You are on page 1of 27

Hikayeye girizgah yazılacak. Olay örgüsünden ve karakterlerden bahsedilecek.

Ve Atsız’ın Ruh Adam kitabına ithaf yapılacak. İsimler revize edilecek.


Kadın bir yandan yolda yürüyor bir yandan boş taksi var mı diye gelen araçlara bakıyordu. Telefonun
ucundaki kişinin de gülümsediğini sesinden anlamak gayet mümkündü.
-İstediğiniz özel bir şey var mı?
-Hayır, hiç zahmet vermeyin. Varlığınız kafi
-Olur mu canım öyle şey? Eli boş mu geleyim? Soğuk baklava alıyorum.
-Hep böyle inatçıydınız zaten, peki tamam.

Taksi Kolordu Komutanlığı binasının önünde durduğunda kadın başını kaldırıp binanın heybetine şöyle bir
baktı… Jiletli tel örgüleri, askeriye binası olduğunu tasdikler nitelikte muntazam bir sırayla dizilmiş taş
duvarı inceledi. Nizamiyeye yaklaştı. Kapıda iki asker vardı. Hissiz bir ifadeyle “buyurun” dediler.

-Yüzbaşı Ateş Karasu’yla görüşmek istiyorum.


-Randevunuz var mı?
-Evet var. Arayıp teyit alın lütfen.
-Tabi efendim. İçeri geçin lütfen.
İlk kapıdan girip ana kapıya geçmeden önce üzeri itinayla arandı. Hiç direnmeden ellerini kaldırıp
dedektörle aramalarını sakince bekledi. Elindeki soğuk baklava kutusu da açıldı. Hediye paketinde olan
kapalı kutuyu açmak istediklerinde “hayır ona dokunamazsınız, onu ancak Ateş Bey’e teslim ederim” dedi.
Prosedür gereği açmak zorunda olduklarını söylediklerinde ufak bir sinir harbi yaşadılar. Kadın kutuyu
açtırmamakta kararlıydı. “Komutanınızı arayın, kutuyu kendisi teslim alsın. Siz açamazsınız açtırmam”
“Bayan, koskoca alay komutanını, bir yüzbaşıyı ayağınıza çağırıyorsunuz. Direnmeyin, kutuyu açmamıza ya
müsaade edin, ya da burada nizamiyede bırakıp çıkışta alın”
İyice sinirlenmişti. “Bir dakika” dedi, çantasından telefonu çıkarırken söyleniyordu; “sizinle neden
uğraşıyorum ki?”

Karşı taraf alo dediğinde sinirli ve kırılgan sesi ahizenin öbür ucundaydı, “Ateş beni buradan alır mısın!
Delirtecek bunlar beni, kapıdan geçirmiyorlar”
Komutan gülümsüyordu. Kapıdaki erlere bir meydan okuma mahiyetinde, kendisine anlık sinirle ismiyle
seslenmişti. Aralarında bazı durumlarda siz – biz mesafesi kalkıyor ama sonra niyeyse yine sohbet eski
kıvamına geliyordu. “şişşş sakin :) bir sakin ol tamam, çözüyorum şimdi.”

Saniyeler içinde nizamiyenin telefonu çaldı.


-Nizamiye? Emredin komutanım. Fakat komutanım… Emredersiniz komutanım. Baş üstüne
komutanım.

Yanında bir asker nezaretinde alayın kapısından içeri girdi. Meraklı pek çok gözün üzerinde olduğunu
hissediyordu. Görünmez bir elin, yaz güneşi ışınlarının huzmeler halinde çarparak altın sarısı rengine
bürünmüş saçlarındaki bukleleri tek tek incelediğini hissediyordu. Üzerindeki elbisenin desenlerini, uzun
zamandır kamuflajdan başka kıyafet görmemiş olan, kırmızı çiçekli desenlerin siyah şifon üzerine saçılıp
bedeninin kıvrımlarını sarışını izleyen, hemen hemen yarı yaşındaki bu güruh acaba kendisinin doğum yaşını
bilse ne düşünürdü… Bunu düşünerek gülümsedi. Yaşını göstermiyor olmak Tanrı’nın bir lütfu gibiydi.

Asker kapıyı tıklatarak içeriden gelen “gel” sesi ile içeri girdi ve selamını verdi. “Komutanım, misafiriniz
teşrif ettiler” “Buyursun gelsin” Askerin ardından kadın içeri girince, “sen çıkabilirsin asker” komutuyla
tekrar selam verip dışarı çıktı.
Kadın odanın ortasında dikilmiş çok uzun yıllar görmediği bir dostu görmüş gibi hasret ve sevgiyle
bakıyordu. Komutan ise kendisine sert ve disiplinli bir yüz ifadesiyle yaklaşmış gözlerinin içine bakıyordu. Bir
süre bu şekilde bakıştılar. Kadın ne olduğunu kestirememekle beraber “acaba adıyla seslenmekle yanlış mı
yaptım, kızdı mı” diye düşünmeye başlamıştı ki, Yüzbaşı şapkasını çıkarıp masanın üzerine bıraktı ve
gülümseyerek yaklaştı.

-Sen var ya, sinirlenince tsunami oluyorsun. Ateş gel beni buradan al ne demektir o kadar mı gözün
döndü?
Adam gülümsüyordu. Kadın gerçekten çok sevdiği bir dostunu görmüş gibi mutluydu. Adama
sarılmak istiyordu. Çok şükür, hislerimde yanılmadım seni üniformayla görmek kısmet oldu demek
istiyordu. Elini uzattı.
-Hayırlı olsun, yeni işiniz, yeni göreviniz, yeni hayatınız… Tebrik ederim Ateş Yüzbaşı
-Teşekkür ederim Gökçen Hanım, çok naziksiniz.
El sıkışıyorlardı. Adam gülerek kadının elini çekti ve kadın da istemsiz olarak kollarını boynuna doladı. Hayır,
bu bir aşk, flört, tutku değil; iki iyi arkadaşın çok beklenmiş, özlenmiş, sabır merdivenlerini tek tek çıkarak
kan ter içinde ulaştıkları zirveydi. Bu huzurdu, mutluluktu, zaferdi…

Karşılıklı koltuklarda otururken sohbete devam ediyorlardı.


-Kapıdakiler çok kızdırdı galiba
-Eh biraz. Tutturmuşlar kutuyu açacaklarmış, hediye diyorum yok.
-Kızma, kendilerine söyleneni yapıyor çocuklar.
- E tamam da, 300 km yol geldim yahu. El insaf
-Gerçekten, ne vardı o kutuda?
-İster burada aç, istersen sonra aç sen bilirsin.
Kadın gülümsüyordu.

- Nöbetçi misin bugün?


-Yok, sen geliyorum deyince devremden rica ettim nöbet değiştik. Mesainin bitmesine yarım saat
var. Nereye gitmek istersin? Sana şehri gezdireyim. Ben de yeni tayin oldum, tam bilmiyorum. Beraber
gezmiş oluruz.

İkindi güneşinin sıcaklığı, yerini ufuk çizgisinde kızıldan maviye oradan laciverte bırakırken
yürümekten bitap düşmüş halde otelin önüne geldiler.

-Artık danışmanım olmadığına göre yukarı gelip bir kahve içebilirsin diye düşünüyorum
Kadının yüzünde muzır ve yaramaz bir gülümseme vardı.
-Kahve içilir içilmeye de, orduya geri döndüm diye psikoloji lisansımı yırtıp atmadım. Seninle yarım
kalan bir seansımız vardı.
-Hayır! Ciddi olamazsın.
-Gayet ciddiyim. Hatırladığım kadarıyla bir kemirgen korkun vardı
-Evet va…
Cümleyi tamamlayamadan iri bir fare kurşun gibi bir hızla önlerinden geçip otelin arka tarafındaki çalılıklara
doğru seğirtti.
Kadın bembeyaz olmuş, çığlık bile atamamış olduğu yerde yaprak gibi titriyordu. Tüm vücudu
karıncalanıyordu. Öyle korkmuştu ki korkudan olduğu yere çivilenmiş, kıpırdayamıyordu.
-Gökçen
- ……….
-Gökçen dedim
-Ef.. efendim?
-Gel, içeri geçelim
Kadın kendine gelince otelin döner kapısından yangından kaçar gibi girmiş, resepsiyondan anahtarı alıp
adamı bile beklemeden koşarak asansöre yönelmişti. Bir yandan da tedirginlikle etrafına bakınıyor,
peşinden biri geliyormuş gibi korkuyla kaçıyordu.
-Otelin camları açıktı. Camdan girmiş olabilir mi? İçeride midir
-Gökçen bir sakin. Gökçen!

Kadın adamı dinlemiyordu. Her an her yerden fare çıkacakmış gibi korkuyla etrafına bakıyordu.

Adam seslenmelerine kayıtsız kalan kadını omuzlarından tuttu hafifçe sarstı


-Gökçen dedim!
Kadın korkuyla irkilerek adama baktı.
-Ben buradayım. Korkma artık. Bak, etrafımızda kemirgen yok. Yok… Korkma ben varım yanında
Kadın bir nefes aldı. Kendine gelir gibi silkindi.
-Tamam iyiyim. Ama lütfen gitme. Sen olmasan ben bu otele bile giremezdim. Gitme. Odaya gelmen
için bahane uyd…
-Biliyorum, dedi adam. Biliyorum, beni baştan çıkarmaya çalışmıyorsun.
Güven veren bir tavrı vardı. Kadın titreyen elleriyle kapıyı açtı. İçeri geçti. Çantasını yatağın üzerine attı ve
yatağa oturdu. “iç şunu” diyen bir sesle kafasını kaldırdı. Yüzbaşı terapist kimliğine bürünmüş, elinde bir
bardak suyla karşısında dikiliyordu.
-Peşinen söyleyeyim, göz bandı yok. İmkanı yok, olmaz. O şey otelin etrafındayken olmaz.
-Yahu daha ağzımı açmadım. Tamam, takma. Bir gevşe önce
- Tamam, sakinim.

Adam yavaşça arkasına geçip ellerini kadının omuzlarına koydu. Avuç içlerinin sıcaklığını hissetmek iyi
gelmişti. Gözlerini kapattı ve kendini adamın ellerine bıraktı. Parmaklar omuzlarında hareket ettikçe dalga
dalga yayılan rahatlama hissi onu gevşetmiş, dudaklarında hafif bir tebessüm oluşmuştu bile. Teması hiç
kesmeden parmakları omuzlarından boynuna geçti. Boynuna ve sırtına dokunulması, dahası buradan
öpülmek tek zaafıydı. Terapist bunu bilmiyordu. Bilmeden hassas noktaya temas etmişti. Derin bir nefes
alıp yutkundu. Nefes alışı ve kalp ritmi bir anda değişiverdi… Terapist tuhaf bir şey olduğunun farkındaydı,
ama devam etti.
-Gözlerimi açabilir miyim?
-Göz bandı?
-Off… İyi peki
- İtiraz yok Gökçen.
- Peki…
Omuzları ve boynunda gezen ellerin verdiği hazla yüzüne yerleşen gülümsemeyi saklama gereği
duymuyordu.
-Güzel… şimdi uslu bir kız olacak ve ne istersem yapacaksın
-Emredersiniz Yüzbaşı
-Burada Yüzbaşı da yok.

Adam elleriyle yavaşça kadının kafasını kavradı. Başparmakları enseye, avuç içleri ve parmak uçları
kafatasına temas halindeydi. Kadının sırtı kendisine dönük, yatağın ayak ucunda oturuyordu. Kadının
kafasını kendine çekip göğüs kafesine yasladı. Yine başlıyoruz, dedi kadın içinden. Bu küçük oyunu da,
duyduğu tatlı heyecanı da seviyordu. Diğer danışanlarıyla böyle bir şey yaşamış mıydı, yoksa terapistle
yaşadığı ikisi arasında bir fantezi miydi? Bunu şu an düşünmek istemiyorum dedi kendi kendine. Sırtının bir
kısmı ve kafası adamın göğsüne yaslanmıştı. Kalp atışı gene hızlandı. Adamın eli kafasındaydı. İki gözünün
tam ortasına, kaşlarının başlangıç noktasına parmaklarını koyup alnını geçerek şakaklarına doğru çekmeye
başladı. “Bu adamın ellerinde sihir tozu var” dedi içinden. Tabi ki de bunu diğer danışanlarına yapmıyordu!
Terapide temas yoktu çünkü. “Şu an kurt adama dönüşse ve beni ısırsa, kesinlikle itiraz etmem” dedi
içinden. “Şu pozisyonda ne isterse yapabilir, isterse kertenkeleye dönüştürsün” “Tanrım, aklıma mukayyet
ol”
Adam, kadının iç sesini duyuyor gibi davranıyordu. Ona hiçbir şey sormuyor, bir ritüeli gerçekleştirir gibi
parmaklarını kadının şakaklarına doğru çekiyordu.
-Şimdi uzanacaksın.
Yavaşça kafasındaki elleri marifetiyle kadını geriye doğru çekti. Kadın ayaklarıyla yataktan destek alarak
kendini yukarı çekti ve yatağa uzandı. “Ben niye sürekli bu adamla otel odasında ve yataktayım?” “Dahası
neden giyiniğim” “Çıplak olsan ne olacak?” “Aslında fena olmaz” Kafa sesiyle senkronize bir şekilde
kendisiyle tartışırken adamın komutlarını yerine getiriyordu.
-Şu kafandaki düşünceleri bir sustursan mı artık?
“Nasıl yani?” “Duyuyor mu?” “Yok artık düşünce okuyamaz. Ya da okur mu?”
Gözlerini açıp adamın yüzüne baktı.
-Mimiklerin. Ele veriyor. Duygularını saklamayı beceremiyorsun, hala.
Adam muzır bir şekilde gülümsüyordu. Kadının yanakları kızardı. Öğle uykusunda olması gerekirken uyanık
yakalanmış çocuk gibi gözlerini kapattı.

“Tamam, sus artık. Beni benimle bırak” “Hayır, beni ‘ona’ bırak”
Yatağın kenarına oturduğunu hissettiği adamın komutlarını dinliyordu.
-Derin bir nefes al. Burnundan. Yavaşça ağzından vermeye başla.
Göğüs kafesi yavaşça iniyordu. Bir nefes daha aldı. Her bir zerre havanın vücudunun tüm hücrelerine temas
ettiğini hissediyordu. Göz kapakları ağırlaştı. Bedeni külçe gibiydi. Bir kabuktan sıyrılır gibi bedeninden
sıyrılmak istediğini fark etti.
-Üçe kadar sayacağım. Üç dediğimde derin bir uykuya dalacaksın. Bir… iki…üç…

Kadın gözleri kapalı şekilde çocukken karanlık odada kaldığını, etrafında dolanan sıçanları, gözlerinin
alışabildiği karanlıkta onların gözlerinin parladığını ve iri bir gölge şeklindeki bedenlerini takip eden uzun
kuyruklarını gördüğünü, tıslamalarını, farelerin kendine has kokusunu ve o kokuyu aldığında içine düştüğü
dehşeti hatırladı. Karanlığın içinde ağlamaya başladığını… Onlara “lütfen gelme” diye yalvarmalarını,
korkudan kalbi ağzından çıkacakmış gibi geçirdiği atakları, bir tanesine can havli ile attığı tekmeyi hatırladı.

Geliyor… fare geliyor… gelme…! Hayır…!

Ellerini bir şeyden korunmak ister gibi yüzüne siper etmiş yaprak gibi titriyordu. Korkudan ağlayarak hayır
hayır diye ağlıyordu.

- Gökçen! Gökçen tamam! Sakin. Üç dediğimde uyanacaksın. Bir.. iki... üç! Uyan!

Kadın korku içinde uyanıp etrafına bakındı. Ayaklarının altındaki örtü buruşmuştu. Korkuyla onu da yere
attı. Adam bu kadarını beklemiyordu. Cidden korkunç bir travmaydı.
-Sakin ol. Şişşş sakin ol. Gökçen…

Kadın gerçekten çok korkmuştu. Kollarıyla kadını omuzları üzerinden sarıp etkisiz hale getirdi. Adamın
sarılması güven vermişti. Çaresizce hareket ettirebildiği kadarıyla kollarını adamın vücuduna doladı. Başını
göğsüne yaslamış, verdiği huzuru içine çekiyordu.

Kadın sakince adamdan ayrılıp rahat şekilde yatağa uzanır vaziyette oturdu ve sırtını başlığa dayadı.

Yan odadan içeride ateşli bir seksin yaşandığını ifade eden sesler gelmeye başlamıştı. Hafifçe gülümsedi. Şu
an gerçekten istediği bu değildi. Evet, adam fazlasıyla karizmatik ve çekici bir adamdı, ama gerçekten
istediği onunla sevişmek değildi. Gayriihtiyari pencereye baktığında camın önünde duran Doğanı gördü.
Orada olmasına anlam veremedi. Nesrin kendisine bir mesaj vermeye çalışıyordu ama şu an hiç sırası
değildi. Nefes alıp adama baktı ve konuşmaya devam etti.
- Çoktan unuttuğum, çok eski anılar bunlar. Fareden neden korktuğumu bile unutmuştum, sadece korku
vardı.

-Sen unutursun, ama beyin unutmuyor. Bilinçaltı denen şey bu işte. Bilinçaltında bir yerlerde
bu travma ilk günkü haliyle capcanlı duruyor.
-Peki, ne yapacağız?

-Sorunun kaynağını bulduğumuza göre, çözüm yolu artık daha basit gibi. Ama bugünlük
seansımız bitti.
-Nasıl bitti? Nereye bitti? Bitemez.
-Niye bitemez? Sabaha kadar hayır hayır diye bağıracak halin yok.
-Yandaki evet evet diye bağırıyor. Muhtemelen ben hayır diye bağırdığımda sesimin
tonundan halimden memnun olduğumu ama psikopat bir manyak olduğumu düşünecekler. Bizim
bilmediğimiz, değişik bir seks yapıyor olabilirler diye düşünecekler.
İkisi de gülüyordu.
-Lütfen bu gece ben uyuyana kadar gitme. O şey dışarıdayken gitme. Korkuyorum.
-Tamam, buradayım. Arkanda koskoca askeriye var, bir kemirgene teslim olacak değiliz.
Koskoca yüzbaşıyım gızım ben :)
Kadın gözlerinin içi gülerek kahkaha atıyordu. “ben, müsaadenle bir lavaboya gideyim. Elimi yüzümü
yıkayayım, makyajım aktı pandaya döndüm” “Tabi, müsaade senin” dedi terapist. Terapist kendisine sırtını
dönmüş, camdan dışarı bakar vaziyette sigara yakmışken telefonunu eline aldı ve banyoya doğru seğirtti.

+Nesrin bu kuş niye burada? Bir şey mi var?


-Hemen araziye geçmen gerek. Yapabildiğin kadar çabuk don değiştir. Gerekirse Yüzbaşı’yı sepetle
oradan. Subay ve yanındaki çocuklar tehlikede. Tanrı’dan başka yardımcıları yok. Acele et.

Yüzü bembeyaz vaziyette içeri geldi. Adama ne diyeceğini bilmiyordu. Yatağın üzerine oturdu.

-Hadi uzan sen. Işığı da kapatacağım, sakın korkma seni bırakıp gitmiyorum. Buradayım, rahatça
uyuyabilirsin.
Kadın rahat bir nefes almıştı. Işık kapalıyken Yüzbaşı’nın olanı biteni anlaması mümkün değildi. Adam
karşısındaki koltuğa geçti. Kendisi de yatağa uzanıp pikeyi başına çekti ve gözlerini kapattı…

Sabaha karşı, pencereden içeri giren ılık rüzgar perdeyi uçuştururken dışarıdaki aydınlatma ışıkları da
kadının uyku halindeki masum yüzüne vuruyordu. Başından beri hikayesini en ince ayrıntısına kadar bildiği
bu tuhaf kadın ona hep diğer danışanlarından farklı gelmişti. Psikolojik danışmanlık yaptığı dönemde, çok
ağır travmalar geçirmiş, pek çok zorluğa maruz kalmış yüzlerce vakaya şahit olmuştu. Ama bu kadın özeldi.
Onunla hiç sevişmeden bedeninden ziyade ruhuna dokunmak, otel odasında saatler geçirmek onun için de
bambaşka bir deneyimdi. Basit sevişmeler, bedensel hazlar, bir olan bedenler… bunlar kadın ve erkek cinsi
arasındaki en basit ve temel ilişkiydi. Oysa ikisi arasında bundan çok daha öte bir şey vardı. Daha farklı,
daha özel, daha dokunulmaz, adı koyulmamış ve el değmemiş bir şey. Bu yaşadıkları haz oyunu nadir bir
şarabı yudumlamak gibiydi. Her yudumu ayrı bir keyif veriyordu. Bu şarap öyle bir dikişte bitirilebilecek
kadar ucuz bir şey değildi. Yudum yudum, keyfini çıkararak içmek gerekiyordu ve bu şişe bitmemeliydi…
Çok uzun yıllar önce dinlediği bir şarkı, kulaklarını hiç meşgul etmeden, beyin kıvrımlarından dolaşarak
kalbine doğru akmaya başladı.
Dün gece sen uyurken, ismini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç öykülerini anlattım

Gözlerini kapatıp sessizliğin içindeki notaları dinlemeye başladı… Şarkı nağme nağme akıyordu.

“Dün gece sen uyurken, çiçeklere su verdim.


Ve insanların korkunç öykülerini anlattım onlara…”

Koltukta otururken adeta ruhu bedenini terk etmiş, notaların arasında dans etmeye başlamıştı. Dizinin
üstünde duran kitabın üzerinde geziyordu parmakları. Yatakta uyuyan kadının yanına gidebilirdi. Yanına
oturup saçlarını okşayabilirdi. Ona dokunabilirdi. Kadının buna hiçbir itirazı olmayacağını adı gibi biliyordu.
Hatta pikenin altında gözleri sımsıkı kapalı uyuyor gibi davrandığını, kendisini beklediğini de biliyordu.

“Dün gece sen uyurken, yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden, sırf bu yüzden; yeni bir isim verdim sana…
Destina…”

Fakat gitmeyecekti kadının yanına. Aralarında görünmez bir duvar vardı. Ona dokunur gibi kitaba
dokunmak, onu uzaktan uzaktan gözleriyle sevmek aldığı hazzı katlıyordu. Hakkında her şeyi bildiği, hiç
dokunmadan vücudunun tüm detaylarını gördüğü, keşfettiği bu kadın onun için kolay elde dilmiş bir hazine
olmamalıydı.

“Sen öyle umarsız uyusan da bir köşede


İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte!
Yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için,
Seni bu denli yıktıkları için…!
Yaşamımın gizini vereceğim sana…
Destina…”

Kadından gözlerini ayırıp sakince elindeki hediye paketine baktı. Nizamiyede Ateş Yüzbaşı’dan başkasına
vermem diye mücadele ettiği paket ellerindeydi. Yavaşça, hiç acele etmeden kurdeleyi açtı. Bir kadını soyar
gibi, hafif dokunuşlarla, her hareketi özümseyerek paketi açıyordu. Bantları açtı, hediyelik kağıdı sıyırdı. Bir
karton kutu çıktı. Sakince kapağını kaldırdı. İçinde yeni basılmış bir kitap vardı. Kitabın adı PARADOKS idi.
Kapağını açtı. İlk basımdı ve kendisi için imzalanmıştı.

“Ellerindeki sihir tozuyla ruhuma dokunup onu paha biçilemez bir cevhere dönüştüren, hayatımdaki tüm
şansımı onu tanıyarak kullanmış olduğum güzel adam, seni tanımak benim için bir şeref oldu. İyi ki varsın”
Yurtdışında eğitim almış olduğu ve annesi Kırgızistanlı olduğu için, çekik gözleri ve Orta
Asyalı yüz hatları ile anadili seviyesinde bildiği İngilizce ve Rusça sayesinde çeçen birliklerin
arasına sızan subay; bölgeden bilgi sızdırmaktaydı. Tabi ki de görev gereği deşifre olmamak
için bir süre kendisinden haber alınamamıştı. Kendi hayatını riske atarak Çeçen komutanın
hayatını kurtarması güven kazanması için iyi bir adımdı, ama yeterli değildi. Sadakatini ispat
etmesi gerekliydi. Bunun için de; arazide ele geçirdikleri, kendisinin kim olduğunu bilmeyen,
sadece hücre evi mantığıyla kendisine emir vereni tanıyan ve üstü tarafından kendisine
verilmiş “şifre” ile muhatabını tanıyacak olan eğitimli Türk askerlerine işkence yapmak
zorunda kalmıştı. En son acıdan bayılmak üzere olan askerin kulağına eğilip “İstiklal”
dediğinde askerin gözü parlamış, “ya da ölüm” diye cevap vererek şifreyi teyit etmiş ve
Çeçenlerin gözünü boyamak için subayın yüzüne okkalı bir tükürük sallamıştı…
Çeçen birliklerinin sözü geçen komutanlarından biri ellerindeki üç askerin infaz edilmesi
gerektiğini söylüyordu. Subay, bunun önüne geçemezse üç vatan evladını eliyle öldürecekti.
Teröristlerin ellerinde kahpece yitip gitmelerindense, şerefli bir Türk subayının namlusundan
çıkan mermiler ile şehadete yürüyeceklerdi.
İkinci komutan tuvalet ihtiyacı için kamptan uzaklaşmıştı. Ekip lideri de çadırında aralarına
yeni katılmış olan, kadın kadrosunun en genç ve taze üyesinin tadına bakarak bu zorlu ve
çetin arazi şartlarının sıkıntısını üzerinden atmakla meşguldü. Subay sakince ateşin başına
geçti. Dikkat çekmemeliydi. Koynunda hazine gibi sakladığı muskasını çıkardı. Sadece acil
durumlarda kullanmak üzere yazılmış bu tılsım, şu anda kullanılmayacaktı da ne zaman
kullanılacaktı? Üzerinde tuhaf semboller olan, Arapça harf ve rakamlardan oluşmuş
şekillerden oluşan tılsımın üzerine, muskanın içine sardığı üzerlik tohumlarını ekledi. Bu
sırada arkasından bir ayak sesi duyar gibi oldu, tedirgin olarak dönüp baktı, kimse yoktu.
Tekrar işine koyuldu. Kimi çağırması gerektiğini biliyordu. Bu bir çağrı ritüeliydi. Arazide
bulduğu, kendisini kolaçan etmek üzere yakın irtifada üstünden geçen bir doğanın
kanadından düşüveren, hemen alıp cebine koyduğu tüyü çıkardı. Kağıdın üzerine yerleştirdi.
Tam ateşin üzerine bırakacakken yine bir ayak sesi duydu. İrkildi. Tekrar dönüp arkasına
baktı. Kimse yoktu. Sonra bir yılan tıslaması duydu. Bir sürüngen çok yakınından geçmiş ve
tıssssss diyerek orada olduğunu belli etmişti. “Acele etmem gerek” dedi. Vakit yoktu.
Kafasını kaldırdı.
“Gök Tanrım, göklerdeki tanrım. Çağrımı duy, evlatlarını burada sahipsiz bırakma. Ya
göklerin kapılarını aç, ya bize yolları aç. Sesimi duy, duyması gerekenlere duyur. Öcüm
yağıda kalmasın, budun tutsak olmasın, gücünden güç ver bana!”
Sessizce duasını bitirip tılsımı ateşe attı. İnce kağıt ve kuş tüyü hemen kül oluvermişti. Üzerlik
tohumlarının çıkardığı ufak kıvılcımları izledi. Sesinin duyulup duyulmadığını bilmiyordu.
Sadece duasının kabul olmasını diledi. Tam ateşin başından kalkacakken, küllerin üzerinden
beyaz bir dumanın canlıymışçasına ateşin üzerinden yükselip kalktığını ve gökyüzüne doğru
ince bir şerit olarak çıktığını gördü… Gökler sesini duymuştu.
Hayatını kurtardığı ekip liderini, en azından bir tanesini sağ bırakarak birliğine mesaj
iletmesi konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Ne yapsa ikna olmadılar. Gencecik çocukların
ellerini arkalarından bağladı. Tek tek kulaklarına eğilip usulca “hakkını helal et gardaşım”
dedi. En ufak bir korku ibaresi göstermeyen askerler başlarını gururla kaldırıp yüksek sesle
“Vatan Sağolsun!” dediler. Kendisine asla güvenmeyen ve infaz için direten ikinci komutan
karşısına geçmiş onu izliyordu. Komutanların kamp yeri arazinin sarp ve korunaklı
bölgesindeydi. Diğerleri farklı bölgelere dağılmış vaziyette kampın etrafına
konuşlanmışlardı.
Sakince askerlerin karşısına geçti. Silahının şarjörünü kontrol etti, mermiyi ağzına sürdü. Tek
seferde ve acısız olmalıydı. Tam tetiği çekecekken arkasından geceyi yırtan bir feryat duydu.
Sonra bir tane daha. Ne oluyor, diye etrafına bakındı. Ekip lideri yere düşmüş bacağını
tutuyordu. Hemen yanı başından sürünerek kayalıkların arasına kaçan sarı engerek yılanını
gördü. Sonra ikinci komutanı gördü. Yerde uzanmış, gözlerini belertmiş vaziyette kendisini
boğazından ısıran aynı tür engerek yılanına bakıyordu. Zehir kana çok çabuk karışmış,
saniyeler içinde yıkılmışlardı. Askerler ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Gece vakti ne
yılanı bu? Üstelik bu mevsimde…”
Alel acele az önce infaz etmek üzere olduğu askerlerin ellerini ve ayaklarını çözdü. “Haydi
aslanlarım, aşağıdaki enikler üşüşmeden gidelim” Komutanım, dedi bir tanesi; “o neydi
öyle?” “karıştırma. De ki Hızır yetişti, de ki bir vatan evladı yılan donuna girdi geldi, de ki
memleketin yılanı bile bu piçlerin hakkından gelecek kadar memleket sevdalısı. Yol uzun,
karargaha anlatacaklarım var, acele edin”
İstihbarat karargaha bomba gibi düşmüştü. Çeçen birliklerin sınırdan sahte pasaportla girerek
önce Diyarbakır, Sonra İzmir ve en son Ankara’da bombalı eylem yapacakları, bunun için en
az 15 canlı bomba yetiştirdikleri ve 2 saat önce Ağrı sınır kapısından giriş yaptıkları bilgisi
ellerine ulaştı. Binbaşının “Ateş Yüzbaşı’yı arayın, hemen karargaha geri gelsin” emriyle;
sabahın üçünde, bir otel odasında, elinde kitap öylece oturmakta olan Yüzbaşı, çalan telefona
“emredersiniz” diye cevap vererek kapattıktan sonra ayağa kalktı. Yatakta uyumakta olan
kadın kafasını kaldırdı. “Nereye” dedi, “dönmem gerek, özür dilerim. Bilgi veremem, ama
lütfen otelden çıkma ve kalabalık yerlerden uzak dur. Seni arayacağım” dedikten sonra
kadının hiçbir şaşırma belirtisi göstermemiş olduğunu bile fark etmeden acele ile odadan
çıktı.
Kadın yatakta doğrulup oturur vaziyete geldiğinde cama baktı. Pencerenin önünde bir Doğan,
içeri bakmaktaydı. “Sen hala orada mısın? Görev tamam, git artık” . kuş pencereden
ayrılmıyordu. “Ne? Başka bir şey mi var? Tehlikede miyim? Hayır senin yanında don
değiştiremem, anında çökersin başıma”
Whatsapp mesajı geldiğine dair telefondan gelen sesle kafasını çevirdi. Yazan Nesrin’di.
“Kuşun yanında yılan donuna girme anladık. İyi iş çıkardın. Çıktı mı seninki?”
Gülümsedi. “Çıktı :) “ diye cevap yazdı.
-Üç tane vatan evladını kurtardın. Asıl sorun şu ki, karargâhta köstebek var. Kuş gördü. Ama
bunu Yüzbaşı’ya nasıl anlatırsın bilemem. Neticede, adam aynı zamanda terapist; akıl hastası
olduğuna kanaat edebilir de.
+Anlatırım. Onun yanında transa girip don değiştirmek ve aynı zamanda uyuyor numarası
yapmak çok zor oldu. Kitaba daldı neyse ki… Ayrıca ben kurtarmadım, ‘kurtardık’ Tek başına
yapmadım.
- Neyse… Subayın bizden olması iyi oldu. Ali’nin Irak’tan arkadaşı. Beni tanıyor. Ben kuşu
gönderip keşif yaptırmıştım. Kuş donunda beni görünce çok sevindi. Destek geleceğini
biliyordu. Cama geldim ama sen terapistle oynaşmakla meşguldün.
Kadın mesajı görünce müstehzi gülümsedi. Yanakları kızarmıştı.
+Oynaşmak demeyelim. :) Biraz keyifli vakit geçirdik. Neticede ikimiz de giyiniktik ve ben
uyuyordum (!) zaten, değil mi canım arkadaşım? Bir şey olmadı (ah keşke… ayyyy Nesrin
adam çok karizmatik ya)
Nesrin mesajı okurken gülüyordu. “Ben şu kuşu senin üzerine salmasını bilirim de… işimiz
daha önemliydi. Yüzbaşı’ya karargahtaki köstebeği söylemeyi unutma, nasıl anlatacağın sana
kalmış. “
+Tamam söyleyeyim de, adı ne? Sen kuş olarak girer çıkar en fazla uçar kaçarsın. Ben yılan
donuna girsem gittiğim yer askeriye, gördükleri yerde kafamı ezecekler.
-Öğrenip döneceğim. Kuş olarak giremezsem rüya aleminde, ruhani boyutta girerim. Dur ama
önce şu çocuğun altını değiştirmem lazım gittim.
İki çocuk annesi, evli bir kadındı Nesrin. Eşi de kendisi de Kerkük Türkmeniydi. Ailesinden
gelen genetik miras onu bir kam, yani bir şifacı yapmıştı. Toprak ve suyla konuşabiliyor, en
vahşi hayvanları birkaç dakikada ev kedisine çeviriyordu. Öteki aleme gözleri açıktı. Gökçen
ile tanışması da yine böyle mistik bir şekilde olmuştu. Birbirleriyle çok ilginç bir bağları vardı.
Bazen hiç telefon kullanmadan, tamamen telepati yoluyla iletişim kuruyorlardı.

(Nesrin ve Gülsüm’den bahsedilecek)


Bölüm 2 - Uyanış
-Senden daha önce de mistik hikayeler dinledim. Hislerin kuvvetli, haberci rüyalar görebiliyorsun evet.
Fakat hayır; beden değiştirip yılan şekline girebildiğini düşünmek, şizofreni belirtisi!
-Kulağa saçma geldiğini biliyorum. Ama bana inanmak zorundas_
-Hayır değilim! Değilim Gökçen!
Kadın sakin kalmaya ve sakince konuyu anlatmaya çalıştıkça, adamın yaşadığı şok, dalga dalga büyüyüp
etkisi kuvvetlenerek gelip boğazına kadar çıkan, alev alev yakan bir öfke krizine dönüşüyordu.
-Ateş karargahta köstebek var diyorum! Bana inanmak zorundasın!
-Hadi göster! Göster dedim! Şimdi gir yılan şekline, bekliyorum. Ne bu, düşük bütçeli Şahmaran mı? Oyun
mu oynuyoruz burada?
Kolordu komutanlığında yüzbaşının odasından koridora çıkan tartışma sesleri nöbetçi askeri tedirgin
etmişti. Kararsız vaziyette ilerleyip derin bir nefes aldı. İçeriden sesler gelmeye devam ediyordu
-Hayır giremem! Bu öyle sandığın gibi basit bir şey değil. Kurt adam filmlerindeki gibi öyle çat diye şekil
değiştirmiyoruz!
Kapı tok bir sesle üç defa çalındı. Yüzbaşının “gel!” diyen sesi ile asker çekinerek içeri girdi.
-Komutanım
-Söyle asker
- Komutanım, mazur görün; odanızdan yüksek ses gelince kontrol etmem gerektiğini düşündüm. Bir sorun
mu var komutanım?
-Hayır yok asker. Arkadaşımla sohbet ediyoruz, sen çıkabilirsin.
-Komutanım?
-Çık dedim asker!

Asker selamını verdikten sonra iki adım geri gidip arkasını döndü ve kapıyı kapatıp çıktı.

Kadın sakince bekliyordu.

-İspat edersem?

Yüzbaşı derin bir nefes aldı. Odanın ortasında ayakta dikilmiş duyduklarını hazmetmeye çalışıyordu. Soran
gözlerle kadının gözlerinin içine bakıyordu. Söylediklerinin gerçek olmasını -hayır, karargahta bir köstebek
olması değil elbette-, bu kadına inanmayı çok istiyordu. Aksi takdirde psikoloji lisansı devreye girecek ve en
yakın ihtimalle bipolar bozukluk ve şizofreni teşhisiyle onu kliniğe yatırması gerekecekti. Kadının gözlerinin
içine baktı.

-Tek atımlık kurşunun var Gökçen. Sadece bir kere konuşacaksın ve beni ikna ettin ettin. Edemedin, kliniğe
gideceksin. Anlattıkların yenilir yutulur şeyler değil.

Kadın en azından bir adım yaklaşmış olmanın verdiği anlık rahatlama ile iç çekti. Bu da bir şeydi, adam
zinciri kırmış ve kendisine bir adım gelmişti. Şimdi, cümlelerini özenle tek tek seçmeli ve anlaşılabilir basit
bir anlatımla Yüzbaşıya durumu açıklamalıydı.

- İlk olarak, İslamiyet öncesi Türklerde Şamanizm inanışına göre don değiştirme, yani ruhani olarak hayvan
bedenine geçme olayı vardır. Şamanlar, daha doğrusu Kam’lar öbür dünya ile iletişime geçebilir. Ruhlarla,
doğayla, hayvanlarla konuşabilir, yada taşı ile yağmur çağırabilirler. Yada taşı dediğimiz şey, Gök Tanrı
tarafından kamlara bahşedilmiş bir taştır. Bununla Türklerin savaşlarda yağmur ve dolu yağdırdığı ve bu
marifetle düşmanı bozguna uğrattığı Çin kaynaklarında yazıyor. Bu taştan Nesrin’de var. 2022’deki orman
yangınlarını ve yazın ortasında Manavgat’a sağanak yağmur yağdığını hatırlarsın.

Kadın burada durdu.


Yüzbaşının tepkisini görmek için kafasını kaldırıp yüzüne baktı. Terapiye başladıkları ilk zamanlarda da,
önemli bir şey anlatırken göz teması kurmamak gibi bir alışkanlığı vardı. Yüzbaşı tepkisiz, ama meraklı
bakışlarla kendisini dinliyordu. Tekrar nefes aldı.

-Şamanizmde erk hayvanı yani koruyucu hayvanlar vardır. Bir insanın tek bir erki ya da birden fazla
koruyucusu olabilir. Benimki yılan. Demin de dediğim gibi, kurt adam filmleri gibi durup dururken hayvana
dönüşmüyoruz. Erk hayvanını ilk fark ettiğimde, ben de nasıl kontrol edeceğimi bilmiyordum. Bahsettiğim
şey fiziksel değil, ruhani bir şey. Senin de muhakkak bir erk hayvanın var. Bu senin karakterine de etki eden
bir hayvan olmalı. Yerine göre ölü sessizliğinde bir sakinlik, dondurucu soğuklarda bile hayatta kalacak
kadar soğukkanlı, lider ruhlu ve öfkelendiğinde muhatabının parçasını bile bırakmayacak kadar güçlü dişlere
sahip bir kurt görüyorum sende. Ama konumuz bu değil. Belki de yanılıyorum. Bunu ancak ve ancak kendin
keşfedebilirsin. Gelelim konumuza…

Kadın ellerini ve mimiklerini kullanarak, sınıfta ders veren bir öğretmen gibi odanın içinde volta atarak
konuşuyordu.

- O gün biz oteldeyken Nesrin kendi hayvanı olan doğanı ile mesaj gönderdi. Subay ve çocukların tehlikede
olduğunu, yardım isteyecek durumda olmadıklarını, acele etmem gerektiğini söyledi. Sen koltukta
otururken transa girip öbür boyuta geçtim. Yılan bedenine girdim ve araziye geçtim. Kayalıkların arasındaki
kamp alanını bulmak zor olmadı. Subay bizden destek bekliyordu, o yüzden de işi ağırdan aldı. Çağırma
ritüeli yaptığında Nesrin ilham yoluyla çağrıyı aldı. Sonra bana konumu bildirdi.

Subay sakince çocukların ellerini bağladı, ayaklarını bağladı, zaman kazanmak için onlarla konuştu, pisi
pisine ölüyorsunuz gibi göz boyayıcı hakaretlerde bulundu. Kayaların oradan çıktığımda onları net şekilde
görebiliyordum. Ama o beni görmedi. Destek gelmediğini, yardım edemeyeceğimizi düşününce de “hakkını
helal et gardaşım” diyerek hepsinden tek tek helallik istedi. Şarjörü kontrol edip mermiyi namluya sürdü.
İşte o anda önce ikinci komutanı bacağından ısırdım. Sonra da gerçek adı “Aibek Khulnazarov” kod adı
Arslanbek olan komutana doğru hamle yapmak üzereyken kayaların arasından bir engerek daha çıktı ve
işini bitirdi. Yılanın nereden ve nasıl geldiğini anlamamıştım. Sorgulayacak vaktim yoktu, hemen geri
dönmem gerekiyordu. Madem şizofrenim, bu isimleri ve araziyi nereden biliyorum?

Yüzbaşı dehşet içinde kalmıştı. Alnında boncuk boncuk ter damlacıkları, ayakta güç bela durabildiğini fark
etti. Kadının anlattıkları, subayın ifadesiyle bire bir aynıydı. Kadın sakince duvarda asılı duran haritanın
yanına gitti. Elini üzerinde gezdirdikten sonra parmağını bir noktaya koyarak Yüzbaşıya döndü;

-Kuantum fiziğine göre, bir insan aynı anda iki yerde birden bulunamaz diyor Einstein. Otel odasında senin
yanında yatakta uyurken aynı anda 1500 km ötede bu noktada bulunmanın açıklaması, kanımca şizofreni
değildir yüzbaşı.

Dizleri titreyen adam, zorlukla iki adım geri gidip hemen arkasındaki kanepeye çöktü.

-Gökçen, bu anlattıkların normal şeyler değil. Bunu, islam inanışına göre CİNLER yapar. Boyut ve şekil
değiştirme, istediği yere gidip gelme, telepatik iletişim…

Kafasını kaldırıp kadının gözlerinin içine baktı. “Nesin sen?”

-Ateş normal bir insanım dedim ya? Sen gibi, dışarıdaki asker gibi, görebileceğin herkes gibi; etten kemikten
bir insanım.
-Peki bu anlattıkların? Bunu nasıl yapıyorsun? Ben niye yapamıyorum? Ya da başkası? Gökçen bana doğruyu
söyle sen nesin ve kaç yaşındasın?
Yüzbaşı bir duygu selinin içinde, ne hissedeceğini, ne düşüneceğini bilemez halde kadına sorular
yöneltiyordu. Korkmalı mı, kızmalı mı, yoksa bu olağanüstü durum karşısında dehşete mi kapılmalı
bilemiyordu.

Kadın, sakince yanına geldi. Adamın çöküp kaldığı koltuğun yan kolçağına ilişti. Ellerini omuzlarına koydu.
Adam çok gergindi. Yavaşça omuzlarını ovalamaya başladı.

-Sakin ol. Tıpkı senin gibi etten kemikten bir insanım ve yaşım da kimlikte yazanla aynı.
Aslında şamanik yeteneklerini kavrasan, sen de benim yaptıklarımı yapabilirsin diye düşünüyorum.

Adam gevşemeye başlamıştı.

-Nasıl olacak o dediğin? Yani ben de istesem bir hayvanın bedenine girebilir miyim?
-Elbette.

Gömleğin üzerindeki eller ustalıkla omuzları kavrıyor, avuç içlerinin sıcaklığı vücuduna yayılıyordu. Bu ilk
temasları değildi. Yüzbaşı gevşemiş bir halde gülümsemeye başladı. Aralarındaki o haz oyunu geri gelmişti.
Kafasını geriye attı, kadının göğsüne yaslanacak şekilde.

-Ama tıpkı Nesrin ya da Gülsüm gibi seninle de telepatik iletişim kurabilmem için aramızda bir bağ olması
gerek.

Adamın gözleri kapalı, kadını dinliyordu. Elleri gömleğin üzerinden omuzları ve sırtını ovalayan kadının ses
tonu iyice hafiflemiş, çok uzaklardan sesleniyor gibi hülyalı bir hal almıştı.

-Ne tür bir bağ?


-Telepatik bir bağ. Bunun için kişilerin arasında duygusal bir bağ ya da kan bağı olmalı.

Kelimeleri tek tek vurgulayarak, acele etmeden, tane tane söylüyordu.


-Mesela… aşk, sevgi, tutku, kardeşlik, minnet… şehvet…

Kadın konuşmayı kesmişti ama adamın omuzlarını ovalamaya devam ediyordu.

-Haydi söyle, seni bekliyorum


-Neyi? Söyledim ya?
-Hayır, zamanı geldi; şu meşhur repliğini

Aynı anda senkronize olarak ikisinin de dudaklarından aynı cümleler döküldü:

- “Sizi baştan çıkarmaya çalışmıyorum”


Cümle bitince gülmeye başladılar. Adam gözlerini kapattı ve kafasını kadının göğsüne yasladı tekrar.

Müstehzi bir gülüşle, dalga mı geçiyor yoksa ciddi mi olduğunu anlamadığı cümleler kuruyordu.

-Bu bağların kurulması zaman alacak şeyler. Birine aşık olmak, ya da kardeşlik bağı kurmak çok ciddi
kavramlar. Kan bağımız zaten yok. Ayrıca araziye gittiğin gibi istesen bana da ulaşabileceğini düşünüyorum.

-Diyelim ki elinde birinin telefon numarası var, ama onda senin numaran yok. Whatsapp bilgilerini görebilir
mi? Dahası sana ulaşabilir mi? “sen” istersen ulaşırsın evet de, karşı taraf cevap vermezse? Hat çift yönlü,
iki tarafın da telefonun ucunda olması gerek, biliyorsun.
Kadın adamın sandığı kadar boş olmadığını, Türk mitolojisine hakim olduğunu biliyordu. Kendisini
konuşturmaya çalıştığını da biliyordu.
-Aslında kestirme bir yolu var, Yüzbaşı
-Hımm… neymiş o?

Kadın adamın kulağına eğilip fısıldadı;


- Cinsel… birliktelik…

Kadının ılık nefesi, adamın öfkesini söndürmüş, bambaşka ateşler yakmıştı. Kafasını hafifçe çevirdi,
neredeyse dudak dudağa gelmişlerdi. Kadın öncekiler gibi çekingen ve korkak değil, aksine bir dişi aslan gibi
sıcak ve yakıcıydı. Burun buruna gelecek kadar yaklaştı. Kalp atışları dışarıdan duyuluyordu. Hava kurşun
gibi ağır, zaman durmuş gibi ikisi de içinde bulundukları anın yoğunluğunu iliklerine kadar hissediyordu.
Kulakları uğuldamaya başladı.
Dudakları neredeyse dudaklarına değecekken tekrar güldü.

- Para karşılığı bir fahişe ile yaşanan şeyden bahsetmiyorum. Bedenlerin çekiminden bahsediyorum yüzbaşı.

Havadaki elektrik elle tutulur derecede yoğundu.

-Sence para versem kimyamı bu kadar bozabilecek birini bulabilir miyim?

Kadın bedensel çekime karşı koymakta zorlanıyordu. Mevcut pozisyonu kesinlikle bozmak istemiyordu ama
neticede bulundukları yer askeriyeydi. Ayrıca anlaşıldığı üzere çok kuvvetli bir bağ da vardı aralarında.
İstemeye istemeye koltuktan kalktı. Derin bir nefes aldı. Sırtı dönük olduğu halde adamın da ayağa kalktığını
hissetti. İçinden taşan kuvvetli bir volkan gibi, tam da şu anda gelip, arkasından sarılıp ensesini öpmesini
istiyordu.

-Ben… gideyim artık.

Bir el sıkıca kolundan tuttuğunda yutkundu. Artık nefes alış verişi de, kalp atışı da kontrolünün dışındaydı.
“şu an beni kendine çekse asla hayır diyemem” iç sesi böyle diyordu.

Yanakları kızarmış vaziyette, gülümseyerek ama göz teması kurmadan


-Kendime hakim olmakta zorlanıyorum, sen de zaaflarımla oynama bırak gideyim, dedi.

-Bana bu erk hayvanı ve boyut değiştirme olayını öğreteceksin, burada bitmedi.


-Şu an değil. Çünkü tüm varlığım ve bedenimle bilakis burada kalmak istiyorum, başka bir boyuta gitmek
falan değil. Benimle oynama Yüzbaşı, şu an yapamam. Gitmem lazım. Ama söz, nasıl yapacağını
anlatacağım.

-Peki, çık bakalım Gökçen Hanım.

Kadın kapıdan çıkarken yarım döndü. Adamın yüzüne baktı.


-Bu gece rüyanda dün gece gördüğün o kırmızı çiçekli bahçeyi göreceksin. Ve o tarihi çeşmeyi. Üzerindeki
kitabeyi okumaya çalış. Belki o zaman bana inanırsın.

Başka bir şey demeden kapıyı kapatıp çıktı. Adamın ağzı açık kalmış, ne diyeceğini bilemez vaziyette
arkasından bakakalmıştı…
Gecenin içinde bir yerlerde, derin uykuya daha yeni geçmişken, Yüzbaşı kapıya vurulma sesiyle irkildi. Uyku
ve uyanıklık arasında, derin uykunun bozulmuş olmasının verdiği agresiflik ve günlük rutinin verdiği
alışkanlıkla “Gel!” diye seslendi. Birkaç saniye geçtiği halde içeri kimse gelmemişti. Rüya gördüğünü
düşünüp umursamadı ve tekrar uykuya dalmak için gözlerini yeniden kapattı. Aynı anda kapının daha sert
ve şiddetli çalınması ile irkilerek yorganı üzerinden attı ve evde olduğunu hatırlayarak ani bir çeviklikle
başucundaki silahı kaptığı gibi kapıya doğrulttu.
-Kimsin?
Ses yoktu. Sol eliyle silahı tutarken sağ eliyle gözünü ovuşturdu. Ellerini tekrar silahın kabzasında
birleştirerek kapıya doğru bir adım attı.
-Kimsin dedim!
Yine ses yoktu. Hızlıca kapıya ilerleyip tek eliyle açtıktan sonra silahı döneceği yere doğrultarak kapıdan
çıkıp, koridorda sağa sola dönerek etrafı kolaçan etmeye başladı. Birkaç adım attı, koridorun ışığını yaktı,
odalara baktı. Kimse yoktu.
-Silah dolu. Emniyeti de açık. Her kimsen ellerini kaldır karşıma çık. Ben bulursam alnına yersin mermiyi!
Yine ses yoktu.
Eşi ve çocukları henüz yanına gelmemişlerdi. Tayini yeni çıktığı için çocukların okulları, eşinin işi vs.
nedeniyle ailesi geçici süreliğine Edirne’de kalmış, kendisi de onlar gelene kadar ev tutup içini yavaş yavaş
döşemeye başlamıştı. Çocuk odası olarak düşündüğü odanın kapısını araladı. Silahı doğrultup içeri adım attı.
Boştu. Salona geçti, ve mutfağa. Banyoya baktı. Kimse yoktu. Sokak kapısı arkadan sürgülüydü.
- Altıncı katta, camdan uçmadı ya bu; her kimse?
Silahı sehpanın üzerine bıraktıktan sonra koltuğa oturup bir sigara yaktı. Uykusu açıldığı için gergindi.
Geriye yaslandı. Tv açmak üzere kumandayı eline aldı, sonra vazgeçti. Dönerek başının altına bir kırlent
koydu ve ayaklarını uzattı. Hava serindi. Ayaklarının hafiften üşüdüğünü hissediyordu. Kalkıp battaniye
almak ya da yatağa geri dönmek arasında kararsız kaldı. “Biraz soğuktan ölmezsin ya” dedi kendi kendine.
Aslında iyi de gelmişti. Hücrelerinin bu serinlikle tazelendiğini, vücudunun yenilendiğini hissediyordu.
Gözlerini tavana dikti. Yaşadığı şeyin gerginliğinden kurtulmak için düşüncelerini başka şeylere
yönlendirmeye çalıştı. “O Gökçen denen zırdeli miydi acaba” diye düşündü. “İn midir, cin midir… her şey
beklenir ondan. “ Dudaklarının kenarında biten gülümsemeyi fark ettiğinde kendisi de şaşırdı. Atsız’ın Deli
Kurt romanındaki Gökçen geldi aklına. Romandaki Gökçen de böyle mistik, bakışlarıyla insanı delirten,
elleriyle şifa veren ya da can alan, gaipten haberler veren bir karakter değil miydi?
- İstihbarattan olabilir mi? Arazinin konumunu biliyor, çeçen komutanın adını ve mevzunun detaylarını da.
Kendi kendine sesli düşünüyordu.
-Bu kadar detay fazla değil mi? Kesin istihbarattan. Beyin yıkama tekniklerini de biliyor, aklı sıra cinle periyle
benim aklımı karıştıracak.
Bir şeyleri çözmüş olmanın verdiği rahatlıkla nefes aldı. Tabi ki de Gökçen istihbarattandı. İlk geldiğinde
nizamiyedeki askerden çekinmeyişi, usul bilmesi, silah kullanabiliyor olması, askeriyeye girerken en ufak
tedirginlik yaşamaması… Normal insanlar, mesela babası bile askeriye sınırları içinde tedirginlik ve saygı
duyardı. Resmi törenlerde onu izlemeye geldiğinde oğlunun etrafındaki ast ve üstlerine karşı saygı ve
çekimser davranışlar gösterir, heyecanlı olurdu. Gökçen’de en ufak heyecan ve çekimserlik yoktu,
askeriyeye avm’ye girer gibi girmiş, “paketi Ateş Yüzbaşı’dan başkasına vermem, arayın komutanınız gelsin”
demişti. En ufak çekincesi, Türk insanında genel olarak bulunan askerden korku ve tedirginlik yoktu. Sanki
olası durumda başına bir şey gelir de, bir şeyler ters giderse kimi ve nereyi arayacağını biliyor gibi
profesyonel bir tavrı vardı. Kadınlar -eşi dahil- silahı görmek istemez, kaldır şunu ortadan derken onun
silahlara karşı özel bir ilgisi vardı. İlk geldiği günü hatırladı tekrar. Kendisine kur yapar gibi yapıp belindeki
silahı almış, “Gökçen silah dolu” uyarısına gülerek cevap vermiş, bir noktaya doğrultarak “nasıl
yapıyordunuz; göz, gez, arpacık mıydı” demişti.
“Scooby Doo!” dedi kendi kendine. “Seni istihbaratçı sürtük. Demek aklımla oynayacaktın. Fareden
korkuyormuş da, boyut değiştiriyormuş da, zaafı varmış bana karşı koyamıyormuş…. Demek ki bazıları hala
boş durmuyor”
Tabi ki de zamanında kendisine iftira atıp rütbelerini söktürenler, göreve iade edildiği halde boş
durmamışlardı. Bu Gökçen midir -gerçek adı buysa- her ne zıkkımsa, yüzbaşıyı baştan çıkarıp görevden
atılmasını sağlayacak görüntüleri amirlerine iletmekle mesuldü. Bunun için de şamanik mistik masallarla
yüzbaşının kafasını karıştıracak ve ona istediği kadar yaklaşabilecekti. Ve hatta o kadar strese sokmuştu ki,
gece gece halüsinasyon görüp kapı çalındığını sanarak evde deli dana gibi geziyordu. Evet, aynen böyleydi.
Olayı çözmüş olmanın verdiği rahatlık ve kadına olan kızgınlığı karışmıştı. Aptal yerine koyulduğunu
hissediyordu. Onu yanına kadar gönderip bu kadar özeline girebilenler acaba evine kamera vs düzeneği de
kurmuşlar mıydı? Kalkıp etrafı kolaçan etti. Prizlerin içine baktı, avizeye, fotoğraf çerçevelerine, tv
uydusuna, duvardaki saate… aklına gelecek her yere baktı. Ama Ateş Yüzbaşı zeki bir adamdı.
Üniversitedeyken satranç turnuvalarına katılmıştı. Her zaman bir adım önden gidip karşı tarafın hamlesini
tahmin eder ve planlarını ona göre yapardı.
Camı açıp derin bir nefes aldı. Serin rüzgarı içine çekti. Eline telefonu aldı, saate baktı ve mesaj yazmaya
başladı.
-Uyudun mu?
-Bir sonraki mesajın da “üzerinde ne var” mı olacak? :)
-Olabilir. Hiçbir şey olmaması da tercihim aslında.
-Hımm… zaaflarımla oynama Yüzbaşı. Yat uyu sabah işe gideceksin. Benim de yarından sonra İstanbul’a
dönmem gerek. İşlerimi toparlayayım, yarın uzun bir gün olacak.
-Ya bırak şimdi. Kahve suyu koydum, konum gönderiyorum gel hadi.
-Bu saatte? Bir sorun yok değil mi?
-Var.
-Ne var? Ne oldu?
-Seni istiyorum. Ciddiyim. Gitmeden bir kere olsun ne yaşanacaksa yaşansın. Atla taksiye gel, bekliyorum.

Kadın mesajı gördüğünde inanamadı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, kalbi ağzından çıkacak gibi atmaya başlamıştı.
-Benimle kafa bulma Yüzbaşı. Yatacağım. Yat sen de.
-Gökçen, başlatma yüzbaşına! Gelmiyorsan ben gelirim!

Kadın ne yapacağını bilemiyordu. Şaşkın halde ekrana bakarken yüzbaşı konum gönderdi. Birden bire bu
keskin dönüş niyeydi?
Bir şey var, dedi kendi kendine. “Ters giden bir şey var. “ Ellerini yüzüne götürdü, yanakları kıpkırmızı, adeta
yanıyordu. “Bu adam bu mesajı kolay kolay atmaz. Cezaevinde kadın görmeden 10 sene geçirmiş olması
gerek” Tekrar mesaj yazmaya başladı.
-Gece gece ateş başına mı vurdu?
-Vurdu. İsteyemez miyim seni? Ben erkek değil miyim? Otel odasında sana dokunurken kendime hakim
olmaya çalışmak nasıl bir şey biliyor musun sen?

Kadın otelde yaşadıklarını hatırladı. Göğsünün inip kalkmasını, adamın ellerini, nefesini, dokunuşlarını,
sıcaklığını hissettikçe kendinden geçmesini… aynı heyecanı duymaya başladı. Elimi yüzümü yıkamaya
gideyim diyerek banyoya koşmasını, karşı koymaya çalışmalarını… “Ne oldu şimdi durduk yere? Niye bir
anda bunu yazdı” dedi kendi kendine.

-Tamam, kahve yap. Geliyorum.


-Kahve içelim, uykumuz kaçsın, sabahlar olmasın diyorsun Yörük kızı. Bu gece sana uyku yok, haberin olsun.

Saat gecenin ikisiydi. Kadın kalktı, giyindi. Resepsiyonu arayıp “bana bir taksi çağırın” dedi. Taksi gelene
kadar makyajını yaptı.

Kadın yoldayken yüzbaşı da koltukta oturmuş attığı hareketli konumu takip ediyordu. Sakince kalktı,
koridorda duran portmantonun kapağını açıp içindeki montu yere koyduktan sonra portmantoyu duvara
birleştiren mdf plakayı sağa iterek açtı ve gizli bölmede duran sinyal kesicinin düğmesine bastı. Evde
kamera vs falan varsa artık hepsi devre dışıydı. Kapağı sürerek kapatıp montu yerine astı.

20 dk sonra çalan zille kapıya doğru ilerledi. Otomatiğe bastı. Asansör kendi katına geldiğinde gelen topuk
sesleri ve akabinde yüzünde yüzlerce duygu barındıran kadını gördü. “Hoş geldin” dedi. “Hoş buldum”
diyen kadını içeri davet etti. Arkasından kapıyı kapatıp içeri geçti ve kadının üzerindeki montu çıkarıp
kenara attıktan sonra belinden tuttu ve kendine çekti. Kadın şaşırmıştı. Susamış gibi, çıldırmış gibi kadını
öpüyordu. Kadın başta karşılık verse de içinde bir şeylerin yolunda gitmediğine dair bir his vardı. Adam
samimi değildi. Güçlükle dudaklarını ayırıp “hey… bi sakin” diyebildi. “bi dur nefes alayım” “sabaha kadar
nefes nefese kalacaksın zaten, geç içeri” Kadını, belinden tutmuş öpe öpe sürükleyerek salona getirdi ve
koltuğa itti. 1 saat kadar önce adamın başının altında duran kırlent şimdi kadının dağılan saçlarına ev
sahipliği yapıyordu. Adam hiç beklemeden kadının üzerine uzandı ve boynunu öpmeye başladı. Kadın artık
direnmek de, karşı koymak da istemiyordu. Elini adamın saçına attı. Ama hala içinde o bir şeylerin ters
gittiği duygusu vardı. “Ateş bi bekle” dedi. Ama adamın beklemeye niyeti yoktu. Elleriyle vücudunu adeta
yoğuruyordu. Eteğini sıyırıp bacaklarını okşamaya başladı. Nefesi sıkışıyordu. “Dur dedim” Adam “kapa
çeneni” diyerek dudaklarını öpmeye başladı tekrar. Bu anın hayalini defalarca kurmuş, onunla sevişmenin
nasıl bir şey olacağını merak ederek, aylarca arzularını hayal dünyasında hapsetmeye çalışmıştı. Ama böyle
olmamalıydı; deli gibi istediği adamın kollarındaydı, fakat içinde buna karşı coşkun bir itiraz ve karşı koyma
dürtüsü vardı. Adamı elleriyle itti, “dur dedim!” diyerek doğruldu. Adamın gözlerine baktı. Alev alev yanan
gözbebeklerinde şehvet ve arzudan başka her şey vardı. “Bu, sen değilsin. İstemiyorum bırak beni otele
gideceğim”

-Ne demek istemiyorum?


-İstemiyorum Ateş. Kalk üstümden.
Kadın adamı kenara itip üstünü başını düzelttikten sonra tokasını aramak üzere yere eğildi. Saçları
dağılmıştı.
-Senin istemen bir şey ifade etmez, üstlerine yeteri kadar görüntü vermişsindir umarım.
Adamın dudağının kenarında biten, sağ tarafa doğru kaymış o müstehzi gülüşü gördüğünde dehşete düştü.
-Ne üstü, ne görüntüsü? Ne saçmalıyorsun?
Kadın ayağa kalktığında adam da kalktı. Kadını tekrar tutup yeniden öpmeye çalıştı. “İstemiyorum bırak!”
diyerek adamı iten kadın yüzüne nefretle baktı. Bu sefer adam ciddileşmişti.

-Ne oldu? Hani koşarak gelmiştin, karşı koyamıyordun, zaafların vardı?


-Benim zaafım karşımdaki adama değil. Şu halinle korkunç iğrenç bir adamsın.
-Ya da şöyle diyelim; seni bana gönderenlerin “makaslayıp kullanabilecekleri” yeteri kadar görüntü elde
ettin, görevin bitti. Ama kötü bir haberim var, evde şu an hiçbir şey çalışmıyor; kameralar, böcekler,
telefonlar, hiçbir şey!

-Ne kamerası Ateş? Ne diyorsun? Gerçekten anlamıyorum.


-O amirlerine söyle, sen değil dünyanın en ateşli kadını gelse beni baştan çıkaramaz Gökçen! Ya da her ne
zıkkımsa. Gerçek adın bu mu ondan bile emin değilim.
Adam bunları söylerken kadına yaklaştı, çenesini avuç içiyle tutup gözlerine baktı, ağzından çıkan kelimeleri
tek tek ve vurgulayarak sözlerine devam etti:
-Ben bir kadını istemişsem, alırım zaten. Seni isteseydim çoktan benim olmuştun. Şimdi git, o başındaki
itlere söyle; ben düzgün bir adamım ve benim açığımı bu şekilde bulamazsınız!

Kadın şok olmuş vaziyette adamın yüzüne bakıyordu. Çenesi titremeye başladı. Adamın elini eliyle iterek bir
adım geri çekildi. Sonra acı acı gülümsedi. Gözündeki iki damla gözyaşını elinin tersiyle sildi.

-Biliyor musun, bir an inanmıştım. Gerçekten beni olduğum gibi beğenip arzulayabileceğine inanmıştım.

Çantasını alıp hızlıca koridora ilerledi, kapıyı çarparak çıktı. Ayakkabılarını asansörde giydi. Gecenin üçünde,
eve araçla 20 dakikada gelmişti. Şehri bilmiyordu. Nereye gideceğini bilmiyordu. Kendi kendine söverek
yolda yürümeye başladı. Karşısına bir park çıktı. Etrafına baktı, pek kimseler yoktu. Şehir uykudaydı.
Yüzbaşının son sözleri beyin duvarlarını dövmeye başlamıştı yine. Kulaklarından kalbine akan bir lav gibi,
midesine kadar yanıyordu. Kusmak istedi. Midesinden yukarıya doğru gelen o boğucu anksiyete, onu
kusmaya zorluyordu. Bir ağacın dibine geldi. Kusmak üzere eğildi, birkaç damla safra geldi. Akşam yemeği
yememiş olduğunu hatırladı. Böyle böyle unutarak öğün atladığı çok oluyordu. Sonra ayağa kalktı. Elini
yumruk yaparak işaret parmağını ağzına soktu ve onu ısırırken var gücüyle ağaca vurmaya başladı.
Gözünden akan yaşı durduramıyor, öfkesi büyüdükçe daha hızlı vuruyordu. Sonra elini ağzından çekerek
olduğu yere çöktü ve sesli şekilde ağlamaya başladı. Pik dalgası geçip yavaş yavaş dinginleşmeye
başladığında başını ağaca yasladı. Onun inanışında ağaçlar kutsaldı. Üzülünce, sinirlenince ya da başka bir
duygu karmaşasında şaman ataları ağaçlara sarılıyorlardı. Elini ağacın gövdesine attı; “özür dilerim” dedi.
“Özür dilerim eski dostum. “ Gözlerini kapattı ve şehrin sessizliğini dinledi. Rüzgarı hissetti sonra. Yüzünü,
saçlarını okşayan merhametli elleriyle rüzgarı. Sonra cadı oldukları gerekçesiyle engizisyonda korkunç
işkencelerle öldürülen atalarını düşündü. Derin bir nefes aldı. “Kolay olmayacağını biliyordun” dedi kendi
kendine. “Sana inanmayacaktı elbette. Ama sen bir Kam’sın. Bu yeteneklerle boşuna donatılmadın. Onu
uyarmak zorundasın. Olacakları bilmeli, vatan için. “ Ağacı tekrar okşadı. Bir hayvanı sever gibi, şefkatle,
nazikçe, onu kırmamaya özen göstererek. Sonra bağdaş kurdu. Daha önce kendisine İç Anadolu’da hiç
bilmediği bir ilde, gecenin 3:30’unda bağıra çağıra ağlayıp ardından da ruhlarla konuşacağı söylense en iyi
ihtimalle kahkaha atardı.
Bağdaş kurduktan sonra gözlerini kapattı. Zihninde ayağa kalktığını, parkın ortasına devasa bir ateş yaktığını
hayal etti. Ceplerinde üzerlik tohumları vardı, hissediyordu. Ateşin etrafında dolanıyor, üzerlik tohumlarını
avuç avuç ateşe saçıyordu. Parkın kuytu bir köşesinde tek başına bağdaş kurmuş otururken onu karanlığın
içinde kimsenin görmesine imkan yoktu. Ama zihninde yaktığı ateş neredeyse gökyüzüne kadar
yükseliyordu. Üzerlik tohumlarını her attığında daha da harlanıyor, bir aslan kükremesi gibi kükrüyordu.
Başını kaldırıp ateşe baktı.

Ateşin etrafında dönerek bir avuç üzerlik saçtı.


“ Umay Ana, bereket saçan ellerinle bana lütfunu bahşet!”
Üzerlik tohumlarının sıçramalarını izledikten sonra ateşin etrafında dönmeye devam etti. Sonra bir avuç
daha üzerlik tohumunu ateşe attı.
“Ey ateşlerin efendisi, yeryüzünün sahibi Ülgen Han, algışlarımı duy!”
Ateş kükremeye devam ediyordu. Aç bırakılmış ve avıyla karşı karşıya kalmış bir aslan gibi, karşısına ne
çıkarsa yutacaktı neredeyse.
“Güzelliğin efendisi, masum çocukların ve yavru hayvanların muhafızı, Ay’a ışığını veren güzel Ayzıt! Ay gibi
doğ geceme, bana güzelliklerle lütfunu bahşet!”
Bir avuç daha üzerlik saçtı. Kıvılcımlar bir kaynak makinesinden çıkar gibi etrafa saçılıyordu.
“Yeraltının hakimi, kötülüğün muhafızı, ruhlar aleminin karanlık lordu; Erlik Han, sana söz ülkeni boş
bırakmayacağım! Bu dünyanın bütün pislikleri ülkenin ateşlerine odun taşıyacak. Zincirleri ellerinde olacak.
Benden yardımını esirgeme!”
Son bir avuç üzerlik tohumunu ateşe attı.
“Ey Gök Tanrım, göklerdeki tanrım! Karaların, göklerin, denizlerin tanrısı, rüzgarların şimşeklerin, Türklerin
Tanrısı! Öcüm yağıda kalmasın, budun tutsak olmasın. Gücünden güç ver bana!”

Ateş olduğundan daha harlı şekilde, bir kaplan gibi kükreyerek daha da yükseldi… Neredeyse 5 katlı bir
apartman yüksekliğindeydi. Üzerlik otunun saçılan kıvılcımları elle tutulur vaziyete geldi, zaman yavaşladı,
ateşin yanışı ağır çekimde sessiz ve derin bir hal aldı. Tüm sesler kesildi. Kadın kafasını kaldırıp ateşe baktı
tekrar. Uzaklardan bir kam davulu sesi duyulmaya başladı. Git gide yaklaşıyordu. Ateşin yarılarak bir kapı
gibi açıldığını gördü. İçinden en az 4 metre boyunda, heybetli, kadın ya da erkek olduğu belli olmayan biri
çıktı. Ateşin ortasında öylece dikilmiş kadına bakıyordu.

“Gökler sesini duydu; söyle Kam, isteğin nedir?”


“Kendim için bir arzum yoktur. Benim tinim de bedenim de buduna fedadır. Ama o, bana inanmıyor.
Gözlerini açın isterim. Gözleri açılsın, görsün. İki bin yıl önce ne yaşadıysa görsün, karma aynasını gösterin
ona. Görsün ki yardım edebileyim. Aramızdaki bağ koparsa, yardımcı olamam ve yardımcı olamadığımda
ona da ailesine de zarar verecekler. Dahası, köstebek bir kişi değil. Büyük bir operasyon yapacaklar,
yüzlerce binlerce kişi ölecek. Bunu ona anlatmak zorundayım. Beni dinlemiyor, siz gösterin. Bana
merhametinizi lütfedin ki, ben de Kam olarak görevimi en iyi şekliyle yapayım”

“Kapılar yalnızca birer mecazdan ibarettir Kam. Bunu en iyi sen biliyorsun. Yüzbaşı’nın geçmesi gereken
kapılar var. Ona zaman tanı. “
“Zaman yok!” diye öne atıldı kadın. “Anlamıyor musun? Zaman yok! Tanrıların yardımı olmazsa kapılar
tamamen kapanacak. Budun tehlikede. Bana yardım etmek zorundasınız!”
“İki bin yıl önce de inatçıydın Kam, hala aynısın. Ona zaman tanı, Yüzbaşı sana kendisi gelecek. Tarihin
başından beri, Göktengri’ nin dünyaya hakim kıldığı Oğuzlar’ın yenildiği görülmedi; bunu iyi biliyorsun.
Tarihi Türkler yazar Kam, bekle. Dünyadaki zamanla tanrı katındaki zaman bir değil. Alparslan Anadolu’ya
tam da şu anda girdi, Justinyen Ayasofya’ya girip “Ey Süleyman seni yendim” diye şu anda seslendi, üçüncü
kuşaktan torunun şu anda üniversiteden mezun oldu, Spartacus ve yandaşları isyana tam da şimdi dediğin
an giriştiler. Tanrı katında “an” tek bir andır Kam, bunu bil ve zamana bırak. Dileğin Tanrı katına ulaştı. Esen
kal”
Elçi, geldiği gibi ateşin ortasına yürüyüp gözden kayboldu. Ateş yavaşça söndü, kam davulu sustu. Kadın
sakince gözlerini açtı. Parktaydı. Etrafına baktı. Birkaç köpekten başka bir şey yoktu. Köpeklere baktı. “Hey,
beni korumak için mi geldiniz?” Gidip bir tanesinin başını okşadı. “Teşekkür ederim. Teşekkür ederim…”

Parktan çıkıp tedirginlikle önünü arkasını kolaçan ederek ana yola çıktı. Birkaç araç onun bir seks işçisi
olduğunu düşünerek yanaşıp pazarlık yapmaya çalıştı. Kılığı kıyafeti bunun tam tersini söylese de saat
itibariyle bunun yaşanması da normal gibi görünüyordu.
Nihayet bir taksi yanında durdu.
-Bacım hayırdır bu saatte?
Yolun ortasında durmuş, boş boş taksiciye bakıyordu.
-Bacım, sen yabancısın buralarda belli, korkma gel. Gideceğin yere bırakayım.
Açıkçası adamdan çekiniyordu. Ama gideceği yer de uzaktı epeyce. Çekimser bakışlarla adama bakıyordu.
-Bacım, bak benim de kız kardeşim var. Belli başına bir hal gelmiş senin. Paran yoksa da canın sağ olsun.
- Hayır param var. Şey, Ramada Otel’e gidebilir misiniz?
-Gideriz bacım, gideriz gel sen hele.
Tedirgin bir halde kapıyı açıp arka koltuğa geçti. Her ne kadar taksicinin tavırları güven veriyor gibi dursa da,
dikiz aynasından kendisine bakıp bakmadığını kontrol ettikten sonra KADES uygulamasını açıp olası bir
durumda hemen butona basmak üzere ekranda açık duruma getirdi.
15 dakika sonra otelin önünde indiğinde taksiciye teşekkür ederek 200 TL’lik banknot uzatıp “üstü kalsın”
dedi. Onun otelin kapısından girdiğini gören taksici, önce yolun başından beri aracın üzerinden uçarak
onları takip eden doğana baktı. Göz kırparak selam verdikten sonra whatsapptan mesaj yazmaya başladı.
-Nesrin Abla, için rahat olsun paket adrese teslim. Kazasız belasız otele getirdim.
-Sağol kardeşim, bu iyiliğini unutmam.
-Ne demek abla, ite çakala yem edecek değiliz. Siz Allah’ın dağında bizim çocukları kurtardınız,
boynumuzun borcu size sahip çıkmak.
-Var ol. Görevimiz. Esen kal.

İki gün sonra…

O günden beri Yüzbaşı ile görüşmemişti. Duyguları karma karışıktı. Bir yanı ona olabildiğince kırgın ve
üzgün, bir daha aramaması gerektiğini söylüyor; öbür yanı ise “bu şahsi mesele değil, memleket meselesi;
ona anlatmak zorundasın” diyordu. Valizini topladı, odaya son kez göz gezdirdi. Unuttuğu bir şey olup
olmadığını tekrar kontrol edip iç çekti ve valizini alıp odadan çıktı. Asansörde de dalgındı. İlk geldiği günü
düşündü, birkaç gün içinde olup bitenleri sonra. Asansör zemin kata gelip “tınnnnn” sesi duyulduğunda yine
iç çekerek dışarı çıktı. Resepsiyona anahtarı bırakıp teşekkür ettikten sonra kapıdan çıktı. Hava pırıl pırıl ve
güneşliydi. Tek bir bulut bile yoktu. Taksiye binerken içinden bir şey koptuğunu hissetti. Çantasından
telefonu çıkardı, mesaj yazmaya başladı.

-Her şey için teşekkürler, kendine iyi bak.

Birkaç dakika cevap gelmesini bekledi, ama gelmeyeceğini biliyordu.

Yüzbaşı, elinde telefon mesaja bakıyordu. O gün eve kayıt dışı bir operasyonla özel ekip getirmiş, evde
“olmaması gereken” ne varsa – böcek, kamera, harici depolama cihazları- hepsini temizlemelerini istemişti.
Ama evde bir şey bulamadılar. Kafası iyiden iyiye karışmıştı. “Acaba doğru mu söylüyor” diye düşünüyordu.
Telefonu bırakıp kafasını elleri arasına aldı ve “ooffff!” dedi. Çok kırmıştı onu. Ama anlattığı şeyler akla
hayale sığmayacak şeylerdi. Müslüman bir ailede doğmuş ve Müslüman inanışıyla yetiştirilmişti. Tamam
dört dörtlük Müslüman değildi, namaz kılmıyordu ama neticede Allah’a olan inanışı tamdı. Gökçen’in
söyledikleri bu 1500 yıllık kadim inanışa taban tabana zıttı. Belki de kabullenemeyişi bu yüzdendi. Ayağa
kalkıp pencereyi açtı. Derin bir nefes aldı. Hava sıcacıktı. Nizamiye kapısını camdan görebiliyordu. Gökçen’in
kendisini ziyarete geldiği ilk günü düşündü yine. Saçlarını savurarak bahçeden geçişini, kendisini
üniformayla görünce gözlerinin içi gülerek “çok şükür” demesini, sarılmasını düşündü. Düşüncelerinin
verdiği sıcaklıkla gülümsediğini fark etti. Gökçen ona iyi geliyordu. Sonra onu eve çağırmasını, istihbaratçı
olduğunu düşünerek yaptıklarını düşündü. Yüzü gölgelendi. Bir sigara yaktı. Derin derin içine çekerken
telefonuna baktı tekrar. Gökçen başka bir şey yazmamıştı. “Tamam da nasıl bilebilir onca detayı?” dedi
kendi kendine. Sesli düşünüyordu. “Adamın adını, operasyonun detaylarını, arazinin yerini, hepsini biliyor.
Nasıl olabilir?”

Elindeki izmariti sertçe küllüğe bastırıp son kez dumanı üfledikten sonra camı kapattı. Kendisini tuhaf bir
boşlukta hissediyordu. İçinde bulunduğu ruh halini tarif edecek bir cümle yoktu. Üzgün, kırgın, pişman,
öfkeli… hiçbiri değildi. Bu kelimelerin hiç birisi içinde bulunduğu ruh halini açıklamıyordu. Gökçen’in gidiyor
olması biraz dokunmuştu. “Bir hafta önce Gökçen mi vardı? Varlığı ne kattı ki yokluğu dert olsun?”
Kapının açılma sesiyle arkasını döndü. Gelen Servet Yüzbaşı idi. “Müsait miydin” diye sordu. “Gel gel,
müsaitim” diye cevapladı. Servet Yüzbaşı’nın elinde bir saksı çiçek, gülümseyerek “bunu senin camın önüne
koysam olur mu?” diye soruyordu. “Hayrola” diye sordu. “Bunu okuldan bir öğrencisi hediye etmiş. Ama
bizim hanımın polen alerjisi var, yok et şunu dedi. Ben de aldım buraya getirdim. Baksana ne kadar güzel”
Ateş, devresinin elindeki saksıya baktı. Küçük küçük çiçekler açmış çok güzel bir kırmızı begonya idi. “Koy
tabi” dedi.
Arkadaşı konuşmaya devam ediyordu. “Özel bir çiçekmiş bu. Şu köyün dışındaki harabeler yok mu, hani
Roma döneminde hamammış hatta; orada yetişiyormuş. O eski çeşmenin suyu şifalıymış güya. İşte o
çeşmenin suyuyla yetişmiş bu da. Çocukcağız ne bilsin, bizimkinin alerjisi var; almış çiçeği, büyütmüş,
saksıya dikmiş getirmiş gelmiş. Öğretmenler günü hediyesiymiş”

Arkası dönük masadaki evraklarla uğraşan Ateş Yüzbaşı aniden dönüp arkadaşına baktı. Sonra Gökçen’in
söyledikleri geldi aklına. Kendisine köstebekten bahsettiği gün, tam da şu anda Servet Yüzbaşı’nın durduğu
yerde durmuş, yüzüne bakmadan “bu gece rüyanda dün gece gördüğün kırmızı çiçekli bahçeyi göreceksin.
Çeşmenin üzerindeki kitabeyi okumaya çalış” demişti. Kırmızı çiçekler… rüya… çeşme… kitabe… Gökçen…

Arkadaşına dönüp “benim çıkmam lazım, kusura bakma. Soran olursa idare ediver olur mu” dedi ve adamın
cevabını dahi beklemeden koşar adımlarla binadan çıktı.

Gökçen uçağa binmeden önce havaalanında son kez telefonuna baktı. Yüzbaşı mesajı görmüştü, ama cevap
yazmamıştı. Yüzü düştü. Kendisini kötü, ezik ve beceriksiz gibi hissediyordu. Valizini banta koyduktan sonra
Xray’den geçip aprona girdi. Gözü kulağı hala telefondan gelecek bildirimdeydi.

Kırmızı ışıkta beklerken Yüzbaşının içi içini yiyordu. Havaalanına zamanında yetişmek, en azından düzgün bir
şekilde vedalaşmak için zamanla yarışıyordu. Yol akarken “salak herif” diyordu kendi kendine. “İstihbaratçı
bile olsa öyle mi davranman gerekiyordu! Resmen orospu muamelesi yaptın aferin Ateş, aferin oğlum böyle
devam et!” “Kızı gecenin üçünde sokakta bıraktın. Nereye gitti nasıl gitti bir kere aramadın, hayvan herif!”
Kendi kendine sövüp sayarken havaalanına gelmişti bile. Arabayı gelişigüzel bir yere çekti. Yanına gelen
güvenliğe kimliğini gösterip “silahlı kuvvetler” dedikten sonra koşar adım içeri geçti. Peronlar arasında
koşarak ilerleyip birine yaklaştı. “İstanbul uçağı kaçta” diye sordu.

Gökçen koltuğuna yerleşip “lütfen kemerlerinizi bağlayınız” anonsu ile kemerini bağladıktan sonra tekrar
telefonuna baktı. “Geri zekalı” dedi kendi kendine. “Aman yaz paşam lütfen. Lütfen yaz ya, yalvarıyorum.
Gökçen kim ki zaten kıymet verip de iki satır güle güle yazasın” Hostesin gelip telefonu kapatması için
uyarmasıyla telefonu kapatıp çantasına attı.

Yüzbaşı telefonla konuşmakta olduğu için kendisine cevap veremeyen görevliyi beklerken telefonunu
cebinden çıkardı ve Gökçen’i aradı. Kapalıydı. “Hey, sana soruyorum! İstanbul uçağı kalktı mı?” “Efendim,
kapılar kapandı. İstanbul uçağı tam olarak 2 dakika önce kalkış yaptı”. Görevlinin cümlesini tamamlamasıyla
tam çaprazındaki devasa camdan yükselen uçağı gördü…
İstanbul’a geleli iki gün olmuştu. Aldığı istihbarata göre zamanı daralıyordu ve bir şekilde birilerini uyarmak
zorundaydı. Yüzbaşı hala kendisini aramamıştı. Gururu onu aramaya elvermiyordu. “Plan yapmam gerek”
dedi. Ama nasıl? Mektup ya da e posta yoluyla ihbarda bulunsa, kendi başı da belaya girebilirdi. İstihbaratı
nereden ve nasıl aldığını asla açıklayamazdı. Zaman tükeniyordu ve acil bir plan yapmalıydı.
Akşamüstü işyerinden çıkıp Fatih Çarşamba’ya doğru yola çıktı. Kılık değiştirme işini adım adım yapacaktı.
Evden çıkarken üzerine dizlerinin üzerinde bir elbise giymişti. İşyerinde elbisenin altına pantolon giydi. Şu
an daha mutaassıp görünüyordu. Yolda giderken bir dükkana girdi, oradan bir şal ve bone satın aldı.
Mağazayı geziyor gibi yaparak vardiya değişim saatindeki personelin yer değiştirmesini bekledi. Geldiğinde
kendisini açık olarak gören personel gidip yerine kabinden kapalı olarak çıkışını görecek olan personel
gelmişti. Mağazanın aynasında şal ve boneyi bağlayıp tesettürlü bir görünüme büründü. Gözlerine birkaç
gün önce aldığı lensleri taktı. Makyajını çabucak değiştirdi. Kumral ve kahverengi gözlü olarak girdiği
dükkandan, esmer ve yeşil gözlü olarak çıkacaktı. Kasada ödemeyi yaptıktan sonra dışarı çıkıp bir taksiye
bindi ve Çarşamba’ya gitmek istediğini söyledi.

Kara çarşaflı kadınlar ve sarıklı cübbeli erkeklerin arasında yürüyordu. Bir dükkana girdi. “Esselam aleyküm”
diyerek selam verdi. “ve aleyküm selam, buyurun” cevabını aldıktan sonra, “çarşafı şerif almak istiyorum,
yardımcı olabilir misiniz” diye sordu. Satıcının gözlerinin içi parlamıştı. “Maşallah, maşallah… Allah kabul
etsin. Demek çarşafı şerife girmek istiyorsunuz” dedi. Kadın gülümsedi. “Kısmet işte. Allah nasip etti, tövbe
ettim. Alışveriş yapmaya geldim” dedi. Üzerine uygun bir çarşaf bulduğunda denemek istediğini söyleyerek
kabine girdi. Önce üzerindeki tuniği çıkardı. Altında yeşil boğazlı bir kazak vardı. Çantasındaki peruğu
kafasına itinayla yerleştirdikten sonra saçlarını topuz yaptı ve çarşafı üzerine geçirdi. Biraz önce yaptığı o
ağır makyajı da silerek son derece sade bir görünüme büründü. Kabinden çıktığında, satıcı içten gelen bir
“maşallah!” çekti. “Tesettür el yüz ayak ama, ben eldiven de giymek istiyorum” dedi. Satıcı neredeyse
ağlayacaktı. Maşallahlar çekerek eldivenleri verdi ve “çarşafı şerife girmenizin şerefine hediyemiz olsun”
diyerek kadını uğurladı. Hazırdı. Hızlıca İsmailağa Kuran Kursu’nun önünden geçerek kızıl kilise olarak
bilinen Rum Lisesinin önüne geldi ve yokuş aşağı, Balat’a doğru inmeye başladı. Önceden yazdığı, el yazısı
tanınmasın diye bilgisayardan çıktı alarak hazırladığı mektupları bir bir yerine ulaştıracaktı. Planı buydu.

Bir polis aracının önünden geçerken polislerin aracın dışında sohbet ediyor olduklarını fark etti. Etrafı
kolaçan edip kimsenin kendisini görmediğinden emin olduktan sonra, çantasından çıkardığı zarfı aracın
camından içeri attı. Sakince yoluna devam etti. Bu şekilde birkaç polis aracının içine mektup bıraktı. Sonra
bir kargo firmasının önüne geldi, gönderi yapmak istediğini söyledi. Kargo zarfının üzerine gönderici adı
olarak sahte bir isim yazdıktan sonra sırayla Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü,
Jandarma Genel Komutanlığı, Savunma Bakanlığı gibi adreslere kargolanmak üzere zarfları özenle kapatıp
kargocuların şaşkın bakışları altında şubeden çıktı. Hızlı hızlı yürüyordu. Balat’tan Eminönü’ ne gelmiş,
oradan Galata’ya çıkacaktı. Galata Köprüsü altındaki umumi tuvalete girdi. Güvenlik kameraları ve Mobese
kameralarının kendisini çektiğini biliyordu. Şanslıydı ki içeride kendisinden başka 3 çarşaflı kadın daha vardı.
10 dk kadar sıra bekledikten sonra tuvalete girdi. Hızlıca üzerindeki çarşafı çıkarıp çantasından çıkardığı
poşete sokuşturdu, topuz yaptığı peruğu açarak sahte saçları omuzlarına dağıttı. Gözlerindeki lensleri
çıkarıp tuvalete attıktan sonra sifonu çekti. Boynuna bir fular doladı, telefonun kamerasını açarak ufak bir
makyaj yaptı. Hazırdı. Çarşafla birlikte kullanmak üzere aldığı siyah düz çantanın içinden sırt çantasını
çıkardı, elindeki siyah çantayı içine tıkıştırdı. Kulaklığını taktı, güneş gözlüğünü taktı ve tuvaletten çıkıp
sakince yürümeye başladı… Bu şekilde evine gidemezdi. Peruğu dikkat çekmeden yok edecek bir yol henüz
yok gibiydi. Nesrin’i aradı.
“Taksim’deyim. Mektupları postaya verdim. Kılık kıyafetim dikkat çekmeden eve girmeye müsait değil. Sana
geliyorum bu akşam”
“Gel tabi. Seninle konuşacaklarım var. Kalırsın akşama bahçede otururuz hem”
Karşıya geçmek üzere otobüse bindi.

Gözü kulağı hala telefondaydı. Bir mesaj, bir cevapsız çağrı, en ufak bir bildirim… Yoktu. Yol akarken güneş
ufuk çizgisinin ardında kızıl gelinliğini giymiş ve çoktan yerini geceye bırakmıştı bile….

Polis memuru Cevdet, aracı park ettikten sonra arka koltuktan montunu almak ü zere kapıyı açtığ ında
zarfı gö rdü . “Allah Allah” dedi, “bu ne şimdi?” Yavaşça zarfı açtı. İçinde bir mektup vardı. Merakla açtı,
okumaya başladı. Biri şaka yapıyor sandı ö nce. Etrafına bakındı, kimse yoktu. Tekrar okudu. Koşarak
karakola girdi. Komiserinin yanına gitti. “Komiserim, bunu arabanın arka koltuğ unda buldum” dedi.
Komiser mektuba gö z attığ ında ö nce ciddiye almadı. “Keklemişler oğ lum seni” dedi. Sonra mektubu
masasının çekmecesine attı, “işine bak” dedi. “Ama komiserim, ya gerçekse?” diyecek oldu Cevdet.
Komiser kaşının altından sert bir bakış fırlattı, “işine bak dedim Cevdet! Asabımı bozma. Her mektubu
ciddiye alsak…” Sen bilirsin abi” diyerek kapıyı kapatıp çıktı Cevdet…

Bir kaç gü n sonra… Akşam haberleri polis araçlarına bırakılan, jandarma genel komutanlığ ı ve EGM’ye
gö nderilen anonim ihbar mektuplarından bahsediyordu. Devriyeden dö nen Cevdet telaşla karakola
girip “amirim” diyerek odaya daldığ ında, komiserini elinde çekmeceye attığ ı mektup, boş ve manasız
bakışlarla tv’ye bakarken bulmuştu…

Tv’ler istihbaratın doğrulandığını, terör örgütü mensuplarının ülkenin dört yanında bombalı eylem
yapacakları bilgisinin ele geçirildiğini ve hatta bir tanesinin eşkâlinin belirlenip robot resminin dahi
çıkarıldığını haber veriyordu. Kapalı kapılar ardında elinde kumanda tv’ye kilitlenmiş olan köstebek,
ekrandaki robot resme bakıyordu. Saçları üç numaraya vurulmuş, kalın kaşlı, iri gözleri olan esmer 1,87
boyunda, çenesi ve yüz hatları keskin ve sert, 35 yaş civarı bir erkekti şüpheli. Rütbeli bir asker olduğu ve
“güvenlik gereği” rütbesinin gizli kalacağı söyleniyordu haberde. Ayrıca görgü tanıkları bu kişiyi Hatay’da
gördüklerini, kaşının üzerinde faça izi ve sol kolunda bir doğum lekesi olduğunu teyit etmişlerdi.
Gülse mi ağlasa mı bilemiyordu. Aynaya baktı. Kırlaşmış saçlarına, yaşına rağmen askerliğin verdiği
deneyimle fit kalmış vücuduna baktı. Yıllarca komando eğitim tugayında asker yetiştirmişti. Sonra tekrar
tv’ye dönüp kumanda ile tv’yi kapattı. Çekmeceden bir tuşlu telefon çıkardı. Listedeki tek numarayı aradı.
-Evet?
-Bir süre sessiz kalmak zorundayız. Eylemleri askıya almak zorundayız. Karargah
teyakkuzda. Ortalık biraz durulsun.
-Bizden haber bekle. Sana harekete geçmen gereken zamanı bildireceğiz. Kendi başına iş
yapma sakın.
-Peki.
Kapatma tuşuna basıp hattı çıkardıktan sonra, hattı kırdı. Telefonun bataryasını çıkarıp bataryayı camdan
fırlattıktan sonra, telefonu da odanın içinde yanmakta olan sobanın içine attı…

Ateş Yüzbaşı kendisini Gökçen’e karşı mahcup hissediyordu. Anlaşıldığı üzere Gökçen dediğini yapmış ve
tüm kolluk kuvvetlerini alarma geçirecek bir hamle yapmıştı. Jandarma Genel Komutanlığı’ndan “ÇOK
GİZLİ” ibaresi ile gelen genelge ile acil toplanmışlar, karargahta sadece belli bir ekip ile çalışılacağı bilgisi ile
ivedilikle özel ekip oluşturulmuştu. Robot resim fikrini ortaya atan Ateş’ti. Bu şekilde köstebek, alakasız
birinin arandığını düşünecek ve kendisini güvende hissederek rahat hareket edecekti. Normalde toplumda
infial yaratacak böyle bir istihbaratın gizli tutulması gerekirken, haberi robot resimle birlikte tv’ye servis
eden de Ateş Yüzbaşı’dan başkası değildi. İçinden yükselen bir hararetle Gökçen’i aramak istiyordu. Ama
arayamazdı. Bu köstebek her kimse, elinin kolunun nereye uzandığını bilmek mümkün değildi. Dolayısı ile
kendisini takip ettiriyor da olabilirdi. Telefonları dinleniyorsa, adam Gökçen’e zarar verebilirdi. Aynı şekilde
ailesi ile de tehdit edebilirdi. Ama bir şekilde ona ulaşmanın bir yolunu bulmak zorundaydı…
Gökçen ve Nesrin evde oturmuşlar, Gülsüm ile videolu görüşme sırasında olanı biteni anlatıyorlardı.

-Aksiyon filmi gibi. Baya gittin, çarşaf marşaf… Korkulur senden. Memleketi ayağa kaldırdın.
-Şimdi tv’ler köstebeğin Hatay’da jandarma komutanlığında olduğunu söylediler. Ama
köstebek tam olarak Ateş’in bulunduğu karargahta. Sadece adını ve rütbesini bilemiyoruz.
-Nesrin göremiyor mu kim olduğunu?
-Bacım göremiyorum. Kuşu da gönderdim, ruhani boyutta kendim de geçtim ama yok. Büyük
ihtimalle adam da ne yapması gerektiğini biliyor. Resmen görünmez olmuş.
-Allah Allah… İlginç. O zaman hata yapmasını bekleyeceğiz. Gökçen, aramadı mı seninki?
Gökçen gözlerini devirdi. Suratını ekşitti.
-Aramadı. Gururunu sevdiğim, aramadı bacım. Biz kimiz zaten arasın.
-“Tadına bakmadı, baksa arardı” dedi Gülsüm gülerek.

-Ay nerde bacım nerdeeee, dedi Gökçen. Mimikleriyle destekleyerek, pandomim yapar gibi
iki elini ve zafer işareti yapar gibi parmaklarını kaldırdı. “Adam, ‘profesyonel’ canım. Benimle konuşurken
cinsiyeti yok.
-Ha kıramadın yani kabuğunu, dedi Gülsüm yine.
Gökçen bir an daldı. Parktaki geceyi düşündü. Elçinin “yüzbaşı sana kendisi gelecek” dediğini
hatırladı.
-Öyle değil mi, dedi Nesrin.
-Efendim? Ney öyle değil mi, diye döndü Gökçen. Nesrin ve kameranın öbür tarafındaki
Gülsüm kahkahayı bastılar.
-Ohoooo Yüzbaşının hayali bile yetti, uçtu bu. O kadar mı tutuldun kız adama?
-Ya yok be ne tutulması? Adam evli evli. Size de goygoy lazım de hayde. Sen çocuğunun altını
değiştir, Gülsüm sen de işine gücüne bak. Aaaaaa ne makara yaptınız ayol.

Kadınların itirazlarını ve şaka yollu takılmalarını hiç kale almadan kapama tuşuna bastı.
Nesrin hala gülüyordu. Sonra bir an ciddiyetini takındı.
-Gökçen, sen akıllı bir kızsın. Adama tutuldun evet de, abla tavsiyesi; uzak dur bacım.
Yanarsın.
-Nesrin, ben aşka inanmam. Beni merak etme saçma bir şey yapacak değilim. Tutulduğum
falan da yok ayrıca.

İki gün sonra işyerine internet uygulaması üzerinden gelen çiçeği gördüğünde Gökçen biraz şaşırdı.
Üzerindeki küçük zarfı heyecanla açtı. Yazıyı okuduğunda dudaklarında yayılan gülümsemenin
gözbebeklerinin içine kadar sirayet etmesine engel olamadı.

“Özür dilerim.
Seni saat 16’da Karaköy’de sahafta bekliyor olacağım. Mühim.
Lütfen gecikme, seni çok özledim.”
Ateş”

Neler oluyor, dedi kendi kendine. Ateş İstanbul’da mıydı? Neden ofisine gelmemiş ya da geleceğini haber
vermemişti? Telefonunu çıkarıp ona mesaj yazmaya başladı. Tam gönderecekken niyeyse bunun iyi bir fikir
olmadığı hissiyatı kalbini doldurdu. İçinden bir ses “yapma” diyordu. Ateş çiçek yollamak yerine doğrudan
onu arayabilirdi. Ama telefonla değil dolaylı yoldan iletişime geçmeyi seçmişti. Yazdığı mesajı olduğu gibi
sildi. Saate baktı, 14:40 idi. Anca giderim diye düşünerek çantasını aldı ve yola çıktı.
Karaköy’deki sahaf Murat, Ateş’in çocukluk arkadaşıydı. O da Ateş gibi iftira ile ordudan uzaklaştırılmış bir
subaydı. Ateş bu süreçte, zamanında “cebimde dursun” diyerek yan daldan aldığı Psikoloji Lisansını devreye
sokmuş ve hayatına terapist olarak devam etmişti. Gökçen ile de böyle tanışmışlardı zaten. Ateş, uzun yıllar
süren mahkeme sürecinde psikolog olarak çalışırken Murat eskiden beri aşık olduğu kitaplara kendisini
vermiş ve sahaf olmuştu. Yıllar sonra Ateş aklanıp göreve iade edilirken; Murat da aklanmış ama kitapların
büyülü dünyasına ve sakinliğine o kadar alışmıştı ki, orduya dönmek istemediğini kesin bir dille bildirerek
kapıları tümden kapatmıştı.

Gökçen, “Kolay gelsin” diyerek kapıyı ittirdiğinde kapının hemen üzerindeki çan da cılız bir ses çıkarmıştı.
Kitap kokusunu aldığında yine büyülenmiş gibi gözlerini kapatıp o tarif edemediği kokuyu içine çekti. Bu
duygunun tarifi yoktu. Kitaplar onun sessiz arkadaşlarıydı. Kitaplar başka alemlere açılan kapılardı. Orada
onu bekleyen karakterler, olaylar, her türlü duyguyu tadabileceği bambaşka bir dünya vardı. Okuduğu kitap
bittiğinde içindeki karakterleri özlüyordu çoğu zaman.
Rafları düzenlemekte olan Murat arkasını döndü. “oooooo…. Kimleri görüyorum? Hoşgeldiniz,
hoşgeldiniz…” Gökçen el sıkışmak üzere elini uzattığında adam Gökçen’in elini alıp nazikçe dudaklarına
götürdü. “Buyursunlar, buralar her zaman böyle bir güzelliğe şahit olmuyor” adamın muzır tavrı ve içtenliği
Gökçen’in hoşuna gidiyordu. “Abart” dedi gülerek. Sandalyeye ilişti. Etrafına bakıyordu. Gözleri Ateş’i ya da
onun burada kendisini bekliyor olduğuna dair bir emare arıyordu. Bir an Ateş’in dışarı çıkmış ve gelmek
üzere olduğunu düşündü. Tüm hücreleri onu görmek istiyordu.

Adam çay ocağının çırağına iki çay getirmesini söylerken Gökçen çocukluğundaki gibi masal diyarına
düşmüş gibi hissederek, hayranlıkla raflardaki kitaplara bakıyordu.

-Nasılsın Murat, iyi misin?


-Nasıl olalım, gördüğün gibi. Körler ülkesinde tek gözü olan kral olur derler ama bizim körler
görmeyi de hastalık sanıyor.
-Öyle… Ateş buraya gelmemi istedi.

Murat kadınla göz göze geldi. Gözleriyle etrafı taradı. Çayından bir yudum aldı. Yavaşça eğilerek kadına
yaklaştı. Ses tonunu düşürerek neredeyse fısıldar vaziyette konuşmaya başladı.

-Ateş tehlikede olabileceğini düşünüyor. O yüzden sana doğrudan ulaşmak istemedi.

Adı gibi bildiği üzere Ateş burada değildi. Ama varlığının ihtimali bile heyecan uyandırmaya yetmişti. Ateş’in
orada olmadığını teyit ettiğinde dudaklarındaki gülüşün solduğunu fark etti.
- Sana bunu vermemi istedi.

Kadın merakla kendisine bakarken yavaşça kalkıp az önce düzelttiği raftan bir kitap aldı. Saman kağıda
basılmış, solgun ciltli çok eski bir kitaptı Murat’ın elindeki.

Kadın, kitabın Ateş’ten gelen mesaj olduğunu anlamıştı. Ama sakin kalmalıydı. Adam kitabı kendisine
verdiği sırada dükkana bir iki müşteri geldi, bir şeyler sorup gittiler. Gökçen kitabı sıkıca parmaklarının
arasında tutuyordu. Açıp okumak için sabırsızlanıyordu ama, neredeyse devlet sırrı denecek elzem bilgiler
avuçlarındaydı. Kitabı çantasına koydu, çayından son yudumu da aldı. “Ben kalkayım artık” dedi. Murat
“kalsaydın, yemek yerdik” dedi ama Gökçen’in gözü yemeyi içmeyi görecek durumda değildi. Bir an önce
güvenli bir yere geçip Ateş’in mesajını okumalıydı. “Başka zaman üstad” dedi, “muhakkak geleceğim, bana
levrek sözün var, unutmadım” Murat kapıda dikilmiş “2000 yıl sonra gelme ama” diyordu. Gökçen önce
gülümsedi. Sonra şaşkınlıkla tekrar döndü. “Ne dedin sen” diyecek oldu, ama adam çoktan içeri girmişti
bile.

Murat çok ince bir detaya dokunmuştu. Gökçen, Atsız’ın efsanevi romanı Ruh Adam’da yazdığı gibi yüzbaşı
ile kendisinin 2000 yıl önce tanıştıklarına inanıyordu. Ateş, tıpkı o romandaki gibi 2000 yıl önce Mete Han’ın
ordusunda bir subaydı ve Gökçen’e ok atamadığı, eli titrediği için onunla bir idam edilmişti.
Gökçen bu sahneyi defalarca rüyasında görmüştü. Hayır; romanın etkisinde kaldığı ya da Ateş’e karşı zaafı
olduğu için değil, daha onu tanımadan aylar önce bu rüyaları görmeye başlamıştı. İlk terapi seansını
aldığında “ben bu adamı birine benzetiyorum ama kime” diye düşünürken, bir anda geliveren o aydınlanma
hissi ile tokat yemiş gibi olmuştu. Defalarca karşısındaki adamın göz bebeklerinin içine bakmış, orada
kendisini aramıştı. İçinden “Hatırla” diyordu Ateş’e, “beni hatırla, Gökçen’im ben. Ok Atılamayan’ ım!”
Peki, Murat bunu nereden biliyordu?

Gökçen saniyeyi 100 yıla yayan o zaman diliminde çoktan içeri girmiş olan Murat’a bakarken kafasında bu
düşünceler ışık hızıyla akıyordu. Bir an kendine geldi. Kafasını sallayıp gözlerini kırpıştırdı. Şu an bunları
düşünecek zaman değildi. Çantasındaki kitabı yokladı tekrar. Hızlıca karşıya geçip bir taksiye bindi. “Avcılar”
dedikten sonra koltuğa sırtını yasladı. İşte şu an tam olarak düşünme zamanıydı… Yol akarken düşünceler
de kafasının içinde akıyordu. Murat, kitap, Ateş, köstebek, Nesrin’in çocuğunun tableti ısırarak kırmış
olması, domates çorbasına kaşar koymayı kimin ve neden akıl ettiği, henüz 15 yaşındayken Gülsüm’ün elini
kesmesi ve gidip dikiş attırdıklarında gözünü kırpmadan atılan dikişe bakarak Gülsüm’ün elini tutması,
kurbağalar, zürafalar… Birbirinden alakasız ve saçma sapan o kadar çok şey geliyordu ki aklına…
Taksicinin “böyle iyi mi abla” demesiyle kendine geldi. Söylediği konuma gelmişlerdi. “evet, aynen böyle iyi,
teşekkür ederim” dedikten sonra cüzdanını çıkarıp ödemeyi yaptı ve taksiden indi.

Perdeleri sıkı sıkı kapamış, koltuğa çökmüş elindeki ciltli kitabın içinde bulunan, Ateş’in kendisine yazdığı
kısa notu ile etrafındaki şüpheli herkesin telefon konuşması dökümlerini ve belli başlı kişilerin ad soyad,
adres ve telefon bilgileri ile aileleri ve yakınlarına dair detaylı bilgiler içeren sayfaları okuyordu. Müthiş bir
istihbarat kaynağı elindeydi. Murat dökümleri ustaca saman kağıda basıp kitap haline getirmiş ve ciltlemişti.
Gökçen gerekli bilgiyi aldıktan sonra kitabı yok etmesi gerektiğini biliyordu.

“Seni arayamıyorum. Bu köstebek her kimse, telefonlarımı dinletiyor olabilir. En güvenli yol buydu.

Seni gece yarısı sokakta bıraktığım için özür dilerim. Uçağa binmeden seninle konuşmak istedim, ama
yetişemedim. Söylediklerine inanmalıydım. Ama bilirsin… O kadar uçuk şeyler anlattın ki, inanmakta
zorlanıyor insan. Fakat artık sana inanıyorum Gökçen. 2000 yıl önceki gibi inanıyorum.”

Gökçen nefesinin kesildiğini hissetti. Satırları baştan sona tekrar tekrar okudu. Kalbi ağzından çıkacaktı.
“hatırlıyor” dedi, “Ateş beni hatırlıyor”
Yanakları kıpkırmızı olmuş, ateş basmıştı. Kulakları uğulduyordu. “Ateş beni hatırlıyor” dedi kendisine,
tekrar tekrar… Gözlerini kapadı. Atsız’ın dizeleri havada uçuşuyordu adeta.

“Kalbin benim olsun, çünkü mukadder


Cismin sana yetmez mi? çabuk kalbini sök, ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın….”

Elinde kitap, kanepede öylece otururken ruhunun buharlaştığını hissediyordu. Bedenini yavaş yavaş terk
ettiğini, mekan ve zamandan bağımsız olarak rüzgar gibi zamanın içinden geçtiğini de. Bir toz bulutu gibi
havada uçuşuyordu adeta. Gözlerini açtığında kendisini o gecede buldu. Birilerinin “Başbuğ” dediğini
duyuyordu, “Mete” dediğini. Yavaşça kalabalığın arasından toplandıkları meydana doğru ilerledi. Dev gibi
bir adam, atın üzerinde heybetle durmuş kalabalığı süzüyordu. Söz gelişi değil, gerçekten dev gibiydi.
“Sargytymy bozmagyň soňunyň näme boljakdygyny hemmeler biler!” (Emrimi çiğneyenin sonu ne olur
herkes bilecek!) diye adeta gürledi. Kalabalıktan ıslık sesleri ve uğultulu bir gürültü yükseldi. Bir boru sesi
duydu. Kafasını çevirdi. Az ötede yanan harlı ateşi, etrafında dönerek kam davulu çalan Kam’ı gördü.

Ateşin az ötesinde bir tahtaya bağlanmış günlerdir aç ve susuz kaldığı her halinden belli olan bir adam
gördü. Başı öne eğikti.
Atın üzerindeki heybetli adam tekrar gürledi:
- “Kelläňizi galdyryň, ýüzüme serediň!” (kafanı kaldır, yüzüme bak!)
Direğe bağlı adamın yanına subay olduğu belli olan biri geldi.
- “Iň soňky sözüňiz näme?” (Son sözün nedir?)
Adam subayın gözlerine baktı, sesini yükselterek;
- “Taňry ýalkasyn, Başbuğ Mete bolsun!” (Tanrı Türk’ü korusun, Başbuğ Mete var olsun!)
- Aýal üçin oňurganyň buýrugyna garşy çykdyňyz, indi jezalandyrylarsyň (Bir kadın için Başbuğ'un emrine
karşı geldin, şimdi idam edileceksin)
- Meniň garşylygym ýok. Diňe haladym, haladym! Müň ýyldan soň ýüregim Turan we Gökçen ýaly urar! (Hiç
bir itirazım yoktur. Yalnızca sevdim, çok sevdim! Bin yıl daha geçse şu kalbim bir Turan diye atacak, bir de
Gökçen diye! )

Gökçen yaydan çıkan okun önce Ateş’in sonra kendi göğsüne saplanmasını ağır çekimde izledi. Elini
göğsüne attı. Aynı acıyı hissetti yeniden. Ter içinde kalmıştı. Gözlerini açtı. Sonra birden bire tokat yemiş
gibi bir aydınlanma yaşadı. Yaydan çıkan oku düşündü tekrar. Göğsüne saplanan oku atan eli düşündü.
Murat “2000 yıl sonra gelme” demişti. O an düşünecek zaman yoktu ama şu an… “Murat” dedi. Sen O’sun.
Murat ve Ateş’in sarsılmaz bağı çocuklukla sınırlı değildi, iki bin yıllık kadim bir bağdı. Murat, hiç gözünü
kırpmadan kendisine verilen emri yerine getirmiş ve Ateş’i idam etmişti.
Gökçen elini ağzına götürdü. Eliyle ağzını kapatmış, nefes almaktan korkar halde heyecanını bastırmaya
çalışıyordu. Çalan telefon uyanık gördüğü düşü ve heyecanını bölene kadar… Arayan Murat’tı. Gökçen
yıllardır görmediği eski bir dostu görmüş gibi hissederek telefonu eline aldı ve dudaklarının kenarından
kulaklarına kadar varan bir gülümseme ile heyecanla açtı.

-Efendim Murat?
-Gökçen Hanım?
Ses Murat’a değil bir yabancıya aitti. Arkadan gelen telsiz seslerini duyduğunda Gökçen’in gülümsemesi
yüzünde soldu. Ne duyacağından şüphe ederek, “siz kimsiniz” diye sordu.

-Ben komiser Sedat. Murat Bey en son sizinle görüşmüş sanırım.


-Evet de, konu nedir?
-İşyerinde ölü bulundu. En kısa zamanda Emniyet’e gelip ifade vermeniz gerek.
-Anlamadım? Murat… ölmüş mü? Nasıl?
-Hanımefendi telefonda bilgi veremem. En son onu sağ olarak gören sizsiniz. İfadeniz gerekli.
-Peki, tamam. Ge… geliyorum…

Gökçen başının döndüğünü hissediyordu. Tansiyonu düşmüş olmalıydı. Koltuğa çöküverdi. Murat… Daha
akşamüstü kanlı canlı görmüştü. Olamaz, dedi. Soğukkanlı olmak zorundaydı. Şu an hiç de panik yapıp
ağlayacak zaman değildi. Hızlıca ayağa kalktı. Yerdeki kilimi iki büküp parkeleri eliyle yoklamaya başladı.
Sehpanın üzerinde duran tırnak törpüsünü aldı ve boşlukta olduğunu düşündüğü bir parçayı törpü
yardımıyla kanırtarak kaldırdı. Elindeki cildi parkelerin arasına itekledikten sonra tekrar kapatarak üzerine
kilimi örttü ve sehpayı çekti. Koltuktan çantasını aldı, telefonunu içine attı, portmantodaki aynada kendisine
baktı ve ayakkabılarını giyip evden çıktı. Koşar adımlarla caddeye çıkıp bir taksi çevirdi. “Vatan Caddesi,
Emniyet” dedi.

You might also like