You are on page 1of 2

ADALETİN FAY KIRIKLARI: HAPİSHANELER

Bedri Baykam 23.02.2023

6 Şubat depreminin fiziksel yıkımı ve verdiğimiz on binlerce kayıp kadar, vaziyetin ülkece
üzerimize çöken psikolojik enkazı tüm ağırlığını korurken, geçen gün üst üste Hatay’ın farklı
noktalarında 6,4 ve 5,8 büyüklüklerinde iki deprem daha meydana geldi. Bu kez gıda ve
eşyalarını çıkarabilmek için evlerine giren vatandaşlar depreme yakalandı. Hasarlı binalar
yıkıldı. 18 gün geçti, hala en temel sorun olan barınma ihtiyacı çözülebilmiş ya da
bitirilebilmiş değil. Canlı yayın kampanyalarında devlet eliyle bol sıfırlı yardım rakamları
toplanıyor; ama hala belediye başkanları, ilçe ve köylerdeki vatandaşlar “çadır ve seyyar
tualet” diye yalvarıyor. Akıl alır değil!

Depremin yarattığı tahribat, maruz kalanından depremzede yakınına, konvansiyonel ya da


sosyal medyadan şahit olanından yardım için koşturanına, tüm milletimizi tarumar ettiği gibi,
özgürlüğü dört duvarla sınırlı tutuklu ve hükümlüler için de büyük bir felakete dönüşüyor.

Dün gece devletin, engelli vatandaşlar için nasıl bir depreme karşı hazırlık, önlem ve tahliye
planı olduğunu(!) merak edip düşünürken, bir yandan da aklıma mahkumlar ve mahkum
aileleri geldi. Yıkıcı bir depremde hapishanedekilerin can güvenliği kadar, dışarıdaki
yakınlarının depremle imtihanında neler yaşanmış olabileceğini ya da yaşanabileceğini
düşündüm. Adaletin kavramının siyasetle şekillenebildiğini gördüğümüz sayısız örnek
üzerinden, bilhassa haksız mahkumiyetle özgürlüğünden alıkonan insanlar için de katbekat
üzüntü duydum. Türkiye’deki cezaevlerinde olağanüstü haller için düşünülmüş bir hızlı
tahliye sistemi bildiğimiz kadarıyla yok. Hala otomasyona geçilmemiş; klasik demir kapılar
manuel kilit sistemleriyle çalışıyor. Netleştirilmiş toplanma alanları yok, yani güvenli alana
geçebilme planı yapılmamış. Bu ve benzeri durumlarda mahkum ve tutuklular için yaşamsal
riskin çok fazla olduğu aşikar. Bu konu ile ilgili mevzuatta telefon hakkı ve izin dışında afet
anında yapılaması gerekenlere dair şekillendirilmiş düzenlemeye de rastlamıyoruz.
Görüyoruz ki devlet konuya sadece bir iç güvenlik meselesi olarak bakıyor ve can güvenliği
bir öncelik değil. Şu durumda mahkumlar afet anlarında gözden çıkarılmış vatandaşlar mı
oluyor? Mahkumların firarına karşı yaşam hakkını geri plana atan güvenlik protokolü mantığı
da, gördüğümüz kadarıyla firarların yaşanmasına mani olamamış. Maraş Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın açıkladığına göre firari mahkumların önce 40’ı, sonra da 80’i yakalanmış.

Afetin yarattığı bu kaos ortamında, devletin mahkumlar ile yakınları arasındaki iletişimi
sağlamak noktasında nerede durduğunu araştırdığımızda ise, henüz çadır ulaştırmakta
muvaffak olamamış sistemin beyanat dışında soruna yönelik ciddi bir hamlesi de olmadığını
görüyoruz. Kısacası içerdeki dışarıdaki için, dışarıdaki de içerideki için kaygılı ve çaresizlik
içinde.

Depremde büyük zarar gören Maraş Türkoğlu 2 No’lu L Tipi Kapalı Cezaevi ve İslahiye T Tipi
kapalı Cezaevi’ndeki mahkumlar, yerleri yakınlarına söylenmeksizin farklı illere nakledilmiş.
Evrensel’in 12 Şubat’taki haberinde bir mahkum annesi olan Serap Ergin “Cezaevi her
defasında bizi farklı gerekçelerle geçiştiriyor. Bilgiler birbirleriyle çelişiyor. Bazen tutukluların
durumu iyi diyor, bazen de cezaevinde oluşan hasardan dolayı sevk edildi diye bilgi veriyorlar.
Nereye götürdüklerini bile söylemiyorlar. Cezaevi telefonlarımıza artık cevap dahi vermiyor.
Bir bilgi alamıyoruz. Sevk edilip edilmediğini bilmiyoruz. Yaşamını yitirip yitirmediğini
bilmiyoruz. Nerede olduklarını bilmiyoruz ve yollar kapalı olduğu için biz de gidemiyoruz.”
diyor. Geçen süre zarfında da konu ile ilgili bir gelişme olmadığını öğreniyoruz.

Tekrar ve tekrar altını çizelim: Devlet “bütün” vatandaşlarının can güvenliğini tesis etmekle
yükümlü olduğu gibi, hangi gerekçeyle hüküm giymiş ya da tutuklanmış olursa olsun,
mahpus vatandaşların yaşam koşullarını insani standartlar düzeyinde tutmakla mükelleftir.
Cezasını toplumdan tecrit ve özgürlük mahrumiyeti olarak çeken bir mahkuma, cezaevi
koşullarını zorlaştırarak ekstra bir cezalandırma sistemi yaratmaya -ya da konuyu
karanlıkta bırakarak- yaratılmasına fırsat vermeye kimsenin hakkı yok.

PEKİ YA HUKUKUN ENKAZI?!

Adalet mekanizmasının politik bir sindirme aracı olarak kullanıldığı şu atmosferde


cezaevlerindekiler için yaşadığım keder tarif edilemez düzeyde. Demokles’in kılıcı gibi halkın
ensesinde sallanan içeri atılma “anksiyetesi”, yani bir despotizm metaforu olarak “kaygının
Silivri hali”, herhalde demokratik ifade özgürlüğü rüzgarlarının estiği, yargısı bağımsız/tarafsız
bir hukuk devletinin tecellisi olarak doğmadı.

World Justice Project’in Hukukun Üstünlüğü Endeksi gibi çeşitli bağımsız raporlarda listenin
sonlarında olduğumuz malum. Zaten hukuksuzluğun adını koymak için ille de istatistiklere
ihtiyacımız yok. Bire bir yaşadığımız her şey -çok şükür ve ne yazık ki- toplumsal hafızamızdaki
yerini koruyor. Sayısız insan sabahın kör karanlığında, yaşına başına bakılmadan,
fikren/siyaseten sesini yükselttiği için adeta derdest edilerek evlerinden alındı. Adeta linç
edildi, yargılandı, mahkum edildi; bir yere varamayan iddianameler beraatı getirse bile
üretilen yeni dosyalarla yeniden mahkum edildiler. Neler neler yaşadık ve yaşıyoruz!

Bir tarafta örtbas edilip sonunda AİHM nezdinde Türkiye’nin defalarca mahkum edildiği kamu
görevlisi davaları, “iyi haller”, faili meçhuller, takipsizlikler, hatta hiç açılmayan dosyalar ve
ceza kavramının ucundan bile nasiplenmeyen bir güruh; diğer tarafta en az bir o kadar siyasi
tutuklu ve gazeteciler, Gezi gibi tamamen iktidarın kendi varlığına tehdit olarak algıladığı için
itibarsızlaştırılıp mahkum etmeye çalıştığı muhalif bir hareketin özneleri, kısacası birileri
varlığından rahatsızlık duyduğu için içeride olan ve gerçek adaleti bekleyenler. Örneğin,
aydınlanmamızın yüz akı örneklerinden Mücella Yapıcı gibi bir profilin siyasetten bağımsız,
adil bir hukuki düzende hapiste olabileceği aklınıza gelir mi? Bu ülkede akla gelmeyen başa
geliyor. (Emniyet kemerini çıkardığı için İngiltere Başbakanı Rishi Sunak’e ya da pandemide
kurallara uymadığı için dönemin Norveç Başbakanı Solberg’e para cezası kesilebilmesi gibi
adaletin herkese eşit mesafede olduğu durumlarsa bizim gibi adaletsizliğin kanıksandığı
coğrafyalarda çok ütopik görünüyor.)

Özetle, tüm bu adalet enkazının altından çıkmak için sabırla gün sayan insanlara, bir de
deprem afetinin yıkıntılarıyla bitecek bir son yazmaya kimsenin hakkı yok. Mahkumların
yaşam hakkı devletin sorumluluğundadır. Bu, devlet ahlakının da turnusolüdür.

You might also like