Professional Documents
Culture Documents
www.kulturturizm.gov.tr-
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr
Ali Emîrî Efendi
Hazırlayan
Ankara
2018
Kısaltmalar
Bk.: Bakınız
DİA: Diyanet İslâm Ansiklopedisi
EŞA: Esâmî-i Şuʻarâ-yı Âmid
Hzl.: Hazırlayan/Hazırlayanlar
MF: Mir’âtü’l-Fevâ’id fî-Terâcimi Şuʻarâ-yı Âmid
SBARD: Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi
TŞA: Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid
2
3
Giriş
Edebiyat tarihimizin en önemli kaynaklarından biri de hiç şüphesiz şair
tezkireleridir. Ali Emîrî Efendi (1857/1924)’nin, “Mâzîden müstakbele nakl-i
vukûʻât eden vesâit-i mübecceleden biri de tezâkir-i şuʻarâdır.” dediği bu eserler,
sadece edebiyat tarihine kaynaklık etmekle kalmamakta, gelmişten geçmişe bir
milletin top yekûn kültür tarihine ışık tutmaktadır. Genelde her alandaki hâl ter-
cümelerini, özelde şiir ve şairi konu alan tezkireler, yazıldığı dönemde oldukça
rağbet görmüş, sonrasında da araştırmacıların en önemli başvuru kaynakları
arasında yer almıştır.
Ali Emîrî Efendi, şiir ve edebiyat alanında yaptığı derin araştırmalar netice-
sinde Diyarbakır ve çevresinin çok önemli bir edebi muhit olduğunu tespit etmiştir.
Müellif, bu münbit muhitte yetişen zevâtın hâl tercümelerini, belgeleriyle ortaya
koymak ve gelecek nesillere aktarmak için; “On sekiz yaşından yirmi bire kadar
ravza-i şebâbımın bir nev-bâvesidir” dediği Mir’âtü’l-Fevâ’id’i tamamlamaya mu-
vaffak olmuş (1296/1878), eserin bir bölümünü “Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid” adıyla
eski harflerle neşretmiştir.
1
Ali Emîrî (1327). Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid. İstanbul: Matbaʻa-yı Âmid. 65 vd. Tezkirede, kendi kale-
minden Ali Emiri’nin yirmi bir yaşına kadarki hayat hikâyesi yer almaktadır.
2
Ali Emiri’nin hayatıyla ilgili bilgi için bk. İdris Kadıoğlu (2008). Osmanlı Hânedânı Âşığı Ali Emîrî
Efendi Otabiyografi Cevâhirü’l-Mülûk Mukaddimesi. İnceleme-Metinler-Dizin. Malatya: Özserhat
Yayıncılık.
4
basması “Nevâdirü’l-Âsâr”ı ezberler. (Nevâdirü’l-Âsâr, beş yüz şairin yaklaşık dört
bin beytini hâvi bir antolojidir.) Küçük yaşına rağmen münazara ve müşâ‘arede
ona mukabele edecek kimse çıkmaz. Bu konuda herkesi susturmaya muvaffak
olur.
1285/1868’de Siirt sancağına bağlı Şirvan kaymakamlığında bulunan dayısı
Abdülfettah Efendi’nin yanına gider. Şirvan’da kaldığı bir yıl süre zarfında Nevinli
Mehmed Efendi’den dersler alır. Hocası ona Sa‘dî-i Şirâzî’nin ünlü eseri Gülistan’ı,
Kasîde-i Bürde ve Kasîde-i Emâlî’yi okutur. Ali Emîrî Efendi, Kürtçe konuşmayı da
Şirvan’da öğrenir.
Bir yıl sonra Diyarbakır’a döner ve gene büyük amcası Şaban Kamî Efen-
di’nin yanında tahsiline devam eder. Altı yıl süren öğrenimi sırasında hat sanatıyla
da uğraşır. Başladığı her işte olduğu gibi hat konusunda da başarılı olur ve yazdığı
bazı levhalar şehrin camilerine asılarak teşhir edilir. Doğu medreselerinde okutu-
lan nahve ait başucu kitapları Avâmil ve İzhâr’ı ezberlemek suretiyle okur. Aynı
zamanda Hz. Ali’nin kelâm-ı kibârlarını da ezberler. Oyuna merakı yok denecek
kadar azdır. Kitapla meşgul olmayı oyuna tercih eder ve nadiren oyun oynar.
1875’te on sekiz yaşındayken “telgraf fennindeki seyyâle-i berkıyye (elekt-
rik akımı) harikasına merak ederek” altı ay kadar Diyarbakır telgraf-hânesine de-
vam eder. Telsiz telgrafa hayranlığını bir şiir yazarak dile getirir. Bu durum, tarihi
ve edebiyatıyla bir yandan eskiyi araştırırken, aynı zamanda onun yeniliklere açık
bir kişi olduğunu göstermektedir. Tarihe de merak saldığı bu yıllarda, tarih kitap-
larını okumaya kendini o kadar kaptırır ki, rahatını hatta uykusunu bile kaybederek
ruh hâli bozulur. Doktorlar, bir müddet ya kitaplardan uzak durmasını, ya sigara
içmesini ya da hava değişimi için mekân değiştirmesini isterler. Fakat o okumayı
terk edemez, tütün içmek taraftarı da değildir. Hava değişimini kabul eder ve
Mardin’e dayılarının yanına gider.
Mardin’in değişik hava ve muhiti ona iyi gelir ve az zamanda eski sağlığına
kavuşur. Orada da boş durmaz. Kasım Padişah medresesi müderrisi Diyarbakırlı
Ahmed Hilmi Efendi’nin üç yıldan fazla sabah ve akşam derslerine devam eder.
Aynı zamanda kitap okumayı ve toplamayı da elden bırakmaz. Firdevsî’nin Şeh-
nâmesini de okumak ister fakat Mardin’de bulamadığı için Bağdat’a telgraf çekile-
rek kitabın güzel bir nüshası temin edilir. Eski Osmanlı münşi’lerinden Veysî’nin
meşhur Siyerini, bütün kelime ve tamlamalarını da çözerek ve anlayarak okumakla
kalmaz, eseri baştan sona ezberler. Mardin’de bulunduğu süre içinde Arapçaya da
merak salan Ali Emîrî Efendi, birçok Arap şairin şiirlerini ezberler ve kendisi de
Arapça şiir söylemeye başlar. “Arabî şiir söylemeğe yeltendim” dese de bunda
tevazu gösterdiği açıktır. Kelimeleri hâfızada tutma ve manalarını kavrama husu-
sunda fart derecede zekaya sahip olduğu bilinmektedir.
1293/1876’da başından geçen küçük bir hadise, hayatında olumsuz izler
bırakmıştır. İnsanlara küskün bir hayat tarzı benimsemesinde, kendisine yapılan
5
eleştirilere şiddetle karşılık vermesinde, yüksek gururunun ortaya çıkışında hep bu
hadisenin etkili olduğu söylenmektedir. Olayın özeti şöyledir:
Sultan 5. Murad’ın tahta çıkışıyla ilgili yazdığı 1876 tarihli 93 beyitlik
Cülûsiyye kasîdesi Diyarbakır’a gönderilmiş ve vilâyet gazetesinde görkemli bir
başlıkla yayımlanmıştır. Gazeteyi okuyanlar arasında büyük bir kargaşa başlar.
Halk, kasîdeyi onun yazmadığını dedesi Emîrî’den çaldığını iddia eder. Bir nevi
hırsızlıkla suçlanan Ali Emîrî, olay karşısında çok etkilenir. Adı geçen pâdişâh için
vezin ve kafiyelerini bile bazı arkadaşlarının belirlediği gene 93 beyitlik ikinci bir
kasîde yazarak önceki kasîdenin de kendisine ait olduğunu dost ve düşmana tasdik
ettirir. İkinci kasîdenin matla beyti şöyledir:
Hemân emr eyle vasfıñ âsmâna eyleyim îsâl
Erişsin şöhreti güftârımıñ tâ gûş-ı ‘Îsâ’ya
O sırada Diyarbakırlı Mehmed Said Paşa, mutasarrıf olarak Mardin’e gelir.
İkinci kasîdeden haberi olmadığı için ilk kasidesinin sirkat (çalıntı) olduğu rivayetle-
rine katılırcasına böyle bir kaside yazmanın gerçekten müşkül olduğunu Ali
Emîrî’ye anlatmak ister. Üzüntüsü bir kat daha artan şair, olayı hâl tercemesinde
dramatize ederek anlatmaktadır.
Diyarbakır telgrafhanesinde açık bulunan bir memuriyete atandığı hâlde
Said Paşanın isteği ile Mardin’de kalır ve Tahrîrât Kalemi kâtipliğine getirilir. Dayısı
Abdülfettah Efendi’nin Gümüşhâneye tayini çıkınca Ali Emîrî de kâtiplikten istifa
ederek 1295/1878’de Diyarbakır’a döner. Bir yıl içinde Mir’âtü’l-Fevâ’id’i (6 cilt)
müsvedde hâlinde tamamlar ve eserin bir nevi özeti olan Diyarbakırlı Şâirler Tezki-
resini yazmakta iken Âbidin Paşa başkanlığında “Diyarbakır, Mamûretü’l-azîz, Sivas
vilâyetleri Hey’et-i Islâhiyyesi” adlı bir heyet Diyarbakır’a gelir (1296/ 1878). Said
Paşa vasıtasıyla genç şairin (o sıra Ali Emîrî 21 yaşındadır) şöhreti ve şiire vukufiyeti
Âbidin Paşaya da ulaşmıştır. Bir gün Abidin Paşa, Ali Emîrî’yi makamına davet eder
ve ona Nef‘î’nin;
Sanmañ ki felek devr ile şâm u seher eyler
Her vâkı‘anıñ ‘âkıbetenden haber eyler
matla‘lı kasîdesinden bahseder. Bu kasîdenin ecnebî okullarında bile okutulduğu-
nu genç şaire anlattıktan sonra, bir hafta süre içerisinde kasideyi tanzir etmesini
ister. Nef‘î’nin “Kasîde-i belîga vü latîfe der-medh-i Sultân Ahmed” başlıklı, Sultan
I. Ahmed’e medhiyesini alan Ali Emîrî, yazacağı nazirenin peygamberimizi öven
na‘t türünde bir kasîde olmasına karar vererek hemen kağıt kalem alır ve kasideyi
yazmaya başlar. Kısa sürede kasîdesini tamamlayıp Âbidin Paşaya götürür. O, bu
sürat karşısında hayretini gizleyemez ve Ali Emîrî’yi çok takdîr eder. Kasîdenin ilk
yirmi beytini Âbidin Paşa şairlere yakışır bir eda ile okuduktan sonra kalan kısmını
da Ali Emîrî’ye okutur. İltifatlarına devam ederek genç şairi ayakta alkışlar. Tamamı
74 beyit olan kasîdenin matla‘ beyti şöyledir:
6
Âdem ki ‘ademden bu cihâna sefer eyler
Durmaz yine az müddet içinde güzer eyler*
Âbidin Paşa, genç şâiri 500 kuruş maaşla “Hey’et-i Islâhiye müsevvidliğine”
tayin eder. Ali Emîrî’nin memuriyette gözü olmadığı ve ticaretle uğraşmaya karar
verip görevine devam etmez. Bir hafta sonra kahvaltı esnasında Âbidin Paşa,
Fuzûlî’nin;
Yakma cânım nâle-i bî-ihtiyârımdan sakın
Dökme kanım âb-ı çeşm-i eşkbârımdan sakın
matla‘lı gazelini okuyarak Ali Emîrî’den bu gazeli de tanzir etmesini ister. O, öbür
odaya gidip gazeli kısa sürede tanzir ederek Paşaya takdîm eder. Nazîrenin matla‘ı
şöyledir:
Açma derdim iştidâd-ı âh u zârımdan sakın
Alma âhım âteş-i dûzah-şerârımdan sakın
Meğer Paşanın niyeti anı imtihan etmekmiş. Bu nazireyi de çok beğenen
Âbidin Paşa, yanındakilere, Ali Emîrî’nin görevine devam edip etmediğini sorar.
Devam etmediği cevabını alınca doğru kalem odasına gitmesini emreder. Görevli-
lerden Rauf Bey nezaretinde kolundan tutulup görev yerine götürülür. Ali Emîrî
Efendi’nin yaklaşık 30 yıl sürecek memuriyet hayatı böyle başlar.
Müsevvid olarak memuriyete başlayan Ali Emîrî, Defterdarlığa kadar yük-
selir. 51 yaşında emekli olduğunda, memuriyet derecesi, rütbe-i ûlâ sınıf-ı sânîsi
(birinci rütbenin ikinci sınıfı) idi. Harput, Sivas, Selânik, Kozan, Adana, Leskovik,
Kırşehir, Trablusşam, Elazığ, Erzurum, Yanya, İşkodra, Halep ve Yemen onun me-
muriyet hayatının geçtiği önemli şehirlerdir. Görev süresince memleketin geniş
coğrafyasını bir uçtan bir uca dolaşma fırsatı bulmuş ve her gittiği yerde, resmi
görevi dışında gayr-i resmi kendini kitap toplama vazifesiyle görevli bilmiş, aşkla
şevkle çalışıp elde ettiği kitapları Millet Kütüphânesinde toplamış ve bu kü-
tüphâneyi 1916’da milletine vakf etmiştir. Dolayısıyla, “Kimin himmeti milleti ise o
tek başına bir millettir” sözü sanki onun için söylenmiştir, denilebilir.
Ali Emîrî Efendi, 23 Ocak 1924’te İstanbul’da vefat etmiştir. Mezarı Fâtih
Câmii avlusundadır. Onun dünyadaki iki büyük dileği, (1. Kütüphânesini millete
bağışlamak, 2. Fâtih Sultan Mehmet’in yanına gömülmek) böylece gerçekleşmiş
oluyordu.
Ali Emîrî Efendi hakkında en değerli çalışmalardan birini yapan Dr. Muhtar
Tevfikoğlu, Yahya Kemal Beyatlı’nın: “Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin / Diz
*
Kasîdenin tamamı 74 beyittir.
7
çök önünde şimdi Emîrî Efendinin” mısralarıyla biten “Ali Emîrî’ye Gazel” adlı şiirin-
den bir mısra tazmin ederek güzel bir manzume yazmıştır. Tevfikoğlu’nun “Emiri
Efendi’ye” başlıklı şiiri adeta fiziki/ruhi bir portredir:
Emiri Efendi’ye
Bir kubbe saltanatı... Lâle ve gül destesi...
Bir uğultu hâlinde geçmiş zamanın sesi.
Ne varsa bu seste var; düşümüz gerçeğimiz,
Eski günlerimizle mutlu geleceğimiz.
Aydınlık gönüllerde yüzyılların bestesi
Kitap yapraklarına teslim etmiş bu sesi.
Bahçesinde dolaştım azîz hâtırâların,
Gök kubbenin altında birleşti dün ve yarın.
Zamanın ötesinden belirdi üslûbumuz
Çehremiz aynalarda, sayfalarda ruhumuz...
8
Gündüz düşüncesinde gece uykularında.
Bu gemi batmamalı yokluğun sularında...
Ali Emîrî’nin Diyarbakırlı fikir ve sanat adamlarını konu alan üç eseri vardır:
1. Esâmî-i Şuʻarâ-yı Âmid2
2. Mir’âtü’l-Fevâ’id Mukaddimesi ve Mir’âtü’l-Fevâ’id fî Terâcim-i Şuʻarâ-
yı Âmid 3
3. Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid 4.
1
Tevfikoğlu, Muhtar (1989). Ali Emîrî Efendi. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. 207.
2
EŞA: Yazma, müellif hattı (rik’a) ile yazılmıştır. 59 yapraktır. Ali Emiri bu eseri 1293/1877’de kaleme
almıştır. Tenkitli metni Yılmaz Türk tarafından yüksek lisans çalışması olarak hazırlanmıştır. Eser,
Galip-Nurhan Güner tarafından yayımlanmıştır. Nüshası: Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî, Tarih, no:
781/1.
3
MF: Mir’atü’l-Fevâ’id ve Mukaddimesi, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı tarafından iki cilt
olarak yayımlanmıştır. Basımı yapılan eserle ilgili verilen malumat şöyledir: “…Eserin bilinen tek nüs-
hası müellif hattı olup 138 sayfalık mukaddime kısmı ile 228 varaklık tamamlanmamış “Elif ” kısmı,
Ali Emîrî’nin kurduğu Millet Yazma Eser Kütüphanesi’nde kayıtlıdır. Söz konusu eserde Ali Emîrî çok
meşhur şahsiyetleri oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatırken, hiçbir yazılı kaynakta yer almayan isimle-
rin de günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. Ali Emîrî’nin özellikle “Mukaddime” kısmında şehir,
belde, kale, çeşme, kütüphane, cami ve medreselerin kuruluş öykülerini anlatması ve bazı sanatlar
hakkında ayrıntılı bilgi vermesinden dolayı eser; kültür ve şehir-mimarî tarihi alanında oldukça önemli
bir yer tutmaktadır. Mukaddime ve metin kısmı olmak üzere tıpkıbasımlarıyla birlikte iki cilt halinde
yayımlanan eserde sözlüğün yanı sıra geniş bir yer-şahıs-eser indeksi de bulunmaktadır.”
(http://yazmalar.yek.gov.tr/portal/products/detail/99)
4
TŞA: Eser ilk olarak 1327/1909 yılında Matbaa-yı Âmid’de eski harflerle Ali Emîrî tarafından
bastırılmıştır. Yayına hazırladığımız bu eser, toplam 424 sahifedir. İçerisinde Emîrî Efendi’nin kendi
hayatına dair önemli bilgiler mevcuttur. TŞA, Mir'atü'l-Fevâid fî Ahvâli Üdebâ ve Fuzalâ ve Meşâhiri
Âmid adlı eserde yer alan şairlere ait bilgiyi ayırıp kısaltarak meydana getirdiği bir eserdir. Bu eserin
basılmamış olan bölümleri de Millet Kütüphanesi’ndedir. Eserin 1327/1909 tarihli matbu nüshası
İdris Kadıoğlu tarafından yeni harflerle yayımlanmıştır (Bk. Kaynakça).
9
Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid’in Kaynakları
Ali Emiri, Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid’in ortaya çıkış serüvenini eserin “İfâde-i
Mahsûsa” kısmında şöyle anlatır:
“Îcâb eden kitâbları tetebbuʻ eyledikten başka eyyâm-ı münâsibede bir se-
neden ziyâde şehrin mezarlıklarını dolaşmak ve memleketin seksen, doksan yaş-
larındaki ihtiyârlarına mürâcaʻat eylemek ve gece gündüz üç sene çalışmak sûretiy-
le biñ beş yüz sahifeden mütecâviz Mir’ât-ı Fevâ’id ismiyle bir eser meydâna getir-
miş idim.”
Ali Emiri, Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid’in kaynaklarına kitaplar okuyarak, gezi ve
gözlemler yaparak, tecrübî bilgiye müracaat ederek üç yoldan ulaşmıştır. Böyle
muhteşem bir eseri ortaya koyan müellif acaba hangi kitapları tetkik etmiş, nerele-
ri gezmiş, kimlerle yüz yüze görüşmüştü? Tafsilatını genelde tezkirede, özellikle
müellifin hâl tercümesi bölümünde görebileceğimiz bu bilgi donanımıyla ilgili bu-
rada Ali Emîrî’nin başvurduğu, mütalaa ettiği ve “Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid”e kay-
naklık eden bazı önemli eser adlarını vermek, eserin me’hazlerini tespit etmek
açısından oldukça önemlidir.
Divanlar: Genelde Türk, Osmanlı ve İran edebiyatına ait divanlar, özelde
ise Âmid (Diyarbakır) şairlerinin şiir kitapları olan divanlar müellifin okuduğu ve
iktibaslar yaptığı eserlerin başında gelmektedir. Örneğin: İran şairlerinden; Hâfız,
ʻÖrfî, Sâ’ib ve Şevket dîvânları, Osmanlı Türk şairlerinden; Ahmedî-i Kadîm, ʻAvnî-i
Yeñişehrî, Cevrî-i Mevlevî, Rûşenî, Hâletî Gülşenî-zâde, Fehîm-i Kadîm, Fıtnat
Hânım, Fuzûlî-i Meşhûr, Hayâlî Bey, Hayretî Bey, Hoca Neş’et, ʻİzzet ʻAlî Paşa, ʻİzzet
Molla Keçeci-zâde, Kânûnî Sultân Süleymân Hân, Meşhûr Haşmet, Meşhûr Nahîfî,
Nâ’ilî-i Kadîm, Nâbî-i Ruhâvî, Necâtî-i Kâdîm, Nedîm-i Meşhûr, Nefʻî-i Meşhûr,
Neşâtî-i Mevlevî, Nevâyî, Nevʻî-i Meşhûr, Nevʻi-zâde ʻAtâyî, Râgıb Paşa, Rızâyî,
Sâbit-i Meşhûr, Sabrî-i Meşhûr, Sâmî-i Meşhûr, Seyyid Vehbî-i Meşhûr, Şâhidî-i
Mevlevî, Şeh-zâde Cem, Şeyh Gâlib, Şeyhî-i Kadîm, Şeyhülislâm ʻÂrif Hikmet Bey,
Şeyhülislâm Bahâî Efendi, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi, Vecdî-i Meşhûr, Vehbî Sünbül-
zâde, Yahyâ Efendi, Yeñişehirli ʻAvnî Bey, Zâtî-i Kadîm divanları, Diyarbakırlı Türk
şairlerden; Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî, ʻAzmî-i Âmidî, Hâmî-i Âmidî, İbrâhîm Hafîd
Paşa, Lebîb-i Âmidî, Nesîmî-i Meşhûr, Refîʻ-i Âmidî, Saʻîd Paşa-yı Âmidî, Şaʻbân
Kâmî Efendi, Şeyh Ahmed Hayâlî, Şeyh İbrâhîm Gülşenî, Vâlî-i Âmidî divanları.
Mesneviler: Genelde İran ve Osmanlı sahası mesnevileri özellikle, Firdev-
si’nin Şeh-nâmesi, Mevlânâ’nın Mesnevisi, Gülistân-ı Hâfız, Halili’nin Fürkat-
nâmesi, Ahmed Mürşidî’nin Pend-nâmesi, Muhammed Emîrî’nin Nasihat-nâmesi,
10
Şeyh Galib’in Hüsn ü ʻAşk’ı, Refîʻin Cân u Cânân’ı gibi mesneviler müellifin başucu
kaynaklarındandır.
Mecmûʻalar: Genelde şiir mecmuaları, özellikle Mansurî-zâde Mustafâ
Mucîb Kemâlî Efendi mecmûʻası ve ayrıca verdiği bilgileri ispatlamaya yarayan
belge niteliğindeki münşe’ât mecmûʻaları yazarın müracaat ettiği çok önemli kay-
naklardandır.
Tezkireler, Şakayık-ı Numaniyye Zeyilleri ve Tarihler: Ahdî-i Bağdâdî, Âşık
Çelebi, Bursalı Beliğ, Fatîn, Latîfî, Râmiz, Safâyî, Sâlim, Sehî, Şefkat tezkireleri…,
Zeyl-i Şakâyık-ı ʻAtâyî, Zeyl-i Şeyhî, Zeylü’l-zeyl-i ʻUşşâkî-zâde…, Ayntâbî Âsım
Târîhi, Cevdet Paşa Târîhi, İzzî Târîhi, Peçevî Târîhi, Subhî Târîhi, Şânî-zâde Târîhi
gibi çok önemli kaynak eserleri elinden hiç düşürmemiştir.
Mevki ve Mesleklere Göre Kişiler Hakkında Bilgi Veren ve Türlü Biyogra-
fik Eserler: Câmiʻu Mehâsini Zürefâ’i Ehli’z-zevkı ve’l-ʻirfân fî-terâcimi Şuʻarâ’i Dev-
leti Âli ʻOsmân, Diyârbekir Vilâyet Sâl-nâmeleri, Kâfile-i Şuʻarâ, Lemezât-ı Hulvî,
Keşfü’z-zünûn, Künhüʼl-ahbâr-ı ʻÂlî, Mecelletü’n-nisâb fi’n-nesebi ve’l-kunâ ve’l-
elkâb li-Müstakîm-zâde, Menâkıb-nâme-i Gülşenî, Mir’âtü’l-Fevâ’id fî-Terâcimi
Şuʻarâ-yı Âmid, Risâle-i ʻİlm-i Edvâr, Sicill-i Osmânî, Silsile-nâme-i Meşâyıh-ı Nakş-
bendiyye, Tercüme-i Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî li-Müstakîm-zâde, Tuhfetü’l-
hattâtîn-i Müstakîm-zâde gibi eserler, “Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid”e hem kaynaklık
etmiş hem de müellif tarafından mütalaa edilerek gerekli yerlerde referans olarak
da kullanılmış çok önemli kaynaklardır.
Osmanlı döneminde yazılan şuara tezkireleri içinde şair, âlim, şeyh, hattat,
mûsikî-şinas ayırımı gözetmeden Diyarbakır ve çevresinde yetişen önemli zevatın
hâl tercümelerini, dil, kültür ve edebiyatlarını yansıtan bir eser olması yönüyle tek
ve müstesnadır. Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid, başlangıçtan 1296/1878 yılına kadar
yaşamış Diyarbakırlı yetmiş dokuz kişinin biyografisini ihtiva eder. Zel ( ) زharfine
kadar olan kısmı basılan eser, alfabetik olarak tasnif edilmiştir.
Yukarıda da belirtildiği gibi eser, belli bir bölgede yetişen şairleri konu al-
makta bu yönüyle diğer tezkirelerden ayrılmaktadır. Kendinden önce yazılmış bü-
tün tezkireleri tetkik eden Ali Emîrî Efendi, kaynaklarda adı geçmeyen veya unu-
tulmuş birçok şairin biyografisini kendine has bir üslupla yazmış ve tezkiresine
almıştır. Şairlerin adlarını, mahlaslarını, doğum yeri ve tarihlerini verdikten sonra
edebi kişilikleri ve şiirleri hakkında da bilgiler veren müellif, şairin nerede ne za-
man öldüğünü, hatta kabrinin yerini bile gözlemlerine dayanarak tespit etmekte-
dir. Daha sonra bilgi verdiği şairin şiirlerinden örnekler sunmakta, varsa başka
şairlerin şiirlerine yazdığı nazireleri de biyografinin sonuna eklemektedir. Kendisi
de şair olduğu için ele aldığı bir şairin şiirine yazdığı nazireleri de biyografilere ilave
11
etmektedir. Bu yönüyle eser nazire mecmuası özelliğinde olup birçok şairin aynı
vezin ve kafiyede, aynı muhtevada birçok beytini okuyucuya bir arada sunmak-
tadır.
Bilindiği gibi eser, sadece Diyarbakırlı şair biyografilerini vermekle kal-
mayıp bölgede yetişen ve başka eserlerde adları anılmayan çok önemli ilim ve fikir
adamlarından da bahsetmektedir. Halk arasında şöhret bulan ve yıllarca halkın
elinden düşürmediği “Pend-nâme” adlı eserin yazarı mutasavvıf şairlerden Ahmedî
bunlardan biridir. Gülşeniler sülalesinden Şeyh İbrahim Güşeni ve o sülaleye ait
şeyh ve mutasavvıflar hakkında geniş malumat verilmiştir. Yüksek himmetleriyle
halkın ve özellikle şairlerin gönlünde taht kurmuş aynı zamanda kendileri de şair
olan Diyarbakır valilerine yer vermiştir. Önemli kişilerle birlikte döneminde şöhret
kazanmış ancak bu gün pek tanınmayan birçok divan şairi, saz şairi, hânende ve
etibba, hatta ümmi kahve-hane şairleri, esnaf şairleri de Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid
sayesinde adları tekrar hatırlanacak kişilerdir. Ali Emîrî, eserde biyografisine yer
verdiği şairleri dört grupta toplamaktadır:
§ Diyarbekirli şâirler: Emîrî, Hâmî, Vâlî, Lebîb gibi..
§ Başka memleketlerden olup Diyarbekir’de vefat edenler: Âgâh-ı
Semerkandî-i Âmidî gibi..
§ Diyarbekir’den başka memleketlere gidip oralarda yerleşenler:
İbrâhîm Gülşenî, Said Paşa gibi..
§ Diyarbekirli olmadığı ve orada vefat etmediği halde bazı kaynak-
larda doğum veya ölümü Diyarbekir’e nispet edilenler: Seyyid
Nesîmî gibi..
12
zâde Edhem
EDÎB Muhammed Diyarbekir 1149/1737
ESʻAD, MUHLİS Muhammed Esʻad Diyarbekir Valisi 1267/1851
Muhlis Paşa (Müfti-
zâde)
İSKENDER PAŞA Çerkes İskender Paşa Diyarbekir Valisi 979/1572
İSMÂʻÎL ÇELEBÎ Urmevi-zade İsmaʻil Diyarbekir 1080/1670
ÂSAF Muhammed Emin Diyarbekir 1279/1863
ÂGÂH Hâfız Muhammed Semerkand 1141/1729
Bulak
ÜLFETÎ - Diyarbekir 1000/1592
ÂMİDÎ - Diyarbekir 1100/1689
ÜMNÎ Muhammed Ağa Diyarbekir 1104/1693
EMÎRÎ (Cedd-i Muhammed Diyarbekir 1137/1725
Câmiʻu’l-hurûf)
EMÎRÎ (Râkımu’l- Emîrî-zâde Ali Emiri Diyarbekir 1342/1924
Hurûf)
EMÎN Muhammed Emin Diyarbekir? 1158/1745
ÂHÛ Âhû Baba Diyarbekir -
BÂKÎ Abdulbâkî Diyarbekir 1215/1801
BEKRÎ Şeyh-zâde Hacı Bekir Diyarbekir 1250/1835
Bey
BEYʻATÎ Derviş Beyati Diyarbekir 1000/1592
TÂ’İB Muhammed Tahir Diyarbekir 1274/1858
SÂNÎ Muhammed Çelebi Diyarbekir 1010/1602
CÂZİB Halil Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
ÇÂKERÎ Seyyid Ali Çelebi Diyarbekir 1160/1747
CÂMÎ Ahmed Diyarbekir 1215/1801
CEDÎDÎ - Diyarbekir 1245/1830
CEZMÎ Abdulkerim Diyarbekir 1104/1693
CELÂL PAŞA Seyyid Alî Celâlüddîn Diyarbekir -
CEMÎLÎ - Diyarbekir? 950/1544
CİVÂN - Diyarbekir 1130/1718
CİVÂN Hacı Civan Diyarbekir -
CEVRÎ Hasan, Binbaşı Ahıska 1292/1875
CEHDÎ İbrahim Diyarbekir 1204/1790
13
HÂSİM - Diyarbekir 1152/1740
HÂLETÎ Muhammed Diyarbekir 989/1582
HÂMİD Halil Diyarbekir 1245/1830
HÂMÎ Ahmed Diyarbekir 1160/1747
HİCÂZÎ Ahmed Diyarbekir 1040/1631
HADÎDÎ - Diyarbekir 1230/1815
HÜSÂMÎ - Edirne 1016/1608
HASRETÎ - Diyarbekir 1231/1816
HASAN Seyyid Hasan Diyarbekir 1024/1615
HÜSEYİN Seyyid Hüseyin Diyarbekir 1119/1708
HAFÎD PAŞA Şeyh-zade İbrahim Diyarbekir 1228/1813
HİLMÎ Ahmed Muhtar Diyarbekir 1319/1902
HAMDÎ Ahmed Çelebi Diyarbekir 1115/1704
HAMDÎ - Diyarbekir 1250/1835
HAMÎDÎ Abdulhamîd Diyarbekir 1238/1823
HÂLİD - Diyarbekir 1131/1719
HÂLİD Muhammed, Abdul- Diyarbekir 1100/1689
celîl-zâde
HALÎFE - Diyarbekir 980/1563
HALÎLÎ - Diyarbekir 890/1486
HUMÂRÎ - Diyarbekir 1000/1592
HANDÂN - Diyarbekir 830/1427
HAYÂLÎ Ahmed Diyarbekir 977/1570
HAYÂLÎ Ahmed Diyarbekir 1303/1886
HAYRÎ Muhammed Hayrullah Diyarbekir 1296/1879
DÜRCÎ Zülfikar Diyarbekir 1297/1880’de sağ.
DERVİŞ Derviş Bey, İskender Diyarbekir 998/1590
Paşa-zâde
ZEKÂ’Î Ahmed Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
ZİHNÎ Zülfikar Zihnî Efendi Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
RÂ’İF Feyzullah Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
RÂ’İF İskender Paşa-zâde Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
Yûsuf Bey
RÂ’İF Rûznâmeci-zâde Yûsuf Diyarbekir 1280/1864
Râ’if
14
RÂSİM Muhammed Kasım Diyarbekir 1260/1844
RÂŞİD Ahmed, Kalʻavî Diyarbekir 1272/1856
RÂGIB Muhammed Diyarbekir 1240/1825
RÂGIB Hacı Muhammed Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
Râgıb Bey
RE’FET İbrahim Diyarbekir 1321/1903
RÂMİŞ - Diyarbekir 1120/1709
RÂYİC Mustafa Mucib Kemali Diyarbekir -
RESMÎ Açıkbaş Şeyh Mahmûd Diyarbekir 1077/1667
Efendi
RIZÂ Tabîb Muhammed Diyarbekir 1180/1767
Rızâ
RIZÂ Ali Rızâ Diyarbekir 1271/1855
REFÎʻ Lebîb-zâde Muham- Diyarbekir 1231/1816
med Refiʻ
REFÎK Muhammed Şaʻban Diyarbekir -
Kâmî
REMZÎ Muhammed Diyarbekir 1227/1812
RÛŞENÎ Hacı Bekir Rûşenî Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
Efendi
ZÂRÎ Ali Diyarbekir 1190/1776
ZEMZEM HÂNIM Zemzemü’l-hassa Diyarbekir 1296/1879’da sağ.
15
KAYNAKÇA
Akpınar, Şerife (2006). Âgâh Dîvânı ve İncelenmesi. Doktora Tezi. Konya:
Selçuk Üniversitesi.
Ali Emîrî (1319). Cevâhirü’l-Mülûk Mukaddimesi. İstanbul: Matbaʻa-yı Asr.
Ali Emîrî (1327). Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid. İstanbul: Matbaʻa-yı Âmid.
Ali Emîrî (1330). Cevâhirü’l-Mülûk. İstanbul: Matba‘a-yı Kader.
Ali Emîrî. Esâmî-i Şu‘arâ-yı Âmid. Millet Kütüphanesi. Manzum Eserler. Tarih.
No. 781/1.
Arslan, Mustafa Uğurlu (2008). Ali Emiri Efendi ve Divanı. Yüksek Lisans Tezi.
İstanbul: Fatih Üniversitesi.
Beyatlı, Yahya Kemal (1985). Eski Şiirin Rüzgârıyla. İstanbul.
Beysanoğlu, Şevket (1997). Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları I-II. Ankara.
Beysanoğlu, Şevket (1998). Anıtlar ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi Akko-
yunlu’dan Cumhuriyete Kadar. Diyarbakır: DBB Kültür ve Sanat
Yayınları.
Çelik, Kemal (2007). Bir Kitap Dostu Ali Emîrî Efendi. Ankara.
Güner Galip-Nurhan (hzl.) (2003). Ali Emîrî Esâmî-i Şu‘arâ-yı Âmid. Ankara.
Hayber, Kasım (1996). Ali Emîrî Efendi Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid. Yüksek Lisans
Tezi. Kayseri Erciyes Üniversitesi.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal (1988). Bütün Eserleri Son Asır Türk Şairleri I-
IV. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Kadıoğlu, İdris (2005). “Hayatını Milletine Adayan Şark Bilgini Ali Emîrî ve
Cevâhirü’l-Mülûk’u”. SBARD Hüseyin Hatemi’ye Armağan 6: 557-580.
Kadıoğlu, İdris (2008). Osmanlı Hânedânı Âşığı Ali Emîrî Efendi Otabiyografi
Cevâhirü’l-Mülûk Mukaddimesi. İnceleme-Metinler-Dizin. Malatya:
Özserhat Yayıncılık.
Kadıoğlu, İdris (2010) “Ali Emiri Efendi’nin Cevâhirü’l-Mülûk’u ve Yavuz Sul-
tan Selim’in Şiirleri Üzerine Değerlendirmeler”. Adıyaman Üniversitesi
Ulusal Eski Türk Edebiyatı Sempozyumu Bildirileri. 373-382.
Kadıoğlu, İdris (hzl.) (2005). Diyarbakırlı Lebîb Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri
ve Divanı. Malatya: Özserhat Yayıncılık.
Kadıoğlu, İdris (hzl.) (2014). Ali Emîrî Efendi Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid. Ankara:
Son Çağ Yayıncılık.
Kadıoğlu, İdris, Halil Çeçen ve Ramazan Sarıçiçek (hzl.) (2013). Ali Emîrî,
Cevâhirü’l-Mülûk. Diyarbakır: Diyarbakır Valiliği Yayını.
Kut, Günay vd. (2014) (hzl.). Ali Emiri Mir’âtü’l-Fevâ’id Mukaddimesi ve
Mir’âtü’l-Fevâ’id fî Terâcimi Meşâhîri Âmid. 2 Cilt. Ankara: Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.
16
Kültüral Zühal ve Latif Beyreli (hzl.). Şerifi, Şehnâme Çevirisi. 4 Cilt. Ankara:
TDK Yayınları.
Taş, Kenan Ziya vd. (hzl.) (2005). Ali Emîrî Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi. Anka-
ra.
Tayşi, M. Serhat (1989). “Ali Emîrî Efendi”. İslam Ansiklopedisi. C. II. İstan-
bul: TDV Yayınları.
Tayşi, M. Serhat (2009). Ali Emîrî’nin İzinde. İstanbul: Timaş Yayınları.
Tevfikoğlu, Muhtar (1989). Ali Emîrî Efendi. Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları.
Türk, Yılmaz (1999). Esâmi-i Şu’arâ-yı Âmid’in Tenkitli Metni. Yüksek Lisans
Tezi. İstanbul: Fatih Üniversitesi.
17
(1)
FİHRİST
v (2) İfâde-i Mahsûsa
v (3) Mukaddime-i Kitâb
v (5) Meşhûr Pend-nâme nâzımı ve âsâr-ı sâ’ire mü’ellifi kıdve-i fuzalâ Ah-
med Mürşidî hazretleri
v (8) Fahrü’l-eshiyâ Gâzî İskender Paşa-zâde Ahmed Paşa
v (10) Nefʻî-i zamân Tâlib Efendi-zâde Edhem Efendi
v (11) ʻUmdetü’l-kuzât Edîb Efendi
v (12) Ekmelü’l-vülât ve’l-vüzerâ Esʻad Muhlis Paşa Vâlî-i Âmid, nezâ’ir ve
sâ’ire
v (16) Gâzî-i şehâmet-pîrâ İskender Paşa bânî-i câmiʻ-i şerîf ve sâ’ir âsâr-ı
nâfiʻa
v (20) Mefharü’l-muhakkikîn ʻAzîz Mahmûd Urmevî hazretleriniñ mahdûm-ı
ʻâlîleri Şeyh İsmâʻîl Çelebî
v (21) Zübdetü’l-ezkiyâ Muhammed Emîn Âsaf Efendi
v (22) ʻÂrif-i bi’llâh fâzıl-ı âgâh üstâdü’l-hattâtîn Hâfız Muhammed Âgâh
Semerkandî-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (33) Üstâdü’l-kudemâ emlahü’ş-şuʻarâ Ülfetî-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (37) Âmidî, nâzım-ı Lûgat-nâme
v (38) Memdûhu’ş-şuʻarâ Ümnî Muhammed Ağa, kethudâ-yı vülât-ı kirâm,
nezâ’ir ve sâ’ire
v (48) Üstâdü’l-üdebâ emîru’ş-şuʻarâ cedd-i câmiʻu’l-hurûf Seyyid Muham-
med Emîrî Çelebî, nezâ’ir ve tafsîlât-ı sâ’ire
v (65) Türâb-ı ikdâm-ı kâ’inât, râkımu’l-hurûf Emîrî-i hakîr, kasâ’id ü nezâ’ir
ve sâ’ire
v (98) Bedrakatü’l-meşâyihi’l-kirâm ve ʻumdetü’l-fuzalâi’l-ʻizâm Şeyh Mu-
hammed Emîn Âmidî-i Tokâdî
v (112) Üstâd-ı mûsikî Âhû Çelebî-i Âmidî ve baʻzı esâmî-i ʻurefâ-yı mûsikiy-
ye
Harf-i Bâ
v (113) Şekerci esnâfından ve şuʻarâdan meşhûr Hâcı Bâkî Ağa
v (115) Makbûlü’l-eshiyâ ve kıdvetü’l-ümerâ Şeyh-zâde Ebû Bekir Bekrî Bey,
nezâ’ir ve sâ’ire
v (121) Sâhib-i vecd ü hâl Dervîş Beyʻatî-i Âmidî
Harf-i Tâ
v (124) Münşî-i kâmil, fâzıl-ı bî-muʻâdil Muhammed-i Sânî Çelebî-i Sincârî-i
Âmidî
Harf-i Cîm
v (125) Vâkıf-ı mazmûn u maʻnâ Saʻsaʻa-zâde alay emîni Halîl Câzib Efendi
18
v (125) Mücellid esnâfından ve zürafâ-yı şuʻarâdan Seyyid ʻAlî Çâkerî Efendi,
şâʻir-i şehîr Nâbî-i nüktedânıñ Diyârbekir’e gelerek şuʻarâ-yı memleket ve
üstâdân-ı mûsikân ile hem-âheng-i şiʻr ü nagamât olması
v (129) Mergûb-ı zürefâ üstâd-ı mûsikî Ahmed Câmî Efendi, nez’âir ve sâ’ire
v (139) Kahve-hâneler şuʻarâsından Cedîdî
v (135) Hasancan-zâde Şeyhülislâm Saʻdüddîn Efendi ahfâdından Kâdî-i
Âmidî ʻAbdulkerîm Cezmî Efendi
v (139) Fuzalâ-yı kirâm ve vüzerâ-yı ʻizâm-ı muvaffakiyet-ittisâmdan sâhib-
münşe’ât Rûmeli serʻaskeri neheng-i deryâ-yı şecâʻat Celâl Paşa hazretleri
v (154) Kudemâ-yı şuʻarâdan Cemîlî-i Âmidî
v (155) Basmacı esnâfından Şâʻir Civân
v (156) Kahve-hâneler şuʻarâsından Hâcı Civân
v (158) Şaʻir-i mâhir Akıskalı Biñbaşı Cevrî Efendi
v (161) Pîşvâ-yı ebrâr ve kurretü’l-ayn-ı ahyâr müftî Kâsım Efendi-zâde Sey-
yid İbrâhîm Cehdî Efendi, cedd-i ʻâlî Saʻîd Paşa, nezâ’ir ve sâ’ire
Harf-i Hâ
v (165) İmâmü’ş-şuʻarâ, bürhânü’l-fuzalâ İbrâhîm Hâsim Efendi, nezâ’ir ve
sâ’ire
v (175) Hazret-i Gülşenî-i Âmidî sülâle-i tâhiresinden necîb-i kâmil Muham-
med Hâletî Efendi, nezâ’ir ve sâ’ire
v (182) Münşî-i mâhir, hattât ve şâʻir Halîl Hâmid Efendi, nezâ’ir ve sâ’ire
v (187) Eşher-i şuʻarâ ve ekmel-i fuzalâ Ahmed Hâmî Efendi, nezâ’ir ve sâ’ire
v (209) Emlah-ı üdebâ ve ezraf-ı şuʻarâ üstâd-ı mûsikî Ahmed Hicâzî Efendi
v (211) Şehrimiziñ demirci esnâfından Şâʻir Hadîdî
v (213) Sadraʻzam-ı serdâr-ı ekrem Cığala-zâde Sinân Paşa’nıñ mahdûmu
Diyârbekir vâlîsi Güzelce Mahmûd Paşa’nın dîvân kâtibi Edirneli Şâʻir
Hüsâmî Efendi
v (215) Şehrimiziñ kahveci esnâfından Şâʻir Hasretî
v (216) Pîr-i tarîkat-ı ʻaliyye Gülşenî-i Âmidî hazretleriniñ hafîd-i ʻâlîleri şeyh-i
celîlü’l-kadr Seyyid Hasan hazretleri
v (221) Şeyh-i nezîhü’l-ahvâl Hüseyin Efendi el-Mardinî
v (222) Vüzerâ-yı ʻizâm ve fuzalâ-yı kirâmdan asîl ibn asîl necîb ibn necîb
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
v (240) ʻUlemâ-yı ʻâmilîn ve fuzalâ-yı kâmilînden Kâsım Pâdişâh Medresesi
müderrisi Ahmed Hilmî Efendi-i Âmidî
v (242) Şehrimiz tüccâr-ı muʻteberânından ve eʻâzım-ı şuʻarâ-yı memleket-
ten Ahmed Hamdî Çelebî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (252) “Keten helva” ʻâmil-i meşhûru zurefâ-yı memleketten Muʻallim
Hilmî Efendi
v (253) Aʻzamü’l-mütekellimîn ve aʻrefü’l-ʻulemâ’i ve’l-ʻârifîn müftî-i Âmid
ʻAbdulhamîd Efendi-i şehîd, nezâ’ir ve sâ’ire
19
Harf-i Hâ
v (258) Kâsib-i gayûr-ı zü’l-mefâhir ve bostânî-i ʻirfân-ı nâşir Hâlid Efendi
v (258) Meşhûr ʻAbdulcelîl-i Âmidî sülâlesinden fâzıl-ı edîb Muhammed
Hâlid Bey ve ʻAbdulcelîl-zâdeler sülâlesi hakkında baʻzı tafsilât ve
ʻAbdulcelîl-zâde İsmâʻîl ve Çeteci ʻAbdullâh Paşa’ların meşhûr Nâdir Şâh
ile muhârebe-i ʻazîmeleri ve sâ’ire
v (269) Selefü’ş-şuʻarâ ve üstâdü’l-bülegâ Halîfe nâzım-ı Şehrengîz-i Âmid,
nezâ’ir ve sâ’ire
v (277) Şeyh-i sâhib-iştihâr ʻârif-i hoş-etvâr Halîlî-i Âmidî, nâzım-ı Fürkat-
nâme, nezâ’ir ve sâ’ire
v (292) Edîb-i maʻârif-pîrâ ʻâşık-ı hüsn ü edâ Humârî-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (296) ʻÂkıl-ı Mecnûn-nümâ zû-fünûn-ı ʻirfân-âşinâ Seyyid Handân birâder-i
Nesîmî-i Meşhûr
v (297) Evhadü’l-kâmilîn, senedü’l-muhakkıkîn Şeyh Ahmed Hayâlî,
mahdûm-ı hazret-i Gülşenî-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (309) Güzîde-i üdebâ-yı zamân, sâhib- fünûn ü ʻirfân Ahmed Hayâlî Efendi
ibn üstâdenâ Şeyh Muhammed Şaʻbân Kâmî-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire ve
on dört zevât ile birlikte levha-i tasvîr-i ʻâlîleri
v (320) Fahrü’l-kuzât, Mısır kâdî-i esbakı ʻÜryânî-zâde Hayru’llâh Hayrî
Efendi ve Diyârbekir ʻÜryânî silsilesi hakkında izâhât
Harf-i Dâl
v (324) Vâsıl-ı neş’e-i maʻnevî, Zülfikâr Dürcî-i Mevlevî
v (324) Cûd ü sehâ ile mümtâz ve ʻirfân ü zekâ ile ser-firâz gâzî-i şehâmet-
pîrâ İskender Paşa-zâde Dervîş Bey
Harf-i Zâl
v (327) Vâkıf-ı şiʻr ü inşâ Ahmed Zekâ’î Efendi, nezâ’ir ve sâ’ire.
v (327) Mefharü’l-ihvân, Zülfikâr Zihnî Efendi, nezâ’ir ve sâ’ire.
Harf-i Râ
v (330) Vâkıf-ı fünûn u kemâlât, müftî kâtibi, Mektûbî-i Vilâyet Feyzu’llâh
Râ’if Efendi, nezâ’ir ve sâ’ire
v (335) Gâzî-i şehîr İskender Paşa ahfâdından necîb-i muhterem Yûsuf Râ’if
Beyefendi
v (336) Makbûl-i ricâl-i memleket Mukâbeleci-zâde Yûsuf Efendi, nezâ’ir ve
sâ’ire
v (342) Pesendîde-i efâzıl u ebrâr, şâʻir-i hamiyyet-mend-i vefâ-şiʻâr Mu-
hammed Kâsım Râsim-i Âmidî, nezâ’ir ve sâi’re.
v (346) İftihâr-ı fuzalâ-yı zîşân ve ser-âmed-i üdebâ-yı şîrîn-beyân Kalʻavî
Muhammed Râşid Efendi, mü’ellif-i Kitâbü Sânihât, nezâ’ir ve âsâr-ı sâ’ire
v (357) Kuzât-ı fezâ’il-simâttan şâʻir-i mâhir Muhammed Râgıb-ı Âmidî,
nezâ’ir ve sâ’ire
20
v (364) Gevher-i yek-dâne-i hânedân-ı ʻulemâ, mefhar-ı aʻyân u fuzalâ Hâcı
Muhammed Râgıb Beyefendi ve âbâ vü ecdâd-ı ʻâlîleri hakkında baʻzı
îzâhât
v (374) ʻÂrif-i esrâr-ı sühandânî Hâce İbrâhîm Re’fet Efendi, nâzım-ı Mevlid-i
Şerîf
v (376) Şehrimiziñ tüccar esnâf-ı muʻteberânından şâʻir-i mâhir Râmiş Efen-
di, nezâ’ir ve sâ’ire
v (379) Kâdî-i Şâm ü Şehbâ Mansûrî-zâde edîb-i kemâlât-pîrâ Mustafâ Mucîb
Efendi’niñ mahlas-ı dîgeri Râyic imzâsıyla baʻzı âsârı
v (380) Hâtemü’l-ʻurefâ ʻAzîz Mahmûd Urmevî hazretleriniñ birâder-
zâdeleri, meşâyıh-ı kirâm-ı Nakş-bendiyye’den Açıkbaş şöhretiyle be-nâm
vâsıl-ı esrâr-ı gaybî Şeyh Mahmûd Resmî-i Âmidî ve nezâ’ir ve Burûsa şeh-
rinde teşkîl eylediği silsile-i Nakş-bendiyye
v (386) Kıdvetü’l-etibbâ ve ʻumdetü’l-ezkiyâ tabîb-i eşher Muhammed Rızâ
Efendi
v (392) Sîret-i güzîde ile mevsûf muʻallim-i şuʻle-efzâ-yı Yeñişehr-i Fenâr ʻAlî
Rıza Efendi-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (397) Maʻârif ve kemâlât ile maʻrûf Lebîb-zâde Muhammed Refî-i Âmidî,
nâzım-ı “Cân u Cânân” Fârisî ve Türkî, nezâ’ir ve sâ’ire
v (409) Üstâdü’l-üdebâ Şeyh Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleriniñ
dîger mahlası Refîk imzâsıyla baʻzı âsârı
v (411) Ezrafü’ş-şuʻarâ ve efharü’l-fuzalâ Muhammed Remzî-i Âmidî, nezâ’ir
ve sâ’ire
v (416) Sülâle-i tâhire-i Hazret-i Gülşeniyye’den münşî-i muʻciz-edâ Hâcı Be-
kir Rûşenî Efendi-i Âmidî, nezâ’ir ve sâ’ire
Harf-i Zâ’
v (419) Kâşif-i esrâr-ı maʻânî kâtib-i dîvân-ı vüzerâ ʻAlî Zârî Efendi, nezâ’ir ve
sâ’ire
v (421) Aʻzamü’l-muhakkikîn Şeyh İsmâʻîl Fakîru’llâh hazretleriniñ sülâle-i
tâhiresinden tâcü’l-muhedderât, fahru’l-muvakkarât Zemzem Hânım
v (424) Hâtime-i Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid ve baʻzı tashihât
21
(2)
İfâde-i Mahsûsa
Mâzîden müstakbele nakl-i vukûʻât eden vesâit-i mübecceleden biri de
tezâkir-i şuʻarâdır. Şurası şâyân-ı kayd u tezkârdır ki tezâkir-i şuʻarâ nâmı tahtında
yazılan eserler yalñız şiʻr ve şuʻarâya mahsûs olmayıp bizzat şâʻir olmak ya bi’l-
münâsebe zikredilmek sûretiyle sâ’ir eserlerde görülemeyen nice nice erbâb-ı
hüner ü maʻârif ve ashâb-ı sanâyiʻ ü nefâyisin ahvâlini câmiʻdir ki tezâkir-i şuʻarâyı
umûmî bir rağbet ve kıymete îsâl eden esbâb-ı mühimmeden biri de budur. Yazık
ki şimdiye kadar yazılan otuz kadar ʻOsmânlı Tezâkir-i Şuʻarâsı umûmî sûretiyle
yazılmış olup bir vilâyete veya bir memlekete mahsûs tezâkir-i şuʻarâ
yazılmamıştır.
Memleketimden henüz hârice çıkmadığım âvân-ı civânîde idi ki mütâlaʻa
eylediğim Tezâkir-i Şuʻarâda maskat-ı re’sim olan Diyârbekir (Âmid) şehrinden
evvel ve âhir zuhûr eden birçok ʻOsmânlı şuʻarâsının esâmî ve ahvâli yazılmadığı ve
yazılanların da ekseri yanlış ve gayr-ı muvâfık sûrette bulunduğu ve bir kısmınıñ
maskat-ı re’sleri hiç gösterilmediği veya başka memleketlere nisbet eylediği gö-
rülmesi üzerine Diyârbekir (Âmid) şehri şuʻarâsına ve bu meyândaki sâ’ir hüner-
verâna mahsûs bir tezkire yazmak arzûsu hâsıl oldu.
Îcâb eden kitâbları tetebbuʻ eyledikten başka eyyâm-ı münâsibede bir se-
neden ziyâde şehrin mezarlıklarını dolaşmak ve memleketiñ seksen, doksan yaş-
larındaki ihtiyârlarına mürâcaat eylemek ve gece gündüz üç sene çalışmak sûretiy-
le biñ beş yüz sahifeden mütecâviz “Mir’ât-ı Fevâ’id” ismiyle bir eser meydâna
getirmiş idim.
“Mir’ât-ı Fevâ’id” on sekiz yaşından yirmi bire kadar ravza-i şebâbımın bir
nev-bâvesidir. Eserin zamân-ı hitâmı olan 1296/1879 sene-i hicriyyesinde merhûm
ʻÂbidîn Paşa ıslâhat me’mûriyyetiyle Diyârbekir’i teşrîf ederek bu ʻabd-i ʻâcizi
hey’et-i ıslâhiyye umûr-ı tahrîriyye müsevvidliğiyle refâkatlerine almışlar idi.
Maʻmûretü’l-ʻazîz, Sivas vilayetleri de dâ’ire-i ıslâhiyye dâhilinde olduğundan şim-
dilik Ergani Maʻdeni sancağına ve yetişebilinirse Harpût’a kadar teftîşât icrâ ederek
kırk gün zarfından merkez-i icrâ’ât olan Diyârbekir’e ʻavdet eylemek üzre sene-i
mezkûre ramazanında ʻazîmete karar verilmiş ve esnâ-yı harekette Sivas vilayet-i
celîlesi vâlîliği de ʻuhde-i devletlerine tefvîz buyurulmuş idi. Harpût’a kadar geline-
rek beş gün içinde îcâb eden tedkîkât ve teftîşât icrâ olunmakla Sivas’a (3) gidildi,
akdemce kırk gün üzerine müretteb olan seyahat beş mâh temâdî eyledi. Diyârbe-
kir’e ʻavdete hazırlandığımız sırada ʻÂbidîn Paşa hazretleri Selanik vâlîliğine taʻyin
buyuruldu.
Diyâr-ı gurbeti ihtiyâr eylemek o târîhe kadar hâtır ve hayâle gelmemiş ol-
duğu hâlde ânî olarak sâ’ik-i kader bizi Selanik’e kadar sevk eyledi. Kırk günlük
seyahat otuz seneyi geçti.
22
On altı sene soñra Maʻmûretü’l-ʻazîz vilâyeti defterdarlığına ʻazîmet-i
hakîrânem münâsebetiyle 1313/1899 senesi muharreminde Diyârbekir’e uğraya-
rak on beş gün kadar ikâmet eyledim. Ne görsem Mir’ât-ı Fevâ’id’iñ son bir iki
asırlık zamânına ʻâid kısm-ı mühimminiñ me’haz-ı mücessemi olan memleket ih-
tiyârlarınıñ cümlesi hâbgâh-ı ebedîlerine çekilmiş ve merâkıd-ı mübârekeleri üze-
rinde çiçekler açmış. Ol vakt añladım ki, ben şu kitâbıñ tahrîrini beş on sene daha
soñraya bırakmış olsa idim o yegâne me’haz-ı mücessemleri gâ’ib edecektim.
Şimdi ise aradan bir on altı sene daha geçmiş ve kitâbıñ hitâm-ı tahrîri ta-
mam otuz iki seneye bâliğ olmuştur. Zîrdeki mukaddimeden añlaşılacağı üzre
“Mir’ât-ı Fevâ’id’iñ “Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid” ismiyle bir de muhtasarını
yazmıştım. Bu kere tabʻ ve temsîlini münâsib gördüm. Zamân-ı civânîde yazılan bir
eserin otuz iki sene soñra tabʻ ve temsîline muvaffak eden Cenâb-ı Hakk’a ʻarz-ı
şükrân eder ve maksad vatan-ı mukaddese elden gelen bir hizmeti îfâya çalışmak
olduğundan müşâhede olunacak hatâların hüsn-i niyyete bağışlanacağını ümid
eylerim.
ʻAlî Emîrî-i Âmidî
23
(4)
Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid
Mukaddime
Baʻde edâe mâ-vecebe aleynâ, Diyârbekir (Âmid) şehri şuʻarâsınıñ terâcim-i
ahvâl ve âsârına ʻâid olmak üzre ikdâm-ı kesîr ile itmâmına muvaffak olarak
“Mir’âtü’l-Fevâ’id fî-Terâcimi Şuʻarâ-yı Âmid” tesmiye eylediğim tezkire bir kitâb-ı
kebîr olmasına ve münderic bulunan baʻzı zevâtıñ terceme-i ahvâl ve âsârı elli,
altmış ve daha ziyâde sahifeleri hâvî bulunmasına binâ’en bundan ihtisâr sûretiyle
bir şey yazılmış olsa zabt ü tahrîr ve mütâlaʻasınıñ mûcib-i suhûlet olacağı vârid-i
hâtır oldu.
Sûret-i mufassalada yazılan eserleriñ havâs ʻindinde kıymeti müsellem ise
de ihtisâr ve îcâz vâdîsinde yazılanların da başkaca revâc ve rağbeti vardır. Nitekim
eslâfta yazılan birçok kitâblarıñ mufassalı ikmâl edildikten soñra bir de muhta-
sarınıñ meydâna getirildiği görülüyor. Binâ’en-ʻaleyh Mir’ât-ı Fevâ’id’iñ muhtasarı
olmak üzre bu eseri tahrîr ve “Tezkire-i Şuʻarâ-yı Âmid” ismiyle tevsîm eyledim.
Şuʻarâmızıñ ʻâlem-i edebiyâta hizmetleri ve husûsiyle de’b-i kadîm-i şuʻarâ
vechile yek-dîgeriyle müşâʻare ve münâzarada pek büyük mahâretleri olduğundan
derc olunan nezâ’ir numûneleri haylice tafsilâtı mûcib olmuş ise de memleketiñ
hayât-ı edebiyyesine taʻalluk eylediğinden derc olunmaları zarûrî görülmüştür.
Sâ’ir memleket ahâlîsinden olup şehrimizde vefât eden şuʻarâ ile şehrimiz-
den sâ’ir mahallere ʻazîmet ve tavattun eyleyenleriñ evlâd ü ahfâdından şâʻir
zuhûr etmiş ise silsile-i ensâb maʻlûm olmak içün Mir’ât-ı Fevâ’id’deki tertîb sûre-
tiyle bu muhtasarda dahi mündericdir. Bir de kendileri memleketimize mensûb
olmadığı yahud şehrimizde vefât eylemediği hâlde baʻzı tezkirelerde tevellüd veya
vefâtı şehrimize nisbet edilenler de vardır. Hakîkat añlaşılmak içün onlar dahi
muhtasar sûretiyle derc ve irâ’e olunmuştur. Cenâb-ı Hakk hayâtta olanları
ʻâfiyetle ber-murâd, vefât edenleri rahmetiyle şâd eylesin.
Mina’llâhi’l-ʻavni ve’l-ʻinâye, mine’l-bidâyeti ile’n-nihâye.
24
25
(5)
HARF-İ ELİF
AHMED
On biñ beytten mütecâviz Pend-nâme nâzımı Ahmed-i Mürşidî hazretleri-
dir. Hızâne-i edebiñ şâyân-ı ihtirâm-ı mahzûzâtından olan âsârını Ahmed, Ahmedî,
Mürşidî imzâlarıyla tezyîn eylerdi. Müşârun-ileyhiñ Pend-nâme’si aktâr-ı ʻâlem-i
İslâmiyette maʻrûf ve mütedâvildir. Defaʻât-ı müteʻaddide ile tabʻ ve temsîl olun-
muştur. Gâyet sâde ibârât ve açık elfâz ile yazılmış olan bu kitâbıñ bilhassa köylü-
lerimiziñ ahvâl-i rûhiyyelerine pek büyük te’sîri vardır. Köylüler tarlalarından
ʻavdetle geceleri bir araya cemʻ oldular mı, hâceleri bu kitâbı okur, onlar can ku-
lağıyla dinlerler, vahşîlikteki sekâmet ve nedâmeti, mahâsin-i civânmerdîdeki
necât ve saʻâdeti, Cenâb-ı Mürşidî öyle iñleyerek beyân eyler ki, gözlerinden müd-
detü’l-ʻömr eşk-i nedâmet akıtmayan bir kimse birkaç sahifesini dikkatle okur veya
diñlerse derin hayretlere dalarak elbette ağlar, tâ’ib ve müstagfir olur.
Garibdir ki böyle bir zât-ı nâdirü’l-vücûduñ taʻrîf-i zâtîleri hakkında yalñız
Pend-nâme’leri zahrında: “Ârifün kâmilün evhadî bâriʻun fâzılü’l-maʻî Diyârbekrî
es-Seyyid Ahmed Efendi kaddesa’llâhu sirruhû ve efâza ʻaleyhi lutfühû hazretleriniñ
te’lîf-i elîf ve tasnîf-i latîfleridir” ʻibâresinden başka hiçbir kitâbda iki satırlık olsun
bir şey görülmüyor.
Velâdeti 1100/1689 hudûdundadır. Pederleri ʻOsmân Ağa’dır. “Ahmedî
maʻsûm iken kaldıñ yetîm” mısrâʻında beyân buyurdukları vechile peder ve vâlide-
den yetîm kalmıştır. Nûr-ı ʻakl-ı sidâdı rehber ederek tahsîl-i ʻulûm ve kemâlât ey-
ledi. Baʻdehû tarîkat-ı ʻaliyyeye bi’l-intisâb mürşid-i muhakkak Birecikli Şeyh Ebû
Bekir hazretlerinden tekmîl-i tarîkat ve 1145/1733 hudûdunda Haremeyn-i Şeri-
feyn’e ʻazîmetle îfâ-yı şeʻâir-i hacc ü ziyâret etti. İki defʻa te’ehhül ederek “Ahmedî
evlâdıñı ver mektebe” mısrâʻ-ı ʻâlîlerinden añlaşılacağı üzre istihlâf-ı incâl eylemiş
ise de şimdi ahfâdınıñ mevcûd olması maʻlûm değildir. (6) Hânesi şehrimiziñ
Yeñikapı Semti’nde hâlen maʻrûftur.
Evâhir-i eyyâmında şehre bir sâʻat mesâfede ʻAlîpuñarı karyesine rıhlet
ederek 1174/1761 senesinde o karyede vefât eyledi.
ʻAlîpuñarı karyesine ʻazîmetine sebeb bir mûzî kedi olmuştur. Hikâyesi
meşhûrdur. 1 “Ahmed-i Mürşidî kedisi gibi” darb-ı meseli bundan yadigâr kalmıştır.
Baʻzı mahallerde tahrif ederek “Ahmed-i Bîcan kedisi gibi” derler.
Merkad-ı mübârekleri şehr ile karye arasındadır. Şehrimiziñ ekser ahâlîsi
gibi Hanefiyyü’l-mezheb olduklarını kitâbında beyan buyuruyorlar.
1
Bu meşhur kedi hikâyesi, müellifin Mir’âtü’l-Fevâ’id fî-Terâcimi Şuʻarâ-yı Âmid adlı eserindean-
latılmaktadır. (Bk. Ali Emiri. MF. v 99a.; Günay Kut vd. (2014) (hzl.). Ali Emiri Mir’âtü’l-Fevâ’id Mu-
kaddimesi ve Mir’âtü’l-Fevâ’id fî Terâcimi Meşâhîri Âmid. 2 Cilt. Ankara: Türkiye Yazma Eserler Ku-
rumu Başkanlığı Yayınları. 140.)
26
Mağfûr-ı müşârun-ileyh ile işbu tezkiremiziñ zamân-ı tahrîri arasında 120
senelik bir mesâfe olduğundan şehrimizde o zât-ı ʻâlî-kadre vâsıl olan kimse kal-
mamıştır. Ancak müşârun-ileyhi idrâk edenlere vâsıl olan pîrân-ı rûzgârımız
mevcûddur.
Müşârun-ileyh orta boylu, müdevver çehreli, sıyâm ü salâta ziyâdesiyle
müdâvim, gâyet mütevâzıʻ, halîm, kerîm bir zât olduğunu nakl ü rivâyet ederler.
Hânesi ve ʻâilesi malzemesini bizzat kendileri ahz ve iştirâ ederek hânesine getirir-
di. 1149/1737 senesinde kırk dokuz yaşında iken yazdığı Pend-nâme’sinde aksa-
kallı olduğunu bi’l-münâsebe beyân buyurmasına nazaran lihye-i mübarekesiniñ
vaktinden evvel ağardığı añlaşılıyor. Zamân-ı hayat-ı mürşidânelerinde enfâs-ı
şerîfeleriyle tebrîk olunduğu gibi vefâtından soñra da el-ân merkad-ı feyz-nâki
ziyâretgâh-ı erbâb-ı kulûbdür.
Müşârun-ileyhiñ târîh-i vefâtını ahz içün 1295/1878 sensinde baʻzı ihvân ile
merkad-ı ʻâlîlerini ziyâret eylediğimizde ser-levha-i mezârını mevkiʻinde bula-
madık. Birçok taharrîden soñra ikiye şakk olmak sûretiyle her parçasını bir mahal-
de bularak pederleriniñ ismi ve kendileriniñ Hâccü’l-Haremeyn olmaları ve târîh-i
vefâtı keşf ve tahrîr olundu. Müşârun-ileyhiñ merkad-ı münevverini görünce garîb
bir hayrete daldım; sebebi de, ziyaretimden sekiz, on sene evvel henüz benim gibi
sekiz, on yaşında iki refîk-i maʻsûm ile Hacc-ı Şerîf’den gelmekte olan akrabâdan
bir zâtın istikbaline gitmiştik. Zamân-ı şitâ’ olduğundan zemin berf ile bir câme-i
sefîd-fâma bürünmüş idi. ʻAlîpuñarı karyesine vardığımızda hacınıñ o gün geleme-
yeceği ve bizden evvel gelen müstakbilîniñ geriye döndükleri haberini alarak
ʻavdet eyledik. Yolda bir mahalle vardık ki, dört tane gürg-i gazanfer-peyker yolu-
muz üstünde imiş. Dar bir ʻakabeden bagteten üzerlerine vardık. Henüz kurd gör-
mediğim içün köyün müdhiş köpekleri zannettim. (7) Bu cesâmette köpekler de
görmemiştim. Taʻaccüb ediyordum, arkadaşlarımın renkleri uçmuş olduğu hâlde
bunlarıñ köpek olmayıp kurd olduğunu baña anlattılar. İleri gitmek mümkün ol-
madığı gibi geriye dönerek onlara arka vermek de mümkün olamıyor, aramızdaki
mesâfe sekiz, on adımdan ibâret. Kurdlar bize bakıyorlar fakat yerlerinden
kımıldamıyorlar. Yanımızda Beşîr isminde bir köle ile Reşîd nâmında bir hizmetçi
var idi. Reşîd elindeki asâyı kurdlara doğru oynatarak gûyâ onları korkutup yolu-
muzuñ üzerinden savuşturmak istedi. Ben darıldım, onlar bize dokunmuyorlar, sen
onları zor ile bizim üzerimize hücum ettirmek mi istiyorsun, dedim. Kurdlarda yine
hiçbir hareket yok, yalñız cümlesiniñ gözleri bizde. Biz bu hâlden biraz cesâret
alarak yavaş yavaş geriye çekilmeğe başladık. Yolumuzu saptırarak gözümüzüñ
ucuyla bakıyoruz, hâlâ kurdlar sâkin bir hâlde bize bakmakta idiler. Büyük şoseye
çıkar bir yola tesadüf ettik. Hemen o yola saparak kurdların gözü önünden kaybol-
duk. Arkamızdan gelecekler diye korkuyor ve titriyorduk. Biraz ilerleyip nefes
aldıktan soñra hizmetçi Reşîd kurdlarıñ neden dolayı ve nasıl olup da yerlerinden
hareket ve üzerimize hücûm etmediklerini kemâl-i taʻaccüble söyler ve henüz
27
dünyâda yaşamak mukadder olduğunu yoksa pek büyük tehlike geçirdiğimizi deh-
şetli sûretle anlatırdı.
İşte bu kere Ahmed-i Mürşidî hazretleriniñ merkad-ı ʻâlîlerini görünce se-
kiz, on sene evvel kurdlara tesâdüf ederek dendân-ı sibâʻânelerinden necât buldu-
ğumuz mahalliñ burası olduğunu der-hâtır eyledim. Garîb bir hayrete daldım.
Hayy-ı maʻnevî ile hayy olan bu zât-ı velâyet-simâtıñ henüz maʻsûm iken imdâd-ı
rûhânîsine nâ’il olduğumuzu añladım. Rûh-ı ʻâlîlerine rahmetler okudum.
Müşârun-ileyhiñ bâlâda zikri mürûr eden Pend-nâme-i ʻâlîlerinden başka
vilâdet-i hümâyûn-ı risâlet-penâhî ile müzeyyen bir Mevlid-i Şerîf’i ve hikâye-i
cenâb-ı Yûsuf u Züleyhâ gibi daha baʻzı âsâr-ı mübârekesi vardır. Şu naʻt-ı şerîf
âsâr-ı mübeccelesindendir:
28
AHMED PAŞA
Şehrimizde câmiʻ-i şerîf ve sa’ir baʻzı âsâr-ı hayriyye ile ibkâ-yı nâm eden
âti’t-terceme Çerkes İskender Paşa’nın mahdûm-ı kebîridir. Pederleri Diyârbekir
vâlîsi olmazdan mukaddem mütenevviʻ memûriyetlerle şehrimizde bulunarak
te’ehhül eylemiş ve sâhib-terceme Ahmed Paşa 933/1527 hududunda dünyaya
gelmiştir. Sâye-i peder ve sevk-i kaderle ʻulemâ-yı Âmidiyyûndan ve soñraları müf-
tî-i memleket fâzıl-ı şehîr Muslihüddîn Lârî hazretlerinden tahsîl-i ʻulûm ve kemâlât
eylemiştir.
Ahmed Paşa, eşkıyâ-yı Ekrâd’ıñ te’dîbi ve gerden-keşânıñ tenkîli gibi
ahvâlde pederiniñ yed-i yemîn-i satveti idi. Celâdetle ılgârda nâmdâr ve ʻale’l-gafle
eşkıyâyı basmakta çâbük-süvâr idi. Diyârbekir vilâyetine mülhak baʻzı sancak beyli-
ğinde istihdâm olunduğu gibi 974/1567 târîhinde pederleri Bağdâd vâlîliğine tah-
vîl-i me’muriyyet eyledikte ma’iyyet-i pederle ʻazm-i Bağdâd eylemiştir.
Ümerâ-yı ʻArab’dan ʻAliyyanoğlu vakʻasında Basra ve Müntefik ve Necd
kıtʻalarınıñ fütûhâtında şecâʻat ve hüsn-i hizmeti zuhûra gelerek rütbe-i refîʻa-i
mîr-mîrânî ile taltîf olunmuş ve şu fütûhât-ı garrâya “Feth-i diyâr-ı ʻArab” sene
975/1568 târîh-i vâkıʻ olmuştur. 977/1570 senesinde Mısır vâlîsi Koca Sinân Paşa
Yemen usâtınıñ te’dîbine me’mûr edildiğinden memâlik-i Mısriyyeyi hüsn-i idâre
ve Yemen’e vâkıʻ olan sevkıyât-ı mühimme-i ʻaskeriyyeyi bi-hakkın te’mîn edecek
bir zât-ı celilü’l-kadre şiddet-i lüzûm görülmekle şu evsâf-ı mükemmeleyi hâ’iz olan
ve Bağdâd’dan Mısır vâlîliğine tahvîl ve taʻyîn olunan peder-i ʻâlîleriyle beraber
Mısır cânibine ʻazîmete me’mûr olmuş ve sene-i mezkûre zarfında Mısır’da vefât
eden pîr-i tarîkat Şeyh İbrâhîm Gülşenî-i Âmidî hazretleriniñ mahdûmu Şeyh Ah-
med Hayâlî hazretleriniñ techîz ve tekfîninde hâzır bulunmuştur. Mısır’da müddet-
i ikâmeti bir sene on mâha bâliğdir. (9)
979/1572 senesinde ʻavdetlerini müteʻâkib pederleri İskender Paşa vefât
ederek himmet-i pederle gördüğü taʻlîm ü tecâribin tek başına hüsn-i tatbîk ü
icrâsı zamânı vürûd eyledi. Peder-i âlîleri zamânında Müntefik ve Lahisâ ve Necd
cihetlerinde mesbûk olan hidemâtına mebnî Lahisâ eyâleti vâlîliğine taʻyîn olundu.
985 hududunda zuhûr eden Îrân muhârebâtında bulunarak şecaʻât-ı meftûresini
bi’l-isbât Tiflis’de ʻAcemlere galebe çaldığı ve şu galebe esnâsında hayâtını tehlike-
lere atarak yaralandığı nakş-tırâz-ı sahâyif-i tevârîhdir. 990/1582 senesinde Der-
saʻâdet’e gelerek Şeh-zâde Sultân Muhammed’in sûr-ı hitânını baʻzı manzûme-i
belîga ile tebrîk eylemiştir. Müteʻâkıben memleketi olan Diyârbekir’e civâr Rakka
eyaleti vâlîliği ile taltîf olundu.
Eyâlet-i mezkûrede vâlî ve hüsn-i hidemât ile meşkûrü’l-ahâlî bulunduğu
hâlde 996/1588 senesi evâ’ilinde vefât eyledi.1
1
Hadîkatü’l-Cevâmiʻ’de, Dersaʻâdet’de Kanlıca’da pederiyle beraber medfûn bulunuğunuñ maznûn
olması ve Sicill-i ʻOsmânî’de 987/1580 senesinde vefât eylemesi gibi baʻzı rivâyetler görülüyor ise de
29
Dirâyet ve şecâʻatle mümtâz olan fuzalâdan olup şehrimiz şuʻarâsınıñ
memdûhu olduğu gibi Adanalı Lisânî, Karamânî, ʻİzârî gibi şuʻarâ dahi müşârun-
ileyhiñ mâdihlerindendir. ʻUlemâ ve üdebâya dil-dâde, erbâb-ı fünûn ve maʻârife
bâb-ı ihsânı küşâde, simât-ı niʻmeti dâ’imâ müheyyâ ve âmâde idi. Kendisi bir şâʻir-
i mâhir ve âsârı kesîr olduğu hâlde garîbdir ki ʻasrında te’lîf olunan ʻÂşık Çelebî,
Hasan Çelebî, Riyâzî Çelebî tezkireleriniñ hiçbirinde nâm ve âsârı görülmüyor.
Yalñız ʻAhdî-i Bağdâdî’nin 971/1564 senesinde te’lîf eylediği Ravza-i Şuʻarâ’da
muhtasar terceme-i hâliyle birkaç beyti mestûrdur. Müşârun-ileyhiñ Türkî ve Fârisî
baʻzı âsârı numûne olarak tahrîr olunur. (10) Şeh-zâde Sultân Muhammed’iñ sûr-ı
hitânı hakkında:
sıhhati bâlâda yazıldığı vechiledir. Hattâ merhûmuñ muʻâsırîninden Selanikli Mustafâ Efendi zamân-ı
hayâtı vukûʻât-ı rûz-merresini günü gününe yürütmek sûretiyle yazdığı târîh-i muʻteberinde ʻaynen
şu ibâre muharrerdir: “Bu esnâda merhûm Çerkes İskender Paşa-zâde mümtâzü’l-akrân Rakka bey-
lerbeyi Ahmed Paşa’nıñ intikâli ʻarz olunmağın Rakka beylerbeyliği sâbıkan Özbek Hâkânı ʻAbdullâh
Hân hazretlerine varıp gelen Kürd Piyâle Paşa’ya fermân olundu. Fî-evâhiri Rebiʻü’l-âhir, sene
996/1588” 9.
1
Vezîr-i râbiʻ Cerrâh Muhammed Paşa. 10.
30
Gazeliyyâtından:
Matlaʻ
Benim bir zülfi cîm ebrûsı nûn eğlencem olmuştur
ʻAceb hayretteyim bend-i cünûn eğlencem olmuştur
Matlaʻ-ı Fârîsî:
Dil giriftâr-ı kemend-i zülf-i ʻanber-bûy-ı tu’st
Ger dil-i mârâ kuşâdî himmet ez-ebrû-yı tu’st
Dîger
Dem-be-dem dil gark-ı hûn ez-hançer-i dil-cûy-ı tu’st
Surhi-i rûy-ı şehîd-i ʻaşk ez-pehlû-yı tu’st
Dîger
Cihân çu bâdiye men teşne-i harâb-ı derd
Nişân-ı âb buved ser-be-ser serâb-ı derd
***
EDHEM
Hânedân-ı memleketten Nefʻî-i zamân Kâdî-zâde âti’t-terceme Mustafâ
Tâlib Efendi merhûmuñ mahdûmudur. 1268/1852 senesinde tevellüd etmiştir.
Sevk-i pederle Mekteb-i Harbiye’ye dühûl ederek zekâsı sebebiyle erkân-ı harb
sınıfına ayrılmış idi. Müntehî sınıfına kadar çıkmış ise de pederiniñ vefâtından
soñra iki biñ guruş (11) maʻaşla mahrec-i aklâm-ı riyâziyyât muʻallimliğine taʻyîn
olunduğundan baʻzı maʻzeret serdiyle mektebden infikâk eyledi.
1294/1877 senesinde muvakkaten teşkîl olunan ʻAsâkir-i Milliye
biñbaşılığında bulundu. Biraz soñra Burûsa vilâyeti turuk u maʻâbir mühendisliğine
taʻyîn olundu. Ve bir müddet de bâb-ı vâlâ-yı ser-ʻaskerî ʻumûm-ı erkân-ı harbiyye
refâkatinde istihdâm olundu. Tezkiremiziñ esnâ-yı tahrîri olan 1296/1879 senesin-
de 2500 guruş maʻaşla Eskişehir Lületaşı Maʻdeni müdürlüğüne taʻyîn ü iʻzâm
olunmuştur. Şu gazel, belîg-zâde-i tabîʻatleri olan âsârdandır:
31
Tecellî eyledikçe sûretiñ levh-i hayâlimde
Eder her lahzada feyziñle biñ rûh-ı revân peydâ
32
Nâr-ı gamla ʻâşıka besdir hayâlin baʻd-ez-în
Küşte-i şimşîr-i hicrâna kefen bîgânedir
33
İki dîvânda da mes’ûldür ol vâlî kim
Fasl-ı daʻvâda ne tahkîk u ne tedkîk eyler
Eyâlet-i mezkûrede üç sene îfâ-yı hizmet eyledikten soñra Burûsa’da tekrâr
ikâmete me’mûr ve yirmi gün soñra 1261/1845 senesinde sâniyen Erzurûm eyâleti
vâlîliğiyle mesrûr oldu. 1262/1846’de Sivas vâlîliğine ve 1263/1847’de Mûsul
vâlîliğine taʻyîn oldu. 1264/1848 senesinde Bitlis, Hakkâri, Vân eyaletleriniñ
ilhâkıyla merkezi şehr-i Diyârbekir olmak üzre teşkîl olunmuş olan Kürdistân Eyâle-
ti vâlîliğine revnak-tırâz oldu.
1267/1851 senesinde zâtü’l-cenb hastalığından Âmid şehrinde vefât ey-
ledi.
Paşa’nıñ:
Sen añlamazsañ ey büt-i Kürdî lisânımı
Ben ıstılâh-ı Âmid ü Vân söylerim saña
beytini hâvî gazeli o zamân söylediği âsârdandır.
Müşârun-ileyhiñ celî hatt ile muharrer nefîs levhaları vardır. Bu cümleden
şehrimiziñ Câmiʻ-i Kebîri’nde mevcûd “Yevme lâ yenfaʻu mâlün ve lâ-benûne, illâ
men eta’llâhe bi-kalbin selîm”1 âyet-i kerîme, levha-i garrâsı yadigâr-ı ʻâlîleri olup
zîrinde “Vâlî-i eyâlet-i Kürdistân Muhammed Esʻad Muhlis” ketebesi mestûrdur.
Kâdîʻasker Esʻad Efendi merhûm paşa-yı müşârun-ileyhiñ levha-i garrâsı hakkında
şu kıtʻa ile senâ-hân olmuştur:
Bu âyeti hat-ı hûb ile Esʻadü’l-vüzerâ
Keşîde eyledi taʻlîk olunsa ʻarşa ne var
1
“O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allâh’a arınmış bir kalb ile gelen başka.” Şuara/88-89.
34
O zamân vüzerâya “atûfetlü”, vükelâya “devletlü” yazılmakta olduğu hâlde
taʻzîmen li-zâtihî müşârun-ileyhe “devletlü” yazılması emrolunmuştu.
Dirâyet ve zekâsına ve bilhassa vakar ve ʻazametine dâ’ir birçok hikâyeler
vardır. İstikbârı hakkındaki hikâyeleriñ ekseri mübalağalı musannâ şeylerdir. Ri-
vâyet-i meşhûredendir ki, Erzurûm vâlîliğinde iken bir gece katl olunan bir şahsın
kâtili bir türlü bulunamaz. Paşa merak ederek bizzat gidip muʻâyenesini icrâ eder,
ʻumûm kasap esnâfı celb ile maktûlün etrâfında beşer beşer dolaştırıp kendisi bir
mahall-i münâsibden nazar-endâz-ı dikkat olur. İçlerinden birini huzûruna getirip,
“Sen filan kimse değil misin”, su’âline “Evet” cevâbını verir, “Pederiñiz de filan
değil midir?”, deyince yine tasdîk eder. “Şu maktûlü de sen öldürdüñ”, der. Kâtil şu
teşahhustan hayrette kalarak iʻtirâf-ı cürme mecbûr olmuştur. Fakat esbâb-ı tefer-
rüs-i muʻcizkârâneyi paşadan kim su’âl edebilir? Nihâyet bir vakit inbisâtta baʻzı
mahremleri istifsâr-ı hâl ettiklerinde buyurur ki:
“Maktûlü muʻayene eylediğimde mezbûh buldum ve sûret-i zebhi de mun-
tazam ve mâhirâne gördüğümden ancak bunu mâhir bir kasap yapabileceğini ta-
savvur etmekte iken âlet-i zebh olan bıçağıñ meyyitiñ göğsü üzerine temizlenmiş
olduğunu gördüm. Bildim ki mütecâsir kasapdır. Zîrâ koyunu boğazladıktan soñra
bıçağı mutlaka göğsü üzerinde temizlemek kasapların âdet ve tabîʻatidir. Tedkîkât-
ı hafiyyemi bu sırr-ı rişte üstüne yürüttüm, mezbûhuñ bir kasabla muʻâmelesi oldu-
ğunu anladım, ism ve eşkâlini zabt ettim. Kasabları birer birer cenâzenin etrâfında
nazar-ı muʻâyeneden geçirdiğimde birisinin şeklini muvâfık gördüm, nazar-ı dikkati
üzerinden ayırmadım, nazarımdan kaybolacağı sırada kurtuldum zannıyla dîger
arkadaşlarına nisbetle sürʻatle savuştuğunu müşâhede eyledim. Artık bunuñ kâtil
olduğunda şüphem kalmadı ve fi’l-hakîka öyle zuhûr eyledi.” demiştir.
Vezîr-i müşârun-ileyhiñ ʻilm ve ʻulemâya olan mertebe-i rağbeti henüz
Diyârbekir’e vâlî olmazdan evvel (15) şehrimiziñ kibâr-ı ʻulemâ ve fuzalâ-yı mu-
haddisîninden Kalʻavî Ahmed Râşid Efendi hazretlerini dâ’imâ nezdinde bulundur-
ması ve öyle bir fâzıl-ı bî-nazîr ile müdâvele-i ʻilmiyye eylemesiyle müsbettir. Pa-
şa’nın teşvikiyle cenâb-ı fâzıl, inşâd-ı eşʻâr eylemeğe başlayarak zeyl-i gazelde
tahdîsen şu ebyâtı müşârun-ileyhe takdîm eylemişti:
35
Âyîne-i dilimde küdûret kalır mı hîç
Dâ’im nesîm-i himmet ü fazlı vezân iken
36
matlaʻı ve Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa’nıñ tahmîs eylediği:
Maksad sen idiñ medh-i cemâl eylediğimden
Kadrim bilinir ʻarz-ı kemâl eylediğimden
matlaʻlı gazeli ve daha sâ’ir baʻzı eşʻâr-ı nâdiresi gayr-ı mündericdir. Bu gazel-i belîg
Esʻad imzâsıyla tevşîh eylediği âsâr-ı bedîʻadandır:
Dil-i nâ-şâdı gam u gussadan âzâd edelim
Mey-i gülgûn içelim göñlümüzi şâd edelim
37
Müşârun-ileyh İskender Paşa kâbiliyyet ve ehliyyeti ve Hüsrev Paşa’nıñ da 1
himmeti delâletiyle mîr-livâlığa terfiʻ eyledi. Bir hayli müddet devr-i elviye eyledik-
ten soñra birlikte idâre olunan Diyârbekir, Haleb, Sûriye defterdarlığına, 954’de
Dersaʻâdet orta defterdarlığına, 955 Vân, 956’da Erzurûm, 957’de Diyârbekir ve on
altı sene soñra 974/1567 senesinde Bağdâd vâlîliklerine taʻyin olunmuş ve bun-
larıñ cümlesinde ibrâz-ı havârık-ı hidemât eylemiştir. Yemen’deki meşhûr Mutah-
har Leng’e karşı Mısır vâlîsi Koca Sinân Paşa’nın büyük bir kuvvetle Yemen’e sevki
lâzım geldiği ve Mısır vâlîliğine de hem Yemen sevkiyât-ı mühimmesini îfâ edecek
ve hem de Mısır kıtʻa-i vâsiʻasını idâre eyleyecek bir zât-ı ʻâlî-kadra lüzûm göründü.
Binâ’en-ʻaleyh 977/1570 senesinde müşârun-ileyh İskender Paşa Bağdâd vâlîliğin-
den Mısır’a nakl ve tahvîl olundu.
979/1572 senesinde Yemen vukuʻâtınıñ hitâmı ve Sinân Paşa’nıñ Ye-
men’den Mısır’a ʻavdeti hasebiyle İskender Paşa’nıñ infisâl-i tabiʻîsi vukuʻ bul-
muş ve ʻavdetini müteʻâkib sene-i mezkûre içinde vefât etmiştir.
Hadîkatü’l-cevâmiʻde Dersaʻâdet’de Kanlıca’da vâkıʻ camiʻ-i şerîf dîger İs-
kender Paşa’nıñ ise de câmiʻ ittisalindeki mekteb ve medrese bu zâtıñ olduğu ve
camiʻiñ havlusında üç tarafı pencereli türbe-i mahsûsa derûnunda medfûn olan bu
iki İskender Paşa’nıñ biri olup fakat Çerkes İskender Paşa İstanbûl’da vefât etmiş
olduğundan müşârun-ileyhiñ olması ʻakla daha ziyâde karîb bulunduğu mezkûr-
dur.2
Müşârun-ileyhiñ muhârebe meydanlarındaki kahramanlıkları ne kadar ʻâlî
ise ʻirfân ve zekâsı dahi o nisbette müteʻâlî idi. Yanındaki ʻasker ne kadar az olursa
olsun, düşman ʻaskeri ne kadar çok bulunursa bulunsun, kaleye kapanmaz ve bu
bâbdaki ihtârâtı diñlemez ve ecelle pençeleşmeği pek sever idi. Meydân-ı ceng
kendisi içün gûyâ bir gülşen-i teferrüc idi. Etrâfındaki aʻdânıñ her hâlini dâ’imâ
tarassud ederdi. Bu hâl ile beraber paşa ibtida Vân beylerbeyi olunca kemâl-i
tevâzuʻundan Hâfız-ı Şîrâzî’niñ:
Ne ʻömr-i Hızr be-mâned ne mülk-i İskender
Nizâʻ-ı ber ser-i dünyâ-yı dûn mekun dervîş
Beytini hâvî mühr hakkettirdi. (18)
Vân üzerine gelmek tedârükât-ı hafiyyesinde bulunan Îrân serdârı Dünbül-
lü Hâcı Hân henüz Hoy şehrinden hareket etmezden evvel yetişip bagteten bastı
ve hân-ı mezkûruñ üstüne bizzat at sürerek kendi eliyle katleyledi. Bunuñla da
1
Hüsrev Paşa’nıñ Diyârbekir’de derûnu kâşîlerle müzeyyen bir camiʻ-i şerîfi ve medresesi ve han ve
hamam gibi âsâr-ı hayriyyesi vardır. 17.
2
Kanlıca’ya giderek türbe-i mahsûsayı ziyâret eyledik. Fi’l-hakîka camiʻ-i mezkûr havlısında deñize
nâzır türbe-i mahsûsada mevcûd olan iki kabriñ birisinde Gâzî İskender Paşa, dîgerinde oğlu Ahmed
Paşa yazılıdır. Târîh-i rakamîleri yokdur. Şu kadar ki, Ahmed Paşa’nın Rakka vâlîsi iken vefât eylediği
bahsinde mürûr etmiştir. 17.
38
kanâʻat etmeyip koca bir devlet-i muʻazzamaya iʻlân-ı harb edercesine kaleyi
muhâsaraya aldı. Îrân’dan sevk olunan orduları bozarak ʻâkıbet Hoy kalʻa-i müs-
tahkemini zaptetti. Îrân şâhına yazdığı nâmeyi zikrolunan beyti hâvî mühr ile tem-
hîr eylediğinden istihkâr-ı hayât husûsundaki adem-i pervâsı Tahmasb Şâh’ı hay-
rette bıraktı.
Haleb meşâhîr-i ʻulemâsından Rızâyyüddîn Muhammed bin İbrâhîm el-
Hanbelî “Dürrü’l-Hubâb” ʻunvanlı kitâbında der ki: “Paşa Haleb’de bulunduğu
müddetçe kendisiyle müzâkere-i ʻilmiyyeden hâlî olmadım. Bazen tefsîr-i şerîf ve
kısas-ı münîf ve bazen dahi kütüb-i mutasavvıfe mütâlaʻasıyla evkât-güzâr olurduk.
Taʻallüm-i ʻilmde hırs-ı ʻazîm ve mütâlaʻa-i kütüb-i târîhiyyeye meyl-i müstedîmi
var idi. Hattâ ʻallâme Muhammed ibn Cerîrü’t-Taberî hazretleriniñ Târîh-i meş-
hûrunu tamâmen mütâlaʻa etmiş olduğunu baña hikâye eyledi. Yine fâzıl-ı
müşârun-ileyh buyururlar ki, paşa-yı müşârun-ileyh der idi, rûhumuz cesette ol-
dukça umûr-ı dünyeviyye ile meşgûl oluyoruz. Ağzımızı gül suyuyla yıkamak
kabîlinden olmak üzre işte böyle aralıkta umûr-ı uhreviyye ile de meşgûl olmalıyız.
Yine der idi ki, benim ziyâde muhabbetim iki şeye münhasırdır; birincisi kütüb-i
ʻilmiyye, ikincisi güzel atlardır. Fâzıl-ı müşârun-ileyh diyor ki, paşada bir zekâ-yı
müfrit ve ferâset-i ʻacîbe var idi, kendisinden işittim, dedi ki; ashâb-ı tasavvuf
kıyâfetinde bir adam gördüm, namaz kılardı, öyle teferrüs ettim ki bu adam ab-
destsizdir, muahheren tahakkuk eyledi, fi’l-hakîka abdesti yok imiş. Paşa ziyâde
kuvvet ve kesret-i şecâʻat sahibi idi. Mevtten asla korkmazdı, umûr-ı harbiyyede
maʻrifet-i tâmmesi var idi. Haleb etrâfında vâkıʻ olan muhârebât-ı ʻArab’da onuñ
şecâʻat ve muhâdaʻatı düstûru’l-ʻamel-i şücʻân oldu.
Fâzıl-ı müşârun-ileyh der ki, paşa sahîhü’l-iʻtikâd olduğundan meşâyıh-ı
sûfiyye ve ʻulemâ-yı dîniyyeye müştâk ve mütemâyil idi. Bunuñla berâber şehâmet
ve letâfet-i kâmet ve hüsn-i sûret sâhibi bir zât-ı ʻâlî-kadr idi. Ahvâl-i mâ-sebakı
nakl ü hikâye eylediği esnâda dedi ki, âvân-ı civânîde Diyârbekir’de gâyet (19) gü-
zel bir ahbâbım var idi. Bir gün atlara binip kale altındaki bahçeleri gezmeğe gittik.
Yolda bize tesadüf eden bir kadın dîger refîkasına, “Bak şu iki gence, ne kadar gü-
zeldirler” yanımdaki arkadaşıma işaret ederek “bu daha güzeldir” dedi. Meğer
kadınıñ “isâbet-i ʻaynı” var imiş, arkadaşımıñ atınıñ ayağı kayarak yere yıkıldı, eğe-
ri koptu, her biri bir tarafa gittiler. Feresin derhâl canı çıktı. Arkadaşım da bir hayli
müddet hasta yattı.
Yine müşârun-ileyhden işiterek hikâye eder ki, Mûsâ ʻAleyhisselam’ıñ kab-
rini ziyârete gitmiştim. Türbe-i saʻadetlerinde bir zat “Sûre-i İsrâ” okuyordu. Kendi
kendime dedim ki, n’olaydı bu zat “Sûre-i Tâhâ” okusa idi, hâlbuki Kıssa-i Mûsâ
ʻaleyhisselâm’ın Sûre-i Tâhâ’da olduğunuñ farkında olmaksızın bir ârzû-yı vic-
dânînin sevkiyle idi. Sûre-i Tâhâ’yı kırâʻat edince Kıssa-i Mûsâ zuhûr eylediğinden
şu garâ’ib-i infâka hayrân oldum.
39
İşte memleketimizde dört yüz seneye karîbdir ki geceli gündüzlü biñlerle
cemaʻatiñ tehlîl ve tekbîr ve ʻibâdet-i Rabb-i kadîr eyledikleri o kıymetdâr kâşîlerle
müzeyyen Câmiʻ-i Şerîf bu mücâhid-i takvâ-şiʻârıñdır. Müberrât-ı celîlesiniñ nezd-i
hümâyûn-ı peygamberîdeki makbûliyyetine delîl olmak üzre teberrüken daha bir
iki fıkraât ile tezyîn-i sütûn-ı mübâhât eyleriz.
Rızâyyüddîn hazretleri der ki; paşa-yı müşârun-ileyh buyurdu ki, bir cumʻa
günü câmiʻde kâʻiden uyumuş idim. Bir zât zâhir olup baña bir mikdâr fâkihe verdi
ve dedi ki, bunu saña Resûlu’llâh salla’llâhü ʻaleyhi ve sellem efendimiz hazretleri
gönderdiler. Bir başka vakitte de Resûlu’llâh salla’llâhü teʻâlâ ʻaleyhi ve sellem
efendimizi ʻâlem-i menâmda müşâhede ettim, göğsüm üstünde uyumuşlar idi.
Ayağım ucunda ateş vardı, baña ateşe girmeğe emr etti, ben korktum. Fermân-ı
hümâyûn buyurdular ki o nâr değildir, nûrdur.
Hindistân pâdişâhı Hümâyûn Şâh’ıñ üstâdı olan ʻallâme Muslihüddîn Lârî
hazretleri gibi bir zât-ı bî-nazîri garîk-i inʻâm-ı lâ-yuhsâ ederek şehrimizde tavattun
ettirmiş ve zamânınıñ şuʻarâ ve üdebâsı, hakkında pek çok kasâ’id ve tevârîh inşâd
etmiştir. Bu kadar iktidâr ve kemâlât ile beraber fenn-i hendesede dahi mâhir ol-
duğundan inşâ eylediği ekser ebniye-i cesîmeniñ haritasını kendileri çizmişler idi.
Böyle bir zât-ı ʻâlî-kadriñ teberrüken bu kadarlık ahvaliniñ tastîriyle iktifâ eyliyoruz.
Daha tafsîli “Mir’ât-ı Fevâ’id”imizdedir.
Evlâdından Ahmed Paşa’nın mukaddemen zikri mürûr eylediği gibi daha
baʻzı evlâd ve ahfâdınıñ âsârı âtîde zîver-i sutûrdur. Gâzî-i müşârun-ileyhiñ selîs
eşʻârı da var idi. Pây-ı taht-ı (20) Macaristan olan Peşte şehriyle Budin kalesiniñ
948/1542 senesinde vâkıʻ olan feth-i mükerrerinde mîr-i livâ olduğu hâlde hâzır
bulunmuş ve tebrîk-i fethi mutazammın şu kıtʻa-i garrâyı inşâd eylemiş idi:
Budin’iñ kalʻasın aldıkta aʻdâ
Mükerrer feth edip şâh-ı muzaffer
40
kasırları yaptım, bunlardan kesb-i lezzet etmeden nasıl terk edeyim”, der.1 Peder-
leri, “Latîfe söylemem, elbette kabul etmelisin”, diye iʻâde-i kelâm edince cenâb-ı
şeyh dahi, “kabûl ettim”, dedikten soñra bîdâr olur.
Maʻlûm edinir ki kendisine çarh-ı sitemkârdan bir bâdire zuhûr edecektir.
Derhâl hulefâsından Vânlı Kara ʻAbdullâh ’ı çağırıp rü’yâsını hikâyet ve dervîşânını
cemʻ ile onlarıñ öñünde seccâdesini sâhib-terceme İsmâʻîl Çelebî’ye vasiyyet eyler.
Fi’l-hakîka cenâb-ı şeyhiñ şehâdeti ʻâlem-i kazâ ve kaderde mukadder imiş. Aradan
çok zamân geçmeden şehâdeti zuhûra gelmekle 1048/1639 senesinde vasiyyetleri
vechile mahdûmları İsmâʻîl Çelebî seccâde-i pedere kuʻûd eyledi. Müşârun-ileyh
bir şeyh-i perhizkâr zuhûr eylediğinden peder ve ecdâdı gibi bi’l-ʻumûm serdârlar
ve paşalar tekyesine varıp hisse-mend-i füyûzât ve duʻâ-yı müstecâblarıyla
ganîmet-pîrâ olurlar idi.
Halûk, mütevâzıʻ, kerîm bir zât olmakla etrâf ü inhâdan gelen nüzûrât ve
zuhûrât, hâne ve hânkâhlarını ashâb-ı kulûb gibi ziyâret eder ve yine derhâl dest-i
kerîmleriyle fukarâ ve ashâb-ı ihtiyâcın kîse ve hânelerine ʻavdet eylerdi. (21)
Servet ve maʻîşet ve kemâlâtça cihânıñ kâmrânı olduğu gibi âhiretini
maʻmûr edecek meʻâlî-i umûra dahi emsâl ü akrânınıñ mümtâz u bahtiyârı ola-
rak evkât-güzâr olduğu hâlde 1080/1670 hududunda ʻazm-i mülk-i lâhût eyledi.
Rûmkapısı hâricinde ʻâile-i mübârekelerine mahsûs mahall-i muʻattarda
medfûn-ı hâk-i gufrândır.
Veled-i reşîdleri Ahmed Çelebî ki bu da kemâlât-ı insâniyye ve fezâ’il-i
lâhûtiyye ile mütehallâ bir zât idi. Kemâlât-ı câmiʻasından başka fenn-i ʻamîk-i
mûsikîniñ ʻilmî ve ʻamelîsinde üstâd-ı yegâne-i cihân olduğundan Şeyhülislâm ibn
Şeyhülislâm Esʻad Efendi merhûmuñ “Atrabü’l-âsâr fî-Maʻrifeti ʻUrefâi’l-edvâr”
ʻunvanlı kitâbında ve sa’ir şarkiyyât-ı nefîse mecmûʻalarında güfte ve beste-i rûh-
nüvâzâneleri muharrerdir. Vasiyyet-i ʻâlîleri vechile câ-nişînleri olmuştur.
Mağfûr-ı müşârun-ileyh bu kadar fezâ’il-i sûriyye ve kemâlât-ı maʻneviyye
ile berâber aralıkta eşʻâr-ı selâset-şiʻâr ile de nâtıka-senc-i belâgat olurlardı. Böyle
iken bu zâtıñ dahi tezkirelerde ne ismi ne de bir beyti görülür. Merhumuñ eñ
ziyâde mütelezziz olduğu şeylerden biri kimseniñ ʻaleyhinde söz söylememek ve
bilakis kendisine fenâlık eden bulunursa mutlaka ona bilmukâbele iyilik etmek
kaziyye-i insâniyyet-kârâne ve civân-merdânesi idi. Meslek-i ʻâlîleriniñ musavveri
olan Fârisî şu kıtʻa-i garrâlarını derc ile tezyîn-i sutûr eyleriz:
Mâsâf-ı dilânîm be-kes kîne ne-dârîm
Halkest be-mâ-duşmen ve mâ bâ-heme yârîm
1
Kasır ve bahçeler şehir hâricinde Dicle Nehri kenârındaki Kırklar Dağı dâmeninde Kavs-nâm mahal-
de olup ebniye ve bahçeleriñ biraz kısmı hâlen mevcuddur. 20.
41
Mâşâh-ı bulendîm pur-ez mîve-i tevhîd
Her reh-guzerî seng-zened ʻâr ne-dârîm
***
ÂSAF
İsm-i güzîni Muhammed Emîn’dir. ʻUlemâ-yı memleketten Hâcı Ahmed
Efendi -nâm zâtıñ oğludur. 1236 senesinde doğmuştur. Henüz dört yaşında iken
pederleri maʻ-ʻâile Şâm-ı Şerîf’e nakl ve hicret eylediğinden tahsîli belde-i
mezkûrededir. Evâ’il-i hâlinde vâlidinden ʻArabî, Fârisî ʻulûm ve kavâʻidinden baʻzı
mertebe kesb-i maʻlumât ettikten soñra Şâm-ı Şerîf’de mukîm Şeyh Yaʻkûb Buhârî
-nâm zâtıñ fünûn-ı Fârisiyye’ye müteʻallık tahsîl-i mezâmîn ü nikât eyledi. (22)
1262/1846 senesinde Dersaʻâdet’e ʻâzim-i hem-meclis-i ekâbir ü efâhim
olarak imrâr-ı âvân-ı hayât eylemekte olduğu hâlde 1276/1860 hudûdunda vefât
etmiştir. Merhûm Fatîn Efendi, tezkiresinde sâhib-terceme hakkında şu satırları
yazıyor:
“Mûmâ ileyh nahîfü’l-vücûd bir şâʻir-i maʻârif-nümûd olup hayliden hayli
kasâ’id-i güzîde ve gazeliyyât-ı pesendîde tarh ve tanzîmine muvaffak olmuş ise de
mu’ahheren mazbata-i eşʻârını izâʻa eylemiş olduğundan eşʻâr ve güftârı maʻdûm
ve nâ-mevcûddur.”
Şu üç beyti o tezkirede muharrerdir:
Devr-i Cem’den bezmgâh-ı dehre zîverdir şarâb
Reh-revân-ı râh-ı ʻaşka pîr ü rehberdir şarâb
42
sene 1109/1698” . Bir tilmîzi nâ’ib-i Galata olduğu hâlde cenâb-ı Âgâh hayâtta olup
ondan otuz iki sene soñraya kadar yaşamıştır.
O şâhbâz-ı himmet, lâne-i maʻâriften nice nice böyle yavrular uçurmuştur.
Kezâlik, ʻAbdulgafûr Lebîb-i Âmidî gibi bir zekâ-yı fevvâr:
Çünîn fersûde-ten pîrem negeştem bî-haber ammâ
Ki men tilmîz-i Âgâh-ı Semerkandem çi mî-gûyî
beytini nakş-tırâz-ı levha-i iftihâr eyliyor.
Cenâb-ı Âgâh’ıñ ismi Hâfız Muhammed Bulak’dır. 1040/1631 hudûdunda
şehr-i Semerkand’da tevellüd eyledi. Mukaddemât-ı ʻulûmu memleketinde tahsîl
eyledikten soñra Buhârâ’ya ʻazîmet ederek edebiyâtı şâʻir-i meşhûr Şevket-i
Buhârî’den ve dekâyık-ı tarîkat-ı ʻaliyyeyi Mevlânâ Câmî sülâlesinden mürşid-i
tarîkat Şeyh Saʻîdâ-yı Buhârî-i Nakş-bendî’den ahz u tahsîl eyledi.
Hâfız-ı Kur’ân, ʻâlim, şâʻir, hattât olduktan başka mücellid, müzehhib,
ressâm, hakkâk idi. (23) Biraz soñra Isfahân’a uğradı. Sâ’ib-i Isfahânî ile musâhabet
ederek dîvân-ı eşʻârını istinsâh etti. Seyâhat-i memâlike karâr verdi. Tebrîz, Bağ-
dâd, Konya, Şâm, Kudüs şehirlerini dolaşıp birçok fuzalâ, ʻulemâ, üdebâ ile hem-
bezm-i musâhabet oldu. Mısr-ı Dârü’n-nasr’da hattât-ı bî-nazîr Hüseyin
Cezâ’irî’den ikmâl-i dekâyık-ı hutût ederek icâzet aldı. Ondan cânib-i Hicâz-ı mağfi-
ret-tırâza ʻazîmetle Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de birer müddet
mücâvir kaldı.
1080/1670 hudûdunda şehrimize şeref-bahş-ı vürûd olmuştur. O zamân
Sâ’ib ve Şevket âsârı memleketimizde ser-meşk-i edebiyât idi. Şu iki zât-ı ʻâlî-
kadrden tahsîl-i kemâlât eden bir üstâdıñ vürûdu üdebâ-yı memlekete bâdî-i neşât
olduğundan pek ziyâde bir rağbete mazhar olup vatan-ı sânî ittihâz eyledi.
Cenâb-ı Âgâh’ıñ zamânında şehrimizde öyle zengin bir encümen-i edebiyât
teşekkül etmiştir ki bunu derece-i hârikası gerek müşârun-ileyhiñ zîrdeki
nezâ’irinden ve gerek o zamân şuʻarâsından Ümnî, Emîrî, Hâsim, Hâmî, Hamdî,
Şûrî, Fâmî, Mucîb Kemâlî, Lebîb, Vâlî gibi belâgat-mendân-ı memleketiñ terceme-i
ahvâllerindeki nezâyir kısmı mütâlaʻasından añlaşılır. Birçok şuʻarâ-yı memâlik ü
bilâd ve o cümleden melikü’ş-şuʻarâ Nâbî merhûm gibi bir üstâd defaʻatle şehrimi-
ze gelerek o Encümen-i Dâniş’de musâhabet-pîrâ olmuş idi.
Âgâh fezâ’il-i iktinâh, mücerredü’l-hâl ve bî-derd-i ʻiyâl olarak encümen-i
muʻâşeret-i imkânda tamâm yüz yaşını ikmâl eylediği hâlde 1141/1729 senesin-
de vedâʻ-i ʻâlem ve bi’l-ʻumûm memleketimiz halkını giryenâk-ı mâtem eyledi.
Yâr-ı müşfiklerinden Vâlî-i Âmidî’niñ şu târîh-i garrâsı ser-levha-i merkad-ı
münevverlerinde menkûş ve mahkûktur:
43
Verdi bu mısraʻ-ı târîh ile hâtif haberi
Girdi dâr-ı İrem’e ʻârif-i bi’llâh Âgâh (Sene:1141/1729)
Mağfûr-ı müşârun-ileyhiñ orta boylu, vâsiʻ cebheli, seyrek lihyeli, parlak
gözlü, nûrânî yüzlü, tatlı sohbetli, gâyet beşuş, tatyîb-i kulûba sâʻî bir ʻârif-i velî-
sîret olduğunu üstâd-ı ekremimiz Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri üstâdları hattât-ı
şehîr Muhammed Dervîş Efendi’den, onlar da kendileriniñ üstâdı ve cenâb-ı
Âgâh’ın tilmîz-i hâssı hattât-ı bî-nazîr Âdem Efendi’den nakl ve rivâyet ederler.
Cenâb-ı Âgâh ile aramızda yüz elli beş senelik bir mesâfe olduğu hâlde Muhammed
Dervîş ve Âdem Efendiler saʻâdet-i tûl-i ʻömre nâ’il oldukları cihetle lehü’l-hamd
esnâ-yı tahrîr-i tezkiremizde yetmiş altı yaşında ber-hayât olan üstâd-ı ekremimiz
arasındaki silsile-i icâzet (24) yalñız iki vâsıta ile cenâb-ı Âgâh’a vâsıl oluyor.
Merhûm müşârun-ileyh ʻâlem-i edebiyâtta bir mevkiʻ-i mühim ihrâz eden
üstâdân-ı şuʻarâdan olduğu hâlde vaktiyle yazılan tezkirelerin cümlesi ya ism ya
maskat-ı re’s ya târîh-i vefâtını yañlış gösteriyorlar. Ezcümle Tezkire-i Sâlim’de,
ʻale’l-ittifâk nâm-ı nâmîleri Muhammed Kadrî olduğu muharrer ise de ne Fârisî ne
de Türkî âsâr-ı ʻâlîlerinde bir tek Kadrî imzâsı yok. Kendi hattıyla müşerref olduğu-
muz levha-i zîbâdaki ketebe-i üstâdâneleri şöyledir: “Sûdehü’l-fakîr-i Hâccü’l-
haremeyn Bulaku’ş-şehîr-i be-Âgâh”. Ke-zâlik tilmîz-i hâslarından kâdî-i Şâm u
Şehbâ Mansurî-zâde Mustafâ Mucîb Kemâlî Efendi’niñ cenâb-ı Âgâh’dan taʻallüm
eylediği esnâda hatt-ı destiyle Âmid’de yazdığı mecmûʻada müşârun-ileyhiñ baʻzı
gazelleri bâlâsına tahrîr eylediği ʻibâre şudur:
“Li-Hazreti’l-üstâd Molla Muhammed Bulak Âgâh sellemehu’llâh”
Vekezâlik hâlâ Diyârbekir havâlîsi hattât-ı benâmlarınıñ ikmâl-i hutût eden
tilmîzâta icâzet verdikleri esnâda kırâ’at olunan silsile-nâmelerde muharrer olan
ʻibâre şöylecedir:
“El-me’zûn min Hâfız Bulak Âgâh-ı Semerkandî”
Hakîkat bu merkezde iken bilemem ki Kâdîʻasker Sâlim Efendi şu “Kadrî”
nâmını nereden iktibâs eyledi, ʻacabâ “bilâ-kadr”ı “Kadrî”ye mi beñzetti.
Safâyî Efendi de tezkiresinde, Buhârâ şehrinde tevellüd ve 1127/1715 se-
nesinde vefât eylediğini yazıyor. Her iki rivâyeti mecrûhdur. Müşârun-ileyhiñ Se-
merkandiyyü’l-asl olduğu sâ’ir tezkirelerin ittifâkı ve husûsiyle cenâb-ı Âgâh’ıñ
zâde-i tabîʻati olan:
Küşâde eyledi dil goncasın yine Âgâh
Meğer nesîm-i Semerkand’dır hevâ-yı sebû
beytiyle müsbettir ve bundan başka bizzât hatt-ı destiyle müşerref olduğumuz
baʻzı eserleri bâlâsında “li-muharririhî Âgâh-ı Semerkandî” ʻibâresi görülmüştür ki,
artık Semerkandiyyü’l-asl olduğunda zerre kadar şübhe yoktur.
Târîh-i vefâtı hakkında Râmiz Efendi, tezkiresinde Safâyî’ye iʻtirâz ederek
Cenâb-ı Âgâh 1143/1731 senesinde cülûs eden Sultân Mahmûd Hân-ı Evvel’e “bâ-
44
nâzım-ı mülk-i cihân” târîhini inşâd eylemiş ve 1144/1732 senesinde vefât etmiştir,
diyerek merhûm nâmına bir de rabtsız târîh ilâve ediyor. Müstakîm-zâde
Saʻdüddîn Efendi de “Mecelletü’n-nisâb fi’n-nesebi ve’l-kunâ ve’l-elkâb” ʻunvanlı
kitâbında müşârun-ileyhi “Âgâh” ismiyle iki mahalde tahrîr ederek birincisinde
takrîben 1143/1731 ve ikincisinde 1140/1728 senesinde vefât eylediğini gösteri-
yor. (25)
İşte şu dört rivâyetin hiçbiri sene-i vefâtına isâbet ettirilmiyor. Sahîhi
bâlâda tasrîh olunduğu vechile 1141/1729 senesindedir. ʻAyntâbî Hoca ʻAynî Efen-
di merhûm bir manzûmesinde “Lebîb, Âgâh ve Hâmî Âmidî’dir” mısrâʻı ile Âmidî
olduğunu gösteriyor ise de ya Semerkandiyyü’l-asl olduğuna vâkıf olmamak ve
yahud şöhreti iʻtibârına tâbiʻ olmak gerektir. Fi’l-hakîka birçok mecmûʻalardaki
gazelleri bâlâsında dahi işbu şöhret iʻtibârıyla Âgâh-ı Âmidî diye yazıldığı görülüyor.
Binâ’en-ʻaleyh biz iki ciheti de iltizâm ederek nezâ’ir kısımlarımızda olan âsârı ser-
levhasına Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî tahrîr ediyoruz.
Cenâb-ı Âgâh’ıñ nazîre-gûne müşâʻaresi pek çoktur. Bu müşâʻare üç kısma
taksîm olunabilir. Birincisi, şuʻarâ-yı eslâfın baʻzı âsârını tetebbuʻ sûretiyle; ikincisi,
yalñız şehrimiz üdebâsıyla; üçüncüsü, şehrimiz üdebâsı ve meşâhîr-i üdebâ-yı
sâ’ire ile birlikte1 vukûʻ bulan nezâ’irdir. Vefâtından soñra da âsârını taklîden bir
hayli nazîreler yazılmıştır. Binâ’en-ʻaleyh şu aksâmıñ cümlesinden birer mikdâr
tahrîr olunur:
1
Memâlik-i sâ’ire meşâhîr-i şuʻarâsı ile vukûʻ bulan müşâʻare de ikiye münkasımdır. Birinci kısmı baʻzı
me’mûriyyet veya seyâhat ve ziyâret tarîkiyle Diyârbekir’e gelerek vukûʻ bulan müşâʻaredir. Urfalı
Nâbî, Bosnalı Sâbit, Edirneli Kâmî, İstanbûllu Şinâsî ile müşâʻareniñ ekserîsi bu kabîldendir. İkinci
kısmı mükâtebe ve muhâbere ile vukûʻ bulmuştur. 25.
45
Âgâh
Nâ’il-i esrâr-ı feyz olsa n’ola Âgâhveş
Ol ki rûh-ı Nâ’ilî’den himmet ümmîdindedir (26)
Sabrî-i Kadîm
Ko eylesin kafes-i tende murg-ı dil zârî
Tenezzül eyleye şâyed o şâhbâz baña
Âgâh
Ne şîşeyim ne sebû-yı meyim ne âyîne
Düşer mi seng-i melâmetten ihtirâz baña
Yûsuf Nâbî-i Ruhâvî
Âhı âteş getirir dîdesi su bağrı kebâb
Dil-i gam-dîdeniñ âyâ yine mihmânı mı var
Bosnalı Sâbit Kâdî-i Âmid 1
Hazret-i Nâbî-i üstâda nazîre demeğe
Sâbitâsâ Haleb’iñ merd-i sühandânı mı var
Edirneli Kâmî Kâdî-i Âmid 2
Kâmiyâ cemʻ oluyor kûyına yâriñ ʻuşşâk
Ol şeh-i hüsn ü bahânıñ yine dîvânı mı var
Âgâh
Bezl-i erbâb-ı safâ niʻmet-i dîdâr yeter
Hâne-i âyîneniñ âbı mı var nânı mı var
Sâhib-i Ruhâvî
Seyl-i eşkim yine cûş etti tenûr-i dilden
Köhne dehriñ ʻacebâ bir yeñi tûfânı mı var
Hâzık-ı Erzurûmî
Bilmem esrâr-ı derûnı kime tefhîm edeyim
Hâzık’ıñ Erzen-i Rûm içre zebândânı mı var
Yûsuf Nâbî Ruhâvî
Dest-i nazar eğerçi yeter âsmâna dek
Ammâ ki dest-i dil yetişir lâ-mekâna dek
Seyyid Vehbî-i Meşhûr
1
Alâüddîn Sâbit Efendi 1119/1708 senesinde Âmid kâdîlığına nasb ve taʻyîn olunmuştur. Bu sırada
vâkıʻ olan daʻvet üzerine Nâbî Efendi son defa olarak Diyârbekir’e gelmiş idi. 26.
2
Edirneli Muhammed Kâmî Efendi 1124/1712 senesinde Âmid kâdîlığına taʻyîn olunmuştur. 26.
46
Gelmez harîs-i ʻömre kanâʻat ererse de
Dest-i hayâtı dâmen-i âhirzamâna dek
Nedîm-i Meşhûr
Deste yine nevâ-yı ʻIrâkî’yi al Nedîm
Gitsin nevâ-yı nazm-ı neviñ Isfahân’a dek
Âgâh
Âgâh sürme-rîz-i dil-i Sâ’ib olmasa
Âvâzemiz giderdi bizim Isfahân’a dek
Nâbî
Devr eder şuʻle ile sûret-i fânûs-ı hayâl
Anı kûteh-nazarân sûrete isnâd eyler (27)
Âgâh
Zîb içün sûret-i zîbâsına baktıkça o şûh
Safha-i âyineyi hâne-i Bihzâd eyler
ʻİzzet ʻAlî Paşa
Âferîn pençe-i rûz-âver-i mestâneye kim
Nice serkeşleri ʻuşşâkına münkâd eyler
Âgâh
Göñlümüzce âşinâlık görmedik bir kimseden
Vakf bir sözdür ki derler âşinâdan çok ne var
Emîrî-i Âmidî (Cedd-i câmiʻu’l-hurûf)
Sen misin ancak Emîrî pey-rev-i Âgâh olan
Şehrimizde şâʻir-i nâzik-edâdan çok ne var
Rızâ-yı Âmidî-i Yeñişehr-i Fenârî
Cüst-cû et ey göñül mümkünse bir ehl-i vefâ
Yoksa yârân-ı desâ’is-âşinâdan çok ne var
Âgâh
Nâz eyler idim seyr-i gül ü gülşene Âgâh
Olsaydı nigâhım ruh-ı zîbâsına lâyık
Vâlî-i Âmidî
Bu nev gazelim Vâlî olur hüccet-i daʻvâ
Âgâh’ıñ olursa eğer imzâsına lâyık
Lebîb-i Âmidî
Sarf eyleme nakd-i dili her tâze kumâşa
Ücret verilir herkese kâlâsına lâyık
47
Âgâh
Kurdum feleğiñ sînesine hâle gibi dâğ
Bir şûh-ı kamer-talʻatim olsaydı benim de
Feyzî-i Vânî Birâder-i Dürrî Efendi
Âgâh gibi Feyzî Mesîh’e söz atardım
Tabʻımla eğer şöhretim olsaydı benim de
Burûsalı Resîm1
Olmaz mıydım Âgâhveş âlüfte Resîmâ
Âdem gibi hem-sohbetim olsaydı benim de
Nâbî
Safâ-yı sûziş-i ʻuşşâkı izhâr etti Mecnûn’uñ
Çıkan sünbül-sıfat dûd-ı dili hâk-i mezârından
Âgâh
Beni görse bu rüsvâlıkla ger dâmân-ı sahrâda
Çıkar Mecnûn giribân-çâk âgûş-ı mezârından
Vâlî-i Âmidî
Nazîre söylemek âsân idi Âgâh ü Nâbî’ye
Bir iki câma Vâlî nâ’il olsa dest-i yârından (28)
Kavsî-i Bağdâdî 2
Bu ızdırâb ile hicrân hikâyetin Kavsî
Deme deme ki seniñ hâliñe kebâb oldum
Âgâh
Cevâb-ı Kavsî-i şîrîn-kelâmdır Âgâh
Zamâne her kimi yandırdı ben kebâb oldum
Şinâsî-i İstanbûlî 3
Görür gözüyle Şinâsî beni tegâfül eder
Meğerki kûşe-i çeşm-i nigâra hâb oldum
Âgâh
1
Cenâb-ı Âgâh’ın tilmîz-i hâsları hattât-ı şehîr Âdem-i Âmidî’yi telmîhdir. 27.
2
Mehdî-i Bağdâdî’niñ biñ târîhlerinde yazdığı Tezkire-i Şuʻarâ’dan soñra ʻIrâk havâlîsine müteʻallık
tezkire yazılmamış ve İstanbûl’da yazılan tezkirelerde bu zâtıñ ismi gösterilmemiştir. Eşʻârı pek metîn
olduğu hâlde terceme-i hâli bilinemiyor. 28.
3
Bu zât şâʻir-i meşhûr Fasîh-i Mevlevî murabbâlarındandır. Şu nazîre ile berâber hatt-ı destiyle mu-
harrer on ʻaded gazeli manzûrumuz olmuştur ki zîrinde; “Ketebehû Şinâsî Muhammed Rûznâmçe-
zâde der-Diyârbekir der-hâric-i Dağkapısı” ʻibâresi muharrerdir. Şu nazâ’iriñ pek çoğunuñ vicâhen
vukûʻ bulduğu şunuñla da anlaşılır. 28.
48
Hâtır-ı sâkîniñ Âgâh inkisârından sakın
Tevbe yoksa mûcib-i gufrân ola ya olmaya
Emîrî-i Âmidî (Cedd-i câmiʻu’l-hurûf)
Zâde-i tabʻ-ı sühandânıñ Emîrî Âgah’ıñ
Nazm-ı rûh-efzâsına akrân ola ya olmaya
Âgâh
Tekâpû-yı zemîn tâze eylerse n’ola Âgâh
Semend-i kilk-i muʻciz-gûy Vâlî’den cevâb ister
Vâlî-i Âmidî
Nazîre kasdın etseñ Vâliyâ Âgâh’a imʻân et
Münâsib güfte-i rengînine rengîn cevâb ister
Âgâh
Bu vâdî-i nezâket-hîzde pey-revligin görsem
Nazîre söyleyen yârâna Âgâh âferîn etsem
Hâsim Efendi
Rümûz-ı dikkat-i Âgâh’ı temyîz etmeğe Hâsim
Nigâh-ı tabʻıma çeşm-i hayâli dûrbîn etsem
Âgâh
Gûyiyâ bir deste-i güldür zemîn ü âsmân
Ol kadar oldı tecellâsıyla dünyâ dil-firîb
Vâlî-i Âmidî
Günde biñ genc-i hafî fetholsa Vâlî rûyuña
ʻÂrif-i Âgâh’a olmaz hubb-ı dünyâ dil-firîb
Âgâh
Olursa gûşzed-i ahbâba bu gazel Âgâh
Zuhûra gelse gerek nükteler zerâfetler (29)
Vâlî-i Âmidî
Olur tefevvüh-i aʻdâya bâʻis elbette
Bu gûne ʻîş-i dem-â-dem bu gûne sohbetler
Âgâh
Çok da tenhâ-rû halvetgeh-i agyâr olma
Düşmen-i ʻismet olan hâb-ı girân elde değil
Vâlî-i Âmidî
Savb-ı maksûda ʻazîmet nice kâbil bilmem
Tevsen-i derde süvârım ki ʻinân elde değil
49
Âgâh
Şikeste-bâl değil şâhbâz-ı himmetimiz
Bu saydgâhda ancak şikâra hâhiş yok
Vâlî
Nazîre kasdını ettikte Vâlî yârân
Tefekkür-i gazel-i âbdâra hâhiş yok
Âgâh
Câm-ı pür-hûn görünür Âgâh vasl-ı yârsız
Sunsa gerdûn sâgar-ı mihr-i dırahşânı baña
Nâbî Ruhâvî
Var iken laʻl-i lebiñ gayrı temennâ eylemem
Hızr eğer sunsa pey-â-pey âb-ı hayvânı baña
Âgâh
Gül mevsiminde bâdeye olsam da dest-res
Sâkî gelince nâz ile fasl-ı hazân olur
Nâbî
Mevzûn-kadân ü sîm-tenân ü şeker-lebân
Pîre ʻasâ fakîre gınâ cisme cân olur
Âgâh
Öyle bî-rahm ile Âgâh müdârâ güçtür
Beni öldürmese biñ cevr ile râhat mı kalır
Nâbî
Buña meydân-ı mükâfât denir ey Nâbî
Halkı râhatsız eden kimsede râhat mı kalır
Âgâh
Her dâg-ı tende bir sanemiñ yâdigârıdır
Âyîne-i hezâr-ı perî-talʻat olmuşuz
Nâbî
Dest-i nesîm refʻ edemez hâkten bizi
Mânend-i sâye sûret-i bî-tâkat olmuşuz
Âgâh
Hûbân nizâra düşmen olur hurde-sâl iken
Bir lahza gösterir yüzüni meh hilâl iken (30)
Nâbî
Hûbân visâle tâlib olur hurde-sâl iken
50
Eyler hamîde kâmetini meh hilâl iken
Âgâh (Dilber deheninden)
Ya zülf-i siyeh ya müjedir ya ham-ı ebrû
Bir mûy zuhûr etmedi bî-câ bedenimden
Nâbî
ʻUşşâkı helâk eylemeğe gamze-i hûbân
Fırsat mı bulur gamze-i hâtır-şikenimden
Âgâh
Sülûkünde kemâl-i kâbiliyyettendir Âgâh’ı
Eğer üftâdedir derler eğer magrûrdur derler
Mucîb Kemâlî-i Âmidî
ʻAceb-ender-ʻacebdir hâlesi mâhıñ siyâh olmak
Bugün ol mâh-rûyuñ giydiği semmûrdur derler
Âgâh
Zamâne düşmen-i ehl-i kemâl ve biz Âgâh
Bu fazl ü dâniş ile iʻtibâra muntazırız
Mucîb Kemâlî-i Âmidî
Dü desti beste-i fitrâk-i hayret eylemişiz
Bu saydgâhda bir şeh-süvâra muntazırız
Âgâh
Cân atma ol iklîme ki cânânesi çoktur
Pür-fitnedir ol şehr ki mey-hânesi çoktur
Vâlî-i Âmidî
Halvetgedemiñ zevkı baña başka safâdır
Meyl eylemem ol bezme ki mestânesi çoktur
Âgâh
Şeb-nem gibi sitâre-şümârız şeb-i firâk
Gülberg-i cennet olsa eğer câme-hâbımız
Vâlî-i Âmidî
Her şeb hayâl-i sîne-i sîmîn-i yâr ile
Nesrînsitân-ı hulde döner câme-hâbımız
Âgâh
Olur mı sifle-sezâvâr-ı hall ü ʻakd-i umûr
Girih-güşâlıgı engüşt-i pâda görmüşüz
Vâlî
51
Tefahhus eylemişiz kûşe kûşe dikkat ile
Hulûs-ı kalbi bu mâtemserâda görmüşüz
Âgâh
Sad-şükr müttehem değiliz saʻd ü nahs ile
Efvâhda ne mihr ü ne mâhız ne encümüz (31)
Vâlî
Tevfîz edip umûrumuzı hükm-i Hâlık’a
Her emrimizde münker-i te’sîr-i encümüz
Âgâh
Hilkat-i sâf-diliñ lâzımıdır baht-ı siyâh
Mâh-tâbız ki şeb-i târ-ı pesendîdesiyiz
Vâlî
Lekedâr etmemişiz zeyl-i kabâ-yı vaʻdi
ʻİffetiz meslek-i ebrâr-ı pesendîdeyiz
Âgâh
Ârzû-yı laʻl-i meygûnuñ helâk etse beni
Tâ-ebed hâk-i mezârımdan gelir bûy-ı şarâb
ʻAzmî-i Âmidî
Görse ger tanzîrimi Âgâh olur mest-pesend
ʻAzmî kilk-i âbdârımdan gelir bûy-ı şarâb
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Ben o deryâ-nûş-ı câm-ı bâdeyim ki tâ-ebed
Lücce-i çeşm-i humârımdan gelir bûy-ı şarâb
Kâmî-i Âmidî
İçmişim hum-hâne-i vahdette ʻaşkıñ bâdesin
Âh ü zâr-ı intizârımdan gelir bûy-ı şarâb
Âgâh
Eşkim görüp ol şûh n’ola etse tebessüm
Bu âb-ı revân bir güli handân edemez mi
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Makbûl olamaz bûse dirîgındaki özrüñ
Bir bâğı olan bir güli ihsân edemez mi
Şu nazîreler bir bahçeden alınan bir demet çiçek kabîlindendir. Cenâb-ı
Âgâh’ın lisân-ı Fârisî’de dahi müşâʻaresi vardır. Bundan ziyâde münâzara tafsilâtı
52
“Mir’ât-ı Fevâ’id”imizdedir. Dîvân-ı eşʻârında münâsebet düştükçe şehrimiziñ ismi
muharrer olmakla birkaç ʻadedi tahrîr olunur.
Medhiyyesinden:
Mükennâ ismi Nevʻî-zâdelikle ol ʻatâ-kârıñ
Ki etti ʻîd-i vaslı Âmid’e huld-i berîn peydâ 1
Gazelinden:
ʻAsrında Bâyezîd ise korlar mı hâline
Âgâh şehr-i Âmid’in etfâli bellidir
Kasriyyesinden:
Şeh-nişîn-i sîne gezip etse tefâhur yeridir
Âmid’iñ Göğsüdür envâʻ-ı şerefle bu makâm
Şehrimiz Câmiʻ-i Kebîr’iniñ sakf-ı merfûʻunda dâ’iren-mâ-dâr hatt-ı celî ile
muharrer “Âyet-i Kürsî” (32) ile “Âyet-i Nûr” müşârun-ileyhiñ hatt-ı bî-nazîri olduğu
gibi mihrâb-ı füyûzât-me’âbıñ fevk-i eklîlinde:
Şimdi mihrâb eylesin ham-geşte kaddin müstakîm
Kim erişti hazret-i Âsaf’dan envâʻ-ı sürûr 2
1
Nevʻî-zâde Muhammed Sâlih Efendi 1131/1719 senesinde Âmid kâdîlığına nasb ve taʻyîn olunmuş-
tur. 31.
2
Sadr-ı esbak Merzifonlu Kara Mustafâ Paşa-zâde Diyârbekir vâlîsi ʻAlî Paşa’dır. Târîhlerde Maktûl-
zâde diye muharrerdir. 32.
3
Şöyle derler: “Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun.” Fâtır Suresi 35/34.
53
de’yi elli altına yazdığı rüvât-ı sikât ihbârıyla resîde-i derece-i sıhhattir” ʻibâresiyle
senâ ederek o kıymetli hattı cenâb-ı Âgâh’dan telemmüz eylediğini tavzîh etmiş
iken hattâtlar sırasında ismini derc ve tasrîhden zühûl etmiştir.
Türkî dîvânı gayr-ı matbûʻdur. Nüshası kesîr ve mütedâvildir. 2160 beyti
hâvîdir. Şu kadar ki baʻzı mecmûʻalarda hatt-ı destiyle görülen âsârın bir haylisi
dîvânında görülmüyor. Fârisî dîvânı henüz meşhûdumuz olmamış ise de
mecmûʻalarda kendi hatt-ı nefîsiyle muharrer bir hayli Fârisî gazelleri görülmüştür.
Türkî, Fârisî iki ʻaded gazel-i üstâdâneleri tahrîr olundu:
1
Üstâd-ı ekremleri Şevket-i Buhârî’ye nazîredir. 33.
54
Nehem ber-gerd-i bâd ez-bî-karârî âşiyânemrâ
Rûm’da Bâkî, Irak’da Rûhî gibi esâtîze-i şuʻarâ şöhredâr-ı belâgat oldukları
esnâda bu zât şehrimizle mülhakâtında kesb-i iştihâr etmişti.
Nâbî merhumuñ:
Baht her fırkada cârî ki gül-i ter var iken
Pest tâliʻdir o şeb-nem ki düşer kâh üzre
beytiyle ecsâm-ı bî-rûha kadar teşmîl etmek istediği serâ’ir-i kazâyâ-yı baht ve
idbâr âsâr-ı şuʻarâda dahi cârî ve vâkıʻdır. Gerçi bunda latîf eşʻârla kesîfiñ dahli olsa
bile birkaç tabaka mâ-dûnda olanlarıñ birçok âsârı hâlen mevcûd ve tezkirelerde
tafsîl-i ahvâli muharrer iken en latîf eşʻârı hâvî dîvânların mahv ü nâ-bûd olduğu ve
kâ’iliniñ ismiyle bir beyti olsun hiçbir tezkirede yer bulamadığı birçok emsâliyle
müsbettir. Hattâ belâgat ve nezâheti kuvvetiyle velev ki enzâr-ı ʻâmmeye kendini
irâ’eye muvaffak olan baʻzı ebyât olsa bile nâ-kadr-dânân taraflarından ism-i
nâzım-ı belâgat-şiʻârınıñ “Lâedrî” perdelerinde nihân ve güm-nâm edildiği görülür.
İşte şu sû-i tâliʻde bizim şâʻir-i şûh-edâ Ülfetî-i bî-nevâ da dâhildir. Tezâkir-i Şuʻarâ-
yı Rûm’uñ hiçbirinde mevcûd olmayıp yalnız ʻAhdî-i Bağdâdî Gülşen-i Şuʻarâ’sında
bir dereceye kadar hâmerân-ı taʻrîf olmuş ve bundan başka şehrimiziñ mecâmîʻ-i
kadîmesinde baʻzı ahvâl ve âsârı görülmüştür.
Târîh-i tevellüdü pek de kestirilemiyor ise de takrîben 930/1524 hudûdun-
da tevellüd eylediği cereyân-ı vukûʻât-ı hayâtiyyesiniñ siyâk ü sibâkı irâ’e ediyor.
(34) Evâ’il-i hâlinde tahsîl-i bizâʻa-i kemâlâta hasr-ı enfâs eylediğinden az vakitte
behrever ve emsâl ü akrânına nisbetle sebk almada sâhib- hüner olmuştur. Hilye-i
fazl ü kemâline bir de nûr-ı ʻirfân ʻilâve ederek füsehâ-yı ʻArab’ıñ birçok eşʻârını ve
üdebâ-yı ʻAcem’iñ bir hayli âsârını hazîne-i vicdânına cemʻ ü iddihâr eyledi. Hele
nevâdir-i mutâyebât ve cevâhir-i muhâderâtıñ bir fihris-i kıymetdârı oldu.
Sadâsı gâyet latîf ve dil-pesend olduğundan fenn-i mûsikîye intisâb ile
mahâret-i kâmile peydâ eyledi. Ekâbir-i memleketiñ nedîm-i hem-râzı ve aʻyân ü
vücûhuñ musâhib-i mümtâzı idi. ʻAhdî-i Bağdâdî tezkiresinde Bağdâd beylerbeyi
Ferhad Paşa-zâde Muhammed Paşa’nıñ kethudâsı Behrâm Kethudâ ile ʻazîm ülfeti
olduğundan onlardan keyfiyyet-i ahvâline matlaʻ olup yazdığını hikâye eyliyor ki
kibâr-ı me’mûrîniñ nasıl mergûb ve müntehabı olduğunu bu rivâyet de tasdîk eder.
Cenâb-ı Ülfetî garîb fıtratta bir şâʻir idi. Bazara varsa muʻâyene-i kâlâ-yı
hüsn ü bahâ ve tedkîk-i harîr-i vech-i zîbâ eylerdi. Gecelerde şuʻle-i şemʻa ve cilve-i
55
pervâneye nazar-ı imʻân saldıkça tâze tâze âsâr-ı raʻnâ ve nücûm-ı eflâke imâle-i
nigâh eyledikçe nice nice me’âl-i ʻazamet-pîrâ lâyih-i zihn-i vekkâdı olurdu. Yeñi bir
nâzenîn-i nâz-perver-i ʻismete dûş olsa kendini bir cihân-ı cedîd keşfetmiş kıyâs
eyler, hüsn ü ân-ı mehveşân ve tebessüm-i gül-ruhân, tabîʻat-i şâʻirânesine hem
bâʻis-i şevk ü inbisât, hem hânümân-sûz-ı sabr u ârâm olurdu. Hulâsa ʻaşk-ı hakîkî
ve muhabbet-i mecâzîye âb u âteş gibi imtizâc vermiş ve her kıtʻası kıtʻa-i dil-ârâ-yı
yâkût gibi revâc bulmuş ve her müfred-i yegânesi dür-dâne-i şehvâr gibi dürretü’t-
tâc-ı şuʻarâ olmakla sezâvâr görünmüş idi.
Şâh Mahmûd ʻunvanlı kahve-fürûş bir mahbûb-ı fincân-be-kef hakkında
tanzîm eylediği bir matlaʻ-ı zîbâ kesb-i iştihâr ederek şuʻarâ-yı Rûm u ʻIrâk kendisiy-
le hem-âheng-i sürûd olduklarından teşbîhât ve temsîlât-ı gûn-â-gûn ihtirâʻını bâdî
oldu. Münâzara-i mezkûre şudur:
Ülfetî-i Âmidî
Melâhat âftâbıdır gören der Şâh Mahmûd’ı
Elinde mâh-ı bedr olmuş o fincân-ı zer-endûdı
İstanbûlî Mustafâ Çelebî
Letâfet gülşeninde seyr edenler Şâh Mahmud’ı
Zer-efşânî karanfil sandı fincân-ı zer-endûdı (35)
Tokâdî Ahmed Çelebî
Kul oldu cümle ʻâlem öyle sevdi Şâh Mahmûd’ı
Süleymân mührüdür destinde fincân-ı zer-endûdı
Burûsevî Fürûgî
Harîm-i ʻayş ü ʻişrette görenler Şâh Mahmûd’ı
Elinde câm-ı zerrîn sandı fincân-ı zer-endûdı
Fürûgî-i İstanbûlî
Melâhat gülşeninde seyredenler Şâh Mahmûd’ı
Elinde nergise beñzetti fincân-ı zer-endûdı
Re’yî-i İstanbûlî, Terzî-zâde
Ruhın zerd eylesin öpsem diyenler Şâh Mahmûd’ı
Bu maʻnâyı ʻaceb halletti fincân-ı zer-endûdı
ʻUlvî Çelebî Birâder-i Râyî1
1
ʻUlvî Çelebî 982/1575 senesinde Özdemir-zâde ʻOsmân Paşa’nın vâlîliğinde Diyârbekir’de bulun-
muştur. Şu gazeli Âmid şehrinin ʻîd-i adhâsı hakkında inşâd eylemiş idi:
Subh-ı vasl-ı yâre erdik ʻîd-i edhâdır bugün
Niceler kurbân olur özge temâşâdır bugün
56
Gören pek hazz eder vechinde hatt-ı Şâh Mahmûd’ı
Ayâs-ı hâss olur nûş etse fincân-ı zer-endûdı
Nahîfî-i Kâdî
Ruhı mir’âtına baksın görenler Şâh Mahmûd’ı
Skender’dir elinde câm fincân-ı zer-endûdı
Lâedrî
Duhân-ı kahve zannetme görünce Şâh Mahmûd’ı
Çıkar eflâke dûd-ı âh-ı fincân-ı zer-endûdı
Kânûnî Sultân Süleymân hazretleriniñ yarım ʻasır kadar devâm eden devr-i
saltanatları ki Edebiyât-ı ʻOsmâniyye’niñ pek bereketli bir devridir. İstanbûl’da
söylenen bir beyt Bağdâd ve Tebrîz’e kadar derhâl vâsıl olur ve Bağdâd’da söyle-
nen bir matlaʻ dahi bilâ-tevakkuf İstanbûl’a, Burûsa’ya, Edirne’ye ve Rûmeli’niñ
Macaristan’a varınca bilâd-ı vâsiʻasına vâsıl olarak şuʻarâ-yı zamân nazîreler îcâd
ederdi. İşte bu kabîlden olarak evâ’il-i devr-i Süleymânî’de bulunan müftiyyü’s-
sakaleyn İbn Kemâl hazretleriniñ bir beytiyle ʻasr-ı mezkûr âhirine kadar söylenen
nezâyir-i şuʻarâda bizim Ülfetî-i sâhib-dil dâhil idi. Birkaç ʻadedi zîver-i sutûr olu-
nur: (36)
İbn Kemâl
Kalʻa-i burc-ı bedendir görünen baş değil
Nakş-ı târîhidir anuñ kararan kaş değil
Fuzûlî-i Bağdâdî
Kule-i kâf-ı belâdır görünen baş değil
57
Per-i sîmurg-ı cefâdır kararan kaş değil 1
Hudâyî Zaʻîm-i İstanbûlî 2
Kûh-ı endûh-i belâdır baña bu baş değil
Tîşelerdir urulur her yañadan kaş değil
Ülfetî-i Âmidî, sâhib-terceme
Bu tılısm-ı bedeniñ kubbesidir baş değil
İki şemşîridir anuñ görünen kaş değil
Burûsalı ʻÂşık Çelebî
Kûh-ı endûh ü ʻanâdır görünen baş değil
Ebr-i bârân-ı belâdır kararan kaş değil
Edirneli Emrî Çelebî
Hedef-i tîr-i belâdır görünen baş değil
Bir iki ok yılanıdır kararan kaş değil
Nevʻî Efendi Muʻallim-i Şeh-zâdegân
Gam yükün boynuma urdum görünen baş değil
Başta kara yazıdır kararan kaş değil
Muʻîdî Kalkandelenli
Görünen kûh-ı belâdır güzelim baş değil
Râh-ı iklîm-i ʻademdir kararan kaş değil
Edirneli Sâʻî Nakkâş
Tûb-ı meydân-ı belâdır görünen baş değil
Darb-ı çevgân-ı kazâdır kararan kaş değil
Refʻî Çelebî Çorlulu
Kubbe-i câmiʻ-i gamdır görünen baş değil
Tâklardır anuñ altında duran kaş değil
Mânî-i İstanbûlî Kâdî-zâde
Eşkimiñ oldu habâbı görünen baş değil
Keştî-i mevc-i bedendir kararan kaş değil
1
İbn Kemâl hazretleriyle Fuzûlî-i Bağdâdî’niñ beytleri matbûʻ dîvânlarda gayr-ı mevcûd olduğu gibi
Rûhî-i Bağdâdî’nin:
Şeb-i gamda n’ideyim sâyem ayakdaş değil
Pertev-i mihr-i ruh-ı yâr ise yoldaş değil
beyti de dîvânında mevcûd değildir. Beytin kâfiyeleri baş ile kaş’a münhasır olmadığı içün bunu ve bu
kabîlden olan daha yigirmi kadar matlaʻı silsile-i nezâ’ire derc etmedik. 36.
2
Kânûnî Sultân Süleymân hazretleriyle şark seferlerinde şehrimize gelmiş idi. 36.
58
Tavʻiyyü’l-ʻAcem
Kûh-ı âlâm ü ʻanâdır görünen baş değil
Ser-nev-i şetmdir efendi kararan kaş değil (37)
Cenâb-ı Ülfetî yalñız şâʻir-i sihr-âsâr olmayıp her fende nâmdâr ve bilhassa
müverrih-i rûzgâr idi. Kangı bahs-i ʻamîk ve fenn-i gâmızdan olursa olsun bir kerre
kütüb-hâne-i tasavvuruna mürâcaʻat eyledi mi sahâ’if-i hâliyyesinden istediği
mebâhisi ihrâc ü iʻlâm ve muhâtabını iʻcâb ü ifhâm eylerdi.
Evâhir-i ömründe dâmenkeş-i bûd u ne-bûd-ı ʻalâyık olarak mihrâb-ı
hakîkate müteveccih ve revâbıt-ı ʻaşk-ı mecâzîden dahi vâreste olmuş ve şu kubbe-
i bî-nazîr-i ʻâlem-i imkânı bir câmiʻ-i mukaddes-i ʻaşk-ı hakîkî bilerek gûş-ı hûşuna
erişen her sadâ-yı goft ü şinîd bir gülbâng-ı tehlîl ü tevhîd makâmına kâ’im bulun-
muş idi.
Bu sûretle imrâr-ı leyl ü nehâr eylemekte olduğu hâlde hicret-i seniyye-
nin “elfü kâmil”inde vefât ve yârân-ı memleketi hasret-i iftirâkı ile mahzûn ve
giryân eyledi (1000/1592).
Bu gazel o şâʻir-i ilâhî-meşrebiñ zâde-i ʻirfânı olan âsâr-ı bedîʻasındandır:
Şerha vü naʻl ki var sîne-i sad-çâk üzre
Şeklidir âh-ı derûnuñ ten-i gamnâk üzre
59
Ferişte-zâde’niñ kitâbından tercüme sûretiyle silk-i belâgate keşîde etmiştir. Kitâb-
ı mezkûreden matlaʻ beyti ile baʻzı mısraʻları tahrîr olundu.
Matlaʻ:
Bismi’llâhirrahmânirrahîm
Mebde-i envâr-ı kelâm-ı kadîm
Mısraʻlar:
İster iseñ âhiret dünyâyı sat (38)
*
Söylemek oldı gümüş altın sükût
*
Yemezseñ yer bulunur gözüñ aç
*
Bir lûgat bilmek bütün dünyâ değer
*
Nân-ı huşka et kanâʻat sabr kıl her iş biter
*
ʻÂlemiñ yoktur vefâsı cümle herc ü mercdir
*
ʻÖmrüñ âhir oldı bilmezsiñ henüz
*
Bu meseldir ki yanar kurı yanınca nice yaş
*
Sefîh ol kişidir ki ede mâlın isrâf
*
Dünyâya göñül bağlayan adam olur ahmak
*
ʻÂlim oldur ki ola anda ʻamel
*
Yemez ʻâkil olan bu dünyâda gam
*
Bulmak isterseñ saʻâdet söyleme aslâ yalan
***
ÜMNÎ 1
1
Zamm-ı elif, sükûn-ı mîm ile olduğunu Müstakîm-zâde irâ’e ediyor. 38.
60
İsm-i sâmîleri Muhammed’dir. Zamânında Muhammed Ağa diye şöhret-
şiʻâr idi. Ağa ʻunvanıyla müştehir olması ol vakitleriñ ıstılâhınca ashâb-ı merâtib ü
mesânide mahsûs bir taʻbîr-i muvakkar olmasından ileri gelmiştir. Şehrimize gelen
vülât-ı ʻizâmıñ kethudâlık hizmetinde bulunması hasebiyle fetk u retk-i memleket
yed-i müşkil-küşâsına mevdûʻ idi. Hatt-ı destiyle muharrer birçok âsârı meşhûdu-
muz olmuştur. İnci gibi hatt-ı nefîsini seyredince doğrusu hayretlere müstagrak
olduk.
Meydân-ı ceng ü harbde silahşörlük ve dilâverliğini görenler kendisini bir
Rüstem-i zamân kıyâs eylerdi. Tüfeng-bâzlıkta ve kemân-keşlikte mümtâz idi. Tîri
hedefe isâbet ettirmek ve sayd ü şikârda âhûları tüfeng ile urmak gibi hârikalar
gösterirdi.
Ağamızın tuhaf bir mesleği var idi. Meclis-i yârân-ı safâda âhû-yı maʻânî ve
gazâlân-ı mezâmîn (39) sayd ü şikâr eylediği esnâda gâh ceng ü cidâl ve harb ü
kıtâle dâ’ir manzûmeler kırâ’at ederek meclis-i muvâneseti bir mahşer-i şûr-engîze
çevirir ve gâh meydân-ı sayd ü şikârda yârân ile müşâʻareye başlayarak sahrâ-yı
saydgâhı bir encümen-i edebe beñzetirdi. Birgün sayd ü şikâra gider, akşamı
hânedân-ı kurâdan Tozbeg -nâm zâtıñ hânesine varır, tesâdüften olarak o gün
Tozbeg de şikâra gitmiş idi. Akşam ʻavdet etmediğinden görüşemezler. Ferdâsı gün
esnâ-yı ʻavdette toza toprağa, sayd ü şikâra müteʻallık birçok elfâz ve taʻbîrât-ı
mülâtefeyi bir araya cemʻ ile bu vedâʻ-nâme-i zarîfi yazar:
Gubâr-engîz-i râh-ı âdemiyyet yaʻnî Tozbeg kim
Odur ibn sebîliñ mîzbân-ı re’fet-âsârı
61
vezîr-i müşârun-ileyhiñ Bağdâd vâlîliğine tahvîl-i me’mûriyyetlerinde birlikte ʻâzim
oldu.
1103/1692 senesinde ʻurbân şeyhlerinden Mâniʻ-nâm şakî Basra taraf-
larında sûret-i ʻisyân göstermekle efendisi Ahmed Paşa’ya Basra vâlîliği ve ser-
darlık tevcîh olundu, fakat Bağdâd’dan hareket etmezden evvel paşası vefât ede-
rek birâderi Dergâh-ı ʻÂlî kapıcıbaşılarından Halîl Ağa’ya bâ-rütbe-i sâmiye-i
vezâret Basra vâlîliği tevcih olunmakla sâhib-terceme kemâkân kethudâlık mesne-
dinde kâr-fermâ oldu. Şakî-i mezbûr üzerine hareket olunarak Esed Karyesi kur-
bunda Nehr-i Esed-i Sâlih denmekle maʻrûf olan nehir kenârındaki bataklıkta şakî-i
merkûm bagteten pusudan zuhûr etmekle vâkıʻ olan dehşetli muhârebede ol
merd-i gazanfer savlet-i Rüstemâne ceng ü perhâş icrâ eyledi.
Esnâ-yı gîrûdârda sûret-i zafer nümâyân olmuş ise de be-takdîri’llâhi
teʻâlâ ciğergâhına isâbet eden kazâ kurşunu ile 1104/1693 senesi evâhirinde ser-
mest-i câm-ı şehâdet oldu. (40)
Müstakîm-zâde merhûm, “Mecelletü’n-nisâb fi’n-nesebi ve’l-kunâ ve’l-
elkâb” kitâbında bu zâtı tahrîr ederek ʻibâreniñ bir fıkrasında “El-kethudâü’l-vâlî-i
Bağdâd Kalaylı Ahmed Paşa” demiş ise de Kalaylı Ahmed Paşa’ya kethuda olmayıp
yukarıda beyân olunduğu üzre vüzerâ-yı ʻizâmdan Bağdâd vâlîsi dîger Ahmed Pa-
şa’nın kethudâsı idi. Kalaylı Ahmed Paşa’nıñ Bağdâd vâlîliği merhumuñ şehâdetin-
den soñradır. Şu zât nevâdirden bir vücûd-ı şerîf olduğu hâlde Kâdîʻasker Sâlim
Efendi Tezkiresi’nde Dersaʻâdet’e gelmeyip de taşra me’mûriyyetinde şitâbân ol-
masını pindâr ü igtirârına haml ile hakkında şu sözleri yazıyor:
“Beyne ashâbü’l-vegâ Burnaz Muhammed Ağa demekle şehîr bir şâʻir-i
hoş-taʻbîrdir. Fe-ammâ bir mikdâr müdemmağ ve kendine iʻtibârı ve beyne’z-
zurefâ zâtına igtirârı olup zuʻmınca haylice pindârî olmakla semt-i huceste-simât-ı
Rûm’a revân ve taraf-ı Devlet-i ʻÂliyye’ye rû-be-râh u şitâbân olmayıp taşra
menâsıbında olan baʻzı vüzerâ-yı ulû’l-ihtirâma intisâb edip giderek kethudâlık
hizmetiyle ser-efrâz olmuştur.”
İnsâf olunsun, şu mütâlaʻa doğru mudur? Taşrada kendisine teveccüh eden
muʻtenâ me’mûriyyetleri bırakıp da Dersaʻâdet’e gelerek taleb-i menâsıb ar-
kasında pûyân olmak münâsib olur mu? Ya buña istitâʻat-ı mâliyye de müsâʻade
eder mi? Sâlim Efendi şeyhülislam-zâde olduğu içün dünyâya geldiği günden
iʻtibâren zâdegânlık vazifesiyle maʻnûn olmuş ve büyüdükçe rütbe ve
me’mûriyyette büyümüş ve zarûretin ne demek olduğunu görmemiş olduğundan
tecrübesizlik sâ’ikasıyla söyleyebilir ise de hizmet-i mukaddese-i vatan uğrunda
cân veren böyle bir şehîd-i hamiyyet-perver hakkında bir de hamk ü belâhet isnâdı
muvâfık-ı de’b-i insâf olamaz. Dersaʻâdet’e gelip de bir takım erbâb-ı câh ü ikbâlin
kapısında sürünmek ve el, etek öperek huddâm ve derbân-ı bî-insâfa âb-rûlar
dökmekten ise taşrada kethudalık gibi bir mesned-i muhteremde penâhgâh-ı
enâm olmak âlî-cenâblık değil midir?
62
Diyârbekir’de esnâ-yı tahsîlde cenâb-ı Ümnî’nin yâr-ı vefâdârı olan Nâbî-i
nüktedân Dersaʻâdet’e gelerek dâmâd-ı şehriyârî vezîr-i sânî Musâhib Mustafâ
Paşa gibi bir zâta mektubçu, baʻdehû kethudâ olmuş iken bu gibi büyük yaratılan
zâtlardaki fıtrat-ı ezeliyye-i hamiyyet îcâbınca ıslâhâta kıyâm ve isrâfâtın öñünü
almağa ikdâm eylemesi mûcib-i idbârı olmuş ve baʻzı kadr-nâ-şinâsân teşvîk edile-
rek o âlî-cenâb hakkında: (41)
Bir vezîre kethudâ olmak neden lâyık idi
Bir seniñ gibi nuhûset bî-namâz ü bî-sıyâm
Ümnî-i Âmidî
Be-kâm olur bu çemende be-kâm Ümnî o kim
Yanınca tâze nihâlân-ı bî-misâli ola
Vâlî-i Âmidî
Bu şiʻr-i tâze-zemîn-i cenâb-ı Ümnî’ye
Nazîre söylemek olmaz meğerki Vâlî ola
Yûsuf Nâbî-i Ruhâvî
Verir peyâm-ı kırânın zuhalle hurşîdiñ
O âfetiñ ki kenâr-ı ruhunda hâli ola
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Olur mı hıfz-ı nigeh rûy-ı hûbdan Âgâh
Ale’l-husûs ki hüsnünde iʻtidâli ola
Fehîm-i Kadîm
Ehl-i ʻaşkı çekti bâğa ârzû-yı nev-bahâr
63
Oldı zincîr-i cünûn gûyâ ki cûy-ı nev-bahâr
Ümnî-i Âmidî
Hâr hâr-ı fürkat ile bir gül-endâmıñ yine
Eşk-i hûn-âlûduma reşk etti cûy-ı nev-bahâr
Ümnî-i Âmidî
Zülfüñ esîri hastaya hiç kılmadıñ nigâh
Cân-ı tende kılca kaldı amân söylerim saña (42)
Nedîm-i Meşhûr
Sorma peyâm-ı laʻlini peymâne duymasın
Ey dil tehâlük etme amân söylerim sana
Sâmî-i Meşhûr
Müjgân-kalem sahîfe-nigeh merdümek-medâr
Bir çeşm-i mû-şikâf-ı beyân söylerim sana
Râşid, Vakʻa-nüvîs
Bir bûse ile tut dehen-i müddeʻâmı kim
Fursat bulunca belki yamân söylerim sana
Dâye-zâde Ahmed Ağa
Hatt-ı ʻizâra muntazırım ben de mû-be-mû
Râz-ı derûnu ben o zamân söylerim saña
Selîm Efendi, Emîn-i fetvâ
Hasretle her zamân nigerânım cemâline
Gûyâ ki râz-ı ʻaşkı nihân söylerim saña
Vahîd Mahtûmî
Vuslat deminde sorma hulûsumdan ey sanem
Şâyed riyâ eder de yalan söylerim saña
Saʻîd-i Âmidî Fethî-zâde
Mânend-i yâr gûşuna girmez o goncanıñ
Ey andelîb etme figân söylerim saña
Kâmî-i Âmidî
Medh-i cihâna ʻâkil iseñ etme iltifât
Seng-i cefâ-yı taʻna dayan söylerim saña
Ümnî-i Âmidî
Âmed-şod-ı hümâ-yı hayâli ne menʻ eder
Mâdâm âşiyâne-i ʻaşkı serimdedir
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
64
Memnûn-ı gerd-i bâliş-i hurşîd olur muyum
Dest-i heves müdâm ki zîr-i serimdedir
Vâlî-i Âmidî
Hem-sâye-i hümâ-yı saʻâdet olur muyum
Vâlî hevâ-yı kâkül-i dilber serimdedir
Yûsuf Nâbî-i Ruhâvî
Benden soruñ hakâyık-ı esrâr-ı ʻâlemi
Te’lîf-i râz-nâme-i dehr ezberimdedir
Hâzık-ı Erzurûmî
Kimdir bu rûzgârda âsûde-hâl olan
Târîh-i ser-güzeşt-i selef ezberimdedir
Ümnî-i Âmidî
Nâ-kâbil-i ʻilâc-ı etibbâ-yı dehrdir
Dâg-ı nihân-ı ʻaşk-ı devânâ-pezîrimiz (43)
Nâbî-i Ruhâvî
Peyvend-i irtibâtımıza bakma hâk ile
Mihriz ki mâverâ-yı felektir mesîrimiz
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Mazmûn-ı ser-nüviştemiz âşüfte olmadır
Gûyâ sevâd-ı zülf ile yazmış debîrimiz
Mucîb Kemâlî-i Âmidî
Meftûn-ı sîneñ olduğumuz muhtefî değil
Rûşen-misâl âyîne mâ-fi’z-zamîrimiz
Nâbî-i Ruhâvî
Bize kim âb verir ebr-i keremden gayrı
Deşt-i bî-fâ’idede sebze-i hod-rûyuz biz
Ümnî-i Âmidî
Serdî-i bâd-ı hazân eyleyemez dem-beste
Bülbül-i kerem-nevâ-yı gül-i hod-rûyuz biz
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Dil-rübâlarda vefâ olsa görürdük biz de
Çok zamândır ki bu devlette duʻâ-gûyuz biz
Nâbî
Derûnı mansıb-ı hâhişten eyledim maʻzûl
Kalem-rev-i gama kayd-ı edeb ne müşkil imiş
65
Ümnî
Husûl-i kâma gehî sedd olur kenâre-i hırs
Muhît-i dâʻiyede cezr ü med ne müşkil imiş
Âgâh
Müdâm ʻârız-ı pür-hayâl-i yâre hayrânım
Şümâr-ı kevkebe zabt-ı ʻaded ne müşkil imiş
Nâbî
Sâde-rûluk vaktiniñ ver hükmin ey şûh-ı cihân
Hâr-ı zâr olmazdan evvel sahn-ı gülzârıñ seniñ
Ümnî
Eyledi bu ʻarsada gavgâ-yı rüstâ-hîzi germ
Nâzikâne tarz ile âheste reftârıñ seniñ
Âgâh
Ben değil kerrûbiyânı beste-i zincîr eder
Nîm cünbişle ham-ı zülf-i siyehkârıñ seniñ
Edirneli Kâmî, Kâdî-i Âmid
Lâne-sâz olmuş serinde şimdi murgân-ı çemen
Servi mecnûn eyledi gülşende reftârıñ seniñ
Ümnî
Olmaz şarâb-ı lem-yezelî herkese nasîb
Ey Hızr-ı teşne çeşme-i hayvâna kâniʻ ol (44)
Âgâh
Hûbân-ı dehri sorma çekilmez cefâları
Ey çarh-ı pîr mihr-i dırahşâna kâniʻ ol
Vâlî
Olmaz bu gülistanda saña bir tarab nasîb
Ey andelîb nâle vü efgâna kâniʻ ol
Ümnî
ʻAtşân-ı deşt-i fürkat-i hicrânı olmayan
Bî-behredir zülâl-i visâl-i nigârdan
Nâbî
Âb-ı hayât içinde teyemmüm ümîd eder
Dil-i kûy-ı yârdan geçen ednâ gubârdan
Dürrî-i Vânî Büyük Tezkireci
Ey seng-dil dokunma sakın şîşe-i dile
66
Zulm etme tâzesin hazer et inkisârdan
Lebîb-i Âmidî
Yâd-ı ruhuyla nûş-ı mey etmiş ʻaceb değil
Bûy-ı gül alsalar dehen-i bâde-hârdan
Refî-i Âmidî Lebîb-zâde
Mihr-i ruhuñda nev-hatt-ı şeb-reng eder zuhûr
Hüsnüñ bulur zevâlini nısf-ı nehârdan
Ümnî-i Âmidî
ʻÂşık nigâh-ı müşfik-i cânâna mübtelâ
Yâriñ nigâhı hûn-ı dil ü câna mübtelâ
Dürrî-i Vânî
Dil hande-rîzî-i leb-i cânâna mübtelâ
Cânâne girye-i dil-i nâlâna mübtelâ
Ümnî-i Âmidî
Nezzâre-i ruhı tefrîh-i câna bâʻis iken
Nesîm-i âhım eder zülfüni nikâb-ı ferah
Sırrî-i İstanbûlî
Usûl-i nagme-i bezm-i zamâne oldı sakîl
Şikeste-târ olalı mutribâ rübâb-ı ferah
Ümnî
Açar mı bâd-ı sabâ târ-ı kâkül-i yâri
Meşâm-ı câna bu hoş rûzgârdan ne haber
Nâbî
Şemîm-i lutfuña âmâdedir meşâm-ı ümîd
Ne gûne cünbişi var rûzgârdan ne haber (45)
Ümnî
Felek bu bezmde seyret o mâh-ı devrânı
Ki keyfi bâdeden artar cihân cihân açılır
Vâlî
O bağbân-ı nigûn-geşte tâliʻim Vâlî
Ki bâğ-ı sînede gül diksem erguvân açılır
Ümnî
Derûnî sûzişimiz ol şehe nümâyândır
Ne harf-rîz-i şikâyet ne dâd-hâhız biz
Vâlî
67
Nikâb-ı zülfi refʻ etti bâd-ı âh henüz
Hicâbdan yine hasret-keş-i nigâhız biz
Ümnî
Kaddin kıyâmet olduğun inkâr eder miyim
Ey hoş-hırâm mâ’il-i reftârıñım seniñ
Vâlî
Şimdi değil teşevvuk-ı meylim hırâmıña
Çoktan esîr-i şîve-i reftârıñım seniñ
Ümnî
Rakîbiñ sâyesinden yâre baktım seyr-i çeşm oldum
Ruh-ı hûrşîdi lâ-kaydâne seyre bir kemîn buldum
Nâbî
Olur hâkisterim rûşenger-i âyîne-i hûrşîd
Çerâg-efrûz-ı sûziş bir ʻizâr-ı âteşîn buldum
Ümnî
O gül pîrâheniñ teşrîfin etti müjde bâd-ı subh
Muʻattardır dimâg-ı cânımız bûy-ı beşâretle
Nâbî
Benim de sûzişim ʻarz et emânet pîşgâhında
Giderseñ ey göñül kûy-ı dilârâya saʻâdetle
Vahîd Mahtûmî
Vahîdâ nazm-ı üstâda nazîre demeden ancak
Garaz bâzû-yı nazmı âzmâyiştir zerâfetle
Ümnî
Gelince Ümnî-i zâra selâmı ol şûhuñ
O rütbe etti tevâzuʻ ki hâke yaklaştı
Tayyibî
Uzattı vaʻde-i pâ-bûsın ol sehî-kâmet
Büküldi kadem o hasretle hâke yaklaştı (46)
Fakîr-i Câmiʻu’l-hurûfun başlıca baʻzı nezâ’iri:
Ümnî
Dem-beste vü dermândeyim eyle beni gâlib
Rahm eyle benim hâlet-i maglûbuma yâ Rab
Emîrî
Mahbûb-ı hakîkî baña ʻaşkıñdır ilâhî
68
Makrûn-ı vüsûl et beni mahbûbuma yâ Rab
Ümnî
Nigâh-ı hüsnüñe tâkat getirmez zühre-i mirrîh
O şûh-ı fitne-cûda bir bakış bir çeşm-i câdû var
Emîrî
Bu dünyâda hüner bir zât-ı ʻâdil bulmadır yoksa
Benî âdemde çok Cengîz ü Haccâc ü Hülâgû var
Ümnî
Mir’ât-ı dilde rûy-ı safâyı görmez miyiz
Çeşm-i emelde kehl-i cilâyı görmez miyiz
Emîrî
Millette feyz-i neşv ü nemâyı görmez miyiz
Tûr-ı talebde nûr-ı Hudâ’yı görmez miyiz
Ümnî
Ahvâlimi ʻarz etmeğe ol yâra komazlar
Bülbül gibi gülzâra varıp zâra komazlar
Emîrî
Bâğ-ı harem-i yâre sakın varma tehî dest
Vermezseñ eğer ücreti gülzâra komazlar
Ümnî
Biz şikenc-i zülf-i ʻanber-fâma girmiş çıkmışız
Tâyirsiz geşteyiz biñ dâma girmiş çıkmışız
Emîrî
Kalbimizden çıkmadı hayfâ ki nakş-ı mâ-sivâ
Kaʻbe-i matlabda biñ ihrâma girmiş çıkmışız
Ümnî
Misk-i ezfer ʻanber-i sârâmı mûy-ı kâkülüñ
ʻItr-sây oldı meşâmm-ı câna bûy-ı kâkülüñ
Emîrî
Başka istiʻdâdı var rûyuñda mûy-ı kâkülüñ
Feyz-i cennet neşr eder dünyâya bûy-ı kâkülüñ
Ümnî
Rakîb olmam zen-i dünyâya Ümnî bu mecâzîde
Hakîkatkâr-ı hûbâna göñül verdimse merd oldum (47)
Emîrî
69
Lisân ü kalbimi yek-dîgerinden etmedim tefrîk
Metânetle Emîrî meslegimde böyle ferd oldum
Sâbıku’t-terceme Âgâh-ı Semerkandî bahsinde baʻzı nezâ’iri mürûr eylediği
gibi âtîde muʻâsırları olan şuʻarâ ile de nezâ’ir-i belîgası görülecektir. Gaze-
liyyâtından başka nefîs tarîhleri ve selîs tahmîsleri de vardır. 1083/1673 senesinde
vefât eden âti’t-terceme şâʻir-i mâhir defterdâr Şânî Efendi’niñ vefâtına:
“Adn-i aʻlâda makâmın bula yâ Rabb Şânî” sene 1083/1673
Târîhi ve Nâbî merhûmuñ yalñız maktaʻı tahrîr olunan şu gazel-i tahmîsi onlarıñdır:
Pür-safâ etmek içün encümen-i ahbâbı
Ettirip subha dek Ümnî baña terk-i hâbı
Bülbül etti beni seyret o gül-i şâd-âbı
Yâr söyletti baña bu gazeli ey Nâbî
Söyleye söyleye ey tâze zebânım diyerek
Şâm kâdîsı iken 1139/1727 senesinde vefât eden Mansurî-zâde Mucîb
Kemâlî Efendi gibi bir fâzıl yazdığı mecmuʻa-i nefisede Edebiyât-ı Îrâniyye’nin saff-ı
evvelîn-i belâgatinde bulunan baʻzı eʻâzım-ı şuʻarânıñ pek kıymetdâr ve muhayyel
müntehabât-ı âsârını tahrîr eyledikten soñra bir kısmının zîrine:
“Nakl şod ez-hatt-ı Ümnî, sene 1102/1691”
ʻibâresini tahrîr ediyor.
İşte cenâb-ı Ümni’niñ maʻlûmât-ı edebiyyesi vâsiʻ ve nevâdir-i eslâfa vâkıf
bir edîb-i kâmil olduğunu bu da isbât eder. Ol vakitleriñ usûl-ı teşrîfâtı iktizâsınca
rütbe-i ʻulyâ-yı vezârete ekser kethudâlık makâmından suʻûd olunmasına ve
müşârun-ileyhiñ vefâtı esnâsında kademe-i ʻömrü hudûd-ı hamsînde bulunmasına
nazaran ikbâl ve felek müsâʻade etmeseydi hâ’iz olduğu şecâʻat ve kifâyet hasebiy-
le ihrâz-ı mesânid-i ʻâliyye etmesi me’mûl ve vatan ve memlekete pek çok hi-
demât-ı cân-siperâne îfâ edeceği vâreste-i iştibâh idi. Hatt-ı destiyle müşâhed olan
âsâr-ı ber-güzîdelerinden bir gazel-i belîgleri tahrîr olundu:
Ol Leylî-edâ şûh ki bîgâne-reviştir
Mecnûn gibi ʻâşıkları dîvâne-reviştir
70
Zendir gehî dünya gehî merdâne-reviştir
71
bulunması mertebe-i şöhretine delîl-i bâhirdir. Vefâtından kırk, elli sene soñra
yazılan Tezkire-i Râmiz’de dahi ahvâl ve baʻzı âsârı zîver-i sutûrdur. (49)
Müşârun-ileyh 1035/1626 hudûdunda dünyaya gelmiştir. Kırâ’at-ı evveliy-
yeye tevliyeti evlâdiyet sûretiyle hânedânına meşrûta olan Sülûkiye Mescid-i
Şerîfi’nde kâin mektebde başladı. İstiʻdâd-ı mâder-zâdı kendisini az vakitte beyne’l-
akrân temeyyüz ettirdi. Meşâhîr-i ʻulemâ-yı memleketin dersine devâm eyledi.
Dest-i iktidârına sığınan hâme-i edebi hüsn-i idâre ile mümtâz ve ʻilm ü ʻirfân ile
maʻrûf oldu. Hem ʻulemâ hem üdebâ içün medâr-ı iftihâr olacak bir mevki tuttu.
Me’mûriyyete heves etmedi. Şeref-i siyâdetle zâten ʻâlî olan kaʻb-ı celîli tabʻındaki
ʻirfân ve celâletle de tezeyyün eylediğinden vülât-ı ʻizâmıñ musâhib ü müsteşârı ve
memleketimize gelen serdâr paşalarıñ nedîm ü mahremi olarak atvel-i ʻömr ile
kâm-yâb oldu. Nitekim mahdumlarına hitâben yazdığı manzûme-i belîgada şöyle
tavsiye ediyorlar:
Ceddiñ ile eyleme fahr el-hazer
Saʻy ile et nâmıñı sen şöhrever
72
Müddet-i ʻömründe memleketinden hârice çıkmamış ve âsâr-ı belîgalarınıñ
geşt ü güzâr-ı memâlik etmesi kendilerine vekâlet etmiştir. Zîrdeki nezâ’irden an-
laşılacağı üzre her memlekette tanınmış ve bilinmiştir. Âbâ ve ecdâdından mevrûs
cesîm bir servete mâlik olduğundan hânedân düşkünlerine ve eytâm u ârâmla
cevâiz ve ʻatiyye iʻtâ ve elbise iksâ ile iktisâb-ı duʻâ eyleyerek haslet-i merdâne ve
evsâf-ı hâtemânesi elsine-i sitâyişte dâ’ir bulunurdu.
Musâbakaya giriftâr olan şuʻarâya da muʻâveneti dirîg eylemezdi. Hattâ
onlarıñ terfîh-i iʻâşesi içün erbâb-ı servetten olan sâ’ir yârân-ı memleketten de
istihsâl-i nukûd-ı muʻâvenete delâlet ederdi. Şuʻarâ-yı memleketten âti’t-terceme
edîb-i maʻârif-perver Şûrî Hasan Ağa merhûm ile vâkıʻ olan bir latîfe vesîle-i rah-
met olmak içün tahrîr olundu. (50)
Kıtʻa-i Şûrî
Ey kân-ı kerem mekremetin tekmîl et
Vaʻd eylediğiñ cerîdeye taʻcîl et
73
olan tarîk üzerinde Kanlıgöl-nâm mahalliñ üstündeki tepede defîn-i hâk-i
gufrândır.
Tezkiremiziñ esnâ-yı tahrîrinde seksen yaşında oldukları hâlde lehü’l-hamd
ber-hayât bulunan pederimiz pederlerinden, onlar da pederimizin ceddi Süleyman
Çelebî’den rivâyet ederler. Süleyman Çelebî merhûm demiş ki, ceddim Seyyid Mu-
hammed Emîrî hazretlerine yetiştim. Kâmeti uzunca, kemikleri iriye mâ’il, orta
ağızlı, mutavassıt burunlu, çatık kaşlı, gözleri büyük, cephesi geniş, güzel sîmâlı,
musâhabeti gâyet sevimli idi. (51) Şems-i cihân-tâbıñ zamân-ı inbisâtı olan bahar
mevsiminde üdebâ-yı memleket ve üstâdân-ı mûsikî ile gülistanlarda ikâmet ede-
rek temâşâ-yı bedâyiʻ-i kudret eylerdi.
Müşârun-ileyh der idi ki, insân-ı kâmil olanlar dünyada eser bırakmalıdır.
Sâhib-i eser olanlar tevârîh-i müstakbele-i ümemde mutlakâ bir kûşe bulup yerle-
şirler. Esersizler mübhem bir karanlık içinde kalarak mürûr-ı zamân ile kâ’inâtıñ
zerrât-ı nâ-bûdîsine karışır, ricâl-i mensiyyeden olurlar. Yine der idi ki, insanların
taʻkîb eylediği nokta-i nazar, vatana ve cemiyet-i beşeriyyeye hizmet sûretiyle pâk
ve ʻâlî olmalıdır. Cihânı yalñız kendi istifâdesine münhasır zanneden kûtâh-bînân,
maʻnen ikbâl-i vatanıñ kâtilleridir. Evlâdınıñ istirâhatine merhamet zannıyla tahsîl
ve terbiyesine dikkat etmeyenler hüsn-i ahlâk ve fazîlet gibi cevâhir-i maʻâlî ile
müzeyyen olan iklîl-i iftihârı iksâdan kendi ciğer-pârelerini mahrûm etmek içün
bizzât rehzen olurlar. Daha birçok akvâl ve nesâyih-i hakîmâneleri, manzûm Nasi-
hat-nâme’lerinde mevcuttur.
Tezkirelerin cümlesi müşârun-ileyhin bâlâda yazdığımız gibi isminiñ Mu-
hammed olduğunu tahrîr eyledikleri hâlde yalñız Zeyl-i Şakâyık’da Emru’llâh gös-
terilmesi yañlıştır. İsm-i edîbâneleriniñ Muhammed olduğu vâreste-i iştibâhdır.
Hattâ Şâm u Şehbâ kâdîsı Mansûrî-zâde Mustafâ Mucîb Efendi’niñ vâkıʻ olan il-
timâsları üzerine mecmûʻa-i nefîsesine bâlâları “Li-muharririhî el-fakîr, Li-zâbirihî
el-fakîr, Li-kâtibihî el-hakîr, Li-nâmıkıhî el-fakîr” ser-levhaları altında, hatt-ı nefîs-i
ʻâlîleriyle yazdığı manzûr-ı ʻayn-ı iftihâr olan on bir ʻaded gazel-i bedâyiʻ-pîrâlarınıñ
zîrine ayrıca “ketebehû” dahi vazʻ ve tahrîr eylemiştir, ʻibâresi ʻaynen şöyledir:
“Ketebehû el-fakîr Muhammedü’l-müştehir be-Emîriyyü’l-Âmidî,
gafera lehû”
Hâl böyle iken bilemem ki Emru’llâh ismi cenâb-ı Şeyhî’niñ kalemi ucuna
nerden dolaştı. Emirî’nin Emru’llâh ile iltibâsından neş’et etmiş olsa gerektir.
Hayâtında baʻzı evlâdınıñ vefâtıyla mâtemdâr oldu. Vefâtında Ahmed Çe-
lebî, Mustafâ Çelebî isimleriyle iki evlâd istihlâf eyledi. Merhûmuñ vefâtından
soñra evlâd ü ahfâdı meslek-i ʻâlîlerine müdâvim olduklarından onlar da makbûl-ı
ʻurefâ ve memdûh-ı üdebâ olmuşlar idi. Büyük oğlu Ahmed Çelebî 1142/1730 se-
nesinde bilâ-veled vefât etmiştir ve bu muharrir-i ʻâcizin ceddü’l-ceddi olan ikinci
oğlu Mustafâ Çelebî’niñ mazhar-ı esrâr-ı eb olduğuna da’ir Hâmî-i nüktedân’ıñ (52)
baʻzı ebyât-ı belîgası yukarıda mürûr etmiş idi. Cenâb-ı Hâmî, Mustafâ Çelebî’niñ
74
1151/1739 senesinde vâkıʻ olan fâciʻa-i vefâtında dahi şu târîh-i hazîn ile mâtem-
serâ olmuştur:
Hayfâ ki Mustafâ Çelebî genç iken henüz
Vîrânezâr-ı hâk-i fenâda nihân ola
1
Her ne kadar ağalıkla maʻnûn ise de ashâb-ı hatt ü kitâbetten olduğu metrûkâtı meyânında mevcûd
baʻzı evrâkdan müstebândır. 52.
2
Selanik’de, Yanya’da, Yemen’de bulunduğum esnâda münâsebet düştükçe baʻzı zevâtın bu mısrâʻı
okuduklarını görür ve memnûn olurdum. Hattâ Hadîde mutasarrıfı, Rûmeli beylerbeyi pâyelilerinden
Hıfzî Paşa hazretleri bi’l-münâsebe okuduklarında nâzımını ve mısrâʻıñ mâ-baʻdini su’âl ettim, vâkıf
olmadıklarından ceddimiziñ bir gazelinden müfrez olduğunu söyledim. Tekmîlini arzû eylediklerinden
yazıp verdim, gazelin tamamı şudur:
Mey-perest ol sâgar-ı ʻâlem-nümâdan çok ne var
75
Belâgat-ı tabʻ-ı üstâdâneleriniñ mertebe-i bâlâ-terînine numûne ve vesîle-i
rahmet olmak üzre altmış dokuz ʻaded bedâyiʻ-i ebyâtı hâvî bir kasîde-i
naʻtiyyelerinden teberrüken birkaç beyt tahrîr olundu:
Göñül bir dilberin pister-nişîn-i mihri olmuş kim
Marîz-i ʻaşkınıñ kâbil değil tedbîr-i dermânı
76
Olur âyîne-i esrâr-ı nakş-ı nokta-i hestî
Şuʻâ-ı mevc-i hâl-i ʻârız-ı hurşîd-i tâbânı
77
Düşürmem hiç dilden zikr-i câm-ı laʻl-i cânânı
78
Çâre-sâz oldı meğer şâm-ı firâk-ı gamda
Dile âmed-şod-ı âgûş-ı hayâl-i kad-i bâr
79
Mesned-ârâ-yı hıred-mendi-i zü’l-arş-ı vakâr (55)
1
Ramazân-ı şerîfiñ on beşinden soñra Cuma günü Behrâm Paşa Câmiʻ-i Şerîfi’niñ kubbesine karîb
çarh denilen dâ’ireye ve ondan da kubbeniñ etrafına çıkıp gezmek ʻâdettir. Bir Cuma günü kubbenin
üstüne çıkmış, bir mahalde oturmuştum. Şu beyt çakı ucuyla kurşun üzerine nakşedilmiş, zîrine
1127/1715 senesi rakamı konulmuş idi. Ne beytiñ kâ’ili ne de oraya nakşeden zâtıñ ismi yazılmıştı.
Biraz aşağıda düzce bir yerde kadîm fındıkî altunlarından bir ʻaded altun da nazara müsâdif oldu. İki
sûretle memnun olarak kubbeden indim. Şimdiye kadar bir dîvanda, bir mecmûʻada şu beyti görme-
dim. 55.
80
Ammâme ile zâhidi gördükte inanma
Her künbedi zannetme ziyâret var içinde
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Râhat komaz üftâdeleri ʻaşk-ı mecâzî
Şol yâreye beñzer ki cerâhet var içinde
Pertev Reîsü’l-küttâb
Ebnâ-yı zamân etse dahi terk-i tekâlîf
Tâkat getirilmez yine külfet var içinde (56)
Kâmî-i Âmidî
Bir kimse saña dostluk etse bu zamânda
Bî-hûde değil hâsılı ʻillet var içinde
ʻAvnî-i Yeñişehrî
Bir külbe-i ahzânda ki sen yâd olunursun
Zindân-ı cahîm olsa da cennet var içinde
ʻAlî Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Mesrûr edemez ehl-i dili zînet-i dünyâ
Altun kafesiñ bülbüle zahmet var içinde
Nâbî
Nâbiyâ meclis-i ahbâbda şiʻr-i ter ile
Âteş-i hırmen-i hussâd ki derler o biziz
Emîrî-i Âmidî
Pey-rev-i Nâbi’yiz ammâ ki Emîrî sözde
Feyz-perverde-i üstâd ki derler o biziz
Vâlî-i Âmidî
Vâliyâ zemzeme-i şiʻr ile pey-revlikte
Şâʻir-i muʻcize-îcâd ki derler o biziz
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Şimdi Âgâh eser-i feyz-i ziyâ-güster ile
Kâbil-i feyz-i Hudâ-dâd ki derler o biziz
Güzârî-i Âmidî
Günde biñ nakş ile tasvîr ederiz kendimizi
Sunʻ-ı tasvîrde Bihzâd ki derler o biziz
Ümnî-i Âmidî
Olmazız pey-rev-i Nâbî vü Güzârî Ümnî
Pey-rev-i Âgeh-i üstâd ki derler o biziz
81
Dürrî-i Vânî Büyük Tezkireci
Dürriyâ vâlî-i mülk-i sühan olsun Âgâh
Şâʻir-i nâdire-îcâd ki derler o biziz
Lebîb-i Âmidî
Günde biñ seng-i sitem darb ederiz sînemize
Bîsütûn-ı dile Ferhâd ki derler o biziz
Vahîd Mahtûmî
Gam-ı agyâr ile olsak n’ola kûyuñda mukîm
Sâkin-i kişver-i bî-dâd ki derler o biziz
Mucîb Kemâlî-i Âmidî
Eşkimiz rûd misâl etmedeyiz her serve
Hem-ser-i Dicle-i Bağdâd ki derler o biziz (57)
1
Şeyhî
Baş egip baña külâhî vü şikârî dediler
Hâne-i tabʻıña ırgâd ki derler o biziz
Süleymân Mezâkî Büyük Tezkireci
Çok değil mi bu sitem ehl-i niyâza cânâ
İstinâdıñ bu kadar şîve ile nâza mıdır
Nâbî-i Ruhâvî
Niyetiñ eylediğiñ vaʻdeyi incâza mıdır
Yoksa kasdıñ dil-i zâra sitem-i tâze midir
Emîrî-i Âmidî
Şâh-ı gamzeñ yine cemʻ etti sipâh-ı müjeñi
Cünbiş-i ʻazmi ʻaceb memleket-i nâza mıdır
Dürrî-i Vânî
Seni bir demde eder mâlik-i künc-i Kârûn
Himmet-i hâce-i gam kâbil-i endâze midir
Sükkerî
Reng-i rûyuñ eser-i şerm midir gâze midir
Yoksa ʻaşka yine bir gadab-ı tâze midir
1
Şeyhî’nin şu nazîresi yigirmi beytten mütecâvizdir. Bâlâdaki Âmid şuʻarâsı gazelleriniñ birer-ikişer
beytlerini tazmîn etmiştir. Gerek şu tazmîne ve gerek Mucîb Kemâlî-i Âmidî’nin mecmûʻa-i nefîsesin-
de muharrer bulunmasına nazaran bu zâtıñ memleketimizde taʻalluku olması me’mûl ise de ne ken-
diniñ hüviyetine dâ’ir ne de beytinde beyan eylediği külâhı ve şikârı hakkında bir maʻlûmât alabildik.
57.
82
Vâlî-i Âmidî
Zâlim eylerse mazlûma zarar çok sürmez
Ân-ı vâhidde geçer ʻömr-i şerer çok sürmez
Emîrî-i Âmidî
Ne kadar saklasa âyîneden ol hattını yâr
ʻÂleme şâyiʻ olur kara haber çok sürmez
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Subh-ı ikbâline ʻibretle bakılsa çarhıñ
Hasretinde çekilen âh kadar çok sürmez
ʻİzzet ʻAlî Paşa
Sâki izhâr-ı sebât etse dahi devrinde
Müddet-i tevbe-i mestâne kadar çok sürmez
Kâmî-i Âmidî
Ten-ber-âverde eden terbiyesiz evlâdın
Kendi zânûsunu hayretle döver çok sürmez
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Görmüyor çîn-i cebîn-i sitemin şimdi o mâh
Gösterir kendine mir’ât-ı kader çok sürmez (58)
Emîrî-i Âmidî 1
Hayâl-i yâr da gelse derûna yer bulmaz
Binâ-yı dilden eser yok sarây-ı cân tenhâ
Vâlî-i Âmidî
O mah-pâre vü agyâr ü kûşe-i ʻişret
Esîr-i bend-i mihen Vâlî her zamân tenhâ
ʻAlî Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Hased o ʻârife kim dehri seyr içün bulmuş
Şu ʻâlî kubbeniñ altında bir mekân peydâ
Nâbî
Zahm-ı hicrânını çok çektik o şûhuñ bârî
Bir zamân da saralım sîneye merhemcesine
Emîrî-i Âmidî
1
Meşhûr Sâ’ib’iñ bu vezn ve kâfiyede Fârisî gazeli vardır. Şu beyt onuñdur:
Dilem be-pâkî-i dâmân-ı gonçe mî-lerzed
Ki bülbülân heme müstenid u bagbân tenhâ 58.
83
Zûr-ı bâzû-yı belâgatle bugün ey Nâbî
Kişver-i nazma emîrim yine Rüstemcesine
ʻAyntâbî Hâfız-ı Kadîm
Kaʻbe-i hüsni tavâf eylemedin teşne lebim
Sun baña câm-ı leb-i laʻliñi zemzemcesine
Subhî-i Âmidî Lebîb-zâde
Bu fenâ-hânede Subhî saña beñzer var mı
Kûy-ı cânâneyi terk eylemiş âdemcesine
Emîrî-i Âmidî
Hayâl-i zülf-i ʻanber-fâmı gitmez çeşm-i pür-nemden
Kenâr-ı âba gûyâ vazʻ olunmuş tâze şeb-bûdur
Vâlî-i Âmidî
Tehî kalmaz hayâl-i kâkül ü gîsû-yı hoş-bûdan
Ya sünbüldür şükûfedân-ı hâtırda ya şeb-bûdur
Vahîd Mahtûmî
Salâ kâgıd uçurmak isteyen rindân refîk olsun
Havalar hoş Vahîdâ zevk-ı sahrâ-tâb-ı zânûdur
Rızâ-yı Yeñişehrî-i Âmidî
Sirişti pâk olanlar âşinâ-yı kâr-ı nîgûdur
Cibilli zişt olan âdem bütün kârında bed-hûdur
Emîrî-i Âmidî
Dünyâyı felek hayli zamândır dolaşırsıñ
Devrinde ʻaceb hurrem ü handân kimi gördüñ
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Maʻcûn-ı müferrahda bile şimdi ferah yok
Mihnetgede-i dehrde şâdân kimi gördüñ
Hâmî-i Âmidî 1
Nergis gibi mest-i mey-i nahvetsin ezelden
ʻÂlemde sen ey gözleri fettân kimi gördüñ (59)
Emîrî-i Âmidî
Olmadı dil kayd-ı gîsû-yı dil-ârâdan halâs
Bulmadı dîvânemiz zincîr-i sevdâdan halâs
1
Şu beyti muhtevî olan gazel matbûʻ Dîvân-ı Hâmî’de yokdur. 58.
84
Nusretî Âmidî
Olmadı dil hasret ü vasl-ı dil-ârâdan halâs
Bulmadı dîvâne kayd-ı ʻaşk-ı Leylâ’dan halâs
Kâmî-i Âmidî
Taʻn u teşnîʻa ilişmek Kâmi’ye emr-i muhâl
Olmadı dünyâda kimse ifk-i aʻdâdan halâs
Emîrî-i Âmidî
Girdâb-ı gamdan eyledi dil zevrakın halâs
Hızr erdi hatt-ı sebz-ruh-ı dil-rübâ baña
Fasîh-i Mevlevî
Kasd-ı sitem edersin edip gayra iltifât
Hep sûret-i vefâda edersin cefâ baña
Emîrî
Ey tıfl-ı dil o şâha yetîmâne karşı var
Nakdîne-pâş-ı dest-i ʻatâdır sabâh-ı ʻîd
Âgâh
Ey rûzedâr-ı kûşe-i hicr olma teng-dil
Bezm-i visâle müjde-resândır sabâh-ı ʻîd
Emîrî
Yılda bir kerre girersiñ sen ele ey gül-i ter
Seni ârâyiş-i destâr edecek günlerdir
Âgâh
Oldular sihr-nigâr-ı ehl-i sühan hep 1 Âgâh
Kalemi muʻcize-güftâr edecek günlerdir
Emîrî
Defter-i aʻmâli gör dâd ü sitedden fârig ol
Vaktidir ey dilber akşam oldı dükkânıñ düşür
Râgıb-ı Âmidî
Renk renk açtıñ metâʻ-ı hüsnüñi her bilmeze
Râygân ettiñ yeter ey şûh dükkânıñ düşür
Emîrî
1
Cenâb-ı Âgâh cemʻ sûretiyle beyân eylediği şuʻarâdan yalñız Emîrî’niñ nazîresi bize vâsıl oldu.
Muʻâsırlarından Hâmî, Vâlî, Lebîb’iñ elde mevcûd olan dîvânlarında nazîreleri yok. Şu hâlde sihr-nigâr
olan sunûf-ı ehl-i sühan başkaları olmak lâzım gelir. Kimler olduğu meçhul kalıyor. Şunuñla da
añlaşılıyor ki daha birçok şaʻirlerimiziñ mürûr-ı zamân, nâm u âsârını belʻ ü nâ-bûd etmiştir. 59.
85
Ol âftâb-ı evc-i tecellî ki hüsnine
Ol nazarda Hızr ü Mesîhâ rubûdedir (60)
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Âb içre ʻaks-i kaddiñi bir kerre gördi serv
Dâ’im kenâr-ı cûda seni cüst ü cûdadır
Emîrî
Revnak-ı hüsni şeb-i hatt-ı siyeh-fâmdadır
Şemʻiñ efzûn-ter olan şuʻlesi akşamdadır
Berrî-i Magnisavî 1
Cünbiş-i dil eser-i hatt-ı siyeh-fâmdadır
Düzd-i gencîne-i vaslıñ lîşi akşamdadır
Câmiʻu’l-hurûfuñ baʻzı nezâ’iri:
Muhammed Emîrî Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf
Gîsû-yı ʻıtr-sâzlarıñ ile perîşân
Üftâdelere sünbül-i firdevs-i berîn sat
ʻAlî Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Lâhûtî nigâhâne ile bâğa revân ol
Dil-dâdelere nergis-i lâhût-ı berîn sat
Muhammed Emîrî
Kimseniñ şemʻ-i şeb-efzûnunı söndürme sakın
Kudretiñ var ise etrâfıña pervânelik et
ʻAlî Emîrî
Kendi endâmını tezyîne zenân meyl eyler
Mülküñ iʻmârına ikdâm ile merdânelik et
Muhammed Emîrî
Eder mi gonca-i bâğ-ı hakîkate te’sîr
Nevâ-yı zemzeme-i bülbül-i mecâz-âlûd
ʻAlî Emîrî
Emîrî sarf edecek nûr-ı çeşmine acırım
O mehveşe yazamam nâme-i niyâz-âlûd
1
Mağnisalı Berrî-i Mevlevî’nin hatt-ı destiyle nezdimizde mevcûd olan mecmûʻada ceddimiz
Emîrî’niñ gazeli muharrer olduğu gibi kendi gazeliniñ bâlâsına da nazîresi olduğunu kaydeylemiştir.
Şu nezâ’ir tesadüfî olmayıp ya muvâcehe ya muhâbere sûretiyle vukûʻa geldiğini bu da isbat ediyor.
Şimdiye nisbetle vesa’it-i müvâredeniñ noksanıyla berâber memâlikimiz üdebâ-yı kadîmesiniñ yek-
dîgeriyle olan şu hâl-i muvâneset ve ictimâʻları şâyân-ı takdîr ü imtisâldir. 60.
86
Muhammed Emîrî
Dil aks-i ruhuñ dîde-i hûn-âbda saklar
Ol tâze güli şîşe-i pür-âbda saklar
ʻAlî Emîrî
Dil ʻaşkını cemʻiyyet-i ahbâbda saklar
Gûyâ ki bir âyîneyi mehtâbda saklar (61)
Muhammed Emîrî
Göñül sahrâ-nişîn-i vahşet olmuş havfı var senden
Şeh-i gamzeñden ey meh aña bir hatt-ı emân al ver
ʻAlî Emîrî
Der-i cûduñda ʻâşık bir fakîriñdir niyâz eyler
ʻİnâyet matbahından destine bir lokma nân al ver
Muhammed Emîrî
Zuhûr-ı fitne-i hattından alsak bir haber yâriñ
O diller sayd eden zülf-i perîşân añlaşılmıştır
ʻAlî Emîrî
Dühûl-ı bezm-i yâra sûd-mend olmazsa yol vermez
Der-i kasr-ı emelde fikr-i derbân añlaşılmıştır
Muhammed Emîrî
Beni dîvâne eden nergis-i câdû bu mudur
Dâm-ı ümmîde şikâr olmayan âhû bu mudur
ʻAlî Emîrî
Çıkmayan nakş-ı hayâli dil-i pür-dâgımdan
Meskeni gülşen olan gonca-i dil-cû bu mudur
Muhammed Emîrî
Diliñ feryâdı ol meh gayra dildâr olduğundandır
O gül zînet-dih-i âgûş-ı her-hâr olduğundandır
ʻAlî Emîrî
Baña meyli o şûhuñ ʻiffetim yâr olduğundandır
Rakîbân-ı siyeh-dil ʻismet-âzâr olduğundandır
Muhammed Emîrî
Ey bâd-ı sabâ kûy-ı dil-ârâda ne vardır
Bir tâze haber ver bize dünyâda ne vardır
ʻAlî Emîrî
Eflâke suʻûd etmeğe bir çâre bulunsa
87
Bilsem ʻacebâ ʻâlem-i bâlâda ne vardır
Muhammed Emîrî
Etmesin kebg-i heves pervâz-ı evc-i vasl-ı yâr
Pençe-i şehbâz-ı çeşm-i fitne-sâz ardıncadır
ʻAlî Emîrî
Çırpınır elbette hevl-i cân ile murg-ı hayât
Aşiyân-ı gülşen-i ʻâlemde bâz ardıncadır
Muhammed Emîrî
Tîş-i âhım ile seng-i deriñ hâk ederim
Bende Ferhâd gibi nice hünerler vardır
ʻAlî Emîrî
Çalışır kalʻ-ı cibâl etmeğe Ferhâd gibi
Nazar et ʻâlem-i himmette ne erler vardır (62)
Muhammed Emîrî
Sakın üftâde-i hâk-i helâk olmak mukarrerdir
Bugün ol şeh-süvârım hışm ile meydâna girmiştir
ʻAlî Emîrî
Şu dünya pençesinde ʻâkıbet zâr ü zebûn olmuş
Ne safderler ne erler hışm ile meydâna girmiştir
Muhammed Emîrî
Bî-hicr-i yâr zevk-ı visâliñ ne lutfı var
Feyz-i neşât-ı bâde humâr-ı gamımdadır
ʻAlî Emîrî
Nakş-ı hutût-ı mevce-i esrâr-ı hâdisât
Deryâ-yı bî-kerân-ı cihân gamımdadır
Muhammed Emîrî
Gel Emîrî’den zekât-ı hüsnüñü menʻ eyleme
Âsitân-ı devlete ihsâna gelmişlerdeniz
ʻAlî Emîrî
Her ne cevriñ var ise icrâ et artık ey felek
Çâre ne dünyâ denen meydâna gelmişlerdeniz
Muhammed Emîrî
Hâk olsa göñül sâgar-ı mînâ da mı olmaz
Hûn-ı ciğer ol sâgara sahbâ da mı olmaz
ʻAlî Emîrî
88
Çâk olsa göñül perde-i dîbâ da mı olmaz
Pûşîde-i mir’ât-ı mücellâ da mı olmaz
Muhammed Emîrî
Emîrî mû-şikâf-ı maʻrifet olmak gerek yoksa
Kişi taklîd-i eşʻâr eylemekle zû-fünûn olmaz
ʻAlî Emîrî
Kemâlât ü fünûna öyle saʻy et kim cihân halkı
Desin yoktur nazîri böyle merd-i zû-fünûn olmaz
Muhammed Emîrî
Ya sâye bırakmış ruhına zülf-i siyâhı
Ya zulmet-i şeb ol meh-i tâbâna dokunmuş
ʻAlî Emîrî
Ya pister-i nâz üzre yatıp cilveler eyler
Ya sâye-i peymâne o fettâna dokunmuş
Muhammed Emîrî
ʻÂlemde göñül birligi güç yâr ile yoksa
Agyâr-ı sitemkâra müdârâ olagelmiş
ʻAlî Emîrî
Dîdârına çeşm-i nazar eylerse gücenme
Meh-pâreleri seyr ü temâşâ olagelmiş (63)
Muhammed Emîrî
Üftâdeñe çünki yog idi mîve-i vaslıñ
Sen gülşene ey serv-i dil-ârâ yine geldiñ
ʻAlî Emîrî
Feryâd-ı hezârân seni bîzâr edecektir
Sen gülşene ey gonca-i raʻnâ yine geldiñ
Muhammed Emîrî
Ben üstühân olurum ey hümâ-yı hâhiş-i dil
Sen âşiyân-ı emelde karâr edinceye dek
ʻAlî Emîrî
Görür ne berd-i zemistân ne şiddet-i temmûz
Göñül o yâr ile seyr-i bahâr edinceye dek
Muhammed Emîrî
Dili zahm-âşinâ-yı çeşm eyler
Dilber-i dil-nüvâzdır gamzeñ
89
ʻAlî Emîrî
Murg-ı dil can-fedâ-yı hayrettir
Bî-emân-ı şâh-bâzdır gamzeñ
Muhammed Emîrî
Sipihri yaksa bârî âh-ı âteşnâkten göñlüm
Bu takrîb ile alsa intikâm eflâkten göñlüm
ʻAlî Emîrî
Bu dehr-i âteşîn-ʻunsurda hırs-ı câha aldanmış
Yazık kim lâne yapmış kendine hâşâkten göñlüm
Muhammed Emîrî
Neşât-ı laʻl-i leb-i yâr var iken zâhid
Şarâb-ı kevseri açma riyâyı depretme
ʻAlî Emîrî
Koparma mahşeri zâhid figân-ı hîle ile
Sipihri yakma zemîn-i riyâyı depretme
Muhammed Emîrî
Kem etti kadr-i ʻâlemi hâlis-ʻayâr iken
Şimdi zamâne halkınıñ ağzı gümüşleri
ʻAlî Emîrî
Zâlimleriñ sefîh ü münâfık yılanlarıñ
Zehr oldu cism-i devlete altun gümüşleri
Muhammed Emîrî
Ne zevk-ı hâhiş-i vuslat ne gussa-i hicrân
Bu dil taʻalluk-ı havf ü recâdan ayrıldı
ʻAlî Emîrî
Göñül musâhabet-i dil-rübâdan ayrıldı
Vahîm hastaya döndü şifâdan ayrıldı (64)
Muhammed Emîrî
Bilmem nedir meserret ile gam dedikleri
Birdir yanımda sûr ile mâtem dedikleri
ʻAlî Emîrî
Bir lahza vermiyor beşere râhat ü sükûn
Gehvâre-i belâ mı bu âlem dedikleri
Muhammed Emîrî
Feryâd-ı ciğer-sûzunı bülbül kime satsın
90
Gülzâr-ı muhabbetinde harîdâr tükendi
ʻAlî Emîrî
Hâl ehli olan ʻârif-i esrâr dükendi
Hep bî-haberân geldi haberdâr dükendi
Fârisî lisânında dahi gazelleri ve nezâ’iri kesîrdir. Metânet-i elfâz ve rikkat-i
me’âlde âsâr-ı Türkîsine tev’emdir. Tercümân-ı gayb olan Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri-
niñ tahmîs eylediği gazel-i meşhûrunuñ bir kıtʻası şudur:
Çarh-ı bed-mihr ki kâreş heme nakş-ı hiyelest
Meclis-ârâ-yı harîfân degâ vü dagalest
Çun ne-giryem çi konem kâr-ı cihân z’în kıbelest
Eblehânrâ heme şerbet zi-gul-âb u ʻaselest
Kuvvet-i dânâ heme ez-hûn-ı cîger mî-bînem
Evâ’il-i hâlinde hezl ü hicve dâ’ir ʻacîb ve garîb muhayyelâtı hâvî inşâd ey-
lediği kasîde ve gazel ve kıtʻaları vâfirdir. Gerçi soñraları bu vâdîyi külliyen terk
buyurmuşlar ise de baʻzı mecmûʻalarda bir haylisi bâkîdir. Savn-ı lisân-ı cânibi ih-
tiyâr olunarak yalñız kırk dokuz beyti hâvî bir kasîdeniñ nihâyetinden sûret-i
şikâyeti mutazammın olan birkaç beyt tahrîr olundu:
Baht-ı bed ben gibi bir merd-i Gazanfer-tabʻı
Zahmla etmededir küşte-i ser-pençe-i mûr
91
Demiş ol nev-zuhûr-ı fitne kim ser-geştelik kaydın
Benim âşüfteler zülf-i siyeh-târımdan öğrendi
92
EMÎRÎ (RÂKIMU’L-HURÛF)
Vilâdet-i ʻâcizânem 1274/1857 sene-i hicrîsindedir. Kırâ’at-i evveliyeyi âbâ
ve ecdâdım gibi Sülûkiye Mescid-i Şerîfi mektebinde âti’t-terceme Fethu’llâh Feyzî
Efendi hazretlerinden başladım. Kelâm-ı Kadîm, ʻİlm-i Hâl’den soñra sarftan Emsi-
le, Binâ, Maksûd’ı hıfz sûretiyle kırâ’at eyledim. Henüz sekiz on yaşında iken
mebânî-i kadîme üzerindeki yazılara merak ederek bunlarıñ halline pek çok
çalışırdım. Bir derece ki bir yerde mahkûk bir şey gördüm mü onu hall etmeksizin
geçmek pek müşkil idi. Ebyâta da evvelâ ʻÂşık ʻÖmer’den ve soñra da Sünbül-zâde
Vehbî Dîvânı’ndan başladım. Henüz dokuz yaşında iken büyük amucamız âti’t-
terceme Kâmî Efendi hazretleri bendeñize Mısır basması bir Nevâdirü’l-âsâr verdi.
Ne kadar sevindiğimi taʻrîf edemem. Beş yüzden ziyâde şuʻarâmızıñ hâvî olan dört
biñ beyt eşʻârı az müddet içinde tamâmen ezber edildi. Okunan bir beytin nihâye-
tindeki harften başlamak itibârıyla ebyât okumakta kimse mukâbele edemezdi.
Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleriniñ yanına bir zât-ı zarîf geldi mi, bendeñizi
mektepden çağırtır müşâʻare ettirirdi. Mutlak galebe bizde kalırdı. Baʻzen ʻumûm
yârân-ı meclis ittifâk ederlerdi, yine ifhâm ederdim. Behrâm Paşa Câmiʻ-i Şerîfi’niñ
imâm ve hatîbi ʻAbdulkâdir Efendi ekser gün muʻallimim Fethu’llâh Efendi’niñ
yanına gelir benimle müşâʻare ederdi. Aralıkta sûret-i tahassür göstererek “çocuk-
luk sultanlıktır” derdi. Bunuñ maʻnasını ol vakt añlayamazdım. Kendi kendime
“Şimdi kalkıp gidecek olsam üstâdım beni bırakmaz. Buna nasıl sultanlık denir?”
derdim.
1285/1868 senesinde dayımız ʻAbdulfettâh Fethî Efendi hazretleri Siʻird
sancağı dâhilinde Şirvan kâ’im-makamlığında bulunuyordu. Şirvan’a giderek bir
sene ikâmetle Gülistân’ı, Kasîde-i Bürde ve Kasîde-i Emâlî’yi ol vakt Şirvan nâ’ibi
bulunan fâzıl-ı bî-nazîr Noyanlı Muhammed Emîn (66) Efendi hazretlerinden oku-
dum. Kürtçe tekellümü Şirvan’da öğrendim. 1286/1869 senesi Diyârbekir’e gelerek
Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretlerinden altı seneden mütecâviz tahsîl-i
ʻulûm ve tekmîl-i hutûta müdâvim oldum. Avâmil ve İzhâr ezberlenmek sûretiyle
Vezînî-zâde muʻarrebiyle berâber okundu. Hazret-i ʻAlî Efendimiziñ kelâm-ı
kibârları ezberlendi. Sabah ve akşam derslerinde Kâfiye halli, Îsâgocı, Fenârî, Muh-
tasar-ı Maʻânî kırâ’at olundu. baʻzı levhalar yazılarak cevâmîʻ-i şerîfeye taʻlîk edildi.
İrtifâʻ ve üstürlâba müteʻallık Kudûsî ve Mucîb ve daha sâ’ir baʻzı kitaplarla tevag-
gul edilerek büyük bir meleke hâsıl oldu. baʻzı kimseler İrtifâʻ ve Üstürlâb tahsîli
içün mürâcaʻat eylediklerinden salı ve cumʻanıñ tatil günleri tahsîs kılındı.
Luʻbiyyâta merâkım yok idi. Üstâdımızla teferrüce gittiğimiz zamân çocuk-
lar oyuna meşgûl olurlar, ben bir tarafa çekilir kitâb mutâlaʻa ederdim. Yalñız
cumʻa günleri sâʻat on on bir râddelerinde Behrâm Paşa Câmiʻi havlısında kitâb
mütalaʻasından pek ziyâde yorulmuş olan fikrimi tahvîl ve işgâl içün baʻzı kere
mülâʻabeye iştirâk ederdim.
93
Telgraf fennindeki seyyâle-i berkıyye hârikasına merâk ederek 1292/1875
senesinde altı mâh kadar baʻzı günler Diyârbekir telgraf-hânesine devâm ve az
vakitte pek ziyâde meleke ve vukûf hâsıl eyledim.
Târîhler mutalaʻasına dahi öyle bir meslek-i ciddiyâne ile sarf-ı evkât eyle-
dim ki, hâb u râhatı ve uykuyu gâ’ib ettim. Lanba kenarında kitâb mutâlaʻa eder-
ken sabâh olmak defeʻâtle vâkıʻ oldu. Uyusam kimse yanımda yatamazdı. Okudu-
ğum kitâbları sûret-i ʻalenî ile tekrâr edermişim. Artık zaʻif ve bî-tâb düştüm.
Etibbâ bir müddet terk-i mutâlaʻa ile sigara içmeğe ve yahud tebdîl-i havâya mec-
bûriyyet gösterdiler. Terk-i mutâlaʻa ile tütün içmek kâbil olmadı. Dayılarım âti’t-
terceme ʻAbdulfettâh Fethî ve ʻAbdulkerîm ʻAbdî efendiler Mardin sancağı tahrîrât
ve rüsûmât müdürlüklerinde bulunduklarından sene-i mezkûrede Mardin’e gide-
rek kesb-i âfiyet eyledim. Meşhûr Kâsım Pâdişâh Medresesi müderris-i fâzılı âti’t-
terceme Ahmed Hilmî Efendi-i Âmidî hazretleriniñ üç seneden ziyâde sabâh ve
akşam ders-i ʻâlîlerine devâm ederek Tasdîkâtu Tasvîrât, Kâdîmîr, Mutavvel, Şerh-i
Akâ’id meʻa Gelenbevî, Celâl kırâ’atine hasr-ı vakt ü sâʻat eyledim.
Hâl-i büzürgvârım tevsîʻ-i fezâ’il ve maʻlûmâta teşne olduğundan birçok
kitâblar cemʻ ve hattâ Şeh-nâme-i Firdevsî’yi görmeyi ârzû eylediğimden Bağdâd’a
telgraf yazılıp bir nüsha-i nefîsesi posta ile celb olundu. Münşiyân-ı kadîme-i
ʻOsmâniyye’nin pîşvâ-yı münferidi olan fâzıl-ı meşhûr cenâb-ı Veysî’nin Dürretü’t-
tâc fî-Sîreti Sâhibi’l-Miʻrâc ʻunvânlı siyer-i meşhûruñ lûgat-ı ʻArabiyye ve
ʻAcemiyyesi hall olunduktan başka ibtidâdan intihâya kadar tamâmen ezber edil-
miştir. (67)
Mardin ahâlîsi lisân-ı ʻArabî ile mütekellim olduklarından bizim kâmuslarda
sahâhlarda güç ile bulabildiğimiz lûgatlerin ekserisini kavm-i necîb-i ʻArab âdetâ
konuşurken telaffuz eylemekte oldukları câlib-i dikkat olduğundan lisân-ı ʻArabî’de
bir hayli tedkîkât icrâsına mecbûr oldum. Birçok şuʻarâ-yı ʻArab âsârını nakş-tırâz-ı
hâfıza ederek ʻArabî şiir söylemeğe yeltendim. Hele zabt-ı lûgat husûsunda öyle bir
selîkaya mâlik oldum ki bir gün ahibbâdan biriniñ lûgat-ı ʻOsmâniyye’ye mürâcaʻât
ettiğini görünce, onda lûgat var mıdır ki mürâcaʻât ediyorsun, demiş bulundum.
İhvân-ı kirâm ittifâk ederek lûgat-ı ʻOsmâniyye’de ne kadar lûgat-ı gâmıza var ise
su’âl eylediler, lehü’l-hamd hiç birisiniñ maʻnâsını isâbet ettirmekten ʻâciz kal-
madım. Ol esnâda Sultân Murâd-ı Hâmis hazretleriniñ cülûs-ı şâhâneleri şeref-i
vukûʻ bulduğundan;
Kilîd-i genc-i ʻadli keffine ikrâm ile Gaffâr (sene: 1293/1876)
Cihânıñ kıldı şâh-ı akdesi Sultân Murâd Hân’ı (sene: 1293/1876)”
târîhlerini hâvî 93 beytli bir kasîde tanzîm edip Diyârbekir’e irsâl ederek vilâyet
gazetesiyle parlak bir ser-levha ile neşr olundu. Bu kasîde vilâyet dâhilinde velve-
leyi mûcib oldu. Bizim kârgâh-ı endîşemizden nesc edilmiş olmayıp ceddimiziñ
dîvânından me’hûz olduğu hükm olunuyordu. Vezn ve kâfiyesini baʻzı ahbâba in-
tihâb ettirmek sûretiyle Sultân-ı müşârun-ileyh hakkında yine ʻaynıyla 93 beytli bir
94
kâsîde daha tanzîm ve kasîde-i sâbıkanıñ mahsûl-ı tabîʻatimiz olduğunu yâr u
agyâra tasdîk ettirdim. Şu beytler ikinci kasîdedendir:
95
Hele sabr eylesinler muʻciz-i feyz-i Mesîhamla
Açarlar gözlerin aʻmâ olan aʻdâ-yı kem-pâye
96
Birbiriyle ʻâlim ü câhil müvâlât etmeniñ
Farkı yoktur imtizâc-ı âteş ü bârûttan (69)
97
Düşmeni farzâ kavî-ter olsa da Câlût’dan
98
Gelseler tebrîk içün zâtıñ sezâdır ʻârifân
Hıtta-i Keşmîr’den Lâhor ile Kelkût’den
99
Kâmî ve peder-i muhteremimiz Muhammed Şerîf Efendiler hazerâtınıñ emr ve
muʻâvenetleriyle Mir’ât-ı Fevâ’id’iñ tahrîrine mübâşeret eyledim. Üç mâh geçmek-
sizin tekrâr Mardin’e giderek yazılan mikdârı Saʻîd Paşa hazretlerine irâ’e olunduk-
ta takdîr olunarak devâma teşvîk ve muʻâvenet îfâ buyurdular. Mebâdî-i mes’ele-i
zâ’ilede tahrîr eylediğim doksan beytli bir kasîde-i duʻâiyye Diyârbekir gazetesiyle
neşr olunarak mazhar-ı takdîr-i ʻumûmî oldu. O esnâda Diyârbekir telgraf-
hânesinde üç yüz guruş maʻaşlı münhal bir me’mûriyyete taʻyin olunduğumuzdan
Diyârbekir’e ʻavdet olunması hakkında resmî bir telgraf-nâme alınmış ise de Saʻîd
Paşa hazretleri redd ederek muvâfakat buyurmadıklarından 150 guruş maʻaşla
Mardin tahrîrât kalemi ketebesi sınıfına ilhâk eyledi.
1295/1878 senesinde dayımız ʻAbdulfettâh Fethî Efendi’niñ Gümüşhâne
sancağı tahrîrât müdîrliğine tahvîli hasebiyle ʻâcizleri de tahrîrât kitâbetinden istîfâ
ederek Diyârbekir’e ʻavdet eyledim. Üstâd-ı ekremimiz Şaʻbân Kâmî Efendi hazret-
lerinden bu kere de Şifâ-i Şerîf ve Tefsîr-i Şerîf-i Celâleyn kırâ’atine sarf-ı makderet
eylediğim gibi bir sene kadar da münâsib vakitlerde kabristanları dolaşarak târîh-i
vefeyâtıñ tedkîkına gayretle Mir’ât-ı Fevâ’id’iñ ikmâline çalıştım. 1292/1875 sene-
sinde Mir’ât-ı Fevâ’id’i müsvedde sûretiyle ikmâl ederek ondan telhîsan şu Tezkire-
i Şuʻarâ’yı yazmakta iken ʻÂbidîn Paşa Beyefendi hazretleriniñ riyâseti tahtında
Diyârbekir, Maʻmûretü’l-ʻazîz, Sivas vilâyetleri Hey’et-i Islâhiyye’si nâmıyla bir
hey’et Diyârbekir’e geldi. Bendeñiz bu esnâda ticârete karâr vermiştim. Fakat Saʻîd
Paşa hazretleriniñ ʻâlî-cenâblığı iktizâsından olarak bu ʻabd-i âcizi ʻÂbidîn Paşa haz-
retlerine senâ buyururlar (71) imiş. ʻÂbidîn Paşa bir cumʻa günü dayımız
ʻAbdulfettâh Efendi’ye gelirler, bendeñizi isterler. Gittiğimde iltifât eyledi. Siziñ
tabiʻat-i şiʻriyyeñiz de var imiş. Nefʻî’niñ:
Sanmañ ki felek devr ile şâm u seher eyler
Her vâkıʻanıñ ʻâkıbetenden haber eyler
matlaʻlı bir kasîdesi vardır ki ecnebî mekâtibinde bile kırâ’at ettirirler. Size bir hafta
müsâʻade, bunu tanzîr etmelisiñiz, buyurdu.
Nefîʻniñ ihtişâm-ı elfâz ve debdebe-i maʻânîsiniñ zâten hayrânı olduğum
gibi o kasîdeye öyle bir âb u tâb vermiştir ki, tanzîriniñ ihtimâli yok. Husûsuyla
Sultân Ahmed-i Evvel’iñ o genç pâdişâhıñ muvaffâkıyet ve fütûhâtiyyede hayâlât-ı
üstâdânesiniñ vüsʻat ve cevelânına pek büyük yardım etmiş. Şimdi ben kimi vasf
edebilmeliyim ki imdâd-ı rûhâniyyeti öyle bir kuvveti baña bahş edebilsin. Nefʻî
Dîvânı’nı karşıma aldım. Kasîdeniñ rûhu’l-kâ’inât Efendimiz hazretleriniñ nuʻût-ı
nebeviyyeleri hakkında tanzîmini tensîb eyledim. Hemen kaleme sarıldım. O gün
sâʻat dokuz râddesinde idi. Dayımız ʻAbdulfettâh Efendi geldi. Kasîdeyi yazmakta
olduğumu görünce “Bir şey karalayabildiñ mi?” su’âline “Evet, kasîdeyi bitirdim, şu
yazdığım nihâyetteki duʻâ beytidir.” dedim. Tâdât eyledik. Yetmiş dört beyt olmuş.
Okudum, hâl-i büzürgvârım diñledi. Şöyle bir mütebessimâne yüzüme baktıktan
soñra bir şey söylemeksizin hemen kalkıp gitti. Ben de yorulmuş idim. Hattât-ı
100
meşhûr Dervîş Efendi hafîdi ahibbâ ve şürefâdan âti’t-terceme Zülfikâr Zihnî Efendi
1
ve daha bir iki ihvân geldi.
Temmûz’uñ harâretli zamânı olmakla Dicle Nehri kenârına gittik. Hayâl-
hâne-i tabîʻatte öyle bir galeyân zuhûra gelmiş idi ki, gûyâ nazargâhımda bütün
menâzır-ı eşyâ mazmûn ve maʻnâ olmuş idi. Her ne semte baksam hâtıra bir
mazmûn hücûm ederek onu kisve-i nazma sokmak içün nazar-ı kuvâ oraya sap-
lanıp kalıyordu. Dicle Nehriniñ o mevâc-ı cereyân-ı safâ-efzâsı tabîʻat-ı müheyyice-
niñ bâʻis-i taʻdîli oldu.
Meğer dayımız doğruca ʻÂbidîn Paşa hazretlerine giderek kasîdeniñ bitmiş
olduğunu haber vermiş. Paşa merâk ederek serîan müsvedde olduğu hâlde
“Kasîde ile berâber şimdi geliniz, akşam taʻâmını birlikte ederiz.” zemîninde bir
daʻvet tezkiresi yazmış. Hâlbuki akşam hâneye ʻavdet etmeksizin birâder-i şefkat-
mendim Mahmûd Efendi ile doğruca medʻû bulunduğumuz bir zâtıñ hânesine
gittik. Gece sâʻat dört râddesinde hâneye geldim. Gitmek zamânı geçmiş idi.
Ferdâsı erken şehrimiz eşrâfından vilâyet müdde-i umûmî muʻâvini imâm-zâde
Süleymân Efendi geldi. “Gâlibâ böyle büyük zevât ile görüşmek istemiyorsuñ. Ben
me’mûrum, müsveddeyi al da gidelim. Fakat hele bir kere oku dinleyeyim.” dedi.
Kasîde bitince gitmeye sûret-i (72) istiʻcal gösterdi. Ben ise “ʻAcelesi ne, bugün
tebyîz eder yarın götürürüm.” diyordum. Süleymân Efendi’niñ canı sıkılarak
“Canım Allâh’ıñ büyük lutfuna karşı niçün ehemmiyetsiz davranıyorsuñ. Böyle bir
kasîde birkaç sâʻat içinde yazılır mı? Husûsuyla yüzden mütecâviz Hânedân-ı
Ekrâd’ı nefy ve tebʻîd edip Kürdistân kıtʻasına âteş bırakan böyle zî-kudret, sâhib-
nüfûz bir zât merâk ederek tezkire yazar, müsvedde olarak ister soñra da bi’z-zât
beni me’mûr edip gönderir. Artık durulur mu?” dedi. Gittiğimizde müşârun-ileyhiñ
yanında me’mûrîn ve eşrâftan baʻzı zevât var idi. Müsveddeyi takdîm eyledim.
Kasîdeniñ üstünde biraz göz gezdirdikten soñra üslûb-ı şâʻirâne ile kırâ’ate başladı.
Sevimli bir âheng ile kırâ’at ettikçe kemâlâtını gösteriyordu. Hamle-i Rüstemâne ile
kelimâtıñ başını gözünü kırıp çıkarmadı.
Paşanıñ kâmil, hakîm, şâʻir bir zât olduğunu añladım. Yirmi beyt kadar
okuduktan soñra şâʻir sözü kendi ağzından dinlenmelidir, taltîfiyle bu ʻabd-i ʻâciz
tarafından okunmasını emreyledi. Kasîdeyi tamâmen okudum. Ne kadar
alkışlandığınıñ derecâtını tahrîr edersem belki mübâlağaya haml olunur. Yalñız
şurasını diyebilirim ki, o zât-ı kadr-dâna dikkat ettim. Ben kasîdeyi kırâ’ate devâm
eylediğim müddet zarfında kemâl-i inbisâtından birkaç defʻa yerinden kalkıp yine
oturdu. Kasîdeyi ʻaynen derc eyliyorum:
Âdem ki ʻademden bu cihâna sefer eyler
Durmaz yine az müddet içinde güzer eyler
1
Bu zât şimdi Edirne düyûn-ı ʻumûmiye nezâret-i ʻaliyyesi muhâsebecisidir. 71.
101
ʻÂkil olan âdem bu güzergâh-ı fenâda
Rûşen-dil olur mekr ü garazdan hazer eyler
102
Müştâk-ı kemâlât olanı gördi mi hüssâd
İsnâd-ı erâcîf ile benden beter eyler
103
Engüşt-i hümâyûn ile şakk-ı kamer eyler
104
Rahş-ı zaferinden dökülen naʻl ile mîhı
Bâlâ-yı ʻâvâlim serine zîb ü fer eyler
105
Endîşe-i naʻtiñ o kadar lezzeti var kim
Hâsiyyet-i feyzi kalemim ney-şeker eyler
106
Jengâr-ı fenâdan dilimi saf-ter eyler
107
Tâ nice ki şeh-râh-ı dil-i ehl-i beşerde
Birbirini taʻkîb-i sürûr u keder eyler
108
Sevdiğim şemm-i giyâh etme mezârımdan sakın
1
Şu gazeli hey’et-i ıslâhıye mektupçusu Raûf Bey ki ahîren Rûmeli Beylerbeyi pâyesine ihrâz ile baʻzı
mutasarrıflıklarda bulunmuştur. ʻÂbidîn Paşa hazretleriniñ emriyle ol vakt tahmîs eylemiş idi. Bir
beytiniñ tahmîsi şudur:
Âh kim göñlüm hazîn bağrımda hûn sînem harâb
Gel yetiş lutf eyle sâkî yok mı bir katre şarâb
Âteş-i hicriñle tabh olmuş ciğerdendir kebâb
Hâne-ber-dûş-ı hevâyım gerçi mânend-i habâb
Nisbetim deryâyadır mevc-i kenârımdan sakın 75.
109
Hakîkatte değil vazʻ-ı sakîm âyîne-i dünyâ
Saʻîd Paşa
Hele bak sînedeki yarama insâf eyle
Nedir âyâ garazı gamzeniñ ey hûnî baña
Emîrî
Gâyet-i cevrini sordukça o meh-peykerden
Gösterir dâ’ire-i vüsʻat-i gerdûnı baña
Saʻîd Paşa
Garaz seyyâle-i berkıyyedir eczâ-yı ʻâlemde
Garazsız kimse etmez kimseye cezb-i derûn peydâ
Emîrî
İlâhî muktezâ-yı ʻâlem-i imkânı maʻkûs et
Yeter oldı hakîkat muhtefî vehm ü zanûn peydâ (77)
Saʻîd Paşa
Letâfetle tebessüm eyledikçe lebleriñ ey şûh
Gören der laʻl içinde lü’lü-i şehvâr olur peydâ
Emîrî
Dil-i berrâkı semt-i şehvete sevk etme ey ʻâşık
Yazık ol nûrdan âyînede jengâr olur peydâ
Saʻîd Paşa
Dest-gîr olmak kibârıñ şânıdır üftâdeye
Refʻ eder bir şeb-nem-i nâ-çîzi yerden âftâb
Emîrî
Bunca mahlûkâta olmazdı tarabgâh-ı zuhûr
Nûr-ı ihsânıñ dirîg etseydi yerden âftâb
Saʻîd Paşa
Ya ʻuzleti muhtâr ederek terk-i cihân et
Ya hâliñi tatbîk-i ahâlî-i zamân et
Emîrî
Tezyîne çalış cevher-i safvetle vücûduñ
Tasvîriñi ârâyiş-i mir’ât-ı zamân et
Saʻîd Paşa
Tahkîk ile taklîde müsâvî ise ragbet
Tahsîl-i kemâlât ile ʻirfâna ne hâcet
Emîrî
110
İblîs-i cihân oldı zamân hîlekerânı
İdlâl içün insanları şeytâna ne hâcet
Saʻîd Paşa
Ciğerde dâg-ı hasret lâle-had bir dil-rübâdandır
Bize bu yâdigâr elden değildir âşinâdandır
Emîrî
ʻAkıllarda tefâvüt ol kadar gördüm ki hükm ettim
Bütün dünyâyı ıslâh eylemek fikr-i hatâdandır
Saʻîd Paşa
Kalır hâşâk içinde bâğbân bakmazsa gülzâra
Letâfet gülşen-i âdâbda hüsn-i nazardandır
Emîrî
Tenevvüʻ üzredir eşyâ olur her nevʻiñ aʻlâsı
Nazar kıl gevher-i şeffâfa kim cins-i hacerdendir
Saʻîd Paşa
Âdeme yümn ü saʻâdet geç gelen devlettedir
Pek çabuk parlar fişenk ammâ çabuk nâ-bûd olur
Emîrî
Cilvegâh-ı nakş-ı kudrettir kulûb-ı sâfiye
Âftâbıñ ʻaksi her bir cûyda meşhûd olur (78)
Saʻîd Paşa
İhvân ne ʻâlemdedir ahbâb ne demde
Ey bâd-ı revân-bahş vatandan ne haber var
Emîrî
Biñ ʻâşık-ı sevdâ-zedeye bir güli vermez
Ey gonca o yâriñ deheninden ne haber var
Saʻîd Paşa
Âyîneniñ safâsı gülüñ reng ü nükheti
Yek-dîgeriyle birleşip oldı cemâl-i yar
Emîrî
Ben sûret-i hakîkati ettikçe cüst ü cû
Fikrimde cilve eyledi nakş-ı hayâl-i yâr
Saʻîd Paşa
Hatt ki ol mahbûb-ı dil-cûyuñ yanagından çıkar
Şol duhânıñ ʻaynıdır ʻanber ocagından çıkar
111
Emîrî 1
Menbâʻ-ı Dicle Diyârbekir’iñ etrâfındadır
Selsebîliñ ʻaynıdır Firdevs bâğından çıkar
Saʻîd Paşa
Kizb kim zahm-ı fesâd-ı bâtınîniñ hûnudur
Hasta agzından ziyâde gelse dem bulmaz halâs
Emîrî
Mülk ü dîne mekr eden zehr-i helâhil nûş eder
Bu muhakkaktır ki her kim içse sem bulmaz halâs
Saʻîd Paşa
Eşyâ-i kâ’inât ruh-ı yâre ʻaks eder
Mir’ât-ı sunʻ-ı Hazret-i Perverdigâr’a bak
Emîrî
Âyîne oldu her biri esrâr-ı kudrete
Zerrât-ı sunʻ-ı Hazret-i Perverdigâr’a bak
Saʻîd Paşa
Sûret-i endâmı rü’yet ettirir âyîne var
Hayf kim ahvâl-i hulku gösterir âyîne yok
Emîrî
Laʻl ü yâkût u le’âli gösterir gencîne var
Cevher-i vicdânı izhâr eyleyen gencîne yok
Saʻîd Paşa
ʻAbesdir ülfet-i ehl-i nifâka iʻtimâd etmek
Dehâna zevk vermez sohbet-i helvâyı yâd etmek
Emîrî
Şeref versin tevârîhe yine bir gazve-i kübrâ
Rakîbiñ üstüne lâzımdır iʻlân-ı cihâd etmek (79)
Saʻîd Paşa
İşte âsâr-ı sahâbet eylemez butlânı Hak
Zehrden gitmez mazarrat kand ile tahmîrden
Emîrî
Nev-nihâlâsâ dıraht-ı köhne etmez ihtizâz
Nev-civânıñ az olur hazm u sebâtı pîrden
1
İkinci musarraʻ-ı meşhûru tezyîn sûretiyledir. 78.
112
Saʻîd Paşa
Rûy-ı dilbermiş meğer ʻaks eylemiş âyîneye
Nâgehân bir şuʻle çıktı revzen-i kâşâneden
Emîrî
Vakt-i idbârında tevhîş etme bir bî-çâreyi
Leyl-i muzlimde firâr ettirme murgı lâneden
Saʻîd Paşa
Eşk-i mazlûmân ile te’sîs-i ʻömrân eyleyen
Bir kuşa beñzer ki seyl agzında yapmış lâneyi
Emîrî
Ol kadar cân yakmadan dâmen-keş olmuş ol perî
Meclisinde şemʻi yandırmaz yakar pervâneyi
Saʻîd Paşa
Saʻîd elde ne kaldı kîl ü kâl-ı zülften gayrı
Ben artık sarf-ı efkâr eyledim sevdâ-yı dilberden
Emîrî
Seni gördükte ey nûr-ı mücessem zanneder ʻâlem
Ya hûrî çıktı cennetten ya gün berk urdı hâverden
Saʻîd Paşa
Eyler biri yüzüñ biri kâkülleriñ taleb
Hikmet budur tetâbuʻ-ı leyl ü nehârdan
Emîrî
Mihr-i sürûr u şemʻ-i safânıñ esiriyiz
Fehm eyledim tetâbuʻ-ı leyl ü nehârdan
Saʻîd Paşa
Olur sû-i karîn emniyyetin imhâsına bâdî
O kuşta cân kalır mı mâr olursa lâne yanında
Emîrî
Konuşma âşinâ-yı çeşm-i hûbân olmayanlarla
Hatâdır keşf-i esrâr eylemek bîgâne yanında
Saʻîd Paşa
Vefâ gösterse de ehl-i nifâka iʻtimâd etme
Şifâ-bahşâ olur mu yaraya zehr olsa merhemde
Emîrî
Habîr olmaz fezâ-yı lâ-mekândan murg kim pervâz
113
Nasıl cevlân eder ʻakl-ı beşer ʻarş-ı muʻazzamda (80)
Saʻîd Paşa
Seherden neşr eder envârını hûrşîd-i ʻâlem-tâb
Nümâyândır kerîmü’l-hulkuñ istiʻdâdı neş’ette
Emîrî
Vücûduñ hâlis eyler zer gibi kim olsa manzûru
ʻAceb hâsiyyet olmuş müstetir iksîr-i himmette
Saʻîd Paşa
Tutar koluñdan atar hafre-i mezâra kader
Felek çıkarsa da rifʻatle âsmâna seni
Emîrî
Şu servetiñle nedir hırs u sîm ü zer ey pîr
Felek mi müjdeledi ʻömr-i câvidâna seni
Saʻîd Paşa
Sen müstakîm olunca cihân hasmıñ olsa da
Hıfz-ı Hudâ kapıñda seniñ pâsbân olur
Naʻîm-i Âmidî
Meşhûrdur cihânda bu kim şehr-i Âmid’iñ
Hep merdmânı şâʻir olur nüktedân olur
Emîrî
Yüzden şu zülfü refʻa çalış bâd-ı âh ile
Kalkınca perde vech-i hakîkat ʻıyân olur
Saʻîd Paşa
Kâmiliñ ednâ kusûru der-ʻakab meşhûr olur
Bedrde cüz’î husûf olsa hemân manzûr olur
Feyzî-i Âmidî (Muʻallim-i evvel-i Câmiʻu’l-hurûf)
Rûşen-i çeşmim çerâgı sensin ey mâh-ı münîr
Olmasa zâtıñ baña ʻâlem şeb-i deycûr olur
Emîrî
Âftâbâsâ o meh-rû gerçi benden dûr olur
Hâ’il olmaz mâsivâ her gün baña manzûr olur
Şeyh-zâde Ebû Bekir-i Bekrî-i Âmidî
Gülsitân-ı ʻârızıñdan olmadım gül bûse-çîn
Müjde oldı sünbülistân-ı hat-ı hârıñ baña
Emîrî-i Câmiʻu’l-hurûf
114
Gonca-i firdevsi görmek etse göñlüm ârzû
Hall eder ol ârzûyı fikr-i ruhsârıñ baña
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Dildâr ile gördükte rakîb etti tevâzuʻ
Ol ham-şode dîvârdan Allâh’a sığındım
Emîrî
Râm ettim Emîrî baña ol âfeti ammâ
Ahbâbdan agyârdan Allâh’a sığındım (81)
Cehdî-i Âmidî (Cedd-i Saʻîd Paşa)
Baña dersin ki laʻlim sırrını göñlüñde pinhân et
Sunak billûr içinde bâde-i engûr dursun mı
Emîrî
Firâr eyler reʻâyâ ehl-i zulmüñ kurb-ı sîtından
Uzaktan savt-ı şâhîn gûş eden ʻusfûr dursun mı
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Agyâr görmesin meded ol sîm-i sîneyi
Gösterme her gedâya görünmez hazîneyi
Emîrî
Zîr-i zemînde etme taharrî defîneyi
Ehl-i zirâʻat ol ki bulursuñ hazîneyi
ʻAvnî-i Yeñişehrî
Lücce-nûş-ı âb-ı hayvân eyler âzârıñ beni
Çîn-i ebrû mevc-i enfâs-ı Mesîhâ’dır baña
Emîrî
Rû-nümûnumdur benim esrâr-ı kalb-i Cebre’îl
Cevher-i dil dûr-bîn-i rûh-ı bînâdır baña
Hâletî Gülşenî-zâde
İkbâli ko ey Hâletî ur tekme sipihre
Mâzîde geçen hâl-i selâtîne nigâh et
Emîrî
Hayretle girîbân-ı sevâbıñ ola sad çâk
Bul öyle güzel sâkî-i sahbâ-yı günâh et
Nedîm-i Meşhûr
Sâf iken âyîne-i endâmdan sînem dirîg
Almadım bir kerrecik âgûşa ser-tâ-pâ seni
115
Hâmî-i Âmidî (Gümrük Kâtibi-zâde)
Halka-i çeşmim benim dâm etti sayyâd-ı felek
Tutmadı dünyâda bir âhû-yı nâz illâ seni
Emîrî
Perde-pûş olmuş cemâliñ kâkül-i şeb-reng ile
Nûrdan bir Kaʻbe etmiş kudret-i Mevlâ seni
ʻAvnî-i Yeñişehrî
Hayâl-i zülf ü rûyuñla girerse deyre bir ʻâşık
Olur bir Kaʻbe her bir rişte-i zünnârdan peydâ
Emîrî
Gelirken ʻayna müjgâna ilişti ‘aks-i ruhsârıñ
Gül-i muʻciz-nümâ gûyâ ki oldu hârdan peydâ
Seyyid Hasan (Hafîd-i Hazret-i Gülşenî-i Âmidî)
Tayy edip nâsût-ı berrîn gark-ı lâhût olmuşum
Bahr-ı vahdettir makâmım anda gizli mâhiyim (82)
Emîrî
Cevher-i âyîne-i kalbimde yok jeng-i garaz
Çünkü ʻaks-ı nûr-ı dîdârıñ tecellîgâhıyım
Şuhûdî-i Kadîm-i Âmidî
Hat-ı sebziyle cânânıñ Şuhûdî hokka-i laʻli
Zümürrüdle murassaʻ hokka-i yâkûttur gûyâ
Emîrî
Bilinmez nisbet-i nevʻi Süleymân mührünüñ ammâ
Seniñ şâhâne laʻliñ hâtem-i yâkûttur gûyâ
Hâletî (Hafîd-i Hazret-i Gülşenî)
Hâr ile hem-sâyedir goncañ seniñ
Yok yere gel iñleme ey ʻandelîb
Emîrî
Gülşen-i ʻâlemde kimdir kâm-yâb
Gül müheyyâ-yı sefer bülbül garîb
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Bezme gel ey duht-ı rez yoktur seniñ nâ-mahremiñ
Sâkiyândır sagdıcıñ rindân şevherdir saña
Emîrî
Böyle rahşân hüsn ile hûrşîd hemşîreñ midir
116
Yoksa çarhıñ bedr-i tâbânı birâderdir saña
Halîlî-i Kadîm-i Âmidî (Mü’ellif-i Fürkat-nâme)
ʻÖmri oldukça belâdan kurtulup şâd olmasın
ʻÂkıbet ber-dâr olup rüsvâ-yı ʻâm olsun rakîb
Emîrî
Âteş-i ʻaşkıñla yanmıştır oda göñlüm gibi
Ey Halîlim vâsıl-ı berd ü selâm olsun rakîb
Humârî-i Âmidî
Nâm ile tutsa ser-â-ser n’ola dünyâyı tamâm
Geçti evreng-i ser-i nazma Emîrâne gazel
Emîrî
Olsa şâyestedir elbette emîr-i şuʻarâ
Bu Emîrî yazıyor böyle emîrâne gazel
Halîfe-i Âmidî (Mü’ellif-i Şehrengîz-i Âmid)
Esneyip nâz ile ol tâze gül açtıkta dehân
Beñzer ol goncaya kim ola sabâdan handân
Emîrî
Gayret et ʻazm edesiñ âhirete vezni tamâm
Çünkü var mahkeme-i rûz-i cezâda mîzân
Hazret-i İbrâhîm Gülşenî-i Âmidî (Pîr-i Tarîkat-i ʻAliyye)
O vechi görmeyen nâkıs kemâliñ kadrini bilmez
Yüzüñ bayramını etmez hilâliñ kadrini bilmez
Emîrî
Bu masnûʻât-ı kübrâya nazar-bend olmayan nâkıs
O iʻmâdır ki envâr-ı kemâliñ kadrini bilmez (83)
Şeyh Hayâlî (Mahdûm-ı Hazret-i Şeyh Gülşenî-i Âmidî)
Nazargâh-ı Hudâdır dil velî sanma cüdâdır dil
Uçar misl-i hümâdır dil geçer ʻarş-ı muʻallâdan
Emîrî
Göñüldür mest-i çeşm-i yâr göñüldür ʻâşık-ı dîdâr
Göñüldür rind-i bî-hüşyâr içer câm-ı musaffâdan
Cevrî-i Mevlevî
Çarha kılma ser-fürû ikbâl içün devlet budur
Hem gedâ hem pâdişâh-ı ʻâlem ol devlet budur
Emîrî
117
ʻAdl ü hakkâniyyeti icrâdan etme inhirâf
Dergeh-i Mevlâda eñ makbûl olan tâʻat budur
Hayrî-i Kâdî-ı Mısır (Hafîd-i ʻÜryân-zâde Ahmed-i Âmidî)
Olur peydâ mesâ’ib âdeme râh-ı sekâmetten
Necât isterseñ ayrılma tarîk-i istikâmetten
Emîrî
ʻUlüvv-i himmetiñ bir kerre fikr et müstakîmânıñ
Cihânda rüşvet almaz mahv olur ammâ zarûretten
ʻAvnî-i Âmidî (Esbak Müdîr-i Evrâk-ı Vilâyet)
Hâke düştü servler gördükte reftârıñ seniñ
Âteşîn renk aldı güller gördü ruhsârıñ seniñ
Hayâlî Mahdûm-ı Şaʻbân Kâmî-i Âmidî (ʻAmca-zâde-i Câmiʻu’l-hurûf)
Alma çok ʻâşıklarıñ bâd-ı hazân-ı âhını
Sevdiğim tâ solmaya gülşende ezhârıñ seniñ
Emîrî
Gird-bâd-ı haşre beñzer âh-ı cevvâlim benim
Fitne-ârâ bir kıyâmet oldı reftârıñ seniñ
Dervîş Bey (İskender Paşa-zâde mîr-i livâ-i Kudüs-i Şerîf)
Gördi rûy-ı şuʻle-tâbıñ şebde şemʻ-i encümen
Subha dek dökti ʻarak reşkinden ey nâzik-beden
Erzincânî ʻİzzet Paşa (Esbak Vâlî-i Diyârbekir)
Olmadı meh münhasif döndürdi şerminden yüzin
ʻArz edince talʻat-i dîdârını ol sîm-ten
Emîrî
Hizmetinden mürtekibler ursa dem zann eylerim
ʻİsmetinden bir utanmaz fâhişe söyler sühan
Talʻat-ı Âmidî
Kabul etti Emîrî pey-rev olduñ nazmına Talʻat
Tabîʻat aldı feyzi âftâb-ı hikmet-ârâdan
Emîrî
O bîmârım ki dermân-ı tabîbe ser-fürû etmem
Marîz-i ʻaşk olan sıhhat-pezîr olmaz müdâvâdan
Saʻdî-i Harpûtî (Şîrîn-zâde)
Kilk-i Saʻdî himmet-i tabʻ-ı Emîrî’yle bu dem
ʻArsa-i tanzîre günde bir gazel atmaz mı ya (84)
118
Emîrî
ʻİsmete magrûr olup da olma dünyâdan emîn
Sîne-i mâderdeki maʻsûmı ağlatmaz mı ya
Şevkî-i Âmidî ʻAzîz-i İmâmî-zâde
Bend-i dâm etmişti murg-ı ʻaklı hâliñ bir zamân
Şimdi de etmiş esîr ol halka-i gîsû beni
Emîrî
Mahv eder sabr u sebât-ı ʻâşıkı sevdâ-yı ʻaşk
Gezdirir sahrâları bir gözleri âhû beni
Yûsuf Râ’if Bey (İskender Paşa-zâde)
Rakîb-i bed-meniş varsın işitsin bağrı çâk olsun
Bi-hamdi’llâh Râ’if yâr ile sohbetteyim şimdi
Emîrî
Su’âl eylerse hâlim sâkinân-ı ʻâlem-i ervâh
Cihân gam-hânesinde kûşe-i hasretteyim şimdi
Feyzu’llâh Râ’if Efendi (Mektûbî-i Esbak)
N’ola beytü’l-hazeni eylese Râ’if mesken
Sevdiği dilber anuñ Yûsuf-ı Kenʻân’a değer
Emîrî
Görmedim elde kemânıñ o büt-i sayyâdıñ
Ya niçün tîrleri tâ dil-i nâlâna değer
Edîbe-i Lebîbe Hadîce ʻİffet Hânım-ı Âmidî (Hemşîre-i Sırrî Hânım)
Remz ile fehm eyledim ʻaşkıñ imiş tâʻat baña
Zevk-i kevneyni bıraktım el verir ʻuzlet baña
Râgıb-ı Âmidî
Çarhı ʻaksi döndürür devrân eder mihnet baña
Yâr ise bî-merhamet yâransa bî-himmet baña
Şeyh Mustafâ Muhibb-i Âmidî
Âh kim devr-i felek verdi gam-ı fürkat baña
Vermedi bir dem murâdımca dem-i vuslat baña
Emîrî
Tâ ebed hâmûş olurdum ʻâlem-i imkânda ben
Nâz u cevriñ olmasa sermâye-i sohbet baña
Şâʻire-i Meşhûre Râhile Sırrî Hânım (Hemşîre-i Hadîce ʻİffet Hânım)
Eder her cilvede biñ dürlü istignâyı ʻuşşâka
119
Şaşırdı Kays u Ferhâd’ı ne Şîrîn’dir ne Leylâ’dır
Safvet-i Âmidî
Ne rütbe olsa epsem ol sühan-gû yâr-ı fettânım
Dü çeşm-i mest-i vaʻd-i vasla îmâlarla gûyâdır (85)
Emîrî
Bulunmaz turra-i cânâna lâyık sünbül-i taʻbîr
Göñül çoktan beri cûyâ-yı sünbülzâr-ı maʻnâdır
Remzî-i Âmidî (Dâmâd-ı Sâlih Efendi Kâdî-ı Âmid)
Şimdicek ey dil vatan oldu yine dağlar baña
Yâr içün ben ağlarım hasretle yâr ağlar baña
Emîrî
Hande-i nâzik ile kesb-i neşât ettikçe ben
Fikr edip encâm-ı hâlim ʻâşıkân ağlar baña
Râşid-i Âmidî
Ruh-ı zîbâsı üzre hâl-i ʻanber-sâsı cânânıñ
Gül-i tasvîre gûyâ nakş olunmuş bir karanfildir
Emîrî
Değil kayd-ı ʻalâ’ikten cihânda kimse âzâde
Ya sahbâya ya hüsne ya nukûd-ı hırsa ma’îldir
Şeyh Mahmûd Resmî-i Âmidî (Birâder-zâde-i ʻAzîz Mahmûd Urmevî)
Ol rind-i ʻârifiz ki bizim bir duʻâmızı
Kevn ü mekâna alsa kişi râygân alır
Emîrî
Kaç ʻâşıkıñ bu kevn ʻacabâ girdi kanına
Dil kûy-ı yârdan yine muhrik figân alır
Re’fet (Nâzım-ı Mevlûd-i Cedîd)
Ne aldı der ise ehl-i riyâ mey-hâneden Re’fet
De ki âgûşuna sâgar-be-kef bir dilber almıştır
Emîrî
Cihânda ʻaşk derler nâmına bir mülk-i dîger var
Ne Cem zabt etmiş o mülkü ne de İskender almıştır
Şeref-i Âmidî
Âmid’e etme taʻarruz ey Şeref agzıñ düşür
Âmid’iñ ednâ sühandânı sühandân ögretir
Emîrî
120
Müntehâ-yı Sidre’de lâhûtı pervâz eylese
Gamze-i çâbük-teriñ Cibrîl’e cevlân ögretir
Şeyh Mustafâ Safî-i Âmidî (Peder-i Vâlide-i Birâderân) 1
(Naʻt-ı Şerîf)
Matlaʻ-ı nûr-ı hidâyet tâcdâr-ı asfiyâ
Zübde-i sâhib-risâlet mültecâ-yı şeyh ü şâb
Emîrî
ʻAkdesiyyet suffası üstünde ʻâlî pâdişâh
Aʻzamiyet kubbesi fevkınde yek-tâ âftâb
Zaʻîfî Gülşenî-zâde
Sattı ʻaşkın aldı hüsnin arada bir kimse yok
Kendi sattı kendi aldı kendi bâzâr eyledi (86)
Emîrî
“Kün” buyurdı cümle mevcûdâtı izhâr eyledi
Aʻzamiyyet saltanat hikmet be-dîdâr eyledi
Tâlib-i Âmidî
O dil ki nerm olabilmez sipâriş et ʻaşka
Bir iki günde eğer âhen olsa muma döner
Emîrî
Olursa safder-i yek-tâ eğer ki bir bed-baht
Dehân-ı ebrem-i tîgı dokunsa muma döner
Emîrî-zâde ʻÂkif (Birâder-i Câmiʻu’l-hurûf)
Añladan dil mâcerâsın hâmedir
Yazdığım yâra anuñçün nâmedir
Emîrî
Yazdığım gülşende yâra nâmedir
Gül nihâlinden elimde hâmedir
Sabrî-i Âmidî (Güzel ʻAbdurrahmân Ağa-zâde)
Almadıñ âgûş-ı ümmîde ʻarûs-ı tâzeyi
Haclegâh-ı vasla mâniʻ Sabriyâ eller midir
Emîrî
Sohbet-i ehl-i riyâ insânı hayrân eyliyor
1
Pederim evvelce te’ehhül ederek birâderlerim Ahmed ʻÂkif, Muhammed Reşîd, Mahmûd Efendiler
dünyâya geldikten soñra zevcesi vefât eylediğinden bu ʻabd-i ʻâcizin vâlidesini almıştır. 86.
121
Hiss ü vicdân yok mı ancak söyleyen diller midir
ʻAbdî-i Âmidî (Hâl-i Câmiʻu’l-hurûf)
Sâz u nâzı dehr-i dûnuñ bâdi-i gamdır baña
Gülmedi bir gün yüzüm her gün muharremdir baña
Emîrî
Hatt-ı vechiñ üzre baktıkça o rahşân cebheye
Ben nasıl âh etmeyim mâh-ı muharremdir baña
ʻAzmî-i Âmidî
Dest-res olmaz anuñçün zemm eden erbâbını
Yoksa câhil cânını eyler fedâ-yı maʻrifet
Emîrî
Hâsılı âb u havâsı bu anâsırdan değil
Başkadır bâğ-ı bahâr-ı dil-güşâ-yı maʻrifet
ʻAzmî-i Âmidî
Zebânıñ günde yüz biñ inkisâr-ı kalbe kâdirdir
Hüner bir kalb-i vîrânı ʻinâyetle ʻimârettir
Emîrî
Hıyânet irtikâb etmek değil şâyeste insâf et
Bu mesned kim saña tefvîz olunmuştur emânettir
ʻÖmrî-i Âmidî (Kâtib-i Dîvân-ı Sultânî)
Halvetinde görelim yâr cemâlin dediler
Kesret oldu yıgılıp halvete cümle ʻâlem
Emîrî
Kavs-ı ebrûsını nice çeksin Bihzâd
Çünki ol kavs değil saʻnat-ı dest-i âdem (87)
Şehdî-i Âmidî (Müftî-i Şehr-i Sofya)
Dili ki hasret eder hâneye daʻvet ki gam
Şimdi pek ʻizzeti var o getirir bu getirir
Emîrî
Dil-i zâr añladamaz maksadını kimseye âh
Korkarım sînesini derd ile memlû getirir
Kâsım Gubârî-i Âmidî (Kâdî-i İstanbûl ve Nakîbü’l-eşrâf)
Cûduñ olmaz lisân ile takrîr
122
Lutfuñ olmaz kelâm ile taʻbîr 1
Emîrî
Olmuşuz pençe-i kazâda zebûn
Düşmüşüz sâha-i belâda esîr
Fâzıl-ı Âmidî (ʻAllâme Câmidî ʻÖmer Efendi-zâde)
Behişt-âbâd-ı yâri bastırır tûfân-ı hasretle
Sirişk-i çeşm-i Fâzıl Dicleveş Bağdâd’a yüz tutmuş
Emîrî
Hulûs-ı niyyeti elbette maglûb eyler aʻdâyı
Emîrî bir büyük dergâh-ı feyz-âbâda yüz tutmuş
Câmî-i Âmidî
Çıkar festen o müşgîn kâkülüñ yer yer nümâyân et
Dağıt âlâm-ı sevdâyı dil-i ʻuşşâkı şâdân et
Emîrî
Gözüñde hûn-ı dil olmaz o şâhıñ ʻaksine mâniʻ
Sarây-ı nûr içinde taht-ı yâkût üzre mihmân et
Fâ’iz-i Âmidî (Lebîb-zâde)
Bilinmez gizli bîmârım lebiñ bûs etmedir çârem
Tabîbâ gel dirîg etme devâlar vaktidir şimdi
Emîrî
Tabîbim katʻ-ı ümmîd et dil-i bîmârdan artık
Bırak tedbîr-i dermânı duʻâlar vaktidir şimdi
Fâ’ik (Mahdûm-ı Hazret-i Şeyh Safî-i Âmidî ve Hâl-i Birâderân)
Ne hâcet Fâ’ikâ daʻvâ bu gün mehd-i maʻânîde
Olur nev-zâde-i tabʻımda âsâr-ı hüner peydâ
Emîrî
İlâhî kudretiñle zirve-i kühsâr-ı bâlâda
Olur bî-cûybâr u bâğbân ʻâlî şecer peydâ
Fâmî-i Âmidî
Ne mümkündür dile o gamzeden bî-vehm ü bâk olmak
ʻİlâcı olmayan bîmâra sıhhattir helâk olmak
Emîrî
1
Müşârün-ileyhiñ bir pirinç dânesine yazıp sadr-ı vaktine takdîm eylediği beş beytli bir gazelindendir.
87.
123
Nice alçakları gördüm ki olmaz mûcib-i ʻibret
Şu ʻişretgâh-ı imkânda defîn-i zîr-i hâk olmak (88)
Fethî-i Âmidî (Hâl-i Câmiʻu’l-hurûf)
Dolaşsa murg-ı dil kûy-ı dil-ârâyı ʻabes sanma
Bulunsa bâğda kumrî serinde bâz olur peydâ
Emîrî
Bulur sûz-ı hayâtım vâpesîn bir âh ile encâm
Yanarsa nâra pervâne hazîn âvâz olur peydâ
Fuzûlî-i Bağdâdî
Gerçi ey dil yâr içün yüz verdi yüz mihnet saña
Zerrece katʻ-ı muhabbet etmediñ rahmet saña
Emîrî
Her ne cevr etsen şikâyet etmem ey âfet saña
Korkarım lâkin olur cevr eylemek ʻâdet saña
Fehmî-i Kadîm-i Âmidî
Dildir kemend-i zülf-i girih-gîr-i iltifât
Cân mübtelâ-yı turra-i zencîr-i iltifât
Emîrî
Hayrân olup perestiş ederlerdi resmine
Gönderse Çin bilâdına tasvîr-i iltifât
Lüzûmî-i Âmidî
Bir perîdir sanki girmiştir derûn-ı şîşeye
Eyledikçe câm-ı revzenden o meh ʻarz-ı cemâl
Emîrî
Cilvelenmez ʻarş-ı istignâda artık dilberân
Kaldırıp yüzden nikâbıñ eyleseñ ʻarz-ı cemâl
Nazîf-i Âmidî (Vâlid-i Saʻîd Paşa)
Ne kimseden temennâ vü ne âh u nâle et
Gaddâr-ı bî-mürüvveti Hakka havâle et
Emîrî
Yaz mâcerâ-yı ʻaşkı müzeyyen makâle et
ʻUşşâka yâdigâr olacak bir risâle et
Mâhir-i Âmidî
Zamân-ı zevk-ı vaslı geçti ezhâr-ı çemenzârıñ
Çıkar dilden yeter bu âteşîn efkârıñ ey bülbül
124
Emîrî
Gül-i hoş-bûyı sen sevdiñ büt-i gül-rûyı ben sevdim
Muvâfıktır benimle meslek ü mişvârıñ ey bülbül
Vasfî-i Âmidî
Benim hâl-i perîşânımdan almaz mı cihân ʻibret
Hatâdır ʻâşıka şimdengeri hûbân ile ülfet
Emîrî
Döner sıfr-ı hesâba gâyet-i her zevk-ı dünyânıñ
Hatâya haml olunsa zümre-i hûbân ile ülfet
Muhammed Bey (İskender Paşa-zâde)
ʻAşkı taklîdiñ mücerred bir güzâf u lâftır
Kesb-i aʻmâl etmedik her dem işiñ isrâftır (89)
Emîrî
Kûy-ı yâra öyle kesretle birikmiş ʻâşıkân
Nevbet olmaz iltifâta sanma bî-insâftır
Hasan Paşa Vâlî-i Âmid (Sokullu Mehmet Paşa-zâde) 1
Hasan’a kılma cefâlar güzelim ihsân et
ʻÂşık-ı sâdıka cevr eyleme kim yazıktır
Emîrî
ʻÂrif ol sûrete aldırma amân sîrete bak
Rukabâ sûret-i Haktan görünen fâsıktır
Mülhem-i Âmidî
Mihr-i hüsnüñ magrib-i hattan olur sûret-nümâ
Şübhesiz ʻuşşâkıña ol rûz-ı rüstâhîz olur
Emîrî
Şîrine kanım katar bilmem o tıflıñ dâyesi
Korkarım çeşmi vekîl-i fitne-i Cengîz olur
Şeyh ʻAbdulkerîm Müfîd İbn ʻAmm-i ʻAzîz Mahmûd Urmevî
Yâd-ı laʻliñle edip pervâz deşt-i bî-hudî
Tende mevc-i lerziş-i pey-der-pey oldu per baña
Emîrî
Seyr ediñ artık benim fevvâre-i ʻirfânımı
1
Kuyumcular ve ketenciler çarşısı ve ittisâllerinde olup hâlâ Hasan Paşa Hanı denilen cesîm han ve ve
sâ’ir bir hayli müştemilât ve akârın bânîsidir. 89.
125
Dest-gîr-i himmet oldu sâhib-i kevser baña
Vâsıf-ı Âmidî (Gülşenî-zâde)
Sabâya uyma ey sevdâ-yı gam hayrânıñım gitme
Başında Vâsıf-ı şûrîdeniñ bir tâc-ı rifʻatsiñ
Emîrî
Zebûn ettiñ nice saff-derleri ey ʻaşk-ı efsûnkâr
Görünmezsiñ göze ammâ ki bilmem sen ne kuvvetsiñ
Mesîhî-i Âmidî (ʻÎsevî)
Ey hoş ol vakt-i Mesîhâ ki seniñ cânibiñe
Yâr-ı düzdîde bakıp eyleye şekker hande
Emîrî
Gülerek nâz ile baktıkça o revh-i rahşân
Nazarımda oluver rûha berâber hande
Agop Lutfî-i Âmidî (Çelebîoğullarından)
Zülâl-i laʻl-i yâri isteyen gîsûya bağlansın
Ki âb-ı zemzemi ihrâc içün bir rîsmân ister
Emîrî
Göñül bildi zuhûr-ı mevce-i hışm-ı nigâhından
Nukûd-ı sabrı yagma eyledi yâkût-ı cân ister (90)
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Gayret-i hâr ile her dem âh edip çırpınmadan
Kuşça kaldı zaʻf ile cism-i nizâr-ı ʻandelîb
Emîrî
Ben ölürsem kûy-ı dilberde beni defn eyleyiñ
Gülsitânda olsa lâyıktır mezâr-ı ʻandelîb
Kâmî-i Âmidî (ʻAmm-i Kebîr ve Üstâd-ı Câmiʻu’l-hurûf)
Sebz-i hat kaynadı nev-gerd-i leb-i laʻliñde
ʻAcabâ oldu zümürrüd mü o ʻayn-ı yâkût
Emîrî
Nice ben ʻaşkımı taʻrîf edeyim yaʻni seni
Ey safâ-yı ebed-i perde-serâ-yı melekût
Kâmî-i Âmidî
Hak daʻvetine hâzır olup durmadıñ eyvâh
Geçti geceniñ nısfı uyan vakt-i seherdir
Emîrî
126
Kalk ağlayarak bağla eliñ iste murâdıñ
Gafletle yeter yattıñ uyan vakt-i seherdir
Nisbetî-i Âmidî (Kâdî-ı Üsküdar)
Nedir bu gec hareket râst söyle sultânım
Felek misin a benim pâdişâh-ı devrânım
Emîrî
Sabâha münkalib oldı mesâ niçün hâlâ
Tulûʻ etmiyor ol âftâb-ı rahşânım
Nihânî-i Âmidî
Fırka fırka kûy-ı yâri etmesin agyâr seyr
Vara vara gitmesin elden Nihânî meskenim
Emîrî
Revzen açtım kûy-ı yâra hâne-i endîşeden
Rü’yet eyler gülşen-i firdevsi şimdi meskenim
Vahyî-i Âmidî (Kâdî-ı baʻz-ı bilâd)
Eşk-i nâ-âmede-i dîde sebû-yı dilde
Eser-i feyz-i leb-i laʻliñ ile bâde olur
Emîrî
Meclis-i yâr ki dilberler ile memlûdur
Böyle bir bezm-i safâ cennet-i ʻulyâda olur
Edhem-i Âmidî (Tâlib Efendi-zâde)
Nasıl dil ayrılır laʻl-i mutalsam genc-i rûyuñdan
Ederken her hatuñ bir pâsbân-ı cânsitân peydâ
Emîrî
Yine firdevs-i kûy-ı yâra pür-cünbân-ı hasrettir
Göñül ʻankâsı etse ʻarş içinde âşiyân peydâ (91)
Mesʻûd Lutfî-i Âmidî
Döküp zülfüñ yüze pinhân kılma ruhlarıñ lutf et
Çık ey mihr-i ümîdim çık verâ-yı perde-i şebden
Emîrî
Göñül sabr et ümîd-i leyle-i hablâ-yı dünyâda
Dogar elbette bir gün subhgâh-ı şâm-ı matlabdan
ʻAzîz Mahmûd Urmevî-i Âmidî
Gelenler ʻâleme cümle sabî geldi gelen bilmez
127
Gidenlerden haber gelmez gelen bilmez giden bilmez
Emîrî
Nasıl bilmem bu sırr-ı mübheme kesb-i vukûf etseñ
Bilenler söylemez esrâr-ı ʻaşkı söyleyen bilmez
Mustafâ Fâ’ik Bey (Esbak Vâlî-i Diyârbekir Sarı ʻAbdurrahmân Paşa-zâde) 1
Sâkiyâ destiñde sâgardan ruhuñ yüz reng alır
Gâh reng-i lâle gâhî reng-i gül gâh erguvân
Emîrî
Başka bir şems-i hakîkîniñ tecellîgâhıdır
Sâfil olmaz âfil olmaz nûr-ı fikr-i ʻârifân
Çermikli Çeteci ʻAbdullâh Paşa Vâlî-i Diyârbekir
(Âmid’de vefât eylemiştir)
Süvâr olsa eğer sultân-ı nusret tevsen-i bâda
Gubârâsâ verir cemʻiyyet-i aʻdâyı berbâda
Emîrî
Yine hâb-ı cehâletten ayılmaz merdüm-i gâfil
Eğer biñ ʻilm ü hikmet âftâbı dogsa dünyâda
Zârî Siverekli (Esbak Diyârbekir vâlîsi Zâreli-zâde Feyzu’llâh Paşa’nıñ Dîvân
Kâtibi)
Sebâtı münʻadim esbâba baş koşmaz mücerredler
Nedir rüchânı keşkûl-ı gedâdan tâc-ı Kisrâ’nıñ
Emîrî
Harîs-i pertev-i baht olmayıñ benden alıñ ʻibret
Lisân-ı hâli söyler yana yana şemʻ-i rahşânıñ
Ahmed Hilmî-i Âmidî (Muallim-i Sâlis-i Câmiʻu’l-hurûf)
Makdemiñle pür-ziyâ kıl bezmi ey hûrî-likâ
Defʻ ola tâ ki derûnumda olan renc ü ʻanâ
Emîrî
Şâm-ı hattıñ mihr-i hüsnü eyledi magrib-nümâ
El verir artık devâm-ı cilve-i bî-intihâ
Firâgî ʻOsmân Paşa (Esbak Vâlî-i Diyârbekir)
Gülşenî dervîşidir gül goncalardır Mevlevî
Bülbül-i hoş-hân okur geh Maʻnevî geh Mesnevî
1
Vâlî-i müşârün-ileyh Sarı ʻAbdurrahmân Paşa şehrimizde bir kütüb-hâne yâdigâr bırakmıştır. 91.
128
Emîrî
Magz-ı Kur’ân-ı İlâhîdir Kitâb-ı Mesnevî
Nûr-ı tâbân-ı semâvîdir hitâb-ı Maʻnevî
Tegâhî-i Kâdîm-i Âmidî (Kâtib-i Dîvân-ı Sultânî)
Maksûd ise sırr-ı dehen-i şâhid-i vahdet
Var nokta-i mevhûme gibi mahv-ı vücûd et (92)
Emîrî
Geç pest ü bülendiñ sühan-ı nîk ü bedinden
Terk-i heves-i dagdaga-i bûd u ne-bûd et
Nigâhî-i Cedîd-i Âmidî
Yâ Rab dökerim hüzn ile hûnâbe-i hasret
Yâ Rab keremiñ merhem-i zahm-ı dil-i zâr et
Emîrî
Yâ Rab baña ver zemzeme-i vahdet-i ʻaşkıñ
Yâ Rab beni gülzâr-ı kemâliñde hezâr et
Lebîb-i Âmidî
Ne bâkim var beni kılsın şehîd-i çeşm-i cellâdıñ
Velî hûbân içinde korkarım hûnî çıkar adıñ
Emîrî
Alır mirrîhden mi dersini ol gamze-i hun-hâr
Vekîl olmuş mu şimşîr-i kazâya çeşm-i cellâdıñ
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Bülbülleri de gülleri de hârı da hod-bîn
Seyr et ki cihân bâğı temâşâya değermiş
Emîrî
Ben âhımı zann eyler idim gayr-ı mü’essir
Tâ küngüre-i ʻarş-ı muʻallâya değermiş
Muhammed Emîrî-i Âmidî (Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf)
Her dem firâk-ı laʻliñ ile eşk-bâr iken
Kan ağladıp bu çeşm-i teri neyleseñ gerek
Emîrî
Artık mecâli kalmadı taʻkîb-i dâneye
Murg-ı dil-i şikeste-peri neyleseñ gerek
Vâlî-i Âmidî
Mest-i peymâne-keş-i zehr-i gam olsun Vâlî
129
Sâkî-i dehrden eylerse temennâ-yı tarab
Emîrî
Râkib-i keştî-i tâliʻden anı eyle su’âl
Hangi sâhilde olur gevher-i yek-tâ-yı tarab
Vâlî-i Âmidî
Dökülmüş ʻârızıñ üstünde gîsûlar mıdır bilmem
Ya sünbül sâyesidir ya pertev-i mehtâba düşmüştür
Emîrî
Kimi mihrâba yüz tutmuş kimi ebvâb-ı mahlûka
Cihânda kısmeti her âdemiñ bir bâba düşmüştür
Hâmî-i Âmidî
Geldikte yâr bezme düşer kalbe ızdırâb
Taʻzîm içün kudûmuna dil sîneden çıkar (93)
Emîrî
Verseñ hayât-ı feyz-i nigâhla ʻaksiñe
Zî-rûh olur sahîfe-i âyîneden çıkar
Hâmî-i Âmidî
Bir peşşeniñ îcâdı nedendir bilemezsin
Ey cehl-i mürekkep deme hikmet bilirim ben
Emîrî
Mahşer gibidir andaki cemʻiyyet-i ʻuşşâk
Cânân eyleyeni sâha-i cennet bilirim ben
Hâmî-i Âmidî
Çâk çâk etmez ise tîşe-i ʻafvıñ yâ Rab
Günahım kûhunu mîzân-ı ʻâdâlet çekmez
Emîrî
İsterim sabr edeyim elde değil neyleyim âh
Sıklet-i zâhidi mîzân-ı tabîʻat çekmez
Hâmî-i Âmidî
Cânib-i yârdan olsam da eğer ruhsat-yâb
Bî-sebeb bûsesin itlâf u izâʻat edemem
Emîrî
Ben de bilmem ki nedir istedığim yârimden
Ne kadar lutf u vefâ etse kanâʻat edemem
Hâmî-i Âmidî
130
Kim der saña hakîkat-i hüsnüñ mecâza çek
Ne ebruvâna vesme ne ruhsâra gâze çek
Emîrî
Gelsin zuhûra kevkebe-i âftâb-ı nâz
Bir gün o şûhu semt-i harîm-i niyâza çek
Hâmî-i Âmidî
Çarh ayırdı cennet-i kûy-ı dil-ârâdan bizi
Baʻd-ez-în tâvûsveş düşmez münakkaşlık bize
Emîrî
Berg-i huşk etmiş bizi bâd-ı hazân-ı fürkatiñ
Etme ey rûh-ı revânım etme âteşlik bize
Hâmî-i Âmidî
Cây-ı emniyyet görüp halvetgeh-i fânûsveş
Hâneme her şeb gelir şemʻ-i şeb-ârâlar benim
Emîrî
Lutf edip güftâr-ı cân-bahşıñla ihyâ kıl beni
Hânmân-sûz-ı hayâtımdır bu îmâlar benim
Hâmî-i Âmidî
Beni cânımdan usandırdı ol âfet yâ Rab
Düşmen-i cânıma sen böyle tabîʻat verme
Emîrî
Nazar-ı pâke acı bakma rakîb-i zişte
Gözümüñ nûrı gözüñ nûrına zahmet verme (94)
Hâmî-i Âmidî
Cefâ-cû kîne-perver bî-vefâ hâtır şiken bed-hû
Hemân ebnâ-yı ʻasrıñ meşrebin dünyâya beñzettim
Emîrî
Görünce cebhe-i rahşânı bâlâ-yı ʻizâr üzre
Emîrî Kaʻbe’niñ üstünde dogmuş aya beñzettim
Hâmî-i Âmidî
Gören püskürme beñler rûy-ı âlinde o şûhuñ der
Benekli bir kumâş-ı tâzedir Bengâle’den gelmiş
Emîrî
Emîrî nazmıñ olmuş Âmid’iñ nâ-dîde kâlâsı
Ne Keşmîr ü Buhârâ’dan ne de Bengâle’den gelmiş
131
Emîrî (Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf)
Niyâz-âver olup etfâl-i Âmid şîve-i nazmı
Emîrî şâhid-i pür-feyz-i eşʻârımdan öğrendi
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Emîrî böyle ʻâlî sözleri tabʻ-ı sühansârım
Kelâm-ı muʻciz-i cedd-i hünerkârımdan öğrendi
İşte şuʻarâ-yı eslâf ve muʻâsırîn ile vâkıʻ olan nezâ’irden burada ancak bu
mikdârınıñ tahrîriyle iktifâ olundu. Hâmî-i Âmidî merhûmuñ:
Cinân resmin Diyârbekr’de tasvîr eder mehtâb
Kenâr-ı Dicle’yi mânend-i cûy-ı şîr eder mehtâb
beytiyle Diyârbekir vâlî-i esbakı Erzincânî Ahmed ʻİzzet Paşa hazretleriniñ “Ben ü
Sen” mesîresi hakkındaki;
1
Künci Kâf-ı ʻArabî ile susam demekdir. 95.
132
Küncili Bâğçesi’niñ şöhreti var
Anda üstadımızıñ himmeti var
ʻOsmân Ağa Bâğçesi:
Gel ey ʻâşık nazar kıl ravza-i ʻOsmân Ağa’ya
Müşâbih her nihâli bir kad-ı mevzûn-ı zîbâya
ʻAlî Keşkûl Mevkiʻi:
Müberrâdır kusurdan gerçi kim cây-ı ʻAlî Keşkûl
Fakat cây-ı safâdır havzı vâsiʻdir yeri makbûl
133
Her kamıştan hâne gûyâ bir müzeyyen hacledir
Dicle Bostânları:
Bostân-ı Diyârbekr ü Dicle
Firdevs ile selsebîle beñzer (96)
Dicle Cisri:
Ne aʻlâdır nazar kıl Dicle üzre bu metîn cisre
Gürûh-ı ʻâbirîniñ ʻusrun eyler münkalib yüsre
Kavs Bâğçesi:
Letâfetle döner ol cây-ı zîbâ bâğ-ı Firdevs’e
Bahâr eyyâmı geldikte hadengâsâ atıl Kavs’a
Cihân-nümâ Mevkiʻi:
Sûrı, büyûtı ravzaları nehri gösterir
Kırklar Dağı’nda cây-nümâdır Cihân-nümâ
Kırklar Dağı:
Beñziyor ezhâr-ı gûn-â-gûnla Cennet bağına
Nev-bahâr oldukta git bir kerre Kırklar Dağı’na
Kaʻbî Karyesi:
O câyıñ ʻârifân nezdinde elbet ʻâlidir Kaʻbî
ʻAzîzâna makarr-ı himmet olmuş Karye-i Kaʻbî
Müderris Karyesi:
ʻÂşıkıñ ancak bulur anda sükûnet giryesi
Pek güzel cây-ı ferah-zâdır Müderris Karyesi
Kantaralar:
Luʻb-ı hûbân ile hâsıl oluyor manzaralar
Kan tere batmadadır hasret ile Kantaralar
Seyrân Köşkü:
Nev-bahâr eyyâmı ʻazm etme civânân köşküne
Andadır hep dilberân ʻazm eyle Seyrân Köşkü’ne
Sıyrılacak Taş:
Gûdekleri ol yerde tanır zümre-i ʻayyâş
Zîrâ çocuk eğlencesidir Sıyrılacak Taş
Fiskaya:
Anda seyret çağlayan bir fıskıye
Dil-güşâ cây-ı safâdır Fiskaya
Çırçır:
134
Cârî suyu vardır şeceri var kaya var
Çırçır gibi bir yerde tenezzühde safâ var
Kayalı Bâğçe:
Meyvesi kalbe safâ-âverdir
Kayalı Bâğçe müferrah yerdir
Hamamlı Köşkü:
Mevkiʻi sıhhat-fezâ âb u havâsı dil-pezîr
Dogrusu Hamamlı Kasrı’dır mekân-ı bî-nazîr
Esnâ-yı hitâm-ı tezkiremiz olan 1296/1879 Ramazanına kadar üç ʻaded
dîvân-ı eşʻâr tertîb eyledim. Birincisi ibtidâ-yı hevesimizden Mardin’e zamân-ı
ʻazîmetimiz olan 1292/1875 (97) senesine kadardır. İkincisi Mardin’de bulundu-
ğum üç seneye, üçüncüsü Mardin’den Diyârbekir’e ʻavdetim târîhinden soñraya
ʻâittir. İnşâa’llâh bir zamân-ı müsâʻidde şu üç dîvânı ve bundan böyle inşâd edile-
cek âsârı külliyât sûretiyle birleştirmek fikrindeyim.
Hicviyyât ve hezliyyât vâdîsinde dahi bir hayli kasâ’id ve gazeliyyât, rubâʻî,
mukattaʻâtı hâvî bir eser tertîb etmiş idim. Fakat hiçbiri bir şahs-ı muʻayyen
hakkında olmayıp mücerred tecrübe-i kalem vâdîsinde eğlence sûretiyle
yazılmıştır. Kimseyi hicvetmemek, bir de baht-ı felekten çokça şikâyet eylememek
hususları üstâd-ı ekremimiz Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleriniñ bu ʻabd-i ʻâcize vâkıʻ
olan nesâyih-i mahsûsalarındandır. Nefʻî’niñ sebeb-i itlâfı, ʻÂkif Paşa’nıñ bâʻis-i
idbârı hicv ile felekten şikâyet oduğunu misâl olarak irâ’e buyuruyorlar.
Noktasız bir dîvân-ı eşʻârımız dahi vardır. Şu kıtʻa ondan numûnedir:
Mülk-i ʻâlemde her dem ü her gâh
Virdim olsa revâdır ismu’llâh
Mâlikü’l-mülke hamd ola dâ’im
Müslimim Lâ-ilâhe illa’llâh
135
Be-bezm-i hîşten ânân ki mî-sâzend ârâyiş
Fitîl-i şemʻ-i câheş rişte-i âh-ı zaʻîfânest
136
Keşf içün muʻciz-nümâ bir dûr-bînimdir kitâb
137
leri Dervîş Hasan maskaten Âmidî ve meskenen Tokâdî, zât-ı ʻâlîleri maskaten
Tokâdî, meskenen ve medfenen İstanbûlî’dir.
Şeyh müşârünileyh 1075/1665 târîhinde medîne-i Tokâd’da dünyâya geldi.
Tahsîl-i bizâʻa-i ʻulûm ve maʻârife bir müddet maskat-ı re’sinde sarf-ı nakdîne-i
ikdâm etti. 1100 senesinde Dersaʻâdet’e ʻazîmet eyledi.1
Zeyrek kurbunda Soğukkuyu demekle maʻrûf Pîrî Paşa Medresesi’nde bir
hücrede sâkin oldu. Mîrzâ-zâde Şeyhülislâm Muhammed Efendi merhûmuñ dâhil-i
dâ’ire-i ifâdesi ve daha baʻzı efâzılıñ rûy-mâl-ı rahlegâh-ı istifâdesi oldu. Zâten
hüsn-i hattı olduğu hâlde hattât-ı şehîr Yedikuleli ʻAbdullâh Efendi’niñ hattına
taʻaşşuk ve cidd-i ü saʻy ile temeşşuk eylediğinden sanʻat-ı hatta dahi kesb-i şöhret
etti. Latîf bir sadâya mâlik olduğundan baʻzı esâtize-i mûsikıyyeden taʻlîm-i ma-
kamât-ı rûh-efzâ eyledi. Ricâl-i devlet-i ʻâlîyyeden Rûz-nâmeci-i evvel Kîsedârî ʻAlî
Efendi’niñ mahdûmuna muʻallimlikle şeref-yâb ve re’îs-i kalemî ketebesi sınıfına
iltihâk ile kâm-yâb oldu. Kîsedâr-ı müşârun-ileyh ʻAlî Efendi hânesinde kendisine
ikâmetgâh tahsîs eyledi. Gâh burada gâh Şeh-zâde Câmiʻ-i Şerîfi’nde baʻzı müstaʻid
tullâba Hâfız Dîvânı ve sâ’ire okuttu. Şehrî Çelebîler dersine hâzır olarak hayli
cemʻiyyet peydâ oldu. Cenâb-ı Emîn’iñ ʻilm u ʻirfânı kesb-i iştihâr eylediğinden
heveskâr-ı ʻulûm u maʻârif olan vüzerâ ve ricâl-zâdeler kendisinden tahsîl-i
kemâlât etmeye şitâbân olurlar idi. Bu cümleden Damad Muhammed Paşa-zâde
ʻAlî ʻİzzet Paşa gibi bir edîb-i lebîb ve ahîren sadraʻzam olup Belgrad’ı feth eden
Yeğen Muhammed Paşa müşârun-ileyhden okumuşlar idi.
İşte cenâb-ı Emîn, ʻAzîz Mahmûd Urmevî dervîşânıñdan bir fakîr evlâdı ol-
duğu ve kendisi de bî-kes olarak Dersaʻâdet’e gelip hiçbir muʻîn ve zahîri bulun-
madığı hâlde hevâ ve hevese meyl eylemeyip tahsîl-i ʻulûm ve maʻârife gece gün-
düz sarf-ı nakdîne-i gayret eylediğinden iksîr-i hazret-i tahsîl, vücûd-ı nâdîrü’l-
mevcûdunu bir zer-i hâlisü’l-ayâr-ı kemâlât eyledi. Bây u gedâ ʻindinde pek ziyâde
mergûb ve muvakkar oldu. (100)
1114/1703 senesine kadar gâh kaleme müdâvemet ve gâh tedrîse
muvâzabet üzre iken sultân-ı zamân Mustafâ Hân hazretleriniñ Edirne’ye teşrîfleri
hasebiyle Kîsedâr ʻAlî Efendi’niñ ʻazîmeti lâzım geldi. Emîn Efendi hazretleri de
birlikte ʻazîmet etti. Edirne’de meşâhîr-i erbâb-ı mûsikîden Hâfız-ı Post, ʻItrî Çelebî,
Küçük Mü’ezzin Nazîm Çelebî ile ʻazîm sohbetler eyledi. Ol esnâda Kîsedâr ʻAlî
Efendi’niñ kendilerinden telemmüz eden mahdûmları vefât etti. Bundan pek mü-
te’essir olan Emîn Efendi artık terk-i tarîk-i üstâdî ederek bir müddet odasından
taşra çıkmadı. Edirne’de Kâdirîler dergâh-ı şerîfi şeyhi Kassâb-zâde Şeyh Muham-
1
Baʻzı tabakâtta 1110/1699 senesinde Dersaʻâdet’e ʻazîmet ederek terkîb-i ism ü şöhreti olan
(Tokâdî Muhammed Emîn) sene 1110/1699, târîh-i vâkıʻ olduğu gösteriliyor ise de biz menâkıb-nâme
yolunu tercih eyledik. 99.
138
med Efendi’niñ nutk ve tavsiyesi üzerine sene-i mezkûre zarfında Hicâz-ı maʻrifet-
tırâza ʻazîmet eyledi.
Farîza-i hacc-ı şerîfi edâ ederek şeyh müşârun-ileyhiñ tavsiye ve selâmını
gürûh-ı pür-fütûh-ı hâcegân-ı Nakş-bendiyye’den harîm-i beyt-i harâmda sâkin,
kıble-i kulûb-ı etkıyâ-yı vahdet-perest, ser-mest-i şarâb-ı hum-hâne-i elest
Mevlânâ Hâce Ebu’l-berekât eş-Şeyh Ahmed Yek-dest hazretlerine ʻarz u teblîğ ve
ahz-ı yed-i inâbe eyledi. Bu sırada cenâb-ı Emîn’iñ sinn-i ʻâlîleri ʻukûd-ı sülüsünü
mütecâviz hudûd-ı erbaʻîne mütenâhiz idi. Şeyhleri ism-i zât-ı müstecmiʻ-i cemʻ-i
sıfât olan lafza-i celâliyyeyi telkîn buyurdukları sırada lisân-ı şerîflerinden:
Pes est çil sâl in maʻnâ muhakkak şod be-Hâkânî
Ki yek-dem zikr-i Hak bâyed be-ez-mülk-i Süleymânî
beyti cârî olup Türkçeye tercümesi emr buyruldu. Cenâb-ı Emîn dahi derhâl şöyle-
ce tercüme etti:
Otuz kırk yıl geçince eylemiş tahkîk-i Hâkânî
Ki bir dem Hakk’ı zikr etmek değer mülk-i Süleymân’ı
Cenâb-ı Emîn 1114/1703’den 1117/1706 senesine kadar üç sene birkaç
mâh Mekke-i Mükerreme’de mücâvir kaldı. Son senede Medîne-i Münevvere’ye
gitti. Pişvâ-yı Mürselîn Efendimiz hazretleriniñ ravza-i mutahharalarını ziyâretle
ser-efrâz oldu. Yine Mekke’ye döndü. Mürşid-i aʻzamlarınıñ ruhsat-ı ʻâlîleriyle se-
ne-i mezkûre evâhirinde Dersaʻâdet’e ʻavdet eyledi.
Tarîkat-ı ʻâliyye-i Nakş-bendiyye’ye intisâbını tahdîsen Fârisî şu iki rubâʻîyi
inşâd buyurmuştur:
Men sâlik-i râh-ı etkıyâ-yı dînem
Pâ-beste-i în silsile-i zerînem
Yâ rab burhân zi-kayd-ı hestî vü hôdî
Ez-feyz-i Ebûbekr-i Bahâ’uddîn’em (101)
Dîger rubâʻî:
Hoş ân ki demî be-yâr be-neşînem
Der-ravza-i hâcegân gulhâ çînem
Gam nîst (Emîn) egerçi Mecnûn gûyend
Men bende-i dîvâne Bahâ’uddîn’em
Bundan başka tarîkat-ı ʻaliyye-i Kâdiriyye’ye iktisâb-ı saʻâdet-i nisbet,
tarîkat-ı sâmiye-i Şâzeliyye ve Şetâriyye’den de şeref-yâb-ı füyûzât-ı irâdet olarak
erkân-ı ʻulûm-u bâtınede her sûretle bir kâmil-i sâhib-vukûf olmuş idi. Beş sene
kadar Dersaʻâdet’de Hüseyin Paşa-zâde Muhammed Bey’iñ hânelerinde ikâmet
eyledi. Şeh-zâde Sultân Muhammed Câmiʻ-i Şerîfi’nde kemâkân baʻzı talebeye
ʻulûm-ı nâfiʻadan müzâkere ve müdârese ve efâhim-i Nakş-bendiyye’den Mevlânâ
Hâce Ziyâ’üddîn ve kibâr-ı Halvetiyye’den Mevlânâ Şeyh Îsâ-yı Mahvî ve meşâhîr-i
139
Sünbüliyye’den Seyyid Nûrüddîn Sünbülî hazerâtıyla da sohbet ve mükâleme ile
imrâr-ı evkât-ı girân-bahâ ederlerdi. 1122/1710 senesinde müşârun-ileyh Mu-
hammed Bey rütbe-i mîr-i mîrânî ile Habeş ve müteʻâkiben Kudüs-i Şerîf eyâleti
vâlîliğine taʻyîn olunmakla Cenâb-ı Emîn hizmet-i kitâbetleriyle ʻazîmet eyledi.
1123/1711 senesinde efendisi Mekke-i Mükerreme su yollarınıñ taʻmîrine me’mûr
oldu.
Gerek esnâ-yı tarîkte gerek Ravza-i Mutahhara-i Cenâb-ı Risâlete ruh-
sûde-i füyûzat oldukta birçok nuʻût-ı şerîfe tanzîm eylemiştir ki baʻzıları nezâ’ir
kısmımızda ve gâye-i terceme-i ahvâl-i ʻâlîlerinde muharrerdir.
Medîne-i Münevvere’de mücâvir Şeyh ʻAbdurrahîm-i Nakş-bendî ile soh-
bet ve ol sırada Şeyhü’l-Harem bulunan meşhûr dârü’s-saʻâde ağası Beşîr Ağa
merhûmla da ʻakd-ı uhuvvet eyledi. Ondan Mekke-i Mükerreme’ye rûy-mâl-i niyâz
ve tekrâr tavâf-ı beyt-i muʻazzamla mümtâz olduktan soñra zümre-i hadîsiñ ser-
halka-i kümmeli hâtimetü’l-muhaddisîn eş-Şeyhü’l-Hâfız Ahmed Nahlî-i Mekkî
hazretlerinden rivâyet-i hadîs-i celîle me’zûn Verîkât ismiyle be-nâm elli kadar
silsileyi hâvî icâzet-nâme-i müselsel ahzıyla mübâhât-nümûn oldu.
Müstakîm-zâde Saʻdüddîn Efendi hazretleri Tuhfetü’l-hattâtîn’de
1175/1762 senesinde ol silsile-nâme ile kendilerinden başka müşârun-ileyhden
me’zûn kimse kalmadığını beyân ediyor.
Elhâsıl bu kerre devam eden altı senelik seyr ü seyâhatinde pek çok
havârık-ı celîleye mazhar olmuş eş-Şeyh Ahmedü’n-Nübbâ’î-i Dimyâtî ve Mevlânâ
Hüseyin ʻİlmiyyu’r-Rûfâî’den dahi teberrüken ve tekrâren rivâyet-i ehâdîs-i celîle-i
Nebeviyye ile Hicâz ve medîne-i Remle’de kutbu’l-abdâl eş-Şeyh Cumʻa hazretle-
riyle mülâkât ve muvâhât vâkıʻ olup tekmîl-i sohbet eylemiştir. (102) Mekke-i
Muʻazzama’nıñ su yollarınıñ taʻmîri dahi ahsen-i vücûh üzre itmâma vâsıl olduğun-
dan 1129/1717 senesinde efendisi Rûz-nâmçe-yi evvel me’mûriyetiyle Der-
saʻâdet’e daʻvet olundu. Artık her ciheti maʻmûr bir kâmil-i bî-kusûr olduğu hâlde
paşanıñ refâkatıyla Dersaʻâdet’e ʻavdet eyledi. Üç sene kadar Zeyrek’de Fil Yoku-
şu’nda efendisiniñ hânesinde ikâmet eylediği hâlde 1132/1720 senesinde efendisi
vefât etti. Kendileri o civarda bir hâne istikrâ ve te’ehhül ederek neşr-i ʻulûm-ı
ʻâliyye ve keşf-i füyûzât-ı maʻneviyye ile imrâr-ı evkât ediyordu. Bir aralık Ebâ
Eyyûb Ensârî (Radiyeʻanhu’l-bârî) hazretleriniñ türbedârlıkları hizmet-i müstel-
zemü’l-mefhariyyetine de nâ’il olmuş ʻulemâ, fuzalâ, sülehâ-yı İstanbûl su gibi
nezd-i mürşidânelerine akıp gelmiştir. Baʻde Ravza-i Mutahhara-i Resûl-i Ekrem
firâşet-i şerîfesi hizmetiyle şeref-yâb olduğundan tahdîs-i niʻmet yolunda şu kıtʻayı
pîrâye-i sahâyif-i rûzgâr eyledi.
Çün olduñ bende-i çârub-keşi Sultân-ı Kevneyn’iñ
Der-i vâlâsı firrâşını Mevlâ eylemez hâsir
O Sultân-ı cihânıñ bendesini kimse incitmez
Kapısı bendesi olduñ Emînâ bâtın u zâhir
140
1150/1738 senesinde Yeğen Muhammed Paşa sadraʻzam oldukta pîr-i
destgîri olan cenâb-ı şeyhi Zeyrek’de Fil Yokuşu’ndaki hânelerinden daʻvet ve Ak-
saray kurbunda kendi hâneleri mukâbelesinde kerîmeleriniñ hânesine nakl ve bir
müddet orada ikâmet ederek baʻde yine süknâ-yı kadîmine ʻavdet eyledi.
1156/1743 senesinde eş-Şeyh Emîr Ahmed Buhârî hazretleriniñ Ebâ Eyyûb Ensârî
kapısı dâhilinde binâ-kerdeleri olan hânkâhıñ meşîhatı uhdelerine tevcîh olundu.
Meşîhat-ı mezkûreye (Şeyh Emîn Efendi, sene: 1156/1743) ʻibâresi târîh-i tesâdüf
eylediği gibi kendi hâme-i rûhânî câmesinden südûr eden (Dâr-ı meşâyîh, sene
1156/1743) dahi târîh-i vâkıʻ olmuştur.
Sinn-i ʻâlî-kadri elfü şehrin kâmiline yani seksen üç sene dört mâha bâliğ
oldukta Şîr-pençeye giriftâr ve kırk, elli gün kadar esîr-i firâş olarak 1158/1745
senesi Şaʻbân-ı Muʻazzamınıñ on beşinci Leyle-i Berâtında ʻâzim-i makâm-ı râha-
tü’l-ervâh oldu.
Ebu’l-feth Sultân Muhammed Hân Câmiʻ-i Şerîfi musallâsında Sultân
Bâyezîd Câmiʻ-i Şerîfi vâʻizi ʻAbdulhalîm Efendi imâmetiyle namâzı edâ edildi. Nüs-
ha-i kübrâ-yı vücûdu Zeyrek’de vâkıʻ Pîrî Paşa Câmiʻ-i Şerîfi pîşgâhındaki vâdî-i
hâmûşânda halvet-i der-encümen-i kûdsiyyât oldu. Âgûş-ı mezâra sâl-i vüsûluna
(Mezâr-ı Şeyh sene 1158/1745) târîh-i vâkıʻ olmuştur.
Mağfûr-ı müşârun-ileyh hâl-i hayâtında ol mezâristân pîşgâhından her ne
vakit mürûr ve ʻubûr eylerse elbette ol kubûrun mevtâsına Fâtiha-hân olur ve bir
zamân dahi teveccüh eylerdi ve ondan (103) yanında bulunanlara tevcîh-i hitâb
ederek: “Bu makâmda her vakit böyle teveccüh ve istiʻâne ediniz.” diye tavsiye
buyurdu. Hâl u kâl-i kerâmet-meʻâlinde:
Der-in merkad ki envâr-ı tecellî’st
Sühan dârem velî nâ goften evlî’st
serâ’irini hâvî maʻlûmât olduğu hiss olunur ise de bundan ziyâde ifşâ buyurmazlar
idi. Bu sırr-ı mektûmuñ hikmeti kendisiniñ vefâtıyla ol mahalle defn olunması üze-
rine añlaşılmıştır.
Müşârun-ileyhiñ vefâtına Müstakîm-zâde Saʻdüddîn Efendi bir terkîb-
bend-i mersiye ile Türkî ve ʻArabî maʻ-ebyât iki kıtʻa-i târîh ve mevâlî-i kirâmdan
Burûsalı Seyyid Hasîb Efendi bir ʻaded terkîb-bend-i mersiyye ile bir kıtʻa-i târîh ve
kuzât-ı meʻâlî-simâttan Lebîb Efendi tarafından dahi bir ʻaded târîh tanzîm olun-
muştur. Cümleniñ tahrîrine tezkiremiz müsâʻid olmadığından yalñız levha-i mezâr-ı
Hazret-i Şeyhe nakş olunan Müstakîm-zâde merhûmuñ târîh-i belîgı ʻaynen tahrîr
olundu.1
1
Kütüb-hâne-i umûmî birinci hâfız-ı kütüb-i fâzılı Tokatlı Hâfız Tahsîn Efendi ile gidip araba ile çıkmak
kâbil olmayan Fil Yokuşu’na tırmandık. Cenâb-ı şeyhiñ merkad-ı münevverini ziyâretle müşerref
olduk. Latîf, mürtefiʻ, safâdâr bir mevkîde günûde-i hâk-i rahmettir. Merkad-i mübâreki demir par-
maklıkla muhât bulunuyor. Ayakucunda perverde-i füyûzâtı ve ʻOsmânlı müellifleriniñ medâr-ı iftihârı
141
Gülsitân-ı Nakş-bendî’den yine tîg-ı ecel
Bir gül-i sad-bergi katʻ etti hezâr âh u enîn
Müstakîm-zâde Süleymân Saʻdüddîn Efendi hazretleri vedîʻa-i mevkiʻ-i münferittir. Şu iki merkad-ı
ʻâlîniñ içindeki zâtlarıñ büyüklüğünü tasavvur ederek rahmet-hân olduk. Ondan kabristânıñ it-
tisâlında bulunan Soğukkuyu câmiʻ ve medresesini ziyâret ettik. Cenâb-ı Şeyhiñ ibtidâ bu medresede
tahsîl-i ʻulûm ve bu câmiʻ-i şerîfte ʻibâdet ettiğini düşünüp neşʻe-mend-i zevk olarak ʻavdet ettik. 103.
142
eşʻâra iktidârı vardır. Hak bu ki maʻârif-i şiʻriyye fazla-i efzâli ve müstezâd-ı
manzûme-i kemâl-i hâli olup zâhiren edâ-yı Türkâne ve reviş-i ʻArabâne ve tavr-ı
Kürdâne üzre görünüp lâkin ol zât-ı bü’l-emân fi’l-hakîka esrâr-ı süveydânıñ Emîn-i
nakş-hânı ve destgâh-ı hâcegânıñ nakş-bend-i perend-i ʻirfânıdır.”
Sâlim Efendi’niñ beyân eylediği Silsile-nâme-i Meşâyıh-ı Nakş-bendiyye yüz
beytten mütecâvizdir. Ekser beytlerini Müstakîm-zâde Saʻdüddîn Efendi merhûm
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî tercümesiniñ baş tarafına tahrîr ederek şerh etmiştir.
Mezkûr silsile-nâme mukaddimesinden teberrüken birkaç beyt tahrîr olunur:
143
Her biri hizmetiñde sâʻîdir
Añlamazsañ bunı tü hayvânı
144
ʻibâretihî kırâ’atle neşr-i hakâyık ederlerdi. Fenn-i hadîste Kütüb-ı Sitte’den dahi
bilâ-nüsha tahdîs ü rivâyet eylerdi. ʻİbâdât u tâʻate müteʻallık aʻmâllerini gayetü’l-
gâye setr ü ihfâya ihtimâmları vardı. Mümkün olsa salât-ı maʻrûzelerini dahi edâya
bir mekân-ı mahfî ararlardı.
Mübârek vücûdlarına telebbüs buyurdukları libâsları ʻavâma şebîh idi.
Eşkâl-i dervîşâneden bir şekle teşebbüh buyurmazlardı. Sokağa çıktıklarında evâ’il-i
hâllerinde re’is kalemine müdâvemet eyledikleri vakitte istiʻmâl eyledikleri sîm-
devâtı meyânlarına vazʻ ve kemâl mertebe hâl ü şânlarını halktan ihfâ ve
mürîdânını da bu tavr üzre islâk ederdi. Dâ’ire-i mürşidânelerine müntesib sâlikân
u mürîdân u muhibbân, birbirleriniñ hâl ü şânlarına vâkıf olmazdı. Meclislerinde
kendilere mürşid ve şeyh muʻâmelesi yapmalarını menʻ ederlerdi. Gâyet tevkîr
olunsalar hâce ile şâkird muʻâmelesinden haz buyururlardı. Ekser sohbetleri lâubâlî
ve bî-tekellüf idi. Mürîdân ve sâlikânıñ câygîr-i zamîrleri olan metâlib-i dünyeviyye
ve uhreviyye müşkillerini ʻarz eyledikte makâlât-ı zâhire ile hâl-i eşkâl buyurup
cümlesi mütesellî ve münşerihü’l-fu’âd olurlardı. Eğer içlerinden biri efendim keşf-i
zamîr buyurduñuz ve izhâr-ı kerâmet ettiñiz gibi müteşekkirâne bir söz söylerse el-
ʻiyâzübi’llâhi Teʻâlâ bir mertebe izhâr-ı celâl ederek türrehâta başlardı ki erâzil-i
eşkıyâ şütûmuyla cümle bulunanları meclis-i ʻâlîlerinden tard u ibʻâd ederdi.
Mürîdân da’îma teyakkuz üzre olup bu misüllü keşf-i hâtır eylediklerini gûyâ bir
ferd istimâʻ etmemişler ve añlamamışlar yollu muʻâmele olunursa o meclis izhâr-i
celâlsiz neticelenirdi.
Sokakta ve sâ’ir mahalde müntesiblerinden biri müşârun-ileyhe tesâdüf
ederse, elini öpmeyip (106) ahbâbından birine mülâkât etti, muʻâmelesi ederse
hüsn-i muʻâmele buyurup sohbet ederek giderlerdi. Eğer taʻzîm ve tevkîr
muʻâmelesi müşâhede buyururlarsa yine ʻâdet-i me’lûfeleri üzre izhâr-ı celâl edip
tard buyururlardı. Tasarruf-ı kulûbda yed-i tûlâları var idi. Bir adamı bir mecliste
ân-ı vâhidde kendilere hüsn-i zann u ʻâşık ettirirdi. Yine ol mecliste ol adamı, etmiş
olduğu hüsn-i zann ve muhabbete tâ’ib ve müstağfir ettirirdi. Bu gibi tasarrufât-ı
ʻacîbeleri bisyâr olup bu hâlde zevk-yâb olurlardı.
1156/1743 târîhinde Şeyhülislâm Mustafâ Efendi hazretleri tarafından
Emîr-i Buhârî zâviyesi meşîhatı ʻuhdelerine tevcîh ve berât-i şerîfini kendi
mektûbcuları Hamza-zâde ʻAbdullâh Efendi ile irsâl buyurduklarında infiʻâl-i ʻazîm
ile hânelerinden kalktı, doğru şeyhülislâm hazretleri huzûruna vardı. “Maʻlum-ı
devletiñizdir ki bu fakîr meşîhat erbâbından değilim. ʻİnâyet buyuruñ, ʻalâmât-ı
meşâyıhdan ne nişânım vardır. Nâ-müstahakka tevcîh buyurmuşlar diye medhûl
olursız bir dersiye mahlûl oldukta ihsân buyuruñ” zemîninde kelimât-ı iʻzârkârâne
bast eylediler. Şeyhülislâm hazretleri, “Emîn Efendi birâder, biz sizi biliyoruz.
ʻÖmürlerimiz âhire karîb oldu hâlâ hâliñizi setr ü ihfâ kaydında oluyorsuñuz.
Mızrâk çuvala sığmaz. Siz ihtifâ menzilini güzâr edeli otuz yıl oldu. Fâ’ide yoktur.
Tevcîh pâdişâhıñdır. Kabûle mecbûrsunuz. ʻAdem-i kabûl ʻadem-i itâʻat-i ulü’l-emri
muktezîdir” buyurdular.
145
Cenâb-ı şeyh nâ-çâr kalarak hânkâhda sâkin olmam, böylece müsâʻade
buyrulursa emirsiz gider diye berâtı kabûl ve ikisi de ağlaşarak baʻde’l-musâfaha
vedaʻ eylediler. Vâkıʻâ tekyeye nakl etmeyip yine ke’l-evvel saʻâdet-hânelerinde
sâkin oldular.
Bu zâviyede senede bir kere mevlid-i şerîf kırâ’at olunmak vakfiyyesinde
mansûs olduğundan vakt-i kırâ’atten bir iki gün mukaddem yevm-i mevlidde tek-
yeye teşrîf ve baʻde’z-zikr seccâde-i meşîhatte duʻâ buyurmaları içün ahibbâ,
mürîdân, bendegân pek niyâz ve ibrâm eylediler. Güçle lisânlarından “İnşâa’llâhu
Teʻâlâ giderim posta oturmam. Zîrâ haddim olmayan şeyi baña bî-hûde ibrâm ve
ilhâh etmeyiniz.” dedi. Cenâb-ı Şeyhiñ duʻâ edeceği her tarafa şâyiʻ oldu. Yevm-i
kırâ’at-i mevlid-i şerîf geldikte merhûm hazretleri kendileriniñ hâs ahbâbıyla
ʻazîmet eyledi. Mü’ellif-i Menâkıb-nâme Seyyid Yahyâ Efendi der ki, “Bu fakîr de
beraber idim. Her taraftan cemm-i gafîr gelmiş ve cümlesi kudûm-ı şerîflerine mü-
terakkıb ve muntazır bulunmuş idiler. Cenâb-ı Şeyh odada bir mikdâr teneffüsten
soñra tecdîd-i vüdû içün kalktı. İtmâm-ı vüdûdan soñra yalñızca (107) câmiʻ-i şerîfe
duhûl ve vasat-ı sufûftan birinde sünnet-i salât-ı zuhrı edâ ederek olduğu yerde
kuʻûd eyledi. Etrâfı temâşâ ederken yanlarına tesâdüf eden bir kimse su’âl tarîkıyla
“-Bu dergâh-ı şerîfe şeyh olan Emîn Efendi hazretleri ʻacebâ bugün geldi mi, zîrâ
gelecek diye istimâʻ eyledik, evliyâu’llâhdan nâdirü’l-vücûd bir zât-ı mübârek imiş-
ler.” Kendilerini kendilerinden istifsâr eyledi. Cevâbında, “İşittiğiñiz gibi değil bir
eşek âlüfte herîftir. Eğer gelirse size ben göstereyim.” dedi. Fi’l-hâl gözlerini yumup
mevlid-i şerîfi istimâʻ ile meşgûl oldu. Hitâmında emr-i duʻâyı meşâyıhdan birine
sipâriş ederek derhâl ʻavdet buyurdu.
Şu dergâh-ı şerîfiñ tevcîhi târîhine gelince mübârek başlarına fitilli
ʻOsmânlı kavuğu üzerine kendilerine mahsûs destâr istiʻmâl ederlerdi. Soñra
ahibbânıñ ibrâm ve ilhâhıyla bir beyâz gecelik kavuk yapdırıp bir kaytanlı yeşil çuka
ferâce şeklinde hırka telebbüs buyurdular. Yine aralık aralık, bu herîfler bizi deccâla
döndürdüler, der idi. Taşra çıktıklarında miyânlarından maʻhûd gümüş devâtı ihrâc
mümkün olmadı. İntikâllerinden mukaddem gâh u bî-gâh ʻalâ-tarîki’l-latîfe, tek-
yemiz vardır diye bizi tekyeye defn ile üzerimize bir sandûka-i ʻâlî ve başım ucuna
çerâğ komayıñ, toprağımı sıtmaya, destârımı sarʻaya nâfiʻdir, diyerek veled-i
zinâdan biri puştluk edip cânbâz yoğurtcusu gibi beni sâ’il etmeyiñ. Bir cemʻiyyetli
soruya ilhâk ediñ ki bir sâhib-i saʻâdete hem-civârlık takrîbiyle bâʻis-i necâtım ola.
Şu siziñ ikrâm ve ihtirâm diye eylediğiñiz ihâneti bilseñiz birbiriñizi gördükte ars-
landan firâr eder gibi kaçardıñız. Taʻzîm ve tekrîm ettiğiñiz derd-mendiñ kibr ü
gurûr ve ʻucbunu tahrîkten gayrı fâ’idesi yoktur, buyururlar idi. Vasiyet-nâme-i
mürşidânelerinde dahi cümleniñ maʻlûmudur ki, dünyâ fânî, âhiret bâkîdir.
Bu hakîr hakkında nâs iki nevʻ üzredir. Ya bilir ya bilmez, bilenler hayr ile
yâd edip iyi şehâdet ederler. Veya bed-gûyluk edip hakkımda bed ve nâ-maʻkûl
sözler söylerler. Onlar ki bilip hayr ile yâd ederler, benim katımda ol kimseler ev-
liyâu’llâhdandır. Zîrâ bu hakîri kendi sıfatlarıyla sıfatlayıp hayr ile yâd ederler. Şol
146
kimseler ki hakkımda nâ-lâyık sözler söyleyeler onlar dahi ashâb-ı firâset ve sâhib-
keşflerdir ki Hak teʻâlâ onları benim hâlime muttaliʻ etmiştir. Onlar dahi ev-
liyâu’llâhdan olduğu maʻlûmdur. Cümleye tîb-ı hâtır ile helâl ettim. İlâ-yevmi’l-
kıyâme kimsede hakkım yoktur. Mürüvvet ve kerem ve inâyet oldur ki bilen ve bil-
meyen (108) dostlar âhiret hakkını helâl eyleyeler duʻâ-yı hayrdan unutmayıp hayr
ile şehâdet edeler. Ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ bi’llâhi’l-ʻaliyyi’l-azîm.”
Cenâb-ı şeyhiñ menâkıb ve letâ’ifi pek çoktur. Burada bu kadarla iktifâ
olundu. Baʻzı menâkıb-ı ʻâliyyeleri de mahlas-ı dîgeri olan (ʻÂrif)’de muharrerdir.
Ammâ daha ziyâde tefsîlâtı “Mir’ât-ı Fevâ’id”imizdedir. Bu ʻabd-i ʻâciz birkaç nuʻût-
ı şerîfe ve âsâr-ı latîfesini tanzîr eylediğimden baʻzıları tahrîr olunur:
Emîrî
Bir çerâgıñ dûdudur fikrimde sevdâ dilde âh
Pertev-i esrârıdır bir âftâbıñ ʻaşk u rûh
147
Hâce Muhammed Emîn
Cevher-i ʻaşkıñ değil ey dilber-i sîmîn-beden
Dag-ı derdim penbelerle saklarım sînemde ben
Emîrî
Cevher-i ʻaşkıñ göñülden çıkmaz ey sîmîn-beden
Saklarım ol gevher-i yek-tâyı gencînemde ben
Hâce Muhammed Emîn
Miʻmâr-ı ezel yapdığı dem şehr-i vücûdı
Cân dîdesiniñ vahdet ili oldı şühûdı (109)
Emîrî
Zann etme ʻabes sende olan ʻakl u vücûdı
Seyr et bu kadar kudret-i kübrâ-yı şühûdı
Müşârun-ileyhiñ târîh-gûlukta dahi mahâreti müsellem idi. Üstâd-ı
aʻzamları Şeyh Ahmed-i Yek-dest-i Cûryânî hazretleriniñ 1119 senesinde vukûʻ-ı
irtihâlleri hasebiyle şu ebyât ve târîh-i dilârâyı nakş-tırâz-ı sahâyif-i rûzgâr etmişler
idi:
Nakş-bend-i zamâna mürşid-i vakt
Mazhar-ı feyz-i sırr-ı “mâ-evhâ”
148
Makʻad-ı sıdkı eyledi me’vâ
149
Nîz “Elem neşrah” be-hân heftâd u nuh bâr ey civân
Hem hezâr u yek be-hân “İhlâs” tâ yâbî vüsûl
150
Süleymân ismim ammâ bir cihetten
Semiyy-i Hazret-i Hâce Emîn’im
Te’lîfât ve resâ’il-i ʻâlîleri kesîrdir. Fâzıl-ı Fâsî’niñ (Şerhu Delâili’l-hayrât el-
müsemmâ be-Metâliʻi’l-meserrât) ʻunvânlı şerh-i nefîs-i ʻArabîlerini ve ʻallâme İbn
Hâcer’iñ Sevâʻık -nâm kitâbını Türkçe’ye tercüme etmiştir. Manzûm Silsile-
nâmeleri ve âdâb u erkân-ı tarîkat-ı Nakş-bendiyye’ye müteʻallık matbûʻ bir eser-i
fevâ’id-güsteri ve Siyânet-i Dervîşân isminde dîger bir eser-i muʻteberi ve bunlar-
dan başka ʻArabî, Fârisî, Türkî lisânlarıyla on ʻadedden mütecâviz risâleleri vardır.
(111)
Müşârun-ileyhiñ baʻzı ahbâb ve ihvâna yazdıkları mekâtîb-i hakâyık-
uslûbları dahi mûcib-i fevâ’id-i ʻuzmâ olmakla beraber gâyet selîs ve latîftir. Hatt-ı
dest-i ʻâlîleriyle birçok sahâyif ve âsâr, meşhûd-ı nazar-ı iftihârımız olmuştur. Ez-
cümle nezd-i hakîrânemde bulunan taʻlîk hattıyla muharrer nefîs bir “Nefahâtü’l-
üns” tercümesiniñ zahrında hatt-ı enfes-i ʻâlîleriyle nokta vazʻ olunmaksızın şu
ibâre muharrerdir:
“İsteshabehû ʻAbdülmenîn Muhammed Emîn el-Tokâdî en-Nakş-bendî
gafera’llâhu le-hû ve li-vâlideyye ve li-eşyâhihî âmin bi-menni vücûdihî. Sene sittün
ʻişrumie ve elfün.”
Zîrinde dahi menâkıb-ı ʻâlîlerini tahrîr eden Seyyid Yahyâ hazretleriniñ
kezâlik hatt-ı nefîseleriyle şu ʻibâre muharrerdir:
“Allâhu hasbî, sümme sâre fî-nevbeti’l-ʻabdi’l-fakîr ilâ-keremi Rabbihi’l-
kadîr Seyyid Yahyâ el-Hüseynî neseben v’n-Nakş-bendî tarîkaten. Mecâzen an-
sâhibi hâza’l-imzâ kaddesa’llâhu teʻâlâ bi-sırrıhi’l-aʻlâ fî-hilâli, sene semânün ve
hamsîne ve mi’e ve elfün min-hicreti men lehû hitâmü’r-risâleti ve temâmü’ş-
şerefi.”
Kitâb-ı mezkûr ondan soñra Müstakîm-zâde Saʻdüddîn Efendi hazretlerine
intikâl eylediğinden kenârınıñ baʻzı mahallerinde hatt-ı ʻâlîleri mevcûddur. Üç
ʻaded kibâr-ı ehlü’llâhıñ seksen altı sene nazargâhı olan şu kitâb-ı müstetâb lehü’l-
hamd incilâ-bahş-ı ʻuyûn-ı iftihârımdır. Fârisî ve Türkî birer münâcât-ı bî-nazîr ve
naʻt-ı şerîfiñ teberrüken sebt ü tahrîriyle iktifâ olundu:
Fârisî Münâcât:
Ey maksad-ı her umîdvârî
Bahşende-i her gunâhkârî
151
Ger bâr-ı gunâh-ı mâ girânest
Lutf u kerem-i tu bî-girânest
152
***
ÂHÛ
Şehrimiziñ esâtize-i hânendegânındandır. Karaoğlu ʻunvânıyla müteʻârif
idi. Sadâsı gâyet latîf olmak hasebiyle evâ’il-i hâlinde fenn-i bedîʻ-i sürûduñ ʻilmî ve
ʻamelîsinde taʻallüme ihtimâm eyledi. İmdâd-ı istiʻdâd ve îcâb-ı kâbiliyyet-i mâder-
zâd ile az zamânda gülşen-i edvârıñ bir bülbül-i nağme-tırâzı oldu. Âhû çeşminiñ
sayd-ı ʻâşıkân-ı zamânı güzerân olunca Baba Âhû şöhretini iktisâb eyledi. Etrâf ve
havâlîden gelip kendisinden taʻlîm-i makâmât eylemeye başladılar.
Sultân Murâd-ı Râbiʻ devrinden Sultân Muhammed Hân-ı Râbiʻ ʻasrına ka-
dar ʻilm-i edvârda yegâne-i rûzgâr idi. Husûsuyla saz çalmakta nevâdirden olduğu
gibi gâyet mâhir dâ’ire-zen ve usûl-bend idi. Turûk-ı ʻaliyyeniñ celâlet-i kadr u şânı
hakkındaki mutarrâ neşîdeleri latîf havâlar ve nevâlarla besteleyerek tekâyâ ve
zevâyâ ve sâ’ir mecmaʻ-ı ezkâr u tevellâyı güm güm öttürmekte ve teşne-dilân-ı
bâdiye-i ʻaşk u şevkı âb-ı musaffâ-yı istiğrâk ile reyyân eylemekte idi.
Sultân Murâd-ı Râbiʻ hazretleri zamânında Dersaʻâdet’e ʻazîmet eyledi. İş-
tihârı sebebiyle huzûr-ı hümâyûnda icrâ-yı nagamât ettirildi. Sultân-ı müşârun-
ileyh mertebe-i üstâdiyyetini takdîr ederek dâ’ire-i hümâyûnlarına aldığından
hânendegân-ı pâdişâhî sunûf-ı mümtâzesine iltihâk ile mübâhî olmuş idi. Müver-
rih-i meşhûr Hammer, “Câmiʻ-i Mehâsin-i Zurefâ-yı Ehli’z-zevkı ve’l-ʻirfân fî-
Terâcimi Şuʻarâ-yı Devlet-i Âl-i ʻOsmân” nâmı tahtında şuʻarâ-yı ʻOsmâniyye’ye
mahsûs olarak tertîb eylediği Tezkire-i Şuʻarâ’sında bu zâtı zikr ederek cennet-
mekân Sultân Muhammed Hân-ı Râbiʻiñ hânendegân-ı muʻâsırînden olduğunu ve
sâhib-i “Mecmûʻa-i Şarkıyât” Şeyhü’ş-şuʻarâ nâmıyla tavsîf ettiğini yazıyor. (113)
Biz bu sâhib-i “Mecmûʻa-i Şarkıyât” kim olduğunu bilemediğimiz gibi ne o
mecmûʻaya ne de Âhû’nuñ ʻâlem-i şiʻrde âsârına tesâdüf ettik.
Hammer, sekiz beytli bir manzûmesini Alman lisânına tercüme sûretiyle
tezkiresine derc etmiştir. Şu ebyâtı lisân-ı mezkûre vâkıf baʻzı zevâta Türkçeye
tercüme ettirdik ise de bi’t-tâbiʻ aslınıñ aynı olmadığı cihetle dercinden sarf-ı nazar
olunmuştur.
Hammer, Âhû’nuñ geyik maʻnâsına olduğunu işâret ediyor. Fakat sebeb-i
telkîbini beyân etmiyor. Biz deriz ki fi’l-hakîka Âhû denildi mi hâtıra ceylân
maʻnâsınıñ vürûdu tabiʻîdir. Şu kadar ki debbâğlarıñ pîri Ahî Evrân-ı Velî hazretleri
olduğu içün bu zâta mensûb olmak ve Ahî Baba’dan tahrîf edilmek üzre şehrimizde
debbâğlar esnâfı kethudâsına Âhû Baba denir.
Lisânımızda ( )خharfi ekseriyen ( )ھgibi telaffuz olmasına ve mûmâ ileyh de
Âhû Baba denilmesine nazaran ya debbâğlar kethudâsı olmak veya kethudâ-
zâdelik gibi bir nisbeti bulunmak ihtimâli de vardır.
Mûmâ ileyh Âhû Baba’nıñ ʻasrında şehrimizde sanâyiʻ-i nefîseden olan
fenn-i mûsikî dahi fevkalâde terakkî etmiş idi. Ezcümle Hânende Zeynî-zâde-i
Âmidî, Hânende Halvetî Çâşnî-i Âmidî, Hânende Karaoğlân, Hânende Çuvâldız-zâde
153
İsmâʻîl-i Âmidî, Hânende Çemen-zâde Muhammed Çelebî-i Âmidî, Hânende Yahyâ
Çelebî-i Âmidî üstâd-ı ekmel-i cihân sayılan meşâhîr-i hânendegândan idiler. Daha
birçok hânendeler sırası geldikçe beyân olunacaktır.
***
HARF-İ BÂ
BÂKÎ
İsmi ʻAbdulbâkî’dir. Üstâd bir şekerci idi. Hâccü’l-Harameyn olduğu cihetle
Şekerci Hâcı Bâkî Ağa ʻunvânıyla müteʻâref idi.
Hâcı Bâkî Ağa 1140/1728 hudûdunda doğmuştur. Vâsıl-ı sinn-i rüşt oldukta
bir müddet tahsîl-i kırâ’ate ve kitâbete çalıştı. Henüz mektebde iken ikmâl-i tahsîl-i
vücûbîden soñra nasıl bir mesleğe sülûk etmesi lâzım geleceğini düşünürdü.
Erbâb-ı sanâyiʻ ve ticâret üzerinde göz gezdirir dururdu. Şekercilik sanʻatına karar
verdi. Mektebden hurûcuyla berâber bir müddet de şekerci üstâdları yanında şa-
kird oldu. Sanʻat-ı mezkûrede temehhür eyledi. Şehrimizde şekercilere âid bir
sanʻat olan sûr nahlleri tanzîminde dahi pek mâhir idi. (114) Bâl mûmunu gûnâgûn
şekil ve renklere koyarak ʻarûsân-ı memleket içün tertîb eylediği “Nahl-bend”ler
envâʻ-ı meyveyi ve gül ü bülbülü hâvî bir nahl-ı mevzûna beñzeyecek kadar mü-
zeyyen ve sanʻat-nümâ idi.
Hâcı Bâkî Ağa’nıñ hânesi derûnunda imâlâta mahsûs ayrıca vâsiʻ bir mat-
bah, ittisâlinde mükemmel sûrette binâ olunmuş bir de fırın var idi. Burada ʻale’l-
usûl şekeri eritip ağda hâline getirdikten soñra pastalar, kûrâbiyeler, râhatü’l-
hulkûmlar, halka şekerleri, kubbeli şekerler, bâdem şekeri, bâdem ezmesi, fıstıklı
şeker, fıstık ezmesi gibi iʻmâl eylediği gûnâgûn hulviyyât-ı nefîse şekerci
dükkânlarına taksîm olunarak derûn-ı memlekette gâyet rağbet ve iʻtibâr ile
satıldıktan başka etrâf u inhâya da ihrâc olunurdu.
Hele Âmid şehrine mahsûs olan meşhûr “şarâb-ı harîrî” ve “benefşe şuru-
bu”nu nâdirü’l-emsâl bir sûrette iʻmâl ve envâʻ-ı reçel iʻmâlindeki mahâretini de bu
dereceye îsâl eylediğinden dimâğ-ı zâ’ika-sencânı telzîz ederdi. Zamân dâ’imâ nev-
zuhûr şeylere rağbet eylediğini nazar-ı te’emmüle alarak cesâmeti maʻlûm ve
meşhûr olan Diyârbekir karpuzlarınıñ iç kabuğundan reçel iʻmâlini tasavvur eyledi.
Numûne olarak bir mikdâr iʻmâl eyledikte pek lezîz olduğunu menâzır-ı şeffâfiyesi-
niñ ʻumûm reçellere fâ’ik bulunduğunu gördü. İʻmâlına devâm ederek fevka’l-ʻâde
kesb-i iştihâr ve rağbet eyledi.
Fi’l-hakîka karpuz kabuğunuñ reçeli lezzet, nefâset-i şeffâfiyette sâ’ir reçel-
lere fâ’iktir. Husûsuyla karpuzuñ içi ekl olunduktan soñra kabuğu bir şeye yara-
154
mayıp atılmakta olduğu cihetle iç kabuğundan da bu sûrette reçel iʻmâli fâ’ide
içinde fâ’ideyi ve hiçten bir menfaʻati te’mîn eylemiştir.
Şekerci Hâcı Bâkî Ağa sanʻatındaki mahâret ve ikdâm ve gayreti, hazîne-i
gaybdan kendisine büyük bir servet ve sâmân-bahş te’mîn eylediği hâlde,
1215/1801 senesinde terk-i lezâ’iz-i hayât eyledi.
Ümmü Gülsüm isminde yalñız bir kız çocuğu kaldı. Hânedân ve erbâb-ı
servet ü sâmândan ʻOsmân Ağa nâmında bir zâtıñ da bir mahdûmu var idi. Fakat
çocuk iyi bir terbiye görmemişti. Pederi ʻOsmân Ağa’nıñ vefâtından soñra
mîrâsyediliğe döküldü. Servet-i cesîmeyi az vakitte telef edip bitirdi. Elinde yalñız
bir bağçe kaldı. Bu da hâlâ ʻOsmân Ağa Bâğçesi nâmıyla maʻrûf ve meşhûr olan
bağçedir. Böyle cesîm ve kıymetdâr bir bağçeyi de bir at ile mübâdele etti, gurbete
gitti. Hüner ve maʻrifeti olmayan gurbette barınabilir mi? Bir iki mâh içinde mem-
lekete ʻavdet eyledi. Ahvâl-i sâbıkasından nâdim göründü. Yetîm kalan Hâcı Bâkî
Ağa’nıñ kerîmesini alarak iç güveyi girdi. Beliyye-i (115) ʻişret vücûdunu harâb et-
miş idi. Çok yaşamaksızın dârü’l-cezâya gitti. Hâcı Bâkî Ağa’nıñ kerîme-i münferi-
desinden tevellüd eden bir hafîdesine muharrir-i hakîr yetiştim. Ceddinden kalan
cesîm hâneniñ bir kısmı elinde mevcûd fakîrü’l-hâl idi. Hâcı Bâkî Ağa merhûm
aralıkta inşâd-ı eşʻâr ederdi. Bu gazel âsârındandır:
155
BEKRÎ
Şehrimiz zâdegânından, şeyh-zâdelerdendir. Nâm-ı vâlâları Ebû Bekir’dir.
Hurûf-u isminden mahlasını ihrâc ve aña nisbet olunmağı ihtiyâr etmiş idi. Şeyh
Yûsuf-ı Velî hazretleri ki -eşrâf-ı silsile-i Âdem ve Havvâ’dan idi- şehrimiziñ şeyh-
zâde ʻâile-i mübeccelesi bu zât-ı ʻâlî-kadre mensûbdur. Vüzerâ-yı ʻizâm-ı sâlifeden
İbrâhîm Hafîd Paşa, sâhib-terceme Hâcı Bekir Bey, mîr-i mîrân-ı kirâmdan ʻOsmân
Nûrî Paşa merhûmlar gibi üç ʻaded edîb-i hasîb ve şâʻir-i sâhib-dîvân, velî müşârun-
ileyh hazretleriniñ ahfâd-ı muhteremesindendir. Müşârun-ileyhden başka şeyh-
zâde ʻâile-i mükerremesinden daha bir hayli edîb, fâzıl, necîb zâtlar ve umûr-ı
hükûmeti, mihver-i lâyıkında idâre eden muktedir me’mûrlar yetişmiştir.
Müşârun-ileyh Hâcı Bekir Bekrî Bey evkâtını tahsîl-i maʻârif ve kemâlâta
sârıf şiʻr ve inşâ ile müteʻârif, etvâr-ı hükûmete vâkıf idi. Defâʻatle Diyârbekir mü-
tesellimliğinde bulunan Şeyh-zâde Muhammed Bey merhûm ile Vâlî Behrâm Paşa
miyânesinde vâkıʻ olan muʻâraza ve mücâdeleler 1234 senesinde şehriñ muhâsa-
rasını intâc etmesi ve nihâyet 1235 senesinde galebeniñ vâlî tarafında kalması
üzerinde kendileri firâr ederek mâlikâne ve tımâr ve mukataʻaları zabt olunmuş idi.
Müşârun-ileyh ol sırada Elbistan ve Marʻaş cihetlerine firâr ve ihtifâ eyledi. Marʻaş
kâimmakâmı Fevzî Paşa’nıñ hezl ü mizâha mâ’il şuʻarâdan olup sadraʻzam Dervîş
Muhammed Paşa’nıñ (116) akrabâsından olduğunu haber alarak memnûn olmuş
ve müşârun-ileyhiñ:
Kimedir şîvesi dehriñ bu sitignâsı kime
Ya kime nâz u edâsı kurı gavgâsı kime
matlaʻlı gazelini elde ederek yine o vâdîde;
Çekemem minnet-i paşa vü müsellemleri ben
Satarım elbisemi atlas u dîbâsı kime
beytini hâvî tanzîm eylediği gazeli ahvâl-i sûziş-me’âlini hâkî bir arîzaya leffen Fevzî
Paşa’nıñ dîvân kâtibi ʻAyntâb hânedânından ve erbâb-ı şiʻr ü inşâdan Râşid Bey
vesâtetiyle takdîm eyledi. Paşa derhâl kendisini daʻvet ve hürmet ederek gece
gündüz zevk u safâ ve müşâʻare ve münâzara-i dil-güşâ ile imrâr-ı evkât eyledi.
“Kimseniñ kandîlini subha çıkarmaz rûzgâr”
mısrâʻınıñ hükmü zâhir olarak bir müddet soñra Fevzî Paşa hastalanmış ve
1238/1823 senesinde vefâtı vukûʻ bulmuştur. Mîr-i muhterem Mûş muhâfızı Emîn
Paşa tarafına cân atarak;
Geç Marʻaş’ıñ yaylasını dilden bırak sevdâsını
Mûş’uñ da gör sahrâsını takdîm içün yaz bir eser
156
beytini hâvî bulunan kasîde-i belîgasını tanzîm ve takdîm eylemiştir. Bir iki sene
kadar mazhar-ı ikrâm ve iʻzâz olarak imrâr-ı evkât eylemiş ise de Emîn Paşa’nıñ
dahi fermânlı olması üzerine oradan da sıvışmağa mecbûr oldu, cânib-i Mısr’a
ʻazîmet eyledi.
Muhammed ʻAlî Paşa mensûbundan ati’t-terceme Fethî-zâde Saʻdu’llâh
Saʻîd-i Âmidî delâletiyle vâlî-i Mısır Muhammed ʻAlî Paşa kendisini huzûruna kabûl
ve iltifât eyledikten başka nukûd-ı vâfire ihsân eylemiştir.
Semâhatta Hâtem gibi bir zât olduğundan Muhammed ʻAlî Paşa’nıñ ibzâl
eylediği iltifâtıñ şükrânesi olmak üzre paşanıñ ihsân eylediği meblağıñ kâffesini
oradaki huddâm ve derbâna îsâr eyledi. Böyle bir sehâ-yı nâdirü’l-vukûʻ Muham-
med ʻAlî Paşa’nıñ istiğrâbına câlib oldu. Tekrâr huzûruna celb ederek taleb ve
maksadını sormuş. Ziyâret-i farîza-i hâccı îfâdan soñra bir müddet Ravza-i Mutah-
hara-i Cenâb-ı Peygamberî’de mücâveret arzûsunu der-miyân edince tekrâr iʻtâ-yı
nakdîne-i firâvân ile matlûbunu isʻâf eylemiştir. Tavâf-ı Beytu’llâh ve ziyâret-i Rav-
za-i Mutahhara-i Hazret-i Habîbu’llâh ile müşerref olarak bir sene (117) kadar
Medîne-i Münevvere’de mücâvir kaldığı hâlde şeyh-zâde erkânınıñ ʻafv u ıtlâkı
irâdesi sâniha-pîrâ-yı südûr olduğundan Dersaʻâdet’e ʻazîmet ve oradan memleke-
tine ʻavdet eyledi.
Şeyh-zâde Muhammed Bey Diyârbekir mütesellimliğine taʻyîn olduğundan
müşârun-ileyh dahi inzibât-ı memlekete me’mûr oldu.
Hüsn-i idâreye muvaffak olarak imrâr-ı evkât-ı hayât eylemekte olduğu
hâlde, 1250/1835 hudûdunda rû-be-râh-ı semt-i ziyâfet-hâne-i bekâ olmuştur.
Mîr-i müşârun-ileyh mutlaku’l-lisân, mebsûtu’l-kelâm bir edîb-i sehâvet-
ittisâm idi. Doğru söz söylemekten çekinmez ve söylediği sözden dönmez idi.
Üstâd-ı ekremim Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri der ki, “1233/1817 târîhinde henüz
on üç yaşında iken Câmiʻ-i Kebîr’iñ havz-ı vâsiʻinden bir gün âbdest alıyordum.
Müşârun-ileyh de bir tarafta durmuş idi. Aldığım âbdeste dikkat ettikten soñra
tevcîh-i hitâb ederek: -Hâce-zâdem bilmem seniñ o kâküllerini mi yoksa aldığıñ şu
âbdesti mi seyredeyim, dedi. Derhâl oradan doğruca berber dükkânına varıp kâkül-
leri tırâş ettirdim. Birkaç gün soñra tesâdüf ettikte beyân-ı memnûniyyet eyledi.”
Vâlid-i ekremim der ki, “Memleketimizde ʻArabdaş mahallesinde Seyfo
(Seyfu’llâh) isminde bir hânende var idi. Cenâb-ı Hak letâfet-i sadâyı ve fenn-i
bedîʻ-i mûsikînin ʻilmî ve ʻamelîsindeki üstâdiyyeti gûyâ ki bu mugannîde hatm
etmiş idi. Birkaç genç ahibbâ bir araya toplandık. Seyfo’dan bir gece içün vaʻd
aldık. O gece tenhâ bir meclis tertîb sâ’ir baʻzı sâzende ve hânendeler de celb ettik.
Meclisimiz pek dil-güşâ bir şekle girdi. Bir de kapı uruldu, Hâcı Bey’iñ kapıda oldu-
ğunu haber verdiler. O meclis-i muhteşem derhâl numûne-nümâ-yı mâtem oldu.
Mugannîler nereye saklanacağını şaşırdı. Ahibbâ birbirine bakıp düşünürdü. Hâcı
Bey kemâl-i vakâr ile yukarıya çıktı. Cemʻiyyetimizi şahsımızı gözden süzdü. İltifât
ederek: -Pek memnûn oldum, aralıkta böyle nâmûskârâne eğlenmek de lâzımdır,
157
zîrâ mûsikî gıdâ-yı rûhdur, dedi. Herkesde ʻalâyim-ı meserret zuhûra geldi. Ondan
Seyfo’ya hitâb ederek (Seyfu’llâh Ağa) makâm-ı Sabâda olan şarkıyı;
Güzel olan halîm olur
Tabîʻatı selîm olur
ʻÂşıkına teslîm olur
Gel unutma bu demleri, vây.
pek severim, okuyuver dedi. Mîr-i muhteremiñ “Gel unutma bu demleri” taʻbîriyle
nutk (118) -ârâ-yı hitâb olmasından gençlik yıllarını tahattur ederek inbisât-ı kalb
hâsıl eylediğini hisseyledik. Mugannî Seyfo’nuñ hiç me’mûl etmediği Seyfu’llâh Ağa
taʻbîrini işitince bir kendine bir de etrâfa baktı. Artık meclise sığmayacak bir hâle
geldi. Öyle nagamât-ı gûn-â-gûn icrâ eyledi ki kendimizi gûyâ ki başka bir ʻâlemde
zanneyledik. Ondan makâm-ı ʻArazbârda:
Ne bu menzil ne bu gitme
Ne bu bülbül ne bu ötme
Baña Leylâ medhin etme
Ben esîr-i zülf-i yârem
şarkısını emretti. Bundan da mîr-i muhterem meclisimizi sıkmaksızın kalkıp gidece-
ği beşâretini istifhâm eyledik. Fi’l-hakîka fasıllar bitince her birimize ayrı ayrı iltifât
eyledikten soñra rûh-ı revân gibi vedâʻ edip gitti.”
Mîr-i muhteremiñ tabîʻat-ı şiʻriyyesi merdânedir. Mutarrâ gazelleri rûh-
nüvâz tercîʻât, tesdîsât, mukattaʻât ve kasîdeleri vardır. Şuʻarâ-yı eslâfa nazîreleri
ve muʻâsırîn ile müşâʻaresi kesîrdir. Şu nazîreler o kabîl âsârındandır:
Nâbî-i Ruhâvî
Koymadı ʻarz etmeğe dildâra bir harf-i niyâz
Bülbüle sehv etmişiz feryâda ruhsat vermişiz
Bekrî-i Âmidî
Taşlasın sıbyân bizi sûk-ı melâmette bugün
Kendimiz lâyık görüp etfâle ruhsat vermişiz
Lebîb-i Âmidî
Mihnetim ebnâ-yı ʻasra hep tehâlüften gelir
Kalmasın âhım cihânda şermime izʻânıma
Bekrî
Hûn-ı dil laht-ı ciğer kıldım müheyyâ bezmine
Söyle ol hûnîye gelsin daʻvet-i ahzânıma
Re’fet-i Atîk
158
Bezm-i hicriñde seniñ hûn-ı ciğer nûş etmeğe
Bu dil-i âşüfte bir peymânedir sensiz baña
Bekrî
Bezm-i nûş-â-nûşta mînâ değildir devr eden
Hûn-ı dil dolmuş döner peymânedir sensiz baña
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Bir kitâb koltuklamış gördüm Hafîdâ zâhidi
Çıkmadı zannım gibi zîr-i bagalda çıktı hâc
Bekrî
Fürkatiñle bî-mecâlim ey tabîbim gel yetiş
ʻUnsur-ı zâtiyyem etmez birbiriyle imtizâc (119)
Nazîf-i Âmidî (Vâlid-i Saʻîd Paşa)
Hasretiñle eşk-i hûnînim ki rîzân oldı hep
Sû-be-sû bahr-ı gamıñ emvâcı tûfân oldu hep
Bekrî
Rahm et ey zâlim yeter hicriñle yaktıñ bağrımı
Âh-ı cânsızım gören giryân u nâlân oldu hep
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Nîk ü bed her ne gelirse ol gül-i nevresteden
Câna minnet ʻadd edip ceyb-i kabûl-i câna at
Bekrî
Rahş-ı istignâya çignetme rehiñde ʻâşıkı
Sür rikâb-ı ʻadl ile şâhım bugün dîvâna at
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa
Zîr-i hatt-ı laʻl-i nev-hîziñde gördüm lebleriñ
Laʻl konmuş dest-i kudretle zümürrüd kanına
Bekrî
Gâh olur dil ʻucb ile şâhâna etmez ser-fürû
Gâh zarûrî ilticâ eyler ʻadû-yı cânına
159
Hoş gelir şimdi baña bîdârlıktan meyl-i hâb
Hâb içinde vâsıl-ı lutf-ı hitâb oldum bu şeb
Bekrî
ʻÂşık-ı sâdık iseñ etme cedel agyâr ile
Merd-i dânâ eylemez nâ-dân-ı bed-hûlarla bahs
Emîrî
Mâh olur mı mihr-i ʻâlem-tâb ile hem-kevkebe
Şûh-ı nev-hatt etmesin hûbân-ı bî-mûlarla bahs
Bekrî
Sâkî-i gül-çehresiz vermez safâ âşıklara
Dolsa gül-gûn bâdelerle eylese cevlân kadeh
Emîrî
ʻAks-i reng-â-rengi verdi başka revnak meclise
Etti tâvûs-ı mülemmaʻ-per gibi cevlân kadeh
Bekrî
Dem-be-dem fürkat salar maʻşûk u ʻâşık beynine
Melʻanettir añladım etvâr-ı bed-peymân-ı çarh
Emîrî
Köre şemʻ-i rûşenâ bînâya bahş eyler ʻasâ
Mevkiʻinde eylemez bir kimseye ihsân çarh (120)
Bekrî
Katre katre düştü hûnîn gözyaşım sahrâlara
Hep sirişkim tohmudur bitmiş uyanmış lâleler
Emîrî
Neş’etinde hâl-i hûnîn-i cihânı añlamış
Dâgdâr olmuş bütün kana boyanmış lâleler
Bekrî
Eyleyen mahzûn beni dünyâda şâdân olmasın
Dem-be-dem kan ağlasın ʻâlemde handân olmasın
Emîrî
Kûy-ı cânânda benimle etme gavgâ ey rakîb
İhtirâz et kim harîm-i Kaʻbe’de kan olmasın
Bekrî
Âh u feryâd ettiğim her şebde ben ey mâh-rû
Görmedir bir kerre ancak günde dil-hâhım seni
160
Emîrî
Cünd-i ervâh-ı ricâlü’l-gaybı huddâm eylerim
Eylesem vird-i münâcât-ı sehergâhım seni
Mûş muhâfızı Emîn Paşa’ya verdiği Râ’iyye kasîdesinden birkaç beyt
tahrîr olunur:
Ey hâme-i muʻciz-eser gencîne-i ʻilm ü hüner
Sende nedir bunca keder et vâdî-i gamdan güzer
161
İhsân ile vâlâ-kerem Hâtem gibi hasm-ı direm
ʻAsrında hem sâhib-himem düşkünlere hem-sâyeger
162
BEYʻATÎ
Şehrimiz ahâlîsinden ve dervîşân-ı saffet-menişândan bir kalender-i hoş-
etvâr idi. Takrîben 960/1553 hudûdunda seyr ü seyâhat-ı memâlike çıkmış ve Edir-
ne şehrinde Seyyid Cemâlüddîn-i Mücerred’iñ câ-nişîni olan Baba ʻAlî-yi Kazvînî’ye
dest-i irâdet vermiş idi. Vefâtı tahmînen elfü kâmil hudûdundadır. Bu zât dahi
tezâkir-i Rûm’uñ hiç birinde muharrer değil, yalñız ʻAhdî-i Bağdâdî Gülşen-i
Şuʻarâ’sında zikr ederek; “Kuvvet-i şiʻriyyesine bu iki beyt dâldir ki; vasl-ı dilberân-ı
nigû-cemâldir.” diyor:
Nedir ol kâmet-i mevzûn nedir ol sîm-i beden
Nedir ol talʻat-i zîbâ nedir ol vech-i hasen
HARF-İ TÂ
TÂ’İB
163
süm buyurdu. İnşâa’llâh o gibi hâllere hâcet kalmaz, dedi. Tâhir Efendi oradan
kalkıp işi mahremâna añlatmak bir çâre düşünmek içün menzil-hâne me’mûrunuñ
yanına gitti. Mes’eleyi kemâl-i esefle añlattı. Me’mûr ise taʻaccüb ederek at gelip
menzil-hânede mevcûd olduğunu söyledi. Tâhir Efendi inanamadı. Bizzât gidip
ahıra baktı. Fi’l-hakîka esbi yerinde mevcûd gördü. Yanına vardı yem götürüyor
zannıyla dönüp bakmağa başladı. Tâhir Efendi der imiş ki, o mübârek atıñ dönüp
baña bakması bir mahbûb-ı nâz-perveriñ nigâh-ı dil-nüvâzânesi gibi göñlüme safâ
verdi. Elimde yem olmadığını görüp benden yüzünü çevirince, beni agyâra fedâ
ettiñ ha! İşte ben de senden küstüm, muʻâmele-i zarîfânesi kadar baña hoş geldi.
Kemâl-i sürûrumdan bir perestiş-i ʻâşıkâne ile boynuna sarıldım. Ondan gelip
cenâb-ı şeyhiñ ellerinden öpdüm. Meğer haydudlar atı gasp eyledikten soñra
hükûmete ʻâid olduğunu tamgâsından añlayarak havfa düşmüşler. İzleri
añlaşılmamak içün hayvânı öldürecek olmuşlar. Buña da cesâret edememişler.
Olduğu yerde bırakıp savuşmuşlar. Feres-i ferâset-şiyâr doğruca menzilgâhına
gelmiş.
Sâhib-tercemeniñ 1249/1834 târîhinde zarûret hâli teşeddüt eylediğinden
baʻzı ashâb-ı (123) hamiyyetiñ delâletiyle tamgâ-hâne kitâbetine taʻyîn ve mûmâ
ileyhe keyfiyyet teblîğ olundukta bast-ı maʻzeret ederek kabûl etmedi. Bilâhere
Câmiʻ-i Kebîr’iñ mahalle kapısı cihetinde bir bâb mektubcu dükkânı küşâd ve ol
sûretle te’mîn-i maʻîşet ü zâd eyledi.
Âtiyetü’t-terceme şâʻire-i meşhûre Hadîce ʻİffet ve hemşîre-i edîbeleri
Râhile Sırrî Hânım’larla da karâbeti olduğundan sinni altmış raddesine bâliğ olduk-
ta istihlâf-ı evlâd içün te’ehhül arzûsunu izhâr eyledikte müşârun-ileyhâ Sırrî
Hânım, sâhib-tercemeye bir gûnâ masraf ihtiyâr ettirmeksizin kendi hizmetinde
bulunan muhaddereyi mükemmel cihâz ile iʻtâ ve çirâğ eyledi.
Kûşe-nişîn-i inzivâ ve tâ’ib-i müstağfir-i cürm ü hatâ olduğu hâlde,
1274/1858 senesinde mütevârî-i dîde-i ahibbâ oldu.
Rûmkapısı hâricindeki kabristânda peder-i cennet-makarları Remzî Efendi
cenûbunda medfûndur. Bu hakîriñ âbâ ve ecdâdı ile hem dünyâ hem âhiret kom-
şusudur. Bir hayli latîfeleri elsine-i zürafâda cârîdir.
Pederinden kendilerine bir gûnâ emlâk ve akar kalmayıp yalñız kettâncılar
çarşısında ölçülen kettânlarıñ arşını tüccârân yedinde olmayıp merhûm Remzî
Efendi’ye ʻâid idi. İstediği adama ihâle eder, buña mukâbil senevî bir resm alırdı.
Pederiniñ vefâtı günü sâhib-terceme nevha ve figân eylediği esnâda “Herkesiñ
pederi evlâdına emlâk ve akar bırakır öyle gider, bizim peder ise bir arşın bırakıp
gitti.” demiş. Kendisi ağlarken herkesi güldürmüştür.
Birkaç yüz şuʻarânıñ âsârını ve bir takım güzel şarkıları hâvî hatt-ı destiyle
bir mecmûʻası merhûmuñ mahdûmu ahibbâmızdan ʻAbdulvehhâb Vehbî Efendi’de
mevcûddur. Kendisiniñ ve pederiniñ bir hayli âsârı da bu mecmûʻada mündericdir.
Mûmâileyhiñ âsârı ekseriyetle şarkılardan ibârettir.
164
Esnâ-yı tahrîr-i tezkiremizde mezkûr mecmûʻadan haylice istifâde edilmiş-
tir. Bu gazel eşʻârındandır:
Nâz u istignâ eden hûblarda şâhım var benim
Hasretiyle dem-be-dem bu dilde âhım var benim
165
Aralıkta revâbıt u akâribi bulunan Sincâr’a ʻazîmetle yârân-ı Âmid’e gön-
derdikleri münşiyâne ve iʻcâzkârâne mektublar elden ele dolaşırdı. Yed-i mefharet,
bu zâtıñ baʻzı mektublarıyla iktisâb-ı zînet eylediğinden o zamâna ʻâid birçok
hânedân ve fuzalâ isimlerine tesâdüfle müstefîd olmuşumdur. Musannaʻ ve zü’l-
kâfiyeteyn bu nazm-ı Fârisî-edâ müşârun-ileyhiñ âsâr-ı bâriʻasındandır:
Fârisî:
Perî-rûyân ki bâ-laʻl-ı tu mercânend-i mercânend
Be-hat hızr u be-leb Mûsâ-yı İmrânend-i imrânend
HARF-İ CÎM
CÂZİB
İsmi Halîl’dir. Pederine Saʻsaʻa-zâde derlerdi. 1250/1835 hudûdunda şeh-
rimize tevellüd etmiştir. Diyârbekir’iñ ʻÖmerü’l-Fârûk Efendimiz zamânındaki fet-
hinde iliñ vâlîliğine taʻyîn olunup şehrimizde vefât ederek nâm-ı ʻâlîlerine mensûb
câmiʻ-i şerîfte medfûn-ı hâk-i gufrân olan Saʻsaʻatü’l-ʻAbdî hazretleriniñ sülâlesin-
den olduğu mervîdir. 1260/1844 hudûdunda pederiyle beraber Mekke-i Müker-
reme’ye muhâceret etti. 1270/1854’de silk-i celîl-i ʻaskerîye dühûl ile Mekke-i Mü-
kerreme’den Yemen’e sevk ve iʻzâm olundu. 1279/1863’da Asîr emîri ʻÂyız ta-
rafından Hadîde kasabası muhâsara olundukta tabur kâtibi idi. Şecâʻat ve hüsn-i
hizmetine mebnî alay kitâbetine vâsıl ve altın madalyaya nâ’il oldu.
İşbu tezkiremiziñ zamân-ı hitâmı olan 1296/1879 senesinde alay emînliği-
ne terfiʻ eyledi. Yemen’de îfâ-yı hüsn-i hizmet eylemektedir. Hüsn-i hatt
ashâbından olduğundan güzel levhalar yazmakta mâhir, ʻArabça tekellüme kâdir-
dir. Dîvân olacak miktar eşʻâr tanzîmine muvaffak olmuştur. Dama oyununda dahi
selîka-i fevka’l-ʻâdeye mâlik ve baʻzı mansûbeler tertîbiyle taş çıkarmağa ve bir taş
ile bir oyun kazanmağa muktedir olduğu bize vâsıl olan ahbârından, şu iki beyt
âsârındandır:
Âteşîn ruhla o cânân gelicek bezmimize
166
Zülf-i hâlinden anuñ ûd ile ʻanber tütecek
167
Bir gün gülerek dedi ki oğlum artık ʻömrümüñ soñ günleridir, tevellüdüm
1173/1760 senesinde olduğu cihetle şimdi yüz on yaşındayım. Nâbî-i merhûm
1120/1709 hudûdunda şehrimize müdaʻven geldiği zamân o müdebdeb ziyâfetlere
yetişen baʻzı ihtiyarlara yetiştim. Vâlî, vüzerâ-yı ʻizâmdan Recep Paşa; kâdî, şuʻarâ-
yı (127) benâmdan Sâbit Efendi imiş. Gerek onlar tarafından ve gerek eşrâf ve
hânedân-ı memleket cânibinden büyük ziyafetler icrâ olunmuş. İlk ziyâfet-i
şebânede şehrimiziñ mugniyân ve hânendegânı bir hürmet-i mahsûsa olmak üzre
kâffe-i eşʻârı Cenâb-ı Nâbî’niñ âsârından okumayı kararlaştırmışlar. Meşâyıh ve
fuzalâdan olup fenn-i mûsikîniñ ʻilmî ve ʻamelîsine vâkıf olan zevât-ı nâdire dahi
iştirâk buyurmuşlar. Sıra icrâ-yı nagamât-ı rûh-efzâya gelince ibtidâ ser-âmed-i
hânendegân Zerger Ahmed Verdî Çelebî-i Âmidî 1 makâm-ı Hicâz’da usûl-i zencirde
Nâbî-i nüktedânıñ şu gazel-i nefîsesini gâyet latîf bir sûrette okumuş:
Seni tebrîde benden olsa aʻdâ ittifâk üzre
Ne bâkim var hulûs elbette gâlibdir nifâk üzre
1
Ahmed Verdî Çelebî, hânendegânıñ üstâdânından olduğu gibi bu bülegâ-yı şuʻarâdan olmakla ter-
ceme-i hâli âtiyyen gelecekdir. 127.
168
Ondan meşhûr-ı cihân üstâd-ı devrân Seyyid Nûh Çelebî-i Âmidî 1 makâm-ı
Nişâbûr’da usûl-i devr-i kebîrde Nâbî-i muʻciz-kelâmıñ şu güftâr-ı neşât-efzâsını bir
şîve-i ʻâlem-pesend ile okumuş:
Çemende cûyveş bu cüst ü cûlar hep senüñ’çündür
Miyân-ı bülbülânda güft ü gûlar hep senüñ’çündür
1
Şâʻir-i meşhûr Vakʻa-nüvîs Sâmî Bey’iñ hatt-ı nefîsiyle nezdimizde mevcûd olan bir kitâbda meşhûr
Fasîh-i Mevlevî inşâsıyla bu zâta yazılan mufassalca bir mektûb mevcûddur. Mertebe-i kemâlâtı
hakkında şu ‘ibâre ondandır: “Zât-ı şerîf-i Hüseynî-nisbet ve Aristo-sıfatları ki pîş-rev-i üstâdân-ı kâr-
bendân-ı zamâne olan hâce-i debistân-ı ʻilm-i mûsikî pişgâh-ı maʻlûmatında şâkird-i gulâm-ı dehen-
beste-i ʻacemîdir.” Temâdî eden şöhretine binâen 1280/1864 senesinde tabʻ olunan “Risâle-i ʻİlm-i
Edvâr” da dahi baʻzı besteleri mevcûddur. 127.
2
Nâbî-i merhûmuñ Münşeʻât’ında müşârün-ileyhiñ nüfûs-ı kudsiyyesinden istiʻâne ve istimdâdı hâvî
baʻzı muhâberâtı ve muharrerâtı vardır. Bunuñla beraber şarkı mecmûʻalarında Diyârbekirli Şeyh-
zâde ser-levhasıyla mâl-â-mâl olan besteleriñ cümlesi bu zât-ı âlî-kadriñdir. 128.
169
kalmıştır.” dedi. Hemen kalkıp o pîr-i muhteremiñ elini öperek bu hikâye-i
kıymetdârı zabt ve tahrîr eyledim.1
İşte şu bezmgâh-ı sohbetiñ erkân-ı muʻteberesinden biri de sâhib-terceme
mücellid Seyyid ʻAlî Çâkerî Çelebî idi. Bu sırada Diyârbekir vücûhundan
ʻAbdulvehhâb Ağa-zâde Muhammed Emîn Çelebî, Diyârbekir’de olmadığından aña
hitâben Nâbî-i nüktedânıñ yazdığı mektûb-ı belîgde: “Şîrâze-bend-i cerîde-i vedât
Seyyid ʻAlî Çelebî hulûs üzre selâmlar eder.” ʻibâre-i mübeccelesi muharrerdir.
Esnâftan oldukları cihetle küçük gördükleri böyle büyük zâtları tezkireleri-
ne (129) yazmamak ve şâyet çâresiz olarak yazılması îcâb edenler bulunursa
ehemmiyetsiz bir şekilde yazılmak ekseriyyet üzre tezâkir sâhiplerimiziñ ʻâdetidir.
İşte bu kabîlden olarak Sâlim, Safâyî Efendiler tezkirelerinde bu zâtı yazmıyorlar.
Nâbî gibi kaʻb-ı ʻirfânı ʻâlî olan bir zât onu kemâl-i ihtirâmla mektubuna derc ettiği
hâlde ondan on üç sene soñra yazılan şu tezkireleriñ derc etmemesi garib değil
mi? Yalñız Tezkire-i Râmiz’de muhtasar sûretiyle mukayyeddir. Tabîʻat-ı şiʻriyyeleri
şu kadarcık tavsîf olunur: “Medîne-i Diyârbekir’den karîn-i zuhûr ve mücellid Seyyid
Çâkerî denmekle meşhûr şiʻr u inşâda tabîʻatları dil-pezîr ve cendere-i terbiye ve
şîrâze-i nazm ile ser-levha-i şuʻarâya şâyân-ı tezhîb ü tahrîr bir şâʻir-i maʻârif-
kesîrdir.”
Sanʻat-ı nefîsesiyle evkât-güzâr ve şuʻarâ-yı memleket ü ʻurefâ-yı sâhib-
maʻrifetle hem-karîn-i encümen-i leyl ü nehâr olduğu hâlde, 1160/1747
hudûdunda dükkân-ı hayâtı makfûl oldu.
Defterdârlıktan nâ’il-i rütbe-i vezâret olan sâhib- dîvân vezîr-i nüktedân
ʻİzzet ʻAlî Paşa vezâretine bu târîh-i nefîsi inşâd eylemiş idi:
Dâʻi-i devlet ʻubûdiyyetle târîh ʻarz eder
Oldı ʻizzetle ʻAlî Bey âsaf-ı sâhib-safâ
Bu beyt-i zarîf dahi merhûmuñ cümle-i eşʻârındandır:
Yaş eliñle yapışma yâre rakîb
Hele sabreyle elleriñ kurusun
***
CÂMÎ
İsmi Ahmed’dir. Tevellüdü 1125/1713 hudûdundadır. Evâ’il-i zuhûru hem-
nâmı oldukları ati’t-terceme şâʻir-i mâhir Ahmed Hâmî Efendi’niñ zamân-ı iş-
1
Garâ’ibdendir ki şu muhterem zât bir müddet soñra bir gece zevcesine hitâben; “Ortalıkda keyifsiz-
lik var, baña emr-i Hak vâkıʻ olursa su getirmek içün sıkıntı çekersin.” demiş. Kalkıp çeşmeden getir-
diği su ile kapkacağı doldurmuş. Ferdâsı gün fi’l-hakîka hastalanıp birkaç sâʻat soñra vefât ederek
getirdiği su ile gusl olunmuştur. 128.
170
tihârına müsâdif olmakla farkı yalñız bir noktadan ʻibâret olan bu mahlası ihtiyâr
eylemiştir.
Sadâsı güzel ve mûsikîniñ gavâmızına âşinâ idi. Bir meziyyeti de ziyâfet
tertîbindeki mahâreti idi. Meclis-i ekâbirde pervâne gibi döner, her hizmeti
mâhirâne îfâ eder, ziyâfet sâhibiniñ yüzünü ağardırdı. Bu husûsa cüssesiniñ de
yardımı vardı. Ufak tefek ve nahîfü’l-vücûd olmakla gâyet sürʻatle yürürdü. Mü-
tenâsibü’l-etvâr ve beşûşü’l-vech olduğundan zaʻf-ı hâli bile kendisine bir zerâfet
getirirdi. Yorulmak bilmezdi. (130) Encüme-i şebânda eğlenceli oyunlar çıkarır,
güldürücü hikâyeler söyler, eşgâl-i gûn-â-gûna girer, her nevʻî mukallidlikte fevka’l-
ʻâde mahâret gösterirdi. Ramazanları sabaha kadar minârelerden inmez temcîd
okurdu. Cevâmiʻ mütevellîleriniñ Ramazanın on beşinden soñraki helvâ ziyâfetle-
rinde mevcûd idi.
Mebâdî-i hâlinde bir mikdâr muʻârefe-i maʻârif hâsıl ve meftûr olduğu
zerâfet kendisini ʻasrınıñ şuʻarâsı cemʻiyyetinde dâhil etmiş idi. Fakat taksîm-i ezelî
herkesi arzû eylediği hisse-i bâligaya nâ’il etmiyor. Mûmâ-ileyhiñ güzel bir
mazmûna dest-res olması müşkil ve bi’l-farz bir mazmûn-ı latîfi tesâdüfî olarak
der-hâtır etse bile onu vezn-i belîg hâline vazʻ edebilmesi daha müşkil idi.
Elhâsıl, bir garîbe-i hilkat idi. Hakîkatte ne ʻâlimdi ne şâʻirdi ne feylesof idi.
İʻtikâdınca hepsi kendisi idi. Hafîfü’r-rûh olması hasebiyle âtî’t-terceme Vâlî, Hâmî,
Lebîb Efendilerle muʻârefe peydâ ve ekseri onlarla imrâr-ı evkât-ı subh u mesâ ve
tanzîm eyledikleri eşʻâr-ı belâgat-pîrâya nazîre-i hâyîde-edâ inşâd ve imlâ eylerdi.
Eşʻârınıñ nâ-mevzûn olduğunu iddiʻâ edenleri taktîʻe daʻvet eder ve kelimât-ı nâ-
hemvârını mutlaka “efâʻîl” “tefâʻîl”e mutâbık getirirdi. Eşʻârını esâtize-i üdebâya
tashîh ettirmekten çekinmezdi. Âsâr-ı nâ-mevzûnunu besteleyerek mecâlis ve
mehâfilde okur ve hüsn-i sadâsı çâr u nâ-çâr herkesi diñledirdi. Bestelediği eşʻârı
içinde;
ʻAşkıñla havâlandım bî-lâne miyim bilmem
Derdiñle harâb oldum vîrâne miyim bilmem
matlaʻnı hâ’iz olan gazeli gibi baʻzı diñlenmesi kâbil olacak sözler de bulunurdu.
Âsârını tashîh ile zevk-yâb olanlardan biri Hâmî Efendi’dir. Himmet-i
tashîhe uğradıktan soñra gazeliniñ kisve-i belâgata bürünüp bir şâʻir sözüne
beñzediğini görünce insâf ederek “Ben bu sözleriñ cümlesini biliyordum, fakat bir
araya toparlayamıyordum.” derdi. Baʻzı ahibbânıñ “O gazel siziñ değildir, Hâmî
Efendi baştan aşağı değiştirdi, içinde bir kelimeñiz kalmadı, niçün imzâñızı vazʻ
ediyorsunuz?” iʻtirâzına “Neden benim olmasın, içinde bilmediğim bir kelime yok,
var ise gösteriniz.” cevâbını verirdi. Câmî artık tashîh ettirmek ile de kanâʻat et-
memeye başladı. Hâmî Efendi’niñ rişte-i belâgata keşîde eylediği gazelleriñ mah-
lasına bir nokta vazʻ ederek kendiniñ zâde-i tabîʻatı olmak üzre müşârun-ileyhiñ
hengâm-ı meşgûliyetlerinde takdîm ve tashîhini ricâ ederdi. (131) Müşârun-ileyh
171
Hâmî Efendi kâbil-i tashîh-i haşv ü zihâfını bulamayarak, “Âferîn Câmî, benim gibi
eşʻâr tanzîm eyliyorsun.” diye nutk-ârâ-yı tahsîn olurdu.
Artık Câmî, cesâreti pek ileriye vardırdı. Hâmî’niñ pek meşhûr olan (-nigîn)
gazeliniñ mahlasına bir nokta vazʻ ederek benimsedikten soñra bir gün yine ber-
muʻtâd irâ’e eyledi. Hâmî Efendi kendi gazeli olduğunu añladığına binâen 1 Câmî işi
latîfeye döktü.
“İcbâr-ı tabîʻat ve iʻtâb-ı zihn ederek gazelserâlık etmekten ise gazel-i
ʻâlîlerini bir nokta ile dâ’ire-i temellüke almak kolay oluyor. Sâye-i fâzılânelerinde
yakın bir zamânda zahmetsiz mükemmel bir dîvân sâhibi olacağım, zîrâ şimdiye
kadar takdîm ve tashîhini niyâz eylediğim gazelleriñ ekserisi böyledir.” latîfesiyle
Hâmî üstâdı güldürmüştür.
Bir gün ahibbâ kendine imtihân teklîf ederek “O gül kılmadı ferah” vezin
ve kâfiyesini münasib gördüler ve kimseniñ tashîh etmemesine karar verdiler.
Artık Câmî’niñ hazîne-i idrâkine mürâcaʻattan başka bir me’hazi kalmadı. Bir iki
gün soñra şu gazeli inşâd eyledi:
Ol nâz-ı ʻişvesini ey dil kılmadı ferah
Sevdâ-yı hâline düşeli bil kılmadı ferah 2
1
Birçok pîrân-ı memleketten bize vâsıl olan rivâyet bu sûretledir. Fakat biz de deriz ki, Hâmî Efendi-
ninki gaflet değil tegâfüldür. 131.
2
Bu gazel hatt-ı destiyle olan mecmûʻa-i âsârından ʻaynen me’hûzdur. 131.
172
Câmî buña da cevâb bulmaktan ʻâciz kalmadı. “Neden kâfiye olmazmış, cümlesiniñ
âhiri lâm harfi değil mi?” dedi.
Sözlerine iʻtimâd ettiği esâtize-i şuʻarâ ise gazeliñ pek üstâdâne olduğunu
beyân ve tahsîn (132) eylediler. Artık Câmî galebeyi kazandığına kanaʻat ederek
kemâl-i fahr ve ibtihâc ile muʻterizlerine hitâben, “ʻİlm-i ʻarûzuñ imâm-ı hümâmı
Halîl İbn Ahmed hazretlerine Hak teʻâlâ rahmet eylesin. Şu ölçüyü ihtirâʻ etmemiş
olsaydı siziñ gibi şâʻir taslaklarıyla ʻacebâ bizim hâlimiz ne olacaktı.” demiş ve etvâr
ve akvâli yârân-ı safâya bâʻis-i hande-i sürûr olmuştur. Mûmâ-ileyh
muʻammerînden olduğu cihetle Vâlî, Hâmî, Lebîb devirlerini geçirdikten soñra ʻasr-
ı hâzır evâ’iline yetişerek Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa ve müşârun-ileyhiñ
muʻâsırı olan şuʻarâ ile hem-bezm-i muʻâşeret olmuş ve onlarla da muʻâşer-i
letâ’ifkârânede bulunmuştur ve mûmâ-ileyhden soñra gelen baʻzı şuʻarâmızıñ âsârı
da kendileriyle hem-kâfiye tesâdüf eylemiştir.
Eşʻârınıñ hey’et-i mecmûʻası her ne kadar metânet-i elfâz ve maʻnâyı hâ’iz
olmasa bile ya himmet-i tashîha uğramak ve yahud tesâdüfî olmak sûretiyle baʻzı
kırâ’at olunabilecek sözleri de olmakla bu gibi nezâ’irden baʻzıları tahrîr olunur:
Vâlî-i Âmidî
Germ oldı sûz u sâz ile meclis o gûne kim
Eflâki tuttu naʻra-i mestâneler bu şeb
Hâmî-i Âmidî
Gelmiş o mâh bezm-i meye sâkî nukl içün
Bulsa anar mihri kırıp dâneler bu şeb
Câmî-i Âmidî
Şemʻ-i visâle murg-ı dili yaktı ʻâşıkân
Reşk eyledi bu cünbişe pervâneler bu şeb
Lebîb-i Âmidî
Reng-i tebessümüz leb-i cânânelerde biz
İkbâl-i neş’eyiz der-i mey-hânelerde biz
Câmî-i Âmidî
Fikr ü hayâl-i vuslat-ı cânânelerdeyiz
Bezm-i neşât-ı sâkî-i peymânelerdeyiz
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Nâr-ı Nemrûd-ı firâkım nâb-ı ruhsârıñladır
Dâg-ı dilde ey halîlim kül de var ahker de var
Remzî-i Âmidî
Tîg-ı ebrûlarla düşmüş kılca cânım kasdına
173
Gamze-i cellâdı gör yanında sîm hançer de var
174
Sultân ʻAbdulhamîd-i evveliñ 1187/1774 senesinde vâkıʻ olan cülûsuna;
“Müverrih lehbi kaldır kim muzafferdir aña târîh”
mısraʻ-ı târîhi eğer himmet-i tashîhe uğramamış ise gerek taʻmiyye gerek selâmet-i
elfâz husûsunda üstâdâne vâkıʻ olmuştur. Mecmûʻa-i eşʻârınıñ âlet-i turfanda nük-
teleri baʻzı fıkralar ve gece encümen-i ahibbâda eğlenceyi mûcib olacak maʻrifetli
oyunlar taʻrifâtı var idi. Şu gazel âsârınıñ mümtâzlarından olmak üzre intihâb ve
tahrîr olunur: (134)
Çıkar festen o müşgîn kâkülüñ yer yer nümâyân et
Dağıt âlâm-ı sevdâyı dil-i ʻuşşâkı şâdân et
175
ladıkça sanʻatındaki mahâreti kahve-hâne kûşe-nişînânınca mazhar-ı takdîr olur,
Cedîdî’niñ ceyb-i sürûru nükûd-ı şâbâş ile dolardı. Dünyâ denilen karargâh-ı mu-
vakkatta işte bu sûretle imrâr-ı evkât ve te’mîn-i maʻîşet-i hayât eylemekte idi.
Vefâtı takrîben 1245/1830 hudûdundadır.
Tanzîm-i eşʻâr husûsunda temâdî-i tevaggülü sebebiyle oldukça bir selîka
hâsıl eyediğinden bazen güzel sözlerine de tesâdüf olunur. (135) Şu beytler eşbeh-i
âsârından olan bir murabbaʻından me’hûzdur:
Yoğimiş çarhıñ yanında iʻtibârı bahtıñ
Bitmemiş dehriñ bağında lâlezârı bahtıñ
Vâdî-i hayrette ser-gerdân olup da kaldı dil
Ol sebepden kûh-ı sevdâdır güzârı bahtıñ
176
med Ebû Saʻîd Efendi İbn Şeyhülislâm Esʻad Efendi İbn Şeyhülislâm Saʻdüddîn
Efendi gibi dört batın evlâddan evlâda şeyhülislâm olmak bu ʻâile-i celîleye nasîb
olmuştur. Şeyhülisâm Esʻad Efendi’niñ kerîmesini Sultân ʻOsmân Hân-ı Sânî hazret-
leri tezevvüc buyurmuş olmaları bu hânedân-ı ʻâlîye başkaca bâʻis-i şereftir. (136)
İşte böyle bir ʻâileniñ erkân-ı fâzılasından olan müşârün-ileyh ʻAbdulkerîm
Cezmî Efendi takrîben 1050/1641 hudûdunda Dersaʻâdet’de tevellüd eyledi.
1056/1646 senesinde usûl-i mahdûmiyyet üzre ʻamm-ı mükerremleri Bahâî Efendi
merhûmuñ defʻa-i sâniye Rûmeli sadâretinde mülâzım ve kırk akçe medreselerin-
de tâbiʻ-i merâsim oldu. 1067/1657’de Bâlî-zâde Efendi’den ibtidâ hâric-i elli rüt-
besiyle Enbârî Gâzî medresesiyle be-kâm olmuş idi. Soñraları Bâlî-zâde merhûmuñ
rü’ûsuyla müderris olanlara iʻtibâr olunmakla müşârun-ileyh medrese-i mezkûrda
on iki sene meks eyledi.
1079/1669’da Minkârî-zâde Yahyâ Efendi zamânında Manisalı Çelebî mü-
derrisi olarak tashîh-i tarîk eyledi. 1080/1670’de Etmekçi-zâde, 1084/1674’te sâni-
ye-i Kâsım Paşa, 1086/1676’da Sinân Paşa medreseleriyle ikrâm olundu.
1087/1677’de bu sene mevleviyetiyle gürûh-ı mevâlî-i kirâma dâhil, 1089/1679’da
ikmâl-i müddetle munfasıl oldu. 1093/1688’de Belgrad kazasına nâ’il,
1098/1696’da Diyârbekir pâyesiyle Kayseriyye niyâbetine vâsıl oldular.
1099/1697’de kazâ-yı mezbûr, Erzurûmî Şeyhülislâm Feyzu’llâh Efendi’ye arpalık
taʻyîn olunmakla Güvercinlik kazâsı tekrîmeten bunlara verildi.
1104/1693 senesi rebîʻu’l-evvelinde tahkîk-ı pâye ederek bi’l-fiʻl Diyâr-
bekir kâdîlığı ʻinâyet olundu. Merkez me’mûriyetlerine ʻazîmetle sekiz mâh
mikdârı icrâ-yı ahkâm-ı şerîʻat-i garrâya gayret ve sene-i mezkûre evâhirine doğ-
ru ʻazm-i gülzâr-ı âhiret eyledi.
Tezkire-i Safâyî’de târîh-i vefâtı, 1103/1692 senesi gösteriliyor ise de
1104/1693 senesinde olduğu Zeyl-i Uşşâkî, Zeyl-i Şeyhî, Tezkire-i Sâlim gibi mücel-
lidât-ı sülüseniñ infâk-ı şehâdetleriyle müsbettir. Müşârun-ileyhiñ eslâf-ı muʻâsırîn
şuʻarâsıyla vâkıʻ olan baʻzı nezâ’iri:
Fuzûlî-i Meşhûr
Meğer dîvânedir sevdâ-yı ebrûsuyla zâhid kim
Bakıp mihrâba dâ’im öz özüyle güft ü gû eyler
1
Cezmî
Ruh-ı dildârı teşbîh eyleyenler gonca-i âla
Gül-âb-ı ʻözr ile evvel dehânın şüst ü şû eyler (137)
Şerîf Sabrî-i Meşhûr
1
Fuzûlî’niñ gazeliyle nazîre olarak kendi gazeli hatt-ı dest-i ʻâlîleriyle Mansûrî-zâde Mecmûʻasında
her ikisi bir sahifede muharrerdir. 136.
177
Gird-âb-ı belâ dâ’ire-i sohbetimizdir
Zehr-âb-ı cefâ âb-ı ruh-ı ʻişretimizdir
Cezmî
Geşt ettiren etrâf-ı temâşâgeh-i dehri
Cezmî eser-i câzibe-i kısmetimizdir
ʻAbdulbâkî ʻArif Efendi Kâdîʻasker
Baʻîd olmaz nigâh-endâz-ı nâz olmak dil-i zâra
O tıfl-ı nâz-perverdem nev-âmûz-ı tegâfüldür
Cezmî
Dehânın eyleme harf-âşnâ-yı hâhiş ey Cezmî
Beni gûş et bu bir hoş semt-i vâdî-i tevekküldür
Râşid-i Müverrih
Erbâb-ı devletiñ görüp evzâʻın añladım
Râşid edermiş âdemi sahbâ-yı câh mest
Cezmî
Ol şûh cürʻa-pâş olalı hâk-i gülşene
Nergis gibi çemende biter her giyâh mest
Mevlevî Gavsî Dede
Çeşminde tâb-ı ʻaşk nihân olmaz ʻâşıkıñ
Sâfî şarâb kendini sâgarda gösterir
Cezmî
Kendin saña gürûh-ı gazâlân-ı deşt-i nâz
Bir âşnâ nigâh ile remgerde gösterir
ʻAbdulbâkî ʻÂrif Efendi Kâdîʻasker
ʻÂlemiñ şimdi rüsûm-ı mihri mensûh oldu hep
Köhne takvîm-i vefânıñ tâk-ı nisyândır yeri
Cezmî
Gülşen-i rûyunda yâriñ âşiyânsâz oldı dil
Bülbül-i âşüfteniñ Cezmî gülistândır yeri
Mezâkî
Gamzesi ser-be-girîbân-ı ferâgat görünür
El-hazer kim bu yine mekr ü füsûnundandır
Cezmî
Şevk-bahş-ı şeb-i gam olsa ʻaceb mi Cezmî
Bezme revnak kadeh-i şuʻle-nümûnundandır
178
ʻÎdî
O mehiñ nûr-ı vefâ lâzıme-i talʻatidir
Olsa ʻuşşâka cefâ tâliʻ-i dûnundandır
Ferîdûn Çelebî Kâtib-i Evkâf
O hûnîn katreler dâg-ı dil-i sûzân kenârında
Düzülmüş goncalardır bir gül-i handân kenârında (138)
Cezmî
Leb-i laʻlin dilber ʻârız-ı rahşân kenârında
Ser-âmed goncadır gûyâ gül-i handân kenârında
Cezmî
Ey bâd-ı sabâ göñlüne gir lutf ile yâriñ
Gel soñra dil-i Cezmî-i nâlâna haber ver
Emîrî
Ey bahr-ı maʻârifte şinâver geçinen zât
Her mühreyi almam baña dür-dâne haber ver
Cezmî
Maksadı câm-ı pey-ender-pey ile sâkîniñ
Sâgar-ı ʻayşı tehîsâz u nigûn etmektir
Emîrî
Hande-i nâz ile bu cilve-i pey-der-peyden
Maksadı ʻâşıkı bî-sabr u sükûn etmektir
Cezmî
Tahammül eyleyemez âteşîn ruh-ı yâre
O zülf-i ham-be-ham-ı müşg-bâr nâziktir
Emîrî
Tekellümünde edâ var lebinde feyz-i beyân
Tebessümünde safâ var o yâr nâziktir
Cezmî
Olduñ hemîşe tâlib-i âsâyiş-i huzûr
Dîvânevâr terk-i diyâr eylediñ göñül
Emîrî
Gadr etti kendine saña haksızlık eyleyen
179
Anlar ziyâna ugradı kâr eylediñ göñül
Cezmî
Etmez izhâr-ı ʻukte-i hâtır
Vazʻ-ı dildâra dâgdır göñlüm
Emîrî
Soldı hep gonca-i nihâl-i ümîd
Bir hazân dîde-i bâğdır göñlüm
Cezmî
Ben şehîd-i nigâh-ı cânânım
Renciş-i dest-i cânsitân bilmem
Emîrî
Lâne-i inzivâda ʻankâyım
Meyl-i gavgâ-yı üstühân bilmem (139)
Evâ’il-i hâlinde Velî nâmında bir mahbûb-ı zîbânıñ âlüfte-i ʻaşkı oldukta bu
kıtʻayı nazm eylediğini Safâyî Efendi yazıyor.
Feyz-hâhâne geşt edip Cezmî
Taleb-i Hak ümîdi olmuştur
Soyunup tekyegâh-ı ʻaşk içre
Bu Velî’niñ mürîdi olmuştur
Bâlâda isimleri mürûr eden züyûl-ı tezâkir müşârun-ileyh hakkında bast u
temhîd-i senâ ederek malzeme-i sunûf-ı mahdûmiyyet olan maʻârif-i ʻilmiyye ile
meşhûr, kemâl u fazl ile maʻrûf, şiʻr ü inşâda müsellem-i cumhûr olan şuʻarâdan
olup müretteb ve muhayyel dîvân-ı belâgat-ʻunvânı olduğunu beyân ediyorlar. Bu
gazel hatt-ı dest-i ʻâlîleriyle müzeyyen olan âsâr-ı nefîselerinden nakl u tahrîr
olundu:
Bahâr erişti yine bâğa yâr gelmez mi
Murâdım üzre benim bir bahâr gelmez mi
180
Hemîşe beste olup çîn-i zülf-i yâre göñül
Kalır gider o garîbü’d-diyâr gelmez mi
CELÂL PAŞA
İsm-i âsafâneleri Seyyid ʻAlî Celâlüddîn’dir. 1238/1823 senesinde Rûmeli
ser-ʻaskeri iken vefât eden füzelâ-yı vüzerâdan meşhûr Celâl Paşa’dır. Kudret-i
fâtıra emsâlini az yetiştirdiği ashâb-ı dehâdan idi. Pederleri Haleb vilâyetinde Kilis
kasabasından ʻâti’t-terceme Çeteci ʻAbdullâh Paşa ile Diyârbekir’e gelerek tavattun
eylemişti.
Celâl Paşa 1170/1757 hudûdunda şehrimizde dünyâya geldi. Müşârun-
ileyhiñ Âmid şehrinde tevellüd eylediğini vakʻa-nüvis kâdîʻasker Esʻad Efendi
târîhinde şu ʻibâre ile tasrîh ediyor. “Müşârun-ileyhiñ nüsha-i kem-yâb-ı vücûdu
belde-i Âmid’de rahle-zîb-i be-dîd ve beldesi ʻulemâsından ʻulûm-ı mukarrereyi
kânûn ve itkân üzre görüp mülke dâr-ı dâniş ü dîd oldu.” 1 (140) Müşârun-ileyh
sürh-ı sefîdi tefrîk eyledikten soñra pek ziyâde ezkiyâdan zuhûr eyledi. Bir gördü-
ğünü bir daha unutmamak seciyyesine mazhar düştü.
Şehrimiziñ “Nihrîr-i Aʻzam” ʻunvânına bi-hakkın kesb-i istihkâh eden
“Üstâd-ı Kâmil” Küçük Ebû Bekir Efendi hazretleriniñ ve sâ’ir baʻzı fuzalâ-yı müte-
bahhirîniñ ders-i füyûzât-kesbine devâm eyledi. Bu esnâda pederleri vefât ederek
vâlidesiniñ Kilis’te akrabâsı bulunmak hasebiyle oraya gitmeyi arzû eylediğinden
küçük birâderiyle vâlidesini Kilis’e gönderdi. Kendisi Diyârbekir’de ikmâl-i ʻulûm-ı
ʻâliyye-i âliyyeye cehd-i cehîd ve saʻy-i ʻazîm eyledi. İstiʻdâd-ı Hudâ-dâdına inzimâm
eden kerâmet-i saʻy ve ictihâd-ı müşârun-ileyhi az vakit içinde tahsîl-i ʻulûm ve
tekmîl-i fezâ’il-i mantûk ve mefhûm ile ber-murâd eyledi. Ol kadar eşʻâr-ı ʻArab ve
ʻAcem’i nakş-tırâz-ı hâfıza eyledi ki mecâlis-i edebiyyede onu birden bire müşâhe-
de edenler ʻArab’ın Sahbân u Ferezdâk’ı veya ʻAcem’iñ Selmân u ʻAmâk’ı zann
ederlerdi. Meşrebinde ʻulviyyete inhimâl, fıtratında kesb-i şân u şöhrete insilâk
1
Celâl Paşa Diyârbekir’de tevellüd ve beldesi ʻulemâsından tahsîl-i ʻulûm ve maʻârif ettikden soñra
İstanbûl’a gelip Dîvân kalemine girmişti. (Târîh-i Cevdet Paşa, Cilt 12, sahîfe 76) 139.
181
olduğundan 1198/1784 hudûdunda taharrî-i şâhid-i ikbâl arzûsuyla Dersaʻâdet’e
ʻâzim oldu. Fazl-ı bâhiri sebebiyle baʻzı kadrdânân-ı ricâl tarafından mazhar-ı iltifât
olarak “Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi”ne girdi. Ne çâre ki akşam yiyeceği taʻâmı gece
eğleneceği makâmı düşünmekten başka bir fikir taşımak istiʻdâdını hâ’iz olmayan
baʻzı hem-nişînân kendisini çekememeğe başladılar. Böyle meslek-i ciddî
erbâbından olan bir zâta karşı isnâd-ı muʻâyebe muvaffak olamayınca hadîdü’l-
mizâclığından dem urmağa koyuldular. Celâl Efendi haklı haksız her işe pür hiddet
kesilen sebük-magzândan değildi. Taltîf u tekdîri mevkiʻinde sarf ederdi. Sözünüñ
rûhu olmayan ve kizb ü riyâ irtikâbını bir meziyyet zann eden sâde-dilân-ı bî-şuʻûra
karşı tabiʻî bir hayret ve bazen de zarûrî hiddet gösterirdi. Bed-hâhlarınıñ ser-rişte-
i şikâyet eyledikleri bu muʻâmel-i muhakkıkânesi idi. İşte Celâl Paşa bu fıtratta
yaratılmış bir zât-ı faʻʻâl idi. (141)
Bâb-ı ʻÂlî’de me’mûlü ve iktidârı nisbetinde ilerleyemedi. Kalemi terk et-
meğe mecbûr oldu. Terk-i kalem eyledikten soñra baʻzı zevât-ı kirâmıñ hizmet-i
kitâbetinde kanâʻat ederek bir müddet o sûretle tehvîn-i zarûret ve imrâr-ı vakt-ı
saʻâdet eyledi.
1204/1790 hudûdunda Maʻden emîni Yûsuf Ziyâ Efendi’niñ dîvân kâtibi ol-
du. Celâl Efendi, maʻlûm olan kemâlâtından başka herkese nasîb olmayan re’y-i
metîn tedbîr-i rezîn sâhibi olduğunu meʻâlî-i hidemâtıyla isbât etti. Bu kudret-i
hârika efendisiniñ zemzeme-i şöhretini yükselttikçe yükseltti. Ziyâ Paşa evvelâ mîr-
i mîrân ve 1207/1793 senesinde rütbe-i vezâretle kâmrân 1208/1794’de Maʻden
eminliğine ʻilâveten Diyârbekir vâlîliğiyle meserret-nişân, 1209/1795’de Erzurûm
vâlîliğinin ʻilâvesiyle karîn-i kevkebe-şân, 1211/1797’de şu mühim me’mûriyetlere
ʻilâveten el-ʻilâve olarak Çıldır vâlîliğiyle de kadr u iʻtibârı mertebe-i ʻaliyyü’l-aʻlâ-yı
ikbâlde şaʻşaʻa-efşân oldu. Hâlbuki Yûsuf Ziyâ Paşa’nıñ bu mertebe debdebe-pîrâ
olan bârika-i ikbâliniñ perde-i hakîkîsi arkasında Celâl Efendi’niñ iktidâr ve kudreti
vücûd-nümâ idi. Ziyâ Paşa bir vücûd-ı müşahhas ise Celâl-i kemâlât-iştimâl onuñ
rûh-ı nihânı makâmında idi. Bunuñla berâber gûyâ yeñi bir cihân-ı istiʻdâd keşf
edilmiş gibi ʻâlem-i siyâsiyyât-ı ʻOsmânî, Yûsuf Ziyâ Paşa’nıñ iktidâr ve ehliyetine
dayanıp duruyordu.
Mısır’ı istiʻlâ eden meşhûr Bonapart’tan intikâm almak ve vakʻa-i mübâre-
keyi tekrâr dâhil-i hûze-i hâkânî eylemek lâzım gediğinden 1213/1799 senesinde
Yûsuf Ziyâ Paşa sadraʻzam ve serdâr-ı mükerrem oldu. Mısır fütûhât ve vukûʻâtı
dil-hâh-ı ʻumûmî dâ’iresinde netîcelendi. 1222/1807 senesinde paşası yine Maʻden
emîni ve kendisi de dîvân kâtibi bulunduğu esnâda Devlet-i ʻÂliyye ile Rusya devle-
ti arasında vâkıʻ olan gerginlik harbi intâc eyledi. Maʻden eminliği ʻuhdesinde kal-
mak üzre Yûsuf Ziyâ Paşa Erzurûm ve Trabzon vilâyetleri vâlîsi şark ser-ʻaskeri
taʻyîn buyruldu. Yirmi otuz sene evvel Kırım gibi bir iklîmiñ rübûde olması ve bir
takım bahâne-i istîlâ-cûyâneniñ hâlâ ardı arkası kesilmemesi ʻumûm-ı millet-i
muʻazzama-i İslâmiyyeyi dil-hûn etmiş ve Sultân Selîm-i Sâlis gibi bir pâdişâh-ı ha-
miyyet-perveriñ gâyet sûzişli bir takım manzûme-i müheyyicâne tanzîm ve
182
inşâdına sebebiyet vermişti. Âsâr-ı mağlûbiyyetiñ ittihâdsızlık ve intizâmsızlıktan
ileri gelemekte olması dekâyıkını Sultân-ı (142) müşârun-ileyh hazretleri nazar-ı
bülend-i hakîmâne ve şâhânelerinden dûr tutmayarak bir hayli muʻallim ʻasker
yetiştirmiş idi.
Celâl Efendi ise gerek Kürdistân ve gerek o havâlîdeki vilâyet ahvâline ken-
di hânesi kadar vâkıf idi. Eşrâf ve hânedânıñ kâffesini teşvîk ve şücʻân-ı ʻaşâyiriñ
hamiyyet-i ʻasabiyyetlerini tahrîk ederek kuvve-i maʻnevîleri pek mükemmel bir
hey’et-i mithada hâsıl olmuştu. Ordu-yı ʻOsmânî sehâb-ı rahmet gibi ilerleyerek
Tiflis civârına kadar sokuldu. ʻAvn-i ilâhî ile galebe bizim tarafta kalacağına hiç kim-
sede şüphe kalmamış yalñız iş ikbâliñ yardımına ve feleğiñ bir ʻaksilik göstermeme-
sine kalmıştı. Tekâbül-i Sıffîn vâkıʻ olacağı gün kumandan-ı ʻumûmî Ziyâ Paşa, Celâl
Efendi’yi çağırdı. Kendisiniñ ordugâhta kalmasına lüzûm gördüğünden bahisle
mevkiʻ-i muhârebede bulunmasını ve ʻaskeri tergîb ve teşvîk eylemesini tebliğ etti.
Şu hâl-i nâgeh-zuhûr Celâl Efendi’niñ yine bir nakş-ı garîb göstereceğine kâniʻ oldu.
Maʻmâfîh Cenâb-ı Hak’dan ümîdini kesmedi. ʻAsâkir-i gazanfer-peyker-i ʻOsmânî
ile meydân-ı muhârebeye atıldı. Mü’eyyed-i min-ʻindi’llâh olan ʻasâkir-i
ʻOsmâniyye’niñ gösterdiği muhâcemât-ı kahhârâne aʻdâ ordusunuñ yemîn ü
yesârını bir daha toplamak kâbil olamayacak bir sûrette berbâd ve perîşân eyledi.
Artık Celâl kemâl-i meserretinden dünyâlara sığışmıyordu. Biz sözümüzü burada
bırakalım, cenâb-ı Celâl’iñ kendi ifâdesini diñleyelim.
Fazîlet-mendân-ı ümmetten vakʻa-nüvis ʻAyntâbî ʻÂsım Efendi merhûm,
târîhinde “acîbe” ser-levhası tahtında1 ʻAlî Celâl Efendi’niñ bizzat ifâdesine ʻatfen
der ki: “Rusya ordusunuñ kumandanı olan ceneral, bir mikdar piyâde süvârî ʻasker
ile bir tepe üstünde idi. Meymene ve meysereniñ şikest ve ekser zâbitleriniñ
makhûr ve pest olduğunu müşâhade edince firâr teşebbüsünde olduğu manzûr-ı
hakîrânem oldu. Derhâl yanımdaki zâbitân ile ser-gerdelere irâ’e ve ihbâr eyledim.
ʻUmûm ʻasker-i gazanfer-peyker ile mezkûr tepeye hücûm eyledik. Bi’l-ʻumûm top,
humbara ve sâ’ir edevât ve arabalarını terk ile münhezimen tepeniñ arka tarafına
firâr eylediler. ʻAsâkir-i münhezimeniñ arkası bırakılmayıp şiddetle taʻkîb olunmak
elzem idi. Lâkin paşamızıñ mevkîʻ-i harbe gelmemesine ve bu fakîrden gayrı ʻaskeri
harb ve kıtâle teşvîk eder başbûğ olmadığına mebnî keyfiyyeti etrâfıyla ifâde ve
tebşîr ve ordugâhda bulunan ʻasâkir-i mansûreyi maʻrekegâha celb içün ordu ta-
rafına şitâb eyledim. (143)
Ne görsem, orduda bir ferd-i müteneffis yok. Bozgun bir ordu gibi hayme
vü hargâh ve esbâb u âlât saçılıp kalmış. Bu hâli gördükte beni öyle bir hayret kap-
ladı ki, ileriye doğru ceng ü taʻkîb tasavvurunu unuttum. Şimdi geride kalan paşa-yı
müşârun-ileyh ile sâ’ir ordu erkân ve efrâdınıñ nereye gittikleriniñ telâş ve
merâkına düştüm. Kimse yok ki su’âl edeyim. Bi’lâhere ordunuñ arka tarafında
1
(ʻAyntâbî ʻÂsım Târîhi, Cild 2, sahife 137). 142.
183
birkaç nefer-i harbende makûlesi gördüm, paşayı su’âl ettim. İbtidâ-yı muhârebe-
de tarrâka-i top ve tüfengi istimâʻ esnâsında ʻacele ile süvâr olarak geriye doğru
ricʻate müsâraʻat eyledi. Orduda müşârun-ileyh pey-rev oldular, sebebini bilmiyo-
ruz dediler. Ben hayretimden bir müddet buz gibi doñdum kaldım. Paşanıñ ricʻati
muhârebe meydânında bulunan mücâhidîniñ dahi mesmûʻları olmakla cümlesi
te’essüf ve telehhüf ile geriye döndüler. Herkes çadırını ve eşyâsını tahmîl ederek
ser-ʻaskeri arayarak ʻavdet eyledik. Paşa ile firâr edenleriñ eşyâları ʻalâ hâlihâ yer-
lerinde kaldı. mesmûʻumuza göre birkaç gün soñra aʻdâya nasîb oldu.
Elhâsıl, müşârun-ileyhi sekiz sâʻat beride bulduk. Sebeb-i muʻâvedet ise
meğer ol hengâmda İstanbûl’dan Sultân Selîm-i Sâlis hazretleriniñ halʻıyla Sultân
Mustafâ-yı Râbiʻiñ cülûsu haberi vârid olmuş idi. Eğer paşa evvel ve âhir mevkiʻ-i
harbde bulunmuş olsaydı be-Rabbi’l-Kaʻbe sevâd-ı düşmen ʻumûmen istîsâl olunup
diyâr-ı şarkıyyeden Rusya ʻurûkunuñ inkıtâʻı der-kâr idi.” diye müşârun-ileyh Celâl
Efendi yemin bi’llâh ederek beyân eyledi.
Biz deriz ki, gerçi Ziyâ Paşa’nıñ orduyu terk ile ʻavdet etmesi garâ’ibdendir.
Fakat Sultân Selîm-i Sâlis hazretleri gibi bir pâdişâh-ı zî-şânıñ halʻ-ı mü’essifesiniñ
de o sıraya tesâdüf eylemesi tevâfuk-ı ʻacîb nevʻindendir. 1122/1710 senesinde
Rûmeli içerilerinde Purut Nehri kenarında Deli Petro gibi bir imparator biñ senede
bir kerre ele girmeyecek bir müsâʻade-i felek netîcesi olarak esîr edilmek dereke-
sine getirilmiş iken muzafferiyet-i ʻuzmâyı bir Baltacı’nıñ taʻkîm ve ondan tamam
yüz sene soñra yaʻni 1222/1807 senesinde dahi Anadolu cihetinde böyle büyük bir
muvaffâkıyet ele geçmiş iken Ziyâ Paşa’nıñ taʻdîm etmesi bu muhterem milletiñ
ciğergâhında kâbil-i iltiyâm olmayan zahm-ı elîm-i sermedîdir. Ondan soñra paşa-yı
müşârun-ileyhiñ Maʻden emînliği ʻuhdesinde olduğu hâlde birkaç vâlîlik devr ede-
rek 1223/1808 senesi evâhirinde ikinci defʻa sadraʻzam oldu. Celâl Efendi de bi’t-
tabiʻ (144) birlikte Dersaʻâdet’e geldi. Sadâret kalemine devâm ile paşanıñ kitâbet-
i mühimme ve mahsûsasını îfâ eylemekte olduğu gibi Maʻden muʻâmelâtında
vukûf-ı kâmile ve maʻlûmât-ı mücerrebesi hasebiyle ʻilâveten darb-hâne hizmetine
taʻyîn olundu. Darb-hâne nâzırı Trabzonlu Şâkir Ahmed Paşa Esmâ-i Hüsnâyı naz-
men şerh eden ʻulemâ-yı nüzzârdândır. Böyle bir nüsha-i nâdire-i girân-bahâya
vâsıl olduğundan dolayı pek memnûn kalmış ve ʻatebe-i saltanata takdîm eylemek-
te olduğu maʻrûzât u levâyihi bu münşî-i sihr-âsâra yazdırmakta bulunmuştur.
Maʻzâlik Cenâb-ı Celâl, sadraʻzam paşayı, Şâkir Ahmed Paşa’ya ve Şâkir Ahmed
Paşa’yı da Yûsuf Ziyâ Paşa’ya layıkıyla tanıttırdığından Şâkir Ahmed Paşa
1225/1810 senesinde bâ-rütbe-i sâmiye-i vezâret-i sadâret kâ’im-makamlığıyla
kâmyâb oldu. Celâl Efendi dahi hâcegânlık rütbe-i muʻteberesiyle taltîf eyledi.
Celâl Efendi’niñ mertebe-i kemâlini añlamalı ki darb-hâne-i âmirede bulunduğu
müddette kaleme aldığı müsveddât elden ele dolaşmış ve vakʻa-nüvis Trabzonlu
Saʻdu’llâh Enverî Efendi’niñ mahdûmu ve kâ’im-makâm-ı müşârun-ileyhiñ hazîne
kâtibi olan Beylikçi-i Dîvân-ı Hümâyûn ʻAlî Enverî Efendi mevcûd müsveddâtını bir
araya cemʻ eylediği gibi vaktiyle yazdığı baʻzı gayr-ı resmî muharrerâtı da şuradan
184
buradan toplayarak Münşe’ât-ı Celâl nâmıyla güzel bir münşe’ât kitâbı meydâna
gelmiştir.
Celâl Efendi’niñ iktidâr ve ehliyeti hilâfgîrânı bile iʻtirâfa mecbûr kılmış ve
sadraʻzam Yûsuf Ziyâ Paşa tarafından parlayan nûruñ başka bir mişkât-ı zekâ
husûlü olduğu tezâhür eylemiştir. Ehliyyet-i mükemmele erbâbınıñ nûr-ı kemâlin-
den müte’essir olan nifâk-cûyân takımı sadâret mektupçusu ʻAbdulhamîd Bey 1 ile
Celâl Efendi’niñ aralarını açmış ve her birine dîgeriniñ ağzından olmak üzre bir
takım kelimât-ı bî-vukûʻ serdiyle işi büyütmüşler idi. (145)
Netîce-i ilkâʻât olarak sadraʻzam ve kâ’im-makâm paşalarıñ hakkında la-
miʻa-ârâ olan elmas-pâre-i teveccühâtıñ kıymet-i hakîkiyyesine haleldârı olduğu
mahsûs olması üzerine Celâl Efendi gerek sadâret mektûbu kalemi hulefâlığı gerek
darb-hâne me’mûriyyetini terk ederek Vezirhânı’nda bir odada ikâmete mecbûr
kaldı. Mektûbî ʻAbdulhamîd Bey bu kadarla da iktifâ etmeyerek mûmâ-ileyhiñ nefy
ve tebʻîdi esbâbına teşebbüs eyledi. Bunu haber alan Celâl Efendi pür gayz u celâl
olarak mektûbî-i müşârun-ileyhe Sihâm-ı Kazâ’ya muʻâdil bir ʻitâb-nâme-i dil-çâk
ve buña leffen bir de hicviyye-i zehr-nâk irsâl eyledi. Mektûb şöyle başlıyor:
“Hünerver-i kalem-rev-i nâdânî güsiste-târ-ı reg-i pîşânî mektûbî Pinti
Hamîd-i Sânî sevveda’llâhü vechehû” bu mukaddimeden soñra kendince yazılması
lâzım gelen sözleri yazmış ve zâde-i tabîʻati olan;
Dehr içre ferr ü câhla fahr eyleme câhil
Zişt olsa kişi hilʻat ile fâhir olur mı
1
Bu zât Recâî-zâdeler’dendir. Borlulu Başbâkî kulu Halil Ağa’nıñ mahdûmu olup 1194/1780 senesin-
de vefât eden reisü’l-küttâb Muhammed Emîn Recâî Efendi’ye mensûb bir âileden müşârün-ileyh
Muhammed Recâî Efendi on sekiz evlâd-ı Türk eylediğinden Recâî-zâdeler tekessür ve bir ʻasra karîb
şöhretleri devâm eyledi. ʻAbdulhamîd Bey’iñ pederi 1221/1806’da vefât eden şuʻarâ-yı hâcegândan
Recâî-zâde İbrâhîm Münib Bey ve birâderleri 1247/1832’de vefât eden Nevâdirü’l-âsâr sâhibi
şuʻarâdan Ahmed Cevdet Bey’le 1256/1840’da vefât eden terceme kalemi hulefâsından şâʻir Mustafâ
Sâmil Bey’dir. 1227/1812’de vefât eden teşrîfâtçı Muhammed Celâl, 1236/1821’da dîvân kâtibi iken
Haleb’de vefât eden Süleymân Hâdî ve 1257/1841’de vefât eden sadâret kalemi hulefâsından ve
şuʻarâdan Muhammed İhsan Beyler bu âile erkânından idiler. Bu âile şuʻarâsından eñ soñraya kalan
evkâf-ı hümâyûn muhâsebecisi İbrâhîm Şefik Bey’dir ki terceme-i ahvâli Fatîn Tezkiresi’nde muharrer
ve 1273/1857’de vefât etmiştir. Celâl Paşa’nıñ hedef-i hücûmu olan ʻAbdulhamîd Bey’iñ vefâtı
1247/1832 senesindedir. Nevâdirü’l-âsâr sâhibi Ahmed Cevdet Bey beşyüzden ziyâde şuʻarânıñ dört
biñ beyt kadar âsârını intihâb eylediği hâlde Celâl Paşa’nıñ bir beytini olsun yazmaması büyük birâde-
ri ʻAbdulhamîd Bey’le geçen mâcerâsına haml olunabilir. 144.
185
Ne bu cismiñdeki sıklet ne bu rûhuñdaki bâr1
1
Edîb-i meşhûr Nâmık Kemal Beyefendi hazretleriniñ Naʻîm-i Âmidî’ye yazdıkları mektûb-ı ʻitâb-
âmîzde dahi şu beyt mündericdir. 145.
2
Me’hûzumuz olan münşe’âtında hicviyye gayr-ı muharrerdir. 146.
186
ibrâz-ı bülendî-i himmetle kesb-i şân u şöhret eyledi. Edirne’niñ baʻzı vücûhu
ziyâdesiyle teneffüz ve tehakküm ederek vâlîler Çermin kasabasında ikâmet eyle-
mekte olmalarına mebnî mütegallibe-i mezkûreniñ kesr-i nüfûzlarıyla baʻde-mâ
vâlîleriñ behe-mahâl Edirne şehrinde ikâmeti ve vilâyetiñ her tarafında dal budak
salarak gülüşmekte olan eşkıyânıñ te’dîb ü tenkîli zımnında 1233/1818 rebîülevve-
linde Edirne vâlîsi oldu. Bir sürʻat-i berkıyye ile Edirne’ye yetişerek mütegallibeden
Dağdevirenoğlu Kapıcıbaşı Muhammed Ağa’yı iʻmâl-i letâyifü’l-hıyel ile Der-
saʻâdet’e gönderdi. Ve az bir müddet içinde müntefizânıñ nüfûzunu kesr husûsun-
da ibrâz-ı havârık-ı rü’yet eyledi.
Gümülcine sancağında ve sâ’ir havâlîdeki gılâz-ı eşkıyâdan Kalyoncuoğlu
Hasan ve ʻAlî (147) ve Velioğlu Ahmed ve Akbıyıkoğlu Hasan ve İbiş ve sâ’ire bu
misüllü eşkıyâ taraf taraf der-dest ü iʻdâm, ser-i maktuʻları pey-der-pey Der-
saʻâdet’e irsâl ve hîn-i hâcette tehassün etmeleri içün binâ ihdâs ettikleri kalʻaları
hedm ü ihrâk olunarak nezd-i devlette saʻyı makbûl ve himmeti meşkûr oldu. Ka-
rağaç kasabasında sâkin Arslan Giray’ıñ ahâlî hakkında irtikâb eylediği mezâlim ve
taʻdiyât ve fezâhat ve şenâʻâtıñ hadd ü pâyânı olmadığından der-dest olunarak
Edirne şehrinde hükm-i kısâs icrâ olundu. Edirne kâdîsi Uncu-zâde Niʻmetu’llâh
Efendi 1234/1819 senesi gurre-i şevvâlini isbât içün gelen şâhidlere karşı izhâr-ı
salâbet ve inâd etmiş ve hâlbuki ayıñ isbât olunduğu şüyûʻıyla herkes tüfenkler
atıp izhâr-ı şâdmân eylemiş. Ve ferdâsı halkıñ bir takımı huzûr-ı hâkimüʼş-şerʻde
henüz sâbit olmadı diyerek sâim, bir takımı ekl ü şürbe müdâvim olmakla beraber
salât-ı ʻîd husûsunda dahi kimi teʻhirini kimi edâsını iltizâm ederek garîb bir teşvîş
vukuʻa gelmiş ve Celâl Paşa ise cânib-i ekseriyete tebʻiyyetle salât-ı ʻîdi edâ ederek
bu bâbdaki kîl u kâle derhâl bir netice vermiştir. Elhâsıl müşârun-ileyhiñ pîrâye-i
fıtrat-ı zâtiyyesi olan envâr-ı kemâlât Edirne vilâyetini öyle bir niʻmet-i âsâyişe
müstağrak eyledi ki yollara altın saçılmış olsa bir kimse eğilip almazdı.
Bu esnâda ise Bosna ve Hersek kıtʻalarınıñ her tarafı ateş-i şekâvet içinde
bulunmuş olmakla o seyf-i sârim-i hamiyyet 1235/1820 senesinde Bosna vilâyeti
vâlîliğine taʻyîn olundu. Bosna’ya muvâsalat eder etmez her taraftaki eşkıyâyı
tenkîl ve tedmîr ile hakk-ı hükûmeti yerine getirdi. Mîr-i mîrândan Doblucalı Hâcı
Muhammed Paşa Bosna kıtʻasında îkâz-ı fitneden hâlî kalmadığı cihetle derhâl
cezasını icrâ eyledi. Bu bâbdaki tahrîrât-ı vâridesi manzûr-ı şâhâne oldukta
merhûm çoktan beri şekâvetle meşhûr idi. İʻdâmı isâbet olmuş buyurulmuştur.
1237/1622’de Bosna vilâyeti civarında Kilis sancağı dahi uhde-i rüʼyetine havâle
olunmakla menşûr-ı fehâmeti Bosna vâlîsi ve Hersek ve Kilis sancakları mutasarrıfı
ʻunvânlarıyla mutarraz oldu. Esʻad Efendi der ki: “Seyyid Celâlüddîn Paşa mâlik-i
mülke-i ʻilm ü dirâyet ve sâlik-i tarîk-ı (148) fehm ü fetânet idi. Huşûnet ve nahvet
üzre meftûr olan ahâlîniñ ekserisini üslûb-ı merkûb-ı rıfk ü mülâyemetle tarafına
celb etmiş ise de yine vülât-ı ʻizâmıñ kesr-i nüfûzuna sâʻî olan baʻzı eşhâs tek
durmuyordu.
187
Sebük-magzân-ı ahâlî tahrîk ve iğfâl edilerek bir gün ale’l-gafle kürsî-i
vilâyet olan Travnik şehrinde refʻ-i livâ-yı ʻisyân eylediler. Vâlî-i müşârun-ileyh
derhâl hâkim ve müftî ve ʻulemâyı ve yeñîçeri zâbıtanıyla sâ’ir ehl-i idrâk
tâkımlarını dâ’iresine cemʻ etti. Bi’l-mukâbele eşkıyanıñ cemʻiyyetlerini perişân ve
muharriklerini ele getirip bî-nâm ü nişân ederek fitneyi teskîn ve fî-mâ-baʻd bu
makûle hilâf-ı rızâ hareket etmeyecekleri hakkında ahâlîniñ taʻahhüdlerini müşʻir
mahzarlarını sene-i mezkûre ziʼl-kaʻdesinde Dersaʻâdet’e inhâ ve irsâl eyledi. Artık
Bosna ve Hersek ve Kilis kıtʻalarında mûcib-i ʻisyân ve endîşe hiçbir hâl kalmadı.
Müşârun-ileyhiñ âvâze-i mehâbet ve siyâseti bir dereceye vâsıl oldu ki,
dağlarda saklanan haydûdlar nehb ve gâret-i fezâhatini hâtırlarına getirmiş olsalar
Celâl Paşa’yı yanlarında kıyâs ederek korkularından titrerler ve yollarda yürüyen
yolcular müşârun-ileyhiñ adâlet-i müşahhasasını refîk-i meded-kâr tasavvur
ederek kemâl-i itmi’nân ve emniyetle yürürlerdi. Hakkında teveccüh ve iʻtimâd-ı
mülûkâne taʻrîfi gayr-ı kâbil bir mertebe-i bâlâ-terîne vâsıl oldu. Birkaç seneden
beri devletiñ ciğergâhında yara açan Mora isyânı kâbil-i itfâ olmadıktan başka
dehşetli ateşiniñ saçağa sarmak mertebeleri hâsıl oluyordu. Hangi tarafa teveccüh
etmiş ise fetih ve zafer kendini istikbâl eden müşârun-ileyh Celâl Paşa’nıñ taʻyîni
münâsib görüldü.
1238/1823 senesi rebîü’l-evveliniñ on ikinci günü Rûmeli ser-askerliği
ʻunvânıyla Rûmeli eyâleti ʻuhde-i kifâyetine tevcîh ve eşkıyâ-yı Ervâm’ıñ te’dîbiyle
Mora Kıtʻası’nıñ istihlâsı emr-i ehemmi yed-i müşkil-küşâlarına nüfûz olundu.
Sene-i merkûme (1238/1823) rebîü’l-âhirîniñ beşinci günü Travnik’den
Yeñişehr’e müteveccihen hareket eylemiş ise de me’mûriyyet-i cedîdesi başına
muvâsalata Sultân-ı Kader mâniʻ ve esnâ-yı râhda daʻvet-i Zü’l-celâle icâbetle
vatan-ı kadîm ve aslîsine âfil ve râciʻ oldu.
Müşârun-ileyh Emevîler’iñ Kuteybesi, ʻAbbâsîler’iñ Tâhir-i zü’l-yemîneyni
gibi târîhlerimizde emsâline ender tesâdüf olunan eʻâzımdandır. Ashâb-ı iktidârıñ
her zamân düşmeni ve belki belâ-yı aʻzam-ı mübremi olan rukebâ-yı hasûd, tarîk-i
(149) ikbâli öñüne çektikleri sedd-i âhenîni paralaya paralaya terakkî edebilmiş ise
de bi’t-tabʻ yollarda te’ahhura uğrayarak mevkiʻ-i hizmet ve celâdete biraz geç
vâsıl olabilmiştir. Nokta-i maksûdu birkaç sene evvel işgâl veya ikbâl-i hayâtı daha
birkaç sene imhâl etseydi hidemât-ı memdûha-i mesbûkasına nazaran
tevârîhimiziñ eñ kıymetli sahîfelerinde daha büyük nâm ü şân bırakacağına şübhe
edilemezdi.
Müşârun-ileyh nigeh-bân-ı memleket ve muhyî-i maʻmûriyyet denecek
mertebede bir zât-ı hakîm idi. Bu kadar iktihâm-ı müşkilât ile menbaʻ-ı maksada
vâsıl olabildiği hâlde kendi tasını doldurmağa tenezzül etmemek gibi büyüklük
gösterdi. Her nereye me’mûr olduysa hâr u mâr gibi turayup vatan-ı mübâreki
mugâylanzâr-ı vahşete çeviren zaleme ve eşkıyâyı bir taraftan tathîr eder ve bir
188
taraftan neşr ü icrâ eylediği nûr-ı ʻadâlet ve zülâl-ı maʻârifle nev-nihâlân-ı ʻilm u
sanʻat yetiştirmeye çalışırdı.
Târîhlerimiz kıssa-hân-ı vukuʻât ise de musavvir-i rûh-ı hakâyık değildir.
Tasvîr-i hakâyıkta elzem olan cihet ahvâl-ı rûhiyyeniñ istikşâfı olduğu hâlde maʻa’t-
te’essüf bu gibi dekâyık-ı muʻazzamât-ı rûhiyye sudûrdan sutûra pek az nakl
edilmiş ve bu cümleden olarak fevvâre-i hamiyyet itlâkına sezâvâr olan bu zâtıñ
maʻâlî-i hârikası unutulup gitmiştir. İşte merhûm müşârun-ileyh Edirne vâlîliğinde
iken kendi kalemiyle neşr eylediği mufassal beyân-nâmesinde eşkıyânıñ kalʻalarını
nasıl yıktığını ve onları nasıl sürʻatle taʻkîb ederek on dört sâʻatlik mesâfeyi birkaç
sâʻat içinde katʻ eylediğini tasvîr ve beyân ve daha birkaç hakâyık ve dekâyık iʻlan
ediyor ki, târîhlerimizde bir kelimesi bile yok. Hey’et-i mecmûʻasıyla bir âteş-pâre-i
dehşet olan beyân-nâme-i mezkûr şu sûretle başlıyor:
“Ben ki sâ’ikâ-yı âteş-bâr-ı meydân-ı rezm ü cidâl. Kuvve-i kâhire-i tîg-i
dehşet ü iclâl (E’d-dehrü min-haddi samsâmî ʻalâ-vecile / Ve’l-mevtü bi-raʻdi
havfen min-mülâkâtî ) 1 me’âli mâ-sadak-ı hâl-i bâhirü’l-ikbâlim olan ʻAlî Celâl’im,
inhâ ederim ki…”
Artık beyân-nâmeniñ mâ-baʻdini de bundan kıyâs etmeli. Tabîʻatiñ pek de
hoşlanmadığı bir şey var ise zemîn-i ifâdeniñ Haccâcâne olmasıdır. Fakat biraz da
insâf ile düşünülürse o kıymetdâr Rûmeli’ni yakmış yıkmış olan eşkıyâ-yı (150)
Cengîz-edâya yazılan tehdîd-nâme ziyâfet tezkiresi gibi iltifât-âmîz yazılmaz ya.
Paşa kalʻalarını hücûm eylediği ser-keşân-ı eşkıyânıñ başlarına yağdırdığı
yıldırımları tasvîr ve taʻdâd eyledikten soñra işte bu kere de bi’d-dehşet ve’l-iclâl
siziñ üzeriñize geliyorum diyor. Yaʻni eşkıyâ-yı gerden-şikâfa dehşet verecek bir
lisân ile tekellüm ediyor.
Paşanıñ me’zûniyyet-i vâsiʻasını bunuñla añlamalı ki beyân-nâme-i celâdet-
ifâdesiniñ bir mahallinde Edirne havâlîsindeki eşkıyâyı temizledikten soñra
kellelerini nîzeleriñ başlarına takarak bir mahşer-i mehâbet teşkîliyle öylece Filibe
şehrine inmiş ve oradan bi’l-heybet ve’l-iclâl Kara Hasan üzerine yürüyerek
Samakova kurbında Esfeler -nâm mahalde çarpışmıştır. Fenâ hâlde inhizâma
uğrayan eşkıyâ on dört sâʻatlik mesâfede Serkova ormanlarına cân attıklarından
yıldırım gibi arkalarından şakıyarak orada dahi büyük bir müsâdeme ile kısm-ı
aʻzam itlâf olunmuştur. Bekâyâ-yı eşkıyânıñ firâr edip Kara Feyzî gürûhuna iltihâk
edeceklerini hiss ederek hatt-ı firârlarınıñ katʻ olunması Palaslı Muhammed
Paşa’ya bildirilmiş iken iki eşkıyânıñ birleşmesine sebebiyet vermekle derhâl
me’mûriyyetinden tard ve yerine ser-efrâz-ı meydân-ı harb ü vegâ ve yekke-tâz-ı
sâhire-i ceng ü gavgâ Mâlik Paşa taʻyîn olunarak Ayranbol kazâsınıñ Tarîk-nâm
kasabasınıñ kalʻa-yı metînesinde üzerlerine varılıp muhâsara-i ʻazîme ve
1
“Gayet hadîd ve keskîn olan seyf-i sâ’ika-bârım gerden-keşân-ı zamânı o kadar korkutmuştur ki,
mevt-i hâ’il bile benim mülâkâtımdan korkup titrer”, zemînindedir. 149.
189
muhâceme-i şedîdeden soñra eşkıyâ-yı mezkûreyi mahv ve nâ-bûd eylediğini ve
oradan kemâl-i dehşet ve heybetle Sofya’ya indiğini pek hûnîn bir sûrette beyân
ve tasvîr ve ʻaskeriniñ girû-ferr-i celâdetini zâde-i tabîʻat-i celâlânesi olan şu beyt-i
ʻArabî-câme ile tavsîf ve tasvîr ediyor:
“Ke-sahibe ʻale’l-gabrâ’i tatvî ve tenşeru
Tehedded erkânü’d-dühûri rüʻûdihâ” 1
Beyân-nâmeniñ nihâyetinde: “Hulûl-ı mevsim-i şitâ ve serdî-i havâdan mâ-
ʻadâ ʻuhde-i destgâhımıza tefvîz olunan Rûmeli kâ’im-makamlığını icrâ zımnında
mahrûsa-i Manastır meştâ olmağın işbu cemâziye’l-âhireniñ gurre-i ferdâsı rûz-ı
pencşenbe Sofya’dan hareket ve yedinci günü karârgâh-ı hükûmet ve meştâmız
olan Manastır’a hatt-ı debdebe-i ikâmet olunup bu sene-i mübârekede âvâze-i
meyâdîn-i maʻârekemiz gulgule-efgen-i çâr aktâr-ı cihân olunmaktan nâşî kılıp
mergûbeñize dahi lerze-resân olduğu ʻayân iken bi-mennihî teʻâlâ ol bahâr-ı
huceste-âsârda “vaktiñize hâzır (151) oluñuz” ʻibâresine nazaran Manastır şehri
karârgâh-ı celâdet-penâhîleri olmak üzre müşârun-ileyhiñ uhdesine Rûmeli vâlî
kâ’im-makamlığı yaʻni ol vaktiñ usûlüne Rûmeli müşîrlik ve kumandanlığı gibi bir
me’mûriyyet-i mühimmede ilâve ve tefvîz olunarak cevelângâh-ı celâdeti Edirne
vilâyetinden ʻibâret kalmayıp Tuna sevâhilinden al da Arnavutluk’uñ içerilerine
kadar mümted olduğu añlaşılıyor ise de târîhlerimizde şu me’mûriyet-i vâsiʻaya
dâ’ir de hiçbir bahs görülmüyor. Enverî-zâde ʻAlî Enver Efendi vezîr-i müşârun-
ileyhiñ hârika-i kemâlâtı hakkında şöylece hüsn-i şehâdet ve senâ ediyor:
“Saʻy ü ictihâd ve vâye-i cevher-i istiʻdâdı sebebiyle vakt-i yesîrde her fenn-
i esîrde sermâye-i mâl-i kemâle mâlik olmakla mânend-i Celâl-i Devvânî fakdü’l-
müdânîdir. Husûsâ ʻulûm-ı ʻArabiyyeye şedîdü’l-intisâb ve fünûn-ı edebiyyede
sâhib-nisâb olarak elsine-i sülüsede şiʻr ü inşâda deş-hûş lehce-i pür-behce-i tabʻ-ı
letâ’if-i inşâlarıdır. Hâme-i tahrîr-i dil-pezîri mânî-i çehre-güşâ-yı maʻânî ve nâtıka-i
nezâket-semîri kavâlib-i elfâzıñ rûh-ı revânıdır. Ve fî-zâtihî müstecmiʻ-i münşe’ât-ı
fezâ’il olmakla kâʻb-ı şâmihi meziyyette ser-bülend-i emâsil olduğundan hâcelikle
ol hıbr-dâna kalemâsâ ser-firâz ve manend-i beytü’l-kasîd ol vücûd-ı ferîd-i
berceste ve mümtâz olmuştu.”
Zamânıñ şuʻarâsı hakkında tahrîk-i silsile-i medh ü senâ ederlerdi. ʻUlemâ-
yı muʻâsırîninden ʻAyntâbî Hâce ʻAynî Efendi merhûmuñ numûne olarak 1234 ve
1236 seneleriniñ tebrîğini hâvî bir vezn ve kâfiyede inşâd eylediği iki ʻaded sitâyiş-
nâmeden üçer beyt tahrîr olunur:
Celâlüddîn Paşa’nıñ ola ferhunde nev-sâli
Bula her anda iclâl ü saʻâdet devlet ü ikbâl
1
“Benim kumanda eylediğim ʻasker-i zafer-rehber dehşetli bulut gibi sürʻatle toplanır. Arslan gibi
kükreyerek yıldırım gibi gürleyerek aʻdâ üzerine öyle savlet ve iktihâm eder ki, her taraf havf ve deh-
şet içinde kalır” me’âlindedir. 150.
190
Vezîr-i Fahr-ı Râzî-menkabet düstûr-ı Seyyid-fen
Cenâb-ı Saʻd-ʻirfân kâm-kâr-ı Bû ʻAlî-ifzâl
191
tahrîr olunan “Tezkire-i Fatîn”de gerek ismi gerek bir beyti olsun eşʻârı gayr-ı
mevcûddur. Hâlbuki paşanıñ şiʻr ve şuʻarâya olan meyl ve rağbetini Hâce ʻAynî
Efendi merhûm:
“Zamân-ı devletinde şâʻiriyyet buldı istiklâl”
mısrâʻıyla tasrîh ve tavsîf eylediği üzre zamânı meşâhîr-i şuʻarâsıyla müşâʻaresi
kesîr idi. Ezcümle şu nezâ’ir ondan numûnedir:
Celâl Paşa
Mihr ü mâh-ı maʻrifet eflâk-i idrâkimdedir
Revnak-ı gülzâr-ı himmet hâk-i idrâkimdedir
Hâce-i ʻAynî-i Ayntâbî 1
Dürd-i sahbâ-yı tecellî tâk-ı idrâkimdedir
Neşve-i feyz-i elestî hâk-i idrâkimdedir (153)
Esʻad Muhlis Paşa, Sâbıku’t-terceme
Kays u Ferhâd’ıñ ferâgından geçirdim zabtıma
Mülk-i gam kim defter-i emlâk-i idrâkimdedir
ʻİzzet Molla Keçeci-zâde
Tûtyâ-yı çeşm-i vahdet hâk-i idrâkimdedir
Sanma ʻâlem gevher-i derrâk-i idrâkimdedir
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Şâhid-i endîşemiñ âyînedârı âftâb
Talʻat-i cân-sûz rûy-i pâk-i idrâkimdedir
Edirne vâlîliğinde bulunduğu esnâda hükûmet konâğını yeñiden iʻmâr ve
inşâ ederek zâde-i tabîʻat-ı ʻâlîleri olan şu ebyât ve târîh-i mezkûru konağıñ dış
kapısınıñ bâlâsına hâk ve tahrîr ettirmiş idi.2
Şâh Mahmûd-şiyem nuhbe-i Âl-i ʻOsmân
Der-i ʻadlinde anuñ Hüsrev ü Dârâ derbân
1
Hâce ʻAynî Efendi’niñ 1258 târîhiyle matbuʻ dîvânında “Nazîre-i Gazel-i Celâl Paşa” ʻibâre-i sarîha-
siyle muharrerdir. 152.
2
Şu kitâbe mürûr-ı zamân hasebiyle mevkiʻinden sukût eylemiş ise de Edirne hükûmet dâ’iresinde
hâlâ mahfûzdur. 153.
192
Cây-ı nesrîn ü gül ü sünbül ü âs u reyhân
193
Esîr-i zülfüñem cevr ü gamıñ zîrâ cemâlimdir (154)
***
CEMÎLÎ
Takrîben 870/1466 hudûdunda şehrimizde tevellüd ederek evâ’il-i eyyâmı
Akkoyunlu hükûmetine müsâdif olmakla Tebrîz’e ve 900/1495 hudûdunda Herât’a
giderek Sultân Hüseyin Baykara’nıñ vezîr-i aʻzamı meşhûr ʻAlî Şîr Nevâyî
hazretleriniñ Çağatay lisânı üzre olan dîvân-ı eşʻârına inşâd-ı nezâ’ir eylemiştir.
906/1501 senesinde ʻAlî Şîr Nevâyî’niñ ve 909/1504’da Sultân Hüseyin Baykara’nıñ
vukuʻ-ı vefât-ı esef-iştimâlleri hasebiyle Tebrîz’e geldi. Akkoyunlu hükûmetiniñ
inkırâzını ve Azerbaycân kıtʻasınıñ Şâh İsmâʻîl Safevî tarafından istîlâsını görerek
memleketi olan Diyârbekir’e ʻavdet eyledi.
914/1509 senesinde Şâh İsmâʻîl’iñ Diyârbekir kıtʻasını da seyl-i hûn
içinde bırakması üzerine Dersaʻâdet’e ʻazîmet ve kırk seneye karîb tavattun ve
ikâmet ve şuʻarâ-yı pây-taht-ı saltanat-ı seniyye ile musâhabet ederek takrîben
950/1544 hudûdunda ʻâzim-i şehristân-ı bekâ olmuştur.
Edirneli Sehî Çelebî Tezkire-i Şuʻarâsında; Türkmen’dir, diyâr-ı şarktan
gelmiştir ve Latîfî Hasan Çelebîler de tezkirelerinde; Türkistan şâʻirlerindendir,
diyerek nereli olduğunu göstermiyorlar ise de İstanbûl kâdîsı Kâf-zâde Fâ’izî Efendi,
“Zübdetü’l-Eşʻâr”ında ve fâzıl-ı şehîr Kâtib Çelebî “Keşfü’z-zünûn”da “Âmidî”
olduğunu ve mufassal Dîvân-ı eşʻârı meşhûdları bulunduğunu tasrîh buyuruyorlar.
Latîfî, Çağatayca olan eşʻârı hakkında “Nevâyî’niñ üç cilt dîvânında olan
eşʻârına kâfiye-ber-kâfiye nazîre demiştir. Ammâ mücerred vezn ve kâfiyede
nazîredir. Sanʻat ve hayâlde ve letâfet-i makalde değil” diyor. Ammâ Sehî Çelebî
selâset-i tabîʻati hüviyyet-i zâtiyyesi hakkında şu sözleri yazıyor: “Vilâyet-i Rûm’a
geleli hayli zamân olmuştur. Hoş-tabʻ, ʻâşık-meşreb, vâfir eşʻâra mâlik, eşʻârı
ʻâşıkâne ve güftârı merdâne çok levendlik etmiş lâübâlî kimsedir. eğerçi ʻulûm-ı
muktesebeden çendân behre-mend değil lâkin cevdet-i tabʻla ne deñli gerekse
ʻale’l-fevr şiʻr demeğe kâdir gazel-gûlukta mâhir şâʻirdir.”
ʻOsmânlıca ve Çağatayca manzûrumuz olarak tahrîr olunan şu ebyât-ı
selâset-edâsı bize her hâlde Sehî Çelebî’yi haklı gösteriyor.
Beyt
Gubâr-ı mey-gedeyi tûtyâ bilirse n’ola
Gözü o kapıda açıldı tıfl-ı mey-hârıñ
Dîger
Birbiriyle anları her şeb güler oynar sanır
Bilmeyen sûz u güdâzı şemʻ ile pervânede (155)
Dîger
Dıraht-ı derd idi gûyâ vücûdı Kays-ı şeydânıñ
194
Ki murgân-ı belâ vü mihnet anda âşiyân etti
Çağatayca
Bolmasın ol encümen kim anda sahbâ bolmaya
Bolmasın sahbâ dahi ger bir dil-ârâ bolmaya
195
Gerdeninde hâlleri leşker gibi kurmuş tabur
Her biri bir fitne-i âhirzamân olmuş bugün
196
bundan ileri geliyormuş. İşte sazıyla, âvâzıyla elhân u elgâzıyla kahve-hâneleri leb-
rîz-i neşât ve gürûh-ı avâmı müstağrak-ı fahr u inbisâd eden o zâtı bu sûretle
görmek nasîb oldu.
1288/1871 senesinde şehre yarım sâʻat mesâfede “ʻAlî Puñarı Panayırı”
ihdâs ve her sene on beş gün kadar şehriñ dükkânları kapanıp orası bir meşher-i
ʻumûmî şeklini aldı. Artık Hâcı Civân’ı görmeye bir mâniʻ kalmadı. Panayır
mahallinde tertîb olunan yerlerde etrâfından gelen on beş yirmi kadar sâz
şâʻirleriniñ baş tarafına Hâcı Civân geçer ve büyük lüleli çubuğunu doldurup içerdi.
Ekseriyâ irticâlâne inşâd eyledği eşʻârını okur ve aralıkta ʻÂşık ʻÖmerleri ve
Gevherîleri de hâtırdan çıkarmazdı. Bir gün sâz çalıp icrâ-yı nagamât ederken
toplanan kalabalık arkasına sokularak baʻzı ihvân ile diñlemeye muvaffak olduk.
Hazîn bir sadâ ile Gevherî’niñ şu sözlerini okuyordu:
Cihân hûblarında bulmadım bir yâr
Hâtır sayar erkân bilir yol bilir
Bu meşher-i ʻumûmî üç seneden ziyâde devâm etmediğinden Hâcı Civân
yine nazarımızdan gâ’ib oldu. Şu sâz şâʻirleriniñ hakîkaten garîb bir hâllerini
gördüm. Meselâ bir lügâz veya muʻamâ hall içün taʻlîk olundu mu şâʻir sâzını eline
alıyor, orada bulunan zevâtı sâzıyla, âvâzıyla birer birer birtakım tantanalı elfâz ile
medh ediyor. O zât da kalkıp kisesini muʻammânıñ yanındaki tepsiye boşaltıyor.
Meblağ çokça bir şey ise medh ü senâ âvâzeleri yükseldikçe yükseliyor. Birisi ʻinâd
eder para vermez ise ol kadar hicviyyeler yağdırılıyor ki, herîf istiʻfâ-yı kusûr
ederek kisesini boşaltmaya mecbûr oluyor. İş yalñız akçeye de münhasır kalmayıp
gûn-â-gûn eşyâ ve baʻzen kıymetlice kumaşlar muʻammânıñ yanına taʻlîk
olunduğundan bir muʻammânıñ halli bir sâz şâʻiriyle o kahve-hâne sâhibini âdetâ
kâm-yâb ediyor. İşte bizim Hâcı Civân da bu sûretle ceyb-i âmâlini mâl-â-mâl-i
nukûd edenlerdendir. Şu gazel âsârındandır:
Senden özge ey perî gelmez güzeller yâdıma
Ben seniñ hayrânıñam lutf et eriş imdâdıma
197
Dâd-ı hakla ey Civân maʻnâya oldum âşinâ
Tavʻan ettim ser-fürû âteş-zebân üstâdıma
***
CEVRÎ
İsm-i vâlâları Hasan’dır. Maskat-ı re’si Akıska şehridir. Şehrimizde vefât
eden şuʻarâdandır. 1220/1806 senesinde tevellüd eylemiştir. ʻAsâkir-i şâhâne
silkine dehâlet ve imrâr-ı vakt ü sâʻatle biñbaşılığa kadar terakkî eylemişti.
1272/1856 senesinde Diyârbekir’e gelerek nice sinîn ü aʻvân cây-gîr-i ârâm oldu.
Şehriñ üdebâ ve şuʻarâsıyla üns ü ülfet ederek temekkün ve tavattun etmeye karar
verdi. 1283/1867 senesinde mikdâr-ı kâfî maʻâşla mütekâʻid ve kûşe-i inzivâya
mütesâʻid olmuş idi.
1285/1869 senesinde Diyârbekir vâlîliğine taʻyîn buyurulan İsmâʻîl Hakkı
Paşa hazretleriyle hukûk-ı kadîmesi olduğundan vâlî-i ʻâlî-cenâb Müşârun-ileyhe o
sırada inhilâl eden Mardin sancağı mutasarrıf vekâletine taʻyîn ü iʻzâm ve tasdîk-ı
âsâletini dahi Bâb-ı ʻÂlî’ye inhâ eyledi. Altı mâh kadar mutasarrıf vekâletinde
istihdâm olunduktan soñra asâleti tasdîk olunmadığından 1287/1870 senesinde
Siverek ve 1288/1871’de Rıdvân kazâsı kâ’im-makamlığına taʻyîn ile îfâ-yı hüsn-i
hizmet eyledi.1
Maʻlûliyyetiniñ teşeddüdü hasebiyle 1290/1873 senesinde bi’l-istiʻfâ
tekrâr kûşe-i ferâgatı ihtiyâr ve ol sûretle imrâr-ı leyl ü nehâr eylemekte iken
1292/1875 senesinde râhile-bend-i sefer-i âhiret oldu.
Dağkapısı hâricinde vilâyet caddesi civârında âti’t-terceme Kalʻalı Hoca
Ahmed Râşid Efendi merhûmuñ kabr-i şerîfi karşısında gunûde-i hâk-i rahmettir.
Merhûm, Fârisî-âşinâ bir şâʻir-i belâgat-nümâ idi. Dâ’imâ Şeh-nâme
mütâlaʻa eder ve musâhiblerine ekserî Şeh-nâme hikâyelerini söyler ve aralıkta
belîgâne bir lisân ile Şeh-nâme ebyâtını kırâ’at eylerdi. Hâfız-ı Şîrâzî Dîvânı’ndan
tefe’’ülü pek severdi.
Bu fakîr yedi sekiz yaşımda bulunduğum esnâda bir gün hocamız âti’t-
terceme Fethu’llâh Feyzî Efendi ziyârete gelmiş idi. Bir münâsebetle henüz taʻâm
etmediğini beyân etmesi üzerine hâne-i fakîr mektebe muttasıl olmakla derhâl
gidip bir mikdâr taʻâm getirdim, tenâvül buyurdular. Aradan bir sekiz sene daha
geçtikten soñra üstâd-ı ekremim âti’t-terceme Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi
(159) hazretlerini ziyârete geldikte bendeñiz orada hâzır idim. Görünce bildi, latîfe
sûretiyle, şu zât benim veliyy-i niʻmetimdir, dedi. Keyfiyyeti üstâdıma hikâye eyledi.
Tenâvül eylediği birkaç lokmanıñ hakkını senelerle unutmaması ve husûsuyla
1
Şu kazâlardaki kâ’im-makamları 1288/1871 ve 1289/1872 ve 1290/1873 senelerinde tabʻ olunan
Diyârbekir Vilâyet Sâl-nâmeleri’nde dahi muharrerdir. 158.
198
unfuvân-ı sabâvetiñ bu müddeti zarfında bünye ve sîmâca tabîʻî birçok tahavüllât
zuhûra gelmiş iken derhâl teşhîs eylemesi mertebe-i vefâ ve zekâsına bir numûne
sayılabilir.
Cevrî Efendi’niñ üdebâ ile müşâʻare-i bedîha-gûyânesi kesîrdir. Her sene
kurʻa muʻâyenesine me’mûr olmakla isnân-ı dâhilinde bulunan şuʻarâ birçok
neşîdeler nefʻ ü iʻtâ ve gazellerini tahmîs ve tanzîr ederlerdi. 1280/1864 senesinde
kurʻa imtihân-ı mümeyyizliğiyle Begmez Efendi ʻunvânlı bir zât şehrimize vürûd
eyledi. Şuʻarâmızıñ epeyce tatlı mazmûnlar sarfına sebebiyyet verdi. Ezcümle
şuʻarâdan ve isnân-ı erbâbından Gülşenî-zâde Vâsıf Efendi:
Biz de dûşâb içeriz bâde-i gülgûn yerine
Tulumuñ çalkayarak geldi cenâb-ı Begmez
beytini inşâd etmiş idi. Verdiği güzel bir imtihân-ı mümeyyiz, Begmez Efendiniñ
mazhar-ı şehd-i takdîri olması üzerine biñbaşı Cevrî Efendi de:
Ruhuñla mihr olunca imtihân şerh-i mutâlaʻdan
Mümeyyizler dedi hüsnüñ sezâvâr oldı tahsîne
beytiyle ibzâl-ı şeker-pâre-i tebrîk etmiştir. Kezâlik şuʻarâ-yı ʻasrdan ʻOsmân
Nevres Efendi ʻIrâk ordu-yı hümâyûnu muhâsebeciliğinden infisâl ile Dersaʻâdet’e
gitmek içün Mardin’e uğramıştı. Çarşı pazarı dolaştıktan soñra hükûmet konağına
varır. Herkesiñ bir odaya girip çıkmakta olduğunu görünce kendisi de odaya girip
bir köşede oturur. Meğer kurʻa muʻâyenesi icrâ olunuyormuş. İsnân-ı erbâbından
bir delikanlınıñ pederiniñ sinni yetmişe yetip yetmediği tedkîk olunuyordu.
Aʻzâdan biri, “Efendim şu ihtiyârıñ sinniniñ yetmişe yetmiş olduğu sâbit oluyor,
oğluna müsâʻade buyurunuz.” demesi üzerine ʻOsmân Nevres Efendi riyâsetinde
bulunan biñbaşı Cevrî Efendi’ye hitaben:
Yetmişe yetmiş ise koyveriñ oglın gitsin
der. Cevrî Efendi mısrâʻ-ı mezkûru işidince derhâl:
Gece gündüz şeh-i devrâna duʻâlar etsin
mısrâʻnı kırâ’atla ikmâl-ı beyt ederek delikanlınıñ koyuverilmesini emreder. Nevres
(160) Efendi’yle mülâkât ve sohbet ederek birkaç gün bırakmaz ve kendileri de
ikmâl-ı vazîfe ederek birlikte Diyârbekir’e inerler.
Cevrî Efendi merhûm vefâtına bir iki sene kaldığı esnâda üstâd-ı
ekremimiñ bezmgâh-ı fâzılânelerine aralıkta müdâvim olmakla sohbet-i
ʻâlîlerinden müstefîd olurdum. Muhterem ve necîb sîmâya mâlik mülahhamca ve
vasatü’l-kâme bir zât idi. Gördüğüm zamânlardaki tenâsüb-i endâm-ı pîrânesi eğer
elli sene evveline ircâ olunsa zarîf bir Gürcü dilberi olabilirdi. Mâşiyen yürümeye
kudreti kalmamakla esb-i süvâr olarak gelip giderdi. Şeh-nâme hikâyelerini
söylediği ve bi’l-hâssa ok atmak, kılıç sallamak, düşmâna hücûm etmek beytlerini
okuduğu vakit öyle bir vazʻiyyet alırdı ki, gûyâ meydân-ı muhârebede bulunan zât
kendisidir, kıyâs olunurdu. Birgün Hâmî-yi Âmidî’niñ birhayli mümtâz ebyâtını
199
ezberden okudu.
Ne mümkündür ikâmet mezraʻ-ı ʻâlemde ey Hâmî
Hilâlin çarh-ı dihkân kiştzâr-ı ʻömre dâs etmiş
beytine gelince hazînâne âh ederek sükût etti. Derin bir dalgaya daldı. Gâlibâ
evâhir-i ömrü olduğu hâtırına gelmişti. Bu hakîr hâlâ Hâmî Dîvânı’na baktıkça onuñ
okuduğu belîg beytleri der-hâtır eder ve sûret-i intihâb husûsundaki mahâretini
takdîr eylerim.
Ahıska şehriniñ zamân-ı istîlâsı olan 1244/1829 senesine kadar
memleketinde olduğundan fâciʻa-i istîlâyı öyle yanık hikâye eylerdi ki işitenlerin
yürekleri çâk olurdu. Yûsuf Ziyâ nâmında sâhib-i hüsn ü cemâl bir evlâdı olup
mektûbî kalemine devam eylerdi. Yirmi sinne vâsıl oldukta kendisini terk ile gurbet
diyârında sefîhâne dolaşmasınıñ elem ve cevri bî-çâreyi müstağrak-ı ye’s ü hırmân
eylemişti. Dâ’imâ oğlunuñ yapdığı vefâsızlığı söyler âh eder dururdu. Şeh-nâme’niñ
beş altı bîñ beytini manzûm olarak Türkçeye tercüme eylediğini kendisinden
işittim.
Dîvân-ı eşʻârını mütâlaʻa içün bir gün üstâd-ı ekremime getirmiş olduğu
cihetle on beş gün kadar bu hakîriñ nezdinde kalarak ser-â-pâ mütâlaʻasıyla
müşerref olmuştum. Eşʻârı selîs olmakla beraber hurûf-ı hecâ sûretiyle müretteb
ve mükemmel idi. Vefâtı zamânında Mardin’de bulundığum cihetle Şeh-nâme’siyle
sâ’ir baʻzı kitâblarınıñ iştirâsını telgrafla Diyârbekir’e yazmış isem de bir gün evvel
satılmıştı. Onuñ üzerine Bağdâd’dan posta ile bir Şeh-nâme getirmeye mecbûr
oldum. Dîvân-ı eşʻâr ve sâ’ir âsârınıñ nerde ve kimde kaldığını haber alamadım. Bu
gazel âsâr-ı edîbânelerindendir: (161)
200
Yanarsa gam değil bezm-i muhabbette fetîlâsâ
Dil-i pervâne cânâ şemʻ-i ruhsârıñ çerâgıdır
201
ʻulûm-ı ʻâliyye ve fünûn-ı âliyyeniñ kâffesini itmâma iştigâl-i ʻazîm ve mücâhede-i
cesîm göstererek nâ’il-i füyûzât-ı aksâ oldu.
Maʻ-hâzâ şuʻarâ-yı ʻArab ve üdebâ-yı Fürs’üñ âsâr-ı hakîmânelerine ve
meşâhîr-i fuzalâ ve ʻulemânıñ terâcim-i ahvâline de mütemâyil olmakla hâlî
bulabildiği zamânlara bu kabîl âsâr-ı nefîse mütâlaʻasına maʻtûf olduğundan
dekâyık-ı eşʻâr-ı ʻArab’a tamâmıyla vâkıf ve mezâmîn-i âsâr-ı ʻAcem’i lâyıkıyla ʻârif
idi. İşte Müşarünileyh hazretleri bu sûretle revnak-tırâz-ı sadr-ı aʻlâ-yı kemâlât olup
iftihâru’l-eʻâlî ve’l-emâsil olmuştur.
Mağfur-ı Müşârun-ileyh hâ’iz olduğu aksâm-ı fünûn ve kemâlât-ı
ʻâliyyeden fazla inşâd-ı eşʻâr husûsunda dahi üstâd-ı kâmildir. Âsâr-ı eslâf
hakkındaki tetebbuʻu ve zamânı şuʻarâsıyla müşâʻaresi kesîr olduğu gibi üdebâ-yı
ahlâf dahi âsâr-ı ceyyidesini meşk-i kemâlât ittihâz etmişlerdi. Meşâhîr-i şuʻarâ-yı
Rûm ile hem-âheng-i nagamât-ı belâgat oldukları âsârdan baʻzıları numûne olarak
derc ve tahrîr olunur:
Bâkî-i Meşhûr Kâdîʻasker
ʻÂşıklara kim derd ü belâ zevk u safâdır
Ya zevk u safâ derdine düşmek ne belâdır
Veysî-i Meşhûr
Câm-ı ʻarak u sâki-i mey sâgar-ı gül-rû
Âb-ı ruh-ı cemʻiyyet-i yârân-ı safâdır
Şeyhülislâm Yahyâ Efendi
Âşûb u fitendir hat u hâliñ seniñ ey mâh
Ol gamze-i hûn-rîz ise bir hışm-ı Hudâ’dır
Hisâlî Defterdâr
Kâkül dediğiñ şeh-per-i Cibrîl-i emîndir
Ol turra-i tarrâr ise bir perr-i hümâdır
Cevrî-i Mevlevî
Peymânemiziñ bâdesi esrâr-ı muhabbet
Esrârımızıñ neşvesi sahbâ-yı vefâdır (163)
Medhî-i Kadîm
Şâd olma eğer ʻârif iseñ ʻömr ile cisme
Ten hâke varır ʻömr-i ʻazîz ise hebâdır
Sâbit-i Meşhûr Kâdî-i Âmid
Sıhhat gibi bîmâr-ı gama geç geliyorlar
Öldürdi bizi nâz-ı etibbâ ne belâdır
Cehdî-i Âmidî
Tahsîl-i kemâlâta eden ʻârifi tahrîz
202
İnzâr-ı mürüvvetle olan lutf u ʻatâdır
Kânî-i Tokâdî
Yâ Rabb kuluñu nâz u naʻîm ile büyüttüñ
Soñra bırakıp âteşe yakmak ne revâdır
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Dil kâfile-sâlâr-ı reh-i mülk-i fenâdır
Ten tâcir-i mihnet-zede-i bâr-ı belâdır
Ebû Bekir Sâmî Paşa
Çarhın sitemi gerdiş-i nâ-sâzına merbût
Tel kırmak ile şöhreti var nagme-serâdır
Garîbî-i Erbîlî
Bir cân ki değil bâr-keş-i minnet-i gerdûn
Biñ fahr ile ol serv-i dil-ârâya fedâdır
Esrâr Dede
Ol şûh cefâ eylesin ancak baña dâ’im
Bu düştü benim hisseme takdîr-i Hudâ’dır
Hoca Neş’et
Dermân-pezîr olmadı gitti dil-i bîmâr
Ya çektiğimiz nâz-ı tabîbân ne belâdır
Emîn-i Burûsevî
Ol nahl-i çemen zîb-i cemâle bu revişle
Revnak-şiken-i serv-i revân dense revâdır
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Bir âhı eder kasr-ı ten-i zâlimi vîrân
Çâk-i dil-i mazlûm ki mihrâb-ı duʻâdır
Yûsuf Râ’if Âmidî Mukâbeleci-zâde
Tut mürşid-i kâmil etegin katʻ-ı tarîk et
Katʻ-ı reh-i tahkîk ise bî-zahmet-i pâdır
Emîrî Câmiʻuʼl-hurûf
Verdi beşere karz ile Hak nakd-i hayâtı
ʻİnde’t-taleb elbette müheyyâ-yı edâdır
Vehbî-i Kadîm
Gürisne çeşm-i devlet dökme bir niʻmetle seyr olmaz
Hücûm-ı imtilâdan iştihâsı artar eksilmez (164)
Rıfʻatî-i İstanbûlî
203
Terâzû-yı nigehle mâh-rûyân olsa sencîde
O Yûsuf-talʻatiñ hüsn ü bahâsı artar eksilmez
Cehdî-i Âmidî
ʻAyân oldukça gonca dem-be-dem yanında hâr artar
Bu gülzârıñ rakîb-i pür-cefâsı artar eksilmez
Kayseriyeli Vefâ
Ne mümkündür dil-i pür-şîven eşk ü âhsız olmak
Muhabbet bâğınıñ âb u havâsı artar eksilmez
Tevfîk-i Enderûnî
Ne rütbe ʻahd ü peymân eylese durmaz döner dâ’im
Bu çarh-ı geç-reviñ subh u mesâsı artar eksilmez
Kâmî-i Âmidî
Bahâr-ı câvidân gülzârıdır ruhsârı cânânıñ
Aña bülbül olan göñlüñ nevâsı artar eksilmez
Lutfî-i İstanbûlî Vakʻa-nüvis
O şûhuñ an-be-an hüsn-i edâsı artar eksilmez
O bir nûr-ı mücessemdir ziyâsı artar eksilmez
Emîrî Câmiʻuʼl-hurûf
Beşer beñzer bu dâm-ı ibtilâda murg-ı pâ-bende
Eğer âsûde durmazsa cefâsı artar eksilmez
Murtazâ-yı Bağdâdî
Dil-i mestânem ey sâkî yeter mahmûr dursun mı
Henüz şemʻ-i emel fânûs-ı dilden dûr dursun mı
Cehdî
Hemîşe câm-ı mey hâli bu dil meksûr dursun mı
Rakîb-i bed-meniş nâlem görüp meşrûr dursun mı
Lâedrî
Edersiñ dem-be-dem agyâr ile ülfet benim rûhum
Bu tarz-ı dil-harâbîden göñül maʻmûr dursun mı
Emîrî Câmiʻuʼl-hurûf
Vücûdı ehl-i sıdkıñ mülke celb eyler tecellâyı
Kelîm’iñ ʻavdetinden soñra nûr-ı Tûr dursun mı
204
vicdân ve sâ’ika-i şevk-i îmân ile ʻibâdet ü tâʻat-ı Cenâb-ı Kibriyâ’ya hasr-ı mâ-
hasal-ı enfâs ederek seccâde-nişîn-i mihrâb-ı feyz ü kemâl ve kâ’imü’l-leyl ü ve’n-
nehâr olmuştur.
Kâ’inâtıñ her zerresi dîde-i hak-bîninde bir kitâb-ı hikmet ve mâ-sivânıñ
her noktası kendisi içün bir mekteb-i hakîkat olan bu zât-ı kesîrüʼl-fezâ’il dahi
ʻâkıbet daʻvet-i Kibriyâ-yı lâ-yezâle (165) icâbet ederek, 1204/1790 senesi Leyle-i
Regâ’ibinde civâr-ı mülk-i müteʻâle irtihâl eyledi.
Garâ’ibdendir ki, o müştâk-ı dîdâr-ı Muhammedî’niñ “Regâ’ib sene
1204/1790” târîh-i vefâtı vâkıʻ olmuştur. Âtiʼt-terceme Süleymân Nazîf Efendi gibi
bir zât-ı kesîrüʼl-mehâmid mahdûm-ı ʻâlîleri ve terceme-i ahvâl-i fakîrde baʻzı âsâr
ve menâkıb-ı ʻaliyyesi mürûr eden mefharüʼl-efâzıl bürhânüʼl-fevâzıl âtiʹt-terceme
Saʻîd Paşa hazretleri hafîd-i zî-şerefleridir.1
Müşârun-ileyhiñ silsile-i incâl-i ʻaliyyelerinden gerek zükûr gerek ünâs ci-
hetinden daha pek çok ʻasîl, necîb zevât yetişmiştir. Şu gazel sâlimüʼl-halel yâdigâr-
ı ahlâf eyledikleri âsâr-ı kıymetdâr-ı kemâlât-pîrâdandır:
Hemîşe şîşe-i dil sevdiğim meksûr dursun mı
ʻAdû-yı bed-likâyı seyr edip mesrûr dursun mı
1
Tezkiremiziñ tabʻ ve temsîli esnâsında Basra vâlîliğine sâye-bahş-ı istihkâk olan Süleymân Nazîf ve
Midilli mutasarıfı Fâ’ik ʻAlî Beyler sâhib-terceme İbrâhîm Cehdî Efendi hazretleriniñ hafîd-zâdeleri ve
Saʻîd Paşa hazretleriniñ mahdûm-ı ʻâlîleridir. Müşârün-ileyhimâ meslek-i eslâfta birer üstâd-ı yegâne
olduklarından başka üdebâ-yı cedîdemiz arasında hâ’îz oldukları mevkiʻ-i bülendi müstagnî-i taʻrîf ü
îzâhdır. 165.
205
HÂSİM
Şehrimiziñ rahle-ârâ-yı tedrîs olan fuzalâsından ve onikici ʻasr-ı hicrî
eʻâzım-ı ʻulemâsındandır. 1075/1665 hudûdunda şehr-i Âmid’de ârâyiş-tırâz-ı
kâşâne-i hestî olmuştur. Sinn-i şerîfleri temyîz-i beyâz ü sevâd ve tefrîk-i noksân u
ziyâd derecesine vâsıl oldukta resâ’il ve mesâ’il-i ibtidâiyyeyi mekâtib-i
sıbyâniyyede okuduktan soñra ʻulemâ-yı kirâm-ı memleketiñ dürûs-ı füyûzât-ı
meʼnûsuna devâm ile şeref-yâb oldu. Metîn bir istiʻdâda, seriʻ bir zekâya (166)
mâlik olan bu küçük tâlib az vakit içinde büyük derslerde ibrâz-ı yed-i tûlâ ederek
tekmîl-i nesh-i ʻilmiyye eyledi.
Muhâderât ve edebiyâtta dahi bir edîb-i bâriʻ ve her kelâm-ı dürer-bârı
mübâhese-i belâgatta birer bürhân-ı kâtıʻ olduğu cihetle “Hâsim” mahlasıyla bey-
neʼl-akrân müşârün biʼl-benân oldu. Aksâm-ı ʻulûmuñ kâffesinde teferrüd eden bu
zât-ı ʻâlî-kadr rahle-i tedrîse geçince pek çok kesb-i iştihâr eyledi. Cenâb-ı üstâd-ı
maʻârif-muʻtâddan kesb-i kemâlât eden talebeniñ ekserisi fuzalâ-yı züʼl-
cenâheynden olarak pervâz-nümâ-yı evc-i kemâlât oldular. Müşârun-ileyh kesret-i
talebeye mâlik idi.
Mümtâz talebesinden biri âb-rûy-ı üdebâ Hâmî Efendi merhûmdur. Cenâb-
ı Hâsim’iñ muʻallimlik ʻâlemindeki istiʻdâd-ı Hudâ-dâdı başka muʻallimlere beñze-
miyordu.
Nev-bahâr-ı dil-ârâ mevsiminde teferrüce ʻazîmet eyledikçe bedâyiʻ-i kud-
retteki kemâlâtından bahs açar ve ihtişâm-ı tabîʻatıñ yalñız nazariyyatıyla iktifâ
etmezdi. Meselâ aralıkta zemîn ve âsmân arasında hâ’il olan sehâb-ı rahmet-nisâr
birer kûh-pâre şeklinde münşakk oldukça şikâfından fırlayan nûr-ı âftâbıñ reng-â-
reng çiçekler yapraklar içinde takattura müheyyâ bulunan yüz biñlerle jâlelere
dokunmasıyla birden bire her nev-nihâl-i bedîʻa, biñlerle elmas-pâreler asılmış gibi
hâsıl olan parlayışlarını göstererek gözleri meserret nûrlarına gark eden şu
menâzır-ı kâ’inât-pîrâdan ahz-ı mezâmîn-i hikmet etmelerini, tilmîzânına taʻrîf
ederdi. Kezâlik o nûr-ı ulvîniñ âbîne-i muʻciz-nümâ gibi yaldızladığı cûylarıñ latîf
mevceleri arasında cilve-pîrâ olan ʻaks-i nihâlân-ı murassaʻ-endâmıñ ihtizârâtını ve
gecelerde mehtâbıñ Dicle Nehri gibi bir cetvel-i nûr içinde eşkâl-i sabâhat-ı mevc-
ârâsını ve seher vakitlerinde nesîm-i âheste-revânıñ biñlerle çiçeklerden kopardığı
ʻıtriyyât ile meşâmm-ı câna bahş eylediği safâ-yı câvidânîniñ hâlet-i letâfet-i rûhiy-
yesini nakş-tırâz-ı sahâyif-i tahrîr ü tasvîr edilmesini teklîf eylerdi.
İşte bunuñ içindir ki:
“Leyse mina’llâhi bi-müstenkirin
En yecmaʻa’l-ʻâlemi fî vâhidin”
tecelliyâtına mazhar olan hazret-i fâzıl ahîren Dersaʻâdet’e ʻazîmet ederek Dâvud
Paşa mahkeme-i şerʻiyyesi niyâbetiyle tebcîl olunduğu esnâda ders-i ʻirfan u hik-
meti şakirdânından Hâmî-i Âmidî’niñ yazdığı bir manzûme-i belîgada bizim taʻrîf ve
206
tasavvurumuzuñ biñ mertebe fevkinde olarak mertebe-i ale’l-aʻlâ-yı fazl u
kemâlâtını şöylece tavsîf ediyor: (167)
Dahi ol Hâsim-i ʻarak-eşkâl
Kâsım-ı pîh-ı şükûk ü iʻzâl
207
Hak Teʻâlâ anı ber-vefk-ı murâd
Eyleye devlet ü dârât ile şâd
208
İʻtidâl-i meşrebinden feyz-yâb olsa bahâr
Tâ-be-mahşer Hüsrev-i gül eylemez refʻ-i hıyâm
209
Muharrir-i hakîr şu mecmuʻa-i girân-bahânıñ müşahedesiyle karînüʼl-ʻayn-ı
ibtihâc olmuşum. 1135/1723 senesinde İzmir fetvâsı ile mazhar-ı tevkîr u tebcîl
oldu. (169) İki seneden mütecâviz şehr-i mezkûrda seccâde-pîrâ-yı iftâ ve hâdim-i
ahkâm-ı şerîʻat-ı garrâ olduktan soñra 1137/1725 senesinde katʻ-ı rişte-i beytûtet
ve Dersaʻâdet’e ʻavdet ederek kemâkân tullâb-ı kirâma neşr-i nevâle-i ʻulûm eyler-
di.
Sene-i mezkûre zarfında idi ki, tâlib-i terakkî olan ʻulemânıñ Mutavvel’den
icrâ-yı imtihânlarına karar verilerek dâ’ire-i meşîhatta bir meclis-i kebîr-i imtihân
teşekkül eylerdi. Efâzıl-ı ʻulemâ-yı ʻizâmdan mürekkeb olan bu meclis-i ʻâlî-i im-
tihâna “Behcetüʼl-fetâvâ” mü’ellifi Şeyhülislâm Yeñişehirli ʻAbdullâh Efendi riyâset
eylemekte idi.
Kitâb-ı “Mutavvel”i aldığı gibi ibtidâ isbât-ı vücûd eden üstâd ü vâlâ-
mekârim cenâb-ı İbrâhîm Hâsim idi. Öyle bir imtihân-ı mükemmel iʻtâ eyledi ki,
mecliste hâzır bulunan ʻulemâ-yı ʻizâm ve ʻaleʼl-husûs hazret-i Şeyhülislâm kemâl-ı
takdîr ve cenâb-ı üstâdıñ muvaffakiyetini tebrîk eylediler. Şu imtihân-ı ʻâlî kaziyye-
sini birçok fuzalâ tebrîk eylemişlerdir ki ezcümle bu târîh-i belîg-ı ʻArabî onlar-
dandır:
“Fe’l-ceddü ve’l-mecdü ve’t-tevfîku irhahû
Kad câ’e hâricehû bi’l-ʻilmi ve’l-edebi”
İmtihân-ı mezkûr üzerine medâris-i tarîk-i tedrîsiñ derece-i ûlâsına ʻâric ve
“Sâniye-i ahaveyn” müderrisliğiyle mesrûr ve mübtehic oldu. Ondan soñra devr-i
medâris muʻtâde ederek 1139/1727’da Şâh Sultân, 1141/1729’de Molla Kâsım,
1143/1731’de Süleymân Subaşı, 1145/1733’de Ebu’l-feth ve’l-magâzî cennet-
mekân Sultân Muhammed Hân Gâzî hazretleriniñ Sahn-ı Semân müderrisliğiyle
karîn-i ʻizz ü ihtirâm ve ikmâl-ı devr-i medârisle vâsıl-ı sünûf-ı mevâlî-i kirâm oldu.
Niʻmet-i ders ve takrîrinden müstefîd olan talebe mahrûm kalmamak içün kendile-
riniñ muvâfakatı ve baʻzı ricâl-ı ʻilmiyyeniñ delâletiyle Dâvud Paşa niyâbeti mes-
ned-i ʻâlîsine sâye-bahş-ı ikrâm ü tehcîl oldular.
Niyâbet-i mezkûrede icrâ-yı ahkâm-ı şerîʻat-ı beyzâ ve îfâ-yı vezâ’if-i
me’mûriyetinden hâlî kaldığı zamânlarda kemâkân rahle-ârâ-yı ders-i ifâde ola-
rak telkîn-i dekayık-ı ʻilm ü kemâl ve tebyîn-i hakayık-ı fünûn-ı âlüʼl-âl ile imrâr-ı
subh u mesâ eylemekte olduğu hâlde 1152/1740 senesinde vedâʻ-ı medrese-i
ʻâlem ve bârgâh-ı rahmet-i Rahmâna vazʻ-ı kadem eyledi.
Mağfûr-ı müşârun-ileyh ʻilm ü kemâli nisbetinde münşî ü şâʻir ve şiʻr ü
inşâsı mertebesinde ʻâlim-i mütebahhir idi. Güzel kasîdeler, latîf târîhler, garrâ
gazeller inşâd eylemiştir. Fârisî eşʻârı dahi kesîr ve latîftir. Şu târîh-i Fârisî-edâyı
Sultân Mahmûd Hân-ı Evvel’iñ cülûslarına inşâd eylemişlerdi: (170)
210
Bâd ferhunde culûs-ı Mahmûd (sene 1143/1731)
Kezâlik sultân-ı müşârun-ileyhiñ cülûs-ı hümâyûnları hakkında Türkî şu
târîh-i latîfleri dahi vâkıʻ-ı hâle mutâbık düşmüştür:
Hâsim iclâs-ı hümâyûna sezâ bir târîh
Fitne defʻ oldı cülûs eyledi Sultân Mahmûd (sene 1143/1731)
1122/1710 senesinde şâʻir-i meşhûr Nâbî-i nüktedân taraf-ı devlet-i
ʻâliyyeden vâkıʻ olan daʻvet üzerine mahdûmu Ebuʼl-hayr Çelebî ile berâber Der-
saʻâdet’e gelmesine inşâd eylediği şu târîh-i nefîsedeki hüsn-i îhâm ve mükemme-
liyet cenâb-ı Nâbî-i muʻciz-beyânıñ müstelzem-i memnûniyyeti olmuş idi.
Müjde ahbâba yine Hayr ile geldi Nâbî (sene 1122/1710)
211
Memleket-ârâ vü şeh-i bahr u ber
Kutb-ı cihân hâdim-i Beytüʼl-harem
212
Pâk-meniş sâhib-i tîg u kalem
213
Tâ ki ola ʻarsa-i İslâm’da
Cilve-nümâ şâhid-i tûg u ʻalem
214
Pür-çîn eder cebînini görse elem miyim
Yoktur güşâdelik gül-i ʻîşimde gam mıyım
Hâsim-i Âmidî
Mir’ât-ı hâtırıñda görünmem ʻadem miyim
Ey mâh-pâre yoksa gubâr-ı elem miyim
Vâlî-i Âmidî
Hicriñle âşinâ olalı ben elem miyim
Ya münker-i letâfet-i sahbâ-yı Cem miyim
Bezmî-i İstanbûlî
Bâʻis-i figân u nâleme ol mâh-rû mudur
Yoksa visâle bende olan ârzû mudur
Sırrî-i Üsküdarî
Zülf-i dırâzıñ etme bahâne hırâmıña
Zincîr-i mevc mâniʻ-i reftâr-ı cû mudur
Nâbî-i Ruhâvî
Dilde hayâl-i silsile-i müşg-bû mudur
Yoksa nüvişte hânkâh-ı gamda hû mudur
Hâsim-i Âmidî
Şeb-zindedâr eden beni ol mâh-rû mudur
Yoksa o hâl-i gâliye-i fitne-cû mudur
Âgâh
Çarhıñ evzâʻ-ı galat-bahşını seyr et Âgâh
Beni bir şemʻ ile yâd etse de mehtâbdadır
Hâsim
Magz-ı bâdâm-ı şeker-pûş kadar şîrîndir
Kûşe-i çeşmi o şûhuñ ki şeker-hâbdadır (173)
Dâniş-i İstanbûlî
Şâhid-i kâm bize lutf-ı vefâdan kaçmaz
İş murâd üzre hemân cilve-i esbâbdadır
Haşmet-i Meşhûr
Uyudurdum anı âgûşuma alsam bir şeb
Ekser ol âfet ile vuslatımız hâbdadır
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Yine düşmüş kadehe ʻaks-i leb-i yâkûtı
Beñzer ol gonca-i leb-besteye ki âbdadır
215
Âgâh
Mestsin ey gül ne lâzım bâde-peymâlık saña
Neşve-i bî-derd-i ser yetmez mi raʻnâlık saña
Hâsim
Neş’e-i câm-ı gadab verdikçe garrâlık saña
Çîn-i ebrûlar verir ey şûh raʻnâlık saña
Nâbî
Cûyende-i necât olan emvâc-ı fitneden
Fârig-nişîn-i kûşe-i kâm-ı neheng olur
Hâsim
Çoktur kenâr dilberiniñ mâh-rûları
Ammâ Stanbûl’uñ güzeli şûh u şeng olur
Nâbî
Görüp bu sûret-i hâkisterîde bilmezsiñ
Ne âteş olduğumı ben de kendi çagımda
Hâsim
Yazınca vasf-ı lebiñ dest-bûs-ı kilk etsem
Midâd-ı hâme şeker-rîz olur dimâgımda
Hâsim
Felek ol dilber-i âlüfteyi çok gördi baña
İki gün bir büt-i âşüfteyi çok gördi baña
Emîrî Râkımu’l-hurûf
Herkesiñ güller açar bâğ-ı ümîdinde felek
Açmadan bir gül-i neşküfteyi çok gördi baña
Hâsim
Bâd-ı Nevrûz gibi gonca-güşâlık eyler
Mevce-i cûş-ı tebessüm leb-i dildârımda
Emîrî Râkımuʼl-hurûf
Gâlibâ çâh-ı elemden beni reh-yâb edecek
Bir tenezzül görürüm baht-ı nigûnsârımda(174)
Gerek zamân-ı hayâtında ve gerek vefâtından soñra yazılan tezkireler müt-
tefikan senâ-hân-ı ʻilm ü ʻirfânıdır. Sadraʻzam mektûbcusu Safâyî Efendi:
“Hakkâ ki ʻulûm-ı ʻArabî ve lisân-ı Fârisî’de çok dikkati ve ziyâdesiyle kudre-
ti olmakla şeb ü rûz kârı ders ü ifâde olup ʻâlim u fâzıl bir vücûd-ı maʻârif-
nümûddur. Şiʻr ü inşâda hod bî-nazîr-i rüzgârdır.” diyor.
216
Şeyhülislâm Mîrzâ Mustafâ Efendi-zâde kâdî-ʻasker Sâlim Efendi de: “Ol
vücûd-ı bî-nazîr ü ʻadîmiñ zât-ı kesîrü’l-mehâmidleriniñ fazîlet-i bâhirelerinden
mâʻadâ şiʻr ü inşâda dahi tabʻ-ı ʻâlem-ârâları bî-hem-tâ ve makbûl-ı cihân bir zât-ı
yegâne-i devrândır.” ʻibâresini tahrîr ediyor.
Şeyhülislâm Ebe-zâde ʻAbdullâh Efendi’niñ yeğeni Râmiz Efendi, Müşârun-
ileyhiñ vefâtından soñra yazdığı tezkirede: “Ol şâʻir-i mâhir ve nazîri ʻadîmiñ hâl-i
huceste-hisâlımız kerreten baʻde merreten şeyhülislâm ve müşkil-küşâ-yı enâm
olan garîk-i lücce-i rahmet-i âle Ebe-zâde ʻAbdullâh Efendi hazretleriniñ dâ’ire-i
devletlerine intisâb u imtisâl ve ol semere-i nihâl-i kemâl, merhûm-ı müşârun-
ileyhiñ âsitâne-i feyz-resânından hisse-mend-i ihsân ü nevâl ve nâ’il-i âmâl oldu.
Mütercim-i nâdire-hû ʻulûm-ı ʻArabiyye’de nâdire-i akrân ve fünûn-ı sâ’irede
müşârün-bi’l-benân ve elhak şiʻr ü inşâda yek-tâ-süvâr-ı pehnâ-yı ʻirfân bir şâʻir-i
pâkize-taʻbîr ve sühan-cûdur ki, tâze-edâ ve mazmûn-ı letâfet-ârâ ile şuʻarâ-yı
ʻasrınıñ bülend ü mümtâzı ve letâfet-i eşʻâr ve belâgat-ı güftâr-ı şîrîn-reftâr ile
miyâne-i ihvânda hâ’iz-i kasabü’s-sebak-ı iʻcâzî olup fenn-i tefekkuhda, tefevvuk
ʻâlâ tefeyyüz olan zebân-ı belâgat-beyân ile katʻ-ı husûmet-i hüsûmet eden bir
hâkim-i Hâsim-i daʻâvî-fesâhât ve bir zât-ı ser-firâz-ı iktidâr ü ehliyyet idiler.”
ʻibâresini ʻaynen tahrîr eylemiştir.
Elhâsıl Müşârun-ileyh bir tûbâ-yı hezâr-esmâr-ı firdevs-i ʻilm ü ʻirfân oldu-
ğundan hakk-ı ʻâlîlerinde ne kadar kalemrân tafsîl olunsa elyak u ahrâ ise de bu
mikdâr ile tayy-ı teksîr-i imlâ ve sâbıku’t-terceme Âgâh-ı belâgat-iktinâha cevâb
olarak keşîde-i rişte-i nazm eyledikleri şu gazel-i belâgat-müseccel-i ʻâlîleriniñ
tahrîriyle iktifâ olundu:
Serâb-ı ʻaşka berk-ı âhı âb-ı âteşîn etsem
Cünûn deştinde peydâ lâle-i âteş-zemîn etsem
217
HÂLETÎ
İsm-i ʻâlîleri Muhammed’dir. Pîr-i tarîkat-ı Gülşeniyye kutbü’l-ʻârifîn gav-
sü’l-vâsılîn hazret-i İbrâhîm Gülşenî-i Âmidî kuddise sırruhü’s-samedî hazretleriniñ
ahfâd-ı vâlâ-nijâdındandır. Peder-i ʻâlî-güherleri Şeyh ʻAlî Safvetî onuñ pederi Şeyh
Ahmed Hayâlî onuñ pederi Şeyh İbrâhîm Gülşenî hazretleridir ki, gerek müşârun-
ileyhim hazerâtı ve gerek aʻmâm-ı ʻâlîleri ser-â-ser vâsıl-ı esrâr-ı Rabbânî ve kisve-i
şiʻr ile nâşir-i hakâyık-ı rûhânî olduklarından terâcim-i ahvâl-i lâhûtiyâneleri âtiyen
zîver-i sütûrdur.
Müşârun-ileyhim hazerâtınıñ merâtib-i velâyât-ı bâ-kemâllerini bunuñla
tasavvur buyurmalı ki, kibrît-i ahmer Şeyh Muhyiddîn-i Ekber kuddisse sırruhü’l-
enver hazretleri Fütûhât-ı Mekkiyye’de; “Velâyet baʻzı vakt evlâda intikâl eyler.”
buyurmuş ve buña edille ve kısas îrâd ettiği mahalde Şeyh İbrâhîm Gülşenî “Ve
vulide veledehü’n-necîb” taʻbîr-i muvakkarıyla telkîb ve tahrîr buyurdukları
“Kitâbü’l-lemezât”da mestûrdur.
Sâhib-terceme Seyyid Muhammed Hâletî Çelebî 960/1553 hudûdunda
kitâb-ı kâ’inâta sebt-i kelime-i vücûd eyledi. Henüz pek genç iken tekmîl-i ʻilm-i
zâhir u bâtın etmiş ve eşʻâr-ı dil-güşâ tanzîmine mâlik bulunmuş idi. Münâdimi
ʻurefâ, musâhibi şuʻarâ olarak imrâr-ı eyyâm eylerdi. Pederlerinden müstahlef
Manisalı Şuhûdî Çelebî’niñ birâder-zâdesi edîb-i lebîb ʻÖmer ʻArşî Çelebî birinci
musâhiblerinden idi.
Âbâ ve ecdâdınıñ ve şuʻarâ-yı zamânınıñ dîvân-ı eşʻârını fikr-i ʻamîk ile
mütâlaʻa eyler, nazîreler yazardı. Dervîşân ve mürîdânıñ ekser nazarları müşârun-
ileyh Muhammed Hâletî Çelebî’ye maʻtûf idi. Amcaları Seyyid Hasan Efendi kimse-
niñ hâtırına gelmez. Pederleri ʻAlî Safvetî hazretlerinden soñra müşârun-ileyh Sey-
yid Hasan hazretleri şeyh olur denmezdi. Dervîşânıñ şu fikr ve zehâbına iki sebeb
var idi:
Birincisi, Şeyh ʻAlî Safvetî ile birâderi Seyyid Hasan hazretleriniñ vâlîdeleri
ayrı (176) idi. Şeyh ʻAlî Safvetî’niñ vâlîdesi Mısır sultân-ı esbakı Gavrî’niñ kızı 1 ve
kezâlik sultân-ı sâbık Tomanbay’ıñ zevce-i sâbıkâsı olup Sultân Tomanbay, Sultân
Selîm Hân hazretlerine tâc-ı saltanatı teslîm ve ʻazm-i cânib-i naʻîm eyledikten
soñra Ahmed Hayâlî hazretleri tezevvüc buyurmuş ve dergâh-ı Gülşenî’niñ vâridât-
ı kesîresiniñ ekserîsi hânım müşârun-ileyhânıñ ibzâl-ı servetiyle husûla gelmiş idi.
İkincisi, Seyyid Hasan hazretleri terk-i mâ-sivâ ihtiyâr ederek dünyâ
muʻâşeretine aslâ karışmaz ve mübârek, arkasına yamalıklı bir cübbeden ve
1
Süheylî, Mısır târîhinde Ahmed Hayâlî hazretleriniñ zevceleri Sultân Tomanbay’ıñ zevce-i sâbıkâsı
olduğunu ve fakat Lemezât’a muhâlif olarak Sultân Gavrî’niñ kerîmesi olmayıp küberâ-yı ricâl çerâki-
se-i Mısriyye’den Akberdî’niñ kerîmesi olduğunu şu ʻibâre ile yazıyor: “Tomanbay merhûmdan soñra
hâtûnu ki Akberdî’niñ kızı idi. Hazret-i Şeyh İbrâhîm Gülşenî’niñ oğlu Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleri
almış idi. Rivâyât-ı ʻacîbe menkûldur.” (Târîh-i Süheylî). 176.
218
ayağına naʻlından başka bir şey giymezdi. Hattâ ol naʻleyn ile piyâde olarak hacc-ı
şerîfe ʻazîmet ve ʻavdet eyledi. Yollarda evkâtını ʻibâdet ile geçirir beyne’l-
Haremeyn müşârun-ileyhiñ kemâl-i huzûʻ ile teveccüh-i mihrâb-ı melekût eylediği-
ni görenleri heybet alarak isticlâb-ı teveccüh ve duʻâ içün yanına sokulurlar ise de
o müstagrak-ı nûr-ı ilâhî nergis-i çeşm-i dûr-bînini dâ’imâ Gülşen-serâ-yı vahdete
dikerdi. Kimseye nazar edecek ve konuşacak bir hâlde değildi. Kesret-i ʻibâdetten
sîmâ-yı şerîflerinde:
“Sîmâhüm fî-vücûhihim min-eseri’s-sücûd”1
maʻâlî-i nûrânîsi nümâyân bir zât-ı müfîdü’l-füyûzât idi. Yollarda baʻzı ahibbâ ve
âşinâ hecîn-i esb-i mahfeler teklîf ederlerdi, binmezdi. Sohbet-i yârân u âşinâ ve
ihtilât-ı mâ-sevdâdan rû-gerdân, ve’l-hâsıl bütün alâ’ik-ı dünyâdan keşîde-dâmân
idi. İşte bunuñ içün şeyh-i dergâh olması ekser dervîşân ve mürîdânıñ hâtırına
gelmezdi.
Müşârun-ileyh Seyyid Muhammed Hâletî Çelebî, vâlid-i mâcidleriniñ gül-
nihâl-i âmâlinde yetişmiş bir gül-i şehvâr-ı yegâne olduğu hâlde, hikmet-i Hudâ
pederleri henüz hayâtta ve kendileriniñ sinn-i ʻâlîleri otuz râddesinde iken
989/1582 senesinde şerbet-i eceli nûş eyledi.
ʻUyûnî-nâm şâʻir, müşârun-ileyhiñ vefâtına şu târîh ile mâtem-serâ olmuş-
tur:
Çünki bâğ-ı Gülşenî’niñ goncası
Buldı gülzâr-ı İrem’de rifʻati
1
Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir… Feth Suresi 48/29.
219
Sâhib-terceme Muhammed Hâletî hazretleriniñ vefâtında bir duhter-i
ʻiffet-ahteri kalmış idi. Pederleri Şeyh ʻAlî Safvetî hazretleriniñ baʻzı mürîdânıñ pek
hazîn olduğunu görerek; “İnşa’llâh bu kızcağızdan ne erler zâhir ola, ahibbâ göre-
ler.” ʻibâresiyle onlara tesliyet eylerdi. Fi’l-hakîka duhter-i mezkûre bi’l-âhere
birâder-zâdelerine tervîc olunmuş ve ondan soñra şeyh olanlarıñ ekserîsi kerîme-i
müşârun-ileyhânıñ evlâd ve ahfâdından olup bunlarıñ pek çoğu sulehâ ve
etkıyâdan zuhûr eylemiştir.
Mağfûr-ı müşârun-ileyh Seyyid Hâletî’niñ müretteb bir kıtʻa Dîvân-ı
Belâgat-ʻunvânı hakîrde mevcûddur. ʻAded-i ebyâtı iki biñden mütecâvizdir. Güzel
kasâ’id ve tercîʻ-bend ve gazeliyyâtı vardır. Cümlesi ʻâşıkâne, mutasavvıfânedir.
Âsârınıñ bir haylisi büyük cedd-i ʻâlîleri hazret-i İbrâhîm Gülşenî ve Ahmed Hayâlî
ve pederleri ʻAlî Safvetî ve amcaları Seyyid Hasan haklarında ve tarîkat-ı ʻaliyye-i
Gülşeniyye evsâfındadır. Vâlid-i mâcidleri hakkında keşîde-i rişte-i belâgat eyledik-
leri bir kasîde-i belîgalarından numûne sûretiyle bir mikdâr tahrîr olunur:
Bir subh-dem ki ʻarz-ı cemâl etti âftâb
Kıldı tecellî ʻâleme refʻ eyleyip nikâb
220
Hâdî-i reh-revân-ı tarîkü’l-muhakkıkîn
Ehl-i fenâ vü fakra şeh-i mâlikü’r-rikâb
221
Râh-ı ʻaşka öz vücûdundan geçen gelsin beri
Vermeyen cânın bu yolda ey perî âdem değil
Kânûnî Sultân Süleymân
Dâne dâne saʻy kılsañ eyleseñ dünyâyı cemʻ
Dağıdır bâd-ı fenâ âhir anı hirmen gibi
Sultân Selîm-i Sânî
Kendimi ʻadd eylemem bir dâne-i erzen gibi
Savurur bâd-ı ecel bu ʻömrümi hirmen gibi
Ebu’s-Suʻûd Efendi
Kendine dünyâ ne rütbe verse zînet zen gibi
Aña asla meyl kılmaz olmayan er zen gibi
Hâletî
Ger tecellî-i Ena’llâha erişmekse merâm
Cümleden pâk eyle sîneñ vâdî-i Eymen gibi (179)
Sultân Selîm-i Sânî
Laʻl-i meygûnuñ görüp cân vermeyen kimdir seniñ
Ya meğer âdem değil ʻaklında vardır ya halel
Hâletî
Hâletî’niñ ʻaşk odı yaktı vücûdın ser-te-ser
Hâline Allâh içün bak ey tabîb-i bî-bedel
Sultân Murâd Hân-ı Sâlis
Çâker-i ʻaşk olalı ʻâleme sultânım ben
Gör habîbim beni sen kim nice bürhânım ben
Hâletî
Bu cihân varlıgına ben nice dil bağlayayım
Bir iki gün bu fenâ dârına mihmânım ben
Sultân Murâd Hân-ı Sâlis
Nass-ı Kur’ân’a inkıyâdım var
Fazl-ı Sübhân’a iʻtikâdım var
Hâletî
Cânib-i Hakk’a inkıyâdım var
ʻAvn-i Mevlâ’ya istinâdım var
Hazret-i Rûşenî Kuddise Sırruhû
Etmedi hergiz zemîn ü âsmânda yer velî
Kûh-ı Kâf-ı dilde etti âşiyân ʻankâ-yı ʻaşk
222
Hazret-i Gülşenî Kuddise Sırruhû
Derd-i bî-dermân imiş derdine dermân ʻâşıkıñ
Her devâsın andan ister mübtelâ-yı dâ-yı ʻaşk
Hâletî
Râz-ı ʻaşkı añladım bildim diyen versin nişân
Yalıñız lâf ile olmaz her kişi dânâ-yı ʻaşk
Hazret-i Gülşenî
ʻAşkın beni şûrîde kılıp görenler eyler
Sevdâyî sıfat ʻaklım alıp bî-haber eyler
Hâletî
Bir kûşeyi derdiñle göñül mesken edinmez
ʻAşkıñ dil-i dîvâneye gel gör neler eyler
Hazret-i Gülşenî
Ene’l-Hak yerine dedim ene’l-ʻaşk
Sataştım dâr ile gavgâ-yı ʻaşka
Hâletî
ʻAceb dîvâneliktir ey birâder
Nasîhat eylemek şeydâ-yı ʻaşka
Gülşenî
ʻAceb niçün belâsız olmazım ben
Deliler uslanır uslanmazım ben (180)
Hâletî
İçip ʻaşkıñ şarâbın kanmazım ben
Delilik var iken uslanmazım ben
Gülşenî
Neye baksam muhabbetten gözüme
Görünür bî-cihet dîdâr-ı ʻaşkıñ
Hâletî
Dü-tâ olsa ʻaceb mi mihnet ile
Nice demdir çeker dil bâr-ı ʻaşkıñ
Gülşenî
Terk edip egri yolı dogrı yola girmeyen
Bilmedi Haktan nedir râh-ı hidâyâtımız
Hâletî
ʻAşk ile hâlet bulup hâlet ile gülmeyen
223
Derk edebilmez nedir Hâletî hâlâtımız
Hayâlî Mahdûm-ı Hazret-i Gülşenî
Derd ile Hayâlî’niñ oldı ciğeri büryân
Dil hânesine dilber mihmân ola mı yâ Râb
Hâletî
Bu derdime ʻâlemde dermân ola mı yâ Râb
Sahrâ-yı gama bilmem pâyân ola mı yâ Râb
Hayâlî
Ne sihr etti o çeşm-i mest ü hûn-hâr
ʻAceb pür-mekre key mekkâra düştüñ
Hâletî
Vefâ ümmîdin etme Hâletî sen
Ki zîrâ bî-vefâ dildâra düştüñ
Hayâlî
Neyim ben bir fenâ baʻde’l-fenâyım
Zelîl u hâr u bî-nengi zamânım
Hâletî
Cefâsın çekmeyenler bu cihânıñ
Ne bilsin kadrini zevk u safânıñ
Hayâlî
Kıldı cemâl-i pâkiñ ʻâlemleri musahhar
Oldı Hayâlî ancak mazhar hemân celâle
Hâletî
Bu hâkî cismin ey dost döndürdi nâle nâle
Bâr-ı gamıñ olaldan ben hastaya havâle
Bâkî-i Meşhûr
ʻAklımı gamze-i câdûları meftûn etti
Göñlümi silsile-i mûları mecnûn etti (181)
Hâletî
ʻAceb ol gözleri sâhir nice efsûn etti
Ki beni zâr ü nizâr eyledi mahzûn etti
Rahmî-i Kadîm
Bu gün mecnûn-ı ʻaşkım lâleveş sînemde dâgım var
Mukîm-i kûy-ı yârim iki ʻâlemden ferâgım var
Hâletî
224
Fenâfi’llâhadır saʻyim tecerrüd ihtiyâr ettim
Ne bir yerde mekânım var ne bir yerde duragım var
Şemʻî-i Kadîm
Zerrece gelmez baña sensiz cihânıñ varlıgı
Gün yüzüñdür ey kamer-talʻat bu dünyâdan garaz
Hâletî
Yârsız cennet dahi olsa baña zindân olur
Ey göñül dîdârdır firdevs-i aʻlâdan garaz
Müşârun-ileyh Muhammed Hâletî Çelebî büyük bir hânedâna mensûb,
sâhib- Dîvân-ı belâgat-mashûb olduğu hâlde zamânında ve daha soñraları te’lif
olunan Tezâkir-i Şuʻarâ ve sâ’ir kütüb-i edebiyyeniñ hiçbiri hüviyyetine dâ’ir hiç
olmazsa iki satırlık maʻlûmât irâ’e etmiyorlar. Muharrir-i ʻâciz Müşârun-ileyhiñ
zamân-ı hayâtında şehrimizde tahrîr olunan gâyet nefîs bir mecmûʻada muharrer
dört ʻaded gazel-i belîgınıñ bâlâlarında; “Gazel-i Hâletî Efendi Gülşenî-zâde” ve
“Gazel-i Hâletî Veled-i Hazret-i Şeyh İbrâhîm Gülşenî” ʻibârelerini görmüş idim. Her
kimden sormuş ve hangi kitâba bakmış isem maʻlûmât alamadığımdan mütehayyir
kalmıştım. Bir müddet soñra bir zâtta bir Hâletî Dîvânı buldum ki bâlâsında “Dîvân-
ı Hâletî Gülşenî-zâde” tâʻrîfi mestûr ve derûn-ı dîvânda o dört gazel mevcûd idi.
Fakat hazret-i Gülşenî’niñ oğlu mu hafîdi mi hafîd-zâdesi mi olması yine kestirile-
miyordu. Dîvânıñ bir mahalinde de:
Ey güzel sûretli v’ey hulkı hasen
Yaʻni ʻammim hazret-i Seyyid Hasan
beyti görülmesine nazaran hazret-i Gülşenî’niñ oğlu mu, hafîdi mi, hâfid-i ʻâlî-
kadrleri âti’t-terceme Seyyid Hasan hazretleriniñ birâder-zâdesi yaʻnî kezâlik âti’t-
terceme Seyyid ʻAlî Safvetî hazretleriniñ de mahdûmu olması taʻayyün ediyor ise
de, ne menâkıb-nâmelerde ne de başka bir varak-pârede ism ve resminiñ
görülememesi mâhiyyet-i hakîkatı perde-i mechûliyyetinden lâyıkıyla
kurtaramıyordu.
Bir müddet de şu cezr ü medd-i tereddüd devâm eyledi. Muahharen Şeyh
İbrâhîm Hulvî hazretleriniñ (182) “Kitâbü’l-lemezât”ını bulup mütâlaʻa eylediğim
esnâda Gülşenî-zâde Seyyid Hasan hazretleriniñ terceme-i hallerinde bi’l-
münâsebe münderic buldum. “Lemezât” tamâmıyla terceme-i hâlinden haber
veriyor. Lâkin târîh-i vefâtını tasrîh etmiyor. Bir müddet de târîh-i irtihâlini taharrî
ettim. Mütâlaʻa eylediğim mecmûʻalarıñ birinde vefâtına dâ’ir şâʻir ʻUyûnî’niñ
sâlifü’l-beyân târîhini buldum. Terceme-i hâl-i ʻârifâneleri işte bu sûretle tezâhür
eyledim. Şu gazel-i belâgat-müseccel âsâr-ı üstâdâne ve necîbânelerindendir:
Biz âyîne-i cemâl-i ʻaşkız
Fermân-ber-i zü’l-celâl-i ʻaşkız
225
Noksân veremez bize edânî
Baştan ayağa kemâl-i ʻaşkız
226
Muhammed Bey’iñ himmet ve muʻavenetiyle kemâkân dîvân kitâbetine bi’t-
taʻyîn, ol sûretle güzârende-i şühûr u sinîn olduğu hâlde, 1245/1830 senesi
hilâlinde âftâb-ı hayâtı resîde-i magrib-i memât olmuştur.
Müşârun-ileyh ʻakl u tedbîr ve hüsn-i tahrîr ile ferîd-i rûzgâr idi. Üstâd-ı
ekremim kendilerinden rivâyeten hikâye buyururlar ki:
“Vâlî Hasan Paşa ile Belgrad-ı dârü’l-cihâda ʻazîmet ettiklerinde orası
Kocuoğlu Muhammed Ağa, Şâhin ʻAbdî gibi dayılarıñ taht-ı tahakkümünde idi. Bir
sûrette ki; kendilerinden evvel orada vâlî bulunan Hâcı Mustafâ Paşa’yı kethudâsı
ve dîvân efendisi ile maʻan şehîd ederek emvâl ve eşyâsını yağma etmişler idi.
Mukâtaʻât ve timârâtı ve sâ’ir vâridât-ı devleti aralarında taksîm ederek
hazîneye beş para gelmiyordu. Belgrad ile Dersaʻâdet’iñ tarîk-i mevâridesi
Pâsbânoğlu, Tersenklioğlu, Dağlı eşkıyâsı gibi mütegallibe yedinde olduğundan
İstanbûl’dan lâyıkı vechile imdâd ve muʻâvenet dahi kâbil olmuyordu. Her günleri
bir ʻazâb-ı elîm içinde geçiyordu. Hele soñ günleri bir girdâb-ı mehâlik şeklini almış,
vâlî-i müşârun-ileyh her ne tedbîre mürâcaʻat etmiş ise mütegallibe-i memleketle
uyuşmak kâbil olamamıştı. Gerçi vâlîlik sevdâsından geçilmiş ise de kalʻayı terk
edip hârice çıkıldığı hâlde, selefleri vâlî ve kethudâ ve dîvân efendisi gibi itlâf
edilecekleri der-kâr idi.
Seyf ile mukâbele zamânı geçmiş ve tahlîs-i nefs içün çâre-cûy-ı imdâd-ı
kalem olmaktan başka ümîd kalmamış idi. Sâhib-terceme derhâl efkâr-ı
sâ’ibelerinde güncîde olan tedâbîr-i hakîmâneyi meydân-ı fiʻle vazʻ ile vâlî-i
müşârun-ileyhe mesned-i muʻallâ-yı sadâret-i ʻuzmâ takvîz olunduğundan oraca
re’y ü tedbîr ve sadâkat ashâbından münâsib göreceği bir zâtı tevkîl ederek serîan
makâm-ı me’mûriyyet-i fahîmânelerine ʻazîmetlerini mübelliğ gâyet sanʻatlı bir
hatt-ı ʻâlî taklîd ve tahrîr ve o zamânki mâbeyn-i hümâyûn ve bâb-ı ʻâlî eʻâzım-ı
erkânından dahi baʻzı tebrîk-nâmelerle (184) iktidâr ve ehliyyet-i müşîrâneleri ne
sûretle zât-ı şâhâneye ʻarz ve ismâʻ edildiğiniñ ve şu mevkiʻ-i ʻâlîye ne sûretle taʻyîn
buyrulduğunuñ esbâbını hâvî beşâret-nâme ve ʻubûdiyyet-nâmeler tastîr
eylemiştir ki zerre kadar asıllarından fark olunmuyordu. Gelmekte olan posta
tâtârına gizlice îsâl ve tevdîʻ edilerek ferdâsı tâtâr-ı mezkûr kemâl-i beşâret ve
debdebe ve dârât ile şehre zühûl ederek derhâl vücûh ve âʻyân-ı memleket celb ve
emr-i celîlü’l-ʻunvân-ı taʻzîm u ihtifâlât ile kırâ’at ve vâkıʻ olan ilticâları üzerine
dayılarıñ cümlesiniñ kusûrunu ʻafv ederek kendileriniñ cesûr ve şecîʻ ve devletçe
vücûdları elzem ve yarar âdemler olduklarını teʻmîn ve tatmîn ve icrâ-yı mevâʻîd ve
tevsîk-i revâbıt-ı muhabbet ve muhâdenetle berâber her birini oraca istedikleri
me’mûriyetlere taʻyîn ve kusûr-ı sâbıkalarından dolayı devletçe ʻafvlarını taʻahhüd
ederk îfâ-yı râsime-i vedâʻı bi’l-icrâ cânib-i âsitâne-i ʻizzet-âşiyâneye şitâb ve bu
227
sanʻat-ı mahâretkârâne ile ol vakʻa-ı hâ’ileden reh-yâb olmuşlar idi.” 1
Şuʻarâ-yı eslâfa güzel nazîreleri olduğu gibi zamânı üdebâsıyla da
müşâʻaresi kesîrdir. Şu nezâ’ir o cümledendir:
Kâmî-i Âmidî
Ahmerî yâkûtveş neş’e verir laʻl-i lebiñ
Mey-perestim mâye-i hûn-ı dil-i sahbâ mıdır
1
Belgrad vâlîliğine, 1219/1805 senesinde mukaddemen muhassıllıkla orada bulunmuş olan Sü-
leymân Paşa taʻyîn ve iʻzâm olundu. Biñ müşkilât ile Belgrâd’a dâhil olmuş ise de bu da dayılara esîr
kaldı. Bu hâlden bi’l-istifâde Sırplılar ânî olarak ayaklandı. Devletiñ meşgûliyyeti hasebiyle vâlîlerini
katl ve bize zulm eden dayılardan intikâm almayı bize havâle etti, daʻvâ-yı desîsekârânesini ortaya
savurdular. Bir iki sene içinde büyük bir kuvvet teşkîl ederek 1223/1808 senesinde gelip Belgrad’ı
muhâsara ve nihâyet zabt ettiklerinde daʻvânıñ rengini değiştirdiler. Müdevvenât-ı târîhiyyede taf-
sîlâtı mestûr olduğu üzre paşayı, kethudâsını, dîvân efendisini bütün etibbâʻ ve müteʻallıkâtıyla şehîd
ettiler. Şâyân-ı ʻibrettir ki ne vâlîler ne dayılar kaldı. Ne çâre ki, Sırbistân gibi bir kıtʻa-ı Firdevs-âsâr
elden gitti. Fânî ve serîʻü’z-zevâl bir istifâde-i zâtiyye uğruna bekâ-yı vatan hukûkunu sırren ve
ʻalenen fedâ eden mürtekib melʻûnlarıñ vücûdları, mezâr-ı müteharrik ve içindeki hayâtları, mey-
yittir. Cenâb-ı Cebbâr, Müntakim, Kahhâr ismiyle kahr eyleye. 184.
228
Râ’if-i Âmidî Mukâbeleci-zâde
Tâ’ir-i lâhûtveş gerdûn mıdır cevlângehiñ
Sayd olunmaz zât-ı pâkiñ yoksa bir ʻankâ mıdır
Fazlî-i Kadîm
Gitti mecnûn tekye-i ʻaşkı baña ısmarladı
Bir harâb evdir kalır dîvâneden dîvâneye
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Söyle nâr-ı ʻaşkımı itfâ eder şâfî cevâb
Sûzişim etme füzûn çekme beni efsâneye
Refîʻ-i Kâlâyî-i Âmidî
Nev-civânım defter-i ʻuşşâka yazmış ey Refîʻ
Lutfı var olsun ki rahm etmiş dil-i dîvâneye
Hâmid-i Âmidî
Dest-i gamdan baş alınmaz kâkülüñden tel kırar
Gel kerem kıl mest-i nâzım verme ruhsat şâneye
Nazmî-i Âmidî
Var hayâl-i yâr ile esrâra dâ’ir sohbetim
Ey göñül sen mahrem olmazsın bu halvet-hâneye
Kâmî-i Âmidî
Kâmî etmem iltifât âyîne-i İskender’e
Nâzırım ʻâlem-nümâ ruhsâre-i cânâneye
Yûsuf Râ’if Âmidî, Mukâbeleci-zâde
Câm-ı ʻaşkıñ içmişim meyl eylemem peymâneye
Öyle sermestim ki gitmem cânib-i mey-hâneye
Hâmid-i Âmidî
Kasdıñ öldürmek mi zâlim Hâmid-i bî-çâreyi
Cevri muʻtâd eylemiş vermez amân ebrûlarıñ
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Levha-i âfâka hûnîn dâsitânlar sebt eder
Bî-mürüvvet çeşm-i mestiñ bî-amân ebrûlarıñ
Hâmid
Havfım budur ki tel kıra ol rind-i bî-şuʻûr
Zülf-i nigâra dil karışıp şânelenmesin (186)
Emîrî
Bezm-i ezelde hüsn ile ʻaşk âşinâ idi
229
Artık o dil-rübâ bize bîgânelenmesin
Hâmid
Eylemiş niyyet ʻitâba gûş kılmaz nâlesin
Gülşen-i kûyında Hâmid zâr u giryân olsa da
Emîrî
Sen gül-i handân iken bir kerre gülmezsiñ baña
Ben saña kurbân ederdim bende biñ cân olsa da
Hâmid
Hamdü li’llâh cevr ü lutfuñ hep baña oldı nasîb
Vermemiş Mevlâ-yı ʻâlem böyle devlet bir kula
Emîrî
Saʻy eder ʻilm ü kemâle ʻadl ile mümtâz olur
Vermek isterse Hudâ baht u saʻâdet bir kula
Bir meclis-i edebîde müşârun-ileyhiñ selâset-i tabʻını imtihân içün her
mısrâʻıñ ibtidâsı “Kim demiştir.” ʻibâresi olmak üzre bir gazel tahrîri teklîf
olundukta derhâl şu matlaʻlı gazel-i belîgı inşâd eylemiştir:
Kim demiştir çîn-i zülfüñ mâye-i sevdâ değil
Kim demiştir hâl-i vechiñ gabber-i sârâ değil
Bir gün de baʻzı yârân-ı safâ “kesmek” redîfinde bir gazel inşâdını teklîf
eylediklerinde şu beyti hâvî olan gazeli bi’l-irticâl nakş-tırâz-ı levh-i beyân eyledi:
Hüsnüñi görmeğe hâcet ne ʻırâktan bakana
Hûb-rû olduğuñı etmede îmâ kesmek
Kezâlik sâde ʻibârât ile Nedîm-i nüktedânı tanzîr teklîf eylediklerinde şu
matlaʻlı gazel-i dil-ârâyı keşîde-i silkü’l-le’âl-i belâgat eyledi:
Bûy-ı nâz u şîveden halk eylemiş Mevlâ seni
Her gül-i raʻnâdan etmiş ey gülüm raʻnâ seni
Câmiʻ-i Kebîr’de mihrâb-ı füyûzât-me’âb muvâcehesinde âvîze edilen ağzı
dar şîşe içindeki sülüs hatt-ı nefîseyle muhârrer olan âyât-ı kerîme bu zâtıñ
yâdigâr-ı dest-i hüner-pîrâsıdır ki, hâlâ câlib-i istinsâh-ı nâzırîn olarak mevcûddur.
Birçok muhâderât ve edebiyât kitâbları ve devvâvîn-i şuʻarâ istinsâhına da
himmet eylerdi. Bu cümleden âti’t-terceme Lebîb-zâde Refîʻ-i Âmidî’niñ üç bîñ
beytten mütecâviz olan “Cân u Cânân” (187) nâm ve ʻunvânlı kitâb-ı manzûmunuñ
bir nüshası müşârun-ileyhiñ hatt-ı destiyle manzûrumuz olmuştur. Nihâyetinde
vazʻ eylediği ketebe şöyledir:
“Temmetü’l-kitâb bi-ʻinâyeti’llâhi’l-meliki’l-ʻazîzi’l-mennân ʻalâ-yedi
ezʻafi’l-ʻibâd Hâmid Halîl bin ʻOsmân Efendi dîvân efendisi-zâde kâtib-i gümrük-i
Diyârbekr, sene hamsün ve selâsîne ve mi’eteyni ve elfün (1235/1820)”
230
Kezâlik meşhûdumuz olan vâlî Hasan Ağa merhûmuñ bir kıtʻa dîvân-ı belîgı
zahrında müşârun-ileyhiñ hatt-ı destiyle şöylece muharrerdir: “Sâhibehû Halîl
Hâmidi’ş-şehir dîvân efendisi-zâde fî-14 s. sene 1230/1815.”
Müşârun-ileyh fezâ’il ve kemâlât-ı bî-nihâye ile tezyîn-i zât u sıfât eden
şuʻarâdan olduğu hâlde tezâkir ve terâcim kitâblarınıñ hiçbiri bu zâttan dahi bahs
etmeyi derʻuhde etmemiştir.
Bâlâda beyân olunduğu üzre üstâd-ı ekremimiziñ üstâdı olmak hasebiyle
terceme-i hâlleri üstâdımıñ nakl ve rivâyetiyle tahrîr olunmuştur.
Şu gazel zâde-i tabʻ-ı ʻâlîleri olan âsâr-ı dürer-bârdandır:
Bir yaratmış zât-ı pâkiñ kudret-i Mevlâ seniñ
Yok cihân bâğında misliñ ey gül-i raʻnâ seniñ
231
Tâze Hâmî’si zuhûr eylediğin gûş ettik
Eylemiş hüsn-i himâyetle harâbın termîm
232
Olur figân dahi târîh-i mevt edilse şümâr (Sene: 1131/1719)
Paşa-yı müşârun-ileyh Mersiyye-i garrâyı görünce merhûmeye
yapdırmakta olduğu türbe-i müzeyyeneniñ cidâr-ı sülüsesine hatt-ı celî ile
tamâmen hakk u tahrîr ettirmiştir, ki el-ân mevcûd ve pâydârdır. Kezâlik vâlî-i
müşârun-ileyhiñ sene-i mezkûre içinde kerîme-i maʻsûmesi Leylâ Hânım’ıñ vukuʻ-ı
vefâtına;
“Bülbül-i gülzâr-ı cennât eylesin Leylâ’yı Hak” (Sene: 1131/1719)
târîhini hâvî olarak inşâd eylediği ebyâtı dahi hükûmet konağı civârında Süleymân
ibn Hâlid ibn Velîd hazretleriniñ türbe-i muʻattaraları kurbundaki merkad ser-
levhasında muharrerdir.
İşte Hâmî-i üstâdıñ âsâr-ı belîgası Nâbî gibi bir edîb-i zîşânıñ vicdânına ve
Zübeyde ve Leylâ (189) Hânımlarıñ merkadlarınıñ taşlarına varıncaya kadar te’sîr
etmiş, Sâlim ve Safâyî Tezkireleri bunlardan soñra yazılmış iken tezâkir-i mezkûre
sahâyifine maʻa’t-te’essüf nüfûz edememiştir. Hâmî merhûmuñ vefâtından soñra
yazılan Râmiz, Şefkatî Tezkireleriyle yakın vakitlerde tahrîr olunan Tezkire-i Fatîn
ile Kâfile-i Şuʻarâ’da ismi görülüyor ise de bu da Diyârbekirli olduğuna, şâʻir
bulunduğuna dâ’ir bir iki satırdan ʻibârettir.
Eʻâzım-ı şuʻarâmızdan olan Müşârun-ileyhiñ sîmâ-yı hakîkat ve güzerân-ı
hayâtınıñ şimdiye kadar kimse tarafından zabt olunmaması ʻabd-i ʻâciz içün bâʻis-i
müşkilât olmaya başladı. Me’haz-ı mücessem olan pîrân-ı memlekete
mürâcaʻattan başka bir çâre görülemedi. Müşârun-ileyhiñ ahvâli hakkında elde
eylediğim rivâyetleri, Dîvân-ı eş’ârı ile ve mümkün olduğu kadar da tezkirelerle
tatbîk ederek şu tecessüsât ve tatbîkât netîcesinde zîrdeki satırlar çizilmiştir.
İsm-i üstâdâneleri Ahmed’dir. 1090/1679 hudûdunda Âmid şehrinde
dünyâya gelmiştir. Terceme-i hâli mürûr eden fazîlet-mendân-ı ümmetten
İbrâhîm Hâsim-i Âmidî’den tahsîl-i ʻulûm-ı ʻâliye ve tekmîl-i nesh-i ʻilmiyye ve
hutût-ı mütenevviʻa ile baʻzı fünûnu da sâbıku’t-terceme ʻârif-i bi’llâh Hâfız Bulak
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî’den telemmüz ederek tekemmül eyledi. İbrâhîm
Hâsim-i Âmidî’den tahsîl-i ʻulûm etmesi manzûme-i meşhûrelerinde:
Rehber-i merhale-i irşâdım
Yaʻni hayrü’l-eb olan üstâdım
nazmıyla mü’eyyed olduğu gibi Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî’den dahi kesb-i kemâlât
eylediği Tezkire-i Râmiz’de muharrer olan “Âgâh-ı feyz-intibâhıñ şâkirdânındandır.”
ve Tezkire-i Şefkatî’nin dahi “Dervîş Âgâh-ı merhûmdan okumuştur.” ʻibâresiyle
müsbettir.
Hâmî’niñ fazl u kemâli ol kadar kesb-i iştihâr eyledi ki her sözü bir bürhân-ı
metîn-i maʻnevî hükmünü aldı. 1121/1710 hudûdunda Dersaʻâdet’e ʻazîmet ve ol
vakt sadâret kethudâsı bulunan Muhsin-zâde ʻAbdullâh Paşa’ya intisâb ederek
dîvân-ı sultânî ketebesi sünûf-ı mümtâzesine dâhil oldu. Bir müddet de Paşa-yı
233
müşârun-ileyhiñ dîvân kitâbeti hizmetinde istihdâm olundu. Muhsin-zâde
ʻAbdullâh Paşa’ya intisâb ve hizmet-i kitâbetinde istihdâm olunduğu Râmiz’iñ şu
ibâresiyle müberhendir: “Merhûm Muhsin-zâde ʻAbdullâh Paşa’nıñ zîr-i himâye-i
müşîrânda mahmî olup refte refte kâtib-i dîvân-ı zî-şânı ve sadâretlerinde dâhil-i
sınıf-ı hâcegânı 1 oldu.” (190)
1129/1717 senesinde Diyârbekir vâlîliğine taʻyîn olunan Köprülü-zâde Hâcı
ʻAbdullâh Paşa’nıñ dîvân kitâbetine taʻyîn olunarak Paşa-yı müşârun-ileyh ile
maʻan memleketine geldi. Köprülü-zâde’ye dîvân kâtibi olması dahi Tezkire-i
Şefkatî’de şu ʻibâre ile muharrerdir: “Köprülü-zâde ʻAbdullâh Paşa merhûma dîvân
efendisi olmuştur.”
Müşârun-ileyh Köprülü-zâde Hâcı ʻAbdullâh Paşa ʻâlim, fâzıl, kâmil bir zât
olduğu gibi hayrât ve hasenâtı gâyet sever ve Hâmî Efendi ise gûyâ ki hayrât
işlemek ve ebnâ-yı cinsine insâniyyet ve muʻâvenet eylemek içün dünyâya gelmiş
olduğundan paşasını dâ’imâ hayr ve hasenât tarîkine sevk eylerdi. Vân Kalʻası
muhâfızları bir tarîk-i nâ-revâya saparak âhâliye gadr u iʻtisâf eylemekte
olduklarından 1130/1718 senesinde Vâlî-i müşârun-ileyh, saltanat-ı seniyye
cânibinden Vân kalʻa muhâfızlarınıñ te’dîbine me’mûr oldu. Tabiʻîdir ki, dîvân
kâtibi Hâmî Efendi de birlikte ʻazîmet eyledi.
Vân târîhinde ʻaynen şu ʻibâre muharrerdir: “Paşanıñ tamâm-ı vilâyete
merhameti nümâyân oldu. Çünkü cebbârlık ile mukaddemâ meşhûr idi.
Meclisinden kıyâmdan soñra âsâr-ı şefkatlerine ʻulemâ taʻaccüb ettiler. Ve şehre
kahr içün me’mûren geldiği hâlde mukaddemât-ı lutfa sebeb nedir, dediler.
Baʻzıları eytti: “Emîr-i Hâclıktan henüz gelmiştir, anuñçündür.” Baʻzıları dedi:
“Fârûk-ı zamân olan karındaşı Nuʻmân Paşa’nıñ vefâtı haberi geldiği esnâda bu
cânibe me’mûr oldu, sebeb budur.” Gerçi bunlarıñ dahli var ama hakîkat budur ki,
“Eyyâm-ı şebâbı güzerân olup ʻilm ü ʻirfânı nâ’il-i merâtib-i dü-cihân olmak iktizâ
eder, anuñçündür”. Şu ʻibâre mü’eddâsı vâkîʻ ise de bunlardan başlıca biri de
Cenâb-ı Hak, ʻAbdullâh Paşa’yı o esnâda dîvân kâtibi olan Hâmî-i sâ’ibü’t-tedbîr
gibi bir nedîm ve müsteşâra nâ’il etmiş idi. Paşa her bir müzâkere ve müşâvereyi
onuñla icrâ eder ve aña yazdırırdı. Hâmî ise yukarıda beyân olunduğu üzre
vücûdunu hayr ve hasenâta vakf etmiş bir feylesof-ı cihân idi.
Yine Vân târîhinde mestûrdur ki, “Paşa emânet-i hallâk-ı berâyâ olan
reʻâyâ ve berâyâyı sıyânet eyledi ve zamâne vâlîleri gibi levend-perver ve sitem-
güsterlik etmedi. Hattâ bir kimseniñ bir yük otunu cebren almışlar, ol kimseye bir
kabza akçe verdirip taʻzîr-i şedîd ve tenbîh-i ekîd ettirdi. Yedi biñden mütecâviz
nefer ile Vân sahrâsında iki taraflı ordu kurup on iki gün oturdu. Mâbeynde bir
1
Hâmî Efendi’niñ hâcegânlık rütbesini ihrâzı Muhsin-zâde ʻAbdullâh Paşa’nıñ sadâretinde olmayıp
âtîde görüleceği üzre 1137/1725 senesinde Tebrîz şehriniñ fethi esnâsındadır. Çünkü Muhsin-zâde
ʻAbdullâh Paşa’nıñ sadâreti 1150/1738 senesinde teşehhüd mikdârı olup o zamân ise Hâmî Efen-
di’niñ inzivâ ve ferâgat zamânı idi. 189.
234
fakîriñ buğday tarlası var idi. Bir sünbülüne zarâr gelmedi. (191) İşte böyle bir
vezîr-i zîşân hizmet-i kitâbetiyle kâm-yâb olan Hâmî’niñ nasıl bahtiyâr bir zât
olduğunu ve paşasını ne mertebe hayr ve hasenâta sevk eylediğini tasavvur
etmeli.”
Paşa, Âmid şehriniñ pek meşhûr olan Çadırcılar esnâfını celb ederek gâyet
vâsiʻ ve dil-güşâ bir çadır iʻmâlini emr etmiş ve 1131/1719 senesinde çadırıñ hitâm
bulmasına Hâmî Efendi “râ’iyye” bir kasîde-garrâ-yı nâ-dîde-edâ inşâd eylemiştir.
Kasîde-i mezkûre Köprülü-zâde ʻAbdullâh Paşa’nıñ manzûru olunca hezâr tahsînler
ve ihsânlar ibzâl eylediğinden başka, aʻlâdan aʻlâ olan bu kasîdeyi o hayme-i ferâh-
fezânıñ baʻzı münâsib mahallerine musannaʻ ve müzeyyen bir sûrette tahrîr
ettirmiştir.
1132/1720 rebîʻü’l-evvelinde Vâlî-i müşârun-ileyh Erzurûm’a tahvîl-i
me’mûriyyet ve Hâmî-i nüktedân dahi efendisiyle birlikte ʻazîmet eyledi. Orada
bulunduğu üç sene müddet zarfında Erzurûm şuʻarâ ve üdebâsıyla musâhabetler
ve müşâʻareler cereyân etmiş idi. Bu esnâda Cenâb-ı Hâmî hakkında Paşanıñ
kethudâsı Muhammed Ağa tarafından sûret-i imsâk göstermesi hasebiyle
mazâyıkaya ve bunu müteʻâkip bî-amân bir göz ağrısına giriftâr olmuştur.
Bir bî-amân göz agrısına mübtelâ olup
Oldum esîr-i zulmet-i vahşet zühal gibi
235
Vecaʻü’l-ʻayne mübtelâ oldum
Neyledim çarh-ı şuʻbede-bâza
236
Târîh-i Lebîb-i Âmidî:
Seyr-i eser-i Hâmî Efendî’ye meh ü mihr
Zâl-ı felege ʻaynüke nezdîk-nümâdır
1
Hâmî Efendi hükm-fermâ olan tâʻûn ʻilletini manzûmesiniñ müteʻaddid mahallerinde zikr ü beyân
eylediği hâlde vekâyıʻ-nüvîs Sâmî ve Subhî târîhlerinde buña dâ’ir bir iki satırlık bir bahis görülmüyor.
193.
237
lisânından diñletmek üzre enâfis-i âsârdan maʻdûd olan 268 beytli manzûme-i
kıymetdârından Dersaʻâdet’ten hareketle Diyârbekir’e vâsıl oluncaya kadar yollar-
da çektiği cefâları hâvî olan parçasını nakl eyliyoruz:
Üsküdar’a geçip oldukta süvâr
Gün geçip etti güzer nısf-ı nehâr
238
Kimse yok bak bu kazâ vü kadere
Rüfekâ bir kaç Eñinli kefere
239
Akçe zoruyla bulurdum çâre
240
Zâhirâ yosma kıyâfet haydûd
Kalb-i hâlin bilir ancak maʻbûd
241
Kalbime vesvese reh-yâb oldı
Yüregim maʻden-i sîm-âb oldı
242
Tıfl-ı nevreste iki dürr-i semîn
1
Kâf’ın fethi sîn’iñ sükûnu ve mîm’iñ fethi rânıñ sükûnuyla Erzurûm ile Kiğı arasında bir cebel ismidir.
196.
243
Teng ü pür-seng idi zîrâ ki o derbend-i mühûl
244
İşte levh işte kalem işte kütüb işte fuhûl
beyt-i fahhârânesini okuduğu sırada, “İşte levh işte kalem” taʻbîrine gelince ser-
ʻasker-i müşârun-ileyh karşısındaki kalemdân-ı zerrîne ve “işte kütüb” söyleyince
paşanıñ yanında mevcûd müdevvenât-ı kütübe ve “işte fuhûl” deyince meclisiñ
cânib-i yemîninde kuʻûd buyuran ʻallâme-i mutasavvıf İbrâhîm Hakkı ve Erzurûm
müftî-i fâzılı Hâzık Efendiler hazerâtına eliyle işâret ederek göstermiştir. Kasîde
huzzâr-ı kirâmıñ ol kadar mazhar-ı takdîri olmuştur ki böyle bir zât-ı nâdirü’l-
akrânıñ uğradığı felâkete ve kırk elli günden beri Erzurûm’da sürünüp kaldığına
te’essüfler olunarak emvâl-i magsûbesiniñ bedeli tesviye ve câ’ize-i kasîde dahi
bâligan-mâ-bâlig ithâf ü te’diyye olunduğu hâlde huzûr-ı ser-ʻasker-i müşârun-
ileyhden çıkmış, mutayyiben ve mesrûren memleketine ʻavdet etmiştir.
Bu sırada âti’t-terceme Çeteci-zâde ʻAbdullâh Paşa gibi bir zât-ı fâzıl Diyâr-
bekir vâlîliğine (198) revnak-tırâz bulunduğundan, Hâmî-i nüktedân Vâlî-i
müşârun-ileyhiñ mehâmidine hasr-ı evkât eylemiş ve verdiği kasâ’id ve âsâra
muʻâdil kîse kîse altunlar ve kıymetdâr kürkler ve hilʻatlerle mültefit ve mükerrem
olmuştur. Evâhir-i eyyâmında Diyârbekir’e iki sâʻat mesâfede vâkıʻ Fare karyesi
mukâtaʻası dahi ʻuhde-i fâzılânelerine temlîk olunmuş idi.
ʻİbâdet ü tâʻat ve neşr-i fezâ’il ü kemâlât ile imrâr-ı vakt u sâʻat eylemek-
te olduğu hâlde, 1160/1747 senesi evâ’ilinde cevher-i rûh-ı celîlü’l-kıymetin tes-
lîm-i hızâne-hâne-i bekâ eyledi.
Esnâ-yı tahrîr-i tezkirede de baʻzı pîrân-ı memleketten merkad-ı ʻâlîleri
tahkîk olunarak gidilip ziyâret olunmuş ise de kitâbe-i mezârıñ mürûr-ı zamân ile
nâ-bûd olduğu kemâl-i te’essüfle görülmüştür. Merkad-ı ʻâlîleri Rûmkapısı hâricin-
de âti’t-terceme ʻAbdulgafûr Lebîb Efendi ve ceddü’l-cedd-i câmiʻü’l-hurûf Seyyid
Muhammed Emîrî Çelebî ve daha sâ’ir birçok fuzalâ ve ekâbir-i memleketiñ defîn-i
gufrân oldukları muhît dâ’iresindedir. Hâne-i edîbâneleri Mardinkapısı semtinde,
Hâcı Ahmedli mahallesinde, Lebîb Efendi merhûmuñ hâne-i fâzılâneleri karşısında
vâkıʻ çeşmeniñ ittisâlindedir. Şimdi yalñız harem dâ’iresiniñ baʻzı aksâmı mevcûd
ve selâmlık ciheti vîrân ve nâ-bûddur.
Merhûm-ı müşârun-ileyh mülahhamü’l-vücûd, vasatü’l-kâme, levni hum-
rete mâ’il vâsiʻü’l-cebhe esvedü’l-ʻayneyn, nûrânî, beşûş vecîh bir zât olduğu mü-
tevâtir ve meşhûrdur.
Terceme-i hâlinden müstebân olduğu üzre bu hâkdân-ı bî-bekâda yetmiş
sene muʻammer olmuştur. ʻÂlem-i sabâvet olan on yaşından soñra yirmi sene
tahsîl-i ʻulûm ve kemâlâta ihtimâm ve yirmi sene de îfâ-yı me’mûriyyette kesb-i
nîk-nâm ve etrâf-ı büldânda baʻzı seyahâte devâm ve yirmi sene de ihtiyâr-ı inzivâ
ile memleketinde ârâm eylemiştir.
Hâmî-i kemâlât-pîrânıñ hâlâ şehrimizce kemâl-i maʻrûfiyyeti ol mertebeye
vâsıldır ki henüz sekiz on yaşındaki maʻsûm çocuklar arasında bile işitmeyen ve
bilmeyen bir ferd yoktur. Müşârun-ileyhden soñra zuhûr eden ezkıyâ-yı
üdebâmızıñ tavsîfi hakkında ʻAzmî-i Âmidî’niñ:
245
Hâmî’yi Vâlî’yi bir kimse getirmez kâle
Âmid’i tâ bu kadar etti pür-âsâr Şeref 1
beyti gibi sözlerle temsîl ve ihticâc edilen zevât-ı kirâmıñ birincilerindendir.
Ümerâ ve ekâbire vâkıʻ olan ricâsı derhâl isʻâf edilirdi. Vâlî-i Âmidî gibi bir
zât bile baʻzı kerre tervîc-i makâsıd içün Cenâb-ı Hâmî’ye mürâcaʻata mecbûr olur-
du. Nitekim şu beyt-i ʻâlîleriyle beyân buyururlar: (199)
Hâmî himâye eylese Vâlî bir iş midir
Me’mûlümüz husûle gelirdi Lebîb’den
Cenâb-ı Hâmî ʻulemâ ve üdebâ ile mücâlese ve musâhabeden pek çok zevk-yâb
olurdu. Bundan nâşî kış mevsiminde hânesi, yaz zamânında kasr-ı safâ-âşiyânesi
bir encümen-i dâniş hâlini kesbederdi. Onda güzel müşâʻareler mübâhaseler icrâ
olunur, kitâblar, târîhler okunur, edebî fennî makâleler söylenirdi.
Mürâcaʻat eden erbâb-ı mesâlihi memnûn ve mesrûr eylemek husûsunda
şöhret-şiʻâr idi. Hâmî’niñ her zamân hânesinde ondan ziyâde hizmetkâr ve
ıstablında dahi bir ol kadar esb-i sabâ-reftâr bulunurdu. Dîvân efendiliği ve sâ’ir
seyâhati esnâsında mükemmel sûrette çadırları kurulur ve vüzerâ dâ’iresi gibi
niʻmetleri bezl edilirdi. 1156/1743 senesinde Erzurûm seyâhatinden ʻavdetinde
uğradığı yağmada on iki kîselik mâ-meleki gittiğini;
On iki kîselik eşyâ vü nukûdum gitti
Bu kadar esliha vü elbise âlât ü huyûl
beytinde beyân ediyor ki eğer şimdiki kıymet ve râyice tatbîken mukâyese edilirse
haylice bir servet demek olur.
Feresiyye kasîdeleri ki:
Bir atım var ki mecmûʻa-i eskâm ü ʻilel
Mûy-ı endâmı kadar ʻayb teninde der-kâr
1
Şeref Efendi’niñ terceme-i hâli şın harfinde mestûrdur. 198.
246
mısraʻıyla yine atlarınıñ taʻaddüdünü gizleyemiyor.
Gevher-i tâbnâk-i şöhreti âvîze-i gûş-ı bilâd olan Hâmî’niñ bir büyüklüğü
de, ʻâlî-cenâb, kıymetli, ʻâdil zâtları medh içün intihâb etmesidir. ʻUlüvv-i mehâmi-
di nâ-ehle sarf ederek haysiyyet-i nazmı irzâl etmemiştir. Hele Köprülü
hânedânınıñ ʻAbdullâh Paşa ve mahdûmu ʻAbdurrahmân Paşa gibi erkân-ı muhte-
remesine kasîdeler, târîhler takdîm ederek kîse kîse câ’izeler ve bohça bohça kis-
vetler, hilʻatler alırdı. (200) Hattâ Köprülü-zâde Hâfız Ahmed Paşa’ya verdiği bir
kasîde-i bâriʻasında şu sözler mevcûddur:
Efendim hânedân-ı Köprülü bir bâğ-ı hurremdir
Ben anda ʻandelîb-i nagme-perdâzım fesâhatle
1
Kılıç Bey, Kânûnî Sultân Süleymân zamânına ʻâ’id mücâhidîn-i ʻOsmâniyye’dendir. Îrân ve Dağıstan
muharebeleri münâsebetiyle ismi Peçevî Târîhi’nde görülür. 200.
247
Değil âb-ı revân akmış kılıç gûya niyâmından” (Sene: 1140/1728)
târîhini inşâd ederek ebyât-ı sâ’iresiyle berâber mezkûr çeşmeniñ bâlâsına hakk
edildiğinden bu kitâbe dahi hâlâ mevcûddur.
Hâmî’niñ şuʻarâ-yı eslâfa nazîreleri ve muʻâsırı bulunan meşâhîr-i şuʻarâ-yı
Rûm ile müşâʻaresi kesîr olduğu gibi üdebâ-yı ahlâfı dahi kendisine pey-rev olarak
inşâd-ı eşʻâr eylemişlerdir. Şu levha-i nezâ’ir nümûnedir: (201)
Nâbî-i Ruhâvî
Olunca hâbda vâsıl visâl-i cânâna
Çalışma bûs u kenâra uyandırıncaya dek
Hâmî-i Âmidî
Düketti Nâbî sözi Hâmî çend mısraʻ ile
Ne çekti kâfiye bâbın kapandırıncaya dek
Seyyid Vehbî
Ciğer kebâb olup hûn-ı dil şarâb oldı
O şûhu meclis-i ʻîşe dadandırıncaya dek
Haşmet-i Meşhûr
Şeb-i firâka ziyâ ver çerâg-ı dâgımla
Fitîl-i şemʻ-i visâli uyandırıncaya dek
Lebîb-i Âmidî
ʻAceb bir Vâlî-i Hâmî’si yok mı şehr-i ʻirfânıñ
Ki bikr-i nazmı çekti zor ile hâmem herem bastı
Hâmî-i Âmidî
Cinâyetten emîn olmak gerektir hâme-i ʻârif
Lebîbâ kilk-i maʻsûmuñ nasıl bilmem herem bastı
Garîbî-i Erbîlî
Garîbî Hâmi’ye pey-rev olunca tabʻ-ı çâlâkim
Leb-i güftârdan biñ yerde engüşt-i kasem bastı
Refîʻ-i Âmidî Lebîb-zâde
Refîʻâ esb-i şûh-ı dil-pesendim geçti eslâfı
Kühen vâdî-i nazma gerçi tabʻım nev-kadem bastı
ʻAzmî-i Âmidî
Sühanverlik ederse iddiʻâ kâdir olur ʻAzmî
Sübût-ı sıhhati imzâsına şiʻri kalem bastı
Hâmî-i Âmidî
Hâmî bu nazm-ı tâzeniñ ister nazîresin
Yüz kes bahâne eyleseler öz kes istemez
Hâzık-ı Erzurûmî
Hâmî Efendi nazmına tanzîr istemiş
Hâzık olursa pey-revi ister bes istemez
Râgıb Paşa Sadraʻzam
Mânend-i âftâba yeter perçem-i siyâh
248
Mug-beççegâne tarz-ı Cezâyir fes istemez
Lebîb-i Âmidî
Abdâl-ı ʻaşka dâg-ı seri tâc-ı zer yeter
Merdân-ı ser-fedâya mutallâ fes istemez
Nâfiz
Cânâ seni rakîb ile hîç bir kes istemez
Dâmân-ı gülde bülbüli hâr u hass istemez (202)
Meşhûr Haşmet
Bakmaz kumâş-ı dehre nazargâh-ı feyz-cû
Beytü’l-harâm câmesini atlas istemez
Vâlî-i Âmidî
Yok sarf-ı nakde kudretim ey şûh neyleyim
Ben şâʻirim kasîde gazel söylerim saña
Hâmî-i Âmidî
Tezyîl edip nazîremi vasfıñla âsafâ
ʻÎdiyye sanma sâde gazel söylerim saña
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Tanzîr olur mı Hâmî’niñ eşʻârı Nûriyâ
Her nüktesin ki câna bedel söylerim saña
Kâmî-i Âmidî
Ahvâl-i dehriñ şâdına idbârına ne gam
Her kârına hayâl ü mesel söylerim saña
Hâmî-i Âmidî
Ehl-i dil ârâm eder her kande kim ragbetlenir
Gâh olur gurbet vatan gâhî vatan gurbetlenir
Râgıb Paşa Sadraʻzam
Kâse-i fagfûr lebrîz olsa da vermez sadâ
Devlet efzâyiş bulunca agniyâ hıssetlenir
Fıtnat Hânım
Nefs olur tâʻât-ı Hak’da gerçi bî-tâb ü tüvân
Vâdî-i ʻisyâna bastıkça kadem kuvvetlenir
Câmî-i Âmidî
Bir sitemkârıñ esîri olmuşuz insâfı yok
Her zamân ʻarz-ı niyâz ettikçe ol âfetlenir
ʻAzmî-i Âmidî
Zâ’ik-i sekr-i mezâk-ı ʻâlem-i tecrîd olan
İhtiyâr-ı genc-i ʻuzlet eyleyip halvetlenir
Kâmî-i Âmidî
Sebz-i hatt oldı bahâr-ı ʻârızıñda rû-nümûn
Eşk-i çeşmimde zümürrüd rîzesi sûretlenir
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
249
O rütbe murg-ı dil ülfet-güzîn-i vahşettir
Derûn-ı beyza-i ʻankâda âşiyâne arar
Vâlî-i Âmidî
Hezâr cân usanıp murgzâr-ı hâkîden
Firâz-ı evc-i tecellâda âşiyâne arar (203)
Hâmî-i Âmidî
Gelince hat ruh-ı dildâra geldi sîneye dil
Görünse zulmet-i şeb murg âşiyâne arar
Hâzık-ı Erzurûmî
Diliñ o serv-i sehî üzre gerdişi Hâzık
Hamâme gibi o âvâre âşiyâne arar
Nâbî-i Ruhâvî
Sirişk-i çeşmine ehl-i nifâkıñ iʻtimâd etme
Esâsında binânıñ reşh-i âb olsa metîn olmaz
Vakʻa-nüvîs Sâmî
Hayâl-i çîn-i zülfi mâye-i hâmûşî-i dildir
Sevâd-ı mûy-ı çînî olsa çînîde enîn olmaz
Hâmî-i Âmidî
Nişân-ı intihab olmaz ser-â-pâ nüsha pâk olsa
Anuñçün baʻzı gül-ruhlarda hâl-i ʻanberîn olmaz
ʻAzmî-i Âmidî
Ferû-mâye olanlardan mürüvvet eyleme me’mûl
Gerek billûr-ı sâfî sâde şîşe dûr-bîn olmaz
Kâmî-i Âmidî
Melekte bu melâhat yok perîde bu sabâhat yok
Hele nevʻ-i beşerde böyle şûh-ı nâzenîn olmaz
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Yâriñ cefâsını severiz cânımız kadar
Agyârıñ ettiği bize çîn-i cebîne bak
Vâlî-i Âmidî
Erbâbını zelîl eder elbette hulk-ı bed
Râhat verir mi âdeme sû-i karîne bak
Hâmî-i Âmidî
Nergis gibi tefekkür edip asl-ı merciʻiñ
Aç çeşm-i iʻtibârıñı dâ’im zemîne bak
Lâedrî
Taʻmîr-i Kaʻbe hedm-i sanem-hâne iş değil
Aç dîde-i basîreti kalb-i hazîne bak
Fehîm-i Kadîm
Çeşm-i bîmârından özge kimse bilmez hâlimi
Nice demdir olmuşum bî-çâresi bir kimseniñ
250
Hâmî-i Âmidî
Tîr-i gamzeñ zülf-i müşgîniñle bend ettiñ meğer
Kim oñulmaz hayli demdir yâresi bir kimseniñ
ʻAzmî-i Âmidî
Nice demdir dilde işler pâresi bir kimseniñ
Var mıdır âyâ bu zahma çâresi bir kimseniñ (204)
Kâmî-i Âmidî
Bî-emân ebrû-kemân mirrîh-gamze hûn-feşân
Bu edâda nerde var hûn-hâresi bir kimseniñ
Münîf-i Antâkî
Ey nefs-i hevâ-cû reh-i seyl-âb-ı fenâda
Mânend-i habâb ol heves-hâneyi boş ko
Hâmî-i Âmidî
Her nereye giderse takılıp ardına düşme
Ey rişte-i nezzâre o dürr-dâneyi boş ko
Hâzık-ı Erzurûmî
Etmezse göñül zülf-i girih-gîrde ârâm
Zincîr ile zabt olmaz o dîvâneyi boş ko
Haşmet
Ey bâd-ı sabâ urma eliñ zülfüne yâriñ
Zincîrime degme dil-i dîvâneyi boş ko
Nâbî-i Ruhâvî
Elif ki encümen-i harfte ser-âmeddir
Per-i hümâ-yı saʻâdet serindeki meddir
Hâmî-i Âmidî
Elif ki bâğ-ı hurûf içre serv-i hoş-kaddir
Anuñ içün semer-i ʻucmeden mücerreddir
Meşhûr Nahîfî Mütercim-i Mesnevî-i Şerîf
O nahl-i bâğ-ı letâfet ki bir elif-kaddir
O geç gele elif üstünde sûret-i meddir
Hâmî-i Âmidî
Çîn-i gadabla ʻâşıka baksa ʻaceb değil
Zîrâ diyâr-ı hüsne o meh şimdi vâlîdir
Hâzık-ı Erzurûmî
Hâzık tekellüf eyleme evbâş-meşreb ol
Âsûdedir cihânda o kim lâübâlîdir
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Mahbûb-ı mehveşim güzelim pek edâlıdır
Bir âhû-yı remîdedir ammâ vefâlıdır
Sâmî Vakʻa-nüvîs
Âh-ı şerer-feşâne ki dil ü sîneden çıkar
251
Pîçîde ejdehâ gibi gencîneden çıkar
Hâmî-i Âmidî
Defʻ-i rakîbdir rasadı kenz-i vuslatıñ
Genc elde sen bu ejderi gencîneden çıkar (205)
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Vasl içün hâtır-ı hicrân-zede minnet çekmez
Bezm-i dildâr-ı behişt olsa da hasret çekmez
Hâmî
Rûşenâ-tînet olan havârî-i gurbet çekmez
Mihr-i tebdîl-i bürûc etmede zahmet çekmez
Sâbit-i Bosnevî Kâdî-i Âmid
Nihâdında necâbet yok seniñ ey sûfî-i hod-bîn
Değil kürsîye vâʻiz ʻarşa çıksañ âdem olmazsın
Hâmî
Bu endâm u bu imsâk ile ey şûh-ı cihân-ârâ
Güneş olsañ ziyâ-endâz-ı fark-ı ʻâlem olmazsıñ
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Yoktur ebnâ-yı zamânda reviş-i mihr ü vefâ
Hîç Âgâh saña yok yere zahmet verme
Hâmî
Saña çok cevr ü cefâ eylese azdır gerdûn
Demedim Hâmi sakın fazl ile şöhret verme
Vâlî-i Âmidî
Düketti kâmını defʻ etti ârzûlarını
Göñülde kalmadı hasret karîn-i yâr olalı
Hâmî-i Âmidî
Fesâd-ı kevne mukârin ʻadem-i vücûda redîf
Cihân yok olmada mânend-i şemʻ var olalı
Lebîb-i Âmidî
Bir ehl-i derd ile yâr olduğun işitmemişiz
Şu hânkâh-ı muhabbette yâr-ı yâr olalı
Hâmî-i Âmidî
Olursa rifʻatimiz kâkül-i siyâhı kadar
Bizi o gâliye-mû istemez günâhı kadar
Yeñişehirli ʻAvnî Bey
Takarrub etmedik agyâr-ı rû-siyâhı kadar
O mâh-pâre bizi sevmiyor günâhı kadar
Hâmî
Eder âh u figân erbâb-ı ʻaşkı muʻteber Hâmî
Hezâra gülşen-i ʻâlemde ragbet nâleden gelmiş
Zîver Paşa Şeyhü’l-harem
252
Ruhuñ gülşende tâb-ı neş’eden olmuş ʻarak-rîzân
Hezârıñ keyfi de ol dem gül-i pür-jâleden gelmiş
Hâmî-i Âmidî
Ben çerâg-ı rûşenim erbâb-ı devlet kûr-dil
Hâmiyâ kadrim ne bilsinler şu aʻmâlar benim (206)
ʻAzmî-i Âmidî
Öyle sermestim ki nîk ü bed nedir fark eylemem
Zerrece yoktur gözümde olsa dünyâlar benim
Hâmî
Mahall-i feyz idi fevvâre-i kilk-i hüner evvel
Dirîgâ seyl-i gam tahrîb-i mecrâ-yı havâss etmiş
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Olur kibr ehliniñ ʻukbâda şiddetli mücâzâtı
Künûz-ı ʻizzetinden kibriyânıñ ihtilâs etmiş
Müşârun-ileyhiñ levha-i nezâ’iri bundan ʻibâret olmayıp yukarıda Âgâh-ı
Semerkandî-i Âmidî ve Câmî-i Âmidî ve cedd-i câmiʻu’l-hurûf Muhammed Emîrî
Çelebî ile ʻabd-i hakîriñ terâcim-i ahvâlinde baʻzı nezâ’iri mürûr etmiş olduğu gibi
âtîde Hamdî, hafîd-i Lebîb Nûrî, Vâlî ve sâ’ir şuʻarâ-yı Âmidiyyûn bahislerinde dahi
nezâ’ir-i nezîhesi görülecektir.
Hâmî-i Âmidî başlı başına bir üslûb-ı beyân sâhibi olmakla beraber şuʻarâ-
yı Îrân ve üdebâ-yı Rûm âsârını da baʻzen taklid eyler. Meselâ Sâ’ib-i Isfahânî’niñ:
Bihişt ber-muje tasvîr mî-koned mehtâb
Piyâlerâ kadeh-i şîr mî-koned mehtâb
253
Hilâli bir nefesde cilvegâh-ı âftâb eyler
Süvâr olsa kaçan ol şeh-süvârım sîm-i zeyn üzre
ve Hâmî’niñ:
Hilâl hâne-i zeyni ten-i sîmîni bedr eyler
Henüz çeşm-i rikâba ol hilâl-ebrû kadem bastı (207)
sözleri yan yana getirilince Müşârun-ileyhiñ eslâfıñ baʻzı âsârını tetebbuʻ etmekle
beraber bu vâdîdeki mertebe-i üstadiyyeti dahi tezâhür eyler. Hâmî-i üstâdıñ:
Oldum şu hâkdâna peşîmân nüzûlden
Fikr eyleyince dagdaga-i irtihâlimi
Yahûd:
Hâl-i siyâh sanma binâgûş-ı yârda
Mehtâba saldı nâfesin âhû-yı çîn zülf
Veyahûd:
Cihânda zâhid-i ʻakreb-nihâd ü gecrev-i şek
Begendiğim işi yok bizden inhirâfı kadar
gibi metîn, muhayyel, zarîf sözleri dururken sâhib-i tezkire Râmiz Efendi, Hâmî’niñ
dîvânında mevcûd olmayan şu:
254
Âsâr”ınıñ da telef ve zâyiʻ olduğu, şimdi mevcûd olan Dîvân-ı eşʻârı vefâtından
soñra baʻzı kıymet-şinâsân tarafından taharrî ve bulunabildiği mikdârınıñ cemʻ ve
tertîb edildiği mervîdir. Fi’l-hakîka vücûb-ı derkâr olan tevhidiyye, münâcât, naʻt-ı
şerîf gibi âsârıñ mevcûd olmaması ve husûsuyla Köprülü-zâde Hâfız Ahmed Paşa’ya
olan kasîdelerinde ʻamcaları Hâcı ʻAbdullâh Paşa hakkında: (208)
Kusûr u bârgâh ü mevlid ü tehniyye-i mansıb
Müzeyyen oldı hep âsâr-ı kilk-i pür-belâgatla
Beyti muharrer olduğu hâlde Paşa-yı müşârun-ileyhiñ 1131/1719 senesinde
Âmid’de binâ eylediği bir kasr hakkında beş beytli bir târîhden başka kasriyyeleri
görülmemesi ve mevlidiyyeye gelince dîvânında ne hânedân-ı müşârun-ileyh ve ne
de sâ’ir hakkında vilâdete dâ’ir bir beyt bile müşâhede olunmaması Külliyyât-ı
Âsârınıñ ziyâʻı hakkındaki rivâyeti te’yîd ediyor.
1272/1856 senesinde Cerîde-i Havadis matbaʻasında Hâmî’niñ Dîvân-ı
eşʻârı olmak üzre bir eser tabʻ olunmuş ise de ol kadar yañlışlıklar mevcûddur ki
ʻâdetâ şöhret-i şâyiʻasını tenkîs etmiştir. Bundan başka kendisiniñ olmadığı hâlde
nâmına baʻzı gazeller derc olunduğu gibi mahsûl-i tabîʻatı olduğu hâlde derc olun-
mayan târîhler, kıtʻalar, gazeller, beytler de vardır. Matbûʻ dîvânında mevcûd ol-
mayan âsârı hakkında kalemrân olmak bâʻis-i itnâb olacağından bir nümûne olarak
Âmid şehrinde vâkıʻ Devâ Hamâmı’nıñ taʻmîrine maʻ-târîh on altı beytli neşîdesiniñ
şu târîh beytini tahrîr eyleriz:
Hüsn-i taʻmîrin görüp Hâmî dedim târîhi
Sıhhati kasd eyleyen gelsin Devâ Hammâmına
Mağfûr-ı Müşârun-ileyhe dâ’ir bundan ziyâde tafsîlât “Mir’ât-ı
Fevâ’id”imizdedir. Bu nekâyisle berâber matbûʻ Dîvânı 1938 beyti hâvîdir.
Hâmî’niñ (nigîn) gazeli ki, on yedi beyt olarak matbûʻ Dîvânında mevcûddur,
kemâl-i iştihârına binâ’en beş beytiniñ tahrîriyle iktifâ olunur:
Vermek isterseñ cihânda nâm mânend-i nigîn
Merkeziñde göster istihkâm mânend-i nigîn
255
Bî-hûn-ı ciğer niʻmetine şâyân kimi gördüñ
Tahsîl-i merâm eylemiş insân kimi gördüñ
256
Menâsıb-ı ʻaliyyeye lâyık ve merâtib-i celiyyeye müstehakk iken ekser-i
evkâtı ser-hadlerde güzâr etmekle akrânı rütbesine nâ’il olamamış “biñ yüz otuz
(1130/1718) hudûdunda” ser-hadd-i Nahcivan’da vefât eylemiştir.
Metrûkâtından müsveddâtı içinde Şâh ʻAbbâs’ıñ hicviyyâtı zuhûr etmekle
bir takım ahlâf elinde perîşân olmuştur. Onuñçün müretteb dîvânı yoktur. Ve illâ
müntehab eşʻârı mükemmel dîvân olmağa kâbildir. (210) Mağfûr-ı müşârun-
ileyhiñ Kâfile-i Şuʻarâ’dan naklen yazılan şu terceme-i hâli, kendisini kâri’în-i
kirâma lâyıkıyla tanıttırır. Birçok hicviyyâtı ve sâ’ir âsârı baʻzı mecmûʻalarda bu
hakîriñ dahi mütâlaʻa-güzârı olmuştur. Hicviyyâtınıñ ekserisi, müddet-i salta-
natında Devlet-i ʻOsmâniyye ile muhârib olmak gibi bir tarîk-i hatâyı iltizâm eden
Şâh ʻAbbâs ile ʻavenesi hakkında olması ve bunuñla beraber ibdâ-ı şîʻriyyet perdesi
altında ittihâd-ı islâmı tefrikadâr eden Şâh İsmâʻîl-i Safevî’den iʻtibâren te’essür-
nâmeler, şütûm-nâmeler yazması bir şâʻir-i hamiyyet-pîrâ olduğunu gösteriyor.
Hele Şâh ʻAbbâs’ıñ hicviyyâtına cülûsu hakkındaki şu târîh ile başlar:
Serîr-i nekbet-i sürh-ı serâna
Cülûs ettikte Şâh ʻAbbâs-ı bî-dîn
257
Nâr-ı Nemrûd hicr ile büryân
258
Bir nefes var cânında bir kendi
Bir sürâhî yanında bir fincân
Zîrdeki üç beyt-i raʻnâları Kâfile-i Şuʻarâ’da şu ʻibâre ile muharrerdir: “Ber-
vech-i âtî bir kaç matlaʻ ufk-ı maʻârif u letâyifinden tâliʻ u lâmiʻ olan şümûs-ı
metâliʻdendir.”
Matlaʻ
Açılmış gonca kanzel meste dönmüş bî-bedellenmiş
Kızarmış gül gibi gûyâ şarâb içmiş güzellenmiş
Matlaʻ-ı Musannaʻ
Gözler kamaşır mihr-i ruh-ı yâra bakılmaz
Gün gibi güzellenmiş o meh-pâre bakılmaz
Matlaʻ-ı Musannaʻ
İki kaşıñ arasında hâliñi ey serv-i nâz
Rûm’a çıkmış der gören bir Hindû-yı şemşîr-bâz
***
HADÎDÎ
Şehrimiziñ demirci esnâfından bir merd-i nîgû-hisâldir. Ümmî olduğu hâlde
kelâm-ı mevzûn inşâdına muvaffak olan müteşâʻirîndendir.
Birçok üstâd sözleri ezberinde olduğundan onları meşk-i kemâl-i ittihâz
ederek inanılmayacak derecede baʻzı sözler de söylerdi. Hadîdî bahâr mevsiminde
ve sâ’ir baʻzı letâfetli günlerde yârân ile mesîrelere, gülistânlara gitse bile, hakîkat-
te onuñ lâlezârı köre-i âteş-feşân-ı dükkân ve jâle-i çemen-pîrâsı katarât-ı şerâre-i
sûziş-nişân idi. Hadîdî gibi bir haddâdıñ hudûd-ı hiddeti mahdûd olsa bile baʻzı
erbâb-ı mizâh bir taraftan mahlaslarındaki fark bir noktadan ʻibâret olan sâbıku’t-
terceme Cedîdî-i nazm-ibtilâyı ve bir tarafında Habâne-lakab bir şahs-ı müzʻic-
edâyı musallat ederek hiddetlendirirlerdi. Git giderek tabʻında mündemic olan
hilmiyyet tamâmiyle hiddete inkılâb ederek köre-i haddâd gibi âteşler püskürmeye
başlamıştı. (212) Muʻâsır olduğu Cedîdî, Hasretî gibi müteşâʻirîn, mahsûlât-ı ʻâlem-i
nazm u beyân meyânelerinde taksîm ve yek-dîgeriniñ âsârını takdîr etmeğe râzî
oldukları hâlde bu zât kendisini meydân-ı şâʻiriyyetiñ pehlevân-ı yek-tâsı ʻadd ede-
rek vâridât-ı ʻâlem-i belâgatten kimseye bir hisse ifrâzına yanaşmazdı.
Sadâsı latîf ve makâmâta âşinâ olduğundan şâkirdânına taʻlîm-i nagamât
eyleyerek çekiçleri örs üzerindeki âteşîn demirlere intizâm üzre urdurur;
Saht-diller kahr ile her hizmete muʻtâd olur
Âheni eşkâl-i gûn-â-gûna korlar nâr ile
beyti gibi makâma münâsib güzel şiʻrler ve şarkılar okuttururdu. Üstâd-ı kemâlât-
pîrâ âti’t-terceme Saʻîd Paşa hazretleriniñ peder-i ʻâlîleri Süleymân Nazîf Efendi,
merhûm Hâlid Ağa hakkında bir mektûb-ı letâ’if-üslûbunda bizim Hadîdî’yi bi’l-
münâsebe şu sûretle zikr ediyor: “Hadîdî merhûm öldüyse de hele yerini boş
bırakmayıp Hâlid Ağa’yı rûhânî makâmına kâ’im eyledi. Merhûm-ı merkûm libâs-ı
hünerden ʻârî iken Hâlid Ağa yine Benî İsrâ’îl hattı gibi bir yazı ile Hâlidânlu ıstılâhı
259
misillü elfâz-ı bî-maʻnâ ve makâl-ı bi-lâ-meʻâle oldukça muvaffaktır.” Ve Hadîdî’niñ
müzʻiçlerinden olan (Habâne)’yi dahi Müşârun-ileyh şu ʻibâre ile beyân buyuruyor:
“Habâne-lakab bir şahs-ı bed-encâma pey-rev olacağından şüphe yoktur lâkin
(men sâka radıyye) maʻnâsı ehline maʻlûm olduğundan her ne derse desin.”
Peder-i erkemim buyururlar ki Hadîdî, mahallemizde sâkin, uzun boylu bir
zât idi. Gündüzleri dükkânında demirci kıyâfetinde olduğu hâlde, geceleri temîz
libâslar giyer, başına ağabânî sarık sarar, sarığını kaşlarınıñ üstüne ittirirdi. Gün-
düzleri âteşler içinde mehîb görülen o şekl ü sîmâ, geceleri letâfete inkılâb eder,
zarîfâne bir şekil alırdı. Biraz ekûlce olduğundan hîç olmazsa günde bir tencere
pilavıñ altından girer üstünden çıkardı. Hele kış mevsiminde kulaklı tarhana çor-
basıyla pek âşinâ idi.
Tuhaf hikâyeler söylerdi. Ekâbir-i memleket, ıstılâhât-ı ʻacîbesiyle eğlenirdi.
Hadîdî ile gece sohbet ve ziyâfetlerinde birleşebilmek içün bir kaç gün evvel daʻvet
edilmesi lâzım idi. Öyle yapılmazsa ele girmez nevbet gelmezdi. Hâzır bulunduğu
ziyâfetlerde kuzu doldurması meydâna gelirse demirleri nerm eden o âhenîn
bâzûlarıyla öyle bir hamle-i şîrâne gösterirdi ki kendisini o hâlde görenler meydân-ı
(213) ziyâfetiñ bir Rüstem-i dâsitânı kıyâs ederlerdi. Baklava, börek gibi nâzik ve
ince etʻimeye karşı yüreği pek rakîk idi. Aslâ dayanamazdı. Kimseye buyuruñ de-
meden tepsileri siler süpürürdü.
Kimseye yâr-ı bâkî olmayan şu cihân-ı bî-bünyâd, ʻâkıbet Hadîdî’ye de
izhâr-ı meslek-i muʻtâd eylediğinden 1230/1815 hudûdunda terk-i dükkânçe-i
hayât eyledi.
Sözlerinde haşv ü imâle kesîrdir, ümmîliği hasebiyle bu da tabîʻîdir. Ağleb-i
kelimâtı meşreb-i nezîh-i üdebâya muvâfık düşmese bile ʻavâm arasında hâlâ
muhâfaza-i nâm ü şân eylemektedir. Bu gazel âsârınıñ eñ güzellerindir:
260
HÜSÂMÎ
261
matlaʻlı gazeline nazîre olarak inşâd eylediği âsârdandır:
Kim yanardı âteş-i ʻaşk ile cânân olmasa
Nâle eyler miydi bülbül verd-i handân olmasa
262
Üstâd-ı ekremim Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri buyururlar ki, evâ’il-i
hâlimde Hasretî’niñ şöhret-i fevka’l-ʻâdesiyle artık kulaklarım dolmuş idi. Baʻzı
akrabâ ile Tahtakalʻa civârındaki kahve-hânesine bir gece gittim. Fi’l-hakîka öyle
dolmuş idi ki mümkin olsa gelen müşterîler tavana yapışacaklardı. Hasretî’niñ ar-
kasında çukadan elbise olduğu ve güler bir çehreye mâlik bulunduğu hâlde yüksek
bir mahalde oturmuştu. Ortada dönen hizmetçilerden başka bir kaç hizmetçi de
karşısında emrine muntazır bir sûrette duruyordu. Çıraklar bir (216) müşterîden
uzak bulunur, sözünü işitmez, işâretini görmez ise karşısında müheyyâ duranlar-
dan birini gönderir, derhâl müşterîniñ matlabını isʻâf ettirirdi. Kendisi dâ’imâ mev-
kiʻinde sâbit fakat başı ve gözleri her tarafa müteveccih ve nâzır idi.
Hasretî, tedrîcen müteʻaddid kahve-hânelere mâlik ve sanʻat-ı
me’lûfesindeki ihtisâs ve mahâreti hasebiyle hayli servete nâ’il olduğu hâlde,
sinîn-i ʻömrü ancak hadd-i erbaʻîne varmış ve dünyâ hasreti henüz tabʻ-ı ârzû-
mendinden reh-yâb-ı hurûc olmamış iken 1231/1816 hudûdunda peygûle-güzîn-i
mezâr olmuştur.
Tercemeleri sebkat eden Câmî, Cedîdî ve sâ’ire ile mülâtefeleri vardır. Bu
gazel âsârındandır:
Sunmadı sâkî bize mey kaldı sâfî şîşede
Ol sebebden kaldı bu dil fikr ile endîşede
263
Hicret-i seniyyeniñ takrîben 960/1553 hudûdunda gehvâre-pîrâ-yı
mansıba-i şuhûd olmuştur. Peder-i ʻâlî-güherlerinden ahz-ı füyûzât-ı maʻneviyye
eyledikleri gibi Menâkıb-ı Gülşeniyye mü’ellifi enişteleri Şeyh Muhyî Efendi’den ve
sâ’ir ʻulemâ-yı ʻasrından tahsîl-i ʻulûm ve kemâlât eyledi. Hele ʻArabî, Fârisî, Türkî
eşʻâr-ı mutasavvıfâne inşâdında bir şâʻir-i âteş-zebân idi. Elsine-i sülüsede olan
âsâr-ı dürer-bârlarında ism-i necîbânlarını mahlas ittihâz buyurdular.
Tezâkir-i şuʻarâ-yı Rûm’uñ hîç birisinde bu zât-ı âlî-kadriñ dahi ism ve eseri
mezkûr değildir. Enişteleri Şeyh Muhyî Efendi “Menâkıb-ı Gülşeniyye”de müşârun-
ileyh Şeyh Hasan Efendi hazretleriniñ evâ’il-i kâmilânelerine dâ’ir ʻaynen şöylece
bir fıkra yazıyor: (217)
“Merhûm Şeyh Hayâlî hazretleriniñ büyük kerîmeleriyle fakîr bir mikdâr
zâviyede oldum. Bir gün teşrîf buyurdular. Ol esnâda mahdûmları Seyyid ʻAlî it-
tifâkıyla birâderi Seyyîd Hasan eyitti: Sultânım, bizim Muhyî halîfeniñ dahi gizli
umûru vardır. Dolabı açıp bir kadehim var idi, anı çıkardı. İçinde laʻl reng şurûbu
var idi. Efendiniñ öñüne koydu. Efendi alıp buyurdu ki, bu kadehiñ suyuna ne hûb
reng vermişler. Bir yudum miktârı içtiler. Seyyid Hasan dahi alıp içti. Eyitti,
sultânım siziñ kuvvvetiñiz ile bu tebdîl olmuştur. Merhûm efendi dedi: Var dolab-
dan destisini getir. Seyyid Hasan varıp arayıp bulup getirdi. Efendi hazretleri bu-
yurdu ki: Şarâb-ı ʻaşk ile mest olan şarâb-ı pestiñ zîr-desti olmaz. Seyyid Hasan
hazretleri her gün gelip fakîrden okuyup ol kadehi rûşen bilirdi. Ammâ ol vakt ki,
“Muhyî’niñ gizli umûru vardır.” dedi, havf ettim ki esrâr-ı hevâ-yı kalbden baʻzı
umûr keşf ede. Pes mütenebbih olan hûşe havf ü recâdan çıkmamak gerektir.
İşte Seyyid Hasan hazretleri henüz hadîsü’s-sinn iken pederlerine hitâben
laʻl renginde olan şarâb-ı tahûru göstererek: “Sultânım siziñ kuvvetiñiz ile bu tebdîl
olmuştur.” demesi bir kelâm-ı şâʻirâne olduğu gibi, “Bizim Muhyî Halîfe’niñ gizli
umûru vardır.” demesi de târîh-i mezkûrdan kırk sene geçince birâderleri Seyyid
ʻAlî’den soñra câ-nişîn-i makâm-ı peder olduklarında Muhyî Halîfe, meşîhatıñ ken-
dilerine olmak ümîdine düşüp taraf-ı hilâfette bir müddet kalmış olacaklarına
işâret olduğuna şübhe yoktur. Fakat Muhyî Çelebî burasını der-hâtır edemeyip,
“Havf ettim esrâr-ı hevâ-yı kalbden baʻzı umûr keşf ede.” demesi müşârun-ileyh
henüz âvân-ı tufûliyyette iken ecdâd-ı kirâmı gibi sâhib- keşf olduklarını göster-
mektedir.
Kutbü’l-ʻârifîn Cenâb-ı Rûşenî ve Gülşenî ve Ahmed Hayâlî ve Seyyid Saf-
vetî hazretleriniñ esrâr-ı lâhûtiyyânelerine bir mürşid-i hâmisü’l-hams oldukları
hakkında bir şâʻir-i hakk-gû bu beyti inşâd etmiştir:
Rûşenî vü Gülşenî, Ahmed, ʻAlî, Seyyid Hasan
1 2 3 4 5
Birbirinden bunları fark etme ey dervîş sen
Bu kıtʻa dahi Şeyh Hulvî hazretleriniñ hakk-ı müşârun-ileyhde buyurdukları
âsâr-ı mübecceledendir: (218)
264
Ey göñül gördükte dersiñ bî-tereddüd anı sen
Nûr-ı Hak’dır halk içinde vech-i pâk-i Şeyh Hasan
265
Gitti ciğer-pâresi Şeyh Hâletî
Etti Hasan cây-ı ʻâlîde mekân
266
mübârekini görünce kendini bir düşünce aldı. Olduğu yerde mütehayyir kaldı.
Cenâb-ı şeyh tesellî vererek, meşâyih içün ol kadar şey çok değildir, dedi. Baʻdehû
ol gâzîden hayretiniñ sebebi su’âl olundukta dedi ki, bir gün biz serhadd-i islâmda
bir düşman çetesi kovalarken bağteten imdâdları geldi, düşman bizi ortaya aldı.
Fevka’l-ʻâde ıstırâba düştük, esîr olmak üzre iken katıra binmiş bir zât peydâ oldu.
Bizi düşman elinden halâs ederek selâmete çıkardı. Kim olduğunu bilemedik, şimdi
bu şeyh hazretlerini görmedim ki ʻaynıyla o zâta beñziyor. Onuñ içün hayrete düş-
tüm.” Bu da menâkıb-ı ʻaliyyelerindendir ki, “Bağçelerinde su dolabını döndürür
bir öküz ile bir atını geceleyin hırsız gelip sirkat eder. Ferdâsı hazret-i şeyhe haber
verdiklerinde inşâa’llâh yabana gitmez yine getirirler.” buyurur. Hikmet-i Hudâ bu
harâmî tutulup salb olacağı sırada, “Bende Şeyh Hasan hazretleriniñ bâğçesinden
çalınmış bir sığırla bir at vardır. Fülân yerde gizlemişim, söyleyin varıp alsınlar.”
diye iʻtirâf eder. Ve muhtesib-i memleket olduğu yerden aldırıp cenâb-ı şeyhe irsâl
eder.
Yine menâkıb-ı kerâmet-ihtivâlarındandır ki, “Şeyh olduktan soñra hacc-ı
şerîfe niyet ederek bir takım dervîşân ve fukarâ ile Süveyş tarîkıyla ʻazîmet ederler,
gemiye bir mâhir kılavuz alırlar. Râbiga mukâbiline varılınca ihrâma girerler. Gider-
ken rûzgâr şiddet gösterir, keştî ve keştiyân ıztırâba düşer. Geminiñ dîde-bânı
yemîn ü şimâlin gözetirken muʻallim olan kılavuz dümende hatâ eder. Bir şablağa
çarpar, gemi fâliye verir. Gürültü peydâ olur. Halk feryâda başlar. Lemezât
mü’ellifine nakl eden râvî der ki, “Şu dehşetli bir zamânda cenâb-ı şeyhe nazar
eyledim. Müteveccih-i imdâd-ı Cenâb-ı Kibriyâ olarak geminiñ kıç tarafında sükût
üzre oturuyorlar idi. Biraz soñra başını kaldırdılar. Tebessüm buyurdular. El-hamdü
li’llâh, korkmayıñ bir şey yoktur, diye beşâret eylediler. Dalgıçlar ise deryâya dalıp
geminiñ rahnedâr olan mahallini bulduklarında görseler ki delinen mahalle bir taş
parçası öyle leb-ber-leb olmuş duruyor ki aslâ su almaksızın Cidde İskelesi’ne kadar
ol sûretle vâsıl oldu. Her gören kerâmet-i şeyhe hayrân olur. Gelip mübârek elleri-
ni öperek duʻâ-yı müstecâbını igtinâm ederlerdi.”
Müşârun-ileyh Seyyid Hasan hazretleriniñ terceme-i ahvâl-i mürşidâneleri
muhtasar sûretiyle Zeyl-i Şakâyık-ı ʻAtâyî’de ve mufassal sûretiyle Lemezât’da
mestûrdur. (221)
Şemleli-zâde Şeyh Ahmed Rindî hazretleriniñ 1064/1654 târîhinde âyîn ü
âdâb-ı tarîkat-i Gülşeniyye hakkında “Şîve-i Tarîkat” isim ve ʻunvânıyla tahrîr bu-
yurdukları kitâb-ı dil-pezîrde kendi zamânına kadar Mısır’da dergâh-ı hazret-i Gül-
şenî’de şeyh-i kerâmet-âsâr olan zevât-ı ʻâliyyeyi taʻdâd buyuruyorlar ki, sâhib-
terceme Şeyh Hasan hazretlerinden soñra şeyh-i dergâh olanlar şunlardır, ʻaynen
kitâb-ı mezkûrdan nakl olunur:
“eş-Şeyh İbrâhîm Efendi, ondan eş-Şeyh Ahmed Efendi, ondan eş-Şeyh ʻAlî
Efendi, ondan Muhyî-zâde Emîr Hasan, ondan Seydî Hasan, ondan Seydî İsmâʻîl,
ondan Şeyh İbrâhîm Efendi’dir ki hâlâ hânkâh-ı hazret-i Gülşenî’de bâlâ-nişîn-i
seccâde-i tarîkat ve râhber-i râh-ı hakîkattir. Tâ hazret-i pîrden bâlâda zikr olundu-
267
ğu üzre seccâde-nişîn-i tarîkat olanlar cümleten evlâd-ı zükûrdandır. İllâ Muhyî-
zâde eş-Şeyh Emîr Hasan, zâde-i kerîme-i Emîr Hayâlî bin Gülşenî’dir.
Müşârun-ileyh Seyyid Hasan hazretleriniñ Türkçe şu gazel-i mutasavvıfâne
ve mürşidâneleriniñ teberrüken tahrîriyle iktifâ eyleriz.
268
Tîrekî-yâb olmaz âyînem
Müddeʻâ-yı nefes nedir bilmem
269
Diyârbekir’de Fâtih Paşa mahallesinde kâ’in hânelerinde 1160/1747 hudûdunda
dünyâya gelmiştir. Bir taraftan sâhib-i hüsn-i hâl ve ehl-i kemâl-i esâtîzeden ve bir
taraftan da bâb-ı sehâvetleri fuzalâ ve üdebâ ve gurabâya meftûh olduğundan bu
vesîle ile müsâfir ve mücâvir-i hâne-i ʻâlîleri olan ashâb-ı hüner ve maʻrifetten
fünûn ü maʻârif-i bî-pâyân ahz u telakkî eyledi. (223) Hutût-ı mütenevviʻayı Hâfız
Muhammed Âgâh hazretleriniñ tilmîz-i yek-tâları hattât-ı şehîr Âdem Efendi’den
tahsîl etti.
Elhâsıl pederleri İsmâʻîl Ağa dûr-endîş ve ʻâlî-cenâb bir zât olduğunu isbât
ederek vâlid-i mâcidlerinden aldığı ders-i terbiye, kendisine bir emânet imiş gibi
tamâmiyle mahdûm-ı zekâvet-mevsûmuna sarf ve tevdîʻ eyledi. İbrâhîm Bey hall ü
ʻakd-i umûra muktedir olacak bir sinne vâsıl oldukta pederleri İsmâʻîl Ağa ki ol
sırada mütesellim idi. Mahdûmunuñ sâbıku’t-terceme İskender Paşa merhûmuñ
ahfâdı ile araları açılarak onlarıñ ʻaleyhine kıyâm eylediğini haber alınca memnûn
olmamış ve nesâyih-i lâzimede bulunarak menʻ eylemiş ise de maksad-ı muzme-
rinden nukûl eylemediğini hiss eylediğinden pek ziyâde cânı sıkıldı, oğlunu yanına
celb ile yüksek bir mevkiʻe çıkarıp İskender Paşa merhûmuñ binâ eylediği câmiʻ-i
şerîfiñ kurşunlu kubbe-i bülendini irâ’e ederek bu câmiʻ-i şerîfi kimiñ binâ eylediği-
ni su’âl eyledi. Bey, İskender Paşa merhûmuñ binâ etmiş olduğu cevâbını virince;
“Memleketimizde bundan iki buçuk ʻasır evvel Hak yoluna böyle ʻâlî câmiʻ-
i şerîf binâ eden bir zâtıñ ahfâdıyla niçün uğraşıyorsun. Ebnâ-yı beşer yek-dîgeriniñ
kardaşları değil midir? Kusûru görülenlere nasîhat et, ʻadâvet etme, nasîhat
diñlemez ve kabûl etmezler ise terk-i râbıta-i muvâneset ederek sıkı sıkı görüşme.
Oğlum, lisânı başka, vicdânı başka olan münâfıklarıñ müdâhenelerine aldanarak
şunuñ bunuñla uğraşıp ev yıkmak, herkesi berbâd ü perîşân eylemek maʻrifet
sayılmaz. Bir memleketi bir müdâhin sözüne uyarak harâb etseñ yine kanâʻat et-
mez. Seni daha büyük fecâyiʻa sevk eyler. onlarıñ igrâz-ı nefsâniyyeleri bitmez
tükenmez. Lâkin sen râhat edemezsin. Büyüklük herkese ihsân ve iltifât ve tevâzuʻ
etmek, zuʻafâya destgîr olmak, hânedân düşkünlerine hürmet ve muʻâvenetten
geri durmamak ve hayrât ve hasenâta sarf-ı nakdîne-i himmet ederek îfâ-yı hüsn-i
nâm eylemekle hâsıl olur.” der.
Fi’l-hakîka İbrâhîm Bey de baʻde-mâ mütenassih ve pend-i peder-i hakîm
ile müteʻâmil ve emsâl ü akrânından mümtâz olarak rütbe-i sâmiye-i vezârete ka-
dar mütesâʻid olmuştur.
1200/1786 senesinde vâlid-i mâcidleriniñ vukûʻ-ı vefâtı İbrâhîm Bey’i müb-
telâ-yı ahzân-ı bî-pâyân eylemiş ve hele o pîr-i muhteremiñ vefâtına karîb sırada
hafîdleri Tâhir Bey’i bağrına basarak lihye-i (224) nûrânîsi üzerine akıttığı dümûʻ-ı
te’essürle sûz-nâk bir sûrette ʻâile efrâdına râsime-i vedâʻ-ı ebediyyeyi icrâ eyle-
mesi pek hazîn bir manzara teşkîl etmiştir. Vefâtına âti’t-terceme Lebîb-zâde Refîʻ-i
Âmidî’niñ tahrîr eylediği ebyât-ı târîhiyyeniñ baʻzı beytleri tahrîr olunur:
Olma sen ey ehl-i devlet gurre-i câh-ı cihân
Câhıñ erse mâha dek yoktur zevâlinden emân
270
Kim bu gerdûn-ı siyeh-kâse çü naʻl-ı bâz-gûn
Devr-i nâ-hemvâr ile kârı firîb etmek hemân
271
ye’niñ pek aşırı bir dereceye vardığını ve kuvve-i cünûdiyye sevk ü isrâ olun-
madıkça bu makûle tedâbîr ile izâle-i vücûdunuñ mümkün olamayacağını ber-tafsîl
ʻarz ve hikâye eyledi.
Makrûn-ı hakîkat olarak ʻarz eylediği sözler Bâb-ı ʻÂlî’niñ hoşuna gitmedi.
1207/1793 hudûdunda İbrâhîm Bey Diyârbekir voyvodalığından ʻazl edildi. Bey de
artık memlekette durmayıp Dersaʻâdet’e ʻazîmet eyledi. Tîmûr daha ziyâde fırsat
bularak âyîn-i Tîmûriyyâneyi tamâmıyla icrâ etti. Bunuñ üzerine Bağdâd vâlî-i ʻâlîsi
Süleymân Paşa merkûmuñ defʻ-i şerâre-i fesâdı içün ʻasâkir-i kesîre ile me’mûr
taʻyîn buyuruldu. Vâkıʻ olan tazyîkât-ı şedîde üzerine 1208/1794 senesinde Tîmûr-ı
mesfûr maglûben firâr eyledi. Millü ʻaşîretiniñ gasb eyledikleri bi’l-cümle emvâl ve
mevâşî ahz ve istirdâd edilerek hitâm-ı maslahata mebnî Süleymân Paşa Bağdâd’a
ʻavdet eyledi.
Rakka eyâleti vâlîliğine Divriğli Mustafâ Paşa ve anı müteʻâkib çukadâr Sü-
leymân Paşa taʻyîn olunmuşlar ise de, ʻadem-i muvaffakiyyetlerine mebnî
Tîmûr’uñ firâr ve ihtifâ eylediği mahalden ʻavdetle be-tekrâr refʻ-i ʻalem-i ʻisyân
eylemesi melhûz idi. Buralarına meydân kalmamak üzre eyâlet-i mezkûreye hi-
demât-ı devlette sadâkat ve ehliyyeti mücerreb ve oralarıñ ahvâline vâkıf bir zâtıñ
taʻyînine lüzûm-ı ehem görüldü.
İbrâhîm Bey’iñ ise âvâze-i ʻadl ü şecâʻati akdemce pey-der-pey Der-
saʻâdet’e ʻaks-endâz olmakla beraber Dersaʻâdet’de müddet-i ikâmeti olan üç
sene zarfında dahi fuzalâ, şuʻarâ ve sâ’ir ricâl-i devlet ile görüşerek fazl ü kemâl ve
iktidâr ve ehliyetini ʻumûma takdîr ve tasdîk ettirdi. Mukademme-i feyz ü terakkî
olmak üzre 1210/1796 senesinde Rakka mütesellimliğine taʻyîn olundu.
Me’mûriyyet-i cedîdesine muvâsalatini müteʻâkib birçok icrâʻât ve ıslâhâta muvaf-
fak oldu. Mevranlı ʻAbdî Bey de Tîmûr’uñ vedîʻa-i hafiyyesi olan eşyâ-yı kesîre ile
bir hayli altunları zâhire ihrâc ve Dersaʻâdet’e baʻs ü inhâc eyledi. (226) Rakka’nıñ
mütesellimlik ile hüsn-i idâresi kâbil olamayıp behemehâl külliyetli ve mükemmel
dâ’ireye tavakkuf eylediğini bi’l-etrâf ʻarz ü beyân etti. Hidemâtı nezd-i devlette
meşkûr ve rütbe-i celîle-i vezârete istihkâkı müsellem-i cumhûr olarak 1211/1797
senesinde bâ-rütbe-i sâmiyye-i vezâret, Rakka eyâleti vâlîliğine terfîʻan taʻyîn bu-
yuruldu.
Sadr-ı esbak ʻAbdullâh Nâ’ilî Paşa, hafîdi olup 1213/1799 senesinde vefât
eden vakʻa-nüvîs-i Devlet-i ʻÂliyye, Halîl Nûrî Bey merhûm, paşa-yı müşârun-ileyhiñ
ber-vech-i bâlâ rütbe-i sâmiyye-i vezârete nâ’iliyyeti esbâbını târîhinde ʻaynen
şöyle yazıyor:
“Bir müddet âsitâne-i ʻâliyyede ikâmet üzre olan dergâh-ı ʻâlî
kapıcıbaşlarından Diyârbekirli Şeyh-zâde Seyyid İbrâhîm Ağa’nıñ ol havâlî ahvâline
kemâl mertebe tahsîl-i vukûfu ve iʻtibâr ve nüfûzu hasebiyle bundan akdemce
Rakka’ya mütesellim taʻyîn olup Dersaʻâdet’den ibʻâs olunmuş idi.
Mahall-i me’mûriyyetine lede’l-vürûd âhâlîsiyle kemâl mertebe hüsn-i
âmîziş eylediğinden başka Rakka sükkânından Mevranlı ʻAbdî Bey -nâm kimesne
272
de Millü Tîmûr’uñ vedî’ası olmak üzre ecnâs olarak otuz bir biñ üç yüz seksen do-
kuz ʻaded altunıyla baʻzı eşyâsını zâhire ihrâc ettiğini müşʻir tahrîrâtı vârid olup
ancak Rakka’nıñ mütesellimlik ile zabt u rabtı mümkün olamayıp be-her-hâl külliy-
yetli ʻasker ve dâ’ireye tevakkuf eylediğini beyânla kendüye rütbe-i vâlâ-yı vezâret
ʻinâyet buyurulmasını istidʻâ etmekle nefsü’l-emr-i istidʻâsı vâkıʻa mutâbık ve
zevâtından sâhib-i rüşt ü dirâyet ve müddet-i medîde müstahdem olduğu hi-
demât-ı devlette mücerreb ve zî-istikâmet olmak cihetleriyle dahi şurût-ı vezâret
muvâfık olduğundan husûs-ı mezkûr taraf-ı hazret-i sadâret-penâhîden ʻatabe-i
ʻulyâ-yı hazret-i tâcdârîye lede’l-ʻarz işbu zi’l-kaʻdeniñ yirmi ikinci günü rütbe-i
vâlâ-yı vezâret ile Rakka eyâleti vâlîliği müşârun-ileyh Seyyid İbrâhîm Ağa’ya
ʻinâyet ve ihsân buyuruldu.”
İşte Nûrî târîhiniñ şu ʻibâresinden dahi paşa-yı müşârun-ileyhiñ rüşt ü
gıyâset ve muvaffakiyyet ve ehliyyetiniñ derecâtı müstebân olur. Vezîr-i müşârun-
ileyh iki seneden ziyâde zabt u rabt-ı memlekete nazar-bend-i iʻtinâ ve ıslâhât-ı
cedîdeye iktisâb-ı muvaffakiyyetle mazhar-ı duʻâ-yı bây u gedâ oldu.
1213/1799 senesinde meşhûr Bonapart’ın bagteten gelip Mısır’ı istîlâ et-
mesi üzerine kıtʻa-i mezkûreniñ be-tekrâr dâhil-i dâ’ire-i hükûmet edilmesi emrin-
de tedârikât-ı cesîmeye lüzûm görülmekte (227) idi. Bu esnâda ise Rûmeli aʻyânları
tavâ’if-i mülûk tarzında refʻ-i livâ-yı tugyâna başlayıp yek-dîgeriyle muhârebe ede-
rek gâlib gelenler maglûbuñ beldesini kalaycı ekmeği gibi zabt ve tasarruf etmekte
idiler.
Vodin ciheti Pâsbânoğlu’nuñ dest-i tahakkümünde kaldığı gibi Rusçuk ve
Şumnu tarafları Tersenklioğlu’nuñ pençe-i tegallübünde idi ve İbrail cânibi nâzırı
olan Ahmed Ağa’nıñ, Manastır ciheti Yanıkoğlu’nuñ, Yanya Mora Tepedelenli ʻAlî
Paşa’nıñ, İşkodra ve Elbasan İşkodralı Koca Muhammed Paşa-zâdeleriñ, Belgrad ve
Sırbistân dayılarıñ ve sâ’ir cihetler dahi kezâlik birer mütegallibeniñ elinde idi. Şu
mütegallibe Mısır seferine gelmeğe devletten emîn olmadıkları gibi bi’l-farz
baʻzıları gelmiş olsalar bile mazarratları fâ’ideden efzûn idi. Binâ’en-ʻaleyh Mısır’ıñ
istihlâsı içün tedârik olunacak kuvve-i cesîme Anadolu’ya münhasır gibi kalıyordu.
Rakka vâlîsi bulunan müşârun-ileyh İbrâhîm Paşa Kürdistân dilâverlerini
toplayıp Mısır üzerine yürümek üzre 1214/1800 senesi evâ’ilinde Diyârbekir vâlîliği
dahi yed-i te’yîd-i mehâmidânîlerine tefvîz olundu. Sadraʻzam ve serdâr-ı ekrem
Yûsuf Ziyâ Paşa az bir müddet içinde Dersaʻâdet’ten sebük-bâr olarak hareketle
Haleb’e muvâsalat eyledikte müşârun-ileyh İbrâhîm Paşa’yı mükemmel bir kuvvet-
le orada mevcûd bularak memnûn oldu. Ordu-yı hümâyûn, Yavuz Sultân Selîm Hân
hazretleriniñ tarîkini taʻkîb ederek Şâm’a ve oradan da Gazze’ye rekz-i hayyâm-ı
mehâbet eyledi.
İbrâhîm Paşa, Yavuz Sultân Selîm Hân hazretleriniñ yollarda inşâ eylediği
kuyuları, bendleri kışla ve hânları ve sâ’ir o zamândan beri mevcûd kalabilmiş olan
âsâr-ı ʻâliyyeyi gösterir. Öyle bir pâdişâh-ı cihângîriñ dahi buralardan birçok
mezâhim ve meşâkkate katlanarak gidip Mısır’ı zabt eylediğini añlatır. Ve kendile-
273
riniñ gayret ve himmetle inşâa’llâh Mısr-ı nâdiretü’l-ʻasrıñ zabt ve istirdâdından
rûh-ı Selîmî’niñ ʻâlem-i ebedîde ne derecelerde şâd ü memnûn kalacağını îrâd
ederek ʻaskeriniñ şevk u şetâretini tezyîd ve kuvve-i maʻneviyyesini tahkîm eylerdi.
Serdâr-ı ekrem Ziyâ Paşa Şeyh-zâde İbrâhîm Paşa’nıñ re’y-i tedbîrinden is-
tifâde ederek onuñla müşâvere ve müzâkereden hâlî kalmaz. Kendisiniñ hasbe’l-
lüzûm bir semte ʻazîmetle büyük ordudan müfârakâtı lâzım gelse yerine İbrâhîm
Paşa’yı tevkîl ederdi.
Çünkü bâlâda denildiği üzre Rûmeli ʻaskeri ve yeñiçeri ve sâ’ir kapıkulu
denilen sahîh ʻasker az idi. Orduyu ekserî nefîr-i ʻâm denilen müteferrik tavâ’if
teşkîl etmekte (228) idi. Bunlar ise ne taraf mağlûb olursa onu yağma ile âyîn-i
cehâleti itmâma me’lûf olan kabâ’il ve ʻaşâyirden olmakla böyle müteferrik bir
yığıntıya güvenilemeyeceğinden Şeyh-zâde İbrâhîm Paşa gibi haseb ve neseble
maʻrûf ve iktidâr ve kemâlât ile mevsûf bir müşîr-i şîr-diliñ ordu-yı hümâyûnca
büyük bir te’sîri var idi. Mısır hudûdu dâhilinde bulunan bi’r-i Mesʻûdiyye zabt
olunduktan soñra berrü’ş-Şâm çöllerinden mürûr edecek ʻaskeriñ su ihtiyâcınıñ
defʻi içün ʻArîş puñarlarını elde etmeye lüzûm-ı ehem görüldü.
Sivas vâlîsi Receb, Marʻaş vâlîsi Arnavud Mustafâ Paşalar kumandasıyla
sevk olunan kuvvet bir muʻâvenet-i gaybiyye olarak Mısır’ıñ kilidi olan ʻArîş gibi bir
kalʻa-i müstahkemi sühûletle zabt etmişler ise de her nasılsa cebhâne âteş alarak
Arnavud Mustafâ Paşa ile bir hayli dilâverân şehîd olduğundan meserretle
memzûc bir hüzn ü elem hâsıl olmuştur.
1215/1801 senesi evâ’ilinde Hicâz vâlîsi ve Medîne-i Münevvere muhâfızı
sadr-ı esbak Koca Yûsuf Paşa Cidde’de vefât etmekle Mısır yolu mesdûd ve Cezîre-
tü’l-ʻArab’da ise Vehhâbî’leriñ günden güne tugyânları mütezâyid ve memdûd
olduğundan çöl ahvâline ve ʻaşâyir ü ʻurbânıñ tavr u mişvârına vukûflu bir zâtıñ
vücûduna lüzûm görülmek sebebiyle Habeş eyâletiniñ inzimâmıyla Cidde vâlîliği ve
Medîne-i Münevvere muhâfızlığı müşârun-ileyh İbrâhîm Paşa’ya tevcîh olundu.
Maʻ-zâlik İbrâhîm Paşa’nın böyle mühim bir zamânda ordu-yı hümâyûndan
infikâk etmesi nezd-i serdâr-ı ekremîden münâsib görülmediğinden Hicâz vâlîliği ve
Medîne-i Münevvere muhâfızlığı mütesellimleri vâsıtasıyla idâre olunmak üzre
yine ordu-yı hümâyûnda kaldı. 1216/1802 senesi evâ’ilinde idi ki Ceneral Bolyar’ıñ
Belbis üzerine hareket edip Çurhacı Tâhir ve ser-ʻasker Muhammed Paşalarla har-
be kıyâm ve yek-dîgeri üstüne hücûm ve iktihâm etmekte oldukları haber alınması
üzerine serdâr-ı ekrem Ziyâ Paşa hazretleri ber-muʻtâd Şeyh-zâde İbrâhîm Paşa’yı
kendi makâmına tevkîl ve büyük ordu-yı hümayûnu yed-i iktidârına teslîm ederek
kendisi ileriye doğru sürʻat-i ʻazîmete lüzûm görmüş ve İbrâhîm Paşa şu büyük
ordu-yı hümâyûnu pek güzel idâre eylemiştir.1 (229) Ceneral Bolyar maglûben ve
1
Cevdet Paşa hazretleriniñ 1288/1871 târîhinde tabʻ olunan târîh-i ʻâlîleriniñ 7. cildiniñ 207. sahîfe-
sinde ʻaynen şu ibâre muharrerdir: “Binâ’en-ʻaleyh Ceneral Bolyar ber-vech-i meşrûh Mısır’dan çıkıp
da Belbis üzerine hareket ettikde derhâl çarhacı Tâhir Paşa ve arkasından çend kıtʻa top ile ser-ʻasker
274
münhezimen Mısır’a ʻavdet eylemiş ve muzafferiyet-i vâkıʻa bâʻis-i sürûr ve
şâdmânî-i ümmet olmuştur.
Bu sırada müşârun-ileyh İbrâhîm Paşa’yı memleketten bir haber-i nâgeh-
zuhûruñ vürûdu dağdâr-ı te’essür eyledi. O da mahdûmu Tâhir Bey’iñ hastalan-
ması ve her ne kadar tedâvîsine gayret olmakta ise de hastalığınıñ günden güne
kesb-i iştidâd etmekte olması idi. Tafsîlâtı ümmehât-ı târîhiyyede mestûr olduğu
üzre yapılan mukâvele-nâme mûcibince Fransızlar Mısır’ı tahliye ile Cîze’ye çekil-
meye başladılar. Şu vakt-i sürûr-efzâda Şeyh-zâde İbrâhîm Paşa, mahdûm-ı
yegânesi Tâhir Bey’iñ ağır bir sûrette hastalanması hakkındaki mektûbları serdâr-ı
ekrem hazretlerine irâ’e ederek bu maʻzeret-i meşrûʻaya binâ’en Habeş ve Hicâz
vâlîliklerinden ʻafvını istirhâm eylemiş ve maʻzeret-i vâkıʻaları karîn-i kabûl görül-
düğünden Diyârbekir vâlîliği ʻuhde-i âsıfânelerinde ibkâ edilmiştir.
Sene-i mezkûre rebîʻu’l-evveliniñ birinci günü mesrûren Kâhire şehrine
dâhil oldular. Diyârbekir vâlisi Şeyh-zâde İbrâhîm Paşa’nıñ serdâr-ı erkemle birlikte
şehre sûret-i duhûllerini Cevdet Paşa hazretleri târîhlerinde şu ʻibâre ile tasrîh
buyuruyorlar:
“Gurre-i rebîʻu’l-evvelde serdâr-ı ekrem ve kapudan paşa ve Haleb vâlîsi
İbrâhîm Paşa ve Diyârbekir vâlîsi İbrâhîm Paşa ve Ebû Merâk Muhammed Paşa ve
Arnavud Tâhir Paşa ve yeñiçeri Ağaları Mısır’a dâhil oldular.”
Mısır fütûhâtınıñ hüsn-i hitâmı hasebiyle paşa mesrûren memleketine
ʻavdet eylemiş ise de esîr-i firâş olan mahdûm-ı yegâneleri 1 Tâhir Bey’iñ sene-i
mezkûrede vefâtı vukûʻ bulmakla pek ziyâde müte’essif ve mükedder oldu. (230)
Bir müddet soñra sâ’ir baʻzı vilâyetler vâlîliğine taʻyîn olunarak nâşir-i ʻadâlet ü
eşfâk ve 1224/1809 senesinde sâniyen Diyârbekir vâlîliğine revnak-bahş-ı istihkâk
oldu. 1227/1812’de bir sûr-ı ʻazîm tertîb ederek mahdûm-ı ʻâlîleri âti’t-terceme
ʻOsmân Nûrî Paşa’nıñ emr-i mesnûn-ı hitânını icrâ eyledi.
Sûr-i mezkûrda ihrâk olunan gûn-â-gûn âlât-ı nâriyyeniñ, rakkâs, cânbâz,
hokkabâz, sâzendegân misillü hünerverân tarafından icrâ edilen hünerleriñ ve
ʻumûm vilâyet halkına keşîde olunan niʻam-ı kesîreniñ tafsîlât-ı debdebe-pîrâsı
birçok vakitler dillerde dâsitân olmuştur. Vâlid-i mâcid-i ʻabd-i hakîr sûr-ı mezkûru
Muhammed Paşa hareket ile cenge kıyâm ve ʻasâkir-i İslâmiyye arslan gibi hücûm ve iktihâm ettikleri
hengamda serdâr-ı ekrem Şeyh-zâde İbrâhîm Paşa’yı merkez-i ordu-yı hümâyûnda bırakıp ve sâbit-
kadem olmasını ekîden tavsiye ve tenbîh edip kendisi mevkiʻ-i harbe erişerek ʻasâkir-i İslâmiyyeyi sabr
u sebâta teşvîk ve terkîb ve süvârîyi yayup her taraftan ihâtâ ile tehdîd ve terhîb eylediğinden
Fransızlar şaşırıp tarafeynden telefât-ı kesîre vukûʻundan soñra mağlûben ricʻate mecbûr olmalarıyla
Ceneral Bolyar Mısır’a ʻavdet ve tehassün etmek üzre hâric-i şehirde Metrîs hafrine mübâderet etti.
Serdâr-ı ekrem dahi gâlibâne ileri hareket ederek Nil’iñ Dimyat ve Reşîd’e münkasım olduğu Şalkan
nâm mahalle gelip muzafferiyyet-i vâkıʻayı kapudan paşaya tebşîr ve onuñ dahi ileri hareketini tezkîr
eyledi.” 228-229.
1
Dîger mahdûmları ʻOsmân Nûrî Paşa, Tâhir Bey vefât ettikden soñra dünyâya gelmiştir. 229.
275
müşâhede ve idrâk eylemiş olduğundan müşârun-ileyhiñ iʻtâ buyurdukları tafsîlât
“Mir’âtü’l-Fevâ’id”de muharrerdir.
Bu defʻaki vâlîliklerinde dahi beş sene mikdârı vatan-ı ʻâlîlerinde mazhar-
ı edʻiye-i fukarâ ve nâ’il-i esniye-i zuʻafâ olup imrâr-ı evkât ü eyyâm eylemekte
olduğu hâlde, 1228/1813 senesinde nüzhet-serâ-yı ʻukbâya hırâmân ve ʻumûm
ahâlî-i memlekete ziyâʻ-ı ebedîsi mûcib-i küdûrât-ı firâvân oldu.
Vakʻa-nüvîs Şânî-zâde ʻAtâu’llâh Efendi târîhinde müşârun-ileyh İbrâhîm
Paşa’nıñ vefâtına dâ’ir şu ʻibâre muharrerdir: “Vâlî-i Diyârbekir Şeyh-zâde İbrâhîm
Paşa ecel-i mevʻûd ile ʻazm-i dâr-ı bekâ eylediği kâdî ve vücûh-ı belde taraflarından
bâ-maʻrûzât inhâ olunmak refʻ-i vüzerâtla Tokâd’da me’mûr-ı ikâmet olan sâbık
Erzurûm vâlîsi Muhammed Emîn Paşa’ya ibkâ’en livâ-yı Diyârbekir, mâh-ı zi’l-
kaʻdeniñ yirmi dördüncü günü tevcîh olundu.”
Merkad-ı ʻâlîleri Fâtih Paşa Câmiʻ-i Şerîfi ittisâlindeki kabristândadır. Esnâ-
yı tahrîr-i tezkirede hâbgâh-ı ebedîlerine ʻazîmetle ziyâret eyledim. Bânî-i câmiʻ-i
şerîf Bıyıklı Muhammed Paşa ve müşârun-ileyh İbrâhîm Hafîd Paşa ve mahdûmları
âti’t-terceme ʻOsmân Nûrî Paşa hazerâtı yek-dîgeri cenbinde gunûde-i
gufrândırlar. Özdemir-zâde ʻOsmân Paşa dahi câmiʻ-i şerîf-i mezkûr hazîresinde
iseler de, ayrıca türbe-i mahsûsa derûnundadır.
Merhûm-ı müşârun-ileyh ʻilm ü ʻirfân ile mümtâz iktidâr ve istikâmetle ser-
firâz sehâ ve necâbetle hâ’izü’l-imtiyâz kibâr ibn kibâr hânedân ibn hânedân bir
vezîr-i bî-nazîr-i ʻulviyyet-akrân bir edîb-i kadrdân idi. Bulunduğu me’mûriyyet ve
vilâyetleriñ cümlesinde ezkâr-ı cemîle ve hüsn-i sît bırakmağa muvaffak olmuş ve
nefs-i Diyârbekir’deki me’mûriyyet-i müteʻaddidelerinde ʻulemâ ve fuzelâya hür-
met ve riʻâyet ve şuʻarâ ve üdebâ ile rûz u şeb musâhabe ve mücâlese ederek
nezd-i devletlerinden infikâka icâzet vermezler imiş. (231) Bi’l-cümle eşrâf ve
ekâbir-i memleket, nâ’il-i eltâf ü hürmeti ve fukarâ ve zuʻafâ müstagrak-ı nukûd u
niʻmeti ve gurabâ ve seyyâhîn ve mârrîn ve ʻâbirîn, hisse-mend-i ibcâl ü ʻâtıfeti
olmakla berâber ziyâdesiyle hande-rû ve küşâde-hû ve latîfe-gû olduğundan birçok
latîfeleri el-ân dillerde dâsitân ve vesîle-i tezkâr-ı rahmet-i Rabb-i mennândır.
Mağfûr-ı müşârun-ileyh evâhir-i eyyâm-ı hayâtlarında Seyyidü’l-mürselîn
Şefîʻü’l-müznibîn Efendimiz hazretleriniñ naʻt-ı şerîfleriyle istimdâd ve istişfâʻı mu-
tazammın inşâd eyledikleri kasîde-i garrâ-yı dil-sûzdan vesîle-i rahmet olmak üzre
yirmi beyti derc ü tebzîr olunur:
Hoşâ ey âftâb-ı ʻâlem-ârâ bâʻis-i eşyâ
Resûl-i kibriyâ ey tâcdâr-ı kurb-ı ev ednâ
276
Seniñ bir zerre şânıñ vasfa kâdir olmaya bi’llâh
Eğer cemʻiyyet etse bir yere dünyâ vü mâ-fîhâ
277
Benim tek rûz-ı mahşerde siyeh-rû mücrim-i rüsvâ
278
Dâniş-i İstanbûlî
Çâk eder sîne-i sîmînini dest-i hırmân
Kim ki fâş eyleye esrârı misâl-i mektûb
Hafîd Paşa
Elimiz kaldı duʻâda gözümüz yolda yine
Gideli gelmedi parmak kadarı bir mektûb
Vehbî Sünbül-zâde
Bu cism-i nâ-tüvânım nâr-ı hicr-i yâr ile Vehbî
Misâl-i mûy-ı âteş-dîdedir her bâr pîç-â-pîç
Beylikçi ʻİzzet
Açılmaz şâne-i endîşe-i tanzîr ile ʻİzzet
Hemîşe olmasın zülf-i sühan zinhâr pîç-â-pîç (233)
Hafîd Paşa
Hafîdâ nazmı pey-rev eyle şiʻr-i Mâhir’e1 derdim
Olur destiñde şâyed kilk-i hoş-reftâr pîç-â-pîç
Fuzûlî-i Bağdâdî
Âteş-i berk-ı firâkıñ nâr-ı dûzah tek elîm
Cürʻa-i câm-ı visâliñ âb-ı kevser tek lezîz
Hafîd Paşa
Perçem-i cânâneyi şemm eyledikte ey Hafîd
Müşk-sâ kıldı dimâgım müşk-i ezfer tek lezîz
Nesîmî
Göñlümde benim ʻaşk-ı cemâliñ ezelîdir
Şol nesne kim oldu ezelî lem yezelîdir
Cevrî-i Mevlevî
Söyler nigehiñ cân ü dile râz-ı Hudâ’yı
Gûyâ sühanı tercüme-i sırr-ı ʻAlî’dir
Fâ’ik-i Ruhâvî
Fehm eyleyemez nükte-şinâsân-ı zamâne
Her bir sühan-ı müşkili bir cifr-i ʻAlî’dir
Râmî Paşa Sadraʻzam
Kandîl-i muhabbet ki fürûg-ı ezelîdir
Efrûhte-i lâmiʻa-i lem yezelîdir
Hafîd Paşa
İnsân doyamaz bakmağa ol nîm-nigâha
Gûyâ ki çekilmiş kaşı bir seyf-i ʻAlî’dir
Şeyh-zâde Nûrî Paşa Mahdûm-ı Hafîd Paşa
Ebrû-yı kemândârına bilmem ne desem ya
Bir seyf-i ʻAlî’dir ya iki satr-ı celîdir
1
Bu Mâhir’iñ hüviyeti bilinemedi. 233.
279
Münîr
Gönderdi belâ ʻaskerini var ise Şîrîn
Ferhâd-ı cefâ-pîşe anuñçün cebelîdir
Halîm Girây
Rüchânı anuñ sâ’ire hattında celîdir
Seyr et geliyor işte güzeller güzelidir
Hafîd Paşa
Kurtulur mu ʻaşk ile dil hâk-i râhı olsa da
Makdem-i nâza gubâr olmakla minnetdârıdır
Saʻîd Paşa Âmidî
Gam-güsâr olmuştu şu vaktiyle gamlı göñlüme
Şimdi ol bî-merhamet bilmem kimiñ gam-hârıdır
Hafîd Paşa
Kişver-i hüsn-i dilârâya ki vermiş zînet
Ya Habeş şâhıdır ol hâl ya esved hândır (234)
Refî-i Âmidî Lebîb-zâde
Almış etrâfını hep leşker-i nâz ü ʻişve
Bu gelen pâdişeh-i kişver-i hüsn ü ândır
Hafîd Paşa
Yap kûşe-i kalbiñde sarây-ı gam-ı ʻaşkı
Vîrâne-i bûm olmuşa kâşâne desinler
ʻAzmî-i Âmidî
Sen bend olagör silsile-i kâkül-i yâra
Ey dil saña derlerse de dîvâne desinler
Kâmî-i Âmidî
Âdâb ile kâşâne-i yârâna hırâm et
Herkes buyuruñ şöylece üst yana desinler
Bâkî-i Meşhûr
Ehl-i ʻaşkıñ nâlesin ney kâmetin çeng eylediñ
Pâdişehsiñ ettiğiñ şimden gerü kânûn olur
Hafîd Paşa
Dâne-i çeşm-i terim zann etme zâyiʻ eyledim
Zerʻ-i hâk-i kûy-ı dilberde dür-i meknûn olur
Kâmî-i Âmidî
Ârzû-yı lebleriñle meyl-i âb etsem eğer
Subha dek nûş ettiğim hep bâde-i gülgûn olur
Hafîd Paşa
Bî-eser sanma sakın bülbül gibi feryâdımı
Şevk-ı maʻşûkumla âh etsem cihân âteşlenir
Kâmî-i Âmidî
Ser-güzeştim hâk-pây-ı yâre ʻarza korkarım
280
Bir atım barûtveş gâfil yamân âteşlenir
Hafîd Paşa
Âgûş-ı sadeften çıkıp ol dürr-i münevver
Dünyâya Hafîdâ yine dür-dânelik eyler
Priştineli Nûrî
Nûrî göreli tâbiş-i şemʻ-i ruh-ı yârı
Şeb-tâ-be-seher yanmada pervânelik eyler
Vâlî-i Âmidî
Pür-sûz-ı tâb-ı sîne yatur zîr-i hâkte
Dil-dâdegân-ı mürdeleri sanma restedir
Hafîd Paşa
Galtîde hûn-ı eşk yatur mürdegân-ı ʻaşk
Zîr-i zemîn-i hâkte de sanma restedir
Halîlî-i Âmidî Sâhib-i Fürkat-nâme
Dürc-i gevher-nâke derc ettim Halîlî nazmımı
Sen güneş talʻatliniñ mihriñde kıldım yâdigâr (235)
Hafîd Paşa-yı Âmidî
Sînede dâğım değişmem goncaya ey gül-ʻizâr
Yâdigârımdır baña kalmış gamıñdan yâdigâr
Câmî-i Âmidî
Çok zamândır tîr-i hasret deldi bağrım hicr ile
Bir su’âl et kandeyim bir gün beni ey yâdigâr
Hafîd Paşa
Bende yoktur yokladım her câyı dil gör kandadır
Nâzlı bir âfettedir ya başka bir meh-rûdadır
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Dil-firîb-i ʻişve-bâzîden değildir iştikâ
ʻÂşıkıñ hep hûn ü bâlı hançer-i ebrûdadır
Hafîd Paşa
Bu şeb duymuş meğer duht-ı rezi rindâna vermişler
Şarâbı sûf ile sûfî mübârek-bâda gelmiştir
ʻOsmân Nûrî Paşa Mahdûm-ı Hafîd Paşa
Mübârek-bâddır hep çağlayanlardan olan cârî
Bu gün ol serv-kad seyr-i ferah-âbâda gelmiştir
ʻAlî Rızâ Paşa Vâlî-i Bağdâd
Niçün âteşlere düşmüş gibi pîçîdedir zülfüñ
Rızââsâ meğer temmûzda Bağdâd’a gelmiştir
Meşhûr Ziyâ Paşa Vâlî-i Adana
ʻAceb bir hüsne mâliksin ki endâm-ı dil-ârâmın
Ne fikr-i Mâni’ye ne hâtır-ı Bihzâd’a gelmiştir
ʻOsmân Nevres Efendi
281
Hatıñ devrinde diller nâleler etmekte pey-der-pey
Bahâr eyyâmıdır bülbülleriñ feryâda gelmiştir
Lebîb-i Âmidî
Dünyâda Lebîbâ nice handân ola ʻâkil
Gülşenleri hep külbe-i ahzân olacaktır
Hafîd Paşa
Sabr eyle göñül hattı gelince o perîniñ
Ettiklerine cümle peşîmân olacaktır
Râgıb Paşa Sadraʻzam
Rûyuñda perîşân göreli zülf-i siyâhıñ
Hep gördüğü düş ʻâşık-ı zârıñ karışıktır
Hafîd Paşa
Ruhsârına zülf-i siyehin dökmüş ol âftâb
Gül sünbüle sünbül güle gûyâ karışıktır
Dâniş-i İstanbûlî
Seyl-i eşkim sulasın yollarını cilve-kunân
Eşheb-i nâz ile ol Hüsrev-i hûbân geliyor (236)
Bosnalı Sâbit Kâdî-i Âmid
Süpürülsün harem-i sîne gubâr-ı gamdan
Keyf derler dile bir tafralı mihmân geliyor
Hafîd Paşa
Gün yüzün tuttu sehâb-ı hatı oldu maʻzûl
Maşrıkıñ pâdişehi mağribe rahşân geliyor
Vecdî-i Meşhûr
Nice feryâd edip çâk-ı girîbân etmeyem ben kim
Yanımda sâki-i gül-reng elimde sâgarım yoktur
Hafîd Paşa
Merâm ey mâh-rû bir gün seni âgûşa çekmektir
Benim künc-i visâliñden ümîd-i dîgerim yoktur
Fuzûlî-i Bağdâdî
Dem-â-dem katre katre kanlı yaş mıdır çıkan gözden
Veya peykânlarıñ kim âteş-i dil anı sû eyler
Hafîd Paşa
Nigâh-ı gamze-i ser-tîz ile ülfet eden rinde
Gelir ye’s-i hayât elbette cândan dest-şû eyler
Râşid
Niyâz ehl-i gurûra bâʻis-i tahrîk-i nahvettir
Bütân-ı ser-keşi ibrâm-ı ʻâşık tünd-hû eyler
Sâmî Bekir Paşa
Esrâr-ı hatt-ı dilberi dil mû-be-mû bilir
Mektûm olursa nâme yine tercümân okur
282
Hafîd Paşa
Meydân-ı hüsne tevsen-i nâzın sürüp o şûh
Tîg-ı nigâh-ı kahrı anuñ kahramân okur
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Rakîb-i dîvden katʻ etmeğe dildârı şimşîriz
Bizi yanınca hayf ol şûh-ı hercâyî salındırmaz
Hafîd Paşa
Eder biñ fitne-i mahşer nigâh-ı hışm ile îkâz
O mest-i nîm-hâb-ı nâz ferdâyî salındırmaz
Hâmî
Gül hasret-i ruhsârıñ ile rûy-ı pür-âteş
Hâk-i kademiñ şevkine per bâl-ı karanfil
Hafîd Paşa
Gül pâdişeh-i bâğçedir bülbülü çavuş
Sûsen çemeniñ Rüstemidir Zâl karanfil
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa Mahdûm-ı Hafîd Paşa
Hûn eyle dil-i goncaları reşk ü hasedle
Nâz ile ele bir iki dal al karanfil (237)
Kâmî-i Âmidî
Meşşâta verir hüsnüne bir mertebe gûyâ
Açmış kızıl elmada hemân al karanfil
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Ey mâh-likâ gün gibi her hâneye girme
Her bezmde çeşmiñ gibi mestânelik etme
Hafîd Paşa
Düşme heves-i kâküle dîvânelik etme
Her şemʻ-i şeb-ârâya da pervânelik etme
Nâbî-i Ruhâvî
Nâbî tecâvüz etme lisân-ı vukûʻdan
Düşmez dehân-ı sıdka zebân-ı mübâlağa
Vâlî-i Âmidî
Vâhî makâle gûş-zed olmak revâ değil
Hayret verir ʻukûle kelâm-ı mübâlağa
Lebîb-i Âmidî
İndi zemîne eşk-i terim ol kadar Lebîb
Dersem ki geçti balığa sanma mübâlağa
Hafîd Paşa
Söyle dehân-ı yâra sözüñ var mı ey göñül
Bir zerredir desem nazar et yok mübâlağa
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Vermişim âh girîbân-ı dili bir büte kim
283
Günde biñ pâre eder perde-i nâmûs gibi
Vâlî-i Âmidî
ʻÂşıka vaʻde-i firdevs ü hem âgûşi-i hûr
Zevk-bahşâ olamaz müjde-i pâ-bûs gibi
Hafîd Paşa
Gayrıdan sanma sakın kesb-i yedimdir ey dil
Âteş-i ʻaşkım ile yanmayı kaknûs gibi
Vecdî-i Meşhûr
Mey anda dilber anda cümle yârân-ı safâ anda
Geçip cennetten âdem sâkin-i mey-hâne olmaz mı
Hafîd Paşa
Harâb olmak mukarrerdir dile ʻaşk ile ol şûhuñ
Dühûl etse bir âfet hâneye vîrâne olmaz mı
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa Mahdûm-ı Hafîd Paşa
Kadehler şîşeler sâkî vü meyler rind ü mutribler
Bu nûş-â-nûş-ı ʻişretle çemen mey-hâne olmaz mı
Hafîd Paşa
Oldu göñlüm gonca bir tıflıñ yine âvâresi
Dâyesi bülbüldür anuñ nahl-i gül gehvâresi (238)
Lebîb-zâde Refîʻ-i Âmidî
Âftâbı ʻaynına bir zerre almaz her kimiñ
Hâle-i âgûşu üzre olsa bir meh-pâresi
Hafîd Paşa
Yüzünü karalasın hattı o gül-ruhsârıñ
Bezm-i ʻirfânı eder meclis-i nâ-dâna fedâ
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Cân-ı şîrînimiñ olsun bu acı giryeleri
Bir şeker-hand-ı leb-i dilber-i handâna fedâ
Hafîd Paşa
Mevc-i girdâb-ı belâ silsile-i kayd-ı hayât
Girih-i kâkül-i ham-der-ham-ı gîsûdur hep
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Arama gamz u nifâkı ʻurefâ bezminde
Sözleri kıssa-i gîsû ile ebrûdur hep
284
yapmaya çalıştıkları hâlde kendileri yetişmiş olan evlâd ü ahfâdı hakkında kasr-ı
himmet eyeldikleriniñ sebebini sorduklarında buyururlar ki:
“İnsâf ediñiz, dama ve şatranc ki tahta üzerinde kuru bir oyundan
ʻibârettir. Lâyıkıyla öğrenmek içün çok zamân çalışmak, tecrübeler görmek iktizâ
eder. Bir kimse mertebe-i üstâdiyyeti ihrâz etmeden evvel at sürmek, taş çıkarmak
daʻvâsına kıyâm ederse mahcûb ve bed-nâm olur.
ʻAcabâ vazîfe-i hükûmet ʻâdî bir oyundan daha aşağı mıdır ki bir takım tec-
rübesiz mübtedîlere tevcîh edilsin. Umûr-ı hükûmet, reng-i zâhirîsi gâyet latîf ve
parlak görünür bir âteş gibidir. Dûr-endîş ve tecrübe-âmûz-ı rûzgâr olmayanlar
onuñla mülâʻabeye kıyâm ederler ise ʻâkıbet hem kendilerini hem vatanı yakmış,
harâb etmiş olurlar. Vâkıʻâ ben de evlâdımı sever ve teʻâlî etmelerini arzû ederim.
Lâkin vatanımı daha ziyâde severim. Evlâdlarım tahsîl-i ʻulûm ve kemâlât etsinler.
Birçok tecrübeler geçirsinler, eğer meʻâlî-i umûru idâre edecek kudret-i mâhire
gösterirler ise ikbâl-i istikbâl her zamân onlar içün müheyyâdır.”
Fi’l-hakîka müşârun-ileyhiñ derece-i iktidâr ve ehliyetine bir delîl-i celîdir ki
vâlîlikleri hengâmı (239) Devlet-i ʻÂliyye’niñ dâhilî ve hâricî gâ’ileli bir zamânı oldu-
ğundan her tarafta eşkıyâ başkaldırır ve derebeyleriniñ her biri teferrüd-fermâ-yı
istiklâl olur. Devlet bunları te’dîb ve terbiyeden ʻâciz kalır. Vezâret verir, vâlî yapar,
serdâr eder. Nihâyet bir sırasını düşürüp başları kesilirdi. Büyük me’mûriyyete
hattâ sadârete kadar irtikâ edenler, şerr ü mekîdet-i husamâdan emîn değil idi.
İbrâhîm Paşa ise şân ve haysiyyet sâhibi bir ʻâileye mensûb olduğu hâlde
kendisini hem ricâl-i hükûmet hem ahâli-i büldân ve memlekete sevdirmişti. Hîç
bir me’mûriyyetinde devletine ser-keşlik etmedi. Memleketine eser-i hıyânet gös-
termedi, lekelenmedi. Akşamları üç dört bin fukarâ ve ʻacezeyi itʻâm ederdi. Birçok
eytâm-ı arâmil-i bî-kes ve dul kadınlarıñ iʻâşe-i seneviyyelerini te’mîn eylemişti.
Reʻâyâ vü berâyânıñ duʻâsına mazhâr oldu. Muvâneset-i ictimâʻiyyeye ve etvâr-ı
hükûmete vâkıf olduğundan hareket ve reftârı kânûn-ı hikmete mutâbık ve evzâʻ
ve mişvârı mizâc-ı maslahata muvâfık idi. Her muʻâmelesinde bir dirâyet, her te-
şebbüste bir fetânet îcâd ederdi. “-ʻAllû fi’l-hayâti ve fi’l-memât-”
Elhâsıl, İbrâhîm Hafîd Paşa merhûmuñ îfâ-yı me’mûriyyet ve icrâ-yı
hükûmet eylediği yerlerde saltanat-ı ʻadâlet tamâmıyla ihtişâmını tecellî ettirirdi.
Bu kadar fazl ü kemâl ve ʻilm ü ʻirfân ile beraber müretteb ve mükemmel sûrette
tertîb-i dîvân-ı belâgat-ʻunvân etmiştir.
Âsârı nezîh, zarîf, latîftir. Mecmûʻ-ı dîvân-ı eşʻarı iki biñ beytten müte-
câvizdir. Şurası garîbdir ki kendisi bir fâzıl-ı kemâlât-ʻunvân ve bir vezîr-i zîşân-ı
sâhib-dîvân olduğu hâlde zamânında ve daha soñra yazılan tezkireleriñ hîç birinde
isim ve âsârı münderic değildir. Bu gazel-i belâgat-pîrâ, mânend-i perî, mütevârî-i
perde-i hafâ olan mezâmîni nigîn-i belâgatla teshîr ve memâlik-i fesâhata âsaf gibi
hükmünü icrâ eden ol vezîr-i Felatun-tedbîr’iñdir:
Bir hâli Habeş sâki-i nâzik eserim yok
Bir câm-ı murassaʻ dehen ü sîm-berim yok
285
Sûzân-ı gam-ı şuʻle-i hüsnem dönerim yok
Pervâne gibi yanmadan özge hünerim yok
286
mısraʻı, peder ve mâderiniñ hasbihâlleri olarak beyne’s-sürûr ve’l-bükâ kalmışlar
idi. ʻÂlem-i vâkıʻada sâliha ve hâciye bir kadına bir pîr zât görünüp: “İşbu çocuk
muʻammer olduktan başka, vahîd-i ʻasr olacağını vâlideynine tebşîr edesiñiz.” de-
mekle Ahmed-i Muhtâr tesmiye olundu.
1258/1842 senesinde bi’l-âhere Mekke-i Mükerreme’ye ʻazîmet eden
Kalʻavî Hâcı Hâfız Muhammed Efendi hâceden Kur’ân-ı ʻazîmü’ş-şâna mübâşeret
ve az bir müddet soñra hatm eyledi. Ondan Kurşunlu El-hâcc Muhammed Efendi
hâceden sarf ve nahvi tahsîl etti. Ba’dehu Diyârbekir mahkeme-i şerʻiyye başkâtibi
olup hatt u kitâbette İbn Mukle gibi bî-hem-tâ olan Kara Hâfız Muhammed Efendi-
zâde Muhammed Sâlih Efendi’den mantık ve meʻânî kırâ’atına mübâderet ve
hutût-ı mütenevviʻadan dahi ahz-ı icâzet etti. (241)
Müteʻâkiben merhûm Çermikli Hâcı Mustafâ Nâcî Efendi’den tefsîr-i şerîf-i
Beyzâvî ile Mesnevî-i Şerîf’den bir nebze tahsîl etti. ʻUlûm-ı ʻâliyyede mütebahhir
ve fazl u kemâlde zâhir olan ʻArab-zâde El-Hâcc Muhammed Hasîb Efendi hazretle-
rinden Mutavvel’den ibtidâ ve 1281/1865 senesinde tekmîl-i nesh ederek Câmiʻ-i
Kebîr’de cemʻiyyet-i kübrâ huzûruyla ahz-i icâzet-i ʻilmiyye eyledi. 1288/1871 se-
nesine kadar şehrimizde kâ’in Zincîriye Medresesi’nde tedrîs ile meşgûl olup iki
defʻa kırâ’at-ı sebʻadan ve ʻaşereden ve bir kerre dahi ʻulûm-ı ʻisnâʻaşere ve
sâ’ireden icâzet verdi. 1289/1872 senesinde Mardin ahâlîsi tarafından belde-i
mezkûrede vâkıʻ Kâsım Pâdişâh Medresesi müderrisliğine mutâlebe ve üstâd-ı
müşârun-ileyh dahi teşrîfe müsâʻade eyledi.
Âsâr-ı himmet-i fâzılâneleri ile az vakit içinde medrese-i mezkûre hakîka-
ten bir dârü’l-ʻulûm şekline girdi. Terceme-i ahvâlimizde beyân olunduğu üzre bu
ʻabd-i fakîr dahi belde-i mezkûrede bulunduğum üç sene müddet zarfında
müşârun-ileyhiñ ders-i ʻâlîlerinden müstefîd oldum. İşbu tezkiremizin esnâ-yı
ikmâl-i tahrîri olan 1296/1879 senesine kadar medrese-i mezkûrede neşr-i ʻulûm-ı
ʻâliyye ile meşgûldürler. Gerek ahâlî-i memleketten gerek etrâf ü inhâdan bir hayli
talebe cemʻ olup ol bedr-i tâbdâr-ı evc-i fazîletiñ devr-i mülâzemetine sarılıp hâliyâ
kadr-i ahz-i envâr-ı ʻulûm ve feyz-i esrâr-ı fünûn etmektedirler.1
Müşârun-ileyh ʻulûm-ı ʻakliyye ve nakliyyeniñ kâffesinde sâhib-i yed-i tûlâ
ve hâ’iz-i mehâret-i kübrâ olmakla beraber mertebe-i ittikânıñ nihâyetine varmış
ve zühd ü veraʻda vaktiñ Bâyezîd’i denmeğe kesb-i liyâkat etmiştir.
Halîm, halûk, mütevâzıʻ hulâsa ahlâk-ı haseneniñ kâffesini câmiʻ ve inzivâsı
mücâleseye gâlib nücebâ-yı ümmetten bir zât-ı kesîrü’l-mehâmiddirler. Cemʻiyyet-
i mesnûnelerde bi’l-bedâhe kırâ’at buyurdukları ʻArabiyyü’l-ʻibâre duʻâlar müdeb-
deb, fasîh, belîğ, şevk-ı maʻnâyı câmiʻ, Gazâlî-pesendânedir.
1
Tahrîr-i tezkiremizden üç dört sene soñra Diyârbekir müftîliğinde bulunan üstâd-ı ʻâlî-nijâdları
ʻArab-zâde Muhammed Hasîb Efendi hazretleriniñ vefâtı hasebiyle müşârun-ileyh Diyârbekir müf-
tîliğine nakl ve taʻyîn buyurularak yigirmi sene mikdârı îfâ-yı hüsn-i hizmet eyledikten soñra
1319/1902 senesi zi’l-kaʻdesinde irtihâl eylemiştir. Rahmetu’llâhi ʻaleyh. 241.
287
Bu kadar fazl ü kemâl ve takvâsıyla beraber eşʻâr-ı mutasavvıfâne
inşâdında dahi mâhir olduklarından tabʻ-ı feyz-i âferînlerinde, ʻirfân ile şâʻiriyyet
birleşmiştir. Fakat neşr ü işâʻa-i eşʻâra rağbet buyurmazlar. (242) Tezkire-i
fakîrâneme derc ü tahrîr içün âsâr-ı ʻâlîlerinden bir yâdigâr niyâz eylediğimde, elsi-
ne-i sülüse ile mülemmaʻ şu tercîʻ- bendi ihsân buyurdular:
Kad ra’eynâ fî-tarîki’l-ʻaşki envâʻü’l-belâ 1
Olmadık râhat olaldan derd-i ʻaşka mübtelâ
Hâl-i mâ pejmürde şüd ey dilber-i şîrîn-edâ 2
Makdemiñle pür-ziyâ kıl bezmi ey hûrî-likâ
Defʻ ola tâ ki derûnumda olan renc ü ʻanâ
1
Şüphesiz, aşk yolunda türlü belalar gördük.
2
Ey nazlı dilber, hâlimiz perişan oldu.
3
Ey sevgili, bu hüzünlü kalp için bana merhamet et.
4
Hilmi-i şeydâ, senden şefkat ve merhamet istemektedir.
288
HAMDÎ
Şehrimiziñ ser-âmed-i üdebâ-yı pesendîde-âsâr bir şâʻir-i âteş-zebân-ı
belâgat-nisârıdır. Hânedân-ı memleketten olduğundan zamânında Ahmed Çelebî
ism ve ʻunvânıyla kesb-i iştihâr etmiş idi.
1030/1621 hudûdunda temâşâ-yı kâşâne-i şühûd etmiştir. Eyyâm-ı
şebâbında mükemmel sûrette tahsîl-i ʻulûm ve kemâlât ederek şehri ve ʻasrı
şuʻarâsıyla hem-âvâz-ı nagamât oldu. Rûm ve ʻAcem edebiyâtını ʻamîk bir sûrette
mütâlaʻa ederdi. Şevket-i Buhârî’niñ iglâk-ı hayâlâtı hakkında bu matlaʻı inşâd;
Bizler hayâl-i tâze-nükâta rubûdeyiz
Şevket-misâl sanma hemân reng ü bûdeyiz
ve Tâlib-i Amulî’niñ vuzûh-ı nükâtı hakkında şu beyti îrâd eylemiştir:
Sühande Tâlib-i hüsn-i edâyız ey Hamdî
Garîb lafz ile sâde hayâli istemeziz (243)
Ashâb-ı servet ü yesârdan olduğundan tarîk-i pür-mehâlik-i menâsıb ve
me’mûriyyete meyl ü rağbet etmeyip şeh-râh-ı ticârete ʻazîmet eyledi. Kumâş-ı
şiʻârı gâyet hûb ve muʻteber ve damgâ-yı tahsîn-i dânişverâna mazhar düştü. Dest-
i kudret hazîne-i belâgatten müşârun-ileyhe pek çok elmaslar inciler ihsân eylemiş-
ti.
Cenâb-ı Hamdî’niñ dükkân-ı vâsiʻi merkez-i ticâret olmaktan ziyâde bir
meşher-i maʻârif idi. Şuʻarâ-yı pîr ü bernâ dükkânına cemʻ olur, müdâvele-i şiʻr ü
inşâ ve mutâraha-i mazmûn ü maʻnâ edilirdi. Hamdî Çelebî ziyâdesiyle latîfe-gû,
hâzır-cevâb, hafîfü’l-cism, latîfü’r-rûh bir cân idi. Bir ziyâfet bulunmazdı ki anda
mevcûd, bir tarab-hâne görünmezdi ki anda meşhûd olmasın. Nâbî’ye, Âgâh’a
büyük ceddimiz Emîrî’ye hürmet ve muhabbeti müzdâd olduğundan onlarıñ
eşʻârına nazîre söylemekten hoşlanırdı.
Cenâb-ı Nâbî hakkında:
Kand-âver imiş hâme-i tabʻ-ı dil Hamdî
Sen Nâbî-i şîrîn-edâdan mı gelirsin
Cenâb-ı Âgâh hakkında:
Tâze maʻnâ hâtır-ı Âgâh’dan eyler zuhûr
Yoksa Hamdî şâʻir-i şîrîn-edâdan çok ne var
Cenâb-ı Emîrî hakkında:
Hamdî güher-i nazm-ı Emîrî’ye nazar kıl
Tâb ü eser-i âb-ı letâfet var içinde
Ebyât-ı belîgânesi bu kabîl âsârındandır. Hele güz mevsiminde bostân
safâlarına hîç dayanamazdı. O mevsimde müşârun-ileyhi arayanlar mutlakâ Dicle
kenârında bir mastaba-i safâda câ-nişîn bulurlardı. Bostân hakkında sitâyiş-
nâmeler medhiyyeler yazardı. Şu şiʻr-i latîf, bostân hakkındaki sözlerindendir:
Adı bostân bir güzel dilberdir el-hak sebz-gûn
Cûy-ı şatt olmuş miyânında anuñ zerrîn-kemer
289
Bir iki şems-i felek anuñ hezârân şemsi var
Seyr-i bostân eyleseñ ʻibretle ey sâhib-nazar
290
vâdî-i cevelângerî ve deryâ-yı hakâyıkta üstâd-ı usûl-i şinâverî, ahlâk-ı hamîde ile
muttasıf, mahbûb-ı kulûb-ı ashâb-ı ʻirfân u maʻârif bir vücûd-ı bî-nazîr, bir edîb-i
kâmil ü şehîr idi. O şâʻir-i pâkîze-meşrebiñ safahât-ı nezâ’irinden bir mikdârınıñ
tastîriyle mecellemizi tezyîn eyleriz:
Nâbî-i Ruhâvî
Kimse bilmez ol mehiñ teşrîfine rû-pûş olur
Rûz-ı rûşenden füzûn feryâd-resdir şeb baña (245)
Hamdî-i Âmidî
Vâlih ü hayrân benim mest-i mey-i ʻişret odur
Bezm-i ʻâlemde göñüldür yâr-ı hem-meşreb baña1
Fuzûlî
ʻAks-i rûyuñ suya salmış sâye zülfüñ toprağa
ʻAnber etmiş toprağın ismin suyun adın gül-âb
Hamdî
Neş’e-i mülden midir ol terlemiş ruhlarda âb
Yoksa yâ Rabb bu yüzden mi çıkar gülden gül-âb
Vahîd Mahtûmî
Eder yüz pâre ceyb-i sabrım ol râmişger-i mahbûb
Kabâ-yı zerd ile geçtikçe mânend-i zer-i mahbûb
Hamdî-i Âmidî
Tesürrün’n-nâzırîn2 âsârı vechinde olur zâhir
Küdûrât-ı gam-ı iflâsı mahv eyler zer-i mahbûb
Vâlî-i Âmidî
Hezârı olsa ʻâlem vechi vardır bu letâfetle
Gül-i sad berg-i zerle bâğ-ı devlettir zer-i mahbûb
Hâtifî
Gam yeme ger hizmetinden yâriñ olduñsa baʻîd
Her firâkıñ bir visâli vardır olma nâ-ümîd
Hamdî
Garka-i girdâb-ı ye’s olmak değil Hamdî sezâ
1
Bu gazeliñ dîger beyti ki şudur:
Hem cefâdan incinir hem de cefâkârı sever
Meşrebim oldu belâ-ender-belâ yâ Rabb baña
Ziyâ Paşa’nıñ Harâbât’ında, “Hamdî-i Sivasî” ismine yazılmış ise de Hamdî-i Âmidî, Sâlim ve Safâyî
Tezkirelerinde ve Zeyl-i Şakâyık’da muharrer olmakla beraber Hamdî-i Sivasî imzâlı bir zât o târîhden
şimdiye kadar yazılmış olan Sâlim, Safâyî, Niyâzî, Râmiz, Enderûnî ʻÂkif, Esrâr Dede, Şefkatî, Fatîn,
Şeyhülislâm ʻÂrif Hikmet Bey tezkireleriniñ dahi hiç birisinde görülemedi. 245.
2
Bakara(2)/69’dan iktibas. Ayetin meali: Onlar, “Bizim için Rabbine dua et de, rengi neymiş?
Açıklasın.” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki, o, sapsarı; rengi, bakanların içini açan bir
sığırdır.” dedi.
291
Bâde-nûş ol nâze-sû rahmetten olma nâ-ümîd
Bürhân
Hayâli ʻâşıkıñ bûs-ı leb-i gülfâmdır femdir
Harîsân-ı visâle dâ’imâ evhâmdır hemmdir
Hamdî-i Âmidî
Açarsa mebhas-i hatt-ı ʻizârıñ düşmen-i bed-gû
Kulak tutma efendim bir siyeh peygâmdır gamdır
Hâmî-i Âmidî
Mümeyyiz kavl-i zü’l-vecheyne bestir meşreb-i kâ’il
Eğer meddâh olursa medhdir zemmâmdır zemmdir
Selîm
Garaz zülf-i siyâhıñdan eğerçi şâmdır şemdir
Safâ-yı hâtırım ancak mey-i gülfâmdır femdir (246)
Cûdî Ahmed Ağa
Nevâ-sâz olmadı bir dem hevâsından mıdır bilmem
Neyistân-ı gamıñ mahsûlü cümle hâmdır humdır
Şeyh Necîb-i Moravî
Göñüldür şimdi sultân-ı tehî-hân-ı serîr-i gam
Elinde tuttuğu hûn-ı ciğerden câmdır Cem’dir
Râmî Paşa Sadraʻzam
Değildir bende dil-i ser-germî-i fikr-i nigâhıñla
O bî-hûş-ı muhabbettir düşüp bir yerde kalmıştır
Hamdî
Görünce ağlasam etsem niyâz eylerdi lutf ammâ
Mürâʻât-ı edeb mâbeynimizde perde kalmıştır
Nâbî
Baktım tamâm-ı nüsha-i âfâka görmedim
Maʻnâ-yı irtikâb-ı mezellet ricâ kadar
Hamdî
Zâhir budur ki olmaya şermende mey-keşân
Dîvân-ı Hakkta cürm ile ehl-i riyâ kadar
Nefʻî
Ol kâfile-sâlâr-ı reh-i Kaʻbe-i ʻaşkım
Kim nâle-i ʻuşşâk sadâ-yı ceresimdir
Hamdî
Pürdür bedenim nâvek-i cevr ile ser-â-pâ
Ben bülbül-i gülzâr-ı gamım o kafesimdir
Nâbî
Sipâh-ı memlekete iftikârı sâbit iken
Mülûk-ı ʻâlem-i sûret gedâ değil de nedir
Hamdî
292
Dehân-ı dilbere söz yok deyip sükût etmek
Zebân-ı ʻârife hakk-ı edâ değil de nedir
Vahîd Mahtûmî
Tavâf-ı Kaʻbe-i kûyunda saʻy-ı ehl-i safâ
Tarîk-i zühd ü riyâda hatâ değil de nedir
Râşid-i Müverrih
ʻAyân iken zarâr-ı iktirân şîşe vü seng
Hilâf-ı cins ile ülfet-i belâ değil de nedir
Hamdî
Hâtır hayâl-i kâküle meşrûta-hânedir
Vasf-ı bahâr u gülşen-i sünbül bahânedir
Nüzhet
Huddâma kasd-ı lutfu olunca ekâbiriñ
Tahsîn-i hizmet eylediği bir bahânedir (247)
Nâbî
Andan etsinler şikâyet tâze ʻaybı var ise
Yoksa feryâd ehl-i derdiñ ʻâdet-i dîrînidir
Hamdî
Şâʻire müşkil belâ ʻarz eyledikçe şiʻrini
Nükte-fehmânıñ sükûtu câhiliñ tahsînidir
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Çeşmimiz hâk-i reh-i dildârı eyler ârzû
Yoksa bâzâr-ı cihânda tûtyâdan çok ne var
Emîrî-i Âmidî Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf
Mülk-i istignâda sen şâh-ı sehâvet-meşreb ol
Yoksa terk-i mâ-sivâ etmiş gedâdan çok ne var
Hamdî-i Âmidî
Şeyh-i halvet-beste daʻvâ-yı teferrüd etmesin
Kaht-ı rindân oldu erbâb-ı riyâdan çok ne var
Nâbî
Tebessüm-i ʻamelîye inanmayız Nâbî
Sadâ-yı hande-i bî-ihtiyârı biz biliriz
Hamdî
Ne bilsin ol mehe her şeb nedîm-i sohbet olan
Dirâzî-i şeb-i fürkat-güzârı biz biliriz
Sabrî-i Meşhûr
Benim zaʻfım gibi ʻâlemde zaʻf-ı ber-devâm olmaz
Bu günden başlasam bir nâleye yârin tamâm olmaz
Hamdî
Değil mi dûzah erbâb-ı dile ol encümen anda
Belî neste evet maʻkûlden gayrı kelâm olmaz
293
Haşmet-i Meşhûr
Kibâr-ı devlet olmakla kişi mîr-i kelâm olmaz
Girân-kıymet nigîniñ ekserinde nakş-ı nâm olmaz
Nâbî
Gülzâr-ı rahmetiñ eser-i evvelînidir
Gülgûn libâsa girdiği eşk-i nedâmetiñ
Hamdî
Hasr eylemezdi naklini vâʻiz cehheneme
Vâsıl olaydı gavrına deryâ-yı rahmetiñ
Nâbî
ʻUlüvv isterseñ ol fevvâre-i âb âteşîn olma
Fişek nâ-bûd olur şiddetle bâlâya suʻûdundan
Hamdî
Mukîm-i hizmet-i mey-hâne olmak yeğdir Âgâh’a
Riyâkârân ile saff-ı mesâcidde kuʻûdundan (248)
Nâbî
Gûşmâle olur elbette münebbih şâyân
Gelmeden sâʻati bâz etse leb-i hâmûşun
Hamdî
Çeşm-i hak-bîn ile mey-hâne-i âfâka bakan
Mürşid-i râh-ı hakîkat bilir en ser-hoşun
Müverrih Râşid
Bundan eyle şerefin derk sükût-ı edebin
Gonca pejmürde olur açsa leb-i hâmûşun
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Ay olur hafta geçer görmem nigârâ gün yüzüñ
Gösterirsiñ sen baña hicrân hicrân üstüne
Şeh-zâde Cem
Dilde gamzeñ oku var iken gamıñ gönderme kim
Konmak olmaz dostum mihmân mihmân üstüne
Ümîdî Çelebî
Zülfüñ ile perçemiñ reyhân reyhân üstüne
ʻÂrızıñla gabgabıñ pistân pistân üstüne
Meşâmî-i Konevî
Sîneden hâlî değil hirmân hirmân üstüne
Tekyedir lâ-büdd konar mihmân mihmân üstüne
Bâkî-i Meşhûr
Gam değil gelse dile Bâkî pey-â-pey derd ü gam
Eksik olmaz tekyedir mihmân mihmân üstüne
Râsih
Dilde gam var şimdilik sabr eyle gelme ey sürûr
294
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
Nedîm-i Meşhûr
Halvet-i sâfî-zamîrân hâne-i âyînedir
Sıklet olmaz gelse de mihmân mihmân üstüne
Hamdî-i Âmidî
Fi’l-hakîka maʻrifettir mâye-i ʻizz ü şeref
Câh ile bulmaz şeref insân insân üstüne
Kâmî-i Âmidî
Meşreb-âteş kahramânveş ol kemân-keş sîneme
Yağdırır bârân gibi peykân peykân üstüne
Şeyhülislâm Yahyâ
Gece pervânelerle bezmi germ-â-germ idi şemʻiñ
Seher baktım ne şemʻ-i meclis-ârâ var ne pervâne
Şinâsî Rûznâmçe-zâde
Yine bir başka revnak verdi hat zülf-i perîşâna
ʻAcâyib feyzi var köhne bahârıñ sünbülistâna (249)
Hamdî-i Âmidî
Kül oldum yana yana tâb ü tâkat kalmadı dilde
Yanıp yakılmadan da kaldım ol şemʻ-i şebistâna
Sâbit Kâdî-i Âmid
Uçar ebrû ile bak matlaʻ-ı dil-cûy-ı cânâne
Murabbaʻ vefk-ı devlettir ki konmuş rûy-ı cânâne
Vakʻa-nüvîs Sâmî
Tutuşturdu aña cân nakdini dün gece mecliste
ʻAceb teslîmi var pervâneniñ şemʻ-i şebistâna
Lebîb-i Âmidî
Maʻârif ʻarz edenler bî-şuʻûr insân-ı nâ-dâna
Gülâb-efşâna beñzer cîfe-i bed-bûy-ı hayvâna
Zekâ’î
Münevverdir göñül nûr-ı hüviyyetten ki hikmetle
İfâza eyledi şems-i hakîkat ʻayn-ı aʻyâna
Emîrî-i Âmidî Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf
El urma eğer etʻime-i cennet olursa
Ol mâ’ide ki nükhet-i minnet var içinde
Hamdî-i Âmidî
Mümkünse eğer sohbet-i zenden hazer eyle
İkbâle zarar ʻaklıña hıffet var içinde
Garîbî-i Erbîlî
Yûsuf gibi düş çâh-ı zenehdânına yâriñ
Zindân ise de pâye-i rifʻat var içinde
295
Zihnî-i Çermîkî 1
Bir şiʻr ile fahr eyleme Zihnî bu cihândır
Biñ şâʻir-i pâkîze-tabîʻat var içinde
Nâbî
Olmaz şifâ-pezîr göñül sahk ederse de
Zer-hâven-i felekte Mesîhâ devâmızı
Hamdî-i Âmidî
Verdik kazâya cân ü göñülden rızâmızı
Etmez bu rûzgâr mükedder safâmızı
Lebîb-i Âmidî
Âzâde-ser gezerken o bî-rahme dil verip
Hazm etmedik safâmızı bulduk belâmızı
Hamdî-i Âmidî
Vasl-ı yâr agyâr-ı yârân olmayınca olmadı
Baña cemʻiyyet perîşân olmayınca olmadı (250)
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Râm olur mu derdim Âgâh ol büt-i vahşî baña
Oldu ammâ âfet-i cân olmayınca olmadı
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Her taraftan böyle istifsâr-ı hâtırlar baña
İltifât-ı şûh-ı fettân olmayınca olmadı
Hamdî
Bendesin kasd etse de eyler isâbet düşmene
Tîr-i çeşm-i şûhu yâriñ böyle geç-revdir baña
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Vâsıl-ı nûr-ı visâl eyler zalâm-ı hicr-i yâr
Zulmet-i şeb mûcib-i tebşîr-i pertevdir baña
Hamdî
Meşk-i ʻaşka kâmetiñ şevkiyle kıldım ibtidâ
Mektebe vardıkta tıfl-ı dil eliften başlanır
Emîrî
Bâʻis-i te’hîr olurmuş ibtidâdan başlamak
Şimdi her emr-i mühimme intihâdan başlanır
Hamdî
Bu mezraʻada kesb-i hünerden bize hâsıl
Ser-mâye-i evkâtı tebâh ettiğimizdir
Emîrî
Dersem ki göñül terk-i cihân etti inanma
İsbâtı bunuñ yâra nigâh ettiğimizdir
1
Bu vezn ve kâfiyedeki sâ’ir nezâyir ceddimiziñ terceme-i hâlinde, 55. sahîfede mürûr etmiştir. 249.
296
Hamdî
Zülf-i müşk-efşânını dağıttı dilber raks eder
Nâz ile tâvûs-ı kudsî açtı şeh-per raks eder
Emîrî
Cân ü dil şevk u şetâretten olur pür-zelzele
Ol zamân ki nâz ile bir mâh-peyker raks eder
Hamdî
Ser-güzeşt-i Kays u Vâmık’dan haber-cûyâ iseñ
Hûblarla bak benim ahvâlime ey dil vekıs1
Emîrî
Nefse ʻâ’id eyledim pek çok günâhı irtikâb
Hamdüli’llâh olmadım ammâ cihânda muhtelis
Hamdî
Gerçi hezâr dilbere üftâde olmuşuz
Ammâ ki böyle şûh-ı cefâkâra düşmedik
Emîrî
Yok inzivâdan özge bizim elde çâremiz
Biz dâmen-i mülevves agyâra düşmedik (251)
Hamdî
Geşt-gîr-i elemi gürz-i sebû ile yıkıp
ʻArsa-i ʻarbede-i ʻaşkta Rüstemlendim
Emîrî
Olmasa bezm-i safâda o büt-i hûr-likâ
Selsebîl içsem eğer zann ederim semlendim
Hamdî
Etmek revâ mı peşte-i zünnâr-ı fürkatiñ
Ey büt esîriñ oldum ise kâfir olmadım
Emîrî
Kaldım cihânda bî-kes ü bî-âşinâ garîb
Zîrâ dürûg u hîleye ben kâdir olmadım
Hamdî
Zaʻftan medrese vü mescide varmam ammâ
Ederim Hind’e sefer var ise bir dilber içün
Emîrî
Zann eder ehl-i veraʻdan beni erbâb-ı riyâ
Ben ise mescide de ʻazm ederim dilber içün
Hamdî
Sen hüsn ile bulduñ kemâl ettiñ bizi şûrîde-hâl
Şimden gerü ehl-i makâl terk etti Kays efsânesin
1
Vekıs: bununla kıyasla.
297
Emîrî
Oldu nice ehl-i hüner gavvâs-ı yem seyyâh-ı ber
İşte cihân işte beşer kim buldu bir dür-dânesin
Hamdî
Olmayınca gonca-i matlûbu zînet farkına
ʻÂşıka Nevrûz ile Berdü’l-ʻacûzüñ farkı ne
Emîrî
Tâc-ı istihsân değil lâyık hasîsiñ farkına
Bî-kerem Kârûn dahi olsa gedâdan farkı ne
Hamdî
Mecnûn odur ki kizbi medâr-ı maʻâyiş ede
Lâyık mı hîle ʻömr-i sebük-bâra ʻâkile
Emîrî
Kibr etme ʻâkilâne heyûlâ-yı câh ile
Câhil kalır pederlere evlâd-ı ʻâkile
Hamdî
Tâze sevdim yine bir mûg-beçe-i hoş-menişi
Beni mey-hâneye cezb eyledi âher keşişi
Emîrî
ʻÎş ü nûş eyleyelim kâm alalım dünyâdan
Bulalım biz dahi bir dilber-i ʻâlî-revişi (252)
Müşârun-ileyh Hamdî Çelebî’niñ müşâʻare-i zarîfânesi bundan ʻibâret ol-
mayıp ʻâtiyen daha birçok şuʻarâmızıñ elvâh-ı nezâ’irinde görülecektir.
Tâk-ı zebercede yazılırdı nazîresi
Tabʻ-ı selîm-i Hamdî’ye bir tâze-rû gerek
maktaʻanı hâvî gazel bu zâtıñ olduğu hâlde Tezkire-i Safâyî’de dîger Hamdî-i İs-
tanbûlî nâmına tahrîr olunması eser-i sehv ve zühûldur. Zîrâ Fâmî-i Âmidî bahsinde
görüleceği üzre Emîn-i Âmidî, Emîrî-i Âmidî, Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî, Hamdî-i
Âmidî, Şehrî-i Mardînî-i Âmidî, Fâmî-i Âmidî, Lâbî-i Âmidî, Medhî-i Âmidî, Mucîb
Kemâl-i Âmidî, Nahîfî-i Âmidî gibi on ʻadet fuzalâ-yı şuʻarâ-yı Âmidiyyûn ile o vezn
ve kâfiyede yek-dîgerine nazîre olarak inşâd-ı eşʻâr eylemişlerdir.
Cevvâl bir istiʻdâda, fevvâr bir zekâya mâlik olan cenâb-ı Hamdî fenn-i
târîhde dahi sahib-i mahâret idi. Halebü’ş-Şehbâ müftîsi Kevâkibî-zâde -nâm fâzılıñ
irtihâline bu târîhi nazm etmiştir:
“Düştü evc-i Haleb’iñ kevkebi hâk-i pâke”
Kibâr-ı memleketten bir zâtıñ Ahmed ismindeki mahdûmunuñ sûr-ı
hitânını bu târîh ile tebrîk eylemiştir:
“Sünnet-i Ahmed’i iʻlâna sezâ sûr oldu”
298
Mahdûmları Medhî Çelebî dahi fuzalâ ve şuʻarâdan olduğundan terceme-i
hâli mahallinde mestûrdur. Câzibe-i hüsn-i tabiʻatle güzel hayâlleri teshîr eden o
şâʻir-i ʻâlî-iktidârıñ Nâbî-i nüktedâna nazîre olarak yazdıkları şu gazel-i şaʻşaʻa-
pîrâyı zîver-i sütûr etmekle iktifâ eyleriz:
Ey nükhet-i gül bâğ-ı vefâdan mı gelirsin
Yoksa eser-i feyz-i sabâdan mı gelirsin
299
Şerbet-i laʻl-i leb-i dildâr ile mestâneyiz
1
Hakkı emreden, batılı nehyeden.
300
1234/1819 senesi evâ’ilinde Eğin kazâsına nefy ü tebʻîd edilmiş ise de öyle
civâr bir mahalde bulunması dahi bu misüllü zalemeniñ ârâmını selb eylemekte
olduğundan menfâsı Ankara’ya tahvîl olundu. Müşârun-ileyh gibi bir ehl-i hak
hakkında Bâb-ı ʻÂlî’ye nasıl yalanlar yazdıklarına bir numûne olmak üzre Şânî-zâde
Târîhi’nden ʻaynen şu ʻibâreyi nakl eyleriz:
“Diyârbekir müftîsi sâbık ʻAbdulhamîd-nâm kimesne, ihlâl-i bilâd ve insilâb-
ı âsâyiş-i ʻibâda bâdî olacak evzâʻda olduğundan Diyârbekir derûnundan ihrâc olu-
narak maʻden-i hümâyûn merbûtâtından Eğin kazâsına varıp anda ikâmet üzre ise
dahi kazâ-yı mezkûr Diyârbekir’e hem-civâr olmak mülâbesesiyle, merkûm mahall-i
mezkûrda ikâmet eyledikçe (es-sohbetü mü’essiretün) me’âlince kîl u kâl katʻ ol-
mayacağı, vâlî-i memleket tarafından tahrîr ve inhâ ile;
Hem yakarsıñ berk-ı şimşîr-i sitemle ʻâlemi 1
Hem yine dersiñ ser-i kûyumda feryâd olmasın
iktizâsınca oradan dahi defʻi iktizâsını inbâ etmekle yine târîh-i merkûmda Anka-
ra’ya iclâ olundu.”
İşte şu gibi ahvâliñ netâyicinde olarak sene-i mezkûre evâhirinde Diyârbe-
kir muhâsarası vukuʻ bulmuş ve üç mâhdan mütecâviz imtidâd ederek memleketiñ
bir daha belini doğrultamayacak derecede berbâd ve harâb olmasına sebep ol-
muştur. Zikr olunan muhâsara meselesinin tafsilâtı Mir’âtü’l-Fevâ’id’imizde
mestûrdur.
Muahheren müşârun-ileyh hazretleri memlekete ʻavdet buyurmuşlar ise
de nizâʻ ve cidâliñ arkası kesilmemiştir.
Üstâd-ı ekremim Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri buyururlar ki: “Kendilerin-
den tefsîr-i Beyzâvî (255) okuduğum esnâda, 1238/1823 senesi evâ’ilinde idi ki
dersimiz Sûre-i Bakara’nıñ nihâyetlerine gelmişti. Son dersimiz ki; (Ve in küntüm
ʻalâ-seferin ve lem tecidû kâtiben ferihânün makbûdetün) 2 âyet-i kerîmesi idi.
Gâyet kıymettâr bir sûrette tefsîr ve takrîr buyurdukları esnâda birden bire tebdîl-i
vazʻ u hareket ederek, artık bize sefer vâkıʻ oldu.” buyurdular.
Fi’l-hakîka o günler içinde be-tekrâr nefy ve tebʻîd bahânesiyle ol zât-ı
ʻadîmü’l-vücûd derûn-ı şehirden ihrâc olunarak birinci merhalede 1238/1823
senesinde şârib-i şurb-ı şehâdet oldu.
Müftî-i müşârun-ileyh mertebe-i şehâdete îsâl edileceğini añlayınca abdest
alıp iki rekʻat namâz kılmış ve emânetu’llâh olan hayâtıñ vikâyesi içün vasîʻ dere-
cede saʻy etmek vecîbeden olduğunu beyân ederek, “Bismi’llâhirrahmânirrahîm,
1
Şânî-zâde’niñ şu beyti derc etmesi câlib-i nazar-ı dikkattir. 254.
2
“Eğer yolculukda olur da bir yazıcı bulamazsanız, o zamân alınmış rehinler yeterlidir…” (Bakara(2)/
283.
301
lâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-ʻaliyyi’l-ʻazîm, innâ li’llâhi ve innâ ileyhi râciʻûn”1
diyerek eline bir taş almış ve mukâbele-i bi’l-misil sadedinde bulunduğu kelime-i
münciye-i şehâdeti tekrâr eylemekte olduğu hâlde şehîd edilmiştir.
Şeyhlislâm-ı şehir ʻÂrif Hikmet Beyefendi merhûm Kitâbü’t-Terâcim’inde
müşârun-ileyhiñ sûret-i şehâdetini şu sûretle tahrîr buyuruyor:
“El-ʻâlimu’l-kâmilü, hâsimehû ve ilâ-Diyârbekir… ve nefâhu ve emera li-
men ʻaynihî maʻahû bi-en yektülûhu hâricü’l-beledi fe-lemmâ harecû mine’l-beledi
ve hissü’l-mütercimi bi-mâ izmerrûhu iste’zene min-hum bi-en yetevedda’a fe-
rahasû lehû fe-tevda’e ve sallâ rekʻateyni fe-lemmâ erâdû katlehû kâbilehüm ve
kâtelehüm bi’l-ahcâri defʻan li’s-sâ’ili hattâ cereha baʻdahüm, fe’glebû ʻaleyhi bi’l-
eslihati fe-şekkakûhu ve defnûhu hünâke fe-baʻde selâsetü eyyâmin etâ baʻzı men
lehû teʻallaka bihî fe’ehracehû ve defnühû fi’l-beledi. Sene 1238/1823.”
Bağdâd vâlîsi Dâvud Paşa müşârun-ileyh ʻAbdulhamîd Efendi’niñ şehâdeti-
ni haber alarak öyle bir ʻâlim-i bî-nazîriñ zıyâʻından dolayı pek çok te’essüfler etmiş
ve ahâlî tarafından vâkıʻ olan tazallüm ve şikâyet ve istidʻâ-yı maʻdelet üzerine
müşârun-ileyh Dâvud Paşa maʻrifetiyle bu emr-i nâ-lâyıka mütecâsir olan vâlî dahi
iʻdâm ve ser-i maktûʻu Dersaʻâdet’e irsâl olmuştur. (Fâʻtebirû yâ uliʼl-ebsâr)2
Üstâd-ı ekremim buyururlar ki; Payaslı ʻÖmer Efendi hazretlerinden
tekmîl-i ʻulûm ile ahz-ı icâzet eyledikten sonra, 1213/1799 senesinde hâce-i ʻâlî-
kadrleri matʻûnen esîr-i firâş olurlar. Şerîkleri müstaʻidân-ı talebeden Kurşûnî
ʻÖmer Efendi ile 3 berâber hâceleriniñ hizmetinden (256) ayrılmazlar. ʻAlâ’im-i
irtihâl-ı fâzılâneleri bedîd oldukta bir kâse şerbet bakiyyesini emr ederler. Birazını
nûş edip bakiyyesini ʻÖmer Efendi’ye teklîf ederler.
Nûş-ı şerbete hâhişi olmadığını ʻarz etmekle hemân ʻAbdulhamîd Efendi
yerinden sıçrar, üstâd-ı ekreminiñ tâʻûna mübtelâ ve şerbetiñ dahi bulaşık olduğu-
na bakmayıp nûş eder. İşte âşiyâne-i mükâşefeye pervâz ve mertebe-i ʻâliye-i
ʻulûm-ı mütenevviʻayı ihrâz ile fâʼikü’l-akrân olması o şerbetiñ teʼsîr-i berekât-ı
feyz-nâkinden ileri gelir ve nihâyet-i ʻömründe dahi şerbet-i şehâdeti nûş eder.
Müftî-i müşârun-ileyh müddet-i ʻömrlerinde yalñız üç gazel inşâd buyur-
dukları üstâdımızdan menkûldur. İki ʻadedi nazîre sûretiyle yazıldığı cihetle, bu
bâbdaki baʻzı nezâʼiriyle berâber bu mahalle tahrîr olundu:
Sadraʻzam Râgıb Paşa
1
“Şüphesiz biz Allah’ın kullarıyız ve tekrar O’na döneceğiz.” (Bakara (2)/156)
2
“Ey akıl sahipleri, ibret alınız!” Haşr (59)/2)
3
Müşârun-ileyh Kurşûnî ʻÖmer Efendi fuzalâ-yı memleketten olduğu gibi pederi Kurşûnî Mustafâ
Efendi dahi ʻâlim-i nahvî, muhaddis, kârî-i fâzıl bir zât olup ʻilm-i kırâʼatta elli cüzʼ mikdârı bir te’lîf-i
latîfi ve ke-zâlik ʻilm-i nahvden bir tasnîf-i bedîʻi ve Sahîh-i Müslim üzerine şerh-i celîli vardır. Vefâtı
1190/1776 hudûdundadır ve bunuñ pederi Kurşûnî ʻÖmer Efendi dahi fuzalâ-yı müderrisînden ve
ser-âmedân-ı ʻulemâdan idi. Vefâtı 1150/1738 hudûdundadır. 255.
302
At koparsın yine tâzân-ı sühan tanzîr içün
Bir zemîn tarh eyle Râgıb bir gazel meydâna at
Lebîb-i Âmidî
Tuhfe-i Hind-i süveydâdır Lebîbâ bu gazel
Safha-i tanzîre yaz sandûka-i dîvâna at
Haşmet-i Meşhûr
Olmayım dersen eğer reyyân-ı âb-ı imtinân
Delv-i maksûdu çeh-i bî-gâye-i hirmâna at
Hamîdî-i Âmidî 1
Ey Hamîdî şiʻr-i gevher Râgıb’ı tanzîr içün
Hâme-i muʻcizle şimdi bir gazel meydâna at
ʻAzmî-i Âmidî
Dil esîri olduğun cânâne ʻarz et ey nesîm
Bende-i mücrimdir anı dergeh-ı sultâna at
Şeyh-zâde Bekrî-i Âmidî
Bekri-i zârıñ şikâyet eyliyor agyârdan
ʻArz-ı hâlin bir oku daʻvîsini dîvâna at
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
At kopardı Nûriyâ bu ʻarsada çok ehl-i dil
Tabʻ-ı çâbük-seyr ile sür sen dahi meydâna at
Rıfʻat-i Kırımî
Sür doludizgin semend-i tabʻı bî-bâkâne sen
ʻArsa-i tanzîre Rıfʻat bir gazel meydâna at
Refîʻ-i Âmidî Lebîb-zâde
Vâdi-i tanzîrde al öñdili sen de Refîʻ
Sür semend-i kilki rümh-ı tabʻı bî-bâkâne at (257)
Şeyhî
Şeyhiyâ berceste lâ-kaydâne tarh et bir zemîn
Bir gazel tanzîr edip ser-levha-i dîvâna at
Kâmî-i Âmidî
Gelme gam-âmîz-i dehre ya tahammül üzre ol
1
Sâhib-terceme Hamîdî-i Âmidî’ye mensûb olan şu gazel, sâbıku’t-terceme Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd
Paşa’nıñ meşhûdumuz olan iki ʻaded yazma dîvânınıñ birinde (Hafîdî) nâmına görülmüş ise de dîger
dîvânında gayr-ı muharrer olduğundan üstâdımızıñ rivâyeti tercîh olunarak müşârun-ileyh müftî
ʻAbdulhamîd Efendi’niñ levha-i nezâ’irinde ibkâ edilmiştir. 256.
303
Koy felâhûn-ı dile seng-i gamı yâbâna at
ʻAbdî-i Âmidî Hâl-i Câmiʻu’l-hurûf
Etme kemlik kimseye olma harîs-i intikâm
Zâyiʻ olmaz bu meseldir eylik et ʻummâna at
Emîrî Camîʻu’l-hurûf
Düşme deryâ-yı ʻamîk-i hikmetiñ teftîşine
Sürmek olmaz semt-i dehşet-âver-i ʻummâna at
Hamîdî-i Âmidî
Başa düşmüş bir belâ-yı nâ-gehândır perçemiñ
Yaʻni zincîr-i cünûn-ı ʻâşıkândır perçemiñ
Sıdkî-i Erzurûmî
Deste girmezken yine murg-ı dil anda bestedir
Hem hümâ-yı lâ-mekân hem âşiyândır perçemiñ
Ağrıbozlu ʻOsmân Mâhir
Bestedir her târ-ı dil-cûsunda bir nûr-ı siyeh
Hâle-gerd-i mâh-tâb-ı hüsn ü ândır perçemiñ
Şükrî
Ya fitîl-i şemʻ-i bezm-i hüsn ü ândır perçemiñ
Maʻni-i nûr-ı siyâha ya nişândır perçemiñ
Kâmî-i Âmidî
Kaʻbe-i hüsnüñ bezetmiş bir sevâd-ı kisvedir
ʻAklım ermez hâsılı bir başka ândır perçemiñ
Emîrî Camîʻuʼl-hurûf
Âteşîn hadd üzre gösterdikçe mevc-i ihtizâz
Hânman-sûz-ı sebât-ı ʻâşıkândır perçemiñ
Şehîd-i müşârun-ileyh müftî ʻAbdulhamîd Efendi, zühd ü takvâda sânîʻ-i
cenâb-ı Ebû ʻAbdullâh Şerhubîl ve ʻilm ü fazîlette bî-ʻadîl bir fâzıl-ı şîr-dil idi. Mer-
kad-ı nûr-ı mehbitleri Dağkapısı hâricinde “Gel Beni Gör” -nâm mahaldeki set üs-
tünde, sâbıkuʼt-terceme Âgâh-ı Semerkandî hazretleriniñ ve sâ’ir baʻzı fuzalâ-yı
Âmidiyyûnʼuñ merâkıd-ı ʻâlîleri civârındadır. Bu muharrir-i hakîr tarafından de-
faʻatle ziyâret olunmuştur.
Müşârun-ileyhe ʻâid üç gazelden iki ʻadediniñ zikri yukarıda nezâʼiriyle
berâber mürûr etmiştir. Üçüncü gazel-i dil-güşâları bu mahalle tahrîr olunur: (258)
ʻÂkıbet eğmedi baş ol bağrı taş kâkülleriñ
Eyledi esrârımı dünyâya fâş kâkülleriñ
304
Bulmaya sıhhat cihânda dâ’imâ bîmâr ola
Yaslanır ol gerdene sâhib-firâş kâkülleriñ
HARF-İ HÂʼ
HÂLİD
Evâʼil-i hâlinde tahsîl-i kemâlâta ikdâm ederek ʻurefâ-yı ʻasrî zümresine
dâhil olmuştur. Biʼl-âhere tarîk-i kesb ü ticârete sülûk eyledi. Ehl-i himmet bir zât
idi. Şehriñ etrâfında nerde hâlî ve sâhibsiz bir ʻarsa görürse mutlaka onuñ iʻmâr ve
ihyâsına çalışır, oraya bir su bulur akıtır ve hiç olmazsa bir kuyu hafr eder, esmâr
ve fevâkihe ve sebze yetiştirir idi. Saʻy ü ʻameliniñ netîcesi olarak cesîm bir servete
nâʼil ve dünyâ râhatına vâsıl olmuştur.
Vefâtı 1131/1719 hudûdundadır.
Fazl u kemâl ashâbından olmak hasebiyle tanzîm-i eşʻar husûsunda dahi
sâhib-i iktidâr ve silsile-i şuʻarâ-yı mevcûde ile hem-bezm-i ülfet ü iʻtibâr idi. Bu
gazel âsâr-ı güzîdesindendir:
Meclis-fürûz-ı kasr-ı ʻademdir çerâgımız
Bilmez nesîm-i lâle-i şuʻle dimâgımız
305
Ettik vücûdu sürme-i çeşm-i ʻadem henüz
Râh-ı talebde olmadı Hâlid ferâgımız
***
HÂLİD
İsm-i güzîni Muhammed’dir. Meşhûr ʻAbdulcelîl-zâdelerdendir. Bu ʻâile-i
necîbeniñ ceddi ʻAbdulcelîl Ağa, 1030/1621 hudûdunda Âmid şehrinde doğmuş-
tur. Şehrimizden Mûsul ve Bağdâd’a doğru cereyân eden Dicle Nehri vâsıtasıyla
Mûsul şehriyle ticâret etmek, müşârun-ileyhi büyük servet ü sâmâna (259) nâ’il
etti. Kerîm, sahî, sözünde sâbit, vefâkâr olduğundan ʻumûm Mûsul ve mülhakât
ahâlîsi müşârun-ileyhe nazar-ı taʻzîm ile bakar ve pek büyük riʻâyet ve hürmet
ederlerdi.
1100/1689 hudûdunda Mûsul’da vefât eyledi.
İbrâhîm, İsmâʻîl, Sâlih, Hâcı Yûnus, Hâcı Hâlîl isimlerinde beş evlâd-ı zükûr
terk etti. Beşi de şecîʻ, iş-güzâr, kâr-âşinâ zâtlar idi. İşte ʻAbdulcelîl-zâdeler şöhre-
tiyle meşhûr-ı dünyâ olan hanedân-ı necîb şu beş zât ile onlarıñ zamânımıza kadar
devam eden evlâd ve ahfâdlarıdır. Re’îs-i ʻâile ʻAbdulcelîl Ağa’nıñ büyük oğlu
İbrâhîm Ağa pederinden soñra ilk vefât eden evlâdıdır ki 1119/1708 senesinde
vefât etmiştir. (Kâne li’l-hayri muhibben 1119/1708) târîh-i vefâtıdır.
ʻUmum Mûsul ahâlîsi bu veled-i necîbiñ dahi cenâzesine hâzır oldukları
ʻallâme Muhammed İbn Hatîbü’l-ʻAmrî’niñ “Merâtiʻü’l-ahdâk ve Mesâdihü’l-
aʻmâk” ʻunvânlı kitâbında muharrerdir.
İkinci mahdûmu İsmâʻîl Paşa’dır ki, 1139/1727 senesinde Mûsul vâlîsi ol-
muş ve ondan soñra bir ʻasırdan mütecâviz Mûsul vâliliği ʻAbdulcelîl ʻâʼilesine in-
hisâr etmiş olduğu gibi birçok memâlikte dahi vâlîlik, serdârlık ve sâ’ir mühim
me’mûriyetlerle icrâ-yı ʻadl ü dâd etmişlerdir.
Bu ʻâʼileniñ meşhûrları müşârun-ileyh İsmâʻîl Paşa, el-hâc Hüseyin Paşa,
ʻAbdulfettâh Paşa, Murâd Paşa, Muhammed Emîn Paşa, Muhammed Paşa,
Nuʻmân Paşa, Mahmûd Paşa, ʻAbdurrahmân Paşa, dîger Muhammed Paşa, dîger
Muhammed Emîn Paşa, ʻAbdulbâkî Paşa, Saʻdu’llâh Paşa, Hasan Paşa, dîger
ʻAbdurrahmân Paşa, Ahmed Paşa, Esʻad Paşa, Yahyâ Paşa vesâʼiredir. Cümlesi
vüzerâ-yı ʻizâmdan olup bir kaç ʻadedi mîr-i mîrândır. Devlet ve memlekete büyük
hizmetler etmiş ve başka hiç bir ʻâʼile böyle, bir ʻasr zarfında yirmiden ziyâde
vüzerâ-yı ʻizâm ve vülât-ı kirâm yetiştirmeğe muvaffak olamamıştır.
Hâtime-i silsile-i vezâret olan Yahyâ Paşa ki Muhammed Emîn Paşa-zâde
Nuʻmân Paşa’nıñ mahdûmudur. Cedd-i ʻâlîleri Muhammed Emîn Paşa 1182/1769
târîhinde Diyârbekir Vâlîliği’nde bulunarak hakkında Lebîb-i Âmidî’niñ vesâʼir
şuʻarânıñ kasâʼid ve târîhleri olduğu gibi, müşârun-ileyh Yahyâ Paşa dahi
1245/1830 senesinde memleketimiz vâlîliğinde bulunarak zamânı şuʻarâsınıñ
306
memdûhu olmuştur. Baʻdehû Mûsul vâlîliğine nakl edildi. 1250/1835 hudûdunda
Tekfûr Dağı’nda ikâmet ettirilmiş ve soñraları Dersaʻâdet’e aldırılmıştır.
Müşârun-ileyh Yahyâ Paşa, 1238/1823 senesinde vezîr olduğundan müd-
det-i vezâreti kırk altı sene imtidâd ederek şeyhü’l-vüzerâ olduğu hâlde,
1284/1868 senesinde Dersaʻâdet’de vefât etmiştir. (260)
Bu ʻâile hakkında tafsîlât verilmek lâzım gelse cildler teşkîl eder. Hele
İsmâʻîl Paşa-zâde Hâcı Hüseyin Paşa’nıñ Nâdir Şâh gibi bir belâ-yı âsmânîye karşı
muhayyer-i ʻukûl bir sûrette etmiş olduğu muhârebe ve müdâfaʻanıñ tafsilâtı
sahâʼif-i tevârîhe zînet-pîrâdır. Şurası şâyân-ı tezkârdır ki; silsile-i âbâ ve ecdâdı o
târîhe kadar cihân haritasında maʻlûm olmadığı hâlde birdenbire bir volkan-ı deh-
şet-nâk gibi zuhûr ederek berk-ı hâtif sürʻatiyle memâlik-i Îrân’ı istîlâ ve Eşref Şâh-ı
Efgân’ı mahv ve iʻdâm ve onuñ yerine Şâh-ı Îrân nasb eylediği Şâh Tahmasb-ı Safe-
vî’yi dahi az müddet içinde refʻ ve kem-nâm ederek tâc-ı saltânat-ı Îrân’a nâʼil ol-
duktan soñra, cihângîrâne bir sûrette Afganistân ve Hindistân kıtʻa-i vâsiʻalarını
zabt eylemiş ve ondan memâlik-i ʻOsmâniyye’ye dönerek Şîrvân ve Dağıstân
memâlikini pençe-i zabtına aldıktan Kerkük civârında sadr-ı esbak ʻOsmân Paşa
gibi bir dilâver-i rûzgârı ve Revân cihetinde dahi serdâr-ı ekrem Köprülü-zâde
ʻAbdullâh Paşa gibi bir cengâver-i nâmdârı şehîd eylemiş idi.
İttifâkât-ı ʻacîbedendir ki, iki cihette dahi öyle bir belâ-yı Nâdirî’niñ ʻâkıbet,
çehre-i gâlibiyetine birer muşt-ı kahramânî urarak nâ-ümîd bir hâlde ricʻat-i kah-
karîye dûçâr eden müşârun-ileyh Hâcı Hüseyin Paşa ile âti’t-terceme Çeteci
ʻAbdullâh Paşa gibi iki Diyârbekirli olmuştur.
Nâdir Şâh-ı güm-râh, cenûben Mûsul, şimâlen Kars şehirleri öñünde şu iki
dilâver-i zîşâna öyle hücûmlar etmiştir ki, eğer karşısında zincîre bağlanmış aslan-
lar olsaydı, zincîrlerini kırar firâr ederlerdi. Lâkin müşârun-ileyhimânıñ sedd-i
âhenîn gibi yerlerinden depretmemesi ve ikdâmât-ı gazanferâne ve muhabbet-i
vataniyyeleri netîcesi olarak öyle bir müceddid-i gayr-ı mağlûbuñ ʻâkıbet-i kemâl-ı
hizlân ile mağlûb ve perişân olması, fâhir-i milliyeden olmakla bir nebze îzâhât
vermeğe lüzûm gördük.
Şöyle ki: Şu iki zât-ı hamiyyet-pîrâdan El-hâc Hüseyin Paşa’nıñ, Nâdir Şâh
ordusuyla iki defʻa muhârebe-i ʻazîmesi vâkıʻ olmuştur. Birincisi şâh-ı mezkûruñ
meşhûr kumandanlarından Nergis Hân ile, ikincisi bizzât Nâdir Şâh iledir. Nâdir
Şâh, 1145/1733 senesi Recebinde baʻteten Kerkük’e kadar gelmiş idi.
Hâmî-i Âmidî, Dersaʻâdet’de mâliye mukâtaʻa halifesi, şuʻarâdan Tayyibî
Efendi merhûma Diyârbekir’den yazdığı manzûme-i meşhûresinde, Nâdir Şâh-ı bî-
insâfıñ harekât-ı mazmûmânesini ve Kerkük’e kadar gelerek oralarda neler
yapdığını ve ahâlî-i mutîʻe ne hâle geldiğini şu beytler ile tasvîr ediyor: (261)
Hele ey dâder-i pâkîze-güher
Saʻb geldi bize gâyet bu sefer
307
Eve geldik ki kanâʻat edelim
Çekilip bir yana ʻuzlet edelim
308
Gayretu’llâha kalıpdır çâre
309
Nâdir Şâh ʻaskeri ki, şimdiye kadar hangi tarafa teveccüh etmiş ise muzaf-
fer olmuş ve her biri nice nice muhârebe ateşlerine girmiş çıkmış birer kahramân-ı
semender-tînet olduklarından batş u kuvvet ve tecârib-i mükemmelelerine naza-
ran bunları bir hamlede bozup ortadan kaldırmak üzre dehşetli bir hücûm etmişler
ise de meʼmûlleriniñ hilâfı zuhûr ederek birçok kahramân yiğitler hâk-ı helâka se-
rilmiştir.
Muhârebe sabahdan vakt-ı ʻasra kadar mümted oldu, lâşe-i aʻdâdan akan
kanlardan çölleriñ üzeri kıpkızıl bir renk peydâ etmiştir. Nihâyet kumandanları
Nergis Hân dahi iklîm-i ʻademi me’vâ eyledikten başka bir çok üserâ-yı Îrâniyye ahz
edildi.
Müşârun-ileyh Hâcı Hüseyin Paşa, şîr-i jiyân gibi etrâfında eşbâl ve evlâd-ı
kirâmı mevcûd ve müctemiʻ ve seyf-i şecâʻatleri hûn-ı aʻdâ ile âlûde ve mülemmaʻ
olduğu ve öñlerinde zincîrlere bağlı üserâ ve nîzelerinde re’s-i aʻdâ bulunduğu
hâlde mansûren ve muzafferen şehre ʻavdet etmişlerdir. Bu muzafferiyyeti hâvî
meşâhir-i şuʻarâ-yı zamân taraflarından kasâʼid-i belîga nazm ve inşâd olunmuştur.
Onlardan biri şâʻir-i lebîb ve nâzım-ı edîb Hasan ʻAbdulbâkî Efendi tarafından inşâd
olunan kasîde-i belîgadır ki matlaʻı budur:
Kafâ nestabehu mâ-bi’l-inâi’l-mümeccedi
Fe-ahyâ’ü emvâteʼl-gabûki ʻalâ-yedî
310
üzerine doğrularak evvelâ Kerkük, müteʻâkiben Erbîl şehirlerini aldıktan soñra
Mûsul üzerine yürümüştür.
Çünkü Mûsul şehriniñ zabtı hâlinde Bâğdâd’ıñ hatt-ı muvâsalası katʻ olu-
nacağı gibi oradan Kürdistân ve ʻArabistân cihetlerine yürümeğe mâniʻ kalmaya-
caktı.
Nâdir Şâh gibi bir sâhib-hurûca karşı ʻAbdulccelîl-zâde Hâcı Hüseyin Paşa
bir kalʻa-i âhenîn kesilip dağlarıñ tahammül edemeyeceği o dehşetli hücûmları
ʻakıllara hayret verecek bir sûrette reddetmiştir.
Nâdir Şâh sekiz gün sekiz gece Mûsul şehri üzerine hücûm etmiş, yetmiş
biñden ziyâde gülle ve humbara atmış ve Dicle Nehr-i ʻazîminiñ mecrâsını dahi
tahvîl eylemiştir.
Şu dehşetli hücûmlardan istediği netîceyi hâsıl etmeyince tebdîl-i kavâʻid-i
harbiyye ederek şehriñ her tarafına yüzlerle lağımlar hafr etmiş ve lağımlara ateş
verildikçe Mûsul şehrini öyle zelzelelere uğratmıştır ki, gûyâ zemîn ve âsmân pür-
tarrâka-yı dehşet olmuştur. Paşa ateşlere karşı evlâd ve ahfâdı maʻiyyetleriyle
semender gibi müfrezeler sevk ederek ve îcâb eden pek mühim mahallere bizzât
kendisi koşarak bir taraftan lağımları ibtâl ve lağımlardan şiddet-i tehâcüm göste-
ren ʻasâkir-i ʻAcem’i mahv ve pây-mâl eyledikten soñra açılan rahne mahallerini
taʻmîr-i tahkîm ederlerdi.
Mûsul Kalʻası’nıñ bir taşına mukâbil birçok baş fedâ eden ve sâye-i
rûhâniyyet-i peygamberîde hiç bir şeye muvaffak olamayan şâh-ı bî-intibâh hâk-ı
ber-ser-i hizlân olarak hâ’iben ve hâsiren ricʻat-ı kahkariye mecbûr olmuştur.1
Tebrîk-i muzafferiyyeti hâvî paşa-yı müşârun-ileyhe birçok kasâʼid-i belîga
takdîm olunmuştur, bunlardan biriniñ matlaʻı şudur:
Hâza’l-Hüseynüʼl-muhteşemü
Sadrü’n-nevâli fî’n-nedâ
Mevla’l-mekârimi li’l-ümemi
Seyfü’l-celâli fi’l-ʻalâ
ʻAynü’s-semâhati ve’l-keremi
Nûru’l-hidâyeti ve’l-hüdâ
1
Bu muhârebe-i ʻazîmeniñ tafsilâtı Subhî Târîhi’nde muharrerdir. 263.
311
Yukarıda denildiği üzre Nâdir Şâh, ondan bir kaç sene evvel cenûb cihetine
hücûm edince (264) sadr-ı esbak Aʻrec ʻOsmân Paşa gibi bir vezîr-i dilîri şehîd ve
şimâle doğrulunca Köprülü-zâde ʻAbdullâh Paşa gibi serdâr-ı fâzıl u şecîʻi ʻarsa-i
ʻâlemden nâ-bedîd etmiş, Afganistân ve Hindistân’a teveccüh ederek o vâsiʻ
kıtʻaları az müddet içinde zabt ve teshîr eden bir kahramân-ı nâdirü’l-emsâl bu-
lunmuş olduğu hâlde, Mûsul Kalʻası öñünde kendisince hilâf-ı meʼmûl olarak bu
sûretle mağlûb olması kibr ü nahvetine pek ziyâde dokunmuştur.
Fi’l-hakîka şâh-ı müşârun-ileyh Mûsul Kalʻası gibi pek çok kalʻalar zabt ve
teshîr etmiş ve bu kalʻa dahi onlar gibi taş ve topraktan ʻibâret bulunmuş ise de
lâkin içindeki muhâribler “hamît” idi. İşte böyle bir kalʻayı Nâdir Şâh bile alamaz.
Şâh-ı Cebbâr, Îrânʼa ʻavdetle berâber yeñiden kendisine çekidüzen verdi.
Ve kezâlik üç yüz biñ raddesinde ʻasâkir-i derya-hurûş ile 1157/1744 senesi
Cemâziye’l-âhirîniñ on dördüncü Cumʻa günü Arpa Çayı’nı mürûr ederek ol
havâlîde bulunan mezrûʻâtı kâmilen itlâf ve ihrâk eyledi. Ondan Kars şehrine bir-
çok sâʻat mesâfesi olan nehriñ ve Erzurûm’a giden tarîkiñ üzerinde vâkıʻ Künbed
Karyesi cebeliniñ pîşe-gâhında karâr etti.
Biz şurada bir suʼâl kabîlinden olarak deriz ki, Nâdir Şâh ikmâl-i kuvvet et-
tikten soñra niçün be-tekrâr Mûsul üzerine yürüyüp Hâcı Hüseyin Paşa’dan ahz-ı
intikâm etmedi. Merdlik cihângîrlik bunu icâb etmez miydi? Cevâben deriz ki,
Nâdir Şâh, paşa-yı müşârun-ileyhden ağzının ölçüsünü almış idi. “Hamît-i Müces-
seme” ıtlâkına şâyân olan bir aslan üzerine bir daha nasıl gitsin. İşte demek oluyor
ki, erbâb-ı nâmus ve hamiyyetten cihângîrler bile korkup ʻırâk kaçıyorlar ve nerde
dünyânıñ hırs ve tamâʻ kuyruğuna sarılan zaʻîfleri görürlerse o noktalara hücûm
ederek maksûdlarına nâʼil oluyorlar.
Maʻ-zâlik Nâdir Şâh, Kars üzerine hücûmda dahi yañılmış idi. Zirâ o sırada
orada Çeteci ʻAbdullâh Paşa gibi âb-rûy-ı mücâhidîn olan bir kahramân-ı bî-nazîr
vâlî ve muhâfız idi. Nâdir Şâh, Kars’daki ʻasâkir-i muvahhidîni susuz bırakmak içün
Arpa Çayı’nıñ mecrâ-yı kadîmini bir gayret-i bülendâne ile dîger mahalle tahvîl ve
Kars civârınada topraktan bir kalʻa inşâ eyledi. On gün mütevâliyen gâh hücûm ve
gâh geriye çekilerek icrâ-yı kerr ü fer ve ibrâz-ı ʻazamet etti. On birinci gün ʻumûm
kuvvetini toplayarak kendisi öñde olduğu hâlde Komasor-nâm karyeden hareketle
kurutmuş olduğu nehir tarîkinden öyle bir dehşet-engîz hücûm etmiştir ki (265)
Kars şehri şimdiye kadar böyle hücûm-ı tahammül-fersâyı görmemişti. Şehriñ her
tarafına yıldırımlar, sâʻikalar yağıyor zann olunuyordu.
Çeteci ʻAbdullâh Paşa ise sâhib-kırânlık ve kahramanlığın bir misâl-ı mü-
cessimi şeklini almış ve böyle cihânı yerinden oynatmış olan bir cihângîr-i âhenîn-
bâzûya karşı durmak gerçi umûr-ı müşkile ve ʻazîmeden bulunmuş ise de “vatan”
kelime-i ʻâliyyesini ehemmiyeti nisbetinde tefekkür ve telakkî eden eʻâzım-ı üm-
metten olduğundan artık hâb u râhatıñ her dakîkasına vedaʻ ederek ʻâdetâ beşe-
riyyetiñ fevkında zann olunacak bir himmet-i müşkil-ber-endâzâne ibrâz eylemiş-
312
tir. Nâdir Şâh, evâsıt-ı Şaʻbâna kadar tazyîk ve hücûma ibtidâr eylediği hâlde cüm-
lesinde nişâne-i akbeh-i yeʼs ü idbâr olmuştur.
Paşa, Afganistân ve Hindistân gibi İskenderleriñ Tîmûrlarıñ hasret-keş ol-
dukları ekâlîm-i ʻazîmeyi berk-ı hâtif gibi zabt ve teshîr eden bir kahramân-ı çâbük-
süvâra haddini bildirmek muvaffakiyetindeki lezzeti tasavvurla telzîz-i dimâğ-ı
şehâmet ettikçe etmiş ve nezdindeki cünûd-ı zafer-mevʻûd-ı İslâmiyye cüzʼî olduğu
hâlde bir mertebe izhâr-ı yed-i tûlâ-yı şecâʻat ve isbât-ı müʼessir-i sebât ve
metânet eylemiştir ki, kâʼinâtı tahsîn-hân ve lâhûtiyânı cevâhir-i Bâreka’llâh-efşân
etmiştir.
Böyle şîrâne hücûm ve savlet ve bu derece gâlibâne hareket, Nâdir Şâh-ı
necdet-iktinâhıñ dâʼire-i meʼmûlinden geçmemiş olduğundan bir müddet engüşt-
ber-dehân-ı beht ü hayret olmakla berâber fâtih-i aʻzam-ı Afganistân ve Hindistân
olduğu hâlde bir kalʻa öñünde böyle ʻâciz kalmasını lâyıkı nisbette sarf-ı himmet
etmediğine haml ederek cünûd-ı inhizâm-mevʻûduna lâzım gelen ihtârât-ı müte-
cellidâneyi icrâ ile ertesi gün ʻaleʼs-seher bir kolda sadrâʻzamı Fethî ʻAlî Hân ve bir
kolda mahdûmu İbrâhîm Mîrzâ ve kalbgâhında bizzât kendisi olduğu ve dîger kol-
larada ciğerdârlığına iʻtimâd eylediği dokuz ʻaded bahâdır-ı cânsitân taʻyîn ederek
tamâm on iki koldan hücûm etmiştir.
Çeteci ʻAbdullâh Paşa ise meydân-ı muhârebeye bir cemʻiyyet-i sûr ve
merdân-ı meydânıñ gül-banglarını ehviye-i kemân ü tanbûr gibi telakkî eden saf-
der-i bî-nazîr-i kâr-zâr olduğundan rezm-i cân-fersâya değil, gûyâ ki bir bezm-i
ziyâfet-bahşâya gidiyormuş gibi beşûş bir sûrette gâziyân-ı ümmeti teşcîʻ eder ve
hangi tarafta aʻdânıñ iktihâm ve şiddetini dehşetli görürse kendisini o nokta-i deh-
şet-nâka atardı.
Nâdir Şâh-ı makhûr ise gece yarısına kadar hücûm-ı pey-â-peyden geri
durmamış ve ferdâsı gün dahi şu muhâcemât u tertîbât ve harekâtı icrâ etmiştir.
Nihâyet kendisini mukaddemâ tâc-ı ikbâle nâʼil eden ve Horasan ve Afganistân ve
Hindistân fütûhâtında rüfekâ-yı celâdeti bulunmuş olan şeh-bâz kumânlarını ve
ser-bâz ʻaskerlerini kassâb- (266) hâne-i meleküʼl-mevte teslîm ile kurbân eylediği-
ni görmekle dil-hûn ve mütehayyir kalan Şâh artık kahkariye mecbûr olmuştur.
İşte Nâdir Şâh’ıñ Mûsul, Kars şehirleri üzerindeki şu iki mağlubiyet-i
ʻazîmesi üzerine eski parlaklığı kalmamış ve hangi tarafa teveccüh etmiş ise evvelki
gibi muvaffakiyet göstermemiş ve şu vukûʻattan iki üç sene soñra nâ-bûd u kem-
nâm olmuştur.
Hâmî-i Âmidî, meşhûr (Râ’iyye) kasidesinde müşârun-ileyhiñ Kars
muhâberât-ı ʻazîmesini şu sûretle tasvîr ediyor:
Fî-sebîli’llâh bundan gayrı yoktur saʻy eden
Cümle hubb-ı mâla sâʻî zâbit ü serdâr ü mîr
313
Cümlesi çâlâk-ı peyker cümle düzd-i sîm ü zer
Yanlarında sürme çalmak dîdeden emr-i yesîr
314
Tabîb-i memlekettir mülke hükmü ʻayn-ı hikmettir
Dimâ-ı fâside gûyâ ki tîgı neşter-i fassâd
315
Muktezâ-yı gayret-i ʻırkiyye var kıl merhamet
Maskat-ı re’s-i şerîfiñdir bu hâk-i dil-pezîr
316
Nâdir Şâhʼıñ yirmi seneden mütecâviz cihâna bıraktığı velvele ve şûriş bu
sûretle intifâ-pezîr olmuş ve bundan az bir müddet soñra şâh-ı müşârun-ileyh ken-
di adamları yedinde maktûl olup gitmiştir. Bu bâbdaki muvaffâkıyyâtıñ derecâtı
añlaşılmak içün Târîh-i ʻİzzîʼde mestûr olan şu satırları ʻaynen yazmak kifâyet eder:
“Hâlâ Diyârbekir vâlîsi vezîr-i mükerrem Çeteci ʻAbdullâh Paşa hazretleri
tarafından memâlik-i aʻdâya dühûl ü iktihâm ve dâr ü diyârlarıñ taht ü târâc ve
düçâr oldukları düşmânı sihâm-ı kahr ve istîsâle âmâc ederek ahz-ı sâr ve intikâma
saʻy ü gayret eylemek üzre bâlâda beyân olunduğu vechle müretteb cüyûş-ı deryâ-
hurûş ile 1158/1745 senesi cemâziyeʼl-âhiriniñ sekizinci günü sahrâ-yı Mûsulʼdan
refʻ-i hiyâm-ârâm ve savb-ı maksûdu olan diyâr-ı ʻAcemʼe tahrîk-i iʻlâm-ı zafer-
irtisâm etmeleriyle şâh-ı ʻâkıbet-tebâhıñ hâli perîşân ü dîger-gûn ve livâ-yı istidrâcı
pest ü ser-nigûn oldu.”
İşte sâhib-terceme “Hâlid Bey” dahi ʻAbdulcelîl-zâde ʻâile-i mübeccelesin-
dendir. Pederleri Ahmed Bey onuñ pederi Mustafâ Beyʼdir. Müşârun-ileyh Hâlid
Bey 1170/1757 hudûdunda Mûsul şehrinde tevellüd etmiştir. Şehr-i mezkûr
ʻulemâ-yı kirâmından Seyyid Mûsâ hazretlerinden tahsîl-i ʻulûm ve kemâlât olmuş
münâzara-i ʻilmiyye ve mübâhase-i kelâmiyyede yed-i tûlâ sâhibi olmuştur ve
lisân-ı ʻArabîʼde hâsıl olan ıttılâʻ-ı tâmmı hasebiyle şiʻr-i râʼik ve nazm-ı müflık
inşâdında temehhür eylemiştir. Eşʻârınıñ kısm-ı aʻzamı tahmîsât vâdîsindedir. Mu-
hammed Emîn Hatîbuʼl-ʻAmrî hazretleri “Menhelüʼl-evliyâ ve Meşrebüʼl-asfiyâ”
ʻunvanlı kitâbında bu zâtı zikr ederek hilm ü iffet ve tevâzuʻ u diyânetle muttasıf
olduğu cihetle ʻumûmuñ ʻindinde ʻazm-ı şân ve ʻulüvv-i kadr ile muttasıf olduğun-
dan fâris-i meydan-ı fazîlet, ser-âmed-i aʻyân-ı memleket ve hâʼiz-i kasabüʼs-sebk-ı
belâgat bir zât-ı sâhib-asâlet olduğunu bi’l-beyân hakkında îfâ-yı hüsn-i şehâdet
eyliyor. Bağdâd vâlîsi Hasan Paşa tarafından bir müddet Mûsul vâlîliğini niyâbet
sûretiyle idâre eylemiş ve ʻadl ü hakkâniyetten ayrılmamış idi.
Vefâtı 1220/1806 hudûdundadır.
Şu tahmîs-i nefîs-i ʻArabî âsâr-ı ʻârifânelerindendir:
Ve en-leylen nüsâmirnâ mine’s-seheri
Maʻa’l-gazâli’llezî ke’l-hûri bi’l-huveri
Fe-kultü li’l-kalbi hâzâ gâyetü’l-vetari
Lâ zâle yenhellü ʻani’ş-şemsi’t-tılâ kameri
Hattâ hakket ve cennetâhü humretü’ş-şefaki (269)
317
Sekeran fe-hâvele en yesʻâ fe-lem yetkı
318
üftâde-i gazel-serâsı ve ne mahalde bir âfet-i devrân müşâhade etmiş ise dil-
rübûde-i ʻaşk u sevdâsı olmuştur. Bir derecede ki bu ʻâşık-ı sevdâ-zedeniñ na-
zarında bir hande-i dil-güşâ-yı perî-zâd bir cihân-ı rûhânî, bir nigâh-ı hanmân-efrûz-
ı şûh-ı ʻişve-muʻtâd bir ʻâlim-i letâfet-i nûrânî idi. İşte bunuñ içündir ki öyle üç beş
dilber-i nâz-perveriñ vasfıyla kanâʻat edemedi. Her sınıfa mahsûs olan dilberân-ı
nâzik-edâyı nâm ü şânı ve zülf ü hâl ü ânıyla gûn-â-gûn sûretlerle tavsîf ve
mehâbîb-i Âmid hakkında bir Kitâb-ı Şehrengîz te’lîf ederek nemek-rîz-i encümen-i
safâ-yı zarîfân olmuştur.
Nevbet-i tahrîr, Hayder nâmında bir nakkâreci dilbere geldikte vasfında şu
ebyâtı edâ-yı bülend ile edâ ederek âvâre-i letâfeti ʻâleme velvele salmıştır:
319
Dilâ gördüñ mü dildârı yatıp agyâra yasdanmış
Gül-i nevrestedir gûyâ yüz urup hâra yasdanmış
Edirneli Emrî Çelebî
Dediler oldu rahşân beş hilâl üstünde bir hurşîd
Meğer kim pençe-i sîmîne ol meh-pâre yasdanmış
Enverî
Kapıñda pâre-i sengi dil-i sad-pâre yasdanmış
Bi-hamdi’llâh gözün yummuş hele bir yâra yasdanmış
Hıfzî-i İstanbûlî
Meh-i nev-bahtına magrûr olup zer-kâra yasdanmış
Görünür sîm-i sâʻid bâliş-i zer-târa yasdanmış
Hayretî Bey
Meded her derdi yok nâ-merde sunma şerbet-i laʻliñ
Yaturken bunca bîmârıñ der ü dîvâra yasdanmış
Hâverî
Yüz urmuş şol ki seng-i âsitân-ı yâra yasdanmış
Erip başı göğe hurşîd-i pür-envâra yasdanmış
Halîfe-i Âmidî
Meh-i nev sanma gökte kûşe-i naʻl-i semendiñdir
Uçup cevlângehiñden günbed-i devvâra yasdanmış
Hayâlî Bey
Şarâb-ı ʻaşk bir kattâl imiş içmiş iki ʻâşık
Yıkılmış biri sahrâya biri kühsâra yasdanmış
Zâtî Bey
Varıp iç eşiğiñ taşın şu kim bir pâre yasdanmış
Mesîhâ-kadr olup hurşîd-i pür-envâra yasdanmış
Rahmî-i Bursevî
Tenimde reglerim yer yer ki cism-i zâra yasdanmış
Sararmış sarmaşıklardır kuru dîvâra yasdanmış
Sebzî
Bugün bir ʻâşıkı gördüm der-i dildâra yasdanmış
Refîʻü’l-kadr olup ol günbed-i devvâra yasdanmış (272)
Şânî
Dil-i dîvânemiz yatmış der ü dîvâra yasdanmış
Hemân bir tıfla beñzer kim yatıp gehvâre yasdanmış
320
Şâhidî
Nigârıñ hâl-i Hindû’su gül-i ruhsâra yasdanmış
Habeş sultânıdır gûyâ düşüp gülzâra yasdanmış
Şâhî-i Şarkî
Çıh evden kıl nazar her yaña ey servim velî fehm et
Ki niçün her taraf kûyuñda yüz âvâre yasdanmış
Sâlihî
Yüzüñde hâl-i müşgîniñ yatur ruhsâra yasdanmış
Habeş sultânıdır gûyâ gül-i gülzâra yasdanmış
Sûfî-i Vardârî
Bakıñ hâline ol hâliñ gül-i ruhsâra yasdanmış
ʻAceb câdû değil mi âb içinde nâra yasdanmış
ʻÂlî Defterdâr
Yatıp ben ʻâşıkıñ zânûsun ol meh-pâre yasdanmış
Yere inmiş güneş gûyâ ki seng-i hâra yasdanmış
ʻAşkî
Lihâf-ı sebz ile gonca yatıp gülzâra yasdanmış
İñiler haste karşısında bülbül hâra yasdanmış
ʻİffetî
Şu kim bir deste sünbül deyü zülf-i yâra yasdanmış
Bu ʻâlem câme-hâbında yañılmış hâra yasdanmış
ʻUlûmî
Erip kûyuñda baş koymak ümîdiyle eşiğiñde
ʻUlûmu nice yıl toprak döşenmiş hâra yasdanmış
ʻAyânî
Gülistân içre gördüm bir gülü kim hâra yasdanmış
Sanırsın bir civân-ı hûbdur agyâra yasdanmış
Kara Fazlî
Gören ol serv-kaddi zânû-yı agyâra yasdanmış
Dediler bir gül-i nev-restedir kim hâra yasdanmış
Fevrî Kâdî
Ya çeşmiñ tîg-ı tîz ü hançer-i hûn-hâra yasdanmış
Ya Kanber zülfikâr-ı Hayder-i Kerrâr’a yasdanmış
Nişânî Mustafâ Çelebî
Semen-sâ kâkülüñ kim safha-i ruhsâra yasdanmış
321
İki Hindû’ya beñzer kim yanıp gülzâra yasdanmış
Nazmî
Ağarmış mûlarım kim ser-be-ser cây eylemiş başım
Sanırsın berftir kim kulle-i kûhsâra yasdanmış (273)
Nehrî-i Kadîm
Benim gül yüzlü yârim zânu-yı agyâra yasdanmış
Sanırsın bir gül-i pâkîzedir kim hâra yasdanmış
Hâtifî
Gece yâri görüp bir bâliş-i zer-târa yasdanmış
Dedim mâhı görüñ kim günbed-i devvâra yasdanmış
Yetîm ʻAlî Çelebî
Bu sînem zahmına gördüm dil-i âvâre yasdanmış
Şu bir meczûbe beñzettim ki girmiş gâra yasdanmış
Yemenî Muhammed Bey
Saçı kim cezbe-i hüsnüyle hadd-i yâra yasdanmış
San ol meczûbdur miskîn ki varmış gâra yasdanmış
Hisâlî Defterdâr
Rakîb-i rû-siyâhı gördüm ol meh-pâre yasdanmış
Gümüş âyînedir sanki der ü dîvâra yasdanmış
Neşâtî Mevlevî
Bir iki derd-mendiñdir meh ü mihr ey şeh-i devrân
Dururlar âsitânıñda der ü dîvâra yasdanmış
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Eder terkîb-i kehl-i dîdesiniñ taʻneden ʻâşık
O mansûr-ı muhabbettir ki çûb-ı dâra yasdanmış
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Birâderdir bütün evlâd-ı âdem ya niçün bilmem
Kimi bâlîn-i nermîne kimi dîvâra yasdanmış
ʻAlî Şîr Nevâyî
Kılgalı ʻazm-ı sefer ol kim maña dil-hâhdır
Aña öz hâlimdin irmes min Hudâ âgâhdır
Niyâzî-i Kadîm
Ol melâhat mülkünüñ hânı ki Nasru’llâh’dır
Leşker-i ʻaşk ile bu cân kişverine şâhdır
Fakîrî-i Kadîm
322
Bir güzel sevdim yine kim ismi Nûru’llâh’dır
Hüsn içinde yok nazîri bir müsellem şâhdır
Halîfe-i Âmidî
Râh-ı ʻaşka bas kadem Hakk’a giden bu râhdır
Her ki gayrı râha bastıysa kadem güm-râhdır
Kabûlî-i Kadîm
Nutk-ı pâkiñ her nefes makbûl-ı tabʻ-ı şâhdır
Rûh-bahş olsa n’ola enfâs-ı Rûhu’llâh’dır
Sâdık-ı Kadîm
Hûb-rûlar gerçi ʻilm-i nâzdan âgâhdır
Efdal-i hûbân-ı ʻâlem şimdi Fazlu’llâh’dır (274)
Hisâlî Defterdâr
Fakrdan etme şikâyet tutalım kim şâhdır
Her kişiye rızkını takdîr eden Allâh’dır
Lâedrî
Pâktir ʻaşkım Hudâ her hâlime âgâhdır
Meyl-i nefsânî değildir şâhidim Allâh’dır
Hâletî Hafîd-i Hazret-i Gülşenî
Kâmetiñ Tûbâ yüzüñ Cennet lebiñdir Selsebîl
ʻÂrızıñ hûrşîd-i nûrânî cebîniñ mâhdır
Vahîd Mahtûmî
Hem-demim nâle enîsim künc-i gamda âhdır
Derd ü mihnet mahremim yârim gam-ı cângâhdır
ʻAzmî-i Âmidî
Sırr-ı ʻaşkı añlamaz ʻilm-i ledünnüñ câhili
Sûretâ insâna beñzer bir har-ı güm-râhdır
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Rind-i mey-keşler değildir ʻârifi dilgîr eden
Sûret-i Hak gösteren bîgâne-i güm-râhdır
ʻAlî Şîr Nevâyî
Göñül kim vaslıñ ister her taraf dâg-ı sitemlerle
Erer Yûsuf harîdârı nice eski deremlerle
Figânî-i Kadîm
Lebiñ şevkiyle kan yutmak baña yegdir elemlerle
Lebiñsiz bâde-nûş etmekten ise câm-ı Cem’lerle
323
Zâtî-i Kadîm
Musâhib olma ey ʻârif cihân bezminde kemlerle
Harîm-i cennete sâhib ol otur muhteremlerle
Halîfe-i Âmidî
Açıp leb söylese ol gül çemende gonca-femlerle
ʻAceb mi goncanıñ hasretten ağzı dolsa demlerle
Hâverî
Seni gözler dü çeşm-i hûn-feşânım nice demlerle
Gel ey nûr-ı basar merdümlük et demler kademlerle
Hilâlî
Elemler üstüme ʻasker çekip geldikçe gamlarla
Mukâbil olmağa âhım çıkar karşı ʻalemlerle
Hayâlî Bey
Ayak basmış ki kanım döke ol hûnî sitemlerle
Yine bahtım baña yüz tuttu demlerle kademlerle
Rahmî Çelebî
Beni zülfüñle kaddiñ öldürürse derd ü gamlarla
Mezârım hep müzeyyen ola ʻAbbâsî ʻalemlerle (275)
ʻAhdî
Hayâl-i nergisiñ bîmârıdır dil hicr ü gamlarla
Bulunmaz ey tabîbim hiç devâ emlerle semlerle
ʻÂlî
Göñül mülküne geldikçe hayâliñ şâh-ı gamlarla
Aña karşı çıkar ʻizzet eder âhım ʻalemlerle
Emînî
Şehâ seyr ü sefer ettiñ safâ vü zevk u demlerle
Koduñ gittiñ bu ben mahzûnu yüz biñ derd ü gamlarla
Âsafî
Çekip ceyş-i hat u zülfin yine cevr ü sitemlerle
Yürüdü kişver-i Rûm üzre ʻAbbâsî ʻalemlerle
Şâʻirî
Dehânıñla gözüñ sihr edeli göñlüme gamlarla
Beni geh mürde geh zinde eder emlerle semlerle
Celâlî
Nigârıñ sâbit ettim ʻaşkını göñlümde gamlarla
324
Ki ʻakd-ı rûh eder iksîrler âteşte semlerle
Deli Zeynî
Derûn-ı sîne nakş oldu hayâl-i ʻÎsî-demlerle
Sanırsın deyr-i ʻÂlî’dir ki nakş olmuş sanemlerle
Fünûnî
Eğer ben hasteyi koyup gidersen bu elemlerle
Benim de biñde bir derdim yazılmaya kalemlerle
Hisâlî Defterdâr
Cefâ tîri gelip geçtikçe câna zevk u demlerle
Şerâr-ı nâr-ı âhım karşı çıkar zer ʻalemlerle
Lâedrî
Düşelden ʻaşkına yâriñ günüm geçti elemlerle
Dirîgâ cân verem gibi ben âhir derd ü gamlarla
Emîrî Camîʻu’l-hurûf
Reʻâyâ olsa ehl-i ʻadle insâf eyleyip münkâd
Olur kâbil yürütmek gürk-i hûn-hârı ganemlerle
Müşârun-ileyhiñ ʻâkıbet mahbes-i sevdâ-yı vatan sâlib-i ârâm u karârı ol-
duğundan memleketine ʻavdet ve muʻallimlik tarîk-i bihînine sülûk ederek nice
nice zürefâ ve şuʻarâ ve üdebânıñ yetişmesine sebeb olmuştur.
Bu sûretle güzârende-i rûz u leyâl olduğu hâlde, 980/1573 hudûdunda
ʻazm-ı firdevs-i cinân ve ʻumûm ahâlî-i memleketi hasret-i iftirâkı mahzûn u
giryân eylemiştir.
Müşârun-ileyh gibi bir şâʻir-i ilâhî-meşrebiñ garîbdir ki bu kadar fazl ü
kemâl ve kesret-i âsâr-ı belâgat-iştimâliyle berâber Rûm Tezâkir-i Şuʻarâsınıñ hiç
birinde nâm-ı bâ-ihtirâmı münderic değildir. (276) Yalñız ʻAhdî-i Bağdâdî “Gülşen-i
Şuʻarâ” ʻunvânlı eserinde fazl u kemâl ve ahvâli hakkında bir dereceye kadar bahs
eylemiş ve bundan başka şehrimiziñ mecâmiʻ-i kadîmesinde baʻzı ahvâl ve âsârı
görülmüştür.
Türkî ve Fârisî mutarrâ gazellerinden başka esâtize-i şuʻarânıñ nâ-dîde ga-
zellerini pek rengîn bir sûrette tahmîs eylemiştir. Buña binâʼen tahmîsleri dahi sâʼir
eserleri gibi kesîrdir. Bâlâda nezâ’iri mürûr eden “yasdanmış” gazeliyle Niyâzî-i
Kadîm’iñ gazeline icrâ eylediği bir tahmîsini tastîr eyleriz:
Ser-i zülfüñ sevâdı kim meh-i ruhsâra yasdanmış
ʻAceb ebr-i siyehdir mihr-i pür-envâra yasdanmış
325
Meh-i nev sanma gökte kûşe-i naʻl-i semendiñdir
Uçup cevlângehiñden günbed-i devvâra yasdanmış
326
Bitmeye bu nakşa hergiz Çîn’deki tasvîrler
Dağıdıp gül ʻârızında sünbül-i dilgîrler
Cân u dil bend etmek içün düzdürüp zincîrler(277)
Turre-i tarrâra dâm-ı caʻd-ı gîsû koymuş ad
327
880/1476 hudûdunda şeyh-i hânkâh bir mürşid-i sâhib-intibâh olarak
imrâr-ı evkât eylemekte olduğu hâlde, 890/1486 hudûdunda vefât eylemiştir.
Halîlî bir şâʻir-i üstâd olup aradan dört ʻasırdan ziyâde zamân mürûr etmiş
olduğu hâlde ekser-i âsârı bu günde fart-ı lezzet ve kemâl-i takdir ile okunmak
meziyyetini hâ’izdir. Halîlî’niñ şiʻrde mesleği pek ʻacâyibdir. Baʻzı gazelinde bir mu-
tasavvıf-ı bî-nazîr kesilir, baʻzısında bir hakîm-i zû-fünûn kıyâfetine girer, dîgerinde
bir ʻâşık-ı şevk u garâm olur ve daha ötekinde bir müştâk-ı ilâhî neşvesi zuhûr eyler
ki kesret-i ʻilmi hasebiyle bu vâdîleriñ cümlesinde (278) sâhib-i vukûf bir merd-i
ser-bâz olduğunu gösterir. Şâyân-ı dikkattir ki baʻzen bir gazeli içinde bile bu mes-
leğiñ aksâm-ı müteʻaddidesi tecellî eyler. Numûne olarak bir neşîdesini irâʼe ede-
lim.
Merkez-i hâki niçün olmuş ʻaceb mehd-i beşer
Ya bu tâk-ı ser-nigûnuñ sakf-ı mînâsı nedir
328
Halîlî’niñ Fürkat-nâme ʻunvânlı bir eseri vardır ki zamânında ve daha
soñraları gâyet meşhûr idi. ʻÂlem-i ezeliyyetle cihân-ı ebediyyet ortasında şu für-
katgâh-ı imkâna düşmesinden bâhis olduğu içün ismini Fürkat-nâme vazʻ etmiştir.
Halîlî’niñ lisân-ı tasavvuf üzre yazdığı böyle bir kitâbı Rûm tezkireleri sûret-
i mecâza ʻatf ederek nev-civân iken Diyârbekir’den İznik’e tahsîl içün gelmiş, orada
bir mahbûba ʻâşık olmuş, tahsîli terk edip maʻşûku ile olan mâcerâsını hâvî olmak
üzre Fürkat-nâme’yi yazmış, zemîninde idâre-i kelâm etmeleri garîbdir. Zîrâ İznik’e
nev-civân iken gelmediğini kitâbınıñ mukaddimesindeki şu ʻibârede isbât eder:
Benim bî-çâre bir dervîş-i dil-rîş
Garîb ü bî-nevâ bî-yâr u bî-hîş
329
Sûrette nazîri ola mı devr-i beşerde
Dedim işidip bülbül-i cân dedi ki lâ lâ
330
Münkirleri Firʻavn gibi kılmağa ʻâciz
Zülfü girihidir görünen muʻciz-i Mûsâ
1
“…Biz paylaştırdık.” Zuhruf (43)/32. Ayetten iktibas.
331
disini dasitân etmiş, denilir mi? Tezkire sâhibleri Halîlî’niñ Fürkat-nâme’sini oku-
mamışlar, demekten başka bir şey denilemez. Dîger tezkireler sâhib-i hânkâh ol-
duğunu da yazmıyorlar ise de Sehî Bey, tezkiresinde soñraları tasavvufa nâʼil olup,
“Sâhib-i hânkâh oldu.” diyor. Mademki Halîlî bir mahbûb ile kendisini ʻâleme da-
sitân etmiş, soñra nasıl sâhib-i hânkâh olmuş, öyle ʻayyâş bir adamı şeyh mi yapar-
lardı.
Hâlbuki kitâbıñ ismi olan Fürkat-nâme 876/1472 târîh-i te’lîfidir ki ol vakt
Halîlî altmış yaşından mütecâviz idi ve kitâb-ı mezkûru yazdıktan az müddet soñra
şeyh-i hânkâh olmuştur. Halîlî, kitâbında ʻaşkı lisân-ı tasavvufla edâ ederek dünyâyı
ʻâlem-i fürkat, ʻukbâyı ʻâlem-i vuslat iʻtibâr eylemiştir. Müşârun-ileyh Halîlî’niñ pîr-i
tarîkat bir mürşid-i sâhib-vukûf-ı hakîkat olduğunu zamânı meşâyıh-ı kirâmından
Şeyh Zarîfî şu beyt ile beyân buyuruyor:
Biz Halîlî’den dem ursak n’ola oldur pîrimiz
Cürʻa-i bezm-i ezelden sundu ol sahbâ bize
Rûm’da Tezâkir-i Şuʻarâ tanzîme başlanmazdan evvel Hâcı Kemâl -nâm zât
Câmiʻu’n-Nezâ’ir ismiyle şuʻarâ-yı kadîmemiziñ âsârını hâvî bir müntehabât-ı âsâr
tertîb ve 918/1513 senesinde ikmâl ederek bu kitâbda Halîlî’niñ pek çok âsârını
nakl ve tahrîr eylemiş olduğu hâlde soñradan te’lîfe başlanılan tezkireler beğen-
memekte ve hele Hasan Çelebî ise “Gazelinde çendân letâfet nümâyan değildir, ol
ecilden tahrîr ü tastîr olunmadı.” diyerek bir beytini olsun yazmıyor. ʻAcebâ
Halîlî’niñ şu mülemmaʻ naʻt-ı şerîflerini intihâb edemez mi idi! (281)
Yâ mecmaʻa’l-mahâsini yâ menbaʻa’l-keremi
Levlâke keyfe yahluku şey’ün mine’l-ʻademi
332
Sîmurg-ı Kâf sidre-i aʻlâ habîb-i Hakk
Şeh-bâz-ı âşiyâne-i ve’n-nûn ve’l-kalem
1
Şu murabbaʻ vâdîsinde Veliyyüddîn-zâde Ahmed Paşa’nıñ, Edirneli Hakkî’nıñ, Mahmûd Paşa
muʻallimi Bergamalı Sarıca Kemâl’iñ, Tokatlı Melîhî’niñ, Edirneli Yakînî’niñ ve daha sâ’ir hayli
şuʻarânıñ nazîreleri vardır. 281.
2
“Dürüst” gazeliniñ nezâ’iri yüzden ziyâdedir. Kitâbımızıñ hacmi müsâʻid olmadığından dîgerleri derc
olunmadı. 281.
333
Bâreka’llâh kim konukladıñ bu mihmânı dürüst (282)
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Ya nice râm olmasın gören berât-ı hüsnüñü
Hükm-i şâhîdir kaşıñ almış ele tuğrâ çeker
Mahmûd Paşa Sadraʻzam-ı Fâtih
Hüsn-i mülkünü musahhar kılmak içün hükmüne
Hûbluk menşûruna reyhân-ı hat tuğrâ çeker
Burûsalı Mehdî
Sünbül-i terden iki müşgîn selâsil ol gülüñ
Sebzezâr-ı haddine çâh-ı zenâhdan mâ çeker
Halîlî-i Âmidî
ʻÂşık-ı hak-bîn sürer dîdâr-ı zevkın dâ’imâ
Zâhid-i hod-bîn oturmuş gussa-i ferdâ çeker
Nushî
Ol perî-peyker habîbiñ hasretindendir müdâm
Kim gözüm kân ile yüzüm levhine imzâ çeker
Nesîmî
Gerçi lâʻliñ cân verir ʻâşıklara ʻÎsî gibi
Gözleriñ sevdâ meyinden esremiştir kan eder
Halîlî
Kaşları dil murgına remz ile çeşmin gösterir
Kim bu zâlimden hazer kıl esremiştir kan eder
Sâdî-i Sirozî
Renk verir güllere serve hevâ bostâna bû
Çünki kûyuñdan nesîm-i subh-dem seyrân eder
Şemsî Defterdâr-ı Bâyezîd Hân
Gün yüzüñ ʻuşşâka kim ʻarz eyler ol sâhib-cemâl
ʻÂdetidir biñ yaşasın lutf eder ihsân eder
Safî-i Burûsalı
Bülbül-i hoş-tuʻmenüñ gül-bangına sad-hayf kim
Cân fedâ elhânı anuñ câyımı zindân eder
Kastamonulu Turâbî-i Kadîm
Gözlerim gevherleriñ yağmur gibi döktüğü bu
Yaʻni kim bağrın delip dürri ʻadenden sürdüler
Kara Füryeli Hadîdî
334
Lutf-ı dendânıñ görüp pâyıña kılmak’çün nisâr
Cevherîler cemʻ olup dürri ʻadenden sürdüler
Halîlî-i Âmidî
Ey ciğer yan ey göñül feryâd ü zârı kıl müdâm
Ey gözüm kan ağla kim vech-i hasenden sürdüler
Mûsî Hâkî
Salınır gayr ile ol ney gibi ben nâle edip
Ölürüm âhım ile hem-dem elimden ne gelir (283)
Şîrâzî
Ol yüzü gül gözümüñ yaşlarını Şîrâzî
Ger döke ebr gibi her dem elimden ne gelir
Halîlî-i Âmidî
Olmadım yârim ile hem-dem elimden ne gelir
Gözlerim yaş akıdır her dem elimden ne gelir
Nazmî
İstemiş dil-haste ʻuşşâkıñ sudâʻın defʻ ede
Katre-i hûy-ı ʻizârından gül-âb almış gelir
Halîlî
Sûy-ı maşrıktan sabâ bir âftâb almış gelir
Gâliba yâriñ cemâlinden nikâb almış gelir
Nesîmî
Ey saçıñ zıll-ı ilâhî v’ey ruhuñ Allâhu nûr
Ravzanıñ servi büyüktür ʻindehâ cennât u hûr
Halîlî
Ey yüzüñ şânıñda menzil âyet-i Allâhu nûr
Lebleriñ hakkında dendi nükte-i mâ-i tahûr
Halîlî
Ey göñül murgı makâm-ı asla pervâz eyle kim
Aşiyân-ı vahdete mâniʻ değildir hâr u has
Fuzûlî
Taʻne-i ehl-i melâmetten ne mâniʻ ʻâşıka
Berk-ı lâmiʻ defʻin eyler mi hücûm-ı hâr u has
Halîlî
Cânımı yandırdı cânâ nâr-ı hicrânıñ seniñ
Göñlümü yağmaya verdi çeşm-i fettânıñ seniñ
335
Fuzûlî
Şöyle raʻnâdır gülüm serv-i hırâmânıñ seniñ
Kim gören bir kez olur elbette hayrânıñ seniñ
İbn Tayfûr-ı Kadîm
Gerçi âdemdir adım Rûhü’l-kudüs’den ekremim
Mahrem-i zât u sıfâtım sanma kim nâ-mahremim
Halîlî
Şeş cihât u çâr ʻunsurdur beni fâş eyleyen
Yoksa ben gencîne-i vahdette nûr-ı mübhemim
Nesîmî
Fürkatin hârı beni gör kim ne mecrûh eyledi
Ey gözü nergis habîb-i gül-ʻizârım kandesin
Rabbânî-i Kadîm
Fürkatiñ kışları göñlüm gülşenin hâr eyledi
Ey gülistân içre murg-ı nev-bahârım kandesin (284)
Halîlî
Ey beni şeydâ kılan gün yüzlü yârim kandesin
Cân u dilden sevdiğim zîbâ nigârım kandesin
ʻAtâyî ʻİvaz Paşa-zâde
Gül hayâdan kızarır dost ki gülzâra gele
Kendüden serv gider yâr ki reftâra gele
Şevkî
Güldürür gülleri dildâr ki gülzâra gele
Söyledir goncaları yâr ki güftâra gele
Safâyî
Beni inkâr eder öldürmeğe ʻahd ettiğine
Varayım yalvarayım ola ki ikrâra gele
Edirneli Hafî
Lebleri kandını zikr eylediğim dilde budur
Kim anı tûti-i dil işide güftâra gele
Halîlî
Kıblesinden yüzünüñ zâhid eğer döndüre yüz
Sille-i dest-i felekten yüzü dîvâra gele
İbn Tayfûr
Edelim taʻlîm-i ʻilmin ʻalleme’l-esmâ bize
336
Zâhir olmuştur kemâhı bâtın-ı eşyâ bize
Halîlî
Bilmişiz dünyâ-yı fânîniñ nedir keyfiyyeti
Zâhir olmuştur hafâ-yı ʻâlem-i ʻukbâ bize
Nesîmî
Cânını dildâr içün kurbân eden gerçek şehîd
Her nefes biñ rahmet olsun ol şehîdiñ cânına
Halîlî
ʻAşk-ı maʻşûkunda ol ʻâşık ki kıymaz cânına
Derde hem-dem olmamıştır ermesin dermânına
Necâtî
Zaʻftan cismi görünmez mübtelâdır neylesin
Bâd-ı ʻanber bu nigârıñ zülf-i müşg-efşânına
Halîlî
Ne ravâdır kılalım âh-ı figânı her gün
Sen kulak urmayasın nâle vü efgânımıza
Fuzûlî
Gam-ı eyyâm Fuzûlî bize bî-dâd etti
Gelmişiz ʻacz ile dâd etmeğe sultânımıza
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Kalmadı bây u gedâmızda mürüvvet eyvâh
Geliñiz ağlayalım hâl-i perîşânımıza (285)
Halîlî
Halîlî gurbete düşmüştü hayli müddet idi
ʻİnâyet erdi yine seyr içün mekâna gider
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Olur huzûr-ı ilâhîde cümle necm kabûl
Şu âhlar ki bugün semt-i âsmâna gider
Halîlî
Bilsem günâhımı ki niçün hışm eder baña
Gâh aşikâra yüz çevirir gâh nihân kaçar
Emîrî
Dünyânıñ altı üstüne mi geldi şimdi âh
Bir kimse müstakîm ise andan cihân kaçar
Halîlî
337
Ey Halîlî şol hümâ-himmet fakîr ol kim müdâm
Ârzû-yı cennet etmez dost dîdârın görür
Emîrî
Merd-i kâmil seyr eder bâğ-ı cihânda hâr u gül
Şâhs-ı câhil güllerin görmez fakat hârın görür
Halîlî
Ey bâd-ı sabâ hâlimi dildâra haber ver
Yürekteki yaram katıdır yâre haber ver
Emîrî
Ben sâmit-i bî-tâkat-i zahm-ı vatan oldum
Ahbâba açıl hâlimi ey yâre haber ver
Halîlî
Ey Halîlî dîde-i maʻna ile dildâra bak
ʻÂkıbet bu dîde-i sûret türâb ile dolar
Emîrî
Vakt-i idbârımda ancak sâ’il eyler dakk-ı bâb
Devr-i ikbâlimde bezmim şeyh u şâbb ile dolar
Halîlî
Ol ki sîmîn elleri ʻâşıklarıñ kanındadır
Göñlümüñ cemʻiyyeti zülf-i perîşânındadır
Emîrî
Lebleri bî-hûde sürh olmuş değil dilberleriñ
Hûn-ı ʻuşşâkıñ vebâli lebleri kanındadır
Halîlî
ʻÂrif-i nefs olmayınca kimse bulmaz hakka yol
Daʻvi-i ʻirfân ederseñ göster isbâtıñ nedir
Emîrî
Gösterir cemʻ ettiği altunları şahs-ı leʼîm
Ehl-i ʻukbâ sorsalar dünyâda tâʻâtiñ nedir (286)
Halîlî
Cemâliñe ne kemâl ile beñzedeyim ayı kim
Yüzünde bedr olıcak mâh karası görünür
Emîrî
Muhabbet-i vatanımla ʻalîl-i me’yûsum
Ciğerde derdimiñ eyvâh yarası görünür
338
Halîlî
Ey dil ʻarûs-ı dehr ki haddini âl eder
Aldanma cânıñ almak içün mekr ü âl eder
Emîrî
Olma Emîrî yeʼs-i mücessem kilîd-i âh
Bir gün olur ki rûyumuza feth-i bâb eder
Halîlî
Niʻmet-i dîdâr-ı Hakk’dan tâ-ebed mahrûm olur
Kim ki nefs-i şûma derd ü gussayı aş eylemez
Emîrî
Ketm-i esrâr etmemek de herkesiñ kârı değil
Biñde bir ʻâkil olan esrârını fâş eylemez
Halîlî
Gitti şehriñden Halîlî haste ey nâ-mihrbân
Sîne pür-hûn dîde pür-nem zâr u giryân el-vedaʻ
Emîrî
Servet-i dünyâya magrûr olma ey merd-i sakîm
Nâgehân eyler saña çünkü şu devrân el-vedaʻ
Halîlî
Ey habîbim lutf kıl insâf kıl insâf mı?
Hurrem u şâd ola agyâr ben garîb zâr ağlamak
Emîrî
Maʻşer-i evlâd-ı âdem hâline baktıkça âh
ʻÂdet olmuştur baña rikkatle her bâr ağlamak
Halîlî
Şâd ol ey dil ki bugün cismiñe cândır gelecek
Hurrem ol cân ki yine cân-ı cihândır gelecek
Emîrî
Yaş döker dîdelerim hâlimize baktıkça
Korkarım yaş yerine şimdi de kandır gelecek
Halîlî
Var ümîdim bulayım sahrâ-yı mihnetten halâs
Pertev-i ʻaşk oldu çünkim reh-nümâsı göñlümüñ
Emîrî
Anda yok hûb-ı vatandan gayrı nakş-ı şeş cihât
339
Başka bir ʻâlemdedir ʻarz u semâsı göñlümüñ (287)
Halîlî
Beni âşüfte vü şeydâ kılan dil
Baña bu ʻaşk odın peydâ kılan dil
Emîrî
Belâ ettiñ baña hûb-ı bütânı
Beni ʻâlemlere rüsvâ kılan dil
Halîlî
Şöhretinden geçmişim dünyâ-yı fânîniñ tamâm
Bî-nişânî olmuşum nâm u nişândan fârigım
Emîrî
Yükselir göñlüm hevâ-yı gamla mânend-i sehâb
Şimdi ben meyl-i zemîn ü âsmândan fârigım
Halîlî
Tâlib-i derd olmayan dermândan olur bî-nasîb
Derd-mend oldum anuñçün ereyim dermâna ben
Emîrî
Görmüş olsam hâʼinân kalbindeki eşkâli âh
Seyr içün âyîne bulsam sûret-i vicdâna ben
Halîlî
Nâz ile şol karşıdan gün yüzlü yâr mıdır gelen
Göñlümüñ şehrinde yaʻni şehriyâr mıdır gelen
Emîrî
Hâl-i dehre meslek-i yârâna baktıkça derim
Gâyet-i eyyam-ı ʻömr-i nev-bahâr mıdır gelen
Halîlî
Bu mâh-ı cân-fezâ mı ya yâr-ı pür-sefâ mı
Ya hüsn ilinde şâh-ı eşher mi Bâreka’llâh
Emîrî
Kim olsa hâdim-i mülk tebrîk edip göñül der
Hâlid midir bu yoksa Hayder mi Bâreka’llâh
Halîlî
İster ki tavâf ide ser-i kûyuñu her dem
Ne Mekke diler bu dil-i miskîn ne Medîne
Emîrî
340
Kevneyn aña kıymet olamaz öyle kim olmuş
Bir gevher-i tâbendeye gencîne-i Medîne
Halîlî
Anuñ kim nûr u vahdetten dü çeşmin rûşen etmiş Hakk
Ne şevkı var bu kesrette ne zevkı var bu gavgâda
Emîrî
Sükûn nâ-bûd olur keştîde deryâ olsa mevc-engîz
Ne mümkin muntazam reftârı insânıñ bu dünyâda (288)
Halîlî
Bir âşiyân vahdetiñ murg-ı hümâyûn-bâlisin
Sen âftâbı kıl taleb meyl eyleme zerrâtına
Emîrî
İskender-i sâhib-zafer mûr-ı nahîf ü der-be-der
Seyyândır anda ser-te-ser bak maʻrifet mir’âtına
Halîlî
Ser-mest gamzeñ dem-be-dem kanın içer ʻâşıklarıñ
Yaʻni diler hem-reng ola rindân-ı derd-âşâm ile
Emîrî
Bir merd-i ʻâlî-şeyme kim hem-cinsine kadr eylemez
Âhir nefeste ʻazm eder îmân ile islâm ile
Halîlî
Biz Hudâ’yı bilmişiz ʻilme’l-yakîn ʻayne’l-yakîn
Görmüşüz her şeyde zâhir hâlıku’l-eşyâmızı
Emîrî
Bir takım kelb ü gurâb u kerkese bahş etmişiz
Kimse görmez cîfe-i dünyâ içün gavgâmızı
Halîlî
Dilde key müşkil imiş sevgili cân ayrılığı
Tende key hasret imiş rûh-ı revân ayrılığı
Emîrî
İderiz fânî cihân servetine hasr-ı vücûd
Gelmiyor hâtıra eyvâh cihân ayrılığı
Halîlî’niñ meselâ sâʼil kelimesini kâmil, kâfil gibi kelimeler takfiye etmeme-
si ve şu tazyîk-i kavâfî ile beraber âheng-i selâsete halel-i kesîr vermemesi de
üstâdiyyetine delîldir. İşte şu gazel bu kabîl âsârındandır:
341
Şehâ zülf-i siyeh-pûşuñ ki cirm-i şemse hâʼildir
Eğer kâfirdir ol bî-dîn velî İslâm’a mâʼildir
342
Sûretiñ nakşında insân vâlih ü hayrân olur
343
Üstâd-ı ekremimiz Şeyh Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri
tilmîzânıñ zihinlerini açmak içün aralıkta baʻzı büyük zevâtıñ ahvâl ve âsârından
bahs buyururlar idi. Bir gün dediler ki:
“1279/1863 senesinde Dersaʻâdet’de bulunduğum esnâda;
Cân nedir ki anı kurbân etmeyem canânıma
mısrâʻı lisânımdan sudûr eyledi. Bir gazel yapdım, Sadraʻzam Yûsuf Kâmil Paşa
hazretlerine takdîm eyledim. Muʼahharen gazeli gören baʻzı ahibbâ mısrâʻ-ı
Fuzûlî’niñ olduğunu ihtâr (290) ettiler. Birine dîgerini inşâd ederek müşârun-ileyh
hazretlerine irsâl ile ʻarz-ı iʻtizâr eyledim. Vesîle-cûy-ı iltifât olan sadr-ı kadr-dân
hazretlerinden cevâben: -Mısrâʻ Fuzûlî’niñ olsa bile zâtınızıñ ondan haberi ol-
maksızın inşâd etmiş olduğuñuz cihetle şu tevârüd-i Fuzûlî ile hem-ʻayâr bir şâʻir-i
mâhir olduğuñuzu nezdimizde isbât eyledi. Zîrâ Fuzûlî malı olduğunu bilseydiñiz
göndermeyeceğiniz der-kâr idi. Şu selîkañız zâten maʻlûm olan ʻilm ü ʻirfânıñıza
zamîmeten beni hüsn-i tabîʻiñize daha ziyâde tahsîn-hân etmiştir.”
Me’âilinde bir iltifât-nâme aldığını beyân buyurduktan sonra, “İşte büyük
zevâta böyle fezâ’il-i ʻâliye lâzımdır. Yûsuf Kâmil Paşa aslen ʻArapkirli olduğu hâlde
bu yoldaki maʻâlî-i ahlâk müşârun-ileyh hıdîv-i Mısır Muhammed ʻAlî Paşa gibi bir
zâta dâmâd ve mesned-i celîl-i sadâret-i ʻuzmâya iʻlâ vü isʻâd eyledi.” Cümlesiyle
itmâm-ı ders-i hikmet buyurdular. Bendeñiz de, “Evet böyle tevârüd vâkıʻ olabilir.
Çünki Fuzûlî’den bir ʻasr mukaddem bizim Halîlî;
Ol benim ki kalmazam cânân yolunda câna ben
Cân nedir ki anı kurbân etmeyem cânâne ben
matlaʻını inşâd etmiştir ki, bunuñ mısrâʻ-ı âhiri Fuzûlî’niñ beyân buyurduğuñuz
mısrâʻıyla mütelâbistir.” dedim. Cenâb-ı üstâd-ı ekrem bundan münbasit olup
takdîr-i vefîr eylediler.
İşte Cenâb-ı Fuzûlî mısrâʻ-ı mezkûru ya tazmîn sûretiyle ahz etmiş veya
görmeksizin tevârüd vukûʻ bulmuştur ki, iki sûretle de Halîlî’niñ üstâdiyyetine delîl
olabilir.
Halîlî’niñ âsârı böyle üstâdâne olmakla berâber hele tercîʻât, terkîbât, mu-
rabbaʻâtı emsâline müsâbakat-nümâ olacak derecede enâfis-i âsârdandır.
Yukarıda baʻzı gazelleri bi’l-münâsebe derc olunmuştur. Bir tercîʻ-bend-i
nefîsi dahi tahrîr olunur:
Tercîʻ-bend:
Ey mazhar-ı kâ’inâna mazhar
V’ey memleket-i cemâle server
Kutlu kadem ü huceste tâliʻ
ʻÎsî-nefes ü ferişte-peyker
Nutkuñdan erer hayâta mürde
344
Şermende lebiñden âb-ı kevser
ʻAşkıñ lemeʻânı ey kamerveş
Cân levhine olalı muharrer
Hicrân gecesinde bülbül-i dil
Bu nağme ile terennüm eyler
Kim vech-i habîb-i dilsitândır
Ser-mâye-i ʻömr-i câvidândır (291)
345
V’ey tûtî-i meclis-i fesâhat
Söyle ki şeker yağa lebiñden
İnsânda olur hemîn kerâmet
Ne çehre olur ki pertevinden
Dîn azgununa erer hidâyet
Ne laʻl olur ki şerbetinden
Bir katresidir kulûba râhat
Cân ile dili tefahhus ettim
Verir ikisi dahi şehâdet
Kim vech-i habîb-i dilsitândır
Ser-mâye-i ʻömr-i câvidândır
346
Kassâm-ı ezel cevâhir-i ʻaşk u garâmı sâʼir emsâl ü akrânından ziyâde bu
zâtıñ gencîne-i vicdânına tevdîʻ ve idhâr etmiş olmalıdır ki, kâ’inâtı bir dâr-ı ʻaşk
görür ve ʻumûm insânları bir encümen-i ʻuşşâk kıyâs eylerdi. Nazarında bülbül
ʻâşık, pervâne ʻâşık, bütün zerrât-ı kâ’inât ʻâşık idi. Fakat ʻaşk-ı hakîkat deryâsınıñ
leʼâlî-i bî-nazîrine vâsıl olmak içün bu zâtıñ dahi ibtidâ yolu kantara-yı mecâzîye
uğradı. ʻAşk-bâzlığı şiʻâr ve vasf-ı mehâbîbi rûz u şeb kâr eyledi. Bir derecede ki bu
hâl kendisinden sorulsa, vasf-ı hûbân etmiyor. Belki zâten onlarıñ her biri bir şiʻr-i
mücessem olduğundan sözünü intizâma rabt içün o şiʻr-i mükemmeli taklîd ve
tanzîr eylediğini söylerdi. Hattâ hûbân nasıl şiʻr-i mevzûna beñzer ki, kimisinde tûl-ı
kâmet ve baʻzısı vasatü’l-hadd ve kimisi kasîrü’l-kadd olduğunu söyleyenlere, “Şiʻr
de böyle değil mi, onuñ da bahr-ı tavîli ve buhûr-ı müteʻaddide-i sâʼiresi vardır”
der idi.
Elhâsıl meşreb-i ʻâşıkânesiyle pek safâlı bir belâya ve pek belâlı bir safâya
uğramıştı. Her gazel-i ʻârifânesi mergûb-ı ʻâşıkân ve husûsuyla makbûl-ı gazâlân-ı
hüsn ü ân olarak şöhret ü şân bulduğundan kendileri dahi gazel-serâlığı hakkında
bu yolda şâbâş-hân olmuştur.
Şevk verdi bu gece meclis-i cânâna gazel
Taʻn ederse yeridir şemʻ-i şebistâna gazel
347
Şu tazmîn-i latîf, Cenâb-ı Rûhî’niñ mazhar-ı takdîr ü iʻcâbı olmuş ve nasıl
kudret-i hârikaya mâlik bir üstâd olduğu nazar-ı ʻârifânında taʻayyün eylediğinden
ondan soñra yek-dîgeriniñ musâhib ü mücâlisi bulunmuşlardır. Sihr-i helâl
nevʻinden olan bir tazmîn-i üstâdâne ile teshîr eylediği Rûhî gibi bir rûh-ı revân
şâʻir-i şîrîn-zebân ile nazîre-gûne konuştukları eşʻâr-ı melâhat-disârdan baʻzıları
tahrîr olunur:
Humârî-i Âmidî
Ser-i zülfüñdedir sırr-ı beyân-ı leyletü’l-İsrâ
Leb-i laʻlindedir keşf-i rumûz-ı muʻciz-i ʻÎsâ
Rûhî-i Bağdâdî
Gözümden akmada seyl-âb-ı hasret fikr-i laʻliñle
Başımda yanmada şevk-ı ruhuñla âteş-i sevdâ
Humârî-i Âmidî
Bulmadı bûy-ı vefâdan bir eser zülfüñde
Nice yıldır ki bu sevdâda yeler bâd-ı sabâ
Rûhî-i Bağdâdî
Gözedir yollarını her gece çeşm-i bînâ
Eşiğiñ hâkin umar kim getire bâd-ı sabâ
Humârî-i Âmidî
Meğer firdevs-i kûyuñda o bâlâ kâmetiñ görmüş
Ki refʻ etmez kıyâmet kopsa şerminden başın Tûbâ (294)
Rûhî-i Bağdâdî
Ser-i kûyuñda ger olsam diyeler hûr ile gılmân
Bu cennetlik imiş bî-şek makâmı Cennet-i me’vâ
Humârî-i Âmidî
Şol kadar medh-i cemâliñ eyledim gülşende kim
Bülbülü şâh-ı gül üzre aldı bu hayretle hâb
Rûhî-i Bağdâdî
Sengi şebnem dikti gûyâ bülbülüñ başına kim
Subh-dem şâh-ı gül üzre gözlerinden uçtu hâb
Humârî-i Âmidî
Zannetme tutmuş elde o gül-ruh mül-i sefîd
Şâh-ı letâfet üzre açıldı gül-i sefîd
Rûhî-i Bağdâdî
Bezm-i çemende sâgar-ı sîmîn gül-i sefîd
Şebnem o sâgar içre keşîde mül-i sefîd
348
Humârî-i Âmidî
Dûd-ı âh u eşk-i hûnînim gül ü sünbül yeter
Kılmazam zülf ü ruhuñdan ayrı ey gül-geşt-i bâğ
Rûhî-i Bağdâdî
Ârzû-yı gülşen-i kûyuñ göñülden gitmeye
Günde biñ kez eylesem hicriñde ey gül-geşt-i bâğ
Humârî-i Âmidî
Sîneye bir kez gelir mi âh-ı gamzeñ okları
Ey kemân-ebrû budur şeb-tâ-seher dilden geçen
Rûhî-i Bağdâdî
Hüsn ile Yûsuf nazîr u hulk ile oldu hasen
Dil-rübâlar içre olmaz böyle bir nâzik-beden
Humârî-i Âmidî
Nergis-i mestiñ görüp hacletten eğdi başını
Sanma eyler sebzeye her lahza âhû ser-fürû
Rûhî-i Bağdâdî
Hatt-ı ser-sebziñden ey gül-ruh numûne olmasa
Eylemezdi sebze-i nev-hîze âhû ser-fürû
Humârî-i Âmidî
Ahşamlar oldu görmedim ol mâh-peykeri
Çok mu dokuz dolansa bu âhım felekleri
Rûhî-i Bağdâdî
Kaddi belâ riyâzınıñ aʻlâ sanevberi
Zülfü cefâ hadîkasınıñ sünbül-i teri
Müşârun-ileyh Humârîʼnin şâʻir-i bî-nazîr-i ʻIrâk, Cenâb-ı Fuzûlî ile de
müşâʻareleri vâkıʻ idi. Bu bâbda olan müşâʻare-i üstâdânelerinden bir ikisi şun-
lardır: (295)
Fuzûlî-i Bağdâdî
Açıldı goncanıñ tûmârı maʻlûm oldu mazmûnu
Budur kim fevt kılmañ mevsim-i gül câm-ı gül-gûnu
Humârî-i Âmidî
Humârîʼniñ gam-ı laʻl-i lebiñle eşk-i gül-gûnu
Yeridir lâlezâra döndürürse kûh u hâmûnu
Fuzûlî-i Bağdâdî
Ciğerim odunu nihân iken ele zâhir etti mürûr ile
349
Göreyim yere geçe âb-ı çeşm-i ter-i şerâre-feşânımı
Humârî-i Âmidî
Değil encüm ey meh-i bî-vefâ gece hâlime felek ağladı
Şeb-i gamda âh idicek görüp ʻulüvv-i şerâre-feşânımı
1
Kâʼili gösterilmeksizin Nâbîʼniñ meşhûr Tuhfetüʼl-Harameynʼinde biʼl-münâsebe münderic olan şu
beyt, Humârî-i Âmidîʼniñ işte bu gazeli erkânındandır. 296
350
Gam-ı lâʻl-i lebiyle zâr-ı giryân olduğum görse
Humârî bezm içinde mutrib iñler ʻâşıkân ağlar
Cenâb-ı Humârîʼniñ dahi tezâkir-i şuʻarâmızıñ cümlesinde ismi ve âsârı
gayr-ı muharrerdir. Yalñız ʻAhdî-i Bağdâdî Tezkiresiʼnde; “Âvân-ı civânîde ârzû-
mend-i maʻânî olup rûz u şeb hizmet-güzâr-ı şuʻarâ-yı rûzgâr ve ʻâşık-ı hûb-rûyân-ı
şîve-kâr kimsedir. Ol yâr-ı nîgû-nihâdıñ tabʻ-ı şûhu cânib-i nazma mâʼil ve mazmûn-
ı gûn-â-gûn bulmaya kâdir pîr ü erbâb-ı dil olup hemîşe lâ-kaydâne, mestâne gazel-
i pür-mesel demeden hâlî değildir. Bu bir nice beytler ki vasf-ı çeşm-i mahmûrân-ı
zamânedir, onundur.” dedikten soñra üç beytini derc ile iktifâ ediyor.1
Lâkin şehrimiziñ kadîm mecmûʻaları Humârîʼniñ eşʻârıyla mâl-â-mâldir. Şu
gazel-i üstadâne dahi müşârun-ileyhiñ cümle-i âsâr-ı belâgat-ihtivâsındandır:
Düşüp ʻaşk âteşine yaktı cismin cümleten meşʻal
Saña ʻâşık geçer var ise ey sîmîn-beden meşʻal
1
ʻAhdî-i Bağdâdîʼniñ üç kıtʻa tezkiresi meşhûdumuz olmuştur. Ekser ʻibâreler yek-dîgerine mübâyin-
dir. Binâʼen-ʻaleyh eñ muvâfık gördüğümüz nüshadan nakl eyledik. 296
351
HANDÂN
Türkçe inşâd-ı eşʻâr eden şuʻarâmızıñ kadîmlerindendir. Âtiʼt-terceme Sey-
yid ʻİmâdüddîn Nesîmîʼniñ birâderidir. ʻÂşık Çelebî Meşâʻirüʼş-şuʻarâsında Kasta-
monulu Latîfîʼye iʻtirâz ederek, Seyyid Nesîmîʼniñ Türkmâniyyüʼl-cins ve Âmidiy-
yüʼl-asl olduğunu tasrîh ediyor. (297) Bu dahi birâder-i ʻâliyesi gibi tahsîl-i ʻulûm u
kemâlât eyledikten soñra dervîşlik mesleğine sâlik olmuştur. Fakr u fenâyı iltizâm
ve;
“Bu bir ʻâlî reviştir ʻâkıl ol dîvâne sansınlar”
mesleğini ihtiyâr eden mecâzîb sıfatında ehl-i hâl bir zât idi. Rûy u mûyunuñ tez-
yînâtına ehemmiyet vermediğinden saç sakalı birbirine karışmış bir merd-i lâ-kayd-
ı sîret-pesend ve husûsuyla âmâl-ı dünyeviyyeden âzâde bir ʻârif-i hursend olduğu
cihetle, zamânında “Şâh-ı Handân-ı jülîde-mûy” lakâbıyla şöhre-yâb olmuş idi.
Birâderi Nesîmî’niñ ağzından kaçırmakta olduğu Bistâmiyâne sözleriñ kendisini bir
belâya uğratacağını bildiği cihetle, şefkat-i uhuvvet sâʼikasıyla ketm-i esrârı muta-
zammın nesâyıh ve ihtârâtta bulunmuş ise de fâ’ide-mend olmamış ve Cenâb-ı
Nesîmî ise;
ʻAşk-pûşîde çend bâşem çend
ʻÂşıkam ʻâşıkam be-bang-ı bülend
zemzemesiyle iʻlân-ı ʻaşk-ı hakîkat-me’âl ederek;
Sırr-ı ezel oldu âşikârâ
ʻÂrif nice eylesin müdârâ
matlaʻlı manzûme-i ʻâşıkânesiyle cevâb vermiş ve maʻlûm olan tehlike-i insilâha
uğramış idi.
Feleğiñ her bir şîve-i bâz-gûnuna hande-nâk olan Cenâb-ı Handân dahi
zâten vaktiyle terk eylediği dünyâdan takrîben sekiz yüz otuz (830/1427)
hudûdunda göçmüştür.
Şu beyt Cenâb-ı Handân’ıñ birâderine nasîhati mutazammın irsâl eylediği
âsârındandır:
Gel bu sırrı kimseye fâş eyleme
Hân-ı hâssı ʻâmîye aş eyleme
***
HAYÂLÎ
Lakabları Şemsüddîn, künyeleri Ebu’s-Safâ, isimleri Ahmed, mahlasları
Hayâlî’dir. Kutb-ı daʼire-i tarîkat gavs-ı fâhire-i hakîkat hazret-i Gülşenî’niñ
mahdûmları ve halîfeleridir. Silsile-i ecdâd-ı ʻâlîleri şöyledir: Şeyh Ahmed Hayâlî ibn
Hazret-i Gülşenî-i Âmidî ibn Şeyh Muhammed-i Âmidî ibn Şeyh İbrâhîm-i Âmidî ibn
Şeyh Şehâbüddîn-i Âmidî’dir.
352
Müşârun-ileyh Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleri 890/1486 hudûdunda Tebrîz
şehrinde dünyâya gelmiştir. Hîn-i vilâdetlerinde mazhar-ı tecelliyât-ı hudâvend-i
ganî kutb-ı aʻzam Dede ʻÖmer Rûşenî hazretleri hayâtta idi. Bu manzûme-i gevher-
ʻayârı âvîze-i mehd-i iʻtibârı etmiştir:
Bu körpe ulaldıkça katı hûb olacaktır
Günden güne bir sevgili mahbûb olacaktır (298)
353
ʻiffet ve takvâsı hasebiyle mücerred-i âhiretini maʻmûr etmek içün şeyh-i müşârun-
ileyh ile izdivâc etmiştir.
Hazret-i Gülşenî’niñ Mısır’da mültecâ-yı enâm olması ve mahdûmunuñ
benât-ı mülûktan tezevvüc eylemesi sadraʻzam İbrâhîm Paşa’nıñ nifâkına vesîle
olduğundan, tafsîlâtı Menâkıb-nâme-i 1 Hazret-i (299) Gülşenî’de bast u temhîd
olunduğu üzre, bâ-emr-i Süleymân Hânî Dersaʻâdet’e daʻvet olunduklarından pe-
der-i ʻâlî-güherleriyle berâber 934/1528 târîhinde bahren Dersaʻâdet’e ʻazîmet ve
bir sene soñra muʻazzezen ve muvakkaren cânib-i Mısır’a ʻavdet buyurdular.
Dokuz yüz kırk (940/1534) senesinde vâlid-i mâcidleri ʻâzim-i gülşen-serâ-
yı câvidânî olmak mülâbesesiyle kâʻid-i seccâde-i irşâd ve nâşir-i füyûzât-ı kerâmet-
muʻtâd olarak ʻâlem-i rübûde, ahlâk-ı hamîdesi ve zümre-i âdem, hasret-keş-i
takbîl-i dâmân-ber-güzîdesi olup şaʻşaʻa-i şöhret-i meşîhat-penâhîleri gün gibi
âfâk-gîr olmuş idi. 949/1543 senesinde Hicâz-ı magfiret-tırâza ʻazîmet etmiş ve
sene-i mezkûrede meşhûr “Âsâf-nâme” 2 ve târîh müʼellifi sadr-ı esbak Lutfî Paşa
da Hicâz’a gitmiş olduğu cihetle yek-dîgeriyle musâhabet eyledikleri Menâkıb-
nâme’de muharrerdir. 963/1556 senesinde tekrâren ve bu kere de berren Der-
saʻâdet’e müteveccih olarak esnâ-yı seyâhatte Kudüs-i Şerîf’i ziyâret ve:
Göñül ʻazm eyledim Kuds-i Şerîf’e
Mübârek bukʻaya beyt-i münîfe
matlaʻlı manzûmeyi inşâd eyledi, ondan Şâm-ı cennet-meşâm ile Halebü’ş-
Şehbâ’ya uğradı. Oralarda dahi itmâm-ı ziyâret-i merâkıd-ı mübâreke etti. Yollarda
1
Hazret-i Gülşenî Menâkıb-nâmesini müşârün-ileyh Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleriniñ damadı Şeyh
Muhyî tahrîr eylemiştir. Bu Menâkıb-nâme’niñ bir nüshası 1288/1871 senesinde vefât eden Diyârbe-
kir eşrâfından meclis-i kebîr-i eyâlet aʻzâsından Gülşenî-zâde Hâcı Hâfız Sâlih Efendi’niñ husûsî do-
labında zuhûr eyledi. Büyük ʻamcamız ve üstâd-ı ekremimiz Şeyh Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi
hazretleri müşârün-ileyh Hâcı Hâfız Sâlih Efendiʼniñ damadı olduğundan Menâkıb-nâmeʼyi aldı ve
ondan beş altı sene soñra bu hakir, “Mir’âtüʼl-Fevâ’id”iñ tahrîrine mübâşeret eyledikte ʻâcizlerine iʻtâ
eyledi. Vâkıʻâ âhiren daha bir iki nüsha elde edilmiş ise de onlar bu Menâkıb-nâmeʼniñ ancak sülüsânı
nisbetindedir. Bundan añlaşılıyor ki, Şeyh Muhyî evâʼil-i hâlinde Menâkıb-nâme’yi yazmış ve soñra
muʻammer olduğu yarım ʻasırdan ziyâde müddet zarfında müşâhede eylediği vukûʻâtı da ʻilâve eyle-
miştir. Şu mükemmel nüsha evlâddan evlâda intikâl ederek nihâyet Hâcı Hâfız Sâlih Efendi’niñ
vefâtında meydâna çıkarak bu ʻabd-i ʻâcize vâsıl olmuştur. Şu hâlde mevcûd ve mütedâvil olan Gül-
şenî Menâkıb-nâmelerini biri mufassal dîgeri muhtasar olmak üzere iki kısma ayırmak lâzım gelir.
Binâʼen-ʻaleyh kitâbımıza nakl olunan pek çok vukûʻât Menâkıb-nâme-i Kebîr’den muktebes olduğu
cihetle sâʼir baʻzı menâkıb-nâmelerde o hikâyeler görülmediği takdîrde o menâkıb-nâmeniñ muhta-
sar kısımdan olması îcâb eder. 298-299.
2
Sadr-ı müşârün-ileyh Lutfî Paşa’nıñ Âsâf-nâme’siniñ bu hakîrde mevcûd olan mükemmel bir nüs-
hasını Bağdâd defterdâr-ı sâbıkı ve Âmid Matbaʻası sâhibi Şükrî Bey birâderimize ihdâ ederek geçen-
de tabʻ ve neşr ettirdim. Memâlikimizde ve bi’l-hassa Avrupa’da kabûl-i ʻâmmeye mazhar olarak
ʻOsmân Loyşer Luʼid gazetesi tarafından bir makâle-i takdîriyyede yazıldı. Âsâf-nâme’niñ baş ta-
rafında bu muharrir-i hakîriñ bir makâlesi vardır. Lutfî Paşa merhûmuñ târîhi de pek nâdir ve mühim-
dir. Henüz kisve-i matbûʻâta girmediğinden bir ehl-i himmet tarafından keşke bu da neşr olunsa. 299.
354
gâh tahterevâna ve gâh esb-i çâbük-reftâra süvâr oldukları Menâkıb-nâme’de
muhkîdir. Dersaʻâdet’e mevsıleti şitâya tesâdüf ederek (300) O sene İstanbûl’uñ
şitâsı da müştedd oldu. Bunuñ içün cenâb-ı şeyh baʻzı eşʻâr-ı ʻâliyyelerinde pây-
tahtıñ şiddet-i sermâsından bahs buyururlar. Gerek esnâ-yı râhda, gerek Der-
saʻâdet’de vâsıl-ı gâyetü’l-gâye-i taʻzîm ve hürmet olmuştur. Altı mâh kadar
ikâmetten soñra;
Mısr’ıñ havâsı hûbdur
Her cânibi mergûbdur
Yazı kışı mahbûbdur
Mısr’a varıyorum yine
neşîdesini inşâd ve cânib-i Mısr’a tevcîh-i veche-i matlab u murâd eyledi.
Mahrûse-i Kâhire’ye baʻde’l-muvâsale kemâkân ârâyiş-i ser-halka-i
füyûzât ve bedr-i suffe-i tecelliyât olarak imrâr-ı evkât ü sâʻat eylemekte olduğu
hâlde, 977/1570 senesi şaʻbân-ı şerîfiniñ altıncı Cumʻa akşamı müteveccih-i
hânkâh-ı bekâ ve vâsıl-ı ziyâfet-i gülşen-serâ-yı lâ-yeblâ olmakla “şeb-i Cumʻa’da
sâdis-i Şaʻbân sene: 977/1570” târîh-i vâkıʻ oldu.
Vefât-ı mürşidâneleri hakkında daha birçok mersiyeler târîhler inşâd
olunmuş ve bu cümleden hafîd-i ʻâlîleri sâbıku’t-terceme Muhammed Hâletî Efen-
di dahi iki kıtʻa târîh ile mâtem-serâ olmuştur ki maʻ-ebyât bir ʻadedi tahrîr olunur:
Dîdeden pinhân olunca ol velî
ʻÂlemiñ hâr oldu hayfâ Gülşenî
355
yedidir. Ve dokuz yüz başında doğmaları1 (301) ve dokuz yüz yetmiş yedide intikâl-
leri ve kitâbda olan târîhiñ ekseri dokuz yüz yetmiş yedidedir. Hem evvela hû’ları
dahi uzatıp çekti. Yâ Allâhʼdan soñra artık nefes vermedi. “Ulâʼike hümüʼl-
müflihûn”2.
Yine Menâkıb-nâme sâhibi buyurur ki: “Çünki merhûm Şeyh Hayâlî rahme-
tu’llâhi ʻaleyh 977/1570ʼde intikâl etti. Türbe-i şerîfeye bu fakîr indirdim. Pîriñ
intikâlinden otuz yedi yıl soñra idi. Türbeyi çıktıkta bir ʻaceb rûhânî râyiha-i tayyibe
geldi ki cümle huzzâr cennet râyihasıdır deyü hükm ettiler. Aşağıya indim râyiha
1
Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleriniñ soñ nefesinde dehân-ı mübârekinden sudûr eden “yâ Allâh” lafz-ı
celîli müddet-i ʻömrüne işaret olmayıp sâl-i vefât-ı kerâmet-penâhlarına bir târîh-i muʻcizdir.
Müşârun-ileyh 890/1486 hudûdunda tevellüd etmiş olduğundan Şeyh Muhyî’niñ 900/1495 başında
doğmalarına işâret etmiş, eser-i zühûldür. Zira müşârun-ileyhiñ zamân-ı vilâdet-i ʻârifânelerinde Pîr
ʻÖmer Rûşenî hazretleri hayatta olup, “Bu körpe ulaldıkça katı hûb olacakdır” matlaʻlı gazeli inşâ
eylediği derûn-ı kitâbda delâ’iliyle berâber mürûr etmiştir. Hazret-i ʻÖmer Rûşenî ise Tebrîz’de
892/1487 senesinde vefât eylediği, Uzun Hasan’ıñ yeğeni vezîr Şeyh Necmüddîn Mesʻûd’uñ şu
târîhiyle sâbittir: (300).
Âftâb-ı dîn ü dâniş Rûşenî
Ez-nazar şâm-ı ecel gerdîd-i fevt
Dîdemeş der hâb dîşeb güftemeş
Çîst târîh-i tu güftâ “mevt-i mevt” 892/1487.
Bundan başka Hazret-i Ahmed Hayâlîʼniñ vilâdetiniñ 900/1495 târîhinden evvel olduğunu Menâkıb-
nâmeʼniñ ifâdesiyle de isbât mümkündür. Meselâ Menâkıb-nâmeʼniñ bir mahallinde Şeyh Muhyî
buyuruyor ki: “Duʻâcı Dede nakl ederdi ki, Tebrîzʼde Hazret-i Gülşenî bir gece nısfüʼl-leylde dervişleri
içeri daʻvet etti. Emîr Çelebî yaʻni Şeyh Ahmed Hayâlî ibn Gülşenîʼniñ hocası Muslihüddîn Halîfeʼye
eyitti: Emîr Ahmed seniñ müteʻallimiñ olmağın, kulumdur, desen kizb olmaz ama sözüne muhâlefet
etme, seniñ necâtıñ ve onuñ halâsı ondadır. Bu işâret sefer-i firârda gelse gerek. Baʻdehû cümleye
hitâb edip eytti ki: El-firâr mimmâ lâ-yetâku min-süneniʼl-mürselîn Bu gece bir ʻacib vâkıʻa nümâyân
oldu. Allâhu aʻlem ona delâlet eder ki, Devlet-i Yaʻkûbî tamâm oldu.”
Maʻlûmdur ki, Sultân Yaʻkûbʼuñ vefâtı 896/1491 senesindedir, demek ki o senede Musli-
hüddîn Halîfe, Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleriniñ üstâdı imiş. Hâl böyle olunca ondan dört sene soñra
yaʻni 900/1495 târîhinde müşârun-ileyh hazretleri nasıl dünyaya gelmiş olur. Yine Şeyh Muhyî
Menâkıb-nâmeʼde der ki: “Tebrîzʼde Sultân Rüstem devrinde büyük harâmîler peydâ olmuş, bir gece
şeyhiñ evine girmişler. Hayâlî ise henüz küçük imiş. Cenâb-ı şeyhiñ bir hizmetkârı harâmîlere hücûm
eder, nice kaçacakların bilmezler. Ol mahalde Hayâlî Efendi dahi yerinde durur, bir küçük bıçağı var
idi, eline alıp ardlarınca atmış birisiniñ ayağını urup mecrûh etmiş, ertesi harâmîleriñ cümlesi giriftâr
olup kiminiñ elin ve kiminiñ ayağın katʻ ve kimisini helâk ederler. Amma merhûm Şeyh Ahmed Hayâlî
Efendi ayağını mecrûh ettiği kimseyi, bu benim zahm-zedemdir, bunu elbette âzâd etsinler, diye
ikdâm eder. Onu oña bağışlayıp âzâd ederler, ol dahi biñ cânla tövbe edip dervîşlerden olur.”
Rüstem Hânʼıñ dahi hükümetiniñ ibtidâsı 897/1492 ve nihâyeti 902/1497 senesindedir. Bu
vâkıʻa Rüstem Hân emâretiniñ soñ senesinde bile olmak lâzım gelse her sözü taʻkîb-i mecrûh eyle-
mek ve ferdâsı günü hükümete gidip âzâd ettirmek şöyle dursun eğer Ahmed Hayâlî hazretleriniñ
viladetleri 900/1495ʼde olmak lâzım gelse beşikde bir körpe olması îcâb eder. Binâʼen-ʻaleyh Şeyh
Ahmed Hayâlî hazretleriniñ vilâdet-i ʻâliyyeleri 900/1495 târîhinde olmayıp ondan 10 sene mukad-
dem olmak lâzım geleceği şu delâʼil ile de müsbettir. 301.
2
“…Onlar kurtuluşa erenlerdir.” Lukman 31/5.
356
müştedd oldu. Hazret-i Gülşenîʼniñ cesed-i şeriflerinden idiği maʻlûmum oldu.
İstedim ki bir mikdâr nesne alayım, havften cürʼet (302) edemedim. Benimle mûm
var idi, gördüm cesedi kefenle melfûf olmuş, tarâvetle durur. Baña ruʻb hâsıl oldu.
Taʻzîm ile selâm verdim, şöyle hâtıra edindim ki -ʻaleyke selâmu’llâhi yâ ibnî- dedi.
Pes tahammül etmeyip bî-ihtiyâr diz çöktüm, elimde olan şemʻa muntafî oldu.
Benimle mükâşif aʻmâ Bilâl ki Şeyh ʻAlîʼniñ lâlâsı idi. Ol dahi yukarı çıkmış idi. Fakîr,
tenhâ ol iki meyyit-i zinde ile kaldım. Gerçi ʻazametlerinden vehm târî olmak ister-
di. ʻAkl mâniʻ olurdu ki ol mahalle şeytân girmez zîrâ o sultânlar mahz-ı ʻaşk idiler.
Gerçi bir sâʻat nücûmî mikdârı içeride kaldım. Ke-ennehû on yıl oldu.
Evvelâ şeyhiniñ muʻâmelesini zikr etsem ʻakıl tahammül etmez, sâniyen ol
zulmette olan nûru zuhûra çıkarsam ʻayn-ı ʻakl hıyre olur. Çünkü ölmeden ol
makâm-ı latîfte kaldım. Tekrâr Bilâl, kâşif-i şemʻ ile gelip beni fıskiyeden çıkardı.
Türbeniñ bir köşesinde karâr ettim. İskender Paşa-zâde Ahmed Paşa yanıma1 geldi.
Benden baʻzı nesne suʼâl etti. Umûr-ı berzahdan bî-ihtiyâr baʻzı nesne keşf ettim.
Merhûm Şeyh ʻAlî Safvetî ibn Şeyh Ahmed Hayâlî yanıma geldi, bu beyti okudu:
Her kerâ esrâr-ı kâr âmûhtend
Mihr gerden ü dehâneş dûhtend
Ahmed Paşa fehm edip suʼâlden fârig oldu. Ben dahi cevâbdan sâkit oldum
ama bî-ihtiyâr söylemek isterdim ve sabr ile setr ederdim. Pes otuz beş yıldır şimdi
dahi sükût üzreyim.
Şakâyık-ı Nuʻmâniyye zeylinde ʻAtâyî merhûm Seyyid Ahmed Hayâlî haz-
retleriniñ evsâf-ı mürşîdânelerinde, “Seyyid-i merkûm mahdûm-ı maʻâlî-rüsûm
şeyhuʼt-tarîka reşhuʼl-hakîka bahreyn-i vâbil-i kâmil bin kâmil mâʼü’s-semâ-i
kerâmet dürr-i girân-bahâ-yı velâyet idi” dedikten soñra, “Ümmî iken keşf-i
kerâmete mahmûl ʻİrfânî ve Hayâlî mahlasıyla mahakkikâne eşʻâr-ı belâgat-ʻunvânı
vardır” ʻibâresiyle ümmî olduğunu beyân eylemekte ise de Menâkıb-nâmeʼde
Muslihüddîn-i Şîrâzî-nâm fâzıldan tahsîl-i ʻulûm-ı ʻâliye eylediği müteʻaddid mahal-
lerde muharrer olduğu gibi Tebrîzʼden üstâdıyla berâber tebdîl-i kıyâfetle Diyârbe-
kirʼe gelirken yolda bir bey tesâdüf ederek Hazret-i Hayâlîʼyi sormuş, cevâb-ı Mus-
lihüddîn de, köle midir, cevâbını vermiş ve o sırada dîger bir bey daha gelerek Haz-
ret-i Hayâlîʼyi tanıdığından kemâl-i taʻzîm icrâ eylemiş ve Muslihüddînʼe köle midir,
demesiniñ sebebi suʼâl olundukta, üstâdı olduğu cihetle (men-ʻallemenî harfen ve
kad sayyerenî ʻabden ) kelâm-ı pâkine inbâʻen söylediğini beyân eylemiştir.
Kezâlik Menâkıb-nâmeʼde ve Lemezâtʼda “Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleri,
irşâdî günlerinde (303) dervîşâna Mesnevî ve Maʻnevî-i Şerîf nakl ederek neşr-i
maʻârif ederlerdi” ʻibâresi mestûr olduğu gibi Menâkıb-nâme’niñ bir mahallinde
dahi Sultân Gavrîʼniñ Yavuz Sultân Selîm muhârebesine gittiği esnâda ki, 922/1517
hudûdudur. Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleri ol sırada Sultân Kalavun Medresesi’niñ
1
İskender Paşa-zâde Ahmed Paşa’nıñ terceme-i ahvâli mürûr etmiştir. 302.
357
müderrisi olduğu ve yüz ʻaded talebesi bulunduğu muharrerdir ve bunuñla
berâber dîvân-ı eşʻâr-ı ʻârifâneleri ki nezd-i ʻâcizîde mevcûd olup biñlerle ebyâtı
hâvîdir. ʻArabî, Fârisî lisânlarıyla da birçok eşʻâr-ı fâzılâneleri mevcûd olup bunlarıñ
ümmî lisânından sudûr edemeyeceği bedîhîdir.
Binâen-ʻaleyh Cenâb-ı ʻAtâyî’niñ “ümmî iken” demesi her hâlde gayr-ı
vâriddir. Yine Menâkıb-nâme’de Şeyh Muhyî der ki, Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleri-
niñ her ne vakit gazabları olsa şark lisânı üzre edâ-yı kelimât ederlerdi. 960/1553
senesinde müşârun-ileyh hazretlerine inâbet eylediğim esnâda Mısır mahkeme-i
şerʻiyye niyâbetinde kâtib idim. Artık kitâbeti terk etmek istedim ve ısrârda bulun-
dum. Cenâb-ı şeyhiñ cânı sıkılarak şark edâsıyla buyurdular ki, “Pes sen gelmişsen
ki dervîş ü mutîʻ olasen ya hod-rây olasen, vargelen ve emri tutgelen.” Fakîre bir
ʻacib havf peydâ oldu. Bî-ihtiyâr, emir sultânımıñdır, dedim. Buyurdular ki emir
Allâh’ıñdır.
Müşârun-ileyh Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleriniñ baʻzı nezâʼiri hafîd-i ʻâlîleri
Hâletî bahsinde ve bu hakîriñ nezâʼiri meyânında mürûr etmiştir. Bir mikdâr nezâʼir
de bu mahalle tahrîr olunur:
Ebu’l-feth Sultân Muhammed Hân
Seherde bülbüle sordum niçün bu nâleler dedi
Niyâz eylerim Allâh’a rakîbiñ iftirâsından
Hayâlî Gülşenî-zâde
Hayâlî saña kahr eyler habîbiñ dediler dedim
Anuñ reddi baña yegdir cihânın merhabâsından
Sultân Bâyezîd Hân-ı Velî
N’ola cândan ben anı artık seversem dostlar
Ol perî-peyker benim cânım içinde cân imiş
Hayâlî Gülşenî-zâde
Nâsihâ maʻzûr tut feryâd u efgânım görüp
Kim baña kısmet ezelden nâle vü efgân imiş
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Gülşen içre her kişi gerçi safâlar kesb eder
Baña sensiz sahn-ı gülşen gûyiyâ zindândır
Hayâlî Gülşenî-zâde
Olalı göñlüm esîr-i zülf ü hâl ü kâkülüñ
Gâh perîşân gâh cemʻ u gâh ser-gerdândır (304)
Hazret-i Gülşenî
Belâdır gülşen-i kalbiñ cilâsı
Eden rûşen güneşten ol cilâdır
358
Hayâlî Gülşenî-zâde
Konuksuñ bu arada bir iki gün
Hayâlî hâb u hûr bunda belâdır
Hazret-i Gülşenî
Acı tatlı kahr u lutfuñ vasl ile hicrân gibi
ʻÂşıkına perverişten gör ne irşâd eyledi
Hayâlî
Göñlüme ben her ne yâd ettimse efgân etti âh
ʻÂkıbet efgân dahi nâliş edip dâd eyledi
Halîlî Sâbıku’t-Terceme
Çünki dil tahtında kurdu haymesin sultân-ı ʻaşk
Çok mu merfûʻ olsa tûbâdan livâsı göñlümüñ
Hayâlî
Dâ’imâ bîgâneye lutf u vefâdır ʻâdetiñ
Âşinâ olmak mıdır cânâ hatâsı göñlümüñ
Hayâlî Gülşenî-zâde
Öyle tut İskender olduñ yâ Süleymân-ı zamân
Kanı bunca evliyâ vü kanı hayrü’l-mürselîn
Hâletî Hafîd-i Hayâlî
Ger olaydı zînet-i dünyâya zerre iʻtibâr
Fakr ile fahr eylemezdi bunda hayrü’l-mürselîn
Hayâlî
Her taraftan kipriğimden cûş eder yüz katre kan
Fürkatiñ eyyâmını her dem ki göñlüm kılsa yâd
Hâletî
Dâ’imâ sen eylik ile kâ’im ol ey Hâletî
Tâki bu dünyâ içinde kala senden yahşı ad
Hayâlî
El kamu zevk u safâda her biri bir yâr ile
Olmadı miskin Hayâlî renc ü mihnetten berî
Hâletî
Gün gibi ʻarz-ı cemâl etti nihân oldu yine
Gerçi kim derlerdi olmaz Hâletî âdem perî
Hayâlî
Vasla kudret yok firâka sabr u ʻömre iʻtibâr
359
ʻAkıbet ol Leyli’niñ ʻaşkında dil Mecnûn olur
Kâmî-i Âmidî
Ârzû-yı lebleriñle şebde etsem meyl-i âb
Subha dek nûş ettiğim hep bâde-i gülgûn olur (305)
Hayâlî
Var mıdır kûyuñda dîvâne benim tek bir dahi
Cümle el hayrân baña ben olmuşam hayrân saña
Emîrî Câmiʻuʼl-hurûf
Ben siyeh-dil bir gedâ sen âftâb-ı muhteşem
Bende yok takdîme lâyık bir dil-i rahşân saña
Hayâlî
Gocunur ölmekten el ben isteyip de bulmazam
Ey ecel durma eriş cân vermedir âsân baña
Emîrî
Eñ büyük şükrüm budur yâ Rab seniñ eltâfıña
Kalb-i kâsî vermediñ verdiñ hazîn vicdân baña
Hayâlî
Şöyle bend olmuş deli göñlüm kemend-i zülfüne
Ummazam rahm eyleyip bir gün anı âzâd eder
Emîrî
Mürtekibler ehl-i hakkıñ zulm ile imhâsını
Rüşveti şimşîr-i berrân kendini cellâd eder
Hayâlî
Ol dem ki Hayâlîʼyi hicr âteşine yaktıñ
Kim bilmez anı kimse âteşte nihân olmuş
Emîrî
Erbâb-ı riyâ mesrûr ashâb-ı vefâ me’yûs
Âyâ bu cihân şimdi bir başka cihân olmuş
Hayâlî
Yârdan her ne gelirse cânıma hoştur benim
Bilmeyen ahvâlimi agyâra bilmem neyleyim
Emîrî
İñlerim derd-i vatanla çırpınır âh eylerim
Tâ ciğerde zâhir oldu yara bilmem neyleyim
Hayâlî
360
Mihnet ü endûh u gamdır bunda ekl ü şürb ü hâb
Mîhmân olursa her kim bu yıkık kâşâneye
Emîrî
Müctenibdir niʻmet-i vâlidden evlâd-ı şehîm
Beççe-i şeh-bâz pervâz etse dönmez lâneye
Hayâlî
Kanatlandı yine bu kalb-i seyyâr
Felek pervâz olup cevlâna düştü (306)
Emîrî
Muhannesler elinden dâd u feryâd
Ciğer yandı göñül efgâna düştü
Hayâlî
Endûh ü gam u derd ü belâ başıma üştü
Ben düşküne yâ Rab niyedir bunca sipâhî
Emîrî
Nefʻ-i vatana her kim eder nefsini tercîh
Kahretsin anı sâʻika-i hışm-ı ilâhî
361
Harem’e revân olmuşlar. On beş günden soñra ʻArab-zâdeʼniñ deryâda gelirken
garkı haberi gelip tedkîk olundukta yevm-i maʻhûda müsâdif olduğu tahkîk eder.
(El-ʻilmü ʻinda’llâhiʼl-vâhidiʼl-kahhâr)”
Bu vâkıʻada eñ ziyâde şâyân-ı nazar-ı cihet, ʻArab-zâdeʼniñ râkib olduğu
sefîne gark olmayıp kâdî-ı müşârun-ileyh ile kuzât-ı Mısriyyeden Münif kâdîsı olan
Süleymân Bey-zâde Dânişî Çelebî, sâʼir baʻzı etbâʻlarıyla berâber mekîn oldukları
geminiñ reʼislik-nâm mahallini emvâc-ı deryâ (307) alıp götürmek sûretiyle garîk-i
girdâb-ı kazâ olmaları ve şu iki kâdî ile tevâbiʻinden başka olan sâkinân-ı keştîniñ
sâlimen savb-ı maksûda vâsıl olmasıdır.
Şu kerâmet-i bâhireniñ sûret-i vukuʻu hakkında daha ziyâde tafsilât “Kün-
hüʼl-Ahbâr-ı ʻÂlî” ile “Târîh-i Peçevî”de nakş-tırâz-ı sahâyiftir. Şeyh-i kerâmet-tevâlî
Emîr Ahmed Hayâlî hazretleriniñ bu husûsta inşâd buyurdukları baʻzı ebyât ve
târîh, dîvân-ı belâgat-pîrâ-yı ʻârifânelerinde mevcûd olduğundan tahrîriyle tevşîh-i
sütûr olunur:
Kara Vâʻiz necîbini sultân
Eyledi Mısr’a kâdî kıldı revân
362
Bunca bu zevk u semâʻa ben dedim bâʻis nedir
Dediler gûş eyle kim târîhidir “vâ kâdiyân” (Sene 969/1562)
Şeyh-i celîl-i müşârun-ileyh, mazmûn-ı kitâb-ı kâ’inâta vâkıf bir mürşid-i
ekmel ü ʻârif olmakla berâber dergâh-ı şerîfi melce-i fukarâ ve meclis-i münîfi ma-
karr-ı ʻulemâ ve sulehâ idi. Ekser vâkitlerde ʻilm ü kemâliñ yek-tâ-süvâr-ı meydânı
Mevlânâ ʻAbdulvehhâb Şaʻrânî hazretleri gibi mihr-i münîr-i Muhammedîʼden ik-
tibâs-ı feyz eden zevât-ı muhakkıkîn ile cemʻ olarak füyûzât-nisâr-ı hakîkât olur-
lardı. Peder-i iksîr-eserleriniñ yadigârı olup yüz yaşını tecâvüz eden pîr-i muhterem
Hâce Fethu’llâh Kazvînî hazretlerini ekseriyâ bâğçe-i İrem-misâllerine celb ederek
menâkıb-ı meşâyih u fuzalâ ve ser-güzeşt-i ʻurefâ vü üdebâ-yı eslâfı söyletirdi.
Eşʻâr-ı dürr-nisâr-ı inşâdında dahi sürʻat-i fevka’l-ʻâdeye mâlik idi.
“Menâkıb-nâme-i Gülşenî”de Şeyh Muhyî hazretleri buyururlar ki; 959/1552 sene-
sinde cenâb-ı şeyh ber-muʻtâd bağçe-i ʻâlîlerinde ve Hâce Fethu’llâh Kazvînî yüz bir
yaşında olduğu hâlde nezd-i kerâmet-penâhîlerinde idi. Sultân (308) Yaʻkûb
zamânında Tebrîz şuʻarâsından Bîhûdî-nâm şâʻiriñ bir hikâye-i ʻâşıkânesini nakl
etmesi üzerine cenâb-ı şeyh-i ekrem cezbedâr-ı şevk olarak bu gazeli bağçede ol
mecliste inşâd eyledi:
Sûzân-ı firâkıyla oldu bu ciğer biryân
Cân teşne yürek yangın oñulmadı bu hicrân
363
ravzasında müşârun-ileyhiñ dîvân-ı ʻârifânelerinde mevcûd olan iki gazeliñ matlaʻ
beytleriniñ derciyle hakk-ı kerâmet-penâhîlerinde şu ʻibâre-i mübecceleyi tahrîr
ediyor:
“Sultânü’l-ʻârifîn, bürhânü’l-muvahhidîn, hâdî-i râh-ı müstakîm aʻnî Hazret-
i İbrâhîm (nevvera’llâhu merkadehû)’nuñ nûr-ı dîdesi ve server-i sînesi yaʻnî fer-
zend-i dil-bendidir. Maʻlûm-ı reʼy-i sâhibân-ı kirâm ola ki, asl-ı pâkîzeleri diyâr-ı
ʻAcem’dendir. Vilâyet-i Mısır’da tavattun edip irşâd-ı fukarâ etmekle âsitâneleri
melâz-ı şâh ü gedâ olmuştur. Müddet-i medîdedir ki câ-nişîn-i vâlid-i erşedi olup
erbâb-ı maʻârif içre kutbü’l-aktâb-ı zamân ve mihr-i cihân-tâb-ı devrân ve muvak-
karü’l-islâm ve’l-müslimîn nâsihü’l-halâyık-ı ecmaʻîn ve zübde-i muhakkikân-ı
fünûn ü dânişverî ve güzîde-i mudakkikân-ı ʻukûl-ı beşerî, hudâvend-i muhterem
ve mukbil-i mükerrem emîrü’l-kelâm efsah-ı füsahâü’l-enâm mübdiʻ-i bedîʻ-i
maʻânî ve mazhar-ı füyûzâtü’l-mebânî olmuştur. Dâʼimâ meclis-i şerîfinde ve mah-
fil-i münîfinde müfessir-i Mesnevî ve muʻabbir-i Maʻnevî’dir. Gâh gâh garîk-i bahr-ı
vicdân olup bir güher-i rahşân-ı bî-mesel-i hüner peydâ eder ki ʻakl-ı hurdedân
fehminde mest ü hayrân ve taʻalluk-ı dünyeviyyeden bî-haber olması mukarrer-
dir.”
Muhakkık-ı müşârun-ileyh Şeyh Ahmed Hayâlî hazretleriniñ menâkıb-ı
celîle ve kerâmet-i ʻaliyyeleri Menâkıb-ı Gülşenî ve Lemezât-ı Hulvî gibi kitâb-ı
nefîsede sahîfe-pîrâ-yı tafsîl ise de tezkiremiziñ (309) bundan ziyâde tafsîlâta ta-
hammülü yoktur. Daha ziyâde tafsilât “Mir’ât-ı Fevâ’id”imizdedir. Şu gazel-i
ʻârifâne dîvân-ı eşʻâr-ı mürşidânelerinden tahrîr olundu:
ʻÂlemde sadâ-yı Gülşenî’dir
Her yerde safâ-yı Gülşenî’dir
364
Mihr ile vefâ-yı Gülşenî’dir
1
Cönklî? kadîm bir sülâledir. Hicret’iñ 600/1204 hudûdunda ibtidâ bu nâm ile iştihâr eden Cönklî bin
Halîl bin ʻAbdullâhü’l-ʻİclî-nâm zâttır. Bu ʻâileden altı yüz seneden mütecâviz bir müddet içinde pek
çok ʻulemâ, fuzelâ, ümerâ yetişmiştir. Ezcümle Bedrüddîn Cönklî bin Muhammed bin el-Baba bin
Cönklî bin Halîl bin ʻAbdullâh bu sülaleniñ meşâhîrinden olup 744/1344 senesinde vefât etmiştir. Ve
müşârün-ileyhiñ mahdûmu Muhammed dahi fuzalâ ve fukahâ-yı ümmettendir. Bu zâtları ʻallâme İbn
Hâcer ed-Dürrüʼl-kâmine fî-aʻyaniʼl-miʼâtiʼs-sâmine ʻunvânlı kitâbında zikr ve pek çok medh ü senâ
eylediği gibi İmâm-ı Berzâlî ve Cezerî ve Ebû Caʻfer gibi müverrihîn ve fuzalâ dahi tavsîf ve beyân
ederler. İşte bunlarıñ silsilesinden ʻulemâ-yı memleketten ʻAbdurrahmân Efendi 1210/1796 senesin-
de ve mahdûmu Muhammed Emîn Efendi de 1220/1806 senesinde Diyârbekir’de vefât ederek
Rûmkapısı civârındaki dâʼire-i mahsûsaya defn edilmişlerdir. Müşârun-ileyh ʻAbdurrahmân Efendi’niñ
iki kerîmesi kalmış ve oğlu Muhammed Emîn Efendi teʼehhül etmiş ise de evlâdı olmamıştı. Şimdi
meşhûr olan Künclî (Cönklî) ʻâileleri Ünâs cihetindendir. Künci Diyârbekir ıstılâhınca susam maʻnasına
olduğu içün Cönklî müşâbeheti olan Künclîye tahrîf edilmiştir. (Susama lisan-ı Fârisî’de kâfıñ zammı
ve nûnuñ sükûnuyla “Küncüd” denir.) 309.
365
mek rengareng şekerlerle müzeyyen olan seyr mahallerine dolap yerlerine gidip
fişenklerle çarhî-feleklerle âteş-feşânlık eylememek pek büyük bir felâket idi.
Hayâlî Efendi, şu katʻî teblîğ-i pederâneyi alınca meʼyûsâne odasına çekildi.
Birçok ağladı. Bir seneden beri gündüz hayâlinden gece rüʼyasından çıkmayan ʻîd-i
mübâreki elbise-i fâhire ile istikbâle şitâbân olmamak nasıl olur, buralarını bir türlü
zihnine sığıştıramadı. Fakat pederiniñ sözünde ve bi’l-hassa yemînindeki sebât ve
metânetini bildiğinden şaşırıp kaldı. Kendi kendisine; “Cânım ben şu mübârek bay-
ramı geceler rüʼyada görünce uyanmak istemiyorum, uykudan uyansam kemâl-i
teʼessüfle gözlerimi kapar yine uyumak isterim. Hâl böyle iken takarrub etmekte
olan şu firdevs-i berîn menâzırından nasıl mahrûm kalabilirim” dedi. Düşündükçe
düşündü. ʻAcz ü bükâʼyı ihtiyâr etmekten ise merdâne bir sûrette çalışmağa karar
verdi. Hemân hareme koştu. Zâten pederiniñ kütüb-hâne-i kıymettârında Hazret-i
ʻAlî efendimizden bed’ ile zamânına kadar olan hattâtîn-i meşhûreniñ kıymetdâr
yazıları mevcûd ve müretteb idi. Bunlarıñ içinden Şeyh’iñ, ʻİmâd’ıñ, Sultân ʻAlî
Meşhedî’niñ, Hâfız ʻOsmân’ıñ, Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî’niñ, Âdem Efendi’niñ
baʻzı levha-i garrâlarını dolapdan çıkardı. Odanıñ kapısını kapadı. On beş gün geceli
gündüzlü çalıştı.
Hayâlî Efendi der ki, baʻzı geceler üç dört defʻa yatağa girer, merakımdan
uyuyamazdım, yine yataktan çıkar taʻlîm-i hutûda devam ederdim. On iki kalem-
den on iki ʻadet öyle elvâh-ı bî-nazîr tahrîrine muvaffak oldular ki eğer Yâkût-ı
Mustaʻsımî görseydi esîr-i hayret olurdu. Bayram akşamı levhalarını ikmâl ederek
(311) inzivâgâhından çıktı. Pederine irâʼe eyledi. O büyük peder şu elvâh-ı yâkût-
misâli görünce ʻâdetâ şaşırdı. Gözünüñ nûru kadar parlak gördüğü şu levhaları İbn
Mukle hayatta yok ki Hayâlî Efendi oña mürâcaʻat ederek yazdırmış olsun.
Cenâb-ı peder ki o da hattât-ı fâzıldır. Diyârbekir’iñ en meşhûr terzileriniñ
birincisi olan Terzi Mürdikʼe koştu. Bayram akşamı terzileriñ en meşgûl bir zamânı
olduğu hâlde terzî-i hamiyyet-mend hep işlerini terk ederek şâkirdânıyla birlikte
hâne-i üstâda geldi. Mahdûmunu baştan tırnağa donatacak kadar o gece içinde
elbise-i fâhire biçilip dikildi. Hayâlî Efendi o gece elbise bitinceye kadar Terzi Mür-
dikʼiñ yanından kalkmamış ve tahrîr-i tezkiremiz zamânına kadar aradan yirmi sene
geçmiş iken Terzi Mürdikʼi yanından ayırmamış ve her bir mürâcaʻat ve ricâsını
isʻâf etmiştir.1
Baʻde’l-ʻîd icâzet-i hutût ile hitân-ı cemʻiyyeti birlikte gâyet mutantan bir
sûrette icrâ edildi. İcâzet-i vâkıʻadan soñra peder-i ʻâlîleri Dersaʻâdet’e ʻazîmet
ederek her ay ʻâʼilesiniñ müreffehen iʻâşesi içün nukûd-ı muktezıyye gönderdiği
1
Hayâlî Efendi merhûm bu vâkıʻadan yigirmi altı sene soñra baʻzı ekâbir-i me’mûrîn ve eşrâf ile bir-
likde resm aldırdıkları esnâda dahi Terzi Mürdikʼi yanından ayırmadığını zîrdeki levha-i tasvîr irâʼe
eyler. 311.
366
hâlde Hayâlî Efendi’niñ kesb eylediği maʻrifete inzimâm eden gayrete bakıñız ki
kendi nefsi içün peder parasından bir şey sarf etmezdi. Henüz on iki yaşında oldu-
ğu hâlde bir taraftan mekâtib sıbyânınıñ yedlerinde fersûdelenen Kelâm-ı Kadîm,
Mevlîd-i Şerîf cüzʼlerini toplar, yırtılan mahallerine kâğıdü’s-sâk ile taʻmîr ü ikmâl
ve bir taraftan da o hatt-ı ʻimâd-pesendânesiyle elif-bâlar, cüzʼler tahrîr ederek
kemâl-ı rağbetle iştirâ eylediklerinden bir hayli paralar kazanırdı.
Hayâlî Efendi’niñ yazı-hânesinde sekiz on renk mürekkeb dâ’imâ mevcûd
bulunur. Yazı yazmak içün bir kere yazı takımınıñ yanına oturdu mu, kemâl-i
temkîn ü te’ennî ile evvelâ mürekkebleri baʻdehû kalemleri birer birer muʻâyene
eder. Ekser defʻa kalemini yeniden katʻ eyler. Kelimâtıñ hakkını vererek yazar. Sağ
eliniñ parmağı tırnağını uzun bırakır. “Tırnak Yazısı” denilen yazı ile öyle levhalar
yazar ki görenler hayrân olur. Tırnak ile baʻzı insân ve ecsâm-ı sâʼire resimleri de
yapar. Elvâh u kırtâs üzerine gâyet güzel resimler ve çiçekler nakş eder. Rengârenk
kâğıdlardan gûnâgûn şükûfeler, latîf güller mıkrâz ile katʻ eyler, bir beyti yahud
(312) bir cümle-i kelâmiyyeyi keserek bir levha-i sâdeye yapıştırdıkça el ile yazılan
yazıdan daha güzel görünür.
Böyle latîf kâtıʻaları baʻzen ağzı dâr şişe derûnuna yerleştirir baʻzen cam
arkasına ilsâk eder. Bir gün bu fakîr hâzır olduğum hâlde bir seyyâh-ı fâzıl bir küçük
şişe derûnunda muharrer gördüğü hatt-ı müstahseni pek ziyâde takdîr eyledi. Ni-
hâyetinde “Ketebehü’l-fakîr Ahmed Hayâlî” imzâsını görünce latîfe kasd eyleyerek
“Ahmed Hayâlî Efendi şu ufak şişe derûnuna nasıl girmiş” dedi. Ne kadar
kıymetdâr bir yazı olursa olsun bir kere karşısına alıp dikkatle baktı mı öyle
sanʻatkârâne bir sûrette taklîd eder ki görenler birbirinden fark eylemez.
Mektûbî-i vilâyet âtiʼt-terceme Feyzu’llâh Râ’if Efendi ki hatt-ı rikʻada
yazdığı satırlar ʻâdetâ sihr-i helâl kabîlindendir. Bir gün gâyet özenerek eser-i cedîd
kâğıdı üstüne yazdığı dört beş satır yazıyı üstâd-ı ekremleri Şaʻbân Kâmî Efendi’ye
gönderdi. Kâğıdıñ bir köşesine eser-i cedîd damgası düşmüş idi. Pederleri, Hayâlî
Efendi’ye verdi. Bir gece uğraşarak onu taklîd etti. ʻAynıyla kendi yazdığı varakıñ
köşesine de eser-i cedîd damgasını düşürdü. Ferdâsı her ikisini de peder-i ʻâlîlerine
takdîm eyledi. Bunuñ hangisi asl ve hangisi taklîd olduğunuñ imkân-ı tefrîki bulu-
namadı. Mektûbî Feyzu’llâh Efendi şu hârika-i muʻciz-edâyı görünce gelip Hayâlî
Efendi’niñ alnından öpdü.
“Müşgîn-i Kalem” ki hatt-ı taʻlîkte meşhûr-ı cihândır. 1284/1868 senesinde
baʻzı telâmîz ve tevâbiʻiyle Diyârbekir’e gelerek dört mâh mikdârı Şaʻbân Kâmî
Efendi hazretlerine misâfir olmuş idi. Hayâlî Efendi’niñ levha-i garrâlarını görünce
sad-Bâreka’llâh kelimât-ı mübârekesini tekrâr ederek takdîr-i firâvân eyledi.
Dünyâda yazmış olduğu levhalarıñ en müstesnâsı ʻadd eylediği;
“Pîş-i şemʻ-i gül-ruh-ı men cemʻ-i hûbân hîç nîst”
367
levha-i yek-tâsını ihdâ eyledi. Hayâlî Efendi birkaç gün çalışarak mezbûr levhayı
öyle bir taklîd eyledi ki, görenler her ikisini bir üstâdıñ malı ve bir kalemiñ mahsûlü
kıyâs eyledi.
1287/1870 senesinde gâyet mâhir hattât bir seyyâh gelip Ramazân-ı Şerîf
evâʼilinde Câmiʻ-i Kebîr’iñ mihrâbınıñ cânib-i yesârındaki dîvâra tahrîr eylediği
cesîm bir çifte “vâv” ahâlî-i memleketiñ gâyet mazhar-ı takdîri olması üzerine
Hayâlî Efendi, kazganlar dolusu mürekkeb ihzâr eyledi ve dülgerlere cesîm kalem-
ler ısnâʻ ettirdi. Bir takım fırçalar müheyyâ etti. Bir gece terâvîh namâzından soñra
Câmiʻ-i Kebîr’e gidip zikr olunan çifte “vâv”ıñ yanına on metre tûlunda gâyet
mevzûn ve mükemmel bir elif harfi tahrîr eyledi.
Zamân kış mevsîmi idi. (313) Sabâha yakın sâʻat on iki raddelerinde peder-i
ʻâlîleriyle beraber bu ʻabd-i hakîr de Câmiʻ-i Kebîr’e gittik. Bu eser-i bedîʻi temâşâ
eyledik. Ol esnâda Hayâlî Efendi birbirine bend eylediği yedi sekiz nerdübânıñ üst
başında idi. O beyt-i maʻmûruñ sarf-ı merfûʻuna vâsıl olan mezkûr elif harfiniñ baş
tarafındaki zülfeyi düzeltmekte ve zâten başında beyâz sarık olduğu gibi arkasında
ak bir gömlek giydiğinden beyâz bir kuş gibi görünmekte idi.
Hatt-ı bedîʻ-i mezkûr bir müddet “tesürrün’n-nâzırîn 1” sıgâr u kibâr olduk-
tan soñra camiʻ-i şerîfiñ bir taʻmîri esnasında üzeri badana edilmiştir.
Hayâlî Efendi’niñ tahsîl-i ibtidâʼîsi, pederleriniñ tilmîzi üstâdımız âti’t-
terceme Fethu’llâh Feyzî Efendi’dendir. Baʻde fuhûl-ı ʻulemâ-yı memleketten Buz-
cu-zâde Dervîş Efendi’den Muhtasar-ı Maʻânî, Mutavvel kitâbları koltuğunda ol-
duğu hâlde tahsîle devâm ettiğinden defîne-i cevâhir-i fünûn ve maʻârif-i vech-i
ikbâline inkişâf eyledi. Ders vakitleriniñ gayrında Sülûkiye Mescidi’nde arzu eden
talebeye ʻArabî ve Fârisî taʻlîm ve hutût-ı mütenevviʻa temşîkiyle evkât-güzâr ve
baʻzı vülât-ı kirâm vesâʼir mütehayyizân-ı meʼmûrîn evlâdı kendisinden tahsîle
sûret-i inhimâk gösterdiklerinden kesret-i talebeye mâlik oldu. 1288/1871 senesi
Ramazânında vâlideleriniñ pederi Gülşenî-zâde Hâcı Hâfız Sâlih Efendi vefât eyle-
diğinden vâlidesi hissesine düşen arâzî-i vâfireyi zerʻ u iʻmâle çalıştı. Evlatları ken-
disinden tahsîl-i kemâlât eden baʻzı ekâbir-i meʼmûrîn delâletiyle 1293/1876 sene-
sinde 1000 kurûş maʻâşla Diyârbekir rüsûmât nezâreti evrâk-ı sahîhe müdürlüğüne
taʻyîn buyuruldu. Tebdîl-i kıyâfet-i asliyye etmeksizin tezkîremiziñ hitâm-ı tahrîri
olan 1296/1879 senesine kadar meʼmûriyyet-i mezkûreye müdâvemet ve îfâ-yı
hüsn-i hizmet etmekte ve kendilerinden evlâd-ı vatan kemâkân müstefîd-i taʻallüm
olmaktadır.
Müşârun-ileyhiñ şiʻr ü inşâsı dahi gâyet selîs ve tabîʻatı irticâle mâlik ve se-
riʻdir. Baʻzı müşâʻare esnâsında başkaları bir beytiñ tanzîmiyle uğraşmakta iken
1
Bakara(2)/69’dan iktibas. Ayetin meali: Onlar, “Bizim için Rabbine dua et de, rengi neymiş?
Açıklasın.” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Rabbim diyor ki, o, sapsarı; rengi, bakanların içini açan bir
sığırdır.” dedi.
368
kendileri bir gazel ikmâl ederler. Bir zamân muhayyel şiʻr söylemeğe heveskâr idi.
Hattâ âti’t-terceme Müftî-zâde Fâzıl Efendi latîfe sûretiyle hakkında şu beyti inşâd
eylemişti:
Hayâlî’niñ hayâlâtın muhayyeller hayâl etmez
Hayâl-ender-hayâl olmuş Hayâlî’niñ hayâlâtı (314)
Ahîren açık ve sâde elfâz ile sehlü’l-idrâk şiʻr söylemeğe meyl eylemiştir.
Eslâf ü muʻâsırîn-i şuʻarâya olan baʻzı ecvibesi şu levha-i nezâ’iri teşkil eder:
Halîm Girây
Yakışmaz gayrı hûbân giymesin kâlâ-yı istignâ
Kad-i yâre biçilmiş câmedir dîbâ-yı istignâ
Hızır Ağa-zâde Saʻîd Ağa
Tükendi tâkatim nâzıñ tükenmez ey felek-meşreb
Sabâh oldu dahi etmezsin istiʻfâ-yı istignâ
Zîver Paşa Şeyhü’l-Harem
Zuhûr-ı kabz u bastı bî-mahall sanma kabûl eyle
Bulunmaz ʻârifân bezminde zâhid cây-ı istignâ
Rıfʻat Baba Hısn-ı Mansûrî
Çeker uşşâkı elbet cevr-i nâzın ol ser-efrâzıñ
Serîr-i mülk-i hüsne tâze basmış pây-ı istignâ
Kâmî-i Âmidî
Nigâh-ı fitne-engîziñ çeker uşşâka hançerler
Zerâfettir diye çeşmiñ eder îmâ-yı istignâ
Fethî-i Âmidî Hâl-i Câmiʻu’l-hurûf
Verir nûr-ı cemâl-i dilberâna revnak-ı dîger
ʻAbesdir ʻâşıkâna eylemek şekvâ-yı istignâ
ʻAbdî-i Âmidî Hâl-i Câmiʻu’l-hurûf
Henüz bir gonca ne’şküftedir bâğ-ı ümîdimde
Hele seyret açılsın ol gül-i raʻnâ-yı istignâ
Vâsıf-ı Âmidî Gülşenî-zâde
Kıyâmetler kopar mahşer gibi bezminde ʻuşşâkıñ
Basınca nâz ile ol serv- kâmet pây-ı istignâ
ʻAvnî-i Âmidî Esbak Müdîr-i Evrâk
Hakîkatte o meh tâ ʻâlem-i bâlâya nâz etti
Cihânda kalmadı hûbân-ı dehre cây-ı istignâ
Fethu’llâh Feyzî-i Âmidî Muʻallim
369
Yine baştan çıkardı perçemin Leylâ-yı istignâ
Dil-i nâ-kâmı Mecnûn eyledi sevdâ-yı istignâ
Hayâlî-i Âmidî Sâhib-terceme
Yed-i hayyât-ı kudret zâtına mahsûs biçmiştir
Yakışmış kâmet-i zîbâsına dîbâ-yı istignâ
Sıdkî-i Âmidî Muʻallim-i Sıbyân
Dem-â-dem keş-me-keştir yâr u agyâr ile ahvâlim
Koyardın başıma zâlim yaman gavgâ-yı istignâ
Mürsel Sabrî-i Âmidî
Kebûdî câme giydikçe o meh-rû zann eder insân
Letâfet ebrine girdi meh-i yek-tâ-yı istignâ (315)
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Avâlim manzar-ı ʻulvîsiniñ altında kalmıştır
ʻAcâ’ib mürtefiʻdir mevkiʻ-i bâlâ-yı istignâ
Şeyh Niyâzî-i Mısrî Malatyalı
ʻÂlimlere ebced hâcesi olmak olur ʻâr
Alçak görülen ebcede ʻâlî nazarım var
Kâmî-i Âmidî
Kâmî nice şekvâ edeyim dest-i felekten
ʻUnvân-ı saʻâdetle yazılmış kaderim var
Rıfʻat Baba Hısn-ı Mansûrî
Almam nazar-ı ragbete kehl-i Sfâhân’ı
Rıfʻat o şehiñ hâk-i derinde nazarım var
ʻAbdî-i Âmidî Hâl-i Câmiʻu’l-hurûf
İʻcâz-ı sühan râhına girsem n’ola ʻAbdî
Rıfʻat’la benim Kâmî gibi râhberim var
Hayâlî-i Âmidî Sâhib-terceme
Mümkün mü Hayâlî edeyim şükrünü îfâ
Kâmî gibi fahrü’l-fuzalâ bir pederim var
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Ben mekteb-i hikmette sebâk-hânım Emîrî
Kâmî gibi üstâd-ı fazîlet-eserim var
Nevʻî-i Meşhûr Muʻallim-i Şeh-zâdegân
Ser-i kûy-ı vefâdan nice demdir bir eser gelmez
Haberdâr-ı muhabbetten dirîgâ bir haber gelmez
370
ʻÂlî Defterdâr
Ne dönmez yoldur iklîm-i ʻadem âdem gider gelmez
Ne leşker gitse dil çıkmaz birinden bir haber gelmez
Rûhî
Nice gündür o mâh-ı ʻâlem-ârâdan haber gelmez
Dili irsâl ederdim korkarım ol da gider gelmez
Hisâlî Defterdâr
Ruhuñ arz eylesen âyîne-i hüsne gider gelmez
Ki zîrâ ʻâşık-ı dîdâr olanlardan zarar gelmez
Mezâkî-i Bosnevî
Gidip peyk-i nesîm eğlendi murg-ı nâme-ber gelmez
ʻAceb yâd ellere düştük ki aslâ bir haber gelmez
Hayâlî-i Âmidî Sâhib-terceme
O tıflıñ gûşuna bir söz demekle öpmek isterdim
İşâret eyledim gel gâlibâ bilmiş güler gelmez
Emîrî Camiʻu’l-hurûf
Le’îmü’l-hulk olan nâkıs eder hem-cinsini ızrâr
Safiyyü’l-kalb olan kâmilden insâna zarar gelmez (316)
1287/1870 senesinde Malatya nâ’ib-i sâbıkı Feyzî Efendi-zâde ders-i
şerîkimizden ʻİzzet Efendi ile birlikte Sülûkiye Mescidi’nde Hayâlî Efendi’niñ yanına
uğradık. ʻİzzet Efendi Malatya’dan yeñi gelmiş idi. Hayâlî Efendi, ʻİzzet Efendi’yi
görünce gülerek bi’l-bedâhe:
Rabb-ı ʻİzzet ʻİzzet’i ʻizzetle iʻzâz eyledi
mısraʻ-ı bedîʻini inşâd gibi zerâfet-perdâzlıkta bulundu. Biz mısraʻı tekrâr ederek
vâlid-i ʻâlîleri üstâd-ı ekremimiz Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleriniñ nez-
dine geldik. Müşârun-ileyh hazretleri mısraʻ-ı mezkûru işidince derhâl ʻİzzet Efen-
di’nin pederi Feyzî Efendi ismine de telmîh edilmek üzere:
Beyne’l-akrân mazhar-ı Feyzî’yle mümtâz eyledi
mısraʻını inşâd ederek ikmâl-i beyt buyurdu.
1292/1875 senesindeydi. Bir gün Hayâlî Efendi’ye tesâdüf eyledim ki pe-
derimiñ bacanağı Mukâbeleci-zâde Yûsuf Râ’if Efendi’ye gidiyordu. Birlikte gittik,
eniştem ʻAbdullâh Vehbî Efendi de oradaydı. Merâsim-i kıyâm ve taʻzîmden soñra
elinde tutmakta olduğu tûlânî kâğıdı irâ’e ederek Hayâlî Efendi’ye hitâben hâtırıma
şöyle bir beyt geldi, yazıyordum siz teşrîf ettiñiz dedi. Kâğıdı uzattı, yazdığı beyt
şuydu:
Tasaddur nâkısânıñ bâdi-i tebcîli olsaydı
Takaddüm eylemezdi Sûre-i İhlâs’ı da Tebbet
371
Hayâlî Efendi az bir tevakkufla zîrine bu beyti tahrîr eyledi:
Şeref maʻnâdadır rüchân-ı satra iʻtibâr olmaz
Mukaddemdir anuñçün Sûre-i İhlâs’dan Tebbet
Gülerek eniştem ʻAbdullâh Vehbî Efendi’ye kâğıdı uzattı. Evde biraz
te’emmülden soñra şu beyti tasdîr etti:
Rakîbiyle seni bir yerde görse ey melek-sîmâ
Okurlar ʻâşıkânıñ Sûre-i İhlâs ile Tebbet
ʻAbdullâh Efendi şu beyti yazmakta iken Hayâlî Efendi’niñ peder-i ekremle-
ri Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi teşrîf buyurdular. Alıp beytleri okudu, şu beyt
ile tezbîriyle tezyîn-i evrâk eyledi:
Biri tevhîd-i Mevlâ’dır biri tezkîr-i aʻdâdır
Nasıl olsun müsâvî Sûre-i İhlâs ile Tebbet
Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri tahrîr buyururken tesâdüften olarak
müşârun-ileyhiñ birâder-zâdeleri ve Yûsuf Râ’if Efendi'niñ kâ’inbirâderleri ve bu
ʻabd-i ʻâciziñ dayıları olan ʻAbdulfettâh Fethî ve ʻAbdulkerîm ʻAbdî Efendiler geldi-
ler. ʻAbdulfettâh Fethî Efendi beytlere göz gezdirdikten ve biraz te’emmülden
soñra (317)
Nice sûret-perestân var ki ʻâlim gösterir kendin
Değildir ezberinde Sûre-i İhlâs ile Tebbet
beytini nakş eyledi. Ondan ʻAbdulkerîm ʻAbdî Efendi kalem kâğıdı birâderinden
aldı şu beyti yazdı:
Kabûl-i daʻvet-i tevhîd içün inzâr lâzımdır
Mukâbildir nazar kıl Sûre-i İhlâs ile Tebbet
Sıra ʻabd-i ʻâcize geliyordu. onlarıñ müdâvele-i fikriyyeleri esnâsında şöyle-
ce bir şey hazırlamıştım:
Dilimde zikr-i Mevlâ fikr-i dünya ictimâʻ etmiş
Yazılmış bir varakta Sûre-i İhlâs ile Tebbet
Zamânında yazılan elvâh-ı merâkıdıñ ekserîsi hâme-i muʻciz-rakamlarınıñ
mahsûl-ı kıymetdârı olduğu gibi güzel târîhler de tanzîm ve inşâd eyledikleri cihet-
le bu levhalarda olan baʻzı târîhler de zâde-i tabîʻatlarıdır. Meselâ Mîrî Kâtibî-zâde
Mustafâ Efendi merhûmuñ levha-i mezârında murakkam olan şu târîhiñ hem
nazmı hem hattı kendileriniñdir:
Mustafâ’nıñ yâ latîf olsun şefîʻi Mustafâ
Hurûf-ı hecâ üzre tertîb-i dîvân etmiştir. O güzel hatt-ı ʻârifâneleriyle
yazdığı mektûblar edâ-yı zarîfâne ile muvaşşahdır. Hüsn-i hulk cihetiyle dahi bir
mevkiʻ-i mümtâz tutmuş ve umûmuñ mazhar-ı muhabbet ve ihtirâmı olmuştur.
Sigaradan başka mükeyyefâtıñ hiçbiriyle me’lûf değildirler. Bu gazel mahsûl-ı
tabîʻat-ı maʻârif-pîrâları olan âsârdandır:
372
Gülleri şermende eyler reng-i ruhsârıñ seniñ
Öğredir serve edâlar nâz-ı reftârıñ seniñ
373
olan vakâyiʻ-i elîmeden baʻzıları kerîme, vâlide, kâ’inbirâderimiñ vefâtları gibi
fecâyiʻ-i kevniyyedir. Bunuñla beraber bir müddetten beri dûçâr olduğum hastalığa
edviye-i şâfiye tedârikiyle uğraşıldığı hâlde bi’l-akis kesb-i şiddet ediyor.
Hazâkatına emîn olduğum tabîbler ʻâciz kalıyor, devâlar aks-i te’sîr hâsıl ediyor.
Kabâhat ne tabîblerde ne ʻilaçlardadır. Bir binâ ki temelden çürüyüp inhidâma
mahkûm olmuştur. Elbette yıkılacaktır. Miʻmâr ne yapabilir. Şekil ve rengim herke-
si baña acındıracak bir hâle gelmiştir. Görseñiz beni bilemezsiñiz. Hâşâ teşekkî
değil, bunlarıñ cümlesi hâlikımıñ ʻatâyâsıdır, dünyaya gelmek gitmek içündür.
Yâ Emîrî, ihtiyâr-ı gurbetle bahtiyarsın. Diyebilirim ki felekten gün uğur-
lamışsın, yakîn bilki sözümde sâdıkım. Zîrâ vâlideñ ile hemşîreñ, hemşîre-zâdeñ,
beraberdirler. Sıkılacak derdiñ olursa bunlarla görüşmek o hâli defʻ eder. -el-ʻârifü
yekfîhi'l-işâreti- sizi haberdâr etmeğe şâyân-ı havâdis bulamadım. Yazmağa da
hâlim müsâʻid değildir. Şu kadar ki buralarıñ ahvâli günü gününe tahavvül eder bir
sûrettedir.
Vucûdumuñ her tarafını istîlâ eden eskâm ü ʻilel beni âhirete o kadar yak-
laştırmıştır ki, zann ederim soñ mektûbumdur. Vucûd rahatsızlığı zihnimi de berbâd
etmiştir. Parmaklarımda kalem tutmaya kudret kalmamıştır. İşte tilmîzâna takrîr
vererek yazdırdım.
Lehü’l-hamd gerek ʻamca-zâdelerimiñ ve gerek çocuklarımıñ ve’l-hâsıl bü-
tün akrabañızıñ arasında yalñız ben hastayım. Cümlesiniñ sıhhati, zevkı yerindedir.
Vâlideñiz gözüm nûru Müşfika Hânım’ıñ ellerinden öperim. Baña duʻâ eyle-
sin. Hemşîre, hemşîre-zâdeñize de mahsûs duʻâlar ederim. Çocuklar ve hemşîrem
elleriñizi öper. Bâkî el-vedaʻ rûhum.
15 Nisan sene 1303/1886. ed-Dâʻî Ahmed Hayâlî
374
Söyledim (Nâcim) Hayâlî eyledikte irtihâl
Oldu târîh-i vefâtı “hâ Hayâlî hâ hayâl” (Sene 1304/1887)
375
5 Maʻmûretü’l-ʻazîz mahkeme-i istînâfiyye re’is-i esbakı ʻAbdurrahmân
Nâcim Efendi. (Mahkeme-i cezâ riyâsetiyle Diyârbekir’de bulunmuş idi)
376
zabt olunmamış olduğundan bizim ʻüryânîler bî-kes ü mensî kalmış1 ve soñra gelen
müverrihler de isimleri bâlâsına ʻÜryânî-zâde diye işâret etmişler ise de hangi
ʻüryânîlere mensûb olduklarını bilemediklerinden silsile-i neseblerinde ya sükût
etmişler veyahud ʻanʻane-i ittisâl bulamaksızın Burûsa ʻÜryânîlerine ʻatf eylemiş-
lerdir.
Garîbi (321) şurasıdır ki; şu üç silsileniñ sûret-i zuhûr ve iştihârı bundan iki
ʻasır evvele tesâdüf eylediği gibi, şu hânedânıñ her üçü de silsile-i ʻulemâdan ve bir
ʻasırda ve ʻâdetâ yek-dîgeriyle selef-halef olurcasına müstahdem olduklarından
silsileten yek-dîgerine karıştırılmış ve Âmid ʻÜryânîleri ise dîgerlerine nisbet oluna-
rak mensî olup gitmiştir. Binâ’en-ʻaleyh bizim ʻüryânîleri tâ menşe’inden iʻtibâren
îzâh eylemek lâzım gelir.
Diyârbekir silsile-i ʻÜryâniyye’sini teşkîl eden Âmid şehri ʻulemâsından ve
tarîk-ı devriyyeden ʻÜryânî Ahmed Efendi’dir. İsmâʻîl Âmidî’niñ mahdûmudur.
Müşârun-ileyh, 1100/1689 hudûdunda Diyârbekir’de tevellüd ve kesb-i ʻulûm-ı
ʻaliyye ederek tedrîs ile meşgûl olduğu hâlde 1170/1757 hudûdunda şehr-i
kadîminde vefât etmiştir. Ecille-i fuzalâdandır.
Mahdûmu el-Hâc ʻAbdullâh Efendi’dir ki, 1143/1731 senesinde bu da Âmid
şehrinde tevellüd etmiş ve tahsîl-i ʻulûm-ı ʻâliye eyledikten soñra 1172/1759’de
re’se nâ’il olmuştur. 1204/1790’da Selânik 1213/1799’da Burûsa mevleviyyetleri-
ne nâ’il oldu. 2 1216/1802’de Mekke-i Mükerreme pâyesini ihrâzen bi’l-fiʻl Mekke-i
Mükerreme kâdîlığına ʻazîmet ve igtinâm mesûbât-ı hacc u ziyâret ederek bir se-
nelik müddet-i me’mûriyyetini bi’l-kemâl Dersaʻâdet’e ʻavdetini müteʻâkıb
1217/1803 senesinde yetmiş dört yaşında olduğu hâlde vefât eyledi. Üsküdar’da
Nûh Kuyusu civârında Orta Mezarlık denilen mekâbir-i ʻulemâda medfûndur.
Müşârun-ileyh Hâcı ʻAbdullâh Efendi’niñ Muhammed ʻÂrif, Muhammed
ʻAzîz, Muhammed Vahîd isimlerinde üç mahdûmu3 ve Fatma Necîbe Hânım ismin-
de bir de şaʻire kerîmesi vardır. Kerîmesiniñ baʻzı eşʻârı âtiyen gelecektir. (322)
1
İşte ezcümle Sicill-i ʻOsmânî ʻunvanlı kitâbda şu ʻibâre muharrerdir: “ʻÜryânî-zâde Burûsalı ve
ʻAyntâblı iki ʻÜryânî Efendiniñ mahdûmlarıdır ki her ikisine ʻÜryânî-zâde denmiş, ʻulemâdan ve sadûr-
dan olmuştur. ʻAyntâblı evlâdından biri şeyhülislâm oldu.” İşte Sicill-i ahvâl sâhibi Diyârbekir’den de
ʻÜryânî-zâdeler zuhûruna vâkıf olduğu cihetle zîrdeki bahislerde görüleceği üzre bunları hangi
ʻÜryânî’ye nisbet edeceğinde şaşırıp kalmıştır. Bu husûsta maʻzûr olsa bile zamânında şeyhülislâm
olan bir zâtıñ ecdâdı hakkında bilemem ki ʻAyntâblı tâʻbîrini nerden istihrâc eyledi. Zîrâ şeyhülislâm-ı
esbak ʻÂrif Hikmet Beyefendi merhûm Kitâbü’t-terâcim’inde; “ʻOsmânü’l-ʻÜryâniyyi’l-Kilîsî vulide bi-
Kilîs sümme tavattane bi-Haleb sümme intekale ile’l-Konstantîniyye” buyurmuştur. 320.
2
Müşârun-ileyh hakkında dahi Sicill-i ʻOsmânî’de şu ʻibâre muharrerdir: “Abdu’llâh Efendi ʻÜryânî-
zâde, müderris. 1213’de Burûsa mollası olup orada fevt olmuştur.” Hâlbuki Burûsa’da vefât etmemiş-
tir. Sıhhati bâlâda gösterdiği vechiledir. 321.
3
Sicill-i ʻOsmânî, Burûsa ʻÜryânîleriniñ esâsı olan ʻAlî Efendi bahsinde şu üç birâderlere silsile-i ittisâl
beyân edemeksizin onuñ ahfâdı olmak üzre gösteriyor. Yañlışlık añlaşılmak içün ʻaynen tahrîr ediyo-
ruz:
377
Muhammed ʻÂrif Efendi 1181/1768’de doğmuş ve 1203/1789’da re’se
nâ’il olmuş ve 1232/1817’de elli bir yaşında olduğu hâlde Üsküdar kâdîlığına taʻyîni
müteʻâkib fücʻeten vefât etmiştir.1
İkinci mahdûmu Muhammed ʻAzîz Efendi, 1186/1773’de tevellüd ederek
1210/1796’da re’se nâ’il ve 1239/1824’de Kudüs-i Şerîf 1245/1830’de Medîne-i
Münevvere kâdîlığına taʻyîn buyurulmuş ve ikmâl-i müddetle ʻavdetinden soñra
Kara Biga arpalığı ve baʻdehû zamîmeten Edremid arpalığı ihsân olunmuştur.
1252/1837 senesinde İstanbûl ve 1253/1838’de Anadolu sadâreti pâyelirini ihrâz
eylemiş ve 1258/1842 senesinde bi’l-fiʻl Anadolu kâdîʻaskeri olmuştur.
1259/1843’de Anadolu kâdîʻaskerliğinden baʻde’l-ʻazl Mihalic arpalığına Medîne-i
Münevvere’de ikâmet etmek üzre tekâʻüd ihtiyâr eyledi. 1260/1844’de yetmiş
dört yaşında olduğu hâlde o belde-i mübârekede vefât eyledi. Fâzıl, hüsn-i hatta
mâlik, halûk, gâyet muttakî mazanne-i kirâmdan bir zât idi.
Üçüncü mahdûmu Muhammed Vahîd Efendi, 1198/1784 senesinde
dünyâya gelmiştir. 1210/1796 senesinde re’se nâ’il ve 1246/1831’de Mekke-i Mü-
kerreme pâyesiyle Halebü’ş-Şehbâ kâdîlığına vâsıl oldu. İkmâl-i müddetle
ʻavdetlerinde Lapseki ve baʻdehû Keşan kazâları arpalıkları tevcîh olundu.
1202/1788 senesinde İstanbûl pâyesiyle tekrîm olunarak sene-i mezkûre zarfında
elli yedi yaşında vefât eyledi. Topkapı’da Ahmed Paşa Câmiʻ-i Şerîfî havlısında sağ
tarafta büyük caddeye nâzır pencere öñünde medfûndur.
Müşârun-ileyh Muhammed Vahîd Efendi’niñ mahdûmu Hayrî mahlasıyla
terceme-i hâlini ve baʻzı eşʻârını yazacağımız Muhammed Hayru’llâh Efendi’dir.
Müşârun-ileyh Muhammed Hayru’llâh Efendi henüz hadîsü’s-sinn iken zâdegânlığı
hasebiyle 1251/1836 senesinde re’se nâ’il oldu. 1258/1842’de amcaları Muham-
med ʻAzîz Efendi’niñ Anadolu kâdîʻaskerliği esnâsında maʻiyyetinde tezkirecilik
hizmetinde istihdâm olundu. 1259/1843’de Mahmûd Paşa mahkemesine kâtib,
1266/1850’de Ahî Çelebî mahkemesine mukayyid, 1268/1852’de Tophâne mah-
kemesine nâ’ib oldu. 1270/1854’de Kavala, 1272/1856’da Dâvud Paşa,
1275/1859’da Menteşe, 1276/1860’da Erdek niyâbetlerine taʻyîn olundu.
“ʻAlî Efendi ʻÜryânî, İzmid’de Lokmânlar karyelidir. Bağdâd’da tahsîl eyledi. Burûsa’da sultân müder-
risi olup 1112/1701 Muharreminde fevtle Puñarbaşı’nda defn edildi. Fâzıl ve fünûn-ı ʻilmiyyede mâhir
bir pîr idi. Mahdûm-ı ʻÜryânî-zâde Muhammed Efendi Burûsa’da re’îsü’l-müderrisîn olup
1123/1711’de irtihâl eyledi. Pederi yanına defn edilmiştir. Bu da fuzalâdandır. Mustafâ Efendi Sü-
leymâniye müderrisi iken iki yüz kişiyle Hurşid Paşa’nıñ maʻiyyetine harbe gitti. şecâʻat ve diyâneti
mütevâzıʻ olmakla 1224/1712’de Kudüs mollası oldu. Baʻde vefât etmiştir. Kezâ ahfâdındandır. (Bu-
raya kadar doğrudur, ammâ bundan soñraki nisbet yañlıştır.) Muhammed ʻÂrif Efendi müderris-i
Üsküdar mollası olup 1232/1720 Rebîʻü’l-âhirînde menzûlen fevt oldu. ʻAzîz ve Vahîd Efendiler ve
Hayru’llâh Muhammed Efendiler de ahfâdındandır.” 321.
1
Fücʻeten sûret-i vefâtı Şânî-zâde Muhammed ʻAtâu’llâh Efendi ile Cevdet Paşa Târîhleri’nde mufas-
sal sûrette muharrerdir. 322.
378
1277/1861’de Girid mevleviyyetine, 1279/1863’de Yeñişehr-i Fenâr, 1281/1865’de
Tırnavi, 1282/1866’da Manastır (323) niyâbetlerine ve 1283/1867’de Yanya vilâye-
ti müfettiş hükkâmlığına taʻyîn buyruldu. Bu esnâda Kilis ʻÜryânîlerinden Ahmed
Esʻad Efendi Burûsa müfettişi hükkâmlığına ve Burûsa ʻÜryânîlerinden Mustafâ
Reşîd Efendi de Bağdâd müfettiş hükkâmlığına taʻyîn buyrulduğundan garâ’ibden
olarak üç ʻÜryânî-zâde bir silsile-i ʻilmiyyede ve bir vazîfede birleşti.
1287/1870’de mısr-ı Kâhire mevleviyyetiyle mübeccel oldu. Müddet-i
ʻörfiyyesini bi’l-ikmmâl ʻavdet ederek 1291/1874’de Kudüs-i Şerîf mevleviyyetine
taʻyîn buyruldu. İkmâl-i hüsn-i vazîfe ile bir müddet soñra Dersaʻâdet’e muʻâvedet
eyledi. İşbu tezkîremiziñ tahrîri esnâsında Haremeyn-i Muhteremeyn pâyelerinden
bir zât-ı fezâ’il-simât olduğu hâlde ʻibâdet ü takvâ ile imrâr-ı vakt ü sâʻat eylemek-
tedir. Müşârun-ileyh eşʻâr-ı râ’ika-inşâdında mâhir ve âbâ vü ecdâdı gibi ʻiffet ve
nezâhetle muttasıf bir merd-i kâmildir. 1
Eşʻârınıñ cümlesi tehzîb-i ahlâk ve tavsiye-i istikâmet ve Cenâb-ı Hakk’a
rabt-ı kalb ile mütevekkil olup hulûs-ı taviyyetle saʻy ü ikdâmıñ merâtib-i ulyâsını
tefsîr ve îzâh zeminindendir. Birkaç metaliʻ ve ebyât-ı ʻâlîleriniñ tahrîriyle iktifâ
eyleriz:
Beyt (naʻt-ı şerîf):
Ümîdvâr-ı ʻatâyım bir takım kavm ü kabîlemle
Kapıñda cümlemiz ahkar gedâyız yâ Resûla’llâh
Matlaʻ:
Mü’min-i kâmil olan böyle eder iʻtikâd
Hakk’a eden iʻtimâd dâ’im olur ber-murâd
Matlaʻ:
Olur peydâ felâket âdeme râh-ı sakâmetten
Necât istersen ayrılma tarîk-ı istikâmetten
Beyt:
Rüşveti almam efendi verme almam nâfile
Fahr-i ʻâlem laʻnet etti mürteşî ü râşiye
Beyt:
Lutf-ı Hakk’a iʻtimâdıñ var iken Hayrî saña
Gayrıya lâzım değildir etme ʻarz-ı ihtiyâc (324)
1
İşbu tezkiremiziñ tabʻ ve temsîli esnâsında Eyüp Sultân kâdîlığında bulunan ihvânımızdan ʻÜryânî-
zâde Muhammed Vahîd Efendi, müşârun-ileyh Muhammed Hayrî Efendi’niñ mahdûm-ı ʻâlîleridir.
ʻÜryânî Ahmed Efendi’niñ pederi İsmâʻîl-i Âmidî’den şimdiye kadar zükûr ve ünâs ale’l-esâmî silsile-
nâmeleri dest-i fâzılânelerinde mevcûd ve tamâmıyla bizim tahrîrimize muvafıkdır. 323.
379
***
HARF-İ DAL
DÜRCÎ
İsimleri Zülfikâr’dır. 1230/1815 senesinde şimşîr-i vücûdu niyâm-ı
ʻademden zuhûr etmiştir. Evâ’il-i hâlinde Diyârbekir ʻulemâ ve sülehâsından
merhûm ʻAkıllı Hoca’dan bir mikdâr taʻallüm eyledi. 1254/1838’de silk-i celîl-i
ʻaskerîye duhûl ederek Şâm-ı cennet-meşâm ve Halebü’ş-şehbâ taraflarında on iki
sene kadar iyâb ve kufûl edip 1266/1850 senesinde silk-i ʻaskerîye vedâʻ eyledi.
Bağdâd ve Kerbelâ cihetlerine seyr ü seyâhat ve îcâb eden mevâkîʻ-i
mübârekeyi ziyâret eyledikten soñra Rûmeli ve Anadolu ve ʻArabistân’ıñ ekser
mahallerini eline bir saz-ı hoş-nevâ alarak ve ekseri zâde-i tabîʻat olan eşʻârı oku-
yarak geşt ve güzâr etmiştir. 1270/1854’de Konya’ya ʻazîmet ve âsitân-ı Hazret-i
Mevlânâ’da post-nişîn-i irşâd olan Muhammed Saʻîd Hemdem Çelebî Efendi’den
ahz-ı inâbetle ile’l-ân âsitân-ı Hazret-i Pîr’de icrâ-yı âyîn-i dervîşâne ile meşgûldür.1
Haylîce eşʻâr ve güftârı vardır. Bu naʻt-ı şerîf tezkire-i ʻâcizîye derci muvâfık görülen
âsârdandır:
Naʻt-ı şerîf
Reh-i şevkıñda ʻabd-i derd-nâkim yâ Resûla’llâh
Kapıñda bir gedâ-yı sîne-çâkim yâ Resûla’llâh
1
Tahrîr-i tezkiremizden iki sene soñra 1297/1880 senesinde İçel sancağı aʻşâr müdürlüğünde bulun-
duğum sırada Dürcî Dede mevlevî kıyâfetinde olduğu ve elinde saz bulunduğu hâlde sancağıñ merke-
zi olan Silifke’ye gelmiş ve bir mâh kadar orada kendisiyle sohbet olunmuş idi. 324.
380
***
DERVİŞ
Kahramân-ı meydân ve sâbıku’t-terceme İskender Paşa merhûmuñ ikinci
mahdûmu ve Ahmed Paşa’nıñ küçük birâderi Dervîş Bey’dir.
Mîr-i Müşârun-ileyh 932/1526 hudûdunda şehrimizde dünyâya geldi.
(325) Me’lûf-ı şecâʻat ve muhibb-i ʻilm ü maʻrifet olan peder-i ʻâlî-güherleri sâ’ir
evlâd-ı me’âlî-nijâdı gibi sâhib-terceme Dervîş Bey’i de kesb-i maʻârif-i bisyâra sevk
eyledi. 958/1551 senesinde pederiniñ Diyârbekir vâlîliğine taʻyîn buyrulması üzeri-
ne baʻzı ulemâ-i memleketten 962/1554 senesinden iʻtibâren dahi ʻallâme-i şehîr
müftî-i belde âti't-terceme Muslihüddîn Lârî hazretlerinden tezyîd-i ʻulûm ü
kemâlâta sarf-ı nakdiyye-i hayât etti.
Hengâm-ı tufûliyyetinden beri şehrimiziñ âb u havâsıyla perverde olmuş
ve nâsiye-i necîbânelerinde nûr-ı zekâ lemeʻân olmakta bulunmuş olan bu veled-i
şehîm, ʻömr-i ʻazîziniñ eñ müsâʻid zamânını tahsîl-i fezâ’il-i ʻilmiyyeye sarf eyleme-
sinin netâyic-i feyz-nâkinden olarak mecmûʻa-i zâtından sunûf-ı fünûn-ı vâfiye ve
kemâlât-ı kesîre cemʻ etmiştir.
Ondan tarîk-ı merdânegî ve fenn-i hamâset ve silahşorî cihetlerini tahsîl
ve’l-hâsıl ol zamân hükmünce bir insân-ı kâmile lâzım olan me’âsir ü mahâsini
tekmîl eyledikten soñra vilâyete mülhak baʻzı sancak beyliğinde istihdâm olundu.
974/1567 târîhinde pederiniñ Bağdâd vâlîliğine tahvil-i me’mûriyeti hase-
biyle mâ’iyyet-i pederle ʻâzim-i sûy-ı ʻIrâk oldu. Galyanoğlu vakʻasında ve Basra ve
Müntefik ve Necd kıtʻalarınıñ feth ü teshîrinde hüsn-i hizmet ve şecâʻati sebkat
eylediğinden kıtʻa-i mezkûrede dahi baʻzı sancak beyliğine taʻyîn ile taltif buyruldu.
977/1570’de pederiniñ Mısır vâlîliğine taʻyîni üzerine bir sene kadar o
havâlîde dahi tezyîd-i tecârib-i hamâset etti. Peder-i maʻâlî- eserleriniñ Mısır’dan
infikâkını müteʻâkıb 979/1572 senesinde ʻâlem-i ebedîye teslîm-i hayât etmesi
üzerine mahdûm-ı müşârun-ileyhiñ kifâyet ve ehliyyeti hasebiyle Kudüs-i Şerîf
mîrlivâlığına taʻyîn olundu. Gerek Kudüs-i Şerîf’de gerek ondan soñra istihdâm
olunduğu mühim me’mûriyyetlerde îfâ-yı hüsn-i hizmete muvaffak oldu.
998/1590 hudûdunda terk-i meşâgil-i kâ’inât etmiştir.
Mağfûr-ı müşârun-ileyh ʻâlim, kâmil, şecîʻ, şâʻir, mûsikî-şinâs idi. Dâ’ire-i
ikâmeti da’imâ ʻulemâ, şuʻarâ, fuzâla ile mâlâmâl olurdu.
Şecâʻati kadar sahî, sahâveti kadar fâzıl, fazîleti kadar hâtır-nüvâz idi. Bu
sûretle müstecmiʻ-i kemâlât-ı insânî ve mecmûʻa-i iştât-ı fazâ’il-i nûrânî olmasına
ve semâhat u cûd ü sehâ cihetlerinde dahi yek-tâ-süvâr-ı meydân-ı civân-merdî
bulunmasına binâ’en ashâb-ı mûsikî ve şuʻarâdan Ahmed-i İstanbûlî ve Zihnî-i Bağ-
dâdî gibi zurefâyı yanından ayırmazdı. Her nereye gitse beraber götürürdü. (326)
381
Ahmed-i İstanbûlî, müşârun-ileyh Kudüs beyliğinde bulunduğu esnâda
982/1575 senesinde vefât etmiş ve Zihnî-i Bağdâdî kendisinden bir hayli müddet
soñra hayâtta kalmıştır.
Şu kadar evsâf-ı ʻâliyesi, elsine-i selâsede eşʻâr-ı dil-ârâsı olduğu hâlde
tezâkir-i şuʻarâmızda bu zât-ı celîlü’l-kadriñ ism ve âsârı gayr-ı mevcûddur. Yalñız
ʻAhdî-i Bağdâdî “Gülşen-i Şuʻarâ”sında tasrîh ve iktidâr u kemâlâtı hakkında şu
satırları tahrîr ediyor:
“Bunlar dahi İskender Paşa’nıñ nûr-ı dîdesi ve sürûr-ı seniyyesi aʻnî ferzend-
i ercümend ve halef-i hûş-mendidir. Hâlâ pâdişâh-ı gerdûn-medâr ve Süleymân-ı
ʻâlî-tebâr hazretleriniñ nazar-ı ʻinâyet-i bâ-berekâtları ile nice nice aʻlâ vilâyetlerde
sâhib-i ʻadl ü dâd ve mîr-i pâk-nihâddır. Hakkâ ki ahlâk-ı huceste-sıfât ile bey ol-
dukları yerlerde âyîn-i şerʻ ü kanûnu kendüye reh-nümâ kılıp râ’iyyet-i âsûde-hâl ve
dest-i cûd u dâd ile müreffehü’l-bâl etmiştir. Binâ’en-ʻalâ-zâlik necm-i tâliʻ ve
rahşân ile emsâl ve akrân içinde ʻilm gibi ser-bülend ve fazl ü fehm ile hûş-mend ü
bî-mânendedir. Zîrâ ki evkât-ı şerîfin zâyîʻ etmeyip mütâlaʻa-i kütüb-i ʻArabiyye
kılmaya müdâvemet gösterip lezzet-i tâm alıp meleke-i râsiha peydâ kılıp ʻilm ü
edeble bî-hem-tâ olup lisan-ı selâsede sâhib-i takrîr ve lügaz ü muʻammâdan gere-
ği gibi habîr ve herbirinde bî-nazîr, Fârisî’de eşʻârı tarab-efzâ ve Türkî dilinde nazmı
selâset-nümâ ve hadd-i zâtında ʻâlî-i himmet ve dervîş-nihâd olmağın mahlas-ı
şerîfin -Dervîş- etmişlerdir.”
İşte ʻAhdî-i Bağdâdî müşârun-ileyhiñ hakkında bu mertebe senâ eylediği ve
ʻAhdî Tezkiresi’niñ târîh-i te’lîfi olan 971/1564 senesinden soñra daha otuz yıla
karîb bir zamân yaşadığı hâlde tezkirelerimiziñ, âsârından ve hattâ târîhlerimiziñ,
ahvâlinden bahs etmemesi garâ’ibdendir. Müşârun-ileyh sultânü’ş-şühedâ hazret-i
İmâm Hüseyin müctebâ efendimiz hazretleri hakkında Muhteşem Kâşânî’niñ meş-
hûr mersiyyelerini tetebbuʻ yollu manzûmeleri vardır. Numûne sûretiyle Muhte-
şem Kâşânî ile müşârun-ileyh mersiyelerinden birer beyt tahrîr olunur:
Muhteşem Kâşânî
Keştî şikest-i hurde-i tûfân-ı Kerbelâ
Der-hâk ü hûn-fütâde be-meydân-ı Kerbelâ
Dervîş Bey
Lâle girift-i dâmen-i meydân-ı Kerbelâ
Âhir nühüft-i hûn-ı şehîdân-ı Kerbelâ (327)
Matlaʻ-ı Fârisî:
Mând vakt-i sefer ez-kûy-ı tu cân u dil-i men
382
Dil u cân mând revân şud ten-i bî-hâsıl-ı men
Dîger:
Kerdem izhâr be-yârân gam-ı bîmâri-i dil
Nîst yârî ki kuned rahm dehed yâri-i dil
Matlaʻ-ı Türkî:
Gördü rûy-ı şuʻle-tâbıñ şebde şemʻ-i encümen
Subha dek döktü ʻarak reşkinden ey nâzik-beden
Dîger matlaʻ-ı Türkî:
Mîr-i meclis olalı hüsn ile ol gonca-dehen
Tâc-ı zerrîn ile nergis oldu şemʻ-i encümen
Dîger matlaʻ-ı Türkî:
Şâh-ı tûbâ kâmet-i dildâra beñzer beñzemez
Cilveden tâvûs-ı hoş-reftâra beñzer beñzemez
Dîger matlaʻ:
Serîr-i saltanat gavgâ-yı ʻâm âlâmına değmez
Neşât-ı devlet-i dünyâ melâl encâmına değmez
***
HARF-İ ZÂL
ZEKÂ’Î
İsmi Ahmed’dir. İbrâhîm Ağa isminde bir merd-i sâlihiñ oğludur. Tevellüdü
1270/1854 senesindedir. Baʻzı mekâtib-i ibtidâiyyede kırâ’ate devâm eyledikten
soñra 1287/1870 senesinde üstâd-ı muhteremimiz Muhammed Şaʻbân Kâmî Efen-
di hazretlerinden tahsîl-i mukeddemât-ı ʻulûm ve tekmîl-i hutût-ı letâ’if-i rüsûma
devâm ederek İzhâr, Kâfiye, Câmî gibi baʻzı kütüb-i ʻArabiyye’de şerîkimiz idi.
1293/1876’da on iki aklâm-ı mütenevviʻadan vazʻ-ı ketebeye me’zûn oldu.
Hüsn-i tabîʻate mâlik ve inşâd-ı eşʻâra sâlik olan civân-merdân-ı vatândandır.
Sultân Murâd-ı Hâmis (5. Murat) hazretleriniñ 1293/1876 senesinde taht-ı saltana-
ta cülûs buyurmalarına maʻ-ebyât bir kıtʻa târîhi Diyârbekir Gazetesi’yle neşr
olunmuş idi. Şuʻarâ-yı selefe baʻzı nezâ’iri ve ihvân-ı muʻâsırîn ile de müşâʻaresi
vardır. Şu levha-i nezâ’iri kayd eyleriz:
Hayretî Bey
ʻÂşıkız her dem hayâl-i yârdır eğlencemiz
Ehl-i ʻaşkız kande olsak vardır eğlencemiz
Seyyid Feyzî Bey
383
Sanmañız kim dirhem ü dînârdır eğlencemiz
Sohbet-i ʻirfân ile eşʻârdır eğlencemiz (328)
Niyâzî-i Üskûbî
Kûşe-i dilde hayâl-i yârdır eğlencemiz
Bülbül aşmaz bezm-i gülzârdır eğlencemiz
Meşâmî-i Konevî
Dem-be-dem âh u figân u zârdır eğlencemiz
Devlet-i ʻaşkıñda şâhım vardır eğlencemiz
Gülşenî-zâde Hâletî sâbıkü’t-terceme
Künc-i mihnette hayâl-i yârdır eğlencemiz
Kande olsun yok değildir vardır eğlencemiz
Hâşim-i Bursevî
Dem-be-dem fikr-i dehân-ı yârdır eğlencemiz
Hamdüli’llâh yok değildir vardır eğlencemiz
Hisâlî Defterdâr
Bülbül-i ʻaşkız gül-i gülzârdır eğlencemiz
Gülşen-i ʻâlemde gül-ruhsârdır eğlencemiz
Kâmî-i Âmidî
Şâh-ı hûbân nev-cihân bir yârdır eğlencemiz
ʻÂlemiñ ʻaklın alan dildârdır eğlencemiz
Zekâ’î-i Âmidî sâhib-terceme
Sanma her nâzik-edâ dildârdır eğlencemiz
Cân dayanmaz nâzına bir yârdır eğlencemiz
Emîrî-i Âmidî câmiʻü’l-hurûf
Kûşe-i gurbette fikr-i yârdır eğlencemiz
Her gelenden yârı istifsârdır eğlencemiz
İhvânımızdan ve erbâb-ı zekâdandır. Sürʻat-i intikâli ve epeyce nazm u
makâli ve hatt-ı celî ile baʻzı levhaları vardır. Tezkiremiziñ tahrîri esnâsında dîvân-ı
temyîz-i vilâyet kalemine devâm eylemektedir. Bu gazel âsârdandır:
Çekemez mislini bi’l-cümle cihân nakkâşı
O şehiñ seyf-i ʻAcem gibi çekilmiş kaşı
384
Biri görmez biri nûru görür inkâr eyler
Nice ehl-i hasede beñzedeyim huffâşı
385
Etme âşüftegî-i rû-be-hazân ile gurûr
Devlet-i hüsn ü bahâ ey gül-i ter çok sürmez
Rahmî-i Kırîmî
Sûziş-i hasret olur mâniʻ-i eşk-i bisyâr
Fasl-ı germâda matar ey gül-i ter çok sürmez
Kâmî-i Âmidî
Uzamaz nahl-i emel bâğ-ı cihânda pek çok
Tîşe-i kahr-ı felek anı keser çok sürmez
Bergamalı Cevdet
Mahv eder cümle mezâyâyı fesâd-ı ahlâk
Müteverrim olan âdemde ciğer çok sürmez
Belenli Nûrî 1
Târ-ı taʻbîri Emîrî’den alanlar Nûrî
Çıkarır böylesi kâlâ-yı hüner çok sürmez (330)
Zihnî-i Âmidî sâhib-terceme
Nahl-i huşk-i emel elbette verir meyve-i ter
Görünür muʻcize-i eşk-i basar çok sürmez
Emîrî-i Âmidî câmiʻu’l-hurûf
ʻİlme saʻy eylesin isterse terakkî be-rukûm
Sehv ile düşse yed-i cehle zafer çok sürmez
Şuʻarâ-yı eslâf ve muʻâsırîn ile bu misillû gazel-serâlıkları ve sâ’ir 2 âsârı ol-
duktan başka hüsn-i savtı ve mûsikî ile de âşinâlığı ve hatt-ı celî ile baʻzı levhaları
vardır. Bir gazeli tahrîr olunur:
Hâl-i bîmârı ile geçmede şâm u seherim
1
Beyrût defterdâr-ı sâbıkı. 329.
2
Tezkiremiziñ tabʻ u temsîli esnâsında Edirne duyûn-ı ʻumûmiye nezâret-i ʻaliyyesi muhâsebecili-
ğiñde bulunmaktadır. Bundan bir sene mukaddem altı numaraya kadar Dersaʻâdet’de çıkarmış oldu-
ğumuz “Âmid” risâle-i merkûmesiniñ onuncu numaralı nüshâsınıñ nezâ’ir kısmında Tâhir Selâmî Bey
merhûmuñ gazel-i edîbânelerine;
İşve-bâzım ne âfet olmuşsuñ
Allâh Allâh kıyâmet olmuşsuñ
dördüncü numaralı nüshâsında Fâtih Sultân Muhammed Hân Gâzî hazretleriniñ gazel-i şâhâne ve
belîgânelerine;
Nâlemi gûş eyledikçe handeler eylerdi âh
Bak neler gördüm gül-i nahvet-penâhımdan benim
beytlerini hâvî gazelleri mevcûddur. 330.
386
Ufk-ı râhatta tulûʻ etmedi şems ü kamerim
HARF-İ RÂ
RÂ’İF
Mütehayyızân-ı memleketten Feyzu’llâh Râ’if Efendi hazretleridir. “Müftî-i
Kâtibî-zâde” ʻunvânıyla müteʻâriftir. 1247/1832 senesinde dünyaya geldi. Üstâd-ı
ekremimiz Hâfız Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretlerinden tahsîl-i maʻârif ü
kemâlât etmiştir.
Hutût-ı mütenevviʻada bir mevhibe-i tabîʻate mâliktir ki, taʻrîfi gayr-ı kâbil-
dir. Hangi kıymetdâr yazıya baksa derhâl ʻaynını taklîd eder, bir sûrette ki, nazar
edenler hangisi aslı ve hangisi taklîd olduğunu tefrîk edemezler. (331)
Şu istiʻdâd-ı Hudâ-dâdı saʻy ü gayretle istikbâl eylediğinden az bir müddet
zarfında hutût-ı isnâ-ʻaşereden ahz-ı icâzet eyledi. Hele hatt-ı rikʻada hakîkâten
nevâdir-i dünyâdan oldu. Cenâb-ı ahkemü’l-hâkimîniñ yed-i iktidârına tevdîʻ eyle-
diği kudret ve maʻrifetiñ mahsûl-ı kıymetdârı olan baʻzı levhaları ol vakit Diyârbekir
vâlîsi bulunan merhûm Esʻad Muhlis Paşa müşâhede buyurunca takdîr ederek
1266/1850 senesinde eyâlet kalemine devâm ve maʻâş tahsiliyle be-kâm ettirmiş-
tir. Yirmi sene mikdârı hizmet-i kalemiyyede bulundu. 1285/1869 senesinde
vilâyet mektûbî muʻâvinliğine taʻyîn olundu. 1288/1872’de muʻâvinlik ʻunvânı
mümeyyizliğe tahvîl eyledi. 1289/1873’de vilâyet mektûbçuluğuna revnak-bahş
olarak mümtâzü’l-emâsil oldu. Tahrîr-i tezkiremizden bir sene kadar mukaddem
yerine Dersaʻâdet’den dîgeri taʻyîn olunduğundan o gevher-i girân-mâye-i
maʻarifet mahfazasız inci gibi açıkta kaldı.
Tezkiremiziñ zamân-ı ikmâli olan 1296/1879 senesi evâsıtında Diyârbekir,
Maʻmûretü’l-ʻazîz, Sivas vilâyetleri Islâhât ser-komîserliğiyle teşrîf buyuran hamiy-
387
yet-mend-i kadrdân ʻÂbidîn Beyefendi hazretleri iktidâr ve ehliyyetini takdîr ede-
rek vukûʻ bulmakta olan teşkilât-ı ʻadliye münasebetiyle Diyârbekir mahkeme-i
cezâ riyâsetine taʻyînine delâletle taltîf buyurdular. Rütbe-i mütemâyizle de bâhi-
rü’t-temâyüzdürler.
Büyük birâderleri mîrlivâ Selâmî Paşa vâlid-i mâcidimizin kendileri de bü-
yük birâder-i muhteremimiz âti’t-terceme Ahmed ʻÂkif Efendi’niñ yârân-ı kadîmin-
den oldukları gibi gerek kendileri gerek büyük birâderleri üstâd-ı ekremimiz ve
büyük ʻamcamızdan tahsîl-i kemâlât eyledikleri cihetle bir ʻaile efrâdı gibi her
zamân hânemize teşrîf ve istiksâr-ı hâtıra masrûfi-i ʻinayet ve izhâr-ı şeʻâir-i
vefâkârî ve hukûk-şinâsîye her zamân bezl-i ʻâtıfet buyururlar.
Cidden bir edîb-i lebîb olduklarından şuʻarâ-yı evvelîn ve âhirîn ile
müşâʻeresi kesîrdir. Numûne olarak bir ʻadedini derc eyleriz:
Fâtih Sultân Muhammed Hân
Nûrunu bozdu mehiñ zülf ile lutf-ı ʻârızıñ
Âftâba âteş urdu tâb-ı ruhsârıñ seniñ
İbn Kemâl Şeyhülislâm
Cilvesin terk ettirir tâvûsa reftârıñ seniñ
Sükkerin unutturur tûtîye güftârıñ seniñ
Caʻfer Çelebî Kâdîʻasker
Pertev-i hüsn ü cemâlinden hemîşe ey sanem
Berk urur billûrveş ahcâr-ı dîvârıñ seniñ (332)
ʻÂlî Defterdâr
ʻÂrız-ı cânânı korsun nûr umarsın Kaʻbe’den
Zâhidâ bilmem ne gözler çeşm-i bî-dârıñ seniñ
Şevkî-i Şarkî
Olmadım ey meh bu gün ben ʻâşık-ı zârıñ seniñ
Ey ezelden tâ ebed göñlüm giriftârıñ seniñ
Zâtî Bey
Yine hâb-âlûde olmuş çeşm-i hun-hârıñ seniñ
Kangı bezmi etti rûşen şemʻ-i ruhsârıñ seniñ
Ahmedî-i Kadîm
Gül mü zîbâdır letâfette ya ruhsârıñ seniñ
Lâle mi hoştur tarâvette ya dîdârıñ seniñ
Saʻdî-i Sirozî Şâʻir-i Cem
Servi ser-gerdân eder nâz ile reftârıñ seniñ
Nergisi bîmâr eder çeşm-i siyehkarıñ seniñ
388
Nazmî-i Edirnevî
Nerd-i gamda ʻâşıkı zâr etmedir kârıñ seniñ
Nice zârî kılmasın ya ʻâşık-ı zârıñ seniñ
Sunʻî
Nice açılsın göñül ʻâlem gülistânında kim
Ey gül-i ter mesken-i hâr oldu gülzârıñ seniñ
Sezâî-i Kadîm
Kaddiñe servî diyen görmez mi reftârıñ seniñ
Ağzıña gonca diyen bilmez mi güftârıñ seniñ
Fakîrî
Âftâb-ı ʻâlem-ârâdır güherle zeyn olur
Tâb-ı hüsnüñde ʻarak-rîz olsa ruhsârıñ seniñ
Güvâhî
Fitneler dâmın kurar zülf-i siyehkârıñ seniñ
Murg-ı diller anuñ içündür girifitârıñ seniñ
Şemʻî-i Üskûbî
Oynadıkça yâr ile mihr ü muhabbet nerdini
Çıñladır ey dil felekler tasını zârıñ seniñ
Lutfî-i Şarkî
Ey ezelden tâ ebed göñlüm giriftârıñ seniñ
Çâre kıl kim dil bulupdur derd-i efkârıñ seniñ
Kâsım
Göñlümü sihr ile aldı çeşm-i ʻayyarıñ seniñ
ʻAklımı yağmaladı zülf-i siyehkârıñ seniñ
Haydar
Bâğ-ı ruhsârıñ komaz bir dem temâşâ etmeğe
Hey ne bî-insâf olur zülf-i siyehkârıñ seniñ
Şâhidî-i Mevlevî
Çeşme-i cândır meğer laʻl-ı şeker-bârıñ seniñ
Kim verir zevk-ı ebed ervâha güftârıñ seniñ (333)
Fuzûlî-i Bağdâdî
Cândadır subh-ı ezelden mihr-i ruhsârıñ seniñ
N’ola tâ şâm-ı ebed olsam talebkârıñ seniñ
Belîgî
Gülşene kılmaz nazar kim görse ruhsârıñ seniñ
389
Baş eğer mi sidreye cânâ hevâdârıñ seniñ
Hâletî ʻAzmî-zâde
Şemʻ-i bezm olsa ʻadûya tâb-ı ruhsârıñ seniñ
Hicr ile bî-tâb olur ʻuşşak-ı gam-hârıñ seniñ
Hisâlî Defterdâr
Cân bağışlar mürdeye lâʻl-i şeker-bârıñ seniñ
Tûtiyi gûyâ eder âyîne-ruhsârıñ seniñ
Ümnî-i Âmidî
Cevher-i ʻakl-ı ʻazîziñ kadri nâ-peydâ olur
Zîb-i bâzâr olsa ger laʻl-i güher-bârıñ seniñ
Nâbî-i Ruhâvî
Gamzeler dâd ü sitedde çârsû-yı fitnede
Gayrılarla korkarım var gizli bâzârıñ seniñ
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Cilveger berg-i gül-i rûyuñda reng-i inkılâb
Dehşet-i gül-çîni görmüş gibi ruhsârıñ seniñ
Sıdkî-i Erzurûmî
Leb kızıl ruhlar kızıl destiñde câm-ı mey kızıl
Kim kızıl dîvâne olmaz görse etvârıñ seniñ
Saʻîd Paşa-yı Âmidî
Senden ümmîd-i vefâ etmek ʻabesdir ʻâşıka
Ya cefâdır ya tegâfül ya sitem kârıñ seniñ
ʻAvnî-i Âmidî Müdîr-i Evrâk-ı Vilâyet
Nükhetinden ser-te-ser olmuş muʻattar kâ’inât
Oldu güllerle muhammer hâk-i gülzârıñ seniñ
Feyzu’llâh Râ’if-i Âmidî sâhib-terceme
Derd-i ʻaşkıñla bu rüsvâlıklarım ʻayb eyleme
Ben değil olmuş bütün ʻâlem giriftârıñ seniñ
Hayâlî-i Âmidî
Pey-rev ol Râ’if Efendî’ye Hayâlî nazmda
Şâʻirân tahsîn edegördükte güftârıñ seniñ
Emîrî-i Âmidî câmiʻu’l-hurûf
Dâ’imâ bezmiñde hâmûş olmaya bâ’is budur
Kesmeyem gafletle bir gün tâ ki güftârıñ seniñ
390
Şehrimiziñ ekser nev-resîdegânı hatt-ı rikʻayı bu zât-ı ʻâlî-kadrden temeş-
şuk ederler. Meşk sûretiyle yazdığı sevimli ve pek güzel kelime veya satırları gören-
ler, o kıymetdâr yazıdan nazarlarını (334) katʻ etmek istemezler. Müteʻallimleriñ
yazıları altına taʻlîm sûretiyle yazdığı kelimeleri görmeye müştâk olanların biri de
bu muharrir-i hakîrdir. Kendilerinden temeşşuka kesret-i rağbet hasebiyle pek çok
teshîlât icrâ buyurmakta oldukları hâlde hânesinde oturduğu çârşû bazara ve-
yahûd ahibbâsı hânesine gittiği esnâda yine izdihâm-ı talebeden baş alamazlar.
Baʻzılarınıñ sâʻatlerle beklediği vâkıʻ olur. Baʻzı murakkaʻât ve levhaları erbâbı
ʻindende mevcûd ve mevkiʻ-i tebcîl ü ihtirâmda mahfûzdur.
Ahibbâsıyla ülfet ü muhabbeti samîmâne ve herkesle muʻâmelesi mülte-
fitâne ve dil-nüvâzânedir. Kitâbeti zarîf ve eşʻârı da latîftir. Bir gazel-i ʻâlîleriyle,
âti't-terceme Saʻîd Paşa hazretleriniñ bir gazel-i mutarralarına imlâ eyledikleri
tahmîs-i nefîsi derc eyleriz:
Pertev-i hüsnü o şûhuñ meh-i tâbâna değer
Meh-i tâbâna değil mihr-i dırahşâna değer
Tahmîs:
Kaddiñe karşı o dem kim gözlerimden su gelir
Zann eder seyr eyleyen serve mukâbil cû gelir
Nev-bahâr oldukça elbet bâğa reng ü bû gelir
Basdırır bir gün ruh-ı âlıñ hat-ı dil-cû gelir
Böyledir bâğ-ı melâhat gül biter şeb-bû gelir
391
Vâsıl olmuş mansıb-ı ʻaşkıñ göñül gâyâtına
ʻÂlemiñ meyl eylemem ikbâline dârâtına
ʻAşkımıñ eyler kifâyet hâl-i dil isbâtına
Mazhar oldukça göñül yâriñ tecelliyâtına
Gûşuma âvâz-ı leyse’l-bâkî illâ hû 1 gelir
1
Bâkî olan ancak Allah’tır.
392
Mütevâzıʻ, halûk-ı dervîş-nihâd olduklarından tarîkat-ı ʻaliyye-i Kâdiriyye’ye
dahi kesb-i intisâb ederek icrâ-yı âyîn-i dervîşâne ile me’lûfturlar. İskender Paşa
hânedânından vâlîler, sancak beyleri, mütesellimler ve sâ’ir ümerâ ve vücûh ve
üdebâ yetişmiştir. Bu cümleden İskender Paşa ile mahdûmları Ahmed Paşa ve
Dervîş Bey’iñ terâcim-i ahvâlleri yukarıda mürûr etmiş olduğu gibi baʻzıları da âti-
yen gelecektir.
Nâbî merhûm zamânında bu ʻâileden baʻzısı Diyârbekir mütesellimliğinde
bulundukları Cenâb-ı Nâbî’niñ Kastamonu ve Şâm eyâletleri mütesellim-i sâbıkı
olup ol vakit Diyârbekir’de bulunan Halîl Ağa’ya yazdığı latîfeli bir mektûbuñ şu
ʻibâresinden müstebân oluyor:
“Mütesellim-i vakt İskender Paşa-zâde ile hem-zânû-yı mücâlese-i ihtilât
oldukça Şâm ve Kastamonu’da güzerân eden lezâ’iz-i evkât-ı hükûmeti ve âh-ı
cângâh-ı bî-ihtiyâr ile künc-i âteşgede-i zamîriñizde muhtefî olan derd-i hasreti ehl-
i meclise teblîğ etmeden hâlî olmasañız gerektir.”
Müşârun-ileyh Yûsuf Râ’if Bey de vatana hizmet maksadıyla baʻzı
me’mûriyyetlere rağbet buyurmuşlardır. 1285/1869 senesinde vâkıʻ olan teşkilât-ı
vilâyet sırasında rikâb-ı hümâyûn kapıcıbaşılık rütbe-i muʻteberesiyle meclis-i
temyîz-i hukûk ve cinâyet aʻzâlığında bulunuyorlardı. 1287/1871 senesinde dîvân-ı
temyîz-i vilâyet aʻzâlığına taʻyîn buyuruldu. 1289/1873’de aʻzâlık nâmı mümeyyiz-
liğe tahvîl olunduğu esnâda kemâkân sâye-bahş-ı mevkiʻ-i istihkâk idi.
Tezkiremiziñ hitâm-ı tahrîri olan 1296/1879 senesine kadar gâh bu misillü
hidemât-ı me’mûriyyete sâye-bahşa ve gâh (336) husûsât-ı zâtiyyeleriyle evkât-
güzâr-ı subh u mesâ olmaktadırlar. İnşâd-ı eşʻâr husûsunda selîka-i mahsûsayı hâ’iz
ve bi’l-hâssa lisân-ı tasavvufa âşinâ bir edîb-i mütemâyiz olduklarından eşʻâr-ı dil-
ârâları mutasavvıfânedir. On sene mukaddem İskender Paşa Câmiʻ-i Şerîfi’niñ hâric
kemerleri bir hareket-i arzdan münhedim ve o kıymetdâr sütûnlarıñ baʻzıları
zemîne düşerek münşakk olması üzerine yeñiden binâ ve inşâsına bezl-i nakdîne-i
himmet eylemiş ve sûret-i inşâsına dâ’ir maʻ-ebyât târîh-i latîf inşâd etmiştir. Bu
gazel-i hakâyık-pîrâ âsâr-ı mutasavvıfânelerindendir:
Sebû-yı bâde-i vahdetle ben ʻişretteyim şimdi
Olup ser-mest ü şeydâ vâdi-i hayretteyim şimdi
393
Sadâ-yı len terânî’den ʻaceb dehşetteyim şimdi
1
“Zemininden ırmaklar akan (Cennetler)” Tevbe 9/100. Âyetten iktibas.
394
Şeh-nişîn-i bî-bedel cây-ı ferah-zîbâ binâ (sene, 1139/1727) (337)
395
Feryâd u figâna sebeb ol gonca dehândır
Terk eyledi ben bülbülünü hayli zamândır (338)
Şeyhülislâm Yahyâ Efendi
Berg-i zer-i pür-nakş ile gülşende vezândır
Gûyâ ki sabâ gâşiye-ber-dûş-ı hazândır
Şeyh Müştâk-ı Bidlîsî
Bir bûse niyâz eyledim ol gonca-dehenden
Geldi dedi sabr eyle efendi Ramazân’dır
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Gerçi görünür baʻzı galat şiʻri Hafîd’iñ
Esb-i hüner-i kilki yine hoş-cevelândır
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Esrâr-ı femiñ rûhuma vermem seniñ ey şûh
Sandûka-i sînemde o bir dürr-i nihândır
Esʻad Muhlis Paşa Diyârbekir vâlî-i esbakı
Hicriñle ten ol mertebe bî-tâb ü tüvândır
Sensiz baña cânım dahi bir bâr-ı girândır
Rızâ-yı Yeñişehrî-i Âmidî
Bî-rengidir ârâyiş-i nev-kâle-i rindî
Sermâyesi bî-nâmî vü nâ-kâmı dükândır
Saʻîd Paşa-yı Âmidî
ʻUşşâkı utandırdıñ edip gayra mürüvvet
Bârî bize de lutf edip agyârı utandır
Râ’if-i Âmidî sâhib-terceme
Ahvâl-i perîşânımı söylersem o yâre
Der ki şuʻarâ sözleri hep böyle yalandır
Emîrî-i Âmidî Camiʻu’l-hurûf
Maksûd-ı hakîkî baña iʻlâ-yı vatandır
Yok gizlice bir maksadım Allâh’a ʻayândır
Hâmî-i Âmidî
Gerdiş-i câm-ı mey-i gül-fâma hâcet koymadıñ
Kûşe-i çeşmiñle ey sâkî harâb ettiñ beni
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Vaʻde-i nâ-üstüvârıñla harâb ettiñ beni
Tâ-be-mahşer vakfe-gîr-i ıztırâb ettiñ beni
396
Râ’if-i Âmidî sâhib-terceme
Sunduñ ey sâkî baña bezm-i muhabbet câmını
Ol şarâb-ı nâb ile mest ü harâb ettiñ beni
Câmî-i Âmidî
Olmasa bir şeb o meh mecliste ʻuşşâka olur
Sohbet-i yârân müşevveş bâde-i gül-fâm telh
Râ’if-i Âmidî
Nakl-i laʻliyle olur kand-ı mükerrerden lezîz
Çekme gam sâkî sunarsa bâde-i gül-fâm telh (339)
Refîʻ-i Âmidî Lebîb-zâde
Kâmetiyle gül-ruhun seyreyleyen ol mehveşiñ
Şâh-ı gülden meh tulûʻ etmiş dese olmaz ʻacîb
Râ’if-i Âmidî
Yalıñız bir ben değil ol gül-ʻizârıñ mâ’ili
Bâğ-ı hüsnünde hezârân ben gibi var ʻandelîb
Kâmî-i Âmidî
Deheniñ goncasını gördüğü dem bülbül-i rûh
Cânı elbette diler şevkıñ ile laʻl-i sabûh
Râ’if-i Âmidî
Sâki lutf eyle meded sun baña bir câm-ı sabûh
Dil-i bîmârıma ol cürʻa ile gelsin rûh
Kâmî-i Âmidî
Tabʻ-ı dûnu terbiye kılsın nice lâlâ-yı dehr
Çünki zâtında gerektir âdemiñ ʻizz ü şeref
Râ’if-i Âmidî
İʻtibâr etmez cihânıñ rütbe-i bâlâsına
Oldu ʻizzetle bu göñlüm sâhib-i ʻizz ü şeref
Kâmî-i Âmidî
Bir harâmî-zâde âhir rahnedâr eyler seni
Çek çevir kendiñ amân meyl eyleme bî-gâneye
Râ’if-i Âmidî
Sûret-i hüsnüñ göreydi halk-ı ʻâlem tâ ezel
İʻtibâr etmezdi kimse cânib-i büt-hâneye
Kâmî-i Âmidî
Hidâyetle münevver olmayan eşhâsa aldanma
397
Gerek ʻallâme-i ʻâlem gerek kutb-ı cihân olsun
Râ’if-i Âmidî
Hemân yârim baña yâr olsa agyârım cihân olsun
Ne bâkim zümre-i aʻdâ bütün şîr-i jiyân olsun
Emîrî-i Âmidî Câmiʻu’l-hurûf
Hamiyyet ehliniñ ʻankâ-yı sît-i ʻadline yâ Rabb
Sipihriñ kubbe-i pür-ihtişâmı âşiyân olsun
Râ’if
Hâk-pâyıñ etmişim iksîr-i iʻzâm iʻtikâd
Zerrece yok fâ’ide kibrît-i ahmerden baña
Emîrî
İstemem minnet ile gönderse Cibrîl-i emîn
Meyve-i huld-ı berîni ʻarş-ı ekberden baña
Râ’if
Tâ kıyâmet bâkidir nakş-ı muhabbet sînede
Sarf-ı ikdâm etse imhâya bütün ehl-i fesâd
Emîrî
Zulmet-i çâh-ı cehennemdir belâ-yı ihtilâf
Zînet-i ʻarş-ı muʻazzamdır ziyâ-yı ittihâd (340)
Râ’if
Olmuş bize pîr-i ezelî Hayder-i saf-der
Dâmâd-ı Resûlü’s-sakaleyn Fâtih-i Hayber
Emîrî
Meh-pâre mi bu yoksa ki insân sıfatında
Halk eyledi bir berk-ı belâ Hâlık-ı Ekber
Râ’if
Bâda verdiñ varımız âsûde-hâl olduk bu gün
Râhımız düşvârdır bâr-ı girânı neyleriz
Emîrî
Tâ’ir-i âfâk-ı ʻaşkız bizde yok hâl-i sükûn
Lâ-mekân ʻankâsıyız biz âşiyânı neyleriz
Râ’if
Kûşe-i vahdette ol herkesle etme ihtilât
Râzıñı her nâ-kese fâş etme eyle ihtiyât
Emîrî
398
Öyle müfsidler çıkar baʻzen benî âdemde kim
Havf eder etsin anuñla rûh-ı şeytân ihtilât
Râ’if
ʻÎd-i edhâ mevsiminde her kişi kurbân keser
İşte ben kurbân saña artık ne lâzımdır ganem
Emîrî
İhtilâf îcâd eden dâ’im ʻukûlüñ ʻaczidir
Yoksa olmuştur bütün âsâr-ı kudret muntazam
Râ’if
Bisyâr-ı kerem eyledi Râ’if baña ol yâr
Kûyında fedâ olsun aña cism ile cânım
Emîrî
Yâriñ gazab-ı gamze-i hûn-rîzini görsem
Âyîne olur çeşmime ferdâ-yı cihânım
Râ’if
Muhabbet neş’esiyle mest olup maksûda erdim ben
Nigâh-ı iltifât-ı sâkî-i devrâna yalvarmam
Emîrî
Sıkıldım mürtekiblerden şu ʻâlî kubbe altında
Marîz-i gayretim zehr isterim dermâna yalvarmam
Râ’if
Dâ’imâ agyâra şefkat ʻâşıkâna zulm eder
Kadr u kıymet bilmeyen dildâr elinden el-emân
Emîrî
Zehr-i zulmü rüşvet-i mesmûmu nâfiʻ ʻadd eden
Mülkü berbâd eyleyen gaddâr elinden el-emân (341)
Râ’if
Hatâdır Râ’if’e hercâyi dildâra göñül vermek
Kişiniñ pest olur kadri nasıl merd-i ʻazîz olsa
Emîrî
Hakîkî ehl-i himmet inhirâf etmez sebâtından
Cihân tûfâna dönse hâl-i ʻâlem rüste-hîz olsa
Râ’if
Nice sabr eylesin Râ’if zalâm-ı şâm-ı hicrâna
Kamer talʻatli yârim meh-cebînim nerde ben nerde
399
Emîrî
Metîndir re’yim ammâ ʻazmime yârân muhâliftir
ʻUlüvv-i himmet-i re’y-i metînim nerde ben nerde
Râ’if
Kemâl-i maʻrifet bulmak dilerseñ benliği terk et
Sakın ardınca gitme nefs-i gaddârı helâk eyle
Emîrî
Vatan firdevse dönsün muʻcizât-ı istikâmetten
İlâhî mürketib hâ’inleri kahr u helâk eyle
Râ’if
Gehî mest ü gehî hüşyâr gehî sâkit gehî perrâr
Dolaşır ʻâşıkân her bâr ser-i kûy-ı dil-ârâyı
Emîrî
Giyince dûşuma derd-i ʻalâ’ik sardı etrâfım
Sanırdım ben giyen bî-derd olur semmûr u dîbâyı
Râ’if
Visâliñ vakti geldi güller açtı nev-bahâr oldu
Keremler lutf ü ihsânlar olur ʻuşşâk-ı şeydâya
Emîrî
Yine hâb-ı cehâletten ayılmaz merdüm-i gâfil
Eğer biñ ʻilm ü hikmet âftâbı doğsa dünyâya
Âtiyen dahi birçok nezâ’ir elvâhında âsârı görülecektir. Dîvân-ı eşʻârı mü-
retteb ve inşâsı zarîf ve aʻzebdir. Pederimiziñ bacanağı olmak cihetiyle hasbe’l-
karâbe mecmûʻa-i eşʻârını ser-â-pâ mutâlaʻa eylediğim gibi birçok gazellerini tanzîr
ederek kendilerine irâ’e eyledikçe, ceyb-i iftihârımı nukûd-ı takdîr ile mâl-â-mâl
buyururlar.
Halûk, beşûş, halîm, mütevâzıʻ, ʻârif, ahvâl-i ʻâleme vâkıf, sâhib- hüner ve
maʻârif bir merd-i kâmildir. İşbu tezkiremiziñ tahrîri esnâsında mecmûʻa-i eşʻârını
ahz eylediğimden hâlâ nezdimde mevcûddur. Baʻzı gazelleriniñ bâlâsında Yûsuf
Râ’if Hâmî-zâde ʻibâresi muharrerdir. Hâmî murhûmuñ ve sâ’ir şuʻarânıñ gazelleri-
ni tahmîs ve baʻzı kasâ’id ve târîhler de inşâd (342) etmiştir. Fârisî gazelleri de
vardır. Şu gazeli mecmûʻa-i eşʻârından tahrîr eyliyoruz:
Bu şeb meclisde gördüm mest-i nâzım deste câm almış
Bu lutf-ı tabʻ ile Hâtem gibi ʻâlemde nâm almış
400
Makâm-ı nağme-i mutrib usûl-i nâle-i tanbûr
Bu hây u hûy-ı rindâneyle meclis intizâm almış
401
yelerle teşhîr ve teş’im eder ve baʻzı me’mûrîn-i hükûmetiñ zulm ü iʻtisâfından bî-
zâr olan fırkalarla hem-âheng-i vifâk u zulm-dîde ve zahm-hûrdelerle revâbıt-
nümâ-yı ʻahd ü mîsâk olurdu.
Evâ’il-i hâlinde olan vakâyiʻindendir ki, bir gün gücendiği bir zât hakkında
mevzûn hicviyye tanzîm ve iʻtâ etmiş. O zât bu hicviyye neşr olunmayıp şakk u
güm-nâm edilmek şartıyla kendisiyle pazarlığa girişerek nihâyet bir top Hind ku-
maşıyla sulha irzâ etmiştir. Hâlbuki câ’izeyi aldıktan soñra hicviyye yine neşr olun-
muş idi. Şu beyt ondandır: (343)
Kapkara çehresi çömlek gibidir
Çıkacak gözleri şimşek gibidir
1225/1810 hudûdunda tekmîl-i nesh-i ʻilmiyye ederek kibâr-ı ʻulemâ-yı
memleketten sâbıku’t-terceme müftî-i esbak ʻAbdulhamîd Efendi merhûmdan
me’zûn ve mücâz olmuştur. Baʻdehû zînet-bahş-ı medâris-i şehr ve meşgûl-i ahvâl-
i dehr oldu. Sinn-i ʻâlîleri hudûd-ı erbaʻîni tecâvüz eyledikten soñra ʻulûm-ı
bâtıneye sûret-i meyelân göstermiş ve bir mürşid-i muhakkık taharrîsi esnâsında
Mevlânâ Hâlid Ziyâ’üddîn hazretleriniñ havârık-ı kemâlâtını işiterek makarr-ı
kerâmet-penâhîleri olan ʻIrâk cihetine ʻazîmet eylemek niyetinde iken şeyh
müşârun-ileyh hazretleri Şâm-ı Şerîf’e muhâceret etmek üzre Urfâ’ya teşrîf bu-
yurmakta olduklarını haber alarak şehr-i mezkûre şitâb ve hâk-pây-ı cenâb-ı ʻazîze
rû-mâl ile kâm-yâb olmuş idi. Cenâb-ı şeyh, Şâm-ı Şerîf’e vâsıl olduktan soñra if-
tirâklarına tahammül edemeyip Şâm-ı Cennet-meşâma ʻazîmet eyledi.
İbtidâ Cenâb-ı şeyhiñ halîfeleri Şeyh Ahmed Efendi terbiyeleriyle kâmver
ve ondan soñra hizmet-i hazret-i şeyh-i ʻâlîde altı sene mikdârı beste-kemer ol-
muştur. İctihâdât-ı ʻazîme ve riyâzet-i cesîme ile vâsıl-ı ʻilm ve ʻirfân-ı bâtın oldu.
Şeyh-i kerâmet-pîrâlarınıñ emr ve telkîniyle memleketine ʻavdet ve neşr-i ʻulûm-ı
ʻâliyye ile imrâr-ı vakt ü sâʻat eyledi. Baʻzı vülât-ı kirâmıñ vâkıʻ olan teklîf ve
ibrâmları üzerine ol vakit hükmünce mansıb-ı muʻtenâdan olan jurnal kitâbetini de
bir müddet kabûl ederek ol sûretle te’mîn-i maʻîşet eyledi.
1254/1838 senesinde kitâbet-i mezkûre ʻuhdesinde olduğu hâlde mevâlî-i
kirâm silsilesine dâhil olarak ʻuhde-i fâzılânelerine hâric-i pâyesi tevcih buyruldu.
1256/1840 senesi hilâlinde meclis-i kebîr-i eyâlet aʻzâlığına taʻyîn olundu.
1260/1844 hudûdunda ʻâlem-i firdevse hırâmân oldu.
Levha-i nezâ’irinden bir kıtʻa tahrîr olunur:
Sultân Bâyezîd Hân-ı Velî
Eyledim dilde hayâl-i çeşmiñe bağrım kebâb
Dostum maʻzûr ola hayrü’t-taʻâm-ı mâ-hazar
Sultân Süleymân Hân-ı Kânûnî
Ol kemân-ebrû kaçan kim nâz ile çeşmin süzer
Sînede durmaz hadeng-i gamzesi eyler güzer
402
Sultân Ahmed Hân-ı Sâlis
Biz safâ ile neşât-âbâdı ettik müstakar
Saña da ey gam ʻadem-âbâda lâzımdır sefer (344)
Şeh-zâde Cem ibn Fâtih Sultân Muhammed Hân
Kondu çün kim hâne-i câna belâ vü derd ü gam
Bunca mihmâna ʻaceb yetmez mi bir biryân ciğer
Şeh-zâde Korkud ibn Bâyezîd Hân-ı Velî
Tûtyâ-yı hâk-i pâyıñdan eden katʻ-ı nazar
İki gözümse gerekmez çıksın ey nûr-ı basar
Şeh-zâde Bâyezîd ibn Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Hâk-ı râhıñda makâmım dilde mihriñ var iken
Hey maʻâza’llâh gerekmez taht-ı ʻâc u tâc-ı zer
Şeyhî-i Kadîm
Ey sabâ ger menzil-i cânâna kılarsañ sefer
Gülşen-i cândır gözümden gözle rûşen kıl nazar
Resmî-i Kadîm
Gözlerim hicriñde cânâ nice bulsun zîb ü fer
Kim bu rûşendir izâ câ’e’l-kazâ ʻumye’l-basar 1
Me’âlî
ʻÎd-i kudrette kurulmuş âsmân dolabdır
Hûblardır çarh urur binmiş aña şems ü kamer
Şemʻî-i Üskûbî
ʻÂşık-ı sâdıklara düşmenler etmez ettiğin
El-hazer ey dostlar ol bî-vefâdan el-hazer
Münîr-i Kadîm
Dil hadeng-i gamzeñe göz göre vardı verdi cân
Çâre ne çünkim izâ câ’e’l-kazâ ʻumye’l-basar 2
ʻUlvî-i Kadîm
Ey ki şevkından cemâliñ mahv olur şems ü kamer
V’ey ki zevkından makâliñ su olur şehd ü şeker
Seyyid Feyzî Bey
Ey kaşı yâ nâveki gûyâ ki olmuş ney-şeker
1
“Kaderde olan başa geldiğinde göz kör olur” anlamında Arap atasözü.
2
“Kaderde olan başa geldiğinde göz kör olur” anlamında Arap atasözü.
403
Lezzet-i zahmı ölüm acılarını defʻ eder
Sıdkî-i Belgradî
İster iseñ nefs ü şeytân bulmasın saña zafer
Sâde-dil ol levh-i dilden mâ-sivâ nakşın gider
Hisâlî Defterdâr
Görmedim sâkî sürâhî gibi zarf-ı müstakar
Bezm-i meyde ʻahdine durmaz döner peymâneler
Kâsım Râsim-i Âmidî sâhib-terceme
Sen kuzusuñ sevdiğim çıkma koyundan kıl hazer
Değmeye tennûrdan tâ kim ten-i nûra zarar
Kâmî-i Âmidî
Erse de maksûdına encâmı nâ-mesʻûd olur
Olmayınca dilde ihlâs ü muhabbetten eser
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Sû-i meslek kimseye yâ Rabb tabîʻat olmasın
Müfsidi ifsâda îcâb-ı tabîʻat sevk eder (345)
Müşârun-ileyhiñ şuʻarâ ile bu misillû müşâʻaresi ve ʻulemâ ile müdâvelesi
kesîrdir. Hattâ ʻallâme-i şehîr Küçük Ebû Bekir Efendi hafîdi mütehayyizân-ı
ʻulemâ-yı memleketten âti’t-terceme Râgıb Beyefendi merhûm gibi bir zât-ı muh-
terem, şâʻir-i meşhûr-ı ʻArab “Ferezdâk” ismine yazdıkları lügaz üzerine “Şerhu
lügazı ismi Ferezdâk li-Kâsımi Râsimi’l-Âmidî”1 ser-levhasıyla ve zîrine de “ve zâli-
ke’ş-şerhü eydan”2 ʻilâvesiyle iki şerh-i bedîʻ tahrîr etmişlerdir.
ʻİbâdât ü tâʻat ve neşr-i fezâ’il ü kemâlât ve ashâb-ı ihtiyâca muʻâvenât-ı
mekârim-i gâyât ile muttasıf bir zât-ı ercümend ve hulâsa hitâm-ı dünyâ-yı nâ-
pâydâr içün ebnâ-yı cinsine Firʻavn kesilen haksızlarıñ Mûsâ-yı kahhârı bir hamiy-
yet-mend idi. Bu zât-ı ʻâlî-kadriñ dahi terceme-i ahvâl-i fâzılâneleri zamânında
yazılan kütüb-i edebiyyede ve ez-cümle Fatîn Efendi Tezkiresi’nde bile gayr-ı mu-
harrerdir. Yalıñız kâdîʻasker Esʻad Efendi merhûmuñ hatt-ı destiyle bir mecmûʻasını
gördüm ki, 1252/1835 senesinde Îrân sefâretinden ʻavdet eylediği esnâda Çârşen-
be kazâsında müşârun-ileyh ile mülâkât eylediğini bi’l-beyân bâlâda tahrîrimize
karîb bir sûrette kâdîʻasker Esʻad imzâsı altında ʻaynen şu satırları tahrîr etmiştir.
Nâmı Kâsım’dır. Beldesi Âmid’dir ve serrâc-zâdedir. Şevk-ı hazretle Şâm’a
varıp nazar-ı îşân ile az vakitte mazhar-ı ʻilm ü ʻirfân olup ibtidâ, halîfe-i hazret
Ahmed Efendi’den dâhil-i tarîkat baʻdehû, hizmet-i hazrette beş altı sene bulunup
elsine-i selâsede nazmen ve nesren tahrîr-i kelâma kâdir olmuştur. Ve dîvân dahi
1
“Ferazdak” ismine yazılan lügaza Râsim-i Âmidî’nin şerhi.
2
Bu şerh de O’na aittir.
404
tertîb etmiştir. Îrân sefaretinden ʻavdet ederken Çârşenbe kazâsında mülâkât
olundu. (Fî 9 Şaʻbân, sene 1252/1837) Fuzûlî merhûmuñ şu matlaʻ-ı meşhûru üze-
rine icrâ eylediği terciʻ-bend-i üstâdâne ve belîgâneleri tahrîr olundu:
Ülfet-i ʻaşk ile nâzik idi ol rütbe tenim
Gûyiyâ bâr-ı girân idi aña pîrehenim
İşte oldum mütecerrid dahi yoktur hazenim
Gayrı esbâba komuştur beni böyle edenim
Penbe-i dâğ-ı cünûn içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
405
Penbe-i dâğ-ı cünûn içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
406
Vâkıf-ı esrâr-ı tefsîr-i kelâm-ı kibriyâ
Hâdim-i ʻilm-i hadîs-i hazret-i hayrü’l-enâm
1
Müşârun-ileyh Âlûsî-zâde Mahmûd Efendi hazretleri Dersaʻâdet’e sûret-i ʻazîmetini yollarda ve
Dersaʻâdet’de görüştüğü zevâtı ve sâ’ir ahvâl-i seyâhatı hâvî “Neşvetü’ş-şümûl fi’s-seferi ilâ
İslâmbûl”, ve “Nüzhetü’l-elbâb ve Garâibü’l-igtirâb fi’z-zehâbi’l-ikâmeti’l-iyâb” isimlerinde iki kıtʻa
seyâhat-nâme-i kıymetdâr tahrîr eylemiştir. Müşârun-ileyh hazretleriniñ hatt-ı imzâ ve mühr-i ʻâlîleri
tahtında olarak her ikisi dahi sâ’ir baʻzı âsâr-ı mübecceleleriyle berâber bu ʻabd-i ʻâcizde mevcûddur.
347.
407
nikâti’l-garîbeti’l-mardiyye. Mâ yugnî derrahâ ʻan tenâvüli handerîsi külle aʻcûbihi.
Ve âtî fî-külli bâbin bi-mâ hüve faslu’l-hitâbi. Ve ezhera mine’l-lübâbi. Mâ yübhiru
zevi’l-elbâbi. Fe-küllehû Sünûhâtü kudsiyye. Tetezammenü mevâhibü li-deniyyeti
ve ibkâri efkâri Âmidiyye. Tehkî Fütühâtü Mekkiyye. Ve bi’l-cümleti hüve müfredün
lem-tesmaʻ tesniyetehu. Ve cemʻu celîlü sellemet bi-niyyetihî. Velâ bedeʻa fe-kad
ellefehü’l-Mevlâ el-imâm elîfü’l-kemâl ve halîfü’l-mefâhir. Ve ezâle fîhi’l-ibhâmi ve
hallele’l-eşkâli min-taʻakkudi ʻinde zikrihi’l-hanâsıri. Vâhidü’l-ʻulemâi’l-ecilleti’s-
sâdihî. Ve’s-sânî alâ-mansati’l-irşâdi ve’l-ifâdeti ʻatufe’l-visâdihî. El-ʻâlimü’l-lezî
mele’ü’l-meli fahrehû. Ve’l-ʻilmü’llezî zeyyene ceyyidü’l-ʻalâderrihî. Saʻdü’d-dîn
ve’s-seyyidü’s-senedi. Ve ʻazade’l-millete’s-sâmî semmü’l-keffi’l-hadîbi alâ-zirâʻi’l-
esedi. El-mevla’llezî hâze’l-lutfü cemîʻahû. Felem yestetib merretâdî fî-Diyârbekiri
illâ rabîʻahû. Ebu’l-fütûhi Vecîhü’d-dîn e’s-seyyid Ahmed Râşid Edendi. Kâne’llâhü
ʻazze ve celle lehû fî-mâ yesera ve yübdî. Ve innî li-aksami bi-hayâtihî. Ve mâ-
evdeʻa fî-aksâmi Sünûhâtihi. Lekad etâ bimâ testehsenehü’r-rivâye. Ve bihî li-
tâlibi’l-muhâverâti’l-edebiyyeti hidâyete ve kifâye.”
Müşârun-ileyh Ahmed Râşid Efendi hazretleriniñ Mûsul ʻulemâ-yı be-
nâmından Sâlihü’s-Saʻdî Efendi merhûma yazdıkları ʻArabiyyü’l-ʻibâre manzûm
mektûb-ı sünûhât-pîrâları teberrüken tahrîr olunur:
Hamden li-ferdin câmiʻa lâ-yecmeʻu
Maʻatün cevvâdü cûdehû lâ-yemneʻu
Min-suvveri’l-insâni min-salsâlin
Müşekkilen bi-ahseni’l-eşkâli
Ve âlihî ve sahbihi’l-efâdıli
Min-câhidi ve efi’llâhe ehlü’l-bâtılı
Ve baʻde zâ ihdâ’s-senâi’l-vâfî
408
Reyyânün min-rahîkın vedde sâfî
Yesûkahu’ş-şevki bi-savti’l-velihî
Fe-huve bihî yekteʻu külle mühimmehû
Yeklakahu’l-vecdi li-hıdivvi’l-hâdî
Fe-yektefiyu’r-râ’ihu esere’l-gâdî
Tukavvidehû bi-dâriki’l-etvâki
Zuhren ve bi’l-ʻaşiyyi ve’l-işrâki
Bahru’l-maʻânî maʻdenü’l-mesâ’il
Yugnî bi-dürrin fîhi külle sâ’il
Sâliha’s-Saʻdiyyu üstâzü’l-verâ
Lâ-zâle fi’l-âfâkı bedran enverâ
409
Feyâ raʻiye’llâhu zemânen lî-medâ
Fî zıllı zâke’l-bâne gırran ve enkadâ
410
Edahet bihâ sahîhaten tekâsürî
Min-baʻdi mâ kâne’l-cevvi mekâsürî
Ve es’elü’l-âlihî en yenfeʻanâ
Bi-tûli ʻumrihî ve en yecmeʻanâ
Tevâteret resâ’ilü’s-sultâni
Fî-sâmini’l-eyyâmi min-şaʻbâni
411
Ve şâʻa fi’l-aktâri tarren ve işteheri
Yü’ti’l-ahibbâi’l-ezâ ve’l-hüznâ
Yeblîhim minhu belâ’en hüsnâ
Ve ûtiye’l-fursati ehlü’n-nâri
Fe’l-hükmü li’l-müheymini’l-kahhâri
Bi-hazreti’l-vâlidi tazbehu’l-veledi
Tettehizü’l-hilâ’i câmiʻu’l-beledi
412
Ve kad guddet ʻasâkirî muhtasara
Hıffet bihim mine’l-cihâti’l-kefere
Yehtike ʻarzu’l-mü’mini’l-muvahhidi
Re’yü’l-ʻayâni küllü kâfirin reddi
413
Sümme’llezî ercûhu minke yâ senedi
En tebzele’l-ahbâre fî-külli emedi
Lâ-zâlet fî-hıfzi’l-âlihi’l-fâtıri
Ve tîbe ʻîşe ve safâi hâtırı (351)
Müşârun-ileyh Ahmed Râşid Efendi hazretlerine fâzıl-ı şehîr ve ʻallâme-i
nihrîr Sâlih Efendi es-Saʻdiyyü’l-Mûsulî merhûmuñ cevâb-ı ʻâlîleridir:
Hamden li-rabbî münzile’l-kitâbi
Râziku men yeşâ’u bi-lâ hisâbi
Mukedderü’l-cemʻi maʻa’t-tefrîkı
Ve câbirü’l-kesri ʻale’t-tahkîki
Ve âlihî ve sahbihi’l-ekârimi
Men ʻadlû fî-kısmeti’l-ganâ’imi
Teheyyecehu’llezî keriye’l-haddü’l-hâdî
Fe-leyse yedrî sâniyen min-hâdî
İle’l-ahi’n-nedbi’z-zekiyyü’l-evhadi
Neclü ʻazîzin en-necîbü Ahmedi
414
Men kad hakiye’r-ravzu’l-matîru halekahû
Ve hâke min-berûdi sunʻâ netakahû
Hullû’l-hadîsi hüsnü’l-muhâdirihî
Yehdî ile’l-celîsi külle nâdirihî
İz nümezzicü’l-ceddi bi-sâfi’l-hezeli
Beyne rakîki şiʻrinâ ve’l-cezeli
415
Ve in tes’elû ʻani’l-ahvâli
Ve keyfe ʻâdü’l-emri fi’l-me’âli
Min-cevri zâlike’z-zalûme’t-tâgî
El-hâriciyyü’n-nüzüli’l-le’îmi’l-bâgî
Ve in tebellega’s-selâme minnâ
Cemîʻu men yes’elü ʻannâ minnâ
Lâ-zâlet fî-hıfzi’l-âlihi’l-münaʻʻimi
Tehtâle men naʻmâhu fî-müsehhimi
Mine’l-muhibbi zi’l-heviye’r-rasîn
Sâlihu’s-Saʻdî takıyyu’d-dîn
Fâzıl-ı müşârun-ileyh Ahmed Râşid Efendi hazretleriniñ şuʻarâ-yı eslâfa
nazîreleri ve yârân-ı muʻâsırîn ile müşâʻaresi vâfirdir, bir mikdârı irâ’e olunur:
416
Râşid-i Âmidî sâhib-terceme
Fârig-i bûd-ı ne-bûd etti bizi cürʻa-i mey
Çekmeyiz ʻâlem-i fânîde gam-ı nîst ü hest
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Râh ile rûhuñu şâd et koma elden kadehi
Râşid ü Nûrî gibi çekme gam-ı nîst ü hest
Râşid-i Âmidî
Maksadıñ izmâr idi ʻaşkı göñülde cân gibi
Hayf kim Râşid yañıldıñ sırrı izhâr eylediñ
Şeyh-zâde Ebû Bekir Bekrî-i Âmidî
Bekriyâ Râşid gibi Râgıb olunca şiʻriñe
Tâze kopmuş gül gibi mazmûnlar izhâr eylediñ
Râşid-i Âmidî
Ol gonca-i gülzâr-ı melâhat ele alsa
Bir başka letâfet eder izhâr-ı karanfil
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Pey-rev olalı Râşid’e Nûrî bu gazelle
Oldu ser ü pâ hâme-i eşʻâr-ı karanfil
Râşid-i Âmidî
Nev-rûz zamânında gelir gülşene hûbân
Ferş-i ruh eder sâha-i gülzâra benefşe
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Şerbet gibi Nûrî gazel-i Râşid’i tanzîr
Et gör ne halâvet verir eşʻâra benefşe
Râşid-i Âmidî
Bülbüllere tebşîr-i kudûm-ı gül içindir
Evvelce gelir bâğ-ı tarab-zâya benefşe
ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Olmuş gazel-ârâ-yı benefşe diye Râşid
Nûrî öğünür gonca-i raʻnâya benefşe
Râşid-i Âmidî
Tebrîk içün eyyâm-ı safâ-bahş-ı bahârı
Takdîm edelim biz dahi dildâra benefşe (353)
ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Nûrî gazel-i Râşid-i tezkîre çalışmak
417
ʻArz eylemeniñ farkı ne gülzâra benefşe
Râşid-i Âmidî
Ahkâm-ı kazâ merkezini bulsa gerektir
Bî-hûde bu feryâd ile nâlişler efendi
Seyfî Bey Defterdâr-ı Âmid
Bir kerre de insâfa gelip eyle tedâvi
Tîr-i sitemiñ tâ ciğere işler efendi
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Seyfî beyefendi edicek Râşid’i tanzîr
Nûrî’ye dahi geldi bu hâhişler efendi
Seyfî Bey Defterdâr-ı Âmid
Pek yakıştı dilberân-ı nâzenîn sîmâlara
Andan ötrü mazhar-ı iʻzâz-ı bisyâr oldu fes
Râşid-i Âmidî
Şiʻr-i mîr Seyfi’ye tanzîrde iʻcâz içün
Nazmım elde Râşid’e dünyâyı devvâr oldu fes
Şeyh-zâde Mîr Muhammed Sâbir-i Âmidî
Cennetâsâ oldu cânâ hep cihân
Per açıp uçmaya geldi murg-ı cân
Râşid-i Âmidî
Oldu tabʻ-ı mîr Sâbir’den bu gün
Su gibi bir matlaʻ-ı garrâ revân
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Lebi müldür ruhu gül müşg-i kâkül zülfü sümbüldür
Beyâz-ı gerden-i kâfûru üzre hâli fülfüldür
Râşid-i Âmidî
Bilir bilmezlenir bîmâr-ı ʻaşkı olduğun Râşid
O şûhuñ meşrebi ʻuşşâktan zîrâ tegâfüldür
Şeyh ʻAbdurrahmân Hâlis-i Kerkûkî
Boyu bir servdir kim gülşen-i hüsne cilâ vermiş
Aña erbâb-ı ʻaşkıñ gözyaşından cûy-bâr olmuş
Râşid-i Âmidî
Olur mu âh bir gün bezm-i vuslatta olup mahrem
Göreydim yâri âgûşumda yatmış der-kenâr olmuş
Fuzûlî-i Bağdâdî
418
Şifâ-yı vasl-ı kadrin hicr ile bîmâr olandan sor
Zülâl-i şevk-ı zevkın teşne-i dîdâr olandan sor
Râşid-i Âmidî
Safâyı bûse-çîn-i gabgab-ı dildâr olandan sor
Sürûru mazhar-ı zevk-ı visâl-i yâr olandan sor (354)
Tevfîk Bey
(Vâlî-i Diyârbekir Sadr-ı Esbak Reşîd Paşa’nıñ Dîvân Kâtibi)
Rumûz-ı ʻilmü’l-esmâyı taʻallüm etmek istersen
Anı şeb-ta-seher feryâd ile bî-dâr olandan sor
Kâmî-i Âmidî
Safâ-yı ʻişret ü ʻayşı ne bilsin mest ü mahmûrân
Şarâb-ı ʻâfiyet zevkın dili bîmâr olandan sor
Râşid-i Âmidî
Ey gözü âhû değişmem Çîn’e çîn-i zülfüñü
Vuslatıñ dârü’s-selâmın vermezem Bağdâd’a ben
Dırbâz-zâde Sâlih Rıfʻat Bey Defterdâr-ı Âmid
Lutf-ı tasvîr-i hayâlin yâr nakş etti dile
Bakmazam sûretger-i dîvâr olan Bihzâd’a ben
Saʻîd Paşa-yı Âmidî
Yoktur âlâyiş Saʻîd âyîne-i hâtırda hiç
N’ola âsâr-ı ʻalâyıktan olursam sâde ben
Lâedrî
Ben seni bir dem ferâmûş etmedim ey bî-vefâ
Râzıyım yanıñda bir kerre geleydim yâda ben
Râşid-i Âmidî
Yâre çok sûzişler izhâr eylemek ister göñül
Neyleyim hengâm-ı fursatta zebânım lâl olur
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Laʻl-i nâbıñ hâtır-ı Nûrî’ye ettikçe hutûr
Şevk ile ser-mest olur nûş-ı meye meyyâl olur
Kâmî-i Âmidî
Hicr-i laʻliñle remîm-i hâk olan ʻâşıklarıñ
Kim nebâtından yemiş minkâr-ı tûtî âl olur
Vehbî-i Kadîm
Olmuş zülâl-ı vaslına leb-teşne bir mehiñ
419
Ser-çeşme-i letâfete âb-ı revân iken
Râşid-i Âmidî
Meftûnu oldu bir büt-i fettân ʻâlemiñ
Zülf-i siyâhı fitne-feşân-ı cihân iken
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Râşid’e ebkem oldu fasîhü’l-beyân iken
Pîr oldu tıfl-ı tabʻı henüz nev-civân iken
Râşid-i Âmidî
Dil değil zâlim deler gamzeñ dokunsa mermeri
Ol miyân-ı mûya bâr etme takınma hançeri
Râ’if-i Âmidî Mukâbeleci-zâde
Kaşları beñzer hilâle çeşm-i mesti cân alır
Câme-i gül-gûn giyinmiş âfet olmuş ol peri (355)
Râşid-i Âmidî
Dil sadeftir mahzen-i lü’lü değildir ya nedir
Bu cihetten her sözüm incü değildir ya nedir 1
Emîrî-i Âmidî Camiʻu’l-hurûf
Yârı meşhûr-ı cihân ʻâşıkları giryân eden
Çeşm-i pür-nem ʻârız-ı bî-mû değildir ya nedir
Râşid-i Âmidî
Tesellimiz gazâlân seyridir vâdî-i fürkatte
Gazâlân gıbtası şol gözleri âhûdan ayrıldım
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Selâm olsun size ey bülbülân-ı ʻâlem-i bâlâ
O firdevs-i safâdan ravza-i dil-cûdan ayrıldım
Râşid-i Âmidî
Sifle-perver kînever ehl-i dile kârı keder
Hak yedimde çarh ile girsem eğer daʻvâya
Emîrî
Kıblegâhı cebhe-i yâr oldu nûr-ı çeşmimiñ
1
Şu matlaʻlı gazel müşârun-ileyhiñ zamân-ı hayâtında tahrîr olunan Fatîn Efendi Tezkiresi’nde bu
ʻibâre ile muharrerdir: “Diyârbekir ʻulemâsından olup mukaddemen Kürdistân vâlîsi müteveffâ Esʻad
Paşa’nıñ bir müddet kitapçılık hizmetinde bi’l-istihdâm muahheran şehr-i Âmid’de câygîr-i ikâmet
olarak mevâli-i devriyyeden bulunduğu hâlde ile’l-ân neşr-i ʻulûm-i ʻâliyye ile imrâr-ı subh u şâm
eylemekte bulunmuştur.” 355.
420
Âftâb-ı muhteşemle olmuşam hem-pâye ben
Râşid-i Âmidî
Dem-i fürkatte ahibbâ dedi sağlık olsun
Ben nice sağ olayım rûh-ı revânım gitti
Emîrî
Yetmedi kûyuna yâriñ ne kadar yüksek imiş
Felek-i aʻzama tâ âh ü figânım gitti
Magfûr-ı müşârun-ileyh ʻulûm ve kemâlâtta yek-tâ, muhît-i aʻzam-ı fünûn-ı
şettâ, ʻâmil, ʻâbid, müttakî, kâmil bir ʻallâme-i bî-hem-tâ idi. ʻUmûm ahâlî-i vilâyet
ve bi’l-hassa mütemekkinân-ı derûn-ı memleket müşârun-ilehiñ duʻâ-yı hayrına
nâ’il olmayı makâsıd-ı dâreyn içün bir iksîr-i aʻzam bilirlerdi.
Âti’t-terceme Hâcı Muhammed Râgıb Beyefendi gibi bir fâzıl-ı âlî-kadr
müşârun-ileyh hakkında kasîde-i ʻArabiyye inşâd etmiştir. Bâlâda nazîreleri mürûr
eden Diyârbekir vâlîsi Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa ve encâl ü ahlâf-ı kirâmları
ʻOsmân Nûrî Paşa ve Bekir Bekrî ve mütesellim-i memleket Muhammed Sâbir Bey-
ler, hakk-ı üstâdânelerinde fevka’l-ʻâde taʻzîm ü ziyâfet ve daʻvetlerle tevkîr u
tekrîm eylerlerdi. (356)
Matlaʻ-ı aʻmârından maktaʻ-ı edvârına kadar neşr-i ʻulûm-ı ʻâliyye ile
meşgûl bulunmuş ve bi’l-hassa Câmiʻ-i Kebîr-i nûr-ı lâmiʻde müddet-i medîde
Sahîh-i Buhârî tedrîsine devâm ettiği hâlde, hiçbir gün kitâb açmayıp kâffe-i
ehâdîs-i mübârekeyi ʻanʻane-i ruvât-ı sikât ile zikr ü taʻdâd ve gâyet mü’essirâne ve
vaʻz u nesâyih ile irâ’e-i feyz-i reşâd ederek fazl u kemâline inzimâm eden kuvve-i
hâfıza-i ʻârifânelerine herkesi takdîr-hân ve hayrân eylerdi.
Bunuñla berâber umûr-ı dünyeviyyeye rağbet ve iltifâtı yoktu. Muʻâmele-i
dünyâ-perestânede râcil görünürdü. Fi’l-hakîka cenâb-ı üstâd-ı ekrem umûr-ı
dünyâdan mütegâfil fakat hayr ü hasenâta mâ’il ve ebnâ-yı cinsine muʻâvenette
bir merd-i basîr-i bî-muʻâdil idi.
Vâlid-i fakîr buyururlar ki, kâşâne-i fâzılâneleri şehriñ kalʻa-i derûnunda
olması ve hâne ve mahallemiziñ yek-dîgerine baʻîd bulunması hasebiyle müşârun-
ileyh hazretleriyle nâdiren görüşülmekte idi.
1260/1844 târîhinde Diyârbekir vâlîsi bulunan kapdân-ı esbak Seydî ʻAlî
Paşa-zâde Hamdî Paşa’nıñ nezdine bir maslahat içün gitmeye mecbûr olmuştum.
Niʻme’t-tesâdüf müşârun-ileyh Ahmed Râşid Efendi hazretleri paşanıñ nezd-i
vezîrânelerinde idi. Hemân on sene mikdârı bir zamân var idi ki cenâb-ı üstâd ile
görüşmemiştim. Beni gördüğü anda bir matlab içün gittiğimi hiss ile kıyâm ve
hürmet etti. Nezd-i fâzılânelerine aldı. Paşa dahi kıyâm ve ihtirâma mecbûr oldu.
Beni istifsâr-ı hâtır ile tatyîb ettikten soñra vâlî-i müşârun-ileyh hazretlerine âbâ ve
ecdâdımdan bahisle senâlarda bulundu. Vâlî paşa hazretleriniñ iltifât ve ihtirâmı
421
mütezâyid oldu. Mes’ûlüm derhâl isʻâf olundu. Mutayyiben mesrûren ʻavdet et-
tim.
Sâbıku’t-terceme Diyârbekir vâlîsi Esʻad Muhlis Paşa’ya dehâ mukaddimle-
ri intisâbı ve paşanıñ da fâzıl-ı müşârun-ileyhe fevka’l-ʻâde hüsn-i zann u iʻtimâdı
olduğundan, paşa-yı kadr-dân-ı hakk müşârun-ileyh de tevkîr ve ihtirâmda ifrâd ve
infirâda varmış idi. Esʻad Paşa merhûm, Bağdâd vâlîliğini pek çok arzû ederek
husûsî bir sûrette makâmât-ı ʻuzmâya mürâcaʻat eylerdi. Ol zamân ise paşanıñ
maʻiyetinde bulunan Vecihî Efendi evâ’il-i hâli idi. Bir gün paşanıñ Bağdâd vâlîliğine
taʻyînine dâ’ir baʻzı şâyiʻalar zuhûru esnâsında Vecihî Efendi bir husûs içün cenâb-ı
üstâdıñ huzûruna gelmişti. Cenâb-ı üstâd Vecihî’ye hitâben: “Esʻad Paşa Bağdâd
vâlîsi olamayacaktır fakat bir müddet soñra sen Bağdâd vâlîsi olacaksın” der. (357)
Henüz vâlîliği hâtırına getirecek bir sinn ü mevkiʻde olmayan Vecihî Efendi bu teb-
şîri bi’l-kabûl mübârek ellerinden öper. Fi’l-hakîka az bir müddet soñra Vecihî
Efendi mukaddime-i ikbâl olmak üzre paşanıñ birâderi Mesʻûd Ağa’ya damad ve
gittikçe kadr ü iʻtibârı müzdâd olarak Ankara vâlîliğinden tahvîlen 1270/1854 sene-
sinde Bağdâd vâlîsi olur.
Cenâb-ı üstâd henüz hayâtta olduğundan Vecihî Paşa Bağdâd’a muvâselet-
le berâber tebşîr-i mesbûkuñ câ’izesi olmak üzre fâzıl-ı kerâmet-beyân hazretleri-
ne biñ ʻaded altun gönderir. Üstâd-ı aʻzam yazdığı manzûm cevâb-nâmeye;
Sarı kisvetle ordû-yı dile biñ ceyş-i zer geldi
mısraʻını derc ile mübelliğ-i mezkûruñ vüsûl bulunduğuna işâret buyurmuştur. Şu
gazel fâzıl-ı müşârun-ileyhiñ âsâr-ı ʻâliyyesindendir:
ʻÂkıbet cevriñ harâb etti dil-i maʻmûrumu
Kıldı mâtem-hâne âzarıñ sarây-ı sûrumu
422
RÂGIB
İsm-i muhteremleri Muhammed’dir. Sadr-ı esbak-ı meşhûr Muhammed
Râgıb Paşa merhûmuñ zamân-ı sadâretinde 1175/1762 hudûdunda tevellüd eyle-
diklerinden Muhammed Râgıb tesmiye kılınmıştır.
Dünyâda sebeb-i rifʻat ve ʻukbada mûcib-i şeref ü ʻizzet olan ʻulûm-ı
ʻakliyye ve nakliyyeyi fuhûl-i kirâm-ı memleketten ahz u tahsîl eyledi. Silsile-i mü-
derrisîne duhûl etti. 1227/1812 senesinde Dersaʻâdet’e gitti. Şeyhülislâm-ı vakt
Dürrî-zâde ʻAbdullâh Efendi’ye baʻzı kasâ’idi takdîmiyle teveccüh ve iltifâta mazhar
oldu. Bu şitâ’iyye kasîdesi hatt-ı destiyle muharrer olan bir mecmûʻa-i nefîsede
kırk beş beyt olarak görülmüş ve mukaddimesinden on dokuz beyti bu mahalle
tahrîr olunmuştur:
Nice bir ehl-i maʻârif ola böyle nâ-kâm
Cümle bî-mâye vü nâdânlarıñ olmuş eyyâm
423
Kış kıyâmet gece eyyâm-ı sefâlet-encâm
424
Bıraktım ebruvân u gamze vasfıñ kûy-ı dilberde
Hudûd-ı Kaʻbe’dir bu tîg-ı hâmem der-niyâm oldu
425
Ede tevfîkını Hakk ʻizz ü cell yâr u muʻîn
Vere ʻadli ile ârâyiş ü fer dünyâya
1
Bâ, târîh mısraʻınıñ taʻmiyyesidir ki, üçtür. 359.
426
Debîr-i kudret evsâfın bu resme eyledi imlâ
427
Süvâr-ı esb-i ikbâl olsa ger kasd-ı tenezzühle
Olur zerrîn rikâb-ı devleti kurs-ı meh-i garrâ
428
Hâliñi ol dilbere ʻarz et ki müşkildir göñül
Ger tabîbe hastanıñ ahvâli aʻlâm olmasa
Necâtî-i Kâdîm
Bî-karâr eylerdi her dem gam beni câm olmasa
Göñlüm ârâm eylemezdi ger dil-ârâm olmasa
Rahmî-i Kadîm
Göñlümüñ hâli n’olurdu bâde vü câm olmasa
Eğlenilmezdi eğer serv-i gül-endâm olmasa
Hâletî ʻAzmî-zâde
Nâmı olmaz ʻâşıkıñ ʻaşk ile bed-nâm olmasa
Kâm tahsîl eylemez derd ehli nâ-kâm olmasa (361)
Hisâlî Defterdâr
Müşkil olurdu göñül hâliñ eğer câm olmasa
Bülbülâsâ âh ederdi ol gül-endâm olmasa
Râgıb-ı Âmidî sâhib-terceme
Gün cemâlin ʻarz ederken ol hilâl-ebrû kamer
Mihr ü mâha kim bakar ol yüzden akşam olmasa
Süleymân Nazîf-i Âmidî vâlid-i Saʻîd Paşa
Gül ruhında ol mehiñ hatt-ı siyeh-fâm olmasa
Vakt-i fîrûz-ı bahârıñ subhu akşam olmasa
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Dil olurdu hem-cenâh-ı tâ’ir-i kuds-âşiyân
Pây-ı murg-ı ʻakla kayd-ı kâkülü dâm olmasa
Sultân Selîm Hân-ı Sâlis
Böyle bir cevr ü sitignâ bu cefâlar tâ-be-key
Var mıdır cürmüm nedir bu mertebe bî-gânelik
Râgıb-ı Âmidî sâhib-terceme
ʻÂşıka remz-i gadab agyâra îmâ-yı visâl
Bu mudur resm-i nigâh-ı dilbere merdânelik
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Erzel-i dünyâ vü mâ-fîhâdır ol bed-mâye kim
Gösterir ʻâcizlere Rüstem gibi merdânelik
Râgıb-ı Âmidî
Yârı benden cüdâ etti
Agyârı âşinâ etti
429
Baña cevr ü cefâ etti
Dünyâda baht-ı siyâhım
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Nûriyâ bu bahr-i râ’ik
Râgıb’a olur mu fâ’ik
Düşse idi bir muvâfık
Baña da baht-ı siyâhım
Fuzûlî-i Bağdâdî
Zâ’ir-i mey-hâneyim mug secdesidir tâʻatim
ʻAşk pîrim nakd-ı cân nezrim tevekkül niyyetim
Râgıb
Tabl-ı âhım gürz-i şâhîdir kıyâm-ı haşre dek
Şâh-ı ʻaşkım ʻarş-ı aʻlâda çalınsın nevbetim
Ahmed Paşa-yı Kadîm1
ʻÂrızıñ ʻarz et güle gülşende zîbâlanmasın
Serve göster kaddiñi nâz ile raʻnâlanmasın
Râgıb
Böyle şîrîn-gû letâfet-hû gerektir hûb-rû
Râgıb’a her sâde-rû ʻâlemde aʻlâlanmasın
Sadr-ı Esbak Râmî Paşa
Yâr edip ʻazm-ı sefer düştük vatandan gurbete
Gitti gül gülşende kaldı bülbül-i şeydâ garîb (362)
Râgıb
Zîb-i âgûş eylemiş fânûs-ı şemʻ-i enveri
Rûzgâr etti gice pervâneyi hayfâ garîb
Nedîm-i Meşhûr
Sevdiğim cânım yoluñda hâke yeksân olduğum
ʻÎddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Râgıb
Tîg-ı gamzeñ zehr-i cevriñle görürdü çâresin
Bilmemiş şâyeste-i tedbîr-i dermân olduğum
1
Şu matlaʻlı gazel matbûʻ dîvânında Hâmî-i Âmidî nâmına muharrer ise de yañlış yazılmıştır. Veliy-
yüddîn-zâde Ahmed Paşa’nıñ 900/1495 târîhinde muharrer olan dîvânında mevcûdtur. 361.
430
Nedîm-i Meşhûr
Tâze maʻnâ rû-nümâ nazm-ı selîsiñde Nedîm
Cûy gösterdi yine âyîneveş rûy-ı gülü
Râgıb
Râgıbâ verd-i hakîkatzârıñ ettiñ medhini
Hâk-rîz ettiñ gülü dem-beste kıldıñ bülbülü
Seyyid Muhammed Emîrî Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf
Öyle derd yok bende ki şâyeste-i tedbîr ola
Çekmez himmet ey tabîb eczâ-yı dermânıñ düşür
Râgıb
Haşre kaldı ey göñül ol yârı şekvâ eylemek
İndi tâ dâmânıña çâk-ı giribânıñ düşür
Fıtnat Hânım
Neyle olsun gevher-i vaslıñ harîdârı göñül
Nakd-ı câna çârsû-yı ʻaşkta rağbet mi var
Râgıb
Hep kalır râz-ı dilim gamzeñ elinden sînede
ʻArz-ı hâlim yâre takdîm etmeye fursat mı var
Fıtnat Hânım
Bilmedik zevk-ı visâliñ çekmeyince fürkatiñ
Olmayınca hasta kadrin bilmez âdem sıhhatiñ
Râgıb
Kem-ʻayâr alır satar hep cevher-i zâtıñ seniñ
Râgıbâ hayfâ ki bilmez ehl-i devrân kıymetiñ
ʻİzzet ʻAlî Paşa
Câme-i gül-penbe açmış ey gül-i hod-rû seni
Bir gümüşten serve döndürmüş kad-ı dil-cû seni
Râgıb
Pertevinden şuʻle-i hurşîdi rîzân gösterir
Sîmden sâk-ı kadeh billûrdan bâzû seni
Râgıb
Düşmen-i cândan alırdım intikâm-ı âhımı
Hazret-i Mevlâ verirse bir nefes fursat baña (363)
Emîrî Camiʻu’l-hurûf
Etti hüsn-i mesleğimden ictinâb ehl-i zamân
431
Ben dahi uydumsa sû-i mesleğe laʻnet baña
Râgıb
Hem-demim hem-mahremim gamdır refîkım hicr-i dost
Yâr-ı gâr olmuş benimle bir iki âvâreler
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Seyyi’ât-âlûd olan şahs-ı mühîn-i memleket
Vech-i nâmûsun nazargâh-ı ümemde karalar
Râgıb
Tevbeler olsun ayağım çekmeyem mey-hâneden
Var iken mestânelik erbâb-ı izʻân olmayam
Emîrî
Bağbân hayret-nümâ güller hazâna muntazır
Ben nasıl yâ Rab vatan bâğında giryân olmayam
Râgıb
Bir görüşle yapışıp kaldı dü-çeşm-i hûn-feşân
Halka-i cevher gibi şimşîr-i âteş-zârına
Emîrî
Her gül-i maʻnâda bir gam âteşi zann eyledim
Ben dahi girdim cihânıñ bâğ-ı âteş-bârına
Râgıb
Derd ü mihnet çektiren bunlar değiller mi baña
Âh u zârım kalmasın ʻirfân ü istiʻdâdıma
Emîrî
Eyleyiñ ebnâ-yı dehriñ hâlini bundan kıyâs
Hüsn-i sîtim bâ’is oldu kesret-i hussâdıma
Bir takım eser-i nefisleri, hatt-ı dest-i ʻâlîleriyle “li-nâmıkıhî, li-muharririhî,
li-münammıkıhî” ser-levhaları tahtında müsâdif-i nazar-ı istifâdemiz olmuştur.
Hatt-ı vâlâları da güzeldir. Emsâl ü akrânından dûn kalmasından müte’essir olduğu
bir mecmûʻanıñ kenârına yazdığı şu gazelinden müstebândır:
Seng-i ye’s ile şikest olsa sebû-yı âmâl
Yine ser-mest eder ashâbını bûy-ı âmâl
432
Ne fevâkih bitirir nahl-i mü’errebde hayâl
Etse sîr-âb-ı heves bâğını cûy-ı âmâl
433
Sanki ol mehdir ki girmiş ebr-i istignâlara
1
Kâdî Şemsüddîn ibn Halgân hazretleri kitâb-ı “Vefâyâtü’l-aʻyân”ında buyururlar ki, Ahmed bin Rufâʻî
hazretleriniñ evlâdı olmamıştır. Hâlâ zürriyyetinden olanlar, karındaşı evlâd ve ahfâdındandır. El-
ʻilmü ʻindi’llâh. 365.
2
Müşârun-ileyh Ebû Bekir Efendi’niñ biraderleri ʻOsmân Efendi dahi ser-âmedân-ı fuzalâ-yı memle-
kettendir. 1182/1769 senesinde taʻmîr ettirdikler konaklarına fâzıl-ı şehîr ʻAbdulgafûr Lebîb-i Âmidî
şu târîhi inşâd etmiştir:
434
tehâya yazdıkları hâşiye-i kıymetdâr mukaddimesinde: “Kad izmerrat fî-taviyyetî,
müz şiʻret bi-hüviyyetî, in iblâ ridâü’ş-şebâbi, fî-iktinâ’i envâʻi’l-ʻulûmi’l-ʻâliyyeti, li-
neyli fehvas’s-seneti ve’l-kitâbi” ʻibâresiyle kendileri dahi beyân buyuruyorlar.
Müşârun-ileyh gibi bir ʻallâme-i aʻzamıñ fazl u kemâlini taʻrîfe bizim gibi
ʻâciziñ kuvve-i ihâta-i kâsırası kifâyet edemeyeceğinden 1170/1757 hudûdunda
tevsîʻ-i tahsîl içün Âmid şehrine gelen Ebû Muhammed Ziyâ’üddîn ʻAbdullâh haz-
retleri gibi bir nihrîr-i ekmeliñ “Revâmîzü’l-âʻyân fî-mezâmîri’l-ʻuhûdi ve’l-ezmân”
ʻunvânlı kitâb-ı kebîrinde ʻallâme-i müşârun-ileyhiñ mertebe-i aʻlâ-yı kemâlâtını
taʻrîf yolunda tahrîr buyurdukları şu satırları ʻaynen nakl ile iktifâ eyleriz:
“Ve hadaret dürûsü’l-hâfızi’l-ʻâlimi’l-ʻalâmeti ve’l-kıdveti’l-fehhâmeti Ebû
Bekr bin Ahmed el-maʻrûf bi-Küçük Ahmed-zâde. Ve lâzimetehû müddetün ve ka-
ra’tü ʻaleyhi Şerhu Muhtasar İbnü’l-Hâcib fi’l-usûli li’l-kâdî ʻİzdüddîn ve ʻaleyhi min-
havâşî’s-seyyüdi’l-Cürcânî ve es-Saʻdu’t-Taftazânî ve gayrehumâ ve semiʻtu minhu
kıtʻaten min-evâ’ili Sahîhü’l-Buhârî ve gayre zâlike.
Ve kâne rahimehu’llâhu âyetün fi’l-veraʻi ve’t-takvâ ve gâyetün fi’t-
tahkîki’l-ʻulûmi ve’l-fetvâ bâriʻan fi’l-usûli (366) ve’l-fürûʻ ve’l-mankûli ve’l-maʻkûli
küllihâ. Hâfizan li’l-Kur’âni ʻârifen bi-vücûhi’l-kırâ’eti müceddiden lehâ muhaddisen
müfessiran cedeliyyen mütekellimen hanefiyyen seniyyen sahîhu’l-ʻakdi huccete
sebten. Şedîden ʻalâ-ehli’l-bidʻı kâhiran lehum. Kesîrü’l-vakîʻati fi’l-cehleti’l-
mutasavvıfeti zâ-hey’etü ve celâetü intehet ileyhi riyâsetü’t-tedrîsi ve’l-ekrâ’i fî-
tilke’l-bilâdi ve ekbelet ʻaleyhi’t-talebeti min külli vechi. Mutaʻazzımen cidden
ʻale’z-zulmeti ve ekâbirü’l-mücrimîne lâ yelvâ ilâ-ehadi minhum velâ yehâbihim
vehum yehâbûnehû ve yahşevne minhu ve kâne li-ehli Âmid ʻaleyhi ikbâlü ʻazîm ve
iʻtikâdü ve kânû yuhibbûnehû ve yuʻazzimûnehû veyutîʻûnehû tâʻatü’r-raʻiyyeti li-
emîrihâ ve kâne yekûlu mâ tereddüdet kat bi-aʻmâli’l-hayri velâ-tenâveleti’t-taʻâmi
min kısʻati’l-gayri. Ve kâne zâ câhin ve servetin ʻazîmetin ve vakârin ve kâne mecli-
435
sehû meclisin heybetin gâşiyetin li-ehlihâ ke’en ʻalâ-ru’ûsihimi’t-tayri sâmitîne
lehû. Lâ yelvâ ehade minhum ilâ-ehadin ve lâ-yetekellemü illâ bi-iznihî.
Ve lehû tesânîfu ve taʻâlîku kesîratün fî-ʻulûmi şetâ ve ketebe kesîreten. Ve
kâne rahimehu’llâhu kesîre’l-iʻtirâze ve’t-tehâmüli ʻale’l-ʻulemâ’i ve’l-meşâyıhı ve’l-
vüzerâi ve kânû ye’tûne ileyhi zâ’irûne lehû. Ve huve lâ-yeltefit ileyhim ve lâ-
yekûme lehum vehüm yetehammelûhü zâlike minhü. Sümme inne baʻzan min-
hüssâdihî ve aʻdâ’ihî veşiye bihî. İlâ Veliyyüddîni şeyhü’l-islâmi’l-Kostantîniyyi bi-
ennehû yeksüru’l-vâkıʻati fî-meşâyıhı’s-sûfiyyeti fe-yekfuruhum fe-kelime Veliy-
yüddîni’s-Sultân Mustafâ fe-emera bi-nefyihî ve tagrîbihî fegribûhu ilâ-beldeti
Mardin. Fe-kâne bihâ müddeti yervî bihâ ve yedrusü sümme itlakûhu feʻâde ilâ-
beledihî ve ʻâşe müddetin ʻalâ-ragadi ʻayşi vüsʻati hâlin. Yedrusü’l-ʻulûme ve
yefîdü’t-talebete hattâ teveffâ bihâ revveha’llâhu rûhehû ve nevvera darîhahû.”
Kezâlik evkâf-ı Hümâyûn müfettişi olup 1231 senesinde vefât eden Amas-
ya müftî-i esbakı ʻAkif-zâde ʻAbdurrahmân Efendi merhum, “El-Mecmûʻu fi’l-
Meşhûdi ve’l-Mesmûʻi” ʻunvanlı kitâbında ʻallâme-i müşârun-ileyh Ebû Bekir Efendi
hazretleri hakkında şu ʻibâre-i mübecceleyi tahrîr ediyor:
“El-ʻâlimü’l-fâzılu’l-kâmilü’l-üstâzü’l-muhakkıkı Ebû Bekir bin Ahmed el-
maʻrûf bi-Küçük Ahmed-zâde el-Âmidî”
“Neşâ min-Âmidi kâne min-evlâdi’t-tüccâri. Kara’e ʻalâ-ʻAbdulkerîm Efendi
el-müftî, fe-kâne min-fuzalâ’i vaktihî. Velehû Hâşiyetü ʻale’l-Beyzâvî ve ʻale’l-
Hüseyniyye velehû tefsîru’l-Fâtiha. Kâne mütesalliben fi’d-dîni ve’t-takvâ ve mu-
hakkikan fi’l-ʻulûmi siyyemâ el-fıkhu ve’l-fetvâ, kâne hâfizan kârian müfessiran
muhaddisen nahviyyen mantıkıyyen mütekellimen hanefiyyen seniyyen sahîhü’l-
ʻakîde şedîden ʻalâ-ehli’l-bidʻı ve mübtediʻati’s-sûfiyyeti zâ-heybeti ve savleti ʻalâ-
tilke’l-gulâti fe-li-mekâni hâze’t-tahâmüli ʻalâ-meşâyıhı’z-zevâyâ igrabûhu min-
beledihî ilâ-medîneti Mardin. Fe-kâne bihâ müddetin ve derese hünâke sümme
ıtlakûhu feʻâde ilâ-beledihî fe-ʻâşe ʻalâ-ʻayşi ragadin ve hüsne hâlin ilâ en istevfâ
ʻömrihî. Velehû tesânîfü kesîratün fî-envâʻi’l-ʻulûmi. (367) ve tuhricu ʻaleyhi cemʻun
kesîrun mine’l-ʻulemâ’i ve intehet ileyhi riyâseti’t-tedrîsi fî-tilke’l-bilâdi teveffâ fî-
hudûdi tisʻîne ve mi’eti ve elfin. Rahmetu’llâhi ʻaleyh.”
ʻAllâme-i müşârun-ileyh Ebû Bekir Efendi hazretleriniñ mahdûm-ı ʻâlîleri
müftî-i memleket Sıbgatu’llâh Efendi hazretleri öyle bir peder-i bî-hem-tâya layık
bir dür-dâne-i yek-tâ-yı fazl u kemâl idi. “Lübbü’l-beyân” gibi baʻzı âsâr-ı nâfiʻa te’lîf
buyurmuşlardır. Müşârun-ileyh Sıbgatu’llâh Efendi dahi şeyhülislâm-ı esbak ʻÂrif
Hikmet Beyefendi hazretleriniñ “Kitâbü’t-terâcim” ʻunvânlı eser-i fâzılânelerinde
ʻaynen şu ʻibâre ile muharrerdir:
“Sıbgatu’llâh bin Ebî Bekr el-kâri’u’l-Âmidiyyu’l-hanefî. Kâne vâliduhû müş-
tehiran bi-Küçük Ahmed-zâde vulide bi-Âmidin senetün 1132. Ve iştegale bi’t-
tahsîli kare’e ʻalâ-vâlidihî ve kemele’l-ʻulûme ve şereʻa fi’t-tedrîsi ve derese müdde-
tün tavîletün ve hacce ve raceʻa ilâ-beledihî ve kâne mine’l-agniyâi velehû min
436
cüdûdihî ʻakâri ve erâzî. Ve bi’l-cümleti silsiletihim agnî men fî-tilke’l-beledihî. Ve li-
zâ-cerramehü’l-velâti merâran kemâ hüve de’behümü’l-kabîhi ve deydentehümü’l-
fazîhi fe-te’ezzâ minhum gâyetü’t-te’zî ve sâre tâʻinen fi’s-sinni ve tereke âhiren
dürûsihî ve teveffâ fî-Âmidi, senetün 1221. Ve huve fî-nahvu tisʻîne senetün. Ve
halefe veledîne ehadühümâ Mesʻûd ve’l-âhira Halîl ve kâne kad nefiye 1 ve kâne
muhteşemen muvakkaran sâhibe nufûzin ʻinde’l-ʻâmmeti ve’l-hâssati ve lehû
telâmîze nücebâ’i müderrisûne ve kâne kaviyyü’l-bedeni. Rahmetu’llâhi ʻaleyh.”
Müşârun-ileyh Sıbgatu’llâh Efendi’niñ mahdûmları olduklarını Cenâb-ı
şeyhülislâmıñ beyân buyurduğu Mesʻûd ve Halîl 2 Efendilerden sâhib-terceme Hâcı
Muhammed Râgıb Beyefendi Mesʻûd Efendi’niñ mahdûm-ı ʻâlîleridir. 1200/1786
senesi rebîʻu’l-evvelinde dîde-güşâ-yı ʻâlem-i şühûd oldu. Cedd-i efhamları
Sıbgatu’llâh Efendi hazretleri “vulide fî-gurri” târîh-i garrâsını kayd eyledi. (368)
Evâ’il-i hâlinde pederleri Muhammed Mesʻûd Efendi’den baʻzı ʻakâ’id
kitâbları okudu. 1214/1800 senesinde vâlid-i ʻâlîleri müftî-i memleket olduk-
larından cedd-i ʻâlîlerinden ʻAvâmil ve Îsâgocı’yı ve baʻzı resâ’il ve mesâ’il-i
muʻtebereyi ahz ve telakkî eyledi ve ʻamcaları Halîl Efendi’den sarf ve hall-i kıra’at
etti. 1217/1803 senesinde te’ehhül kaziyyesi nümâyân olmakla müdebdeb bir
sûrette velîme-i cemʻiyyeti icrâ kılındı. Baʻdehû kezâlik ʻamcaları Halîl Efendi’den
Kâfiye, Fenârî, Mültekî okudular.
1221/1806’da cedd-i emcedleri Sıbgatu’llâh Efendi ʻâzim-i semt-i kişver-i
lâhût olduklarından sâhib-terceme;
“Ve lemmâ vufite cennetü’l-me’vâ lehû nüzülâ” Sene: 1221/1806 târîhini
inşâd eyledi. 218’den 261 senesine kadar ʻamcalarından Câmî ve Telhîs ve taʻtîl
zamânlarında velediyye ve usûlden Menâr ve Muhtasar-ı Maʻânî, Hüseyniyye ve
Vazʻiyye ve peder-i ʻâlîlerinden de Sadrü’ş-şerîʻa ve Ramazân-ı Şerîf’de Ferâ’iz ve
soñra Mir’ât okudu ve cedd-i ʻâlîleri Sıbgatu’llâh Efendi’niñ Lübbü’l-Beyân risâlesini
şerh etti.
1
Şeyhülislâm-ı müşârun-ileyhiñ Mesʻûd Efendi hakkında beyân buyurduğu nefy meselesi sahîfe-i
âtiyyede görülecekdir. 367.
2
Müşârun-ileyh Hâcı Halîl Efendi dahi peder ve birâderinden soñra müftî-i memleket olmuş
1243/1828 târîhinde Câmiʻ-i Kebîr derûnunda şerbet-i şehâdeti nûş buyurmuştur. Hâcı Halîl Efen-
di’niñ mahdûm-ı ʻâlîleri Bahâuddîn Efendi’dir ki, bu zât-ı ʻâlî-kadr dahi bir aralık müftî-i memleket
olmuş ve tezkiremiziñ tahrîri esnâsında doksan yaşında bir pîr-i mübârek olduğu hâlde ber-hayât
bulunmuş idi. Pederimiziñ eʻazz-ı ahibbâsından olduklarından her gece birlikde bulunurlar idi. Bu
münâsebetle ekser geceler bendeñiz de meclis-i şerîfle müşerref olurdum. Ahvâl-i eslâfa heveskâr
olduğumu bildiklerinden selef-i sâlihîne ve vukûʻât-ı memlekete dâ’ir güzel hikâyeler ve menkıbeler
söyler ve maʻsûmlarıñ zevk-yâb olacağı baʻzı gülünç ve eğlenceli fıkraları da beyân buyurup bendeñizi
fevka’l-gâye memnûn ve minnetdâr ederlerdi. Rahmetu’llâhi ʻaleyh. 367.
437
1222/1807’de pederleri defʻa-i sâniye müftî-i memleket oldu. 1223/1808’
de pederinden Mutavvel ve baʻde’l-ʻasr Telvîh ve ʻamcalarından Âdâbdan Ebu’l-
feth’a devâm etti. 1227/1812’de efʻâl-i ʻibâd hakkında bir risâle imlâ etti.
1228/1813’de pederlerindeñ Kâdîmîr ve ʻamcalarından Hikmetü’l-ʻayn ve
1229/1814’da yine pederlerinden ʻAkâyid-i Celâlî ve ʻamcalarından bir mikdâr
Hayâlî okudu. 1230/1815’de;
1. Fî-zikri’l-müfredi evi’l-cemʻu ev âletu ve irâdetü gayrihî,
2. Fî-tahkîki kavletü’ş-şihâb fî-kavlihî teʻâlâ sırâtü’d-dîni enʻamte ʻaleyhim,
3. Fî-tahkîki’l-imkâni ʻalâ-Hüseyniyye, risâlelerini tahrîr eyledi.
1231/1816’da ʻulemâ-yı pây-taht-ı saltanat-ı seniyyeden istifâde etmek ni-
yetiyle Balıkesîrî tarîkıyla ʻazîmet ederek Şeyhülislâm Yosuncı-zâde ʻAbdulvehhâb
Efendi ve Celîlî Emîn Efendi ve Ankaravî ʻAbdullâh Efendi hazretlerinden ʻulûm-ı
şettâda icâzet-nâmeler ahz ve Süleymâniyye re’sine nâ’il olarak beldesine ʻavdet
eyledi. Bu esnâda “Fî-ihtimâli lafzeti hâzihi’lletî fî-evâili’l-kütübi” taʻlîkasını ve
Samsun’da iken Hüsrev Paşa içün bir risâle-i siyâsiyye tahrîr etti. 234’de peder-i
ʻâlîleri üçüncü defʻa olarak emr-i fetvâya me’mûr oldu. Sene-i mezkûre evâhirinde
vâlî-i memleket Deli Behrâm Paşa ile ahâlî beyninde zuhûra gelen ihtilâf-ı muhâsa-
ra-i memleket vakʻa-i müte’essifesini intâc etmiş ve pederi müftî bulunmak hase-
biyle 235 senesinde Anapa’da ikâmete me’mûr edilmiş olmakla mahdûmları
müşârun-ileyh Râgıb Beyefendi de pederinden ayrılmayarak (369) Hânî ve Samsun
kasabaları tarîkıyla ʻazîmet ve Diyârbekir’den Anapa’ya kadar ser-güzeştlerini hâvî
bir seyâhat-nâme tahrîr eylemiştir.
Peder-i ʻâlîleriniñ bu sûretle istirâhatını te’mîn eyledikten soñra Der-
saʻâdet’e teveccüh ve esnâ-yı tarîkta rûhâniyyet-i Hazret-i Peygâmberî’den is-
timdâd ile naʻt-ı cenâb-ı nebevîde bir kasîde-i şeceriyye-i ʻArabiyye inşâd eyledi.
Dersaʻâdet’de bulunan Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Beyefendi’yle birlikte baʻzı evliyâ-yı
umûra istidʻâlar, kasîde takdîm ederek 1237/1822 senesinde gerek pederleriniñ
gerek Şeyh-zâde Muhammed Sâbir Bey’iñ ʻafv u ıtlâkları emriniñ istihsâline muvaf-
fak oldular. Şeyhülislâm Yosuncı-zâde ʻAbdulvehhâb Efendi hakkındaki kasîde-i
ʻArabiyye ve Kâdî-i Bağdâd Kudsî-zâde Takıyyüddîn hakkında biri ʻArabî dîgeri Türkî
ve sâbıku’t-terceme fâzıl-ı bâriʻ Ahmed Râşid Efendiyü’l-Kalʻavî hakkındaki kasîde-i
ʻArabiyye ve Mûsul fuzalâsından Kâsım Ahmedî Efendi hakkındaki kasîde-i Türkiy-
ye’lerini bu senede inşâd buyurmuşlardır.
1241/1826 senesinde peder-i ʻâlîleri Muhammed Mesʻûd Efendi’niñ vefâtı
hasebiyle mübtelâ-yı ahzân ve müderrisi bulundukları Hüsrev Paşa Medresesi’nde
neşr-i ʻulûm-ı ʻâliyye ile güzâriş-pîrâ-yı evkât ü âvân oldu.
244’de mahdûmları Sıbgatu’llâh Efendi’niñ sâbıku’t-terceme Şeyh-zâde
İbrâhîm Paşa merhûmuñ kerîmesiyle velîme-i zifâfınıñ icrâsıyla şâdmân ve leyle-i
zifâfıñ sabâhı cânib-i Hicâz-ı magfiret-tırâza şitâbân oldu.
438
Mekke-i Mükerreme’de bir münâcât-ı darâʻet-ihtivâ ve medh-i ʻulemâ-yı
ümmü’l-kurâ hakkında şeceriyye bir kasîde-i ʻArabiyye-i garrâ ile nutk-ârâ ve bir
sene mikdârı şeref-i mücâveretle kâm-revâ oldu.
1246/1831 Rebîʻu’l-âhirinde cânib-i vatana muvâsalet ederek ale’s-sabâh
hâne-i fâzılânelerinde Muhtasar-ı Maʻânî ve Tarîkat-ı Muhammediyye ve baʻde’l-
ʻasr Câmiʻ-i Kebîr’de Buhârî-i Şerîf nakl ve tedrîs etti. Bu esnâdâ;
“Risâletü fî-tahkîki ʻibâretü’n-nassı ve işâretihî ve delâletihî ve iktizâ’ihî fi’l-
usûli.”
“Risâletü fî-tahkîki tahvîli’l-kıbleti”.
“Li-şerhi’l-mennûn fî-metnihî fî-usûli’l-hadîs”.
“Risâletü fî-tahkîki lafzi mâzâ”.
“Risâletü fî-lafzi’l-mufahhami”.
“Lügazü bi-ismi Şaʻbân”.
“Şerhu Lügazü ismi Ferezdâk li-Kâsımi Râsimi’l-Âmidî”.
“Ve şereha zâlike’ş-şerhu eydan”.
“Risâletü fî-tahkîki ʻibâretü’l-kahistânî”.
“Risâletü nefîsetü fî-ʻalâyıkı’l-mecâzi mufassalen”. (370)
İsimlerinde on ʻaded âsâr-ı nâfiʻa tahrîr buyurdular.
1250/1835’de nâ-mizâc olmaları hasebiyle bir münâcât-ı Türkiyye inşâd
ederek bâlâsına “Münâcâtu Türkiyyeti ʻinde ibtilâ’î bi-marazı’l-hamyi” ʻibâreseni
kayd ve 247’den 250’ye kadar olan sinîn içinde;
“Risâletü fî-lâmi’t-taʻrîf”
“Risâletü fî-tesbîhâti’t-tuyûr”
“Tercümetü’t-terâcim fî-terâcimi’l-Buhârî” eser-i nefîselerini tahrîr bu-
yurmuşlardır.
1251/1836’da mahdûmları Sıbgatu’llâh Efendi hizmet-i ʻaliyyelerinde ol-
duğu hâlde Kudüs-i Şerîf’e ʻazîmet ve ol sırada hakk-ı celîl-i Hazret-i Peygam-
berî’de; “Kasîde-i bedîʻa lem-yura mislehû fî-medhi’n-Nebî sala’llâhu ʻaleyhi vesel-
lem” Ser-levhasıyla bir naʻt-ı bedîʻ inşâd etmiş ve sene-i mezkûre Ramazân-ı
Şerîf’inde dahi Kudüs-i Şerîf müffettişi hakkında bir kasîde-i ʻArabiyye tanzîm ve,
“Kasîde-i ʻArabiyye Ramazâniyyetü li-müfti’l-Kudüs ʻinde ziyâreti’l-Mescidi’l-Aksâ”
ʻibâresiyle tatvîh eylemiştir.
Beş altı ay kadar meks ü ârâm ve itmâm-ı ziyâret-i merâkıd-ı enbiyâ-yı
ʻizâm ve evliyâ-yı kirâm eyledikten soñra cânib-i vatana irhâ-yı ʻinân eyledi.
1253/1838’de “Risâletü fi-tahkîki’t-târîh” ismiyle bir eser-i latîf ve “Râgıb” ismine
bir lügaz-ı zarîf tahrîr ve 254’de me’mûriyyet-i mahsûsa ile Diyârbekir’de bulunan
439
Ferîk-i Çerkes Sâʻdu’llâh Paşa1 nâmına bir kasîde-i ʻArabiyye tenmîk eyledi. 256’da
ʻuhde-i ʻâlîlerinde olan kâffe-i cihât ve makâtaʻâtı mahdûmu Sıbgatu’llâh Efendi’ye
feragât ve muʻâmelât-ı dünyeviyyeden katʻ-ı ʻalâka maksâdıyla âsitâne-i ʻâliyyeye
seferber oldu. Bu esnâda “Risâletü mühimmetü fî-tefsîri’l-âyâti ve Şerhü’l-ehâdîsi’l-
vâridihi fî-hakki’l-guzâti” ʻunvânlı eser-i ʻâlîlerini Şeyhülislâm ibn Şeyhülislâm
Mekkî-zâde Mustafâ ʻÂsım Efendi nâmına te’lîf ve birkaç mâh zarfında dil-hâh-ı
ʻâlîleri vechiyle tanzîm-i berâta muvaffak olarak ʻavdet ettiler. 258’de vefât eden
müftî-i Âmid Cebîr Efendi hakkında bir mersiyye-i ʻArabiyye inşâd ve “Vesîletü’l-
vahy” ismiyle de bir eser-i nefîs îrâd eylediler. 259’da Dicle Nehri sâhilinde Çârûgî-
nâm karyesinde dâhilen ve hâricen on beş (371) odayı müştemil bir kasr-ı dil-ârâ
inşâsına mübâşeret ve hüsn-i hitâmına şu târîh ile işâret buyurdular:
Bu sâhilgâh-ı Dicle tarz-ı raʻnâ bî-bedel-inşâd
Hudâ-yı lem-yezel kılsın anı her-dem sürûr-âbâd
1
Müşârun-ileyh Saʻdu’llâh Paşa 1249/1834 senesinde mîr-livâ olarak sadr-ı esbak Râşid Paşa
ma’iyyetine me’mûren Diyârbekir’e gelmiş ve baʻdehû ferîk olup 1255/1839’da rütbe-i vezâretle
Diyârbekir vâlîsi olmuştur. 370.
440
vasiyyet-i nihrîrâneleri mucibince, medrese-i hayriyyeleri hazîresinde vediʻâ-yı
hâk-i gufrân kılındı.
Magfûr-ı müşârun-ileyh ʻâlim, fâzıl, kâmil, ʻârif, kâffe-i ahsen-i hasâil ile
muttasıf sâhibü’l-hayr ve’l-hasenât, asîl ibn asîl, necîb ibn necîb, kerîm, sahî, vefî
bir zât-ı nâdirü’l-emsâl idi. Te’lîfât ve resâ’il-i ʻâlimâne ve edîbâneleriniñ isimleri
bâlâda mürûr eylediği üzre kırktan mütecâvizdir. Vesîle-i rahmet olmak üzre
hayrât ve hasenât ve takvâsına ʻâid baʻzı menâkıb tahrîr olunur.
Müşârun-ileyh Mekke-i Mükerreme’de bir sene mikdârı şeref-i mücâvereti
ihtiyâr buyurdukları esnâda Sahîh-i Buhârî’den bir nüsha-i şerîfe istinsâhına saʻy ve
ihtimâm ederek ʻulemâ-yı mütebahirînden ʻAbdullâh-ı Horasânî-nâm zât-ı celîlü’l-
kadr ile âʻlem-i ʻulemâdan on beş muhaddisin huzûrunda Beyt-i Muʻazzam-ı
Cenâb-ı Kibriyâ’ya müteveccih olduğu hâlde beşer defʻa mukâbele ve tashîh ile
itmâm eylemiş ve sûret-i itmâmını tahdîsen yirmi bir beytli bir kasîde-i Türkiyye
inşâd etmiştir.
1247/1832’de Diyârbekir şehrinde maraz-ı recfe 1 zuhûr ederek yevmiye
iki yüzden mütecâviz (372) nüfus, günûde-i pister-i hâk olmakta bulunduğu hâlde
müşârun-ileyh hazretleri aslâ sebât ve metânet-i mütevekkilânesini bozmayarak
be-her gün şehriñ bir kapısı musallâsına devâm ile edâ-yı salâvat eder ve bu sûret-
le külli yevm sabahdan akşam sâʻat on ikiye kadar cenâze namâzı kılmakla meşgûl
bulunuyordu.
Cedd-i ʻâlîleri Rûmkapısı civârında Dilâver Paşa ve peder-i sâmîleri Mardin-
kapısı kurbunda Hüsrev Paşa Medreseleri meder-i silkiyle neşr-i ʻulûm-i ʻâliyye ve
âliyye ile meşgûl olup kendileri de evâ’il-i hâllarinde Hüsreviyye’de tedrîs-i ʻilm ve
ʻirfân etmiş ise de hâneleri karşısında taht-ı temellüklerinde bulunan ʻarsa-i cesîme
üzerine sadaka-i câriye olmak emniyyesiyle “Râgıbıyye” nâmına bir medrese ve
derûnuna kütüb-hâne te’sîsine şürûʻ ve baʻzı ʻavârız hasebiyle aralıkta taʻtîle uğ-
ramak sûretiyle yedi senede ikmâline muvaffakıyyet hâsıl olmuştur ve bu medre-
se-i ferâh-fezâ cenûben yedi şarken iki tâk-ı muhkem üzerine eyvân ve sekiz
hücerât ve bir büyük ders-hâne ve fevkinde iki tâk-ı eyvân bir güzel kütüb-hâne ve
meydân-ı vâsiʻde şâdırvân ve cesîm havz ve cenûben ve şimâlen iki bâğçe ve
derûn-ı medrese-i ʻâliyyede tahsîl-i niʻmet-i ʻulûm ile meşgûl olan talebe-i kirâmıñ
yevmiyye-i itʻâm-ı taʻâmı içün birkaç dükkân ve bir değirmen ve sâ’ir muskıfât vakf
eylemiş ve kütüb-hânelerine dahi gâyet nefîs ve hüsn-i hatt ile müzeyyen külliyetli
kitâblar cemʻ-i idhâr eylemiştir ki bunlarıñ bir haylîsiyle, taʻlîkât ve işârât-ı hatt-ı
mübârekleri mevcûddur. Medrese derûnunda talebeniñ muʻallem-i sıbyân ve
şârib-i duhân olmaması cümle-i şerâ’it ü kafiyyedendir.
Hitâm-ı binâya şu ʻArabî târîhi inşâd buyurdular:
Buniyet hâzihi’d-dâru’s-seniyye
1
Titreme.
441
Fe-ürihat bi-lafzı “er-Râgıbiyye” (sene: 1248/1833)
Medrese-i ʻâlîleri ittisâlinde bulunan Defterdâr Câmiʻ-i Şerîfi 1 mürûr-ı
zamân hasebiyle harâbezâra dönmüş olduğu hâlde yeñi baştan taʻmîr ve termîmi-
ne sarf-ı nakdîne-i himmet ederek salâtü hamseniñ edâsına sebeb-i zâhiri olduktan
başka medreseleriniñ dahi şerefi tezâʻuf eylemiş ve câmiʻ-i şerîf-i mezkûruñ cânib-i
şimâlîsinde kırk kademe ile inilen bi’r-i mâ’-i cârî kenârında bir Ramazân-ı Şerîf’iñ
şiddet-i harâreti zamânında baʻzı yârân-ı safâ ile ikâmet esnâsında şu beyti inşâd
buyurmuştur:
Bi’r-i Zemzem cübb-i Yûsuf hürmetine yâ muʻîn
Bu sudan âbdest alanı kıl ʻazâbından emîn (373)
1262/1846 senesinde Diyârbekir’e sekiz sâʻat mesâfede vâkıʻ yonma taş-
tan mebnî Dilâver Paşa Köprüsü mürûr ve ʻubûre gayr-ı sâlih bir hâlde meşref-i
harâb olduğundan kırk gün mikdârı köprübaşında rekz-i hıyâm ederek beher gün
yirmi beş üstâd ve yüz nefer ʻamele ve mecmûʻu toksan biñ kıyye kireç sarf ve
istiʻmâl ile sene-i mezkûre şaʻbân-ı muʻazzamınıñ onuncu günü hâtime-pezîr-i mu-
vaffakiyyet olmuş ve esnâ-yı taʻmîrde mahdûmları Sıbgatu’llâh Efendi tarafından
gönderilen vişne ile zerdalîden memnûniyyeti hâvî bir manzûme inşâd ve irsâl
buyurmuşlardır ki şu iki beyt ondandır:
Mişmişiñ her ne kadar lezzetine söz yoğise
Tabʻ-ı pîr-i pedere vişne letâfet verdi
1
Defterdâr-ı Âmid Ahmed Zihnî Bâlî Bey, binâ etmiştir. Humârî-i Âmidî bahsinde, 295. sahîfede bahsi
mürûr eylemiştir. 372.
2
Tezkiremiziñ tabʻ ve temsîli esnâsında Harameyn pâyelilerinden olduğu hâlde Medîne-i Münevvere
kâdîlığına taʻyîn buyrulmaları hasebiyle Ravza-i Mutahhara-i Cenâb-ı Risâlet-penâhî’ye cebhe-sâ-yı
zarâʻettir. 373.
442
ileyh Hâcı Râgıb Beyefendi hazretleri vilâdet-i maʻsûmânelerini şu mülemmaʻ
ʻibâre ile kayd buyurmuşlar idi:
“Medâric-i sinînden elli dördüncü dereceye vüsûl, ol sâl-i meymenet-şümûl
gurre-i Cemâziye’l-evvelisinde hâfid-i zü’l-mehâmid, sânehu’llâhu teʻâlâ ʻani’l-âfât
ve’l-mekâ’id, ve zânehû bi-mekârimi’l-ahlâkı ve’l-fevâ’id, ve vikâhe ʻan-şürûri’l-
halîkati ve keydi’l-hâsidi, ve rikâhe ile’l-meʻâlî ve’l-masâʻidi, ve sâʻadehû külle’l-
müsâʻidi. Semiyyu’l-vâlidi’l-mâcidi aʻnî kurretü ʻaynî Muhammed Mesʻûd, bi’l-
yümni ve’ş-şerefi pûşîde-i hılʻat-i vücûd oldu. Lâ-zâle ke-ismuhû fi’d-dâreyni
mesʻûden, ve ʻinde’llâhi ve’n-nâsi mahmûden, ʻammerhu’llâhu bi-ʻömri tavîlin,
maʻa vâlidihi’n-nebîli, ve maʻa’l-fakîri’z-zelîli ve ceʻale berren fâzılen takıyyen, ve
bahren fâsılan nakıyyen. Âmin elfü âmin. Bi-hurmeti’n-nebiyyi’l-emîn. Salla’llâhu
ʻaleyhi vesellem.”
Mağfûr-ı müşârun-ileyh Hâcı Râgıb Beyefendi hazretleriniñ fezâ’il ü
kemâlât ve hayrât u hasenâtı bî-nihâyet ise de bu mikdarınıñ tahrîriyle iktifâ eyli-
yoruz.
Ders-i fâzılânelerine (374) devâm etmiş olanlarıñ birisi de üstâd-ı muhte-
remimiz Hâfız Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri olduğundan bu ʻabd-i
hakîriñ dahi üstâzü’l-üstâzıdır. Şu ebyât-ı vedâʻiyyeyi Hayrü’l-mürselîn Efendimiz
hazretleriniñ ravza-i mührelerinden ʻavdetleri sırada tastîr-i sahîfe-i te’essür etmiş-
tir:
El-vedâʻ ey merdüm-i ebsâr-ı giryân el-vedâʻ
El-vedâʻ ey cây-ı gufrân beyt-i rahmân el-vedâʻ
443
Beyt-i Fârisî:
Minnet Hudâ ki her çi taleb kerdem ez-Hudâ
Ber-müntehâ-yı himmet-i hod kâm-rân şodem
***
RE’FET
Tarz-ı cedîd ismiyle mevsûm ve meşhûr olan Mevlid-i Şerîf’iñ nâzımı hoca
İbrâhîm Re’fet Efendi’dir. Pederleri ʻAbdullâh Tayyâr onuñ pederi Halîl onuñ pede-
ri Zeynelʻâbidîn onuñ pederi Hüseyin Tayyâr Gelûbânî’dir.1
1250/1835 senesinde şehr-i Âmid’de kadem-zen-i ʻâlem-i şühûd oldu. 2
Mukaddemât-ı ʻulûmu evvelâ kurra Hâfız-zâde ʻAbdurrahmân ve sâniyen âti't-
terceme edîb-i kâmil Saʻîd Paşa hazretleriyle şerîk olarak üstâd-ı ekremimiz Hâfız
Şaʻbân Kâmî Efendiler hazerâtından ve taʻlîm-i müteʻallim kitâbını (375) ʻArab-zâde
Hâfız Muhammed Hasîb Efendi’den kırâ’at eylediğinden soñra 1270/1854
hudûdunda Urfa’ya ʻazîmet ederek kurra Fakîh-zâde Müftî ʻAbdurrahmân Efen-
di’den âdâbdan Mîr-i Ebû’l-Feth’i ve Fârisî’den Hâfız-ı Şîrâzî Dîvânı’nı okudu. On-
dan ʻAyntâb’a giderek şâʻir-i şehîr Hasırcı-zâde Hâfız Muhammed Ağa’dan Sâ’ib ve
Şevket Dîvânları’nı kırâ’at etti.
1273/1857’de Halebü’ş-Şehbâ’ya vâsıl olarak şehr-i mezkûrda vâkıʻ
ʻOsmân Paşa Medresesi’nde kurra Hisârî Saçlı Sâlih Efendi hocadan ʻilm-i hadîs ve
fıkhı ve maʻânîden Muhtasar ve Mutavvel’i taʻallüm eyledi. Ol esnâda Haleb vâlîsi
bulunan kapudan-ı esbak Seydî ʻAlî Paşa-zâde Muhammed Hamdî Paşa’ya intisâb
ederek 1275/1859 senesinde infisâl eden paşa-yı müşârun-ileyh ile berâber Der-
saʻâdet’e vâsıl oldu.
Vezîr-i Müşârun-ileyh hocalık hizmetiyle bir müddet Üsküdar’da imrâr-ı
evkât eylemekle medîne-i mezkûrede ʻAtîk Vâlide Sultân Medresesi’nde Medîne-i
Münevvere mollası mazanne-i kirâmdan Ankarevî Kara Hüseyin Efendi’den itmâm-
ı tahsîle hasr-ı himmet eyleyerek 1281/1865 senesinde tekmîl-i nesh-i ʻilmiyye
etmiştir. 1282/1866’de Hamdî Paşa’nıñ vefâtıyla mahzûn ve 1283/1867’de bâb-ı
ʻâlî Buhârî-i Şerîf hocalığına taʻyîn ile memnûn oldu. 1284/1868’de ʻuhde-i
fâzılânelerine İstanbûl re’si tevcîh olundu.
Üsküdar’da, ʻAtîk ʻAlî Paşa Câmiʻ-i Şerîfi’nde neşr-i ʻulûm-ı ʻâliyye ile bera-
ber baʻzı talebeye de Fârisî’den Mesnevî-i Şerîf, Gülistân-ı Hâfız okuttu. Cennet-
1
Gelûbânî, bir karye ismi olup büyük ceddi Hüseyin Tayyâr’ıñ o karyeye mensûb bulunduğu Der-
saʻâdet’de kendisiyle mülâkât ve su’âl eylediğimde söylemiştir. 374.
2
Diyârbekir Sâl-nâmeleri’nde Âmid şehrine on sekiz sâʻat mesâfede vâkıʻ ve merkez-i kazâ olan Lice
kasabasına nisbet eylediği, mezkûr sâl-nâmelerden birisini irâ’e ederek istîzâh eylediğimde, Âmid
şehri ahâlîsinden olup Lice kasabasına katʻâ mâ-septi olmadığını ve hattâ defâʻatle tabʻ olunan Mev-
lid-i Şerîf manzûmesinde dahi Diyârbekrî olduğunu îzâh eylemiş olmakla sâl-nâmede yañlış yazıldığını
beyân etmiştir. 374.
444
mekân Sultân ʻAbdulʻazîz Hân hazretleriniñ evâ’il-i cülûslarında Tarz-ı Cedîd ismiyle
mevsûm olan Mevlid-i Şerîf’i nazm ve te’lîf ve hâkân-ı müşârun-ileyh hazretlerine
ʻarz u ithâf ederek yirmi biñ guruş ʻatiyye-i mülûkâneye nâ’il olmuştur.
Lisân-ı mâder-zâdı olan Türkçe’den mâʻadâ ʻArabî ve Fârisî ve Kürdî
lisânlarında bi-hakkın tekellüme kâdirdir. Eşʻâr-ı ʻâlîleri hoş-me’âl ve tabîʻatı gâli-
biyyet üzre semt-i târîhe meyyâl bir nüktedân-ı rengîn-makâldir.1 Şefâʻat-i Cenâb-ı
Risâlet-penâhî’ye mütevessilen şu beyti inşad etmiştir.
1
1314/1897 senesinde Yanya ve İşkodra vilâyetleri mâliye müfettişliğinde bulunduğum esnâda,
Haleb mollalığından ve sâbıkadan mâliye nezâretinde terâküm eden yigirmi beş biñ gurûş istihkâkını
alamamış ve Yanya vilâyetine havâle alıp gelerek bendeñize misâfir olmuş ve on beş yigirmi gün
içinde matlûbu kâmilen tasviye ve mesrûren Dersaʻâdet’e ʻavdet ettirilmiş idi. 1321/1903 senesinde
Dersaʻâdet’de vefât etmiştir. Geçende irtihâl-ı dâr-ı bekâ eden Evkâf-ı Hümâyûn nezâret-i celîlesi
müfettişliği müsteşâr-ı sâbıkı Kâdîʻasker Mekkî Bey’iñ mahallefâtınıñ müzâyede ve fürûhtu esnâsında
iştirâ eylediğim baʻzı kitâblar meyânında zuhûr eden mecmûʻa-i eşʻârı derûnunda encümen-i intihâb-
ı hükkâm başkâtib-i sâbıkı Kâdîʻasker Saʻîd Efendi hazretlerine yazılmış bir tezkire ile bir târîh görül-
müş olmakla vesîle-i rahmet olmak üzre ʻaynen yazıldı:
Sudûr-ı ʻizâmdan semâhatlü Saʻîd Beyefendi hazretlerine,
ʻÂlem-i fenânıñ keş-me-keşi ve tazyîkât-ı dem-be-deminden tahlîs-i girîbân sadedinde bu-
lunanlar merhûnu hulûl eyledikçe nüzhetgâh-ı bekâya cân attıkları gibi şâʻir-i şehîr İbrâhîm Re’fet
Efendi dahi kısa kısa devr-i ebvâba hâtime çekerek tası tarağı devşirerek ihtiyâr-ı sefer-i âhiret eyle-
diği gazetelerde bâdî-i nazar-ı te’essür oldu. Fi’l-hakîka bâd-ı hevâdan celb ve cemʻ-i nakd yolunda
dağdağa-i ʻâleme göğüs gerenler metâʻ-ı dünyânıñ çârsû-yı bekâda revâcsızlığını vaktiyle derk ile
makbûl-ı ʻâlem-i hestî olabilecek gevher-i girân-bahâ-yı hasenâtı tedârik edip ol bâzâr-ı hakîkate ʻarz
etmeğe muvaffak olurlar ise mazhar-ı nakl-ı magfiret olacakları bedîhîdir. İşte bizim Koca Cerrâr
vaktiyle keşîde-i silk-i nazm eylediği mevlid-i pâk-ı nebevîyi taʻlîk-gerden-i mefharet edeceğinden şu
vesîle-i hasene ile yine keşkül-i cerâ niʻam-ı nâ-mütenâhî-i ilâhî ile mâl-â-mâl etmek üzre şimdi postu
bâb-ı sarây-ı Muhammedî’ye serdiği tahattur olunarak terceme-i hâlini müfessir târîh-i vefâtını hâvî
manzûmeniñ vesîle-i rahmet olmak üzre leffen huzûr-ı semûhiyyelerine takdîmine ictisâr kılındığı
maʻrûzdur, ol bâbda Mekkî:
445
Re’fet-i müznib ü bî-çâreye eyle mededi
Meded ey kâfile-sâlâr-ı rusül huz bi-yedî (376)
Bu gazel dahi zâde-i tabʻ-ı vâlâları olan âsârdandır:
Cihât-ı rûy-ı yâri zülf-i fitne-perver almıştır
Habeş sultânı gûyâ şark ilinden kişver almıştır
446
bir müvâneset-i ictimâʻiyye ile vakit geçirmekte olduklarına beyt-i âtî gibi baʻzı
eserlerinde Cenâb-ı Râmiş dahi işâret buyururlar.
Dârü’ş-şifâ-yı vasl-ı dil-ârâya mahremiz
Pürdür devâ-yı ʻîş u tarabla dükânımız
Şuʻarâ-yı eslâfa nezâ’iri ve üdebâ-yı muʻâsırîn ile müşâʻaresi kesîrdir. Hatt-ı
dest-i ʻâlîleriyle haylîce eşʻârı menzûrumuz olmuştur. Eşʻârı gibi hattı da güzeldir.
1120/1709 senesinde vefât etmiştir.
Şuʻarâ-yı pîşîn ve yârân-ı muʻasırîn ile baʻzı nezâ’iri tahrîr olunur:
ʻAlî Şîr Nevâyî
Ni gam humâr kıldı ise kasd-ı cânımız
Bârdur çü genc-i mey-gede dârü’l-emânımız
Hayâlî-i Kadîm
Nâr-ı firâka yandı dil-i nâ-tüvânımız
Gûyâ zebâne oldu o nâra zebânımız
Fevrî Kâdî
Hicr-i lebiñle şöyle zaʻîf oldu cânımız
Kim bir yük oldu haste dile üstühânımız
Mânî
Ey dil çıkınca hâneden ol nev-civânımız
Tenden ümîd-i vuslat ile çıktı cânımız
Rızâyî
Fersûde etti gam bu ten-i nâ-tüvânımız
Kûtu hümâ-yı ʻarşıñ olur üstühânımız
Şinâsî Ruz-nâmçeci-zâde
Reftâra gelse nâz ile ol mû-miyânımız
Başlar semâʻa merdümek-i çeşm-i cânımız (378)
Râmiş-i Âmidî
Pejmürde olsa her ne kadar gülüşüm yine
Cünbiş-fezâ-yı bâğ-ı cinândır hazânımız
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Mihmân-serâ-yı dehre bizi daʻvet eyleyen
Kesmez zamân-ı ʻavdete dek âb u nânımız
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Ne bilsin çektiğin ey kâmet-i ham-geşte cânânıñ
Kıyâs eyler ezelden bîd-i Mecnûnveş dü-tâ kopduñ
447
Vâlî-i Âmidî
Bilirdim fenn-i şîve zâtıña mahsûs olur zîrâ
Zuhûr-ı evvelinden fitne-sâz u dil-rübâ kopduñ
Râmiş-i Âmidî sâhib-terceme
Ne bî-kaydâne cânânsıñ ne bî-rahm âfet-i cânsıñ
Ne şehr-âşûb-ı devransıñ ne bî-havf u recâ kopduñ
Lâedrî
Dil-i bîgâneye mahrem rakîbe âşinâ kopduñ
Yazık ey gonca-i bâğ-ı letâfet bî-vefâ kopduñ
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Refîk-i mahşer olduñ rüst-hîz-i mâ-sivâ kopduñ
Cehennemden nişân verdiñ kıyâmetten belâ kopduñ
Râmiş-i Âmidî
Vüsʻatgeh-i zamânede mânend-i gird-bâd
Sad gûne pîç u tâb oluruz bir mekân içün
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Saʻy etmeli vukûf-ı kitâb-ı hakîkate
Geldik bu dâr-ı mâʻrifete imtihân içün
Sâbit, Nâbî, Hâsim, Hâmî Efendilerle baʻzı nezâ’iri Hâsim-i Âmidî bahsinde
mürûr etmiştir.
Hoş-sohbet ve kavî-tabiʻat bir şâʻir idi. Şâm u Şehbâ kâdîsı âti’t-terceme
Mansûrî-zâde Mustafâ Mucîb Kemâlî Efendi hazretleri gibi bir fâzıl-ı muhterem
Ümnî, Âgâh, Cedd-i Camiʻu’l-hurûf Emîrî, Kâdî-yı Âmid Cezmî, Nihânî, Vâlî gibi
meşâhir-i şuʻarâ-yı memleketine mürâcaʻatla Mecmûʻa-i nefîsesine hatt-ı destle-
riyle gazeller yazdırdığı sırada, bu zâta dahi mürâcaʻat ederek beş gazel yazdırmış
ve zamânınıñ şâyân-ı hürmet şuʻarâsından olduğu bunuñla da müsbet bulunmuş
iken bu zât dahi gerek zamânında ve gerek daha soñraları yazılan tezâkir-i
şuʻarâmızıñ hiç birisine dâhil olamayan ricâl-i mensiyyedendir. Şu gazel hatt-ı des-
tiyle olan âsâr-ı ʻaliyyelerinden tahrîr olunur:
Bahâr olsa yine dilberler ile ʻazm-i cû etsem
Sefâ-yı hâtır üzre seyr-i gül nûş-ı sebû etsem (379)
448
Hezârân kerre ger hûn-ı ciğerle şüst ü şû etsem
449
Esîr-i câme-hâb-ı ihtilâl olduk şifâ derken
450
ikâmetten sarf-ı nazar ederek mahrûse-i Burûsa’ya hicrete karâr verdi. Mahrûse-i
mezkûrede Veled-i Enbiyâ mahallesinde beytûtet eyleyerek telkîn-i tarîkat ve es-
mâ ile nice nice sâlikâna irâ’e-i sebîl-i necât ile meşgûl ve mukayyed oldular. Gâh
Dâye Hâtun Câmiʻ-i Şerîfi’nde ve gâh Câmiʻ-i Kebîr’de ve baʻzen dahi sâ’ir amâkin-i
(381) mübârekede halka-bend-i cemʻiyyet ve biñlerle sâlikîni vâsıl-ı tabakât-ı keşf ü
hidâyet eylerdi.
Bu sûretle taklîb-i evrâk-ı leyl ü nehâr eylemekte iken 1077/1667 senesi
Rebîʻu’l-âhirîniñ on beşinci Cumʻa günü vakt-ı zuhrda ʻâzim-i dârü’l-mülk-i me-
lekût olmuştur.
Müşârun-ileyhiñ vefâtına şu târîh inşâd olunmuştur:
Şeyh Mahmûd mefhar-ı meczûbiyân
Necl-i pâk-i hazret-i sultân-ı dîn
451
Yine menâkıb-ı ʻâlîlerindendir ki Celâlî Hasan Paşa 1068/1658’de Burûsa
şehrini istilâ (382) ve gâret ve yağma eylediği hâlde ʻazîz-i müşârun-ileyhe hürmet
ederek hattâ bir rahş-ı bî-nazîr ihdâ eylemiş idi. Sultân Muhammed Hân-ı Râbiʻ
hazretleri 1069/1659 senesinde mahrûse-i Burusa’ya sâye-bahş-ı teşrîf olduk-
larında rahş-ı mezkûru hâric-i şehirde vâkıʻ “Dâvud Dede”-nâm mahall kurbunda
reh-güzâr-ı şehriyârîde zîc ü kurbân ederek: “Pâdişâhım, seniñ düşmânıñdan ahz
olunmakla yoluña kurbân ve dâfiʻ-i kazâ-yı âşikâr ü nihân olmadan gayrıya şâyân
değildir” deyü hitâb ve nidâ ederek mazhar-ı iltifât-ı hazret-i pâdişâhî olmuşlar idi.
Yine kerâmet-i ʻâlîlerindendir ki Sultân Muhammed Hân-ı Râbiʻ hazretleri-
niñ cülûsundan bir sene mukaddem yaʻni 1057/1647 senesinde:
Lutf kıl yâ Rabb ʻibâdu’llâha ihsân isteriz
Goncadır târîhi ammâ verd-i handân isteriz
târîh-i bedîʻini inşâd ve baʻzı zevâta irâ’e ederek, “Bunuñ sırrı bir sene soñra
añlaşılır” demiş ve hakîkaten bir sene soñra Sultân Muhammed Hân-ı Râbiʻ cülûs
buyurduklarından hem cülûs-ı şâhâne hem de hitân-ı hümâyûn-ı pâdişâhânelerine
nâzikâne târîh-i bedîʻ u tâm vâkıʻ olmuştur. ʻAzîz-i müşârun-ileyhiñ şâʻir-i şehîr
Feyzî-i Hindî’niñ:
Mâ tâ’ir-i kudsîm nevârâ ne-şinâsîm
Murg-ı melekûtîm hevârâ ne-şinâsîm
matlaʻlı kasîde-i meşhûresine cevâbı vardır. Şu beyt ondandır:
Mâ Resmî-i zârîm velî vâlih ü şeydâ
Mâ küşte-i ʻaşkîm salârâ ne-şinâsîm
Şuʻarâ-yı eslâfa nazîresi ve muʻâsırîn-i üdebâ ile müşâʻaresi olmakla bera-
ber ahlâfı tarafında âsârı tetebbûʻ edilmiştir. Şu levha-i şiʻriyye ondandır:
Sultân Murâd Hân-ı Sâlis
Râh-ı ʻaşkı tutalım rehber-i hûbân olalım
Kasd-ı dildâr edelim rûyuña hayrân olalım
Resmî-i Âmidî Sâhib-terceme
Şerʻ ile yürüyelim ʻâleme bürhân olalım
İttifâk ile gözüm mahrem-i sultân olalım
Burûsalı Şemleli-zâde Şeyh Ahmed Rindî-i Gülşenî
Etti teklîf-i nazîre bize şâʻir Resmî
Baʻd-ez-în şiʻr ederek sâhib-i dîvân olalım (383)
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Görelim refref ü ʻarş-ı melekût-ı ʻaşkı
Bir gece hâne-i cânânede mihmân olalım
Resmî-i Âmidî
452
Yaktıñ beni ey âh-ı ciğer-sûz kül ettiñ
Ol şûh-ı vefâ-düşmene de bir eser eyle
Sırrî-i Üsküdarî Defterdâr
Bir kerre binâgûşına yâriñ nazar eyle
Şâm-ı emeliñ reng-i beyâz-ı seher eyle
Fâ’ik-i Enderûnî
Bu sûz-ı dil ey çarh eğer saña kalırsa
Var nokta-i ümmîdimi dâğ-ı ciğer eyle
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Ehl-i dile hizmetle olur kesb-i maʻârif
Yoksa yürü var her gece tîmâr-ı harr eyle
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Ey kelb-i dü-pâ hep emel-i nefsiñ ararsıñ
Bir kerre de teftîş kılıp beşer eyle
Resmî-i Âmidî
Yedi zencîr-i cünûnum yedi iklîme değer
Yedi zencîr-i fünûnum yedi iklîme değer
Emîrî
Gerçi müşkil görünür tâlibe tahsîl-i ʻulûm
ʻİlm ile âdem olur zahmet-i taʻlîme değer
Resmî
ʻÂlim-i bâ-ʻameliñ bastığı toprak biziz
Câhil-i bî-ʻameliñ başına tokmak biziz
Emîrî
Bize maʻşûk-ı hakîkî vatanıñ hâdimidir
Böyle meh-pârelere ʻâşık u müştâk biziz
Resmî
Kasd-ı taʻlîm-i şikâr etmeğe uçurma verir
Tabʻ-ı şeh-bâzıma sayyâd-ı ezel Cibrîl’i
Emîrî
Vâsıl-ı kurb olamaz olmasa hüsn-i niyyet
Çıksa eflâke kadar şeyhleriñ tehlîli
ʻAzîz-i müşârun-ileyhiñ baʻzı nezâ’iri dahi bu muharrir-i hakîriñ terceme-i
hâli sırasında mürûr etmiştir. Cenâb-ı şeyh, gazel-serâlıkta nasıl üstâd ise inşâd-ı
453
tevârîh husûsunda dahi öyle üstâd-ı yek-tâdır. 1043/1634 senesinde vâkıʻ olan bir
hitâna bu sanʻatlı târîhi tanzîm eylemiş idi: (384)
Oldu üstâd-ı sabâ bi’llâhi bu târîhde
Gûyiyâ bir gonca-i zanbaktan etti ʻakdi tarh 1
Îrân hükümdârı Şâh ʻAbbâs’ın vefâtıyla yerine Şâh Sâfî’niñ cülûsu hakkında
ʻalâ-tarîki’l-iskât şu sanʻatlı Fârisî târîhi inşâd etmiştir:
Şâh ʻAbbâs-ı dîn-tebâh u le’îm
Burd der-vâdi-i cehennem raht
1
Gonca-i zanbak 1217/1803’dir. (ʻakd 174) tarh ve ihrâc edilince târîh-i sâl-i hitân olan 1043/1634
rakamı zuhûr eder. 384.
2
“Taht” lafzı 1400’dür. (Şâh-ı nev 362) taht’dan cüdâ ve iskât olunursa târîh-i cülûs olan 1043/1634
kalır. 384.
3
ʻAzîz-i müşârun-ileyh, “Kendi mübârek kalemleriyle altmış dört vechle târîh istihrâc olunur” diye
sebt ve tahrîr buyurduğunu Belîg-i Burûsevî Gül-deste-i Dânişverânında beyân ediyor. 384.
454
Nükte-i ser-bestemi hall eyleyen ahbâb-ı sâğ
455
İşte şehrimizde el-hâletü hâzihî mevcûd olan ʻAzîz Mahmûd Urmevî sülâle-
i mübeccelesinden bir şuʻbe-i güzîdeniñ bu sûretle Burûsa şehr-i dil-ârâsında sûret-
i zuhûr ve bir ʻasrdan ziyâde devâm-ı iştihâlarına sâhib-terceme Şeyh Mahmûd
Resmî hazretleri sebeb olmuştur.
Bu silsile-i muhteremeden Şeyh İsmâ’îl Çelebî ibn ʻAzîz Mahmûd Urmevî
hazretleriniñ terceme-i ahvâl-ı muhakkıkâneleri mürûr etmiş olduğu gibi vâlid-i
mâcidleri ʻAzîz Mahmûd Urmevî hazretleriniñ (386) ve ʻâile-i necîbânelerine
mensûb daha sâ’ir baʻzı zevât-ı kirâmıñ esâmî ve âsâr-ı ʻâlîleri ileride görülecektir.
Gencîne-i güher-rîz-i kemâlat olan tabʻ-ı mû-şikâflarından sudûr eden cevâhir-i
kudsiyyeden Türkî bir gazel ve Fârisî bir kıtʻa-i bî-bedelleriniñ tastîriyle takdîm-i
vecîbe-i hürmet ve ta’zîm eyleriz:
Bu ʻâlem-i fânîde ne mîrim ne vezîrim
Üftâde-i vâdî-i fenâ merd-i hakîrim
Fârisî Kıtʻa:
456
RIZÂ
İsm-i ʻâlîleri Muhammed’dir. Üdebâdan ve meşâhîr-i etibbâ-yı memleket-
tendir. Vefâtından bir ʻasırdan ziyâde bir zamân mürûr etmiş olduğu hâlde bu
tabîb-i hâzıkıñ şöhret-i hâzıka ve menâkıb-ı hârikası şehrimiz ahâlîsi miyânında
hâlâ ferâmûş olunmamıştır.
Zamânında pek ziyâde iştihâr eden tabîb-i müşârun-ileyhiñ işidilen hazâkat
ve mahâretinden tamâmiyle bahs olunmak lâzım gelse bî-nihâye olur. Biz burada
mümkün olduğu kadar terceme-i hâlinden ve baʻzı te’lîfâtından ve pîrân-ı memle-
ketten işittiğimiz baʻzı havârık-ı hikâyâtından bahs ile iktifâ edeceğiz.
Muhammed Rızâ Efendi takrîben 1090/1679 hudûdunda “Âmid” şehrinde
tevellüd eylemiştir. Pederleri bir zât-ı takvâ-şiʻâr ve vâlideleri de bir ʻafîfe-i ʻismet-
ihtiyâr olmaları hasebiyle emrâz ü ʻilelden sâlim böyle iki vâsıtatü’l-hayâtıñ mah-
sûl-ı ʻömrleri olan Cenâb-ı Rızâ, sâlim bir vücûda mâlik olarak yetişmeğe başlamış
ve temyîz-i sevâd ü sefîde muktedir bir sinne geldikten soñra vâlideyniniñ göster-
diği âsâr-ı terbiye, kârger-i te’sîr olarak evvel-emrde her şeyden ziyâde ferâ’iz-i
dîniyye tahsîline sarf-ı himmet-i bisyâr eylemiştir. (387)
Beşeriyyete ʻâid her husûsuñ ve bi’l-hassa Cenâb-ı Hakk’a ʻibâdet etmeniñ
bile sıhhat-i vucûda mütevakkıf olduğunu ve temâdî-i sıhhat ise kavâʻid-i
tıbbiyyeye vukûf ile hâsıl olacağını, Cenâb-ı Rızâ nûr-ı zekâ ile keşf ve teyakkun
eyliyordu.
Kudret-i fâtıra kendisini birtakım hasâ’is-i mümtâzeye mazhar edeceğini
cenâb-ı tabîbiñ her hâl ü şân-ı maʻsûmânesi gösteriyordu.
Hem-zânû-yı tahsîli olan rüfekâsını mâlâyaʻnî ile iştigâlden mümkün oldu-
ğu kadar menʻa çalışır ve eflâk ü nücûm gibi pek mutantan ve pek müdebdeb bir
hârika-i hıred-fersâyı hâvî olan mükevvenât-ı kudrete bakıp da ondan ders-i
kemâlât almalarını tavsîye eylerdi.
Cenâb-ı müteʻallim her şeyiñ gavâmızına vâkıf olmak ârzûsunda idi. Birisi
“nevâzil” olmuşum veya “öksüyorum” dese nevâzıl ve öksürüğüñ neden dolayı
vücûd-ı insâna musallat olduklarını uzun uzadıya sorar ve bu gibi hikmetleri añla-
mak ister. Bir cevâb-ı şâfî alamayınca cânı sıkılırdı. Hele; “Filân zâtıñ hastalığı pek
ağır bir şey değildi ama bir tabîb-i hâzık bulunamadı, bî-çâre vefât etti” gibi sözler-
den bir tabîb-i hâzıkıñ bulunmaması bir nâzenîn-i vucûduñ topraklar altına girdiği-
ne sebebiyet verdiğini düşündükçe çıldırası bir hâl kesb eder ve bu dünyâda tabîb
olmak kadar mühim bir şey olmadığını takdîr eylerdi.
Bundan dolayı nazar-ı ehemmiyetini her şeyden ziyâde ʻâlem-i tabâbete
dâ’ir kitâblar iştirâ ve mutâlaʻa eylemeğe başlamıştır.
Bir gülşene gitse gülleriñ letâfet-i zâhiriyyesinden ziyâde havâss u mazârr-ı
zâtiyyesini tedkîk eder ve ekl eylediği etʻime ve fevâkiheniñ lezâ’iz-i dimâğiyyesin-
den ziyâde hasâ’is-i maddiyesini taʻmîk eylerdi.
457
Artık tabâbet mesleğine sâlik olmuştu. Memlekette bulunan etibbâ-yı
mevcûde meşâhîr-i üstâdânına tilmîzlik eyliyordu.
Bahâr mevsimlerinde nebâtâtı mebzûl olan Kırklar Dağı’nda ve yaz
zamânlarında Karaca Dağ cihetlerinde birçok nebâtât üzerinde birçok tecrübeler
icrâ ederek bir hayli dekâyık keşfine vâsıl oldu.
Sinn-i hâzıkâneleri henüz yirmi râdesinde olduğu hâlde maʻlûmâtı bir de-
receye bâliğ oldu ki, bulunduğu muhitte kendi ʻayârında bir tabîb mefkûd idi.
1115/1704 senesinde sarây-ı hümâyûn etibbâsından tabîb-i meşhûr
Şaʻbân Şifâyî Efendi, Âmid (388) kâdîlığına taʻyîn olduğundan bundan eñ ziyâde
memnûn olan Cenâb-ı Rızâ idi. Müşârun-ileyhiñ ʻilm-i tıbba dâ’ir “Şifâ’iyye” ve
“Tedbîrü’l-mevlûd” gibi kıymettâr kitâblarını bizzât kendisinden okuduğu gibi hü-
kemâ-yı meşhûreden İbn Sînâ’nıñ “Kânûn”unu İbn Râzî’niñ “Kitâbü’l-Câmîʻ”ini İbn
Kurre’niñ “Kitâbu fi’n-nabz” ve “Kitâbu Vecʻü’l-mefâsıl ve’n-nikris”ini mutâlaʻa
ederek halledemediği mahaller içün Şaʻbân Şifâyî Efendi gibi bir üstâda
mürâcaʻatla hall-i eşkâl eyledi.
Fenn-i cerrâhî ve ʻilm-i tıbb ve ʻilm-i nebâtât husûsunda pek ziyâde teşeh-
hür ederek hastegân-ı memleketiñ merciʻ-i infirâdı ve ahâlî-i vilâyetiñ medâr-ı emn
ü iʻtimâdı oldu.
Cenâb-ı Rızâ’nıñ ʻulüvv-ı cenâbı bununla da kanâʻat etmeyerek 1116/1705
senesinde ikmâl-i müddet-i niyâbetle Dersaʻâdet’e ʻavdet eden Şaʻbân Şifâyî Efen-
di hazretleriyle birlikte Dersaʻâdet’e müteveccih oldu. Şaʻbân Şifâyî Efendi’niñ
maskat-ı re’si olan Ayâş’a muvâsalet etmeksizin civâr-ı Ankara’da vefât eylediğin-
den Cenâb-ı Rızâ mahzûn ve mükedder olduğu hâlde sene-i mezkûre evâhirinde
pây-taht-ı devlet-i ʻaliyyeye muvâsalet eyledi. Ol zamân pek meşhûr medrese-i
tıbbî olan Kânûnî Sultân Süleymân Hân hazretleriniñ mekteb-i feyz-meksebine
tilmîz kayd olundu.
On sene mikdârı tevsîʻ-i maʻlûmât eylemiş ve âlât-ı fenniye ile birçok
ʻameliyât icrâsıyla tekemmül ederek bâ-şehâdet-nâme mekteb-i mezkûrdan hurûc
ile bir hayli müddette Bîmâr-hâne-i Süleymânî’de bir hayli ʻameliyât-ı tıbbiye ve
cerrâhiyede bulunarak zamânınıñ Calinus u Bokrat’ı ve ʻasrınıñ Lokmân u Sokrat’ı
makâmına kâ’im olmuştur.
1130/1718 senesinde sadraʻzam olan vezîr-i Bermekî-sîret İbrâhîm Paşa’ya
tabîb olarak öyle bir vezîr-i bî-nazîriñ mecmaʻ-ı üdebâ ve merkez-i hükemâ ve fu-
zalâ olan dâ’ire-i celîlesinde mazhar-ı ihtirâm ve rağbet oldu. Bu esnâda sad-
raʻzam-ı müşârun-ileyh nâmına “Risâle-i Âsafiyye fî-Külliyâti’t-Tıbbiyye” ʻunvanlı
kitâbını te’lîf eyledi. 1143/1731 senesinde İbrâhîm Paşa’nıñ maʻlûm olan vukûʻ-ı
şehâdeti üzerine zâten öteden beri maksad-ı aksâsı merzâ-yı memleketine hizmet
olduğundan istihsâl-ı ruhsât ederek birçok edevât-ı tıbbiye ve cerrâhiyeyi hâmilen
Âmid şehrine ʻavdet ve böyle bir hekîm-i aʻzamıñ vatanına ʻavdeti ʻumûm ahâlî-i
memleketi müstağrak-ı menn ü meserret eyledi.
458
Her taraftan birçok telâmize-i etibbâ akıp gelerek kendilerinden tahsîl-i
gavâmız-ı tabâbet (389) etmiş ve birçok hastegânı muʻâlece-i şâfiyye ile mevt-i
muhakkaktan kurtarmış ve ebnâ-yı cinsine insâniyyet ve hüsn-i muʻâmele ile ibkâ-
yı nâm u şân eylemiştir.
İşte bu sûretle temdîd-i hayât-ı hâss u ʻâmma mülâzım ve hadd-i zâtında
dahi bir edîb-i lebîb ve bir fâzıl-ı necîb olmaları hasebiyle üdebâ ve fuzâlâ-yı
memleketle muvâsenet-ı ictimâʻiyyeye müdâvim olduğu ve doksan yaşında bir
pîr-i mübârek bulunduğu hâlde, 1180/1767 hudûdunda terk-i tıb-hâne-i rûzgâr
eyledi.
Tabîb-i müşârun-ileyhiñ hazâkat-i hârika ve zekâvet-i müfritesine delâlet
eden menâkıb ve hikâyât-ı ʻacîbesi hâlâ dillerde dâsitândır. Baʻzıları tahrîr olunur:
“Bir yaz mevsimi baʻzı ahibbâ ile teferrüc içün Kırklar Dağı mesîresine
ʻazîmet etmiş idi. Birlikte bir koyun götürdüklerinden kebâb ziyâfeti icrâ oluna-
caktı. Bir mevkiye kömür yakılmış ve zebh olunan bir gusfend-i nev-sâle şişlere
takılmış ve ateşiñ tamamıyla yangın bir hâle gelmesine intizâr olunarak Cenâb-ı
Rızâ da ser-halka-i encümen olduğu hâlde ateşin etrafına cemʻ olmuşlar idi. Rızâ
Efendi birdenbire ateşiñ o mahalden refʻ olunmasını emr eder. Ateşiñ altında ya-
nan otlar arasında bir delik görüldüğünden hafr edilir. Biraz kazıldıktan soñra ate-
şiñ te’sîriyle yanmış bir hayye zuhûr eder. Buña ʻumûmen taʻaccüb ederler. Sebebi
soruldukta Rızâ Efendi der ki, ateş yanarken kebâb kokusu hiss ettim. Hâlbuki
kebâbımız henüz ateşe konulmamıştı. Sim kokusu gibi şeyler de hiss eder gibi ol-
dum. Burada bir hayye âşiyânesi olduğunu ve yılanıñ tabîʻatı bârid olduğundan
harâret yavaş yavaş başlayınca hoşuna gidip soñra kaçamayacak bir hâle gelerek
yandığını istidlâl ettim. Bunuñ içün taharrîye mecbûr oldum.”
Yine menâkıbındandır ki; “Bir gün sokakta bir cenâze götürdükleri sırada
tesâdüfen Rızâ Efendi de oradan geçiyordu. Cenâzeye dikkat edince bu meyyitiñ
zinde olduğunu beyân ederek hânesine ʻavdet ettirir. Tedâvisine devâm eder, fi’l-
hakîka meyyit denilen şahıs ifâkat-yâb olur. Sebebi su’âl olundukta der ki, cenâze
gayr-ı müslim olduğu cihetle yüzü açık götürülüyor ve mevsim kış olduğundan kar
yağıyordu. Meyyitiñ her tarafını kar kaplamış iken ağzınıñ etrâfını sâ’ir mahaller
kadar kar tutmamakta olduğuna dikkat ettim. Bundan hiss eyledim ki, bu meyyitte
nefes ve hayât eseri vardır.” (390)
Yine müşârun-ileyhiñ menâkıbındandır ki; “Bir gün sokakta giden bir ada-
ma dikkat ederek yanında bulunan bir tilmîzine bu adamıñ arkası sıra git, hânesini
öğren, bu gece vefât edecektir. Sabâhleyin erken yine git, fi’l-hakîka vefât etmiş ise
defn içün kaldırılmamasını ihtâr et. Gel baña maʻlûmât ver diye tenbîh eder. O
gece fi’l-hakîka o hâne derûnundan feryâd sadâları zuhûr ederek vefât ettiği
añlaşılır. Tilmîziniñ ihtârı üzerine Rızâ Efendi’ye koşarlar, gelir. Meyyiti terledir. Bir
yüñ kese ile miʻdesini, kalbini vücûdunuñ her tarafını delk ettirir, baʻzı ilâçlar sür-
dürür, bir sâʻat kadar bu muʻâmele devâm eder, meyyit yavaş yavaş hareket et-
459
meye başlar. Tedâvî-i mütemâdiye netîcesinde birkaç gün içinde tamamıyla kesb-i
ifâkat eyler. Sebebini su’âl eylediklerinde, bu zât hânesine giderken bir elinde et
bir elinde buz var idi. Ete dikkat ettim zaʻîf bir keçi eti, buza baktım yosunlu gayr-ı
şeffâf idi. Mevsim ise temmuzuñ pek harâretli hen-gâmı olmakla beraber kendisi
de gâyet nahîf idi. Şöyle bir zamân-ı vahîmde böyle zaʻîf bir adamıñ gayr-ı muvâfık
bir keçi etini yiyeceğini ve içilmesi câ’iz olmayan şu yosunlu ve râkid sudan maʻmûl
bir buzu da aşlamak usûl-i mehâsin-i şümûline ri’âyet etmeksizin gayr-ı musaffâ bir
suya atarak içtikçe içeceğini tasavvvur ederek netîcesinde zaʻfiyyeti hasebiyle
miʻdesiniñ kuvve-i garîziyyesi mukâvemet edemeyip mevte karîb baygınlık gelerek
onuñ şekl ü hâli ölmek sûretini göstereceğine ve yetişilmemiş olsa vefât edeceğine
hükm ettim. İhtâr ederdim lâkin ehemmiyyet vermezdi. Onuñ içün sükût ettim.
Vukûʻâtı maydâna gelip herkes içün mûcib-i ʻibret olsun da öylece öñünü almaya
kendimce karâr verdim.
İşte vukûʻât meydâna geldi, herkes gözüyle gördü. Te’mîn-i hayâtıñ
ehemm-i umûrundan olan ekl ve şürb kaziyyesinde bî-kayd olanlara inşa’llâh bun-
dan böyle mûcib-i ʻibret olur.” demiştir.
Yine müşârun-ileyhiñ menâkıbındandır ki; “Bir bahâr mevsiminde rü-
fekâsıyla Kırklar Dağı’na gidip aylarla orada kalmışlar idi. Bir gün yağları bitti. Yağ
almak içün şehre gönderilen adam gecikip gelmedi. Rızâ Efendi kablardan birini
orada bulunan koyun sürüleriniñ sütüyle doldurdu. Dağdan baʻzı nebâtât topladı
koynundan bir kutu çıkardı. Sütü kaynattı kutudan çıkardığı muʻâlecât ile dağdan
topladığı nebâtâtı südüñ içine attı, indirip ağzını (391) kapatarak bir tarafa bıraktı.
Bir müddet soñra mezkûr süt kabınıñ ağzı açıldıkta güzel bir tereyağı olduğu görül-
dü.”
Şu rivâyet pek meşhûr ve mütevâtir olduğu gibi bu hakîr bir mecmûʻada
Rızâ Efendi’niñ “sütü yağ yapmak tertîbi” diye bir tertîb-i kimyevî gördüm ve hatta
mecmûʻama da kayd ettim fakat sahîh gayr-ı sahîh olduğunu bilemem. Şu kadar ki,
sütü yağa tahvîl eylemek usûlu hâlâ keşf olunamamıştır ve ʻakıldan müstebʻiddir.
Maʻ-mâfîh tabîb Rızâ Efendi’niñ “Sütü yağ yapmak rivâyeti mukârin-i sıhhat ise bu
zâtıñ şu keşfi henüz mertebe-i ʻaleniyyete çıkmayan esrâr-ı mahfiyye hükmünde-
dir.” denilebilir. İşte tabîb-i müşârun-ileyh Muhammed Rızâ Efendi’niñ sûret-i
tedâvi ve hazâkatine ve hüner ü maʻârifine dâ’ir menkabelerinden birkaç ʻadedini
nakl ve tahrîr eyledik. Muvâfık-ı fenn ü usûl olup olmadığı erbâb-ı ihtisâsa ʻâiddir.
Bizim vazîfemiz nâkil-i mesmûʻât olmaktan ʻibârettir.
Tabîb Rızâ Efendi’niñ ʻilm-i tıbba dâ’ir te’lifât-ı râ’ikasından iki ʻadedi
mütâlaʻa-güzârımız olmuştur. Biriniñ ismi “Kitâbu Muhtasarı’t-tıb”dır. Fâtih-i Bağ-
dâd Sultân Murâd-ı Râbiʻ hazretleriniñ re’îsü’l-etibbâsı olan merhûm Emîr Çe-
lebî’niñ “Enmûzecü’t-tıb” kitâb-ı kebîrinden intihâb sûretiyle tahrîr eylemiştir. Mu-
kaddimesi şudur:
460
“Ammâ baʻd, bu fakîr-i bî-riyâ es-Seyyid Muhammed Rızâ bu Muhtasar’ı
tahrîr ve imlâ ve sâbıkâ re’îsü'l-etibbâ olan merhûm Emîr Efendi’niñ Enmûzecü’t-
tıb-nâm kitâb-ı müstetâbından intihâb edip Muhtasaru’t-tıb ismiyle müsemmâ
kılındı. Va’llâhi’l-müsteʻân ve ʻAleyhi’s-sekelân”
İkincisi Sadraʻzam İbrâhîm Paşa merhûm nâmına te’lîf eylediğini yu-
karılarda beyân eylediğimiz “Âsâfiyye fî-külliyâti’t-tıbbiyye”dir. Mukaddimesi şöy-
ledir:
“Bu ʻabd-i kalîlü’l-bizâʻa ve mihnet-dîde ve sitem-keşîde, elem mey-
hânesiniñ dürd-nûşu, keder peymânesiniñ ser-hoşu yaʻni Seyyid Muhammed Rızâ-
yı ʻadîmü’l-istitâʻa, Medrese-i Tıbbiyye-i Süleymâniye dânişmendlerinden olup
evâ’il-i eyyâmında ve seʻm mikdârı tahsîl-i maʻârife saʻy edip “İzâ mâte ibnü âdemi
inkataʻa ʻanhu ʻamelihî illâ ʻan-selâseti, sadakatun câriyetün, ev ʻilmün yenfeʻu
bihî, ev veledün sâlihun yedʻû lehû” Hadîs-i şerîfi müeddâsınca ibtidâ-yı îcâd-ı
ʻâlemden ilâ-hâzihi’l-ân herkes bir hasene ile şehr-i teşâʻur olup kimi te’lîf-i kitâb
ve tertîb-i dîvân ve inşâ-perdâzlıkla fâ’ikü’l-akrân ve kimisi bünyâd-ı cüsûr u
cevâmiʻ ve taʻmîr-i medâris ü mesâcid etmekle müşârün bi’l-benân ve ilâ-yevmi’l-
kıyâm zikr-i hayra bâ’is olur. (392) Ammâ bu ʻabd-i nâ-çîzde ne te’lîf-i kitâb etmeğe
kudret ve ne taʻmîr-i medârise vüsʻat var deyü kendime levm edip müte’ellim
olurdum. Ve bir eser eylemek sûret-i cilveger-i mir’ât-ı derûnum idi. Nice müddet
bu hâl ile mütefekkir ve hayli zamân bu endîşe ile mütekedder iken;
“El-ʻilmü ʻilmâni ʻilmü’l-ebdâni sümme’l-edyâni”
mazmûn-ı münîfi der-hâtır olup bârî ʻilm-i tıbb ile meşgûl ve muʻâlece-i marazâ-yı
müslimîn ile celb-i sevâb edip nâ’il-i ecr ü sevâb olayım.
İşte mağfûr-ı müşârun-ileyh Muhammed Rızâ Efendi, zamânında ʻâlem-i
tebâbete mühim hizmetler etmiş ve bu gibi nâfiʻ eserler de tahrîr ve te’lîf eylemiş
olduklarından başka şehrimizde ve mülhakâtında pek çok etibbâ yetiştirmiştir. Ve
kendilerinden soñra memleketimizce kesb-i iştihâr eden Tabîb Hınâ Efendi müs-
taʻidân-ı telâmizesi cümlesindendir. Zamânımıza kadar şehrimizde yetişen
etibbânıñ ekserîsi o üstâd-ı hâzıkıñ tilmîzi ve telâmîzetü’t-telâmîzidir.
Binâ’enʻaleyh ne kadar taʻrîf olunsa derece-i nûr-ı kemâli ondan bâlâ ve
mevkiʻ-i üstâdiyyeti ondan hezâr mertebe aʻlâdır.
Devlet-i ʻOsmâniyye üdebâsı tarafından ʻulemâ ve şuʻarâ ve hattâtîn gibi
sunûf-ı muʻtebere hakkında birçok kitâblar, tezkireler, risâleler te’lîfine himmet
olunmuş ise de ancak şâyân-ı te’essüftür ki hâdim-i hayât-ı mahlûkât olan etibbâ-
yı muhtereme hakkında şimdiye kadar bir şey yazılmamış olduğundan sâ’ir birçok
etibbâ-yı kıymetdârımız gibi müşârun-ileyh Muhammed Rızâ Efendi’niñ dahi
vukûʻât-ı hayâtiyyesi mâziniñ edvâr-ı mensiyyesi arasında mahvolup gitmiştir.
Müşârun-ileyhiñ tabiʻat-ı şiʻriyyesi de olduğundan şu kıtʻa-i nefîse âsâr-ı
kalemiyyesindendir:
461
Hatâ u sehv birle vakt-i tahrîr
Galatlar kim düşer nevk-i kalemden
462
Tûl-i ʻömr ile muʻammer ve salâh-ı hâl ile bahtiyâr ve muvakkar olduğu
hâlde 1271/1855 senesinde Yeñişehr-i Fenâr derûnunda şuʻle-i hayâtı intifâ-pezîr
olmuştur.
Şuʻarâ-yı eslâfı tetebbuʻ husûsunda ikdâm ve üdebâ-yı ʻasrına inşâd-ı
nezâ’ir emrinde ihtimâm eden üdebâdandır. Baʻzı safahât-ı nezâ’iri tahrîr olunur:
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Gülşen-i hüsnüñ gören firdevs-i aʻlâdan geçer
Kevser-i laʻliñ içen câm-ı musaffâdan geçer
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî:
Merd-i hakkı yalıñız sanma bu dünyâdan geçer
Eylemiş tahkîk sırr-ı ʻaşkı ʻukbâdan geçer (394)
Sultân Mustafâ Hân-ı Sânî
Aldı bu kadar halk-ı cihânıñ yükünü âh
İşte bu maʻâsiyle işim hayli yamândır
Meşhûr Haşmet:
Hâtem gibi nâm ister iseñ semt-i sehâda
Bas mührü temessüklere esnâfı dolandır
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî:
Te’sîrini gör hâlet-i ʻaşkıñ ki dem-i Kays
Rîzân olıcak katresi Leylâ’ya nişândır
Nâbî-i Ruhâvî
İrâde etse bir emriñ taʻalluk fethine Nâbî
Aña etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî:
Olunca Nâbî-i üstâda pey-rev nazm-ı dil-cûda
Rızâ’nıñ şi’r-i hoş-âsârı şöhret-yâb olur peydâ
Hâtem-i Yeñişehr-i Fenârî
Mülk-i Çîn’iñ vesmesidir bir gazâlıñ Hâtemâ
Matlaʻ-ı nazm-âverân olmuş tegazzülden baña
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Hazret-i Hâtem Mesîhâ’dır ki feyz-i lutfudur
Yoksa mümkün mü nazîre bu tegazzülden baña
Nedîm-i Meşhûr
Sen ne câmıñ mestisin âyâ kimiñ hayrânısın
Kendiñ aldırdıñ göñül n’olduñ ne hâl olmuş saña
463
Râtib Ahmed Paşa, Yeñişehirli Topal ʻOsmân Paşa-zâde
Sorgucın kapdıñ Nedîm-i şâh-ı nazmıñ Râtibâ
Nüh çeleng-i hâme-perdâzıñ mı dâl olmuş saña
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Pey-rev-i râh-ı Nedîm-i şâh-ı nazm olduñ Rızâ
Edhem-i hâmeñ ʻinân-rîz-i makâl olmuş saña
ʻAbdullâh Sırrî-i Âmidî
Ne ʻaceb çeşmi elâsıñ ne belâsıñ bilmem
Sen seni bilmez iseñ ellere sor sorma baña
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Söyledim derd-i dilim dedi tabîb-i hâzık
O devâ-sâz-ı kerem-güstere sor sorma baña
Kâmî-i Âmidî
Ruhlarıñ mâteme girmiş mi siyeh hattıñ ile
Öyle kara haberi berbere sor sorma baña
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Sen her ne kadar hüsn ile mümtâz-ı cihânsañ
Ben ol kadar âşüfte vü rüsvâ-yı muhabbet (395)
Refî-i Âmidî Lebîb-zâde
Ser verdi bu yolda nice feryâd ile Mecnûn
Fasl olmadı gitti yine gavgâ-yı muhabbet
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî:
Her kâra ʻazîmette gerek tavr-ı basîret
Etvârı eder tecrübe dânâ-yı muhabbet
Râ’if-i Âmidî Mukâbeleci-zâde
Rindânı tehî-dest bırakma kerem eyle
Sâkî yine sun kâse-i mînâ-yı muhabbet
Emîrî Câmiʻu’l-hurûf
Dâd u sited-i hilkatiñ olmazdı safâsı
Dünyâda eğer olmasa kâlâ-yı muhabbet
ʻAzmî-i Âmidî
Mahşerde meğer gam-zedelikten ola reh-yâb
Bir dil ki olur hicr ile mahzûn-ı muhabbet
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî:
Bir kerre dil-i Kays’a eğer olsa nazar-bâz
464
Dânâ-yı hıred-mend ede Mecnûn-ı muhabbet
Hayâlî-i Kadîm
Harâbât ehline dûzah ʻazâbın añma ey zâhid
Ki bunlar ibni vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler
Rızâ
Olanlar mey-güsâr-ı ʻaşk-ı dilber şevk ile zâhid
Değil müştâk-ı kevser cennet ü hûrâyı bilmezler
Meşhûr Hâlet Efendi
Çıkardım hayf elimden dâmenin ol lâle-ruhsârıñ
Serimde şimdi nakş-ı seyl-i efsûs-ı gül-gûndur
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Şeb-i yeldâ-yı fürkatte döner hem kan döker dîdem
Ziyâ-yı ʻârızıñla ey perî fânûs-ı gül-gûndur
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
ʻAceb mi ʻözr-i leng etse Rızâ bu hâme-i şeb-dîz
ʻİnân-rîz oldu tanzîre dil-i mebʻûs-ı gül-gûndur
Saʻîd Paşa-yı Âmidî
Kabz ettirir âhir elini ye’s ü nedâmet
Kendi gibi mahlûka o kim bast-ı kef eyler
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Remy olmada her tîr-i belâ kavs-i kaderden
Âhir seni de sehm-i kazâya hedef eyler
Kâmî-i Âmidî
Reng-i ruhsârıñ gören gülzâr-ı ʻateş-bâr olur
Levn-i evrâkı ser-â-pâ reşkten gül-nâr olur (396)
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Sûziş-i hasretle dilden âh-ı âteş-bâr olur
Bir karîr-i dûd-ı âhım eşk-i hasretzâr olur
ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
ʻÂşık olursa gamze ucundan şehîd olur
Derdiñle cân veren dü cihânda saʻîd olur
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Yâriñ karîn-i lutfu olanlar saʻîd olur
Yâver değilse bahtı ne şübhe baʻîd olur
ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
465
Şâneñe lâyık mı târ-ı zülfî kursun şâneler
Kılca kaldı ʻâşıkıñ cânı o da ol mûdadır
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Dil-firîb-i ʻişve-bâzîden değildir iştikâ
ʻÂşıkıñ hûn-ı vebâli hançer-i ebrûdadır
Maʻden Emîni ʻAbdî Paşa-zâde ʻOsmân Dîdâr Bey Kâdî-ı Yeñişehir
Ehl-i dil olur kûşe-i ʻuzletle safâ-yâb
Ama yine cemʻiyyet-i yârân unutulmaz
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Dîdârı melek hûyu güzel dilberi sev kim
ʻÖmrünce o sevgi ile ol cân unutulmaz
Emîrî-i Âmidî Cedd-i Câmiʻu’l-hurûf
Bûs-ı lâʻliyle göñül şâdân ola ya olmaya
Gonca-i ümmîdimiz handân ola ya olmaya
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
Minnet-i huşk ey tabîb-i bî-mürüvvet tâ-be-key
Merhemiñ ya derdime dermân ola ya olmaya
Rızâ Yeñişehrî-i Âmidî
Yek-be-yek kable’l-hesâb Âgâh-girdâr ol Rızâ
İhtisâb-ı vâpesîn âsân ola ya olmaya
Müşârun-ileyhiñ birçok nezâ’iri yukarılarda mürûr eylediği gibi bundan
soñra da gelecektir. Magfûr-ı müşârun-ileyh Yeñişehr-i Fenâr belde-i cesîmesinde
tamâm yetmiş sene sadr-ı saʻâdet-hâne-i üstâdiyyette oturmuş ve hüsn-i hâl
erbâbından gâyet mübârek bir zât bulunması cihetiyle kendisinden bir Besmele-i
Şerîfe kırâ’at eden talebe mutlaka feyz-yâb olmakta bulunmuş olduğundan ders-i
fazîlet celbine rağbet pek ziyâde idi.
1237/1822 senesinde vefât eden Yeñişehr-i Fenâr müftîsi ʻİzzet Efendi gibi
bir fâzıl-ı belâgat-şiʻâr-ı evâ’il, ve 1277/1861 senesinde irtihâl eyleyen Şeyh Nazîf
Mevlevî gibi bir mürşid-i kerâmet-iştihâr-ı evâsıt, ve işbu tezkiremiziñ tahrîri
esnâsında ber-hayât olan Yeñişehirli ʻAvnî Bey gibi bir şâʻir-i bî-nazîr-i rûzgâr-ı
evâhir, eyyâmına tesâdüf eden tilmîzân-ı ʻâliyyesindendir. (397) Hatt-ı destiyle
olan külliyât-ı eşʻârı nezd-i fakîrde mevcûddur. Gazeliyyâtı 5788 beyt, kasâ’id ve
tevârîh ve kıtaʻât, muʻammeyât ve elgâzı 3445 beyt, ve tahmîsâtı 9046 beyt ki
Dîvân-ı eşʻârı cemʻan 25277 beyttir.
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî, Ümnî-i Âmidî, Fâmî-i Âmidî, ʻAbdullâh Sırrî-i
Âmidî gibi şehrimiz şuʻarâsınıñ birçok gazelleri tahmisâtı meyânında dâhildir.
466
Lisân-ı Fârisî’de dahi başlıca gazelleri olduğu gibi Îrân meşâhir-i üdebâsınıñ pek çok
Fârisî eser-i nefîselerini tahmîs etmiştir.
Elhâsıl muttakî, halûk, tâʻat ü takvâ ile me’lûf ve vahdet ü inzivâya mâ’il,
vücûd-ı feyz-nümûduyla teberrük olunur, mazanna-i kirâmdan bir zât-ı ʻâlî-kadr idi.
Salâh ve takvâsınıñ fevâ’id-i lâ-yuhsâsını görmüş ve husûsuyla kaviyyü’l-beden
olarak bu hâkdân-ı fenâda tamam doksan beş sene yaşamıştır.
Evlâd-ı zükûru kendisinden evvel vefât eylediklerinden iki kerîmesi işbu
tezkiremiziñ tahrîri esnâsında ber-hayât ve memleket-i mezkûreniñ iki eşrâfı ta-
rafından tezevvüc edilmiş oldukları cihetle onlardan ahfâdı vardır. Bir gazel-i ʻâlîleri
tahrîr olunur:
Revnak-ı gülşen-i elfâz-ı safâdır maʻnâ
Açmağa gonca-i ʻirfân-ı sabâdır maʻnâ
467
İsm-i sâmîleri Muhammed’dir. Şeyhülislâm ʻÂrif Hikmet Beyefendi tezkire-
sinde buyururlar ki: “es-Seyyid Muhammed Refîʻ Diyârbekrî’dir. Meşhûr sâhib-i
dîvân Seyyid Lebîb-i Âmidî’niñ oğlunuñ oğludur. Âmid’de 1169/1756 senesi
Şaʻbân-ı şerîfiniñ dördüncü çehârşembe günü ʻâleme vazʻ-ı kadîm etmiştir. (398)
Müşârun-ileyh Lebîb-i Âmidî’niñ ilk hafîdi İbrâhîm Çelebî henüz on iki
yaşında bir nev-nihâl-i ʻâlem-i maʻsûmiyyet iken vefât etmesi, fâzıl-ı müşârun-
ileyhi pek ziyâde dil-hûn ederek;
Gözler âhûları ol gözleri âhûyu müdâm
Oldular kebg ü kebûterleri âvâre-i bâm
beytini hâvî olan manzûme-i belîgasını inşâd etmiş ve ondan bir müddet soñra
cenâb-ı Refîʻ kadem-zen-i bezmgâh-ı cihân olmakla cedd-i pîr gâyet mesrûr olarak
hakkında yirmi beş beytli bir kasîde-i duʻâiyye tanzîm eylemiştir. Şu bir kaç beyt
kasîde-i mezkûredendir:
ʻİlm u ʻamel-i sâlih ola şân-ı Refîʻâ
Âfâkı duta şöhret-i ʻirfân-ı Refîʻâ
*
medeye’d-dehr: ilanihaye, sonsuza kadar.
468
Tahsîl-i ʻilm ü kemâl ve istiktâb-ı hutûta mübâşereti esnâsında cenâb-ı
cedd-i pîr şu nazm-ı mergûb ile duʻâ-hân olmuştur:
Feyziñle yâ Rab eyle mükerrem Refîʻimi
Her ʻilm ü her hünerde müsellem Refîʻimi
469
Rûh-ı taʻlîmi husûsa ola Âdem Hâce’den
Şübhesiz dil-mürdegâna cân-fezâdır hüsn-i hatt
1
Galata Mevlevî-hânesi Kütüb-hânesi’ne gidilerek dîvân-ı mezkûr defaʻatle mütâlaʻa olunmuş ve
bundan başka Kütüb-hâne-i ʻUmûmiyye’de dîger bir kıtʻa dîvân-ı eşʻârı mevcûd bulunmuştur. Bu
ʻabd-i ʻazîzde dahi bir ʻaded dîvân-ı belâgat-ʻunvânı vardır. Kezâlik müşârun-ileyhiñ hatt-ı destiyle
cedd-i ʻâlîleri Lebîb-i Âmidî’niñ bir kıtʻa dîvân-ı eşʻârı dahi nezd-i kemterîde mahfûzdur. Nihâyetindeki
ʻibâre şudur: “Temmet Dîvânü’l-Lebîbi’l-edîb, fî-sene 1207/1793”. 399.
470
onlar da meşhûr Şevket-i Buhârî’den tahsîl-i kemâlât etmeleri münâsebetiyle
müşârun-ileyhiñ dahi Fârisî nazâ’iri ekseriyetle büyük üstâdları olan Şevket-i
Buhârî’ye vâkıʻ olmuş ve bunuñla berâber sâ’ir meşâhir-i ʻurefâ-yı Îrâniyye’yi dahi
nazar-ı tetebbuʻdan uzak tutmamıştır. Gerçi şuʻarâ-yı sâ’iremiziñ Fârisî nezâʹiri
şimdiye kadar tezkiremize derc olunmamış ise de birinci cildiñ lehü’l-hamd hitâma
takrîbi hasebiyle Fârisî bir levha nezâ’irinde bulunması münâsib görülmekle evvelâ
Fârisî ve baʻdehû Türkî nezâ’irinden bir mikdârı tahrîr olunur:
Şevket-i Buhârî
Hudâyâ reng-i te’sîrî kerâmet kun figânemrâ
Be-mevc-i eşk-i bülbül âb dih tîg-ı zebânemrâ
Âgâh-ı Semerkandî-i Âmidî
İlâhî şak be-tîg-ı sıdk kun kilk-i beyânemrâ
Ki tâ rengîn nigâred nakş-ı esrâr-ı nihânemrâ
Refîʻ-i Âmidî Sâhib-terceme
Hudâyâ derc-i esrâr-ı mahabbet kun dehânemrâ
Zi-deryâ-yı maʻânî zîb dih silk-i beyânemrâ
Zîver Paşa Şeyhü’l-harem
Hudâyâ dih safâ-yı maʻrifet mir’ât-ı cânemrâ
Zi-ʻaks-i bî-hodî hayrân kun hüsn-i beyânemrâ
Sâ’ib-i Meşhûr
Mesti ü bî-haberî rütbe-i ʻâmest în-câ
Ebced-i tâze sevâdân hat-ı câmest în-câ
Tâlib-i Amulî
Her ki be’gzeşte ez-în kûçe-i bend üftâdest
Tâ’ir-i bî-kafes ü dâm-ı gedâ mest în-câ
Re’îsü’l-küttâb ʻÂrif vâlid-i Kâdîʻasker Râ’if Bey
Büt-i men rû-be-harem âred ü men bâ-rûyeş
Râst gûyîd merâ kıble küdâmest în-câ
İbrâhîm Hanîf Kâtib Ağa-yı Dâru’s-saʻâde
Vâsıta nîst cüz ez-nâme meyân-ı men ü yâr
Kilk işkeste kadem kâsıd-ı kâmest în-câ
Refîʻ-i Âmidî
Çeşm-i hod her ki be-pûşîd zi-noksân-ı kesâd
Nezd-i ehl-i nazar an merd-i temâmest în-câ
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Hest der-deyr âfetî her dem be-kasd-ı cân merâ
471
Zinde bürden ez-ser-i kûy-ı mugân ne’tvân merâ
Şevket-i Buhârî
Dûr ez-çeşm-i tu ne’gşâyed dil ez-bustân merâ
Mî-nümâyed terkeş-i pür tîr-i nergis dân merâ
Refîʻ-i Âmidî
În cevâbem şod Refîʻ ânhâ ki Şevket gofteest
Dûr ez-çeşm-i tu ne’gşâyed dil ez-bustân merâ
Kelîm-i Hemedânî
Z’în çemen ʻâşık zi-nahl-i ʻîş hergiz ber-nedâşt
Gayr-ı zahm-ı hûnçegân dîger gülî ber-ser-ne-dâşt
Refîʻ-i Âmidî
Men Kelîmem hufte der-zîr-i kelîm-i hod Refîʻ
Ez be-hîzem men be-daʻvâ hîç kes bâver ne-dâşt
Saʻdî-i Şîrâzî
Saʻdi ez-dest-i tu ez-pây-ı der-âyed rûzî
Tâkat-i bâr-ı sitem tâ-key ü hicrân tâ-çend
Refîʻ-i Âmidî
Hest ber-cây-ı Refîʻâ ki çü Saʻdî gûyî
Tâkat-i bâr-ı sitem tâ-key ü hicrân tâ-çend
Nizâmî-i Gencevî
Zi-bes hande ki şehdeş ber-şeker-zed
Be-hûzistân şod efgân-ı taber-zed
Refîʻ-i Âmidî
Refîʻ în nazm-ı bâ-tavr-ı Nizâmîst
ʻAceb tabʻat be-müşkilhâ be-verzed
Re’îsü’l-küttâb ʻÂrif vâlid-i Kâdîʻasker Râ’if Bey
Dûş men reftem sû-yı kûy-ı gül-i hoş-bûy-ı hod
Der-gülistâneş besî ʻîş u ʻaceb âheng bûd
Refîʻ-i Âmidî
ʻÂrif-i ehl-i yakînrâ pey-revî kerdem Refîʻ
Verne mârâ râh-ı ʻirfân devr-i sad ferseng bûd
Şevket-i Buhârî
Ez-pes nazar be-laʻl-i leb-i yâr kerdeîm
Çeşm-i terem şod est çü bâdâm-ı ter lezîz (402)
Refîʻ-i Âmidî
472
Nûş-ı safâ vü nîş-i ʻam-ı dehr tev’emend
Zenbûr her kücâst şeved şehd-i ter lezîz
Şevket-i Buhârî
Ne-mî-gûyem ki îmâ-yı temâmî kun be-kâr-ı men
Be-çeşm-i hişten-i fermâ ki bâşed nîm-îmâ ter
Refîʻ-i Âmidî
Cefâ sâzest ü tannâzest ü gammâzest ü mümtâzest
Hamûşî mî-nümâyed çeşmeş ammâ bes ki gûyâ ter
Hazret-i Gülşenî-i Âmidî
Âteş-i hasret-revânem sûzed ey hemdem zi-rahm
Pürs ez-ân bî-rahm tündem tâ-be-key în sûz u sâz
Şevket-i Buhârî
Gerd-i dervîşî merâ ez-fikr-i hestî bî-niyâz
Behye dâred hırkaem ez-rişte-i ʻömr-i dirâz
Refîʻ-i Âmidî
În cevâb-ı men Refîʻ ânrâ ki Şevket gofteest
Gerd-i dervîşî merâ ez-fikr-i hestî bî-niyâz
Maksûd-ı Kâşânî
Sabâ dâred be-kef çevgân-ı zülf-i ʻanber-efşâneş
Be-bâzî mî-zened her lahza ber-kûy-ı zenehdâneş
Hasankalʻalı Nefʻî-i Meşhûr
Dilem ser-mest-i câm-ı ʻaşk u ʻ akl-ı kül zebândâneş
Ne-gûyed ne-şenûd her dü cüz-ez-tevhîd-i yezdâneş
Şevket-i Buhârî
Bisât-ı kûy-ı cânân nîst bî-feyz-i temâşâ’î
Ki ez-dilhâ-yı bî-tâbest gevherhâ-yı galtâneş
Bîdil
Ne-dânem vâsıl-ı bezm-i yakîn key mî-şeved zâhid
Henüz ez-sübha mî-lugzed be-sad câ pây-ı eymâneş
Refîʻ-i Âmidî
Eğer rindî be-yâd-ı laʻl-i o hûn-ı ciğer nûşed
Be-hâhed rûh-ı Cem yek cürʻa ez-câm-ı dırahşâneş
Zîver Paşa Şeyhü’l-harem
Sevâd-ı şâm-ı gam rîzed be-gülşen reng-i mâtemrâ
Dehed şîven sadâ-yı bülbülânrâ subh-ı hicrâned
473
Hazret-i Gülşenî-i Âmidî
Merâ ey mâh-ı ʻîdem-rev çirâ kurbân ne-sâzî gû
Çü mâh-ı ʻîd tu dîde revân ber-vey fidâ kerdem
Şevket-i Buhârî
Zi-hod nâ-reftem ez-zaʻf-ı beden tedbîrhâ kerdem
Zi-rengî tâ-be-rengî âmedem tedbîrhâ kerdem
Refîʻ-i Âmidî
Refîʻâ în cevâbem Şevket-i sehhârrâ ammâ
Sühanhâ-yı derî hem-çün zebân hûyeş edâ kerdem
Kelîm-i Hemedânî
Ne-hemîn mî-remed ân nev-gül-i handân ez-men
Mî-keşed hâr der-în bâdiye-dâmân ez-men
Refîʻ-i Âmidî
Râz-ı men gül şod ez-în mısraʻ-ı dil-dûz-ı Kelîm
Mî-keşed hâr der-în bâdiye-dâmân ez-men
Saʻdî-i Şîrâzî
Der-kûy-ı tu maʻrûfem ü ez-rûy-ı tu mahrûm
Gürg-i dehen âlûde vü Yûsuf ne-derîde
Şâhî-i Îrânî
Şâhî heveset bûd hadîsî zi-dehâneş
Efsûs ki reftî zi-cihân hîç ne-dîde
Lâedrî
Der-dîde-i cânem çü tu’î merdüm-i dîde
ʻÂlem be-tu mî-bînem ü rûy-ı tu ne-dîde
Refîʻ-i Âmidî
Yârân-ı ʻAcem bîned eger mî-gezed engüşt
Ez-bes ki Refîʻ în sühanem geşt güzîde
Sâ’ib
Gerd-i yek teng-i şeker-rûy-ı zemînrâ Sâ’ib
Ki şenîde’st çunîn tûtî-i şekker-şikenî
Refîʻ-i Âmidî
Kudsiyân vird koned în sühan-ı pâk-i Refîʻ
Nazm-ı hûbet şode çün sübha-i dürr-i ʻAdenî
Refîʻ-i Âmidî’niñ Türkçe Nezâ’iri:
Lebîb-i Âmidî
474
Bülbül ü gül serv ü sünbül beslemek himmet değil
Bunları terk et Lebîb ol bâğbân-ı maʻrifet
Refîʻ-i Âmidî
Bülbül ol sen de Refîʻâ bul o bâğ-ı hurremi
Kim Lebîb olmuştur anda bâğbân-ı maʻrifet
Re’îsü’l-küttâb ʻÂrif vâlid-i Kâdîʻasker Râ’if Bey
Cây-ı bûse aradık ser-tâbe-pây-ı yârdan
Subh olunca gerdeninden intihâb ettik bu şeb
Refîʻ-i Âmidî
ʻÂrif-i zî-şâna pey-rev olmağa biz de Refîʻ
Bu zemîn-i dil-nişînde çok şitâb ettik bu şeb (404)
Nedîm-i Meşhûr
Sen demişsin ki kimiñ derdiyle giryândır Nedîm
Ey mürüvvetsiz seniñ derdiñle giryân oldu hep
Refîʻ-i Âmidî
Oldu tanzîriñ Nedîm’e bu gazel gerçi Refîʻ
Tavr-ı dîger üzre hâme sanʻat-efşân oldu hep
Nedîm-i Meşhûr
Nevâyî rûhı kilkindin Nedîmâ köp tapar lezzet
Terennüm eylekec ni yañlıg ün salıp nevâ tartıp
Refîʻ-i Âmidî
Nevâyî vü Nedîmâ diñ Refîʻâ kilk-i çâlâkim 1
Yazar bu resme nazm akranga ser-tâ-ser salâ tartıp
Sâbit-i Meşhûr
Yine bir körpe kuzu tekyeye kurbân varacak
Söyle Sâbit bilesün ʻaşk ile dendânı şeyh
Refîʻ-i Âmidî
Sâbitâne bu gazel oldı Refîʻâ mudhik
Gile düştü göricek bu gül-i handânı şeyh
Nâbî-i Ruhâvî
1
ʻAlî Şîr Nevâyî’niñ Garâ’ibü’s-sıgar, Nevâdirü’ş-şebâb, Bedâyiʻü’l-vasat, Fevâyidü’l-kiber isimlerinde
olan dört ʻadet Türkî Dîvân-ı eşʻârına ve sâ’ir külliyât-ı âsârına müracaʻat edilmiş ise de bu vezin ve
kâfiyede bir gazeli nazarımıza müsâdif olmadı. Nedîm ile Refîʻ gazelleri Çağatayca olduğu içün
Nevâyî’niñ ismini yâd etmiş olsalar gerekdir. ʻAlî Şîr’iñ Türkçe eşʻârı inşâdında mahlası “Nevâyî’’ ve
Fârisî eşʻârda “Fânî” dir. 404.
475
Hatt nev-resîde sebze-i bâğ-ı ʻizârıdır
Âhirzamân hüsnünüñ evvel bahârıdır
Vâlî-i Âmidî
Şimdengerü küşâde olur mu gül-i neşât
ʻÎşiñ hazânıdır gamıñ evvel bahârıdır
Refîʻ-i Âmidî
Gülşen-serâ-yı şâh-ı safâdır dilim Refîʻ
Nâlem hezârı eşk-i terim cûy-bârıdır
Re’îsü’l-küttâb ʻÂrif vâlid-i Kâdîʻasker Râ’if Bey
Cihân halâs olamaz sadme-i tahavvülden
Safâ-yı revnak-ı gülşen gam-ı hazâna düşer
Refîʻ-i Âmidî
Refîʻ-i himmet-i yârân olursa feyz-resân
Latîf olur sühanım dest-i ʻârifâna düşer
Gayret-i Âmidî
Mihmân-serâ-yı ʻâlem-i endûhda benim
Hep çektiğim hicâb ile hâtır belâsıdır (405)
Hanîf Kâtib-i Ağa-yı Dârü’s-saʻâde
Muʻciz-edâ bir âfet-i devrâna ʻâşıkım
Bir handesi bu cism-i ʻalîliñ devâsıdır
Refîʻ-i Âmidî
Pey-rev olup Hanîf’e Refîʻ kesb-i rifʻat et
Kim evc-i fehm ü maʻrifetiñ ol hümâsıdır
Rızâ-yı Yeñişehrî-i Âmidî
Yek nazre ile oldu göñül zülfine beste
Gûyâ ki perî çarpdı yahud sihr eseridir
Refîʻ-i Âmidî
Yârân-ı sühan-gûya Refîʻa bu nazîre
Sen hoş der iseñ ben de derim ʻaşk eseridir
ʻAzmî-i Âmidî
Letâfette gazel böyle gerek rengîn u maʻnîdâr
Diye gûş eyleyenler bundan âʻlâ bir zemîn olmaz
Rızâ-yı Yeñişehrî-i Âmidî
Müsellemdir sühan-dânân-ı ʻasrıñ nazm-ı dil-cûsu
Rızâ-cû zâde-i tabʻım gibi hoş-gû fatîn olmaz
476
Refîʻ-i Âmidî
Refîʻâ şiʻr-i yârân nâzik ü zîbâ olur ammâ
Kelâm-ı hikmet-âmîzim gibi rengîn-zemîn olmaz
Hanîf Kâtib-i Ağa-yı Dârü’s-saʻâde
Harâb etmiş hücûm-ı leşker-i hattıyla ʻuşşâkı
Bakılsa çeşm-i mesti meşreb-i gaddârlık bilmez
Refîʻ-i Âmidî
Hanîf-i nüktesince bu nazîremdir Refîʻ ancak
Sühanda sihr eder tabʻım yine sehhârlık bilmez
ʻAlî Şîr Nevâyî
Nice zulmın tartayın ol serv-i hûrî-zâdeniñ
Yok mudur pâyânı âyâ zulm ile bî-dâdınıñ
Refîʻ-i Âmidî
Min Nevâyî dik nevâ aytıp n’ola dirsem Refîʻ
Nice zulmın tartayın ol serv-i hûrî-zâdeniñ
Nâbî-i Ruhâvî
Ben esrâr-ı kaderle âşinâlık etmişim Nâbî
Sebük-magzân gibi takdîr ile ceng ü cidâl etmem
Refîʻ-i Âmidî
Refîʻâ eyleyip mısraʻların tazmîn Nâbî’niñ
ʻAceb taʻmîr ettiñ anı inkâr-ı makâl etmem
Sâbit-i Meşhûr Kâdî-ı Âmid
Nazîremden duyarlar imtiyâz-ı tabʻımı Sâbit
Tasallüf eyleyip ben daʻvi-i fazl u kemâl etmem (406)
Refîʻ-i Âmidî
Refîʻ isbât eder elbet nazîrem hakk-ı rüchânı
Temeddüh eyleyip Sâbit’le daʻvâ-yı kemâl etmem
Nedîm-i Meşhûr
Gördükçe bendeki bu şeker handeler nedir
Bildiñ mi tûtî-i şekeristânıñ olduğum
Refîʻ-i Âmidî
Dersem Refîʻ o lebleri kanda Nedîmveş
Bildiñ mi tûtî-i şekeristânıñ olduğum
477
Hâmî-i Âmidî 1
ʻÎdiyye kuluñ Hâmî’ye ihsânıñ olursa
Kurbân olayım olmaya noksân iki yüzden
Refîʻ-i Âmidî:
Sürdüm yüzümü pâyına ʻîd oldu Refîʻâ
El verdi baña devlet-i devrân iki yüzden
Hanîf Kâtib-i Ağa-yı Dârü’s-saʻâde
Öyle bir rûh-ı musavver sen ki ey ʻÎsî-nefes
Cân bulur ʻuşşâk-ı şeydâ âşikâr oldukça sen
Refîʻ-i Âmidî
Şevk-bahş eyler Refîʻâ ol Hanîf-i nüktedân
Gâh fütûr ile sühande gam-şiʻâr oldukça sen
Nedîm-i Meşhûr
Kûşe-i ebrûdan ayrılmaz dil-i hûn-geştemiz
Lekke-i hûndur ki kalmış dâmen-i şemşîrde
Refîʻ-i Âmidî
Hem-zebân olduñ Nedîm’e gerçi efsûn eylemiş
Sen de sihr ettiñ Refîʻâ sanʻat-ı tanzîrde
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
Câme-i gül-gûn giyinmiş âfet olmuş ol perî
Atlas-ı rûyına ey dil hoş yakışmış hâresi
Refîʻ-i Âmidî
Etsin istihrâc-ı ahkâm-ı hüner yârân Refîʻ
Heft beytim çarh-ı nazmıñ sebʻa-i seyyâresi
Bâkî-i Meşhûr
Meddâh olalı çeşm-i gazâlânına Bâkî
Öğrendi gazel tarzını Rûm’uñ şuʻarâsı
Refîʻ-i Âmidî
Sâde görünür gerçi Refîʻa bu makâlim
Var anda bakılsa yine Bâkî’niñ edâsı (407)
1
Hâmî-i Âmidî’niñ bu vezn ve kâfiyede;
Yüz yerde yüzüñ sürseñ eğer pâyına Hâmî
Etmez o perî bûseler ihsâ iki yüzden
maktaʻını hâvî bir gazeli daha vardır. Lâkin Hâzık-ı Erzurûmî’nin de dîvânında mukayyeddir. 406.
478
Nedîm-i Meşhûr
Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûne servden bâlâ seni
Refîʻ-i Âmidî
Ol mehe dersem Nedîmâsâ sezâ ben de Refîʻ
Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni
Refîʻ-i Âmidî
Sâde metâʻ-ı nazm-ı Refîʻâ bahârda
Ol şehr-i Âmid’iñ bu beyâzlıca kâlesi
Emîrî Camiʻu’l-hurûf
Hûn-ı ciğerle nesc ediyor gerçi göñlüm âh
Değmez cihânda bir pula kâlâ-yı nâlesi
Cenâb-ı Refîʻiñ Şeyh Gâlib merhûmuñ meşhûr-ı cihân olan “Hüsn ü ʻAşk”
manzûmesine “Cân u Cânân” isminde nazîresi vardır. Şu ebyât manzûme-i
mezkûre mukaddimesindendir:
Gâhîce okurdum ol kitâbı
Kim söylemiş idi anı Nâbî
479
Gitmişti vefât edip o merhûm
Merhûm olur mu hiç mercûm
1
Şeyh Gâlib’iñ “Hüsn ü ʻAşk” manzûmesinde Nâbî-i nüktedân hakkında o sözleri sarfa mecbûr olması
muhâtablarını ilzâm ve iskât içün idi. Nâbî’niñ mevkiʻ-i bülend-iktidârını:
Pesendim gülsitân-ı şiʻr-i Nâbî’dir yine Gâlib
Benim her tabʻ-ı mevzûn gerçi bir serv-i revânımdır
vâdisindeki sözleriyle bizzât tasdîk eylediği gibi üstâd-ı ʻâlîleri Hoca Neş’et’iñ:
Neş’etâ Nâbî’ye tanzîr desem kim diñler
Ne kadar muʻcize-gûyem der isem kim inanır
maktaʻlı gazeline nazîre olarak söyledikleri:
Hazret-i Neş’et’e tâ pey-rev olunca Gâlib
Hâme vâdî-i belâgatta dahi çok dolanır
gibi âsârıyla da cenâb-ı Şeyh, Nâbî merhûma tevsîk-i silsile-i irtibât eylemiştir. 407.
480
Daʻvâ-yı sühan değil bu ancak
Kastım aña bir cevâb yazmak
481
Bakıp cemʻiyyet-i güftârına dikkatle insâf et
Perîşân-tavrdır gerçi Refîʻ üstâd şâʻirdir
Sürûrî merhûmun bu misillü ehl-i hâl ve sâhib-kemâl zevâtı hicv ve hezl ile
rencîde eylemesi, Şeyhülislâm Veliyyüddîn-zâde Kâdîʻasker-i Meşhûr Muhammed
Emîn Efendi gibi zevk u safâya mâ’il mîrâsyedileriñ ʻatiyye-i muharrikâneleri sebe-
biyledir. Şu iki beyt o kabil sözlerdendir:
Koynın evrâk-ı perîşân ile mânend-i Refîʻ
Doldurup şişmek gerektir iki yanı şâʻiriñ (409)
482
Refîʻ şiʻr-i pesendîde söylemek şimdi
Vesîm-i 1 dil-keş-edâveş kibâra kalmıştır
***
REFÎK
Üstâd-ı ekremimiz Hâfız Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleriniñ
ʻunfuvân-ı civânîlerinde ittihâz buyurdukları mahlastır. Yirmibeş yaşına yaʻni
1245/1830 senesine kadar bu mahlas ile inşâd-ı âsâr ederek muahheran “Kâmî”
mahlas-ı ʻâlîsini intihâb buyurmuşlar idi.
Şehrimiz mecmûʻalarında gazeliyyât ve bâ-husûs tecnîs, maʻnî, mâye gibi
millî lisân ile yazılmış birçok âsâr-ı fâzılâneleri “Refîk” ve “Refîkî” imzâsıyla zîver-i
sütûrdur. Terceme-i hâl-i üstâdâneleri Kâmî mahlasında görülecektir.
1234/1819 senesinde emlahü’ş-şuʻarâ Nâbî merhumuñ naʻt-ı meşhûrunu
fahrü’l-muhakkıkîn Şeyh Mustafâ Safiyy-i Âmidî hazretleriniñ:
Makarr-ı nûr-ı aʻzâm dil-güşâ-yı bî-bahâdır bu
Menâm-ı server-i ʻâlem der-i ehl-i recâdır bu
Edeble ilticâ kıl melce-i şâh u gedâdır bu
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu (410)
Ve ʻAzmî-i Âmidî’niñ:
Şefâʻat maʻdeni sultân-ı cümle-enbiyâdır bu
Saʻâdet burcunuñ mâhı imâm-ı etkıyâdır bu
Şefîʻ-i rûz-ı mahşer sâhib-i ʻâlî-livâdır bu
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu
Ve Fethî-zâde Saʻdu’llâh Saʻîd-i Âmidî’niñ:
Saʻâdet-hâne-i şâh-ı gürûh-ı enbiyâdır bu
Der-i vâlâ muʻallâ tahtgâh-ı müctebâdır bu
Karîn-i feyz-i Hakk’dır ravza-i nûrü’l-hüdâdır bu
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu
Tahmîsleri kesb-i iştihâr eylemekle henüz mektebde sinn-i ʻâlîleri on dört radde-
sinde olduğu hâlde, bir şevk-ı kibriyâ-pesend ile naʻt-ı belîg-ı mezkûru tahmîs ede-
rek mektebiñ dîvârına taʻlîk eylemiş idi.
1
Şu Vesîm’iñ dahi ism ve âsârı tezâkir-i şuʻarâmızıñ hiç birisinde görülmemiştir. 409.
483
“Refîk” mahlasını hâvî olan âsâr-ı ʻâliyyelerinden olmakla teberrüken tahrîr
olunur:
Risâlet tahtınıñ şâhı imâm-ı asfiyâdır bu
Nebîler serveri mâh-ı gürûh-ı etkıyâdır bu
Muʻallâdır müzekkâdır resûl-ı müctebâdır bu
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu
1
Müşârun-ileyhiñ temenniyâtı makbûl olarak mu’ahheren Medîne-i Münevvere’ye ʻazîmet eylemiş
ve o makâm-ı mukaddeste bir tahmîs daha inşâd etmiştir ki, Kâmî mahlasıyla matbûʻ dîvân-ı
ʻâlîlerinde mevcûddur. Temenniyâtınıñ sûret-i kabûlünü tahmîs-ı mezkûr maktaʻında şöylece beyân
buyurmuştur:
Ne rütbe cürm ola bunda ʻafuvvdur yalvar Allâh’a
Ne devlettir bu devlet kim yetiştiñ Kâmî bu câha
Yüzüñ sür yüz tazarruʻla ʻulüvv-i südde-i şâha
Mürâʻât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
484
Günâhıñ magfiret eyler Refîkî yalvar Allâh’a
Mürâʻât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Matâf-ı kudsiyândır bûsegâh-ı evliyâdır bu
***
REMZÎ
Nâm-ı bihterînleri Muhammed’dir. 1170/1757 hudûdunda şehrimizde
dünyâya gelmiştir. Eyyâm-ı civânîsini tahsîl-i fazl ü kemâle hasr ve hengâm-ı
şebâbetini tekmîl-i ʻilm ü maʻrifete hasr eylediğinden sâhib-i fazl ü kemâl bir şâʻir-i
hoş-makâl zuhûr etmiştir.
1200/1786 senesinde Diyârbekir nâ’ib-i esbakı, fuzalâ-yı benâmdan Hoca
Muhammed Sâlih Efendi hazretlerine damad oldu. Vüzerâ-yı ʻizâmdan sâbıku’t-
terceme İbrâhîm Hafîd Paşa hazretleriniñ iltifât-ı fevkalʻâdelerine mazhar ve
zamân-ı gam u şâdî-i devletlerinde hem-bezm u hem-ser idi. Vukûʻ bulan baʻzı
mülâtefeleri meşhûrdur. “Evfâk” ve “Tılsımât” gibi fünûn-ı garîbede sâhib-
mahâret idi. Mahdûmları sâbıku’t-terceme Muhammed Tâhir Tâ’ib Efendi vâlid-i
fakîre hikâye eylemiştir ki:
“Mektebde okuduğum zamân hânedândan bir zâtıñ mahdûmuyla şerîk
idim. Dîger şerîklere iltifât eylemekte olduğu hâlde rukabâ şerrinden olmak üzre
benimle aslâ konuşmazdı. Bu hâle dil-hûn olurdum. Peder hâlime vâkıf oldu. Bir
nüsha yazdı. Yanımda gezdirmekliğimi fakat açıp içine bakmamaklığımı tenbîh etti.
Nüshayı boynuma takıp mektebe gittim. Bir iltifâta nâil oldum ki taʻrîf edemem.
Artık şerîkim benden ayrılmadı. Fakat nüshada ne yazıldığına merâk ettim, açtım.
Konmuş olduğu Vefk’ı ve sâ’ir yazıları öğrendim. Artık ne kadar memnûn olduğu-
mu taʻrîf edemem. Çünki her kim benimle konuşmazsa vefkı onuñ nâmına doldu-
racak artık mergûb ʻâlim olacaktım. Belki yüz defʻa müteneviʻ kimseler nâmına
tecrübe ettim fakat hiç birisinde zerre kadar bir te’sîr görmedim. Anladım ki te’sîr
nefeste imiş.”
Canâb-ı Remzî neşr-i ʻulûm-ı ʻaliyye ile evkât-güzâr ve şuʻarâ-yı memle-
keti ile hem-âheng-i güftâr ve mahrem-i bezm-i vülât ü kibâr olduğu hâlde
1227/1812 senesinde şemʻ-i fürûzân-ı hayâtı rûzgâr-ı ecel ile intifâ-pezîr olmuş-
tur.
Na’ş-ı gufrân-nakşı Rûmkapısı hâricinde ʻAzîz-zâdeler civârında kâ’in, ʻâile-i
ʻâlîlerine mahsûs mahallede vedîʻa-i rahmet-i ilâhiyyedir. Karâbeti ve hânece de
kurbiyyeti olan vâlid-i câmiʻu’l-hurûf müşârun-ileyhiñ evâhir-i eyyâmına yetişmiş-
tir. Uzun buylu, esmer çehreli, çatık kaşlı, etvârı kibârâne, sohbeti zarîfâne bir zât
olduğunu rivâyet buyuruyorlar. (412)
485
Şuʻarâ-yı eslâf-ı muʻâsırîne nazîre olarak inşâd eylediği baʻzı âsâr,
nezâ’iriyle beraber tahrîr olunur:
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Yâre karşı her kaçan cân bülbülü nâlân olur
Goncaveş eyler tebessüm gül gibi handân olur
Nesîmî-i Meşhûr
Sünbülüñ çîninde mesken eylese göñlüm n’ola
Ehl-i tevhîdiñ makâmı ravza-i rıdvân olur
Halîlî-i Âmidî
Ey Halîlî cânı ver cânân içün havf eyleme
Kim bu yolda can veren şâyeste-i cânân olur
İshak-ı Üskübî
Bir vefâ ehli güzel sevsem ʻacebdir tâliʻim
Sevdiğim günden hemân bir âfet-i devrân olur
Fuzûlî
Hârdan hûn-rîzlik gördükçe gül handân olur
Sabr eden hayl ü haşem bî-dâdına sultân olur
Kâdîʻasker Bâkî
Hicr-i laʻliñle dem-â-dem dîde hûn-efşân olur
Gözlerim sildikçe destim pençe-i mercân olur
Hüdâyî Mahmûd Efendi
Tâlib-i Hakk olmayanlar sanma kim insân olur
Sûreti âdemden ammâ sîreti şeytân olur
Küçük Çelebî-zâde Şeyhülislâm ʻÂsım Efendi
Târ-ı âha ol kadar laht-ı ciğer pîçân olur
Kim çıkınca sîneden bir sübha-i mercân olur
Remzî-i Âmidî
Vech-i pâkiñ seyr eden ʻâşıklarıñ hayrân olur
Gamze-i hûn-rîz ucundan günde yüz biñ kan olur
Rızâ-yı Yeñişehrî-i Âmidî
Hırka-i fakrı hakîkî fahr ile lebs eyleyen
Merd-i kâmil ferd-i ʻâkıl sâhib-i izʻân olur
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Mihr-i ʻâlem-tâb-ı hüsnüñ sanma kim pinhân olur
Âftâb-ı talʻatiñ günden güne rahşân olur
486
Kâmî-i Âmidî
Gâh benimle ülfet eylersiñ gehî agyâr ile
Geç bu sevdâdan efendim ara yerde kan our
Yûsuf Râ’if-i Âmidî Mukâbeleci-zâde
Herkese kısmet değil tanzîm-i eşʻâr eylemek
Cânib-i Haktan tabîʻat ehline ihsân olur (413)
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Öldürür ʻâşıkı gerçi çeşm-i fettânıñ seniñ
Gam değil ihyâ eder laʻl-i Bedehşân’ıñ senîn
Fuzûlî
Öyle raʻnâdır gülüm serv-i hırâmânıñ seniñ
Kim gören bir kez olur elbette hayrânıñ seniñ
Emrî-i Edirnevî
Küşteñim dedikçe dersin kanı ya kanıñ seniñ
Neyleyim bir kan çıkarmaz urdu müjgânıñ seniñ
Bâkî Kâdîʻasker
Goncayı dil-teng eder laʻl-i dür-efşânıñ seniñ
Lâleye hoş-reng eder gül-berg-i handânıñ seniñ
Hâletî
Hokka-i teng olmagın ol laʻl-i handânıñ seniñ
Birbiri üstüne gelmiş dürr-i dendânıñ seniñ
Makâlî
Sînemi sad-pâre kıldı tîg-ı hicrânıñ seniñ
Hey ne zâlimsin ki yoktur dîniñ îmânıñ seniñ
Küçük Çelebî-zâde Şeyhülislâm ʻÂsım Efendi
Herkesiñ var bûy-ı vuslattan dimâgında eser
Bir benim ancak zükâm-âlûd-ı hicrânıñ seniñ
Remzî-i Âmidî
Sîne-i şeffâftan inmiş dehân-ı nâfa dek
Bir beden âyînesi çâk-i girîbânıñ seniñ
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Zülfüñü añdım yine düştüm uzun sevdâlara
Dür dişiñ fikri beni gark eyledi deryâlara
Edirneli Emrî Çelebî
Sanma cûlar düştüler Mecnûn olup sahrâlara
487
Verdiler tuğyân-ı eşkimden haber deryâlara
Ümîdî
Bir saçı Leylâ gamından düştü dil sevdâlara
Günde biñ kez uğradır başım benim sevdâlara
Cemâlî
Sal şehâ evsâf-ı dürr-i cevheri deryâlara
Vasf-ı eşkim rûz-ı hicriñde yeter dünyâlara
Topkapılı Feyzî
ʻArş u ferşi lerze-nâk eyler bir âh-ı serd ile
Nâzenînim tâlib olma renciş-i şeydâlara
Remzî-i Âmidî
Dîdelerden eşk-i hasret Remziyâ bârân olur
Raʻd-ı âhım kalb olunca kubbe-i mînâlara (414)
Râgıb-ı Âmidî
Lutf ederseñ şol dehân-ı dür-feşânıñdan buyur
Kûşe-i ebrû ile salma bizi îmâlara
Ferdî-i Âmidî
Kûşe-i dilden ser-i mû kâkülüñ dûr olmasın
Ol değil mi dûş eden şeydâ dili sevdâlara
Kâmî-i Âmidî
ʻÂşıka rûy-ı gazab gösterme çatma ebruvân
Âftâbım girme lutf et ebr-i istignâlara
Hâmî-i Âmidî
Yoluña sarf ettiğim hep nakd-ı eşk-i dîdedir
Var mıdır ey meh içinde parası bir kimseniñ
Remzî-i Âmidî
Dehr-i fânîniñ şarâb-ı nâ-güvârın Remziyâ
Nûş eden elbet olur bî-çâresi bir kimseniñ
ʻAzmî-i Âmidî
Gül ruhında neş’e-i meyden değildir âb u tâb
Hûn-ı dilden reng alır ruhsâresi bir kimseniñ
Kâmî-i Âmidî
Hattı geldi ettiği cevre nedâmet gösterir
Kâmî kaldı kendine yüz karası bir kimseniñ
Remzî-i Âmidî
488
Sûretâ gerçi gılâfından nihândır hançeriñ
Maʻnîde ʻâlemlere âteş-feşândır hançeriñ
Emîrî Câmiʻu'l-hurûf
Gamze kâfîdir bütün ʻuşşâkı bî-cân etmeğe
Heybeti tezyîd içün belde ʻayândır hançeriñ
Remzî-i Âmidî:
Âteş-i seyyâleveş meydâna geldik sâkiyâ
Çok ayaklatma bizi elden ʻinân ayrılmasın
Emîrî Câmiʻu'l-hurûf
Gezmesin tenhâ hatar vardır fezâ-yı ʻişvede
Nezd-i lâlâdan o tıfl-ı mihribân ayrılmasın
Baʻzı nezâ’iri dahi Câmî-i Âmidî ile bu hakîr-i câmiʻu’l-hurûf bahsinde
mürûr etmiştir. Müşârun-ileyh ʻilm ü fazlı nümâyân bir şâʻir-i fasîhü’l-lisân olup
sâhib-dîvân oldukları:
Harf-endâz olmada erbâb-ı ʻaşka Remziyâ
Nükteden hâlî değildir şiʻr-i dîvânıñ seniñ
beytinden müstebân oluyor.
Müretteb dîvânı manzûr-ı fakîr olmamıştır lâkin mahdûmları sâbıku’t-
terceme Muhammed Tâhir Tâ’ib Efendi hattıyla ihvânımızdan mahdûmları
ʻAbdulvehhâb Vehbî Efendi’de bir mecmûʻa-i (415) kebîre meşhûdumuz olmuştur
ki, müşârun-ileyh Remzî Efendi’niñ bu mecmûʻada münderic olan âsârı dîvân-ı
eşʻâr olmağa mütekâribdir. Gazellerinden başka birçok tahmîs-i ʻâlîleri de vardır.
Bir gazel-i üstâdâneleriyle sadr-ı esbak Gürcü Yûsuf Ziyâ Paşa’nıñ gazelleriniñ tah-
mîsini derc ile iktifâ eyleriz:
Şimdilik ey dil vatan oldu yine dağlar baña
Yâr içün ben ağlarım hasretle yâr ağlar baña
489
Dil o Mecnûn’dur gezer sahrâları Leylâ içün
Remziyâ esmer dilersem rast gelir ağlar baña
490
Vasf-ı hâlim ʻarz ile çok güft-gûlar eyledim
Böyledir hatt-ı cebînim bahr-ı gamda boyladım
Ben bu çarha n’eyledim bilmem ne taksîr eyledim
Kim yanında hâliyâ makhûr u menfûrlardanız (416)
RÛŞENÎ
Hazret-i Gülşenî (kuddise sırruhü’l-ganî) sülâlesinden ve Diyârbekir meclis-i
idâre aʻzâsından merhûm Hâcı Sâlih Efendi’niñ mahdûmu Hâcı Bekir Rûşenî Efen-
di’dir. 1244/1829 senesinde tevellüd eyledi. Hüsn ü cemâl ve melâhat ü hisâlde
zamânınıñ Yûsuf’u idi.
Hâneleri kurbünde Câmiʻu’l-esved Medresesi’nde ders görmüş ve
1261/1845 senesinde üstâd-ı ekremimiz Hâfız Muhammed Şaʻbân Kâmî Efendi’niñ
Dersaʻâdet’den ʻavdetleri üzerine, üstâd-ı müşârun-ileyhden tahsîl-i kemâlât ey-
lemiştir.
1263/1847 senesinde hutût-ı mütenevviʻadan me’zûn oldu. 265 Zi’l-
kaʻdesinde Diyârbekir eyâleti tahrîrât kalemi mübeyyizliğine girdi. 267 senesi Re-
cebinde istiʻfâ ederek Dersaʻâdet’e ʻazîmet eyledi. ʻÂdile Sultân hazretleriniñ ket-
hudâlıkları kitâbetine taʻyîn olunarak yedi seneden mütecâviz îfâ-yı hüsn-i hizmet
ve bu esnâda Hicâz-ı magfiret-tırâza ʻazîmetle îfâ-yı farîza-i hacc u ziyâret etti.
1275/1859 Muharremü’l-harâmınıñ üçüncü günü meclis-i maʻârifte baʻde’l-
imtihân mektûbî-i mâliye hulefâlığı silkine iltihâk ve 1279/1863 senesi Ramazân-ı
Şerîfi’nde Tuna vilâyet-i celîlesi rüsûmât nezâreti muhasebe başkitâbetine irtikâ
eylemiştir. Orada te’ehhül ederek eşrâf-ı mahalliyeden bir zâta damad olmuştur.
1284/1868 senesinde bi’l-istiʻfâ yirmi senelik bir gaybûbetten sonra memleketine
ʻavdet eyledi. Bir buçuk sene kadar memleketinde ikâmet ve ol esnâda Bağdâd
vâlîliğine taʻyîn olunan Midhat Paşa hazretleri Diyârbekir’e gelerek Tuna vilayetin-
de olan muʻârefe-i kadîme hasebiyle Bağdâd’a götürmüş ve 1286/1870 Muharre-
mi evâsıtında Bağdâd vilâyet-i celîlesi evrâk müdürü olmuş ve 1288/1872
Şaʻbânında vilâyet-i müşârun-ileyh Defter-i hâkânî müdür muʻâvinliğine tahvîl-i
me’mûriyyet etmiş ve sene-i mezkûre Ramazânında mütemevvilân-ı eşrâftan olan
pederi Gülşenî-zâde Hâcı Hâfız Sâlih Efendi, Diyârbekir’de vefât eylediği kendileri-
491
ne teblîg olunmakla 1289/1873 senesi Rebîʻü’l-evvelinde Bağdâd’daki
me’mûriyyetinden bi’l-istiʻfâ Diyârbekir’e gelmiştir.
1290/1874 senesi Recebinde biñ beş yüz gurûş maʻâşla Diyârbekir
rüsûmât nezâreti tahrîrât başkitâbetine taʻyîn olunmuş ve artık diyâr-ı gurbette
keşf ü güzârdan mücânebet ve maʻâş-ı mezkûra kanâʻat ederek işbu tezkiremiziñ
târîh-i ikmâli olan 1296/1879 senesi evâsıtına kadar altı (417) seneden mütecâviz-
dir ki me’mûriyyet-i mezkûrede îfâ-yı hüsn-i hizmet eylemekte bulunmuştur. Şiʻr
ile muʻârefesi ve evâ’il-i hâlinde baʻzı eslâf ü muʻâsırîn ile müşâʻaresi vardır. Bu
levha-i nezâ’ir ondandır:
Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Laʻl-i cân-bahşıñ bıraktı âb-ı hayvân içti Hızr
Anuñ içindir görünmez halktan eyler hicâb
Sultân Ahmed Hân-ı Evvel
Katre-i nûr-ı cebîniñdir Habîbâ âftâb
Çarh-ı çârüm olmaz anuñ tâbına aslâ hicâb
Şeh-zâde Bâyezîd Mahdûm-ı Kânûnî Sultân Süleymân Hân
Âteş-i mihr-i ruhuñla bağrımı kıldıñ kebâb
Hasret-i câm-ı lebiñle eşkimi ettiñ şarâb
Hazret-i Gülşenî-i Âmidî
Evvel âhir emr ü nehyi bilmek içindir işit
Vahy ile peygambere Hakk’dan gelen fazl u hitâb
Hayâlî Mahdûm-ı Hazret-i Gülşenî-i Âmidî
Ey Hayâlî gam yeme münkirleriñ teşnîʻine
Perveriş kıl iyi yavuz deme manend-i sehâb
Şeyh Mustafâ Safî-i Âmidî
Nîm-nigâh-ı iltifâtıñ mürde-dil ihyâ eder
Bende-i kemter-nüvâzıñ behresidir feth-i bâb
Meşhûr Nesîmî-i Bağdâdî-i Âmidî
Ey yanağıñ hasretinden cennetiñ kalbinde nâr
V’ey dudağıñ şerbetinden kevseriñ ʻaynında âb
Halîlî-i Âmidî
Ey cemâliñ şemsiniñ her zerresi bir âftâb
Nûru andan ahz ederler âftâb u mâh-tâb
Şeyh-zâde İbrâhîm Hafîd Paşa-yı Âmidî
ʻİşve ʻişret meclisin âmâde kılmış şîve câm
Nergis-i fettânı ol meh-pâreniñ mest ü harâb
492
Şeyh-zâde ʻOsmân Nûrî Paşa-yı Âmidî
Sen o şemʻ-i bezm-i yek-tâsın ki ister dâ’ima
Vech-i pâkiñden meh ü mihr eyleye nûr iktisâb
Refî-i Âmidî Lebîb-zâde
Mey lebiñden neşve almış keyf vermiş sâkiye
Sâki câme nukl edip câm ile rind olmuş harâb
ʻAzmî-i Âmidî
Feyz alan şimdi cihânda bî-hayâdır ey göñül
Matlabından âdemi mahrûm eder şerm ü hicâb (418)
Nazmî-i Âmidî
Çünki girdim dil-rübâ mehveşleriñ bâzârına
Nakd-ı cân sarf eylerim tâ kim olunca kâm-yâb
Rızâ-yı Yeñişehrî-i Âmidî
İştiyâk-ı tâb-ı hüsnüñ bâʻis-i sehrân olur
Hâb görmez çeşm-i hasret tâ doğunca âftâb
Sâhib-terceme Rûşenî-i Âmidî
Nâ’il olmaz hakk u ʻadl ehl-i nigâh-ı ragbete
Çeşm-i insâniyyet-i âhirzamâna geldi hâb
Câmiʻu’l-hurûf Emîrî-i Âmidî
Vakt-i vuslat başka bir revnak bulur sevdâ-yı dil
Nev-bahâr eyyâmı yaldızlar sehâbı âftâb
Asîl, necîb, halûk, zarîf, ketûm bir zât olup rubʻ-ı ʻasrdan mütecâviz Der-
saʻâdet’de ve Tuna ve Bağdâd gibi büyük vilâyetlerde bulunarak birçok eşrâf u
eʻâzım ile musâhabet ve muʻâşeret eylediğinden nezâket ve zarâfet ve asâletine
bir revnak-ı dîger ʻilâve eden kâr-âzmûdegân-ı rûzgârdan hüsn-i hatt ile ser-firâz ve
selîka-i kitâbetle de emsâl ü akrânından mümtâzdır. 1
Lisân-ı mâder-zâdı olan Türkçe’den başka ʻArabî, Fârisî, Kürdî lisânlarıyla
tekellüm ederler.
Bu muharrir-i hakîr, hulûsa da’ir olarak yazdığı mektûblarıñ üslûb-ı
beyânına dil-dâde olduğumdan kendilerini ziyâret içün rüsûmât nezâretine gittikçe
o kabîl müsveddelerini ister ve mütâlaʻa ederim. Bî-ihtiyâr lisânımdan sâdır olan
1
Resm-i ʻâlîleri hemşîre-zâdeleri sâlifü’t-terceme Ahmed Hayâlî Efendi’niñ terceme-i hâlinde 319.
sahîfede olan levha-i tesâvîrde “7” rakamıyla mevcûddur. Resmleri ahz olunduğu vakit sinn-i vâlâları
altmış raddesinde idi. 418.
493
takdîrlere kemâl-i tevâzuʻu hasebiyle elfâz ile mukâbele etmeyip tebessüm-i
zarîfâne ile cevâb verirler.
Şu gazeli enişteleri bulunan üstâd-ı ekremimiz Muhammed Şaʻbân Kâmî
Efendi hazretleriyle müştereken inşâd eylediklerinden üstâd-ı müşârun-ileyhiñ
1280/1864 senesinde tabʻ olunan dîvân-ı fâzılânelerinde dahi mevcûddur:
Kâmî
Dahl ederdim bî-muhâbâ bülbül-i şeydâya ben
Şimdi dil verdim uruldum bir gül-i raʻnâya ben
Rûşenî
Beste-i târ-ı siyâh-ı zülfüñ olmuştur göñül
İhtiyârsız düşmüşem zâlim yamân sevdâya ben
Kâmî
Mahrem olsam bezm-i hâs-ı vuslat-ı cânâneye
Nîm-nigâh etmem o demde cennetü’l-me’vâya ben
Rûşenî
Asitân-ı devlet-i dildâra çünki baş kodum
Etmem aslâ ser-fürû ednâ değil aʻlâya ben
Kâmî
Tesliyetle zabta kâdir olmadım Kays-ı dili
Yoksa pâ-bend-i cünûn olmaz idim Leylâ’ya ben
Rûşenî
Âftâb-ı himmet-i pîr ile (Rûşen)-perverim
Kâmî
(Kâmîyâ) pertev-nisâr olsam n’ola dünyâya ben (419)
***
HARF-İ ZÂ
ZÂRÎ
Nâm-ı ʻâlîleri ʻAlî’dir. Diyârbekir’e on iki sâʻat mesâfede bulunan Savur ka-
sabası etrâfında vâkıʻ Sürgücî ʻaşîretinden zuhûr etmiştir. Evâ’il-i hâlinde Mardin
kasabasına giderek tahsîl-i ʻulûm u kemâlât eylemiş ve ondan Diyârbekir’e gelerek
baʻzı vüzerâ hizmetine dâhil olmuştur.
1160/1747 senesinde rütbe-i sâmiyye-i vezâretle Sivas vâlîsi olan Zâreli
ʻOsmân Paşa-zâde Muhammed Paşa’ya dîvân kâtibi olmuş ve paşa-yı müşârun-
ileyh 1163/1750’de Trabzon, 1164/1751’de Vodin, 1165/1752’de sâniyen Sivas
vâlîsi oldukta Zârî Efendi de müşârun-ileyh hizmetinden ayrılmamıştır.
494
1167/1754’de Zâreli-zâde Muhammed Paşa’nıñ vefâtı üzerine Zârî Efendi mübtelâ-
yı girye vü zârî olmuş ise de Zâreli ile Zârî’niñ yek-dîgerine olan münâsebetinden
midir nedir, bu defʻa vezîr-i müşârun-ileyhiñ birâderi olup Sivas muhassılı bulunan
Zâreli-zâde Feyzu’llâh Paşa’nıñ hizmet-i kitâbetine ittisâl etmiştir. Paşa’nıñ bir-
takım eşkıyâyı te’dîb etmesine mükâfâten 1171/1758 senesinde bâ-rütbe-i vezâret
Sivas vâlîsi olması üzerine Zârî Efendi yine mesrûr ve hândân olmuş ve 1174/1761
senesinde paşasınıñ Diyârbekir vâlîliğine tahvîl-i me’mûriyyet etmesi hasebiyle
kemâl-i sürûr ile vatanına kavuşmuştur.
Paşa-yı müşârun-ileyh 1175/1762’de Vân, baʻdehû yine Sivas ve
1176/1763’de tekrâr Vân, sâniyen Diyârbekir ve 1181/1768’de Konya ve
1182/1769’da Hâni’ye ve sene-i mezkûre cemâziye’l-evvelinde Anadolu vâlîlikleri-
ne taʻyîn olunmuş ve bu münâsebetle Cenâb-ı Zârî de şu memleketlere ʻazîmet ve
bu vesîleyle seyr ü temâşâ-yı büldân ü memâlik eylemiştir.
Sene-i mezkûrede müşârun-ileyh Feyzu’llâh Paşa Bağdâd ser-ʻaskeri
maʻiyyetine me’mûr olmuş ise de ʻazîmeti husûsunda serd eylediği maʻzeret, nezd-
i devlette karîn-i kabûl olmadığından 1173/1760 recebinde refʻ-i vezâretle Dime-
toka’ya iʻzâm edilmiş ve Zârî Efendi de efendisinden ayrılmamıştır.
1174/1761 senesinde paşasınıñ vukûʻ-ı vefâtı üzerine artık vüzerâ hizme-
tine sûret-i temâyül göstermeksizin girye vü zârî ile Âmid şehrine gelmiş ve
üdebâ-yı memleketle evkât-güzâr-ı muʻâşeret olduğu hâlde 1190/1776
hudûdunda ʻâzim-i semt-i bekâ olmuştur.
Baʻzı müşâʻaresinden birkaç beyt tahrîr olunur: (420)
Nâbî-i Ruhâvî 1
Añılsın bâde-i bî-reng ü bûy-ı meclis-i vahdet
Ki bâr-ı minnet-i sahbâdan âzâd olduğum yerdir
Râgıb Paşa Sadraʻzam
Añılsın deşt-i dehşetzâr-ı bî-pâyân-ı nâ-kâmı
Ki sad mecnûna istignâda üstâd olduğum yerdir
Kubûrî-zâde Rahmî “Hevâyî” mahlasıyla
Añılsın ehl-i câhıñ surre surre verdiği bahşiş
Hevâyî hırs ile güm-gerde taʻdâd olduğum yerdir
Zârî Sâhib-terceme
1
Nâbî-i merhûm şu gazeli ʻAbdî Paşa’ya nazîre olarak inşâd eyledi ki;
Añılsın güfte-i ʻâlem-pesend-i ʻAbdî Paşa kim
Nazîr etmekte vakf-ı hayret-âbâd olduğum yerdir
beytinden añlaşılmakta ise de müşârün-ileyh ʻAbdî Paşa’nıñ gazeli henüz meşhûdumuz olmamıştır.
420.
495
Añılsın kûşe-i mey-hâne kim şâd olduğum yerdir
Ayağın bûs edip sâkîniñ irşâd olduğum yerdir
Fethî-zâde Saʻdu’llâh Saʻîd-i Âmidî
Añılsın dahme-i Efrâsyâb-ı vuslat-ı dildâr
Ki mersûd-ı tılısm-ı kilk-i rassâd olduğum yerdir
Emîrî Camîʻu’l-hurûf
Añılsın bezm-i vasl-ı leyle-i miʻrâc-ı endîşe
Cihân zindânınıñ kaydından âzâd olduğum yerdir
ʻAvnî-i Yeñişehrî Redîf-i Dîger
Añılsın pây-mâl olduklarım kûy-ı dil-ârâda
Misâl-i mûr iken ʻAvnî Süleymân olduğum yerdir
Müşârun-ileyh kâmil, fâzıl, münşî, şâʻir bir zât idi. Tezkire-i şuʻarâmız ber-
muʻtâd bu zâtı dahi yazmıyorlar, yalñız Tezkire-i Râmiz’de şu kadarcık bir ʻibâre
görülüyor:
“Nâm-ı celîlleri ʻAlî’dir. Medîne-i Diyârbekir muzâfâtından Mardin-nâm ka-
saba-i güzînden zuhûr etmiştir. Eşʻâr-ı âbdâra pür-iktidâr şuʻarâ-yı ʻasrımızdan
nâzik-tabiʻat bir şâʻir-i pâkize-taʻbîr olmakla tahrîr ve âsârından bir beyt-i ʻâlîleri
tastîr olundu.”
Râmiz Efendi şu ʻibâresinde her ne kadar Mardin kasabasından zuhûr ey-
lediğini gösteriyor ise de müşârun-ileyh Zârî Efendi’niñ bir gazelini muʻâsırîninden
ve havâss-ı ahibbâsından ʻAbdulgafûr Lebîb-i Âmidî hazretleri tahmîs eylemiş ve
derûn-ı dîvânında tahmîsiñ bâlâsına da ʻaynen şu ʻibâreyi kaydetmiştir:
“Zâreli-zâde Feyzu’llâh Paşa’nıñ kâtib-i dîvânları Sürgücili ʻAlî Zârî Efen-
di’niñ inşâd ettikleri gazele olan tahmîstir.” (421)
İşte şu vesîka bizim bâlâda tahrîr eylediğimiz gibi sâhib-terceme ʻAlî Zârî
Efendi’niñ aslı Sürgücili ʻaşiretinden olduğunu isbât eder.
“Zârî” imzâsınıñ “Râzî” ile nokta münâzaʻası mecmûʻalarda eksik olmuyor.
Şu gazel-i belîg zâde-i tabʻ-ı ʻâlîleri olan âsârdandır:
ʻAlâyıktır ʻukâl-i pây-ı seyri merd-i dânânıñ
Reh-i pervâzına sedd oldu bir sûzen Mesîhâ’nıñ
496
Sebâtı münʻadim esbâba baş koşmaz mücerredler
Nedir rüchânı keşkûl-i gedâdan tâc-ı Kisrâ’nıñ
ZEMZEM HÂNIM
Zemzemü’l-hâssa nâm ve ʻunvânıyla mevsûme-i ʻurefâ-yı muhadderât-ı
nisvâniyyedendir. Vâlid-i ʻâlîleri Şeyh Mustafâ-yı Sânî, onuñ pederi Şeyh
ʻAbdulkâdir, onuñ pederi pîşvâ-yı muhakkıkîn-i kıdve-i kümmelîn Şeyh İsmâʻîl
Fakîru’llâh hazretleridir. Şeyh İbrâhîm Hakkı hazretleri gibi bir fâzıl-ı kemâlât-pîrâ,
meşhûr Maʻrifet-nâmelerini Şeyh İsmâʻîl hazretleri nâmına te’lîf ve silsile-i ensâb-ı
ʻâliyye ve menâkıb-ı celîlelerini anda mufassalen beyân buyurmuştur.1
Müşârun-ileyh Şeyh İsmâʻîl Fakîru’llâh hazretleri 1145/1733 senesinde
Diyârbekir vilâyetine tâbiʻ, Siʻird kasabasınıñ bir sâʻat kadar civârında, Tillo karye-
sinde ʻazm-i ʻâlem-i lâhût ederek yerine mahdûmları Şeyh ʻAbdulkâdir hazretleri
kâ’id oldu. Bu zâtıñ da 1165/1752 senesinde vefâtı hasebiyle onuñ mahdûmu Şeyh
ʻAbdurrahmân hâdim-i Fakîru’llâh, halef oldu. “Fehüve hâdimü Fakîru’llâh, sene
1192/1778” târîhi vechile 1192/1778 senesinde müşârun-ileyh Şeyh
ʻAbdurrahmân dahi ikmâl-i enfâs-ı hayât etmekle yerine Şeyh Mustafâ-yı Sânî
kâ’im oldu. İşte bu Şeyh Mustafâ-yı Sânî hazretleri sâhibe-terceme Zemzem
Hânım’ıñ peder-i ʻâlî-güherleridir. “Sakâ hamrü’l-bekâ bi’llâhi, sene 1212/1798”
târîhi nâtık olduğu üzre 1212/1798 senesinde vefât etmiştir.
Müşârun-ileyhe Zemzemü’l-hâssa hazretleri 1177/1764 senesi Şevvâliniñ
yirminci pencşembe günü dünyâya gelmiştir. Salâh-ı hâl ile maʻrûf ve keşf-i
kerâmet ile mevsûf İbrâhîm Hakkı (422) hazretlerinden kırâ’ate ibtidâr ederek
hânedân-ı celîlü’l-ʻunvânlarına mahsûs olan zekâ ve necâbet, gurre-i cebîninde
incilâ-pîrâ olduğundan az vakitte hâ’iz-i havârık-ı kemâlât olarak ʻArabî eşʻâr-ı hay-
ret-bahşâ inşâdına başlamıştır.
Baʻdehû ʻamca-zâdeleri Şeyh Memdûh İbn Şeyh ʻAbdurrahmân İbn Şeyh
ʻAbdulkâdir İbn Şeyh İsmâʻîl Fakîru’llâh hazretleriniñ hibâle-i izdivâcına dâhil olarak
Şeyh ʻAbdurrahmân Veliyyu’llâh ve Şeyh İbrâhîm ʻÂrifu’llâh nâm ve ʻunvânlı iki
mahdûm-ı fâzılı zuhûra geldi. Dâ’imâ ʻibâdet ve takvâ ile meşgûl oldukları gibi
mahdûmları mertebe-i kemâle erdikten soñra artık ʻibâdet ve takvâdan asla göz
açmamış ve seccâde-i tâʻatten kalkmamış olduğundan mertebe-i velâyete kadem
1
İbrâhîm Hakkı hazretleriniñ kutbü’l-ʻârifîn Şeyh İsmâʻîl Fakîru’llâh hazretleri hakkında ʻArabiyyü’l-
ʻibâre “Kitâbü’ş-şemâ’il” isminde bir te’lîf-i ʻâlîleri daha vardır. 421.
497
basmıştır. Ve vâkıʻ olan istirhâm-ı ʻismet-penâhîleri üzerine zevc-i mükerremleri
Sâliha Hânım nâmına dîger bir muhaddere ile izdivâc eylemiştir.
Zemzemü’l-hâssa hazretleri cezebât-ı Rahmân’a mustağrak olarak bir gün
zevc-i muhteremine ʻâid eşyâyı tefrîk eyledikten soñra bütün mâ-melekini fu-
karâya tasadduk ettirmiş ve kendisine lâzım olur fikriyle alıp götürmedikleri eş-
yânıñ kimini kırmış ve kimini sokağa atmıştır. Bu cezbe-i ʻâliyyeniñ ibtidâlarında
zevcleri Şeyh Memdûh hazretleri ses çıkarmamış ise de soñraları bir gün artık böy-
le yapmamasını teblîg eylediğinde; “Böyle yapmamak benim elimde midir? Şu
kadar ki benim şu cezbe-i ʻacîbemiñ hitâm bulmasına az bir müddet kaldı, ondan
soñra sıra size gelecektir, siz kendiñizi düşününüz.” cevâbını vermiş ve pek çok
havârık ve ʻacâyib zuhûrundan soñra fi’l-hakîke üç mâh hitâmında Zemzemü’l-
hâssa hazretleri ʻâlem-i sahve gelerek zamân-ı cezbelerinde icrâ eyledikleri terk-i
ʻalâyık-ı mâ-sivâ muʻâmelesiniñ tamâmını icrâ ederek gaşy u nâlân bir hâlde üç
mâh imrâr-ı evkât-ı istigrâk eylemiştir.
Şeyh Memdûh hazretleri defâʻatle şehrimize gelerek ʻumûm-ı ahâlî-i mem-
leket vücûd-ı ʻâlîleriyle teberrük etmiştir. Ezcümle, üstâd-ı ekremimiz Muhammed
Şaʻbân Kâmî Efendi hazretleri Nakş-bendî tarîkını müşârun-ileyh Şeyh Memdûh
hazretlerinden ahz etmiş ve hakk-ı ʻâlîlerinde baʻzı medhiyyeler inşâd eylemiştir.
İşte bu esnâlarda Zemzemü’l-hâssa hazretleri de nisvân-ı fâzıla-i memle-
ketten âtiyetü’t-terceme Hadîce ʻİffet ve Râhile Sırrî hânımlarla sohbet ve
müşârun-ileyhâ hazretlerinden ahz-ı feyz ü bereket eylediler.
Zemzemü’l-hâssa hazretleri tam doksan yaşına vâsıl olduğu hâlde, zevc-i
mükerremleriniñ (423) vefâtından dört sene soñra 1267/1851 senesi şevvâlininiñ
yirminci günü Tillo’da ʻazm-i bekâ eyledi.
Muhâdîm-i kirâmından Şeyh ʻAbdurrahmân Veliyyu’llâh, vâlidiniñ
hayâtında 1240/1825 senesinde irtihâl ederek “Fe-şeyhu hayye sekâhu’llâhi, sene
1240/1825” târîh-i vâkıʻ olmuştur. Dîger mahdûmu Şeyh İbrâhîm ʻÂrifu’llâh peder-
lerinden soñra şeyh-i büzürgvâr olarak 1283/1867 senesinde vefât eyledi.
İşbu tezkiremiziñ târîh-i hitâmı olan 1296/1879 senesinde mevkıʻ-ı âbâ ve
ecdâdında şeyh-i bâ-ihtirâm olan Şeyh Hamza Efendi, Zemzemü’l-hâssa’dan müte-
vellid olmayıp Şeyh Memdûh hazretleriniñ dîger harem-i ʻâlîleri olan Sâliha
Hânım’dandır.
Müşârun-ileyhâ Zemzemü’l-hâssa hazretleri ʻâlime, ʻârife, ʻâbide, zâhide,
veliyye idi. Tevhîd ü münâcâta dâ’ir eşʻâr-ı ʻArabiyye-i Muhyiddîn-pesendâneleri
kesîredir. Eş’ârı, letâfette âb-ı zemzem ve ebyâtınıñ her biri, metânette birer beyt-i
muhkemdir. Şu manzûme-i Bistâmiyâneleriniñ tastîriyle tezkiremizi tezyîn eyleriz:
İlâhî emertenî bi’l-mücâhedâti
Ve eskaytenî elezzü’l-hitâbâti
498
Ve aʻteytenî himmetü li’l-mertebâti
Ve zevvertenî Kaʻbetü’l-makâmâti
499
BAʻZI TASHÎHÂT
1. İkinci sahifede Esʻad Muhlis Paşa merhûmuñ matbûʻ dîvançesinde ol-
mayan; “Biz kahr-ı dem-i kahr-ı sitemkâra alıştık” mısraʻı yerine seh-
ven Süleymân Nahîfî’niñ şu matlaʻı yazılmıştır:
Hüssâd-ı dehriñ etme nazar güft ü gûsuna
Şîr iltifât eder mi kilâbıñ gülûsuna
2. Hâce Râşid Efendi merhûmuñ terceme-i hâlinde 347. sahîfesiniñ ikinci
satırı başına -1- işareti vazʻ olunarak hâşiyede, “Takvîm-i Vekâyiʻ” ga-
zetesiniñ şu ʻibâresi yazılacak iken sehven yazılmamıştır. “Mahrûse-i
Edirne müderrislerinden sâbiʻa-i İlmüddîn medresesi ʻulemâ-yı aʻlâm u
sühanverân-ı be-nâm Diyârbekrî es-Seyyid Muhammed Râşid Efendi
ʻavâtıf-ı ʻaliyye-i şâhâne ve ʻavârif-i seniyye-i pâdişâhâneden sene-i
âtiyye Recebü’l-ferdâ gurresinden zabt eylemek üzre bâ-işaret-i ʻaleyh
bilâd-ı dûriyyeden ʻAyntâb kazâsı tevcîhiyle mazhar-ı ʻâtıfet ü nevâl ve
şehr-i sâbık-ı mezbûruñ on dördüncü günüyle mürverrih emr-i şerîf
iʻtâsıyla mahsûdu’l-emsâl buyrulmuştur. Sene: 1254/1838.
(Takvîm-i Vekâyiʻ, ʻaded: 167)
3. Hâcı Râgıb Beyefendi’niñ terceme-i hâlinde 365. sahîfeniñ -2- işâretiy-
le hâşiyesinde ʻOsmân Efendi hakkında; “Ebû Bekir Efendi hazretleriniñ
birâderi ve 1196/1782 senesinde Âmid müftîsi bulunduğu” ʻibâresi
sehven yazılmış olup nezd-i hakîrde mevcûd ʻÖrfî Dîvânı’nıñ zahrında
müşârün-ileyh ʻOsmân Efendi’niñ hatt-ı dest-i ʻâlîleriyle olan ʻibâre
ʻaynen şudur: “Men ketebe’l-fakîrü ileyhi ʻazze şânihî ʻOsmânü’l-müftî
bi-medîneti Âmid ibn Ebû Bekir Efendi el-ʻarîf bi-Küçük Ahmed-zâde
ʻafâ ʻanhüm, sene: 1201/1787”
500
KAPAK (MATBU NÜSHA)
Birinci Cild
DERSAʻÂDET
1327/1909
501
KAPAK (MATBU NÜSHA)
502