Professional Documents
Culture Documents
Zygmunt Bauman - Retrotopya - - 1еЧ1ел
Zygmunt Bauman - Retrotopya - - 1еЧ1ел
*
RETROTOPYA*
* S E L YAYINCILIK / D Ü Ş Ü N S E L
*SEL Y A Y IN C IL IK
Piyerloti Cad. I I /3 Çem berlitaş - İstanbul
Tel. (0212) 516 96 85
http://www.selyayincilik.com
E-mail: halklailiskiler@selyayincilik.com
SATIŞ - DAĞITIM:
Çatalçeşm e Sokak, No: 19, Giriş Kat
Cağaloğlu - İstanbul
E-mail: siparis@selyayincilik.com
Tel. (0 2 12) 522 96 72 Faks: (0 2 12) 5 16 97 26
RE TR O TO PY A
Z y g m u n t B aum an
Özgün Adı:
Retrotopia
© Polity Press, 2 0 17
© Anatolialit Telif Ajansı aracılığıyla Sel Yayıncılık, 2017
Retrotopya
Türkçesi: Ali Karatay
İÇ İN D E K İL E R
GİRİŞ
Nostalji Ç ağı.........................................................................................9
BİRİNCİ BÖLÜM
Hobbes’a Dönüş mü?........................................................................21
İKİNCİ BÖLÜM
Kabileye D ö n ü ş................................................................................. 53
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Eşitsizliğe D önüş...............................................................................87
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ana Rahmine D ön ü ş.................................................................... 119
SONUÇ
Değişim İçin Geleceğe Bakmak.................................................. 151
Düşünce ve hayat yoldaşım Aleksandra’ya...
Giriş:
Nostalji Çağı
1 Svetlana Boym, The Future ofNostalgia, Basic Books 2001 [Türkçesi: Nostaljinin Ge
leceği, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Metis, 2009].
de bir komplo teorisinin yerine yenisini koymak yoluyla tüm dünya
çapında modern karşıtı tarihsel mit üretimine girişen ve bütün dünya
da görülen milli ve milliyetçi uyanışların” bir karakteristiğidir, (s. 41)
Şu kadarını söyleyeyim ki, nostalji “başka bir yer” ile kurulmuş ol
dukça geniş bir duygusal ilişki ailesinin bir üyesidir yalnızca. Bu tür
bir sevgi ilişkisi (ve dolayısıyla Boym’un günüm üz “küresel nostalji
salgını”nda tespit ettiği bütün ayartmalar ve tuzaklar), en azından in
sani seçimlerin ihtiyari niteliğinin keşfedildiği -tam olarak tespiti güç-
uğraktan beri insanlık durum unun endemik ve ayrılmaz parçalan ol
muşlardır; ya da daha kesin olarak söylersek, insan davranışının bir se
çim meselesinden başka bir şey olmadığı ve olamayacağının ve (doğal
yansıtma mekanizması hariç neredeyse her şey itibarıyla) halihazır
daki dünyanın -geçmiş, bugün ve gelecekteki- sayısız m üm kün dün
yalardan yalnızca biri olduğunun keşfedilmesinden beri böyledirler.
Tarihin bayrak yarışında, “küresel nostalji salgını”, yavaş ama yine de
durdurulam az bir şekilde küreselleşen “ilerleme çılgınlığı salgını”ndan
bayrağı devralmıştır.
Gelgelelim yarış kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Yön değiştire
bilir, hatta parkur değiştirebilir, fakat durmaz. Kafka bizi yöneten ve
muhtemelen sonsuza kadar da yönetmeye devam edecek olan bu içsel,
bastırılamaz ve tatm in edilemez ihtiyacı kelimelere dökmeye çalışmıştı:
2 Franz Kafka, “The Departure”, The Collected Short Stories o f Franz Kafka içinde, der.
Nahum N. Glatzer, Penguin 1988, s. 449 (çev. Tania and James Stern).
Thomas M ore’un insanlığın bin yıllık cennete dönüş ya da cenneti
bu dünyada inşa etme düşüne “Ütopya” adını vermesinden beş yüzyıl
sonra, ikili bir yadsımanın oluşturduğu bir Hegelci üçlü daha döngüsü
nü tamamlamaya yaklaşmış durumda. More’dan beri bir topos a (bilge
ve iyicil bir hüküm darın yönetimi altında olan sabit bir yer - bir polis,
bir kent, bir egemen devlet) bağlanmış olan insanlığın mutluluğu ta
savvurlarının belirli bir topos la bağının kesilip bireyselleştirilmesinden,
özelleştirilmesinden ve kişiselleştirilmesinden (salyangoz yuvaları m o
delini izleyerek insan bireylerinden oluşan “alt kompartımanlara dev
redilmesinden” [subsidiarized]) sonra, şimdi, tam da cesurca ve hemen
hemen başarıyla yadsımaya giriştikleri şey tarafından yadsınma sırası
bu ikili yadsımaya geldi. More tarzı ütopyanın bu ikili yadsımasından
(bu ütopyanın reddini yeniden diriliş takip etmiştir) bugünlerde “retro-
topyalar” doğuyor: iki kuşak önceki atası gibi henüz doğmamış ve do
layısıyla var olmayan geleceğe bağlı olmak yerine, kaybolmuş/çalınmış/
terk edilmiş fakat tamamen ölmemiş geçmişte kâin vizyonlar:
7 Peter Drucker, The New Realities, Butterworth-Heinemann Ltd. 1989 [Türkçesi: Yeni
Gerçekler, çev. Birtane Karanakçı, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınlan, 2000],
BİRİNCİ BÖLÜM
1 Timothy Snyder, Black Earth: The Holocaust as History and Warning, The Bodley
Head 2015, s. 320.
hazırdaki icrasını baltalama, akamete uğratma ve aciz düşürme amaçlı
yürütülen “kötü şiddet” (aynı zamanda “iyi şiddet” kuvvetlerini düş
m anının araçlarını ve stratejisini benimsemeye zorlayan sinsi ayartıcı
lığından dolayı da “kötü”) arasında sürekli ve asla sonu gelmeyecek bir
yıpratma savaşı tasavvuruna razı oluyoruz gibi görünüyor. En harika
ve ne yazık ki en ulaşılmazı da olan ütopyalar arasından bir şiddetsiz
dünya ütopyası çıkarıp yeniden gündemleştirmek zorundayız.
Peki, şiddet olgusunu değerlendirme biçimimizde daha az radikal
ve daha az sonuç verici olmamasına rağmen pek de öngörülmeyen de
ğişimi nasıl izah edeceğiz? Bu değişim Randolph Hearst’ün dikkat çeki
ci haber için verdiği ve gerçekten de bir şekilde onları gözümüze sokan
formülü (“haber kahve gibi sunulmalıdır: taze ve sıcak”) uygulayan,
her an her yerde hazır ve nazır bıkmaz usanmaz medyanın evlerimize
kadar getirip gözümüze soktuğu şiddet eylemlerindeki ani patlama ne
deniyle gerçekleşmiş olabilir. Peki bu açıkça görülür ve elle tutulur şid
det patlaması bir zamanlar aşılmaz surlar gibi tahayyül edilen sınırların
hayli gözenekli ve geçişken hale getirilmesinin, süregelen küreselleşme
süreçleri tarafından kabartılıp güçlendirilmiş dalgaların çarpmasıyla
harabeye dönmesinin bir sonucu olarak görülebilir mi?
Acaba bu düşünsel değişim, zor araçlarını ve uygulamasını tekelle
rine almak için geçmişte besledikleri hırsı açıkça ifade ederek değilse
de fiilen terk eden devletlerin pratiğinde yaşanan değişimin bir yan so
nucu olarak açıklanabilir mi? Ya da düzenin korunmasına hizmet eden
meşru zor ile düzeni bozan ya da sarsan gayrimeşru zor arasına bir sınır
çizme hakkı (ki kesin ve net bir şekilde belirlenmiş hayli seçkin aktör
lerin bir imtiyazı olduğuna inanılıyordu), Alfred North W hitehead’in
ifadesiyle “esasta çekişmeli” meselelerin durdurulamaz bir şekilde uza
yan listesine dahil oldu ve artık sonsuza kadar orada kalacağına inanılı
yor belki de. Snyder’ın ortaya koyduğu kavramsal çerçeveden bir kesit
alarak söylersek: Çağdaş devletler, halihazırda, W eber’in zor araçları
tekeline sahip ideal devlet tipi ile Snyder’ın “başarısız” (ya da düşük
veya devrik) devlet ya da, pratikte aynı anlama gelmek üzere, “devletsiz
bölge” arasında çizilen bir eksen üzerinde konumlandılar.
*
Meşru ile gayrimeşru, izinli ile yasaklı, yasal ile yasadışı, m üsama
ha gösterilen ile gösterilmeyen zor arasına sınır çizme (ya da ihtiyaç
duyulduğunda keyfe göre yeniden çizme) hakkı iktidar mücadelesi
nin ana konusudur. Ne de olsa böyle bir hakka sahip olmak iktida
rın, bu hakkı kullanma ve bu kullanımı diğerleri için bağlayıcı kılma
kabiliyeti ise tahakküm ün tanımlayıcı niteliğidir. Bu hakkı tesis et
mek ve kullanmak, Leviathan dan beri, siyasetin alanında bir faaliyet,
siyasi yapıyı temsil eden hükümetin bir ayrıcalığı ve başaracağı bir
görev olarak görülmüştür. Günümüze yaklaştıkça yoğun bir şekilde
tartışılan bu görüş Max W eber tarafından (ve onun politik devleti
zor araçlarıyla, dolayısıyla denilebilir ki bunların kullanımı üzerin
deki tekeliyle tanımlama kararıyla) yeniden teyit edilmiş ve sosyal-si-
yasal bilimlerde neredeyse bir yasa statüsü kazanmıştır. Buna karşın
Leo Strauss’un,2 insanlık durum una tarihselci yaklaşımın kaidelerini
tartışırken, akıcı-modern çağımızın oluşturduğu eşik üzerine bizi
büyük bir sezgiyle uyardığı gibi:
2 Leo Strauss, Natural Right and History, University of Chicago Press 1965 (1950)
[Türkçesi: Doğal Hak ve Tarih, çev. M urat Erşen, İstanbul: Say, 2011].
tında bulunanların güvenliğinin garantörü, insanın fıtri (içgüdüsel
ve dürtüsel) saldırganlığına ve dolayısıyla diğerlerinin kontrol edi
lemez şiddetine karşı tebaasının yegâne etkili korunm a ve savunma
şansı olarak Hobbes’un devlet vizyonunun kapsamlı bir revizyonu
nu savunur. Hatta bu üç görüş, dolaylı bile olsa, günümüzde hâkim
olan -şiddete karşı- savunmasızlık ve güvensizlik ortam ının başlıca
faktörleri/sebepleri/uygulayıcıları arasında, bir zamanlar insani gü
venliğin garantisi ve şiddete karşı yegâne sigorta olarak tanımlanan
devletin de sayılabileceğini öne sürer.
Günüm üzün en önemli, en keskin, en dobra kültürel/sosyal
eleştirmenlerinden birisi olan, Monthly Review tarafından basılmış
America’s Addiction to Terrorism’in [Amerika’nın Terörizm Bağım
lılığı] yazarı Henry Giroux bu düşünceyi şu noktaya kadar götürür:
3 Bkz. https://thisishell.com/interviews/882-henry-giroux.
duyulan dehşet verici şüpheyi bilinçaltımızda boğma/askıya alma/
bastırma şeklindeki savunmacı eğilimimize meydan okur ve karşı
koyar. Bu nedenle bahsettiğim korku ve şiddet zerk edilmiş hayatlar
aynı zamanda her Allah’ın günü aramızda “kanun ve düzen” alanını
el üstünde tutup keyfini sürenlere de işaret eder. Fakat bu insanlar
ani aydınlanma anlarında, kuşkularının ve önsezilerinin sürüldükleri
bilinçaltının derinliklerinden geri dönmesini engelleyemezler.
Özetlersek: Kaderin beklenmedik cilvelerinin yaşandığı uzun bir
yoldan sonra, Leviathan iflas etmiş olarak görülmeye başlanmıştır;
zira güvenlik arayanların bir zamanlar olduğunu varsaydıkları (ba
zen hakiki olduğu hissedilen, ama çok daha sık olarak da farz edilen)
güçlerine -H obbes’un tavsiyesine uyup- yatırdığı güven kredisine
faiz ödeyemiyor. Gittikçe sıklaşan vesilelerle, meşru ve gayrimeşru
şiddet arasına gerçekten güvenilir, zorunlu, bağlayıcı, çiğnenemez ve
geçilemez bir sınır çizme kapasitesine sahip olmadığını gösteriyor.
BİCC’den (Uluslararası Bonn Dönüşüm Merkezi [askeri amaç
lardan sivil amaçlara]) Max M. Mutschler M art 2016 tarihli ön rapo
runda şöyle söylüyordu:
4 Max M. Mutschler, “On the Road to Liquid Warfare?”, BICC Çalışma Belgesi, 2016.
Akışkan savaşım dediğim şeyde, modern devletler bölge kontro
lünün ve yönetim inin getirdiği yüklerden ve sorumluluklardan
kaçınıyor; çünkü ellerinin altında daha ucuz maliyetli kontrol
araçlarının olduğuna inanıyorlar. M odern askeri teknoloji, on
lara, herhangi bir anlamlı karşı saldırıya maruz kalmaksızın, ne
zaman ve nerede saldırıp düşmanı yüksek bir hassasiyetle vura
caklarına karar verme olanağını veriyor. Hareketlilik ve hızın salt
[niceliksel] büyüklüğe ağır bastığı gerilla savaşının temel ilkeleri
ne oldukça benzer şekilde, vur-kaç taktiklerine dayanıyorlar.
*
Öyleyse bir kez daha reyting heveslisi ve dolayısıyla hizmete hazır
medya tarafından büyük ölçüde işi kolaylaştırılan “taklit(çi)” feno
meniyle karşı karşıyayız demektir. İmitasyon m odanın açtığı yoldan
ilerler ve karşı konulmaz cazibesini, m odanın da yaptığı gibi, uzlaştı-
rılamaz olanı uzlaştırma ve böylece bambaşka amaçlara yönelik oldu
ğu açık olan, (fazlasıyla) insani iki arzuyu eşanlı olarak tatm in etme
vaadinden türetir: sosyallik tutkusu ile bireysellik tutkusu; ait olma
arzusu ile ayrı durm a arzusu. Bu tür bir ereksel ikilik ve bu ikiliğin
davranışlar üzerindeki etkisinin sonucu olarak ortaya çıkan diyalek
tik çelişkiler Georg Simmel tarafından tespit ve uzun uzadıya analiz
edildi.8 Buna karşın m odanın doğasında her daim bulunan yineleme
ve yenilik arasındaki diyalektik çelişkilerin gün ışığına çıkarılması ise
daha geriye, Gabriel Tarde’a9 tarihlenebilir. Tarde yinelemeyi insani
öznelerin riskli bir seçimle karşı karşıya kaldıkları her defasında te
tiklenen en az riskli tercih arayışıyla, yeniliği ise benliğin ayırt edilme
ve özerklik için duyduğu ilki kadar güçlü arzuyla açıklamıştır.
Ne var ki Tarde ve Simmel’in zamanından bu yana, imitasyonun
mekanizmasında, uygulandığı sahalarda ve oynadığı rolde çok şey
değişti. Yeni “taklit” konsepti, insani varoluş tarzının başka bakım
lardan değişmez bir nitelik taşıyan bu yol arkadaşında gerçekleşen
söz konusu son değişiklikleri yakalamayı amaçlıyor. Bu değişiklik
lerin kökleri, Elihu Katz ve arkadaşları tarafından kaleme alınan Ec-
hoes o f Gabriel Tarde: W hat W e Know Better or Différent 100 Years
Later kitabında etraflıca analiz edildiği gibi, iletişim alanında çok ya
kın zamanlarda gerçekleşen devrimdedir.10 Kuşkusuz bu değişiklik
ler bütünüyle yenilik değildir; niteliksel değişimlerden ziyade, bilgi
kaynağı ile bireysel görüşler ve bu görüşleri izleyen tutum ve davra
nışlar arasındaki dairesel harekette gerçekleşen niceliksel değişimler
dir. Bununla birlikte internetin ortaya çıkışının tetiklediği niceliksel
8 Bkz. Georg Simmel, “Fashion”, American Journal of Sociology, 62, Mayıs 1957, eri
şim: http://sites.middlebury.edu/individualandthesociety/files/2010/09/Simmel.fas-
hion.pdf.
9 Bkz. Gabriel Tarde, Law o f Imitation, H. Holt and Co. 1903, çev. Elsie Clew Parsons
(Fransızca orijinali 1890’da basıldı).
10 Elihu Katz vd., Echoes o f Gabriel Tarde: What We Know Better or Différent 100 Years
Later, USC Annenberg Press 2014.
değişikliklerin büyüklük ve ağırlık itibarıyla yeni bir nitelik boyutu
na vardığı kabul ve itiraf edilmelidir. Bunlar, sıkça dillendirilen “fark
yaratmayan farklılık farklılık değildir” özdeyişine uygun olarak, tam
anlamıyla ve gerçekten “fark yaratan farklılıklardır.11 Her durumda,
bir yüzyıl sonra (günümüzde) gerçekleşen niteliksel kopuşu yaratma
kapasitesine sahip bir modelin doğuşunun işaretini (modelin olgun
laşmasından çok önce, zuhurunun kayıtlara geçmesinden ve sosyal
bilim otoriteleri tarafından onaylanmasıyla birlikte görmezden ge
linmesi artık olanaksız hale gelmesinden ise önce) verdiği için, Tarde
her türlü övgüyü hak ediyor. Elihu Katz’ın, yukarıda bahsedilen ça
lışmasının Giriş’inde işaret ettiği gibi,
12 John B. Thompson, Media and Modernity: A Social Theory o f the Media, Polity 1995
[Türkçesi: Medya ve Modernite, çev. Serdar öztürk, İstanbul: Kırmızı, 2008].
özgüllük - “sonsuz bir potansiyel alıcılar dizisi için” üretilmiş bilgiyi
iletme özgüllüğü- ekleyen “dolayımlı yarı-etkileşim”dir (s. 83-84).
Yeni iletişim araçlarının, özellikle de interaktif ve tam anlamıyla taşı
nabilir alıcıların (ki küçük boyutları sayesinde 7/24 “gerçek zamanlı”
iletişim için elverişlidirler) bolluğu sayesinde erişilebilir hale gelen
internetin en önemli (ve taklit fenomeninin yayılmasıyla en alakalı)
özelliğinin “toplu fakat koordinasyonsuz bir cevabi edim”in (s. 113)
icrasını m üm kün kılmaları olduğuna inanıyorum. İnternet başta ol
mak üzere yeni iletişim araçlarının m üm kün ve bu m üm kün olanı
hayli çekici hale getirecek şekilde neredeyse zahmetsiz kıldığı şeyin,
dillere pelesenk olmuş on binlerce “şişe içi mesaj”ı tek seferde üret
mek, dolayısıyla bu mesajların fark edilme, çekilip çıkarılma, açılma,
okunm a ve benimsenme şanslarını artırm ak ve böylesi koordinas
yonsuz ama ortaklaşa bir hareketi kuvvetle muhtemel ve hatta vaka-i
adiyeden kılmak olduğunu söyleyebiliriz.
Thompson’ın çalışması, yirmi yıl önce basıldığı için, doğal olarak
televizyon vakası üzerinden gerçekleştirdiği yeni iletişim araçları ana
liziyle birlikte, televizyonun bilginin üreticileri ile alıcıları arasında
yarattığı kesin bir ayrışmaya ve asimetriye odaklanır (gerçekten de
televizyon vakasına daha yakından bakıldığında, Descartes’m aktif ve
becerikli özne ile pasif ve kolayca eğilip bükülebilir nesne arasında
yaptığı ayrımın televizyonla birlikte fiiliyata geçme pratiğinden ve
pratiğini de aşan niyetinden bahsedilebilir). Tahminimce Thompson,
internetin “uzaktan eyleme” pratiği bağlamında getirdiği başlıca ye
niliğin ortaya çıkışından sonra gerçekleştirmiş olsaydı, çalışmasının
odak noktasını TV’den internete kaydırırdı. Zira bahse konu yenilik,
yani internetin yapısal bir niteliği olan ve Descartes tarzı özne/nesne
karşıtlığını büyük ölçüde yumuşatan karşılıklı etkileşim, insan birlik
teliğinin biçimlerine dair yarattığı büyük sonuçlar günbegün belirgin
leştikçe, daha da kuşku götürmez bir yenilik halini alıyor. Thompson
“kamusallık” (bir başka ifadeyle, herkesin düşüncelerinin en azından
prensip olarak sergilenebildiği, bilindik hale gelebildiği, tartışılabil-
diği, onaylanabildiği ya da kınanabildiği dünya çapında erişime açık
kamusal alan) olasılıkları üzerinde dururken, o dönemin “sembolik
ortam ”mı “medya sektöründeki birleşmelerin, ele geçirmelerin ve
birden fazla medya organına sahip olma”nın (s. 241) bir sonucu olarak
“çoktan kaynakların önemli ölçüde yoğunlaşmasının damgasını vur
duğu” (s. 236, vurgu bana ait) bir ortam biçiminde tarif eder.
Bu gözlem bugün de yirmi yıl önce olduğu kadar doğru ve geçer-
lidir. Bununla birlikte internetin zuhuru televizyonun domine ettiği
sembolik ortama damgasını vuran süreçlere yeni bir yön vermiştir:
kaynakların dağılması. Bu eğilim, medya holdinglerinin gücündeki
süregelen artışa rağmen, Ihom pson’m “kamusallığm yeniden keşfi”ne
rehberlik etmeye uygun bir prensip olarak sunduğu “düzenlenmiş
çoğulculuk” (s. 240) rejiminin tesisine yardım eder. Çoğulculuk çok
tandır vardır ve gerçekten de gittikçe artan şekilde düzenlenmektedir.
Fakat bu noktada bir ya da iki kritik kayıt düşülmelidir; birincisi: dü
zenleme görevi, dünyadaki insan varoluşunun birçok diğer boyutunda
(sözgelimi toplumsal ölçekte yaratılmış problemlere bireysel çözüm
ler uydurmak ya da organize dinlerin sunduklarından “bana ait” bir
Tanrı çıkarmak örneklerinde) olduğu gibi, “alt kompartımanlara dev
redilmiş” [subsidiarized] ve bireyin takdirine bırakılmıştır. Bu görev
Anthony Giddens’ın “hayat siyaseti” adını verdiği alana havale edil
miştir, fakat internetin yüzü suyu hürmetine, hayat siyaseti yalnızca
halk arenasına erişim sağlamakla kalmamış, artık sorgulanmayan, öfke
uyandırmaktan ziyade geniş ölçüde benimsenen ve ayrıca günlük ola
rak yeniden üretilen bir hâkimiyet elde ederek, onu zapt ve fethetmiş-
tir. Diğer kayıt ise şudur: bahsettiğimiz yeni gelişen çoğulculuk, para
doksal bir şekilde, bu tür bir çoğulculuğun doğurmak ve sürdürmek
zorunda olduğu kafa karıştırıcı bir kakofoniyi “düzenleme” (azaltarak
hafifletme ya da tümüyle yok etme), bir başka ifadeyle, sindirilemeye-
ni yenilebilir yapma ve karışıklığı anlaşılabilirlik sınırlarına indirme
yönündeki çok sayıda ve çok çeşitli bireysel girişimlerin bir türevidir.
Şeffaflığın ve belirsiz-olmamanın ortak ürünü olan bir huzur adası,
çoğu zaman batmış bir geminin kazazedesi olan ya da denizden gele
cek muhtemel bir felaketin korkusuyla tir tir titreyen sakinlerini, akıl
almaz derecede belirsiz çoğulculuğun çalkantılı gelgitlerinden çekip
alarak turnayı gözünden vurur: Bu ada her ikisi de akışkan-modern
koşullar altında kaçınılmaz ve istikrarlı bir şekilde müzakereye kapalı
olan ait olma arzusu ile kendini oluşturm a zorunluluğunu eşanlı ola
rak yerine getirir ya da öyle hissettirir. Bu iki gereksinim birbiriyle
çekişme halinde olmak yerine iç içe geçmiştir ve yan yana, tek hamle
de ve eşzamanlı olarak karşılanmaya müsaittir (ya da en azından öyle
görünür). Taklitçi davranış bu iki-yönlü kaygı için böylesine ideal
bir çözüme ulaşmada ideal bir araçtır - endemik ve azaltılamaz bir
şekilde çoğulcu olan çevrimdışı ortam da fiilen işlevsiz olan bu aracın
yayılmasını m üm kün kılan şey ise internettir.
Ancak bir edimin taklit edilme şansına sahip olabilmesi için ön
celikle internetin sağladığı izleyici/dinleyici/okuyucu kitleye ulaşma
sı gerekir. Söz konusu kitle, bugünden bakıldığında, uzak görünen
geçmişte kendilerini yinelenebilir yüz yüze karşılaşmalar için erişile
bilir kılan fiziksel yakınlık dahilindeki komşularla sınırlıydı; bilişim
çağının (“şebekeler” şeklinde yeniden dirilmiş) grupları ise bir ne
denle saygı duyulan ve güvenilir olduğuna inanılan bu bilgi aktarıcı
larının etrafında oluşuyor ve biçimleniyor. Bu grupların ekranda gö
rülme sıklığı ve gururla ve usulünce mesajlarına ekledikleri “beğen”
ve “paylaş” sayılarının fazlalığı, daha az manipüle edilebilir ve bu
nedenle de daha güvenilir ölçütlerin yokluğunda, yaptıkları tercihin
halk nezdinde itibarlı olduğunu, saygı gördüğünü ve dolayısıyla -b ir
tüm dengelim le- arzulanır olduğunu göstermek için ihtiyaç duyulan
tüm desteği sağlıyor. Sunulanlar arasından diğerlerini reddederken
ya da dışta bırakırken onları seçmiş olduğum gerçeği, benim tarafım
dan seçilmek yerine beni seçen ve rızam aranmaksızın ait kılındığım
eski komünitede olduğunun aksine, öz benliğimin sırtı sıvazlanmış
gibi keyifli ve rahatlatıcı hissettirir. Sanki bağımlılıktan ziyade bir
bağımsızlık eğitimi içindeymişsiniz, kahramanca bir benliğini kabul
ettirme mücadelesinde zafer kazanmışsınız gibidir; peşinen garanti
edilmiş bir tanınm a ve grup onayı da çabasıdır.
Bir maço sokak çetesinin şiddet saplantısı ile saygın bir yurttaşın
cezalandırma saplantısı, yalnızca doğaları itibarıyla değil, köken
leri itibarıyla da birbirine benzer. Her ikisi de emek piyasasındaki
kaymalardan doğar: Çetenin şiddeti bir işçi olarak piyasaya katı
lım dışlanırken doymak bilmez bir tüketici olarak aynı piyasaya
katılımın teşvik edilmesinden kaynaklanırken, saygıdeğer yurtta
şın şiddeti piyasaya katılımın istikrarsız bir şekilde gerçekleşme
sinden kaynaklanır. Yani bu iki şiddet türünün kaynağı gösterip
de vermeyen bir dışlama ve istikrarsız kapsamadır.13
16 Umberto Eco, II cimitero di Praga, 1. İtalyanca baskısı 2010 [Türkçesi: Prag Mezarlığı,
çev. Eren Cendey, İstanbul: Doğan Kitap, 2014,16. baskı].
sana kendi kom plo teorisine sahip kişilerin keyiflerince doldura
bileceği bir form. (s. 99)
17 Umberto Eco, Sererıdipities: Language and Lunacy, çev. William Weaver, Phoenix
1998.
cıların konuşmalarında ve kitle iletişim araçlarının yayınlarında hiç
olmadığı kadar sık bir şekilde beliriveriyor ve “sosyal ağlar” denilen
alanda hızla genişleyen bir yer işgal ediyor. Büyüyen cüssesiyle, bıra
kalım kontrol altına almayı, ona karşı koymak bile kolay iş değildir;
öyle ki, “dünya çapında [bir] komplo”nun geniş -kim bilir, belki de
sonsuz genişlikteki- tuvaline “öz-ereksel şiddet” edimleri nakşetmek
bu edimlerin önemini ciddi ölçüde artırdığı gibi, faillerinin kahra
manlık ve itibar puanlarını da yükseltiyor.
Bu nakşetme ediminin sağladığı ekstra (ve belki de başlıca) getiri,
ağların öncekinden bile daha geniş bir alana atılabilmesine dayanır:
Bir yandan öz-ereksel şiddet örneklerinin taklidine karşı direnç, hat
ta bir karşı koyma geliştirmiş muhitlerden yeni üyeler yakalanmasını
sağlarken, diğer yandan taklitçilerin normalde iç karartıcı, yavan ve
umutsuz varlığına anlam (kuşkusuz soylu ve yüceltici bir anlam) kata
bilecek “büyük dava” ihtiyacını giderir. Bir davaya sahip olmak demek
olayın gerçekleştiği yerel sınırların ötesine ulaşmak demektir: Kabaran
dalgaların ölçülemeyecek kadar geniş alanlara ulaşıp sayılamayacak
kadar çok halk kitlelerini etkileyeceği kesindir. Dünyalar Savaşı ya da
İyi ile Kötü arasındaki nihai kapışma konseptine yaklaşan bir dava: Bir
devlerin savaşıdır bu, bir ölüm kalım savaşı, tam tükenişe kadar savaş,
velhasıl gerçekten de son savaş, bütün savaşları bitirecek bir savaş ve
gelecekteki her türlü mağlubiyetin önüne geçecek bir zafer.
20 https://www.socialeurope.eu/2011/08/the-london-riots-on-consumerism-coming-
home-to-roost/.
devam edeceğini düşünüyor. “Anlamlı bir ölüm ”, onlara, tamamen
anlamsız bir hayata göre daha iyi, hatta çoğu zaman karşılaştırıla
maz derecede daha iyi bir seçenek, anlamsız hayatın yegâne gerçekçi
alternatifi gibi görünüyor. Terörist çetelerin şefleri kendilerini feda
etmeye hazır itaatkâr askerleri bu tür bireyler ya da bu tür bireylerin
oluşturduğu kategoriler arasından devşiriyor. Devşirenlere sadece
devşirilenlerin beyinlerini yıkayarak, onları önerdikleri tarihte ve
biçimde ölmenin ne kadar anlamlı bir şey olduğuna ikna etmek kalı
yor, ki bu da çok önceden devşirilmiş ve çoktan hayatın anlamsızlığı
na ikna olmuş askerlerin kolayca yaptığı bir iştir.
21 https://www.nytimes.com/2016/01 /20/opinion/rethinking-college-admissions.html.
22 https://www.nytimes.com/2016/01/22/opinion/the-anxieties-of-impotence.html.
edilen Amerikalılara ve onlar/bizim gibi olanlara değil de geri ka
lanlarımıza sorulsaydı, tahminimce bu ikinci şıkkı seçeceklerin ora
nı daha yüksek -h atta belki de bir hayli yüksek- olurdu. Zira böyle
bir eğitimden/talimden geçen Amerikalılar ve bizler için böylesine
kişisel bir soru soran yabancı insanlara titrek bacaklarımızın ne ka
dar güvenilmez olduğunu itiraf etmek utanç vericidir, “olmak ya da
olmamak”ın özsaygı versiyonudur. Acziyet duygusu ve bunun neden
olduğu korku/gerginlik, çoğumuz için, nefret edilesi ve saplanmak
tan ölesiye korktuğumuz hayli yüz kızartıcı bir durum dur. Mutlak
güç, en azından Lord Acton’dan bu yana halk bilgeliğinin ısrarla ifa
de ettiği gibi, mutlak biçimde yozlaşabilir; fakat bu bilgeliği bizim
kuralsızlaştırılmış/atomize edilmiş toplum koşullarımıza uyacak şe
kilde güncellersek, Brooks’un bizi uyardığı gibi, mutlak güçsüzlük
hissi de mutlak biçimde yozlaşabilir:
Her ne kadar yanıltıcı da olsa, böyle anlar güç algısının ortaya çık
tığı anlar olabilir; çoğu durum da bu eylemlerin fazlasıyla elle tutulur
ve sürekli nitelikteki güçsüzlük halini telafi etme, dolaylı olarak da
anlamlı bir hayatın müzm in ve zalimce inkârının bedelini ödetme ve
intikamını alma kapasitesinde olması um ulur (bütün umutsuzluğa
rağmen umulur). Bazıları bu um udun naifliğiyle alay edebilir ya da
bu um udu (a priori sonuçsuzluğa ve başarısızlığa mahkûm olduğu)
bir teste tabi tutm ak için bazı insanların ödemeye hazır olduğu be
delin büyüklüğünden afallayabilir; fakat birçokları da gayet iyi idrak
edecektir ki, bu insanlar açısından, haince ve acımasızca kendilerin
den çalınmış haysiyetlerinin geri kazanılabilmesi ve onarılması için
yegâne gerçekçi ve erişilebilir fırsat bu um uttur. Bıçaklı Filistinliler
de insan haysiyetini ve saygınlığını inkâr eden çok sayıda ve çeşitli
baskılara m aruz kalmış insanlardan müteşekkil uzun listenin yalnız
ca bir satırından ibarettir.
Refah skalasının diğer kutbundaki insanlar, yani gezegendeki en
zengin ve güçlü ülkenin yurttaşları olan Amerikalılarla ilgili olarak
ise David Brooks şöyle yazıyor: “[A]çıkça sorumlu tutulabilecek bir
kötü adamı olmayan karmaşık ve zorlu problemlerle kuşatılmışlar
dır: Teknolojik değişim işçileri yerinden ediyor, küreselleşme ve hızlı
insan hareketliliği toplumları istikrarsızlaştırıyor, aile yapısı çözülü
yor, Ortadoğu’daki siyasi düzen sallanıyor, Çin ekonomisi çöküyor,
eşitsizlik yükseliyor, küresel düzen aşınıyor vs.”
Darbeler altında inleyen fakat bu darbelerin nereden ve kimden
geldiğini bile bilmeyen Amerikalılarla kıyaslandığında, en azından
bütün ıstıraplarının suçunu bütün cefaların ortak paydasına, yani İs
rail işgaline yükleyebilen Filistinliler yine şanslıdır diyeceği geliyor
insanın. Başka yerlerde ama benzer istikbal ve haysiyet zedeleyici
şartlarda yaşayanların taşıdıkları bıçaklarla kimi bıçaklamaları ge
rektiğine dair pek de bir fikirleri yoktur. Gelişine vururlar. Hobbesçu
dünyanın güncellenmiş versiyonu olan dünyamızda, hayat, haritası
hiçbir zaman çizilmemiş ya da çizilmişse de kaybolmuş bir mayın
tarlasında yürümeye benzer. Hatırlatırım, patlayıcılarla öylesine do
ludur ki bu tarla, patlamaların tekrar tekrar yaşanması kaçınılmaz
olmasına rağmen, hiç kimse hiçbir şekilde bu patlamaların nerede ve
ne zaman gerçekleşeceğini bilemez.
Ve böylece bu bölüm ün başlığındaki soru işaretini kaldırmaya
hak kazandık gibi görünüyor: Gerçekten de Hobbes’un dünyasında-
yız, hiç değilse o yoldayız. Fakat bu sefer kendimizi herkesin herke
se karşı savaşı durum unda bulmamızın nedeni bir ulu Leviathan’m
yokluğu değil, çok sayıda, her zamankinden çok sayıda irili ufaklı
Leviathanların eşanlı varlığıdır; bu Leviathanlarm doğru dürüst iş
lememesi, Hobbes’a göre, atalarımızın kendilerini yönetmek üzere
Leviathan’ı davet etmelerine (ya da daha doğrusu tahayyül etmele
rine) neden olan görevleri yerine getirememesidir; diğer küçük Le-
viathanların kusur ve eksikliklerini (ki bunların arasında, birliktelik
biçimimizin, bu biçimin yeni, fakat çoktan sağlamca yerleşmiş koşul
larının çok gerisinde kalması başı çeker) giderme kapasitesine sahip
asıl Leviathan’ın ortada olmamasıdır.
İKİNCİ BÖLÜM
Kabileye Dönüş
“Eğer devletler bir gün büyük mahalleler haline gelirse, m uhtem el
dir ki m ahalleler de küçük devletler haline gelecektir. Mahalleliler
yerel siyasetlerini ve kültürlerini yabancılara karşı savunm ak için
örgütleneceklerdir. Tarihsel olarak her ne zam an devlet açık ol
muşsa (...) mahalleler kapalı ve dar görüşlü kom ünitelere dönüş
m üştür.” M ichael W alzer 30 yıldan fazla süre önce, geçmişe dönük
bir yaklaşımla ve o zam ana kadar biriktirdiği deneyim lerinden yola
çıkarak bu sonuca varıyor, aynı şeyin yakın gelecekte de yinelene
ceği kehanetinde bulunuyordu.1 Bahsettiği yakın gelecek geldiğin
de onun öngörüleri haklı çıkıp teşhisleri bir kez daha teyit oldu.
Küreselleşme ve onu izleyen iktidar ve siyasetin birbirinden
ayrılıp boşanm aları d u rum u neticesinde, gerçekten de devletlerin
günüm üzde dönüşm ekte olduğu şey belli belirsiz çizilmiş, delik
deşik olm uş ve yetersizce tahkim edilmiş sınırların içine hapsol-
muş büyük mahallelerden fazlası değilken, bir zam anlar pouvoirs
intermédiaires’den [ara güçler] geri kalanların tarihin çöplüğüne
doğru yolculuğuna eşlik etmesi beklenen eski zam an mahalleleri
“küçük devletler” rolünü üstlenm e mücadelesi veriyor. Zira m a
halleler yarı yerel siyasetten ve bir zam anlar kıskançlıkla korunan,
kimseyle paylaşılmayan ve kimseye de devredilemeyen bir dev
let tekelinin söz konusu olduğu “biz”i “onlar”dan (ve kuşkusuz
1 Michael Walzer, Spheres o f Justice: A Defence o f Pluralism and Equality, Basic Books
1983, s. 38.
“onlar”ı da “biz”den) ay(rışt)ırm a ayrıcalığından geri kalan işlev
lerin çoğunu yerine getiriyorlar.
Sınırlar çizme, hendekler kazma ve üstü dikenli telli duvarlar
dikm e işlerine bir kez ciddiyetle girişildi mi, “insanların işaret ede
bileceği her bir farklılık bir grubun diğeri üzerindeki üstünlüğünü
savunm ak için kullanılır. Silah sevdalıları silah karşıtlarından üstün
olduklarını düşünür, çünkü onlar silahları seviyorlardır; silah kar
şıtları da silah sevdalılarından üstün olduklarını düşünür, çünkü
onlar silahlardan nefret ediyorlardır”; “Nüfus kesimleri arasında
ki farklılıklar neden daim a aşağılık/üstünlük ilişkisine indirgenir?
Sebep kabileciliktir”; “Ve kabilenin amacı, kim in destekleneceğini,
kim in öldürüleceğini saptam aktır.”2
Meseleyi bıçak sırtı bir hale sokm ak ve devamı süresince de
orada tutm ak için seçilen terim ler genellikle sert ve uzlaşmaz olur
(zam an zaman farklılıkların uzlaştırılması, melezleşme ve uyum
sağlama da söz konusu olabilir, fakat böyle olsa bile, çok nadiren
buna niyetlenilmiştir, daha da nadiren ise arzu edilmiştir). Varlığın
devamı pam uk ipliğine bağlı hale geldiğinde, uzlaşmaz bir şekil
de bölücü ve ayrıştırıcı “ya öyle ya da böyle” ilkesi bir zorunluluk
olduğu kadar tartışm asız bir ilke haline gelirken, alternatif “hem
öyle hem böyle” ilkesi bir kenara atılır ve iki açık ve kesin alternatif
ilke arasında seçim yapm aktan im tina etm ek neredeyse akıl almaz
bir tutum halini alır. Böylesi koşullarda “kimse kimseyi dinlemez.
Taraflar, savundukları şeyle çelişen her bilgiyi görm ezden gelirler...
İnsanlar birbirini dinlemez, çünkü birbirlerini gerçekten işitm ez
ler. Kendi inançlarını destekleyen bilgi duygusal bakım dan da an
lam lıdır ve işleme konulur. Geri kalan her şey bir kenara bırakılır”3
ya da -tercihe g ö re- asla topluluğa girm esine izin verilmez.
Kabilelerle m eskûn bir bölgede, çatışan taraflar birbirinden
uzak d u ru r ve birbirlerini ikna etm ekten, kendi tarafına çekmek
ten ya da dönüştürm ekten inatla kaçınır. Diğer kabilenin bir üye
sinin -h erhangi bir üyesinin- aşağı konum u m ukadder, yani ebedi
2 Bruce Rozenblit, Us Against Them: How Tribalism Affects the Way We Think, Trans
cendent Publications 2008, s. 74-75.
3 Agy, s. 54.
ve düzeltilemez bir niteliktir, öyle olmalıdır, öyle de kalmalıdır; ya
da en azından o şekilde görülmeli ve m uam ele edilmelidir. Diğer
kabilenin aşağı konum u onun silinemez ve düzeltilemez hali olm a
lı, silinmesi olanaksız bu yüzkarası her türlü iyileştirme girişimine
karşı dirençli olmalıdır. “Biz” ve “onlar” arasındaki bölünm e bir
kez böylesi kurallara göre hayata geçirildiğinde, hasım lar arasın
daki herhangi bir karşılaşm anın amacı artık bu bölünm enin yu
m uşatılm ası değil, aksine, böylesi bir yum uşam anın akla ziyan ve
olanaksız olduğuna dair daha fazla kanıt bulm ak ya da yaratm ak
tır. Bir üstünlük/aşağılık döngüsü içinde sıkışmış insanlar belaya
bulaşm am ak ve bir aksilik yaşam am ak için bir sağırlar diyaloğuna
bile girmez, basitçe birbirlerini es geçerler.
Luc Boltanski, A ntonio Gram sci’nin yaşasaydı m uhtem elen za
m anım ızın “kabileye dönüş” eğilimi olarak sınıflandıracağı nevzu-
hur hegem onik felsefeyi, bu felsefenin Fransız versiyonuna, yani
“yeni baskın ideolojiye, Fransız tarzı yeni-m uhafazakârlığa” odak
lanarak şöyle tanım lar:
6 Karl Marx, The Eighteenth Brumaire ofLouis Bonaparte, 1897 Amerikan baskısının
Birleşik Kralhk’ta Amazon tarafından 2008 yılında yeniden yayınlanan çevirisi, s.
1-2. Ayrıca erişim için: https://www.marxists.org/archive/marx/works/1852/18th-
brumaire/chOl.htm [Türkçesi: Louis Bonaparte’m 18 Brumaire’i, çev. Erkin Özalp,
İstanbul: Yordam, 2016].
* Yazarın The Past Is a Foreign Country, “Geçmiş Yabancı Bir Ülkedir” isimli kitabına
gönderme yapılıyor, (ç.n.)
şim diden ayıran sınır tedricen silinip yok olurken sınır karakolları
hem en tüm üyle boşaltılır. Kuşkusuz gelecek de bir yabancı ülkedir;
bununla birlikte, kendimizi geçmişten ayırmamıza nazaran daha
kesin ve sızıntısız bir şekilde gelecekten ayırmamızla ilgili olarak
bir çağdaşımız şuna işaret edebilir: Yabancı bir ülke olarak gelece
ği ziyaret ve keşfetmeyi sabırsızlıkla bekleyen turistlerin sayısı hız
la düşüyor; bugün itibarıyla en iyimser ve maceracı (ve kimilerine
göre de en gamsız ve şansına güvenen) olanlarımızla sınırlı. Bugün
peş peşe deneyimlediklerimizden daha keyifli deneyimlerle dolu bir
gelecek bulm a um uduyla oraya seyahat etm ek için sabırsızlanan
insanların sayısı daha da büyük bir hızla düşüyor gibi görünüyor;
nitekim bilim kurgu filmlerimiz ve rom anlarım ız giderek daha sık
korku filmi ve gotik edebiyat kategorilerine giriyor.
Bugünlerde gelecekten korkm a eğilimindeyiz; onun aşırılıkları
nı törpülem e, daha az ürkütücü ve itici, bir m iktar da çekici kılma
kolektif yeteneğimizi kaybetmiş gibiyiz. Gelişigüzel bir şekilde hâlâ
“ilerleme” diye adlandırdığım ız şey, bu aralar, kavram ı icat eden
Kant’ın uyandırm asını istediğinin tam tersi duygular uyandırıyor.
Çoğu zaman uyandırdığı duygu yaklaşan bir felaketin korkusudur,
yoksa bir rahatlığın yaklaşmakta ve can sıkıcı güçlüklerin yok ol
m ak ve unutulm ak üzere olm asının getirdiği sevinç değil.
“îlerlem e”den bahsedildiği her seferinde, çoğum uzun aklına ge
len ilk şey insanların yaptığı, çoktan yok olm uş el becerilerimiz ka
dar entelektüel beceriler de talep eden ve yakında ortadan kaybol
ması m ukadder olan gittikçe daha fazla işin bilgisayarlar ve bilgisa
yarların idare ettiği robotlar tarafından üstlenilmesi, hayatta kalma
kavgasında aşm ak için m ücadele etm ek zorunda kalacağımız daha
dik tepelerin karşım ıza çıkması olasılığıdır. Sonuçlarına ulaşabildi
ğimiz neredeyse tüm araştırm alara göre, 1980 ve 1990’larda doğan
kuşak, yani em ek piyasasına yakın zam anlarda girmiş, yetişkinle
re özgü kendi ayakları üstünde durm anın güçlükleriyle ve saygın,
tatm inkâr, m em nuniyet verici ve m uteber bir sosyal konum ara
yışına özgü belirsizliklerle yüzleşen genç insanlar, ebeveynlerinin
ulaştığı sosyal statüyü daha da yükseltmek yerine kaybetmekten
korktuğunu yüksek sesle dillendiren II. Dünya Savaşı sonrası ilk
kuşaktır. Bu kuşağın çoğu üyesi geleceğin, yaşam koşullarını daha
da kötüleştirm esini bekliyor, daha iyi yaşam koşullarının yolunu
döşem esini değil. Oysa yaşam öykülerine böylesi iyileşmelerin
dam gasını vurduğu ebeveynleri onlara aynı şeyi beklemeyi ve bu
beklenen şeyin gerçekleşmesi için çalışmayı telkin etmişti. Bir b ü
tü n olarak bakıldığında, durdurulam az “ilerleme” vizyonu, dünya
daki yeni başarıları ve yükselmeyi m uştulam ak yerine, kaybetme
tehdidine delalet ediyor. Bu vizyon artık ilerleme ve yükselmeden
çok toplum sal alçalmayla ilişkilidir. David Lowenthal’ın daha önce
atıfta bulunduğum uz The Past Is a Foreign Country kitabından
sonraki çalışm asında7 işaret ettiği gibi, “ilerleme um utları solduk
ça, miras bizi gelenekle teselli eder.”
“Neden m iras günüm üzde bu kadar ön plana çıkıyor?” diye so
rar Lowenthal ve yanıtları aram aya başlar:
Yanıtlar yerine göre değişiyor... Zira tek bir halk için getirilen
açıklama bu kadar hızla yayılan bir eğilimi izah edemez. Karşı
mızdaki olgu öncülleri, vaatleri ve problemleri gerçekten küresel
olan bir eğilimler kümesidir. Bu eğilimler bireyin aileden, ailenin
mahalleden, mahallenin milletten ve hatta benliğin önceki benlik
lerden ayrılmasına ve izolasyonuna neden oluyor. Bu tür değişim
ler hayatın türlü veçhelerini yansıtır: artan yaşam süresi, ailenin
çözülmesi, tanıdık çevrenin kaybolması, hızlandırılmış demode
olma süreci, soykırım ve toplu göç ve gittikçe artan teknoloji kor
kusu. Bütün bunlar gelecekten beklentileri aşındırırken, geçmişe
dair farkındalığı artırıp milyonlarca insana bir mirasa ihtiyaçları
nın ve borçlarının olduğu görüşünü aşılıyor... Hepten yönsüz kal
mamızı engelleyen yegâne şey istikrar kalıntılarına yapışmaktır.8
7 David Lowenthal, The Heritage Crusade and the Spoils o f History, Viking 1997, s. ix.
8 Agy, s. 5-6.
Lowenthal m uazzam ve çok yönlü çalışmasının sonunda şöy
le söyler: “Uzağı göremeyen re k a b e t... m irasın tam da doğasında
bulunan bir hastalıktır. M irasın bütün yapıp ettiği bir zam anlar en
baştan gelen ya da en iyi olduğum uzda diretm ek, bize dair olanları
yüceltip ötekileri dışlam aktır.” (s. 239)
Miras bir kolektif gurur ve ortak amaç inşa eder; fakat bunu ya
parken iyi çocuklar (biz)/kötü çocuklar (onlar) ayrımına abanır.
İnanç mirası, mal mirası ve söylem mirası, bilhassa da eşsiz m i
rasımız risk altındaymış gibi göründüğü zamanlarda, düşmanlı
ğı kışkırtır. Yerleşik uzağı görememe rahatsızlığı ihtilafı mayalar;
cehalet mütekabiliyeti engeller. Kendi mirasımızın aşkıyla sarhoş
olmuş, ötekilerin mirasına kör bir halde mukayeseden kaçınmak
la kalmıyor, ötekilerin mirasının sağlayacağı faydalardan da m ah
rum kalıyoruz, (s. 248-249)
9 Ernest Gellner, Nations and Nationalism, Blackwell 1983, s. 1,4 [Türkçesi: Uluslar ve
Ulusçuluk, çev. Günay Göksu Özdoğan ve Büşra Ersanlı Behar, İstanbul: Hil, 2008].
* Bir yerde iktidar kimdeyse, onun dini egemen olur, (ç.n.)
** Bir yer, üzerinde yaşayan millet kimse, ona aittir, (ç.n.)
milliyetçilik bir iktidar mücadelesiydi, hâlâ da öyledir; ve iktidar
yarışının şiddetle arzulanan ödülü ile ayaklanm aların ve iç ya da
uluslararası askeri ve diplom atik çatışm aların fazlasıyla çekici ve
ayartıcı ganim etleri de siyasi olarak bağımsız ve egemen toprağa
dayalı devlete aittir, öyle de kalacaktır. Gellner’den bir alıntı daha
yapalım: “İnsanları sınıflandırm anın doğal, Tanrı vergisi bir yolu
olarak, uzun süre gecikmiş olsa da fıtri bir siyasi kader olarak millet
bir m ittir. Bazen eskiden beri var olan medeniyetleri milletlere dö
nüştüren, bazen milleti sıfırdan yaratan, am a çoğu kez de eskiden
beri var olan medeniyetleri yok eden milliyetçilik ise, iyi ya da kötü
olm anın ötesinde, bir gerçekliktir, genellikle de kaçınılmaz bir ger
çeklik.” (s. 47)
Bu kaçınılmazlık karşılıklı olarak yanlışlanan ve iptal edilen
mesajlar arasında gidip gelirken, bu aralar iyice hırpalanan ayak
ların altındaki -şiddetle arzulanm asına karşın inatla ortada olm a
y a n - sağlam zeminle iyi bir uyum içindedir. U m berto Eco Faith
in Fakes10 [Uydurm alara İnanmak] kitabındaki denem elerden biri
olan “M edyanın Çoğalması”nda şöyle der: “G ünüm üzde radyo ve
televizyon nedir, biliyoruz: her bireyin uzaktan kum anda cihazıyla
kendi derlem esini oluşturm akta kullandığı kontrol edilemez mesaj
çoğulluğu.” Peki am a “günüm üzde bir kitle iletişim aracı nedir? O
da bir TV program ıdır, hiç kuşkusuz.” Fakat şunlar da kitle iletişim
aracı değil midir:
11 Bkz. George Lakoff, The All New D on’t Think o f an Elephant, Chelsea Green Publis
hing 2014.
priori “onlar” olarak damgalanmış göndericilerden, yani yem in
li düşm anlarım ızdan geldiğinde, kendi menfaatlerine hitap eden
mesajlara bile kulak tıkarlar. “Bu tür mesajları dinlem ek ‘kimliği
mize’ bir ihanet olacak, ait olduğum uz dünyanın tam da temelini
çözecek ve çökertecektir.” “İnsanlar ille de kendi öz çıkarlarına oy
vermezler,” diye uyarır Lakoff, “[k] imliklerine oy verirler. Değerle
rine oy verirler. Özdeşleştiklerine oy verirler. Kendi öz çıkarlarıyla
da özdeşleşebilirler. Bu da olabilir. Bu söylenenler insanların kendi
çıkarlarını asla um ursam adığı anlam ına gelmez. Fakat kimliklerine
oy verirler. Ve kimlikleri çıkarlarıyla örtüşüyorsa, m utlaka ona oy
vereceklerdir. Bu noktayı anlamak önemlidir.” (s. 17)
Aksi takdirde, diye ekler Lakoff, “gerçekler içeri girdiğinde insan
lar doğrudan dışarı çıkar. Gerçekler duyulmaz, gerçek olarak kabul
edilmez, yoksa kafamızı bulandırırlar. Niye birisi böyle bir şey söyler
ki? Sonra da gerçeği akıldışı, çılgınca ya da aptalca olarak yaftalarız.”
Ve biz vekâleten bu yaftayı, “şayet konuşm adan önce o yaftayı taşı
mıyorlarsa,” o gerçeği dillendirenlere doğru genişletiriz, (s. 16)
Kişinin, kimliğine tutunm ak uğruna, kendi çıkarlarını feda
etmesi şeklindeki şaşırtıcı fenom enin bir diğer açıklaması da Fri-
edrich Nietzsche’den gelir: “D aha yüksek bir varlık olma kalıtsal
hissi, neden olduğu daha yüksek hak talepleriyle birlikte, insanları
oldukça soğukkanlı yapar ve onlara iç huzuru sağlar.” Dolayısıyla
“bencillik kötü bir şey değildir, hatta gerçek şu ki, diğer acı çeken
lerin tam da öğrenmesi gereken ve fakat asla tam olarak öğrenile-
meyecek” bir şeydir. Devam ında şöyle yazar Nietzsche:
12 Bkz. Friedrich Nietzsche, Aphorisms on Love and Hate, Penguin Classics, 2015, s. 21,
29-30 [Tiirk^esi: Aforizmalar, <;ev. Ali Akdeniz, Istanbul: Babil, 2003].
Avrupa (Batı? Avrupa, potansiyel olarak ve oluşum sürecin
de küresel midir?) kültüründe henüz ön belirti şeklinde var olan,
embriyo halindeki, gelişmemiş, henüz kesin şeklini alm am ış aksi-
yolojik eğilimleri yakalamaktaki istisnai başarısı nedeniyle övül
m üş Nietzsche Facebook’lu, Tw itter’ll, MySpace’li, Linkedln’li
bir dünyayı tasavvur etmemişti, edemezdi de. Bu dünyada insan
lar arasında bağ kurm ak ya da var olan bağı kesmek, diğerlerini
Lebensw elft [yaşam dünyası] dahil etm ek ya da oradan dışlamak,
bunları da içine alm ak üzere “biz” ile “onlar” arasına cephe hatla
rı çizmek birkaç parm ak hareketiyle gerçekleştirilecek anlık bir iş
haline gelmiştir. Bunlar herkesin her an erişim ine açık olanaklar
haline dönüşm üştür. Böyle bir dünyada “gücünü öteki insanların
üzerinde uygulam a” olanakları ve dolayısıyla “o keyifli üstünlük
hissi”nin tadını çıkarm a fırsatları hadsiz hudutsuz ve neredeyse
sonsuzdur artık. Bu dünyada insanlar ayrıca ahlaki değerlendirm e
alem inden çıkıp estetik uzam ına da girerler. Kant’ın ifade ettiği
gibi, tarafsız, araçsallaştırılmamış ve öz-ereksel deneyim in uzam ı
dır bu. Hakaretin, iftiranın ve kara çalm anın yağm ur gibi yağdı-
rıldığı ötekine (ötekilere) biçilen başlıca -h a tta um ulandan daha
sık olarak yegâne- rol birilerinin üstünlük hissine duyduğu açlığı
giderm ektir. Dijitalleşmiş iftira, karalam a ve kötülem e vakasında,
ego tatm ini arayışındakileri bu m etodu kullanm aya gittikçe daha
fazla çeken şey onun anonimliği, genellikle suçlunun bulunam az-
lığı, böylece kullanıcısına suçlanam az ve dolayısıyla cezasız kalma
um udunu vermesidir.
Lindy W est’in 11 M art 2016 tarihli New York Times takı ifa
desiyle “kim ilerinin ırkçı olarak nitelendirilm enin ırkçı olmaktan
daha kötü olduğuna inandığı” bir kültürde, çoğu insanın böylesi bir
dijital kolaylığı T anrı’nın bir lütfü olarak görmesi norm aldir. D o
nald T rum p’m ateşli destekçilerinin gerçekleştirdiği çok sayıdaki
kalabalık toplantılardan birinde “keskin, tutkulu ve kuşkucu” bir
Trum p hayranı olan Bayan Kemper şöyle içini döküyordu: “Bence
bu ülkenin bazı değerlerine geri dönm esi iyi olur; anne ve baba
m ın, dedem in ve ninem in büyüdüğü değerlere”; “onlar yanlış olan
ne varsa size gösterip söyleyebiliyordu.”13 Sıradan bir m ikrofondan
başka bir elektronik zımbırtı kullanm adan ve bir m askenin altına
saklanıp lafı eveleyip gevelemeden alenen seslendirilmek, bir akıllı
telefonla konuşm anın ya da bir tablet bilgisayarın klavyesine do
kunm anın m ahrem iyeti içinde, yani kısmen gizli saklı koşullarda bi-
leylenip hazırlanm ış bu düşünceleri dönüştürm üştür; Bay T rum p’ı
online olarak formatlandırılm ış ulus için cazip kılan da budur.
Bay Trum p, büyük ve gittikçe de büyüyen bir kategori olan -
H arvard profesörü Dani Rodrik’in Social Europe sitesinde yayınla
nan aynı isimli m akalesindeki14 ifadesiyle- “öfke siyasetçileri”nden
(çarpıcılık ve kötü ün bakım ından başta gelenlerinden olsa da) yal
nızca birisidir. “Aşırı küreselleşmiş ekonom i ile toplum sal b ü tü n
leşme arasındaki çatışm a bir gerçektir” diyen yazar şöyle devam
ediyor: “İki tü r siyasi yarılm a bu süreçte daha da derinleşmiştir:
milliyet, etnisite ve din bağlam ında gerçekleşen kim lik yarılması
ile toplum sal sınıf bağlam ında gerçekleşen gelir yarılması. Popü
listler cazibelerini bunlardan birine ya da diğerine başvurarak elde
ediyorlar... H er iki durum da da öfkenin yöneltilebileceği net bir
‘öteki’ oluyor... Popülistlerin çekiciliği, dışlanm ışların öfkesini dil
lendirm elerinden geliyor.”
Bu koşullar altında öfkeyi hiç sönmeyen bir kor gibi canlı tu t
m ak popülistler için başarının en iyi yolu olarak beliriyor: Dışlan
m ışların ve terk edilmişlerin öfkesi mebzul m iktarda siyasi serm a
yenin çıkartabildiği hiç tükenm eyen ve eşsiz zenginlikte bir m a
dendir. Teşvik etm ek için bu serm ayenin kullanıldığı çözümlerin
genellikle “yanıltıcı ve sık sık da tehlikeli” olduğu düşünülürse, bu
m aden arzının öngörülebilir bir gelecekte tükenm esi ihtim ali ya
çok azdır ya da hiç yoktur. Auschwitz ya da Treblinka’daki kre
m atoryum larda yanan cesetlerde olduğu gibi, bu m aden de ekstra
bir yakıta ihtiyaç duymaz; her daim için için yanan öfke, ihtiyaç
duyduğu ateşi kendi içinde bulur.
17 Agy, s. xi-xii.
* (Alm.) “Tanrıların alacakaranlığı” anlamına gelen, Cermen mitolojisine dair bir kıya
met tasviri, (e.n.)
18 Anthony D. Smith, Nations and Nationalism in a Global Era, Polity 2007, s. 51-52
[Türkçesi: Küresel Çağda Milletler ve Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü, İstanbul:
Everest, 2002].
edersem, ayırm a yoluyla bütünleştirm e ve bütünleştirm e yoluyla
ayırma) teması üzerine çok sayıda ve çeşitte varyasyona kaynaklık
eden ham m addeyi işte bu deneyim in sağladığını ileri sürüyorum .
A nthony D. Smith şu gözlemde bulunur: “H er kültürel unsur ulu
sun ayırıcı işareti ya da alametifarikası olarak işlev görebilir, b u
nunla birlikte hangi durum da hangisinin seçildiği önem li bir fark
yaratabilir.” (s. 150) Bu gerçekten hareketle kim i bilim insanları
“tutarlı bir milliyetçilik doktrini”nin (s. 149) olamayacağını söyle
yecek kadar ileri gittiler, oysa Smith bu kadar ileri gitmezdi - gelge
ld im aynı kapıya çıkacak şekilde, bütün milliyetçiliklerin paylaştığı
yegâne ortak özellik olarak şunu ortaya koym uştur: “[B]azı m en
suplarınca bir ‘millet’ teşkil ettiği farz edilen bir nüfus grubu adına
özerkliğin, birliğin ve kimliğin kazanılması ve korunm ası amaçlı
bir ideolojik hareket.” (s. 149-150)
Smith’in burada alıntıladığımız başyapıtında Norveçli büyük
antropolog Fredrik Barth’ın yalnızca bir kez bahsi geçer, o da ulus
sorununa yaklaşımda “m odernist yanılgılar”m ele alındığı bölüm
de. Smith orada Barth’ı “toplum sal sınır yanılgısına” balıklama
dalm a suçlam asından şartlı olarak aklamakla birlikte, toplum sal
sınırların kültürel farklılıktan önce geldiği yönündeki ısrarlı d u ru
şunu reddeder. Smith “etnik kim liklerin bazı bakım lardan ‘orada
bir yerde’ önceden var olduğu”na (s. 164) inanm asından ötürü -
buradaki “orada bir yerde olm ak” ifadesi ne anlam a gelirse gelsin-
onun “saf araçsalcı olarak nitelendirilemeyeceğini” teslim eder.
Barth’ın kurucusu ve önderi olduğu, tem el ilkelerini bütünüyle
benim sediğim ekol, kültürel farklılığa gösterilen ilgiyi toplumsal
sınır pratiklerinin bir yan sonucu olarak görmesiyle dikkat çeki
yordu; temel çalışmasının başlığı da (Ethnic Groups and Boundari
es: The Social Organization o f Culture Difference [Etnik G ruplar ve
Sınırlar: Kültürel Farklılığın Toplum sal Örgütlenm esi]) buna işa
ret eder. Barth’ın yaklaşımı diğer yaklaşımlardan, kendi ifadesiyle,
“etnik gruplar ve ilişki form larının bir tipolojisi üzerinde çalışmak
yerine... etnik grupları yaratıp idam e ettiriyor gibi görünen fark
lı süreçleri keşfetme girişiminde bulunm a”sıyla ve “araştırm anın
odak noktasını m üstakil grupların iç yapısı ve tarihinden, etnik
sınırlar ve bu sınırların idam e ettirilmesi’n e19kaydırmasıyla ayrılı
yordu. Barth ulus meselesini araştıranların “ortak kültürü paylaş
maya genel olarak kritik bir önem verdiğini” ifade ettikten sonra
şöyle der: “[T]am da bu önemli özelliği etnik grup örgütlenm esinin
birincil ve tanım sal bir karakteristiği olarak değil de bu örgütlen
m enin bir içerimi ya da sonucu olarak değerlendirerek önem li bir
yol kat edilebilir” (s. 11); “Bu perspektiften bakıldığında, grubu
tanım layan etnik sınır araştırm anın odak noktası haline gelir, bu
sınırın çevrelediği kültürel yapı değil.” (s. 15) Barth’ın tamamıyla
paylaştığım yaklaşımında, ötekileri “ortak anlayışlara getirilen sı
nırlam aların varsayımsal kabulünün bir yan ü rünü olarak kültürel
yabancı” şeklinde görm ek “ortak anlayış ve karşılıklı çıkar atfedilen
sektörlere konulm uş bir etkileşim sınırlam asına” işaret eder. (agy.)
Eric Hobsbawm, klasik eseri Milletler ve Miliyetçilik: Program,
M it ve Gerçeklik’in 2006’da yapılan 13. baskısında, şu hususa dik
kat çeker: “[B]u kitabın ilk baskısının yapıldığı 1990ların başların
dan bu yana kurulan ya da kurulm a sürecinde olan ulus-devletle-
rin sayısı 20. yüzyılın herhangi bir dönem inde kurulanlardan daha
fazladır... Bütün devletler günüm üzde resmi olarak ‘ulus’tur; bütün
siyasi ajitasyonun -p ratik te bütün devletlerin kendilerinden uzak
tutm ak için telaş içinde çabaladığı- yabancılara karşı gerçekleştiril
mesi bir genel eğilim halini alm ıştır.”20
19 Fredrik Barth, Ethnic Groups and Boundaries: The Social Organization o f Culture Dif
ference, Waveland Press 1998, s. 10 [Türkçesi: Etnik Gruplar ve Sınırları, çev. Ayhan
Kaya, Seda Gürkan, İstanbul: Bağlam, 2011].
20 Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth, Reality, Camb
ridge University Press 2016, s. 163 [Türkçesi: Milletler ve Milliyetçilik, çev. Osman
Akınhay, İstanbul: Ayrıntı, 4. baskı, 2010].
di. Fakat geçtiğimiz binyılın sonu itibarıyla onları yaratmak na
diren gerekti: Toplumsal tehlike, kirlilik yaratan aktörler olarak
her yerde varlar ve kentlerimizde ayırt edilebilir dürümdalar; her
yerdeler, sınırlarımızın ve kontrolümüzün dışmdalar, fakat biz
den nefret edip, bize karşı komplolar kuruyorlar, (s. 174)
Gellner’in “kaba hesabı” (s. 44) “bize yalnızca bir etkin milliyet
çiliğe karşı on potansiyel milliyetçiliğin bulunduğu bilgisini verir!
... H er bir etkin milliyetçiliğe karşı ... potansiyelini gerçekleştire
memiş, hatta b u n u denem em iş n adet potansiyel milliyetçilik var
dır.” (s. 44) Ne var ki, Gellner’in bu hesabı yapm asının üzerinden
30 yıldan fazla bir süre geçtikten sonra bir yorum yaparsam , “n”
değerinin değişen hızlarda da olsa bütün dünyada küçülm ekte ol
duğunu söyleyebilirim. “Karşılıklı bağımlılığın küreselleşmesinin
bütün toprak üzerindeki egemenlikleri” ya da en azından ezici bir
çoğunluğunu yavaş am a sürekli bir şekilde bir yanılsamaya dönüş
türmesiyle birlikte, toprak temelli siyasal ayrılma hakkını teslim
etm ekte kullanılan kriterler de aynı şekilde yavaş am a sürekli bir
şekilde gittikçe daha az talepkâr bir hal almıştır. Bu durum “kabi
leye dönüş” eğilimlerini güçlendiren en etkili faktörlerden biridir.
“Karma nüfus kuşakları”nm en bilinen örneği olan Avusturya-
M acaristan İm paratorluğu alternatif seçeneğin ilk kez ilan edildiği
ve siyasi yelpazenin bilhassa sosyal dem okrat kanadında açıkça tar
tışıldığı yer oldu. Bu alternatif etnisitelerin toprak üzerindeki ya da
devlet-siyasal özerkliğini değil, kültürel özerkliğini içeriyordu. Kı
saca ifade edersek, bu seçenek “ulusal sorun” ile toprak sorununun
karşılıklı olarak birbirinden ayrılması ve takiben “ulusal sorun”un
“şahsilik ilkesi” (kendi ulusal kimliğini saptam a bir kişisel seçim
meselesidir, devletin idari olarak tayin edeceği bir şey değil) ile
ilişkilendirilmesinden ibarettir. Bu seçeneği destekleyen neşriya
tın en temsil edici nitelikte olanı m uhtem elen O tto Bauer’in Die
Nationalitätenfrage und die Sozialdemokratie [Milliyetler Sorunu
ve Sosyal Demokrasi] adlı kitabıdır.22
Bununla birlikte, toprağa dayalı olma bakım dan ayrı fakat “ya
bancılara karşı olma eğilimi”nde birleşen yeni bölgelerin çoğalması
hiçbir şekilde yeni bir fenom en değildir; Hobsbaw m ’in bize hatır
lattığı gibi, aslında Georg Simmel buna daha önce dikkat çekmişti:
“Üyeler arasındaki birliğin etkin bir birlik olabilmesi ve bu birliğin
kendi (hayati) çıkarına olduğuna dair grup farkındalığınm sürdü
rülebilmesi adına, bazı düşm anlar olduğundan em in olm akta bir
parça siyasi akıl olduğu bile söylenebilir.”23 Gerçekten de, toprağa
dayalı ulus-devletin siyasi egemenliğinin üzerinde yükseldiği üç
egemenlik ayağının üçü de (askeri, ekonom ik ve kültürel ayaklar)
mali kaynakların, m eta ticaretinin ve bilginin artan küreselleşme
si sonucunda sakatlanıp cansızlaşarak çöktüğü için, yabancı düş
22 Bu kitapta kitabın La question des nationalités et la social-démocratie adlı Fransızca
baskısı kullanılmıştır (Guérin Littérature 1987). Yukarıda ifade edilen iki ilke çok-
etnili Avusturya-Macaristan devleti içinde eşanlı olarak ulusal kimliklerin süreklili
ğini ve bu kimliklerin kalıcı işbirliği ile bu devletin azaltılamaz “uluslar karışımı”m
güvence altına almanın bir aracı olarak Bauer tarafından önerilmişti. Daha fazla ay
rıntı için özellikle bkz. s. 250-364 ve devamı.
23 Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780, s. 175.
manlığı giderek daha fazla siyasi liderin ve lider olm ak için yanıp
tutuşanların arayıp bulduğu ve uyguladığı yegâne “siyasi akıl” hali
ne gelebilir. Bu politikacıların uzak ve karanlık bir geçmişten kök
lenen, fakat “onlar”, yani kapım ıza yığılmış ya da bizzat içimizdeki
yabancılar tarafından tertiplenen kurnaz entrikalar ve sinsi kom p
lolarla da adamakıllı şekilde doğrulanan “birlik şuuru” dışında
seçmenlerine önerecek pek de bir şeyi yoktur. New York Times m
“The Stone” forum u için Brad Evans tarafından gerçekleştirilen
bir röportajda, “Size göre Avrupa’yı içine alan güncel m ülteci kri
zi zulüm den kaçış tarihindeki yeni bir sayfayı m ı temsil ediyor,
yoksa orada farklı bir şey mi oluyor?” sorusu üzerine açıklamaya
çalışmıştım: Birbirini izleyen sayfalarda olageldiği gibi kendinden
önceki sayfaların içeriğine bir şeyler eklenecekse de, gerçekte “zu
lüm den kaçış tarihinde yeni bir sayfadır bu.”
24 Michel Agier, Le couloir des exilés: Être étranger dans un monde commun, Éditions du
Croquant 2011, s. 95, italik vurgusu bana ait.
yeri haline getirir: Deyim yerindeyse paylaşılmış bir dünyada yersiz
kalm ışlardır (s. 20-1). Fakat göçm enlerin bu “hiçbir yerleri” (örne
ğin Roma ve M ilan’ın tren istasyonları, Belgrad’ın Central Park’ı)
seyahatlerini feleğin sillesiyle değil de kendi tercihleriyle yapan biz
şanslı “yerlilerin” m uhitleri dahilindedir. TV ekranlarında güvenli
bir mesafeden izlemek yerine bu “hiçbir y erle r’le bizzat yüz yüze
gelmek şok edici bir deneyimdir. Bu deneyim dünya çapındaki
kargaşayı, bütün kötülükleriyle birlikte, kelim enin gerçek anlam ıy
la eve taşır. Küreselleşme, bütün o tatsız yan sonuçlarıyla birlikte,
artık “dışarıda bir yerde” değil, tam burada, yaşadığımız caddede
ya da işimize veya çocuklarım ızın okuluna giderken geçmemiz ge
reken birçok diğer caddededir.
Mesele şu ki, kendi yöremizde güvenliği sağlama um uduyla
kendim izi çitlerle çevreleyerek küresel felaketi etkili bir şekilde
uzakta tutm ak bir ev içi sığınakta saklanarak bir nükleer savaşın
sonuçlarından kaçınm aktan daha olası değildir. Küresel sorunlar
küresel çözümleri gerektirir; başka hiçbir şey bu sorunları çöze
mez. Sırf sizin arka bahçenizde değil de başka bir yer de kangrene
dönüşüyor diye bir sorunu çözmeden bırakm ak düpedüz yanlıştır.
Ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun tek bir ülkenin köklü ve n i
hai bir çözüme bağlayamayacağı bir sorundur bu. H atta Avrupa
Birliği gibi bir ülkeler grubunun bile tek başına çözemeyeceği bir
sorundur; istediğimiz kadar “göçm enleri” A vrupa’da, Afrika’da ya
da Asya’da kurulm uş kam plara kapatın ya da Akdeniz veya Pasifik
sularında ölüm e terk edin, sonuç değişmeyecektir.
Kabileler (ister tıpkı eski usul sosyalistlerin Kari M arx’a “ütop-
yacı”, adamakıllı bir revizyondan geçirilip bilimsel bir eleştiri tara
fından yeniden ele alınamayacak kadar vadesi geçmiş yüzlerce yıl
lık bir kendini aldatm anın ü rünü olarak görünm esi gibi, ulusçu eli-
tist-entelektüellere “tarih öncesine ait” ve “ilkel” olarak göründüğü
haliyle, isterse de “akılcılaştırıldığından” beri “u lu slar’ın “yeni ve
geliştirilmiş” kılığına girmiş haliyle) son tahlilde insan ürünüdür,
fazlasıyla insan ü rü n ü d ü r - insanlığın ortak varoluş durum unun
kavranam az ve dolayısıyla da etkisizleştirici karmaşıklığını insani
duyularla kavranabilir ve anlaşılabilir bir hale sokm ak “akla yat
kın” bir iştir.
İnsan tü rü n ü n ortaya çıkışından bu yana söz konusu indirgem e
işi, insanların dünyasını “biz” ve “onlar”, yani manevi yüküm lü
lük kapsam ında olanlar ve olm ayanlar şeklinde bölm ek suretiyle
gerçekleştirilmiştir. Levinas’ın ifade ettiği gibi, böyle bir bölünm e,
“öteki için duyulan m utlak sorum luluk”la desteklenmiş “toplum
halinde olm a” biçimini, her insani birlikteliğin altında yatan temel
ilke ve d ü rtü haline getirm e yönünde gösterilen aralıksız çabanın
zorunlu ve ayrılmaz bir parçasıydı, bu şekilde kalmaya da devam
edebilir. Herkes ve her bir insan evladı için m utlak ve koşulsuz bir
sorum luluk hissetmek, azizlikten çok uzak ve büyük olasılıkla uzun
bir süre için de öyle kalmaya m ahkûm biz sıradan kullara değil,
azizlere m ahsus bir iş olarak görüldüğü ölçüde, bölünm eler bunu
gerçekleştirmede gerekli araçlardır.
Bu bölme işinin bugüne kadarki gelişim seyrini etkileyen iki pa
ralel gelişme yaşandı. Bunlardan birisi avcı-toplayıcı sürülerinden
günüm üz ulus-devletlerinin “muhayyel bütünlüklerine”, “biz”in ni
celiksel büyümesidir. Diğeri ise, “uygarlaşma süreci”, yani sürekli
genişleyen “biz”in yaşam alanındaki “âdetlerinin yum uşam ası”, bu
sürecin “biz”i sayısı durdurulam az bir şekilde artan yabancıları ka
bul etmeye, benimsemeye ve özümsemeye zorlaması, yani reddet
me dürtüsünün, içgüdüsel kavgacılığın, yabancılara karşı azalmak
bilmez düşmanlığın yerini “uygar ilgisizliğin” ve/veya yalnızca sözle
yürütülen sembolik savaşın alması. Fakat bu gelişmeler binlerce yıl
lık “bize karşı onlar” oyununun kurallarım değiştirmeye yaklaşama
dı bile. Hâlâ bitmekten çok uzak, azalmak bir yana gittikçe artacağı
kesin gibi olan günüm üzdeki kitlesel yabancı akını, bizi, dönmeye
çalıştığımız o kabilelerin başına geldiği kadar hazırlıksız yakaladı.
Roger Cohen, 14 Ocak 2016 tarihli New York Times’ta ya
yınlanan makalesinde,25 1880’ler ile 1945 arasında ABD’nin 4
milyon İtalyan göçmeni kabul ettiğini hatırlatıyor. Cohen Bro-
Eşitsizliğe Dönüş
1 Benjamin Disraeli, Sybil: Or the Two Nations, Oxford University Press 1998, s. 66.
2 Erişim: http://usatoday30.usatoday.com/news/opinion/columnist/raasch/2004-07-
28-raasch_x.htm.
didinen bütün (ve çoğunluktaki) Amerikalıların A m erika’sı. Bu
böyle olm ak zorunda değil.”3
T oplum un halihazırdaki durum una ve gelecek için gerçekçi
beklentilere dair aktardığım ız değerlendirmeler, keza bu değerlen
dirm elerin yapıldığı zam anlarda toplum un karşı karşıya olduğu
zorluklar üzerine yapılan değerlendirm eler, ortaklaşa bir şekilde,
retrotopya fenom eninin aydınlatılmasına büyük katkıda bulunur.
Aktardığımız iki değerlendirmeyi birbirinden ayıran yaklaşık 160
yılın büyük kısmı Disraeli’nin hükm ünü geçersiz kılma, yani yok
sulluğu yok etm e çabalarıyla geçmiştir. Savaş sonrasındaki “şanlı
otuz yıl”da, toplum u iki ulusa ayıran yaygın eşitsizliğin yok olu
şun eşiğinde olduğuna dair genel bir görüş birliği vardı; yoksulluk
tan miras kalan ne varsa geçici bir rahatsızlık olarak görülüyordu.
M ichal Kalecki, Political Quarterly dergisinin 1943 tarihinde, yani
“sosyal devlet” çağının eşiğindeyken basılan bir sayısında yer alan
“Political Aspects of Full Em ploym ent”4 [Tam İstihdam ın Siyasi
Boyutları] başlıklı denem esinde5 bunu şöyle ifade etmişti: “[A]
rtık iktisatçıların büyük çoğunluğu kapitalist bir sistemde bile
kam u harcam aları program ı yoluyla tam istihdam a ulaşılabileceği
kanaatindedir.”6 Benzer bir bilgili ve eğitimli çoğunluk kanaatine
göre, kabul edilemez seviyedeki eşitsizlikten (yani ardında tortu
olarak yoksulluk sınırının altında yaşayan büyük bir nüfus grubunu
3 Erişim: https://en.wikipedia.org/wiki/Two_Americas.
4 Erişim: https://mronline.org/2010/05/22/kalecki220510-html/.
5 Deneme ana hatları itibarıyla Cambridge Üniversitesi’ndeki The Marshail Society
isimli iktisat topluluğunda 1942 baharında verilen bir konferansa dayanıyordu.
6 Bununla birlikte Kalecki -adeta bir kâhin gibi- “kapitalist patronlar’ın hâki
miyetlerinin tam da temellerine yönelik böylesine büyük hüküm et müdahalelerine
tüm güçleriyle karşı koyacaklarını öngörerek, bizi şöyle uyarmıştı:
Tam istihdamın idamesi sosyal ve siyasi değişimlere neden olacak, bu değişimler de iş
dünyası liderlerinin muhalefetine yeni bir ivme kazandıracaktır. Nitekim daimi tam
istihdam rejiminde “işten sepetleme”nin “disipline edici” rolü son bulacaktır. Patro
nun toplumsal konumu sarsılacak, işçi sınıfının kendine güveni ve sınıf bilinci arta
caktır... “Fabrikalardaki disiplin” ve “siyasi istikrar” iş dünyası liderleri için kârdan
daha değerlidir. Sınıf içgüdüleri patronlara kalıcı tam istihdamın kendi çıkarları için
sağlıksız bir şey, işsizliğin ise “normal” kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası oldu
ğunu söyler.
bırakmasıyla bilinen eşitsizlik türünden) çıkış yolu herkese yeterli
geçimlik ücret sağlayabilecek bir iş verm ekten geçiyordu. Ayrıca,
toplum u zenginlerin ulusu ve yoksulların ulusu olm ak üzere iki
ye bölen raydan çıkmış bir eşitsizlik belasına karşı yürütülen nihai
savaştaki öncü, projeci ve yönetici rolü hüküm etlerin oynayacağı
noktasında da yaygın bir kanaat vardı. Devlet denetim i ve gözetimi
olmaksızın ekonom inin tek başına arzu edilen sonuçları yaratması
m üm kün değildi. Yoksulluğa karşı savaşın siyasi silahlar kullanan
siyasi organlar tarafından yürütülm esi ve yönetilmesi gerekiyordu.
Bu kanaat zam anın siyasi yelpazesindeki tüm akım lar tarafın
dan paylaşıldığından, 20-30 yıl içinde doğruluğu neredeyse herkes
çe kabul edilen bir önerm e haline geldi; onun gerçekten de “sağ-
sol” bölünm esinin ötesinde bir yere konum landığı söylenebilirdi.
Bununla birlikte siyasi yelpazenin farklı kanatlarının bu kanaate
varm asının ardındaki saikler farklıydı: Kapitalistleri bu kanaa
te sevk eden saik em ek ile sermaye arasındaki yıkılmaz karşılıklı
bağımlılık ilişkisiydi. Buna göre emek geçimini sağlamak için ser
mayeye bağımlıydı, fakat sermaye de m odernitenin “katı” halinin*
geçerli olduğu o günlerde, yeniden-üretim inin devamı ve zenginlik
üretm e kapasitesinin m uhafazası için emeğe -çoğunlukla da yerel
em eğe- aynı derecede bağımlıydı. Emeği aynı kanaate sevk eden
saik ise, öngörülebilir bir gelecekte, sermayeyle gerçekleştirdiği
[emeğin] alım -satım işlemine devam etmeye m ahkûm olması, bu
nedenle de m üstakbel kapitalist alıcıları için değerini ve çekiciliğini
artırm ası m uhtem el koşulları yaratm a ve sürdürm e isteğiydi. Son
olarak aynı kanaat devlet tarafından da paylaşılıyordu. O nun işle
vi ise, Jürgen H aberm as’ın 1973 yılında, yani sermaye ile emeğin
“karşılıklı bağımlılık” dönem inin sonunda (demek ki M inerva’nın
Baykuşu -h e p yapageldiği gibi- kanatlarını günbatım ına açtıktan
sonra)** yayınlanan Legitimationsprobleme im Spätkapitalismus
* Katı, sıvı ve gaz olmak üzere maddenin üç haline gönderme yapılarak, “katı” moder-
nite ile “akışkan” modernite karşı karşıya konuluyor, (ç.n.)
** Hegel’in, “Hukuk Felsefesi” eserinin girişinde yaptığı metafora gönderme yapılıyor. Me
tafor, olaylara dair bilginin, ancak olaylar olduktan ve belli bir olgunluğa ulaştıktan son
ra edinilebileceğini ifade eder: “Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman,
[Geç Kapitalizmde M eşruiyet Sorunları] adlı eserinde açıkladığı
gibi, emek ile sermaye arasındaki alım satım ilişkisinin idam esi
ni sağlamaktı. Bu da devlete eğitim, sağlık hizmetleri, düzgün ba
rınm a olanaklarının tem ini gibi, bu iş için gerekli tüm maliyetleri
üstlenm ek suretiyle emeği müstakbel alıcıları için çekici bir m eta
halinde tutm a, başka bir ifadeyle, kapitalistin piyasa fiyatını öde
mesini m üm kün kılacak kalitede bir emeğin yeniden-üretim m ali
yetlerini paylaşma görevini yüklüyordu. Emeği satın almaya istekli
sermaye ile kendisini satmaya hevesli emeğin -b u şekilde tem inat
altına alınm ış- başarılı ve düzenli buluşm alarını içeren düzen her
üç oyuncuya da iyi bir çözüm, en azından makul alternatiflerin
den daha iyi bir çözüm olarak gözüktü. Bu üçlüye bu çözüm hak-
kındaki fikirleri sorulsaydı, m uhtem elen W inston Churchill’in bir
siyasi rejim olarak dem okrasi hakkında söylediği iddia edilen şeyi
söylerlerdi: Bütün diğer alternatifleri saymazsak, en kötüsü. Ser
maye ile em ek arasındaki -kapitalist devlet tarafından sağlanan ve
nezaret edilen- bu balayı havasının ya da durum a daha uygun bir
ifadeyle bu ateşkesin nasıl olup da sona erdiği sorusu toplumsal
hafızada göreli tazeliğini koruyor (fakat bu daha ne kadar sürer?)
ve kesin bir bilançoya olanak verecek tartışm alar için fazlasıyla
sıcak. Bu çöküşün nedeni olarak birçok şey söylendi, söylenmeye
devam ediliyor; çöküşün sorum lusu olarak birçok isim zikredildi,
fakat sermaye ve emeğin karşılıklı bağımlılığını tek taraflı olarak
ilga eden patronlar (bu ilga küreselleşme tarafından tetiklenmiş-
tir, fakat kapitalistlerin açgözlülüğüne konulan sınırlamaları ve
bu açgözlülüğün kurbanlarının savunm a hatlarının çerçevesini ve
dokusunu birer birer parçalayan devletin cansiperane yardım ları
ve suç ortaklığı da söz konusudur), çöküşün baş m üsebbibi olma
gururunu yaşamaya en yakın adaydır.
7 http://nymag.com/daily/intelligencer/2016/03/milanovic-millennial-on-millennial-
war-is-next.html.
şüyle birlikte gittikçe ivme kazanmış olan bu süreç, bugün itibarıyla,
bizi Kuzey Yarımkürenin “gelişmiş” denilen ülkelerinin 1920’lerden
beri yaşamadığı bir durum a geri götürm üş durum da.
Günüm üzde yükselen toplumsal ve küresel eşitsizliğin “kariyer
raporu”ndan birkaç rakam verelim: dünyanın en zengin ülkesinde,
yani ABD’deki en zengin 160 bin hane daha yoksul 145 milyon ha
nenin sahip olduğuna eşit bir sermayeyi kontrol ediyor. Amerikalıla
rın en tepedeki yüzde 10’luk kesimi, ülkedeki toplam servetin yüzde
86’sına sahipken, geri kalan yüzde 90’lık nüfus kesimi ulusal servetin
yalnızca yüzde 14’ünü paylaşıyor. Soruna küresel ölçekte bakarsak,
Credit Suisse’in* son raporuna göre, insanlığın altta kalan yarısı (3,5
milyar) dünyadaki toplam servetin yaklaşık yüzde l ’ine sahip - ve bu
da dünyadaki en zengin 85 kişinin servetine tekabül ediyor.
8 Bkz. Vic George and Roger Lawson (der.), Poverty and Inequality in Common Market
Countries, Routledge 8t Kegan Paul 1980, s. 241.
9 Frank Parkin, Marxism and Class Theory, Tavistock 1979, s. 83.
zorlandı.”)10 gibilerinden gelen ilk uyarılar, halkın ilgisini çekmek
ve bu ilgiyi m uhafaza etm ek bir yana, zar zor duyulabiliyordu.
17 Paul Verhaeghe, “Neoliberalism Has Brought Out the W orst in Us,” The Guardian,
23 Nisan 2016, erişim: https://www.theguardian.com/commentisfree/2014/sep/29/
neoliberalism-economic-system-ethics-personality-psychopathicsthic.
* Antik Yunancada “yaygın kanaat” anlamına gelir. Platon ve Parmenides bu kavramı
gerçekliğe dair çarpıtılmış ve yanlış bir kanaat anlamında kullanır, (ç.n.)
tasarlanan, idare edilen ve denetlenen “yaşam p o litik asın a devret
mesiyle göze çarpan toplum um uzun icra ettiği bu köhne işe kurban
giden yalnızca “sosyal sermaye” değildir. “Göreli yoksunluk” da
onun kaderini paylaşıyor olabilir. “Bizim gibi” olan ama “biz”den
esirgenen avantajlar bahşedilmiş -bizzat tanıklık ya da tasavvur
edilen- grupların tetiklediği zaman ve m ekâna bağlı yoksunluk
hissinden, sürekli ve bir tü r “yüzergezer” yoksunluk hissiyatına
geçiyoruz. Artık kesin bir biçimde belirli bir “kıyaslama grubuna”
sabitlenmeyen bu yeni hissiyat hayat yolculuğumuz boyunca kar
şılaştığımız sayısız lim andan herhangi birine rastgele dem ir atıyor.
Gezegendeki her türden beşeri yaşam alanının ziyaretlere ve dik
katle irdeleyen gözlere açılmasıyla birlikte, her insan evladının ya
da grubunun başarısını benim kendi yoksunluğum un bir diğer si
nir bozan ve çileden çıkaran anımsatıcısı olarak algılayıp acılarımın
am barına eklemem m üm kündür. Bireyselleştirilmiş bir toplumda,
herkesçe arzulanan fakat inatla yeterince bulunm ayan nim etler için
yarış, ister istemez, sıfır toplam lı bir oyun hissi verir. Başkalarının
başarısını kendi yenilgim gibi hisseder, bunun benim zaten zayıf
olan “bu dünyada daha yukarılara çıkm a” şansımı daha da azalttığı
nı düşünürüm . Bundan dolayı insanlar “göreli yoksunluk” duygusu
fikrini terk edip evrensel yoksunluk duygusu form unu benimseme
eğilimindedir. Ne var ki yoksunluğun “evrenselliği” hissinin yan
etkisi yoksunluğun çaresinin olmadığı hissidir: “Yaşam politika
sı” alanında ne yaparsam yapayım, yoksunluk durum u hiçbir yere
gitmeyecektir. M uhtem el edim lerim bu alanın içiyle sınırlı kaldığı
sürece, yoksunluk benim değiştirilemez kaderim olarak kalacaktır.
Bu du ru m u n önceki bölüm de tanım ladığım “kabileye dönüş”
fenom enini açıklamaya büyük katkıda bulunduğuna inanıyorum .
ıoo
lendirm ede en etkili bilginin) küreselleşme süreci olm ak üzere iki
paralel sürecin birlikte ürettiği bir yan sonuçtur. Kısaca bu kopuş
“ufukların genişlemesi”, hatta (görüşü/vizyonu sınırlayan bir engel
olarak) “ufukların ortadan kalkm ası” -eşanlı olarak karşılıklı b a
ğımlılık ve karşılaştırılabilirlik ufuklarının ortadan kalkm ası- ola
rak adlandırılabilecek şeyin bir yan sonucudur. Ufukların böyle-
sine genişlemesi, herkesin sağlam gerekçelere dayanarak üzerinde
birleştiği gibi, günüm üzde tam ve sahiden evrensel, yani herkes için
erişilebilir olmaya yaklaşan yeni bilişim teknolojisinin başarısıdır.
Bilişsel ufukların video kam eralarının ve akıllı telefonların
(ve dolayısıyla da internetin) erişebildiği bü tü n m ekânlara kadar
uzanm ası fiziksel mesafe bağlam ında tanım lanan “kom şuluk” fik
rinin sonunu getirmiş, “yakın olm a”nm getirdiği ulaşılabilirliği ve
aşinalığı “uzak”ın ulaşılam azlığından ve bilinemezliğinden ayır
m ıştır. Gerçekten de bu gelişme göreli yoksunluk fenom eninin
ve kavram ının dayandığı m etonim ik m antığı (ya da James Ge-
orge Fraser’ın Golden Bough kitabında verdiği isimle “sem patik
büyü”yü) kullanım dışı bırakır.
“Erişim dahilindeki insanlar” (ya da George Herbert M ead’in
analizindeki ifadelerle, “ben” [/] ile etkin ve sürekli bir diyalog/etki
leşim içindeki “ben”i [me] oluşturan “anlamlı ötekiler”)* anlamında
“kom şu lar’ın muhtevası, sonuç olarak, eskiden olduğu gibi aralık
sız/bitişik bir m ekâna nakşedilmemiştir; parçalı, yani yaygın ve da
ğınıktır. Bu parçalar bir coğrafi haritaya işaretlenseydi diasporalar
takımadası gibi bir şey çıkardı ortaya: hem ortak kimlik tarafından
idame ettirilen, hem de bu kimliği idame ettiren zihinsel/kültürel
yakınlığın (ya da “anlamlı ötekiler” durum unda olduğu gibi, hari
tacının onlara atfettiği anlam, m ünasebet ve önem in) birbirine bağ
ladığı fakat birbirinden ayrı ve birbirleri arasındaki mesafeyi m uha
faza eden bir adalar topluluğu. Bunun pratikteki anlamı, katlanılan
ayrımcılığın m ihenk taşı olarak kullanılan “referans grubu”nun ar
* George Herbert Mead’e göre “me” kişinin sosyalleşmiş boyutudur, “I” ise kişinin ak
tif boyutudur. Mead kendi analizindeki “me’yi Freud’un “denetçi”si (censor), T i ise
onun “ego”suyla eşleştirmiştir. (ç.n.)
tık tutarlı bir şekilde oluşturulm asının gerekmediğidir. Çoğu örnek
te referans grubu heterojen, bağlantısız ve her halükârda mantıksal
bakım dan kusurlu ve sürdürülemezdir. Referans grubunun ne de
vamlılığı amaçlaması gerekir ne de kendisini istikrar ve dayanıklılık
varsayımıyla meşrulaştırması - en yaygın eğilim özel amaçlı geçici
gruplar oluşturm ak ve yeniden oluşturmaktır.
Benim fikrim şu: yoksunluk hissinin yeni varoluş biçimi, ne
şekilde ölçülürse ölçülsün, hızla yükselen “nesnel” eşitsizliğin ata
larım ızın düşündüğü gibi bir “devrimci d u rum un” zuhuruna ne
den olup olmayacağı, olmayacaksa neden olmayacağı sorusuna bir
yanıt, en azından yanıtın anlam lı bir kısm ını teşkil etmektedir.
18 Erişim: https://www.nytimes.com/2016/04/24/business/economy/velvet-rope-eco
nomy.html?_r=0.
Schwartz mal ve hizm et sağlayıcılarının daim a daha fazla ay
rım ve ayrıcalığa aç en tepedeki yüzde l ’den sayılmanın anlam ına
dahil ettiği yeni boyutlarla sürekli olarak güçlendirilen eşitsizliğin
bileylenip keskinleştiği ortam ı ortaya koym ak için önce Kaliforni
ya Berkeley Üniversitesi iktisat profesörü Em m anuel Saez’den bir
alıntı yapar:
19 Zygmunt Bauman, Does the Richness o f the Few Benefit Us All?, Polity 2013 [Türkçesi:
Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?, çev. Hakan Keser, İstanbul: Ayrıntı,
2015].
hak ediyordu. Ancak bu etki yaratılabilirse, bir sıçrama tahtası ola
rak arzu amaçlandığı kadar yükseltilebilecektir.
20 Daniel Raventös, Basic ¡ncome: The Material Conditions o f Freedom, Pluto Press 2007
(İspanyolcadan çev. Julie Wark), s. 8. Raventös’un tanımı Phillip van Parijs’in daha
önceki -ve çoklarınca hâlâ esas alınan- genel vatandaşlık geliri tanımından çok da
uzaklaşmaz:
Bir hükümet tarafından toplum un her yetişkin üyesine aynı miktarda ve düzenli
aralıklarla ödenen bir gelir. Kişinin zengin ya da yoksul olmasına, yalnız ya da baş
kalarıyla birlikte yaşamasına ya da çalışmaya istekli olup olmamasına bakılmaksızın
verilen bir hibe. Birçok versiyonunda (ve kesinlikle benim versiyonumda da) yalnızca
vatandaşlara değil ülkenin bütün daimi sakinlerine ödenecek bir gelir (Phillip van
Parijs, What's Wrong with a Free Lunch?, Beacon Press 2001, s. 5).
Van Parijs bu fikrin ilk (her ikisi de 1848’deki) öncüleri olarak ikisi de Charles
Fourier’in etkisinde kalmış olan Karl Marx ve Joseph Charlier’i gösterir.
“Genel vatandaşlık geliri” fikrini bulma onuru en sonunda her kime giderse git
sin, şu gerçeğin yerli yerinde durduğunu eklememe izin verin lütfen: Neil Howard,
Bregman’ın Gerçekçiler tçin Ütopya eseri üzerine yazdığı eleştirisinin basıldığı (bkz.
https://www.opendemocracy.net/neil-howard/utopia-for-realists-review)
Nisan 2016’da bile, “Herkese karşılıksız para. Kulağa çılgınca geliyor” diyerek şaş
kınlığını ifade edebiliyordu. Ne var ki birkaç satır sonra şunu ekliyordu: “Fakat
Bregman’m büyük gücü onun düşüncelerini ve bu düşünceleri desteklemek için or
taya koyduğu kanıtları, bırakalım çılgınca gelmelerini, kulağa son derece mantıklı
gelecek şekilde sunmasından gelir.” Howard kapsamlı eleştirisini büyük övgülerle
bitirir: “Müthiş derecede iyi araştırılmış ve alıp götürecek derecede iyi yazılmış bir
eser bu; ayrıca son derece de kolay anlaşılır. Bregman’m gerçek kalitesi, devrimi ade
ta sıradan bir şeymiş gibi sunmasından geliyor.”
yarar sağlamasını tem inat altına alm ak için şu üç ilkeye dayanması
gerektiğinde ısrar eder: Vatandaşlık geliri (1) hanelere değil birey
lere, (2) başka kaynaklardan elde edebilecekleri gelire bakılm ak
sızın, ve (3) herhangi bir çalışma ya da olası bir iş teklifini kabul
etmeye hazır olm a şartı aranm aksızın ödenm elidir (s. 9). Bu üç il
keye dair düşüncem şudur: Bunlar asıl “refah devleti” felsefesinden
geriye kalanların günüm üzdeki uygulam alarının içerdiği açık ya
da zım ni varsayımlardan farklı bir vatandaşlık geliri fikrini ortaya
koym aktadır - zira bu uygulamalar, yukarıdaki üç ilkenin aksine,
bireyler yerine hane halklarına odaklanm akta, sosyal yardım lara
hak kazanmayı gelir testlerine bağlama eğilimi göstermekte, “sos
yal yardım ”ın [welfare] yerine “geçici istihdam program ları’nı
[workfare] koyma şeklindeki güncel eğilimi izlemektedir.
Hem Vatandaşlık Geliri Dünya Ağı hem de Daniel Raventös,
sosyal yardım uygulam alarının bugünkü tasarım cılarına ve yöne
ticilerine takılıp kalm adan, refah devletinin tarihi köklerine iner:
W illiam Beveridge’in sosyal güvenlik ve bağlanttlı hizmetler üze
rine raporu yayınlandığı 1942 yılı İngiltere’sinde kam uoyunun ve
başlıca kanaat önderi kurum ların neredeyse fıresiz onayını almış
tı (birkaç m uhalif sesten birisi dönem in M uhafazakâr Parti-İşçi
Partisi koalisyon hüküm etinin Maliye Bakanı olarak Beveridge
R aporu’n u n öngördüğü mali taahhütlerin uygulanabilir olm adı
ğında ısrar eden Kingsley W ood’du). Raventös’un çalışmasının/
m anifestosunun alt başlığında, Beveridge R aporu’nun dayandığı
varsayımların (sonraki dönem de birbirini takip eden M uhafazakâr
Parti ve İşçi Partisi hüküm etlerinin yavaş am a istikrarlı bir şekilde
terk edip neredeyse tüm üyle unuttuğu tem el önerm elerin) gözden
geçirilmesi ve geliştirilmesi niyeti okunabiliyor. (Bilahare Lord)
W illiam Beveridge ne bir m uhafazakâr ne de bir sosyalistti; liberal
ideolojinin am entülerini m antıksal sonuçlarıyla birlikte savunan
birisi olarak, kendisini liberal sayma hakkını kendinde görüyordu.
Liberal ideoloji tarafından en yüksek değer, temel buyruk ve ayrıca
siyasi pratiğin en başta gelen amacı (aslında bir üst-amacı) olarak
konulan bireysel özgürlük yalnızca “özgürlüğün m addi koşulla
rı” karşılanırsa işlevini hakkıyla yerine getirebilirdi. Gelgelelim
söz konusu m addi koşullar İngiliz toplum unun büyük bir kesimi
için yerine getirilmedi; ne o gün getirilmişti ne de bugün getiril
miş durum da. İngiliz toplum unun bahsettiğim iz büyük kesimi şu
beş “büyük şeytanın” altında ezilmiş ve birçok yönden de ezilmeye
devam etm ektedir ya da ezilmekten korkm ak için haklı gerekçelere
sahiptir: sefalet, cehalet, yokluk, aylaklık ve hastalık. Bu şeytanlarla
açıkça yüzleşip onları geri çekilmeye zorlamadıkça, “özgürlük” İn
giliz toplum unun büyük kısmı için içi boş bir slogan ve ne niyetle
ortaya atılırsa atılsın, zaten fena halde can yakan açık bir yaraya bir
de yakıcı bir aşağılama tuzu basan bir yanılsama olarak kalacak
tır. Liberallerin deklare edilmiş bu amacı, yani özgürlüğün m addi
koşullarını yerine getirm ek bugün W illiam Beveridge’in raporunu
yazmaya koyulduğu zam ankinden daha gerçekleşmesi yakın bir
am aç değildir - hatta bugün gerçekleşmesi daha uzak bir amaç ol
m asın sakın?
“Vatandaşlık geliri fikri”nin (elbette ki siyasi yelpazenin solun
da) “bir yoksulluğu azaltma yöntem i” olarak görüldüğünü kabul
eden Paul M ason21 bu fikre onun zorunluluğunu doğrulayacak
güçlü bir argüm an sağlar: Vatandaşlık Geliri “çok daha büyük
bir problem e, bizzat işin ortadan kaybolmasına bir çözüm su
nar.” M ason’ın görüşleri kabaca şöyle özetlenebüir: bu dünyanın
Pangloss’ları ile Cassandra’ları* çok yakın zam anlara kadar - s i
yasi yelpazenin bütün renklerini aynı şekilde hazırlıksız yakalayıp
eşit derecede çarpan darbe [işin kendisinin ortadan kaybolması],
bu ütopyanın üzerinde yükseldiği zemini altından çekip alıncaya
k ad ar- A ndré Gorz’un isimlendirmesiyle “işe dayalı ütopya”da
birlikte yaşıyordu. Bu darbeyi ortaya koyan birçok bulgu m evcut
tur: Oxford M artin School’un bulgularına göre, önüm üzdeki yirmi
21 Bkz. https://www.theguardian.com/commentisfree/2015/feb/01/paying-everyone-a-
basic-income-would-kill-off-low-paid-menial-jobs.
* Pangloss Voltaire’in Candide inin her durum da iyimser olan filozof kahramanıdır.
Cassandra ise Yunan mitolojisinde Priam’ın kehanet yeteneği bahşedilen kızıdır
ve daha çok “sürekli felaket haberleri veren” anlamında kullanılır. Dolayısıyla “bu
dünyanın Pangloss’ları ile Cassandra’ları” ile kastedilen “bu dünyanın iyimserleri ve
kötümserleri”dir. (ç.n.)
yılda ABD’deki işlerin yüzde 47’si otom asyon nedeniyle ortadan
kalkma tehlikesi altındadır; McKinsey Global Institute’a göre, 140
milyon bilgi işçisi aynı kaderle karşı karşıya; keza geçmişte yaşanan
“vasıfsızlaşma ve işlerin yok olması [dalgaları] yeni, yüksek vasıflı
işlerin ve daha yüksek ücretlere dayalı tüketim kültürünün yara
tılmasıyla” el ele ilerlemişse de, bugünkü otom asyonun “bir sek
tördeki iş ihtiyacını bir diğer sektörde ille de yeni bir iş ihtiyacı
yaratm aksızın düşürdüğü” noktasındaki yeni farkındalığımızı da
bunlara ekleyebiliriz.
* Ortaçağ söylencelerindeki hayali bolluk ülkesi. Aşırı lüksün söz konusu olduğu bu
ülkede her türlü fiziksel konfor ve zevk her an herkesin elinin altındadır, (ç.n.)
Üniversitesi Siyaset O kulu’nun desteğiyle 11 M art 2009’da düzen
lediği sem pozyum un resmi özeti refah devletinin dolambaçlı ve
tartışm alı tarihinin günüm üzde geldiği aşam anın teşhisiyle başlar:
ııo
dolayısıyla “kendine yeterli” olarak kalmaları um ut ediliyordu) in
sanların hayatlarına karışm aktan alıkoymak. Yoksullar evine ya da
çalışma temelli ıslahevine kabul edilmek toptan bir utanç paketini,
tam gelişmiş insanlık eşiğinin altında kalm anın ayıbını ve u tan
cını beraberinde getiriyordu. İşin ve askerliğin bir yaşam norm u,
çalışm anın ve askerlik yapm anın toplum sal aidiyet ve sosyal statü
kazanm anın gerek ve yeter şartı addedildiği bir dünyada, işi olm a
yan, dolayısıyla da yaşamını idam e ettirm ek için gerekli güvenceli
araçlardan yoksun insanların “toplum dışı” olarak yaftalanmaktan
kurtuluşu yoktur. Gelir testlerinin iptalini ve sosyal statü hakkının
ücretli çalışm anın varlığı ya da yokluğundan bağımsız olarak ta
nınm asını talep etm ek yoksul evlerini ve çalışma esaslı ıslah evle
rini yaratan zihniyetin gittikçe zayıflayan (ve eski/yeni gelir testleri
ile devlet yardım ı alm ak için katılım ın şart koşulduğu geçici istih
dam program larının diriltmeye ve eski saygınlığına kavuşturm aya
çalıştığı) m irasından köklü bir kopuş anlam ına gelir.
Gittikçe daha çok araştırm acı şu gerçeğin am pirik kanıtlarını
bir araya getiriyor: bir yandan insanları kendilerini ifade etmeye
teşvik ederken, eşanlı olarak bunu m üm kün ve herkes için erişile
bilir kılan bir strateji olarak hiçbir koşula bağlamaksızın insanlara
para vermek, sayısı en az savunucuları kadar çok olan eleştirm enle
rinin iddia ettiğinin aksine, devlet bütçeleri ve ulusal servet bağla
m ında “kârlı bir iş”tir de. Zira bu, ulusal servet ve gelir düzeylerini
azaltan bir yük değil, artıran bir kazanım dır. Bu araştırm acılardan
biri ve m uhtem elen bu alanda en geniş ve (devasa içeriğini burada
yansıtamayacağım kadar) kapsamlı eseri yazmış olanı, genel vatan
daşlık gelirinin ateşli taraftarlarının kürsüsü olduğu pek de söyle
nemeyecek The Econom isfin bile bu mesele üzerinde zuhur eden
m utabakatı (“evsizler için para harcam anın en etkili yolu, o parayı
onlara verm ektir.”)22 kanıtlam ak için atıfta bulunduğu, daha önce
de alıntılar yaptığım Rutger Bregm an’dır.
Bregman bizi, olduğu haliyle “çalışma toplum u” zam anların
da şekillenmiş fakat bu çalışm anın farkında bile olm adan kalıba
22 Rutger Bregman, "Cutting out the Middleman,” The Economist, 4 Kasim 2010.
döküp devreye soktuğu günüm üz koşullarında değerini kaybetmiş
“refah devleti” zihniyetinin m irası üzerinde yeniden ve köklü bir
şekilde düşünm eye çağırır: “İnsanlarda güvenlik ve onur duygu
su uyandıran refah devleti yozlaşarak bir kuşku ve utanç sistemine
dönüşm üş durum da.” (s. 69) Bu sözlere şunu eklemek isterim: D o
ğasının gereği olarak refaha katkı sunm ası beklenecek “refah dev
leti”, bugün itibarıyla, “sosyal yardım alm a”nın bir toplum sal yüz
karası olarak dam galanm asının, böylece kam u vicdanının norm al
de yürek parçalayıcı çağrılara konu olması gereken toplum sal eşit
sizliğin hoşgörülm esindeki (ve şiddetlendirilmesindeki) rolü nede
niyle hissettiği suçluluk duygusundan arındırılm asının sorum lusu
durum undadır. Yaygın bir şekilde “asalak olm ak”, “hiçbir şey ver
m eden bir şeyler talep etm ek” (ve almak) olarak anlaşılan “sosyal
yardım alm ak”, böylesine bozulm uş ve yozlaşmış bir refah devleti
zihniyeti tarafından, bir utanç vesikasına, keza “sosyal yardım alan
insanların” insan hakları bağlam ında tam hak sahibi olmadığının,
bu insanların karakter bozukluğunun, toplum sal bakım dan fazla
lık ve gereksiz insanlar olduklarının bir kanıtına (aslında tek başına
bunu kanıtlam aya yeterli kanıta) dönüştürülür.
“Vatandaşlık geliri”ni destekleyen felsefe, “refah devleti”nin
günüm üz versiyonunun altında yatan felsefenin aksine (daha doğ
rusu onunla tam bir zıtlık içinde), dışlama yerine kapsamayı, daya
nışm a bağlarının parçalanm ası ve toplum sal bölünm üşlük yerine
toplum sal bütünleşm eyi öngörür ve destekler.
Bu m ülahazalar vatandaşlık gelirinin m uazzam bir toplumsal ve
ahlaki kazanım olarak görülm esini haklı çıkarır, ki görünüşe göre
eşitsizlik sorununa dair başka hiçbir çözüm önerisi böyle bir statü
ye ulaşamamıştır. Fakat vatandaşlık gelirinin vaat ettiği kazanım
lar aslında göründüğünden bile daha fazla ve türlü türlüdür. Bizi
“yeni şeyler söylemeye ve yeni şeyler düşünm eye” çağıran Breg-
m an, örneğin M anchester Üniversitesi’nden A rm ando Barrientos
ve David H ulm e öncülüğündeki bir grup bilim insanının yazdığı
ve 2001 yılında yayınlanan Just Give M oney to the Poor23 [Yoksul
23 Erişim: http://www.oecd.org/dev/pgd/46240619.pdf.
lara Yalnızca Para Verin] isimli kitapta vatandaşlık geliri türünden
program ların ekstra yararları olarak sayılan şu hususları aktarır:
“(1) H ane halkları parayı iyi değerlendirir, (2) yoksulluk azalır, ...
gelir, sağlık ve vergi gelirleri alanlarında uzun vadeli ve çok çeşit
li faydalar sağlanır ve (3) bu program lar bütün alternatiflerinden
daha az m aliyetlidir” (s. 59). Bregman bu bağlamda Duke Ü niver
sitesi profesörü Jane Costello’nun 2003 tarihli araştırm asına24 da
başvurur. Bregman “öyleyse yoksullar arasındaki akıl sağlığı p ro b
lem lerinin sebebi nedir? Doğal sebepler mi, kültürel sebepler mi?”
diye sorduktan sonra, Costello’nun bu soruya ulaştığı bulgulara
dayanarak “her ikisi de” yanıtım verdiğini bildirir ve devam eder:
“Zira yoksulluğun neden olduğu stres bir hastalığa ya da bozukluğa
genetik yatkınlığı olan insanların o rahatsızlığa yakalanm a riskini
artırm aktadır. Fakat bu çalışm anın ortaya koyduğu bundan daha
önem li bir sonuç daha var: Genler geri alınamaz, am a yoksulluk
alınabilir.” (s. 99)
“Genel vatandaşlık gelirinin ana argüm anı,” der Philippe van
Parijs, “adalet fikri üzerine kuruludur.”25 O na göre, “adalet herkese
gerçek özgürlüğü en iyi şekilde sağlamak üzere dizayn edilmiş” k u
rum lar yaratm aktan başka bir şey değildir. Şu hususu not edelim:
Burada söz konusu olan yalnızca özgür olma hakkı değil, özgürlü
ğün hakiki bir özgürlük olmasıdır (John Rawls buna “özgürlük kıy
m eti” derken, Isaiah Berlin m aalesef baştan yanlış bir niyetle hor
gördüğü bu özgürlüğe, asıl savunduğu -kısıtlam alardan özgürlük
anlam ındaki- “negatif özgürlük”ten ayrıştırm ak üzere, “pozitif
özgürlük” der). Bununla birlikte genel vatandaşlık geliri savunu
cuları, en az öncelleri, yani refah devletini dizayn edenler kadar
kararlı bir şekilde, pozitif özgürlüğün, yani kendini gerçekleştir
me ve kendi seçimlerini yapm a kapasitesinin, bunlar bir kez n e
gatif özgürlüğü çok büyük sayıdaki toplum üyesinin yoksulluğuna
neden olm aktan alıkoyan bir araç olarak kurgulandı mı, “negatif
özgürlüğe” kaçınılmaz bir şekilde eşlik ettiğini savunur. Özgürlük,
24 Erişim: http://jamanetwork.com/journals/jama/fullarticle/197482.
25 Van Parijs, W hat’s Wrong with a Free Lunch?, s. 14.
kendisi ve kendisinin önündeki engelleri kaldıracağı varsayılan in
sani potansiyel bir gerçeklik halini aldığında bir değer taşır; ne var
ki genel vatandaşlık geliri ya da aynı fonksiyonu yerine getirecek
bir m uadili tarafından eşlik edilmedikçe, özgürlük o seviyeye ula
şamaz. Van Parijs’in ısrarla belirttiği gibi, “kişinin özgürlüğünün
gerçek kıymeti, özgürlüğünden istifade etm ek için o kişinin kul
lanabileceği kaynaklara göre değerlendirilir”; bu bağlam da sosyal
adalet davası uğruna yapılanların yerini bulm ası için, “fırsat da
ğılımı (insanların yapm ak isteyebilecekleri şeyleri yapabilmek için
ihtiyaç duydukları araçlara erişim olarak anlaşılır) en az fırsat sa
hibi olanlara m üm kün olan en fazla gerçek fırsatı sunacak şekilde
tasarlan [malıd] ır.”
Van Parijs’in alıntıladığımız kitabı, fikri pozisyonunun derli
toplu ve özlü bir yeniden ifadelendirilmesi olm asının yanında, sa
vunduğu vatandaşlık geliri planındaki çeşitli unsurlara dair eleşti
rel değerlendirm elerin bir derlemesi niteliğindedir de. Bu değer
lendirm eler hep birlikte genel vatandaşlık geliri fikrinin göreli kısa
fakat fırtınalı tarihinin ve bugünkü durum unun aşağı yukarı tam
bir panoram asını sunduğu gibi, bu fikrin olası gerçekleşme fırsat
larına ve bu fırsatlardan hakkıyla yararlanm anın önündeki engel
lere de ışık tutar. Söz konusu değerlendirm eler arasında, Claus
Offe’ninki kapsam ı ve hem bu fikrin yükselen popülerliğinin hem
de yürürlüğe sokulmasını zora sokan şartların gerçek temellerine
inm e girişiminde bulunm ası (ki bir bütün olarak bakıldığında bu
girişimde başarılı olm uştur) ile ayrılır.
Offe’nin giriştiği iş aslında Parijs’in teorisini, her iyi teorinin
becerebilmesi gerektiği gibi, “kendi kendisinin teorisini” sunm ası
için dürtüklem ekten başka bir şey değildir. “Bir teorisyenin yanıtla
m ası gereken sorulardan birisi şudur: N eden bu kadar insan benim
teorim e karşı çıkıyor?”26 Bu önem li bir sorudur, hatta en önemli
sorudur, şu gerçek göz önüne alındığında: “Genel vatandaşlık geliri
planlarına gittikçe daha fazla ilgi gösterilir ve olum lu yaklaşılırken,
üstelik bu durum yalnızca gelişmiş ekonom ilerle sınırlı da değil
ken, hiç kimse ciddi ciddi vatandaşlık gelirinin hayat bulm asının
eli kulağında olduğunu iddia edemez. Peki am a neden?” (s. 112)
Bu soruya verilen ilk yanıtların bir muhasebesi yapılırsa, başlıca
olağan şüpheli olarak özgürlük beklentisinin neden olduğu korku
(“tutkulu ve abartılı [olsa da], ille de büsbütün paranoyakça olm a
yan” bir korku) doğal olarak listenin başında yer alır. Fakat “genel
vatandaşlık gelirinin peşinden gelecek özgürlükten kim, hangi n e
denle korkm aktadır?” Kuşkusuz listenin başında işverenler yer al
m aktadır; özgürlükten korkm ak için bir değil, iki nedene sahiptir
ler: Birincisi, “işçiler sürdürülebilir nitelikte bir [emek sürecinden]
geri çekilme seçeneğine sahip olacaklarından, işçiler üzerindeki
kontrollerinin zayıflayacağı” korkusudur; İkincisi ise, “genel vatan
daşlık gelirinin sonuçta net gelir skalasının alt taraflarına doğru bir
baskılamaya neden o lacak ... bir vergileme oranına ihtiyaç duyaca
ğı” kuşkusu, (s. 113)*
Bu ve farklı çevrelerde başgösteren diğer korkular, Offe’nin bizi
uyarıp haklı olarak talep ettiği gibi, ciddiye alınmalıdır. Offe aynı
zamanda bu korkuların en azından bazılarını ortadan kaldıracak ya
da hiç olmazsa azaltıp az çok üstesinden gelinmelerini kolaylaştıra
cak yöntem ler önerir. Bunlar arasındaki en temel ve yenilikçi olan
ları, “tedricilik ve tersine çevrilebilirliktir. Bu yöntem lerin ardında
yatan fikir, iştah (zorla tıkıştırm aktan ziyade) yedikçe açılır derken
* Yazar burada Van Parijs’in What’s Wrong with a Free Lunch? isimli kitabından alın
tılar yaparken küçük bir hata yapmış, bu hata bir anlam sorununa neden olmuştur.
Bauman’m Van Parijs’e atfen “işverenler... özgürlükten korkmak için bir değil, iki ne
dene sahiptir,” ifadesi Parijs'in görüşlerini tam olarak yansıtmamaktadır. Van Parijs
söz konusu çalışmasında, Bauman’m burada yanlışlıkla ikisini de işverenlere mal ettiği
korkulardan ilkini (“işçiler sürdürülebilir nitelikte bir [emek sürecinden] geri çekilme
seçeneğine sahip olacaklarından, işçiler üzerindeki kontrollerinin zayıflayacağı” kor
kusunu) gerçekten işverenler için kullanırken, İkincisini (“genel vatandaşlık gelirinin
sonuçta net gelir skalasının alt taraflarına doğru bir baskılamaya neden olacak... bir
vergileme oranına ihtiyaç duyacağı” korkusunu) işçi sınıfına atfetmiştir. Zaten işveren
lerin, “net gelir skalasının alt taraflarına doğru baskılamaya neden olacak bir vergileme
oranı”ndan korkması için bir neden de yoktur. Bauman kitabın Türkçe çevirisi devam
ederken hayatını kaybetmiş olduğundan, orijinal metindeki bu hatanın yazar onaylı bir
düzeltmesi mümkün olmamıştır, (ç.n.)
kastettiğimiz durum a benzer bir şekilde, insanların öğrenm e yoluy
la önceliklerini değiştirebileceği bir durum yaratm aktır” (s. 114).
Offe’nin önerdiği yöntem ler arasında en ilginci ve m uhtem elen en
um ut verici olanı onun “ücretli izin hesabı” dediği şeydir. “Diyelim
ki 10 yılda bir her yetişkine tanınan bu hak en az altı ay sürecek,
herkes için aynı (sabit) gelire tabi olacak, istenilen amaçla ve isteni
len zamanda kullanabilecektir.” Offe’nin öngörüsüne göre, bu yolla
özgürlüğün tüm hakiki evrensel temellerini güçlendirm enin en ar
zulanan ve aynı zamanda gerçekleşmesi en olası etkisi, alıştığımız
ifadeyle, “çalışmanın insanileştirilmesi” ve bilhassa “kötü” işlerin
tedricen tasfiyesi üzerinde yarattığı etki olacaktır, (s. 117)
Bununla birlikte, genel vatandaşlık gelirinin Offe tarafın
dan çizilmiş ve başka bakım lardan pratik olarak m akul “yol
haritası”nın önüne yığılmış en ciddi engellerden biri (“uzlaşmaz
sınıf ç ık arların d an doğan bir engel değil de, teknik/idari türden
bir engel olsa bile) bu fikrin uygulanması yönünde gerçekleştirile
cek bir pratik girişimin, genel vatandaşlık geliri rejim ine ya evren
sel bir şekilde geçilebileceğini ya da hiç geçilemeyeceğini oldukça
hızlı bir şekilde teyit etme olasılığıdır. Offe, son tahlilde, tem el bir
niteliğe sahip bu engel konusunda nettir: En azından Avrupa Bir
liği topraklarında genel vatandaşlık geliri “m ünhasıran tek ülkede
uygulanam az.” Bu hususu detaylandırırsak, bir bütün olarak AB
bölgesine hizm et için kurulm uş bir siyasi kurum lar şebekesi çoğu
bakım dan nam evcut ya da siyasi olarak parçalanm ış olduğu sürece,
genel vatandaşlık geliri uygulanamaz. Üstelik bu durum bir açıdan
AB’ye özgüyken, başka açılardan hangi işlerin yapılması gerektiği
ve yapılm ak zorunda olduğuna karar verm e kapasitesi ile bu işleri
oldurm a kapasitesi arasında dünya çapında yaşanan kurum sal ay
rışm anın bir tezahürüdür.
Yine de bu m ülahazalar genel vatandaşlık geliri rejim inin in
sani pratik içinde kökleştirilm esinin aleyhinde değerlendirilmek
zorunda değildir; tam tersine bunlar genel vatandaşlık gelirinin
çekiciliğinde ve popülaritesinde yaşanacak olası bir yükselmeden,
şu an boşanm a sürecinde olan iktidar ve siyaseti yeniden evlen
dirm ek adına faydalanm ak için kullanılabilir ve kullanılmalıdır:
Sözgelimi yine çok daha büyük bir ölçekte olsa da, “Avrupa b ü
tünleşm e projesine çok ihtiyaç duyduğu anlam ı ve cazibeyi kazan
dırm ası m üm kün olan ‘sosyal’ Avrupa fikrinin hayata geçirilmesi”
için kullanılabilir ve kullanılm alıdır (s. 118). Yaygın, hatta belki de
ezici bir “eşitsizliğe dönüş” eğilimine işaret eden ve iyi belgelen
miş günüm üz gerçeklerinden mütevellit, genel vatandaşlık geliri
projesinin bir geleceğinin olm adığını düşünm ek vahim bir yanlış
olacaktır. Bu argüm an tersine çevrilebilir, çevrilmelidir de: Çağdaş
“gerçekçiler için ütopya”m n birkaç ana unsurundan birisi olarak
genel vatandaşlık gelirinin gücünden, bu korkunç ve tehlikeli, feci
sonuçlara gebe eğilimi tersine çevirme mücadelesinde eşsiz güçte
bir silah olarak faydalanılabilir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1 Bkz. http://bostonreview.net/us-books-ideas/ronald-aronson-privatization-hope.
(...) Bir önceki kuşaktan umudum uzu tamamen kesmiş değiliz;
çıldırtıcı boyutlarda bir kişisel umut bolluğu söz konusu. Top
lumsal bir nitelik taşıyan umut türü, yani dünyayı daha özgür,
daha eşit, daha demokratik ve daha yaşanılır kılma amaçlı hare
ketlerin ardındaki motivasyon saldırı altında.
Ezcümle:
2 Louis Althusser’in Lertin and Philosophy and Other Essays, NLB 1971 kitabındaki
“Ideology and Ideological State Apparatuses (Notes towards an Investigation)” ma
kalesinde ortaya attığı bir kavramdır bu. [Althusser’in bu makalesi İngilizcede ilk
defa referans verilen derleme kitapta yayınlanırken, Fransızca orijinaliyse “Idéologie
et appareils idéologiques d’État (Notes pour une recherche)” başlığıyla La Pensée
dergisinin Haziran 1970 tarihli 151. sayısında yayınlanmıştır ve Türkçede İdeoloji ve
Devletin İdeolojik Aygıtları (çev. Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki, 2017) kitabında
yer almaktadır, (e.n.)] Bir insana önceden düşünülmüş, varsayılmış/dayatılmış ka
fınızdan da aynı şekilde çağırılacaklardır - ya zaten öylesinizdir
(öyledirler) ya da öyle olmaya yazgılısınızdır (yazgılıdırlar). Za
m an zaman, bir ihtimal, tesadüfi ve özel bir amaca dönük m üttefik
adayları olarak da kodlanabilirsiniz (kodlanabilirler), fakat hem en
hiçbir zam an doğal silah arkadaşları olarak kodlanm azsınız (kod
lanmazlar). M evcut durum da, 19. yüzyılın başlarına, yani birçok
A vrupa ülkesindeki köylülerin ve bütün Avrupa ülkelerindeki usta
ve zanaatkârların artan bir hızla üretim araçlarından ve dolayısıyla
aynı zam anda sosyal statülerinden ve sosyal sermayelerinden ko-
parıldığı bir dönem e dönm eye zorlanıyoruz; üstelik bu zorlam anın
bizim cephem izde ciddi bir direnişle karşılaştığı da söylenemez.
Bu köylüler ve zanaatkârlar, ta o zam andan beri, “çirkin, hayvani
ve kısa bir hayat” uzam ına tıkıştırılmış dürüm dalar. Çirkin, hay
vani ve kısa, çünkü bu hayat “herkesin herkesle savaşı”na batm ış
bir dünyada yaşanıyor: onlar gibi sefil, onlar gibi yüzden yoksun
ve tam bir insan olamamış, onlar gibi yeni ortam larını düşm anca
olduğu kadar yabancılaştırıcı da bulan insanlarla m eskûn bir d ü n
yada. İlk kapitalist fabrikalarda işe başlama ya da iş çıkış saatlerin
de bir araya gelen anonim kalabalıkların ortak bir çıkarları oldu
ğunu keşfetmeleri ve bu keşfi kendilerini bir denemeler, akamete
uğramış ya da ölü doğm uş girişimler, yanlış başlangıçlar, yenilgiler
ve kısa öm ürlü am a uzun dönem hafızalarında saklanan zaferler
çağına sokan “dayanışm a” fikriyle taçlandırm aları onlarca yıllarını
aldı; özgürleşmeyi kölelikle ikame etmeyi amaçlayan sistemik ve
sistem atik bir dayanışm a pratiği yaratm ak, kurum sallaştırm ak ve
hayata geçirmek için daha da fazla zam ana ihtiyaç var.
Atm osfer bakım ından benzer bir çağdayız. Bazılarımız dayan
m a güçlerini yeni ve herkes için daha üm it verici başlangıçların
yakında zuhur edeceği um udundan devşiriyor. H üsrana abone
um utlardan gına gelip gözleri açılmış diğer bazılarımız ise u m ut
larını ve özlem lerini geçmişe dönüşe bağlamış durum da. Buna
karşın, öyle görünüyor ki, büyük çoğunluğum uz, gerçekleşmeleri
tegorik görevini ona hatırlatarak çağrıda bulunmak anlamına gelir. Hem çağıranlar
hem de çağrılanlar, bu “çağrıda bulunma” edimi sırasında, statülerine ve karşılıklı
ilişkilerine yapılan atfı tanımak üzere ideolojik eğitimden geçirilmişlerdir.
durum unda çok ağır sonuçlar doğuracak olasılıkları bertaraf etm e
nin bir yolunu bulm ak yerine, kendilerini, hangi yolla gerçekleşti
ğine (ya da geçmişle mi yoksa gelecekle m i ilgili olduğuna) aldır-
maksızın, küçük fakat sürekli tatm inler sağlaması m uhtem el ıvır
zıvır şeylerle meşgul ediyor. Yani ilkin kendi derdine düşm enin
ve keram eti kendinde aram anın aldatıcı bir şekilde güvenli barı
nağına geri çekiliyor, sonra da ihtiraslarını ve beklentilerini aşağı
çekiyorlar. Gelgelelim o barınaklardaki güvenliğin sahteliğinden
ve keram eti kendinde aram anın samimiyetsizliğinden sonuçlar çı
karmayı bir kenara bırakalım, henüz bu durum un farkına varm a
ya başlamış bile değiliz. Çoğumuz, yanan parm aklarım ıza üfleyip,
Fraser’ın ifade ettiği gibi, kolektif bilincin (kolektif eylemin sözünü
bile etm iyorum ) ya bir fitne ya da naiflik olduğuna inanm aya de
vam ediyoruz.
H üsran ve yanan parm akların acısı neredeyse elle tutulacak ka
dar gerçek olm asına karşın, çoğu insanın -teoride her zam an ol
m asa d a - pratikte bunlardan çıkardığı sonuçlar, “kaçınılmaz” ya
da önceden belirlenmiş olmayı bir kenara bırakalım, m ünhasıran
akla yatkın ya da hatta tek başına inandırıcı bile olmayıp, hiçbiri
nin iler tutar yanı olmayan birkaç zım ni ve hayali varsayıma d a
yalı sonuçlardır. Surrey Üniversitesi’nde sürdürülebilir kalkınm a
alanında çalışmalar yapan Profesör Jim Jackson bu varsayımların
tam am ını tek bir kısa ama özlü cümlede ifade etmeyi başarmıştır:
“Umursamadıkları insanların üzerinde uzun sürmeyecek bir etki
yaratm ak için, sahip olmadıkları parayı ihtiyaç duymadıkları şeyle
re harcamaya ikna edilen insanların, yani bizim hikâyem izdir bu.”3
Fazlalıklarını atarsak, bu cümle şu anlam a gelir: Bir yanılsama ni
teliğindeki statülerim izin onaylanm asının dört dörtlük bir form ülü
olarak bel bağlam a noktasına geldiğimiz anlamsız kaygıların ve ru
tinlerin içine çekilmekteyiz.
Robert M erton’ın toplum sal düzenlem elerin ve bu düzenlem e
lerin im a ve talep ettiği davranış kalıplarının açık işlevleri ile gizli
işlevleri arasında yaptığı hatırlanm aya değer ayrım a başvurursak,
3 Erişim: https://www.ted.com/talks/tim_jackson_s_economic_reality_check.
tüketim kültürünün empoze ettiği yaşam biçim inin açık işlevi
m üşterilerin ihtiyaçlarına ve tercihlerine hizm et etm ek ve tatm in
lerini kolaylaştırmak iken, gizli işlevi (ki M erton’ın ifade ettiği gibi,
bütün düzenlem enin asıl m otor gücü bu işlevden gelir) kullanıcıla
rın, hakiki ihtiyaçlarına yönelik -k ro n ik bir hal almış o lan - hizm et
yokluğunun hayali ihtiyaçların aldatıcı tatm ini stratejisi yoluyla
katlanılabilir kılındığı bir yaşamla uzlaşm alarına ve kendilerini ona
göre ayarlam alarına olanak vermektir.
U m berto Eco 1991 yılında yazdığı denem elerinden birinde,4
yürürlükteki bu kuralın günüm üzde çok yaygın ve bu nedenle de
bilindik tezahürlerini ortaya koyarken, onun işleyiş m ekanizması
nın m ükem m el ve eşsiz bir analizini sunar:
4 Umberto Eco, “How Not to Use the Cellular Phone,” How to Travel with Salmon and
Other Essays içinde, çev. William Weaver, Mariner Books 1995 [Türkçesi: Somon
Balığıyla Yolculuk, çev. İlknur Özdemir, İstanbul: Can, 2016].
5 Steve Fraser, The Age o f Acquiescence, Little, Brown and Company 2015.
çalışmayı gerektirmeyecek kadar aşikâr bir yanıtı olan bir sorudur
bu), neden “çok daha önce olmadı," diye sorar. M atbaa baskısına
son verilm esinden iki yıl sonra bu kitabı yeniden okurken, tecrü
belerime dayanarak şunu ekleyebilirim: bu eylem neden bu kadar
çabuk soldu, güçten düştü, Wall Street’te yapılıp edilenler üzerin
de yok denecek kadar az iz bırakıp, “güçlü adam ların” ulusun geri
kalan yüzde 99’unun düşünce ve eylemlerine karşı sahip oldukları
güvenlik hissini neredeyse hiç sarsam adan bitti? Özellikle de “siya
silerin reçete diye sunduğu yeni bir kem er sıkma paketine ve ayrıca
Amerikalıların yüzde 99’u için bir göz yanılm asından başka bir şey
olamayacak bilgiye dayanm ayan bir ‘düzelm e’ inancına insanların
çoktandır karınlarının tok olm asına” ve bu yıllarda “sıradan insan
ların güzel bir gelecek u m udunun solup üzerlerine bir karam sarlık
çökmüş olm asına” rağmen bu nasd böyle olabildi?
7 Anthony Elliott, Concepts o f the Self gözden geçirilip güncellenmiş 2. baskı, Polity
2007, s. 85.
ile bu risk kütlesinin yarattığı sürekli endişe, keza narsist sendrom
arasındaki bağlantıdır. Bu bağlantının hayattaki başarısızlıkların
sorum luluğunun toptan o hayatları yaşayanların om uzlarına yıkıl
m asının bir sonucu olarak doğduğunu iddia ediyorum.
Ovidius’un Dönüşümler inin üçüncü kitabında Narkissos’un
annesi su perisi Liriope ona oğlunun kaderini sorduğunda, kâhin
Tiresias -k i geleceği görm e yetisini bütünüyle körlüğüne borç
lu d u r- “asla kendisini tanım am ası” koşuluyla uzun yaşayacağını
söyler. Aslına bakılırsa içine doğdukları kültür günüm üz narsist-
lerine ellerinden geldiği kadar “kendilerini tam m a’ya çalışmaktan
başka bir seçenek bırakmaz: her bir kadın ya da erkek kendisini
tanım alıdır. Aslında birer narsiste dönüşm elerinin sebebi budur;
çok küçük yaşlardan itibaren bütün yaşamları boyunca kendilerini
tanım ak üzere yetiştirilir, eğitilir ve talim den geçirilirler.
Sigm und Freud8 insanlık durum una ve insan ruhuna bakarken
dikkatli, ihtiyatlı ve sağduyuluydu - aksi yönlü uyarılara rağm en
harekete geçen “kendini tanım a” dürtüsünün bir bozukluk belirtisi
mi yoksa insan ru h u n u n genel ve yaygın bir eğilimi m i olduğu
na bir karar verme noktasına geldiğinde, kendisini bağlayıcı ke
sin ifadelerden kaçındı. Freud, bu ikilemin doğrudan ve kesin bir
çözüm ünün fıtri zorluğunu gösterm ek için, narsisizm in o dönem
geçerli tıbbi tanım ını genişletti (o dönem bu alanda bir otorite ola
rak kabul edilen Paul Nâcke’nin 1899 yılında ortaya koyduğu n ar
sisizm tanım ında, “kendi bedenine cinsel obje olarak yaklaşan biri
nin bu tutum una sıradan bir durum m uş gibi yaklaşılır”). Freud’un
bunu yapm aktaki amacı narsisizm nosyonunun “insan cinselliği
nin olağan gelişme seyri içinde kendisine bir yer bulabilmesidir...
Bu bağlam da narsisizm bir sapıklık değil, fakat -haklı olarak her
canlıya atfedilebilecek- korunm a içgüdüsünün neden olduğu
egoizmin libidinal tamamlayıcısı olacaktır” (s. 3-4). “Narsisizm ”,
Freud’un genişletilmiş versiyonunda, “iki temel karakteristiğe sa
hiptir: Birincisi megalomani, İkincisi ise ilginin dış dünyadan, yani
9 Rutger Bregman, Utopia fo r Realists: The Case for a Universal Basic Income, Open
Borders, and a 15-hour Workweek, The Correspondent 2016, s. 22-23 [Türkçesi: Ger
çekçiler için Ütopya, çev. Duygu Akın, İstanbul: Domingo, 2016].
özlem, onları diri diri göm m üş olsak bile, hâlâ ideallerimizin oldu
ğunu gösterir.”10
Geleceği, şayet “şim dikinden daha kötüsü” ile değilse, en azın
dan şim dikinin “aynısıyla” (yeni bir zam, yeni bir terfi, yeni bir
alet, yeni bir tatil, giyim, araba, duvar kâğıdı m odalarında yeni bir
değişiklik) ilişkilendirerek alternatif ve daha iyi bir toplum sal gele
ceğe dair bütün vizyonlarımızı kaybettikten (ya da onlara sırtımızı
döndükten) sonra, gerçekten anlam lı fikir arayışına girdiğimizde,
nostaljik bir tutum la geçmişin -(vaktinden önce?) göm düğüm üz-
büyük fikirlerine dönm em iz kimseyi şaşırtm am alıdır. “Daha iyi
bir hayat” vizyonunun gelecekle yaptığı kutsal evliliği bitirdiğini
söylememizde bir sakınca yok. Bu vizyon ayrıca söz konusu boşan
ma sürecinde m etalaştırılmış, sorum luluğu tüketici piyasalarına
devredilmiş ve etik içeriğinden arındırılarak tiksindirici bir şekilde
yoksullaştırılmıştır.
Peki ya bizzat “daha iyi” ve “iyileşme” fikirleri? Bütün çabaları
mızın bu adeta ölüm süz kaynaklarına aşıladığımız ve öyle anlamaya
hem teşvik edildiğimiz hem de eğilimli olduğum uz anlamlar süre-
giden kültürel devrim den bağışık mı? Cederström ve André Spi-
cer, çalışm alarında,11 yeni bir anlam ın - “sağlıklı olm a”nın yeni bir
anlam ının- şimdilerde hâlâ görece yakın geçmişten anım sanan an
lamları kovup onların yerini alma eğiliminde olduğu sonucuna var
dılar. “Sağlıklı olm a”nın kendisi “ahlaki bir gereklilik haline geldi...
Tüketiciler olarak bizden iyiliğimizi [açıklamama izin verin, yani
kişisel sağlığımızı ve formum uzu] en üst seviyelere çıkarma amaçlı
bir yaşam biçimini benim semem iz talep ediliyor.” “Sağlık bir ideo
loji halini aldığında, bu alanda genelden kopm ak da bir utanç kay
nağı haline gelir.” “Bedenlerine iyi bakm ayanlar tembel, dayanıksız
ve zayıf iradeli insanlar olarak, her makul kişinin direnm esi gereken
şeylerin kanunsuzca ve arsızca tadını çıkaran m üstehcen sapkınlar
olarak şeytanlaştırılır” (s. 3-4). Yazarlar, yemeğin günüm üz ideolo
jisi haline gelmesi hakkında ve ayrıca yanıtlar aramaya başladığı
10 Agy, s. 25.
11 Cederstrôm Spicer and André Spicer, The Wellness Syndrome, Polity 2015, s. 3.
mızda -inancım ızı yitirdiğim iz- politikacılar ve rahiplerden ünlü
şeflere ve beslenme uzm anlarına kadar herkesin bizi “büyük (varo-
luşsal) sorular” olarak kabul etmeye teşvik ettiği sorulara bel bağla
m amız hakkında Steven Poole’u n 12 görüşlerine başvurur. Bu deği
şim tam ve gerçek bir ufuk açıcı değişimdir: M ahrem hayatımızı ve
anlam arayışını dış kaynak olarak uzm anların eline bıraktığımızda,
“uzm an yönlendirm esi sorum luluğun iç kaynağa yüklenmesine gö
tü rü r” (vurgular bana ait); “Akla gelebilecek her türlü problem den
dolayı artık kendim izi suçlamak zorundayızdır.” (s. 13)
Şu kadarını söyleyeyim: Sorum luluk üstlenm e edim i ve bir
kere sorum luluk üstlenildi mi, buna bağlı kalm a edim i insanlar
arasında yeni bir ahlaki tu tum un m erkezini oluşturduğu ölçüde,
bu yeni “benliğe dönüş” ahlakı sorum luluğun (en azından onun
ilgimizi ve m erakımızı en çok hak eden başlıca unsurunun) “dışarı
da bir yer”den (yani Öteki’den, yakınlarım ızdan ve sevdiklerimiz
den, “biz”den, topluluktan, toplum dan, insanlıktan, paylaştığımız
dünyadan) bedenime, yani bedenim in ustalığına, onun “iyi olm a”
noktasındaki tatm in sağlama kapasitesine yönlendirilm esinden
temellenir. Bahse konu değişim in neden olduğu yan hasar ahla
ki yüküm lülüğün özelleştirilmesi ve özünde keram eti kendinden
m enkul [self-referential] bir hal almasıdır. Bu yeni ahlak, eskiden
olduğu gibi merkezkaç değil, merkeze doğru yönelme eğilimi gös
term ektedir: Bir zam anlar kişiler arasında köprü kurm aya, m esa
feleri azaltmaya ve bütünleşm eye hizm et eden başlıca yapıştırıcı,
şim dilerde bölünm enin, ayrılmanın, ayrışm anın, yabancılaşm anın
ve parçalanm anın büyük ve büyümeye devam eden alet çantasına
dahil oluyor.
13 Erişim: https://en.wikipedia.Org/wiki/Ayn_Rand#Popular_interest.
gerek duyulan değer” şeklinde açıkladığı- “rasyonel bencillik” ola
rak tanım lam ıştır.14 “İnsan toplum u” denilen varlığın bu tanım sal
zemin döşem ede hiçbir rol oynam adığına dikkat edin.
Rand kavram seçim lerinin ardında yatan saikler hakkında ol
dukça açıksözlüdür. “‘Bencillik’ sözcüğü ondan senin anladığın şeyi
anlam ayan çok sayıda insanı kışkırtıp kızdırdığı bir dönem de, n e
den erdem li karakter niteliklerini ifade etm ek için bu kelimeyi kul
lanıyorsun?” sorusuyla “arada b ir” karşılaştığını itiraf eden Rand
bu soruya “sizin o kelim eden korkm anızı sağlamak için” (s. vii)
yanıtını verdiğini kabul ederek, bunu şöyle açıklar: “Diğerkâmlık
[haksız bir şekilde] diğerlerinin yararına olarak addedilen her ey
lem in iyi, kişinin kendi yararına olarak addedilen her eylemin ise
kötü olduğunu ilan eder” (s. viii). Rand kendi “nesnel etik” viz
yonunun özgün yapısıyla karşıtlık içindeki bu m antığın “tarih bo
yunca yaşa(n)mış insan ilişkilerini ve insan toplum larım karakte-
rize eden çözülemez çatışm aların ve çelişkilerin” sorum luluğunu
taşıdığını en baştan itibaren ısrarla vurgular.
Ezcümle, R and’m peşinde olduğu şey değerlerin en radikal şe
kilde yeniden değerlendirilmesinden, yani insanlık durum unda ve
insani varoluşun temel ikileminde sırasıyla iyi ve kötüye atanm ış
yerleri değiştirm ekten başka bir şey değildir. Rand insani birlikteli
ğin herkesin herkesle savaşı şeklindeki Hobbesçu tanım ının “nesnel
gerçeği” ifade etmeye devam ettiğini, buna karşın H obbes’un barış
um udunu bağladığı Leviathan’a ise bir yalanla bu gerçeğin üzerini
kapatm a (ve bu yalanın bütün o korkunç sonuçlarının sorum lusu
olma) suçunun kaldığını im a eder. Ayrıca Rand’ın iddiasına göre,
etiğin insanın bencilliğini gerektirdiği gerçeği pişm an olmuş ya da
olm am ış günahkârlar olarak çoğum uz tarafından kaçınılmaz bir
şekilde bir m üjde olarak algılanır: egoizm için toptan bir af, sapkın
m odern felsefenin haksız yere ona atfettiği suç, utanç ve günahtan
14 Bkz. Ayn Rand’ın 1964 yılındaki ilk baskısından bu yana 1,3 milyon kopya satılan
ve Penguin tarafından Signet Book etiketiyle basılan kitabı The Virtues o f Selfishness
[Türkçesi: Bencilliğin Erdemi, çev. Nejat Kandemir, İstanbul: Plato Film Yayınları,
2010].
temize çıkma. G ünah işlemek isteyen ama buna cesareti olmayan
daha da büyük bir kısm ım ız bu affı gelecekteki tüm günahlar için
peşinen kazanılmış bir endüljans olarak m em nuniyetle karşılaya
bilir. Ne var ki bu aynı zam anda ayrımsız hepim ize hitap eden açık
bir uyarı gibi de görünecektir: “akla uygun” bir uyarı, çünkü tam
da “nesnel etik”in sunduğu affın ve endüljansın toptancı doğasın
dan gelmektedir. “Nesnel etik”in beraberinde getirdiği iyi ve kötü
haberler birlikte m uhtem elen “rasyonel bencillik”i yalnızca bir
kendini gerçekleştirme hipotezi haline getirecektir.
Bu haberlerin bu sonucu üretm esi yalnızca bir ihtim al değildir;
buna neden olduklarına ve bu işi oldukça enerjik bir şekilde yap
tıklarına çoktandır tanıklık ediyoruz. Ve bekleneceği gibi, (eşan
lı olarak iyi ve kötü kehanetlerde bulunan, vaat eden ve uyaran,
cesaretlendiren ve cesaret kıran) mesajın bu giderilemez düalizm i
nedeniyle, kendi kendine öğren, kendin yap, nasıl yapılır tü rü bir
neşriyat selinin (ki tam am ı okuyucularını, bu işleri yapm ak için
para alan elem anların aksine, bunun için bir de para ödeyen m üş
teri haline getirm ek derdindedir) önündeki setler çoktan ardına
kadar açılmış durum da.
B ununla birlikte bu sel birbirinden ayrı (fakat her zam an net
bir ayrılık değildir bu) iki nehir yatağına akıyor: Bunlardan birisi
nasıl bir narsist hale geleceğine ve vicdan azabı çekmeden bunun
keyfini sürebileceğine dair talim atnam eler arayan insanları hedef
lerken, diğeri ötekilerin narsist takıntılarına ve tutum larına karşı
kendilerini nasıl savunacaklarını ve bu ötekileri düşünce ve eylem
lerinden dolayı nasıl pişm an edeceklerini bilm ek isteyenler içindir.
Yine m uhtem elen aynı kaynaktan doğan bir diğer dere de iki dere
ciğe bölünür: Biri yaratıcılığa gebe bir yalnızlık dönem i için yanıp
tutuşanlara, diğeri ise yalnızlık acısı çekenlere doğru akar. Bundan
sonrası ise akıntının sürüklediği bereketli döküntüden gelişigüzel
birkaç örnek alınm asıdır yalnızca.
W ilson C ooper’ın teselli edici sözleriyle, “Yalnızlık insanlar
arasında, bir sahildeki deniz kabukları kadar yaygın ve olağan bir
durum dur.”15Neyse ki yalnızlık “yalnızca bir histir. Şayet hisler seni
çok fazla etkiliyorsa, değiştirilebilecek olan şey b udur” (s. 13). His
lerin insanı etkilemesi d urum u nasıl değiştirilebilir? Unutm ayın:
“Siz kendinizi sevmedikçe hiç kimse sizi sevemez... Başka birinin
hislerinin, kendiniz için hissetmediğiniz şeyin yerini doldurm asını
bekleyemezsiniz. Kendiyle barışık olm akta zaten zorlanıyorsanız,
ötekilerden gelen hiçbir övgü bu sorunu çözmenize yetm ez” (s.
15). Çevrenizdeki insanların sizde değerli bulduğu ya da eleştir
diği şeyin çok da önem i yoktur. Öyleyse “cesur olmayı öğrenin”
(s. 19). Herkesin içinde yalnızlığınızı açığa vurm aktan utanm ayın:
“Gidip denem ek istediğiniz bir yeni restorana ya da hatta gitmeye
can attığınız bir konsere, sizinle gelecek kim seniz olmadığı için asla
gitmezsiniz... Halk içine tek başına çıkm anızda bir sorun olm adı
ğını idrak etmeyi öğrenin” (s. 20). Ne söylenebilir, nasihat basit ve
apaçık, tavsiyeler uyması kolay türden. Peki am a ya bu tavsiyeleri
beklediğiniz kadar işe yarar bulm uyorsanız ve kendi icraatlarınızın
yetersizliği de kanıtlandıysa? Hissettiklerinizi başka birine anlat
maya can atıyorsanız, yine de “sizin için yapılabilecek bir şey var
mı?” Bereket versin ki evet. Terapistler var. Ayrıca onların yazdığı
ilaçlar da var. (s. 26-27)
Tam da bü tü n öteki kusurlu benlik çeşitleri gibi yalnızlıktan
m ustarip benliklere de artık -R ussell H ochschild16 olsa sorunu
böyle koyardı- “ihtiyaçlarını dış kaynaklardan karşılam aları” tav
siye/tem bih ediliyor, buna m ecbur bırakılıyorlar. Şu bizim hisle
ri dönüştürebilecek kadar güçlü, sözde kadirim utlak benliğimize,
15 Wilson Cooper, love Yourself - Your Life Depends on It: How to Transform your Life
and Overcome the Loneliness, 2015, s. 7.
16 Bkz. Arlie Russell Hochschild, The Outsourced Self: Intimate Life in Market Times,
Henry Holt and Company 2012. Hochschild’a göre, “Eskiden piyasaya karşı daha
korunaklı olan duygusal hayatlarımızın tam merkezine hitap eden bu hizmetlerin”
ücretli uzmanlar yoluyla dışarıdan karşılanması “günümüz dünyasının en büyük ti
cari yeniliğidir.” Daha önceleri korumalı tıraş bıçaklarında, kendiliğinden kurmalı
otomatik saatlerde ya da fastfood yiyeceklerde denenen model, nasıl başa çıkacak
larını bilmedikleri dertler için dışarıdan hizmet alabilecekleri bir yer arayışındaki
durm adan büyüyen sayıda insanın mustarip olduğu yalnızlıktan nemalanan yeni ve
yüksek kâr potansiyeli taşıyan piyasa için de kullanışlı olduğunu kanıtlamıştır.
kala kala, o küçültücü utanç hissini bastırıp işlerin ters gitme olası
lığını da göze alarak, o yeni açılmış restorana ya da o harika konse
re tek başına gitm ek kalır.
Hayatlarımızın alet kutusunda pek bir şey kalmadı. İçinde b u
lunduğum uz fastfood ve cep telefonu çağında eski usul sosyalleşme
becerileri günlük hayatta kendilerine yeterince yer bulam adıkların
dan ya unutuluyor ya da köreliyor. Kişisel seçimlerimizin ürünü
olan kimliklerimizin toplum ca tanınıp onaylanması ve özsaygının
toplum ca desteklenmesi için m üzakere yürütm e sanatları aynı hızla
harap oluyor - günüm üzde yürüm enin, yüzm enin, akrobatik atla
m anın ve tüplü dalışın yerini alan [internette] sörf sağolsun. Ö te
kilerin önem li hale gelmeyi beceremeden ve daha biz verdikleri ka
rarların şaşmazlığını onaylama fırsatını bulam adan görüş ve temas
alanım ızdan kaybolma eğiliminde oldukları günüm üz koşulların
da, “önem li ötekiler”in verdiği kararların otoritesine güvenmemiz
artık söz konusu değildir. Cooper bu kadarını kabul ediyor gibi gö
rünür, fakat bu sorunun köklerini ve verdiği zararın izini sürmeyi
ihmal eder: “Kişi bir arkadaşınız, bir aile üyeniz ya da hatta [m etin
de aynen böyle] bir sevgiliniz olabilir, fakat bu insanlar hayatınıza
kendilerinden beklenecek şekilde zenginlik katıyorm uş gibi gelmez
[yine şu aynı lanet his!]” (s. 22, italik vurgusu bana ait) - ekstradan
kendi kendisini m ahkûm ettiği bir yalnızlığı da yüklenmiş bir nar-
siste, bu insanların hayatına kattığı zenginlik daha da az “gibi gelir.”
Yalnıza önerilen yegâne eşlikçi, danışm anlar ve terapistler piyasa
sından parayla satın alınarak erişilebilen türden eşlikçidir.
Bu piyasada satılan m allardan alıcılarına iki cephede yürü
tülen savaşlar için cephane sağlaması beklenir. Bencillik ve öz-
gönderim selliğin kabaran dalgalarıyla karşı karşıya kalan çağdaş
larımız iki güçlükle başa çıkmak için (danışm anlar ve terapistlerin
hizm et teklif ederken önerdiği türden) yardım arar.
İlk güçlük salık verilen “rasyonel bencillik”in narsist duruşunun
değerli bir nitelikten bir handikaba, takdire şayan bir “n orm ”dan
kınanacak bir sapkınlığa dönüştüğü eşiğe en azından az kala durm a
gerekliliğidir; körpe, hevesli ve geleceği parlak bir narsistin sahip
olduğu -o lduğu kadarıyla insani bağların günbegün çöküşüyle kış
kırtılıp, piyasaların ve m edyanın ortak çabalarıyla beslenen, güç
lendirilen ve pekiştirilen- narsist eğilimlerin onu diğer insanlara
itici gelmekle, böylece ötekilerle (bırakalım cazip ve tatm inkâr bir
ilişkiyi) anlamlı bir ilişkiyi (bırakalım tam am ına erdirmeyi) baş
latm a şansını sıfıra indirm ekle tehdit ettiği sınıra gelmeden d u r
m a gerekliliğidir. Satışı yapılan bu birinci yardım kategorisine dair
örnekleri, mesela Ted Dawson’in Selfishness and Self Absorption:
How to Stop It fro m Ruining Your Relationships’inde [Bencillik ve
Kendiyle Meşgul Olma: Bunların İlişkilerinizi M ahvetm esini Nasıl
Engellersiniz] ya da Carol Franklin’in Narcissism: The Narcissist
Laid Bare'ında [Narsisizm: İfşa Olm uş Narsist] bulabilirsiniz.
İkinci güçlük, narsist aşırılıkların kurbanı olma durum una d ü
şürülm ekten gelir. Bu güçlüğe gösterilen tepkilere bir örnek Eva
Delano’nun adı bile her şeyi anlatan Narcissism Problem Soluti
on: W hat to Do i f Your Partner, Parent, Friend or Work Collea
gue is a Narcissist? [Narsisizm Sorununun Çözümü: Partneriniz,
Ebeveynleriniz, Arkadaşınız ya da İş Arkadaşınız Bir Narsistse Ne
Yapmalısınız?] kitapçığında bulunabilir. Fakat iki uzm an tavsiyesi
kategorisi arasındaki sınırın hiç de açık ve katı olmadığı hususunda
sizi uyarmalıyım. Danışm anlar ve terapistler, m evzularının doğa
sı gereği, m üşteri/hastalarının taleplerine cevaben, aynı fenomene
odaklanm ış ve fakat açıkça birbiriyle çelişen talepler arasında n a
hoş ve sıkıntılı bir şekilde gidip gelmeye m ecburdur: etkili bir n ar
sist olma talebi ile bir narsisti tesirsiz kılma talebi arasında.
18 Selimi, Loneliness: The Virüs ofthe Modern Age, Balboa Press 2016.
19 Erişim: https://en.wikipedia.org/wiki/Iohn_Frederick_Demartini.
diğer insanların varlığını görmezden gelen, onlarla kişisel bir bağ
lantı yaratmaktan aciz, basit bir sohbetten bile imtina eden çok
sayıda insan göreceksiniz, (s. xxx)
*
Yalnızlık ve yalnızlık korkusu yalnızca yaygın hisler değildir,
aynı zam anda zam anım ızın -akışkan m odern hayat deneyim ine
sağlamca kök salm ış- acı gerçekleridir. Fakat bunların kişiye m u
sallat olm asını engelleyebilecek köklü bir çözüme ya da hatta bu
ikisinin insana aşıladığı sinsi zehrin tek seferlik panzehri olma
potansiyeline sahip şeye karşı duyulan nefret ve antipati hisleri de
aynı şekilde çağımız gerçeklerindendir. Burada söz konusu olan
yalnızlık ve yalnızlık korkusunun uzun bir süre, hatta sonsuz bir
süre boyunca iş başında olm alarını engelleyecek aynı şekilde köklü
bir çözüm dür. Bir fanilik havası yayan ve bariz geçici statüsünü
çekinm eden sergileyen türden yaşam koşullarından dolayı, karşı
lıklı taahhütler içeren görünüşte bağlayıcı sözleşmelere dayansalar
bile uzun dönem li planlam alara çok az güven duyulur; bu planlar
-şayet girişilm işse- her türlü kazanç-kayıp, başarı-başarısızlık ola
sılıkları hesabındaki bilinm eyen değişken sayısını önemli ölçüde
artırarak risk alanını genişletecektir. H er türden ortaklığın güveni
lirliğinin sorgulamaya açılması ve her türlü ittifakın ad hoc [amaca
özel ve geçici] bir ittifak statüsüne indirgenm esi neticesinde, şebe
keler, birlikler ya da gizli ittifaklar yalnızlık hayaletini kovalamayı
kesinlikle başaramaz. Bu hayalet en tepeden en alta kadar her sevi
yeden insani birlikteliğin tepesinde dolanarak, halihazırda sevilen
ve keyif alm an her tü rd en insanlar arası bağı, ne kadar binbir zah
metle inşa edilmiş olursa olsunlar, yaşam ortam ının devamlılığının
beraberinde getirdiği güvenceden yoksun bırakır.
En alt seviyedeki en basit ve temel20 insani birliktelikten, yani aşk
ilişkisinden ya da bir başka ifadeyle “iki kişinin manevi birliği”nden
başlayalım. Dikkat çekici Belçikalı psikanalist Paul Verhaeghe’in21
ifade ettiği gibi, bu ilişkinin güncel durum unun anlatısına, onun
olağan ve -sayısal üstünlüğünü hızla yitirse d e - hâlâ hâkim mekânı
20 Bkz. “Morality Begins at Home: O r the Rocky Road to Justice” isimli denemem,
Zygmunt Bauman, Postmodernity and Its Discontents içinde, Polity 1997 [Türkçesi:
Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı, 2013].
21 Bkz. Paul Verhaeghe, Love in a Time o f Loneliness: Three Essays on Drive and Desire,
Karnac Books Ltd 2011, çev. Plym Peters and Tony Langham [Türkçesi: Yalnızlık
Zamanında Aşk: Dürtü ve Arzu Üzerine Üç Deneme, çev. Mehmet Öznur, Ece Cihan
Ertem, İstanbul: Encore, 2003].
olan hanenin günüm üzdeki durum una içeriden bir bakış atmakla
başlanır. Verhaeghe’e göre “Bir dünya yok olmuş durum da,”, “tır
nak işaretlerinin her yerde kullanımı bu yok oluşu simgeler: ‘Evin
hanım ı’, ‘en iyi arkadaşı’nın kocasını ‘bir içki içmek için’ evine davet
etti. Bu cüm lenin bugün ifade ettiği anlam ın geçmişteki anlamıyla
yakından uzaktan ilişkisi yoktur... Aile hayatı şiddetli bir değişime
uğramış durum da, eski zam anın çiftleri artık neredeyse tarih oldu.”
Verhaeghe devamla bu durum un sonuçlarını (ya da sebeplerini?)
sorgular: “Eski usul rom antik aşk ilanları ya hiç duyulm uyor ya da
oluyorsa da içleri oldukça boş oluyor. Eskinin ölümsüz aşk beklen
tileri artık geçerli değil; aşklar artık yalnızca ‘kısa bir süre için’, ‘git
tiği yere kadar’. Yeni nesil bırakalım ‘kocam /karım ’ı, ‘aşkım’ gibi
ifadeleri bile nadiren kullanıyor, ille de ‘partnerim ’.” (s. 1)
“Aşk ilişk ilerin in günüm üzdeki durum u geçici düzenlem ele
rin uçuculuğunun bütün işaretlerini taşıyor; her şey olabilirler ama
kesinlikle dolambaçsız ve kesin değiller. Gelgelelim paradoksal bir
şekilde “öm ürlük aşk ilişkisi hâlâ hem gençlerin hem de yaşlıların
düşünü kurduğu bir şey durum unda. Ona ulaşam amak gerçekte bu
düşü yalnızca daha da canlı ve çekici kılıyor” (s. 2). Bu paradoksun
gizemini çözme doğrultusunda atılması gereken belirleyici adım
şunu idrak etmektir: “[E]skiden [uzun süreli bir aşk ilişkisinde] be
lirleyici unsur seks iken, artık odak noktası güvenliğe kaymıştır. Bu
yalnızlık asrında aşk bir dermandır” (İtalik vurgusu bana ait).
Bana göre aşk, insanlık durum u tarafından oynanan ve “güven
lik ve özgürlüğün karşı karşıya geldiği” bitm ek bilmez oyundaki
piyonlardan birisi haline gelmiştir; hepim iz, bütün hayat pratis
yenleri (yani hayatın esas ya da yan ürünleri, hayatı inşa edenler,
onun yaratıcıları ve aktörleri) bu oyunun bazı zam anlarda coşku
lu, diğer bazı zam anlarda ise küskün olm ak üzere aktif ve adanmış
katılımcılarıyız. Verhaeghe’in ifadesiyle, “sınırları hiçbir kuşkuya
her bırakm ayacak şekilde açıkça tanım lanm ış” güvenlik eğilimi
“kadınlar ile erkekler arasında yeni ve aydınlık bir ilişkinin” ge
tireceği özgürlüğe kapıları açm ak üzere, yirm inci yüzyılın ikinci
yarısında (duvarları yıkma ve yıkılan duvarlar dönem i) ortadan
kaldırıldı. Ne var ki, yıkılan duvarların gürültüsünün eşlik ettiği
karmakarışık, fakat düş kırıcı bir şekilde kısa dönem de yükselen
büyük beklentiler, duvarların öte yanında bir boşluğun bulunduğu
anlaşılır anlaşılmaz, zayıflamaya ve solmaya başladı. Oysa tatm in
edici olduğu kadar keyif verici de olacak şekilde, o duvarların a r
dında bütün kuşkuları giderecek koca bir gerçek yanıtlar yığınının
olduğu, o yanıtların ortaya dökülüp özümseneceği ve uygulamaya
konulacağı um uluyor, bekleniyor ve şiddetle arzu ediliyordu.
Aşk gittikçe büyüyen m ünzeviler ordusu için güvenlik hizm eti
sunanların boşluğunu doldurm akta gönülsüz ve kendisini bu göre
vin gerektirdiği seviyeye çıkarm a çabalarına karşı şu ana kadar di
rençli olduğundan, özgürlük ve güvenliğin taraflarını oluşturduğu
bu pata duru m u n d an bir çıkış şu an itibarıyla ufukta görünm üyor.
Birinin desteklediğine öbürü itiraz ediyor. Güvenlik ve özgürlük
dürtüleri arasında ince bir denge kurulm uş durum da, birbiriyle
çelişen amaçlara sahip daha fazla güvenlik dürtüsü ile daha fazla
özgürlük arzusu şimdilerde hiç olmadığı kadar teorik bakım dan
uzlaştırılamaz gibi görünüyor - pratikte ise eşanlı olarak birbirle
rinin çekiciliğine ve yapm a ve yerine getirm e gücüne elkoyuyorlar.
Özgürlük ve güvenlik arzularının eşanlı yükselişi neredeyse akıl
almaz bir durum dur, zira bunlardan yalnızca birinin yükselişinin
başlıca etkisi diğerinin karşı koyuş şiddetini kesin bir şekilde artır
maktır. Bu rekabetin yalnızlığın kaderi üzerindeki etkisine gelince,
yazı mı yoksa tura mı geleceğine dair bahse girm ek fazlasıyla kırk
katır ile kırk satır arasında bir tercih yapmaya benzer.
* Yunan mitolojisinde tanrıların, çenesine kadar içine battığı sudan içmeksizin ve başı
nın üzerinde sallanan binbir çeşit meyveden yemeksizin aç susuz bir hayata mahkûm
ettiği Frigya kralı, (ç.n.)
yalnızca. Broder’ın rahim /nirvanası ise m odern tarih serüvenimi
zin sonunda vardığımız yeri gösteren bir tabelaymış gibi görünü
yor. Ortaçağ’ın Cockaigne ülkesi bu serüvenin başlangıcına işaret
ediyordu: “Bir düş ülkesi hayal edin: Kızarmış dom uzlar sırtlarına
batırılmış bıçaklarla kolayca doğranmaya hazır vaziyette ortalıkta
dolanıyor, ızgara kazlar uçup doğrudan ağızlara konuyor, pişmiş
balıklar sudan fırlayıp insanların ayaklarının dibine düşüyor. Hava
lar her daim ılıman, şarap bedava, seks her istediğinde elinin altında
ve bütün insanlar sonsuz bir gençliğin keyfini sürüyor.”
Am sterdam Üniversitesi Flemenk Dili Edebiyatı onursal profe
sörü H erm an Pleij, zihin açıcı çalışması Dreaming o f Cockaigne’de23
[Cockaigne’i Düşlemek], “ortaçağ köylülerinin iki lokm a ekmek
için günlük m ücadele ve ağır çalışma koşullarında bir rahatlam a
sağlayan düşü” böyle kurgular.24 Bir özgürlük ve bolluk dünyası
düşüdür bu; bütün toplum sal kısıtlam alara “başkaldırılan (keşiş
leri tarafından dövülen başrahipler), cinsel özgürlüğün (kalçala
rını kıvıra kıvıra yürüyen rahibeler) ve gani gani yiyeceğin (pey
nir yağan gökler) olduğu bir dünyanın düşü.” Bana göre bu düş
m odern serüvene kapıları ardına kadar açtı ve sonrasında da tarih
sahnesinin arkasından doğru ona sufle verip dürtükleyerek tüm
güzergâh boyunca ilerlemesini sağladı ve böylece (fark ettirm eden
ve istem eden de olsa) onu rahim /nirvananın m uhteşem girişi için
alan açma noktasına getirdi. Rahim /nirvana; sürdürülebilir öz-
kim liklendirm e/tanım lam a, daha önce gerçekleştirilmiş tercihler
sonucu oluşan hasarı onarm ak için daha fazla tercihlerde bulunm a
ve bu tercihleri hayatın anlam (lar?)ının inşa edildiği inşaat m alze
mesi olarak kullanm a şeklindeki üç bunaltıcı ve zorlu işin neden
olduğu sıkıntıdan ferahlama sağlayan bir akışkan-m odern prekar-
ya düşüdür. Cockaigne tasavvuru bir harekete geçme çağrısıydı,
ana rahm inde erişilen nirvananın düşünü kurm ak ise bir dinlenm e
yakarışıdır.
23 Herman Pleij, Dreaming of Cockaigne: Medieval Fantasies o f the Perfect Life, Colum
bia University Press 2001 (çev. Diane Webb). Ayrıca bkz. http://cup.columbia.edu/
book/dreaming-of-cockaigne/9780231117029.
24 https://en.wikipedia.org/wiki/Cockaigne.
Cockaigne tasavvuru yokluğun pençesindeki insanların m usta
rip olduğu kıtlık ve acziyete göre tasarlanm ış bir ütopyaydı. Rah-
m e/nirvanaya dönüş ise sevinç ve neşe veren fakat aynı zam anda
zorlu külfetler de getiren bir aşırı bolluğa -fırsatların, seçeneklerin,
seçimlerin, baştan çıkarıcı heyecanların, hoş ve cazibeli şeylerin ve
olası ham lelerin ve fakat aynı zam anda bunların her birinin fazla
sıyla taşıdığı (oynanan kum arı) kaybetme risklerinin bolluğuna-
göre tasarlanm ış bir ütopyadır - bolca bulunan bütün bu şeylerin
cerem esini çekmeye m ahkûm edilmiş, bu nedenle de bütün bu
bolluğun yarattığı efsundan kurtulm uş, yorgun ve bezgin insanlar
için, hayata geçirilmesi dehşet verici ve uyarıcı bir şekilde yaklaşan
Cockaigne’de fark ettikleri şeyle m oralleri bozulup yılgınlığa sü
rüklenen insanlar için tasarlanm ış bir ütopyadır.
25 Bkz. Eco, “W hen the Others Appear on the Scene” - Cardinal Carlo Maria M artini’ye
yazılmış mektup, Five Moral Pieces içinde, çev. Alastair McEwen, Vintage 2001
[Türkçesi: Beş Ahlak Yazısı, çev. Kemal Atakay, İstanbul: Can, 2017, 8. baskı].
Bunun alternatifi ise, Eco’nun sözleriyle, “cinsellik, diyalogun
verdiği hazlar, evlat sevgisi ya da sevdiğini kaybetmenin acısı hakkın
da hâlâ hiçbir şey bilmeyen ve tek başına yaşayan bir tür hayvan”dır.
Ve 2.500 yıl önce Aristo’nun da gözlemlediği gibi, yalnızca melekler
ve hayvanlar polis’in dışında, yani hemcinslerinin refakati olmak
sızın yaşayabilir. İnsanlar ne melektir ne de m uhtem elen hayvan
olmayı kabul edecektir. Diğer insanların refakati olmaksızın insan
olmak ifadesinin kendisi sadece ve sadece bir oksimorondur.
İnsani birliktelik bir hayvanı insan yapan gerçekliklerin en zor
lu ve en inatçı olanıdır. İnsanlar tek başına var olm ak için yaratıl
m adığı gibi, tek başına bir insani hayat havsalanın alabileceği bir
şey de değildir. Fakat rahim nirvanasının içinde hiçbir öteki insani
varlık yoktur ve bundan dolayı aslında hiç insan da yoktur; zira
“burada, içeride olm ak nasıl da harika (sıcak, rahat ve huzurlu)
hissettiriyor” diyebilmek için önce tam teşekküllü bir insan olmak
gereklidir; tam teşekküllü insan ise, eğitimi ve oluş süreci ancak
rahim geride bırakıldıktan sonra başlayan bir varlıktır. Öte yandan
Cockaigne’de birlikte yaşayan insanlar, en küçük bir çaba göster
meksizin karınları sürekli tıka basa dolu olduğundan ve dolayısıyla
hayatın getirdiği zorunlu ve acil görevlerden azade kılındıkların
dan, birbirleriyle göz teması kurm aya ve birbirlerinin elini sıkmaya
çok da ihtiyaç duym ayacak ya da buna pek fırsat bulam ayacaklar
dır. Dolayısıyla sıcak nirvananın kıymeti bilinen ve hayalleri süsle
yen bir yer olabilmesi için, bir süreliğine soğuk ve ayaz bir havada
kalm ak gereklidir. Dölce fa r niente, yani uyku getiren türden tatlı
ve tasasız bir aylaklığın yarattığı m utluluk hali, eli kulağındaki sı
kıntı ve ıstırapları saptam a angaryası ve bunları büyüm eden d u r
durup karşı hücum a geçmek ve neden oldukları hasarı onarm ak
için gösterilen çabalar olmazsa, pırıltısından ve çekim gücünden
çok şey kaybedecektir ya da daha en baştan bu pırıltısını ve çekim
gücünü hiç kazanamayacaktır.
“Rahme dönüş” fenomeni halihazırda geçerli olan varoluş ko
şullarındaki ayartıcı çekiciliğini, hayat görevlerinin ve bu görev
lerin düzgün, standartlara uygun ve düzenlenmiş bir şekilde yeri
ne getirilmesi sorum luluğunun insan birlikteliğinin -Ferdinand
Tönnies’in terminolojisiyle- Gemeinschaft* ve Gesellschaft** (veya
Victor T urner’ın çevirisiyle communitas ve societas) sektörlerinin/
boyutlarının üzerinden alınıp -h em yüksek sesle ilan edilerek hem
de el altından ve sinsice- bireylerin omuzlarına yüklenmesinin ne
den olduğu ekstra angaryaya borçludur. Gelgelelim, bu sorum lulu
ğun yüklendiği bireylerin çoğu kendilerini ya da -çabalarını yargı
layan, onaylayan ya da ayıplayan- çevrelerindeki insanları m em nun
edecek yeteneğe ve gerekli kaynaklara sahip olmamalarıyla bilinir ya
da bunlara sahip olmadıklarını kısa sürede bizzat kanıtlayacaklardır.
Görevlerin muazzam büyüklüğüne karşın bu görevlerin yerine geti
rilmesinde kullanılabilecek durum da olan araçların azlığının neden
olduğu büyük uyuşmazlığın bir diğer örneğidir bu: Bireylerin om uz
larına kaldırabileceklerinden çok ağır, ebediyen altında ezilecekleri
bir yük yüklenmiştir. Ana rahm inde geçen dönem in bastırılmış anı
ları ile muğlak Cockaigne fantezilerinin, akışkan-modern dünyanın
aktörlerini bu anı ve fantezilerin öngördüğü tür bir gelecekten “uza
ğa sürükleyen karşı konulamaz fırtına’yla sarsılmalarında şaşırtıcı
bir şey yoktur. Kaçmakta acele ettikleri yeri tahm in etmek ve bu d ü r
tüleri nedeniyle suçlanmalarına karşı çıkmak güç değil. Fakat nereye
kaçıyorlar ya da -çoğunluğum uz itibarıyla- kaçıyoruz?
Tüketici piyasalarının ve bireysel tüketicilerin oluşturduğu akış-
kan-m odern toplum Cockaigne düşünü diri tutan bir mekanizma
olarak görülebilir. Zira bu toplum, Cockaigne düşünü fantezi ala
nından çıkarıp hem en hem en realist olasılıklar alanına naklederek,
onu görüş alanına ve görünüşe göre yakında erişimi m üm kün ola
cak bir durum a sokmuş, böylece bu düşü dayanılmaz bir cazibeye
kavuşturmuştur. Fakat öte yandan aynı toplum, istek çıtasının sü
rekli olarak yükselmesi sonucunda, bu süreci tam am ına erdirmeden
ihtiyatla durm uş, böylece bu amaçla gerçekleştirilecek daha ileri ça
baları gereksizleştirmiştir. Artık ekstradan evrensel olarak her yerde
erişilebilir ve daima hizmete hazır dijital teknoloji aygıtlarının besle
yip büyüttüğü sanal gerçeklikle de donanm ış bu toplum ana rahm i
27 Frank Bruni, “How Facebook W arps Our W orld,” New York Times, 22 Mayıs 2016;
erişim: https://www.nytimes.com/2016/05/22/opinion/sunday/how-facebook-warps-
our-worlds.html.
Bruni’nin sözünü ettiği “M ark Zuckerberg’in kadrosunu yukarıdan
iplerle idare eden görünm ez kuklacılar’dan feyz alarak, genellikle
arayışında olduğum uz ve içinde hevesle kendim izi idare ettiğimiz
dışa kapalı m ini evreni ifade etm ek için “rahatlık bölgesi”, “yankı
odası” ve “aynalı salon” ifadelerini kullandım. “Rahatlık bölgesi” ra
hatsız edici ve yıldırıcı kakofoniden uzaktır: O rada duyduğunuz tek
ses kendi çıkardığınız sesin yankılarından, gördüğünüz tek şey ise
kendi suretinizin yansım alarından ibarettir; elektronik zım bırtıla
rın bizi getirebileceği -v e yardım ım ızla da getirdiği- rahim nirvana-
sına en yakın yerdir. Sanal çevrimiçi dünyada, internet bizim m ü t
hiş güçlü ve gücünü bütün gücüm üzü harcayarak elimizden geldiği
kadar daha da artırm aya ve büyütm eye çalıştığımız m otorlara sahip
akıllı araçlarımızdır.
Bruni Jonathan H aidt’ın The Righteous M ind’mdan [Doğru Akıl]
(2012) şu alıntıyı yapar: “İstediğimiz şeylerden birisi de bizim gibi
düşünen insanlarla daha çok, bizden farklı olan insanlarla ise daha
az vakit geçirmektir.” Ve internet operatörleri bunu bize lütfetmekte
fazlasıyla isteklidir: Bruni’nin de işaret ettiği gibi, “internet bize daha
çok -a rtık o her neyse- ‘aynıyı verecek şekilde tasarlanm ıştır.” Buna
şunu ekleyeceğim: aynı zamanda ve daha önemlisi -yine artık o her
neyse- “farklı’yı da gizleyecek şekilde tasarlanmıştır.
Bruni’nin vardığı rahatsız edici sonuca ben de katılıyorum: “Kab
lolu televizyon şebekelerinin yayılması ve internetin büyümesi d ü n
yamızı daraltm ak yerine genişletme um udu veriyordu. Fakat öyle
olmadı, daha hızlı ve daha tam bir şekilde aynı kafaya sahip olduğu
m uz insanlarla birlikte olduğum uz adacıklara çekilmemize yol açtı.”
Güçlü “Hobbes’a dönüş” akım ının iki etkili kolu olan “kabileye
dönüş” ve “rahm e dönüş” fenomenleri neredeyse aynı kaynaktan
türüyor: öfke uyandıracak kadar değişken ve belirsiz şim di’de saklı
olan gelecekten duyulan korku. Her iki kol da aynı çıkmaz sokak
lar karmaşasında yitip gidiyor. Bu fenomenlerin köklendiği kaynağı
kurutmadıkça, onlara bir son verme şansımızın pek de olmadığını
düşünüyorum . Yani anlayacağınız Tarih Meleği, ama güzellikle ama
zorla durdurulm adıkça, kendi etrafında bir tur daha atm ak üzere.
SONUÇ
1 www.gutenberg.org/files/1346/1346-h/l 346-h.htm.
Kolektif durum um uz ve işlerimizin şimdiki hali üzerine yete
rince düşündüğüm üzde, şu soruyu sorm aya hak kazanırız: Bu nok
taya nasıl geldik?
M Ö 200.000 ile 150.000 arası civarlarında Homo sapiens tü
rünün bazı m ensuplarının Afrika’dan çıkarak, dünyanın geri ka
lanını fethedip iskân etm e doğrultusunda uzun ve zorlu süreci
başlatacakları Yakın Doğu’ya geçişinden bu yana geçen tarihini
ortaya koym anın bir yolu da bu hikâyeyi toplum sal bütünleşm e se
viyesindeki zincirleme yükselişler olarak anlatm aktır. Bu dönem
lerin avcı/toplayıcılarının oluşturduğu “ilkel sürü”deki insan sayısı
kabaca 150’yi geçemezdi; zira elde edilen besin miktarı, bu sayıyı
aşan -b ir günlük yürüyüşle kat edilebilecek büyüklükte bir bölgede
toplu av ve meyve/yemiş toplam a yoluyla “kıt kanaat” yaşayan-
ön-insan grubuna yetemezdi. Tarım ın, yani toprağı işlemenin ve
hayvancılığın ve ayrıca yiyecek depolam anın keşfiyle birlikte in
sanlar daha büyük gruplarda birleşebildiler; bu grupların boyutları
aletlerin ve silahların gelişmesine, emeğin etkinliğinin ve ulaşım
hızının artışına paralel olarak yüzyıllar ve binyıllar içinde büyüdü.
Birbirini izleyen her bir genişleme ile birlikte “biz” kategorisinin
kapsamı daha da genişledi; buna karşın paralel bir süreç içinde ya
kında ya da uzaktaki “onlar”, yani insan tü rü n ü n geri kalanı da
kestirm eden yabancılar/dışarıdakiler kategorisine dahil ediliyordu:
“biz OLMAYAN”lar, velhasıl çok sık olarak fiili ya da potansiyel
düşm anlarım ız kategorisine sokulm uş olanlar.
İstikrarlı birliklerin ve bu birlikler arasındaki az çok dayanıklı
koalisyonların m odelleri çağdan çağa, bölgeden bölgeye değişm ek
le birlikte, bunların tam am ı aynı başlangıç, oluşum ve yeniden-
üretim mekanizmasına, yani aynı ortaklık kurm a/ortaklığı çözme,
birleşm e/ayrışm a ve bütünleşm e/bölünm e diyalektiğine sahipti.
Bütünleştirilecek birim lerin ilk önce “biz”den ayrılmış olması ge
rekiyordu. “Biz” (=ciddiyetle ve içtenlikle bütünleşm eyi istem e
ye ve onun için çabalamaya m ahkûm , m ecbur ve yazgılı olanlar)
ile “onlar” (=“biz”in oluşturduğu çekirdeğe “öteki” olanlar, ıslahı
m üm kün olmayanlar, sonsuza kadar bütünleşm e sınırları dışında
kalmaya yazgılı ve belki de aynı zam anda kararlı olanlar, bu neden
lerle de sınırın bu yanına geçişi engellenmesi gerekenler) arasında
ki ikili karşıtlıkta “onlar”, kural olarak sabık -yapısalcı göstergebi-
lim in terminolojisiyle, “im lenm em iş”- üye rolünü oynamışlardır;
kim lerin “biz”i oluşturduğuna karar verilip ilan edilm eden önce,
kim lerin “bizden farklı” olduğuna karar verilip ilan edilmesi ge
rekliydi; “onlar”ın kim liğinin saptanm ası “biz”in kim liğinin sap
tanm asının ve bu kimliğin tartışm asız bir m eşruiyet kazanm asının
gerekli (ve pek çok durum da yeterli) bir koşuluydu.
Avrupa, toprağa dayalı egemen m odern devletlerin inşasında
ayrışm a yoluyla bütünleşm e ilkesini uygulamak üzere, ulus-dev-
letlerin inşa edildiği m odern çağa yalnızca bu alet kutusuyla gir
miştir. Bu gelişme süreci içindeki iki tarih dönüm noktası olarak
kaydedilmeyi hak eder: 1555 ve 1648. B unlardan ilkinde A vrupa’da
iktidarda olan hanedanların temsilcileri her türlü dayanm a gücünü
yok edecek kadar uzamış kanlı ve yıkıcı iç savaşlara, yani Kato-
likler ile Protestanlar arasında karşılıklı olarak sürüp giden kat
liam lara bir son verebilecek çözüm ü beraberce tartışm ak üzere,
Augsburg’da toplandı. Nihayetinde bir çözüm de bulundu: cuius
regio, eius religio (kelimesi kelimesine değil de biraz gevşek fakat
tüm cenin özünü kavrayan bir çeviriyle: “Egemen olan kimse, teba
asının hangi T anrı’ya tapacağına karar verecek olan da od ur”). Ne
var ki temsilcilerin bir kez daha yollara düşüp, bu sefer M ünster ve
O snabrück’e giderek, anlaşm anın tarafı olan hanedanların kralları
ve prensleri için Augsburg ilkesinin uygulanm asını eşanlı olarak
m eşru ve zorunlu kılacak anlaşmaya im zalarını koyabilmeleri için,
neredeyse bir asrın daha geçmesi gerekti (tabii arada geçen süre
içinde, her biri ardında sayılamayacak kadar çok kurban bırakan,
Reform hareketi ile Karşı-Reform hareketi arasında bir 30 yıl daha
süren savaş ve bir dizi salgın hastalık yaşandı). Bahsi geçen ilkenin
pratikteki uygulaması savaş halindeki iki m ezhebin inananlarının
yaşadığı bölgelerin karşılıklı olarak birbirinden ayrılması ve tapını
lacak olan şeyi seçme hakkının toprak üzerindeki egemenlere ve
rilmesi şeklinde gerçekleşti. Rekabet halindeki kiliselerden birisine
pozitif diğerine ise negatif ayrımcılık yapm ak egemenlerin güçleri
ve yetkileri dahilindeydi, tebaası arasında olup m ezhebini değiş
tirm eyi kabul etm em iş olanların hâkim inanca boyun eğmeyi bu
reddedişlerini nereye kadar tolere edebileceğine ve edeceğine (ya
da etmeyeceğine) karar verm ek de onların takdirine bırakılmıştı.
Augsburg toplantısından iki yüzyıl sonra, o zam anın Avru
pa’sındaki en zengin ve en önde gelen kültür, sanat ve ticaret m er
kezlerinden birisi olan Lizbon üç yıkım (bir deprem , onu izleyen
bir yangın ve felaketler zincirini tam am layan bir tsunam i) yaşa
dı. Bu felaketler, A ydınlanm a’nm en seçkin kafalarına, toplum sal
işleyişin düzenlenm esinde ilahi tasarım ın hikm eti üzerinde yeni
den düşünm e, yeniden değerlendirm e ve yeni bir pozisyon alma
fırsatını verdi. Voltaire, Poème sur le désastre de Lisbonne’da. [Liz
bon Felaketi Üzerine Şiir], T anrı’nın yarattıkları arasında başlıcası
olan doğayı suçlayarak, ahlaki kayıtsızlığın ve cezai adaletsizliğin
Lizbon’dan yansıyan gerçek yüzünü ortaya koyup (“l’innocent,
ainsi que le coupable, subit également ce mal inévitable”),* böylece
kötülük insanların kontrolü altına alınm adıkça iyiliğin onun üze
rinde zafer kazanm asının olanaksız olduğunu kanıtladı. Voltaire
bu sonuçtan şu yargıya vardı: Deus** yaratm a işini bitirdikten son
ra absconditus [saklı/gizli] hale geldi; artık dünyanın yeni -b u sefer
insan i- bir idare altına girmesi gerekiyordu.
Bu m esajın yeni hâkim felsefe ile insanların aklına ve tu tu m
larına nüfuz etmesi zam an aldı. Lizbon felaketi ve sonrasında ya
şananlar tarihsel bağlamını yükselen mutlakiyetçi m onarşilerde
buldu ve Aydınlanm a filozoflarının yukarıdaki mesajı, diğer filo
zoflara ve onların güçlü ve kadirim utlak olduğu varsayılan koru
yucularına yönelik, zam anın -neredeyse sınırsız bir otoriteye ve
yukarıdan aşağıya insan gerçekliğini değiştirme kapasitesine sahip
olduğu farz edilen- m utlak m onarklarının kanun yaparken ver
dikleri kararlara aydınlanm a ışığını yansıtm a çağrısı olarak alındı;
böylece dilsiz ve uyuşuk doğanın, bırakalım güvence haline alm a
yı, sağlamayı bile başaram adığı iyiliğin kötülük üzerindeki zaferini
güvence altına alabileceklerdi.
* Latincede bölge, alan anlamına gelen kelime; burada aynı zamanda toprağa dayalı
egemenlik anlamında kullanılıyor, (ç.n.)
** (Fra.) Halk, (ç.n.)
tasarlanıp düzenlendiği görevi, yani bağımsızlık ve özerklik da
vasına hizm et etm e görevini az çok hakkıyla yerine getirdi, fakat
insanların dünya çapındaki karşılıklı bağımlığıyla karakterize olan
günüm üz koşullarında etkin bir şekilde görev yapmaya uygun ol
m adığı her geçen gün biraz daha ortaya çıkıyor. Sayıları çok fazla,
ama kararlılıkları sayılarından da fazla olan put kırıcı izleyiciler
(M ark Twain tarzı fazlasıyla abartılm ış bir muziplikle ifade eder
sek) m erhum un ölüm ünü ya da ulus-devlet çağının m iadını dol
durm ak üzere olduğunu ilan etm ekte acele ediyor.
Daha yüksek ve daha kapsayıcı (fakat aynı zam anda zorunlu
olarak daha soyut, muhayyel ve duyularım ızın kapsam a alanından
uzak) bir seviyeye entegre edilmiş siyasi ünitelerin ölçeğindeki ge
nişlemeyi, bugüne kadar genellikle erişilebilir iletişim araçlarının
kapasitesinde bir genişleme ve bunu izleyen, olabilirlikler alanın
daki bir genişleme takip etti. Bu yolda atılan her bir adım yeni bir
seçenekler setini insanlığın gündem ine getirmiş, ayrıca karşılıklı
olarak uzlaşmaz -savunm acı ve saldırgan, m uhafazakâr ve ilerici,
ileriye bakan ve geriye bak an- tutum kalıpları arasındaki -bazen
alev alev parlayan am a ateşi hiçbir zam an tam am en sönm eyen- ça
tışm anın yeni tekrarları için de zemin hazırlamıştır. Bununla bir
likte, bü tü n bu adım ların o noktaya kadar paylaştığı özellik “biz
onlar” bölünm esinin ve bütünleşm enin sınırlarını yeniden çizmek
ile ayrılığın ön saflarını yeniden sıralam ak arasındaki yakın bağ
lantının yeniden müzakeresiydi.
İnsani bütünleşme seviyesinde -şim dilerde gündemde olan- bir
sonraki yükselişin yarattığı güçlükte gerçekten ve hiç görülmemiş de
recede yeni olan şey, ve ayrıca kolektif bilinci, bu bilincin esinlediği
ve meşrulaştırdığı tutum ve davranışlar ile birlikte çoktan ulaşılmış
karşılıklı bağımlılık ve etkileşim seviyesine çıkarmanın (ya da Ulrich
Beck’in öğretisine uygun şekilde ifade edersek, kozmopolit durum u
kozmopolit farkındalıkla tamamlamanın) önündeki daha önce hiç
karşılaşılmamış ve dokunulmamış engel burada yatar. Bugün yürü
tülen ‘bir bütün olarak insanlığın bütünleşme seviyesini yükseltme’
mücadelesi, bütünleşmenin kapsamını daha yüksek bir seviyeye çı
karmak için yürütülmüş ve en nihayetinde başarılı da olmuş bütün
önceki mücadelelerden kökünden farklı olarak, her ikisi de daha
önceleri sınanmış ve zafere ulaşmak için vazgeçilmez olduğuna ina
nılmış “ortak düşman belirleme”silahı ile “biz-onlar karşıtlığı” aracı
nı kullanamaz. Varsayılan “kozmopolit farkındalık” iki tanımlayıcı
özelliğe sahiptir: açık kapılar ve daimi bir katılım çağrısı. Bu farkın-
dalığın gelişimini tamamlaması “biz-onlar” bölünmesinin temelle
ri olan “düşm an” ve “bir kez yabancı olmuşsan sonsuza kadar öyle
kalırsın” anlayışlarının terk edilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla bu
uğrağın karşı karşıya olduğu zorluk insanlık tarihinde ilk kez ayrılığa
bel bağlamayan bir bütünleşmeye dayanmasından kaynaklanır. Bu
zorlukla cesareüe ve yakın zamanda yüzleşileceğine dair çok az işa
ret var. Samuel P. H untington bu bağlamdaki günüm üz eğilimlerini
etkili bir şekilde özetlemiştir: Soğuk Savaş sonrası dünyada “insanlar
yeni ama aslında çoğu durum da eski kimlikleri keşfediyor ve ken
dilerini yeni ama aslında çoğu durum da eski düşmanlarla savaşlara
sürükleyen yeni ama aslında çoğu durum da eski bayrakların altında
yürüyorlar.”2 H untington bu görüşlerini desteklemek için Michael
Dibdin’in bir rom anından “Venedikli bir milliyetçi demagog tara
fından belagatle ifade edilmiş acımasız bir Weltanschauung”* aktarır:
2 Samuel P. Huntington, The Clash o f Civilizations, and the Remaking o f World Order,
Free Press 1997, s. 20 [Türkçesi: Medeniyetler Çatışması, çev. Murat Yılmaz, İstanbul:
Vadi, 2015],
* (Aim.) Dünya görüşü, (ç.n.)
3 Michael Dibdin, Dead Lagoon, Buraya aktarılan bölüm Faber & Faber 2012 baskısı
nın e-kitap versiyonundan alındı.
D ibdin’in yarattığı bu “Venedikli milliyetçi demagog” karak
terinin adı Ferdinando Dal M aschio’dur: “Lega V eneta”* hareke
tinin kurucularından birisi ve “duygusal ikiyüzlülüğün” kalıntı
larından biri olan İtalya Cum huriyeti’nden ayrılıp uzaklaşmış bir
Venedik’ten idare edilen Nuova Repubblica V eneta’nın** bir savu
nucusu. Başkenti M ilano olacak bağımsız bir Padania*** için ben
zer bir işlemin yapılmasını talep etmesi nedeniyle adı pek de hayır
la anılm ayan gerçek bir figür olan U m berto Bossi’yle bile keskin bir
karşıtlık içindeki bir figürdür bu; öyle ki Bossi’yi yeterince radikal
bulmaz, “dostları” arasına girmeye layık olmayan bir kişi olarak
görür onu (“Biz Venedikliler kendi kaderim izi kendi ellerimize al
malıyız... Bir asırdan fazla bir süredir milliyetçilik kuruntusunun
[önce Avusturya İm paratorluğu’nda, sonra da Roma’dan yönetilen
İtalya’da] bizi aldatm asına izin veriyoruz. Şimdi de bize, kendimizi
uysalca M ilano iktidarının ellerine bırakm a çağrısı yapanlar var”).
Yukarıdaki cümleler demagog Dal M aschio’nun halka açık
söylevlerinden alınmıştı. Şimdi aktaracağımız cüm leler ise kendi
kendini yetiştirmiş bir düşünür ve teorisyen olan Dal M aschio’nun
sam im i itiraflarından alındı: “M erkez artık tutunam az... Aksi
yon çevrede. Yeni Avrupa’da çevre m erkezdir. Şimdi eve dönm e
zamanıdır. Köklerinize, gerçek, anlamlı ve baki olana dönm e za
m anıdır”; “Yeni A vrupa’da ait olm a duygusundan yoksun köksüz
serseriler ve kozm opolitler için bir yer olmayacak. Yeni Avrupa
hem fiziki hem de ideolojik sınırlarla dolu olacak ve bu sınırlar sıkı
şekilde korunacak. Ya gerekli evrakları alacak bir durum da olacak
sınız ya da sonuçlarına katlanacaksınız.”
Bu söylenenler söz konusu olanın gerçekten de acımasız bir
Weltanschauung olduğu hissini verebilir, fakat hızla büyük ve git
tikçe de büyüyen bir taraftar grubunu kendisine çeken bir dünya
görüşüdür bu. Bu görüşü neredeyse mevta olmuş ulus-devlet b ü
tünleşm esinin boşaltm akta olduğu odaya parçalanarak çoğalmayı