olmaya çalışır.
Evvelce de arz ettiğim gibi, bizim kendi tarlamızdan aldığımız
velev az da olsa, kanaat ettiğimiz takdirde bizim için daha çok iyidir.
Bir kere israftan korkar ve kaçarız. İkincisi, bol paralar İslami
bakımdan iyi yetişmemiş İnsanları haram yerlere ve haram işlere
sürükler. Allahü Zül Celâl’e, artık boyun bükmesi ve ibadet etmesi zor
gelir. Biraz da şöhretlerin verdiği azamet 42, kibir ve gururu buna
eklerseniz, israfın neden haram olduğunu daha güzel anlamış
olursunuz. Netice olarak, mevzuumuz olan izzet, memuriyetlerde
değil, belki Allahü Teâla Hazretleri’ne yapılan taatlerdedir. 43 Sen bu
izzeti bırakıp da, izzeti memuriyette ararsan çok aldanırsın.
Bak, İbrahim Edhem (k.s.) adlı bir velî vardır ki, bu zât
Horasan ilinde bir padişah iken, izzetin padişahlıkta değil belki taatte
olduğunu anlamış olduğundan, o canım sarayını ve saltanatını terk
edip, kendisini irşad edici birini, bir velîyi aramak üzere memleketini
terk ederek Arabistan çöllerine düşmüştür. O terkine 44 mukabil45 adı
42
Azamet: Büyüklük, kibirlilik
43
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
44
Terk: Bırakma, vazgeçme
45
Mukabil: Karşılık

8
dillere destan bir velî olmuştur. Öyle padişah olarak kalsaydı bugün
çoktan unutulmuş gitmişti. İster unutulsun, ister unutulmasın da ismi
tarihlere altın yazıyla yazılsın, mezarı da, altından yapılsın, ne çıkar,
Allahü Teâla'nın sevmediği bir kul olduktan sonra. İşte Mısır'da da, ne
Firavunlar yatmaktadır, fakat yerleri hiç şüphesiz cehennemin tâ dibi.
Öyle ise, o muvakkat46 saltanat ve saadet artık neye yarar?
“'İzzet’e dair hükümleri hâvî47 olan hadîs-i şerîfin ikinci
kısmında; “Ben hakiki ilmi, aç kimselere nasip kıldım, halbuki
insanlar onu toklukta arıyorlar, bulmalarına imkân yoktur”
buyuruluyor.
Aya gitmek, göklerde uçmak, füzeler yapmak ve çeşitli teknik
icatlar da birer ilme vabestedir. Fakat, din ve ahiret için matlub olan
ilim, bu ilim değildir. Bunlara dünya ilmi, ilm-i zahir, ilm-i
measi derler. Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bütün mahluklar, hatta o
ufacık, gözle görünmeyen mikroplar bile hayatlarının idamesi 48 için
çalışırlar; vücutlarımızı hiç acımadan tahrip 49 ederler, hatta ölümümüze
bile sebep olurlar. Bunlar gibi, tok insanın da kafası, ancak dünya
işlerine çalışır, bu âlemin arkasında olan ahireti ve Hakk rızasını
düşünemez. İşte bak, bütün zenginler ekseriyetle faizden korkmazlar
ve kaçmazlar. Üstelik bir de, “Onsuz bugün ticaret olmaz, mümkün
değildir” derler. Böylece, belki İslamiyetten bile çıkarlar da haberleri
bile olmaz. İşte bu, tokluğun verdiği bir afettir. Böyleleri açlığa
tahammülü ve kanaate yüzü olmadığından, büyük günahların altında
ibadet ve taatten de bir lezzet almadan bir gün Azrail Aleyhisselam’ın
pençesine düşer giderler vesselam.
Hadîs-i şerîfin üçüncü kısmında ise, Cenab-ı Hakk; “Ben
kalbin cilasını, parlaklığını sabahın seherinde, gecenin
uykusuzluğunda ve gece ibadetlerinde kıldığım halde; insanlar o
gönül cilasını, gönül uyanıklığını, Hakk âşıklığını uykuda
46
Muvakkat: Geçici
47
Hâvî: İçine alan, kapsayan

ilm-i measi: Ahireti ilgilendirmeyen ilimler
48
İdame: Sürdürme, devam ettirme
49
Tahrip: Yıkmak, kırıp dökmek, bozmak

9
aramaktadırlar, o takdirde nasıl bulabilirler?” buyurmaktadır.
Heyhat ne mümkün, aziz kardeş! Mutlaka iyi bil ki insanlık,
bu gönül uyanıklığına bağlıdır. Karnı tok, merhametten uzak, bir sürü
emellerin peşinde dolaşan; yalan, hile ve faizlerle halka zararlı olan
kimselerin gönülleri nasıl cilalanır? Geceleri uyumasalar bile, işleri ya
günah veya zevk u safâ ardında koşmaktır. Kâr, hesap, kitap peşinde,
ne namaz, ne cemaat var; ezan seslerini işitir, fakat çok kere gururu
onu camiye çıkarmaz. Bazen, camiyi beğenmez, “pistir” der, bazen de
imam veya müezzini beğenmez, çünkü onlar, ona nazaran seviyesiz
kimselerdir. Allah bu gibilerin şerlerinden Ümmet-i Muhammed'i
kurtarsın. Elbet bir gün canı ve malı elinden gidince, kimin seviyeli,
kimin seviyesiz olduğu meydana çıkacaktır. Yine, teneşir tahtasında 50
ve musalla51 taşında, o beğenmediklerinin eline düşecektir. Fakat ne
yazık ki, ibret alan yok, vesselam.
Hadîs-i şerifin dördüncü kısmı da şöyledir: “Ben hikmeti
sükûta koydum, halbuki insanlar onu çok konuşmada arıyorlar.
52

Çok konuşma ile beraber hikmet nasıl bulunur?”


Hikmet öyle bir devlettir ki, işlerinde, hallerinde, sözlerinde
isabetli hareket edip, eşyanın hakikatlerine muttali 53 olmaktır. Hikmet,
ilim, zekâ, fehm54, idrak gibi bütün hasletlerin55 aslı olup diğer ilimler
fer'idir.56 İşte bu ilim, çok konuşan kimselerden umulmaz. Hakk ile
ünsiyet57 yerine, onun mahluku olan insanlarla ünsiyet eden kimselerde
bulunmaz. Allahü Teâla'nın sevgisi, dünya sevgisiyle bir arada
bulunmaz. Öyle ise sen, ilim ile ameli açlıkta, kalbin cilasını gece
uykusuzluğunda, hikmeti sükûtta, Allah'la (c.c.) ünsiyeti ve O'na

50
Teneşir: Ölünün yıkandığı masa şeklinde dört ayaklı uzun zemin
51
Musalla: Namazının kılınması için cenazenin üzerine konulduğu taş
52
Sükût: Susma
53
Muttali: Haberdar olma, bilgi sahibi olma
54
Fehm: Anlayış, kavrayış
55
Haslet: Huy, özellik, nitelik
56
Fer'i: Asılla ilgili olmayan, ikinci derecede olan, ayrıntı
57
Ünsiyet: Yakınlık, dostluk

10
mülaki58 olmayı halvette59 ve uzlette,60 O'nun sevgisini ve rızasını da
terk-i dünyada bulabilirsin. Dünyayı ancak ahiretin bir geçidi olarak
görür ve bilirsen O'nun sevgi ve rızasını kazanabilirsin. Terk-i dünya
demek, dünyayı bırakıp gitmek demek olmadığını herkes bilir."Bu
dünyada bulundukça yeme, içme, giyinme ve barınma ihtiyaçlarımız
zaruridir. Bunların tedariki de, elbette çalışmaya bağlıdır. Yalnız bütün
bunlara rağmen, insan Mevlâ'sını unutmasın ve onun emirlerinden
dışarı çıkmasın. O zaman dünya o kimseye hiçbir zarar vermez. Kul,
ahiretini burada kazanacağına göre, dünya onun için bir nimet olmuş
olur.
İki cihan serveri, başlarımızın tacı, Allah'ın sevgilisi, dostu,
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yemek hususunda bizleri irşad ederek
buyururlar ki: “Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap
doldurmamıştır.”61 Bu irşada göre, ona birkaç lokma yeter ki,
vücuduna kuvvet ve kıvam62 ola. Şimdi, herkim şehvetle yemeğe
müptela olup karnını doldurmak isterse, bari midesinin üçte birini
yemeğe, üçte birini içmeye, yani suyuna ayırsın, geri kalan üçte biri de
nefesi için kalsın. Tok iken yemek hem marazdır (derttir), hem de
haramdır. Çok yemek şum'dur.63 Çok yiyip çok uyuyan mezmumdur.
Hırs ile yiyenin kalbi katıdır. Hikmet ve ilimden de mahrumdur. Hakk
Teâlâ'nın velîsi olanlar, açlık ve susuzluğa tahammül ve
sabredenlerdir. Bunları inciten şakî64 olur, yerleri de ateştir. Kim onlara
hor bakıp incitirse, Azîzün Züntikâm 65 olan Allahü Teâla Hazretleri
onlara çeşitli hastalıklar verip, bütün âleme rüsvay 66 eder ve hayatını,

58
Mülaki: Kavuşan
59
Halvet: Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belirli bir müddet
tenhada kalma hali; yalnız kalmak
60
Uzlet: Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
61
Tirmizi, Zühd 47
62
Kıvam: Dayanak, ayakta tutan
63
Şum: Uğursuz
64
Şakî: Her türlü günahı işleyebilen, Allah'ın rızasından ve ahiret
mutluluğundan yoksun olan kimse
65
Azîzün Züntikâm: Güçlü intikam alıcı
66
Rüsvay: Rezil, kötülükle şöhret bulmuş

11
yaşayışını haram eder. Kimin ki, kalbi yumuşak, karnı aç, gönlü Hakk'ı
gözetici ve dili zikredicidir; onun Allah'ın sevgili ve yakın kullarından
olduğunda şüphe yoktur. Muhakkak ki şeytan, âdemoğlunun
damarlarında kan gibi akmaktadır. Bunun önüne geçmek için, yolların
açlık ve susuzlukla daraltılması gerektir. Bu da ancak Allah dostlarının
işidir. Açlıkları uzun olan kimseler, ind-i ilâhîde, 67 dereceleri en
yüksek olanınızdır. Muhakkak sizin en gazaba uğrayanınız, çok
yiyenlerle çok uyuyanlar ve tembellerinizdir. Kimin karnı aç olur,
kalbinde nûr-u marifet68 parlar. Açlığa tahammül edenlerin, içlerinden
hikmet kaynar. Bedenleri sıhhat ve afiyet üzere olur. Hakk Teâlâ'ya
halkın en yakını, ahlakı en güzel olanıdır (iman ve İslam üzere olmak
şartıyla). Karnı aç, yüreği susuz olanların kalpleri mahzun olur. Hakk
Teâla kullarını doyurur, lakin evliyasını aç ve susuz eyler. Nefsinizi aç
ediniz, tâ ki kalbiniz nûr-u irfan dolsun. Böylece kalbiniz hikmet
membaı69 ola ki, yer ve gök ehli sizinle ferah 70 bula. Hazret-i Ömer
(r.a.), günde bir kere taam yerdi ve onbir lokma ile iktifa ederlerdi.
Oburluğa düşmeyin ve aç gözlü olmayın ki, deveyi yardan aşağı
uçuran bir tutam ottur.

Habibullah mübarek karnına taş bağladı yani,


Taam71 isterse batnın ver ana taş, verme sen nânı.

Şikemperver72 ki, pür-hâk73 eylemiş divâr-ı a'zâsın,74

67
İnd-i ilâhî: Allah'ın katında
68
Nûr-u marifet: Allah'ı bilme ve tanıma nuru
69
Memba: Kaynak, bir şeyin çıktığı yer
70
Ferah: Huzur, rahat, sevinç
71
Taam: Yemek
72
Şikemperver: Yiyip içmeyi çok seven (kimse), obur
73
Pür-hâk: Hakk’ın hakikatleri ile dolu olan kimse
74
Divâr-ı a'zâ:

12
O kalmış hâne-i muzlimde75 görmez şems-i tâbâni.76

Şikâyet eyleyen üç günlük açlıktan değil arif,


O nâdân77 kâr ü kesb78 etsin ki, yoktur hakka tüklânı.79

Desen açlıkta var zaaf, ol keseldir80 mâni-i taat,81


Deriz açlıktadır üns-ü Hakk oldur kût-ı ruhani.82

Taâm-ı Hakk'dır açlık anı mahsûs-ı havâss83 etmiş,


Bulur cûd ehli vecd ü hâl ü zevk ü cezb-i hakkâni.84

Bulan açlıkta bulmuştur, fenadan85 devlet-i fakri,86


Duyan açlıkta duymuştur rumûz-ı sırr-ı Sübhân'ı.87

Gören açlıkta görmüştür, eğer aşkı eğer ravhı,88

75
Hâne-i muzlim: Karanlık ev
76
Şems-i tâbân: Güneş gibi
77
Nâdân: Cahil, haddini bilmez
78
Kâr ü kesb: Kazanç, iş güç
79
Tüklân: Tevekkül etmek
80
Kesel: Tembellik, uyuşukluk
81
Mâni-i taat: İbadet etmeye engel
82
Kût-ı ruhani: Ruhanilerin gıdası
83
Mahsûs-ı havâss: Tasavvufda yol katetmiş insanlara özel olarak verilmiş
olan şeyler
84
Cezb-i hakkâni: Hakk’da kendini kaybetmek
85
Fena: Yok olmak
86
Devlet-i fakri:Allah’dan gayri şeylerden soyutlanmış kişi
87
Rumûz-ı sırr-ı Sübhân: Allah’ın sırlarının işaretleri
88
Ravh: Rahatlık

13
Alan açlıktan almiştir, künûz-i nefs-i inşânı.89

Eren açlıktan ermiştir, huzûr-u Hazret-i Hakk'a.


Bilen açlıkta bilmiştir, ulûm-ı bahr-i irfanı.90

Kamu açlıktadır devlet, saadet, izzet-ü lezzet,91


Bulur cûd ehli ilm-ü hilm,92 olur ahlakı Rabbani.93

Zaîf 94et nefsi ta kim, kuvvet-i kudsi95 bula ruhun,


Hayat-ı candır açlık hem, memat-ı nefs-i şehvanî.96

Gel ey Hakkı bu ehl ü nevmi97 koy, fakr-ü fena98 iste,


Ki vîrân99 olsa ten köşkü, bulursun genc-i pinhanı.100

89
Künûz-i nefs-i inşân: Terbiye edilmiş nefsin hazineleri
90
Ulûm-ı bahr-i irfan: İrfan denizinin ilimleri
91
İzzet-ü lezzet: Tad alınan manevi halin lezzeti
92
İlm ü hilm: İlim ve yumuşaklık
93
Rabbani: Rab olan Allah'a ait, Allahü Teala'dan gelen
94
Zaîf: Zayıf, güçsüz
95
Kuvvet-i kudsi: Kutsal bir güç
96
Memat-ı nefs-i şehvanî: Şehvetlere düşkün nefsin ölümü
97
Ehl ü nevm: Dedikoducu, gıybetci
98
Fakr-ü fena: Manevi yokluk ve Allah’da yok olma
99
Vîrân: Yıkık, harap
100
Genc-i pinhan: Gizli hazine

14
TOKLUĞUN AFETLERİ101 VE AÇLIĞIN
KERAMETLERİ102
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
“Her kim yemek ve içmekten başka nimet bilmiyorsa, onun
ilmi az, aynı zamanda azabı çoktur.” Tokluk zekâyı mahv103 eder.
Midenin doluluğu hikmeti104 ifsad105 eder. Tokluk bütün dertlerin
başıdır. Açlık da şifaların en iyisi ve menfaatlisidir. Tokluğa devam,
çeşitli ağrı ve sızılara sebeptir. Az yemekte az hastalık vardır. Çok
yemek hastalıkları mucibdir.106 Korkulu rüyalar görmeye ve ihtilam107
olmaya sebeb olur. Tokluğa devam, yani çok yemek hastalıkları
tahrik108 eder; hikmetleri söndürür. Çok yemek, kalbe kasavet 109 ve
cesede illet110 getirir. Hakk Teâla bir kuluna inayet 111 ve ikram eylese,
onun karnını taamdan, fercini (namusunu) de haramdan pak eder. Hakk
Teâla kime ki ikram eder, ona az yemek, az uyumak ve az konuşmak
ilham eder. Kim ki açlığın kıymet ve hikmetini bilmez (gerek oruçla ve
gerek riyâzetle112), safây-ı fikri113 bulamaz. Çok yemek insana hem
maddi hem de manevi zarardır. Çok uyku da insana keder verir. Her
kimin ki, taamı az olur, onun elemi az olur, sıhhati de uzun olur. Mide
dolgunluğu ile sıhhat bir arada cem olmaz. Açlıkla da hastalık cem
olmaz. İnsanın canı birçok çeşitli yemekleri ister ve hazırlar. Halbuki,
101
Afet: Bela, felaket, musibet
102
Keramet: İkram, lütuf, kerem
103
Mahv: Yok etme
104
Hikmet: İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı
105
İfsad: Bozma
106
Mucib: Gerektiren
107
İhtilam: Uykuda cünüb olma
108
Tahrik: Harekete geçirme
109
Kasavet: Katılık, sıkıntı, keder
110
İllet: Hastalık
111
İnayet: İyilik, yardım, lütuf
112
Riyâzet: Nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek
faydalı fikirlerle, ibadetle ve ilimle meşgul olmak
113
Safây-ı fikir:Fikrin güzellikleri

15
bunlar hastalıkları celb 114eder, sıhhati bozar. Açlık, enbiyaların yolu ve
velîler makamıdır. Açlık deniz gibidir ve zekâ kaynağıdır. Açlık
ruhların da, bedenin de rahatıdır ve vücudu teşrihdir 115 yani, vücudu iyi
anlamaktır. Açlık dertlerin devasıdır ve akılların cilasıdır. Açlık ruhun
istediği bir gıdadır ve yaralı kalplere devadır. Sıhhat açlık ağacının
meyvesidir, ziyneti safvet116 ve iffettir.117 Açlık asîl bir ihsandır ve
vuslat-ı ilâhiyeye118 bir binektir. Açlık dertleri nefyeder, 119 giderir,
şifaların en kuvvetlisidir. Açlık evliyâ-ı kiramın ziynetidir ve
düşmanlara azaptır. Açlık tasfiye-i ruhdur, 120 ruhu pak ve safi
kılmaktır, gayb121 mütalaasına sebeptir. Açlık, vücuttaki kötü fikirleri
kahreder ve nefsin hevâ ve hevesini, fena ve kötü arzularını öldürür,
gönüle hayat ve safâ verir, ilmin inceliklerine ve derinliklerine nüfuza
sebeptir. Açlık dünya tâlibleri için duraklamadır; zâhid için açlık pür-
hikmettir.122 Arifler için açlık safvettir, Allah dostları için kurbettir. 123
Açlık Hakk’a vuslat124 için taharettir, temizliktir. Açlık nefislere zillet,
kalplere rikkat125 verir. Semavî126 ilimlerin ıttılasına127 dikkat verir.
Arifin nûr-u hikmeti,128 açlık acılarını ve ıstırapını birçok günler
söndürür ve birşey yiyeceği vakit, beş on lokma ile ve hazır olanla
iktifa eder. Vesveseler şeytanın tohumudur. Ektiği yer ise, tok ve dolu
midelerdir. Kim ki Allah için bir gün aç kalır veya oruç tutar, onun

114
Celb: Davet, kendine çekme
115
Teşrih: Açıklama, şerh etme
116
Safvet: Maddi, manevi manada temizlik
117
İffet: Haya duygusu, namusluluk.Helala razı olup haramdan sakınmak
118
Vuslat-ı ilâhiye: Allah'a kavuşma, erişme
119
Nefy: Sürgün etme
120
Tasfiye-i ruh: Ruhu arındırma, temizleme, saflaştırma
121
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen alem
122
Pür-hikmet: Hikmet dolu
123
Kurbet: Yakınlık, Allah'a manevi yakınlığa sebep olan amel-i salih
124
Vuslat: Sevdiğine kavuşma
125
Rikkat: Kalp inceliği ve yumuşaklığı, yufka yüreklilik
126
Semavî: Allah tarafından olan, ilahi
127
Ittıla: Haberdar olma, bilgi sahibi olma, öğrenme
128
Nûr-u hikmet: İlim ve hikmet ışığı, aydınlığı

16
kalbinde hikmetten, başka bir kapı açılır. Açlık, ilim ve zekâyı îrâs 129
eder. Tokluk ise cehil130 ve zulmet131 getirir. En güzel taam, açlıktır.
Nefis sahipleri ise bundan çok korkar ve feryat ederler. Açlık, Hazret-i
Allah'ın ziyafetidir. Tokluk ise, akıl ve zekânın yokluğuna alamettir.
Kim nefs-i hayvanisini132 açlıkla keserse, buna mukabil nur-u
marifetle,133 hayat-ı kalbi134 satın alır ve kâr eder, kazanır.
“Bend135 eden dehânı,136
Seyreder cihanı.”
Yani, her kim ağzını kaparsa, cihanı seyretmeye istidat kazanır.
“O lokma ki lezzetinden buldun zevki,
Kâşki bulsa anı düşman halkı.”
Yani, lezzetli yemeklere iltifat, Hakk yolcusuna yakışır birşey değildir.
Onun için bu söz, bu gibi dünyaya meyli olanların, zevk aldığı lezzetli
yemekleri, dünyaperest düşmanlara layık görmektedir. Kim ki, karnını
dolduruncaya kadar yer, o ancak hayvana benzer; yani hayvan
doyduğunu bilmez, mütemadiyen yer, böyle doyuncaya kadar yemek
ehlullaha yakışmaz. Yukarıda dediği gibi açlığını giderecek kadar
birşeyle iktifa eder. Açlık, yeryüzünde Hazret-i Hakk'ın kullarına
lütfudur. Zira onunla hem sıhhatlerini korurlar, hem de ibadete bol
vakit bulurlar. Velîlerin karınları bu açlıkla doyar, yani az yemekle
doyar. Çünkü karınlar insanın başlıca düşmanıdır. İnsan onun keyfi
için ne kadar yorulur ve zahmetlere katlanır. Ariflerin yemesi, hemen
ihtiyaçları kadardır. Uykuları da öyle; ancak uyku galebe 137 ettiği
zaman biraz uyurlar, o kadar. Zira ömürlerini uyku ve yemekle
129
Îrâs: Sebep olma
130
Cehil: Cahillik, bilgisizlik
131
Zulmet: Karanlık
132
Nefs-i hayvani: Hayvani istekler
133
Nur-u marifet: Allah'ı bilme ve tanıma nuru
134
Hayat-ı kalb: Kalbe ait hayat
135
Bend: Bağlamak
136
Dehân: Ağız
137
Galeb: Bastırma, üstün gelme

17
geçirmek âkil işi değildir. O gafil kişi ne kadar yerse, yine hep
inkârdadır. Hemen her saat durmadan yemek ister. İlim ve hikmet
ancak açlıkta bulunur. Cehil ve masiyet de tokluktadır. Açlıkta olan
zevki, eğer yeryüzünün hükümdarları bilseler, muhakkak saltanatlarını
terk ederlerdi. Açlık ancak havâss-ı evliyaya 138 mahsus bir zıyafet-i
ilâhîdir139 vesselam.

Geldi ramazan ayı, ey yâr-i kamer-sîmâ,140


Ol sâim141 ü az uyu, tâ kalbin ola binâ.

Hâli ol u hâli ol, nây142 ol leb-i nâyı bul,143


Ney misli deminden dol, nuş144 et şeker ü helva.

Bu nehr-i şikemden145 gil,146 nezh147 olmalıdır her yıl,


Tâ ayn-ı hayat-ı dil,148 ten arzı ede ihya.

Savm149 ile ten ü canı, pak eyle yeme nânı,

138
Havâss-ı evliya: Evliyanın en üst mertebede olanı
139
Zıyafet-i ilâhî: İlahi ziyafet
140
Yâr-i kamer-sîmâ: Ay yüzlü sevgili
141
Sâim: Oruçlu
142
Nây: Ney, Tasavvuf musikisinde kullanılan alet
143
Leb-i nâyı bul:
144
Nuş: İçmek, keyiflenmek ???
145
Şikem: Karın, mide
146
Gil: Çamur, balçık ???
147
Nezh: Temizlik, saflık, pak
148
Ayn-ı hayat-ı dil: Gönül hayatının kendisi ???
149
Savm: Oruç

18
Dolsun mey-i ruhani,150 tâ mest ola her ecza.

Bu demleri gûş151 eyle, meydir bunu nûş152 eyle,


Seller gibi cûş153 eyle, tâ kalbin ola derya.

Cû'154 oldu taâm-ullah,155 kût-ı dil-i her agâh,156


Vermiş o kuluna şâh, kim aşk iledir şeydâ.157

Hakkı dün ü gün daim, ol kaim158 ü hem sâim,


Dol aşk ile ol hâim,159 koy sureti bul mana.

TOKLUĞUN ZARARI, AÇLIĞIN FAYDALARI


Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Üç şey vardır ki kalbe kasvet160 verir: “Çok yemek, çok uyku ve
çok söz.” Karınlar tok olunca, insaniyetteki ruhaniyet ölür. Ne zaman
ki karınlar acıkır, o zaman ruhaniyet bedene rücu 161 eder. Bedenin
sıhhati az yemektedir; ruhun sıhhati de az uykudadır. Kim ki tok olur,
midesini doldurursa, ondan akıl gider, bir daha dönmez. Az yemek
150
Mey-i ruhani: Manevi şarap
151
Gûş: Dinlemek
152
Nûş: İçmek, keyiflenmek ???
153
Cûş: Coşmak, coşup taşmak
154
Cû': Açlık ???
155
Taâm-ullah:
156
Kût-ı dil-i her agâh:
157
Şeydâ: Aşk ile kendinden geçen, tutkun, mecnun
158
Kaim: Ayakta duran, vaktini ibadetle geçiren ???
159
Hâim: Hayrette kalan, sersem
160
Kasvet: Katılık, sıkıntı, iç sıkıntısı
161
Rücu: Geri dönme

19
uykunun azlığına, az uyku da az konuşmaya sebep olur. Tokluk,
hastalıkları celb eder. Bahusus162 ruhi hastalıklar, ekseriyetle çok
yemekten ileri gelir. Tokluk bütün hastalıkların başıdır Açlık da bütün
şifaların başıdır. Bütün vesvese ve evhamlar, 163 belki de bütün
nefsani164 ateşler açlıkla söner. Nefsi aç olanın vesvesesi yok olur.
Hatta deliler bile aç bırakıldığı zaman, delilikleri gidip akıllı olurlar.
Açlık ibret tarlasıdır ve hikmet kaynağıdır, ruhların kemâli,
muhabbetin de anahtarıdır. Aynı zamanda marifet kandilidir, hakikat
yoludur. Nefis, feryat ü figan 165 eden bir mariza166 benzer, onun şifası
açlıktır. Tokluk ile gönülden hikmet gider. Açlık ile her ilim hasıl olur.
Açlık gönüllerin safâsı,167 müttekîlerin168 de yoludur.

Acıkmak kim vücudunda safâdır


Şiâr-ı169 evliya ve asfiyâdır.170

Takâzâyı171 taam olmaz velîde,


Velînin kutu172 çün zikr-i Hudâdır.173

Açlık bütün ahlak-ı hamîdelerin174 başıdır, kaynağıdır. Tokluk

162
Bahusus: Özellikle
163
Evham: Vehimler, kuruntular
164
Nefsani: Nefsin hoşuna giden arzu ve istekler
165
Feryat ü figan: Bağırıp çağırma, ağlayıp sızlama
166
Mariz: Hasta, hastalık
167
Safâ: Ferahlık, huzur, gönül şenliği
168
Müttekî: Ehli takva, Allah'tan korkup haramlardan ve günahlardan kaçan
169
Şiâr: İlke, düstur, alamet, işaret
170
Asfiyâ: Hz. Peygamber yolundan giden ilim ve takva sahibi veli kullar
171
Takâzâ: Azarlama, başa kakma
172
Kut: Gıda, yiyecek, azık
173
Zikr-i Hudâ: Allah'ı zikretme
174
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak

20
ise, bilakis bütün ahlak-ı zemimelerin175 membasıdır.176 Karın aç olunca
bütün azalar tok, karın tok olsa bütün azalar aç olurlar. Açlık nefse
zindandır, kalbe ise gülistandır.177 Toklarda vesveseler yetip yetişir ve
sabit olur. Açlıkta olan vesveseler ise hem âtıl 178 ve hem de batıl olur.
Kimin ki karnı aç olur, anın kalbi iki âlemden geçip, Mevlâ'ya huzur
bulur. Açlık, kalbi hikmetle doldurur, tokluk da kalbi sağır ve dilsiz
yapar. Açlık bedende hiffet (hafiflik) ve iffet, gözde ibret, gönülde de
hikmettir. Kalbin cilası, iki şeye vabestedir: Biri açlık, biri de gece
uykusuzluğunda yapılan ibadet, taat ve dualardır. Ekmek yemek
bedenin gıdasıdır; açlık da gönlün gıdasıdır. Bir şeyhin mürîdi birkaç
gün aç kalıp şeyhinden ekmek istemiş, şeyh efendi ona Allah zikrini
tavsiye etmiş. Üç gün sonra derviş yine dayanamamış, tekrar ekmek
istemiş. Şeyh efendi de bu defa ona “Hayyü lâ yemût” 179zikrini tavsiye
etmiş. Dördüncü gün derviş, zâkir180 ve sâim bir cezbe-i Hakk 181 ile
iftar edip, berhudar 182 olmuştur, can ve gönül gıdasını almıştır, devlet
ve marifet-i ilâhîye183 erişmiştir, eczây-ı vücudu184, şarab-ı aşk-ı ilâhî185
ile dolup, meczûb-u ilâhî186 olmuştur.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin tokluğun zararları ve açlığın
faydaları hakkında, uzun uzadıya söyledikleri sözler, şüphesiz hep
makul187 ve memduhdur.188 İnsan başına musibet gelip de, doktorların
eline düşünce, bu sözlerin ve nasihatlerin ne kadar doğru olduğunu
175
Ahlak-ı zemime: Kötü ahlak
176
Memba: Kaynak, bir şeyin çıktığı yer
177
Gülistan: Gül bahçesi; huzurlu, rahat ve zenginlik dolu yer
178
Âtıl: Boş, yararsız
179
Hayyü lâ yemût: Ölümün kendisi için söz konusu olmadığı, daimi hayat
sahibi Allah
180
Zâkir: Allah'ı zikreden
181
Cezbe-i Hakk: Hakk’a doğru çekilmek
182
Berhudar: Mükafata, saadete erişen; selamette
183
Marifet-i ilâhî: Allah'ı bilme ve tanıma
184
Eczây-ı vücud: Vücuttaki maddi ve manevi hastalıklar
185
Şarab-ı aşk-ı ilâhî: İlahi aşkın şarabı
186
Meczûb-u ilâhî: İlahi cezbeye tutulmuş kimse
187
Makul: Akla uygun
188
Memduh: Övülmüş

21
anlar. Fakat iş işten çoktan geçmiştir. En iyisi, büyüklerin nasihatlerine
kulak verip, itidal189 üzere hareket etmektir. Bu suretle hem sıhhatini
korumuş olur ve hem de asıl mühim ve lazım olan, ruhunu ve gönlünü
öldürmemiş olur. Zaten gönül öldükten sonra, cismin ve hayatın hiçbir
kıymeti kalmaz. Onun için merhum kitabında az yemenin faydalarını
yazarken, İsâ aleyhisselâm’ın bir buyruğunu da yazmıştır. Şöyle ki:
“Sizler karnınızı aç tutunuz, ola ki kalbinizle Rabb’inizi göresiniz” ve
hadîs-i şerif de: “İnsan, karnından daha zararlı ve şerli bir kab
doldurmamıştır”190 buyurulmuştur. Zira buradan alınan gıdalarla vücut
her cihetten191 kesb-i kuvvet192 eder. Kendisi şişmanlar, kilosu artar;
vücudun muvazenesi193 bozulur; bununla da kalmaz, kendisine bir
azamet ve büyüklük gelir; kendisinden zayıflara, belki de emsallerine
kafa tutmaya başlar; çalımı değişir, dövüşten, kavgadan çekinmez,
etrafındakilere zararlı olmaya başlar. Tabii bu kadarla da kalmaz, bu
sefer şehvetinin de esiri olur. Artık hakkından gelinmez, tam bir haylaz
olur. Şimdi insanlık nerede kaldı? Halbuki, bu yemeklere ve zevklere
ibdilâ,194 insanın mertebe-i nebatiyesidir.195 Şehvetlere ibtilası da
mertebe-i hayvaniyesidir.196 İnsan bu iki mertebeyi geçmedikçe insan
olamaz. Bu iki kuvvetin elinde esir olan kimsenin, hayvanlar
mertebesinde ve belki de daha aşağı olduğu 197 bir ayet-i celilede
beyan buyurulmuştur. Elbette, hiçbir akıllıya yakışmaz ki, insana layık
olan melekiyet sıfatını böyle âdî bir duruma düşürsün. Onun için o
nefis denen zalimin elinden kurtulup matlub ve maksud 198 olan
kemâlât-ı insaniyeyi199 elde etmek için muhakkak arifler yoluna sülûk200
189
İtidal: Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük
190
Tirmizi, Zühd 47
191
Cihet: Yön, taraf
192
Kesb-i kuvvet: Kuvvet kazanma, kuvvetleşme
193
Muvazene: Denge
194
İbdilâ: Düşkünlük, tutkunluk
195
Mertebe-i nebatiye:Tabiatın mertebeleri, sülukun ilk mertebesi
196
Mertebe-i hayvaniye: Emreden nefsin galip olduğu mertebe
197
A'râf Suresi, ayet 179
198
Maksud: Amaçlanan, istenilen şey
199
Kemâlât-ı insaniye: İnsana ait mükemmel ve benzersiz özellikler
200
Sülûk: Bir mürşide bağlanarak manevi yolculuğa çıkma

22
edip, tasfiye-i kalp201 ile ruhunu cilalandırıp, kâmil bir ahlaka sahip
olarak kemâlât-ı insaniyeyi elde etmek ve bu vesile ile hem dünyasını
hem de ahiretini mamur ettiği gibi, beşeriyete de faydalı bir insan
olmak lazımdır. Nebati ve hayvani mertebeleri aşarak, kâmil ve olgun
bir insan olabilmek için az yemenin şart-ı a'zam bir rükün olduğunu
unutmamak gerekir. Yemek, içmek ve zevk ü safâ ile geçirilen
ömürlerde ise, ne insanlık ve ne de matlub olan kemal elde edilebilir.
Bunun için İbrahim Hakkı Hazretleri: “Bir insan ki, kâmil, arif ve
gönül sahibi olmak ister, ona günde 150 gramdan 300 grama kadar
gıda gerekir; ekmeği, suyu, meyvesi vesaire hepsi bunun içinde
olmalıdır. Evvela 300 gramdan başlayıp, tedricen günde birkaç gram
eksilterek 150 grama indirmelidir” der. Belki ilk bakışta bu bize biraz
garip gelirse de, herhalde uzun tecrübelere dayanan bu hesap, pek
yerinde olsa gerektir.
Bir vakitler Şâm-ı şerifi ziyaret esnasında, beldenin
şeyhülislamı olan, müftî-i âm202 dedikleri zât bizi yemeğe davet etmişti.
Esnây-ı sohbette kendisinin çok müşkül bir hastalığa tutulduğunu, bir
türlü tedavi olamadığını, nihayet bir Rus doktorunun eserini okuyup,
onun tavsiyesine uyarak kırk gün ılık maden suyuyla, biraz da meyve
suyundan başka birşey yiyip içmediği bir rejimi tatbike kalktığını
anlattı. Netîcede, tam 27 gün sonra hastalıktan eser kalmadığını
söyledi. Sofrada hizmet eden 20 yaşlarındaki torununun da bu perhize
on gündür devam ettiğini anlatmıştı.
Buna benzer birçok misaller hepinizin malumudur. Açlıkta,
hem vücuda hem de ruha şifa vardır. Cesedi besleyip ruhu öldürmek,
şüphesiz akıllı insanların kârı değildir. Bu sözler hem ilme ve hem de
tecrübelere dayanmaktadır. “Tecrübe edilmiş şeyleri tekrar tecrübeye
kalkmak ahmaklıktır” derler.
Bu açlık devresi, tâ ölünceye kadar devam edecek demek
değildir. Muvakkat203 bir zaman, nefsin ıslah ve terbiyesi içindir. Nefis
kemâle eriştikten sonra bu açlığa lüzum yoksa da yine ipin ucunu
201
Tasfiye-i kalp: Kalbini temizleme
202
Müftî-i âm: Fetva veren kimse, müftü
203
Muvakkat: Geçici

23
bırakmağa gelmez. Zira nefse pek emniyet edilemez. Perşembe,
Pazartesi oruçlarını, Arabî ayların 13, 14, 15. eyyâm-ı biyz 204 denilen
günlerini ve üç ayları tutmak suretiyle nefsin dizginlerini daima elde
bulundurmak lazımdır. Azgın bir atın gemini bırakıvermek ne kadar
tehlikeli ise, nefsi de kendi hâline bırakmak o kadar hatta daha fazla
tehlikelidir. Açlığa sabır, sabr-ı cemîldir.205

Her lâhza206 ol vahy-i âlâ,207 ervaha208 eyler hoş nida,209


Derd olma hâki210 etme câ,211 pak ol, gel et azm-i semâ.212

Her can ki ol tembel olur, çün derd-i hum213 ka'rın bulur,


Âlâ-yı huma214 hoş gelir, ger bulsa kedretten215 safâ.

Olmazsa tende hâk-i nân,216 safi olur bu âb-ı can,217


Esrar218 olur kalbe ayan,219 bulur kamu220 derdin deva.
204
Eyyâm-ı biyz: Her arabi ayın 13, 14, 15'inci günleri
205
Sabr-ı cemîl: Başa gelen bela ve musibetten dolayı feryat etmeden,
insanlara şikayette bulunmadan yapılan sabır; rıza gösterek katlanma
206
Lâhza: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, an
207
Vahy-i âlâ:
208
Ervah: Ruhlar
209
Nida: Çağırma, bağırma, seslenme
210
Hâki:
211
Câ:
212
Azm-i semâ:
213
Derd-i hum:
214
Âlâ-yı hum:
215
Kedret:
216
Hâk-i nân:
217
Âb-ı can:
218
Esrar: Sırlar
219
Ayan: Açık, belli, aşikar
220
Kamu: Bütün, tamamen

24
Canın çü',221 şuledir222 heman,223 nurundan ekserdir224 dühân,225
Dûd226 içre nûr olmuş nihan,227 dil hanesi bulmaz zıya.

Az olsa ger228 bu dûd-ı nân,229 kalbin bulur nuru ayan,


Ruşen230 olur hoş bî-gümân,231 hem bu sera hem ol sera.

Seyret mukadder olsa mâ,232 ne su görünür ne semâ,


Pinhan233 olur şems-i duhâ,234 gaym u duman235 olsa hava.

Şu beyitler ne kadar canlıdır. Cenab-ı Hakk hemen bizim


gönüllerimizi uyandırsın da şu dünya ile ahireti iyi bilmeyi bizlere
nasip eylesin. Zira bu insanoğlu öyle bir ekmel 236 tarzda yaratılmış
iken, her an Cenab-ı Hakk'tan gelecek ilhamları almaya kabiliyetli ve
müstaîd237 olduğu halde, bunu zayi etmesi kadar acı bir şey yoktur.

221
Çü': Gibi???
222
Şule: Işık, ışıltı
223
Heman:Derhal, hemen, o anda, kesin olarak, daima (hangisi ???)
224
Ekser: Daha çok, pek çok
225
Dühân:
226
Dûd:
227
Nihan: Gizli, saklı, bulunmayan, mevcut olmayan
228
Ger:
229
Dûd-ı nân:
230
Ruşen: Aydın, parlak
231
Hoş bî-gümân:
232
Mâ:
233
Pinhan:
234
Şems-i duhâ:
235
Gaym u duman:
236
Ekmel: En mükemmel, eksiği olmayan
237
Müstaîd: Yetenekli, uygun

25
Hakk’ın kuluna verdiği o gönül aynasıyla her iki âlemi de görmesi ve
seyri mümkün iken insanın onu çamura atması ve paslandırması hiç
reva mıdır? Onu her gün beş vakit ibadet ve taatle cilalandırmak yerine
tembellik edip, ibadet ve taatten geri kalınca elbette bu ayna kararıp
bozulacaktır. İşte buna meydan vermemek için hem ibadete devam
edilir, hem de riyazetlere; tâ ki bu ayna eski hâline gelip parlasın.
Herkes bilir ki, su bulanık olduğu zaman ne dibi görülür ne de semâ,
gök görülür. Yine malumdur ki, hava bulutlu olunca, ne güneş, ne ay
ve ne de yıldızlar görünür. Bizim günahlarımız tıpkı bunun gibi, ya su
bulanık veya hava çok bulutlu ki, güneşi görmek mümkün olamıyor;
ya o bulutlar çekilmezse vay hâlimize!
Onun için; açık, temiz ve güneşli bir hava, temiz ve berrak bir
su istiyorsak, muhakkak tövbe edip Hakk'a dönmek, onun hem
emirlerine hürmet ve riayet, hem de ekmek ve yemeği bir müddet
azaltarak, riyazetle o pislenen suyu temizlemek, hem de üzerimize
çöken manevi zulmet bulutlarını gidermeye çalışmak, elbette ilk
vazifelerimizden birisidir.
Bak, zengin çocuklarının içinde yüksek tahsil yapanlar pek
azdır. Ekseriyetle muvaffakiyet kazananlar fakir çocuklarıdır. Bir de at
koşuları vardır. Burada koşacak hayvanları bile önce riyazete çekip,
yemlerini ve sularını keserler. Zira işkembesi dolu ve tok olan
hayvanın koşuda muvaffak238 olamayacağını erbabı239 iyi bilir. Cahil
olan bir kimse, onu koşuyu kazansın diye çok yedirir içirirse, herkese
gülünç olur. Atının kıymeti hemen düşer. Öyle ise:
Ey aziz evlat ve sevgili kardeşim!
Bu dünyaya bu kadar bel bağlayıp dünya ve ahiretini zayi
etme. Yine bak, insanın bir tahsil devresi var, tam gençliğin en kıymeti
zamanı, lakin istikbalimi240 temin edeceğim diye nice seneler ne
ıstıraplar çekilir. Gece gündüz mütemadiyen çalışmak, sabah git,
akşam gel; evde de rahat yok, hemen kütüphanenin başına geçip derse
238
Muvaffak: Başarılı, başarmış
239
Erbab: İşin ehli, usta
240
İstikbal: Gelecek, gelecek zaman

26
çalışmak lazımdır. Eğer çalışmazsa imtihanlarda muvaffak olması ne
mümkün?
İşte ahiret de böyle kardeşim. Bu dünya evinde dinine hizmet
etmeyenler, ahiret selametini bulamazlar. Öyle ise, sen gel söz dinle,
inatlıktan birşey çıkmaz, tembellik de bir fayda vermez. Yemeni,
içmeni biraz kıs ve ibadete devam et, Peygamberimiz (s.a.v.)
Hazretleri’nin yolundan da ayrılma.
Bugün bizim camimizde saçlı, sakallı bir genç gördüm.
Namazdan sonra biraz konuştuk. Kendisi Hollandalı bir Hıristiyanmış;
sekiz lisan biliyor, Müslüman olarak Yusuf ismini almış.
Müslümanlığı nasıl seçtiğini sordum. Şöyle dedi: “Okudum ve
düşündüm, en doğru ve güzel yolu Müslümanlıkta bulduğumuz için,
evvela ben, sonra da babam Müslüman olduk.” Aynı zamanda Paris’te
bulunan bir şeyh efendiden tarikat dersleri alarak, günde 7000 defa,
“Lâ ilahe illallah” diyerek Allahı zikrediyormuş. Allahü Celle ve Alâ,
cümle müminleri salih ve kâmiller zümresine ilhak 241 buyursun, âmin.
Bihürmeti Seyyid'il mürselîn ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

ÇOK YEMENİN ZARARLARI


İbrahim Hakkı Hazretleri, çok yemenin on mazarratı 242
olduğunu da, kitabının 309. sayfasında şöyle zikretmektedir:
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:
Tâlib-i irfan243 olup, nebat244 ve hayvan mertebelerinden insan
mertebesine yetmek245 ve tezkiye-i nefis246 ve tasfiye-i kalp247 ve
241
İlhak: İlâve etmek, eklemek, katmak
242
Mazarrat: Zarar, ziyan
243
Tâlib-i irfan: Dini gerçek ve sırları bilmeye aday
244
Nebat: Bitki
245
Yetmek: Ulaşmak, olgunlaşmak
246
Tezkiye-i nefis: Nefsi kötü şeylerden temizlemek, hayra yöneltmek
247
Tasfiye-i kalp: Kalbini temizleme

27
tahliye-i ruh248 etmek murad eden kimseye lazımdır ki, evvela karnını
haramdan hıfz249 ve ıslah250 ede, sonra da yemeğini azaltarak, helalin
bile fazlasından sakınarak, ondan muhabbet ve marifet yoluna doğru
gide. Zira insan karnının ıslahı, cemi azaların ıslahından daha çok zor
ve meşakkatlidir. Zararı ise cümleden daha büyüktür. Zira o bir
madendir ki, cümle azalara kuvvet ve zaaf andan gelir, afatları 251 pek
çoksa da, biz on tanesini saymakla iktifa edeceğiz.
Birinci zararı:
Çok yemekle kalp katı olur; nurunun gayıp olması tehlikesi
vardır. Nitekim, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri
buyurmuşlar ki:
“Kalblerinizi çok yemekle öldürmeyiniz. Ekinleri çok suyun
öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalp ölür.”252
Yani, çok su içinde kalan ekinler büyüyemezler ve çürürler.
Hatta tanesi olduktan sonra bile çok suya, yağmura veya sellere maruz
kalırlarsa, onlar bile mahvolurlar. Bu, herkesin bildiği bir şeydir. İşte
insan da böyledir.
İkinci zararı:
Çok yemekte azaların fitnesi ve fesadı vardır. Karınlar tok
olunca, onun verdiği kuvvetle gözlerin günah şeylere bakması,
kulakların günah şeyleri dinlemesi, ağızların fena, faydasız ve boş
sözleri söylemesi, ayakların günah yerlerine gitmesi ve ellerin de
başkalarına zarar vermesi kolaylaşır ve çoğalır. Ama insanın karnı aç
olursa, tabiatiyle bunların hiçbirisini yapmaya gücü yetmez.
Binaenaleyh, insanın ef’âl253 ve ahvali,254 yemesi ve içmesine göredir.

248
Tahliye-i ruh: Ruhu kötü şeylerden kurtarmak
249
Hıfz: Koruma
250
Islah: İyileştirme, düzeltme, kusurlarını giderme
251
Afat: Afet, bela, felaket, musibet
252
İhya 3/18
253
Ef’âl: Fiiller, işler, ameller
254
Ahval: Haller

28
Maazallah, eğer bir de haram taam yerse, mutlaka ondan fena ve haram
fiiller, işler sâdır255 olur. Eğer helaldan dahi çok olursa, bu sefer gönül
karalığı, basiretsizlik, tembellik, atalet,256 mekruhât257 ve sağair (küçük)
günahlar sâdır olur. Şu halde yemekler insanlığın mi'yarı 258 olmaktadır.
Aynı zamanda da söz ve işlerimizin tohumu demektir.
Üçüncü zararı:
Çok yemek, ilim ve idraki azaltır, zira, “tokluk, zekâyı giderir”
demişlerdir. Eğer dünya ve ahiret hacetlerinden birşey dileyecek
olursan, muradın hasıl oluncaya kadar birşey yemezsen muradın çabuk
hasıl olur. Zira, “gıdanın buharı, fehim259 ve zekâya hicaptır”260
demişlerdir.
Dördüncü zararı:
Çok yemekte olanın, ibadeti az olur. Zira beden ağırlaşıp
hemen uyku basar, havâss261 ve kuvâsına262 fetret263 gelir ve leş gibi
yatıp uyur. Halbuki, ibadet bir sanattır ki, onun dükkânı halvet ve
yalnızlık, aletleri de gayret ve mücahededir. 264 Patlamayan veya
mermisi olmayan silah neye yarar?
Beşinci zararı:
İbadet tadının azlığı vardır. Nitekim efdal-i ümmet olan Ebu
Bekr-i sîddîk (r.a.) buyururlar ki:

255
Sâdır: Ortaya çıkan, meydana gelen
256
Atalet: Tembellik
257
Mekruhât: Mekruh olan şeyler. Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret
olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz
olmayan iş
258
Mi'yar: Ölçü, ayar ölçüsü
259
Fehim: Anlama, kavrama
260
Hicap: Perde
261
Havâss: Duyular, duygular
262
Kuvâ: Hisler, duygular; kuvvetler
263
Fetret: Uyuşukluk, zayıflık
264
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma

29
“İslam'la müşerref olduğum zamandan tâ bugüne kadar
katiyen karnımı doyurmuş değilim, Rabb’imin ibadetinin lezzetinden
mahrum olmayayım kaygısıyla. O zamandan bu zamana kadar, kana
kana su da içmiş değilim, likası 265 iştiyakından266 fetret bulmayayım
kaygısıyla.”
Bir kâmil demiş ki: “Taatimin en lezzetli vaktini, karnımın çok
aç olduğu zamanda bulmuşumdur.”
Altıncı zararı:
Çok yiyeceklerde haram olma şaibesi 267 nispet olarak daha
fazladır. O halde, çok yemekle insanın haramlara düşme tehlikesi
vardır. Zira helal, damla damla, yani az az gelir; haram ise sel gibi çok
çok gelir. Hadîste de vâkidir.268
Yedinci zararı:
Çok yemekte çok yorgunluk ve zahmet vardır. “Onları
kazanma ve hazırlamakta da, yedi türlü meşakkat mevcuttur”
demişlerdir. Yemesi, hazırlaması, hazmı, 269 def’i,270 ihracı, vakit
zayiatı,271 hastalık tevlidi272 gibi.
Sekizinci zararı:
Çok yemekte sekerât-ı mevt 273 denilen ıstıraplı hâlin şiddetli
olma tehlikesi vardır; yani, tokluk ölümün çok zor ve şiddetli olmasına
sebeptir. Zayıf ve aç olanlar daha kavî 274 olurlar. Bilakis tok ve

265
Lika: Bir kimseyle karşılaşma, sohbet etme
266
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek
267
Şaibe: Kuşku, şüphe
268
Vâki: Mevcut, yer alan, geçen
269
Hazm: Sindirme
270
Def’: Uzaklaştırma
271
Zayiat: Kayıplar, zararlar
272
Tevlid: Sebep olma, meydana getirme
273
Sekerât-ı mevt: Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can çekişmesi
hali
274
Kavî: Sağlam, güçlü, kuvvetli

30
kuvvetli olanların da ölümleri o kadar şiddetli ve ıstıraplı olur. Buna
dair hadîs de vardır.
Dokuzuncu zararı:
Çok yemekte âr275 ve melamet,276 pişmanlık vardır; çünkü,
şehveti talebe ve fazla şeyleri almaya insanı mecbur eder. Halbuki,
helalına hesap, haramına da azab olduğunu bilmeyen yoktur.
Az yemeyi itiyat277 eden ve hazır olana kanaat edenler, birçok
kerametlere nail olup mesrur278 olurlar.
Onuncu zararı:
Çok yemekte vücudun lüzumundan fazla kilo alması vardır ki,
bu sebeple kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için rahat nefes alıp
veremez. Sonra kollestrin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın
başlıca sebepidir. Sonra, böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur,
vazifesini yapamaz olur. Daha sonra, mide tabii hâlini kaybeder,
büyür, elastikiyetini279 muhafaza edemez. Bütün bunların neticesi
olarak da “Tevessü-ü mide”280 husule gelir ki, yediklerini kolay kolay
hazm edemez; bu yüzden bütün vücut rahatsız hale gelir. Çok kere
mide ülseri denilen, mide veya kalın bağırsakta çıban da husule 281 gelir.
İşte bu saydıklarımız belki de daha birçok rahatsızlıklar hep bu, çok
yeme ve çok içme neticesi meydana gelen zararlardır. Allah hepimizi
bu gibi hastalıklardan muhafaza buyursun, âmin.

AZ YEMENİN FAYDALARI
Az yemenin sayısız faydaları arasında şunlar sayılabilir:
275
Âr: Utanma
276
Melamet: Kınanmışlık, rezillik ve rüsvaylık
277
İtiyat: Alışkanlık, huy
278
Mesrur: Sevinçli, mutlu
279
Elastikiyet: Esneklik
280
Tevessü-ü mide: Mide genişlemesi
281
Husul: Olma

31
Sıhhat-i beden,282 neşe-i daimî,283 hafızay-ı kuvvet,284 safây-ı285 hatır,
kalbin nur ve cilası, zekâsında sür'at-ı intikal, 286 kıyamet açlığını
hatırlamak, fukarây-ı müslimîne287 acımak, ibadetlere devam,
ibadetlerde huzû288 ve huşu,289 abdestin muhafazası -zira çok yiyip
içenin abdesti muhafazası da kolay değildir-. Artan yemek ve saireyi
başkalarına, fukaraya, yetimlere vermeye ve onların dualarını almaya
da vesile olur. Halbuki çok yiyenler birşey artırıp da fukaralara
vermeyi, belki hatırlarına bile getiremezler. İsteseniz de ellerinden bir
şey alamazsınız. Alsanız bile devede kulak kabilinden olur.

AZ YEMENİN ÇARELERİ
Az yemenin yolu, evvela çok yemenin zararlarını göz önünde
bulundurmak, sonra az yemenin faydalarını hatırlamaktır. Daha sonra,
yemeklerin en güzelinden yiyesin ki, az ile doyasın. Bir de, yağlı
olmak üzere bir kab yemek yiyesin. Daha kolayı, gecede ve gündüzde
yalnız bir kere yiyesin. Açlarla ve çok yiyenlerle beraber sofraya
oturmayasın, yalnız başına yemeyi tercih edesin. Daha iyisi, tartı ile
yiyesin. 300 gramdan başlayıp, her gün birkaç gram eksilterek 150
grama kadar inesin.

Nefsim beni çok yemekle eyler pür-gam,290

282
Sıhhat-i beden: Vücut sağlığı
283
Neşe-i daimî: Devamlı keyif ve sevinç
284
Hafızay-ı kuvvet: Hafıza kuvveti, belleme kuvveti
285
Safây-ı hatır:
286
Sür'at-ı intikal: Çabuk anlama ve kavrama
287
Fukarây-ı müslimîn: Müslüman fakirler
288
Huzû: Allah'ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme, tevazu hali
289
Huşu: Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükunet ve edep
duygusu içinde olmak
290
Pür-gam: Üzüntü, keder dolu

32
Ağırlaşıp olurum esamm-ü ebkem.291
Az yiyip az içsem ola gönlüm hurrem,292
Cismim hem olur hafif ü cânım pür-dem.293

Nefsim beni aldatmakta fırsat bekler,


Çün294 sofra bulur o dem295 çekip emekler.
Terğîb296 eder ifratı297 yemek, içmekler.
Düşman beni dostumdan alıkor eyler.

Her lokma ki sen şerehle298 yersin anı


Gafletle dolup gönül olur zulmânî.299
Hayvana ver ol lezzet-i âb300 u. nânı,301
Hakkı anı yâd 302edip ye kût-ı cânı.303

Her lokma ki lezzetiyle buldum zevki,


Ol lokmayı keşke bulsa düşman halkı.
Hayvana ver ol nebatı sen ey Hakkî,
291
Esamm-ü ebkem: Fazla yemeden dolayı suskun kalmak
292
Hurrem: Sevinçli, şen
293
Pür-dem: Zamanın tamamı
294
Çün: Nasıl, nice
295
Dem: An, zaman
296
Terğîb: İsteklendirme, rağbet ettirme
297
İfrat: Aşırıya kaçma, haddi aşma
298
Şereh: Aç gözlülük, tamahkarlık
299
Zulmânî: Karanlık, sıkıntı
300
Lezzet-i âb: Sudan alınan lezzet
301
Nân: Ekmek
302
Yâd: Hatırlama, anma
303
Kût-ı cân: Kısa emel, arzu

33
Can lezzetin al gönülden iste Hakkı.

AZ YEMENİN FAZİLETLERİ
Ey aziz! Açlık hakkında, ehlullah demişler ki:
Açlık her derde devadır. Açlık iki kısımdır: Bir kısmı
sâlikler,304 dervîşân,305 ehl-i tarîk306 ve irfan yolcuları içindir ki, bunlara
muhakkak riyazet denilen az yemek mecburiyeti vardır; zira başka
türlü işin içinden çıkamazlar. Açlık aynı zamanda uykusuzluğu da
mucibdir. Uzlet ve halvet nasıl sükûtu mucip 307 ise, açlık da uykuyu
giderir. Zira halvette konuşacak kimse olmadığı gibi, aç kimsenin de
canı konuşmak istemeyeceği tabiidir. Bu açlık ancak sâliklere
mahsusdur. Bu da, sâlikin hâline göre, 10 günden 20 güne veya kırk
güne kadar devam eder. Bu müddet içinde hep oruçlu olması ve aldığı
dersleri yapması lazımdır. Bundan çıktıktan sonra yine yeme ve
içmede itidalı bozmamak lazımdır. Bazen yine riyazet hâline dönmesi
münasip olur. Nefsi boş bırakmamak bakımından bu lazımdır. Olgun
ve kâmil insanların, yemeklerini âdetleri vechile yemeleri caizse de,
ihtiyatı elden bırakmamak daha evladır. Bu riyazetlerle 308 sâlikler ve
dervişler, kendilerine lüzumlu halleri elde edebildikleri gibi, kâmilîn
ve muhakkikîn309 makamlarına da erişerek, bazı esrarlara nail olurlar.
Lakin “hal veya makam sahibi olacağım” diyerek yapılan riyazet ve
açlıklar, çok büyük tehlikeler îrâs edebilir. Bazen, bu niyetle hareket
edenlerin birtakım evham ve hayâlâta 310 kapılarak, “Velî olacağım”

304
Sâlik: Bir mürşide bağlanarak manevi yolculuğa çıkmış olan kimse
305
Dervîşân: Dervişler
306
Ehl-i tarîk: Tarikata mensup olanlar
307
Mucip: Gerektiren
308
Riyazet: Dünya lezzetlerinden sakınmak suretiyle nefsi terbiye etme
309
Muhakkikin: Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf
erbabı alimler
310
Hayâlât: Hayaller

34
derken deli olup çıkmalarından korkulur. Bu gibilere lazım olan,
devamlı oruç tutmak ve sünnet-i seniyye 311 vechile312 yemeğini
azaltarak, günde bir öğün yemeye kendisini alıştırmak ve haftada
ancak iki kere katıkla yemeği yemektir. Riyazetin bize göre daha
münasibi,313 Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in buyruklarına uyarak,
sahur yemeğini de bırakmamaktır. Zira, sahur yemeğinde hem bereket,
hem de sünnet-i seniyyeye riayet vardır. Hele 21 kuru üzümle, biraz da
ekmek olursa daha güzel olacağını zannederim. Bu riyazetlerde
mübtedîler314 için huşu, huzû, zül,315 meskenet,316 iftikar317 ve sükûnet318
husule gelir, fena hatıralar olmaz. Muhakkıkîn için ise açlıkta rikkat,
safâ, Hakk ile ünsiyet ve havâtırın319 tamamıyla gayb olması vardır.
Onlar böylece izzet-i ilâhiye320 ve saltanat-ı Rabbâniye321 ile
şereflenerek, beşerî sıfatlardan temizlenir ve melekiyyet 322 sıfatlarını
kesb323 eder. Makamları ise, makâm-ı Samedânîdir. 324 Bu makam öyle
âlî bir makamdır ki, onun ahval-i acîbesi 325 ve esrâr-ı garipesi326 vardır.
Himmet sahiplerinin ve azimet sahiplerinin açlıkla kesb ettikleri
faydaları ve kemalleri saymakla bitirmek mümkün değildir.

311
Sünnet-i seniyye: Peygamberimiz(sav)'in söz, fiil ve hareketlerine dayanan
yüce prensipler
312
Vechile: Şekilde
313
Münasib: Uygun, yaraşır
314
Mübtedî: Bir işe yeni başlayan; tasavvufta ve diğer dini ilimlerde henüz
başlangıçta olan
315
Zül: Alçalma
316
Meskenet: Allah karşısında aczini, yokluğunu bilme
317
İftikar: Yokluğunu, fakirliğini açığa vurmak
318
Sükûnet: Sakinlik, durgunluk
319
Havâtır: Hatıralar, düşünceler
320
İzzet-i ilâhi: Cenab-ı Hakk'ın nihayetsiz izzeti, şeref ve yüceliği
321
Saltanat-ı Rabbâni: Allah'ın saltanatı
322
Melekiyyet: Meleklik
323
Kesb: Kazanma, edinme
324
Makâm-ı Samedânî: Allah’ın kudret ve azametine ait olan makam
325
Ahval-i acîbe:
326
Esrâr-ı garipe:

35
Açlık ki tok eyler ol kamu a'zâyı,
Açlıkta bu nefis terk eder dünyayı.
Hem açlık açar rumûz-ı 327her manayı,
Açlıkta bulur bu cân ü dil Mevlâyı.

Nandan328 boş olan kimse ne pür-hikmettir,


Gönlü gözü uyanık işi ibrettir.
Açlık ki temam-ı hıffet ü iffettir,329
Her derde şifadır ol tene sıhhattir.

Hakkı, az yer eyle batna330 halkı mîzân,331


Açlıkta yok ol, ziyan ki toklukta ayan.
Açlıktan olan ziyana besdir332 bir nân,
Toklukta marazlara333 gerek çok derman.

Hakkı, yemek az ye, az uyu, az söyle,


Can sağlığı dil hoşluğu bul sen öyle.
Her ne dilesen gönlünde bul zevk eyle,
Kim iki cihan saadetidir böyle.

327
Rumûz: İşaretler, manası gizli olan işaretler, gizli anlamlar
328
Nan: Ekmek
329
Temam-ı hıffet ü iffet:
330
Batna:
331
Mîzân: Terazi ???
332
Bes: Yeter, yeterli, kafi
333
Maraz: Hastalık, dert

36
Bend eyle dehânı bu cihanı seyret,
Koy babı334gönüle her nihânı335 seyret,
Aşk aça yürekte çün dehânı seyret,
Deryalar içip safây-ı canı336 seyret.

Nefs ehline gerçi açlık olmuş zindan,


Ama ki gönül ehlidendir hoş seyrân.
Açlıkta gönül safâ bulur, lezzet-i cân,
Pes 337cû'dur338 ehl-i Hakk'a Hakk'dan ihsan.

Hakka ki taâm-ı enbiyadır339 açlık,


Hem hâl ü makâm-ı evliyadır açlık.
Hem safvet-i kalb-i asfiyâdır340 açlık,
Her derde deva ve hoş nevadır341 açlık.

Hakka ki safây-ı asfiyâ342 cû' 343olmuş,


Takva ve reşâd-ı etkıyâ cû' 344olmuş.

334
Bab:
335
Nihân: Gizli, saklı ???
336
Safây-ı can:
337
Pes:
338
Cû': Açlık
339
Taâm-ı enbiya: Peygamberlerin yemeği, yiyeceği
340
Safvet-i kalb-i asfiyâ:
341
Neva: Azık
342
Safây-ı asfiyâ:
343
Cû': Açlık
344
Reşâd-ı etkıyâ cû':

37
Hem fıtnat-i re'y-i ezkiyâ cû'345 olmuş,
Bel346 zirve-i cây-i irtikâ cû' 347olmuş.

Çok uyumak oldu ilm ü fazlı hadim,348


Nevvâm ü ekûl349 olur alîl ü nadim.350
Şeb351 kaim ü gündüzü dahi ol sâim,
Tâ menba-ı ilm ü fazl352 olasın daim.

Hakkı Hakk için nehâr353 ü leyl354 ol kaim,


Ölmezden ölüp sen ol gamından355 hâim.
Oldukça bu nefs hay,356 gönüldür nâim,357
Nefs ölse gönül bulur hayat-ı daim.358

345
Fıtnat-i re'y-i ezkiyâ cû':
346
Bel:
347
Zirve-i cây-i irtikâ cû':
348
Hadim: Hizmet eden, hizmetçi
349
Nevvâm ü ekûl:
350
Alîl ü nadim:
351
Şeb:
352
Menba-ı ilm ü fazl:
353
Nehâr: Gündüz
354
Leyl: Gece
355
Gam: Tasa, kaygı, üzüntü
356
Hay: Canlı, diri, sağ
357
Nâim: ???
358
Hayat-ı daim: Sürekli hayat

38
2.Fasıl…

39
AZ UYUMAK
İrfan yolcularının altı esasından biri olan az uykunun
faydalarını Marifetname kitabı on nevi' ile beyan etmektedir:
Birinci nevi':
Ayet-i kerîmelerde az uyuyanlar hakkında medh-ü senalar 359
çoktur; gece namazları ve teheccütler hakkında emirler vardır.
Zebur'da: “Kulum, beni gecenin karanlığında bulursun, ben sana
yakın olduğum halde beni istesen bulursun” denilmektedir. Hadîs-i
Kudsî'de de, “Ey âdemoğlu! Çok uyumak suretiyle o kalp
parlaklığını nasıl bulursun? Uykunu kabrine bırak. Kalbinin
nurunu az uykuda ve gecenin uyanıklığında iste. Gece olunca benim
zikrimden gafil olarak uyuyanların, bana muhabbet iddia etmeleri
yalandır” buyrulmaktadır. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir:
Aceben lil-muhibbi keyfe yenâmü,
Küllü nevmi alel-muhibbi harâmü.

Manası: Muhabbet iddiasında olanlar nasıl


uyuyabilirler? Halbuki, her uyku, muhabbet sahiplerine
haramdır.

Uyuma sen bir gece ey mehlikâ,360


Tâ sana yüz gösterene genc-i beka.361

359
Medh ü sena: Övme ve yüceltme
360
Mehlikâ: Ay yüzlü, güzel yüzlü, güzel
361
Genc-i beka: Sonsuz hazine, daimi olan

40
Dil362 güneşinden gece çün germ363 ola,
Bu iki cismin aça ol tütiyâ.364

Bir gece sabr eyle yere koyma baş,


Mürğ-i seâdet365 kona tâ başına.

Gündüz olur kesb ü gece aşk-ı yâr,366


Âşık eder her gece zikr-i Huda.367

Halk varıb uykuya düşler görür,


Bulmuş uyanık kerem-i kibriyâ.

Hakk dedi Dâvûda: Benim âşıkım,


Gece uyumaz bana eyler sena.

Âşık olur tâlîb-i halvet368 ki tâ,


Göstere dildâre369 dilinden rıza.

Hâb-ı girân370 teş'neye 371mümkün değil,


362
Dil: Gönül
363
Germ: Başlangıç noktası
364
Tütiyâ:
365
Mürğ-i seâdet:
366
Aşk-ı yâr:
367
Zikr-i Huda: Allah’ı anmak, hatırlamak
368
Tâlîb-i halvet: Çevre ile her türlü ilişkiyi kesip tenhaya çekilme taliplisi
369
Dildâre: Sevgiliye
370
Hâb-ı girân: Ağır uyku
371
Teş'ne:

41
Uyusa düşünde görür ayn-ı mâ.372

Hakkı, erer her gece Hakk'dan hıtâ,373


Kalk ve teveccüh bana kıl bul hüdâ.

İkinci nevi':
Her gece yarısından sonra, Hakk Teâlâ semây-ı dünyaya
rahmetini inzal374 edip, “Kim bana dua ederse, ben ona icabet375
ederim; kim benden birşey isterse, ben ona istediğini veririm, kim
benden mağfiret376 dilerse, ben onu mağfiret ederim”377 buyurur.

Nida edip gece ervaha der o nûrün-nûr,378


Bana teveccüh379 eden cân bulur; gönlünde huzur.
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Benim gözlerim uyur,
fakat kalbim âlemlerin Rabbinden gafil olup uyumaz.”

Sağ yanı üzre yatırdı, kıbleye istikbal edip,


Her nefesde açılırdı ana bin gaybî380 kapu.

372
Ayn-ı mâ: Su gibi
373
Hıtâ: Günahlardan istiğfar etmek
374
İnzal: İndirme
375
İcabet: Cevap verme, kabul etme, Allahü Teala'nın duaları kabul
buyurması
376
Mağfiret: Affetme, bağışlama
377
Buhari, Teheccüd 14; Müslim, Salatu’l-musafirin 24
378
Nûrün-nûr: Güzellik üstüne güzellik
379
Teveccüh: Yönelme, dönme
380
Gaybî: Bilinmeyen, gayb alemine ait

42
Sabah olduğu vakit uyumak rızka mânidir ve gamları getirir.
Efendimiz’in müezzini Bilâl-i Habeşî (r.a.), her gece vakt-ı seherde
aşağıdaki beş beyti okurdu:

Teyakkuzu381 teyakkazû yâ niyam,382


Fekad hezeme'l fecrü cenûde'z zalâm.

Yâ nâim en min nevmike fentebih


Leylüke kad esrea f'il inhizam

Yâ men kad istağraka nevmehû,


Ente tenâmü ve Rabbüke lâ yenâmu.

Rabbüke yed'ûke ilâ bâbihî,


Feselhü'l afve bi gayri intikam.

Sallü alâ seyyidina'l-Mustafâ,


Ahmed'l Hâdî Aleyhisselam.
( Meâl-i şerifi:
Ey gaflet uykusuna dalanlar, artık uyanınız, uyanınız. Muhakkak sabahın
fecri, aydınlığı gecenin karanlığını giderdi.
Ey uykuda uyuyan, artık uykudan kalk, uyan ve sabaha kadar seni
dinlendiren Rabb’ine teveccüh eyle. Çünkü gecen süratle gitmektedir.
Ey kendisini uykusu istila383 eden zavallı, sen uyuyorsun fakat iyi bil ki,
Rabb’in Azze ve Celle katiyen hiçbir zaman uyumaz ve Rabb’in seni kapısına davet

381
Teyakkuz: Uyanıklık
382
Niyam: Uyuyanlar
383
İstila: Hükmü altına alma, ele geçirme

43
ediyor. İntikam almadan, seni af buyurmasını ondan talep eyle. )

Üçüncü nevî': 384


Gece ibadeti ve gafillerin uyuması hakkındadır.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
“Uykuyu az uyumak, Mevlâ'ya teveccühde ihtimamdır. 385
Dikkatle emek çekmektir. Tâlib-i irfan olan kimselere gece uykuları
haramdır. Çünkü onun matlubu,386 uyumayan, Hay ve Kayyum387 olan
Allâhü Teâla Hazretleri’dir. Avamın 388 uykusu ise, gaflet ve yokluktur,
zayiattır. Gaflet ile, gönüle zulmet, karanlık getirir.” Bir Arap şairi:
“Da'in nevme, inne'n nevme lil fazli hâdimîn” diyor.
Manası, Uykuyu bırak, muhakkak uyku faziletleri mahv eder,
demektir.
Sakın sen de gafiller gibi hemen dünyadan, yemek ve içmeye,
uykuya razı olma. Sen geceleri uyanık ol da yüksek ve âlî mertebeleri
Mevlâ'dan iste. Ariflerin uykusu, müşahede389 ve murakabedir.390 Ervah
ile tanışma, bilişme ve oynaşmadır. Dostlarla muânaka, 391 sarılma ve
buluşmadır. Gece âşıklara nimettir. Gece uyanıklığı iki hayatın biridir;
diğeri de açlıktır. Gece uyanıklığında gönül diridir. Bu uyanıklık
ibadetlerin anahtarıdır. Sabah vakti uyanık olmak, saadet alametidir.
Zikrullah ile beraber gece uyanıklığı, ebrarın 392ibadetidir. Hürriyet-i
384
Nev’î: Çeşit
385
İhtimam: Özen gösterme, önem verme
386
Matlub: İstenilen, aranılan şey
387
Hay ve Kayyum: Her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi
ayakta tutan Allah
388
Avam: Halk, sıradan kimse, ilimsiz
389
Müşahede: Her zerrede Cenab-ı Hakk'ın varlığına şahit olma
390
Murakabe: Kendini kontrol etmek, iç âlemine bakmak
391
Muânaka: Kucaklaşma, sarılma
392
Ebrar: İmanlarında sadık, Allahü Teala'nın yasak kıldığı şeylerden
sakınıp, emirlerine uyan; bozuk inanışlardan, kötü ahlaktan ve çirkin işlerden

44
hakikıyeye393 kavuşanların âdetidir. Zikrullah ve gece uyanıklığı,
Hakk'a müştakların394 sıfatı ve âşıkların devletidir. Zikrullahla birlikte
gece uyanıklığı, evliyanın ve asfiyânın kazancıdır.
Zikrullahla birlikte gece uyanıklığı, nüzhet-i evliya 395 ve
şuadadır.396 Zikrullahla beraber olan gece uykusuzluğu, merdlere 397
ahiret ganimeti, ebdal398 olan velîlere de fırsattır. Zikrullahla geceleri
uyanık olmak, Allah'ın has kullarına ve Allah'a yakın olan bahtiyarlara
cennet bahçeleridir. Yani, cennet bahçelerine vesiledir. Zikrullahla
olan uykusuzlukla geçen geceler, ariflere hediye-i ilâhîdir. 399 Kâmil mü'
minlere de birer hazinedir.

Çün gelir şeb vakt-i halvetgâh400 olur,


Kıble-i uşşak401 vech-i mâh402 olur.
Hâbı403 koy mehtâb iken ey meh-perest,404
Mâhdan405 agâh406 ana hem-râh407 olur.

uzak duranlar
393
Hürriyet-i hakikıye: Gerçek özgürlük
394
Müştak: Çok isteyen, aşık
395
Nüzhet-i evliya: Evliyanın neşesi, eğlencesi
396
Şua: Işık, nur
397
Merd: Sözünün eri, adam, yiğit
398
Ebdal: Dünyanın nizamı, düzeni ile vazifeli olup, Allahü Teala'nın
insanlardan gizlediği büyük zatlar
399
Hediye-i ilâhî: Allah'ın hediyesi
400
Halvetgâh: Halvet yeri, tek başına oturulup ibadetle vakit geçirilen yer
401
Kıble-i uşşak: Aşıkların kıblesi
402
Vech-i mâh: Ay yüzlü
403
Hâb: Uyku
404
Meh-perest: Güzelliğe düşkün olan
405
Mâh: Ay
406
Agâh: Haberdar, malumatlı, bilen
407
Râh: Yol

45
Uyku bahrinde kamu halk olsa “lâ”,408
Uykusuzlar vakti “illallah” 409olur.

GECE İBADETİNİN FAYDALARI VE


FAZİLETLERİ
Dördüncü nevi':
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Saadetimizin yegâne sermayesi gecelerdir. Nâstan 410 kurtuluş
ve uzletimiz, dost ile halvetimiz, gecelerdir. Geceler, âşıkların dert
arkadaşıdır ve ariflerin411 sırdaşıdır. Gece ariflerin derdi artar. Gece
ariflerin başı tartar. Gece kâmillerin en bahtiyar ve zafere ulaştıkları
zamandır. Kalp semâsına manevi güneşin inişidir. Her gece bu manevi
güneş doğar ve lakin halk uyku deryasına dalıp giderler. Her seher
vakti, her murad hasıldır. Ol vakit âmâ gibi uyumak müşküldür. Seher
vakti, mübarek saattir. Ol saatte uyanık olan, ehl-i saadettir. Seher
vakti âşıklar uyumazlar ve arifler gönülden ırağa 412gitmezler. Seher
vakti rahmet kapıları açık bulunur. Ol zamanda uyanık olan, zevk-ı
can413 ve safâyı hatır bulur.

Ehl-i aşkın dîdesi414 bîdâr415 olur vakt-i seher,

408
Lâ: Arapça'da kelimenin başında Nefy Edatı olarak kullanılır. Olumsuz
anlam yükler. ''Yoktur, değildir'' gibi.
409
İllallah: Allah'tan başka
410
Nâs: İnsanlar
411
Arif: Allahü Teâlâ'nın rızâsını kazanmış, O'ndan başkasının sevgisini
kalbinden çıkarmış, tasavvufta yetişip, kemâle ermiş velî zât
412
Irak: Uzak
413
Zevk-ı can: Kişinin aldığı zevk
414
Dîde: Göz
415
Bîdâr: Uyanık, uykusuz

46
Cân-ı ehl-i dil416 dolu esrar olur vakt-i seher.

Şehr-i dil bî-kesret-i417 nâ-cins418 tenhadır gece,


Bezm-i cân419 bî-zahmet-i ağyar420 olur vakt-i seher.

Ref'421 eder dildâr422 vechinden nikâhın vakt-i subh,423


Anı seyr eyler o kim, hoşyâr424 olur vakt-i seher.

Mürde-dil425 hâb426 içre gafil devlet-i bîdârdan,427


Ârif-î agâhe428 devlet yâr olur vakt-i seher.

Pertev-i hurşîd-i vech-i dilbere429 âşık olan,


Ehl-i hâlin430 gönlü pür-envâr431 olur vakt-i seher.

416
Cân-ı ehl-i dil:
417
Şehr-i dil bî-kesret-i:
418
Nâ-cins: Aynı cinsten olmayan, cinsi bozuk ???
419
Bezm-i cân:
420
Bî-zahmet-i ağyar:
421
Ref':
422
Dildâr: Sevgili
423
Vakt-i subh:
424
Hoşyâr:
425
Mürde-dil: Gönlü ölmüş, katı yürekli, duygusuz insan
426
Hâb: Uyku
427
Devlet-i bîdâr:
428
Ârif-î agâh:
429
Pertev-i hurşîd-i vech-i dilber:
430
Ehl-i hâl: İlahi aşka bağlanmış, manevi zevklere kavuşmuş kişi
431
Pür-envâr: Nurlarla dolu

47
Hakk nîdâ eyler ki “hel min sâilin” 432 her nîm-i şeb,433
Kim ne isterse o berhurdâr434 olur vakt-i seher.

Bâb-ı ihsân-ı435 Hüdâ feth olmak istersen sana,


Dil kapısın beklemek hoş436 kâr437 olur vakt-i seher.

Ol ki ekl ü şürb438 olur şüğlü439 gece gündüz heman,


Uyku lazımdır ana bîmâr440 olur vakt-i seher.

Hakkî bîdâr ol seher vaktinde tembel olma kim,


Uyumak insana ayb ü âr441 olur vakt-i seher.

Bu beyitler ne kadar canlıdır. O seher vakitlerinde gözleri


uyanık olan bahtiyarlar, hep gönül sahipleri olmakla, içleri esrar-ı
İlâhî442 ile dolu olduğu halde tefekkür,443 murakabe ve zikirle meşgul
olurlar. Eğer o esrar-ı İlâhîden bir nebze bizde de olsa, elbette bizim de
gözlerimize uyku gelmez. Fakat içlerimizi istila eden fâni dünya zevk

432
Hel min sâilin:
433
Her nîm-i şeb:
434
Berhurdâr: Berhurdar mı Berhudar mı??? Berhudar: Mükafata erişen,
saadete erişen, nasibli
435
Bâb-ı ihsân:
436
Hoş:
437
Kâr:
438
Ekl ü şürb: Yiyip içme
439
Şüğlü:
440
Bîmâr: Hasta
441
Ayb ü âr:
442
Esrar-ı İlâhî: İlahi sırlar
443
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç verecek
şekilde düşünmek

48
ve muhabbeti bizleri namütenahi olan saâdet-i sermediyeden 444
mahrum bırakmaktadır. Bu gaflet ne unutulur, ne de başka birşeyle
telafi edilebilir. Muradlarına nail olmayı ve ihsan kapılarının
kendilerine açılmasını isteyenlere, muhakkak surette seher vakitlerini
uyku ile kaçırmamak; Cenab-ı Hakk'a cân ü gönülden yapılacak iltica
ve duaların hiçbir zaman boşa gitmeyeceğini iyice bilmek gerekir.
Cenab-ı Hakk Sübhânehu ve Teâla Hazretleri cümlemizi seher
vakitlerinde uyanık olan ve kendisine candan sarılıp yalvaran
kullarından eylesin, âmin.
Aziz kardeş! Şimdi sen ve ben bunları okuduk ve dinledik. Bir
kere de kendi hâlimize bakacak olursak, bizde şeyhlik nerede, dervişlik
nerede. Sofuluk, kılık, kıyafet, bilgi, hüner, sanat, edebiyat, belagat,
fesahat, tasavvuf ve daha sonra insanlık, insanlıkta kemâl, İslamiyet,
İslamiyette kemâl bizden ne kadar uzak! Bunları yazarken ne kadar
zayıf ve biçare olduğumuzu müşahede etmekteyiz. Cenab-ı Hakk
cümlemizin muini445 olsun vesselam.
Beşinci nevi';
Az uykunun, kerimler huyu ve hasleti olduğunu bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Efdal-i evliya446 Sıddık-ı Ekber Hazretleri (r.a.) her gece yatsı
namazından sonra biraz ev halkıyla oturup sohbet eder, onlar yattıktan
sonra kalkıp abdestini tazeler, iki rekat nafile namaz kıldıktan sonra
seccadesinde oturup, huzû ve huşu ile murakabeye dalar, tâ sabaha bir
saat kalınca mübarek başını kaldırıp bir kere âh ederdi. Ol âh ile
mübarek ağızlarından bir nur zahir olurdu ki, anın aydınlığından evin
duvarlarında olan saman çöpleri bile belli olurdu. Sonra kalkar, on
rekat teheccüd namazı ve üç rekat da vitir namazı kılar, arkasından
evlat ü ıyâlini447 sabah namazına kaldırırdı. Sabah olunca, sabahın
sünnetini evinde kılıp mescid-i şerife giderlerdi.
444
Saâdet-i sermediye: Sonsuz mutluluk
445
Muin: Yardım eden
446
Efdal-i evliya: Evliyaların en üstünü, en faziletlisi
447
Evlat ü ıyal: Çoluk çocuk, evladlar ve karısı

49
Bir adam bir cariye satın almış, yatacakları sırada cariye,
efendisine sormuş ki: “Sizin de bir Mevlânız, efendiniz var mıdır?”
Efendi cevap vermiş: “Evet, benim de bir Mevlâm vardır, ben de onun
kuluyum.” Cariye tekrar sormuş: “Sizin Mevlânız uyur mu?” Efendi
yine cevap vermiş: “Hayır onun için uyumak, uyuklamak yoktur, Hayy
ü Kayyûm448’dur.” O zaman cariye, efendisine demiş ki: “Yâ sen hiç
hayâ449 etmez misin, hiçbir zaman uyumayan Mevlâ’nın huzurunda
nasıl yatıp uyursun?” Efendiye bu söz çok tesir edip, bundan sonra
gece namazlarını kendine âdet etmiş ve bir daha yatağına girmeyip
ömrü boyunca az uyku ile iktifa450 ederek evliyalar arasına dahil olmuş.
Evliya yollarına gidenler, ancak üç haslet sayesinde evliya
olmuşlardır: Biri, acıktıkları vakit, ancak açlıklarını giderecek kadar az
birşey yerler, diğeri; uykuları gelince hafif 451 bir uyku ile iktifa ederler,
üçüncüsü de; konuşmak lazım gelince, ancak zaruret miktarı ve
muhtasarca452 söylerler. Kim ki, ekmeği çok yer, uykuyu çok uyur ve
sözü de çoktur, iyi bilsin ki, anın canı hastadır, işi dünya ve ahirette
çok zordur.

Ey dîde453 nedir uyku gel uyan gecelerde,


Kevkeblerin454 et seyrini seyran455 gecelerde.

Bak heyet-î âlemde456 bu hikmetleri seyret,


Bul Sâniîni457 ol ana hayran gecelerde.
448
Hayy ü Kayyûm: Her an diri olan ve herşeyi ayakta tutan Allah
449
Hayâ: Utanma, çekinme
450
İktifa: Yetinme
451
Hafif: Çabuk uyanılan (uyku)
452
Muhtasarca: Kısaca, özet ile
453
Dîde: Göz
454
Kevkeb: Yıldız
455
Seyran: Gezinti, seyretme ???
456
Heyet-î âlem:
457
Sâniî: Her şeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah

50
Çün458 gündüz olursun nice ağyar459 ile gafil,
Koy gafleti dildardan460 utan gecelerde.

Gafletle uyumak ne reva461 abd-i hakire462,


Şefkatle nida463 eyleye Rahman gecelerde.

Cümle geceyi uyuma Kayyum464'u seversen,


Tâ hay olasın Hay ile ey cân gecelerde.

Âşıklar uyumaz gece, hem sen uyuma kim,


Gönlün gözüne görüne cânân465 gecelerde.

Dil beyt-i Hüdâdır466 onu pak467 eyle sivâdan468,


Kasrına469 nüzul470 eyler o sultan gecelerde.
458
Çün: Çünkü
459
Ağyar: Başkaları, yabancılar, eller
460
Dildar: Sevgili
461
Reva: Layık, uygun
462
Abd-i hakir: Değersiz, itibarsız kul
463
Nida: Seslenme
464
Kayyum: Her şeyi kendi varlığı ile ayakta tutan ve varlıklarını devam
ettiren Allah

hay: Diri, uyanık.

Hay: Esma'ül Hüsna. Daima diri, sonsuz hayat sahibi olan Allah
465
Cânân: Güzel, sevgili
466
Beyt-i Hüdâ: Allah'ın evi
467
Pak: Temiz
468
Sivâ: Allah'tan başka varlıklar
469
Kasır: Köşk, saray
470
Nüzul: İnme

51
Az ye az uyu hayrete var fâni471 ol andan,
Bu cân-ı baka ol ana mihmân472 gecelerde.

Allah için ol halka mukârin473 gece, gündüz,


Ey Hakkı nihan474 aşk oduna yan gecelerde.

Gönül Hakk'ın evidir. Sivâyı475, Allah’tan gayri476, mâsivâ477


denen herşeyi gönülden çıkar ki, orası Hakk'ın evi olduğu için orada
başka birşeyin bulunması caiz olmaz. Çünkü Hakk Sübhânehu ve
Teâla Hazretleri orasını daima gözetmekte ve oraya bakmaktadır.
Orada kendisinden başka birşeyin olmasını katiyen istemez. Onu temiz
ve pak tutmak, her mümin ve müvahhidin 478 birinci vazifesidir. Bunun
için de en güzel çare, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin dediği gibi, az
yemek, az uyku ve az konuşmak, uzlet 479, zikrullah480 ve tefekkürdür481.
Bunlara riayet eden kimselerin az zamanda kemâlât-ı insaniyeye 482
ulaşacaklarında hiç şüphe olmamalıdır. Bilakis bu usullere riayetsiz
olan kimseler çok bocalar ve yorulur, neticede eline birşey geçmeden
bu fâni dünyaya gözlerini yumup gider. Gaflet ona derler ki, insanın
hergün gözünün önünde birçok kimseler tabutların içerisinde bu
471
Fâni: Yok olan, geçici, ölümlü
472
Mihmân: Misafir
473
Mukârin: Bitişik, yakın, beraber
474
Nihan: Gizli, saklı, bulunmayan, mevcut olmayan
475
Sivâ: Allah'tan başka varlıklar
476
Gayri: Başkası
477
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
478
Müvahhid: Müslüman
479
Uzlet: İnsanlardan ayrılarak bir köşeye çekilip yalnız yaşama
480
Zikrullah: Allah'ı zikretme, anma
481
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç verecek
şekilde düşünmek
482
Kemâlât-ı insaniye: İnsana ait mükemmel ve benzersiz özellikler

52
dünyadan veda edip giderlerken, bir intibah 483 ve uyanıklık hasıl
olmayıp hâlâ kendi çıkarı yolunda koşup gider. Cenab-ı Hakk
cümlemizi, düştüğümüz bu gafletten kurtarsın, âmin. Bi hürmeti
Seyyidil mürselîn ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve
sahbihî ecmaîn.

ÇOK UYKUNUN ZARARLARI


Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Çok uyku ve gaflet mezmumdur484, tembellik ve şeamettir485.
Çünkü gafilin uykusu, a'zây-ı bedeni486 muattal487 edip, işe yaramaz
hale sokar. Ömrün kıymetli vakitlerini zayi eder. İnsanın, telafisi
mümkün olan ufacık bir şeyi zayi olsa, kaybolsa, kıymeti nispetinde
ömrü boyunca acınır durur da; acaba neden bu telafisi 488 mümkün
olmayan, kıymetine de baha biçilmesi kabil olmayan ömrün
zayiatına489 acımaz; acımamak herhalde akıllıların işi olmasa gerektir.
Uyku, ölümün küçük kardeşidir. Hakk'dan gaybolan ehl-i
hasrettir490. Uyku da ayrıca bir musibettir 491. Arifler daima huzur-u
Hakk'da uyanıktırlar. Bunlara uyku, teveccüh ve lezzettir. Ol uyku ki,
huzurdan habersiz gaflet içindedir, ol mûcib-i tard 492, bu'd493 ve
nedamettir494; hüsran, cehalet ve melamettir 495; ilm ü hikmetten
483
İntibah: Uyanıklık; hakikati ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek
484
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
485
Şeamet: Kötülük, bedbahtlık
486
A'zây-ı beden: Vücut organları
487
Muattal: Kullanılmaz olmuş, işe yaramaz duruma gelmiş
488
Telafi: Yerinin doldurulması
489
Zayiat: Zararlar, kayıplar
490
Ehl-i hasret: Hasret çeken
491
Musibet: Bela
492
Mûcib-i tard: Uzaklaştırmak
493
Bu'd: Uzaklık
494
Nedamet: Pişmanlık
495
Melamet: Kınanmışlık, rezillik ve rüsvaylık

53
mahrum olmaya alamettir. Zira ki, arifin lezzeti huzûr-u izzettir 496 ve
hayatı muhabbettir. Mevlâyı sevmenin alameti de üçtür: Gece
uykusuzluğu, güzel konuşma, Hakk Teâla'ya güzelce hamd ü senadır.
Doğrusu, gece uykusu Hakk'dan i'raz497 ve vebaldir498. Eğer uyku iyi
birşey olsaydı, cennette de olurdu. Öyle ise, uyku galebe 499 etmedikçe
uyuma ve ona iltifat etme. Uykuya itibar olunmaz; çünkü uyku ile
kemâlât500 hasıl olmaz ve tahsil olunmaz.

Aziz başın içün, gece yâr için uyuma,


Uğurla leyli501, felekten, şikâr502 için uyuma.

Çün uyudun nice bin gece, hazz-ı nefs503 için,


Bir iki şeb504 ne olur, yâr-i gâr505 için uyuma.

Latif yâr ki hergiz uyumaz ânınla,


Huzur edip geceler, ol nigâr506 için uyuma.

Helal olur mu ağır uyku hasta sahibine!

496
Huzûr-u izzet: Sükunetten dolayı şeref sahibi olmak
497
İ'raz: Yüz çevirme, uzak durma
498
Vebal: Günah , zarar
499
Galebe: Üstün gelme, baskın çıkma
500
Kemâlât: Olgunluklar, insanın bilgi ve güzel ahlakça tam ve olgun olması
501
Leyl: Gece
502
Şikâr: Mecazen ganimet
503
Hazz-ı nefs: Nefsin hoşuna giden zevk ve lezzet
504
Şeb: Gece
505
Yâr-i gâr: Sadık dost
506
Nigâr: Güzel yüzlü sevgili

54
Terahhum507 eyle bu kalb-i figâr508 için uyuma.

Hüdâ demiş ki, “benim âşıkım gece uyumaz”


Haya edersen eğer şeb509, o âr için uyuma.

İşitmedin mi ki, şeb kâm510 alır kamu511 uşşak512,


Bu aşk-ı pâdişâh-ı kâm-kâr513 için uyuma.

Hezar514 kerre515 dedim Hakkı! Hakk'a gel geceler,


Yok olduğun bilesin tâ o var için uyuma.

Yedinci nevi':
Az uykunun kalplerin cilası, gözlerin de kuvvetlendiricisi
olduğu hakkındadır.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
“Mücahedesiz516 müşahede517 olmaz. Mücahede kılmayan
müşahedeyi bulamaz. Gönlünün gözü de açılmaz. Mücahede eden için,
müşahede hazırdır. İsterse murad etsin, isterse etmesin müşâhedeyi
bulur. Öyle olunca, müşahede hasıl oluncaya kadar mücahede lazımdır.
507
Terahhum: Merhamet etme , acıma
508
Kalb-i figâr: Kalbi yaralı , aşık
509
Şeb: Gece
510
Kâm: İstek , dilek
511
Kamu: Bütün, hep
512
Uşşak: Aşıklar
513
Aşk-ı pâdişâh-ı kâm-kâr: İsteğine ulaşmış aşkın sultanı
514
Hezar: Bin
515
Kerre: Defa, kere
516
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
517
Müşahede: Gözlem. Her zerrede Cenab-ı hakk ın varlığına şahit olma

55
Mücahedeyi murad eden kimse için de, açlık, yani az yemek ve az
uyku ile iktifa518 etmek gerekir. Zira ki, tâlib-i irfan 519 mücahede
edince, az yemek ve az uyku uyumakla onun bedeninde eczây-ı
anâsırdan520 hasıl olan ahlât-ı erbea521 eriyip azalır. Zikrullah ile eczây-ı
beden522 inceleşir, letafet523 peyda eder. Gönlü, hıcâb-ı anâsırdan 524
müberrâ525 ve libâs-ı bedenden muarrâ olur. Uykusu hâlinde âlem-i
berzaha varıp rahat bulduğu gibi, yakaza hâlinde hem berzaha 526 ve
hem de melekûte527 muttali528 olarak, hem rahat ve hem de saadet bulur.
Uykunun itidali529, bedenin rahatlığı olduğu gibi, can da rahat eder.
Lakin tâlib-i irfan530 uyku ve rahatı bırakıp gecenin karanlığında aynı
hayat-ı canı müşahede ile görmüştür.”

Sulh531 u salâh532 oldu bu kavgây-ı şeb533


Oldu çü534 sahra, bize deryây-ı şeb535.

518
İktifa: Yetinme
519
Tâlib-i irfan: Dini gerçek ve sırları bilmeye aday
520
Eczây-ı anâsır: Birşeyi meydana getiren unsurlar
521
Ahlât-ı erbea: İnsan vucudunda bulunan 4 özsuyu; kan, salya, safra, dalak
522
Eczây-ı beden: Bedenin parçaları, organlar
523
Letafet: Hoşluk, incelik, güzellik
524
Hıcâb-ı anâsır: Gizliliği gerektiren unsurlar
525
Müberrâ: Arınmış, arındırılmış
526
Berzah: Dünya ile ahiret arasında ruhların kıyameti bekledikleri yer
527
Melekût: Beş duyu ile idrak edilemeyen varlıklar alemi
528
Muttali: Haberdar olma, bilgi sahibi olma
529
İtidal: Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük
530
Tâlib-i irfan:Dini gerçek ve sırları bilmeye aday
531
Sulh: Barış
532
Salâh: İyilik, düzgünlük, iyi hal üzere olma
533
Kavgây-ı şeb:
534
Çü: Gibi
535
Deryây-ı şeb:

56
Şahit-i gaybın536 sevgilisi gecedir,
Âşıka rûz537 olmadı hem tây-ı şeb538.

İstemez uykuyu kaçar hâbdan539,


Eylese bu dîde540 temaşay-ı şeb541.

Çok dil-i pür-nûr542 u nice543 can-ı pâk544,


Oldu kamu545 bende-i Mevlây-ı şeb546.

Dik-i siyahdır göze, şeb zulmeti547,


Tatmasa dil lezzet-i helvây-ı şeb548.

Gündüz olur gerçi bu sevdây-ı kâr549,


Başka safâdır dile, sevdây-ı şeb550.

536
Şahit-i gayb:
537
Rûz: Gün
538
Tây-ı şeb:
539
Hâb: Uyku
540
Dîde: Göz
541
Temaşay-ı şeb:
542
Dil-i pür-nûr: Nurlu gönül
543
Nice:
544
Can-ı pâk:
545
Kamu: Bütün, tamamen
546
Bende-i Mevlây-ı şeb:
547
Şeb zulmeti:
548
Lezzet-i helvây-ı şeb:
549
Sevdây-ı kâr:
550
Sevdây-ı şeb:

57
Bağladı şeb desti551, çü552 her kârdan553,
Hakkı eder subha554 dek ihyây-ı şeb555.

Bundan anlıyoruz ki, müşahede mertebelerine nail olmak


isteyen ariflere ve sâliklere, mutlak ve mutlak mücahede lazımdır.
Bunun da aslı, az yemek, az uyumak ve az konuşmak olup, halvetle
birlikte zikrullaha devamdır. Bunlarsız ne ahlakta ve ne de insanlarda
matlub556 olan kemâli elde etmek mümkün olmaz.
Sekizinci nevi':
Uykunun esrar ve faydalarını bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
İnsan ruhu âlem-i ulvîden557 âlem-i süfliye558 garip559 gelmiştir.
Ancak nefs-i hayvanimizin560 işlerini tedvirle561 meşguldür. Nefs-i
hayvaninin menfaatlerini celb562 ve mazarratlarını563 def için ona
tealluk564 ve bedene teveccüh565 kılınmıştır. Bu sebeple, bu dar yerde
mahpus kalmıştır. Nefse, yani cisme uyku geldikte, ol ruh-ı ulvî 566
551
Şeb desti:
552
Çü: Gibi
553
Kâr:
554
Subha: Nur azamet.sabah uykusu ???
555
İhyây-ı şeb:
556
Matlub: İstenilen, aranılan şey
557
Âlem-i ulvî: Yüce âlem, ruhlar âlemi.
558
Âlem-i süfli: Aşağı,alçak alem; dünya âlemi.
559
Garip: Kimsesiz , yalnız
560
Nefs-i hayvani: Hayvani istekler. Canlılardaki yaşama ve hareket
kuvvetleri.
561
Tedvir: İdare etmek, yönetmek.
562
Celb: Davet, kendine çekme
563
Mazarrat: Zararlar, ziyanlar
564
Tealluk: Bağlılık, münasebet, ait olma
565
Teveccüh: Yönelmek
566
Ruh-ı ulvî: Yüce ruh

58
kendi âlemine gidip, iki türlü fayda bulmuştur:
Birincisi; darlıktan kurtulup rahat ve serbest olmuş ve beden
hizmetlerinden kurtulmuştur; âlem-i likada 567 ervah568 ile mülakat569
edip zevk ve huzur bulmuştur.
İkinci faydası; ruhu ulvî kendi vatanına varıp, akl-ı evvelden
bazı esrara570 muttalî571 oldukta, birçok meânî572 tahsil kılınmıştır. Biz
buna rüya deriz ki, bu da iki kısımdır: Biri rüyay-ı sâdıka 573, diğeri
kâzibedir574. Eğer ruh berzahdan575 geçip aklı külle576 mukabil577
geldiyse, vasıtasız müşahede edip ilhâmât 578 almıştır. Uykusu, yakaza579
hâlinde olup, murakabe ve keşiflere dalmıştır.
İnsan vücudu bağlanmış bir tahta misalidir. Uyku hâlinde rûh-ı
revanı580, ondan alıp başka yerlere götürürler. Tâ bu altı cihetten başka
bir menzil ve bu âlemden başka bir âlem olduğunu görüp, anlaya ki,
ondan gelmiştir ve yine o âleme dönecektir. Binaenaleyh, bu dünyaya
meyletmeyip, o yüksek makamına, vatanına muhabbet kıla ve ona vasıl
olabilmek için mücahedelerine devam eyleye ve binnetice marifetullah
mertebesini bula ve muhabbetullaha581 nail ola. Gerek uyku hâlinde ve

567
Âlem-i lika: İçinde buunduğumuz alem
568
Ervah: Ruhlar
569
Mülakat: Görüşme, buluşma
570
Esrar: Sırlar
571
Muttalî: Haberdar olma, bilgi sahibi olma
572
Meânî: Manalar
573
Rüyay-ı sâdıka: Makbul ve muteber kimselerin gördükleri ve gördükleri
gibi dünyada hakikatleri ortaya çıkan sadık rüya. Doğru olan rüya
574
Kâzibe: Yalancı
575
Berzah: Dünya ile ahiret arasında ruhların kıyameti bekledikleri yer
576
Aklı küll: Tabiatta görülen ilahi nizam
577
Mukabil: Karşılık
578
İlhâmât: İlhamlar, Allah tarafından kalbe gelen manalar
579
Yakaza: Uyku ile uyanıklık arasındaki hal, manevi uyanıklık
580
Rûh-ı revan: Ruhun zuhuru, ruhun akışı
581
Muhabbetullah: Allah sevgisi

59
belki de ölüm vaktinde bile âlem-i berzahda582 kalmayıp, melekûtten583
içeri gidip gelebile ve saâdet-i üns584 ve huzur ona müyesser585 ola.
Bir kâmil, ziyaretçilerin çokluğundan müteessir olmuş ve
demiş ki: “Ey dostlar, izninizle bir saat kadar vahdete 586 varayım.” Ve
yatıp hırkasını başına çekip uyumuş. Zira gönül gözü açık olan kâmilin
cismi uyumak ister, ruhu da kendi âlemine rücu 587 eder. Huzûr-u
Hazret'te588 huşu589 ve huzû590 eder, gelip gideceği yer olan akl-ı külle 591
gider.

Gözlerin yumdu592 bu cihandan o can,


Açtı hüsnü593 nikâhını cânân.

Dikti cânân yüzüne can gözünü,


Açamaz yummayan cihan gözünü.

Yine canında buldu cânânı,


Yine tahtında gördü sultânı.
582
Âlem-i berzah: Öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları
manevi alem, kabir alemi
583
Melekût: Beş duyu ile idrak edilemeyen varlıklar alemi
584
Saâdet-i üns: Muhabbetten doğan mutluluk
585
Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay(ca nasip) kılınan
586
Vahdet: Birlik, bütünlük. Allah'ın varlıktaki birliği. Tasavvufta; Allah'a
yakınlık.Gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali
587
Rücu: Geri dönme
588
Huzûr-u Hazret: Yüksek huzur
589
Huşu: Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükunet ve edep
duygusu içinde olmak
590
Huzû: Allah'ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme, tevazu hali
591
Akl-ı küll: Tabiattaki ilahi nizam
592
Yummak: Kapamak
593
Hüsn: Güzellik

60
Kalb-i ârifde594 zahir oldu o nûr,
Kıldı evvelki suret ile zuhur595.

Nevm-i ehl-i dil 596huzûr-u hazret-i dildâr597 olur,


Çünkü her dem arzusu dilde ol dîdâr idi.

Arifin gözü uyur kalbi uyumaz aşk ile,


Kim ezelden aşk ana herhalde yâr-ı gayr598 idi.

Hâb599 hoş olsun helal o ayne600 kim düşde görür,


Anı kim Hakkı anınçün601 bir zaman bidâr602 idi.

Hazır ol herdem demimden bir hayat-ı taze bul,


Gece, Hakkı hâbı603 az et, hâbı az et, hâbı az.

Sen bizi öyle ferâmuş604 eyledin gûyâ ki sen,

594
Kalb-i ârif: İnce sezişli kalp
595
Zuhur: Meydana çıkma
596
Nevm-i ehl-i dil:
597
Huzûr-u hazret-i dildâr:
598
Yâr-ı gayr:
599
Hâb: Uyku
600
Ayn:
601
Anınçün:
602
Bidâr: Uykusuz, uyanık
603
Hakkı hâb:
604
Ferâmuş: Unutma, hatırdan çıkarma

61
Bir dahi râci'605 değilsin aslına gel etme naz.

Nîm-şeb606 kalk ağla derdinle teveccüh kıl bana,


Tâ seni cezb eyleyem, kûtâh607 ola râh-ı dirâz608;

Uyku gaflettir ehl-ü mevt 609olma, hayy610 ol aşkıyle,


Dinle her şeb611 sözlerin malumun olsun cümle râz612.

Dokuzuncu nevi':
Uykunun hakikatini, avam613 uykusunun berzahda614 kaldığını,
havas uykusunun melekûte616 yol bulduğunu bildirir.
615

Ey aziz! Ehlullah demişler ki:


Uykunun hakikati budur ki, rutubetli gıdalar yürek damarlarına
rehavet 617verip, havâss618 ve a'zây-ı beden619, his ve hareketten kalır.
Damarlar, ciğer ve bütün beden gıdalarını alıp beslenir ve büyürler.
Uyku işte bedenin bu haletinden620 ibarettir. Rutubet ve gıda, mûcib-i
605
Râci': Dönen, rica eden ???
606
Nîm-şeb:
607
Kûtâh: Kısa
608
Râh-ı dirâz: Uzun yol
609
Ehl-ü mevt: Ölüm ehli
610
Hayy: Diri, canlı
611
Şeb: Gece
612
Râz: Sır, gizli saklı şey
613
Avam: Halk, sıradan kimse, ilimsiz
614
Berzah: Dünya ile ahiret arasında ruhların kıyameti bekledikleri yer
615
Havas: Tarikat ehli arasındaki hakkın seçkin kulları
616
Melekût: Beş duyu ile idrak edilemeyen varlıklar alemi
617
Rehavet: Tembellik, gevşeklik.
618
Havâss: Duyular, duygular
619
A'zây-ı beden: Vücut organları
620
Halet: Durum, hal

62
nevm621, uyku getirir olduğundan ötürü çok su ile uyku ağırlaşır ve
balgamla, gaflet ve unutkanlık ziyade olur. Eğer uyuyanın kalbi gafil
ve nefsiyle meşgul ise, kendi kemâlini kazanmaktan aciz olur ve âlem-i
berzahta622 hapsolup, hayâlen, rüya, “edgâsü ahlâm623” birtakım karışık
rüyalar ile kalır. Eğer uyuyanın kalbi uyanık ve mücerred 624 ise, âlem-i
berzah625 denilen (ölenlerin ruhlarının toplandığı yer, dünya ile ahiret
arasında bir mekân) yerden geçip kendi asıl âlemine varır. Orada huzur
içinde asla uyku gelmez ve bedenin uykusu, böyle kalbi hiçbir zaman
hareketsiz kılmaz; teveccüh ve terakkiden 626 de bir nefes bile hâlî
kalmaz. Uyku cahillere atalet627 ve gaflettir.
Uyku, ruhani ise, huzûr-ı Hazret'tir 628. Cahilin uykusu
muvakkat629 bir ölümdür. Arifin uykusu ise, hatıraları açar. Avamın 630
uykusu perişanlık ve azaptır. Havasın uykusu ise, Hakk'a tam
teveccühdür631. Nakısın632 uykusu, vakitlerin ziyasıdır. Kâmilin uykusu
taatın özüdür.
Gönül ehli, kâmil bir zât, on gün kadar bir dergâha misafir
olmuş. Çokça yer, çok uyur ve çok da konuşurmuş. Bunu şeyh
efendiye şikâyet etmişler. O da o zâtı çağırıp, şikâyetlerini anlatmış.
Misafir olan kâmil zât cevaben demiş ki: “Eğer bu şikâyetçilerde biraz
irfan olsaydı, şikâyet yerine teşekkür ederlerdi. Zira benim yediklerim
621
Mûcib-i nevm: Uykuya sebep olan
622
Âlem-i berzah: Öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları
manevi alem, kabir alemi
623
Edgâsü ahlâm: Gerek nefisten gerekse şeytandan kaynaklanan yorumu
yapılmayan karmakarışık rüyalar.
624
Mücerred: Halis, saf, katışıksız
625
Âlem-i berzah: Öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları
manevi alem, kabir alemi
626
Terakki: İlerleme
627
Atalet: Tembellik
628
Huzûr-ı Hazret: Yüksek huzur
629
Muvakkat: Geçici
630
Avam: Halk, sıradan kimse, ilimsiz
631
Teveccüh: Yönelme
632
Nakıs: Noksan, eksik, tamam olmayan

63
nurdur, uykum huzura gitmektir, sözlerim ise hiç boş değil, hep
hikmettir” deyince şeyh efendi bu zâtın kemâlini görerek, onu kendi
makamına oturtup kendisi ona mürîd olmuş ve onun işaretiyle birçok
günler açlık ve yemezlik, sükût633 ve uykusuzluğa devamla, ol dahi
nur-u hikmet634 ve huzuru bulmuştur. Lakin bu kemâle vasıl olmayan
âşık, çok yemek ve çok uyku ile, hâib ü hâsîr 635, zarar ve ziyan içinde
kalmıştır Cenab-ı Hakk cümlemizi böyle gaflette bırakmasın.

Nîm636 şeb637 aşk eyledi dilden638 vâfirce639 nâz,


Çok itâb640 etti, dedi: Âşkı sen eyle hâbı az.

Biz seninle geceler, tâ subha641 dek söz söyleriz,


Sen ayağın eylemişsin câmehâb642 içre dirâz643.

Gündüzün gafletdesin bizden, dahi şeb644, hâbda645,


Yâ ne vakt eylersin ey âşık bize tatlı niyaz.

Onuncu nevi':

633
Sükût: Susma
634
Nur-u hikmet: İlim ve hikmet ışığı, aydınlığı
635
Hâib ü hâsîr: Hüsrana uğramış
636
Nîm:
637
Şeb: Gece
638
Dil: Gönül
639
Vâfir: Bol, çok
640
İtâb: Azarlama, tersleme
641
Subh: Sabah, sabah vakti
642
Câmehâb: Yatak
643
Dirâz: Uzun
644
Şeb: Gece
645
Hâb: Rüya

64
Uykusuzluğun kısımlarını, hâl ve makamlarını bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Uykusuzluk açlığın neticesidir. Zira midede gıda olmazsa
uyku gelmez. Uykusuzluk iki kısımdır: Biri gözlerin uyumaması, biri
de kalbin uyumamasıdır. Lakin kalbin uyanıklığı, müşahedeyi talep
içindir. Aynı zamanda gaflet uykularından intibahdır 646, uyanıklıktır.
Ama gözün uyanıklığı, müşahedeyi talep için, gönülde olan himmetin
bekasına647 ve devamına rağbettir648 ki, tevfik-i ilâhîdir649. Zira göz
uyuyunca, ekseriyetle kalp ameli de batıl olup kalır. Eğer göz uyuduğu
halde gönül uyumayıp ameli, hâli üzere kaldıysa, ol müşahede, evvelki
gecelerin uykusuzluğunun mükâfatıdır650. Bu uyanıklığın faydası, ameli
kalbin hâli üzere istimrarı651, bekası652 ve devamıdır. İnd-i İlâhîde 653
olan menzil ve hazinelerine yükselmek ve nail olmaya vesiledir.
Mübtedî654 olan sâliklerde655 ise, uykusuzluk gafletle geçen
vakitlerin telafisi656 ve tamiridir. Kâmil ve muhakkikînde657 ise,
hallerinin ziyadeliğine sebeptir ve ahlak-ı ilâhiye 658 ile
ahlaklanmalarına vesiledir ki, inayet-i ilâhiyenin 659 esası, kökü ve

646
İntibah: Uyanma, uyanış
647
Beka: Bâki olmak, ebedîlik
648
Rağbet: İstek, arzu
649
Tevfik-i ilâhî: Allah'ın yardımı. Cenab-ı Hakk’ın insanı doğru yola lütfu ile
sevketmesi.
650
Mükâfat: Bir hizmet veya muvafakkiyete ve iyiliğe karşı verilen karşılık.
651
İstimrar: Sürüp gitme, devam etme
652
Beka: Bâki olmak, ebedîlik
653
İnd-i İlâhî: Allah’ın katında
654
Mübtedî: Bir işe yeni başlayan, acemi
655
Sâlik: Bir mürşide bağlanarak manevi yolculuğa çıkmış olan kimse
656
Telafi: Bir kaybı tamamlama, eksiği giderme
657
Muhakkikîn: Gerçekleri araştıran ve hakikatleri delilleriyle bilen tasavvuf
erbabı alimler
658
Ahlak-ı ilâhiye: Allah'ın ahlakı
659
İnayet-i ilâhiye: Allah’ın yardımı

65
ilkidir. Uykusuzluk makâm-ı kayyumiyettir 660. Zira esmâ-i ilâhîyede661
bir isim kalmaz illa ki, insan-ı kâmil 662 onu hâmildir663. Uyanıklığın bir
hassası664 da, nefsini bilmeye yaramasıdır.
Bir efendi bir sevdiğine âşık olduğunu bildirmiş. O da, “Bu
gece yarısı ben size gelirim” demiş. Fakat âşık olan zât gece bir
müddet bekledikten sonra uyuyakalmış. Sevilen zât eve gelmiş, bakmış
ki âşık uyuyor, önüne biraz ceviz döküp eteğinden de bir parça keserek
gitmiş. Âşık sabahleyin uyandığı zaman gördüğü manzaradan çok
utanıp pişman olmuş, olmuş ama iş işten çoktan geçmiştir. Bundan
sonra uykusunu tamamıyla terk edip, huzur-u ilâhîde 665 ünsiyet666
nasibini almıştır.

Sakın ey yâr-ı mihmandar667 uyuma,


Gelir gönül evine dildâr668 uyuma.

Ko669 hâb-ı gafleti670 şeb-i kalbe671 sirayet672.


Nice zahir olur esrar673 uyuma.

660
Makâm-ı kayyumiyet: Allah’ın ebedi ve ezeli ilmi ile doldurduğu makam.
661
Esmâ-i ilâhîye: Allah’ın isimleri.
662
İnsan-ı kâmil: Güzel huy, ahlak ve yüksek fazilet sahibi olan, kemale ermiş,
olgun insan
663
Hâmil: Taşıyıcı, yüklenen, sahip
664
Hassa: Özellik
665
Huzur-u ilâhî: Kulun kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi
666
Ünsiyet: Yakınlık, dostluk
667
Yâr-ı mihmandar: Sevgiliyi misafir edecek kimse
668
Dildâr: Sevgili
669
Ko: Bırak, koy
670
Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu
671
Şeb-i kalb: Karanlıkda kalmış, aydınlanmamış kalp
672
Sirayet: Bulaşma, yayılma
673
Esrar: Sırlar

66
Dilersen Hayy ü Kayyum674’un rızasın,
Gece tenha otur zinhar675 uyuma.

Çü676 şebi677 ikbalde678 ferah buldu uşşak679,


Gözet sen, sen de bul dîdâr680 uyuma.

Edip tazyîd-ı evkât681 uyusa halk,


Sen etme zâyı', ol bîdâr682 uyuma.

Gam-ı aşk683 eylese, şeb-i kalbi684 meksur685,


Gelir tahtına ol Cebbar686 uyuma.

Gam-ı aşk687 olsa mihmân688, koyma tenha,


Ana ver Hakkı her neyin var uyuma.

674
Hayy ü Kayyum: Her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi
ayakta tutan Allah
675
Zinhar: Sakın, asla
676
Çü: Dikkat. Ahenk
677
Şeb: Gece
678
İkbal:
679
Uşşak: Aşık, aşıklar.
680
Dîdâr: Güzel yüz
681
Tazyîd-ı evkât: Boş yere vakit geçirme, vakit kaybetme
682
Bîdâr: Uykusuz, uyumayan, uyanık
683
Gam-ı aşk: Aşk hüznü
684
Şeb-i kalb: Karanlıkda kalmış, aydınlanmamış kalp
685
Meksur: Kırılmış, kırık
686
Cebbar: Esma'ül Hüsna. Dilediğini yapmaya ve yaptırmaya gücü yeten
Allah
687
Gam-ı aşk: Aşk hüznü
688
Mihmân: Misafir

67
Mevlâ cümlemizi hakiki kanaatkârlardan eylesin âmin, bi
hürmeti seyyid'il mürselîn.

RIZA
Hakk Celle ve Âlâ’nın hükümlerine kaza ve kaderine
teslimiyettir. İster ekşi ister tatlı olsun, hükm-ü ilâhîyeye 689 rıza690 ve
inkıyattır691. İnsanlık derecelerinin en üstünü ve ahlak-ı hamîdenin 692
de en mühimidir.
Şu kıssa bunu pek güzel anlatır:
Sa'd bin ebî Vakkas (r.a.)’ın ihtiyarlık sebebiyle gözleri
görmez olmuş, halbuki duası da pek müstecâb 693 olan bir zât imiş.
Dostları kendisine, gözlerinin görmesi için Cenab-ı Hakk'a dua
etmesini rica etmişlerse de, cevaben demiş ki: “Ben Hakk'ın kaza ve
kaderini gözümün nurundan daha çok severim de, onun hikmetlerine
itiraz etmem.” Bu büyüklük ve kemâl alametlerinden başka bir şey
olmadığı malum bir hakikattır.
Rızanın evveli, insanın sayı694 ve gayreti eseri, sonu da Cenab-ı
Vacibül Vücud695’un bir mevhibesidir696.
Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de buyuruyorlar ki697:

689
Hükm-ü ilâhîye: İlahi hükümler, kararlar
690
Rıza: Razı olma, memnunluk. Allah'ın yazdığına boyun eğme
691
İnkıyat: Boyun eğme, teslim olma, itaat etme.
692
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
693
Müstecâb: Kabul olunan, geri çevrilmeyen
694
Say: Çalışma
695
Cenab-ı Vacibül Vücud: Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe
ihtiyacı bulunmayan Allah.
696
Mevhibe: Hediye; Allah'ın ihsanı, vergisi
697
Taberani, Mu’cemü’l-kebir 8/99 Hadis No:7490

68
‫َا ُلَك ْف اِبَك ْط ِئَّنًة ْؤ ِم‬
‫ْس َئ َن ًس ُم َم ُت ُن‬ ‫َالَّلُه َّم ِاىِّن‬
‫ِب َقِل‬
‫َو َتْر َض ى ِبَق َض اِئَك َو َتْق َنُع ِبَعَطاِئَك‬ ‫َك‬ ‫ِئ‬‫ا‬
( Allah’ım senden, sana kavuşmaya iman eden, kazana rıza
gösteren ve verdiklerine kanaat eden, seninle tatmin olmu ş bir nefis
diliyorum. )

duasıyle ümmetine ne güzel bir ders vermiştir. Makâm-ı


mutmainneye698 ulaşmış olan hakiki zâkir, her an Hakk'a mülaki 699
olacağına inanan, kazâ-yı ilâhîyeye700 razı olan ve hiçbir vechile701
itiraz ve şekvada702 bulunmayan, her zaman ihsân-ı ilâhîye 703 ve atâ-i
sübhânîye704 kanaat eden, başkalarının mal ve servetinde gözü olmayan
tok gözlü insanlar, hem Hâlık'ın hem de kullarının sevdiği, makbul
kimseler olduğunda şüphe yoktur. Fakat bu güzel ahlakın ve benzerleri
diğer ahlakların, insanlarda yer alabilmesi ve bulunması tabiatiyle kötü

698
Makâm-ı mutmainne: Allahü Teala'yı anmakla huzura eren, günaha
meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş, güzel ahlak ile vasıflanan, İslamiyet'in
emirlerini yapmak kendisine zor ve ağır gelmeyen nefsin makamı
699
Mülaki: Kavuşan
700
Kazâ-yı ilâhîye: Allah'ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi
701
Vechile: Şekilde
702
Şekva: Şikayet
703
İhsân-ı ilâhîye: Allah'ın ihsanı, ikramı, bağışı
704
Atâ-i sübhânîye: Her türlü eksiklik ve noksanlıktan sonsuz derecede uzak
olan Allah'ın lütfu, ihsanı

69
ahlaklardan kurtulmasına, nefsani ve şehevânî temayüllerinin 705
tamamıyla kesilip kırılmasına bağlıdır. Azgın nefislerde, yani, nefis ve
şehvetlerinin esiri olan zavallılarda rıza ve diğer huyların bulunmasına
imkân yoktur. Onun için rıza sahipleri dünyada dahi cennette imiş gibi
rahattadırlar. Zira rıza, “Allah'ın en büyük kapısıdır, dünyanın
cennetidir” buyrulmuştur. Halbuki kulun, Halık'ının hükümlerine razı
oluşu, Hâlık-ı Zülcelâl'in o kulundan razı oluşundan sonradır. Nasıl ki,
yerdeki otların bitişi ve mahsulatın oluşu, gökten gelen yağmurlara ve
güneşin hararetine bağlıdır. Yağmur yağmaz, güneş de bulunmazsa
bütün emeklerin boşa gideceği herkesin bildiği bir şeydir.
Kadınların, sultanı Râbiat'ül Adeviyye (k.s.)’nun sözleri ne
kadar kıymetlidir. Mübarek kadın buyuruyor ki: “Bir kimse nail
olduğu nimetlere sevindiği gibi, bela ve musibetlere de sevinmedikçe
rıza sahibi olamaz.”
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de: “İmanın tadını Allahü Celle
ve Alâ Hazretleri’nin hükümlerine razı olanlar ve O'nu hakiki
mürebbi706 ittihaz707 edenler tadabilir” diye beyan buyurmuşlardır. Bu
sebeptendir ki, dualarında evvela nefs-i mutmainneyi 708 istemelerinin
sebebi pek güzel anlaşılır. Çünkü nefs-i mutmainne makamına
erişilmedikçe güzel ahlak elde edilemez.
Mûsâ Aleyhisselâm Hazretleri, Cenab-ı Hakk'a, “Yâ Rab! Beni
öyle bir amele delalet et ki, ben onu işlediğim zaman sen benden razı
olasın” demişler. Cevaben: “Yâ Mûsâ, sen ona takat getiremezsin”
buyrulunca, hemen secdeye kapanıp tazarru709 ve niyazda710 bulunmuş,
bunun üzerine: “Yâ ibn-i İmrân, muhakkak benim senden razı
705
Temayül: Meyletme, eğilim
706
Mürebbi: Terbiye edici, eğiten
707
İttihaz: Kabul etme, kabullenme
708
Nefs-i mutmainne: Allahü Teala'yı anmakla huzura eren, günaha meyleden
kötü sıfatlardan temizlenmiş, güzel ahlak ile vasıflanan, İslamiyet'in
emirlerini yapmak kendisine zor ve ağır gelmeyen nefis
709
Tazarru: Kendi kusurlarını bilip, kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak;
ağlayıp sızlamak
710
Niyaz: Yalvarma, yakarma, dua

70
olmaklığım; senin, benim verdiğim hükümlere, kaza ve kadere
razı olmana vabestedir711” diye vahy buyrulmuştur.
İşte çeşitli ruhi buhranlar ve muhtelif sinir hastalıkları ve hatta
-Mevlâ cümlemizi muhafaza buyursun- intiharlar, tetkik edilirse hep
Hükm-ü İlâhîye712, kaza713 ve kadere714 rızasızlıktan neşet715 etmekte
olduğu müşahede716 edilmektedir. Bu sebeptendir ki rıza, ahlak-ı
hamîdenin717 ve fezail-i insaniyenin718 en mühimlerindendir. Cenab-ı
Hakk cümlemizi Hükm-ü İlâhîye719 münkâd720, razı ve teslim olan
kullarından eylesin, âmin bi hürmeti seyyidil mürselîn, Salavâtullâhî
ve selâmühû aleyhim ecmaîn.

‫ا‬ ‫ي‬ ‫َفَال ِّب َال ِم وَن ىَّت ِّك وَك ِف‬
‫َش‬
‫َم َج َر‬ ‫َو َر َك ُيْؤ ُن َح َحُي ُم‬
‫ِس‬
‫َبْيَنُه ْم َّمُث َال ِجَي ُد وا ىِف َاْنُف ِه ْم َح َر ًج ا َّمِما َقَض ْيَت‬
‫َو ُيَس ِّلُم وا َتْس ِليًم ا‬
“Rabb’in hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni
hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık
duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş
711
Vabeste: ….e bağlı
712
Hükm-ü İlâhî: İlahi hükümler, kararlar
713
Kaza: Allah'ın takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi;
kaderde yazılı olanın meydana gelmesi
714
Kader: Allah'ın ezeli ilmi ( başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile kainatta
olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi ve kudretiyle yazması, yaratması;
alın yazısı
715
Neşet eden: Kaynaklanan
716
Müşahede edilmek: Gözlemlenmek
717
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
718
Fezail-i insaniye: İnsanlık erdemleri, faziletleri
719
Hükm-ü İlâhîye: İlahi hükümler, kararlar
720
Münkâd: İtaat eden, boyun eğen

71
olmazlar.”721

ŞÜKÜR
Sahabe-i kiramdan bazıları Hazret-i Âişe validemize, Resul'ü-
Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’nden, görmüş olduğu acayip şeylerden
bazılarını söylemesini rica etmişler, validemiz de ağlayarak anlatmaya
başlamışlardı: “Onun her hâli taaccübe 722 şayandı. Bir gece benim
yatağıma dahil olmuşlardı, hatta cildi cildime değmişti. Sonra
buyurdular ki:
“Yâ Ebâ Bekr'in kızı, Rabb’ime ibadet etmek için beni
bırakmaz mısın?”
Dedim ki:
“Ben, senin Hakk'a kurbiyetini723 severim. Evet, izin veririm.”
Resûl-ü Ekrem kalktılar. Abdest aldılar, fazlaca su dükündüler,
namaza durdular. Baktım ki ağlıyorlardı, gözyaşları göğüslerine
dökülüyordu. Sonra rükû ettiler. Yine ağlamakta idiler. Sonra secde
ettiler. Yine ağlıyorlardı. Başlarını kaldırdılar, hâlâ ağlamakta idiler.
Bu hâl devam etmekte iken, Hazret-i Bilâl (r.a.) sabah ezanını
okumağa başladı. Ben:
“Yâ Resûlallah, niye ağlıyorsunuz? Cenab-ı Hakk sizin geçmiş
ve gelecek bütün günahlarınızı affetmedi mi?” dedim.
Cevâben buyurdular ki:
“Allâhü Teâlâ'nın nimetlerine karşı şükredici bir kul
olmayayım mı?”724
Şükür hakkında söylenen sözler pek çoktur. Şükrün hakikati,
721
Nisa Suresi, ayet 65.
722
Taaccüb: Hayret etme, şaşma
723
Kurbiyet: Yakınlık
724
Buhari Tefsir Sure 48-2; Müslim, Münafıkın 81

72
Mün'ım-i hakiki725 olan Allahü Celle ve Âla Hazretleri’nin vermiş
olduğu nimetleri tazim üzere itiraf edip, Muhsin-i hakiki 726 olan Allahü
Teâla'yı ihsanından dolayı sena etmektir. Bu da üç nev'idir: Dil ile
şükür, beden ile şükür ve kalp ile şükürdür.
Cüneyd (k.s.) Hazretleri’nden daha çocuk iken şükür hakkında
fikri sorulmuş. Cevaben: “Cenab-ı Hakk'ın nimetleriyle tene'um727
ederek ona isyan etmemektir” buyurmuştur.
Şiblî (k.s.) Hazretleri de: “Şükür, nimeti değil, nimeti vereni
görmektir” demiştir.
Mûsâ aleyhisselâm münacatında: “İlâhî, Âdem'i yed-i
kudretinle728 halk ettin. Ona sayısız nimetler verdin. O, sana nasıl
şükretti de bu ihsana nâil oldu?”
Cevaben: “Onların hepsinin benden olduğunu bilmesi,
onun şükrüdür”729 buyruldu.
Sehl ibn-i Abdillâh (k.s.) Hazretleri’ne bir adam, evine hırsız
girip eşyalarını çaldığından bahsedince, demiş ki: “Allah’a şükr et,
eğer o hırsız kalbine girip de tevhidini730 ifsad731 etseydi ne yapardın?”
Her azanın ayrı ayrı şükürleri vardır. Gözün şükrü, dostunun
ayıbını görmemektir. Kulakların şükrü de ayıpları işitmemektir.
Seriyy-i Sakatî (k.s.) Hazretleri’ne de şükürden sorulmuş,
buyurmuşlar ki: “Allahü Celle ve Alâ’nın nimetlerinden faydalandığın
şeylerle, meâsiye732 cüret etmemendir.”
Hazret-i Ali (k.v.)’nin oğlu demiş ki: “Yâ İlâhî, nimetlerini
725
Mün'ım-i hakiki: Bütün nimetleri yaratan ve veren Allah
726
Muhsin-i hakiki: Yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah
727
Tene'um: Nimet ve bolluk içinde bulunma
728
Yed-i kudret: Allah’ın kudreti ve kudretinin tasarrufu.
729
Buhari, Şu’abu’l-iman 4/103
730
Tevhid: Allah'ın bir olduğuna inanmak, O'na kimseyi ortak etmemek. La
ilahe illallah sözünü manasına inanarak söyleme.
731
İfsad: Bozma
732
Meâsi: Günahlar, isyanlar

73
verdin, beni şâkir733 olarak bulmadın. Sana şükr etmediğimden dolayı
nimetlerini elimden almadın. Sabırsızlığımdan dolayı da ibtilalarımı 734
artırmadın. İlâhî, Kerîm’den umulan ancak keremdir.”
Dört amel vardır ki, hiçbir faydası yoktur:
1. Sağırla konuşmak,
2. Kıymeti, şükretmeyene vermek,
3. Tuzlu ve çorak yerlere tohum atmak.
4. Güneş varken ışık yakmak.
Haber-i sahihte bildirildiğine göre, Allahü Teâla'nın
nimetlerine hamd edenler, cennete ilk girenler olacaktır. Cenab-ı Hakk
cümlemize verdiği maddi ve manevi nimetlerine layıkıyla
şükredebilmek devlet ve şerefini ihsan buyursun, âmin bi hürmeti
seyyid'il mürselîn ve sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî
ve sahbîhî ecmaîn.

SADAKAT

‫وا‬‫ُن‬ ‫و‬ ‫ُك‬ ‫َّل‬ ‫ل‬ ‫ا‬ ‫وا‬ ‫ُق‬‫َّت‬ ‫ا‬ ‫وا‬ ‫آ‬ ‫ي‬ ‫اَاُّي ااَّلِذ‬
‫َمَع‬ ‫َه َو‬ ‫ُن‬ ‫َي َه َن َم‬
‫الَّصاِدِق‬
‫َني‬
( Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla
beraber olun.) ( Tevbe:119. )

733
Şâkir: Şükreden
734
İbtila: Belaya uğrama, musibete düşme

74
Bu fermân-i İlâhî karşısında başka bir söz söylemeğe hakkımız
yoktur. Yalnız ikaz sadedinde bazı hadîs-i şeriflerle, büyüklerin
sözlerini nakl etmeyi uygun bulduk. Sıdka devam eden ve sıdkı arayan
insan, ınd-i İlâhîde735 sıddîk olarak yazılır. Sıdk 736 her işin temeli ve
direğidir. Sadakat737 nübüvvet derecesinden sonra gelir. Sıdkın en azı,
iç ve dış birliğidir. Sâdık, söylediğini doğru söyleyen, Sıddîk da, bütün
akvâl738, ef'âl739 ve harekâtında sadakatten ayrılmayandır. Sıdk, tehlikeli
yerlerde hakkı söylemekten kaçınmamak olduğu gibi, haramların
yenilmesini de men eder. Nefsinin esiri olan, sıdkın kokusunu
koklayamaz. Başkalarına müdâhene740 eden de böyledir.
Bir zâtın annesi ölmüş, elli dinar mîras kalmış. Bununla hacca
gitmeye niyet etmiş. Giderken yolda eşkıyalarla karşılaşmış: Neyin
var? diye sormuşlar. O zât diyor ki: Nefsimde biraz düşündüm.
Doğruyu söylemenin hayırlı olacağına inanarak, “Elli dinarım var”
dedim. “Ver” dediler. Verdim. Adamlar saydılar. Baktılar ki para
tamam, geri verdiler ve dediler ki: “Senin doğruluğun bizi böyle
yapmaya sevk etti.” Sonra reisleri atından inerek zorla beni atına
bindirdi. Gideceğim yere kadar arkamdan yürüyerek geldi. Ertesi sene
bizim meclisimize katılarak ölünceye kadar hizmetimizden ayrılmadı.
Cüneyd (k.s.): “Asıl sadakat, yalandan başka bir şeyle
kurtulmak imkânı olmadığı yerde, doğruyu söyleyebilmektir”
buyururlar.
Zünnün-ü Mısrî (k.s.) Hazretleri: “Sadakat Allah’ın kılıcıdır,
nereye konsa onu keser” buyurur.
735
Ind-i İlâhî: Allah’ın yüce katında, Allah’ın nazarında.
736
Sıdk: Doğruluk
737
Sadakat: Samimi bağlılık, dostlukta sebat
738
Akvâl: Sözler, konuşmalar
739
Ef'âl: Fiiller, işler, ameller
740
Müdâhene: Dalkavukluk. Menfaat beklediği bir kimseyi yüzüne karşı medh
etmek.

75
Feth'el Mevsilî (k.s.)’den sıdkı sormuşlar. Elini demircinin
ateşine sokarak, “İşte sadakat budur” demiştir.
Sâdık kimseden üç hâl hiç ayrılmaz. Sözlerinde halavet 741,
hâl 742
ve tavrıyla herkesin hürmetini celb743 etmek ve nurlu bir yüz.
Demişler ki: Farz-ı daimîyi744 eda etmeyenin vakitli farzları
kabul olunmaz. Farz-ı daimîyi sormuşlar, “Sıdktır” diye cevap
verilmiş.
Yine demişler ki, Allah’ı sıdk ile istediğinde sana bir ayna
verir ki, onunla dünyanın ve ahiretin acayip şeylerini görürsün.
Sana zarar vereceğinden korktuğun yerde sıdkta sebat745 et,
muhakkak fayda bulursun. Fayda bulacağını ümid ettiğin yalanı da terk
et. Muhakkak zarar görürsün. Bunlardan anlaşıldığına göre, Cenab-ı
Hakk cümlemizi içi ve dışı daimî surette doğru olan kullarından
eylesin, âmin ve sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve
sahbihî ecmaîn.
Sıdk, yalancılığın zıddı olan doğruluktur. Cenab-ı Vacib'ül
Vücud746 Hazretleri doğruluğu ve doğrularla birlikte olmamızı tavsiye
buyurmuştur. Bir insan daima doğruluğu ve doğru olmayı kasd 747 ve
arzu ettiği ve aradığı müddetçe Cenab-ı Hakk indinde nihayet sıddîk
olarak yazılır. Bil'âkis yalanı ve yalancılığı ve kaçamak yolları aradığı
müddetçe de, nihayet ind-i ilâhîde748 yalancı olarak yazılır. Doğruluk
her işin gereği, kökü ve esasıdır. Bütün işlerde muvaffakiyet

741
Halavet: Hoşluk, tatlılık
742
Hâl: Kulun gayreti ve kasdı olmadan sırf Allah'ın bir lutfu olarak kalbe
gelen mana
743
Celb: Davet, kendine çekme
744
Farz-ı daimî: Devamlı yapılması gereken, Allah’ın emirleri
745
Sebat: Azim ve kararlılık gösterme
746
Vacib'ül Vücud: Varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı
bulunmayan Allah
747
Kasd: Niyet, istek, amaç
748
İnd-i ilâhî: Allah'ın katında

76
doğruluğun neticesidir. Nübüvvet derecelerinden sonra gelen bir
derecedir.
Sıdk, sözde, işde ve ahvalde749 olur. Yalnız sözde olursa
sâdık denir. Söz ve işlerinde, hâl ve hareketinde de sıdk muhafaza
750

edebilirse, o zaman kendisine sıddîk denir. Allâhü Teâlâ'nın yardım ve


nusreti751, hıfz752 ve himâyesi kendisiyle beraber olmasını isteyen her
kişiye, sıdka devam tavsiye olunur. Zira Allahü Teâla Hazretleri daima
sâdıklarla beraber olduğunu beyan buyurmaktadır. Sâdıkların kalpleri
de o kadar nurlu ve feyizli olur ki, bu hâli tavsife 753 lisanen imkân
yoktur. Asıl doğrulukta hüner, tehlikeyi mucip 754 olan bir yerde, yani
yalanla kurtulmak imkânı olduğu halde doğruluktan şaşmamaktır.
Yine doğruluk, iç hâlinin dış hâliyle uygun olmasıdır. Yani içi
dışına muvafık olması gerekir. Bahusus doğruluk, herşeyden evvel
insanların haramlardan ve haramı mucip olan herşeyden uzak
kalmasıyladır. Yani haramları irtikâb755 edenlerin sözlerindeki
doğruluğun kıymeti olmaz. Bunun için doğruluk, bütün iş ve
amelleriyle Allahü Celle ve Alâ’ya karşı vefasını gösteren kimsedir.
Doğruluğun kokusunu, bir kul koklayamaz, nefsine esir ve köle olduğu
müddetçe. Bundan dolayı derler ki; sâdık kimse ölüm geldiği vakitte
bütün sırları meydana çıkarılsa dahi, kendisini utandıracak bir hâli
bulunmayan kimsedir. Sâdıkların sözleri bir oktan daha ziyade
tesirlidir. Ölmek istedikleri vakitte bile istekleri olan herşey,
reddedilmeden derhal vaktinde yerine getirilir. Bu hususta pek çok
vakalar zikredilmiştir. Mesela:
Birinin annesi vefat etmiş, kendisine elli dinar miras isabet
etmiş, bununla hacca gitmeyi murad etmiş. Yolculuğu esnasında önüne
çıkan bir adam, ne kadar parası olduğunu sormuş. O da tereddütsüz:
749
Ahval: Haller
750
Sâdık: Doğru söyleyen, sözü doğru.
751
Nusret: Yardım
752
Hıfz: Koruma
753
Tavsif: Vasıflarını sayma, özelliklerini söyleme
754
Mucip: Gerektiren
755
İrtikâb: Yapma, işleme, kötü bir işi yapma

77
“Doğruluk hayırlıdır” diyerek, “elli dinarım var” demiş. Soran adam
bunları istemiş, o da kesesiyle beraber teslim etmiş. Alan adam paralan
saymış, tamam çıkınca, kendisine gelen bir halet-i ruhiyye karşısında
paralan sahibine iade etmiş ve “Ben senin doğruluğunun üzerimde
bıraktığı tesirin altında kaldım” diyerek, atından inmiş ve yolcuyu
zorla atına bindirmiş, kendisi de arkasından bir seyis gibi Hicaz'a kadar
götürmüş. Sonra da onun hizmetine girerek ölünceye kadar hasr-ı nefs
etmiştir. Onun için sadıklar, öyle boş şeylerle katiyen uğraşmazlar.
“Onları ya farzların edasında veya Allah için yapılan hayırlı işlerde
görürsünüz” demişlerdir.
Sâdıklar, sözlerindeki halavet756, yüzlerindeki melâhat757, tavır
ve hareketlerindeki heybetle ziynetlendirilmişlerdir. Yüzdeki melâhat,
gece namazlarına devamın mükâfatıdır. Heybet de Alahü Celle ve
Alâ’nın hoş görmediği yerlerden ve işlerden uzak kalmalarının neticesi
kendilerine verilen bir ilâhî lütufdur. Lisanlarındaki halavet ise, hakkı,
rıfk758 ve suhuletle759 konuşmalarının neticesi olarak verilmiştir. Bu
hasletler her kimde bulunursa, hiç şüphesiz onlar, çok bahtiyar
kimselerdir.
Dâvud Aleyhisselam’a olunan vahiyde buyrulmuştur ki: “Yâ
Dâvud, her kim beni içinden, gizli bir halde tasdik ederse, ben de
onu mahluklarımın arasında alenen sâdık olarak zikreder,
anarım.” Bu iç tasdiki çok mühimdir. Allahü Teâla'ya tam manasıyla
teslim olan insanların hâlidir. Bu hâle canlı bir misal verelim:
İki arkadaş bir yola çıkmışlar. Sıdkı kâmil 760 olan zât,
yanındakine demiş ki: “Dünyalık neyin varsa hepsini bırak, hatta
ayakkabının tasmasını dahi.” Öteki diyor ki: “Ben de onun sözünü
tutarak neyim varsa hepsini terk ettim. Fakat yolda ayakkabımın
tasmaları kopdukça yenisini hazırca buluyordum.” Arkadaşım bana
dedi ki: “Allahü Celle ve Âla Hazretleri’yle sıdk ile muamele edenlerin
756
Halavet: Hoşluk, tatlılık
757
Melâhat: Güzellik, tatlılık
758
Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket
759
Suhulet: Kolaylık
760
Sıdkı kâmil: Sadakatte en üstün mertebe, sıddıkiyet

78
hâli böyle olur. Onu hiçbir yerde mahrum bırakmaz.”
Zünnun-u Mısrî (k.s.) Hazretleri, “Doğruluk Allah'ın
kılıncıdır, nereye dokunursa, nereye konursa, derhal keser”
buyurmuştur.
Her fenalık üzerinde olan bir kimse, Müslüman olmak istemiş,
fakat senelerden beri mûtadı761 olan kötü huyların hepsini birden
bırakamayacağını da söylemiş. Ona: “Sen yalnız yalanı terk et ve
doğruluktan ayrılma” denilmiş, o da kabul etmiş. Sonra içki içmek
istemiş, fakat yakalandığı takdirde doğruyu söylemek mecburiyetinde
olduğu için cezalanacağını düşünerek içkiyi terk etmiş. Hırsızlık
yapacak olmuş, tutulursa yine doğruyu söyleyeceği için, ceza
göreceğini hatırlayınca ondan da vazgeçmiş. Nihayet yalanı terk
etmekle bütün fenalıklardan kurtulmuş, bu suretle de hem kendine,
hem de cemiyete faydalı bir Müslüman olmuştur.
Sıddîkların kendiliklerinden söyledikleri nefsani 762 sözler
sadakata hıyanet763 addedilmiştir. Zira sıddîklık makamına ulaşan
kimselerin sözlerinin de nefsani değil, ruhani764 olması gerekir.
Fethu'l Mevsilî (k.s.) adındaki zattan sıdk hakkında sormuşlar,
yani sıdkın mahiyyetini öğrenmek istemişler de, o mübarek zât,
yanında bulunan bir demircinin ateşinde kızarmış olan demiri eliyle
tutarak ateşten çıkarmış ve avucunun içine alarak: “'İşte evladım, sıdk
buna derler” demiştir. Tabii bu pek şaşılacak bir şey değildir. Zira
bütün eşya Cenab-ı Vacib'ül Vücud Hazretleri’nin yed-i
tasarruflarındadır765. İbrahim Aleyhisselam’ı yakmayan ateş nasıl
yakamadıysa, Allah'ın sevgili kullarını da yakamayacağı şüphesizdir.
Bunun gibi, Mûsâ Aleyhisselam’ı ve kendisiyle beraber olan kavmini,
kızıl denizden geçerken su boğamamıştı. Bir de herşeyi kesen bıçak,
İsmail Aleyhisselam’ı kesememişti. Daha birçok misaller varsa da, bu

761
Mûtad: Alışılmış, adet olunmuş
762
Nefsani: Nefse ait
763
Hıyanet: Güveni kötüye kullanma, ihanet etme, hainlik
764
Ruhani: Madde ile alakalı olmayan, manevi, ruh âlemine mensub olan
765
Yed-i tasarruf: Sahib olma, sahiplik.

79
kadarı kâfidir766. Yani, Allahü Celle ve Âla Hazretleri’yle muamelesi
dürüst olanların hafızı767, hâmîsi768, yardımcısı, her yerde ve her zaman
Allah (c.c.) olduğunu unutmamalıdır. Yeter ki biz, o sadakate sahip
olan kullardan olalım. Bundan dolayı Yusuf ibn-i Ispat (k.s.): “Benim
bir gecelik Allah ile sıdk üzere muamelem, düşmanla fî sebîlillâh 769
dövüşüp boyunlarını vurmaktan bana daha sevgilidir” diyerek sıdkın
lüzumunu ve ehemmiyetini belirtmiştir.
Ebâ Aliyy’id Dekkâk (k.s.) Hazretleri de, “Sıdk, yani
doğruluk, yâ göründüğün gibi olmak, veya olduğun gibi görünmektir"
buyurmuşlardır. Sâdıklarda halkın gönlünde yer alma hevesi katiyen
bulunmaz ve insanların iyi amellerine muttali 770 olmalarını
istemedikleri gibi, kötü hallerine de muttali olmalarını kerih 771
görmezler. Çünkü kötü amellerinin bilinmemesini istemek, onların
yanlarındaki kıymetlerinin ziyadeliğini istiyor demektir. Bu ise
sıddîklara yakışmayan bir ahlaktır. Bazı büyükler buyurmuşlar ki,
“Daimî olan bir farzı eda edemeyen insanın, muvakkat 772 farzları
kabul olunmaz.” Bunun üzerine daimî farz nedir demişler de bu suale,
“Sıdktır, yani doğruluktur” diye cevap vermişlerdir. Bundan da
anlıyoruz ki, doğruluk her Müslümanın daimî ve ebedî bir borcudur.
Bundan ayrıldığı zaman muvakkat olan vakitlerdeki, muayyen 773
saatlerdeki ibadetlerin de kabul olunamayacağına da işaret olunmuş
oluyor. Binaenaleyh, Allahü Teâla'yı sıdk ile isteyenlere Allahü Teâla
Hazretleri bir ayna verir ki, o aynada dünya ve ahiretin bütün acayibini
pek aşikâr olarak görürsün. Zannederim, bu ayna da gönül aynası olsa
gerektir.
Aziz kardeş; öyleyse sen sıdktan 774 ayrılma. Her ne kadar
766
Kâfi: Yeterli
767
Hafız: Muhafaza eden, koruyan.
768
Hâmî: Himaye eden, koruyan
769
Fî sebîlillâh: Sırf Allah yolunda, Allah için.
770
Muttali: Haberdar olma, bilgi sahibi olma
771
Kerih: Tiksindirici, iğrenç, fena şey
772
Muvakkat: Geçici
773
Muayyen: Belirli
774
Sıdk: Doğruluk

80
korkulu yerlerde sana zarar verecek gibi olsa bile, asla korkma.
Doğruluk hiçbir zaman zarar vermez, daima sana fayda verir. Yalanı
katiyen bırak. Her ne kadar sana faydalı gibi görünürse de, muhakkak
sana zarar verecektir. En büyük zararından birisi de, artık gönlünün
tamamıyla kararıp hiçbir şeyi görmesine imkân kalmamasıdır. Zira
doğruluk, kişiyi iyiliklere ve hayırlara sevk eder. Hayırlar da
dolayısıyle insanı cennete götürür. Kişinin gayesi sadakat olunca, ind-i
İlâhîde775 sıddîklar defterine yazılır. Yalancılık ise, muhakkak insanları
kötülüğe sevk eder.
Kötülükler de, tabiatiyle kişinin cehenneme girmesine sebep
olur. Yine kişi yalancılığa alıştığından dolayı bu kötü huy, nihayet ind-
i İlâhîyede onun yalancı olarak yazılmasına sebep olmuştur. Sıddîk 776
veya kezzâb777 olarak yazılmanın ne demek olduğunu artık sizler
düşününüz.
İlâhî kitabımızda bütün Peygamberler övülürken sıddîkiyet
sıfatlarıyla övülmüşlerdir. İbn-i Abbâs (r.a.) buyururlar ki, “Dört şey
her kimde bulunursa, muhakkak en büyük kazancı elde etmiş olur.
Bunlar, sıdk778, hayâ779, şükür ve güzel ahlaktır.” Allahü Teâla
Hazretleri’yle muamelesinde sadakat üzere hareket edenler,
insanlardan tabiatiyle tevahhuş780 ederler. Onun için senin bineğin
sadakat olsun; Hakk da kılıncın, Allahü Celle ve Âla da gayen ve
talebin olsun.
Bir adam, hakim bir zata, “Ben senin dediğin gibi sâdık bir
kimse göremedim” demiş. Bu hakîm zât da, “Eğer sen sâdıklardan
olsaydın sâdıkları bilir ve tanırdın” demiştir.

775
İnd-i İlâhî: Allah’ın yüce katında, Allah'ın nazarında
776
Sıddîk: Özü sözü doğru olan
777
Kezzâb: Yalancı
778
Sıdk: Doğruluk
779
Hayâ: Utanma duygusu, çirkin şeylerden sıkılma ve edebe uymayan bir
şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık. Allah
korkusu ile günahlardan kaçınmak.
780
Tevahhuş: Korkma, ürkme

81
Allahü Teâla'nın dini, üç erkân üzerine kurulmuştur: Hakk 781,
Sıdk , Adalet783. Hakk olan a'zây-ı cevârih784 üzerinde görülür. Adalet
782

ise kalplerde, Sıdk da, akıllar üzerinde tezahür eder. Bir kişi ki, Allahü
Teâlâ'yı severim iddiasında bulunur da bu iddiasında sâdık olmazsa,
kıyamet gününde yüzleri kapkara olacağı bildirilmiştir. Bütün ulemâ
ve fukahânın ittifakıyla785, bir kimsede üç haslet sahih olursa onun
kurtuluşu mümkündür. Fakat bunlar birbirinden ayrılmazlar.
Birincisi; bidat786 ve hevâdan787 ârî788 halis789 bir İslamiyet.
İkincisi; amellerinde Allahü Teâla'ya sıdkını göstermesi.
Üçüncüsü de; yiyip içmesinde tıyb (helal ve güzel) olanı
aramasıdır.
Her ne zaman ki yaptığı iş ve amellere nefsinin hazlarından 790
birşey karıştırıyorsa, o zaman bu amel, sıdktan ârîdir 791. Malumdur ki,
sıdkın olmadığı yerde ihlas da olmaz. Sıdkın ve ihlasın bulunmadığı iş,
amel ve harekâtta da hayır, bereket olmaz vesselam...
Bazı kitaplarda kurtuluşun şartlarından olarak zikr olunan
aşağıda yazılı 22 ufak, fakat manaları çok derin olan kelime ve
cümleler üzerinde titizlikle durulması tavsiye olunur.
5. İlimden daha faydalı bir hazine olamaz.

781
Hakk:(Batılın zıddı) Doğru, gerçek, her sabit ve doğru olan şey.
782
Sıdk: Doğruluk
783
Adalet: Zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu
muameleyi yapmak.
784
A'zây-ı cevârih: El, ayak gibi vücud azaları
785
İttifak: Fikir birliğine varma, birleşme
786
Bidat: Dinde olmayıp da dine sonradan giren adetler
787
Hevâ: Arzu, heves
788
Ârî: Arınmış, uzak
789
Halis: Hilesiz, katıksız, saf, duru.
790
Haz: Hoşa giden, hoşlanma, zevk.
791
Ârî: Arınmış, uzak

82
6. Hılimden792 daha ziyade kârlı mal olmaz,
7. Gazabını yenmekten daha iyi hesab olmaz.
8. Amelden daha ziynetli dost olmaz.
9. Cehaletten daha kötü refik (arkadaş) olmaz.
10. Takvadan793 daha aziz şeref olmaz.
11. Hevasını794 terk etmekten daha iyi kerem olmaz.
12. Tefekkürden795 efdal amel olmaz.
13. Sabırdan âlâ hasene olmaz.
14. Kibirden beter (fena) günah olmaz,
15. Rıfktan daha makbul ilaç olmaz.
16. Akılsızlıktan daha acı dert ve musibet olmaz.
17. Hakk’tan daha adaletli elçi olmaz.
18. Sadakatten daha iyi nasihatçi ve delil olmaz,
19. Tamadan796 daha zelil fakirlik olmaz.
20. Şekavetle797 toplanan maldan zenginlik olmaz.
21. Sıhhatten daha güzel hayat olmaz.
22. İffetten798 daha tatlı maişet olmaz.

792
Hilm: Doğuştan olan huy yumuşaklığı, yumuşak huyluluk
793
Takva: Dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan
şeylerden çekinmek.
794
Heva: Arzu, heves
795
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç verecek
şekilde düşünmek
796
Tama: Aç gözlülük
797
Şekavet: Her çeşit kötülük içinde olmak, eşkıyalık, haydutluk
798
İffet: Haya duygusu, namusluluk.Helala razı olup haramdan sakınmak

83
23. Huşudan799 daha güzel ibadet olmaz.
24. Kanaatten daha hayırlı zühd800 olmaz.
25. Sükûttan daha ziyade muhafaza eden bekçi olmaz.
26. Ölümden yakın da gaib801 olmaz.
Şimdi bunları birer birer inceleyecek olursak, beşerin saadet ve
selametinin nerede olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz sanırım.
Ebû Bekr'il Verrak (k.s.): “Kendinle Hakk arasındaki sıdkı
muhafaza ve halk ile kendi arandaki rıfkı muhafaza edebilmek, kişinin
saadet ve selametinin icabıdır” buyurmuştur. Hayattaki selamet ve
saadet yollarının doğruluk, sehâ802 ve şecaatte803 olduğu, bir de bunlara
ilaveten, ittikâ804, hayâ805 ve gıdanın tıybi806 olarak bildirilmiştir.
İbn-i Abbâs (r.anhümâ) der ki: Resulü Ekrem (s.a.v.)
Efendimiz’den kemal denilen şey soruldu. Buyurdular ki, “Hakk sözü
söylemek, sadakatle amel etmektir.807”
Sıdkın altı manada müsta'mel808 olduğu da ayrıca
zikredilmektedir.
27. Sözde sadakat.

799
Huşu: Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükunet ve edep
duygusu içinde olmak
800
Zühd: Dünyaya rağbet etmeme. Nefsani zevk ve arzudan kendini çekerek
ibadete verme
801
Gaib: Göz önünde olmayan, görünmeyen
802
Sehâ: Cömertlik
803
Şecaat: Yiğitlik, cesurluk
804
İttikâ: Sakınma, çekinme.Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini
çekme.Takva ile amel etme
805
Hayâ: Utanma duygusu, çirkin şeylerden sıkılma ve edebe uymayan bir
şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık. Allah
korkusu ile günahlardan kaçınmak
806
Tıyb: Temiz ve helal şey
807
Beyhaki, Şu’abu’l,iman 4/249
808
Müsta'mel: Kullanılan, kullanılmış

84
28. İrade ve niyette sadakat.
29. Azminde sadakat.
30. Ahdine809 vefada sadakat.
31. Amellerinde sadakat.
32. Muâmelât-ı diniyyenin810 hepsinde sadakat.

33- Sözde sadakat:


Yalnız çocukların terbiyesinde ve bazen da hanımların
terbiyesinde karı koca aralarını ıslahda, kardeşlerin aralarını ıslah ile
barıştırmakta, harp esnasında ve usullerinde ihtiyaç ve zaruret miktarı
söylenen sözlerin kizb811 denilen yalandan sayılamıyacağı belirtilmiştir.
Bu ise ne kadar dikkate şayandır.
Şu mezmum olan ve herkes tarafından da hiç beğenilmeyen
yalanı görüyorsunuz ki, iki kardeş arasını veya karı koca arasındaki
dargınlık ve münafereti812 gidermek için bu fena olan yalana cevaz
verilmiş olması, müslümanların ve ailelerin birbirlerine karşı dargınlık
ve küslüğü demektir ki, yalandan daha fena birşey olduğundan onları
barıştırmak için bu gibi yalanlara cevaz verilmiştir. Mesela, “O benim
için şöyle şöyle söylemiş, yani: iğrenç, kötü, fena sözler sarf etmiş”
diyene, siz de inkâr sadedinde, “Hayır birader, ben de oradaydım, o
adam sizin için katiyen öyle söylemedi, size yanlış anlatılmış, belki
şöyle şöyle dedi” diyerek onun hoşuna gideceği bir ifade kullanmak
gibi...
34- İrade ve niyette sadakat:
Niyet ve iradesinde Hakk'ın rızasından gayrı813 birşey

809
Ahid: Verilen söz, sözleşme, söz verme
810
Muâmelât-ı diniyye: Dinle alakalı işler
811
Kizb: Yalan
812
Münaferet: Birbirinden nefret etme, karşılıklı nefret
813
Gayrı: Başka, başkası

85
düşünmemek ve istememektir.
35- Azminde Sadakat:
Yani Cenab-ı Hakk şöyle bir servet verirse ben onun şu
kadarını hayırlara harcayacağım dediğinde ve buna mümasil 814 bütün
yapacağı işlerdeki azminden sadakatini bilfiil dediği gibi
göstermesidir. Bunlarda göstereceği zaaf, azminde sadakatsizliğe
delildir. Mesela, “Cenab-ı Hakk bana para ve kuvvet verirse hemen
hacca gideceğim” diye azmeden815 insan, bilahare çeşitli bahanelerle
bunu tehir etmesi, azminde sadakatsizliğe alamettir.
36- Ahdine816 vefada817 sadakat:
Ahdinde vefa da böyledir. Bir şeyi vaad etmek kolaydır. Fakat
vaadini zamanında yapmak hünerdir. Mesela, Enes (r.a.)’ın amcasının
oğlu Enes (r.a.) Bedir muharebesine iştirak edememiş ve buna çok
üzülmüş, “Nasıl olur da ben, Resûlullah'ın bulunduğu bu ilk
muharebede bulunamayayım” diyerek çok acınmış ve “Bir daha
muharebe olursa bakın ben kendimi nasıl göstereceğim ve Bedir'de
bulunamadığımın acısını çıkaracağım” diye söz vermiş. Vakta ki
Uhud muharebesi başlıyor. Sa'd ibn-i Muaz (r.a.) bu zata, Uhud
meydan muharebesine giderken rastlıyor ve soruyor: “Hayrola, nereye
böyle?” deyince, cevaben: “Cennet kokuları burnuma gelmektedir”
diyor ve muharebe meydanına atılıyor. Öyle aşkla cenk ediyor ve
dövüşüyor ki herkes hayrete düşüyor. Nihayet şehâdet şerbetini içip
ruhunu teslim ediyor. Muharebe bitince bir de bakıyorlar ki, tanınacak
hâli kalmamış, yalnız kardeşi elbisesinden tanıyabilmiş, aldığı ok ve
kılınç yaralarını saymışlar, seksenden fazla yara almış. Cenab-ı Hakk
cümlemizi böyle sözlerinde ve. ahitlerinde vefakâr olan bahtiyar
insanların şefaatine nail eylesin ve onları da, “'Razıyallahü anhüm ve
razu anh818” sırrına mazhar buyursun, âmin...

814
Mümasil: Benzer, benzeyen
815
Azmetme: Yapmaya kesin kararlı olunan düşünce, karar verme
816
Ahid: Verilen söz, sözleşme, söz verme
817
Vefa: Sözünde durma, sözünü yerine getirme
818
Razıyallahü anhüm ve razu anh: Allah onlardan razı olmuştur, onlar da

86
37- Amellerinde sadakat:
Bu da pek ince ve dikkate değer bir iştir. Yaptığı amellerde,
dışı nasılsa içi de öyle olmalıdır. Mesela, dışından pek güzel namaz
kılan insanın o andaki iç harekâtı dışının göründüğü gibi değilse,
aranan sadakat bunda bulunmaz. Namazda herkes dışını, duruşunu ve
kıldığı namazı pek beğenir. Fakat onun içi, gönlü, kalbi, evde, işde,
çarşıda, pazarda olup da bu harekâtıyla içi dışına uymadığından ötürü
hareketlerinde ve amellerinde sadakat bulunmamaktadır. Elbette bu
pek kolay birşey değildir. İçimiz her ne kadar dışımıza uymasa dahi
biz yine vazifemizi yapmakla memuruz. Kendimizi ıslaha say 819 ve
gayretle beraber gönlümüzü de Hakk'a tam manasıyla çevirmeye
çalışır ve Cenab-ı Hakk'ın yardımını ve tevfikını 820 da mütemadiyen
isteriz. Çünkü bizim aczimiz malumdur. Onun lütfu ve ihsanı olmazsa
hiçbir şeyde muvaffak olamayacağımız tabiidir. Peygamberimiz
(s.a.v.) Efendimiz bir duasında şöyle buyurmuşlardır: “Yâ Rab!
Benim sırrımı aşikâr olan amellerimden hayırlı kıl ve aşikâr 821,
aleni822 amellerimi de salîha kıl.” Bir mümin de daima böyle dua
etmelidir. İçle dış müsavi823 olursa, o vakit yarı yarıya demektir. Asıl iç
dışdan efdal olursa o zaman makbul ve memduh 824 olur. Bunun aksine,
dış içten üstün ve gösterişli olursa, o makbul değildir. Onun için bazı
büyükler, “sadakat iç ve dışın Hakk'a muvafık 825 olması gerektir”
demişlerdir.
38- Muamelât-ı diniyyenin826 hepsinde sadakat:
Müminin sırrı zahirine uyarsa, Allahü Teâla o kulu ile

Allah'tan razı olmuşlardır.


819
Say: Çalışma
820
Tevfik: Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesi
821
Aşikâr: Açık, belli, meydanda
822
Aleni: Açık, gizli olmayan
823
Müsavi: Eşit, denk
824
Memduh: Övülmüş
825
Muvafık: Layık, uygun
826
Muamelât-ı diniyye: Dinle alakalı işler

87
meleklerine mübahât827 edip, “İşte benim bu hak kulumdur” buyurur.
Sıdk derecelerin en alası ve azizidir. Din makamlarında Allah’tan
korkudaki, recadaki828, tazim829, zühd830, rıza831, tevekkül832, sevgi ve
sairedeki sadakatini göstermesidir. Hiç şüphesiz ki, bunların
başlangıcıyla sonuna ulaşanlar bir olamazlar. Bunlardaki korku, ümid,
tazim833, rıza, tevekkül834 ve sevginin herkesteki tezahürü835 bir olamaz.
Burada zaaf ve kuvvet nispetinde, herkeste ayrı ayrıdır. Derece
derecedir ve galebe nispetindedir. Allahü Teâla'ya iman eden herkes
Allah’tan korkar. Fakat bu korku, herkeste bir değildir. İmanın kuvveti
nispetinde korkarlar ve severler. Tazim ve tevkîr 836 de böyledir.
Mesela, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Cebrail Aleyhisselam’ı hılkat-i
asliyesiyle837, şark838 ile garb839 arasını doldurmuş olduğu vakitte
görünce bayılır gibi olmuştu. Cebrail Aleyhisselam: “Ya İsrafil
Aleyhisselam’ı görseydin ne olacaktı, onun büyüklüğü tarife sığmaz
derecededir. Halbuki, o kadar büyük olmasına rağmen huzur-u Rabbül
âleminde korkusundan ufacık bir kuş gibi kalır” buyurmuştur.
Allah’tan gayrisinden korkanlar hakikat-i imana ulaşamazlar.

827
Mübahât: Güzelliği göstererek iftihar etme, övünme
828
Reca: Ümit
829
Tazim: Saygı gösterme, büyüklüğünü dile getirme
830
Zühd: Dünyaya rağbet etmeyip, nefsani zevk ve arzudan kendini çekerek
kendini ibadete verme.
831
Rıza: Razı olma, memnunluk. Allah'ın yazdığına boyun eğme
832
Tevekkül: Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah'a bırakmak.
Allah'a dayanma, güvenme
833
Tazim: Saygı gösterme, büyüklüğünü dile getirme
834
Tevekkül: Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah'a bırakmak.
Allah'a dayanma, güvenme
835
Tezahür: Ortaya çıkma
836
Tevkîr: Saygı ve hürmet etmek
837
Hılkat-i asliye: Asıl, gerçek yaratılış
838
Şark: Doğu
839
Garb: Batı

88
Fakat cibilliyet-i insaniye840 iktizası841, insanda zaaf ve acz842 vardır.
Yırtıcı canavarları görünce korkmaması, sultanlardan, zalimlerden,
eşkıyalardan korkmamak herkese müyesser değildir. Filvaki 843 bazı
büyük zevat, bu canavarlara da sözlerini geçirebilmişlerdir. Ama
bunlar pek mahdut844 bahtiyarlardır. Yoksa bizim gibi acizlerin işi
değildir. Sıdk derecelerinin sonu yoktur. Herkes nasibi kadarını alır.
Tevhidde sadakat, taatte sadakat, mâ'rifet-i ilâhiyede 845 sadakat, sıdkın
esaslarındandır. Tevhiddeki sadakatte bütün ehl-i iman müsavidir 846.
Taatteki847 sadakat848 ise ehl-i ilme mahsustur, denilmiştir.
Ca'fer-i Sâdık (r.a.) Hazretleri’ne göre sıdk, mücahede ve
Allah’tan gayrisini ihtiyar etmemektir. Sıdkın alameti olarak da,
taatlerini ve musibetlerini tamamen saklamaktır, demişlerdir.
Şu da şayan849-ı dikkattir ki, Sure-i Münafıkîn'de bildirildiği
vechile münafıklar Resûlullah (s.a.v.) Hazretleri’ne gelip: “Biz senin,
850

Allahü Teâla'nın hak Resulü olduğuna şehadet ederiz”851 demelerine


mukabil Cenab-ı Hakk onların yalan söylediklerini ve kâzibînden 852
olduklarını bildirmesi ne kadar güzeldir. Çünkü söylenen söz hakikatte
pek doğru, fakat bu söz dilin sözüdür. Hakikatte ise gönülleri ona
inanmış olarak söylemedikleri için, Cenab-ı Hakk da onların
yalancılıklarını meydana koymuştur. Bundan pek güzel anlıyoruz ki,
sözlerin, muhakkak surette özlere uygun olması gerektir. Kur'an-ı
840
Cibilliyet-i insaniye: İnsanların yaratılışı; insanların yaratılışlarından
gelen huyu, karakteri
841
İktiza: Gereği
842
Acz: Güçsüzlük, acizlik, çaresizlik
843
Filvaki: Aslında, gerçekte
844
Mahdut: Sınırlı
845
Mâ'rifet-i ilâhiye: Allah'ı bilme ve tanıma
846
Müsavi: Eşit, denk
847
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
848
Sadakat: Samimi bağlılık, doğruluk
849
Şayan: Değer, layık, yakışır
850
Vechile: Şekilde
851
îhyâ'ül-Ulûm, c. 4, sıdk bahsi, Risâle-i Kuşeyrî, sıdk bahsi.
852
Kâzibîn: Yalancılar

89
Kerîm'de Bakara Sûresi'nin ikinci sayfasında bu yalancı münafıkların
halleri pek güzel ve açık bir surette tasvir edilmiştir.
O günün yalancı, müfteri853, aldatıcı münafıklarının hâli, her
devirde her zaman görülegelmektedir. Bunlar batıl âkîdelerince 854,
yalanlarıyla insanları aldattıklarını zannederlerse de hakikatte
kendilerinin aldandıklarını ve bu iki yüzlü olmaları ise beyinsiz ve
akılsız olduklarının alameti olduğunu pek açık bir lisan ile
belirtmişlerdir.
Pek aziz ve muhterem kardeşim: Şu okuyagelmiş olduğun sıdk
bahsi hakkında herhalde gönlünde birtakım belirtiler hasıl olmuştur.
Mahlukların en mükemmel ve efdali olan insana daima her yerde ve
her zaman sadakatin yakışacağına kanaatin mevcuttur. Bugünkü insan
camiası, herhangi bir kavim ve milletten veya dinden olursa olsun
doğruluğun, sadakatin lüzumunu hiçbiri inkâr edemez. Doğruluğun
lüzumuna herkes kail855, fakat doğru olmak ve doğru olabilmek kolay
bir mesele değildir. Herkesin sevdiği ve istediği bu doğruluk, oldukça
zor bir iştir. Zira her kıymetli şey gibi o da pahalıdır. Herkes alamaz.
Ancak büyük zenginler alabilir. Mesela, yakut ve platin cevherleri olsa
da çok değil, birazcıktır.
Halbuki doğruluk, hiçbir cevherle ölçülemeyecek kadar üstün
ve kıymetlidir. Onu elde edebilmek için çok kuvvetli ve üstün, sağlam
bir imana sahip olmalıdır. Sâdık, doğru, düzgün, tam, kâmil bir
Müslüman olması da pek kolay bir şey değildir. Bunun için Hazret-i
Allah Celle ve Alâ, bizlere daima sâdıklarla, yani, tam, kâmil, olgun
müslümanlarla beraber olmamızı tavsiye etmiştir ki, onların güzel
ahlakları, kemâlleri, tedricî856 bir surette temas ettiği insanlara,
Müslümanlara da sirayet eder, geçer ve bir gün bakarsınız ki, o da
güzel, kâmil, olgun bir Müslüman olmuştur.
Kötü ve yaramaz kimselerin kötülükleri nasıl kendileriyle

853
Müfteri: İftira atan, iftiracı
854
Âkîde: Mezheb şeklini almış inanç ve düşünce sistemi
855
Kail: Razı olmuş, inanmış
856
Tedricî: Yavaş yavaş, azar azar

90
temas eden kimselere geçerse, iyilik de böyledir. Hatta bu kaide
nebatlarda857 da böylece carîdir858. Mesela, beyaz kabağın yanına ekilen
bir karpuz, bir müddet sonra kırmızı rengini kaybeder. O da kabağın
rengine boyanır. Bu haberi çiftçilerden dinlemiştim. Bizde de şu atalar
sözü meşhur değil midir? “Üzüm üzüme baka baka kararır.”
Yerin güzelinden, güzel mahsul alındığı da malumdur. Çorak
ve çöl arazide ise ne kadar uğraşsanız, güzel mahsul alamazsınız.
Çiftçiye güzel yeri aramak nasıl lazımsa, Müslümanlara da güzel
Müslümanları aramak ve onlarla hemdem859 ve hemahenk860 olmak
mutlak surette lazımdır. Zira dünya ve dünyanın her çeşit nimeti ne
kadar güzel ve kıymetli de olsa, sonu yoktur, bekası yoktur, fânidir.
İman ve İslamiyette kemâl ise, hiç de böyle değildir. Onlar hep
ebediyet yolunun meyveleridir. Ne biter, ne de tükenir. Her lokmasının
tadı ayrı ayrıdır, birbirinden üstün lezzetleri vardır. Sert bir demiri
hemen şöyle bir kızdırmakla onu istenilen şekle sokmak mümkün
olmaz, belki ateş gibi kıpkırmızı olacak ki, istenilen şekle sokulabilsin.
İnsan da tıpkı böyledir. İyileri görmek, onlarla sohbet etmek veya
onlara biraz hizmet etmekle, onların hallerini tam manasıyla almak
mümkün olmaz. Demirin tam manasıyla kızarması nasıl lazımsa,
kâmil, olgun Müslümanların arasında uzun zaman bulunup onların
hallerini tam almadıkça, insanda kemal tezahür etmez ve edemez. Bu
hususta ne kadar büyük ve devamlı bir mücahedenin lazım olduğuna
inanmak gerekir. Küçük muharebeden büyük muharebeye dönüşün ne
demek olduğunu herkes pekâlâ bilir. Binaenaleyh, böyle mücahedelere
alışmamış ve hazırlanmamış kimseler için, imanda kemâl, ahlakta
kemâl, insanlıkta kemâl, İslamlıkta kemâli ummak adeta muhaldir 861
derseniz pek hata etmiş olmazsınız sanırım.
Büyüklerin atasözleri de buna delildir: “Kötü huyu teneşir862

857
Nebat: Bitki
858
Carî: Geçerli, cereyan etmekte
859
Hemdem: Arkadaş , yakın dost
860
Hemahenk: Uyumlu
861
Muhal: İmkansız, mümkün olmayan
862
Teneşir: Ölünün yıkandığı masa şeklindeki dört ayaklı uzun tahta zemin

91
temizler” derler ya, evet, yerleşen ve kökleşen kötü huyların değişmesi
ve terki çok zordur. Onun için, “Dağı yerinden söküp kaldırmışlar
denirse inan, fakat alışılan kötü huyların bırakıldığını söylerlerse,
inanma” dedikleri de meşhurdur. Fakat ne yazık ki henüz küçük
yaşlarda, iyisini alıp kötüsünü bırakmak, hele bu devirde ne kadar
müşküldür. Sinemalar, tiyatrolar, televizyonlar, radyolar, gazete ve
mecmualar, deniz ve kara banyoları, artık kimde can bırakır bilmem?
Böyle sefahatlara, israflara, haramlara alışan insanlarda, artık ne
insanlık ne de İslamlık aranabilir. O gibiler, ahireti çoktan unutmuş,
tam bir dünya adamı olmuştur ama ecel 863 şerbetini içip de ahiret
âlemine intikal edince, nasıl yanlış yolda olduğunu anlayacak, fakat iş
işten geçmiş, herşey bitmiş olacaktır. Nedamet, pişmanlık kimseye
fayda vermez.
Onun için ey aziz kardeşim; sen bu fakir-i pürtaksîr 864,
günahkâr kardeşinin sözlerine iyi kulak ver ve onu kabul et de bir an
evvel tövbe ve nedamet865 edip İslam'ın yoluna dön. Namazını kıl,
cemaate devam et, vaaz ve nasihat dinle, “Ben ondan daha iyisini
bilirim” deme. Zekâtını fazlasıyla ver, yardımlardan ve sadakalardan
sakın kaçma. Elinden gelirse her sene hacca git, orada akümülatörünü
doldur. Sonra memleketine faydalı olarak dön. Medine-i Münevvere'yi
de ziyaret etmeyi ihmal etme, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in
huzurlarında gözyaşlarını dökerek çok çok salât ü selam getir. Sakın
kimseyi hakir ve hor görme, herkesi her bakımdan kendinden iyi ve
üstün görmeye bak. Servete, bilgiye, varlığa, sağlığa sakın güvenme.
Kimseyi incitme ve kimseden yardım bekleme, elinden geldiği kadar
herkese yardımcı olmaya çalış. Katiyen sert konuşma ve çok da
konuşma, yüksek sesle hele hiç konuşma, gayet yumuşak ve tatlı
konuşmaya dikkat et. Bahusus, zuafâ 866 ve fukaraya karşı gayet
mülayim867 ol, kimsenin gönlünü kırma. Katiyen bilgiçlik taslama,
863
Ecel: Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti.Ahirete göç etme
864
Fakir-i pürtaksîr: Kusurlarla dolu fakir anlamına gelen, tevazu ifadesi
olarak ''ben'' yerine kullanılan ifade
865
Nedamet: Pişmanlık
866
Zuafâ: Zayıflar, zayıf olanlar
867
Mülayim: Yumuşak huylu

92
makamlara göz dikme, onların parlaklığına hiç aldanma, mümkün
olduğu kadar devlet kapılarından uzak ol, oradan birşey bekleme.
İhtiyar dahi olsan, sakın genç kadınlarla hatta yaşlı kadınlarla dahi
sohbete alışma. Yazlık diye deniz kıyılarında ev tutma, günah
yerlerinden kaç, çocuklarını da öyle yerlere bırakma ve onları
günahlara alışmaktan koru. Dünya için zinhar 868 dinini zayi etme,
ölümü unutma, gözünün önünden ayırma. Daim Hakk’ın rızasını
kazanabileceğin hayırlı ibadetler ve amellerle meşgul ol. Bidatlardan
sakın, hevâ869 ve nefsinin arzularına uyma. İyi, sâlih870, sâdık871, âbid872,
zâhid873 kişileri ara bul, onlardan ayrılma, hizmetlerine devam et.
Katiyen kimsede kusur ve kabahat görme ve arama, kendi kusur ve
kabahatlerini ara ve onları gidermeye say874 ve gayret eyle.
Komşularınla son derece güzel geçinmeye bak, onları mümkün
oldukça hediyelerle taltif et, çocuklarına da hediye vermekten geri
kalma, onların kusurları olursa örtmeye çalış. Kimsesiz ve yardıma
muhtaç olanlarını ara, bul, hizmetlerinde kusur etme. Güler yüz ve tatlı
dilden ayrılma. Boş vakitlerinde Kur'an-ı Kerîm'i oku ve zikrullah ile
meşgul ol. Boş ve faydasız dedikodulardan son derece uzak ol.
Hakk'ı unutma ve Hakk'dan zerre kadar ayrılma, lokmalarına
son derece dikkat et, onların daima helalinden olmasına çalış.
Şüphelerden sakın. Faizlere katiyen karışma, hırs ve tama hiçbir zaman
iyi birşey değildir. Dünya ziynet ve süslerine iltifat etme, fuzuli 875
masraflardan sakın. Haramlardan, milyonları kazanacağını bilsen
katiyen tenezzül876 etme. Kızlarını ve hanımını sakın memure etme ve

868
Zinhar: Sakın, asla
869
Hevâ: Arzu, heves
870
Sâlih: Dünyaya kıymet vermeyen, itikadı doğru olup, Allahü Teala'nın
rızasını ve sevgisini kazanmak için çalışan müslüman.
871
Sâdık: Doğru söyleyen, sözü doğru
872
Âbid: Çok ibadet eden
873
Zâhid: Şüpheli şeyleri bile terk ederek günahtan kaçan, Allah korkusuyla
dünya nimetlerinden el çeken muttaki kimse
874
Say: Çalışma
875
Fuzuli: Lüzumsuz, gereksiz
876
Tenezzül: Kendi durumundan daha aşağıdaki bir işi, bir durumu kabul

93
ticâret yapmalarına da izin verme, son derece zaruret olmadıkça. Fakr-
ü hale877 rıza ve kanaat ile geçinmek ve her türlü sıkıntılara sabır ve
tahammül etmek hiç şüphe yoktur ki, dünyanın müreffeh 878
hayatlarının hepsinden daha iyidir. Ahiretteki mükâfatı da o nispette
büyük ve hesapsızdır. Sabır bahsini mütalâanızı879 tavsiye ederim.

AHDE880 VEFA881
“Ahdi (yapılan sözleşmeyi) yerine getirin, çünkü verdiği
sözden cayan (kıyamet günü) sorumludur.”882
İslam ahlakının en mühimlerinden biri de ahde vefadır. Ahde
vefa hususundaki ayet-i kerîmeler, 10’dan fazladır. Sözünde duran
kimseleri, ahitlerini, vaatlerini, verdikleri sözü yerine getirenleri, hem
Allahü Celle ve Âla sever, hem de insanlar. Sözlerinde ve vaatlerinde
durmayan kimseleri, Allahü Celle ve Âla sevmediği gibi kulları da
sevmez.
Emanete riayet etmeyenin imanı olmadığı gibi, ahde 883 riayet
etmeyenin de kâmil bir dini olmadığı Hazret-i Enes (r.a.) den rivayet
edilmiştir.884
Müslim (r.a.)’in rivayet ettiği bir hadîsin sonunda: “Bir
Müslümana gadr885 ve ahdini nakz886 edenlere, Allah'ın ve

etmek
877
Fakr-ü hal: Fakirlik, muhtaçlık
878
Müreffeh: Bolluk ve refah içinde yaşayan
879
Mütalâa: Dikkatle okuma, inceleme
880
Ahd: Verilen söz, söz verme, sözleşme
881
Vefa: Sözünde durma, sözünü yerine getirme
882
İsrâ Suresi, ayet: 34.
883
Ahd: Verilen söz, söz verme, sözleşme
884
Et-Tergîb ve't Terhîb, c. 4, s. 11.
885
Gadr: Zulüm, haksızlık
886
Nakz: Bozma, yok sayma, bir sözleşmeyi yok sayma

94
meleklerinin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun” 887 diye çok
açık bir şekilde tehdit edilmişlerdir. Bu tehdit hiç şüphesiz ki, ahde
vefanın çok mühim olduğunu güzelce bildirmektedir. Esasen
münafıklığın başlıca üç alametinden birini de, ahdini bozanlar teşkil
etmektedir. İsmâil Aleyhisselam’ın vaadinde sebatı Kur'an-ı
Azîmüşşan’da övülmüştür. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri
peygamberliğinden önce birisine vermiş olduğu sözden naşi 888 üç gün
orada beklemişti.

EMANETE RİAYET889 VE HIYANETİ890 TERK

‫ِاَّن الَّلَه َيْاُمُر ُك ْم َاْن ُتَؤ ُّدوا اَالَم اَناِت ِاىَل َاْه ِلَه ا‬
(Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi
emreder ) NİSA-58

Emanete riayet şeâir-i İslamiyedendir891. Mukabili892 hıyanettir.


Emanet sahipleri, ind-i ilâhîde893 ve insanlar yanında makbul ve
memduh894 kimselerdir. Ondan dolayı, Cenab-ı Peygamber de, emanete
riayet edenleri cennetle tebşir buyurdukları gibi, mukabili olan

887
Müslim, Hac, 85. Hadis No: 3394
888
Naşi: Ötürü, dolayı
889
Riayet: Koruma, gözetme
890
Hıyanet: Güveni kötüye kullanma, ihanet etme, hainlik
891
Şeâir-i İslamiye: İslama sembol olmuş iş ve ibadetler
892
Mukabili: Zıttı
893
İnd-i ilâhî: Allah'ın katında, Allah nazarında
894
Memduh: Övülmüş

95
hıyanetliği de o kadar mezmum 895 ve kötü olarak bildirmiştir. Hatta
muharebe meydanlarında şehit olanların bile bütün günahları affolduğu
halde, emanetsizlikten dolayı olan günahlar üzerinde kalır. Bunu
ödemesi kendisine teklif olunur. Tabii o günde mal ve mülk bulunup
da ödemesi mümkün olamayacağından -Allah korusun- cehenneme
sürüklenir. Namaz, abdest, ölçü, tartı ve buna benzer birçok şeyler
emanetten addedilmiştir. Bundan dolayı, abdesti olmayanın namazı
sahih olmadığı gibi, emanete riayeti olmayan kimselerin de imanı
kâmil olamaz.
Hazret-i Ali (k.v.)’in rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfde
buyuruyorlar ki: Biz Resûlullah’la beraber oturuyorduk. Ehl-i
âliyeden896 bir recül897 geldi. “Yâ Resûlullah, bu dinin en şiddetlisinin
ve en yumuşağının neler olduğunu haber verir misiniz?” Buyurdular
ki: “En kolayı kelime-i şehâdettir; Eşhedü en lâ ilahe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû. En şiddetlisi de,
ey âliyenin kardeşi; emanettir.” Muhakkak emanete riayet etmeyen
kimsenin dini de yoktur. Yani kâmil değildir. Onun namazı ve zekâtı
da makbul değildir.
Bunun için devrin en iyisi Efendimiz (s.a.v.)’den sonra ashâb-ı
kiramın898, daha sonra tâbiîn899 ve tebe-i tabiinin900 devridir. Ondan
sonra gelen insanlarda şekavet901, hıyanet902 ve emanete riayetsizlikle
beraber, nezirlerini ifa etmeyen birtakım insanlar gelecektir ki, onların
bütün gayeleri hayat-ı dünya olup, leziz taamlar ve içkilerle karınlarını

895
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
896
Ehl-i âliye: Üstün meziyetli kimse
897
Recül: Adam, yetişkin erkek
898
Ashâb-ı kiram: Peygamber Efendimiz (sav)'i dünya gözüyle görüp onun
yolundan gidenler. Yüksek şeref sahibi sahabeler
899
Tâbiîn: Ashab-ı kiramdan sonra gelen, ashab-ı kiramı görüp onların
sohbetinde bulunan, sahabeden sonraki şerefli nesil
900
Tebe-i tabiin: Tabiinleri görmüş veya onlardan ders almış, onlara uymuş
müslümanlar
901
Şekavet: Her çeşit kötülük içinde olmak, eşkıyalık, haydutluk
902
Hıyanet: Güveni kötüye kullanma, ihanet etme, hainlik

96
doldurmaktan başka düşünceleri olmayacaktır.903
Münafıkın alametlerinin de, konuştuğu zaman yalan söylemek,
vaadinde hulf904 etmek, emanete hıyanet etmek olduğu, Buhârî ve
Müslim hadîslerinde belirtildiği gibi, bu husus herkesçe de malumdur.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de, açlık ve hıyanetlikten Cenab-ı
Hakk'a iltica etmişlerdir. Cenab-ı Hakk cümlemizi emanete riayet eden
sevgili kulları arasına ilhak buyursun, âmin. Ve sallallâhü alâ
seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihi ecma'în.

KOMŞULUK HAKLARININ MUHAFAZASI


Komşuluk hakkı, İslam hakklarından ayrı bir haktır. Hak üçe
bölünürse, bir hak komşunundur. Bunda din ve millet farkı gözetilmez.
İkincisi, İslam komşu hakkıdır. Bunda, hem Müslümanlık
hakkı, hem de komşuluk hakkı vardır.
Üçüncüsü de, komşu akrabadan olursa, onun da üç hakkı
vardır. Biri komşuluk, biri Müslümanlık, biri de akrabalık hakkıdır.
Komşunla güzel komşuluk yapmak, olgun Müslümanlık alametidir.
Cebrail Aleyhisselam, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’ne komşu
hakkında o kadar çok vasiyette bulunmuşlardır ki, Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: “Allah ve kıyamet gününe inanan,
komşusuna ikram etsin.”905 Ve yine: “Bir kulun kâmil bir mümin
olmasına imkân yoktur, ancak komşusu, onun şerrinden 906 emin
olmadıkça907. Hatta komşusunun köpeğini bile taşlamak ona
ezadır908”909 buyurmuşlardır.
903
Muhammed Suresi, ayet: 12.
904
Hulf: Verdiği sözü tutmama, sözünde durmama
905
Müslim, İman 74
906
Şerr: Kötülük, fenalık, kötü davranış
907
Buhari, Edeb, 29
908
Eza: Sıkıntı, eziyet, incitme
909
İhya, 2/101

97
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’ne demişler ki: “Filan karım
oruç tutar, gece namazı kılar, bununla beraber komşularına eza
eder.” Efendimiz (s.a.v.): “Bu kadının cehennem ehli olduğunu”910
beyan buyurmuşlardır. Komşuluğun, her evin dört tarafından kırkar
eve şamil911 olduğu da ayrıca bildirilmiştir. Komşu hakkı yalnız eza
etmemek değil, belki aynı zamanda ezalara da tahammüldür. Hatta bu
da kâfi912 değildir. Komşuya rıfk913 ile muamele etmekle beraber ona
hayırlarını ulaştırmakla da memurdur. Onu her gördükçe, ondan önce
selam vermek de komşu hakkından sayılmıştır! Hâl hatır sorarken sözü
çok uzatmamak, hâlinden çokça soru sormamak, hastalığında
ziyaretine gitmek, musibet zamanında taziye etmek, sevinç hâlinde
tebrik etmek, sevincine ve musibetine iştirak etmek, hatalarını
affetmek, pencereden veya damdan evine bakmamak, evinin duvarları
üstüne bir şey koymamak, evinin içerisine su akıtmamak, evine
getirdiği şeylere dikkatle bakmamak, gördüğü veya duyduğu ayıplarını
örtmek, yokluğunda evini muhafaza etmek, aleyhinde konuşulanları
dinlememek, kadınlarına, genç kızlarına, hatta hizmetçilerine dahi
bakmamak, çocuklarını güzel sözlerle okşamak, din ve dünyadan
bilmediklerini öğretmek, yardım isterse yardımda bulunmak, borç
isterse vermek, borcunu ödemekte zorluk çekerse müddeti uzatmak,
vefatında cenazesinde bulunmak, ondan izin almadan evini onun
evinden yüksek yapmamak, hiçbir hususta ona eziyet etmemek,
bahçeden topladığın veya çarşıdan aldığın meyvelerden onlara hediye
etmek, kendi çocuklarını ellerinde meyve vesair yiyecek şeylerle
sokağa çıkarmamak, komşu haklarındandır.
Abdullah ibn-i Ömer (r.anhümâ), bir gün bir koyun kesmişler
ve kölesine, koyunu yüzdükten sonra evvela Yahudi komşudan
dağıtmaya başlamasını emretmişler ve unutmasın diye ısrarla
tekrarlamışlardır. Dinimizde, kurban etlerinden Yahudi ve Hıristiyan
komşulara da vermek, komşu hakkı olarak sayılmıştır.

910
Beyhaki, Şuabü’l-İman, 7/78, Hakim, müstedrek, 4/184
911
Şamil: Kapsayan, çevreleyen, içine alan
912
Kâfi: Yeterli
913
Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket

98
Hazret-i Âişe (r.anhâ), mekârim-i ahlakı914 şöyle sıralamış:
Sözlerinde doğruluk, insanlara suizan915 etmemek, fukaraya
vermek, hediyelere karşılıkta bulunmak, sıla-i rahim yapmak, emaneti
muhafaza etmek, komşu ve dostlarının hakklarını müdafaa etmek,
misafiri barındırmak, bütün bu iyi huyların başı da hayâdır 916917.
Komşuların senin için iyi derse iyisin, kötü derlerse bu senin
kötülüğünün alametidir. Allahü Teâla Hazretleri hayır murâd ettiği
kimseleri komşularına sevdirir. Bizleri de komşu hakkına riayet
edenlerden etsin, âmin.

KOMŞULUK HAKKLARI ÜZERİNE İBRAHİM


HAKKI HAZRETLERİ’NİN BEYANLARI
Komşunun komşu üzerinde olan hakları sekizdir:
39. Eğer senden bir nesne, istese, veresin.
40. Eğer seni davet ederse, davetine gidesin.
41. Eğer senden yardım isterse, yardım edesin.
42. Eğer bir hayra ulaşırsa, tehniye918 edesin.
43. Bir musibet erişirse, taziye919 edesin.
44. Hasta olursa, ziyaret edesin.
45. Eğer ölüm erişirse, cenazesine gidesin.

914
Mekârim-i ahlak: Güzel ve üstün ahlak.
915
Suizan: Başkaları hakkında kötü düşünme
916
Hayâ: Utanma duygusu, çirkin şeylerden sıkılma ve edebe uymayan bir
şeyin meydana gelmesinden dolayı kalbde meydana gelen rahatsızlık. Allah
korkusu ile günahlardan kaçınmak.
917
Beyhaki, Şuabü’l-İman 6/138
918
Tehniye: Kutlama, tebrik etme
919
Taziye: Teselli etme

99
46. Eğer gayb olursa, onu ve ehl-i ıyâlini920 muhafaza edesin.
Komşu üç kısımdır. Bazısının üç kat hakkı vardır. Bazısının iki
hakkı vardır. Bazısının da bir hakkı vardır. Üç hakkı olan komşun,
akraban ve Müslüman olan komşundur. Bunun birisi akrabalığı için,
birisi Müslümanlığı için, birisi de komşuluk hakkı içindir. İki kat olan
komşu hakkının birisi Müslümanlığından, birisi de komşuluk hakkıdır.
Bir kat olan hak ise, Hristiyan zimminin 921 komşuluk hakkıdır.
Cennetteki köşkler, saraylar o müminler içindir ki, onlar it'âm-ı taam 922,
ifşâ-i selam923 ve gündüzleri sâim924 geceleri kaimdirler925.
Nitekim İbrahim Aleyhisselam, taam926 yemek istedikleri
vakitte, kendisiyle beraber yiyecek bir misafir olmazsa, iki mil kadar
yol gidip misafir arardı. Evinin dört kapısı vardı. Herbirinde misafir,
arzusuyla beklerdi. Onun için İbrahim Aleyhisselam’a, “Misafirler
babası” diye ad verilmiştir.
Bu bir dindir ki, size layık görmüşümdür. Halbuki kim bunu
ıslah927 eylemez, illa iki haslet eyler. Birisi hüsn-ü hulktür 928. Birisi de
sehâdır929. Bunlarla bu dine ikram eylemek lazımdır. Mümine helal
olmaz ki, üç geceden ziyade küs (dargın) tutup hicret eyleye.
Birbirlerine mülaki930 oldukta, yüzlerini döndürüp ı'raz931 ederler.
İkisinin hayırlısı, evvela selam verip konuşandır. Az bir sadakada çok

920
Ehl-i ıyâl: Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu aile efradı ve diğer
kimseler
921
Zimmi: Anlaşma ile İslam diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı
korunan müslüman olmayan kimse.
922
İt'âm-ı taam: İnsanlara yemek yedirme
923
İfşâ-i selam: Selamı yayma, tanıdığın tanımadığın herkese selam verme
924
Sâim: Oruçlu
925
Kaim: Vaktini ibadetle geçiren, ayakta duran, uyanık olan
926
Taam: Yemek, yiyecek
927
Islah: İyileştirme, düzeltme
928
Hüsn-ü hulk: Güzel ahlak
929
Sehâ: Cömertlik
930
Mülaki: Kavuşan
931
I'raz: Yüz çevirme, başka tarafa dönme

100
fazilet vardır. Kim ki iki müminin arasını ıslah eyler, Hakk Teâlâ
Hazretleri ona her bir kelime için bir köle azat etmiş kadar sevap
bahş932 eyler. Bir mil mesafe gidip bir hastayı ziyaret eyle. İki mil
mesafe yürüyüp bir mümin kardeşini ziyaret eyle. Üç mil mesafe
yürüyüp iki müminin arasını ıslah eyle.
Sultana yakın olan, rahmetten uzak olur. Etbâ'ı 933 çok olanın,
şeytanı da çok olur. Malı çok olanın kaygı ve kederi hesapsız ve
şiddetli olur. Hükümdarlar ve ümera934 ilim ve hikmeti size terk
etmişlerdir. Siz de onların mülkünü onlara bırakın. Kim ki kadı nasb 935
olunur, ol bıçaksız zebh936 olunur. Zenginlerle komşuluktan, ümera ile
muaşeretten937 ve ulemâ-i dünyadan938 sakınınız. Mütevazıları939
görürseniz, onlara tevazu940 eyleyiniz. Mütekebbirleri941 görünce, onlara
tekebbür942 eyleyiniz. Bu onlara mezellettir 943, sizlere tasadduk ve
izzettir. Kim ki pabucunu dikip, elbisesini yamarsa ve Mevlâ'ya
sücûd944 yüzünü tozlarsa, muhakkak o kimse kibirden beridir. Kim ki
iyâliyle945 arpa ekmeği yiyip, sofu elbisesiyle na'lini giyip koyununu
sağarsa, miskinlerle oturup, merkebine binip yoluna giderse, o
kimsenin kalbinden kibir mahvolmuştur.
Dört şey orucu ve abdesti bozup iyi amelleri yıkar ki bunlar,

932
Bahş: Bağışlama, verme
933
Etbâ: Tabi olanlar, emri altında bulunanlar, hizmetkarlar
934
Ümera: Emirler, idareciler, yöneticiler
935
Nasb: Bir memurluğa tayin edilme, atanma
936
Zebh: Boğazlama, kesme
937
Muaşeret: Birbirleriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma, birlikte yaşayıp
hoş geçinme
938
Ulemâ-i dünya: Dünyevi ilimlerle uğraşan alimleri
939
Mütevazı: Alçak gönüllü, gururlu olmayan
940
Tevazu: Alçak gönüllülük
941
Mütekebbir: Kibirlenen, büyüklük taslayan, büyüklenen
942
Tekebbür: Kibirlenme, büyüklük taslama, büyüklenme
943
Mezellet: Alçalma
944
Sücûd: Secde etme, secdeye varma
945
İyâl: Aile fertleri

101
yalan, gıybet, nemime946 ve mahremi olmayana bakmaktır. Bu dört şey
her kötülüğün aslıdır. Su her ağacın sulanmasında asıl olduğu gibi.
Hazret-i İsâ Aleyhisselam ashabına demiştir ki: “Bana haber
veriniz ki, eğer siz bir uyur kimsenin üzerine gelseniz de, rüzgâr onun
avret947 yerlerini açmış bulsanız, siz onu örter misiniz?” deyince,
“evet, örteriz” demişler. Ol Hazret bunlara “hayır” demiş, “belki kalan
yerlerini de açarsınız” deyince, “Sübhanallah948, biz o açılmayan yeri
nasıl açarız?” demişler. Ol Hazret bu söze cevaben demiştir ki: “Bir
kimse sizin yanınızda kötülüğüyle zikr olunduğu zaman, siz onu
müdafaa edecek yerde onun kötü hallerini söylemez misiniz?” diye
onları ikaz buyurmuştur.

YEDİRMEK, İÇİRMEK VE SELAM VERMEK


İslamın güzel huylarından biri de, yemek yedirmek, susuzları
sulamaktır. Bu hususta gerek Cenab-ı Hakk'ın ve gerekse Cenab-ı
Peygamber’in birçok emirleri ve teşvikleri vardır:

‫َو ُيْطِعُم وَن الَّطَعاَم َعَلى ُح ِّبِه ِم ْس ِكيًنا َو َيِتيًم ا‬


‫َو َاِس ًريا‬
( Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği
yoksula, yetime ve esire yedirirler. ) (DEHR) İnsan-8

946
Nemime: Laf taşıma, ara bozmak için söz taşıma
947
Avret: Gizlenmesi gereken, dinen görünmesi haram sayılan uzuvlar ve
organlar
948
Sübhanallah: ''Ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah''
manasında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak
kullanılır.

102
Bu konuda Hazret-i Haseneyn (r.anhüm) efendilerimizin şu
949

hareketleri güzel bir misal teşkil eder.


Bu iki muhteremden biri hasta olmuşlar. Peder ve valideleri
de, çocukları sıhhatine kavuştuğu takdirde üç gün oruç tutmağı nezr 950
etmişler. Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz’in malî durumları pek müsait
olmadığından iftar ve sahurluk için biraz ödünç yiyecek almışlar.
Akşam iftar edecekleri sırada kapıya bir miskin gelip Allah rızası için
bir yiyecek istemiş. Bu durum karşısında o akşamki nafakalarını ona
vermişler. Kendileri su ile iktifa951 etmişler. Ertesi akşam tam iftar
vakti olunca bir yetim gelmiş. O akşam da iftarlıklarını ona vermişler
ve kendileri yine su ile iktifa edip, ertesi günün orucuna niyetlenmişler.
Üçüncü gün de bir esir gelerek, “Allah rızası için açım” demiş. Bu
akşam da yiyeceklerini o esire vererek iman-ı kâmilin en yüksek
derecesini fiilen göstermişlerdir. Bu yüzden Cenab-ı Hakk, onları
Kur'ân-ı Azîmüşşân’ında kıyamete kadar gelecek Muhammed
ümmetine örnek olarak bildirmektedir.
Allahü Zü'l Celâl ve'l Kemâl Hazretleri, bizlere de bu güzel
hallerden birer parçacık ihsan buyursun, âmin.
Aç bir mümine doyuncaya kadar ikram eden bir mümini,
Cenab-ı Hakk cennet kapılarından hangisini isterse oradan onu
cennetine koyar ve o kapıdan da ancak onun gibileri girer.
Allahü Celle ve Âla Hazretleri, kullarını doyuran (it'âm eden)
kimselerle meleklerine mübahât952 eder.
Yemek yedirmenin faziletleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu

949
Suret’ül-İnsan Ayet 8
950
Nezr: Adak adama. Adak yani bir isteğin yerine gelmesi ve bir korkunun
giderilmesi için, farz veya vacib olan bir ibadete benzeyen ve başlı başına
ibadet olan bir işi yapacağına dair Allah'a söz verme
951
İktifa: Yetinme
952
Mübahât: Güzelliği göstererek iftihar etme, övünme

103
yemekler sebebiyle insanların birbirine karşı sevgi ve saygıları,
bağlılıkları artar. Kuvvet ise Müslümanların biribirlerine sıkı
bağlılıklarıyla olacağından, Cenab-ı Vacib'ül Vücud Hazretleri,
miskîn953, yetim954 ve esirleri sevgi ile yemek yedirenleri medh 955 ve
sena956 buyurmuştur.
Cenab-ı Peygamber’e de, İslamdaki hayırlardan sorulunca:
“Yemek yedirmek, tanıyıp tanımadığına selam vermek olduğunu” 957
bildirdiğini Buhârî ile Müslîm beyan etmişlerdir.
Ebû Hureyre (r.a.)’in bir rivayetinde, Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri’ne bir adam: “Bana bir şey bildir ki, onu işlediğim vakit
cennete gireyim” demiş. Efendimiz (s.a.v.) cevaben: “Yemek yedir,
selamı açıkla, akrabana sıla958 yap, gece herkes uyurken sen namaz
kıl, bunları yaparsan cennete girersin.959” Diğer bir rivayette de:
“Sıla-i rahme960 devam edin, taam961 yedirin, selamı açıklayın;
selametle cennete girersiniz962” buyrulmuştur. Ve yine Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri:
“Cennette bir köşk vardır ki, içinden dışı, dışından da içi
görülür” buyurunca, Ebû Mâlim Eş'ârî (r.a.) Hazretleri: “Bu kimin
içindir?” diye sormuş. Buyurmuşlar ki: “Edeple konuşan, taam
yediren ve herkes uyurken gece namazı kılan kimsenindir”
buyurmuşlardır. Sizin hayırlınız yemek yedirenlerdir.

953
Miskîn: Çok fakir, kendini idareden aciz, zavallı
954
Yetim: Ergenliğe ulaşmadan babası ölmüş çocuk
955
Medh: Övme, iyi taraflarını anlatma
956
Sena: Medhetmek, övmek
957
Buhari, İman, 6. Müslim, İman, 16.
958
Sıla: Akrabayı gidip görme, ziyaret etme
959
Hakim, Mürtedrek, 6/99
960
Sıla-i rahim: Akrabaları ziyaret; akrabalarla ilişkiyi kesmeyip, devam
ettirmek
961
Taam: Yemek, yiyecek
962
Tirmizi, Et’ime, 45

104
Mağfiret-i İlâhiye’yi963 mucip964 olan şeylerden biri de, aç
Müslümanı doyurmaktır ve bunun cennete girmeyi mucip olduğu da
bildirilmiştir. Sizin birinizin bir aç kimseye verdiği bir hurma veya bir
lokma öyle büyütülür ki, sizin tay ve danalarınızı ve deve yavrularını
büyüttüğünüz gibi, o bir lokmanız da Uhud dağı gibi olur. Bundan
dolayı şu üç kişinin cennete gireceği bildirilmiştir: Biri, kazanan ve
emreden, ikincisi yapıp meydana getiren, üçüncüsü de onu miskin veya
fakire götürendir.
Bir Arabî gelmiş, “Yâ Resûlallah, bana bir amel bildir ki,
benim cennete girmeme vesile olsun” demiş. Cevaben: “Bir canlıyı
azat et, bir köleyi kurtar, bunlara gücün yetmezse, açı doyur, susuzu
sula” buyurdular.965
Bir kimse, müslim kardeşine doyuncaya kadar yemeğini,
kanıncaya kadar suyunu verirse, Cenab-ı Hakk onu cehennemden yedi
hendek boyu uzak kılar. Her hendeğin arası beşyüz senedir. Yani,
cehennemden uzak edip, cennetinde karar ettirir. Bunun için en efdal
sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır. Herhangi bir mümin, bir mümini
açlığından kurtarırsa, Cenab-ı Hakk da onu kıyamet gününde cennet
meyveleriyla it'âm966 edecektir. Herhangi bir mümin susamış bir
mümini sularsa, Cenab-ı Hakk da kıyamet gününde onu ağzı mühürlü
cennet şaraplarıyla sulayacaktır. Yine hangi bir mümin, çıplak bir
mümini giydirirse, Cenab-ı Hakk da kıyamet gününde ona cennet
elbiseleri giydirecektir. Kıyamet gününde bütün insanlar çıplak, aç,
susuz oldukları halde haşr967 olunacaklar, ancak kim Allah için yedirdi,
giydirdi veya suladı ise, Cenab-ı Hakk da onları yedirip içirip
giydirecektir.
Bir gün Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz sormuşlar: “Sizlerden
bugün oruçlu olanınız kimdir?” Ebû Bekîr (r.a.): “Benim yâ
963
Mağfiret-i İlâhiye: Allah'ın bağışlaması
964
Mucip: Gerektiren
965
Ahmed, Müsned, 4/299. İbn Hibban, Sahihi, 2/97 Hadis No: 374
966
İt'âm: Doyurma, yedirip içirme
967
Haşr: İnsanların öldükten sonra tekrar diriltilip muhakeme için Allah'ın
huzurunda toplanması

105
Resûlallah” demiş. Tekrar sormuş: “Bugün sizden kim bir miskine
yemek yedirdi?” demiş. Yine Ebû Bekîr (r.a.): “Ben” diye cevap
vermiş. Efendimiz (s.a.v.) sormuş: “Bugün sizden hanginiz bir
cenazeye gitti?” demişler. Yine Ebû Bekîr (r.a.): “Ben” demiş. Tekrar
sormuşlar: “Bugün hanginiz bir hasta ziyaretine gitti?” demişler.
Yine Ebû Bekîr (r.a.): “Ben” diye cevap vermiş. “Bugün hanginiz
sadaka verdi?” yine Ebû Bekîr (r.a.): “Ben yâ Resûlallah” demiş.
Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlar ki: “Bu huylar kimde toplanırsa o,
ancak cennete girer” buyurmuşlardır.968
Üç şey kimde varsa, Allahü Teâla onu himayesi altına alır ve
cennetine idhâl969 eder. Bunlar zaîfe rıfk970, valideyne971 şefkat,
kölelerine ihsandır. Yine üç şey vardır ki, kimde bulunursa, Cenab-ı
Hakk onu himayesi altına alır. Rahmetini eriştirip azabından uzak eder.
Bunlar da, soğuk havalarda abdesti tam almak, karanlıkta mescite
gitmek ve açları doyurmaktır.
Fukaralara ve miskinlere vaad olunan bu mükâfatlar karşısında
din kardeşlerine yapılan ziyafetler de köle azadından sevgili olduğu
gibi; bir din kardeşine bir lokma ile bile yapdığı ikramdan naşi 972, bir
miskine verilen bir dirhemden ve yine bir kardeşine verdiği bir
dirhemin, miskine yapılan yüz dirhemden daha sevgili olduğu
bildirilmiş olmakla, bu tasaddukların973 mükâfatı da, yarınki kıyamet
gününde vermiş oldukları zu'afâ974, fukara ve âbidlerin975 de şefaatlerine
nail olacaklarına dair birçok rivayetler mevcuttur.
Bir kişi, hararetin şiddetli olduğu bir zamanda yolda bir
kuyuya rastladı. Kuyuya indi, su içerek çıktı. Tam o sırada kuyunun
ağzında bir köpeğin susuzluktan, ıslak toprakları yalayıp durduğunu
968
Taberani, El-kebir, 81204 Hadis No: 7826
969
İdhâl: Dahil etme, içine alma
970
Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket
971
Valideyn: Anne-baba
972
Naşi: Ötürü, dolayı
973
Tasadduk: Sadaka olarak verme
974
Zu'afâ: Zayıflar
975
Âbid: Çok ibadet eden

106
gördü. Kendi kendine: “Benim gibi bu zavallı da çok susamış” dedi.
Tekrar kuyuya indi. Mestini su ile doldurdu. Dişleriyle tutarak çıkıp
köpeği suladı. Bunun bu hareketini beğenen Cenab-ı Hakk, onu bütün
günahlarından mağfiret etti. Her canlı için bu mükâfat carî olduğu ve
bir rivayette cennete idhal976 olunacağı beyan buyrulmuştur.
İbn-i Mübârek'in rivayetinde, bir adamın dizlerinde çıkan bir
çıban, yedi sene devam etmiş. Yapılan ilaçlar fayda etmediği gibi,
doktorlar da aciz kalmış. Abdürrahman ebâ Abdürrahman diyor ki:
“Git, halkın suya muhtaç olduğu falan yerde bir kuyu kazdır. Umarım
ki, oradan çıkacak su sebebiyle senin yaran şifa bulur.” Adam bunu
yaptı. Cenab-ı Hakk da ona şifasını verdi. Bunlar bize insanların
hemcinslerine faydalı olmalarının, Cenab-ı Hakk tarafından
mükâfatssz bırakılmayacağına dair kuvvetli delillerdir.
Şimdi bizim bir Ramazan'ımız vardır. Bu mübarek ayda
yapılan her ibadet ve hayırlar yetmiş mislini yapmış gibi oluyor.
Ramazan sabır ayıdır. Sabrın mükâfatı da cennettir. Ramazan ihsan
ayıdır. Müminin rızkı arttırılır. Her kim bir oruçluyu iftar ettirirse,
onun günahlarına kefaret ve mağfirete sebep olduğu gibi,
cehennemden de azat olur ve oruçlunun ecri kadar da ecir verilir.
Oruçlunun ecrindense bir şey eksilmez.
Her kim Ramazan ayında helal kazancından bir oruçluya iftar
ettirirse, ona bütün Ramazan geceleri, rahmet melekleri mağfiret
dilerler ve Cebrail Aleyhisselam da, Kadir gecesinde onunla musafaha
eder. Her kime ki, Cebrail Aleyhisselam musafaha ettiyse, onun kalbi
rakik977 olur, imanı artar. Allah’tan korkusu çoğalır. Amel-i sâlihini
arttırır. Bunun için herkesin elinden geldiği kadar, bir lokma, bir
yudum süt, bir yudum su ile de olsa, bu büyük nimetlere ve ihsanlara
kavuşabilmesi için çok gayret göstermesi ne kadar gereklidir. 978

976
İdhal: Dahil etme, içine alma
977
Rakik: Yufka yürekli, merhamet ve şefkat sahibi olan
978
Et-Tergîb ve't Terhîb c. 2, s. 65 (Taam yedirme bahsi).

107
AHİRET SEVGİSİ VE DÜNYAYA BUĞZ979
Ahiret sevgisi her mümin ve müvahhid 980 için en önemli bir
vazifedir. Zira ahiret baki981, daimî, dünya ise fânidir982. Binaenaleyh,
baki ve daimî olan ve her türlü arızalardan ârî 983, nimetleri tükenmez,
her zaman istediğine nail olmak, hastalık, fakirlik ve ölüm gibi hallerin
de olmayacağı ve en âlâsı ise, varlıkların sahibi, bütün nimetleri bize
bahş984 eden Allahü Zü'l Celâl Hazretleri’nin cemâlini de müşahede
etmek nimet-i uzmâsına985 mazhariyyet de ahiret de olacağına göre,
fâni olan dünyaya, ahiret sevgisini tercih etmek elbette en akıllıca bir
işdir.
Dünyaya buğuza gelince: Ahiret yolu olan bu dünyada, imana
ve ahiret sevgisine zarar verecek kötü ve yasak olan fenalıklardan uzak
kalma demektir. Dünya sevgisiyle ahiret sevgisi bir arada imtizaç 986
edemeyeceğinden, bunlar terazinin iki kefesine benzetilmiştir. Dünya
tercih edilince ahiret kefesi boş kalır. Ahiret tarafı tercih olunsa dünya
kefesi boş kalır. Binaenaleyh, itidal 987 ile kullanabilmek ve
yaşayabilmek en akıllıca bir iştir. Çünkü dünya sevgisi bütün
günahların başı olduğu herkesin malumudur. Cenab-ı Hakk cümlemizi
dünya fitnelerinden muhafaza buyursun ve ahiretin, gözlerin
görmediği, kulakların da işitmediği, hatırlara bile gelmeyen güzel
nimetlerine de nail eylesin, âmin ve sallallâhü alâ seyyidinâ
Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

979
Buğz: Sevmeme, düşmanlık, nefret etme
980
Müvahhid: Müslüman
981
Baki: Ebedi, sonsuz, daimi
982
Fâni: Geçici, ölümlü
983
Ârî: Arınmış, uzak
984
Bahş: Bağışlama, veren
985
Uzmâ: En büyük, çok büyük
986
İmtizaç: Birbiriyle karışma, kaynaşma
987
İtidal: Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük

108
DÜNYANIN KEYFİYETİ
(Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname'sinden).
Üçüncü kısım:
Dünyanın keyfiyyeti, mihnet ve meşakkati, ona meyl 988
edenlerin şekâvetini989, terk edenlerin de saadetini bildirir.
Ey aziz, ehlullah demişler ki:
Dünyanın misali, uyku ve gölgeler gibidir. Dünya dâr-ı fena990,
yorgunluk ve meşakkat991 yeridir. Şimdiye kadar kimsenin elinde
kalmamıştır. Dünya, meşakkat, mihnet992 yeri ve günahlara vesile olan
bir yerdir. Aynı zamanda intikal993 yeridir. Akıllı ve zeki insanlar
dünyayı boşamışlar, yani ona iltifat etmemişlerdir. Dünyanın terki
büyük bir saadet ve devlettir. Dünyaya rağbet ise, Hâlık-ı Zü'l Celâl'ın
gazabını mucipdir994. Dünya tıpkı bir bulut gölgesi gibidir. Uykuda
görülen rüyalar ve aldanmalar gibidir. Dünya, bir zıll-i zâil 995 ve
uykuda olanın hâlidir. Ona meyleden996 gafil, elbette pişman olacaktır.
Dünya, daima değişen ve bir hâl üzere olmayan bir yerdir. O seninle
kalsa da, sen onunla kalmazsın, kalamazsın. Dünya, müminin
zindanıdır. Ölüm, onun emniyet yolculuğunun ve yerinin başlangıcıdır.
Cennet, onun mekânıdır. Kim ki dünyayı terk eder, onun ayıplarını
anlamıştır. Dünyadan cesedin çıkmazdan önce sen onu kalbinden
çıkar. Zira dünyanın, Allahü Teâla yanında hiçbir kıymeti yoktur. Ona
muhabbet, her belanın esasıdır. Dünya lezzetlerini terk eden, cennet
nimetlerini bulur, iki âlemde aziz ve muhterem olur. Dünya haraptır.

988
Meyl: İstek, yönelme, eğilim
989
Şekâvet: Her çeşit kötülük içinde olmak, eşkıyalık, haydutluk
990
Dâr-ı fena:
991
Meşakkat: Güçlük, zahmet
992
Mihnet: Zahmet, eziyet
993
İntikal: Bir yerden başka bir yere geçme, geçiş
994
Mucip: Gerektiren
995
Zıll-i zâil: Geçen gölge
996
Meyil: İstek, yönelme, eğilim

109
Şarapları seraptır. Nimetleri azaptır. Safâsı kederdir. Dünya, bedenleri
yok eder. Emelleri tazeler. Kendini sevenlerden yüz çevirir.
Sevmeyenlere de ikbal997 eder. Dünya, kuşları ve balıkları tutan bir
ağdır. Ona meyleden âkil değildir. Dünya, zehirli bir helvaya benzer.
Ona aldanıp yiyenin hâli malumdur. Dünya nimetleri elden ele dolaşır.
Ahvali998 daima değişiktir. Sen ona aldanmadan dünyadan çıkarsan,
selamete erişirsin. Dünya ve ehline itimat ve itibar olunmaz. Zira
dünyada ve ehlinde vefa ve safâ bulunmaz. Allah'ı isteyenler buradan
geçer, gider. Ahirete ragıb999 olanlar, onu sevenler ve isteyenler,
buradan kaçarlar. Şimdi, fâniyi1000 terk edip baki1001 olan ahireti alasın.
Dünya sevgisi, bütün fitnelerin başı, mihnetlerin aslıdır. Dünyayı terk
ise, bütün necatların1002 başı ve felaha sebeptir. Fâniyi terk, bakiyi
almak hünerdir. Ne teaccüb1003 olunacak şeydir ki, kendini ve nefsini
bilen kişi bu dünya ile nasıl ünsiyet1004 edebilir? Dünyanın sonu
fenadır. Dinin gayesi ise, rızaullahdır1005. Eşkıyaların rağbeti
dünyayadır. Saîdlerin1006, mesut olanların rağbeti de ahiretedir.
Dünyanın çokluğu, ahireti için zarardır. İzzeti de, nihayet -yani
ahirette, belki dünyada da- zillettir. Dünyaya aldananlar cahillerdir.
Akıllılar ise, onu kabul etmekten kaçmıştır.

Eğer cihanı gönlünden cüda1007 edersen sen...


Huzur-u zevkle zikr-i Hüdâ1008 edersin sen.
997
İkbal: Kıymet verme, yönelme
998
Ahval: Haller
999
Ragıb: İsteyen, rağbet eden
1000
Fâni: Geçici dünya
1001
Baki: Ebedi, sonsuz, daimi
1002
Necat: Kurtuluş, selamet
1003
Teaccüb: Şaşma, hayret etme
1004
Ünsiyet: Yakınlık, dostluk
1005
Rızaullah: Allah'ın rızası
1006
Saîd: Allah kendisini sevmiş, O'nun rızasına ermiş olan, ahireti için
çalışan kimse.Mutlu, saadete erişmiş.
1007
Cüda: Ayrı, ayrılmış
1008
Zikr-i Hüdâ: Allah'ı zikretme, anma

110
Dünya işlerinde cahil ve lâin1009, din işlerinde âkil ol.
Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahireti bul. İlm-i yakîni 1010 sahih olan,
bakiyi bırakıp fâniyi almaz. Şehvetleri terk eden pak olur.
Afetlerden1011 selamet bulur. Dünyayı anlayan zühd 1012 eder. Daima
Hakk'la beraber olmak isteyen yalnızlık arar. Kıble-i hâcât 1013, Hazret-i
Hakk'tır. Hakk’ı bırakıp, halktan isteyenler zarardadır. Allahü Teâla'yı
çok zikredenler, dünyaya aldanmazlar. Kim ki Allah için bir nesneyi
terk eder; Hakk Teâlâ ona, ondan daha hayırlısını ihsan eder. Rahat ve
selamet isteyen, dünya ile kalmaz ve meşgul olmaz. Kim ki nefsinden
haberdardır ve dünyanın arzularından uzak kalmıştır, ol Mevlâ'sını
bulmuştur. Mevlasını bilene dünya hizmet eder. Dünyaya hizmet edeni
de, dünya kendine köle eder. Her doğurduğunuz netice itibariyle
toprağa girer. Her yaptığınız da, nihayet harab olur, yıkılır gider.
Dünyada kanaat tükenmez bir hazinedir.
Bu dünya, ibadet edenler için bulunmaz bir ganimettir. İbretle
bakanlar için bin hikmet yeridir. Manasını anlayanlar için selamet
evidir. Dünya dar bir yer ve meşakkatle doludur. Ahiret ise, hem baki
hem de çok geniş, sonsuz saadet ve selamet yeridir. Cenab-ı Hakk'la
ünsiyet1014 ve huzur yeridir. Artık hangisini istersen beğenirsen, onu
almak senin elindedir. Buna ihtiyâr-i cüz'î 1015 derler. Mükâfat ve
mücâzâtlar1016 da buna göre olacaktır.
Dördüncü kısım:
Nelerin dünyadan ve nelerin ahiretten olduğunu bildirir.
1009
Lâin: Lanetlenmiş, herkesin kınadığı
1010
İlm-i yakîn: Göz ile görür derecede görerek, müşahede ederek bilmek,
İlmi delillere dayanan kesin bilgi
1011
Afet: Bela, felaket, musibet
1012
Zühd: Dünyaya rağbet etmeyip, nefsani zevk ve arzudan kendini çekerek
kendini ibadete verme.
1013
Kıble-i hâcât: Allah z.c. Hz.
1014
Ünsiyet: Yakınlık, dostluk
1015
İhtiyâr-i cüz'î: İnsanın elindeki çok az seçme gücü, insanın zayıf iradesi
1016
Mücâzât: Cezalandırma, ceza verme

111
Ey aziz, ehlullah demişler ki:
Her nesne ki insan için ölümden evvel, -hayır olsun, şer olsun-
dünyanın cümlesinden ma'duddur1017. Habib-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri,
dünyayı bize anlatırken hayırlı şeyleri ayırıp, ibâdât, tâât, Kur'ân-ı
Kerîm okumak, dini sözler, ameller ve haller mezmum 1018 olan
dünyadan olmayıp, ahiret amellerinden sayılmıştır. Halbuki bunlar da
yine bu dünyada kazanılmaktadır. Zira kul öldükten sonra bu hayırlı
işlerini yanı başında bulacaktır.
Bundan anlaşılıyor ki, her lezzet kesilir, insan öldükten sonra
onun semeresi1019 bakidir. O lezzetler bu mezmum olan dünyadan
değildir. Vakıa o lezzetler, yine bu âlemde ve bu dünyada hasıl
olmaktadır. Fakat bunların semerelerinin ahirette bulunmasından naşi,
bunlar da ahiretten sayılmıştır. Dünyada yapılmış, fakat ahiret için
yapıldığından ötürü, ahiretten addedilmiştir. Zira dünya, ahiretin
tarlasıdır. Ahiret için olan şeylerin hepsi, ahiretten bilinmiştir, makbul
ve memduh1020, medh-ü senâ1021 kılınmıştır. Ama ol eşya ve ameller ki,
öldükten sonra onların hiçbir faydası olmayacaktır. Maâsî 1022, günahlar
ve emsali, hacetten fazla mübahlar1023 ile iştigal1024, bunların hepsi
mezmum olan dünyadan ma'duddur. Ahirete yardımı olan ve onlarsız
yaşamak ve ibadet etmek mümkün olmayan, yeme, içme, uyuma,
kazanma, ticaret, sanat ve ziraat gibi şeyler de yine dünyadan
sayılmayıp, ahiretten sayılmıştır. Şu kadar var ki, bunları yaparken
günahları ve haramları irtikâp1025 etmeyip ibadetlere de noksanlık
vermemek şarttır. Mesela yerken, öyle aç gözlüler gibi karnını tıka
basa doldurmak, envâ-ı çeşit meşrubatı israf edercesine içmek ve
1017
Ma'dud: Hesap edilen, sayılan
1018
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
1019
Semere: Ürün, sonuç
1020
Memduh: Övülmüş
1021
Medh-ü senâ: Övme ve yüceltme
1022
Maâsî: İsyanlar, asilikler, günahlar
1023
Mübah: Dinen yapılmasında veya yapılmamasında herhangi bir sakınca
olmayan, helal olan davranışlar; caiz görülen
1024
İştigal: Meşgul olma, uğraşma
1025
İrtikâp: Yapma, işleme

112
sabahlara kadar uyumak, süslü, saltanatlı, ziynetli evlerde oturmak,
süslü, kıymetli, ziynetli elbiselere iltifat etmek, doğrusu ahiret yolcusu
bir Müslümana hiç yakışmaz. Daha iyisi, bunlardan yapılacak iktisatla
muhtaçların yardımına koşmak ve onları sevindirmek, onların dualarını
almak ve bunun için her halde iktisada riayet etmek mecburiyetinde
olduğumuza inanarak, Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin ve
ashabının yolunu yol edinmek en doğru ve en akıllıca bir iştir.
Hatta bu hususta biraz da sözlerinde iktisad 1026 eder, fazla ve
lüzumsuz şeyleri konuşmamaya dikkat ederse daha iyi olur. Malum ya
insan, birşeyle meşgul iken diğer işlerden gafil olursa, bu sefer gönülde
asıl maksad ve gaye olan huzurdan mahrum kalacağını düşünerek,
sözleri muhakkak terk etmek gerektir.
Dünyada bizlere verilen her çeşit mal, mülk, hayvanat, bağ ve
bahçelerin, tabiatiyle hiçbir kabahati yoktur. Kabahat, yalnız bunları
kullananlarındır. Bu nimetleri, ahiretimizi kazanabilmek için
kullanırsak, bunlar ahiretten sayılır. Hatta muharebelerde kullanmak
için bu hayvanlara, atlara verilen yemler, sular ve hatta bunların
gübreleri bile kişinin terazisine konulacağı muhakkaktır. Şu halde
bunlar dünya nimetlerinden olmakla beraber ahiret saadetini
kazanmaya vesile oldukları için ahiretten sayılmışlardır. Bilakis
bunları kullanan zât, iman ve İslam'dan uzak, sırf kendi menfaati
iktizası1027, iftihar1028 ve gurura ve diğer günahlara ve israflara vesile
olarak kullanırsa, elbette o zaman bu mallar ve mülkler, servetler
mezmum olan ve insanı huzur-u Hakk'tan alıkoyan, dünyadan
addolunmuştur. Bu sebebden, mal ve mülk, iyi ve salih kimseler için
ne kadar güzelse, salih olmayan kişiler için de o kadar kötüdür
vesselam. Binaenaleyh yemek ve içmekte Peygamber yoluna gidip
iktisada riayet ederek, boş sözleri de bırakarak, hayır ile konuşsa ve
ilm-i hâlini1029 de öğrenip bilse, muhakkak o kimse dünya lezzetleri ile

1026
İktisad: Tutumlu olma, gereği kadar ölçülü harcama
1027
İktiza: Gereği
1028
İftihar: Övünme
1029
İlm-i hâl: İslam dininin her müslüman için bilinmesi gereken temel

113
beraber Mevlâ'nın rızasını da bulmuş olur.
Bunlardan anlıyoruz ki, mezmum1030 olan dünya öyle bir şeydir
ki, seni ahiret amellerinden mahrum ve Hakk'dan meşgul eder, alıkor.
Her ne ki, Hakk Teâlâ'ya teveccüh1031 etmek, ona dönmeye, taat ve
ibadetine yardımcıdır; o şey, aynen ahiret ameli olduğu, ehli indinde
sabittir. Hakikatte din umurundan1032 sayılmıştır. Bir kâmilin dediği
gibi, “Seni Mevlâ'dan uzaklaştıran her şey dünyaya aittir.”
Halbuki cemî1033 insanlar ibadet için halk olunmuşlardır.
İbadetlerdeki esrarlarda1034, mâsivâdan1035 fariğ1036 olan kalb-i selîm ile
celâl ve cemâl-i mabudu1037 zikir ve fikir edinmek bilinmiştir.
Binaenaleyh, seni bundan alıkoyan herşey mezmum olan dünyadan
olup, işçi, amele ve hizmetkârlarla, mal ve mülkünün kesreti 1038 ile
avunarak, iftihar ve gururlar, kibir ve ucûbler 1039, hırs1040 ve hasetlerle1041
ve şehvetleriyle meşgul olarak Rabb’ine teveccüh edemeyen zavallı
insana ne kadar yazıktır dersek azdır. Çünkü asıl özü, cevheri
bırakmıştır, posası ile meşgul olmaktadır. Bu elbette akıllılar işi
olmadığı cümlece malumdur. Onun için Peygamberimiz Efendimiz
(s.a.v.) Hazretleri buyurmuşlar ki: “Benim fikrimde, gıpta1042

bilgileri
1030
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
1031
Teveccüh: Yönelme, dönme
1032
Umur: İşler
1033
Cemî: Bütün
1034
Esrar: Sırlar
1035
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1036
Fariğ: El çekmiş, vazgeçmiş
1037
Cemâl-i mabud: Cenab-ı Allah’ın cemali
1038
Kesret: Çokluk
1039
Ucûb: Ameline, yaptığı iyilik ve ibadetlerine güvenerek bunlarla övünme;
ayıplarını görmeyip kendini beğenme
1040
Hırs: Önüne geçilmez derecede kuvvetli istek
1041
Haset: Allah'ın bir kimseye ihsan ettiği nimetin onun elinden çıkmasını
istemek, çekememezlik
1042
Gıpta: Kıskanmadan imrenme

114
olunacak, imrenilecek evliya, şol mümindir ki, yükü hafif, namaz ve
orucundan fazlasıyla nasibini almış, gizli ve aşikâr, Rabb’ine gerçek
ibadet kıla ve nâs1043 içinde kendisi meşhur olmayıp, gizli bulunan ve
herkes tarafından bilinmeyen, miktar-ı kâfi 1044 rızıkla geçinen ve her
hâline sabredendir”1045 deyip, sonra onun hüsn-ü hâlinden, malının
azlığına, dünya ziynet ve saltanatlarına kıymet vermediğinden ve çok
sevinç ve aynı zamanda korku ve hüznü olmadığına teaccüben 1046
buyurmuştur ki: “Her arzusu hazır ve her safâsı 1047 tebrik olunmaya
şayeste1048 bir kimsedir, bir mümindir” diye medh ü sena1049
buyurmuşlardır.

Bu vücudun mülkü elinden çıkmadan...


Dûr-i eyyam1050 ol hisarı yıkmadan.

Suret-ü mana1051 ikisi yâr iken.


İki âlem de elinde var iken.

Hubb-ü1052 dünyayı içinden gider.


Tâ alasın âlem-i candan1053 haber.

1043
Nâs: İnsanlar
1044
Miktar-ı kâfi: Yeterli miktarda
1045
Tirmizi, Zühd, 35. İbn Mace, Zühd, 4.
1046
Teaccüb: Şaşma, hayret etme
1047
Safâ: Gönül şenliği
1048
Şayeste: Layık
1049
Medh-ü sena: Övme ve yüceltme
1050
Dûr-i eyyam:
1051
Suret-ü mana:
1052
Hubb: Sevgi, muhabbet
1053
Alem-i can:

115
Nuru zulmetten yoğurmuşlar seni.
Canını nûr anla, zulmet1054 bu teni.

Ten, murad-ı ekl ü şürb1055, mülk ü mal.


Can temennası1056, Cemâl-i Zü'l Celâl.

Lâcürüm1057 ednâ1058 yeri ednâ sever.


Yani, ten dünya, can Mevlâ sever.

Ariyet gömlektir on günlük tenin.


Besle canı ariyet1059 nurdur senin!

Âlemin hem canı hem sultanı sen.


Yazıktır kim olasın mağlûb-u ten1060.

Mecme'ıl bahreyn1061 sensin aç gözün.


Cemsin1062, hiçe sayma kendüzün1063.

1054
Zulmet: Karanlık
1055
Murad-ı ekl ü şürb: Yiyip içme arzusu, isteği
1056
Temenna: Arzu, istek
1057
Lâcürüm:
1058
Ednâ: En düşük
1059
Ariyet: Geçici
1060
Mağlûb-u ten:
1061
Mecme'ıl bahreyn: İki denizin kavuşma yeri
1062
Cem:
1063
Kendüzün:

116
Son beyit pek canlı bir şekilde insanın ne demek olduğunu ve
onun kemâlini pek açıkça anlatmaktadır. Mecme'il-bahreyn iki derya
yani, sen dünya ve ahiretin en makbulü 1064 bir mahluksun. Aynı
zamanda yine sen, câmi'-i cem1065 öyle bir aynasın ve öyle bir
metâ'sın1066 ki, mahlukat içinde emsalin 1067 bulunmaz ve sende, Hakk
Sübhânehu ve Teâla’nın celâl ve cemâli, kudret ve azameti, pek aşikâr
bir surette görülür. Binaenaleyh kadir ve kıymetini bil de, kendini yok
yere ve boşu boşuna zayi edip topraklar içinde çürüyüp gitme. Bu
dünyaya gelen sayısı belirsiz insandan hiç kimse kalmamış, vaktini
dolduran bu misafirhaneyi bırakıp gitmiştir. Sen de bunu unutma.
Ey aziz ve sevgili evlat!
İnattan bir şey elde edilmez. Firavunluktan da bir şey hasıl
olmaz. Gel, iyi düşün, Hakk'a yönel. Ölümden sonra başa gelecek
cennet nimetlerini bırakıp, cehennemi satın alma.
Beşinci kısım:
Dünyanın insanları kandırmakta, aldatmaktaki hünerlerini ve
saadet sahiplerinin de kanaatle, onun hilesinden emin olup, rahat ve
selamete erdiklerini bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Dünya, bir sâhire sihirbazdır ki, kendisini daima seninle sakin
gibi gösterir. Sen öyle zannedersin ki, ol seninle ebedî kalır. Halbuki,
gece ve gündüz o senden firar üzeredir. Dünyanın ömrü, bir gölgenin
durmayıp gittiği, bir suyun aktığı gibi akıp gitmektedir. Öyle ise bunda
nasıl ikâmet olunur? Bu dünya bir gaddar1068, bir zalimdir ki, sana

1064
Makbul: Kabul gören, geçerli, beğenilen
1065
Câmi'-i cem: Arifin ya da müridin temiz ve saf, her şeyden bağlantısını
kesmiş, özgür, içerisi ayna gibi parıldayan şeffaf gönlü
1066
Metâ': Kıymetli, değerli şey
1067
Emsal: Benzer, denk, eş
1068
Gaddar: Acımasız, çok zulmeden, kahreden

117
sadakatler1069 arz eder, muhabbetler gösterir ve seni kendine meyil 1070
ve muhabbet ettirdiği zaman derhal yüz çevirip katline 1071 kasd1072 eder.
Yine bu dünya öyle bir ihtiyar kadına benzer ki, kendini gayet ziynetli
elbiselerle, kollarında ve boynunda son derece kıymetli altın, gümüş,
yakut, inci gibi şeylerle süsleyip, seni kendisine rağbet ettirerek evine
misafir edince, hemen senin canına kasd eder. Evinde soyunduğu
vakit, kendisinin bütün ayıpları meydana çıkar. Sen pişman ve
nadim1073 olarak kaçacak yer ararsın ama, bir kere kafese tutulan kuş
gibi çıkacak hiçbir yer bulamaz, onun elinde helak olursun.
Nitekim feyiz1074 kaynağı olan İmâm-ı Gazâlî (k.s.) Hazretleri
de, şöyle izah eder: “İnsanın bu dünya misafirhanesinde, misafirliğini,
kendini ve Rabb’ini unutan adamın misali şöyledir: Şol hacı kafilesine
takılıp hacca giden gafil kişi gibidir ki, bazı güzel gördüğü çöllerde,
hayvanını besler ve onu tımar eder. Bazen da, hayretlere düşüren
güzel manzaraları temaşa ederken, kafilesini unutup kaçırır ve o
çöllerde yalnız başına kalır, yırtıcı canavarlar tarafından
parçalanarak mahvolur.”
İşte tıpkı bunun gibi, dünyanın nefis yemeklerine ve süslü,
ziynetli elbiselerine, muhteşem konak ve saraylarına aldanıp, ibadet ve
taati unutan, iman ve İslamdan mahrum kimselerin hâline misal
olmuştur. İşte o kafilesini kaçırıp yalnız başına kalarak canavarlara
yem olan gafil kişi gibi, Cenab-ı Hakk cümlemizi dünyaya aldanıp bu
acı akıbetlere1075 düşmekten muhafaza buyursun, âmin...
Şüphesiz akıllı ve uyanık o kimsedir ki, kendi nefsî işlerinde
ve dünyası hususunda bir gam1076 ve keder çekmez. Emelini mümkün

1069
Sadakat: Samimi bağlılık, doğruluk
1070
Meyil: İstek, yönelme, eğilim
1071
Katl: Öldürme, öldürmek
1072
Kasd: Niyet, istek, amaç
1073
Nadim: Pişman
1074
Feyiz: Manevi zevk, manevi haz, ilim
1075
Akıbet: Son
1076
Gam: Kaygı ,tasa, keder

118
mertebe kısaltıp yarını düşünmez. İbadette kuvvet bulacak ve arifler 1077
yoluna sâlik olacak miktardan ziyade maişet 1078 düşüncesi yapmaz.
Bundan anlaşılıyor ki, saîd1079 odur ki, niçin halk olunduğunu bilip ona
göre hazırlanır ve ondan başkasını terk edip istemez. İşleriyle, ancak
zaruri ihtiyaçları kadar meşgul olur. Şakî 1080 de o kimsedir ki, şehvet ve
gafleti kendisine galip olur. Nefsi ve dünyası için çalışır. Yiyip, içip
şehvetiyle lezzetlenir. İbâdât1081 ve taati bırakıp ticarete gider. Gider
ama bu dünyadan gözlerini yumunca, ahirete de eli avucu boş olarak
gider. Lâ havle ve lâ kuvvete illa billah. Yâ Rab, bizi ve kardeşlerimizi
senden ayıran herşeyden muhafaza eyle. Hakk yolunda hidayetler 1082
nasip eyleye ve bizleri dâl1083 ve mudîl1084 olanlardan etme, Yâ Rab. Ve
sallallahü alennebiyyi Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Ey gönül gafletten agâh1085 ol, hazer1086 kıl zinhar1087.


Mekr1088 eder, bidâr-i hasm1089 olmuş sana bu rüzgâr.
Kısmet-i miras hordur1090, mülk-ü mal sandığın.

1077
Arif: Allah'ın sırları kendisine açılmış seçkin kul
1078
Maişet: Geçim
1079
Saîd: Allah kendisini sevmiş, O'nun rızasına ermiş olan, ahireti için
çalışan kimse.Mutlu, saadete erişmiş.
1080
Şakî: Her türlü günahı işleyebilen, Allah'ın rızasından ve ahiret
mutluluğundan yoksun olan kimse
1081
İbâdât: İbadetler
1082
Hidayet: Doğru yolda olma; hak üzere olma; hakkı hak, batılı da batıl
olarak görüp doğru yola girmek
1083
Dâl: Kur'an ve iman yolundan sapan, dalalete giden, azan, şaşkın
1084
Mudîl: Kötü yola sevkeden
1085
Agâh: Haberdar, malumatlı, bilen
1086
Hazer: Sakınma, çekinme
1087
Zinhar: Sakın, asla
1088
Mekr: Hile, aldatma
1089
Bidâr-i hasm: Bu dünyadaki düşmanlar
1090
Hor: Kıymetsiz, değersiz

119
Hubb-u mülk1091 ve cem-i mâli1092 koy, hiç etme itibar.
Bu cihan dârü'l beladır1093, ol cihan dârü's sürur1094.
Bu cihan bî'se'l karîn1095, ol cihan ni'me'l karar1096.
Zahmet-i dünya kadardır, nimet-i ukbâ1097 sana.
İzzinin cevri kadar lezzet verir, dâr-i diyar1098.

Yedinci kısım:
Dünya, ehl-i dünya ve nefs-i hevânın mümine düşman ve
taatlerine ve Hakk’ın huzuruna mâni olduğunu bildirir.
Ey aziz: Ehlullah demişler ki:
Mümin kulunu ibadet ve huzur-u Mevlâ'dan alıkoyan
mânilerden1099 sakınmak, en mühim işlerden biridir. Halbuki, taat 1100 ve
huzûr-u Hakk'tan1101 kesilenler, ya dünya ile, ya halk ile veya nefsiyle
meşgul oldukları mücerreb1102 ve meşhurdur. Ama dünya sana lazımdır
ki, ondan zühd edip sakınınca üzerinde olasın. Zira emir üçten hâlî
değildir. Ya sen basiret1103 ve fıtnat1104 ehlindensin, bu sana kifayet1105
eder ki, dünya senin dostun ve habibin olan Rabb’inin düşmanıdır.

1091
Hubb-u mülk: Mal sevgisi
1092
Cem-i mâli: Bütün mal
1093
Dârü'l bela: Bela yurdu
1094
Dârü's sürur: Sevinç yurdu
1095
Bî'se'l karîn: Kötü yakınlık
1096
Ni'me'l karar: Karar mercii
1097
Nimet-i ukbâ: Ahiret nimeti
1098
Dâr-i diyar: Dünya alemi
1099
Mâni: Engel
1100
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
1101
Huzûr-u Hakk: Kulun kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi
1102
Mücerreb: Denenmiş, tecrübe edilmiş
1103
Basiret: Gönül gözü ile görme, hakikati kalbiyle hissedip anlama
1104
Fıtnat: Yaratılıştan gelen iyi anlama kabiliyeti, zekilik, hikmet
1105
Kifayet: Yeter miktarda olma

120
Yahut sen, ibadete himmet1106 ehlindensin, tez sana bu da kifayet eder.
Veya sen cehil1107 ve gaflet1108 ehlindensin, ne basiretin var ki, Hakk ile
olasın ve ne himmetin var ki, O'na ibadet kılasın. Ta ki huzûr-u üns 1109
bulasın. O da sana kifayet eder ki, muhakkak dünya baki kalmaz, ya
sen dünyadan ayrılırsın, veya o senden ayrılır. Eğer sen onunla kalsan,
o seninle kalmaz. Dünya böyleyken onu talep etmekte ve ömr-ü
azîzi1110 telef1111 etmekte ne fayda vardır?
Ama halk sana lazımdır ki, bunlardan uzlet 1112 edesin. Eğer sen
halk ile ihtilat1113 edip, âdât1114 ve hevâlarında1115 onlara muvafakat
edersen, kalbin hâlini ifsad1116 ve ahiretin umurunu1117 berbat ederler.
Eğer onlara muhalefet edersen ve doğruyu söylersen, cefalarıyla
müteezzî1118 olursun. Sonra şerlerinden emin olmayıp, düşmanlıkları,
adavetleri1119 fikrinde kalırsın. Eğer seni medh ve tazim etseler, senin
için ucûb1120 ve fitneden korkulur. Eğer seni zem 1121 ve tahkir1122 etseler,
o zaman sende ya hüzün veya gazap bulunur. Öyle ise gerek medh ve

1106
Himmet: Gayret
1107
Cehil: Cahillik, bilgisizlik
1108
Gaflet: Nefsin arzularına uyarak; Allahü Teala'yı, emir ve yasaklarını
unutma (duyarsız kalma) hali
1109
Huzûr-u üns: Sevgiden meydana gelen huzur
1110
Ömr-ü azîz: Kıymetli, değerli ömür
1111
Telef: Boş yere harcama, boşa gitme
1112
Uzlet: Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
1113
İhtilat: Karışma, karışıp görüşme, kaynaşma
1114
Âdât: Adetler
1115
Hevâ: Nefsani zevklere uyma, nefsin zararlı ve günah olan arzu ve
istekleri
1116
İfsad: Bozma, bozmak
1117
Umur: İşler
1118
Müteezzî: Eziyet çeken, incinen
1119
Adavet: Düşmanlık
1120
Ucûb: Ameline, yaptığı iyilik ve ibadetlerine güvenerek bunlarla övünme;
ayıplarını görmeyip kendini beğenme
1121
Zem: Kötüleme, ayıplama, çekiştirme
1122
Tahkir: Hakaret etme, aşağılama

121
gerek zem, âfât-i mühlikedendir1123. Böyle olunca bu vefasız kalple
ömrünü zayi edersin ve Mevlâ'ya dönüp ibadet eylemezsin ki, akıbet 1124
O'na rücu1125 edip gidersin.
İnsan şehvet hâlinde korkunç bir deli gibidir. Gazap hâlinde
yırtıcı bir canavar kesilir. Musibet hâlinde çocuk gibi korkak olur.
Nimet hâlinde, Firavun misalidir. Aç kalırsa feryat ve figanı basar. Tok
olduğu zaman, boş sözler söyler. Böyle bir dünyaya akıllıca bakan bir
insan, elbette bundan kaçmaktan başka çare bulmaz. Hem bekâsı yok,
hem de kalbi meşgul ve bedeni zahmetlere, zararlara sokar.
Binaenaleyh sen dünyada zâhid olursan, ondan ancak ibadette kuvvet
bulacak miktarını alırsın. Sâir1126 nimetler ve ziynetlerinden kaçarsın.
Böylece de selîm bir kalp ile huzûr-u Hakk'a gidersin. İyi bil ki, halkın
asla vefası yoktur. Sana olan zahmet ve sıkıntıları, yardımlarından
daha çoktur. Sana yakışan, halktan kaçıp, hayırlarıyla intifa 1127,
şerlerinden uzak kalasın. Nâs1128 ile ateşe olan ihtiyaç kadar muamele
edersin. Ateşe yakın olursan, seni yakacağı muhakkaktır. Öyle ise,
senin muinin1129 olan ve senin halıkın olan, Allah'ınla ol. Halktan uzak
olduğun kadar, Hakk'a yakın olursun. Saadet darını1130 bulursun.
Yine iyi bil ki, Nefs-i emmâre 1131, gayet şerli ve bir
hilekârdır1132. Akl-ı külle1133 âsî ve ehl-i ahirete büyük bir düşmandır.
Öyle ise, az yemek, az uyumak ve az konuşmakla beraber gafil
insanlardan da uzak kalırsan, nefsini kendine muti 1134 eder ve onun
1123
Afât-i mühlike: Helak eden belalar, öldürücü afetler
1124
Akıbet: Son
1125
Rücu: Geri dönme
1126
Sâir: Diğer, başka
1127
İntifa: Faydalanma, yararlanma
1128
Nâs: İnsanlar
1129
Muin: Yardım eden
1130
Dar: Ev, yer, mekan
1131
Nefs-i emmâre: İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere
sevk eden insan nefsinin en aşağı mertebesi
1132
Hilekâr:Hileci, düzenbaz
1133
Akl-ı külle: Allah z.c. Hz.’nin külli ilmi
1134
Muti: Uyan, tabi olan

122
düşmanlığından ve şerrinden halâs1135 olup huzûr-u Mevlâ'ya gidersin.
Ebû Tâlib-i Mekkî (r.a.) demiştir ki:
“Evliyalar evliya olmadılar. Ancak açlık, uykusuzluk, sükût 1136
ve uzletle1137 oldular.” Bu zât Mekke-i Mükerreme dağlarında, on veya
daha ziyade seneler otlarla gıdalanıp, uzletle yaşamıştır. Sonra şehre
inip, Kût'ül Kulüb ismindeki kitabını yazmıştır.
Bir kâmil der ki:
“Sermaye-i saadetimiz1138 açlıktır. Yani, bizim için hasıl olan
zevk ve marifet, şevk ve muhabbet, ilim ve hikmet neler varsa hepsi
açlıkla bulunur.”

Kevn-ü fesat1139 âleminin şanıdır fena1140.


Bu şeş cihette gayre1141 taallûk1142 nedir ınâ1143.
Nur-u Hüdâ olur, çü gıda ruha dembedem1144.
Bu nân-ı âbı1145 yüklem1146 olmaz ana gıda.
Dil verme bu hayata, sakın kılma itibar.
Kim sende ariyettir1147, anı hem alır Hüdâ.

1135
Halâs: Kurtulma, kurtuluş
1136
Sükût: Susma
1137
Uzlet: Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
1138
Sermaye-i saadet: Mutluluk sermayesi
1139
Kevn-ü fesat: Var olup sonra bozulmak
1140
Fena: Kulun benliğinin Allah varlığında yok olması
1141
Gayr: Başka, (Allah'tan) başka
1142
Taallûk: Dünyaya karşı duyulan ilgi, bağ
1143
Inâ:
1144
Dembedem: Zaman zaman, ara sıra, bazen
1145
Nân-ı âbı:
1146
Yüklem:
1147
Ariyet: Geçici

123
Ver Hakk’a bu emaneti, sen zinde ol ebed.
Âb-ü beka1148 ile doludur kâse-i fena1149.
Birdir iki cihan ve bir aynadır hemen.
Zahri bu âlem oldu yüzü âlem-i beka.
Hakkı, cihân-ı fâniye1150 dil verme fâni ol.
Tâ âlem-i bekada1151 bula can ve dil beka.

Sekizinci kısım:
Dünyadan ve ehlinden uzak olmayı ve nefsini koyup gönülden
içeri Mevlâ'ya rücu1152 edip gitmeyi bildirir.
Ey aziz; Ehlullah demişler ki:
Kim ki dünyadan zühd1153 ve î'raz1154 edip Mevlâ'sına teveccüh
ve rağbet eder, Hakk Teâlâ ona inayet 1155 edip, marifet ve muhabbetini
i'tâ1156 ve ihsan eder. Bu Hakk ve ünsiyette 1157 şad1158 edip, ondan razı
olur ve ahiretteki yerini rıdvan bahçeleri eder. Kim ki, Mevlâ'sını
unutup, zikir ve fikirden, ibadet ve taatten ı'raz 1159 ile dünyaya ve ehl-i
dünyaya meyil ve muhabbet eder ve nefsine uyup, hevâ ve arzusunca
giderse, Hakk Teâlâ ondan î'raz edip, ona olan lütuflarını alır ve onu
kendi hevâsına bırakıp, ahirette cehenneme odun olur.
1148
Âb-ü beka:
1149
Kâse-i fena:
1150
Cihân-ı fâni: Geçici dünya
1151
Âlem-i beka: Devamlı ve kalıcı olan ahiret alemi
1152
Rücu: Geri dönme
1153
Zühd: Dünyaya rağbet etmeyip, nefsani zevk ve arzudan kendini çekerek
kendini ibadete verme.
1154
İ'raz: Yüz çevirme, uzak durma
1155
İnayet: Yardım, lütuf, iyilik
1156
İ'tâ: Verme
1157
Ünsiyet: Yakınlık, dostluk
1158
Şad etmek: Sevindirmek, mutlu etmek
1159
I'raz: Yüz çevirme, uzak durma

124
Nitekim Hazret-i Mûsâ Aleyhisselam’ın zamanında
Erzurum'un cenup1160 tarafında büyük ve meşhur bir âlim, oradaki
dağın tepesinde inziva1161 hâlinde bulunmaktaydı. Büyük velîlerden
Belam ibn-i Bâhura ismiyle şöhret bulan bu zât, evliya makamlarının
en üstününe ulaşmıştı. Buna rağmen hatası, dünyaya ve ehl-i dünyaya
meyil1162 edip, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselam’a isyan ile muhalefete
düşmüştü. Hakk Teâlâ onu kahredip, marifetini almış ve huzurundan
tard1163 edip bir kelb1164 misali kılmıştır. Bu zatın ilk devirlerinde, vaaz
meclislerinde, onikibin kişi divit 1165 ve kalem ile bunun sözlerini dinler
ve yazarlarken, son zamanda bu dünya sevgisi sebebiyle helak olup
gitmiştir.
Artık sen bu dünyayı kıyas eyle ki, O'na meyil ve rağbet 1166
eden ulemâ ve sulehâyı ne belalara düşürüyor. Hemen Rabb’ine ibadet
kıl ki, ol sana hâdî1167 ve nasırdır1168. Dünyayı ve ehlini terk et ki,
afatları1169 pek çoktur.
Öyle ise ey kardeş, Kerîm olan Allah (c.c.) için hulûs 1170 ile
âmil ve rızasına mail1172 ol ki, amelin makbul ve sa’yin 1173 meşkûr1174
1171

ola ve senden razı olup, sana muhabbet kıla ve seni cümleden

1160
Cenup: Güney
1161
İnziva: Yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama
1162
Meyil: İstek, yönelme, eğilim
1163
Tard: Sürme, kovma, uzaklaştırma
1164
Kelb: Köpek
1165
Divit: Hokkadaki mürekkebe batırılarak yazı yazmaya yarayan ve değişik
uçları olan bir tür kalem
1166
Rağbet: Arzu, istek, ilgi
1167
Hâdî: Doğru yola sevk eden, hidayet eden
1168
Nasır: Yardımcı, yardım eden
1169
Afat: Afet, bela, felaket, musibet
1170
Hulûs: Samimiyet, içten ve saf olma
1171
Âmil: İş yapan, işleyen
1172
Mail: İstekli, hevesli, meyletmiş
1173
Sa’y: Çalışıp çabalama
1174
Meşkûr: Teşekküre değer, övülen, beğenilen

125
müstağni1175 kılıp, sana avn ü ınâyetiyle1176 kifayet1177 ede ve seni
herhalde hıfzı1178 ile sıyanet1179 ede. Eğer iradet1180 ve sa’yini1181 Allah
için etmeyip, kulların rızasını murad edersen, O Allah kalpleri senden
i'raz1182 ettirir, kullar da senden nefret ederler. O zaman çok pişman
olursun. Gel bu vefasız insanları unutup, ol Rabb’ine ibadet kıl ki, seni
yokken var eden O'dur. Sonra seni güzelce yetiştirip, sana hesabsız
nimetleriyle berhudar1183 etmiştir. Zira dünyayı ve halkı terk edip
hevây-ı nefsinden1184 geçen, kalbinden Mevlâ'sına gitmiştir.
Li külli şey'in izâ fâraktehû ivezun.
Ve Leyse lillâhi in fârakte min îvezin.
Manası: Allah için terk ettiğin şeyin bir karşılığı, bir mükâfatı,
cenneti, Cemâl'i vardır. Lakin bıraktığın vakit sana hiçbir şey yoktur.
Bunu iyi bilmek lazımdır. Belki, azap ve ıkâb1185ı vardır.

Sana ey dil1186 felekler gerçi zahir1187 sâyebân1188 olmuş,


Velî sen, sende seyret kim iki âlem yolu bir hatvedir1189.

1175
Müstağni: İhtiyaç duymayan, başkasına muhtaç olmayan, tok gözlü
1176
Avn ü ınâyet: Yardım ve ikram
1177
Kifayet: Yeter miktarda olma
1178
Hıfz: Koruma
1179
Sıyanet: Himaye, muhafaza
1180
İradet: İstek, tercih, irade
1181
Sa’y: Çalışıp çabalama
1182
I'raz: Yüz çevirme, başka tarafa dönme, uzak durma
1183
Berhudar: Saadete ve mükafata erişen, nasipli, selamette
1184
Hevây-ı nefs: Nefsin gelip geçici arzu ve istekleri
1185
Ikâb: Sıkıntı, zahmet, eziyet, azap
1186
Dil: Gönül
1187
Zahir: Görünen
1188
Sâyebân: Koruyan, gölgelik
1189
Hatve: Adım, basamak

126
Aşk ehline ancak vücudundan geçen ol âleme bir an revân1190
olmuş.
Bir ayak cisme bas, ol bir kademde1191 can zuhur1192 eyler.

Anınla dilde sakin ola ki, cisim ehl-î revân1193 olmuş.


Tevazu eyle mahluk-u Hûda'yı1194 senden âlâ bil.

Ki zül1195 ve ihtikâr1196 evc-i âlâya1197 nerdübân1198 olmuş.


Namaz olmuş anın çün1199 müminin miracı her saat.

Ki re'si1200 arza vaaz etmek hurûc-u âsumân1201 olmuş.


Namaz ve ravza-i arif1202 ki, hıfz-ı Hakk'tır ol sanma.

Salât-i hırz-i cân1203 olmuş, siyamı1204 hıfz-ı nân1205 olmuş.

1190
Revân: Yürüyen, giden, yolcu
1191
Kadem: Ayak
1192
Zuhur: Meydana çıkma
1193
Ehl-î revân: Yola çıkmış
1194
Mahluk-u Hûda: Allah'ın yarattıkları
1195
Ki zül:
1196
İhtikâr: Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak, pahalı satmak üzere mal
saklama, vurgunculuk
1197
Evc-i âlâ: En üst derece, zirve
1198
Nerdübân: Merdiven
1199
Çün: Çünkü
1200
Re's: Baş
1201
Hurûc-u âsumân:
1202
Ravza-i arif:
1203
Salât-i hırz-i cân:
1204
Siyam: Oruç
1205
Hıfz-ı nân:

127
Rızay-ı Hakk içindir daima ef'âl1206 ve akvâli1207.

İbadullaha1208 ikramı, kamu1209 bî imtinan1210 olmuş.


Kitabı ve sünneti hıfz1211 et, amel tohumun zirâat kıl.

Ki mahsul-ü cihan, cân-ı mezra1212' bu cihan olmuş.


Çü1213 buldun nur-u Kur'ân’ı, ne hacet ilm-i yabanî.

Ki ol aşkı ıyân1214 etmiş, bu eşyayı beyan1215 olmuş.


Ölüm aşk ile yektir1216 zinde1217 olmaktan bu akl ile.

Ki aşkın şanı irfandır, bu akl andan zaman olmuş.


Eğer irfan ve burhanın dilersen farkın andan bil.

Ki arif dostunu bulmuş, o âkıl nâm-ü hân1218 olmuş.


Gözün bend eyle tâ her kıl dibinden bir göz açılsın.

1206
Ef'âl: Fiiller, işler, ameller
1207
Akvâl: Sözler
1208
İbadullah: Allah'ın kulları
1209
Kamu: Bütün, tamamen
1210
İmtinan:Sözlükte birden fazla anlamı var. buradaki anlam neyi kastediyor
anlaşılamadığı için yazılamadı.
1211
Hıfz: Koruma
1212
Cân-ı mezra:
1213
Çü: Gibi???
1214
Iyân: Aşikar, belli
1215
Beyan: Açıklama
1216
Yek: Bir, tek
1217
Zinde: Diri, canlı, dinç
1218
Nâm-ü hân:

128
Lisanın bağla bak kim, her sırrın bir lisan olmuş.
Teallûk1219 kes kamu1220 hâheşden1221 azat1222 ol cehennemden.

Gözün yum kendine bak kim, cananın çok cinân1223 olmuş.


Ko, suret-i ziynetin1224, kalbin güzel huylarla tezyin1225 et.
Ki suret-i ziynetin manada mâr-i cânsitâ1226 olmuş.

1219
Teallûk: Dünyaya karşı duyulan ilgi, bağ ???
1220
Kamu: Bütün, tamamen
1221
Hâheş:
1222
Azat: Kurtulma, serbest olma
1223
Cinân: Cennetler
1224
Suret-i ziynet:
1225
Tezyin: Süsleme
1226
Mâr-i cânsitâ:

129
3. Fasıl…

130
Nev'i-evvel:1227
Mevzi-i füyûz-u irfan1228, derûn-i kalb-i1229 insan olduğunu,
âyât-i beyyinât1230 ile bildirir.
Ey aziz, ehlullah demişler ki,
Hakk Teâlâ kendi merhametiyle kullarını kendisinden uzağa
atmamıştır. Kemâl-i re'fetiyle1231, devlet-i marifet1232 ve muhabbeti,
saadet, huzur ve kurbiyyeti1233 onlardan esirgememiştir. Mahal-i
irfanın1234 gönlün içi ve insanın canı olduğunu ve kendisinin de kalplere
rakîb1235 olduğunu bildirmiştir.

İste, sen de bu dostunu sen hâ.


Mâsivâyı1236 koy anı bul tenha.
İste, sen de anı ki ol mana.
Eylemiş cümle âlemi ra'nâ1237.
İste, sen de anı ki Rabb’indir.
Hem O'dur nûr-u cümle arz-u semâ.
İste Hakk'ı, anı bir bakidir1238.

1227
Nev'i-evvel:Yeni başlangıç
1228
Mevzi-i füyûz-u irfan: Manevi irfanın bulunduğu yer
1229
Derûn-i kalb-i: Kalbin incelikleri
1230
âyât-i beyyinât : Ayetin delilleri
1231
Kemâl-i re'fet: Kuvvetli acıma hissi
1232
Devlet-i marifet: Manevi mertebelerde gelinen en üstün makam
1233
Kurbiyyet: Yakınlık, yakınlık kazanma
1234
Mahal-i irfan: İrfan yeri
1235
Rakîb: Daima görüp, kontrol eden; gözetleyen; denetleyen
1236
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1237
Ra'nâ: Güzel, hoş
1238
Baki: Ebedi, sonsuz, daimi

131
Hâlik-i fânidir1239 kamu1240 eşya.

İkinci Nevî:
Mahall-i irfan, kalb-i insan olduğunu ve kalbinden içeri
teveccüh1241 eden huzur-u üns1242 bulduğunu bildirir.
Ey aziz: Ehlullah demişler ki,
Hakk Teâlâ kullarına mümin kulunun kalbinin genişliğini
duyurmak üzere bir hadîs-i kutside: “O, bana arz ve semâvâttan1243
daha geniştir” buyurmuştur.1244

Ben matlubum1245, kim beni talep ederse bulur.


Başkasını arayan kimse beni bulamaz.
Ancak ben maksudum1246, Benden başkasını kasdetme.
Hayrı çok olanlar, beni ararlar ve bulurlar.
Ben, azabından korkulan bütün âlemlerin Rabb’iyim.
Ey bütün mahlukat! Beni arayınız, bulursunuz.
Ben, kendisinden başkasına ibadet edilmeyen tek mabudum.
Ben Cebbâr'ım1247. Beni talep ediniz, bulursunuz.
Ben, asla eşi ve benzeri olmayan bir Allah'ım.
1239
Hâlik-i fâni: Geçici, yok olmak
1240
Kamu: Bütün, tamamen
1241
Teveccüh: Yönelme
1242
Huzur-u üns: Sevgiden doğan huzur
1243
Semâvât: Gök katları, gökler, semalar
1244
Sehavi, El-makasıd, Sh. 198. İraki: Aslı yoktur
1245
Matlub: İstenilen, aranılan şey
1246
Maksud: İstenilen şey, gaye, kasdedilen
1247
Cebbâr: Esma'ül Hüsna. İstediğini mutlaka yapan, dilediğine muktedir
olan; büyüklük, azamet ve kudret sahibi olan Allah

132
Ben, Deyyân'ım1248. Beni arayınız, bulursunuz.
Ben, kadri çok yüce olan Melîk1249 ve Müheyminim1250.
Mülküm sınırsızdır. Beni arayınız, bulursunuz.

HASENATTAN1251 KAÇMAMAK VE ETRAFINI


MUHAFAZA ETMEK
Hasenat bütün iyilikleri ve iyi amelleri içine alan bir kelimedir.
Kötülüğün zıddıdır. Bunu bir zaman devam ettirip de sonra terk etmek
çok kabîhdir1252. Binaenaleyh iyilikleri mümkün oldukça, iyi amelleri
de ömür boyunca devam ettirmek gerekir. İnsanın kendini
fenalıklardan koruyup muhafaza etmesi nasıl lazımsa, efrâd-ı
ailesinin1253, akraba ve teallûkâtının1254, konu ve komşusunun, din ve
milletinin her fena ceryandan korunmasına gayret göstermesi de
evâmir-i İlâhîler1255 içerisinde ve ahlak-ı hasenelerdendir1256.

1248
Deyyân: Esma'ül Hüsna. Kıyamet günü, herkesin dünyada iken
yaptıklarının hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren Allah
1249
Melîk: Esma'ül Hüsna. Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı
olan Allah
1250
Müheymin: Esma'ül Hüsna. Her yaratılmışın ömrünü, amelini, rızkını,
ecelini, nefeslerini, sözlerini bilen; gören; onların bütün hallerinden
haberdar olan Allah
1251
Hasenat: Güzellikler, iyi ameller, iyilikler
1252
Kabîh: Çirkin, ayıp, kötü
1253
Efrâd-ı aile: Aile fertleri
1254
Teallûkât: Bir kimsenin yakınları, akrabaları
1255
Evâmir-i İlâhî: Allah'ın emirleri
1256
Ahlak-ı hasene: Güzel ahlak

133
EZALARDAN1257 UZAK KALMAK VE
BELALARA TAHAMMÜL
İnsan, kendisine başkası tarafından eziyyet yapılmasına nasıl
içi razı olmazsa, kendisinin de başkalarına karşı hatta, hayvanlara bile
eza etmemesi ve hatta yapılan ezaları bile sabır ve tahammül ile
karşılayıp mukabele etmemesi ve hatta o gibilerin ezalarına mukabil 1258
ikram ve ihsanda bulunması en büyük ve en güzel huylardan
sayılmaktadır. Gayzlarını1259 yutma, kabahat sahiplerini affetme ve
üstelik onlara ihsan etmek de Kur'ân'ın emirlerindendir.1260
Belalara sabır da ayrı bir meziyettir. Hem Hakk’ın kaza ve
kaderine teslimiyettir. Hem de ahireti için çok büyük mükâfatlar
alacağına göre, belalara sabretmek, onlardan şikâyet etmemek de
gerekir. Bu hususta yazılacak çok şeyler varsa da bu kadarla iktifa 1261
ediyoruz.

HAKK'I GÖZLEME, HAKK'DAN GAYRIDAN1262


KESİLME VE KALBİN SÜKÛNETİ1263
Hakk'ı gözlemek, yani Hakk’ın rızasını gözlemektir. Hakk'tan
gayrısından i'râz1264 ise, Hakk’ın rızasını gözlemenin alametidir. Yani
açıkça emirlerine itaat ve nehy ettiklerinden kaçmaktır. Hakk’ın razı
olmadığı işleri yapanların kalplerinde sükûnet bulunmaz. Daimî bir
ıstırap içindedirler. Halbuki kalbin sükûneti, Cenab-ı Hakk’ın zikriyle
mümkündür. Cenab-ı Hakk’ın zikri ise, emirlerine imtisal ile
1257
Eza: Sıkıntı, acı, incinme, incitme
1258
Mukabil: Karşılık
1259
Gayz: Öç alma arzusu ile bilenmiş öfke, kin
1260
Al-i imrân Suresi, ayet: 68.
1261
İktifa: Yetinme
1262
Gayr: Başka, (Allah'tan) başka
1263
Sükunet: Sakinlik, durgunluk
1264
İ'râz: Yüz çevirme, uzak durma

134
nehiylerinden kaçan kimselere müyesserdir1265.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname adlı
eserinden:

Üçüncü Nevi':
Ey aziz Ehlullah demişler ki,
Hazret-i Habib-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, ümmetine şefkat ve
merhametiyle Hakk Teâlâ'nın, kullarının kalplerine yakın ve rakîb 1266,
nazır1267 ve gözleyici olduğunu buyurmuştur. Nitekim ehâdîs-i
şerîfesiyle işaret buyurmuştur ki: “Rabbimi nûr-u mutlak bulmuşum
ve muhakkak ben O'nu müşahede1268 kılmışım. Gözlerim uyur,
kalbim hiç uyumaz.1269 Hazret-i Allah ile daima huzurda bulunurum.
Hakk Teâlâ ile benim öyle bir vaktim olur ki, anda ne bir
mukarreb1270 meleğe itibar1271 edebilirim, ne de bir nebiyy-i mürsele
iltifat edebilirim. Ancak onunla meşgul olurum. Rabb’imin indinde
beytutet1272 eylerim. Yani, gece O'nun huzurunda, O'nunla ünsiyet
eylerim. Kendisi bana yedirip içirir. Kim ki beni görmüştür,
hakikaten o kimse Hakk'ı görmüştür. Kim ki benimle musâfaha 1273
etmiştir, hakikaten o kimse Hakk ile musâfaha etmiştir. Bu
yedullahdır1274 ki, onların elleri fevkindedir1275. Müminin kalbi
beytullahdır. Müminin kalbi arşullahdır1276. Müminin kalbi, arz ve
semâdan geniştir. Mümin, müminin aynası ve gözcüsüdür.
Muhakkak Allahü Teâla mümin kulunun kalbinde vaaz ve nasihat
1265
Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay(ca nasip) kılınan
1266
Rakîb: Daima görüp, kontrol eden; gözetleyen; denetleyen
1267
Nazır: Nazar eden, bakan, gören
1268
Müşahede: Gözlem, her zerrede Cenab-ı Hakk'ın varlığına şahit olma
1269
Buhari, Teheccüt, 16. Müslim, Salatü’l Musafirin, 17
1270
Mukarreb Melek:Allahü Teala'nın huzurunda bulunan melekler
1271
İtibar etmek:Dikkate almak, değerlendirmek
1272
Beytutet: Geceleme
1273
Musâfaha: Tokalaşma, kucaklaşma
1274
Yedullah: Allah'ın eli(mecazi), Allah'ın her yere erişen gücü
1275
Fevk: Üst, üstü
1276
Arşullah: Allah’ın yanındaki en üstün yer

135
eyler. Allahü Teâla, müminlerin kalplerine muhakkak hayır ilham 1277
eder.
Ey benim ümmetim! Sizden biriniz yoktur, illa ki Rabb’i
onunla tercümansız tekellüm1278 eder. Bir emri işlemek murad
eylediğinde, kalbinden fetva iste. Eğer kalbin sana fetva verirse o
emri işle, zira hayır vardır. Kalp onunla mutmain 1279 olur, rahatlar.
Şer1280 odur ki, kalp onunla mütereddid 1281 kalır. Eğer sana nâs1282
onunla fetva verirlerse de, onu işleme. Hakk Teâlâ her emirde rıfk 1283
ve mülayemeti1284 sever. Hazin1285 ve rahim1286 olan kalbe, sohbetiyle
nazar eder. Kulların kalpleri, yer üzerinde Hakk Teâlâ için
kablardır. O'nun indinde, onların en sevgilisi refik 1287 ve şefik1288
olandır. Şüphesiz Allahü Teâla, sizin suretinize ve güzelliğinize
bakmaz, lakin kalplerinize ve niyetlerinize bakar. Şefkatli bir valide,
evladının terbiyesinde her nice ise, muhakkak Rabbü'l Âlemin
andan daha erhamdır1289. Hiçbir mümin yoktur ki, onun kalbinde
gayb1290 hazineleri olmaya. Hakk Teâlâ bir kuluna hayır murad
eyledikte, onun için kalbinden bir kapı açıp, acayip nimetlerini ve
garâib-i kibriyâsını1291 ona gösterir. Hiçbir mümin yoktur ki, ancak
onun dört gözü vardır. İki gözü başındadır. Onlarla zahirî işlerini
görür. İki gözü de kalbindedir ki, onlarla gayb işlerini müşahede
eder. Hakk Teâlâ bir kuluna hayır murad eylese, onun kalbinde olan
1277
İlham: Allah tarafından kalbe gelen mana
1278
Tekellüm: Konuşma
1279
Mutmain: Gönül huzuruna kavuşmuş, içi rahat, tatmin olmuş
1280
Şer: Kötü, kötülük
1281
Mütereddid: Kararsız, tereddütlü
1282
Nâs: İnsanlar
1283
Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket
1284
Mülayemet: Yumuşak huyluluk, uyum
1285
Hazin: Hüzünlü
1286
Rahim: Merhametli, acıyan
1287
Refik: Yumuşak huylu
1288
Şefik: Şefkatli, merhametli
1289
Erham: En merhametli
1290
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen alem
1291
Garâib-i kibriyâ: İnsanın aklı ile çözemediği ilahi sırlar

136
basiret gözünü açar. Kulların kalpleri, Rahmân'ın iki parmağı
arasındadır. Yani, celâl ve cemâl sıfatları arasındadır demektir.
Bütün kalpler bir kalp gibidir. Her ne semte murad ederse o tarafa
çevirir. Kalb-i selîm1292 onu taklîb1293 edeni görür.”1294 Ve dua etmiştir
ki:

‫ِن‬‫ي‬ ‫َالَّل َّم ا َق ِّل اْلُقُلوِب ِّب ُلو ا َلى ِد‬


‫َك‬ ‫َث ْت ُق َبَن َع‬ ‫ُه َي ُم َب‬
‫َو َطاَعِتَك ِبَر َمْحِتَك‬
‫ا َا الَّر اِمِح‬
‫َني‬ ‫َي ْر َح َم‬
"Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalblerimizi dinin ve sana
itaat üzerine sabit kıl"

Şu kalbe nazîl olur pertev-i cemal-i Habib1295,


Görüne can gözüne bedr-ü bâ kemâl-i Habib1296.
Ne iltifat; kalır kâinat lezzetine,
Anın ki canda olur lezzet-i visâl-i Habib1297.
İki cihanı getirmez hayaline asla,
Ol gönül ki anda olur dembedem hayâl-i Habib.

1292
Kalb-i selîm: Şüphe ve şirkten (Allahü Teala'ya ortak koşmaktan), küfür
ve nifaktan arınmış, daima Allahü Teala'ya bağlı kalb.
1293
Taklîb: Döndürme, çevirme
1294
Ahmed, Müsned, 2/250
1295
Pertev-i cemal-i Habib: Sevgilinin ışık saçan cemali
1296
Bedr-ü bâ kemâl-i Habib: Güzelliğin kemali
1297
Lezzet-i visâl-i Habib: Sevgiliye kavuşmanın lezzeti

137
İki cihanda bulunmaz Habibe misl-i bedel1298,
Eğerçi her dü1299 cihandır bize zılâl-i Habib1300.
Tulu1301' edince gönül meşrıkinden ey Hakkı,
Nücûmu1302 mahv eder ol şems-i bî'zevâl-i Habib1303.

Dördüncü Nevi':
Marifetullah'ın1304 mahalli1305 olan insan kalbinin künhünü 1306 ve
mahiyyetini bildirir.
Ey aziz: Ehlullah demişler ki:
“Çünkü kulların kalpleri nazargâh-i İlâhîdir 1307. Öyle ise, o
kalbi mâsivâdan pak etmek, her taatten evladır 1308. Kalbinden fetva
isteyen kişi pişmanlıktan uzaktır. Fetvalara muhalefet edenin işi
hatadır.”
İnsanın kalbi Rahmân'ın kapısıdır ki, kulun mevlası huzurunda
duracağı mekândır. Gönül, bedenin emîridir 1309. Minnetlerin1310 de
esiridir. Gönül, levh-ı kudrettir1311, nükûşü1312 akıl ve marifettir. Gönül

1298
Misl-i bedel: Karşılık
1299
Dü: İki
1300
Zılâl-i Habib: Sevgilinin gölgesi
1301
Tulu: Doğuş, doğma
1302
Nücûm: Yıldızlar
1303
Şems-i bî'zevâl-i Habib: Sevgilinin yok olmayan güneş gibi güzelliği
1304
Marifetullah: Allah'ı bilme ve tanıma ilmi
1305
Mahal: Yerel, bir yere mahsus
1306
Künh: Bir şeyin özü, aslı
1307
Nazargâh-i İlâhî: Allahü Teala'nın nazar ettiği (baktığı) yer
1308
Evla: Daha iyi
1309
Emîr: İdareci, başkan
1310
Minnet: Yapılan bir iyiliğin karşısında kendini borçlu hissetme
1311
Levh-ı kudret: İlahi renkler
1312
Nükûş: nakışlar,resimler

138
surette bir nokta-i süveydâdır1313. Manada, menba-ı ruh1314 ve nazargâh-
ı Hüdâ’dır1315. Gönül bir lâtîfe-i Rabbâniyedir 1316 ve madeni, bu nokta-i
cismâniyedir1317. Gönül, zahir akl-ı maadîdir1318. Ruh-u insani onun bir
adıdır. Gönül, bir şey-i acîbdir 1319. Onu anlamakta bu akıl garipdir 1320.
Kalp ıslah olsa, ceset ıslah olur. Zira emîrin salâhıyla maiyyeti 1321 felah
bulur. Emîrin bozukluğuyla da, maiyyeti bozuk olur. Gönül hilkatin 1322
aslıdır. Onun şanı muhabbettir. Çünkü muamele kalbe müntekil 1323
olur. Aza ve cevârih1324 rahat bulur. Sanma ki üstünlük söz ve
amellerledir. Belki üstünlük, kalp ve ahvalledir.
Bir kâmil demiştir ki:
“İki sene kalbimin muhafazasında oldum. Sonra mahfuz1325
olup rahat buldum.” Kalp, maden-i imandır1326. Gönül menba-ı
tevhid1327 ve irfandır1328. Kalp, makâm-ı huzurdur1329. Gönül nur
şehridir. Beden bir deridir ki, dabaklanmaya 1330 muhtaçdır. Nefis bir
1313
Nokta-i süveydâ: Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah
nokta; kalbteki basiret ve idrak merkezi; ilahi aşkın tecelli ettiği yer
1314
Menba-ı ruh: Ruhun kaynağı
1315
Nazargâh-ı Hüdâ: Allahü Teala'nın nazar ettiği (baktığı) yer
1316
Lâtîfe-i Rabbâniye: İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı
olan ince bir duygudur ki, ilahi hakikatler onunla hissedilip manevi zevkler
onunla alınır.
1317
Nokta-i cismâniye: Cisimdeki ince nokta, gönül alemi
1318
Akl-ı maad: İrfan ve ilimle terbiye olan, ahiretini düşünen akıl.Geleceği
kavrayan akıl
1319
Şey-i acîb: Şaşılan ve hayret uyandıran şey.Benzeri görülmeyen şey
1320
Garip: Zavallı
1321
Maiyyet: Bir büyük kimsenin emri altında bulunanlar; yanındakiler
1322
Hilkat: Yaratılış
1323
Müntekil: Naklolunan
1324
Cevârih: El, ayak gibi vücud azaları
1325
Mahfuz: Korunan
1326
Maden-i iman: İmanın, inancın kaynağı
1327
Menba-ı tevhid: Tevhidin (birleme)'nin kaynağı
1328
İrfan: Bilme, anlama, kalple bilip tanıma
1329
Makâm-ı huzur: Huzur makamı
1330
Dabaklanma: Derini işlenilmesi için kullanılan yöntemin adı

139
hayvandır ki, riyazete1331 muhtaçdır. Gönül bir camidir ki, tamire
muhtaçdır. Gönül sermaye-i kabuldür1332, lakin zanlar ile meşguldür.
Kim ki gönlünün hatıralarına gözcüdür, ol harekât-ı zây-ı
cevârihinde1333 masumdur. Ehl-i vahdetin1334 kalpleri, marifet ve
muhabbet-i ilâhiye1335 kablarıdır. Görmek gözlerin, müşahede1336
kalplerin, mükâşefe1337 de sırlarındır.

Hâb-ı gaflet1338 bağlamış halkın basiret gözünü.


Yoksa ol hurşîd-i daîm1339 dilde doğmuş bî sehâb1340.

Gönül huzur-u ilâhîde hazır olsa, hisler mamur 1341 ve mesrur1342


olur. Dünya yollarını yürüyüp geçmek binekledir. Mana âlemlerini
geçmek de kalplerledir. Kalb-i selimin kıblesi Hüdâ’dır. Âdeti de
kazaya rızadır. Kalpler üçtür: Biri Allah'ın ihsanına nazır olan kalp,
biri Allah'ın rızasına bakan kalp, biri de, Allahü Teâla'nın likasına 1343
hazır olan kalpdir. Gönül bahçelerinde gül ve irfan kokularını
koklamak, vahdet1344 bahçelerini seyir1345 ve aşk namelerini dinlemek,
1331
Riyazet: Dünya lezzetlerinden sakınmak suretiyle nefsi terbiye etme
1332
Sermaye-i kabul: Kabul edilmiş sermaye
1333
Harekât-ı zây-ı cevârih: Azalarından yanlış şeylerin meydana gelmesi
1334
Ehl-i vahdet: Allah'tan başka varlık olmadığı, herşeyin Allah'ın tecellisi
olduğunu kabul edenler
1335
Muhabbet-ilâhiye: Allah sevgisi
1336
Müşahede: Gözlem, her zerrede Cenab-ı Hakk'ın varlığına şahit olma
1337
Mükâşefe: Manevi ve ilahi bilgileri kalp gözüyle keşfetme ve bilme
1338
Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu.
1339
Hurşîd-i daîm: Sonsuz güneş
1340
Sehâb: Bulut
1341
Mamur: İmar edilmiş, işlenmiş, şenlendirilmiş
1342
Mesrur: Sevinçli, mutlu
1343
Lika: Görüşme, karşılaşma, sohbet etme
1344
Vahdet: Birlik, bütünlük, Allah'ın varlıktaki birliği. Gönlünü, kalbini
tamamen Allah ile meşgul etme hali
1345
Seyir: İzleme, gezinme

140
bütün eşyadan daha lezzetli ve tatlıdır.

Nazargâh-ı Hûda'dır1346 gönül, anı sen benliğinden sil.


Gönül olsa aşk ile ruşen1347, olur ma'şuka1348 hoş mesken.

O gönül ki dünya iledir, zarar ve ziyandadır. O gönül ki


ukbâ1349 iledir ve tıybdir1350. Mevlâ iledir. Gafil olan kalp, dünyaya
bağlıdır. Zâhid olan kalp, ukbâya bağlıdır. Arifin kalbi de Mevlâ'ya
bağlıdır. Gönül gayet ince ve parlak, âlî ve yüksek bir şeydir. Ona
havf1351 ve helak çok zordur, yani mümkün değildir. Kalbin Hakk ile
olsun. Kalıbın halk ile kalsın. Kimin ki kalbini Hakk istila 1352 eder,
cemi' halk1353 onun nazarından düşer, gider. İnsan kalbinin hayatı, sıfât-
ı Hazret-i Rahman’dır. Mahzâ Rahmet-i adl ve ihsandır. Acâib-i
kalp1354 havâssın1355 idrakinden müberrâdır1356, ârîdir1357, hâlîdir1358.
Ruhun nimetlerini artıran hayat-ı eşyadır 1359. Yani eşyadaki hayatı
gören ruh feryat etmeden duramaz. Eşyada görülen hoş sesler,
terennümler1360 melâhî1361 çalgı ve sair seslerden daha çok tatlı ve âlâdır.
Muhabbet şarapları her nimetten daha fazla lezzetli ve faydalıdır. Bu
1346
Nazargâh-ı Hûda: Allahü Teala'nın nazar ettiği (baktığı) yer
1347
Ruşen: Parlak, aydın
1348
Ma'şuk: Sevgili, aşık olunan, sevilen
1349
Ukbâ: Ahiret
1350
Tıyb: Güzel, temiz
1351
Havf: Korku
1352
İstila: Hükmü altına alma
1353
Cemi' halk: Halkın tümü
1354
Acâib-i kalp: Kalbin değişik halleri
1355
Havâss: Duyular, duygular
1356
Müberrâ: Arındırılmış, arınmış, uzak
1357
Ârî: Arınmış, uzak
1358
Hâlî: Boş, tenha
1359
Hayat-ı eşya: Eşyadaki hayat
1360
Terennüm: Ahenkli ve güzel sesle söyleme
1361
Melâhî: Oyunlar, eğlenceler

141
ehl-i muhabbetin, yani ehlullahın topluluğu, cemiyetleri her zevk ve
safâdan1362 aziz ve evladır1363. Veya gönül topluluğu, dağınık olmayan
bir gönlün hâli, her zevk ve safâdan izzetli ve evladır. Çünkü bu
cemiyet her mana ve Esmâ-i ilâhiyeyi 1364 cami' ve nazargâh-ı
Mevlâ'dır1365.

Beşinci Nevi':
İrfan mahalli olan insan kalbinin ahval 1366 ve hususiyyetini1367
bildirir.
Ey aziz: Ehlullah demişler ki:
Gönül bir kubbe misalidir. Ona gelip giden, havâtır 1368 ve
ahvaldir. Gönül dikili bir hedef misalidir. Her taraftan gelen oklarla
delinmektedir. Gönül dikilmiş bir aynaya müşabihtir 1369. Bütün eşkâl1370
ve suretler, o aynaya karşıdır. Gönül pek derin ve tertemiz bir sudur.
Zahir ve bâtın havâsslarının1371 getirdiği suların döküldüğü bir yerdir.
Gönül her hikmetin kaynağıdır. Gönülsüz bir gözün görmesinin
kıymeti yoktur. Gönül her sanatkârın üstadıdır. Asıl olan kalbin
uyanıklığıdır. Gönül de beden gibi yorulur. Gayet zarif ve
hikmetâmîz1372, neşe veren sözlerle kuvvet bulur, açılır. Gönlün neşeli
zamanlarında olan işler makbul, neşesiz ve melul 1373 zamanlarında olan
işler de iyi değildir.

1362
Safâ: Gönül şenliği, ferahlık, eğlence
1363
Evla: Daha iyi
1364
Esmâ-i ilâhiye: Allah'ın isimleri
1365
Nazargâh-ı Mevlâ: Allahü Teala'nın nazar ettiği (baktığı) yer
1366
Ahval: Haller
1367
Hususiyyet: Özellik
1368
Havâtır: Hatıralar, düşünceler
1369
Müşabih: Benzer
1370
Eşkâl: Şekiller, biçimler
1371
Havâss: Duyular, duygular
1372
Hikmetâmîz: Hikmetli
1373
Melul: Üzgün, hüzünlü, mahzun

142
Kalplerin içi gayb1374 ve gizli şeyleri bilmeye yakındır.
Vücudun orucu, mideye bir şey vermemekledir. Yemek ve içmek gibi.
Lisanın orucu ise lüzumsuz sözlerden sakınmaktır. Kalbin orucu da,
boş fikirlerden ve evhamdan1375 korunmaktır. Kalbin orucu, âdât-i
kirâmdandır1376. Ol gönül ki mâsivâdan1377 hâlîdir, zevk-ı huzur-u1378
Mevlâ onun hâlidir. Gönül körlüğü, baştaki gözün körlüğünden daha
fenadır. Gönül uyanık olursa, gözün görmemesi önemsizdir. Çünkü
göz, teferruatı1379 görür. Gönül ise aslı görür. O gönül ki Hakk'ı bulur,
halkın cümlesinden müstağni1380 olur. Cismin havâss-ı zahiresi 1381
vardır ki, onunla bu âlemin eşyasını görür ve anlar. Bunun gibi kalbin
de havâss-ı bâtınesi1382 vardır ki, onunla gayb1383 işlerini ve eşyasını
görür. Gönlün kulakları da vardır ki, ehl-i gaybın 1384 kelimelerini,
sözlerini işitirler ve yine koku alan iç havasları vardır ki, onunla gayb
kokularını koklarlar. Tatmak kuvveti vardır ki, onunla imanın tadını ve
irfan lezzetlerini tadarlar ve Hâlık-ı Zül Celâl’in muhabbet zevkini
alırlar. Kalp, akıl vasıtasıyla cemî' ma'kûlâtın 1385 cümlesinden
müstefid1386 olur.

1374
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen
1375
Evham: Kuruntu, vesvese, olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma
1376
Âdât-i kirâm: Büyüklerin adetleri, alışkanlıkları
1377
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1378
Zevk-ı huzur: Huzurdan doğan zevk
1379
Teferruat: Ayrıntılar
1380
Müstağni: Minnetsiz, eyvallah etmeyen, başkasına muhtaç olmayan
1381
Havâss-ı zahire: Zahiri beş duygu. Tatmak, görmek, işitmek, koklamak,
dokunup duymak
1382
Havâss-ı bâtıne: Kalbe bağlı beş duygu.Hiss-i müşterek (hayal kuvveti),
müdrike (akıl), vehim (vahime), hafıza, mutasarrıfa (meydana getirici hayal
kuvveti)
1383
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen alem
1384
Ehl-i gayb: Her devirde bulunan, herkesçe görülmeyen, bilinmeyen ve
Allah'ın emirlerine göre çalışan büyük zatlar
1385
Cemî' ma'kûlât: Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle
müstenid (dayalı) olmayan meselelerin ve ilimlerin tümü
1386
Müstefid: Faydalanan

143
Kalbin âlem-i ervaha1387 açılması, bedendeki havâss-ı
zahirenin1388 kapanmasına bağlıdır. Ne zaman ki havâss-ı zahirîden
uyku ile veya uzlet1389 ve halvetle kendini idrak edip, gördüklerini
kapayarak, muattal1390 kılarsa, o zaman kalbin iç yolları açılır ve tebdîl-
i manevi1391 husule1392 gelip, o kimsenin kalbinden hikmet menbaları 1393,
lisan üzerine carî1394 olur. Zira gönül, bütün mülk1395 ve melekût
âleminin manevi çeşmelerinin başıdır. Lakin havâss-ı hamse-i zahire 1396
ile gönüle dökülen pis ve kirli sular, o güzel gönül havuzunu berbat
etmiştir. O su kullanılmaz hale gelmiştir. Artık iyiyi kötüyü fark
edemeyecek durumdadır. Çaresi, göz, kulak, el, ayak, ağız, burun
vasıtalarıyla, gönüle dökülen ve orada kokup kalan suları çıkarmak
için, evvela gönüle giden su yollarının kapatılması şarttır. Sonra da,
kuvvetli motorlarla, hortumlar ve kovalarla içerdeki suları dışarı akıtıp,
havuzu temizlemek ve ondan sonra da, daima gönüle temiz ve güzel
şeylerin girmesine dikkat etmek gerektir. İşte o zaman gönlün içindeki
hakiki kaynaklar fışkırır ve lisan üzerinde hikmetler cereyan etmeğe
başlar ki, bu da azîm ve sebat sahiplerinin, hiç olmazsa her sene kırk
gün bir halvette bulunması ve zikrullaha can u yürekten devam
etmesine vabestedir.

Çünkü gönül, beyt-i Hûda'dır1397.

1387
Âlem-i ervah: Ruhlar alemi, ruhların ve ruhanilerin bulunduğu alem
1388
Havâss-ı zahire: Zahiri beş duygu. Tatmak, görmek, işitmek, koklamak,
dokunup duymak
1389
Uzlet: Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
1390
Muattal: Terk etme
1391
Tebdîl-i manevi: Manevi değişmeler
1392
Husul: Olma
1393
Menba: Kaynak
1394
Carî: Geçerli olma
1395
Mülk ve Melekut: Görünen cismani ve görünmeyen manevi alemler
1396
Havâss-ı hamse-i zahire: Zahiri beş duygu. Tatmak, görmek, işitmek,
koklamak, dokunup duymak
1397
Beyt-i Hûda: Allah'ın evi

144
Gönlüne gelmeyen Hûda'dan cüdadır1398 (uzaktır).
Çünkü gönül dergâh-ı Mevlâ'dır.
Âna teveccüh1399 elzem1400 ve evladır1401.
Sarây-ı lî maallâhi1402 gönüldür.
Tecelli-hâne1403 vallahi gönüldür.
Ne istersen yürü var O'ndan iste.
Hûda'nın ulu dergâhı gönüldür.
Ey gönül her ne dilersen sensin ol.
Sen sana gel, sende iste, sende bul.
Hızır-veş1404 âb-ı hayatı1405 zulmet-i tende1406 ara.
Verâını1407 var eyleyen Mevlâ'yı sen sende ara.

Gafilin kalbi, karanlık bir zulmet ve zindan, hapishaneden


daha korkulu ve dardır. Arifin kalbi ise, Arş ve Kürsî’den daha geniş
olduğu muhakkaktır. Zira Arş ve Kürsî ve bunların içindekiler, âlem-i
cismanidir1408. Kalbi selîm ise, ruh-u insanidir1409 ki o, emr-i

1398
Cüda: Ayrı, uzak
1399
Teveccüh: Yönelme
1400
Elzem: Çok gerekli
1401
Evla: Daha iyi
1402
Sarây-ı lî maallâhi: Allah z.c. Hz.’nin teşrif ettiği mümin kulun kalbi
1403
Tecelli-hâne: Hakk'ın tecelli ettiği yer, ilahi feyizlerin eserinin müminlerin
kalplerinde belirmesi
1404
Hızır-veş: Hızır gibi
1405
Âb-ı hayat: Hayat suyu, içene ebedi hayat veren efsanevi su.Tasavvufta;
aşk-ı hakiki, ilm-i ledün, marifetullahtan kinayedir.
1406
Zulmet-i ten:Bedenin heveslerini kırmak
1407
Verâ: Dini buyrukları titizlikle yerine getirme
1408
Âlem-i cismani: Maddi alem
1409
Ruh-u insani: İnsan ruhu

145
Rabbani’dir1410. Öyle ise, gönül ve can, irfan yeri ve arş-ı
Rahman'dır1411. Kalbi, mâsivâdan1412 pak eden, arif ve kâmil insandır ve
sultan-ı cihan, yani cihanın sultanıdır. Bir milletin veya kavmin değil,
cihanın sultanıdır.

Altıncı Nevî':
İnsan kalbinin cevheri olan akl-ı maadın 1413 had1414 ve
hakikatini bildirir.
Ey aziz, Habib-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri buyurmuşlar ki:
“Hakk Teâlâ'nın ibâdını1415 tezyin eylediği ziynetlerin
ahseni1416, akıldır” ve Davud Aleyhisselam buyurmuştur ki: “Akıl
odur ki, insana her nesneyi unutturup, marifet-i Hakk'a 1417
meylettirir1418, nail1419 eder. Ve hevâ1420 odur ki, insana kendi nefsini
unutturup, fânilere1421 mail1422 eder.”
Ehlullah demişler ki: “Aklın haddi, fâniden infisaldir1423,

1410
Emr-i Rabbani: Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip,
idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri
1411
Arş-ı Rahman: Bütün yaratılmışları şefkat ve merhametle besleyip
büyüten Allah'ın tasarruf dairesi, makamı
1412
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1413
Akl-ı maad: İrfan ve ilimle terbiye olan, ahiretini düşünen akıl.Geleceği
kavrayan akıl
1414
Had: Sınır
1415
İbâd: Kullar
1416
Ahsen: En güzel
1417
Marifet-i Hakk: Allah'ı bilme ve tanıma
1418
Meyletme: Bir tarafa yönelme
1419
Nail etmek: Eriştirmek, ulaştırmak
1420
Hevâ: Nefsani zevklere uyma, nefsin zararlı ve günah olan arzu ve
istekleri
1421
Fâni: Geçici, ölümlü
1422
Mail: İstekli, hevesli, meyilli
1423
İnfisal: Ayrılma

146
ayrılmaktır ve bakiye ittisaldir1424. Hadd-i akıl1425, kazaya1426 rızadır1427.
Marifet, nefis1428 ile marifet-i Hûda'dır1429.”
Akıl zîndir1430, güzeldir. Nefis şîndir1431, kötüdür. Akıl şifadır.
Hevây-ı nefis1432 şekavettir1433. Akıl bir sıddîk-ı sâdıktır1434, her şeyden
ibret1435 alır, faiktir1436, üstündür. Aklın şanı teslim ve itaattir 1437. Âkil1438
olan ehl-i saadettir. Kimin ki aklı kâmil olur, onun kelamı az olur. Âkil
odur ki, cahilin rağbet ettiği şeye tenezzül 1439 etmez. Şeriate muhalif ve
âdete mugayir1440 gitmez. Hakk Teâlâ bir kuluna muhabbet eylese, ona
kalb-i selîm1441, huluk-u kerîm1442 ve akl-ı kavîm1443 ihsan eder. Aklın
kemâli, gayreti, cehlini1444 itiraftır. Âkilin dili kalbine bağlıdır. Nice

1424
İttisal: Birleşme, kavuşma, bitişme
1425
Hadd-i akıl: Aklın sınırı
1426
Kaza: Allah'ın takdir ettiği şeyin zamanı gelince meydana gelmesi,;
kaderde yazılı olanın meydana gelmesi
1427
Rıza: Razı olma, hoşnutluk, memnunluk
1428
Nefis: İnsanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden bedenin
hissi istekleri.
1429
Marifet-i Hûda: Allah'ı tanıma ve bilme
1430
Zîn: Dinç
1431
Şîn: Şin harfinden kinaye olarak dişleri dökmek, sıkıntı vermek anlamında
kullanılmıştır.
1432
Hevây-ı nefis: Nefsin gelip geçici arzu ve istekleri
1433
Şekavet: Her çeşit kötülük içinde olmak, eşkıyalık, haydutluk
1434
Sıddîk-ı sâdık: Bağlı, ayrılmayan sadakat ehli, sadık dost, sıddıkiyet
1435
İbret: Bir şeyden ders alma, ders çıkarma
1436
Faik: Üstün
1437
İtaat: Emre uyma, söz dinleme, boyun eğme
1438
Âkil: Akıllı
1439
Tenezzül: Kendi durumundan daha aşağıdaki bir işi, bir durumu kabul
etmek
1440
Mugayir: Aykırı, zıt
1441
Kalb-i selîm: Şek (şüphe) ve şirkten (Allah'a ortak koşmaktan), küfür ve
nifaktan arınmış, daima Allahü Teala'ya bağlı kalb. Temiz gönül
1442
Huluk-u kerîm: İyi huy, iyi ahlak
1443
Akl-ı kavîm: Bir topluluğun toptan aklı
1444
Cehl: Cahillik, bilgisizlik

147
zelili1445 aklı celil1446 eder, kıymetlendirir, yükseltir. Nice kabîhi 1447,
kötüyü hulku cemîl1448 eder. Aklın yarısı tegafüldür. Yarısı da
tahammüldür1449. Tecahül1450 gibi akıl olmaz. Tegafül1451 gibi hilim
olmaz. Tegafül, bilerek kendini gafil, bilmez göstermektir. Tecahül de
böyledir. Edepsizin aklı yoktur. Akılsızın da dini yoktur.
Akıl, Hazret-i Allah'ın hitabını kabildir, yani kâbil-i hıtabtır 1452.
Akıl iki cihan servetinin sermayesidir ve bir nûr-i fıtrîdir1453 ki, hikmet
nurlarını iktibas1454 ile ziyası1455 artar. Akıl odur ki, işlerin sonunun ne
olacağını gösterir ve kâinat defterini okutur. Âkil odur ki, nefsini
şehvetlerden kat1456' edip, kalbini şüpheli şeylerden uzaklaştırır.
Ruhunu halka nazardan1457, halka bakmaktan men edip, cümleyi huzur-
u daimde1458 cem1459 eder.
Akıl bir nur-u kâmildir1460 ki, kalbin küllisine1461 şamildir. Her
şeyi anlamak ve bilmek onunla hasıl olur. Akıl, insanın ruhudur,
nuranidir1462 ve ulvîdir1463. Akıl ve kalp, melekût-ü semaviyedir 1464.
1445
Zelil: Aşağılanan, hor görülen
1446
Akl-ı celil: Mertebesi yüksek olan akıl
1447
Kabîh: Çirkin, fena, ayıp
1448
Hulku cemîl: Güzel ahlak
1449
Tahammül: Katlanma, dayanma, sabretme
1450
Tecahül: Bilmemezlikten gelme, bilmiyor görünme
1451
Tegafül: Bilmemezlikten gelme, kasten kendisini gafil gösterme
1452
Kâbil-i hıtab: Sözden anlar, kendisi ile konuşulabilir olan kimse. Muhatap
alınabilen.
1453
Nûr-i fıtrî: Yaratılıştan gelen nur
1454
İktibas: Alıp faydalanma
1455
Ziya: Işık, nur
1456
Kat: Kesme, ayırma
1457
Nazar: Bakmak, bakış
1458
Huzur-u daim: Tasavvufda daima Allah ile birlikte olma hali
1459
Cem: Toplama, bir araya getirme
1460
Nur-u kâmil: Tam, eksiksiz, kusursuz nur
1461
Külli: Bütünü kapsayan, bütün, genel
1462
Nurani: Nurlu, aydınlık, münevver
1463
Ulvî: Yüce
1464
Melekût-ü semaviye: Allah’ın semavattaki melekleri

148
Nefis ve beden, melekiye1465, arzıye1466, zulmâniye1467 ve süfliyedir1468.
Kulun aklını veren Hazret-i Hallâk'dır1469. Seyyid-i ahlak1470,
hasenelerin1471 başı ve efendisidir.
Aklın nam ve şanı gayet çoktur. Evvelki namı budur ki, dünya
ile bir şuğlü1472 ve işi yoktur. Aklın zahiri, lisanın sükûtudur 1473. Aklın
iç yüzü, sırlarını saklamasıdır. Akıl odur ki, eşyayı Hakk ile bulur ve
herşeyde Hakk'a rücu1474 eder. Akıl bir alettir ki, marifet-i ubudiyet 1475
için gönülde hasıldır. Akıl, bir vezir-i nâsıhdır1476. Yani nasihat eden bir
vezirdir. Akıl, yürekte bir nur ve beşarettir. Gönül gözlerinin nurudur.
Ona muhalefet zarar, hüsran ve hakarettir. Kim ki sükûta 1477 maildir1478
ve sıdk1479 ile kaimdir1480, yani doğru söyleyicidir, o Hakk ile âlimdir ve
hayr-ı halka1481 vasıldır1482.
Âkil odur ki, Hakk'ı mâsivâdan1483 tercih ve ihtiyar eder.
Hevây-ı nefsi1484 koyup, huzur-u ünse1485 gider. Âkil kimse Hakk’ın
1465
Melekiye: Meleklik
1466
Arzıye: Yeryüzü
1467
Zulmâniye: Zulüm, karanlık
1468
Süfliye: Değersiz düşünceler
1469
Hallâk: Yaratan, herşeyi halkeden, herşeyi yoktan var eden, Kadiri
Zülcelal, Allahü Teala Hazretleri
1470
Seyyid-i ahlak: Ahlakın en üstün mertebesi
1471
Hasene: İyi ve güzel iş, Allah'ın rızasına uygun iş, hayırlı amel
1472
Şuğül: Meşgale, arapca güfteli ilahi
1473
Sükût: Susma
1474
Rücu: Geri dönme
1475
Marifet-i ubudiyet: Kulluğu bilme, tanıma
1476
Vezir-i nâsıh: Nasihat eden vezir
1477
Sükût: Susma
1478
Mail: İstekli, hevesli, meyilli
1479
Sıdk: Doğruluk
1480
Kaim: Makam, bir kimse olmadığı zaman yerine vekil olan
1481
Hayr-ı halk: İnsanların hayırlısı
1482
Vasıl: Ulaşan, erişen, kavuşan
1483
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1484
Hevây-ı nefis: Nefsin gelip geçici arzu ve istekleri
1485
Huzur-u üns: Sevgiden doğan huzur

149
dostudur. Dosta, katiyen muhalefet olmaz. Aklın selameti hüsn-ü
ahlaktır ve Hazret-i Hakk'ı tevhiddir 1486. Akıl özlerin özüdür. Rabb'il
âleminin sevdiği ve mahbubudur1487. Herşeyin halisi ve özüdür. Her öz
akıl olur. Lakin her akıl öz olmaz. Zeyrek 1488, akıllıdır. Akl-ı maâdın1489
şanı, Hâlık'ını sevmek ve halkı irşaddır. Doğru yolu bulup, tutup ondan
sapmamaktır. Lütuf, sevgi ve doğruluktur. Âlemde her ne ki varsa, iyi
kötü bilcümle eşyayı güzel, hasen görür ve bir araya getirir, akıl ve
dirayeti1490 sayesinde yapar bunları. Çünkü akıl, bârigâh-ı ezelden 1491
gelmiştir. İzin, ruhsat, Hudây-ı lâyezeldir 1492. İlim, âmel ve nizamlar
onunla nizam bulmuştur. Geçmiş ve gelecek umur 1493 ve ahvali
gösteren akıldır. O, tıpkı bir ayna misalidir. Hakk yolunda delil,
akıldır. Her zaman ve mekanda dost olarak, akıl kâfidir. Güneşin
doğumudur, nur-u ezeldir1494. Akıl, kudretli bir padişahdır, âlemde
zillullahdır1495. Akıl çün1496 sâye-i Hûda'dır1497. Gölge, sahibinden hiçbir
zaman ayrılmaz. Ancak sahibine tâbîdir. Akıl, insan ruhunun iç
âlemidir. O, bir cevher-i lâtîf-i Rabbani’dir 1498. Akıl, gönülde parlayan
bir nurdur ve onda Hakk ile batılı ayırır. Akıl, his ve kıyasdan1499 âlâdır.

1486
Tevhid: Allah'ın birliğine inanma.La ilahe illallah sözünü söyleme
1487
Mahbub: Muhabbet edilen, sevilen
1488
Zeyrek: Akıllı, zeki, anlayışlı
1489
Akl-ı maâd: İrfan ve ilimle terbiye olan, ahiretini düşünen akıl. Geleceği
kavrayan akıl
1490
Dirayet: Kavrayış, zeka, temkin ve tecrübeye dayanan akıl
1491
Bârigâh-ı ezel: İzinle girilebilecek yüksek makam
1492
Hudây-ı lâyezel: Zeval bulmayan Allah z.c. Hz.
1493
Umur: İşler
1494
Nur-u ezel: Başlangıcı olmayan sonsuz nur
1495
Zillullah: Allah'ın yeryüzündeki gölgesi(mecazi), halifeler ve hükümdarlar
için ünvan sözü
1496
Çün: çünkü, madem ki
1497
Sâye-i Hûda: Allah'ın gölgesi (mecazi)
1498
Cevher-i lâtîf-i Rabbani: latif olan Allah z.c. Hz.’nin kuluna lutfettiği
manevi haller
1499
Kıyas: Bir şeyi diğer bir şeye göre değerlendirme, karşılaştırma,
mukayese

150
Zira o, Mevlâ'nın sakladığı gizli bir sırdır. Akıl, Yezdân’ın 1500 veziridir.
İki cihanın işlerini görendir. Âkilin hiçbir gamı olmaz. Çünkü kazada
bir kusur bulmaz. Akıl, âlemin yapısında, âlemde rahmet-i Hakk'dır.
Akıl, âdemin içinde Hakk’ın hüccetidir1501.

Akıldır âlim olan cemî eşyayı ve esmayı.


Akıldır ârif olan bir müsemmayı1502.
Akıldır kethûdây-ı şehr-i beden1503.
Akıldır hayrı ve şerri fark eden.
Akıl sultan ve gayrile1504 hizmetkârdır.
Zira ki akıl, cümleden a'lemdir.

Akıl, insan kalbinin hayatıdır. Gayb1505 babında1506 tercümandır.


Nefs-i natıka1507 ile bu akl-ı şerif, ana ve baba gibidir. Bunlara âsî olan
mahrum olur. Nitekim güneş, suyu ve rutubeti yerden alıp göğe çeker.
Keza bunun gibi akıl da insanı kendi benliğinden, enaniyetten 1508 alıp
Mevlâ'ya çeker.

1500
Yezdân: Allah
1501
Hüccet: Delil
1502
Müsemma: İsimlendirilen, isim sahibi
1503
Kethûdây-ı şehr-i beden: Beden şehrinin idarecisi
1504
Gayrile: Başkası ile
1505
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen alem
1506
Bab: Mevzu, konu
1507
Nefs-i natıka: Doğru ile yanlışı biribirinden ayıran insan mahiyetinde
bulunan nur, akli ne nakli meselelerin alakalarını hissetmeye ve anlamaya
kabiliyeti olan insan ruhu
1508
Enaniyet: Benlik, kendini beğenip büyük görme

151
Hevây-ı heves1509 küfürdür. Akıl dindir. Hevâ1510 körlük, akıl
ise akıbeti görücüdür. Aklın el ve dili kısadır yani, yaramazlık yapmaz.
Murad ve arzu, sermaye-i eblehdir1511 yani, ahmakların sermayesidir.
Beş zahirî1512, beş bâtıni1513, on havâss1514 asker gibidir. Akıl da onların
kumandanı makamındadır. Emîre muhalefet edenler, hor ve hakir
olurlar. Vakta ki beden uykuya gider, akıl ol zaman kendi âleminde
seyahat eder. Akıl, güzel bir göz dürbünüdür. Onun nuru, usul-ü
dindir1515.
Kim ki gazap ve şehvetine mağlup olursa, onun aklı nursuz,
görmeyen bir göz gibidir. Akıl iki cihanda azizdir ve ol ehl-i birr 1516 ve
ihsandır. Kimin yüzü güzel, aklı azdır. Onun ahmaklığı kötü huylarına
delildir. Ol güzel ki, akılsız ve hakikati görmekten uzaktır, onun yüzü
bulanık bir yüzdür. Akılsız güzelin gönlü, perakende ve dağınıktır ve
kapalıdır. Akıl öyle suretlere bakmaz. Akıl kendi sahibini ateşlere
yakmaz. Şimdi, aklıyla bu suretten sarây-ı kalbe 1517 giren fâni1518,
cihandan geçip, asıl cihanı bulur. Akıl, gönülde seyran edip,
hüsnüne1519 hayran olur.
Marifet1520 devletine erişip, muhabbet kadehleriyle daima
kendinden geçip, huzûr-u Bârî'de1521 murad alır.

1509
Hevây-ı heves: Nefsin hoşuna giden faydasız ve gelip geçici arzular; zevk
ve şehvetler
1510
Hevâ: Arzu, heves; nefsin zararlı ve günah olan arzuları
1511
Sermaye-i ebleh: Ahmakların sermayesi
1512
Zahiri: Görünen, dış görünüşte
1513
Bâtıni: İç yüzdeki, görünmeyen
1514
Havâss: Duyular, duygular
1515
Usul-ü din: Dinin esasları, düzen ve kaidesi
1516
Ehl-i birr: Cömertlerin başı
1517
Sarây-ı kalb: Kalb sarayı
1518
Fâni: Geçici, ölümlü
1519
Hüsn: Güzellik
1520
Marifet: İlahi sırları kavrama, irfan, hüner
1521
Huzûr-u Bârî: Varlıklara biçim verip şekillendiren ve onları mükemmel
bir surette yaratan Allah'ın huzuru

152
Akıl hiç mâl-ü câha1522 meyi1523 etmez.
Ayıp ve utançların peşinden gitmez
Akıl, din iş'ârınca1524 âr1525 eyler.
Yalan işlerden ol firar eyler.
Akıl kimseyi medh1526 ve zem1527 eylemez.
Akıl bir kimseye sitem eylemez.

Çok kötü ve fena huylardan, akıl utanır, âr eder. Kötü ve fena


işler onun harcı değildir. Akıl, din ve ahirete meyl eder. Dünya
işleriyle alakası yoktur. Akıl, muhakkak bir hocadır. Hakk ve irfanda
müdakkıktır1528.

Yedinci Nevi':
İnsan aklının menşei1529 ve ruh-u revanın1530 mebdei1531 olan akl-
ı kâmilin1532 azamet ve şanı ve Hakk Teâlâ'nın ona olan lütuf ve
ihsanını bildirir.
Ey aziz: Ehlullah demişlerdir ki:
Malum olsun ki Cenâb-ı Peygamber'in haber verdiğine göre,
Hakk Teâlâ cümle âlemden mukaddem1533 aklı halk eylemiş ve Cenab-ı

1522
Mâl-ü câha: Mal ve makam
1523
Meyi etmek: Meyil etmek, istemek, yönelmek
1524
İş'âr: İşaret etme, bildirme, anlatma
1525
Âr: Utanma
1526
Medh: Övme, iyi taraflarını anlatma
1527
Zem: Kötülüğünü söyleme, çekiştirme
1528
Müdakkık: Dikkatle araştıran, inceden inceye tetkik eden
1529
Menşe: Kök, kaynak
1530
Ruh-u revan: Ruhun manevi aleme yönelmesi
1531
Mebde: Başlangıç
1532
Akl-ı kâmil: Aklen kemale ermiş
1533
Mukaddem: Önce, evvel

153
Hakk'ın her emrine bilâ1534 kusur ve fütur1535 riayet etmesine
mukabil1536; “Ben senden daha muhterem ve mahbub ve
mükerrem1537 bir mahluk halk etmedim ve halk etmem. Ancak
seninle bilinir ve seninle kullarımı tezyin ederim, ziynetlendiririm
ve seninle onlara mükâfatlar ihsan ederim ve dostlarımı ihya
ederim ve senin için âlemleri halk ettim” buyurmuştur.1538
Şimdi bu akıl, cümleden akdem (önce) ve efdaldır 1539. İnsan
ruhunun mebdeidir ve hayat-ı kalp1540 ve ehl-i irfandır1541. Bu akılla
insan, Hazret-i Allah'ı bilmek kabiliyetini haizdir 1542. Bundan dolayı
kâinat ve cemî1543' eşya, insanın hadimi ve hizmetkârıdır. Bu
olmasaydı, eflakte1544, yani kâinatta bir şeyler olmazdı. Elbette bu rûh-u
pakı1545 tazim1546 ve tevkîr1547 lazımdır. Zira bu akıl, gölge-i rûh-u
izafîdir1548. Nur-u Muhammedî ve aşk-ı ilâhîdir. İki cihan ki, dünya ve
ahiretin illet1549 ve gayesi, yer ve göklerin neticesi ve bütün kâinatın
mecmuu1550, bu Hazret-i insandır ki, ruh-u izafiyle kalbi pâk, selîm ve
zinde1551 oldukça Allahü Teâla'nın velîsidir, cihanın da canıdır. Bu akl-ı

1534
Bilâ: -sız, -siz anlamında ön ek
1535
Fütur: Gevşeklik, bezginlik, zayıflık
1536
Mukabil: Karşılık
1537
Mükerrem: Kendisine değer verilen, saygıdeğer, aziz
1538
Taberani, El-Kebir, 19/181. Hadis No: 448
1539
Efdal: En faziletli
1540
Hayat-ı kalp: Gönül, manevi hayat
1541
Ehl-i irfan: Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatın özüne ve
esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler
1542
Haiz: İçine alan, sahip, bulunduran
1543
Cemî: Cümle, hep, bütün
1544
Eflak: Alemler, dünyalar, gökler
1545
Rûh-u pak: Temiz ruh
1546
Tazim: Saygı gösterme, büyüklüğünü dile getirme
1547
Tevkîr: Hürmetle anma, saygı ve hürmet etme
1548
Gölge-i rûh-u izafî: Ruhun geçici halleri, hayaller
1549
İllet: Asıl sebep, maksat, hedef
1550
Mecmu: Tamamı, hepsi, bütünü
1551
Zinde: Diri, canlı

154
külle1552 hep enfüsî1553 ve afaki1554 işler görülür. Âlemlerin bütün eczası;
felek1555 ve melek, bu ruh-u a'zamın 1556 âlât1557 ve azası misilli1558
hizmetçisidir. Bu akıl, akdem1559 olan rûh-u a'zamdan, eczây-ı
âlemin1560 ve benî âlemin her biri, kendi istidadı1561 kadar nasip almıştır.
Rûh-u hayvaniyesinden1562 meyyit olan insan, bu ruh-u Rabbaniyle1563
hay1564 ve baki1565 olmak istidadını bulmuştur ve onunla ebedî kalmıştır.
Cemi' eşyayı hakikati üzere görüp, geldiği ve gideceği yeri bilmiştir.
Dâire-i vücudu1566 tekmil1567 edip, insan-ı kâmil1568 olmuştur. Çünkü
ruh-u insan1569, iptida1570 bu ruhdan tenezzül1571 edip merâtib1572 vücuda

1552
Akl-ı küll: Allah'ın kudretinden ilk evvel ortaya çıkan akıl
1553
Enfüsî: Nefisle ilgili, insanların kendi iç alemlerine ait, kişinin kendisiyle
ilgili
1554
Afaki: Nefsin haricindeki aleme dair, dış dünyaya ait, kainat ve içindeki
hadiselere ait
1555
Felek: Dünya, galaksiler
1556
Ruh-u a'zam: Büyük ruh
1557
Âlât: Aletler
1558
Misilli: Gibi, benzeri
1559
Akdem: Önce, önceki, daha önceki, en önceki
1560
Eczây-ı âlem: Alemi meydana getiren parçalar
1561
İstidad: Kabiliyet, yetenek
1562
Rûh-u hayvani:Hayvansal ruh
1563
Ruh-u Rabbani:
1564
Hay: Diri
1565
Baki: Ebedi, sonsuz, daimi
1566
Dâire-i vücud: Vücud ve varlık alanı, dairesi
1567
Tekmil: Tamamlama, en mükemmel hale getirme
1568
İnsan-ı kâmil: Güzel huy, ahlak ve yüksek fazilet sahibi olan, kemale
ermiş, olgun insan
1569
Ruh-u insan: İnsan ruhu
1570
İptida: Önce, en başta, başlangıç
1571
Tenezzül: Kendi durumundan daha aşağıdaki bir işi, bir durumu kabul
etmek, seviyesine inme
1572
Merâtib: Mertebeler

155
gelmiştir ki, eflak1573 ve anâsırdan1574 nüzul1575 ve mevâlîd-i selâseden1576
(nebatat1577, ma'deniyat1578, hayvanat1579) uruç1580 ile suret-i insana1581
gelip, yine bu ruhu kendi kalbinde bulup, tekrar ona vasıl olmuştur. Bu
ruh-u a'zâm1582 bir nurdur ki, bir hâl üzere daimdir ve cemî' eşya onunla
kaimdir1583. Bu cihana daha bunun gibi milyarlarca insan gelip gitse, bu
ruh-u a'zam, anların cümlesine hayat ve can ihsan eder ve kendi hâli
üzere bakidir ki, ona zerre kadar ziyade veya noksanlık gelmez.
Mesela, yüzbinlerce evin pencereleri güneşe karşı açılıp hepsine güneş
girerse, güneşe hiçbir noksanlık arız olmayacağı aşikârdır 1584. İşte
bunun gibi, iç âlemlerine doğan manevi güneş nuru da aynen böyledir.
Onun nur ve ziyası daimîdir. Güneş gece gayb 1585 olur, fakat bu nur-u
ilâhî1586, gece gündüz gönüllere vasıl olmaktadır.
İşte bu ruh ile hayat bulanlar, insan-ı kâmil 1587 zümresine dahil
olup -müminler ölmezler- tebşirâtına1588 mazhardırlar. Zira, hayat-ı
ebediyye1589 saadetine nail olarak, ehl-i beka 1590 mertebesine
vasıldırlar1591.
1573
Eflak: Gökler, alemler
1574
Anâsır: Unsurlar, zümreler
1575
Nüzul: İnme
1576
Mevâlîd-i selâse: Nebat, hayvan ve maden
1577
Nebatat: Bitkiler
1578
Ma'deniyat: Madenler, madenden çıkan şeyler, madeni oluşlar
1579
Hayvanat: Hayvanlar
1580
Uruç: Yükselme, yükseliş
1581
Suret-i insan: İnsani görünüş, insan şekli
1582
Ruh-u a'zâm: En büyük ruh
1583
Kaim: Ayakta duran
1584
Aşikâr: Açık, belli, meydanda
1585
Gayb: Görünmeyen
1586
Nur-u ilâhî: İlahi nur
1587
İnsan-ı kâmil:Güzel huy, ahlak ve yüksek fazilet sahibi olan, kemale ermiş,
olgun insan
1588
Tebşirât: Müjdelemeler
1589
Hayat-ı ebediyye: Sonsuz hayat
1590
Ehl-i beka:
1591
Vasıl: Ulaşan, erişen, kavuşan

156
Hakkı, ehl-i bekayı yâd eyle.
Hatırın yâdıyla1592 şad1593 eyle.

İki cihanın bütün esrarları1594, gelmiş geçmiş, gelecek neler


varsa, hep ruh-u izafîyle1595 bulunmuştur. Onun için halk olunmuştur.
Her kemal ve marifet, cemal ve muhabbet bu nurdan istifâze 1596
kılınmıştır. Zira bu ruh-u izafî, kullar için vesile-i kurb-ü Mevlâ 1597 ve
terbiye ve tekâmül1598 için halife-i Hüdâ1599 bulunmuştur.

Kalp ve gönül denilen, bazen da can dediğimiz insan kalbinin


büyüklüğü, fazl ve kemâlini tarif ve tavsif1600 mümkün değildir. Her ne
kadar bu hususta yazılmış ve söylenmiş çok kitaplar ve sözler varsa da,
asıl doğrusunu isterseniz bu öyle anlatmakla, söylemekle bilinecek bir
şey değildir. Bu ancak, ehl-i basiretin 1601, kâmil insanların,
evliyâullahın anladığı, gördüğü ve bildiği birşeydir. Ama anlatmak ve
bildirmek çok güçtür. Bu hususta merhum Marifetname sahibi,
kitabının 191. sayfasında ve dördüncü faslında, ayet-i kerîmeleri ve
ehâdis-i şerifleri zikretmiş ve bu vasıta ile Hakk Teâlâ Hazretleri’nin
lütuf ve inayetiyle1602 kullarına kalp ve gönül ahvalini 1603 beyan
buyurmuş fakat ancak ilim deryasına dalmış bahtiyarların bundan
1592
Yâd: Hatırlama, anma
1593
Şad: Sevinçli, şen, memnun
1594
Esrar: Sırlar
1595
Ruh-u izafî:
1596
İstifâze: Feyizlenme, feyz alma
1597
Vesile-i kurb-ü Mevlâ: Allahü Teala'ya yakın olma sebebi
1598
Tekâmül: Kemâl bulma, olgunlaşma
1599
Halife-i Hüdâ: Allah'ın halifesi
1600
Tavsif: Özelliklerini sayma, özelliklerini anlatma
1601
Ehl-i basiret: Gerçeği kalple anlayan kişiler
1602
İnayet: Yardım, lütuf, iyilik
1603
Ahval: Haller

157
istifade edebileceği söylenebilir. Bizim gibi acizler de, onların
ağızlarının tadından bir parçacık istifade edebilirsek kendimizi bahtiyar
sayarız.
Hazret-i Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de buyurmuşlardır
ki: “Muhakkak insanın vücudunda bir parça et vardır ki, ne zaman
o ıslah1604 olsa cemî1605' beden ıslah olur. Eğer o fâsid 1606 olsa cemî'
beden de fâsîd olur. Agâh1607 olunuz ki o, kalb-i insandır1608.”1609
Öyle ise, kalbin salâhı1610 cümleden ehem1611 ve elzemdir1612.
Zira gönül, hükmü her tarafa geçen bir sultandır. Bütün azalar onun
hizmetkârıdır. Kalbin ıslahı odur ki, onu evsâf-ı zemimeden 1613
sıyırmak ve ahlak-ı hamîde1614 dediğimiz ve bu kitapta uzun uzun
bahsedilen o ahlaklarla ahlaklanmak gerekir. Bu da ancak, ol Resûl-ü
Müctebâ'nın1615 akvâl1616, ef'âl1617 ve ahvalini1618 (gidişatını) öğrenip,
tamamıyla kendisini ona uydurmakla mümkün olabilir. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri: “Ben ahlakı tekmil1619 için ba's1620
olundum”1621 buyurmuşlardır. Bu buyrukla, insanın ahlak-ı

1604
Islah: Terbiye, düzelme, iyileşme
1605
Cemî: Cümle, hep, bütün
1606
Fâsid: Bozulmuş
1607
Agâh: Haberdar, malumatlı, bilen
1608
Kalb-i insan: İnsan kalbi
1609
Buhari, İman, 39. Müslim, El-musakat, 20.
1610
Salâh: İyilik, düzgünlük, iyi hal üzere olma
1611
Ehem: Önemli
1612
Elzem: Gerekli
1613
Evsâf-ı zemime: Kötü özellikler, kötü vasıflar
1614
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
1615
Resûl-ü Müctebâ: Seçkin peygamber, Hz.Muhammed(sav)
1616
Akvâl: Sözler
1617
Ef'âl: Fiiller, işler, ameller
1618
Ahval: Haller
1619
Tekmil: Tamamlama
1620
Ba's: Gönderilme
1621
Malik, El-muvatta, Husnül-huluk, Hadis No: 609

158
hamîdesiyle1622 iki cihan saadetine nail olacağını beyan buyurmuşlardır.
İkinci Nevi':
İnsandaki kalbin hakiki manasını ve bulunduğu yeri
bildirmektedir.
Ehl-i irfan1623 için, hakikat-i kalb-i insani 1624 ve rûh-u revne1625
teâllukunu1626 bilmek gerekir. Kalbin makamı ve merkezi yürektir.
Yüreğin ortasında siyah bir nokta vardır ki, o mahall-i süveydâdır 1627.
Bu nokta-i süveydâ1628, iç âlemin güneşi ve rûh-u cihandır 1629. O, insan
âleminin arşıdır ki, ismi kalptir. İnsan ruhunun mebdeidir 1630. Bu
noktaya teâlluk1631 eden can, nefs-i natıkadır1632 ki, beden iklîminde
sultandır.
Akıl, gönlün halifesidir ve bu da gizlidir. Bu gizli noktanın
büyüklüğünü, ancak insanlıktan melekliğe geçen ve huzur-u
daimîye1633 erişen bahtiyarlar, o büyük velîler bilebilirler. Yalnız asıl
olan ve ahiret âlemine teâlluk eden, akıl dediğimiz cevher işte o
noktanın asarıdır1634. El fi'lü nurun fil kalbi “Fiil, kalpte bir nurdur”

1622
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
1623
Ehl-i irfan: Cenab-ı Hakkı tanıyıp bilen, hak ve hakikatın özüne ve
esasına ulaşan, bilgi ve marifet sahibi kimseler
1624
Hakikat-i kalb-i insani: İnsan kalbinin özü, aslı, hakikatı
1625
Rûh-u revne:
1626
Teâlluk:
1627
Mahall-i süveydâ: Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah
yer; kalbteki basiret ve idrak merkezi; ilahi aşkın tecelli ettiği yer
1628
Nokta-i süveydâ: Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah
nokta; kalbteki basiret ve idrak merkezi; ilahi aşkın tecelli ettiği yer
1629
Rûh-u cihan:
1630
Mebde: Başlangıç
1631
Teâlluk:
1632
Nefs-i natıka: Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde
bulunan nur, akli ne nakli meselelerin alakalarını hissetmeye ve anlamaya
kabiliyeti olan insan ruhu
1633
Huzur-u daimî: Her an Allah'ın huzurunda olduğunu yakinen hissetme
1634
Asar: Eserler, izler

159
cümlesi de bunu göstermektedir. Güneşin ziyası nasıl yeryüzünü
dolduruyorsa, kalpteki bu nur da müminlerin kalbini dolayısıyla bütün
vücudunu doldurur. Havâs-ı hamsemiz1635 muattal1636 kalıp uykuya
vardığımız zaman bile, ona uyku yoktur. O daima uyanıktır.
Gördüğümüz rüyalar da buna şahittir. İşte bu nurun, gönülden dimağa
ziyası aks1637 eder. Güneş nasıl yeryüzündeki mahlukat ve mevcudata
hayat bahş1638 ediyorsa, bu nur da gönül iklimine hayat-ı maneviyeyi 1639
bahş eder. Herbir aza bu nurdan aldıkları kuvvet sayesinde vazifelerini
îfâya çalışırlar. Gözde görmek, kulakta işitmek, ağızda tad alma,
burunda koku alma ve sair vücudun azaları buna göre hareket ederler.
Binaenaleyh, gözdeki görme, kulaktaki işitme, bu nurun ziyası
kesilince hepsi muattal olup kalırlar. Ondan sonra tabiat kanunları filan
kalmaz. Şimdi sen, iyi düşün de bu kuvvet ve kudreti sana bahş eden
Alah’ü Celle ve Alâ’ya teşekküren, emirlerine münkâd 1640 ol, hüküm ve
fermanına boynunu ver, sözlerini dinle ve onun emrinden dışarı
katiyen çıkma ki, dünyanın ne cîfe 1641, ahiretin de ne saadet yeri
olduğunu güzelce öğrenmiş olasın .1642

Gel gönül şemsin1643 gözet bu gökteki mehtabı koy.


Der-i deryây-ı kademsin1644 bu geçen seylâbı1645 koy.

Evet kardeşim, bu gönüldeki güneşi görünce, zaten öteki


1635
Havâs-ı hamse: Beş duyu
1636
Muattal: İşe yaramaz duruma gelmiş, kullanılmaz olmuş
1637
Aks: Yansıma
1638
Bahş: Bağışlama, verme
1639
Hayat-ı maneviye: Maddi olmayan, manevi hayat
1640
Münkâd: İtaat eden, boyun eğen
1641
Cîfe: Leş
1642
Bu hususta İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetnamesi'nin 293.
sayfasına müracaat edilebilir.
1643
Şems: Güneş
1644
Der-i deryây-ı kadem:
1645
Seylâb: Taşkın akan su, sel

160
dünya güneşine hacet ve lüzum kalmaz. Çünkü dünya güneşi
maddelerden mürekkeb1646, çeşitli madenlerle yanar durur. Yana
dursunlar, o da Hakk’ın bir nizâmı, o yanmasa âlemde hayat mümkün
olmaz. Fakat gönül güneşi öyle yanan maden veya cisim değil, o
varlıkları yaratan, herşeyi yerli yerinde güzelce halk eden, Allahü Celle
ve Âla'nın nurudur ki bütün kâinat felekleri, melekleri, arşı, kürsüsü
hep o gönlün içindedir. Sen bu gönlü bırakıp da, o fâni olan ve çürüyüp
cîfe olacak cisminin, nefsinin esiri, kölesi olup kalmayı nasıl olur da
ihtiyar edersin? Elbette akl-ı selîm 1647 buna katiyen razı olmadığı için
bizi utandırıp, güneşleri yaratan Allahü Celle ve Âla'ya ve onun
verdiği gönül güneşine, nuruna, saadetine davet etmektedir.
Ve der ki; bu yürekte olan mahâli-i süveydâ 1648, bir nokta-i
sevdadır ki, hakikat-ı insaniyeyi câmi'dir 1649. Bu hakikat-i câmi'a1650 bir
hülasadır1651 ki, tafsilât-ı cemî-i1652 kâinat, ulvî1653 ve süflî1654 hepsi
bunun içindedir. Nitekim her meyvenin içindeki çekirdek, kendi
ağacının bir kısaltılmış, hülasa edilmiş olarak dürülüp içine
konulduğunu bize her zaman göstermektedir. Tıpkı bunun gibi, yani
kocaman bir ağaç, ufacık bir çekirdeğin içine sokulduğu gibi, bütün
kâinat da, bu hakikat-i insaniyye1655 camiası içine konulmuştur.
Kâinatta ne varsa hepsi sende mevcut demektir. Sana yeter ki,
kendindeki bu cevherden gafil olmayıp, bunları meydana çıkararak

1646
Mürekkeb: Birkaç maddeden yapılmış, birkaç şeyden oluşturulan
1647
Akl-ı selîm: İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve
İslamiyet'i takip ettiren akıl ve düşünüş; normal ve müspet düşünce; sağduyu
1648
Mahâli-i süveydâ: Kalbin ortasında bulunduğuna inanılan küçük siyah
yer; kalbteki basiret ve idrak merkezi; ilahi aşkın tecelli ettiği yer
1649
Hakikat-ı insaniyeyi câmi: İnsanlara ait gerçekleri içinde toplayan
1650
Hakikat-i câmi'a: Çok manaları içinde toplayan hakikat, tasavvufta kalb
1651
Hülasa: Sözün kısası, özet
1652
Tafsilât-ı cemî-i: Tafsilât-ı cemî-i kainat: Bütün kainatın ayrıntılı
açıklaması
1653
Ulvî: Yüce, göğe ve manevi aleme mensup???
1654
Süflî: Alçak, adi, aşağı, fani dünya ile alakalı işler ???
1655
Hakikat-i insaniyye: İnsanın hakikatı, mahiyeti

161
saâdet-i uzmâya1656 nail olasın. Nüsha-i nâme-i ilâhî 1657, gönüldür.
Bütün esrar-ı ilâhiyeyi1658 hâmil1659 olan yine gönüldür. Gönlüne sahip
olan kimse, bütün zahmetlerden kurtulup, can ve gönül sohbetini
bulmuştur. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ'ya zahmetsiz olarak cezb 1660
olunmuştur ve her muradını almıştır. Kalbi, nokta ile tarif, bizim
bildiğimiz nokta ve harfler gibi değildir. Harfler suretlerdir. Bu
anlatılan nokta ise manadır. Suretler fena bulur, yok olur. Manalar ise
bakidir1661 ve kâbil-i taksim1662 değildir, tecrübe kabul etmez.

Dildir1663 bulan envâr-ı Celâl1664 ve Cemâl’i1665.


Hakk’tan dile her anda nazardır mütevâlî1666.
Dil1667 çü1668 nazargâh-ı refî1669' hâzır1670.
Nazırdır1671 o sultan ve budur manzar-ı âli1672.

Şu iki beyitte ne güzel belirtmiştir ki, celâl ve cemâl


1656
Saâdet-i uzmâ: Çok büyük mutluluk, ahiret saadeti
1657
Nüsha-i nâme-i ilâhî:
1658
Esrar-ı ilâhiye: İlahi sırlar
1659
Hâmil: Sahip olan, taşıyan
1660
Cezb: Çekme, kendine doğru çekmek
1661
Baki: Ebedi, sonsuz, daimi
1662
Kâbil-i taksim: Bölünebilen
1663
Dil: gönül
1664
Envâr-ı Celâl: Büyüklük ,ululuk nurları (Celal: Allahü Teala'nın azamet,
büyüklük ve ululuk sıfatlarından)
1665
Cemâl: Güzellik (Allahü Teala'nın lütuf ve rıza sıfatıyla tecellisi)
1666
Mütevâlî: Aralıksız devam eden, sürekli
1667
Dil: Gönül
1668
Çü: Gibi
1669
Nazargâh-ı refî:
1670
Hâzır: Her yerde hazır bulunan Allah
1671
Nazır: Bakan
1672
Manzar-ı âli:

162
sıfatlarının nurunu bulan ve bunlara mazhar olan ancak gönüldür. Zira
o gönüle, hiç durmadan Hakk’ın nazarı vardır. Çünkü Cenab-ı Hakk,
ancak kulunun gönlüne bakar. Onun sair sıfatlarına ve hallerine
bakmaz. Mesela, çok güzel bir beden, göz kamaştırıcı bir servet, çok
da güzel giyinmek, kuşanmak ve süslenmek, tabii halk bunlara bakar.
O kimseye iltifat eder. Lakin Hazret-i Allah Sübhanehû ve Teâlâ
Hazretleri, bunların hiçbirine bakmaz, O'nun baktığı yer doğrudan
doğruya kulunun kalbidir. O kalb, Allahü Teâla'nın zikriyle meşgul ise
ne mutlu o kula, eğer zikrullahdan gafil ise, ibadet ve taat bilmiyorsa,
ona da ne yazık!

Üçüncü Nevî':
İnsan kalbinin azamet ve genişliğini ve Hakk'a yakınlığını
bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:
Yürekte olan nokta-i sevdanın1673 bulunduğu yer hakikat-i
insaniyedir ki, onun ruh-u revânîsidir 1674. Bu ruh-u insani1675, bir emr-i
Rabbani’dir1676. Bu emrin makamı ve merkezi, ol nokta-i sevdadır ki,
ikiyüzlü bir ayna gibi yuvarlak ve mücelladır 1677. Bir yüzü âlem-i
gayba1678, melekût1679 âlemine, bir yüzü de bu bulunduğumuz âleme
müteveccihdir1680. Bu ayna, parlak, temiz ve cilalı olursa, onda âlem-i
gayb zahir olur. Esrar ve manalar onda suret bulur.
Her insanın içinde bu ayna mevcuttur. Lakin cehil, gaflet ve
günahlarla pislenmiş, küflenmiş, paslanmış olduğundan, gazap, şehvet
1673
Nokta-i sevda: Siyah nokta; burada nefis kastediliyor
1674
Ruh-u revânî:
1675
Ruh-u insani: İnsan ruhu
1676
Emr-i Rabbani: Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip,
idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri
1677
Mücella: Parlatılmış, cilalanmış
1678
Âlem-i gayb: Görünmeyen, bilinmeyen alem
1679
Melekût: Beş duyu ile idrak edilemeyen varlıklar alemi
1680
Müteveccih: Yönelmiş, dönmüş

163
ve dünya sevgisi yüzünden ayna bozulmuştur. Bunun tamiri,
temizlenmesi, ilim, hakikat, kitâbullah'a ve sünnet-i Resûlullah’a tam
manasıyla îttiba1681 edip, âleme ibret gözüyle bakmak, hılim1682, iffet1683,
zühd1684, taât1685, zikr-i kesir1686 ve tefekkürler1687 neticesi o ayna, yine
güzelce sana âlem-i gaybdan ve âlem-i şehâdetten 1688 haberler verir.
Mabudumuz olan Hazret-i Allah’tan gelecek feyizleri almaya kabiliyet
kesbeder1689 ve Hazret-i Hâlık-ı zül Celâl'ın daima kendisiyle beraber
olduğunu idrak eder. Bu beraberlik keyfiyetini ancak ehlullah bilirler.
Ehlullah ise şol kimselerdir ki, nefsini tevazu 1690 ile toprak gibi, kalbini
de mâsivâdan1691 pak1692 edip beytullah1693 etmiş ve Hâlık-ı zü'l Celâl'ın
kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilmiştir.
Hakk Sübhânehû ve Teâla Hazretleri: “Ben yere göğe
sığmam ve lakin mümin kulumun kalbine sığarım”1694 buyurmuştur
ki, bu tabir ile gönlün ne kadar büyük ve geniş olduğunu ve arz ve
semâdan, arş ve kürsîden daha geniş bulunduğunu, binaenaleyh
beytullah olan müminin kalbi, başka herşeyden boş kalınca beytin
sahibi kulunun kalbini doldurur ve her hâline vâkıf olur, her dediğini
duyar ve dinler ve herşeyini görüp gözetir. Mademki evin sahibidir,

1681
Îttiba: Tabi olma, uyma
1682
Hılim: Yumuşak huyluluk, yumuşaklık
1683
İffet: Haya duygusu, namusluluk.Helala razı olup haramdan
sakınmak
1684
Zühd: Dünyaya rağbet etmeyip, nefsani zevk ve arzudan kendini
çekerek kendini ibadete verme.
1685
Taât: Allah'ın emirlerine uyma
1686
Zikr-i kesir: Çok zikretme
1687
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç
verecek şekilde düşünmek
1688
Âlem-i şehâdet: Görünen alem, dünya
1689
Kesbetmek: Kazanmak
1690
Tevazu: Alçak gönüllülük
1691
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1692
Pak etmek: Temizlemek
1693
Beytullah: Allah'ın evi, ibadet edilen yer???
1694
Sahavi, El-makasıd, sf. 198. İraki: Aslı yoktur.

164
evini herhalde yoklayacaktır. Nitekim:
“Gönül sarayın pak eyle, şayet gele sultan sana” dedikleri de
meşhurdur. Şüphesiz ki kul, Allah ile olduğu müddetçe, Allahü Celle
ve Âla'nın da o kul ile olacağı aşikârdır. Binaenaleyh, kul, Cenab-ı
Hakk’ın kahr1695 ile lütuf sıfatları arasında olduğunu görür. Rahmân'ın
Arş üzerindeki istivasının1696 ne olduğunu idrak ile beşerî 1697 sıfatları
mahvolup melaike1698 evsafını1699 hâmil1700 olmuş ve bu huzur içinde
ebedî hayata nail olmuş olur.

Dildedir1701 dildâr1702, daim sanma bir dem1703 dur1704 olur.


Gerçi dil gafletle andan, dembedem1705 mehcur1706 olur.

Hâb-i gafletten1707 uyansa, dil bulur dildârını.


Cân olur hâzır, huzur eder gönül mesrur1708 olur.

Cennet-i erbâb-ı dil1709, cânân cemâlin seyreder.

1695
Kahr: Cenab-ı Hakk'ın şiddetli ve azap verici vasıflarının tecellisi
1696
İstiva: Eşit ve denk olma
1697
Beşeri: İnsani ,insanla ilgili
1698
Melaike: Melekler
1699
Evsaf: Vasıflar, sıfatlar
1700
Hâmil: Sahip olan, taşıyan
1701
Dil: Gönül
1702
Dildâr: Sevgili
1703
Dem: An, vakit, soluk
1704
Dur: Uzak
1705
Dembedem: Zaman zaman, ara sıra,
1706
Mehcur: Uzaklaşmış, uzakta kalmış, terkedilmiş
1707
Hâb-i gaflet: Gaflet uykusu
1708
Mesrur: Sevinçli
1709
Erbâb-ı dil: Gönül sahipleri

165
Hûri-gılmân1710 olmaz, ol cennette nur, nur olur.

İstersen bîdar-ı dildârını1711 nazar kil gönlüne.


Hazret-i Mûsâ gibi, cana âşık ve dîl-i tûr1712 ol.

Sen kitâbullahsın1713 ey cân, sendedir cümle ulûm1714.


Her ne var iki cihanda, sen de hem mestur1715 olur.

Arif oldur kim görür nefsin bilir Hakk'ı hemen.


Ol ki nefsin bilmedi, bunda hem anda kör olur.

Şu beyitler bizlere ne güzel hakikatleri açıklamaktadır. Birinci


beyitte Hakk Teâlâ'nın daima kul ile beraber olduğu, ikinci beyitte
gafletten uyanan gönüllerin O'nu bulacağı, üçüncü beyitte de gönül
cennetinde cemâlullahın seyredileceği ve bu cennette başka zevke dair
şeylerin bulunmayacağı, dördüncü beyitte ise, Cenab-ı Hakk'ı görmek
isteyenlerin gönüllerine hâkim olmaları ve onu Hakk’ın hoş görmediği
herşeyden temiz ve pak tutması gerektiği, beşinci beyitte ise, “sen
kitâbullahsın” diyerekten, insanın ne büyük şân ve mevki sahibi
olduğu ve bütün ulûmun, iki cihanda olanların hepsinin senin gönlünde
yazılı ve hazır bulunduğu beyan edilmektedir .

1710
Hûri-gılmân: Huri: Allahü Teala'nın iman edenlere mükafat olarak
yarattığı, nasıl oldukları bilinmeyen Cennet kızı
Gılman: Allahü Teala'nın cennettekilere hizmet için nurdan yarattığı hizmet
gören delikanlılar
1711
Bîdar-ı dildâr: Uyanık, uykusuz sevgili
1712
Dîl-i tûr: Tur'un gönlü
1713
Kitâbullah: Allah'ın kitabı, Kuran-ı Kerim
1714
Ulûm: İlimler
1715
Mestur: Örtülü, gizli

166
İyi bil ki, sen ne kadar muhterem, âl-i cenab 1716 ve çok kıymetli
ve bahtiyar bir mahluksun. Onun için arif ol, nefsini bil. Zira nefsini
bilmeyenin bu dünyada ve yarınki ahiret âleminde kör olacağını
açıklamış bulunmaktadır.

Dördüncü Nevi':
İnsan kalbinin fazl1717, kemâl ve şerefini bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:
Her feyiz1718, âlem-i lâhutdan1719 âlem-i ceberûta1720 ve ondan da
âlem-i melekûta1721 –ki, ervah âlemidir1722- oradan da bu bizim
âlemimize nazil1723 olur. İnsan kalbi ne zaman mâsivâdan 1724 tâhir1725
olursa, bunda acayip-i melekût1726 zahir olur ki, işte insan aklı bunun
vasfından acizdir. Kalbin mahalli, her ne kadar yürek dediğimiz et
parçası ise de, lakin kendisi mahal ve mekandan, ayıp ve noksandan
beridir. Kalbin kılıfı olan vücut, bu âlemdendir. Lakin kendisi
lâhûtîdir1727.
1716
Âl-i cenab: Şerefli, yüksek ahlaklı
1717
Fazl: Şahsi kıymet, iyilik
1718
Feyiz: Manevi gıda, manevi zevk
1719
Âlem-i lâhut: Mutlak vücudun ilk mertebesi, teayyün. Bunun üzerinde
hiçbir mertebe yoktur. Buna alem-i ıtlak, hazreti gayb-ı mutlak, zat-ı Hakk,
zat-ı baht, hakikatü'l hakayık, ehadiyyet de denir.
1720
Âlem-i ceberût: Esma-i ilahi ve evsaf-ı ilahi alemidir. Buna ayan-ı sabite,
akl-ı evvel, alem-i vahdet, berzah-ı Kübra, hakikat-i Muhammediye, kabiliyet-
i evvel, makam-ı ev edna, ruh-ı a'zam, ruh-i izafi, ruh-i külli, teayyün evvel,
tecelli-i evvel, vahdit-i hakiki, zıll-i evvel de denir.
1721
Âlem-i melekût: İlahi hükümranlığın tam olarak tecelli ettiği,
görünmeyen, kainatın iç yüzü
1722
Ervah âlemi: Ruhlar alemi.Ruhların ve ruhanilerin bulunduğu alem
1723
Nazil olmak: Nüzul eden, inen
1724
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1725
Tâhir: Temiz, pak
1726
Acayip-i melekût:
1727
Lâhût: Cenab-ı Hakk'ın zatına mahsus olan zati sıfatlarının mevcut

167
Beyan buyurulduğu vechile, Benim için Arş'dan büyük,
kürsiden geniş, melekûttan1728 daha ziynetli, cennetten çok daha tîyb1729
bir hazinem vardır ki, onun yeri iman, siması 1730 da marifet, güneşi
şevk, mehtabı muhabbet, yıldızları havâtır 1731, bulutları akıl, yağmuru
merhamet, nehirleri hizmet, ağaçları taat, meyveleri da hüsn-ü
ahlaktır1732. Köşkleri kulun himmetine bağlıdır. Bu hazinenin dört
erkânı1733 vardır. Biri tevekkül1734, biri tefviz1735, biri sabır, birisi de
rızadır. Dört kapısı vardır; ilim, hılim, zikir ve üns-ü Mevlâ'dır 1736.
Agâh1737 ve mütenebbih1738 olunuz ki, işte bu vasıf olunagelen hazinem,
kâmil ve arif kulumun kalbidir.” Bundan da anlaşılıyor ki, ehl-i irfanın
kalbi, kâinatın en büyüğüdür, Hazret-i Hakk'tan gelecek feyizleri
almaya müsaittir1739 ve beyt-i Hazret-i Rahmân'dır. Kalbin kemâl ve
fazlını bilip, nefsine arif olursa, kendisinde marifetullah istidadını 1740
bulması için bu kadar kâfidir1741. Şüphesiz ki, koca deryaların bir dağa
çıkmayacağı herkesin malumudur. Binaenaleyh insan kalbinin ahvali,
yazmakla bildirilmesi mümkün olmayan bir hakikattir. Ne zaman ki,
zikrullaha devamla gönül aynası parlar ve saf olur, o zaman gönüle
içteki nur güneşinin aks-i zıya1742 ettiğini kendinde görür. Binaenaleyh

olduğu alem
1728
Melekût: Beş duyu ile idrak edilemeyen varlıklar alemi
1729
Tîyb: Temiz ve helal şey
1730
Sima: Yüz, çehre mi eser, alamet mi ya da başka bir anlam mı
1731
Havâtır: Hatıralar, düşünceler
1732
Hüsn-ü ahlak: Güzel ahlak
1733
Erkân: Esaslar, temel unsurlar
1734
Tevekkül: Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah'a
bırakmak. Allah'a dayanma, güvenme
1735
Tefviz: Her işi Allah'a bırakma
1736
Üns-ü Mevlâ:
1737
Agâh: Haberdar, malumatlı, bilen
1738
Mütenebbih: Uyanmış, tenbih ile uyarılmış olan, bir şeyden ders alıp
aklını başına toplayan
1739
Müsait: Uygun
1740
İstidad: Kabiliyet, yetenek
1741
Kâfi: Yeterli
1742
Aks-i zıya: Işığın yansıması

168
kalbini bilen söylemez, söyleyen de bilmez. Şimdi anlaşılıyor ki, arif
olan kimseler tayy-ı mekân 1743, semâvâtı1744 seyir ve Mirac-ı ruhani 1745,
cân-ü cânân1746, fakr-ü fena1747, lika1748 ve beka1749 ne imiş, bunları anlar
ve bilir de, “iki cihan, dil (kalp) ve can (ruh) insan gönlünden bir
nişan imiş” der.

Âlem-i dilde Hakk’ın cennet ve bağı vardır.


Cân-ı uşşâkın1750 o gülşende1751 durağı vardır.
Ehli dil, dilde bulur, ol gül-i gülzâri1752 müdâm1753.
Mest olur hoş kokudan, ol ki dimağı vardır.
Var iken dilde bu devlet, feleğe yok minnet.
Arifin taşrada yok meyli, ferağı1754 vardır.
Kalp ayağıyla bir an içre cihanı devr et.
Başka seyyahdır1755 ol, başka ayağı vardır.

İbrahim Hakkı (r.a.) bu beyitlerinde de, kalp gönlünü ne güzel


tavsif etmektedir. Bir gönül ki, Hakk’ın cennet ve bağı vardır, artık
1743
Tayy-ı mekân: Mekanı atlama; Allah'ın yardımıyla uzun bir mesafeyi kısa
bir zamanda aşmak, katetmek
1744
Semâvât: Gök katları, gökler, semalar
1745
Mirac-ı ruhani: Maddi olmayan, ruh ile yapılan yükseliş
1746
Cân-ü cânân:
1747
Fakr-ü fena: İlahi muhabbet neticesinde benlikten geçmek ve masivaya ait
herşeyi gözden ve gönülden çıkarmak
1748
Lika:
1749
Beka: Bâki olmak, ebedîlik
1750
Cân-ı uşşâk:
1751
Gülşen: Gül bahçesi
1752
Gül-i gülzâr: Gül bahçesinin gülü
1753
Müdâm: Devam eden, sürekli, mübtelâ olan
1754
Ferağ: Bırakma, terketme, vazgeçme
1755
Seyyah: Seyahat eden, gezgin, yolcu

169
âşıklar o gülistandan tabii ayrılmak istemezler. O gönül âşıkları, o
gülistan bahçesine devamla beraber, oradan aldıkları hoş kokulardan
mest olurlar. Fakat o kokuyu alacak kabiliyetlerin olması şarttır.
Gönülde böyle bir devlet varken, artık insan başka şeye minnet eder
mi? Onun için ariflerin gönüllerinden başka yerlere iltifatları yoktur.
Zira bu gönül ayaklarıyla bir anda cihanı dolaşırlar. Artık senin
füzelerin bunun yanında ne kalır, bilmem?

Beşinci Nevi':
İnsan kalbinin yedi tavrını bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:
Kalb-i insan1756, nefs-i natıka1757, ruh-u insan1758, hakikat-i
insaniye1759 ve latife-i Rabbâniye1760, akl-ı muâd1761, cümlesi bir candır
ki ruh-u revandır1762. Bu isimlerle müsemma1763 olan kalb-i insan, akl-ı
kâmil1764 olan o ruh-u izafîyi1765 birler, ol zaman hayat-ı câvidânî 1766
bulur ki, hayvan ve melek mertebelerini aşıb, insan-ı kâmil
mertebesine vasıl olur. Nitekim, Hazret-i İsâ Aleyhisselam buyurmuş
ki: “Bir kimse iki kere doğmadıkça melekût 1767 ve semâvâta1768 ve
1756
Kalb-i insan: İnsan kalbi
1757
Nefs-i natıka: Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde
bulunan nur, akli ne nakli meselelerin alakalarını hissetmeye ve anlamaya
kabiliyeti olan insan ruhu
1758
Ruh-u insan: İnsan ruhu
1759
Hakikat-i insaniye: İnsanın gerçek mahiyeti
1760
Latife-i Rabbâniye: İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı
olan ince bir duygudur ki, İlahi hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir
1761
Akl-ı muâd: Ölümü unutmayan, âhirete göre karar veren akıl
1762
Ruh-u revan: Ruhun zuhru, ruhun ferahlığı
1763
Müsemma: İsimlendirilen, isim sahibi
1764
Akl-ı kâmil: Aklen kemale ermiş
1765
Ruh-u İzafî:
1766
Hayat-ı câvidânî: Ebedi, sonsuz hayat
1767
Melekût: Beş duyu ile idrak edilemeyen varlıklar alemi
1768
Semâvât: Gök katları, gökler, semalar

170
zümre-i melekûte1769 dahil olamaz. Birinci doğuşu, ana rahminden bu
dünyaya gelişidir. İkinci doğum odur ki, mezmum 1770 ahlaklardan ve
zulmet-i nefsaniyeden1771 kurtulup, melek hasletli1772 olmasıdır.”
Nitekim gönül âlemine gelip, zümre-i melaikeden 1773 olarak meclis-i
ünse1774 yol bulur. Ol âlem-i manada1775 ehl-i dil1776 olup, kalbin turlarını
birer birer görüp geçer. Birinci turunda, hakkı batıldan fark 1777 ve
temyiz1778 kılıp, mümin olursun. İkinci turunda, inşirah-ı sadr 1779 hasıl
olur. Üçüncü turunda, gam1780 ve neşâtı1781 unutub, rahat edersin.
Dördüncü turunda, ilhâm-i cemâli1782 ve celâl-ı nefsani1783 bulub,
feraset1784 ve dirayetle1785 farkını bilirsin. Beşinci turunda, cezbe-i
Rahmaniye1786 kendisini alır ve dünyadan bi'lkülliye 1787 göçüb gidersin.
Altıncı turunda fuâd1788 diye yâd1789 olunur ve irâdât-ı Rahmaniye1790

1769
Zümre-i melekût:
1770
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
1771
Zulmet-i nefsaniye: Nefsin karanlığı
1772
Haslet: Huy, özellik, nitelik
1773
Zümre-i melaike: Melekler topluluğu
1774
Meclis-i üns:
1775
Âlem-i mana: Mana âlemi, manevi âlem
1776
Ehl-i dil: Kalbi uyanık, basireti ziyade olan
1777
Fark: Ayırma
1778
Temyiz: Ayırma
1779
İnşirah-ı sadr: Vicdan ferahlığı
1780
Gam: Kaygı, tasa, keder
1781
Neşât: Sevinç, neşe
1782
İlhâm-i cemâli:
1783
Celâl-ı nefsani:
1784
Feraset: Anlayış, sezgi
1785
Dirayet: Kavrayış, zeka. Akıl ve ilim yoluyla yapılan çözüm
1786
Cezbe-i Rahmaniye: Allah’ın hayır ve rahmet için verdiği ve duygulara
yerleştirdiği mana ve çoşku hali
1787
Bi'lkülliye: Tamamen
1788
Fuâd: Kalb, gönül
1789
Yâd: Hatırlama, anma
1790
İrâdât-ı Rahmaniye:

171
hasıl olup, nefsin ilhamından halas 1791 olarak mazhar-ı Cemâl1792
olursun. Yedinci turunda, sıddıklar zümresine dahil olursun ve kalbin
mirât-ı cemâli1793 ve nazargâh-ı zü'l Celâl’i 1794 olursun ve ebedi'l ebed1795
huzur ve zevk içinde olursun.

Gönül tez eyle veda', cihan kevn-i fesad1796.


Semâyı ruha sefer kıl, sefer-i mübarek1797 bâd1798.
Muhakkak kitâb-ı Hüdâdır, derûnun1799 ey Hakkı.
Zehî1800 sahâyifi-tâbân1801, zehî beyaz ü sevâd1802.

Anladığımıza göre, insandaki kemâlâtın1803 son noktası bu altı


devri atlattıktan ve yedinci devreye eriştikten sonra kemâlini bulur.
Fakat şu birinci tur, devir bile bizim için çok şayan-ı dikkattir 1804. Daha
birinci devredeki müminin Hakk ile batılı tefrik 1805 etmesi lazım
gelirken, maalesef bugünkü Müslümanlık davasını eden ve camiden
çıkmayan nice Müslümanlar vardır ki, din düşmanlarını destekler ve
onların neşriyatını muntazaman alır, böylece batılı destekler de, sonra
da müminlikten dem vururlar, heyhât!
1791
Halas: Kurtuluş
1792
Mazhar-ı Cemâl:
1793
Mirât-ı cemâl: Allâh cemâline mazhar
1794
Nazargâh-ı zü'l Celâl:
1795
Ebedi'l ebed:
1796
Kevn-i fesad: Var olup sonra bozulmak
1797
Sefer-i mübarek: Mübarek sefer
1798
Bâd: Olsun, ola
1799
Derûn: İç taraf; kalb
1800
Zehî:
1801
Sahâyifi-tâbân:
1802
Beyaz ü sevâd:
1803
Kemâlât: Olgunluklar, insanın bilgi ve güzel ahlakça tam ve olgun olması
1804
Şayan-ı dikkat: Dikkate değer
1805
Tefrik: Ayırma

172
Altıncı Nevi’:
İnsanın nail olduğu irfanı, tasarrufâtı 1806 ve kemâle ulaştıktan
sonra teslim ve rıza hâlinde kaldığına dairdir.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki:
İnsandaki kalp melaike1807 cinsinden bir kudrete mâliktir ki,
sair hayvanlarda bu yoktur. Mesela, Cebrail Aleyhisselam’ın, Lût
kavminin bulunduğu yeri alt üst etmesi ve diğer bütün eşyadaki
tasarrufları, gerek kendi vücutlarımızda ve gerekse mahsulatımızın
yetişmesinde ve çocuklarımızın ana rahmindeyken bile meleklerin
terbiyesinde oldukları bilindiği gibi, insandaki kalp de, melaike
cinsinden olmakla aynı tasarrufa ve belki daha fazlasına sahiptirler.
Yine, insanın kendi tasarrufatındandır ki, kalemi eline aldığı vakit
istediği gibi yazabilmesi ve diğer işleriyle anlıyoruz ki, kişi kendi
azalarına tasarrufa kadirdir. Her gönül kendi cisminde tasarrufa
mahirdir1808. Cemî' aza1809, kalbe muti1810 ve müsahhardır1811. Bir gönül
ki, tabiat âdetlerinden kurtulmuş ve melek misli hayvani ve habîs 1812
hallerden pak1813 ve münezzeh1814 olmuşsa, melaike-i tîybe1815 ahlakıyla
dolmuştur. Bu cismin sahibi, başka cisim üzerine tasarrufa da kadir
olur. Mesela, ol gönül sahibi arslana bile, şöyle heybetiyle bir baksa,
herbiri bir kedi gibi bir kenara büzülüp kalırlar. Hastalara muhabbetle
bir baksalar, şifa ve sıhhat bulurlar. Sağlam kimselere de hışım 1816 ve
1806
Tasarrufât: Bir şeye sahip olma ve onu istediği gibi kullanma yetkileri
1807
Melaike: Melekler
1808
Mahir: Becerikli, usta
1809
Cemî' aza: Bütün organlar, uzuvlar
1810
Muti: Uyan, tabi olan
1811
Müsahhar: İtaat etme, boyun eğme
1812
Habîs: Kötü, pis
1813
Pak: Temiz
1814
Münezzeh: Noksanlıktan uzak
1815
Melaike-i tîybe:
1816
Hışım: Öfke, gazap

173
gazapla1817 baksalar, derhal hasta ve mariz1818 ve dertli olurlar. Bu haller
birçok tecrübelerle sabittir. Kars'daki Ebul Hasan Harkânî (k.s.)
Hazretleri’nin arslanlara yük yüklediği gibi emsalleri pek çoktur.
Sihirbazların habîs olan nefesleriyle nasıl tasarruf ettikleri de
görülegelmektedir. Hâsidlerin1819 göz değmesi (halk dilinde nazar)
denilen nazarlar da böyledir. Kalbin tasarrufu üç vechiledir. Birincisi,
rüya iledir. Cemî' nâsa1820 keşf1821 olur. İkincisi ilimdir ki, umum nâsa
talim1822 ve taallüm1823 ile hasıl olur. Lakin enbiya ve evliya
teallümsüz1824, Hak tarafından ilham1825 ile nice ulûm1826 ve sanatları
meydana koymuşlardır. Buna ilm-i ledünnî 1827 veya ilhâm-ı Rabbânî1828
denir. Üçüncüsü ise kalbin tesiridir ki, kendi bedeninde tasarruflar 1829
eder. Ama enbiya ve evliya hem kendilerinde hem de başkalarında
tasarrufa kadirdirler. Lakin gönül âlemine girenler ve huzur-u
Mevlâ'da edeple oturanlar, makâm-ı tevekkülde 1830 teslim ve razı olup,
tedbir1831 ve tasarruftan el çekerler. Herhangi kâmilde bu üç tasarruf
hassası1832 bulunursa, ona havâss-ı evliya1833 derler. Rüya ile ilm-i

1817
Gazap: Aşırı hiddet, hışım
1818
Mariz: Hasta, hastalık
1819
Hâsid: Hasetçi
1820
Cemî' nâs: Bütün insanlar
1821
Keşf: Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham
olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması
1822
Nâsa talim: İnsanlara öğretme
1823
Taallüm: İlim edinme, öğrenme
1824
Teallüm: İlim edinme, öğrenme
1825
İlham: Allah tarafından kalbe gelen mana
1826
Ulûm: İlimler
1827
İlm-i ledünni: Allah'ın sırlarına ait manevi bilgi, gayb ilmi
1828
İlhâm-ı Rabbânî: Allah tarafından kalbe indirilen ilham
1829
Tasarruf: Bir şeye sahip olma ve onu istediği gibi kullanma yetkileri
1830
Makâm-ı tevekkül: Tevekkül makamı
1831
Tedbir: Önlem
1832
Hassa: Özellik, Vasıf
1833
Havâss-ı evliya: Kur'ân'î ve manevi sırlara ve hususlara vakıf bulunan;
ilim, ibadet, taat ve takva yolunda yükselerek mümtaz olan evliyaullah

174
ledünnî ve ecsâm1834 üzerinde tasarruf, onların alametidir.

Vasf-ı lisan1835 seninledir, vasf edemem gönül seni.


Nutk-u beyan1836 seninledir, vasf edemem gönül seni.

Fikrin olsa ber1837 Hüdâ, kalmaya sende mâsivâ1838.


Emn ü aman1839 seninledir, vasf edemem gönül seni.

Olmasa kibr ile riya, sensin ol beyt-i Kibriya.


Gene ü nihan1840 seninledir, vasf edemem gönül seni,

Binâen alâ zâlik1841, Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretleri’nin


biz kullarına olan ikram ve ihsanının ne kadar büyük, had 1842 ve hududa
sığmaz derecede olduğunu görünce bu, hâlimize acımamak mümkün
olmuyor. Bu fâni olan dünyaya ve nihayet cîfe 1843 olacak bir vücuda ne
kadar kıymet veriyoruz da, asıl lazım olan gönlümüzden habersiz
kalıyoruz. Halbuki bütün saadet ve selamet, hep bu gönlün
temizliğindedir. Onun temizliği yıkanmakla değil, belki kötü ve fena
ahlakları çıkarıp iyi ahlaklarla doldurmakla olacağından, kötü ahlakları
öğrenip onlardan sıyrılmak ve keza1844, iyi ahlakları da öğrenip onlarla
1834
Ecsâm: Cisimler
1835
Vasf-ı lisan:
1836
Nutk-u beyan:
1837
Ber: Hayır sahibi salih kimse
1838
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
1839
Emn ü aman: Emniyet, güven, huzur
1840
Nihan: Gizli, saklı, bulunmayan, mevcut olmayan
1841
Binâen alâ zâlik: Bundan dolayı, bunun üzerine
1842
Had: Sınır
1843
Cîfe: Leş
1844
Keza: Böylece

175
ahlaklanmak, her mümin için en güzel bir yoldur.

Yedinci Nevi':
İnsan kalbinin kendi âleminden, gerek uyku hâlinde ve gerekse
tasfiyey-i kalp1845 ile ilhamlar1846 aldığına dair malumatı bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Gönülden âlem-i berzaha1847 pencereler açıldığı iki delil ile
sabittir. Birisi uyku hâlinde gördüğümüz rüyalardır ki, bazen aynı
çıkar, bazen da misallerle gösterilir ve tabirlere muhtaç olur. Bu
havâss1848 pencereleri uyku ile kapatıldığı zaman, gönül aynası
kirlerden ve kötü huylardan safi1849 olur ki, o zaman gönül aynasına
umûr-u gaybiye1850 aks1851 eder. Eşkâl-i acîbe1852 ve ahval-i garîbeyi1853
seyreder. Lakin mevt1854 esnasında havâss-ı beden1855, bi'l külliye1856
münkatı1857' olduğundan ve hicaplar1858 da ortadan kalktığı için gönül,
âlem-i melekûtu1859 gayet parlak bir şekilde seyredebilir.
İkinci delil de şudur ki, hiçbir kimse yoktur ki, onun havâtır-ı

1845
Tasfiyey-i kalp: Kalbini temizleme
1846
İlham: Allah tarafından kalbe gelen mana
1847
Âlem-i berzah: Öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları
manevi alem, kabir alemi
1848
Havâss: Duyular, duygular
1849
Safi: Temiz, halis
1850
Umûr-u gaybiye: Gayba ait, bilinmeyen işler ve gelişmeler
1851
Aks: Yansıma
1852
Eşkâl-i acîbe: Acayip şekiller
1853
Ahval-i garîbe: Acayip durum
1854
Mevt: Ölüm
1855
Havâss-ı beden: Bedeni hususiyetler, bedeni duygular
1856
Bi'l külliye: Tamamı ile, büsbütün
1857
Münkatı’: Kesilmiş, kesilen
1858
Hicap: Perde
1859
Âlem-i melekût: İlahi hükümranlığın tam olarak tecelli ettiği,
görünmeyen, kainatın iç yüzü

176
kalbiyyesi1860 olmasın. Yani herkes görüp işitmediği nesneleri ilham
tarikiyle1861 idrak edebilir. Lakin gönül âlem-i melekûtte iken herşeyi
güzelce seyrediyordu, ondan ı'raz edip bu âlemdeki cismiyle ve zahiri
havâsslarıyla1862 meşgul olarak veya hayvani sıfatlarla kirlendiğinden
ötürü, kendi âleminden mahcub ve asıl geldiği vatanını seyirden men
edilmiştir. Onun için insana layık olan şey, dış havâsslarla beraber iç
havâsslarını da kullanabilmek ve iç âlemini, gönül âlemini temiz tutup,
Hakk’ın ilhamlarını alabilmektir.

Arifin kalbi musaffa1863 görünür.


Vech-i dildârî1864 ol aynada peyda1865 görünür.

Ondördüncü Nevi':
İnsan ruhunun tedennî1866 ve terakkisini1867 ve kemâlini bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Rûh-u insani1868 olan emr-i Rabbânî1869, a’lây-ı illiyyîndir1870. Bu
âlem-i esfele1871, yani melekût âleminden dünya âlemine ve bedenimize

1860
Havâtır-ı kalbiyye:
1861
Tarik: Yol, yöntem, metod
1862
Havâss: Duyular, duygular,
1863
Musaffa: Temizlenmiş, arıtılmış
1864
Vech-i dildârî:
1865
Peyda: Mevcud, var olan, açık
1866
Tedennî: Aşağı düşme, aşağı inme, gerileme
1867
Terakki: İlerleme
1868
Rûh-u insani: İnsan ruhu
1869
Emr-i Rabbânî: Bütün varlıkları yaratılış gayelerine göre terbiye edip
idaresi ve egemenliği altında tutan Allah'ın emri
1870
A’lây-ı illiyyîn: Yüksek makamların en yükseğinde
1871
Âlem-i esfele:

177
nazil1872 olmuş o ruhaniyet bu zulmete, o istidat 1873 bu nisyana1874 tebdil
olmuştur. Bunun neticesi insan evvela hayvan mertebesinden sonra
canavarlar mertebesine, daha sonra şeytanlar mertebesinden ve daha
sonra melekler mertebesinden, ondan sonra da mertebe-i
nefsâniyeden1875 geçmedikçe, insan-ı kâmil1876 mertebesini bulamaz. Bu
da kendinden fâni1877 olmadıkça, ruh-u izafî1878 ile baki1879 olamaz.
Tehzîb-i ahlak1880 etmeyen, yani kötü huyları bırakıb, iyi huylarla
ahlaklanmayan, hayvan mertebesinde kalarak, insan mertebesine
yükselemez ve ârif-i billâh1881 olamaz.
Azizim, insanda üç ruh vardır ki, sair hayvanat ile
müşterektir1882. Birisi, ruh-u tabîdir1883. İkincisi, ruh-u nebatidir1884.
Üçüncüsü de, ruh-u hayvanidir1885. İnsana mahsus bir de dördüncü ruh
vardır ki buna nefs-i natıka1886 derler ki, onun tealluk1887 ettiği yer,
ancak yürekte olan nokta-i sevdada1888 bulunan ruh-u hayvanidir. Eğer
ruh-u hayvani, bu ruh-u insani üzerine galib gelip gazap ve şehvete esir
olduysa, ol kimse hayvan bilinmiştir. Zira hüküm galibindir. Mademki
1872
Nazil: Nüzul eden, inen
1873
İstidat: Kabiliyet, yetenek
1874
Nisyan: Unutmak, hatırdan çıkarmak
1875
Mertebe-i nefsâniye:
1876
İnsan-ı kâmil: Güzel huy, ahlak ve yüksek fazilet sahibi olan, kemale
ermiş, olgun insan
1877
Fâni: Yok olan
1878
Ruh-u izafî:
1879
Baki: Ebedi, sonsuz, daimi
1880
Tehzîb-i ahlak: Temiz ahlak sahibi olmağa çalışmak
1881
Ârif-i billâh: Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen
1882
Müşterek: Birlikte
1883
Ruh-u tabî:
1884
Ruh-u nebati: Bitkisel ruh
1885
Ruh-u hayvani: Hayvansal ruh
1886
Nefs-i natıka: Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran insan mahiyetinde
bulunan nur, akli ne nakli meselelerin alakalarını hissetmeye ve anlamaya
kabiliyeti olan insan ruhu
1887
Tealluk:
1888
Nokta-i sevda: Siyah nokta; burada nefis kastediliyor

178
ruh-u insani mağlup olmuştur, o zaman idare ruh-u hayvaninindir. O
kimsenin kalbi ölü, cesedi ve nefsi diridir. Diridir ama gönülsüz bir
ceset hâlindedir. Eğer Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle 1889 ruh-u insani, ruh-
u hayvaniye galıp gelirse, gazap ve şehvetine mâlik 1890 ve sahip olursa,
o kimsenin nefsi ölü, ruhu diridir. Ruhani 1891 ve belki insan-ı kâmil
olup, makamından daha âlâ makamlara vasıldır 1892. Ruh-u izafînin1893
birçok adları vardır. Akl-ı kül 1894, akl-ı evvel1895 ve bu sıra ile 30 kadar
isim saymışlar ve en son bütün ruhların neşet 1896 ettiği, sultân-ı
hakikat1897 ve sırr-ı İlâhîdir1898 demişlerdir. Bu arada ruh-u kudsî 1899,
ruh-u Muhammedî1900 ve nûr-u Muhammedî1901 demişlerdir. Şimdi, sen
kendinin hangi mertebeden olduğunu bilmek istersen, kendi hallerine
iyice bak. Eğer muradın yiyip içmek, uyumak ve şehvet arzularını
görmekse iyi bil ki, behâim1902 denilen hayvan mertebesindesin. Eğer
yiyip içip, şehvet arzularıyla beraber gazap 1903, kavga, gürültü, şiddet,
adavet1904, kahır1905, zulüm ve şerirlikle1906 halkı incitip, makam peşinde
isen canavarlar mertebesinde olduğunu anlarsın. Eğer bununla beraber
yiyip içip uyuyup eğlenip ve şehvetinin esiri olmakla beraber yalan,

1889
İnayet: Yardım, lütuf, iyilik
1890
Mâlik: Sahip, bir şeye sahip olan
1891
Ruhani: Madde ile alakalı olmayan, manevi, ruh âlemine mensub olan
1892
Vasıl: Ulaşan, erişen, kavuşan
1893
Ruh-u izafî:
1894
Akl-ı kül: Tabiatta görülen ilâhî nizam
1895
Akl-ı evvel:
1896
Neşet: Meydana gelme
1897
Sultân-ı hakikat:
1898
Sırr-ı İlâhî:
1899
Ruh-u kudsî: Kutsal ruh
1900
Ruh-u Muhammedî:
1901
Nûr-u Muhammedî:
1902
Behâim: Dört ayaklı hayvanlar
1903
Gazap: Aşırı hiddet, hışım
1904
Adavet: Düşmanlık
1905
Kahır: Yok etme, ezme
1906
Şerir: Şerli, şer işleyen, kötülük yapan

179
hile, hıyanetlik1907 ve çeşitli düzenlerle aldatıp, münafıklık 1908 da
ediyorsan, bil ki mevkiin şeytan mertebesidir. Eğer az yiyip, az
uyuyup, yalan ve hile bilmez ve cemî'1909 halka rıfk1910 ile muamele
eder, insanlara hayırlar yapıp dualarını alır ve mülayim 1911 konuşursan
muhakkak ki, melaike-i kiram mertebesine nail olmuşsundur. Eğer
itidal1912 ile hareket edip, yemek ve içmek ve uyumakta mutedil 1913
bulunur, gazap ve şehvetine mâlik1914 olursan, marifet1915 ve
muhabbetullah1916 yoluna da gönülden gidersen, kendi sıfatında fâni 1917
ve hâlik1918 olursan iyi bil ki, hem arif 1919 ve hem marufsun1920. Ahlak-ı
hamîde1921 ile mevsufsun1922. Allahü Teâlâ'nın katında da, insanlık
mertebesinde kâmil insansın. Makâm-ı âlîye 1923 vasılsın. Cenab-ı Hakk
cümlemizi böyle kâmiller zümresine, fazl-ı keremiyle ilhak buyursun
âmin, bi hürmeti-seyyid'il mürselîn ve'l hamdü lillâhi Rabbil âlemin.

Aziz kardeşim!
Ruh ve kalp hakkında İbrahim Hakkı Hazretleri’nin
Marifetname'sinde yazmış olduğu ve ekserisi Arabî ve Farisî ile karışık

1907
Hıyanet: Güveni kötüye kullanma, ihanet etme, hainlik
1908
Münafık: İki yüzlü, içi dışına uymayan
1909
Cemî: Cümle, hep, bütün
1910
Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket
1911
Mülayim: Yumuşak huylu
1912
İtidal: Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük
1913
Mutedil: Ölçülü
1914
Mâlik: Sahip, bir şeye sahip olan
1915
Marifet: Allah'ı bilme ve tanıma
1916
Muhabbetullah: Allah sevgisi
1917
Fâni: Yok olan
1918
Hâlik: Kaybolan, fâni
1919
Arif: Allah'ın sırları kendisine açılmış seçkin kul
1920
Maruf: Bilinen
1921
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
1922
Mevsuf: Vasıflanan, bir sıfatla tavsif edilen
1923
Makâm-ı âlîye: Yüce ve âli makam

180
cümleleri hem ihtisar1924 hem de mümkün mertebe anlayabileceğiniz
şekilde yazmaya çalıştım ise de, daha iyisi onu kitabından okumak
daha âlâ ve daha faydalı olacağını bildiğim için, mümkün olursa
oradan okumanızı tavsiye ederim. Fakat bu muhtasar 1925 da olsa, bizler
için faydadan halî olmayacağını umarım. Bu gönül işi, evvelce de arz
ettiğim vechile1926 laf ile dinlemekle veya söylemekle veya yazmakla
veya okumakla olacak birşey değildir. Ne kadar güzel yazı yazanlar,
tarif ve tavsif edenler vardır ki, kendilerinde ise hiçbirşey yoktur.
Cenab-ı Hakk bizleri öyle laf ebesi dedikleri gibi, gönülsüz sözlerden
muhafaza buyursun ve gönüllerimizi iman nuruyla doldurup, ahlak-ı
hamîde1927 sahibi ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in her hâlimizle izi
ve yolu üzerinde giden sevgili bahtiyar kullarının zümresine ilhak 1928
buyursun ve o yoldan hiçbir zaman ayırmasın. Gönüllerini unutup,
şehvetlerinin esiri, cisimlerini besleyip, ahlak-ı zemimelerle 1929
mülevves1930 oldukları halde, kemâlât-ı insaniyeye1931 ulaşamadan
gözlerini bu dünyaya yuman ve ahirete de eli boş yalnız günahlarıyla
birlikte, şirk ve küfür üzerine yuvarlanıp gidenlerden etmesin, âmin. Bi
hürmeti seyyid'il mürselîn.
Yine merhumun, bu, gönülleri uyandırma hususundaki asıl
takip ettiği yol, tam Peygamberimiz’in (s.a.v.) gösterdiği bir yoldur.
Fakat tatbiki, tabii bu günün biz müslümanlarına hiç de kolay değildir.
Çünkü bizler, hep göregeldiğimiz bir ananenin 1932 kurbanlarıyız. Dünya
telaşelerinden kendimizi kurtarıp, şöyle bir düşündüğümüz de yok.
Düşünsek de faydası yok. Çünkü önümüze kattığımız bir sürü işler
vardır ki, bunlardan ayrılmamız, dünyadan ayrılmamızdan daha çok

1924
İhtisar: Kısaltma, kısa ifade etme
1925
Muhtasar: Kısaltılmış, kısa, özet
1926
Vechile: Şekilde
1927
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
1928
İlhak: İlâve etmek, eklemek, katmak
1929
Ahlak-ı zemime: Kötü ahlak
1930
Mülevves: Pis, iğrenç
1931
Kemâlât-ı insaniye: İnsana ait mükemmel ve benzersiz özellikler
1932
Anane: Örf, adetler

181
zordur. Halbuki hepsi fâni ve boşuna kürek çekme dediğimiz
nevi'den1933, boşuna bir faaliyettir. Nihayet hepsinin sonu olan ölümden
kimsenin kurtulmasına imkân olmadığını herkes pekiyi bilir. Fakat
insan bir kere kendini kaptırmış olmakla kurtulması da mümkün
olmuyor. Ancak Cenab-ı Hakk’ın lütuf edip esirgedikleri müstesna.
Cenab-ı Hakk cümlemizi bu esirgediği kullarından eylesin, âmin...

NEFİSLERİ ŞEHVET VE LEZZETLERİNDEN


MEN1934 VE ARZULARINA MUHALEFET1935
Yüce Rabb'imiz, Nâziât Suresi'nin 40 ve 41. ayetlerinde şöyle
buyurur: “Her kim Rabb’inin makamından korkmuş ve nefsini
şehevâttan1936 alıkoymuşsa, muhakkak cennet, onun varacağı
yerdir.”
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin ümmeti üzerine en çok
korktuğu şey, hevasına1937 uyması ve uzun emeller beslemesi olmuştur.
Zira nefsinin hevasına uymak, mümini Hakk'tan uzaklaştırır ve men
eder. Tûl-ü emel1938 ahireti unutturur. “Muhâlefet-i nefs1939, ibadetlerin
başıdır” denilmiştir.
Bazı meşâyıhdan, “İslam nedir?” diye sormuşlar. “Muhalefet
kılıcıyla nefsi kesmektir” demişlerdir.
Zünnûn-i Mısrî (r.a.) Hazretleri:
“İbadetin anahtarı düşüncedir (tefekkürdür1940)” demişlerdir.
1933
Nevi: Tür
1934
Men: Yasak
1935
Muhalefet: Karşı çıkma
1936
Şehevât: Nefsin aşırı istekleri
1937
Heva: Arzu, heves
1938
Tûl-ü emel: Bitmeyen istek. Dünya hayatının kısa ve geçiciliğine rağmen
devamlı yaşayacakmış gibi dünyaya ait işlere karşı gösterilen aşırı arzu, istek
1939
Muhâlefet-i nefs: Nefse muhalefet etmek
1940
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç

182
Tefekkür demekteki isabetinin alameti de, nefs ü hevâsına 1941 muhalefet
ve şehvetlerini terktir. Nefis haddizatında tıynet 1942 ve cibilliyet1943
iktizası1944 sû-i edep1945 üzerinedir. Kul da, bunda edebe devamla
memurdur. Nefis, tabiatı iktizası kötülüklere meyyal 1946 olup, mümin
kul da bunu iyi yollara çevirmekle görevlidir. Her kim, nefsin arzusuna
uyarsa, fesat işlerde müfsitlerin1947 ortağı olur. Herkim nefsini devamlı
olarak itham etmez ve onun arzularına muhalefet göstermezse, nefis
onu kötü yerlere ve işlere sürükler ve helakine sebep olur. Akıllı bir
insana nefsinden razı ve hoşnut olması nasıl mümkün olur ki, Yusuf
aleyhisselâm bile nefs-i emmârenin 1948 kötülüğünden şikâyette
bulunmuştur.
Cüneyd (r.a.) der ki:
Bir gece virdimi1949 yapmak için kalktım. Fakat bir tad ve
halavet1950
bulamadım. Yatmak istedim olmadı. Oturdum olmadı.
Kapıyı açtım, dışarıya çıktım. Bir de baktım ki, bir adam abasına
bürünmüş olduğu halde kapının önünde duruyordu. Benim çıkışımı
görünce dedi ki:
— Yâ ebel Kâsım, bir dakika konuşmama müsade eder
misiniz?
Ben de:

verecek şekilde düşünmek


1941
Nefs ü hevâ: Nefsin sayısız, sınırsız istek ve dilekleri
1942
Tıynet: Yaratılış, fıtrat
1943
Cibilliyet: Huy, fıtrat, yaradılış
1944
İktiza: Gereği
1945
Sû-i edep: Edepsizlik, adaba uymama durumu
1946
Meyyal: Çok meyleden, eğilen
1947
Müfsit: Arabozan
1948
Nefs-i emmâre: İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere
sevk eden insan nefsinin en aşağı mertebesi
1949
Vird: Belirli zamanlarda manevi bir görev olarak düzenli şekilde okunan
ayetler ve dualar
1950
Halavet: Hoşluk, tatlılık

183
— Bu vakitte hayrola, dedim. Adam:
— Ben kalpleri tahrik1951 eden Allah’tan, senin kalbini de
tahrik edip dışarıya çıkmanı istedim.
Ben:
— Peki, muradın hasıl oldu, hacetin1952 nedir? Dedi ki:
— Nefsin derdine deva nasıl olur? Dedim ki:
— Nefsin hevâsına muhalefet edince, dertlere deva olur.
Bunu işiten adam, nefsine dönüp: “Duydun mu?” dedi. “Ben
sana tekrar tekrar söylemedim mi? Sen ise illa Cüneyd'den duymak
istedin, işte duydun” diyerek ayrıldı gitti.
Nimet-i uzmâ1953, nefsin arzularına karşı koymaktır. Çünkü
nefis, kul ile Hâlık arasında en büyük hicabdır1954. Yani, maniadır1955.
Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri:
“Nefs ü hevâya1956 muhalefetten daha âlâ bir şeyle ibadet
olunmadı” demiştir.
Cenab-ı Hakk’ın gazabına insanı yaklaştıran şeyin de, “Nefsin
ef'âl1957 ve harekâtına1958 razı olmaktır” demişlerdir.
İbrâhîmü'ş Şeybân (k.s.) Hazretleri, nefsine muhalefet kasdıyla
kırk sene her tarafı kapalı bir yerde yattığını söylemiştir.
Sırrî Sakatî (k.s.) Hazretleri:
“Otuz veya kırk seneden beri nefsim istediği halde, eti yağda

1951
Tahrik: Harekete geçirme
1952
Hacet: İstek
1953
Nimet-i uzmâ: En büyük nimet
1954
Hicab: Utanma, perde
1955
Mania: Engel
1956
Nefs ü hevâ: Nefsin sayısız, sınırsız istek ve dilekleri
1957
Ef'âl: Fiiller, işler, ameller
1958
Harekât: Davranışlar, hareketler

184
pişirip de yemedim” der.
Ceddimden işittim ki, “Kulun afeti1959, nefsinden razı
oluşudur.”
Yusuf-u Belhî (k.s.) Hazretleri, Hâtem'ül Esam (k.s.)
Hazretleri’ne bir şey göndermişler. O da kabul etmiş. “Niye kabul
ettin?” diye sormuşlar. Cevaben: “Almakta kendimin zilletini1960, onun
izzetini gördüm. Geri çevirmekte ise kendi izzetimi, onun zilletini
buldum. Bunun için, onun izzetini, izzetime, zelilliğini de kendi
zelilliğime tercih ettim” demiştir.
Bir zât demiş ki:
Ben hacca yalnız gitmek istiyordum. Bana dediler ki, “Evvela
kalbini dünya muhabbet ve sevgisinden temizle, nefsini hevâiyattan 1961,
dilini de boş laflardan koru, sonra istediğin yere istediğin gibi git.”
“Gecesini ibadet ve taatle geçirenlerin gündüzleri,
gündüzlerini ibadet ve taatle geçirenlerin geceleri, çok güzel ve hoş
olur” buyurmuşlardır.
Her kim şehvetinin terkinde sadakat 1962 gösterirse, Cenâb-ı
Hakk, onun ihtiyaçlarına kâfi1963 olur. Allah için şehvetini terk edenler,
Cenab-ı Hakk’ın azabından emin olurlar.
Cenab-ı Hakk, Dâvud Aleyhisselam’a vahiy buyurmuşlar ki:
“Yâ Dâvud, ashabını1964, arzu ettikleri şeyleri yemekten sakındır.
Çünkü dünya şehvetlerine bağlı olan kimselerin akılları, beni
idrakten uzaktırlar.”
Bir kimse havada oturur halde görüldü de, “Sen buna nasıl
nail1965 oldun?” diye sordular. Dedi ki: “Arzularımı terkettim. Cenab-ı
1959
Afet: Bela, felaket, musibet
1960
Zillet: Hakirlik
1961
Hevâiyat: Arzular
1962
Sadakat: Samimi bağlılık, doğruluk
1963
Kâfi: Yeterli
1964
Ashab: Halk, ahali
1965
Nail: Ulaşma, kavuşma

185
Hakk da bana bu kudreti müsahhar1966 kıldı.”
Bir mümine bin şehvet arz edilse, kendisini rıza-ı îlâhiden 1967
uzaklaştırır korkusuyla onların hiç birini istemez. Hiçbir zaman
işlerini, nefsinin isteklerine bırakma, çünkü seni helake götürür.
Şehveti kalplerden çıkarmak mümkün olmaz. Ancak, şiddetli bir korku
veya son derece aşk ve muhabbet sayesinde mümkün olur.
Her kim kötü arzularını terk eder de onun mukabilinde 1968 tad
bulamazsa, o adam davasında kâzibdir1969.
Cafer ibn-i Nasır isminde bir zât-ı muhterem, Cüneyd (k.s.)
Hazretleri’ne bir dirhem vermiş, “Bununla bana sultani incir al”
demiş. O da alıp getirmiş, iftarda bir tanesini ağzına koymuş, hemen
geri çıkarmış ve ağlamış. Yemesi için ısrar etmişler. Cevaben: Kalbime
bir ses geldi ki, “bizim rızamız için terk ettiğin arzuna uymaktan
utanmıyor musun?” denildi, buyurmuştur. Bunları okuyup anlıyoruz
ki, kemâlât-ı insaniyye1970 bizim bildiğimiz gibi kolay bir şey değildir.
Çünkü nefis, hadd-i zâtında1971 insanları kötülüğe doğru götürmeye
memurdur. İnsana yakışan şey, nefsin davet ettiği kötü yollara
girmemektir. Nefis bizim için bir binektir. Bununla ahiret yolculuğu
yapmak için bu dünyaya gönderilmiş bulunuyoruz. Buna şeriat
gemlerini vuramazsak, o bizi helake götürür ve sonunda yerleri
cehennem olur. Binaenaleyh bu kötü akıbetten kurtulmak için Cenab-ı
Hakk’ın emirlerine son derece sarılıp, yasaklarından da böylece
korunmak üzere hareket edersek, -inşallah- bu gibilerin yerleri de
cennet olur. Zira ömür bir cevherdir. Kıymetine paha biçilmez. Bunu
ibadetlerle geçirebilirsek bize ne mutlu!
Bu sebepten dolayı büyüklerimiz ve ashab-ı kiram

1966
Müsahhar: Emrine Verme
1967
Rıza-ı îlâhi: Allah'ın kulundan memnun olması
1968
Mukabil: Karşılık
1969
Kâzib: Yalancı
1970
Kemâlât-ı insaniyye: İnsana ait mükemmel ve benzersiz özellikler
1971
Hadd-i zâtında: Aslında, yaradılışında

186
hazretlerinin mücahedelerinden1972 ve nefislerine muhalefetlerinden de
biraz bahsedelim:
Kırkıncı Müslüman Hazret-i Ömer (r.a.) gece ibadetlerini
yaparken, nefsi bazen atalet 1973 gösterirmiş de mübarek ayaklarını
kırbaçla dövermiş. Bir gün her nasılsa ikindi namazının cemaatini
kaçırdığı için, ikiyüzbin dirhem kıymetindeki bahçesini tasadduk
etmiştir.
Gene, Talha (r.a.) Hazretleri de bahçesinde meşgul iken
cemaatle namazı kaçırınca, o da bahçesini Resûlullah'ın emrine
tasadduk1974 etmiştir.
Hazret-i Ömer (r.a.)'ın oğlu da kaçırdığı bir cemaatın sevabını
kazanabilmek için, yirmibeş vakit namaz fazla kılarmış. Hatta bir
akşam namazını iki yıldız görünceye kadar tehir ettiğinden dolayı iki
köle azat etmiştir.1975

ALLAH’TAN KORKU VE RECÂ


“Hikmetin başı, Allah korkusudur.”
Hâif1976, şeytandan daha ziyade nefsinden korkandır. Dâvud
Aleyhisselam’ı insanlar hasta diye ziyaret ederlerdi. Halbuki, Allah
korkusundan ve ondan hayasından dolayı hasta gibi olur, herkes de onu
hasta zannederdi. Ağlayıp gözlerinin yaşını silene hâif denmez, asıl
hâif azap olunmak korkusundan kötülükleri terk edendir.
Hâif, ancak Allah’tan korkana denir. Havf1977 ile recâ1978, erkek
ile kadın gibidir. Hakikat-ı iman bundan doğar. Korkudan rahmet, ilim
1972
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
1973
Atalet: Tembellik
1974
Tasadduk: Sadaka olarak verme
1975
Îhyâül Ulûm, c. 3, s. 367
1976
Hâif: Korkan
1977
Havf: Korku
1978
Recâ: Ümit

187
ve rıza hasıl olur. imanın kemâli ilimle, ilmin kemâli ise Allah
korkusuyladır. İlim, imanı kazandırır; korku da, marifet-i İlahiyeyi 1979.
Muhabbet şerbetini ancak Allah’tan korkanlar içebilir. Allah’tan
korkar mısın? sualine susmak lazımdır. Çünkü, “hayır” dersen küfre
gidersin, “evet” dersen yalan söylemiş olursun. Zira sıfatlarımız,
Allah’tan korkanların sıfatlarına benzememektedir.
Allah’tan korkanların ulemâ-i billâh1980 olduklarını ve bu
korkunun kalpteki bütün kötü ahlakları yakıp, beden ve cevâriha 1981
sirayet ettiğini ve bu suretle de bütün ma'âsî 1982 lerden uzaklaşıp, taat-ı
ilâhiye ile meşgul oldukları bir gerçektir. Çünkü bir şeyden korkanın
ondan kaçtığı gibi, Allah’tan korkanların da günahlardan kaçması tabii
bir şeydir. Zira bütün kötülüklerin bir zehir olduğunu bilir de onlardan
uzak kalır. Bütün a'zây-i cevârih1983, huzû1984 ve huşu1985 içerisinde
evâmîr-i ilâhiyeye1986 teslim olurlar. Murakabe1987, muhasebe,
mücahede hep Allah korkusundaki kuvvete bağlıdır. Allah’tan
korkanın kuvveti, kulun Cenab-ı Hakk’ın celâl ve azametine marifeti
nisbetindedir.
Korkunun en küçük derecesi, mahzurattan1988 kendisini men
etmesidir. Hatta işlenmesinde mahzur1989 olmayan şeyleri terk etmesi
dahi, kendisinin korkusundaki sıdkına delildir. Onun için bu gibi zevat
dünyanın hiçbir şeyine iltifat etmezler ve ellerindeki mal ve mülkü ve
hatta nefeslerinden hiçbir nefesi bile Allahü Teâla'nın razı olmayacağı

1979
Marifet-i İlahiye: Allah'ı bilme ve tanıma
1980
Ulemâ-i billâh: Allah'ı bilenler
1981
Cevârih: El, ayak gibi vücud azaları
1982
Ma'âsî: Günahlar
1983
A'zây-i cevârih: El, ayak gibi vücud azaları
1984
Huzû: Allah'ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme, tevazu hali
1985
Huşu: Allah'ın huzurunda olduğunu bilerek huzur, sükunet ve edep
duygusu içinde olmak
1986
Evâmîr-i ilâhiye: Allah'ın emirleri
1987
Murakabe: Kendini kontrol etmek, iç âlemine bakmak
1988
Mahzurat: Sakıncalar
1989
Mahzur: Sakınca

188
bir yere harcamazlar. Bu korkudaki sıdkları sebebiyle sahib-i iffet 1990
olup, şehvetlerinin arzularına tâbî olmazlar. Bu korku, ahirette insanın
saâdet-i uzmâsıdır1991. Kul için en büyük saadet de Mevlâ'sına
mülaki1992 oluşudur. Halbuki bu saadete ulaşmak, ancak Hakk’ın
muhabbetini kazanmakla olur. Bu muhabbet de, mâ'rifet-i ilâhiye 1993 ile
hasıl olur. Mâ'rifet-i ilâhiye ise, ancak devamlı bir tefekkür ve
zikrullah ile hasıl olur. Buna nailiyyet ise, ancak dünya muhabbetinin
kalpten çıkmasıyla olur. Bu da ancak dünya lezzet ve şehvetlerini terk
ile mümkündür. Bunun için de, ancak şehvetleri yakıcı hakiki bir
korku lazımdır. Bu korku, öyle bir fezaili 1994 câmi'dir1995 ki, iffeti,
takvayı, verâyı1996, mücahedeyi ve Allahü Celle ve Alâ'ya sevgili olan
amelleri yapmasına ve Cenab-ı Hakk'a tekarrübe 1997 vesile olur.
Hidayet ve rahmet-i ilâhiye, Hakk'dan korkanlar için olduğu gibi,
Allahü Teâla'nın kullarından ve kullarının da Allahü Teâla'dan razı
olmaları, bu korkuya bağlıdır. Hakk'dan korkanlar, refîk'ul a’lada 1998
Peygamberlere arkadaş olurlar. Refîk'ul a’la, en büyük makamdır ki,
Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, ölüm hastalığında iken, dünyada
kalmakla, ahirete göçmek hususunda muhayyer 1999 bırakıldıkları
zaman, bu makamı istemişlerdi.
“Allahü Teâla'nın indinde, sizin en ekreminiz 2000
müttakîlerinizdir2001”2002 buyurulmuştur. Onun için, hiçbir müminden
1990
Sahib-i iffet: İffet sahibi kimse
1991
Saâdet-i uzmâ: Çok büyük mutluluk, ahiret saadeti
1992
Mülaki: Kavuşan
1993
Mâ'rifet-i ilâhiye: Allah'ı bilme ve tanıma
1994
Fezail: Faziletler, üstün nitelikler
1995
Câmi: Bir araya getirme
1996
Verâ: Dini buyrukları titizlikle yerine getirme
1997
Tekarrüb: Yakınlaşmak
1998
Refîk'ul a’la: Peygamberlerin, evliyanın, şehidlerin ve salih kimselerin
ruhlarının bulunduğu yer
1999
Muhayyer: Herhangi bir şeyi kabul etmemekte serbest olan
2000
Ekrem: En cömert
2001
Müttakî: Ehl-i takva, haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın
sevmediği fena şeylerdan koruyan
2002
Hucurat: 13

189
Hakk korkusunun ayrılması tasavvur olunamaz. Hakk korkusunun
zaafiyeti2003, iman ve marifet-i ilâhiye 2004 zayıflığından ileri gelir.
Hakiki korkucular cennât-ı âliyâta2005 hisabsız dahil olurlar.
Bu sebepledir ki, Resûl-u Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, ibn-i
Mesut (r.a.)'a: “Benden sonra bana mülaki2006 olmayı istiyorsan,
Allah’tan korkmayı çoğalt, kuvvetlendir. Allah korkusu, insanları
hayırlara sevk eder. Zikrullah da yine Allah korkusu olanlarda
bulunur. Bunlara iki cennet vaadolunmuştur. Allah’tan korkanlar
her şeyden korkar. Allah’tan gayrisinden korkanı ise Allah, her
şeyden korkutur. Allah’tan çok korkmak, aklın kemâline alamettir”
buyurmuşlardır.
Yahya ibn-i Mu'âz (r.a.) buyurmuş ki: “Âdemoğlu fakirlikten
korktuğu gibi ahiret ateşinden de korksaydı, şüphesiz cennete girerdi.”
Zünnun-i Mısrî (k.s.) Hazretleri de: “Allah’tan korkanın kalbi
erir ve Allah'a muhabbeti artar. Saadetin alameti, şekavetten 2007
korkmaktır” buyurmuşlardır. Çünkü korku, Allah ile kul arasında bir
rabıtadır2008. Korkunun yokluğu ile o vasıta ortadan kalkar ve kişi
helake gider. Kıyamet gününde halkın emniyette olanlarının, bugünkü
korku sahipleri olacakları da bildirilmiştir.
Sehl ibn-i Abdullah (r.a.) Hazretleri: “Helal lokma
yemeyenlerin içlerinde Allah korkusu bulunmaz” demiştir.
Süleyman-i Dârânî (k.s.) Hazretleri de, korkudan ârî 2009 olan
kalplerin harâb olacaklarını beyan etmiştir.
Hazret-i Âişe (r.a.hâ) validemiz, Resûlullah (s.a.v.)
Efendimize sormuşlar ki, “Allahü Teâla'nın verdiklerini tasadduk2010
2003
Zaafiyet: Zayıflık, güçsüzlük
2004
Marifet-i ilâhiye: Allah'ı bilme ve tanıma
2005
Cennât-ı âliyât:
2006
Mülaki: Kavuşan
2007
Şekavet: Her çeşit kötülük içinde olmak, eşkıyalık, haydutluk
2008
Rabıta: Bağ
2009
Ârî: Arınmış, uzak
2010
Tasadduk: Sadaka olarak verme

190
edenlerin kalplerindeki korku nedendir? Bu adam hırsızlık mı yapdı,
yoksa zina mı işledi?”
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyurmuşlar ki: “Hayır, ne zina
ve ne de hırsızlık yapmıştır. Belki bu adam, oruç tutar, namaz kılar
ve tasadduk da eder. Bununla beraber kabul olunamamak korkusu
içerisindedir. Hiçbir kul yoktur ki, Allah korkusundan dolayı
gözlerinden bir damla yaş çıkarsa, onun yüzüne cehennem ateşi
değmez ve yine müminin kalbinin Allah korkusundan titremesi ile
yaprağı kuruyan ağaçların yapraklarının döküldüğü gibi, onun da
günahları dökülür.”2011 Bu suretle Allah korkusundan dolayı ağlayan
gözlerin sahibi kimselerin cehenneme girmeyeceği de bildirilmiştir.
Ukbe ibn-i Âmir'e, “Necat2012 ne ile mümkündür?” diye
sormuşlar. Cevaben: “Dilini tut, evinde otur, yani fitnelere karışma ve
hatalarına ağla” demiştir.
Hazret-i Âişe validemizin: “Yâ Resûlallah, ümmetinden
cennete hesabsız girecekler var mıdır?” sualine cevaben Efendimiz
(s.a.v.), “Evet, günahlarını hatırlayıp ağlayanlardır” buyurmuşlardır.
Allahü Teâla Hazretleri’ne en sevgili damlalar, fisebilillah 2013
şehitlerin kanları ile Allah korkusundan ağlayanların göz yaşlarıdır.
Kıyamet gününde, Arş'ın gölgesinden başka hiçbir gölgeliğin
bulunmadığı zamanda, ancak Allah korkusundan gözyaşları
akıtanlarla, gizli olarak Allah'ı zikredenler Arş'ın gölgesinde
gölgeleneceklerdir. Yani, ancak onlar istirahât-ı kâmile 2014 sahibidirler.
Ebû'bekr'is Sıddîk (r.a.) Hazretleri de: “Ağlamaya gücün
yeterse ağla, ağlayamazsan ağlar gibi hüzünlü ol” buyurmuşlardır.
Bâzı büyükler ağladıkları vakitte göz yaşları ile yüzlerini mesh 2015
ederler ve “Göz yaşlarının değdiği yerlere cehennem ateşi

2011
Hakim, Müstedrek, 2/427, İbn Mace, Zühd, 20
2012
Necat: Kurtuluş, selamet
2013
Fisebilillah: Allah yolunda ve Allah rızası için
2014
İstirahât-ı kâmile:
2015
Mesh: Bir şeyi el ile silme, sığama

191
değmeyecektir” derlermiş.
Ka'b'ül Ahbar (r.a.) buyurur ki, Allahü Teâla'ya kasem 2016
ederek, “Allah korkusundan dolayı gözlerimden yaşların akması bana,
bir dağ altının tasaddukundan2017 sevgilidir.”
Abdullah ibn-i Ömer (r.a.): “Allah korkusundan dolayı
gözlerimden bir damla yaşın damlaması, bana bin dinar tasadduk
etmekten sevgilidir” buyurmuştur.
Allah korkusu insanları güzel amellere sevk etmekle beraber,
şehevânî2018 ve nefsani2019 meyillerden ve dünyaya bel bağlamaktan
uzaklaştırır. Onun için kula layık olan, Cenâb-ı Hakk'a korku, reca ve
muhabbet üzerine ibadetine devam etmektir ki, bunlara hakiki
müvahhid2020 derler. Zira Cenab-ı Hakk, Dâvud Aleyhisselam’a: “Beni
kullarıma sevdir” diye vahy etmişler, o da: “Nasıl sevdireyim?”
deyince, “Benim nimetlerimi, ihsanlarımı onlara hatırlat”
buyurmuştur. Çünkü saadetin en büyüğü Cenab-ı Hakk'ka sevgili
olarak ölmektir. Bu sevgi ise O'nu bilmekle olur. O'nu bilmek de,
dünyayı kalpten çıkarmakla olur.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de, Cenab-ı Hakk'a şöyle
yalvarmışlar:

‫َالَّلُه َّم اْر ُز ْقىِن ُح َّبَك َو ُح َّب َمْن َاَح َّبَك َو ُح َّب َم ا‬
‫َّبَك َا َّب ِاَّىَل ِم‬ ‫ا‬ ‫ِّب‬ ‫ىَل‬‫ىِن ِا‬
‫َن‬ ‫ُح َك َو ْجَعْل ُح َح‬ ‫ُيَقِّر ُب‬
‫اْل اِء اْل اِر ِد‬
‫َم َب‬
2016
Kasem: Yemin
2017
Tasadduk: Sadaka olarak verme
2018
Şehevânî: Şehvetle ilgili
2019
Nefsani: Nefse ait
2020
Müvahhid: Müslüman

192
Manası: “Yâ Rab, beni seni sevmekle ve seni seveni
(dostlarını) sevmekle ve beni senin sevgine yaklaştıracak şeylerle
(amellerle) rızıklandır ve senin muhabbetini bana soğuk sudan daha
sevgili kıl” demektir.2021

Korku Nasıl Elde Edilir?


Korku, imanın kuvveti ve yakînin2022 kendisinde zuhur2023
etmesidir. Allahü Teâla'ya, kıyamet gününe, cennet ve cehenneme,
hesap ve teraziye, kabir azabına yakînen inanmakla beraber, günahı
mucip2024 hareketlerden nefsine hâkim olmak ve cennete layık olmak
için de, ibadet ve taatte daim olmak gerektir.
Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz; “Cennete müştak2025 olanlar,
şehvetlerinden uzaklaşırlar. cehennemden korkanlar da, haramlardan
kaçarlar” buyurmuştur. Bunun için insana düşen, daimî surette
nefsiyle mücahede2026 ile zikrullah2027 ve tefekküre2028 devam ederek
Hakk'a olan marifetini2029 kemâle ulaştırması lazımdır. Marifetten
sonraki makam ancak muhabbet makamıdır. Mahbubunun 2030 işlerine
razı olmak ve ona itimat edip tevekkül2031 etmek de muhabbetin

2021
Tirmizi Hadis No: 3412, benzer rivayet
2022
Yakîn: Bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilmek, kesin ve
sağlam bilgi
2023
Zuhur: Meydana çıkma
2024
Mucip: Gerektiren
2025
Müştak: Çok isteyen, aşık
2026
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
2027
Zikrullah: Allah'ı zikretmek, Allah'ı anmak
2028
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç
verecek şekilde düşünmek
2029
Marifet: Allah'ı tanıma ve bilme
2030
Mahbub: Muhabbet edilen, sevilen
2031
Tevekkül: Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah'a
bırakmak. Allah'a dayanma, güvenme

193
icabındandır. Bunun da iki yolu vardır. Mesela, bir çocuk, odasında
otururken bir yılan gelse, çocuk ondan korkmaz. Belki onunla
oynamak ister. Hatta elini ona uzatır. Lakin onun yanında babası varsa
yılanı görünce kaçar. Çocuk da babasının kaçışından korkarak o da
kaçar. Çocuğa korku ancak o zaman gelir. Babanın korkusu, yılanın
zehirli ve öldürücü olduğunu bilmesiyledir. Çocuğun korkusu ise
babasını taklit iledir. Babasına olan itimatından 2032 dolayı o da
korkmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın azabından hakkıyla korkmak, ulemâ-i
billâh2033 ve erbâb-ı kulûb2034 olan kimselere mahsusdur. Cehennemden
korkmak ve Hakk'dan ayrılmak korkusu ise, ârif-i billâh 2035 olan
ulemânın korkusudur. Halkın korkusu ise bunları taklit iledir;
çocuğunki gibi. Çocuk kemâle geldiği vakit, nasıl bizzarure 2036
korkarsa, bilerek korkar. İşte halk da ibadet ve taate devam ve
isyanlardan uzun müddet uzak kalarak, marifet-i ilâhiye 2037 zirvelerine
yükselirse, o da kemâle gelen çocuk gibi bizzarure korkar. Yırtıcı
hayvanlardan korkmak, onların gaddar pençesine düşmek
tehlikesinden korunmak idrakinden ileri gelir. Bir kimse, Allah'ın
hudutsuz kudretini ve Kahhâr2038 sıfatını ve istediğini yapmakta
muhtar2039 ve kadir olduğunu bilince, bizzarure o da Allah’tan
korkacaktır. Hâlık-ı Zü'l Celâl'e ma'rifeti 2040 kemâle erince, ne
hayvandan ne de sair korkunç şeylerden korkar. Zira bilir ki, her şey
Allahü Teâla'nın emrine müsahhardır2041. Asıl korkulması lazım olan,
2032
İtimat: Güven
2033
Ulemâ-i billâh: Allah'ın ulemâsı, Allah'ı bilenler
2034
Erbâb-ı kulûb: Gönül sahipleri, tasavvuf yolunda ilerlerken halleri
değişen kimseler
2035
Arif-i billâh: Allah'ı tanıyan bilen
2036
Bizzarure: İster istemez
2037
Marifet-i ilâhiye: Allah'ı bilme ve tanıma
2038
Kahhâr: Galib-i mutlak ve her an kahretmeye muktedir olan Allah'ın esma
ve sıfatındandır
2039
Muhtar: Hareketinde serbest olan
2040
Ma'rifet: Allah'ı tanıma ve bilme
2041
Müsahhar:İtaat etme, boyun eğme

194
bunların yaratıcısı olan ve bunlara o kuvveti veren, Hâlık-ı Zü'l
Celâl'den korkmanın lüzumu tezahür eder. Gözlerden perde kalkınca
bilir ki canavarlardan korku, Allah’tan korkunun aynıdır. Çünkü bu
durumda Hâlık'ı Zü'l Celâl'ın Kahhâr sıfatının tecellisi o hayvan
vasıtasıyladır. Binaenaleyh korkmak lazım gelirse, varlıkların sahibi
Hazret-i Allah’tan korkmak lazımdır.

Sahabe-i Kiram2042 ve Selef-i Sâlihînin2043 Korkuları


Hakkında
Ebû Bekri's Sıddîk (r.a.) Hazretleri, bir uçar kuşu gördüğü
zaman: “Ah, ne olur ey kuş, ben de senin gibi olaydım da, beşer 2044
olarak yaratılmayaydım” dermiş.
Ebû'zer (r.a.) de, kesilen bir ağaç olmasını istermiş.
Hazret-i Talha ve Osman (r.anhümâ) da, öldükten sonra ba's 2045
olunmamalarını isterlermiş. Hazret-i Ömer (r.a.) da, Kur'ân'dan bir ayet
işittikleri vakitte bayılarak yere düşerlermiş ve bu hastalığından naşi 2046
dostları ziyaretine gelirlermiş. Bir gün yerden bir saman çöpü alarak,
“Keşke ben de böyle unutulan bir şey olsaydım ve keşke anam beni
doğurmasaydı” diye müteaddid2047 sözlerle Allah korkusunun
kendilerine verdiği dehşeti ifade etmişlerdir.
Hazret-i Ömer (r.a.)'ın ağlamaktan yüzlerinde iki siyah çizgi
peyda olmuştu. “Eğer kıyamet günü olmasaydı, bizi başka türlü
görürdünüz” derlermiş. Bir gün: “(Herkesin işlemiş olduğu amellerin

2042
Sahabe-i Kiram: Cömertlik ve şeref sahibi sahabeler, Peygamberimizi
(s.a.v) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler
2043
Selef-i Sâlihîn: İslamın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanlar: Eshab-ı
kiram, Tabiin ve Tebe-i tabiin
2044
Beşer: İnsan
2045
Ba's: Yeniden dirilme
2046
Naşi: Ötürü, dolayı
2047
Müteaddid: Birçok

195
tespit edildiği) defterler (hesap için) açıldığı zaman”2048 ayetine
gelince düşmüşler. Yine bir gün, namaz kılan birinin evinin yanından
geçerken adam (Tûr) suresini okuyormuş; “Ki Rabb’inin azabı
muhakkak vuku2049 bulacaktır”2050 ayetine gelince, Hazret-i Ömer
(r.a.) merkebinden inib, uzun müddet duvara dayanarak öylece kalmış,
evine döndüğü zaman bir ay hasta yatmıştır. Ashab-ı kiram onun neden
hasta olduğunu bilememişler.
Hazret-i Ali (k.v.) de, sabah namazından sonra kendilerini bir
hüzün istila eder, ellerini ovuşturarak ashâb-ı Resûlullah’ın
yokluğundan, onların yerine gelenlerin onlara benzemediklerinden
üzüntü duyar, ashâb-ı kiramın namazlarını, secdelerini, tilâvetlerini 2051
hatırlarlar, sabah zikirlerinde, rüzgârlı havalarda ağaçların yatıp
kalktığı gibi sallanır ve aynı zamanda elbiseleri ıslanıncaya kadar
gözlerinden yaşlar akıtırlardı. Halbuki bulundukları kavmin gafletine
üzülerek, tâ şehit oluncaya kadar güler yüzle görülmemiştir.
İmrân ibn-i Hüseyin ise, kendisinin çok ince savrulan
kumlardan olmasını, Ebû Übeyde ibn-i Cerrah (r.a.) de, kendisinin bir
koyun olup, ehlinin kesip yemesini istermiş. Ali ibn-i Hüseyin (r.a.)
da, abdest aldıkları zaman sapsarı kesilirlermiş de, ailesi tarafından hâli
sorulduğundan: “Ben kimin huzuruna çıkmaya gidiyorum, biliyor
musunuz?” derlermiş.
Musa bin Mesut, İmâm-ı Sevrî'nin huzurlarında oturdukları
vakitte, onun korkusundan ve feryadından naşi 2052 kendilerini de bir
ateş ihata2053 edermiş.
Abdü'l Vahîd bin Zeyd (r.a.) bir gün okunmakta olan; “İşte
(içine amellerinizi yazdırdığımız) kitabımız! Yüzünüze karşı hakkı
söylüyor. Çünkü sizin yaptıklarınızı hep (meleklere)

2048
Tevkîr Suresi, ayet: 10
2049
Vuku: Olma, meydana gelme
2050
Tûr Suresi, ayet: 7
2051
Tilâvet: Kur'an-ı güzel ses ve kurallarına göre okuma
2052
Naşi: Ötürü, dolayı
2053
İhata: Kuşatma

196
yazdırıyorduk”2054 ayet-i kerîmesini işitince bayılmış, ayılınca: “Yâ
Rab, İzzet-i Celâl'ın hakkı için sana kasten isyan etmedim. Bana
tevfikın2055 ile taatın2056 üzerine yardım eyle” diye yalvarmıştır.
Sevr bin Mahreme, ayetleri dinlemeye takat
getiremediklerinden harf, harf okur, yine öyleyken, sayhalar 2057 atıp
bayılırlar ve günlerce kendilerine gelemezlerdi. Bir gün kendilerine:
“Takva sahiplerini elçiler gibi Rahmân'ın huzuruna
toplayacağımız gün, mücrimleri2058 de susuz olarak cehenneme
süreceğiz”2059 ayet-i kerîmesi okununca, “Ben müttakîlerden2060
olamayan bir mücrimim” diyerek bu ayetin tekrar okunmasını istemiş
ve o sırada bir sayha atarak Hakk'a mülaki 2061 olmuştur. Bunun gibi
korku ayetlerinin okunduğu zaman tahammül edemeyip bayılanların
sayısı pek çoktur. Bunlar gibi sabahlara kadar ağlayıp, sızlananları da
yazmaya güç yetmez.
İbn-i Abbâs (r.anhümâ) 'dan, hâifînin (korkanların) hallerinden
sorulmuş, buyurmuşlar ki: “Kalpleri korkudan yaralanmış, gözleri de
ağlamaktan... Nasıl sevinebiliriz ki? Ölümün arkamızda, kabrin
önümüzde, kıyametin de en son varacağımız yer, yolumuzun da
cehennem üzerinden geçtiğini ve huzûr-u Rabb'il âleminde
durulacağını bilen kimseye sevinmek nasıl mümkün olur?”
Gülmekte olan bir gence demişler ki: “Ey genç, sen sıratı
geçtin mi? cennete mi, yoksa cehenneme mi gideceğini biliyor
musun?” Genç: “Hayır” demiş, “öyle ise bu gülmek nedendir?”
demişler.
Hâtem'ül Esam (k.s.) Hazretleri: “İyilerin arasında
2054
Câsiye Suresi, ayet: 29
2055
Tevfik: Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesi
2056
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
2057
Sayha: Çığlık, feryat
2058
Mücrim: Suçlu
2059
Meryem Suresi, ayet: 85, 86
2060
Müttakî: Ehl-i takva, haramdan ve günahtan çekinen, kendisini Allah'ın
sevmediği fena şeylerdan koruyan
2061
Mülaki: Kavuşan

197
bulunduğuna mağrur olma; çünkü cennetten daha iyi yer yokken,
Âdem aleyhisselâm’ın başına gelen malum. Çok ibadetten de mağrur
olma, İblis'in de o kadar ibadetten sonra başına gelen malum. Çok
bilgine de mağrur olma. Çünkü Belâm2062 ism-i A'zamı2063 da bilirdi.
Onun da akıbeti malum. Salihleri gördüm diye de mağrur olma, zira
Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’den daha büyük kimse var mıdır ki,
onu her gün gören akrabalarının ve Ebû Cehil gibi düşmanlarının da
hâli malum” demişlerdir.
Masiyetten2064 korkuya salihler korkusu, Allah’tan korkmaya
da sıddîklar2065 ve müvahhidlerin2066 korkusu denir. Bu korku Allahü
Teâla'yı ve onun sıfatlarını bilmekten neşet 2067 eder. Bundan naşi2068
hiçbir kusur ve kabahatleri olmadığı halde, azamet ve Celâl'inden
korkarlar. Âsîler, Cenab-ı Hakk'ı layık-ı vechile2069 bilmiş olsalardı,
günahlarından değil, Hakk’ın kendisinden korkarlardı ve bu da yerinde
olurdu. Zira Cenab-ı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’ni
Cenab-ı Hakk al'ây-ı illiyyîne2070, bigayri vesiletin2071 çıkarmış, Ebû
Cehil'i de, min gayri cinayetin 2072 esfel-i sâfilîne2073 indirmiştir. İşte
bunu ve emsalini iyi düşünmek lazımdır.
Dâvud Aleyhisselam’a olunan vahiyde: “Yâ Dâvud, yırtıcı
hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork. Çünkü bu
2062
Belâm: Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i
kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı
2063
İsm-i A'zam: Allah'ın isimlerinden en büyük ve manaca diğer isimleri
kuşatmış olanı
2064
Masiyet: Günah, isyan, itaatsizlik
2065
Sıddîk: Özü sözü doğru olan
2066
Müvahhid: Müslüman
2067
Neşet: Meydana gelme
2068
Naşi: Ötürü, dolayı
2069
Layık-ı vechile: Layık olduğu şekilde
2070
Al'ây-ı illiyyîn: Cennette en yüksek derece, Cenâb-ı Hakk’ın indinde en
iyilerin ve kâmillerin derecesi
2071
Bigayri vesiletin:
2072
Min gayri cinayetin:
2073
Esfel-i sâfilîn: Sefillerin en sefili, cehennem'in en aşağı tabakasındakiler

198
hayvanlardan korkmak, yapılan bir cinayetin sebkat2074
etmesinden değil, belki o hayvanın satvet 2075 ve heybetinden ileri
gelip, katlinden mûteezzî2076 olmaz, kalbi incinir ve bir şey
yapmazsa, o da onun şefkatinden değildir.”
İnsanlar bu gibi canavarlardan nasıl korkarlarsa, sekerât'il
mevt2077 ve onun şiddeti, münkereynin2078 suali, kabir azabı, huzûr-u
Rab'il âleminde2079 duruş ve intizar2080, ayıplarının meydana çıkışından
utanma, bütün hesabların ortaya dökülüşü, sırat köprüsünde yedi yerde
duruş, sorgu ve cevapları, köprünün inceliği, cehennemin şiddeti,
cennet nimetlerinden mahrumiyyet, Cemâl-i İlâhî’yi 2081 müşahede2082
mahrumiyyetinden dolayı olacak korkular, acaba bir hayvandan
korkma ile mukayese2083 edilebilir mi?
Hâifînin2084 en âlâ rütbesi ayrılık ve Allah’tan
hicaplanmalarıdır2085. Bu ise ancak ariflerin korkusudur. Allahü Celle
ve Alâ'ya olan marifetleri2086 kemâle ulaşmamış kimselerin
basiretleri2087 kapalı olduğundan, vuslat2088 lezzetini, ayrılık ve uzaklık
elemini idrak edemedikleri gibi, bütün lezzetleri hayvani ve

2074
Sebkat: Geçmek, ilerlemek
2075
Satvet: Boyun eğdirici güç
2076
Mûteezzî: Eziyet çeken
2077
Sekerât'il mevt: Ölüm halindeki kimsenin kendinden geçmesi, can
çekişmesi hali
2078
Münkereyn: Kabirde insanları sorgulayacak olan münker ve nekir
meleklere verilen isim
2079
Huzûr-u Rab'il âlemin: Alemlerin rabbi olan Allah'ın huzuru
2080
İntizar: Gözlemek, ümit ederek beklemek
2081
Cemâl-i İlâhî: İlahi güzellik
2082
Müşahede: Gözlem, her zerrede Allah’ın varlığına şahit olma
2083
Mukayese: Kıyas etme, karşılaştırma
2084
Hâif: Korkan
2085
Hicap: Utanma
2086
Marifet: Allah'ı tanıma, bilme
2087
Basiret: Gönül gözü ile görme, hakikati kalbiyle hissedip anlama
2088
Vuslat: Sevdiğine kavuşma

199
şehevânî2089 olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Allah korkusu
bahsinde pek çok şeyler yazılabilirse de, Hazret-i Ömer (r.a.)’ın bir
kıssasını da zikrederek bahse son vermek isteriz.
Abdullah ibn-i Dinar (r.a.) Hazretleri, Ömer ibn'il Hattâb
(r.anhümâ) ile Mekke'ye giderken dağdan inen bir çobana: “Bize bir
koyun sat” demişler. Çoban cevaben “Ben köleyim, satamam” demiş.
“Efendine, kurt yedi dersin” demişler. Çoban mukabeleten2090: “Ya
Allah'a ne söyleyeyim?” demiş. O zaman Hazret-i Ömer (r.a.) kendini
tutamayarak ağlamaya başlamış ve köleyi efendisinden satın alarak
azat etmiştir. “İşte Allah korkusu seni dünyada nasıl kölelikten
kurtardıysa, ahirette de cehennem azabından öyle kurtaracağını ümit
ederim” demiştir.

RECÂ2091 VE ÜMİD2092
Recâ, sâlikin makamlarından biridir. Makam demek, sabit olan
şey demektir. Sabit olmayana ise hâl 2093 denir. Bunu anlatmak için şu
misal sanırım kâfidir: Mesela, korkudan veya hastalıktan neşet 2094 eden
benzin sararmasına hâl denir ki, korku veya hastalık gidince eski hale
avdet2095 eder. Bir de altın sarısı gibi bir sarılık vardır ki, hiçbir zaman
evsafını2096 gayb2097 etmez. İşte recânın da böylesi lazımdır.

2089
Şehevânî: Şehvet ile ilgili
2090
Mukabeleten: Karşılık olarak
2091
Recâ: Ümit
2092
Ümid: Umma, beklenti, umut
2093
Hâl: Kulun gayreti ve kasdı olmadan sırf Allah'ın bir lutfu olarak kalbe
gelen mana
2094
Neşet: Meydana gelme
2095
Avdet: Dönüş
2096
Evsaf: Vasıflar, sıfatlar
2097
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen alem

200
Erbâb-ı kulûb2098 bilirler ki, dünya, ahiretin tarlasıdır. Kalp
arz misali, iman da tohum misalidir. Taatler 2100, arzın sürülüp ıslah
2099

edilmesi ve suların kanallarla sevki mesabesindedir. Dünya mihnet 2101


ve meşakkatleriyle2102 boğulmuş bir kalp, çorak tarlaya benzer. Ona
atılan tohumlar boşa gider ve ahirette biçecek mahsul bulamaz.
Halbuki insan ne ektiyse onu biçecektir. Binaenaleyh ahlak-ı
mezmumelerle2103 dolu olan bir gönül, tıpkı bir şey bitmeyen çorak
arazi gibidir. İşte böyle bir yerden mahsul ummak aptallık ve
ahmaklıktır. Bu nasıl ahmaklıksa, temiz kalplilerin İbadet ve taati de
verimli ve bakımlı bir araziden umulan mahsuldür ki, buna da recâ
derler.
Kul iman tohumunu toprağa serper ve onu taat sularıyla sular
ve kalbini ahlak-ı mezmume dikenlerinden temizlerse, Allahü
Teâla'nın fazlını beklemesine hakiki recâ denir. Eğer iman tohumlarını
taat sularıyla sulamaz ve kalbi ahlak-ı rezîlelerle 2104 dolu olduğu halde
dünyanın lezzetlerine kendini kaptırır, sonra da mağfiret 2105 beklerse,
işte buna da ahmaklık derler.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, ahmağı tarif ederken, “Nefs2106
ve hevâsına2107 tâbî olup, Allah'dan kurtuluş umanlardır”
buyurmuşlardır. İbadet ve taatte çalışanlar ve ma'âsilerden 2108
sakınanlar, Allahü Teâla'nın fazlını beklemeye ve nimetlerin tamamına
ulaşmalarını istemeleri yerinde bir hakktır. Nimetin tamamı da ancak
2098
Erbâb-ı kulûb: Gönül sahipleri, tasavvufta ilerlerken halleri değişen
kimseler
2099
Arz: Toprak
2100
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
2101
Mihnet: Zahmet, eziyet
2102
Meşakkat: Güçlük, zahmet
2103
Ahlak-ı mezmume: Kötü huylar
2104
Ahlak-ı rezîle: Kötü ve aşağılık ahlak
2105
Mağfiret: Affetme, bağışlama
2106
Nefs: İnsanı daima kötülüğe, hazır zevk ve isteklere sevk eden bedenin
hissi istekleri
2107
Hevâ: Arzu, heves
2108
Ma'âsi: Günahlar

201
cennete girmekle kemâle erer.
Yahya bîn Mu'âz (r.a.) Hazretleri:
“Benim indimde en büyük gurur ve aldanma, günahların
devamıyla beraber nedâmetsiz2109 olarak Allahü Teâla'dan af
ummaktır.”
Korku hiçbir zaman recânın zıddı değil, belki onun
arkadaşıdır. Kişiye hayatında her ne kadar korkulu olmak yakışırsa da,
ahirete göçüş sırasında recâsının, ümitinin galip gelmesi yerindedir.
Hazret-i Ali (k.v.) bir günahkâra:
“Senin Allahü Teâla'nın rahmetinden ümitsizliğe düşmekliğin,
günahından daha büyüktür” buyurmuşlardır.
Bir adam insanlara ödünç para verir, sonra vakti gelince
veremeyen zenginlere müsamaha2110 gösterir, fakirlere de alacağını
bağışlarmış. Bu yüzden Allahü Teâla'ya mülaki 2111 olduğu zaman bu
hâli, onun affına sebep olmuştur. Böylece, insanları ümitlere sevk
etmek, korkutmaktan daha evla2112 olduğu bildirilmiştir.
Cenab-ı Hakk, Dâvud Aleyhisselam’a: “Beni sev, beni seveni
de sev ve beni mahluklarıma sevdir” buyurmuşlardır. O da: “Yâ Rab
seni kullarına nasıl sevdireyim?” deyince, “Beni hüsn-ü Cemîl2113 ile
zikret. Nimetlerimi ve ihsanlarımı onlara sayarak hatırlat”
buyrutmuştur. Hayat, ilim, görme, işitme ve daha sayılamayacak kadar
çok olan bu nimetleri tefekkür 2114, elbette insanı bu nimetleri verene
karşı şükran borcunu yapmaya mecbur eder.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri bile çok namaz kılmaktan
mübarek ayakları şişince, ashâb-ı kiramın şefkatlerine karşı ve onların;
2109
Nedâmet: Pişmanlık
2110
Müsamaha: Hoşgörü
2111
Mülaki: Kavuşan
2112
Evla: Daha iyi
2113
Hüsn-ü Cemîl:
2114
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç
verecek şekilde düşünmek

202
“Evvel ve ahir bütün günahlarınız mağfiret edilmiş olduğu halde, bu
kadar kendinize zahmet vermeseniz” yollu ricada bulunmalarına
mukabeleten: “Cenab-ı Hakk’ın bu kadar nimetlerine karşı şükredici
bir kul olmayayım mı?” buyurmuşlardır.2115
İbadet ve taatten mahrum ve isyanlara boğulan bir kimsenin,
Allahü Teâla'nın geniş ve namütenahi2116 rahmet deryalarından,
merhamet ve af ümit etmesi, gurur ve ahmaklık alametidir. Zira balın
şifa olduğu herkesçe malumdur. Fakat kendisinde hararet galip olanlar
için bir semm-i katildir2117 (öldürücü bir zehirdir). Bunun gibi Hakk'dan
ı'râz2118 eden kimselerin merhamet-i İlâhiyeye 2119 ilticâlarıyla2120 birlikte,
onun azamet2121 ve heybetinden ve Kahhâr2122 sıfatından korkarak
ümitleriyle korkularını müsavi2123 bir hale getirmeleri lazımdır. Çünkü
matlub2124 olan, bütün ahlak ve maksatlarında adalete riayet ederek,
“Hayr'ül umûrü evsatühâ” (Amellerin hayırlısı, orta olanıdır)
demektir. Bu kaideden dışarıya çıkmamak lazımdır. Zira korku ile reca
(ümit) bir kuşun iki kanadı gibidir. Her ne zaman denk olurlarsa kuş,
rahat rahat uçar.
Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e vahiy buyurulmuş ki:
“Senin ümmetinin hesabını sana bırakacağım.” Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri: “Hayır yâ Rab, sen ümmetime benden daha hayırlısın.” O
zaman Cenab-ı Hakk da: “Biz seni ümmetin hususunda hiçbir
zaman mahzun etmeyiz” buyurmuşlardır. Nitekim “İlerde (kıyamet
günü) Rabb’in sana (şefeât makamını) verecek de sen hoşnut

2115
Buhari, Teheccüd, 6. Müslim, Sıfatül-Kıyame, 19
2116
Namütenahi: Sonsuz, ucu bucağı olmayan
2117
Semm-i katil: Öldürücü zehir
2118
I'râz: Yüz çevirme, uzak durma
2119
Merhamet-i İlâhi: Allah'ın merhameti
2120
İlticâ: Sığınma
2121
Azamet: Büyüklük
2122
Kahhâr: Galib-i mutlak ve her an kahretmeye muktedir olan Allah'ın esma
ve sıfatındandır
2123
Müsavi: Eşit, denk
2124
Matlub: İstenilen, aranılan şey

203
olacaksın”2125 mealindeki ayet-i kerîme de buna şahittir. Yine de
vahilerinde: “Senin ümmetin benim kullarımdır. Ben onlara senden
daha merhametliyim ve onların hesabını başkalarına bırakmam.
Çünkü onların kusurlarını ve günahlarını, ne senin ne de
başkalarının görmesini isterim.” O zaman Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri: “Benim hayatım da, ölümüm de sizler için hayırlıdır.
Hayatımda sünnetim ve şeriatimle sizlere hayat veren hakikat
yollarını açtım. Ahirete göçtükten sonra da, amelleriniz bana arz
olunur. Hasenatınızı2126 görünce Cenab-ı Bârî'ye hamd eder,
seyyiatlarınızdan2127 dolayı da Rabb’imden mağfiret2128 dilerim”
buyurmuşlardır.
Bazı haberlerde bildirildiğine göre, kulun günahları göklere
kadar ulaşsa dahi, mağfiret dilediği müddetçe ve tövbesinin kabul
olunacağını umdukça, mağfiret-i İlâhiyeye 2129 mazhar2130 olacağına dair
birçok tebşirât2131 vardır. Şu da muhakkak ki, günah
işleyince kulun defterine derhal yazılmaz. Altı saat kendisine tövbe
etmesi için mühlet verilir. Bu müddet içinde tövbe ederse hiç yazılmaz.
Tövbe etmediği takdirde ancak bir günah yazılır. Halbuki kulun
işlediği bir haseneye karşılık derhal on sevab yazılır. Sağdaki melek,
soldaki günahları yazan meleğe der ki: “Sen o bir günahı sil, ben de
hasenatından bir eksik yazayım.” Resûlullah (s.a.v.) Hazretleri’ne
gelen bir zât: “Yâ Resûlallah, ben Ramazan orucunu tutar, başka
ziyade yapmam, beş vakit namazımı kılar, başka ziyade yapmam,
malımdan verilecek zekâtım, hac ve tatavvu'um 2132 da yoktur. Öldüğüm
zaman benim hâlim nice olur?” demiş. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri

2125
Duhâ Suresi, ayet: 5
2126
Hasenat: Güzellikler, iyi ameller, iyilikler
2127
Seyyiat: Kötülük, günahlar, suçlar
2128
Mağfiret: Affetme, bağışlama
2129
Mağfiret-i İlâhiye: Allah'ın bağışlaması
2130
Mazhar: Erişen, nail olan
2131
Tebşirât: Müjdelemeler
2132
Tatavvu: Farz ve vacip olmadığı halde fazla sevap almak için yapılan
nafile ibadetler

204
tebessüm buyurarak: “Kalbini iki şeyden ki -buhül2133 ve hasettir2134-
ve gıl2135; yani ganimet malına hıyanetten, lisanını da iki şeyden -ki
gıybet2136 ve yalandır-, gözünü de iki şeyden -ki harama bakmak ve
bir Müslümanı hakir2137 görmektir-, bunları yapmadığın takdirde
benimle cennete girersin” buyurmuşlardır.2138
Cenab-ı Hakk, Kabe'i Muazzama'yı çok şerefli kılmıştır. Eğer
bir kimse bunun taşlarını birer birer yıksa, sonra da yaksa, Allahü
Teâla'nın velîlerinden bir velîyi istihfaf2139 edişinin günahına erişemez.
Bir Arabî, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’ne gelip dedi ki:
“Allah'ın velîleri kimlerdir?” Efendimiz Hazretleri de:
“Bütün müminler Allah'ın velîleridirler” buyurdular. Ve şu
ayet-i celileyi okudular: “Allah, iman edenlerin yardımcısıdır.
Onları dalâlet2140 karanlıklarından (kurtarıp) hidayet nuruna
çıkarır.”2141
Bazı haberlerde, mümin-i kâmillerin Kabe'den efdal olduğu,
tîb ve tâhir2143 olan müminin Allahü Teâla'ya meleklerinden ekrem
2142

olduğu bildirilmiştir. Cenab-ı Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, fazl ve


rahmetiyle kullarını cennete sevk etmek için, cehennemi kamçı
mesabesinde yaratmıştır. Çünkü: “Ben, halkı benden faydalansınlar
diye yarattım, yoksa ben onlardan faydalanayım diye değil”
buyurmuştur.
Yine Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri buyuruyorlar ki, “Nefsim

2133
Buhül: Tamahkarlık, cimrilik
2134
Haset: Kıskançlık
2135
Gıl: ????Gulul: Ganimet malına hiyanet etmek
2136
Gıybet: Birinin ardından hoşlanmayacağı şekilde konuşma, çekiştirme
2137
Hakir: Değersiz
2138
İhya, 3/250
2139
İstihfaf: Küçümseme, hor görme
2140
Dalâlet: İman ve İslâmiyet'ten ayrılmak
2141
Bakara Suresi, ayet: 257
2142
Tîb: Güzel koku
2143
Tâhir: Temiz, pak

205
yed-i kudretinde olan Allahü Teâla'ya kasem 2144 ederim ki, Cenab-ı
Hakk mümin kuluna müşfik2145 bir ananın evladına olan şefkatinden
daha erhamdır2146. Kıyamet gününde Cenab-ı Hakk kullarına öyle bir
mağfiretle tecelli buyuracaklar ki, hatta hiçbir kimsenin tahayyül 2147
edemeyeceği bu mağfiretten iblis dahi nasip umacaktır. Cenab-ı
Hakk’ın yüz rahmetinden birisiyle, dünyanın evvelinden sonuna
kadar bütün mahlukat müstefid2148 olacaklardır. Anaların
evlatlarına, hayvanların yavrularına acıması hep bu bir rahmetin
eseridir. Halbuki kıyamet günü, bu bir rahmet de doksan dokuz
rahmete katılarak, tam yüz rahmetle mahlukatına tecelli
buyuracaklardır.”
“Sizden hiçbiriniz cennete amelleriyle giremez,
cehennemden de kendini kurtaramaz” diyen Efendimiz (s.a.v.)
Hazretleri’ne ashâb-ı kiram (r.anhüm);
“Sen de mi yâ Resûlallah” dediler. Cevaben:
“Evet, ben de. Ancak Allahü Teâlâ beni rahmetiyle ihata 2149
ve muhafaza buyurmuştur.”2150 Ve yine: “Kının kılıcı sakladığı gibi,
ben de şefaatimi ümmetimin büyük günahları için kıyamet gününe
saklıyorum” buyurdular.
Bir gece şiddetli bir yağmurla havanın kararması sebebiyle
tavaf mahalli boşalmıştı. İbrahim ibn-i Edhem (k.s.) Hazretleri diyorlar
ki: Ben mültezem2151 kapısı önünde durdum ve dedim ki: “Yâ Rab,
sana ebediyen isyan etmemek üzere beni mâsûmînden 2152 kıl.”

2144
Kasem: Yemin
2145
Müşfik: Şefkatle seven
2146
Erham: En merhametli
2147
Tahayyül: Hayalde canlandırma
2148
Müstefid: Faydalanan
2149
İhata: Kuşatma
2150
Müslim, Sıfatü’l-Münafıkin, 17. Buhari, Rikak, 18
2151
Mültezem: Kabe-i muazzamanın kapısı ile Hacer-ül esved denilen
mübarek siyah taş arasında kalan Kabe duvarı
2152
Mâsûmîn: Günahsızlar

206
Hâtiften2153 bir ses kulağıma geldi: “Yâ İbrahim, sen benden ismet
istiyorsun, bunu bütün kullarım da istiyor, ben herkesi masum
edince kime mağfiret edeceğim?”
Benî İsrail devrinde iki kişi ahiret kardeşi olmuşlar. Fakat
bunlardan biri âbid2154, diğeri de günahkâr imiş. Âbid olan daima
günahkâr kardeşine nasihat edermiş. Bir gün günahkâr, âbid olana
demiş ki: “Allah seni bana gözcü mü gönderdi?” Ve yapmakta olduğu
büyük bir günahdan dolayı âbid ona kızarak: “Cenab-ı Hakk sana
mağfiret2155 etmez” demiş. Halbuki Cenab-ı Hakk'dan: “Kıyamet
gününde benim rahmetimi kim önleyebilir?” diye fermân-ı ilâhi2156
tecelli etmiş. Neticede günahkârın afvına2157, âbidin ise rahmet-i
İlâhiyeyi esirger şekilde sözleriyle dünya ve ahireti mahvolmuştur.
Buna benzer bir kıssada da şöyle denilmektedir:
Benî İsrail devrinde bir adam, kırk sene yol kesicilik yapmış.
Bir gün İsâ Aleyhisselam havarileriyle2158 beraber oradan geçerken
eşkıya: “Allahın nebîsi havarileriyle birlikte geçiyorlar, ben de onlara
katılsam” hevesiyle bulunduğu yerden inmiş, bir yandan onlara
yaklaşmakta ve aynı zamanda da nefsini hakir görüp; “Benim gibi bir
günahkârın bunların arasında yer alması doğru mudur?” diyerek
nefsini küçültmekteymiş. Onun bu hâlini hisseden bir havari, böyle bir
adamın bizim aramızda ne işi var, gibi düşünmüş ve İsâ
Aleyhisselam’ın yanına sokularak şakîyi 2159 geride bırakmıştır. Bu hâl
Cenab-ı Hakk’ın hoşuna gitmediğinden, İsâ Aleyhisselam’a bildirmiş
ki: “Ben onların amellerini mahvettim, yeniden başlasınlar.
Havarinin hasenatını, kendini beğendiği için, ötekinin de

2153
Hâtif: Sesi işitilen fakat kendisi görülmeyen seslenici
2154
Âbid: Çok ibadet eden
2155
Mağfiret: Affetme, bağışlama
2156
Fermân-ı ilâhi: Allah'ın emir ve buyruğu
2157
Afv: Bağışlama
2158
Havari: Hz. İsa'nın (a.s) yardımcısı olan 12 zattan her biri
2159
Şakî: Her türlü günahı işleyebilen, Allah'ın rızasından ve ahiret
mutluluğundan yoksun olan kimse

207
seyyiatını2160 nefsini hakir gördüğü için mahvettim” buyurmuştur.
Bu vakalar2161 delalet ediyor ki, recâ 2162 üzerine ibadet efdaldir2163. Zira
recâda muhabbet vardır.
Bir mecusi, İbrâhîm Aleyhisselam’a misafir olmak istemiş.
İbrâhîm Aleyhisselam da: “Müslüman olursan misafir ederim” demiş.
Bunun üzerine mecusi ayrılıp gitmiş. Bu sebeple Cenab'ı Hakk,
İbrâhîm Aleyhisselam’a: “Bu kulumu dinini değiştirmeyince
ıt'âm2164 etmedin. Ben ise onu yetmiş senedenberi ıt'âm
etmekteyim. Bir gece de sen misafir etsen ne olurdu?” Bu hitab-ı
İlâhî üzerine İbrâhîm Aleyhisselam koşa koşa mecusiyi bulup geri
çevirmiş ve misafir etmiş. Bunun üzerine mecusi: “Ne sebeple
fikrinden döndün?” diye sormuş. İbrâhîm Aleyhisselam da hadiseyi
anlatınca mecusi: “Cenab-ı Hakk benim için böyle mi dedi? İslamiyeti
öğret bana!” diyerek, İslam'la müşerref olmuştur.
Bir zât, uşağına dört dirhem para vererek meyve almasını
emretmiş. Uşak giderken Ammâr ismindeki bir zâtın vaazını dinlemek
için bulunduğu yere gitmiş. Vaiz de vaazında: “Bir fakirin dört
dirheme ihtiyacı var, bu miktarı kim verirse ben de dört duada
bulunacağım” deyince uşak, hemen elindeki dört dirhemi uzatarak:
“Buyurun” demiş. Vaiz: “Ne duası istiyorsun?” diye sormuş. Uşak da:
“Evvela ben köleyim, azadımı istiyorum. İkincisi, verdiğim paranın
karşılığını Allah’tan istiyorum. Üçüncüsü, Allahü Teâlâ'nın efendime
tövbe nasip etmesini istiyorum.” Vaiz: “Daha ne istiyorsun?”
deyince, “Allahü Teâlâ'nın beni, efendimi, seni ve kavmimi mağfiret
etmesini istiyorum” demiş. Vaiz de bunları Cenab-ı Hakk'a dua ile arz
etmiş. Köle, efendisinin yanına döndüğünde efendisi, niye geç
kaldığını sormuş. O da hadiseyi anlatmış. “Evvela nefsimin azadını
istedim” deyince, efendisi: “Hemen seni azat ettim” demiş. İkincisini
sormuş. “Verdiğim paraların mukabilini Allah’tan istedim” deyince,

2160
Seyyiat: Kötülük, günahlar, suçlar
2161
Vaka: Olup biten , hadise
2162
Recâ: Ümit
2163
Efdal: En faziletli
2164
It'âm: Yemek yedirmek, doyurmak

208
hemen çıkarıp dört dirhem yerine dört bin dirhem vermiş. Üçüncüsünü
sormuş. “Sana Allah'ın tövbe nasip etmesini istedim” deyince, hemen
tövbekâr olmuş. Dördüncüyü sormuş. O da: “Allahü Teâlâ'nın beni,
seni, vaizi, cemaati mağfiretini istedim” demiş. O zaman efendisi:
“Ben bana düşeni verdim. Buna benim gücüm yetmez” diyerek
ayrılmışlar. O gece efendiye rüyasında hitap edilmiş: “Ey kulum, sen
yapabileceklerini yaptın. Ben de bana düşeni yapayım mı?”
denilmiş ve hepsinin mağfireti müjdelenmiştir.
Korku ve reca bahsinde yukarıdan beri zikredilen müteaddid 2165
vakalar, hadiseler, haberler, ayet-i kerîmeler gösteriyor ki, Allah’tan
korkan ve ümitlerini kesenlere recânın 2166, ruhu celb 2167edici olduğu
gösterilmiş, ahmak ve mağrur kimseler ise bunlardan lazım gelen ders-
i ibreti2168 almaktan mahrum olup, bu gibilere recâdan ziyade havfi 2169
mucip2170 vakaları ve sebepleri zikretmek daha yerinde olurdu. Çünkü
insanların çoğu, recâdan ziyade korkudan ıslah olurlar. Kötü hayvan,
kötü kul ve yaramaz çocukların recâ ile değil, ancak sopa ile ve şiddet
ile yola geldikleri bilinen hakikatlerdendir.2171

SEHÂ2172
Cûd2173 ve sehâ, lügatte aynı manaya gelir. Yani, cömertlik
demektir. Sahî2174 diye, malının bir kısmını fisebilillah 2175 verip bir
2165
Müteaddid: Birçok
2166
Recâ: Ümit
2167
Celb: Davet, kendine çekme
2168
Ders-i ibret: İbret dersi, göz ve fikir açacak hadise
2169
Havf: Korku
2170
Mucip: Gerektiren
2171
İhyâ'ül-Ulûm, c. 4 (recâ bahsi), İmâm-ı Kuşeyrî'nin Tasavvuf Risalesi
(Korku ve Recâ bahsi)
2172
Sehâ: Cömertlik
2173
Cûd: El açıklığı
2174
Sahî: Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen
2175
Fisebilillah: Allah yolunda ve Allah rızası için

209
kısmını da kendisine alıkoyan kimseye denir. Cûd ise, çoğunu verip,
azını kendine alıkoyandır. Îsâr2176 ise, meşakkat ve zaruretlere
tahammül ile bi'lkuvve2177 cömertlik edendir. Bunun için îsâr,
mertebelerin en yükseğidir. Cenab-ı Hakk bir ayet-i kerîmesinde
bunları övmüş ve medh-ü senâ2178 etmiş, müflihûndan2179 olduklarını
beyan etmiştir. Sehâ, Allah'a yakın, kullara da yakın, aynı zamanda
cehennemden uzak olandır. Bahîl2180 ise, bunun zıddıdır. Yani,
Allah’tan da kullardan da uzak, cehenneme yakın olandır.
İsâr hakkında tarihte canlı bir misal:
Cüneyd (r.a.) mürîdleriyle beraber idama mahkum olunub,
infaza2181 sıra gelince, Nuri isminde bir gencin celladın önüne fedai
olarak müteaddid2182 defalar atılması sonunda durum tekrar mahkemeye
aksettirilerek, tetkik neticesinde günahsız oldukları meydana çıkmış,
hepsinin kurtulmasına sebep olmuştur. Nuri'nin bu fedakâr hareketinin,
kendini arkadaşları uğruna feda etmesinin mükâfatı kurtuluş olmuştur
ki, işte îsârın delalet ettiği mana budur.
Cömertliğiyle meşhur Abdullah bin Cafer (r.a.) bir hurma
bahçesine girmişler. Siyahi bir kölenin orada çalışmakta olduğunu
görmüşler. O sırada bahçenin sahibi de gelmiş, köleye üç parça ekmek
verip gitmişdi. Bu üç parça ekmek kölenin günlük ücretiydi. Neredense
oraya bir köpek geldi. Köleye yaklaştı. Köle, ekmeğinin birini ona
verdi. Hayvan onu yedi, fakat doymadı. Bir parçasını daha verdi. Onu
da yediği halde, yine bekliyordu. Köle son parçayı da verdi. Hayvan
onu da yiyince gitti. Bu hâli merak eden Abdullah bin Ca'fer (r.a.)
köleye sordu:
 Günlük ücretin nedir? Cevaben:

2176
Îsâr: İkram, cömertlikle verme
2177
Bi'lkuvve: Kabiliyet ve istidat ile
2178
Medh-ü senâ: Övme ve yüceltme
2179
Müflihûn: Kurtuluşa erenler
2180
Bahîl: Cimri
2181
İnfaz: Uygulama, emri yerine getirme
2182
Müteaddid: Birçok

210
 Hergün şu gördüğün üç parça ekmektir, dedi.
 O halde niçin bütün gıdanı köpeğe verdin? dedi. Köle de
dedi ki:
 Bizim buralarda köpek bulunmaz, anladım ki bu hayvan
uzaklardan gelmiştir ve açdır. Onu kovmak hoşuma gitmedi.
Bunun üzerine:
 Peki, sen ne yiyeceksin? dedim.
 Yarına kadar karnımı sıkar ve sabrederim, dedi. O zaman
anladım ki bu köle benden de cömerttir.
Bunun üzerine Abdullah bin Ca'fer (r.a.) o bahçeyi de ona
hediye etti.
Bir üçüncüsü de, bir adam bir dostundan dört yüz dirhem borç
istemiş. Dostu ağlayarak parayı getirip vermiş. Karısı da parayı
verdiğine üzülüp ağladığını sanarak: “Madem ki üzülecektin, bir özür
dileyip vermeyeydin” deyince, cevaben demiş ki: “Ben dostumun
hâlini daha evvel araştırmadığımdan dolayı ağlıyorum ki, muhtaç olup
da benim kapıma kadar gelip hâlini beyan2183 etmesine meydan
verdim” demiştir.
Bir diğeri de, Mutraf isminde bir zât, ihtiyaç sahiplerine;
“Hacetlerinizi bana yazılarınızla bildirin. Çünkü ben, hacet sahibinin
yüzündeki zelilliği görmekle üzülürüm” dermiş.
Ebâ Mürşid isminde bir zâta bir şair gelerek onu medh etmiş.
O da, “Sana verilecek bir şeyim yok, git beni kadıya dava et. Benden
on bin akça alacağın olduğunu bildir. Kadı beni mahkemeye celb 2184
eder, ben de borcu kabul ederim. Fakat parayı vermeyince beni hapse
koyarlar. O zaman benim ehl-i ıyâlım bu parayı sana vererek beni
kurtarırlar” demiş.
İmâm'ı-Şâfi'î (r.a.) Hazretleri, San'â ile Mekke arasında
2183
Beyan: Açıklama
2184
Celb: Davet, kendine çekme

211
giderken, Mekke'ye yakın bir yerde bir çadır kurup, yanındaki on bin
dinarının hepsini öğleye kadar dağıtmış. Halbuki, bunu kendisine bir
bahçe alması için vermişlerdi. İhtiyacı olduğu halde, tok gözlülük
ederek insanların ellerindekine göz dikmemek, mevcud parasını
dağıtmaktan daha efdal2185 olduğu bildirilmiştir. Çünkü cömertlik
yalnız varlıkta vermek değil, yoklukta iken de vermektir ve bunun
daha efdal olduğu bilinen bir hakikattir.2186
Fakirlik hâlinde insana layık olan kanaattir. Varlık hâlinde de
layık olan cömertlik ve hayırlar işlemek ve daha yüksek olarak, kendi
muhtaç olduğu halde kardeşlerinin ihtiyaçları için feday-ı can 2187 ve
mal etmek ve hasislikten2188, cimrilikten son derece uzak kalmaktır.
Zira cömertlik, enbiyaların ahlakı olmakla beraber, kurtuluş
esaslarından birisidir. Cömertlik cennette bir ağaç olup dalları dünyaya
yayılmıştır. Her kim o dallardan birisine yapışırsa onu cennete götürür.
Bu din, Allahü Teâla'nın razı olduğu bir dindir. Buna yakışan
ise cömertlik ve güzel ahlaktır. Gücünüz yettiği kadar bu iki şeyle
dininize ikram ediniz ve zînetlendiriniz 2189. Cenab-ı Hakk bütün
velîlerini ancak cömertlik ve güzel ahlaklarla cibilliyetlendirmiştir 2190.
Amellerin en efdalının sabır ile cömertlik olduğu da ayrıca
beyan edilmiştir. Cenab-ı Hakk’ın, iki huyu sevdiği, iki huya da buğz
ettiği bildirilmiştir. Sevdikleri huylar, güzel ahlakla cömertlik, buğz
ettikleri ise, kötü ahlakla hasisliktir.
Allahü Teâla bir kuluna hayır murad ederse onu, insanların
ihtiyaçlarını görmeye memur eder. Cennete girmeye sebep olacak
amellere delaletini isteyenlere, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: “Bol bol
selamı açıklayın, güler yüzle konuşun ve yemek yedirin” diye
buyurmuşlardır. Cömertlerin kusur ve hatalarıyla ilgilenmeyiniz.

2185
Efdal: En faziletli
2186
Câmi'ül-Usûl, Sahife 126
2187
Feday-ı can: Kendini kurban etme
2188
Hasis: Cimri
2189
Zînet: Süs takısı
2190
Cibilliyet: Huy, fıtrat, yaradılış

212
Çünkü onlar kusur yaptıkca Allahü Teâla onların ellerinden tutar. Yani
affedilmelerine vesileler kılar. Yemek yedirenlerin rızıkları ve
kısmetleri, deve hörgücüne vurulan bıçaktan daha çabuk gelir, ulaşır.
Allahü Teâla, yemek yedirenlerle, melaikelerine 2191 iftihar eder.
Kendisi cömert olduğundan, cömertleri ve güzel ahlakları sever.
Sözlerin âdîsini2192 hoş görmez.
Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, İslam üzerine kendisinden
ne istenirse onu muhakkak verirdi. Hatta bir kere bir adama, iki dağ
arasındaki bütün koyunları vermiştir. Adam kavmine vardı. “Ey
kavmim, hemen müslüman olun. Muhammed (s.a.v.) Hazretleri,
fakirlikten korkmayan insanlar gibi ihsan etmektedir” demiştir.
Allahü Teâla Hazretleri, kullarının faydalanması için bazı
kullarını memur etmiştir. “Menfaatlere hasislik eden kimselerden
memuriyetlerini alıp başkasına verin” buyurulmuştur. Yani, “Kulların
menfaatine yaramayan hasislerin elinden servetini alıp başkasına
verin” demektir. Cömertlerin yemeği dertlere deva, bahîllerin 2193
yemeği de dertlere sebep olur.
İsâ Aleyhisselam, “Ateşin yiyemeyeceği şeyleri çoğaltınız”
buyurmuştur. O nedir? diye sormuşlar. “Maruftur” demiştir (yani;
hayırlar, ikramlar, ihsanlar).
Cennet cömertlerin yeridir. Cahilin cömerti bile, hasis 2194 olan
âlîmden iyidir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: “Ümmetimin evliyaları,
cennete fazla oruçlarıyla ve fazla namazlarıyla değil, belki
nefislerindeki cömertlik, içlerinin temizliği ve Müslümanlara
nasihatleriyle girerler” buyurmuştur.2195 İkram ve ihsanlarını kullardan
esirgemeyen insanlara, Allah'ın rahmeti öyle erişir ki çorak yerlere
düşen yağmurlarla nasıl oralar hayat bulursa, bunlar da öyle bir hayata

2191
Melaike: Melekler
2192
Âdî: Değersiz, aşağı, sıradan
2193
Bahîl: Cimri
2194
Hasis: Cimri
2195
İbn Adiy, Kamil, 6/289, İbn Asakir, Mûcem, 1/434 Hadis No: 891

213
kavuşurlar. Her maruf2196 bir sadakadır. İnsanın nefsine ve ehline olan
infakı2197 da sadakadır. Irz, namus ve şerefin muhafaza ve müdafaası
için verilen şeyler de sadakadır. Kişinin infak ettiği sadakaların
mukabilinde Allah Celle ve Alâ tarafından kendine karşılığının
verileceği bedîhîdir2198. Bütün hayırlar sadaka olduğu gibi, hayırlara
delalet eden de sadakayı veren gibidir.
Mûsâ Aleyhisselam’a Allahü Celle ve Alâ Hazretleri, Sâmirî'yi
cömertliğinden dolayı katletmemesini emretmiştir.
Hazret-i Ali (k.v.) buyurmuşlar ki: “Dünya sana ikbal2199
edince, ondan daima infak et ki, tükenmesin. Dünya senden yüz
çevirince, yine infak et ki bu hâl devam etmesin.”
Hazret-i Ali'nin oğlu, Hazret-i Hasan (r.a.)'e keremden
sormuşlar: “İstemeden önce hayırları ve iyilikleri işlemek ve
mahallinde yemek yedirmek ve isteyiciye vermekle beraber ona
acımaktır” buyurmuştur.
Yine Hazret-i Hasan'dan bir kimse mektup yazarak bir hacet
istemiş. Mübarek, mektubu okumadan uşağına: “İsteklerini verin!”
diye emr etmiş. “Mektubu okusaydınız da sonra verseydiniz”
diyenlere; “'Mektubu okuyuncaya kadar onu zillet 2200 makamında
tutmak istemedim” buyurmuştur. Yine buyurmuşlar ki: “Bir malı
isteyene vermek sehâvetten2201 sayılmaz. Asıl sehâ, hukuk-u İlâhiyeye 2202
ri'ayetle2203 beraber, taat ehline şükrünü beklemeksizin vermektir.”
Hasan Basrî (k.s.) Hazretleri de, sehâdan 2204, yani cömertlikten
sorulduğunda: “Malını Allah yolunda vermekten ibarettir” demiştir.
2196
Maruf: Bilinen
2197
İnfak: Hak yolunda malını harcama
2198
Bedîhi: Apaçık, aşikar
2199
İkbal: Kıymet verme, yönelme
2200
Zillet: Hakirlik
2201
Sehâvet: Cömertlik
2202
Hukuk-u İlâhiye: Allah'ın kanunları
2203
Ri'ayet: Uymak, tabi olmak
2204
Sehâ: Cömertlik

214
Yine israftan sormuşlar; “Riyaset2205 sevgisiyle vermektir” demiş.
Ca'fer-i Sâdık (r.a.) Hazretleri de: “Akıldan iyi yardımcı bir
mal olmaz. Cehilden2206 de büyük musibet2207 olmaz” buyurmuştur.
Allahü Celle ve Alâ Hazretleri: “Ben cömertim, kerîmim2208, bana
leîm2209 olanlar yaklaşamazlar” buyurmuştur. Leîm, hasis2210 ve soyu
bozuk manasınadır. Bu hâl de küfürdendir. Küfrün yeri ise
cehennemdir. Cömertlik ve kerem, imandandır. Ehl-i imanın yeri de
cennettir.
Hazret-i Huzeyfe (r.a.); dininde Hakk'dan uzaklaşan,
maişetinde bilgisi olmayan, akılsız olup bir işe veya sanata muktedir
olmayan kimselerin bile cömertlikleri sebebiyle cennete gireceklerini
bildirmiştir.
Kays'ın oğlu Ahnef, bir adamın elinde para görmüş. “Bu para
kimindir?” diye sormuş.
Adam, “Benimdir” deyince, cevaben: “Hayır, o senin elinde
oldukça senin değildir. Ne zaman infak 2211 edersen o zaman senin
olur” demiştir.
Hazret-i Hasan (r.a.), kardeşi Hazret-i Hüseyin (r.a.)'a yazdığı
bir mektubda şairlere verdiği paralardan dolayı onu tenkîd etmiştir.
Kardeşinden aldığı cevabda; “Malın hayırlısı, ırz, namus ve şerefin
muhafazası için harcanan paradır” denilmektedir.
Uteybe'nin oğlu Süfyân'a: “Cömertlik nedir?” diye sormuşlar.
Cevaben: “Din kardeşlerine yapılan iyilikler ve mallarıyla yapılan
cömertliktir” demiştir.
Ubey Hazretleri, elli bin dirhem mirasa erişmiş. Bunları
2205
Riyaset: Başkanlık
2206
Cehil: Cahillik, bilgisizlik
2207
Musibet: Bela
2208
Kerîm: Sonsuz cömertlik ve ikram sahibi
2209
Leîm: Mayası bozuk ve kötü
2210
Hasis: Cimri
2211
İnfak: Hak yolunda malını harcama

215
keselere koyup ihvanlara dağıtmışdı. “Niçin böyle yapıyorsun?”
diyenlere: “Ben kardeşlerime paha biçilmeyen cenneti namazda iken
istiyorum da, mal cihetinden onlara hiç bahîllik 2212 edebilir miyim?”
demiştir.

Bazı Sahabîlerin halleri


Hazret-i Mu'âviye, Hazret-i Âişe (r.a.) hâ validemize, yüz
seksen bin dirhem para hediye göndermiş. Hazret-i Âişe (r.anhâ)
validemiz ise cariyesini çağırıp, bunların hepsini fukara ve muhtaçlara
dağıttırmıştır. O gün oruçlu oldukları için, akşam iftarda ekmek ve
zeytinden başka bir şey olmayınca cariyesi: “O paranın bir dirhemiyle
et alsaydık da iftar etseydik olmaz mıydı?” deyince, buyurmuşlar ki:
“Önceden söyleseydin öyle yapardık” demiş ve hareketiyle kendisinin
aza kanaat ederek, gelen hediyenin hepsini muhtaçlara dağıtmakla
örnek bir sehâ2213 göstermiştir.
Enes (r.a.)'den; Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin, Zübeyr ibn-i
Avam Hazretleri için buyurdukları şu hadîs-i şerif şayan-ı dikkattir 2214.
Meali: “Yâ Zübeyir, sen bil ki, muhakkak kulların rızıklarının
anahtarı, arşın2215 hizasındadır. Cenâb-ı Hakk, her kula infakı 2216
nispetinde rızık verir. Çok verene çok, az verene az ihsan eder. Sen
de bunları bilirsin” buyurmuşlardır.2217
Basra âlimleri, İbn-i Abbas (r.a.)'a gelerek, çok oruç tutan ve
gece ibadeti yapan komşularından bir zâtı medh ü sena etmişler. Bu zât
kızını kardeşinin oğluna tezvîc2218 etmiş, fakat fakirliğinden dolayı ona
verecek bir şeyi olmadığı için üzülüyormuş. Bu sözleri dinleyen İbn-i
2212
Bahîl: Cimri
2213
Sehâ: Cömertlik
2214
Şayan-ı dikkat: Dikkate değer
2215
Arş: Göğün en yüksek katı
2216
İnfak: Hak yolunda malını harcama
2217
Kutu’Kulub, 1/415
2218
Tezvîc: Evlendirmek

216
Abbâs (r.a.) Hazretleri, bunlara çok para vermek istediği halde demiş
ki: “Bizim bu âbidi böyle paralarla meşgul etmektense, onun kızının
cihazını2219 biz tekeffül2220 ediyoruz. Onun Rabb’ine olan ibadetine
mâni olmak keremden değildir. Biz Allah'ın evliyalarına hizmet
etmekle iftihar ederiz” buyurmuşlardır.
Hazret-i Hasan ve Hüseyin (r.anhümâ) ile, Abdullah İbn-i
Ca'fer (r.a.) birlikte hac dönüşlerinde aç ve susuz kalmışlar.
Kendilerine ikramda bulunan bir ihtiyar kadından gördükleri ikrama
karşı, yurtlarına vardıklarında, Hazret-i Hasan ve Hüseyin(r.anhümâ)
biner koyunla biner de dinar, Hazret-i Abdullah (r.a.) da iki bin koyun
ve iki bin dinar göndermek suretiyle ikram ederek, bir öğün yemek ve
bir parça suya mukabil, mürüvvetlerinin derecesini göstermişlerdir.
Cenab-ı Hakk cümlemizi bunların şefaatlerine nail eylesin, âmin.
Abdullah ibn-i Amir (r.a.), camiden yalnız başına evine
dönerken bir genç yanına sokulmuş, Abdullah (r.a.): “Bir hacetin mi
var?” diye sormuş. Genç: “Hayır, yalnız sizin iyiliğinizi isterim. Sizi
yalnız gördüm de bir zarara düçar2221 olmanızdan korkarak, sizi
korumak üzere geldim” demiş. Abdullah (r.a.) gencin elinden tutarak
evine götürmüş, kendisine bin dinar ikramda bulunmuş ve bu
terbiyesinden dolayı da onu takdir etmiştir.
Arabdan bir kavm, bazı cömertlerin kabirlerini ziyaret etmişler
ve orada yatmışlar. Çünkü çok uzaklardan gelmişlerdi. İçlerinden biri,
rüyasında kabrin sahibini görmüş ve kendisinin, güzel bir devesiyle
gelen misafirin devesini değişmek üzere anlaşmışlar. Bunun üzerine
kabir sahibi değişdiği deveyi kesmiş. Tam bu sırada uyanan adam,
kendi devesinden kanlar aktığını görünce, hemen kesimi tamamlayıp
etini taksim etmiş ve pişirib yemişler. Ertesi gün memleketlerine
giderlerken yolda bir adamla karşılaşmışlar. O adam, “Sizin içinizde
falan adam var mı?” diye sormuş. Devesi kesilen adam, “Benim!” diye
cevap vermiş. “Senin deveni biri kesti mi?” deyince, adam: “Evet!”
demiş. “O halde ben onun oğluyum. Bu gece rüyamda babamı
2219
Cihaz: Çeyiz
2220
Tekeffül: Kefil olma
2221
Düçar: Yakalanmış

217
gördüm, bana dedi ki: Eğer sen benim oğlumsan, benim güzel devemi
götür, falan oğlu falana ver, diye bana tembih etti. Buyurun devenizi!”
demiş. Bu hikâyeler garip görülmemelidir. Gönül gözü açık olanlar,
bunlardan çok dersler alabilirler.
Zayıf bünyeli bir adam, kendisine verilen paraların
çokluğundan dolayı ağırlığını kaldıramayınca ağlamaya başlamış.
“Niye ağlıyorsun? Yoksa verdiğimizi az mı buldun?” diyenlere
cevaben: “Hayır, ancak sizin gibi hayır sahiplerini bu toprağın nasıl
yiyeceğini düşündüm de onun için ağlıyorum” demiştir.
Abdullah ibn-i Âmir (r.a.), Ukbe'nin oğlu Hâlid (r.a.)’den,
doksan bin dirheme evini satın almış. Akşam olunca, komşusu olan
Hâlid'in evinden çoluk çocuklarının, evlerinin satılmasından dolayı
ağladıklarını duyunca, derhal hizmetçisini yollamış ve demiş ki: “Git,
onlara bildir ki verdiğim parayı da, evlerini de tamamıyla onlara
bağışladım” diyerek şefkat ve merhametinin derecesini cihana
duyurmuşlardır.
Hârün'ür Reşîd (r.a.) Hazretleri, Mâlik ibn-i Enes (r.a.)
Hazretleri’ne beş yüz dinar vermelerini haznedarına emr etmiş.
Haznedar ise bin dinar vermiş. Hârûn buna kızmış. “Beş yüz dediğim
halde sen ne diye bin veriyorsun? Halbuki sen benim bir
memurumsun!” deyince, o zât: “Yâ emir'el müminîn, benim her günkü
kazancım bin dinardır. Ondan daha az vermeye hayâ ettim de o
sebeple bin dinar verdim” demiş. Hakikaten bu zâtın her gün bin dinar
geliri olduğu halde kendisine zekât vacip olmayan, tarihin pek az
kaydettiği müstesna sîmâlardan bir zât imiş.
Bir kadın, bu zâttan (El-Leys ibn-i Sa'd) (r.a.) den biraz bal
istemiş. O da bir tulum bal vermiş. “Neden böyle yapıyorsun? Bir
miktar versen kâfiydi” diyenlere cevaben: “O, ihtiyacı kadar istedi.
Bize layık olan da, kerem ehli olmaktır” demiş. Bu zât her gün üç yüz
altmış miskine tasadduk etmedikçe konuşmazmış.2222
Kays ibn-i Sa'd (r.a.) hasta olmuş, fakat ziyaretçileri

2222
Îhyâ'ül-Ulûm; c. 3, s. 217

218
gelmediğinden üzülmüş. Üzüntüsünün sebepini bilenler, ona teselli
için: “Sana borçlarından dolayı utandıkları için gelmiyorlar”
demişler. Cevaben: “Allahü Teâla, ihvanlarımın ziyaretime gelmesine
mani olan malı yok etsin!” demiş ve hemen bir dellâl çıkararak, “Kays
ibn-i Sa'd, kimde alacağı varsa helal etmiştir; alakalılar bilsinler!”
diye ilan etmiştir. İşte bu devir, cömertlik sahasında örnek teşkil
edecek birçok misallerle doludur.
Ebî İshak (r.a.) diyor ki: Ben Küfe'de, Eşas'ın mescidinde
sabah namazını kıldım. Bir zât benim önüme bir kumaş kaftanla bir
çift pabuç bıraktı. Ben adama buralı olmadığımı söyledim. Fakat o
adam bana: “Caminin sahibi akşam Mekke'den geldi. Camisinde
sabah namazı kılanlara, kim olursa olsun bu hediyelerin verilmesini
emretti” dedi. İşte bu da cömertliğin bir başka örneği.
Mekke'de mücavir2223 olan İmâm-ı Şâfi'î (r.a.) Hazretleri’nden
işitilmiştir ki, Mısır'da fukaranın hizmetine amade, maruf bir zât
varmış. Fakir bir adamın, bir çocuğu dünyaya gelmiş. Fakat hiçbir
şeyleri olmadığından ve kimseden de yardım görmediklerinden bu zâta
gitmişler. Halbuki o da o tarihde rahmet-i Rahmân'a kavuşduğundan
mezarına gitmişler. Hallerini arz etmişler. O gece rüyalarında
cömertliğiyle maruf o zâtı görmüşler. Onlara: “Bütün dediklerinizi
duydum. O zaman cevaba izin olmadığından, şimdi bildiriyorum.
evlatlarıma gidin, söyleyin. Falan yeri kazsınlar, oradaki bir kavanoz
içindeki beş yüz dinarı size versinler!” demiş. Adam o zâtın evlatlarına
gitmiş, söylemiş. Hakikaten parayı çıkararak adama vermişler. Adam
demiş ki: “Bununla hüküm olunmaz.” İçinden bir dinar almış, gerisini
olduğu gibi derhal fukarâya dağıtmış. Bu da başka bir örnek. Bu hâli
duyan Kays ibn-i Sa'd (r.a.): “Bu adam bizden daha cömerttir” demiş.
Bu hadise ayrıca cömert insanların ölmediğine bir işarettir.
İmâm'i Şâfi'î (r.a.), Mısır'da ölüm hastalığına tutulduğu vakitte,
“Beni falan yıkasın!” diye vasiyet etmiş. Vefatında o zâtı çağırmışlar.
Vasiyetname istemiş. Bakmış ki yetmiş bin dirhem borcu var, hemen

2223
Mücavir: Yurdunu terkederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn'de ibadetle
geçiren

219
bu borcu kendi üzerine alıp ödemiş ve, “Kendini bana yıkatmaktan
maksadı, borçlarını ödetmek içindi” demiş. Bu zâtın zürriyetleri de
halen bu cömertlik sıfatlarıyla muttasıflarmış 2224. Halbuki Şâfi'î' (r.a.)
Hazretleri’nin Sanâ'dan Mekke-i Mükerreme'ye gelirken on bin dinarı
bulunuyormuş. Bunların hepsini daha Mekke'ye girmeden evvel
sabahdan öğleye kadar bir müddet içinde tasadduk etmiştir.
Bir zât Halife Me'mun'a gitmiş. Me'mun ona yüz bin dirhem
ikramda bulunmuş. Fakat adam bunları derhal tasadduk etmiş.
Me'mun'a bu durumu bildirmişler. Adam tekrar yanına gelince,
Me'mun onu azarlamış. Adam cevaben: “Yâ Emîr'el Müminîn, mevcud
olanı vermemek Mabuda2225 sû-i zandır2226.” Bu cevap üzerine Me'mun
da iki yüz bin dirhem daha ikramda bulunmuştur.
Yine bir adam Sa'd İbn'il Âs (r.a.) Hazretleri’nden ihsanda
bulunmalarını rica edince, yüz bin dirhem ikram etmişler. Bu büyük
ikramı gören adam ağlamaya başlamış. Sebebi sorulunca, “Bu
toprağın sizin gibilerini nasıl yiyeceğini düşünüyorum da onun için
ağlıyorum” demiş. Bu söze mukabeleten 2227 yüz bin dirhem daha
ikramda bulunmuşlar.
Hazret-i Osman (r.a.)'in, Talha (r.a.)'dan elli bin dirhem
alacağı varmış. Bir gün, Hazret-i Talha (r.a.): “Paranızı getirdim,
buyurun” demiş. Fakat Hazret-i Osman (r.a.): “Onların hepsi
senindir” diyerek almamışlar ve mürüvvetlerini izhar2228
buyurmuşlardır. Halbuki Hazret-i Talha (r.a.)'ın kendisinde bir gün çok
hüzün görülmüş. “Bu hâl nedir?” diye sorulunca cevaben: “Elimdeki
malların çokluğu beni hüzne sevk ediyor” demiş. Buna cevaben de:
“O halde kavmini çağır, mallarını dağıt” demişler. O da bu tavsiyeye
uyarak mallarını kavmine dağıtmıştır. Ne kadar tasaddukta 2229
bulunduğunu hizmetçisine sormuşlar, cevaben: “Dört yüz bin dirhem
2224
Muttasıf: Kendisinde o hal ve sıfat bulunan
2225
Mabud: Kendine ibadet edilen Allah
2226
Sû-i zan: Kötü zan
2227
Mukabeleten: Karşılık olarak
2228
İzhar: Açığa vurma
2229
Tasadduk: Sadaka olarak verme

220
dağıttık” demiş.
Bir Arabî, Hazret-i Talha'ya (r.a.) gelip bir yardım istemiş.
Herhalde mevcud parası yokmuş ki, üç yüz bin dirhem kıymetindeki
arazisini ona vermek istemiş ve demiş ki: “İstersen bu araziyi al,
istersen satıp parasını vereyim” demiş. Adamın araziye ihtiyacı
olmadığından parasını istemiş. O da satıp parasını vermiş.
İşte yukarıdan beri sıralanan cömertlik örnekleri, bugünkü
ölçülerle havsalamıza2230 sığmayacak kadar büyük, büyük
fedakârlıklardır. Bunlarla aramızdaki farkın mukayesesini
okuyanlarımızın ferasetine 2231
bırakmaktan başka çare göremedik.
Çünkü bunları dile getirip anlatabilmek ne kafamızın ne de
kalemimizin harcıdır. İşte bir daha:
Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz’i bir gün ağlarken görmüşler.
“Hayrola, ağlamana sebep olan ne?” diye sormuşlar. Cevaben: “Ben,
yedi günden beri evime misafir gelmediğinden, Cenab-ı Hakk’ın
kahrına uğradım korkusuyla ağlıyorum” buyurmuşlar. Binaenaleyh,
her evin bir misafirhane odası hatta bir de mescit odasının bulunması
şeâir-i İslamiyedendir2232. Hem de bunların eski tabir ile, harem 2233 ve
selâmlık2234 olması gereklidir. Zira gelen misafirlerin istirahatlerine ev
sahiplerinin mâni olmaması ve ev sahihlerinin de rahatsız olmamaları
icap eder. Fakat bugün yapılan apartmanlarda bu hususlara, hiç de
riayet edilmediği görülmektedir. Halbuki evin zekâtı, onun
misafirhanesidir. Misafirhanesi olmayan evler zekâtı verilmeyen
paralara benzer.

2230
Havsala: Zihnin bir şeyi kavrama derecesi, anlama gücü
2231
Feraset: Anlayış, sezgi
2232
Şeâir-i İslamiye: İslama sembol olmuş iş ve ibadetler
2233
Harem: Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer, kadınlara mahsus
oda.
2234
Selâmlık: Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yer

221
ÎSÂR2235
Sehâ2236 derecelerinin en yükseğine îsâr denir ki kendisi
muhtaç olduğu halde, malıyla, canıyla başkasına cömertlik etmek
demektir. Sehâ ise, muhtaç olana ve olmayana ihsan etmektir.
Kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkalarını tercih etmek, elbette daha
alâ ve daha zordur. Bahîl2237, ihtiyacı olduğu halde yemeyen, hasta
olduğu zaman tedavi olmayan ve arzularını bahîlliği sebebiyle yerine
getirmeyen ve bedava bulduğu zaman da yemekte tereddüt etmeyendir.
Buna mukabil, kendi ihtiyacı varken başkalarını nefsine tercih edip,
onların hacetlerini görmek ve onları doyurmak, giydirmek ve sair
ihtiyaçlarına bakmak, ne büyük bir fazilettir. İkisi arasındaki fark,
apaçık meydandadır.
Cenab-ı Vacib'ül Vücud Hazretleri, ashab-ı kiram (r.anhüm)
Hazretleri’ni, bu yüksek vasıflarından dolayı, Kur'ân-ı Azîmüş'şan’da
övmüşdür. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de: “Her kim ki, arzularından
herhangi birini red eder ve başkasını nefsine tercih ederse, mağfiret-
i İlâhîyeye2238 mazhar2239 olacağını” beyan buyurmuşlardır. Hazret-i
Âişe (r.anhâ) validemiz, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nin
üç gün birbiri üzerine karınlarını doyurmadıklarını ve bunun dünyadan
ayrılıncaya kadar böyle olduğunu bildirmiş ve: “Eğer isteseydik,
Cenab-ı Hakk herşeyi emirlerine âmâde2240 kıldığı halde, biz yine
başka ihtiyaç sahiplerini nefsimize tercih ederdik” buyurmuşlardır.
Bir gün Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’ne bir misafir gelmişdi.
Aileleri yanında misafire ikram edilecek bir şey olmadığını öğrenince,
Ensârdan bir zâtın -Talha (r.a.) olduğunu sanırım- evine götürmüş.
Onun da evinde ancak kendilerine yetecek kadar yiyecekleri
olduğundan, onu misafire ikram etmişler ve sofrada bir şey
2235
Îsâr: İkram, cömertlikle verme
2236
Sehâ: Cömertlik
2237
Bahîl: Cimri
2238
Mağfiret-i İlâhîye: Allah'ın bağışlaması
2239
Mazhar: Erişen, nail olan
2240
Âmâde: Hazır

222
yemediklerini misafire göstermemek için ışık yakmamışlar, ellerini boş
olarak yemeğe uzatıp çekmişlerdir. Sanki yiyorlarmış gibi yaparak
misafiri doyurmuşlardır. Sabahleyin Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz, bu
hareketlerinden Cenab-ı Hakk’ın razı olduğunu kendilerine tebşir 2241
etmiştir. Şu ayet-i kerîmenin de bu sebeple nazil olduğu bildirilmiştir:
“Muhacirlerden önce, Medine'yi yurt ve iman evi
edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler, Onlara
verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar.
Kendilerinde ihtiyaç bile olsa, (onları) nefisleri üzerine tercih
ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte bunlar,
felaha2242 kavuşanların tâ kendileridir.”2243 Cömertlik ahlak-ı
İlâhiyeden2244 bir ahlaktır. Îsâr ise, sehânın en yüksek derecesidir.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in edep ve usulleri de böyleydi. Onun
için, Cenab-ı Hakk, “Muhakkak sen, pek büyük bir ahlak
üzerindesin”2245 diye övmüşlerdir.
Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri buyururlar ki: Mûsâ
Aleyhisselam, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in ve ümmetinin bazı
derecelerinin kendisine gösterilmesini istemiş de, Cenab-ı Hakk Celle
ve Alâ Hazretleri buyurmuşlar ki: “Yâ Mûsâ, sen buna takat
getiremezsin. Lakin sana cennetteki menzillerinden bir menzili
göstereyim de, senin ve bütün halkın üzerine onların faziletlerini
anlayasın.” Melekût-ü semâvât2246 açılarak cennetteki menzilleri
gösterilmiştir. Hazret-i Mûsâ, oradaki nurun ve Hakk'a yakınlıkların
yüksekliğinden adeta hayran olarak demişler ki: “Yâ Rab, bu keramete
bunlar ne sebeple ulaştılar?” Cenab-ı Hakk da buyurmuşlar ki:
“Sizlerin arasından ona vermiş olduğum hususi bir ahlak iledir ki,
o güzel ahlak da isâr denilen, sehânın yüksek derecesidir. Yâ
Mûsâ, bu güzel ahlakla her kim huzuruma gelirse, onu hesaba

2241
Tebşir: Müjde verme
2242
Felah: Kurtuluş
2243
Haşr Suresi, ayet: 9
2244
Ahlak-ı İlâhiye: Allah'ın ahlakı
2245
Kalem Suresi, ayet: 4
2246
Melekût-ü semâvât:

223
çekmekten hayâ ederim ve cennetimi de onun arzusuna terk
ederim.”2247
Abdullah ibn-i Ca'fer (r.a.)'ın yukarıda zikredilen hikâyesi de
îsârın canlı bir misalidir. Kendi günlük yiyeceği ekmekleri aç bir
köpeğe vererek, ertesi güne kadar açlığa sabretmeyi göze alan kölenin
hikâyesi.
Hazret-i Ömer (r.a.), ashâb-ı Resûlullah'dan bir muhtaca,
pişmiş bir koyun başı ikram etmişler. Bu zât ise, “falan kimse benden
daha muhtacdır” diyerek başı ona göndermiş, o da kendisinden daha
muhtaç olan bir diğerine... Böylece baş yedi ev dolaşmış, herbiri: “O,
benden daha muhtacdır” diyerek diğerine göndermişler. Bu suretle de
kerem ve kanaatlerini, âlem-i İslam'a kıyamete kadar örnek
vermişlerdir.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, Mekke-i Mükerreme'den
Medine-i Münevvere'ye hicretleri esnasında, düşmanların kurmuş
oldukları tuzaktan, Cenab-ı Hakk’ın vahyi ile haberdar olunca, Hazret-
i Ali (k.v.)’yi kendi yataklarına yatırarak, düşmanlarla muhasarada
olan evin içinden çıkıp, düşmanlarının üzerine bir avuç toprak
serptiler. Onları gaflet uykusu bastığı sırada aralarından rahatça
geçerek Hazret-i Ebûbekir (r.a.)’in evine gidib, oradan birlikte hicret
yolculuğuna çıktılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hâk ve Tekaddes
Hazretleri, Cebrail ve Mikâil Aleyhisselam’lara, “Ben sizi birbirinizle
kardeş ettim ve birinizin ömrünü diğerinden fazla kıldım. Şimdi
hanginiz kardeşinin ömrünün daha uzun olmasını istemekte ise
söylesin, sizleri muhayyer kıldım” buyurdu. Fakat bunların ikisi de
birbiri için tercih yapamayıp, her ikisi de uzun ömüre talip oldular.
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bunlara vahy etti ki, Ebû Tâlib'in oğlu
Ali (k.v.) kadar olamadınız. Onu ben, Habibim Muhammed (s.a.v.) ile
kardeş ettim de, o Habib'imin hayatını, kendi hayatına tercih etti ve
nefsini feda ederek onun yatağına yattı. Şimdi siz yere inin ve onu
düşmanlarından muhafaza edin. Cebrail Aleyhisselam, Hazret-i Ali'nin
(k.v.) başı ucunda, Mikâil Aleyhisselam da ayak ucunda bekledikleri

2247
İhya, 2/443

224
halde, Cebrail Aleyhisselam, Hazret-i Ali (k.v.) için: “Ne hoş, ne hoş
yâ Ebû Tâlib (babasının adı ile zikredilmiştir). Sana benzer kim
olabilir ki, Cenab-ı Hakk bugün seninle meleklerine mübahât 2248
etmektedir” demiştir. Bunun üzerine: “İnsanlardan bir kısmı da
vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda
sarfeder. Allah ise kullarına çok merhamet edicidir” 2249 âyet-i
celilesi nazil olmuştur.
Ebi'l Hasen-i Antâkî'den rivayet olunur ki, otuz küsur kişi
onun evinde toplanmışlar. Bunlar Rey'e yakın köylerdendiler.
Yanlarında bir miktar ekmekleri varsa da hepsine kâfi gelmiyordu. Bu
ekmekleri parçaladılar ve ışığı da söndürüp yemeğe oturdular. Vakta ki
yemekten kalktılar ve ışığı yakınca gördüler ki ekmekleri doğradıkları
gibi duruyor. Her biri arkadaşını kendine tercih edip o yesin diyerek
hiçbir şey yememişlerdir. Onların bu halleri o günkü müminlerin,
kardeşlerini kendilerine tercih hususundaki yüksek ahlak ve sehâ
örneğini gösterir. Onların bu hallerini düşünürsek, kendi
durumumuzun ne kadar düşünmeye değer olduğu açıkça görülür
Huzeyfetül Adevî (r.a.) Yermük muharebesinde hasta ve
yaralılara yardımda bulunmak üzere harp meydanına gitmişlerdi.
Evvela amcasının oğlunu yaralı olarak bulmuş ve ona biraz su ikram
etmek istediği sırada, yakınlarından duyulan bir iniltiye işaret eden
amcasının oğlu, o sesin sahibinin yardımına koşmasını söylemişti.
Huzeyfe (r.a.) diyor ki: Gittim, gördüm ki, Hişâm ibn-i Âs yaralı
yatıyordu. Ona; “sana su getirdim” dediğim sırada, yanı başından bir
“âh” sesi geldi. Bunu işiten Hişâm, onun yardımına koşmamı istedi.
Gittim, bir de ne göreyim? Zavallı rahmet-i Rahmân'a kavuşmuştu. Hiç
olmazsa Hişâm'ın imdadına yetişeyim diye geri döndüm ve gördüm ki
o da Mevlâ'sına kavuşmuştu. Hemen amcamın oğluna koştum. Ne
yazık ki, o da Rahmetlik olmuştu. Rahmetullahi Teâla aleyhim ecmain.
Abbâs ibn-i Dehkan (r.a.) buyuruyor ki:
Dünyadan kimse geldiği gibi çıkmamıştır. Yalnız Bişr ibn-i
2248
Mübahât: Güzelliği göstererek iftihar etme, övünme
2249
Bakara Suresi, ayet: 207

225
Hasr müstesna. Çünkü ona hastalığı hâlinde bir kişi gelmiş,
ihtiyacından şikâyet etmişti. O mübarek hasta hâliyle sırtındaki
gömleği çıkarıp ona vermiş ve kendisi de ödünç bir esvap alarak onun
içindeyken vefat etmiştir.
Bazı sofîlerden şöyle nakledilmiştir:
Biz Tarsus’da bulunuyorduk, bir cemaat olarak cihat
kapısından çıkmakta idik. Şehrin köpeklerinden biri arkamıza takıldı.
Biraz sonra bir hayvan ölüsüne rast geldik. Onu görünce yüksek bir
yere çıktık. Güzelce bir yer bularak oturduk. Arkamızdan gelen köpek,
hayvan ölüsünü görünce derhal şehre doğru geriye döndü. Biraz sonra
arkasına taktığı yirmi kadar köpekle leşin yanına geldi. Onları getiren
köpek bir kenara durmuş, ötekilerin yiyişlerini seyrediyordu. Köpekler
doyduktan sonra gittiler. O vakit kendisi de geride kalan kırıntıları
yemek üzere leşe yaklaştı. İşte bu hâl, hayvanlarda bile tercihin
bulunabildiğini bize göstermektedir.

CÖMERTLİĞİN HUDUDU
Bahîllik2250 şeran2251 mühlikâttandır2252. Yani, helak
edicilerdendir. Tabii bunun bir hududu vardır. İnsan ne zaman hasis 2253
olur? Bunu bilmek herkese nasıl borçsa, sehânın da hudutlarını bilmek
ve insan ne zaman sahî2254 olabilir, onu da bilmek şüphesiz her
Müslümana lazımdır. Bazen insan kendini cömert görebilir. Fakat onu
başkaları da bahîl görebilir. Onun için hudutlandırılması lazımdır.
Mesela, bir insan yemek yerken başkaları geliyorsa, hemen yemeği
ortadan kaldırıvermek hasislik alametidir. Cömertlik hakkında çok
sözler söylenmiştir. Onlardan bazılarını, bir fikir vermek için arz
edelim. Cömertlik, istemeden vermek, verirken de az görmektir.
2250
Bahîl: Cimri
2251
Şeran: Şeriata göre
2252
Mühlikât: Helâk edenler
2253
Hasis: Cimri
2254
Sahî: Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen

226
Cömertlik, sâili2255 görünce sevinmek, verirken de ferahlık duymaktır.
Çünkü mal Allahü Zü'l Celâl'indir. Kul da onundur. Allah'ın malını,
Allah'ın kullarına, bahîllikten korkmayarak bol bol vermektir. Bir
kısmını verip, bir kısmını alıkoymak sehâ, çoğunu verip azını kendine
bırakmaya da cömertlik derler. Başkasını kendisine tercih etmeye de,
hepsinden üstün olarak îsâr2256 derler.
Mal, bir hikmete ve bir maksada mebni2257 yaratılmıştır. O
hikmet de, hacet sahihlerinin ıslahı için sarf 2258 olunan kısımdır.
İstenilen yere verilmemesi veya istenilmeyen yere verilmesi doğru
olmayan bir şeydir. Onun için tasarrufa çok dikkat edilmek gerekir.
Hıfz2259 olunacak yerde hıfz etmek, verilecek yere vermek, işte
tasarrufda adalet budur. Verilmesi vacip olan yerde vermemek nasıl
bahîllik ise, lüzumsuz ve gayr-i meşru 2260 yerlere vermek de israftır.
İşte bu ikisinin ortası arzu edilen şeydir. Sehâ ve cömertlik bundan
ibarettir. Ve bunda kalbin hoşnut olması da şarttır. Hatta kalbin mal ile
fazla alakası olmaması lazımdır.
İnsan üzerine vacip olan vergi ise iki kısımdır: Birisi zekât gibi
hudutlandırılmış bir borçtur. Diğeri ise, mürüvvet 2261 ve âdât2262 üzere
olan hudutsuz borçtur. Eğer cömert, şeran ve mürüvveten vacip olan
şeyi yapabiliyorsa ne ala. Eğer, bunlardan birini yapıyor da diğerini
yapmıyorsa, ona o zaman cömert demek caiz olmaz. Belki, bahîl dahi
denebilir. Eğer, zekâtını da vermiyorsa, o zaman buna bahîlin bahîli,
ebhal2263 derler. Mürüvvette vacip olan etrafındakilerin yardımına
yetiştiği gibi, ev halkını da müzayakaya 2264 sokmamaktır. Dinin
muhafazası, malın muhafazasından daha mühimdir. Binaenaleyh,
2255
Sâil: Dilenci, isteyen
2256
İsâr: Esirgemeden ikram etme
2257
Mebni: Bir şeye dayanan
2258
Sarf: Harcama
2259
Hıfz: Koruma
2260
Gayr-i meşru: İslamiyete uygun olmayan , dine aykırı
2261
Mürüvvet: Yiğitlik, cömertlik
2262
Âdât: Adetler
2263
Ebhal: Çok cimri, en hasis
2264
Müzayaka: Darlık, sıkıntı

227
mallarını ve zekâtlarını saklayanlar dine karşı olan, sıyanet 2265
vazifesine ihanet etmiş olur. Bunlar mal sevgisi dolayısıyla, mürüvvet
perdelerini yırtmaya cesaret göstermişlerdir.
Bazen da insan, zekâtını vermiş olabilir. Ve mürüvvet
icaplarını da yapmış olabilir lakin malının çokluğu sebebiyle eğer
bunları tasadduk ve muhtaçlara lüzumu kadar vermiyorsa, bu haller de
büyük zekâ ve akıl sahipleri indinde bahîllikten addedilmişlerdir.
Avam2266 her ne kadar buna cömertlik dese de kıymeti yoktur. Her kim
şeran ve mürüvveten kendisine layık olan ikram ve ihsanları yapmış
olduğu için, her ne kadar kendisine hasis denmezse de, sahî ve cömert
de denemez. Tâ ki, malının ziyadesini bezl 2267 etmedikçe. Bir de
bunlara karşı hiçbir hizmet ve karşılık, şükür ve sena beklememesi
lazımdır. Yoksa hayırlarını medh2268 mukabilinde satmış olur.
Cömertlik bir şeyi karşılıksız bezl etmektir ki, bu haslet de,
insanoğlunda pek az mümkün olan bir hâldir. Verilen ihsanların
karşılığında ahiret sevabı ve fazilet kazanmak için ve nefsini bahîllik
rezaletinden temizlemek kasdıyla verilirse, o zaman bu rızay-ı
Bârî'ye2269 uygun bir cömertlik olmuş olur.
Bazı âbide2270 hanımlar demişler ki; “Sehâ, hemen parada ve
pulda mıdır?” Cevaben: “ya nerededir?” diye sormuşlar. “Asıl sehâ,
bizim nazarımızda can fedailiğidir” demişlerdir. Nefislerde fedailik,
dinde sehânın en yüksek mertebesidir ki, bizde buna şehitlik derler.
Bundan beklenen, dünya ve ahiret sevaplarını kendi ihtiyarına bırakıp,
Mevlâ'sına tevekkül etmektir. Et Tergib vet Terhib adlı hadîs-i şerif
kitabında bu hususta yüz yetmiş iki aded hadîs zikredilerek, sadaka ve
sehâ hakkında geniş ve uzun izahta bulunulmuştur. Âllâhü Celle ve
Alâ Hazretleri cümlemizi tevfik, hidayet, sehâ ve kerem gibi nimetlerle

2265
Sıyanet: Himaye, muhafaza
2266
Avam: Halk, sıradan kimse, ilimsiz
2267
Bezl: Esirgemeden harcama
2268
Medh: Övme, iyi taraflarını anlatma
2269
Rızay-ı Bârî: Allah'ın rızası
2270
Âbide: Çok ibadet eden kadın

228
müzeyyen2271 ve müşerref2272 kılsın, âmin. Bi hurmet-i seyyid'il
mürselîn. Sallellahü Teâla aleyhi ve sellem ve alâ âlihî ve sahbihî
ecmaîn.

NASİHAT
Ed dinü'n nasîha2273
Dinin nasihatle kaim olacağı, her akl-ı selîm sahibi için
malumdur. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, dinin nasihatle kaim 2274
olacağına işareten üç kere “din nasihattir” buyurmuşlardır.2275 Yani,
dinin nasihatle kaim olduğunu bildirmiş olmaları bizim için kâfidir.
Nasihat hususunda birçok büyüklerimiz, pek çok eserler yazarak
bizlere yadigâr bırakmışlardır. Bunların hepsini toplayıp yazmanın da
kolay bir şey olamayacağı aşikârdır. Biz şimdi, gayet kısa ve veciz
olarak şöylece hülasa2276 etmek istiyoruz:
Nasihat, hadd-i zâtında kitâb-ı İlâhiyeye ve Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz Hazretleri’nin buyruklarına ve fiillerine uymaktır. Tabii
bunları herkesin bilmesi ve yapması pek de kolay değildir. Onun
içindir ki, büyüklerimizin yapmış oldukları nasihatlerden bazılarını siz
kardeşlerimize duyurmaya çalışmayı bir borç biliriz.
Mezhebimizin sahibi, İmâm-ı A'zam Ebû Hanife (r.a.)
Hazretleri’nin evladı Hammad (k.s.) Hazretleri’ne yazdığı nasihati, biz
de sizlere bildirmek isteriz. Evvelce de Gümüşhâneli üstadımız Ahmed
Ziyâeddin (r.aleyh) Hazretleri’nin de vasiyetlerini yazmışdık.
Hazret-i Ali (k.v.) Efendimiz Hazretleri’nin ve daha bir çok
büyüklerin zamanlarına göre yaptıkları vasiyetler ve nasihatler malum
2271
Müzeyyen: Bezenip süslenmiş, ziynetli
2272
Müşerref: Şereflenme
2273
Ed dinü'n nasîha: Din nasihattır
2274
Kaim: Ayakta duran
2275
Buhari, İman, 42. Müslim, İman, 25
2276
Hülasa: Sözün kısası, özet

229
olanlardandır.
Ebû-Hanîfe (r.a.), evladına yaptığı nasihatında şöyle
buyurmuştur:
“Ey benim oğlum, Allahü Teâla seni irşâd 2277 etsin ve sana
yardım eylesin. Sana bir takım vasiyetler edeceğim ki, sen onları
beller, muhafaza eder ve onlarla amel edersen, inşâllah-ü Teâla,
dininde senin için saadetler umarım.
47. Takvaya riayet eyle. Takva demek, a'zây-ı cevârihini 2278,
Allah korkusundan naşi2279 ısyân ve günahlardan korumak, yani
yapmamak ve evâmîr-i İlâhiye’ye2280 ittiba2281 ile, ubudiyette2282 daim
olmaktır.
48. İlmine muhtaç olduğun hiçbir şeyde, cehl2283 üzerinde
kalmamak. Yani, gerek dünya ve gerekse ahiretin için bilinmesine
muhtaç olduğun bütün ilimleri öğrenmeye say2284 ve gayret et.
(Bunların içine atom, füze ilimleri gibi bugünün hatta yarının bütün
ilimleri de girer. Bunları öğrenip yenilerini de keşif sadedinde
çalışmak gerekir. Çünkü hürriyet diye tepinip bağırdığımız davanın
kökü ilme dayanmaktadır. Bu ilimlerle mücehhez 2285 olmayan insanlar,
elbette bilenlerin mahkûmu2286 olurlar)
49. Yaşama hususunda, din ve dünyada muhtaç olduğun
kimselerden ayrılma.
50. Nefsine ancak zaruret miktarı insaf göster. Nefsin için
zaruret olmadıkça kimseden intikam almaya kalkma.
2277
İrşâd: Doğru yolu gösterme
2278
A'zây-ı cevârih: El, ayak gibi vücud azaları
2279
Naşi: Ötürü, dolayı
2280
Evâmîr-i İlâhiye: Allah'ın emirleri
2281
İttiba: Tabi olma
2282
Ubudiyet: Kulluk
2283
Cehl: Cahillik , bilgisizlik
2284
Say: Çalışma
2285
Mücehhez: Donatılmış, techiz edilmiş
2286
Mahkûm: Birisinin hükmü altında olan

230
51. Gerek müslim, gerek gayri müslim, kimseye adavet 2287
besleme. Bilhassa din kardeşlerini sev.
52. Allahü Teâla'nın mal ve makamdan seni merzuk 2288 ettiğine
kanaat et. Çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaatin zıddı hırsdır.
Hırs ise gayet tehlikeli ve mezmum2289 bir huydur.
53. Allahü â'lem, nâsdan2290 müstağni2291 olduğun zaman sana
fayda verecek işlerde çare ve tedbirini güzel eyle.
54. İnsanlardan kimseyi hor görme. Hiç kimsenin de seni
hakir görmesine meydan verme.
55. Nefsini fuzuli2292 sözlerle hor ve zelil etme. Yani,
malayaniden2293 uzak ol. Çünkü her nefes bir ömürdür. Onu boş yere
harcama.
56. İnsanları evvela selâmla karşıla ve onlara güzel sözler
söylemekle hayır sahiplerini sevindirici ve şerirleri de idare eder
şekilde sözlerini ayarla. Ve sözlerini güzelleştir.
57. Allâhü Teâlâ’nın zikrini ve Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’e
selât ü selamı çok eyle.
58. Seyyid'il istiğfar ile çok meşgul ol. Seyyid'ıl istiğfar ise
şudur:

‫َالَّلُه َّم َاْنَت َر ىِّب َال ِاَلَه ِاَّال َاْنَت َخ َلْق َتىِن َو َاَنا َعْبُد َك‬
2287
Adavet: Düşmanlık
2288
Merzuk: Rızıklanmış
2289
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
2290
Nâs: İnsanlar
2291
Müstağni: Tok, doygun
2292
Fuzuli: Lüzumsuz, gereksiz
2293
Malayani: Faydasız söz, iş

231
‫ِد‬ ‫ِد‬
‫َو َاَنا َعَلى َعْه َك َو َو ْع َك َم ااْس َتَطْعُت َاُعوُذِبَك‬
‫و‬ ‫َا‬ ‫َل‬ ‫َك‬‫َا و َلَك ِبِن ِت‬ ‫ا‬ ‫ِّر‬ ‫َش‬ ‫ِم‬
‫َو ُب ُء‬ ‫َّى‬ ‫َع‬ ‫ْع َم‬ ‫ْن َم َص َنْعُت َو ُب ُء‬
‫ْن‬
‫َا‬ ‫َّال‬‫ِبَذ ْنىِب َفاْغ ِف ىِل َفِاَّن َال ِف الُّذ و ِا‬
‫َت‬ ‫ُه َيْغ ُر ُن َب‬ ‫ْر‬
Her kim bu seyyid'il istiğfarı 2295, akşam üzeri söyler de o
2294

gece emr-i hakk2296 vaki olup ahirete göçerse, cennete gireceği ve keza
her kim bu istiğfarı sabah vaktinde yaparsa ve o gün emr-i hakk vaki
olur da ahirete göçerse, onun da cennete gireceği bildirilmiştir. Onun
için gaflet edilmeyip, sabahta ve akşamda ve hatta fırsat buldukça her
zaman dilden bırakılmaması tavsiye edilir.
Ebüd Derdâ (r.a.) bir yangın dolayısıyle evinin de yandığını
bildirenlere: “Hayır benim evim yanmaz. Çünkü, benim Resulullah
(s.a.v.)’den işittiğim bazı dualar vardır ki, her kim o duaları günün
evvelinde okusa ona hiçbir musibet2297 tesir etmeyeceğini bildirmiştir.
Dua şudur:

‫ْل‬ ‫َّك‬ ‫َل‬ ‫ْن‬‫َا‬ ‫َّال‬‫َالَّل َاْن ىِّب َال ِاَل ِا‬
‫َه َت َع ْي َتَو ُت َو‬‫َك‬ ‫ُه َّم َت َر‬
‫ا‬ ‫َن‬ ‫ا‬ ‫َك‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫َش‬ ‫ا‬ ‫ِم‬ ‫ي‬ ‫َاْن ُّب اْل ِش اْل ِظ‬
‫َو َم ْمَل‬ ‫َت َر َعْر َع َم َء ُهلل‬
2294
Buhari, Daavât 2,16
2295
Seyyid'il istiğfar: Allah'tan günahın bağışlanmasını istemek için yapılan
duaların en üstünü, en kıymetlisi
2296
Emr-i hakk: Ölüm
2297
Musibet: Bela

232
‫ْأ َلُك ُك َال َل َال َّو َة ِاَّال ِباِهلل اْل ِل‬
‫َع ِّى‬ ‫َيَش ْم َي ْن َحْو َو ُق‬
‫ا‬ ‫َّن‬‫َا‬ ‫ي‬ ‫اْل ِظ ي ِا َل َاَّن ا َلى ُك ٍئ َقِد‬
‫ٌر َو َهلل‬ ‫َع ْم ْع ْم َهلل َع ِّل َش ْي‬
‫ِب‬‫ُذ‬ ‫و‬ ‫َا‬ ‫ىِّن‬‫َا اَط ِبُك ٍئ ِعْل ا َاَّلل ِا‬
‫ِّل َش ْي ًم ُه َّم ُع َك‬ ‫َقْد َح‬
‫ِم ْن َش ِّر َنْف ِس ى َو ِم ْن َش ِّر ُك ِّل َداَّبٍة َاْنَت َاِخ ٌذ‬
‫ِبَناِص َيِتِه ِاَّن َر ىِّب َعَلى ِص اٍط ُمْس َتِق يٍم‬
2298
‫َر‬
Bu duaların faydalarını yazmaya hiç lüzum görmeyiz. Bir
Müslümanın Cenab-ı Hakk'a candan ilticaları sebebiyle umulmadık
şeylerin meydana geldiği birçok vakalarla sabittir. Hemen Cenab-ı
Hakk cümlemizi kendisine boyun büküp candan yalvaran hakiki
âbid,2299 zâhid2300 ve muhlis2301 kullarından eylesin, âmin.
13 — Her gün Kur'an-ı Azîmüşşân'ın kıraatine devam eyle.
Sevaplarını da Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’e ve valideynine ve
üstazlarına ve sair Müslümanlara hediye eyle ve bunu hiçbir zaman
bırakma...
Bu nasihatten bizlerin de hissemize düşeni alıp, Kur'ân-ı
Azîmüşşan'ın kıraatine devam etmemizi, Cenab-ı Hakk cümlemize
2298
Beyhaki, Delailün-nübüvve Hadis No: 3046
2299
Âbid: Çok ibadet eden
2300
Zâhid: Şüpheli şeyleri bile terkederek günahtan kaçan, Allah korkusuyla
dünya nimetlerinden el çeken muttaki kimse
2301
Muhlis: İhlaslı

233
müyesser2302 kılsın, âmin.
14 — Düşmandan daha ziyade dostlarından sakın. Zira
insanlarda fesat 2303çoğaldı. Düşmanın, dostundan istifade edeceğini
unutma. Şu sözleri de unutma: “Sırrını söyleme dostuna, o da söyler
dostuna”2304
Bu nasihatler tabii pek çoktur. Hepsini yazmak belki insanı
usandırır diye bu kadarla iktifa2305 etmek münasip görülmüştür. Sırası
geldikçe de başka nasihatler yazılır inşallah.

İFFET
İffet, lügatte, nefsi haramlardan ve menâhîden, 2306 yani
yapmamakla emrolunduğumuz bütün yasak şeylerden men etmeye
derler. İffet, her insan için lazım olan en güzel ahlaklardan birisidir.
İffet, bizim lisanımızda namusun muhafazasına da denir. Ahlaken
düşük, kötü huylu ve kötü yollarda bulunan kişilere de, “ne iffetsiz
adam” dediğimiz malumdur. İffet aynı zamanda fakirlik ve zaruretini
saklayıp hâlini ve ihtiyacını muztar kalmadıkça kimseye açmayan
kimselere de denir. Cenab-ı Hakk, zaruret sahibi oldukları halde
hallerini ketm2307 edip, açlığa ve zaruretlere tahammül eden, Resülullah
(s.a.v.) Efendimiz’in talepeleri ve aynı zamanda, fîsebîlillah harbe
hazır askerleri mesabesinde olan ashâb-ı kiramdan, Ashâb-ı Suffe
denilen ve bazen sayıları 400'ü bulan ve ömürlerinin büyük bir kısmını
oruçla ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in hadislerini dinlemek ve
ezberlemekle geçiren, bu muhterem zevat hakkında, hususi ayet nazil
olmuş ve sure-i Bakara'nın 273. ayet-i celilesi ile medh ü sena
buyurulmuşlardır.
2302
Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay(ca nasip) kılınan
2303
Fesat: Bozukluk , kötülük
2304
Câmi'ul-Usül kitabından alınmıştır.
2305
İktifa: Yetinme
2306
Menâhî: Yasaklar
2307
Ketm: Saklamak

234
Bir gün Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de onların hallerine
bakarak, fukaralıklarını ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü.
Mübarek kalplerini tatyîb2308 için: “Ey ashâb-ı suffe,2309 müjdeler
olsun ki, her kim sizin şu bulunduğunuz hâl ve sıfattan ve
bulunduğu halden razı olarak bana mülaki2310 olursa, o benim
refiklerimdendir” buyurarak onları sevindirmişlerdir.2311
Yukardaki mezkur2312 ayet-i celilenin hükmü umuma da
şamildir. Binaenaleyh, Allah rızası için medreselerde dirsek çürüterek
veya düşmana karşı koyarak veya Allah rızası için amme 2313
hizmetlerine kendini vakf ederek nafakasını kazanmaya vakit
bulamayan veya kudreti yetişmeyen fukarây-ı müslimîn, 2314 hep bu
hükme dahildir. Binaenaleyh, bunlara verilecek sadaka ve yardımlar en
makbul ve yerinde olan birer hayır olduğunu merhum Mehmed Hamdi
Elmalı'nın tefsirinin ikinci cild 939-941. sayfalarında pek güzel
açıklanmıştır. Hatta zenginler ve cahillerin bu gibi fukarây-ı sâbirîni,
hallerini açıklamadıklarından ötürü zengin sandıklarını yine şu ayet-i
celilede; “iffetlerinden dolayı, tanımayanlar, onları zengin
zanneder”2315 buyurulmuştur.
İffetli bir insana ister kadın ister erkek olsun, iffetsizlik isnat
etmek de en büyük günahlardan biridir. Zira iffet insanın en büyük
şerefidir. Bunu ihlal etmek kadar kötü bir şey olamaz. Kişinin nefsinin
esiri olup da hevây-ı hevesine2316 uyarak yapacağı günahlar sebebiyle
iffetinin zail olması ne kadar fena bir şeydir? Hele hanımefendilerin
istikballerinin ne büyük tehlikeye düşeceği de unutulmamalıdır.
2308
Tatyîb: Birinin gönlünü hoş etme
2309
Ashâb-ı suffe: Hz. Peygamber’in Medîne’deki mescidine bitişik gölgelikte
barınan ve ilim tahsîli ile uğraşan sahâbîler
2310
Mülaki: Kavuşan
2311
Hatib, Tarih-i Bağdadi, 13/276
2312
Mezkur: Adı geçen, anılan
2313
Amme: Umumi, herkese ait
2314
Fukarây-ı müslimîn: Müslüman fakirler
2315
Bakara Suresi, ayet: 273
2316
Hevây-ı heves: Nefsin hoşuna giden faydasız ve gelip geçici arzular; zevk
ve şehvetler

235
Bundan naşidir2317 ki, bir iffetli kadına iftira eden, fiil-i şenî 2318 isnâd2319
eden kimse bunu dört şahitle ispat edemediği takdirde, kendisine şeran
seksen değnek vurulması ve şehadetinin -tövbe etmedikçe- kabul
edilmemesi gibi ağır bir ceza verilmesi, şüphesiz pek yerindedir. Her
kabahate iki şahit yettiği halde, buna dört şahit istenmesi de şayan-ı
dikkattir. Günah bahsinde iftiranın nasıl büyük bir günah olduğu da
ayrıca bildirilecektir.
İffetsizlik hayâsızlığın tâ kendisidir. hayâ ise imandandır.
Hayânın olmadığı yerde, imanın da olmayacağı, bir çok muteber
kitaplarda zikr olunmaktadır. hayâ ile imanın bir karın kardeşi
oldukları, imanın bulunduğu yerde behemehal2320 hayânın da
bulunacağı ve hayânın bulunmadığı yerde ise imanın da bulunmadığı,
yani o anda imanın o kimsenin sırtında esvabının alındığı gibi
alınacağı da bildirilmiştir.
Cenab'ı-Hakk cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammedi razı
olmadığı bütün kötü ve yaramaz huylardan emin ve mahfuz eylesin ve
razı olacağı bütün iyi ve güzel huyları Ve ahlakları nasip ve
müyesser2321 eylesin, âmin.

İHSAN
Bu hususta cömertlik bahsinde geniş tafsîlât verilmiş
olduğundan onunla iktifa2322 edilmiştir.

2317
Naşi: Ötürü, dolayı
2318
Fiil-i şenî: Irza vuku bulan tasallut hakkında kullanılan bir tabirdir.
Bununla birlikte, mutlaka cima' (cinsi münâsebet) manâsına değildir
2319
İsnâd: Bir şeyi sebebe bağlama, atfetme
2320
Behemehal: Her halükârda, mutlaka
2321
Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay(ca nasip) kılınan
2322
İktifa: Yetinme

236
TESLİMİYET
Güzel ahlaklardan biri de teslimiyettir. Yani, Hakk'a muti 2323 ve
emirlerine münkâd2324 olup, hayır ve şer bütün hükümlerine razı olmak
ve ondan gelen herşeyi hoş görmek, her başına geleni Allah’tan
bilmek, feryat u figân etmeyip, hemen emrine teslim olmaktır. Erbab-ı
tarikat,2325 teslimiyete pek ehemmiyet vermiş, üstadına tam manasıyla
teslim olmayan mürîdleri, mürîdden saymamışlar ve bunun için
kendilerini imtihan etmek üzere bazı ağır işleri kendilerine tahmil 2326
etmişler, yapamayanlar kapı dışında kalıp, kendi kendilerini
aldatmışlardır. Bunun için Niyazi merhum bir beytinde:

Yağma edersin varlığın.


Gider gönülden darlığın.
Mahv eyle sen ağyarlığın.2327
Yar oliser2328 mihman2329 sana.

Sermaye bu yolda hemen.


Teslim olur buna inan.
Sıdk ile Allah'a dayan.
Etmez mi gör ihsan sana.

Bütün sermayenin hemen teslimiyette olduğu pek güzel bir

2323
Muti: Uyan, tabi olan
2324
Münkâd: İtaat eden, boyun eğen
2325
Erbab-ı tarikat: Kendini tarikata, tasavvufa verenler
2326
Tahmil: Yükleme
2327
Ağyar: Başkaları, yabancılar, eller
2328
Oliser:
2329
Mihman: Misafir

237
şekilde açıklanmıştır. Teslimiyet, hemen Allah'ı iyi bilmekten neşet 2330
eder. Çünkü bizi en güzel surette ve hiç kimsenin müdahalesi olmadığı
halde ana rahminde şu güzel suret ve sıfatla, akıl ve havâssımızla 2331 en
güzel ve en mükemmel bir kul olarak yaratan Hakk Sübhânehû ve
Teâla’nın emirlerine teslim ve inkıyadı 2332 hiç şüphesiz, insan kendisine
vacip, hatta farz bilir de, çok hem de çok rahat ederek hayatını geçirir
ve öylece Mevlâ'sına rücu2333 eder.
Erbâb-ı tarikatta ise teslimiyetin pek büyük ehemmiyeti vardır.
Teslimiyeti tam olmayan mürîdânın bu yolda kat-ı tarîk 2334 edip,
kemâle ulaşmaları mümkün olmamıştır. Teslimiyet, tevekkül ve
tefevvüz,2335 inşallah tevekkül bahsinde zikrolunacaktır.

2330
Neşet: Meydana gelme
2331
Havâss: Duyular, duygular
2332
İnkıyad: Boyun eğme
2333
Rücu: Geri dönme
2334
Kat-ı tarîk: Yol kesicilik
2335
Tefevvüz: Her işi Allah'a bırakma eylemi

238
6.Fasıl…

239
SÜKÛT2336 ve AZ KONUŞMA
İrfan yolcularının altı esasından biri de az konuşma ve
sükûttur.
Birinci nevi:
Az konuşma hakkında ayet-i kerîmeler ve ehâdîs-i şerîfelerdir.
Ben yalnız size bir tanesinden bahsedeceğim. Kaf Suresi'nin
ikinci sayfasında: “Siz hiçbir söz konuşmazsınız, ancak o sizin
konuştuğunuzu zabt eden, hıfz eden, gözleyen hazırlanmış gözcü
melekler vardır” ki, bunlar sizin konuştuğunuz herşeyi gerek lehde ve
gerek aleyhde, gerek sevab, gerek günah, hiçbirini kaçırmadan güzelce
zabt ve muhafaza ederler. Tıpkı sizin teyplerinizin, konuşulan sözleri
alıp zabt ettikleri gibi, bir misal olarak zikredilebilir. Binaenaleyh,
konuşurken çok dikkatli olmak ve lüzumsuz, faydasız sözleri
söylemeye, hele gıybet dediğimiz çekiştirmeyi katiyen yapmamaya
gayret etmelidir. Zira hadîs-i kudsîde beyan buyurulduğu vechile; “Ey
âdemoğlu, eğer sen kalbinde kasavet, 2337 vücudunda hastalık,
rahatsızlık, rızkında darlık ve zorluk görüyorsan iyi bil ki, sen boş ve
faydasız sözlerle vakitlerini zayi ediyorsun ki, onun cezası olarak
kalbinin katılığı, vücudunun hastalığı, rızkının darlığı ile
uyandırılmak istendiğini anlamak gerektir.” Bazen insan, ben bu
kadar iyi bir kimseyim diye kendine hüsnüzan eder de, acaba bu
musibetler bana neden ve nereden geliyor düşüncesine kapılır.
İşte, bunun yegâne sebepini hesaba katmak istemediğimiz
veya bilemediğimiz bu sebep, vakitlerimizin de zayiatına 2338 yarayan
boş laflardır. Fakat bunu anlamak ve bundan dönmek kadar da zor
birşey olmadığını göregelmekteyiz. Bu bir alışkanlık eseri olarak
kimbilir ne zamandan beri devam edegelmektedir. Şimdi anladık ama
2336
Sükût: Susma
2337
Kasavet: Katılık, sıkıntı, keder
2338
Zayiat: Zarar, ziyanlar

240
terki çok müşküldür. Büyük riyazetlere 2339 ve mücahedelere2340 ve
halvetlere,2341 uzletlere2342 devam neticesinde, belki de Cenab-ı Hakk’ın
inayetine2343 mazhariyetin2344 ve mücahededeki azminin sayesinde
kurtulmak mümkün olabilir. Bunlar yapılmadıkça öyle kuru kuruya
okumakla, dinlemekle veya bilmekle bunları halledip, sükût sahibi,
vakar2345 sahibi olarak nefeslerini boşa geçirmeyip, zikrullah ile meşgul
olabilmek kolay birşey değildir. Herhalde mücahedelere azim ve
sebatla devam etmek gerektir.
Maazallah bir memleketi işgal eden bir devlet ve ordusu artık
oradan kolayca, “alın memleketinizi” deyip bırakıp gider mi? Herhalde
eğer onu oradan çıkarmak istiyorsak, her hâl ü kârda neye mal olursa
olsun, kanlı mücadelelerin neticesindeki zafere bağlı olduğunu hepimiz
pek iyi biliriz. İşte Çanakkale, işte Anadolu, işte Filistin ve Kudüs!
Bak, gürültüye pabuç bırakan var mı? Herhalde mücahede ve zafer
gerekir yoksa lafla hürriyet olmaz. Aynı bunun gibi nefsin elinden
kurtulup, insanlıkta matlub2346 olan kemâli elde etmek için nefsi ve
şeytanı yenmedikçe ve bunları mağlup edip yere sermedikce, insan ne
dünyada ve ne de ahirette rahat ve huzur bulamaz. Bunlar ise, diğer
düşmanlar gibi el ile tutulur göz ile görülür cinsten olmadıklarından
ötürü bunlarla mücahede, düşmanlarla yapılan mücahededen daha
zordur. Bir de şu var ki, düşman bizi mağlup etse dahi en nihayet
onların idaresinde yine yaşar ve dünyalıklarımızı temin ederiz. İşte
bugün dahi olduğu gibi, birçok hıristiyan memleketlerinde müslüman
tüccar, sanatkâr ve işçiler mevcuttur. Bunlar dünyalıklarını pek âlâ
temin ettikleri gibi, içlerinde dinî ve milli akidelerini 2347 muhafaza
2339
Riyazet: Dünya lezzetlerinden sakınmak suretiyle nefsi terbiye etme
2340
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
2341
Halvet: Tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belirli bir müddet
tenhada kalma hali; yalnız kalmak
2342
Uzlet: Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
2343
İnayet: Yardım, lütuf, iyilik
2344
Mazhariyet: Erişme, nailiyet
2345
Vakar: Haysiyetli ve şerefli olma
2346
Matlub: İstenilen, aranılan şey
2347
Akide: Mezheb şeklini almış inanç ve düşünce sistemi

241
edenleri de çoktur. Fakat bu nefs-i emmâre2348 ki, şehveti, gazabı, kin
ve hırsı, hased2349 ve riyakârlığı,2350 kibir, gurur ve azametiyle şeytanın
esiri olup, -maazallah- bir kere de Allah'ı, zikrini, ibadetini unutturdu
mu tamam, artık birşey istemez. Bunun için gerek Cenâb-ı Hakk’ın ve
gerek Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ve büyüklerimizin sözlerine,
nasihatlerine son derece ehemmiyet verip, daha küçük yaşdan itibaren
nefsiyle mücadeleye alışmak ve ona hiçbir zaman teslim olmamak,
hem İslami, hem de insani bir vazifedir.
Çok yiyip vücudu semizlendirmek ve çok uyuyup ömrü zayi
etmek ve çok konuşup vakitleri boş yere harcamak, pis ve günah
yerlerde geçirmek, elbette ne müslümana ne de insana yakışır birşey
değildir. Çünkü müslüman öldükten sonraki ahiret âleminde bu
hayattan sorulacak ve: “Dünyada hayatını nasıl geçirdin, paralarını
nasıl kazandın, nerelerde ve nasıl harcadın, ömrünü, gençliğini nasıl
geçirdin?” gibi soruların cevabını vermek mecburiyetindedir. İnsan -
velev Müslüman olmasa bile- hayvan olmadığı için, o da hayatından
sorumludur. Çünkü dünyada ona düşen ilk vazife, kendini yaratan
Yüce Rabb’ini tanımasıdır. Bundan sonra da ilâhî emir ve yasakların
ışığı altında hayatını geçirmek mecburiyetindedir. Kul, insanlık sıfatını
taşıdığından dolayı mutlaka insana yakışan şekilde yaşaması ve
insanlığa zararlı değil, faydalı olarak yaşaması icap ederken, bunu terk
ve ihmal ederse mesuliyeti ağır olup, cezasının cehennem olacağını
unutmamalıdır. Evet, insan belki imansız olabilir ve istediği gibi yaşar
ama muhakkak ölümle biten bu hayatın arkasındaki ahireti unutmamak
gerektir. Buna inanmamak, Allah'ın varlığına inanmamak demektir.
Bundan da daha büyük cahillik ve gaflet olamaz. Allah razı olsun
bizleri uyandırmaya say2351 ve gayret gösteren bilumum
büyüklerimizden. Eğer onlar ve onların güzel eserleri olmasaydı, nefis
ve şeytanın bizleri bir lokmada yutacaklarında hiç şüphemiz yoktur.
Şimdi Marifetname sahibinin 318. sayfasından itibaren çok konuşmak
2348
Nefs-i emmâre: İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere
sevk eden insan nefsinin en aşağı mertebesi
2349
Hased: Başkasında olan bir nimeti çekememe
2350
Riyakâr: İki yüzlü
2351
Say: Çalışma

242
hususunda söylediklerini can kulağıyla bir dinleyelim:
“'İnsanın, kalbinin katı, vücudunun hasta, rızkının dar ve zor
olmasının en birinci sebebi, ömrünü boşa zayi edip, lüzumsuz
konuşmalarındandır.” Sakın sen deme ki, falan ve filanlar o kadar
geveze, boşboğaz, lafazan oldukları halde hem vücutları çok dinç,
rızıkları da çok boldur.
Ey aziz kardeş! Bu vücut sağlığı ve rızık bolluğunun en güzeli
hayvanlarda var. Eyyub Sultan'daki güvercinlerin yaşayışını sen
görmüyor musun? Hele Mekke-i Mükerreme ve Medine-i
Münevvere'deki güvercinlerin sayesinde biz insanlar da yaşıyoruz.
Sakın ve sakın sen böyle bir hayata özenme. Maddi rızıkların ne
kıymeti olur, onların kıymeti ancak çıkardıklarımız kadardır. Tenezzül
edilecek birşey değildir. Ona ancak hayvanlar özenir, insanların gayesi,
gönüllerinin arzusu olan manevi rızıklardır ki, ancak bunlarla Hakk
Sübhanehû ve Teâlâ'nın rızasını ve ahiretin sonsuz nimetlerini
kazanabiliriz. Bu fâni ve sonu gelen nimetlerin ne kıymeti vardır? Öyle
ise, sen bu ebedî nimetlerden bizleri mahrum eden çok laftan sakın ve
bahusus kardeşler arasını açan dedikodu ve mâsivâ 2352 dediğimiz
gıybetler tamamen yasaktır ve haramdır. Zinhar, 2353 bir Müslüman
kardeşinin aleyhinde hiç ama hiç konuşma, ona bir kırgınlığın dahi
olsa, konuşanlara da müsade ve müsamaha etme. Herkesin kusuru,
günahı kendine aittir. Sen daima ayıp örtücü ol, ayıp açmak, kusur,
kabahat görmek kendini bilmemek ve görmemekten ileri gelir. Bir kere
şöyle dikkatle kendimizi yoklayacak olursak, kimbilir ne kadar yüz
kızartıcı hallerimiz olmuştur. Hiçbir şeyimiz olmasa bile gafletimiz
yeter. Eğer kendimizi olgun bir insan sanıyorsak, bu da büyük bir
hatadır. Çünkü olgun bir efendi, katiyen kimseyi gıybet etmez, kusur
ve kabahatini açmaz, insanların güneş gibi ammeye 2354 faydası olması,
geceler gibi de ayıpları örtmesi, yaz gibi herkesi ısıtması, su gibi akıp
herkese hayat bahşetmesi gerektir. Böyle olmayıp da ömürlerini
boşuna geçirenlerin zararları hem kendilerine hem de örnek oldukları
2352
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
2353
Zinhar: Sakın, asla
2354
Amme: Umumi, herkese ait

243
diğer kimseleredir. Nitekim hadîs-i şerifin arkası şöyledir: “Ey
âdemoğlu; bu kadar çok lafla, sözle, hikmet denilen nimeti nasıl
umarsın? Hikmeti, kalbinin ve lisanının sükûnetinden iste” yani,
hikmeti ancak o zaman bulabilirsin. Hikmet bir nimet ve devlettir ki
her kime verilse, o kimseye hayr-ı kesir 2355 verilmiş demektir. Onun
için İnnâ a'taynâ süresindeki kevser kelimesini, hikmet ile tefsir
edenler de olmuştur. Lugat-i Remzi’de, hikmet şöyle tarif edilmiştir:
Adi, ilim, hilim, nübüvvet, Kur'ân-ı Kerim, esas İncîl-i şerife denildiği
gibi, Allahü Teâla'nın hikmetlerdeki gayesini şek ve şüpheden ârî 2356
olarak eşya ve mevcudat bilmek, hayırlı işler işlemek sıfatı ve eşyanın
hakikatine muttali2357 olmak ve mevcudatın ahval2358 ve keyfiyât-ı
hariciye 2359ve bâtıniyesinden2360 bahseden ilme denir. Ulûm-u sâire2361
yani diğer ilimler onun ecza ve füru'udur. Esas olan ilim, hikmet ilmi
olup, sair ilimler onun feridir. Cenab-ı Hakk'a taat, 2362 fıkıh ilmi, din,
dini ile amel, Allahü Teâla'nın emirlerine ittiba', 2363 havf,2364 haşyet,2365
zekâ, idrak, takva, akıl, işinde sözünde ve hareketlerinde isabet ve
tefekkür manalarını taşır ki, hemen herşey bunun içinde mevcuttur.
Kevser in diğer manalarıyla beraber bir de bu manada tefsiri yerinde
olmuştur. Binaenaleyh, böyle bulunmaz bir nimetin, çok konuşan
kimselere verilmemesi, en büyük bir cezaya çarptırılması demektir.
Öyle ise ey muhterem kardeş; sakın nefsine aldanıp da, âleme
kendini beğendireceğim diye, ağzına geleni söylememeye alışmanı
hem tavsiye, hem de rica ederim. Hem kendi ömrünü ve hem de
başkalarının vakitlerini zayi etmekten kork ve kaçın.

2355
Hayr-ı kesir: Büyük hayırlar
2356
Ârî: Arınmış, uzak
2357
Muttali: Haberdar olma, bilgi sahibi olma
2358
Ahval: Haller
2359
Keyfiyât-ı hariciye:
2360
Bâtıniye:
2361
Ulûm-u sâire: Diğer ilimler
2362
Taat: Allah'ın emirlerine uyma, ibadet etme
2363
İttiba: Tabi olma
2364
Havf: Korku
2365
Haşyet: Saygıyla karışık korku

244
Hadîs-i şerifin üçüncü bölümünde: “Ey âdemoğlu, hiçbir
kimseyi ebediyen gıybet etme. Muhakkak herkim gıybeti terk ederse,
içinin nuru ve esrarı dışına çıkar” buyrulmuştur. Yani herkes istifade
eder demektir. Madenlerin yeraltından çıkıp beşeriyetin faydalandığı
gibi, esrar hazineleri, kerametler zahir olur. Hakk Sübhanehü ve
Teâlâ'ya muhabbeti zahir olur, artar ve daim olur. Kadir ve kıymeti de
o derece yüksek ve âlî olur.
Hadis-i şerifin dördüncü bölümünde de şöyle beyan buyrulur:
“Ey Âdemoğlu, senin lisanın doğru olmadıkça, dinin doğru olmaz,
kalbin doğru olmadıkça dilin doğru olmaz; benden hakkıyla
utanmadıkça kalbin de doğru olmaz.” Az konuşma, günahlardan
kaçmak, muradlarına nail olmak, insanlarla hüsn-ü muaşeret 2366 etmek
ve esrarı muhafaza etmek gibi bir çok faziletleri havîdir. 2367 Zira
insanın selameti, dilin muhafazasına bağlıdır. Buyrulmuş ki;
“Söylersen hayır söyle veya sükût eyle.” Dil vücudun ufak bir
parçasıdır. Fakat kabahati, günahı hepsinden büyüktür. Aleni hatası
çoktur. Cennet de onunla kazanılır, cehennem de. Kim ki sükût 2368 eder,
her beladan kurtulur. Kim ki yalan söyler, o kimse zarar ve ziyanda
olur. Yalan söylemek, imandan uzaklaşmaktır. Yalanın en kötüsü,
iftiradır. Rüyada çok söylemek Allahü Teâla'ya iftiradır. Gıybet
sözlerin en kötüsüdür ve İslamdaki zinadan daha eşed 2369 ve haramdır.
Gıybet olunan mümine yardım etmek, yani onu müdafaa etmek,
kıyamette Hakk’ın afvına mazhar olmaya sebeptir. Mümin hiçbir
zaman ta'n2370 edici, lanet edici ve hayâsız olmaz. İnsanları ayıplayan,
kendisi o ayıbı işlemedikçe ölmez. Kur’ân'ı, erkânına 2371 riayet ederek
tertib üzere okuyunuz. Ehl-i fıskın 2372 okuduğu musiki ve teganni 2373 ile
okumayınız. Kelime-i tayyibe, yani güzel söz ve sohbetler sadakadır.
2366
Hüsn-ü muaşeret: Güzel geçinme
2367
Havî: İçine alan
2368
Sükût: Susma
2369
Eşed: Çok şiddetli
2370
Ta'n: Kınama
2371
Erkân: Esaslar, temel unsurlar
2372
Ehl-i fısk: Günah ehli
2373
Teganni: Şarkı söylemek

245
Kardeşlerin yüzlerine gülümseyerek bakmak sevaptır. Yemek
yedirmek ve gece nafile namazlara kalkmak ve kılmak güzel, doğru ve
edebe riayetle konuşmak, Hazret-i Allah'ın rızay-ı şerifini celbeder. 2374
Kalbin safâsı iki huyda tamam olur. Birisi malının artığını vermekte,
biri de sözün fazlasını, lüzumsuzunu tutmaktadır. Çok gülmek insan
kalbini öldürür. Çok şaka ve latife, kişiyi ateşe götürür. Fasık medh
olunduğu zaman, yani Allahü Teâla ve Tebârek Hazretleri’ne karşı
isyan edip, taat-i ilâhiyeden2375 huruç2376 eden kimse medh olunduğu
zaman, Cenab-ı Hakk gazap edip, Arş titrer buyurulmuştur. Mümini
yüzüne karşı medh etmek onu kesmektir. Kişi dilini muhafaza
etmedikçe, imanın hakikatini bulamaz. Allah hakkı için, zindanda
hapis olmaya, lisandan elyak2377 hiçbir şey bulunmaz. Lisanın sükûtu
öyle mümtaz2378 bir hikmettir ki, onu işleyen pek azdır. Zikrullahtan
gayrı kelamı çok etme ki, kalbin katı olur. Halbuki, kalbi katı olan
Allahü Teâla'dan uzak ve âsî olur. Lisanına sahip olana müjdeler olsun
ki, evine sığınıp nâsdan2379 uzlet2380 etmiştir. Her nimet sahibinin
hasetçileri bulunacağından, hacetlerinizin hasıl olması için onları
saklayınız, ifşa etmeyiniz. Biz cemaat-i Enbiya, emrolunmuşuzdur ki,
nâs ile akılları miktarınca tekellüm 2381 edelim. Sen bir kavme
akıllarının ermediği sözü söylersen, ol söz onların çoğuna fitne olur.
Öyle ise sakın insanlara akıllarının ermediği şeyleri, esrarları söyleme.
Çünkü fitne uyur, onu uyandırma. Onu uyandıran tard2382 olunmuştur,
kovulmuştur. Sırları açmak, ifşa etmek haramdır. İfşa eden pişmandır.
Kişi bir kimseye tenhada bir söz söylese, o söz onda emanettir. Onu
kimseye söylemesin ki, hıyanetlik etmiş olur. Kâmillerin göğüsleri,
gönülleri esrar hazinesidir.

2374
Celb: Davet, kendine çekme
2375
Taat-i ilâhiye: Allah'a itaat etme, Allah'ın emirlerini yerine getirme
2376
Huruç: Çıkma
2377
Elyak: En çok layık
2378
Mümtaz: Seçkin
2379
Nâs: İnsanlar
2380
Uzlet: Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
2381
Tekellüm: Konuşma
2382
Tard: Sürme, kovma, uzaklaştırma

246
Sıddîk-ı Ekber (r.a.) Efendimiz mübarek ağızlarında taş
saklarlar, bu suretle çok söz söylemekten korunurlardı. Ancak zaruret
zamanında taşı çıkarıp konuşurdu. “Bu dildir ki insanı belalara ve
kabih2383 cefalara salmıştır” diye ahbaplarını uyandırırdı.
İmâm-ı Ali (k.v.) Hazretleri de buyurmuşlar ki, “Eğer Resûl-ü
Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’nin mübarek fem-i saadetlerinden 2384 işittiğim
esrarı ben size söylesem, siz benim yanımdan çıkıp dersiniz ki,
muhakkak Ali kezzâbdır.2385 Çünkü bunları benden başka kim işitmiştir.
Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır” buyurmuştur.
Zeyn'el-Âbidin (k.s.) Hazretleri de bir şiirinde bunu
açıklamıştır.
“Susmak hikmettir. Fakat ona riayet eden çok azdır. Kimin ki
malâyanî2386 olarak kelamı çok olursa, o kimsenin hatası da çok olur.”
Ebud-Derdâ (r.a.) Hazretleri’nin rivayet buyurdukları bu
hadîs-i şerifteki hükümden murad, ilimden bir hikmet olduğunu beyan
buyurmuşlardır. Sükût, her ne kadar muteber bir nesne ise de, bunun
tefekkürle birlikte olması matlubdur.2387 Tefekkürsüz sükûtler, mühim
bir mana ifade edemezler. Sükûtu işleyenlerin azlığı da bunu
müeyyeddir.2388 Boş sözlerle vakitlerini geçirenlerin, hata ve
günahlarının da o nispette fazla olacağı beyan buyurulmuştur. Sükûtun
faydalarındandır ki, insanı ekseriyetle cehilden, 2389 sefihlikten2390 men
eder. Sükûta hikmet tesmiye 2391 olunmasının sebeplerinden biri de,
hikmetlerin sükût ile beraber olan düşünce ve tefekkürlerden neşet

2383
Kabih: Çirkin, ayıp
2384
Fem-i saadet: Mübarek ağız
2385
Kezzâb: Yalancı
2386
Malâyanî: Faydasız söz, iş
2387
Matlub: İstenilen, aranılan şey
2388
Müeyyed: Teyid edilmiş
2389
Cehil: Cahillik, bilgisizlik
2390
Sefih: Zevk ve eğlenceye düşkün
2391
Tesmiye: Ad koyma

247
ettiği içindir. Kalpte gayet nâfi 2392 mevızalar2393 ve hükümler îrâs2394
ettiğinden dolayı buyrulmuştur.
“Sükût, ahlakın başıdır ve esasıdır.”
Hazret-i Enes (r.a.) in beyan buyurduğu bu hadîs-i şerif,
bizlere sükûtun ne demek olduğunu pek güzel bir şekilde
anlatmaktadır. Sükût olmadıkça, diğer güzel ahlakların da bulunması
çok müşküldür. Zira lisan insanın tercümanıdır ve insanın kemâli,
kelamının altındadır. Binaenaleyh, sükut hâlini muhafaza edenlerin
halleri mestur2395 kalır. Ne olduklarının bilinmesi müşküldür. Fakat
konuşan kimselerin sözlerinden, kemâl ehli kimseler, onların ne kıratta
adam olduklarını derhal anlarlar. Binaenaleyh sükût, aynı zamanda
cahilin cehlini örttüğü gibi, ilim sahipleri için de güzel bir ziynettir.
Vakar ve sükûnet sahiplerinin konuşmaları da, gayet basiret üzerine
olması gerektir. Konuşmalar ekseriyetle insanı, nefsini kontrol
etmekten uzaklaştırır. Halbuki, başlıca vazifelerimizden birisi de,
nefsini kontrolda ve kendisiyle Rabb’i arasındaki hallerin
muhafazasına, ancak sükutla imkân bulunabilir. Bu imkânı elden
kaçırmamak için her mümin ve müvahhide2396 yakışan sükûttur,
vesselam.
İkinci nevi':
Az konuşmanın günahlardan korunmayı, izzet ve ihtiramı 2397 muris2398
olduğunu bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Bu zaman sükût zamanıdır. Evlere mülâzemet 2399 zamanıdır.
İnsan iki küçük parçanın idaresi altındadır. Bunlardan biri yürektir.
2392
Nâfi: Faydalı
2393
Mevıza: Nasihat
2394
Îrâs: Sebep olma
2395
Mestur: Örtülü, gizli
2396
Müvahhid: Müslüman
2397
İhtiram: Saygı, hürmet
2398
Muris: Getiren
2399
Mülâzemet: Hiç ayrılmak istemeyecek şekilde bağlanma

248
Diğeri de dildir. Gerçi tekellüm 2400 insanda keramettir. Lakin sükût, her
beladan selamettir. Lisan insanın mizanıdır. 2401 O bir arştandır ki, onu
bırakmak çok tehlikeli ziyandır. Sükût, vakar 2402 elbisesidir. Özür
dilemene lüzum kalmaz. Söylemediğin söz, henüz kendi hükmün
altındadır. Söylediğin zaman sen onun hükmü altına girersin. Az
konuşan pişmanlıktan emin olur. Kimin ki sükûtu uzundur, onun kadri
cemildir.2403 Kim ki, her zaman ayıp örtücüdür, onun da ayıpları örtülü
kalır, her gönül sahibi tarafından sevilir. Kim ki, halkı gıybet eder ve
laf taşırsa, o kimse bütün insanların sevmediği, buğz ettiği bir kimse
olur. Çok kelam çirkin ve ârdır.2404 Sükût, izzet ve vakardır. Sükût,
emn’ü amandır.2405 Kalbin sükûtu, irfanı2406 celb2407 eder. Lisanın
tehlikesi çoktur. Bu kadar diş, taş gibidir. Lisan çakmaktır. Söz ateşdir
ki, söyleyen ahmaktır. Dinleyen, işiten, ya pamukçu dükkânı veya
baruthanedir. Pamuk ve baruta çakmak çakan divanedir (Bu sözü çok
dikkatli dinle ve üzerinde durmanı tavsiye ederim. Çok konuşmayı bir
meziyet sanıp da her mecliste ileriye atılarak, bilgiçlik taslayan
insanlara, ne güzel bir dersdir. Allahü Celle ve Alâ Hazretleri,
cümlemizin muini2408 olsun). Alışkanlık çok kötü bir âdettir. Terki de o
nispette zordur. Onun için daha küçük yaşta iken sükûte alışabilmek
meziyeti elbette çok gereklidir. Üç nesne vardır ki, bütün afetleri celb
eder; şaka, latife, boş ve manasız sözler. Gıybet edenlerin ve laf
taşıyanların azapları şedit2409 olur. İnsanlardan ve Allah’tan uzak
olurlar. Çok söz dostluğa zarar verir. Çok söz ayıpların meydana
çıkmasına sebep olur. Kalplerde adavet2410 peyda2411 eder. Acı söz
2400
Tekellüm: Konuşma
2401
Mizan: Terazi
2402
Vakar: Haysiyetli ve şerefli olma
2403
Cemil: Güzel
2404
Âr: Utanma
2405
Emn’ü aman: Emniyet, güven, huzur
2406
İrfan: Bilme, anlama, kalple bilip tanıma
2407
Celb: Davet, kendine çekme
2408
Muin: Yardım eden
2409
Şedit: Şiddetli
2410
Adavet: Düşmanlık
2411
Peyda: Mevcud, var olan, açık

249
söyleyenlerden ahbapları ve dostları nefret ederler. Dostların gıybeti
rezalet ve her yönden utanç vericidir. İnsanların akıllısı, katiyen
mücadele yoluna gitmez. Ahmağı cezalandırmakta sükût kâfidir.
Kelime-i tayyibedeki fayda, sahibine aittir. Eğer kelamda belagat
varsa, söylememekte de selamet vardır. Latifedeki afet, korku ve
tahkire2412 uğramasına sebep olmasıdır. Söylersen doğru söyle, vaat
edersen îfâ2413 eyle. Yumuşak konuşmak ve selamı açıklamak sünnettir.
Yumuşak kelam ve çok selâm, insanların, kendisini sevmesine sebep
olur. Güzel konuşmayı itiyâd2414 etmek, insanın muradlarının
husulüne2415 sebeptir. Sözde doğruluk, İnsanın selametini mucibdir. 2416
Çok sükût, vakarı mucibdir. Çok kelam, kulakları rahatsız eder. Bir iş
için zorlamak, usandırmak, o işin men’inin 2417 mucibidir. Çok gülmek
hafiflik ve utançtır. Çok şaka ve latife, töhmeti 2418 celb eder. Çok
gülmek kalbi öldürür. Çok latife cehil alametidir. Çok söz, noksan
meânîden2419 ileri gelir. Sükût aklın ziynetidir. Güzel sözlü ol, güler
yüzlü ol. Asla yalan söyleme, kendini rezil eyleme. Sözü tatlı olan
gönüllerde aziz olur. Gülmesi çok olanın heybeti az olur. Kimin ki
sözü mülayimdir,2420 onun muhabbeti lazımdır. Sözleri doğru olanın,
güzelliği fazla olur. Halktan şekva2421 eden, Hakk'dan şikâyet etmiş
olur, hiçbir zaman şâkir2422 olmaz. Gizli ayıpları sormak kâmillere
yakışmaz.
Kendini metheden, kendini kesmiş olur ve kendini
zemmeden2423 selamet bulur. Sözünde sadakat, işlerinde rıfk,

2412
Tahkire: Hakaret etme
2413
Îfâ: Yerine getirme
2414
İtiyâd: Alışkanlık
2415
Husul: Olma
2416
Mucib: Gerektiren
2417
Men’: Yasak etmek, durdurmak, esirgemek
2418
Töhmet: İspatsız suçlama
2419
Meânî: Manalar
2420
Mülayim: Yumuşak huylu
2421
Şekva: Şikayet
2422
Şâkir: Şükreden
2423
Zemmeden: Kötülüğünü söyleme, çekiştirme

250
yumuşaklık, hâlinde güzellik, kişinin ind-i İlâhîde 2424 kabulüne sebep
ve işarettir. Kişi diliyle, yani sözüyle insandır. Halbuki, lisanı kendine,
kendi varlığına düşmandır. Bed2425 cevap, kötü söz söyleyen pişmandır.
Akıl insana lâzımdır ki, cahile karşı hüsn-ü muamele, rıfk ve
müdârâ2426 eyleye. Doktorun hastasına yaptığı muamele gibi mülayim
söyleye. Dedikoduyu terk eden, gönül hoşluğunu idrak eder. Sükûtun
menfaatleri sonsuzdur. En ednâ2427 faydası, ömrünün selametidir.
İnsanın, canının helaki dilinin ucundadır. Sırrını sen sakla ki sır,
emanet olmaz (Buna çok dikkat etmek gerekir, sır başkasına
söylenmez). Sırrını emanet veren selamet bulmaz. Sırrını saklarsan,
sırrın selamet olur. Sırrı, izharın2428 sonu nedamettir.2429 Dostundan
hiçbir nesne gizleme, lakin her sırrı ona dahi söyleme.

Açma razı ki, zar2430 olmayasın.


Mihnet ve kederde yâr olmayasın.

Sakla sırrını ki, sır selamet ola,


Sırrı izhâr2431 eden melamet2432 ola.

Aşikâre eden şikâr2433 oldu.


Fikrini fikr eden fekkâr2434 oldu.

2424
İnd-i İlâhîde: Allah'ın katında
2425
Bed: Kötü
2426
Müdârâ: İyi geçinme
2427
Ednâ: En düşük
2428
İzhar: Açığa vurma
2429
Nedamet : Pişmanlık
2430
Zar: Perişan
2431
İzhâr: Açığa vurma
2432
Melamet: Kınanmışlık, rezillik ve rüsvaylık
2433
Şikâr: Av
2434
Fekkâr:

251
Nice sır var ki, ger2435 zebana2436 gele.
Nice canlar revây-ı dünhâne2437 gele.

Dil kafesi râz-ı mürg-u 2438vahşîdir.


Mürg-u vahşî2439 kafesde yahşîdir.2440

Râh-i2441 devlette kim ki gence2442 erer.


Saklamazsa hezar rence2443 erer.

Hakk olan halka aşikâr olmaz.


Sayd2444 edeyim derken şikâr2445 olmaz.

Üçüncü Nevi':
Lisanın, vaktin, amellerin, ahvallerin, hayatın muhafaza ve
afetlerden selametinin, sırları saklamakta olduğunu bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Sükût, ilimlerin efdalidir ve Allahü Teâla'nın hikmetidir. Dil
2435
Ger: Eğer, şayet
2436
Zeban: Dil
2437
Revây-ı dünhâne:
2438
Râz-ı mürg-u:
2439
Mürg-u vahşî: Vahşi kuş
2440
Yahşî: İyi
2441
Râh-i: Yolu
2442
Genc:
2443
Renc: Sıkıntı ,zahmet, meşakkat
2444
Sayd: Avlanmak
2445
Şikâr: Av

252
konuşunca, gönül sükût eder. Dil sükût eylerse, gönül hikmet söyler.
Söz gümüş olsa, sükût altın olur. Çok konuşanlar çok kere pişman
olurlar. Lakin her sükût eden salim olur. Lisanın sükûtu lafızların,
kelamın terkiyledir. Gönlün sükûtu, itirazı ve i'razı 2446 terk etmektir.
Gönlün sükûtu hayrete, hayret de varidat 2447 ve keşiflerin vuku'una2448
sebeptir. Arif sükût eylese, hâline sahip olur. Sükût, müminlerin en
efdal huylarındandır. Sükût ile gönül gözü açılır. Akıl ziyade rahat
bulur. Hemen dilini zabt eyle ki, onun isyanı ve tuğyanı, 2449 diğer
azalardan daha eşed2450 ve a'zamdır.2451 Yine dilini bağla ve tut ki, onun
fesat ve adaveti bütün azalarınkinden daha zararlı ve umumidir. Böyle
olunca lisanın muhafazası, cümleden ehem 2452 ve elzemdir. Zira lisanın
muhafazasında azaların muhafazası da dahildir. Haberde gelmiştir ki:
Âdemoğlu sabaha dahil olunca cemî' 2453 azası diline; “Allah için
müstakîm2454 ol. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz, eğer sen
yamuk olursan, biz de yamuluruz” derler. Sözlerin insan azaları
üzerinde iyiye de, kötüye de tesiri aşikârdır.2455
Ey âdemoğlu, eğer yüreğinde bir berklik, katılık, bedeninde bir
zayıflık, rızkında bir noksan buldunsa, anla ki faydasız, boş sözler
söylemişsin. O sözlerin tesirinden ötürü bu belalara düşmüşsün.
Lisanın muhafazasında, vakitlerin muhafazası da vardır. Çünkü insanın
ekseriya sözleri boş ve manasızdır. Bunların hepsi de, vakitlerin zayi
olmasına sebep olur. Vakit ise nakittir. Hem de bir daha ele geçmesine
imkân yoktur. Zayi olan mal, mülk belki ele geçebilir, fakat gayıp 2456
olan vakitleri bulmak mümkün değildir. Şair demiş ki;

2446
İ'raz: Yüz çevirme, uzak durma
2447
Varidat: Kalbe gelen manalar, ilhamlar, feyizler
2448
Vuku: Olma, meydana gelme
2449
Tuğyan: Taşma, isyan
2450
Eşed: Çok şiddetli
2451
A'zam: Çok büyük
2452
Ehem: Önemli
2453
Cemî': Cümle, hep, bütün
2454
Müstakîm: Doğru yolda olan, gerçek
2455
Aşikâr: Açık, belli, meydanda
2456
Gayıp: Kayıp

253
“Batıl ile konuşmayı kasdettiğin zaman, derhal onun yerini
teşbihlerle2457 doldur. Kelamın her ne kadar fasîh2458 dahi olsa sükûtu
tercih etmek, konuşmaktan hayırlıdır.”
Lisanın muhafazasında, vakitler muhafaza olunduğu gibi,
amellerin muhafazası dahi vardır. Zira çok konuşan gafil, elbette
gıybet eder. Bu da onun hasenatının, düşmanlarına gitmesine sebep
olur. Bir arif demiş ki, “Eğer gıybet eylesem, kendi validemin gıybetini
ederim, tâ ki hasenatım ona gide.” Bu, üzerinde dikkatle düşünülmesi
icap eden bir husustur.
Lisanın muhafazasında, vakitlerin, amellerin muhafazası gibi,
ahvalin2459 de muhafazası vardır. Zira dil, irfan hazinelerinin
anahtarıdır. Binaenaleyh çok sözle, gönül cevher-i hikmetten halî kalır
ve ehliyetsiz kimselerin yanında zayi olur. Lisanın muhafazasında,
dünya afetlerinden de selamet vardır. Lisan, pusudaki arslan gibidir.
Sükût, ondan emn’ü emandır.2460 Lisanın muhafazasında ahiret
afetlerinden de selamet vardır. İnsanları yüzleri üzere ateşe düşüren,
dilin hatalarıdır. Öyle olunca lisanın muhafazası, iki cihanın
selametidir demek oluyor. Ehl-i irfanın sermayesi sükût olmuştur. En
metin kale, gönül ve candır.
Lokman Hakîm, Davud Aleyhisselam’ın huzuruna gelmişler,
bakmışlar ki demir parçaları onun elinde bal mumu gibi yumuşak ve
istediği gibi küçük halkalar hâlinde birbirine eklemektedir. Hiç
görmediği bu sanata, Lokman Hakîm teaccüb 2461 edip, bunların ne
olacağını sormak istediğinde, onun kalbinde olan hikmet, onu
sormaktan men etti. Vakta ki Davud aleyhisselam, mucizesini
tamamlayıp onu giydi ve Lokman Hakim'e hitab ederek: “Bu zırh
insan için, muharebe esnasında metin bir kaledir” deyince, Lokman
Hakîm ona demiştir ki; “Benim bu sükûtuma ne dersin ki, ben onu
senden sormadım.” Hazret-i Davud da cevaben, “Sükût bir hikmettir
2457
Teşbih: Benzetme
2458
Fasîh: Ahenkli
2459
Ahval: Haller
2460
Emn’ü eman: Emniyet, güven, huzur
2461
Teaccüb: Şaşma, hayret etme

254
ki, faili2462 azdır. Sükût, dil ve can için konuşma sırasında gayet
mükemmel bir kaledir.” Sükût eden selamet bulur. Dilin hataları,
helakin en şiddetlisidir. Sırrın, -iyi bil ki- senin esirindir ve sen onun
emîrisin. İfşa2463 ettiğin zaman, sen onun esiri olursun. Her sözün bir
yeri vardır. Her işte de bir maksat vardır.
Dert yanmak, içini dökmek, er kişiye yakışır birşey olmadığı
gibi, aynı zamanda gönlün muhafazası için ki, hepimize pek lazım ve
mühimdir; dili tutmamak ve her akla geleni hemen söyleyivermek, çok
abes2464 bir şeydir. Sonra insan binlerce defa pişman olsa da faydası
yoktur ve olmayacağı da herkesçe malumdur.

Dördüncü nevi':
Az konuşmanın faydalarıyla, hâlinin muhafazasını bildirir:
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Dilini altın muhafaza eder gibi muhafaza eyle; yani altınlarını
nasıl saklıyorsan dilini de öylece tut ki, sonra pişman olmayasın. Dilin
iki dudak ve iki diş tabakası arkasında yaratıldığının hikmetini unutma.
O bize her zaman söylüyor ki, az söyle, çok dinle. Eğer böyle eder, az
konuşur, sükûtu çok edersen, selameti bulursun. Kişi, kendi dili altında
gizlenmiştir. Her ne ki lisana gelir, o ziyana gider. İnsanın bütün belası
ve çektikleri, dillerinin belasıdır. Nice boş sözler, sahibi için
noksanlıktır. Nice dil var ki, sahibine düşmandır. Meclis emanettir.
Meclislerde konuşulan sözleri dışarıya nakletmek o meclise
hıyanettir,2465 insanın salâhı,2466 lisanının muhafazasına ve cömertliğine
bağlıdır. Evvela düşünüp sonra söylemek, en akıllı bir işdir. Akıllı
insanın dili kalbinde, ahmak kişinin de kalbi ağzındadır. Hakkı
söylemeyi ganimet bil, batıldan da sükût ile emin ol. Her insan

2462
Fail: Yapan
2463
İfşa: Ortaya dökme
2464
Abes: Saçma
2465
Hıyanet: Güveni kötüye kullanma, ihanet etme, hainlik
2466
Salâh: İyilik, düzgünlük, iyi hal üzere olma

255
lisanıyla müâhaze2467 olunacaktır.

Sükût eyle Hakkı ki, sükût içre var,


Nice bin lisan ve nice bin beyan.

Hayırlı söz, lafzı kısa ve manası geniş olandır. Nice sükûtlar


vardır ki, konuşmaktan çok evladır. Çok konuşma birçok nimetlerin
elden gitmesine sebep olur. Dil hatası, ayak hatalarından büyüktür. Dil
yarası, hançer yarasından daha şiddetledir. Lisanın muhafazası, imanın
başıdır. Konuşmalar, Allah zikrinin nurlarını gönülden giderir. Çok
söz, kalbi katı yapar. Katı kalpliler ise, Allahü Teâla'dan ve onun
rahmetinden uzak olan kimselerdir. Müjde o kimseye ki, lisanı sâkit 2468
ve kalbi zâkirdir. Yine müjde o kimseye ki, lisanına mâlik, her hâline
de şâkirdir. Lisanını muhafaza eden, nefsine ikram eder. Hikmetle
konuşan izzet bulur. Nâsa2469 ancak bildiklerini söyle, bilmediklerini ve
akıllarının ermeyeceği şeyleri söyleme. Güzel sözlerinle halka yakın
ol. Fakat gönlünle onlardan uzak ol. Bilmem demek, ilmin yarısıdır.
Ayıp örtmek, tam hılimdir.2470 Fakirliğini halka açıklayan, velev
rumuz2471 ile dahi olsa, kendi kadir ve kıymetini yok eder. Malınla
cömert ol ve lakin sözlerinle sıkı ol. Malına karşı bahîllik eden zelil
olur; sözlerinde sıkı olan, yani az konuşan, aziz olur. Gizli şeylerini
saklamayan ahmaktır. Başkasının onu saklamayacağı muhakkaktır.
Vâkıf-ı esrar2472 olmayana sırları açmak ve herkesin, her sualine cevab
vermek doğru değildir. Kimseye karşı sakın çirkin hitablarda bulunma
ki, sen de mukabil2473 çirkin cevaplara muhatab olmayasın. Hikmetli
sözleri ehli olmayana katiyen söyleme. Haberde vârid olmuştur ki:
2467
Müâhaze: Azarlama, kınama
2468
Sâkit: Susan, sessiz
2469
Nâs: İnsanlar
2470
Hılim: Yumuşak huylululk, yumuşaklık
2471
Rumuz: İşaretler
2472
Vâkıf-ı esrar: Gizli sırları bilen
2473
Mukabil: Karşılık

256
“İncileri köpeklerin boyunlarına asmayınız, takmayınız. Cevherleri
hınzırların boyunlarına asmayınız. Hikmet ise, inci ve cevahirlerden
çok daha kıymetlidir. Onun kadir ve kıymetini bilmeyen münkirlere
söylemek pek büyük hatadır.” Eğer nutuk gümüş olsa, sükûtun altın
olur.

Beşinci Nevi':
Dilin sükûtunun, gönüllerin muhafazasına yaradığını bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Ariflerin içinde esrar hazineleri vardır. Sakın bunları ehli
olmayan kimselere söylemeyesin. Ehlinden de saklamamalıdır. Hakk
Teâlâ, bazı has kullarına tahsis2474 eylediklerini, avam2475 kullarına
vermemiştir. Zira liyakatleri2476 yoktur. Bir hakîm, İlâhî hikmet ve
havâssı2477 bir kelime ile veya bir harf ile avamdan bir şahsa verse, o
arif hikmete muhalefet eylemiş ve kendi katlini hazırlamış olur.
Ebû Hureyre (r.a.) Hazretleri bir rivayetinde: “'Ben Resûl-ü
Ekrem’den (s.a.v.) iki ilim ahz 2478 eyledim. Birini halka izhar eyledim,
diğerini ise sakladım. Eğer onu da izhar etseydim benim boynum
kesilir, yani halk onu anlamaz ve benim katlime kadar giderdi“
buyurmuştur. Nitekim Hallac-ı Mansur (r.a.) da kendisine verilen
hikmeti muhafaza edemeyip, “Ene'l Hakk” dedi. Başına kıyametler
koptu. Bunun gibileri pek çoktur.
Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Hazretleri de, bir dervişini esrarları 2479
izhar 2480
ettiğinden ötürü tekdir2481 etmişlerdir. Merhum, kitabının 323.
2474
Tahsis: Ayırma
2475
Avam: Halk, sıradan kimse, ilimsiz
2476
Liyakat: İktidar, ehliyet, lâyık olmak
2477
Havâss: Duyular, duygular
2478
Ahz: Alış
2479
Esrar: Sırlar
2480
İzhar: Açığa vurma
2481
Tekdir: Azarlama

257
sayfasında, irşad sahiplerini ikaz edip vasiyet buyurmuştur ki, eğer
avamdan bir zât, tevazu2482 ile bizlere gelip, muti2483 ve emirlerinize
münkâd2484 ve hükümlerinize tam manasıyla teslim olarak varını,
yoğunu hükmünüze bırakıp, herşeyden geçer, yani bütün dünyalığı
hatta çocuklarını da emrinize teslim eder, hizmetinize girerse, o zaman
ona lazım olan hizmeti îfâda 2485 kusur etmezsiniz. Size kul olduğu
kadar siz de ona hâmî2486 ve muhafız olursunuz. O kimse ki dünyayı
sever, evliyayı inkâr eder ve casus, hayâsız münafıklara, havasa 2487
mahsus hikmetleri söylerse, o zalim, hikmet ve emanetlere hıyanetlik
etmiş olmakla, kendisi de rahmet-i İlâhi’den tard 2488 olunmuş olur. Zira
hikmet-i evliya,2489 ılm-i ledünnîdir.2490 İzhar-ı memnu'dur.2491 Havasa
mahsus olan esrarın, avama ifşası 2492 meşru değildir. İzhar edenin sözü
dinlenmeye değmez.

Âltınci nevi':
Sükûtun kısımlarını, hâl ve makamlarının neler olduğunu bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki;
Lisanın sükûtu gece uykusuzluğunun yani geceleri uyanık olup
ibadet, taat, tefekkür ve zikrullahla meşgul olmanın neticesidir. Çünkü
gerek gece ve gerek gündüzleri uyanık olan zevât-ı muhteremler
gönüllerinin şenliğinden canları katiyen konuşmak istemez.

2482
Tevazu: Alçak gönüllülük
2483
Muti: Uyan, tabi olan
2484
Münkâd: İtaat eden, boyun eğen
2485
Îfâ: Yerine getirme
2486
Hâmî: Himaye eden, koruyan
2487
Havas: Tarikat ehli arasındaki hakkın seçkin kulları
2488
Tard: Sürme, kovma, uzaklaştırma
2489
Hikmet-i evliya:
2490
Ilm-i ledünnî: Allah'ın sırlarına ait manevi bilgi, gayb ilmi
2491
İzhar-ı memnu:
2492
İfşa: Ortaya dökme

258
Sükût iki kısımdır: Biri, dilin sükûtudur ki, Hakk'tan gayrı
birşey konuşmak istemezler. Gönüllerinin uyanık olması sebebiyle,
mâsivâ2493 ile vakit geçirmekten korkarlar ve daima sükûtu ihtiyar 2494
ederler. Birisi de, kalplerinin sükûtudur ki, gönüllerine hiçbir havâtır 2495
gelmez. Zira bilirler ki, gönül Rahmân'ın nazargâhıdır. 2496 Arş'ür
Rahman'dır. Orada mâsivâ ve hatıralara mahal yoktur. Hem hiçbir kötü
huy da kendilerinde bulunmaz. Ne hırs, ne haset, ne kin, ne gazap ve
ne de kibir, gurur, azamet, hele riyakârlığa ve şehvete dair birşey
bulundurmazlar. O zaman tabiatıyla, gönüller hikmetle dolar.
Konuştukları vakit etrafındakileri mest2497 ve hayran edip, feyze2498
gark2499 ederler. Eğer dil ve gönülleri durmadan ağzına geleni
konuşacak olursa, o kimse artık şeytan memleketi ve onun maskarası
olur. Sükût, sülûk2500 ehli için bir menzildir. Bunu geçmedikçe ebrar 2501
denilen bahtiyarlar arasına girmek mümkün olmaz. Kalbin sükûtu ise,
şühud2502 ehlinin sıfatıdır ki, bunlara mukarrebîn 2503 denilir. Sükût,
mübtediler2504 için afetlerden selamettir. Mukarrebînlerde 2505 ise, Hakk
ile ünsiyete2506 vesiledir. O kimse ki, her halde sükûtu iltizam 2507 eder,
onun kimse ile bir sözü kalmaz. Ancak Rabb’i ile olur. Zira insanın

2493
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
2494
İhtiyar: Tercih etme
2495
Havâtır: Hatıralar, düşünceler
2496
Nazargâh: Bakılacak yer
2497
Mest: Kendinden geçme
2498
Feyz: Manevi zevk, manevi gıda
2499
Gark: Aşırı dercede dolma
2500
Sülûk: Bir mürşide bağlanarak manevi yolculuğa çıkma
2501
Ebrar: İmanlarında sadık, Allahü Teala'nın yasak kıldığı şeylerden
sakınıp, emirlerine uyan; bozuk inanışlardan, kötü ahlaktan ve çirkin işlerden
uzak duranlar
2502
Şühud: Görme, şahid olma; müşahede etme
2503
Mukarrebîn: Dost kabul edilmişler
2504
Mübtedi: Bir işe yeni başlayan
2505
Mukarrebîn: Dost kabul edilmişler
2506
Ünsiyet: Yakınlık, dostluk
2507
İltizam: Kendine lâzım kılma

259
içinde mâsivâ2508 olsa, o kimsenin sükût edip susması mümkün olmaz.
Ne zaman ki mâsivâ konuşmayı terk edip, Mevlây-ı Müteâl
Hazretleri’yle meşgul ola, o zaman selamete erişip, mukarrebînden
olur. Konuştuğu zaman, hakk üzere daima doğruyu konuşur. Bu doğru
konuşma ve hakk üzere konuşma, sükûtun mükâfatıdır. Nasıl ki boş ve
manasız konuşanların hatalarının çokluğu, mâsivâ ile
tekellümlerinin2509 cezasıdır. Mâsivâ ile konuşmak her vechile hatadır.
Sükûtun faydalarından biri ve hatta en mühimi, kendilerine
marifetullahın2510 zuhurudur.2511 Bu ise saltanatların ve saadetlerin en
büyüğü ve en güzelidir. Bir kimse ki, marifet nimet-i celilesine mazhar
olmuştur, artık onun kadir ve kıymetini tarife ve tavsife kimsenin gücü
yetmez. Ehl-i irfanın tasavvuf hakkında yazmış oldukları eserleri
okuyup da, kendini bilmeyen cahil sofuların, o kelimelerle marifet
iddiasında bulunmaları kadar abes2512 birşey yoktur. İnsan olan onları
okuyup kendi noksanını anlar ve ıslah-ı2513 hâl etmeye çalışır. Bu ise en
büyük meziyettir. Her ilim, ehlinden okunarak öğrenilir. Bu kalp ilmi,
gönül ve ahlak ilmi ise, okumakla beraber bu ilmin sahiplerine ihlas ile
yapılan hizmetlerin neticesinde onlara Hakk’ın lütuf ve ihsanıdır. Onun
için demişler ki, “Mürşid-i kâmil olunca, sana mürşid olarak Kitap ve
sünnet-i Resul yetişir.”
Fakat ne de olsa dün ve bugün de göregeldiğimiz birşey varsa,
o da ehl-i ilmin hemen ekserisi, nefislerinin esiri ve kölesi olup, gönül
alemiyle ilgi kuramamışlardır. Onların bilgileri ve kitaplarının
mütalaası, ömürlerinin sonuna kadar böylece devam edip gider de,
gönüllerinden habersiz olarak nihayet ahireti boylarlar. Bu sebepten
olsa gerektir ki irfan sahipleri, gönül sahipleri, muhabbet-i ilâhiye, aşk-
ı ilâhiyeye mazhar olan zevât-ı muhtereme; “bu gibi gönülsüz,

2508
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
2509
Tekellüm: Konuşma
2510
Marifetullah: Allah'ı bilme ve tanıma
2511
Zuhur: Meydana çıkma
2512
Abes: Saçma
2513
Islah-ı hâl: Kendi halini ıslah etme

260
dünyaya meyyal2514 ve muhip2515 olanlara esrar-ı muhabbeti2516 ifşa2517
etmesinler” diye sıkı sıkı tembihlerde bulunmuşlardı.Ancak hakiki
tövbeye muvaffak olmuş ve dünyayı terk ile can ü gönülden hakiki ve
tam manasıyla teslim olmuş bahtiyarlardır ki; sen de fâni 2518 bir zata
talip olursan -ki numunesi, senin herhangi bir azandan kan aktığı vakit
onunda aynı azasından kan akar derecede birliğe ulaşmış kimselerdir-
buna, fena fiş’şeyh2519 derler. Tabi bu herkese müyesser2520 olmaz.
Ancak ve ancak hakiki taliplere nasip olur.
Kalp ilmi, ancak hâl ilmidir. Tezekkür 2521 ve tefekkürle2522
kalbe dolmuştur. Onun için birinin hâli diğerine aks 2523 etmekte ayna
misalidir. İlm-i zahir2524 ise böyle değildir. Halbuki bizlere İslamiyeti
tarif edip anlatanlar diyorlar ki, Müminler ve Müslümanlar bir ceset
gibidir. Evet, cesedin herhangi bir tarafında bir arıza olsa bütün vücuda
sirayet2525 eder. Bütün vücut, bundan müteessir 2526 ve müteellimdir.2527
Halbuki rahatsızlık farz edelim ki ayağın parmağında veya
tırnağındadır. Fakat bütün vücut bu ağrıya ve sızıya iştirak hâlindedir.
İşte hakiki Müslümanın böyle olması lazım gelirken, bugün bizlerin
hâli ağlanacak derecede acıdır. Bu acıyı da kimse hissetmemektedir ki,
bu hâl daha acının acısıdır. Müslümanlık bir bina gibidir. El ele
verdikleri takdirde, birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe güzel işler
başarırlar. Dinleri de dünyaları da mamur olur. Ne zaman ki
2514
Meyyal: Çok meyleden, eğilen
2515
Muhip: Seven
2516
Esrar-ı muhabbet: Muhabettin (sevgi, sevda) sırları
2517
İfşa: Ortaya dökme
2518
Fâni: Yok olan
2519
Fena fiş’şeyh: Bütün varlığını şeyhinin manevi şahsiyetinde yok etme
2520
Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay(ca nasip) kılınan
2521
Tezekkür: Unuttuktan sonra hatıra getirmek; zikretmek
2522
Tefekkür: Bir şey hakkında iyice düşünmek; Allah'ı tanımayı sonuç
verecek şekilde düşünmek
2523
Aks: Yansıma
2524
İlm-i zahir: Zahir (Görünen, açık) ilim
2525
Sirayet: Bulaşma, yayılma
2526
Müteessir: Üzüntülü
2527
Müteellim: Mahzun

261
bölünürler, fırkalara, partilere ayrılırlar, işte o zaman tıpkı göçmeye
yüz tutan bir bina gibi, ansızın yıkılıp giderler de haberleri bile olmaz.
Allah muhafaza buyursun, âmin.
Aziz kardeş; sen bu sözleri sakın yabana atma. “Bak dünyanın
her tarafında bu nizam câridir.2528 Bizde de öyle olursa neden
yıkılırmış?” deme. Ben yazmayayım, fakat sen düşün ve bul. Eminim,
bulacaksın.
Bir akşam iftar vakti radyoda bir konuşma yapan diyanet
işlerine mensup bir müdür, konuşmasını, Müslümanlıkta tevhidin, 2529
birliğin lüzumuna dair yapıyordu. Bu arada şöyle bir de vaka nakletti.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin zemân-ı saadetlerinde 2530 ashab-ı
kiram Hazretleri, mescid-i şerifte öbek öbek oturmuşlar, muhabbet
ediyorlarmış. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri bunların bu hallerini
beğenmedikleri için, bir beyanda bulunarak, bu hâlin iyi birşey
olmadığını, kötü ve fena akıbet doğuracağına dair sözleriyle onları
ikaz2531 buyurmuşlardır. Evet, bu herkesin bildiği birşeydir ve kaide
hiçbir zaman bozulmaz. Ancak bozulan birşey varsa o da kaideleri
bozmaya çalışanlardır. İyi bil ki, sular toplandığı zaman ne kadar çok
olursa faydası da o kadar çok olacağından kimsenin şüphesi olamaz.
Bu büyük suları arklara taksim edip dağıttığınız vakit, elbette
kuvvetten düşeceği yine herkesçe bilinir. Şimdi şu parti, bu parti, acaba
ne demektir? Biz hep bir milletiz ve aynı dine mensubuz. Buna rağmen
neden ayrılıklar yapıyoruz? Bunların zararının umum millete olduğunu
hâlâ anlayamıyoruz. Aziz kardeş! Tefrikada 2532 azap, vahdette2533 saadet
ve selamet olduğunu unutma. Kim ne derse desin, sakın aldanma.
Bunu bütün kardeşlere duyurmaya ve birlikten ayrılmamalarını temine
çalış ve çalıştır. Bak, Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin nasihatlerinin

2528
Câri: Geçerli
2529
Tevhid: Allah'ın birliğine inanma, Lailaheillallah sözünü söyleme
2530
Zemân-ı saadet: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zamanı
2531
İkaz: Uyarı
2532
Tefrika: Ayrılık, nifak
2533
Vahdet: Birlik, bütünlük

262
birinde, ihtilaf2534 anlarında bile daima büyük topluluğu, cemaati tercih
edip, ihtilafçıları kendi başlarına bırakmak suretiyle cezalandırdıkları
bizlere anlatılmakla güzel bir ders verilmiş olmaktadır.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, güzel ahlaklara sahip ve kâmil
bir insan olmak isteyen her irfan 2535 sahibi için tertib ettiği eserinde, az
yemek, az uyumak ve az konuşmak hakkında söyledikleri bütün sözler
hep birer aynı hakikat olduğu, erbâb-ı ilim 2536 tarafından takdire
şayandır. Bunların hiçbirisi hakkında ufak bir itiraz dahi mesmu 2537
değildir. Bütün kusur kendimizdedir. Biz, ne zaman kendimizin
ıslahına gayret edersek, o zaman bunların ne kadar doğru ve lüzumlu
olduğunu takdir ederiz. Şimdi ise hep nefislerin adamı olduğumuzdan
ötürü, yiyip içmeye ve bol bol uyuyup çok çok konuşmaya
alıştığımızdandır ki, bunların zararını görmekten uzak kalıyoruz.
Cenab-ı Hakk fazl u keremiyle bu gafleti üzerimizden gidersin ve bizi
kâmil, olgun müslümanlar arasına ilhak2538 buyursun, âmin.

TEVEKKÜL2539
Allahü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu:
“Kim Allah'a tevekkül ederse, O ona kâfidir.”2540
Rabb'imiz diğer bir ayet-i celilesinde de: “Artık gerçek
müminlerseniz, Allah'a tevekkül ediniz.”2541

2534
İhtilaf: Anlaşmazlık
2535
İrfan: Bilme, anlama, kalple bilip tanıma
2536
Erbâb-ı ilim: İlim erbabı
2537
Mesmu: Duyulmuş
2538
İlhak: İlâve etmek, eklemek, katmak
2539
Tevekkül: Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra sonucunu Allah'a
bırakmak. Allah'a dayanma, güvenme
2540
Talâk Suresi, ayet: 3
2541
Mâide Suresi, ayet: 23

263
Tevekkül, vekâletten2542 müştakdir.2543 Mesela, “falanı vekil
tayin ettim, işlerimi ona terk ettim” demektir. O halde tevekkül, kalbin
vekiline itimatından ibarettir. Vekilinin ilim, kudret ve kuvvetine ve
sair hallerine olan itimatına mukabil Allahü Celle ve Alâ Hazretleri’nin
de gücünün, kuvvetinin, ilminin lütuf, ihsan ve inayetinin
hudutsuzluğunu ve kemâlini bilip de, onun kuvvet, kudret ve
kemâlinin üstünde, hiçbir kuvvet, kudret ve kemal olamayacağını ve
fâil-i hakikinin2544 de ancak Hakk Sübhânehû ve Teâlâ olduğunu bilip,
idrak eden her ehl-i basiret2545 için, her umur2546 ve hususta, Allahü
Celle ve Alâ'yı vekil ittihaz2547 etmesinden daha makbul bir şey
olamayacağı pek aşikârdır. O zaman insan, ne kendi kuvvet ve
kudretine ne başkasının kuvvet ve kudretine iltifat etmez. Bilir ki,
bütün güç ve kudret ancak Allah'ındır. Şüphesiz bu hal, ancak imanın
kuvveti ve kalbin mâsivâdan2548 temiz olmasına bağlıdır. Tabiidir ki,
imanı ve Hakk'a itimadı zayıf olan biçarelerin, Hakk'a tevekkülleri o
nispette zayıftır.2549
Tevekkülün üç mertebesi vardır: İlki, kişinin vekiline olan
itimadı gibi ki, iyi bir vekili olan insan, ona itimat ile rahat eder.
İkincisi, çocuğun anasına olan itimadı gibi ki, hemen anasına
sığınır ve eteğini bırakmaz. Hatta çocuk, yemek ve temizlik
vakitlerinde ihmal etse, anne kendiliğinden çocuğunu çağırıp doyurur
ve temizler.
Üçüncüsü ise, daha kuvvetlisi ve alâsıdır ki, Allah Celle ve
Alâ’nın huzurunda cenazenin yıkayıcıya teslimiyeti gibi teslim
olmasıdır. Yani, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri’ne ve her emir
ve iradesine teslim ve razı olup, itirazı terk etmesidir ki, imanın
2542
Vekâlet: Temsil etme
2543
Müştak: Çok isteyen, aşık
2544
Fâil-i hakiki: Bir işte hakiki te'sir sahibi, onu hakkı ile yapan
2545
Ehl-i basiret: Gerçeği kalple anlayan kişiler
2546
Umur: İşler
2547
İttihaz: Kabul etme, kabullenme
2548
Mâsivâ: İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her şey
2549
Îhya'ül-Ulûm, c. 4, s. 233

264
kuvvetine alamettir. Bu mertebeye eren insanlar, dua ve isteme
yapmazlar. Bilirler ki, kendilerini yaratan Hakk Celle ve Alâ
Hazretleri, kulunun her işine agâhtır.2550 Onun muhtaç olduğu şeyleri o
istemeden ihsan edeceğine kanaat-i kâmileleri 2551 vardır. Nitekim
hadîs-i şeriflerde, bir kimse zikrullah ve Kurân-ı Azîmüşşan’ın tilâveti,
tetebbu'u2552 ile meşgul olursa, Cenab-ı Hakk da o kulunun muhtaç
olduğu şeyleri, istemeden vereceğini beyan buyurmuştur.
Tevekkülün aslı, hakikat-ı imana bağlıdır. Yani, kişi Allahü
Teâla’ya bilgisi, marifeti nispetinde tevekkül edebilir, “lâ ilahe
illallah” demek, “lâ faile illallah2553” demektir. Kâinatta fâil-i hakiki,
yalnız Allahü Teâla ve Tekaddes Hazretleri’dir. Binaenaleyh,
mevcudattan hiçbir zerre, ne yerde ne de gökte, izn-i İlâhî olmadıkça
kendi başlarına harekete muktedir değildirler. Güç ve kuvvet Allahü
Teâla Hazretleri’ne mahsustur, lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh 2554
bunun yegâne delilidir. Allahü Teâla'ya iman ise, onun esmâ-i
hüsnâsına2555 iman ile tamam ve kâmil olur. Rahman ve Rahîm olan
Allahü Teâla Hazretleri, aynı zamanda mülkünün sahibidir. Evveli ve
âhiri olmayan Allahü Teâla Hazretleri, ihya 2556 edip yaratan ve dirilten,
sonra öldüren, ifna2557 edip yok eden, kıyamet gününde tekrar ba's 2558
eden, diriltip hesaptan sonra cennet veya cehennemine koyan, envâ-ı
nimetlerle2559 ki akıl, fikir ihata edemez, ikram ve ihsan eden ve
cemâlinin müşahedesini2560 lütfeden ve yerlere gömülenleri, konanları,
girenleri ve yerden çıkanları, gökten inenleri, göklere çıkanları ve

2550
Agâh: Haberdar, malumatlı, bilen
2551
Kanaat-i kâmile: Tam, eksiksiz kanaat
2552
Tetebbu: Etraflıca inceleyip araştırma
2553
Lâ faile illallah: Allah’tan gayrı fâil (yapan) yoktur
2554
Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh : Allah'tan başkasında güç ve kudret
yoktur.
2555
Esmâ-i hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri
2556
İhya: Diriltme
2557
İfna: Yok etme
2558
Ba's: Yeniden dirilme
2559
Envâ-ı nimet: Türlü nimetler
2560
Müşahede: Gözlem, her zerrede Allah’ın varlığına şahit olma

265
daima kullarının bütün iç ve dış âlemlerini bilen hatta, gönüllerinden
geçirdikleri saklı ve gizli olan şeyleri de bilen ve her cihetten
kendilerini muhit2561 olduğuna, Hazret-i Allah Celle ve Şâne’nin, 2562
kullarının rızıklarını da daha onları yaratmadan evvel takdir ve tayin
etmiş olduğunu, kendisinden başka her şeyin ona muhtaç olup emrine
müsahhar2563 olduğunu iyice bilerek ona göre hareket etmeliyiz.
Yüce Rabbimiz;
“Allah'a tevekkül et (İşini O'nun vekâletine bırak). Sana
bütün işlerinde vekil olarak Allah yeter.”2564
“Daima diri olup, hiçbir zaman ölmeyen Allah'a tevekkül
et.”2565
“Kim Allahü Teâlâ'ya tevekkül ederse, O, ona kâfidir.”2566
“Allah bize kâfidir. O ne güzel vekildir!”2567 diye
buyurmaktadır.
Buna benzer bir çok ayet-i celilelerde beyan buyurulduğu gibi,
Zât-ı Ecell-ü A'lâ'sına2568 tam bir tevekkülle bağlanıp, Allah’tan gayrı
her şeyden ümit ve alakasını keserek, layık olduğu vechile 2569 kulluk
vazifesini yapmağa çalışması gerektir. Bunun için imanın
mertebelerini beyan etmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Çünkü herkesin
böyle kâmil olmasına gayret etmesi lazımdır.
İmana dört mertebe tayin etmişlerdir. Birinci mertebe, içi
inanmamış olduğu halde itikadı yokken veya şüphe üzerinde olan

2561
Muhit: Çevreleyen
2562
Şâne: Akla yatkın
2563
Müsahhar: İtaat etme, boyun eğme
2564
Ahzap Suresi, ayet: 3
2565
Fürkân Suresi, ayet:58
2566
Talâk Suresi, ayet: 3
2567
Al-i îmran Suresi, ayet: 73
2568
Zât-ı Ecell-ü A'lâ:
2569
Vechile: Şekilde

266
imandır ki, buna münafık imanı derler. Bu, ancak dünyada
Müslümanların kılıncından hayatını kurtarmış ve belki de bir
Müslüman mezarlığına gömülmüş olabilir, lakin bunların hiçbir
faydası olmadığı gibi, ahiretteki azabı da o kadar şiddetli ve devamlı
olur. Bunlara şeriat dilinde münafık denir. Münafıklık da iki kısımdır:
Biri itikatta, diğeri ameldedir. Amelde olanın imanı vardır. Fakat ameli
muntazam değildir ki, bu diğerlerinden hafifdir. Lakin itikatta münafık
ise, dilinde tevhid var ama kalbinde bir şeyi olmayandır ki, bunlar
hakkında zikredilen ayetlerden bazılarına işaret edelim:
“Ey yüce Peygamber! Kâfirlere karşı silahla, münafıklara
delil ve hüccet getirerek muharebe et. Onlara karşı çetin ol.
Onların barınağı cehennemdir ve o, ne kötü bir dönüş yeridir!”2570
Diğer bir ayet-i celilede:
“Ey Resulüm, o münafıklar için ister mağfiret dile veya
mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret istesen de yine
Allah, onları asla bağışlamayacaktır. Bu mağfiretten mahrum
edilişleri şundandır: Çünkü onlar, Allah'ı ve Resulü’nü
tanımadılar, inkar ettiler. Allah ise öyle fasıklar topluluğuna
hidayet etmez.”2571
Başka bir ayet-i kerîmede de:
“Münafıklardan ölen hiçbir kimse üzerine, hiçbir zaman
namaz kılma. Kabri başında (gömülürken veya ziyaret için) durma.
Çünkü onlar Allah'ı ve Resulü’nü tanımadılar ve kâfir olarak can
verdiler.”2572
Cenab-ı Vacib'ül Vücud Hazretleri, küffar ve münafıklar
hakkında nasıl mücahede2573 yapılması ve onlara gösterilecek gılzat2574
ve sertliği beyan buyururken, neticede onların karargâhlarının en kötü

2570
Tevbe Suresi, ayet: 73
2571
Tevbe Suresi, ayet:80
2572
Tevbe Suresi, ayet:64
2573
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
2574
Gılzat: Kabalık

267
yer olan cehennemin olacağını bildirmiş ve onlara yapılacak istiğfarın
velev yetmiş defa dahi olsa, küfürlerinden kinaye 2575 olarak ne kadar
çok olsa dahi fayda vermeyeceğini ve şayan-ı mağfiret 2576
olamayacaklarını, çünkü onların Allah ve Resûlü’nü tekzib 2577 etmeleri,
kâfir olmaları sebebiyle Allahü Teâla'nın fasık kavimlere hidayet
etmeyeceği bildirilmiş ve aynı zamanda bu gibi münafıkların, asla ve
kat'â2578 cenaze namazlarının kılınmaması için emir verdiği, kabirlerini
ziyaret etmeye müsaade edilmediği, çünkü bunlar Allah ve Resulü’ne
düşman olup, fısk2579 üzerine fasık oldukları halde ölmüşlerdir.
Binaenaleyh ne namazları kılınır, ne de onlara okunur. Ne yazık ki,
bunların başlarına dikilip okuyanlara ve bunlara çelenkler koyarak
saygı duruşu yapanlara. Artık bunların ne kadar kötü adam oldukları
pek aşikâr2580 bir şekilde anlaşılmaktadır. Dünyada iken böyle rezil ve
rüsvay2581 olanların ahiretlerinin de ne kadar acı ve müşkül olacağı da
malumdur. Bu iman, cevizin üst ve yeşil kabuğuna benzetilmiştir, bu
kabuk nasıl bir işe yaramazsa münafıkın da imanı böyle hiçbir şeye
yaramaz. Cenab-ı Hakk, cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammedi
münafıklıktan muhafaza buyursun, âmin. Bi hürmeti Seyyid'il
mürselîn, salâvatullahi ve selâmühû aleyhim ecmaîn.
İkinci imana gelince: Bu da bilumum avam 2582 müminînin
imanlarıdır ki, bunların imanları gelişmemiş ve olgunlaşmamış ve
kemâle ulaşmamış olan kimselerin imanıdır ki, bunu da son nefesine
kadar muhafaza edebilirse, ebedî ahiret azabından -inşallah- kurtulur
ve cennete de kavuşursa da, erbâb-ı müşahede2583 ve mükâşefe2584

2575
Kinaye: Manayı dolaylı anlatılan söz, üstü örtülü dokunaklı söz
2576
Şayan-ı mağfiret: Allah'ın günahları affetmesine lâyık
2577
Tekzib: Yalanlama
2578
Asla ve kat'â: Asla, kesinlikle öyle değil
2579
Fısk: Allah'ın emir ve yasaklarına uymama, Allah'a karşı isyan etme,
günah
2580
Aşikâr: Açık, belli, meydanda
2581
Rüsvay : Rezil, kötülükle şöhret bulmuş
2582
Avam: Halk, sıradan kimse, ilimsiz
2583
Erbâb-ı müşahede: Her zerrede Allah’ın varlığına şahit olan
2584
Mükâşefe: Manevi ve ilahi bilgileri kalp gözüyle keşfetme ve bilme

268
sahipleri gibi olamayacakları tabiidir. Bu imanı da ehl-i tasavvuf,
cevizin yeşil kabuğunun altındaki sert ve katı olan kabuğa
benzetmişlerdir.
Halbuki bu da yeşil kabuk gibi bir işe yaramaz. Yalnız olsa
olsa bir odun gibi yakılır, bir ısıtma yapılabilir. Halbuki cevizden
murad, ne o yeşil kabuğu, ne de bu sert kabuğudur, bunlar en nihayet
cevizin içindeki özü muhafazaya memur kabuklardır. Maksad cevizin
içidir. Bunu elde edemeyenlerin, kendilerini nasıl aldattıkları
görülünce, bu kıymetli ömrün, şu fâni dünyanın çeşitli ve yine fâni
lezzetlerine aldanıp, ahiret saadetlerini zayi etmeleri ne kadar acıklıdır!
Cevizi yemeden veya yiyemeden ölmek, onları, “benim de cevizim
var” diye yanında taşımak ve onun ağırlık zahmetine katlanıp,
kendisinden istifade edememek, kesesinde bir çok paraları ve
ambarında bir çok zahiresi olduğu halde aç kalıp ölen insandan ne farkı
olabilir? Tabîi huzur-u Rabbül Âleminde de “Kulum, ben sana bu
kadar nimetler vermişken niçin onları yiyip bana şükretmedin?”
diye acaba sorulmaz mı? Bu ikinci imanın hâli, sahibi tevhid-i
hakikiye2585 ulaşamadığı için daima kesret 2586 âleminde perişan bir halde
yaşar, şöyle ki; gayet dalgalı ve fırtınalı havada gemisini yürütmeye
çalışan kaptan gibi, bir dalgadan kurtulup diğerine tutulur ve böylece,
bocalaya bocalaya, sahilden uzak olduğuna göre pek çok defalar batar
çıkarlar. Bazıları yakayı kurtarıp, zorluk ve müşkülat 2587 içinde sahil-i
selamete2588 ulaşabilirlerse de, pek çoğu da denizin derinliği içinde,
dibine giderek mahvolurlar. Allah (c.c) cümle ümmet-i Muhammedi ve
bizleri de muhafaza buyursun, âmin.
Bu kesret2589 içerisinde ve esbab2590 âleminde dolaşan zavallılar
bilmezler ki, kâinatta hiçbir zerre kendi başına, hiçbir harekete kadir
değillerdir. Bütün eşya ve mevcudat -küçük, büyük hepsi- Hâlık-ı

2585
Tevhid-i hakiki: Şüphelerden uzak tevhit inancı
2586
Kesret alemi: Varlıklar alemi
2587
Müşkülat: Zorluklar
2588
Sahil-i selamet: Kurtuluşa erme yeri
2589
Kesret:
2590
Esbab:

269
Kâinat2591 ve Mâlik'el Mülk olan Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin emir
ve iradesine müsahhardırlar.2592 Kendi başlarına hareket etmelerine
imkân yoktur. Bir beyaz kâğıda yazılan yazılara, hâl diliyle sorsanız ki,
“Sizi kim böyle karaladı, sen beyaz temiz bir kâğıttın?” Cevap verir,
der ki: “Bilirsiniz, ben kendimi karalayamam. Beni bu hale sokan
mürekkebe sorun.” Mürekkebe sorsanız, o da der ki, “Bilirsiniz ki ben
kendi başıma bunu yapmaya gücüm yetmez. Binaenaleyh benden alıp
kâğıda yazan ve karalayan kaleme sorun.” Kaleme de sorulunca, o da
tabi şöyle cevap verir: “Efendi bilirsin ki, ben sulak yerlerde biten bir
nebatım. Oradan beni kesip, kalem hâline getirerek o kâğıda bu
yazıları yazan parmaklara sorun. Benim hiçbir kabahatim yok”
diyeceği tabiidir. Parmaklara sorsanız ki, “niçin böyle yaptın?” diye,
O da der ki: “Ben, de kemik ve deriden ibaret, canlılar kadar ölülerin
de ellerinde bulunan bir parmağım. Kendi kendime hiçbir şey
yapmaya kudret ve takatim yoktur. Binaenaleyh onu bana emreden
iradeden sorun” der. İrade de bunu ilme, akla ve kalbe havale eder.
Nasıl ki, otomobilin yürümesi her ne kadar tekerlekler vasıtasıyla ise
de, bunu tekerlekten sorsanız, aynen kâğıdın verdiği cevap gibi silsile-i
merâtible,2593 tekerlek dingile, dingil dişliye, o pistona, o da benzine ve
ceryana havale edecekleri gibi, en nihayet iş şoförün anahtarı açmasına
ve ceryanın benzini ateşlemesine nasıl bağlanıyorsa bunların
hiçbirisinin kendi başlarına fâil-i muhtar 2594 olmadıkları anlaşılıyorsa,
kâinatta bütün zerrâtın2595 dahi hareketleri böyledir.
“Lâ ilahe illâllah2596” ın manasının, “Lâ faile illa hû2597”
demek olduğu tezahür2598 eder. Yani, meydana çıkar. Şeytan ve nefis
bizi aldatmasın. Cenab-ı Hakk’ın bizleri mesul etmesi için, bize de bir

2591
Hâlık-ı Kâinat: Kâinatın yaratıcısı
2592
Müsahhar: İtaat etme, boyun eğme
2593
Silsile-i merâtib: Hiyerarşi
2594
Fâil-i muhtar: Kendi bildiğini işleyen kimse
2595
Zerrât: Zerreler
2596
Lâ ilahe illâllah: Allah’tan başka ilah yoktur
2597
Lâ faile illa hû: Allah’tan gayrı fâil (yapan) yoktur
2598
Tezahür: Ortaya çıkma

270
irade-i cüziyye2599 vermiştir ki, bununla cennet veya cehennem
kazanılabilir. İradelerimizi hayırlara sevk 2600 edersek bundan Cenab-ı
Hakk da razıdır; cennet kazanılır. Kötü ve günah yerlere harcarsak,
şüphesiz bundan da cehennem kazanılır ve sahibi mesul olur. Yine
ikisinin de; hayrın da, şerrin de halıkı Allahü Zü'l Celal Hazretleri’dir.
Bunların işlenmesine kuvvet ve kudret veren yine kendisidir.
Halıkıdır2601 ve lakin o kötü fiillerden de razı değildir. Bundan dolayı
sahibi mesuldür. Cezai sebeplerdendir. Âmentü billahi2602’de, hayrihî
ve şerrihî2603 dediğimiz işte budur.
Ne zaman ki bu kesretten2604 kendimizi kurtarır, müsebbib'ül
esbab olan Allahü Teâla'nın fiilini görüp, müşahede 2606 ve
2605

mükâşefeye2607 erersek, işte o zaman fâil-i hakikinin, 2608 Allahü Teâla


ve Tekaddes Hazretleri olduğu tezahür 2609 eder ki, buna “lâ faile illa
hû” denir. “Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır” 2610
ayet-i celilesinde bunu apaçık beyan etmektedir. İşte o zaman insan
kendini kesretten kurtarıp, gayet durgun bir deniz, fırtınası da yok,
gemi de sağlam, hava da güzel olunca, o seyahatin tadına doyum nasıl
olmazsa, bu iman sahiplerinin keyfine ve saltanatına da öylece doyum
olmaz. Lakin bu makama ulaşan bahtiyarların sayısı da pek azdır.
Bütün insanlar hemen hemen kesret âleminden çıkamadan ve dünyanın
lezzetine doyamadan ahireti boylarlar.

2599
İrade-i cüziyye: İnsanın elindeki çok az seçme gücü, insanın zayıf iradesi
2600
Sevk: Yöneltme
2601
Halık: Esma'ül Hüsna. Herşeyi takdir ve tayin eden, yaratan Allah
2602
Âmentü billahi: Allah'a iman ettim. Mü'minlerin iman esaslarını kısaca
toplayan ifadenin ismi.
2603
Hayrihî ve şerrihî: Hayır ve şerrin
2604
Kesret: Çokluk
2605
Müsebbib'ül esbab: Bütün sebeplere sahip olan
2606
Müşahede: Gözlem, her zerrede Cenab-ı Hakk’ın varlığına şahit olma
2607
Mükâşefe: Manevi ve ilahi bilgileri kalp gözüyle keşfetme ve bilme
2608
Fâil-i hakiki: Bir işte hakiki te'sir sahibi, onu hakkı ile yapan
2609
Tezahür: Ortaya çıkma
2610
Saffât Suresi, ayet: 96

271
Şeriat malum olduğu gibi 54 farzın îfâsıyla 2611 tamam olur.
Fakat sahibi, yine kesret âleminden çıkamaz ve imanın tadını bulamaz.
Nitekim bir hadis-i şerifte:
“Üç şey vardır ki bunlar, kimde bulunursa imanın lezzetini
tadar:
59. Allah ve Resulü’nün sevgisi, her şeyin sevgisinin
üstünde olmalıdır.
60. Kişi, sevdiğini ancak Allah için sevmelidir.
61. Kul, Cenab-ı Hakk’ın kendisine iman nuru nasip
ettikten sonra cehenneme atılmayı kerih görmesi gibi, küfre dönmeyi
kerih2612 görmesidir.”2613
İmanın tadı ancak üçüncü iman mertebesi olan, hakikat
âleminde iken anlaşılır. Erbab-ı tarikatın merâtibi 2614 ise kırktır. Ancak
insan bunları atlatınca hakikate erişebilir. Yoksa her tarîka 2615 giren için
bu mümkün değildir. Çok mücahede 2616 lazımdır. Yalnız verilen ve
yapılan evrâd2617 ve zikir2618 kâfi gelmez. Her halde ferâiz, 2619 vacibât2620
ve sünen-i Nebevîye2621 son derece, harfi harfine riayetle beraber,
imdad, lütuf ve ihsân-ı İlâhî’nin2622 de inzimamı2623 şartıyla hakikate
ulaşması mümkün ise de, bu da pek kolay olamayacağı aşikârdır.
Çünkü günahların her cinsinden sıyrılabilmek ve yapılacak işleri de,
2611
Îfâ: Yerine getirme
2612
Kerih: Tiksindirici, iğrenç, fena şey
2613
Buhari, İman 9,14, Müslim, İman 67
2614
Merâtib: Mertebeler
2615
Tarîka : Tarikat
2616
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
2617
Evrâd: Okunması adet olunan dualar
2618
Zikir: Allah'ı anma
2619
Ferâiz: Farz olan şeyler
2620
Vacibât: Yapılması gereken şeyler
2621
Sünen-i Nebevîye: Hz. Muhammed'in (s.a.v) sünnetleri, ahlakı ve yaşayışı
2622
İhsân-ı İlâhî: Allah’ın ihsânı, ikramı
2623
İnzimam: Katılma

272
insanın kendi başına yapabilmesi her halde tevfikât-ı samedâniyye 2624
ile olacağını, her mümin ve müvahhid 2625 tasdik eder. İşte bundan
naşi,2626 bizlere daima; Lâ havle velâ kuvvete illa billâh dememiz
tavsiye edilmektedir ki, bunda ne kadar hakklı oldukları açıkça
görülmektedir.
İnsanın kesret âleminden kurtulabilmesi ve saadete
kavuşabilmesi için, nefsin emmâre 2627 ve levvâme2628 ve mülhime2629
denilen şu üç devresini atlatıp, nefs-i mutmainneye 2630 ulaşması ve
hatta, onu da geçerek, razıye2631 ve merzıye2632 derecelerini bulabilmesi
gerektir. Lakin bunları atlatmak öyle kolay bir şey de sanılmamalıdır.
Zira bu devrelerin atlatılması öyle memuriyyetlerdeki gibi, üç beş
senede bir yapılan terfiler gibi değildir. Her birisi için uzun zamanlar
mücahedelere ve muvaffakiyetlere2633 bağlıdır. Bu mücahedelerde de
daimî bir sebat2634 ister, yoksa ufak bir ihmal veya nefsin arzusuna
muvafakat,2635 insanın çok yükseklerden bile düşmesine sebep olabilir.
Onun için mücadele ve mücahedeyi tâ ölünceye kadar bırakmamalıdır.
Zira Hakk Sübhânehû ve Teâlâ'nın kitâb-ı Mübîni olan Kur'ân-ı
Azîmüşşân’ında
2624
Tevfikât-ı samedâniyye: Allah'ın rast getirmesi
2625
Müvahhid: Müslüman
2626
Naşi: Ötürü, dolayı
2627
Emmâre: İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere sevk
eden insan nefsinin en aşağı mertebesi
2628
Levvâme: Kötülüğü işledikten sonra fenalığı hatırlayarak daima kendini
kınayan ve ayıplayan nefis
2629
Mülhime: Hakk’ın emirlerine mümkün mertebe uyan, men ettiklerinden
âzamî derecede sakınan ve bu hâllerinden dolayı bazı ilâhî ilhamlara nail
olan nefis
2630
Nefs-i mutmainne: Allahü Teala'yı anmakla huzura eren, günaha
meyleden kötü sıfatlardan temizlenmiş, güzel ahlak ile vasıflanan, İslamiyet'in
emirlerini yapmak kendisine zor ve ağır gelmeyen nefis
2631
Razıye: Vuslat (kavuşma) makamı
2632
Merzıye : Tecelli makamı
2633
Muvaffakiyet: Allah'ın yardımıyla başarı gösterme
2634
Sebat: Azim ve kararlılık gösterme
2635
Muvafakat: Uygunluk

273
‫ا ْد َّب ىَّت ْأِت اْل ِق‬
‫َو ْع ُب َر َك َح َي َيَك َي ُني‬
“Sana ölüm gelinceye kadar da Rabb’ine ibadet et” buyurduğu
malumdur.2636 Buradaki yakînden2637 murad, tâ ölüme kadar ibadete
devamı beyan eder. İbadette tekâmül 2638 ise, o da yine mücahede2639 ve
mücadeleye bağlıdır. Çünkü nefsin kölesi ve esiri olan kimselerin
ibadetinin taklitcilikden ileri geçmediği herkesin gördüğü ve bildiği bir
şeydir. İbadet yalnız Allahü Teâla'nın istediği, mesela; namaz, oruç
vesaire gibi ibadetleri yapmakla bitmez. Muhakkak yasak olan, yine
Allahü Teâla'nın men ettiği ufak, büyük bilumum kötü, mezmun 2640 ve
menhî2641 olan, yeme, içme ve giyinme, oyun ve sâir âdât 2642 ve
ananelerinden tamamıyle sıyrılması ve bunlardan kurtulup kaçması;
hem de arslandan kaçar gibi kaçması lazımdır.
Nefs-i emmâre,2643 daima kötülükle emreden, tövbe ve istiğfarı
bilmeyen ve yapmayan bir nefs-i anuddur.2644 Islahı ancak tövbe,
istiğfar ve salavât-i şerîfelere ve tevhid zikrine devamla ve üstadından
alacağı talim ve terbiye ile mümkündür.
Konuşurken yalan söylemek, vadinde durmamak, emanete
hıyanet etmek münafıklık alametidir. Aynı zamanda gıybet, iftira, riya,
şöhret meyli, kibir, ucüb, haset, hırs, kin, adavet,2645 namaza ve cemaate
devam etmemek, aleni ve aşikâr Ramazan-ı Şerif'de -velev özürlü dahi

2636
Hicr Suresi, ayet: 99
2637
Yakîn: Bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilmek, kesin ve
sağlam bilgi
2638
Tekâmül: Kemâl bulma, olgunlaşma
2639
Mücahede: Benlikten kurtulmak ve nefsi yenmek için çalışma
2640
Mezmun: Beğenilmemiş, ayıplanmış
2641
Menhî: Yasak
2642
Âdât: Âdetler
2643
Nefs-i emmâre: İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere
sevk eden insan nefsinin en aşağı mertebesi
2644
Nefs-i anud: İnatçı nefs
2645
Adavet: Düşmanlık

274
olsa- oruç yemek, zekâtını vermemek, kudreti varken hacca gitmemek,
Müslüman kardeşinin ihtiyacı hâlinde yardımına koşmamak, cihattan
ve harpten kaçmak, düşmanla, küffarla, münafıklarla mücadeleyi terk
etmek ve sâire gibi şeyler, hep nefs-i emmârenin ve münafıklığın
alametleridir. Hele kendini beğenip, kendi kendine insanların
irşadına2646 hizmet edeceğim diye, esaslara dayanmayan uydurma ve
kendi düşüncesine uygun kitap yazmalar, çok konuşmalar ve makam
düşkünlükleri gibi hallerin sahipleri bir türlü kendilerini emmârelikten
ve münafıklıktan kurtaramazlar. O takdirde, çok azgın bir deniz ve
fırtınalı havada denizlerin dibine gömülen gemilerden hiç farkı
olmadan -maazallah-2647 imansız olarak ahireti boylamak, ne kadar acı
bir sonuçtur.
Kâinata ibret nazarlarıyla bakıp, tefekküre dalarak, bu mülkün
sahibine teslim ve inkıyâd2648 eder, tövbekâr olur da, birer ikişer
müptela2649 olduğu kötülükleri terk ederek, ibadet ve ezkâra 2650 devam
ederse, nefs-i emmâresi,2651 nefs-i levvâmeye2652 döner, Artık yaptığı
her kusur ve günahtan hemen nedamet 2653 edip, ağlaya, sızlaya tövbeler
eder, yaptığına derhal pişman olup, bir daha yapmamağa çalışır ama
yine kendini selamet sahiline atamamıştır. Yine kesret 2654 âleminde
bocalayıp durur. Her şeye karışır, neden, niçinmiş diye kendini yer
bitirir, hırslanır, sinirlenir, bir türlü vahdet2655 âlemine geçemediği için,

2646
İrşat: Doğru yolu gösterme
2647
Maazallah: Allah korusun
2648
İnkıyâd: Boyun eğme
2649
Müptela: Bir şeye kendini kaptırmış, düşkün
2650
Ezkâr: Zikirler
2651
Nefs-i emmâre: İnsana daima kötülüğü emreden, yasak zevk ve isteklere
sevk eden insan nefsinin en aşağı mertebesi
2652
Nefs-i levvâme: Kötülüğü işledikten sonra fenalığı hatırlayarak daima
kendini kınayan ve ayıplayan nefis
2653
Nedamet: Pişmanlık
2654
Kesret alemi: Varlıklar alemi
2655
Vahdet: Birlik, bütünlük, Allah'ın varlıktaki birliği. Gönlünü, kalbini
tamamen Allah ile meşgul etme hali

275
kesret2656 âleminde boğulur gider. Bu gibilerden pek az kurtulan olur.
Nefs-i levvâmelikten kurtulmak ve nefs-i mülhimeye 2657
atlayabilmek için de, emr-i maruf2658 ve nehyi ani'lmünker icrâsıyla
beraber, Sünnet-i Resûlullah’ın icrasına say2659 ve gayretle, ferâiz2660 ve
vacibâtı,2661 sünen2662 ve müstehabâtı2663 bi'l fiil işleyip, bütün
münkerattan2664 yani yasak olan her şeyden, son derece sakınmakla
beraber, nefs-i levvâmenin elinden kurtulmak mümkün ise de, iç
ahlakları, yani ahlak-ı mezmumeler,2665 istenmeyen, beğenilmeyen kötü
huylar baki kalır ve bu sebeple kendisinden istenilen tevekkül meydana
gelemez. Zira henüz nefis ve şeytanın tasallutundan 2666 kendini
kurtarabilmiş değildir. Bu sebepten Hakk'a teslim olup tevekkül
edemez. Buraya kadar terfî-i derecât, 2667 insanın kendi say ve gayretiyle
mümkünse de ve ne kadar zâhid, ehl-i takva ve mutasavvifînden 2668 ve
ulemây-ı zevi'l2669 ihtiramdan2670 olsalar bile, bundan ileriye kendi
başlarına terakki2671 mümkün değildir.
Ancak, üstâd-ı kâmillerinin hizmetine ve onlara teslimiyete

2656
Kesret alemi :Varlıklar alemi
2657
Nefs-i mülhime: Hakk’ın emirlerine mümkün mertebe uyan, men
ettiklerinden âzamî derecede sakınan ve bu hâllerinden dolayı bazı ilâhî
ilhamlara nail olan nefis
2658
Emr-i maruf: İyiliği emretmek
2659
Say: Çalışma
2660
Ferâiz: Farz olan şeyler
2661
Vacibât: Yapılması gereken şeyler
2662
Sünen: Sünnetler
2663
Müstehabât: Farz ve vâcibden başka olarak sevap kazanılan işler
2664
Münkerat: Haram işler, şeriatın menettiği
2665
Ahlak-ı mezmume: Kötü huylar
2666
Tasallut: Sataşma, musallat olma
2667
Terfî-i derecât: Manevi derecelerin yükselmesi
2668
Mutasavvifî: Tasavvuf ehli
2669
Ulemây-ı zevi'l: Kur’an ehli, ilim ehli
2670
İhtiram: Saygı, hürmet
2671
Terakki: İlerleme

276
vabestedir.2672 Hizmeti ve teslimiyeti nispetinde nefs-i mutmainneye
ayak basmaları ve erişmeleri mümkündür. Lakin nefs-i mutmainne
kendisine hâl oluncaya kadar da yine uğraşmak lazımdır ki, velayet
kademesine ayak basabilmiş olsun. Bu da ancak tarikat ehline nasib
olan ilk makamdır. Bütün ahlak-ı zemimeleri 2673 artık ahlak-ı
hamîdeye2674 tebdil2675 olmuş pek muhterem insanlardır. Bunlar
şöhretten de çok sakınan ve mahviyet 2676 şuâları2677 olan kimselerdir.
İnsana lazım olan da bu makamdır. Zira kişi, nefs-i mutmainneye
ermeden yaptığı bütün vaaz ve nasihatlerde onu dinleyenler için bir
fayda temin edemez. Yabanî meyvelerin, nasıl insanlara bir zevk-i
tabii2678 vermediği gibi, bunların nasihatleri de böyle olur.
Nefs-i mutmainne sahiplerinin ef'alleri, 2679 efâl-i cemileye2680 ve
ekseri ahlakları da, ahlak-ı hamîdeye 2681 tebdil2682 olmuş bahtiyarlar
olduklarından, bilâ2683 irade, tevekkül-ü tam2684 ile Cenâb-ı Hakk'a
mütevekkil2685 olurlar. Yine bilâ irade, Hakk'a teslim-i tam 2686 ile teslim
olup, zerre kadar dünya cihetinden olan şeyleri düşünmez ve gam da
çekmezler. Gerek cennet arzusu ve gerekse cehennem korkusu
kendilerinden alınmış olup gussa 2687 çekmezler. Bütün işleri, Allah
rızası için ibadet ve taate devamdan ibarettir. Teveccüh ve

2672
Vabeste: ….e bağlı
2673
Ahlak-ı zemime: Kötü ahlak
2674
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
2675
Tebdil: Değiştirme
2676
Mahviyet: Alçak gönüllülük, tevâzu
2677
Şuâ: Işın
2678
Zevk-i tabii: Doğal bir zevk
2679
Ef'al: Fiiller, işler, ameller
2680
Efâl-i cemile: Güzel fiiller, işler, ameller
2681
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
2682
Tebdil: Değiştirme
2683
Bilâ: ...sız, ...siz, olmayarak
2684
Tevekkül-ü tam: Allah'a güvenme
2685
Mütevekkil: Tevekkül eden
2686
Teslim-i tam: Allah'a teslim olma
2687
Gussa: Keder, tasa

277
murakabelerinde huzur-ü maallah2688 kendilerine hâl olup, bir nefes
gaflet üzere olmayıp, daimî zâkir 2689 ve uyanık bulunurlar. Çok ümit
olunur ki:
“Biliniz ki, Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur ve
onlar mahzun2690 da olmayacaklardır”2691 sırrı, haklarında sâdır2692
olmuştur.
'İşte tevekkülün başlangıcı nefs-i mutmainnedir. Tabii kuru ve
boş laflarla, söz ebeliğiyle bu işler tahakkuk etmez.
Tevekkül alametlerinden biri de, sabırdır. En az beş günlük
açlığa sabrı olmayan kişilerin tevekkülden bahs etmesini abes 2693
görmüşlerdir.
Bütün ahlak-ı zemimelerin başı, benlik2694 ve enaniyet,2695
varlık ve dünya sevgisidir. Bütün kötü huylar bundan neşet 2696 eder.
Bunun için varlık, benlik büsbütün selb2697 olunmadıkça,
mahvolmadıkça, kötü ve mezmum2698 ahlakların da memduh2699 ahlak-ı
hamîdeye2700 tebdil2701 olunmasına imkân yoktur. Şu halde, bu gibi
kimselerden tevekkül beklemek de doğru olmasa gerektir. Yalnız şu

2688
Huzur-ü maallah: Allah ile beraber olma
2689
Zâkir: Allah'ı zikreden
2690
Mahzun: Hüzünlü
2691
Yunus Suresi, ayet: 72
2692
Sâdır: Ortaya çıkan, meydana gelen
2693
Abes: Saçma
2694
Benlik: Kişiliğini üstün görme
2695
Enaniyet: Benlik, kendini beğenip büyük görme
2696
Neşet: Meydana gelme
2697
Selb: Ortadan kaldırma
2698
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
2699
Memduh: Övülmüş
2700
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
2701
Tebdil: Değiştirme

278
kadar var ki, levvâme2702 ve mülhimede2703 olan zâtların, daima
düşmelerinden korkulur velakin mutmainne sahibi için böyle bir şey
olmaz ve korkulmaz. Bununla beraber şöhret afatından da o kadar
sakınırlar ve kaçarlar ki, insan hayretlerde kalır. Mesela, bir büyük zât,
şehre gireceği sırada kendisini karşılamaya gelen insanların ellerinden
kurtulmak için, hırsızlık yapmayı ve sonra da çaldığı şeyi sahibine
verip helalleşmeyi, fitnelerden kurtulmanın çaresi olarak uygun
bulmuştur. Bazıları da, Ramazan'da herkesin gözü önünde orucunu
yemeye ve sonra 61 gün kefaret orucu tutmaya nefislerini mecbur
etmişler. Bütün bundan maksatları, halkın gözünden düşmek içindir.
Hakk'a tam manasıyla bağlanabilmeyi kendilerine gaye edinmiş
âlîcenab insanların halleri böyle olur. Hatta bir adam, böyle bir zâtın
kemâlini anlayabilmek için onu evine yemeğe davet etmiş, tam evin
önüne gelince, adamı bir bahane ile geri çevirmiş ve bu harekâtını dört
beş defa tekrarlamış, zavallı adam hiç itiraz etmeden her davetine, peki
deyip icabet etmiş ve “Sen beni kaç defadır aldatıyorsun, ayıptır,
günahdır, hadi şuradan, ben artık senin davetine gelmem, bu kaçıncı
oldu, ben senin eğlencen miyim?” dememiş. Bunun üzerine, o davet
eden zât, “Ben sizi tecrübe için böyle yaptım. Kusurumu affedin ve
beni de manevi evlatlarınız arasına kabul buyurun” diyerek her ne
kadar ricada bulunduysa da, “Evladım, o gördüğün hiç de kemâl
alameti değildir, çok aldanmışsın, görmezmisin ki köpeği ne kadar
kovarsan kov, o yine çağırınca kuyruğunu sallayarak gelir; demin
kovdun şimdi gelmem demez. Binaenaleyh, bizde gördüğün o huy da,
ancak bir köpek sıfatından ve huyundan başka bir şey değildir”
diyerek tevazu gösterip, ızhâr-ı acz2704 eylemekten çekinmemişlerdir.
Tevekkül sahiplerinden birisi, gayet kıymetli bir atını yanına
bağlayıp namaza durmuş. O sırada bir hırsız gelip, atını alıp kaçmış.
Adam da hiç sesini çıkarmamış. Kendisine “Niçin böyle yaptın?”
2702
Levvâme: Kötülüğü işledikten sonra fenalığı hatırlayarak daima kendini
kınayan ve ayıplayan nefis
2703
Mülhime: Hakk’ın emirlerine mümkün mertebe uyan, men ettiklerinden
âzamî derecede sakınan ve bu hâllerinden dolayı bazı ilâhî ilhamlara nail
olan nefis
2704
Izhâr-ı acz: Acizliğini gösterme

279
diyenlere: “Namaz bana atımdan çok kıymetlidir. Bir at için huzur-u
Rabb'il âleminden nasıl ayrılabilirdim?” demesi üzerine, orada
bulunanlar hırsızın aleyhinde beddua, yani “Allah onu kahretsin” gibi
dualar etmeye başlamışlar. Atın sahibi onlara, “Aman susun, ne
yapıyorsunuz? O zavallı bir kere büyük bir günaha girdi, şimdi bir de
siz onun üzerine bir yük daha yüklüyorsunuz. Yazık ona, onun o at
sebebiyle haram yememesi için ben ona hakkımı helal ettim. Belki onu,
kendine bir sermaye eder de, bir daha böyle şeyler yapmaz” diye
etrafındakilere lazım gelen nasâyihi 2705 vermiştir. Bunların emsali pek
çoktur.
İşte diğer bir misal; Bir zât, bir arkadaşıyla bir odada
yatmışlar. Sabahleyin, arkadaşı parasının zayi olduğunu görmüş ve
“Bunu sen aldın, çünkü burada senden başka kimse yoktur” demiş. O
güzel insana bak ki, hiç itiraz etmeden, “ne kadar paran vardı?” demiş
ve hemen hepsini ödemiş. Biraz sonra başka arkadaşları gelmişler,
vaziyeti anlamışlar ve demişler ki, “O paraları sana şaka olsun diye
biz aldık, çok yazık böyle oluşuna da çok üzüldük. Haydi, şimdi hep
beraber gidip arkadaşımızdan özür dileyelim” diyerek arkadaşlarının
evine gitmişler. Ona, “Efendi, kusura bakma biz bir hata ettik, affedin,
hem de sizin paralarınızı getirdik, özür dileriz” diye her ne kadar
ricada bulunmuşlarsa da, o efendi parayı kabul etmemiş ve nihayet
çocuğunu çağırıp, verdiği çokça parayı tamamıyla tasadduk ettirmiş. 2706
Cenab-ı Hakk hepimizi, lütfuyle böyle insanlar zümresine ilhak 2707
buyursun, âmin. Bi hürmeti seyyid'il mürselîn.
Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri:
Mütevekkilin2708 üç alameti vardır:
62. İstemez.
63. Red etmez,

2705
Nasâyih: Nasihatler
2706
Îhya'ül-Ulûm, cilt 4, tevekkül bahsi
2707
İlhak: İlâve etmek, eklemek, katmak
2708
Mütevekkil: Tevekkül eden

280
64. Saklamaz, buyurmuşlardır.
Yine, “Tevekkülün ilk makamı kulun, Allahü Teâla'nın hüküm,
irade ve kazalarına karşı, ölünün yıkayıcıya teslim olduğu gibi teslim
olmasıdır” buyurmuştur. Tevekkülün yeri kalpdir. Azaların hareketi,
kalbin tevekkülüne mani değildir. Şöyle ki, kulda takdir-i ilâhînin
cereyanına tahakkuk2709 hasıl olur, zorluklar ve darlıkların onun takdiri
ile ikram, ihsan ve bollukların da yine onun takdiri, ihsanı ve ikramı
olduğunu bilmesiyledir.
Hamdun (k.s.) Hazretleri de, “tevekkül, Allahü Teâla ve
Tekaddes Hazretleri’ne tam manasıyla sarılmaktır” buyurmuştur.
Enes ibn-i Mâlik (r.a.) Hazretleri’nin rivayetine göre, bir adam
devesiyle birlikte geldi: “Yâ Resûlallah, devemi bıraktım ve Allah'a
tevekkül ettim” demiş de Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri: “Onu bağla da,
sonra tevekkül et”2710 buyurmuşlardır.
Bişr-i Hafî (k.s.) Hazretleri de, “Allah'a tevekkül ettim, diyen
insan yalan söylemiş olur. Zira tevekkül eden insan, Cenab-ı Hakk’ın
kendisi hakkındaki işlerine ve hükümlerine razı olur” buyurmuşlardır.
Yahya ibn-i Mu'âz (r.a.) Hazretleri’nden, “Kişi ne zaman
mütevekkil olur?” diye sormuşlar. O da cevaben: “Allahü Teâla'nın
vekâletine razı olduğu zaman” buyurmuş.
Ebû Türâb en Nahşî (k.s.)’ya göre tevekkül, kişi kendini
ubudiyete2711 hasr2712 edip kalbini Mevlâ’ya bağlar, verdiğine razı olur
ve şükreder, vermezse sabreder, buyurmuştur.
Zünnûn-i Mısrî (k.s.) Hazretleri de; “Tevekkül, kul ne zaman
bilirse ki, Allah Sübhânehû ve Teâla Hazretleri, kulunun her hâlini
görüp bilmektedir. O zaman kendi tedbirinden vazgeçip, Hakk’a teslim
olur” buyurmuştur.

2709
Tahakkuk: Gerçekleşme
2710
Tirmizi, Kıyame 60
2711
Ubudiyet: Kulluk
2712
Hasr: Adamak, vakfetmek

281
Tevekkülün kemâli, İbrahim Aleyhisselam’da tahakkuk 2713
etmiştir. Cebrail Aleyhisselam’ın yardımını istemeyip, “Benim hâlimi
Rabb’imin bilmesi bana kâfidir” buyurması gibi.
Ömer ibn-i Sinan (k.s.) Hazretleri’nin, bir rivayette kendilerine
Hızır Aleyhisselam mülaki2714 olmuşlar ve beraber yolculuk murâd
etmişler de, “Hakk’a tevekkülüme mâni olursun” diyerek istememişler.
Ebû' Alî ed Dekak (k.s.) Hazretleri, “Tevekkül üç derece
üzerinedir. Evvela tevekkül, sonra teslimiyet, daha sonra tefvizdir. 2715”
Mütevekkil, Allahü Teâla'nın vadine sakin ve emin olur. Rahat ve
sükûnet2716 sahibidir. Teslimiyet, Cenab-ı Hakk’ın hâlini bilmesiyle
iktifa2717 eder. Tefviz, hükmüne razı olmasıdır. Tevekkül bidayet, 2718
teslimiyet ortası, tefviz de nihayeti, demişlerdir.
Sehl ibn-i Abdullah (k.s.) Hazretleri ise, “Tevekkül,
Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri’nin hâlidir” buyurmuşlardır.
Kesb2719 de onun sünnetidir. Çalışanlara karışmak, sünnet-i
Resûlullah’a ta'n;2720 mütevekkilîne2721 ta'n ise, imana ta'n demektir.
Yani zemmetmektir.2722
İbrâhîm el Havas (k.s.) Hazretleri, tevekkülde en ileri derecede
gösterilen zât idi. Bununla beraber iğnesi, ipliği ve su ibriği yanından
eksik olmazdı. Soranlara da, “fakirin başka elbisesi olmaz ki, yırtılınca
nasıl namaz kılacak? İbriği olmazsa tahareti mümkün olmaz”
derlermiş.
Cafer el Haddâd (k.s.) Hazretleri, yirmi seneye yakın,

2713
Tahakkuk: Gerçekleşme
2714
Mülaki: Kavuşan
2715
Tefviz: Her işi Allah'a bırakma
2716
Sükûnet: Sakinlik
2717
İktifa: Yetinme
2718
Bidayet: Başlangıç
2719
Kesb: Kazanç
2720
Ta'n: Kınama
2721
Mütevekkil: Tevekkül eden
2722
Zem: Kötüleme, ayıplama, çekiştirme

282
tevekkülüne binâen çalışır, kazandığını fukaralara dağıtır, o
kazancından ne bir su parası, ne de başka ihtiyaçları için bir şey
ayırmazmış.
Mütevekkil insan ancak bir çocuk gibi anasının memesinden
başka bir şey bilmediği gibi, kulun daima Mevlâ'sına müracaatı ve
ondan başka bir kapı bilmemesi gerektir. Bir rivayette bazı kimseler,
bir kafilenin önünde gitmekte olan bir hatuna, onun ağır ağır
gidişinden dolayı yorulmuş olduğunu ve yardıma ihtiyacı bulunduğunu
zannederek kendisine bir miktar yardım etmek istemişse de, hanım
efendi ellerini havaya kaldırmış, avuçları altın ile dolu olarak; “Siz
paralarınızı ceplerinizden çıkardınız, biz de işte böyle min tarafillâh 2723
gayb2724 hazinelerinden harcarız” diyerek herkesi hayretlere
düşürmüştür.
Tevekkül, Allahü Teâla'nın hazinelerine güvenip, nâsın 2725
elindekilerden ümidini kesmektir.
Ebu Ali Ruzbarî (k.s.) Hazretleri, “Beş gün açlığa tahammül
edemeyip, açlığını izhar2726 eden kimsenin tasavvufta yeri yoktur”
demiştir.
Ebû Türâb en Nahşî (k.s.) Hazretleri, üç gün açlıktan sonra bir
karpuz kabuğuna elini uzatan sofî bir dervişi görünce ona, “Sana
tasavvuf gerekmez, layık değildir, çalış kazan ye” diyerek onu
aralarından uzaklaştırmıştır.
Hasen el Hıyât (k.s.) Hazretleri;
Ben, Bişr'il Hafî (k.s.) Hazretleri’nin yanında bulunuyordum.
Şam-ı şerîften hacca gitmek üzere bir kafile gelip selam verdiler ve
kendisini beraberlerinde götürmek istediklerini söylediler. Onlara
teşekkürden sonra, “Sizlere ancak üç şartım vardır. Kabul ederseniz

2723
Min tarafillâh: Allah tarafından
2724
Gayb: Gizli olan, görünmeyen, bilinmeyen alem
2725
Nâs: İnsanlar
2726
İzhar: Açığa vurma

283
kafilenize iltihak2727 edebilirim. Yanımıza yiyecek, içecek, giyecek bir
şey almamak, kimseden bir şey istememek, verirlerse de almamak
suretiyle sizinle yolculuk yapabilirim” demesi üzerine, “Peki
almayalım, kimseden de bir şey istemeyelim, fakat verilince almamayı
yapamayız” demişler. Bunun üzerine “Öyle ise Allah'a tevekkül değil,
hacıların vereceklerine güvenerek yola çıkmış bulunuyorsunuz, beni
mazur görün” diyerek hakiki mütevekkil olduğunu göstermiştir.
Hasan Basrî (k.s.) Hazretleri de buyurmuşlar ki; “Fukara, üç
kısım üzeredir:
Birincisi, istemez, verilince de almaz. Bu ruhâniyûn 2728
kısmındandır.
İkincisi, istemez, fakat verilince kabul eder. Bunlara da
mükâfaten2729 cennet bahçelerinde, envâ-i çeşit2730 sofralar vaz olunur.
Üçüncüsü, ister, verilince kifayet2731 miktar alır. Bu istemesine
kefaret olarak açlığında sâdık olduğuna, ancak zaruretini giderecek
2732

kadar alması buna alamettir. Bu haller mütevekkilînin 2733 derecelerini


izah etmektedir.
İbn-i Mübarek (k.s.) Hazretleri de, “Bir dirhem haramdan bir
pare2734 alan mütevekkil olamaz” buyurmuşlardır.
Ebû Hamza el Horasanî buyururlar ki;
Bir kimse hacca giderken, yolda boş bir kuyuya düşmüş.
Kurtulmak için oradan geçenlere bağırmak istemiş, fakat tevekkülü
buna manî, olup; “Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri sana

2727
İltihak: Karışmak, katılmak
2728
Ruhâniyûn: Gayb âlemine nüfuz eden nurânî ve ruhânî kimseler
2729
Mükâfat: Ödül
2730
Envâ-i çeşit: Türlü
2731
Kifayet: Lüzumlu kadar olmak
2732
Kefaret: Bir hatanın affı için ödenen karşılık
2733
Mütevekkil: Tevekkül eden
2734
Pare: Parça, kısım

284
herkesten daha yakın iken, onu bırakıp da kullarına ilticaya 2735
sıkılmaz mısın?” diye içinden bu sese hak verip, tecelli-i ilâhînin 2736
zuhurunu beklemeye karar vermiş, tam o sırada oradan geçenlerden
bazı kimseler, kuyuya birisi düşer düşüncesiyle ağzını kapatmışlar. Bu
mütevekkil zât da hiç sesini çıkarmadan beklemiş. Fakat az bir zaman
sonra bir hayvan gelip, kapanan kapağı eşeleyerek açmış ve ayaklarını
da uzatıp, sanki bana tutun diye homurdanmış. Bu hâli gören zât,
hayvanın ayaklarına sarılıp, kuyudan çıkmış. Bu da gösteriyor ki
Cenab-ı Hakk, çeşitli ve akla hayâle gelmez işlerle, kuvvet ve kudretini
izhar2737 buyurmalarından ibaret hâdiselerle mütevekkil kullarının
imdadına yetişir. Hemen Cenab-ı Hakk ve Tekaddes Hazretleri, bu
iman kuvvetine sahip ve mâlik2738 olan kullarının arasına bizleri de
ilhak2739 buyursun, âmin. Bi hurmeti Seyyid-il mürselîn, ve'lhamdü
lillâhi Rabbil âlemin.
Hülasa, işte bunlar hepsi şu duanın, kullar üzerindeki
tecellisinden ibarettir.

‫َالَّل َّم ِاىِّن َا ُلَك ْف اِبَك ْط ِئَّنًة ْؤ ِم‬


‫ْس َئ َن ًس ُم َم ُت ُن‬ ‫ُه‬
‫ِل‬
‫ِب َق اِئَك َو َتْر َض ى ِبَق َض اِئَك َو َتْق َنُع ِبَعَطاِئَك‬
Manası: “Yâ Rab, senden öyle olgun ve kâmil bir nefis
2740

isterim ki, seninle rahat bulur, kendisinde sükûn 2741 hasıl olur ve sana
mülaki2742 olacağı o ahiret gününe inanıp iman eder ve senin bütün
2735
İltica: Sığınma
2736
Tecelli-i ilâhî: İlahi tecelli, kalbin bir anda aydınlanması
2737
İzhar: Açığa vurma
2738
Mâlik: Sahip, bir şeye sahip olan
2739
İlhak: İlâve etmek, eklemek, katmak
2740
Taberani, M.Kebir, Hadis No:7490
2741
Sükûn: Huzur
2742
Mülaki: Kavuşan

285
hüküm ve kazalarına razı olup, ikram ve ihsanlarına az veya çok, zayıf
veya kavi,2743 sağlam veya dertli, senden gelen her nesneye hem razı ve
hem de kanaatkâr olsun.”

İşte bu kulun imanı, ind-i ilâhîde 2744 pek makbuldür ve o tam


mütevekkil bir kimsedir.

ŞECAAT2745
Bu bir güzel huydur ki, diğer iyi huyları da arkasından çekip
getirir. Yalnız şu kadar var ki şecaat, cesurluk, bahadırlık, 2746 itidal2747
üzere olmazsa, zulüm ve teaddîye2748 yol açar. Bununla beraber bir de
gurur ve kibir gibi bütün hasletler ârız 2749 olabilir ki, tabiatiyle bunlar
da pek mezmumdur.2750 Nasıl ki, şecaat icap eden yerde sükût, 2751
korkaklığın iktizasıdır.2752
Peygamberimiz (s.a.v.) Hazretleri de bir çok hadîslerinde,
korkaklık demek olan cübnünden2753 Cenab-ı Hakk'a sığınmışlardır.
İman ve İslam'ın bekası şüphesiz ki, mücadele ve muharabelerdeki
muvafakiyyetlere vabestedir.2754 Korkak ve sabırsız insanların
muvaffak olmaları mümkün değildir. Her zaman görülmektedir ki, bir
çok batıl işlerde bile, muvaffak olmak için insanlar kendi çıkarları ve
2743
Kavi: Kuvvetli
2744
İnd-i ilâhî: Allah'ın katında
2745
Şecaat: Yiğitlik, cesurluk
2746
Bahadır: Kahraman, cesur
2747
İtidal: Aşırı olmama durumu, ılımlılık, ölçülülük
2748
Teaddî: Saldırma, düşmanlık
2749
Ârız: Sonradan ortaya çıkan
2750
Mezmum: Kötülenmiş, ayıplanmış
2751
Sükût: Susma
2752
İktiza: Gereği
2753
Cübn: Korkaklık
2754
Vabeste: ….e bağlı

286
menfaatleri iktizası,2755 pek çok mücadele ye muharebelere azim ve
metanetle2756 devam etmektedirler. Halbuki bu hususta ne bir sevap ve
mükâfatlar vardır ne de şehadet gibi bir mertebeye ulaşabilirler ki,
belki zulüm ve haksızlıklarının cezasını çekmek üzere büyük azap ve
felaketlere uğratılırlar. Halbuki bir müslim ve muvahhid, 2757 gerek
gaza, gerek cihad ve gerekse her hangi bir haksızlığa karşı
mukavemeti2758 neticesinde ölecek olursa, buna şehit rütbesi verilir.
Makamı cennet olur. Günahları da daha kanının ilk damlasıyla silinir,
sorgu ve sual de olunmazlar. Bu güzel haslete sahip olan fertler ve
cemiyetler daima bahtiyardırlar. Müminin imanı öyledir ki, ecel
gelmedikçe hiçbir kimseye ölüm erişmez. Bu da, Cenab-ı Hakk’ın
ezeldeki takdiri ile verilmiştir. Değiştirmek kimsenin elinden gelmez.
Binaenaleyh korkaklık insana hiçbir fayda temin etmediği gibi, bir çok
hak ve hürriyetin de ziyânına 2759 göz yummasına sebep olur. Yine ölüm
hiç kimsenin yakasını bırakmış değildir. Şan ve şerefle ölmek elbette,
zuafâ2760 ve kadınlar gibi korkup evlerinde saklanarak ölmekten bin kat
evladır. İman ve İslam'ın teâlî 2761 ve terakkisi2762 ve intişarı2763 için, rahat
ve huzurlarını, iş ve güçlerini bırakıp da, küffar ile cenk ede ede tâ
buralara kadar gelmiş ve İslam sancak ve bayraklarını bir taraftan bir
tarafa ulaştıran ve İslam'ı yayan, o büyük ecdadımızın saymakla
bitmez fütuhatları,2764 hep bu yüksek sevginin eseri değil midir?
Şüphesiz bu da imanın kuvvetine ve Hakk’ın rızasını kazanma emelini
taşıyan kimselere mahsustur.

2755
İktiza: Gereği
2756
Metanet: Sağlamlık, dayanıklılık
2757
Muvahhid: Müslüman
2758
Mukavemet: Karşı durmak, dayanmak
2759
Ziyân: Zarar
2760
Zuafâ: Zayıflar
2761
Teâlî: Yükselme, yüceltme
2762
Terakki: İlerleme
2763
İntişar: Yayılma
2764
Fütuhat: Zaferler, fetihler

287
‫َحُمَّم ٌد ُس وُل اِهلل اَّلِذي َم َعُه َاِش َّدا َعَلى اْلُك َّف اِر‬
‫ُء‬ ‫َو َن‬ ‫َر‬
‫ُر َمَحاُء َبْيَنُه ْم َتَر يُه ْم ُر َّك ًعا ُس َّج ًد ا َيْبَتُغوَن َفْض ًال‬
‫ِم َن اِهلل َو ِر ْض اًنا ِس يَم اُه ْم ىِف ُو ُج وِه ِه ْم ِم ْن َاَثِر‬
‫َو‬
‫الُّس ُج وِد َذِلَك َمَثُلُه ىِف الَّت يِة َمَثُلُه ىِف‬
‫ْو َر َو ْم‬ ‫ْم‬
‫اِال ِجْن يِل َك َزْر ٍع َاْخ َر َج َش ْطَئُه َفآَز َر ُه َفاْس َتْغَلَظ‬
‫َفا ى َلى وِقِه ِج الُّز َّر ا ِل ِغيَظ ِهِب‬
‫ُم‬ ‫ْس َتَو َع َس ُيْع ُب َع َي‬
‫اْلُك َّف ا َد ا اَّلِذي َا ُنوا ِم ُلوا الَّصا اِت‬
‫َحِل‬ ‫َر َو َع ُهلل َن َم َو َع‬
‫ِم ْنُه ْم َم ْغِف َر ًة َو َاْج ًر ا َعِظ يًم ا‬
Cenab-ı Feyyâz-ı Mııtlak'ın Kur'ân-ı Kerîm'inde, Sure-i Feth'in
sonundaki bu ayet-i celile pek çok faydaları şamil olduğundan,
imâmımız İmâm-ı A'zam (k.s.) Hazretleri’nin de virdidir.
İmamımızın virdi olan bu ayet-i celile, bütün elifba harflerini
cami'dir.
Meali: “Muhammed (a.s.) Allah'ın Peygamberidir. Onun
beraberinde bulunanlar (Ashâb-ı kiram) kâfirlere karşı çok
şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rüku ve
secde eder halde (namaz kılarken) Allah'dan sevap ve rıza
istediklerini görürsün. Secde eserinden (çok namaz kılmaları

288
yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların
Tevrat'taki vasıfları budur. İncildeki vasıfları da şu: Onlar filizini
çıkarmış bir ekine benzerler. Derken o filizi kuvvetlendirmiş de
kalınlaşmış, nihayet gövdeleri üzerinde doğrulup kalkmış;
ziraatçilerin hoşuna gidiyor.
İşte, ashab-ı kiram da böyle olmuştur. Bidayette 2765 sayıları
azdı. Sonra çoğalıp kuvvetlendiler ve güzel bir cemiyet meydana
getirdiler.
Bu teşbih2766 kâfirleri ashab ile öfkelendirmek içindir. Onlardan
iman edip salih amel işleyenlere, Allah bir mağfiret ve büyük bir
mükâfat vaad etmiştir.2767
Bu ayet-i celileyi her kim murâd ettiği bir şey için on iki kere
okursa, duası ind-i ilâhîde kabul olup, şifalar, bereketler hasıl olacağını
erbâb-ı ilim2768 beyan2769 etmişlerdir.

‫َّمُث َاْنَز َل َعَلْيُك ْم ِم ْن َبْع ِد اْلَغِّم َاَم َنًة ُنَعاًس ا َيْغَش ى‬


‫َطاِئَفًة ِم ْنُك ْم َو َطاِئَف ٌة َقْد َاَّمَهْتُه ْم َاْنُفُس ُه ْم َيُظُّنوَن‬
‫ِباِهلل َغ ا ِّق َظَّن ا اِهِلَّيِة ُقوُلوَن َلَنا ِم‬
‫َه ْل َن‬ ‫َجْل َي‬ ‫ْيَر َحْل‬
‫اَالْم ِر ِم ْن َش ْيٍئ ُق ِاَّن اَالْم ُك َّلُه ِلَّلِه ْخُيُفوَن ىِف‬
‫َر‬ ‫ْل‬
2765
Bidayet: Başlangıç
2766
Teşbih: Benzetme
2767
Fetih Suresi, ayet: 29
2768
Erbâb-ı ilim: İlim erbabı
2769
Beyan: Açıklama

289
‫َا ُفِس ِه اَال ُد وَن َلَك ُقوُلوَن َل َك اَن َلَنا ِم‬
‫َن‬ ‫ْو‬ ‫َي‬ ‫ْن ْم َم ُيْب‬
‫ُك‬ ‫اَال ِر َش ا ُقِتْلَنا َنا ُق َل ُك ْنُت ىِف وِت‬
‫َه ُه ْل ْو ْم ُبُي ْم‬ ‫ْم ْيٌئ َم‬
‫َلَب َز اَّلِذ ي ُك ِت َعَلْيِه اْلَقْت ِاىَل َم َض اِج ِعِه‬
‫ْم‬ ‫َن َب ُم ُل‬ ‫َر‬
‫ِلَيْبَتِل اُهلل َم ا ىِف ُصُد وِر ُك ِلُي ِّح َم اىِف‬
‫ْم َو َم َص‬ ‫َو َى‬
‫ُقُلوِبُك ْم اُهلل َعِلي ِبَذ ات الُّص ُد وِر‬
‫ٌم‬ ‫َو‬
Meali: “Sonra o kederin arkasından üzerinize Allah bir
emniyet, bir uyku indirdi. Öyle ki içinizden bir zümreyi (hakiki
müminleri) o uyku sarıyordu. (Münafıklardan ibaret) bir zümreyi de,
nefislerini can kaygısına düşürmüş, gözlerini uyku tutmaz
olmuştu. Allah'a karşı cahiliyyet zannı gibi haksız bir zan
besliyorlar ve “Bu zafer işinden bize ne?” diyorlardı.
(Resulüm) de ki: “Bütün iş Allah'ındır.” Onlar,
nefislerinde sana açamadıkları bir şey gizliyorlar. “İş elimizde
olsa, zorla savaşa çıkarılmasaydık burada öldürülmezdik”
diyorlardı.
(Resulüm) de ki: “ Evinizde de olsaydınız üzerlerine ölüm
yazılmış bulunanlar yine dışarı çıkacak, düşüp kaldıkları yerleri
çaresiz boylayacaklardı.” Allah Uhud savaşındaki bu olayları,
kalplerinizde olan ihlas ve nifakı 2770 meydana çıkarmak ve
yüreklerinizdeki niyetleri pak ve öz yapmak için meydana getirdi.
Allah kalplerde olanı pekiyi bilir”2771

2770
Nifak: Müslüman gibi görünüp kâfir olmak; iki yüzlülük
2771
Âl-i imrân Suresi, ayet: 154

290
Bu ayet-i celile on dokuz kere okunduğu takdirde, dertlere
deva, hastalara şifa, gönüllere deva olduğu da kezalik beyan
buyurulmuştur.
Zikrettiğimiz ilk ayet-i celilede, Cenab-ı Hakk pek açık olarak
müminlerin yani, Allahü Celle ve Alâ Hazretleri’ne ve Resulü (s.a.v.)
Hazretleri’ne inanıp iman eden kimselerin, düşmanlara karşı gayet
şedit,2772 cesur, azimli, şecaatli,2773 metanetli,2774 bahadır,2775 korkmaz ve
yılmaz kimseler olduğunu beyan ederken, aksi halde biribirlerine karşı
da, son derece şefîk2776 ve merhametli olduklarını bildirmesi, şecaatin
ancak yerinde ve bahusus din düşmanlarına karşı amansız bir halde
yapılması lüzumunu da bildirmiştir. Düşmana karşı kuzu gibi olup da,
biribirlerine ve bilhassa ev halkına karşı lüzumuz olarak kızıp
bağırmalar, hatta onları dövmeye kalkarak çeşitli korkulara sokmak,
hiçbir zaman şecaat alameti değildir. Çünkü erkeğin iyisinin, dış
hayatında sert, evde ise yumuşak ve mülayim 2777 olmasını tavsiye
etmişlerdir. Lakin bunları sû-i istimale 2778 meydan vermiyerek tatbik
etmeye çalışmalıdır. Yoksa onların İslami esaslara uymayıp da, asrın
her türlü rezaletine uymalarına göz yummak ve mülayim davranmak
hiç de caiz değildir.
Hubb-ü fillâh2779 ve buğz-u fillâh2780 kaidesini elden
bırakmamak ve her işte gerek sevgi icabı mülayimlik ve gerekse, isyan
ve günahlar hâlinde buğz,2781 şiddet ve adavet,2782 icap ederse şecaat ve

2772
Şedit: Şiddetli
2773
Şecaat: Yiğitlik, cesurluk
2774
Metanet: Sağlamlık, dayanıklılık
2775
Bahadır: Kahraman, cesur
2776
Şefîk: Şefkatli, acıması olan
2777
Mülayim: Yumuşak huylu
2778
Sû-i istimal: Kötüye kullanma
2779
Hubb-ü fillâh: Sevdiğini Allah için sevmek
2780
Buğz-u fillâh: Sevmediğini Allah için sevmemek
2781
Buğz: Sevmeme, düşmanlık, nefret etme
2782
Adavet: Düşmanlık

291
cesaretini Allah için göstermek, selamet-i hassa 2783 ve amme2784 için pek
yerinde olsa gerektir.
Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) Hazretleri bir hadîs-i şeriflerinde,
yakın ve uzak akrabalar arasında, hiçbir lâimin 2785 levmine2786
bakmayarak mücahedeye devam buyurmalarını işaret buyurmuşlardır.
Hudud-u ilâhînin2787 yani şeriatın vacip kıldığı bütün emirleri, gerek
hazarî2788 ve gerekse seferi2789 hâlinde yani misafirlikte îrâsına,2790
ikâmesine2791 say2792 ve gayret gösterilmesini ve fisebilillah 2793 mal ve
canlarınızla Hakk yolunda cihat edilmesini beyan ve tavsiye
buyurmuşlar ve cihadın cennet kapılarından en büyük bir kapı
olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın bu sebeple, mücahitlerin dünya ve ahiret
gam ve kederlerini gidereceğini de bildirmişlerdir.2794

HİMMET2795
Himmet, kasd2796 manasınadır. Bir şey kasd ve arzu
edilmedikçe meydana gelmeyeceği malumdur. Hayırlı şeyleri kasd
etmek her ne kadar onu yapmaya muvaffak olamazsa bile, tabîi ind-i

2783
Selamet-i hassa:
2784
Amme: Umumi, herkese ait
2785
Lâim: Çekiştiren
2786
Levm: Çekiştirmek
2787
Hudud-u ilâhî: Allah'ın çizdiği sınırlar
2788
Hazarî: Sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik
2789
Seferi: Seferde olma hali; harbe ait, muharebe ile alâkalı
2790
Îrâ: Bağış yapma, iyilikte bulunma
2791
İkâme: İskan etme, yerleştirme
2792
Say: Çalışma
2793
Fisebilillah: Allah yolunda ve Allah rızası için
2794
Râmuz'ül-Ehâdîs, s. 134
2795
Himmet: Gayret
2796
Kasd: Niyet, istek, amaç

292
ilâhîde2797 malum olduğu için o arzu ve emeli ile me'cur 2798 olur. Bunun
aksine kötü şeyleri kasdetmek de her ne kadar onu işlemedikçe defter-i
âmâline2799 günah yazılmasa bile, kalbinin o kötü ve fena düşünceler ve
emeller sebebiyle vâki'2800 olacak fesadın iyi neticeler vermeyeceği
muhakkaktır. Kalbin fesadı ise, cevârihin 2801 fesadını mü'eddi2802
olacağı da tabiidir. Onun için kötü ve uygunsuz ve günahı mucip
olacak her hareketten tevekkî2803 edip, iyi ve güzel, makbul ve
memduh2804 olan hareketleri seçmek ve yapmak, şüphesiz en âlâ ve
uygun olan bir işdir. Onun için kasd, ahlak-ı hamîdelerden 2805 biri
olarak zikredilmiştir.

FÜTÜVVET2806
Bu kelime cömertlik manasını mutazammındır. 2807 Bu hususda
mümkün olan malumat, cömertlik bahsinde mevcut olduğundan
tekrarına lüzum görülmemiştir. Cûd,2808 müvâsât2809 ve îsâr2810
bahislerine müracaat oluna...

2797
İnd-i ilâhî: Allah'ın katında
2798
Me'cur: Sevap kazanan
2799
Defter-i âmâl: Amel defteri
2800
Vâki': Vuku bulan, olan
2801
Cevârih: El, ayak gibi vücud azaları
2802
Mü'eddi: Sebep olan
2803
Tevekkî: Sakınma
2804
Memduh: Övülmüş
2805
Ahlak-ı hamîde: Beğenilen güzel ahlak
2806
Fütüvvet: Yiğitlik, cömertlik
2807
Mutazammın: İçine alan
2808
Cûd: El açıklığı
2809
Müvâsât: Tanıdıklarını ve arkadaşlarını, kendisinde bulunan nimetlere
başkalarını ortak etmek, onlarla iyi geçinmek
2810
Îsâr: İkram, cömertlikle verme

293
MÜRÜVVET2811
Mürüvvet; insaniyet, recüliyyet2812 ve ademiyet manalarını
taşımaktadır ki, insanlık yalnız boyla, varlık, bilgi ve benlikle değil,
belki İslam dininin gösterdiği ve bildirdiği güzel ahlakların, o kimsenin
üzerinde toplanmasıyla ve onları tatbiki ile mümtaz olması gerekir ki
bu da, nefse tam bir hâkimiyetin neticesidir. Yoksa lafların mahsulü
olamaz. İstediği zaman iyi, işine gelmediği zaman da, her fenalığı
yapmağa müstait2813 kimselerde, ne insanlık ne de recüliyyet yani
erkeklik ve ne de ademiyet2814 denilen güzel huyları bulmak mümkün
değildir. Hele servet, şöhret, makam ve mansıp 2815 düşkünlerinde
bunları aramak ve bulmak mümkün olamaz. Asıl erkek ve asıl insan,
hiç şüphesiz ki, ilk devrin Müslümanlarında pek bariz bir surette
temaşa edilmekte idi. İşte onlar örnek tutulursa, bu güzel ve kıymetli
insaniyet, reculiyyet ve ademiyet de bizde o nispette zuhur eder.
Cenab-ı Hakk cümlemizi, razı olmadığı bütün kötü
ahlaklardan emin ve mahfuz2816 eylesin ve razı olacağı bütün iyi ve
güzel huyları; güzel ahlakı nasip ve müyesser 2817 eylesin, âmin, Bi
hürmeti Seyyid'il mürselîn, ve'l hamdü lillâhi Rab'bil âlemin.
Allâhümme salli ve sellim alâ Seyyîdinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve
sahbihî ecmaîn.

2811
Mürüvvet: Yiğitlik, cömertlik
2812
Recüliyyet: Erkeklik
2813
Müstait: Kabiliyetli
2814
Ademiyet: Adamlık
2815
Mansıp: Yüksek memuriyet
2816
Mahfuz: Korunan
2817
Müyesser: Kolaylıkla olan, kolay(ca nasip) kılınan

294
295

You might also like