Professional Documents
Culture Documents
Alex akimdan geçenlerin gerçekliğinden bile şüphe edip gerçek ile hayal
arasındaki çizgiyi ayıramazken kime, nasıl güvenecek, geleceğini nasıl inşa
edecektir?
v|
■m
LBEN UYDURDUM
Francesca Zappia
İngilizceden çeviren:
Gamze Bulut
Yayın Koordinatörü: Berna Sirman Editör: Sibel Yıldız Düzelti: Selma Altıntaş
Bursalıoğlu Sayfa Tasarımı: Ezgi Gültekin Kapak Uygulama: Fatma Can
Baskı-Cilt: Alioölu Matbaacılık Sertifika No: 11946 Orta Mah. Fatin Rüştü Sok.
No: 1/3-A Bayrampaşa/İstanbul Tel: 0212 612 95 59
Bu kitabın Türkçe yayın hakları Aslı Karasuil Telif Hakları Ajansı aracılığıyla
The Bent Literary Agency'den alınmıştır.
Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han No: 11/9 Taksim/İSTANBUL Tel:
0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46 www.pegasusyayinlari.com /
info@pegasusyayinlari.com
Öyle görünüyor
Giriş
Istakozları
Salma
Benim saçlarım da aynı kırmızı tondaydı; insanlardan başka her şeyde güzel
duran bir kırmızı tonudur bu çünkü insanların saçları kırmızı olmaz. Turuncu
olur. Kızıl olur.
“Bir ıstakoz alacak mısın?” dedi tekrar. Başımı salladım. Gözlüğünü burnunun
üzerinde, altın sarısı çilli yanaklarından geri ittirdi. Gömleğinin kirli yakası
kayarak çilli omzunu açığa çıkardı. Balık ve akvaryumun pisliğinin kokusu
üzerine sinmişti.
Son kelimede dili dolandı ama zaten ağzından çıkanların hiçbirini anlamadığım
için fark etmezdi.
“Limon gibi kokuyorsun,” deyince, “saçların kırmızı,” demediği için çılgınca bir
mutluluk hissettim.
“Arkadaş olmak ister misin?” diye sordum ve o gözlüğünü bir kez daha düzeltti.
“Olur.”
“Yoo-Hoo nedir?”
Belki görmemiştir diye içeceği suratına biraz daha yaklaştırdım. Şişeyi alıp
pipeti inceledi.
“Annem başkasıyla aynı şişeden bir şey içmemem gerektiğini söylüyor. Hijyenik
değilmiş.”
Tereddütle Yoo-Hoo şişesine baktıktan sonra küçük bir yudum alıp şişeyi bana
uzattı. Bir süre kıpırdamadı, konuşmadı ama sonunda bir yudum daha almak için
uzandı.
“Neden balık gibi kokuyorsun?” diye sordum. Konuşurken ana koridorda uzun
daireler çizerek yavaş yavaş yürüdük.
“Neden?”
“Neden?”
“Neyin var?”
Deniz ürünleri tezgâhının ardından bir market görevlisi gelip bizi görmezden
gelerek ıstakoz akvaryumunun üstündeki kapağı açtı. Eldivenli eliyle uzanıp Bay
Istakozu çıkardı. Kapağı kapadı ve ıstakozu götürdü.
Kapağın kenarında bir kulp vardı. Kapağı açtım ve dışarı sızan soğuk havayla
ürperdim.
“Sessiz ol!” dedim etrafa bakınarak. Henüz kimse bizi fark etmemişti.
Mavi Göz tökezledi ama beni düşürmedi. Istakoz bir süre orada durduktan sonra
yerde sürünmeye başladı.
Bir tanesini daha almak için uzandım. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha. Bir
süre sonra akvaryumdaki bütün ıstakozlar Meijer süpermarketinin zemininde
sürünerek ilerliyordu. Nereye gittiklerini bilmiyordum ama belli ki onların
aklında bir yer vardı. Mavi Göz oflayarak beni yere indirince ikimiz de soğuk su
birikintisinin içine düştük. Gözlüğü burnunun ucunda, bana bakıyordu.
Sonra bağırışmalar başladı. Kollarıma yapışan eller beni ayağa kaldırdı. Annem
bağırarak beni akvaryumdan uzaklaştırıyordu. Arkasına baktım. Istakozlar
çoktan gitmişti. Kollarımdan buz gibi su damlıyordu.
Mavi Göz hâlâ su birikintisinin içinde ayakta duruyordu. Yoo-hoo şişemi yerden
aldı ve bana el salladı. Dönüp adını sorabilmek için annemi durdurmaya
çalıştım.
Birinci Kısım
Akvaryum
On yıl sonra
Yani gerçek hayat ile rüya arasındaki farkı nereden bildiğimizi kastediyorum.
Rüyadayken bunu fark etmeyebilirsiniz ama uyanır uyanmaz gördüklerinizin bir
rüya olduğunu ve iyi ya da kötü ne varsa bunun gerçek olmadığını bilirsiniz.
Eğer Matriks’te değilsek bu dünya gerçektir, bu dünyada yaptıklarınız gerçektir
ve neredeyse bilmeniz gereken tek şey de budur.
Sonra annem beni bir çocuk terapistine götürdü ve böy-lece deli kelimesiyle ilk
gerçek karşılaşmamı gerçekleştirmiş oldum.
Doktorların çok yardımı dokunuyordu ama ben neyin gerçek olup neyin
olmadığını anlamak için kendi sistemimi geliştirmiştim. Fotoğraf çekiyordum.
Zamanla fotoğraflarda halüsinasyonlar kaybolurken gerçekler kalıyordu.
Zihnimin ne tür şeyler uydurmayı sevdiğini öğrendim. Tıpkı insanların gaz
maskesi takıp önlerinden geçenlere Hitler’in Nazi Almanyası’nın hâlâ son
derece gerçek bir tehdit olduğunu hatırlatan reklam bilbortları gibi.
Benim gerçeği hafife almak gibi bir lüksüm yoktu. Ve öyle gören insanlardan
nefret ettiğimi söyleyemem çünkü bu neredeyse herkesten nefret etmek olurdu.
Onlardan nefret etmiyordum. Sadece benim dünyamda yaşamıyorlardı. Ama bu
beni onların dünyasında yaşamayı dilemekten alıkoymuyordu.
East Shoal Lisesindeki son yılımın ilk gününden önceki gece Finnegan
lokantasının tezgâhının arkasında oturmuş, karanlık pencerelerdeki şüpheli
hareketleri gözetliyordum. Normalde paranoya o kadar kötü olmuyordu. Bunu
ilk gün gerginliğine bağlamıştım. Son okulumdan kovulmak başka, yepyeni bir
okula başlamak ise bambaşka şeydi. Bütün yazımı Finnegan’da oturup bunu
düşünmemeye çalışarak geçirmiştim.
“Biliyor musun, Finnegan burada olsa sana deli der ve işinin başına dönmeni
söylerdi.” Arkamı döndüm. Tucker mutfak kapısına yaslanmış, ellerini
önlüğünün ceplerine koymuş bana bakıp sırıtıyordu. Kendisi East Shoal’daki tek
muhbirim ve tek arkadaşım olmasaydı onu terslerdim. Uzun boylu, gözlüklü, her
zaman kusursuz şekilde öne doğru taranmış petrol karası saçlarıyla Tucker,
Finnegan’da garson, komi ve kasiyerdi; ayrıca tanıdığım en zeki insan olabilirdi.
“Ha-ha,” dedim umursamaz görünmeye çalışarak. Deliyi zapt et, dedi zihnimin
gerisindeki ses usulca. Dışarı çıkmasına izin verme, seni aptal.
“Başka bir sorun var mı?” dedi Tucker yanıma gelip tezgâha yaslanarak. “Yoksa
sıkıştırma bitti mi?”
Tucker kahkaha attı. “East Shoal her yerden farklıdır. Ama zaten yarın kendin
görürsün.”
Görünüşe göre Tucker, East Shoalun gidilecek en harika yer olmadığını düşünen
tek kişiydi. Annem yeni bir okula gitmemin harika bir fikir olduğunu
düşünüyordu. Terapistim de orada daha iyi olacağımı söylüyordu. Babamsa iyi
olacağını söylemişti ama sanki annem bunu söylemesi için onu tehdit etmiş
gibiydi; Afrika’da bir yerlerde değil de burada olsaydı gerçek düşüncesini bana
söylerdi.
“Her neyse,” dedi Tucker, “hafta içi akşamları hafta sonları kadar kötü değil.”
“Yine de birtakım avareler gelir,” dedi. “Gece geç vakitte lokantaya giden
ürkütücü tipler. Bir keresinde çok sarhoş bir herif gelmişti, hatırlıyor musun,
Gus?”
Servis penceresinden çıkan ince bir sigara dumanı tavana doğru yükseldi.
Tuckerın sorusuna cevaben birkaç büyük duman halkası havayı kapladı. Gus’ın
sigarasının gerçek olmadığından oldukça emindim. Eğer gerçekse yaklaşık yüz
ayrı sağlık kuralını ihlal ediyorduk.
Tucker ın yüzü düşünceli bir ifade aldı. Kaşları birbirine yaklaştı, sesi rengini
yitirdi. “Ah. Bir de Miles var.” “Hangi Miles?”
“Birazdan gelir.” Tucker gözlerini kısıp önündeki baharatlara baktı, “işten eve
giderken uğrar. Tamamen şenindir.” Gözlerimi kıstım. “Neden tamamen benim
oluyormuş?”
“Görürsün.” Park yerinde bir çift far belirdiğinde başını kaldırıp baktı. “Geldi.
Kural bir; göz teması kurma.”
“Ne yani, adam goril falan mı? Jurassic Park’ta mıyız biz? Saldırıya mı
uğrayacağım?”
Tucker servis penceresinden başını uzattı. “Hey, Gus. Miles’ın yemeği hazır
mı?”
Bir çizburger ile kızarmış patatesleri uzatırken Gus’ın sigarasının dumanı kıvrıla
kıvrıla havaya yükseldi. Tucker tabağı aldı, bir bardağa su doldurup hepsini
yanımdaki tezgâhın üzerine bıraktı.
“Onda bir sorun mu var?” diye fısıldadım. “Hani... zihinsel olarak yani?”
Komünist değil. Üzerinde dinleme cihazı yok. Masanın altını kontrol edeyim
deme, seni aptal. O sadece yiyecek bir şeyler isteyen bir çocuk.
O gözler.
Bakışları cildimi kat kat soyup beni olduğum yere mıh-lamıştı. Kan yüzüme,
boynuma, kulaklarıma hücum etti. Hayatımda gördüğüm en mavi gözlere
sahipti. Ve kesinlikle gerçekdışıydılar. Avuçlarım kameramı arıyordu. Onun
fotoğrafını çekmem, bunu belgelemem gerekiyordu. Çünkü Istakozları Salma
olayı da Mavi Göz de gerçek değildi. Annem ondan hiç bahsetmemişti. Ne
terapistlere ne babama ne de herhangi birine. Gerçek olamazdı, içimden
Finnegan’a küfrettim. Göz bantlı ve tahta bacaklı sinirli bir adamın fotoğrafını
çekmemden sonra makinemi işe getirmemi yasaklamıştı.
Parayı kasaya sokuşturup titreyen ellerimle saçımı arkaya attım. “Evet,” dedim.
“Ben de.”
Tucker mola vermek için dışarı çıkınca baharat ordularına el koydum. Gus’ın
sigarasının dumanı tavana doğru yükselip havalandırmadan dışarı atılıyordu.
Duvardaki vantilatör personelin kullandığı mantar panodaki kâğıtların
uçuşmasına neden oluyordu. Ardenler Taarruzu canlandırmamın ortasındayken
Alman tuzluğun hücumda başarılı olup olmayacağını öğrenmek için Finnegan’ın
Sihirli Sekiz Topunu salladım.
İşe yaramaz küre. İtilaf Devletleri bu tavsiyeyi dikkate alsalardı savaşı ittifak
Devletleri kazanırdı. Miles a bakmamak için elimden geleni yaptım. Ama
nihayetinde bakışlarım ondan tarafa kaydı ve gözümü ondan alamadım. Hepsini
birden ağzına tıkmamak için kendini zor tutuyormuş gibi yiyordu. Ve birkaç
saniyede bir gözlüğü burnundan kayıyor, o da habire yukarı itiyordu.
“Ben... ah... hay aksi... özür dilerim...” Tucker’ın bir eli ağzında, kıpkırmızı
suratıyla durduğu tezgâha koşup bir havlu aldım.
Miles suyun bir kısmını silmek için Meijer tişörtünü kullandı ama üstü başı
sırılsıklamdı.
Daha ona dokunamadan geri çekildi, bana, havluya ve sonra tekrar bana baktı.
Ardından tişörtünü aldı ve gözlüğünü ittirip kaçtı.
“Sorun değil,” dedi yanımdan geçerken. Ben daha bir kelime edemeden çıkıp
gitmişti.
«np 1 w
iucker.
“Evet?”
“Kes sesini.”
Sihirli Sekiz Topunu alıp kırmızı lekeyi kazıyarak yuvarlak penceresine baktım.
Bölüm
yeri olmamasıydı. Bir okulun züppe piçler tarafından yönetildiğini bisiklet park
yeri bile olmamasından anlıyordunuz.
Erwin’i okulun girişini çevreleyen yeşil bodur çalıların arkasına bırakıp lastik ve
gidonların görünmediğinden emin olmak için bir adım geri çekilip baktım. Paslı
ishal rengi insanların farkında bile olmadan başlarını çevirmesine sebep olduğu
için kimsenin ona dokunmasını, onu çalmasını ya da fark etmesini
beklemiyordum ama emniyette olduğunu bilmek içimi rahatlatıyordu.
dizilmiş şüpheli dört sincabın fotoğrafını çekmiştim bile, ama onun dışında
hafıza kartım boştu.
Okuldaki dolabım kafeteryaya yakındı. Orada sadece bir kişi vardı ve dolabı
benimkinin yanındaydı.
Miles.
Mavi Göz’ün anıları zihnime aniden hücum etti ve her şeyin yolunda
olduğundan emin olmak için etrafımda tam bir tur atmak zorunda kaldım.
Yavaşça ona yaklaşırken dolabının içine bir göz attım. Sıradışı bir şey yoktu.
Derin bir nefes aldım.
Kibar ol, Alex. Kibar ol. Biraz su döküldü diye seni öldürmeyecek. O bir
halüsinasyon değil. Kibar ol.
Miles döndü, beni gördü ve öyle kötü sıçradı ki dolabının kapısı yanındaki
dolaba çarptı ve Miles az kalsın yerdeki çantasına takılıp düşüyordu. Bakışları
kafamı delip geçti.
“Ben, ee, su için gerçekten üzgünüm.” Yapmamam gerektiğini bile bile elimi
uzattım. Annem ne olursa olsun her zaman kibar olmamı söyler. Karşımdaki
kişinin cebinde bir bıçak olsa bile. “Ben Alex.”
Bir kaşını kaldırdı, ifadesi o kadar ani, o kadar kusursuz, o kadar doğruydu ki
neredeyse gülüyordum.
Sanki bana dokunursa yanabilirmiş gibi yavaşça uzanıp elimi sıktı. Parmakları
uzun ve inceydi. Örümcek gibi ama güçlü.
“Miles,” diye cevapladı.
“Peki, güzel.” Aynı anda ellerimizi çekip yanlarımıza koyduk. “Bunu aradan
çıkardığımıza sevindim. Sonra görüşürüz o zaman.”
Kaskatı kesildim.
Bay Gunthrie, İleri Seviye İngiliz Dili, ilk ders. “Evet,” dedim.
Miles cebinden bir kâğıt çıkarıp açtı ve bana uzattı. Ders programıydı. Sayfanın
başında adı yazıyordu. Richter; Miles J. ilk dersi, Gunthrie’nin ileri Seviye
Ingiliz Diliydi.
“Okulda yeni olmak berbat bir şey, değil mi?” Miles yanımda belirdi; sesinde
garip bir keskinlik vardı. Kollarımdaki tüyler ürperdi.
ilk derse girdiğimde Bay Gunthrie’nin yalnızca okul çizelgesine dayalı kalın
tabanlı siyah botlarını görebiliyordum. Geri kalanı günün gazetesinin ardında
kalıyordu. Sınıfı hızlıca gözden geçirdikten sonra sıkışık dizilmiş sıraların
arasından geçip önünde durdum; beni fark etmesini umuyordum.
Etmedi.
“Affedersiniz.”
Gazetenin tepesinden kalın kaşlarla gölgelenmiş bir çift göz belirdi. Muhtemelen
ellilerinde, kısa kesimli gri saçları olan tıknaz bir adamdı. Kitaplarım bir kalkan
gibi göğsüme dayalı, masasından bir adım uzaklaştım.
“Dolar mı?”
“East Shoal öğrencileri, yeni okul yılına hoş geldiniz.” Müdür Bay McCoy’un
zayıf sesini tanıdım. Annem ve ben daha önce onunla konuşmuştuk. Annem onu
sevmişti. Ben pek etkilenmemiştim. “Umarım hepiniz harika birer yaz tatili
geçirmişsinizdir ama artık işe koyulma vakti geldi. Okul üniformanız yoksa cüzi
bir ücret karşılığında kitapçıdan alabilirsiniz.”
Buna güldüm. Bisiklet park yeri yoktu, yetmiş dolara üniforma satıyorlardı ve
müdür dünyadan habersizdi; burası güllük gülistanlıktı gerçekten.
“Ayrıca,” diye devam etti Bay McCoy, “bu, sevgili skor tabelamızın doğum
gününe, okula bağışlanmasının yıldönümüne birkaç hafta kaldığının bir
hatırlatması. Bu yüzden adaklarınızı hazırlayın ve bu muhteşem olayı kutlamaya
hazır olun!”
“YOKLAMA!”
Bay Gunhtrie’nin sesi beni kendime getirdi. Sınıftaki diğer öğrencilerin konuşma
sesleri kesildi.
İçimde bu yıl dersimize Topçu Çavuşu Hartman’ın2 gireceğine dair berbat bir his
uyandı. Fotoğraf makinemi sıranın kapağına koyup fotoğraf çekmeye başladım.
“Burada, Efendim!” İri yarı bir çocuk kalkıp yeni sırasına geçti.
Tucker kenarda bir yerden ayağa kalkıp Clifford’un arkasına oturdu. Arkada
beni gördü ve gülümsedi. Korktuğum üzere burada daha da inek görünüyordu;
okul üniforması kusursuz, kolları kitaplar ve çoktan üzerlerine bir şeyler
karalanmış kâğıtlarla doluydu. Clifford Ackerley gibi çocuklar tarafından
sataşılacak türden bir ineğe benziyordu.
“CELİA HENDRİCKS!”
“ZIRVALIK!”
Gözlerim kocaman açık, Bay Gunthrie’ye bakıp hiçbir yanının hayal gücümün
ürünü olmaması için dua ettim.
Celia oflayıp ayaklarını yere vura vura sınıftan çıktı. Bay Gunthrie iç çekip
listesine döndü. Birkaç kişi daha yer değiştirdi.
“MİLES RİCHTER.”
Miles esneye esneye uzun boyuyla sınıfta ilerledi. Kendini yeni sırasına bıraktı.
Geriye sadece iki kişi kalmıştı; ben ve ders başlamadan önce Clifford’la konuşan
kız. Belki, bir ihtimal, soyadı Ric ile Rid arasında bir şey olabilirdi.
“ALEXANDRA RIDGEMONT.”
Kahretsin.
Miles’ın arkasında otururken herkes dönüp bana baktı. Beni -ve saçımı- daha
önce fark etmedilerse bile artık etmişlerdi. Ah, saçım...
Kes şunu, seni aptal! Sorun yok, sana bakmıyorlar. Tamam, sana bakıyorlar.
Ama peşinden gelmiyorlar. Bir şeyin yok. Her şey yolunda.
“MARJA WOLF.”
“Ria!” dedi son kız, arkamdaki yerine neredeyse sıçrayarak. Kızıl-sarı atkuyruğu
da neşeyle sallanıyordu.
“EVET, EFENDİM!”
“GÜZEL.”
Bay Gunthrie sanki bir kez okuduktan sonra hepimizin isimlerini hatırlıyormuş
gibi rastgele çiftler seçti.
“Buraların insanları böyle bir konuda yalan söylemez,” dedi Tucker hayali bir
kovboy şapkasının kenarını eğerek.
“Ayrıca sen bana İleri Seviye İngiliz Dili aldığını söylememiştin ki. Bu dersi
veren tek kişinin Bay Gunthrie olduğunu sana söyleyebilirdim.” Üzerine bir
şeyler karaladığı kâğıtları kaldırdı. “Ben tartışmayı bitirdim bile. Her yıl ilk
ödevi aynı oluyor. Umarım senin için sakıncası yoktur.” Durup kaşlarını çatarak
omzumun üzerinden baktı. “Tanrım. Hendricks yine başladı. Ondan neden
hoşlandığını bile anlamıyorum.” Siyah, bol bir pantolonla geri dönen Celia
Hendricks sandalyesinde yaslanmış, garip bir tavırla saçıyla oynarken ona sırtı
dönük oturan Miles’a fısıltıyla sesleniyordu. Miles onu duymazdan gelince de
kafasına kâğıt parçalarından toplar atmaya başladı.
“Niye?”
“Çünkü aklından ne geçtiğini bilmek imkânsız.” Tucker tekrar bana baktı. “Bir
insanın tamamen değiştiğine şahit oldun mu hiç? Tamamen ama? Yüz ifadeleri
bile eskisinden farklı olacak kadar? Ona olan buydu işte.”
“Mesele beni geçmesi değil!” diye söylendi Tucker çabucak Miles’a gözucuyla
bakarak. “Çaba sarf etmiyor olması. Kitapları okuması bile gerekmiyor! Her
şeyi biliyor\ Yani ortaokuldayken de biraz böyleydi ama hiçbir zaman en iyisi
değildi. Çoğunlukla anlamsız olduğunu düşündüğü için çalışmıyordu.”
“Bir de saçma sapan bir kulübü var,” dedi Tucker. “East Shoal Eğlence Amaçlı
Sporu Destekleme Kulübü. Seçtiği iğrenç isme bak.”
“Ee. Baksana.” Tucker beni dürttü. “Sana bir numara yapmasına izin verme,
tamam mı?”
“Sandalyeni sırandan sökmek ya da sırt çantanın dibine bir delik açmak gibi.”
Beşinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
ım
Yirmi Altıncı Bölüm
Şüphesiz
Ellinci Bölüm
çizerek her şeyi kontrol ettim. Garip bir şey buldukça -duvarda asılı II. Dünya
Savaşı döneminden propaganda posteri gibi- fotoğrafını çektim. Dört kez
saçlarımın boya olup olmadığı soruldu. İleri Seviye Makro Ekonomi öğretmenim
bana bunun kurallara aykırı olduğunu bildirdi. Ona doğal rengi olduğunu
söyledim. Bana inanmadı. Ona annem ve kız kardeşim Charlie’nin her zaman
yanımda taşıdığım fotoğraflarını gösterdim çünkü onların saçları da aynı renkti.
İnanır gibi oldu. Kapıya en yakın sandalyeye oturdum ve dersin sonuna kadar
gözümü üzerinden ayırmadım.
Kafeterya kocamandı, bu yüzden pek çok açık noktaya sahipti. Bu iyi bir şeydi
çünkü sırtım duvara dönük oturup yiyeceğimde komünist izleme cihazları
aradığımı kimse fark etmiyordu. Bay McCoy skor tabelasıyla ilgili bir anons
daha yapmak için hoparlörlerden seslendi, insanlar konuşmayı
Beşinci dersim olan etüt, katılmadığı tek dersimdi. Hâlâ Milesın bana bir numara
çekmesine izin vermememi söylerken Tuckerın ne demek istediğinden emin
değildim. Miles, Tuckerın beni uyardığı şeylerden hiçbirini yapmamıştı ama
kesinlikle beni görmezden de gelmemişti.
Öğle yemeğinden önce İleri Seviye Birleşik Devletler Tarihi dersimde kalemimi
yere düşürdüğümde yerden alamadan onu sınıfın uzak köşesine şutlamıştı.
Arkasına yaslanıp bana, Ne yapacaksın şimdi? der gibi baktığı için çantasını
sırasından aşağı ittim.
ileri Seviye Kimya dersinde Bayan Dalton bizi alfabetik düzende oturtup
dışarıdan normal deftere benzeyen ama içi grafiklerle dolu, insanda kendini
öldürme isteği uyandıran laboratuvar defterleri dağıttı. Benimkini sırama PAT
diye bırakıverdi.
“Yıla bir kaynaşma çalışmasıyla başlarız diye düşündüm,” dedi Bayan Dalton
sesinde haylaz bir neşeyle. Masasına dönüp bir diyet kola açtı ve yarısını bir
dikişte içti. “Tabii öyle zor bir şey olmayacak. Laboratuvar eşlerinizi
belirleyeceğim ve siz de birbirinizi tanıma fırsatı bulacaksınız.”
Bayan Dalton, isim yazılı kâğıtlarla dolu bir deney tüpünden kâğıt seçerek
eşlerimizi belirledi ve ben sıraların yavaş yavaş boşalarak eşlerin odanın bir
ucundan diğer ucuna dizili laboratuvar masalarına geçmelerini izledim.
Tam isabet. Sonuç: Hafif beyin sarsıntısı. Yürüme ve görmede sorun yaşanabilir.
Yorucu faaliyetlerden kaçınılmalı ve ağır iş makineleri kullanılmamalı.
“Eh, haydi yapalım gitsin,” dedim Miles geldiğinde. Cevap vermedi, sadece
kulağının arkasından kalemini alıp defterini açtı. Zemin sola doğru yatıyormuş
gibime gelince ayaklarımı biraz daha açtım.
Onun yerine kâğıdı aldım. “İlk soru. Tam adın nedir?” “Vay canına. Bu epey
aptalca olacak.” Bütün gün söylediği tek mantıklı şey buydu. “Miles James
Richter.”
“Eh, ikimizin de uyumsuz bir ikinci adı var.” Ve işe Muhteşem Kalkık Kaş
geldi.
“Sıradaki.”
“Doğum tarihi?”
“On Beş Nisan, aynı yıl,” dedim. “Kardeşin var mı?” “Yok.”
“Benim bir kız kardeşim var. Adı Charlie. Evcil hayvan?” “Köpek.” Miles bunu
söylerken suratını buruşturdu ki bu beni hiç şaşırtmadı; Miles’ın aşırı büyümüş
bir ev kedisi olduğunu hayal etmiştim. Sürekli uyuyan, hep canı sıkılmış gibi
görünen, yemeden önce yemeğiyle oynayan bir kedi.
Miles kâğıdı elimden alıp baktı. “İnsan biraz daha ilginç sorular sormaya zahmet
etmelerini bekliyor. ‘En sevdiğiniz renk?’ Bu sana bir insanla ilgili ne
söyleyebilir ki? En sevdiğin renk uçuk yeşil olabilir ve bu zerre fark etmez.”
Bir şekilde daha sert çıkıyordu. Daha az akıcıydı. /Meri ağzında geveliyor,
Aleriyse b gibi telaffuz ediyordu. Masanın karşısındaki grup ona bir kıyamet
alametiymiş gibi bakıyordu.
Tedirgin bir şekilde defterimi karalayarak hızla atan nabzımı duymazdan geldim.
Söylediklerini yazmalı mıydım? Neden bilimsel sınıflandırma jargonuyla
konuşuyordu. Mavi Göz gerçek değildi. Istakozları salmama yardım eden biri
yoktu. Miles az önce bunu söylememişti. Zihnim benimle oyun oynuyordu.
Yine.
Kibarca öksürüp saçımın bir tutamını çekiştirdim. “Şey. Benimki için Yoo-Hoo
yazabilirsin.”
“Yoo-Hoo, hani gelmiş geçmiş en güzel içecek var ya?” Şimdi gözlerini dikip
bakan oydu. Gözlerimi devirdim.
“Y-O-O-H...”
Zil çaldığında hemen gidip çantamı aldım ve koridora akın edenlere karıştım.
Miles’dan uzaklaştığımda daha iyi hissettim; kimya sınıfındaki keşfim bir
rüyaymış da yeni uyanmışım gibi. Onu anlamıyordum; halüsinasyonlarımdan
çıkıp gelmişti ama işte buradaydı. Benim dünyam ile diğer herkesin dünyası
arasında geziniyordu ve bu hiç hoşuma gitmiyordu.
Öyle mi, pislik? Canı cehenneme. Mavi Göz olsa da olmasa da, bunu sineye
çekemezdim.
Altıncı Bölüm
“... bunlar da erkek kardeşleri, Evan ve lan.” Aynı anda uyumla sırıtan iki
çocuğu işaret etti.
“Kafa karışıklığını gidermek için söyleyeyim, biz üçüzüz.” Theo son derece
resmi bir şekilde elini uzattı. “Ve lütfen bana Theophilia deme.”
“Merak etme,” dedim gözlerimi dikip eline bakarak; Miles’m elini suçluluk
duygusuyla sıkmıştım ama onunkine yaklaşmak için sebebim yoktu. “Annemle
babam erkek çocuk istiyormuş, o yüzden adım Büyük İskender’den, kız
kardeşiminki de Şarlman’dan geliyor.”
Ben elimi uzatmayınca Theo, belli ki hiç alınmayarak elini indirdi ve güldü.
“Evet, benim annemle babam da erkek çocuk istiyormuş ama onun yerine iki
aptal ve bir kızları oldu.”
“Hey!” diye haykırdı Theo’nun erkek kardeşleri bir ağızdan. Theo elindeki
dosyayı bırakıp apışaralarına yumruk atıyormuş gibi yaptı, iki çocuk da geri
çekildi. Genetiğin nasıl işlediğini biliyordum; normal tek yumurta ikizleri bile
birbirine Theo’nun kardeşleri kadar benzemiyordu. Parmaklarım fotoğraf
makinemi kavradı.
Miles gözlerini devirip devam etti. “Ve bunlar da Jetta Lorenc ile Art Babrow.”
Jetta, Miles’a gamzeli bir gülücük atarak kıvırcık saçlarını omzunun üzerinden
savurdu. “Evet, tanıştığımıza memnun oldum,” dedi ben sıkana kadar
bekleyecekmiş gibi elini uzatarak.
“Oui\”
Yabancı. Yabancı bir casus. II. Dünya Savaşı’nın bir bölümünde Stalin’in
emriyle faaliyet gösteren Fransız Komünist Parti. Fransız Komünist Casus.
Benden birkaç santim daha uzun boylu ve kasları tişörtünden fırlayıp her an
birilerini yiyecekmiş gibi duran siyahi çocuk Art’a döndüm. Halüsinasyon
testinde ona iki verdim. O kaslara güvenmiyordum.
“Selam,” dedi.
“Kulüp bundan ibaret,” dedi Miles hepsini işaret ederek. “Theo yiyecek
standına. Evan ve lan, siz de tribün görevine.”
“MİLES.”
“Ben ne yapıyorum?”
Pisliklerin suratına tekme atmakla ilgili bir yasa var mıydı? Muhtemelen vardı.
Gerçekten yapılması gereken şeylerle ilgili bir yasa vardı hep.
Eksik olan tek şey Miles’dı. Belki de bir yerlerde gezinip köyleri talan ediyor,
altınları dağdaki inine götürüyordu.
Başımı eğip İleri Seviye Matematik ödevime döndüm. Ödev tam bir baş
belasıydı; özellikle de bu yıl ödevlerimi okul, iş ve toplum hizmeti arasındaki
boş vakitlerimde yapmak zorunda olduğum için. Hâlâ bursları araştırıp başvuru
formlarını doldurmam gerektiğinden bahsetmiyorum bile. Bir de haftada iki kez
lanet terapistimi ziyaret ediyordum. Ama yapmak zorundaydım. Bu kez
başarmak zorundaydım. Ne kadar nefret edersem edeyim, ilaçlarımla oynamak
yoktu. Dikkatimi dağıtacak şeyler yoktu. Başkalarının hakkımda ne
düşündüğüyle ilgili kaygılanacak vaktim yoktu ama bunu düşünmek
zorundaydım; fazla uçuk, fazla paranoyak görünürsem notlarımın bir önemi
kalmazdı. Herhangi biri benim deli ya da tehlikeli olduğuma karar verecek
olursa geleceğime hoşça kal, Mutlu Ev’e de merhaba diyecektim.
Miles salona dönüp hakem masasına yerleşti. Bir an için dönüp bana baktı, bir
kaşını kaldırdı ve sonra yüzünü tekrar Tayt Takımına döndü. Kafatasımın alt
kısmında bir karıncalanma oldu. Bunu daha önce düşünmemiştim; neden daha
önce düşünmemiştim ki? Miles. Miles bir dâhiydi, insanlarla alay etmeyi
severdi.
Miles benden pek hoşlanmamıştı ve ben de bütün gün onu kışkırtmıştım. Beni
çözmesi onun için kolay olurdu. Özellikle de ona kimya dersindeki gibi bakmaya
devam edersem. Belki ondan önce davranabilirdim. O çözmeden gerçeği ona
söyleyip sessiz kalması için yalvarabilirdim de.
Dikkatimi skor tabelasına verdim. McCoy bugün bununla ilgili en az beş farklı
anons yapmıştı ve her anonsunda biri onun taklidini yapıyordu ve herkes
gülüyordu.
“O skor tabelasıyla ilgili bir şehir efsanesi var, biliyor musun?” dedi Tucker
elinde bir kolayla yanımda belirerek. Etrafıma bakındım. Tribünler şimdiden
dolmuştu. Nasıl olmuştu bu? Elinde bıçakla arkamda duran birini görmeyi
bekleyerek omzumun üstünden baktım.
“Öyle mi?” dedim dalgınlıkla, geç kalınmış bir çevre kontrolü yaparak.
“Nedense bunu hiç şaşırtıcı bulmadım.” Cliff Ackerley ile futbol takımından
birkaç başka oyuncu tribünlerin altında oyun kurucu olduğunu tahmin ettiğim
Ria Wolf için pankart tutuyordu. Celia 1 Iendricks’i, maçı izlemeye yönelik çaba
sarf etmiyor görünen daha kalabalık bir öğrenci grubunun yanında gördüm.
Anne babalar ellerinde patlamış mısır ile sosisli sandviçler ve üzerlerinde
“Bastırın Kılıçlar!” yazan tişörtlerle salona doluştular.
“Ne saçma bir spor,” dedi yakınımda oturan bir kadın; sesi asit içmiş gibi
çatallıydı. “Voleybolmuş. Adını ‘taytlı sürtükler’ olarak değiştirseler ya.”
Gözlerim huysuz ebeveyni aradı ama etrafımı ergenler sarmıştı. Daha dar bir
alana sığıştım.
“Şu kadının dediğini duydun mu?” diye sordum Tucker’a. “Hangi kadın?”
“Ama amigoluk, işte o gerçek bir spor. Onurlu bir spor. Ya kazanırsın ya da
kaybedersin. Voleyboldaki gibi belirsizlik yok.”
Tucker yanımda kıpırdandı. “Efsaneye göre yıllar önce East Shoal’a giden bir
kız aklını liseyle o kadar bozmuş ki liseden ayrılmayı reddetmiş ve garip bir
intihar girişimiyle skor tabelasının altında kalmış. Şimdi de ruhu skor tabelasının
içinde, East Shoal’un kazanması için maçları etki-liyormuş. Ya da kaybetmesi
için. O gün nasıl hissettiğine göre değişiyor herhalde.”
“Neden daha önce anlatmadın ki? Tanrım, ben de herkesin tabelayla aklını yok
yere bozduğunu sanıyordum.”
Güldüm.
“Ben mi? Kızıl Cadı Köprüsü’nden geçmek ha? Hayır, ben vıcık vıcık bir
patates salatası kadar cesurum.”
yy
zor.
“Bakıyorum kitapların zor bir gün geçirmiş.” Tucker ileri seviye matematik
kitabımın kapağını dürttü.
Tutkal? işte bu bir fikir getirmişti aklıma. Aşağıya, Miles’a gözucuyla bir
baktım. Gözlerini kısmış omzunun üzerinden bize bakıyordu. Bu intikam
hareketinin ciddiyeti bir anda kafama dank ederek midemi kavurdu. Beni
ezmesine izin veremezdim ama onu kızdıramazdım da.
Tucker ona hareket çekti. Miles sahaya döndü.
var.”
“Evet.” Hayır. “İyiyim.” Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakasından beri başıma
gelen en az iyi şeydi bu.
Onu terslediğimi çok geç fark ettim. Kaba olmak istememiştim ama endişe,
acıma ve iyi olmadığınızı ve bunu inkâr ettiğinizi bildiklerinde insanların
yüzünde beliren o ifadeden nefret ediyordum.
İnkâr etmiyordum ben. Sadece bu kez elimden kayıp gitmesine izin veremezdim.
Yedinci Bölüm
geçirdim. Tekrar dönüp bize bakmadı ama onu izlediğimi bildiğini biliyordum.
Tucker’a kola için teşekkür etmenin yollarını düşünerek kendimi meşgul ettim.
Konuyu açtığımda duymazdan gelip konuyu komplo teorilerine çevirmeye
çalıştı; Roswell, İlluminati, Elvis’in kendi sahte ölümünü tezgâhlaması ve Miles
tekrar bize baktığında da Nazilerin Ay üssüyle ilgili küçük bir hikâye.
Sonra, Aa, ona sarılabilirim. Eminim ona sarılmamdan rahatsız olmaz, diye
düşündüm. Ama fiziksel temasın normal
Tucker maç bitince kalabalıkla birlikte salondan çıktı. Ben ekibe yardım etmek
için kalmıştım ama o kadar hızlı ve etkili çalışıyorlardı ki daha ben tribünlerden
inerken file toplanmış, top arabası yüklenmişti bile.
“Bis spâter\ Alex!” Jetta ben giderken gülümseyip el salladı. Belli ki elini
sıkmamamdan kaynaklanan herhangi bir gücenme unutulup gitmişti.
Okulun dışı tam bir curcunaydı. Futbol maçlarından sonra büyük kalabalıklar
görmeyi beklerdim ama sanki bütün okul kocaman bir konvoy halinde dizilmiş
gibiydi. Akşam saat sekizde. Hem de voleybol maçından sonra.
Burada etkili bir çevre kontrolü yapmamın imkânı yoktu, ben de B planına
geçtim; buradan gitmek. Erwin’i sakladığım yerden, çalıların arasından
çıkarırken kimsenin beni
“N’oluyor?” dedi diğer çocuklardan biri tiz bir sesle taklidimi yaparak.
Tucker’ın işyerinde yaptığından milyon kat daha kötü niyetli geliyordu kulağa.
Cliff’in arkadaşları etrafımda çember oluşturdu. Erwin’e daha sıkı yapıştım. Bu
çocukların hepsi ya sarhoştu ya da birer pislikti. Sarhoşlarsa mantıklı olmaları
daha düşük ihtimaldi ama koşacak olursam beni yakalama ihtimalleri de aynı
şekilde düşüktü. Ama Erwin’le koşamazdım. Belki kalkan niyetine
kullanabilirdim. Bu onu ardımda bırakmam gerektiği anlamına gelirdi ve
yapmak istediğim en son şey, Erwin’i ardımda bırakıp gitmekti. Bu durumda
hangi hamleyi yaparsam yapayım, manzara iç açıcı değildi.
“Uu, sert konuştu.” Cliff sırıtıyordu. “Teklifim şu: Saçını yeşile boyamamıza
izin verirsen gitmene izin veririm.”
hayır
“Peki. O zaman biz de kazırız. Jones’un arabasında jilet var, değil mi Jones?”
Saçımdan bir tutamı çekiştirerek geri geri gittim. Bu gibi şeylerle ilgili
belgeseller izlemiştim. Zorbalık, öğrenci zulmü... Gerçekten saçlarımı
kazımazlardı, değil mi? Bir sürü insan vardı; hepsi de izliyor, bekliyordu.
Çatıdaki takım elbiseli adamlar hiçbir şey yapmıyordu; okul güvenliği buraya
kadardı demek.
Cliff alayla güldü. “Bir şey mi lazımdı, Richter?” “Değil.” Miles omuz silkti.
“Lütfen devam edin.”
Cliff gözlerini kısarak baktı ve beni süzerek bir adım geri gitti. Yana doğru
eğilip etrafımdan dolaştı.
Cliff yine alayla gülüp ağzım tiksintiyle kıvırarak yolumdan çekildi. Miles ve
üçüzler iki yanıma geçip kalabalığın içinden yolumu açmama yardım ettiler.
Yuhalamalar, alaya almalar, jilet aramalar kesilmişti. Ama arkama baktığımda
Cliff ile arkadaşları kafa kafaya vermişti ve arkalarında da Celia bakışlarıyla
beni delik deşik ediyordu.
“Teşekkürler,” dedim.
“Senin için yapmadım,” dedi Miles park yerinin uzak köşesindeki paslı mavi bir
kamyonetin yanında durarak. Sürücü kapısını açıp çantasını içeri attı. “O
çocuktan gerçekten nefret ediyorum.”
“Cliff’in söylediği hiçbir şeyi dinleme,” diye katıldı Theo, saçındaki kalemleri
çekip başını sallayarak saçlarını saldı. “Moronun teki; senin onu aptal gibi
gösterecek bir şey yapmanı planladığımızı sanıyor. O yüzden rahat bıraktı seni.
Hem jileti olsa bile kullanmayı bildiğini sanmıyorum.” “Sakalını bile annesinin
tıraş ettiğine eminim,” dedi Evan. “Ben de sakalını bir maymunun tıraş ettiğine
eminim,” dedi lan. “Geçen sezon suratı nasıldı, gördünüz mü? Kan kaybından
ölecek sanmıştım.”
“Kişisel hijyen konusundaki eksikleri bir yana,” diye araya girdi Miles, “bence
kafasını bir yonga makinesine sokmak lazım.”
Çevik Üçüzler bana hoşça kal dediler. Belki de o kadar kötü değillerdi; her ne
kadar Evan ve lan aynı kişi gibi görünse de.
Erwin’e atlayıp Cliff, Celia, o ucube skor tabelası ve diğer her şeyi unutmaya
çalışarak park yerinden çıktım.
Sekizinci Bölüm
ronlarım karanlıkta sıklaşıyordu. Küçükken pek
çok kez yatağımın altından gelen sesler duyuyor, yorganımın üzerinden bana
uzanan pençeler görüyordum. Bisikletimle batan güneş ışığında eve dönerken
üzerimden uzun kuyruk tüyleri olan kocaman bir kırmızı kuş geçti. Fotoğrafını
çekmek için durdum. Makinenin ekranında tüyleri alev gibi parlıyordu.
Kahrolası Zümrüdüankalar. On yaşındayken aklımı Zümrüdüankalarla
bozmuştum ve bu kuş da her akşam beni eve kadar takip ediyordu.
Onlarla ilgili tek bir şey söyleyecek olsanız, bu tarih olurdu. Kelimenin tam
anlamıyla ikisi de tarihe âşıktı. Tabii birbirlerine de âşıktılar ama tarih onlar için
her şeyden öte bir uyarıcıydı. Birbirleriyle ve tarihle evlenmişlerdi.
Ben şanslı olandım. İskender ile Alexandra arasında abartılı bir fark yoktu. Öte
yandan adaşlık konusunda en ağır darbeyi Charlie almıştı: Şarlman. Ben de
doğduğu günden beri ona Charlie diyordum.
Sokağımıza döndüm ve Noel ağacı gibi aydınlatılmış tek katlı, toprak renkli
binaya yöneldim. Annemin ben eve gelene kadar bütün ışıkları açık bırakmak
gibi bir alışkanlığı vardı; hangi evin bizimki olduğunu unutabilirmişim gibi.
Salonun penceresinden öfkeli bir keman sesi geliyor, her zamanki gibi
Çaykovski’nin 1812 Uvertürü çalınıyordu.
Erwin’i garajın kapısına yaslayıp çevre kontrolümü yaptım. Sokak. Araba yolu.
Garaj. On bahçe. Veranda. Ev. Verandadaki salıncak, az önce biri üzerinden
kalkmış gibi sallanıp gıcırdıyordu ama rüzgârdan da olabilirdi. Ön kapıdan adım
attığımda bir kontrol daha yaptım ama ev her zamanki gibi görünüyordu; aynı
anda hem sıkış tıkış hem de bomboş. Charlie kemanıyla salonda ayakta durmuş
müzikal dehasını konuşturuyordu. Annem internet üzerinden üniversite dersleri
vermediği zamanlarda Charlie ye de bana yaptığı gibi evde eğitim vermişti, o
yüzden Charlie her daim egzersiz yapıyordu. Annem mutfaktaydı. Hazırlanıp bir
kontrolle daha uğraşmamayı kendime telkin ederek -annem bundan nefret
ediyordu- onu bulmaya gittim. Elinde bulaşıklıkla lavabonun başında duruyordu.
Bana döndü. “Senin için bir kâse çorba koydum. Mantarlı, en sevdiğin.”
“Ee, nasıldı?”
“iyiydi,” dedim kâsedeki soğuk çorbayı karıştırıp zehir var mı diye kontrol
ederek. Annemin beni zehirleyeceğini gerçekten düşünmüyordum. Çoğunlukla
düşünmüyordum.
“O kulüp nasıldı?”
“Pek bir şey yapmama gerek kalmadı. Çocukları sevdim ama. Tatlılardı.” Çoğu
tatlıydı. Annem pasif-agresif tarzıyla hırnm dedi.
Çorbadan biraz içtim. “Eğer daha iyi hissedeceksen, okul birincisi ve İkincisi
olan çocuklarla kuru sohbet düzeyinde olsa da bir arkadaşlığım var,” dedim.
Bir kez daha Mavi Göze dair düşünceler zihnimde gezinmeye başlayınca onları
bastırmaya çalıştım. Istakoz akvaryumunun lafını ettiğim an annem sinir krizine
giriyordu. Istakozları Salma vakasını unutmaya çalışmıştı yıllarca.
“Ah, öyle mi?” dedi annem biraz neşelenerek. “Nasıl tipler peki?”
“Okul İkincisi gerçekten çok tatlı biri ama birinci, iletişim becerileri üzerine
biraz çalışsa iyi olur.”
“Şimdi öyle diyorsun,” dedi sabunlu bir bıçağı bana doğru sallayarak, “ama
kazanamayınca ne yapacaksın?”
Kemanın sesi aniden kesildi. Koridordan küçük ayak sesleri geldi ve sonra
Charlie’nin kolları boynuma dolandı; bu hareketiyle neredeyse sandalyemden
düşüyordum. Charlie yaşma göre küçüktü ama gülle gibi sarsıyordu.
“Selam, Charlie.”
“Yetmiş dolar falan. Saçmalık. Sırf göğüs cebinde okulun arması var diye.”
Annem tekrar dönüp bana baktı; yüzü o lanet acıma ifadesiyle kırışmıştı.
İhtiyacım olan bir şeye yetmiş dolar veremeyecek kadar fakir değildik ama
annem yine de bu konuda bana kendimi kötü hissettirmekten geri kalmazdı.
Ben kapımı kapamadan zorla içeri girdi. On yedi yıldır içinde yaşadığım, her
yerden daha iyi bildiğim odamda bile sıradışı bir şey olmadığından emin olmam
gerekiyordu.
“Nasıl bir şey?” Charlie kendini yatağıma atıp örtüyü bir pelerin gibi başının
üzerine çekince sebep olduğu hava akımıyla duvardaki fotoğraflar havalandı.
Raflarımdaki hatıralıklar uğursuzca tıngırdadı.
“Evet, Charlie, bir sürü başka çocuk var. Okul orası.” “Yenisin diye sana karşı
ayrımcılık yaptılar mı?” Ayrımcılık. İşte Charlie’nin Haftanın Kelimesinde
öğrendiği sözcük. Charlie her hafta ne zaman fırsat bulsa yeni bir kelime
kullanıyordu. Bu haftaki ayrımcılık kelimesiydi. Geçen hafta gasp. Ondan önceki
haftaysa histerik. Sırf Charlie’nin dağarcığından bu kelimeyi çıkarıp annemin
önünde kullanması düşüncesi bile gülümsememe sebep oldu.
“Annem yine Disney Kanalını izlemene izin mi veriyor?” Pijamamı bulmak için
dolabımı açtım.
“Yok.”
“Ah.” Battaniye başının üzerinden kayıp düz, ketçap kırmızısı saçları ile
kocaman mavi gözlerini açığa çıkardı. Cebinden siyah bir satranç taşı çıkarıp
ağzına attı. Dört yaşından beri hep bir şeyler çiğniyordu. “Süper insanlarla
tanıştın mı hiç?”
“Süperi tanımla.”
“Pek sayılmaz. Tatlı insanlar, aptal insanlar ve tam bir pislik olan insanlarla
tanıştım ama hiç süper biriyle tanışmadım.”
Charlie gözleri faltaşı gibi açılarak şaşkınlıkla nefes alınca ağzındaki satranç taşı
düştü.
“Ruh ikizinle tanıştın mı? Bu hep okulun ilk günü olur, değil mi?”
“Ah, Tanrım, Charlie! Yine kitap okumana izin veriyor! Doğruca paranormal
bölümüne gittin, değil mi?”
Charlie oflayıp kollarını kavuşturdu. “Hayır. Ama TV liseyi pek iyi
yansıtmıyor.”
“TV hiçbir şeyi pek iyi yansıtmıyor ki Charlie.” Kederli bir ifadeye bürününce
umutlarını yıktığım için üzüldüm. Asla liseye gitmeyecekti. Annemin bana evde
eğitim vermeyi bırakmasının tek sebebi terapistimin kendi yaşıtlarımla bir arada
daha iyi olacağımı söylemesiydi. Bu da Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakası ve
son senemi ceza gibi East Shoal’da geçirmeme yol açtı.
Ne zaman Charlie ye baksam tanıdık bir suçluluk duygusu, mideme yumruk gibi
iniyordu. Ben ablaydım. Ona örnek olmam ve insanların, “Hey, sen Alex’in kız
kardeşi değil misin? Sen de mi delisin?” yerine, “Hey, sen Alex’in kız kardeşi
değil misin? Ne kadar çok benziyorsunuz!” demeleri için ona yol göstermem
gerekiyordu.
Ona örnek olacağım tek şey yemeden önce yemeğini kontrol etmesiydi. İçim
rahatlamıştı. Neden benden nefret etmesi gerektiğini anlayacak yaşa henüz
gelmediği için rahatlamıştım.
Charlie sızlanıp surat asarak satranç taşını aldı ve yataktan inip çabucak çıktı.
Pijamamı giyip örtünün altına girdim.
Fotoğrafların bir düzeni ya da bir mantığı yoktu. Birkaç yıl önce, arada bir eski
bir fotoğrafa baktığımda içinde bir şeyin farklı göründüğünü fark etmiştim. Bir
şey eksikti. Çantama uzanıp makinemi çıkardım ve bugün çektiğim fotoğraflara
baktım. İlki bu sabah sincapları çektiğim fotoğraftı; şimdiden değişmişti. Sadece
komşunun çimlerini çekmişim gibi görünüyordu. Sincaplar gitmişti.
Her zaman o kadar kolay olmuyordu. Bazı şeylerin kaybolması daha uzun
sürüyordu. Ama bu teknik, neyin halüsinasyon neyin gerçek olduğunu ayırt
etmemde bana yardımcı oluyordu. Fotoğraflarla dolu albümlerim de vardı ama
albümler gerçek olduğunu bildiğim şeyler içindi; annem ve babam gibi.
Charlie’ye dair ayrıca bir albümüm vardı. Birkaç kez onu odamda albüme
bakarken yakalamıştım.
Babam ne zaman eve gelse yanında bir şeyler getiriyordu; bize ait olan birkaç
parça eşya, mobilyalarımız ve hatta kıyafetlerimizin bazıları. Annem uygun olan
her köşeyi babamın eşyasıyla doldurmuştu ve ev o kadar boş gelmiyordu.
Einstemm delilik tanımı aynı şeyi tekrarlayıp farklı so-nuçlar beklemektir. Ben
de bir tanesine bakıp içindekinin bir halüsinasyon olup olmadğını görmeyi
umarak fotoğraf çekiyordum. Sonunda paranoyadan kurtulmuş bir şekilde etrafta
dolanabileceğimi düşünerek çevre kontrollerimi yapıyordum. Her günü,
birilerinin bana limon koktuğumu söylemesini umarak geçiriyordum.
Onuncu Bölüm
Park yeri olayından sonraki gün yaptığım ilk şey, okulda Miles’ın kamyonetini
aramak oldu. Paslı, gök mavisi 1982 GMC. Miles onu hurda yığınından
kurtarmış gibi görünüyordu. Park yerinde yoktu. Harika.
“Ah, selam, Alex.” Tucker kapıyı biraz daha araladı. Bakışları arkamdaki
koridoru tarıyordu.
Gözden kayboldu ve kısık sesli, öfkeli bir küfür duydum. Tucker döndüğünde
elinde bir üniforma vardı. “Biraz büyük gelebilir ama tek temiz üniforma buydu.
Diğerleri sarıydı.”
Üniformayı aldım. “Teşekkürler, Tucker. Hademenin odasında ne işin var?”
Arkasına baktım ama başka kimseyi göremedim.
Theo sınıf kapısının dışında dizlerinin üzerine çökmüş bir kavanozda bir şeyler
karıştırırken Miles da kollarını kavuşturmuş yanında duruyordu. Yanından
geçerken tüylerim diken diken oldu ama yüzümdeki ifadeyi saklamak için
kendimi zorladım. Beni fark etmedi; ettiyse de bir şey söylemedi. Theo’nun
iğrenç karışımını gördüm. Turşu suyu, hardal, biber parçalarına benzeyen bir
şeyler, ekşi krema, yaban turbu; on üç yaşındayken, küçük kardeşinizi kusma-
komasına sokmak istediğinizde bir araya getireceğiniz şeylerdi yani (Charlie
beni bunun için hiç affetmemişti).
Ders normal bir şekilde başladı. Günün ilk anonsu bir skor tabelasıyla ilgiliyken
ve öğretmeniniz eğitim çavuşu
gibi herkese bağırırken ne kadar normal olabilirse yani. Bay Gunthrie’nin İngiliz
Edebiyatı hakkında anlattıklarını dinlemeye çalıştım ama Miles’ın yüzünün yan
tarafı tebeşir beyazından hasta yeşiline dönmüştü.
Bay Gunthrie, ClifFin sırasının önünde durduktan sonra eğilerek onun burnunun
dibine girdi. Sınıfın öbür ucundaki Ria Wolf’a birtakım el hareketleri yapmakla
meşgul olan Cliff sıçrayıp önüne döndü.
“Ee, evet?”
“Hayır.”
“HAYIR, NE?”
“Hayır, Efendim!”
Lütfen onun üstüne kus, diye düşündüm. Lütfen Bay Gun-htrie’nin üstüne kus.
“İyi misiniz, Bay Richter?” Bay Gunthrie kitabını bırakıp Miles’ın yanma
giderek sırtına hafifçe vurdu. Miles bir kez daha tükürüp bir elini Bay
Gunthrie’nin omzuna koydu.
“Evet. İyiyim. Kahvaltıda bozuk bir şey yedim herhalde.” Miles ağzını
gömleğinin koluna sildi.
“Tabii.” Bay Gunthrie, Miles’ın sırtına bir tane daha yapıştırdı. “Acele etme.
Eminim bütün dersi ezberlemişsindir zaten, değil mi?”
Öğle yemeğinden sonra Tucker yanıma gelip Miles’ın birtakım işler çevirdiği
konusunda beni bilgilendirdi.
“îş mi? Mafya gibi mi yani?”
dur.
“Ah, McCoy un skor tabelasını altın kaplatmak için birini tutmasıyla ilgili olanı
mı?”
“Evet. Onun deli olduğunu söylemiştim, değil mi? Evde de garip şeyler
yapıyormuş diye duydum.” Komplo teorisi fısıltısıyla söylemişti bunu. Çimlerini
biçip şakayıklarını budamak gibi.”
“Şakayık mı?” dedim kendime hâkim olamayarak. “Tanrım, gerçekten tam bir
ucube.”
“Komik bir şey mi var, Beaumont?” diye sordu sanki Tucker ona gülüyormuş
gibi.
Tucker’ın kulak uçları kızardı, gözlerini dikip Celia’ya baktı ama bir şey
söylemedi.
“Tanrım, Beaumont, çok acayipsin. Arada bir normal insan gibi davransan...”
“Ben onun arkadaşıyım,” diyerek sözünü kestim. “Ve bence o gayet normal.”
Celia beni baştan ayağa süzdü ve bakışları saçlarımda takılıp kaldı. Sonra da
oflayıp tek kelime daha etmeden yürüyüp gitti.
Günün kalanı sorunsuz geçti. Miles varlığımı görmezden geldi. Ben de onunkini.
Okulun bütün batı kanadı müfredat dışı aktivitelere ayrılmıştı. Spor salonu,
havuz ve oditoryum birer koridorla birbirine bağlıydı ve ortalarında da kubbeli
geniş bir alan, ana koridorla okulun kalanına bağlanıyordu. Kubbeli alanda
okulun yıllar içinde kazandığı kupalarla dolu cam vitrinler diziliydi: Atletizm,
müzik yarışmaları, bando ve dans... bazı kupaların yanında kazanan takımların
siyah beyaz fotoğrafları vardı.
Resmin altında şöyle yazıyordu: “Scarlet Fletcher, East Shoal amigo takımının
kaptanı, babası Randall Fletcher ın okulumuza gösterdiği cömertliğin bir hatırası
olan ‘Scarlet’ın Skor Tabelasının açılışını yapıyor.”
Kupür altın çerçeveliydi ve sanki kutsalmış gibi minik bir kaidenin üzerine
konmuştu.
Miles çok komik bir köpek yavrusuymuşum gibi bir kaşını kaldırdı.
“Dur bir bakayım.” Parmağımla çeneme vurdum. “Evet, bitti. Pislik torbası.”
“Alex. Dur.”
Arkamı döndüm. İlk defa adımı söylemişti. Elini uzattı. “İyi oynadın,” dedi. Ah,
olamaz. Hayır, bunu yapmayacaktık.
Şimdiye dek pek çok kere sordum zaten, biliyorum, ama... sadece... evet mi hayır
mı?
Negatif ve çekimser cevaplarının iki katı kadar olumlu cevabın var; nasıl sürekli
bunlar denk geliyor ki? O değil, değil mi?
Bunu daha önce de söylemiştin. Bir kere daha soracağım: O pisliğin teki, o
yüzden Mavi Göz olamaz, değil mi?
Kıçımın cevabı.
On İkinci Bölüm
HillparE ’tan East Shoal’a geçiş, beklediğimden çok daha kolaydı. Yalnızca
ambalajı biraz farklı olan, bir başka saçma liseydi burası. Tek fark East
Shoal’daki her şeyin tamamen çılgınca olmasıydı.
Bir: Skor tabelası gerçekten de bir okul efsanesiydi ve Bay McCoy gerçekten
ona delice, delice âşıktı. McCoy’un kendine has bir deliliği vardı: Sanki skor
tabelası, ona itaat etmezsek bizi öldürecek kadar öfkeli bir Maya tanrısıymış gibi
durmadan hepimize çiçek ya da ampul sunmamız gereken “Skor Tabelası
Gününü” hatırlatıp duruyordu. Bir şekilde verdiği iyi test sonuçları ve ondan
daha da iyi olan öğrenci danışmanlığıyla bu deliliğini gizlemeyi başarabiliyordu.
Görünüşe göre veliler ve öğretmenler için o kusursuz bir müdürdü.
İki: Tek amacı mevcut komplo teorilerini tartışıp gerçek olup olmadıklarına
karar vermek olan bir tarikat vardı. Hademenin odasında toplanıyorlardı.
Beş: Yirmi yıl önce son sınıfların eşek şakası olarak biri biyoloji öğretmeninin
evcil pitonunu serbest bırakmış. Yılan tavan karolarının arasından girip bir daha
da ortaya çıkmamış.
East Shoal’la ilgili duyduğum bütün çılgınca şeyler içinde inanamadığım tek şey
buydu.
On Üçüncü Bölüm
Bunun benim için bir sakıncası yoktu çünkü a) Theo yu ona tercih ediyordum, b)
o etrafımda değilken daha az paranoyak davranıyordum, c) tanımadığım
insanlarla dolu bir spor salonunda oturmak zorunda kalmıyordum.
Theo’ya alışmam uzun sürmedi; işleri halletme konusunda o kadar iyiydi ki beni
incitmek istese şimdiye kadar yapardı diye düşünüyordum.
Çok fazla ödevim olduğunu sanıyordum ama Theo’nun sırt çantası belini kıracak
kadar büyüktü.
“Yedi İleri Seviye dersi alıyorum artı üniversiteye yerleştirme ile akademik
çalışmaya yetkinlik sınavlarına tekrar gireceğim çünkü son seferinde hileye
geldiğimi biliyorum,” dedi. “İhtiyacım olan diğer her şeyi bu cepte tutuyorum ve
ilkyardım çantam da şu cepte...”
“Neden ilkyardım çantan var ki?” diye sordum. “Benimkiler gibi iki erkek
kardeşin olunca birileri muhakkak yaralanıyor.” Fizik kitabını tezgâhın üzerine
koydu ve kitabın kapağını açtı.
“Nasıl beceriyorsun bilmiyorum,” dedim. “Kulüpten sonra eve gidip bütün
akşam ödev mi yapıyorsun?”
Yine omuz silkti. “Öyle işte. Hep öyleydiler. Bütün İleri Seviye derslerini
almamı da onlar istedi.”
Theo sırıttı. “Hayır. Jetta hariç hiçbirimiz kulübe isteyerek katılmadık. Evan, lan
ve ben iki yıl önce öğle yemeğine müshil attığımızda buraya gönderildik.”
Güldü. “Kesinlikle buna değerdi.”
“Art’ı tuvalette otla yakaladılar ama o okuldaki en iyi güreşçi olduğu için
takımdan uzaklaştırmak yerine buraya yolladılar.”
“Bu okulda gerçekten okuldan atılan birileri oluyor mu yoksa hepsi Miles’ın
himayesine mi veriliyor?”
“Sadece şiddet içerikli, kavga ya da okula silah getirme gibi şeyler yüzünden
atılanlar olduğunu duydum.”
“Peki ya Jetta?”
Theo gözlerini fizik kitabına dikip iç çekti. “Sanırım Jetta, Patron yüzünden
burada.”
“Nasıl yani?”
“Jetta buraya geçen yıl geldi ve İngilizcesi pek iyi değildi. Onunla konuşmaya
tenezzül eden tek kişi Patron’du.” “Peki Miles?” diye sordum hemen Theo
kitabına dönmeden önce. “O ne yaptı da buraya gönderildi?”
“Hı?” Theo başını kaldırıp baktı. “Ah, Patron mu? Emin değilim. Ben, Evan ve
lan kulübe katılan ilk kişilerdik ama Patron hep buradaydı. Bunların hepsini tek
başına yapıyordu.” Birden sustu. Miles stand penceresinin önündeydi. Tezgâhın
üzerine eski, siyah bir defter bırakıp yaslandı.
“Köpekbalıklarıyla dolu bir denizde batmakta olan bir gemide açlıktan ölmek
üzere on bin yetim olduğunu düşün, o zaman orada olmayı ne kadar
istemediğimi anlayabilirsin,” dedi Miles duygusuzca. “On beş saniyede bir
Clifford’un Ria’nın kıçının ne kadar güzel olduğu hakkında konuştuğunu duyma
şansına sahibim. Yedinci sınıftan beri çıkıyorlar, şimdiye kadar bunu aşmış
olması gerekirdi.”
“Hı-hıı.”
“Yirmi Soru gibi, ama yirmi soru sormuyoruz, çünkü Patron üç soruda çözüyor,”
dedi Theo. “Birini buldum. Başla.” “Başkanlardan biri misin?” diye sordu Miles.
“Evet.”
“Evet.”
“Ronald Reagan’sın.”
“Gördün mü?” Theo ellerini havaya kaldırdı, “iki! iki
I”
soru!
Okulun ilk gününden beri o garip aksanını bir daha duymamıştım ama onun ve
Jetta’nın Almanca konuştuğunu biliyordum.
“Doğru mu?”
“Gerçekten, söylesene.”
“Gerçekten, hiçbir şey. Şimdi, neden soruma cevap vermiyorsun? Kendin cevap
vermeyi reddediyorsun ama benden almaya çok meraklısın.”
“Ne boyadın?”
“Kelimeler yazdım.”
Theo’nun okul gazetesi için yazı yazdığını ve onu sürekli gazetenin editörü
Claude Gunthrie’yle konuşurken görmemin sebebinin bu olduğunu öğrendim.
(“Hep sanki kabızmış gibi göründüğünü biliyorum,” heyecandan bir dizi bardağı
devirdi, “ama kol kaslarını görmen lazım. Tanrım, çok güzeller.”) “O derste
sürekli arkamı kollamam gerekiyormuş gibi hissediyorum, biliyor musun?”
dedim. “Okul başladığından beri Ria ya dair içimde garip bir his var.” Ria sınıfta
yanımda oturuyordu ama gördüğüm kadarıyla tek yaptığı Cliff’le fin-girdeşip
yakıtı latte olan bir robot gibi kıkırdayıp durmaktı.
“Ria o kadar da kötü değil,” dedi Theo. “Öyle olmasını bekliyor insan. Popüler
ama biz aşağıdakilere bulaşmaz. Cliff’i aklından atmakla uğraşmıyorsa.”
“Yedinci sınıftan beri çıkıyorlar ama esas drama lise birinci sınıfta başladı. Hem
de. Ne. Drama. Ria sürekli Cliff’i onu aldatmakla suçluyor, Cliff de ona hep
sanki bir ödülmüş gibi davranıyor. Bu yüzden yılda bir defa Ria onu
kıskandırmak için gidip biriyle yatıyor. Cliff çocuğu bulup ağzını burnunu
dağıtıyor ve sonra Cliff ile Ria’nın ilişki döngüsü baştan başlıyor.” Theo
piramidin tepesine bir bardak koymak için yukarı uzandı. “Hayır, asıl dikkat
etmen gerekenler Celia ile Siyam ikizleri.”
Celia’nm iki kankası Britney ile Stacey etle tırnak gibi birbirlerine bağlıydılar.
Theo’nun kardeşlerini onlardan daha kolay ayırt edebiliyordum. Piramidin
etrafından dolanıp kenarına bir bardak daha koydum.
“Celia edebiyat dersinde Miles’ı kesiyor. Sanki onu yemek istiyormuş gibi
bakıyor.”
Theo ürperdi. “Patron varken bundan bahsetme. Celia ona kafayı takmış
durumda. Birinci sınıftan, garipleşmeye başladığından beri öyle. Hiç açıkça
söylemedi ama belli oluyor.” “Eh, Celia bir sürtük ve Miles da bir pislik;
birbirleri için yaratılmışlar,” dedim gülümseyerek.
“Yine mi sıkıldın?” diye sordu Theo birden. Miles elinde hâlâ o eski püskü siyah
defterle pencerede duruyordu. “Voleyboldan nefret ediyorum,” dedi.
Theo şeytanca gülümsedi. “Hayır, Ria VVolf’tan nefret ediyorsun sen. Sinirini
zavallı spordan çıkarma.”
Miles da ona, daha önce bana attığı gibi pis bir bakış attı ve uzun parmaklarıyla
sabırsızca tezgâhın üzerinde ritim tuttu.
Theo gözlerini devirdi ve piramide devam etti. “Aklımda biri var,” dedi.
“Evet.”
Theo bardağını fırlattı ve bütün piramit yerle bir oldu. “Neden Churchill
demedin ki? Kahretsin, Churchill ya da Roosevelt veya Stalin demen
gerekiyordu!”
Miles ona bakmakla yetindi. Theo yüksek sesle homurdanıp bana yardım etmeye
koyuldu.
Bir hafta sonra edebiyat dersinde çok acayip bir şey oldu.
Oturmaya çalıştığımda kendimi yerde, son derece acı verici bir pozisyonda
buldum. Sıra ile sandalyeyi birbirine bağlayan çıta bir ucundan kesilmişti,
böylece ağırlığım kalanını kırmıştı. Bir an için bunu hayalimde canlandırdığımı
sandım, insanlar bana bakıyordu. Bıyık altından küfrederek ayağa kalktım ve
kırık sırayı sınıfın arkasına atıp kullanılmayan, tek parça halinde bir tanesini
çektim.
Bay Gunthrie başını gazetesinden kaldırmamıştı bile. Her zaman kibar bir
bihaberlik içindeki Miles hiçbir şey olmamış gibi davranıp kara defterine bir
şeyler yazmaya devam etti.
®®®
Her zaman sinsi, tetikte olan Celia Hendricks, Milesın sırasının yanında belirdi.
Sanki bir gençlik dergisinden öğrenmiş gibi o garip saç savurup parmağa dolama
hareketini yaptı. Miles ona dik dik baktı.
Celia ona kocaman gülümsedi. “Baksana. Yakında bir kamp ateşi partisi
vereceğim. Üzerine grafiti yapmak için çakma skor tabelamız falan da olacak.
Gelsene.”
“Çünkü eğlenceli olacak!” dedi sızlanarak. Elini Miles ın koluna koymaya çalıştı
ama Miles geri çekilmişti. Ona hırlamak üzere olduğuna yemin edebilirdim.
Miles uzun bir süre duraksadı. Sonra başparmağıyla omzunun üzerinden işaret
edip, “Alex’i davet et, o zaman gelirim,” dedi.
FKÂNCÜSCA ÎFTPPÎA J 99
“Güzel!” Celia gömleğinin cebinden bir kart çıkarıp bana vermek için Miles ın
omzunun üzerinden uzandı. Belli ki dekoltesini Miles’ın yüzüne denk getirme
çabasındaydı. Kartı almadan önce Miles’ın kıvranması için gereğinden fazla
bekledim. Celia sırasından çekildi.
Oradayken deli gibi paranoyak olacaktım ama annem bu fikir karşısında o kadar
heyecanlanmıştı ki vazgeçmemin imkânsız olduğunu biliyordum. Partiye gitmek
için izin istediğimde birkaç beyin hücresini patlatmış bile olabilirdi
i
çünkü öylece durup bir dakika boyunca boş gözlerle baktıktan sonra yiyecek bir
şeyler götürmem gerekip gerekmediğini ve götüreceksem ne kadar götüreceğimi
sordu. Terapistimi arayıp güzel haberi verdi ve o da hemen benimle konuşmak
istedi; bana neden bu kararı verdiğimi ve bu konuda nasıl hissettiğimi sordu.
Annem ayrıca beni partiye arabayla bırakacağını söyledi ama izin vermedim;
Theo zaten beni götürmeyi teklif etmişti ve ben de kabul etmiştim. Annem ve
Firenza sının beni aslında davetli olmadığım bir parti için en zengin muhitlerden
birindeki kocaman bir eve bırakması, yerin dibine girmem için yeterliydi zaten.
Partiden önceki çarşamba günü Theo ödevini bir kenara bırakıp bana neyle
karşılaşacağımı anlattı.
“Birinin içkine ilaç atmayacağının garantisi yok.” Theo dönüp mısır makinesini
yeniden doldurdu. “Bir şey olmaz. Yeme, içme ve dikkat çekme.”
“Peki, tamam.”
“işte geldi.” Miles köşeyi dönüp defterini tezgâhın üzerine fırlatırken Theo
başını kaldırıp bakmadı bile. “Küfretmenin faydası olacağını hiç sanmam,” dedi
ona.
“Belki lanet bir faydası olur,” dedi Miles sinirle. “O spor salonundaki herkesten
nefret ediyorum. Haydi birini seç.” “Hayır, oynamak istemiyorum.”
“Ben bir tane seçebilir miyim?” dedim elimi kaldırarak. “Üstelik beş sorudan
fazla sürebilir.”
“Eğer bunu beş soruda bilirsen çok etkilenirim.” Tezgâhın üzerine eğildi; hevesli
görünüyordu. Garip, çok garip şekilde hevesli görünüyordu. Suratımı yere
yapıştırmak istiyor gibi değildi. Beni yeneceğini biliyor gibi de değildi. Sadece...
heyecanlı görünüyordu. “Tamam,” dedi. “Kurmaca bir karakter misin?”
Kapsamlı bir soruydu. Beni Theo’yu tanıdığı kadar iyi tanımıyordu, o yüzden
beklenen bir şeydi bu.
“Hayır,” dedim.
“Hayır.”
“Evet.”
Theo dayanamayıp, “Soruyu nasıl oraya getirdin?” dedi ama Miles onu
duymazdan geldi.
“Hayır.”
“İnkalar.”
“Hayır.”
“Aztekler.”
“Evet.”
Dudaklarının kenarları yukarı kıvrıldı ama, “Bunun için bu kadar soru sormam
gerekmemeliydi,” dedi. Sonra, “Tlatoaniliği sen mi kurdun?”
“Hayır.”
“Hayır.”
“Hayır.”
“Axayacatl?”
“Hayır.”
“I. Montezuma?”
“Yok.”
“Itzcoatl?”
“Hayır.”
“Chimalpopoca?”
“Hayır.”
“Huitzilihuitl?”
Bir dizi Aztek imparatorunu alıp geriye tek bir tane kalana kadar hepsini
saymıştı. Ama artık üç soru hakkı kalmıştı; iki tanesine ihtiyacı olmayacaktı.
Gözlerinde fanatik bir parıltı, dudaklarında yine bir gülümseme vardı. İkisi de
ben, “Neredeyse yirmi soru. Tam değil ama az kalsın yeniyordum seni,” deyince
kayboluverdi.
“Bu oyunu bir daha asla oynamayacağım,” dedi Theo iç geçirip ödevine
dönerek.
Büyük olasılıkla
On Dördüncü Bölüm
Charlie elleri kalçalarında, siyah filin başını dişlerinin arasına sıkıştırmış, yatak
odamın kapısında belirdi. “Ben de seninle gelebilir miyim?”
“Hayır demek oluyor.” Giyecek farklı bir şeyler bulmak için fazla derin
olmayan dolabıma döndüm. Eski kot pantolonlarım yerde bir yığın oluşturmuştu
ve tişörtlerim askılarında darmadağınık duruyordu. Sarman kedi şeklindeki bir
çift ev terliği, yıpranmış uzun kollu bir tişörtün altında kalmıştı. Ayağım değince
terlikler mırladı.
“Bu akşam neden bu kadar sızlanıyorsun sen? Genellikle bir noktada pes
edersin.”
Bana bakmadı.
“Sorun olmayacak, anne,” dedim. “Ama son zamanlarda canım çok Yoo-Hoo
çekiyor.” isteklerimi hazır bu normallik coşkusuna kapılmışken sıralamam
gerekiyordu. “Görüşürüz. Babam ararsa zamanlamasının berbat olduğunu
söyle.”
Theo ve kardeşleriyle arabada olmak, elli kilo patlayıcı ve ateşlenmiş bir fitille
kendimi bir bankanın kasa odasına hapsetmişim gibi hissettiriyordu. Theo beni
ön koltuğa oturttu ama yine de Evan ile lan fazla yakınımdaymış gibi geliyordu.
Üçü yol boyunca kulak tırmalayan şarkılar söyledi ve Theo Downing Heights’a
dönene kadar da susmadı.
içimde kötü bir his çalkalanıyordu. Daha önce hiç bu mahalleye gelmemiştim ve
bahçedeki karanlık alanlardan bana bakan gözler vardı. Tişörtümün kollarını
avcuma alıp yumruklarımı sıktım. Arka verandadaki devasa müzik sisteminden
müziğin sabit ritmi duyuluyordu; ateş de biraz ötede yanıyordu. Evin ışıkları
yanıyordu ve her kapı ve pencereden sıcak bir gündeki sinekler gibi birileri girip
çıkıyordu.
Eve kadar bize rehberlik eden Evan, “Sakin ol,” dedi sırıtarak.
“Ve sakın. Hiçbir şey. Öğütme,” diye cümlesini tamamladı lan da. Ve sonra
üçüzler kayboldu. Kapının ardındaki kalabalığın içine sürüklendiler. Her yandan
tanımadığım bedenler üstüme üstüme geliyordu.
Çevre kontrolümün burada hiçbir faydası olmazdı. Önümdeki bir metreyi zor
görebiliyordum. Herkesi silah kontrolünden geçirmek imkânsız olurdu.
Tişörtümün cebinde fotoğraf makinem vardı ama onun da bana bir yararı
dokunmazdı. Ne görüp ne görmediğimi asla hatırlayamazdım.
Terli bedenler ve yüksek sesler arasında ilerleyerek tanıdık bir yüz aradım.
Tucker’ı gördüğümü sanıp ona doğru ilerledim ama oraya gittiğimde ortadan
kaybolmuştu.
Kıvrımlı merdiven yemek odasının köşesindeydi; yukarısı aşağıya göre çok daha
sessiz ve alkolsüz bir ortama benziyordu. Theo’nun söylediklerini biliyordum
ama birileri beni tuzağa düşürmeyecekse yukarı çıkmamak için bir sebep
göremiyordum.
Elimde olmadan aklıma Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakası geldi. Pek parlak
bir anım değildi. Çimenlere yöneldim. Gecenin sessizliği ile ateşin çıtırtısı,
verandadan bangır bangır çalan müziğe karşı bir tür duvar işlevi görüyordu.
Ateşin etrafına üçgen oluşturacak şekilde üç bank yerleştirilmişti: Biri hâlâ
ortasında duran bir bovling topuyla ikiye ayrılmıştı; öbüründe bir çift birbirine o
kadar yapışmıştı ki onları ayırmak için hidrolik kesme-ayırma aleti kullanmam
gerekirdi. Bankların üzeri astronomik miktarda kuş dışkısıyla kaplıydı ama çift
bunu umursuyor gibi görünmüyordu ve bovling topları da hiç oralı değildi.
Üçüncü bankta sadece bir kişi vardı ve sırtı bana dönük oturuyordu, ateşten
kapkara olan şişe geçirdiği marşmelo-vuna bakıyordu.
“Buraya oturabilirsin istersen.” Miles bankın ucuna kaydı. Sesinde garip, durgun
bir hava vardı. Normal biriymiş gibi konuşuyordu. Sakindi. Arkadaşmışız gibi.
Bankın öbür ucuna oturdum (“öbür ucu” beş santim ötede oluyor), keskin objeler
var mı diye tepeden tırnağa onu süzdüm ve saçımı çekiştirdim. Eğer normallik
için bu cehennem partisindeki tek referans noktam oysa kabulümdü. Okul
üniformasını çıkarıp eski bir kot, kalın tabanlı botlar, beyaz-mavi renkli bir
beyzbol tişörtü ve sanki doğruca II. Dünya Savaşından çıkmış gibi görünen bir
pilot ceketi giymişti.
“Ateş başına hangi rüzgâr attı seni?” diye sordu en ufak bir ilgi göstermeksizin
şişini kaldırıp marşmelovun yanışını izleyerek.
Miles homurdandı.
“Peki neden Celia’ya beni davet ettirdin?” diye sordum. “Bu kadar eşlikçi
sıkıntısı çektiğine inanamıyorum.”
Miles omuz silkti. “Bilmiyorum. O an iyi bir fikir gibi gelmişti. Ödeştik say.”
Marşmelov kızgın alevlerin arasına düşerek yitip gitti. Sonra İkincisine başladı.
“Bunun için işten izin aldım. Alkol tüketimi ve birbirini avuçlayanlar,” Hidrolik
Kesme-Ayırma Aleti çiftini işaret etti, “kimin eli kimin cebinde belli değilken
partinin daha ilginç olmasını bekliyor insan.”
içim titredi. “Ben de yukarıdaki bir yatak odasında bi-rilerini bastım galiba.”
Miles garip bir sesle öksürdü; gülmemek için kendini tutarmış gibi. Güldüğünü
hiç duymamıştım.
“Kimdi?”
“Ria. Çocuk kimdi bilmiyorum ama Cliff değildi.” Miles’ın kaşları gözlerinin
üzerinde sert bir çizgi halini aldı. İkinci marşmelov da düştü. Üçüncüsünü aldı.
“Sanki bu başına gelmiş gibi konuşuyorsun. Ria’dan nefret etmenin bununla bir
ilgisi var mı? Aa, sen de o çocuklardan biri miydin? Hani Ria’nın... biliyorsun
işte...” “Hayır.” Bakışları ölümcüldü. “Ria dan nefret ediyorum çünkü beyninin
içinde voleybol ve parıltılı şeylerden başka bir şey yok. Cliff’ten de aynı
sebepten nefret ediyorum, sadece onunkinde voleybol yerine futbol, parıltılı
şeyler yerine seks var.”
Şeytan Miles’ın ortaya çıkması kesinlikle fazla uzun sürmemişti. Başka bir şey
söylemedi. Birkaç dakika ateşin çıtırtısını, verandadan gelen müziği ve bankta işi
iyice ilerleten çiftten gelen sesleri dinleyerek sessizce oturduk. Çift oracıkta
öpüşüp koklaştığı ve bovling topu da apaçık orada durduğu halde hepsinin
fotoğrafını çekmek istiyordum. Miles üç marşmelov daha yaktı. “Celia artık
senden nefret ediyor olabilir,” dedi nihayet.
“Haydi canım? Ben pek emin olamamıştım; beni davet ettirirken bana attığı o
kötü bakışlar mesajı tam iletememiş olsa gerek.” Ben de bir şiş alıp sivri ucuyla,
yanan bir kütüğü dürttüm. “Derdi ne o kızın gerçekten? Sana hasta resmen. Eski
kız arkadaşın falan mı?”
“Hayır. Benim hiç,” hemen lafı değiştirdi, “... hep öyleydi o. Neden
bilmiyorum.”
“Tamam, tamam, tam bir pisliksin. Gezegendeki en adi herifsin sen. Bunu mu
duymak istiyorsun?”
Miles’m şişinin ucu ateşin yanına, yere indi. Bütün dikkatini bana verdi. “Zengin
olduğumu düşünme sebebin nedir?”
Omuz silktim. “Şımarıksın? Tek çocuksun? Ayakkabıların her zaman cilalı?”
Doğruydu; gömleğinde kırışıktan eser olmuyordu, kravatı dümdüz, pantolonları
jilet gibi ütülüydü ve ayakkabıları diğer herkesinkinden daha parlak ve siyahtı.
Ve saçları, saçlarından bahsetmeyeyim bile çünkü her sabah duştan yeni çıkmış
ve saçlarını olabilecek en harika dağınık stilde ustaca kurumaya bırakmış gibi
görünüyordu. Güzel görünen bir yataktan-yeni-kalkmış-insan-saçı gibiydi; öyle
bir şeyin varlığı mümkünse tabii. Miles her ne idiyse, iyi görünmek için epey
çaba sarf ettiği kesindi.
Miles ateşe döndü. Etrafımızı yine bir sessizlik sardı ama bu seferki garip de
değildi. Sadece çok ama çok ağırdı. Sanki ikimizden biri söyleyecek bir şeyimiz
kalmayana kadar konuşmalıymış gibiydi.
“Tarih konusunda tam olarak ne kadar iyisin sen?” diye sordu Miles, ses tonu
tekrar donuk ve duygusuz haline dönerken.
“Değişir. Pek çok tarih var; ne bilmek istiyorsun?” “Her şeyi,” dedi ama ben
bunun ne demek olduğunu soramadan, “ABD’nin on dördüncü başkanı kimdi?”
diye ekledi.
“Franklin Pierce. New Hampshire’dan çıkan tek başkan.” “ikinci çocuğunun adı
neydi ve o çocuk neden öldü?” “Ben -hayır Frank-Robert Pierce. Frank Robert
Pierce. Şeyden... tifodan öldü.”
“Kaç yaşındayken?”
Bir saniye sonra bunun bir önemi kalmadı. Verandadan gelen sesler yükselerek
bize yaklaşmaya başladı ve ben kaçıp kaçmamayı değerlendiremeden bankta
yanıma Celia Hendricks ve Miles’m yanına da başka birisi oturdu ve aramızdaki
o beş santim de ortadan kalkmış oldu. Omzum onun koltukaltında, kolları
arkamızda, bacaklarım neredeyse onunkilerin üzerinde sıkış tıkış bir haldeydik.
Anlaşılan arka verandadaki herkes ateşin başında çember oluşturmaya gelmişti.
Donup kaldım. Bir insana hiç bu kadar yakın olmamıştım. Charlie hariç.
Annemin bile bana bu kadar yaklaşmasına izin vermemiştim.
Üçüzler arkamızda bir yerden güldü. Miles ve ben aynı anda onları bulmak için
döndük. Çenesi alnıma çarptı.
“Niye, ısırmak için çok mu sert geldi, Jaws?” diye karşılık verdim alnımı ovarak.
Üçüzler çoktan kalabalıkta sarışın flu bir nokta halinde yola koyulmuştu.
“Selam millet!” Celia iki sıra beyaz dişini sergiledi. “Partiyi nası’ buldunuz?”
Burnuma tütün ve talaş kokusu doldu. Ceketinden geliyordu. Daha önce sadece
annemle babamın pipo içen, toprak kazan tarih uzmanı iş arkadaşlarından
almıştım bu kokuyu.
Başka bir koku daha alacak kadar yakındım... hamurişi. Ve bir şey daha vardı.
Naneli sabun. Sanki biri dünyada en güzel kokan şeyleri karıştırıp Miles’ı içinde
yıkamıştı. “Beni götür buradan,” diye homurdandı. Arkamdan çektiği kolunu
kaldırırken eli yanıma değdi. O an vücudumdaki bütün tüyler diken diken oldu.
Miles’m yüzü kızardı. “Pardon... kolum yoruldu...”
Burun burunaydık. Düzgün burun. Köşeli çene. Şeffaf gözler. Evet, diye
düşündüm. Evet, çok hoş. Hoşluk onaylandı.
“Çıkış bulmaya çalışacağım,” dedim soluk soluğa arkamı dönerek. Görevim hâlâ
Miles’m dikkatini çekmeye çalışan Celia yüzünden çok güçleşmişti.
On Beşinci Bölüm
Yananın ben değil de Celia olduğunu anladığım o iki saniye çok mutlu bir andı.
Herkes ona bakıyordu. Ateşten tutuşmak için fazla uzaktaydı, değil mi?
Tişörtünün arkası da saçları gibi yanmıştı. Ama bir yeri incinmiş gibi
görünmüyordu. Burnundan soluyarak kalabalığı taradı ve bakışları bende
sabitlendi.
Fotoğraf makinemi ona doğrultmuştum. Yanan saçlarının halüsinasyon
olmadığını fark etmeden önce cebimden çıkarmıştım.
“Dibimde sen vardın!” diye haykırdı tiz bir sesle. Makinemi cebime soktum ve
geri gitmeye çalıştım ama dizimin arkası banka çarptı.
İnkâr etmenin geçmişte bana pek faydası olmadı. “Aman Tanrım, gerçekten de
sen yaptın! Hasta mısın sen?” Celia saçlarının yanık uçlarını tuttu; yüzünü
öfkeyle buruşturdu. Miles ile bana baktı ve şirretlik seviyesini on bire yükseltti.
“Kıskanıyorsun!”
Sonra Celia üzerime atıldı ve kıyamet koptu. Herkes kavgaya hazır bir halde
toplanmışken birileri beni insan denizinin içinden banka doğru çekti. İnsanlar
bağırıp çığlık atarak etrafta koşuşturuyordu ve müzik sesi hiç olmadığı kadar
yükselmişti.
Oradan kurtulduğumuz anda beni sürükleyenin Art olduğunu fark ettim; şişkin
kasları gömleğini geriyordu. Genellikle Miles bir haltlar karıştırırken ortaya
çıktığını bilmesem ona minnet duyabilirdim. Art orada beni korumak için
bekliyorsa yangında Miles ın parmağı olmalıydı, değil mi?
Yola varır varmaz kararlı bir şekilde kolumu Artın elinden çekip geniş
omzundan tuttum ve yüzüme bakması için onu döndürdüm. “Miles mı yaptı
bunu?”
Ev. Ev iyiydi.
“Muhtemelen.”
“Ne bok dönüyor?” dedi biri. Evin güvenlik kapısı kapandı. “Nereye
gidiyorsunuz? Sana onu burada tutmanı söylemiştim.”
Miles gözlerini devirdi. “Çeneni kapayıp her şeyi bildiğini varsaymayı bırakır
mısın?”
“Tam bir pislik olmayı bırakır mısın?” içimi saran suçluluk duygusuna karşı
istemdışı bir tepki olarak sözcükler ağzımdan fazla hızlı çıkmıştı. Kanıtım yoktu
ama konuşmayı kesmesini istemiştim, işe yaramıştı da; ağzı kapandı, elleri
yumruk oldu. Çenesinde bir kas oynadı. O karşımda bocalarken gözlerimi dikip
ona baktım ama ben de bocalıyordum. Şimdi ne yapacağımı bilmiyordum.
Nasıl bu kadar hızlı gitmişti oraya bu şeytan? Daha on saniye önce arkamda
değil miydi? Ve şimdi sokağın en az üç ev aşağısından çıkıvermiştı. Bir ayının
saldırısına uğramış gibi üstü başı yırtık pırtık halde bana doğru geliyordu.
Yaklaştığında havayı alkol ve yosun kokusu sardı.
Çillerinin olduğu yerde solgun yanaklarına kan sızdıran yüz minik delik vardı
adeta.
Gitmiyordu.
Gitmesini istiyordum.
“Alex!”
Miles aynı zamanda oradaydı. Ama bir yeri kanamıyordu. Kıyafetleri de yırtık
değildi. Gözleri de gerçek mavi rengindeydi. Kolumu çekip geriledim. Ve
Miles’a çarptım.
“Ben... ben...”
Ah, olamaz. İki tane Miles vardı. Bir yanlışlık olduğunu biliyordum, böyle
olmaması gerektiğini biliyordum ama Miles uzanıp yüzüme dokununca teninin
soğukluğunu hissettim.
“ikiniz de benden uzak durun.” İki Miles’a işaret ederek en yakın çimenliğe
doğru geriledim. Bir Miles yeterince kötüydü. Ancak iki tanesi katlanılmazdı.
Kapa çeneni, aptal! diye haykırdı zihnimin gerisindeki ses. Bu kadar kötü
olmaması gerekiyordu.
O gerçek değil.
Gerçek.
Değil, değil.
Kanlı Miles ağzı kocaman bir gülümsemeyle kıvrılarak bana bakıyordu. Kan
dişlerine de bulaşmıştı.
Kanlı Miles üzerime atılırken yere düştüm. Dünya karardı. Ayak sesleri duydum.
Art anlayamadığım bir şeyler bağırdı.
“Denerim.”
Ilık bir hava dalgası yüzüme çarpıp geçti. Gözlerimi açmadım, çünkü o orada
olacaktı.
“Alex.”
Bakmadım.
“Neler oluyor?” Sesi yükselip çatladı. “Neden korkuyorsun sen? Baksana bana!”
Gözucuyla ona baktım. Soğuk havada keskin naneli sabun ve hamurişi kokusunu
alabiliyordum. Miles çabucak tuttuğu nefesini verdi ama rahatlamamıştı.
Gözlüğü burnundan aşağı kaymıştı. Sağ elmacıkkemiğinin üzeri şimdiden
morarmıştı. Gözleri yola döndü.
“Sorun ne?” diye sordu tekrar. “Ne gördün? Sen, ben ve Art’tan başka kimse
yoktu orada.”
Başımı salladım.
Ona söyleyemezdim.
Kesinlikle öğrenmemeliydi.
On Altıncı Bölüm
“Bir şey yapmadı, anne.” Beni koridordaki sedire oturttu. Oda dönüyor, beni
ortadan kaybolmakla tehdit ediyordu. Annemin Miles’la değil benimle
konuştuğunu fark ettim.
“Evet, ama...”
Gözleri alev alev bana döndü. Omzunun üzerinden Miles’a, “Teşekkürler,” dedi.
“Zahmet verdiğimiz için üzgünüm. Senin için yapabileceğim bir şey olursa
lütfen söyle.”
“Anne!”
“Alexandra Victoria Ridgemont. ilaçlarını almıyordun değil mi?”
Ama çoktan telefonu eline almış, başparmaklarıyla hızla tuşlara basıyordu. Nasıl
olur da Mezar Kazıcıyı hızlı aramaya almamıştı? Telefonu kulağına yapıştırdı.
“Sonra da babanı arıyorum,” dedi son derece ciddi, teh-ditkâr bir sesle.
Dudaklarını ince, beyaz bir çizgi halinde birbirine bastırdı ve mutfağa gidip
gözden kayboldu.
Ayağa kalkıp ilaç şişesini yere attım ve odama koştum. Hızla kapıyı açtığımda
duvardaki fotoğraflar havalandı. Makinemi yatağımın üzerine fırlattım ve en
yakınımdaki fotoğrafı çekip aldım. Fotoğrafta parlak kırmızı ve turuncu
yaprakları olan bir ağaç vardı. Sorun, diğer bütün ağaçların yeşil olmasıydı.
Çünkü fotoğrafı ilkbaharın sonunda çekmiştim. Bir başka fotoğrafı çekip aldım.
Bunu Hannibal’s Rest zümrüdüankasını ilk gördüğümde çekmiştim. Kızıl Cadı
Köprüsü’nün üstüne tünemiş, doğruca makineme bakıyordu. Bir fotoğraf daha
aldım ve sonra bir tane daha.
İkinci Kısım
Istakozlar
On Yedinci Bölüm
Artık hiçbir şeyin tadını alamıyordum, hiçbir şey iyi hissettirmiyor, gözüme iyi
görünmüyordu. Sebebi ben miydim yoksa yeni ilaçlar mıydı, bilmiyordum.
Yiyecekler kusma isteği uyandırıyordu; battaniyeler ve giysiler kaşındırıyor, her
ışık gözlerimi kör ediyordu. Dünyam griye dönmüştü. Bazen ölüyormuşum ya
da dünya ayaklarımın altında par-çalanıyormuş veya gökyüzü beni büsbütün
yutacakmış gibi hissediyordum.
Ödevler bunaltıcı bir yoğunlukla geliyordu; özellikle de normal bir eğitimle bile
öğrenmekte yeterince zorlandığım kimya ve yüksek matematik ödevleri. Annem
bana öğretmeye çalıştı ama o da beceremiyordu. Bazı günler dayanamayıp
koridorda ya da mutfakta patlayıp hüngür hüngür ağlayarak bütün evi
hıçkırıklarla dolduracakmış gibi geliyordu. Annemin hayatının ne kadarı
çocukları olmadan öncekine benziyordu, bilmiyordum ama daha mutlu olduğunu
düşünüyordum. Bütün vaktini sürekli ilgi bekleyen müzik dâhisi bir çocuk ile
kendi ilaçlarını bile doğru düzgün alamayan bir diğer çocukla ilgilenerek
geçirdiğini sanmıyordum.
Charlie biraz daha farklıydı çünkü korktuğu ya da bir durumla nasıl başa
çıkacağını bilemediği zamanlarda her zaman ne yapıyorsa onu yapıyor;
saklanıyordu. Salondan, benim kalemden uzak duruyordu ve mutfağa da benim
orada olmadığımı bildiği zamanlarda giriyordu sadece. O ilk iki hafta boyunca
onu neredeyse hiç görmedim ama Mezar Kazıcıyla, özellikle kötü bir seanstan
sonra Charlie kapıda, görüş alanımın dışında durup bana kemanıyla şarkılar
çaldı. Her zamanki gibi “1812 Uvertürü”.
Üçüncü hafta en iyi hafta olmuştu. Pazar günü babam eve geldi.
Kalemden dışarıya bir göz attım. Annem tam kapının eşiğinde duruyordu;
arkasından Charlie’nin kırmızı saçları görünüyordu.
Sonra tepeden tırnağa sırılsıklam, yanık tenli biri kapıdan başını uzattı. Beni
görünce kenarları kırışmış sıcak, koyu renk gözleriyle gülümsedi.
“Selam, Lexi!”
On Sekizinci Bölüm
1
(Chiang Kai-shek.) Çin milliyetçi hareketi Kuomintang’in lideridir, Tayvan’da
başkanlık yapmıştır, (ç.n.)
ım
Ben de ona kulübü anlattım. Üçüzleri. Art’ı ve minyon bir adamı parmağıyla
göğsünden dürterek bile öldürebileceği halde hâlâ bir oyuncak ayı gibi
davrandığını. Jetta ile Fransız soyunu. Tucker’ı ve komplo teorilerini anlattım.
Son iki haftadır hiç gülmediğim kadar güldüm.
“Seni eve getiren çocuk kim?” diye sordu babam birden beni afallatarak.
“Yumrukladığın hani?”
“Acamapichtli’nin kim olduğunu biliyor,” diye ekledim bir süre sonra. “Diğer
Aztek hükümdarlarının çoğunu da. Ve Tlatocan’ı da.”
Öyle yan yan bakarken yüzümü yine ateş basmıştı. Sanki Miles’tan
hoşlanıyormuşum gibi. Sanki onu düşünmek isti-yormuşum gibi. Sadece o aptal
suratını ve aptalcasına mavi gözlerini düşünmek beni gezegendeki en kafası
karışık insana çeviriyordu.
“... bu iyi bir fikir değil, o kadar. Durum göründüğü kadar kötü değilmiş gibi
davranamayız.”
“Henüz o noktaya geldiğimizi sanmıyorum. Lexi sorumluluk sahibi bir kız. Bir
şeyler canını sıkmış olmalı. İlaçlarını almayı unutacağını san...”
Kalbim babama minnetle dolup taştı.
“Ah, David, lütfen ama.” Annemin sesi fısıltıya dönüştü. “Artık öyle
olmadıklarını biliyorsun. Tımarhane bile denmiyor artık. Akıl hastanesi
deniyor.”
“Gel buraya, Charlie.” Kollarımı açtım. Charlie tereddüt etti, sonra koşarak gelip
kucağıma oturdu. Battaniyemi ve kollarımı ona sardım.
“Hı-hı.”
Belki ona şimdi söylersem -eğer kendimi de buna hazırlarsam- bundan hâlâ
kaçınabilirdim.
“Yine gitmem gerekebilir. Ve sadece birkaç saat, gün ya da hafta için de değil.”
Düşünmeden saçlarından bir tutam alıp örmeye başladım. “Tamam mı? Geri
dönmeyebilirim. Bilmeni istedim.”
“Evet, biliyorlar.”
Bunun annemizin fikri olduğunu bilmemesi daha iyiydi. Bir gün öğrenirdi ama
şimdilik yüce bir gücün beni olmam gerektiğini düşündüğü yere gönderdiğine
inanmaya devam edebilirdi. Annemle babama güvenmeye ve benim sızlanan,
satranç oynayan, seferlere çıkan Şarlmanım olmaya devam edebilirdi.
On Dokuzuncu Bölüm
Herkes bana inandı. Miles, Tucker ve Art hariç herkes. Art inanmamıştı çünkü
krizim sırasında beni o taşımıştı. Tucker inanmamıştı çünkü annesi ile babası
doktordu ve biri mono hastalığının semptomlarını bilmediğinde bunu
anlayabiliyordu.
Hâlâ yetişmem gereken çok fazla ders vardı ve çoğunu nasıl yapacağıma dair en
ufak bir fikrim de yoktu. Dördüncü dersten sonra kafeteryaya girdiğimde öğle
arasını yemek yemek yerine çalışarak değerlendirdim. Yiyeceğimi kontrol
etmeme de gerek kalmamıştı.
Miles beni izliyordu. Şüpheye kapılıp başımı kaldırınca, bir kaşı havada,
gözlerini üzerimden ayırmadan baktığını gördüm. Canı sıkılan bir ev kedisi gibi.
Homurdanıp yazmaya devam ettim.
Dersten sonra sessizce sağ tarafımda yürüyerek benimle geldi. İlgi bekleyen
kedi. Başka kim olsa bir dizi paranoyaya sebep olurdu ama o olmamıştı.
“Evet, mono hastalığının semptomları aslında orada olmayan şeyleri, hiç sebep
yokken çığlık atmayı ve sanki baltayla öldürülmek üzereymişsin gibi yerde
debelenmeyi de içeriyor çünkü.”
“Sen şizofrensin.”
Dönüp uzaklaştım.
Theo eğer Celia’nm saçını ateşe verme işinin arkasındaki gerçekten Adileş
olsaydı, suçu üstlenmeme izin vermeyeceğine dair beni temin etmişti. O kadar
ciddi bir şey için buna izin vermezmiş...
Ona inandığımdan emin değildim. Miles’m para için yaptığı şeyler açıkça
ortadaydı. Birinin eski erkek arkadaşının Golden Retriever’ını çalmıştı
gerçekten.
Perşembe gününün sonunda spor salonuna girdiğimde Art ile Jetta tribünlerin bir
ucunda iskambil oynuyordu. Miles da eski defteri suratının önünde açık bir
şekilde, bir üstlerindeki sırada uzanmıştı. Amigo takımı salonun diğer ucunda
çalışıyor, sesleri duvarlardan yankılanıyordu.
“Selam.” Jetta’nın yanma oturdum. Aramızda en az altmış santim vardı ama yine
de yeterliydi.
V>
mur
“Pek olmadı. Garip bakışlar vardı ama pek başka bir şey olmadı. Ben yapmadım
zaten.”
Ona bakakaldım.
“Ne?”
“Celia kendisi yaptı. Oraya dönüp onu sorguya çektik.” “Onu... onu sorguya mı
çektiniz? Ne yaptınız peki? Makyajını silip gizli kimliğini ortaya çıkarmakla mı
tehdit ettiniz?”
“Stacey ile Britney’nin söndürmesi iyi oldu,” dedi Art. “Yanmasına izin verseler
başın büyük belaya girerdi.”
U0ui,” dedi Jetta. “Büyük bela.”
“Belki sana söylemek istemiyorumdur,” dedi ters ters. Doğrulup bir yerlerden
kalem çıkarıp defterine bir şey karalayacak kadar bir süre için oturdu sadece. Sol
elinin yan tarafı serçeparmağından bileğine kadar siyah mürekkep lekesiyle
kaplıydı. Belki de defterinde mafya işlerinin bir listesi yazıyordu. Ya da ona
borcu olan insanların listesi. Belki de... ahh, belki de ölüm listesiydi.
ileri seviye matematik tek başına bile baş belasıydı ama East Shoal amigo
takımının haykırmaları ile kıkırdamalarını ekleyince katlanılmaz oluyordu.
Güçlükle türevleri çalıştığım bir yarım saatten sonra amigo kızların sesi kesildi
ve koç gelip onlara seslendi.
“Pekâlâ, hanımlar,” dedi kırk yaşlarında, karman çorman koyu renk saçları olan
Koç Privett. “Basketbol sezonu açıldı ve yeni bir amigo kaptanı seçme vakti
geldi. Hannah fikrini söyledi ve ben de ona katılıyorum.”
Koç Privett, “Ritim alayım lütfen,” dedi ve kızlar ayaklarını yere vurmaya
başladı.
Art ile Jetta iskambil oyunlarını bırakıp amigo kızlara pis bakışlar attılar. Miles
sinirle yan tarafına döndü.
Celia amigoların arasında, kanlı bir et parçasının önündeki bir sırtlan gibi
oturuyordu. Gözlerinde kızların ne istediklerini bildikleri ve elde etmek için her
şeyi yapacakları zaman takındıkları o ölümcül takıntılı ifade vardı.
Kızlar arasında kıpırdanmalar oldu ve sonra bir alkış ve tezahürat koptu; Britney
tiz bir çığlık atıp ayağa kalkarak hafifçe selam verdi.
Koç Privett toplantıyı bitirip amigo kızlar dağıldıktan sonra Celia elleri iki
yanında, çenesini sıkarak orada öylece durdu. Gözleri çabucak salonu taradı ve
beni ona bakarken yakaladı. Kitabıma baktım. Dönüp paldır küldür yürüdü ve
skor tabelasının altında durdu.
Birinin, sadece öyle yaratıldığı için onun gibi davranıyor olması mümkün
müydü? Yoksa her zaman bir sebep var mıydı? insanlar benim garip
davrandığımı gördüklerinde kötü biri olmadığımı düşünmelerini isterdim. Ya da
en azından karar vermeden önce bir sorunum olup olmadığını sormalarını.
Uyuyakalmış olan Miles aniden uyanıp eve gitmekle ilgili bir şeyler geveledi.
Çantalarımızı toplayıp çıkışa yöneldik. Son çıkan bendim ve tam kapı
kapanmadan önce bağrışmalar başladı.
Şaşkınlıkla arkamı dönüp başımı spor salonunun kapısından içeri uzattım. Skor
tabelasının altında Celia’yla birlikte sırtı bana dönük, şık bir takım elbise giymiş,
dalgalı sarı saçları beline kadar uzanan bir kadın duruyordu; Miles ve diğerleri
duyamayacak kadar uzaktaydılar.
Celia’nm başı öne eğikti; sanki kendini etrafındaki her şeye kapatmaya hazırmış
gibi ellerini kulaklarına kapamıştı. “İyi olacağını sanmıştım...” dedi. “Sanmıştım
ki...” “Durum kontrolünde mi sanmıştın?” Kadının sesinde zehir dolu bir tatlılık
gizliydi. Bu sesi daha önce de duymuştum; okulun ilk günündeki voleybol
maçında.
“Ama seçmediler. Açıklamak ister misin?” “Bilmiyorum!” Celia bir eliyle saçını
savurdu. “Her şeyi tam olarak söylediğin gibi yaptım! Aynen öyle yaptım!”
“Belli ki yapmamışsın,” dedi kadın. “Partide çevirdiğin o numarayla vaktini
boşuna harcadın. Kendi kuyunu kazdın ve şimdi de benim planımı
mahvediyorsun. Şimdi nereye gitmeyi düşünüyorsun?”
“Arkadaşın mı? O sürtüğe arkadaş mı diyorsun şimdi de? Bu konuda bir şeyler
yapmalısın, Celia. Ona bunu hak etmediğini göstermen gerek.”
“Bir de kalkmış bir oğlanın bütün bunları düzelteceğini sanıyorsun,” dedi kadın
kızgınlıkla. Kan kırmızı ojeli tırnakları kolunda ritim tutuyordu. “Onu beş yıldır
tanıyorsun ve sana bir kez bile bakmadı. Kaşlarını tıraş etmekle tehdit etti seni!
O bir engel, Celia! Kurtulman gereken bir engel.”
“Hayır, değil!”
Anne mi?
Celia artık ağlamaya başlamıştı. Annesine sırtını dönüp gözünü silerek çirkin
rimel lekeli yaşlarını suratına dağıttı. Elinden bir şey kayıp yere düşünce irkildi.
Cep telefonuydu.
Telefonu almak için eğildiğinde beni gördü. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Çok şüpheli
Evet
“Annesi okula mı gelivermiş yani?” dedi Tucker. “Ben aralarının iyi olmadığını
sanıyordum.”
“O ne demek oluyor?”
Cuma günü hâlâ diken üstündeydim. Okulun dışında bir bankta oturup park
yerinin boşalmasını bekledim; hâlâ etrafta çok fazla araba vardı ve Erwin’i öyle
düşmanca bir ortama çıkarmak istemiyordum. Araba farları asfaltın üzerinde sarı
ışık birikintileri oluşturuyordu. Çoğu öğrenci spor salonundaki basketbol maçı
sonrası verilecek parti için okulda kalmıştı ve dışarıdaki herkes birkaç dakika
içinde arabasına binip gidecekti.
Bir dizi arabanın arkasından çıktığımda onu gördüm. Celia’nın bir elinde bir
boya tenekesi vardı ve omzunun üzerinden arkasına bakarak tenekeyi salladı.
Sırt çantamı bankın üzerinde bırakıp bir sonraki araba sırasına doğru ilerledim,
iki arabanın arasına çömeldim ve üstü açılır beyaz bir arabanın ön camını
boyadığını gördüm.
Başımı eğerek geri döndüm ve onu geçip bir minivanın altına girdim.
Lütfen, lütfen bu bir halüsinasyon olsun. Çünkü eğer değilse, Celia Hendricks’in
gerçekten keçileri kaçırdığı anlamına geliyordu. Belki annesi yüzündendi ya da
belki hep böyle biriydi ama beni o an bulursa saçlarımı yolacağından şüphem
yoktu.
“Hiçbir şey,” diye yanıtladı Miles. Sesi alçak ve keskindi. “Sadece neden park
yerinde koşturup deli gibi bağırdığını merak ediyordum.”
Celia tereddüt etti. “Bir sebebi yok. Benim gitmem lazım. Ama yarın
görüşürüz!”
Miles hâlâ orada duruyordu. Nefesimi tuttum; giderse ben de Erwin’i alıp
gidebilirdim. Celia’nın beni bu minivanın altında bulmasını ne kadar istiyorsam
onun bulmasını da o kadar istiyordum. Beni böyle göremezdi. Ama sonra mini-
vanın ön tarafına geldi, diz çöktü ve altına baktı. “Eğleniyor musun?” diye
sordu.
Miles arabanın altından çıkmama yardım etti. Ben üzerimi silkelerken, “Peki
niye kovalıyordu seni?”
Ona sarılmamak için kendimi zor tuttum. “Hah, iyi.” “Britney ye söyleyecek
misin?” diye sordu.
“Bu kanıtla mı? Tabii. Ama Celia varken onun yanına yaklaşman zor.”
“Claude’a ver.”
“Neden?”
“Celia birkaç dakika önce seni fena halde benzetmeye hazırdı,” diye belirtti.
Annem bunun olmasına izin verdiğim için bana dikkatsiz diyecekti. Daha önce
bin kere duyduğum halde eşyalarıma sahip çıkmam için bana nutuk çekecekti.
Giysimin koluyla gözlerimi sildim ve boğazımdaki düğümü geri gitmeye
zorladım.
Ve şimdi mahvolmuştu.
Arka kısmını da alıp hafif şaşkın görünerek hâlâ birkaç adım arkamda duran
Miles a çıkıştım. “Sen mi yaptın bunu?”
“Hayır.”
“Aynen.”
“Eh, senin adına üzüldüm.” Ne ara beyaz atlı prens olmaya karar verdiğini
merak ettim. “Senden izin istemedim.”
“Neden inanacakmışım sana? Yalan söyleme konusunda adın çıkmış, seni pis
hırsız.” Omuz silkti.
Çabucak okula girdi. Kâğıtlar haftalık programı olmalıydı ama onları unuttuğuna
pek inanmamıştım. Miles hiçbir şeyi unutmazdı.
Tek şansımdı bu. Şöyle bir bakabilirdim. Miles Rich-ter’ın psikolojik buz dağına
bir göz atabilirdim. Hâlâ East Shoal’un içinde olduğundan emin olmak için
etrafa baktım ve defteri aldım.
Deri kaplıydı. Arka kapağın içine tutturulmuş birkaç kâğıt parçası vardı ama
onları geçip defterin ortasını açtım. İki sayfada kargacık burgacık karalamaları
vardı. Başa dönüp sayfaları çevirdim. Bütün sayfalar matematik denklemleriyle
doluydu. Hiç görmediğim semboller ve kenarlara karalanmış notlar vardı.
Kitaplardan alıntılar ve başka notlar vardı. Bitki ve hayvanların bilimsel
sınıflarının listeleri ve daha önce hiç karşılaşmadığım sözcükler içeren bir sürü
liste vardı. Günlük yazıları gibi tarih atılmış Almanca paragraflar vardı. Tanıdık
isimlere rastladım; kulübün diğer üyelerinin ve benim adlarımız gibi.
Ve bir de sanki bunları özel olarak hatırlamak istemiş gibi karalamalardan birkaç
boş sayfayla ayrılmış, tarihleriyle birlikte yazılmış kısa, bir iki cümlelik ifadeler
vardı.
Seçilmekte sona kalanlar bunun nasıl bir şey olduğunu gerçekten bilen yegâne
kişilerdir.
Değişmesini, gerçek haline dönmesini bekleyerek okulun ilk günü tarihli son
satıra bakakaldım çünkü bunu benim uydurmuş olmam gerektiğini biliyordum.
Eğer bu bir yerlerden alıntılanmış bir cümle değilse, eğer kendi gözlemlerinden
biriyse... Cliff’e benim için karşı gelmediği konusunda yalan söylemiş olmalıydı.
Celia, Erwin’le alay etmişti ve Cliff yolumu kesmişti; Miles da bunu benim için
yapmadığını söylemişti... bu defter hiç Miles’ı yansıtmıyordu. Ondan çok daha
nahif birine ait gibi görünüyordu. Bir şeyleri bilmeyi gerçekten seven birine.
Bilimsel sınıflandırmalar. Karmaşık matematik denklemleri. Kelimeler. Başımı
kaldırdım. Miles okuldan çıkmış geliyordu. Homurdanarak defteri kimya
kitabının altına geri koydum. Şüpheli görünmemeye çalışarak önüme döndüm.
Sürücü koltuğuna oturdu.
“Nasıl yani?” Yüzünde aklının karıştığına dair samimi bir ifade belirdi.
“Yapılması gereken iyi niyetli şey bu değil mi?” Bir kahkaha patlattım. “Sen ne
zamandan beri iyi niyetlisin ki? Suçlu falan mı hissediyorsun?”
“Belki biraz hassas diyebiliriz. Aklıma gelen ilk şey, benim bir arabam olduğunu
ama seninkinin olmadığını göstermek için kamyonetimle birkaç kez önünden
gelip geçmekti.” Ses tonu rahattı ve gülüyordu.
Yüce Tanrım, gülüyordu. Gerçek, diş gösteren, burun buruşturan, göz çevresini
kırıştıran bir gülümsemeydi. Gülümseme siliniverdi. “Ne? Ne oldu?”
“Gülümsüyordun,” dedim. “Garip geldi.”
“Charlie yine keman çalıyor,” dedim. Müzik evden rüzgârda uçan bir kuş gibi
süzülüyordu. “1812 Uvertürü”. Kapıyı açabilmek için biraz yüklenmek zorunda
kaldım. Kapıyı arkamdan kaparken, “Gülümseme daha iyiydi,” dedim tekrar;
sözcükler bu kez daha az garip hissettirmişti. “Daha çok gülümsersen insanlar
seni sever.”
Avını gözleyen bir kedi gibi görünüyordu. “Saat yedide. Yediden sonra sensiz
giderim. Bu akşam çalışıyor musun?” “Evet.”
Annem beni soru yağmuruna tutmadan önce içeri ancak on adım girmeme izin
verdi.
“O kimdi?”
“Bisikletine ne oldu?”
Sırıtarak, “Beni hatırlıyor,” diye fısıldadım Tucker’a. Tucker bir kahkaha atıp
beni kütüphanenin arka tarafında, duvarın önüne dizilmiş birkaç eski bilgisayarın
bulunduğu bölüme götürdü. Sondaki iki açık bilgisayara geçtik.
Eski gazete makalelerini gözden geçirmek benim için sorun değildi; onlar da
hâlâ bir tür tarihti; sadece alışık olduğumdan biraz daha yakın zamana aittiler.
Yirmi dakika sonra ilk ipucunu buldum; daha önce gördüğüm bir şeydi.
“O ne demek şimdi?”
“Kıskandın mı, Bay Cıvık Patates Salatası?” “Kıskanmak mı? Bende bu varken
mi?” Tucker gözlüğünü çıkarıp sapının ucunu ısırırken gözlerini kısarak baktı.
Güldüm.
Kütüphaneci bir kitaplığın arkasından başını uzatıp susmamı işaret etti. Hemen
elimle ağzımı kapadım.
Dikkatimizi tekrar araştırmamıza verdik. “Bak, bir şey buldum,” dedi Tucker.
“Skor tabelasıyla ilgili değil ama yine Scarlet’tan bahsediyor.” Ekranını bana
çevirdi.
‘“Sadece 151 kişiden oluşsa da East Shoal’un 1992 mezunları arasında politikacı
Randall Fletcher’ın kızı Scarlet Fletcher ve hem matematik hem de dile
hâkimiyet alanlarında ülke çapında üstün başarı sağlayan sınıf birincisi Juniper
Richter da dahil olmak üzere birkaç kayda değer isim yer alıyor...’” Sesim
giderek alçaldı. “Yoksa bu?..”
“Neden ki?”
“Ne?”
“Scarlet doksan yedide ölmüş,” dedim. “Mezunlar günü için okula gittiği zaman
skor tabelası üzerine düşmüş. Ve... Tanrım, tabelayı üzerinden kaldırmaya
çalışan da McCoymuş. Ve onu elektrik çarpmış. Scarlet birkaç saat sonra
hastanede ölmüş ve tabelayı tekrar asmışlar.”
O gece Kızıl Cadı Köprüsü nün arka tarafındaki tepenin koruluğunda oturmuş,
kısa bir süre için kütüphanede öğrendiklerimi unutmaya çalışıyordum. Scarlet’la
ilgili kısmı değil; ne kadar ilginç olsa da. Miles’la -ve annesiyle- ilgili uykumu
kaçıran bilgiyi unutmaya çalışıyordum.
Uzun zaman önce, insanlar hâlâ ölüm cezasına çarptırılırken nehrin bu tarafında
bir cadı yaşıyormuş. Bitkisel ilaçlarını ve ritüellerini kullanarak insanlara sadece
şifa vermek isterken yanlış anlaşılan bir cadı değil, o kargaların
Çoğunlukla cadı sorun çıkarmıyormuş -ya da hikâyeye göre öyle— çünkü diğer
herkes nehrin öbür tarafında yaşıyormuş ve kimse ona bulaşmıyormuş. Ama
sonra köprü yapılmış ve insanlar onun tarafına geçmeye başlayınca cadı
sinirlenmiş. Geceleri köprünün başında bekliyor ve hava karardıktan sonra da
karşıya geçmeye kalkan talihsizleri öldürüyormuş.
Sonunda öldürülmüş herhalde. Ama şimdi bile köprüden bir araba gece
geçtiğinde cadının çığlığını duyabiliyormuş-sunuz. Adı Kızıl Cadıymış çünkü
üstü başı kurbanlarının kanıyla kaplıymış.
Yoldaki dönemeçte bir çift araba farı belirdi. Beni göremeyeceklerini bildiğim
halde dalları ve yerdeki yaprakları çıtırdatarak ağacımın arkasında iyice
saklandım. Arabalar emniyet şeridine park etti. Kapılar açılıp kapandı. Sesler,
birbirine giren sözcükler geliyordu kulağıma. Bir kızın tiz kıkırdaması, bir
oğlanın kısık sesli homurdanması. Gençler cadıyla oynamaya gelmişti. Farlar
kaldırıma gençlerin uzun bacaklı gölgelerini yansıtıyordu.
Beş kişiydiler. Birinci arabada dört, diğerinde bir kişi vardı. Serin sonbahar
havasında hepsi omuzlarını kulaklarına kadar kaldırmıştı. Dörtlü, beşinci kişiyi
ikna etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Kız yine kıkırdadı.
Beşinci kişi gruptan ayrılıp köprüden geçmeye başladı. Adımları eski ahşap
zeminde yankılanıyordu. Cesur çocuk. Birini buna ikna etmek genellikle daha
fazla çaba gerektirirdi. Çocuk benim tarafıma geçtiğinde diğerleri ağaçlar
yüzünden onu göremeyecekti ama tepeye çıkarsa ay ışığı sayesinde ben onu
görebilecektim.
“Miles?”
“Önce ben sordum, ayrıca bu ağaçların arkasında takıldığına ve kimse gece vakti
Kızıl Cadı Köprüsünde bunu yapmadığına göre senin cevabın kesinlikle
benimkinden daha önemli.”
“Eh, cadı sen olunca burada takılıyorsun işte.” Gözlerini dikip bana baktı. “Cadı
sensin.”
Miles omzunun üzerinden arkasını işaret etti. “Cliff, Ria ve diğer bir iki kişi gece
köprüde yürümem için iddiaya girdiler. Şehir efsanelerine inanmadığımı
söyleme gereği duymadım.”
“Richter! Bir şey mi buldun?” Cliff’in sesini tanıdım. Miles arkasına bakıp iç
çekti.
“Onlarla biraz uğraşmak ister misin?” diye sordum. Onu tepeden aşağı
sürükledim ve ikimiz diğerlerinin bizi göremeyeceği yerde, köprünün öbür
ucunda, ağaçların karanlığında ayakta durduk. “Tamam, tek yapman gereken
avazın çıktığı kadar bağırmak.”
“Şimdi mi?”
Miles derin bir nefes aldı ve bağırdı. Cliff ve diğerleri irkildiler ama
kıpırdamadılar. Miles’ın sesi kısıldı.
Çığlık attım. Şöyle güzel bir kulak tırmalayan, testereli katil, kanlı cinayet
çığlığı. Cliff tökezleyerek geri geri gidip düştü ve sendeleyerek tekrar ayağa
kalktı. Ria da tiz bir sesle inledi. Diğer ikisi peşlerinde Cliff ve Ria’yla
arabalarına koşup hızla uzaklaştılar. Miles ve ben orada birkaç dakika daha
sessizce durup bekledik. Soğuk yanaklarımı acıtıyordu. “Bunu hep yapıyor
musun?” diye sordu Miles nihayet. “Hayır. Sadece bugün.” Gülümsedim.
Bana bakıyordu.
“Neden buradasın?”
Bir iç çekip ona söylesem mi diye düşünerek kollarımı ileri geri salladım.
Yüzünde yine o ifade vardı; aklımdan geçenleri anlıyormuş gibi.
“Ne?”
“Bir süre önce kötü bir hafta geçirmiştim,” dedim nihayet, “Hillpark’tayken.
Gece evden gizlice çıktım çünkü Komünistlerin beni kaçırmaya çalıştığını
düşünüyordum. Buraya gelip deli gibi çığlık attım. Anlaşılan bazı otkafaları
korkutmuşum. Annemle babam ertesi sabah beni köprünün altında uyurken
buldular. Yerin dibine girmişlerdi.”
“Köprünün altında uyuyorsun diye mi? Ben bunun için ‘yerine dibine girmek’
demezdim.”
“Çıplaktım.”
“Ha.”
“Bir şeyin yoktu değil mi? Otkafalar sana bir şey yapmadı?”
“Demek ki çok uzun zaman önce olmadı bu. Hikâye nasıl bu kadar hızlı
yayıldı?”
“İyi?”
Omuz silkti. “Ben de seni anlamıyorum, o yüzden ödeştik sayılır. Ama ben çoğu
insanı anlamıyorum zaten.”
“Garipmiş.”
“Nedenmiş?”
“İnsanları anlamak zor değil, sen hariç. O kadar zekisin ki herkesi kukla ipine
doladığını düşünmüştüm.”
Alaycı bir kahkaha attı. “Kukla ipine dolamak. Daha önce hiç böyle ifade
edildiğini duymamıştım.”
Tekrar iç çektim. Çok fazla iç çekmeme sebep oluyordu. “Sen tam bir
muammasın. Para için insanların birtakım işlerini yapıyorsun ve herkes gözlerine
bakmaktan korkuyor. Ve bir mafyanın parçası olduğundan da oldukça eminim.
Bana yaşayacak yeri olan biri gibi gelmiyorsun. Sadece oradasın sanki. Varsın.
Neredeysen oradasın ve bir evin yok.”
Başını salladı. “Çoğunlukla bir şeyler düşünüyorum. Bir şeyler not ediyorum.
Bunu mu bilmek istiyordun?”
“Öyle mi?” dedi ciddiyetle. “Garip şeyler yaptığımda bana söyle. Bazen ayırt
edemiyorum.”
“Aptalca olurdu.”
Kendimi iterek yoldan kalktım. Bana bakmaya devam etti. Onu öpmek
istediğimi fark ettim.
Nedenini bilmiyordum. Belki bana sanki bakmak istediği tek şey benmişim gibi
baktığı içindi.
Nasıl yapılıyordu peki bu? Öpebilir miyim diye soracak mıydım? Ya da belki
hızlı ve beklenmedik bir öpücük daha iyi olurdu.
Orada öylece oturmuş, bir kez olsun uslu, sanki biraz da uykulu haliyle kolay bir
hedefti.
Finnegan’m Sihirli Sekiz Topuna gerçekten çok ihtiyacım vardı. Ama cevabını
tahmin edebiliyordum.
Söyle gitsin, dedi içimdeki ses. Sor. Ağzındaki baklayı çıkar gitsin. Ne diyebilir
ki?
Suratıma gülebilir.
Bırak gülsün. Pisliğin teki gibi davranmış olur. Sen de dürüst davranmış
olursun.
Bilemiyorum.
Bunca şeyden sonra seni öyle başından atacağını düşünüyor musun gerçekten?
Olabilir.
Olabilir.
Uzanıp onu öptüm. Çok geç olana kadar idrak ettiğini sanmıyordum.
“Affedersin,” dedim. Ayağa kalkıp beyzbol sopamı bulmak için, hızla ormana
doğru ilerlerken bunu ne diye yaptığımı anlamaya çalışıyordum.
Beceriksizce tekrar yola çıktığımda hâlâ orada oturuyordu.
Kendimi Kızıl Cadı Köprüsü boyunca son hızla koşmamak için zor tuttum.
Rüzgâr ağaçların içinden gürledi ve nihayet arkama baktığımda Miles
kamyonetinin kapısında, ay ışığıyla silueti belirgin, dosdoğru bana bakıyordu.
“Ee, hafta sonun nasıldı?” diye sordum normal davranmaya çalışarak. Bakışları
suratıma yöneldi -sanırım daha önce Yoo-Hoo şişeme bakıyordu- ve omuz silkti.
“Her zamanki gibi.” Sanki, Cumartesi gecesi dışında, diye bitirecekmiş gibi
cümlesi havada kaldı. Benim için de öyleydi, dostum. Arabayı caddeye doğru
sürdü.
Miles’ı karanlık bir odada, bir kasap tezgâhının önünde, bir elinde kocaman bir
bıçak, öbürüyle de bir inek bacağını tutarak pişmiş kelle gibi sırıtırken hayal
ettim.
“Zaten neden yapıyorsun ki bunu?” diye sordum. “Sadece para için olamaz.”
“Sebeplerim var.”
“Ama, yani, bazen sadece seni aşağılamak istiyorlar, biliyorsun. Mesela
cumartesi günü Kızıl Cadı Köprüsü’nden geri dönsen Cliff ve diğerleri seni
korkutmaya çalışmayacaklar mıydı sence?”
etti ve çantasını almak için koltuğunun arkasına uzandı. “Bu çok schadenfreude’.
insanlar alay edip sana gülmek istiyor.” “Gerçekten Almanca konuşabiliyor
musun?” Cevabı zaten biliyordum.
Miles yan pencereden dışarıya göz attı, sonra neredeyse duyamayacağım kadar
kısık sesle, “Ja, ich spreche Deutsch,” dedi. Yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“Ama benden konuşmamı isteme; basit numaralar yapan sirk maymunu gibi
hissetmeme sebep oluyor.”
“Sanırım buna alışkın. Ne zaman biri ondan Fransızca bir şey söylemesini istese
küfrediyor.”
“Pek sayılmaz. Sadece... Almancam var.” Park yerini geçtik. “Baksana, hazır
konusu açılmışken, perşembe akşamı bir iş halletmem lazım. Yardımını
istiyorum.”
“Fazladan yardım edecek biri lazım. Sadece Art müsaitti. Sana da payını
vereceğim, tabii.”
“Ha?”
Yüce Tanrım, gerçekten bu kadar çabuk mu yayılmıştı haber? Daha beş dakika
olmuştu.
“Hey, Nazi, sen de gidip gaza boğacak başka Yahudiler bul,” diye cevabı
yapıştırdı Cliff ama daha bunu söylerken bile ayağa kalkıp sırasına geri geri
gitmeye başlamıştı.
“Ağzından çıkanların ne anlama geldiğini biliyor musun sen?” diye sordu Miles.
“Yoksa sadece başkalarının sözlerini tekrar mı ediyorsun?”
Cliff sandalyesine oturdu. “Ne diyorsun sen, Richter?” “Bu sınıfta herkes neden
bahsettiğimi biliyor. Bana Nazi demeyi kes.”
“Neden kesecekmişim?”
“Evet, Efendim!”
Ve böylece sprey boya ve araba camlarının neden bir arada iyi gitmediğine dair
bize yirmi sekiz buçuk dakikalık bir konuşma yaptı. Britney ile Stacey konuşma
boyunca ilgiyle başlarını sallayarak dinledi. Bay Gunthrie bize hayal kırıklığı
dolu son bir bakış attı ve Karanlığın Yüreğiyle, ilgili tartışmamıza dönmemizi
söyledi.
Her zamanki gibi Tucker çoktan tartışma metnimizi yazmıştı. Yine sanki birisi
içindeki bir kapıyı kapamış gibi garip davranıyordu. Miles’a baktığı an sebebini
anladım. “Peki,” dedi, “siz ikiniz artık arkadaş mısınız?” Herhangi bir ifade
takınmamaya özen gösterdim. “Sanırım... Bu sabah beni okula o getirdi.”
Duraksadım ve sonra, “Almanca konuştu,” dedim.
“Ne?”
“Sebep?”
“Önemli bir şey değil. Sadece Hillpark’taki bir yanlış anlaşılma yüzünden.”
Zeki bir insan Hillpark Spor Salonu Grafiti Vakası -ki East Shoal’daki çoğu kişi
olayı biliyordu- ile benim kamu hizmetimi bir araya getirebilirdi. Ama kimse
benim hakkımda pek fazla şey bilmiyordu. East Shoal ile Hillpark birbirinden o
kadar nefret ediyordu ki bu aralarındaki iletişimi tamamen koparmıştı. Indiana
banliyösünün bu kırsal kesiminde kırmızı ile yeşil, Ejderhalar ile Kılıçlar
gibiydiler. Suratlarına tükürmüyorsanız diğer okuldan biriyle konuşmuyordunuz.
East Shoalun grafiti olayım bilmesinin tek sebebi de Hillpark’ın ana spor
salonunun temizlenirken birkaç maça kapatılmış olmasıydı. Hillpark’taki
şöhretim East Shoal’a taşınmamıştı. Henüz.
Ama Tucker bunların hepsinden ayrı bir yerdeydi. Hakkımda yeterince şey
biliyordu o.
“Hayır, çünkü o benim işim.” Tucker yüzünde bir gülümsemeyle başını kaldırdı.
“O taşıma görevinde ve gizemler de benim alanım. Bakıyorum da erkek
hizmetkâr haremini kurmaya başladın.”
“Sırada Ackerley var; bence dehşet ayak masajı yapar.”
Tucker güldü ama ben, Cliff her an arkasında belirip kafasını masaya
vuracakmış gibi omzunun üzerinden bakıyordum.
Haftanın geri kalanı boyunca garip bir şekilde kendimi kaygısız hissettim.
Okulda, işte, hatta skor tabelasının yanına gitmem gerektiğinde bile. Her şey
yolundaydı. Celia boya olayı yüzünden uzaklaştırma almıştı. Bütün ödevlerimi
vaktinde bitirmiş (hatta ileri matematik dersimi bile anlamıştım ve bu da başlı
başına bir mucizeydi), yeterince fotoğraf çekmiş ve paranoyamı dindirecek kadar
çevre kontrolü yapmıştım; üstelik konuşabileceğim insanlar vardı.
Miles beni okula getiriyor, eve bırakıyordu. Çoğu insan gibi o da yalnızken aynı
şekilde davranmıyordu. Hâlâ pisliğin tekiydi ama yalnızken pislikten çok Mavi
Göz oluyordu. Çarşamba günü kulüp bir yüzme müsabakası için okulda
kaldığında Erwin’i gömmeme bile yardım etmişti.
“Erwin Rommel’in adını verdin yani? Bisikletine bir Nazi’nin adını verdin?”
Miles gözlerini kısarak bana baktı. Erwin’in arka yarısı yanında sallanıyordu.
“Babam onu bana Afrika çölünden getirdi. Ayrıca Rom-mel insancıl biriydi.
Hitler’den Yahudileri öldürme emri aldığında yırtıp attı. Sonra da intiharı
karşılığında ailesinin güvenliği için pazarlık yaptı.”
“Evet, ama yine de ne yaptığını ve kimin için savaştığını biliyordu,” dedi Miles
ama inandırıcı görünmüyordu. “Nazilerden korktuğunu sanıyordum?”
“Ah. İyi tahmin.” Erwin’in gidonlarını daha sıkı tuttum. Okulun arka tarafına
gittik ve mutfak kapılarının arkasındaki çöp konteynerine yöneldik. Tütün ve
talaş kokusu alıyordum ve Miles’ın ceketinden geldiğini düşündüm. Artık bu
ceketi her gün giyiyordu. Konteynerin kapağını itti ve Erwin’in parçalarını içine
atıp zavallı bisikletimin üzerine kapağı kapattık.
“Neden Nazi denmesi seni bu kadar sinirlendiriyor?” diye sordum. “Yani zaten
insan bundan mutlu olur mu bilmiyorum ama geçen gün Cliff’in dişlerini
dökeceğini sandım.”
Ama sonra yüksek sesle alaycı bir kahkaha patlattı ve, “Yok artık,” dedi.
“Ama onun benden nefret etmek için sebebi var. Diğer herkes beklenen bu
olduğu için benden nefret ediyor.”
“Ne sebebi?”
Peki sende nasıl bir hırs varmış? diye düşündüm. Birinin yavru köpeğini ne
kadar etkin bir şekilde öldürebileceğini gördüğün türden mi?
“Zeki,” diye devam etti Miles, “gerçekten zeki. Ama bunu kullanmıyor. Benim
kadar kozu olabilirdi ama o oturmuş aptal komplo teorileriyle ve minik kimya
denklemleriyle uğraşıp ona bir daha dönüp bakmayan kızlara kafayı takıyor.”
“Kim mesela?”
“Ria mesela.”
“Onu tanıdığım günden beri. Azıcık aklı olsa bu kadar zamandır kafasında
romantize ettiği Ria hayalini bir kenara atıp işe yarar bir şey yapardı.”
Miles’ın dudakları çizgi halini aldı. “Hayır, öyle değil...” “Hırsı yok diye?
Amacı’ yok diye?”
“Evet.”
Suratına güldüm. Bana o Muhteşem Kalkık Kaş’ıyla baktı ama içinden gelerek
yapmadığı belli oluyordu. “Pisliğin tekisin,” deyip gittim.
Miles doğruca havuza giderken ben yüzücüler için fazladan havlu var mı diye,
spor salonunun arkasındaki depoya bakmaya gittim. Oraya girmek için salonun
kapısının önünden geçmem gerekiyordu ve birtakım sesler duyunca durdum.
“Ona ihtiyacı olan desteği vermiyorsun,” dedi biri rahatsız edici derecede tatlı
bir ses tonuyla.
“Senin kızın olduğunu biliyorum,” dedi McCoy, “ama akıl küpü de değil. Senin
gibi değil o.”
“Celia buradaki geri zekâlılar kadar akıllı. Sadece biraz daha odaklanması
gerekiyor, o kadar,” dedi kadın ağır ağır konuşarak. “Aklını başına toplayıp asıl
önemli olanı görmesi gerekiyor. Ona altın tepside sunduğum şeyi görmesi
gerekiyor.”
McCoy yalvarır gibi ellerini açtı. “Bunun kolay olmasını istiyorum. Onun
yanında olmak istiyorum.”
Celia’nın annesi küstahça güldü. “Lütfen, Richard. Gerçekten ona yardım etmek
istiyorsan ona meselenin geleceğiyle ilgili olduğunu göster. Ona bıraktığım
mirası sürdürmekle ilgili olduğunu. En iyisi olacak potansiyel var onda.”
Duraksayıp sözcüklerini uzatarak konuştu. Tırnaklarıyla kolunda ritim
tutuyordu. “Amigolukta başarısız oldu. Eminim sen bu konuda bir şeyler
yapabilirsin?”
“Sırf sinir krizi geçirdi diye kaptanlığı Celiaya veremem. Başka bir sebep olmak
zorunda.”
“Peki, o zaman şu çocukla ilgili bir şey yap! Dikkatini dağıtan şeyleri ortadan
kaldır!”
“Onun ne istediğinin bir önemi yok. Celia ona ilgi duyduğu sürece sorunumuz
var demektir.”
McCoy iç çekti. “Ona ancak sorunu tek başına çözmeye çalışmadığı sürece
yardım edebilirim. İhtiyacı olan her şey bende var.”
“Müdürlük pozisyonunu değerlendirdiğine sevindim.” Celia’nın annesinin sesi
yeniden tatlı bir tona büründü. “Teşekkürler, Richard. Her şey için.” Uzanıp
McCoy’un yüzünü okşadı. Sonra salma salma yanından geçip salondan çıktı.
McCoy bir dakika bekleyip peşinden gitti.
McCoy gerçekten de Celia’yı okulun kraliçesi yapmak üzere garip, yıkıcı bir
planda ona yardım ediyordu.
Bu Miles oluyordu.
“Sporcu musun?”
“Pele’sin.”
Evan o sırada elini saçından geçiriyordu ve o kadar hızlı çekti ki saçından bir
tutam kopardı.
“Geçen hafta ciddi ciddi futbola ilgi duymaya başladığım söylemiştin,” dedi
nihayet.
“Ayaktopu,” dedi lan.
lanın dizine bir tekme atarak, “Futbol? dedi Jetta dişlerinin arasından.
Miles onları duymazdan geldi. “Bir dahaki sefere ilgili spordaki en ünlü
oyuncuyu seçme.”
“Hayatta mısın?”
“Evet.”
“Erkek misin?”
“Evet.”
“Hayır.”
Miles, Art ı görmek için başını arkaya, tribünlere doğru eğmek zorunda kaldı.
“Öyle mi? İlginç.”
“Hayır. Sen Norm Abram’sm. Ya Bili Nye ya da ağaç işçiliğiyle ilgili biriydi.”
Evan, lan ve Theo bir ağızdan bir şaşkınlık nidası attılar. Jetta, Miles’a bir üzüm
daha verdi. Art omuz silkip, “Babam küçükken beni This Old House’a6
alıştırdı,” dedi. Miles elini bana doğru salladı. “Sen birini seç.”
Aztek imparatorlarının olduğu o ilk oyundan beri oyunda bana sıra gelmemişti.
Şimdiye kadar beni oyuna hiç davet etmemişti. “Tamam, biri var.”
“Hayatta mısın?”
“Hayır.”
“Evet.”
“Hayır.”
Gözlerimin içine bakmak için başını çevirdi; sanki yeterince odaklanırsa aklımı
okuyabilecekmiş gibi.
“Evet.”
“Dünyayı derinden etkileyen bir felsefe dalının gelişimi üzerinde büyük bir etkin
oldu mu?”
Miles oturup bir süre düşündü. Daha beşinci sorudaydı ve çok yaklaşmıştı.
“Çinli misin?”
“Hayır.”
“Hintli?”
“I-ıh.”
Gözlerini kısarak bana baktı. “Ortadoğulu musun?” “Evet.”
“Evet.”
“Evet.”
“Evet.”
Miles yine tavana dönüp gözlerini kapadı. “Ayrıca modern tıbbın da babası
mısın?”
Omuz silktim. “Bilmişti zaten.” Miles’a döndüm. “On ikiye kadar geldik. Ama
en azından geçen seferki gibi sırf hava atmak için uzatmadın.”
Miles homurdandı.
Jetta başını kaldırıp spor salonunun kapısına ve sonra yine Miles’a baktı. “Mein
Chef. Der Teufel İst hier.”
Hepimiz dönüp baktık. McCoy ağır adımlarla salona girip ceketini ve kravatını
düzelterek grubumuza yöneldi. Basketbol antrenman sahasının kenarından
dolaşıp tribünlerin dibinde durdu. “Bay Richter,” diye seslendi. Sesi, çenesi telle
sarılarak kapatılmış gibi geliyordu. “Sizinle biraz konuşabilir miyim?”
McCoy tam dört saniye bekleyip, “Özel olarak, Bay Richter,” dedi.
“Gerçekten soruyorum,” dedim. “Herkesin ondan nefret ettiği gibi bir nefret mi
sadece? Onunla uğraşmak zorunda olan müdür olmak, muhtemelen berbat bir
şeydir çünkü.” Lütfen sadece o tür bir nefret olsun. Lütfen sıradışı bir sebebi
olmasın.
“Hayır hayır,” dedi Evan. “Bak şimdi. lan ve benim... müdürün odasını ikinci
evimiz saydığımız söylenebilir. Uç yılda kaç kere gittik dersin, lan?”
lan parmağıyla çenesine vurdu. “Aşağı yukarı sömestr başına dört kez? Vaktimiz
geldi aslında.”
Burası East Shoal’du; tabii ki sebebi sıradışı olacaktı. “Ama... neden?” diye
sordum. “Sadece ona gıcıklığından olamaz. Buna sebep olan ne?”
Evan omuz silkti. “Bütün bildiğim,” dedi lan, “McCoy un bu kulübü sırf onu
milletin ödevlerini tavana yapıştırmaktan alıkoymak için kurup Patron u başına
geçirdiği. Bunu yaptı çünkü Patronu gözünün önünde tutmak istiyor.”
“Merak etme, Alex,” dedi Jetta elinde üzüm salkımıyla arkasına yaslanarak.
“Eğer M e in Chef'e bir şey yapmaya kalkacak olursa onu geldiği deliğe geri
postalarız.” Söyleyen Jetta olunca kulağa iç açıcı geliyordu.
Miles birkaç dakika sonra iki gözü de hâlâ kafatasında, tribünlere döndü. Onu
tepeden tırnağa üç kez süzüp çabucak bir çevre kontrolü yaptım. Garip bir şey
yoktu ama içimde kötü bir şey olacağını söyleyen hissi göz ardı edemedim.
Mavi Göz karanlıkta minik bir mum ışığı gibiydi ve Miles ın Mavi Göz
olduğundan tam olarak emin olamasam da sönmesine izin veremezdim.
işin (büyük ölçüde) güvenli olduğundan ve iki saat içinde kesinlikle biteceğinden
emin olmak için iki kez -üç kez-Art’a sordum, işin ne olduğunu ya da ne
yapmam gerektiğini hâlâ tam olarak bilmiyordum.
“Tamam, şimdi gidip Patronu almamız lazım,” dedi Art. Kemerimi bağladım.
“Nereye gidiyoruz?”
Sessiz evler yanımızdan hızla geçiyordu. Uzakta, pahalı Lakeview evleri dağ
gibi yükseliyordu. Ama her bir ev bir öncekinden daha az cana yakın
görünüyordu. Birden çamur rengi evim gözüme çok daha tatlı göründü.
Köşeyi döndük ve evler düpedüz ürkütücü bir hal aldı. Kanlı Miles beni
öldürmeye çalışıyormuş gibi ürkütücüydü. Öğlen bile buraya gelmezdim.
Art köşelerinden zımbayla tutturulmuş gibi görünen iki katlı bir evin önünde
durdu. Çatı kiremitlerinin çoğu eksikti; pencerelerin yarısının camları kırıktı ve
veranda ortasından göçmüştü. Paslı tel örgüyle çevrili ön bahçeye çöp yığılmıştı.
Miles’m mavi kamyoneti araba yolunda, biri bakımdan geçirse çok para
edecekmiş gibi görünen eski bir Mustang’in yanındaydı.
“Burada mı yaşıyor?” Eve daha yakından bakmak için öne doğru eğildim.
“Burası ikamete uygun mu ki?”
“Değil, sanmıyorum. Babası sürekli kendini alkole boğup cehennem köpeğini
komşuların üzerine salarak hayatta kalıyor.” Art irkildi. “İlk kez Patronu almaya
geldiğimizde Ohio uyanıktı. Kafamı koparacağını düşünüp minivandan dışarı
adımımı atmadım.”
“Babası ne iş yapıyor?”
Art omuz silkti. “Sanırım kasabada bir yerde güvenlik görevlisi. Sadece iki
kişiler, o yüzden çok para sıkıntısı çektiklerini sanmıyorum. Ama evle kimse
ilgilenmiyor.”
ikinci kattaki hareket dikkatimi dağıttı. Sol taraftaki pencere açıldı. Dar
açıklıktan karanlık bir figür tıpkı bir kedi gibi çıkıp ayakkabı ve ceketini almak
için tekrar içeri uzandı. Ceketini giydi ama ayakkabılarını elinde taşıyarak
verandanın çatısının yan tarafına doğru çabucak ilerledi ve su borusundan bir
hayalet gibi kayarak doğruca köpek kulübesinin üstüne, topuklarının üzerine
sessizce indi.
“Lanet köpek.” Miles öne geçip başını arkaya yasladı. Onu böyle görmek hâlâ
garipti. Üzerinde kot pantolon ve montunun altında eski bir beyzbol tişörtü
vardı. Ve bir de köpeğin çiğneme oyuncağına dönmüş olan botları. Saçını eliyle
geriye doğru taradı, bir gözünü açtı ve beni ona bakarken yakaladı.
“Arkamda.”
Bir kutu IcyHot, içinde minik siyah noktacıklar olan bir poşet, birkaç elastik
halat, bir tornavida, bir İngiliz anahtarı ve küçük bir balyoz.
Art omuz silkti. “Eğlenceli olur diye düşündüm. Bir şeyleri kırmamız gerekirse
diye.”
“Suç,” dedi Miles. “Ama anahtarın varsa haneye tecavüz sayılmaz.” Cebinden
tek bir anahtar çıkarıp gösterdi.
Downing Heights a dönmüş, aşırı lüks evlerin bulunduğu yolda ilerliyorduk. Bili
Gates’in ikinci evi olabilirmiş gibi görünen bir evin önünde durduk. Önündeki
yol üç kapılı bir garaj ile mozaik camlı, çift kanatlı kapısı olan kocaman bir
verandaya açılıyordu.
Miles tornavida, ingilizanahtarı ve balyoz hariç her şeyi çantaya attı. “Art, araba
sende. Alex, sen benimle geliyorsun.” Saatine baktı. “Umarım kimse uyanmaz.
Haydi gidelim.”
Minivandan çıkıp eve doğru koşar adım yürüdük. Miles ön kapının yanında
durdu, güvenlik klavyesinin kapağını açtı ve kodu tuşladı. Kapıya dönüp
anahtarla kilidi açtı.
Kapılar açıldı.
“Selam, Angela,” dedi Miles son derece sakin bir şekilde. Kız esneyerek el
salladı.
“Selam, Miles. Ölü gibi uyuyor. Hapları dediğin gibi ezip akşam yemeğine
koydum.”
“Süper, teşekkürler.” Miles cüzdanını çıkarıp Angela’ya yirmi dolar verdi. “İyi
iş çıkardın. Hâlâ aynı odada değil mi?”
“Sağdan dördüncü,” dedi Angela. “Annem ve babam da sol tarafta, yani onlar
için endişelenmene gerek yok.”
“Teşekkürler. Gidelim.”
Miles soldan dördüncü kapının önünde durdu, sanki kızgın olabilirmiş gibi
tereddütle birkaç kez kapının koluna dokunduktan sonra iterek açtı.
Odanın sahibi her kimse inanılmaz derecede düzensiz biriydi. Kıyafetler yerlere
dağılmıştı. Kâğıtlar, diyagramlar ve farklı yerlerin haritaları duvarlara dayalı bir
çalışma masasının üzerine yığılmıştı. Şifoniyerin üzerinde arabalar, süper
kahraman ve mekanik hayvan maketleri vardı. Karanlıkta parlayan periyodik
cetvel de dahil olmak üzere bütün duvarlarda bilimle ilgili posterler asılıydı.
“Al.” Miles çantanın fermuarını açıp bir kutu IcyHot çıkardı. “Şifoniyere git.
Üstteki çekmecelerden biri olmalı; bunu bütün iç çamaşırlarının ağ kısmına sür.”
“Ne-ne?” Kutuyu aldım. “Bu çok iğrenç.”
“Sana bunun için elli dolar ödüyorum,” dedi Miles dişlerinin arasından ve yatağa
yöneldi.
“Uyku haplarının etkisi alarm çalmadan önce geçecektir,” dedi Miles. IcyHot
kutusunu ona geri verdim. “Tek yapmamız gereken buradan çıkmak.”
Dünyadan bihaber uyuyan zavallı kurbanın kim olduğuna bakmak için yatağa
yaklaştım.
Donup kaldım.
“Ne?”
“Tucker bu!”
Einstein tişörtü ile atom çizimleriyle kaplı pijama altı içinde çok masum
görünüyordu ve ben iç çamaşırlarının içine IcyHot sürmüştüm...
“Sakin ol!” Miles bileğimi yakalayıp beni odadan dışarı sürükledi. Çabucak
aşağı inip fuayeye döndük; Angela eliyle bizi salona çağırdı. Sonra da verandaya
çıktık. Miles kapıyı kilitleyip güvenlik sistemini kurdu ve minivana koştuk. Art
ön tarafta bekliyordu.
Kapılar kapanıp Art gaza basar basmaz, “Seni göt\” dedim, içimde kabaran
bütün öfkeyle Miles’ın koluna bir yumruk attım. “Bana Tucker olduğunu
söylemedin!”
“Tabii ki yapmazdım!”
“Evet ama başka herhangi biri olunca yapmakta sakınca görmüyorsun.” Miles
gözlüğünü itti. “Biraz ikiyüzlü bir davranış bana sorarsan.”
“Neden? Ona acıdığın için mi? Bir köpek gibi peşinde dolandığı için mi?
Yardım ettiğini asla bilmeyecek. Panikleyecek ve rahatsız olacak, senin de
cebinde elli dolar daha olacak.”
Bedenime bir öfke dalgası daha yayıldı. “Önemli değil; mesele işin prensibi!”
“Hayır, değil; sırf Beaumont diye birden yaptığının kötü olduğuna karar verince
öyle olmuyor.”
Bir dakika boyunca, Art öksürene kadar birbirimize baktık. Kollarımı daha sıkı
kavuşturmuştum.
Yine de okulun park yerine girdiğimizde tamamen ayıktım. Babam beni ana
girişin orada bıraktı. Çevre kontrolümü yapıp çatıda duran adamlara -gerçek mi
değil mi?- baktım ve çantamı sırtlandım, insanların gözlerini saçlarıma dikip
baktığına dair bunaltıcı bir hisse kapıldım. Etrafıma baktığımda kimse beni fark
etmemişti bile. Miles dolabının açık kapısının önünde durmuş kitaplarını
koyuyordu. Kendi dolabımı açtığımda gıcır gıcır bir elli dolar düştü ayağımın
dibine. Parayı alıp hışımla Miles’a uzatım.
“istemiyorum.”
Bir kaşını kaldırdı. “Yazık, çünkü senin o.” “Almıyorum.” Parayı kitaplarının
üstüne fırlattım. “Elli dolar o. Eminim bir yerde kullanırsın.”
Miles kötü bir şey söylememek için kendini tutuyormuş gibi görünüyordu ama
başını sallayıp elli doları arka cebine soktu.
Sınıfa yürürken tek düşünebildiğim o gün ne diye onu öpmek istediğimdi. Ama
sonra Bay Gunhtrie’nin sınıfından gelen kulak tırmalayıcı çığlıkları duydum.
Kapının dışına geniş kalabalık bir öğrenci grubu toplanmıştı. İte kaka
aralarından geçip mermi fırlatılması ihtimaline karşı kenara çekildim. Celia arka
tarafta parmakları Stacey Burns’ün atkuyruğuna dolanmış, avazı çıktığı kadar
bağırıyordu. Bir zamanlar sarı olan saçları şimdi çim yeşiliydi. Britney Carver da
Stacey’nin diğer yanında durmuş, Celia’nın parmaklarını uzaklaştırmaya
çalışıyordu. Celia öne atılıp yumruğunu Sta-cey’nin suratına indirince bir
çıtırdama sesi duyuldu. Claude Gunthrie kapının önündeki birkaç birinci sınıf
öğrencisini savuşturup Celiayı bileğinden yakalayıp neredeyse ayaklarını yerden
keserek sınıfa daldı.
Bay Gunthrie Tanrının ellerine sahipmiş gibi sınıfa dalıp bir eliyle Celia’yı,
öbürüyle de Stacey’yi yakasından tuttu ve ikisini de havaya kaldırdı. Onları yere
indirdiğinde ikisi de o kadar şaşkın görünüyordu ki sessizleşip birbirlerini
bıraktılar.
Celia yeniden bağırmaya başladı ve Bay Gunthrie onu sınıftan çıkarmak için
kollarıyla zapt etmek zorunda kaldı. Stacey çenesini tutarak Claude’u
beklemeden gitti. Claude da kanlı burnunu tutarak onun peşine düştü. Theo da
onunla birlikte çıkmayı başarmıştı.
Cliff ve Ria, Ria’nın sırasına dönmüş, kıs kıs gülüşerek iki saniyede bir kapıya
bakıyorlardı. Sonra Ria’nın yüzü o kadar kızardı ve Cliff öyle katıla katıla
gülmeye başladı ki dönüp ben de baktım.
İyi misin sen? Muhtemelen gelmiş geçmiş en aptalca beş sorudan biriydi. Bu
durumların yüzde doksan dokuzunda birazcık sağduyu göstermek daha kolaydı.
Ama şu anki durumda aklıma söyleyecek daha iyi bir şey gelmiyordu çünkü, “İç
çamaşırına IcyHot sürdüğüm için çok özür dilerim”, aslında IcyHoti iç
çamaşırlarına sürenin siz olduğunu bilmeyen bir insana söyleyeceğiniz ilk şey
değildi.
Tucker kuduz olmuş bir maymun gibi göründüğünü nihayet fark etmiş gibi
ellerini kucağında kavuşturdu. “Bu sabah uyandım ve sanki asit kafası
yaşıyormuşum gibi hissettim. Her yerim kaşınıyor ve nedenini bilmiyorum.”
Sandalyesinde rahatsız bir şekilde kıpırdanarak bana yaklaştı. “Ve sanki biri iç
çamaşırlarımı ateşe vermiş gibi hissediyorum.”
Tucker omzumun üstünden Miles’a bir bakış attı. “Baksana şuna. Saklamıyor
bile. Şu anda bize bakıyor.”
Başını salladı. “Bilmiyorum. Saatim bir saat geç çaldı ve o andan itibaren her
şey ters gidiyor. Yolun yarısında arabam bozuldu.” Tucker bir an duraksayıp
dalgın dalgın göğsünü kaşıdı. “Ona birden fazla kişi yardım etmiş -Richter
arabalardan hiçbir zaman anlamadı-; o kulüpten biri olmalı...” Tucker yine
durdu.
Cevap vermem fazladan iki saniye daha sürmüş olabilirdi. Belki yanlış yöne
bakmıştım ya da saçıma biraz fazla sertçe asılmıştım. Ama inkâr etmeye
başlayamadan Tucker ın yüzünde anladığına dair bir ifade belirdi. Bütün
vücuduyla öbür tarafa döndü.
Neden tereddüt etmiştim? Neden planladığım şeyi yapıp ona her şeyi
anlatmamıştım?
Oğie yemeği vakti geldiğinde Bay Gunthrie’nin ofisinde olanlar bütün okula
yayılmıştı. Claude’un burnu şişmiş ve morarmıştı ve konuşmaya çalıştıkça
suratını ekşitiyordu. Stacey hemşirenin yanından dönmemişti ama Britney önüne
gelen herkese Celia’nın şirretliğinden yakınıyordu. Celia’nın uzaklaştırma
aldığından yüzde doksan emindim. Yine.
Yedinci ders kimyaydı ve yapmak istediğim son şey elli dakika boyunca
laboratuvar masasının başında Miles’ın yanında durmaktı. Bütün gün onunla
konuşmaktan kaçınmıştım ama laboratuvar çalışması beni, ona not etmesi için
belli metal türlerinin kimyasal reaksiyonlarıyla ilgili bilgi aktarmak zorunda
bıraktı. Neden kendisi yapıvermemişti, bilmiyordum -örnekleri incelemek
yeterince kolaydı- ama her tepkimeden sonra orada öylece durup bana bakarak
sonucu bekliyordu.
“Celia hiç böyle değildi,” dedi Miles. “Benimle uğraşmaktan hoşlanırdı ama hiç
başkalarına bulaşmazdı. Bence garip bir şeyler oluyor ama ne olduğunu
bilmiyorum.”
“Ne için özür diliyorsun?” Tekrar Scarlet’ın fotoğrafına baktım. Şimdi üzeri
tamamen kırmızı kalemle karalanmıştı. Finnegan’ın Sihirli Sekiz Topunun
yanımda olmasını diledim içimden.
Miles gözlerini devirdi. “Şey için... bilmiyorum, onun Beaumont olduğunu sana
söylemediğim için?”
“Ve?”
“Çok acımasızcaydı.”
Ona attığım bir sonraki bakış üzerine teslim olur gibi ellerini havaya kaldırdı.
“Affedersin, affedersin, gerçekten.... Benimle konuşmayacaksan da tamam ama,
en azından dinler misin?”
Miles yalnız mıyız diye etrafına baktı, sonra derin bir nefes aldı.
“Sana söylemem gereken şeyler var çünkü... bunu sana borçluymuşum gibi
hissediyorum. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum ve bundan da
hoşlanmıyorum ama yapacak bir şey yok.”
Şaşırmıştım ama bir şey söylemedim. Miles derin bir nefes daha aldı.
“Ciddi misin?”
“Evet. Yine bana inanmıyorsun, insan böyle bir konuda neden yalan söyler,
bilmiyorum. Aramızı düzeltmeye çalışıyorum ama dinlemeyeceksen konuşmayı
keseceğim...” “Hayır, hayır, affedersin, devam et,” dedim çabucak. Miles bana
sert bir bakış attı. “Çeneni kapayıp dinleyecek misin?”
“Evet. Söz.”
.. ve babam da başta onları böyle ikna etti. Annemin, durumunu sürekli inkâr
ettiğini söyledi. Önce onlara vücudundaki çürüklerin, gözündeki morlukların ve
patlamış dudakların kendi suçu olduğunu söyledi. Depresyon ve öfke nöbetleri
sırasında kendi kendine yaptığını, bipolar olduğunu ve ona artık güvenmediğini
söyledi onlara. Ve tabii ki annem bunu duyduğu an çok sinirlendi ve bu da
durumu daha kötü hale getirdi.” Boğazının gerisinden gelen, tiksinti belirten bir
ses çıkardı. “Ve sonra... göl.”
“Göl?”
“Babam annemi göle attı, sonra onu ‘kurtardı’ ve onlara annemin intihara
kalkıştığını söyledi. Annem çılgına dönmüştü. Kimse babama karşı kanıt
aramaya tenezzül etmedi. Ben de o zaman birileri için birtakım işler yapmaya
başladım ve şimdi de işyerinde alabildiğim bütün gece vardiyalarını alıyorum;
yasal olarak çalışmak için yaşımın tutmamasını falan da geç çünkü umurumda
değil. Mayıs ayında on sekizime bastığımda onu oradan çıkaracağım ve paraya
da onun için ihtiyacım var. Bir şeyleri... bir şeyleri olabilsin diye, anlıyor
musun? Babam ona hiçbir şey vermeyecek ve ben de annemin o eve dönmesine
izin veremem.”
Miles, gözleri benim solumda bir yere odaklanarak birden durdu. Midemde
rahatsız edici bir his vardı; bir insanla ilgili bilebileceğinizi düşündüğünüzden
çok daha fazlasını öğrendiğiniz zaman hissettiğiniz türden bir rahatsızlık.
“‘Duyguları ifade edecek söz bulamamak’ demek; ama bundan daha fazlası
aslında. Neredeyse bir akıl hastalığı sayılır fakat bir tür ölçek söz konusu.
Aleksitimin ne kadar yüksekse duyguları ve benzer şeyleri yorumlamakta o
kadar zorlanıyorsun. Benimki o kadar yüksek değil ama çok düşük de değil.”
“Ah.”
“Başkalarının pis işlerini yapan ben olduğum ve herkes benden korktuğu zaman
güvende hissediyorum demek istiyorum. Olayları ve kişilerin ben kontrol
ediyorum.”
“Doğru. Kişileri.”
“Celia’ya neler olduğuna dair bir şeyler biliyor olabilirim,” dedim nihayet. Ona
Celia, Celia’nın annesi, McCoy, Scarlet ve skor tabelasıyla ilgili bildiğim her
şeyi anlattım. Tucker’ın bu konuda bilgi edinmeme nasıl yardım ettiğini ve
araştırmamızın nasıl çıkmaza girdiğini.
herkes detayları biliyordu. Avukat olacak babası sayesinde (ve bizzat Şeytanın
öngörülemeyen müdahalesi sayesinde çünkü başka kim Celia’nm yardımına
koşardı ki?) Celia okuldan atılmadı. Bu kötü haberdi. İyi haberse sömestrin geri
kalanı boyunca okula dönmeyecek olmasıydı. Bir diğer kötü haber, sömestrin
bitmesine sadece on gün kalmış olmasıydı. Ve bütün kulüp gelecek diğer kötü
haberi şimdiden görebiliyordu: Yeni sömestrde Celia okula dönecekti ve kamu
hizmetine verilecekti.
İyi haberler ya da kötü haberler hoşuna gitmemiş görünen tek kişi, Celia
gittikten sonra daha da asabileşen Müdür McCoy’du. Sabah anonsları kısa ve
sertti ve skor tabelasıyla ilgili tek söz etmiyordu. Öğleden sonralarıysa sık sık
spor salonunun önünde durup kulübün çalışmalarını izliyordu.
O on gün boyunca okul görece normal ritmine dönmüştü. Belki Noel ruhundan
ya da iki haftalık tatildendi ama herkes final sınavlarına rağmen çok daha
neşeliydi. Hediyeler değiş tokuş edildi. Sınıftan sınıfa koşturup duran kırmızı-
yeşil kıyafetli cüceler görüyordum. Kulüpteki herkes için, salakça olduğunu
düşünüp düşünmeyeceklerinden emin olmaksızın her birine 1800’lerden kalma
drahmilerden yapıştırarak yılbaşı kartları yaptım.
Nasıl tepki vereceğini görmek için önce Miles’ınkini verdim. Ben laboratuvar
masasının başında koruyucu gözlüğümü takarken kartı eliyle tarttı. Sonra içinde
bomba varmış gibi açtı. Parayı çıkarıp inceledi. “Drahmi mi? Bu... bu gerçek
mi? Nereden buldun bunu?”
“Ama bu çok para edebilir,” dedi Miles. “Neden bana veriyorsun ki?”
“Kendini fazla özel hissetme.” Deneyimiz için ihtiyacımız olan test tüplerini
çıkardım. “Kulüpteki herkesin kartına birer tane koydum.”
“Olsun. Bunun yüzlerce dolar etmediğini nereden biliyorsun?”
“istiyor musun, istemiyor musun?” dedim sinirle. Miles başını eğip gözlüğünün
üzerinden bana kötü kötü bakarak parayı cebine attı. Karta döndü.
Okuduktan sonra o kadar şaşırtıcı bir şey yaptı ki neredeyse Bunsen lambasını
düşürüp karşımdaki çocuğu yakacaktım. Güldü.
Masadaki komşularımız dönüp bize dik dik baktı çünkü Miles Richter ın
gülmesi, Mayaların dünyanın sonuna işaret edeceğini öngördüğü şeylerden
biriydi. Fazla yüksek sesle gülmemişti ama sonuçta gülen Miles’dı; hiçbir
ölümlünün daha önce duymadığı bir sesti çıkan.
Hoşuma gitmişti.
“Muhtemelen mümkün, eğer doğru kişiyi bulursanız,” dedim. “Ama öyle bir şey
yaparsanız yakanıza yapışırım.” Kulüpte herkesin birbirine hediye vermesi bir
gelenekti. Bir gün moda tasarımcısı olmak için Fransa’ya geri dönmeyi
planlayan Jetta herkese atkı yapmıştı. Art atölye dersinde yaptığı inanılmaz
derecede gerçekçi ahşap heykelcikleri hediye etti. (Benimki kırmızı saçlı bir
lahana bebeğe benziyordu.) Üçüzler kendi besteledikleri bir Noel şarkısı
söylediler. Miles onlar şarkıyı bitirdikten yaklaşık beş dakika sonra elinde
kocaman kapkeklerle dolu büyük bir kutuyla salona girdi. Basketbol maçını
izlerken herkes kapkeklere yumuldu. Ben kendiminkini yemedim; sonra
yiyeceğimi söyleyerek heykelcik ve atkıyla beraber sırt çantamın yanma
koydum. Muhtemelen yemeyecektim. Miles’a güvenmediğimden değildi.
Muhtemelen yemeklere konan zehirler konusuna benim kadar hâkim değildi.
Daha sonra üçüzler tekrar şarkı söylemeye başladı ama bu kez Miles’a özel bir
“Sen Korkunç Birisin, Bay Grinç” nakaratı eklediler.
Bir hediye daha almıştım ve ilk bakışta bir hediye mi yoksa yerini şaşırmış bir
kaldırım taşı mı emin olamamıştım. Yumruk büyüklüğünde bir taş, yanında
hiçbir açıklama olmaksızın sıramın üzerinde duruyordu. Bunu bırakan kişiye
kızamazdım -ben de drahmilerimden biriyle birlikte Tucker ın sırasına bir kart
bırakmıştım- ama en azından taşın ne tür bir mesaj iletmesi gerektiğini
açıklayabilirdi.
Ama hem merak ettiğim hem de hiçbir zaman hediyeleri atan biri olmadığım için
taşı sakladım.
,ı
|v
-i i,
Rigmont evinde Noel başka her yerdeki gibiydi. Yılın, annemle babamın bir sürü
şey aldığı tek zamanıydı. Aldıklarımızın çoğu bir önceki Noel’den sonra
indirime giren şeylerden oluşuyordu. Charlie bunu fark etmemişti ve ben de
umursamıyordum, çünkü çoğu zaten kıyafet oluyordu ve eğer üzerimize
uyuyorlarsa sorun yoktu. Hediyelerimiz Noel Babadan kartlarla birlikte ağacın
altında beliriveriyordu.
Her yıl Noel arifesinde Charlie’yle, annemi ve babamı baş başa akşam yemeğine
gönderiyorduk ve yiyecekleri gerçekten yiyip güzel vakit geçirecekleri bir yere
gitmelerini garantiliyorduk. Bu babamın mutlu olacağı ve annemin de beni rahat
bırakacağı anlamına geliyordu.
İsteğim üzerine annem Karaorman pastası için gerekli malzemeleri aldı. Charlie
pastanın keki fırındayken kendini kaptırıp kirazları yedi, ama neyse ki üst katı
kaplayacak kadarını kurtarmayı başardık. Lezzetli görünüyordu ve yüzde yüz
zehirsiz ve izleyicisizdi ki bu beni çok mutlu etmişti.
Bazen Noel zamanı sadece bu şekilde mutlu oluyormu-şum gibi geliyordu. Yılın
kalanında Noel’in para harcayıp şişmanlamak ve hediye açmaktan mı ibaret
olduğunu düşünürdüm. Kendimizi şımartmaktan. Ama Noel nihayet gelip o
sıcak, tatlı nane-kazak-şömine-ateşi birleşiminin verdiği his midenize
yerleştiğinde ve yılbaşı ağacındakiler hariç bütün ışıkları söndürüp yere
uzanarak dışarıda yağan karın sessizliğini dinlediğinizde Noel’i anlıyordunuz.
Zamanın bu parçasında dünyada her şey yolunda gidiyordu. Her şeyin aslında
yolunda olmamasının bir önemi yoktu. Öyleymiş gibi yapmanın yeterli olduğu
tek zamanıydı yılın.
Sorun Noel ruhundan çıkmakta yatıyordu çünkü çıktıktan sonra gerçek ve hayal
arasındaki sınırları yeniden belirlemeniz gerekiyordu.
Yılbaşından sonra, okula döneceğimiz günden birkaç gün önce, anneme onunla
Meijer’e gidip gidemeyeceğimi sordum. Bana garip bir bakış attı ama ben ikinci
pasta girişimimiz olan Karaorman pastasından bir parçayı paketleyene kadar
sebebini sormadı.
ı
t
Yedi yaşımdan beri pek çok kez Meijer’e gelmiştim tabii ki. Şarküteri tezgâhı
hiç değişmemişti ve ıstakoz akvaryumu da aynı yerde duruyordu. Istakozlar hâlâ
üst üste yığılmış, çaresizce kaçacak yer arıyordu. Charlie’yi akvaryuma doğru
ittim ve o da ıstakozları benim eskiden izlediğim kadar ilgiyle izledi. Tek fark
onları özgür bırakmaya çalışmamasıydı.
“Hey! Buradasın!”
Tereddüt ettim. “Alışveriş tabii ki. Sence de biraz kaba bir soru olmadı mı?”
Camekânın üzerinden pastayı uzattım. “Umarım bunu orada bir yere saklayabilir
ya da çabucak yiyebilirsin. Ekstra yılbaşı hediyesi gibi düşün. Bir Sch...
Schwarzy...”
Miles güldü. “ Schwarzwâlder Kir sch tor te” dedi. “Kara-orman pastası. Sen
mi?..”
Miles kaşlarını çattı. Bir an için Charlie’nin yedi yaşındaki halime benzediğini
düşünüp düşünmediğini merak ettim; onun yedi yaşındaki haliyle ıstakoz
akvaryumunun başında durmuş, ıstakozları serbest bırakmak için yardım
isterken. Sorsam bunu hatırlar mıydı?
“ilk bakışta tatlıdır,” dedim. “Ama güven bana, kendini papa, banyoyu da ‘kutsal
topraklar’ ilan ettiği an bütün tat-lığı kayboluyor.”
Sertçe saçıma asılıp arkamı döndüm ama, “Hey, dur, gitmeden...” Tekrar ona
döndüm. Ensesini ovalayarak yana doğru baktı ve hemen konuşmadı. “Sana bir
teklifim daha var,” dedi ve suratımdaki ifadeyi görünce hemen, “geçen seferki
gibi değil. Bu bir iş değil, yemin ederim. Sana, ee, sormak istediğim bir şey var.
Scarlet ve McCoy’yla ilgili başka bir şey bulamadığınızı söylemiştin ya? Annem
liseye onlarla birlikte gitmişti ve ben de düşündüm ki, eğer istersen... ee...”
“Evet?”
Miles derin bir nefes alıp göğsünü şişirerek biraz tuttu ve dikkatle bana baktı.
Sonra nefesini verdi ve, “Onunla tanışmak ister misin?”
Ağzından daha çok kelime çıktıkça yüzündeki ifade daha çok bunun kötü bir
fikir olduğunu düşünüyormuş gibi bir hal alıyordu.
Acınası ifadesine daha fazla dayanamaz hale gelene kadar hevesinin sönmesine
izin verdim ve sonra kahkahamı bastırdım.
“Evet, kesinlikle gelirim.” Elime annesiyle konuşmak gibi altın bir fırsat
geçeceği hiç aklıma gelmezdi.
Scarlet ve McCoy’la ilgili altın değerinde bilgisi olduğuna şüphe yoktu. Ve... ah,
kahretsin.
Neşelendi ama sanki, “Gerçekten mi'?” derse, “Hayır” diyecekmişim gibi hâlâ
biraz endişeli görünüyordu.
“Önce izin almam gerek,” dedim, “ama alırım herhalde. Ne zaman gidiyorsun?”
“Merak etme, ben erkenciyim.” Annemi köşeden dönüp ıstakoz akvaryumu ile
Charlie’ye doğru gelirken gördüm. “Annem de şurada, sorabilirim şimdi.”
“Hayır, bu... gerek yoktu...” Ama çoktan annemi elimle yanımıza çağırmıştım.
“Ee, evet.” Miles yutkundu. “Ayda bir kez ziyaretine gidiyorum -aslında çok
ciddi bir şey değil- ama, ee, Gos-hen’da bir hastanede yatıyor.”
“Hastane mi?”
“Eh, bence kulağa iyi geliyor,” dedi. Miles rahatlamış görünüyordu ama mideme
kocaman bir ağırlık çökmüştü.
Öz annem bir akıl hastanesine gitmem konusunda neden bu kadar istekliydi?
Seni istemiyorum.
Otuzuncu Bölüm (Q
Beni baştan aşağı süzdü. Pijamalarım ve kedili terliklerim vardı. “Neden hazır
değilsin?”
“Hayır, hayır, sorun değil.” Kolundan tutup onu içeri çektim. “Gerçekten, eğer
gelip kahvaltı edersen her şey daha kolay olur.”
“Evet.”
“Genellikle zararsızdır. Ama tarihi iyi bilmen gerek.” Sesimi alçaltıp, “Herkesin
babası pisliğin teki değil,” diye ekledim.
“Ağırsiklet uçuş montu,” dedi Miles. “Daha hafif olan bir tane de var ama bu
beni kabadayı gibi gösteriyor... Ne yapıyorsun?”
“Opa?”
“Ah, gelmişsin!” dedi annem sahte bir şaşkınlıkla. “Sana masada yer ayırmıştım
bile, Alex’in yanında.”
“Harika! Fransız Devrimi hakkında ne kadar bilgin var?” “Ne gibi bir bilgi?”
“1789-1799.”
Annem onun için de bir tabak çıkardığı halde Charlie, Miles oradayken hiç
ortaya çıkmadı. Onu Miles’la tanıştırmayı dört gözle bekliyordum; onun
Haftanın Kelimesini bin kere işitmekten rahatsız olmayacağına dair bir his vardı
içimde.
“Bir gün,” dedim. “Bir gün dünyayı gezeceğim ve sen de benimle gelebilirsin,
tamam mı?”
“Tamam,” diye mırıldandı. Ama gözlerini kocaman açıp bir parmağıyla beni
dürttü. “Ama sözünü tutacaksın!” “Seni yüzüstü bırakmayacağım, Şarlman.”
Miles ın, bu yolculuğu her ay delirmeden nasıl atlattığını merak ettim. Müzik,
teyp falan yoktu; sadece Indianapolis ile Goshen arasında uzanan, bitmek
bilmeyen US-31 vardı.
“Benim gibi.”
“Öğretmendi. Zekidir.”
“Ah.”
“Evet. Babam onu kısmen insanların evimize girmemesi kısmen de benim dışarı
çıkmamam için aldı. Gizlice çıkıp birileriyle buluştuğumu sanıyor.”
“Elinde kanıt yok,” dedi Miles. “Hem Ohio o kadar zeki değil ve bir narkoleptİk
gibi uyuyor, o yüzden sanırım babamla birbirleri için yaratılmışlar.” Gözlerini
otobana dikip tiksintiyle, “Köpeklerden nefret ediyorum. Kediler çok daha iyi,”
dedi.
Horultulu kahkaham öksürük gibi çıktı. Birkaç dakika boyunca sessiz kaldık.
Paltoma biraz daha gömülmeye çalıştım.
“Biliyorum; o yüzden yedim.” Zehir var mı diye baktıktan sonra tabii. “Lafı çok
kötü değiştirdin bu arada. ‘Yemedim çünkü daha önce hiç tanışmadığım
insanların olduğu bir aile toplantısında fazla yemek bana garip geldi,’ deyip
kurtulabilirdin.”
Nihayet Miles otobandan çıkıp oldukça ormanlık bir banliyöye girdi. Her şey
göz kamaştıran beyazlıkta karla kaplıydı. Miles sadece arka sokaklardan
gidiyordu ve daha çok evin önünden geçtikçe buranın bana yaşadığım yeri
hatırlattığını fark ettim. Bu sokaklar aynı yere ait olabilirdi.
Bütün paranoyaklar onları hapsetmek isteyen yerleri tespit etmeye yönelik bir
altıncı hisse sahipti belki de.
Hastaneyi görür görmez tanıdım. Etrafı tel örgüyle çevrili alçak, tek katlı, tuğla
bir binaydı. On yol çalılarla kaplıydı ve zemine karla kaplı ağaçlar yayılmıştı.
Muhtemelen yılın kalan zamanlarında hoş görünüyordu.
Bütün bu McCoy-Scarlet-Celia olayı şimdi çok aptalca geliyordu. Beni bir akıl
hastanesine sokmak için hiç yeterli değildi. McCoy canının istediğini yapabilir
ve Celia da kendi sorunlarıyla ilgilenebilirdi.
“İyi misin?” diye sordu Miles kapımı açarak. Kemerimi çözmeyi başardım ve
kamyonetten indim.
“Hı-hı, iyiyim.” Ellerimi yumruk yapıp iki yanıma sıkıca yapıştırdım. Giriş
yolunun yan tarafında bir tabela vardı.
“Ah, selam, Miles.” Ona bir dosya verdi. Miles ikimizin de isimlerini ziyaretçi
olarak yazdı. “Sabah oyun odası seansım kaçırdın. Şimdi kafeteryadalar. Gidip
yiyecek bir şeyler alabilirsiniz.”
Miles dosyayı ona geri verdi. “Teşekkürler, Amy.” “Annene benden selam söyle,
olur mu?”
“Olur.”
Önce Miles girdi. Ben de saçıma asılıp beyaz önlüklü adamların üzerime atılıp
beni yakalayacağı hissinden kurtulmaya çalışarak peşine düştüm.
Kafeteryada sadece bir yemek sırası ve odanın ortasında da aşağı yukarı on adet
kare masa vardı. Miles diğer hastalara hiç bakmadan, sadece odanın uzak
köşesindeki bir tanesine yönelerek masaların arasından ilerledi.
Ona sarılmak için ayağa kalktı. Uzun ve zarifti; güneş, uzun sarı saçlarına altın
bir hale düşürüyordu. Gözleri de tıpkı Miles’ınkiler gibiydi; dışarıdaki
gökyüzüyle aynı renkte. Paylaşmadıkları tek şey Miles’m çilleriydi.
“Evet.” Birden boğazım kurudu. Bir sebepten -belki Miles ona bu kadar içten
sarıldığı için- üzerinde silah var mı diye onu kontrol etme gereği duymadım.
Ona dair garip hiçbir şey hissetmedim. O sadece... June’du. “Memnun oldum.”
“Son sınıfların eşek şakasının ne olacağını öğrendiniz mi?” diye sordu yüzü
heyecanla aydınlanarak. İlk bakışta eşek şakalarından hoşlanan biri gibi
gelmemişti bana. “East Shoal’da son sınıftayken bizimkini ben bulmuştum.
Tabii ki herkes planın tamamını uygulamadı; sadece ilk aşamasını yapabildik.”
Miles ve ben önce birbirimize, sonra June’a baktık. “Siz miydiniz o?” diye
sordum inanamayarak. “Yılanı siz mi serbest bıraktınız?”
June kaşlarını kaldırdı. “Ah, evet. Ama sanırım hiç ya-kalayamadılar. Bu beni
biraz endişelendirmişti.”
“Anne, yılan artık bir efsaneye dönüştü,” dedi Miles. “insanlar onun hâlâ orada
bir yerlerde olduğunu düşünüyor.” Onlara yılanı gördüğümü -fen koridorunda
yılın başından beri sürekli gördüğümü- anlatmaya başladım ama konuyu başka
bir yere çekerek konuşmaya devam ettiler.
June konuştukça tarih bildiğini de fark ettim. Annemle babamın âşık olduğu
tarihi değil, kişisel tarihleri biliyordu. Bir insanın hayatını oluşturan olayları
öğrenip bunu yaptıkları şeyleri neden yaptıklarını anlamak için kullanıyordu.
Miles kelimeleri biliyordu. O insanları biliyordu. Böylece McCoy ile Celia ve bu
yıl olan her şeyi anlattığımda bunu annemle babamın savaş belgesellerini
özümsediği gibi özümsedi; büyük bir ciddiyetle. Ben konuştum, o dinledi.
Anlatmadığım tek şey McCoy’un Miles’a takmış olmasıydı.
“Ama İmpa onunla hiç ilgilenmiyordu, ah olamaz,” diye devam etti June.
“Futbol takımının kaptanıyla çıkmaya başladığı günü hatırladım şimdi; Daniel o
gün okuldan sonra dolabına gittiğinde eşyalarının hepsi parçalanmış bir halde
koridora saçılmıştı. Hepimiz bunu Richard in yaptığını biliyorduk ama kimse
kanıtlayamadı. Ve ölene kadar da împa’nın kuyruğundan ayrılmadı.”
“İkisi evlendikten -İmpa ile futbol takım kaptanı- birkaç yıl sonraydı. Son
yılımızdan hemen sonra İmpa hamile kaldı ve bunu kaptanın onunla evlenmesi
için koz olarak kullandı. Beş yılda bir düzenlenen mezunlar buluşmamıza geldi
ve skor tabelasının altında durmuş, parlak günlerinden, babasının
hayırseverliğinden bahsediyordu ki tabela düştü. Birkaç saat sonra hastanede
öldüğünü söylediler ama bence tabela onu oracıkta öldürmüştü. Richard da
oradaydı -duyduğuma göre liseden sonra hâlâ İmpa’nın peşinden koşuyormuş-
ve tabelayı üzerinden kaldırmaya çalıştı. İnsanlar onun... ulaşılamaz
göründüğünü söylüyordu. Sanki bütün varoluş sebebi o tabelanın altında kalmış
ve artık onu dünyaya bağlayan bir şey yokmuş gibi.”
Ürperdim. “Sizce McCoy şimdi başka birine takmış olabilir mi? Kendine
bağlanacak... yeni bir yular bulmuş olabilir mi?”
“Mümkün.”
“Kötü bir şeyler olduğunu düşünen tek kişi ben olabilirim,” dedim.
“Elin değmişken onu benden uzak tut,” dedi Miles. June güldü. “Ah, tatlım, her
zaman kızlarla konuşmakta sıkıntı çekmişsindir.”
Miles kızardı.
June bana baktı. “Almanya’da yaşarken çiftliğe gelip onunla konuşan bir kız
vardı. Doğum gününde Miles’a pasta getirmişti. Miles kızla iki kelimeden fazla
konuşmadı ve pastayı da kabul etmedi.”
Bunu söyleyişindeki rahat, canlı hava bana hikayenin devamı olduğunu, önemli
bir detayı atladığını düşündürdü, ama June devam etmedi. Miles kollarını
kavuşturmuş, duvara bakıyordu.
“Pek çok başka insanın hoşuna gider; seksi kızlar ve kaslı, bronz tenli, güzel
gülümsemesi olan erkeklerin ağzından çıkıyorsa. Üzerine uymayan kıyafetleri
olan, çokbilmiş ve yaşıtlarıyla anlaşması mümkün olmayan sıska bir çocuğun
ağzından çıkınca değil.”
Buna söyleyecek bir söz bulamadım. Belli ki June da bulamamıştı. Bir elini
ağzına götürüp yerini hatırlayamadığı bir kitabı arar gibi etrafına bakındı.
“Alex, sana birkaç soru sorsam, dürüstçe cevaplamak için elinden geleni yapar
mısın?”
“Evet, tabii.”
“Hiç arkadaşı var mı? Kolay geçinilen biri olmadığını biliyorum ve insanların...
sıkıcı olduğunu düşündüğünü biliyorum ama herkese göre biri vardır ve acaba
onun...” Durdu ve umutla bana baktı.
“Bence arkadaşı var,” dedim. “Kulüpteki herkes onun arkadaşı. Ama onun bunu
bildiğini sanmıyorum.”
June başını salladı, “ikinci soru, insanlar onun... sevimsiz olduğunu düşünüyor
mu?”
June bu kadar ciddi olmasaydı gülerdim. “Çoğu insan öyle düşünüyor. Ama
bunun sebebi onu tanımamaları; Miles buna izin vermiyor. Sanırım böylesini
tercih ediyor.”
June yine başını salladı. “Bu son soruya cevap verebilir misin bilmiyorum,
ama...” derin bir nefes aldı; Miles’ın bana buraya gelmemi teklif etmeden önce
aldığı nefes gibi. “Mutlu mu?”
Bu beni gafil avlamıştı. Mutlu muydu? Ben buna cevap verebilir miydim?
Görünüşe göre Milesın mutlu olup olmadığını bilebilecek tek kişi Miles’dı.
June un yüzü düştü. “Bunu sormamın tek sebebi çok çaba sarf ediyor olması.
Okulda olmadığı zamanlarda çalışıyor ve tek yaptığı para biriktirmek. Onu
kesinlikle ihtiyacı olanlar dışında bir şeye tek kuruş harcarken görmedim
herhalde. Küçükken bile insanların ona vermeye çalıştığı şeyleri kabul etmezdi.”
June gülümsedi. “Ah, defterler. Onu buna ben bulaştırdım. Cleveland, babası,
oğlunun ondan zeki olduğu gerçeğinden hiçbir zaman hoşlanmadı. Miles hatasını
düzelttiği zaman sinirlenirdi. Hep Cleveland’ın ondaki öğretme sevgisini
mahvedeceğinden korkuyordum. Ona bilgisini dile getirmek yerine defterlere
yazmasını söyledim ve eğer hâlâ bunu yapıyorsa, babası pek değişmemiş
demektir.”
Daha fazla soru sormak istiyordum ama defteri okuduğumu ele vermek
istemedim. O zaman başka bir yoldan gitmem gerekiyordu.
Bahsetmiş olmalı.
“Hatırlıyor derken?
Miles geri dönmek için tam da bu anı seçti; şimdi daha sakin görünüyordu.
Koltuğuna yerleşirken gözlerimi üzerine dikmemeye çalıştım ama beynim anı
parçalarını birleştirmeye, ıstakoz akvaryumunun yanındaki çocuğu şimdi
önümde duran çocuğun yanma koymaya çalışıyordu.
June ona Almanca bir şeyler söyledi ve Miles’m yüzüne gönülsüz bir
gülümseme yerleşti, insanlar hakkındaki hisleri konusunda aklı karışık olabilirdi
ama annesi için ne hissettiğini çok iyi biliyordu.
O onun sebebiydi.
O.
Şu an öngöremiyorum
Evet
Ya hatırlamıyorsa'?
Ah, affedersin. Yani... demek istiyorum ki, ormanda bir ağaç devrilse ama
etrafta duyacak kimse olmasa ses çıkar mı? Eğer hatırlamıyorsa, olan yine de
olmuş mudur? June’un birlikte olduğumuzu söylediğini biliyorum ama o
yanımızda değildi. Yanımızda kimse yoktu.
Büyük olasılıkla
Yani oldu diyorsun? Ama... amaya detayları hatırlayan tek kişi bensem...
Ya ben...
Eve dönüş yolunda paltoma iyice sarınıp öğrendiğimiz şey-leri tekrar düşündüm.
Ortada bir terslik olmadığını, hepsini benim uydurduğumu varsaymak yanlış
olurdu. McCoy’da bir gariplik olduğu kesindi ve bunu sadece biz biliyorsak bir
şeyler yapmalıydık. Ama bana kim inanırdı ki? Miles’a kim inanırdı?
Boğazımda bir düğüm, gözlerimin ardında bir baskı oluştu. Beni ağlarken
görmesine izin veremezdim. Alay eder ya da gözlerini devirirdi; gözyaşlarını iyi
karşılayan birine benzemiyordu ve ben de gözyaşlarımla alay edecek birini iyi
karşılamayacaktım.
“Olur.”
Wendy nin park yerine, arabaya servis bölümüne girdi. Menüdeki en ucuz
sandviçi seçtim. Ödeme için pencereye yanaştı, paramı almak için cebime
uzandım. Paraya bakıp itti. “İstemez.”
“Hayır.”
On dolarlık banknotu ona attım ve o da alıp bana geri attı. Bu bir para fırlatma
savaşı başlattı ve savaş, Miles yiyeceklerin parasını ödeyip içecek kutusu ile
yiyecek paketini bana uzattıktan sonra on doları alıp katlayarak bacağımın altına
sıkıştırınca sona erdi. Kaşlarımı çattım.
“Nereden aldın?”
“Nasıl yani?”
“Amerika’ya dönmedi. Orayı sevdi mi, o yüzden mi?” Miles bir saniye boş boş
baktıktan sonra güldü. “Ah, sen sandın ki.... Hayır, hayır, Opa Birleşik Devletler
Hava Kuvvetlerinde değildi. Luftwaffe’deydi.”
“Evet, bir ABD pilotundan almış,” diye tekrarladı Miles ve dehşete düşmüş
ifademi görünce, “Ne? Herifi öldürmedi! Arkadaştılar! Niye bu kadar çıldırdın
ki şimdi? Bir de tarih manyağı olacaksın; bütün Nazilerin Nazi olmak
istemediğini en iyi senin bilmen gerekir.”
Biliyordum zaten. Çok iyi biliyordum hem de. Ama onlardan korkmama engel
olmuyordu bu.
“Ah.” Kızaran suratımı patates kızartmalarıma çevirdim. “Peki, ee, buraya geri
dönmenizin asıl sebebi neydi? Annen bundan bahsederken biraz garip davrandı.”
Miles sandviçine bakarak dudak büktü. “Cleveland. Uzun süre boyunca anneme
mektup yazdı; onu geri dönmeye ikna etmeye çalışıyordu. Annemin gitmek
istediğini biliyordum ama Opa ona neden orada olduğumuzu unutturmadı. Ve
öldüğünde de bu gitmek için mükemmel bir bahane oldu.” Gözlerini devirdi.
“Annem seninle ne hakkında konuştu?” “Ha?”
“Ben tuvaletteyken,” dedi Miles. “Annem sana ne dedi?” “Önemli bir şey
söylemedi. Anne konuşması işte.” Miles bana bu kadarını zaten bildiğini ve
soruyu tekrar etmek istemediğini belli eden bir bakış attı.
“Ben de söyledim.”
“Ne söyledin?”
“Eh, gayet basitti,” dedim şimdi sinirlenerek, “insanlar senin bir pislik
olduğunu...”
“Aramıza hangi yaban dünyadan geldin bilmiyorum ama onlar benim arkadaşım
değil. Hiçbirinin adımı söylemediğini fark ettin mi hiç? Jetta bile ‘mein chef’
diyor bana. Ben sadece emir almak durumunda oldukları biriyim.”
“Şaka yapıyor olmalısın.” Hem gülmek hem de onu tokatlamak istedim; sertçe.
“Nasıl arkadaşın olmadıklarını söyleyebildiğini bilmiyorum. Kimseye
bağlanmamak için bunu inkâr etmeye mi çalışıyorsun? Yani... bilmiyorum...
bunu nasıl söyleyebiliyorsun ki? Arkadaşın olmasını falan mı istemiyorsun? Ben
bile arkadaşım olsun istiyorum!”
Miles kamyoneti çalıştırmaya başladığında motordan klik diye bir ses çıktı.
“Hadi canım, gerçekten mi?” Miles bana bir bakış attı. Anahtarı tekrar çevirdi.
Klik klik klik klik. Birkaç dakika boyunca gösterge panosuna bakıp bir kez daha
anahtarı çevirdi ve sonra gidip kaportayı açtı.
Olamaz. Soğuk bir ürperti midemi kapladı. Burada, bu ıssız yerde, gece vakti
Miles Richter’la mahsur kalmak istemiyordum. Son derece etkileyici, gerçekçi
bir rüya görüyorsun ve birazdan uyandığında her şey yolunda olacak.
“Sorunun ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yok,” dedi Miles ifadesiz bir tonla.
Ben de kamyonetten inip onu iterek yanından geçtim.
Miles kamyonun yan tarafına yaslanıp başını uzatarak bir şey kaybetmiş gibi
yeri inceledi. Tucker, Miles’ın arabadan hiç anlamadığını söylemişti,
otobandayken başımıza böyle bir şey gelmediği için içimden binlerce kez
şükrettim.
“Gerçekten,” dedim Miles’a; sinirli ve aklı karışık bir ifadeyle bana döndü.
“Yerinde olsam, o kadar çok arkadaşa sahipken, onlardan hoşlanmıyormuşum
gibi davranmazdım. Sakın öyle yapmadığını da söyleme çünkü yaptığını
biliyo...”
Ona soğuk bir bakış attım. “Ciddi misin? Bunu hâlâ anlamadın mı gerçekten?”
Derin nefes, çene sıkma. “Onlar benim arkadaşım değil” dedi. “O okuldaki diğer
herkes gibi arkadaşım olmak istemiyorlar. Oradalar, çünkü olmak zorundalar.
Kapar mısın konuyu?”
“İyi, buna ne dersin? Annenin son sorusunu biliyorsun: Mutlu mu? Ona bugünün
seni en mutlu gördüğüm gün olduğunu söyledim. Bu biraz acınası bir durum
gerçekten.” Kelimelerin ağzımdan çıkmasına engel olamıyordum. “Arkadaşların
olabilir, mutlu olabilirsin ama olmamayı seçiyorsun.”
Haklıydı. Tam olarak buydum. Aslında deli olan sadece benken ona, Tucker’a,
Celia ve McCoy’a deli demiştim. Deli olan her zaman bendim.
Kırmızı park lamblarını takip ettim. Nereye ya da hangi yöne gittiğimi ve hatta o
sırada tam olarak nerede olduğumu bilmiyordum. Son derece doğru bir şekilde
Miles’m da söylediği gibi ıssız bir yerde, Wendy’nin park yerindeydim ve
gittiğim yer de hiçbir yerdi.
Al,” dedi.
Bu onu susturdu.
Çömelip montu omuzlarıma örttü. Bana bakmadan montu iyice bana sardı ve
“Çok inatçısın,” dedi. Saklamaya çalışsa da titriyordu. “Haydi gidelim.”
Garip bir şekilde, kamyonetin yanına geldiğimizde bile elimi bırakmadı. Bir
deney olarak elini biraz sıktım; o da sıktı.
Yaşlı adam kaportadan başını uzatıp baktı ve beni Miles’m montuyla görünce
gülümsedi.
“Akünüz bitmiş galiba,” dedi adam. “Bende buji kablosu var, iki dakikamı alır.”
Kendi arabasının kaportasını açıp bagajından bir çift buji kablosu çıkardı ve
kısaca kendini tanıttıktan sonra Miles’la birlikte işe koyuldular. Neredeyse
ayakta uyuyacaktım; gitme vakti geldiğinde Miles’ın beni dürterek ayıltması
gerekti.
“Ne oldu?” diye sordum bir elim yolcu kapısının kolunda. Miles başını salladı.
“Bir şey yok, sadece...” Omuzları hafifçe düşerken bıkkın bir ses çıkardı. “Bana
Opa’yı hatırlattı.” Sürücü tarafına geçip kamyonete bindi.
“Ah, dur.” Montunu çıkarıp kamyonete bindim ve ona uzattım. İtiraz etmeye
başlayınca, “Dudakların morarmaya başladı. Ben iyiyim, gerçekten,” diye
ekledim. Montunu giyerken gönülsüz görünmeyi becerebildi.
“Ceketi sana vermemi o söyledi,” dedi Miles dolu dolu bir dakika boyunca ön
camdan dışarıyı seyrettikten sonra.
Bunun ne kadar da iyi olduğunu çünkü birinin ona biraz terbiye vermesi
gerektiğini söyleyerek ona takılacaktım ki suratındaki ifadeyi gördüm.
“Haydi gidelim,” dedim usulca. “Evden çok uzakta değiliz herhalde?” Miles
başını sallayıp kamyoneti çalıştırdı.
Meijer tabelası.
“Bir dakika burada dursana,” dedim markete bakmak için arkamı dönerek.
“Ne?”
“Bana güven, Meijer’e gitmemiz gerek. Gir ve park et.” Park yerine girdi ve
kapılara mümkün olduğunca yaklaştı. Neredeyse onu kamyonetten çıkarıp
markete sürükleyerek götürecektim.
Esneyerek, “Burada çalışıyorum ben zaten,” diye sızlandı. “Neden durduk ki?”
“Yorgunken bebek gibi oluyorsun, biliyorsun değil mi?” Onu şarküteri tezgâhına
sürükledim. Yanlarından geçerken iş arkadaşları bize garip bakışlar attı. Miles
eliyle onları savuşturdu. Ana reyon boştu.
Buna hazır olmadığımı söylemek çok yetersiz olurdu. Bu duygu için hazır
değildim. Ve uzun, soğuk parmaklarının montumun ve svetşörtümün altından
yolunu bulup kalçalarıma dokunarak tüylerimi diken diken etmesine hiç hazır
değildim. Etrafımızdaki her şey yok olup gitti. Mi-les inledi. Yarattığı titreşim
dudaklarıma yayıldı. Sıcaklık. Sıcaklığı nasıl fark etmemiştim? ikimizi ayıran
giysilerin katları arasında bir fırın vardı sanki.
Kendimi çekip ondan uzaklaştım. Tetikte, aç gözlerle beni izleyerek ağır ağır
soluklandı.
“Miles.”
“Evet.”
“Dur. Önce ben gideyim. Caddede biraz ilerle, sonra yürüyerek geri dön.
Odamın hangisi olduğunu biliyor musun?” “Hayır.”
“Alex?”
Annemdi.
“Selam, anne.”
“Geldiğine sevindim.” Kanepeden kalkıp elini uzattı. “Bu kadar geç kalacağını
düşünmemiştim, şunu alman gerek.” Bana bir hap verdi. Kuru kuru yuttum.
“Akşam yemeği için mola verdik.”
“Eğlendiniz mi?”
“Miles nasıldı?”
“Çocuk, annesini bir akıl hastanesinde ziyarete gitti. İnsan sorunları olacağını
düşünüyor haliyle. Tanrı biliyor, çocuk zaten biraz... duygusal olarak alık.
Otistik olduğuna ikna olmak üzereyim.”
“Öyleyse ne olmuş?”
“Miles otistikse ne olmuş? Ayrıca ‘duygusal olarak alık’ da değil; bizim gibi
duyguları var. Sadece bazen ne olduklarını anlamakta güçlük çekiyor.”
“Alex, çok zeki birine benziyor ama seni iyi etkileyeceğini sanmıyorum.”
Onu karanlık antrede öylece bırakıp odama gittim; kapıyı kapayıp kilitledim.
Çevre kontrolüne gerek duymadım. Um-rumda değildi. Joseph Stalin’in kendisi
köşede duruyor olsa umursamazdım. Pencereyi kaldırdım ve sinekliği çıkardım.
Miles bunda hiç zorlanmadı. Odaya girip karanlığa karıştı. El yordamıyla onu
buldum ve kendime yaklaştırıp montunu çıkarmasına yardım ettim. Odama
hamurişi ve sabun kokusu doldu. O buradayken her şeyin gerçekten yolunda
olduğunu biliyordum. Kollarımı vücuduna dolayıp yüzümü tişörtüne bastırdım.
Sendeleyerek, sokak lambasından odama süzülen dar, sarı ışık şeridi boyunca
gerileyip yatağın üzerine düştük.
Tamamen
Yolundaymış
“Gesundheit
Çok fazlaydı.
Fısıltıyla, rahatlamış bir ifadeyle kahkaha attı. “Aslında iyi oldu. Sadece bu
kadarıyla kalp krizi geçireceğimi düşünüyorum. Biraz daha fazlası beni
öldürebilir.”
Elimi aramıza koydum. Kalbi avcumda çok hızlı atıyordu. Elimi çektim.
Birkaç uzun dakika boyunca sessizlik oldu ve sonra aklıma bir fikir geldi.
“Ne?”
“Hayır.”
“Erkek misin?”
“Hayır.”
“Yurtdışında mı yaşıyorsun?”
“Hayır.”
“Evet.”
Duraksadı. “Evet.”
“Jetta’sın.”
“Hayır.”
Biraz yaklaştı ve kollarını açtı; ona sokulup başımı omzuna yasladım. Almanca
bir şey fısıldadı. Gözlerimi kapadım ve elimi tekrar kalbine götürdüm.
Paket
Lastikleri
Üçüncü Kısım
Miles saat bir buçukta, suratında bir panik ifadesiyle yataktan fırladı.
“Pencerenin yanında.”
Miles durup bana baktı. Sonra yerden montunu bulup üstüne geçirdi.
“Gel buraya.” Kollarımı açtım. Bedeni kaskatı bir şekilde yatağın kenarına
oturdu. Yüzünü kendime çevirip onu öptüm. “Yarın sabah burada olabilir
misin?”
“Tabii.”
“Mutlu olmaya hakkım yok mu?” diye sordum. Yine de gülümsemeyi kestim.
Suçluluk midemi bulandırıyordu. June’dan öğrendiklerimi ona anlatmak
istiyordum ama günlerdir benimle en fazla bu kadar konuşmuştu. Finnegan’ın
Sihirli Sekiz Topunu aldım. Yanlış bir şey mi yaptım?
Tucker yan yan bana baktı. “Lotoyu kazanmış gibi davranıyorsun. Richter’la bir
ilgisi olduğunu söyleme yeter.”
“İyi. Söylemem.” Milyonlarca kez özür dilemiştim. Onun için işyerinde mesaiye
kalmış, edebiyat dersinde tartışma notlarımı kendim yazmış ve ondan tek bir şey
istememiştim. Bana kızgın olması umurumda değildi. Miles’la ne yaptığıma dair
yorumda bulunmaya hakkı yoktu.
Tucker’ın sesi fısıltıya kadar alçaldı. “Benimle dalga geçiyorsun. Onunla yattın
mı?”
Kasayı kontrol ediyormuş gibi yaptım. “Birlikteyiz, tamam mı? Bilmen gereken
bu kadar.”
Bir an için tek yapabildiğim gözlerimi dikip ona bakmaktı. Pis bir cevabım vardı
hazırda ama beklediğim şeyi söylememişti. “O bir pislik” ya da “O şeytanın
vücut bulmuş hali” dememişti.
Tucker bunu daha önce yaşamıştı. Tam olarak aynı koşullar altında değil... ama
Miles, ben ikisiyle de tanışmadan çok önce onu kırmıştı.
“Bana... bir şey olmayacak, Tucker.” Kolumu elinden kurtardım. “Bir şey
olmayacak.”
Tucker başını sallayıp yere baktı. Omzuyla beni itip yanımdan geçerek
neredeyse duyulmayacak kadar alçak bir sesle bir şey söyledi.
“Umarım olmaz.”
Sihirli Sekiz Topu VII Bana bir şey olmayacak, değil mi?
pek üzülmüş görünmüyordu. Hatta ben kapıdan çıkarken muzip bir ifadeyle bana
gülümsedi.
I 265
Park edip binaya doğru yürüyene kadar başka bir şey söylemedim ve
topalladığını belli etmemek için elinden geleni yaptığını fark ettim.
Geri çekildim, ilk ders olan edebiyat sınıfına kadar yol boyunca hiç konuşmadık
ve sıralarımıza oturduğumuzda Cliff’in bulunduğu köşeden birkaç kıkırdama
duyuldu.
“Hey, Richter,” diye seslendi Cliff. “Müttefikler nihayet canına okudular mı?”
Celia’nın saçları garip bir sarı-kahverengi karışımına dönmüştü ama uçları hâlâ
yeşildi. East Shoal eşofmanı giymişti ve mavi lenslerini çıkarmıştı; gözleri
kahverengiydi. Yüzü bir garip görünüyordu; sonra makyaj yapmamış olduğunu
fark ettim. Makyajsızken bile hiç sivilcesi yoktu; güzeldi.
Miles o gün bütün derslerde uyudu. Normalde pek çaba göstermese de derslerde
uyumazdı. Öğretmenler bir terslik olduğunu fark etmiş olmalıydı çünkü onu
uyandırmaya çalışmadılar. Miles her ders sonu zilinden beş dakika önce dirilen
bir ölü gibi uyanıp bir sonraki derse gidiyordu. Biri beşinci dersten sonra
koridorda ona, “Nazi,” dedi ve o sadece yürümeye devam etti.
Onu bu kadar üzgün görmek hoşuma gitmemişti. Ben de kimya dersinden çıkıp
spor salonuna giderken kitaplarımı bir koluma alıp diğer elimle elini tutup
parmaklarımızı birbirine geçirdim. Parmak uçlarımda yükselip dudağının
köşesini öptüm. Birkaç saniye için yüzü gerçek bir gülümsemeyle aydınlandı.
“Bize söylemek istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu lan ellerimizi işaret
ederek.
Miles elimi tuttuğunu unutmuş gibi aşağı baktı ve sonra tekrar haylaz haylaz
sırıtan Evan ile Ian’e bakıp ifadesiz bir tonla, “Hayır,” dedi.
Ben de başımı sallayıp Miles’ın elini bıraktım ve gidip Jetta’nın yanma oturdum.
Theo, “Yapabileceğin hiçbir şey yok mu, patron?” diye sordu. “Onu başka bir
yere göndermelerini sağlayamaz mısın?”
“Benim de hoşuma gitmiyor,” dedi Miles ters ters. “Ama mucize yaratamam.
McCoy’un kendi kuralları onu buraya getirdi ve inanın bana, o da bundan
memnun değildi. Sadece bir sömestr; idare edin. Evan, lan, onu sizin
kontrolünüze bırakıyorum. Bir işe yaradığından emin olun. Diğerleriniz, her
zamanki işlerinize.”
Evan ile lan suratlarında aynı sevinç ifadelesiyle Celia’ya bakıp top arabalarını
getirmek için onu depoya götürdüler. Jetta, Art ın güreş antrenmanını kontrol
etmek için ikinci spor salonuna ve Theo da yiyecek standına gitti. Ben de
Theo’nun peşinden gitmek isterken Miles beni kolumdan tutup nazikçe çekti.
İşi bittiğinde tribünlere gidip oturdu. Birkaç saniye sonra annesi sarı saçlarını
savurarak içeri girdi. Önünde durup söylenmeye başladığında Celia başını
kaldırıp bakmadı bile.
“Şimdi ne yapıyorsun? Oturup haline mi üzülüyorsun?” Celia gözlerini
ayaklarına dikti ve bir şey söylemedi. Annesi Celia’nın üzerine gölgesini
düşürerek konuşmaya devam etti. “Her şeye sahip olabilirdin, Celia. Eğer
söylediklerimi yapsaydın istediğin üniversiteye gidebilirdin. İstediğin herhangi
bir üniversiteye. Her şeye sahip olabilirdin. Ama şimdi amigo takımından çıktın
ve vaktini bu suçlularla geçirmek zorundasın...”
“Özür dilerim,” dedi Miles. “Ben... ee... pek alışık değilim... şeye... birilerinin
olmasına...”
“... sana söyleyeyim, Richard’ın bu konuda iki çift lafı olacak. Benim kızımın
kendini bütün potansiyeline...”
“... Richard her şeyi yoluna sokacak. Benim mirasımı taşımaya değer olman için
elinden geleni yapacak. Ve o çocuk yoluna çıkarsa da onu ortadan kaldıracak.”
“Belki McCoy bir hata yapar ve bir şeyler döndüğüne dair kanıt elimize geçer.”
“Ne?”
“Ve McCoy ile annesi bunun kötü olduğunu düşünüyor. Senin... potansiyeline
ulaşmasına engel olduğunu düşünüyorlar. Ve bu da hiç hoşlarına gitmiyor.”
“Evet.”
“Ne yapıyor?” Miles yerinden kalktı. Onu geri çektim. “Bırak gitsin,” dedim.
“Geri gelir.”
Tribünlerin en alt sırasında bir yere oturup dalgın dalgın ellerine baktı. Biraz...
kırgın bir hali vardı. Sanki içindeki şirret kız gidip geriye kabuğunu bırakmıştı.
June haklıydı. Onunla konuşmam gerekiyordu.
Peşinden gittim. Sanırım amigo kız olmanın faydaları vardı; benden daha
formdaydı. Ama nereye gittiğini biliyordum. Yol ayrımına geldiğimizde o sağa
döndü ve ben düz gitmeye devam ettim. Okulun batı kanadına çıkıp engelli
rampasından atladım ve tam zamanında kuzeybatı köşesine ulaşıp Celia’yı
gövdesinden yakaladım. Hızım onu duvara yapıştırdı.
“Koşmayı... bırak...” dedim nefes nefese. Duvara çarpan omzunu ovarak dik dik
bana baktı.
Celia gözlerini kocaman açıp sonra kısarak bana baktı. “Neden bahsediyorsun
sen?”
Yarım saniye için Celia’nm yüzünden, söylediklerimi kabul ettiğini gösteren bir
ifade geçti. Ama sonra ifadesi değişti ve saldırıya geçti.
“Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.” Beni itti. “Çekil önümden. Ayrıca bir daha
bana Kodaman Göt McCoy ya da annemden bahsetme.”
Geriye doğru sendeleyip neredeyse dengemi kaybettirecek kadar sert bir omuz
attı. Tekrar peşinden gitmeyi, bir şeyler döndüğünü ve yardıma ihtiyacı
olduğunu kabul edene kadar onu sorguya çekmeyi düşündüm ama zaten cevabı
biliyordum.
Sadece... yalnız.
Büyük ihtimalle
Ama kimseyi yanına yaklaştırmıyor.
Şu anda öngöremiyorum
Ocak ayının teması Celia’ya hayatı zindan etmek gibi gö-rünüyordu. Evan ile lan
devirdikleri çöpleri ona toplatıyorlardı. Theo bir hafta boyunca ona patlamış
mısır ve sosisli sandviç makinelerini temizletti. Jetta ise yüzme takımı üç
metreden az mesafede olduğu halde bizzat kendisinin attığı dalış ağırlıklarını
alması için kıyafetleriyle havuza sokuyordu.
Celia buna bir son vermek için hiçbir şey yapmadı. Hatta sadece ona McCoy’dan
bahsettiğim zamanlarda sinirleniyordu.
Miles ve ben onlara katılmadık ama engel de olmadık ve bu da bana arada bir
fark yokmuş gibi hissettiriyordu. Celia bizi ne zaman görse, ne zaman koridorda
el ele tutuşurken ya da spor salonunda kısa bir öpücükten sonra onu bize
bakarken görsem gözyaşlarına boğulacak gibi göründüğüne yemin edebilirdim.
Şubat ayının sonunda bir gün, üçüzler bütün kokuşmuş havluları Celiaya çamaşır
odasına arabasız taşıttıktan sonra, “Ona istediklerini yapabilirler,” dedi Miles.
Celia kazara birkaçını havuza düşürdü ve suya girip toplamak zorunda kaldı.
Miles ve ben duvara sırtımızı yaslamış duruyorduk. Miles suratını ekşiterek suya
bakıyordu.
Celia başını salladı. Miles, dik dik bakmadan ya da fısıltıyla küfretmeden emir
aldığı tek kişiydi.
“Bu da kapatmadan önce yüzmek için bolca zamanımız var demek!” lan
tramplene çıktı.
“Mein Chef\. Alex! Siz de gelip bizimle yüzün!” dedi Jetta suyun içinden
havuzun kenarına gelip bize bakarak.
“Suya girmiyorum,” dedi Miles son bir kez ve Jetta da yenilgiyi kabul edip
yüzerek uzaklaştı.
“Ya da göremediğim bir şey tarafından dibe çekilebilirdim?” dedi Miles usulca.
“Evet, en güzel yanı da buydu. Gölün içindekilerden korktuğumu biliyordu.
Pislik herif.” Yosun kokusu.
Ona sarıldım; son zamanlarda sık sık yaptığım bir şeydi bu. Bazen sırf
yapabiliyorum diye; ama çoğu zaman ihtiyacı varmış gibi göründüğü için.
Miles giderek daha az mafya tetikçisi işi alıyordu ve zihninin yeterince meşgul
olmadığı ortadaydı. Sık sık spor salonunun başından sonuna volta atıyordu;
defterine o kadar çok not alıyordu ki yenisini almak zorunda kalmıştı. Ara
Kasvet beni de etkiliyor mu, diye merak ediyordum ama bunun daha ziyade
üniversitelerden ve burs veren vakıflardan birbiri ardına gelen ince zarflardan
kaynaklandığı hissine kapılmıştım. Çoğu, “Üzülerek bildiriyoruz ki...” diye
başlıyordu. Üzerime alınmamaya çalıştım; Indiana’da alt gelir sınıfından, bir akıl
hastalığı olan kaç lise öğrencisi kız olabilirdi ki? Muhtemelen düşündüğümden
fazlaydı ama her bir zarfı anneme vermek, bir dizi pasif-agresif motivasyon
konuşmasıyla tokatlanmak gibiydi. Kaydını doğru yaptığına emin misin? Belki
bir şeyi unuttun, heannin onlara açıklama yapmasını sağlayayım mı?
Tabii ki evde vakit geçirmekten keyif almıyordum. Okul da daha iyi değildi.
Mart ayında koridorda yürürken insanların parmaklarıyla beni gösterip onlarla
konuştuğumda beni duymazdan geldiklerini ve söylediklerime inanmadıklarını
fark ettim. Durumumu öğrendikten hemen sonra Hillpark’ta-kilerin de yaptığı bu
olmasa bu kadar umursamazdım.
Mart ayının sonunda bütün kulüp, müzik grubu yarışması için ana spor
salonunda toplanmıştı. Tribünler aralarında diğer okullardan gelen müzik
gruplarının da bulunduğu seyircilerle doluydu. McCoy yedinci dersteki beden
eğitimine katılan öğrencilerin yarısını skor tabelasını altın renkli kurdelelerle
süslemek ve insanların nihayet tabelaya altın çerçeve yaptırmak için talep
dilekçesi imzalayıp hediye olarak da skor tabelasının minik buzdolabı
magnetlerinden alacağı bir “adak masası” kurmak üzere görevlendirmişti. (Tabii
ki büyük bir başarı yakalandı.)
Bana göre çoğu kişi bunun bir şaka olduğunu düşünüyordu: Skor tabelasını bu
şekilde onurlandırmak biz East Shoal’luların tabelanın birini öldürdüğü
gerçeğini örtbas etmek için kullandığımız garip bir yöntemdi. McCoy’un keçileri
kaçırdığını düşünen tek kişiye bile rastlamadım.
“Millet, bakar mısınız?” Salonu Celia’nın sesi doldurdu. Hemen ayıldım. Salon
sessizliğe gömüldü.
“Alex,” dedi Miles hemen, beni kapıya doğru çekerek. “Alex, buradan çıkman
lazım...”
“Bu gece, Hillparkın spor salonuna grafiti çizdikten sonra buraya transfer olan
paranoyak şizofrenimiz Alexandra Ridgemont’un onuruna düzenlendi.” Celia ve
diğer herkes dönüp bana baktı. Celia gülümseyerek el salladı. “Selam, Alex.”
Son sözcükleri spor salonunun boşluğunda asılı kaldı; Miles tribünlere koşup
mikrofonun kablosunu fişten çekti. Hakem masasına geçip mikrofonu da
Celia’nın elinden aldı ama olan olmuştu.
Elimle beceriksizce kapıyı aradım. Kapının kolu parmaklarımın altında bir, iki
kez kaydı ve sonra nihayet kapıyı açmayı başarıp hızla en yakın tuvalete koştum.
Bir tuvalete koşup kustum ve yerde iki büklüm bir halde gözlerimi sıkıca
kapadım. Saçıma asılarak bu kadar kırmızı olmamasını, beynimin gerektiği gibi
çalışıyor olmasını, yedi yaşımdaki o her şeyin gerçek olduğu ve benim hiçbir
şeyin farkında olmadığım zamana dönebilmeyi diledim.
Miles insanları tuvaletten uzak tutuyor olmalıydı çünkü kimse içeri girmiyordu
ve ara sıra kapıya vurup bana seslenerek kimseye söylemediğini söylüyordu.
“Lexi?”
Babam beni yatıştırmakta inkar edemeyeceğim kadar iyiydi. Bunun bir kısmının
kokusundan kaynaklandığını düşünüyordum. Bir kısmı da seçtiği filmlerden
kaynaklanıyordu. “Baba, senden Indiana Jones olurdu.”
“Öyle mi dersin?” dedi babam. “Biraz daha sakal bırakmam gerekirdi.” Tıraş
etmediği yüzünü sıvazladı. “Aa, seneye Cadılar Bayramında Indiana Jones
kılığına girebilirim. Sence annen benim sinirli ama seksi partnerim kılığına
girmeyi kabul eder mi?”
Babam güldü ve kapı çaldı. Ben elimde patlamış mısır kâsesiyle kanepeye
yayılırken babam kapıya bakmaya gitti. Döndüğümüzden beri Charlie salondan
uzak duruyordu ve
Tucker.
“Evet, Alex iyi,” dedi babam. Başını salondan içeri uzattı. “Hey, Lex Luthor,
misafir ağırlama havanda mısın?”
Kanepeden kalkıp kapıdan koridora baktım. Tucker endişeli bir ifadeyle kapının
önünde duruyordu. Tedirgin bir şekilde, annemin verandaya yerleştirdiği koca
bir saksı dolusu beyaz sardunyayı okşadı. Arkasında kalan sokak boyunca dizili
ağaçlar çiçeklenmiş, ilkbahar renkleriyle dolup taşıyordu.
“Hayır, aslında iyi değilim,” dedim. “Ama evet, döneceğim. Nasıl olsa sadece iki
ay kaldı. Eğer dönmezsem her şey daha kötü olacak.”
Tucker bir süre gözlüğünü düzeltip elini siyah saçlarından geçirip saatini
bileğinde döndürerek öylece durdu. “Nereden öğrendin?” diye sordum.
“Hayır, o... o umurumda değil. Babamın şizofren hastalan var. Onlara ‘daha
orijinal olan normal insanlar’ diyor. Sana o kadar kızdığım için üzgünüm. Ve
seni bu kadar zaman ihmal ettiğim için. Miles’la başa çıkabileceğine
inanmadığım için üzgünüm. Burnumu sokmamam gerekirdi.”
Tucker bir iç çekip verandadaki salıncağa oturdu. “O işi Cliff’ten aldı. Sömestr
boyunca bunu bekliyordum zaten. Celia’nın Skor Tabelası Günü verdiği partiyi
hatırlıyor musun?”
“Hayır, sen kötü biri değilsin,” dedi. “Ve Richter da kötü biri değil, ben de
değilim. Sadece insanız hepimiz ve insanlar bazen aptalca şeyler yapar.”
Gözlerimi dikip ona baktım. Birkaç saniye sonra, “Demek sen ve Ria, ha?”
dedim.
“Tucker, anladım.”
“Seksiliğin seksi daha güzel yapacağını sanıyor ya insan? Ama karşındaki sana
vurup ne kadar beceriksiz olduğunu ve nerede yanlış yaptığını söyleyip durunca
keyfini çıkarmak biraz zor oluyor.”
“Evet, Miles bu yüzden ondan nefret ediyor,” dedi Tucker. “Yani ikimiz de
bunun bir yere varmayacağını biliyorduk ama o hiçbir zaman Ria’nın neden
beyin yerine kasları seçtiğini anlayamadı. Celia’nın partisinde Ria gelip benimle
flört etmeye başladı...”
“... sonra oluverdi işte. Bunu sırf Cliff’i delirtmek için yaptığını biliyordum -
herkes bunu yılda bir kez yaptığını biliyor- ve sonrasında Cliff’le hesaplaşmak
zorunda kalacağımı da biliyordum. O yüzden Richter sizi gizlice evime sokup
bana öyle şeyler yaptı; Cliff ona bunun için para ödedi, yani aslında başıma
gelenin sorumlusu bendim...”
U'T' »
lamam.
Sessiz kalarak komşumuzun canlı yeşil bahçesine baktık. Birkaç dakika sonra
Tucker, “Peki, hâlâ McCoy’da bir acayiplik olduğunu düşünüyor musun?”
“Evet,” dedim. “Sana hiç söylemedim ama Miles’m annesiyle konuşma fırsatım
oldu.”
June’dan öğrendiğim her şeyi anlattım. Sonra nasıl spor salonunun dışında
Celia’nın önünü kestiğimi ve Miles ın bir engel oluşturduğunu anlattım.
Gözlerimi devirdim. “Ben hiçbir zaman hiçbir şeyden emin değilim, Tucker.
Sadece sana bildiklerimi söylüyorum. Ama sen daha önce Celia ve annesinin iyi
geçinmediğini söylemiştin değil mi?”
“Ben, ee, yani, daha önce birkaç kez birlikte okula geldiklerini gördüm ve
kulağıma da bir şeyler geldi ama ailelerinden biri değilim sonuçta.”
“Peki, bak, bazı şeyleri uyduruyor olsam bile, bir şeyler döndüğünü biliyorum.
McCoy’un kafasının allak bullak olduğunu ve Celia’yı beraberinde sürüklediğini
biliyorum. Ve sanki... sanki bu konuda bir şey yapmazsam kimse
yapmayacakmış gibi geliyor.”
Tucker bir süre sessiz kaldı. Sonra nihayet, “Bunu sana söylemeli miyim,
bilmiyorum ama... McCoy’un nerede oturduğunu biliyorum. Okulda ya da
odasında suça ilişkin bir ipucu bulamazsın. Eğer bir şey varsa, yaşadığı yerde
bulursun.” “Bay Cıvık Patates Salatası,” dedim bir elimi kalbime götürerek.
“Sen... birinin evine gizlice girmeyi mi teklif ediyorsun yoksa?”
Tucker omuz silkti. “Bir şey almak için değil. Sadece bakmak için.”
“Ah, peki.” Tucker bir an düşündü. “Evet, sanırım onu çağırmamakla aptallık
etmiş oluruz. Onun evi de McCoy un-kinden birkaç sokak ötede.”
“Ne?”
Çevre kontrollerimi her zamanki gibi yapmaya çalıştım ama dolabımın önünden
ayrıldığımda üzerimde o kadar çok göz vardı ki paniğimi kontrol altına almak
çok zordu. İyi olan tek yer Bay Gunthrie’nin sınıfı çok iyi dizginlediği ve
kimsenin benimle hiç ilgilenmediği edebiyat dersiydi. Miles da benimle
ilgilenmiyordu. Başım eğmiş defterine delice bir şeyler karalıyordu. Çizdiği
kalın ve karanlık çizgiler bütün sayfayı kaplıyordu.
Gerçek bir Pislik Miles havasında, birlikte spor salonuna yürürken ben onu
zorlayana kadar benimle konuşmadı.
Bütün yıl dehşetle beklediğim tek beyzbol maçının olduğu gündü; East Shoal,
Hillpark’a karşı; bir yandan da okula dönme kararımın bir parçasıydı. Diğer
parçasıysa annem ve Mezar Kazıcının, evde kalırsam beni cehennemde
yakacaklarına dair ortak tehditleriydi. (Babama söylediğimde biraz abartıyor
olabileceğimi söyledi.)
Bununla yüzleşmem gerekiyordu. Ama buna kafa yormadan önce Miles’ın iyi
olduğundan emin olmalıydım.
Titreyen eliyle saçını taradı; gözleri boş alanı taradı. “Ben... üzgünüm... bugün
hiçbir şey düşünemiyorum. Herkes biliyor. Bütün gün bunu konuşuyorlardı ve
nereden öğrendiklerini anlamıyorum...”
“Neden?”
“Miles...” insanları rahatlatmakta pek iyi değildim. Ben de daha önce hep ne
yaptıysam onu yaptım ve onu planlarıma dahil ettim.
“Sanırım bıktı.”
“Ne için?”
“Evine gireceğiz.”
Miles Muhteşem Kalkık Kaş’ı gösterdi ve bu bana kendimi daha iyi hissettirdi.
Bu ifadesi bir şeylerin en azından biraz yolunda olduğunu söylüyordu.
“Evet.”
a\ »
Aynen.
“Belki.”
mur
Onu bir şeyden koruyacakmış gibi bir kolunu uzatarak, “Dikkat et, bebeğim,
tehlikeli o,” dedi Cliff, Ria’ya. Onu
“Tabii, erkek arkadaşın da Nazi değil zaten,” dedi Ria. Bir an için Miles ın onda
ne bulmuş olabileceğini merak ettim. Ona korkunç davranmış olmalıydı çünkü
başka hiçbir şey Miles’m ondan bu kadar nefret etmesine sebep olamazdı.
“Yok ya?” Ria gözlerini kocaman açıp masum masum kırpıştırdı. “Bugün
kendisi kaşınıyor da.”
Öfke içimde kabarmaya başladı. “Sen de sürtük denmesi için kaşınıyor gibisin.”
Ria neredeyse sodasını düşürüyordu. Sesi düz, keskin ve ölümcül bir tona
büründü. “Ne dedin sen?”
Artık geri dönemezdim. “Sen bir sürtüksün. Onu kıskandırmak için başka
erkeklerle yatman,” bir parmağımla Cliff’i dürttüm, “sürtük tanımına çok
uyuyor, bana kalırsa.” Ria’nın parmak boğumları sodasının etrafında bembeyaz
oldu. Gerçekten bana saldırmamasını umuyordum; istesem de bacaklarım fazla
hızlı çalışmayacaktı.
“Lafını geri al,” dedi gergin bir tonla. “Kahrolası lafını geri al, yoksa yemin
ederim...”
gittim. Bu maça gelmek artık o kadar harika bir fikirmiş gibi gelmiyordu. Ria
gibi insanlara böyle bir şey söyleyerek başıma açabileceğim belaları düşünerek
havayı derin derin içime çektim. Şimdiden bir plan yapmaya başladıklarını hayal
edebiliyordum. Lanet olsun. Ah, lanet olsun. Miles’ı bulmam gerekiyordu.
Fazla uzağa gitmeme gerek kalmamıştı; onu misafir tribününe doğru giderken
gördüm. Yüreğim ağzıma geldi ve mideme bir ağırlık oturdu; adeta hayati
organlarımın yer aldığı göğüskafesim birdenbire boşalıvermişti.
O bir Nazi’ydi.
“Kıyafetim için beni tutuklayamazlar,” dedi Miles kaşlarını çatarak. “Hem ben
maçın maskotuyum, bak?” Kemerindeki kılıcı dürttü.
Yanımızdan geçen biri yüksek sesle kahkaha attı ve “Nazi ile Komünist,”
dediklerini duydum.
Yüzünde garip bir ifadeyle bana baktı ve birkaç adım yaklaşarak bana uzandı;
ben de birkaç adım geriledim. Şapkasını çıkardı ve yüzüne vuran güneşe karşı
gözlerini kıstı.
Miles okula yöneldi. Basın tribününden yukarı çıktım, Evan ile lanın başında
durduğu beyzbol skor tabelası kontrol paneline gidip onlara Miles’ın nerede
olduğunu ve maç boyunca onların yanında saklanmayı planladığımı söyledim.
“Bu senin eski okulun değil mi?” diye sordu Evan. Başımı salladım. “Maalesef.”
“Ben, ee, spor salonunun zeminine sprey boyayla Komünistler yazdım, işler
çığrından çıktı; o sıralar bazı sorunlar yaşıyordum. Şimdi her şey yolunda.”
“Sorun yok,” dedi lan gülerek. “Senin bu... sorunun gerçekten umurumuzda
değil. Sanırım buna böyle diyoruz.” “Eh, iyi madem.” içim rahatladı. Hillpark
tribününe ve sonra tekrar Evan ile lan a baktım ve ilk seferinde ne kadar kötü
olduğunu hatırladım, insanların bana nasıl güvenmediğini, ne zaman bir mekâna
girsem kendi etrafımda dönüşümle, durmadan fotoğraf çekmemle nasıl dalga
geçtiklerini ve yedi yaşımdan beri ne kadar yalnız olduğumu ve tek arkadaşımın
beni bırakıp Almanya’ya gidişini hatırladım.
“Theo!” diye seslendi Evan altımızdaki yiyecek standına. “Gel ve biraz şunu sen
idare et!”
Sonunda olmuştu. McCoy, dikkat dağıtmak için Ria ile Cliff’i kullanmıştı. Miles
kendi kanından oluşan bir göletin içinde, yerde yatıyordu.
“Gidip havlu getirin,” dedim Evan ile lana. Soyunma odalarına doğru giderek
gözden kayboldular.
“Biliyorum.”
“Üzerimi değiştirmek için soyunma odasına gittim,” dedi. “Beni tuzağa düşürüp
gözlüğümü aldılar. Havuza attılar. Çıktığımda gitmişlerdi ama zemin kaygandı
ve düştüm. Şimdi de sen buradasın. Bu kadar.”
Sanki bir şey varmış gibi bacaklarını, kollarını kaşıyordu. Yara bantlarını
hatırladım. Yosun kokusunu hatırladım. Ani-malia Annelida Hirudinea.
Sülükler.
Bunu usulca söylemişti; sanki onu tanıdığım hallerinin her bir parçası tek bir ses
haline gelmişti -Pislik Miles, Yedi Yaşındaki Miles, Dâhi Miles- ve aynı
zamanda hiçbirininkine benzemiyordu. Bu yeni bir şeydi; tanıdık olmayan bir
şey. Beni korkutan bir şeydi. Belki okulun sonuna az kaldığını, liseden mezun
olunca istediklerini yapmak için daha özgür olacağını kastetmişti.
Çok aptalsın.
Bütün istediği -yapmayı bildiği tek şey- annesini o hastaneden çıkarmaktı. Ama
önce Cleveland’dan kurtulması gerekiyordu. Bir planı vardı. Biliyordum.
Derinlerden bir içgüdü, uzanıp kolunu kavramama, onu olduğu yerde, hayatta ve
güvende tutabilirmişim gibi sıkıca tutmama sebep oldu.
Sonra korku yine kayboldu ve McCoy boş bir odada, kendi kendine konuşan
yalnız bir adam oluverdi.
Çok şüpheli
Her gün birkaç dolar için gururunun ve onurunun bir parçasını daha fırlatıp
atıyordu ama ona engel olamıyordum.
“Evet efendim?”
“Bir şey kabloyu kemirmiş.” Gözlerimi kısarak loş alana bakıp aşınmış kabloyu
net bir şekilde görmeye çalıştım. Sadece kemirilmemişti; tamamen ikiye
ayrılmıştı.
Başımı çevirince dilini bana doğru sallayan bir piton gördüm. Gözlerimi
devirdim. Bununla uğraşacak vaktim yoktu. Lanet halüsinasyonların beni rahat
bırakması gerekiyordu.
Başımı indirdim ama dengemi sağlamak için ellerimi çekmedim. Bir şey koluma
dokundu ama umursamadım. “Hey, Miles, beni biraz kaldırır mısın? Sanırım
burada fare var. Daha iyi görebilirim.”
Yılan. Miles.
Yılan.
Miles.
Birkaç kişi çığlık attı; fırlayıp sınıftan kaçarlarken sıralar devrilip yerde
sürüklendi. Bay Gunthrie yüksek sesle küfredip yılanlar ve Vietnam hakkında
bir şeyler haykırdı. Piton kolumdan tırmanıp başımın arkasından geçerek sol
omzumun üzerinden göğsüme dolanmıştı. Belime sarılıp sol bacağımdan aşağı
iniyordu. Vücudu göründüğünden daha hafifti, tavandan pullu bir su kütlesini
andırırcasına süzülüyordu.
“Vay canına.” Miles şimdi tamamen ayağa kalkmıştı. “Vay canına, Alex, o yılan
buymuş.”
“Evet, görebiliyorum.”
“Tanrım, Beaumont! Neyin var senin?” Miles, Tucker’ı kenara itip elini uzattı.
Elini tutmak için sol elimi tavandan yavaşça indirdim.
“Daha fazla bilgi vermek yok,” diye onayladı Miles. “Yavaş ol; aşağı in.”
Yılan tısladı.
“Kapa çeneni.”
“Ee, Miles.” Elini daha sert sıktım. “Sana Crimson Falls’a tıkılmayı ne kadar
istemediğimi söylemiş miydim? Ama annemin beni her halükârda oraya
göndereceğinden eminim ve bu durum meselenin ne kadar dehşet verici
olduğunu anlamamı sağladı...”
ner
Yılanın ağırlığının altında sakin kalmaya çalışarak derin bir nefes aldım. “On
taraftaki tabelada öyle yazıyordu. Crimson Falls yazıyordu.”
İçimi bir panik dalgası sardı. Miles’ın da paniğe kapılmasına neden olmuştu bu.
“Hayır, kapkek değil; ah, hay aksi, açıklamayı unuttum.” Elimin içindeki elini
esnetti. “Sömestr tatiline çıkmadan önce sırana bırakmıştım.”
“Taş mı? Bütün sömestr boyunca dolabımda duran taş mı?” “Evet.”
Ona baktım, yılanın beni tekrar sıkıştırdığını hissettim ve sadece, “Kapa çeneni,”
diyebildim.
“Tanrım, Alex, çok üzgünüm,” dedi Tucker nefes nefese. “Bunun olacağını hiç
düşünmemiştim; yakında ölür sanmıştım...”
“Senin o odada gerçekten bir kulübün falan var mı, Beaumont?” diye
homurdandı Miles.
“Senin kulübün var. Benim de pitonum var. Yüzüme vurmayı kesebilirsin artık,
tamam mı?”
Bir şekilde hademenin odasına varabilmiştik. Tucker çabucak küçük odanın arka
tarafına gidip buzdolabını açtı. Yılan başını kaldırıp havayı kokladı. Tucker
dolaptan bütün bir donmuş rakun çıkardı. Rakunu yılanın yakınında sallandırdı
ve sonra yere attı.
“Ne?”
“Evet, onu bana Opa vermişti. Uzun zamandır bendeydi ve hoşuna gider diye
düşündüm...”
“Hayır, o...”
“Sanırım bayılacağım.”
“Ne yapmanız gerekti ki? Birini falan mı öldürdünüz?” diye sordum. “Cesedi de
saklamak zorunda mı kaldınız?” Birbirlerine baktılar. “Pek öyle sayılmaz.”
Puf. Kaput.
Cuma günü bir grup East Shoal’lu akın ettiğinde Finnegan’da çalışıyordum.
Kulübün bütün üyelerinden Cliff ve Riaya kadar herkes gelmiş, restoranın her
köşesini işgal etmişlerdi.
Miles içeri girip kulüp üyelerinin yanma oturdu. Gus daha ben istemeden mutfak
penceresinden hamburgeri ile patateslerini uzattı.
“Başka bir sipariş veriyormuşuz gibi yap,” dedi Theo, “Ve şuna cevap ver:
Mezuniyet balosuna gidiyorsun, değil mi?” Miles bir patates dilimini işaret ile
başparmağı arasında çevirdi.
“Ben... yok, gidemem.” Defterimi çıkarıp siparişi not ediyormuşum gibi yaptım.
“O akşam çalışmam gerekiyor.” “Ah, ama Jetta tam sana göre bir elbise
yapabilirdi,” diye sızlandı Theo. “Lütfen? Lütfen gel. İşten izin al. Ben aldım ve
hiçbir zaman yapmam bunu.”
“Gerçekten yapamam, Theo; üzgünüm.” Mezuniyet balosu için param yoktu;
Miles’m da yoktu.
“Şimdi dönüp bakma ama,” diye fısıldadı Art, “Cliff sana kötü kötü bakıyor.”
Çevre kontrolüm sırasında Cliff ile Rianın birkaç masa öteden bana dik dik
baktıklarını gördüm.
Onları görmezden gelip tezgâha döndüm ve bir not defteri daha arıyormuşum
gibi yaptım ama aslında Sihirli Sekiz Topunu arıyordum. O yılan onu her
gördüğümde gerçek miydi yoksa bazılarında mı gerçekti? Halüsinasyon
sandığım ama aslında gerçek olan başka şeyler de var mıydı? Buna cevap evet
olsaydı bile Sekiz Topu bana bunların ne olduklarını söyleyemezdi...
Sekiz Topu kasanın arkasında, her zamanki yerinde yoktu. Tucker’ı yakaladım.
“Hey, Sekiz Topu nerede?”
“Ne?”
Tucker bana tuhaf tuhaf baktı. “Finnegan’ın Sekiz Topu yok ki,” dedi ve
çabucak uzaklaştı.
Gözlerimi tezgâhın üstüne dikip bu bilgiyi sindirdim. Sekiz Topunu o kadar çok
kullanmıştım ki sorduğum soruları bile hatırlayamıyordum. Onun da bir
halüsinasyon olabileceğinden hiç şüphelenmemiştim. Halüsinasyon gibi
görünmüyordu. Hiç garip bir yanı yoktu. Mavi sulu kısmı mor, turuncu ya da
yeşil değildi. Hiç acayip cevaplar vermemişti. Kırmızı lekesiyle falan bildiğimiz
Sihirli Sekiz Topuydu. Orada duruyordu.
Başımı kaldırıp baktım. Restoran beni canlı canlı yemeye hazır, canlı bir
yaratıktı adeta. Ellerimi sıkıca tezgâhın kenarına bastırdım ve birkaç derin nefes
aldım.
Yan masaya dönene kadar güzeldi. Ayağım bir şeye takıldı. Tökezledim. Su
sürahisinin içindeki önüme döküldükten sonra çeneme sıçradı. Dudaklarıma bir
sızı ve dilime bakır tadı yayıldı.
Küfredip yerden kalktım. Dört bir yanımı kahkahalar sardı. Cliff ayağını
masanın altına geri çekti.
“ASIL SEN SAKİN OL, CLIFFORD.” Miles onu bir kez daha masaya çarptı.
“Biriyle sorunun varsa o benim. Benimle uğraş.”
Miles ın alev alev gözleri bana döndü. “Sana zarar verdi.” Dudağımın ısırdığım
yerine dokundum. Parmaklarımda kan vardı. “Bir şeyim yok. Dudağımı ısırdım.
Kazaydı.” Miles çok keyifli görünmüyordu ama Cliff’i bıraktı. “Lanet olsun,
Richter. Kız arkadaşının kafadan kontak olduğunu biliyorsun, değil mi?” Cliff
yakasını düzeltti. “Ama sen buna alışıksın herhalde, ha? Sana sevgili Mutter ini
hatırlatıyor diye ondan hoşlanıyorsun herhalde.” Durup kollarını kavuşturarak
suratına ciddi bir ifade yerleştirdi. “Aslında epey hastalıklı bir şey bu çünkü
anneni becermek istediğin anlamına geliyor.”
Mekânı baştan sona dolaşan şok dalgasını hissettim. Önce Miles ı hafifçe geriye
doğru iterek başladı; her bir santimini sarsıyor gibiydi. Restoranın kalanını
sessizliğe gömmüştü. Tucker’ı uzakta bir masada, birinin çayını doldurduğunu
unutmuş, bardağı taşırırken gördüm.
“Miles,” dedim.
Burnundan sert bir nefes verdi, gözlerini açtı ve bana doğru uzandı.
Ardında sinirden küplere binen bir Finnegan bırakarak kavgayı dağıtmak için
geri döndü. Finnegan’ın suratı kırmızıdan mora, mordan beyaza döndü. Tabaklar
şangırdıyordu, içecekler havada uçuşuyordu. Dudağımdan kan damlıyordu.
Finnegan bariz şekilde konuşma yetisini kaybetmeden önce tek kelime edebildi.
“Kovuldun.”
Dudağımı görür görmez ne olduğunu anladı. Sanki Finnegan’la aralarında bir tür
telepatik bağ vardı.
Onu içeri davet ettim ama o elleri cebinde, kapının dışındaki paspasın üzerinde
dikildi. Gözlerinin etralı mor halkalarla doluydu. Sol elmacıkkemiğinin üzerinde
Finne-
“Cliff’in, kulağına yumruk atması senin suçun değil,” dedim. “Doksan kiloluk
insan güllesi o çocuk. Orada durup sana tekrar vurmasını bekleyeceğimi mi
sanıyordun gerçekten?”
“Cliff’le başa çıkabilirdim,” dedi Miles. “Dayak yeme konusunda genel bir
tecrübem var. Ama senin o işe ihtiyacın vardı.”
Ona itiraz etmek istiyordum ama bazen korkunç derecede haklı oluyordu.
Sadece kovulmamıştım; kavga başlatmak yüzünden kovulmuştum. Finnegan’ı iş
referansı olarak göstermek diye bir ihtimal kalmamıştı. Kimsenin
dinlemediğinden emin olmak için eve bir göz attım ama annem Charlie’yle
birlikte markete gitmişti ve babam da National Geographic okurken kanepede
uyuyakalmıştı. Verandaya çıkıp kapıyı arkamdan kapadım.
“Eh, artık çok geç,” dedim ve zavallı bir gülümseme sundum. “Ama bu
McCoy’un ne çevirdiğini öğrenmek için daha fazla zamanım olacak demek,
değil mi?”
Şaka yapıyordum ama Miles kaşlarını çattı. “Hâlâ evine girmek istiyor musun?”
“Ne?”
“Yakınmış.”
Sadece yarım döndü. “Bir sürü şey hissediyorum,” dedi ters ters. “Bilmiyorum.”
Spor ödülleri töreninden önceki gün Tucker beni tam ağaç-ların gölgeleri diğer
yöne doğru yatarken evden aldı. Annem direksiyonda kim olduğunu görecek
fırsat bulamasın diye çevre kontrolümü atlayıp Tucker’ın SUV’una koştum.
Han-nibal’s Rest zümrüdüankası tepemizde süzülüyordu. Bundan Tucker a
bahsetmedim.
“Bir şey getirmem gerekmiyordu, değil mi?” diye sordum üstümü başımı kontrol
ederek. Converse. Kot pantolon. Çizgili tişört.
“Yok. Richter içeri girmenin hızlı bir yolunu bildiğini söyledi.” Tucker araba
yolundan çıkıp Lakeviewe doğru sürdü.
Tucker omuz silkti. “Alışkanlık herhalde. Bir daha ona başka bir isimle hitap
edebilir miyim, bilmiyorum.”
“Evi şurası.”
“Bir saat; Evan ile lan, McCoy u en azından dörde kadar okulda tutabileceklerini
söyledi. Fazlasıyla yeterli.”
“içeri girebileceğinden emin misin?” diye sordu Tucker. Miles muzipçe güldü.
“Biraz güven, Beaumont. Senin evine girdim, değil mi?”
Tucker gözlerini devirdi, “iyi o zaman. Yolu göster.” ikisi kaldırımda yürümeye
başladı. Ama ben bir adım attığım anda, Tuckerın SUV’unun sürücü koltuğunun
arkasında bir kırmızılık gözüme çarptı. Halüsinasyon mu diye dönüp baktım ve
sonra anladım; bu kırmızı tonunu tanıyordum.
“Bir dakika.”
“Charlie!”
Saçıma asıldım. “Ciddi misin sen? Of, seni şimdi eve götüremem.”
“Sizinle geleyim!” Arabadan atlamaya çalıştı. Onu SUV’un içine geri ittim.
Lakeview Trail’in boktan kısmında bir yerlerde dolaşmasını istemiyordum.
Başını salladı ama hâlâ dışarıyı görmeye çalışıyordu. Söylediklerimin tek bir
kelimesini dinlemediğine dair bir his vardı içimde.
“Charlie arabaya binmiş,” dedim. “Onu görmedim bile. Biz içerideyken yerinden
kıpırdamamasını söyledim.”
“Muhtemelen her yere bir tane koymuştur.” Hoş geldiniz yazan paspası kenara
itti. Altında bir anahtar daha vardı. “Gördün mü?” Paspası tekrar yerine itti ve
kapıyı açtı.
içeride yoğun ve ucuz tıraş losyonu gibi her şeyi küf kokusu sarmıştı. Tucker
hapşırdı. Miles kapıyı arkamızdan kapadı.
Bir merdivenin yanından geçip dolapların dizili olduğu yemek odasına girdik.
“Emekli bir seksenlik için normal olabilir,” dedim. Her müsait alanda bazıları
kırık dökük bazıları da kullanılabilir durumda olan antika mobilyalar vardı. Kırık
bir terazi ile eski bir kurabiye kutusu arasında II. Dünya Savaşından kalma bir
gaz maskesi gördüğümü sandım ama Miles’m kolunu tutup kendime bunun
gerçekten orada olmadığını söyledim.
Yemek odasından dar, pis bir mutfağa, hayatımda gördüğüm en çirkin turuncu
tüylü halının bulunduğu salona kadar evin alt katının tamamını taradık. Bir an
için McCoy’a böyle bir halıyı evinde tutacak cürete sahip olduğu için en içten
hayranlığımı ileten bir not bırakmayı düşündüm.
Gaz maskesi ile buzdolabının üzerindeki birkaç gamalı haç biçimli magnet
dışında sıradışı görünen hiçbir şey yoktu.
“Hayır!”
“Şarlman!”
“Bu da ne böyle.” Tucker içeri girdi; bir saniye sonra da Miles geldi.
Bir kolumu Charlie’ye dolayıp onu arkama aldım ve Miles, Tucker ve ben
masadaki kâğıtları taramaya başladık. Bir sürü şey vardı; faturalar, okulla ilgili
resmi görünen belgeler, henüz doldurulmamış vergi formları, yarısı çözülmüş bir
bulmaca.
Tucker, “Bunların hepsi çöp,” diye homurdanarak bir deste boş çıktı kâğıdı aldı.
Yazıcı bir yana, McCoy’un bilgisayarı bile yok gibi görünüyordu.
“Aramaya devam et,” dedim. “Bir şeyler olmak zorunda...” Başka herhangi bir
şeyi yerinden oynatmamaya dikkat ederek bir fotoğrafı köşesinden tutup çektim.
Fotoğrafta Celia ile ona bir kolunu dolamış olan, yaşça büyük duran, koyu renkli
saçları olan bir adam vardı, ikisi de gülümsüyordu. Celia’nın babası olabilir
miydi? Adamın gözlerinin olduğu yer yakılmış, yüzünün kenarları kırış kırış ve
kırmızıydı.
Ama McCoy neden fotoğrafta Celia’nın babasının gözlerini yaksındı ki? Neden
herhangi birinin fotoğrafını yaksındı? Bir insan yardıma ihtiyacı olduğunu fark
etmeden keçileri nasıl bu kadar kaçırabilirdi?
Fotoğrafı bulduğum yere soktum, Miles ile Tucker’ı yakalayıp kapıya doğru
ittim. Buradan gitmemiz gerekiyordu. “Başka bir şey bulamayacağız. Gidelim
haydi.” Masanın altındaki karanlık alandan bir çift göz dışarı baktı. “Charlie!
Haydi!”
Kimse soru sormadı. Miles cebinden anahtarı çıkardı ve ön kapıyı arkamızdan
kilitledi.
“Gitti mi?” diye fısıldadı Miles, çalılar gözlerini oymasın diye boynunu bana
doğru eğerek.
“Evet,” dedim.
Elimizden geldiğince sessiz bir şekilde çalılıklardan çıkıp Miles’ın kamyoneti ile
Tucker’ın SUV’una doğru koştuk.
Beni çekmeye devam etti. Ayaklarımı sürüdüm. Aptal, aptal, Charlie peşimize
düşmek zorunda mıydı! Ona inana-mıyordum. Sadece sekiz yaşında olduğunu
biliyordum ama bu kadar aptal olabileceğine inanamıyordum.
“Alex.”
Miles’m sesi alçak ama güçlüydü. Parlak mavi gözleri beni delip geçti.
“Charlie gerçek değil.”
Neden gittin?
“Charlie gerçek değil. Orada kimse yok. Hiç olmadı da.” Miles beni
kamyonetinin diğer tarafına çekti. Sözcükler kulaklarımda yankılanıyordu ve her
şey durmuştu. Rüzgâr ağaçların yapraklarını sallamayı bıraktı; Miles’ın ön
camındaki böcek bile durdu.
“O gerçek, Tucker. O... o... gerçek olmak zorunda...” Charlie’nin oyun oynuyor
olmasını, evin yan tarafından çıkıp gelmesini bekleyerek tekrar McCoy un evine
doğru baktım.
Beni korkuttuğu için ona bağırır ve eve dönene kadar gözümün önünden
ayırmazdım.
“İyi olacak.” Tucker pencereden uzanıp elimi tutarak usul usul konuşuyordu.
Önce annem ayağa kalktı. Hâlâ bir elinde peçetesiyle sanki az önce kusmuş bir
bebekmişim gibi bana doğru geliyordu. Geri geri giderek ondan uzaklaştım.
“Alex, tatlım...”
Arkamdan bir inilti geldi. Charlie koridorda durmuş, titreyen ellerinin arasında
satranç takımını tutuyordu. Bu takım için yeni siyah piyonlar alması gerekiyordu
çünkü ben eskilerini tuvalete atıp sifonu çekmiştim. Piyonlardan biri dişlerinin
arasındaydı. Yine inlemeye başlayınca ağzından düştü.
“Neler oluyor, Alex?” diye sordu Charlie, sesi de elleri kadar titreyerek. “Neden
bahsediyorsun?”
“Gerçekti,” dedi annem. Sesi daha önce hiç duymadığım kadar gergin çıkıyordu.
“Ama öldü. Dört yıl önce.”
Babam da ayağa kalktı. Herkesin ayakta olmasından hoşlanmamıştım.
“Charlie beş yaşma girmeden öldü. Bo...” Babamın sesi çatladı. “Boğularak,”
dedi. “Satranç takımımla oynamasına izin vermemeliydim...”
Charlie’yi arkamda saklayarak geri geri gittim. Yine inildiyordu. Satranç takımı
ellerinden düştü ve şimdi diğer bütün piyonlar da yerdeki siyah piyona
katılmıştı.
“Daha güçlü bir ilaca ihtiyacı yok.” Bir el kolumu sardı. Miles az önce
Charlie’nin olduğu yerde durmuş, gözlerini dikerek anneme bakıyordu. Öfke
saçıyordu; derin ve soğuk bir öfke. “Ona neyin gerçek neyin halüsinasyon
olduğunu söyleyecek kadar onu umursayan ebeveynlere ihtiyacı var.” Annem ve
babam tamamen sessiz bir şekilde yerlerinden kımıldamadan duruyorlardı.
“Ona nasıl söylemezsiniz?” Sesi bir anda yükseldi. “Charlie öleli yıllar olmuş ve
siz o sanki hiç ölmemiş gibi davranmakta bir sakınca olmadığını mı
düşünüyorsunuz? Alex’in bunu öğrenmeyeceğini mi sandınız? Bunu
öğrenemeyecek kadar deli miydi?”
“Hayır, bu öyle bir şey...” diye söze başladı annem. “Nasıl bir şey değil? Bunu
ne haklı çıkarabilir ki?” Miles’ın parmakları koluma batıyordu. “Çok iyi bir
sebebi olmalı çünkü bu bombok bir durum. Gerçekten öyle. Onun güveneceği
insanlar siz olmalıydınız; gerçeği bilemediğinde başvuracağı insanlar siz
olmalıydınız. Ama onun yerine bir sürü fotoğraf çekmesi gerekiyor çünkü eğer
size söylerse onu akıl hastanesine kapatmakla tehdit ediyorsunuz!”
Annemin gözleri yaşla doldu. “Evime gelip bana kızıma nasıl davranacağımı
söylemeye hakkın yok senin!”
“Denedik,” dedi babam nihayet; sesi fısıltıdan biraz daha yüksek çıkıyordu.
“Ona söylemeye çalıştık. Alex o zaman hastanedeydi; daha yeni nöbet geçirmişti
ve durumu iyi değildi ve ne dersek diyelim... uçup gidiyordu sanki.” Bana baktı.
“Bizi duymuyor gibiydin. Başta sadece şokta olduğunu düşündük. Anladığını
sandık. Ama sonra eve geldin, Charlie’yle konuşuyordun ve... anlamadığını fark
ettik.”
Oda çok küçük, çok kapalı, çok sıcaktı. Korkunç bir hıçkırık, ben
yakalayamadan boğazımdan kaçıverdi. Elimi ağzıma kapadım. Bu Miles ın
öfkesini dindirmişe benziyordu; yüzü o nefret ettiğim acıma ifadesine büründü.
Bu ifadeyi kimsede, ama en çok da Miles’ta görmek istemiyordum. Onda hiç
görmek istemiyordum bunu. Mutfaktan arka kapıya koştum. Zar zor
görebiliyordum ama nereye gittiğimi iyi biliyordum.
Kızıl Cadı Köprü’süne gittiğimde körfezin toprak setinden aşağı inip kimsenin
beni göremeyeceği köprünün altına girdim. Ciğerlerim yanıyor, yaşlar gözlerimi
acıtıyordu.
Mavi Göz. Kanlı Miles. Scarlet. Sihirli Sekiz Topu. Ve şimdi Charlie.
Charlie hep vardı. Bir kez bile gerçek olmadığından şüphe etmemiştim. Hep
gerçek olmuştu o. Yumuşacık, ılık ve ihtiyacım olduğunda hep oradaydı.
Nefes alamıyordum. Bir elimi karnıma koyup havayı içime çektim ama
midemden yükselen safra yolu tıkamıştı. Boğazım tıkandı.
“Alex! Alex, sakin ol!” Miles toprak setten kayarak önüme dikilip
omuzlarımdan tuttu. “Nefes al. Sadece nefes al. Sakinleş.”
Elimi tutup göğsüne, kalbinin üzerine bastırdı. Avcumda deli gibi atıyordu kalbi.
“Hey.”
“Evet, gerçeğim,” dedi tereddüt etmeden. Elimi göğsüne daha sıkı bastırdı. Kalbi
davul gibi atıyordu.
“Gerçeğim ben. Bu,” diğer elini de öbürünün üstüne koydu, “gerçek. Bütün gün
beni başka insanlarla etkileşim halinde görüyorsun, değil mi? insanlarla
konuşuyorum; dünyada bir şeyleri etkiliyorum. Bir şeylerin olmasına sebep
oluyorum. Ben gerçeğim.”
“Ama... ama ya bütün bu yer,” tekrar ağız dolusu nefes almak zorunda kaldım,
“ya her şey zihnimin içindeyse? East Shoal, Scarlet ve bu köprü ve sen; ya hiçbir
şey gerçek olmadığı için sen de gerçek değilsen?”
“Eğer hiçbir şey gerçek değilse ne önemi var ki?” dedi Miles. “Burada
yaşıyorsun. Bu her şeyi yeterince gerçek yapmıyor mu?”
Evde mutfağın ışığı yanıyordu. Arka bahçede durup uzun uzun etrafı taradım.
Artık saçma geliyordu ama kendime engel olamıyordum. Olduğum yerde
yavaşça döndüm. Ev, kapı, sokak, orman.
Odamda bir çevre kontrolü daha yaptım ve şifoniyerin üzerinde duran fotoğraf
albümlerimden birini aldım. Bütün
Albümü geri alıp kapadım ve şifoniyerin üstüne koydum. Hiçbir ilaç bunun için
yeterince güçlü olamazdı.
“Ne görüyorsun?”
“Ben mi?”
“Kalabilirim.”
“Ben de ondan nefret ediyor gibiyim,” dedim birden bunu gerçekten hissettiğimi
fark ederek. “Söylediklerini duymaya ihtiyacı vardı. Söylediğin için
teşekkürler.”
Gözlüğünün sert kenarı şakağıma batıyordu. Baskı hoşuma gitmişti. Bana orada
olduğunu hatırlatıyordu.
“Miles?”
“Evet?”
“Gitme.”
“Gitmem.”
Charlie de.
Kapı biraz aralandı. Gelen annemdi. Dün ona yalan söyleyip bu kadar geç
kaldığım ve Miles’m kalmasına izin
verdiğim için bana ev hapsi vermesini bekleyerek gözlerine baktım. Ama bunu
yapmadı.
“Günaydın,” dedim.
“iyi sayılır.” Ben uykuya dalana kadar uyanık kalmasa hiç uyuyamayacaktım.
Gece şimdi zihnimde bulanıktı; hiçbir rüyayı hatırlayamıyordum; sadece kırmızı
ve beyaz renkler, satranç parçaları ve keman melodileri vardı. “Sen?”
“Ödüller gitmek zorunda olduğumuz tek şey,” dedi. “Kulüp için orada olmak
zorundayım ve sen de gitmezsen kamu hizmeti görevini ihlal etmiş olursun.”
“Gitmezsek McCoy’un beni odasına çağırmak için bir sebebi olur. Sonra beni
yalnız yakalamış olur ve her şey daha kötü olur.”
Ellerini ceplerine soktu. “Aslında daha iyi hissederim. Ama gitmene izin
verirsem kızacak, biliyorsun.”
Bekledim.
Teslim olarak bir elini salladı. “Git. Ama korkarsan ya da paniğe kapılırsan -ya
da herhangi bir şey olursa- eve geleceğine ve seni eve getirmesi için bunu
Miles’a söyleyeceğine söz ver!”
Son kısım için sesini yükseltmesi gerekmişti; çünkü kapıya doğru gidiyordum.
Bir şeyin var olduğuna inanıp sonra olmadığını öğrenmek merdivenin son
basamağına gelip bir basamak daha olduğunu sanmak gibi bir şeydi. Ama
basamak Charlie olunca sekiz kilometre yüksekliğinde oluyordu ve ayağınız bir
daha yere değmiyordu.
Böyle bir yıkıntıdan sonra okula dönmek adeta gerçek-dışıydı; sanki herkesin
yanından o kadar hızlı geçiyordum ki beni göremiyorlardı bile.
“Celia!” dedi Miles kızarak. “Neden geç kaldın?” Celia solgun yüzünün
etrafında salınan kahverengi saçlarıyla aceleyle salona girmişti.
“Seni ilgilendirmez, pislik.” Eski Celia’nın küçük bir parçası ortaya çıkmıştı.
Oflayıp poflayarak tribünlerin ucuna oturup başını ellerinin arasına aldı ve
hıçkırmaya başladı.
Yıları ol, dedi içimdeki ses. Yılan ol. Boğarak canını çıkar.
Miles spor salonunun kubbeli alana çıkan kapılarına bir göz attı. “McCoy
birazdan burada olur,” dedi. Endişeli mi yoksa korkmuş mu olduğunu
anlayamıyordum.
«'T' JJ
lamam.
Miles’m görüş alanından çıkar çıkmaz koşar adım yürümeye başladım. Kubbeli
alan kırmızıya boğulmuştu; ödüller, fotoğraflar, kırmızıya boyanmış duvarlar.
Uzun, dalgalı kırmızı bir çizgi spor salonundan koridorun sonundaki müdür
odasına gidiyordu. Çizgiyi takip ettim.
Yılan ol.
McCoy gömleğinin kolundan bir iplik parçasını aldı. “Ne demek istiyorsun?”
“Dört yıldır Celiayı odanıza çağırıp durduğunuzu biliyorum. Annesiyle bir tür
plan üzerinde çalıştığınızı biliyorum. Ve Miles’dan nefret ettiğinizi biliyorum.
Ondan kurtulmaya çalıştığınızı biliyorum çünkü... çünkü Celia’nın annesi onun
bir engel oluşturduğunu söyledi.”
“Bak, psikopat...”
“Alıyorum aslına bakarsanız. Siz benim annem değilsiniz, o yüzden bunu bir
daha bana sormayın lütfen. Şimdi bana Miles’a ne yapacağınızı söyleyin.”
“Tekrar söylüyorum, Bayan Ridgemont, Bay Richter’ın o Ari Irk’a has başındaki
tek bir saç teline bile zarar vermeyeceğim.” Durakladı ve o delici bakışlardan
başımı çevirmemek, bütün irademi kullanmamı gerektirdi. “Dönmek için acele
etseniz iyi olur. Yılın sonuna gelmişken kamu hizmetinizi aksatmanız yazık
olur.”
Tereddüt ettim. Eğer McCoy kamu hizmeti saatlerimi geçersiz sayarsa kesinlikle
bir yerlere -VVoodlands’e ya da daha kötüsüne- gönderilirdim ve muhtemelen
bu yılki bütün ders kredilerimi de kaybederdim. Eli benimkinden üstündü; bende
parça parça hikâyeler ve hızlı aramaya kayıtlı bir psi-kiyatrist vardı.
Hayır, değiliz, seni pislik. Ama bunu söyleyemezdim. Oradan tek parça çıkmak
istiyorsam hiçbir şey söyleyemezdim. Masasının diğer tarafında durmuş,
öfkeden titriyordum. “İyi günler, Bayan Ridgemont.”
“Unutma, Celia,” dedi sesi salonu doldurarak. “Bunu senin için yapıyorum.”
Celia tepki vermedi çünkü Celia tepki veremezdi çünkü Scarlet ölüydü.
Skor tabelasından uğursuz bir gıcırtı geldi. Scarlet gülümsedi. McCoy skor
tabelası ikinci kez gıcırdayınca mikrofonuna daha yüksek sesle konuştu. Kimse
fark etmedi. Bunu gören tek kişi ben olamazdım. Bu gerçekten oluyordu -oluyor
olmak zorundaydı- ama Scarlet, Celia’ya gülüsemiyordu, bana gülümsüyordu.
Ve kiraz kırmızısı tırnaklı parmağını tabelaya doğru kaldırdı.
Yukarı baktım. Kırmızı boya duvardan akıyordu. Her bir harf üç metre
yüksekliğindeydi; iki kelime kanlı dişler gibi tabelayı aralarında sıkıştırıyordu.
CRIMSON
FALLS
Bunu beklemiyorsunuz.
Başım mengeneye sıkışmış gibiydi. Ağzım pamukla kaplıydı. Odadaki ışık loştu
ama bir yatakta örtünün altındaki bacaklarımın ve ayaklarımın hatları ile kapı
olması gereken yerdeki koyu renkli duvar nişini görmeme yetiyordu. Köşede bir
makine uğulduyordu ve burnuma aseptik bir koku geliyordu.
Annem.
“Ah, Alex.” Gözleri yaşlarla parlıyordu. Bana dikkatle, kırılgan bir nesneymişim
gibi sarıldı.
“Ne oldu?”
“Burada mı?”
“O kadar korktum ki,” dedi. “Baban bana okula gittiğini söylediğinde seni alıp
eve getirmek istedim ama iyi olacağını söyledi...”
“Biliyorum.”
Ertesi gün annem öğle yemeği için odadan çıktığında bek-lenmedik bir
ziyaretçim vardı.
Celia. Odanın köşesinde duruyordu; biraz daha eski haline benziyordu: Sarı
saçlar, kısacık etek, bir kat çilek rengi dudak parlatıcısıyla birlikte kat kat
makyaj.
“Biliyor musun,” diye söze girdim su kabımdan bir yudum içerek, “herkes
tarihin tekerrür ettiğini söyler ama bunun bu kadar gerçek anlamıyla olmasını
beklemiyorum.”
“Ben deliyim, duymadın mı?” dedim. “Asıl soru, sen neden kimseye
söylemedin?”
Birden gözüme çok, ama çok yaşlı göründü. “Bundan bıktım. Yanız olmaktan
bıktım. İnsanların bana bakış biçimlerinden ve gördükleri şeylerden bıktım.
Bununla yalnız başa çıkmaya çalışmaktan bıktım.”
Gülümsedi.
Ancak birkaç saat sonra hemşire gelip, “Henüz hiç ziyaretçin olmamasına
hepimiz çok şaşırdık!” dedi.
Anlaşılan McCoy’un hedefi Miles değildi. Skor tabelası Celia için ayarlanmıştı.
Ona saldıracağımı düşündüğü için oradan çekilmişti. McCoy öfkeden delirerek
Miles’ı boğazlamaya çalışıp Bay Gunthrie tarafından götürülmüştü. Üzerimden
bir yük kalktı. McCoy hata yapmıştı. Tehdit ortadan kalkmıştı.
“Anlaşılan, McCoy, Celia’nın annesine kafayı takmış,” dedi Theo kısa keserek.
“Ve Celia’nın annesi yıllar önce o tabelanın altında ezilmiş. Ona sahip
olamayınca Celia’yla yetinmeye çalışmış ama Celia onun... beklentilerini kar-
şılayamıyormuş ya da öyle bir şeyler işte. Böylece nihayet, annesinin ölümüne
sebep olan skor tabelasını üzerine düşürerek onu ölümsüzleştirmeye karar
vermiş. Polisler evinde bir sürü suç unsuru buldular. Günlükler, planlar ve
videolar falan. Celia’nın videoları. Celia’yı boğazlamaya çalıştıktan sonra
polisler okula geldiğinde Celia hepimizin önünde her şeyi anlattı. Korkunçtu.”
“Çok acayipti,” dedi Evan. “İki yıldır sürüyormuş ve kimse bilmiyordu. Neden
böyle bir şeyi binlerine anlatmaz ki insan?”
“Belki anlatabileceğini düşünmüyordu,” dedim.
“Onu birkaç kez gördüm,” dedi Theo. “Kısa, kahverengi saçları var, çok iyi
biriymiş gibi görünüyor ama olmamasına pek şaşırmadım.”
“Belli ki iz bırakmamakta çok iyi iş çıkarmış,” dedi lan. “Bütün o şeyleri evinde
tutmuyor olsa muhtemelen Celia’nm her şeyi uydurduğunu söyleyecekti. En
azından onu Patronu boğazlamaya çalışmaktan alırlardı yine de.”
Theo ofladı. “Hiç değilse şimdi Celia mahkemede ifade verince ellerinde onu
destekleyecek bir sürü delil olacak.” “İyi olup olmadığını bilen var mı?” diye
sordum.
“İki yıl boyunca bir psikopat tarafından taciz edildi,” dedi Art. “Yani iyi değil.”
Ancak başımın yanındaki dikişleri sökmekle tehdit ettikten sonra bana Miles’ın
ne yaptığını söylediler.
“Bembeyaz oldu,” dedi Art. “Daha önce hiç kimsenin renginin böyle attığını
görmemiştim. Sonra elektriği kesmem için bana bağırdı, koşup skor tabelasını
üstünden
kaldırmaya çalıştı. Elektrik çarpmasın diye onu çekmek zorunda kaldık.
“Bay Gunthrie tam onun üzerine geldi,” dedi Evan. “Sağlık görevlileriyle falan.
Tabelayı kaldırdılar ama Miles hâlâ orada duruyordu ve bir ses çıkarıyordu..
“Ve Bay Gunthrie onu bütün polislerin önünde McCoy’a saldırmak gibi aptalca
bir şey yapmaması için erkekler soyunma odasına kapatmamızı istedi,” diye
bitirdi lan.
“Evine uğradık ama kamyoneti yoktu.” Evan, baş sallamakta olan lan ve
Theo’ya baktı. “Ceza aldı ama bunun onu durduracağını düşünmüyordum ben.”
Mideme kurşun gibi bir ağırlık çöktü. McCoy’un tehdidi ortadan kalmış
olabilirdi ama Miles için hâlâ bir başka tehdit söz konusuydu.
“Ah, demek nihayet ziyarete gelmeye karar verdin?” En yeni pastel boya
şaheserimin, bir T-Rex resminin son rötuşlarını yapıyordum. Bana bir şey
hatırlatıyordu ama tam
“Alex.”
Ses tonu beni yakalamıştı; tekrar başımı kaldırıp baktım. “Ne? Ne oldu?”
Ayağa kalkıp Tuckerın elini tuttum ve onu kapıya doğru çektim. “Başka?” Kapı
aralığından dışarı baktım.
Midemi delik deşik eden görünmez testereleri dikkate almadım. “Paltonu bana
ver.”
“Ne?”
lunda Miles’m kamyonetini gördüm ama daha önce orada olan Mustang yoktu.
“Ne?”
“Haydi.” Kapıya doğru yürüyüp açtım. Keskin bir koku suratıma çarptı ve
Miles’ın odasının ne kadar kendisi gibi nane ve hamurişi koktuğunu fark ettim.
Tucker peşimden hepsi de açık kapıların dizili olduğu dar koridora çıktı. Yağmur
ve rüzgâr dışarıda uğulduyordu. Burası o kadar soğuk, o kadar hüzünlüydü ki
Miles ın burada nasıl yaşayabildiğini merak ettim. Tucker koridorun diğer
tarafına, ilk kata inen bir merdivenin bulunduğu yöne doğru gitti. Merdivenlerin
üzerinde tek bir lamba, siyah saçlarının üzerinde bir hale oluşturuyordu.
“Ne?”
Titreyen elimi kalbinin üstüne koydum. Bir şey duyamadım. Kulağımı göğsüne
dayayıp gözlerimi kapadım ve hayatımda ilk kez, hangi tanrı beni dinliyorsa ona
ciddi ciddi dua ettim.
Gitme. Gitme.
Sonra sesi duydum. Ve o nefes alıp verirken göğsünün belli belirsiz kalkıp
indiğini hissettim.
mur
Tucker beni hastaneye geri götürdü. Neyse ki kimse bana bağırmadı ama birkaç
dikişimi patlatmıştım, kan basıncım yükselmişti ve ciddi bir oda hapsiyle
hastanede birkaç gün daha kazanmıştım.
Benim için sakıncası yoktu. Çünkü ertesi sabah bir oda arkadaşım oldu.
Bay Istakoz. Sizce saçlarım Komünist kırmızısı mı yoksa sizin kırmızıdan mı?”
“itfaiye arabası.”
O kadar kısık sesle söylemişti ki zar zor duymuştum. Başta uyanık olduğundan
bile emin değildim; gözleri güçlükle açıldı ama dudaklarını yaladı.
“itfaiye arabası,” dedi tekrar, biraz daha yüksek sesle. “Çilek, dur işareti, uğur
böceği, domates, lale...”
“Öldüm mü?”
“Hani iyiler fazla yaşamıyordu?” dedi sesi çatlayarak. Yüzümün sol yanma
çiviler saplanıyormuş gibi hissetmeme sebep olsa da gülümsedim.
“Tanrım... ne oldu?”
“Sadece sol tarafı,” dedim. “Doktor bütün camları çıkardı. Şişlik ve kızarıklık
gidince eskisi gibi görüneceğimi söyledi. Sadece bolca yara iziyle birlikte.”
Miles bir şey daha söylemek için ağzını açtı ama sonra gülümseyip başını
salladı. Hissettiklerim için, bu rahatlama, sevinç ve huzur karışımı his için bir
kelime bulmaya çalıştım ama hiçbir şey bulamadım.
Birkaç dakika sonra hemşire gelip Miles’ın bandajlarını kontrol etti ve nasıl
hissettiğini, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu.
“Kim?..”
“Hemşire içeri gelin mi dedi?” Jetta kıvırcık saçlı başım kapıdan uzatıp içeri
bakındı. Kulübün kalanı da arkasından görünüyordu.
“Fazla gürültü yapmayın,” dedi hemşire. Kulüp içeri akın ederken hemşire
kapıdan çıkıp gitti.
“Selam, Patron!”
“Mein chef.”
Miles yatağının başında toplanan Art, Jetta ve üçüzlere bakıp kaşlarını çattı.
“Biz senin arkadaşlarınız,” dedi Theo usulca, bir çocuğa temel bir bilgi verirmiş
gibi.
“Siz ikiniz neredeyse kahraman oldunuz,” dedi Theo. “Hikâye bütün gazetelere
çıktı. Gönderilen hediyeleri gördünüz mü?” Pencerenin kenarındaki kart ve çiçek
yığınlarını işaret etti. Hikâye yayıldığından beri saat başı geliyorlardı.
“Hâlâ neden hediye gönderdiklerini anlayamıyorum,” dedi Miles sert bir şekilde.
“Annen,” dedi Theo. “Bize hikâyeni anlattı; okulda neden o işleri yaptığını,
neden sürekli çalıştığını.”
“Neden bize hiç söylemedin ki?” diye sordu lan ama Miles onu duymuşa
benzemiyordu. Jetta’nın arkasına, kapıya bakıyordu.
“Anne.”
June kapıya yaslanmış, iki eliyle birden büyük bir çanta tutuyordu; donakalmış
gibi bir hali vardı. Birkaç adım içeri girdi. Bunun yıllardır Crims...
Woodlands’ten ilk dışarı çıkışı olup olmadığını merak ettim. Sadece Miles’ı
ziyaret etmek için mi çıkabildiğini. Hepimiz onun arkasına geçtik.
Kapıdan çıkıp içeri baktım. June, Miles’a sımsıkı sarılıp ileri geri sallanıyordu.
Miles’ın yüzünü göremiyordum ama güldüğünü, ağladığını ve June un tişörtüyle
boğulan birtakım sözcükler sarf ettiğini duyabiliyordum. Bir dakika sonra şık
giyimli bir kadın yanımızdan geçerek odaya girdi. Onun Miles ve June’u her
şeyin yoluna gireceğine dair temin ettiğini duyacak kadar bekledikten sonra
koridora döndüm.
Diğer herkes bekleme odasına giderken üçüzler yiyecek bir şeyler almaya gitti.
Ben de onlarla gittim; anne babam dışarıda bir yerdeydi ve olup bitenleri onlara
anlatmak istiyordum.
Onları bulmak için kattan ayrılmama bile gerek kalmamıştı. Küçük, ıssız
bekleme odasında, doktorum ve Mezar Kazıcı dışında bir başlarına
oturuyorlardı. Sesleri gergin ve sertti. Endişe mideme oturdu. Koridordan
geldiğimi görmemişlerdi, ben de sırtımı duvara yapıştırıp yaklaşarak köşeye
geçtim.
“Düştüğünü nasıl anladı ki?” diye sordu annem. “Eğer...” “Ama müdürün
tabelanın bağlantılarını gevşettiğini söylüyorlar,” dedi babam. “O kızın üzerine
düşürmeye çalışıyormuş. Lexi’nin bununla hiçbir ilgisi yok; sadece tepki
veriyordu.”
“Yine de...” Lanet olsun sana, Mezar Kazıcı. Kapa şu çeneni. “Bu olay onu daha
iyi yapmayacak. Dengesi yerinde değil. Bütün yıl kötüleşmesini izledim.”
“Ama biz de onu izledik,” diye zorladı babam. “İyi şeyler de oldu. Başa çıkıyor.
Arkadaşları var. Hatta erkek arkadaşı bile var. Ondan bunu almak bana doğru
gelmiyor.”
“Bence Leann haklı olabilir, David,” dedi annem. Mezar Kazıcı tekrar söze
girdi. “Profesyonel görüşüme göre bu kritik bir dönem ve güvende olması, tekrar
kontrol kazanabileceği, müşahede altında tutulacağı bir yerde olması gerek. Onu
kısıtlamaktan bahsetmiyorum ve destek sistemini güçlendirdiğine sevindim.
Ama bu gerçekleri değiştirmiyor.”
Daha fazla dinlemeye katlanamadım. Odama döndüm; avukat çıkıp gitmiş ama
Miles ile June hâlâ gülümsüyordu.
“Alex, tatlım, işte buradasın!” June eliyle beni yanına çağırdı. “Gel biraz otur;
konuşacak çok şeyimiz var!”
“İstediğin kadar dinlen.” June sıcacık gülümsedi. “Sonra konuşacak bol bol
vaktimiz olacak.”
Kendimi yatağa atıp örtüyü üzerime çektim; yüzüm ve yan tarafım hâlâ acıyla
yanarken gerçekten ne kadar vaktim olduğunu merak ettim.
Gecenin bir yarısı uyandım. Kanlı Miles yatağın ucunda duruyordu; mavi
gözlerinde delici bakışlarla, çillerinden kan sızıyordu. Kan kırmızı saçları ve
yüzünün yanında bir sürü kesik izi olan, gözleri onunkiler kadar kocaman bir kız
onu tutuyordu. Uzun süre durup bana baktılar. İkisi de bir şey söylemedi ama
ikisi de kan lekeli dişlerle gülümsüyordu.
Sonra uyandım. Hâlâ geceydi. Miles defterine bir şeyler yazıyordu. Sırtüstü
dönüp doğrulduğumda bana baktı.
Dünya bomboştu. Bu yıldan çıkarılacak ders neydi? Lise son sınıf, bütün o
üniversite başvuruları... Hillpark’tan sonra hastaneye yatsam daha mı iyi olurdu?
İtiraz eden tek kişi bendim. Yapabileceğimi söylemiştim; kontrol altına
alabileceğimi. Annemle babamın suçlanabileceği tek şey bana fazla
güvenmeleriydi.
“Ama yaşın yeterince büyük; senin adına karar veremezler,” dedi usulca,
“istemiyorsan gitmek zorunda değilsin.” Sonra ben onları tutamadan,
gözyaşlarını yüzümü yakarak süzüldü. “İstemiyorum,” dedim. “Ama sanırım
gitmem gerek. Kendi başıma ayırt edemiyorum. Artık edemiyorum.”
Gevelemelerimden hiçbir şey anladığından emin değildim ama kolu beni daha
sıkı sardı ve başımın yan tarafını öptü. Bir şey söylemedi. Beni aksine ikna
etmeye çalışmadı.
Daha sonra, sakinleştiğimde Miles yatağın kenarına eğilip sırt çantasını aldı.
Fermuarını açıp içinden birkaç şey çıkardı.
“Öylesine.”
Defteri uzattı. Çoğu Almancaydı ama İngilizce olan kısımlar da vardı. June’un
adı sayfalara dağılmıştı.
“Neden annenin kızlık soyadını kullanıyorsun?” diye sordum.
“Nereden bildin?”
“Ah.” Bundan daha fazla açıklama yapma gereği duymadı. Birkaç sayfayı daha
çevirip, “Bir itirafım var; ben bunu okudum,” dedim.
“Ne? Ne zaman?”
“Ee... Erwin öldüğünde, sen beni eve bırakırken. O kâğıtları teslim etmek için
okula girdin ve ben de biraz karıştırdım.”
“Neden söylemedin?” diye sordu ama defteri elimden almadı. Omuz silktim.
Köprücükkemiğime bir acı saplandı.
“Eh, aferin,” dedim. “Ama diğer defterde birkaç kez adıma rastladım.”
“Ah, evet,” dedi tekrar gülerek. “Evet, okulun ilk günü biraz canım sıkkındı.
Senin doğru kişi olduğunu düşünmemiştim. Aptalcaydı ama sanırım başta sen
olduğunu düşünmemiştim çünkü hiç hayal ettiğim gibi davranmamıştın.” “Hah,
üzgünüm. Ben de senin için aynı şeyi düşündüm.” Son sayfaları çevirdim.
“Sanırım sen benim hayal gücümde bir ilerlemeyi temsil ediyorsun,” dedim
sayfaları tekrar çevirerek.
“Sen de,” dedi. “Benim hayal gücüm -yani sahip olduğum azıcık hayal gücü-
gerçeği pek karşılamıyor.”
Tabii ki bazı şartları vardı. Birincisi; törene katılmama izin yoktu ama
oditoryumun kapısında durup izleyebilecektim. İkincisi; sürekli iki yanımda
duran Woodlands görevlileri (namıdiğer önlüklü eşkıyalar) olmak zorundaydı.
Tabii ki tören biter bitmez beni VVoodlands’e götüreceklerdi ama bu sırada bu
kadar tehditkâr görünmek zorunda mıydılar? Uçüncüsü en kötüsüydü: McCoy
olayı yüzünden ve okul komitesi daha fazla sorun çıkmasına engel olmak
istediği için arabadan bilek bantlarım olmadan çıkmama izin ve-
rilmiyordu. En azından onları gizlemek için uzun kollu tişört giymeme izin
vermişlerdi. Lanet hastaneye gitmemin tek sebebi, buna benim karar vermiş
olmamdı; insan biraz daha nazik olacaklarını sanıyordu.
Bay Gunthrie töreni her zamanki gürleyen sesiyle başlattı. Işıklar ben artık
oditoryumda insanları ayırt edemez hale gelene kadar kısıldı.
Sınıf başkanı ayağa kalkıp konuşmasını yaptı. Başkan yardımcısı birkaç cümle
söyledi, müzik grubu okul şarkısını çaldı ve Bay Gunthrie isimleri anons etmeye
başladı. Once dereceye giren öğrenciler çıktı. Miles, Bay Gunthrie’nin elini
sıkarken kahkaha atmamak için dişlerimi sıkmak zorunda kaldım; bulunduğum
yerden Miles ın pişmiş kelle gibi sırıttığını ve Bay Gunthrie’nin de karşılığında
ona sert bir bakış attığını görebiliyordum.
Evan ve lan diplomaları karışmış gibi yaptıktan sonra aynı anda Bay
Gunthrie’nin elini sıkmaya çalıştılar. Theo ikisini de podyumdan çekip almaya
hazırlıklı görünüyordu. Art da yan yana durduklarında Bay Gunthrie’nin büyük
bir çakıltaşı gibi görünmesine sebep oldu.
Sonra Bay Gunthrie hariç herkes yerine oturdu. “Törene başlamadan önce,
birkaç veda sözümüz daha var. îlki okul İkinciniz Tucker Beaumont’tan
geliyor.” Oditoryumda küçük bir alkış yankılandı. Tucker kıpkırmızı yüzüyle
kürsüye çıktı.
Miles ayağa kalkıp tıpkı Tucker gibi etrafına bakındı ama o bunu yaparken
kıpırdanmıyordu. Parmakları kürsünün ahşap yüzeyine vuruyordu. Pat, pat, pat,
pat. Bay Gunthrie yüksek sesle boğazını temizledi ama Miles sessiz kaldı.
“James Baldwin, ‘Bir toplumun yarattığı en tehlikeli şey, kaybedecek bir şeyi
olmayan insanlardır,’ der.” Miles iç çekip mezuniyet kepini başından çekti. Bir
an için kepe baktı, sonra podyumun kenarına fırlattı. Arkasında duran Bay
Gunthrie’nin yüzü mosmor oldu. “Hep bu şeylerin gülünç göründüğünü
düşünmüşümdür,” diye homurdandı Miles mikrofona. Kalabalıktan, şaka yapıp
yapmadığından emin olamıyorlarmış gibi birkaç tereddütlü kıkırdama duyuldu.
Sonra Miles, “Uzun bir süre için kaybedecek bir şeyim yoktu. O tehlikeli yaratık
bendim. Çoğunuz muhtemelen benim bir pislik olduğumu düşünüyorsunuz,
biliyorum,” -tekrar bana baktı- “ve haklısınız. Öyleyim. Arabaları kırıp döken,
hayvanları öldüren türden değil ama iddialı, kibirli pisliğin
tekiyim. Hepinizden daha iyiyim çünkü daha zekiyim. Daha zeki ve ne yapmak
istediğimden daha emin.”
Miles’ın bu konuşma için ne tür talimatlar aldığından emin değildim ama Bay
Gunthrie’nin yüzünün rengine bakılırsa onları sonuna kadar duymazdan gelmişe
benziyordu.
“En azından eskiden öyle düşünüyordum,” diye devam etti. “Aslında hâlâ biraz
öyle düşünüyorum. Ben... değiş-memeyi öğreniyorum çünkü dürüst olmam
gerekirse, bu halimi seviyorum. Yaptıklarımı değil ama kim olduğumu. Evet...
kontrol altında tutmayı öğreniyorum? Duygularımı yönlendirmeyi. Hüsranımı
kontrol etmeyi. Her ne deniyorsa, işe yarıyor. Artık kendimi o tehlikeli varlık
gibi hissetmiyorum. Burada yaptığım şeyleri yapmak için bir nedenim yok artık.
“Birkaç şey daha söylemek istiyorum, ilki, muhteşem okul İkincimize.” Dönüp
Tucker’a hitap etti. “Sana söylediklerimde ciddi değildim. Sen en yakın
arkadaşımdın ve ben bunu mahvettim. Daha iyisini hak ediyordun.
Öğrenci denizinin içinde bir yerden Jetta ellerini havaya kaldırdı ve, “Mein
chef!” diye bağırdı.
Bay Gunthrie belki de Miles’ı podyumdan çekmek için ayağa kalktı ama Miles
son anda kaçıp podyumun kenarından koltukların arasındaki yola girdi.
Görevliler beni koridora geri çekti. Oditoryumun kapılarının tekrar açıldığını
duydum ama biz dışarıda, soğuk havada duruyorduk ve Miles bize yetişti.
“Durun!”
Görevliler birbirlerine ve sonra bana baktılar. “İki dakika,” dedi biri. “Kimse
dışarı çıkmadan gitmemiz gerek.” “Tamam. Anladım.”
Kollarımı bıraktılar. Dönüp Miles’a kadarki kısa mesafeyi koşar adım kat ettim.
Güldü ama sesi inandırıcı değildi. “İyi öğretmişim.” “Şaka mı yapıyorsun? İşleri
senin yönteminle halletsem çoktan bir yerlere kapatılmıştım.”
Miles buna bir şey söylemedi ama uzanıp yüzüme dokundu; hâlâ yaralı olan
tarafına. Elini tuttum.
“Ne zaman bu kadar duygusal oldun sen?” diye sordum. Ama beni
dinlemiyordu. Bileğimdeki bantlara ve aralarında şıngırdayan metal kopçaya
baktı. “Sadece önlem,” dedim o daha soramadan. “Buraya gelebilmek için
takmam gerekiyordu. Anlaşılan okul gelmemi kabul edecek kadar duygusalmış
ama bir mahkemeyi göze alacak kadar değilmiş.” “Bu hoşuma gitmedi,” dedi.
“Eh, aramıza hoş geldin.”
“Bu akşam. Şimdi, aslında. Bu sabah gidecektim ama okul buraya gelmeme izin
verince ertelediler...”
“Woo-Woodlands’e mi?”
Kaşı kalktı. “Ne, benden o kadar kolay kurtulacağını mı sandın? Şimdiye kadar
bunu anlaman gerekirdi; bir ha-mamböceğinin dayanıklılığı var bende.”
“Ağlıyor musun?”
“Doğru.”
Eğilip beni öptü. Sonra tekrar sarıldı. Cübbesinin önünü iki elimle tutup kulağına
fısıldayabilmek için onu kendime doğru çektim.
Miles da öbür elini kaldırdı ama sanki çok ağırmış gibi kolu yanma düştü. Okul,
park yeri ve kaldırım ve aşırı büyük stadyumla birlikte giderek küçülmesini
izledim. Sonra bir dizi ağacın yanından geçtik ve o gözden kayboldu.
Sonsoz
Istakozu
Salmak
“O kadar uzun bir hikâye için oldukça detaylıydı.” Lil saçımın bir kısmını daha
kırpıp dışarı fırlattı. Saçım omuz hizamdaydı; kafam hafiflemişti.
“Eh, hatırlaması zordu ama detayları atlayacak değildim, değil mi? Nasıl bir
hikâye olurdu o zaman?”
“Hı-hımm.”
Lil ona anlattığım hikâyelere pek inanmazdı. Ona kalırsa East Shoal ve diğer her
şey benim hayal gücümün uydurmalarından başka bir şey değildi.
“Öyle mi?”
Lil saçımı bitirip valizimi toplamama yardım etti. Bu sabah eşyalarımı valize
doldurmaya başlamıştım; alan tasarrufunu pek umursamamıştım. Dağınıklığı
çekici buluyordum; Lil tiksinmiş görünüyordu.
Odamın kalanı bomboştu. Her şey gitmeye hazırdı; masamda duran Berlin
Duvarı parçası hariç. Taşı alıp parmaklarımı üstünde gezdirdim. Hep
başparmağımla okşadığım bazı kısımları pürüzsüzleşmeye başlamıştı. Lil pek
çok kez beni uyandırıp taşı göğsüme bastırarak yattığım için bana kızmıştı. Onu
bilerek yatağa götürmediğimi açıklamaya çalıştım; gecenin bir yarısı taşı almak
için kalkıyor olmam gerektiğini. Buna da inanmadı.
Aylardır her hafta sonumu Miles’la birlikte geçirdiğim oyun odasının yanından
geçerken diğer -garip ve absürd derecede normal bir şekilde arkadaşım olan-
hastalara el sallayarak veda ettim. Miles bu kadar uzakta olmasına rağmen her
hafta sonu ziyaretime gelmeyi son derece makul buluyordu.
“İşte Miles Richter şu,” dedim Lil’e. “Ve kusura bakmazsan, o hayali değil.”
Önünde durup gülümsedim. O da bana gülümseyerek eğilip beni öptü. Bir daha
hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair bir his kapladı içimi. Sanki iyi karma
nihayet beni bulacakmış gibi. Sanki biri ıstakoz akvaryumumun kapağım açmış
ve sonunda şaşırtıcı derecede taze havayı soluyabiliyormuşum gibi.
“Ah, uydurmazlar mı hiç.” Yolcu kapısını kaparken bana bir bakış attı. O
gerçekdışı mavi gözleri güneşte parlıyordu. “Uydurdular, inan bana. Ama
gerçeği kadar iyi değiller tabii.” Sürücü koltuğuna geçti. Kamyonet kükreyerek
canlandı.
Miles kaldırımdan çıkarken bir kez arkama baktım. Havaya keman melodileri
yayılıyordu. Çaykovski’nin “1812 Uvertürü.”
Teşekkürler
İlk olarak en başta, karmakarışık hikâyemin içinde bir gerçeklik bulup onu türlü
zorluklarla gün ışığına çıkaran editörüm Victoria Duncan’a teşekkürü bir borç
biliyorum. Sen olmasaydın bu kitabın da bir temeli olamazdı.
Tasarımcı Sylvie Le Floc’h, kitaba ne zaman baksam onun hem iç hem de dış
mekân tasarımları beni her seferinde cezbediyor. Yayın öncesindeki
düzenlemesinde keskinlikten ve Norm Abram göndermeme sunduğu
takdirlerden dolayı Tim Smith’e; Katie Heit ile Greenwillow ve
HarperCollins’teki herkese bana sıcak bir aile gibi davrandıkları için teşekkürler.
Seni Ben Uydurdum kitabına duyduğu inanç sayesinde her şeyin başlamasına
sebep olan Erica Chapman’a binlerce kez teşekkürler. (Alçakgönüllü davranıp
bunu reddetmek isteyeceğini biliyorum. Fakat onu duymazdan geliyorum.”
Kitabın kritiği için bana yardımcı olup devam etmeme sebep olan tüm
ortaklarıma: Darci Cole, Marieke Nijkamp, Ann Kopans, Dahlia Adler, Caitlin
Greer, Lyla Lee, Jamie Grey, Gina Ciocca, Megan VVhitmer, Jenny
Kaczorowski ve Agni Nicole Black’e teşekkürler. Ayrıca yayıncılığın küçük
dünyasında aklıselimimi korumamı sağlayan
Christina Nejjaniye. Ayrıca ilk kitap yazma eğitimi gruplarından 2K15, Fearless
Fifteeners ve We Are One Four ekiplerine de çok teşekkürler. Bu yolculuğu
benim için son derece kolaylaştırdınız.
‘4
GC^D
'Hayatta mısın?'
"Evet"