You are on page 1of 4

Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi

Kadın ve Aile Çalışmaları Tezli Yüksek Lisans Programı

Aile Felsefesi Final Ödevi

Hazırlayan: Bilge Sema Gül

235440004

İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı - Jean-Jacques Rousseau

Rousseau, bu kitapta insanlar arasındaki eşitsizliğin sebeplerini evrimselci bir bakış

açısıyla incelemiştir. Rousseau, Morgan ile Engels’e benzer şekilde insanların evrim

sürecinden geçtiğine inanır. Ona göre insanların uygarlık öncesi vahşilik dönemleri olmuştur.

Bu dönemi, vahşi insanın doğada özgür, eşit ve basit bir şekilde yaşadığı dönem olarak

tanımlar. Onun tanımına göre vahşi insan çeşitli yönleriyle bugün bildiğimiz insandan ziyade

hayvana benzemekteydi. Vahşi insanın en büyük gücü vücuduydu ve bu sebeple vücudunu

geliştirmek onun için hayati öneme sahipti. Vücudunu, tıpkı bir hayvan gibi yüksek verimle

kullanır, herhangi bir alet olmaksızın hayvan avlayabilir ve ağaca tırmanabilirdi.

Kendi ihtiyaçlarının temini ile kendisi ilgilenir, ihtiyaç duymadığı şeylere gereksinim

hissetmezdi. Vahşi insan doğanın verdiği dürtüler nispetinde bazı arzulara sahipti ve bunları

gidermeye çabalamaktan başka uğraşı yoktu. Bu arzular ise akıl, irade, muhakeme gibi

gelişmiş zeka ve düşünceden uzak, maddi arzular idi. Aslında, vahşi insanın doğası gelişmiş

zeka ve düşünceden mahrumdu. Beynin aktif kullanımı insanın uygarlaşması ile gerçekleşti.

İnsanın akıl kullanımı ve uygarlaşma yolculuğu ise eşitsizlik sorununun temelini

oluşturmaktadır.
Rousseau’nun ideal insan tasavvurunun hayvana benzer vahşi insan olduğunu

söyleyebilirim. Ona göre insanlar güçlü, mücadeleci, fiziksel özelliklerini en yüksek verimle

kullanan varlıklardır. Vahşi hayatta insan ile hayvan ile aralarında fark olmadığı gibi eşitsizlik

de yoktur. Vahşi insan hiçbir alet edevata ihtiyaç duymadan doğada yaşayabilir. Vahşi insan

doğayla uyum içinde esnek bir biçimde yaşadığı için, sahip olduğu fiziki özellikler doğada

yaşaması için uygun değilse başka bir bölgeye, başka bir iklime göç ederek orada yaşar.

Rousseau’nun tanımladığı ideal insan, vücudunu etkin şekilde kullanır fakat aklını

kullanmak konusunda noksandır. Rousseau bunu bir problem olarak görmez. Aksine, aklı

kullanarak geliştirilen sistemlerin insanlar arasında eşitsizliğe sebep olduğunu iddia eder.

Vahşi insanın uygarlaşma yolculuğu aklını kullanarak alet edevat üretmesi kadar

eskidir. Akıl geliştikçe sanayileşme de arttı. Ağaç tepelerinde yaşamak yerine en basit haliyle

konut inşa ettiler. Rousseau, konutlarda yaşama geçişin yanı sıra mahremiyet ve sahiplik ile

ilk aile yapısının oluştuğunu söylemektedir. Hatta birlikte yaşamla birlikte eşler arasında ve

ebeveynler ile çocuklar arasında sevgi hissinin yeşerdiğini belirtmektedir. Konut yapımı

insanın gelişimi ile açıklanabilen bir şey olsa da mahremiyet, sadakat, sevgi gibi büyük ve

derin duyguların birlikte yaşamakla gelişmesinin, sonradan oluşmasının mümkün olduğunu

düşünmüyorum.

Konutların varlığı aile yaşamını geliştirdiği gibi toplumsal yaşamı da geliştirmiştir.

İnsanlar bir arada yaşamaya, toplum olmaya başlamış ve birbirlerinden etkilendikleri gibi

birbirlerini etkilemişlerdir de. Toplumun değerlendirmeleri, beğenisi ve saygısı önemli

görmeye başlamıştır. Dolayısıyla toplum tarafından beğenilmek, ilgi görmek, saygın olmak

kıymetli hale gelmiştir. Saygınlık kazanabilmek için toplumun değer atfettiği alanlar ilgi

odağı olmuştur.

Eşitsizliğe sebep olan en büyük faktörlerden biri özel mülkiyet olarak görülmektedir.

Rousseau, mülkiyetin şahsi olmadığını, bir toprak parçasının etrafını çevirip sahiplik iddia
etmenin fark edilmese bile ne kadar anlamsız olduğunu vurgulamaktadır. Özel mülkiyet

edinimi ile birlikte gelir dağılımında eşitsizlik, yoksulluk, kavgalar ve savaşlar yaşanmıştır.

Oysa herkesin eşit olduğu vahşi toplumda kimse karnını doyurduktan, tehlikelerden

korunduktan, cinsi ihtiyaçlarını giderdikten sonra daha fazla mal ve mülk arayışına

girmiyordu. Elbette ileriye dönük plan yapmaya imkan verecek bilişsel kabiliyetlerin de

eksikliğinin bunda rolü vardır. Özel mülkiyet ediniminin artmasının bir sebebi, insanların

ihtiyaçlarının olmadığı şeylere gereksinim duymaları ve bu şeylerin insanlar için vazgeçilmez

hale gelmesidir. Örneğin elektrik, vahşi yaşamda mevcut olmayan ve ihtiyaç duyulmayan

ancak uygar toplumlarda vazgeçilmez olmuş bir icattır. Sahip olunması şart sanılan bu tür

icatlar, insanları daha fazla çalışmaya ve mülk edinmeye itmiştir.

Vahşi yaşamda herkes kendine yetebiliyor, yardıma ihtiyaç duymuyordu. İhtiyaçlarını

da vücud gücünden yararlanarak gideriyordu. Ancak uygar toplumda insanlar kabiliyet, akıl,

strateji gibi özellikleriyle hayatlarını kazanmaktadır. Oysa bu beceriler, bilhassa bilişsel

beceriler, her insanda farklı seviyelerde bulunur. Yetenekler eşit olmadığı için yetenekler

sayesinde kazanılan gelir ve edinilen malın niteliği ve niceliği de eşit olmamaktadır. Bu,

eşitsizliğin beşerî olmayan, doğal bir sebebi gibi görünse bile aslında bu da beşerî bir sebebe

bağlıdır. İnsanlar yetenek, kabiliyet, güç, güzellik gibi sonradan edinilemeyen doğuştan gelen

özelliklere değer atfettiği için, bunlara sahip olma derecesine göre bireyleri saygın kabul

ettiği için, kazanımlar ve gelirler bunlara bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Eğer insan

bunlara kıymet vermeyi bırakır ve daha eşitlikçi bir yaklaşım izlerse gelir dağılımında ve

toplumsal yaşamda da eşitlik olacaktır.

En net ifadeyle Rousseau, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı olarak uygar insanı

görmektedir. Bence kitabın ismi, ana fikre dair ipucu vermektedir. Eşitsizliğin başka bir tür

arasında değil insanlar arasında olduğu alt vurgusu bize eşitsizliğin sebeplerine dair fikir

vermektedir. Rousseau’nun da kitabında vurguladığı husus, insanlığın vahşilikten uygarlığa


geçişi ile eşitsizliğin meydana çıkmasıdır. Ona göre uygarlık ile eşitlik arasında ters orantı

vardır, biri artarken biri azalır. Bunun sebebi ise uygarlığın akıl ve iradeyle ilişkili olmasıdır.

Akıl kullanıldıkça ve gelişip olgunlaştıkça, irade kullanıldıkça insan ile hayvan arasındaki

fark artar, insanı insan yapan niteliklere yaklaşılır. Uygar insan aklı, becerileri, iradesi

nispetinde var olabilir ve varlık edinebilir. Bu da eşitliği bozduğu gibi toplumda karmaşa ve

kriz çıkmasına da sebep olur.

Rousseau’nun tanımları baz alınarak uygar bir toplumda eşitsizliğin kaçınılmaz

olduğunu söyleyebilirim. Öyleyse uygar bir insan olup eşitsizlikle yaşamak ile hayvana

yakın-vahşi ancak eşitliğe sahip bir insan olarak yaşamak arasında bir seçim yapılması

gerekir.

You might also like