You are on page 1of 271

Alex her gününü gerçeklik ile sanrıları ayırt etmek için savaş vererek

geçirmektedir. Doktoru, ilaçlan ve kendine özgü başa çıkma yöntemleriyle


ayakta kalmaya çalışırken, hastalığını herkesten gizler. Farklı bir lisede yeni bir
başlangıç yapan genç kızın tek isteği derslere katılıp zorunlu toplum hizmetini
yerine getirmek ve tabii ki üniversiteyi kazanmaktır. Ancak şizofreniyle
mücadele ederken bu hedeflere ulaşmanın pek de kolay olmadığının
farkındadır.Yeni okulundaki ilk gününde, ilk halüsinasyo-nundaki çocuğa
benzeyen birine rastlayınca her şey daha da karmaşık bir hal alacaktır.

Alex akimdan geçenlerin gerçekliğinden bile şüphe edip gerçek ile hayal
arasındaki çizgiyi ayıramazken kime, nasıl güvenecek, geleceğini nasıl inşa
edecektir?

“Aşk her şeyi fethedemese de bu savaşa katlanmayı daha kolay kılıyor...


Okuyucular bu ilginç yolculuğa bayılacak.”

Bulletin ofthe Çenter for Cbildren’s Books

SENİ BEN UYDURDUM

v|

■m

LBEN UYDURDUM

Francesca Zappia

Pegasus Yayınları: 1745 Gençlik: 334

Seni Ben Uydurdum


Francesca Zappia Özgün Adı: Made You Up

İngilizceden çeviren:

Gamze Bulut

Yayın Koordinatörü: Berna Sirman Editör: Sibel Yıldız Düzelti: Selma Altıntaş
Bursalıoğlu Sayfa Tasarımı: Ezgi Gültekin Kapak Uygulama: Fatma Can

Baskı-Cilt: Alioölu Matbaacılık Sertifika No: 11946 Orta Mah. Fatin Rüştü Sok.
No: 1/3-A Bayrampaşa/İstanbul Tel: 0212 612 95 59

1. Baskı: İstanbul, Eylül 2017 ISBN: 978-605-299-273-9

Türkçe Yayın Hakları © PEGASUS YAYINLARI, 2017 Copyright © Francesca


Zappia, 2015

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Aslı Karasuil Telif Hakları Ajansı aracılığıyla
The Bent Literary Agency'den alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler Pegasus


Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.'den izin alınmadan fotokopi dâhil, optik, elektronik
ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz,
yayımlanamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.

Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han No: 11/9 Taksim/İSTANBUL Tel:
0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46 www.pegasusyayinlari.com /
info@pegasusyayinlari.com

Gözlerimi yumuyorum ve sanki tüm dünya birden ölüveriyor; gözlerimi


araladığımdaysa yeniden doğuyor.

(Sanırım seni zihnimde uydurdum.)

Annem ve babam için (Size söylemiştim.)

Sihirli Sekiz Topu I


Hiç yardımcı olmuyorsun.

Öyle görünüyor

Aynı fikirde olduğumuza sevindim.

Giriş

M arkette uslu olduğumda Yoo-hoo kazanıyordum. Gerçekten uslu


olduğumdaysa ıstakozları görme hakkı kazanıyordum.

Istakozları

Salma

Bugün gerçekten usluydum.

Annem beni ana koridorun ortasındaki ıstakoz akvaryumunun yanında bırakıp


şarküteri bölümünden babamın istediği domuz pirzolasını almaya gitti.
Istakozlar beni büyülemişti, isimlerinden kıskaçlarına, olağanüstü kırmızı
renklerine kadar her şeyleri beni büyülüyordu.

Benim saçlarım da aynı kırmızı tondaydı; insanlardan başka her şeyde güzel
duran bir kırmızı tonudur bu çünkü insanların saçları kırmızı olmaz. Turuncu
olur. Kızıl olur.

Ama ıstakoz kırmızısı olmaz.

Saç örgülerimi tutup akvaryumun camına yapıştırdım ve en yakınımdaki


ıstakozun gözlerinin içine baktım. Babam

saçlarımın ıstakoz kırmızısı, annemse komünist kırmızısı olduğunu söylerdi.


Komünistin ne olduğunu bilmiyordum ama kulağa pek hoş gelmiyordu.
Saçlarımı cama yapıştırdığım halde babamın haklı olup olmadığım
bilemiyordum. Bir yanım ikisinin de haklı olmasını istemiyordu.

“Çıkar beni,” dedi ıstakoz.

Sürekli bunu söylüyordu. Akvaryum sanki Alaaddin’in lambasıymış ve bu


hareketimle sihirli bir şeyler olacakmış gibi saçlarımı cama sürttüm. Belki bir
şekilde o ıstakozları oradan çıkarabilirdim. Hepsi üst üste yığılmış, kıskaçları
bantla birbirine yapıştırılmış bir halde, seğiren antenleriyle çok üzgün
görünüyorlardı.

“Bir ıstakoz alacak mısın?”

Mavi Göz’ün ıstakoz akvaryumunun camındaki yansımasını daha o konuşmadan


görmüştüm. Kocaman mavi gözleri vardı; yabanmersini mavisi. Hayır, o çok
koyuydu. Okyanus mavisi... o da fazla yeşildi. Sahip olduğum bütün mavi pastel
boyaların hepsi eriyip bir araya gelmiş gibi maviydi gözleri.

Yoo-hoo şişemin içindeki pipetim dudaklarımdan düşüverdi.

“Bir ıstakoz alacak mısın?” dedi tekrar. Başımı salladım. Gözlüğünü burnunun
üzerinde, altın sarısı çilli yanaklarından geri ittirdi. Gömleğinin kirli yakası
kayarak çilli omzunu açığa çıkardı. Balık ve akvaryumun pisliğinin kokusu
üzerine sinmişti.

“Kıskaçlı ıstakoz fosillerinin tarihinin Mezozoik Zamana kadar uzandığını


biliyor muydun?” diye sordu. Başımı salladım. Mezozoik’in ne olduğunu
babama sormam gerekecekti. Yoo-hoo’mdan höpürdeterek uzun bir yudum
aldım.

Mavi Göz, ıstakoza değil de bana bakıyordu. “Animalia Arthropoda


Malacostraca Decapoda Nephropidae,” dedi.

Son kelimede dili dolandı ama zaten ağzından çıkanların hiçbirini anlamadığım
için fark etmezdi.

“Bilimsel sınıflandırmaları severim,” dedi.

“Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum,” dedim.

Yine gözlüğünü ittirdi. “Plantae Sapindales Rutaceae Citrus.”

“Bunu da anlamadım,” dedim.

“Limon gibi kokuyorsun.”

“Limon gibi kokuyorsun,” deyince, “saçların kırmızı,” demediği için çılgınca bir
mutluluk hissettim.

Saçlarımın kırmızı olduğunu biliyordum. Herkes de bunu görebiliyordu. Ama bir


meyve gibi koktuğumu bilmiyordum.

“Sen de balık gibi kokuyorsun,” dedim ona.

Çilli yanakları kızardı, başını eğdi. “Biliyorum.”

Anneme bakındım. Hâlâ şarküteri tezgâhındaki sırada bekliyordu ve kısa süre


içinde beni almaya gelecek gibi görünmüyordu. Mavi Göz’ün elini tuttum,
irkildi ve sanki hem büyülü hem de tehlikeli bir anmış gibi ellerimize baktı.

“Arkadaş olmak ister misin?” diye sordum ve o gözlüğünü bir kez daha düzeltti.

“Olur.”

“Yoo-Hoo ister misin?” diye sorarak içeceğimden ikram ettim.

“Yoo-Hoo nedir?”

Belki görmemiştir diye içeceği suratına biraz daha yaklaştırdım. Şişeyi alıp
pipeti inceledi.

“Annem başkasıyla aynı şişeden bir şey içmemem gerektiğini söylüyor. Hijyenik
değilmiş.”

“Ama bu çikolatalı,” diye yanıtladım.

Tereddütle Yoo-Hoo şişesine baktıktan sonra küçük bir yudum alıp şişeyi bana
uzattı. Bir süre kıpırdamadı, konuşmadı ama sonunda bir yudum daha almak için
uzandı.

Anlaşıldığı üzere Mavi Göz, bitki ve hayvanların bilimsel sınıflandırmalarından


çok daha fazla şey biliyordu. Her şeyi biliyordu. Marketteki her şeyin fiyatını
biliyordu. Istakoz akvaryumundaki bütün ıstakozların kaç para ettiğini (vergiler
hariç 101.68 dolar) biliyordu. Sırasıyla başkanları biliyordu. Roma
imparatorlarını bile biliyordu ki bu beni daha çok etkiledi. Dünyanın çevresinin
kırk bin kilometre olduğunu ve sadece erkek kardinal kuşunun parlak kırmızı
renkte olduğunu biliyordu.
Ve kelimeleri gerçekten iyi biliyordu.

Mavi Göz’ün her konuda söyleyebileceği bir şey vardı.

Sindaktili, sismik ve petrikor gibi kelimeler. Anlamları elimden su gibi akıp


giden kelimeler.

Söylediklerinin çoğunu anlamadım ama buna aldırmamıştım. O hayatımdaki ilk


arkadaştı. İlk gerçek arkadaş.

Ayrıca elini tutmak gerçekten hoşuma gitmişti.

“Neden balık gibi kokuyorsun?” diye sordum. Konuşurken ana koridorda uzun
daireler çizerek yavaş yavaş yürüdük.

“Balık göletindeydim,” dedi.

“Neden?”

“Biri beni attı.”

“Neden?”

Omuz silkip eğilerek yara bantlarıyla kaplı bacaklarını kaşıdı.

“Neyin var?”

“Atıimalia Annelida Hirudinea.”

Kelimeler ağzından küfür gibi dökülüyordu. Daha hararetli kaşınırken yüzü


kıpkırmızı oldu. Gözleri sulandı. Akvaryumun önüne gelince durduk.

Deniz ürünleri tezgâhının ardından bir market görevlisi gelip bizi görmezden
gelerek ıstakoz akvaryumunun üstündeki kapağı açtı. Eldivenli eliyle uzanıp Bay
Istakozu çıkardı. Kapağı kapadı ve ıstakozu götürdü.

Aklıma bir fikir geldi.

“Gelsene.” Mavi Göz’ü akvaryumun arkasına çektim. Gözlerini sildi. O da bana


bakana kadar gözlerimi dikip ona baktım. “Istakozları çıkarmam için bana
yardım eder misin?”
Burnunu çekti ve başını salladı.

Yoo-hoo şişemi yere koyup kollarımı kaldırdım. “Beni kaldırabilir misin?”

Kollarını belime dolayıp beni yukarı kaldırdı. Başım ıstakoz akvaryumunun


üzerinde, omuzlarım da kapakla aynı hizadaydı. O kadar tombul bir çocuktum ki
Mavi Göz’ün beli kopabilirdi ama sadece biraz homurdanıp sendeledi.

“Sabit dur,” dedim.

Kapağın kenarında bir kulp vardı. Kapağı açtım ve dışarı sızan soğuk havayla
ürperdim.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Mavi Göz, sesi zorlanmaktan ve tişörtüm


yüzünden boğuk çıkmıştı.

“Sessiz ol!” dedim etrafa bakınarak. Henüz kimse bizi fark etmemişti.

Istakozlar kapağın hemen altına yığılmıştı. Elimi soktum. Soğuğun şokundan


tüylerim ürperdi. Parmaklarım en yakındaki ıstakozu kavradı.

Kıskaçlarını kıpırdatmasını, kuyruğunu kıvırıp tekrar açmasını bekledim. Ama


yapmadı. Sanki ağır bir kabuk tutuyordum. Istakozu sudan çıkardım.

“Teşekkürler,” dedi ıstakoz.

“Bir şey değil,” dedim ve onu yere bıraktım.

Mavi Göz tökezledi ama beni düşürmedi. Istakoz bir süre orada durduktan sonra
yerde sürünmeye başladı.

Bir tanesini daha almak için uzandım. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha. Bir
süre sonra akvaryumdaki bütün ıstakozlar Meijer süpermarketinin zemininde
sürünerek ilerliyordu. Nereye gittiklerini bilmiyordum ama belli ki onların
aklında bir yer vardı. Mavi Göz oflayarak beni yere indirince ikimiz de soğuk su
birikintisinin içine düştük. Gözlüğü burnunun ucunda, bana bakıyordu.

“Bunu sürekli yapıyor musun?” diye sordu.

“Hayır,” dedim. “Sadece bugün.”


Gülümsedi.

Sonra bağırışmalar başladı. Kollarıma yapışan eller beni ayağa kaldırdı. Annem
bağırarak beni akvaryumdan uzaklaştırıyordu. Arkasına baktım. Istakozlar
çoktan gitmişti. Kollarımdan buz gibi su damlıyordu.

Mavi Göz hâlâ su birikintisinin içinde ayakta duruyordu. Yoo-hoo şişemi yerden
aldı ve bana el salladı. Dönüp adını sorabilmek için annemi durdurmaya
çalıştım.

O ise daha hızlı yürümeye başladı.

Birinci Kısım

Akvaryum

On yıl sonra

Bazen insanların gerçeği fazla hafife aldığını düşünüyorum.

Yani gerçek hayat ile rüya arasındaki farkı nereden bildiğimizi kastediyorum.
Rüyadayken bunu fark etmeyebilirsiniz ama uyanır uyanmaz gördüklerinizin bir
rüya olduğunu ve iyi ya da kötü ne varsa bunun gerçek olmadığını bilirsiniz.
Eğer Matriks’te değilsek bu dünya gerçektir, bu dünyada yaptıklarınız gerçektir
ve neredeyse bilmeniz gereken tek şey de budur.

insanlar bunu hafife alıyor.

Süpermarketteki o vahim günden sonraki iki yıl boyunca gerçekten ıstakozları


özgür bıraktığıma inanıyordum. Sürüne sürüne gidip denizi bulduklarını ve
sonsuza dek mutlu yaşadıklarını düşünüyordum. On yaşıma bastığımda annem
kendimi ıstakozların kurtarıcısı olarak gördüğümü öğrendi.

Ayrıca bütün ıstakozların bana parlak kırmızı göründüğünü de öğrendi.

Öncelikle bana ıstakozları özgür bırakmadığımı söyledi. Kolumu akvaryuma


soktuktan sonra annem utanç içinde beni uzaklaştırmıştı. Sonra bana ıstakozların
sadece kaynatıldıktan sonra parlak kırmızıya döndüklerini söyledi. Ona
inanmadım çünkü bana göre hiç başka renk olmamışlardı. Mavi Göz’den hiç
bahsetmedi, ben de sorma ihtiyacı hissetmedim. İlk arkadaşım bir
halüsinasyondu: Bir delirmiş olarak yeni özgeçmişimde yer alan parıltılı bir
maddeydi o.

Sonra annem beni bir çocuk terapistine götürdü ve böy-lece deli kelimesiyle ilk
gerçek karşılaşmamı gerçekleştirmiş oldum.

Şizofreninin kendini en erken ergenlik yıllarında göstermesi beklenir ama ben


kendisiyle yedi yaşında tanışmıştım. On üç yaşındayken teşhis konuldu.
Yaklaşık bir yıl kadar sonra, bana halk kütüphanesinin bodrumunda faaliyet
yürüten gizli bir komünist örgüt için bir propaganda broşürü vermeye kalkıştığı
gerekçesiyle bir kütüphane görevlisine sözlü olarak saldırmam üzerine buna
paranoyak da eklendi. (Kütüphane görevlisi bana hep şüpheli biri gibi geliyordu;
kitapları eldivenle tutmanın normal ve kabul gören bir uygulama olduğunu
reddediyorum ve kimin ne dediği de umurumda değil.)

İlaçlarımın bazen faydası oluyordu. Dünya artık o kadar renkli ve ilginç


olmadığı zaman işe yaradıklarını anlıyordum. Akvaryumdaki ıstakozların parlak
kırmızı olmadığını görebildiğim zamanlarda ya da izleme cihazı var mı diye
yemeğimi incelemenin saçmalık olduğunu anladığım (ama içimi gıdıklayan
paranoyayı sakinleştirdiği için yine de yaptığım) zamanlarda. Bazı şeyleri net
olarak hatırlayamadığımda, günlerce uyumamışım gibi hissettiğim ve
ayakkabılarımı ters giymeye çalıştığımda da işe yaradıklarını anlıyordum.
Çoğunlukla doktorlar ilaçların nasıl bir etkisi olacağını bile bilmiyordu.
“Paranoya, kuruntu ve halüsinasyonları azaltması gerek ama bekleyip göreceğiz.
Ah, bir de muhtemelen bazen kendini yorgun hissedeceksin. Bol bol sıvı tüket;
vücudun kolayca susuz kalabilir. Ayrıca kilonda hızlı değişimler görülebilir.
Sonuçlar pek net değil.”

Doktorların çok yardımı dokunuyordu ama ben neyin gerçek olup neyin
olmadığını anlamak için kendi sistemimi geliştirmiştim. Fotoğraf çekiyordum.
Zamanla fotoğraflarda halüsinasyonlar kaybolurken gerçekler kalıyordu.
Zihnimin ne tür şeyler uydurmayı sevdiğini öğrendim. Tıpkı insanların gaz
maskesi takıp önlerinden geçenlere Hitler’in Nazi Almanyası’nın hâlâ son
derece gerçek bir tehdit olduğunu hatırlatan reklam bilbortları gibi.

Benim gerçeği hafife almak gibi bir lüksüm yoktu. Ve öyle gören insanlardan
nefret ettiğimi söyleyemem çünkü bu neredeyse herkesten nefret etmek olurdu.
Onlardan nefret etmiyordum. Sadece benim dünyamda yaşamıyorlardı. Ama bu
beni onların dünyasında yaşamayı dilemekten alıkoymuyordu.
East Shoal Lisesindeki son yılımın ilk gününden önceki gece Finnegan
lokantasının tezgâhının arkasında oturmuş, karanlık pencerelerdeki şüpheli
hareketleri gözetliyordum. Normalde paranoya o kadar kötü olmuyordu. Bunu
ilk gün gerginliğine bağlamıştım. Son okulumdan kovulmak başka, yepyeni bir
okula başlamak ise bambaşka şeydi. Bütün yazımı Finnegan’da oturup bunu
düşünmemeye çalışarak geçirmiştim.

“Biliyor musun, Finnegan burada olsa sana deli der ve işinin başına dönmeni
söylerdi.” Arkamı döndüm. Tucker mutfak kapısına yaslanmış, ellerini
önlüğünün ceplerine koymuş bana bakıp sırıtıyordu. Kendisi East Shoal’daki tek
muhbirim ve tek arkadaşım olmasaydı onu terslerdim. Uzun boylu, gözlüklü, her
zaman kusursuz şekilde öne doğru taranmış petrol karası saçlarıyla Tucker,
Finnegan’da garson, komi ve kasiyerdi; ayrıca tanıdığım en zeki insan olabilirdi.

Benim hakkımda hiçbir şey bilmiyordu. O yüzden Fin-negan’ın bana deli


diyeceğini söylemesi tamamen tesadüftü. Tabii ki Finnegan biliyordu; kız
kardeşi en son gittiğim terapist ve bana bu işi ayarlayan kişiydi. Diğer
çalışanların hiçbirinin -konuşmayan, art arda sigara içen aşçımız Gus gibi-
haberi yoktu ve ben de bunun böyle kalmasını sağlamayı planlıyordum.

“Ha-ha,” dedim umursamaz görünmeye çalışarak. Deliyi zapt et, dedi zihnimin
gerisindeki ses usulca. Dışarı çıkmasına izin verme, seni aptal.

Bu işe girmemin tek sebebi normal görünmem gerek-mesiydi. Belki biraz da


annemin beni buna zorlaması.

“Başka bir sorun var mı?” dedi Tucker yanıma gelip tezgâha yaslanarak. “Yoksa
sıkıştırma bitti mi?”

“Soruşturma demek istedin herhalde. Ve evet, bitti.” Bakışlarımı pencerelerden


uzak tuttum. “Uç yıldır liseye gidiyorum zaten; East Shoal, Hillpark’tan o kadar
da farklı olamaz.”

Tucker kahkaha attı. “East Shoal her yerden farklıdır. Ama zaten yarın kendin
görürsün.”

Görünüşe göre Tucker, East Shoalun gidilecek en harika yer olmadığını düşünen
tek kişiydi. Annem yeni bir okula gitmemin harika bir fikir olduğunu
düşünüyordu. Terapistim de orada daha iyi olacağımı söylüyordu. Babamsa iyi
olacağını söylemişti ama sanki annem bunu söylemesi için onu tehdit etmiş
gibiydi; Afrika’da bir yerlerde değil de burada olsaydı gerçek düşüncesini bana
söylerdi.

“Her neyse,” dedi Tucker, “hafta içi akşamları hafta sonları kadar kötü değil.”

Belli oluyordu. Saat on buçuktu ve ortalıkta kimsecikler yoktu. Ve kimsecikler


yoktu derken Indiana’nın bütün banliyö nüfusunu oluşturan kimseleri
kastediyordum. Tucker akşam vardiyası için beni yetiştirecekti. Yaz boyunca
sadece gündüzleri çalışmıştım; annemin çabucak razı geldiği, terapistimin
yaptığı bir plandı bu. Ama artık okul başlayacağı için akşamları çalışabileceğime
karar vermiştik.

Finnegan’ın kasanın arkasında duran Sihirli Sekiz Topunu aldım. Ne zaman


sıkılsam yaptığım gibi yine topun arka tarafındaki kırmızı lekeyi parmağımla
kazıyarak çıkarmaya çalıştım. Tucker karabiberlik süvarilerini düşman tuzluk
piyadelerinin karşısına dizmekle meşguldü.

“Yine de birtakım avareler gelir,” dedi. “Gece geç vakitte lokantaya giden
ürkütücü tipler. Bir keresinde çok sarhoş bir herif gelmişti, hatırlıyor musun,
Gus?”

Servis penceresinden çıkan ince bir sigara dumanı tavana doğru yükseldi.
Tuckerın sorusuna cevaben birkaç büyük duman halkası havayı kapladı. Gus’ın
sigarasının gerçek olmadığından oldukça emindim. Eğer gerçekse yaklaşık yüz
ayrı sağlık kuralını ihlal ediyorduk.

Tucker ın yüzü düşünceli bir ifade aldı. Kaşları birbirine yaklaştı, sesi rengini
yitirdi. “Ah. Bir de Miles var.” “Hangi Miles?”

“Birazdan gelir.” Tucker gözlerini kısıp önündeki baharatlara baktı, “işten eve
giderken uğrar. Tamamen şenindir.” Gözlerimi kıstım. “Neden tamamen benim
oluyormuş?”

“Görürsün.” Park yerinde bir çift far belirdiğinde başını kaldırıp baktı. “Geldi.
Kural bir; göz teması kurma.”

“Ne yani, adam goril falan mı? Jurassic Park’ta mıyız biz? Saldırıya mı
uğrayacağım?”

Tucker bana ciddi bir bakış attı. “Kesinlikle ihtimal dahilinde.”


içeri bizim yaşlarımızda bir çocuk girdi. Beyaz tişört ve siyah kot pantolon
giymişti. Bir elinden Meijer tişörtü sarkıyordu. Eğer Miles buysa, bana pek göz
teması kurma şansı vermemişti; doğruca benim tarafımdaki bir köşe masaya
gidip sırtını duvara dönerek oturdu. Tecrübelerimden oranın mekândaki en iyi
gözetleme noktası olduğunu biliyordum. Ama herkes benim kadar paranoyak
değildi.

Tucker servis penceresinden başını uzattı. “Hey, Gus. Miles’ın yemeği hazır
mı?”

Bir çizburger ile kızarmış patatesleri uzatırken Gus’ın sigarasının dumanı kıvrıla
kıvrıla havaya yükseldi. Tucker tabağı aldı, bir bardağa su doldurup hepsini
yanımdaki tezgâhın üzerine bıraktı.

Miles’ın, gözlüğünün üzerinden bize baktığını fark edince sıçradım. Masanın


kenarına çoktan birkaç banknot konmuştu.

“Onda bir sorun mu var?” diye fısıldadım. “Hani... zihinsel olarak yani?”

“Bizim gibi olmadığı kesin.” Tucker somurtarak ordularına geri döndü.

Komünist değil. Üzerinde dinleme cihazı yok. Masanın altını kontrol edeyim
deme, seni aptal. O sadece yiyecek bir şeyler isteyen bir çocuk.

Ben yanına giderken Miles bakışlarını yere indirdi.

“Selam!” dedim daha kelime ağzımdan çıkarken suratımı buruşturarak. Fazla


neşeli kaçmıştı bu. Öksürüp masanın diğer tarafındaki pencereleri taradım. “Ee,
ben Alex.” Sesimi alçalttım. “Garsonun ben olacağım.” Yemek ile suyu masaya
bıraktım. “Başka bir şey ister misin?”

“Hayır, teşekkürler.” Nihayet başını kaldırıp baktı.

Beynimdeki birkaç sinaps1 içine göçmüştü sanki. Gözleri.

O gözler.

Bakışları cildimi kat kat soyup beni olduğum yere mıh-lamıştı. Kan yüzüme,
boynuma, kulaklarıma hücum etti. Hayatımda gördüğüm en mavi gözlere
sahipti. Ve kesinlikle gerçekdışıydılar. Avuçlarım kameramı arıyordu. Onun
fotoğrafını çekmem, bunu belgelemem gerekiyordu. Çünkü Istakozları Salma
olayı da Mavi Göz de gerçek değildi. Annem ondan hiç bahsetmemişti. Ne
terapistlere ne babama ne de herhangi birine. Gerçek olamazdı, içimden
Finnegan’a küfrettim. Göz bantlı ve tahta bacaklı sinirli bir adamın fotoğrafını
çekmemden sonra makinemi işe getirmemi yasaklamıştı.

Miles işaretparmağıyla parayı bana doğru ittirdi. “Üstü kalsın,” diye


homurdandı.

Parayıp alıp hızla tezgâha döndüm.

Tucker tiz bir sesle, “Selam!” diyerek taklidimi yaptı.

“Kes sesini. Öyle söylemedim ben.”

“Seni azarlamadığına inanamıyorum.”

Parayı kasaya sokuşturup titreyen ellerimle saçımı arkaya attım. “Evet,” dedim.
“Ben de.”

Tucker mola vermek için dışarı çıkınca baharat ordularına el koydum. Gus’ın
sigarasının dumanı tavana doğru yükselip havalandırmadan dışarı atılıyordu.
Duvardaki vantilatör personelin kullandığı mantar panodaki kâğıtların
uçuşmasına neden oluyordu. Ardenler Taarruzu canlandırmamın ortasındayken
Alman tuzluğun hücumda başarılı olup olmayacağını öğrenmek için Finnegan’ın
Sihirli Sekiz Topunu salladım.

Sonra tekrar sor.

İşe yaramaz küre. İtilaf Devletleri bu tavsiyeyi dikkate alsalardı savaşı ittifak
Devletleri kazanırdı. Miles a bakmamak için elimden geleni yaptım. Ama
nihayetinde bakışlarım ondan tarafa kaydı ve gözümü ondan alamadım. Hepsini
birden ağzına tıkmamak için kendini zor tutuyormuş gibi yiyordu. Ve birkaç
saniyede bir gözlüğü burnundan kayıyor, o da habire yukarı itiyordu.

Suyunu yenilediğimde başını kaldırıp bana bakmadı. Gözlerimi saman sarısı


saçlı tepesine dikerek zihinsel olarak onu bakmaya zorladım.

O kadar konsantre olmuştum ki su taşana kadar bardağın dolduğunu bile fark


etmedim. Şok içinde bardağı elimden düşürdüm. Her yerine su sıçradı; kollarına,
tişörtüne, kucağına. O kadar hızlı kalktı ki başını tepe lambasına çarptı ve masa
devrildi.

“Ben... ah... hay aksi... özür dilerim...” Tucker’ın bir eli ağzında, kıpkırmızı
suratıyla durduğu tezgâha koşup bir havlu aldım.

Miles suyun bir kısmını silmek için Meijer tişörtünü kullandı ama üstü başı
sırılsıklamdı.

Koluna uzanarak, “Çok özür dilerim,” dedim, ellerimin hâlâ titrediğinin


farkındaydım.

Daha ona dokunamadan geri çekildi, bana, havluya ve sonra tekrar bana baktı.
Ardından tişörtünü aldı ve gözlüğünü ittirip kaçtı.

“Sorun değil,” dedi yanımdan geçerken. Ben daha bir kelime edemeden çıkıp
gitmişti.

Masayı temizledim ve tezgâha döndüm.

Tucker tabağı soğukkanlılıkla elimden aldı. “Bravo. Harika iş çıkardın.”

«np 1 w

iucker.

“Evet?”

“Kes sesini.”

Güldü ve mutfağa giderek gözden kayboldu.

Mavi Göz müydü o?

Sihirli Sekiz Topunu alıp kırmızı lekeyi kazıyarak yuvarlak penceresine baktım.

Şimdi söylemesem daha iyi.

Hileci küçük kaltak.

East Shoal Lisesinde dikkatimi çeken ilk şey bisiklet park


Üçüncü

Bölüm

yeri olmamasıydı. Bir okulun züppe piçler tarafından yönetildiğini bisiklet park
yeri bile olmamasından anlıyordunuz.

Erwin’i okulun girişini çevreleyen yeşil bodur çalıların arkasına bırakıp lastik ve
gidonların görünmediğinden emin olmak için bir adım geri çekilip baktım. Paslı
ishal rengi insanların farkında bile olmadan başlarını çevirmesine sebep olduğu
için kimsenin ona dokunmasını, onu çalmasını ya da fark etmesini
beklemiyordum ama emniyette olduğunu bilmek içimi rahatlatıyordu.

Çantamı kontrol ettim. Kitaplar, dosyalar, defterler, kalemler ve tükenmez


kalemler. Ucuz dijital fotoğraf makinem -Finnegan’da işe girdiğimde aldığım ilk
şeylerden biriydi- ipinin ucunda bileğimden sallanıyordu. Bu sabah
komşumuzun evinin dışındaki kırmızı tuğla duvarın üzerine

dizilmiş şüpheli dört sincabın fotoğrafını çekmiştim bile, ama onun dışında
hafıza kartım boştu.

Sonra çevre kontrolü yaptım. Çevre kontrolü üç aşamadan oluşuyordu: etrafımın


360 derece görüntüsünü almak, garip görünen her şeyi; örneğin park yerini
kaplayan ve alev almış kocaman bir spirali andıran şekiller gibi şeyleri not etmek
ve daha sonra sinsice bana yanaşacak olurlarsa diye bunları arşivlemek.

Öğrenciler okulun çatısında eşit aralıklarla sıralanmış siyah takım elbiseli,


kırmızı kravatlı adamları görmezden gelerek arabalarından inip okula
giriyorlardı. Devlet okulunun garip bir güvenlik sistemi olacağını tahmin
etmeliydim. Eski okulum Hillpark Koleji’nde normal güvenlik görevlilerimiz
vardı. Öğrenci kafilesine katıldım; onlarla aramdaki mesafeyi koruyarak -çünkü
bugünlerde kimin okula silah getireceğini Tanrı bilir- rehberlik ofisine kadar
gidip ders programımı almak için sırada dört dakika bekledim. Ofise
girdiğimdeyse önümdeki çocuğun garip bakışlarını görmezden gelerek köşedeki
stanttan bir sürü üniversite broşürü alıp çantama koydum. Konu üniversite
olunca şakam yoktu; kazanmak zorundaydım, ne kadar erken ya da ne kadar çok
başvuruda bulunmam gerekirse gereksin.

Şansım varsa bir ya da iki okuldan pozitif ayrımcılık sayesinde suçluluk


duygularını kullanarak burs alabilirdim; ailemin Hillpark’ta yaptığı gibi. Nasıl
kazandığımın bir önemi yoktu; ya kazanacaktım ya da hayatımın sonuna kadar
Finnegan’da çalışacaktım.

Etrafımdaki herkesin üniforma giydiğini fark ettim. Siyah pantolonlar, beyaz


gömlekler ve yeşil kravatlar... İnsanın sabah sabah kurumsal eşitlik havasına
bayılası geliyordu.

Okuldaki dolabım kafeteryaya yakındı. Orada sadece bir kişi vardı ve dolabı
benimkinin yanındaydı.

Miles.

Mavi Göz’ün anıları zihnime aniden hücum etti ve her şeyin yolunda
olduğundan emin olmak için etrafımda tam bir tur atmak zorunda kaldım.
Yavaşça ona yaklaşırken dolabının içine bir göz attım. Sıradışı bir şey yoktu.
Derin bir nefes aldım.

Kibar ol, Alex. Kibar ol. Biraz su döküldü diye seni öldürmeyecek. O bir
halüsinasyon değil. Kibar ol.

“Ee, selam,” dedim dolabımın önüne gelerek.

Miles döndü, beni gördü ve öyle kötü sıçradı ki dolabının kapısı yanındaki
dolaba çarptı ve Miles az kalsın yerdeki çantasına takılıp düşüyordu. Bakışları
kafamı delip geçti.

“Affedersin,” dedim. “Korkutmak istememiştim.”

Cevap vermeyince dolap kilidimin şifresine konsantre oldum. Kitaplarımı


koyarken ona bir göz attım, ifadesi değişmemişti.

“Ben, ee, su için gerçekten üzgünüm.” Yapmamam gerektiğini bile bile elimi
uzattım. Annem ne olursa olsun her zaman kibar olmamı söyler. Karşımdaki
kişinin cebinde bir bıçak olsa bile. “Ben Alex.”

Bir kaşını kaldırdı, ifadesi o kadar ani, o kadar kusursuz, o kadar doğruydu ki
neredeyse gülüyordum.

Sanki bana dokunursa yanabilirmiş gibi yavaşça uzanıp elimi sıktı. Parmakları
uzun ve inceydi. Örümcek gibi ama güçlü.
“Miles,” diye cevapladı.

“Peki, güzel.” Aynı anda ellerimizi çekip yanlarımıza koyduk. “Bunu aradan
çıkardığımıza sevindim. Sonra görüşürüz o zaman.”

Git git git uzaklaş git.

Elimden geldiğince hızlı yürüdüm. On yıl sonra tekrar Mavi Göz’le mi


konuşmuştum ben? Ama ya pisliğin tekiyse?

Canın cehenneme, beyin.

Merdivenlere gelene kadar takip edildiğimi fark etmedim. Ensemdeki tüyler


kabardı ve arkamı dönerken makinemi elime aldım.

Miles arkamda duruyordu.

“Bunu kasıtlı olarak mı yapıyorsun?” diye sordum.

“Neyi kasıtlı olarak mı yapıyorum?” diye yanıtladı.

“Orada olduğunu bileceğim kadar yakın ama ürkütücü görünmeyecek kadar


mesafe bırakarak birkaç adım arkamdan gelmeyi. Ve bana bakmayı.”

Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. “Hayır.”

“Gayet öyle yapıyormuşsun gibi geliyor da.”

“Belki de sen paranoyaksındır.”

Kaskatı kesildim.

Gözlerini devirdi. “Gunthrie mi?” diye sordu.

Bay Gunthrie, İleri Seviye İngiliz Dili, ilk ders. “Evet,” dedim.

Miles cebinden bir kâğıt çıkarıp açtı ve bana uzattı. Ders programıydı. Sayfanın
başında adı yazıyordu. Richter; Miles J. ilk dersi, Gunthrie’nin ileri Seviye
Ingiliz Diliydi.

“Peki,” dedim. “Ama bu kadar ürkütücü görünmene gerek yok.” Dönüp


merdivenlerin kalanını çıktım.

“Okulda yeni olmak berbat bir şey, değil mi?” Miles yanımda belirdi; sesinde
garip bir keskinlik vardı. Kollarımdaki tüyler ürperdi.

“O kadar da kötü değil,” dedim bir elimi sıkarak.

“Her halükârda,” dedi, “bence saçlarını boyamanın kıyafet yönetmeliğine aykırı


olduğunu bilmen en doğal hakkın.” “Saçlarım boyalı değil,” diye tersledim.

“Tabii.” Miles yine bir kaşını kaldırdı. “Tabii değildir.”

ilk derse girdiğimde Bay Gunthrie’nin yalnızca okul çizelgesine dayalı kalın
tabanlı siyah botlarını görebiliyordum. Geri kalanı günün gazetesinin ardında
kalıyordu. Sınıfı hızlıca gözden geçirdikten sonra sıkışık dizilmiş sıraların
arasından geçip önünde durdum; beni fark etmesini umuyordum.

Etmedi.

“Affedersiniz.”

Gazetenin tepesinden kalın kaşlarla gölgelenmiş bir çift göz belirdi. Muhtemelen
ellilerinde, kısa kesimli gri saçları olan tıknaz bir adamdı. Kitaplarım bir kalkan
gibi göğsüme dayalı, masasından bir adım uzaklaştım.

Gazetesini indirdi. “Evet?”

“Ben yeni öğrenciyim. Bir üniformaya ihtiyacım var.”

“Kitapçıda yetmişe satılıyor.”

“Dolar mı?”

“Hademeden ücretsiz olarak yedek üniformalardan alabilirsin ama üzerinde


okulun arması olmaz. Üzerine uymasını da bekleme. Ya da temiz olmasını.”
Başımın üzerinden duvardaki saate baktı. “Yerine geçer misin lütfen?”

Sırtım duvara dönük oturdum. Anons hoparlöründen bir cızırtı koptu.

“East Shoal öğrencileri, yeni okul yılına hoş geldiniz.” Müdür Bay McCoy’un
zayıf sesini tanıdım. Annem ve ben daha önce onunla konuşmuştuk. Annem onu
sevmişti. Ben pek etkilenmemiştim. “Umarım hepiniz harika birer yaz tatili
geçirmişsinizdir ama artık işe koyulma vakti geldi. Okul üniformanız yoksa cüzi
bir ücret karşılığında kitapçıdan alabilirsiniz.”

Buna güldüm. Bisiklet park yeri yoktu, yetmiş dolara üniforma satıyorlardı ve
müdür dünyadan habersizdi; burası güllük gülistanlıktı gerçekten.

“Ayrıca,” diye devam etti Bay McCoy, “bu, sevgili skor tabelamızın doğum
gününe, okula bağışlanmasının yıldönümüne birkaç hafta kaldığının bir
hatırlatması. Bu yüzden adaklarınızı hazırlayın ve bu muhteşem olayı kutlamaya
hazır olun!”

Anons hoparlörünün sesi kesildi. Gözlerimi dikip tavana baktım. “Adak” mı


demişti gerçekten?

Bir skor tabelası için?

“YOKLAMA!”

Bay Gunhtrie’nin sesi beni kendime getirdi. Sınıftaki diğer öğrencilerin konuşma
sesleri kesildi.

İçimde bu yıl dersimize Topçu Çavuşu Hartman’ın2 gireceğine dair berbat bir his
uyandı. Fotoğraf makinemi sıranın kapağına koyup fotoğraf çekmeye başladım.

“ADINIZI SÖYLEDİĞİMDE BİR SIRAYI GÖSTERECEĞİM. O SİZİN


SIRANIZ OLACAK. DEĞİŞTİRMEK YA DA ŞİKÂYET ETMEK YOK.
ANLAŞILDI MI?”

“EVET, EFENDİM!” diye bir cevap geldi bütün sınıftan.

“GÜZEL. CLIFFORD ACKERLY.” Bay Gunthrie en öndeki ilk sırayı işaret


etti.

“Burada, Efendim!” İri yarı bir çocuk kalkıp yeni sırasına geçti.

“SENİ İLERİ SEVİYE İNGİLİZ DİLİ’NDE GÖRMEK GÜZEL, ACKERLY.”


Bay Gunthrie listesini okumaya devam etti. “TUCKER BEAUMONT.”

Tucker kenarda bir yerden ayağa kalkıp Clifford’un arkasına oturdu. Arkada
beni gördü ve gülümsedi. Korktuğum üzere burada daha da inek görünüyordu;
okul üniforması kusursuz, kolları kitaplar ve çoktan üzerlerine bir şeyler
karalanmış kâğıtlarla doluydu. Clifford Ackerley gibi çocuklar tarafından
sataşılacak türden bir ineğe benziyordu.

Ama kıkırdamama engel olamadım. Ne zaman Tuckerın adını duysam böyle


oluyordu. Tam adı Charles-Genevie-ve-Louis-Auguste-Andre-Timothee d’Eon
de Beaumont olan, hayatının ikinci yarısını bir kadın olarak geçiren Fransız
casusu Chevalier d’Eon’u hatırlatıyordu. Bay Gunthrie birkaç isim daha
saydıktan sonra, babasının ona emirler yağdırması karşısında zerre rahatsızlık
emaresi göstermeyen Claude Gunthrie ye geldi. Herkesin fotoğrafını çektim.

“CELİA HENDRİCKS!”

Celia Hendricks bir kozmetik mağazasının saldırısına uğramıştı. Hiçbir saç


kendiliğinden öyle bir sarı tonunda olamazdı (bunu söyleyen de benim, ha ha ha)
ve gerçek teni bir makyaj tabakasının altına hapsedilmişti. Pantolon yerine siyah
bir etek giymişti ve eteği tehlikeli şekilde uyluklarına kadar geliyordu.

Bay Gunthrie’nin gözünden kaçmamıştı bu.

“HENDRİCKS, O ETEK KIYAFET YÖNETMELİĞİNİN BİRKAÇ


MADDESİNE BİRDEN AYKIRI.”

“Ama bugün okulun ilk günü ve benim de bundan haberim...”

“ZIRVALIK!”

Gözlerim kocaman açık, Bay Gunthrie’ye bakıp hiçbir yanının hayal gücümün
ürünü olmaması için dua ettim.

“GİT ÜSTÜNÜ DEĞİŞTİR, HEMEN.”

Celia oflayıp ayaklarını yere vura vura sınıftan çıktı. Bay Gunthrie iç çekip
listesine döndü. Birkaç kişi daha yer değiştirdi.

“MİLES RİCHTER.”

Miles esneye esneye uzun boyuyla sınıfta ilerledi. Kendini yeni sırasına bıraktı.
Geriye sadece iki kişi kalmıştı; ben ve ders başlamadan önce Clifford’la konuşan
kız. Belki, bir ihtimal, soyadı Ric ile Rid arasında bir şey olabilirdi.

“ALEXANDRA RIDGEMONT.”

Kahretsin.

Miles’ın arkasında otururken herkes dönüp bana baktı. Beni -ve saçımı- daha
önce fark etmedilerse bile artık etmişlerdi. Ah, saçım...

Kes şunu, seni aptal! Sorun yok, sana bakmıyorlar. Tamam, sana bakıyorlar.
Ama peşinden gelmiyorlar. Bir şeyin yok. Her şey yolunda.

“Alex diyebilirsiniz,” dedim zayıf bir sesle.

“MARJA WOLF.”

“Ria!” dedi son kız, arkamdaki yerine neredeyse sıçrayarak. Kızıl-sarı atkuyruğu
da neşeyle sallanıyordu.

Bay Gunthrie sınıf listesini masasına fırlattı ve ellerini arkasında kavuşturup


köşeli çenesini kaldırarak sınıfın önünde durdu.

“BUGÜN ÇİFTLER HALİNDE YAZ OKUMALARINIZI TARTIŞACAĞIZ.


ÇİFTLERİ BEN SEÇECEĞİM. DEĞİŞTİRMEK YA DA ŞİKÂYET ETMEK
YOK. ANLAŞILDI MI?”

“EVET, EFENDİM!”

“GÜZEL.”

Bay Gunthrie sanki bir kez okuduktan sonra hepimizin isimlerini hatırlıyormuş
gibi rastgele çiftler seçti.

Miles’m arkasındaki sıraya mahkûm olmak, herhalde Tucker’la eşleşmemin


bedeliydi. “Benim sınıfımda olacağını bilmiyordum!” dedim sandalyemi
onunkinin arkasına çekerken. Bu sınıfta tüylerimi ürpertmeyen tek kişi oydu.
“Burası hakkında da yalan söylemiyormuşsun.”

“Buraların insanları böyle bir konuda yalan söylemez,” dedi Tucker hayali bir
kovboy şapkasının kenarını eğerek.
“Ayrıca sen bana İleri Seviye İngiliz Dili aldığını söylememiştin ki. Bu dersi
veren tek kişinin Bay Gunthrie olduğunu sana söyleyebilirdim.” Üzerine bir
şeyler karaladığı kâğıtları kaldırdı. “Ben tartışmayı bitirdim bile. Her yıl ilk
ödevi aynı oluyor. Umarım senin için sakıncası yoktur.” Durup kaşlarını çatarak
omzumun üzerinden baktı. “Tanrım. Hendricks yine başladı. Ondan neden
hoşlandığını bile anlamıyorum.” Siyah, bol bir pantolonla geri dönen Celia
Hendricks sandalyesinde yaslanmış, garip bir tavırla saçıyla oynarken ona sırtı
dönük oturan Miles’a fısıltıyla sesleniyordu. Miles onu duymazdan gelince de
kafasına kâğıt parçalarından toplar atmaya başladı.

“Ondan neden bu kadar nefret ediyorsun?” diye sordum Tucker’a.

“‘Nefret’ doğru kelime mi bilmiyorum,” diye cevapladı. “‘Ondan korkuyorum’,


‘keşke gözlerini dikip bakmayı kesse’ ve ‘bence o bir çatlak’ daha doğru
ifadeler.”

“Ondan korkuyor musun?”

“Bütün okul korkuyor.”

“Niye?”

“Çünkü aklından ne geçtiğini bilmek imkânsız.” Tucker tekrar bana baktı. “Bir
insanın tamamen değiştiğine şahit oldun mu hiç? Tamamen ama? Yüz ifadeleri
bile eskisinden farklı olacak kadar? Ona olan buydu işte.”

Tucker’ın bu ani ciddiyeti karşısında tereddüt ettim. “Kulağa ürkütücü geliyor.”

“Ürkütücüydü gerçekten de” Tucker ın gözü birilerinin sırasının üzerine kazıdığı


bir şekle daldı. “Ve sonra, o, bilirsin işte... en iyi olmazsa olmazdı...”

“Nasıl... bir dakika... okul birincisi o mu?”

Tucker ın okul birincisinden hoşlanmadığını biliyordum ama işyerindeki


söylenmeleri sırasında bunun kim olduğunu hiç söylememişti. Sadece çocuğun
bunu hak etmediğini söylemişti.

“Mesele beni geçmesi değil!” diye söylendi Tucker çabucak Miles’a gözucuyla
bakarak. “Çaba sarf etmiyor olması. Kitapları okuması bile gerekmiyor! Her
şeyi biliyor\ Yani ortaokuldayken de biraz böyleydi ama hiçbir zaman en iyisi
değildi. Çoğunlukla anlamsız olduğunu düşündüğü için çalışmıyordu.”

Dönüp tekrar Miles’a baktım. Görünüşe göre o ve Cla-ude tartışmalarını


bitirmişlerdi ve Miles sırasının üzerinde uyuyakalmıştı. Birileri sırtına üzerine
siyah keçeli kalemle “Nazi” yazılmış bir kâğıt yapıştırmıştı. İçim ürperdi. Ben de
Nazileri araştırmaktan en az bir savaş tarihi uzmanı kadar hoşlanırdım ama bunu
bir lakap olarak kullanmak hiç aklımdan geçmemişti. Naziler benim ödümü
koparıyordu. Ya bu okuldaki herkes aptaldı ya da Miles Richter, Tucker’ın tarif
ettiği kadar kötüydü.

“Bir de saçma sapan bir kulübü var,” dedi Tucker. “East Shoal Eğlence Amaçlı
Sporu Destekleme Kulübü. Seçtiği iğrenç isme bak.”

Boğazımdaki ani tedirginliği yutkundum. Kulübün ismini biliyordum ama onun


kulübü olduğunu bilmiyordum. Miles’ın sırtındaki kâğıt her soluğunda inip
kalkıyordu.

“Ee. Baksana.” Tucker beni dürttü. “Sana bir numara yapmasına izin verme,
tamam mı?”

“Numara yapmasına mı? Ne gibi?”

“Sandalyeni sırandan sökmek ya da sırt çantanın dibine bir delik açmak gibi.”

“Tammammm,” dedim kaşlarımı çatarak. “Biliyor musun, artık onun ya bir


goril, bir T-Rex ya da bir öcü olduğuna eminim. Bilmem gereken başka bir şey
var mı?”

“Evet,” dedi Tucker. “Alman aksanıyla konuşmaya başlarsa beni ara.”

Beşinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
ım
Yirmi Altıncı Bölüm
Şüphesiz
Ellinci Bölüm

Beyin nöronlarının hücrelere mesaj iletmesini sağlayan bağlantı noktaları.


(ç.n.)

Full MetalJacket adlı filmdeki kötü bir karakter, (ç.n.)


Beşinci Bölüm

Günün kalan üç dersi de ilki gibiydi. Sınıflara girip daireler

çizerek her şeyi kontrol ettim. Garip bir şey buldukça -duvarda asılı II. Dünya
Savaşı döneminden propaganda posteri gibi- fotoğrafını çektim. Dört kez
saçlarımın boya olup olmadığı soruldu. İleri Seviye Makro Ekonomi öğretmenim
bana bunun kurallara aykırı olduğunu bildirdi. Ona doğal rengi olduğunu
söyledim. Bana inanmadı. Ona annem ve kız kardeşim Charlie’nin her zaman
yanımda taşıdığım fotoğraflarını gösterdim çünkü onların saçları da aynı renkti.
İnanır gibi oldu. Kapıya en yakın sandalyeye oturdum ve dersin sonuna kadar
gözümü üzerinden ayırmadım.

Kafeterya kocamandı, bu yüzden pek çok açık noktaya sahipti. Bu iyi bir şeydi
çünkü sırtım duvara dönük oturup yiyeceğimde komünist izleme cihazları
aradığımı kimse fark etmiyordu. Bay McCoy skor tabelasıyla ilgili bir anons
daha yapmak için hoparlörlerden seslendi, insanlar konuşmayı

ve yemeyi bırakıp kıs kıs gülüyordu ama kimse şaşırmışa benzemiyordu.

Bütün İleri Seviye derslerimde Miles Richter vardı.

Beşinci dersim olan etüt, katılmadığı tek dersimdi. Hâlâ Milesın bana bir numara
çekmesine izin vermememi söylerken Tuckerın ne demek istediğinden emin
değildim. Miles, Tuckerın beni uyardığı şeylerden hiçbirini yapmamıştı ama
kesinlikle beni görmezden de gelmemişti.

Öğle yemeğinden önce İleri Seviye Birleşik Devletler Tarihi dersimde kalemimi
yere düşürdüğümde yerden alamadan onu sınıfın uzak köşesine şutlamıştı.
Arkasına yaslanıp bana, Ne yapacaksın şimdi? der gibi baktığı için çantasını
sırasından aşağı ittim.

Akşamüzeri ileri Seviye Siyasal Bilgiler dersimdeyse “kazara” ayakkabımın


bağcığına bastığında neredeyse yere yüzüstü kapaklanıyordum. Öğretmen ilk
ödevleri dağıtırken Miles’a “kazara” yırtılmış bir tane verdim.

ileri Seviye Kimya dersinde Bayan Dalton bizi alfabetik düzende oturtup
dışarıdan normal deftere benzeyen ama içi grafiklerle dolu, insanda kendini
öldürme isteği uyandıran laboratuvar defterleri dağıttı. Benimkini sırama PAT
diye bırakıverdi.

Defterin kapağına adımı yazarken gözümü Miles’m ensesinden ayırmadım,


ismimi yamuk yumuk karalamıştım ama okunaklıydı. Yeterliydi.

“Yıla bir kaynaşma çalışmasıyla başlarız diye düşündüm,” dedi Bayan Dalton
sesinde haylaz bir neşeyle. Masasına dönüp bir diyet kola açtı ve yarısını bir
dikişte içti. “Tabii öyle zor bir şey olmayacak. Laboratuvar eşlerinizi
belirleyeceğim ve siz de birbirinizi tanıma fırsatı bulacaksınız.”

Kötü karmanın bir golf sopası gibi arkamdan geldiğinden şüpheleniyordum.


Muhtemelen bunun sebebi Charlie’nin bütün siyah satranç taşlarını tuvalete
atmam ve ona Noel Babanın var olmadığını söylememdi.

Bayan Dalton, isim yazılı kâğıtlarla dolu bir deney tüpünden kâğıt seçerek
eşlerimizi belirledi ve ben sıraların yavaş yavaş boşalarak eşlerin odanın bir
ucundan diğer ucuna dizili laboratuvar masalarına geçmelerini izledim.

“Alexandra Ridgemont,” dedi Bayan Dalton.

Karma, vuruşunu yapmaya hazırlanıyordu.

“Ve Miles Richter.”

Tam isabet. Sonuç: Hafif beyin sarsıntısı. Yürüme ve görmede sorun yaşanabilir.
Yorucu faaliyetlerden kaçınılmalı ve ağır iş makineleri kullanılmamalı.

Miles daha sandalyesinden kalkmadan laboratuvar masasına gitmiştim. Bizi bir


anket bekliyordu. Masanın diğer tarafındaki çocuklara şöyle bir baktım; hiç
ürkütücü görünmüyorlardı ama en kötüler hep en az ürkütücü görünenler olurdu;
başımın üzerindeki dolapları ve lavabonun giderini inceledim.

“Eh, haydi yapalım gitsin,” dedim Miles geldiğinde. Cevap vermedi, sadece
kulağının arkasından kalemini alıp defterini açtı. Zemin sola doğru yatıyormuş
gibime gelince ayaklarımı biraz daha açtım.

Yazmayı bitirene kadar bekledim. “Hazır mısın?”


“Sen önden buyurabilirsin.” Gözlüğünü ittirdi. Onu suratından alıp un ufak
etmek istedim.

Onun yerine kâğıdı aldım. “İlk soru. Tam adın nedir?” “Vay canına. Bu epey
aptalca olacak.” Bütün gün söylediği tek mantıklı şey buydu. “Miles James
Richter.”

Bunu yazdım. “Alexandra Victoria Ridgemont.”

“Eh, ikimizin de uyumsuz bir ikinci adı var.” Ve işe Muhteşem Kalkık Kaş
geldi.

“Sıradaki.”

“Doğum tarihi?”

“Yirmi Dokuz Mayıs, 1993.”

“On Beş Nisan, aynı yıl,” dedim. “Kardeşin var mı?” “Yok.”

Bu kadar şımarık olmasına şaşmamalıydı. Tek çocuktu. Muhtemelen zengindi


de.

“Benim bir kız kardeşim var. Adı Charlie. Evcil hayvan?” “Köpek.” Miles bunu
söylerken suratını buruşturdu ki bu beni hiç şaşırtmadı; Miles’ın aşırı büyümüş
bir ev kedisi olduğunu hayal etmiştim. Sürekli uyuyan, hep canı sıkılmış gibi
görünen, yemeden önce yemeğiyle oynayan bir kedi.

Bir uğurböceğinin lavabonun kenarında ilerleyişini izledim. Gerçek


olmadığından oldukça emindim; benekleri yıldız biçimindeydi. Fotoğraf
makinemi çantamda bırakmıştım. “Benim yok. Babamın alerjisi var.”

Miles kâğıdı elimden alıp baktı. “İnsan biraz daha ilginç sorular sormaya zahmet
etmelerini bekliyor. ‘En sevdiğiniz renk?’ Bu sana bir insanla ilgili ne
söyleyebilir ki? En sevdiğin renk uçuk yeşil olabilir ve bu zerre fark etmez.”

Sonra da soruya cevap vermemi beklemeden, “En sevdiğiniz renk” sorusunun


altına, “Uçuk yeşil” yazdı. Bütün gün onu en fazla bu kadar hareket halinde
görmüştüm. Söylenmesini dinlemek beni garip bir şekilde rahatlatmıştı. Sürekli
söylenen sinirli pisliğin tekiyse Mavi Göz değil demekti. “O zaman seninki de
leylak,” dedim kâğıda yazarak. “Soruya bak: ‘En sevdiğiniz yemek?’ Bu bana ne
söyleyecek şimdi?”

“Katılıyorum. Ne seviyorsun? Kurbağa kalbi turşusu mu?” Kalemimi


altdudağıma bastırıp düşündüm. “Evet. Kurbağa kalbi turşusu seviyorsun sen.”

Birkaç soruyu daha geçtik. Masanın karşısındaki arkadaşlarımızın hayranlık dolu


bakışlarını uydurmadığımı biliyordum. “En nefret ettiğiniz şey”e gelince Miles,
“insanların ketçap yerine ketsap demeleri. Bir tatlandırıcı o, küfür değil.” Bir an
duraksadı ve “Ve bu gerçek bilgi,” dedi.

“insanların tarihi yanlış bilmelerine katlanamıyorum,” dedim. “Kuzey


Amerika’ya hiç ayak basmadığı halde Ko-lomb’un Kuzey Amerika’ya ayak
basan ilk kâşif olduğunu söylemek gibi; ilk kâşif aslında Leif Ericson’du. Ve bu
da gerçek bilgi.”

Birkaç soruya daha cevap verdik ve sonlara yaklaştığımızda Miles’m sesine


garip bir şey oldu.

Bir şekilde daha sert çıkıyordu. Daha az akıcıydı. /Meri ağzında geveliyor,
Aleriyse b gibi telaffuz ediyordu. Masanın karşısındaki grup ona bir kıyamet
alametiymiş gibi bakıyordu.

Son soruya geçtim. “Şükürler olsun, neredeyse bitirdik. Çocukluğundan


hatırladığın bir şey?”

“Animalia Annelida Hirudinea.” Miles bunu söylediğine pişman olmuş gibi


kaleminin ucunu ısırdı. Bana bakmadı ama gözlerini lavabonun üzerinde birer
yay çizen iki gümüş musluğa dikmişti.

Bu sözcükler... yara bantları. Anlayamadığım o acı. Yoo-hoo. Balık kokusu.


Tepeden tırnağa ürpererek olduğum yerde donup kaldım. Gözlerimi dikip ona
baktım. Başının her yerinden fışkıran kumral saçlar. Metal çerçeveli gözlük.
Burnu ve elmacıkkemiklerinin üzerindeki çiller. Mavi gözler. Ona bakmayı kes,
aptal! Ondan hoşlandığını falan sanacak! Ondan hoşlanmıyordum. Pek hoş bir
tipi bile yoktu. Var mıydı? Belki bir daha baksam fena olmazdı. Hayır,
kahretsin! Ah be.

Tedirgin bir şekilde defterimi karalayarak hızla atan nabzımı duymazdan geldim.
Söylediklerini yazmalı mıydım? Neden bilimsel sınıflandırma jargonuyla
konuşuyordu. Mavi Göz gerçek değildi. Istakozları salmama yardım eden biri
yoktu. Miles az önce bunu söylememişti. Zihnim benimle oyun oynuyordu.
Yine.

Kibarca öksürüp saçımın bir tutamını çekiştirdim. “Şey. Benimki için Yoo-Hoo
yazabilirsin.”

“Yoo-Hoo,” dedi usulca.

“Yoo-Hoo, hani gelmiş geçmiş en güzel içecek var ya?” Şimdi gözlerini dikip
bakan oydu. Gözlerimi devirdim.

“Y-O-O-H...”

“Yazabiliyorum, sağ ol.” Sesi normale dönmüştü. Akıcı ve netti. O yazarken


gözucuyla saate baktım. Ders neredeyse bitiyordu. Ellerim titriyordu.

Zil çaldığında hemen gidip çantamı aldım ve koridora akın edenlere karıştım.
Miles’dan uzaklaştığımda daha iyi hissettim; kimya sınıfındaki keşfim bir
rüyaymış da yeni uyanmışım gibi. Onu anlamıyordum; halüsinasyonlarımdan
çıkıp gelmişti ama işte buradaydı. Benim dünyam ile diğer herkesin dünyası
arasında geziniyordu ve bu hiç hoşuma gitmiyordu.

Dolaplarımıza aynı anda vardık. Onu görmezden gelip dolabımı açtım ve


kitaplarımı almak için uzandım.

Bir balığın bağırsakları gibi kapaklarının içinden dö-külüverdiler.

“Birileri kitaplarının kapaklarını mahvetmiş anlaşılan,” dedi Miles.

Öyle mi, pislik? Canı cehenneme. Mavi Göz olsa da olmasa da, bunu sineye
çekemezdim.

Mahvolmuş kitaplarımı yerden aldım, çantama tıktım ve dolabımın kapağını


çarparak kapadım. “Düzeltmek zorunda kalacağım o halde.” Sonra artık ondan
uzaklaşamayacağımı bilerek ağır ağır spor salonuna yürüdüm.

Altıncı Bölüm

Tucker, East Shoal Eğlence Amaçlı Sporu Destekleme Ku-


lübü hakkında yanılıyordu. O ismi Miles seçmemişti. Müdür McCoy seçmişti ve
bunu annemle bana zorunlu toplum hizmetimi açıklarken söylemişti. Şimdi
peşimde Miles’la ana spor salonuna gidiyordum. Kedi bakışları
kürekkemiklerimi delip geçiyordu. Spor salonunun kapısından girdim ve daireler
çizdiğimi çaktırmamaya çalışarak etrafıma bakındım.

Salon Hillpark’takinden eskiydi; ben East Shoal un o aşırı pahalı futbol


stadyumu gibi yenilenmiş olmasını bekliyordum. Ana kapının bitişiğindeki
tribünlerde, skor tabelasının kontrol panelinin bulunduğu masa yer alıyordu.
Basketbol potaları tavana kadar yükseltilmişti; böylece salonun uzak duvarında
asılı skor tabelasını net bir açıdan görebiliyordum. Üst tarafına yeşil harflerle
“East Shoal Lisesi” yazılmıştı.

Miles omzumu dürttü; sadece işaretparmağımn ucuyla hafifçe dokunmuştu,


irkildim.

“Onları bekletme,” dedi yanımdan geçip giderek.

Beş çocuk, hakem masasının yanında dikilmiş gülüşüyordu. İçlerinden birini


edebiyat dersinden tanıyordum; dağınık sarışın topuzunu bir çift kalemle
tutturmuştu. Yanında duran iki oğlan birbirine o kadar benziyordu ki ayırt
edemiyordum. Diğer ikisini hiç görmemiştim ama Miles yanlarına gittiğinde
hepsi hazır olda duruyordu. Ben de tedirgin bir halde arkasından gittim.

“Bu Alex,” dedi doğru düzgün selam vermeden. “Alex, bu da Theophilia.”


Edebiyat dersindeki kızı işaret etti. “Theo yeterli,” dedi kız ona dik dik bakarak.

“... bunlar da erkek kardeşleri, Evan ve lan.” Aynı anda uyumla sırıtan iki
çocuğu işaret etti.

“Kafa karışıklığını gidermek için söyleyeyim, biz üçüzüz.” Theo son derece
resmi bir şekilde elini uzattı. “Ve lütfen bana Theophilia deme.”

“Merak etme,” dedim gözlerimi dikip eline bakarak; Miles’m elini suçluluk
duygusuyla sıkmıştım ama onunkine yaklaşmak için sebebim yoktu. “Annemle
babam erkek çocuk istiyormuş, o yüzden adım Büyük İskender’den, kız
kardeşiminki de Şarlman’dan geliyor.”

Ben elimi uzatmayınca Theo, belli ki hiç alınmayarak elini indirdi ve güldü.
“Evet, benim annemle babam da erkek çocuk istiyormuş ama onun yerine iki
aptal ve bir kızları oldu.”

“Hey!” diye haykırdı Theo’nun erkek kardeşleri bir ağızdan. Theo elindeki
dosyayı bırakıp apışaralarına yumruk atıyormuş gibi yaptı, iki çocuk da geri
çekildi. Genetiğin nasıl işlediğini biliyordum; normal tek yumurta ikizleri bile
birbirine Theo’nun kardeşleri kadar benzemiyordu. Parmaklarım fotoğraf
makinemi kavradı.

Miles gözlerini devirip devam etti. “Ve bunlar da Jetta Lorenc ile Art Babrow.”

Jetta, Miles’a gamzeli bir gülücük atarak kıvırcık saçlarını omzunun üzerinden
savurdu. “Evet, tanıştığımıza memnun oldum,” dedi ben sıkana kadar
bekleyecekmiş gibi elini uzatarak.

Sıkmadım. “Fransız mısın?” diye sordum onun yerine.

“Oui\”

Yabancı. Yabancı bir casus. II. Dünya Savaşı’nın bir bölümünde Stalin’in
emriyle faaliyet gösteren Fransız Komünist Parti. Fransız Komünist Casus.

Kes şunu kes şunu kes şunu

Benden birkaç santim daha uzun boylu ve kasları tişörtünden fırlayıp her an
birilerini yiyecekmiş gibi duran siyahi çocuk Art’a döndüm. Halüsinasyon
testinde ona iki verdim. O kaslara güvenmiyordum.

“Selam,” dedi.

Ben de belli belirsiz el salladım.

“Kulüp bundan ibaret,” dedi Miles hepsini işaret ederek. “Theo yiyecek
standına. Evan ve lan, siz de tribün görevine.”

Üçüzler, “Hayhay, Patron!” diyerek görev yerlerine geçtiler.

“Jetta, ağ ve top arabasını getir. Art, direkleri kap.”

Diğer ikisi de gitti. Hâlâ Miles’la uğraşmam gerekse de hepsi gidince


rahatlamıştım. Miles ise kontrol paneline dönüp beni unutmuştu.

“Peki ben ne yapıyorum?” diye sordum.

Beni duymazdan geldi.

“MİLES.”

Dönüp Muhteşem Kalkık Kaş hareketini yaptı.

“Ben ne yapıyorum?”

“Sen şuraya çıkıp,” boş tribünleri işaret etti, “çeneni kapayacaksın.”

Pisliklerin suratına tekme atmakla ilgili bir yasa var mıydı? Muhtemelen vardı.
Gerçekten yapılması gereken şeylerle ilgili bir yasa vardı hep.

“Hayır,” diye yanıtladım. “Sanırım gidip şurada oturacağım.” Onun gösterdiği


yerin biraz ilerisini işaret ettim ve oturmak üzere ilerledim. Kollarımı kavuşturup
o ve kaşları başka tarafa dönene dek dik dik baktım. Sonra bütün mahvolmuş
kitapları çantamdan çıkarıp yanıma dizdim ve ödevimi yapmaya başladım.
Voleybol takımı spor salonuna girdiğinde fotoğraf çekmek için ödevime ara
verdim: Jetta ile Art voleybol potasını birer profesyonel gibi kurdular; Theo
yiyecek standım hazırlıyordu ve Evan ile lan da tribündeki çöpleri temizliyordu.
Voleybol takımı, taytlarının içinde neşeli ve atletik görünüyordu.

Eksik olan tek şey Miles’dı. Belki de bir yerlerde gezinip köyleri talan ediyor,
altınları dağdaki inine götürüyordu.

Başımı eğip İleri Seviye Matematik ödevime döndüm. Ödev tam bir baş
belasıydı; özellikle de bu yıl ödevlerimi okul, iş ve toplum hizmeti arasındaki
boş vakitlerimde yapmak zorunda olduğum için. Hâlâ bursları araştırıp başvuru
formlarını doldurmam gerektiğinden bahsetmiyorum bile. Bir de haftada iki kez
lanet terapistimi ziyaret ediyordum. Ama yapmak zorundaydım. Bu kez
başarmak zorundaydım. Ne kadar nefret edersem edeyim, ilaçlarımla oynamak
yoktu. Dikkatimi dağıtacak şeyler yoktu. Başkalarının hakkımda ne
düşündüğüyle ilgili kaygılanacak vaktim yoktu ama bunu düşünmek
zorundaydım; fazla uçuk, fazla paranoyak görünürsem notlarımın bir önemi
kalmazdı. Herhangi biri benim deli ya da tehlikeli olduğuma karar verecek
olursa geleceğime hoşça kal, Mutlu Ev’e de merhaba diyecektim.
Miles salona dönüp hakem masasına yerleşti. Bir an için dönüp bana baktı, bir
kaşını kaldırdı ve sonra yüzünü tekrar Tayt Takımına döndü. Kafatasımın alt
kısmında bir karıncalanma oldu. Bunu daha önce düşünmemiştim; neden daha
önce düşünmemiştim ki? Miles. Miles bir dâhiydi, insanlarla alay etmeyi
severdi.

Miles benden pek hoşlanmamıştı ve ben de bütün gün onu kışkırtmıştım. Beni
çözmesi onun için kolay olurdu. Özellikle de ona kimya dersindeki gibi bakmaya
devam edersem. Belki ondan önce davranabilirdim. O çözmeden gerçeği ona
söyleyip sessiz kalması için yalvarabilirdim de.

Ya da biraz cesur olabilirsin, dedi içimdeki ses. Muhtemelen en iyi seçenek de


buydu.

Dikkatimi skor tabelasına verdim. McCoy bugün bununla ilgili en az beş farklı
anons yapmıştı ve her anonsunda biri onun taklidini yapıyordu ve herkes
gülüyordu.

“O skor tabelasıyla ilgili bir şehir efsanesi var, biliyor musun?” dedi Tucker
elinde bir kolayla yanımda belirerek. Etrafıma bakındım. Tribünler şimdiden
dolmuştu. Nasıl olmuştu bu? Elinde bıçakla arkamda duran birini görmeyi
bekleyerek omzumun üstünden baktım.

“Öyle mi?” dedim dalgınlıkla, geç kalınmış bir çevre kontrolü yaparak.
“Nedense bunu hiç şaşırtıcı bulmadım.” Cliff Ackerley ile futbol takımından
birkaç başka oyuncu tribünlerin altında oyun kurucu olduğunu tahmin ettiğim
Ria Wolf için pankart tutuyordu. Celia 1 Iendricks’i, maçı izlemeye yönelik çaba
sarf etmiyor görünen daha kalabalık bir öğrenci grubunun yanında gördüm.
Anne babalar ellerinde patlamış mısır ile sosisli sandviçler ve üzerlerinde
“Bastırın Kılıçlar!” yazan tişörtlerle salona doluştular.

“Ne saçma bir spor,” dedi yakınımda oturan bir kadın; sesi asit içmiş gibi
çatallıydı. “Voleybolmuş. Adını ‘taytlı sürtükler’ olarak değiştirseler ya.”

Gözlerim huysuz ebeveyni aradı ama etrafımı ergenler sarmıştı. Daha dar bir
alana sığıştım.

“Şu kadının dediğini duydun mu?” diye sordum Tucker’a. “Hangi kadın?”

“Voleybolcuların sürtük olduğunu söyleyen kadın.” Tucker etrafına bakındı.


“Öyle dediğinden emin misin?” Başımı salladım. “Yanlış duydum herhalde.”
insanlara bir şeyi duyup duymadıklarını sormanın bir şeyi görüp görmediklerini
sormaktan çok daha az tehlikeli olduğunu uzun zaman önce öğrenmiştim. Çoğu
insan duyduklarına değil, gördüklerine inanırdı. Tabii işitsel halüsinasyonlar da
en yaygın halüsinasyon türüydü. Bu benim için hiç iyi değildi.

“Ama amigoluk, işte o gerçek bir spor. Onurlu bir spor. Ya kazanırsın ya da
kaybedersin. Voleyboldaki gibi belirsizlik yok.”

Sesi kalabalığın, sahada gıcırdayan ayakkabıların sesine karışıp gitti.

Tucker yanımda kıpırdandı. “Efsaneye göre yıllar önce East Shoal’a giden bir
kız aklını liseyle o kadar bozmuş ki liseden ayrılmayı reddetmiş ve garip bir
intihar girişimiyle skor tabelasının altında kalmış. Şimdi de ruhu skor tabelasının
içinde, East Shoal’un kazanması için maçları etki-liyormuş. Ya da kaybetmesi
için. O gün nasıl hissettiğine göre değişiyor herhalde.”

“Neden daha önce anlatmadın ki? Tanrım, ben de herkesin tabelayla aklını yok
yere bozduğunu sanıyordum.”

“Eh, herkesin tabelayla aklının bozmasının sebebi bu efsane mi yoksa efsane


herkes tabelayla aklını bozduğu için mi ortaya çıkmış, bilmiyorum. Her neyse,
McCoy bunun hakkında konuşmamamız gerektiğini söylüyor. Ama gerçekten
tüyler ürpertici bir şey görmek istersen, onu tabelayı temizlerken izlemelisin.
Her bir ampulü elleriyle temizliyor. Okşuyor tabelayı.”

Güldüm.

Tucker duraksadı; ensesi ve kulakları kızarmıştı. Yerinde kıpırdandı. “Bir de


tavan karolarının içinde, öğle yemeği servis eden görevliler tarafından beslenen
pitonla ilgili bir efsane var. Ama o o kadar da ilginç değil. Kızıl Cadı
Köprüsü’nü biliyor musun?”

Gözucuyla ona baktım. “Duymuştum.”

“Sakın geceleri Hannibal’s Rest köprüsünden geçme. Seni parçalarına ayırıp


arabanı yolun kenarına terk etmeden önce cadının çığlığını duyuyorsun.”
Tepkimi beklerken gözleri heyecanla ışıldıyordu. Genelde komplo teorilerini
anlatırken bu ifadeye bürünürdü.
“Sen hiç geçtin mi?” diye sordum.

“Ben mi? Kızıl Cadı Köprüsü’nden geçmek ha? Hayır, ben vıcık vıcık bir
patates salatası kadar cesurum.”

“Sen? Vıcık vıcık patates salatası? Hadi canım?

Tucker güldü ve yalandan cesaret gösterisiyle göğsünü şişirdi. “Belli etmiyorum


ama o köprüye daha yaklaşmadan ters istikamete koşarım ben.” Gösteriyi
bırakıp bana kolasını ikram etti. “Susadın mı?”

“Sen içmiyor musun?”

“Yok. Aldım ve sonra gazlı içeceklerden nefret ettiğimi hatırladım.”

Tereddütle kolaya baktım, “içine bir şey atmadın, değil mi?”

“Öyle birine mi benziyorum?”

“Bilmiyorum, Bay Vıcık Patates Salatası. Seni anlamak

yy

zor.

Teknik olarak kafein almamam gerekiyordu; annem beni fazla telaşlandırdığını


ve ilaçlarımla etkileşime girdiğini söylüyordu ki bu da onu bir yalancı yapıyordu
çünkü ne zaman bu kuralı çiğnesem kendimi gayet iyi hissediyordum ama yine
de içtim.

“Bakıyorum kitapların zor bir gün geçirmiş.” Tucker ileri seviye matematik
kitabımın kapağını dürttü.

“Hımm,” dedim. “Sokak kedisi dolabıma girmiş.”

“Tutkal o işi zart diye çözer.”

Tutkal? işte bu bir fikir getirmişti aklıma. Aşağıya, Miles’a gözucuyla bir
baktım. Gözlerini kısmış omzunun üzerinden bize bakıyordu. Bu intikam
hareketinin ciddiyeti bir anda kafama dank ederek midemi kavurdu. Beni
ezmesine izin veremezdim ama onu kızdıramazdım da.
Tucker ona hareket çekti. Miles sahaya döndü.

“Buna pişman olacağım,” dedi Tucker. “Arabamın direksiyonunu sökünce


mesela.”

Ya Tucker buna pişman olacaktı ya da ben.

“iyi misin?” diye sordu Tucker. “Kusacak gibi bir halin

var.”

“Evet.” Hayır. “İyiyim.” Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakasından beri başıma
gelen en az iyi şeydi bu.

Onu terslediğimi çok geç fark ettim. Kaba olmak istememiştim ama endişe,
acıma ve iyi olmadığınızı ve bunu inkâr ettiğinizi bildiklerinde insanların
yüzünde beliren o ifadeden nefret ediyordum.

İnkâr etmiyordum ben. Sadece bu kez elimden kayıp gitmesine izin veremezdim.

Yedinci Bölüm

Maçın kalanını, dikkatimi bir ödevime bir Miles'a vererek

geçirdim. Tekrar dönüp bize bakmadı ama onu izlediğimi bildiğini biliyordum.

Tucker’a kola için teşekkür etmenin yollarını düşünerek kendimi meşgul ettim.
Konuyu açtığımda duymazdan gelip konuyu komplo teorilerine çevirmeye
çalıştı; Roswell, İlluminati, Elvis’in kendi sahte ölümünü tezgâhlaması ve Miles
tekrar bize baktığında da Nazilerin Ay üssüyle ilgili küçük bir hikâye.

Tucker, annemin önüne bırakıp orada öylece yapışıp kalmasını seyredebileceğim


türden; tarihten anlayan, zeki bir insandı ama aynı zamanda bunu asla
yapmayacağım biriydi çünkü benim bir ruhum vardı.

Sonra, Aa, ona sarılabilirim. Eminim ona sarılmamdan rahatsız olmaz, diye
düşündüm. Ama fiziksel temasın normal

sosyal dünyada bazı anlamlara geldiğini biliyordum ve Tucker tanıdığım


insanların çoğundan daha fazla güvendiğim biri olsa da ona sarılmamdan böyle
anlamlar çıkarmasını istemiyordum.

Tucker maç bitince kalabalıkla birlikte salondan çıktı. Ben ekibe yardım etmek
için kalmıştım ama o kadar hızlı ve etkili çalışıyorlardı ki daha ben tribünlerden
inerken file toplanmış, top arabası yüklenmişti bile.

Miles ile Jetta hakem masasının başında duruyorlardı. Yanlarına gittiğimde


sustular; İngilizce konuşmadıklarına emindim.

“Ne var?” dedi Miles ters ters.

“Yardımıma ihtiyacın var mı yoksa eve gidebilir miyim?”

“Evet, gidebilirsin.” Tekrar Jetta’ya döndü.

“Bis spâter\ Alex!” Jetta ben giderken gülümseyip el salladı. Belli ki elini
sıkmamamdan kaynaklanan herhangi bir gücenme unutulup gitmişti.

“Ee. Görüşürüz,” diye yanıtladım.

Okulun dışı tam bir curcunaydı. Futbol maçlarından sonra büyük kalabalıklar
görmeyi beklerdim ama sanki bütün okul kocaman bir konvoy halinde dizilmiş
gibiydi. Akşam saat sekizde. Hem de voleybol maçından sonra.

Okulun ilk gününde.

Burada etkili bir çevre kontrolü yapmamın imkânı yoktu, ben de B planına
geçtim; buradan gitmek. Erwin’i sakladığım yerden, çalıların arasından
çıkarırken kimsenin beni

3 (Alm.) Görüşürüz, (ç.n.) görmemesi için dua ettim. Okul girişinin en


yakınındaki insanlar yine çatıdaki adamlar, futbol takımından, muhtemelen kız
arkadaşlarını bekleyen birkaç çocuk ve Tanrı bilir, ne yapmakta olan Celia
Hendricks ile iki başka kızdan oluşuyordu.

“Güzel bisiklet!” diye seslendi Celia omzunun üzerinden, sarartılmış saçlarını


savurarak. Arkadaşları kahkahalarını bastırdı. “Nereden aldın?”

“Mısır’dan,” dedim ciddi olup olmadığını anlamaya çalışarak.


Celia güldü. “Hatırlat da asla Mısır’a gitmeyeyim.”

Onu duymazdan gelip futbolcuların yanından geçip gittim. Fazla uzağa


gidememiştim; yüz kiloluk Cliff Ac-kerley yanımdan yürümeye başladı. “Selam,
sen yeni kızsın, değil mi?”

“Evet.” O kadar yakınımdaydı ki tüylerim ürperdi. Aramıza biraz mesafe


koymak için uzaklaştım.

Önümde dikildi, saçımı işaret etti ve “HİLLPARK FANI!” diye bağırdı.

Kalabalıktan gümbür gümbür bir YUUUUH sesi yükseldi. Çoğunun


muhtemelen gerçekten de Hillpark’a gittiğimden haberi yoktu ama burada
herhangi bir kırmızı renk göstermek belaya davetiye çıkarmaktı. Cliff’in
etrafından dolaşıp gitmeye çalıştım ama ayağını Envin’in ön tekerleğine sokup
durdurdu. “N’oluyor?” Erwin’i dik tutmak için sendeleyerek geri gittim.

“N’oluyor?” dedi diğer çocuklardan biri tiz bir sesle taklidimi yaparak.
Tucker’ın işyerinde yaptığından milyon kat daha kötü niyetli geliyordu kulağa.
Cliff’in arkadaşları etrafımda çember oluşturdu. Erwin’e daha sıkı yapıştım. Bu
çocukların hepsi ya sarhoştu ya da birer pislikti. Sarhoşlarsa mantıklı olmaları
daha düşük ihtimaldi ama koşacak olursam beni yakalama ihtimalleri de aynı
şekilde düşüktü. Ama Erwin’le koşamazdım. Belki kalkan niyetine
kullanabilirdim. Bu onu ardımda bırakmam gerektiği anlamına gelirdi ve
yapmak istediğim en son şey, Erwin’i ardımda bırakıp gitmekti. Bu durumda
hangi hamleyi yaparsam yapayım, manzara iç açıcı değildi.

“Pislik gibi davranmayı bırakıp yolumdan çekilsen olmaz mı?”

“Uu, sert konuştu.” Cliff sırıtıyordu. “Teklifim şu: Saçını yeşile boyamamıza
izin verirsen gitmene izin veririm.”

“Benim saçım boyalı değil; doğuştan böyle kırmızı. Ve

hayır

“Peki. O zaman biz de kazırız. Jones’un arabasında jilet var, değil mi Jones?”

Saçımdan bir tutamı çekiştirerek geri geri gittim. Bu gibi şeylerle ilgili
belgeseller izlemiştim. Zorbalık, öğrenci zulmü... Gerçekten saçlarımı
kazımazlardı, değil mi? Bir sürü insan vardı; hepsi de izliyor, bekliyordu.
Çatıdaki takım elbiseli adamlar hiçbir şey yapmıyordu; okul güvenliği buraya
kadardı demek.

Çocuklar çemberi daralttı. Kaçacak yer... ya da kaçmama imkân yoktu... belki


Ackerley’nin apışarasına tekme atıp bu işe bir son verebilirdim.

Sonra herkes sessizleşti. Cliff’in bakışları omzumun üzerindeki bir noktaya


kaydı.

Miles orada durmuş, Cliff’e bakıyordu. Çevik Üçüzler de yanındaydı.

Cliff alayla güldü. “Bir şey mi lazımdı, Richter?” “Değil.” Miles omuz silkti.
“Lütfen devam edin.”

Cliff gözlerini kısarak baktı ve beni süzerek bir adım geri gitti. Yana doğru
eğilip etrafımdan dolaştı.

“Bir sorun mu var?” diye sordum.

Cliff yine alayla gülüp ağzım tiksintiyle kıvırarak yolumdan çekildi. Miles ve
üçüzler iki yanıma geçip kalabalığın içinden yolumu açmama yardım ettiler.
Yuhalamalar, alaya almalar, jilet aramalar kesilmişti. Ama arkama baktığımda
Cliff ile arkadaşları kafa kafaya vermişti ve arkalarında da Celia bakışlarıyla
beni delik deşik ediyordu.

“Teşekkürler,” dedim.

“Senin için yapmadım,” dedi Miles park yerinin uzak köşesindeki paslı mavi bir
kamyonetin yanında durarak. Sürücü kapısını açıp çantasını içeri attı. “O
çocuktan gerçekten nefret ediyorum.”

“Cliff’in söylediği hiçbir şeyi dinleme,” diye katıldı Theo, saçındaki kalemleri
çekip başını sallayarak saçlarını saldı. “Moronun teki; senin onu aptal gibi
gösterecek bir şey yapmanı planladığımızı sanıyor. O yüzden rahat bıraktı seni.
Hem jileti olsa bile kullanmayı bildiğini sanmıyorum.” “Sakalını bile annesinin
tıraş ettiğine eminim,” dedi Evan. “Ben de sakalını bir maymunun tıraş ettiğine
eminim,” dedi lan. “Geçen sezon suratı nasıldı, gördünüz mü? Kan kaybından
ölecek sanmıştım.”
“Kişisel hijyen konusundaki eksikleri bir yana,” diye araya girdi Miles, “bence
kafasını bir yonga makinesine sokmak lazım.”

Miles’dan bir adım uzaklaştım. “Tabii. Eh, yarın görüşürüz o zaman.”

Çevik Üçüzler bana hoşça kal dediler. Belki de o kadar kötü değillerdi; her ne
kadar Evan ve lan aynı kişi gibi görünse de.

Erwin’e atlayıp Cliff, Celia, o ucube skor tabelası ve diğer her şeyi unutmaya
çalışarak park yerinden çıktım.

Ertesi sabah kamyonetini bulabilmek için Miles’m park yerini belledim.

East Shoal’un psikopat sakinlerinin beni alt etmesine izin vermeyecektim.

Sekizinci Bölüm
ronlarım karanlıkta sıklaşıyordu. Küçükken pek

çok kez yatağımın altından gelen sesler duyuyor, yorganımın üzerinden bana
uzanan pençeler görüyordum. Bisikletimle batan güneş ışığında eve dönerken
üzerimden uzun kuyruk tüyleri olan kocaman bir kırmızı kuş geçti. Fotoğrafını
çekmek için durdum. Makinenin ekranında tüyleri alev gibi parlıyordu.
Kahrolası Zümrüdüankalar. On yaşındayken aklımı Zümrüdüankalarla
bozmuştum ve bu kuş da her akşam beni eve kadar takip ediyordu.

Hannibal’s Rest’in Zümrüdüankası.

Hannibal’s Rest. Ev.

Hannibal’s Rest, Indiana’nın sorunu şu; inanılmaz derecede küçük. O kadar


küçük ki eminim GPS’te çıkmaz. Fark etmeden içinden geçip gidersiniz. Merkez
Indiana’nın kalanı gibidir: Yazları sıcak, kışları soğuk olur ve yılın diğer
zamanlarında havanın nasıl olduğunu anlamanın tek yolu dışarı çıkmaktır.
Hillpark’a gitmek için batıya, East Shoal için doğuya gidersiniz ama iki okuldan
da diğerinden tek bir kişinin ismini söyleyebilecek birine rastlamazsınız ve hepsi
de birbirinden nefret eder.

Ebeveynlerim buralı değildi. Bu kuş uçmaz kervan geçmez kasabada yaşamayı


seçtiler. Neden? Sırf burası Kartacalı Hannibal’ın adını taşıyor diye. Temel
düşünce akışları şöy-leydi: Kasabanın adı Hannibal’s Rest mi? Biz de
çocuğumuza Büyük İskender’in adını verecektik zaten. MÜTHİŞ. Ah, tarih,
resmen insanın içini gıdıklıyorsun.

Bazen kafalarına tavayla vurmak istiyordum.

Onlarla ilgili tek bir şey söyleyecek olsanız, bu tarih olurdu. Kelimenin tam
anlamıyla ikisi de tarihe âşıktı. Tabii birbirlerine de âşıktılar ama tarih onlar için
her şeyden öte bir uyarıcıydı. Birbirleriyle ve tarihle evlenmişlerdi.

Bu yüzden doğal olarak çocuklarına normal isimler verecek değillerdi.

Ben şanslı olandım. İskender ile Alexandra arasında abartılı bir fark yoktu. Öte
yandan adaşlık konusunda en ağır darbeyi Charlie almıştı: Şarlman. Ben de
doğduğu günden beri ona Charlie diyordum.

Sokağımıza döndüm ve Noel ağacı gibi aydınlatılmış tek katlı, toprak renkli
binaya yöneldim. Annemin ben eve gelene kadar bütün ışıkları açık bırakmak
gibi bir alışkanlığı vardı; hangi evin bizimki olduğunu unutabilirmişim gibi.
Salonun penceresinden öfkeli bir keman sesi geliyor, her zamanki gibi
Çaykovski’nin 1812 Uvertürü çalınıyordu.

Erwin’i garajın kapısına yaslayıp çevre kontrolümü yaptım. Sokak. Araba yolu.
Garaj. On bahçe. Veranda. Ev. Verandadaki salıncak, az önce biri üzerinden
kalkmış gibi sallanıp gıcırdıyordu ama rüzgârdan da olabilirdi. Ön kapıdan adım
attığımda bir kontrol daha yaptım ama ev her zamanki gibi görünüyordu; aynı
anda hem sıkış tıkış hem de bomboş. Charlie kemanıyla salonda ayakta durmuş
müzikal dehasını konuşturuyordu. Annem internet üzerinden üniversite dersleri
vermediği zamanlarda Charlie ye de bana yaptığı gibi evde eğitim vermişti, o
yüzden Charlie her daim egzersiz yapıyordu. Annem mutfaktaydı. Hazırlanıp bir
kontrolle daha uğraşmamayı kendime telkin ederek -annem bundan nefret
ediyordu- onu bulmaya gittim. Elinde bulaşıklıkla lavabonun başında duruyordu.

“Ben geldim,” dedim.

Bana döndü. “Senin için bir kâse çorba koydum. Mantarlı, en sevdiğin.”

Benim en sevdiğim etli sebzeli çorbaydı. Mantarlı olan babamınkiydi. Hep


karıştırırdı. “Teşekkürler, ama pek aç değilim. Ödevimi yapacağım.”
“Alexandra, yemen gerek.”

Bu ses tonundan nefret ediyordum. Alexandra, yemen gerek. Alexandra,


ilaçlarını alman gerek. Alexandra, tişörtünü ters giymemen gerek.

Masaya oturup çantamı yanıma koydum. Kitaplarım acınası bir takırtıyla,


annemin çantama bakmasına izin veremeyeceğimi bana hatırlattı. Onları benim
mahvettiğimi düşünürdü ve bu da terapiste açılacak bir telefonu garantilerdi.

“Ee, nasıldı?”

“iyiydi,” dedim kâsedeki soğuk çorbayı karıştırıp zehir var mı diye kontrol
ederek. Annemin beni zehirleyeceğini gerçekten düşünmüyordum. Çoğunlukla
düşünmüyordum.

“Bu kadar mı?”

Omuz silktim. “Sıradan, güzel bir okul günüydü.”

“ilginç birileriyle tanıştın mı?”

“Yeterince uzun süre bakarsan herkes biraz ilginçtir.”

Ellerini kalçalarına koydu. Alex’in Masada Söylememesi Gereken Şeyler


ifadesi.

“O kulüp nasıldı?”

“Pek bir şey yapmama gerek kalmadı. Çocukları sevdim ama. Tatlılardı.” Çoğu
tatlıydı. Annem pasif-agresif tarzıyla hırnm dedi.

“Ne?” diye çıkıştım.

“Bir şey yok.”

Çorbadan biraz içtim. “Eğer daha iyi hissedeceksen, okul birincisi ve İkincisi
olan çocuklarla kuru sohbet düzeyinde olsa da bir arkadaşlığım var,” dedim.

Tamam, okul birincisi derken biraz uçmuş olabilirdim. Konuşmalarımızın çoğu


birimizin sinirlenmesiyle son bulmuştu. Ama teknik olarak onunla
konuşmuştum.

Bir kez daha Mavi Göze dair düşünceler zihnimde gezinmeye başlayınca onları
bastırmaya çalıştım. Istakoz akvaryumunun lafını ettiğim an annem sinir krizine
giriyordu. Istakozları Salma vakasını unutmaya çalışmıştı yıllarca.

“Ah, öyle mi?” dedi annem biraz neşelenerek. “Nasıl tipler peki?”

“Okul İkincisi gerçekten çok tatlı biri ama birinci, iletişim becerileri üzerine
biraz çalışsa iyi olur.”

“Üniversite konusunda onlardan tavsiye istemelisin, biliyor musun?” dedi.


“Eminim Sarmaşık Birliği okullarını hedefliyorlardır. Ah, başvuru yazılarında da
sana yardımcı olabilirler! Yazma konusunda hiçbir zaman pek iyi olmadın.”
Annenin Üniversite Geleceğinden Bahsetmesi ve Bunun Masada Hoş
Karşılanmaması ifadesi. Muhtemelen Tucker’ın yarım düzine Sarmaşık Birliği
okuluna başvurduğunu ve halihazırda bunun iki katı kadar da daha az prestijli
okuldan kabul mektubu aldığını söylemem benim için iyi olmayacaktı.
“Üniversiteye girmek için yardıma ihtiyacım yok. Notlarım iyi ve çoğu insan da
canı pahasına olsa iyi yazı yazamıyor ama okula kabul ediliyorlar. Hem bir
devlet üniversitesine girememek için aptal olman gerek.”

“Şimdi öyle diyorsun,” dedi sabunlu bir bıçağı bana doğru sallayarak, “ama
kazanamayınca ne yapacaksın?”

Kaşığımı bıraktım. “Ne saçmalıyorsun, anne? Kazanmamı istiyor musun


istemiyor musun?”

“Düzgün konuş!” diye kızarak bulaşığa döndü. Ben de gözlerimi devirip


çorbamın üzerine eğildim.

Kemanın sesi aniden kesildi. Koridordan küçük ayak sesleri geldi ve sonra
Charlie’nin kolları boynuma dolandı; bu hareketiyle neredeyse sandalyemden
düşüyordum. Charlie yaşma göre küçüktü ama gülle gibi sarsıyordu.

“Selam, Charlie.”

“Selam.” Tişörtüm sesini boğuklaştırıyordu.


Charlie’yi yan tarafıma alıp ayağa kalkarak çantamı sürükledim. “Ben odama
gidiyorum.”

“Onda ışıkların kapanmasını bekliyorum,” dedi annem. “Ah, bir de okul


üniformasına ihtiyacım varmış anlaşılan.” Islak elini alnına yapıştırdı.
Yanağından su damlıyordu. “Ah, tamamen unutmuşum. Okulu gezdiğimiz gün
müdür üniformadan bahsetmişti. Ne kadardı?”

“Yetmiş dolar falan. Saçmalık. Sırf göğüs cebinde okulun arması var diye.”

Annem tekrar dönüp bana baktı; yüzü o lanet acıma ifadesiyle kırışmıştı.
İhtiyacım olan bir şeye yetmiş dolar veremeyecek kadar fakir değildik ama
annem yine de bu konuda bana kendimi kötü hissettirmekten geri kalmazdı.

“Yarın hademeden bir tane alırım,” dedim hemen. “Sorun olmaz.”

“Tamam, güzel.” Rahatladı. “Yarın için giysilerini çıkarmıştım, onları giyip


sonra da çantanda geri getirirsin.” “Olur.”

Peşimde Charlie’yle mutfaktan arka koridora çıktım. Durmadan çaldığı parça,


annemin mantar çorbasıyla ilgili ne düşündüğü ve liseye gitmeyi ne kadar çok
istediğiyle ilgili konuşup duruyordu.

Ben kapımı kapamadan zorla içeri girdi. On yedi yıldır içinde yaşadığım, her
yerden daha iyi bildiğim odamda bile sıradışı bir şey olmadığından emin olmam
gerekiyordu.

“Nasıl bir şey?” Charlie kendini yatağıma atıp örtüyü bir pelerin gibi başının
üzerine çekince sebep olduğu hava akımıyla duvardaki fotoğraflar havalandı.
Raflarımdaki hatıralıklar uğursuzca tıngırdadı.

“Dikkat et, Charlie. Kırdığının parasını ödersin.” Şifoniyerin en üst çekmecesini


açtım ve çiftlerce çizgili çorabı bir kenara iterek, annem içime çekiyorum
sanmasın diye sakladığım tutkal zulamı buldum. Kısmen Charlie’ye bir uyarı
olarak kısmen de yarın sabah okula götürmeyi unutmamak için komodinin
üzerine attım. “Bilmiyorum. Okul işte.” Annemin yatağın ucuna koyduğu
kıyafetleri alıp yere attım. On yedi yıl sonra bile giysilerimi hâlâ o seçiyordu.
Ben şizofrendim, engelli değil.

“Ama nasıldı yani?”


Bu anlaşılabilir bir şeydi. Charlie hayatında hiç okula gitmemişti.

“Okul gibiydi. Sınıfa girip öğretmeni dinledim ve ders çalıştım.”

“Başka çocuklar da var mıydı?”

“Evet, Charlie, bir sürü başka çocuk var. Okul orası.” “Yenisin diye sana karşı
ayrımcılık yaptılar mı?” Ayrımcılık. İşte Charlie’nin Haftanın Kelimesinde
öğrendiği sözcük. Charlie her hafta ne zaman fırsat bulsa yeni bir kelime
kullanıyordu. Bu haftaki ayrımcılık kelimesiydi. Geçen hafta gasp. Ondan önceki
haftaysa histerik. Sırf Charlie’nin dağarcığından bu kelimeyi çıkarıp annemin
önünde kullanması düşüncesi bile gülümsememe sebep oldu.

“Annem yine Disney Kanalını izlemene izin mi veriyor?” Pijamamı bulmak için
dolabımı açtım.

“Peki... öğle yemeğinde şarkı söylüyorlar mı?”

“Yok.”

“Ah.” Battaniye başının üzerinden kayıp düz, ketçap kırmızısı saçları ile
kocaman mavi gözlerini açığa çıkardı. Cebinden siyah bir satranç taşı çıkarıp
ağzına attı. Dört yaşından beri hep bir şeyler çiğniyordu. “Süper insanlarla
tanıştın mı hiç?”

“Süperi tanımla.”

“Biliyorsun işte. Süper.”

“Pek sayılmaz. Tatlı insanlar, aptal insanlar ve tam bir pislik olan insanlarla
tanıştım ama hiç süper biriyle tanışmadım.”

Charlie gözleri faltaşı gibi açılarak şaşkınlıkla nefes alınca ağzındaki satranç taşı
düştü.

“Ruh ikizinle tanıştın mı? Bu hep okulun ilk günü olur, değil mi?”

“Ah, Tanrım, Charlie! Yine kitap okumana izin veriyor! Doğruca paranormal
bölümüne gittin, değil mi?”
Charlie oflayıp kollarını kavuşturdu. “Hayır. Ama TV liseyi pek iyi
yansıtmıyor.”

“TV hiçbir şeyi pek iyi yansıtmıyor ki Charlie.” Kederli bir ifadeye bürününce
umutlarını yıktığım için üzüldüm. Asla liseye gitmeyecekti. Annemin bana evde
eğitim vermeyi bırakmasının tek sebebi terapistimin kendi yaşıtlarımla bir arada
daha iyi olacağımı söylemesiydi. Bu da Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakası ve
son senemi ceza gibi East Shoal’da geçirmeme yol açtı.

Ne zaman Charlie ye baksam tanıdık bir suçluluk duygusu, mideme yumruk gibi
iniyordu. Ben ablaydım. Ona örnek olmam ve insanların, “Hey, sen Alex’in kız
kardeşi değil misin? Sen de mi delisin?” yerine, “Hey, sen Alex’in kız kardeşi
değil misin? Ne kadar çok benziyorsunuz!” demeleri için ona yol göstermem
gerekiyordu.

Ona örnek olacağım tek şey yemeden önce yemeğini kontrol etmesiydi. İçim
rahatlamıştı. Neden benden nefret etmesi gerektiğini anlayacak yaşa henüz
gelmediği için rahatlamıştım.

“Odamdan çık. Üzerimi değiştireceğim.”

Charlie sızlanıp surat asarak satranç taşını aldı ve yataktan inip çabucak çıktı.
Pijamamı giyip örtünün altına girdim.

Odaya göz gezdirerek bütün fotoğraf ve hatıralıklara baktım.

Fotoğrafların bir düzeni ya da bir mantığı yoktu. Birkaç yıl önce, arada bir eski
bir fotoğrafa baktığımda içinde bir şeyin farklı göründüğünü fark etmiştim. Bir
şey eksikti. Çantama uzanıp makinemi çıkardım ve bugün çektiğim fotoğraflara
baktım. İlki bu sabah sincapları çektiğim fotoğraftı; şimdiden değişmişti. Sadece
komşunun çimlerini çekmişim gibi görünüyordu. Sincaplar gitmişti.

Her zaman o kadar kolay olmuyordu. Bazı şeylerin kaybolması daha uzun
sürüyordu. Ama bu teknik, neyin halüsinasyon neyin gerçek olduğunu ayırt
etmemde bana yardımcı oluyordu. Fotoğraflarla dolu albümlerim de vardı ama
albümler gerçek olduğunu bildiğim şeyler içindi; annem ve babam gibi.
Charlie’ye dair ayrıca bir albümüm vardı. Birkaç kez onu odamda albüme
bakarken yakalamıştım.

Hatıralıklarımı babam vermişti. En önemlisi, babam arkeologdu. Onu


suçlayamazdım. Benim de tek şansım bütün gün toprakla oynamak olsa ben de
arkeolog olurdum. Annem de onunla geziyormuş ama sonra ben doğmuşum ve
beni kazılara götürmek isteyip istemediklerine karar vermeleri çok uzun sürmüş.
O zamana kadar da annem bana evde eğitim vermeye başlamış ve beni hiçbir
yere götürmek istememiş. Sonra da Charlie doğmuş ve ikimizi birden götürecek
paraları yokmuş. Bu yüzden annem hep evde kaldı, babamsa hep uzaktaydı.

Babam ne zaman eve gelse yanında bir şeyler getiriyordu; bize ait olan birkaç
parça eşya, mobilyalarımız ve hatta kıyafetlerimizin bazıları. Annem uygun olan
her köşeyi babamın eşyasıyla doldurmuştu ve ev o kadar boş gelmiyordu.

Bu tip şeyleri okyanus ötesine taşımanın çok paraya mal olduğunu


düşünmemeye çalıştım.

Teşhis konulmadan önce birkaç kez, yatağımda uzandığım sırada


hatıralıklarımın benimle ya da birbirleriyle konuştuğunu ve uyuyakalana kadar
onları dinlediğimi hatırlıyordum.

Artık konuşmuyorlardı. En azından ilaçlarım işe yaradığı zamanlarda.

Işığımı kapadım, yan tarafıma döndüm ve örtüyü üzerime çektim. Istakoz


akvaryumundaki küçük çocuğun hatları kaybolmaya başlamıştı; ta ki onun
gerçek olup olmadığını, olsa bile, Miles’la aynı kişi olmayabileceğini kendime
anımsatana kadar, zaten gerçek de değildi.

On yıl önceydi. On yıl olmuştu ve o zamandan beri onu görmemiştim. Dönüp


dolaşıp bir araya gelmemiz çok düşük bir ihtimaldi.

Uyumadım. Uyuyamadım. Annemin koridorda yürüyüp odasının kapısını


kapamasını bekledim (Charlie kendini yarım saat önce odasına kapatmıştı),
sonra yataktan çıkıp bir ceket ile eski spor ayakkabılarımı giydim ve yatağımın
altındaki alüminyum beyzbol sopasını aldım. Pencerenin sinekliğini söküp
dikkatle duvara dayadım.

Karanlıkta bisikletime pek binmiyordum ama yürüyordum. Beyzbol sopası


ayakkabımın topuğuna çarpa çarpa, gece esintisi bacaklarımı yalayıp geçerek
arka bahçemizden Hannibal’s Rest ormanına yöneldim. Önümde körfez
fısıldıyordu. Yoldaki son dönemece saptım ve Kızıl Cadı Köpüsü’yle burun
buruna geldim.
Etrafı kontrol etme ihtiyacı duymadım çünkü burası iki dünyanın birleştiği yerdi.
Herkes burada garip şeyler görüp duyduğunu düşünüyordu ve benim de
gerçekten garip şeyler görüp duyduğumu saklamama gerek yoktu. Tuckerın
köprüden bahsedişini hatırlayınca güldüm. Kızıl Cadı mı? Gezginlerin
bağırsaklarını deşip kanlarına bulanıp bir ölüm perisi gibi çığlık atan hani?
Hayır, ben korkmuyordum. Gece vakti her şey ters, ürkütücü geliyor olabilirdi
ama benim için öyle değildi. Kızıl Cadı Köprüsü’ne yürürken beyzbol sopası
çın-çın-çm diye ses çıkarıyordu.

Bu gece buradaki en ürkütücü şey bendim.


Dokuzuncu Bölüm

Einstemm delilik tanımı aynı şeyi tekrarlayıp farklı so-nuçlar beklemektir. Ben
de bir tanesine bakıp içindekinin bir halüsinasyon olup olmadğını görmeyi
umarak fotoğraf çekiyordum. Sonunda paranoyadan kurtulmuş bir şekilde etrafta
dolanabileceğimi düşünerek çevre kontrollerimi yapıyordum. Her günü,
birilerinin bana limon koktuğumu söylemesini umarak geçiriyordum.

Kimsenin delilik tanımına uymasam bile, Einstein’m tanımına göre deli


olduğuma karar verdim.

Onuncu Bölüm

Park yeri olayından sonraki gün yaptığım ilk şey, okulda Miles’ın kamyonetini
aramak oldu. Paslı, gök mavisi 1982 GMC. Miles onu hurda yığınından
kurtarmış gibi görünüyordu. Park yerinde yoktu. Harika.

ikinci işim dolabını bulmaktı. Çabucak okula girip etrafta kimsenin


olmadığından ve tavanda izleme cihazı bulunmadığından emin olduktan sonra
çantamda tutkalımı aradım, iki tüp tutkal ve on yedi dondurma çubuğundan
sonra Miles ın dolabı sımsıkı yapışmıştı. Kanıtları en yakın çöp tenekesine attım,
kendi dolabımdan ihtiyacım olan kitapları aldım (çoğu hâlâ kapaklarından
koparılmış haldeydi) ve üniforma bulmaya gittim.

Hademenin odası kimya sınıfımın yanındaydı. Kapıyı çaldığımda içeriden bir


şeylerin kırılma sesi geldi. Kapı açıldı; tanıdık, gözlüklü gözler bana bakıyordu.

“Ah, selam, Alex.” Tucker kapıyı biraz daha araladı. Bakışları arkamdaki
koridoru tarıyordu.

“N-ne yapıyorsun burada?”

“Ee, hademeden üniforma alabileceğimi söylemişlerdi.”

“Ah, evet. Burada birkaç tane var... bekle bir dakika...”

Gözden kayboldu ve kısık sesli, öfkeli bir küfür duydum. Tucker döndüğünde
elinde bir üniforma vardı. “Biraz büyük gelebilir ama tek temiz üniforma buydu.
Diğerleri sarıydı.”
Üniformayı aldım. “Teşekkürler, Tucker. Hademenin odasında ne işin var?”
Arkasına baktım ama başka kimseyi göremedim.

Belli belirsiz gülümsedi. “Boş ver,” dedi ve kapıyı kapadı.

Fotoğraf çekmemek için kendimi tuttum; Tucker’dı. Tucker halüsinasyon


değildi; -hademenin odasında olsa bile— ve üzerimi değiştirmek için en yakın
tuvalete daldım. Tucker üniformanın “biraz büyük” olabileceğini söylerken
gerçekten de durumu epey hafife almıştı. Bunu giymek için yüzme kursuna
gitmem gerekirdi.

Dersime giderken fen derslerinin yapıldığı koridordan geçiyordum ve yılanı da o


zaman gördüm. Bir sebepten bir yana doğru eğilmiş tavan karolarının arasından
başını sarkıtmıştı. Sıçradım. Pitonları sadece hayvanat bahçesinde, bir camın
ardında görmüştüm ama ilk şoku atlattıktan sonra bir sıkıntı içimi kapladı.

Kahrolasıca yılan. Fotoğraf makinemi çıkarmaya zahmet etmedim bile.


Tavandan sarkan bir yılan, tam da benim zihnimin uyduracağı bir şeydi.
Altından geçerken dilimi çıkarıp pitona tısladım.

Cliff, Celia ya da Tanrı esirgesin, Miles’la karşılaşmamayı umarak Bay


Gunthrienin sınıfına girdim, insanlar hâlâ gözlerini dikerek bana bakıyordu; bu
saçlar, bu lanet saçlar... neden bu kadar kırmızı olmak zorundaydı ki; ama onları
görmezden geldim.

Theo sınıf kapısının dışında dizlerinin üzerine çökmüş bir kavanozda bir şeyler
karıştırırken Miles da kollarını kavuşturmuş yanında duruyordu. Yanından
geçerken tüylerim diken diken oldu ama yüzümdeki ifadeyi saklamak için
kendimi zorladım. Beni fark etmedi; ettiyse de bir şey söylemedi. Theo’nun
iğrenç karışımını gördüm. Turşu suyu, hardal, biber parçalarına benzeyen bir
şeyler, ekşi krema, yaban turbu; on üç yaşındayken, küçük kardeşinizi kusma-
komasına sokmak istediğinizde bir araya getireceğiniz şeylerdi yani (Charlie
beni bunun için hiç affetmemişti).

Sandalyeme oturup çevre kontrolü yaparken onları görüş alanımdan ayırmadım.


Theo kavanozu kapayıp salladı ve Miles’a verdi. Miles bir süre bulanık sıvıya
baktı ve sonra ağzına götürüp bir dikişte içti.

Öğürdüm ve yakamı burnuma çektim. Ancak gömleğimin yakası da kusmuk


kokuyordu, o yüzden hemen indirdim. Miles salına salına sınıfa girdi ve
önümdeki sandalyeye çöktü; bakışları tahtaya kenetlenmişti.

Ders normal bir şekilde başladı. Günün ilk anonsu bir skor tabelasıyla ilgiliyken
ve öğretmeniniz eğitim çavuşu

78 j ser» ten uydurdum

gibi herkese bağırırken ne kadar normal olabilirse yani. Bay Gunthrie’nin İngiliz
Edebiyatı hakkında anlattıklarını dinlemeye çalıştım ama Miles’ın yüzünün yan
tarafı tebeşir beyazından hasta yeşiline dönmüştü.

“... BURGESS’İN ONA OTOMATİK PORTAKAL LA İLGİLİ FİKİR VEREN


KADINLA BİRLİKTE DERS VERDİĞİ PEK BİLİNMEYEN BİR GERÇEK.
O SIRADA ASKERDEYDİ.”

Bay Gunthrie, ClifFin sırasının önünde durduktan sonra eğilerek onun burnunun
dibine girdi. Sınıfın öbür ucundaki Ria Wolf’a birtakım el hareketleri yapmakla
meşgul olan Cliff sıçrayıp önüne döndü.

“SÖYLEYİN, BAY ACKERLEY, BURGESS’İN GÖREV İÇİN NEREYE


GÖNDERİLDİĞİNİ BİLİYOR MUSUNUZ?”

Bir şey söyleyecekmiş gibi Cliff’in ağzı açıldı. “BİLMİYOR MUSUNUZ?


YAZIK, BAY ACKERLEY. BELKİ DE BAŞKASINA SORMALIYIM.
BAŞKASINA SORAYIM MI SİZCE, BAY ACKERLEY?”

“Ee, evet?”

“KİME SORAYIM DERSİNİZ, ACKERLEY?” “Ee... Richter?”

“EE, RİCHTER. KULAĞA BİR SORU GİBİ GELİYOR, ACKERLEY. BANA


SORU SORMAN İÇİN SANA İZİN VERDİM Mİ?”

“Hayır.”

“HAYIR, NE?”
“Hayır, Efendim!”

“ŞİMDİ BİR KEZ DAHA SORUYORUM, BAY AC-KERLEY. KALIN


KAFANIZIN CEVAPLAYAMADIĞI SORUYU KİME SORAYIM?”

“Richter’a sorun, Efendim!”

Bay Gunthrie doğrulup Miles’ın sırasına doğru ilerledi.

“RİCHTER LÜTFEN BANA ANTHONY BURGESSİN ANN MCGLINN’LE


BİRLİKTE DERS VERDİĞİ VE OTOMATİK PORTAKAL İÇİN ONUN
KOMÜNİZM ÜZERİNE FİKİRLERİNDEN FAYDALANDIĞI ZAMAN
GÖREV İÇİN NEREYE GÖNDERİLDİĞİNİ SÖYLER MİSİNİZ?”

Miles cevap vermedi. Sandalyesinde büzüşüp hafifçe sallandı. Yavaşça başını


kaldırdı ve bakışları Bay Gunht-rie’ninkilerle buluştu.

Lütfen onun üstüne kus, diye düşündüm. Lütfen Bay Gun-htrie’nin üstüne kus.

“Cebelitarık,” dedi Miles. Sonra da dehşetle sandalyesinden kalkıp kusmak için


tam vaktinde çöp kutusuna vardı. Birkaç kız tiz çığlıklar attı. Tucker yakasını
burnuna çekti.

“İyi misiniz, Bay Richter?” Bay Gunthrie kitabını bırakıp Miles’ın yanma
giderek sırtına hafifçe vurdu. Miles bir kez daha tükürüp bir elini Bay
Gunthrie’nin omzuna koydu.

“Evet. İyiyim. Kahvaltıda bozuk bir şey yedim herhalde.” Miles ağzını
gömleğinin koluna sildi.

“Tuvalete gidip... temizlenebilirsem...”

“Tabii.” Bay Gunthrie, Miles’ın sırtına bir tane daha yapıştırdı. “Acele etme.
Eminim bütün dersi ezberlemişsindir zaten, değil mi?”

Miles ona buruk bir şekilde gülümseyip sınıftan çıktı.

Öğle yemeğinden sonra Tucker yanıma gelip Miles’ın birtakım işler çevirdiği
konusunda beni bilgilendirdi.
“îş mi? Mafya gibi mi yani?”

“Öyle de denebilir.” Tucker kafeteryanın duvarına yaslandı. “insanlar işlerini


yaptırmak için ona para ödüyor. Genellikle intikam almak gibi şeyler için.
Bilirsin, birilerinin ödevini çalıp tavana yapıştırmak, birilerinin torpido gözüne
ölü balık koymak gibi şeyler yani.”

“Bu sabah ne yapıyordu peki?” diye sordum.

Tucker omuz silkti. “Genellikle gerçekleşene kadar ne olduğunu bilmiyorsun.


Bir keresinde Leslie Stapleford’un dolabına içi üzüm suyu dolu yüz tane balon
koymuştu. Kız dolabı açtığında bütün balonları patlatan kürdanlar falan vardı
herhalde ve zincirleme bir patlama oldu. Dolabındaki her şey mahvolmuştu.”

Kendime not: Açarken dolap kapağının yan tarafında

dur.

“Bugünkü anonsu duydun mu?” diye sordu Tucker konuyu değiştirerek.

“Ah, McCoy un skor tabelasını altın kaplatmak için birini tutmasıyla ilgili olanı
mı?”

“Evet. Onun deli olduğunu söylemiştim, değil mi? Evde de garip şeyler
yapıyormuş diye duydum.” Komplo teorisi fısıltısıyla söylemişti bunu. Çimlerini
biçip şakayıklarını budamak gibi.”

“Şakayık mı?” dedim kendime hâkim olamayarak. “Tanrım, gerçekten tam bir
ucube.”

Tucker güldü. Yandaki kafeteryanın kapıları açıldı ve Celi,a Britney Carver ve


Stacey Burns’le birlikte dışarı çıktı. Tucker’ın arkasına doğru bir adım
geriledim.

“Komik bir şey mi var, Beaumont?” diye sordu sanki Tucker ona gülüyormuş
gibi.

“Seni ilgilendirmez, Celia.” Tucker’ın yüzündeki bütün neşe kaçmıştı. “Senin


isimsiz Makyajkolikler toplantın falan yok mu?”
“Senin Hademe Odasında Tarikat toplantın falan yok mu?” diye yapıştırdı
cevabı Celia. “Ah, bir dakika. Senin hiç arkadaşın yok ki. Unutmuşum.”

Tucker’ın kulak uçları kızardı, gözlerini dikip Celia’ya baktı ama bir şey
söylemedi.

“Tanrım, Beaumont, çok acayipsin. Arada bir normal insan gibi davransan...”

“Ben onun arkadaşıyım,” diyerek sözünü kestim. “Ve bence o gayet normal.”

Celia beni baştan ayağa süzdü ve bakışları saçlarımda takılıp kaldı. Sonra da
oflayıp tek kelime daha etmeden yürüyüp gitti.

“Bunu söylemene gerek yoktu,” diye geveledi Tucker.

“Evet, vardı,” dedim.

Lisede birinin dobra itirazından daha büyük bir güç yoktur.

Günün kalanı sorunsuz geçti. Miles varlığımı görmezden geldi. Ben de onunkini.

Ben spor salonuna giderken dolabı hâlâ tutkalla yapışık haldeydi.

Okulun bütün batı kanadı müfredat dışı aktivitelere ayrılmıştı. Spor salonu,
havuz ve oditoryum birer koridorla birbirine bağlıydı ve ortalarında da kubbeli
geniş bir alan, ana koridorla okulun kalanına bağlanıyordu. Kubbeli alanda
okulun yıllar içinde kazandığı kupalarla dolu cam vitrinler diziliydi: Atletizm,
müzik yarışmaları, bando ve dans... bazı kupaların yanında kazanan takımların
siyah beyaz fotoğrafları vardı.

Dikkatimi çeken fotoğrafta bir kupa yoktu ve bir yarışmada da çekilmemişti.


Çerçeveli bir gazete kupürüydü. Birileri fotoğraftaki kızı cart kırmızı kalemle
çerçeveye alarak yüzünün bir kısmını kapamıştı ama East Shoal amigo
üniforması giymiş güzel, sarışın bir kız olduğunu görebiliyordum. Yepyeni
görünen skor tabelasının yanında duruyordu.

Resmin altında şöyle yazıyordu: “Scarlet Fletcher, East Shoal amigo takımının
kaptanı, babası Randall Fletcher ın okulumuza gösterdiği cömertliğin bir hatırası
olan ‘Scarlet’ın Skor Tabelasının açılışını yapıyor.”
Kupür altın çerçeveliydi ve sanki kutsalmış gibi minik bir kaidenin üzerine
konmuştu.

Kubbeli alanın karşı tarafında Miles’ı gördüm. Yiyecek standının önünde


durmuş, daha önce hiç görmediğim bir çocukla konuşuyordu. Hızlı bir alışveriş
yaptıklarını gördüm. Miles çocuğa ince, altın renkli bir şey verdi, çocuk da ona
bir avuç para verdi.

“O neydi öyle?” dedim çocuk gider gitmez Miles’a yaklaşarak. “Bay


Gunthrie’nin dolma kalemine çok benziyordu. Usta bir yankesici olduğun
ihtimalini göz ardı etmiyorum.”

Miles çok komik bir köpek yavrusuymuşum gibi bir kaşını kaldırdı.

“Yani bu sabah o korkunç şeyi içmenin sebebi bu muydu? Öğretmenin kalemini


çalmak için miydi? Para için miydi?”

Miles ellerini ceplerine soktu. “Bitti mi?”

“Dur bir bakayım.” Parmağımla çeneme vurdum. “Evet, bitti. Pislik torbası.”

Dönüp yürümeye başladım.

“Alex. Dur.”

Arkamı döndüm. İlk defa adımı söylemişti. Elini uzattı. “İyi oynadın,” dedi. Ah,
olamaz. Hayır, bunu yapmayacaktık.

Dolabını tutkallamak için on dakika uğraştıktan sonra bunu suratına itiraf


etmeyecektim. Bu yüzden bir kaşımı kaldırıp, “Neden bahsettiğini bilmiyorum,”
dedim.

Dudaklarının köşeleri yukarı kıvrıldı ve dönüp ondan uzaklaştım.

Sihirli Sekiz Topu II

O olamaz. O değil, değil mi?

Şu ânda tahmin edemiyorum

Şimdiye dek pek çok kere sordum zaten, biliyorum, ama... sadece... evet mi hayır
mı?

Odaklan ve tekrar sor

Negatif ve çekimser cevaplarının iki katı kadar olumlu cevabın var; nasıl sürekli
bunlar denk geliyor ki? O değil, değil mi?

Şimdi söylemesem daha iyi

Bunu daha önce de söylemiştin. Bir kere daha soracağım: O pisliğin teki, o
yüzden Mavi Göz olamaz, değil mi?

Yanıt belirsiz tekrar dene

Kıçımın cevabı.

On İkinci Bölüm

HillparE ’tan East Shoal’a geçiş, beklediğimden çok daha kolaydı. Yalnızca
ambalajı biraz farklı olan, bir başka saçma liseydi burası. Tek fark East
Shoal’daki her şeyin tamamen çılgınca olmasıydı.

ilk ayımda öğrendiğim birkaç şey vardı.

Bir: Skor tabelası gerçekten de bir okul efsanesiydi ve Bay McCoy gerçekten
ona delice, delice âşıktı. McCoy’un kendine has bir deliliği vardı: Sanki skor
tabelası, ona itaat etmezsek bizi öldürecek kadar öfkeli bir Maya tanrısıymış gibi
durmadan hepimize çiçek ya da ampul sunmamız gereken “Skor Tabelası
Gününü” hatırlatıp duruyordu. Bir şekilde verdiği iyi test sonuçları ve ondan
daha da iyi olan öğrenci danışmanlığıyla bu deliliğini gizlemeyi başarabiliyordu.
Görünüşe göre veliler ve öğretmenler için o kusursuz bir müdürdü.

İki: Tek amacı mevcut komplo teorilerini tartışıp gerçek olup olmadıklarına
karar vermek olan bir tarikat vardı. Hademenin odasında toplanıyorlardı.

Uç: Tarikate Tucker Beaumont öncülük ediyordu.

Dört: Okuldaki en çığırtkan (bağırıp durduğu için), öğretmen olan Bay


Gunthrie’nin lakabı, savaşla ilgili laf kalabalığı ve altın dolma kalemini bir silah
gibi doğrultma eğilimi nedeniyle “General”di. Vietnam’da iki dönem savaşmıştı
ve savaş nedeniyle ölümlerle dolu bir aile geçmişi vardı ki bu da ona Teğmen
Dan dememi neredeyse imkânsız kılıyordu.

Beş: Yirmi yıl önce son sınıfların eşek şakası olarak biri biyoloji öğretmeninin
evcil pitonunu serbest bırakmış. Yılan tavan karolarının arasından girip bir daha
da ortaya çıkmamış.

Altı: Herkes -ve herkes derken kütüphanecilerden öğrencilere, okul


çalışanlarından en yaşlı hademeye kadar kesinlikle herkesi kastediyorum- Miles
Richter’ın korkusundan altına ediyordu.

East Shoal’la ilgili duyduğum bütün çılgınca şeyler içinde inanamadığım tek şey
buydu.

On Üçüncü Bölüm

Rekor kırmış olmalıydım. Miles ile sırt çantalarımızla itişme-

miz, birbirimizin ödevlerini yırtmamız ve aramızdaki diğer çocuksu hareketlerin


ardından, Theo ile yemek standında çalışmaya sürgün edilmem sadece bir ayımı
almıştı.

Bunun benim için bir sakıncası yoktu çünkü a) Theo yu ona tercih ediyordum, b)
o etrafımda değilken daha az paranoyak davranıyordum, c) tanımadığım
insanlarla dolu bir spor salonunda oturmak zorunda kalmıyordum.

Theo’ya alışmam uzun sürmedi; işleri halletme konusunda o kadar iyiydi ki beni
incitmek istese şimdiye kadar yapardı diye düşünüyordum.

Çok fazla ödevim olduğunu sanıyordum ama Theo’nun sırt çantası belini kıracak
kadar büyüktü.

“Yedi İleri Seviye dersi alıyorum artı üniversiteye yerleştirme ile akademik
çalışmaya yetkinlik sınavlarına tekrar gireceğim çünkü son seferinde hileye
geldiğimi biliyorum,” dedi. “İhtiyacım olan diğer her şeyi bu cepte tutuyorum ve
ilkyardım çantam da şu cepte...”

“Neden ilkyardım çantan var ki?” diye sordum. “Benimkiler gibi iki erkek
kardeşin olunca birileri muhakkak yaralanıyor.” Fizik kitabını tezgâhın üzerine
koydu ve kitabın kapağını açtı.
“Nasıl beceriyorsun bilmiyorum,” dedim. “Kulüpten sonra eve gidip bütün
akşam ödev mi yapıyorsun?”

Omuz silkti. “Çoğunlukla yapmıyorum. Showtime sinemasında gece


vardiyasında çalışıyorum. İnsanların film izlemek için ne kadar geç geldiklerine
inanamazsın.” Durakladı ve sonra iç çekerek, “Annemle babam zorluyor beni
buna.” “Neden?”

Yine omuz silkti. “Öyle işte. Hep öyleydiler. Bütün İleri Seviye derslerini
almamı da onlar istedi.”

“Kulübe katılmaya da mı onlar zorladı?”

Theo sırıttı. “Hayır. Jetta hariç hiçbirimiz kulübe isteyerek katılmadık. Evan, lan
ve ben iki yıl önce öğle yemeğine müshil attığımızda buraya gönderildik.”
Güldü. “Kesinlikle buna değerdi.”

Kahkaha attım. Theo iyiydi. “Diğerleri nasıl düştü buraya?”

“Art’ı tuvalette otla yakaladılar ama o okuldaki en iyi güreşçi olduğu için
takımdan uzaklaştırmak yerine buraya yolladılar.”

“Art’ı ot içen bir tip gibi görmemiştim.”

“Çünkü içmiyor,” dedi Theo. “Takım arkadaşlarından birinin içmesine engel


olmaya çalışıyordu ve arkadaşları suçu üstlenmesine izin verdiler.”

“Bu okulda gerçekten okuldan atılan birileri oluyor mu yoksa hepsi Miles’ın
himayesine mi veriliyor?”

“Sadece şiddet içerikli, kavga ya da okula silah getirme gibi şeyler yüzünden
atılanlar olduğunu duydum.”

“Peki ya Jetta?”

Theo gözlerini fizik kitabına dikip iç çekti. “Sanırım Jetta, Patron yüzünden
burada.”

“Nasıl yani?”
“Jetta buraya geçen yıl geldi ve İngilizcesi pek iyi değildi. Onunla konuşmaya
tenezzül eden tek kişi Patron’du.” “Peki Miles?” diye sordum hemen Theo
kitabına dönmeden önce. “O ne yaptı da buraya gönderildi?”

“Hı?” Theo başını kaldırıp baktı. “Ah, Patron mu? Emin değilim. Ben, Evan ve
lan kulübe katılan ilk kişilerdik ama Patron hep buradaydı. Bunların hepsini tek
başına yapıyordu.” Birden sustu. Miles stand penceresinin önündeydi. Tezgâhın
üzerine eski, siyah bir defter bırakıp yaslandı.

“Maç nasıl?” diye sordu Theo.

“Köpekbalıklarıyla dolu bir denizde batmakta olan bir gemide açlıktan ölmek
üzere on bin yetim olduğunu düşün, o zaman orada olmayı ne kadar
istemediğimi anlayabilirsin,” dedi Miles duygusuzca. “On beş saniyede bir
Clifford’un Ria’nın kıçının ne kadar güzel olduğu hakkında konuştuğunu duyma
şansına sahibim. Yedinci sınıftan beri çıkıyorlar, şimdiye kadar bunu aşmış
olması gerekirdi.”

“Hı-hıı.”

“Sıkıldım,” dedi Miles.

“Bayat haber,” dedi Theo.

“Haydi Beş Soru oynayalım.”

Theo kitabım kapadı. “Neden diye sorabilir miyim? Daha az sıkılmanı


sağlamayacak. Ayrıca adını Uç Soru olarak değiştirsek de olur çünkü artık
beşinciye kadar sürmüyor.” “Beş Soru ne?” diye sordum.

“Yirmi Soru gibi, ama yirmi soru sormuyoruz, çünkü Patron üç soruda çözüyor,”
dedi Theo. “Birini buldum. Başla.” “Başkanlardan biri misin?” diye sordu Miles.

“Evet.”

“Adın ve soyadın aynı harfle mi başlıyor?”

“Evet.”

“Ronald Reagan’sın.”
“Gördün mü?” Theo ellerini havaya kaldırdı, “iki! iki

I”

soru!

Miles raporunda yapmam gerekeni yaptığımı bildirdiği sürece kulüpte çok


sorumluluğum olmamasını umursamıyordum. Hastalığımın beni nasıl
şekillendirdiğine dair uzun üniversite başvuru yazıları yazmam için daha fazla
zamanım oluyordu. Her gece yapmak zorunda olduğum ödevlerden oluşan dağın
yanında Babil Kulesi kürdan gibi kalırdı ve durum Finnegan’taki gece
vardiyalarımla daha da kötü bir hal alıyordu. Finnegan fena değildi ama Miles
içeri girdiği an hem saklanmak hem de yemeğine sabun katmak için ani bir
isteğe kapılıyordum.

Yanından her geçişimde ayağını uzatıp bana çelme takacakmış gibi


hissediyordum. Tabii ki bunu yapmadı çünkü bu hiç kurnazca olmazdı ve Miles
Richter’a göre değildi. Tırnak törpüsü, ot biçme makinesi ve ev yapımı alev
makineleri ona daha uygundu.

Hamburgerini verip tezgâhın arkasına döndüm ve Sihirli Sekiz Topuna Miles


Richter beni öldürmeye çalışacak mı? diye sordum.

Büyük olasılıkla, diye cevapladı.

Eylül ayının sonlarına geldiğimizde her hafta düzenli olarak laboratuvar


çalışması yapıyorduk. Laboratuvar defterine şablon çizerken birkaç kez
gözucuyla ona baktım. Gözlüğü burnundan kaymış halde defterine eğilmiş,
düzgün yazabilmek için sol elini kıvırmıştı. Kollarını sıvamıştı ve ben ilk kez
kollarının da çilli olduğunu fark ettim. Sıcak mıydı kolları? Öyle görünüyorlardı.
Mavi Göz’ün elleri sıcaktı. Elim ile Miles’ın kolu arasında birkaç santim vardı;
elimi birkaç santim ileri götürsem anlardım.

Yapma, seni salak. Sakın yapayım deme.

Dürtümü bastırdım ve bir soru sordum.

“Gerçekten başka bir dil konuşabiliyor musun?”

Okulun ilk gününden beri o garip aksanını bir daha duymamıştım ama onun ve
Jetta’nın Almanca konuştuğunu biliyordum.

“Nereden duydun bunu?” Miles başını kaldırıp bakmadı.

“Doğru mu?”

“Belki. Kimin söylediğine bağlı.”

“Kendim anladım,” dedim. “Zor olmadı. Almanca mı?”

Miles kalemiyle defterine vurdu. “Neden buradasın sen?”

“Çünkü beni bu derse yazmışlar. Benim suçummuş gibi bakma bana.”

“Neden buradasın? Bu okulda? Kulüpte?” Sesi masanın karşısındaki


komşularımızın duyamayacağı kadar alçaktı. “Ne yaptın?”

“Sen ne yaptın?” diye yapıştırdım cevabı. “Çünkü bütün kulübü başında


öğretmen olmadan tek başına üstlenmene sebep olduysa epey acayip bir şey
olmalı.”

“Hiçbir şey,” dedi.

“Gerçekten, söylesene.”

“Gerçekten, hiçbir şey. Şimdi, neden soruma cevap vermiyorsun? Kendin cevap
vermeyi reddediyorsun ama benden almaya çok meraklısın.”

Kalsiyum karbonata baktım. “Spor salonunun zeminini sprey boyayla boyadım.”

“Ne boyadın?”

“Spor salonunun zeminini dedim ya.”

“Spor salonunun zeminine sprey boyayla ne boyadın?” Zemin kelimesindeki “z”


sert çıkmıştı.

“Kelimeler yazdım.”

Suratındaki öfkeli ifade karşısında neşeyle gülümsedim. Onunla dalga geçmek


paha biçilemezdi. Bunsen ocağına döndüm ve öfkeden kudurmasını izledim.
Yiyecek standında oyun geceleri nadiren eğlenceli oluyordu, o yüzden Theo’yla
plastik bardaklardan piramit yapıp Edebiyat dersi hakkında konuşarak vakit
geçirdik.

Theo’nun okul gazetesi için yazı yazdığını ve onu sürekli gazetenin editörü
Claude Gunthrie’yle konuşurken görmemin sebebinin bu olduğunu öğrendim.
(“Hep sanki kabızmış gibi göründüğünü biliyorum,” heyecandan bir dizi bardağı
devirdi, “ama kol kaslarını görmen lazım. Tanrım, çok güzeller.”) “O derste
sürekli arkamı kollamam gerekiyormuş gibi hissediyorum, biliyor musun?”
dedim. “Okul başladığından beri Ria ya dair içimde garip bir his var.” Ria sınıfta
yanımda oturuyordu ama gördüğüm kadarıyla tek yaptığı Cliff’le fin-girdeşip
yakıtı latte olan bir robot gibi kıkırdayıp durmaktı.

“Ria o kadar da kötü değil,” dedi Theo. “Öyle olmasını bekliyor insan. Popüler
ama biz aşağıdakilere bulaşmaz. Cliff’i aklından atmakla uğraşmıyorsa.”

“Neden Cliff’i aklından atmak istesin ki?”

“Yedinci sınıftan beri çıkıyorlar ama esas drama lise birinci sınıfta başladı. Hem
de. Ne. Drama. Ria sürekli Cliff’i onu aldatmakla suçluyor, Cliff de ona hep
sanki bir ödülmüş gibi davranıyor. Bu yüzden yılda bir defa Ria onu
kıskandırmak için gidip biriyle yatıyor. Cliff çocuğu bulup ağzını burnunu
dağıtıyor ve sonra Cliff ile Ria’nın ilişki döngüsü baştan başlıyor.” Theo
piramidin tepesine bir bardak koymak için yukarı uzandı. “Hayır, asıl dikkat
etmen gerekenler Celia ile Siyam ikizleri.”

Celia’nm iki kankası Britney ile Stacey etle tırnak gibi birbirlerine bağlıydılar.
Theo’nun kardeşlerini onlardan daha kolay ayırt edebiliyordum. Piramidin
etrafından dolanıp kenarına bir bardak daha koydum.

“Celia edebiyat dersinde Miles’ı kesiyor. Sanki onu yemek istiyormuş gibi
bakıyor.”

Theo ürperdi. “Patron varken bundan bahsetme. Celia ona kafayı takmış
durumda. Birinci sınıftan, garipleşmeye başladığından beri öyle. Hiç açıkça
söylemedi ama belli oluyor.” “Eh, Celia bir sürtük ve Miles da bir pislik;
birbirleri için yaratılmışlar,” dedim gülümseyerek.

Theo, ebeveynlerin, çocukları anlamadıkları bir şeyden bahsettiği zaman


baktıkları gibi baktı bana. O bakış beklediğimden daha çok rahatsız etti beni,
kıpırdanıp piramidin arkasına saklandım; yüzümü ateş basmıştı. Ne
söylemiştim? Bu tabloda göremediğim ne vardı?

“Yine mi sıkıldın?” diye sordu Theo birden. Miles elinde hâlâ o eski püskü siyah
defterle pencerede duruyordu. “Voleyboldan nefret ediyorum,” dedi.

Theo şeytanca gülümsedi. “Hayır, Ria VVolf’tan nefret ediyorsun sen. Sinirini
zavallı spordan çıkarma.”

Miles da ona, daha önce bana attığı gibi pis bir bakış attı ve uzun parmaklarıyla
sabırsızca tezgâhın üzerinde ritim tuttu.

Theo gözlerini devirdi ve piramide devam etti. “Aklımda biri var,” dedi.

“Geçen yüzyılda hayatta miydin?”

“Evet.”

Miles çenesini, uzunlamasına tuttuğu defterin üstüne bastırdı; (elimde olmadan


fark ettiğim üzere) bir oyunu kazanmak üzere olduğunu bilen afacan bir çocuğa
benziyordu. Altın renkli çilleri, mavi gözleri olan bir çocuk.

“II. Dünya Savaşındaki müttefik liderlerden biri miydin?” Theo’nun, dişlerini


gıcırdattığını duydum. “Evet.” “Çan Kay Şeksin.”1

Theo bardağını fırlattı ve bütün piramit yerle bir oldu. “Neden Churchill
demedin ki? Kahretsin, Churchill ya da Roosevelt veya Stalin demen
gerekiyordu!”

Miles ona bakmakla yetindi. Theo yüksek sesle homurdanıp bana yardım etmeye
koyuldu.

Bir hafta sonra edebiyat dersinde çok acayip bir şey oldu.

Oturmaya çalıştığımda kendimi yerde, son derece acı verici bir pozisyonda
buldum. Sıra ile sandalyeyi birbirine bağlayan çıta bir ucundan kesilmişti,
böylece ağırlığım kalanını kırmıştı. Bir an için bunu hayalimde canlandırdığımı
sandım, insanlar bana bakıyordu. Bıyık altından küfrederek ayağa kalktım ve
kırık sırayı sınıfın arkasına atıp kullanılmayan, tek parça halinde bir tanesini
çektim.
Bay Gunthrie başını gazetesinden kaldırmamıştı bile. Her zaman kibar bir
bihaberlik içindeki Miles hiçbir şey olmamış gibi davranıp kara defterine bir
şeyler yazmaya devam etti.

Bu aynı zamanda çantasına ormanda bulduğum bir ateş karıncası kolonisini


boşalttığımı da fark etmediği anlamına geliyordu. Altı derse birlikte girdiğimiz
için tepkisini görmemem imkânsızdı.

Acayip olan bu değildi ama.

®®®

Her zaman sinsi, tetikte olan Celia Hendricks, Milesın sırasının yanında belirdi.
Sanki bir gençlik dergisinden öğrenmiş gibi o garip saç savurup parmağa dolama
hareketini yaptı. Miles ona dik dik baktı.

“Ne istiyorsun, Hendricks?”

Celia ona kocaman gülümsedi. “Baksana. Yakında bir kamp ateşi partisi
vereceğim. Üzerine grafiti yapmak için çakma skor tabelamız falan da olacak.
Gelsene.”

“Her yıl hayır diyorum. Şimdi neden evet diyeyim?”

“Çünkü eğlenceli olacak!” dedi sızlanarak. Elini Miles ın koluna koymaya çalıştı
ama Miles geri çekilmişti. Ona hırlamak üzere olduğuna yemin edebilirdim.

“Sıramdan çekil, Celia.”

“Lüüüütfen, Miles? Partiye gelmen için ne yapabilirim?” Sesi alçalmıştı ve


Miles’a kirpiklerinin arasından bakıyordu. Sırasına doğru eğildi. O bakamadan
Miles defterini kapayıverdi. “Ne gerekiyorsa yaparım,” dedi Celia. “iste yeter.”

Miles uzun bir süre duraksadı. Sonra başparmağıyla omzunun üzerinden işaret
edip, “Alex’i davet et, o zaman gelirim,” dedi.

Celia’nm ifadesi o kadar hızlı değişti ki neredeyse gözümden kaçıyordu. Bir an


Miles ı baştan çıkarmaya çalışırken birden sanki bir kazığa oturtulmalıymışım
gibi bana kötü kötü baktı ve sonunda bir nevi şaşkınlık ifadesinde karar kıldı.
“Ah! Peki... söz mü?” Miles’ın suratının dibindeydi. Miles arkasına yaslandı.
Zihnimde birden bir geri zekâlının kızgın bir engereği köşeye sıkıştırdığı bir
imge canlandı.

FKÂNCÜSCA ÎFTPPÎA J 99

“Tabii. Söz,” dedi Miles zehir tükürür gibi.

“Güzel!” Celia gömleğinin cebinden bir kart çıkarıp bana vermek için Miles ın
omzunun üzerinden uzandı. Belli ki dekoltesini Miles’ın yüzüne denk getirme
çabasındaydı. Kartı almadan önce Miles’ın kıvranması için gereğinden fazla
bekledim. Celia sırasından çekildi.

“Seni orada görmek için sabırsızlanıyorum, Milesie!”

Bir kahkaha attım.

Miles bana ters ters baktı.

“Milesie?” dedim. “Ben de sana böyle diyebilir miyim?”

“O partiye gelsen iyi olur,” dedi donuk ve soğuk bakışlarla.

Celia’nm kamp ateşi partisi kasım ayının ortasındaki Skor Tabelası


Günü’ndeydi. Gitmeye karar vermem uzun zamanımı aldı; üstelik ancak
Finnegan’m Sihirli Sekiz Topuna danıştıktan (iişaretler evet diyor) ve kulüpten
gelen yoğun ısrardan sonra. Tabii ki yalnızca bir kez ısrar etmeyi yeterli bulan
Miles buna dahil değildi. (Üzerinden günler geçmesine rağmen hâlâ sağ elinin
altında kusursuz bir dizi halinde sıralanan kırmızı lekeler vardı.)

Kulübün partiye gitmemi istemesi, kendimi sanki bunu annemi ve terapistimi


memnun etmek için kullanmıyor-muşum da gerçekten gidip... arkadaşlarla vakit
geçirmek istiyormuşum gibi hissetmemi sağlıyordu.

Oradayken deli gibi paranoyak olacaktım ama annem bu fikir karşısında o kadar
heyecanlanmıştı ki vazgeçmemin imkânsız olduğunu biliyordum. Partiye gitmek
için izin istediğimde birkaç beyin hücresini patlatmış bile olabilirdi

i
çünkü öylece durup bir dakika boyunca boş gözlerle baktıktan sonra yiyecek bir
şeyler götürmem gerekip gerekmediğini ve götüreceksem ne kadar götüreceğimi
sordu. Terapistimi arayıp güzel haberi verdi ve o da hemen benimle konuşmak
istedi; bana neden bu kararı verdiğimi ve bu konuda nasıl hissettiğimi sordu.
Annem ayrıca beni partiye arabayla bırakacağını söyledi ama izin vermedim;
Theo zaten beni götürmeyi teklif etmişti ve ben de kabul etmiştim. Annem ve
Firenza sının beni aslında davetli olmadığım bir parti için en zengin muhitlerden
birindeki kocaman bir eve bırakması, yerin dibine girmem için yeterliydi zaten.

Partiden önceki çarşamba günü Theo ödevini bir kenara bırakıp bana neyle
karşılaşacağımı anlattı.

“Yiyeceklerden hiçbirini yeme,” dedi bir müşteriye sosisli sandviç uzatırken.


“Şaka yapmıyorum. Oraya gitmeden önce yemeğini ye. Ayrıca hiçbir şey içme.”

Eh, bu kesinlikle sorun olmayacaktı. Theo’ya bana yiyeceklerle ilgili


paranoyaklık etmem için bahane verdi diye teşekkür edecektim neredeyse.

“Neden? Zehir mi katıyor?”

“Birinin içkine ilaç atmayacağının garantisi yok.” Theo dönüp mısır makinesini
yeniden doldurdu. “Bir şey olmaz. Yeme, içme ve dikkat çekme.”

Her zamanki rutinimi uygulayacaktım demek.

“Ah, bir de yukarı çıkma,” diye ekledi.

“Neden çıkayım ki?”

“Çıkma işte, tamam mı?”

“Peki, tamam.”

“Hem herkes bu partilere çakma skor tabelasını karalayıp çılgın hikâyeler


edinmeye gidiyor zaten. Celia’nın partileri kendisinden daha iyi hikâye
malzemesi oluyor.”

Şaibeli merdivene çıkmalar ve içkilere atılan ilaçlarla çılgın hikâyelere vesile


olan partiler bana kendimi pek iyi hissettirmemişti ama şimdi vazgeçersem
annem ve terapistim tepeme çökerdi. Gitmemem söz konusu bile olamazdı.
“KAHRETSİN, SIKILDIM.”

“işte geldi.” Miles köşeyi dönüp defterini tezgâhın üzerine fırlatırken Theo
başını kaldırıp bakmadı bile. “Küfretmenin faydası olacağını hiç sanmam,” dedi
ona.

“Belki lanet bir faydası olur,” dedi Miles sinirle. “O spor salonundaki herkesten
nefret ediyorum. Haydi birini seç.” “Hayır, oynamak istemiyorum.”

“O kadar uzun sürmeyecek.”

“O yüzden oynamak istemiyorum.”

“Ben bir tane seçebilir miyim?” dedim elimi kaldırarak. “Üstelik beş sorudan
fazla sürebilir.”

Miles bir kaşını kaldırdı. “Ah, öyle mi?”

“Eğer bunu beş soruda bilirsen çok etkilenirim.” Tezgâhın üzerine eğildi; hevesli
görünüyordu. Garip, çok garip şekilde hevesli görünüyordu. Suratımı yere
yapıştırmak istiyor gibi değildi. Beni yeneceğini biliyor gibi de değildi. Sadece...
heyecanlı görünüyordu. “Tamam,” dedi. “Kurmaca bir karakter misin?”

Kapsamlı bir soruydu. Beni Theo’yu tanıdığı kadar iyi tanımıyordu, o yüzden
beklenen bir şeydi bu.

“Hayır,” dedim.

“Hâlâ hayatta mısın?”

“Hayır.”

“Bir lider misin?”

“Evet.”

“Uygarlığın Avrupalılar tarafından fethedildi mi?” “Evet.”

“Sen... Ölmeklerin bir lideri misin?”

Theo dayanamayıp, “Soruyu nasıl oraya getirdin?” dedi ama Miles onu
duymazdan geldi.

“Hayır,” dedim ne kadar yaklaştığını belli etmemeye çalışarak. “Ayrıca


Ölmekler Avrupalılar tarafından fethedilmedi, ölüp gittiler sadece.”

Miles kaşlarını çattı. “Mayalar?”

“Hayır.”

“İnkalar.”

“Hayır.”

“Aztekler.”

“Evet.”

Dudaklarının kenarları yukarı kıvrıldı ama, “Bunun için bu kadar soru sormam
gerekmemeliydi,” dedi. Sonra, “Tlatoaniliği sen mi kurdun?”

“Hayır.”

“1500 yılından sonra mı yönetimdeydin?”

“Hayır.”

Theo diyalogumuzu bir tenis maçıymış gibi izliyordu. “Ahuitzotl musun?”

“Hayır.” Gülümsedim. Bu çocuk tarihi iyi biliyordu. “Tizoc?”

“Hayır.”

“Axayacatl?”

“Hayır.”

“I. Montezuma?”

“Yok.”

“Itzcoatl?”
“Hayır.”

“Chimalpopoca?”

“Hayır.”

“Huitzilihuitl?”

“Ne diyorsun sen ya?” diye inledi Theo.

Bir dizi Aztek imparatorunu alıp geriye tek bir tane kalana kadar hepsini
saymıştı. Ama artık üç soru hakkı kalmıştı; iki tanesine ihtiyacı olmayacaktı.

Neden yine kısa yoldan gitmemişti? Seçeneklerini daraltabilir ve sorularını


imparatorları sayarak kullanmayabilirdi herhalde. Bir tür test miydi bu? Ya da...
şov mu yapıyordu? “Acamapichtli’sin.”

Gözlerinde fanatik bir parıltı, dudaklarında yine bir gülümseme vardı. İkisi de
ben, “Neredeyse yirmi soru. Tam değil ama az kalsın yeniyordum seni,” deyince
kayboluverdi.

“Bu oyunu bir daha asla oynamayacağım,” dedi Theo iç geçirip ödevine
dönerek.

Istakoz akvaryumundaki küçük çocuk, Miles’ın yüzünden silinip gitti.

Sihirli Sekiz Topu III

Beni neden davet etti?

Büyük olasılıkla

Keşke evet ya da hayırdan fazlasını söyleyebilsen.

On Dördüncü Bölüm

Charlie elleri kalçalarında, siyah filin başını dişlerinin arasına sıkıştırmış, yatak
odamın kapısında belirdi. “Ben de seninle gelebilir miyim?”

“Bu sekiz yaşında birine göre bir parti değil.”


“Bu ne demek oluyor?”

“Hayır demek oluyor.” Giyecek farklı bir şeyler bulmak için fazla derin
olmayan dolabıma döndüm. Eski kot pantolonlarım yerde bir yığın oluşturmuştu
ve tişörtlerim askılarında darmadağınık duruyordu. Sarman kedi şeklindeki bir
çift ev terliği, yıpranmış uzun kollu bir tişörtün altında kalmıştı. Ayağım değince
terlikler mırladı.

“Nedenmiş?” Charlie ayağını yere vurdu. Yanakları tombul ve kıpkırmızıydı,


ifadesi ve minik çehresiyle sekizden ziyade dört yaşındaymış gibi görünüyordu.

“Bu akşam neden bu kadar sızlanıyorsun sen? Genellikle bir noktada pes
edersin.”

Bana bakmadı.

“Ağlıyor musun sen?”

“Hayır!” Burnunu çekti.

“Temelli gitmiyorum ya. Geri geleceğim.” Nihayet üzerimi hiç değiştirmesem


daha iyi olacağına karar verdim ve XXL Lakedaimon Spartalılar baskılı uzun
kollu tişörtümü (tıslayan) kedi terliklerin üzerinden çekip giydim.

Annem salondan seslendi. “Alex! Arkadaşların geldi!”

Hayatında bu kelimeleri bu sıralamayla ilk kez söylüyor olabilirdi. Charlie’yi


koltuk altlarından tutup kaldırdım ve koridordan salona götürüp halının üzerine
bıraktım. Üçüzler Theo’nun Camry’sinin içinde, araba yolunda bekliyordu.

“Yanma hiçbir şey almayacağından emin misin?” diye sordu annem.

“Sorun olmayacak, anne,” dedim. “Ama son zamanlarda canım çok Yoo-Hoo
çekiyor.” isteklerimi hazır bu normallik coşkusuna kapılmışken sıralamam
gerekiyordu. “Görüşürüz. Babam ararsa zamanlamasının berbat olduğunu
söyle.”

“Ben de gitmek istiyorum!” Charlie pantolonumu çekiştirdi.

“Gelemezsin; bu parti büyük kızlar için,” dedim.


“Ben dört yaşında değilim!” diye haykırdı tiz bir sesle; dudaklarının arasına
kıstırdığı siyah fil kıpırdayıp duruyordu.

“Evet,” dedim, “Sekiz yaşındasın. Ve o şeyleri çiğnemeyi bırakman gerek,


boğulacaksın.”

Annemin kaşları endişeyle kalktı ve kapıdan çıktım. Belki bu partide


olacaklardan, belli ettiğinden daha fazla endişeleniyordu.

Theo ve kardeşleriyle arabada olmak, elli kilo patlayıcı ve ateşlenmiş bir fitille
kendimi bir bankanın kasa odasına hapsetmişim gibi hissettiriyordu. Theo beni
ön koltuğa oturttu ama yine de Evan ile lan fazla yakınımdaymış gibi geliyordu.
Üçü yol boyunca kulak tırmalayan şarkılar söyledi ve Theo Downing Heights’a
dönene kadar da susmadı.

Downing Heights bölgedeki en zengin semtti. Evlerin hepsi kocaman, kusursuz


ve yumurta kabuğu beyazıydı ama hangisinin Celia’nın evi olduğunu anlamak
fazla vaktimizi almadı. Arabalar neredeyse Celia’ların evine kadar uzanan on
hane boyunca yolun iki yanma birden sıralanmıştı. Theo da arabayı park etti ve
bütün bu kaosun merkezindeki iki katlı malikâne ye doğru yürüdük.

içimde kötü bir his çalkalanıyordu. Daha önce hiç bu mahalleye gelmemiştim ve
bahçedeki karanlık alanlardan bana bakan gözler vardı. Tişörtümün kollarını
avcuma alıp yumruklarımı sıktım. Arka verandadaki devasa müzik sisteminden
müziğin sabit ritmi duyuluyordu; ateş de biraz ötede yanıyordu. Evin ışıkları
yanıyordu ve her kapı ve pencereden sıcak bir gündeki sinekler gibi birileri girip
çıkıyordu.

Eve kadar bize rehberlik eden Evan, “Sakin ol,” dedi sırıtarak.

“Yukarı çıkma,” dedi Theo.

“Ve sakın. Hiçbir şey. Öğütme,” diye cümlesini tamamladı lan da. Ve sonra
üçüzler kayboldu. Kapının ardındaki kalabalığın içine sürüklendiler. Her yandan
tanımadığım bedenler üstüme üstüme geliyordu.

Çevre kontrolümün burada hiçbir faydası olmazdı. Önümdeki bir metreyi zor
görebiliyordum. Herkesi silah kontrolünden geçirmek imkânsız olurdu.
Tişörtümün cebinde fotoğraf makinem vardı ama onun da bana bir yararı
dokunmazdı. Ne görüp ne görmediğimi asla hatırlayamazdım.
Terli bedenler ve yüksek sesler arasında ilerleyerek tanıdık bir yüz aradım.
Tucker’ı gördüğümü sanıp ona doğru ilerledim ama oraya gittiğimde ortadan
kaybolmuştu.

İki yanında zarif vitrinler bulunan yemek odasına ilerlerken Celia’nın


ebeveynlerinin nerede olduğunu ve vernikli maun yemek masasının üzerinde ne
kadar çok bira kutusu bulunduğunu bilip bilmediklerini merak ettim. (Cevap:
yetmiş altı.)

Kıvrımlı merdiven yemek odasının köşesindeydi; yukarısı aşağıya göre çok daha
sessiz ve alkolsüz bir ortama benziyordu. Theo’nun söylediklerini biliyordum
ama birileri beni tuzağa düşürmeyecekse yukarı çıkmamak için bir sebep
göremiyordum.

Merdivenin tepesine vardığımda önümde, iki yanında kapılar dizili olan


muhteşem bir sessizliğin hâkim olduğu bir koridor vardı. Kapıların çoğu
kapalıydı. Muhtemelen yatak odalarıydı. Koridorun ortalarında üzeri çerçeveli
fotoğraflarla dolu dar bir masa vardı. Fotoğraflarda Celiayı, gülümseyen Celia’yı
görebiliyordum ama fotoğraflara yaklaşamadan önümdeki yatak odasından bir
kız sesi geldi.

“Kıpırdamayı kes! Kapa çeneni ve sabit dur... dediklerimi yapacağını


sanıyordum.”

Aralık kapıya doğru parmak uçlarımda ilerleyince oda-dakileri gördüm. Bir


yatak vardı. Ve yatağın üzerinde yarı çıplak Ria Wolf, kesinlikle Cliff Ackerley
olmayan yarı çıplak bir çocuğun üzerinde oturuyordu. Ria sırtı bana dönük bir
şekilde doğrulup saçını omzunun üzerinden arkaya savurdu.

Kapıdan uzaklaşıp hızla merdivenlere yöneldim. Tanrım, Theo’nun bahsettiği


intikam planı buydu demek; Ria’nın intikamı -vay canına-, pekâlâ.
Merdivenlerin dibindeki insan ormanının içinden geçerken tenim karıncalandı.
Çabucak bembeyaz ışıldayan mutfağa girip arka verandaya kaçtım. Herkes ya
müzik setinin etrafına ya da çime dizilmiş ve skor tabelası gibi boyanmış yedi
metrelik kartonpiyerin etrafına toplanmıştı. Bira, şeker ambalajları, eski sinema
bileti koçanları ve bir tane de kirli iç çamaşırı adak olarak yere bırakılmıştı.
Tabela rengârenk floresan grafitilerle kaplıydı. Küfürler, karikatürize penisler,
McCoy’un genital organlarıyla neler yapabileceğine dair müstehcen öneriler...
Ortalama bir ergen erkeğin sırasının üzerine kazınmış olarak bulacağınız
şeylerden bir farkı yoktu. Birkaç kişi cart pembe sprey boyayla tabelanın altına
Yaşasın Züppe Göt McCoy yazmakla meşguldü.

Elimde olmadan aklıma Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakası geldi. Pek parlak
bir anım değildi. Çimenlere yöneldim. Gecenin sessizliği ile ateşin çıtırtısı,
verandadan bangır bangır çalan müziğe karşı bir tür duvar işlevi görüyordu.
Ateşin etrafına üçgen oluşturacak şekilde üç bank yerleştirilmişti: Biri hâlâ
ortasında duran bir bovling topuyla ikiye ayrılmıştı; öbüründe bir çift birbirine o
kadar yapışmıştı ki onları ayırmak için hidrolik kesme-ayırma aleti kullanmam
gerekirdi. Bankların üzeri astronomik miktarda kuş dışkısıyla kaplıydı ama çift
bunu umursuyor gibi görünmüyordu ve bovling topları da hiç oralı değildi.

Üçüncü bankta sadece bir kişi vardı ve sırtı bana dönük oturuyordu, ateşten
kapkara olan şişe geçirdiği marşmelo-vuna bakıyordu.

Kim olduğunu fark ettiğimde kalbim hopladı ve o marş-melov bir silaha


dönüşmeden önce içeri dönmeyi düşündüm. Ne var ki dönünce beni gördü; bir
kaşını kaldırdı. O kahrolası kaşını yırtıp alsam olmaz mı artık?

“Buraya oturabilirsin istersen.” Miles bankın ucuna kaydı. Sesinde garip, durgun
bir hava vardı. Normal biriymiş gibi konuşuyordu. Sakindi. Arkadaşmışız gibi.

Bankın öbür ucuna oturdum (“öbür ucu” beş santim ötede oluyor), keskin objeler
var mı diye tepeden tırnağa onu süzdüm ve saçımı çekiştirdim. Eğer normallik
için bu cehennem partisindeki tek referans noktam oysa kabulümdü. Okul
üniformasını çıkarıp eski bir kot, kalın tabanlı botlar, beyaz-mavi renkli bir
beyzbol tişörtü ve sanki doğruca II. Dünya Savaşından çıkmış gibi görünen bir
pilot ceketi giymişti.

“Ateş başına hangi rüzgâr attı seni?” diye sordu en ufak bir ilgi göstermeksizin
şişini kaldırıp marşmelovun yanışını izleyerek.

“Çok kalabalık.” Ne yapmaya çalışıyordu ya da tekrar eski Miles’a dönecek


miydi, bilmiyordum. “Ve çok gürültülü, içeride çete ruhu hüküm sürüyor.”

Miles homurdandı.

“Peki neden Celia’ya beni davet ettirdin?” diye sordum. “Bu kadar eşlikçi
sıkıntısı çektiğine inanamıyorum.”
Miles omuz silkti. “Bilmiyorum. O an iyi bir fikir gibi gelmişti. Ödeştik say.”
Marşmelov kızgın alevlerin arasına düşerek yitip gitti. Sonra İkincisine başladı.
“Bunun için işten izin aldım. Alkol tüketimi ve birbirini avuçlayanlar,” Hidrolik
Kesme-Ayırma Aleti çiftini işaret etti, “kimin eli kimin cebinde belli değilken
partinin daha ilginç olmasını bekliyor insan.”

içim titredi. “Ben de yukarıdaki bir yatak odasında bi-rilerini bastım galiba.”

Miles garip bir sesle öksürdü; gülmemek için kendini tutarmış gibi. Güldüğünü
hiç duymamıştım.

“Bastın? Ne yaptılar peki?”

“içeri girmedim. Kapı aralıktı ve birinin konuştuğunu duydum...”

“Kimdi?”

“Ria. Çocuk kimdi bilmiyorum ama Cliff değildi.” Miles’ın kaşları gözlerinin
üzerinde sert bir çizgi halini aldı. İkinci marşmelov da düştü. Üçüncüsünü aldı.

“Her kimse umarım burun kıkırdağının başının arkasından çıkmasına aldırmaz.


Cliff fazla sahiplenmeci olabiliyor.”

“Sanki bu başına gelmiş gibi konuşuyorsun. Ria’dan nefret etmenin bununla bir
ilgisi var mı? Aa, sen de o çocuklardan biri miydin? Hani Ria’nın... biliyorsun
işte...” “Hayır.” Bakışları ölümcüldü. “Ria dan nefret ediyorum çünkü beyninin
içinde voleybol ve parıltılı şeylerden başka bir şey yok. Cliff’ten de aynı
sebepten nefret ediyorum, sadece onunkinde voleybol yerine futbol, parıltılı
şeyler yerine seks var.”

Şeytan Miles’ın ortaya çıkması kesinlikle fazla uzun sürmemişti. Başka bir şey
söylemedi. Birkaç dakika ateşin çıtırtısını, verandadan gelen müziği ve bankta işi
iyice ilerleten çiftten gelen sesleri dinleyerek sessizce oturduk. Çift oracıkta
öpüşüp koklaştığı ve bovling topu da apaçık orada durduğu halde hepsinin
fotoğrafını çekmek istiyordum. Miles üç marşmelov daha yaktı. “Celia artık
senden nefret ediyor olabilir,” dedi nihayet.

“Haydi canım? Ben pek emin olamamıştım; beni davet ettirirken bana attığı o
kötü bakışlar mesajı tam iletememiş olsa gerek.” Ben de bir şiş alıp sivri ucuyla,
yanan bir kütüğü dürttüm. “Derdi ne o kızın gerçekten? Sana hasta resmen. Eski
kız arkadaşın falan mı?”

“Hayır. Benim hiç,” hemen lafı değiştirdi, “... hep öyleydi o. Neden
bilmiyorum.”

“Senden hoşlanıyor.” Hâlâ Theo’ya söylediğimin arka-sındaydım; o bunun garip


olduğunu düşünse de.

“Bu... çok saçma.”

“Ah, sen de hoşlandığını düşünüyorsun yani?” dedim. Miles bana baktı.


“Benden nefret mi ediyorsun?”

Soru o kadar aniydi ve sesi o kadar donuk ve duygudan yoksundu ki cevap


bekleyip beklemediğini merak ettim. “Ee. Bir nevi pisliğin tekisin.”

İkna olmamış gibiydi.

“Tamam, tamam, tam bir pisliksin. Gezegendeki en adi herifsin sen. Bunu mu
duymak istiyorsun?”

“Hayır, gerçek yeterli.”

“Tamam. Pisliksin.” Ve güzel gözlerin var. “Ama hayır, senden nefret


etmiyorum.” Külleri eşelemeye ciddi bir ilgi göstermeye başladım. Tekrar ona
bakmak istemiyordum ama bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. “Kitapları
deşmekle biraz ileri gittiğini düşünüyorum ama.”

“Dolabımı tutkallamak değil miydi peki? İtiraf etmemeyi de iyi kıvırdın bu


arada.”

“Teşekkürler. Elin nasıl?”

“Daha iyi,” dedi. “Animalia Arthropoda Insecta Hyme-noptera Formicidae


Solenopsis küçük piç kuruları. Neyse ki alerjik değilim. Cildim reaksiyon
gösterseydi dava açardım.” “Peki senin gibi zengin bir çocuk benim gibi bir
fakiri dava etmekle ne kazanacaktı?”

Miles’m şişinin ucu ateşin yanına, yere indi. Bütün dikkatini bana verdi. “Zengin
olduğumu düşünme sebebin nedir?”
Omuz silktim. “Şımarıksın? Tek çocuksun? Ayakkabıların her zaman cilalı?”
Doğruydu; gömleğinde kırışıktan eser olmuyordu, kravatı dümdüz, pantolonları
jilet gibi ütülüydü ve ayakkabıları diğer herkesinkinden daha parlak ve siyahtı.
Ve saçları, saçlarından bahsetmeyeyim bile çünkü her sabah duştan yeni çıkmış
ve saçlarını olabilecek en harika dağınık stilde ustaca kurumaya bırakmış gibi
görünüyordu. Güzel görünen bir yataktan-yeni-kalkmış-insan-saçı gibiydi; öyle
bir şeyin varlığı mümkünse tabii. Miles her ne idiyse, iyi görünmek için epey
çaba sarf ettiği kesindi.

“Ayakkabılarım hep cilalı mı?” dedi inanamayarak. “Zengin olduğumu


düşünmenin sebebi bu mu? Parlak ayakkabı seviyorum diye mi?”

Yüzümü ateş basarak yine omuz silktim.

“İyi!” Ellerimi havaya kaldırdım. “Affedersin, tamam mı? Zengin değilsin.”

Miles ateşe döndü. Etrafımızı yine bir sessizlik sardı ama bu seferki garip de
değildi. Sadece çok ama çok ağırdı. Sanki ikimizden biri söyleyecek bir şeyimiz
kalmayana kadar konuşmalıymış gibiydi.

“Tarih konusunda tam olarak ne kadar iyisin sen?” diye sordu Miles, ses tonu
tekrar donuk ve duygusuz haline dönerken.

“Değişir. Pek çok tarih var; ne bilmek istiyorsun?” “Her şeyi,” dedi ama ben
bunun ne demek olduğunu soramadan, “ABD’nin on dördüncü başkanı kimdi?”
diye ekledi.

“Franklin Pierce. New Hampshire’dan çıkan tek başkan.” “ikinci çocuğunun adı
neydi ve o çocuk neden öldü?” “Ben -hayır Frank-Robert Pierce. Frank Robert
Pierce. Şeyden... tifodan öldü.”

“Kaç yaşındayken?”

“Ee... dört? Beş? Hatırlayamıyorum. Pek bilinmeyen bir başkanın ikinci


çocuğuna bu ilginin sebebi nedir?” Miles başını sallayıp bakışlarını çevirdi. Ama
aynı zamanda gülümsedi de. Garip, çarpık, gülümsemeden ziyade pis bir sırıtıştı
bu aslında, ama mesajını iletmişti. Ne kadar zekiydi bu çocuk? Bir dâhiydi ama
hangi konuda? Sanki her şeyde iyiymiş gibiydi; Theo ya ileri matematikte
yardım etmişti, gözünü kırpmadan kimya dersinin altını üstüne getirebilirdi ve
edebiyatta uyuyarak A4 almıştı; başka her şeyden sıkılıyor gibi bir hali vardı.
Huitzilihuitl ismini biliyordu. (Daha önemlisi nasıl telaffuz edeceğini biliyordu.)
Her şeyi biliyordu.

Benim hakkımdaki gerçek hariç. Ve bunun böyle kalmasını sağlamam


gerekiyordu.

Bakışlarımı ateşe sabitledim ama çabucak Hidrolik Kesme-Ayırma Aleti çiftiyle


dikkatim dağılmıştı; giysiler çıkarılıyordu ve Miles’ın ifadesinden anlaşıldığı
kadarıyla biraz daha ileri giderlerse şişleneceklerdi.

Bir saniye sonra bunun bir önemi kalmadı. Verandadan gelen sesler yükselerek
bize yaklaşmaya başladı ve ben kaçıp kaçmamayı değerlendiremeden bankta
yanıma Celia Hendricks ve Miles’m yanına da başka birisi oturdu ve aramızdaki
o beş santim de ortadan kalkmış oldu. Omzum onun koltukaltında, kolları
arkamızda, bacaklarım neredeyse onunkilerin üzerinde sıkış tıkış bir haldeydik.
Anlaşılan arka verandadaki herkes ateşin başında çember oluşturmaya gelmişti.

Donup kaldım. Bir insana hiç bu kadar yakın olmamıştım. Charlie hariç.
Annemin bile bana bu kadar yaklaşmasına izin vermemiştim.

Miles’ın boynu ve kulakları kızardı. Bu onun için de işkence olmalıydı.


Etrafımıza doluşan insanlar yüzünden muhtemelen Miles’ın üzerine atılmışım
gibi görünüyordum ve o da muhtemelen bunu istemiş gibi görünüyordu.

“Eh. Bu biraz garip oldu,” dedi Miles.

Üçüzler arkamızda bir yerden güldü. Miles ve ben aynı anda onları bulmak için
döndük. Çenesi alnıma çarptı.

Miles inledi. “Tanrım, kafan çelikten mi senin?”

“Niye, ısırmak için çok mu sert geldi, Jaws?” diye karşılık verdim alnımı ovarak.
Üçüzler çoktan kalabalıkta sarışın flu bir nokta halinde yola koyulmuştu.

Bir el kaburgalarıma daldı.

“Selam millet!” Celia iki sıra beyaz dişini sergiledi. “Partiyi nası’ buldunuz?”

“Ee... harika,” dedim, Miles bacağımı tutup kendinin-kinin üzerine çekerek


göğüskafesindeki ağırlığımı ortadan kaldırırken. Dengemi kaybettim ve beni
sabitlemek için tekrar bacağımı tuttu. Söz konusu bacağın dizinin bağı çözüldü.

Çocuklar kaçacak yer bırakmayarak bankın arkasına dizildiler. Kendimi Celia’yı


yumruklamamak için zor tutuyordum. O öksürüp başıma çarpmamak için
çenesini havaya kaldırana kadar Miles’a yaklaştığımı fark etmemiştim.

Burnuma tütün ve talaş kokusu doldu. Ceketinden geliyordu. Daha önce sadece
annemle babamın pipo içen, toprak kazan tarih uzmanı iş arkadaşlarından
almıştım bu kokuyu.

Başka bir koku daha alacak kadar yakındım... hamurişi. Ve bir şey daha vardı.
Naneli sabun. Sanki biri dünyada en güzel kokan şeyleri karıştırıp Miles’ı içinde
yıkamıştı. “Beni götür buradan,” diye homurdandı. Arkamdan çektiği kolunu
kaldırırken eli yanıma değdi. O an vücudumdaki bütün tüyler diken diken oldu.
Miles’m yüzü kızardı. “Pardon... kolum yoruldu...”

Burun burunaydık. Düzgün burun. Köşeli çene. Şeffaf gözler. Evet, diye
düşündüm. Evet, çok hoş. Hoşluk onaylandı.

“Çıkış bulmaya çalışacağım,” dedim soluk soluğa arkamı dönerek. Görevim hâlâ
Miles’m dikkatini çekmeye çalışan Celia yüzünden çok güçleşmişti.

Bir de Celia’nm arkasında harlayan alev, yanan saç kokusu ve birinin


“YANIYORSUN!” diye bağırması sayesinde.

On Beşinci Bölüm

Yananın ben değil de Celia olduğunu anladığım o iki saniye çok mutlu bir andı.

Celia çığlık atıp çırpınmaya başlayarak saçlarının mı giysilerinin mi yoksa


hepsinin birden mi tutuştuğunu anlamamızı güçleştirdi. Biri arkasından gelip
başından bir kova su dökünce bir an hareketsiz kaldı; saçlarının uçları simsiyah,
kıvır kıvırdı ve makyajı yüzünden akıyordu.

“KİM YAPTI BUNU?”

Herkes ona bakıyordu. Ateşten tutuşmak için fazla uzaktaydı, değil mi?
Tişörtünün arkası da saçları gibi yanmıştı. Ama bir yeri incinmiş gibi
görünmüyordu. Burnundan soluyarak kalabalığı taradı ve bakışları bende
sabitlendi.
Fotoğraf makinemi ona doğrultmuştum. Yanan saçlarının halüsinasyon
olmadığını fark etmeden önce cebimden çıkarmıştım.

“Dibimde sen vardın!” diye haykırdı tiz bir sesle. Makinemi cebime soktum ve
geri gitmeye çalıştım ama dizimin arkası banka çarptı.

“Benim yaptığımı mı düşünüyorsun?”

“Dibimde. SEN. VARDIN. Başka kim olabilir?” Bilmiyorum. Arkandaki on kişi


falan olabilir mesela. Aptal gibi görünerek öylece durdum çünkü yapmadığım
bir şeyle suçlandığım zaman böyle yapardım.

Kendimi savunmamı ya da, bilirsiniz, yaptığımı inkâr etmemi falan beklemeyin.

İnkâr etmenin geçmişte bana pek faydası olmadı. “Aman Tanrım, gerçekten de
sen yaptın! Hasta mısın sen?” Celia saçlarının yanık uçlarını tuttu; yüzünü
öfkeyle buruşturdu. Miles ile bana baktı ve şirretlik seviyesini on bire yükseltti.
“Kıskanıyorsun!”

Miles’a baktım. Miles bana baktı. İkimiz birden Celia’ya baktık.

“Ne saçmalıyorsun?” dedi Miles.

Sonra Celia üzerime atıldı ve kıyamet koptu. Herkes kavgaya hazır bir halde
toplanmışken birileri beni insan denizinin içinden banka doğru çekti. İnsanlar
bağırıp çığlık atarak etrafta koşuşturuyordu ve müzik sesi hiç olmadığı kadar
yükselmişti.

Oradan kurtulduğumuz anda beni sürükleyenin Art olduğunu fark ettim; şişkin
kasları gömleğini geriyordu. Genellikle Miles bir haltlar karıştırırken ortaya
çıktığını bilmesem ona minnet duyabilirdim. Art orada beni korumak için
bekliyorsa yangında Miles ın parmağı olmalıydı, değil mi?

Yola varır varmaz kararlı bir şekilde kolumu Artın elinden çekip geniş
omzundan tuttum ve yüzüme bakması için onu döndürdüm. “Miles mı yaptı
bunu?”

“Hayır,” dedi hemen. Kısa saçlarını okşadı.

Görünmez parmaklar ensemde gezindi. Bir parmağımla onu dürttüm. “Bana


doğruyu söylesen iyi olur, Art Babrow. Miles’ın sana söylettiklerini değil.”

“İzci sözü,” dedi Art elini kaldırarak.

Ona inanmadım. İnanamazdım. Boğazım pamukla doluymuş gibi


hissediyordum. Boğuluyordum. İki elimle saçlarımı çekiştirdim, evlerde ya da
lamba direklerinde kamera olmadığından emin olmak için etrafımda tam bir tur
attım ve kaldırımdan yürümeye başladım.

“Nereye gidiyorsun?” diye seslendi Art. “Buraya tek başına gelmediğini


biliyorum.”

“Eve gidiyorum!” diye bağırdım.

Ev. Ev iyiydi.

“Evin birkaç kilometre ötede değil mi senin?”

“Muhtemelen.”

“Ne bok dönüyor?” dedi biri. Evin güvenlik kapısı kapandı. “Nereye
gidiyorsunuz? Sana onu burada tutmanı söylemiştim.”

Arkama baktım; Miles, Arta yetişmişti. Geri yürüyüp parmağımı Miles’ın


göğsüne bastırdım. “Sen ne halt ettiğini sanıyorsun? Birinin saçını ateşe verip
beni suçlamasına izin verdin, öyle mi? Çünkü belli ki kıskanıyormuşum? Ne
biçim intikam bu? Kitaplar ayrı, sıra ve diğer her şey ayrı ama bu saçmalık.”

Miles gözlerini devirdi. “Çeneni kapayıp her şeyi bildiğini varsaymayı bırakır
mısın?”

“Tam bir pislik olmayı bırakır mısın?” içimi saran suçluluk duygusuna karşı
istemdışı bir tepki olarak sözcükler ağzımdan fazla hızlı çıkmıştı. Kanıtım yoktu
ama konuşmayı kesmesini istemiştim, işe yaramıştı da; ağzı kapandı, elleri
yumruk oldu. Çenesinde bir kas oynadı. O karşımda bocalarken gözlerimi dikip
ona baktım ama ben de bocalıyordum. Şimdi ne yapacağımı bilmiyordum.

Ev. Eve gitmeliydim.

Celia’nm önderliğindeki çetenin, cadı avına girişen bağnazlar gibi, işlediğim


suçları bağıra çağıra sokakta beni kovaladığını canlandırıp duruyordum
zihnimde. Yanlış bir şey yapmamıştım -hiçbir zaman yanlış bir şey
yapmamıştım-, benim hatam değildi...

“Alex, seni eve götürebilirim,” dedi Art.

Her zaman nazik ol. “Teşekkürler, almayayım.” Döndüm ve tekrar yürümeye


başladım. Nereye gittiğimin bir önemi yoktu. Oradan başka her yere
gidebilirdim. Art başka bir şey söyledi. Sözcükler üzerimden sekip gitti.
Gözlerimi ileri sabitlemiştim. Sokak sessizleşmişti.

Miles önümde, bir ağacın arkasından çıkıverdi.

Nasıl bu kadar hızlı gitmişti oraya bu şeytan? Daha on saniye önce arkamda
değil miydi? Ve şimdi sokağın en az üç ev aşağısından çıkıvermiştı. Bir ayının
saldırısına uğramış gibi üstü başı yırtık pırtık halde bana doğru geliyordu.
Yaklaştığında havayı alkol ve yosun kokusu sardı.

Çillerinin olduğu yerde solgun yanaklarına kan sızdıran yüz minik delik vardı
adeta.

“Seninle konuşmak istemiyorum.” Yanından geçip gitmeye çalıştım ama


gözlerini benimkilerden ayırmadan geri geri yürüdü. Elleri gevşekçe iki yanında
sallanıyordu. Parmakları her zamankinden uzun, sanki çok fazla boğumu varmış
gibi görünüyordu. Midem düğümlendi. Çillerine ne yapmıştı bilmiyordum ama
nasıl tüylerimi ürperttiklerini görmesine izin veremezdim.

Gitmiyordu.

Gitmesini istiyordum.

“Gitsene!” diye bağırdım. Gözünü bile kırpmadı. Gözleri her zamankinden


maviydi; karanlıkta olması gerekenden daha mavi. Güneş arkalarında parlıyordu;
mum gibi içeriden eritiyordu onları. Benzi atmıştı.

“Alex!”

Biri kolumu tutup beni kendine çevirdi.

Miles aynı zamanda oradaydı. Ama bir yeri kanamıyordu. Kıyafetleri de yırtık
değildi. Gözleri de gerçek mavi rengindeydi. Kolumu çekip geriledim. Ve
Miles’a çarptım.

“Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu Miles -normal Miles-, Art da arkasındaydı.

“Ben... ben...”

Ah, olamaz. İki tane Miles vardı. Bir yanlışlık olduğunu biliyordum, böyle
olmaması gerektiğini biliyordum ama Miles uzanıp yüzüme dokununca teninin
soğukluğunu hissettim.

Saçlarıma asılırken dipleri sızlıyordu.

“ikiniz de benden uzak durun.” İki Miles’a işaret ederek en yakın çimenliğe
doğru geriledim. Bir Miles yeterince kötüydü. Ancak iki tanesi katlanılmazdı.

Normal Miles kaşlarını çattı. “Neden bahsediyorsun?”

Kapa çeneni, aptal! diye haykırdı zihnimin gerisindeki ses. Bu kadar kötü
olmaması gerekiyordu.

O gerçek değil.

Gerçek.

Değil, değil.

Soğuk bir parmak yanağımı okşadı.

O zaman sana nasıl dokunabiliyor?

Kanlı Miles ağzı kocaman bir gülümsemeyle kıvrılarak bana bakıyordu. Kan
dişlerine de bulaşmıştı.

Miles asla gülümsemezdi. Öyle gülümsemezdi.

Kanlı Miles üzerime atılırken yere düştüm. Dünya karardı. Ayak sesleri duydum.
Art anlayamadığım bir şeyler bağırdı.

Parmaklar omuzlarımı tutup beni sürüklemeye çalışıyordu. Elimi yumruk yapıp


savurdum ve ete benzeyen bir şeye değdim.
Bir inleme duyuldu.

Parmaklar beni bıraktı.

“Vay canına. Hakladı seni, Patron.”

“Hadi canım. Onu taşıyabilir misin?”

“Denerim.”

Kıvranarak uzaklaşmaya çalıştım ama Art ın tıraş kolonyası, alkol ve yosun


kokusunu bastırıyordu. Kocaman bir kol omuzlarımı, bir diğeri de dizlerimin
arkalarını sardı. Beni kaldırdı. “Çok kötü titriyor; zor tutuyorum.”

“Bu taraftan. Onu eve götüreceğim.”

Ilık bir hava dalgası yüzüme çarpıp geçti. Gözlerimi açmadım, çünkü o orada
olacaktı.

Kamyonetin kapısı açıldı. Gözlerimi aralayınca Art’ın beni yolcu koltuğuna


oturtup kemerimi bağladığını gördüm.

“Partiye dön.” Miles sürücü koltuğuna geçti. “Kimseye bundan bahsetme.”

Hayır; Art! Beni onunla yalnız bırakma!

Ama Art başını salladı ve dönüp gitti. Miles kamyoneti çalıştırdı.

“Alex.”

Pencereden dışarı baktım. Neredeydi?

“Alex, lütfen bana bak.”

Bakmadım.

“Neler oluyor?” Sesi yükselip çatladı. “Neden korkuyorsun sen? Baksana bana!”

Gözucuyla ona baktım. Soğuk havada keskin naneli sabun ve hamurişi kokusunu
alabiliyordum. Miles çabucak tuttuğu nefesini verdi ama rahatlamamıştı.
Gözlüğü burnundan aşağı kaymıştı. Sağ elmacıkkemiğinin üzeri şimdiden
morarmıştı. Gözleri yola döndü.

“Sorun ne?” diye sordu tekrar. “Ne gördün? Sen, ben ve Art’tan başka kimse
yoktu orada.”

Başımı salladım.

Ona söyleyemezdim.

Kesinlikle öğrenmemeliydi.

On Altıncı Bölüm

Kapıyı annem açtı.

Annem beni kollarından çekivermeden önce Miles sadece, “Birdenbire...”


diyebildi.

“Ne oldu?” Annem beni içeri itti. “Ne yaptın?”

“Bir şey yapmadı, anne.” Beni koridordaki sedire oturttu. Oda dönüyor, beni
ortadan kaybolmakla tehdit ediyordu. Annemin Miles’la değil benimle
konuştuğunu fark ettim.

“Partideydik ve o... biriyle konuşmaya başladı,” dedi Miles. “Bağırarak yere


düşünce biz de onu kaldırdık ve ben de buraya getirdim.”

Annem gözlerini dikip ona baktı. “O iz ne? Sana vurdu mu?”

“Evet, ama...”

Gözleri alev alev bana döndü. Omzunun üzerinden Miles’a, “Teşekkürler,” dedi.
“Zahmet verdiğimiz için üzgünüm. Senin için yapabileceğim bir şey olursa
lütfen söyle.”

“Ama bir dakika... o iyi mi?”

Annem kapıyı suratına kapadı.

“Anne!”
“Alexandra Victoria Ridgemont. ilaçlarını almıyordun değil mi?”

“Anne, ben... aldığımı sanıyordum... ben...”

Hışımla banyoya gidip ilaçlarımı getirdi ve elime tutuşturdu. “Iç şunları.


Hemen.” Eğilip sanki dört yaşındaymışım gibi ayakkabılarımı çıkardı. “İlaçlarını
zamanında alacağına inanmıştım. Yıllarca bununla uğraştıktan sonra artık bunu
kendi kendine yapabileceğine güvenebilirim sanmıştım.” Tırnaklarından biri
topuğumu çizdi. “Ona vurduğuna inanamıyorum. Ailesi darp davası açarsa ne
olacak? Bu kadar sorumsuz davrandığına inanamıyorum. Hâlâ bir şeyler görüyor
musun?”

“Bunu nasıl bilebilirim, anne?” Sözcükleri zorla boğazımdaki düğümden


geçirmek zorunda kalmıştım. Gözlerimdeki yaşları sildim, ilaç şişesini açıp
ilacımı yuttum.

“Salona git. Leann’i arıyorum.”

Terapistim Leann Graves. Mezar Kazıcı.

Midem altüst oldu.

“iyiyim, anne, gerçekten,” dedim sesim titreyerek. “Şimdi iyiyim. Birdenbire


oluverdi.”

Ama çoktan telefonu eline almış, başparmaklarıyla hızla tuşlara basıyordu. Nasıl
olur da Mezar Kazıcıyı hızlı aramaya almamıştı? Telefonu kulağına yapıştırdı.

“Sonra da babanı arıyorum,” dedi son derece ciddi, teh-ditkâr bir sesle.

“İyi!” Sesimin kuvveti beni şaşırtmıştı. “O senden daha iyi dinliyor!”

Dudaklarını ince, beyaz bir çizgi halinde birbirine bastırdı ve mutfağa gidip
gözden kayboldu.

Ayağa kalkıp ilaç şişesini yere attım ve odama koştum. Hızla kapıyı açtığımda
duvardaki fotoğraflar havalandı. Makinemi yatağımın üzerine fırlattım ve en
yakınımdaki fotoğrafı çekip aldım. Fotoğrafta parlak kırmızı ve turuncu
yaprakları olan bir ağaç vardı. Sorun, diğer bütün ağaçların yeşil olmasıydı.
Çünkü fotoğrafı ilkbaharın sonunda çekmiştim. Bir başka fotoğrafı çekip aldım.
Bunu Hannibal’s Rest zümrüdüankasını ilk gördüğümde çekmiştim. Kızıl Cadı
Köprüsü’nün üstüne tünemiş, doğruca makineme bakıyordu. Bir fotoğraf daha
aldım ve sonra bir tane daha.

Halının üzerine çöktüm. Fotoğraflar yere saçılmış, fotoğraflarla kaplı


duvarlarımda yeni boşluklar açılmıştı. Gözyaşlarını durmaksızın akıyordu; ıslak,
pis ve aptalca. Bilmem gerekirdi. Daha dikkatli olmam gerekirdi. Şimdi Miles da
öğrenecekti ve herkes...

Kendimi durdurdum. Üzgün olmamın sebebi bu değildi.

Üzgündüm çünkü bilmiyordum. Kanlı Miles’ın gerçek olmadığından emin


olamıyordum. Farkı ayırt etmekte çok ilerleme kaydetmiştim; öyle sanıyordum.
Bu fotoğrafların bir anlamı yoktu. Kapı açıldı ve minik bir gövde odama girdi.
Kollarımı açtım ve Charlie tereddüt etmeden kucağıma oturdu. Yüzümü
saçlarına gömdüm. O önünde ağlayabildiğim tek insandı çünkü neyim olduğunu
ya da bir şeye ihtiyacım olup olmadığını veya yardım isteyip istemediğimi
sormayan tek kişi oydu.

Sadece orada, yanımdaydı.

Sihirli Sekiz Topu IV

Ben deli miyim'?

Odaklan ve tekrar sor

Ben deli miyim?

Yanıt belirsiz tekrar dene

Ben deli miyim?

Şu an öngöremiyorum Şimdi söylemesem daha iyi Odaklan ve tekrar sor Şimdi


söylemesem daha iyi Yanıt belirsiz tekrar dene Şu an öngöremiyorum Sonra
tekrar sor Sonra tekrar sor Sonra tekrar sor

İkinci Kısım

Istakozlar
On Yedinci Bölüm

Sonraki birkaç haftayı hastaneye gidip gelerek geçirdim.

İkinci haftanın sonunda daha ziyade salonumuzda vakit geçiriyordum ama


Mezar Kazıcı, Londra Hava Saldırısı gibi ilaç yağdırıyordu üzerime.

Her sabah Kanlı Miles’m hafızama kazınmış görüntüsüyle uyanıyordum ve her


gece spor salonunun kırmızı boyayla üzerine Komünistler yazılmış zemininde
dururken, McCoy’un skor tabelasının arkamda kıkırdadığını görüyordum.

Artık hiçbir şeyin tadını alamıyordum, hiçbir şey iyi hissettirmiyor, gözüme iyi
görünmüyordu. Sebebi ben miydim yoksa yeni ilaçlar mıydı, bilmiyordum.
Yiyecekler kusma isteği uyandırıyordu; battaniyeler ve giysiler kaşındırıyor, her
ışık gözlerimi kör ediyordu. Dünyam griye dönmüştü. Bazen ölüyormuşum ya
da dünya ayaklarımın altında par-çalanıyormuş veya gökyüzü beni büsbütün
yutacakmış gibi hissediyordum.

Artık işe gidemiyordum. Umurumda da değildi. Fin-negan benden nefret


ediyordu zaten. Bu beni kovması için mükemmel bir bahane olacaktı.

Gizlice Kızıl Cadı Köprüsü’ne bile gitmedim. O riski alamazdım. Ve zihnimin


karanlık bir parçası ağaçların arasında beni bekleyen Kanlı Miles’ı hayal
ediyordu.

Ödevler bunaltıcı bir yoğunlukla geliyordu; özellikle de normal bir eğitimle bile
öğrenmekte yeterince zorlandığım kimya ve yüksek matematik ödevleri. Annem
bana öğretmeye çalıştı ama o da beceremiyordu. Bazı günler dayanamayıp
koridorda ya da mutfakta patlayıp hüngür hüngür ağlayarak bütün evi
hıçkırıklarla dolduracakmış gibi geliyordu. Annemin hayatının ne kadarı
çocukları olmadan öncekine benziyordu, bilmiyordum ama daha mutlu olduğunu
düşünüyordum. Bütün vaktini sürekli ilgi bekleyen müzik dâhisi bir çocuk ile
kendi ilaçlarını bile doğru düzgün alamayan bir diğer çocukla ilgilenerek
geçirdiğini sanmıyordum.

Charlie biraz daha farklıydı çünkü korktuğu ya da bir durumla nasıl başa
çıkacağını bilemediği zamanlarda her zaman ne yapıyorsa onu yapıyor;
saklanıyordu. Salondan, benim kalemden uzak duruyordu ve mutfağa da benim
orada olmadığımı bildiği zamanlarda giriyordu sadece. O ilk iki hafta boyunca
onu neredeyse hiç görmedim ama Mezar Kazıcıyla, özellikle kötü bir seanstan
sonra Charlie kapıda, görüş alanımın dışında durup bana kemanıyla şarkılar
çaldı. Her zamanki gibi “1812 Uvertürü”.

Üçüncü hafta en iyi hafta olmuştu. Pazar günü babam eve geldi.

Yağmur camları dövüyordu. Yastıklardan kalemin içinde, kanepeye yaslanmış,


Beyaz Saray Nixon kasetlerindeki o kayıp on sekiz buçuk dakikalık kayıtların
içeriğini merak ederken yağmur damlalarıyla buğulanan araba farlarını gördüm;
bir araba yanaşırken çakıltaşları çıtırdadı. Belki annem haberim olmadan bir yere
gitmişti ve şimdi dönüyordu. Ama beni yalnız bırakmaması gerekiyordu.
Bırakmazdı.

Araba kapısının kapanma sesi geldi. Biri kapıdaki sinekliği açtı.

“BABAM GELDİ!” diye bağırdı Charlie mutfaktan.

Kalemden dışarıya bir göz attım. Annem tam kapının eşiğinde duruyordu;
arkasından Charlie’nin kırmızı saçları görünüyordu.

Sonra tepeden tırnağa sırılsıklam, yanık tenli biri kapıdan başını uzattı. Beni
görünce kenarları kırışmış sıcak, koyu renk gözleriyle gülümsedi.

“Selam, Lexi!”

Aceleyle kaleden çıkmaya çalışırken neredeyse kahve sehpasıyla kafamı


yarıyordum. Battaniyem hâlâ bir pelerin gibi üstümdeyken kollarımı boynuna
dolayıp yüzümü yakasına gömdüm.

“Selam, baba,” diye geveledim.

Güldü ve o da bana sarıldı. “Lex, sırılsıklamım.”

“Umurumda değil.” Sözlerim daha ziyade mımmmmm gibi çıkmıştı.

“Elimden geldiğince çabuk geldim,” dedi onu bıraktığımda. “Biliyor muydun,


Güney Afrika gerçekten çok uzakmış?”

On Sekizinci Bölüm

1
(Chiang Kai-shek.) Çin milliyetçi hareketi Kuomintang’in lideridir, Tayvan’da
başkanlık yapmıştır, (ç.n.)
ım

Yastıktan kalemi, kanepe tekrar oturulabilir hale gelecek kadar bozdum.


Babamla birlikte ben bütün gün History Channel izleyip satranç oynadık. Akşam
olduğundaysa annem ile Charlie de bize katıldı. Charlie köşedeki gerçek boyutlu
George Washington heykelinin arkasında kemanını çalarak Delaware nehrini
geçişi canlandırdı.

Babamla baş başayken okulu ve o yokken neler yaptığımı sordu. “Arkadaşlar”


kelimesinin etrafından ustalıkla dolandı; bunun için ona minnettardım. Ama onu
ikna ettim.

“Onlar benim arkadaşlarım. Yani, gerçekten öyleler. Ya da öyleydiler... umarım


hâlâ arkadaşızdır, eğer biliyorlarsa...” “Eğer gerçekten arkadaşsanız durumunu
önemsemeyeceklerdir, Lexi.” Babam sarılıp beni kendine doğru çekti. Yağmur
kokuyordu. “Onlardan bahsetsene biraz.”

Ben de ona kulübü anlattım. Üçüzleri. Art’ı ve minyon bir adamı parmağıyla
göğsünden dürterek bile öldürebileceği halde hâlâ bir oyuncak ayı gibi
davrandığını. Jetta ile Fransız soyunu. Tucker’ı ve komplo teorilerini anlattım.
Son iki haftadır hiç gülmediğim kadar güldüm.

“Seni eve getiren çocuk kim?” diye sordu babam birden beni afallatarak.
“Yumrukladığın hani?”

“Bunu nereden biliyorsun?”

“Annen söyledi,” dedi gülümseyerek. “Yumruk mu atıyorsun? Bugünlerde


oğlanlarla böyle mi dalaşıyorsun?” Beni dirseğiyle dürttü. Onu savuşturup
kızaran yanaklarımı saklamaya çalışarak battaniyeme daha sıkı sarıldım.
Oğlanlarla “dalaşmak” son zamanlarda programımda yoktu.

“Miles diye biri işte.”

“Miles diye biri işte}”

Onu duymazdan geldim. “Kulübü yönetiyor.”

“Ne, bu kadar mı? Başka bir şey yok mu?”


“Ee, ne bilmek istiyorsun? Okul birincisi. Gerçekten uzun boylu.”

Babam okul birincisi ifadesine onaylayan bir sesle tepki verdi.

“Acamapichtli’nin kim olduğunu biliyor,” diye ekledim bir süre sonra. “Diğer
Aztek hükümdarlarının çoğunu da. Ve Tlatocan’ı da.”

Babamın onaylayan sesi bir oktav yükseldi.

“Ve Almanca konuşabildiğinden oldukça eminim.” Babam gülümsedi. “Bu


kadar mı?”

Öyle yan yan bakarken yüzümü yine ateş basmıştı. Sanki Miles’tan
hoşlanıyormuşum gibi. Sanki onu düşünmek isti-yormuşum gibi. Sadece o aptal
suratını ve aptalcasına mavi gözlerini düşünmek beni gezegendeki en kafası
karışık insana çeviriyordu.

“Hayır,” dedim battaniyeme gömülerek. “Ayrıca çok güzel yumruk yiyor.”

Üçüncü haftanın sonunda dünya dengesini yeniden sağlamıştı. Babam evdeydi,


annem mutluydu ve ben de pazartesi günü okula gidebilecektim. Tabii ki
midemde çalkalanan gerginlikten kusmak istiyordum ama artık (kuşkusuz geç
kalınmış) üniversite araştırmalarıma geri dönüp okuldaki derslerime yetişebilir
ve arkadaşlarımı görebilirdim.

Miles’ın onlara bir şey söylemediğini varsayarak tabii. Söylediyse benimle


konuşmak bile istememeleri yüksek ihtimaldi. Ama neyse ki benimle iletişime
geçmeye çalıştıklarını düşünüyordum. Telefon her zamankinden çok çalıyordu
ve birkaç kez birileri kapıyı çaldı ama annem tarafından geri postalandı. Keşke
kendi cep telefonum olsaydı ama annem muhtemelen onu da elimden alırdı.

Pazar gecesi koridordan -fotoğraflarımın hepsini yeniden asmayı bitirmiştim-


salona giderken mutfaktan annemle babamın seslerini duydum. Benim hakkımda
konuşuyorlardı. Kapının dışındaki duvara yaslandım.

“... bu iyi bir fikir değil, o kadar. Durum göründüğü kadar kötü değilmiş gibi
davranamayız.”

“Henüz o noktaya geldiğimizi sanmıyorum. Lexi sorumluluk sahibi bir kız. Bir
şeyler canını sıkmış olmalı. İlaçlarını almayı unutacağını san...”
Kalbim babama minnetle dolup taştı.

“David, gerçekten,” dedi annem. “Bunu bilemezsin. Ya almak istemediyse?


Yeterince dikkat etmemiş olmak benim suçum ama... konu bu değil. Sorun
ilaçlar değil. Bu daha önce de oldu, tekrar olabilir ve giderek daha kötü bir hal
alıyor.” “Yani onu uzaklaştırmak istiyorsun? Gerçekten onun için en iyisinin bu
olduğunu mu düşünüyorsun? Onu bir tımarhanede kalmaya ikna etmenin?”

Sözcük havada yankılandı.

“Ah, David, lütfen ama.” Annemin sesi fısıltıya dönüştü. “Artık öyle
olmadıklarını biliyorsun. Tımarhane bile denmiyor artık. Akıl hastanesi
deniyor.”

Çabucak salona gidip kanepenin üstünde kıvrılıp battaniyeme sıkıca sarındım.


İyi hissetmek buraya kadardı. Annem bağırsaklarımı çıkarıp boynuma bir ilmek
geçirmek için kullanmıştı. Sadece ayaklarımın altındaki tabureyi tekme-
lememişti henüz.

Beni o yerlerden birine gönderemezdi. O benim annemdi. Benim için en iyisi


neyse onu yapmalıydı, beni başından kolayca atmasını sağlayacak şeyi değil.
Bunu nasıl aklından geçirebilirdi? Kapının eşiğinden beni izleyen kocaman mavi
gözleri fark etmem biraz vakit almıştı.

“Gel buraya, Charlie.” Kollarımı açtım. Charlie tereddüt etti, sonra koşarak gelip
kucağıma oturdu. Battaniyemi ve kollarımı ona sardım.

Olanların ne kadarını ona anlatacağımı düşünmekten kurtardı beni. “Kafan


bozulunca bu hoşuma gitmiyor.” Kafamın kelimenin tam anlamıyla
bozulmadığını bilecek kadar büyük ve zeki olduğunu biliyordum ama bunu o
kadar uzun zamandır böyle tanımlıyordu ki artık bir önemi yoktu. Sanırım bunu
bozuk ve tamir edilebilecek bir şey gibi düşünmek ona iyi hissettiriyordu.

“Benim de hoşuma gitmiyor,” dedim. “Neden olduğunu biliyorsun ama değil


mi? Kafamın neden bozulduğunu?” Charlie siyah kaleyi ağzından çıkarıp başını
salladı. “Beyin kimyasalları halüsinasyon yapıyor...”

“Peki halüsinasyonun ne olduğunu biliyor musun?” Yine başını salladı.


“Araştırdım.”
Haftanın Kelimesi olabilir miydi? Ona daha sıkı sarıldım. “Hani bir süre önce bir
partiye gitmemi istememiştin, hatırlıyor musun?”

“Hı-hı.”

“Uç hafta önce de hastaneye gitmemi istememiştin hani?” “Evet.”

Bir nefes alıp kendimi topladım. Hazırlıksız yakalan-masındansa en kötüsüne


şimdiden hazır olması daha iyiydi. Annemle babam bunu ona asla söylemezdi.
Çok geç olana dek.

Belki ona şimdi söylersem -eğer kendimi de buna hazırlarsam- bundan hâlâ
kaçınabilirdim.

“Yine gitmem gerekebilir. Ve sadece birkaç saat, gün ya da hafta için de değil.”
Düşünmeden saçlarından bir tutam alıp örmeye başladım. “Tamam mı? Geri
dönmeyebilirim. Bilmeni istedim.”

“Annemle babam biliyor mu?” diye fısıldadı Charlie.

“Evet, biliyorlar.”

Bunun annemizin fikri olduğunu bilmemesi daha iyiydi. Bir gün öğrenirdi ama
şimdilik yüce bir gücün beni olmam gerektiğini düşündüğü yere gönderdiğine
inanmaya devam edebilirdi. Annemle babama güvenmeye ve benim sızlanan,
satranç oynayan, seferlere çıkan Şarlmanım olmaya devam edebilirdi.

On Dokuzuncu Bölüm

urma hastalığım monoydu.

Herkes bana inandı. Miles, Tucker ve Art hariç herkes. Art inanmamıştı çünkü
krizim sırasında beni o taşımıştı. Tucker inanmamıştı çünkü annesi ile babası
doktordu ve biri mono hastalığının semptomlarını bilmediğinde bunu
anlayabiliyordu.

Milesın inanmama sebebi ortadaydı.

Erwin’i çalıların arasındaki yerine saklarken üç kere çevre kontrolü yaptım ve


gözlerim yine takım elbiseli adamların park yerini gözetlediği çatıya kaydı.
Devlet okullarının çatılardan park yerlerini gözetleyen takım elbiseli güvenlik
elemanlarının olmadığını anlamam birkaç dakikamı aldı. Fotoğraflarını çektim.
Fotoğrafların artık bana faydası olacağından emin değildim ama bunu yapmak
daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Sanki kendime yardım etmek için bir şey
yapıyormuşum gibi hissediyordum. Sanki böyle bir şey olabilirmiş gibi.

Hâlâ yetişmem gereken çok fazla ders vardı ve çoğunu nasıl yapacağıma dair en
ufak bir fikrim de yoktu. Dördüncü dersten sonra kafeteryaya girdiğimde öğle
arasını yemek yemek yerine çalışarak değerlendirdim. Yiyeceğimi kontrol
etmeme de gerek kalmamıştı.

Yedinci dersime giderken o lanet yılanı tavandaki lanet açıklıktan sarkarken


gördüm. Derse geç kaldım ama Miles çoktan laboratuvar çalışmasını tek başına
bitirmişti ve mucize eseri sonuçlarını bana da vermeyi kabul etti. Defterimi
açtım, bıkkın bir şekilde Bayan Dalton’a gözucuyla baktım ve kopyalamaya
başladım.

Miles beni izliyordu. Şüpheye kapılıp başımı kaldırınca, bir kaşı havada,
gözlerini üzerimden ayırmadan baktığını gördüm. Canı sıkılan bir ev kedisi gibi.
Homurdanıp yazmaya devam ettim.

Dersten sonra sessizce sağ tarafımda yürüyerek benimle geldi. İlgi bekleyen
kedi. Başka kim olsa bir dizi paranoyaya sebep olurdu ama o olmamıştı.

“Laboratuvar çalışmasını tek başına yapmak zorunda kaldığın için üzgünüm,”


dedim onun için bunun zahmet bile olmadığından emin bir şekilde. “O sonuçlar
epey...” “Peki gerçekte neredeydin?” diye sözümü kesti. “Mono olmadığını
biliyorum.”

Durdum, etrafıma bakındım, çocukların geçmesini bekledim. “Monoydu.”

Miles gözlerini devirdi. “Tabii, benim IQ\ım da yir-mi-beş. Gerçekten, ne


yapıyordun?”

“Mono geçiriyordum.” Ona gerçekten-daha-fazla-zor-lamasan-iyi-olur bakışı


attım ama belli ki Miles Richter her şeyi anlamıyordu çünkü alaycı bir kahkaha
atıp önüme geçerek yolumu kesti.

“Evet, mono hastalığının semptomları aslında orada olmayan şeyleri, hiç sebep
yokken çığlık atmayı ve sanki baltayla öldürülmek üzereymişsin gibi yerde
debelenmeyi de içeriyor çünkü.”

Yüzümü sıcak bastı. “Monoydu,” diye fısıldadım.

“Sen şizofrensin.”

Aptal gibi gözlerimi kırpıştırarak orada öylece durdum.

Bir şey söyle, aptal!

Eğer bir şey söylemezsem artık hiç şüphesi kalmayacaktı.

Bir şey söyle, aptal!

Dönüp uzaklaştım.

Miles’ı dizlerinden vurmayı her zamankinden çok istiyordum. Akıl sağlığımla


ilgili ithamlar, birini-ateşe-verip-su-çu-sana-attım dondurmasının üstüne çilek
kondurmuştu. Götlükte çıtayı yükseltmişti. O ateş olayı yüzünden hapse
girebilirdim; Celia’nın babası avukat olmakla birlikte ailesi oldukça zengindi.
Bizse o kadar fakirdik ki annem evi geçindirmek için her hafta maaşımın dörtte
üçünü alıyordu.

Theo eğer Celia’nm saçını ateşe verme işinin arkasındaki gerçekten Adileş
olsaydı, suçu üstlenmeme izin vermeyeceğine dair beni temin etmişti. O kadar
ciddi bir şey için buna izin vermezmiş...

Ona inandığımdan emin değildim. Miles’m para için yaptığı şeyler açıkça
ortadaydı. Birinin eski erkek arkadaşının Golden Retriever’ını çalmıştı
gerçekten.

Daha sonra Miles’dan uzak durdum. Celia’dan da uzak durmaya çalıştım.


“Canına kast edildiği’ni söyleyerek dolaşıyordu okulda. Sürekli gözlerini dikip
bana bakıyordu ve ne zaman yakınlarında olsam saçını savurarak ne kadar kısa
kestirmek zorunda kaldığını üstüne basa basa söylüyordu. Stacey ile Britney bile
artık biraz Celia’ya karşı biraz temkinli görünüyorlardı; sanki saçını kendisi
ateşe vermiş gibi.

Haftanın çoğunda Miles’la konuşmadım. Çarşamba günkü laboratuvar


dersimizde deney şişemizi kırıp masanın her yerine kimyasallar döktüğüm
zaman bile. Miles eğilip parçaları topladı. Sonra da deneyimiz mahvolduğu için,
sonunda herkesinkinden daha doğru çıkan bir sonuç uydurdu.

Perşembe gününün sonunda spor salonuna girdiğimde Art ile Jetta tribünlerin bir
ucunda iskambil oynuyordu. Miles da eski defteri suratının önünde açık bir
şekilde, bir üstlerindeki sırada uzanmıştı. Amigo takımı salonun diğer ucunda
çalışıyor, sesleri duvarlardan yankılanıyordu.

Kulübe doğru yaklaşırken Art arkaya uzanıp Miles’ı dürttü.

“Selam.” Jetta’nın yanma oturdum. Aramızda en az altmış santim vardı ama yine
de yeterliydi.

“N’aber?” dedi Art. “Yangınla ilgili bir şey diyen oldu

V>

mur

Miles defterinin kenarını kaldırıp gözucuyla baktı. Bakışlarımız


karşılaştığındaysa inledi.

“Pek olmadı. Garip bakışlar vardı ama pek başka bir şey olmadı. Ben yapmadım
zaten.”

“Biliyoruz. Celia yaptı,” dedi Art.

Ona bakakaldım.

“Ne?”

“Celia kendisi yaptı. Oraya dönüp onu sorguya çektik.” “Onu... onu sorguya mı
çektiniz? Ne yaptınız peki? Makyajını silip gizli kimliğini ortaya çıkarmakla mı
tehdit ettiniz?”

“Mein Chef ‘kaşlarını tıraş edeceğini’ söyledi.” Jetta coşkuyla gülümsedi.


“Başka şeyler de söyledi. Celia bize her şeyi anlattı; yangını kendisi başlatmış,
Stacey ile Britney suyu getirmiş ve suçu da sana atmışlar.”

Mein Chef? Miles’tan mı bahsediyordu? Başımı kaldırıp ona baktım ama o


sadece homurdandı.

“Stacey ile Britney’nin söndürmesi iyi oldu,” dedi Art. “Yanmasına izin verseler
başın büyük belaya girerdi.”
U0ui,” dedi Jetta. “Büyük bela.”

Miles yine homurdandı. Hışımla arkamı döndüm. “Neyin var senin?”

“Belki sana söylemek istemiyorumdur,” dedi ters ters. Doğrulup bir yerlerden
kalem çıkarıp defterine bir şey karalayacak kadar bir süre için oturdu sadece. Sol
elinin yan tarafı serçeparmağından bileğine kadar siyah mürekkep lekesiyle
kaplıydı. Belki de defterinde mafya işlerinin bir listesi yazıyordu. Ya da ona
borcu olan insanların listesi. Belki de... ahh, belki de ölüm listesiydi.

Eminim benim adım birkaç yüz kere geçiyordu.

ileri seviye matematik tek başına bile baş belasıydı ama East Shoal amigo
takımının haykırmaları ile kıkırdamalarını ekleyince katlanılmaz oluyordu.
Güçlükle türevleri çalıştığım bir yarım saatten sonra amigo kızların sesi kesildi
ve koç gelip onlara seslendi.

“Pekâlâ, hanımlar,” dedi kırk yaşlarında, karman çorman koyu renk saçları olan
Koç Privett. “Basketbol sezonu açıldı ve yeni bir amigo kaptanı seçme vakti
geldi. Hannah fikrini söyledi ve ben de ona katılıyorum.”

“Kim peki?” diye sordu biri. Bütün grup kıkırdadı.

Koç Privett, “Ritim alayım lütfen,” dedi ve kızlar ayaklarını yere vurmaya
başladı.

Art ile Jetta iskambil oyunlarını bırakıp amigo kızlara pis bakışlar attılar. Miles
sinirle yan tarafına döndü.

Celia amigoların arasında, kanlı bir et parçasının önündeki bir sırtlan gibi
oturuyordu. Gözlerinde kızların ne istediklerini bildikleri ve elde etmek için her
şeyi yapacakları zaman takındıkları o ölümcül takıntılı ifade vardı.

Ne zaman Miles’a baksa gözlerinin aldığı ifadenin aynısıydı. Bu bana hiç


mantıklı gelmiyordu. Hangi kız aklını Miles’a takardı ki? Ben bile ona
takmamıştım. Ben, onun Mavi Göz olduğunu düşünen ve değilse bile, alnına
düştüğünde saçını eliyle bir yana tarayışını ya da her ders başladıktan tam yirmi
dakika sonra bacaklarını nasıl esnettiğini izlemeye hiç aldırmadığıma dair
talihsiz bir çıkarıma varan ben.

En azından benim ona olan ilgimin sebebi ondan kurtulamıyor olmamdı.


Celianın farklı bir sebebi olmalıydı.

“... Britney Carver!”

Kızlar arasında kıpırdanmalar oldu ve sonra bir alkış ve tezahürat koptu; Britney
tiz bir çığlık atıp ayağa kalkarak hafifçe selam verdi.

Celia tezahürat etmedi ve alkışlamadı. Sözde en iyi arkadaşını geniş, kuduz


gözlerinde soğukkanlı bir katil bakışıyla izlerken bütün suratı kıpkırmızı
olmuştu. Bunu bir karikatür olarak canlandırabiliyordum zihnimde; Celia’nın
dişleri, uzun ve sivri hayvan dişlerine dönüşüyordu ve kulaklarından buhar
fışkırarak Britney yi ensesinden yakalayıp gözleri yuvalarından fırlayana kadar
kızın boğazını sıkıyordu.

Koç Privett toplantıyı bitirip amigo kızlar dağıldıktan sonra Celia elleri iki
yanında, çenesini sıkarak orada öylece durdu. Gözleri çabucak salonu taradı ve
beni ona bakarken yakaladı. Kitabıma baktım. Dönüp paldır küldür yürüdü ve
skor tabelasının altında durdu.

Birinin, sadece öyle yaratıldığı için onun gibi davranıyor olması mümkün
müydü? Yoksa her zaman bir sebep var mıydı? insanlar benim garip
davrandığımı gördüklerinde kötü biri olmadığımı düşünmelerini isterdim. Ya da
en azından karar vermeden önce bir sorunum olup olmadığını sormalarını.

“Patron, işimiz bitti mi?” diye sordu Art.

Uyuyakalmış olan Miles aniden uyanıp eve gitmekle ilgili bir şeyler geveledi.
Çantalarımızı toplayıp çıkışa yöneldik. Son çıkan bendim ve tam kapı
kapanmadan önce bağrışmalar başladı.

Ama ses Celia’nm değildi.

Şaşkınlıkla arkamı dönüp başımı spor salonunun kapısından içeri uzattım. Skor
tabelasının altında Celia’yla birlikte sırtı bana dönük, şık bir takım elbise giymiş,
dalgalı sarı saçları beline kadar uzanan bir kadın duruyordu; Miles ve diğerleri
duyamayacak kadar uzaktaydılar.

Celia’nm başı öne eğikti; sanki kendini etrafındaki her şeye kapatmaya hazırmış
gibi ellerini kulaklarına kapamıştı. “İyi olacağını sanmıştım...” dedi. “Sanmıştım
ki...” “Durum kontrolünde mi sanmıştın?” Kadının sesinde zehir dolu bir tatlılık
gizliydi. Bu sesi daha önce de duymuştum; okulun ilk günündeki voleybol
maçında.

“Kontrolümdeydi,” diye sızlandı Celia. “Neden oldu bilmiyorum... beni


seçeceklerini sanıyordum...”

“Ama seçmediler. Açıklamak ister misin?” “Bilmiyorum!” Celia bir eliyle saçını
savurdu. “Her şeyi tam olarak söylediğin gibi yaptım! Aynen öyle yaptım!”
“Belli ki yapmamışsın,” dedi kadın. “Partide çevirdiğin o numarayla vaktini
boşuna harcadın. Kendi kuyunu kazdın ve şimdi de benim planımı
mahvediyorsun. Şimdi nereye gitmeyi düşünüyorsun?”

“Amigoluğu sevmiyorum bile. Hem Britney benim arkadaşım. ..”

“Arkadaşın mı? O sürtüğe arkadaş mı diyorsun şimdi de? Bu konuda bir şeyler
yapmalısın, Celia. Ona bunu hak etmediğini göstermen gerek.”

Celia anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı.

“Bir de kalkmış bir oğlanın bütün bunları düzelteceğini sanıyorsun,” dedi kadın
kızgınlıkla. Kan kırmızı ojeli tırnakları kolunda ritim tutuyordu. “Onu beş yıldır
tanıyorsun ve sana bir kez bile bakmadı. Kaşlarını tıraş etmekle tehdit etti seni!
O bir engel, Celia! Kurtulman gereken bir engel.”

“Hayır, değil!”

“Ben senin annenim; ben bilirim!”

Anne mi?

Celia artık ağlamaya başlamıştı. Annesine sırtını dönüp gözünü silerek çirkin
rimel lekeli yaşlarını suratına dağıttı. Elinden bir şey kayıp yere düşünce irkildi.
Cep telefonuydu.
Telefonu almak için eğildiğinde beni gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı.

Tüm hızımla koşarak uzaklaştım.

Sihirli Sekiz Topu V

Istakozları düşündüğün oluyor mu hiç?

Çok şüpheli

Ben her zaman düşünüyorum. Bunu zaten biliyorsun; hikâyelerini anlatmıştım.

Evet

Akvaryumdaki ıstakozlar diğerlerine yardım etmeye çalışıyor mu sence? O


yüzden mi öyle üst üste yığılıyorlar? Yoksa hepsi ölüme mahkûm olduklarını
bildikleri için birbirlerine eşlik mi ediyorlar?

Şimdi söylemesem dahi iyi

Her halükârda yanında binlerinin olması güzel olmalı.

Ertesi gün ikimiz de Finnegan’da akşam vardiyasında çalışırken Tucker’a Celia


ve annesinden bahsettim.

“Annesi okula mı gelivermiş yani?” dedi Tucker. “Ben aralarının iyi olmadığını
sanıyordum.”

Bu karşılaşmanın bir tür halüsinasyon olabileceği fikrini değerlendiriyordum


ama teyit gelmişti; Tucker bile Celia’nın annesini tanıyordu.

“Eh, birbirlerini görmekten mutlu görünmüyorlardı. Annesi onu izliyor


olmalıydı bence,” dedim. “Biz çıktıktan hemen sonra oradaydı. Ama Celia beni
gördüğünde spor salonunun öbür ucundan uçarak gelip beni ölümüne
boğacağına yemin edebilirdim.”

Tucker başını salladı. “Bunu Celia’nın Garip Diyalogları Listesine ekle.”

“O ne demek oluyor?”

“McCoy’un sürekli Celia’yla konuştuğunu biliyor muydun?” diye sordu. “Ve


onu sürekli odasına çağırıyor, ikinci sınıftayken danışma görevlisiydim ve eylül
ayının ilk haftasından sonra Celia sık sık gelmeye başladı. McCoy’un ofisine
gelip yarım saat kalıyor, sonra çıkıp gidiyordu. O günden beri de yapıyor bunu.
Bu da annesinin planlarına’ dahil midir sence?”

“McCoy mu? Hayır, McCoy’un herhangi birinin planlarına dahil olduğunu


sanmıyorum.”

“McCoy’dan bahsetmişken.” Tucker tezgâha yaslanıp kalemiyle gözlüğünün


çerçevesine vurdu. “Geçenlerde skor tabelası efsanesinden bahsedince meseleyi
merak ettim, cumartesi günü araştırma yapmak için kütüphaneye gideceğim;
gelmek ister misin? Gelip seni alırım.”

Elimi uzattım. “Anlaştık.”

Gördüklerimi Tucker’a anlattıktan sonra kendimi daha iyi hissettiysem de


sonraki birkaç günü Celia bir yerlerden fırlayıp beni bıçaklayacak mı diye merak
içinde geçirdim. Böyle bir şey yapmadı ama yanına yaklaşırsam beni delik deşik
edeceğine dair uyaran bakışlar attı.

Cuma günü hâlâ diken üstündeydim. Okulun dışında bir bankta oturup park
yerinin boşalmasını bekledim; hâlâ etrafta çok fazla araba vardı ve Erwin’i öyle
düşmanca bir ortama çıkarmak istemiyordum. Araba farları asfaltın üzerinde sarı
ışık birikintileri oluşturuyordu. Çoğu öğrenci spor salonundaki basketbol maçı
sonrası verilecek parti için okulda kalmıştı ve dışarıdaki herkes birkaç dakika
içinde arabasına binip gidecekti.

Bir kişi hariç.

Bir dizi arabanın arkasından çıktığımda onu gördüm. Celia’nın bir elinde bir
boya tenekesi vardı ve omzunun üzerinden arkasına bakarak tenekeyi salladı.

Sırt çantamı bankın üzerinde bırakıp bir sonraki araba sırasına doğru ilerledim,
iki arabanın arasına çömeldim ve üstü açılır beyaz bir arabanın ön camını
boyadığını gördüm.

Ah, harika. Celia annesinin sözünü dinlemişti. Amigo kız intikamı.

Makinem parmaklarımın arasından kayıp asfaltta takırdadı. Celia hemen etrafına


bakındı. Orada çömeldiğimi gördü.
Makineyi alıp diğer yöne doğru son hızla koştum. Celia bir şeyler bağırdı ve
boya tenekesi, yanından geçtiğim bir arabanın tepesine çarptı. Patlayarak her
yere fosforlu pembe boya saçtı. Sola çark edip Celia beni göremesin diye
eğildim. Bir arabanın camından baktım. Arabaların arasından peşimden
geliyordu.

Başımı eğerek geri döndüm ve onu geçip bir minivanın altına girdim.

“RIDGEMONT!” Spor ayakkabılarını görebiliyordum. Diğer tarafa dönüyordu.


Minivanın yanından geçerken nefesimi tuttum.

Lütfen, lütfen bu bir halüsinasyon olsun. Çünkü eğer değilse, Celia Hendricks’in
gerçekten keçileri kaçırdığı anlamına geliyordu. Belki annesi yüzündendi ya da
belki hep böyle biriydi ama beni o an bulursa saçlarımı yolacağından şüphem
yoktu.

Kurtuluşum birkaç saniye sonra belirdi.

“Milesie!” dedi Celia tiz bir sesle.

“Ne yapıyorsun, Hendricks?” Miles’ın ayakları -parlak ayakkabılı ayakları-


görüş alanıma girdi. Hep böyle, topuktan tabana basarak, sanki yoluna çıkanı
devirecekmiş gibi yürüyordu.

“Ah, hiçbir şey. Takılıyordum sadece. Ya sen?”

Şimdi ikisi de tam minivanın önünde duruyordu.

“Hiçbir şey,” diye yanıtladı Miles. Sesi alçak ve keskindi. “Sadece neden park
yerinde koşturup deli gibi bağırdığını merak ediyordum.”

Celia tereddüt etti. “Bir sebebi yok. Benim gitmem lazım. Ama yarın
görüşürüz!”

Aceleyle uzaklaştı ve bir dakika sonra bir araba motoru çalıştı.

Miles hâlâ orada duruyordu. Nefesimi tuttum; giderse ben de Erwin’i alıp
gidebilirdim. Celia’nın beni bu minivanın altında bulmasını ne kadar istiyorsam
onun bulmasını da o kadar istiyordum. Beni böyle göremezdi. Ama sonra mini-
vanın ön tarafına geldi, diz çöktü ve altına baktı. “Eğleniyor musun?” diye
sordu.

Tuttuğum nefesimi verdim ve alnımı asfalta yapıştırdım. Ne pislik herif.

“Delilerden kaçmak her zaman eğlencelidir,” dedim.

Miles arabanın altından çıkmama yardım etti. Ben üzerimi silkelerken, “Peki
niye kovalıyordu seni?”

“Duruma göre değişir,” dedim makinemi açıp Celia’mn Britney’nin arabasını


spreyle boyarken çektiğim fotoğrafını göstererek. Lütfen orada ol. Lütfen orada
ol. “Ne görüyorsun?” Gözlüğünü ittirdi ve bir süre fotoğrafa dikkatlice baktı.
“Celia’nın amigo kaptanlığı pozisyonu konusunda sinirlenip, tüm hıncını hakaret
sayılabilecek kadar cart bir pembe boyayla Britney’nin arabasından çıkardığını
görüyorum.”

Ona sarılmamak için kendimi zor tuttum. “Hah, iyi.” “Britney ye söyleyecek
misin?” diye sordu.

“Neden? Bana inanır mı sence?”

“Bu kanıtla mı? Tabii. Ama Celia varken onun yanına yaklaşman zor.”

“Bunları pazartesi günü Bay Gunthrie’ye falan veririm muhtemelen.”

“Claude’a ver.”

“Neden?”

“O da babasına verip herkesin öğrenmesini sağlar.” “Aşırı derecede kötü niyetli


görünüyor.”

“Celia birkaç dakika önce seni fena halde benzetmeye hazırdı,” diye belirtti.

Pazartesi günü okul gazetesine gidip fotoğrafları Claude’a vermek üzere


kendime bir not düştüm. Miles’la okula yürüdük. Cırcırböcekleri ve
ağustosböcekleri gitmiş, gece sessiz sakin kalmıştı. Miles’ın kamyoneti
kaldırımın kenarına, Ervvin’in çalılığının oraya park edilmişti. Okulun
girişindeki ışıklar bütün yolu aydınlatıyordu. Erwin’i gidonlarından tuttum.
Bisikletimin ön kısmı çalılıkların arasından çıktı. Sadece ön kısmı.
Biri bisikletimi ikiye bölmüştü. Orta kısmı paslanmıştı ama zavallı şeyin beni en
azından bir yıl daha idare edeceğinden emindim, içimde bir öfke dalgası
yükseldi.

Biri bisikletimi ikiye bölmüştü.

Annem bunun olmasına izin verdiğim için bana dikkatsiz diyecekti. Daha önce
bin kere duyduğum halde eşyalarıma sahip çıkmam için bana nutuk çekecekti.
Giysimin koluyla gözlerimi sildim ve boğazımdaki düğümü geri gitmeye
zorladım.

Envin’i bana babam almıştı. Onu ta Mısır’dan getirmişti. O da bir hatıralık


sayılırdı ve babamın bana verdikleri arasında gerçek olduğunu bildiğim
şeylerden biriydi. Paha biçilemezdi.

Ve şimdi mahvolmuştu.

Arka kısmını da alıp hafif şaşkın görünerek hâlâ birkaç adım arkamda duran
Miles a çıkıştım. “Sen mi yaptın bunu?”

“Hayır.”

“Tabii.” Çantamı banktan alıp kaldırımda yürümeye başladım.

“Eve yürüyerek mi gideceksin?”

“Aynen.”

“Harika planmış.” Önüme geçti, “izin veremem. Karanlıkta olmaz.”

“Eh, senin adına üzüldüm.” Ne ara beyaz atlı prens olmaya karar verdiğini
merak ettim. “Senden izin istemedim.”

“Ben de senden istemeyeceğim,” diye yapıştırdı cevabı. “Kamyonetime atarım


seni.”

“Ben de tecavüz diye bağırırım,” diye yapıştırdım.

Gözlerini devirdi. “Bisikletini ikiye ben bölmedim. Yemin ederim.”

“Neden inanacakmışım sana? Yalan söyleme konusunda adın çıkmış, seni pis
hırsız.” Omuz silkti.

“Kendini kimseye karşı savunmuyorsun, değil mi?” Kamyonetini işaret etti.


“Lütfen biner misin?” Çabucak etrafıma bakındım; beni eve götürecek başka bir
araç bulmak imkânsız olacaktı. Ve karanlıkta sessiz sokağa bakınca eve
yürüyerek gitmenin pek iyi bir fikir olmadığını fark ettim. Evet, gece yarıları
Kızıl Cadı Köprüsü’nde takılıyordum ama o, silah olarak beyzbol sopamın
olduğu, ağaçlar tarafından gizlendiğim bir şehir efsanesinden ibaretti. Buradaysa
vasat bir gövde gücüne, işaret fişeği gibi saçlara ve öyle olmadığı halde saldırıya
maruz kaldığımı sanmama sebep olacak bir akıl hastalığına sahip, ergenlik
çağında bir kızdım.

En azından Miles ı, suratındaki hayal kırıklığının numara olmadığını bilecek


kadar tanıyordum. Böylece Erwin’in iki parçasını kamyonetinin arkasına attım
ve yolcu koltuğuna oturdum. Araba hâlâ hamurişi ve nane kokuyordu. Farkında
olmadan derin bir nefes alarak kokuyu içime çektim ve hızla geri verdim. Miles
sürücü tarafındaki camdan içeri baktı ve küfredip koltuktaki kâğıt destesini aldı.

“Affedersin, bunları bırakmam gerekiyordu. Unutmuşum. Hemen geliyorum.”

Çabucak okula girdi. Kâğıtlar haftalık programı olmalıydı ama onları unuttuğuna
pek inanmamıştım. Miles hiçbir şeyi unutmazdı.

Kamyoneti şaşırtıcı derecede temizdi. Gösterge panosu sökülmüş, radyo


darbeyle içe göçmüştü ve klimanın tutamağı yoktu. Miles sırt çantasını sürücü
koltuğunun arkasına belli ki alelacele sokuşturmuştu çünkü çanta yanlamasına
duruyordu ve içindekiler küçük alana saçılmıştı. Kimya kitabının altından kara
defterinin ucu görünüyordu.

Tek şansımdı bu. Şöyle bir bakabilirdim. Miles Rich-ter’ın psikolojik buz dağına
bir göz atabilirdim. Hâlâ East Shoal’un içinde olduğundan emin olmak için
etrafa baktım ve defteri aldım.

Deri kaplıydı. Arka kapağın içine tutturulmuş birkaç kâğıt parçası vardı ama
onları geçip defterin ortasını açtım. İki sayfada kargacık burgacık karalamaları
vardı. Başa dönüp sayfaları çevirdim. Bütün sayfalar matematik denklemleriyle
doluydu. Hiç görmediğim semboller ve kenarlara karalanmış notlar vardı.
Kitaplardan alıntılar ve başka notlar vardı. Bitki ve hayvanların bilimsel
sınıflarının listeleri ve daha önce hiç karşılaşmadığım sözcükler içeren bir sürü
liste vardı. Günlük yazıları gibi tarih atılmış Almanca paragraflar vardı. Tanıdık
isimlere rastladım; kulübün diğer üyelerinin ve benim adlarımız gibi.

Ve bir de sanki bunları özel olarak hatırlamak istemiş gibi karalamalardan birkaç
boş sayfayla ayrılmış, tarihleriyle birlikte yazılmış kısa, bir iki cümlelik ifadeler
vardı.

Zekâ ne kadar bildiğinle değil, öğrenme kapasitenin ne kadar olduğuyla ölçülür.

Asla sandığın kadar harika ya da zavallı değilsin.

Seçilmekte sona kalanlar bunun nasıl bir şey olduğunu gerçekten bilen yegâne
kişilerdir.

Bisiklet park yeri olmayan okulların cezai ihmalden yargılanması gerekir.

Değişmesini, gerçek haline dönmesini bekleyerek okulun ilk günü tarihli son
satıra bakakaldım çünkü bunu benim uydurmuş olmam gerektiğini biliyordum.
Eğer bu bir yerlerden alıntılanmış bir cümle değilse, eğer kendi gözlemlerinden
biriyse... Cliff’e benim için karşı gelmediği konusunda yalan söylemiş olmalıydı.
Celia, Erwin’le alay etmişti ve Cliff yolumu kesmişti; Miles da bunu benim için
yapmadığını söylemişti... bu defter hiç Miles’ı yansıtmıyordu. Ondan çok daha
nahif birine ait gibi görünüyordu. Bir şeyleri bilmeyi gerçekten seven birine.
Bilimsel sınıflandırmalar. Karmaşık matematik denklemleri. Kelimeler. Başımı
kaldırdım. Miles okuldan çıkmış geliyordu. Homurdanarak defteri kimya
kitabının altına geri koydum. Şüpheli görünmemeye çalışarak önüme döndüm.
Sürücü koltuğuna oturdu.

“Bir sorun mu var?” diye sordu.

“Birinin bisikletimi ikiye böldüğünü unuttun galiba.” “Sen de benim bir


kamyonetim olduğunu unutmuş gibisin,” dedi Miles. “Seni getirip götürebilirim.
Okula en azından.”

“Sağ ol, almayayım,” dedim.

“Gerçekten. Şaka yapmıyorum. Şayet benden o kadar kaçınmıyorsan.


Umurumda değil. Sıraya girebilirsin.” Anayola döndü. Defterdeki satır mideme
oturmuştu.
“Hayır, kaçınmıyorum.” Sonra rahatsız edici bir mutlulukla partideki gibi
rahatça akan sohbet havasına geri döndüğümüzü fark ettim. “Ama bunu neden
teklif ettiğini bilmek isterim.”

“Nasıl yani?” Yüzünde aklının karıştığına dair samimi bir ifade belirdi.
“Yapılması gereken iyi niyetli şey bu değil mi?” Bir kahkaha patlattım. “Sen ne
zamandan beri iyi niyetlisin ki? Suçlu falan mı hissediyorsun?”

“Belki biraz hassas diyebiliriz. Aklıma gelen ilk şey, benim bir arabam olduğunu
ama seninkinin olmadığını göstermek için kamyonetimle birkaç kez önünden
gelip geçmekti.” Ses tonu rahattı ve gülüyordu.

Yüce Tanrım, gülüyordu. Gerçek, diş gösteren, burun buruşturan, göz çevresini
kırıştıran bir gülümsemeydi. Gülümseme siliniverdi. “Ne? Ne oldu?”
“Gülümsüyordun,” dedim. “Garip geldi.”

“Ah,” dedi kaşlarını çatarak. “Teşekkürler.”

“Hayır, öyle yapma! Gülümseme daha iyiydi.” Sözcüklerin ağzımdan çıkması


garip gelmişti. Ona böyle şeyler söylememeliydim ama kelimeler havada
salınarak gerginliği kaldırdılar. Miles bir daha gülümsemedi. Evimin sokağına
dönüp araba yolumuza park etti.

“Charlie yine keman çalıyor,” dedim. Müzik evden rüzgârda uçan bir kuş gibi
süzülüyordu. “1812 Uvertürü”. Kapıyı açabilmek için biraz yüklenmek zorunda
kaldım. Kapıyı arkamdan kaparken, “Gülümseme daha iyiydi,” dedim tekrar;
sözcükler bu kez daha az garip hissettirmişti. “Daha çok gülümsersen insanlar
seni sever.”

“Ne anlamı var ki ama?” dedi Miles. “Pazartesi o zaman.” “Pazartesi.”

“Burada olayım mı?”

“Olmak istiyor musun?”

Avını gözleyen bir kedi gibi görünüyordu. “Saat yedide. Yediden sonra sensiz
giderim. Bu akşam çalışıyor musun?” “Evet.”

“Orada görüşürüz o zaman. Alex?”


“Evet?”

“Kimseye söylemem. Hani merak ediyorsan.”

Ne demek istediğini biliyordum. Ve doğruyu söylediğini de biliyordum. Sesinde


beni anladığını söyleyen bir şey vardı. Ona inandım.

Erwin’i kamyonetin arkasından aldım. Sonra iki parçayı garajın kapısına


dayadım ve Miles sokakta ilerlerken eve yöneldim. Olan bitenler yüzünden
başım dönüyordu. Celia’nın intikamı. Erwin. Olasılığı giderek artan, Mavi
Göz’ün aslında hiçbir zaman halüsinasyon olmadığı fikri.

Annem beni soru yağmuruna tutmadan önce içeri ancak on adım girmeme izin
verdi.

“O kimdi?”

“Bisikletine ne oldu?”

“Bu akşam işe gideceğini unuttun mu?”

Ve kişisel favorim: “Malum konuşmayı yapmamız gerekiyor mu?”

İrkilip suratımı buruşturdum. Miles’ı o şekilde düşünmeye ihtiyacım yoktu.


Aklım onunla ilgili yeterince karışmıştı zaten.

“Hayır, malum konuşmayı yapmamıza gerek yok, anne. Erkek ve kadın


organlarının nasıl işlediğini biliyorum. Evet, Finnegan’a gitmem gerekiyor.
Hayır, Erwin’e ne olduğunu bilmiyorum.”

“Kamyonetteki kimdi?” Boş kahve bardağını salladı. Kızgın mı yoksa heyecanlı


mı olduğunu anlayamıyordum; gayreti neredeyse bütün duygu emarelerini
gizliyordu. “Miles’dı.”

166 1 seni ben uudurdusrs

Yirmi Birinci Bölüm


Beş yıl önce Komünist olmakla suçladığım kütüphane görevlisinin hâlâ
kütüphanede çalıştığını öğrenince kıkırdadım. Tucker’la içeri girdiğimizde
kütüphaneci kadın bana bakınca biraz daha kıkırdadım.

Sırıtarak, “Beni hatırlıyor,” diye fısıldadım Tucker’a. Tucker bir kahkaha atıp
beni kütüphanenin arka tarafında, duvarın önüne dizilmiş birkaç eski bilgisayarın
bulunduğu bölüme götürdü. Sondaki iki açık bilgisayara geçtik.

“Bu kayıtları internete koymamalarına inanamıyorum,” dedi Tucker durmadan


sarı fareyle tıklayarak. Eski bilgisayar açılırken hırıldadı. “Bunların internete
bağlandığını bile sanmıyorum. Ethernet çıkışları olduğunu da sanmıyorum. Ah,
Tanrım, ya ağ kartları yoksa?”

“Doksanlar cehennemmiş gibi konuşuyorsun,” dedim.

“Muhtemelen öyleydi. Çocukluk nahifliğimiz kurtardı bizi.”

Bilgisayarlar ekranları gidip gelerek açıldı ve masaüs-tündeki gazete arşivlerine


ulaşabildik. Katalog 1990’ların şablon biçimine kurban gitmiş gibi görünse de
yakın zamanda güncellenmişe benziyordu.

“Pekâlâ, bu skor tabelası efsanesini taçlandıracak bir şeyler olmalı diye


düşünüyorum,” dedi Tucker. “East Shoal ya da tabeladan bahseden her şeyi
tara.”

Eski gazete makalelerini gözden geçirmek benim için sorun değildi; onlar da
hâlâ bir tür tarihti; sadece alışık olduğumdan biraz daha yakın zamana aittiler.
Yirmi dakika sonra ilk ipucunu buldum; daha önce gördüğüm bir şeydi.

“‘Scarlet Fletcher, East Shoal amigo takımının kaptanı, babası Randall


Fletcher’ın okulumuza gösterdiği cömertliğin bir hatırası olan Scarlet’ın Skor
Tabelasının açılışını yapıyor.’”

Ekranımı Tucker’a doğru döndürdüm. Kaşlarını çattı. “Tabelanın bundan daha


eski olduğunu düşünmüştüm. Meğer yirmi yıl önceymiş.”

Fotoğrafta Scarlet bembeyaz dişlerini sergiliyordu. Yüzü burada bulanık değildi;


biraz tanıdık gelmişti. Makalenin altında bir fotoğraf daha vardı. Scarlet, koyu
renk saçlı, futbol kaptanı forması giymiş bir çocukla tabelanın altında duruyordu.
Çocuğun gülümsemesi gergindi.
“Yakışıkıymış,” dedim düşünmeden.

“Klasik tipleri beğeniyorsan öyle,” diye homurdandı Tucker.

“O ne demek şimdi?”

“Bir şey değil, bir şey değil.”

“Kıskandın mı, Bay Cıvık Patates Salatası?” “Kıskanmak mı? Bende bu varken
mi?” Tucker gözlüğünü çıkarıp sapının ucunu ısırırken gözlerini kısarak baktı.
Güldüm.

Kütüphaneci bir kitaplığın arkasından başını uzatıp susmamı işaret etti. Hemen
elimle ağzımı kapadım.

Dikkatimizi tekrar araştırmamıza verdik. “Bak, bir şey buldum,” dedi Tucker.
“Skor tabelasıyla ilgili değil ama yine Scarlet’tan bahsediyor.” Ekranını bana
çevirdi.

‘“Sadece 151 kişiden oluşsa da East Shoal’un 1992 mezunları arasında politikacı
Randall Fletcher’ın kızı Scarlet Fletcher ve hem matematik hem de dile
hâkimiyet alanlarında ülke çapında üstün başarı sağlayan sınıf birincisi Juniper
Richter da dahil olmak üzere birkaç kayda değer isim yer alıyor...’” Sesim
giderek alçaldı. “Yoksa bu?..”

“Miles’ın annesi, evet.”

“Scarlet’la birlikte mi okumuşlar? O zaman tabela yapıldığında oradaydı; belki


bu konuda sana bir şeyler söyleyebilir.”

Tucker ensesini ovaladı. “Muhtemelen... böyle bir şey olmayacak.”

“Neden ki?”

“O, ee, Goshen’deki bir akıl hastanesinde.”

“Bir... akıl hastanesinde?” Duraksadım. “Neden?” Tucker omuz silkti. “Başka


bir bilgim yok. Bazen Miles oradayken Finnegan’ı arıyor. Bir keresinde Miles
telefonu kapadıktan sonra numarayı geri aradım ancak görevlilerden biri açtı.”
Elini salladı. “Ve artık insanların hayatlarına kulak misafiri olmakta neden
sakınca görmediğimi öğrendin.” Sandalyeme gömüldüm. “Emin misin?”

“Evet. İyi misin sen?”

Başımı salladım. Kimseye söylemeyeceğine söz verdiğinde Miles’a


güvenmemin sebebi buydu. Böyle bir sırrı saklamanın ne demek olduğunu
biliyordu.

Makalelere geri dönüp Miles, annesi ve Mavi Göz’le ilgili düşüncelerimi


bastırmaya çalıştım. Onu görmek için ilginç, yoğun bir istek duyuyordum.

Onu bulduğumda gözlerim buğulandı ve bacaklarım uyuştu. Kendimi kaptırmış,


1997 yılının makaleleri arasında geziniyordum ki ekrandan fırlayıp suratıma bir
tokat gibi çarpan bir başlık gördüm.

SKOR TABELASI DÜŞTÜ, BAĞIŞÇININ KIZINI EZDİ “Hadi canım,” diye


fısıldadım. “Sanırım hikâyeni buldum, Tucker.”

“Ne?”

“Scarlet doksan yedide ölmüş,” dedim. “Mezunlar günü için okula gittiği zaman
skor tabelası üzerine düşmüş. Ve... Tanrım, tabelayı üzerinden kaldırmaya
çalışan da McCoymuş. Ve onu elektrik çarpmış. Scarlet birkaç saat sonra
hastanede ölmüş ve tabelayı tekrar asmışlar.”

Ona makaleyi gösterdim. Okurken gözleri kocaman açıldı.

“McCoy da Scarlet’la birlikte okumuş,” dedi Tucker. “Onu kurtarmaya çalışmış


ama yapamamış. Şimdi de tabelaya tapıyor çünkü... neden? Birini öldürdü diye.”
Arkasına yaslanıp bir elini düzgünce taranmış saçlarından geçirdi ve bana baktı.
“Nasıl sıyırmış bu herif?”

“Tabela sadece birini öldürmedi,” dedim. “Scarlet’ı öldürdü. O da tabelayı bir


tür... anıta çevirdi. Onun anısına.” Ölü bir kadının anısına.

Kesinlikle garip bir şeyler dönüyordu. Sadece ne olduğunu bilmiyordum.

O gece Kızıl Cadı Köprüsü nün arka tarafındaki tepenin koruluğunda oturmuş,
kısa bir süre için kütüphanede öğrendiklerimi unutmaya çalışıyordum. Scarlet’la
ilgili kısmı değil; ne kadar ilginç olsa da. Miles’la -ve annesiyle- ilgili uykumu
kaçıran bilgiyi unutmaya çalışıyordum.

Gece meltemiyle hışırdayan yaprakların ve suyun şırıltısı dışında etraf sessizdi.


Çoğu araba köprü yüzünden geceleri bu yoldan gitmiyordu, insanlar, köprünün
sağlam olduğuna inanmadıkları için oradan geçmediklerini söylüyordu ama asıl
sebep cadıydı.

Uzun zaman önce, insanlar hâlâ ölüm cezasına çarptırılırken nehrin bu tarafında
bir cadı yaşıyormuş. Bitkisel ilaçlarını ve ritüellerini kullanarak insanlara sadece
şifa vermek isterken yanlış anlaşılan bir cadı değil, o kargaların

kafalarını kesen, çocukları ve küçük evcil hayvanları yiyen bir cadıymış.

Çoğunlukla cadı sorun çıkarmıyormuş -ya da hikâyeye göre öyle— çünkü diğer
herkes nehrin öbür tarafında yaşıyormuş ve kimse ona bulaşmıyormuş. Ama
sonra köprü yapılmış ve insanlar onun tarafına geçmeye başlayınca cadı
sinirlenmiş. Geceleri köprünün başında bekliyor ve hava karardıktan sonra da
karşıya geçmeye kalkan talihsizleri öldürüyormuş.

Sonunda öldürülmüş herhalde. Ama şimdi bile köprüden bir araba gece
geçtiğinde cadının çığlığını duyabiliyormuş-sunuz. Adı Kızıl Cadıymış çünkü
üstü başı kurbanlarının kanıyla kaplıymış.

Ben muhtemelen eyalette cadıdan korkmayan tek gençtim. Korkusuz olduğum


için değil, efsanenin nereden geldiğini bildiğim için.

Yoldaki dönemeçte bir çift araba farı belirdi. Beni göremeyeceklerini bildiğim
halde dalları ve yerdeki yaprakları çıtırdatarak ağacımın arkasında iyice
saklandım. Arabalar emniyet şeridine park etti. Kapılar açılıp kapandı. Sesler,
birbirine giren sözcükler geliyordu kulağıma. Bir kızın tiz kıkırdaması, bir
oğlanın kısık sesli homurdanması. Gençler cadıyla oynamaya gelmişti. Farlar
kaldırıma gençlerin uzun bacaklı gölgelerini yansıtıyordu.

Beş kişiydiler. Birinci arabada dört, diğerinde bir kişi vardı. Serin sonbahar
havasında hepsi omuzlarını kulaklarına kadar kaldırmıştı. Dörtlü, beşinci kişiyi
ikna etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Kız yine kıkırdadı.

Beşinci kişi gruptan ayrılıp köprüden geçmeye başladı. Adımları eski ahşap
zeminde yankılanıyordu. Cesur çocuk. Birini buna ikna etmek genellikle daha
fazla çaba gerektirirdi. Çocuk benim tarafıma geçtiğinde diğerleri ağaçlar
yüzünden onu göremeyecekti ama tepeye çıkarsa ay ışığı sayesinde ben onu
görebilecektim.

Köprüyü geçti ve karanlıkta durup etrafına baktı. Sonra tepeye tırmanmaya


başladı.

“Miles?”

Ayağa kalkıp ağacın arkasından çıktım. Bilmem gerekirdi. Onu korkutma


niyetinde değildim ama yine de aniden durup bana baktı.

“Alex? Ne işin var burada?”

“Senin ne işin var?”

“Önce ben sordum, ayrıca bu ağaçların arkasında takıldığına ve kimse gece vakti
Kızıl Cadı Köprüsünde bunu yapmadığına göre senin cevabın kesinlikle
benimkinden daha önemli.”

“Eh, cadı sen olunca burada takılıyorsun işte.” Gözlerini dikip bana baktı. “Cadı
sensin.”

“Cadı benim.” Omuz silktim.

“Geceleri burada oturup insanları mı korkutuyorsun?” “Hayır,” dedim. “Geceleri


burada oturup insanların kendi kendilerini korkutmalarını izliyorum. Eğlenceli
oluyor. Sen burada ne yapıyorsun?”

Miles omzunun üzerinden arkasını işaret etti. “Cliff, Ria ve diğer bir iki kişi gece
köprüde yürümem için iddiaya girdiler. Şehir efsanelerine inanmadığımı
söyleme gereği duymadım.”

“Efsane doğruysa belki cadı seni hayatlarından çıkarır diye düşünmüşlerdir.”

“Richter! Bir şey mi buldun?” Cliff’in sesini tanıdım. Miles arkasına bakıp iç
çekti.

“Onlarla biraz uğraşmak ister misin?” diye sordum. Onu tepeden aşağı
sürükledim ve ikimiz diğerlerinin bizi göremeyeceği yerde, köprünün öbür
ucunda, ağaçların karanlığında ayakta durduk. “Tamam, tek yapman gereken
avazın çıktığı kadar bağırmak.”

“Şimdi mi?”

“Şimdi. Saldırıya uğramışsın gibi bağır.”

Miles derin bir nefes aldı ve bağırdı. Cliff ve diğerleri irkildiler ama
kıpırdamadılar. Miles’ın sesi kısıldı.

“Hadi ama Richter, ne yapmaya çalıştığını...”

Çığlık attım. Şöyle güzel bir kulak tırmalayan, testereli katil, kanlı cinayet
çığlığı. Cliff tökezleyerek geri geri gidip düştü ve sendeleyerek tekrar ayağa
kalktı. Ria da tiz bir sesle inledi. Diğer ikisi peşlerinde Cliff ve Ria’yla
arabalarına koşup hızla uzaklaştılar. Miles ve ben orada birkaç dakika daha
sessizce durup bekledik. Soğuk yanaklarımı acıtıyordu. “Bunu hep yapıyor
musun?” diye sordu Miles nihayet. “Hayır. Sadece bugün.” Gülümsedim.

Bana bakıyordu.

“Ne var?” dedim.

“Neden buradasın?”

“Söyledim ya, cadı benim.”

“Nasıl yani cadı sensin?”

Bir iç çekip ona söylesem mi diye düşünerek kollarımı ileri geri salladım.
Yüzünde yine o ifade vardı; aklımdan geçenleri anlıyormuş gibi.

Dalları sallayan rüzgâr binlerce ses yaratıyordu.

“Psithurism ,” dedi Miles başını kaldırıp etrafımızdaki ormana bakarak.

“Ne?”

“Psithurism. Rüzgârın yaprakların arasından geçerken çıkardığı ses gibi alçak


seslere denir.”

Tekrar iç çektim. Rüzgâr onun naneli-sabun-ve-hamurişi kokusunu bana


getiriyordu.

“Bir süre önce kötü bir hafta geçirmiştim,” dedim nihayet, “Hillpark’tayken.
Gece evden gizlice çıktım çünkü Komünistlerin beni kaçırmaya çalıştığını
düşünüyordum. Buraya gelip deli gibi çığlık attım. Anlaşılan bazı otkafaları
korkutmuşum. Annemle babam ertesi sabah beni köprünün altında uyurken
buldular. Yerin dibine girmişlerdi.”

“Köprünün altında uyuyorsun diye mi? Ben bunun için ‘yerine dibine girmek’
demezdim.”

“Çıplaktım.”

“Ha.”

“Kızdılar da. En azından annem öfkeliydi. Babamsa endişeli.”

“Bir şeyin yoktu değil mi? Otkafalar sana bir şey yapmadı?”

“Hayır, ödlerini patlattım.”

“Demek ki çok uzun zaman önce olmadı bu. Hikâye nasıl bu kadar hızlı
yayıldı?”

Omuz silktim. “Ben de bilmiyorum, insanlar korktukları zaman şaşırtıcı şekilde


iyi iletişim kuruyorlar; sadece doğru şeyleri söylemiyorlar.”

Esinti tepemizdeki yaprakları hışırdattı. Psithurism. Bunu hatırlamam


gerekecekti. Miles’a annesini sormayı çok istiyordum ama doğru zaman
olmadığını biliyordum. Çakıllı yolun ortasına oturup yanıma oturması için yere
vurdum.

“Bu yoldan nadiren araba geçiyor,” dedim.

Miles oturdu. Uzun bacaklarını kıvırıp kollarını dizlerine doladı ve ceketini


kulaklarına çekti. Esinti saçlarını havalandırdı; uzanıp saçlarını eski haline
getirmekten kaçınmak için ellerimi kucağıma koydum.

“Seni bu akşam Finnegan’da göremedim,” dedim.


“Bugün mağazada mesai alamadım. Okuldan sonra eve gittim.”

Mağazada mesai alamadım. Sanki almak istiyormuş gibi.

“Seni anlamıyorum,” dedim.

Miles ağırlığını ellerine vererek arkaya yaslandı, “iyi.”

“İyi?”

Omuz silkti. “Ben de seni anlamıyorum, o yüzden ödeştik sayılır. Ama ben çoğu
insanı anlamıyorum zaten.”

“Garipmiş.”

“Nedenmiş?”

“İnsanları anlamak zor değil, sen hariç. O kadar zekisin ki herkesi kukla ipine
doladığını düşünmüştüm.”

Alaycı bir kahkaha attı. “Kukla ipine dolamak. Daha önce hiç böyle ifade
edildiğini duymamıştım.”

“Okulda, işte ya da birtakım işlerle meşgul olmadığında ne yaptığını bilmek


istiyorum. Nerede yaşıyorsun mesela?” “Ne fark eder?”

Tekrar iç çektim. Çok fazla iç çekmeme sebep oluyordu. “Sen tam bir
muammasın. Para için insanların birtakım işlerini yapıyorsun ve herkes gözlerine
bakmaktan korkuyor. Ve bir mafyanın parçası olduğundan da oldukça eminim.
Bana yaşayacak yeri olan biri gibi gelmiyorsun. Sadece oradasın sanki. Varsın.
Neredeysen oradasın ve bir evin yok.”

Ay ışığı gözlüğünden yansıyıp gözlerini aydınlatıyordu. “Buradan birkaç sokak


ötede yaşıyorum,” dedi. “Lake-view Trail ayrımında.”

Lakeview Trail o yarı-yarıya ayrılan bölgelerden biriydi; evlerin yarısı Downing


Heights’takiler gibi yeni ve güzel, diğer yarısıysa bizim evinki gibi dökük
kaldırımları olan köhne evlerdi. Miles’ın içinde bölgenin hangi tarafına ait
olduğuna dair güçlü bir his vardı.
“Çoğunlukla evde olmuyorum, olduğumda da uyumaya çalışıyorum.”

“Ama uyumuyorsun.” Her zaman yorgundu, ilk derste hep uyukluyordu.


Finnegan’da uyuyakalıyordu hep.

Başını salladı. “Çoğunlukla bir şeyler düşünüyorum. Bir şeyler not ediyorum.
Bunu mu bilmek istiyordun?”

“Sanırım.” Birbirimize baktığımızı fark ettim. Bir süredir de bakmakta


olduğumuzu. Fark ettim ve başımı çevirdim ama Miles çevirmedi. “Gözlerini
dikip bakmak kabalıktır.”

“Öyle mi?” dedi ciddiyetle. “Garip şeyler yaptığımda bana söyle. Bazen ayırt
edemiyorum.”

“Son zamanlarda sana ne oldu? Neden bu kadar kibarsın?”

“Kibar olduğumu fark etmemiştim.” Yüzü tamamen ifadesizdi. O sinir bozucu


kaşı dışında. Daha fazla dayanamadım. Sormak zorundaydım. “Demek ürkütücü
bulmuyorsun? Şizofren olmamı?”

“Aptalca olurdu.”

Güldüm. Yola yatıp güldüm; sesim ağaçların içinden gökyüzüne yükseliyordu.


Cevabı bana kendimi özgür hissettirmişti. Kızıl Cadı Köprüsü’ne gelme sebebim
de buydu zaten ama Miles’dan yardım alacağımı hiç beklemiyordum.

Garip bir şekilde buraya aitmiş gibi geliyordu. Cadıların, zümrüdüankalarm


diyarına, bir şeylerin gerçek olamayacak kadar fantastik olduğu yere aitti.

Yaklaşıp yukarıdan bana baktı. Aklı karışık görünüyordu.

Kendimi iterek yoldan kalktım. Bana bakmaya devam etti. Onu öpmek
istediğimi fark ettim.

Nedenini bilmiyordum. Belki bana sanki bakmak istediği tek şey benmişim gibi
baktığı içindi.

Nasıl yapılıyordu peki bu? Öpebilir miyim diye soracak mıydım? Ya da belki
hızlı ve beklenmedik bir öpücük daha iyi olurdu.
Orada öylece oturmuş, bir kez olsun uslu, sanki biraz da uykulu haliyle kolay bir
hedefti.

Finnegan’m Sihirli Sekiz Topuna gerçekten çok ihtiyacım vardı. Ama cevabını
tahmin edebiliyordum.

Daha sonra tekrar sor. Son derece müphem.

Hayır, bunu istemiyordum. Karar: Sorgula.

Söyle gitsin, dedi içimdeki ses. Sor. Ağzındaki baklayı çıkar gitsin. Ne diyebilir
ki?

Suratıma gülebilir.

Bırak gülsün. Pisliğin teki gibi davranmış olur. Sen de dürüst davranmış
olursun.

Bilemiyorum.

Bunca şeyden sonra seni öyle başından atacağını düşünüyor musun gerçekten?

Olabilir.

Belki o da senden hoşlanıyordur. Belki o yüzden bu kadar çok bakıyordur sana.

Olabilir.

Eeeh. Tırsıyordum. Hızlı ve beklenmedik: HAYDİ!

Uzanıp onu öptüm. Çok geç olana kadar idrak ettiğini sanmıyordum.

Ona dokunduğum anda donup kaldı. Tabii ki; dokunulmaktan hoşlanmıyordu.


Sormam gerekirdi. Sormam gerekirdi, sormam gerekirdi... ama sonra, yükselen
bir dalga gibi ondan akan bir sıcaklık hissettim. Parmak uçları ensemi okşadı.
Kalbim beni boğmaya çalışınca irkilip ondan uzaklaştım. Ay ışığından süzülen
huzme gözlerini floresan ışığı gibi aydınlattı.

“Affedersin,” dedim. Ayağa kalkıp beyzbol sopamı bulmak için, hızla ormana
doğru ilerlerken bunu ne diye yaptığımı anlamaya çalışıyordum.
Beceriksizce tekrar yola çıktığımda hâlâ orada oturuyordu.

“O zaman, ee...” Çenem karıncalanıyor, ciğerlerim büzülüyor, boğazım


daralıyordu. “Pazartesi görüşürüz o zaman.”

Bir şey söylemedi.

Kendimi Kızıl Cadı Köprüsü boyunca son hızla koşmamak için zor tuttum.
Rüzgâr ağaçların içinden gürledi ve nihayet arkama baktığımda Miles
kamyonetinin kapısında, ay ışığıyla silueti belirgin, dosdoğru bana bakıyordu.

Yirmi Üçüncü Bölüm

sonunun kalanını pazartesi günü Miles’a ne diyeceğimi düşünerek geçirdim.


Artık ikimiz de birbirimizin bazı sırlarını biliyorduk. Tek fark onun benim ne
bildiğimi bilmemesiydi. Bir şekilde bu haksızlıkmış gibi geliyordu. Ona yalan
söylüyormuşum gibi.

Pazartesi sabahı uyandığımda makinemdeki fotoğrafları hatırladım ve onları


Claude’a verdikten sonra Celia’nın beni bulup öldürmesinin ne kadar süreceğini
merak ettim. Tucker ve ben kütüphanenin Scarlet ve McCoy’la ilgili arşivini
altüst etmiş ama McCoy un özel psikozuna dair çok fazla bilgi bulamamıştık. Bu
yüzden ya Celia’ya McCoy’un nesi olduğunu soracaktım -muhtemelen bana net
bir cevap vermeyecekti- ya da başka bir bilgi kaynağı bulacaktım.

Kendime bu konunun peşini bırakmam gerektiğini söyledim. Buna


değmeyeceğini... Ama sonra Celia’nın o

arabayı boyarkenki fotoğrafına baktım; kendimi Hillpark Spor Salonunu


boyarken görebiliyordum. Saat yediye iki varken Miles egzozundan soğuk
havaya duman saçarak araba yoluna girdi. Annem ön kapıda, iki elinde kahve
bardaklarıyla, suratını sinekliğe yapıştırmış duruyordu. Ona kızardım ama hafta
sonu bana bir kasa Yoo-Hoo almıştı. O yüzden çantamı sırtlanırken yolumdan
çekilmesi için onu dürtüp koridordaki konsoldan bir Yoo-Hoo kaptım.

“Miles bu mu?” Annem, Miles kolunu kamyonetin penceresinden sallarken daha


iyi görebilmek için pozisyon değiştirdi; sanki o kol hayat hikayesini
anlatacakmış gibi.

“Evet. Hani partiden sonra beni eve getirmişti? Ve cuma günü.”


“Onu akşam yemeğine davet etsene.”

Yoo-hoo pipetim ağzımdayken gülüp içeceği köpürttüm. Suratımı ateş bastı.


“Ha-ha, tabii.”

“Daha sosyal olmayı öğrenmen gerek, Alexandra yoksa asla...”

“Tamam, görüşürüz, anne, seni seviyorum!” Hızla yanından geçip kapıdan


çıktım. Sineklik tıkırdayarak kapanırken yüksek sesle ofladı.

Ön bahçeden koşar aradım yürürken çevre kontrolümü yaptım ve Miles’m


kamyonetine bindim.

“Ee, hafta sonun nasıldı?” diye sordum normal davranmaya çalışarak. Bakışları
suratıma yöneldi -sanırım daha önce Yoo-Hoo şişeme bakıyordu- ve omuz silkti.

“Her zamanki gibi.” Sanki, Cumartesi gecesi dışında, diye bitirecekmiş gibi
cümlesi havada kaldı. Benim için de öyleydi, dostum. Arabayı caddeye doğru
sürdü.

“Meijer’de çalışıyordun, değil mi?” diye sordum. “Aynen,” dedi. Dudağının


kenarı yukarı doğru kıvrıldı. “Şarküteri kısmında, insanlara kimyasallarla dolu
salam ve onun gibi ıvır zıvırlar vermek durumundayım.”

Miles’ı karanlık bir odada, bir kasap tezgâhının önünde, bir elinde kocaman bir
bıçak, öbürüyle de bir inek bacağını tutarak pişmiş kelle gibi sırıtırken hayal
ettim.

“Eminim müşteriler seni seviyordur,” dedim. “Seviyorlar; patronum


etraftayken.”

“Orada da bir haltlar karıştırıyorsun yani?”

“Hayır. Onlardan bir şey çalmıyorum, teşekkürler,” dedi Miles. “Kamusal


hırsızlığı aşmış durumdayım. Okul dışındayken.”

“Zaten neden yapıyorsun ki bunu?” diye sordum. “Sadece para için olamaz.”

“Sebeplerim var.”
“Ama, yani, bazen sadece seni aşağılamak istiyorlar, biliyorsun. Mesela
cumartesi günü Kızıl Cadı Köprüsü’nden geri dönsen Cliff ve diğerleri seni
korkutmaya çalışmayacaklar mıydı sence?”

“Muhtemelen çalışacaklardı. Güven bana, olanların farkındayım. Bir sürü utanç


verici iş yaptım.” Kamyoneti park

etti ve çantasını almak için koltuğunun arkasına uzandı. “Bu çok schadenfreude’.
insanlar alay edip sana gülmek istiyor.” “Gerçekten Almanca konuşabiliyor
musun?” Cevabı zaten biliyordum.

Miles yan pencereden dışarıya göz attı, sonra neredeyse duyamayacağım kadar
kısık sesle, “Ja, ich spreche Deutsch,” dedi. Yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“Ama benden konuşmamı isteme; basit numaralar yapan sirk maymunu gibi
hissetmeme sebep oluyor.”

Kamyonetten indik ve okula doğru yürümeye başladık. “Jetta için korkunç


olmalı,” dedim.

“Sanırım buna alışkın. Ne zaman biri ondan Fransızca bir şey söylemesini istese
küfrediyor.”

“Fransızca ve İtalyanca konuşuyor, değil mi?” “Almanca, İspanyolca, Yunanca


ve biraz Galce.”

“Vay canına. Sen de bunların hepsini konuşabiliyor musun?”

“Pek sayılmaz. Sadece... Almancam var.” Park yerini geçtik. “Baksana, hazır
konusu açılmışken, perşembe akşamı bir iş halletmem lazım. Yardımını
istiyorum.”

“Neden? Ne yapabilirim ki?”

“Fazladan yardım edecek biri lazım. Sadece Art müsaitti. Sana da payını
vereceğim, tabii.”

“Yasadışı bir şey değil, değil mi?”


“Değil tabii ki. Bir şey olmaz.”

S (Alm.) Başkalarının acılarından zevk almak, (ç.n.)

Miles’ın yasal tanımının ne kadar geniş olduğunu bilmiyordum ama belki bu


onun için bir tür barış çağrısıydı. Aptal değildi; gerçekten tehlikeli bir şey olsa
bana soracağını sanmıyordum.

“Tamam. Olur herhalde.”

Miles benimle gazete odasına geldi; Claude Gunthrie ye Britney’nin boyanmış


arabasının fotoğraflarını gösterip hafıza kartımı ona verdim. Claude önce güldü.
Sonra fotoğrafları bilgisayarına indirip babasına, Müdür Yardımcısı Borruso ya
ve McCoy’a gönderdi.

Edebiyat dersine giderken üstümüze çevrilen garip bakışlar gözümden kaçmadı.


Miles gülümsediği için olabilir diye düşündüm ama öyle gibi de gelmiyordu. Bu
yeni ilgi hoşuma gitmemişti. Ensemin kaşınmasına sebep oluyordu. Çevre
kontrolümü daha bitiremeden Ria Wolf yanımdaki sıraya oturdu; heyecanlı
görünüyordu. O yırtıcı bakışları yüzünden kollarım ve bacaklarımdaki bütün
tüyler diken diken oldu. Ondan mümkün olduğunca uzaklaşmak istedim ama
tırnaklarımı masanın üzerine geçirip sabit durmaya çalıştım.

“Baksana, Britney’nin arabasını boyayan Celia mıydı?” diye sordu.

“Ha?”

“Oradaydın, değil mi?”

Etrafıma bakındım ve Celia’nın orada olmadığını ve sınıfın çoğunun cevabımı


bekleyerek bize baktığını fark ettim. “Yani... evet, oradaydım ama o sadece
arabayı bo-yuyordu...”

Yüce Tanrım, gerçekten bu kadar çabuk mu yayılmıştı haber? Daha beş dakika
olmuştu.

“Ondan intikam almaya mı çalışıyorsun?” Cliff, Ria’nın yanında belirdi; benimle


kankammış gibi konuşuyordu. O Ria’dan da kötüydü. Onu ne zaman görsem her
an elinde bir jiletle üstüme atlayabileceğini biliyordum. “Çünkü süper olur yani;
hak ediyor.”
“Hey, Clifford,” diye gürledi Miles ön sıradan, “Kendine işeyecek başka bölge
bul.”

“Hey, Nazi, sen de gidip gaza boğacak başka Yahudiler bul,” diye cevabı
yapıştırdı Cliff ama daha bunu söylerken bile ayağa kalkıp sırasına geri geri
gitmeye başlamıştı.

“Ağzından çıkanların ne anlama geldiğini biliyor musun sen?” diye sordu Miles.
“Yoksa sadece başkalarının sözlerini tekrar mı ediyorsun?”

Cliff sandalyesine oturdu. “Ne diyorsun sen, Richter?” “Bu sınıfta herkes neden
bahsettiğimi biliyor. Bana Nazi demeyi kes.”

“Neden kesecekmişim?”

Miles’m eli masasına indi. “Çünkü milyonlarca insanın sistematik katliamı


komik deği/l” Ani öfkesi sınıfı sessizleştirdi. Bay Gunhtrie bile gazetesinin
ardında sıçradı.

İnsanların ona Nazi demesini umursamadığını sanıyordum. Umursadığı için


rahatlama ve mutluluk karışımı bir duygu hissettim ama neden bu kadar kızmıştı
ki?

“BU KADAR SOHBET YETER.” Bay Gunthrie, Miles ve Cliff’e her an


patlayacaklarmış gibi bakarak ayağa kalktı. “EDEBİ MÜNAZARA
EŞLERİNİZLE YAN

YANA GELİN. HİÇBİRİNİZDEN ÇIT ÇIKMAYACAK. ANLAŞILDI MI?”

“Evet, Efendim!”

“BUGÜN DERSE BAŞLAMADAN ÖNCE BAŞKA İNSANLARIN


EŞYALARINA SAYGI DUYMAKLA İLGİLİ HOŞ BİR SOHBET ETMEK
İSTİYORUM. HOŞ GELİYOR MU KULAĞINIZA?”

Ve böylece sprey boya ve araba camlarının neden bir arada iyi gitmediğine dair
bize yirmi sekiz buçuk dakikalık bir konuşma yaptı. Britney ile Stacey konuşma
boyunca ilgiyle başlarını sallayarak dinledi. Bay Gunthrie bize hayal kırıklığı
dolu son bir bakış attı ve Karanlığın Yüreğiyle, ilgili tartışmamıza dönmemizi
söyledi.
Her zamanki gibi Tucker çoktan tartışma metnimizi yazmıştı. Yine sanki birisi
içindeki bir kapıyı kapamış gibi garip davranıyordu. Miles’a baktığı an sebebini
anladım. “Peki,” dedi, “siz ikiniz artık arkadaş mısınız?” Herhangi bir ifade
takınmamaya özen gösterdim. “Sanırım... Bu sabah beni okula o getirdi.”
Duraksadım ve sonra, “Almanca konuştu,” dedim.

“Ne?”

“Almanca konuşursa sana haber vermemi söylemiştin. Almanca konuşmasını


ben sağladım, daha bile iyi, değil mi?” Tucker şimdi daha da bozulmuş
görünüyordu. “Neden onun kulübündesin sen?”

“Ee. Kamu hizmeti.”

“Sebep?”

“Önemli bir şey değil. Sadece Hillpark’taki bir yanlış anlaşılma yüzünden.”

Zeki bir insan Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakası -ki East Shoal’daki çoğu kişi
olayı biliyordu- ile benim kamu hizmetimi bir araya getirebilirdi. Ama kimse
benim hakkımda pek fazla şey bilmiyordu. East Shoal ile Hillpark birbirinden o
kadar nefret ediyordu ki bu aralarındaki iletişimi tamamen koparmıştı. Indiana
banliyösünün bu kırsal kesiminde kırmızı ile yeşil, Ejderhalar ile Kılıçlar
gibiydiler. Suratlarına tükürmüyorsanız diğer okuldan biriyle konuşmuyordunuz.
East Shoalun grafiti olayım bilmesinin tek sebebi de Hillpark’ın ana spor
salonunun temizlenirken birkaç maça kapatılmış olmasıydı. Hillpark’taki
şöhretim East Shoal’a taşınmamıştı. Henüz.

Ama Tucker bunların hepsinden ayrı bir yerdeydi. Hakkımda yeterince şey
biliyordu o.

“Siz içeri girerken gülümsüyordu.” Tucker masasına bakıyor, kalemiyle çizikleri


takip ediyordu. “Sekizinci sınıftan beri güldüğünü görmedim.”

“Sadece beni okula getiriyor,” dedim şüphelerini gidererek. “Onunla takılmaya


ya da skor tabelası gizemleri çözmeye falan başlamayacağım.”

“Hayır, çünkü o benim işim.” Tucker yüzünde bir gülümsemeyle başını kaldırdı.
“O taşıma görevinde ve gizemler de benim alanım. Bakıyorum da erkek
hizmetkâr haremini kurmaya başladın.”
“Sırada Ackerley var; bence dehşet ayak masajı yapar.”

Tucker güldü ama ben, Cliff her an arkasında belirip kafasını masaya
vuracakmış gibi omzunun üzerinden bakıyordum.

Nasıl hissettiğini biliyordum.

Haftanın geri kalanı boyunca garip bir şekilde kendimi kaygısız hissettim.
Okulda, işte, hatta skor tabelasının yanına gitmem gerektiğinde bile. Her şey
yolundaydı. Celia boya olayı yüzünden uzaklaştırma almıştı. Bütün ödevlerimi
vaktinde bitirmiş (hatta ileri matematik dersimi bile anlamıştım ve bu da başlı
başına bir mucizeydi), yeterince fotoğraf çekmiş ve paranoyamı dindirecek kadar
çevre kontrolü yapmıştım; üstelik konuşabileceğim insanlar vardı.

Gerçek insanlar. Adam öldürmeye meyilli insanlar değil.

Miles beni okula getiriyor, eve bırakıyordu. Çoğu insan gibi o da yalnızken aynı
şekilde davranmıyordu. Hâlâ pisliğin tekiydi ama yalnızken pislikten çok Mavi
Göz oluyordu. Çarşamba günü kulüp bir yüzme müsabakası için okulda
kaldığında Erwin’i gömmeme bile yardım etmişti.

“Bisikletine Envin ismini mi koydun?”

“Evet, niye koymayayım?”

“Erwin Rommel’in adını verdin yani? Bisikletine bir Nazi’nin adını verdin?”
Miles gözlerini kısarak bana baktı. Erwin’in arka yarısı yanında sallanıyordu.

“Babam onu bana Afrika çölünden getirdi. Ayrıca Rom-mel insancıl biriydi.
Hitler’den Yahudileri öldürme emri aldığında yırtıp attı. Sonra da intiharı
karşılığında ailesinin güvenliği için pazarlık yaptı.”

“Evet, ama yine de ne yaptığını ve kimin için savaştığını biliyordu,” dedi Miles
ama inandırıcı görünmüyordu. “Nazilerden korktuğunu sanıyordum?”

Sendeledim. “Sen nereden biliyorsun?”

“Sen bir tarih manyağısın, korktuğun şeylerin tarihten çıkacağını varsaydım ve


Naziler de epey ürkütücüydü.” Dudağının köşesi yukarı kıvrıldı. “Bir bu, bir de
ne zaman biri bana Nazi dese suratında seni öldürmeye çalışmışım gibi bir ifade
beliriyor.”

“Ah. İyi tahmin.” Erwin’in gidonlarını daha sıkı tuttum. Okulun arka tarafına
gittik ve mutfak kapılarının arkasındaki çöp konteynerine yöneldik. Tütün ve
talaş kokusu alıyordum ve Miles’ın ceketinden geldiğini düşündüm. Artık bu
ceketi her gün giyiyordu. Konteynerin kapağını itti ve Erwin’in parçalarını içine
atıp zavallı bisikletimin üzerine kapağı kapattık.

“Neden Nazi denmesi seni bu kadar sinirlendiriyor?” diye sordum. “Yani zaten
insan bundan mutlu olur mu bilmiyorum ama geçen gün Cliff’in dişlerini
dökeceğini sandım.”

Omuz silkti. “İnsanlar cahil. Bilmiyorum.”

Biliyordu. Miles her zaman biliyordu.

Spor salonuna dönerken, “Beaumont’la çöpleri karıştı-rıyormuşsunuz diye


duydum?”

“Hı-hı. Kıskandın mı?”

Ağzımdan çıkıverdi. O kadar donup kalmıştım ki başka bir şey söyleyemedim.


Kütüphaneye gittiğimizi bilmiyordu, değil mi? Annesinin durumunu
öğrendiğimi biliyor olamazdı.

Ama sonra yüksek sesle alaycı bir kahkaha patlattı ve, “Yok artık,” dedi.

Rahatladım. “Herkesin bu çocukla ne derdi var? Gerçekten, hiç de o kadar kötü


olduğunu düşünmüyorum. Evet, Hademe Odasında Tarikat yönetiyor ama iyi
biri. Senden nefret ediyor ama zaten herkes etmiyor mu?”

“Ama onun benden nefret etmek için sebebi var. Diğer herkes beklenen bu
olduğu için benden nefret ediyor.”

“Ne sebebi?”

Miles duraksadı. “Ortaokuldayken arkadaştık,” dedi. “İyi biri olduğunu


düşünüyordum çünkü ikimiz de zekiydik, iyi anlaşıyorduk ve okula yeni
gelmiştim ama o aksanımla dalga geçmemişti. Fakat buraya geldiğimizde
başkalarının onu ezmesine izin verdiğini fark ettim. Hiç hırsı yok. Hiçbir
dürtüsü, amacı yok.”

Peki sende nasıl bir hırs varmış? diye düşündüm. Birinin yavru köpeğini ne
kadar etkin bir şekilde öldürebileceğini gördüğün türden mi?

“Zeki,” diye devam etti Miles, “gerçekten zeki. Ama bunu kullanmıyor. Benim
kadar kozu olabilirdi ama o oturmuş aptal komplo teorileriyle ve minik kimya
denklemleriyle uğraşıp ona bir daha dönüp bakmayan kızlara kafayı takıyor.”

“Kim mesela?”

“Ria mesela.”

“Tucker, Ria’dan mı hoşlanıyor?” Bundan nasıl haberim olmazdı?

“Onu tanıdığım günden beri. Azıcık aklı olsa bu kadar zamandır kafasında
romantize ettiği Ria hayalini bir kenara atıp işe yarar bir şey yapardı.”

“Sen de arkadaşın olarak ondan vazgeçtin,” dedim. “Yani... evet.”

“Arkadaşından -tek arkadaşından- okulu ele geçirmende sana yardımcı olmadı


diye vazgeçtin.”

Miles’ın dudakları çizgi halini aldı. “Hayır, öyle değil...” “Hırsı yok diye?
Amacı’ yok diye?”

“Evet.”

Suratına güldüm. Bana o Muhteşem Kalkık Kaş’ıyla baktı ama içinden gelerek
yapmadığı belli oluyordu. “Pisliğin tekisin,” deyip gittim.

Miles doğruca havuza giderken ben yüzücüler için fazladan havlu var mı diye,
spor salonunun arkasındaki depoya bakmaya gittim. Oraya girmek için salonun
kapısının önünden geçmem gerekiyordu ve birtakım sesler duyunca durdum.

“Ona ihtiyacı olan desteği vermiyorsun,” dedi biri rahatsız edici derecede tatlı
bir ses tonuyla.

“Çabalıyorum. Yemin ederim, çabalıyorum.”

McCoy. Celia’nın annesiyle konuşuyordu.


Demek ki aralarında bir bağlantı vardı gerçekten. Bunu göz ardı edemezdim.
Gizlice salona, tribünlerin altına girip mikrofon var mı diye kontrol ederek diğer
tarafa çıktım. McCoy, gri saçları darmadağın, takım elbisesi kırışık bir halde
tabelanın önünde duruyordu. Elimden geldiğince eğilip makinemi açtım ve
McCoy ile yanında sırtı bana dönük olarak duran kadına doğrulttum. Bugün sarı
saçları sıkıca örülmüştü.

“Senin kızın olduğunu biliyorum,” dedi McCoy, “ama akıl küpü de değil. Senin
gibi değil o.”

“Celia buradaki geri zekâlılar kadar akıllı. Sadece biraz daha odaklanması
gerekiyor, o kadar,” dedi kadın ağır ağır konuşarak. “Aklını başına toplayıp asıl
önemli olanı görmesi gerekiyor. Ona altın tepside sunduğum şeyi görmesi
gerekiyor.”

McCoy yalvarır gibi ellerini açtı. “Bunun kolay olmasını istiyorum. Onun
yanında olmak istiyorum.”

Celia’nın annesi küstahça güldü. “Lütfen, Richard. Gerçekten ona yardım etmek
istiyorsan ona meselenin geleceğiyle ilgili olduğunu göster. Ona bıraktığım
mirası sürdürmekle ilgili olduğunu. En iyisi olacak potansiyel var onda.”
Duraksayıp sözcüklerini uzatarak konuştu. Tırnaklarıyla kolunda ritim
tutuyordu. “Amigolukta başarısız oldu. Eminim sen bu konuda bir şeyler
yapabilirsin?”

“Sırf sinir krizi geçirdi diye kaptanlığı Celiaya veremem. Başka bir sebep olmak
zorunda.”

“Peki, o zaman şu çocukla ilgili bir şey yap! Dikkatini dağıtan şeyleri ortadan
kaldır!”

“Richter gerçekten de bir sorun. Celia onda ne buluyor, bilmiyorum. Ya da ne


olacağını sandığını. Çocuğun ona hiç ilgisi yok.”

“Onun ne istediğinin bir önemi yok. Celia ona ilgi duyduğu sürece sorunumuz
var demektir.”

McCoy iç çekti. “Ona ancak sorunu tek başına çözmeye çalışmadığı sürece
yardım edebilirim. İhtiyacı olan her şey bende var.”
“Müdürlük pozisyonunu değerlendirdiğine sevindim.” Celia’nın annesinin sesi
yeniden tatlı bir tona büründü. “Teşekkürler, Richard. Her şey için.” Uzanıp
McCoy’un yüzünü okşadı. Sonra salma salma yanından geçip salondan çıktı.
McCoy bir dakika bekleyip peşinden gitti.

Tribünlerin altından çıkıp makinemi kapadım ve duyduklarıma bir anlam


vermeye çalıştım.

McCoy, Celia’nın annesini tanıyordu.

McCoy gerçekten de Celia’yı okulun kraliçesi yapmak üzere garip, yıkıcı bir
planda ona yardım ediyordu.

Dikkat dağıtan şeyleri ortadan kaldıracaklardı.

Bu Miles oluyordu.

Yirmi Dördüncü Bölüm

Çabuk, bir tane daha."

“Bende bir tane var.”

“Sporcu musun?”

“Lanet olsun, bildin bile, değil mi?”

“Pele’sin.”

Evan o sırada elini saçından geçiriyordu ve o kadar hızlı çekti ki saçından bir
tutam kopardı.

“Nasıl? Bana hiç soru sormadan nasıl bildin ki?”

Miles parmaklarını göğsünde gezdirdi ve cevap vermeden salonun tavanına


baktı. Erkek basketbol takımı sahada antrenman yaparken biz yukarıda Miles ın
etrafında bir çember oluşturmuş oturuyorduk. Jetta çantasından tek bir üzüm
çıkarıp Miles’m ağzına attı. Miles ödülünü yavaşça, tatlı tatlı çiğnedi.

“Geçen hafta ciddi ciddi futbola ilgi duymaya başladığım söylemiştin,” dedi
nihayet.
“Ayaktopu,” dedi lan.

lanın dizine bir tekme atarak, “Futbol? dedi Jetta dişlerinin arasından.

Miles onları duymazdan geldi. “Bir dahaki sefere ilgili spordaki en ünlü
oyuncuyu seçme.”

“Bende bir tane var, Patron,” dedi Art.

“Hayatta mısın?”

Miles karşısındakinin tavrından çok emin olmadığı zaman bu soruyla başlıyordu.


En azından başta ben öyle düşünmüştüm. Onu kulübün üyeleriyle bu oyunu
oynarken izlediğim birkaç aydan sonra belli bir sistemi olduğunu fark ettim.
Theo, Evan ve Ian’ı akıl gücüyle geçiyordu çünkü bu onları onu yenmek için
teşvik ediyordu ama Jetta ile Arta gelince her zaman oyalanıyordu.

“Evet.”

“Erkek misin?”

“Evet.”

“TV şovun var mı?”

“Hayır.”

“Hayatının herhangi bir döneminde TV şovun oldu mu?”

Art gülümsemeye devam etti. “Hayır.”

Miles, Art ı görmek için başını arkaya, tribünlere doğru eğmek zorunda kaldı.
“Öyle mi? İlginç.”

“Pes mi?” diye sordu Art.

“Hayır. Sen Norm Abram’sm. Ya Bili Nye ya da ağaç işçiliğiyle ilgili biriydi.”

Evan, lan ve Theo bir ağızdan bir şaşkınlık nidası attılar. Jetta, Miles’a bir üzüm
daha verdi. Art omuz silkip, “Babam küçükken beni This Old House’a6
alıştırdı,” dedi. Miles elini bana doğru salladı. “Sen birini seç.”
Aztek imparatorlarının olduğu o ilk oyundan beri oyunda bana sıra gelmemişti.
Şimdiye kadar beni oyuna hiç davet etmemişti. “Tamam, biri var.”

“Hayatta mısın?”

“Hayır.”

“Sen bir tarihçisin; tabii ki ölü birini seçeceksin. Erkek misin?”

“Evet.”

“Kuzey Amerika’dan mı yoksa Güney Amerika’dan mısın?”

“Hayır.”

Gözlerimin içine bakmak için başını çevirdi; sanki yeterince odaklanırsa aklımı
okuyabilecekmiş gibi.

“Avrupa tuzak... Asya’dan mısın?”

“Evet.”

“Dünyayı derinden etkileyen bir felsefe dalının gelişimi üzerinde büyük bir etkin
oldu mu?”

“Bize neden böyle sorular sormuyorsun?” dedi Theo. Kahkahamı bastırdım.


“Evet.”

Miles oturup bir süre düşündü. Daha beşinci sorudaydı ve çok yaklaşmıştı.

“Çinli misin?”

6 Bir yarışma programı, (ç.n.)

“Hayır.”

“Hintli?”

“I-ıh.”
Gözlerini kısarak bana baktı. “Ortadoğulu musun?” “Evet.”

“İslam dinine mi mensuptun?”

“Evet.”

“MÖ 1500’den önce mi doğdun?”

“Evet.”

“Tıp alanına katkıda bulundun mu?”

“Evet.”

Miles yine tavana dönüp gözlerini kapadı. “Ayrıca modern tıbbın da babası
mısın?”

lan kaşlarını çattı. “Hipokrat Müslüman mıymış?” “Hipokrat değilim,” dedim.


“İbni Sina’yım.” “Biliyorsun, oyunun bir parçası Patrona o tahmin etmeden önce
kim olduğunu söylememek oluyor,” dedi Evan.

Omuz silktim. “Bilmişti zaten.” Miles’a döndüm. “On ikiye kadar geldik. Ama
en azından geçen seferki gibi sırf hava atmak için uzatmadın.”

Miles homurdandı.

Jetta başını kaldırıp spor salonunun kapısına ve sonra yine Miles’a baktı. “Mein
Chef. Der Teufel İst hier.”

Hepimiz dönüp baktık. McCoy ağır adımlarla salona girip ceketini ve kravatını
düzelterek grubumuza yöneldi. Basketbol antrenman sahasının kenarından
dolaşıp tribünlerin dibinde durdu. “Bay Richter,” diye seslendi. Sesi, çenesi telle
sarılarak kapatılmış gibi geliyordu. “Sizinle biraz konuşabilir miyim?”

“Evet,” dedi Miles. Yerinden kıpırdamadı.

McCoy tam dört saniye bekleyip, “Özel olarak, Bay Richter,” dedi.

Miles ayağa kalktı, yanımdan geçti ve tribünlerden indi. O ve McCoy salonun


konuştuklarını duyamayacağımız uzak bir köşesine yürürlerken Evan ve lan aynı
anda, aynı abartılı ürperme hareketini yaptı.
“Dikkat et, onları gözünün önünden ayırma,” dedi Evan. “Evet,” diye ekledi lan
da. “McCoy, Patronun gözlerini bir karpuz kaşığıyla çıkarıp zeytin niyetine
martinisine atabilir.” “Ne?” dedim. “Niye?”

“Der Teufelhasst Chej\’ dedi Jetta.

“Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum.”

“McCoy, Patron’dan nefret ediyor,” diye açıkladı Theo. “Kardeşlerimin


pisleştiğini söylerdim ama gerçekten McCoy un masasının çekmecesinde Patron
için bir karpuz kaşığı bulunduruyor olma ihtimali yüksek.”

“Gerçekten soruyorum,” dedim. “Herkesin ondan nefret ettiği gibi bir nefret mi
sadece? Onunla uğraşmak zorunda olan müdür olmak, muhtemelen berbat bir
şeydir çünkü.” Lütfen sadece o tür bir nefret olsun. Lütfen sıradışı bir sebebi
olmasın.

“Hayır hayır,” dedi Evan. “Bak şimdi. lan ve benim... müdürün odasını ikinci
evimiz saydığımız söylenebilir. Uç yılda kaç kere gittik dersin, lan?”

lan parmağıyla çenesine vurdu. “Aşağı yukarı sömestr başına dört kez? Vaktimiz
geldi aslında.”

“O yüzden müdürün odasında olan biteni biraz biliyoruz. McCoy sürekli


Patron’dan bahsediyor. Patron... işleri konusunda oldukça dikkatli, biliyorsun, o
yüzden McCoy un elinde bir şey yok ama sürekli Müdür Yardımcısı Bousro’ya
anlatıp durduğu birtakım teorileri var. Patronun silahları ya da uyuşturucuları
olduğuna dair bir sürü gülünç hikâye. Müdür yasal olarak Patronu okuldan
atmak istiyor.”

Burası East Shoal’du; tabii ki sebebi sıradışı olacaktı. “Ama... neden?” diye
sordum. “Sadece ona gıcıklığından olamaz. Buna sebep olan ne?”

Evan omuz silkti. “Bütün bildiğim,” dedi lan, “McCoy un bu kulübü sırf onu
milletin ödevlerini tavana yapıştırmaktan alıkoymak için kurup Patron u başına
geçirdiği. Bunu yaptı çünkü Patronu gözünün önünde tutmak istiyor.”

O zaman muhtemelen-akli-dengesi-bozuk McCoy gözünü Miles’tan ayırmıyordu


demek. Ama neden? Neden Miles’ı bu kadar önemsesindi? Neden ona zarar
vermeye çalışsındı ki?
Yoksa yine paranoyaya mı kapılıyordum? McCoy sadece haylaz bir öğrenciyi
yola getirmeye mi çalışıyordu?

Bu riski alabilir miydim?

“Merak etme, Alex,” dedi Jetta elinde üzüm salkımıyla arkasına yaslanarak.
“Eğer M e in Chef'e bir şey yapmaya kalkacak olursa onu geldiği deliğe geri
postalarız.” Söyleyen Jetta olunca kulağa iç açıcı geliyordu.

Miles birkaç dakika sonra iki gözü de hâlâ kafatasında, tribünlere döndü. Onu
tepeden tırnağa üç kez süzüp çabucak bir çevre kontrolü yaptım. Garip bir şey
yoktu ama içimde kötü bir şey olacağını söyleyen hissi göz ardı edemedim.

Mavi Göz karanlıkta minik bir mum ışığı gibiydi ve Miles ın Mavi Göz
olduğundan tam olarak emin olamasam da sönmesine izin veremezdim.

Yirmi Beşinci Bölüm

İşi yapacağımız gece penceremin kenarında oturmuş Mi-les’dan sinyal


bekliyordum. Pencerenin pervazına koyduğum parmaklarım titriyor, dışarıdaki
soğuğa rağmen ayakkabılarımın içindeki ayaklarım terliyordu. Babam koridorun
ilerisindeki yatak odasında horluyordu ve eğer o horluyorsa annem de babam da
uyuyor demekti. Benimkinin yanındaki odada Charlie şekerle kaplı satranç
taşlarıyla ilgili bir şeyler sayıklıyordu. Bütün yapmaları gereken önümdeki iki
saat boyunca uyanmamalarıydı; o zaman hiçbir sorun olmayacaktı.

işin (büyük ölçüde) güvenli olduğundan ve iki saat içinde kesinlikle biteceğinden
emin olmak için iki kez -üç kez-Art’a sordum, işin ne olduğunu ya da ne
yapmam gerektiğini hâlâ tam olarak bilmiyordum.

Ama sonra bunu umursamadığımı fark ettim. Ne pahasına olursa olsun bu


gecenin heyecanını yaşayacaktım. Bir ergen olmak istiyordum. Gece gizlice
dışarı çıkıp (komü-nistlerce kaçırıldığımı sanarak değil) yapmamam gereken
şeyler yapmak istiyordum. Bunları başka insanlarla birlikte yapmak istiyordum.
Gerçek insanlarla. Bende farklı bir şeyler olduğunu bilen ve bunu umursamayan
insanlarla.

Art’ın minivanı sokağın aşağısına gelip farlarını yaktı. Elimden geldiğince


sessizce penceremin sinekliğini söküp duvara dayadım, dışarıdaki çiçekliğe
indim ve dış pencereyi arkamdan kapadım. Tıpkı Kızıl Cadı Köprüsüne yaptığım
gece gezileri gibiydi. Islak sokakta sürücü koltuğundakinin gerçekten Art
olduğundan emin olmak için gözlerimi kısıp bakarak yürümeye başladım.

“Tamam, şimdi gidip Patronu almamız lazım,” dedi Art. Kemerimi bağladım.
“Nereye gidiyoruz?”

“Downing Heights.” Art hafifçe gülümsedi. “Orayı sevdiğini biliyorum.”

“Ah, sevmez miyim,” diye mırıldandım. “Bana Celia’nın evine gitmediğimizi


söyle.”

“Yok. Ama önce Patron u almamız lazım ve o kesinlikle Dovvning Heights’ta


oturmuyor.”

Sessiz evler yanımızdan hızla geçiyordu. Uzakta, pahalı Lakeview evleri dağ
gibi yükseliyordu. Ama her bir ev bir öncekinden daha az cana yakın
görünüyordu. Birden çamur rengi evim gözüme çok daha tatlı göründü.

Köşeyi döndük ve evler düpedüz ürkütücü bir hal aldı. Kanlı Miles beni
öldürmeye çalışıyormuş gibi ürkütücüydü. Öğlen bile buraya gelmezdim.

Art köşelerinden zımbayla tutturulmuş gibi görünen iki katlı bir evin önünde
durdu. Çatı kiremitlerinin çoğu eksikti; pencerelerin yarısının camları kırıktı ve
veranda ortasından göçmüştü. Paslı tel örgüyle çevrili ön bahçeye çöp yığılmıştı.
Miles’m mavi kamyoneti araba yolunda, biri bakımdan geçirse çok para
edecekmiş gibi görünen eski bir Mustang’in yanındaydı.

Burada bir şeylerin halüsinasyon olması gerektiğini biliyordum. Bir şey


halüsinasyon olmalıydı. Karanlık her şeyi daha kötü bir hale getiriyordu ama
burası... kimse böyle yaşayamazdı. Bunun gerçek olmaması gerekiyordu.

“O-oo. Ohio dışarıda.” Art verandanın yanında, hayatımda gördüğüm en büyük


Rottweiler’a barınak olan derme çatma köpek kulübesinin bulunduğu yeri işaret
etti. Kahvaltıda bebekleri, öğle yemeğinde yaşlı adamları, akşam yemeği olarak
da bakire kurbanları yiyen bir köpeğe benziyordu. Miles’m köpeği olmasına
şaşmamak gerekti.

“Burada mı yaşıyor?” Eve daha yakından bakmak için öne doğru eğildim.
“Burası ikamete uygun mu ki?”
“Değil, sanmıyorum. Babası sürekli kendini alkole boğup cehennem köpeğini
komşuların üzerine salarak hayatta kalıyor.” Art irkildi. “İlk kez Patronu almaya
geldiğimizde Ohio uyanıktı. Kafamı koparacağını düşünüp minivandan dışarı
adımımı atmadım.”

Iriyarı Artın bir şeyden korkacağını hiç düşünmezdim. Ne beklediğimi


bilmiyordum ama bunu beklemezdim. Demek Miles zengin değildi. Yine de
biraz daha hoş bir şey beklemiştim.

“Babası ne iş yapıyor?”

Art omuz silkti. “Sanırım kasabada bir yerde güvenlik görevlisi. Sadece iki
kişiler, o yüzden çok para sıkıntısı çektiklerini sanmıyorum. Ama evle kimse
ilgilenmiyor.”

ikinci kattaki hareket dikkatimi dağıttı. Sol taraftaki pencere açıldı. Dar
açıklıktan karanlık bir figür tıpkı bir kedi gibi çıkıp ayakkabı ve ceketini almak
için tekrar içeri uzandı. Ceketini giydi ama ayakkabılarını elinde taşıyarak
verandanın çatısının yan tarafına doğru çabucak ilerledi ve su borusundan bir
hayalet gibi kayarak doğruca köpek kulübesinin üstüne, topuklarının üzerine
sessizce indi.

Ohio homurdandı ama uyanmadı.

Figür kulübeden inip bahçeyi geçerek çitlerin üzerinden atladı ve minivanın


arkasından dolandı. Kendimi tekrar nefes almak için zorladım.

Miles arka taraftan binerek saçını ve çoraplarını sallayıp suyunu silkeledi.


Ayaklarını ayakkabılarına soktu. Art evden uzaklaştı.

“Lanet köpek.” Miles öne geçip başını arkaya yasladı. Onu böyle görmek hâlâ
garipti. Üzerinde kot pantolon ve montunun altında eski bir beyzbol tişörtü
vardı. Ve bir de köpeğin çiğneme oyuncağına dönmüş olan botları. Saçını eliyle
geriye doğru taradı, bir gözünü açtı ve beni ona bakarken yakaladı.

“Bokhane’de yaşıyorum, biliyorum.” Arta baktı. “Malzemeleri aldın mı?”

“Arkamda.”

Miles sürücü koltuğunun arkasına sokuşturulmuş siyah çantayı alıp içindekileri


boşalttı; malzemeler yerde yuvarlanıyordu.

Bir kutu IcyHot, içinde minik siyah noktacıklar olan bir poşet, birkaç elastik
halat, bir tornavida, bir İngiliz anahtarı ve küçük bir balyoz.

“Bunu niye getirdin ki?” diye sordu Miles balyozu alarak.

Art omuz silkti. “Eğlenceli olur diye düşündüm. Bir şeyleri kırmamız gerekirse
diye.”

Güldüm. Art’ın elleri başlı başına balyozdu zaten.

“Çok pahalı şeyleri kırma. Alex e suç işlemeyeceğimizi söyledim.”

“Ee, Patron? Haneye tecavüze ne diyoruz peki?”

“Suç,” dedi Miles. “Ama anahtarın varsa haneye tecavüz sayılmaz.” Cebinden
tek bir anahtar çıkarıp gösterdi.

“Anahtarı nereden buldun?”

“içeriden tanıdığım var. Buradan dön. Soldan üçüncü ev.”

Downing Heights a dönmüş, aşırı lüks evlerin bulunduğu yolda ilerliyorduk. Bili
Gates’in ikinci evi olabilirmiş gibi görünen bir evin önünde durduk. Önündeki
yol üç kapılı bir garaj ile mozaik camlı, çift kanatlı kapısı olan kocaman bir
verandaya açılıyordu.

Miles tornavida, ingilizanahtarı ve balyoz hariç her şeyi çantaya attı. “Art, araba
sende. Alex, sen benimle geliyorsun.” Saatine baktı. “Umarım kimse uyanmaz.
Haydi gidelim.”

Minivandan çıkıp eve doğru koşar adım yürüdük. Miles ön kapının yanında
durdu, güvenlik klavyesinin kapağını açtı ve kodu tuşladı. Kapıya dönüp
anahtarla kilidi açtı.

Kapılar açıldı.

Hole girdik. Miles arkamızdan kapıyı kapayıp içerideki diğer güvenlik


klavyesini kontrol ettikten sonra garaja açılıyor olması gereken yakındaki başka
bir kapıya işaret etti.

Art elinde tornavida, ingilizanahtarı ve balyozla kapıya yöneldi.

Bu ev Indiana’ya değil, Hollyvvood’a aitti. Ortasında kocaman bir merdivenin


yer aldığı fuayenin {fuaye, kahrolası bir fuayeleri vardı) iki yöne açılıyordu. Sağ
tarafında bir TV ışığının duvarda titreştiği bir salon vardı. Miles’ın koluna vurup
ışığı gösterdim. Başını salladı ve kapıya baktı; bir saniye sonra şal desenli
pijamasıyla, siyah saçlı bir kız fuayeye girdi.

“Selam, Angela,” dedi Miles son derece sakin bir şekilde. Kız esneyerek el
salladı.

“Selam, Miles. Ölü gibi uyuyor. Hapları dediğin gibi ezip akşam yemeğine
koydum.”

“Süper, teşekkürler.” Miles cüzdanını çıkarıp Angela’ya yirmi dolar verdi. “İyi
iş çıkardın. Hâlâ aynı odada değil mi?”

“Sağdan dördüncü,” dedi Angela. “Annem ve babam da sol tarafta, yani onlar
için endişelenmene gerek yok.”

“Teşekkürler. Gidelim.”

İkimiz yukarı çıktık. Merdivenin tepesinde sağa dönüp sessizce koridorda


ilerledik. Her şey rahatsız edici derecede normaldi ki -bu işe harcanan paranın
miktarı hariç- bir an için buranın tamamen halüsinasyondan ibaret olabileceğini
düşündüm.

Miles soldan dördüncü kapının önünde durdu, sanki kızgın olabilirmiş gibi
tereddütle birkaç kez kapının koluna dokunduktan sonra iterek açtı.

Odanın sahibi her kimse inanılmaz derecede düzensiz biriydi. Kıyafetler yerlere
dağılmıştı. Kâğıtlar, diyagramlar ve farklı yerlerin haritaları duvarlara dayalı bir
çalışma masasının üzerine yığılmıştı. Şifoniyerin üzerinde arabalar, süper
kahraman ve mekanik hayvan maketleri vardı. Karanlıkta parlayan periyodik
cetvel de dahil olmak üzere bütün duvarlarda bilimle ilgili posterler asılıydı.

“Al.” Miles çantanın fermuarını açıp bir kutu IcyHot çıkardı. “Şifoniyere git.
Üstteki çekmecelerden biri olmalı; bunu bütün iç çamaşırlarının ağ kısmına sür.”
“Ne-ne?” Kutuyu aldım. “Bu çok iğrenç.”

“Sana bunun için elli dolar ödüyorum,” dedi Miles dişlerinin arasından ve yatağa
yöneldi.

Şifoniyere gittim ve soldaki en üst çekmeceyi açtım. Boştu. Temiz, beyaz


külotlar ve boksör şortları sağdaki çekmecedeydi.

Eh... en azından temizlerdi.

ilk iç çamaşırını alıp kutunun kapağını açtım. Görevimi yaparken gözucuyla


Miles’ı yatak örtüsünü açıp uyuyan kişiyi omuzlarından ayaklarına kadar elastik
kordonla yatağa bağlarken izledim. Sonra içinde minik siyah noktacıklar olan bir
poşeti açıp -pire?- uyuyanın başından aşağı boşalttı.

“Tamam, bitirdim,” diye fısıldadım. Çekmeceyi kapadım.

“Şimdi yerde bulabildiğin bütün iç çamaşırlarını alıp şifoniyerin altına tık.”

Miles komodinin üzerindeki çalar saati kurmaya başladı, işaret ve


başparmağımla oyuncak kapma oyunu oynuyormu-şum gibi mümkün olduğunca
az temas ederek çamaşırları topladım. Şifoniyerin yanında bir yığın haline
getirip hepsini ayağımla altına ittim.

“Uyku haplarının etkisi alarm çalmadan önce geçecektir,” dedi Miles. IcyHot
kutusunu ona geri verdim. “Tek yapmamız gereken buradan çıkmak.”

Dünyadan bihaber uyuyan zavallı kurbanın kim olduğuna bakmak için yatağa
yaklaştım.

Donup kaldım.

“Aman Tanrım, Miles.”

“Ne?”

“Tucker bu!”

Einstein tişörtü ile atom çizimleriyle kaplı pijama altı içinde çok masum
görünüyordu ve ben iç çamaşırlarının içine IcyHot sürmüştüm...
“Sakin ol!” Miles bileğimi yakalayıp beni odadan dışarı sürükledi. Çabucak
aşağı inip fuayeye döndük; Angela eliyle bizi salona çağırdı. Sonra da verandaya
çıktık. Miles kapıyı kilitleyip güvenlik sistemini kurdu ve minivana koştuk. Art
ön tarafta bekliyordu.

Kapılar kapanıp Art gaza basar basmaz, “Seni göt\” dedim, içimde kabaran
bütün öfkeyle Miles’ın koluna bir yumruk attım. “Bana Tucker olduğunu
söylemedin!”

“Söyleseydim yapar miydin?” diye sordu.

“Tabii ki yapmazdım!”

“Evet ama başka herhangi biri olunca yapmakta sakınca görmüyorsun.” Miles
gözlüğünü itti. “Biraz ikiyüzlü bir davranış bana sorarsan.”

“Sormadım? Kollarımı kavuşturup pencereden dışarı baktım. “Bana söylemen


gerekirdi.”

“Neden? Ona acıdığın için mi? Bir köpek gibi peşinde dolandığı için mi?
Yardım ettiğini asla bilmeyecek. Panikleyecek ve rahatsız olacak, senin de
cebinde elli dolar daha olacak.”

Bedenime bir öfke dalgası daha yayıldı. “Önemli değil; mesele işin prensibi!”

“Hayır, değil; sırf Beaumont diye birden yaptığının kötü olduğuna karar verince
öyle olmuyor.”

Bir dakika boyunca, Art öksürene kadar birbirimize baktık. Kollarımı daha sıkı
kavuşturmuştum.

“Sen bir pisliksin,” dedim başımı çevirerek.

“Kişi kendinden bilir işi,” diye homurdandı.


Yirmi Altıncı Bölüm

Ertesi sabah Miles evime geldi. Ama saatin yedi olmasını

bekledim ve babamdan beni okula götürmesini istedim, izleyici var mı diye


kontrol bile etmeden mısır gevreğime dalınca bir terslik olduğunu anladı.
Sorduğunda uykumu iyi alamadığımı söyledim.

Yine de okulun park yerine girdiğimizde tamamen ayıktım. Babam beni ana
girişin orada bıraktı. Çevre kontrolümü yapıp çatıda duran adamlara -gerçek mi
değil mi?- baktım ve çantamı sırtlandım, insanların gözlerini saçlarıma dikip
baktığına dair bunaltıcı bir hisse kapıldım. Etrafıma baktığımda kimse beni fark
etmemişti bile. Miles dolabının açık kapısının önünde durmuş kitaplarını
koyuyordu. Kendi dolabımı açtığımda gıcır gıcır bir elli dolar düştü ayağımın
dibine. Parayı alıp hışımla Miles’a uzatım.

“istemiyorum.”

Bir kaşını kaldırdı. “Yazık, çünkü senin o.” “Almıyorum.” Parayı kitaplarının
üstüne fırlattım. “Elli dolar o. Eminim bir yerde kullanırsın.”

“Ah, kesin kullanırım. Sorun şu ki kullanmayacağım.” “Neden, hatalı bir ahlak


algısı yüzünden mi?” diye tersledi Miles. “Güven bana, Beaumont bunu hak
etmiyor.”

“Sen kim oluyorsun da buna karar veriyorsun?” Suratına yumruk ya da


kasıklarına tekme atmamak için kendimi zor tuttum. “Ondan hoşlanmıyorsun
çünkü o senden daha iyi biri. Sırf başka insanlara sözünü geçirmek için hırsızlığa
ya da sabotaja başvurmuyor.”

Miles kötü bir şey söylememek için kendini tutuyormuş gibi görünüyordu ama
başını sallayıp elli doları arka cebine soktu.

Sınıfa yürürken tek düşünebildiğim o gün ne diye onu öpmek istediğimdi. Ama
sonra Bay Gunhtrie’nin sınıfından gelen kulak tırmalayıcı çığlıkları duydum.
Kapının dışına geniş kalabalık bir öğrenci grubu toplanmıştı. İte kaka
aralarından geçip mermi fırlatılması ihtimaline karşı kenara çekildim. Celia arka
tarafta parmakları Stacey Burns’ün atkuyruğuna dolanmış, avazı çıktığı kadar
bağırıyordu. Bir zamanlar sarı olan saçları şimdi çim yeşiliydi. Britney Carver da
Stacey’nin diğer yanında durmuş, Celia’nın parmaklarını uzaklaştırmaya
çalışıyordu. Celia öne atılıp yumruğunu Sta-cey’nin suratına indirince bir
çıtırdama sesi duyuldu. Claude Gunthrie kapının önündeki birkaç birinci sınıf
öğrencisini savuşturup Celiayı bileğinden yakalayıp neredeyse ayaklarını yerden
keserek sınıfa daldı.

“BIRAK BENİ! SİZ PİSLİKLER YAPTINIZ BUNU! GEBERTECEĞİM


SİZİ!”

“Biz yapmadık!” diye bağırdı Stacey. Dudağın kanıyordu. “Bırak beni!”

“Biri şunun kollarını tutsun!” Claude, Celia’nın ağırlığıyla homurdandı. “O..


AHHH...”

Celia dirseğini onun yüzüne indirdi.

“NE?” Theo, her an koparmaya hazırmış gibi Celia’nın Claude’a vurduğu


koluna doğru atıldı.

“NELER OLUYOR? AYRILIN! HEPİNİZ!”

Bay Gunthrie Tanrının ellerine sahipmiş gibi sınıfa dalıp bir eliyle Celia’yı,
öbürüyle de Stacey’yi yakasından tuttu ve ikisini de havaya kaldırdı. Onları yere
indirdiğinde ikisi de o kadar şaşkın görünüyordu ki sessizleşip birbirlerini
bıraktılar.

“CLAUDE, BURNS’Ü HEMŞİREYE GÖTÜR. HENDRICKS, SEN BENİMLE


GELİYORSUN.” Bay Gunthrie bir an için duraksayıp Celia’yı süzdükten sonra,
“SAÇINI NEDEN YEŞİLE BOYADIN SEN?” diye sordu.

Celia yeniden bağırmaya başladı ve Bay Gunthrie onu sınıftan çıkarmak için
kollarıyla zapt etmek zorunda kaldı. Stacey çenesini tutarak Claude’u
beklemeden gitti. Claude da kanlı burnunu tutarak onun peşine düştü. Theo da
onunla birlikte çıkmayı başarmıştı.

Bir sandalyeye oturdum. Stacey ve Britney gerçekten Celia’nın saçlarını yeşile


boyamış mıydı yoksa bu Celia’nın dikkatleri üzerine çekmek için yaptığı başka
bir numara mıydı?

Fısıltılar yükselmişti. Miles yarısı boş ve herkesin farklı sandalyelerde oturduğu


sınıf karşısında biraz şaşırmış görünerek içeri girdi. Varlığımı görmezden
gelerek yerine oturdu.

Cliff ve Ria, Ria’nın sırasına dönmüş, kıs kıs gülüşerek iki saniyede bir kapıya
bakıyorlardı. Sonra Ria’nın yüzü o kadar kızardı ve Cliff öyle katıla katıla
gülmeye başladı ki dönüp ben de baktım.

Tucker sendeleyerek sınıfa girdi. Gözlerinin etrafında torbalar oluşmuştu; iki


elini birden taranmamış saçlarının arasından geçirdi. Kravatı boynunda gevşek
duruyordu ve gömleği pantolonunun dışındaydı. İhtiyatlı bir şekilde sırasına
otururken suratını ekşitti ve her yerini kaşımaya başladı. Sıramdan çıkıp aceleyle
yanma gittim, “iyi misin sen?”

İyi misin sen? Muhtemelen gelmiş geçmiş en aptalca beş sorudan biriydi. Bu
durumların yüzde doksan dokuzunda birazcık sağduyu göstermek daha kolaydı.
Ama şu anki durumda aklıma söyleyecek daha iyi bir şey gelmiyordu çünkü, “İç
çamaşırına IcyHot sürdüğüm için çok özür dilerim”, aslında IcyHoti iç
çamaşırlarına sürenin siz olduğunu bilmeyen bir insana söyleyeceğiniz ilk şey
değildi.

Tucker kuduz olmuş bir maymun gibi göründüğünü nihayet fark etmiş gibi
ellerini kucağında kavuşturdu. “Bu sabah uyandım ve sanki asit kafası
yaşıyormuşum gibi hissettim. Her yerim kaşınıyor ve nedenini bilmiyorum.”
Sandalyesinde rahatsız bir şekilde kıpırdanarak bana yaklaştı. “Ve sanki biri iç
çamaşırlarımı ateşe vermiş gibi hissediyorum.”

Midem düğüm düğüm olarak yumruğumu alnıma dayadım.

“Ne olduğunu biliyorum,” diye başladı. Dehşetle suratına bakakaldım ama


konuşmaya devam etti. “Detayları bilmiyorum ama ne olduğunu ve sebebini
biliyorum. Richterın yaptığını biliyorum. O olduğunu biliyorum çünkü gecenin
köründe alarmı devreye sokmadan evime girip çıkabilecek tek kişi o. En azından
sırf benimle uğraşmak için bunu yapacak tek kişi o.”

Tucker omzumun üstünden Miles’a bir bakış attı. “Baksana şuna. Saklamıyor
bile. Şu anda bize bakıyor.”

Dönüp bakmadım. “O kadar kötü olamaz, değil mi? Ne oldu?”

Başını salladı. “Bilmiyorum. Saatim bir saat geç çaldı ve o andan itibaren her
şey ters gidiyor. Yolun yarısında arabam bozuldu.” Tucker bir an duraksayıp
dalgın dalgın göğsünü kaşıdı. “Ona birden fazla kişi yardım etmiş -Richter
arabalardan hiçbir zaman anlamadı-; o kulüpten biri olmalı...” Tucker yine
durdu.

“Sen... ona sen yardım etmedin, değil mi?”

Cevap vermem fazladan iki saniye daha sürmüş olabilirdi. Belki yanlış yöne
bakmıştım ya da saçıma biraz fazla sertçe asılmıştım. Ama inkâr etmeye
başlayamadan Tucker ın yüzünde anladığına dair bir ifade belirdi. Bütün
vücuduyla öbür tarafa döndü.

Neden tereddüt etmiştim? Neden planladığım şeyi yapıp ona her şeyi
anlatmamıştım?

Yirmi Yedinci Bölüm

Oğie yemeği vakti geldiğinde Bay Gunthrie’nin ofisinde olanlar bütün okula
yayılmıştı. Claude’un burnu şişmiş ve morarmıştı ve konuşmaya çalıştıkça
suratını ekşitiyordu. Stacey hemşirenin yanından dönmemişti ama Britney önüne
gelen herkese Celia’nın şirretliğinden yakınıyordu. Celia’nın uzaklaştırma
aldığından yüzde doksan emindim. Yine.

Tucker’ı günün kalanında bir daha görmedim ve bu da kendimden nefret


etmeme sebep oldu. McCoy’la ilgili bilgi toplamak için bir başka kütüphane
gezisine çıkmayacak ya da Finnegan’da komplo teorileri konuşmayacaktık.
Miles’a o evin kime ait olduğunu sormalıydım. Ve yaptığımız şeyin, söz konusu
kişi Tucker diye yanlış olduğunu söylediğimde bana ikiyüzlü demekle az da olsa
haklı olduğunu biliyordum. Kim olursa olsun yanlış olmalıydı. Ama yine de
yapmıştım işte.

Yedinci ders kimyaydı ve yapmak istediğim son şey elli dakika boyunca
laboratuvar masasının başında Miles’ın yanında durmaktı. Bütün gün onunla
konuşmaktan kaçınmıştım ama laboratuvar çalışması beni, ona not etmesi için
belli metal türlerinin kimyasal reaksiyonlarıyla ilgili bilgi aktarmak zorunda
bıraktı. Neden kendisi yapıvermemişti, bilmiyordum -örnekleri incelemek
yeterince kolaydı- ama her tepkimeden sonra orada öylece durup bana bakarak
sonucu bekliyordu.

Belli ki bu onu affettiğimi düşünmesine sebep olmuştu. Dersten sonra


dolaplarımıza ve sonra da spor salonuna kadar sessizce peşimden geldi; ta ki
Celia, babası ve okulun güvenlik görevlisi tarafından müdürün odasından
çıkarılana kadar.

“Celia hiç böyle değildi,” dedi Miles. “Benimle uğraşmaktan hoşlanırdı ama hiç
başkalarına bulaşmazdı. Bence garip bir şeyler oluyor ama ne olduğunu
bilmiyorum.”

Dönüp o ya da Celia umrumda değilmiş gibi spor salonunun dışındaki cam


vitrine baktım. “Seninle konuştuğum izlenimine kapılmış gibisin.”

“Kimya dersinde konuşuyordun,” dedi Miles. “Laboratuvar çalışmamızı


yapabilelim diye.” Azıdişlerini birbirine sürttüğünü duydum. “İyi. Özür
dilerimKelimeleri dişlerinin arasından zorla çıkardı. “Şimdi mutlu musun?”

“Ne için özür diliyorsun?” Tekrar Scarlet’ın fotoğrafına baktım. Şimdi üzeri
tamamen kırmızı kalemle karalanmıştı. Finnegan’ın Sihirli Sekiz Topunun
yanımda olmasını diledim içimden.

Miles gözlerini devirdi. “Şey için... bilmiyorum, onun Beaumont olduğunu sana
söylemediğim için?”

“Ve?”

“Ve sana onun iç çamaşırlarına IcyHot sürdürdüğüm için.”

“Çok acımasızcaydı.”

“O halde bunun benim fikrim olduğunu sanıyorsun? Bunları ben bulmuyorum,


sadece başkaları için yapıyorum.”

Ona attığım bir sonraki bakış üzerine teslim olur gibi ellerini havaya kaldırdı.
“Affedersin, affedersin, gerçekten.... Benimle konuşmayacaksan da tamam ama,
en azından dinler misin?”

“Ne söyleyeceğine göre değişir.”

Miles yalnız mıyız diye etrafına baktı, sonra derin bir nefes aldı.

“Sana söylemem gereken şeyler var çünkü... bunu sana borçluymuşum gibi
hissediyorum. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum ve bundan da
hoşlanmıyorum ama yapacak bir şey yok.”

Şaşırmıştım ama bir şey söylemedim. Miles derin bir nefes daha aldı.

“Öncelikle -ve ben senin sırrını başkalarına söyleye-miyorsam sen de bunu


söyleyemezsin- benim annem akıl hastanesinde.”

Şaşırmış görünmem mi gerekiyordu? Aklım karışmış gibi mi görünmem


gerekiyordu? Bana bunu söyleyeceğini hiç düşünmemiştim. Ama artık
aramızdaki sırların dengesizliği yüzünden kendimi kötü hissetmeme gerek
yoktu. “Ne? Olamaz. Yalan söylüyorsun.”

“Söylemiyorum. Goshen’da bir hastanede. Ayda bir kez ziyaretine gidiyorum.


Yapabilirsem iki kez.”

“Ciddi misin?”

“Evet. Yine bana inanmıyorsun, insan böyle bir konuda neden yalan söyler,
bilmiyorum. Aramızı düzeltmeye çalışıyorum ama dinlemeyeceksen konuşmayı
keseceğim...” “Hayır, hayır, affedersin, devam et,” dedim çabucak. Miles bana
sert bir bakış attı. “Çeneni kapayıp dinleyecek misin?”

“Evet. Söz.”

“Peki, annemin neden hastanede yattığım öğrenmek istediğini biliyorum; önemli


bir şey değildi. Annem hep biraz... dengesizdi. Ama hiçbir zaman hastaneye
yatırılacak kadar kötü değildi. Orada kalacak kadar kötü değildi hiç ama deli
olduğunu inkâr etmek insanların daha çok deli olduğunu düşünmeye itiyor...”

Anladığımı gösteren bir ses çıkardım.

.. ve babam da başta onları böyle ikna etti. Annemin, durumunu sürekli inkâr
ettiğini söyledi. Önce onlara vücudundaki çürüklerin, gözündeki morlukların ve
patlamış dudakların kendi suçu olduğunu söyledi. Depresyon ve öfke nöbetleri
sırasında kendi kendine yaptığını, bipolar olduğunu ve ona artık güvenmediğini
söyledi onlara. Ve tabii ki annem bunu duyduğu an çok sinirlendi ve bu da
durumu daha kötü hale getirdi.” Boğazının gerisinden gelen, tiksinti belirten bir
ses çıkardı. “Ve sonra... göl.”
“Göl?”

“Babam annemi göle attı, sonra onu ‘kurtardı’ ve onlara annemin intihara
kalkıştığını söyledi. Annem çılgına dönmüştü. Kimse babama karşı kanıt
aramaya tenezzül etmedi. Ben de o zaman birileri için birtakım işler yapmaya
başladım ve şimdi de işyerinde alabildiğim bütün gece vardiyalarını alıyorum;
yasal olarak çalışmak için yaşımın tutmamasını falan da geç çünkü umurumda
değil. Mayıs ayında on sekizime bastığımda onu oradan çıkaracağım ve paraya
da onun için ihtiyacım var. Bir şeyleri... bir şeyleri olabilsin diye, anlıyor
musun? Babam ona hiçbir şey vermeyecek ve ben de annemin o eve dönmesine
izin veremem.”

Miles, gözleri benim solumda bir yere odaklanarak birden durdu. Midemde
rahatsız edici bir his vardı; bir insanla ilgili bilebileceğinizi düşündüğünüzden
çok daha fazlasını öğrendiğiniz zaman hissettiğiniz türden bir rahatsızlık.

“Peki... peki sen...”

“Daha bitirmedim,” dedi kızarak. “Bazen bazı şeyleri anlamakta zorlanıyorum.


Duygusal şeyleri, insanların bazı şeylere neden üzüldüğünü anlamıyorum.
Tucker’ın neden daha iyi olmaya çalışmadığını anlamıyorum ve senin beni
neden öptüğünü de henüz çözemedim.”

Tamam. O an oracıkta ölebilirdim. Yere kıvrılıp ölebilirdim.

“Daha önce aleksitimi terimini duymuş muydun?” diye sordu.

Başımı hayır anlamında salladım.

“‘Duyguları ifade edecek söz bulamamak’ demek; ama bundan daha fazlası
aslında. Neredeyse bir akıl hastalığı sayılır fakat bir tür ölçek söz konusu.
Aleksitimin ne kadar yüksekse duyguları ve benzer şeyleri yorumlamakta o
kadar zorlanıyorsun. Benimki o kadar yüksek değil ama çok düşük de değil.”

“Ah.”

“Evet. O yüzden bazen duyarsız görünüyorsam üzgünüm. Ya da, ne bileyim,


savunmacı görünüyorsam. Çoğunlukla sadece aklım karışık oluyor.”

“Öyleyse bu, o işleri yaparken zarar verdiğin insanları umursamadığın anlamına


mı geliyor?” diye sordum.

“Sosyopat değilim ben; sadece olayları sindirmem zaman alıyor, istemediğim


zaman suçluluk duygumu bastırmakta epey iyiyim. Ama işi bırakamam. Para
kazanmak için kolay bir yol ve insanların bana fazla yaklaşmasına da engel
oluyor ve kendimi... güvende hissediyorum.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Başkalarının pis işlerini yapan ben olduğum ve herkes benden korktuğu zaman
güvende hissediyorum demek istiyorum. Olayları ve kişilerin ben kontrol
ediyorum.”

“Kişileri,” diye mırıldandım ve gülümseyerek beni şaşırttı.

“Doğru. Kişileri.”

Gülümsemesinin sebebinin sadece imlasını düzeltmem olmadığı hissine


kapıldım. Bunları daha önce birine söyleyip söylemediğini merak ettim; sonra da
Goshen’daki annesini ve babası hâlâ etraftayken onu oradan nasıl çıkarmayı
planladığını. Okuldaki küçük diktatörlüğü bir gün yıkılacak olursa ne yapacağını
merak ettim.

Tekrar vitrine baktım. Scarlet ın fotoğrafı bana haykırdı.

“Celia’ya neler olduğuna dair bir şeyler biliyor olabilirim,” dedim nihayet. Ona
Celia, Celia’nın annesi, McCoy, Scarlet ve skor tabelasıyla ilgili bildiğim her
şeyi anlattım. Tucker’ın bu konuda bilgi edinmeme nasıl yardım ettiğini ve
araştırmamızın nasıl çıkmaza girdiğini.

“McCoy un senden hoşlanmadığım ve Celia’nm da hoşlandığını biliyorum,”


diye ekledim. “Ve bu... beni endişelendiriyor. Bence ikisi de gerçekten oldukça
dengesiz. McCoy un psikolojik yardıma ihtiyacı var ve alacağını sanmıyorum.
Bunun farkında olduğunu ya da umurunda olduğunu da sanmıyorum. Ve
biliyorum ki -biliyorum- bunlar deli kızın uydurduğu deli hikâyelermiş gibi
geliyor kulağa; beni neden dinleyeceksin ki... ama bana bir iyilik yap ve...
dikkatli ol.” Bana bakıyordu. Gözlerini kırpıştırdı.

Sonra başını sallayıp, “Tamam. Dikkatli olacağım,” dedi.


Yirmi Sekizinci Bölüm

Celia’nm ikinci uzaklaştırma cezası ilan edilmedi ama okuldaki

herkes detayları biliyordu. Avukat olacak babası sayesinde (ve bizzat Şeytanın
öngörülemeyen müdahalesi sayesinde çünkü başka kim Celia’nm yardımına
koşardı ki?) Celia okuldan atılmadı. Bu kötü haberdi. İyi haberse sömestrin geri
kalanı boyunca okula dönmeyecek olmasıydı. Bir diğer kötü haber, sömestrin
bitmesine sadece on gün kalmış olmasıydı. Ve bütün kulüp gelecek diğer kötü
haberi şimdiden görebiliyordu: Yeni sömestrde Celia okula dönecekti ve kamu
hizmetine verilecekti.

İyi haberler ya da kötü haberler hoşuna gitmemiş görünen tek kişi, Celia
gittikten sonra daha da asabileşen Müdür McCoy’du. Sabah anonsları kısa ve
sertti ve skor tabelasıyla ilgili tek söz etmiyordu. Öğleden sonralarıysa sık sık
spor salonunun önünde durup kulübün çalışmalarını izliyordu.

Miles’ın kendi başının çaresine bakabilecek biri olduğunu biliyordum ama


güzelce bilenmiş paranoyamı faydalı bir işe kullanacağım bir zaman varsa o da
şimdiydi.

O on gün boyunca okul görece normal ritmine dönmüştü. Belki Noel ruhundan
ya da iki haftalık tatildendi ama herkes final sınavlarına rağmen çok daha
neşeliydi. Hediyeler değiş tokuş edildi. Sınıftan sınıfa koşturup duran kırmızı-
yeşil kıyafetli cüceler görüyordum. Kulüpteki herkes için, salakça olduğunu
düşünüp düşünmeyeceklerinden emin olmaksızın her birine 1800’lerden kalma
drahmilerden yapıştırarak yılbaşı kartları yaptım.

Nasıl tepki vereceğini görmek için önce Miles’ınkini verdim. Ben laboratuvar
masasının başında koruyucu gözlüğümü takarken kartı eliyle tarttı. Sonra içinde
bomba varmış gibi açtı. Parayı çıkarıp inceledi. “Drahmi mi? Bu... bu gerçek
mi? Nereden buldun bunu?”

“Babam arkeologdur. Her yerden bir şeyler toplar.” Ve bu paralar da eve


getirdiği, gerçek olduğunu bildiğim şeylerden biriydi.

“Ama bu çok para edebilir,” dedi Miles. “Neden bana veriyorsun ki?”

“Kendini fazla özel hissetme.” Deneyimiz için ihtiyacımız olan test tüplerini
çıkardım. “Kulüpteki herkesin kartına birer tane koydum.”
“Olsun. Bunun yüzlerce dolar etmediğini nereden biliyorsun?”

“Bilmiyorum ama çok para etseydi babamın onları bana vermeyeceğini


varsayıyorum.” Omuz silktim. “Bunun gibi bir sürü şeyim var.”

“Bunları sana çok para etmesine rağmen verdiğini düşündün mü hiç?”

“istiyor musun, istemiyor musun?” dedim sinirle. Miles başını eğip gözlüğünün
üzerinden bana kötü kötü bakarak parayı cebine attı. Karta döndü.

“Charlie şu aralar yeşile takmış durumda. Bulabildiğim tek renk buydu.”

Kartın içine yazdıklarıma baktı. Sevgili Pislik: Sözünü tuttuğun ve bana


inandığın için teşekkür ederim. Beklediğimden fazlasıydı. Ayrıca yılın başında
dolabını tutkalla yapıştırmamdan duyduğun rahatsızlık için üzgünüm. Ama bunu
yaptığım için üzgün değilim çünkü çok eğlenceliydi. Sevgiler, Alex.

Okuduktan sonra o kadar şaşırtıcı bir şey yaptı ki neredeyse Bunsen lambasını
düşürüp karşımdaki çocuğu yakacaktım. Güldü.

Masadaki komşularımız dönüp bize dik dik baktı çünkü Miles Richter ın
gülmesi, Mayaların dünyanın sonuna işaret edeceğini öngördüğü şeylerden
biriydi. Fazla yüksek sesle gülmemişti ama sonuçta gülen Miles’dı; hiçbir
ölümlünün daha önce duymadığı bir sesti çıkan.

Hoşuma gitmişti.

“Bunu kesinlikle saklayacağım.” Miles defterini almaya gitti. Kartı sayfalarının


arasına itti ve masaya dönüp bakışlardan tamamen bihaber kalarak deneyi
başlatmamda bana seve seve yardım etti.

Kulüptekiler daha ben drahminin ne olduğunu açıklamadan hediyelerini


beğendiler. Yunanca bilen Jetta günün kalanı boyunca Yunanca konuştu.
Üçüzler de paralarının ne kadar ettiğini ve rehin bırakıp bırakamayacaklarını
öğrenmek istediler.

“Muhtemelen mümkün, eğer doğru kişiyi bulursanız,” dedim. “Ama öyle bir şey
yaparsanız yakanıza yapışırım.” Kulüpte herkesin birbirine hediye vermesi bir
gelenekti. Bir gün moda tasarımcısı olmak için Fransa’ya geri dönmeyi
planlayan Jetta herkese atkı yapmıştı. Art atölye dersinde yaptığı inanılmaz
derecede gerçekçi ahşap heykelcikleri hediye etti. (Benimki kırmızı saçlı bir
lahana bebeğe benziyordu.) Üçüzler kendi besteledikleri bir Noel şarkısı
söylediler. Miles onlar şarkıyı bitirdikten yaklaşık beş dakika sonra elinde
kocaman kapkeklerle dolu büyük bir kutuyla salona girdi. Basketbol maçını
izlerken herkes kapkeklere yumuldu. Ben kendiminkini yemedim; sonra
yiyeceğimi söyleyerek heykelcik ve atkıyla beraber sırt çantamın yanma
koydum. Muhtemelen yemeyecektim. Miles’a güvenmediğimden değildi.
Muhtemelen yemeklere konan zehirler konusuna benim kadar hâkim değildi.

Daha sonra üçüzler tekrar şarkı söylemeye başladı ama bu kez Miles’a özel bir
“Sen Korkunç Birisin, Bay Grinç” nakaratı eklediler.

Bir hediye daha almıştım ve ilk bakışta bir hediye mi yoksa yerini şaşırmış bir
kaldırım taşı mı emin olamamıştım. Yumruk büyüklüğünde bir taş, yanında
hiçbir açıklama olmaksızın sıramın üzerinde duruyordu. Bunu bırakan kişiye
kızamazdım -ben de drahmilerimden biriyle birlikte Tucker ın sırasına bir kart
bırakmıştım- ama en azından taşın ne tür bir mesaj iletmesi gerektiğini
açıklayabilirdi.

Ama hem merak ettiğim hem de hiçbir zaman hediyeleri atan biri olmadığım için
taşı sakladım.

Yirmi Dokuzuncu Bölüm

|v

-i i,

Rigmont evinde Noel başka her yerdeki gibiydi. Yılın, annemle babamın bir sürü
şey aldığı tek zamanıydı. Aldıklarımızın çoğu bir önceki Noel’den sonra
indirime giren şeylerden oluşuyordu. Charlie bunu fark etmemişti ve ben de
umursamıyordum, çünkü çoğu zaten kıyafet oluyordu ve eğer üzerimize
uyuyorlarsa sorun yoktu. Hediyelerimiz Noel Babadan kartlarla birlikte ağacın
altında beliriveriyordu.

Her yıl Noel arifesinde Charlie’yle, annemi ve babamı baş başa akşam yemeğine
gönderiyorduk ve yiyecekleri gerçekten yiyip güzel vakit geçirecekleri bir yere
gitmelerini garantiliyorduk. Bu babamın mutlu olacağı ve annemin de beni rahat
bırakacağı anlamına geliyordu.

İsteğim üzerine annem Karaorman pastası için gerekli malzemeleri aldı. Charlie
pastanın keki fırındayken kendini kaptırıp kirazları yedi, ama neyse ki üst katı
kaplayacak kadarını kurtarmayı başardık. Lezzetli görünüyordu ve yüzde yüz
zehirsiz ve izleyicisizdi ki bu beni çok mutlu etmişti.

Bazen Noel zamanı sadece bu şekilde mutlu oluyormu-şum gibi geliyordu. Yılın
kalanında Noel’in para harcayıp şişmanlamak ve hediye açmaktan mı ibaret
olduğunu düşünürdüm. Kendimizi şımartmaktan. Ama Noel nihayet gelip o
sıcak, tatlı nane-kazak-şömine-ateşi birleşiminin verdiği his midenize
yerleştiğinde ve yılbaşı ağacındakiler hariç bütün ışıkları söndürüp yere
uzanarak dışarıda yağan karın sessizliğini dinlediğinizde Noel’i anlıyordunuz.
Zamanın bu parçasında dünyada her şey yolunda gidiyordu. Her şeyin aslında
yolunda olmamasının bir önemi yoktu. Öyleymiş gibi yapmanın yeterli olduğu
tek zamanıydı yılın.

Sorun Noel ruhundan çıkmakta yatıyordu çünkü çıktıktan sonra gerçek ve hayal
arasındaki sınırları yeniden belirlemeniz gerekiyordu.

Bundan nefret ediyordum.

Yılbaşından sonra, okula döneceğimiz günden birkaç gün önce, anneme onunla
Meijer’e gidip gidemeyeceğimi sordum. Bana garip bir bakış attı ama ben ikinci
pasta girişimimiz olan Karaorman pastasından bir parçayı paketleyene kadar
sebebini sormadı.

“Miles orada çalışıyor. Bugün de orada mı diye bir bakmak istiyorum.”

Charlie de bizimle gelmek istedi ve süpermarkete vardığımızda annem bir


market arabası alıp alışverişe başlarken bir elimde pasta tabağı, diğer elimle
Charlie’yi manava doğru götürdüm.

230 \ srûî OkH uydurdum

ı
t

Yedi yaşımdan beri pek çok kez Meijer’e gelmiştim tabii ki. Şarküteri tezgâhı
hiç değişmemişti ve ıstakoz akvaryumu da aynı yerde duruyordu. Istakozlar hâlâ
üst üste yığılmış, çaresizce kaçacak yer arıyordu. Charlie’yi akvaryuma doğru
ittim ve o da ıstakozları benim eskiden izlediğim kadar ilgiyle izledi. Tek fark
onları özgür bırakmaya çalışmamasıydı.

Kasabadaki tatil sonrası alışverişçilerine rağmen, market şaşırtıcı derecede boştu.


Miles’m o gün çalışmadığından endişeleniyordum ama sonra tezgâhın
arkasındaki bir kapı açıldı ve Miles çıkageldi.

“Hey! Buradasın!”

Miles fener ışığına yakalanmış kedi gibi donup kaldı.

“Burada ne yapıyorsun?” diye sordu.

Tereddüt ettim. “Alışveriş tabii ki. Sence de biraz kaba bir soru olmadı mı?”
Camekânın üzerinden pastayı uzattım. “Umarım bunu orada bir yere saklayabilir
ya da çabucak yiyebilirsin. Ekstra yılbaşı hediyesi gibi düşün. Bir Sch...
Schwarzy...”

Miles güldü. “ Schwarzwâlder Kir sch tor te” dedi. “Kara-orman pastası. Sen
mi?..”

“Charlie’yle birlikte yaptık,” dedim omzumun üstünden Charlie’nin siyah veziri


çiğneyerek durduğu yeri işaret ederek.

Miles kaşlarını çattı. Bir an için Charlie’nin yedi yaşındaki halime benzediğini
düşünüp düşünmediğini merak ettim; onun yedi yaşındaki haliyle ıstakoz
akvaryumunun başında durmuş, ıstakozları serbest bırakmak için yardım
isterken. Sorsam bunu hatırlar mıydı?

Bir yanım bunu öğrenmekten korkuyordu.

“ilk bakışta tatlıdır,” dedim. “Ama güven bana, kendini papa, banyoyu da ‘kutsal
topraklar’ ilan ettiği an bütün tat-lığı kayboluyor.”

“Bunu yaptığı oldu mu?” diye sordu Miles.


“Ah, evet. Birkaç kez. En son duş almaya çalıştığımda yaptı hatta. Günahkârlarla
ilgili haykırışlarını caddeden duyabilirdin.”

Miles yine güldü; artık bu sese neredeyse alışmıştım. Dikkati dağılmaya


başlayan Charlie’ye baktım. “Ben, ee, burada mısın diye bakmaya geldim, pasta
hoşuna gider diye düşündüm...” O anda söyleyecek başka bir şeyim kalmamıştı.
Onu rahatsız ediyordum; bunu hissedebiliyordum. Hem neden işyerindeyken ona
yiyecek getirmek gibi bir şey yapmıştım ki? Pastanın üzerindeki kirazı alıp
çiğnerken bana baktı. O dilimin üzerine daha fazla kiraz koymuş olmayı diledim.
Kavanozdaki bütün kirazları. Onu koca bir kavanoz dolusu kiraz yerken
seyredebilirdim.

Yüce Tanrım, bana neler oluyordu?

Sertçe saçıma asılıp arkamı döndüm ama, “Hey, dur, gitmeden...” Tekrar ona
döndüm. Ensesini ovalayarak yana doğru baktı ve hemen konuşmadı. “Sana bir
teklifim daha var,” dedi ve suratımdaki ifadeyi görünce hemen, “geçen seferki
gibi değil. Bu bir iş değil, yemin ederim. Sana, ee, sormak istediğim bir şey var.
Scarlet ve McCoy’yla ilgili başka bir şey bulamadığınızı söylemiştin ya? Annem
liseye onlarla birlikte gitmişti ve ben de düşündüm ki, eğer istersen... ee...”

“Evet?”

Miles derin bir nefes alıp göğsünü şişirerek biraz tuttu ve dikkatle bana baktı.
Sonra nefesini verdi ve, “Onunla tanışmak ister misin?”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Ne?” “Hani sana bahsettiğim


aylık ziyaretim var ya? Okul başlamadan yine gideceğim. Giderken seni de
alabilirim. Gidiş geliş neredeyse sekiz saat sürüyor ama istemezsen sorun
değil...”

Ağzından daha çok kelime çıktıkça yüzündeki ifade daha çok bunun kötü bir
fikir olduğunu düşünüyormuş gibi bir hal alıyordu.

Acınası ifadesine daha fazla dayanamaz hale gelene kadar hevesinin sönmesine
izin verdim ve sonra kahkahamı bastırdım.

“Evet, kesinlikle gelirim.” Elime annesiyle konuşmak gibi altın bir fırsat
geçeceği hiç aklıma gelmezdi.
Scarlet ve McCoy’la ilgili altın değerinde bilgisi olduğuna şüphe yoktu. Ve... ah,
kahretsin.

Olduğum yerde hafifçe sallandım. Bu Scarlet ya da McCoy’dan fazlasıyla


ilgiliydi. Annesiyle tanışmamı istemişti. Az önce annesiyle tanışmayı kabul
etmiştim.

Neşelendi ama sanki, “Gerçekten mi'?” derse, “Hayır” diyecekmişim gibi hâlâ
biraz endişeli görünüyordu.

“Önce izin almam gerek,” dedim, “ama alırım herhalde. Ne zaman gidiyorsun?”

“Cumartesi. Sabah çok erken yola çıkıyorum, o yüzden...”

“Merak etme, ben erkenciyim.” Annemi köşeden dönüp ıstakoz akvaryumu ile
Charlie’ye doğru gelirken gördüm. “Annem de şurada, sorabilirim şimdi.”

“Hayır, bu... gerek yoktu...” Ama çoktan annemi elimle yanımıza çağırmıştım.

“Miles beni annesini ziyaret etmeye davet etti,” dedim.

Annem Miles ı inceledi; tabii ki nöbetim sırasında beni eve getirdiğini


hatırlamıştı ve Miles da önce anneme, sonra yüzünde daha önce hiç görmediğim
bir panik ifadesiyle bana baktı.

“Ziyarete mi gideceksiniz?” dedi annem kesinlikle ilgiyle ama Miles’ın,


“hapishane ziyareti” dediğini sandığını gösteren bir tonlamayla söylemişti bunu.

“Ee, evet.” Miles yutkundu. “Ayda bir kez ziyaretine gidiyorum -aslında çok
ciddi bir şey değil- ama, ee, Gos-hen’da bir hastanede yatıyor.”

“Hastane mi?”

Miles tekrar bana baktı. “Bir akıl hastanesinde.”

Annem en az bir dakika boyunca tamamen sessiz kaldı. Tekrar konuştuğunda


sesi dikkatli, ama neredeyse... mutlu çıkmıştı.

“Eh, bence kulağa iyi geliyor,” dedi. Miles rahatlamış görünüyordu ama mideme
kocaman bir ağırlık çökmüştü.
Öz annem bir akıl hastanesine gitmem konusunda neden bu kadar istekliydi?

Ve bu neden iyi bir fikir olsundu ki?

Karnımı tekmeliyormuş gibi hissettirmişti ve her bir tekme bana;

Seni istemiyorum.

Sana ihtiyacım yok.

Sana ihtiyacım yok diyordu.

Otuzuncu Bölüm (Q

Cumartesi sabahı Miles ellerini ceplerinin dibine kadar

sokmuş, üzerinde her zamanki montuyla kapımda belirdi. Nefesi ön kapının


camını buğulandırıyordu.

Beni baştan aşağı süzdü. Pijamalarım ve kedili terliklerim vardı. “Neden hazır
değilsin?”

“Annem seni kahvaltıya davet etmem gerektiğini söylüyor.”

Miles arkamdan mutfağa baktı. “Kahvaltıda olduğunuzu bilmiyordum.


Kamyonette bekleyebilirim...”

“Hayır, hayır, sorun değil.” Kolundan tutup onu içeri çektim. “Gerçekten, eğer
gelip kahvaltı edersen her şey daha kolay olur.”

Miles tekrar mutfağa baktı. Yiyeceklerin kokusunu aldığını biliyordum; annem


bu sabah bir şeyler pişirmeye başladığından beri kokuyu kapıya doğru
yelliyordu.

“Baban evde mi?” diye sordu Miles.

“Evet.”

Kaşlarının arasında bir çizgi belirdi.

“Genellikle zararsızdır. Ama tarihi iyi bilmen gerek.” Sesimi alçaltıp, “Herkesin
babası pisliğin teki değil,” diye ekledim.

Bu onu ikna etmişe benziyordu. Montunu çıkardı. Elinden aldığımda montu


neredeyse beni yere çekiyordu.

“Yüce Tanrım!” beklenmedik ağırlığı kaldırdım. “Niye bu kadar ağır bu?”

“Ağırsiklet uçuş montu,” dedi Miles. “Daha hafif olan bir tane de var ama bu
beni kabadayı gibi gösteriyor... Ne yapıyorsun?”

“Kokluyorum.” Burnumu ceketin yakasına gömdüm. “Hep tütün kokuyor.”

“Evet, kokar. Opa çok sigara içerdi.”

“Opa?”

“Pardon, büyükbabam yani.”

Ceketi kapının yanındaki askıya astım ve Miles’ı mutfağa doğru ittim.

“Ah, gelmişsin!” dedi annem sahte bir şaşkınlıkla. “Sana masada yer ayırmıştım
bile, Alex’in yanında.”

Miles ın gözleri yağda yumurta, sucuk, pastırma, tost ve portakal suyunda


gezinirken parlıyordu. Onu bir sandalyeye oturttum.

“Nihayet tanıştığımıza sevindim, Miles.” Babam uzanıp Miles ın elini sıktı.


Miles sanki konuşma yetisini kaybetmiş gibi öylece baktı. “Yola çıkmadan önce
kahvaltıya kalacak mısın?”

“Sanırım,” dedi Miles.

“Harika! Fransız Devrimi hakkında ne kadar bilgin var?” “Ne gibi bir bilgi?”

“Ne zaman gerçekleşti?”

“1789-1799.”

“Yirmi Haziran, 1789 ne?..”

“Tenis Kortu Yemini günüydü.”


“1793-1794 de?..”

“Terör Dönemiydi,” dedi Miles ensesini ovarak.

“Peki Robespierre’in tam adı?..”

“Maximilien François Marie Isidore de Robespierre.” “Aferin, beyefendi!” dedi


babam sırıtarak. “Bu çocuğu sevdim, Lexi. Şimdi kahvaltı edebilir miyiz?”

Gözlerinden aşağısı felç olmuşa benzediği için Miles’m tabağım doldurdum.


Babam ikinci Dünya Savaşı konusuna gelene kadar onu tarih sorusu
bombardımanına tuttu ve sonra savaş dönemi taktikleri üzerine analitik bir
tartışmaya geçtiler.

Annem onun için de bir tabak çıkardığı halde Charlie, Miles oradayken hiç
ortaya çıkmadı. Onu Miles’la tanıştırmayı dört gözle bekliyordum; onun
Haftanın Kelimesini bin kere işitmekten rahatsız olmayacağına dair bir his vardı
içimde.

Yemekten geriye kırıntılar kaldığında Miles saatine baktı ve doğruldu. “Gitsek


iyi olur, dokuz oldu bile.”

Giyindim, ardından mont ve ayakkabılarımızı giymek için koridora geçtik.

“Ah, Alex, dur. Bunları almayı unutma.” Annem koridordaki sehpanın


üzerindeki yığından bir şeyler ayıkladı. “Cep telefonu... eldivenlerin... dönüşte
bir şeyler yemek için mola verecek olursanız diye de biraz para.”

Hepsini ceplerime sokup annemi yanaklarından öptüm. “Teşekkürler, anne.”


Mutfağa doğru döndüm. “Hoşça kal, baba!”

Babam da, “Hoşça kal, Lexi!” diye seslendi.

Miles ön kapıdan dışarı çıkmıştı ki Charlie mutfaktan bana doğru gelmeye


başladı.

Bacaklarıma yapıştı. “Ne zaman seninle gelmeme izin vereceksin?”

“Bir gün,” dedim. “Bir gün dünyayı gezeceğim ve sen de benimle gelebilirsin,
tamam mı?”
“Tamam,” diye mırıldandı. Ama gözlerini kocaman açıp bir parmağıyla beni
dürttü. “Ama sözünü tutacaksın!” “Seni yüzüstü bırakmayacağım, Şarlman.”

Otuz Birinci Bölüm

Miles ın, bu yolculuğu her ay delirmeden nasıl atlattığını merak ettim. Müzik,
teyp falan yoktu; sadece Indianapolis ile Goshen arasında uzanan, bitmek
bilmeyen US-31 vardı.

Miles’la birlikteyken halüsinasyon dedektörüm giderek daha az çalışıyordu.


Annesiyle tanışma teklifini bu yılın daha erken bir zamanında yapmış olsa
hayatta kabul etmezdim. Yalan mı söylüyor, kafasında detaylı bir plan mı var ya
da beni tenha bir yerde yolun ortasında bırakıp dönüş yolu boyunca gülecek mi
diye aklımı oynatırdım. Ama varlığı artık gerilmeme sebep olmuyordu. Hatta
aksine Tucker’la artık konuşmadığımız için Miles, vakit geçirmekte en az
zorlandığım kişi olmuştu. Hatta belki de Tucker’dan bile daha iyiydi çünkü
Miles biliyordu. Biliyor ve umursamıyordu.

Ve o da benimle olmaktan rahatsız görünmüyordu.

465’ten çıktığımızda, “Annen nasıl biri peki?” diye sordum. “Bilmiyorum,”


dedi.

“Nasıl yani bilmiyorsun? Annen sonuçta.”

“Bilmiyorum; daha önce hiç onu birine anlatmam ge-rekmemişti.”

“Eh... tipi nasıl?”

“Benim gibi.”

Gözlerimi devirdim. “Adı ne?”

“Juniper,” dedi. “Ama June denmesini tercih ediyor.” “Beğendim.”

“Öğretmendi. Zekidir.”

“Senin gibi mi?”

“Kimse benim gibi zeki değil.”


“Bir sorum var,” dedim. “Madem bu kadar zekisin, nasıl oldu da sınıf
atlamadın?”

“Annem istemedi,” dedi. “O sınıf atladığı zaman yaşadıklarını yaşamamı


istemedi. Hep arkadaş gruplarının dışında kalmış ve onunla dalga
geçiyorlarmış...”

“Ah.”

“Muhtemelen orada olduğumuz süre boyunca sürekli gülümseyecek. Ve babam


ya da yaşadığım yerden bahsetme. Bu tür şeyler için endişelenmesini
istemiyorum.”

Milesı çatıdan uğursuz köpeğin kulübesine inerken düşününce başımı salladım.

“O, ee, o köpek...”

“Ohio,” dedi Miles.

“Evet. Babanın köpeği mi?”

“Evet. Babam onu kısmen insanların evimize girmemesi kısmen de benim dışarı
çıkmamam için aldı. Gizlice çıkıp birileriyle buluştuğumu sanıyor.”

“Ama bunu yapıyorsun zaten.”

“Elinde kanıt yok,” dedi Miles. “Hem Ohio o kadar zeki değil ve bir narkoleptİk
gibi uyuyor, o yüzden sanırım babamla birbirleri için yaratılmışlar.” Gözlerini
otobana dikip tiksintiyle, “Köpeklerden nefret ediyorum. Kediler çok daha iyi,”
dedi.

Horultulu kahkaham öksürük gibi çıktı. Birkaç dakika boyunca sessiz kaldık.
Paltoma biraz daha gömülmeye çalıştım.

“Kahvaltıda pek bir şey yemedin,” dedim.

“Şok aç değildim,” diye cevap verdi.

“Yalancı. Yemeğe, üçüncü dünya ülkesinden gelen bir çocukmuşsun gibi


bakıyordun.”
“Annen çok iyi bir aşçı.”

“Biliyorum; o yüzden yedim.” Zehir var mı diye baktıktan sonra tabii. “Lafı çok
kötü değiştirdin bu arada. ‘Yemedim çünkü daha önce hiç tanışmadığım
insanların olduğu bir aile toplantısında fazla yemek bana garip geldi,’ deyip
kurtulabilirdin.”

Parmaklarıyla direksiyonda ritim tutarak yüksek sesle öksürdü.

Nihayet Miles otobandan çıkıp oldukça ormanlık bir banliyöye girdi. Her şey
göz kamaştıran beyazlıkta karla kaplıydı. Miles sadece arka sokaklardan
gidiyordu ve daha çok evin önünden geçtikçe buranın bana yaşadığım yeri
hatırlattığını fark ettim. Bu sokaklar aynı yere ait olabilirdi.

Bütün paranoyaklar onları hapsetmek isteyen yerleri tespit etmeye yönelik bir
altıncı hisse sahipti belki de.

Hastaneyi görür görmez tanıdım. Etrafı tel örgüyle çevrili alçak, tek katlı, tuğla
bir binaydı. On yol çalılarla kaplıydı ve zemine karla kaplı ağaçlar yayılmıştı.
Muhtemelen yılın kalan zamanlarında hoş görünüyordu.

Bütün bu McCoy-Scarlet-Celia olayı şimdi çok aptalca geliyordu. Beni bir akıl
hastanesine sokmak için hiç yeterli değildi. McCoy canının istediğini yapabilir
ve Celia da kendi sorunlarıyla ilgilenebilirdi.

“İyi misin?” diye sordu Miles kapımı açarak. Kemerimi çözmeyi başardım ve
kamyonetten indim.

“Hı-hı, iyiyim.” Ellerimi yumruk yapıp iki yanıma sıkıca yapıştırdım. Giriş
yolunun yan tarafında bir tabela vardı.

CRİMSON FALLS PSİKİYATRİ MERKEZİ’NE HOŞ-GELDİNİZ.

Crimson Falls mu?1 Bu bana katliamı hatırlatıyordu; hem de kırmızı harflerle.


Parmaklarım fotoğraf çekmek için can atıyordu ama içimdeki ses bunu yaparsam
hademelerin çalılıkların içinden fırlayıp gelerek bana kelepçe takacaklarını ve bir
daha asla bırakmayacaklarını söylüyordu. Liseden asla mezun olmayacaktım.
Üniversiteye asla gitmeyecektim. Normal insanların yaptığı şeyleri yapma
fırsatım olmayacaktı çünkü normal insanlar akıl hastanelerim ziyaret etme
konusunda bu kadar duygusallaşmıyor, seni aptal!
Bu ses bazen çok çelişkili konuşabiliyordu, içerisi damalı zemin karoları ve
insanda kendini öldürme isteği uyandıracak tonda açık kahverengi duvarlarıyla
bir hastaneye daha çok benziyordu. Miles ve benden çok da büyük olmayan bir
kız, danışmada oturuyordu.

“Ah, selam, Miles.” Ona bir dosya verdi. Miles ikimizin de isimlerini ziyaretçi
olarak yazdı. “Sabah oyun odası seansım kaçırdın. Şimdi kafeteryadalar. Gidip
yiyecek bir şeyler alabilirsiniz.”

Miles dosyayı ona geri verdi. “Teşekkürler, Amy.” “Annene benden selam söyle,
olur mu?”

“Olur.”

Miles’ı danışmanın solundaki koridora kadar takip ettim. Görevliler tarafından


temizlenen oyun odasına açılan çift kanatlı bir kapıdan daha geçtik. Az ileride
yedi sekiz hastanın bulunduğu küçük bir kafeterya vardı.

Önce Miles girdi. Ben de saçıma asılıp beyaz önlüklü adamların üzerime atılıp
beni yakalayacağı hissinden kurtulmaya çalışarak peşine düştüm.

Kafeteryada sadece bir yemek sırası ve odanın ortasında da aşağı yukarı on adet
kare masa vardı. Miles diğer hastalara hiç bakmadan, sadece odanın uzak
köşesindeki bir tanesine yönelerek masaların arasından ilerledi.

Haklıydı; annesi ona benziyordu. Daha doğrusu o annesine benziyordu.


Pencerelerin yanındaki bir masaya oturmuş, tabağındaki fasulyelerle oynayarak
bir kitabın sayfalarım çeviriyordu. Başını kaldırıp gülümsedi, gülümsemesi göz
alıcıydı, neredeyse Miles’ınkinin aynısıydı ama sanki bu gülümsemeye daha
alışkındı ve daha kolay yapabiliyordu. Ve deli bir insanın gülümsemesine
benzemiyordu. Ruh halindeki değişkenlik yüzünden kendine zarar vermiş birinin
gülümsemesi değildi. Oğlunu görmekten çok ama çok mutlu birinin
gülümsemesiydi sadece.

Ona sarılmak için ayağa kalktı. Uzun ve zarifti; güneş, uzun sarı saçlarına altın
bir hale düşürüyordu. Gözleri de tıpkı Miles’ınkiler gibiydi; dışarıdaki
gökyüzüyle aynı renkte. Paylaşmadıkları tek şey Miles’m çilleriydi.

Miles annesine bir şey söyleyip beni yanlarına çağırdı.


“Demek Alex sensin,” dedi June.

“Evet.” Birden boğazım kurudu. Bir sebepten -belki Miles ona bu kadar içten
sarıldığı için- üzerinde silah var mı diye onu kontrol etme gereği duymadım.
Ona dair garip hiçbir şey hissetmedim. O sadece... June’du. “Memnun oldum.”

“Ben de seninle tanıştığıma çok memnun oldum; Miles sürekli senden


bahsediyor.” Daha bunu değerlendirme fırsatı bulamadan bana sımsıkı sarıldı.

“Ondan bahsettiğimi hatırlamıyorum ben,” dedi Miles ama ensesini ovalayıp


başını çevirdi. “Ona bakma sen. Yedi yaşından beri bir şeyleri hatırlamıyor
numarası yapıyor,” dedi June. “Oturun bakalım; uzun yoldan geldiniz!”

Sessiz kalıp havadan sudan konuşmalarını dinledim. Miles okulda olanları


anlatıp minik detaylardan bahsederken araya girip onu düzelttim. June
lisedeyken ortamın nasıl olduğunu ve tanıdığı insanları anlattı.

“Son sınıfların eşek şakasının ne olacağını öğrendiniz mi?” diye sordu yüzü
heyecanla aydınlanarak. İlk bakışta eşek şakalarından hoşlanan biri gibi
gelmemişti bana. “East Shoal’da son sınıftayken bizimkini ben bulmuştum.
Tabii ki herkes planın tamamını uygulamadı; sadece ilk aşamasını yapabildik.”

“Peki, neydi?..” diye sordu Miles.

June belli belirsiz gülümsedi. “Bay Tinsley’nin pitonunu serbest bırakmak.”

Miles ve ben önce birbirimize, sonra June’a baktık. “Siz miydiniz o?” diye
sordum inanamayarak. “Yılanı siz mi serbest bıraktınız?”

June kaşlarını kaldırdı. “Ah, evet. Ama sanırım hiç ya-kalayamadılar. Bu beni
biraz endişelendirmişti.”

“Anne, yılan artık bir efsaneye dönüştü,” dedi Miles. “insanlar onun hâlâ orada
bir yerlerde olduğunu düşünüyor.” Onlara yılanı gördüğümü -fen koridorunda
yılın başından beri sürekli gördüğümü- anlatmaya başladım ama konuyu başka
bir yere çekerek konuşmaya devam ettiler.

June konuştukça tarih bildiğini de fark ettim. Annemle babamın âşık olduğu
tarihi değil, kişisel tarihleri biliyordu. Bir insanın hayatını oluşturan olayları
öğrenip bunu yaptıkları şeyleri neden yaptıklarını anlamak için kullanıyordu.
Miles kelimeleri biliyordu. O insanları biliyordu. Böylece McCoy ile Celia ve bu
yıl olan her şeyi anlattığımda bunu annemle babamın savaş belgesellerini
özümsediği gibi özümsedi; büyük bir ciddiyetle. Ben konuştum, o dinledi.
Anlatmadığım tek şey McCoy’un Miles’a takmış olmasıydı.

“Celia baş belasına benziyor,” dedi kafeteryadan çıkıp oyun odasına


geçtiğimizde. “Tıpkı annesi gibi.” June koltuğuna oturup bacak bacak üstüne
attı. Sakin ve düşünceli haliyle, Miles’da bir kedininkini andıran hava onda da
vardı. “O da tıpkı Celia gibiydi. Amigo kız, aşırı gergin, aşırı... ne denirdi...”

“Hırslı?” diye önerdi Miles.

“Ah! Evet, hırslı. Ve inatçı. Bütün bu özelliklerini annesinden almıştı. Kadın,


Celia’nın annesi topuklu ayakkabı giymeye başladığı andan itibaren ona nefes
aldırmayan zalimin tekiydi. İkisi de isteğine kavuştu.” June başını salladı. “Ona
İmparatoriçe diyorduk. Kısaca İmpa. Erkekler ayaklarına kapanıyordu. Richard
McCoy; onun hakkında da bilgi istiyordunuz, değil mi? Scarlet’a körkütük
âşıktı. Ve öyle tatlı bir âşık da değildi. Dolabını kadın için tapınağa çevirmişti.”

Bir kahkaha patlattım; anlaşılan McCoy şimdi yeni patroniçelere hizmet


ediyordu. Çoğunlukla da Celia’nın annesine.

“Ama İmpa onunla hiç ilgilenmiyordu, ah olamaz,” diye devam etti June.
“Futbol takımının kaptanıyla çıkmaya başladığı günü hatırladım şimdi; Daniel o
gün okuldan sonra dolabına gittiğinde eşyalarının hepsi parçalanmış bir halde
koridora saçılmıştı. Hepimiz bunu Richard in yaptığını biliyorduk ama kimse
kanıtlayamadı. Ve ölene kadar da împa’nın kuyruğundan ayrılmadı.”

“Olayı hatırlıyor musun? Nasıl oldu?”

“İkisi evlendikten -İmpa ile futbol takım kaptanı- birkaç yıl sonraydı. Son
yılımızdan hemen sonra İmpa hamile kaldı ve bunu kaptanın onunla evlenmesi
için koz olarak kullandı. Beş yılda bir düzenlenen mezunlar buluşmamıza geldi
ve skor tabelasının altında durmuş, parlak günlerinden, babasının
hayırseverliğinden bahsediyordu ki tabela düştü. Birkaç saat sonra hastanede
öldüğünü söylediler ama bence tabela onu oracıkta öldürmüştü. Richard da
oradaydı -duyduğuma göre liseden sonra hâlâ İmpa’nın peşinden koşuyormuş-
ve tabelayı üzerinden kaldırmaya çalıştı. İnsanlar onun... ulaşılamaz
göründüğünü söylüyordu. Sanki bütün varoluş sebebi o tabelanın altında kalmış
ve artık onu dünyaya bağlayan bir şey yokmuş gibi.”
Ürperdim. “Sizce McCoy şimdi başka birine takmış olabilir mi? Kendine
bağlanacak... yeni bir yular bulmuş olabilir mi?”

“Mümkün.”

Celia’nın başkalarına bu korkunç şeyleri yapmasının sebebi bu muydu? McCoy


ona bir şey mi yapıyordu? Bu her şeyi değiştirirdi; gerçekten Celia’nın bütün
bunlarla ilgisinin popüler olma ihtiyacının bir sonucu olduğunu umuyordum.
Kendi istediği bir şey yüzünden olduğunu. Ama giderek daha çok kontrol
edemediği bir şeye kapılmış gibi görünüyordu. Ve durum gerçekten buysa bunu
nasıl göz ardı edebilirdim ki? Bu sömestrden sonra hiç arkadaşı kalmayacaktı.
Parya kelimesi resmen alnına kazınmıştı.

“Kötü bir şeyler olduğunu düşünen tek kişi ben olabilirim,” dedim.

“Belki onunla konuşsan iyi olur,” dedi June. “Yardım isteyebileceğini


düşünmüyor olabilir. Ya da nasıl isteyeceğini bilmiyor olabilir.”

Harika, Celia’yla konuşmak, en sevdiğim şeylerden biriydi. İstesem bile yanına


nasıl yaklaşabilirdim ki? Herhangi biriyle konuşmak onu sinirlendiriyor gibiydi
ve biz de yakın arkadaş sayılmazdık.

“Elin değmişken onu benden uzak tut,” dedi Miles. June güldü. “Ah, tatlım, her
zaman kızlarla konuşmakta sıkıntı çekmişsindir.”

Miles kızardı.

June bana baktı. “Almanya’da yaşarken çiftliğe gelip onunla konuşan bir kız
vardı. Doğum gününde Miles’a pasta getirmişti. Miles kızla iki kelimeden fazla
konuşmadı ve pastayı da kabul etmedi.”

“Çikolata sevmediğimi biliyordu,” diye homurdandı Miles yüzü daha da kızarıp


sandalyesine gömülerek.

Yalan söylüyordu. Ona götürdüğüm Karaorman pastasını yemişti.

“Almanya’da mı yaşıyordunuz?” dedim bir June’a bir Miles’a bakarak. “Bir


çiftlikte?”

June’un kaşları kalktı ve Miles’a baktı. “Ona söylemedin mi?”


“Hayır, söylemedi.”

June kaşlarını çatarak, omuz silken Miles’a baktı.

“Miles yedi yaşındayken oraya taşındık. On üçüncü yaş gününden birkaç ay


sonra da döndük.” June bana döndü. “Çok üzülmüştü ama babam öldükten sonra
daha fazla orada kalamazdık.”

Bunu söyleyişindeki rahat, canlı hava bana hikayenin devamı olduğunu, önemli
bir detayı atladığını düşündürdü, ama June devam etmedi. Miles kollarını
kavuşturmuş, duvara bakıyordu.

“Kolay arkadaş ediniyor gibi görünüyordun,” dedi June. “Tabii, Tucker


Beaumont vardı; ortaokuldayken aksanımla dalga geçmeyen tek çocuk,” dedi
Miles ters ters. “Harika bir arkadaştı.”

“Aksan benim hoşuma gidiyor,” dedim usulca.

“Pek çok başka insanın hoşuna gider; seksi kızlar ve kaslı, bronz tenli, güzel
gülümsemesi olan erkeklerin ağzından çıkıyorsa. Üzerine uymayan kıyafetleri
olan, çokbilmiş ve yaşıtlarıyla anlaşması mümkün olmayan sıska bir çocuğun
ağzından çıkınca değil.”

Buna söyleyecek bir söz bulamadım. Belli ki June da bulamamıştı. Bir elini
ağzına götürüp yerini hatırlayamadığı bir kitabı arar gibi etrafına bakındı.

Miles birden sandalyesini iterek, “Ben tuvalete gidiyorum,” dedi. “Hemen


dönerim.”

“Neden burada olduğumu anlattı mı sana?” diye sordu June.

Başımı evet anlamında salladım.

“Babası yüzünden olduğunu söyledi, değil mi?”

Yine başımı salladım.

“Öyleydi. Başta. Miles’ı onunla bırakmak istemedim ve buradan çıkmak için


mücadele ettim. Yanında olmam Miles için daha iyi olurdu ama buranın bana
yardım ettiğini de inkâr edemem. Kendimi... daha dengeli hissediyorum artık.
Hâlâ kızgınım ama daha dengeliyim. Ve buradan çıktığımda daha önce
yapamadıklarımı yapabileceğim.” Yine duraklayıp bir kez daha kapıya baktı.

“Alex, sana birkaç soru sorsam, dürüstçe cevaplamak için elinden geleni yapar
mısın?”

“Evet, tabii.”

“Hiç arkadaşı var mı? Kolay geçinilen biri olmadığını biliyorum ve insanların...
sıkıcı olduğunu düşündüğünü biliyorum ama herkese göre biri vardır ve acaba
onun...” Durdu ve umutla bana baktı.

“Bence arkadaşı var,” dedim. “Kulüpteki herkes onun arkadaşı. Ama onun bunu
bildiğini sanmıyorum.”

June başını salladı, “ikinci soru, insanlar onun... sevimsiz olduğunu düşünüyor
mu?”

June bu kadar ciddi olmasaydı gülerdim. “Çoğu insan öyle düşünüyor. Ama
bunun sebebi onu tanımamaları; Miles buna izin vermiyor. Sanırım böylesini
tercih ediyor.”

June yine başını salladı. “Bu son soruya cevap verebilir misin bilmiyorum,
ama...” derin bir nefes aldı; Miles’ın bana buraya gelmemi teklif etmeden önce
aldığı nefes gibi. “Mutlu mu?”

Bu beni gafil avlamıştı. Mutlu muydu? Ben buna cevap verebilir miydim?
Görünüşe göre Milesın mutlu olup olmadığını bilebilecek tek kişi Miles’dı.

“Gerçekten bilmiyorum,” dedim. “Bugün burada olmak... bu bir süredir en mutlu


göründüğü gün. Ama okulda... bana kalırsa mutluluğu en düşük seviyede.”

June un yüzü düştü. “Bunu sormamın tek sebebi çok çaba sarf ediyor olması.
Okulda olmadığı zamanlarda çalışıyor ve tek yaptığı para biriktirmek. Onu
kesinlikle ihtiyacı olanlar dışında bir şeye tek kuruş harcarken görmedim
herhalde. Küçükken bile insanların ona vermeye çalıştığı şeyleri kabul etmezdi.”

June iç çekip gevşeyerek koltuğunda arkasına yaslandı. “İstediği tek şey


bilgiydi; matematik hesapları yapmak, tarih öğrenmek gibi daha sonra
kullanmak üzere bir kenara kaldırılan bilgilerden yani...”
“Yanında hep siyah bir defter taşıyor, sürekli bir şeyler yazıyor.”

June gülümsedi. “Ah, defterler. Onu buna ben bulaştırdım. Cleveland, babası,
oğlunun ondan zeki olduğu gerçeğinden hiçbir zaman hoşlanmadı. Miles hatasını
düzelttiği zaman sinirlenirdi. Hep Cleveland’ın ondaki öğretme sevgisini
mahvedeceğinden korkuyordum. Ona bilgisini dile getirmek yerine defterlere
yazmasını söyledim ve eğer hâlâ bunu yapıyorsa, babası pek değişmemiş
demektir.”

Daha fazla soru sormak istiyordum ama defteri okuduğumu ele vermek
istemedim. O zaman başka bir yoldan gitmem gerekiyordu.

“Benim hakkımda ne söylüyor peki?”

June güldü. “Hep iyi şeyler. Ondan hoşlanmamandan çok korkuyordu.”

“O mu benim ondan hoşlanmamamdan korkuyordu?” Miles’ın herhangi birinin


onun hakkında ne düşündüğünü umursadığını hayal edemiyordum; hele de
benim. Bütün yıl tartışmış, sürekli bir öyle bir böyle davrandığı için ebedi bir
dengesizlik tahterevallisinde sendeleyip durmuştuk. Pislik Miles ya da Yedi
Yaşındaki Miles.

Ah Tanrım, diye düşündüm. Ya annesine öpücükten bah-settiyse?

Bahsetmiş olmalı.

Annesi ne düşündü acaba?

Miles ne düşündü acaba?

Sana şimdi söylemesem daha iyi.

“Seni hatırlıyor,” dedi June ve midemde alışılmadık bir hareket oldu.

“Hatırlıyor derken?

“Istakozları serbest bırakmak isteyen kız olarak. Al-manyaya gittiğimiz gündü.


Ben birkaç ihtiyacımız için son dakika alışverişi yapıyordum ve o seninle
konuşmak istedi. Saçını beğenmişti.”
Boğazım daraldı ve kalbim göğsümde acı verici bir şekilde atmaya başladı.
Lütfen bu bir halüsinasyon olmasın. Lütfen gerçek olsun. Ve işte oradaydı;
nihayet kanıtım oradaydı, ilk, tamamen gerçek, hiç de halüsinasyon olmayan
arkadaşım buradaydı. Onu bulmuştum. Ya da o beni bulmuştu.

Miles geri dönmek için tam da bu anı seçti; şimdi daha sakin görünüyordu.
Koltuğuna yerleşirken gözlerimi üzerine dikmemeye çalıştım ama beynim anı
parçalarını birleştirmeye, ıstakoz akvaryumunun yanındaki çocuğu şimdi
önümde duran çocuğun yanma koymaya çalışıyordu.

June ona Almanca bir şeyler söyledi ve Miles’m yüzüne gönülsüz bir
gülümseme yerleşti, insanlar hakkındaki hisleri konusunda aklı karışık olabilirdi
ama annesi için ne hissettiğini çok iyi biliyordu.

O onun sebebiydi.

Sihirli Sekiz Topu VI

O.

Şu an öngöremiyorum

Hayır, soru sormuyorum. Söylüyorum sana. O işte. Ama ya...

Evet

Ya hatırlamıyorsa'?

Odaklan ve tekrar sor

Ah, affedersin. Yani... demek istiyorum ki, ormanda bir ağaç devrilse ama
etrafta duyacak kimse olmasa ses çıkar mı? Eğer hatırlamıyorsa, olan yine de
olmuş mudur? June’un birlikte olduğumuzu söylediğini biliyorum ama o
yanımızda değildi. Yanımızda kimse yoktu.

Büyük olasılıkla

Yani oldu diyorsun? Ama... amaya detayları hatırlayan tek kişi bensem...

Ya ben...
Eve dönüş yolunda paltoma iyice sarınıp öğrendiğimiz şey-leri tekrar düşündüm.
Ortada bir terslik olmadığını, hepsini benim uydurduğumu varsaymak yanlış
olurdu. McCoy’da bir gariplik olduğu kesindi ve bunu sadece biz biliyorsak bir
şeyler yapmalıydık. Ama bana kim inanırdı ki? Miles’a kim inanırdı?

Her fırsatta Miles’a bakıp neden hâlâ ıstakoz akvaryumundaki çocuğun o


olduğuna şaşırdığımı düşünüyordum. Aynı anda hem onu öpmek hem de gittiği
için ona vurmak istiyordum.

Boğazımda bir düğüm, gözlerimin ardında bir baskı oluştu. Beni ağlarken
görmesine izin veremezdim. Alay eder ya da gözlerini devirirdi; gözyaşlarını iyi
karşılayan birine benzemiyordu ve ben de gözyaşlarımla alay edecek birini iyi
karşılamayacaktım.

Yarım saatlik sessizlikten sonra, “İyi misin?” diye sordu.

“Evet.” Sesim kesinlikle fazla yüksek çıkmıştı.

“Aç mısın?” Ufka bakıyordu. “VVendy’ye ne dersin?”

“Olur.”

Wendy nin park yerine, arabaya servis bölümüne girdi. Menüdeki en ucuz
sandviçi seçtim. Ödeme için pencereye yanaştı, paramı almak için cebime
uzandım. Paraya bakıp itti. “İstemez.”

“Umurumda değil, param var, o yüzden al işte.”

“Hayır.”

On dolarlık banknotu ona attım ve o da alıp bana geri attı. Bu bir para fırlatma
savaşı başlattı ve savaş, Miles yiyeceklerin parasını ödeyip içecek kutusu ile
yiyecek paketini bana uzattıktan sonra on doları alıp katlayarak bacağımın altına
sıkıştırınca sona erdi. Kaşlarımı çattım.

Kamyonetin arkasında oturup muhteşem otoban manzarasını seyredebilmemiz


için aracı park yerine çekti, içerisi de pek sıcak değildi ve bacaklarımızı
esnetmek iyi bir fikir gibi gelmişti.

“O kadar zayıfsın ki nasıl mosmor olmuyorsun, bilmiyorum,” dedim bir elimde


sandviçimle kamyonete yaslanarak. Miles kızarmış patateslerinin yarısını çoktan
yemişti; önünde yemek varsa kesinlikle iyi yiyordu.

“Mont sayesinde,” dedi patates dilimleri arasında. “Çok sıcak tutuyor.”

“Nereden aldın?”

“Opa8’mın -tekrar pardon, yani büyükbabamın montu; ikinci Dünya Savaşından


kalmış. Pilotmuş.” Miles sandviçinden bir ısırık aldı. “Almanya’da onunla
yaşıyorduk. Ölmeden önce bazı eşyalarını bana verdi. Üniformalar, eski
gazeteler, madalyalar falan.”

“O zaman savaştan sonra Almanya’da kaldı?”

“Nasıl yani?”

“Amerika’ya dönmedi. Orayı sevdi mi, o yüzden mi?” Miles bir saniye boş boş
baktıktan sonra güldü. “Ah, sen sandın ki.... Hayır, hayır, Opa Birleşik Devletler
Hava Kuvvetlerinde değildi. Luftwaffe’deydi.”

Isı bütün vücudumdan çekildi.

“O kadar şaşırma, Alman olduğunu söylemiştim.” “Ama bu bir ABD pilot


ceketi.”

“Evet, bir ABD pilotundan almış,” diye tekrarladı Miles ve dehşete düşmüş
ifademi görünce, “Ne? Herifi öldürmedi! Arkadaştılar! Niye bu kadar çıldırdın
ki şimdi? Bir de tarih manyağı olacaksın; bütün Nazilerin Nazi olmak
istemediğini en iyi senin bilmen gerekir.”

Biliyordum zaten. Çok iyi biliyordum hem de. Ama onlardan korkmama engel
olmuyordu bu.

“Opa’yı tamsan severdin. Oldukça gerçekçi biriydi.” “Bu yüzden mi okuldaki


herkes sana Nazi diyor yani?” “Hayır. Kimse Opa’yı bilmiyor. Bana öyle
demelerinin sebebi burada okula başladığımda hâlâ aksanlı konuşuyor olmam;
Almanca konuşmayı çok seviyordum ve başkalarının

8 (Alm.) Dede, (ç.n.)


258 i seni ben uydurdum

işlerini halletmeye başladığımda komik bir lakap olacağını düşündüler, sonra da


üzerime yapıştı.”

“Ah.” Kızaran suratımı patates kızartmalarıma çevirdim. “Peki, ee, buraya geri
dönmenizin asıl sebebi neydi? Annen bundan bahsederken biraz garip davrandı.”

Miles sandviçine bakarak dudak büktü. “Cleveland. Uzun süre boyunca anneme
mektup yazdı; onu geri dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. Annemin gitmek
istediğini biliyordum ama Opa ona neden orada olduğumuzu unutturmadı. Ve
öldüğünde de bu gitmek için mükemmel bir bahane oldu.” Gözlerini devirdi.
“Annem seninle ne hakkında konuştu?” “Ha?”

“Ben tuvaletteyken,” dedi Miles. “Annem sana ne dedi?” “Önemli bir şey
söylemedi. Anne konuşması işte.” Miles bana bu kadarını zaten bildiğini ve
soruyu tekrar etmek istemediğini belli eden bir bakış attı.

“Okuldaki durumunu sordu. İnsanların senin hakkında ne düşündüğünü...


arkadaşın olup olmadığını... mutlu olup olmadığını...”

Miles sandviçine bakarak bekledi.

“Ben de söyledim.”

“Ne söyledin?”

“Gerçeği. Annene yalan söyleyeceğimi mi düşünüyordun?”

“Hayır, ama gerçek’ neymiş?”

“Eh, gayet basitti,” dedim şimdi sinirlenerek, “insanlar senin bir pislik
olduğunu...”

Miles alayla güldü.

.. düşünüyor çünkü seni tanımıyorlar ve sen de tanımalarına izin vermiyorsun.


Ve arkadaşların olduğunu söyledim...”
Güldü. “Kimmiş onlar? Bütün okulun benden nefret ettiğini sanıyordum ben.”

“Kulüptekiler? Hani sürekli birlikte takıldığın insanlar var ya? Konuştuğun


insanlar?”

“Aramıza hangi yaban dünyadan geldin bilmiyorum ama onlar benim arkadaşım
değil. Hiçbirinin adımı söylemediğini fark ettin mi hiç? Jetta bile ‘mein chef’
diyor bana. Ben sadece emir almak durumunda oldukları biriyim.”

“Şaka yapıyor olmalısın.” Hem gülmek hem de onu tokatlamak istedim; sertçe.
“Nasıl arkadaşın olmadıklarını söyleyebildiğini bilmiyorum. Kimseye
bağlanmamak için bunu inkâr etmeye mi çalışıyorsun? Yani... bilmiyorum...
bunu nasıl söyleyebiliyorsun ki? Arkadaşın olmasını falan mı istemiyorsun? Ben
bile arkadaşım olsun istiyorum!”

Tavuklu sandviçinin kalanını ağzına tıkıp çiğnerken otobana baktı. Yemeğin


kalanı boyunca sessiz kaldık; ben Miles bile olsa, bir insan neden arkadaş
istemez diye düşünüyordum, o da otobana bakıyordu; otobanın ışıkları
gözlüğünden yansıyordu. Sessizce çöplerimizi alıp yakındaki bir tenekeye attık
ve yine sessizce kamyonete bindik.

Miles kamyoneti çalıştırmaya başladığında motordan klik diye bir ses çıktı.

“Böyle bir şey beklemiyordum, işte,” dedim.

“Hadi canım, gerçekten mi?” Miles bana bir bakış attı. Anahtarı tekrar çevirdi.
Klik klik klik klik. Birkaç dakika boyunca gösterge panosuna bakıp bir kez daha
anahtarı çevirdi ve sonra gidip kaportayı açtı.

Olamaz. Soğuk bir ürperti midemi kapladı. Burada, bu ıssız yerde, gece vakti
Miles Richter’la mahsur kalmak istemiyordum. Son derece etkileyici, gerçekçi
bir rüya görüyorsun ve birazdan uyandığında her şey yolunda olacak.

“Sorunun ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yok,” dedi Miles ifadesiz bir tonla.
Ben de kamyonetten inip onu iterek yanından geçtim.

“Bi’ bakayım...” Babamın arabalarla ilgili öğrettiklerini hatırlamaya çalışarak


motora dikkatlice baktım. Ben de bir şey bulamamıştım.

Miles kamyonun yan tarafına yaslanıp başını uzatarak bir şey kaybetmiş gibi
yeri inceledi. Tucker, Miles’ın arabadan hiç anlamadığını söylemişti,
otobandayken başımıza böyle bir şey gelmediği için içimden binlerce kez
şükrettim.

“Telefon açabilirim,” dedim annemin verdiği acil durum telefonunu açarak.


“Bildiğin oto tamirci var mı?”

“Oto tamirci bilen biri gibi görünüyor muyum?”

“Başka her şeyi biliyorsun, o yüzden sorayım dedim.” Evin numarasını


çevirmeye başladım.

“Arabada sorun mu var?”

Arkamı dönünce muhtemelen altmış ya da yetmişlerinde bir adamın ilgiyle


gülümseyerek kamyonete doğru geldiğini fark ettim. Bir an için onu tanıdığımı
sandım; gözleri tıpatıp Miles’ınkilere benziyordu.

Miles çenesini sıktı, o yüzden benim konuşmam gerektiğini düşündüm.


Mikrofon ya da başka garip cihazlar var mı diye adamı tepeden tırnağa süzdüm.

“Evet. Çalışmıyor, ama bir sorun var gibi de görünmüyor.”

Adam başını salladı. “Bir bakabilir miyim?”

Omuz silktim ve adam kamyonetin etrafını dolaşıp başını kaportanın altına


soktu.

“Gerçekten,” dedim Miles’a; sinirli ve aklı karışık bir ifadeyle bana döndü.
“Yerinde olsam, o kadar çok arkadaşa sahipken, onlardan hoşlanmıyormuşum
gibi davranmazdım. Sakın öyle yapmadığını da söyleme çünkü yaptığını
biliyo...”

“Neden bu kadar umursuyorsun ki?” diye sordu.

Ona soğuk bir bakış attım. “Ciddi misin? Bunu hâlâ anlamadın mı gerçekten?”

Derin nefes, çene sıkma. “Onlar benim arkadaşım değil” dedi. “O okuldaki diğer
herkes gibi arkadaşım olmak istemiyorlar. Oradalar, çünkü olmak zorundalar.
Kapar mısın konuyu?”
“İyi, buna ne dersin? Annenin son sorusunu biliyorsun: Mutlu mu? Ona bugünün
seni en mutlu gördüğüm gün olduğunu söyledim. Bu biraz acınası bir durum
gerçekten.” Kelimelerin ağzımdan çıkmasına engel olamıyordum. “Arkadaşların
olabilir, mutlu olabilirsin ama olmamayı seçiyorsun.”

“Bana ne söylemeye çalışıyorsun sen?” O kadar yüksek sesle kükremişti ki yaşlı


adamın nezaketen başını kaportanın altında tuttuğuna emindim. “Sen mi bana
mutluluk nutuğu çekiyorsun? Haplarını alıp o aptal fotoğrafları çekip bir gün
nihayet durumunu ele verecek bir şey yaptığında ve biri senin deli olduğunu
öğrendiğinde dünyanın altüst olmamasını uman sensin. Kendi hayatın yılın
başından beri darmadağınken bana benimkini toparlamamda yardım etmeye
çalışıyorsun, öyle mi? Başkalarını da kendinle beraber aşağı çektiğini
söylememe gerek bile yok; bir köpek gibi peşinden koşan Tucker’a bir bak. O iş
için de kendini çok kötü hissettiğinden eminim; o kadar kötü hissettin ki ne
yaptığını ona söyleyemedin. O yüzden ne diyeceğim, biliyor musun? Eğer ben
kendini beğenmiş pisliğin tekiysem sen de ikiyüzlünün tekisin ve biz Wendy’nin
park yerinde durmuş aslında bir hiç yüzünden tartışıyoruz ve... ve...” Sesi
alçaldı. Yenilgiyle kollarını yanlarına saldı; yüz ifadesi artık öfke değil, suçluluk
doluydu. “Ve seni ağlattım.”

Gözlerimi silip yaşlı adamın orada olmamasını dileyerek kamyonetin


kaportasına baktım. “Eh, ilk kez olmuyor.” Dönüp yürümeye başladım.

Deli. Hayatı dağılmış. İkiyüzlü.

Haklıydı. Tam olarak buydum. Aslında deli olan sadece benken ona, Tucker’a,
Celia ve McCoy’a deli demiştim. Deli olan her zaman bendim.

Kırmızı park lamblarını takip ettim. Nereye ya da hangi yöne gittiğimi ve hatta o
sırada tam olarak nerede olduğumu bilmiyordum. Son derece doğru bir şekilde
Miles’m da söylediği gibi ıssız bir yerde, Wendy’nin park yerindeydim ve
gittiğim yer de hiçbir yerdi.

FRÂNCESCA ZAPPIA 1 263

Yürürken beni izlediğini hissedebiliyordum. Belki o ve yaşlı adam arasında


birkaç cümle geçti. Kamyonetten yaklaşık on beş metre ötede, park yerinin
kenarına, karların içine çöktüm. Çenemi dizime yaslayıp otobana baktım.
Miles’tan kaç kere uzaklaşmaya çalışmıştım? Bir kez partide -beni durdurmuştu-
sonra da Erwin öldüğünde ve o zaman da beni durdurmuştu. Bu kez gidecek bir
yerim olmadığını biliyordu.

Arkamdan karda çıtırdayan adım sesleri geldi ve Miles ın montunun kolu


omzuma değdi.

Al,” dedi.

Montu ittim. “İstemiyorum.” Gözlerimi tekrar silip titrememi durdurmaya


çalıştım. Bütün o koyun derisi katlarıyla montun içi muhtemelen fırın gibiydi.

“Sana deli dediğim için özür dilerim.”

“Neden? Doğru.” Dizlerimi iyice birleştirdim. “Muhtemelen sonum hastanede


annenin yanı olacak.”

“Hayır, olmayacak.” Sesi bezgin çıkıyordu. “Annenle baban...”

“Çoktan bunu değerlendirmeye aldılar.”

Bu onu susturdu.

“O yüzden aptal montunu alabilirsin çünkü muhtemelen onsuz donacaksın.


Vücut yağ oranın kaç senin? Eksi sıfır sıfır... ”

Çömelip montu omuzlarıma örttü. Bana bakmadan montu iyice bana sardı ve
“Çok inatçısın,” dedi. Saklamaya çalışsa da titriyordu. “Haydi gidelim.”

Elini uzattı, ben de tuttum; diğer elimle de ceketi tutuyordum.

Garip bir şekilde, kamyonetin yanına geldiğimizde bile elimi bırakmadı. Bir
deney olarak elini biraz sıktım; o da sıktı.

Yaşlı adam kaportadan başını uzatıp baktı ve beni Miles’m montuyla görünce
gülümsedi.

“Akünüz bitmiş galiba,” dedi adam. “Bende buji kablosu var, iki dakikamı alır.”

Kendi arabasının kaportasını açıp bagajından bir çift buji kablosu çıkardı ve
kısaca kendini tanıttıktan sonra Miles’la birlikte işe koyuldular. Neredeyse
ayakta uyuyacaktım; gitme vakti geldiğinde Miles’ın beni dürterek ayıltması
gerekti.

“Tekrar teşekkürler,” dedi adama. Sesi zayıf, ince çıkmıştı.

“Hiç sorun değil.” Adam gülümseyip el sallayarak kablolarını yerine koydu.


“Gecenizin tadını çıkarın, çocuklar!” Arabasına binip gitti.

Miles kaşlarının arasında minik bir kırışıklıkla adamın arkasından baktı.

“Ne oldu?” diye sordum bir elim yolcu kapısının kolunda. Miles başını salladı.

“Bir şey yok, sadece...” Omuzları hafifçe düşerken bıkkın bir ses çıkardı. “Bana
Opa’yı hatırlattı.” Sürücü tarafına geçip kamyonete bindi.

“Ah, dur.” Montunu çıkarıp kamyonete bindim ve ona uzattım. İtiraz etmeye
başlayınca, “Dudakların morarmaya başladı. Ben iyiyim, gerçekten,” diye
ekledim. Montunu giyerken gönülsüz görünmeyi becerebildi.

“Ceketi sana vermemi o söyledi,” dedi Miles dolu dolu bir dakika boyunca ön
camdan dışarıyı seyrettikten sonra.

Bunun ne kadar da iyi olduğunu çünkü birinin ona biraz terbiye vermesi
gerektiğini söyleyerek ona takılacaktım ki suratındaki ifadeyi gördüm.

“Haydi gidelim,” dedim usulca. “Evden çok uzakta değiliz herhalde?” Miles
başını sallayıp kamyoneti çalıştırdı.

Yirmi dakika sonra Miles’ı uyanık tutmak için konuşmaya

başlamam gerekti. Napolyon Savaşları üzerine uzun konuşmam (Charlie’nin


favorisi buydu) tanıdık sokaklar ve ancak Tanrı’dan bir mesaj olarak
yorumlayabileceğim bir şeyle bölündü.

Meijer tabelası.

“Bir dakika burada dursana,” dedim markete bakmak için arkamı dönerek.

“Ne?”

“Meijer’e gitmemiz gerek.”


“Niye?”

“Bana güven, Meijer’e gitmemiz gerek. Gir ve park et.” Park yerine girdi ve
kapılara mümkün olduğunca yaklaştı. Neredeyse onu kamyonetten çıkarıp
markete sürükleyerek götürecektim.

Esneyerek, “Burada çalışıyorum ben zaten,” diye sızlandı. “Neden durduk ki?”

“Yorgunken bebek gibi oluyorsun, biliyorsun değil mi?” Onu şarküteri tezgâhına
sürükledim. Yanlarından geçerken iş arkadaşları bize garip bakışlar attı. Miles
eliyle onları savuşturdu. Ana reyon boştu.

Önünde durduğumda Miles neredeyse ıstakoz akvaryumuna çarpıyordu. Bir kez


gözlerini kırpıştırıp akvaryuma, sonra bana baktı.

“Istakoz akvaryumu,” dedi.

Derin bir nefes aldım. Şimdi ya da asla.

“Bu o ıstakoz akvaryumu,” dedim. “Annen hatırladığını söyledi bana.”

Miles tekrar akvaryuma baktı; su gözlerinden yansıyordu. Önce yanıldığımı,


ihtimalin çok düşük olduğunu, annemin başından beri haklı olabileceğini ve her
şeyi benim uydurduğumu düşündüm. Ama sonra, “Bunu hep yapıyor musun?”
dedi.

“Hayır,” dedim. “Sadece bugün.”

Dudağının kenarı seyirdi. “Limon kokuyorsun.”

Ayak parmaklarımın üzerinde yükseldim.

Döndü; sanki bu an için kendini hazırlamış gibi elleri belimi, dudakları


dudaklarımı buldu.

Buna hazır olmadığımı söylemek çok yetersiz olurdu. Bu duygu için hazır
değildim. Ve uzun, soğuk parmaklarının montumun ve svetşörtümün altından
yolunu bulup kalçalarıma dokunarak tüylerimi diken diken etmesine hiç hazır
değildim. Etrafımızdaki her şey yok olup gitti. Mi-les inledi. Yarattığı titreşim
dudaklarıma yayıldı. Sıcaklık. Sıcaklığı nasıl fark etmemiştim? ikimizi ayıran
giysilerin katları arasında bir fırın vardı sanki.

Kendimi çekip ondan uzaklaştım. Tetikte, aç gözlerle beni izleyerek ağır ağır
soluklandı.

“Miles.”

“Üzgünüm.” Her zamankinden boğuk sesi kulağa hiç de üzgün gelmiyordu.

“Hayır... ben... bize gelmek ister misin?”

Bir an tereddüt etti; gözlerinden, söylediklerimin anlamını çözmeye çalıştığını


okuyabiliyordum. Bir matematik problemi ya da kelime bulmacasından çok daha
fazla vaktini aldı. Onları hemen çözebiliyordu. Bu, bütün beyin gücünü
kullanmasını gerektirmişti.

Bu kafa karışıklığının, insanları anlama konusundaki sıkıntısının doğuştan


olduğuna inanmak zorundaydım çünkü aksi halde, kimsenin ona böyle bir şeyi
asla teklif etmeyeceğine koşullanmış olduğu ve biri bunu teklif ettiğinde de
basitçe, durumu algılayamadığı anlamına gelirdi. Ve bu çok üzücüydü.

“Sen... demek istediğin?..” Alm kırıştı.

“Evet.”

Nefesi kesildi. “Emin misin?”

Parmaklarımı kotunun kemerinde gezdirdim. “Evet.”

Evime giderken yolda konuşmadık. Miles’m parmak ek

lemleri direksiyonun üzerinde bembeyazdı ve iki saniyede bir bana bakıp


duruyordu. Biliyordum, çünkü ben de ona bakıyordum. Midemde yarı heyecan
yarı dehşet karışımı garip bir kıpırtı vardı. Araba yoluna girip emniyet kemerini
çıkarmak için uzandığında onu durdurdum.

“Dur. Önce ben gideyim. Caddede biraz ilerle, sonra yürüyerek geri dön.
Odamın hangisi olduğunu biliyor musun?” “Hayır.”

Gösterdim. “Pencereye gel. Seni içeri alayım.”


Ön kapıya yürürken çevre kontrolümü yaparak eve girdiğimde mümkün
olduğunca normal davranmaya çalışıp arkamdan kapıyı kilitledim. Koridorda
ayakkabılarımı çıkardım ve oturma odasının önünden parmak uçlarımda
yürüyerek geçtim.

“Alex?”

Annemdi.

“Selam, anne.”

“Geldiğine sevindim.” Kanepeden kalkıp elini uzattı. “Bu kadar geç kalacağını
düşünmemiştim, şunu alman gerek.” Bana bir hap verdi. Kuru kuru yuttum.
“Akşam yemeği için mola verdik.”

“Eğlendiniz mi?”

“Ee, evet, eğlendik.” Kendi odamda olmak istiyordum, içeride, güvende,


gözlerden uzak. Miles’la birlikte.

“Miles nasıldı?”

“iyiydi? Neyi sorduğunu anlamadım.”

“Çocuk, annesini bir akıl hastanesinde ziyarete gitti. İnsan sorunları olacağını
düşünüyor haliyle. Tanrı biliyor, çocuk zaten biraz... duygusal olarak alık.
Otistik olduğuna ikna olmak üzereyim.”

“Öyleyse ne olmuş?”

Annem şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak bana baktı. “Ne?”

“Miles otistikse ne olmuş? Ayrıca ‘duygusal olarak alık’ da değil; bizim gibi
duyguları var. Sadece bazen ne olduklarını anlamakta güçlük çekiyor.”

“Alex, çok zeki birine benziyor ama seni iyi etkileyeceğini sanmıyorum.”

Güldüm. “O zaman neden onunla gitmem konusunda bu kadar heyecanlıydın?


Okuldan sonra nerede yaşayacağımı görmemi istediğin için mi?”

“Hayır, tabii ki hayır! Öyle bir niyetim yoktu.”


Montumu çıkarıp astım. “Ben yatıyorum. Lütfen beni rahatsız etme.”

Onu karanlık antrede öylece bırakıp odama gittim; kapıyı kapayıp kilitledim.
Çevre kontrolüne gerek duymadım. Um-rumda değildi. Joseph Stalin’in kendisi
köşede duruyor olsa umursamazdım. Pencereyi kaldırdım ve sinekliği çıkardım.

“Sessiz ol,” dedim.

Miles bunda hiç zorlanmadı. Odaya girip karanlığa karıştı. El yordamıyla onu
buldum ve kendime yaklaştırıp montunu çıkarmasına yardım ettim. Odama
hamurişi ve sabun kokusu doldu. O buradayken her şeyin gerçekten yolunda
olduğunu biliyordum. Kollarımı vücuduna dolayıp yüzümü tişörtüne bastırdım.
Sendeleyerek, sokak lambasından odama süzülen dar, sarı ışık şeridi boyunca
gerileyip yatağın üzerine düştük.

Raflardaki hatıralıklar tıkırdadı ve fotoğraflarım uçuştu. Doğrulup bir parmağımı


dudaklarıma götürdüm. Başını salladı. Sokak lambasının ışığı gözlerini mavi
vitraylı cam gibi gösteriyordu.

O gerçek olmak zorundaydı. Bunca şeyin arasında o gerçek olmak zorundaydı.


Bir an için bunun gerçekleşemeyeceğine inanmaya kendimi zorlayan ben miyim
diye düşündüm. Orada uzanmış bana bakıyordu ve pek bir şey göremediğinden
emin olsam da en minik detayları inceli-yormuş gibi geliyordu.

Parmaklarım karnında gezindi. Kasları gerildi ve Miles güldü. Gıdıklandı.


Gülümsedim ama gözlerini kapamıştı. Tişörtünü sıyırdım ve çıkarmama yardım
etmek için doğruldu. Teninin parmaklarımdaki hissi kollarıma küçük kıvılcımlar
gönderiyordu ve dikkatle tişörtümü çıkarırken alev alacağımı sandım. Yüzmek
ya da soyunma odalarında üzerimi değiştirmek gibi şeylerden nefret ediyordum
çünkü başkalarının önünde o kadar çıplak olmaktan nefret ediyordum. Kendimi
fazla korunmasız hissediyordum, işkence gibi geliyordu. Ama hiç öyle değildi.

Miles duraksayıp başı omzumun üzerinde, kollarını bana doladı. Sutyenime


hafifçe asıldığını hissettim ve kopçayı incelediğini fark ettim. Omzuna
gömülerek kahkahamı bastırdım. Kopçayı açmıştı ve yeniden takıyordu. Birkaç
kez daha açıp tekrar taktı.

“Oyalanmayı bırak,” diye fısıldadım.

Kıyafetlerimizin kalanı da yerde tişörtlerimize katıldı. Ürperdim ve sıcaklığın


tekrar gövdelerimiz arasında yükselmesine izin vererek vücudumu onunkine
bastırdım, ikimizi yana yuvarladım ve vücudu etrafımda kıvrıldı. Battaniyeyi
üzerimize çekip küçük bir koza yaptım. Ona bu kadar yakın olmak hoşuma
gidiyordu. Vücuduna bu denli dokunabilmek hoşuma gidiyordu. Beni bu kadar
sıkı sarması, nefesini usul usul alıp vermesi ve yanımdayken omzumun
üzerinden bakma ihtiyacı hissetmemek hoşuma gidiyordu. Gizli işler çeviren
normal bir ergenmişim gibi ve herkes ve her şey

Tamamen

Yolundaymış

Gibi davranmak hoşuma gidiyordu.

Miles parmaklarını sırtıma bastırdı. “Basorexia,” diye mırıldandı.

“Gesundheit

Güldü. “Dayanılmaz öpme arzusu.”

“Hislerini anlamakta iyi olmadığını sanıyordum.” “Muhtemelen kelimeyi yanlış


bağlamda kullanıyorum. Ama bunun o olduğuna çok eminim.”

Omzunu öptüm. Başparmaklarından biri omurgamda gezindi ve...

Çok fazlaydı.

Çok fazla, çok hızlı.

“Benden nefret etme,” dedim. “Ama bunu yapmak istediğimi sanmıyorum.


Şimdi... şimdi olmaz. Burada olmaz. Üzgünüm, fikrimi değiştireceğimi
düşünmemiştim.”

Fısıltıyla, rahatlamış bir ifadeyle kahkaha attı. “Aslında iyi oldu. Sadece bu
kadarıyla kalp krizi geçireceğimi düşünüyorum. Biraz daha fazlası beni
öldürebilir.”

Elimi aramıza koydum. Kalbi avcumda çok hızlı atıyordu. Elimi çektim.

“Tanrım, haklısın, gerçekten kalp krizi geçirecek gibisin!” Şaka yapıyordum


ama o utangaç bir şekilde geri çekildi. Soluk soluğa kalmıştı. “Pozisyonumuzu...
değiştirirsek... faydası olur.”

Birbirimizden uzaklaştık. Soluğu normale döndü. Karanlıkta, üzerimizde örtüyle


birbirimize dönük bir şekilde durduk. Eli elimi buldu.

“Üzgünüm,” dedi. “Dokunulmaya alışık değilim.” “Ben de.”

Birkaç uzun dakika boyunca sessizlik oldu ve sonra aklıma bir fikir geldi.

“Aklından birini tut,” dedim.

“Ne?”

Gülümsedim. “Birini tut.”

Tereddüt etti, sonra o da gülümsedi. “Tamam. Başla.” “Ölü müsün?”

“Hayır.”

“Erkek misin?”

“Hayır.”

“Yurtdışında mı yaşıyorsun?”

“Hayır.”

Kadın, hayatta ve ABD’de yaşıyor. Belki de fazla uzak birini seçmemişti.

“East Shoal’la bir ilgin var mı?” diye sordum.

“Evet.”

Kaba tahmin. “Kulüpten biri misin?”

Duraksadı. “Evet.”

“Jetta’sın.”

Başını hayır anlamında salladı.


Kaşlarımı çattım. “Theo?”

“Hayır.”

“Eh, ikisi de değilsen ben olmak zorundasın.” Gözlerini kırpıştırdı.

“Ben miyim?” dedim.

“Başka birini düşünemedim,” dedi.

Biraz yaklaştı ve kollarını açtı; ona sokulup başımı omzuna yasladım. Almanca
bir şey fısıldadı. Gözlerimi kapadım ve elimi tekrar kalbine götürdüm.

Paket

Lastikleri

Üçüncü Kısım

Miles saat bir buçukta, suratında bir panik ifadesiyle yataktan fırladı.

“Gitmem gerek.” Sendeleyerek kıyafetlerine doğru gitti. Doğrulup


sersemliğimden kurtuldum ve örtüyü göğsüme çektim.

“Ne oldu?” diye fısıldadım.

“Ayakkabılarım... ayakkabılarım nerede?”

“Pencerenin yanında.”

Ayakkabılarını alıp ayaklarına geçirdi. “Babam hiçbir zaman geceyarısından


sonra çalışmadığımı biliyor.”

“Orda olman gerektiğinde yoksan ne yapar?”

Miles durup bana baktı. Sonra yerden montunu bulup üstüne geçirdi.

“Gel buraya.” Kollarımı açtım. Bedeni kaskatı bir şekilde yatağın kenarına
oturdu. Yüzünü kendime çevirip onu öptüm. “Yarın sabah burada olabilir
misin?”
“Tabii.”

Onu tekrar öptüm ve gözlüğünü uzattım. “Al.”

Ertesi gün Finnegan’da kendimi giilümsemekten alamıyor-dum. Müşteriler


kesinlikle daha fazla bahşiş bırakıyordu ama bunun sebebi üzerlerinde dinleme
cihazı varmış gibi onlara dik dik bakmamam da olabilirdi.

Tucker fark etti.

“Neden bu kadar mutlusun sen?” diye homurdandı paraları kasaya koyarken.


Çekmecesini çarpınca kasa sallandı.

“Mutlu olmaya hakkım yok mu?” diye sordum. Yine de gülümsemeyi kestim.
Suçluluk midemi bulandırıyordu. June’dan öğrendiklerimi ona anlatmak
istiyordum ama günlerdir benimle en fazla bu kadar konuşmuştu. Finnegan’ın
Sihirli Sekiz Topunu aldım. Yanlış bir şey mi yaptım?

Kaynaklarım hayır diyor.

Tucker yan yan bana baktı. “Lotoyu kazanmış gibi davranıyorsun. Richter’la bir
ilgisi olduğunu söyleme yeter.”

“İyi. Söylemem.” Milyonlarca kez özür dilemiştim. Onun için işyerinde mesaiye
kalmış, edebiyat dersinde tartışma notlarımı kendim yazmış ve ondan tek bir şey
istememiştim. Bana kızgın olması umurumda değildi. Miles’la ne yaptığıma dair
yorumda bulunmaya hakkı yoktu.

Bana döndü. “Şaka yapıyorsun. Bana yaptığından sonra hâlâ onunla mı


takılıyorsun? Yaptığı onca şeyden sonra?” “Onunla ne yaptığım seni
ilgilendirmez, Tucker.” Yanımızdaki masada oturan çift duymasın diye sesimi
alçattım.

Tucker tereddüt etti. “Ne yaptığın mı? Onunla ne yapıyorsun ki?”

Bütün suratım saçlarım kadar kırmızıya dönmüş olmalıydı. “Seni ilgilendirmez


dedim, değil mi?”

Tucker’ın sesi fısıltıya kadar alçaldı. “Benimle dalga geçiyorsun. Onunla yattın
mı?”
Kasayı kontrol ediyormuş gibi yaptım. “Birlikteyiz, tamam mı? Bilmen gereken
bu kadar.”

Kolumu tutup beni mutfağa sürükledi. “Sana ne yapacağından haberin yok! O


normal biri değil, Alex! Yaptığı şeyin başkalarını nasıl etkilediğini anlamıyor
o!”

Bir an için tek yapabildiğim gözlerimi dikip ona bakmaktı. Pis bir cevabım vardı
hazırda ama beklediğim şeyi söylememişti. “O bir pislik” ya da “O şeytanın
vücut bulmuş hali” dememişti.

Tucker bunu daha önce yaşamıştı. Tam olarak aynı koşullar altında değil... ama
Miles, ben ikisiyle de tanışmadan çok önce onu kırmıştı.

“Bana... bir şey olmayacak, Tucker.” Kolumu elinden kurtardım. “Bir şey
olmayacak.”

Tucker başını sallayıp yere baktı. Omzuyla beni itip yanımdan geçerek
neredeyse duyulmayacak kadar alçak bir sesle bir şey söyledi.

“Umarım olmaz.”

Sihirli Sekiz Topu VII Bana bir şey olmayacak, değil mi?

İngilizcede “crimson” kızıl, kan kırmızısı demektir, (ç.n.)


Şüphesiz

Babam pazartesi beni okula bırakma şansını kaybettiğine

pek üzülmüş görünmüyordu. Hatta ben kapıdan çıkarken muzip bir ifadeyle bana
gülümsedi.

Ne beklediğimi bilmiyordum. Miles’ın daha mutlu görünmesini mi? Tucker’ın


söylediklerine inanmamam için bana bir sebep vermesini mi? Onu son
görüşümün üzerinden sadece bir gün geçmişti ve ben de içimdeki heyecanı
bastırmaya çalışmamıştım. Ama yolcu koltuğuna geçerken bana belli belirsiz
gülümsedikten sonra bir tür utanç ve keder ifadesine büründü. Gözlerinin altında
hiç uyumamış gibi koyu halkalar vardı.

“Sorun ne?” diye sordum. “Ne yaptı?”

“Hiçbir şey.” Kamyoneti sürerken doğruca karşıya bakıyordu.

I 265

Park edip binaya doğru yürüyene kadar başka bir şey söylemedim ve
topalladığını belli etmemek için elinden geleni yaptığını fark ettim.

“Neden topallıyorsun? Ne oldu?”

“Hiçbir şey. Bir şey olmadı, iyiyim ben.”

“Miles, sana ne yaptı?”

“Kafanı yorma!” diye tersledi.

Geri çekildim, ilk ders olan edebiyat sınıfına kadar yol boyunca hiç konuşmadık
ve sıralarımıza oturduğumuzda Cliff’in bulunduğu köşeden birkaç kıkırdama
duyuldu.

“Hey, Richter,” diye seslendi Cliff. “Müttefikler nihayet canına okudular mı?”

Miles, Cliff’e hareket çekti ve başını masaya yasladı.


Sırtına ve kumral saçlarına baktım ve kalbim burkulup minicik oldu. Belki fazla
umutlanmıştım. Belki Tucker haklıydı. Belki o yolculuk bir seferlik bir şeydi.
Belki o...

Onu düşünmeyi kes, aptal!

Tepemde seyiren floresan ışığına ve sonra da sömestr tatilinden yeni dönen


arkadaşlarıma baktım.

Celia’nın saçları garip bir sarı-kahverengi karışımına dönmüştü ama uçları hâlâ
yeşildi. East Shoal eşofmanı giymişti ve mavi lenslerini çıkarmıştı; gözleri
kahverengiydi. Yüzü bir garip görünüyordu; sonra makyaj yapmamış olduğunu
fark ettim. Makyajsızken bile hiç sivilcesi yoktu; güzeldi.

Kendini neden bu kadar zorluyordu ki?

Herkes duyabileceği kadar yüksek sesle onun hakkında konuşuyor, şakalar ve


kötü niyetli yorumlar yapıyordu. Celia ise sadece orada oturmuş, kaşlarını
çatarak masasına bakıyordu.

Beni öldürmek ister gibi görünmüyordu. Ya da herhangi birini. Pek kavga


edecek hali kalmamış gibiydi.

Bir yanım, saçları alev alırken ve istediğini alamadığı zamanlarda ya da


arkadaşları hakkında yakınırken attığı çığlıklara şahit olmayan yanım, ona
acıyordu.

Miles o gün bütün derslerde uyudu. Normalde pek çaba göstermese de derslerde
uyumazdı. Öğretmenler bir terslik olduğunu fark etmiş olmalıydı çünkü onu
uyandırmaya çalışmadılar. Miles her ders sonu zilinden beş dakika önce dirilen
bir ölü gibi uyanıp bir sonraki derse gidiyordu. Biri beşinci dersten sonra
koridorda ona, “Nazi,” dedi ve o sadece yürümeye devam etti.

Onu bu kadar üzgün görmek hoşuma gitmemişti. Ben de kimya dersinden çıkıp
spor salonuna giderken kitaplarımı bir koluma alıp diğer elimle elini tutup
parmaklarımızı birbirine geçirdim. Parmak uçlarımda yükselip dudağının
köşesini öptüm. Birkaç saniye için yüzü gerçek bir gülümsemeyle aydınlandı.

Spor salonuna geldiğimizde gülümsemesi kaybolmuştu ama hâlâ elimi


tutuyordu. Kulüp tribünlerde grup halinde oturuyordu ve birkaç metre ötelerinde
de Celia vardı. Hepimiz bunun olacağını biliyorduk ama kimse durumdan hoşnut
görünmüyordu.

“Selam, Patron. Alex,” dedi Evan.

“Bize söylemek istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu lan ellerimizi işaret
ederek.

Miles elimi tuttuğunu unutmuş gibi aşağı baktı ve sonra tekrar haylaz haylaz
sırıtan Evan ile Ian’e bakıp ifadesiz bir tonla, “Hayır,” dedi.

Ben de başımı sallayıp Miles’ın elini bıraktım ve gidip Jetta’nın yanma oturdum.

“Muhtemelen hepinizin tahmin ettiği gibi, Hendricks de artık bizimle kamu


hizmeti verecek.” Miles bitkin bir şekilde elini Celia’nın olduğu yöne doğru
salladı. Celia ona bir bakış attı ama bakışı bir saniye içinde kayboldu.

Theo, “Yapabileceğin hiçbir şey yok mu, patron?” diye sordu. “Onu başka bir
yere göndermelerini sağlayamaz mısın?”

“Benim de hoşuma gitmiyor,” dedi Miles ters ters. “Ama mucize yaratamam.
McCoy’un kendi kuralları onu buraya getirdi ve inanın bana, o da bundan
memnun değildi. Sadece bir sömestr; idare edin. Evan, lan, onu sizin
kontrolünüze bırakıyorum. Bir işe yaradığından emin olun. Diğerleriniz, her
zamanki işlerinize.”

Evan ile lan suratlarında aynı sevinç ifadelesiyle Celia’ya bakıp top arabalarını
getirmek için onu depoya götürdüler. Jetta, Art ın güreş antrenmanını kontrol
etmek için ikinci spor salonuna ve Theo da yiyecek standına gitti. Ben de
Theo’nun peşinden gitmek isterken Miles beni kolumdan tutup nazikçe çekti.

“Sen benimlesin.” Hakem masasını işaret etti.

Basketbol takımları gelip ısınma antrenmanlarını yapana kadar oturup çizelge ve


isim listelerini hazırladık. Evan, Celia’ya tek başına spor salonunun zeminini
sildirip lan da bütün çöp tenekelerine yeni poşetler koydururken onu izledim.

İşi bittiğinde tribünlere gidip oturdu. Birkaç saniye sonra annesi sarı saçlarını
savurarak içeri girdi. Önünde durup söylenmeye başladığında Celia başını
kaldırıp bakmadı bile.
“Şimdi ne yapıyorsun? Oturup haline mi üzülüyorsun?” Celia gözlerini
ayaklarına dikti ve bir şey söylemedi. Annesi Celia’nın üzerine gölgesini
düşürerek konuşmaya devam etti. “Her şeye sahip olabilirdin, Celia. Eğer
söylediklerimi yapsaydın istediğin üniversiteye gidebilirdin. İstediğin herhangi
bir üniversiteye. Her şeye sahip olabilirdin. Ama şimdi amigo takımından çıktın
ve vaktini bu suçlularla geçirmek zorundasın...”

“Özür dilerim,” dedi Miles. “Ben... ee... pek alışık değilim... şeye... birilerinin
olmasına...”

ve en tepeye çıkacağına seni o çocuğun arkasından ağlarken buluyorum...”

“... evet, oymuş. Endişelendin mi? Amacım seni...”

“... sana söyleyeyim, Richard’ın bu konuda iki çift lafı olacak. Benim kızımın
kendini bütün potansiyeline...”

“... endişelenmene gerek yok, tamam mı? Her şey yolunda...”

“... Richard her şeyi yoluna sokacak. Benim mirasımı taşımaya değer olman için
elinden geleni yapacak. Ve o çocuk yoluna çıkarsa da onu ortadan kaldıracak.”

Miles elime asılıp dikkatimi kendisine çekti. “Titriyorsun sen. Neden


titriyorsun?”

“Sadece... gerginim. Ve Celia için de üzüldüm. Annesi korkunç birine benziyor


ve McCoy da... birilerine söylemek istiyorum ama kim dinler, bilmiyorum.”

“Belki McCoy bir hata yapar ve bir şeyler döndüğüne dair kanıt elimize geçer.”

Celia salonun karşısındaki tribünlerde ayakta duruyor, gözlerini dikmiş bize


bakıyordu. Annesi gitmişti. Beni ona bakarken görünce hışımla aşağı indi ve son
üç basamağı atladı.

“Sen bir engel oluşturuyorsun,” dedim.

“Ne?”

“Celia senden hoşlanıyor.”


“Öyle diyorlar.”

“Ve McCoy ile annesi bunun kötü olduğunu düşünüyor. Senin... potansiyeline
ulaşmasına engel olduğunu düşünüyorlar. Ve bu da hiç hoşlarına gitmiyor.”

Miles tereddüt etti. Kaşları şüpheyle çatıldı. Miles’m bile inanmazlığını


saklamayacağı bir nokta vardı ve ben de şansımı zorladığımı bilecek kadar uzun
zamandır paranoyaktım.

“Kulağa nasıl geldiğini biliyorum,” dedim, “ama onların ağzından duydum ve


McCoy’un sana bir şey yapmasından gerçekten korkuyorum. Aptalca ya da garip
bir şey yapacak değilim... sadece ondan uzak duracağına söz verir misin?” Elimi
kaldırıp göğsüne koydu. “Dikkatli olacağımı söylemiştim, değil mi?”

“Evet.”

Celia gözlerini silip kapıya yöneldi.

“Ne yapıyor?” Miles yerinden kalktı. Onu geri çektim. “Bırak gitsin,” dedim.
“Geri gelir.”

Gerçekten de Celia on dakika sonra, daha da kızarmış ve şiş gözlerle salona


döndü.

Tribünlerin en alt sırasında bir yere oturup dalgın dalgın ellerine baktı. Biraz...
kırgın bir hali vardı. Sanki içindeki şirret kız gidip geriye kabuğunu bırakmıştı.
June haklıydı. Onunla konuşmam gerekiyordu.

Maçtan sonra arka koridorlardan birinden gidiyordu.

Onu durdurmanın zor olacağını düşünmemiştim, iki kelime söylesem dönüp


bana saldırırdı. Ama kapıyı açıp arkasından seslendiğimde, benim onu
öldürmemden korkuyormuş gibi gözleri kocaman açılarak omzunun üzerinden
baktı.

Sonra da koşmaya başladı.

Peşinden gittim. Sanırım amigo kız olmanın faydaları vardı; benden daha
formdaydı. Ama nereye gittiğini biliyordum. Yol ayrımına geldiğimizde o sağa
döndü ve ben düz gitmeye devam ettim. Okulun batı kanadına çıkıp engelli
rampasından atladım ve tam zamanında kuzeybatı köşesine ulaşıp Celia’yı
gövdesinden yakaladım. Hızım onu duvara yapıştırdı.

“Koşmayı... bırak...” dedim nefes nefese. Duvara çarpan omzunu ovarak dik dik
bana baktı.

“Sana... bir şey... sormam lazım...”

“Sor o zaman,” dedi tersleyerek.

Derin bir nefes aldım. “McCoy. McCoy la aranızda... neler oluyor?”

Celia gözlerini kocaman açıp sonra kısarak bana baktı. “Neden bahsediyorsun
sen?”

“Bak, anneni biliyorum. McCoy’u biliyorum. Sürekli seni odasına çağırdığını


biliyorum ve o takıntılı biri. Eğer... sana bir şey yapıyorsa bunu birine söylemen
gerek.”

Yarım saniye için Celia’nm yüzünden, söylediklerimi kabul ettiğini gösteren bir
ifade geçti. Ama sonra ifadesi değişti ve saldırıya geçti.

“Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.” Beni itti. “Çekil önümden. Ayrıca bir daha
bana Kodaman Göt McCoy ya da annemden bahsetme.”

Geriye doğru sendeleyip neredeyse dengemi kaybettirecek kadar sert bir omuz
attı. Tekrar peşinden gitmeyi, bir şeyler döndüğünü ve yardıma ihtiyacı
olduğunu kabul edene kadar onu sorguya çekmeyi düşündüm ama zaten cevabı
biliyordum.

Sevdiği birini elinden almıştım. Bana asla güvenme-yecekti.

Sihirli Sekiz Topu VIII

Celia aslında hiç de deli değil, değil mi?

Kaynaklarım hayır diyor

Sadece... yalnız.

Büyük ihtimalle
Ama kimseyi yanına yaklaştırmıyor.

Cevap belirsiz, tekrar dene

Yardım istemiyor. Neden yardım istemiyor?

Şu anda öngöremiyorum

Ocak ayının teması Celia’ya hayatı zindan etmek gibi gö-rünüyordu. Evan ile lan
devirdikleri çöpleri ona toplatıyorlardı. Theo bir hafta boyunca ona patlamış
mısır ve sosisli sandviç makinelerini temizletti. Jetta ise yüzme takımı üç
metreden az mesafede olduğu halde bizzat kendisinin attığı dalış ağırlıklarını
alması için kıyafetleriyle havuza sokuyordu.

Celia buna bir son vermek için hiçbir şey yapmadı. Hatta sadece ona McCoy’dan
bahsettiğim zamanlarda sinirleniyordu.

Şubat ortasına geldiğimizde Celia’ya yaptırdıkları şeyleri haklı çıkaracak kadar


kulübün ona neden bir garezi olduğunu düşünmeye başladım. Evet, şirretin
tekiydi. Evet, insanlara korkunç şeyler yapmıştı ya da bana söylenen buydu.

Miles ve ben onlara katılmadık ama engel de olmadık ve bu da bana arada bir
fark yokmuş gibi hissettiriyordu. Celia bizi ne zaman görse, ne zaman koridorda
el ele tutuşurken ya da spor salonunda kısa bir öpücükten sonra onu bize
bakarken görsem gözyaşlarına boğulacak gibi göründüğüne yemin edebilirdim.

Şubat ayının sonunda bir gün, üçüzler bütün kokuşmuş havluları Celiaya çamaşır
odasına arabasız taşıttıktan sonra, “Ona istediklerini yapabilirler,” dedi Miles.
Celia kazara birkaçını havuza düşürdü ve suya girip toplamak zorunda kaldı.
Miles ve ben duvara sırtımızı yaslamış duruyorduk. Miles suratını ekşiterek suya
bakıyordu.

Celia havuzdan çıkarken bize baktı; Miles’a baktı.

Miles ona, “Onları çamaşır odasına götür,” diye seslendi.

Celia başını salladı. Miles, dik dik bakmadan ya da fısıltıyla küfretmeden emir
aldığı tek kişiydi.

“Selam, Yeşil Kraliçe!” Evan, lan ve Jetta mayolarıyla soyunma odasından


çıkageldi.

“Ne yapıyorsunuz?” dedi Miles saatine bakarak. “Saat altı.”

“Bu da kapatmadan önce yüzmek için bolca zamanımız var demek!” lan
tramplene çıktı.

“Mein Chef\. Alex! Siz de gelip bizimle yüzün!” dedi Jetta suyun içinden
havuzun kenarına gelip bize bakarak.

lan da, “Evet! Patron, haydi!” diye haykırıp daldı.

“Hayır,” dedi Miles. “Islanmaktan nefret ediyorum.”

Evan, “O da öyle...” diye söze başladı ve kardeşi tarafından suya batırıldı.

Jetta ona aşırı-üzgün-köpek-yavrusu ifadesiyle bakmaya devam edince,


“Yüzmeyi sevmediğimi biliyorsun,” dedi Miles. “O zaman senin oyununu
oynayalım. Birini tuttum.” Miles birkaç saniye için zoraki gülümsedi ama sonra
gülümsemesi kayboldu. Yirmi soru oyununu Almanca konuşarak oynamaya
başladılar. Ne söylediklerini anlayamı-yordum ama Miles’m oyunu bilerek
uzattığından emindim. Jetta’yla ikisi olunca İngilizce konuşmamak için her
bahaneye başvuruyordu. Jetta’yla konuşabildiği için seviniyordum ama onlara
katılamıyordum. Miles’m içinde, dilini konuşmadığım için göremediğim
bambaşka bir insan vardı.

Oyun bittiğinde -Miles doğru tahminde bulunmadan önce on beşince soruya


gelmişti- Jetta kollarını ona doğru kaldırıp parmaklarını kımıldattı.

“Suya girmiyorum,” dedi Miles son bir kez ve Jetta da yenilgiyi kabul edip
yüzerek uzaklaştı.

“Yüzme bilmiyorum deme sakın,” dedim.

Miles alayla güldü. “Tabii ki yüzebiliyorum. Yüzemesem şimdiye ölmüş


olurdum,” dedi. Sonra daha nazikçe, “Küçükken babam beni balığa götürürdü.
Bilirsin, çoğu erkek çocuk, babasıyla balığa çıkar; aile bağlarını
kuvvetlendirmek için hoş bir etkinliktir, değil mi? Şimdi buna DEBH’li bir
sineğin dikkat aralığını, biraz içki, bir de büyük bir su kütlesi ekle: Sonuçta
ortaya, çocuğunu tekneden suya atıp kıyıya kadar yüzmesini izlemenin eğlenceli
olduğunu düşünen sarhoş bir baba çıkıyor.”

“Annene yaptığı gibi mi?”

Başını salladı. “Önce beni yakaladı.”

“Bu korkunç,” diye fısıldadım. “Boğulabilirdin! Ya da hastalanabilirdin; gölde


bir sürü bakteri olur ya da...”

“Ya da göremediğim bir şey tarafından dibe çekilebilirdim?” dedi Miles usulca.
“Evet, en güzel yanı da buydu. Gölün içindekilerden korktuğumu biliyordu.
Pislik herif.” Yosun kokusu.

“Annemle Almanya’ya gittiğimiz günden önceki gündü,” diye devam etti.


“Cleveland’ın bana bir şey yaptığını fark edip beni aramaya geldi. Û gece
arabada yattık ve ertesi gün gitmeye karar verdi. Eve sadece bir dakikalığına
pasaportlarımızı almak için uğradık. Sonra ihtiyacımız olduğunu düşündüğü
şeyleri almak için doğruca Meijer’e ve oradan da havaalanına gittik.”

Ona sarıldım; son zamanlarda sık sık yaptığım bir şeydi bu. Bazen sırf
yapabiliyorum diye; ama çoğu zaman ihtiyacı varmış gibi göründüğü için.

Şimdiye kadar kimse Miles’a zarar vermeye kalkmamıştı. Sömestr başladığından


beri McCoy’u pek görmemiştim ve Celia da birilerine zarar verecek gibi
görünmüyordu. Ne zaman onu bize bakarken yakalasam yine çekip gitmesi için
sadece ona bakmam yetiyordu. Ama sanki öbür tarafta kendisine katılacak
birilerini bekleyen bir hayalet gibi dolaşıyordu hep.

Miles giderek daha az mafya tetikçisi işi alıyordu ve zihninin yeterince meşgul
olmadığı ortadaydı. Sık sık spor salonunun başından sonuna volta atıyordu;
defterine o kadar çok not alıyordu ki yenisini almak zorunda kalmıştı. Ara

298 1 sem ben uydurdum

sıra da cümlelerine ortadan başlıyordu. Artık topallamıyordu ama gömleğinin


kolları hep aşağıdaydı ve bir gün okula gözü morarmış olarak geldi. Ruh hali
kulübe bir hastalık gibi bulaşmıştı; artık hiçbir şey sorunsuz ilerlemiyordu. Ve
kısa süre içinde kasvetli hali bütün okulu ele geçirdi.
Bay Gunthrie masamın üzerinde ışığı titreşen lamba hakkında bir saat atıp
tutarak bütün ders süresini harcadı. Bayan Dalton notlarını bulamadı, hatta diyet
kolasını bile unutmuştu. Normalde işlerini yaptırmak için Miles’a para ödeyen
öğrenciler ipleri kendi ellerine almaya başladılar ve disiplin cezaları yıl boyunca
ilk kez tavan yaptı.

Kasvet beni de etkiliyor mu, diye merak ediyordum ama bunun daha ziyade
üniversitelerden ve burs veren vakıflardan birbiri ardına gelen ince zarflardan
kaynaklandığı hissine kapılmıştım. Çoğu, “Üzülerek bildiriyoruz ki...” diye
başlıyordu. Üzerime alınmamaya çalıştım; Indiana’da alt gelir sınıfından, bir akıl
hastalığı olan kaç lise öğrencisi kız olabilirdi ki? Muhtemelen düşündüğümden
fazlaydı ama her bir zarfı anneme vermek, bir dizi pasif-agresif motivasyon
konuşmasıyla tokatlanmak gibiydi. Kaydını doğru yaptığına emin misin? Belki
bir şeyi unuttun, heannin onlara açıklama yapmasını sağlayayım mı?

Tabii ki evde vakit geçirmekten keyif almıyordum. Okul da daha iyi değildi.
Mart ayında koridorda yürürken insanların parmaklarıyla beni gösterip onlarla
konuştuğumda beni duymazdan geldiklerini ve söylediklerime inanmadıklarını
fark ettim. Durumumu öğrendikten hemen sonra Hillpark’ta-kilerin de yaptığı bu
olmasa bu kadar umursamazdım.

Mart ayının sonunda bütün kulüp, müzik grubu yarışması için ana spor
salonunda toplanmıştı. Tribünler aralarında diğer okullardan gelen müzik
gruplarının da bulunduğu seyircilerle doluydu. McCoy yedinci dersteki beden
eğitimine katılan öğrencilerin yarısını skor tabelasını altın renkli kurdelelerle
süslemek ve insanların nihayet tabelaya altın çerçeve yaptırmak için talep
dilekçesi imzalayıp hediye olarak da skor tabelasının minik buzdolabı
magnetlerinden alacağı bir “adak masası” kurmak üzere görevlendirmişti. (Tabii
ki büyük bir başarı yakalandı.)

Bana göre çoğu kişi bunun bir şaka olduğunu düşünüyordu: Skor tabelasını bu
şekilde onurlandırmak biz East Shoal’luların tabelanın birini öldürdüğü
gerçeğini örtbas etmek için kullandığımız garip bir yöntemdi. McCoy’un keçileri
kaçırdığını düşünen tek kişiye bile rastlamadım.

Yarışma başladığında grupları anons eden adam tarafından hakem masasından


sepetlendik. Ana kapıların yanında duvara yaslandık. Miles’a sokuldum çünkü
onun yanında her enstrümanı kaçak mal ya da komünist propaganda var mı diye
kontrol etme ihtiyacı hissetmiyordum.
Bir grup şarkılarını çaldıktan sonra bir diğeri yerini aldı. Sunucu, hiç tuvalet
molası veremediğinden şikâyet ederek yerini terk etti. Görece sessizleşen
ortamda Miles’ın omzunda uyuklamaya başladım.

“Millet, bakar mısınız?” Salonu Celia’nın sesi doldurdu. Hemen ayıldım. Salon
sessizliğe gömüldü.

“Merhaba,” dedi hakem masasından el sallayarak. “Bugünkü yiyecek


satışlarından elde edilecek gelirin tamamının

Amerikan Şizofreni Derneğine bağışlanacağım bildirmek isterim.”

Engel sensin, seni aptal! diye kükredi içimdeki ses.

“Alex,” dedi Miles hemen, beni kapıya doğru çekerek. “Alex, buradan çıkman
lazım...”

Ama ben, beynim donmuş gibi yerime çakılıp kaldım.

“Bu gece, Hillparkın spor salonuna grafiti çizdikten sonra buraya transfer olan
paranoyak şizofrenimiz Alexandra Ridgemont’un onuruna düzenlendi.” Celia ve
diğer herkes dönüp bana baktı. Celia gülümseyerek el salladı. “Selam, Alex.”

Son sözcükleri spor salonunun boşluğunda asılı kaldı; Miles tribünlere koşup
mikrofonun kablosunu fişten çekti. Hakem masasına geçip mikrofonu da
Celia’nın elinden aldı ama olan olmuştu.

Köpekbalıklarıyla dolu bir akvaryumdaydım.

Her yanımda bana çevrilen gözler vardı. Grup elemanları enstrümanlarını


taşımayı bıraktılar. Tribünlerin diğer tarafındaki birkaç kişi beni daha iyi
görebilmek için ayağa kalktı. Theo yiyecek standından çıkıp gelmişti ve şimdi
uzaktaki kapıların yanında Evan ve Ian’le birlikte ayakta duruyordu; hepsinin
benzi solmuştu.

Elimle beceriksizce kapıyı aradım. Kapının kolu parmaklarımın altında bir, iki
kez kaydı ve sonra nihayet kapıyı açmayı başarıp hızla en yakın tuvalete koştum.

Bir tuvalete koşup kustum ve yerde iki büklüm bir halde gözlerimi sıkıca
kapadım. Saçıma asılarak bu kadar kırmızı olmamasını, beynimin gerektiği gibi
çalışıyor olmasını, yedi yaşımdaki o her şeyin gerçek olduğu ve benim hiçbir
şeyin farkında olmadığım zamana dönebilmeyi diledim.

Nihayet gözlerimi açacak kadar sakinleştiğimde hâlâ bir devlet lisesinin


tuvaletinde yerde oturuyordum, hâlâ deliydim ve saçlarım hâlâ kafamı bir ketçap
kovasına daldırmışım gibi görünüyordu.

Miles insanları tuvaletten uzak tutuyor olmalıydı çünkü kimse içeri girmiyordu
ve ara sıra kapıya vurup bana seslenerek kimseye söylemediğini söylüyordu.

Ona inandığımı, Celia’nın başka yollardan öğrenmiş olabileceğini söylemek


istiyordum. Ama kıpırdayamıyor, ağzımı açamıyordum.

“Lexi?”

Ayağa kalktım, gözyaşlarımı sildim ve tuvaletin kapısını araladım. Karşımda


babam duruyordu; yeni kazılmış toprak ve yabanıl bitkiler gibi kokuyordu.
Arkasındaki koridor boştu. Miles gitmişti. Babam bir şey söylemedi; sadece
bana sarılıp beni arabaya götürdü.

Babam beni yatıştırmakta inkar edemeyeceğim kadar iyiydi. Bunun bir kısmının
kokusundan kaynaklandığını düşünüyordum. Bir kısmı da seçtiği filmlerden
kaynaklanıyordu. “Baba, senden Indiana Jones olurdu.”

“Öyle mi dersin?” dedi babam. “Biraz daha sakal bırakmam gerekirdi.” Tıraş
etmediği yüzünü sıvazladı. “Aa, seneye Cadılar Bayramında Indiana Jones
kılığına girebilirim. Sence annen benim sinirli ama seksi partnerim kılığına
girmeyi kabul eder mi?”

“Bilmem. Çok yakışıklı olman lazım. Muhtemelen rüşvet olarak da çikolata


vermen gerekecek.”

Babam güldü ve kapı çaldı. Ben elimde patlamış mısır kâsesiyle kanepeye
yayılırken babam kapıya bakmaya gitti. Döndüğümüzden beri Charlie salondan
uzak duruyordu ve

annem de -şükürler olsun ki- Miles ev telefonundan beni aradığında market


alışverişine çıkmıştı.

Koridorda olanları duymazdan gelmeye çalıştım. Gelen Miles olmadığı sürece


babam herkesi kovalardı. Ama içimde Miles’ın beni biraz kendi halime
bırakacağına dair bir his vardı.

“Alex iyi mi diye bakmak istemiştim. Okulda olanları duydum.”

Tucker.

“Evet, Alex iyi,” dedi babam. Başını salondan içeri uzattı. “Hey, Lex Luthor,
misafir ağırlama havanda mısın?”

Kanepeden kalkıp kapıdan koridora baktım. Tucker endişeli bir ifadeyle kapının
önünde duruyordu. Tedirgin bir şekilde, annemin verandaya yerleştirdiği koca
bir saksı dolusu beyaz sardunyayı okşadı. Arkasında kalan sokak boyunca dizili
ağaçlar çiçeklenmiş, ilkbahar renkleriyle dolup taşıyordu.

“Ah, selam, Alex. İyi misin?”

“Baba, sorun değil, onunla dışarıda konuşurum.” Kâseyi bırakıp babamın


yanından geçerek verandada Tucker’a katıldım. “Sorun yok, gerçekten,” dedim
son bir kez ve babam gönülsüz bir gülümsemeyle kapıyı kapadı.

“Ee... iyisin yani?” dedi Tucker hemen. “Okula dönecek misin?”

“Hayır, aslında iyi değilim,” dedim. “Ama evet, döneceğim. Nasıl olsa sadece iki
ay kaldı. Eğer dönmezsem her şey daha kötü olacak.”

Lise terk. Üniversiteler de başvurularda bunu görmek isterdi zaten.

Tucker bir süre gözlüğünü düzeltip elini siyah saçlarından geçirip saatini
bileğinde döndürerek öylece durdu. “Nereden öğrendin?” diye sordum.

“Mesaj geldi.” Telefonunu kaldırdı. “Bence... okuldaki herkese mesaj gelmiştir.”

Başımı salladım. Herkesin öğrendiğini tahmin ediyordum; bu yüzden son birkaç


gündür beni görmezden gelip koridorda arkamdan fısıldaşıyorlardı. Celia en
azından bir haftadır haberi yayıyordu. Grup yarışması sadece beni korkutmak
için kullandığı bir şeydi.

“O zaman... artık biliyorsun,” dedim.


“Üzgünüm.”

“Ne için? Deli olmam senin suçun değil ki.”

“Hayır, o... o umurumda değil. Babamın şizofren hastalan var. Onlara ‘daha
orijinal olan normal insanlar’ diyor. Sana o kadar kızdığım için üzgünüm. Ve
seni bu kadar zaman ihmal ettiğim için. Miles’la başa çıkabileceğine
inanmadığım için üzgünüm. Burnumu sokmamam gerekirdi.”

“Ama haklıydın; yaptığım şeyi sana yapmamalıydım. Kimseye yapmamalıydım.


Ona engel olmam gerekirdi.” Tucker çekinerek güldü. “Eh. Hak ettim aslında.”
Bekledim.

Tucker bir iç çekip verandadaki salıncağa oturdu. “O işi Cliff’ten aldı. Sömestr
boyunca bunu bekliyordum zaten. Celia’nın Skor Tabelası Günü verdiği partiyi
hatırlıyor musun?”

“Evet...” Mideme bir ağırlık çöktü. Konunun nereye varacağını biliyordum.

Kızardı ve başını çevirdi. “Ria’yla yattım.”

Daha ne yaptığımı fark etmeden yüzünü ellerimin arasına almış, bağırıyordum.


“TUCKER. BU DOĞRU OLAMAZ. Sen bu kahrolası yerdeki tek İYİ şeysin.
Ria’nın planlarına uymuş olamazsın; her şeyin içine edip iç çamaşırlarına Icy-
Hot süren benim\”

Tucker başını sallayınca ellerimi indirdim.

“Hayır, sen kötü biri değilsin,” dedi. “Ve Richter da kötü biri değil, ben de
değilim. Sadece insanız hepimiz ve insanlar bazen aptalca şeyler yapar.”

Gözlerimi dikip ona baktım. Birkaç saniye sonra, “Demek sen ve Ria, ha?”
dedim.

“Ben ve Ria,” diye cevap verdi.

“Ria VVolf’la yattın.”

“Ria VVolf’la yattım,” diyerek yenilgiyle elini kaldırdı.


“Peki nasıldı?”

“Berbattı” dedi birden gülerek. “Korkunçtu. Hayatımda kendimi hiç o kadar


garip hissetmemiştim. Yani beni kullandığı başından belliydi ama onu gördün.
Çok seksi. Seksi ötesi. Sonsuz üssü sonsuz seksi.”

“Tucker, anladım.”

“Seksiliğin seksi daha güzel yapacağını sanıyor ya insan? Ama karşındaki sana
vurup ne kadar beceriksiz olduğunu ve nerede yanlış yaptığını söyleyip durunca
keyfini çıkarmak biraz zor oluyor.”

“Gerçekten de berbat olurdu.” Güldüm ama o da güldüğü için. “Neden yaptın


peki? Seksi diye olamaz herhalde?” Tucker ın suratı yeşerdi. “Doğruyu
söyleyeyim mi, Richter ve ben ortaokuldayken onun için kavga ediyorduk.”

“Ria için mi?” tekrar güldüm.

“Evet, Miles bu yüzden ondan nefret ediyor,” dedi Tucker. “Yani ikimiz de
bunun bir yere varmayacağını biliyorduk ama o hiçbir zaman Ria’nın neden
beyin yerine kasları seçtiğini anlayamadı. Celia’nın partisinde Ria gelip benimle
flört etmeye başladı...”

Demek o yatak odasında Ria’nm yanında Tucker vardı. Harika.

“... sonra oluverdi işte. Bunu sırf Cliff’i delirtmek için yaptığını biliyordum -
herkes bunu yılda bir kez yaptığını biliyor- ve sonrasında Cliff’le hesaplaşmak
zorunda kalacağımı da biliyordum. O yüzden Richter sizi gizlice evime sokup
bana öyle şeyler yaptı; Cliff ona bunun için para ödedi, yani aslında başıma
gelenin sorumlusu bendim...”

“Tucker, kapa çeneni.”

U'T' »

lamam.

Sessiz kalarak komşumuzun canlı yeşil bahçesine baktık. Birkaç dakika sonra
Tucker, “Peki, hâlâ McCoy’da bir acayiplik olduğunu düşünüyor musun?”
“Evet,” dedim. “Sana hiç söylemedim ama Miles’m annesiyle konuşma fırsatım
oldu.”

June’dan öğrendiğim her şeyi anlattım. Sonra nasıl spor salonunun dışında
Celia’nın önünü kestiğimi ve Miles ın bir engel oluşturduğunu anlattım.

“McCoy’un bir şey yapacağını düşünüyorum. Ama ne zaman ya da nasıl


olacağını bilmiyorum. Ve bunu çözemezsem kötü bir şeyler olacağından
korkuyorum.”

“Ve tüm bunların gerçekten,” dedi ağır ağır, “olduğuna eminsin?”

Gözlerimi devirdim. “Ben hiçbir zaman hiçbir şeyden emin değilim, Tucker.
Sadece sana bildiklerimi söylüyorum. Ama sen daha önce Celia ve annesinin iyi
geçinmediğini söylemiştin değil mi?”

“Ben, ee, yani, daha önce birkaç kez birlikte okula geldiklerini gördüm ve
kulağıma da bir şeyler geldi ama ailelerinden biri değilim sonuçta.”

“Peki, bak, bazı şeyleri uyduruyor olsam bile, bir şeyler döndüğünü biliyorum.
McCoy’un kafasının allak bullak olduğunu ve Celia’yı beraberinde sürüklediğini
biliyorum. Ve sanki... sanki bu konuda bir şey yapmazsam kimse
yapmayacakmış gibi geliyor.”

Tucker bir süre sessiz kaldı. Sonra nihayet, “Bunu sana söylemeli miyim,
bilmiyorum ama... McCoy’un nerede oturduğunu biliyorum. Okulda ya da
odasında suça ilişkin bir ipucu bulamazsın. Eğer bir şey varsa, yaşadığı yerde
bulursun.” “Bay Cıvık Patates Salatası,” dedim bir elimi kalbime götürerek.
“Sen... birinin evine gizlice girmeyi mi teklif ediyorsun yoksa?”

Tucker omuz silkti. “Bir şey almak için değil. Sadece bakmak için.”

“Miles’ı da davet edeyim mi? Haneye tecavüzde bizden daha tecrübeli.”

“Bütün bunları biliyor mu ki?”

“Kendini benim tek başıma yapabileceğimden daha iyi koruyabilir diye


düşündüm,” dedim. “Hem benim durumumu da ekim ayından beri biliyor.”

“Ah, peki.” Tucker bir an düşündü. “Evet, sanırım onu çağırmamakla aptallık
etmiş oluruz. Onun evi de McCoy un-kinden birkaç sokak ötede.”

“Ne?”

“Evet, McCoy Lakeview Trail’da yaşıyor.”

Ertesi gün beni okula babam götürdü. Koridorlarda herkes

bana bütün yıl hayalimde canlandırdığım gibi bakıyordu. Saçlarım tıpkı


Hillpark’taki gibi bir felaket uyarısına dönüşmüştü; insanlar benim geldiğimi
görünce yolumdan çekiliyordu.

Çevre kontrollerimi her zamanki gibi yapmaya çalıştım ama dolabımın önünden
ayrıldığımda üzerimde o kadar çok göz vardı ki paniğimi kontrol altına almak
çok zordu. İyi olan tek yer Bay Gunthrie’nin sınıfı çok iyi dizginlediği ve
kimsenin benimle hiç ilgilenmediği edebiyat dersiydi. Miles da benimle
ilgilenmiyordu. Başım eğmiş defterine delice bir şeyler karalıyordu. Çizdiği
kalın ve karanlık çizgiler bütün sayfayı kaplıyordu.

Gerçek bir Pislik Miles havasında, birlikte spor salonuna yürürken ben onu
zorlayana kadar benimle konuşmadı.

Bütün yıl dehşetle beklediğim tek beyzbol maçının olduğu gündü; East Shoal,
Hillpark’a karşı; bir yandan da okula dönme kararımın bir parçasıydı. Diğer
parçasıysa annem ve Mezar Kazıcının, evde kalırsam beni cehennemde
yakacaklarına dair ortak tehditleriydi. (Babama söylediğimde biraz abartıyor
olabileceğimi söyledi.)

Bununla yüzleşmem gerekiyordu. Ama buna kafa yormadan önce Miles’ın iyi
olduğundan emin olmalıydım.

Kimsenin olmadığından emin olmak için etrafıma bakındım ve sonra Miles’a,


“Neler oluyor?” diye sordum.

Titreyen eliyle saçını taradı; gözleri boş alanı taradı. “Ben... üzgünüm... bugün
hiçbir şey düşünemiyorum. Herkes biliyor. Bütün gün bunu konuşuyorlardı ve
nereden öğrendiklerini anlamıyorum...”

Annesini de öğrenmişlerdi. Elini tutup saçından çektim ve ellerimin arasına


aldım. “Yapabilecekleri en kötü şey ne ki? Sadece iki ayımız kaldı.”
“Sorun biliyor olmaları,” dedi. “Annemle ilgili bilgiye sahip olmaları hoşuma
gitmiyor çünkü birtakım yargılara varacaklar. Hem beni artık kim ciddiye alır?
Şimdi benden hangi işleri yapmamı isteyecekler? Ne kadar gülünç olursa olsun
yapmak zorunda kalacağım; hayır diyemem çünkü o zaman ölümüne dâhiden
kum torbası ineğe dönerim ve artık kimse güvende olmaz. Ben güvende
olmayacağım.” Tekrar etrafıma bakındım; sadece güvende hissetmediğini
söylemesi bile McCoy’un bir yerlerde bir sprey kutusu ve çakmakla beklediğini
düşünmeme sebep olmuştu.

Nihayet, “Annem beni aradı. Dün gece, Finnegan’day-ken,” dedi.

“Neden?”

“Babam. Onu görmeye gitmiş. Artık onu ziyarete gitmememi söyledi.”

“Miles...” insanları rahatlatmakta pek iyi değildim. Ben de daha önce hep ne
yaptıysam onu yaptım ve onu planlarıma dahil ettim.

“Bence herkese Celia söyledi,” dedim. “Benim durumumu söylediği gibi. Ve


bence ona söyleyen de McCoy’du.” Miles duygulardan ziyade bilgileri
değerlendirirken yaptığı gibi boş bir ifade takındı. Başka herhangi birine
muhtemelen sıkılmış ya da rahatsız olmuş gibi gelirdi. Ama benim gözümde
rahatlamış görünüyordu. Halinden memnun kedi. “Kulağa mantıklı geliyor.
Hastane kayıtlarına erişimi vardır. Annemle ilgili bilgi edinmesi daha zor
olmuştur ama...” Başımı ovdum. “Gerçekten Celia’nın sana zarar vereceğini
düşünmezdim... Hâlâ senden çok fazla hoşlandığını sanıyordum.”

“Sanırım bıktı.”

“Tucker ve ben McCoyün büyük planını çözebileceğimizi düşünüyoruz ama


yardımına ihtiyacımız var.”

“Ne için?”

“Evine gireceğiz.”

Miles Muhteşem Kalkık Kaş’ı gösterdi ve bu bana kendimi daha iyi hissettirdi.
Bu ifadesi bir şeylerin en azından biraz yolunda olduğunu söylüyordu.

“Bunu yapmak istediğinden emin misin?”


“Tucker, suç unsuru arayacaksak bunun okulda olmayacağını söyledi ve haklı.
McCoy’un evinde olacaktır. Her ne kadar John McClane stili ön kapıyı uçurarak
evine girebileceğimden emin olsam da senin bu işi biraz daha gizlice yapmamıza
yardım edebileceğini düşündüm.”

“Yani esasen kabul etmezsem bunu yine de yapacağını ama yakalanacağından


emin olduğunu söylüyorsun?” “Esasen.”

“Ama yakalanmanı istemediğimi biliyorsun.”

“Evet.”

“Yani bana şantaj yapıyorsun.”

a\ »

Aynen.

Gözlerini kıstı. “Yapabilirim,” dedi. “Ne zaman?” “Bilmiyorum. Tuckerın orada


olmasına aldırmayacağından emin misin? ikiniz uslu durabilir misiniz?”

“Belki.”

“Bunun Tuckerın fikri olduğunu söylesem faydası olur

mur

Şimdi iki kaşı birden kalkmıştı. “Haydi canım.”

“Bunu evet olarak kabul ediyorum.”

Eğilip şakağımdan öptü. Beni o kadar nadiren öpüyordu ki elimde olmadan


gülümsedim.

“içeride görüşürüz,” deyip başka bir şey demeden uzaklaştı.

Birkaç dakika sonra beyzbol sahasına gittiğimde, misafir

tribünü çoğunu uzaktan bile tanımadığım, kırmızı formalara bürünmüş Hillpark


taraftarıyla dolmuştu bile. İnişli çıkışlı bir kırmızı alan oluşturmuşlardı ve
aralarından da bir ejderha başı görünüyordu. Pulları güneşte parlıyor, ağzından
ateş çıkıyordu. Hillpark tarafı East Shoal tarafından yiyecek standı ve kale
arkasındaki basın tribünüyle ayrılıyordu. Miles’ın izini bulmak için gözümü dört
açtım. Ama onun yerine yiyecek standmdan tribünlerdeki yerlerine gitmekte
olan Cliff ile Ria’yı gördüm. Yaklaştıklarında far görmüş tavşan gibi
donakaldım; iyi bir çevre kontrolü yapmamamın cezasıydı bu. Kontrolümü
yapmış olsaydım onlarla karşılaşmaz, bir aptal gibi görünmezdim ve...

Onu bir şeyden koruyacakmış gibi bir kolunu uzatarak, “Dikkat et, bebeğim,
tehlikeli o,” dedi Cliff, Ria’ya. Onu

senden koruyor; aptal. Dişlerimi sıkıp onlara bakmamaya çalıştım.

“Ben tehlikeli değilim,” dedim kısık sesle.

“Tabii, erkek arkadaşın da Nazi değil zaten,” dedi Ria. Bir an için Miles ın onda
ne bulmuş olabileceğini merak ettim. Ona korkunç davranmış olmalıydı çünkü
başka hiçbir şey Miles’m ondan bu kadar nefret etmesine sebep olamazdı.

Şimdi lakapların Miles’ı neden bu kadar sinirlendirdiğini anlamıştım ve buna


daha fazla katlanamayacaktım.

“Ona öyle demeyi kes.”

“Yok ya?” Ria gözlerini kocaman açıp masum masum kırpıştırdı. “Bugün
kendisi kaşınıyor da.”

Öfke içimde kabarmaya başladı. “Sen de sürtük denmesi için kaşınıyor gibisin.”

Ağzımdan çıkana kadar kelimeleri dile getirdiğimi fark etmemiştim.

Ria neredeyse sodasını düşürüyordu. Sesi düz, keskin ve ölümcül bir tona
büründü. “Ne dedin sen?”

Artık geri dönemezdim. “Sen bir sürtüksün. Onu kıskandırmak için başka
erkeklerle yatman,” bir parmağımla Cliff’i dürttüm, “sürtük tanımına çok
uyuyor, bana kalırsa.” Ria’nın parmak boğumları sodasının etrafında bembeyaz
oldu. Gerçekten bana saldırmamasını umuyordum; istesem de bacaklarım fazla
hızlı çalışmayacaktı.

“Lafını geri al,” dedi gergin bir tonla. “Kahrolası lafını geri al, yoksa yemin
ederim...”

Tehdidinin devamını dinlemedim; başımı eğip yanlarından geçerek yiyecek


standına doğru Miles’ı bulmaya

gittim. Bu maça gelmek artık o kadar harika bir fikirmiş gibi gelmiyordu. Ria
gibi insanlara böyle bir şey söyleyerek başıma açabileceğim belaları düşünerek
havayı derin derin içime çektim. Şimdiden bir plan yapmaya başladıklarını hayal
edebiliyordum. Lanet olsun. Ah, lanet olsun. Miles’ı bulmam gerekiyordu.

Fazla uzağa gitmeme gerek kalmamıştı; onu misafir tribününe doğru giderken
gördüm. Yüreğim ağzıma geldi ve mideme bir ağırlık oturdu; adeta hayati
organlarımın yer aldığı göğüskafesim birdenbire boşalıvermişti.

O bir Nazi’ydi.

Ya da Nazi gibi giyinmişti. Kahverengi takım elbise. Siyah botlar ve eldivenler.


Şapka. Göze çarpan kolluk. Yan tarafında bir kılıç asılıydı ve East Shoalun
girişindeki Dünyanın Bayrakları arasından aldığı Almanya bayrağını omzuna
atmıştı. Şapkasını çıkarıp alnını sildi. Nihayet saçlarına biraz çekidüzen verip
jöle sürmüştü.

Gözlerimiz buluşana kadar bunun gerçekleşmekte olduğunu idrak edemedim.


Beni gördüğünde bakışları donuk ve soğuk bir ifadeye bürünmedi. Sadece beni
fark etmesinden daha derin, daha yumuşak bir hal aldı. Gözler onundu. Gerisi
değildi.

Aceleyle yanma gittim, üç metre uzağında durdum ve titrediğimi görmemesi için


kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Tutuklanacaksın!” diye haykırdım fısıltıdan
biraz daha yüksek bir sesle. “Ne yapıyorsun?”

“Kıyafetim için beni tutuklayamazlar,” dedi Miles kaşlarını çatarak. “Hem ben
maçın maskotuyum, bak?” Kemerindeki kılıcı dürttü.

“Hey, bu Şizo Ridgemont!”

Hillpark’tan tanıdığım bazı çocuklar beni canlı görmenin şaşkınlığıyla geçip


gittiler. Miles dönüp hızla Almanca bir şeyler bağırdı. Hillpark öğrencileri
şaşırıp sustular.
“Bunu yapman gerektiğini düşündüğünü anhyomm ama...” Saçıma asıldım.
“Ama bir Nazi kılığına girmişsin. Cliff’e söylediklerine ne oldu? insanların sana
Nazi dememesini istemene?” Tereddüt ettim. “Ne kadar... ne kadar ödediler
bunu yapman için?”

Miles cevap vermedi.

Yanımızdan geçen biri yüksek sesle kahkaha attı ve “Nazi ile Komünist,”
dediklerini duydum.

“Kapa çeneni!” diye bağırdım. “Hepiniz o kadar düşüncesizsiniz ki!


Konuşmaya çalışıyoruz burada!” Miles’a dönerek sesimi tekrar alçattım.
“Kendini böyle küçük düşürmene gerek yok.”

Berbat bir örtbas yöntemiydi ve o da bunu biliyordu; bildiğini görebiliyordum.


Gerçek şuydu ki Nazi’lerden ödüm kopuyordu ve işte bir tanesi karşımda
duruyordu. “Lütfen çıkar o üniformayı,” diye fısıldadım. “Lütfen.”

Yüzünde garip bir ifadeyle bana baktı ve birkaç adım yaklaşarak bana uzandı;
ben de birkaç adım geriledim. Şapkasını çıkardı ve yüzüne vuran güneşe karşı
gözlerini kıstı.

“Tamam. Bana birkaç dakika müsaade et. Kıyafetlerim havuzun soyunma


odasında.”

Miles okula yöneldi. Basın tribününden yukarı çıktım, Evan ile lanın başında
durduğu beyzbol skor tabelası kontrol paneline gidip onlara Miles’ın nerede
olduğunu ve maç boyunca onların yanında saklanmayı planladığımı söyledim.
“Bu senin eski okulun değil mi?” diye sordu Evan. Başımı salladım. “Maalesef.”

“Ne oldu? Neden atıldın?”

“Ben, ee, spor salonunun zeminine sprey boyayla Komünistler yazdım, işler
çığrından çıktı; o sıralar bazı sorunlar yaşıyordum. Şimdi her şey yolunda.”

“Sorun yok,” dedi lan gülerek. “Senin bu... sorunun gerçekten umurumuzda
değil. Sanırım buna böyle diyoruz.” “Eh, iyi madem.” içim rahatladı. Hillpark
tribününe ve sonra tekrar Evan ile lan a baktım ve ilk seferinde ne kadar kötü
olduğunu hatırladım, insanların bana nasıl güvenmediğini, ne zaman bir mekâna
girsem kendi etrafımda dönüşümle, durmadan fotoğraf çekmemle nasıl dalga
geçtiklerini ve yedi yaşımdan beri ne kadar yalnız olduğumu ve tek arkadaşımın
beni bırakıp Almanya’ya gidişini hatırladım.

Gözucuyla birinin basın tribününün merdivenlerinden çıktığını gördüm.


Kahverengi bir üniforma havada uçup skor tabelası kontrol paneline indi. “Nazi
erkek arkadaşının buna ihtiyacı olmayacak artık!” Döndüm ve Ria’nın sarı
saçlarını gördüm. Miles ın üniformasına ve sonra Evan ile lana baktım ve
üçümüz de aynı anda neler olduğunu anladık.

“Theo!” diye seslendi Evan altımızdaki yiyecek standına. “Gel ve biraz şunu sen
idare et!”

Üçümüz ellerimizde Miles ın üniformasının farklı birer parçasıyla okula doğru


koştuk. Spor salonunun arkasındaki koridorlardan girip soyunma odalarının
oradan kapalı yüzme havuzuna çıktık.

Sonunda olmuştu. McCoy, dikkat dağıtmak için Ria ile Cliff’i kullanmıştı. Miles
kendi kanından oluşan bir göletin içinde, yerde yatıyordu.

Kapalı havuz gittiğimizde karanlıktı. Havuzun yanındaki bankta, üzerinde


boksör şortundan başka bir şey olmayan biri tek başına oturuyordu.

“Gidip havlu getirin,” dedim Evan ile lana. Soyunma odalarına doğru giderek
gözden kayboldular.

Miles’m yanına oturdum. Gözlüğü kaybolmuştu ve gözlerini odaklayamıyordu.


“Sudan nefret ediyorum,” diye mırıldandı.

“Biliyorum.”

Islak kedi gibi görünüyordu. Saçları başına yapışmıştı. Vücudunda iyileşmeye


başlayan morlukların üzerini kaplayan tüyleri diken diken olmuştu. Korkunç
yeşil-mavi-sarı bir çürük sırtını çaprazlamasına geçiyordu. Hepsi eskiydi; burada
olmamıştı.

“Ne oldu?” diye sordum.

“Üzerimi değiştirmek için soyunma odasına gittim,” dedi. “Beni tuzağa düşürüp
gözlüğümü aldılar. Havuza attılar. Çıktığımda gitmişlerdi ama zemin kaygandı
ve düştüm. Şimdi de sen buradasın. Bu kadar.”
Sanki bir şey varmış gibi bacaklarını, kollarını kaşıyordu. Yara bantlarını
hatırladım. Yosun kokusunu hatırladım. Ani-malia Annelida Hirudinea.

FRANCESCA ZAPPIA 1 319

Sülükler.

“Sana böyle şeyler yapmalarına izin veremezsin,” dedim.

“Fazla uzun sürmeyecek.”

Bunu usulca söylemişti; sanki onu tanıdığım hallerinin her bir parçası tek bir ses
haline gelmişti -Pislik Miles, Yedi Yaşındaki Miles, Dâhi Miles- ve aynı
zamanda hiçbirininkine benzemiyordu. Bu yeni bir şeydi; tanıdık olmayan bir
şey. Beni korkutan bir şeydi. Belki okulun sonuna az kaldığını, liseden mezun
olunca istediklerini yapmak için daha özgür olacağını kastetmişti.

Emin misin, aptal?

Çok aptalsın.

Hiçbir zaman üniversiteden ya da liseden sonra yapacağı herhangi bir şeyden


bahsetmiyor.

Bu kadar saf mısın gerçekten?

Bütün istediği -yapmayı bildiği tek şey- annesini o hastaneden çıkarmaktı. Ama
önce Cleveland’dan kurtulması gerekiyordu. Bir planı vardı. Biliyordum.

Ne kadar ileri gidebileceğini fark etmemiştim.

Derinlerden bir içgüdü, uzanıp kolunu kavramama, onu olduğu yerde, hayatta ve
güvende tutabilirmişim gibi sıkıca tutmama sebep oldu.

Onu tekrar kaybedemezdim.


Hayır, kaybolmasına izin veremezdim.

Birdenbire hayatımda hiç korkmadığım kadar korktum; Kanlı Miles, Celia’nın


partisinde karşıma çıktığı zamankinden, annemin beni hastaneye kapatacağını
söylediği zamankinden daha çok korkuyordum. Bu, McCoy’un Miles’a zarar
vermesi düşüncesinden daha kötüydü. Bağırıp çığlık atabilirdim ve bana
inanmasalar bile durup bir bakarlardı.

Miles’ın üzerinde hiç gücüm yoktu. Söz konusu bu olunca yoktu.

Evan ile lan havlular ve Miles’ın giysileriyle döndüler. Miles kurulandı ve o


pantolonu ile tişörtünü giyerken ikisi de çürükleriyle ilgili bir şey söylemedi.

Üçümüz Miles’ın peşinden havuzdan çıktık. Ana spor salonunun önünden


geçerken sesler duydum ama içeri baktığımda sadece McCoy vardı. Skor
tabelasının altında bir ileri bir geri yürüyerek büyük bir konuşma yapmak için
hazırlanıyormuş gibi kendi kendine konuşuyordu. Celia ya da Celia’nın annesi
ortalıkta yoktu. İçime, McCoy’un fazla yakın olduğuna, onu Miles’dan uzak
tutan tek şeyin kapalı bir kapı olduğuna dair bir korku düşmüştü.

Sonra korku yine kayboldu ve McCoy boş bir odada, kendi kendine konuşan
yalnız bir adam oluverdi.

“Ne oldu?” diye sordu Miles.

Ona söylesem bile anlayacağından emin değildim.

“Bir şey yok,” dedim.

Sihirli Sekiz Topu IX

İyi olacak mı?

Durum pek iyi görünmüyor

İyi olman için yapabileceğim bir şey var mı?

Çok şüpheli

... yapabileceğim herhangi bir şey var mı?


Buna fazla güvenme

İnsanların ona gülünç şeyler yapması için para ödemeye başlayacaklarını


söylerken Miles’ın neyi kastettiğini görebiliyordum. Kimya dersinde biri, Bayan
Dalton’a Almanca Kola Manyağı Sürtük demesi için ona otuz dolar verdi ve
Bayan Dalton tabii ki ne dediğini anlamadı. Gözlüğünün ortasına bant
yapıştırması, üç gün boyunca fazla kısa pantolon ve desenli çorap giymesi için
yirmi dolar aldı. Pislik Cliff çenesine bir yumruk atabilmek için ona elli dolar
verdi ve bir yumruk birkaç yumruğa ve mideye bir tekmeye dönüştü. Üçüzler
Cliff’in aslında kasıklarını hedef aldığını ama Miles’m aralıksız bakışlarının
hedeften fena halde şaşırmasına sebep olduğunu düşünüyordu.

Her gün birkaç dolar için gururunun ve onurunun bir parçasını daha fırlatıp
atıyordu ama ona engel olamıyordum.

Plerhangi birinin ona engel olabileceğini de sanmıyordum.

Ridgemont.” Bay Gunthrie gazetesini masasına vurdu.

“Evet efendim?”

“ŞU LANET LAMBANIN TİTREMESİNDEN BIKTIM.”

Sıramın üzerindeki lamba söylediği gibi titreşerek onunla alay ediyordu.

“Bu konuda bir şey yapmamı mı istiyorsunuz, efendim?” diye sordum.


Gözlerimi zar zor açık tutuyordum. Son zamanlarda rüyalarım pek iç açıcı
değildi.

“KESİNLİKLE. HADEMELER AMPULÜ ÜÇ KERE DEĞİŞTİRDİLER.


ORAYA ÇIK DA NASIL GÖRÜNDÜĞÜNÜ SÖYLE.”

Bunu neden hademelerden istemediğini soracak değildim. Sınıfın kalanı işine


bakarken ben sıramın üzerine çıktım ve lambanın yanındaki tavan karosunu
kaldırdım, iki elimi

açıklığın iki yanına koyup ayak parmaklarımda yükselerek karanlığa baktım.

“Bir şey kabloyu kemirmiş.” Gözlerimi kısarak loş alana bakıp aşınmış kabloyu
net bir şekilde görmeye çalıştım. Sadece kemirilmemişti; tamamen ikiye
ayrılmıştı.

Başımın yanında bir şey tısladı.

Başımı çevirince dilini bana doğru sallayan bir piton gördüm. Gözlerimi
devirdim. Bununla uğraşacak vaktim yoktu. Lanet halüsinasyonların beni rahat
bırakması gerekiyordu.

Başımı indirdim ama dengemi sağlamak için ellerimi çekmedim. Bir şey koluma
dokundu ama umursamadım. “Hey, Miles, beni biraz kaldırır mısın? Sanırım
burada fare var. Daha iyi görebilirim.”

Miles döndü, sandalyesinden hafifçe kalkıp bana baktı.

Yılan tekrar tısladı.

Yılana baktım. Miles’a baktım.

Yılan. Miles.

Yılan.

Miles.

“Alex.” Elini uzattı. “Sakın. Kıpırdama.”

Birkaç kişi çığlık attı; fırlayıp sınıftan kaçarlarken sıralar devrilip yerde
sürüklendi. Bay Gunthrie yüksek sesle küfredip yılanlar ve Vietnam hakkında
bir şeyler haykırdı. Piton kolumdan tırmanıp başımın arkasından geçerek sol
omzumun üzerinden göğsüme dolanmıştı. Belime sarılıp sol bacağımdan aşağı
iniyordu. Vücudu göründüğünden daha hafifti, tavandan pullu bir su kütlesini
andırırcasına süzülüyordu.

“Vay canına.” Miles şimdi tamamen ayağa kalkmıştı. “Vay canına, Alex, o yılan
buymuş.”

“Görebiliyor musun?” Sözcükler sıktığım dişlerimin arasından çıkmıştı.

“Evet, görebiliyorum.”

“Ne yapmam lazım?”


“Ee, düşüneyim.” Avuçlarını alnına bastırdı ve hızlı hızlı konuşmaya başladı.
“Yirmi yıldan fazla yaşayabiliyorlar, büyük kemirgenler ya da başka memelilerle
besleniyorlar, ortalama boyları üç buçuk ama altı metreye kadar çıkabiliyor.”
Yüksek sesle inledi ve daha da hızlı konuşmaya başladı. “Uç terimli adı python
molorus bivittatus, evcilleştirilebiliyorlar, zehirli değiller, küçükken bir çocuğu
öldürebilirler ve büyüdüklerinde yetişkin bir insanı ezebilirler...”

“Miles, kapa çeneni!” Sesim bir oktav yükselmişti ve kalbim kaburgalarımdan


fırlayacak gibi atıyordu. Yılan vücudumda hareket ediyordu. Çığlık atma
isteğimi bastırdım. Theo, “Biri hayvan kontrol birimini arasın!” diye haykırdı.
“Hayır, gelmeleri uzun sürer!” Tucker birden yanımda belirdi. “Karnı aç. Haydi,
Alex, oradan inmen lazım.”

“Ama beni...” yılanın kıpırdayan başı baldırıma sürtünürken ürperdim,


“öldürmeyeceğini nereden biliyorsun?” Tucker soruyu duymazdan gelerek,
“Karnı aç,” diye ısrar etti. “O yılancıktan kurtulmana yardım edebilirim, aşağı
in.” “Yılancık mı?” dedim tiz bir sesle.

“Lütfen, lütfen aşağı in! Bir şey olmayacak.”

“Tanrım, Beaumont! Neyin var senin?” Miles, Tucker’ı kenara itip elini uzattı.
Elini tutmak için sol elimi tavandan yavaşça indirdim.

“Daha fazla bilgi vermek yok,” diye fısıldadım.

“Daha fazla bilgi vermek yok,” diye onayladı Miles. “Yavaş ol; aşağı in.”

Yavaşça hareket ediyordum.

Yılan tısladı.

“Tucker!” Yılanın kuyruğunun dolandığı koluma bağlı elimi salladım. Tucker


şaşırmış görünüyordu ama elimi tuttu. “Nereye gidiyoruz?”

“Hademenin odasına,” dedi.

“Yolu göster, yolu göster.”

Donup kalmış sınıf arkadaşlarımızın ve çılgına dönen Bay Gunthrie’nin


yanından geçerek kapıya yöneldik.
Miles ve Tucker’ın ellerini sıkıyordum. Üçümüz paytak paytak yürüyerek
koridora çıktık ve merdivenlere yöneldik.

“Sanırım parmaklarımı kırıyorsun,” dedi Miles.

“Kapa çeneni.”

Dikkatle merdivenleri inerken havadan sudan konuşmayı sürdürdüler. Alt kata


indiğimizde, hiç acele etmeden dönüp Tucker’ın Tarikat Odasına yöneldik.
Yılan üzerimde asla giymeyeceğim, dünyanın en ağır giysisi gibiydi.

“Ee, Miles.” Elini daha sert sıktım. “Sana Crimson Falls’a tıkılmayı ne kadar
istemediğimi söylemiş miydim? Ama annemin beni her halükârda oraya
göndereceğinden eminim ve bu durum meselenin ne kadar dehşet verici
olduğunu anlamamı sağladı...”

“Crimson Falls,” diye tekrarladı Miles. “Crimson Falls

ner

Tanrım, bu oyunu oynamayacaktık ya. “Akıl hastanesi. Annenin bulunduğu


yer.”

“Alex, hastanenin adı VVoodlands. Crimson Falls’u nereden çıkardın?”

Yılanın ağırlığının altında sakin kalmaya çalışarak derin bir nefes aldım. “On
taraftaki tabelada öyle yazıyordu. Crimson Falls yazıyordu.”

“Ön taraftaki tabelada VVoodlands yazıyor.”

İçimi bir panik dalgası sardı. Miles’ın da paniğe kapılmasına neden olmuştu bu.

“Baksana,” dedi hemen, “yılbaşı hediyemi ne yaptın?” “Ne hediyesi?” dedim


nefesimi vererek. “Kapkeki mi diyorsun? Yedim.”

“Hayır, kapkek değil; ah, hay aksi, açıklamayı unuttum.” Elimin içindeki elini
esnetti. “Sömestr tatiline çıkmadan önce sırana bırakmıştım.”

“Taş mı? Bütün sömestr boyunca dolabımda duran taş mı?” “Evet.”

“Onu sen mi bıraktın?”


“Berlin Duvarının bir parçası o. Hoşuna gider diye düşündüm.”

Ona baktım, yılanın beni tekrar sıkıştırdığını hissettim ve sadece, “Kapa çeneni,”
diyebildim.

“Tanrım, Alex, çok üzgünüm,” dedi Tucker nefes nefese. “Bunun olacağını hiç
düşünmemiştim; yakında ölür sanmıştım...”

“Senin o odada gerçekten bir kulübün falan var mı, Beaumont?” diye
homurdandı Miles.

“Hayır! Tabii ki yok! Benim arkadaşlarım olduğunu mu sanıyorsun gerçekten?”


Tucker başımın üzerinden ona bir bakış attı.

“Senin kulübün var. Benim de pitonum var. Yüzüme vurmayı kesebilirsin artık,
tamam mı?”

“ikiniz de kesin sesinizi!”

Bir şekilde hademenin odasına varabilmiştik. Tucker çabucak küçük odanın arka
tarafına gidip buzdolabını açtı. Yılan başını kaldırıp havayı kokladı. Tucker
dolaptan bütün bir donmuş rakun çıkardı. Rakunu yılanın yakınında sallandırdı
ve sonra yere attı.

Yılan üzerimden kayarak indi.

Geri geri sendeleyerek koridorda kıçüstü düştüm.

Miles da odadan geri geri çıkarak bana döndü.

“Bana Berlin Duvarından bir parça verdin,” diye fısıldadım.

“Ne?”

“Bana Berlin Duvanndan bir parça verdin.”

“Evet, onu bana Opa vermişti. Uzun zamandır bendeydi ve hoşuna gider diye
düşündüm...”

“MİLES.” Tişörtünün önünü tuttum ve kendimi yukarı çekip onunla aynı


yüksekliğe geldim. “BANA KOMÜNİZMİN AVRUPA’DAKİ ÇÖKÜŞÜNÜN
SEMBOLÜNDEN BİR PARÇA VERDİN.”

“Ben... ee, evet...”

“Crimson Falls, Crimson Falls değil.”

“Hayır, o...”

“Az kalsın lanet bir yılan tarafından öldürülüyordum.” “Evet...”

“Sanırım bayılacağım.”

Ellerim tişörtünden kaydı, kan beynime hücum etti ve dünya karardı.

İlk dersin kalanım ve İkincinin tamamını hemşirenin odasında,

Hayvan Kontrol Birimini koridorlardan geçişini izleyerek geçirdim. Bir sürü


soruya cevap verip telefonda babamla konuşmak zorunda kaldım. (Görünüşe
göre annem yılanın halüsinasyon olduğunu düşünmüştü ama sonra edebiyat sını-
fımdakilerin yarısının da deli gibi paranoyaklaştığını ve diğer yarısının da
yerlerinde duramayacak kadar heyecanlandığını öğrenmişti.) Miles yılan yemleri
bulunan dolaptan kurtulması için Tucker’a yardım etmişti ama bana
öğretmenleri ve Hayvan Kontrol Birimini nasıl atlattıklarını açıklamaya
yanaşmadılar. Tucker terliyordu.

“Ne yapmanız gerekti ki? Birini falan mı öldürdünüz?” diye sordum. “Cesedi de
saklamak zorunda mı kaldınız?” Birbirlerine baktılar. “Pek öyle sayılmaz.”

“Merak etme sen,” dedi Miles da aynı anda.

Bu konuyu kurcalamamaya karar verdim.

Üçüncü derste sınıfa döndüm ve hikâyeyi anlatmam için soru yağmuruna


tutuldum. Durum o kadar kötüydü ki öğretmen dersten bir şey
öğrenemediğimize karar verdi ve serbest çalışmaya geçtik. Hikâyeyi tekrar
anlatmaktaki sorun, olanları tekrar yaşıyormuşum gibi hissettirmesine sebep
olmasıydı ve ben de az kalsın kaburgalarımın ezilecek olması hissini tekrar
anımsamak istemiyordum. Bir olayı hatırlayıp ne kadar kolayca ölebileceğinizi
fark etmek -sizi öldüren şeyin ölümcüllüğünü bile kavrayamadan- suratınıza bir
kova buzlu su yemek gibiydi. Zararsız ama yine de şoke edici.
Öğle yemeği arasını yemeğimde zehir var mı diye bakarak ve nasıl sonsuza dek
yok olabileceğimi düşünerek geçirdim.

Puf. Kaput.

Üniversiteyi unut; elveda, hayatımın bütün yılları.

Bu ıstakoz akvaryumunda ölüp gidebilirdim.

Cuma günü bir grup East Shoal’lu akın ettiğinde Finnegan’da çalışıyordum.
Kulübün bütün üyelerinden Cliff ve Riaya kadar herkes gelmiş, restoranın her
köşesini işgal etmişlerdi.

Finnegan’ın kendisi de her cuma akşamı, restorana uğruyordu ve bu beni fena


sıkıntıya sokmuştu çünkü ne fotoğraf çekebiliyor ne de çevre kontrolü ya da
yemek taramalarımı yapabiliyordum. Finnegan ofisinde oturdu ve görevlerimizi
yerine getirip getirmediğimizi kontrol etti. Görünüşü ortalama bir adamdı;
ortalama boy, ortalama kilo, ortalama kahve-siyah saçlar ve gri-mavi gözler.
Fazla uzun ve garip açılardan bükülen boynuyla bana akbabayı çağrıştırıyordu.

Miles içeri girip kulüp üyelerinin yanma oturdu. Gus daha ben istemeden mutfak
penceresinden hamburgeri ile patateslerini uzattı.

“Teşekkürler,” dedi Miles, yemeğini önüne koyduğumda. Art ile Jetta


karşısında, üçüzler de yan masada oturuyordu.

“Kalıp sizinle konuşamayacağım, üzgünüm,” dedim. “Finnegan burada.


Çalışmıyormuşum gibi görünürse beni asar.” Bunu söylerken iki parmağımla
Miles’ın beyaz gömleğinin kolunu çekiştirdim. Öpücük yerine geçen zavallı bir
hareketti ama Finnegan’m bakışlarının altında yapabileceğimin en iyisiydi.

“Başka bir sipariş veriyormuşuz gibi yap,” dedi Theo, “Ve şuna cevap ver:
Mezuniyet balosuna gidiyorsun, değil mi?” Miles bir patates dilimini işaret ile
başparmağı arasında çevirdi.

“Ben... yok, gidemem.” Defterimi çıkarıp siparişi not ediyormuşum gibi yaptım.
“O akşam çalışmam gerekiyor.” “Ah, ama Jetta tam sana göre bir elbise
yapabilirdi,” diye sızlandı Theo. “Lütfen? Lütfen gel. İşten izin al. Ben aldım ve
hiçbir zaman yapmam bunu.”
“Gerçekten yapamam, Theo; üzgünüm.” Mezuniyet balosu için param yoktu;
Miles’m da yoktu.

“Şimdi dönüp bakma ama,” diye fısıldadı Art, “Cliff sana kötü kötü bakıyor.”

Çevre kontrolüm sırasında Cliff ile Rianın birkaç masa öteden bana dik dik
baktıklarını gördüm.

“istediklerini yapabilirler,” dedim. “Muhtemelen bana yılan oynatıcısı falan


diyerek daha çok dalga geçmek isti-yorlardır.”

Şu noktada onlardan başka bir şey beklemiyordum. Yılan olayından sonra


kafeteryada arkadaşlarına olayın bir canlandırmasını yaptıklarını görmüştüm.
Onlara göre hemen bayılıvermiştim ve Miles da hâlâ vücuduma sarılıyken yılanı
vura vura öldürmeye çalışıyordu. Takdire şayan bir performanstı aslında, ama
ölüme yakın deneyimimle dalga geçeceklerse en azından detayları doğru
aktarabilirlerdi.

Onları görmezden gelip tezgâha döndüm ve bir not defteri daha arıyormuşum
gibi yaptım ama aslında Sihirli Sekiz Topunu arıyordum. O yılan onu her
gördüğümde gerçek miydi yoksa bazılarında mı gerçekti? Halüsinasyon
sandığım ama aslında gerçek olan başka şeyler de var mıydı? Buna cevap evet
olsaydı bile Sekiz Topu bana bunların ne olduklarını söyleyemezdi...

Sekiz Topu kasanın arkasında, her zamanki yerinde yoktu. Tucker’ı yakaladım.
“Hey, Sekiz Topu nerede?”

“Ne?”

“Sekiz Topu. Finnegan’ın Sihirli Sekiz Topu. Bulamıyorum.”

Tucker bana tuhaf tuhaf baktı. “Finnegan’ın Sekiz Topu yok ki,” dedi ve
çabucak uzaklaştı.

Gözlerimi tezgâhın üstüne dikip bu bilgiyi sindirdim. Sekiz Topunu o kadar çok
kullanmıştım ki sorduğum soruları bile hatırlayamıyordum. Onun da bir
halüsinasyon olabileceğinden hiç şüphelenmemiştim. Halüsinasyon gibi
görünmüyordu. Hiç garip bir yanı yoktu. Mavi sulu kısmı mor, turuncu ya da
yeşil değildi. Hiç acayip cevaplar vermemişti. Kırmızı lekesiyle falan bildiğimiz
Sihirli Sekiz Topuydu. Orada duruyordu.
Başımı kaldırıp baktım. Restoran beni canlı canlı yemeye hazır, canlı bir
yaratıktı adeta. Ellerimi sıkıca tezgâhın kenarına bastırdım ve birkaç derin nefes
aldım.

“Alexandra!” Finnegan bilgisayar sandalyesinden öne doğru eğilip beni


görebilmek için akbaba boynunu ofisinin kapısından uzatmıştı, “işinin başına
dön!”

Beceriksizce su sürahimi buldum. Tucker çoktan kola ve çayları alıp götürmüştü.


Yanından geçerken başımı sallayıp suları tazeledim. Ria ile Cliff’in masasına
geldiğimde herkes garip bir şekilde samimi geldi. Böylesi hoşuma gitmişti. Ben
onları görmezden geliyordum, onlar da beni görmezden geliyordu. Güzel.

Yan masaya dönene kadar güzeldi. Ayağım bir şeye takıldı. Tökezledim. Su
sürahisinin içindeki önüme döküldükten sonra çeneme sıçradı. Dudaklarıma bir
sızı ve dilime bakır tadı yayıldı.

Küfredip yerden kalktım. Dört bir yanımı kahkahalar sardı. Cliff ayağını
masanın altına geri çekti.

Bunun üzerine Miles sandalyesinden kalkıp Cliff’i de kaldırarak masaya


yapıştırdı. Bardaklar birbirine çarparken Ria ve diğerleri çığlık atıyordu.

“Derdin ne senin?” diye gürledi Miles. Elleri ve kollarındaki bütün kaslar


gerilmiş, çenesi kasılmıştı. Bağırtmalardan daha kötüydü bu. Edebiyat dersinde
olanlardan bile kötüydü. Gözlüğü burnundan aşağı kaydı ve Miles acımasız
bakışlarıyla Cliff’i masaya mıhladı. “Ne zaman duracaksın sen? O sana ne yaptı
ki?”

“Sakin ol, Richter...”

“ASIL SEN SAKİN OL, CLIFFORD.” Miles onu bir kez daha masaya çarptı.
“Biriyle sorunun varsa o benim. Benimle uğraş.”

Kalkıp sürahimi aldım. “Miles, dur. O buna değmez. Önemli değil.”

Miles ın alev alev gözleri bana döndü. “Sana zarar verdi.” Dudağımın ısırdığım
yerine dokundum. Parmaklarımda kan vardı. “Bir şeyim yok. Dudağımı ısırdım.
Kazaydı.” Miles çok keyifli görünmüyordu ama Cliff’i bıraktı. “Lanet olsun,
Richter. Kız arkadaşının kafadan kontak olduğunu biliyorsun, değil mi?” Cliff
yakasını düzeltti. “Ama sen buna alışıksın herhalde, ha? Sana sevgili Mutter ini
hatırlatıyor diye ondan hoşlanıyorsun herhalde.” Durup kollarını kavuşturarak
suratına ciddi bir ifade yerleştirdi. “Aslında epey hastalıklı bir şey bu çünkü
anneni becermek istediğin anlamına geliyor.”

Mekânı baştan sona dolaşan şok dalgasını hissettim. Önce Miles ı hafifçe geriye
doğru iterek başladı; her bir santimini sarsıyor gibiydi. Restoranın kalanını
sessizliğe gömmüştü. Tucker’ı uzakta bir masada, birinin çayını doldurduğunu
unutmuş, bardağı taşırırken gördüm.

Lise hakaretleri dünyasında bu aslında oldukça hafif sayılırdı ama Miles’ın


tepkisi durumu korkunç bir hale getirmişti. Ria bile korkmuş görünüyordu. Miles
ın boğazındaki kaslar konuşmaya ya da yutkunmaya çalışıyormuş gibi
görünüyordu ama dudakları birbirine o kadar sıkı yapışmıştı ki bembeyaz
olmuştu. Gözlerini kapadı.

“Miles,” dedim.

Burnundan sert bir nefes verdi, gözlerini açtı ve bana doğru uzandı.

Cliff kulağına bir yumruk attı.

Miles şaşkınlıkla aniden iç çekip yana doğru sendeleyerek başını tuttu. Su


sürahisini bırakıp bir hamle daha yapamadan kendimi Cliff’in üzerine attım.
Sonra bir de baktım ki Ria beni saçımdan ve tişörtümden tutmuş, Cliff de beni
üzerinden atmaya çalışıyordu. Sonra Artı, futbol takımından iki kişiyi kavgaya
karışmamaları için zapt ederken gördüm. Jetta, üçüzler ve Tucker da onun
etrafına toplanıp bana yardım etmeye çalışıyordu. Mekân cehenneme dönmüştü.

Nihayet biri beni koltukaltlarımdan tutup kavganın içinden çekiverdi. Tezgâhın


arkasında ayaklarım yere basınca döndüm ve Gus ı -kocaman, göbekli,
dudaklarının arasında hâlâ bir sigara duran Gus’ı- gördüm. Endişeli bir ifadeyle
başını salladı.

Acıyan bir ifadeyle.

Bu bakıştan nefret ediyordum.

Ardında sinirden küplere binen bir Finnegan bırakarak kavgayı dağıtmak için
geri döndü. Finnegan’ın suratı kırmızıdan mora, mordan beyaza döndü. Tabaklar
şangırdıyordu, içecekler havada uçuşuyordu. Dudağımdan kan damlıyordu.

Finnegan bariz şekilde konuşma yetisini kaybetmeden önce tek kelime edebildi.

“Kovuldun.”

Annem durumdan pek hoşnut değildi.

Dudağımı görür görmez ne olduğunu anladı. Sanki Finnegan’la aralarında bir tür
telepatik bağ vardı.

Ya da Finnegan’ın Mezar Kazıcı adlı bir kız kardeşi varmış gibi.

Beni fotoğraflarım ve hatıralıklarımla odamda oturtup gecenin kalanı boyunca


oradan çıkarmadı. Charlie kucağıma kıvrılıp kollarım boynunda, bana arkadaşlık
etti. Durumun ciddiyeti Miles’ın kapıda belirip özür dilediği cumartesi öğleden
sonraya kadar kafama dank etmedi.

“Kovulmanı istemezdim,” dedi.

Onu içeri davet ettim ama o elleri cebinde, kapının dışındaki paspasın üzerinde
dikildi. Gözlerinin etralı mor halkalarla doluydu. Sol elmacıkkemiğinin üzerinde
Finne-

gan’daki kavgada mı olduğu belli olmayan bir çürük oluşmaya başlamıştı.

“Cliff’in, kulağına yumruk atması senin suçun değil,” dedim. “Doksan kiloluk
insan güllesi o çocuk. Orada durup sana tekrar vurmasını bekleyeceğimi mi
sanıyordun gerçekten?”

Gözlerini dikip bana baktı.

“Cevap, hayır, sanmıyordun. Çünkü hayır, beklemeyecektim. Hem Finnegan er


ya da geç beni kovmak için bir bahane bulacaktı. Uğruna kovulmaya değecek bir
şey olduğuna memnunum ben.”

“Cliff’le başa çıkabilirdim,” dedi Miles. “Dayak yeme konusunda genel bir
tecrübem var. Ama senin o işe ihtiyacın vardı.”

Ona itiraz etmek istiyordum ama bazen korkunç derecede haklı oluyordu.
Sadece kovulmamıştım; kavga başlatmak yüzünden kovulmuştum. Finnegan’ı iş
referansı olarak göstermek diye bir ihtimal kalmamıştı. Kimsenin
dinlemediğinden emin olmak için eve bir göz attım ama annem Charlie’yle
birlikte markete gitmişti ve babam da National Geographic okurken kanepede
uyuyakalmıştı. Verandaya çıkıp kapıyı arkamdan kapadım.

“Eh, artık çok geç,” dedim ve zavallı bir gülümseme sundum. “Ama bu
McCoy’un ne çevirdiğini öğrenmek için daha fazla zamanım olacak demek,
değil mi?”

Şaka yapıyordum ama Miles kaşlarını çattı. “Hâlâ evine girmek istiyor musun?”

“Neler olduğunu öğrenmem gerek. Yakalanmadığımız sürece sorun yok.” Eğer


Miles hâlâ plana dahilse sorun olmayacağından emindim. Bekledim, ama sadece
kaşlarını daha çok çatıp gözlüğünü iterek gözlerini ovuşturdu.

“Seni kaldırdığımı hatırlıyorum, biliyor musun?” dedi nihayet.

“Ne?”

“Istakozlar için. Seni kaldırdığımı hatırlıyorum. Ağırdın.” “Ee... teşekkürler?”

Başını salladı. “Ne zaman yapacağız bu işi?”

“Spor ödülleri töreninden önceki gün.”

“Yakınmış.”

“Biliyorum. Tucker sekreterinden McCoy’un o gece geç saate kadar hazırlıklar


için okulda kalacağını öğrenmiş, yani evde olmayacağını biliyoruz. Anneme
kulübün spor salonunu süslemesine yardım etmek için okula döneceğimi
söyledim; gizlice kaçardım ama annemle babam sürekli beni takip ediyor.”

Miles burnundan sert bir nefes verdi.

“Tamam,” dedi. “Seni ben mi alıyorum?”

“Tucker alabileceğini söyledi, seninle orada buluşuruz. Zaten o kadar yakınında


oturuyorsun ya.”
“İyi.” Bir an tereddüt etti, sonra dönüp yürümeye başladı. “Bekle!” parmaklarımı
giysisinin koluna geçirdim. “Kızgın mısın sen?”

Sadece yarım döndü. “Bir sürü şey hissediyorum,” dedi ters ters. “Bilmiyorum.”

“Biraz... biraz burada vakit geçirebilirsin. Eve gitmek zorunda değilsin.”

“Kalmasam daha...” Sonra annemin Firenza’sı sokağımıza girip araba yoluna


park ederek Miles’ın kamyonetinin yolunu tıkadı. Charlie yolcu koltuğunda
zıplıyordu. Annem arabadan inip market poşetlerini taşımak için yardım istedi.

“Eh,” dedi ve rahatlamış göründüğüne yemin edebilirdim, “biraz kalabilirim


herhalde.”

Spor ödülleri töreninden önceki gün Tucker beni tam ağaç-ların gölgeleri diğer
yöne doğru yatarken evden aldı. Annem direksiyonda kim olduğunu görecek
fırsat bulamasın diye çevre kontrolümü atlayıp Tucker’ın SUV’una koştum.
Han-nibal’s Rest zümrüdüankası tepemizde süzülüyordu. Bundan Tucker a
bahsetmedim.

“Bir şey getirmem gerekmiyordu, değil mi?” diye sordum üstümü başımı kontrol
ederek. Converse. Kot pantolon. Çizgili tişört.

“Yok. Richter içeri girmenin hızlı bir yolunu bildiğini söyledi.” Tucker araba
yolundan çıkıp Lakeviewe doğru sürdü.

“Ona neden hâlâ ‘Richter’ diyorsun? Daha önce Miles diyordun.”

Tucker omuz silkti. “Alışkanlık herhalde. Bir daha ona başka bir isimle hitap
edebilir miyim, bilmiyorum.”

On dakika içinde Lakeview’e varmıştık. Tucker, Mi-les’ın evinin sokağını geçip


iki sokak daha ilerleyerek bütün hayallerin öldüğü bir çıkmaz sokağa girdi.
Miles’m kamyoneti halihazırda kaldırım kenarına park etmişti. Tucker arabasını
kamyonetin arkasına çekti ve biraz aşağıdaki bir evi işaret etti.

“Evi şurası.”

Ev muhtemelen bir zamanlar iyi görünüyordu ama şimdi bakımsız sarmaşıklar


sarmıştı etrafını. Bir zamanlar ev kırmızı ve beyaz renklerinde olmalıydı ama
beyaz kısımlar soyulup sararmaya başlamış ve kırmızılar da Pepto-Bismol1
pembesine dönmüştü.

Arabadan çıkıp Miles’la buluştuk.

“Geldiğimden beri eve gelmedi,” dedi Miles.

“Sence ne kadar vaktimiz var?” diye sordum.

“Bir saat; Evan ile lan, McCoy u en azından dörde kadar okulda tutabileceklerini
söyledi. Fazlasıyla yeterli.”

“içeri girebileceğinden emin misin?” diye sordu Tucker. Miles muzipçe güldü.
“Biraz güven, Beaumont. Senin evine girdim, değil mi?”

Tucker gözlerini devirdi, “iyi o zaman. Yolu göster.” ikisi kaldırımda yürümeye
başladı. Ama ben bir adım attığım anda, Tuckerın SUV’unun sürücü koltuğunun
arkasında bir kırmızılık gözüme çarptı. Halüsinasyon mu diye dönüp baktım ve
sonra anladım; bu kırmızı tonunu tanıyordum.

“Bir dakika.”

ikisi de durdu ve doğruca SUV’a doğru ilerleyip kapıyı açtım. Charlie


koltukların arasına çömelmiş, iki büklüm bir halde o kadar iyi gizlenmişti ki
buraya gelirken onu fark etmemiştim. Kocaman açılmış ve korku dolu gözleriyle
bana bakıyordu. Siyah şah, bir yumruğunun içinde, diş izleriyle delik deşik,
tükürükle parıldıyordu.

“Charlie!”

“Özür dilerim!” diye sızlandı. “Ama okula gittiğinizi sanıyordum ve görmek


istedim! Beni hiçbir yere götürmüyorsun!”

Saçıma asıldım. “Ciddi misin sen? Of, seni şimdi eve götüremem.”

“Sizinle geleyim!” Arabadan atlamaya çalıştı. Onu SUV’un içine geri ittim.
Lakeview Trail’in boktan kısmında bir yerlerde dolaşmasını istemiyordum.

“Neredeyiz?” diye sordu.


“Burada kal. Beni dinliyor musun? Arabadan çıkayım deme.” En sert bakışımı
attım. “Sakın. Bu. Arabadan. Çıkma. Anlaşıldı mı?”

Başını salladı ama hâlâ dışarıyı görmeye çalışıyordu. Söylediklerimin tek bir
kelimesini dinlemediğine dair bir his vardı içimde.

Miles, “Ne oldu?” diye seslendi.

Charlie ye uyarı olarak parmağımı salladım ve kapıyı kapadım. Koltuğa oturup


somurtarak kollarını kavuşturdu.

“Charlie arabaya binmiş,” dedim. “Onu görmedim bile. Biz içerideyken yerinden
kıpırdamamasını söyledim.”

Miles ile Tucker birbirlerine baktılar ama bir şey söylemediler.

McCoy’un ön kapısına gittik. Çevre kontrolümü yapıp Charlie’nin gizlice


arabadan çıkmadığından emin olmak için SUV’a baktım. Miles doğruca
verandanın pergolasının oluşturduğu çıkıntıya doğru gitti. Bir süre eliyle
yokladıktan sonra bir anahtar çıkardı.

“Orada olduğunu nasıl bildin?” diye sordu Tucker.

“Muhtemelen her yere bir tane koymuştur.” Hoş geldiniz yazan paspası kenara
itti. Altında bir anahtar daha vardı. “Gördün mü?” Paspası tekrar yerine itti ve
kapıyı açtı.

içeride yoğun ve ucuz tıraş losyonu gibi her şeyi küf kokusu sarmıştı. Tucker
hapşırdı. Miles kapıyı arkamızdan kapadı.

“Her şey çok... normal görünüyor,” dedi Tucker.

Bir merdivenin yanından geçip dolapların dizili olduğu yemek odasına girdik.

“Emekli bir seksenlik için normal olabilir,” dedim. Her müsait alanda bazıları
kırık dökük bazıları da kullanılabilir durumda olan antika mobilyalar vardı. Kırık
bir terazi ile eski bir kurabiye kutusu arasında II. Dünya Savaşından kalma bir
gaz maskesi gördüğümü sandım ama Miles’m kolunu tutup kendime bunun
gerçekten orada olmadığını söyledim.
Yemek odasından dar, pis bir mutfağa, hayatımda gördüğüm en çirkin turuncu
tüylü halının bulunduğu salona kadar evin alt katının tamamını taradık. Bir an
için McCoy’a böyle bir halıyı evinde tutacak cürete sahip olduğu için en içten
hayranlığımı ileten bir not bırakmayı düşündüm.

Gaz maskesi ile buzdolabının üzerindeki birkaç gamalı haç biçimli magnet
dışında sıradışı görünen hiçbir şey yoktu.

“Ben bir şey göremedim,” dedim.

“Evet.” Tucker omuz silkti. “Ama daha yukarısı var.”

Tekrar merdivene doğru yöneldim ve bir kırmızılık gördüm.

“Charlie!” diye tıslayarak peşinden koştum. O arabada kalacağına inanmamam


gerektiğini biliyordum. Olduğu yerde kalmayacak kadar bana benziyordu.
Yukarı çıkarken merdivenlerin ortasında durdu ve dönüp bana baktı.

“Sana arabada kal demiştim!” dedim.

Ayağını yere vurarak, “Ama yardım etmek istiyorum!” diye haykırdı.

“Hemen aşağı in.”

“Hayır!”

“Şarlman!”

“Annem gibi konuşuyorsun!” Merdiveni koşarak tırmanmaya devam etti. Ben de


arkasından koştum. Miles ile Tucker da arkamdaydı. Charlie’nin girdiği kapıyı
omzumla iterek açtım.

Sonra donup kaldım.

“Şu elbiselere bak,” dedi Charlie tatlı tatlı.

Oda müze sergisi gibiydi. Elbiseler mankenlerin üzerinde sergileniyordu;


mezuniyet ve kokteyl elbiseleri, resmi elbiseler ve hatta düğün elbiseleri. Bütün
mankenlerin sarı perukları vardı. Arkalarındaki duvarlara hepsi de aynı kişinin
fotoğrafları üst üste asılmıştı: Scarlet.
Midem hopladı. Bunlar benim duvarlarım da olabilirdi.

Odanın öbür ucundaki duvarın önündeyse üzerinde kâğıtlar ve çerçeveli daha


çok sayıda fotoğrafın bulunduğu geniş, ahşap bir masa vardı. Gümüş rengi bir
çift topuklu ayakkabı da köşede duruyordu.

“Bu da ne böyle.” Tucker içeri girdi; bir saniye sonra da Miles geldi.

Bir kolumu Charlie’ye dolayıp onu arkama aldım ve Miles, Tucker ve ben
masadaki kâğıtları taramaya başladık. Bir sürü şey vardı; faturalar, okulla ilgili
resmi görünen belgeler, henüz doldurulmamış vergi formları, yarısı çözülmüş bir
bulmaca.

Tucker, “Bunların hepsi çöp,” diye homurdanarak bir deste boş çıktı kâğıdı aldı.
Yazıcı bir yana, McCoy’un bilgisayarı bile yok gibi görünüyordu.

“Aramaya devam et,” dedim. “Bir şeyler olmak zorunda...” Başka herhangi bir
şeyi yerinden oynatmamaya dikkat ederek bir fotoğrafı köşesinden tutup çektim.

Fotoğrafta Celia ile ona bir kolunu dolamış olan, yaşça büyük duran, koyu renkli
saçları olan bir adam vardı, ikisi de gülümsüyordu. Celia’nın babası olabilir
miydi? Adamın gözlerinin olduğu yer yakılmış, yüzünün kenarları kırış kırış ve
kırmızıydı.

Ama McCoy neden fotoğrafta Celia’nın babasının gözlerini yaksındı ki? Neden
herhangi birinin fotoğrafını yaksındı? Bir insan yardıma ihtiyacı olduğunu fark
etmeden keçileri nasıl bu kadar kaçırabilirdi?

Ve daha önemlisi, bizi burada eşyalarını karıştırırken bulsa ne yapardı?

548 | seni ben uydurdum

Fotoğrafı bulduğum yere soktum, Miles ile Tucker’ı yakalayıp kapıya doğru
ittim. Buradan gitmemiz gerekiyordu. “Başka bir şey bulamayacağız. Gidelim
haydi.” Masanın altındaki karanlık alandan bir çift göz dışarı baktı. “Charlie!
Haydi!”
Kimse soru sormadı. Miles cebinden anahtarı çıkardı ve ön kapıyı arkamızdan
kilitledi.

Tucker, “O-oo,” dedi.

McCoy’un külüstür arabası sokağa girdi. Miles anahtarı kapı çerçevesinin


üzerine koyup ikimizi tutup verandadan çekti. Tucker ve beni McCoy’un evinin
yan tarafını kaplayan ölü çalılıkların arasına itip kendisi de saklandı. Sivri çalılar
kollarıma ve başıma batıyordu ve ensemden soğuk terler dökülüyordu. McCoy
araba yoluna girdi, arabasından indi ve içeri girdi.

“Gitti mi?” diye fısıldadı Miles, çalılar gözlerini oymasın diye boynunu bana
doğru eğerek.

“Evet,” dedim.

Elimizden geldiğince sessiz bir şekilde çalılıklardan çıkıp Miles’ın kamyoneti ile
Tucker’ın SUV’una doğru koştuk.

Charlie arkamda değildi. Aniden durup Miles’ı da geri çektim.

“Ne? Ne oldu?” diye sordu.

“Charlie! Charlie nereye gitti?” Etrafıma ve McCoy’un evine baktım. “Bizimle


evden çıktı, değil mi? Çıktığını gördünüz?”

“Alex...” Miles beni ileri sürükledi.

“Miles, ya hâlâ o evdeyse... geri dönmemiz gerek!”

Beni çekmeye devam etti. Ayaklarımı sürüdüm. Aptal, aptal, Charlie peşimize
düşmek zorunda mıydı! Ona inana-mıyordum. Sadece sekiz yaşında olduğunu
biliyordum ama bu kadar aptal olabileceğine inanamıyordum.

Miles beni omuzlarımdan tutup arabalara doğru sürükleyerek kamyoneti ile


kendisi arasına aldı. Tucker da yüzünde o acıma ifadesiyle arkasında duruyordu.

“Alex.”

Miles’m sesi alçak ama güçlüydü. Parlak mavi gözleri beni delip geçti.
“Charlie gerçek değil.”

Sihirli Sekiz Topu

Neden gittin?

Dünyam tersine döndü. “N-ne?” dedim kekeleyerek.

“Charlie gerçek değil. Orada kimse yok. Hiç olmadı da.” Miles beni
kamyonetinin diğer tarafına çekti. Sözcükler kulaklarımda yankılanıyordu ve her
şey durmuştu. Rüzgâr ağaçların yapraklarını sallamayı bıraktı; Miles’ın ön
camındaki böcek bile durdu.

“Hayır.” Kolumu Miles’ın elinden çektim. Şok bütün uzuvlarıma yayıldı.


“Hayır. Yalan söylüyorsun. Oradaydı; oradaydı!” Onu bizimle evden çıkarken
görmüştüm; emindim. “Bana yalan söyleme, Miles. Sakın yalan söyleme.”

“Yalan söylemiyor.” Tucker da diğer yanıma geldi; ellerini havaya kaldırmıştı.

“O gerçek, Tucker. O... o... gerçek olmak zorunda...” Charlie’nin oyun oynuyor
olmasını, evin yan tarafından çıkıp gelmesini bekleyerek tekrar McCoy un evine
doğru baktım.

Beni korkuttuğu için ona bağırır ve eve dönene kadar gözümün önünden
ayırmazdım.

Ama ortaya çıkmadı.

“Eve dön, Beaumont,” dedi Miles, Tucker’a. “Ben onunla ilgilenirim.”

“Alex,” dedi Tucker tekrar bana yaklaşarak. Ondan uzaklaşarak gözlerimi


sildim. Ağlayamazdım. Charlie orada değildi. Evdeydi. Ama ben gözlerimi
sildikçe daha çok yaş akıyordu. Ev. Eve gitmeliydim.

Miles ın kamyonetinin yolcu koltuğuna geçip kemerimi bağladım. Ev.

“İyi olacak.” Tucker pencereden uzanıp elimi tutarak usul usul konuşuyordu.

“İyi” neydi ki?

Miles ın kapısı da kapandı. Kamyonet kükreyerek harekete geçti. Tucker da


manzaranın kalanıyla beraber uzaklaştı.

Miles benimle konuşmaya devam ediyordu ama ben söylediklerini


duymuyordum.

Charlie oradaydı. Hep oradaydı.

Ben ön kapıyı hızla açınca koridorun duvarına çarptı.

Annemle babam mutfak masasındaydı. Akşam yemeği yiyorlardı. Hiçbir şey


olmamış gibi. Kapının ağzına vardığımda hemen başlarını kaldırıp baktılar.
Birden nefes alamadığımı fark ettim.

“Charlie,” dedim güçlükle.

Önce annem ayağa kalktı. Hâlâ bir elinde peçetesiyle sanki az önce kusmuş bir
bebekmişim gibi bana doğru geliyordu. Geri geri giderek ondan uzaklaştım.

“Neden bana söylemedin?”

“Alex, tatlım...”

“Nasıl gerçek olmaz?”

Arkamdan bir inilti geldi. Charlie koridorda durmuş, titreyen ellerinin arasında
satranç takımını tutuyordu. Bu takım için yeni siyah piyonlar alması gerekiyordu
çünkü ben eskilerini tuvalete atıp sifonu çekmiştim. Piyonlardan biri dişlerinin
arasındaydı. Yine inlemeye başlayınca ağzından düştü.

“Neler oluyor, Alex?” diye sordu Charlie, sesi de elleri kadar titreyerek. “Neden
bahsediyorsun?”

“Charlie...” Boğazım düğümlendi. Görüşüm yine bulanıklaştı. “Ama... ama onu


hastaneden eve getirdiğini hatırlıyorum. Yemek yedirip ona baktığını,
büyümesini izlediğini... ve her zaman Noel ağacının altında hediyeleri oluyor ve
masaya hep onun için de bir tabak koyuyorsun... ve onun gerçek olması...”

“Gerçekti,” dedi annem. Sesi daha önce hiç duymadığım kadar gergin çıkıyordu.
“Ama öldü. Dört yıl önce.”
Babam da ayağa kalktı. Herkesin ayakta olmasından hoşlanmamıştım.

“Charlie beş yaşma girmeden öldü. Bo...” Babamın sesi çatladı. “Boğularak,”
dedi. “Satranç takımımla oynamasına izin vermemeliydim...”

Charlie’yi arkamda saklayarak geri geri gittim. Yine inildiyordu. Satranç takımı
ellerinden düştü ve şimdi diğer bütün piyonlar da yerdeki siyah piyona
katılmıştı.

“Leann’i arıyorum.” Annem telefona gitti. “Bu kadar beklememeliydik. Fazla


uzadı. Yazabileceği daha güçlü bir ilaç olmalı.”

“Daha güçlü bir ilaca ihtiyacı yok.” Bir el kolumu sardı. Miles az önce
Charlie’nin olduğu yerde durmuş, gözlerini dikerek anneme bakıyordu. Öfke
saçıyordu; derin ve soğuk bir öfke. “Ona neyin gerçek neyin halüsinasyon
olduğunu söyleyecek kadar onu umursayan ebeveynlere ihtiyacı var.” Annem ve
babam tamamen sessiz bir şekilde yerlerinden kımıldamadan duruyorlardı.

“Miles,” diye fısıldadım.

“Ona nasıl söylemezsiniz?” Sesi bir anda yükseldi. “Charlie öleli yıllar olmuş ve
siz o sanki hiç ölmemiş gibi davranmakta bir sakınca olmadığını mı
düşünüyorsunuz? Alex’in bunu öğrenmeyeceğini mi sandınız? Bunu
öğrenemeyecek kadar deli miydi?”

“Hayır, bu öyle bir şey...” diye söze başladı annem. “Nasıl bir şey değil? Bunu
ne haklı çıkarabilir ki?” Miles’ın parmakları koluma batıyordu. “Çok iyi bir
sebebi olmalı çünkü bu bombok bir durum. Gerçekten öyle. Onun güveneceği
insanlar siz olmalıydınız; gerçeği bilemediğinde başvuracağı insanlar siz
olmalıydınız. Ama onun yerine bir sürü fotoğraf çekmesi gerekiyor çünkü eğer
size söylerse onu akıl hastanesine kapatmakla tehdit ediyorsunuz!”

Annemin gözleri yaşla doldu. “Evime gelip bana kızıma nasıl davranacağımı
söylemeye hakkın yok senin!”

“Ah, öyle mi? Çünkü ben berbat ebeveynlerden anlarım ve siz de


onlardansıııız!”

“Denedik,” dedi babam nihayet; sesi fısıltıdan biraz daha yüksek çıkıyordu.
“Ona söylemeye çalıştık. Alex o zaman hastanedeydi; daha yeni nöbet geçirmişti
ve durumu iyi değildi ve ne dersek diyelim... uçup gidiyordu sanki.” Bana baktı.
“Bizi duymuyor gibiydin. Başta sadece şokta olduğunu düşündük. Anladığını
sandık. Ama sonra eve geldin, Charlie’yle konuşuyordun ve... anlamadığını fark
ettik.”

Oda çok küçük, çok kapalı, çok sıcaktı. Korkunç bir hıçkırık, ben
yakalayamadan boğazımdan kaçıverdi. Elimi ağzıma kapadım. Bu Miles ın
öfkesini dindirmişe benziyordu; yüzü o nefret ettiğim acıma ifadesine büründü.
Bu ifadeyi kimsede, ama en çok da Miles’ta görmek istemiyordum. Onda hiç
görmek istemiyordum bunu. Mutfaktan arka kapıya koştum. Zar zor
görebiliyordum ama nereye gittiğimi iyi biliyordum.

Kapıyı açtım, sendeleyerek basamakları indim ve arka bahçeye koştum.

Kızıl Cadı Köprü’süne gittiğimde körfezin toprak setinden aşağı inip kimsenin
beni göremeyeceği köprünün altına girdim. Ciğerlerim yanıyor, yaşlar gözlerimi
acıtıyordu.

Mavi Göz. Kanlı Miles. Scarlet. Sihirli Sekiz Topu. Ve şimdi Charlie.

Charlie. Şarlman. Kendi öz kardeşim. Eğer Charlie gerçek değilse, ne gerçekti?

Her şeyi mi uydurmuştum? Bütün bu dünya benim zihnimde miydi? Bu rüyadan


uyanırsam kendimi bir yerlerdeki bir akıl hastanesinin odasında, ağzımdan
salyam akarken mi bulacaktım?

Kendim bile olacak mıydım?

Charlie hep vardı. Bir kez bile gerçek olmadığından şüphe etmemiştim. Hep
gerçek olmuştu o. Yumuşacık, ılık ve ihtiyacım olduğunda hep oradaydı.

Nefes alamıyordum. Bir elimi karnıma koyup havayı içime çektim ama
midemden yükselen safra yolu tıkamıştı. Boğazım tıkandı.

“Alex! Alex, sakin ol!” Miles toprak setten kayarak önüme dikilip
omuzlarımdan tuttu. “Nefes al. Sadece nefes al. Sakinleş.”

Elimi tutup göğsüne, kalbinin üzerine bastırdı. Avcumda deli gibi atıyordu kalbi.

Bu gerçek miydi? Kalbi? O gerçek miydi?


Her zaman gerçek olmak için fazla güzel olduğunu düşündüğüm mavi gözlerine
baktım. Öyle miydiler peki? Miles gerçek miydi? Çünkü Charlie gerçek değilse
o da değildi; bunu daha fazla yaşamak istemiyordum. Bunların hiçbirini
istemiyordum.

“Hey.”

“Sen gerçek misin?”

“Evet, gerçeğim,” dedi tereddüt etmeden. Elimi göğsüne daha sıkı bastırdı. Kalbi
davul gibi atıyordu.

“Gerçeğim ben. Bu,” diğer elini de öbürünün üstüne koydu, “gerçek. Bütün gün
beni başka insanlarla etkileşim halinde görüyorsun, değil mi? insanlarla
konuşuyorum; dünyada bir şeyleri etkiliyorum. Bir şeylerin olmasına sebep
oluyorum. Ben gerçeğim.”

“Ama... ama ya bütün bu yer,” tekrar ağız dolusu nefes almak zorunda kaldım,
“ya her şey zihnimin içindeyse? East Shoal, Scarlet ve bu köprü ve sen; ya hiçbir
şey gerçek olmadığı için sen de gerçek değilsen?”

“Eğer hiçbir şey gerçek değilse ne önemi var ki?” dedi Miles. “Burada
yaşıyorsun. Bu her şeyi yeterince gerçek yapmıyor mu?”

Bir mide ilacı, (ed.n.)


Ellinci Bölüm

Miles’ la karanlık basana kadar Kızıl Cadı Köprüsünün altında oturduk.


Annemle babam beni aramaya gelmemişti; fazla uzağa gitmeyeceğimi
biliyorlardı herhalde. Ya da Miles’ın beni bulacağına dair inançları sonsuzdu. Ya
da belki ikimizle de yüzleşmek istemiyorlardı.

Evde mutfağın ışığı yanıyordu. Arka bahçede durup uzun uzun etrafı taradım.
Artık saçma geliyordu ama kendime engel olamıyordum. Olduğum yerde
yavaşça döndüm. Ev, kapı, sokak, orman.

Ön kapıdan içeri girdik. Annemle babamın eve döndüğümüzü anlayacaklarından


emin olmak için kapıyı sertçe kapadım. Bir karşılaşma daha istemiyordum.
Annem ve Miles ın tekrar birbirlerine saldırmalarını istemiyordum.

Odamda bir çevre kontrolü daha yaptım ve şifoniyerin üzerinde duran fotoğraf
albümlerimden birini aldım. Bütün

fotoğraflar Charlie’nindi. Gülümseyen Charlie, satranç oynayan Charlie,


kolunun altında kemanıyla uyuyan Charlie. Albümü Miles’a gösterdim. “Ne
görüyorsun?”

Birkaç sayfasını çevirdi. “Mobilya. Arka bahçeniz. Mutfağınız. Sokak. Ne


görmeliyim?”

Albümü geri alıp kapadım ve şifoniyerin üstüne koydum. Hiçbir ilaç bunun için
yeterince güçlü olamazdı.

Miles komodinimin üzerindeki saate baktı. Neredeyse gece bir olmuştu.

“Baban kızar mı?” diye sordum.

“Muhtemelen. Her şeye kızıyor.”

Omzunun üzerinden bir kırmızı-beyazlık gördüm; Kanlı Miles köşede durmuş


kanlı dişleriyle bana sırıtıyordu.

Gözlerimi sıkıca kapadım. “Gitmek... ee... gitmek zorunda mısın?”


“İyi misin?” Kolumu okşadı. Gözlerimi açtım.

“iyiyim, iyiyim.” Yatağa ve pencereye doğru döndüm. Charlie yüzünde hüzünlü


bir gülümsemeyle dışarıda duruyordu. Satranç takımının on altı siyah taşı birden
güzelce oyulmuş tümörler gibi ağzından sarkıyordu. Şaşkınlıkla iç çekip
irkildim. Miles’ın kolları beni sardı.

“Ne görüyorsun?”

“Charlie pencerede. Ve... ve sen de köşedesin.”

“Ben mi?”

Başımı salladım. “Celia’nın partisindeki sen. Lütfen sorma.”

“Kalabilirim.”

Başımı salladım. Kollarını itip açarak dolabıma gittim ve kapağını Kanlı


Miles’ın suratına doğru açtım. Tişörtümü ve kotumu çıkarıp pijamamı giydim.

Miles yatağın kenarına oturup ayakkabılarını çıkardı.

“Annen ve baban?” diye sordu.

“Bir şey yapmıyoruz ki.” Hem zaten gerçek olmayabilirlerdi.

“Bence annen benden nefret ediyor gibi ,” dedi.

“Ben de ondan nefret ediyor gibiyim,” dedim birden bunu gerçekten hissettiğimi
fark ederek. “Söylediklerini duymaya ihtiyacı vardı. Söylediğin için
teşekkürler.”

Dolabın kapağını kapadım. Kanlı Miles’ın kötü nefesi kulağımı ve yanağımı


yaladı. Ondan uzaklaşıp Miles’ın yanından geçerek yatağa girdim. O da uzanıp
bir kolunu belime sardı. Ne tarafa döneceğimi bilemedim; ona dönsem köşede
Kanlı Miles vardı. Diğer tarafa dönsem Charlie pencereden bana bakıyordu.
Yüzümü yastığa gömüp gözlerimi sıkıca kapadım.

Bu gerçek değildi. Onlar gerçek değildi.

Miles yüzünü saçlarıma gömerek bana sokuldu, istediği kadar duyguları


anlamadığını söyleyebilirdi ama bazen tanıdığım herkesten daha iyi anlıyormuş
gibi geliyordu.

Gözlüğünün sert kenarı şakağıma batıyordu. Baskı hoşuma gitmişti. Bana orada
olduğunu hatırlatıyordu.

“Miles?”

“Evet?”

“Gitme.”

“Gitmem.”

Sabah güneşi odaya süzülerek hatıralıkları ve Miles’ın yü-

zündeki çilleri aydınlatıyordu. Örtüler ikimize dolanmıştı. Miles’ın ellerinden


biri tişörtümün içinde kıvrılmıştı, karnıma değen avuçları ılıktı ve diğer elini de
çenesinin altına koymuştu. Vücudu baktığım yerden odanın çoğunu kaplıyordu,
o yüzden yavaşça vücudunun üzerinden bakıp etrafımı kontrol etmem
gerekiyordu.

Kanlı Miles gitmişti.

Charlie de.

Bu düşüncenin zihnime sokulmaya başladığını fark ettiğim anda durdurdum ve


bundan daha ileri gitmesine engel oldum: Charlie gitmişti. Hiçbir umut ya da
dilek onu geri getirmeyecekti. Gerçekten.

Kapı biraz aralandı. Gelen annemdi. Dün ona yalan söyleyip bu kadar geç
kaldığım ve Miles’m kalmasına izin

verdiğim için bana ev hapsi vermesini bekleyerek gözlerine baktım. Ama bunu
yapmadı.

Başını sallayıp dönüp gitti.

Miles iç çekti. Gözlüğü burnunda yamuk duruyordu. Uyanmasını istemiyordum


ama yalnız olmak da istemiyordum. Elmacıkkemiğinden öptüm. Tekrar iç çekti.
Ben de oflayıp, “Miles,” dedim.

Homurdanarak gözlerini açtı.

“Günaydın,” dedim.

“iyi uyudun mu?” diye sordu.

“iyi sayılır.” Ben uykuya dalana kadar uyanık kalmasa hiç uyuyamayacaktım.
Gece şimdi zihnimde bulanıktı; hiçbir rüyayı hatırlayamıyordum; sadece kırmızı
ve beyaz renkler, satranç parçaları ve keman melodileri vardı. “Sen?”

“Her zamankinden iyi uyudum.”

Gözlüğünü düzeltmek için uzandım. Hafifçe gülümsedi. “Bugün okula gitmek


zorunda mıyız?” diye sordum. “En azından ödüllere gitmesek?”

“Ödüller gitmek zorunda olduğumuz tek şey,” dedi. “Kulüp için orada olmak
zorundayım ve sen de gitmezsen kamu hizmeti görevini ihlal etmiş olursun.”

“Ama McCoy orada olacak. Onun yanma yaklaşmanı istemiyorum.”

McCoy onun gözlerini yakar.

“Gitmezsek McCoy’un beni odasına çağırmak için bir sebebi olur. Sonra beni
yalnız yakalamış olur ve her şey daha kötü olur.”

Tanrım, beni alttan alıyordu ve ben duramıyordum. “O zaman ondan uzak


durman gerek. Yanına yaklaşmasına izin verme. Sana bakmasına bile izin...”

“Biliyorum.” Yumruğunu karnıma bastırdı. “Biliyorum.” Ona daha uzun baksam


ağlayacaktım, o yüzden kalkıp üzerinden emekleyerek yerdeki dağınıklığın
içinden okul üniformamı buldum.

Nihayet üzerimi değiştirdikten sonra sessizce mutfağa giderken Miles’ı ön


kapıda beklettim.

Babam yalnızdı; mutfak lavabosunun önünde, pencereden dışarı bakıyordu.


Dikkatini çekmek için kapının çerçevesini usulca tıklattım.

“Annen telefonla Leann’le konuşuyor,” dedi. Saate baktım. Sabahın yedisiydi;


bu onun için yeni bir rekor olmalıydı. “Ben okula gidiyorum,” dedim.

Bana döndü. “Lexi, bunun iyi bir fikir...”

“Bütün gün burada olmak istemiyorum.”

“Annen gitmeni istemiyor.”

“Sadece bugün, lütfen?” Miles’a tek başına gitmesini söyleyemezdim ve ısrar


edersem babamın pes edeceğini biliyordum. “Eğer daha iyi hissedeceksen, Miles
bütün gün yanımda olacak.”

Ellerini ceplerine soktu. “Aslında daha iyi hissederim. Ama gitmene izin
verirsem kızacak, biliyorsun.”

Bekledim.

Teslim olarak bir elini salladı. “Git. Ama korkarsan ya da paniğe kapılırsan -ya
da herhangi bir şey olursa- eve geleceğine ve seni eve getirmesi için bunu
Miles’a söyleyeceğine söz ver!”

Son kısım için sesini yükseltmesi gerekmişti; çünkü kapıya doğru gidiyordum.

Bir şeyin var olduğuna inanıp sonra olmadığını öğrenmek merdivenin son
basamağına gelip bir basamak daha olduğunu sanmak gibi bir şeydi. Ama
basamak Charlie olunca sekiz kilometre yüksekliğinde oluyordu ve ayağınız bir
daha yere değmiyordu.

Böyle bir yıkıntıdan sonra okula dönmek adeta gerçek-dışıydı; sanki herkesin
yanından o kadar hızlı geçiyordum ki beni göremiyorlardı bile.

Çoğunlukla kimse bizimle ilgilenmedi. Dersler bittikten sonra Miles’la spor


salonuna çekilip skor tabelasının arkasına oturduk. O emirler yağdırıyordu;
ödüller için herkes iş başındaydı.

“Celia!” dedi Miles kızarak. “Neden geç kaldın?” Celia solgun yüzünün
etrafında salınan kahverengi saçlarıyla aceleyle salona girmişti.

“Üzgünüm!” dedi hıçkırıp gözlerini silerek trübinlere geçerken. “Richar-McCoy


benimle konuşmak istedi.”
İçim ezildi. Neden onunla konuşmak istemişti? Odasında ne yapıyorlardı?
McCoy’un evinde neden Celia ve babasının bir fotoğrafı vardı?

Miles onu sıkıştırdı. “Ne hakkında?”

Celia kıvrandı. “Hiçbir şey.”

“Celia. Sana ne söyledi?”

“Seni ilgilendirmez, pislik.” Eski Celia’nın küçük bir parçası ortaya çıkmıştı.
Oflayıp poflayarak tribünlerin ucuna oturup başını ellerinin arasına aldı ve
hıçkırmaya başladı.

Durum her zamankinden daha kötüydü. Çok daha kötü.

Soluğumu düzenli tutmaya çalıştım. Eğer McCoy, Mi-les’ın yanına yaklaşacak


olursa bir yılan gibi üstüne çulla-nacaktım. O piton gibi.

Yıları ol, dedi içimdeki ses. Yılan ol. Boğarak canını çıkar.

Miles spor salonunun kubbeli alana çıkan kapılarına bir göz attı. “McCoy
birazdan burada olur,” dedi. Endişeli mi yoksa korkmuş mu olduğunu
anlayamıyordum.

“Sence hâlâ odasında mıdır?” diye sordum. Miles başını salladı.

Celia sinir krizi geçiriyordu. McCoy muhtemelen cellat baltasını bileyliyordu.

Şimdi gidersem yolunu kesebilirdim. Odasından çıkmadan onu durdurabilirdim,


işe yarayabilirdi.

“Hemen geliyorum,” dedim Miles’a. “ihtiyaç molası. Buraya gelirse McCoy’dan


uzak dur, tamam mı?”

«'T' JJ

lamam.

Miles’m görüş alanından çıkar çıkmaz koşar adım yürümeye başladım. Kubbeli
alan kırmızıya boğulmuştu; ödüller, fotoğraflar, kırmızıya boyanmış duvarlar.
Uzun, dalgalı kırmızı bir çizgi spor salonundan koridorun sonundaki müdür
odasına gidiyordu. Çizgiyi takip ettim.

Yılan ol.

McCoy masasının arkasında oturmuş, alışılmadık şekilde kendinde görünüyordu.


Takım elbise. Kravat. Eller önünde kavuşturulmuş. Gözler kan çanağına
dönmüş. Odası sadece bir odaydı; duvarlarda sertifikalar, kitaplıkta kitaplar,
masasının üzerinde uğuldayan bir bilgisayar vardı.

“Sorun yok, Mary,” dedi sekreterine. Sekreter oflayıp yerine döndü.

“Ne yapacaksınız?” diye sordum ellerimi iki yanımda yumruk yaparak.

McCoy gömleğinin kolundan bir iplik parçasını aldı. “Ne demek istiyorsun?”

“Dört yıldır Celiayı odanıza çağırıp durduğunuzu biliyorum. Annesiyle bir tür
plan üzerinde çalıştığınızı biliyorum. Ve Miles’dan nefret ettiğinizi biliyorum.
Ondan kurtulmaya çalıştığınızı biliyorum çünkü... çünkü Celia’nın annesi onun
bir engel oluşturduğunu söyledi.”

“Korkarım neden bahsettiğinizi bilmiyorum, Bayan Ridgemont.”

“Neden bahsettiğimi çok iyi biliyorsunuz.” Sekreterin dinlemediğinden emin


olmak için kapıya göz attım. “Ben deli değilim, tamam mı? Scarlet’la olanları
biliyorum. Takıntılarınızı biliyorum. Bunun peşini bırakmayacağım. Ve Miles’a
zarar vermenize de izin vermeyeceğim.”

McCoy masasının üzerindeki isimliği düzeltti. “Yanılıyorsunuz. Bay Richter’a


hiçbir şey yapmayı planlamıyorum ben.”

“Eğer siz değilseniz, kim o zaman? Celia mı?”

“Celia Hendricks’in bununla ne ilgisi olduğunu bildiğimi söyleyemem.”

“Bak, psikopat...”

“Zor bir yıl geçirdiğinizin farkındayım ama ilaçlarınızı düzenli olarak


aldığınızdan emin misiniz?”

“Alıyorum aslına bakarsanız. Siz benim annem değilsiniz, o yüzden bunu bir
daha bana sormayın lütfen. Şimdi bana Miles’a ne yapacağınızı söyleyin.”

“Tekrar söylüyorum, Bayan Ridgemont, Bay Richter’ın o Ari Irk’a has başındaki
tek bir saç teline bile zarar vermeyeceğim.” Durakladı ve o delici bakışlardan
başımı çevirmemek, bütün irademi kullanmamı gerektirdi. “Dönmek için acele
etseniz iyi olur. Yılın sonuna gelmişken kamu hizmetinizi aksatmanız yazık
olur.”

Tereddüt ettim. Eğer McCoy kamu hizmeti saatlerimi geçersiz sayarsa kesinlikle
bir yerlere -VVoodlands’e ya da daha kötüsüne- gönderilirdim ve muhtemelen
bu yılki bütün ders kredilerimi de kaybederdim. Eli benimkinden üstündü; bende
parça parça hikâyeler ve hızlı aramaya kayıtlı bir psi-kiyatrist vardı.

Parmaklarını birbirine geçirip sevecen bir gülümseme takındı. “Sanırım nihayet


aynı fikirdeyiz.”

Hayır, değiliz, seni pislik. Ama bunu söyleyemezdim. Oradan tek parça çıkmak
istiyorsam hiçbir şey söyleyemezdim. Masasının diğer tarafında durmuş,
öfkeden titriyordum. “İyi günler, Bayan Ridgemont.”

Spor salonuna zar zor, sessizce yürüdüm.

McCoy’u tek başıma durduramazdım ama bundan bi-rilerine bahsetsem bana


kim inanırdı ki? Tucker gibi biri söylese biraz doğruluk payı varmış gibi
gelebilirdi ama ben söylersem... Hiç yolu yoktu. Bu kadar büyük bir şeyle ilgili
tek kelime etsem annem beni daha şaka yapıyordum diyemeden hastaneye
kapatırdı.

Spor salonuna tribünlerin diğer tarafından, skor tabelasının yanından girdim.


Tribünler sporcular ve ebeveynleriyle dolmuştu bile. Kulüp üyeleri kapıların
yanında toplanmıştı. Miles skor tabelasının altında, sırtı bana dönük duruyordu.
Celia boynunda bir tasma varmış gibi yanında duruyordu.

McCoy çoktan oradaydı. Çoktan elinde mikrofonla spor salonunun ortasında


duruyordu. Çoktan konuşmaya başlamıştı.

Peki o buradaysa odasında kiminle konuşmuştum?

“Tünaydın, baylar ve bayanlar. Bu yılki spor ödülleri törenimize hoş geldiniz.


Harika bir sezon geçiren lig şampiyonu beyzbol takımımızla başlayacağız..
Ayakkabım zeminde öttü. Celia dönüp beni gördü; hâlâ ağlıyordu ama
öncekinden daha şiddetli bir şekilde.

Annesi iş kıyafetleri ve uzun sarı saçlarıyla salonun karşı tarafındaki tribünlerin


gölgesinde dikiliyordu. Ama yüzü... yüzünü daha önce görmüştüm. Gazetede.
Bu spor salonunun dışındaki vitrinlerden birinde. Celia’nın kendi yüz ifadesinde;
yan yana durduklarında benzerlik kaçınılmazdı.

Ama Scarlet... Scarlet ölüydü. Scarlet yıllardır ölüydü.

“Unutma, Celia,” dedi sesi salonu doldurarak. “Bunu senin için yapıyorum.”

Celia tepki vermedi.

“Richard ve ben her şeyi hallettik. Yakında bitecek.”

Celia tepki vermedi çünkü Celia tepki veremezdi çünkü Scarlet ölüydü.

“Hayatına devam edebilirsin.”

Skor tabelasından uğursuz bir gıcırtı geldi. Scarlet gülümsedi. McCoy skor
tabelası ikinci kez gıcırdayınca mikrofonuna daha yüksek sesle konuştu. Kimse
fark etmedi. Bunu gören tek kişi ben olamazdım. Bu gerçekten oluyordu -oluyor
olmak zorundaydı- ama Scarlet, Celia’ya gülüsemiyordu, bana gülümsüyordu.
Ve kiraz kırmızısı tırnaklı parmağını tabelaya doğru kaldırdı.

Yukarı baktım. Kırmızı boya duvardan akıyordu. Her bir harf üç metre
yüksekliğindeydi; iki kelime kanlı dişler gibi tabelayı aralarında sıkıştırıyordu.

CRIMSON

FALLS

Tabela McCoy’un bastıramayacağı kadar yüksek sesle inledi. Celia sıçrayıp


tribünlere doğru kaçtı. Miles dönüp ona kızdı.

Skor tabelası bağlantı yerlerinden koptu.

Ayaklarım sendeledi; Scarlet’ın yüksek sesli kahkahası salonda çınladı.

Kendimi kapıdan atıp Miles’ın sırtına çarptım.


Bir skor tabelası tarafından ezilmek gibi ani ve trajik bir

kazayla ölmekle ilgili olay şu:

Bunu beklemiyorsunuz.

Ben bekliyordum. O yüzden ölmememin sebebi muhtemelen buydu.

Bir gözümü zorla açtım. Sonra diğerini.

Başım mengeneye sıkışmış gibiydi. Ağzım pamukla kaplıydı. Odadaki ışık loştu
ama bir yatakta örtünün altındaki bacaklarımın ve ayaklarımın hatları ile kapı
olması gereken yerdeki koyu renkli duvar nişini görmeme yetiyordu. Köşede bir
makine uğulduyordu ve burnuma aseptik bir koku geliyordu.

Hastanedeydim. Yatak. Banyo. Tavandan sarkan makineler. Kapının yanında bir


kamera. Halüsinasyon falan yoktu.

Vücudum hâlâ uykudaydı. Yapabileceğimden emin olmak için el ve ayak


parmaklarımı esnettim, sonra etrafıma baktım. Diğer tarafımda bir figür, bir
işkence uzmanı tarafından tasarlanmış gibi görünen bir koltukta kıvrılmış,
battaniyeye sarınmış olarak derin bir uyku çekiyordu.

Annem.

Boğazımı temizlemek için öksürdüm. Annem sıçrayarak uyandı, benim de ona


gözlerimi diktiğimi fark edene dek boş boş baktı. Sonra tam önümde durmuş,
saçımı yüzümden çekiyordu.

“Ah, Alex.” Gözleri yaşlarla parlıyordu. Bana dikkatle, kırılgan bir nesneymişim
gibi sarıldı.

“Ne oldu?”

“Skor tabelası üzerine düştü,” dedi burnunu çekerek. “Hatırlamıyor musun?”

“Hayal meyal.” Hatırlıyordum. Koştuğumu ve sonra acıyı, sonra da bir kitabın


sayfalarının arasına kapatılıyormuşum gibi ışığın kayboluşunu hatırlıyordum.

“Uyanıp uyanmayacağından... emin olmadıklarını söylemişlerdi.” Boğazından


bir hıçkırık çıktı ve elini ağzına kapadı.

“Miles nerede? İyi mi?”

“Evet. Evet, tatlım, iyi.”

“Burada mı?”

“Şu anda değil, hayır.”

Nerede olduğunu bilmem gerekiyordu, iyi olduğundan emin olmam gerekiyordu.


“Ne kadardır uyuyorum ben?” “Üç gündür.”

“Anne.” Bunu çoğunlukla şaşkınlıktan söylemiştim. Yüzünden yaşlar akıyordu.

“O kadar korktum ki,” dedi. “Baban bana okula gittiğini söylediğinde seni alıp
eve getirmek istedim ama iyi olacağını söyledi...”

“Onun suçu değildi.”

“Biliyorum.”

“Benim suçum da değildi.”

“Biliyorum, biliyorum.” Gömleğinin koluyla gözlerini sildi. “Seni


suçlamıyorum; tabii ki seni suçlamıyorum. Sadece güvende olmanı istiyorum ve
ben... artık bunu nasıl sağlayacağımı bilmiyorum sanırım.”

Canımın çok yanmamasına özen göstererek dirseklerimden destek alıp dikkatle


doğruldum. Annem mesajı alıp kollarını bana dolayarak beni kendine bastırdı.

Bana Charlie hakkındaki gerçeği söylemesi neden bu kadar uzun sürmüştü?


Bunu düşünmeye dayanamadığı için miydi? Yoksa Charlie etraftayken daha
mutlu olduğum için mi?

Peki, beni hastaneye yatırmak istemesinin sebebi bu muydu? Beni başından


atmak için değil de beni kendimden korumak için, bunu artık kendisi yapamadığı
için miydi?

“Sana... biraz Yoo-Hoo aldım...” dedi nihayet burnunu çekerek uzaklaşırken.


“Buzdolabına koydum çünkü soğuk içmeyi sevdiğini biliyorum...”
Ben de yemeğime zehir koyduğunu düşünüyordum.

Görünüşe göre ağlamak gerçekten can yakıyordu. Gözyaşlarını gözlerimi


acıtıyordu. Yüzüme ateş basarken başımın zonkladığını hissettim.

“Seni seviyorum, anne,” dedim.

Uzanıp alnımdan öptü.

Ertesi gün annem öğle yemeği için odadan çıktığında bek-lenmedik bir
ziyaretçim vardı.

Celia. Odanın köşesinde duruyordu; biraz daha eski haline benziyordu: Sarı
saçlar, kısacık etek, bir kat çilek rengi dudak parlatıcısıyla birlikte kat kat
makyaj.

“Biliyor musun,” diye söze girdim su kabımdan bir yudum içerek, “herkes
tarihin tekerrür ettiğini söyler ama bunun bu kadar gerçek anlamıyla olmasını
beklemiyorum.”

Çenesi kasıldı, elleri yakasını yumruk şeklinde kavramıştı. Konuşması zor


biriydi. Orada durmuş, örtülerin altında birkaç bıçak saklıyormuşum da onu
hedef tahtası olarak kullanacakmışım gibi gözlerini bana dikmiş bakıyordu.

Nihayet, “Nereden bildin?” diye sordu.

“Ben deliyim, duymadın mı?” dedim. “Asıl soru, sen neden kimseye
söylemedin?”

Celia omuz silkti. “Ben... kimsenin umursayacağını düşünmedim. Sadece ilgi


çekmeye çalıştığımı söylerlerdi. Ya da benim hatam olduğunu. Ya da...
bilmiyorum.”

Birden gözüme çok, ama çok yaşlı göründü. “Bundan bıktım. Yanız olmaktan
bıktım. İnsanların bana bakış biçimlerinden ve gördükleri şeylerden bıktım.
Bununla yalnız başa çıkmaya çalışmaktan bıktım.”

“O zaman çalışma,” dedim. “Yardım isteyebilirsin.” “Neden kimse bize bunu


söylemiyor?”
“Çünkü... belki kimse onlara da söylememiştir.” “Benim kötü biri olduğumu
düşünüyor musun?” diye sordu Celia usulca.

“Hayır,” diye cevapladım. “Deli olduğunu da düşünmüyorum.”

Gülümsedi.

Ancak birkaç saat sonra hemşire gelip, “Henüz hiç ziyaretçin olmamasına
hepimiz çok şaşırdık!” dedi.

daha sonra, annem ve hemşire odadayken ziyarete geldi, o yüzden gerçek


olduklarını biliyordum. Şeker, çiçek ve tarih ders kitapları getirdiler. Bilirsiniz,
beni neşelendireceğini düşündükleri şeyler işte. Günün çoğunda yatağımın
etrafında oturup skor tahtası ona çarpmadan önce Miles’ı iterken nasıl bir
kahraman gibi göründüğümü ve spor salonundaki herkesin nasıl paniğe
kapıldığını ve hâlâ haberlerde benden bahsedildiğini detayları ve büyük bir
coşkuyla anlattılar.

Anlaşılan McCoy’un hedefi Miles değildi. Skor tabelası Celia için ayarlanmıştı.
Ona saldıracağımı düşündüğü için oradan çekilmişti. McCoy öfkeden delirerek
Miles’ı boğazlamaya çalışıp Bay Gunthrie tarafından götürülmüştü. Üzerimden
bir yük kalktı. McCoy hata yapmıştı. Tehdit ortadan kalkmıştı.

“Ama neden onun üzerine skor tabelası düşürmeye çalıştığına


inanamayacaksın,” dedi Evan.

“Hani McCoy sürekli Celia’yı odasına çağırıyordu ya?” dedi lan.

“Anlaşılan, McCoy, Celia’nın annesine kafayı takmış,” dedi Theo kısa keserek.
“Ve Celia’nın annesi yıllar önce o tabelanın altında ezilmiş. Ona sahip
olamayınca Celia’yla yetinmeye çalışmış ama Celia onun... beklentilerini kar-
şılayamıyormuş ya da öyle bir şeyler işte. Böylece nihayet, annesinin ölümüne
sebep olan skor tabelasını üzerine düşürerek onu ölümsüzleştirmeye karar
vermiş. Polisler evinde bir sürü suç unsuru buldular. Günlükler, planlar ve
videolar falan. Celia’nın videoları. Celia’yı boğazlamaya çalıştıktan sonra
polisler okula geldiğinde Celia hepimizin önünde her şeyi anlattı. Korkunçtu.”

“Çok acayipti,” dedi Evan. “İki yıldır sürüyormuş ve kimse bilmiyordu. Neden
böyle bir şeyi binlerine anlatmaz ki insan?”
“Belki anlatabileceğini düşünmüyordu,” dedim.

Theo başını salladı. “İnanırım. Ödül töreninden sonra Stacey ve Britney’yle


konuştum; anlaşılan Celia’nın babası birkaç yıl önce tekrar evlenmiş ve üvey
annesi de mezun olur olmaz onu evden sepetlemeyi planlıyormuş, babası da
buna itiraz etmişormuş. Stacey ile Britney, Celia’nın onlara neredeyse hiçbir şey
anlatmadığını söylüyorlar ve onlar onun yegâne arkadaşları.”

“Üvey annesi mi varmış?” dedim.

“Onu birkaç kez gördüm,” dedi Theo. “Kısa, kahverengi saçları var, çok iyi
biriymiş gibi görünüyor ama olmamasına pek şaşırmadım.”

Yıl boyunca Celia ile McCoy’un, Celia’nın annesiyle konuştuğunu gördüğümü


söylediğimde Tucker ve Miles beni bu yüzden mi sıkıştırmamıştı? Üvey
annesinden bahsettiğimi sandıkları için? İletişim eksikliği yüzünden daha kaç
halüsinasyonu fark edememiştim?

“Daha önce kimse nasıl McCoy’dan şüphelenmedi?” diye sordum.

“Kasabada üç kez en iyi müdür seçildi,” dedi Jetta. “Odasında da hiçbir iz


yoktu.”

“Belli ki iz bırakmamakta çok iyi iş çıkarmış,” dedi lan. “Bütün o şeyleri evinde
tutmuyor olsa muhtemelen Celia’nm her şeyi uydurduğunu söyleyecekti. En
azından onu Patronu boğazlamaya çalışmaktan alırlardı yine de.”

Theo ofladı. “Hiç değilse şimdi Celia mahkemede ifade verince ellerinde onu
destekleyecek bir sürü delil olacak.” “İyi olup olmadığını bilen var mı?” diye
sordum.

“İki yıl boyunca bir psikopat tarafından taciz edildi,” dedi Art. “Yani iyi değil.”

Ancak başımın yanındaki dikişleri sökmekle tehdit ettikten sonra bana Miles’ın
ne yaptığını söylediler.

“Bembeyaz oldu,” dedi Art. “Daha önce hiç kimsenin renginin böyle attığını
görmemiştim. Sonra elektriği kesmem için bana bağırdı, koşup skor tabelasını
üstünden
kaldırmaya çalıştı. Elektrik çarpmasın diye onu çekmek zorunda kaldık.

Hepsinin yüzünde birden bir suçluluk ifadesi belirdi.

“Sana yardım etmek istedik,” dedi Theo.

“Bay Gunthrie tam onun üzerine geldi,” dedi Evan. “Sağlık görevlileriyle falan.
Tabelayı kaldırdılar ama Miles hâlâ orada duruyordu ve bir ses çıkarıyordu..

“Ve Bay Gunthrie onu bütün polislerin önünde McCoy’a saldırmak gibi aptalca
bir şey yapmaması için erkekler soyunma odasına kapatmamızı istedi,” diye
bitirdi lan.

Yoo-hoo şişemdeki pipetle uzun bir yudum alarak sakinleşmeye çalıştım.


“Nerede? Onu görmedim. Uyandığımı biliyor, değil mi?”

Tereddütle birbirlerine baktılar.

“O günden beri onu görmedik,” dedi Jetta. “Hiçbirimizi aramadı.”

“Evine uğradık ama kamyoneti yoktu.” Evan, baş sallamakta olan lan ve
Theo’ya baktı. “Ceza aldı ama bunun onu durduracağını düşünmüyordum ben.”

“Yani hiçbiriniz tabela düştüğünden beri onu görmediniz mi?”

Hepsi hayır anlamında başlarını salladı.

Mideme kurşun gibi bir ağırlık çöktü. McCoy’un tehdidi ortadan kalmış
olabilirdi ama Miles için hâlâ bir başka tehdit söz konusuydu.

Benim savaşamayacağım bir tehdit.

Ellerim Sihirli Sekiz Topunu arıyordu. Charlie’yi arıyordu.

Yumuşak, karanlık, sessiz güvenliği. Tek başıma cevaplaya-madığım soruların


cevaplarını. Bu dünyadan kaçıp zihnimin, gerçek olup olmadığını hiç
sorgulamayacağım kadar derinlerine saklanabilmeyi arıyordu.

Ama kendimi Miles için endişelenmekten alamıyordum.

Tucker paltosundan yağmur suyu damlayarak odama daldığında çarşamba -skor


tabelası düştükten altı, uyandıktan üç, hastaneden taburcu olmama karar
verildikten yarım gün sonra- akşamıydı.

“Ah, demek nihayet ziyarete gelmeye karar verdin?” En yeni pastel boya
şaheserimin, bir T-Rex resminin son rötuşlarını yapıyordum. Bana bir şey
hatırlatıyordu ama tam

olarak ne olduğunu çözemiyordum. “Gelmenin bu kadar uzun zaman alacağını


düşünmezdim.”

“Alex.”

Ses tonu beni yakalamıştı; tekrar başımı kaldırıp baktım. “Ne? Ne oldu?”

“Miles. Bence aptalca bir şeyler çeviriyor.”

Bacaklarımı yatağın kenarından sarkıttım ve annemin getirdiği ayakkabıları


aradım. “Onunla konuştun mu? Ne dedi?”

“Okula gelmiyor.” Tucker’ın kelimeleri kısa ve hızlı çıkıyordu ağzından.


“Buraya gelmeden biraz öncesine kadar da onu görmedim. Benim evimdeydi;
gerçekten delirmiş gibiydi; sanki biri onun peşindeymiş gibi. Özür diledi. Ama
sürekli dili sürçüyordu.”

Ayağa kalkıp Tuckerın elini tuttum ve onu kapıya doğru çektim. “Başka?” Kapı
aralığından dışarı baktım.

“Senin... senin iyi olduğundan emin olmamı istedi. Kendisinin gelemeyeceğini


söyledi.”

Midemi delik deşik eden görünmez testereleri dikkate almadım. “Paltonu bana
ver.”

“Ne?”

“Paltonu bana ver. Beni buradan gizlice çıkaracaksın.” “Ama yaralısın!”

“Bir bacağım olmasa da umurumda değil, Tucker. Miles’ın evine gidiyoruz ve


bizi sen götürüyorsun. Paltonu ver bana.” Verdi. Paltoyu giyip fermuarını
sonuna kadar çektim. Saçlarımı toplayıp kapüşonu üzerine geçirdim.
“Yolu göster,” dedim.

Çevre kontrollerim faydalıydı ama bizi hastaneden çıkaran Tucker’ın tıp


jargonuna hâkimiyetiydi.

Beni dışarı çıkardığı için ona borcumu asla ödeyemeyeceğimi biliyordum.


Miles’la birlikte olduğumu öğrendiğinde benim için endişelendiği için ona
teşekkür edememiş, aksine sinirlenmiştim. Yağmurdan sırılsıklam olmuş park
yerinde koşup Tucker’ın SUV’una bindik ve sokağa çıktık. Neler olduğunu
düşündüğümü bana sormadı. Eskiden Miles’la arkadaştılar. Muhtemelen o da
biliyordu.

Yoğun yağmur yüzünden Hannibal’s Rest’i göremi-yordum ama evimizin


sokağını geçtiğimizi fark etmiştim çünkü Zümrüdüanka dur işaretinin üstüne
tünemişti; kırmızı tüyleri yağmurda parlıyordu. Lakeview Trail’in girişinden
döndük. Tucker, Miles’ın evinin önüne park etti. Araba yo-

lunda Miles’m kamyonetini gördüm ama daha önce orada olan Mustang yoktu.

“içeri girmemiz lazım.” SUV’dan indim.

“Ne?”

“Eve giriyoruz! Haydi.”

Birlikte çitlerden atlayıp ön bahçeye girdik. Ohio’nun dışarıda olmamasını ya da


bu yağmurda kokumuzu almamasını ve sesimizi duymamasını umuyordum.
Canavar köpek ikimizi de paramparça ederdi. On kapı sımsıkı kapalıydı ve ilk
katın ışıkları yanmıyordu ama yukarıda bir lamba yanıyordu.

Tucker ı köpek kulübesine doğru çekiştirirken Rottweiler ın kocaman siluetini


görünce donup kaldım; belli ki uyuyordu. Ama Ohio’nun durgunluğunda doğal
olmayan bir şey vardı.

Kollarımdaki tüyler ürperdi. Buydu; o gece bu geceydi. Köpek kulübesinin


üstüne çıkıp o gece Miles’m evden çıkarken yaptığını gördüğüm gibi boruya
uzandım. Garip açılarda çıkıntı yapan, tutunmak ve üzerine basmak için
mükemmel olan tahta parçalarıyla güçlendirilmişti. Onları Miles yerleştirmiş
olmalıydı. Tırmanmanın sırrı bütün vücudumu yakan sızılara yenik
düşmememekte yatıyordu.

Dakikalar içinde Tucker da ben de yağmurdan sırılsıklam olmuş veranda


pergolasının üzerinden ışığı yanan odaya doğru gidiyorduk.

Pencere, parmaklarımı sokup kaldırabileceğim kadar aralıktı. Tucker’la


kendimizi içeri attık.

Küçük detayları fark etmeye başladım: Dolaplardan taşan defterler; şifoniyerin


üzerinde duran, bir kısmı kırılmış gibi kenarı ufalanmış Berlin Duvarı parçası;
duvarlara yazılmış kelimeler. Komodininin üzerinde bir fotoğraf çerçevesi
duruyordu. Tıpatıp Miles’a benzeyen, bir kaşı kalkık, üzerinde bir pilot çekeriyle
II. Dünya Savaşı dönemine ait bir savaş uçağının yanında duran bir adamın siyah
beyaz bir fotoğrafı vardı içinde.

“Burada değil,” dedim. “Evin kalanını aramamız gerek.”

“Ya Cleveland ne olacak?” diye sordu Tucker.

“Bence o gitmiş. Arabası yok.”

Tucker pek emin görünmüyordu.

“Haydi.” Kapıya doğru yürüyüp açtım. Keskin bir koku suratıma çarptı ve
Miles’ın odasının ne kadar kendisi gibi nane ve hamurişi koktuğunu fark ettim.

Tucker peşimden hepsi de açık kapıların dizili olduğu dar koridora çıktı. Yağmur
ve rüzgâr dışarıda uğulduyordu. Burası o kadar soğuk, o kadar hüzünlüydü ki
Miles ın burada nasıl yaşayabildiğini merak ettim. Tucker koridorun diğer
tarafına, ilk kata inen bir merdivenin bulunduğu yöne doğru gitti. Merdivenlerin
üzerinde tek bir lamba, siyah saçlarının üzerinde bir hale oluşturuyordu.

Derin bir nefes aldı. “Ah, olamaz.”

“Ne?”

“Ah, olamaz, Alex, olamaz.” Basamakları ikişer ikişer inmeye başladı.


Merdivenin başına koşup aşağı baktım.
Miles merdivenin dibindeki duvara yaslanmış oturuyordu.

Bir an merdivenlerin tepesindeyken bir an sonra aşağıdaydım. Tucker çoktan cep


telefonunu çıkarmış 911 operatörüyle konuşuyordu. Miles’ın yanma çömeldim,
ona dokunmak istiyordum ama hissedeceklerimden korkuyordum. Kan yavaşça
gözlüğünün üzerine akıyordu; bir kulağından sarkana dek, fazladan ağırlık
gözlüğünü aşağı çekiyordu. Soğuk mu olacaktı? Çevresindeki ev gibi ölü ve
boş? Bu gerçek olamazdı. Bütün bunlar halüsinasyondu. Yeterince çaba
gösterirsem atlatabilirdim.

Ama yapamadım. Ve gerçekti.

Titreyen elimi kalbinin üstüne koydum. Bir şey duyamadım. Kulağımı göğsüne
dayayıp gözlerimi kapadım ve hayatımda ilk kez, hangi tanrı beni dinliyorsa ona
ciddi ciddi dua ettim.

Gitme. Gitme.

Sonra sesi duydum. Ve o nefes alıp verirken göğsünün belli belirsiz kalkıp
indiğini hissettim.

Tucker beni geri çekti.

“Nefes alıyor mu?” diye sordum. “Gerçekten nefes alıyor

mur

“Evet,” dedi Tucker, “Evet, nefes alıyor.”

Sağlık görevlileri gelip Miles’ı evden bir sedyeyle çıkarır-larken evin


merdivenlerinde oturduk. Polisler Cleveland’in arabasını fazla uzak olmayan bir
yerde, bir ağaca toslamış halde ve Cleveland’i de sarhoş sarhoş dolanırken
bulmuşlardı. Bağlantıları kurmak zor değildi.

Tucker beni hastaneye geri götürdü. Neyse ki kimse bana bağırmadı ama birkaç
dikişimi patlatmıştım, kan basıncım yükselmişti ve ciddi bir oda hapsiyle
hastanede birkaç gün daha kazanmıştım.

Benim için sakıncası yoktu. Çünkü ertesi sabah bir oda arkadaşım oldu.
Bay Istakoz. Sizce saçlarım Komünist kırmızısı mı yoksa sizin kırmızıdan mı?”

Sabah güneşi zemin karoları ve beyaz yatak nevresimlerinin üzerine vuruyor,


odaya ılık bir hava veriyordu. Pencerenin altındaki makinelerin sesi yatağın
yanındaki monitörlerin biplemesini bastırıyordu. Bunun dışında tek duyulan,
koridordan ara sıra gelen ayak sesleri ve bir yerlerde çalışan televizyonun
sesiydi.

“itfaiye arabası.”

O kadar kısık sesle söylemişti ki zar zor duymuştum. Başta uyanık olduğundan
bile emin değildim; gözleri güçlükle açıldı ama dudaklarını yaladı.

“itfaiye arabası,” dedi tekrar, biraz daha yüksek sesle. “Çilek, dur işareti, uğur
böceği, domates, lale...”

Yavaşça kolunu uzatıp komodini aradı. “Gözlük.”

Gözlüğü bendeydi; işaretparmağımdan sallanıyordu. Nazikçe elini tutup


gözlüğünü avcuna koydum. Bir süre beceriksizce gözlüğünü tutmaya çalıştıktan
sonra nihayet takabildi. Birkaç kez göz kırpıp tavana baktı.

“Öldüm mü?”

“Neyse ki hayır. Pek heveslisi olduğunu biliyorum ama işe yaramadı.”

“Hani iyiler fazla yaşamıyordu?” dedi sesi çatlayarak. Yüzümün sol yanma
çiviler saplanıyormuş gibi hissetmeme sebep olsa da gülümsedim.

“Biz iyi değiliz, unuttun mu?”

Kaşlarını çatıp doğrulmaya çalıştı, inleyerek yatağa geri düştü.

“Tanrım... ne oldu?”

“Dayak yedin ve merdivenlerden yuvarlandın. Ne yaptığını açıklamak ister


misin?”

“Pek hatırlamıyorum. Kızgındım..

“Evet, o kadarını tahmin etmiştim.”


“Öyle olmaması gerekiyordu. Onu ben kışkırttım.” Etrafa bakındı. Diğer yatağı
gördü. “Sen de mi bu odadasın?” Başımı salladım. “Birileri bizi seviyor.”

Bana bakmak için, suratını ekşiterek başını dikkatlice çevirdi. “Yüzün.”

Tekrar gülümsedim; ne zaman fark edeceğini merak ediyordum.

“Sadece sol tarafı,” dedim. “Doktor bütün camları çıkardı. Şişlik ve kızarıklık
gidince eskisi gibi görüneceğimi söyledi. Sadece bolca yara iziyle birlikte.”

Miles kaşlarını çattı. “İyi misin?”

“Harikayım,” dedim. “Sarsıntı, elektrik çarpması, yara bere... üstesinden


gelemeyeceğim şeyler değil, güven bana. Kendin için endişelenmelisin asıl,
insanları kendinden uzak tutmayı sevdiğini biliyorum ama bu olaydan sonra
hayran kitlen bile olabilir.”

“Neden bahsediyorsun?” diye sordu tekrar dudaklarını yalayarak. “Hiç su var mı


burada?”

Hemşirenin daha önce getirdiği suya uzandım. O suyunu içerken, Miles ı


merdivenlerden fırlattıktan sonra Cleveland’e ne olduğunu anlattım.

“Onu yakaladılar. Çok kızmıştı. Sanırım ona yardım edeceklerini falan


sanıyordu çünkü onlara nerede yaşadığını ve ne olduğunu kelimesi kelimesine
anlattı. Evinizin önünde zaten bir ambulans duruyordu ve gerisini de çözdüler.”
Duraklayıp bacaklarımı altıma kıvırdım. “Her neyse, Cleveland nezarethanede.
Uç şahit ifade vermeye hazır olana kadar mahkemeye çıkarmayacaklar.”

Miles bir şey daha söylemek için ağzını açtı ama sonra gülümseyip başını
salladı. Hissettiklerim için, bu rahatlama, sevinç ve huzur karışımı his için bir
kelime bulmaya çalıştım ama hiçbir şey bulamadım.

Kelimelerle onun arası iyiydi; benim değil.

Birkaç dakika sonra hemşire gelip Miles’ın bandajlarını kontrol etti ve nasıl
hissettiğini, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu.

“Eh, istersen arkadaşların içeri gelebilir sanırım?” dedi hemşire.


1

“Kim?..”

“Hemşire içeri gelin mi dedi?” Jetta kıvırcık saçlı başım kapıdan uzatıp içeri
bakındı. Kulübün kalanı da arkasından görünüyordu.

“Fazla gürültü yapmayın,” dedi hemşire. Kulüp içeri akın ederken hemşire
kapıdan çıkıp gitti.

“Selam, Patron!”

“Mein chef.”

“Bok gibi görünüyorsun!”

Miles yatağının başında toplanan Art, Jetta ve üçüzlere bakıp kaşlarını çattı.

“Siz ne yapıyorsunuz burada?”

“Biz senin arkadaşlarınız,” dedi Theo usulca, bir çocuğa temel bir bilgi verirmiş
gibi.

“Senin için endişelendik.”

“Gördün mü?” dedim. “Seni seviyorlar işte.”

“Sevmekten bahseden kim?” dedi Evan.

“Evet, seni sevdiğimizi söylemedik,” dedi lan gülümseyerek. “Sadece ölmemeni


tercih ediyoruz.”

“Korkusuz liderimiz olmasa halimiz ne olurdu?” diye ekledi Theo.

“Okuldan nasıl çıktınız?” diye sordu Miles.

“Gitmedik,” dedi Art. “Zor olmadı.”

“Siz ikiniz neredeyse kahraman oldunuz,” dedi Theo. “Hikâye bütün gazetelere
çıktı. Gönderilen hediyeleri gördünüz mü?” Pencerenin kenarındaki kart ve çiçek
yığınlarını işaret etti. Hikâye yayıldığından beri saat başı geliyorlardı.
“Hâlâ neden hediye gönderdiklerini anlayamıyorum,” dedi Miles sert bir şekilde.

“Annen,” dedi Theo. “Bize hikâyeni anlattı; okulda neden o işleri yaptığını,
neden sürekli çalıştığını.”

“Neden bize hiç söylemedin ki?” diye sordu lan ama Miles onu duymuşa
benzemiyordu. Jetta’nın arkasına, kapıya bakıyordu.

“Anne.”

June kapıya yaslanmış, iki eliyle birden büyük bir çanta tutuyordu; donakalmış
gibi bir hali vardı. Birkaç adım içeri girdi. Bunun yıllardır Crims...
Woodlands’ten ilk dışarı çıkışı olup olmadığını merak ettim. Sadece Miles’ı
ziyaret etmek için mi çıkabildiğini. Hepimiz onun arkasına geçtik.

Kapıdan çıkıp içeri baktım. June, Miles’a sımsıkı sarılıp ileri geri sallanıyordu.
Miles’ın yüzünü göremiyordum ama güldüğünü, ağladığını ve June un tişörtüyle
boğulan birtakım sözcükler sarf ettiğini duyabiliyordum. Bir dakika sonra şık
giyimli bir kadın yanımızdan geçerek odaya girdi. Onun Miles ve June’u her
şeyin yoluna gireceğine dair temin ettiğini duyacak kadar bekledikten sonra
koridora döndüm.

Diğer herkes bekleme odasına giderken üçüzler yiyecek bir şeyler almaya gitti.
Ben de onlarla gittim; anne babam dışarıda bir yerdeydi ve olup bitenleri onlara
anlatmak istiyordum.

Onları bulmak için kattan ayrılmama bile gerek kalmamıştı. Küçük, ıssız
bekleme odasında, doktorum ve Mezar Kazıcı dışında bir başlarına
oturuyorlardı. Sesleri gergin ve sertti. Endişe mideme oturdu. Koridordan
geldiğimi görmemişlerdi, ben de sırtımı duvara yapıştırıp yaklaşarak köşeye
geçtim.

“Şu noktada başka seçeneğimiz olduğunu sanmıyorum.” Bunu söyleyen Mezar


Kazıcıydı; bana ne olacağı konusunda söz sahibiymiş gibi.

“Düştüğünü nasıl anladı ki?” diye sordu annem. “Eğer...” “Ama müdürün
tabelanın bağlantılarını gevşettiğini söylüyorlar,” dedi babam. “O kızın üzerine
düşürmeye çalışıyormuş. Lexi’nin bununla hiçbir ilgisi yok; sadece tepki
veriyordu.”
“Yine de...” Lanet olsun sana, Mezar Kazıcı. Kapa şu çeneni. “Bu olay onu daha
iyi yapmayacak. Dengesi yerinde değil. Bütün yıl kötüleşmesini izledim.”

“Ama biz de onu izledik,” diye zorladı babam. “İyi şeyler de oldu. Başa çıkıyor.
Arkadaşları var. Hatta erkek arkadaşı bile var. Ondan bunu almak bana doğru
gelmiyor.”

“Bence Leann haklı olabilir, David,” dedi annem. Mezar Kazıcı tekrar söze
girdi. “Profesyonel görüşüme göre bu kritik bir dönem ve güvende olması, tekrar
kontrol kazanabileceği, müşahede altında tutulacağı bir yerde olması gerek. Onu
kısıtlamaktan bahsetmiyorum ve destek sistemini güçlendirdiğine sevindim.
Ama bu gerçekleri değiştirmiyor.”

Daha fazla dinlemeye katlanamadım. Odama döndüm; avukat çıkıp gitmiş ama
Miles ile June hâlâ gülümsüyordu.

“Alex, tatlım, işte buradasın!” June eliyle beni yanına çağırdı. “Gel biraz otur;
konuşacak çok şeyimiz var!”

“Biraz yorgun hissediyorum. Sanırım biraz uyuyacağım,” dedim.

“İstediğin kadar dinlen.” June sıcacık gülümsedi. “Sonra konuşacak bol bol
vaktimiz olacak.”

Kendimi yatağa atıp örtüyü üzerime çektim; yüzüm ve yan tarafım hâlâ acıyla
yanarken gerçekten ne kadar vaktim olduğunu merak ettim.

Çünkü bu durumdan ve ondan ne kadar nefret edersem edeyim, Mezar Kazıcı


haklıydı.

Gecenin bir yarısı uyandım. Kanlı Miles yatağın ucunda duruyordu; mavi
gözlerinde delici bakışlarla, çillerinden kan sızıyordu. Kan kırmızı saçları ve
yüzünün yanında bir sürü kesik izi olan, gözleri onunkiler kadar kocaman bir kız
onu tutuyordu. Uzun süre durup bana baktılar. İkisi de bir şey söylemedi ama
ikisi de kan lekeli dişlerle gülümsüyordu.

Sonra uyandım. Hâlâ geceydi. Miles defterine bir şeyler yazıyordu. Sırtüstü
dönüp doğrulduğumda bana baktı.

“Daha iyi misin?” diye sordu gülümseyerek.


“Hayır, pek değil.”

Defterini kapayıp kucağına koydu. “Buraya gel.”

Yavaşça yatağının kenarına oturup bacaklarımı onunkilerin yanma kaldırdım ve


başımı omzuna yasladım. Kolu bedenimi sardı.

Dünya bomboştu. Bu yıldan çıkarılacak ders neydi? Lise son sınıf, bütün o
üniversite başvuruları... Hillpark’tan sonra hastaneye yatsam daha mı iyi olurdu?
İtiraz eden tek kişi bendim. Yapabileceğimi söylemiştim; kontrol altına
alabileceğimi. Annemle babamın suçlanabileceği tek şey bana fazla
güvenmeleriydi.

Miles sabırla, saçlarımı geriye doğru okşamakla ilgileniyormuş gibi yaparak


bekledi.

“Annemle babam beni... o hastaneye gönderiyorlar. Bunu konuşurlarken


duydum.”

“Ama yaşın yeterince büyük; senin adına karar veremezler,” dedi usulca,
“istemiyorsan gitmek zorunda değilsin.” Sonra ben onları tutamadan,
gözyaşlarını yüzümü yakarak süzüldü. “İstemiyorum,” dedim. “Ama sanırım
gitmem gerek. Kendi başıma ayırt edemiyorum. Artık edemiyorum.”
Gevelemelerimden hiçbir şey anladığından emin değildim ama kolu beni daha
sıkı sardı ve başımın yan tarafını öptü. Bir şey söylemedi. Beni aksine ikna
etmeye çalışmadı.

O, akvaryumdan kaçmıştı. Ben kaçabilecek miydim, bilmiyordum.

Daha sonra, sakinleştiğimde Miles yatağın kenarına eğilip sırt çantasını aldı.
Fermuarını açıp içinden birkaç şey çıkardı.

“Defterine bakabilir miyim?” diye sordum.

Kaşını kaldırdı. “Niçin?”

“Öylesine.”

Defteri uzattı. Çoğu Almancaydı ama İngilizce olan kısımlar da vardı. June’un
adı sayfalara dağılmıştı.
“Neden annenin kızlık soyadını kullanıyorsun?” diye sordum.

“Nereden bildin?”

“Tucker’la kütüphanede Scarlet’ı araştırırken bir makalede June’dan


bahsediliyordu. Okul birincisi oymuş.”

“Ah. Evet. Almanya’ya gittiğimizde onun soyadını kullanmaya başladık.”

“Ah.” Bundan daha fazla açıklama yapma gereği duymadı. Birkaç sayfayı daha
çevirip, “Bir itirafım var; ben bunu okudum,” dedim.

“Ne? Ne zaman?”

“Ee... Erwin öldüğünde, sen beni eve bırakırken. O kâğıtları teslim etmek için
okula girdin ve ben de biraz karıştırdım.”

“Neden söylemedin?” diye sordu ama defteri elimden almadı. Omuz silktim.
Köprücükkemiğime bir acı saplandı.

“Eh, tabii ki baktığımı bilmeni istemiyordum. Pek affedecek birine


benzemiyordun.” Birkaç sayfa daha çevirdim. “Bu Almanca kısımlar ne?”

“Günlük yazıları,” dedi. “Başkalarının okumasını istemedim.”

“Eh, aferin,” dedim. “Ama diğer defterde birkaç kez adıma rastladım.”

“Ah, evet,” dedi tekrar gülerek. “Evet, okulun ilk günü biraz canım sıkkındı.
Senin doğru kişi olduğunu düşünmemiştim. Aptalcaydı ama sanırım başta sen
olduğunu düşünmemiştim çünkü hiç hayal ettiğim gibi davranmamıştın.” “Hah,
üzgünüm. Ben de senin için aynı şeyi düşündüm.” Son sayfaları çevirdim.

Çocukken sevdiğini sonsuza dek seversin.

“Sanırım sen benim hayal gücümde bir ilerlemeyi temsil ediyorsun,” dedim
sayfaları tekrar çevirerek.

“Sen de,” dedi. “Benim hayal gücüm -yani sahip olduğum azıcık hayal gücü-
gerçeği pek karşılamıyor.”

“Katılıyorum,” dedim. “Gerçek çok daha iyi.”


Bir kez daha geri dönme şansım oldu. Belki şimdilik bü-

tün deliliğimden kurtulduğumu düşünüyorlardı. Belki bana acıyorlardı. Belki


VVoodlands’e gitmeyi kabul ettiğime göre gerçekten sandığımdan daha çok
kontrole sahiptim. Her ne sebepleyse mezuniyet için okula dönmeme izin
verdiler.

Tabii ki bazı şartları vardı. Birincisi; törene katılmama izin yoktu ama
oditoryumun kapısında durup izleyebilecektim. İkincisi; sürekli iki yanımda
duran Woodlands görevlileri (namıdiğer önlüklü eşkıyalar) olmak zorundaydı.
Tabii ki tören biter bitmez beni VVoodlands’e götüreceklerdi ama bu sırada bu
kadar tehditkâr görünmek zorunda mıydılar? Uçüncüsü en kötüsüydü: McCoy
olayı yüzünden ve okul komitesi daha fazla sorun çıkmasına engel olmak
istediği için arabadan bilek bantlarım olmadan çıkmama izin ve-

rilmiyordu. En azından onları gizlemek için uzun kollu tişört giymeme izin
vermişlerdi. Lanet hastaneye gitmemin tek sebebi, buna benim karar vermiş
olmamdı; insan biraz daha nazik olacaklarını sanıyordu.

Oditoryuma geldiğimizde herkes yerine oturmuştu. Ebeveynler ve başka


akrabalar podyumun iki yanma dizilmişti. June’u kumral saçlarındaki altın
haleden tanıdım. Sınıf arkadaşlarım orta kısımda oturuyordu. Hepsi de East
Shoalun mezuniyet yeşiline bürünmüştü. Podyum parlak ışıklara boğulmuştu.
McCoy’dan boşalan müdür pozisyonunu Bay Gunthrie devralmıştı; gri takım
elbisesi onu bir golem gibi gösteriyordu. Bay Gunthrie’nin sihirle hareket
ettirildiğine kesinlikle inanırdım.

Yanında da çoğu kımıldanıp duran dört öğrenci işleri görevlisi duruyordu.


Tucker gözlükleri ışıktan parıldayarak sınıf haznedarının yanında durmuş,
konuşmasının yazılı olduğu kâğıdı ellerinde acımasızca eziyordu. Miles da
oradaydı; okul birincisinin altın kuşağı omzuna asılıydı. Ellerini göğsünde
kavuşturmuş, gözlerini podyumun kenarında bir yere sabitlemişti.

Bay Gunthrie töreni her zamanki gürleyen sesiyle başlattı. Işıklar ben artık
oditoryumda insanları ayırt edemez hale gelene kadar kısıldı.

Sınıf başkanı ayağa kalkıp konuşmasını yaptı. Başkan yardımcısı birkaç cümle
söyledi, müzik grubu okul şarkısını çaldı ve Bay Gunthrie isimleri anons etmeye
başladı. Once dereceye giren öğrenciler çıktı. Miles, Bay Gunthrie’nin elini
sıkarken kahkaha atmamak için dişlerimi sıkmak zorunda kaldım; bulunduğum
yerden Miles ın pişmiş kelle gibi sırıttığını ve Bay Gunthrie’nin de karşılığında
ona sert bir bakış attığını görebiliyordum.

ismim söylendiğinde topuklarımın üzerinde ileri doğru sallandım; için


sızlıyordu. O diploma için çok çalışmıştım...

Görevlilerden biri beni kapüşonumdan tutup nazikçe geri çekti. Homurdanıp


topuklarıma basarak sınıf arkadaşlarım mezun olurken öylece durdum.

Evan ve lan diplomaları karışmış gibi yaptıktan sonra aynı anda Bay
Gunthrie’nin elini sıkmaya çalıştılar. Theo ikisini de podyumdan çekip almaya
hazırlıklı görünüyordu. Art da yan yana durduklarında Bay Gunthrie’nin büyük
bir çakıltaşı gibi görünmesine sebep oldu.

Sonra Bay Gunthrie hariç herkes yerine oturdu. “Törene başlamadan önce,
birkaç veda sözümüz daha var. îlki okul İkinciniz Tucker Beaumont’tan
geliyor.” Oditoryumda küçük bir alkış yankılandı. Tucker kıpkırmızı yüzüyle
kürsüye çıktı.

içim gururla doldu. McCoy’un evine girmeye karar veren, Finnegan’daki


kargaşaya katılan ve Miles’ı eve getirmemize yardım eden Bay Cıvık Patates
Salatası. Beni yaptığını her şey için affeden. Onun gibi bir arkadaşı hak
ettiğimden emin değildim ama arkadaşım olduğu için mutluydum.

Bir saniye mikrofonunu ayarlamak ve konuşma kâğıdını düzleştirmekle


uğraştıktan sonra boğazını temizledi ve etrafındaki insanlara baktı.

“Sanırım klişe bir şeyle başlayacağım,” dedi. “Başardık!” Oditoryum heyecan ve


zafer çığlıklarıyla yankılandı.

Tucker gülümsedi. “Tamam, şimdi bunu aradan çıkardığımıza göre, sanırım


hepimizin geçirdiği en çılgın okul yılı olduğunu söylemek yanlış olmaz.”
Miles’a baktı; Miles sadece bir kaşını kaldırdı. “Her anında orada olmasanız bile
her şeyi duydunuz. Yine de bir parçasıydınız. Ve atlatmayı başardınız. Ve
gerçekten, tavan döşemelerinden çıkan bir pitonla baş edebiliyorsanız, neredeyse
her şeyle baş edebilirsiniz.”

Kahkahalar yükseldi. Tucker gözlüğünü düzeltip derin bir nefes aldı.

“insanlar gençlerin kendilerini ölümsüz sandığını söylüyor ve ben de buna


katılıyorum. Ama ben ölümsüz olduğunuzu sanmak ile hayatta kalabileceğinizi
düşünmek arasında bir fark olduğuna inanıyorum. Hayatta kalmak, başınıza
olabilecek en korkunç şeylerin gelmesi ve buna rağmen hayatınıza devam
edebilmek demektir. Erişilmez göründüğünde, her şey size karşı geliyormuş gibi
göründüğünde bile en çok istediğiniz şey için çabalamak demektir.

Ve bununla baş ettikten sonra atlatıyorsunuz. Ve yaşıyorsunuz.”

Oditoryum yine gürledi ve Tucker gümüş okul İkincisi püsküllerini çevirerek


yerine geçerken gülmemeye çalıştı. Ben de gülmemeye çalışıyordum. Hayatta
kalmayı başaranlar. Buradan canlı çıkmayı başaran insanlar için daha iyi bir
ifade olabilir miydi?

Bay Gunthrie alkış ve tezahüratın dinmesini bekledi ve sonra, “Baylar bayanlar,


okul birinciniz, Miles Richter,” dedi.

Oditoryumdaki ani sessizlik, öncesindeki sağır edici gürültüyle daha da


vurgulanmıştı. Kimse alkışlamadı. Bunun korktukları için mi, kızgın ya da
şaşkın oldukları için mi olduğunu bilmiyordum.

Miles ayağa kalkıp tıpkı Tucker gibi etrafına bakındı ama o bunu yaparken
kıpırdanmıyordu. Parmakları kürsünün ahşap yüzeyine vuruyordu. Pat, pat, pat,
pat. Bay Gunthrie yüksek sesle boğazını temizledi ama Miles sessiz kaldı.

Miles kapıya, durduğum yere baktı. Gülümsedi.

“Çoğunuzun benim ağzımdan çıkacak hiçbir şeyi duymak istemediğini


biliyorum,” diye başladı. “Ve kalanınızın da bunu gerçekten istediğini. Ayrıca
bu iki şeyin, hepinizin ilgiyle dinlediğiniz anlamına geldiğini de biliyorum.
Benim istediğim de tam olarak bu.

“James Baldwin, ‘Bir toplumun yarattığı en tehlikeli şey, kaybedecek bir şeyi
olmayan insanlardır,’ der.” Miles iç çekip mezuniyet kepini başından çekti. Bir
an için kepe baktı, sonra podyumun kenarına fırlattı. Arkasında duran Bay
Gunthrie’nin yüzü mosmor oldu. “Hep bu şeylerin gülünç göründüğünü
düşünmüşümdür,” diye homurdandı Miles mikrofona. Kalabalıktan, şaka yapıp
yapmadığından emin olamıyorlarmış gibi birkaç tereddütlü kıkırdama duyuldu.
Sonra Miles, “Uzun bir süre için kaybedecek bir şeyim yoktu. O tehlikeli yaratık
bendim. Çoğunuz muhtemelen benim bir pislik olduğumu düşünüyorsunuz,
biliyorum,” -tekrar bana baktı- “ve haklısınız. Öyleyim. Arabaları kırıp döken,
hayvanları öldüren türden değil ama iddialı, kibirli pisliğin

tekiyim. Hepinizden daha iyiyim çünkü daha zekiyim. Daha zeki ve ne yapmak
istediğimden daha emin.”

Miles’ın bu konuşma için ne tür talimatlar aldığından emin değildim ama Bay
Gunthrie’nin yüzünün rengine bakılırsa onları sonuna kadar duymazdan gelmişe
benziyordu.

“En azından eskiden öyle düşünüyordum,” diye devam etti. “Aslında hâlâ biraz
öyle düşünüyorum. Ben... değiş-memeyi öğreniyorum çünkü dürüst olmam
gerekirse, bu halimi seviyorum. Yaptıklarımı değil ama kim olduğumu. Evet...
kontrol altında tutmayı öğreniyorum? Duygularımı yönlendirmeyi. Hüsranımı
kontrol etmeyi. Her ne deniyorsa, işe yarıyor. Artık kendimi o tehlikeli varlık
gibi hissetmiyorum. Burada yaptığım şeyleri yapmak için bir nedenim yok artık.

“Mağdur ettiğim herkesten özür dilerim. Hangi sebeple ne yaptıysam, özür


dilerim. Meine Mutter,” Cliff’in koltuğunda kıvrandığını hayal ettim, “Bana her
zaman özür dilemenin kibarlık olduğunu öğretti.”

June un suratına yayılan aydınlık gülümsemeyi hayal edebiliyordum.

“Birkaç şey daha söylemek istiyorum, ilki, muhteşem okul İkincimize.” Dönüp
Tucker’a hitap etti. “Sana söylediklerimde ciddi değildim. Sen en yakın
arkadaşımdın ve ben bunu mahvettim. Daha iyisini hak ediyordun.

“İkincisi East Shoal Lisesi Eğlence Amaçlı Sporu Destekleme Kulübü’ne.


Sanırım siz olmasaydınız uzun zaman önce kendimi öldürürdüm.”

Muhtemelen ne kadar ciddi olduğunu anlayanlar yalnızca bizlerdik.

“Üçüncüsü, hepinize... Eskiden hepinizden korkuyordum. Doğru bu. Ne


düşündüğünüzü ve beni incitmek için yapabileceklerinizi umursuyordum. Eh,
artık umursamıyorum. İkincisi için yumruklaşmada ne kadar ileri gidiyorsunuz
bir bakın; birincisi içinse şunu bir deneyin: Ben Alexandra Ridgemont’a âşığım
ve ne düşündüğünüz umurumda değil.”

Tekrar bana baktı ve dünya ayaklarımın altında sağlamlaştı.


“Başka bir şey daha var gibi geliyor ama tam olarak hatırlayamıyorum...”
Parmaklarını kürsüye vuruyordu. Omuz silkip yerine döndü... sonra ellerini
birbirine vurup, “Ah, tabii ya!” dedi. Geri dönüp mikrofonu kendine çekti ve
“Fickt euch!” dedi.

Öğrenci denizinin içinde bir yerden Jetta ellerini havaya kaldırdı ve, “Mein
chef!” diye bağırdı.

Diğer herkesin nerede tezahürata başladığını fark etmedim -Miles’m


söylediğinin muhtemelen kaba bir şey olduğunu anlayınca mı?- ama sesleri
zemini salladı.

Bay Gunthrie belki de Miles’ı podyumdan çekmek için ayağa kalktı ama Miles
son anda kaçıp podyumun kenarından koltukların arasındaki yola girdi.
Görevliler beni koridora geri çekti. Oditoryumun kapılarının tekrar açıldığını
duydum ama biz dışarıda, soğuk havada duruyorduk ve Miles bize yetişti.

“Durun!”

“Sadece onunla konuşmak istiyorum!” dedim omzumun üzerinden Miles’a


bakarak. “Lütfen. Kaçmaya falan çalışmayacağım.”

Görevliler birbirlerine ve sonra bana baktılar. “İki dakika,” dedi biri. “Kimse
dışarı çıkmadan gitmemiz gerek.” “Tamam. Anladım.”

Kollarımı bıraktılar. Dönüp Miles’a kadarki kısa mesafeyi koşar adım kat ettim.

“Gelmene izin vereceklerini düşünmemiştim,” dedi. “Çok ikna ediciyim.”

Güldü ama sesi inandırıcı değildi. “İyi öğretmişim.” “Şaka mı yapıyorsun? İşleri
senin yönteminle halletsem çoktan bir yerlere kapatılmıştım.”

Miles buna bir şey söylemedi ama uzanıp yüzüme dokundu; hâlâ yaralı olan
tarafına. Elini tuttum.

“Ne zaman bu kadar duygusal oldun sen?” diye sordum. Ama beni
dinlemiyordu. Bileğimdeki bantlara ve aralarında şıngırdayan metal kopçaya
baktı. “Sadece önlem,” dedim o daha soramadan. “Buraya gelebilmek için
takmam gerekiyordu. Anlaşılan okul gelmemi kabul edecek kadar duygusalmış
ama bir mahkemeyi göze alacak kadar değilmiş.” “Bu hoşuma gitmedi,” dedi.
“Eh, aramıza hoş geldin.”

“Ne zaman gidiyorsun?”

“Bu akşam. Şimdi, aslında. Bu sabah gidecektim ama okul buraya gelmeme izin
verince ertelediler...”

Alnındaki kırışıklık derinleşti.

“Bekleyeceğim bir şey de yok nasılsa.”

“İyi. Yarın seni ziyarete gelirim.”

“Woo-Woodlands’e mi?”

Kaşı kalktı. “Ne, benden o kadar kolay kurtulacağını mı sandın? Şimdiye kadar
bunu anlaman gerekirdi; bir ha-mamböceğinin dayanıklılığı var bende.”

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Eminim yapacak daha iyi


şeylerin vardır.”

Omuz silkti. “Aklımda birkaç iyi fikir var ama bekleyebilirler.”

“Gitmemiz gerek!” diye seslendi görevlilerden biri. Anladığımı göstermek için


ellerimi salladım, sonra Miles’a döndüm.

“O zaman...” Bir adım öne çıkarak yüzümü mezuniyet cübbesine gömdüm.


“Bana öyle bakmayı kes!”

Güldü -hem duyabiliyor hem hissedebiliyordum- ve bana sıkıca sarıldı. Sabun ve


hamurişi. Bir an sonra beni kendinden uzaklaştırdı.

“Ağlıyor musun?”

“Hayır,” dedim burnumu çekerek. “Ağlayınca yüzüm acıyor, ben de


ağlamıyorum.”

“Doğru.”

Şimdi düşününce, yüzüm gerçekten de acıyordu. “Gitmek istemiyorum,” dedim.


Miles bir şey söylemedi. Söyleyebileceği bir şey yoktu. Her şey bitmişti. Bizim
için artık yeni maceralar yoktu. Gitme vaktiydi.

Eğilip beni öptü. Sonra tekrar sarıldı. Cübbesinin önünü iki elimle tutup kulağına
fısıldayabilmek için onu kendime doğru çektim.

“Ich liebe dich auch.”

Arabanın yanında bekleyen görevlilerin yanına yürüdüm, kendimi arka koltuğa


attım, kemerimi bağlayıp arkamı döndüm. Miles karanlık kaldırımda tek başına
durmuş, eli gözyaşlarımın yeşil cüppesinde leke bıraktığı yeri okşuyordu.
Gönülsüzce el salladım; diğer elim onu bileğinden tutup aşağı çekti.

Miles da öbür elini kaldırdı ama sanki çok ağırmış gibi kolu yanma düştü. Okul,
park yeri ve kaldırım ve aşırı büyük stadyumla birlikte giderek küçülmesini
izledim. Sonra bir dizi ağacın yanından geçtik ve o gözden kayboldu.

Önüme dönüp görevlilerin konuşmalarını, radyoda çalan We Didnt Start the


Firew\ ve motorun sabit gürültüsünü dinledim.

Başımı pencereye yaslayıp dışarıdaki ılık geceye bakarak gülümsedim.

10 Billy Joel tarafından 80’li yıllarda seslendirilen bir parça, (ç.n.)

Sonsoz

Istakozu

Salmak

İşte böyle oldu,” dedim.

“O kadar uzun bir hikâye için oldukça detaylıydı.” Lil saçımın bir kısmını daha
kırpıp dışarı fırlattı. Saçım omuz hizamdaydı; kafam hafiflemişti.

“Eh, hatırlaması zordu ama detayları atlayacak değildim, değil mi? Nasıl bir
hikâye olurdu o zaman?”
“Hı-hımm.”

Lil ona anlattığım hikâyelere pek inanmazdı. Ona kalırsa East Shoal ve diğer her
şey benim hayal gücümün uydurmalarından başka bir şey değildi.

Önemi yoktu; bugün hastaneden çıkıyordum.

“Peki, Miles’a ne oldu?” diye sordu Lil.

“Nasıl ne oldu? Her hafta sonu beni ziyarete geliyor.”

“Öyle mi?”

“Hafta içi gelseydi onu görürdün.”

Önümde durdu; kaşlarım çattı. Onun gerçek olduğuna inanmıyordu.

Hiçbir zaman inanmamıştı.

Lil saçımı bitirip valizimi toplamama yardım etti. Bu sabah eşyalarımı valize
doldurmaya başlamıştım; alan tasarrufunu pek umursamamıştım. Dağınıklığı
çekici buluyordum; Lil tiksinmiş görünüyordu.

Odamın kalanı bomboştu. Her şey gitmeye hazırdı; masamda duran Berlin
Duvarı parçası hariç. Taşı alıp parmaklarımı üstünde gezdirdim. Hep
başparmağımla okşadığım bazı kısımları pürüzsüzleşmeye başlamıştı. Lil pek
çok kez beni uyandırıp taşı göğsüme bastırarak yattığım için bana kızmıştı. Onu
bilerek yatağa götürmediğimi açıklamaya çalıştım; gecenin bir yarısı taşı almak
için kalkıyor olmam gerektiğini. Buna da inanmadı.

Aylardır her hafta sonumu Miles’la birlikte geçirdiğim oyun odasının yanından
geçerken diğer -garip ve absürd derecede normal bir şekilde arkadaşım olan-
hastalara el sallayarak veda ettim. Miles bu kadar uzakta olmasına rağmen her
hafta sonu ziyaretime gelmeyi son derece makul buluyordu.

Şimdi, nihayet ona gidebilirdim. Bütün yapmam gereken belgeleri imzalayıp


kapıya kadar kalan mesafeyi yürümekti. Ve özgür olacaktım.

Omzumla kapıyı iterek binadan ışıldayan sonbahar güneşine çıktığımda yola


baktım ve kaldırama park etmiş gök mavisi bir kamyonet gördüm. Miles
kamyonete yaslanmış, eski bir beyzbol tişörtü ve pilot ceketiyle tanıdık
görünüyordu ama mezuniyetten beri yüzünde bir şey farklıydı. Onu her
gördüğümde yüzü daha aydınlık, daha mutlu, günün ona getireceklerine biraz
daha heyecanlı görünüyordu.

“İşte Miles Richter şu,” dedim Lil’e. “Ve kusura bakmazsan, o hayali değil.”

Valizimi aldım, Lile sarıldım ve Miles a doğru ilerledim.

Önünde durup gülümsedim. O da bana gülümseyerek eğilip beni öptü. Bir daha
hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair bir his kapladı içimi. Sanki iyi karma
nihayet beni bulacakmış gibi. Sanki biri ıstakoz akvaryumumun kapağım açmış
ve sonunda şaşırtıcı derecede taze havayı soluyabiliyormuşum gibi.

“Gitmeye hazır mısın?” Gülümsemesi kalıcı görünüyordu. Sesinde hafif bir


Alman aksam vardı. “Herkes seni bekliyor.” Parmakları farkında olmadan
yüzümün sol tarafındaki yaraları takip etti ama artık geçiyorlardı ve acımıyordu.
Ona engel olmaya çalışmadım.

Kamyonete binip yoğun sabun ve hamurişi kokusunu içime çektim. Eşyalarımı


kamyonetin kasasına attı.

“Eminim hikâyeler uydurmuşlardır,” dedim.

“Ah, uydurmazlar mı hiç.” Yolcu kapısını kaparken bana bir bakış attı. O
gerçekdışı mavi gözleri güneşte parlıyordu. “Uydurdular, inan bana. Ama
gerçeği kadar iyi değiller tabii.” Sürücü koltuğuna geçti. Kamyonet kükreyerek
canlandı.

Miles kaldırımdan çıkarken bir kez arkama baktım. Havaya keman melodileri
yayılıyordu. Çaykovski’nin “1812 Uvertürü.”

Dönüp gözlerimi kapadım.

“Hiç olmuyorlar ki.”

Teşekkürler

İlk olarak en başta, karmakarışık hikâyemin içinde bir gerçeklik bulup onu türlü
zorluklarla gün ışığına çıkaran editörüm Victoria Duncan’a teşekkürü bir borç
biliyorum. Sen olmasaydın bu kitabın da bir temeli olamazdı.

Tasarımcı Sylvie Le Floc’h, kitaba ne zaman baksam onun hem iç hem de dış
mekân tasarımları beni her seferinde cezbediyor. Yayın öncesindeki
düzenlemesinde keskinlikten ve Norm Abram göndermeme sunduğu
takdirlerden dolayı Tim Smith’e; Katie Heit ile Greenwillow ve
HarperCollins’teki herkese bana sıcak bir aile gibi davrandıkları için teşekkürler.

Yazdığım bu tuhaf kitaba (ve ileride basılabilecek diğer tuhaf kitap


denemelerime) bir şans veren ve beni ne zaman dizginleyip ne zaman
salıvereceğini çok iyi bilen ajans temsilcim Louise Fury’ye çok teşekkürler. Sen
karşıma çıkana kadar böylesine rüya gibi ajans temsilcilerinin olduğunu
bilmezdim.

Bu kitabın kusursuzlaşabilmesi için çokça çabalayan ve Alex’e sesini geri veren


Kristin Smith’e. Bitmek bilmeyen desteklerinden dolayı Fury Ekibine ve bir de
L. Perkins ile Bent Ajanslarındaki tüm o muazzam insanlara.

Seni Ben Uydurdum kitabına duyduğu inanç sayesinde her şeyin başlamasına
sebep olan Erica Chapman’a binlerce kez teşekkürler. (Alçakgönüllü davranıp
bunu reddetmek isteyeceğini biliyorum. Fakat onu duymazdan geliyorum.”

Kitabın kritiği için bana yardımcı olup devam etmeme sebep olan tüm
ortaklarıma: Darci Cole, Marieke Nijkamp, Ann Kopans, Dahlia Adler, Caitlin
Greer, Lyla Lee, Jamie Grey, Gina Ciocca, Megan VVhitmer, Jenny
Kaczorowski ve Agni Nicole Black’e teşekkürler. Ayrıca yayıncılığın küçük
dünyasında aklıselimimi korumamı sağlayan

Christina Nejjaniye. Ayrıca ilk kitap yazma eğitimi gruplarından 2K15, Fearless
Fifteeners ve We Are One Four ekiplerine de çok teşekkürler. Bu yolculuğu
benim için son derece kolaylaştırdınız.

Ayrıca bu kitabı derste de okuyabilmek için lisede defterinin arasına saklayarak


etrafta dolaşan arkadaşlarıma ve bunun yanında teşekkürler kısmında yer almayı
isteyen her kim varsa teşekkür ediyorum çünkü günün birinde sizden
bahsedebileceğim bir teşekkürler metni karalayabileceğime inandınız.

Ayrıca Dominic ve Andrea’ya küçük kardeşlerini nasıl dehşete


düşürebileceklerinin en sağlam yöntemlerini öğrettikleri için teşekkür ediyorum.
(Bana zorla içirttiğiniz onca fena şeyin etkisini hâlâ üzerimden atamadım.) Son
olarak da anne ve babama teşekkürlerimi sunuyorum; ne zaman onlara bu kitabı
baştan yazmaya karar verdiğimi söylesem homurdanıp durmuşlardı ancak tabii
ki bunun asıl sebebi kitabı bitirdiğimde ortaya iyi bir şeyin çıkacağını biliyor
olmalarıydı.

Francesca Zappia Indiana’da yaşamaktadır ve Indianapolis Üni-versitesi’nde


bilgisayar bilimleri okumuştur. Zamanının büyük kısmını yazarak, karakterlerini
resmederek ve okuyarak geçirir. Seni Ben Uydurdum ilk kitabıdır.

‘4

ZAPPIA'YI SOSYAL MEDYADA TAKİP EDİN.

GC^D

Kapak görseli: ©Triston I .ine, 2015 Kapak tasarımı: Sylvic I Floc’lı

'Hayatta mısın?'

"Evet"

"Burada mı yaşıyorsun?" "Evet."

Seni tanıyor muyum? "Evet."

Seni ben mı uydurdum?

You might also like