You are on page 1of 7

Machiavelli, Etienne De La Boetie ve Gramsci’de Yöneten-Yönetilen İlişkisi

ve Mevcut Uluslararası Siyasetin Seyri


Ömer Faruk ŞEN

Bu değerlendirme yazısında Niccolo Machiavelli’nin “Prens”1, Etien La Boetie’nin “Gönüllük


Kulluk Üzerine Söylev”2 ve Robert Cox’un Gramsciyen perspektifi uluslararası ilişkilere
aktardığı “Gramcsi, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler”3 başlıklı çalışmaların etrafında bu üç
düşünürün öncelikle siyaset kuramlarındaki “yöneten-yönetilen ilişkisinin niteliği”ne ilişkin
var olan benzeşme ve ayrımlar, daha sonra ise mevcut uluslararası siyasetin hangi düşünürün
kuramına göre daha yakın biçimde şekillendiği tartışılacaktır. Bu iki temel tartışma ekseninin
yanı sıra meselenin daha etraflıca ele alınabilmesi ve kavranabilmesi için birkaç ilave tartışma
ekseni daha oluşturulacaktır.

İlk olarak, Robert Cox’un belirttiği üzere, Machiavelli ve Gramsci’de yöneten-yönetilen ilişkisi
rıza ve baskının zorunlu kombinasyonundan oluşmaktadır.4 La Boetie’ye göre keza tiran ya da
siyasal iktidar hem zor hem de rıza aracılığıyla iktidarını sürdürmektedir. Şöyle ki, “doğasının
özü” gereği insan akıl sahibi ve özgür doğar. Ne var ki iktidarın silah zoruyla5 ya da hileyle onu
hakimiyeti altına almasıyla birlikte insan özgürlüğünü yitirmeye başlar. Ne var ki bu özgürlük
yitimi zora dayansa da salt zor aracılığıyla kendini sürdürmemektedir. Bu minvalde, La
Boetie’ye göre tiran, yönetilenlerin rızasını elde etmek için insan doğasından daha güçlü olan
görenekleri kullanabilmektedir.6 Şüphesiz eğitim göreneklerin en önemli unsurudur. Ona göre
eğitim sayesinde insan doğal özelliği gereği “eğitimin kendisine verdiği biçimi alır”.7
Hegemonya’nın vazgeçilmez unsuru olan “rıza”nın ikinci yolu ise, La Boetie’ye göre,
yönetilenlerin çok kolay bir şekilde alçak ve efemine olması. Bunu sağlayan şeyler ise
“tiyatrolar, oyunlar, gösteriler, acayip hayvanlar, ödüller, kumar masaları ve diğer

1
Niccolo Machiavelli, Prens, çev. Hasan İlhan (İstanbul, Kumsaati Yayınları, 2011)
2
Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları (Ankara: İmge Kitabevi,
2004)
3
Robert Cox, Uluslararası İlişkilerde Anahtar Metinleri’nde “Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler:
Metot Üzerine Bir Deneme,” edis. Esra Diri, çev. Sezgin Durgun, (İstanbul: Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi,
2014)
4
Cox, “Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler,” 554.
5
La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 30.
6
“Doğanın göreneklerden daha az erke sahip olduğunu da itiraf etmek gerekir.” Bkz. La Boetie, Gönüllü Kulluk
Üzerine Söylev, 33.
7
La Boetie, 38. Eğitimin rıza üretimindeki rolünü tespit etmekle birlikte tiranın iktidarını sarsacak bilginin
üretilmesinin ve yayılmasının yaratacağı etkinin tiranlar tarafından engellendiğini de belirtmektedir. La Boetie
Osmanlı padişahını kastederek “Tiranın hükmü altında, hareket etme, konuşma ve büyük ölçüde düşünme
özgürlüğü, onların elinden alınmıştır” demektedir. Bkz. La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 39.

1
uyuşturucular”8; halka sus payı olarak verilen ziyafetler, buğdaylar, şaraplar ve gümüşler9;
yönetilenlerde görmedikleri tiranları hakkında soyut imgeler oluşturabilmeleri için yaratılan bir
takım ritüeller10; ve son olarak birçoğu tirana atfedilen, tanrısallık örneklerine dayanan dini
hurafelerdir.11 Bunlar kulluğu gönüllü yapan yani rıza üreten araçlardır. Benzer bir
mekanizmayı Machiavelli’nin Prens’inde görmekteyiz. Ona göre prens ya da siyasal iktidar
yalnızca zora dayanarak, yani “aslan” olarak kendisini var edemez; gücün yanında kurnazlığın
da olması, yani aslanın zaafının tilki ile ikame edilmesi gerekmektedir.12 İşte prensin sahip
olması gereken bu tilki nitelikleri prense salt güce dayanmayan bir yönetimi oluşturmanın
başlıca araçlarını sunmaktadır. Bu doğrultuda prens dindar gözükmesi gerekiyorsa öyle
yapmalı, verdiği söz tutmaması gerekiyorsa tutmamalı, iyi yürekli görünmesi gerekiyorsa öyle
görünmelidir. Zira “prens otoritesini koruyup elinde tutmayı başarırsa; bunun anlamı her zaman
saygı değer olarak görülüp herkes tarafından onaylanacaktır. Çünkü bayağı insanlar, her zaman
görünüşe ve sonuca bakarlar”.13 Machiavelli La Boetie gibi prensin yılın belli dönemlerinde
festivaller ve gösteriler düzenleyerek halın itibarını sağlamlaştırmak14, bir nevi onları
“efemine” etmek, yani “rızasını” sürdürmek gerektiğini dile getirmektedir. Gramsci keza
siyasal iktidardan topluma yayılan ve egemen olan hegemonyanın kendisini kilise, eğitim
sistemi, basın gibi kurumlar aracılığıyla mümkün kıldığını belirtmektedir. Sonuç olarak üç
düşünür de yönetenlerin (Prens, Tiran ya da burjuva hegemonyası) yönetilenler üzerinde
yalnızca zora dayanan veya “hayvansı” araçlarla sürdürülen bir iktidara sahip olmadığı;
bununla birlikte, Prens, Tiran ya da burjuva hegemonyasının iktidarının meşruiyetini ve
yeniden üretilmesini sağlayan rıza fonksiyonlarını haiz olduğu hususunda benzer fikirlere
sahiptir. Yine de “zor” ve “rıza”nın her bir düşünürde farklı özgül ağırlığa sahip olduğu
kanaatindeyim. Sözgelimi Machiavelli’de “zor” daha fazla yer bulurken, La Boetie ve
Gramsci’de “rıza” yöneten-yönetilen ilişkisinin daha ağır basan bileşenidir.

Yöneten-yönetilen ilişkisinin işleme mekanizmasını ve araçlarını benzer biçimde serimleyen


Machiavelli, La Boetie ve Gramsci’nin ayrıştığı temel nokta kanaatimce bu ilişkinin olumlanıp
olumlanmaması üzerinedir. Machiavelli’ye göre prens yukarıda özetlediğimiz “rıza araçlarını”
kendi varlığını sürdürmek adına keşfetmeli ve kullanmalıdır, bunu başarırsa “iyi” yapmış olur.

8
La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 44.
9
La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 45.
10
La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 47.
11
La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 48.
12
Machiavelli’ye göre “aslan kendini tuzaklardan; tilki de kurtlardan. Bu yüzden, tuzakları sezmek için tilki,
kurtlarla başetmek için de aslan olmalı.” Machiavelli, Prens, s.73.
13
Machiavelli, Prens 74
14
. Machiavelli, Prens 92.

2
La Boetie ise bu davranışı olumsuzlamaktadır. Nitekim ona göre tiranın zalimliği ve halkın
aşağılığı, sırasıyla, bu araçlara başvurması ve kanmasından kaynaklanmaktadır. Zira tiran
olmak ve tirana gönüllü kulluk yapmak insan doğasının özüne aykırıdır. Kanaatime göre
Machiavelli ve La Boetie arasındaki bu farklılaşmanın temelinde insan ve devlet doğasına
ilişkin tasavvurlardaki farklılık önemli bir yer tutmaktadır.15

Gramsci ise burjuva hegemonyasının sivil toplumu uyuşuk bir yığın haline getirmesinden
hareketle normatif bir pozisyondan bu rıza araçlarını eleştirmektedir. Düşünürlerin eserlerinde
betimledikleri mevcut yöneten-yönetilen ilişkisini olumlayıp olumlamadıkları sorunu yöneten
ve yönetilen kesimlerden hangisinin tarafında saf tuttuklarıyla da yakından ilişkilidir. Nitekim
kitabın adından da anlaşılacağı üzere Machiavelli’nin temel kaygısı prensin etrafında dönen
iktidarı ele geçirme ve onu sürdürme, yani “zor” ve “rızanın” stratejik kullanımı sorunu iken;
La Boetie ve Gramsci’nin sorunsallaştırdığı mesele yönetenin yönetilenlerin aleyhine olarak
başvurduğu “zor” araçlarının ve aldatma ya da iktidarını sürdürmek amacıyla kullandığı “rıza”
kurumlarının ifşa edilmesi ve mümkünse alt edilmesi olarak görünmektedir.

Yöneten-yönetilen ilişkisinden hareketle ele alınması gereken bir başka konu siyasal iktidarın
sınırlarıdır. Bu konuda siyasal iktidarı en sert biçimde eleştirenin La Boetie olduğu söylenebilir.
La Boetie’ye göre insanların doğuştan sahip olduğu özgürlüğü zamanla yitirmesiyle birlikte
tiran sonsuz bir güce sahip olur. Ne var ki tiranın bu sınırsız gücü haksızdır. Bu durum insan
doğasına aykırı olduğu gibi insan aklına da aykırıdır. İktidar işte insan doğasına karşı bir olgu
olarak karşımıza çıkmaktadır; tiran iktidarı eline bir kere geçirdiğinde artık onu sürdürmesi için
birçok “hegemonya” kurumunu işleterek halihazırda güçlü olan iktidarını daha da güçlendirir.
İşte tam da bu süreç, yani iktidarı ele geçirme ve onu elinde tutma süreci haksız bir yöneten-
yönetilen ilişkisi arz etmektedir. Tiran yönetilenlerin doğal özgürlüklerini ihlal etmekte –en iyi
ihtimalle merhamet etmekte, ki güvencesizlik anlamına gelir; tiran yönetilenlerin mallarına
mülklerine el koyabilmekte, onun için hayatını feda etmesini istemekte, dilediğini yükseltmekte
dilediğini huzurundan kovabilmektedir. Tiranın nasıl iş başına geldiği (silah zoru, miras, halkın

15
Machiavelli’ye göre bencil bir varlık olan insan kendi çıkarının peşinden koşmaktadır. Dolayısıyla insanlar
birbirinin rakibi olarak hayatta kalma mücadelesi yürütmektedirler. Bu durum ister istemez sonsuz güç birikimini
mümkün kılmaktadır. Siyasal iktidar ise tam da bu durumdan ortaya çıkmakta ve iktidarın etrafında gelişen bu
çatışma temelli ilişkiler insan doğasından kaynaklandığı için doğaldır. Başka bir ifadeyle, yönetenlerin gerek kendi
koltuğuna göz diken muarızlarına gerekse yönetilenlere karşı dilediği araca başvurabilmesinin meşruiyeti bu
ilişkinin öteki taraflarının da sahip olduğu çatışmacı duygulardan, yani ilişkiye hakim olan doğallıktan
kaynaklanmaktadır. La Boetie’ye göre ise insan doğası gereği özgürdür ve Tanrı insanlara kardeşliklerini,
işbirliklerini pekiştirsin diye bazı “farklılıklar” ve “dil” vermiştir. Siyasal iktidar ise bu erdemlere “rağmen”, daha
doğru bir ifadeyle, bu erdemlere “karşı” doğmuştur. Bu anlamda yapaydır. İnsanı yozlaştırmaktadır. Siyasal
iktidarın insan doğasına aykırı eylemesi tam da bu nedenle kabul edilebilir değildir.

3
seçimi) La Boetie’nin siyasal iktidarın sınırlarına ilişkin hükmünü değiştirmediğin not düşmek
gerekir.16 Machiavelli ise yöneten-yönetilen ilişkisinde pozisyonunu yönetici prensten yana
almaktadır. Ona göre prensin iktidarı ele geçirmesi ve elinde tutması için hangi araçlara
başvurması gerekiyorsa başvurmalıdır. Bu anlamda yönetilenlerin onları prenslerine karşı
koruyan doğuştan gelen dokunulmaz hakları ya da özgürlükleri söz konusu değildir. Yine de
şunu belirtmek gerekir ki, Machiavelli’nin yönetilenleri koruyan, her zaman ve mekanda geçerli
bir ilke ya da yasa öngörmemesi yönetilenleri tabii olarak zalim bir presin eline bırakması
anlamına gelmemektedir. Aksine Machiavelli halkın hoşnutluğunu ve itibarını kazanmanın
önemini sık sık prense hatırlatmaktadır. O halde iktidarın sınırlarına ilişkin farklılaşma nereden
kaynaklanmaktadır? Temel fark şu ki, Machiavelli’ye göre insanların doğuştan gelen, kendi
rızaları dışında dokunulmayan, devredilmez hakları yoktur. İnsanlar doğaları gereği özgür
olmadıkları gibi, doğası gereği bencil saiklerle hareket ederek birbirlerinin özgürlüklerini
sonlandıracak belli davranış ve tutum ortaya koyarlar. Dolayısıyla, kendisi bir varlık yokluk
(ontolojik) mücadelesi içinde olan prensin önünde ne bir ahlaki ilke ne de doğal hukuk ilkesi
mevcuttur. Onun aşması gereken engel diğer bireylerin hakları ya da rızası değildir artık; zira
tek tek bireylerden oluşan yönetilenler prensin elinde hamurdan farksız bir nesne haline
gelmiştir. Kısacası prensin önünde virtu ve fortuna’dan başka engel yoktur. Yukarıda
sorduğumuz soruya tekrar dönecek olursak, Machiavelli’nin prense halka mülkiyet, vergi17,
hayat gibi güvenceler sağlamasını salık vermesinin temel nedeni nedir? Bu güvenceler şüphesiz
bir haktan veya cömertçe bir lütuftan kaynaklanmamaktadır; bu güvenceler prensin itibarını
artırarak en nihayetinde halkın ona düşman olmasını engelleyecek ve iktidarını elinde tutmasını
sağlayacaktır. Yani odak noktası yine prens ve onun iktidarıdır; geri kalanların ekseriyeti
teferruattır ya da en iyi ihtimalle araçtır!

Gramsci ise yöneten ve yönetilen arasında keskin bir ayrım yapmasa da “devlet” ve “sivil
toplum” kavrasamsallaştırması büyük ölçüde bu ayrıma denk düşmektedir. Devletin sınırlarına
ilişkin bir tartışmayı açık bir biçimde yürütmekten ziyade bu iktidara kimin (hangi sınıfın) ve
nasıl (hangi mekanizmalarla) sahip olduğu sorusuna daha fazla yoğunlaştığı kanaatindeyim.
Ayrıca hegemonya (iktidar) değişiminin nasıl yapılacağı sorusunu (manevra ya da mevzi
savaşı) da sormaktadır. Yanıt aradığı bu sorular bakımından Machiavalli ile benzeştiği
söylenebilir. Nitekim Machiavelli de prensin iktidarı nasıl ele geçireceği ve koruyacağı üzerine

16
La Boetie’ye göre halkın seçtiği kişi daha katlanılabilir olmakla birlikte bu kişi başkalarının üzerinde
yükseldikçe azamet denilen şeyden hoşlanmaya ve bu konumdan kıpırdamamaya karar verirler. Bkz. La Boetie,
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, 30-31.
17
Machiavelli, Prens, 92.

4
yoğunlaşmıştı. Yine de şunu belirtmek gerekir ki bu iki düşünür arasındaki farklılıklar
benzeştiği yönlerden daha fazladır.

Gramsci’de iktidarın sınırları hususuna geri dönmek gerekirse; Gramsci’ye göre devlet dar
anlamıyla yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bir aygıt olmadığından 18 iktidar ilişkileri sivil
topluma doğru yayılmakta ve nüfuz etmektedir. Burjuva hegemonyasının hüküm sürdüğü Batı
Avrupa’da Gramsci’ye göre bu durum mevzi savaşı ile sonlandırılmalıdır. Fakat belirtmek
gerekir ki Gramsci temelde zor ve rıza araçlarından müteşekkil “hegemonya”nın kendisini
hedef almamaktadır. Zira Gramsci’nin zihninde karşı-hegemonya ve tarihsel birlik19 (blocco
storico) temelinde işçilerin ve diğer altsınıfların çıkarlarını temsil eden bir gelecek tahayyülü
bulunmaktadır. Bu minvalde “hegemonya” devam edecektir; fakat farklı bir içerikte. Bu
noktada belirtmek gerekir ki, “karşı-hegemonya” birçok yöntem bakımından yıkılan burjuva
hegemonyasına benzeşmeye devam edecektir; sözgelimi entelektüeller araçsallaşacak20,
devletin sivil toplum üzerindeki nüfuzu devam edecektir. Bu durum iktidarın sınırlarından çok
onu kimin elde edeceği sorununun ön plana çıktığını göstermektedir ki, bu, yöneten-yönetilen
ilişkisine isabetli ve anlamlı bir çözüm üretmediği kanaatindeyim. Tıpkı Panoptikon’daki
kulenin mahkumlar tarafından ele geçirmesinin orada kurulu olan iktidar sistemini
zayıflatmayacağı gibi bir hegemonyanın alternatifinin başka bir hegemonya olmadığını, olduğu
takdirde ise yöneten-yönetilen ilişkisinin en iyi ihtimalde daha demokratik ve kapsayıcı
olabileceğini fakat en nihayetinde yönetimin sınırlarını silikleştirmeyeceğini söyleyebiliriz.

Değerlendirme yazısının ikinci tartışma eksenine ilişkin olarak öncelikle belirtmek gerekir ki
Machiavelli, La Boetie ve Gramsci’nin düşünceleri uluslararası siyasete doğrudan tahvil
edilebilir olmamakla birlikte devlet, yönetici, toplum ve birey olgusuna ve devlet-toplum,
devlet-birey, devlet-piyasa ve yöneten-yönetilen ilişkisine dair düşüncelerinden hareketle bu
düşünürlerin günümüz uluslararası siyasetini çözümlemek için önemli araçlar sunduğu
aşikardır. İlk elden belirtecek olursak; siyaset felsefesi merkezli düşünceler üreten Machiavelli,
La Boetie ve Gramsci’nin düşünceleri genel hatları itibariyle uluslararası ilişkileri
kuramlarından, sırasıyla, realizm, liberalizm ve eleştirel kurama denk düşmektedir.

İlk olarak, yöneten-yönetilen ilişkisinde ve özel olarak iktidarın sınırları hususunda La


Boetie’nin fikirlerinin uluslararası siyaseti belirleyen temel unsurlardan biri olduğunu
düşünüyorum. Eğer ki siyasal iktidar karşısında, -her ne kadar La Boetie açıkça “hayat, hürriyet,

18
Cox, Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler, 553.
19
Cox, Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler, 557.
20
Cox, Gramsci, Hegemonya ve Uluslararası İlişkiler, 559.

5
mülkiyet” demese de- bireylerin bu doğal hakları güvence altına alınırsa o siyasal iktidarın dış
politika davranışlarının da denetim altında tutulacağı öngörülebilir. Zira bu doğal haklar
bireylere güvence sağlamasının yanı sıra devleti sınırlama ve denetleme gücü verir. Sivil
toplum devletin aleyhine genişler. Devlet,n küçüldüğü ve sivil toplumun büyüdüğü bir ülkede
liberal demokratik değer ve kurumların denge-fren işlevi görmesi kuvvetle muhtemeldir. Zira
bireyler kendilerinin maliyetine katlanacağı (vergi, askere alma, mülkiyet ihlalleri, artan
yasaklar vb.) dış politika kararlarını gerek seçimler gerekse diğer liberal demokratik kurum ve
prosedürler aracılığıyla engelleme imkanına sahiptir.

İnsanların doğuştan gelen vazgeçilmez ve devredilmez haklarının olması, yani doğal haklara
sahip olması uluslararası siyaseti devletlerarası ilişkilerden ibaret kılmaktan kurtarır; devlet-
dışı aktörlerin ortaya çıkmasını sağlayarak uluslararası siyasetin sofistikasyonunu artırır.
Uluslararası siyasetin devlet tahakkümünden kurtulması şiddet tekeline sahip olan ve anarşik
bir uluslararası yapıda eyleyen devletlerin her fırsatta “zor” araçlarına başvurmasını engeller.
Başka bir ifadeyle uluslararası örgütler, çok uluslu şirketler, uluslararası sivil toplum kuruluşları
vb. kurumlar savaş ihtimalini azaltarak barışın ve işbirliğinin olanaklarını yaratır. Bu süreç ülke
içindeki aktörlerin uluslararası üretim, ticaret ve finans ağlarına dahil olması ve diğer
ülkelerdeki aktörlerle oluşan karşılıklı bağımlılık neticesinde güçlenir. Böylelikle devletler
yalnızca kendilerine çizilen alan içinde yalnızca “siyaset” üzerinden değil, haiz olduğu diğer
aktörler ve diğer alanlar kanalıyla da uluslararası ilişkilere dahil olur.

Bugünün uluslararası siyaseti, içinde ilişkide bulunan devletlerin iç kompozisyonlarından


bağımsız biçimde gelişmemektedir. Nitekim demokratik ülkeler birbirleriyle karşılıklı
bağımlılık ilişkisine ve devletlerin agresif ve iddialı (assertive) dış politika davranışlarını
sınırlayacak ülke içi (domestic) koalisyonlara sahip olmasından ötürü birbirleriyle
savaşmamaktadır. Söz gelimi Kuzey Amerika ve Avrupa ülkeleri buna en iyi örnektir. Otoriter
devletler ise daha çatışmacı bir dış politika davranışı ortaya koymaktadır. Buna en uygun düşen
örnek ise Ortadoğu’dur. Bu noktada şunu belirtmekte yarar var; her ne kadar ülkeleri
demokratik veya otoriter olarak kategorize etmek o ülkelerin uluslararası siyaset düzlemindeki
davranışlarına dair genel hatlarıyla bir fikir verse de, o ülkelerdeki değişik siyasal grupların
iktidarı ele geçirmesi sonucunda genel demokratik ve otoriter rejimlere ilk bakışta
yakıştırdığımız davranış kalıplarına uymayan politikalar da izleyebilir. Örneğin ABD’de
muhafazakarların iktidarı daha müdahaleci ve agresif bir dış politika öngörürken demokratların
dış politikası daha mutedil bir dış politika izlemektedir. Bir başka örnek olarak Ortadoğu’dan
İran’ı gösterebiliriz. İran Ahmedinejad liderliğindeki muhafazakar koalisyonun iç siyasetteki

6
baskıcılığına ve ekonomideki göreli devletçiliğine paralel olarak dış politikada agresif bir tutum
sergiledi ve İran’ı uluslararası siyaset ve ekonomide yalnızlaştırıcı politikalar uyguladı. Oysa
reformist Ruhani döneminde İran uluslararası siyaset ve ekonomiye entegrasyon bakımından
önemli adımlar attı. Bunun en önemli kanıtı İran’ın P5+1 ülkeleri ile imzaladığı “Kapsamlı
Ortak Eylem Planı” anlaşmasıdır.21

Sonuç olarak ülkelerin uluslararası siyasete dahil olma tarzının yukarıda tartıştığımız üzere
yöneten-yönetilen ilişkisinin niteliğinden bağımsız olmadığı ortadadır. Siyasal iktidar (prens,
tiran ya da devrimci parti hegemonyası) onu ülke içinde denetleyen sivil toplum aktörlerinin
(sermaye, işçi, meslek örgütleri, basın vb) olmadığı bir atmosferde şüphesiz dilediği dış
politikayı güdebilir. Dış politika maliyetlerinin herkes tarafından paylaşıldığı göz önünde
bulundurulduğunda siyasal iktidarın şeffaf olmayan ve sorumsuz davranışlarının kısıtlanması
ve karar alma süreçlerine devlet-dışında kalan birey ve örgütlerin de dahil edilmesi elzemdir.
Sanırım “insan doğasının özüne” uygun olan da budur.

21
ABD ve İra arası daki u yakı laş a; refor ist Hate i iktidarı Bush’u İra ’ı şeyta ekse i e dahil ettiği
yıllara de k gel esi i ardı da O a a’ ı yö eti de olduğu uzu yıllar Ah edi ejad’ı iktidarda ol ası
ede iyle ü kü ola a ıştı. Nihayeti de iki ülkede de uhafazakarları iktidarda uzak olduğu yılı da
iti are iki ülke arası da ilişkiler iyileş ekte; u u so u u da ölgesel ve küresel siyaset ö e li ir krizde
daha kurtul uş ulu aktadır. İşte, u duru u da gösterdiği üzere ülkeleri iç siyasal ilişkileri dış politika yapı
süre i deki e te el elirleyi ilerde iridir.

You might also like